 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
Camiler kablolardan kurtulmadıkça yangın tehlikesi kapıda
13 Aralık 2020 02:00
Eskiden camilerimiz yağ kandili ve gaz lambası ile aydınlatılır, odun sobası ile ısıtılırdı ancak bir sıkıntı çıkmazdı.
Cami yangınlarına, ya tamiratta kullanılan pürmüzler ya da elektrik kontakları sebep oluyor.
Diyelim cami yaptırma yaşatma derneğine girdiniz. O heyecanla başlıyorsunuz elektrikli aletler almaya, aldırmaya. Önce üç duvara üç ayrı salon tipi klima koyduruyoruz, zemine elektrikli ısıtıcı döşetiyorsunuz boydan boya. Sonra aplikler, şamdanlar... Avizeleri ampullerle donatıyoruz, kırk tane ortaya, yirmişer yanlara. Vantilatörler, aspiratörler, vakitmatikler, elektrikli esans fışkırtıcılar, telefonsavar jamırlar...
Sonu yok. Bizim sitenin mescidine bile AVM gibi kayar kapıdan giriliyor mesela.
MİKROFONSUZ ÇIKMAM
Bitmedi, ekolayzırlı stereo mikser amfi, el mikrofonu, yaka mikrofonu, mihraba üç mikrofon daha. Kıyam rükû ve secde boylarında….
Bazı camilerin hepi topu yarım saf cemaati var, stüdyo gibi kolonlar bağlanmış sütunlara. Aşşa mahalle 150 vatlık mı taktırmış, biz 300’lük taktırıyoruz inadına.
Geçen selatin camilerinden birinde (adını verebilirim) cemaate yetişemedim, namaza durdum kenarda.
Meğer tam tepemde kolon varmış, müezzin tesbihata bir girdi, tepemde top patladı âdeta.
Yaa mübarek bu zaten Mimar Sinan eseri, öyle bir akustik var ki, mihrapta tespih çeksen şıkırtısı duyulur her yanda. Bu hastalık da yeni çıktı, illa yakalarına bir mikrofon takacaklar.
Bunlar cemaatten biri olarak bizim gördüklerimiz. Elektrik mühendisi Ömer Murat’la da istişare ediyoruz ayrıca. “Hoca’m, korkulu rüya görmemek için nelere dikkat edilmeli tesisatta?”
-Cami tesisatlarında önce aydınlatma düşünülür. 500 metrekarelik bir cami, ortalama 30 kilovatlık bir güce ihtiyaç duyar. Dış aydınlatmadaki led projektörler de dâhil buna. Eğer sistem otomatik kontrollü olursa astronomik zaman saatleri takılır, güneş batınca açar, doğunca kapar.

l Fotosel gibi bir şey mi?
Hayır gerçek zaman saati ile çalışır, kendiniz ayarlayabilirsiniz. Camiyi soğutmak için ise 100 bin BTU/H kapasite yeter. Yani 20 kW civarında.
l Gelelim ısıtmaya?
Isıtma iki çeşit olur. Ya kalorifer petekleriyle ya da tabandan. Tabandan ısıtma da iki çeşit. Birinde suyu doğalgazla ısıtıp pompayla dolaştırırsınız ki 2 kW filan çeker anca. Diğeri ise elektrikli yerden ısıtma. Bu da iki çeşit, birinde karbon film folyolu rezistanslı ısıtıcı şilteler yayılıyor, diğerinde ise şap içine ısıtma kabloları döşeniyor.

l Masraflı mıdır peki?
Hayır bunu ayarlayabilir, istediğiniz safı, dilediğiniz sıcaklığa getirebilirsiniz. Şimdiki ısı kontrol panoları mikroişlemcili, birçok emri hafızasında tutabiliyor. Zaten maksat, cemaati soğuk zemine bastırmamak. Ayak ve dizlerin geleceği bölgeye döşense kâfi, 25 dereceye ayarlansa yeter.
l Peki ısınırsa yanar mı?
Hayır. Rezistanslı tiplerde tecrit malzemeleri yanıcı değildir. Zamanla karbonlaşır, izolasyon direnci bozulursa riskli olabilir. Bunu termostatla kontrol edebilirsiniz.
l Gelelim elektrik panolarına?
Camilerde ısıtma, soğutma ve aydınlatma şalterleri bir panoya yerleştirilir. Kısa devreye karşı sigortalarla tedbir alınır. İlaveten “kaçak akım koruma rölesi” de olmalı. Bunlar kablolarda gevşek bağlantı ya da aşırı akımda izolasyon bozulması varsa algılar ve elektriği kapar. Cami panoları yeni yönetmeliklere göre denetlenmeli, ilave elektrik yükleri de incelenmeli.

l Bazı camilerde hâlâ buşonlu sigortalar var attığı zaman tel bağlıyorlar .
Atması iyidir, sakın teli kalınlaştırmaya kalkmasınlar. Sıkıntı olmasın aman.
l Belki ahşap camiler daha fazla itina istiyor.
Elbette, onlarda “yangına dayanıklı tip- FE-180” kablolar kullanılmalı, bağlantıları itina ile yapılmalı mutlaka.
l Peki camide yanık kokusu duyarsak?
Öncelikle şalterler kapatılmalı, sonra itfaiye ile irtibat kurulmalı. En azından gelip bakarlar, içiniz rahatlar.
MAKSAT ŞEKİL OLSUN
Minareler hoparlör direğine döndü, merdivenlerde kuş yuvaları, güvercin yumurtaları, şerefeye çıkanın sadece dişleriyle gözleri görünüyor örümcek ağından. Nasıl kablosever bir millet olduğumuzu cümle âleme ispatlıyoruz. Yeter ki bir pense ve kara bant olsun yanımızda. Diyelim caminin tesisatı 1970 yılından kalma. O zamanlar sadece üç beş ampul sallanırdı tavanda. Sen şimdi buna ısıtma, soğutma eklersen? Yetmedi ses düzeni, havalandırma. Bu terazi şu sıkleti çeker mi acaba?
.
Alaska'nın kanlı hikayesi: Bedava mı sandın para verip aldım
13 Mart 2021 02:00
ABD, 1.518.800 km²lik Alaska’yı Ruslardan 7.2 milyon dolara alır. Kilometrekaresi 4,7 dolara gelir ki sudan ucuzadır. Av hayvanları azalmıştır ama ormanlar durmaktadır. ABD petrol ihtiyacının önemli bir kısmını Alaska’dan çıkarır.
Alaska, Amerika’nın en kuzey ve en batısındadır. Hatta o kadar batısındadır ki, Asya’nın doğusuna dokunur âdeta.
Arada bir boğaz vardır, o kadar. Ki, o da okyanusa nispetle sığdır. Evvel zamanlarda buzla kaplıdır ihtimal.
Rivayete göre Türkler de bu yolu kullanır, Amerika’ya akarlar. Kızılderililerin bize benzeyen simaları, çadır kurmaları, davul çalmaları, çevreye saygıları, kilim desenleri, at ve kurt merakları kuvvet kazandırır iddiaya...
Biliyorsunuz Kristof Kolomb, koca koca kalyonlarla yola çıkar, okyanusla savaşarak varır Amerika’ya. Hâlbuki Ruslar daha makul teknelerle ve daha kısa zamanda ulaşırlar.
Efendim İspanyollar, Portekizliler sömürgeci. İngiliz, Fransız ona keza?
Peki ya Ruslar?
Onlar da aynı tüfeğin demirinden, maksatları yardım değil yağma. Önce Sibirya’ya çöker, yerlileri (Promışlennikler) köleleştirir, avlakları kuruturlar. Sonra gözlerini dikerler daha uzaklara.
Nitekim Semyon Dejniev komutasındaki dört gemilik bir filo ile Kolima Nehri ağzından demir alırlar (1648), Arktik Okyanusunda bazı gemiler rotadan kopar ve Alaska’ya ulaşırlar. Vardıkları yerin Amerika olduğundan bihaberdirler, merkeze bildirme lütfunda da bulunmazlar.
Bunların işi gücü kürkçülüktür, çılgınlar gibi hayvan vururlar, yavruluymuş hamileymiş kimin umurunda?
İndikleri bölgede aylarca kalırlar. Avcı barınakları yapar, odun ve gıda bırakırlar kenara. Gel zaman git zaman havaliyi sahiplenir, bayraklarını asarlar.
Temmuz 1741... Kaptan Vitus Bering riyasetindeki Rus ekibi bölgeyi inceler, haritalarını yapar. Ancak bu çalışma başlarını ağrıtır, av kokusu alan İngilizler de üşüşür pastaya.
Kürk, para eden bir metadır, kolay taşınır, masrafı yok denecek kadar azdır, hele maceradan hoşlanıyorsan ne istersin daha.

YERİNDEN YURDUNDAN...
Peki ya yerliler?
Vardır elbet, olmaz mı?
Biz Eskimo deyip geçiyoruz da bunlar da dörde ayrılır kendi aralarında. Aleutlar, Supikler, Yupikler ve İnyupikler.
Kızılderililer ise beş kabiledir: Atabaşklar, Eyaklar, Tlingitler, Çimşiyan ve Hayda... Umumiyetle iç Alaska’da nehir kenarlarında (Yukon, Kuskokwim, Copper, Susitna, Tanana) yaşar, ihtiyacı kadar avlanır, balıkçılık yaparlar.
Atletik insanlardır, ayı ile başedebilirler icabında. Derilerden sanatlı çizmeler, çadırlar, beşikler, kanolar yapar, panayırlar kurarlar.
Lisanları Atabaşkça, Yenisey dilleriyle akrabadır ama pek bileni kalmaz. Holikaçukça konuşan tek yaşlı 2012’de ölür, o defter de kapanır, kaldırılır rafa.
Alaska ladin, söğüt ve huş ağaçlarından yana zengindir. Kışın dondurucu soğuklarla uğraşırlar, yazın sinek bulutlarıyla...
Evler ahşap ve alçaktır, ağaç kabuklarıyla kaplar, yosun kesekleriyle saklarlar. Karın yüksek olduğu günlerde ortalıkta bir baca görünür anca.
Yazın kadınları ve çocukları da alır, çadırlarını tobagan denilen köpekli kızaklara sararlar. Nerede akşam orada sabah, koşup dururlar av ardında.
Yaban koyunu, dağ keçisi, bozayı, bozkurt, tilki, vaşak, sansar, porsuk, gelincik, vizon, samur, kunduz ve oklu kirpi, artık ne çıkarsa bahtına.
Geyikleri sürer tahta perdeler arasına sıkıştırırlar. Etini yer, derisini giyer, sinirlerini dikiş ipliği olarak kullanırlar.

AÇTIRMA KUTUYU
Alaska’nın yerlileri, deniz samuru gibi kürkü değerli hayvanları avlamakta ustadırlar. Ruslar bunları köleleştirir ve ava yollar.
Nasıl yani?
Zavallıların karısını ve çocuklarını rehin tutarlar, hele bi’ çalışma!
Her türlü zulmü yapar, ceza almazlar, çünkü Çar’ın otoritesi Alaska’ya ulaşmaz. Zaten burada herkes Çar’dır. Elinde samur kürkün olsun, krallığını ilan edebilirsin açıkça.
Zamanla av azalır, patronlar mazeret istemez, gariplere kota koyar, baskıyı artırırlar. Bilhassa Şelikov-Golikov şirketi tehdide başlar.
Nereye isyan ediyorsun? Ellerinde gürleyen sopalar var. Adamı ibretiâlem için buzda ayazda bırakırlar.
Aleut halkı, iki nesil içinde (1741-99) nüfuslarının % 80’ini kaybeder, Ruslar ise semirir para demezler paraya.
1800’lerde Avrupa’dan buharlı gemiler gelir gider, yeni yeni insanlarla karşılaşırlar.
Rus Ortodokslar Değinaklar tarafını, Katolik misyonerler Yukon Nehri civarını, Anglikan Kilisesi ise Tanana Nehri havzasını mekân tutar.
1830’lu yıllarda pazarda İngilizler (Hudson’s Bay Company) güç kazanır. Ruslar silinir, üstelik Amerikan kargo gemilerine muhtaç kalırlar.
Kumpanyada çalışan Ruslar genelde subaydır, ticaretten anlamazlar. İskoç’la, Fransız’la rekabet edebilmeleri için çok ekmek yemeleri lazımdır daha.
Avlanmakla hayvan biter mi demeyin, biter. Ortalıkta bizon kalmaz.
Beyaz adam zararlı, taşıdığı virüsler daha zararlıdır. Alaska yerlileri sâri hastalıklara yakalanır, kırılırlar.
Sağ kalanlar da insanlıktan çıkar, alkolizmin perçesinde kıvranırlar.
SAT KURTUL
Ruslar artık asayişi sağlayamaz, sınırları koruyamaz olmuştur, kâr da azalmıştır, nerede o eski paralar?
Alaska’dan kurtulmanın yollarını arar,1867 parasıyla 7,2 milyon dolara ABD’ye satarlar.
Aşağı yukarı Türkiye’nin iki misli filandır. Kilometre karesi 4,7 dolara gelir ki, sudan ucuza.
Ruslar beleş almış, ucuza vermişlerdir. Evet av hayvanları azalmıştır ama o uçsuz bucaksız ormanlar sudaki balıklar da servettir ayrıca.
Yeraltı kaynakları zengindir. ABD, petrol ihtiyacının önemli bir bölümünü Alaska’dan karşılar mesela.

AWA’UQ KATLİAMI
Arsenti Aminak anlatır: “9-10 yaşında bir çocuktum, o gün bir Rus gemisi görmüş, balina sanmıştık. Arkadaşımla bidarkamıza (kayığımıza) binip küreklere asıldık. Yaklaştıkça, heyecanlandık. Gemi çok kötü kokuyordu (sanırım katran), çıkmadık. Tayfaların metal düğmeleri vardı, mürekkep balığını andırıyorlardı. Ağızlarında ateş tutuyor, duman üfürüyorlardı. Bize anlatan şeytan hikâyelerine uyuyorlardı ilk bakışta. Kabilemizin cesur savaşçısı Ishinik, gemiye çıktı ve kırmızı bir gömlek ve birkaç cam boncukla geri geldi. Korkacak bir şey olmadığını söyledi, ‘Sadece samur kürk satın almak istiyorlar.’ Yaşlılar ihtiyatlıydı, ‘Ya’ diyorlardı, ‘tanımadığımız hastalıkları bulaştırırlarsa?’”
Ruslar dostça karşılanır, lakin halka kötü davranırlar, zamanla gerilim artar.
Bir seferinde kürk tüccarı Grigoriy Şelihov, 130 Rus ve Sibirya yerlisi ile halkı tedibe kalkar. Qawalangin kabilesinden bir kaç Aleut’u tercüman almıştır yanına. İçlerinden biri de Kashpak’tır. O gün ortalıkta kimseyi bulamazlar. Kashpak, halkın Kodiak adalarında saklandığını öğrenir, hakikaten 4 bin Supik Awa’uq adlı yüksekçe bir kayalığa sığınmışlardır.

ORANTISIZ GÜÇ
Rus gemilerinde arkebuz ve toplar vardır, misket atarlar atarlar. Savunmasız halkı ateş altına alır, 3 bin insanı kırarlar. Kadınlar ele geçmemek için kendilerini yarlardan bırakırlar.
Rus tarafında tek bir kayıp bile yoktur, güle eğlene adam vururlar.
Şelihov, sağ kurtulan 1.000 yerliyi zapt edebilmek için 400 rehine alır. Esirler karakola getirilir ve erkeklerin çoğu kurşuna dizilir. Rus tacirlere yerli şeflerin çocukları verilir, bir nevi sigorta.
OLMAZ Kİ AMA...
Gemi hekimi Miron Britiukov hadiseyi hazmedemez. Dönünce Çar’a çıkar, yapılan mezalimi bir bir anlatır. Ancak Kremlin’in eli Alaska’ya uzanamaz.
Beyhude çaba.
Katliamdan 67 yıl sonra Holmberg adlı Finli araştırmacı cesetleri bulur, çoğunun kafatasları küt uçlu bir tokmakla ezilmiştir. Hadisenin tek şahidi Arsenti Aminak’ı bulur, konuşturur, geçer kayda.
Sadece birkaç kişi Angyahtalek’e kaçabilmiştir. Halk, bir sonraki yıl Awa’uq’a gelir merakla.
Ortalıkta cesetler vardır ve felaket kokmaktadırlar. O günden beri de ıssızdır, kimseler oturmaz.
.jpg)
..
Alaska'nın kanlı hikayesi: Bedava mı sandın para verip aldım
13 Mart 2021 02:00
ABD, 1.518.800 km²lik Alaska’yı Ruslardan 7.2 milyon dolara alır. Kilometrekaresi 4,7 dolara gelir ki sudan ucuzadır. Av hayvanları azalmıştır ama ormanlar durmaktadır. ABD petrol ihtiyacının önemli bir kısmını Alaska’dan çıkarır.
Alaska, Amerika’nın en kuzey ve en batısındadır. Hatta o kadar batısındadır ki, Asya’nın doğusuna dokunur âdeta.
Arada bir boğaz vardır, o kadar. Ki, o da okyanusa nispetle sığdır. Evvel zamanlarda buzla kaplıdır ihtimal.
Rivayete göre Türkler de bu yolu kullanır, Amerika’ya akarlar. Kızılderililerin bize benzeyen simaları, çadır kurmaları, davul çalmaları, çevreye saygıları, kilim desenleri, at ve kurt merakları kuvvet kazandırır iddiaya...
Biliyorsunuz Kristof Kolomb, koca koca kalyonlarla yola çıkar, okyanusla savaşarak varır Amerika’ya. Hâlbuki Ruslar daha makul teknelerle ve daha kısa zamanda ulaşırlar.
Efendim İspanyollar, Portekizliler sömürgeci. İngiliz, Fransız ona keza?
Peki ya Ruslar?
Onlar da aynı tüfeğin demirinden, maksatları yardım değil yağma. Önce Sibirya’ya çöker, yerlileri (Promışlennikler) köleleştirir, avlakları kuruturlar. Sonra gözlerini dikerler daha uzaklara.
Nitekim Semyon Dejniev komutasındaki dört gemilik bir filo ile Kolima Nehri ağzından demir alırlar (1648), Arktik Okyanusunda bazı gemiler rotadan kopar ve Alaska’ya ulaşırlar. Vardıkları yerin Amerika olduğundan bihaberdirler, merkeze bildirme lütfunda da bulunmazlar.
Bunların işi gücü kürkçülüktür, çılgınlar gibi hayvan vururlar, yavruluymuş hamileymiş kimin umurunda?
İndikleri bölgede aylarca kalırlar. Avcı barınakları yapar, odun ve gıda bırakırlar kenara. Gel zaman git zaman havaliyi sahiplenir, bayraklarını asarlar.
Temmuz 1741... Kaptan Vitus Bering riyasetindeki Rus ekibi bölgeyi inceler, haritalarını yapar. Ancak bu çalışma başlarını ağrıtır, av kokusu alan İngilizler de üşüşür pastaya.
Kürk, para eden bir metadır, kolay taşınır, masrafı yok denecek kadar azdır, hele maceradan hoşlanıyorsan ne istersin daha.

YERİNDEN YURDUNDAN...
Peki ya yerliler?
Vardır elbet, olmaz mı?
Biz Eskimo deyip geçiyoruz da bunlar da dörde ayrılır kendi aralarında. Aleutlar, Supikler, Yupikler ve İnyupikler.
Kızılderililer ise beş kabiledir: Atabaşklar, Eyaklar, Tlingitler, Çimşiyan ve Hayda... Umumiyetle iç Alaska’da nehir kenarlarında (Yukon, Kuskokwim, Copper, Susitna, Tanana) yaşar, ihtiyacı kadar avlanır, balıkçılık yaparlar.
Atletik insanlardır, ayı ile başedebilirler icabında. Derilerden sanatlı çizmeler, çadırlar, beşikler, kanolar yapar, panayırlar kurarlar.
Lisanları Atabaşkça, Yenisey dilleriyle akrabadır ama pek bileni kalmaz. Holikaçukça konuşan tek yaşlı 2012’de ölür, o defter de kapanır, kaldırılır rafa.
Alaska ladin, söğüt ve huş ağaçlarından yana zengindir. Kışın dondurucu soğuklarla uğraşırlar, yazın sinek bulutlarıyla...
Evler ahşap ve alçaktır, ağaç kabuklarıyla kaplar, yosun kesekleriyle saklarlar. Karın yüksek olduğu günlerde ortalıkta bir baca görünür anca.
Yazın kadınları ve çocukları da alır, çadırlarını tobagan denilen köpekli kızaklara sararlar. Nerede akşam orada sabah, koşup dururlar av ardında.
Yaban koyunu, dağ keçisi, bozayı, bozkurt, tilki, vaşak, sansar, porsuk, gelincik, vizon, samur, kunduz ve oklu kirpi, artık ne çıkarsa bahtına.
Geyikleri sürer tahta perdeler arasına sıkıştırırlar. Etini yer, derisini giyer, sinirlerini dikiş ipliği olarak kullanırlar.

AÇTIRMA KUTUYU
Alaska’nın yerlileri, deniz samuru gibi kürkü değerli hayvanları avlamakta ustadırlar. Ruslar bunları köleleştirir ve ava yollar.
Nasıl yani?
Zavallıların karısını ve çocuklarını rehin tutarlar, hele bi’ çalışma!
Her türlü zulmü yapar, ceza almazlar, çünkü Çar’ın otoritesi Alaska’ya ulaşmaz. Zaten burada herkes Çar’dır. Elinde samur kürkün olsun, krallığını ilan edebilirsin açıkça.
Zamanla av azalır, patronlar mazeret istemez, gariplere kota koyar, baskıyı artırırlar. Bilhassa Şelikov-Golikov şirketi tehdide başlar.
Nereye isyan ediyorsun? Ellerinde gürleyen sopalar var. Adamı ibretiâlem için buzda ayazda bırakırlar.
Aleut halkı, iki nesil içinde (1741-99) nüfuslarının % 80’ini kaybeder, Ruslar ise semirir para demezler paraya.
1800’lerde Avrupa’dan buharlı gemiler gelir gider, yeni yeni insanlarla karşılaşırlar.
Rus Ortodokslar Değinaklar tarafını, Katolik misyonerler Yukon Nehri civarını, Anglikan Kilisesi ise Tanana Nehri havzasını mekân tutar.
1830’lu yıllarda pazarda İngilizler (Hudson’s Bay Company) güç kazanır. Ruslar silinir, üstelik Amerikan kargo gemilerine muhtaç kalırlar.
Kumpanyada çalışan Ruslar genelde subaydır, ticaretten anlamazlar. İskoç’la, Fransız’la rekabet edebilmeleri için çok ekmek yemeleri lazımdır daha.
Avlanmakla hayvan biter mi demeyin, biter. Ortalıkta bizon kalmaz.
Beyaz adam zararlı, taşıdığı virüsler daha zararlıdır. Alaska yerlileri sâri hastalıklara yakalanır, kırılırlar.
Sağ kalanlar da insanlıktan çıkar, alkolizmin perçesinde kıvranırlar.
SAT KURTUL
Ruslar artık asayişi sağlayamaz, sınırları koruyamaz olmuştur, kâr da azalmıştır, nerede o eski paralar?
Alaska’dan kurtulmanın yollarını arar,1867 parasıyla 7,2 milyon dolara ABD’ye satarlar.
Aşağı yukarı Türkiye’nin iki misli filandır. Kilometre karesi 4,7 dolara gelir ki, sudan ucuza.
Ruslar beleş almış, ucuza vermişlerdir. Evet av hayvanları azalmıştır ama o uçsuz bucaksız ormanlar sudaki balıklar da servettir ayrıca.
Yeraltı kaynakları zengindir. ABD, petrol ihtiyacının önemli bir bölümünü Alaska’dan karşılar mesela.

AWA’UQ KATLİAMI
Arsenti Aminak anlatır: “9-10 yaşında bir çocuktum, o gün bir Rus gemisi görmüş, balina sanmıştık. Arkadaşımla bidarkamıza (kayığımıza) binip küreklere asıldık. Yaklaştıkça, heyecanlandık. Gemi çok kötü kokuyordu (sanırım katran), çıkmadık. Tayfaların metal düğmeleri vardı, mürekkep balığını andırıyorlardı. Ağızlarında ateş tutuyor, duman üfürüyorlardı. Bize anlatan şeytan hikâyelerine uyuyorlardı ilk bakışta. Kabilemizin cesur savaşçısı Ishinik, gemiye çıktı ve kırmızı bir gömlek ve birkaç cam boncukla geri geldi. Korkacak bir şey olmadığını söyledi, ‘Sadece samur kürk satın almak istiyorlar.’ Yaşlılar ihtiyatlıydı, ‘Ya’ diyorlardı, ‘tanımadığımız hastalıkları bulaştırırlarsa?’”
Ruslar dostça karşılanır, lakin halka kötü davranırlar, zamanla gerilim artar.
Bir seferinde kürk tüccarı Grigoriy Şelihov, 130 Rus ve Sibirya yerlisi ile halkı tedibe kalkar. Qawalangin kabilesinden bir kaç Aleut’u tercüman almıştır yanına. İçlerinden biri de Kashpak’tır. O gün ortalıkta kimseyi bulamazlar. Kashpak, halkın Kodiak adalarında saklandığını öğrenir, hakikaten 4 bin Supik Awa’uq adlı yüksekçe bir kayalığa sığınmışlardır.

ORANTISIZ GÜÇ
Rus gemilerinde arkebuz ve toplar vardır, misket atarlar atarlar. Savunmasız halkı ateş altına alır, 3 bin insanı kırarlar. Kadınlar ele geçmemek için kendilerini yarlardan bırakırlar.
Rus tarafında tek bir kayıp bile yoktur, güle eğlene adam vururlar.
Şelihov, sağ kurtulan 1.000 yerliyi zapt edebilmek için 400 rehine alır. Esirler karakola getirilir ve erkeklerin çoğu kurşuna dizilir. Rus tacirlere yerli şeflerin çocukları verilir, bir nevi sigorta.
OLMAZ Kİ AMA...
Gemi hekimi Miron Britiukov hadiseyi hazmedemez. Dönünce Çar’a çıkar, yapılan mezalimi bir bir anlatır. Ancak Kremlin’in eli Alaska’ya uzanamaz.
Beyhude çaba.
Katliamdan 67 yıl sonra Holmberg adlı Finli araştırmacı cesetleri bulur, çoğunun kafatasları küt uçlu bir tokmakla ezilmiştir. Hadisenin tek şahidi Arsenti Aminak’ı bulur, konuşturur, geçer kayda.
Sadece birkaç kişi Angyahtalek’e kaçabilmiştir. Halk, bir sonraki yıl Awa’uq’a gelir merakla.
Ortalıkta cesetler vardır ve felaket kokmaktadırlar. O günden beri de ıssızdır, kimseler oturmaz.
.jpg)
.
.
Açgözlüler nasıl yolunur? Charles Ponzi
1 Mayıs 2021 02:00
Yüksek faiz vadet, öncekilerin alacaklarını sonrakilerin parası ile öde, sistem çökmeden kasayı boşalt, sonra başka ülkeye....
Ünlü dolandırıcı Charles Ponzi sıradan bir postacı (Oreste) ile aristokrat bir annenin (Sinyora İmelda) oğludur. İtalya Lugo’da doğar (1882).
Annesi soylarının Parma Dükalığı’na dayandığı iddiasındadır ve oğluna “Don Carlo Pietro Giovanni Guglielmo Tebaldo Charles Ponzi” gibi tumturaklı bir ad koyar.
Onun çok kazanmasını ecdadı gibi kalbur üstü yaşamasını arzular. Gençlerin sadece %5’inin okuyabildiği yıllarda Roma Üniversitesine yollar.
Okur mu peki?
Okur da, okutur da.
Arkadaşları operalara gider, kızlarla gezer, pahalı restoranlara takılırlar. O da ister ama hani nerede para? Kumar mı oynasadır acaba?
Oynar ve oynayanın değil oynatanın kazandığını anlar dibe vurunca.
Devam ettiği okulu çalışkanlar dört yılda bitirir, tembeller ise 48 ayda. Bir şekilde diplomasını alır asar duvara,
Büyük paralar kazanmayı düşünen biri için İtalya küçüktür. Ailesinin fedakârlıkla temin ettiği son 220 doları cebine koyar, ver elini Amerika.
YENi DÜNYA
20 dolara lüks mevki bir Boston bileti alır, 200 doları da geminin kumarhanesine bağışlar.
Amerika’ya ayak bastığında (1903) karaya vurmuş balık gibidir; ne elde var, ne avuçta.
Pitsburg’da bir yakınının yanına sığınır, sonra çevremizi tanıyalım ünitesi, şaşkın şaşkın bakar sağa sola.
Nitekim konacağı çiçeği seçmek için yollara düşer, Florida’da tabela boyar, Montreal’de kâtip olur bir bankaya (Banco Zarossi).
Burada faizci düzeni öğrenir ve Charles Bianchi Zarossi ismini kullanarak tefecilik yapar. Ortalama faiz %3’tür bizimki %6 verir, üşüşürler başına.
Böyle bir kâr yoktur, eskilerin faizini yeni mudilerin parasından verir, sistem çatırdamadan paraları çantalar. Adios! Hedef Meksika.
Son anda basit bir eşya almak için eve dönmese tamamdır da, benim safım gider polise çarpar.
.jpg)
HIRSLILAR OLMASA
Mahpushanede iki sene yattıktan sonra çıkar. Sınırı geçmeye çalışan sığınmacılara destek sağlar. Her ne kadar buna “tercümanlık hizmeti” dese de, “insan kaçakçılığından” hüküm giyer, Atlanta Georgia Hapishanesinde ay, gün, yıl sayar.
Çıkınca Alabama’da bir madenci kasabasına takılır, insanlar ilkel barakalarda yaşamaktadır.
Derhâl bir şirket kurar; fukaraya su, elektrik sağlayacaktır bundan sonra.
Peki hangi parayla?
Hisse senedi satarak.
Niye alsınlar?
Çok faiz verecektir, bankalardan misliyle fazla.
BULANIK SUDA
1920’lere kadar ABD finans merkezi Philadelphia’dır. Derken Boston ve Newyork parlamaya başlar. Bankalar taşınır, sistem karışır, ortalık toz duman.
Devlet hazırlıklı değildir, evraklar şurada burada. Tam da Ponzi’nin istediği kıvamda.
Boston’a gelir, yerleşir ve tramvayda tanıştığı bir kızla (Rose) evlenir.
Peki iş?
Kayınpederinin iyi kötü bir meyve dükkânı vardır, uçurmaya çalışır ama batırır. Neyse görev ziyanı diyelim ona.
Kötü bir niyeti yoktur, sadece karısına takılar, kürkler almak, malikânelerde oturtmak istemiştir o kadar.
Bunlara sahip olabileceği tek sektör vardır; “finans”... Varını yoğunu satıp bir büro tutar (27 School Street ). 50 dolar taksitle müstamel mobilyalar alır.
Yurt dışında bunların üç kuruşa satıldığını öğrenince ithalat yapmaya kalkar. Bu arada bir reklam dergisi çıkarır ama muhteviyat nakıs, mizanpaj sallama olunca...
PARA PUL, PUL PARA
O günlerde 63 ülkede geçerli olan bir kupon vardır. İspanyol postanelerinden 30 centavos karşılığında aldığınız kağıdı, ABD’de 5 sentlik pullarla takaslayabilirsiniz. Peseta, dolar karşısında düşmüş ama kupon sabit kalmıştır. Bu sayede %10 kazanabilirsiniz kolayca.
Şimdi Avrupa’ya gidip gelmeli, kuponları yüklenip ABD’de satmalıdır. Hukukidir can sıkmaz, iktisatçılar “arbitraj” derler buna.
İyi de para yoktur ki. Ah bir parti devredebilse ne ister daha? Bunun için Hanover Trust Co. Bankasına gider, 2 bin dolar kredi ister iş bilen tüccar edalarıyla. Banka başkanı ona kaba davranır, yaka paça dışarı attırır.
Öyleyse fikrini vatandaşa açmalıdır. Formül basit. “Kazan! kazan!”
Şirketinin adını “menkul kıymetler” koyar ve yüksek faiz vadeder halka. Kurucular arasına karısının olmayan amcasını ve ölen ev sahibini yazar, kendini sicilin 3. basamağına koyar. Tabii Charles P. Bianchi takma adıyla.
ÜÇ AYDA KATLA
Mudiler 45 günde %50, doksan günde %100 alacaktırlar. Para üç ayda bir takla atacak, yamaçtan yuvarlanan kar topuna dönecektir zamanla.
Sistem kabul görür, hızlı büyür, 8 ay içinde bütün Amerika’da teşkilatlanırlar. Elemanları kibar ve güler yüzlüdür, çok iyi giyinir, ikramda bulunurlar.
Ponzi, Boston’daki ekonomi muhabirlerini yemler, onu “büyük iktisatçı” olarak tanıtır, aleyhinde haber yapmazlar.
Bu arada kendisini kovan Hanover Bankasının hisselerini toplamış, idareyi ele geçirmiştir.
Asabi amcayı kapı önüne koyar mı peki? Bilmiyorum, öyle bir bilgi gelmedi bana.
Bir zamanlar toprak arazi kovalayan Amerikalılar paradan başka şey görmez olurlar. Sığırmış, samanmış kimin umurunda? Paranın temiz olup olmadığına da bakmaz, suça bulaşmaktan korkmazlar. Düşün gangster Al Capone ve adamları fır döner ortalıkta.
Gazeteler zengin erkeklerle evlenen şanslı kızları anlatmakta, romancılar mirasyedileri işlemektedir allaya pullaya. Refah sadece mutlu azınlığın değil, herkesin hakkıdır. Para vardır ve dağılmaktadır, kapmasını bilecek, kalmayacaksındır açıkta.
FELAKET ZİNCİRİ
Saadet zincirinde ortada bir ürün yoktur, üyelik yüz dolar diyelim, git bana on adam getir seninki bedava.
Prizmanın tepesindekiler krallar gibi yaşar, diptekler çarpacak adam arar.
Ponzi ise pullardan kuponlardan bahis açar, ayakları nispeten yere basar. Gerçi para toplamaktan kupon almaya fırsat bulamaz, o başka.
Kahramanımız mahalle kafelerinde oturur, hemşehrilerine purolar, şekerlemeler dağıtır ve biteviye hayal satar.
Gezici bayilerine %10 komisyon verir, getirip kucakla para dökerler masaya. Hatta içlerinden bazıları %5 komisyonla “alt acenteleri” salar sahaya.
Ponzi artık 12 odalı bir konakta oturmakta, görenlere ıslık çaldıran limuzinlerle dolaşmaktadır. Uşaklar, aşçılar, altın saplı Malacca bastonlar... Rose elmasa boğulmuştur âdeta.
N’apçaksın, kürk devri, itibar urbaya.

AÇTIRMA KUTUYU
24 Temmuz 1920... Boston Post, onunla bir ropörtaj yapar. “SS Vancouver İskelesine indiğimde” der, “cebimde 2,50 dolar nakit ve milyonlarca umut vardı...”
Özendirici bir yazıdır. Pazartesi ofise geldiğinde büyük bir kalabalıkla karşılaşır, lokomobil insanları yarar. Düşünün yan yana dört kuyruk vardır, ellerindeki paraları uzatmaktadırlar.
Sanki akşam fukara yatacak sabah milyoner kalkacaklar. Şu açgözlüleri dolandırmak ne kadar kolay.
Bölge Savcılığı manzaraya bigâne kalmaz, çemberi daraltmaya başlar. Haber duyulunca binlerce mudi kuponları bozdurmak için School Street’e koşar. Ponzi, kâtiplerine kupon uzatan herkesin parasının iade edilmesini emreder, o gün 1 milyon dolardan fazla ödeme yapar. Faiz yok tabii, sadece ana para. Ofisinin önünde bekleyenlere sandviç ve kahve dağıttırır, kadınları sıranın önüne aldırtır. Mudilerin çoğu kuyruktan çıkar, vade bekleme hususunda ikna olurlar. Ancak münasebetsiz bir gazeteci “onun eski bir hapishane kuşu olduğunu ve Kanada’da sahte çekten yattığını” yazınca... Üstüne üstlük Montreal polisinden alınan sabıka fotoğraflarını basınca...
YALANCININ MUMU
Mali Polis, Ponzi’yi alır, hâkim karşısına çıkarır. Karar temyizdeyken kefaletle serbest kalır, “Charpon” adıyla Florida’ya gider, saflara bataklık satar.
Yine tutuklanır, içeri tıkılacağını anlayınca Teksas’a kaçar. Bir İtalyan şilebine tayfa yazılır, ancak New Orleans’ta yakalanır.
Ponzi 1934’te hapisten çıkar, sınır dışı edilir, İtalya’ya yollanır.
Mussolini hükûmeti onu “mali deha” sanır, sihirli reçeteler üreteceğine inanır. Bakarlar ki; kuru gürültü, yolları ayrılır.
Tek bildiği hayal satmak, para toplamaktır. Pangınotları yüklenir Brezilya’ya kaçar. Yakalanır, elde var hüsran.
Sonraki yıllarda felç olur, sefil kalır ve 1949’da Rio de Janeiro’da gözlerini yumar.
Ponziler bitmez.
Şu kolay kazanma hırsımız oldukça...
.
AÇILIN YOLDAN geliyor vatman
2 Mayıs 2021 02:00
Peyami Safa, Fatih Harbiye romanında iki başdurak arasındaki uçurumları yazar. Şişli’de kürklü kadınlar, şapkalı adamlar, cepheleri heykelli apartmanlar vardır; Fatih’te cumbalı ahşaplar, kubbeli camiler, çeşmeler, çınarlar...
Atlı tramvayları uzun süre kullanıldıktan sonra kudret-i elektrikiye istimaline karar verilir ve Asitane yollarında cereyanlı tramvaylar dolanmaya başlar (1912).
İlk elde Alman (MAN) Belçika (La Caurouveger) yapımı 20 tramvay alınır. Üstelik bunlar Galata Köprüsü’nden de geçer, iki hattı bağlar. Tabii biletlere 1 kuruşluk köprü müruriye resmi ilave edildikten sonra.
Cereyan önce Kabataş, sonra Silahtarağa elektrik fabrikasından sağlanr.
Gün gelir 12 ayrı hatta 141 motris (motorlu) ve 69 römork dolanmaya başlar. Ancak Harb-i Umumi yıllarında tramvaylar kaldırılır, depolara kapatılır.
Cumhuriyet hazır altyapıyı kullanır, birkaç ilave hat açılır.
YARI AÇIK ARABA
Tramvay arabalarının önlerinde ve arkalarında küpeşte (bir nevi sahanlık) vardır. Sürgülü körüklü şebeke düşmenize mâni olsa da yağmurdan, ayazdan korumaz.
Kabine girersiniz, kaliteli ahşaplar, kahverengi meşin koltuklar.
Sırtlıkları müteharriktir, tramvayın yönüne uyar.
Pencereleri aşağı yukarı hareket edebilir, camları koyu mavidir.
Ele gelen yerler bakırdır, malum mikroplar bakır üzerinde pek barınamaz. Sıhhatiniz açısından..
Sağda solda küçük ikaz levhaları vardır. “Oturarak 18, ayakta 12”. “Ön sıraları harp malullerine veriniz” gibi…
Sabah ve akşamları kalabalık artar, sahanlıklar salkım saçak insan dolar. Bazen romörk bağlar, çifte araba yaparlar. Bakın şu işe ki, hanımlar da günden gezmeden döner o sıra. “Tramvayda erkeklerin kadınlardan daha yorgun olma ihtimali yüksektir.” Peyami Safa
ÇIN ÇIN KAMPANA
İyi aile çocukları pasolarını gösterir biletlerini alır, haylazlar ise arkaya asılırlar.
Atmışlı yıllarda dar etek modası vardır, iğne topuk mütemmim cüzüdür olmazsa olmaz. Tramvay basamakları yüksektir, bu ablaların inmesi binmesi merasim olur daima.
Tramvay kullananlara vatman derler, bunlar önlerine çıkanları ayaklarının altındaki kampana ile (ding dong) ile ikaz ederler.
Bir “asil”, bir de “ihtiyari” (durulması mecbur olmayan) duraklar vardır, durak harici zaten durulmaz.
Ellili yıllarda tramvayla pikniğe gidilir. Nereye? Şişli’ye. Şişli’de piknik! Denesek mi acaba?
İstanbullular tramvayı sever. Tramvaylı vecizeler uydururlar. Mesela yeni yetmelere “aslanım” derler, “kuyruğunu tramvay mı çiğnedi yoksa?”
FRENLER KAZIKLAMA
Tramvay ray üstünde giden bir alettir, direksiyona ihtiyaç duymaz.
Peki o dönen şey? El frenidir.
Üç tane freni vardır; motor freni, ray freni ve el freni… Üçü de sıkıdır, kısa mesafelerde durdurur, âdeta zemine çakarlar.
Birden dokuza kadar kademeli rezistansı ile güç (hız) ayarlar.
Delikanlı dediğin 9’uncu hızda giden tramvaya asılmalı ve atlamalıdır icabında.
Bir manivela daha vardır ki, karlı günlerde kum döker raylara. Vatmanların demir çubukları olur, makasların buzunu kırarlar.
Olmadı geri geri gelirsiniz “tornistan”.
Son duraklarda keskin dönüşler olur, tramvay arabasının demir tekerlekleri raylara sürter ve cvzzzck diye ses çıkarırlar. İnsanın içi ürperir, hani tebeşir cızıklar ya tahtada.
ASILMA... DEPOYA!
Bu tarafta üç depo vardır; Mecidiyeköy, Beşiktaş ve Edirnekapı’da...
Karşıda ise Kadıköy, Hasanpaşa.
Genç kızlar laf atan delikanlılara “Depoya gider” derler, “boşuna asılma!”
1939 yılında Tünel Şirketi 175 bin liraya, Tramvay şirketi ise 1.750.000 liraya Nafia Vekaletine satılır. Derken Belediye uhdesine verilir artık İETT Umum Müdürlüğü bakar ona…
1924 yılında tramvayla yolculuk eden İstanbullu sayısı yılda 60 milyonu bulur.
1948 yılında 95 milyona ulaşır.
VERİN GİTSİN HURDAYA!
Tramvay sevimli ve gerekli bir vasıtadır ancak darbecilerin hışmına uğrar.
960 ihtilalinde İstanbul Valisi ve Belediye Resi yapılan Refik Tulga’nın tek icraatı vardır: Tramvayları kaldırmak (Ağustos 1961).
CHP ihtilalden sonra yapılan seçimde aradığını bulamayınca bu şahıs çıkar “TBMM dağıtılsın, seçimler yeniden yapılsın, okuma yazma bilmeyenler oy atamasın” der. Millete güvenmeyen, iktidarı sandık hilelerinde arar.
Talât Aydemir’in yoldaşıdır ama onu yolda bırakır, rejimle uzlaşır ve Genelkurmay İkinci Başkanı olur sonunda.
Şimdi bakıyorum da tramvayın biletini Menderes’e kesiyorlar, rahmetli kılına dokunmamıştır oysa.
Hasılı 52 yıl İstanbullunun yükünü çeken gül renkli dostlar bir süre daha Üsküdar - Kadıköy - Kısıklı hattında dolanır. Kasım1966’da maçunalara yüklenirler...
Elveda!
Bazıları İETT Avcılar Kampında sayfiye (yazlık ev) yapılır, koltukları sökülür sinemalara satılır.
BİLEYTLER KONTROOL!
Biletçiler boyunlarına ahşap bir kutu, omuzlarına meşin bir para çantası asarlar. Nerede ineceğinizi sorar, sabit kalemle kül renkli bileti işaretler, arkasındaki lastikle koparıp uzatırlar.
Gideceğiniz mesafeye göre ücret verir, saklarsınız itinayla. Çünkü kontrolör ansızın binebilir, dikilir karşınıza.
Hiç unutmam Kısıklı - Kadıköy tramvayı ile Haydarpaşa Askerî Hastanesine gidiyorduk. Rahmetli Babam iki bilet almış avucuma sıkıştırmıştı…
Ben biraz oynadım sıkıldım, onları camın kaydığı boşluktan aşağı attım. Numune’den kontrolcü binmez mi, “Bileytler kontroool!”
-Versene oğlum amcana!
-Ben onları attım ama.
-Nereye?
-Parmağımla boşluğu gösterdim “Buraya!”
Bilet 15 kuruş, ceza 2,5 lira. Babam cüzdanına davrandı. Kontrolör “Delikanlıya inandım” dedi, başımı okşadı, geçti arkaya.
Adammış.
Gösterebilirdim, orada duruyorlardı hâlâ…
.
Taksim... Camili şehrin camisiz semtiydi
8 Mayıs 2021 02:00
Turistler ıslak sokakta saf tutan cemaate hayretle bakar, teneke minareyi İstanbul’a yakıştıramazlar.
Salgından evvel otel toplantıları sık yapılırdı, ürün ve model tanıtanlar, sene-i devriye kutlayanlar, ödül törenleri, beyanatlar, konferanslar…
Haftada beş defa Taksim’e gittiğimiz olurdu, yollar ezberimizdeydi âdeta. E-5 sıkışınca şoföre “in abicim Okmeydanı’ndan” derdik, “sallan Kasımpaşa’ya, Dolapdere tarikiyle Elmadağ’a!”
Otel toplantıları mesleğin keyfidir, çayı kahvesi eksik olmaz, kurabiyeleri kalitelidir, aramakla bulunmaz.
Diğer günler mesele yok da cumaları bir telaş basar. Evet Maksem Sokağı’nda (pidecinin üstü) evden bozma bir mescid vardır ama sefer tası gibidir. İçeri girmek ne mümkün, selalar verilirken dolar daha. Eee n’apcaz? Islak kaldırımlara, muşamba, mukavva yayacak, üşüyeceğiz huşuyla.
Saf tuttuğunuz sokakta Fransız Kültür Merkezi vardır. Bilirsiniz konsolosluklar sıkı korunurlar. Elemanlar ikide biri gelir, yok motosikletini çek, bisikletini koyma, kapıya yaslanma, ne var o çantada?
Emir kulu n’apsın, amirleri kameradan görüp yolluyor başımıza.
Hâlbuki çok değil yarım saat sonra hasırlar toplanacak, kimse kalmayacaktır ortalıkta. La havle çeker susarsınız, diyeceğin bir şey yok, gavurun duvarı sonunda.
Ezilirsiniz, üzülürsünüz, ellerinizi açar yalvarırsınız. “Ya Rabbi şurada bir camimiz olur mu acaba?”

EVVEL ZAMANLARDA
Peki Taksim’de eskiden cami yok muydu?
Osmanlıda Taksim yoktu ki camisi ola. Cadde-i Kebir’den (İstiklâl) ötesi kır, bayır, tarla...
III. Selim kışlayı o yüzden buraya yaptırır (1806). Koyver top atsınlar rahatlıkla.
Ancak Yeniçeri artıkları Nizam-ı Cedit’ten hoşlanmaz, isyankârlar gelir kışlayı dağıtırlar.
II. Mahmud Han yine yaptırır (1812). Sultan Mecid tekrar onartır. Kirkor Balyan’ın elinden çıkan kışla gerçekten sanatlıdır. Soğan kubbeleri Hint, Rus mimarisinden izler taşır, bir benzeri yoktur İstanbul’da.
İtalyan seyyah Edmondo de Amicis hayran kalır, nedense bir Mağrib edası bulur onda.
Halil Paşa Kışlasında yeni usuller öğretilir, Mehmetçik “Talimhane”de talime çıkar. Bir keresinde Abdülaziz Han uğrar, hatta o gece misafir kalır, asker evladların gönlünü yapar.
İstanbul’u basan Hareket Ordusu yıkıcıdır, kışlayı topa tutar, gereksiz yere hırpalar. Saflarında Sırp ve Bulgar komitacılar vardır, nazenin şehre acımazlar.
Kışla bir süre metruk kalır. Sonra Bolşeviklerden kaçan Rusları ağırlar, derken Said Çelebi tutar. Ortadaki avluyu futbol takımlarına kiralar.
Balkan Güreş ve Atletizm Şampiyonası burada yapılır. Jimnastikçiler, bisikletçiler, atlılar, cambazlar...
Mete Caddesi’ne bakan tarafta tribünü vardır. İlk millî maça burada çıkarız (Türkiye - Romanya: 2-2 )
Artık Taksim Stadı denir ona.
Kışlanın Valide Sultan’dan yadigâr bir camisi vardır, beş vakit ezan okunur, müminler saf tutar huzurla.

İSMETİSTLERİN MEKÂNI
Yıl 1937. Başbakan İnönü Atatürk’ün emriyle iktidardan alınır, yerine Celal Bayar atanır.
Bu İsmet Paşa’ya çok koyar, Ankara’da Pembe Köşk’e çekilir ama siyasetten çekilmeyecektir asla..
10 Kasım 1938’den sonra ipleri ele alır. Bürokrat ve subayları etrafında toplar, bir sınıf iktidarı kurar. Artık “İkinci Adamlıktan” kurtulma zamanıdır. Paralardan pullardan M. Kemal’in resimlerini kaldırtır ve Taksim’e Cumhuriyet anıtından daha yüksek bir heykel ısmarlar. (Takriben 5 katlı apartman ebadında). Heykelin tavrı müstehzidir elini beline atmış, aşağıdaki zavallılara bakmaktadır âdeta. Gereksiz büyüktür Rudolf Belling Güzel Sanatların tavanını deldirmek zorunda kalır.

O günlerde Necip Fazıl da ders vermektedir orada, “bu ne ya” der, “cee diyen çocuk gibi çatıdan çıkan kafa!”
Üstad pratik bir çare bulmuştur oysa “heykellerin başları vidalı yapılmalı, iktidara kim gelirse onun ki burgulanmalıdır boyna. Böylece anıt enf-lasyonu olmayacak, masraflar hazineye kalacaktır.” Hasan Ali Yücel çok kızar, tebessüm bile etmez şakaya.
İsmet Paşa bizzat atölyeye gelir, heykeli inceler, akıl verir Alman’a. Yok şurası şöyle, burası böyle ola...
Olur, birileri heykelinizi diker, “ya ne gereği vardı, zahmet etmişsiniz” der geçersiniz. Ama gidip kendi heykelini denetlemek...
Hoş bir şey değil, yapanı rencide eder en azından. Hani parası cebinden çıksa tamam da...
PARTİNİN ZULMÜ
İnönü’nün kurduğu sisteme bir “tapınak” lazımdır. Taksim, Elmadağ, Harbiye, Taşkışla, Maçka, Taşlık arasını münhal ve münasip bulurlar. Getirip Prost adlı şehir katilini bulaştırırlar. Şaibeli mimar oturup “İnönü gezisi”ni planlar.
Bahsi geçen Gezi, Taksim İnönü anıtından başlayacak, Taşlık İnönü Malikanesinde (planda vardır) son bulacaktır. Dolmabahçe’nin Has Ahırları üzerine İnönü Stadyumu, Taksim Meydanı’na İnönü Operası kondurulacaktır.
Malum İnönü Batı müziğine müpteladır, vatandaşa arya oratoryo dayatır... Kültür merkezinin temeli şaşaayla atılır (1946) ama hani para? Bina ancak 23 sene sonra Süleyman Demirel devrinde tamamlanacak ve Verdi’nin Aida Operası ile açılacaktır (69). Üstelik AKM olacak, adını da hasmına kaptıracaktır.

Prost İnönü heykelinin görünür olması için parmağını kışlaya çevirir: “Burası yıkıla!”
Tek Partinin atanmış Belediye Başkanı (ayrıca Valisi) Lütfi Kırdar’a “Hadi” derler, “ne duruyorsun daha!”
Kırdar, kırdırır kaldırır. Kışlanın zarif kulelerini, armalarını, kitabelerini, çinilerini, vitraylarını, somaki mermerlerini ufalatır, attırır moloza.
İzindeyiz Kabakçı Mustafa.
VANDALA BALYOZ GEREK
Hâlbuki Taksim Kışlası fevkalade bir mekândır, kütüphane, müze, sergi alanı, spor ve gösteri merkezi yapılabilir pekâlâ. Salonları ferah, tavanları yüksek, camları geniş ve aydınlıktır. Avrupalının eline geçse Louvre gibi parlatır.
Eğer Taşkışla’yı yıksalardı, İTÜ Mimarlık öyle binayı nerede bulacaktı? Elinizi vicdanınıza koyun, Harbiye’ye “Askerî Müze” yakışmadı mı? Tophane Kışlası da sanatlı bir binadır, Prost tarafından yol bahanesi ile yıkılır, geriye bir kaç kubbe kalır anca.
Gezi olayları ağaçtan çıkmıştı di mi? İnönü Gezisi kabristana doğru
yayılır, asırlık selviler kıymık kıymık doğranır. Kırılan mezar taşları tam bir tarih katliamıdır.
Sadece Müslüman kabirleri değil, Rumların ve Ermenilerin (Surp Agop) mezarlığı da kaldırılır. Yerine TRT İstanbul Radyosu ve etrafındaki apartmanlar yapılır. Emniyet Sandığı marifetiyle Divan ve Hilton otellerine yer sağlanır.
CHP, iktidarı çarıklılara vermemek için elinden geleni yapar. Ancak 1950 seçimlerini DP farklı kazanır. Tek Parti diktası biter, o heykel yüzünden MTTB musallat olur başlarına.
Heykeli götürüp bir depoya atarlar, yıllar sonra Hürriyet gazetesi bulur çıkarır ortaya.

GEÇ OLDU
Aradan yıllar geçer, Taksim, aynen Eminönü ve Aksaray gibi gelişir merkezîleşir. Artık İETT’nin başduraklarından biridir.
Bürolar, dükkânlar, seyyahlar, seyyarlar derken kalabalık artar, cami ihtiyacı doğar.
Allah razı olsun hayırseverler Maksem arkasında evceğizi mescid yapar. İki varili kaynatıp çatısına oturturlar. Koca koca kiliseler, devasa çan kuleleri arasında, tenekeden minare. Burası İstanbul mu acaba?
İçi de nasıl dar, cemaat merdivende sıkışır, kıpırdayamaz.
1968 yılında cami için harekete geçilir. Şu anki yer, imar planında ibadethane olarak belirlenir (1977). Ancak Danıştay aldığı bir kararla (1983) milletin hevesini kursağında koyar. Kurulan dernek kürek çeker akıntıya.
GÜÇ OLMASIN
Doksanlarda sokaklarda saf tutan müminler yabancı basına mevzu olur. Tekrar dosyalar hazırlanır, dilekçeler yazılır ilgili makamlara.
Cami istemeyen arkadaşlar da, Beyoğlu Belediyesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı ile İBB aleyhine dava açar, yürütmeyi durdururlar.
Yıllarca gider gelir, İdare Mahkemesi, Danıştay, Koruma kurulları derken hukuki zemin bulunur sonunda.
Bu arada Ahmet Vefik Alp’in hazırladığı plan (International Union of Architects) Ödülü’nü kazanır (2012).
Ve sonunda Şefik Birkiye ve Selim Dalaman’ın çizdiği proje Kültür Varlıklarını Koruma Kurulundan onay almayı başarır. (19 Ocak 2017)
Sağ olsun SUR YAPI inşaatı üstlenir. Taksim’e değer katar.
Gidin bakın turistler önünde resim çektirmek için nasıl yarışıyorlar.
.
SİSTEMATİK İSRAİL SOYKIRIMI Zulüm 1948’de başladı
15 Mayıs 2021 02:00
Birinin parasını, eşyasını çalarsınız hırsızsınız! Peki ya bir milletin evini ocağını, hürriyetini çalarsanız? Bir insanı tabanca bıçakla öldürürseniz katilsiniz. Peki sivil halka tankla topla, tayyare ile saldırırsanız?
Avrupalıların eskiden beri Orta Doğu topraklarında gözü vardır. Kanlı Haçlı seferlerini biliyorsunuz, şanslarını dener, bozguna uğrarlar.
Osmanlının güçten düştüğü yıllarda tekrar denerler. İlk hamle Napolyon’dan gelir, Mısır’a yalan ve dolanla girer, Müslüman olduğunu söyler hatta. Sonra Filistin’e geçer, Akka onun için basit bir kaledir, İngiliz donanmasından da yardım alır ayrıca. Ancak 80’lik mücahit Cezzar Ahmet Paşa hevesini kursağında koyar (1799).
Zor kaçar Fransa’ya.
Bakar burada tutunamayacak, Filistin’e Yahudi göçünü dillendirir, tabiri caizse taş atar kuyuya.
2 Kasım 1917… Cihan Harbi nihayetlenmek üzere...
İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour siyonistlerin hamisi Rothchild’e bir mektup yazar. “Majestelerinin hükûmeti Yahudilere Filistin’de bir yurt tesisi fikrini hararetle desteklemektedir. Üzerimize ne düşüyorsa...”
Kibarca şunu der, bir zahmet Yahudi göçmenlerin masrafını karşıla.
İngiltere’nin Araplara ait bir toprağı başkasına pazarlamaya hakkı yoktur ama zafer sarhoşudurlar, diledikleri gibi at oynatmaktadırlar o sıra.

ALMANLARIN HATIRINA
Cihan Harbine gereksiz katılırız, Berlin’e güvenmek ise başlıbaşına hata.
Ordumuz güçlüdür ama kışlaya siyaset girer, çivisi çıkar. Mesela Tahsin Paşa koca Selanik’i tek kurşun atmadan Rumlara verir. Mevzilerimiz, gemilerimiz silahlarımız Yunan’ın eline geçer. 30 bin askerimiz esir olur, kurtulanlar aç bi ilaç Anadolu’ya çekilirken rastladıkları birliklerin de insicamını bozar.
Filistin ve Suriye cephesinde de donanımlı birliklerimiz vardır ama kötü yönetilir. İngiliz General Allenby Gazze’den başlar, yene yene Kilis’e dayanır bir anda. Sadece 42 günde 550 km ilerler, 400 yıllık Filistin ve Suriye elimizden çıkar. İttihatçıların umurunda bile değildir, ulus devlet peşinde koşmaktadırlar. Komutanlar cepheyi terk edip Adana’ya çekilir, Şam’daki üç ordu 57 bin esir verir.
Subaylarımız İstanbul’da teşkil edilecek yeni kabine ile meşguldür o sıra.
İngiliz General Edmund Allenby o kadar ucuz ve basit zaferler kazanır ki takılan madalyalardan göğsü galaksiye döner âdeta.
Hâlbuki daha bir yıl evvel Kut’da…
Adı geçen şahıs şerefli bir askere yakışmayacak işler yapar, Şam’da Selahaddin Eyyubi’nin sandukasına tekmeler, kin kusar: Burada Türkler olamayacak bir daha!
Şam ve Kudüs düşünce yanımızdaki Almanlar oley çeker, kadeh kaldırırlar.
Hele bakın, kiminle çıkmışız yola.
Hâlbuki İngiliz saflarındaki Müslüman Hint askerleri biteviye istihbarat sızdırmaktadır, değerlendirmeye alınmaz o başka.
.jpg)
BÜYÜK FELAKET
Cihan Harbinde “Almanlar yenildiği için (!) yenik sayılırız.”
İngiltere Filistin’de manda idaresi kursa da gözü neft yataklarındadır, Kerkük, Musul ve Basra’da. Müslümanların başına öyle bir gaile sarmalıdır ki petrolü hortumlasın rahatça. Elindeki silahları Siyonist terör örgütü Haganah’a bırakır, Yahudileri musallat eder başımıza.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere’nin yerini ABD alır. Bölgede kendisine sadık bir peyk lazımdır, Siyonistlerle el sıkışır.
29 Kasım 1947… BM Genel Kurulundan Filistin’in, Yahudi ve Filistin devleti olarak bölünmesini öngören karar çıkar. Siyonistler memnuniyetle karşılar çünkü ilk defa meşru zeminde muhatap alınırlar. Ellerindeki topraklar Filistin’in yirmide biri bile değildir, BM’nin teklifi ile %55’ine sahip olacaktırlar.
Filistinliler şaşkındır, Arap ülkeleri itirazda bulunurlar.
9 Nisan 1948… Irgun militanları Deir Yasin köyünü basar, 254 sivili öldürür, cesetlerin gözlerini oyar, kuyulara doldururlar. Cinayetin de ötesinde korku salar, halkı dehşet içinde bırakırlar.
14 Mayıs 1948. Haganah militanı David Ben Gurion Tel Aviv’de İsrail’in Bağımsızlık Bildirgesi’ni okur. Terör, devlet eliyle sürecektir bundan sonra. Filistinliler 15 Mayısı Yevm-ül Nekbe (Nikbet- Büyük felaket) derler ona.
Siyonistler bir yandan katliama devam eder, bir yandan Müslümanların zeytinliklerini limonluklarını yakar, hayvanlarını vururlar.
Mısır, Ürdün, Irak ve Suriye “siz anahtarlarınızı alın çıkın” der, biz bunları hizaya getiririz, sonra döner gelirsiniz yuvanıza.
Ancak ciddiye almadıkları İsrail modern silahlarla mücehhezdir, savaş ona yarar. BM araya girip çatışmayı durdurur ama Filistinli dönemez yurduna.

TOZ DUMAN KARGAŞA
O günlerde Suriye’de Mişel Eflak ile Selahaddin Bitar’ın kurduğu BAAS ideolojisi kuvvet kazanır. Bunların bir hususiyeti de darbeci olmalarıdır. Sadece 1949 yılında üç iktidar gelir. Şükrü el-Kuvvetli, Hüsnü el-Zaim, Sami el-Hınnavi...
Irak ve Ürdün’de ipler İngilizlerin elindedir. İktidarlar muktedir olamaz.
Mısır’da ise Faruk “Dünyada 5 kral var” der, “dördü iskambil kâğıdında, biri de Londra’da!” Böyle biri ne kadar tavır gösterebilir Batı’ya.
Gevşeklik pahalıya patlar, üç buçuk siyoniste yenilir, rezil olurlar.
Filistinliler perişandır, 700 bin mülteci 13 bin şehit vardır ortada.
BM İsveçli diplomat Folke Bernadotte’yi ara bulucu yollar. Bernadotte etnik temizliğe mani olmaya çalışır ve Yahudilerin suikastına uğrar. Yerine getirilen Amerikalı Ralphe Bunche ise Siyonistlere çalışır açıkça. İsrail Mayıs 1949’da BM’ye kabul edilir ve tarihî Filistin topraklarının %78’i üzerindeki hâkimiyet kurar. Kalan %22’si ise hâlâ işgal altındaki Gazze Şeridi ve Batı Şeria.

DÜNYADA CÜDA
Filistinliler sistematik göçe zorlanır, evlerinden ocaklarından olurlar. Gittikleri ülkelerde de yük ve fazlalık görülür insandan sayılmazlar.
Mesela Lübnan’daki Filistinli mültecilerin oy hakkı yoktur, devlet okullarında okuyamaz, memur olamaz. Nüfus cüzdanı alamaz, seyahat edemez, mülk edinemez, yurt dışına çıkamaz. Kampları yıkık döküktür, onaramaz, taş taş üstüne koyamaz. Filistinliye inşaat malzemesi satmak büyük suçtur, çivi bile alamaz. Büyük büyük hayalleri vardır oysa “temiz su, yeterli gıda!”
Şimdi de İran destekli Hizbullah güç kazandı, onların zulmüne düçar oluyorlar ayrıca.
İran’ın işi bu zaten, Müslümanları bunaltmak. İsrail takır takır vuruyor, mukabele hakkını kullanmıyor. Ama Hama’da, Halep’de, Humus’ta Sünni öldürülecek dendi mi koşa koşa gidiyor, kanlı katliamlara imza atıyor.
Suriyedeki Filistinlilerin durumu da iç açıcı değil, Esad’ın yarın ne yapacağı belli değil, varil bombaları bekliyor kenarda.

CHP’NİN VEBALİ!
BM’deki oylamada ABD ve SSCB İsrail lehine oy kullanır, Türkiye ve Arap devletler ise hayır.
Ancak ilerleyen yıllarda CHP Araplarla aynı safta durmak istemez. Tek Partinin Dışişleri Bakanı Necmeddin Sadak İsrail’i tanır ve Amerika’dan aferin alır. Bir bakıma İslam âlemiyle ipleri koparır (8 Şubat 1949).
İsrail, 1967 Altı Gün Savaşı’ndan sonra Ürdün kontrolündeki Doğu Kudüs’ü de işgal eder. BM kararlarına kulak asmaz.
II. Dünya Savaşı’nda çok acılar yaşanır. BM bir İnsan Hakları Beyannamesi yayınlar (10 Aralık 1948). Buna göre insaanlar arasında ırk, renk, cins, dil, din ayrımı yapılamaz. Herkes, başta hayat ve hürriyet olmak üzere sağlık, eğitim, yiyecek, barınma, toplanma, dernek kurma; evlenme, mal mülk edinme; işini seçme; din, vicdan, düşünce hürriyetine sahiptir.
Laf!
Şu an yeryüzünde 16 milyon 800 bin Filistinli yaşıyor. Bunların 11,6 milyonu mülteci durumunda.
Filistinliler ayrılırken yanlarına aldıkları anahtarları 73 yıldır itina ile saklıyor, evlerine bahçelerine dönecekleri günü hasretle bekliyorlar. BM çıkardığı 194 sayılı kararda “evlerine geri dönmeyi isteyen Filistinli mültecilerin mümkün olan en kısa zamanda arzuları gerçekleştirilmeli ve arazileri için tazminat ödenmelidir” dense de Tel Aviv gereğini yapmıyor.
Çünkü hukuksuzluklarına destek olan bir ABD var arkasında.
İnsanları evlerinden etmek resmen savaş suçu. Evlerine dönmelerini engellemek de aynı hükme giriyor. İsrail 1948’ten beri bu cürmü işledi, işlemeye de devam ediyor.
Sahi BM niçin var, neye yarar?

ÖVÜNÜR GİBİ...
“Safed kenti yakınlarındaki Safsaf isimli Filistin köyünde, 52 erkek birbirlerine bağlanarak getirildi. Çukurun başında kurşuna dizildi. Bunlardan 10 tanesi can çekişiyor, kadınlar onlar için beyhude merhamet dileniyorlardı. Ayrıca 6 yaşlı erkek cesedi bulundu. Orada 61 ceset, 3 de tecavüz vakası vardı. Tecavüze uğrayanlardan biri Safed’in doğusunda 14 yaşında bir kız çocuğu idi. 4 erkek de kurşuna dizilerek öldürüldü. Yüzükleri yüzünden Filistinlilerin parmakları kesildi.”
Kasım 1948 - Haganah komutanı Yisrael Galili.
.
Çakı, çakmak, tabanca…
16 Mayıs 2021 02:00
Biz ne yazsak diye bir hafta düşünüyoruz, kahvedekiler beş dakikada on mevzu buluyor.
Köy ya da mahalle kıraathanesi… Dökülmüş sıvalar, dağılmış doğramalar, üç beş eğreti masa... Varilden bozma soba, bel vermiş sundurma... Tekaüd zevat oturmuş, avuçlarını ısıtmakta.
Selam sabah faslı biter. Ne konuşsalar acaba? Şimdi hayırsız oğlandan, müsrif gelinden söz açsan olmaz. Torun zaten hayta... Sabah sabah gıybet, maazallah!
Tütün rekoltesi, tahıl fiyatları, başvekilin son beyanatı, diz ağrıları, böbrek taşları ve şekere iyi gelen otlar... Cılkı çıkmış mevzular, dön dolaş, sar başa...
O ara kazanın lülesi ıslıklanır, buruk bir çay kokusu yayılır ortalığa.
İçlerinden biri ocağa döner. “Bizimoğlan arkıdeşlere birer çay yap!”
Sonra cebinden çakısını çıkarır misvağını yontmaya başlar.
Yanındaki atlar... “Nerenin bıçağı o!”
- Maraştan aldıydım... Hartlap diye bi köv va, kızı kızanı bıçak yapıyo.
- Ve bi bakem... Hımmm iyimiş ama...
- Aması ne?
- Çeliği benimkini tutmaz, (elini cebine atıp çıkarır) bak bu halis Bursa!
Üçüncü de laf koyar “ya siz de onları çakı deye mi taşıyonuz? Alın size has Sivas!
- Eyi de sapı ne ööle boz bulanık? Gören de müstamel sanacak.
- Koç boynuzu beyim... Zaten güzellik orada.
- Bakın bu da Yatağan’dan. Malum Osmanlıda leventlerin saldırmaları ısmarlanırdı oraya.
- Bunu damat getirdiydi, İsviçre çakısı diyorlar, bakın çatalı, kaşığı, gazoz aççağı, turbuşonu, makası, cetveli, pensesi, desteresi, kancası, tornavidası, her bişeyi var.
- Peki nerede ayakkabı çekçeği, tırnak makası, sırt kaşıyacağı, diş fırçası, alyan anahtarı, yan keski, dikiş makinası, balık oltası? Seni kandırmışlar aslanım noksan satmışlar.
- Bu gavurların huyudur zaten bir zamanlar teybin içine pikap, saat, radyo koyarlardı, yanında ayyyrıca, bir adet de tarak! Eşek yüküyle para!
- Şimdi kızdıracak kâfirin çakısını pırasa gibi doğratacaksınız bana! Bak Sürmene de görmüş vurulmuştum. Düşün iki araba çay vermiştim zamanında...
YAK BURDAN
Çaylarından birer yudum alırlar, biri paketin dibine vurur. Hele telleyin şurdan!
Alışkın bir eda ile muhtar çakmağını çıkarır. Sallar, silkeler, ı ıh gönlü olmaz.
Yanındaki kovboy hızıyla elini beline atar. “Hacım yak!” Öbür yanına döner, “Siz de buyrun!”
-Yok senin ki mazotludur şimdi, ağzımın tadını bozar.
- Seninki ne?
- Ne bileyim aklımda kalmıyor ama Almanya’nın en birinci markasıymış oğlan ööle diyo.
- Evet iyidir ama benimkinden sonra. Yandan basmalı, nasıl da zarif, yapmışlar abi şuna bak.
- Zarafet dedin mi durcan hacı... Çıkarmayayım dedim ama patlatıyorsunuz adamı...
- Hiç görmemiştim, Çin malı mı?
- Yok Kuzey Kore! Tövbe tövbe... Fransa’da buna verdikleri parayla araba alınıyor, araba!.
- El arabasıdır o, dingili de kırıktır hah hah ha... Cık, o ne öyle simsar dişi gibi sapsarı, töbeossun yolda bulsam almam!
- Sen alma zaten, bunu kavede pinekleyen ıhktıyarlar değil siola gullanıyo.
- O dediğin neydi?
- Sio sio… CEO deye yazılıyo, şirket yönetiyo.
- Biliyoz len, maaşlı işte, amele değil mi sonunda.
- Ha sanki seninkileri bigboslar alıyo!
-Yaa boşverin edinin birer çakar çakmaz çakandan, kaybolsa da canınız sıkılmaz.
VAKİT NAKİT
İçlerinden biri elini yeleğin cebine atar. Meşin bir kılıf, itina ile kösteklisini çıkarır, “ezana va mı daaa?”
- Ohooo müezzin seninkine bakıp okusa, öğlenle ikindi cem olu valla.
- Şimdi yok gali bunnar. Bak lokomotifli.
- Şimendiferin hakikisi Rus olur bir kerem. Aha bundan!
- Siz kurmayı unutmuşsunuz galiba yine geri kalmışlar. Ben bi kurdum mu iki gün gidiyo. Nacar al, naçar kalma.
- Benim ki Avropa... Gözlüğünü tak hele, bak swiss yazıyo kadranında.
- Porselen mi o kadran
- He ya. Oğlum ilk maaşıyla aldıydı bana...
- Ya yine çıkarmayayım dedim dayanamadım bak. İşte saatlerin kralı burada. Zamanında gavurun biri istasyonda treni kaçırıyor, demir yolu idaresini dava ediyor. Hâkim soruyor “peki senin saatinin yanlış olmadığı ne malum?” “Ama” diyor “benim saatim filan marka!” “Ha o zaman iş değişir” diyorlar, “yaz kızım adı geçen şahsa tazminat verilmesi hususunda...” Bizimki de merak işte. Eğer bunlara verdiğim parayla arsa alaymışım var ya...
- Vardıydın Mars’a.
- Ona bakarsan, hoca efendinin üç kuruşluk pillisi hepimizinkinden acar gidiyo. Kurma murma da yok, gece gündüz çalışıyo.
KALPAK PAPAK
- Onun da alentriki bitiyo, pili de her yerde bulunmuyo.
- Olma mı canım bakkalda bile va...
- Sen onu benim külahıma!
- Bak külah dedin de aklıma geldi, şunu bir Arnavut verdiydi, saf yün, nasıl da cuk oturuyo kafaya.
- Ben yün bereyle rahat ediyom, sağolsun hanım örüyo, biraz da gevşek tutuyor, hafif oluyo.
- Erzurum’dan bir tiftik papak aldıydım sıcacık yumuşacık ipek gibi inan. Kocaman bir şey ama sıkıştırsan kibrit kutusuna sığıyor.
- Biz Kafkasyalıyız abi, kalpaksız çıkmayız asla.
Biri elini cebine atar, takkesini çıkarırken tespihi düşer. “Tüh bir şey olmasa bari.”
- Ona n’olsun ya, bildiğin tahta!
- Tahta deyip geçme ağbeycan “has kuka”. Hem habarın var mı, bunun ağacı taa Hint’ten Sind’den geliyo!
- Ya bi kere kuka ağaç değil, ceviz... Şöyle pelesenk olacak ki taş gibi çat çat ses çıkara. Sertliği görüyon mu? Hele dişine vur da bak! Elin oğlu bunu gemi şaftına yatak yapıyor.
- Benim bildiğim tesbih akik olur, mübareği güneşe tut yakut kesiliyor.
- Ben de Oltu taşımdan memnunum, hem insanın elektriğini ney alıyo.
- Bi seninkini alamıyo, sık sık şalterin attığına göre kesin kısa devre yapıyo!
- Yaa bak yine çıkarmayayım dedim dayanamadım... Tesbihlerin şahı burada. Sarı sultan geldi mi diğerleri susar. Mübarek kehribar, çektikçe reçine kokar. Biliyor musun, bunlar kaç bin milyon yılda geliyor kıvama?
- Ağam seninki de iyiymiş.
- Zeytin çekirdeği hacım, kendim deliyom diziyom vakit geçiyor. Al hediyem olsun sana.
- Tespihsiz kalma.
- Yok be ya yine yaparım, çekirdek çok, zeytine sardılar bu sıra.
DELİKLİ DEMİR
-Uff belim ağrıdı ya, taşımayayım diyorum ama torun ayaklandı ele avuca sığmıyo, meret evde de bırakılmıyo.
-Kırıkkkale mi hacı, bizim biraderde var aynısından.
-E bi tane de sen alaydın.
-Ben almadım da yaptırdım, Rize’de bir usta vardı, rahmetli eğeyle çalışırdı. Ecnebiler bile hayran kalırdı. Şuna baksana, adam ne kalem atmış kabzaya.
Eller bellere gider, emanetler çıkar usulca.
Eskiden olsa Fransız’la Belçika; İtalyan’la Çek; Alman’la Amerikan yarıştırılırdı. Şimdi masada yerliler vardır: Sarsılmaz, Canik, Fatih, Yavuz, Atmaca, Zigana...
Hiçbiri diğerine laf sokmaz, maldan anlarlar zira.
Deeerken efendim. İçlerinden birini öksürük tutar, nasıl ama boğulurcasına. Yanındaki ağızlık uzatır, “cigaranı buna tak diyom dinlemiyon. İçine pambık koy, katranı bi güzel süzüyo.”
- O şimşiri camiyi kebir önündeki seyyardan mı aldın?
- He ordan aldım, ne va?
Beklenmedik bir çıkıştır. Öbürleri ağızlıklarını yavaşça ceplerine bırakırlar.
Yarına da mevzu kalsındır.
Di mi ama?
UMDUĞU NEYDİ BULDUĞU NE?
Abdülbaki Paşa Osmanlı defterlarındandır. İşine hâkim olmalı ki I. Ahmed, II. Osman ve IV. Murad devrinde de hizmet yapar.
Paşamız, Musluhiddin Musa Hazretlerinin muhiplerindendir. Ölmeden ölüme hazırlananlardan.
Zaman zaman Merkez Efendi Kabristanı’na gelir, huzur bulur rahatlar.
Hazır eli ayağı tutarken, parası pulu varken bir kabir yeri mi alsadır acaba? Vasiyet etse de defnetseler şuraya.
Gider içini Sedefkâr Mehmed Ağa’ya açar. Ünlü mimar “tamam” der “sen o işi bana bırak!”
Büyük usta, sanatkârdır, zirve işlere imza atar.
Nitekim bir süre sonra kapısını çalar, “gel bak” der “beğenirsin inşallah!”
-Aaa ne çabuk, bitti mi yoksa?
Abdülbaki Paşa gelip görse ki kocaman bir türbe, neredeyse kasaba camisi ebadında.
Tutulur kalır, böyle bir şey beklemiyordur aslında.
-Ne o beğenmedin mi yoksa?
-Beğenmek ne kelime, hayallerimi bile aşmışsınız ancak.
-Ancak?
-Bu türbe Merkez Efendi Hazretlerinin türbesinden bile gösterişli olmuş, izin verirseniz Darül Kurra yapalım, bize iki zra toprak bulunur nasıl olsa.
ÇIKMIŞ KUR’ÂN BÜLBÜLLERİ
Biliyorsunuz dâr “ev” demek, “kurrâ” ise “karî” (okuyucu) kelimesinin cemi (çoğulu).
“Dârülkurrâ” Kur’ân-ı kerim öğretilen, ezberletilen, kıraat dinlenen mekân. Dârülhuffâz da (hafızlar evi) denir ayrıca.
Hasılı bu nurlu bina 1608’den beri Kur’ân-ı kerim hadimlerini ağırlar. Elif be öğrenen tıfıllardan, tecvid ve tashih-il huruf okuyanlara, aşere, takrib, tayyibe çalışan hafızlara... Kubbesinde gün boyu ayeti kerimeler çınlar, eşiğinde yatan Defterdar Paşa ne ister daha?
Sonra...
Sonra Osmanlı yıkılır, diğer vakıf binaları gibi Dârülkurra da sahipsiz kalır. Bir ara Çocuk Kütüphanesi yapılır, derken depo ambar olarak kullanılır.
Merkez Efendi Camii ve çevresi düzenlenirken bu bina da elden geçirilir. “Nağmedar” adıyla müzik evi yapılır verilir çalgılı gruplara.
Ve Kur’ân tilaveti için vakfedilen bir binada tıngırtı başlar.
Bilmiyorum bana ters geldi. Kırk yılın başı Merkez Efendi hazretlerinin huzuruna geleceksin. Tam ellerini açmış fatiha okuyacaksın, teganni muganni...
Kabrinde Kur’ân sesi dinlemeyi hayal eden Defterdar Paşa, o fasıllardan hoşnut mu acaba?
Bir kere vakfedenin arzusu hilafına, ya davacı olursa mahşer meydanında?
Hatırlatayım dedim, Zeytinburnu hattındaki minibüs şoförleri oradan geçerken teyplerini kapatıyorlar da...
.
Dağdan gelen bağdakini...
22 Mayıs 2021 02:00
Gazze Hicri 13 yılında fethedilir. Aradaki 40 yıllık Haçlı istilasını çıkarırsak 14 asırdır Müslümandır.
Akdenizin doğu kıyılarında sevimli Filistin şehirleri vardır. Sur, Sayda, Askalan, Yafa, Hayfa, Akka...
İçlerinde en hareketlisi Gazze’dir, mühim bir durak Mısır-Suriye yolunda...
Antik Mısır’da “Ghazzat” (değerli) diye anılan şehir, eskiden beri işlektir, tacirler, gemiciler, seyyahlar.
Her renk ve kültürden insanlar.
Bizans’ın elinde olduğu yıllarda Mekke kervanları Gazze’ye uğrar. Bizzat Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ve mübarek babaları Abdullah da gelip gider, ticaret yapar. Server-i âlemin büyük dedesi Hâşim bin Abdümenâf ise orada gözlerini yumar. Bu yüzden Gazzetü Hâşim denir hatta.
Ecnadeyn Gazası’nı takiben Amr ibn-i As tarafından kuşatılır (Hicri 13). Yahudiler Bizans’a destek olur, Araplar ise Müslümanların yanında durur. Kolay fethedilir ki henüz Hazret-i Ebû Bekir devridir daha. İşte İmam Şâfiî hazretleri de bu ilim ikliminde doğar.
Derken Haçlılar büyük kalabalıklarla gelir istila ederler (1149). Kral Baldwin, kaleyi Tapınak Şövalyelerine verir, Ulucami’yi Saint John Katedrali yapar.
Selâhaddîn-i Eyyûbî Hittîn zaferini kazanınca (1187) duramazlar, tekrar ezanlar okunmaya başlar.
.jpg)
MOĞOLLARI DURDURUR
Derken doğudan kan dökücü bir güruh kopar. Moğollar!
Buhara’dan Bağdat’a sayısız İslam beldesini yakan yıkan zorbalar, Abbâsîleri de ezer geçer, Gazze’ye dayanırlar. Memlük Hakanı Hulagu’nun önemli adamlarından Ketboğa’yı yener, esir alırlar. Moğollara destek olan Ermeni, Gürcü ve tamahkâr Melikleri de cezalandırırlar.
Memluklar Mısır’ı istiladan kurtarmakla kalmaz Filistin’e de sahip çıkar (1260). Gazze’yi kubbe ve minarelerle donatırlar.
Câmiu’l-kebîr, İbn Osman, İbn Mervân, el-Mahkemetü’l-Berdîkiyye, Seyyid Hâşim, Şeyh Zekeriyyâ, Aybekî ve Kâtibü’l-vilâye mescitleri sevimli ve sanatlıdırlar.
Binalar o devir revaçta olan ablak usulüyle yapılır. Kırmızı ve beyaz taşlar ustalıkla kullanılır, göz okşar.
Yavuz Sultan Selim Han Mısır’ın fethine buradan başlar. Halkı sünnidir, ona zorluk çıkarmaz. Sultan, Gazze’yi havalinin köklü ailelerinden Rıdvanlara bırakır, bunlar asil ve sanatsever insanlardır, şehrin imarına çalışırlar.
Gazze zaten sabunu ve keteni ile tanınır, ticaret artar. Kervanın biri girer, birer çıkar.
KAHİRE’NİN KAPISI
Şehrin yedi kapısı vardır: Bab Askalan, Bab al-Darum, Bab al-Bahr (derya), Bab Marnas, Bab al-Baladiyah, Bab al-Halilürrahman ve Bab al-Muntar.
Kendisi de, Kahire’nin kapısıdır ayrıca.
Ebu’l Fida, El Dımeşki, İbn-i Batuta, Evliya Çelebi, İbn-i Havkal, Makdisi ve Şeyh Abdülganî Nablusî hazretleri şehri gezer, okuyucularına anlatırlar. Müslümanlar daima ekseriyettedir burada, Hıristiyan ve Yahudiler de bulunur ama küçük miktarlarda.
1557 Osmanlı Tahrir Defteri’ne göre Gazze’de 2.477 kayıtlı vergi mükellefi var. Demek ki 12 -13 bin insan yaşar.
Napoleon şehre vurulur, hayranlığını saklayamaz. Postu sermeye kalkar ama Akka’da fena tokatlanır, Fransa’ya kaçar.
1893’de Belediye teşkilatı kurulur, Ali Halil Şava ve oğlu Sait Şava modern usullerle çalışırlar.
Anadolu hacıları gemilerle Gazze’ye gelir, Suriye kafilesi ile birleşip Akabe’ye iner, Kızıldeniz üzerinden Cidde’ye vasıl olurlar.
Süveyş Kanalı açılınca (1869) alışılmadık bir sükunet çöker ortalığa.
İNGİLİZ’İN BAŞI ALTINDAN
Malum I. Cihan Harbi’nde İngilizler Filistin’e dayanır. Ordumuz güçlüdür ama kışlaya siyaset girmiştir, komuta kademesi anlaşamaz. General Allenby fırsatı kaçırmaz. Gazze’yi almakla kalmaz (1917). Ardından Şam’a ve Kudüs’e girer, 400 yıllık Osmanlı hâkimiyetine nokta koyar.
İngilizlerin gözü petrol yataklarındadır, Filistin’i Siyonistlere peşkeş çeker, çekilirler Irak’a (1948).
Müslümanlar da Kudüs merkezli bir Filistin Devleti kurar, Gençler Fedâyîn teşkilatı saflarında sahip çıkarlar vatanlarına.
Yıl 1956... Abdünnâsır, Süveyş Kanalı’nı millîleştirince İngiltere ve Fransa bir tertip planlar. Önce İsrail’i saldırtacak, sonra barış gücü maskesi ile gelip çökeceklerdir kanala.
Yaparlar da. Ancak ABD çok sert çıkar, SSCB ise nükleer silahla tehdit eder, işgalciler panikler, kaçarcasına uzaklaşırlar.
Gazze 1967 Altı Gün Savaşı’ndan sonra 27 yıl İsrail işgali altında kalır. 1987’de İntifada başlar. Oslo ve Kahire Anlaşması (1993) ile Siyonistler şehirden çıkar.
ÜNİFORMASIZ SUBAYLAR
Yahudi yerleşim bölgelerinde eski asker ve ırkçı militanlar kalır. Evleri cephanelik gibidir ve her türlü silahı kullanırlar. Kadrolu savaşçıdırlar, sadece üniforma giymezler o kadar. Beytu Lahiyâ ile Beytu Hanûn şehirlerine ve Cibaliyâ mülteci kampına yönelik saldırılar buradan yürütülür mesela.
Akdeniz sahiline inşa edilen Dogit ve İli Sinay yerleşim merkezleri yüzünden Filistinliler denize yaklaştırılmaz.
Düşünün 8.500 yerleşimci için tahsis edilen arazi 155 kilometrekaredir. Yani 363 kilometrekarelik Gazze şeridinin %42,7’si.
Kişi başına 18.235 metrekare. Filistinlilere düşen toprak ise kişi başına 208 metrekaredir, Yahudilerin 88’de biri. Dış baskılar artınca (2005) çekilmek zorunda kalırlar.
2007 seçimlerini Hamas kazanır, namlular tekrar Gazze’ye döner.
İşte o gün bu gündür İsrail ve Mısır ablukası altında.
El Aksa İntifadası’ndan sonra hava saldırılarına uğrar. Siyonistler hedef gözetmez, genç yaşlı ayırmaz. 1.434 kardeşimiz şehit olur. Bunun 288’i çocuk, 121’i ise kadındır, 5.303 yaralı vardır ayrıca.
İngiltere’den yola çıkan “Filistin’e yol açık” adlı yardım konvoyuna Türkiye de katılır. İsrail Deniz Kuvvetleri Uluslararası sularda Mavi Marmara gemisine çıkar, ateş açar.
Hukuksuzdur, kendileri de bilir, özür dilerler sonunda...

ELLERİ KOLLARI BAĞLI
Gazze’de yapılacak üç iş var, balıkçılık, tarım ve küçük imalat.
Siyonistler deniz ablukası ile balıkçılığı bitirir, tekneleri kıpırdatmazlar. Limon, portakal ağaçlarını, zeytinlikleri, hurmalıkları da hedef alırlar.
Ya silah yapılırsa korkusu ile atölyeleri vurur, alnının teriyle geçinenleri işsiz bırakırlar. Hâlbuki tuğla briket basar, elbise diker, mobilya çakar, bakırcılık ve halıcılıkla çorbalarını çıkarırlar. 2005’te 3.900 fabrikada 35 bin kişi çalışırken, 2007’de 197 tesiste 1.700 kişi işbaşı yapar anca.
Gazze, kanlı katliamların ardından mülteci akınına uğrar. Şehir 45 km²’ye yayılır, nüfusu 2 milyonu aşar. Bombardımanla altyapı çöker, temiz suya hasret kalırlar.
Dereotu, pazı, soğan, sarımsak, marul, mercimek, nohut, bakla ile beslenen Gazzeliler yeşile hasret kalırlar. Arazi kirlenir, ne nar kalır, ne enginar, çarşı pazar el yakar. Şu an sefalet nispeti %80, işsizlik %70. Hâlbuki nüfusun %75’i 25 yaşın altında.
EĞİTİM ULAŞIM SAĞLIK...
Eskiden Gazze’den Ramallah ve El Halil’e gidip gelen dolmuşlar vardır, Siyonistler şehri duvarla çevirir, tel örgüler, kameralar. Güvenlik noktalarını geçmek eziyettir, saç baş yoldururlar halka.
Refah yakınlarındaki Yaser Arafat Havaalanı da yakılır yıkılır, uçuş yapılamaz.
Avrupa’da, Filistinlileri gözeten dernekler baskı altına alınır. Alman İçişleri Bakanı Otto Schilly dulları ve yetimleri gözeten vakıfları kapatır.
2006 yılında, Gazze’de 210 okul vardır: 151’ini Filistin Maarif Vekaleti, 46’sını BM yönetir, hususilerle birlikte 155 bin öğrenci okur, 5.877 öğretmen vazife alır. Gel gör ki bugün İsrail’in vurmadığı mektep parmakla sayılır.
Gazze’deki mülteci kamplarının en büyüğü kuzeydeki Cibaliyâ’dır. Sonra eş-Şâti, Şeyh Rıdvân, en-Nusayrât, el-Bureyc, el-Meğazî, Deyru’l-Belâh, Han Yûnus, Tellu’s-Sultan, Rafah... Her birinde yüzer bin insan barınır.
İşgalciler saldırılarla bilhassa altyapıyı tahrip eder, Gazze’yi yaşanmaz hâle getirmeye çalışırlar. Ama onlar kararlı, bir yere gitmeyecek, burada kalacaklar.
Hep söylenir “Efendim Filistinliler de topraklarını satmasaymışlar ama...”
Hiç akıl mantık var mı, adam çadırda yaşamak için evini toprağını sattı? Baksanıza 73 yıldır evlerinin anahtarını yanlarında taşıyorlar.
Hem Yahudi para vermiş olsa, çekilir mi bir daha?
MAKSAT YILDIRMAK
İsrail 2014’te Gazze’ye 14 bin 500 tank ve 35 bin top mermisi atar, askerler “hareket eden her şeye” ateş açar.
551’i çocuk, 2 bin 158 kardeşimiz şehit olur, yaralılar 11 bini aşar.
İsrail ordusu da kayıplar verir. 67 asker ölür, 740’ı yaralanır. 4’ü de el-Kassam Tugayları tarafından esir alınır.
Saldırıda 17 bin 200 ev, 24 okul yıkılır, binlerce bina tahrip olur, 65 bin mazlum sokakta kalır.
Bir gece deneyin isterseniz, alın çocuklarınızı çıkın, ilişin bir kaldırıma. Bekleyin bakalım sabah olacak mı acaba?
Yıkılan cami sayısı 73, düşünebiliyor musunuz eğer bir sinagog hedef olsa...
Ev yok, bark yok, iş yok, aş yok.
Kaybedecek neleri var canlarından başka?
.
Şeker fabrikası yapmaktan sanığın idamına!
23 Mayıs 2021 02:00
Hâkim Salim Başol, Hasan Polatkan’a “Niye bu kadar şeker fabrikası yaptınız” diye sorar. Cevabı dinleme lütfunda bile bulunmaz, “Tamam uzatma” der, “yemeğe gideceğiz daha!”
Yıl 1915... Eskişehir.
Giray sülalesine mensup Kırım Türklerinden Abdülbari Bey ile Hafız Hacı Gülsüm Hanım’ın bir oğlu olur, adını Hasan koyarlar.
Hasan Zeki ve terbiyeli bir çocuktur. Cihan Harbi yıllarını, tek parti dönemi sıkıntılarını yaşar...
Tamam zor günlerdir ama israf, kayırma, umursamazlık da vardır ortada.
İlk, orta ve liseyi Eskişehir’de okur. Sırf iktisadi konulara merakından dolayı Siyasal bilgilere girer, Maliye bölümünü seçer. Bir müddet Ziraat Bankasında müfettişlik yapar.
946’da seçimlerinde DP adayı olur ve seçilir. Yine Tatarlardan Mutahhare Hanım’la evlenir. Sema ve Nilgün adında iki kızı olur, ailesine düşkünlüğü ile bilinir etrafında.
Dikkat çekecek kadar çalışkandır, daima işinin başında. Hatta İnönü “bu çocuğu niye bana getirmediniz” diye çıkışır CHP teşkilatına.
Bir süre Çalışma Bakanlığı yapar, sonra Maliye’nin başına.
Böyle gelişmekte olan ülkelerde denk bütçe yapabilmek maharet ister. Hasan Bey bunu başarır ve muhalif yazar Metin Toker dahi hakkını verir.
“Hasan Polatkan bir çalışkan vekildir. Çok zaman saat sekizde onu makamında bulmak kabildir...” (Akis)
.jpg)
İŞÇİDEN KÖYLÜDEN YANA
Polatkan, işçiden ve köylüden yanadır, gençlerin önünü açar.
“Nüfusunun yüzde 81’i çiftçi olan bir memlekette Tarım Bakanlığına ayrılan para, Emniyet Umum Müdürlüğüne ayrılandan az olursa, bu hakikaten üzülmeye değer bir nokta” der ve teamülleri zorlar.
O günlerde en ulaşılmaz gıda şekerdir. Alpullu, Uşak, Eskişehir ve Turhal fabrikaları çalışır ama yetmez yurda.
Adnan Menderes 1953’de Adapazarı’ndan başlar, 1954 Konya, Kütahya, Amasya, 1955 Susurluk, Burdur, Kayseri, 1956 Erzurum, Erzincan, Elaziz, Malatya, 1957 Kastamonu Taşköprü derken Ankara...
Şeker artık el altından partililere, memurlara, ayrılan bir meta olmaktan çıkar. Her bakkalda bulunur, kim ne kadar istiyorsa...
Eskişehirli pancarla hemhâldır malum, Polatkan’ın teşvikleri de unutulmaz bu hususta.
ESKİŞEHİR’E İTİA
Yıl 1958, Maarif Vekili Hüseyin Celal Yardımcı ABD’ye gitmiştir. Kısa bir süre yerine Hasan Polatkan bakar.
Fırsatı değerlendirir, Eskişehir’e hemen bir İTİA (İktisadi Ticari İlimler Akademisi) açar, Prof. Orhan Oğuz’u başına koyar. Eğer bugün Anadolu ve Osmangazi Üniversitelerinde on binlerce gencimiz okuyorsa şükran borçluyuz ona...
On senelik DP iktidarında ülke şantiyeye döner, Hasan Polatkan 93 milyar liralık yatırıma imza atar. Önce çalışma hayatını, sonra maliyeyi düzene sokar. Özel sektörü de güçlendirir, subay sivil arasındaki maaş farkını azaltır.
İşte ihtilalciler bunu affetmeyecek, yazacaklardır kenara.
Hele ezanın Arapça aslından okunması için Menderes’e telkinde bulununca...

BİLİYORDUR OYSA
25 Mayıs 1960. Mutahhare Hanım o sabah Eskişehir’e gidecek olan kocasının önüne durur, “Bak darbe söylentileri var, yola çıkma!”
-Hanım, o nasıl söz? Türk askeri hakkında böyle konuşma!
Hâlbuki İnönü’yle komşudurlar. Son zamanlarda Paşa’nın evi otobana dönmüştür, girenler çıkanlar...
Sabahlara kadar lambalar yanar. Belli bir şeyler olacak ama...
Zaten darbe evvelce planlanmış, hazırlıkları tamamlanmıştır. Menderes’e de haberi gelir ama panik yapmaz.
O gün Odunpazarı mitinginde kabloları keser koparırlar, yine aldırmaz.
Havacı subaylar çocukça hareketler yapar, yok arkalarını dönmeler, marş okumalar filan. Ayıptır seçilmiş bir başvekil vardır karşılarında.
Dahası Menderes’in otomobili üstünde alçak uçar, tacizde bulunurlar.
Ertesi gün Menderes ve Polatkan’ı Kütahya’da tutuklar, Ankara Harbiye’ye kapatırlar.
CHP bildiği en iyi işi yapar, tezvirata başlar. Yok bir tayyare dolusu altınla Avrupa’ya kaçacaklarmış da filan.
Bilahare Yassıada...
Muhalif gazeteler manşet atmaktadır: “Sabıkların cezası ölüm olacak!”
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Polatkan’ı “Ali İpar, Barbara, Vinileks ve Anayasayı İhlal” gibi içi boş dosyalarla suçlarlar. Kayıtlar ortadadır, lütfedip baksalar. Yassıada Mahkemesi, çadır tiyatrosunu andırır. Düşünün Hâkim Başol “Niye bu kadar şeker fabrikası yaptınız” diye sorar, cevabı dinleme lütfunda bile bulunmaz. Ada’ya bizzat Cemal Gürsel tarafından yollanan Tarık Güryay ulu orta sövmekte, mebusları sopalamakta, surgan göstermektedir âdeta.
Gidişat bellidir, asacaklar.
Usulsüzlük diz boyudur “CHP Mallarının Hazine’ye Aktarılması” yasası dikta olarak değerlendirilir, hâlbuki altında imzası olanlardan bazıları DP’den istifa etmiştir, onlara dokunulmaz.
Hasan Bey, ailesi ile 16 ayda iki defa görüşebilir, o da çok kısa ve askerlerin arasında. Mutahhare Hanım eşini 83 kilo bırakmıştır, şimdi 38 kiloluk bir hayalet vardır karşısında. Kız kardeşi Şule hekimdir. Ziyareti esnasında abisinin ellerindeki yanıkları teşhis eder. “Ne oldu böyle?” Sigara bastıkları açıktır, saklamaya çalışır. Dövülüp azarlanmaya alışmıştır da, ah defihacet esnasında tuvaletin kapısı açık tutulmasa.
Polatkan, müdafaasını yaparken Hâkim Salim Başol “Uzatma” der, “sizi buraya gönderen güç öyle istiyor, bir an önce bitir, yemeğe gideceğiz daha!”
O günden sonra sözlü savunma yapmaz, yazar imzalar, önlerine koyar.
Niye nefes tüketsin ki, karar değişmeyecektir nasıl olsa.
.jpg)
APAR TOPAR İNFAZ
Ceza Kanunu’na göre sanık avukatlarının infazda bulunma hakkı vardır. Cindoruk, Yassıada’ya gittiğinde saat 05.00 olmamıştır daha.
Vardıklarında cellatlar işlerini bitirmiş, sırtlarındaki çuvallarla inmektedir rıhtıma.
Cindoruk, Hasan Polatkan’ın evine gider. Herkes ayakta, ağlayanlar sızlayanlar. Hanımı feryat figan, müsekkin yapılmıştır oysa. Avukatlarını görünce umutla sorarlar Cindoruk “Hasan Bey’i kaybettik” diyebilir anca, idam edildi demeye dili varmaz.
Ağır bir şey,
avukatların en zorlandığı an. Annesi Hafız Hacı Gülsüm çok yaşlıdır, ondan saklar, Pakistan’a sürgün edildi der, oyalarlar.
Hanımı kabul edemez. Gazetedeki idam fotoğraflarına rağmen çıkıp gelmesini bekler umutla.

MİLLETİN SİLAHIYLA...
Büyük kızı imtihanı kazandığı hâlde okula alınmaz. Küçüğü mektebe geç başlar, içine kapanır, korkar.
Bazı öğretmenler keyif için gelir, rencide edici sorular sorarlar.
Başsavcısı Altay Ömer Egesel, Tercüman gazetesine verdiği röportajda “15 idam kararı verildi. Millî Birlik Komitesi bunların üçü için ‘Evet’ dedi. Bana göre idam edileceklerin başında Celâl Bayar vardı. Hasan Polatkan’a yazık oldu” demekten kaçınmaz.
Eşi Mutahhare Hanım ile küçük kızı Nilgün de travma yaşar ama büyük kızı Sema erir biter, hayatını kaybeder genç yaşta.
İlerleyen yıllarda Polatkan ailesi, Millî Birlik Komitesi üyeleri hakkında dava açar, takipsizlik kararı çıkar. Hâlbuki “insanlık suçlarında” zaman aşımı olmaz.
Darbeciler, kendilerini “hazırlattıkları anayasa ile” koruma altına almış, açık gedik bırakmamıştırlar.
Ömür boyu senatör olur, yüksek maaşlı makamlara kurulur, firmalardan huzur hakkı alırlar.
Evet, yaptıkları yanlarına...
Gidi kolpo dünya.
HASRET KOKAN MEKTUPLAR
Sevgili kardeşim Şule,
Hayat ne tuhaf değil mi? Tıpkı rüya, bir hayal âlemi, masal gibi...
Her şeyi olduğu gibi kabul etmek lazım. Ruhlarımız buna alışmalı. Kendimi büyük bir teslimiyetle hadiselerin akışına bıraktım.
CANIM KIZIM
Sema’cığım, imtihanların yaklaşıyor. Allah kolaylık versin. Fakat sen merak etme. Allah’ın yardımı ile muvaffak olacaksın. İmtihanlarınız sözlü olduğuna göre çekingen olma. Cıvıl cıvıl konuş, tamam mı?
Nilgün’cüğüm, ben burada her gün “Fatoş ile Güngörmüş”e bakıyor, hem gülüyor hem de seni hatırlıyorum. İnşallah, seni bir gün dizlerime oturtacak, o hikâyeleri okuyacağım.

TAHAMMÜL EDEMEDİLER
Eskişehirli hemşehrileri Hasan Polatkan’ı unutmaz, adını bir caddede yaşatırlar. Ancak darbeseverler Hasan Polatkan Caddesi’ni “Atatürk” olarak değiştirir.
Tabudur, dokunulmaz nasıl olsa.
Bakın şu garabete ki, şehirde bir Atatürk Caddesi daha vardır. İstasyon’dan başlar şehri ikiye böler âdeta. İkisi Akarbaşı’nda buluşur. Kırk yıllık Atatürk Caddesi’nin başına M.K. koyar, kıvırırlar. İyi de, ya karışan adresler yüzünden vatandaş mağdur olursa. Öyle ya celp, çağrı gelir, evrak, para, fatura...
Amaaan. Kimin umurunda?
.
27 Mayıs’ta neyi kutluyorduk?
29 Mayıs 2021 02:00
Seçtiklerinizi devirdik, idam ettik, yerlerine geçtik. Haydi sevinin!
Mayıs bayram ayıydı.
1, 3, 9, 19, 27, 29…
Bunlardan üçü resmî tatildir (Bahar, Spor, Anayasa), rejim üç gün “dinlence” bahşeder okullara.
Tabii idman muallimi sınıfa gelip de “Sen, sen, sen yürüyüşe katılacaksınız” buyurmadıysa.
Genç cumhuriyetin elma yanaklı gürbüzlere takıntısı vardır, cılızlar yok sayılırlar.
-Ugh soluk benizli bunlar! Korteje alınmasınlar.
O günlerde Avrupa’da öjenik taraftarları söz sahibidir, ırkımızın ıslahı için güçlüler desteklenmeli, zayıflar ezilmelidir...
Şimdi hakkını yemeyelim Tek Parti o yolda bir adım atmaz, sadece merasimlere çıkarmaz. Zaten fukaranın ayakkabısı lastik, poturu yamalıdır, insicamı bozar.
Tabii Maarif müdürünün tavrı da önemli burada, eğer amca daha mühim vazifelere talipse bütün talebeleri resmigeçide zorlar. Boya bosa bakmaz, kelle hesabı yapar.
İnsanlar törende birer kemiyet;
Urbalarla kemik, mintanlarla et.

İLERİİİ MARŞ!
Diyelim yakalandın, bütün gün trampet dinler, ayak vurursun rap rap rap.
Sabah talim, akşam talim, hiç yoktan angarya.
Çoğu aileden Menderesçidir, karşıdır 27 Mayıs’a. Ama bunu hissettirmemelisin, babanın başı ağrır yoksa.
Hoşlanmadığın, inanmadığın adamlar seni yürütür, terinden ikbal devşirmeye kalkar. Hürriyet bayramlarında hürriyetiniz tehdit ve tahdit edilir açıkça.
Eee senin de yapacağın şeyler vardır, uygun adımda ayakları karıştırmak gibi mesela.
Bu yüzden idman muallimleri “sol, sol, sol! Sol p....ler sol” diye yırtınırlar.
İyi aile terbiyesi aldığınız için sözü iade edemez ama yazarsınız bir kenara. Mezun olunca bir kuytuda sıkıştıracak, yedireceksinizdir ona.
Ve bir gün karşılaşırsınız. “Aaa 312 n’aber” demez mi, unutur gidersin o anda.
Abi o da emir kulu n’apsın! Fena adam değildir aslında…
Kortejden yırtma şansınız vardır ama nutuktan azade olamazsınız, tüllabı avluya toplar, konuşur da konuşurlar. Malazgirt, Preveze, Dumlupınar. Methiye yağdırırlar kahraman ordumuza.
İyi de 27 Mayıs’ta hangi savaşı kazanmıştık acaba?
ISMARLAMA ANAYASA
Anayasa bayramıymış! İyi de bunun sonu yok ki, ya yarın biri de gelip “borçlar hukuku bayramı” dayatırsa… Malum kabotajdan sıyıramadık daha.
Sonradan öğreniyoruz. Meğer 27 Mayıs’ı bir avuç cuntacı sarmış başımıza.
Peki anayasa yok muymuş? Varmış da yaramıyormuş postallıma. Uyanıklar babası yaşındaki paşaları ardında dolandıracak, ömür boyu kontenjan senatörü olacak, firmalardan ziftlenecek, bankalardan huzur hakkı alacaklar ya.
Saltanatın devamı için bir zırh örerler etrafına. Ne gibi? “Yeni bir anayasa!”
Menderes’i anayasayı ihlalden asar, kendileri kaldırıp atar, büsbütün imha.
Atmışlı yılları yaşayanlar hatırlar. Sağda solda devrim inkılap afişleri, Gürsel’i gözünüze sokarlar adeta.
Yok fener alayları, yok mızıkacılar.
Düşünün beş asırlık Bayezid’i Hürriyet Meydanı yaparlar.
DEVRİME KAN GEREK
Ve gelelim ceset istismarına. “Hürriyet şehidi” ilan edilenlerden biri Turan Emeksiz’dir. Babası maaşlı lojmanlı bir Demiryolcudur. Turan, Malatya Sümerbank tesislerinde yüzme öğrenir ve dereceler yapar kendi çapında.
O günlerde Anadolu’da ormancılar itibarlıdırlar. Hatta yaşlı bir kadın kaymakama “Ay oğlum” demiş, “ne vardı, az daha okuyup ormancı olaydın ya!”
Neyse Turan İstanbul’a gelir, Orman Fakültesine girer.
O yıllarda ÖSYM yoktur. Lise mezunları diplomaları ile müracaat ederler kayıt bürosuna. Çok talep gören fakülteler (Çapa Cerrahpaşa) imtihan yapar ayrıca.
Turan ut çalar, kütüphane kurar, tiyatroya merak salar. Kimse itmez, kakmaz, devlet imkânlarını kullanır rahatlıkla.
Sonra onu flu bir fotoğrafta görürüyoruz. 28 Nisan nümayişinden kalabalık bir grupla köşeye sıkıştırdığı polis memurunu taşlıyor. Derken seken bir kurşun. Çıkan silah meçhul ama emniyet mensupları kalır töhmet altında.
Üzücü tabii, daha ömrünün baharında.
CHP bu malzemeyi çevire çevire kullanır, Turan’ın adı caddelere, mekteplere verilir. Üniversiteye heykeli dikilir ve ismi kazınır en alımlı şehir hattı vapuruna.

ASKERİN ACEMİLİĞİ
Söz vapurdan açılmışken onun 1961 Glaskow yapımı bir kardeşi daha var “İhsan Kalmaz!”
Efendim Ali İhsan ise gencecik bir teğmendir, 60 ihtilalinde Ankara Merkez Postaneye gönderilir. Kim direnebilir ki, kolayca ele geçirir. Ancak acemi askerinin namlusundan çıkan bir kaza kurşunuyla... Hemen oracıkta!
Sökmen Gültekin ise Harbiye 1. sınıf talebesidir. Henüz silahlara aşina değildir. Eline Thompson gibi çok tehlikeli bir alet verilir, keşfetmeye çalışırken eli tetiğe, kan revan... Ortada çatışma filan yok, niye hakiki mermi dağıtırsın çocuklara?
Nedim Özpolat ise bir lise öğrencisidir. Nereden gördüyse tank üzerinden hitabete kalkar. Muvazzafların ikaz etmesi lazımdır, 50 tonluk canavarın şakası olmaz. Belki de denildi, dinlemedi. Söylevin şehvetine mi kapıldı bilinmez, sen düş paletlerin altına...
Ersan Özey ise CHP’li bir ailenin evladıdır. Babasıyla birlikte askerlere el sallayacaktır güya. Sokağa çıkma yasağını dikkate almazlar, tezahürat yapacaktırlar, ne var yani bunda?
Darbeci affeder mi “bam bam bam” ufacık bir yavruya.
Beş gencimiz, 10 Haziran 1960 günü top arabalarına bindirilir, doooğru Ankara’ya. Anıtkabir’e defnedilir şaşaayla..
Hürriyet şehidi olarak adlandırılırlar, gazetelerde boy boy fotoğraflarını basar.
.jpg)
YAK BURDAN
Darbeciler bir 27 Mayıs sigarası çıkarır. Ancak Samsun’un yanına bile yaklaşamaz. Menderes’in tiryakisi olduğu Yenice de sevilen bir sigaradır ama millet korkusundan eline alamaz.
Sonra bir alyans kampanyası açılır. “Altın yüzüğünü getirene 27 Mayıs yüzüğü bedava.” Nikel efendim, kuruş yapmaz. Ama rejime sadakatinizi ispatlar, dursun kenarda, n’olur n’olmaz.
Bu paraların da ne olduğu meçhul, yol, revir, okul... Çok beklersin daha.
Pullar, hatıra mangırları, marşlar…
Tarih, hayat bilgisi, yurttaşlık derslerine bir konu daha ekler, 27 Mayıs’ı mutlaka sorarlar imtihanlarda.
“Çocuklar kompozisyon yazıyorsunuz, kötü mebuslar ve iyi subaylar hakkında!”
Sıkıysa güzelleme yapma.
Devrim şiirlerini basar dağıtırlar, İngilizcesini, Fransızcasını da çıkarır, koli koli konsolosluklara yollarlar.

NE SEN BENİ UNUUUT
O günlerde Zeki Müren Tepebaşı Gazinosunda sahne almaktadır. “Yeşil ördek gibi daldım göllere” şarkısı istek almaya başlar.
Hatta millet yüksek sesle iştirak eder “Ne sen beni unuuut, ne de ben seni”
Efkârlı bir ton, sallanan başlar...
-Ne o len! Menderes’i mi kastediyorsunuz yoksa?
Zeki Müren tehdit almış olmalı ki, terzisine bir Osman Paşa kostümü ısmarlar, sahneye bununla çıkacak “Olur mu böyle olur mu/ Kardeş kardeşi vurur mu” marşını terennüm edecektir bundan sonra.
Aklı başında bir subay, “Hiç gerek yok Paşa’m” der, “sen bak dalgana!”
Yok hayır, “Paşa’m” lakabı o günlerden kalma değil, daha sonra.

KAPANSIN YOLLAR!
27 Mayıs’ta Vatan Caddesi iki gün kapatılır. Biri merasim için, biri de prova.
Yük Fevzipaşa ve Millet Caddelerine aktarılır. Aksaray, Topkapı kilit. İtfaiye ve ambulanslar bile yol alamaz.
Belediye işçileri günlerce çalışır, zafer takları, şeref tribünleri ve kürsüler hazırlar.
Yok ses düzeni, yok ışıklandırma.
TRT radyoları Ankara Hipodrom’dan naklen yayın yapar. “Vee şimdi de muhafız kıtası… Tunç çehreli yiğitlerimiz çelikleşmiş iradeleri ile tören alanına dâhil oldular.”
Sonra firmalar geçer. Çiçeklerle donanmış ve acemice boyanmış kamyonlar. “Öz filanca ve mahdumları dâhilî ticaret ordumuzun yanında” Reklamın iyisi kötüsü olmaz.
O gün askerî ve mülki erkân Anayasa Mahkemesi Başkanı’na tebriklerini sunar. Adamın beli kopar el sıkışmaktan.
Bunlar içinde Adalet Partililer de vardır. 27 Mayıs’a karşı oldukları vakıa. Demek birileri parmak sallıyor hâlâ, hele bir gelmesinler, girmesinler sıraya!
BAYRAM BENİM NEYİME?
Efendim MBK yine o uzun cümleli yazılarından birini hazırlar: “Münevver Türk gençliğinin haklı davasını benimseyerek milleti, sakıt ve sabık iktidarın menfur idaresinden kurtaran Kahraman Ordumuz yurdumuza huzur, sükûn ve kardeşlik havasını iade etmiş ve böylece inkılabın yapıldığı 27 Mayıs 1960 günü milletimiz için gayet haklı olarak ulusal bir bayram hâline gelmiş bulunmaktadır, bu yüzden 27 Mayıs’ın “Millî Birlik ve Hürriyet Bayramı” olarak ihdası ise; millet ve ordu beraberliğinin bir sembolü mahiyetinde telakki edilmesi dolayısıyla en az diğer ulusal bayramlar kadar önem arz etmektedir…”
Cunta lideri Gürsel “En ulvi bir bayram olarak uygundur” der imzayı çakar.
Dostlar alışverişte... Al takke ver külah.
Paşa’mızın Osmanlıcası bizden iyidir, şimdi “ulvi” yakıştı mı buraya?
Bir darbenin izini ancak diğeri silebilir.
80 ihtilalinde Kenan Evren 27 Mayıs’ı kaldırır çöpe atar. “Hürriyet Meşalesi” diye payelendirilen çocukları mezarlarından çıkarır hatta.

TERS KÖŞE
Yassıada duruşmalarının sürdüğü günler. Yer Erzurum Garı.
Şehrin sevilen simalarından Sırrı Kaplan yolcu beklemektedir. Bir adam ateş ister, çakmağını uzatırken sorar “Hemşehrim yolculuk ne yana?”
-Aydın’a,
-Oy gözünü sevdiğim Menderes’in memleketi.
Adam CHP'li çıkmasın mı? Başlar Adnan Bey’e, Berrin Hanım’a sövüp saymaya. İnzibatlar yaklaşırken sesini iyice yükseltir. Rahmetli Sırrı Amca’nın başını yakacak aklı sıra.
O da az kurt değil, “Hayır efendim” diye bağırır, “Gürsel’e hakaret edemezsiniz! Ben laf söyletmem toprağıma!” (Cemal Paşa Erzurumluydu, malum) Askerlere döner “Bahın hele şu Aydınlının yaptığına!”
-Çıkar bakayım kafa kâğıdını! Hımmm Aydın ha! Sen gelir misin karakola?
.
Hayalet gemiler
30 Mayıs 2021 02:00
Biz hayalet gemi denince borçtan, harçtan, suçtan dolayı sahipsiz kalan; yatan, batan, karaya oturan tekneleri anlıyoruz ama...
Eskiden deniz yolculukları aylar alır, hele Hint, Sind yoluna çıkanlar ömürlerinden irice bir dilim ayırırlar.
Zordur, günlerce kara göremez, sebze meyve yiyemezler, diş etleri şişer, morarır, kanamalar (Skorbüt) başlar.
Afrika ile Uzak Doğu tifo ve hummaya açıktır. Avrupa limanları verem, tifüs, frengi kaynar.
Bazen gemidekiler vebaya yakalanır, alayı ölür, tekne sahipsiz kalır.
Yelkenler kâh dolar, kâh boşalır, akıntı oradan oraya atar.
Fareler cesetlerden sonra birbirlerini yemeye başlar, yamyamlaşırlar.
Eğer ambar kapakları kapalıysa gemi kolay batmaz, uzak ülkelerde bir kumsal bulur, uzanır mezarına.
İskelet dolu bir gemi ürkütücüdür, hele kendi başına yol alıyorsa.
MEÇHULE GİDEN BİR...
Bazı gemiler de çok varta atlatır, zamanla tayfalar güvenir, inanırlar ona.
Mesela Kırım Harbine katılan Mahmudiye dualı bir kalyondur, kolay isabet almaz. Hâlbuki üç güverteli gövdesi ile iri bir hedeftir, ağır ve hantal.
Bahriyelilere sorarsanız gece halatlarından kurtulup düşman üstüne savlete kalkar. Öfkelenir kızar, zapt etmekte zorlanırlar.
Sivastopol önünde yatan gemiler
Atar da nizam topunu, yer gök inler
Avrupa’da hayalet gemi dendi mi akla "Uçan Hollandalı" gelir. Kaptanı zalim bir korsandır, tayfalarıyla müşaverede bulunmaz “bam” diye birini vurur, diğerleri ikna olurlar.
Tamam hırsızdır arsızdır ama denizcidir, fırtınaların üstüne üstüne gider, girdaplara dalar çıkar.
Ve efsaneler üretilir hakkında, yok hızla kayalara doğru gitmiştir de tam çarpacakken havalanmıştır filan.
Neyse masallar meraklısına kalsın, biz dönelim kayda geçen vakalara.

BASİT BİR HATAYLA
Titanik’in acıklı akıbeti malum, buna rağmen yolcu gemileri itibarlıdırlar.
Amerikalılar kızağa yeni bir transatlantik koyar, bizzat First Lady (Mrs Roosevelt) destek sağlar. Dizaynını da değiştirirler, kamaralarda oymalı ahşaplar yerine kromajlı çelik, seramik, sentetik malzeme kullanırlar.
Hani sofistike diyorlar ya, basitleştirilemeyen, sınıflandırılamayan girift ama sanki bir şeyleri noksan kalan...
Neyse gemi10 Ağustos 1940'ta demir alır. Boyu 220 metredir, ışıklarını yaktığında yüzen bir şehri andırır âdeta.
Mayıs 1941'de USS West Point adıyla donanmaya katılır. Kamuflaja boyanır, ranzalar takılır, düşünün tek seferde 8 bin asker taşır.
Singapur, Java, Avustralya gibi tehlikeli sularda dolanır. Sığ sahiller, mercanlar, kayalıklar, mayınlar, tayyareler, denizaltılar.
Birçok badire atlattıktan sonra döner işinin başına. İngiltere, Fransa ve Fas’a (Kazablanka) tarifeli seferler yapar. Bilahare Panama tarikiyle Tayland, Phuket, Manila...
Sonra Yunan Chandris grubu alır, adını Australis koyar. Pire ve Süveyş üzerinden Avustralya hattında koşar.
Zaman zaman otel, hastane ve hapishane olarak planlansa da iskeleti sağlamdır. Son bir tamir için römorkörle çekiliyordur ki çelik halat kopar. Çok uğraşır ama bağlayamazlar. Gemi alır başını gider, Kanarya Adalarında oturur karaya.
Dalgalar ürkütücü sesler çıkararak gövdesinde patlar, rüzgâr salonları dolanır, ıslıklanıp uğuldar. Günbegün birer plaka kopar ve sonunda karışır okyanusa.
Sen onca yıl Alman ve Japon namluları önünde dolaş, sonra basit hatayla... Bir nal, bir at hesabı...
Bir tel, bir halat!
ALKOL ÇARPAR
4 Aralık 1872… Atlas Okyanusu...
Dei Gratia gemisinin tayfaları garip bir gemi görür. Bu rüzgârda yelkenlerinin öyle olmaması lazımdır, ne yapmaya çalışıyorlar acaba?
Dürbünle bakarlar güverte boş, in cin top oynamakta.
Bir filika ile yanaşırlar, bağırır, çağırır, ıslık çalarlar çıt çıkmaz. Gemiye girerler kimse yok. Her şey yerli yerindedir, jiletler bile paslanmamıştır daha. Masada, ‘sevgili eşim Fanny….” diye başlayan bir mektup vardır, tamamlanmamıştır daha.
Acaba bir korsan saldırısına mı uğradılar? İyi de ne yüke dokunulmuş, ne kumanyaya.
Gemiyi yedekler, çeke çeke Cebelitarık’a getirirler.
Edinilen bilgilere göre Mary Celeste gemisi iki ay evvel İtalya’ya doğru yola çıkmıştır. Gemide Kaptan Briggs, karısı Sarah, kızı Sophia ile yedi mürettebat vardır. 1.700 varil saf alkol taşımaktadır.
Olsa olsa methodu ile yazılan senaryolardan ilki "içip sarhoş oldular, kavga çıkardılar, birileri birilerini öldürdü, cesetleri suya attılar, filika ile kaçtılar."
Mümkündür, çünkü kan lekeleri vardır ortalıkta.
Ya da birkaç varil devrildi gemide sis ve koku başladı. Filikaya binip mesafe koydular araya. İşte o sıra yelkenler şişti gemi uzaklaştı… Bağlamadıkları urgan pahalıya patladı onlara.
O günlerde Batı’da kadın düşmanlığı vardır, gemide bir hanımın bulunmasını uğursuz sayarlar. Hurafecilere gün doğar: "Yaaa bak demiyor muydum ben sana!"
CIA'İN KİMYASALI
Malakka Boğazı… 1958.
Silver Star gemisi SOS sinyali alınca aradaki 50 mile rağmen SS Ourang Medan’ın yardımına koşar.
Gemi sessizdir, güverteye tırmanırlar, her tarafta cesetler vardır. Kaptan köşkünde, dümen başında, harita odasında. Herhangi bir darp izi yoktur ama kaskatıdırlar, gözleri iri iri açılmıştır, bir şaşkınlık vardır simalarında.
Telsizci koltuğa kaykılmıştır, eli butonun üzerindedir hâlâ. Dışarıda sıcak bir hava olmasına rağmen gemi buz gibidir, kaptan şüphelenir adamlarını toplayıp çıkar.
Tam zamanı!
Henüz uzaklaşmamışlardır ki bir infilak, koca gemi gömülür gider sulara.
Kimyevi silah taşıyor olmalıdır. Muhtemelen sızıntıdan.
İşin içinde CIA vardır, dosya kapatılır, kalkar rafa.
BULAN YAŞADI
SS Baychimo 1914 İsveç yapımı bir buharlıdır.1921'de British Hudson Bay Company satın alır. Kanada sahillerini gezerek kürk toplar, avcılara çay, kahve, tütün, barut ve silah satar.
O kış (1931) Alaska açıklarında buzlara sıkışır. İçlerinden birkaçı geminin başında kalır, gerçekten kıymetli yükleri vardır. 5-6 ayı barınakta geçirmeli ve baharla çıkmalıdırlar yola.
Bekledikleri gibi sıcaklık yükselir, buzlar erimeye başlar. Gelgelelim o günlerde bir fırtına kopar, barakaya kapanır, burunlarını bile çıkaramazlar. Hava sakinleyince baksalar gemi yok, almış başını gitmiş deryaya. Birkaç gün sonra yerli bir fok avcısı gemiye rastladığını söyler, çook uzaktadır ama.
Kaptan Sydney Cornwell gemiye mi yansın yüküne mi? Koca okyanus, nereden bulacaksın bir daha?
Sağdan soldan kırık dökük haberler gelse de birbirini tutmaz.
Alaska hükûmeti gemiyi bulmak için çalışır, mesafe alamaz..
Aklınızda olsun, oralarda bir yerlerde samur dolu bir tekne var. Bulan yaşadı, tiko para.

EN KISA YOL BİLDİĞİNDİR
Octavius üç direkli bir gulettir, yükünü Grönland'a bırakmış dönmektedir (1761). Kaptanın odasında bir kadın ve çocuk vardır. Belki de o yüzden yolu kısaltmaya kalkar ve tekneyi riskli kuzeybatı geçidine sokar. Korktuğu başına gelir, buzlara sıkışırlar.
Hadiseden 14 yıl sonra balina avcıları tarafından bulunurlar. Herald gemisinin kaptanı yanına 7-8 adam alır, yarısı buzla kaplı (ağustos ayıdır oysa) gemiye çıkar. Kaptan masasında donmuştur ama dik oturmaktadır ve elindeki tüy kâğıda dokunmaktadır. Yanında sarışın bir kadın ve yorgana sarılmış bir çocuk vardır, bozulmamışlardır.
Cesetleri buzdan ayırmak için kendi gemilerine dönerler ki alet edevat alsınlar. O esnada Octavius buzdan kurtulur ve alır başını gider deryaya. Bakın şu aksiliğe ki Herald sıkışır bu defa.
Gazetecilere, romancılara ve ressamlara malzeme çıkar.
İşleri ne, allasın pullasınlar.
 .jpg)
ŞİMDİ REKLAMLAR
Anlatılanlara bakılırsa Küba sahil güvenlik ekipleri, uyurgezer gibi dolaşan bir yük gemisiyle, irtibat kurmaya çalışırlar.
Çıt yok, bildiğin mevta.
Bakarlar, tam 90 yıl önce kaybolan SS Cotapix, avare dolanmaktadır sularda.
Seyir defteri muntazamdır, bir sıkıntı göze çarpmaz. Kayıtlara göre Kaptan W. J. Meyer emrinde 32 mürettebat ile çıkmıştır yola.
29 Kasım 1925'te Güney Carolina'dan 2 bin 340 ton kömür almış, 2 gün sonra acil durum çağrısı yapmıştır filan.
Efendim, üçgenler, şeytanlar, Bermuda...
Turizmle beslenen Küba'nın ihtiyacı vardır bunlara. İyi de hani gemi? Yok ortada.
Araştırmacı Barnette ise Cotapix'in Florida açıklarında Ayı Çukurunda battığını açıklar. Su altı fotoğraflarını yayınlar ayrıca.
BATILA YALAN GEREK
Kaptan Simon Reed nişanlanmıştır, bunu kutlamalıdır arkadaşlarıyla. Sevgililer Günü’nde (14 Şubat 1748) dostlarını gemisi Lady Lovibond'da ağırlar, ufak bir deniz turu iyi gelecektir onlara. Bakın şu işe ki tayfalar arasında sevgilisi Anetta’nın ilk kocası John Rivers da vardır. Mutlu çift neşeli kahkahalar atarken John öfkeye kapılır. Gece dümenciyi öldürür, kontrolü ele alır. Gemiyi Goodwin Sands kumsalına çevirir, hiçbirine acımayacaktır.
Ve gemi hayaletlere karışır. Güya kuğu kesilir, karanlık geceleri aydınlatır.
Aradan 50 yıl geçer, yine böyle bir şubat günü Edenbridge kaptanı James Westlake Lady Lovibond'u gördüğünü söyler, bir balıkçı teknesi de katılır iddiaya. Gazeteciler mal bulmuş gibi atlar, köpürtür, parlatır Sevgililer Günü’ne atıfta bulunurlar.
Araştırmacı George Behe ve Michael Goss çok çalışır ama tek iz bulamaz.
14 Şubat dümeni.
Âşıklar para harcasın ki, patronlar yükü tuta.
.
Çevremizi de tükettik kendimizi de…
5 Haziran 2021 02:00
Müsilaj denen canavarı elimizle besledik. Yağ, deterjan, boya... Denizi de kusturduk sonunda.
Bugün 5 Haziran Dünya Çevre Günü!... BM’nin düzgün yaptığı tek iş yok, buna rağmen “çevre çağrısına” bigâne kalamayız, velev ki birilerinin değirmenine su taşıyor olsalar da. Kyoto Protokolü, nükleer atıklar, kimyevi silahların sınırlandırılması filan.
Alayı yalan, eğer yasaklı bombalar Suriyelinin, Filistinlinin, Azerbaycanlının başında patlıyorsa kimin umurunda? Eskiden kınarlardı, artık o bile zor geliyor. BM adam olsa Esad’ın, Netanyahu’nun, Paşinyan’ın, dolanamaması lazımdı ortalıkta.
Neyse... Gelin biz kendimize bakalım, yerküremiz için neler yapabiliriz acaba?
.jpg)
DENEMESİ BEDAVA
Bir ara okumuştum. İngiltere’de 130 kiloluk bir teyze, 1965’teki gibi yaşamaya başlıyor. Alışverişe yürüyerek gidiyor, asansöre binmiyor, kumanda cihazı kullanmıyor, bahçeye çiçek ekiyor, çamaşırlarını ipe seriyor...
Ne ekstra spor, ne de kalori hesabı, bir sene sonra 65 kiloya düşüyor, kendini fevkalade zinde hissediyor.
1965 yılında biz n’apıyorduk sahi?
Ümraniye’deydik o zamanlar...
Enerjiyi kesinlikle israf etmiyorduk, elektrik yoktu zira.
Su telefi de mevzubahis değildi, musluklar ıslık çalardı açınca. Küçük büyük, evin bütün erkekleri suya gider, tulumba çekmekten avuçların nasır tutar. Galvaniz kovaların sapı tel gibi incedir, elini yarar. Bir de altı dar, üstü geniş değil mi? Çalkalandı mı üst baş sırılsıklam.
Eh bu su boşa akıtılır mı? Gıdım gıdım kullanılır. Belki de bu yüzden boşa yanan ampule, damlatan musluğa dayanamayız hâlâ…
Öyle döne döne duş yapmak ne mümkün? Soba üstünde güğüm ısınır, götürüp kazanda bakraçta ılıştırırsın, maşrapa ile dökersin vücuduna.
Bir de suyu Çamlıca’dan gelen bir çeşme vardı, içmek için alırdık. Nasıl kuyruk; tenekeler, bidonlar... Seher vakti git, kırk kişi başında.
Henüz şampuanla tanışmış değildik, iri kesim sabunlarımız olurdu, halis zeytinyağından, mis kokar, saçını ipek yapar.
Kadınlar temizlikte mayi sabun kullanır, suya toprağa zararı dokunmaz. Ama Tursil ve Mintax aporttaydı, ayak sesleri duyulmakta...
PEŞKİRDEN KÂĞIDA
Otellerde, plazalarda görüyorum, adam en üstten bir aşağı inecek, taa bodrumdan asansör çağırıyor. Ne yaptığının farkında değil, gözü telefonunda.
Bakıyorsunuz elini kurulamak için metrelerce kâğıt yoluyor. Gitti mi koca kütük boşa?
Biz peşkire silinirdik, helâmızda taharet bezlerimiz olurdu, çivilere asılırdı ucundan.
Alamancılardan duyardık, gâvurun tuvaletinde su yokmuş da, kâğıt sarkarmış duvarda. Olacak şey mi canım, hürmetli kâğıt necasetin yanında?
Mahallede kimsenin otomobili yoktu, cadde üstünde birkaç damalı taksi yatar, herkese yeter artar.
Şehirle bağlantımızı İETT otobüsü ve çeyreklerde kalkan FeKa’lar sağlar.
Kadıköy’e gidecekler Kısıklı’ya yürür, binerlerdi tramvaya.
Yani egzoz emisyon gailesi de mevzumuzun dışında.
.jpg) 
TABAKLAR SIYRILA
Ekmekçi sabah erkenden dolanır. Merkebinin üzerinde iki büyük küfesi vardır, iri yuvarlak somunlar satar. Kabuğu kalındır, sıcakken çıtır çıtır, mis gibi buğday kokar.
Ekmek son lokmasına kadar yenir, kırıntılar parmakla toplanır atılır ağza. Yere düşen parça öpülür, başa konur. Yemek bitince sofra bezi itina ile katlanır, silkelenir kuşların alıştığı kuytuya.
Tabakta bir şeyler bırakma hastalığı... Hayır asla! O günlerde ortadan yerdik zaten, herkes kaşık atar çinko sahana. Kesinlikle artmaz, atılmaz. Ekmekle sıyırıp sünnetleyene “Aferin” derler “nişanlın güzel olacak!”
Şimdi bakıyoruz, çöplerde ne kekler ne börekler, adam beş ekmek alıyor birini yiyip dördünü asıyor konteynerin yanına.
Hayır efendim sütçüler filan almıyor, hayvanlara da verilmiyor, çünkü yemyeşil küfleniyor.
Poşeti gurbetçilerde görmüştük ilk defa. İyi kötü bir çantaydı savurup atıyorlardı ama. Gazı bitince atılan çakmaklar da tuhafımıza gitmişti. Bu nasıl bir müsriflikti? Sirkeci’ye götürüp sibop taktırsalardı ya!
Pazara sepet ya da pazar çantası ile gidilirdi. Patates soğan alacaksan file kullanabilirsin ama meyve açıktan taşınmaz. Alan var alamayan var, göz hakkı olur sonra.
ÇAKIR GÖZLÜ MARMARA
Gelelim üst başa, babanınkiler abine uydurulur, abininkileri sana… Yakalar ters yüz, dizlere yama.
Ne zaman ki naylonlar, orlanlar çıktı terlemeye başladık. Koktuk kirlendik, cilt hastalıklarıyla tanıştık o saatten sonra.
Üsküdar’a inen balık alır, kalkan, kılıç, kofana… Hiç olmadı palamut bakarsın, çifti iki buçuk lira. Lüfer almayanı dövüyorlar zaten, bedavadan ucuza.
İstavritmiş, izmaritmiş gümüşmüş, mezgitmiş kıymeti yok, dağıtılır fukaraya.
Müsilajı görmemiş, göreni de duymamıştık daha.
Suni gübre ve tarım ilacı bilmezdik, bir domates kesersin alır seni götürür bostana. Seyyarlar salatalık soysa caddeler kokar, kaynamış mısır ona keza. Kavunlar esans küpü, şeftalinin mandalinanın rahiyası komşuyu tutar.
Karpuzlar iri siyah çekirdekliydi, tohumluk ayırabilirsin kenara.
Bakkala ben giderdim; 2,5 lira veririm, yarım kalıp peyniri teraziye atar. Her seferinde 250 gram, ne eksik ne fazla.
Bazen inisiyatif kullanır helva alırdım, onun da fiyatı o civarda. Henüz glikoz, koruyucu boya moya yok, tepsiyle gelir, kırılır, dağılır, mis gibi susam kokar ve ağzınızı ılıcık yapar.
On lira bir eşikti sanırım. Zeytin de on lira, et on lira… Uzun yıllar böyle gitti, enflasyon daha sonra…
SABAH HOROZLARLA
Cemaat yatsıdan çıktı mı bi’ sükûn çökerdi sokaklara. Sabah ezanı ile kapılar açılır, kepenkleri kalkar metalik şakırtılarla.
Gürültü kirliliği yoktu, taaa Namazgah’ta vites değiştiren kamyonun sesi gelir kulağınıza.
Böyle cipsler, çikolatalar ne gezer, bayılırdık kuru üzüm, leblebi, iğde ve keçiboynuzuna. Derken suni gıdalar çıktı. Sana, Oralet, Vita…
Tanıdığımız tek şişman Necdet Tosun’du, obezite mefhumu duyulmamıştı daha.
Sonra Üsküdar’a taşındık (1967). İlk geceyi unutamam, Barbaros Bulvarı’na bakakalmıştık karşıdan. Sağ şerit kıpkırmızı stop lambası, sol şerit bembeyaz far. Akıyor da akıyor. Yıldızlar solmuştu âdeta.
Bu büyük bir sıkıntı biliyor musunuz? Kuşlar, arılar yuvalarını ararken Ay’ı kerteriz alıyorlar. Eğer ortalıkta aydan daha parlak ışıklar varsa…
Derken buzdolaplarını, gardropları doldurduk, üç adımlık mesafe için basar olduk marşa. Bir bisikletle her işimizi görebilirdik oysa.
Eskiden süt ve gazoz şişelerini saklar, tekrar satardık bakkala. Şimdi depozito yok, ekleniyor fiyata, biracılar son yudumu çekti mi vuruyor asfalta, yerler sırça.
Araziler poşet içinde, biliyor musunuz bunu yiyen sığırlar çıkamıyor sabaha!
Plastik, bin senede çözünüyormuş, bir nesil 20 sene olsa, “torunumun torununun torunu” diye kaç defa saymam gerekecek acaba?
Konforkolik olup çıktık, ne çocuklarımıza acıyoruz ne mahlukata.
KÜLLİ KEŞFÜN MUZIR
Geçen bir avcıyı sıkıştırdım, “iş mi yani” dedim, "ne istiyorsunuz el kadar kuşlardan?"
-Bizim vurduğumuz üç beş tane, onu da zayi etmiyor, yiyoruz. Ama dere tepe dolaşırken görüyoruz ki, binlerce kuş tarım ilacından telef olmuş, kurumuşlar kırda bayırda.
Kuş azalırsa ne olur biliyor musunuz? Keneler çayırları, tırtıllar ormanları sarar. Felaket kapıda...
Radyasyon ayrı dert, sabah akşam güvenlik kapılarında röntgenimiz çekiliyor... Mahallenizde baz istasyonu olmadığını sanıyorsunuz di mi? Reklam totemlerinin, minare şerefelerinin ve soba bacalarının içi cihaz dolu, yakın mesafeden sıkıyorlar sırtınıza.
Tamam kuluz, kusurluyuz, hata yapar, pişman oluruz. Umulur ki affeder Cenab-ı Mevla.
Ancak Rabb’im insan ve hayvan hakkına karışmıyor.
Tamam kimsenin malını çalmamış, kalbini kırmamış olabilirsin ama geceleri baca filtrelerini devreden çıkarıyor, kimyevi atıkları suya salıyor, bağda bahçede şuursuz ilaç kullanıyorsanız hesabınız çetin olacak.
Ruz-ı mahşerde astımlı çocuklar, kuşlar, balıklar ve envai mahlukat yapışacak yakanıza.
Ne diyebiliriz ki onlara?
.
Unkapanı’ndan Kurt kapanına
12 Haziran 2021 02:00
Şöhret olmak isteyen saflar, tarlasını tapanını satar, gelir “ün” kapanında kapana kısılırlar
Bizde devlet ve millet ayrı kulvarlarda yürür bir türlü buluşamaz. Ankara obua, viyola peşindedir, Anadolu davul, zurna.
Polis radyosu ufaktan çizgiyi zorlasa da TRT yasakçıdır hâlâ.
Devlet işi gücü bırakır, klasik Batı müziği dayatır. Şimdi de Niccola Paganini sonatae di lucca opus bir sürü rakam...
Sen avamsın karar veremezsin! Benim seçtiğimi dinleyeceksin!
Yaa öyle mi al radyonu çal başına!
Vaziyetten vazife çıkaran müteşebbisler kaset işini parlatırlar. Seyyarlar bir pazar arabası ayarlar, teyp ve akü bulur, ulu perdeden girerler yayına. Yanında yöresinde diğer kasetçiler de tıngırdar, nağmeler birbirine karışır, “rabarba!”
Yetmişli yılların Topkapı’sı felaket gürültülüdür, kornalar, sirenler, çıngıraklar, n’alırsan bi’ liracılar... At satarlar hatta.
.jpg)
TELİF DE NE YA?
Kasetçiler umumiyetle minibüsçülere hitap eder, arabeskin dibine vururlar.
Eğer kadınlar korosundan “tennenni tennenni terenom” istersen, takar bi’ A. Avaz bağırtır avaz avaz. Bu kibarca “Yaylan” demektir, “hadi karrrdeşim sağdan!”
O yıllarda semtin ne kadar bakkalı, çakkalı varsa o kadar da kahvesi, birahanesi, totocusu, ganyancısı, atari salonu, tekel bayii ve plak evi vardır.
Eğer civarınızda bir kasetçi bulunuyorsa yanmışsınız, çocuk uyuyormuş, yaşlı varmış, kimin umurunda?
Bir şarkıcının çok olsun on tane tutan parçası olur, yapımcı hepsini bir kasette toplamaz, on ayrı mal sürer piyasaya. Gerisi dolgu malzemesi, makara kukara.
Müşteri de az çakal değildir, gider boş bir kaset alır (Sony, Maxell, Raks) istediklerinin listesini yapar, doldurtur esnafa.
Araya mesaj da koydurabilirsin icabında. “Hale, Jale ve bütün mahalle...”
Evet onlardan.
Ekolar abartılıdır, aksiseda tedricen azalır, sanki tekerrür eder uzaklarda.
BATSIN BU DÜNYA
Mahalle abilerinin çift yollu (double deck) cihazları olur. Kayıt yapar eşe dosta. Yoo para için değil, hatırına.
Zamanla evler kaset çöplüğüne döner, analar kızar, “Bak bir gün bunları atacam ha sobaya!”
-Tamam gııı toplıycaz!
Arabalar desen ona keza. Torpido, güneşlik her taraf kaset. Lagalara girdikçe, kutular şıngırdar.
Dolmuşçu kardeşim sabahın seherinde Müslüm koymuş, gam, kasavet, tasa... Bıktım be usta!
-Birader değiştirsene şunu.
-Olur şeker abim.
Takar ağlangaçlı çocuk sesleri.
Yok boynu bükükler, yok acıların çocuğuyam... Biteviye dert, hüzün, isyan; sonunda kendini doğrar.
Kampanya abiler!
Kaset alana, jilet bedava.
JAPONLAR TAPON MU?
Teyp gurbetçilere ısmarlanır, Alamancılar işi bilir, bir yerlere saklar, gümrükten yırtarlar. Philips, Grundig, Telefunken, ITT Schaub Lorenz, Blaupunkt ya da Saba.
Ne kadar paran varsa...
Kaset bitince stop eder, çıkarır ters çevirir yine takarsın yuvaya. Sonra “auto-reverse”ler gelir, hiç durmaz öbür yüzünden devam eder okumaya.
Kasetler zamanla yamulur, bozulur, demir iyonları mıknatısa doğru akar. Misal hoparlör yanına konan bandın şaftı kayar. Ses yokuş çıkan kamyon gibi inler, boğulmaya başlar. Bazen incelir çatallanır, vici vici kulak tırmalar.
Kristali kolonyalı pamukla silersiniz düzelmez, ı ıh olmayacak galiba.
Bazı tırık teypler bandı kafaya dolar, yanında timsahlı kalem yoksa saramazsın başa. Müzik kasetlerinin üzerine kayıt yapılmaz ama alttaki boşluğu selobantla kapatırsan kullanabilirsin pekâlâ.
Teyp dediğin okkaya gelmelidir, bitpazarında metal kasalı Almanlar prim yapar. Japon malı tapon malıdır, hele müstameline mangır çıkmaz.
Sonra bakarlar ki, hafif mafif ama bozulmuyor. Sesi de diğerlerini aratmıyor. Üstelik radyosu, saati ve gece lambası da var. Sony, Sharp, JVC, Hitachi, Kenwood, Pioneer, Panasonic, Fisher, Sansui, Toshiba, AKAI, AIWA patlar gider, Almanların tozunu atar.
Yerliler de fena değildir. Vesteller, Arçelikler, Bekolar... YU-MA-TU (Yusuf - Mahmut - Tuncay) aldığı parayı hak eder fazlasıyla.
ŞÖHRET YOLUNDA
Eskiden boyu bosu, kaşı gözü yerinde olanlar İstanbul’a gelir. Haydarpaşa’da tahta bavuluyla iner, şöyle “Geldim” gibilerden bir şehre bakar.
Sonra doooğru Yeşilçam’a!
Derken ne kadar düğünde tombada söyleyen muganni varsa alır sazını düşer yola. Bu defa Harem tarikiyle, Unkapanı’na.
Yapımcı istikbal gördüğü şarkıcıya sahip çıkar, tutmayacak adamla uğraşmaz. Ama şöhret meraklıları yapışkandır, kapıdan kovsan bacadan.
Stüdyolar sabah akşam doludur, iş kesafetinden teknisyenlerin çayı soğur bardaklarında.
Koliler, koliler, koliler... Hamallar bile şaşar, bunları kim alıyor ya?
Bazı hevesliler muhatap bulamayınca söz ve beste ayarlar, aranje ettirir, seslendirip mastırını alır.
Ama bunu piyasaya arz için yine İMÇ’ye gitmeli, bir aracı bulmalıdır ivedi kaydıyla. Çünkü bandrol sadece yapımcıya verilir, şahıslar alamaz. Bu yüzden eli mahkûm düşecek, yalvaracak.
Bazı plakçılar mevzuyu Ağrı’nın ardı gibi anlatırlar, yok dosya hazırlanacak da, meslek birlikleri tetkik edecek de, Bakanlığa sunulacak da...
Reklam, dağıtım, iade... Bunlar hep korkulu rüya.

UYAN DA BALIĞA
Unkapanı’nın uyanıkları gelen ürüne istihza ile bakar “Bize yaramaz” der tavır yapar. Suratından düşen bin parça. “Yok niye vokal kullanmadın?” “Araya bi’ klarnet almaz mı insan?” “Keşke soraydın bana!”
Tüh tühler, vah vahlar. Muhatabı kıvama gelince “Gel şunu baştan yapalım” derler, “bir de klip çekelim, zımba gibi çıkalım piyasaya!”
Garibim malını mülkünü satmıştır, henüz hadisenin şokunda. Gider kalanları da satar, sermayeyi hayale yükler sonunda.
Bazı firmalar da “Tamam yaparız ama” derler, “masraf yarı yarıya. Peşin ödeyeceksin, tutar mı, tutmaz mı bilmiyoruz, muamma!”
Ya da “Sen hiç karışma” derler, “al yüzde beşini, bak dalgana!”
“He” mi dedi? Zavallıya öyle bir sözleşme imzalatırlar ki, bukağısız köle olur o saatten sonra.
Nüfusumuz 50 milyon iken 117 milyon bandrollü kaset satılmış, üç misli de korsan olsa, takriben 10 adet düşer kişi başına. Yedi kaset, üç CD fabrikası vardır, mal yetiştiremez piyasaya.
Öyle 50-100 bin satan şarkıcının yüzüne ile bakılmaz, şimdi 20 bin satana ödül veriyorlar alkışlarla.
Kasetin ardından CD ve DVD ile tanışırız. Çizilen diskleri dikiz aynasına bağlarız, polis radarlarına birebirdir rivayet doğruysa...
Ardından MP3 yayılır, bir darbe daha.
Hele internet çıkar, çivisi de çıkar. Bacak kadar tıfıllar cep telefonu ile klip yapar, YouTube’a atarlar.
SİSTEM KORSANA...
Efendim bu ses saklama işine ilk defa Smith adlı bir Amerikalı kafa yorar (1888), demir tozuna bulanmış şeritlere manyetik tescil yapılabilir mi acaba?
Bir yıl sonra Poulsen “telegrafon” adlı cihazıyla Paris Fuarı’na gelir ve Avusturya İmparatoru Josef’in sesini alır kayda.
1923’de Pfleumer uzun ince kâğıtları zikrolunan kimyasallarla kaplar. 1935’de Alman AEG beklenen “magnetofonu” yapar, BASF bant sağlar ona.
Ancak makaraları korumak zordur, bunları kartuş içine mi alsalar acaba? Nitekim Philips kompakt kaseti yapar ve sunar (1963) Dolby sistemle dip seslerini azaltır ayrıca. Sony ise “Walkman” ile koca teybi cebimize sokar (1979)
Türkiye piyasasına Alman Odeon, Amerikan Columbia, İngiliz His Master’s Voice ve Fransız Pathel hâkimdir. Bunlar Rum, Ermeni ve Yahudilerle çalışırlar. Menderesli yıllarda bizim çocuklar iner sahaya. Ama nasıl? Kıran kırana!
Yerli kaset firmaları “Plaksan, Raks, Kervan, Minareci, Elenor, Uzelli” üretime başlar.
Ne telif diye bir mefhum vardır ne de mevzuat. Gün doğar korsana.
YASAKLANSA DA SATILSA
Kaset deyince aklınıza sadece müzik gelmesin. İlim adamları, lisan kursları ve gazeteciler de kullanırlar.
Siyasette önemli bir silahtır sonra. Lider gidemediği yerlere bandını yollar.
İran’da çarşı kasetle karışır mesela, koca Şah ve SAVAK (istihbarat) âciz kalır el kadar plastikler karşısında.
Malum, rahmetli Kadir Mısıroğlu Eskişehir’den geçerken tutuklanır, içeri alınır. Birisi kaset mi yakalatmış ne? İrfan Özaydınlı pusuda.
O günlerde örfi idare komutanlarının eli güçlüdür, sizi mahkemeye çıkarmadan içerde tutabilirler kolayca. Tabii bir serseri şişlemezse o arada.
Hatip susturmak kolay da, ya kasetler? Her teyp bir Kadir Hoca olduktan sonra?
Şivan Perver kasetleri el altından satılırdı, deli para. “Kürtçe serbest” dendi, alayı ıskarta.
Kaidedir: Yasak, yasaklanana yarar daima.
OLMASA GELMEZDİ
Adam otomobilini çaldırmış, yanmış yıkılmış. O zamanlar bir TOFAŞ, ev arsa parasına.
Ertesi gün bi telefon, “Abi in aşağıya, araban kapıda! Yalnız bi’ kaset vardı aldım, haberin ola!”
- Araba geldikten sonra kaseti soracak değiliz ya!
- Zaten o kaset olmasa otomobilin dönmezdi sana!
TGRT’nin sesli yayınlarından biri efendim, Bişr-i Hafi Hazretlerini anlatıyor tiyatro tadında.
.
İsteme veresiye sevelim ölesiye
13 Haziran 2021 02:00
Bakkal dert dinler, borç verir, teselli eder, emanetçilik yapar, adres gösterir, kiracı bulur, evinizi satar ama marketler gelince sırt çeviririz onlara.
Bakkal dediğin loş olacak, kapıdan girdin mi yüzüne tatlı bir serinlik ve o nevi şahsına münhasır koku çarpacak.
Vitrin mühim değil, terekte üç şişe ispirto dursun yeter, hani renk yapacak kadar.
Mahalle bakkalı sabah namazını cemaatle kılar. Seherin bir vakti “şarrrr” diye bir ses, kepenkler kalkar. Haydi Bismillah!
Az sonra fırıncının Desoto’su gelir, gargargar… Ortalığı kesif bir benzin kokusu sarar. Şoför iki kasa ekmek bırakır. Çıtır somunlar kapı önündeki dolaba dizilir, camları buhar basar.
Önce işçi memur takımı sökün eder, bunlar ekseri ekmek arasına katık koydururlar... Katık derken?
Değişir valla, genelde peynir, zeytin, yumurta (kaynamışların üstü kırmızı boya). Nadiren yağ-bal, sucuk-kavurma.
Keyfine kalmış, eski kaşar ve helva da yakışır somuna..
Sonra öğrenciler görünür; kalem, silgi, el işi kâğıdı, Uhu, boya…
Ve kadınlar dökülür. İlk tur yemek için. Mercimek, nohut, kuru fasulye, yağ, soğan, biber, salça…
İkinci tur temizlik için: Tuz ruhu, kezzap, mayi sabun, Puro, Fay, Pop, bulaşık teli, Mintax, çivit, kola…
Üçüncü tur sanat için. Orlon, şiş, çıtçıt, kopça, makara… Tığ Tulip olacak ama... İpler Örenbayan ya da Çapamarka.
Ve son tur akşam sefasına. Çay, şeker, lamba camı ve sımışka (Ay çekirdeği, gündöndü ve çiğdem de diyebilirsiniz buna).

SELE LEĞEN TENEKE
Her malın ayrı bir kabı vardır, yoğurt “almiyon” tepside sunulur mesela. Bakkal kâsenizi sağ kefeye kor, darasını alır ve küreği işlemeye başlar. El terazi, göz mizan; nadiren ilave eder ya da üstünden alır, attı mı tamam.
Helvalar leğen içindedir, henüz glikozu tanımadıkları için bıçak atınca kırılır dağılırlar. Nohut kadar kopar, at ağzına. Dilini damağını ıscacık yapar. Kavrulmuş susam kokusu... Ne rahiya ama?
Peynirler tuzlu suda yatar. Zeytinler sele sepet içinde sunulurlar.
Ambalaj da yoktur, koruyucu da. Şimdi paketler kimya dersi gibi. Boyalar, doğala özdeş aromalar… E bilmem kaçtan başlayıp sıralıyorlar. Çin tuzu yemem diyen hata ediyor.
Bisküviler teneke kutularda gelir, üzerlerinde Petit Beurre yazar. Frenkçede pöti: minik, bör ise tereyağı. Bisküvinin dört köşesindeki çıkıntılar dört mevsimi, çevresini saran 52 diş yılın haftalarını, 24 delik ise günün saatleri temsil ediyormuş. Ben saymadım, öyle diyorlar. Siz sormadan söyleyeyim finger ise parmak.
Şekerler kavanozlaradır. Sütlü Ender para üstü olarak da kullanılır icabında…
Un kurabiyesi ve çifte kavrulmuş lokum ona keza...
Gaz, sütçü litresi ile ölçülür, koca varil bakkalın havasına ipotek koyar. Belki de onu dengelemek için kolonya damacanası bulundururlar. Yanındaki fısfısı sıkarsanız hazne dolar, altında musluğu vardır, minik huniler her şişeye uyar.
AĞIRDAN AL!
Yumurta sepeti saman doludur, elinizi gezdirirseniz biri çarpar. Kaldırıp okkalarsınız. Ağırsa al! Hafifse çaktırmadan koy kenara…
Hayat bilgisi dersinde öğretirler, yumurtayı tuzlu suya atın, batarsa tazedir, yüzerse bayat.
Opon, Aspirin, Gripin, okjijenli su, tentürdiyot, Pertev krem, sargı bezi...
Şimdi eczacı nasıl kızmasın sana?
Mantar tabancası, çatapat, çıtçıt, gaz ocağı iğnesi, horoz şekeri, topaç, kaytan.
Köy bakkallarının ürün gamı daha geniştir, takım elbise bile satarlar. Onlar hem şarküteri, hem zayireci, hem bonmarşe, hem hırdavatçı, hem zücaciye, hem tuhafiye hem de manifaturacıdırlar. Traktör lastiğinden tarım ilacına, dana çıngırağından tırnak makasına... Orak, tırmık, çapa ne aranırsa…
Bakkallar hatırlı müşterilerini kayırır, ne bileyim kelle peyniri gelir, bir topak ayırır.
İyi ceviz, has pekmez, bastuk, pestil, dut kuru düştü mü haber verir dostlara.
Ecevit devrinde çaysız şekersiz sigarasız kalmazsın, senin ki ayrılır kenara.

KİRALIK DAYRE
Bakkal emlak işiyle da uğraşır ama bilabedel, sevabına.
Hamdi Amca evi kiraya veriyormuş ha?
Ya Hamdi, şeker adam da o ev harap, viran. Kiremitleri bir türlü düzen tutmadı, bacası da lodosa açık, tüterse şaşma.
Bakkal yarı muhtardır sonra. Git mahalleliyi sor ona. “Abi, filancalar bizim kıza talip, n’apsak acaba?”
Tamam delikanlı çocuk, yalanı dolanı yok, hesabına da sağlam. Yalnız biraz aklı havada. Bence acele etmeyin, bi askere gitsin gelsin, ondan sonra.
Hepimizin bebekliğini bilir, kim arsız, kim huysuz, kim efendi, kim çakal.
Kimin çorabında Bafra var?
Bakkallar aileden biri gibidir, diyelim evde yoksunuz, postanızı alır, misafirinizi oyalar, çocuğunuza mukayyet olurlar.
Bazen fırın mis gibi kokar, dayanamaz bir somun alırsın. İyi de önünden nasıl geçeceksin şimdi, ayıp olmayacak mı bakkala?
Öğlen vakti bakkal abla sefer tasıyla yemek taşır kocasına. Adamcağız atıştırırken bir süre hanımı bakar.
Eskiden hırsızlık ney bilmezdik, esnaf kapısını kapamaz, eşiğe sandalyesini kor, gönül rahatlığıyla gider namaza. Çekmece mangır doludur oysa.
Zaten yabancılar başı önde dolanırlar, gözleri ayaklarında. Mümkün mü öööle camlara. “Huoop birine mi baktın bilader!” Alıverirler araya.
SANA YARAMAZ!
Farzımuhal şundan bundan aldınız, koydunuz tezgâha. Bakkal mırıl mırıl toplar, elde var iki filan der, yekûnun altına iki çizgi atar. Küsurat küçükse bir çizgi de ona.
Bazen paketlerden birini alır, geri koyar rafa. “Bu sana yaramaz” der usulca.
Bir ara kestane getirmişti. Sordum, “Hacı nasıl?”
-Akşam eve götürdüm çocuklar hiç hoşlanmadılar.
Bakkalda dolaşırken leblebi çekirdek yiyebilirsin. Başından helalleşmişsindir, teklif olmaz.
Derken efendim, tahta vitrinleri kırıp alüminyum doğrama yaptırır, camına “Gıda Pazarı” yazdırırlar.
Sonra bir hamle daha; buzdolapları, renkli floresanlar, market olurlar güya.
Ah öyle oldum demekle olunsa…
SON MOHİKAN
Karagümrük, Derviş Ali mıntıkasında Özdemir Gıda’nın sahibi Bekir Abi, Vefa’dan sınıf arkadaşımdır, kardeşi Mehmet de kibar bir insan. Onları hiç şikâyet ederken görmedim daha. Sürekli hamd ve şükür var ağızlarında. “Eğer” diyorlar, “seçme ürünler sunarsanız, sofrasına itina eden insanları kazanırsınız. Evet, biraz pahalıdır ama memnun kalırlar. Biz 41 yıllık esnafız, tanınırız civarda. Lakin yenilerin işi zor. Kira verecek, adam çalıştıracak, zincir marketlere karşı tutunamaz bu saatten sonra.”
Hadi diyelim boş dükkânın var?
Ne yapacaksın? Manav mı kasap mı? Telefon mu satacaksın yoksa? Çevremizde hangisi yok ki, en büyük rakip de internet, getiriyor kapına.
Marketler içeri gireni önce çikolataların bisküvilerin bulunduğu alana alır. Ardından büyük indirim, şok tenzilat afişleri ile ıncık cıncık arasında dolaştırırlar. Hâlbuki en çok gidecek ürün ne? Ekmek! Onu en uzak noktaya koyar, sana koca bir tur attırırlar. Çıkış kapısına varana kadar gözünüze bir şeyler çarpar, kasa önünde beklerken bile sepete ıvır zıvır koyarsınız. Bu bir ilim, üzerinde master, doktora yapılıyor.
Hâlbuki bakkala gitsen ekmek alıp çıkacak, poşetler dolusu abur cubur toplamayacaksın. Üç beş lira kâr edeyim derken on mislini harcatırlar sana.
Artık esnaf daha erken gelip, daha geç gider oldu. Marketler açılmadan ve kapandıktan sonra ne yaparlarsa…
YAZ DOSTUM
Diyelim ay sonu, dibe vurdunuz. Önce kenarı köşeyi dolanıp süt ve gazoz şişelerini toplarsınız ama depozitolar pek dişe dokunmaz.
Mecburen yüzünüzü karartır, “Yaz be Usta” dersiniz, hem de “Veresiye satan şöyle, peşin satan böyle” levhasına baka baka.
“Geldi bir sarı çizmeli daha”
Demez tabii, yıpranmış defterini açar. Hani öğretmenlerin “Ne o bakkal defteri gibi” dedikleri vakıa. Hekim yazılarını eczacılar da söker ama bakkal hattını başkası okuyamaz. Öylesine şifreli bir yazı işte, sanırsın devlet sırrı, siyakat divani arasında.
Aynısını sizin elinizdeki kareli bloknota da karalar ki hesaplar tuta. Borcu geciktirmesen iyi olur, garibin sermayesi mahduttur zira.
Ve bir gün ağniya-i şâkirinden (şükr eden zenginlerden) biri gelip sorar: “Var mı fukara-i sâbirinden (sabırlı fukaradan) sıkıntıya düçar olan?”
-Olmaz mı? Bir hasta, bir dul, bir de hemen şu arka sokakta…
-Sus adını söyleme! Cem’an kaç lira?
Kulak arkasından kalem iner, kese kâğıdı üzerinde işlemeye başlar. Diyelim 512 lira. Meçhul misafir bir morluk atar, bakkal da şevke gelir, bakiyeyi karalar.
Günler sonra veresiyeci gelecek, elindeki yırtık pırtık banknotları uzatacaktır. “Vaziyetimizi biliyorsun Usta, kusurumuza bakma!”
Bakkal “Koy onu cebine” diye fısıldar, “hesabın tamam!”
Duanın bini bir para.
Bu cemiyet batar mı ya?
.
Dünyayı temizleyicilerle kirlettik!
19 Haziran 2021 02:00
Yeşil sabun ve tokaçla çamaşır yıkamak kolay değil, lakin bunun ne size zararı olur ne de tabiata. Efendim sabunun 5 bin yıllık bir mazisi var. Sümerlerden beri denenmiş, onaylanmış. Önceleri mürver ağacı, don yağı ve odun külü ile yapılır, sonra zeytin ve defne yağlarıyla. Fenikeliler taa Galya’ya kadar götürüp satarlar. Asr-ı saadet Medine’sinde çamaşır suyu hatmi çiçeği, sedir yaprağı ve çöven otu ile yumuşatılır. Türkler de soda, saparma, süt kökü, kaşık otu, herdemtaze, tavşankulağı gibi otları iyi tanırlar. “Simyacıların babası” Cabir ibni Hayyan sabun yapımı üzerine hayli detaylı yazar. Avrupa Orta Çağ kiri ve karanlığında iken Trablusşam sabun üssü olur, Akdeniz’in bütün limanlarına mal yollar. Onlardan gören Ceneviz ve Venedik de imalata girer (15. yy.). Marsilya, Kastilya derken piyasa renklenmeye başlar. Osmanlılar da çiçek sabunu, misk sabunu, hünkâri, paşa, alaca, kara, rahiyalı, Kandiye, Girit, Halep, leke ve fes sabunu ile cevap verir onlara. Edirneliler sabunu meyve gibi şekle sokar, itinayla boyarlar.
.jpg)
BASİRETSİZ GENERAL
1760’da Fransa’da 140 sabuncu vardır, 1804’de 360’ı aşar. Sadece zeytinyağı ile de kalmaz, don, koko, palm ve bilumum tohum yağlarını kullanırlar. Kimyager Leblanc tuzdan soda üretir, Chevreul ise sabun altı sularından gliserin yapar. Napolyon gereksiz harplere girer, hazinede mangır kalmaz. “Para para para” diye sabunculara saldırır. Yüklü vergiler koyar, sektörü boğar. Sabun kullanımı azalınca hastalıklar artar, astarı yüzünden pahalıya çıkar. Fransız sabuncuları neden sonra kendilerini toplar, kazan fokurdatmak yerine buhar kullanmayı dener, el işçiliği yerine makineleri devreye alırlar. O yıllarda bir milletin “medeniyet seviyesi” harcadığı sabun miktarı ile ölçülür ki, ABD kişi başına 11 kg ile tur bindirir akranlarına (1930’lar). Bizde Antakya, Kilis, Nizip ve Ayvalık eskiden beri sabun üretir. Eğer zeytin, bıttım ve defne yağı içine bir miktar alkali (odun külü ya da kostik) atar çırparsanız sabunlaşma başlar. Bazıları reaksiyonu hızlandırmak için kaynatır, çiçeklerle rayiha kazandırırlar. İyi bir sabun için iyi bir zeytinyağına gerek yoktur, küpün dibinde kalıp ağırlaşan yağlar da fevkalade işe yarar. Peki ya şampuanlar? Hayır efendim onlar sabun değil, tasnifte deterjana giriyorlar. Gideceği yer malum, olacağı denizde salya.
NE KAA TABAK O KAA DAYAK
Evvelce yer sofrası açılırdı malum, ortaya üç sahan konur. Birinde yemek, birinde pilav olur, birinde de salata. Çol çocuk, çala kaşık girersiniz olaya. Şimdi çorba kâsesini alıp ana yemeği, onu alıp ara sıcakları, sonra zeytinyağlıları, tereyağlıları veriyorlar. Börek, çörek, hoşaf, etlisi sütlüsü derken on tabağı temizletiyorlar sana. Bilim adamları üzerinden 17 saat su akıtılan bir porseleni inceliyor, baksalar ki deterjan olduğu gibi duruyor hâlâ. Zaten bu yüzden “şeytan pisliği” diyorlar deterjan artıklarına. Bünyeden de atamıyorsunuz, yapı kırıldığında ortaya alkil ve benzen çıkıyor. Alkil hücreleri çoğaltıyor, benzen ise oksijeni bitiriyor. Yani... Kansere zemin hazırlıyor! Onkoloji servislerinde yer kalmadı, mütehassıslar endişeli, akıbetimiz hayrola. Daha ziyade meme, rahim, prostat, kolon ve cilt kanserleri yaygın. Niye? Çünkü beyaz, daha beyaz, bembeyaz çamaşırlar o nahiye ile temas ediyor. Akvaryum alırsanız satıcı sizi ikaz edecektir. “Camları temizleyin ama deterjanla asla!” Dinlemezsen balıklarını ölmüş bulursun bir sabah. Lağım suyunu bile temizlemek mümkün, lakin deterjan zor vaka. Kırk yıl evvel İzmir körfezinde 200 çeşit balık yaşarmış, bugün bir elin parmağınca. Marmara’da kofanalar, torikler, kılıçlar, zarganalar, orkinoslar vardı, şimdi müsilaj ile başımız belada. Ne dersiniz, yine küle kile döner miyiz acaba?

TEHLİKELİ MADDE
Bilirsiniz kimyagerler katıp karıştırmayı sever, nitekim Firemi nam Frenk zeytinyağı ile sülfürik asidi çırpar. Baksa ki, suda köpürmekte ve yağları temizlemektedir kolayca (1831). Alman Gunther ise don yağına Perborate ve Silikat ilave eder Persil’i yapar (1907), sert sularda bile on bin milyon baloncuk gelir avucunuza. Harb-i Umumi’den evvel İzmirli tacir Louis Saliba Persil getirip pazarlar yurdumuzda. Bilahare Henkel “Fewa”, Procter and Gamble ise “Dreft” markasıyla girer piyasaya (1932) bizde ise Atom Kimya “Lili” ile boy gösterir raflarda. Ardından Puro Fay Pop, Teknik Kimya, Mintax, Tariş ve TURYAĞ… Günümüzde deterjan petrol türevlerinden elde edilir. İçinde ağartıcılar, pas önleyiciler, rutubet alıcılar, dezenfektanlar, parfümler, yumuşatıcılar, silisli ovma maddeleri, köpük ve PH ayarlayıcılar bulunur. Ekseri gayrisıhhidir, vücudumuzu ve çevremizi tehdit eder ve kolay kolay da yok olmazlar. Taşıdığı klor organik maddelerle reaksiyona girer trihalometan adlı zehir musallat olur suyumuza. Fosfat ise durgun körfezlerde zehirli alglere zemin hazırlar. Su yeşil ve bulanık bir renge döner, yosunlar kıyıları zapt eder boydan boya. Günbegün dibe çöker, oksijen bırakmaz. Deniz çürük yumurta gibi kokar, canlı yaşayamaz. Eski Haliç ve İzmir Körfezi’ni hatırla...
BETERJAN
Kadınların korkusuzca sarf ettiği çamaşır suyundan (sodyum hipoklorit) ise karbon tetraklorür ve kloroform gibi can sıkıcı maddeler açığa çıkar. Hele tuz ruhu (HCl) ve kireç çözücü ile birlikte kullanılırsanız kimyevi silaha maruz kalırsınız. Naziler nefes keser bununla. Astımlılar, alerjik ve hassas bünyeliler, egzamalılar deterjanın yanına bile yaklaşmasınlar. Sabun tozu ve çamaşır sodası işlerini görür pekâlâ. Yumuşatıcılar da netameli, sahi sabunun içindeki gliserin neyinize yetmiyor? Halı temizleyicilerdeki perkloretilen ve bulaşık makinelerinin parlatıcıları kanserojendir açıkça... Naftalin ise güvelerle birlikte sizi de hırpalar (Avrupa’da yasak) hem kanser riskini artırır hem de sinir sisteminde tahribata yol açar. Sonra kapı kapı dolaşırsınız “Kızım niye depresif oldu, oğlum neden ele avuca sığmıyor acaba?” Amerika Çevre Koruma Kurumuna (US Environmental Protection Agency) göre temizlik ürünleri diğer toksinlerden üç kat daha kanserojen ve ev hanımları büyük risk altında. Teneffüs ve temas yoluyla alınan maddeler sadece 26 saniye içinde ulaşır diğer organlara. Kâğıtları beyazlatmak için kullanılan klorlu maddeler de ayrı dert, peçete, mendil, çocuk bezi ve tamponlardaki dioksin (ABD Vetnam katliamlarında kullanmıştı) canınız yakabilir sonunda.
İNCE ELE SIK DOKU
Sabunu bile dikkatle seçin, hayvani değil nebati yağlardan mamul olanı tercih edin. Bir fıçı don yağına bir fincan zeytinyağı döküp “sabunumuz zeytinyağlı” diyenler çıkabilir, herkese güvenmeyin. İçinde kresol, fenol, etanol, formaldehit, amonyak olan dezenfektanlardan uzak durun. Evinizi sıcak suya kattığınız boraks ile dezenfekte edebilirsiniz. Yine mikrop öldürücü olduğu bilinen kekik, okaliptüs, biberiye, adaçayı, lavanta fevkalade işe yarar. Bunları basit bir pompayla püskürtebilirsiniz havaya. Lavabo açıcılar felaket tahriş edici, bunları tesisata dökmek yerine eviyenin altındaki “U” boruyu çıkarın, ters çevirip yere vurun, birikintilerden kurtulun.. Cam siliciler su, amonyak ve mavi boyadan mürekkep, o işi beyaz sirke de görür fazlasıyla. Yavrunuzun cildini petrol mahsulü bebe yağları ile değil badem yağı ile nemlendirebilirsiniz sonra. Deterjana da mahkhum değiliz, çamaşırda ve bulaşıkta eritilmiş sabun, soda, tuz, karbonat, elma sirkesi ve boraks gibi tabii ürünleri gönül rahatlığı ile kullanılabilir, ahşapları limon ve zeytinyağı ile temizleyip parlatabilirsiniz. Oda spreyleriyle naftalin, fenol, kresol, etanol, izopropanol ve formaldehit gibi sıkıntılı maddeler soluyacağınıza; iki bardak sıcak suyun içine yarım çay kaşığı karbonat, bir çay kaşığı limon suyu ve üç dört damla gül yağı karıştırıp püskürtün, eviniz misler gibi kokacak. Yasemin, menekşe, çay yağı, çam yağı, nane, bergamot, portakal, mandalina, lavanta, vanilya da olur icabında. Aerosolcüler güya ozonu tahrip eden gazlardan vaz geçtiler, iyi de yeni nesil iticiler (bütan, izobütan ve propan) sütten çıkmış ak kaşık değil, kaldıki havayı temizlemiyor, sadece ufuneti maskeliyorlar. Burun zarınızı kaplayıp, koku hissinizi zayıflatıyorlar o kadar. Eskiler tütsü yakar, hoş kokulu çiçekler yetiştirir, lavanta keseleri bırakırlardı kuytuya.
.
Yeter ki gel banaaa Senede biiiir gün!
20 Haziran 2021 02:00
Anneler ve babalar filan ayın bilmem kaçıncı pazarı değil, her gün aranmalı. Bak çok pişman olursunuz sonra.
Philadelphia’lı Anna Jarvis annesi Ann Reeves’ı kaybedince yıkılır; kara yas, kara pus matem tutmaya başlar.
Günün birinde yaşlı bir kadın yanına oturur, “Bak kızım” der, “evet ateş düştüğü yeri yakıyor ama ölenle de ölünmüyor, hayat devam ediyor. Bence anneni yâd etmenin başka yollarını aramalısın!”
Bu sözler kızcağıza mantıklı gelir. İyi de sevgisini hasretini nasıl ifade etsedir acaba?
Gidip şehrin belediye başkanına çıkar ve “Yılın bir gününü annelere ayırsak nasıl olur” diye sorar.
Başkan teklifi ciddiye alır, “Niye olmasın” der “bize ne düşüyorsa?”
10 Mayıs 1908!
Mrs Jarvis annesinin vaaz verdiği Grafton Kilisesi’nde bir anma günü tertipler, haber salar eşe dosta.
Philadelphia’daki Wanamaker Alışveriş Merkezi ve hazır gıda üreticisi H.J. Heinz, merasim için ayni ve nakdî yardımda bulunurlar.
Anna, kiliseye 500 adet beyaz karanfil yollar. Bunlar annelerin “sevgisinin saflığını” temsil edecektir güya.
Annesi sağlığında karanfillere bayılmaktadır, çiçekçiler daha fazla bayılır, bir zil takıp oynamadıkları kalır.
SALATA DA NE YA?
Bazı politikacılar “gün” fikrini beğenmez, alaya alırlar. Senatör Henry Moore kararı “çocukça”, bulur, “kesinlikle önemsiz” der “ve çok saçma!”
Senatör Jacob Gallinger ise bunu annelere hakaret kabul eder.
Annelerin günü mü olur canım, bütün günler feda olsundur onlara.
Tepkiler Anna Jarvis’i yıldıramaz. Aksine bilenir, gazetelere, dergilere, mektuplar yazar, kanaat önderlerine çağrıda bulunur, kampanyalar açar.
Teklif, politikacıların da gündemine oturur, Kongre’den hızla geçer, Senato’nun tasdiki ve Başkan Wilson’ın imzası ile yurt çapında kutlanmaya başlar (1914).
Birinci Cihan Harbi ekonomiyi sarsmış, pazarı daraltmıştır. Şimdi yeni bir savaşın ayak sesleri gelmektedir uzaktan uzağa. Artık kimse yeni bir otomobil bakmaz, üst baş almaz, mobilya yenilemez, seyahate çıkmaz.
Nitekim yakın bir tarihte “Büyük Buhran” kopacak, dibe vuracaktırlar.
Acaba Anneler Günü çarkları biraz olsun döndürebilir mi? Hareket getirebilir mi çarşıya pazara?
Jarvis zikrolunan günün dinî bir mahiyet kazanmasını istese de hadise kiliseye değil, hediyelik eşya sektörüne yarar.
O gün Philadelphia’daki Wanamaker mağazasının lokantasında yemek yemektedir. Listede “Anneler Günü Salatası” görünce şafak atar. Derhâl ısmarlar, garson getirip masaya bırakır. Anna hışımla kalkar, salatayı yere çarpar ve dışarı çıkar.
Ona göre çiçekçiler, tebrik kartı üreticileri ve şekerleme endüstrisi “en asil kutlamalardan birini açgözlüce baltalayan şarlatanlardır. Haydutlar, korsanlar, haraççılar ve termitler” der onlara. Ortada anneler ve annelik yoktur “para harcama günü” yayılmaktadır dalga dalga.
Anneler Günü’nden menfaat sağlayanlara karşı hukuk savaşı açsa da kaybeder, yayılması için uğraştığı gün kontrolünden çıkar, dert sahibi olur hiç yoktan.

KEŞKE ZAMANINDA...
Bizde Anneler Günü, Türk Kadınlar Birliğinin teklifi ile resmen kabul edilir. Günlük meşgale arasında validelerine vakit ayıramayanlar, hediyesini yollar, işine bakar.
- Çiçeğini aldık mı aldık, kartını yolladık mı yolladık. Eee daaa n’apçaz başka?
Bir nevi baştan savma.
1934’te ABD Posta Servisi çıkardığı Anneler Günü puluna Ressam James Whistler’in bir tablosunu basar. Resimde yine karanfil vardır ama vazo içindedir bu defa. Kim bilir hangi uyanığın marifeti? Anne Jarvis çok öfkelenir, şimdi kesin vazo pazarlayacaklardır, onları iyi tanır zira.
Tepkisini ortaya koyunca onu huzur bozmaktan tutuklar, içeri alırlar.
Kart basanlar da iyi kazanır. Anneler matbu bir kâğıt değil, çocuğunun elinden çıkan satırları görmek ister oysa.
Hayır kurumları ayrı derttir, açıkça anneler gününü kullanıp bağış toplarlar. Buna şiddetle karşı çıkar ama polis “Lütfen hanımefendi” der, davet eder sükûna. Sesini kesmeyince çığlık çığlığa sürükler dışarı atar.
BOŞUNA ÇABA
Tam 33 dava açar, biri bile hasımlarının aleyhine neticelenmez, beyhude masraf.
Eee ablacım sen mahkemenin First Lady (Elenor Roosevelt) hakkında ne hüküm vermesini bekliyordun acaba?
Kapitalist sistemin çarkları onun gibi nicesini öğütmüştür, senin cürmün ne firmalar karşısında?
Ama pes etmez. “Bu gaileye ben sebep oldum, ben bitireceğim” der ve kapı kapı dolaşmaya başlar. Anneler Günü’nü iptal ettirmeye çalışır inatla... Meğerki geçmiş ola.
Gazeteciler alaylı sorular sormakta, söylemediği şeyleri yazmaktadırlar. Asabı bozulur, borç harç yapmıştır ayrıca.
Mecburen görme engelli kardeşi Lillian’ın yanına sığınır ve kapıya bir tabela asar. “Kimse ile görüşmek istemiyorum bundan sonra!”
“Uzayın” demektedir kibarca.
Akıl sağlığından şüphe edenler onu Pennsylvania’da bir kliniğe (Marshall Square Sanitarium) kapatırlar. Can sıkıntısından patlar, tıkıldığı odada (1948).
Ve o yıl ölür. Hastane masraflarını çok kızdığı çiçekçiler öder.
Yok o kadar da fena insanlar değildir aslında.
BABALAR KEL Mİ?
Kadın Hristiyan Denge Birliğinin Spokane azalarından Sonora Smart Dodd, Merkezi Metodist Piskoposluk Kilisesi’nde Anneler Günü hakkında vaaz dinlemektedir. Aklına gelir, “Babalar Günü niye yok?”
Bir yerlere mi müracaat mı etse acaba?
Efendim bu Sonora, Arkansaslı bir rençperin kızıdır. Babası William Jackson, Güney Kuzey Savaşı’nda topçu çavuşluğu yapmış, kılıcını duvara asmıştır. Ne kadar şerefli bir asker bilemeyiz. Kanlı bir iç savaştır sonunda.
Aradan yıllar geçer William’ın hanımı Ellen, altıncı çocuğu Marshall’ı doğururken hayatını kaybeder (1889). Sonora 16 yaşındadır o sıra.
Babası aileyi dağıtmaz, çocuklarını alır bir çiftliğe taşınır, hem bebeğe hem diğerlerine analık yapar.
Hepsini tek tek yetiştirip çıkardıktan sonra Batı Virginia’da Monongah Kömür Ocağında çalışmaya başlar ve bir grizu patlamasıyla veda eder hayata.
Sonara çoluk çocuk sahibi olunca babasının ne zor bir işi başardığını anlar. Gider 5 Haziran’ın (Mr. William’ın doğum günüdür) babalar için ayrılması teklifinde bulunur Bakanlar Kuruluna. O hafta maalesef doludur, münhal tarihler arasından haziranın üçüncü pazarını münasip bulurlar.
Başkan Wilson makul karşılasa da (1916) vatandaş pek itibar etmez, kaynar gider arada.
Yarım asır sonra Başkan Lyndon B. Johnson mevzuyu tekrar gündeme taşır, 1972’de Nixon’ın imzası ile resmiyet kazanır.
AMERİKA’NIN ARDINA
Gelelim Türkiye’ye.
O günlerde TSK yine siyasete müdahalede bulunmuştur. Atanmışlar “Babalar Günü’ne” mal bulmuş gibi atlar. Yaptıkları tek icraat odur zira, Washington ile de iyi geçinmelidirler ayrıca.
Katolikler babalarını St. Joseph Günü’nde anar. Eski köye yeni âdet getirmez, karşı çıkarlar. Zamanla onlar da kapılır akıntıya.
İş adamlarına sadece anne baba günü yetmez, büyükanne, büyükbaba, teyze, hala, dayı ve amca günü de lazımdır.
Yok Ulusal Oğul Günü, yok İşçi Günü, Patron Günü, Polis Günü, İtfaiyeci Günü, Hekimler Günü, Eczacılar Günü, Mimarlar Günü, Mühendisler Günü, Öğretmenler Günü, Hemşireler Günü, Kadınlar Günü, Sevgililer Günü, Dünya Çikolata Günü, Dünya Çay Günü, Dünya Kahve Günü, Dans Günü, Caz Günü (gerçekten bak)...
Sağ olsun bir okuyucumuz açmış, kutlamıştı da uzun süre anlayamamış, kem küm edip mahcup olmuştum adamcağıza. Meğer Dünya Çalışan Gazeteciler Günü’ymüş, hiç gelir mi aklıma?
Batı’da mezuniyet günleri de şaşaalı geçer, elbiseler dikilir, ayakkabılar alınır, yiyecekler, içecekler, ses ışık gösterileri, cambazlar, hokkabazlar. İhaleyi kapan yükü tutar.
BABA CANDIR
Erzurum Büromuzda bir Sırrı Amca’mız vardı; rahmetli, gazetemizin direğiydi âdeta.
Cep saatini meşin muhafazasında saklar, göğüs cebinde tutardı daima.
Bir gün sordum, “Sırrı Amca, bu pahalı bir saat değil ama sen gözün gibi bakıyorsun ona!”
Titreyen bir sesle “Çünkü” dedi, “onu bana oğlum Celâl aldı, ilk maaşıyla!”
Hediyeleşmek zaten kültürümüzde var, gençler yeni telefon aldıklarında eskisini getirip babalarına veriyorlar en azından.
Bizim dört kandilimiz, iki arefemiz, iki dini bayramımız, hicri yılbaşımız, aşure günümüz, 30 ramazanımız ve 52 cumamız var.
Şehitler günümüz, gaziler haftamız, zaferler ayımız var.
Onları bırakıp ecnebinin peşine takılmak...
.
Bülbülü altın kafese koymuşlar Ah vatanım demiş
26 Haziran 2021 02:00
En çok mülteci veren ülke Suriye,
en çok mülteci alan ülke Türkiye!
Adam Suriye Hava Kuvvetlerinde pilot diyelim. Komutanı "git şu kasabaya varil bombası at" diye emrediyor. Ne diyecek? Başüstüne!
O gün de beldenin pazarı vardır, civar köyler inmiş, omuz omuzu sökmez meydanda. Nişan alır bırakır, tam da çarşının ortasına!
Sıçrayan molozlar, yalazlanan alevler, mantarlaşan dumanlar.
Jet pilotları için mesafenin pek önemi yoktur, yarım saat sonra üssüne dönmüş, kahvesini yudumlamaktadır masasında.
Oturup bir de muhalif televizyonlardan izler, evet tam isabet, hedef berhava.
Sonraki saatleri dama satranç oynayarak geçirir, akşam servis otobüsüyle lojmana gelir. Sofra hazırdır, yemek kokusu dışarı taşar, hanımıyla kucaklaşır, çocuklarını koltuk altlarından tutar, havaya atar. Kızının saçını okşar, oğlanı gıdıklar, kah kah kahkaha....
Bir kaç saat evvel bunlardan kaç tane öldürmüştür oysa.
Akşam yemeğini yedikten sonra subay kantininden aldığı çikolataları şekerlemeleri çıkarır, çocukların yüzünde güller açar.
Sonra kızının ödevlerine bakar, oğlana 62'den tavşan yapar. Baktı mahmurlaştılar "dişlerinizi fırçalamadan yatmayın” der yavrularına.
Gece odalarına girer yastıklarını düzeltir, üşümesinler diye yorganı sırtlarına çeker. Sabah erkenden çıkar, hanımın hazırladığı kahvaltılıklardan üstünkörü bir şeyler alır. Gözü saatindedir, belki de askeri araç gelmiş beklemektedir kapıda. Hanımı kırgın bir ifadeyle “ama çok çalışıyorsun” der, “üzülüyorum ben buna.”
“Evet” der “bende üzülüyorum ama...”
Kimbilir bugün nereyi göstereceklerdir, kaç can yakacaktır daha.
PERHİZ LAHANA
Gelir gelmez "şu koordinatlara uçuyorsun" derler "o bina kalmasın ayakta!"
O bina dediği okul, hastane, yetim yurdu ya da camidir. İnsanları üzeceğini kahredeceğini bile bile basar butona.
Bir vatandaşı tabanca ile vurmak suçtur, 20 yıl içeri tıkarlar.
Ama yüzlerce vatandaşı MİG’le öldürene rütbe verir, bröve takarlar.
Güya bu bombardıman teröristlere karşıdır. İyi de adam seçen bir bomba yapılmadı ki daha. Bir mahalleyi ortadan kaldırırken şu ölsün, bu kalsın diyemezsin, yaş kuru hepsi bir arada.
.jpg)
Türkiye’deki geçici koruma altındaki kayıtlı Suriyeli sayısı 3 milyon 672 bin 646. Bunların % 70.8'ini çocuk ve kadın. Zavallılar ne BM'nin, ne de AB'nin umurunda.
Fotoğraflar Göç İdaresi Genel Müdürlüğü arşivinden alınmıştır.
Onun akşamları açacak bir kapısı, girecek bir çatı altı vardır. Ama aşağıdakileri evlerini ocaklarını yıkmış, baş başa bırakmıştır, molozlarla.
Gel de akşam başını huzurla koy yastığa.
Rüyalarında çocuk cesetleri görmüyorlarsa yazık? Direkt pskiatrik vaka!
DÜNYA BEŞTEN...
Son yıllarda gözünü kırpmadan sivil öldüren devletler türedi. Bunlardan dördü (ABD, Rusya, Çin, Fransa) BM’de daimi üye, veto hakları var, kimseden çekinmiyorlar.
İsrail, İran, Ermenistan, BAE, Arabistan ve Myanmar gibi kan dökücüler ya beş büyükten birine sığınıyor, ya da bizzat onların emrinde çalışıyorlar.
Fransa ayrıca çeteleri sürüyor sahaya, Ruanda'da Hutuları, Libya'da Hafter unsurlarını kulanıyor mesela.
ABD ’nin Afganistan’da İHA'larla vurduğu yerlere bakın, ya düğün konvoyu, ya taziye evi ya da hafızlık merasimi. Yanlışlık filan yok.
Olsa özür diler, tatlıya bağlar. Hiç duymadım daha.
BİR RUSLAR EKSİKTİ
Esed rejimi bitmiş tükenmişti ancak İranlı terörist Kasım Süleymani 2015’te Moskova'ya gitti ve Putin'i Suriye'ye davet etti açıkça.
Gel Müslümanları öldür diyen bir mücahit!
Hymeymim Hava Üssü Ruslara verildi ve Rus uçakları 90 bin saldırı düzenledi savunmasız halka. Yasak savma kaabilinden birkaç DAEŞ karagahı hedef aldılar, ılımlı sivilleri katlettiler acımasızca.
143 mektep, 119 hastane ve 109 cami yıktılar, 47 hekim, 24 itfaiyeci ve 16’sı gazeteci olmak üzere binlerce insana kıydılar. Bilhassa Türklerin yaşadığı Halep yerle bir edildi. 6 milyonluk şehir harabeye döndü, yerlerinden yurtlarından oldular.
Bu sürede Rus kara birlikleri 200 yeni silahı insanlar üzerinde denedi ve 251 katliam gerçekleştirdi.
BU NEYİN İNTİKAMI?
Hele İran'dan, Irak'tan, Lübnan'dan ve Afgan Hazaralar arasından gelen Şii milisler kural dışı savaştılar. Bir Müslüman asırlık İslam kabirlerini nasıl kırar, nasıl eşip deşer, içinde ateş yakar? Bir Mümin, Allah Muhammed yazan dini mekanlara namlu doğrultabilir mi korkmadan?
Tahranın tuhaf bir siyaseti var, Azerinin değil Ermeninin yanında duruyor, silah ve mühimmat veriyor Erivan'a.
Politikaları yalan ve takiyye üzerine kurulu, güven vermiyorlar.
Bakın Rus ve İranlı siyasetçilerle oturup konuşabilir, bir karara varabilir ve anlaşma imzalayabilirsiniz. Ama ikisi de sözünde durmaz, imzalarını yok sayar, bildiklerini okurlar.
Hatırlayın Soçi'de, Ankara'da, Astana'da ne dediler, nasıl davrandılar sonra?
ÇARE KALMAYINCA
Bütün fırınlar, bakkallar, çocuk yurtları, eczaneler, hastaneler vurulduktan ve hayat yaşanmaz olduktan sonra insanlar yatağı yorganı sırtlar çıkarlar yola.
Nereye? Öncelikle uçak ve bomba sesi duymayacakları bir kuytuya. Ki burası Lübnan, Ürdün ve Türkiye olur çoğu defa. Ürdün'de kamplara tıkılırlar, Lübnan’da Hizbullah baskısı BAAS'ı aratmaz
Türkiye ise elinden geleni yapar, bir baraka, bir kap yemek verir hiç olmazsa. Revirde hekim olur, çocukları iyi kötü okur.
İyi de böyle nereye kadar? Ömür mü geçer mülteci kamplarında?
Bu yüzden Avrupa’ya gitme hayali kurarlar. Gençtirler henüz. Kaçak da olsa bir iş bulacak, ev araba maaş sahibi olacaktırlar zamanla.
DERİN SULARA
İlk işleri haritaları incelemek olur, Midilli’nin ne kadar yakın olduğunu görünce cesaretleri artar.
Yüzme öğrenir, şişme bot edinir, can simidi alırlar. Dürbün elde günlerce izler, Yunan sahil güvenlik unsurlarının hangi saatlerde devriye attığını tespite çalışırlar.
Ve bir gece üç beş maceraperest naylon botu şişirir küreklere asılır. Yaaaaşşşça Batıya...
Aaaa ortalık ne kadar sessiz derken projektörler yanar, sahil güvenlik üstlerine gelir suları yara yara. Mahmuzlamadan geçse bile kurtaramazsın, dalgası yeter, akıbet alabora.
Vartayı atlattınız diyelim döner gelir, sivri uçlu kancalarla botunuzu patlatırlar. Altınızdaki su belki yüz boydur, dipsiz kuyu, kala kalırsınız soğuk deryada.
Tam o sırada başka bir projektör yanar, Yunan teknesi tornistan edip kaçar. Gücünüz tükenmektedir ki biri ensenizden tutup alır filikaya.
Ohh be yine Türkler, tam da zamanında.
IRMAK BOYUNA
Tanıştığım genç mültecilerin çoğu birkaç defa denemiş başarısız olmuşlar. Ama ilticayı kafasına koyan, kolay bırakmıyor. Bu sefer Edirne'ye gider, Meriç boyunda turlamaya başlarlar. Bu Irmak Ege gibi derin ve mesafeli değildir, hücum botu da yoktur ayrıca.
Suların sığlaştığı mıntıkalar tekin değildir, gözetleniyordur ihtimal. Bu yüzden bir balıkçı ile anlaşır, sandal ayarlar. Geceyi dinler ve sehere doğru akarlar maceraya...
Yunanistan topraklarına basmak sandıklarından da kolay olur, dikenli telleri de bir şekilde aşarlar ve…
Ya kör edici ışıklara yakalanırlar, ya da kulak çökerten ses bombalarına.
Neticede düşerler Rumun kucağına.
Yunan askerleri ıslatıp ıslatıp döver, cüzdanlarını ve cep telefonlarını alırlar. Her türlü hakareti yapar ve geri iterler Türk hududuna.
Bunların hepsi insanlık suçu ama AB hoş görür, BM gereğini yapmaz
HUKUKSUZCA
Birisi sınırı geçti diyelim, iltica talebinde bulundu. Prosedür başladı mı artık geri gönderilemez asla (non-refoulement) ve insanca muamele edilmelidir ona. (1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Statüsüne Dair Cenevre Sözleşmesi)
İlticayı göze alanın makul bahaneleri vardır. Dinlemek, ilgilenmek zorundadırlar.
Mülteciler, başta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi olmak üzere BM tarafından düzenlenen12 sözleşme ve deklarasyon ile korunmaktadır güya.
Kağıt üzerinde tabii.
Tatbikat çok başka.
.
Deh deyince yürür atlı tramvay çüş deyince dururdu
27 Haziran 2021 02:00
İlk hat 5 ayda 876 bin yolcu çekip milyon kuruş kazanınca raylar Eminönü, Aksaray, Topkapı ve Yedikule’ye de uzar.
Hatırlarsanız geçen çocukluğumuzun tramvaylarını yazmıştık.
Yarım kalmasın o zaman.
Efendim ray üzerinde yürüyen atlı arabalar Avrupa caddelerinde henüz görünmüştür ki müteşebbisler Babıali’ye koşar, “imtiyaz, imtiyaz” diye sıkıştırırlar.
Devletlüler toplanıp istişarede bulunur, enine boyuna konuşurlar. Müzakereden “kira beygircilerini de darıltmayalım” kararı çıkar, aman kaş yapalım derken göz çıkmasın da.
Bunun bir de İzmir ve Selanik ayağı var ama biz gelelim İstanbul’a.
Neyse “tramvay faideli bir şey” kanaati hasıl olur ve taliplerden Karapona Efendi ile 40 yıllığına anlaşırlar. (Şubat 1870).
Dersaadet Tramvay Şirketi 400 bin lira sermaye ile işe koyulur… Rayları hızla döşer, Viyana’dan 45 vagon getirtir, Macaristan’dan 430 at alır. Bunlar kadana tabir olunan iri hayvanlardır, güçlü ve hızlıdırlar.
Ve ilk hat açılır. Galata (Azapkapı) Beşiktaş…
Ücret beyan esasına göredir, “şurada ineceğim” dersin inanırlar.
Talebeye tenzilat yoktur, ordu ve emniyet mensupları “rubu” (dörtte bir) uzatırlar.
Galata’dan Kabataş’a geldin 40 para… Beşiktaş’a devam edersen ver bi 40 para daha.
İkinci mevki 20 para daha ucuzdur, kanepeleri tahtadır ama.

FESİNİZİ ÜÇ DEFA
İyi de 60 para ne menem şeydir? Ne alır ne satar? Cevabı o devre göre verelim (Ercüment Ekrem Talu hesabıyla). 6 okka mangal kömürü, kucaklara sığmayan bir somun, bir okka zeytin, bir paket “tatlı sert” tütün alabilir, fesinizi üç kere kalıplatabilir, ayakkabınızı 6 kere boyatabilirsiniz.
Az para değildir, kelli felli insanlar bile çantalarını (elbette körüklü meşin) alıp, yolları arşınlar. Taaa Tatavla’dan çıkar, yürürler Çarşıkapı’ya...
Tramvay faytona benzemez, okkalıdır, hayvanı yorar. Nitekim o görene maşallah dedirten kadanalar zayıflar, kemikleri çıkar. Bir zaman sonra kuyrukları düşer, koşum takımları yol yol cildini yolar.
Yorulanlar bahçevanlara satılır, ya su dolabına bağlanır ya da zerzevat küfelerini yüklenir, mahalleyi dolanırlar.
Galata - Beşiktaş hattı beklenenin fevkinde ilgi görünce raylar Ortaköy’e kadar uzatılır. Arnavutköy ahalisi de talepte bulunur, nümayiş yapar hatta.
Tramvaylar 5 ayda 876 bin yolcu taşır ve bir milyon küsur kuruş hasılat yapar. Akabinde Eminönü - Aksaray, Aksaray - Topkapı ve Aksaray - Langa -Yedikule hatları açılır. Bilahare Bayezid -Vefa - Şehzadebaşı üzerinden Fatih’e ulaşırlar.
Peki Köprü’den karşıya geçseler de iki hat buluşsa ya. Yo hayır, köprü ahşaptır henüz, o sıkleti kaldırmaz.
.jpg)
DİNGO’NUN AHIRI
Tramvay dövme demirdir, öyle “bırrr” demekle durmaz, mazallah fırlayıp önüne çıkanı paralar.
Bu yüzden kalabalığın kesafet kazandığı mıntıkalarda bir ayakçı çıkarılır. Elinde nefir (boru) tramvayın önü sıra koşar, “varda, varda” diye bağırır ayrıca.
Bunlara vardacı tabir olunur, elbette gür sesliler tercihe şayandır.
Gülhane gibi dik yokuşlar, tek atın boyunu aşar. Bir lahza durur, takviye alırlar.
İşte meşhur Dingo Baba Şişhane ahırının seyisidir. Gelen arabalara iki at daha bağlar. Tepebaşına çıkınca alır atlarını döner ahıra.
Henüz geliş gidiş yoktur, tek şerit çalışırlar. Peki ya karşılaşırlarsa?
Yer yer makaslar konmuştur, sağa sola kayar devam ederler yoluna.
HANIMLAR BU YANA
Sarı araba mevki-i evveldir (1. mevki), yeşil araba ise sınıf-ı sani (2’nci). Kışın vagon içine karşılıklı peykeler atılır. Yazın camlar açılır, koltuklar gidiş yönüne sıralanır.
Ön kısım, bir perde ile taife-i nisa için ayrılır. Cins-i lâtif itina ile korunur kollanır, adamlarla, madamlar karıştırılmaz.
Derken iki katlı tramvaylar gelir. Yolcular Galata’nın dar sokaklarında “penceresi cam cama muallim” vaziyetinde ilerler, meskûnlara hâl hatır sorarlar.
İspirler (sürücüler) arabanın tam durmasından hoşlanmaz çünkü yeniden ivmelendirmek atları yorar. İhtiyari duraklarda dizginlere hafifçe asılır, yavaşlatır. İnmek isteyene “atla” buyururlar.
İnerken yönünüzü atlara çevirmeli ve ayağınız yere değer değmez seğirtmelisiniz. Yuvarlanırsınız yoksa.
Bazı ispirler çok mahirdir, kamçılarını rovelver (tabanca) atılmış gibi şaklatırlar. Çat çat çat!
Haydacı son durakta oturur kahvesini yudumlar, biletçi firma mümessiline koşar, hesabı kapar.
Hareket amiri düdüğünü çaldığında, tekrar hazır ola geçer, yeni bir serüvene atılırlar.
Atlı tramvay hızlı bir vasıta sayılmaz. Hoş insanımızın da acelesi yoktur, keyfine bakar. Düşünün yürü- yerek bir saatte gideceği Eyüp’e, Haliç vapuru ile iki saatte gider, tadını çıkarırlar.

MÜESSİF KAZA
27 Sefer 1332 günü Aynalı Çeşme’de 33 numaralı Vali Apartmanı’nda ikamet eden Fransız Mektebi muallimlerinden ve Fransa tebaasından Mösyö dö More Beyoğlu’na müteveccihen ilerlerken İspir Serkis’in sevk ve idare ettiği tramvay arabasının altında kalmış ve bu elim hadise neticesinde yaralanmıştır.
(Demek tek cümlelik bir habere de “5 N bir K” kaidesi tatbik edilebiliyor.)
.jpg)
FRANSTÜRKÇE
Mütareke yıllarında Tramvay işletmesi Belçikalı Sofina’nın eline geçer.
Ecnebi firma durak isimlerini bilhassa Fransızca yazar.
Henüz Lâtin hurufatına alışık değilizdir. Yedi-Colué, Ak-Serai, Emin-Eunu gibi tuhaf şeyler çıkar ortaya. Yok Sirkedji, Karakeuy, Cabatache, Bechiktache, Ortakeuy, Courou-Tchechme (Kuruçeşme), Arnaoutkeuy, Daoud-Pacha, Tchappa (Çapa), Edirné-Capou, Fatih, Chehzadé-Bachı, Eyoub, Aivan-Sérai, Djbali (Cibali), Cassim-Pacha, Yenicheir, Harbié-Ferikeuy, Chichli-Caracol, Galata-Sérai, Tunnel, Nichantache, Tatavla...
Halk “Kabristan durağı” der, tramvaycılar “Petit Champ” buyururlar. Biz “Belediye” deriz, onlar “Municipalité.”
Cadde-i Kebir ve Nur-i Ziya sokağın adını kullanmaz, “St. Antoine” derler inadına.
Tramvay İdaresinde çalışan Rum ve Ermeniler işgalcilerden güç alır, hadlerini aşarlar. Türkleri iter, kakar, azarlar, azınlıklara bey paşa muamelesi yaparlar.
Çocuklarımızın “sekiz saat mesai ve haftada bir gün izin” gibi makul bir talebi vardır, lakin firma kulağının üstüne yatar.
Hâl böyle olunca, Tramvay ve Tünel Kumpanyaları Amelesi Heyet-i Müttehidesi grev kararı alır (11 Mayıs 1920) işi bırakır. Bu yurdumuzda yapılan ilk işçi direnişi olarak geçecektir kayda.
.
Maziden müzeye... Sesin yolculuğu
3 Temmuz 2021 02:00
Fonograflar, gramofonlar, pikaplar, diyotlar, savaş görmüş mikrofonlar... Ceviz ağacından, çeyiz sandığı ebadında ve mobilya endamında radyolar...
Edison Mors alfabesi ile gelen telgraf mesajlarını tekrar eden bir cihaz yapmaya uğraşmaktadır, ortaya ses yazan bir alet (fonograf) çıkar (1877).
Evet şuurlu değil, yanlışlıkla.
Derdi o olmadığı için üzerinde durmaz, ancak Chichister Bell ve Charles Tainter ‘grafofon’ adlı cihazı yapınca (1886) tekrar döner mevzuya.
Emile Berliner para kokusunu çoktaaan almış, opera ile anlaşmalar yapmış, tutan parçaları plaklara kaydedip, satmaya başlamıştır.
Gramofon, Osmanlı coğrafyasına 1896’da girer. Ahmet Kemal ve arkadaşları ortak cihaz alır, 100 para mukabilinde dinletirler meraklısına.
Nasıl Yunancada fono (ses), graf (kayıt) ise bizimkiler de sada-nüvis (ses yazıcı) derler ona.
TELE GEREK VAR MI?
Henüz elektromanyetizma bakir bir alandır, her yeni keşif diğerinin önünü açar. İngiliz Cooke ve Wheatsone “metal devreler aracılığı ile gönderilen elektrik akımlarının uzak mesafelerde ses vereceği” iddiasındadırlar.
Maxwell, seslerin uzak mesafelere yollanmasını sağlayacak “elektromanyetik dalgalar”ı keşfeder (1865).
Alman Heinrich Rudolf Hertz bunu ispatlar, hatta dalgaları ölçer, biçer, adını koyar. Şu kadar kilohertz filan...
İtalyan Marconi ise radyo alıcısı yapar. Rus Popov anlaşılabilen dalgaları iletmeyi başarır ilk defa. Fransız Lee de Forest “boşluk tüpü” ile sesin net ve kesintisiz yayınlanmasını sağlar.
O günlerde radyo, eğlenceden ziyade denizcilikte, muharebe ve muhaberede kullanılır ve tabii ki havacılıkta.
İngiltere’de ilk radyo yayını Kraliyet Donanması sancak gemisi Andromed’nın telsiz odasından yapılır. Yayının nereden çıktığı sır gibi saklanır o başka.
İlk düzenli yayın, De Forest Radyo Telephone Co. tarafından New York’ta bir binanın üst katında başlar (1907). Önce Columbia şirketinin çıkardığı plakları çalar, bilahare konuk alırlar yayına.
.jpg)
AÇTIRMA KUTUYU
Alet, 1890’lara doğru Asitane’de sık görülmeye başlar, aylakları etrafına toplar.
Eşraf rahatsızdır, hiç hoşlanmaz. Reşad Ekrem Koçu da “silindirli ve plaklı gramofonlardan yakınır. “Lâkin bu cırlak makine beni o kadar sıkıyor, o kadar ta’zib [eziyet] ediyor ki, mümkün değil sükût edemeyeceğim. Bilmem siz ne fikirdesiniz, aziz kariler (okurlar)? Bence fonograf, hani şu iki buçuk liradan iki - üç yüz franga doğru alınıp sonra her gün kovan (ses kaydı yapılan balmumu silindir) bedeli diye birçok paralarınızı çeken ‘dolap’ yok mu, işte benim için ondan ma’nâsız bir şey tasavvur olunamaz. Fekat rica ederim: Fennin harika-nümâ bir mahsul-i ter-zeban-ı bediü’l-beyânı olan bu alet için ‘ma’nâsız’ demekle nazarınızda medeniyete hürmetsizlik etmiş oluyorsam, sözümü geri almama müsâade ediniz. Maksadım fonografı tahkir değil, şu bizim yaşlı bebeklere oyuncak olan makineden şikâyettir! Fonograf şehrimize ilk defa gelip de Beyoğlu’nda, şurada burada tek tük dinlenmeye başladığında bunun böyle baş ağrıtıcı, a’sâp bozucu bir işkence aleti olacağı kimin hatırına gelirdi? Kim derdi ki Komendinger (Macar Alexandre’ın Beyoğlu’ndaki müzik mağazası) hemen tekmil alışverişini fonografa hasredecek, tütün sergileri gibi paket paket, yığın yığın kovan satacak? Sonra tuhafçılara, kâğıtçılara, bakkallara kadar küçük büyük, umumi hususi birçok dükkân bu vızıltıdan başka ma’rifeti olmayan müz’ic (usandırıcı) makinenin yüzünden işleyecek? Nihayet, evlerimizde, udlar, kanunlar, kemanlar, neyler, piyanolar susacak, hatta insanlar sükût edip yalnız o konuşacak.”
GÜRÜLTÜ KİRLİLİĞİ
Ahmed Rasim, “Bedâyi’-i Keşfiyyât ve İhtirâ’ât-ı Beşeriyyeden Fonograf: Sadâyı Tahrir ve İ’âde Eden ‘Âlet” adlı bir kitap kaleme alır. Fonografı kesitlerle anlatır.
“Arkadaşlarımdan bir şair var... Bitişik komşuları bir fonograf almış; kendisi akşamları yalısına gelip de penceresinin önünde biraz nefes almak için koltuğuna yerleşecek olsa, yanı başından bir hırıltı başlıyor, sonra gıcırtılı bir bostan dolabı, daha sonra Yakomi’nin (Güngörenli bir Roman) ma’hûd zurnası ve arada galiz naralar! Bu böyle birkaç dakikada başlayıp biterek saatlerce devam ediyor.
Bir yalı tasavvur ediniz ki sükkânı Boğaziçi’nin en şık, en zevkperver ailelerinden biri olsun, zarafeti, ziyneti, dâiye-i asâlet ve azameti ile oturmuşlar. Zavallı şair güzel bir kafiye avlamak üzere iken a’sâbını hırpalayan o zırıltı başlamasın mı? Sanki odanda çılgın adımlarla dört yana koşuyorlar. Gel de la’net okuma.”
Kovanlı fonograf zamanında, doldurulmuş üstüvâneler (silindirler), sihirli birer kutu gibi imparatorluğun en uzak köşelerine dağılır, ‘lira çeyreği’nden ‘birkaç altın’a kadar satılırlar. Dönemin müzisyenlerinden Tamburi Cemil Bey nağmelerin böyle orta malı gibi sokaklara dökülmesinden müştekidir açıkça.
“Hele akşamdan sonra, bir adım atamıyorsunuz ki, civardan bir fonograf sesi kulağınızı tırmalamasın; bir kahveye, gazinoya gittiğinizde sırtında iki sandık ile bir fonografçı önünüzü kesip sizi iz’âc etmesin. Mesela birkaç arkadaş bir yerde oturuyorsunuz; fonografçı sandıklarıyla geliyor, biraz ötenize makinesini kuruyor, birkaç cızırtıdan sonra dinlediğiniz melodi için tabağını uzatıyor, artık gönlünüzden ne koparsa! Bunu ağzı açık dinleyenler de var, kulaklarını tıkayıp kaçanlar da... Ucuz makineler ise tam eza ceza. Rakikü’l-sâmiaya (hassas işitenlere) kulak tıkamak kalıyor.”
MUHTEREM SAMİİN
Bizde ilk verici İstanbul Öğretmen Okulunun bodrumunda kurulur, muallim Rüştü Uzel ön ayak olur tullaba (talebeler).
İlk yayına ise Sirkeci Büyük Postane başlar 1927. O gün Eşref Şefik en mikrofonik sesi ile “Aloo alo muhterem samiin (dinleyiciler) burası İstanbul telsiz telefonu, 1.200 m tulu mevç, 250 kilosikl” şeklinde terübi yayını anons eder. Gelgelelim henüz kimsede radyo yoktur, çatıya takılan hoparlörden dinletirler vatandaşa.
Türkiye’de radyo istasyonları “Telsiz Telefon Türk Anonim Şirketi” adı altında, Fransızlarla müşterek kurulur (1927). 1937 yılında PTT’ye, 1940’ta ise Matbuat Umum Müdürlüğüne devredilir.
1964’de çıkarılan 359 sayılı Kanun ile ipler TRT’nin eline geçer. Kurum beş seneliğine tayin edilen ve hiçbir şekilde vazifeden alınamayan bir kurul tarafından yönetilir. CHP önce kadrolaşır, sonra kurumu özerk ilan ederek iktidarların elini bağlar.
ZAMAN TÜNELİ
Malatya müzesindeki radyolar civar illerden toplanmış, Koleksiyoncu Baki Tamer Selçuk sıkı çalışmış, II. Cihan Harbi’ni ve Kıbrıs Çıkarması’nı gören mikrofonlar bulmuş hatta.
Yılda 60 bin ziyaretçi ağırlanıyor.
Benim gördüğüm radyonun ilk yıllarında Almanya ve ABD yarışıyor.
Amerika içinde de GM ile Westinhouse atbaşı gidiyor. Philco, RCA, Zenith, Pilot, Sparton, Lafayette, Brand, Orion, Airmec, Airline, Bush, Tesla. Tomson, Unica. Wega iki boy arkadan geliyor.
Alman firmaları AEG, Blaupunkt, Grundıg, Korting, Braun, Saba, Siemens, Siera, Sinka Singer, Telefunken, Metz ve Mullard’lar ceviz kasaları ile göz dolduruyor.
İngilizler de Kolster, Raymond, Bristol, Thompson, Emerson, Cambirdge ile buradayız diyor.
Avrupa’nın büyüklerinden Hollandalı Philips ve İsveçli Aga da ağırlığını hissettiren firmalar.
Centrum, Tonfunk, Cossor, Delco, Mozart, Elektra, HMV, Hornyfon, Luxor, Merkur, Mediator, Minerva, Marconi, Nevtron, Paillard. Radionette, Radıomarelli, Exellence, Sonora, Symphony, Omega...
Japon Sunshine, Rus Lopoa...
Türk malı cihazlar da var, markalaşamamışlar ama...

BAK ŞU MALATYA’YA
Malatya ciddi müzeleri olan bir şehrimiz. Fotoğraf ve sinema makineleri, tekstil geçmişimiz, mutfak aletleri, kahve takımları üzerine zengin parçalar toplamışlar. Bunlardan biri de ‘Radyo ve Gramofon Müzesi.
Müzede 703 cihaz var ki, bir kısmı ta 1890’lara dayanıyor, aralarında hiç maket yok ve tamamı çalışıyor.
Zikrolunan bina 2018’de klasik Malatya evi tarzında inşa edilmiş. İki katlı ve kerpiç duvarlı, üst kata iç merdivenle çıkılıyor.
Müzeyi tarihi sırayla gezdiriyorlar, 131 yıllık bir laternanın ardından, 1900’lü yılların gramofonları sıralanıyor. Silindir şeklindeki kovanlar, plaklar, derken elektrikliye geçiyor.
1920’lerden itibaren radyo baskın, onları 30’lu yılların cihazları takip ediyor. Kırklar, elliler, atmışlar ayrı ayrı odalarda. Değişimi izliyorsunuz rahatlıkla.
Nazi radyoları da dikkat çekici, tek dalga ve sadece Berlin istasyonunu çekiyor. Maksat propaganda.
Müzede tayyarelerde, otomobillerde, gemilerde kullanılan radyolar da var.
Bir de tamirhane köşesi açmışlar, lehim makinası, cımbızlar, tornavidalar, diyotlar, redresör, osilatör, modulatör lambaları...
Eskiden bozulan radyolar ustaya götürülürdü mâlum. Artık tamir alışkanlığımız kalmadı, çabuk bıkıyor, çöpe atıyor, yenisini alıyoruz. Paramız çok nasıl olsa
.
Lezzet avcılarının yeni durağı: Malatya
4 Temmuz 2021 02:00
Bazı vilayetlerimizin sofraları dünyaca ünlüdür. Gaziantep, Kahramanmaraş, Şanlıurfa, Hatay, Adana, Çorum, Afyon, Bursa…
Geçen Malatya’daydım şaşırdım. İnanın kardeşlerinden noksanı yok, fazlası var.
Peki niye onlar kadar meşhur değil?
Şöyle: Diğerleri bir ya da iki yemekle öne çıkıyor, mesela İnegöl’e köfte yetiyor, Edirne ciğer tavadan istediğini alıyor.
Malatyalılar ise 2 metre kutrundaki siniyi lebalep donatıyorlar. Sarmalar, dolmalar, köfteler, çorbalar… Kaşığınızı koyacak yer kalmıyor sofrada. Hani bir ay kalsanız her öğünde değişik şeyler çıkıyor karşınıza.
İyi de ziyaretçilerin öyle bir vakti yok ki. Geliyor ateş alır gibi kaçıyorlar âdeta.
Malatyalılar misafir ile müşteri ayrımı yapamıyor. Esnaf değil, ev sahibi gibi davranıyorlar. Bol çeşit, bol kepçe, doyumuna, bitirmezseniz güceniyorlar hatta.
Ticarette bunun yeri yok, “ne kaa köfte, o kaa para!”

HAZIR KITA
Yerliler anlatıyor: Efendim bizim evlerimizde mutlaka kiler olur, sebze küfeyle, pirinç çuvalla gelir, salçalar, turşular, acılar, bulgur, erişte, tarhana. Kuru kayısı, kuru erik, kuru elma… Bastuk, cevizli sucuk, pekmez serapa. İplere dizilmiş, biberler, padılcanlar, kabaklar. Fakir zengin fark etmez gücümüze göre hazırlanırız kışa.
Yemeyi de, yedirmeyi de severiz. Hava açtı yemek yaparız, yağmur yağdı mı bir daha... Düğün ve sünnet zaten şölen ama güzel rüya görenler, işi rast gidenler, ev alanlar da, imtihan kazananlar da sofra kurar dostlara. Yok bebenin dişi, yok dedenin işi, hacı karşılama, asker uğurlama, hasat kaldırma...
Yemek için bir bahane buluruz mutlaka.
Bulgurla aramız iyi, mübareği 80 farklı şekilde sunarız icabında. Arslantepe Harabelerinde çıkan tahıl taneleri buğdayın binlerce yıllık saltanatını ele veriyor. Evliya Çelebi Seyahatname’sinde “Harran’dan sonra gördüğüm en bereketli diyar” diyor.
Ana malzememiz un ve bulgur. Eti ve sebzeyi de severiz, bazen birlikte harmanlarız. Çorbaları terbiye eder, otlarla lezzetlendiririz mutlaka.
EVVELEN VE AHİREN
Mutfağa Besmele ile girer, yemeğe Besmele ile başlarız. Siniyi ayakçak ya da kalbur üzerine oturturuz. Etlisini sütlüsünü beraberce sunar, tepeleme koyarız bakır sahanlara… Analar bacılar da birlikte oturur, öyle tabak bitti, kalkmazlar ayağa.
Dilediğinizden yiyebilirsiniz, önünden olmak kaydıyla.
Sofraya el yıkamadan oturulmaz, tabakta yemek bırakılmaz. Gençler tek diz üzerine çöker, yaşlılar bir şey isteyecek diye gözlerine bakarlar.
Yemek esnasında susulmaz, aksine muhabbet edilir, zaten aile başka ne zaman gelecek bir araya. Bazen laf lafı açar, sohbet uzar gider çay kahve faslına.
Günümüzde yer sofrasının yerini masalar aldı, balkon göbekler de ondan sonra çıktı ortaya.
SARMALAR DOLMALAR
Biz Malatya’nın kayısı ile tanındığını biliyorduk ama kiraz da ondan aşağı değilmiş. Hele bir dalbastıları var, apar topar gidiyor ihracata.
Şöyle tarif edeyim bildiğimiz kirazlardan daha iri, daha renkli ve daha kokulu. Eli vişne gibi boyuyor, şerbeti yakut kırmızısı, reçeli fevkalade güzel oluyor.
Malatyalıların evinde bulgur olur mutlaka. Yemeksiz mi kaldı gider bahçeden, dut, ayva yaprağı, menekşe, kabak çiçeği, pazı, asma, fasulye, pancar yaprağı alır gelir, kalem gibi sarar.
Biz oradayken Yeşilyurt Belediyesi kiraz yaprağı sarma yarışması düzenledi. Civarda ikamet eden hanımlar tencerelerini kapıp geldiler, birbirinden güzel sofralar donattılar. Köklü bir yemek olduğu için sunum bakır sahanlarla. Jüri âdeta lezzet bombardımanına uğradı, öyle zor ki hangisini birinci ilan etse acaba?

KURABİYE BİLMEZDİM
Şehrin sakinleri ikide bir “arkadaşları Koyunoğlu’na götürdünüz mü” diye soruyorlar. Neticede çok da merkezî olmayan bir sokak fırınına geliyoruz. Benzerlerinden yüzlercesini gördüğümüz vasat bir tezgâh.
Kardeşlerden Mehmet Türkoğlu anlatıyor: Biz burada simit yapıp satıyorduk. Malatya’mızda kandillerde bayramlarda kurabiye yollanır fırınlara, nişan, söz alma, mezuniyet merasimleri de onsuz olmaz. Yanına limonata, ılık süt, çay ve reyhan şerbeti koy, on numara ikram. Bir bayram öncesi komşu teyze pişirelim diye tepsisini bırakıp gitti, biz muhabbete daldık. Bir baktık tepsi kapkara. Tüh! Ne diyeceğiz şimdi kadına? Babam vaktimiz var dedi, getirin oradan un, yağ, şeker, bir kurabiye yapalım ona. Aynı teyzenin bezelerini taklit ettik, şekil verdik baka baka. Geldi hiç ses etmeden aldı gitti.
Bayram geçti bir baktım kararlı bir şekilde geliyor, eyvah anladı mı acaba? Nitekim karşıma dikildi “o kurabiye benim kurabiyem değildi” dedi üstüne basa basa.
Başımızı eğdik, önümüze bakıyoruz. “Ama benim kurabiyemden daha güzel. Elinize sağlık. Eğer bir gün kurabiyeye başlarsanız, seve seve alırım haberiniz ola!”

O DA GELDİ BAŞIMA
İşte o gün bu gündür kurabiye yapıyoruz, ev usulü, elden çıkma, talep çok ama makineleşmiyoruz asla.
Ayrıca değişiklik olsun dedik, kayısı çekirdeğini çekip un yaptık, kattık hamura. Kayısımız güneşin pişirdiği altın bir meyve, çekirdeği yüzde yüz doğal. Kıtırlık gevreklik veriyor.
Mısır unlusu da hoş oldu, tahinlisi ona keza, bir de hiç şekersiz dut kurusu ile yaptık. İçine tarçın ve ceviz de atıyoruz ki şekeri izale etsin, hastalar hasret kalmasın bu tatlara.
İnsanlar yiyince mutlu oluyor, gülümsüyorlar, bize de o haz yetiyor.
Geçen biri geldi “Abim İsviçre’de yaşıyor” dedi, “45 yıldır Malatya’ya gelmedi ama sizi iyi tanıyor. Oğlunun düğününde kurabiyenizi dağıtacakmış, yüklen gel dedi bana.”
Almanya’da bir hemşehrimiz patronuna ikram etmiş, adam bayılmış “bu sene tatil rotam belli oldu” demiş “kesinlikle Malatya!”
Buyursun gelsinler, sadece yemek değil meyve bahçeleri, tarih, kültür, doğa... Ne ararsanız var fazlasıyla. Malatya’ya gelip de pişman olanı duymadım daha.
LİSTE DEĞİL KİTAP
Bulgur çorbası, kara çorba, kulak çorba, tarhana, pıtpıtı, sebzeli, gendime, döğme, mercimek, pirinçli, ayalı çorba, kelle-paça, ekşili çorba, keşli çorba, gurut, yüksük aşı, irinti, aşure, toyga, malhıta... İçli köfte, analı-kızlı, banik, sumaklı, sıkmalı, elmalı köfte, kurşun geçmez, gilgirikli, ciğer köfte, haşhaşlı, top köfte, kel köfte, ıspanaklı, patates içli, kabaklı köfte, çimdik köfte, yumru, yumurtalı, yoğurtlu, balkabaklı, etli çiğ köfte, çiğleme, mercimekli, keloğlan, patlıcanlı köfte... Kayısılı kavurma, gırık, mumbar, kömbe, padılcan tava, nahna (lahana sarma), pirpirim aşı, kavurmalı erişte, soğan dolma, kabuk aşı, buğulama, sac kavurma, tiritli patates ve fasulye, patlıcan dövme, boranı, imam bayıldı, pancar kavurma; bilumum zerzavat turşusu... Çir kavurma, bazlama, paaç, yumurtalı lokma, bilik, tirit, papara, herle, herise, kuymak, haş, patatesli peynirli ıspanaklı börek, küllük, hınkel, erişte, celegoş, döğürcek, hırçıkli, kınalı çörek, katlamaç, akıtma... Yarpuzlu, fasul, kabak kavurma, çelem yağnisi, mücver, kuru patlıcanlı, nohutlu yahni, mıhlama... Tandır, tas kebap, sac kebab, sini kebap, Şam kebap, çanak eti, balkabaklı çiğ köfte, çökelekli, çömlek kebabı, haşlama, buğulama... Mercimekli pilav, domatesli pilav, erişteli, ciğerli pilav, keşkek, öfeleme, kısır, gargana... Dut kavurma, pekmezli pohnut, bastuk, pestil, cevizli sucuk, köpük helva, kesmece, incir deleme, pelverde, peluze, gelinkız helvası, süt helvası, un helvası, kalbur hurması, taş kadayıf, deli kız baklavası, kaymaklı kayısı tatlısı, peynir helvası, kalbur tatlısı, dolma, sütlaç, çiğdemli sütlaç, tortor, sargılı burma, kiraz reçeli, kızılcık şerbeti, gül, vişne ve erik şurubu, reyhan, kayısı hoşafı, dağ çayı, şıra...
SABIRLA KORUK HELVA
Kebapçı Zeki Usta’nın babası (Hacı Mustafa Saygı) ve dedesi de (Hacı Mehmed) mesleğin pirleri. 1942’den beri (4 nesil) yemek pişiriyorlar. Şakirtleri (yamakları) Malatya’nın önde gelen aşçıları olmuş. Mesela Cumali Usta.
Zeki Bey zarif, kibar, hatırnaz bir insan “Babam bize hem sanat hem edep öğretti” diyor ve devam ediyor: Müşterinin gönlü hoş olsun yeter, para öyle de böyle de gelir sonunda. Kul hakkı bilen aşçı kötü olamaz, temiz ve titiz çalışır, müşteriye kendi yediğinden sunar. Evet yemeğiniz mükemmel olacak ama fiyat da makul kalacak, kimse bakıp yutkunmayacak.
1960’lı yıllarda babamla Rıfat Ağabey meşhur Sinan Lokantasını çalıştırıyorlardı. Sonra ayrıldık, sanayide küçük bir dükkâna sığındık. Bir de lahmacun fırını açtık ki orada ben çalışırdım. Askerde de aşçıydım, devrelerime unutamayacakları yemekler yaptım.
Seksenli yıllarda babamla düğünlere gider, yemek hazırlardık. Umumiyetle parmak kebap (patlıcanlı) çıkarırdık, bayılırlardı. Hatta damadı tebrik etmeden yanımıza gelir, babama iltifatta bulunurlardı. Çevrede iyi tanınıyorduk ama o salaş dükkândan çıkamamıştık hâlâ.
.jpg)
DUAMIZ KABUL OLDU
1989’da babamla birlikte kasap olarak hacca gittik. Açtık elimizi dua ettik: Yarabbi, misafirlerimizi ağırlayacak güzel bir mekân nasip eyle, eğer hakkımızda hayırlısıysa.
Cenâb-ı Mevla bize tam da merkezde Şire Pazarı yanında bir yer lütfetti. Ne kadar şükretsek az.
Müşterilerimize Malatya sofrası dediğimiz bir tepsi veriyoruz. İçinde kâğıt ve fırın kebap, balcan tava, tandırda kavurma, tereyağlı domatesli kebap var. Fırında pişen kakırdaklı bulgur ve iç pilav koyuyoruz yanına. İki kişiye bol bol yetiyor. Sevindiğimiz taraf şu ki tepsiler boş dönüyor ekseriya.
Kâğıt kebap 12 saat fırında kalır, hazin hazin pişer ve helva gibi olur sabaha. Kemiğinden tutup salla, etleri dökülür iki yana.
Gereli kebap, kaburga dolma ve kuzu dolma Malatya’nın yıldızları, tiryakileri arar sorarlar.
Başka yerlerde biberden ağzı yanan ayran içer, bizim ise ayranımız acılıdır, kebaplar kendi ayarında..
Tatlılarımız sütlaç, kadayıf, baklava.
“Peki Malatya’ya has ne var” derseniz, gün kurusu kayısıyı tuzsuz tereyağıyla fırına veriyoruz, kendisi zaten çok rahiyalı odun ateşinde macun gibi eriyor, çok da güzel kokuyor
.
Yaptıkları yanlarına kaldı
10 Temmuz 2021 02:00
Irkçı beyazlar Oklahoma Tulsa’da 300 siyahiyi öldürür, 800’ünü yaralar, 1.256 mesken, 11 kilise, 31 restoran, 20 mağaza, 5 otel, sinemalar, tiyatrolar, 8 klinik, koca hastane ve kütüphaneyi yakarlar. 9 bin kişi sokakta kalır, katillerden biri bile çıkarılmaz hâkim karşısına.
Tulsa, 400 bin nüfusuyla Oklahoma’nın 2’inci ABD’nin 46’ncı büyük şehridir. Adı Tallasi’den gelir, Kızılderili lisanında “eski vatan!”
Beyazlar Kiikaapoi, Osage, Creek ve Caddo kabilelerini hizaya sokar (!) bir kasaba kurarlar (1836). Uzun yıllar Arkansas Nehri kıyısında ehemmiyetsiz bir belde olarak kalsa da petrol bulununca (1901) göç almaya başlar. Mississippi, Missouri ve Teksas havaliye akar.
Petrol nakli için müsait bir yerdedir, hem nehir yolunu hem demir yolunu kullanırlar.
Şehrin parlayıp patlayacağını ilk keşfeden bir siyahi olur. O.W. Gurley! 16 hektar arazi alır ve tozun toprağın içine “Greenwood Caddesi” yazan bir tabela çakar. Önce bir pansiyon açıp zencileri toplar, parselleri sadece renktaşlarına satar. Burası şehrin merkezi olacak ve değer kazanacaktır zamanla. Zaten para nereden kazanılır? “Ya arsadan ya borsadan.”
.jpg)
Bir kaç yıl içinde Greenwood Caddesi şekillenir, kırmızı tuğladan binalar yükselir iki yanında. Pastacılar, postacılar, fırınlar, tiyatro ve bilardo salonları müşteri ağırlar.
Tulsa’nın dört mutena oteli vardır, burada sıralanırlar.
Malum ABD’de siyahiler ekseri ayak işi görür, bağda bahçede çalışırlar. Tulsa’da ise aksine hekim, eczacı, noter, avukattırlar. Değişik sektörlere ağırlıklarını koyar, Bankalar açar, gazete (Tulsa Star ve Oklahoma Sun) çıkarırlar. Cafeleri, mağazaları, hususi kilinikleri, okulları, daktilo kursları vardır... İyi kazanır, iyi giyinir, iyi arabalara biner, kalburüstü yaşarlar. Gün gelir Greenwood’un adı “Wall Street”e çıkar.
.jpg)
KISKANAAANLAR!
Beyazlar bunu hazmedemez, diş bilemeye başlar. Bilirsiniz güneyin ırkçısı pistir, zencileri insandan saymaz, köle gözüyle bakarlar. “1919- Kanlı Yaz”ı pıhtı tutmamıştır daha. Washington DC, Elaine (Arkansas), Knoxwille (Tennessee), Omaha (Nebraska), Charleston (Güney Carolina), Longview (Teksas) ve Şikago (Illinois) sokaklarında siyahileri linç etmiş, korku imparatorluğu kurmuşlardır.
Beyaz çeteler Tulsa’da da göstere göstere silahlanır, kıvılcım beklerler âdeta.
Ve aranılan bahane bulunur.
Genç bir zenci (Dick Rowland -19) asansör hareket edince dengesini kaybetmiş, beyaz bir kıza (Sarah Page) çarpmış ya da ayağına basmıştır. Kız korkup çığlık atar, beyazlar üşüşünce, delikanlı kaçar. Bilahare yakalar, gözaltına alırlar.
Ertesi gün gazeteler hadiseyi taciz gibi sunar, “Asın şunu” diye yaygara koparırlar. Kışkırtıcı yayın tesirini gösterir, linç çetesi elde urgan dolanmaya başlar.
Nezarethaneden adam çıkarmak yapmadıkları iş değildir, alır araya, döve döve öldürürler oracıkta.
Siyahilerin önde gelenleri (ki bunlar Cihan Harbi’ne katılan madalyalı kahramanlardır) Emniyet önünde bekler, muhtemel bir infaza mâni olmaya çalışırlar.
Vay siz misiniz karakol önünde toplanan?
Silahlı ırkçılar kalabalık gelir, kuşatırlar. Münakaşa çatışmaya döner, herkes dağıldığında 12 ceset yatmaktadır ortada.
YAĞMADAN YANGINA
31 Mayıs 1921’i 1 Haziran’a bağlıyan gece zenciler için uzun geçer.
Irkçılar, Greenwood’u basar. Kapıları kırıp evlere girer, sahiplerini kolundan tutup dışarı atarlar. Kürkleri, takıları, piyanoları, gramafonları, mobilya ve kıyafetleri yağmalar, binaları tutuştururlar.
O acıyı yaşayanlardan Parrish “Bazılarının kucaklarında bebekler vardı” der, “ağlayan çocuklarını sürüklüyorlardı telaşla.”
Kendinin ve kızının da hayatı tehlikededir, kaç kaç nereye kadar? Meşaleli adamlar adım adım yaklaşırken yanında bir kamyonet durur, şoför kasayı gösterir: “Atla!”
Uzaklaşırken gördüklerini unutamayacaktır; güzelim semt, alev alev yanmakta.
Irkçı beyazlar yaşlı ve kötürümleri dışarı çıkarma zahmetinde bulunmaz, eviyle birlikte tutuştururlar.
Polis işin içindedir, sağa sola kurşun sıkarken, kundakçılara gaz yağı taşırken rozet çıkarma lüzumu duymaz. Associated Press Ajansı haberine göre “Yüzlerce siyah ellerini kaldırıp kaçışmakta, ‘Ateş etmeyin’ diye bağırmaktadır.”
TUZ DA KOKARSA
Sabah sivil tayyareler görünür, siyahilerin yanmayan mekânlarına havadan yangın bombaları atarlar. Yüksek oteller çatıdan başlar tutuşmaya. Polis seyretmektedir, müdahalede bulunmaz.
Bin küsur evin yanı sıra ahırlar, samanlıklar ağaçlar da tutuşur, ırkçılar itfaiyecileri çalıştırmaz.
Millî Muhafızlar, 16 saat sonra gelebilir, iş olup bittikten sonra.
300 insan öldürülmüş, 800’ü yaralanmıştır. Komisyon raporlarına göre 1.256 mesken,10 kilise, 31 restoran, 20 mağaza, sayısız bakkal, Loulah ve Josh Williams’ın sahibi olduğu Dreamland Sineması ve Siyahi Halk Kütüphanesi yakılmış, 9 bin kişi bimekân kalmıştır.
Kasabanın meşhur hastanesi Frissell Memorial, dört eczane ve sekiz hususi klinik artık birer yıkıntıdır.
Cesetler hendeklere gömülür, bir kısmı da Arkansas Nehri’ne atılır. Şahidin biri iki kamyon ölü gördüğü iddiasındadır, ciddiye alınmaz.
İlerleyen yıllarda Tulsa Üniversitesi arşivindeki belge ve bilgiler karartılır. Mesela Tulsa Tribune gazetesinde yayınlanan asansör düzmecesi ve “Zenciler Bu Gece Linç Edilecek” adlı başmakale jiletle kesilip alınır. Gelelim işin maddi tarafına. Zarar, en mutedil hesapla 33 milyon dolardır (o günün doları).
Mesaj açıktır: “Siz bizle eşit değilsiniz, ayağınızı denk alın bundan sonra!”
Katliamdan kurtulanlar mahalleyi yeniden kursalar da Greenwood o eski şaşaasına kavuşamaz bir daha.
ADALETİN BU MU DÜNYA
Cürüm açık ve ortadadır ama tek bir beyaz tutuklanmaz, kimse mahkemeye çağrılmaz, suçu sabitlerden hesap sorulmaz.
Hukuki takip yürütülmediği için sigortacılar da ödeme yapmaz. Bırakın malı mülkü, cenazeler için kayıt tutulmaz, bu yüzden kaç kişinin öldüğü meçhuldür hâlâ.
Bunu anlamanın yolu toplu mezarları açmaktan geçer ama beyaz irade insiyatifini aksi yönde kullanır ısrarla.
Benzer hadiseler tekrar yaşanacaktır, mesela 2016’da, yine Tulsa’da beyaz polis Betty Shelby, Terence Crutcher adlı silahsız bir siyahı vurarak öldürecek ve beraat edecektir kolayca.
Geçtiğimiz günlerde Başkan Biden, Tulsa’yı ziyaret etti, bir nevi gönül almaca. Gazetecinin biri sorar; “Devlet adına özür dileyecek, tazminat ödeyecek misiniz?”
Yürür gider, cevap verme lütfunda bile bulunmaz.
.jpg)
BA’DE HARABİ’L-TULSA...
Aradan bir koca asır geçtikten sonra mevzu gazetecilerin, belge selcilerin, sinemacıların gözüne batar, hayatta kalan son birkaç şahide mikrofon uzatırlar.
George Monroe beş yaşındadır mesela, meşaleli adamlar eve girdiğinde ablaları ve abileri ile yatağın altına saklanırlar. Haydutlardan biri eline basar. Tam bağıracaktır, kardeşleri ağzını kapatırlar. Sıhhi sebeplerden bacakları kesilen bir ihtiyar vardır, kaldırımda kurşun kalem satar. Bedenini bir tahta araba ile sürükler sağa sola. Çete yaşlı adamın boynuna halat geçirir, otomobille çeke çeke parçalarlar. Dr. A.C. Jackson ülke çapında bir cerrahtır, Mayo Clinic’in kurucularından biridir aynı zamanda. Irkçılar evinin önüne toplandığında dışarı çıkar “Buradayım, arkadaşlar” der sakin bir tavırla. Buna rağmen onu vururlar. Yarası hayati değildir ama kan kaybından ölür çırpına çırpına.
2018 Gallup anketine göre Tulsalı siyahlar polise güvenmiyor. Nüfusun %15’i siyah olmasına rağmen teşkilatta yok denecek kadar azlar. Beyaz memurlar sudan bahanelerle siyah tutuklamaya devam ediyor.
.
Vızzzt Magirus geçti
11 Temmuz 2021 02:00
Bir zamanlar firmalar müşteri aramıyor, yer lütfediyorlardı. Mazot makul, müşteri mebzuldu. Arabalar dolu gider, dolu döner, aylarca kontak kapatmazlardı.
Bilet fiyatları cep yakar oldu bayram yaklaştıkça otobüslerde yer bulmak zorlaşıyor.
Bu sıkıntı oldum olası yaşanır. Eskiden şehirler arası otobüslerin ehemmiyetli bir kısmı hacca giderdi, garaj kapılarına kaptıkaçtılar dayanırlardı.
Otobüsçüler bu salgın döneminde çok sıkıntı çekti, dileriz kazasız belasız gider gelir, zararlarını biraz olsun kapatırlar.
Hatırlar mısınız bilmem. 60’lı yıllarda otobüsler Sirkeci’nin dar sokaklarında basarlardı marşa, bir iki firma da Laleli’den yolcu alırdı. Sonra sahile iner, arabalı beklerlerdi sabırla. Suhulet ile Sahilbend karşılıklı gelir gider ama yetişemezlerdi izdihama.
Henüz Harem’de garaj filan yoktu. Sahilde ahşap bir iskele ile önü asmalı bir kahve hatırlıyorum, yamaçta asırlık konaklar sıralanırdı. Kolları paslı vinçler, kum yüklenen ‘Thames’lar, ‘Bedford’lar, eğreti bir iskele, tahtaları çürümüş mavnalar…
Anadolu yakasının yolcuları Kadıköy Meydanı’nda toplanırlardı, hemen sebze halinin arkasında. Hoş o günlerde kaç firma vardı ki? Ulusoy, Kâmil Koç, Güzel İzmir, İnanöz, Özen, Sağlam, Fındıklı Toros...
Sonra güreşçi firmaları türedi, Dağıstanlı, Atan Kardeşler ve Şampiyon Hersekli... Çocukluk bu ya Gülhan, Gazanfer çekişmesi hoşumuza giderdi. Kâhyalar karşılıklı atışır, icabında ücret düşürürlerdi. Eli valizliyi görmesinler, anında koluna girer, biletini keserlerdi.
ADAM YAPMIŞ ABİ
Yolcu mu bekliyordum, yoksa uğurluyor muydum bilemeyeceğim, firmanın biri gıcır gıcır bir Magirus’u yazıhanenin önüne çekti. Diğerleri de geldiler, “Hayırlı olsun” dediler. Arabayı hayran hayran inceleyip “Maşaallah” çektiler.
Öyle ya burunlu Scania’lardan, burunsuz ‘Fiat’lara henüz geçtiğimiz yıllarda motoru arkaya atan bir teknoloji şaşılacak şeydi. Sürücüden daha geride yer alan bir ön tekerleği aklımız almamıştı. Zaten bize göre arkaya konulan bir motor ancak geri geri giderken işe yarardı.
‘Magirus’lar albenili renkleri, sessiz kabinleri, beyaz direksiyonları ve ayağa takılmayan motorlarıyla gönülleri fethetti. Sesleri de heyecan vericiydi, hava soğutmalı olduğu için sürekli dönen ve boşa düştükçe vınlayan türbinler uzay gemisini andırırdı. O çift eksozdan çıkan çılgın patırtı, hakikaten kan kaynatıcıydı.
Mahallede çocukları ellerini uçak yapıp akranlarının burunlarını sıyırır, şaşkın muhataplarına “Vızzzt” derlerdi, “Magirus geçti!”
Ve Magiruslar da geçti. Bir dönem Otomarsan’ın 302’leri yollara ipotek koydu. Süratli, yakışıklı, o devir ölçülerinde (tekerlek üstü hariç) rahattı. Hepsi bir yana masrafsız ve sağlamdı. 70’li yılların başında Magirus “Havalı Apollo” ile parlak geçmişine dönmek istedi. Apollo’lar gerçekten havalıydı. Hem göz okşayan bir dizaynları vardı, hem de yolcuya saygılıydı. Bacak kadar çocuk binse eğilir, yerlere kapanırdı.
Ancak arabaya yumuşaklık kazandıran hava yastıkları Anadolu yollarında sıkça patladı, tadı tuzu kalmadı..
O zamanlar işlek yollara şose derdik. Önce taş toprak yayılır, ezilir, stabilize edilir, sonra üstüne zift serilir, çakıl serpilirdi
Yazın zift erir akar, kışın delinir donar. Çukurlarda daima su olur, güm güm düştükçe iki yana sıçrar.
Bir ara MAN “sessiz dünya” diye bir seri çıkardı, ancak 302’lerin saltanatı pek sallanmadı.
ARAYA TABURE
Otobüs perondan full kalkardı, kontrol noktalarını geçince araya adam alır, tabure dağıtırlardı.
Otobüsçülüğün altın yıllarında muavinler şoför, şoförler mal sahibi oldu, bir arabası olan ikinciyi aldı, iki arabası olan firma kurdu. Ünlü otobüsçülerin “öz”leri, “es”leri, “as”ları, “en hakiki”leri çıktı.
Yeniler de sektöre hız kattı. Şişe suyu verdiler, kolonya, şeker tuttular. Hatta koltuk sayılarını azaltıp araları açtılar ve arka cama “Rakibimiz Hava Yolları” yazdılar.
Kaptanlar saçlarını limonla tarar, dişlerini altın kaplatırlardı. Tiril tiril laci takımlar ve apoletli gömlekler giyer, Çarşamba’ya uğradıklarında Zileli Osman Usta’dan yumurta topuk alırlardı. Ökçelerine basmak mecburiydi, eğilip de çekçek kullanmak delikanlıyı bozardı.
Mürettebat Kent ya da Palmall içer ve Mercedes armalı şövalye yüzükler takardı. Altın görünümlü bakırdı, kavgada muşta gibi kullanılırdı.
O yıllarda aynaya CD asılmaz, tampona “Canısı” yazılmazdı ama çiğ yeşil ve cart kırmızıdan örülmüş bir karpuz maketin yoksa olmazdı.
Fırıldak yap para kap sektörü iyi çalışırdı, birileri yürüdükçe sallanan eller yapmış ve yok satmışlardı.
Firmalar yolcu aramıyor, yer lütfediyorlardı. Mazot makul, müşteri mebzuldu. Arabalar dolu gidip, dolu dönüyor, aylarca kontak kapatmadan çalışıyorlardı.
Deseler ki, bir gün tayyareler otobüs fiyatına yolcu taşır, her vilayete hava meydanı açılır.
Söyleyin kim inanırdı?
BAYILANA LİMON
Bizim çocukluğumuzda yolcular ne bileyim, sanki daha bir gariptiler. Artık eskimesin diye mi bilmem çoraplarını yıkamazlardı. Gerçi ayakkabı içinde zararı yoktu ama suhunet ve rutubet artınca koku dışarı taşardı. Muavinler sık sık “Pabucumuzu çıkarmayalım abiler” diye ikazda bulunur, ufunet artınca istesin istemesin herkesi kolonyayla yıkarlardı.
Garip huylar edinmiştik. Yola çıkarken mutlaka gazete alır, hatta Teks ve Zagor bakardık. Kabak çekirdeği ve sımışka tedarik eder, keskin nane bulundururduk baş ağrısına mide bulantısına. Kadınlar sarma, dolma, kol böreği yapar, patates, yumurta ve tavuk haşlarlardı. Hele biri salatalık ve mandalina soymaya görsün bütün otobüs mis kokardı.
Burunlu otobüsler ekseri kamyondan bozmaydı, kalorifer havalandırma olmazdı. Hatta pencere aralarından rüzgâr alır, kışın camlar buz tutardı.
Çocuklu kadınlar tedarikliydi, yanlarında battaniye taşırlardı. Dizini örtmeyenlerin romatizmaları azardı.
Tiryaki olsun, olmasın, sırtı koltuğa değen mutlaka sigara yakardı. Öyle ya, kazağın izmarit kokmadıktan sonra yolculuk yaptığın nereden belli olacaktı?
Bütün bunlara rağmen birer otobüsseverdik. Büyüklerimize doktor, mühendis olacağız derdik ama gönlümüzde şoförlük yatardı.
ÖN KOLTUK KEYFİ
Gençler kaptanlara hayrandı, haftalar evvelden bilet alır ön sırayı kapatırlardı. Sabahlara kadar uyumaz kaptana yoldaş olurlardı. Sigara tutar, çakmak yetiştirir, meyve soyup uzatırlardı. Ne söylerse “Di mi ya” diye katılır, yanlış yapanları “cık cık cık” çekerek ayıplarlardı.
Teyp gece boyu susmaz, Elâzığ Şafak Stüdyolarında doldurulan bantların ekolu sesi “Şimdi 41 numaradaki yolcumuz için çalıyoruz” diye çınlardı, “Ben yanmışım arkadaş...”
41 numaranın arkası motor sıcağı, önü kapı ayazı. Kulağınızda uğultu, altınızda merdiven, önünüzde buzdolabı.
Hakikaten yanmışsın arkadaş.
Bazı şoförler tek kasetle yolu tamamlar. Bittikçe çevirip takardı. Aynı parçaları 40 defa çalar, ezberletirlerdi âdeta. Ne iştir bilinmez, radyo yokuş çıkarken uzun havaya geçer, motorla birlikte inler, ağlar, süratlenince oynak bir türkü yakalardı.
Ilık yaz geceleri lastikler asfaltla bir muhabbet tuttururlardı. Biliyor musunuz, en tatlı hayaller bu cızıltıyla kurulur. Geçmiş yıllar hatırlanır, geleceğe matuf planlar yapılırdı.
Ne hikâyeler ne mısralar, gelgelelim yanınızda kalem olmazdı...
RESMİN BÜYÜK HALİ İÇİN GÖRSELE TIKLA
.
Hizmetin iyisini Osmanlı yaptı
17 Temmuz 2021 02:00
Ecdat mukaddes beldeleri imar eder, mukaddes mekânların tamir ve bakımlarını yapar, emniyeti sağlar, ahalisine harçlık dağıtır, kapısına tren getirir hatta. Sırf Hac için yılda 350- 400 bin altın harcar, kimseden kuruş almaz.
Malum Yavuz Sultan Selim 1517’de Hilafeti Osmanlıya getirir, “Hâkimü-l-Harameyn değil, Hadimü’l-Harameyn’im” der, hizmete başlar.
Kolay değildir, Hicaz’la hayli mesafe vardır aramızda. Dağlar, çöller, deryalar, değişik kabileler, saf müminler, ihlaslılar, soyguncular, İran’a ve İngiliz’e çalışanlar...
Sultan zorluklarına rağmen ümmetin hacılarını mukaddes beldelere ulaştırmak, ağırlamak, sağ salim evlerine kavuşturmak için kolları sıvar.
İstanbul’dasınız diyelim, iki güzergâh çıkar karşınıza, ya Şam tariki ile ya da Kahire yoluyla.
Kahire’ye deniz ve nehir üzerinden gidersiniz, açarsınız yelkenleri akar. İbadetinizi eder, muhabbettinizi yapar, dinlenirsiniz âdeta. Yeter ki hava ılık, derya mutedil ola.
Kahire’den Kızıldeniz sahiline inilir, teknelerle Cidde’ye geçilir. Gerisi kolay, çok çok üç günde yürüyüp Mekke’ye vasıl olur, başlarsınız tavafa.
Süveyş Kanalı açıldıktan sonra yol daha da kısalır, doğruca Kızıldeniz’e çıkar, sallanırsınız aşağıya.
Balkan, Kırım, Kafkas ve Türkistan hacıları da bu hattı tercih eder. Yolun yarısı İstanbul’dur, bir süre Asitane’de soluklanır, müsait bir tekne buluncaya kadar hankahlarda ağırlanırlar. Mesela Buharalılar Buhari Dergâhında, Taşkent ve Semenkantlılar Üsküdar ve Sultanahmet’teki Özbekler Tekkesinde kalırlar.
Sonrası kolay, vira bismillah.
.jpg)
NİYE HAREM?
Gelelim İstanbul-Mekke kervan yoluna. Hacı adayları Eyyub Sultan hazretlerinden başlar, şehrin camilerini türbelerini dolaşırlar. Asya tarafına geçtiler mi şükür secdesi yapar, toprağı öper koklarlar. Henüz Üsküdar’dasınızdır ama artık derya deniz kalmamıştır arada. Bir nevi Kâbe toprağı, işte bu yüzden “Harem” derler ona.
Uğurlayanlar Kadıköy Ayrılık Çeşmesi’ne kadar birlikte yürür, orada durur el sallarlar.
Anadolu halkı hacıları seve seve karşılar, döşek serer, aş çıkarırlar. Yolda yaşayan şeyhler ve Veliyullah kabirleri de ziyaret edilir, Ankara, Aksaray, Konya ve Urfa’da dururlar mesela.
.jpg)
Genelde Şam ve Kudüs’ten gider, Basra ve Bağdat’tan dönerler. Tabii İran ile gerginlik yoksa. Her hâlükârda çöle gireceksiniz, kumlara batmadan olmaz.
Hacı adayı için açlığın, susuzluğun, mesafenin ehemmiyeti yoktur, zorluğunu bilerek çıkmıştır yola. Ancak bölge emin olmayabilir, zaman zaman Safeviler ve Necid eşkıyası saldırırlar. Bu yüzden gruplar birleştirilir, asker katılır yanlarına.
Abdülhamid Han’ın büyük fedakârlıklarla yaptırdığı Hicaz Demir Yolu bir hayali hakikat yapar. Haydarpaşa’dan binen biri 72 saat sonra münevver Medine’ye vasıl olur kolayca. Düşünün kervanlar İzmit’e varmamıştır daha.
Raylar Mekke ve Cidde’ye de uzayacaktır ama İngilizler bedevileri kışkırtıp inşaatı baltalamasa.
Takriben 16 bin hacı adayı şimendiferi kullanır. Sadece 2 lira (sarı lira) tutan ücret, önceki masrafın onda biri kadardır anca. Demir yolu sadece insan değil, sebze, meyve, tahıl, bakliyat, meşrubat, ticari eşya ve hayvan nakline de yarar. İstasyonların etrafı canlanır. Bedeviler yerleşik hayata geçer çocuklarını okuturlar. Amman, Maan ve Tebük gibi mesela.
.jpg)
HABBE CÜBBE
İstanbul, Şam ve Kahire’de hacı uğurlama merasimdir. Hareket günü Hac emîri meydana gelir, askerler selama dururlar. Sancak ve mahmil-i şerif bir deve üzerinde dolaştırılır. Mısır Valisi, Hac emîrine resmî erkân önünde “Bedevilere ve Haremeyn halkına dağıtılacak surreyi alıp almadığını” sorar. O da, “Bir habbe ve cübbe dahi kalmadı” der, Kadı Efendi bunu kayda geçer. İşaret verilince hafızlar okumaya başlar.
Kervan hareket ettiğinde mehter, gülbank bir alayiştir kopar. Uzun süre yardan yurttan evlattan ayrı kalacak belki de dönmeyeceklerdir bir daha.
Eğer kavuşmak nasip olursa düğün bayram. Hacı evlerinde mevlütler okunur, kazanlar kurulur, hediyeler sunulur. Bir yudum zemzem, birkaç hurma alan kendini bahtiyar sayar.
Hac zengine farzdır, herkes ihtiyacını kendi karşılar. Lakin bir sıkıntı olursa hac emîri sahipsiz bırakmaz. Kiler-i Hâss-ı Hacc-ı Şerîf’ten yer içer, korunur kollanırlar.
1580 Mısır kervanında 50 bin mümin vardır. Şüphesiz deve sayısı daha da fazla. Arafat'ta takriben 200 bin insan olur, emanete 300 binden ziyade hayvan bırakırlar.
Yol boyundaki kabilelerle anlaşılır, getirdikleri su ve yiyecekler için ödeme (surre) yapılır.
İşin aslı “Alın şu parayı, saldırmayın.” Bazı liderlere, tahsisat dışı hil‘at ve nişanlar verilir ki, mazarrat çıkarmayalar.
Hacılar arasında edipler ve şairler de olur, hatıraları menâzil-i hac adıyla geçirirler kâğıda. Cenâb Şahabeddin’in Hac Yolunda (İstanbul 1325), Hüseyin Vassaf'’ın Hâtıra-i Hicâziyye’si gibi mesela.
MASRAF AĞIR
Diyelim Mekke’ye gelindi. En fakiri bile hana hankaha yerleştirilir, kimse açıkta kalmaz.
Hint, Açe, Malay, Bengal, Afgan, Afrika müminleri hacı olmaya pek heveslidir. Çok da tedbir almadan düşerler yola. Zaten gariptirler, kaybedecekleri ne vardır, kuşcağız canlarından başka?
Evet onlar dışarıda geceleyebilir, bir kerpici yastık yapabilir. Lakin Osmanlı ibadet mekânlarına, çarşıya, pazara düzen getirir. Fukara için hamamlar yaptırır, barınaklarda yer gösterir. Çöpleri titizlikle toplar, çukurlara gömer kapatırlar.
Memluk döneminde Acem kadınları akşamları döşekleri ve beşikleriyle Mescid-i Haram avlusuna gelir, çocuklarını koştururlar. Safa ile Merve arasında seyyarlar çay kahve satarlar. Ecdat onları kibarca kenara alır ki, say aksamaya.
Osmanlı inzibat dolandırır, karakol kurar, hırsıza uğursuza fırsat tanımaz.
Bu arada mukaddes mekânların tamir ve bakımları yapılmış, en iyi malzemeler kullanılmış, en mahir ustalar çalıştırılmıştır. Mescid-i Haram ve Ravda-i Mutahharada ferraşlar (temizlikçiler) çalıştırılır, gül suyu ile siler paklarlar. Hacca götürülen ilim adamlarına da ücret takdim edilir, çoğu almaz, hazineye bağışlar o başka.
Yaşlılar ayrıca hizmet ister, kafilesinden kopanlar, hasta olanlar…
Hint hacılarının deniz yolunu kullanabilmeleri için Portekizlilere yüklüce bir meblağ verilir ayrıca. Gâvur donanmasını söküp atmak da kabildir ama Körfez emîrleri kucak açmasa, İran arkadan vurmasa.
Hasılı Osmanlı, Hac için her sene 300- 400 bin altın harcar. Sefer-i saadeti sıkıntısız atlatırlarsa Sultanahmet'te toplanır, hamdeder, tekrarı için niyazda bulunurlar.
SAFEVİ FİTNESİ
Malum Osmanlı padişahları hacca gidemez, ancak hanedan hanımları arasında hayli hacı vardır. Mesela II. Selim’in kızı Şah Sultan, hac emîri tarafından misafir edilmek istese de masrafı kesesinden karşılar.
O yıllarda Kûfe ve Necef Osmanlının elindedir ama İran da elini çekmiş değildir. Safevilerin ne yapacakları belli olmaz, hacılar arasına dailer sokar, cinayet işletir, fitne çıkarırlar. Bazen yolları kapar, hacca büsbütün mâni olurlar.
Osmanlı onların da haccına mâni olmaz, hakkını hukukunu kollar. 1694 yılında İranlılardan lüzumsuz ücret alan hac emîri idam olunur, paralar iade edilir kimden alındıysa. (bk. Defterdar Sarı Mehmed Paşa)
Babür İmparatoru Hümâyun Şah da bizardır, Kanuni’ye gönderdiği mektupta Safevilere karşı ortak sefer açma teklifi yapar.
İngilizler bölgenin karışması için her fırsatı kullanırlar, Vehhabi militanları hacı kafilelerine ve mukaddes mekânlara musallat eder, imar çalışmalarını baltalatırlar.
Bütün bunlara rağmen Harameyn âşıkları “Lebbeyk” der, Hicaz’a akar.
Hac sadece Tek Parti döneminde inkıtaa uğrar. Yasağın bahanesi döviz kıtlığı şeklinde sunulsa da Avrupa’ya gidenlere mâni olunmaz.
Menderesli yıllarda yollar tekrar açılır, hacılar çoşkulu kalabalıklarla uğurlanırlar.
1950'de tayyare,1959’da vapur seferleri konsa da itibar kara yoluna olur daima. Bahane ile Şam’ı, Kudüs’ü, Basra‘yı, Kûfe’yi, Bağdat’ı, Musul’u dolaşırlar.
.
Haccı bekliyoruz hacı bekler gibi
18 Temmuz 2021 02:00
Yasaklar kalkmış, imkânlarımız artmıştı, hacca ve umreye gidiyorduk rahatça... Hele şu işi halledelim sonra, salgınmış, karantinaymış, gelir miydi aklımıza?
Çocukluğumuzda hacı uğurlama var dendi mi bir solukta Ulucami önüne koşardık. Her şehirde Büyük Cami, Merkez Cami, Cami-i Kebir olur mutlaka.
Nasıl da heyecanlanırdık, sanki biz çıkacağız yola. Haftanın olayı, kaçırma, üzülürsün sonra.
Sabahın erken saatlerinde at arabaları faytonlar gelmeye başlar. Gri elbiseli hacı adayları ilan edilen vakitten önce hazırdır, eş dost, akraba pervane olur etraflarında.
Allı morlu ‘Magirus’lar gıcır gıcır yıkanmış, dizilmiştir sıra sıra. Önlerinde organizasyonu gerçekleştiren firmanın afişleri. Yani reklamını bugün de yapmayacak da...
Güneş bir mızrak boyu yükseldiğinde kahveler boşalır, dükkânlar kapanır. Şehir sökün eder meydana. Simitçiler rekora koşar, şerbetçiler ‘Sebil sebil’ der, serinlik dağıtırlar. Bedelini bir hayır sahibi ödemiştir usulca.
Muavinler otobüslerin üzerine çıkar, denkleri, sepetleri sıkıca bağlarlar. Seferin bir ay sürdüğünü farz edin. Hacı adayları kâfi miktarda tarhana, bulgur, kavurma alırlar yanlarına. Peynir tenekeleri, zeytin seleleri, süzme yoğurtlar. Ve torba torba peksimet, artık o kadarını da ne yapacaklarsa? Atmışlı yılların Arabistan’ını bilemiyoruz tabii, mahrumiyet olabilir, sen işini kış tut, yaz çıkarsa bahtına. Artarsa verirsin bi’ fukaraya.
HAYDİ VAKİTTİR
Derken bir kıpırdanma olur, helalleşir, kucaklaşırlar. Ahbap akran hacı adayının avucuna küçük küçük kâğıtlar sıkıştırır. Üzerlerinde “Şu kadar hatim, şunca Yasin-i şerif” yazar, hatm-i tehliller, salavatlar... Duasının nurlu Ravda’da yapılmasını arzularlar.
Sonra bir hoca çıkar, hitaba başlar. Aleyhisselatü vesselam Efendimize selamlarımızı arz eyleyin” derken sesi titrer. Bu cümleyi kolay söyleyemez, yutkunur bir kaç defa. Kadınlar dudaklarını ısırır, tülbentlerinin ucuyla yüzlerini kapatırlar. Yaşlılar açıktan ağlar.
İşaret verildi mi marşlara basılır, motorlar uğuldar. Hacı adayları koltuklarına yerleşir, gülümsemeye çalışırlar. Kalabalık, otobüsü öyle bir kuşatır ki, kıpırdamak ne mümkün. Omuzlara alınan minikler buharlı burunlarını cama değdirir, nineler dedeler buseler kondurur uzaktan. Bu gürültüde kimse kimseyi duymaz. Son mesajlar kaportaya vurularak geçilir. Yarı Mors, yarı ağız okuma.

TEKBİR VE TEHLİLLERLE
Ve nihayet bir polis arabası kalabalığı yarar, otobüsleri peşine takar. Konvoy gözden kaybolduğunda tarifsiz bir hüzün çöker meydana. Kadınlar rahatça hıçkırmak için evlerine döner, erkekler işlerinin başına. Yaşlıların omuzları düşer, çökerler oracığa.
Bize de nasip olacak mı acaba?
Şüphesiz binlerle kilometreyi bu klimasız külüstürlerle katetmek kolay değildir. Bazen günlerce beklerler gümrük kapılarında. Ama olsun değer, daha evvel hangisi Mevlâna hatırına Konya’ya gidebilmiş, hangisi uğrayabilmiştir Urfa’ya? Halep’i, Şam’ı, Kudüs’ü, el-Halil’i ne zaman görebilirler bir daha?
Otobüsler Suriye’den gider, Irak’tan döner. Kûfe, Necef, Bağdat. İmam-ı Azam, Cüneyd-i Bağdadi, Musa Kâzım ve Abdülkadir-i Geylâni hazretlerini ziyaret eder feyzle dolarlar. Sonra Musul’da Yunus aleyhisselam.
Ne terör ne silah... Irak ne tatlıdır o yıllarda.
BEYAZ GEMİ
İstanbullular benzer bir merasimi de Karaköy limanında yapar. Yine koşuşturmalar, bavullar, klaksonlar. Nitekim halatlar alınır, gemi hafifçe iskeleden kopar. Hacı adayları bahriyeliler gibi güverteye dizilir, kalabalıktan hane halkını seçmeye çalışırlar.
O yıllarda çok Türk filmi seyrettiğimizden olacak parmak uçlarımızın üzerine dikilir ve belimizden büküle büküle sallanırız. Elinizde beyaz mendil olacak ama.
Kaptan köşkünün camında görünür, limana bakar, üç beş kaba düdüğün ardından gemi titrer. Binlerle beygirlik makineler yüklenir uskura. Sular köpürür ve vapur ilerler.
Büyüklerimiz ufacık olasıya ardından bakar, gözleri dalar ufka. Ya bir martı çığlığı ile uyanır, ya da ıslanan yanaklarının farkına varırlar. “Aaa sen ağlıyor musun” derseniz mevzuu değiştirir “Görüyor musun bak” derler “En son bacası kayboluyor. Demek ki dünya yuvarlak.” Erdküremiz dönecek dönecek bir gün ona da gelecektir sıra. Hacılar bayramın birinci günü telbiye getirir, mümkün olduğunca “Lebbeyk Allahümme Lebbeyyk” derler. Buyur Allah’ım, emret, başüstüne, geldim!
Demek ki çağrılıyorlar.
Bu sene mahzunuz.
Dilerim yine çağırır
Cenâb-ı Mevlâ.

HASRET, YURDA DÖNÜNCE BAŞLAR
Hacı karşılamaları da duygulu olur, ev halkı sabırla beklemiş kavuşmuşlardır sonunda.
Hacı baba yanmış kavrulmuştur ama beyaz sakalı pek yakışmıştır ona. Araba hazırdır, kaputa bayrak çekilmiş, tülbentler seccadeler bağlanmıştır aynalara. Gençler söz dinlemez, basarlar kornaya.
Kadınlar erkenden mutfağa girmiş, et ve helva kavurmuşturlar, pilav dem tutmaktadır kenarda. Buna tehniye denir, sevinmek tebrik etmek manasında...
Kapı yeşile boyanmış, misafir odası dostlara hazırlanmıştır. Zemzem bardakları, hurma kâseleri, gülabdanlar... İsteyen alsın diye ortaya bırakılan takkeler, tespihler, miskler, misvaklar.
Minikler kendilerine getirilen etekleri fistanları giyer, dalarlar yeni oyuncaklarına. Hacı Amca misafirlerine onuncu defa aynı şeyleri anlatır, yeri geldikçe portakal renkli aleti uzatır, içinde dönen diyalar. “Bak işte burası Mina” basıp değiştirir “Burası da Hira!” Bakarsınız özlemiş bile, hacım bu ne hasret, döneli iki gün oldu daha... Mahallenin arıza tipleri olur, zemzem fincanını evirir çevirir kaldıramazlar, içse mi, yoksa usulca tepsiye mi bıraksa? Türk’ün serserisi bile edeplidir, zemzem giren ağıza rakı koyamaz bir daha.
DÖVİZ YOKSA BAS PEDALA
Sakarya Hendekli Mehmed Neşet Öz (53) yüreğine Harameyn sevdası düşen bir gözü kara. Babası Esad Efendi Çanakkale şehitlerinden. Annesi Aişe Hanım’ı kaybettiğinde henüz üç yaşındadır daha. Akrabaları ona sahip çıkar, dinî ilimleri okuturlar. Gezici vaiz olarak vazife alır Diyanet teşkilatında.
1964 yılında ücretsiz izne ayrılır, alır bisikletini kimseye duyurmadan düşer yollara. Alet çubuk frenli, çift kadrolu ve hayli ağırdır, vites mites arama.
Hedef mükerrem Mekke, üzerindeki para sadece 66 lira.
Cilvegözü’ne gelir, pasaportunu gösterir. Ancak 5 bin liralık döviz alması gerektiği söylenir. Lütfen 4.944 lira daha!
Nereden bulunur ki? Vaz mı geçse acaba?
Hayır asla. Gece sınıra gider, bisikleti tel örgülerin üstünden atar, kendi altından geçer. Mayın tarlasından yürüyüp şoseye çıkar. Suriye’de güzel insanlarla tanışır, ne zaman elini cebine atsa bizdensin derler, o 66 lirayı harcamak bir türlü nasip olmaz.
Mola verdiği Amman’da ahbapları ile karşılaşır. O zamanlar vize filan yok, pasaport varsa tamam. “Bizim otobüse gel” der, araya bir tabure atarlar. Bisikletini bir Ürdünlüye emanet edip Harameyn’e vasıl olur, hacını eda eder huzurla. Ancak dönüşte otobüsü kaçırır, arkadaşlarını bulamaz. O araba bu araba derken Amman’a kadar gelir, emanetçiden bisikletini alır, Suriye’yi geze geze varır hududa. Nasıl olsa kendi ülkem deyip tellerin altından geçmez bu defa, göğsünü gere gere sokulur kapıya. Ancak usulsüz çıkıştan tutuklanır.
Yakınlarının bir şeyden haberi yoktur, gazeteden okurlar. Yanına gitseler de kurtaramazlar. 27 gün sonra yargılanıp beraat eder, yattıkları kâr kalır yanına. Hayır kendisi ile röportaj şansımız olmadı, Şubat 1976’da kavuşmuş rahmet-i rahmana.
Şimdi biniyorsun tayyareye; üç saatte Cidde, çık havalimanından, iki saat sonra tavafta...
Bir de yolunda yorulmak var, müminlerle tanışa, konuşa... Dönmüşsün binlerce fotoğraf, yüzlerce hatıra. Torunlara anlatacak şeyler birikmiş dağarcığında.
Keşkeee!.. Nerdeee!
Ah şu Suriye ile Irak bir sükûna kavuşsa...
.
Dünyanın en büyük üçüncü müzesi
24 Temmuz 2021 02:00
Bu müzedeki makinelerin tamamı faal, takın pilini, filmini; yürüyün, hiçbiri yolda koymaz.
Malatya’da böyle bir müze! Hiç gelir miydi aklıma?
Düşünün iki binden ziyade fotoğraf makinesi var, hepsi de saat gibi çalışıyor, tak filmi, bas tuşa.
‘Leica’lar, ‘Hasselblad’lar, ‘Contax’lar, ‘Pentax’lar, ‘Minolta’lar, ‘Nicon’lar, ‘Canon’lar, ‘Kodak’lar, ‘Agfa’lar.
Ben de az meraklı değilimdir. Darı ambarına düşmüş tavuğa döndüm bir anda.
Bunlar, Baki Tamer Selçuk Bey’in 35 yıl boyunca topladığı makineler, tabii üstüne de ilave edilmiş zamanla.
Başında Emre diye bir arkadaş var. Hem ilgili, hem bilgili, fotoğrafçılığı sevdireceğim diye çırpınıyor âdeta. Mektepleri davet ediyor, miniklerin eline makine veriyor, vizörden baktırıyor. Enstantane nedir, diyafram neye yarar, film nasıl takılır, nasıl sarılır, kapak açılırsa ne gibi bir facia?
.jpg)
Onları foto safariye götürüyor sonra, öyle ya asıl ders sahada. Karanlık odası da var, agrandizörler solüsyonlar... Her şey tam tekmil, yeter ki iste, arzula. Sinema ve projeksiyon salonu, sergi alanları emre amade, fotoğrafçılık kütüphanesi de pek yakında.
Anadolu önümüze mi geçti ne? İstanbul’da böyle bir imkânı kim sağlar sana?
Yeryüzünde bundan büyük iki müze varmış, biri Amerika’da, üç zengin kolleksiyoner aynı mekânda toplanmışlar, biri de Japonya’da.
Peki gelen giden oluyor mu?
Yılda 120 bin kişi geziyormuş ki, Avrupa’nın ünlü fotoğrafçıları, TIME muhabirleri gelmiş, hayran kalmışlar.
.jpg) .jpg)
TARİH SIRASIYLA
Emre kardeşimiz önümüze düşüyor, geziye en eskiden başlıyoruz ki, tarihî seyri anlaşıla. Girişte 1876 model ahşap kasalı bir alet var, neredeyse sandık ebadında. Ustası kapağı açıyor ve 333'e kadar sayıp kapatıyor, derin nefes al kıpırdama, göz yummak, sallanmak, yasak. Bir ki üç tıp. Beş buçuk dakika, bak flu çıkarsın yoksa!
1895 İngiliz makinesi hayli heybetli duruyor, düşünün 10-12 inçlik (25 -30 cm ebadında) filmler kullanıyor. Okkalı görünüyor, katırla taşınır anca.
Sonra İstanbul imalatı bir kamera çıkıyor karşımıza. Markası "Karakache Freres"... Anladınız siz onu "Karakaş Kardeşler!"
Çok da şık, bence akranlarından alımlı. Demek treni kaçırmamış, ayakta uyumamışız o yıllarda.
Devam ediyoruz körüklü makineler, alaminütler. Alaminüt (à la minute) hemen, dakikada gibi bir mana taşıyor, alelacele, ayaküstü, çabuk tarafından.

Bu yemek olursa tost, sandviç filan. Fotoğraf olursa, bir çeyrek otur şurada, yıkayım, vereyim gelme bir daha.
Hani vilayet önlerinde üç ayaklılar olur ya, fotoğrafçılar perde içine girer tıkırdarlar. 1964 Ümraniye'sinden hatırlarım, ilk mektebe yazılırken vesikalıklarım çekilmişti onlarla. Hafif bir sarılık olur dokusunda.
Yalnız o gösterdikleri delikten kuş filan çıkmadı, yalancılar n'olcak!
Derken stüdyo makinelerine geçiyoruz, iris diyaframa sahipler ama hayli iri ve perde yok hâlâ.
Bunları alıp dışarı çıkamaz, sehpasız kullanamazsınız, işte Leica buna son veriyor, küçük pratik bir alet, al eline şehri harmanla.
Oskar Barrnas'ın 1920’de tasarladığı Leica prototipi geçenlerde 2,5 milyon sterline satıldı. Bu müzede biri 1921 tarihli olmak üzere yüzün üzerinde Leica var. İçlerinden biri özel imalat, 24 ayar altın, mücevher gibi parlıyor kerata.

MERAKLISINA
Müzede az üretilen hususi makineler de var. Mesela Zenith TLE sadece 270 adet imal edilmiş, biri burada. Üstelik seri numarası 008, en başlarda.
1974 altın Mamiya’dan yeryüzünde 300 tane mevcut, biri Malatya’da.
Yine çok özel ‘Hasselblad’lar var. Yaprak flaşlar, içi görünen transparanlar.
1930’lu yıllarda Kodak tek kale maç yapıyor. Rainbow (gökkuşağı) serisinin tamamı sıralanmış. Kolay iş değil aslında.
Operalar için tasarlanan kutu makineler var sonra. Resmi çekeceksin ama deklanşör sesi duyulmayacak ve o karanlıkta flaş varmış gibi görüntü alacak.
Kodak, saldırgan bir pazarlama ağı kuruyor. Film alıyorsunuz, makineyi bedava veriyor. “Siz çekin biz yıkayalım” sloganıyla yayılıyor ve 180 bin kişi çalıştırıyor. Böyle bir imparatorluk yıkılır mı? “Digital” çıkınca deniz bitiyor. Sahile vuruyorlar 2011 yılında.
Karpitli ve magnezyum flaşlar tek çakımlık, ikinci şansınız olmaz. 60’lı 70’li yıllarda bataryalılar gelişiyor. ‘Braun’lar, ‘Philips’ler, National, Osram ve Toshiba yapmayan kalmıyor.
Ve TLR (twin-lens - çift lens) makineler. Üstten bakmalı, ‘Rolleiflex’ler, ‘Lupitel’ler, ‘Yashika'lar.
Yashika bizim elle yaptığımız ayarları (ışık, mesafe, pozlama) elektronik olarak hallediyor (1965) ve o dönem 8 milyon adet satıyor.
Amerikalılar fotoğrafını çekeceği sahsa “çiiiz” (cheese yani peynir) dedirtirler malum, geniş bir ağız, dişler ortada, tam gülümseme pozisyonunda. Biz de peynir dedirtiyoruz alt dudak üste düğümleniyor, olmuyor baba.
AJANLARDAN KALMA
Müzeye gelen misafirlerin çoğu casus cihazlarıyla ilgileniyor. Ellerinde 200’ün üzerinde mikro makine var, çoğu da KGB teşkilatından çıkma.

Düşünün piyasada henüz tek kare çekebilen ve uzun pozlamalar isteyen ahşap makineler varken, matara içine gizlenen cihaz, çat çat basıyor ve ardarda 6 kare çekebiliyor. Bunu Türkiye’de bulmuşlar, made in USA, Anadolu’da cirit atan casuslardan kalma.
İngilizler ise çook hafif bir kamera yapıyor, posta güvercininin göğsüne bağlıyor. Makine kurulu, iki dakika sonra çekmeye başlıyor, 30 saniyede bir poz alıyor ve 11’e tamamlıyor. Bir nevi drone diyebilirsiniz ona.
1951 Alman yapımı kol saati, deklanşörlü peşpeşe 6 resim çekebiliyor.

Çakmaklar ve dolmakalemler de tekin değil, eğer biri size doğru çevirirse gülümseyin, mümkünse el sallayın hatta.
Yine transistörlü radyo, cep saati, kitap, anahtarlık, madalya şeklinde fotoğraf makineleri var.
Dünyanın en hassas mini makinesi Minox. Tek tuş, herkes kullanabilir kolaylıkla.
O zamanlar X-Ray yok tabii, ajanlar kamera ve filmleri ayakkabı ökçelerinde çıkarıyor yurt dışına.
Her birinin marifeti, meziyeti, hikâyesi var, onun için bu müzeye zaman ayırmanız lazım. Geçiyordum uğradımla olmuyor.

ÇEKMEYENİ DÖVÜYORLAR
Malum cep telefonları hepimizi fotoğrafçı yaptı. Eskiden makarayı takardınız 36 poz şansınız olur, kareleri seçerdiniz itinayla. Şimdi sınır yok, bas babam bas. Yüzlercesini çekiyor, on tanesini beğeniyoruz. Onun da ikisine fotoşop yapıyor, birini yolluyoruz yarışmaya.
Sanat teknikten ziyade kadraj ve bakış açısı ile alakalı. Çocukları kampa götürüyoruz, herkes aynı şeyleri çekiyor ama her biri farklı bakıyor olaya.
Makineciler 1900 yıllardan itibaren panaromiklere kafa yormuşlar. Objektif ekseni etrafında dönüyor çok pozu bir filmde birleştiriyor. Bilhassa şehir fotoğrafları için kullanılıyor...
Sonra şipşak devri, anında kartı veriyor. Palaroid, sahanın önemli oyuncularından
Streo makineler iki objektifli ve üç boyutlu çekiyor, garip bir derinlik oluyor.
Özetlersek Fransızlar başlamış sonra İngilizler el atmış, bir ara ABD hâkimiyeti, sonra Alman kalitesi. Şimdi sektör Japonlarda.
Emre kardeşimiz “Gezmek dolaşmak serbest” diyor, "kimseden ücret alınmıyor. Müzede ziyaretçilerin resimlerini çekiyor, adreslerine yolluyoruz ayrıca. Açıldığımız yıl Tarihî Kentler Ödülü’ne layık bulunduk. Dünya Müzeler Yarışması’na katıldık, milyon dolarlık otomobilleri sergileyenler bile yaklaşamadı yanımıza. Zirve olmak kolay değil ama yerini korumak daha zor, emek istiyor. Yeni hamleler peşindeyiz daima."

MEZAR KAÇKINLARI
Biliyorsunuz son yıllarda fotoğrafçılar sahalarını seçtiler. Yok düğün fotoğrafçısı, yok doğum fotoğrafçısı, çiçek böcek çekenler, manzara avcıları, kuş kovalayanlar... Avrupa'da bir de ölü resmi çekenler var, cesedi giydiriyor, kuşatıyor, saçını tarayıp aralarına oturtuyorlar. Değişik aparatları var, gözünü açık, belini dik tutuyorlar. Bize ters tabii, cenazeyle oynanmaz, bir an evvel kabristana.
.
Pist başında
25 Temmuz 2021 02:00
Tupolev son düzlükte öne çıkmış, dolu dizgin koşmakta, Concorde gümbür gümbür gelmektedir arkadan...
Hâlâ çıkıyor mu bilmem Hava Kuvvetlerinin “Kartal” diye bir dergisi vardı, subaylar meraklı olduğumu bilir, bana verirlerdi ekseriya. Satır satır okur, resimlerini yapardım baka baka.
Mig, Mirage, Saab, Tornado. En çok da Harrier'leri severdim, dikine kalkabiliyorlardı, at bahçeye icabında.
Türkiye'nin ilk tepkili uçağı F-86 Sabre (kılıç) olmuştu, onlar eskidi F-100 Super ‘Sabre’ler geldi, sonra Delta kanatlı F102 ‘Dagger'ler (hançer), bilahare tayyareden ziyade füzeye benziyen F 104 ‘Starfighter'lar (yıldız savaşçısı). Bunların masa kadar kanatları vardı, çok kırıma uğradıkları için adları uçan tabuta çıkmıştı.
‘Phantom'lara (hayalet) bayılmıştık, bundan iyisi olamazdı galiba.
Hangi tıfıl pilot olmak istemez ki, ver gazı motor çıldırsın, boşalt frenleri, mermi gibi havaya.
Bazen resimlere bakar düşünürdüm şu yolcu uçakları böyle torik gibi tombul olmak zorunda mıydılar? Savaş jetleri gibi zarafet kazansalar da daha hızlı uçsalardı ya...
Meğer bu mevzuda kafa yoran çokmuş, İngiliz - Fransız havacıları süpersonik (ses hızını aşan) bir yolcu uçağı üzerinde çalışmışlar.

ÇALANIN YANINA
Umumiyetle böyle çıkışlar ABD’den beklenir. Başkan Johnson "yapacağımız yolcu tayyaresi sesimden bile hızlı uçacak" dese de Nixon "Lockheed l 2000" ve Boeing 2707" projelerini sümen altı eder, unutturur halka (1971)
SSCB hem havacılıkta iddialıdır hem de casuslukta. Nitekim Concorde'un fotoğraflarını ele geçirir, Aleksey Tupolev'in önüne koyar. Ve dünyanın ilk süpersonik yolcu uçağı Tu-144 fark atar akranına. Öndeki canardları (kanatçıkları) saymazsanız Concorde’un aynısının tıpkısıdır, gören ayıramaz, bu yüzden “Concordsky” derler hatta.
Kızıllar, kapitalistlere gol atacak ya, adamların alınterini çalarlar. İdeolojileri "emeğe saygıdır" güya.
Aslında böyle bir alet SSCB için manasızdır. Ülkede seyahat hürriyeti yoktur bi’ defa, üç beş partiliyi saymazsan, kim binecektir ona?
Ama Batı dünyasının Okyanus aşma gibi bir derdi vardır, Amerika, Avrupa arasında vızır vızır tayyareler uçar.
Atlantik'i yarım günde geçmek vakit kaybıdır, iş adamlarının çok ihtiyacı vardır zamana.

AZ TAMAH ÇOK ZİYAN
Tupolev 144'ün içi halk otobüsünden hâllicedir, koltuklar tatsız tuzsuz bir kumaşla kaplanır. Sadelik olsun derken garabet çıkar ortaya.
Ses izalosyonu varla yok arasında, yanınızdakini duyamazsınız, zaten binerken tıpa verirler kulaklarınıza.
Hâlbuki buna çok parası olanlar (evet mutlu azınlık) binecektir, koy abicim deri koltukları, kadifeleri, kaliteli bi’ halı döşe tabana.
Konforsuz olduğu kesin.
İyi de sağlam ve dayanıklı mıdır acaba?
3 Haziran 1973.
O gün Paris Havacılık fuarına gelen sektör ağaları Concorde ile Tu 144'ü birlikte izleme şansı bulacak, belki de pazarlığa oturacak, el sıkışacaktırlar.
Önce Concorde gelir, kurallı bir şekilde kalkar, atar turunu, rahatlıkla iner meydana. İtimat telkin eder havacılara.
TU 144'ün pilotları ise şov peşindedir, dalar çıkar riskli hareketler yaparlar. Hâlbuki delta kanatların sathı geniştir, aldığı rüzgâr öyle böyle değildir, koca Tupalevi kağıt gibi yırtar. Gider evlerin üstüne düşer, insancıkları da yakar. On beş hane yıkılır, 8 Fransız ölür, 6 mürettebattan da kurtulan olmaz.
AEROFLOT DA OLMASA
Ne hesapları vardır oysa, aldıkları siparişlerle projeyi oturtacak, ayakları sağlam basacaktır bundan sonra.
Yine de küçük görmemek lazım, 1968 imkânlarıyla ses hızını (1235 km/saat) aşmak az şey mi? Hem bir değil, neredeyse iki defa (2300 km/saat).
O saatten sonra Tupolev 144'ün "Aeroflot"tan başka talibi kalmaz.
Haziran 1978. Test uçuşunda biri daha düşer iki pilot daha mevta.
Artık korkutmaya başlamıştır, kimse uçmak istemez onlarla.
Efendim Sovyetler 17 adet TU 144 imal eder.
Bir iki Almaatı'ya gider gelir umduklarını bulamazlar. Bir ara kargo uçağı olarak kullanırlar. Ancak sarfiyat yüklüdür, astarı yüzünden pahalıya çıkar.
Bakarlar yürümeyecek, müzelere satarlar. Birini NASA alır hatta.
İki tanesi ise kayıp, hiç görünmüyor ortalıkta.
SSCB için şaşılacak şey değil, birileri kesin buharlaştırdı. Yeter ki sen dolardan haber ver. Kim bilir hangi milyarderin bahçesinde yatıyor şu anda?
FRANSIZ’LA ANLAŞTILAR RUSLARLA DALAŞTILAR
Efendim İngiltere "Sesten Hızlı Uçak" için bir komite kurduğunda yıl 956'dır daha. Fransızlar da benzer çalışmalar içindedir, güç birleştirme kararı alırlar (1962). Adını bu yüzden Concorde (ittifak anlaşma) koyarlar.
Concorde sadece 20 adet üretilir, mühendislikte zirvedir. 2 Mart 1969'da Fransa Toulouse’da tecrübe edilir, ilk ticari seferini Londra-Bahreyn ve Paris-Dakar arasında yapar.
4 Rolls Royce motoru ile ses hızını neredeyse ikiye katlar. Bu arada kasa felaket ısınır, 8 santim uzamış olarak iner meydana. Zaten bu yüzden beyaza boyarlar, artık ne kadar hayrı olacaksa.
Seyir esnasında 18 bin metreye çıkar, camdan bakan yuvarlak bir dünya bulur altında. Yolcular uçağın hızını ve irtifaını kabin içindeki ekranlardan takip edebilir. Şimdi her uçakta var, kimse dönüp bakmıyor o başka.
Alet "Fly-by-wire” tabir olunan seyrüsefer sistemiyle yürür, komuta tamamen pilota bırakılmaz. Kaptan istese de limitleri zorlayamaz, bilgisayar küçük müdahalelerle tayyareyi dengede tutar, kokpitte oturan farkına bile varmaz.
SES DUVARINI AŞINCA
Hızlanınca ses bariyeri (duvarı) ile karşılaşırsınız ve sonik patlamalar olur ardarda. Alçak irtifalarda bombardıman hissi verir, çatır çatır camları kırar. Bu yüzden bazı ülke ve eyaletler Concorde’u kara listeye alırlar. Pilotlar önünü görsün diye burnu eğilebilir, yükseldi mi gönyeye gelir. Piste teker koyduğunda hızı 300 km/s civarındadır, bu yüzden Dunlop hususi karbon fren geliştirir ona.
1977’den itibaren British Airways, Air Condor ve Air France firmalarıyla Londra, Paris, New York arasında yolcu taşır. Bir ara Yeşilköy’e de uğrar.
Şimdi kullandığımız Boeing ve Airbuslar saatte 800- 900 km süratle uçar, Concorde ise 2 bin 100 km hız yapar, Atlantik'i 3 saatte aşar.
Aaa ne iyi dediğiniz duyar gibiyim. Bir New York-Paris bileti (tek gidiş)12 bin dolardır haberiniz ola.
GELELİM MASRAFA
Concorde her bir yolcusu için 100 kilometrede 20 litre kerosen (gaz yağı-jet yakıtı) tüketen bir müsriftir. 6 bin kilometrelik Paris-New York hattında 90 bin litre yakar, ki adam başına 1 ton düşer ortalama.
6 tane Boeing 747 (beheri 524 kişiden 3144 yolcu taşır) bu kadar harcamaz.
Dokuz mürettebatı vardır, yolcu sayısı (koltuk mesafesine göre) 92 ile 120 arasında değişir.
Azami Kalkış Ağırlığı=185 tondur, yarısından fazlası yakıttır, ki uçan tanker diyebilirsiniz ona.
Concorde masraflı da olsa sıkıntısız uçar, ta ki böylesi bir 25 Temmuz günü (2000) ilk ve son kazasını yapana kadar.
KARAYİPLER’E KAMPA!
Charles de Gaulle Havaalanı. Paris.
Türkiye saati ile 16:42.
Air France Hava Yollarının 4590 sefer sayılı Concorde'u pist başı yapar.
Yolcular ekseri zengin Almanlardır, neşeleri dışarı taşar. New York'tan, Karayiplere geçecek, unutulmaz bir tatil yapayacaktırlar.
Tayyarenin 4 ana, 2 yardımcı tankı vardır. 4 motor besleme ve 3 yakıt ayarlama deposu bulunur ayrıca. Cem'an 119.280 lt kerosen taşımaktadır o sıra.
Sol ana iniş takımındaki lastiklerden gövdeye yakın olanı piste düşmüş bir metal üzerinden geçer ve patlar.
Sıçrayan parçalar kanat altındaki depoyu delmekle kalmaz, 2 No.lu motora da girer hasara yol açar. Alevleri gören kule, pilotları ikaz eder, onlar da işaret edilen motoru kapatırlar. Ancak tırmanışta oldukları için denge bozulur, tayyare kontrolden çıkar, Gonesse kasabasında bir otelin yakınına düşer ve patlar.
Düşünün yola çıkalı 90 saniye olmuştur daha.
KALK AYAĞA!
Bilirkişiye göre kazanın müsebbibi, Concorde'un önü sıra kalkan Continental firmasının DC-10'udur. Uçağın motor kaplamasından düşen titanyum band, Concorde’un lastiğini yarmıştır. Parçayı bizzat monte ettiğini söyleyen teknisyen John Taylor ve bakım görevlisi Stanley Ford sorguya alınır. Kasıt bulunmaz, lakin ihmal ortadadır!
Concorde'ların masrafından bıkan Air France ve British Airways bahaneye sarılır, süpersonikleri çekerler kızağa.
Şimdi Boom diye bir ABD projesi var.
Kim bilir? Belki bir başka bahara.
.
Katılmak mı Kazanmak mı?
31 Temmuz 2021 02:00
Bugüne kadar olimpiyatlara 940 sporcu götürdük. 95 defa kürsüye çıktık. Madalyaların 63’ü güreşten geldi 11’i halterden, 11’i de tekvandodan...
İlk modern olimpiyatlara (1896 Atina) 13 ülkeden 295 sporcu katılır. Bu arada Yunan’a bir şirinlik yapar, “maraton”u da eklerler programa. Yüzücüler, Pire Limanı’nı soğuk bulur; soyunmaz, titremeyi göze alanlar (Macar ve Avusturyalılar) madalyaları toplar.
1900 Paris: Fransızlar oyunları Paris Fuarı içine alır ve zamana yayarlar. Seyyarlar, tüccarlar derken panayır gibi bir şey çıkar ortaya.
1904 St. Louis ise daha büyük facia. Uzaklığından ötürü çok ülke katılmaz, yarışlar New York Athletic Club ile Chicago A. Association arasında yapılır, 280 madalyadan 255’ini ABD alır. Organizatörler “Antropolojik Olimpiyatlar” diye bir dümen tutturur, dünyanın dört bir yanından getirdikleri yerlileri kapıştırırlar. Bir nevi sirk, yaklaş vatandaş!
Coubertin, başına gelecekleri tahmin etmiştir. St. Louis’e gitme lütfunda bulunmaz.
.jpg)
1908 Londra: İngilizler 500 metrelik pist ve 100 metrelik havuz yaptırır. O günlerde ABD ve İsveç’le araları yoktur, bayraklarını asmazlar. Onlar da açılış merasimde gönder indirmez, âdeta Kral’ın gözüne sokar. Maratonda hakemler bitkinlikten bayılan İtalyan Dorando Pietri’nin koluna girer, çizgiye taşırlar.
Aleko adlı bir vatandaşımız jimnastik müsabakalarına katılır kendi çabalarıyla.
1912 Stokholm: Yarışlar anca İsveç’te düzene girer, yapılan derecelerin “dünya rekoru olarak” kabulü kararlaştırılır. Darwinciler, Eugenistler ari ırk peşindedir, Kızılderili Jim Thorpe, saç baş yoldurur onlara. Derece alamayan iki atletimiz vardır: V. Papazyan, M. Mıgıryan.
1916 adayları arasında Budapeşte, İskenderiye ve Berlin vardır, Almanlara verelim savaş çıkmasın diyenler yanılır, savaş çıkar!
Harb-i Umumi dünyayı sarar.
.jpg)
1920 Anvers: IOC, karşı tarafta savaşan Avusturya, Macaristan, Almanya ve Türkiye’yi çağırmaz. Zırıl zırıl politika!
1924 Paris: Fransızlar denemiş becerememiştir ama yine Paris’e verilir Coubertin’in hatırına. Bu defa “savaş mağlupları” da davet edilir, Tarzan rolünden tanıdığımız Amerikalı Johnny Weissmuller yüzmede üç altın alır, su topu takımında oynar ayrıca.
1928 Amsterdam: Mösyö Coubertin yaşlanmış, komite başkanlığını bırakmıştır. Hasımları fırsatı kullanır, bayanları da yarıştırmaya başlar. Açılışta güvercin uçurma ve meşale yakma âdeti Flemenkler kalır.
1932 Los Angeles: St. Louis’de çuvallayan ABD, bu sefer sıkı hazırlanır. Erkekler için olimpiyat köyü kurar, 105 bin kişilik stadyum yapar ayrıca.
.jpg)
1936 Berlin: Almanlar 1916’dan beri sıra beklemektedir, tam da Nazilerin boy gösterdiği yıllar. Hitler, olimpiyatları propaganda için kullanır, muhteşem bir organizsyon yapar. Ari ırkın hükümranlığını ispat edecektir güya. Ancak ABD takımındaki siyahiler 100, 200 m, uzun atlama ve 4x100 bayrak yarışında sarı saçlı mavişlere nal toplatırlar. Jesse Owens ve arkadaşları Hitler’in teorisini yıkar.
Türkler ilk defa madalya ile tanışır. Tabii ki güreşte; Yaşar Erkan altın, Ahmet Kireççi bronz alır.
1940/1944... İkinci Cihan Harbi...
1948 Londra: IOC, yaptığı hatayı tekrarlar ve savaşta yenilen Almanya ve Japonya’yı çağırmaz. İki çocuk anası Fann Blankers Koen (40) Hollanda’ya dört altın kazandırırken Çek Emil Zapotek madalyaya doymaz.
Kafilemiz küçüktür ama Nasuh Akar, Gazanfer Bilge, Celâl Atik, Yaşar Doğu, Ahmet Kireççi, Mehmet Oktav altın, Halit Balamir, Adil Candemir, Kenan Olcay, Muhlis Tayfur gümüş, Halil Kaya bronz madalya alırlar. Bir de gümüş atletimiz vardır: Ruhi Sarıalp.
1952 Helsinki: Ruslar, 40 yıl sonra olimpiyatlara katılır, propagandanın dibine vururlar. Çek Emil Zatopek 5.000, 10.000 ve maratonda birinci olur, karısı da mızrak atmada. Türkler güreşte Hasan Gemici ve Bayram Şit ile altın, Adil Atan’la bronz alırlar.
Kürsüye çıkacak çok sporcumuz vardır ama kendilerine kafalarını sokacak birer ev verildiği için profesyonel sayılır, yarışa alınmazlar.
1956 Melbourne: İngiltere, Fransa ve İsrail’in Mısır’a saldırmaları oyunları sıkıntıya sokar. Macar su topçuları, işgalci Rusları yumruklar; kan havuza damlar.
.jpg)
Türk kafilesi sadece 15 kişidir, güreşçilerimizden Mithat Bayrak, Mustafa Dağıstanlı, Hamit Kaplan, Rıza Doğan ile altın, İbrahim Zengin’le gümüş, Dursun Ali Eğribaş ve Hüseyin Akbaş’la bronz alırız.
1960 Roma: Antik çağda Yunan kraliçeleri kendilerine muhafız seçmek için genç erkekleri, Yunan kralları ise odalık için üryan kızları yarıştırırlar. Olimpiyatlarda spordan ziyade lir, flüt çalma ve şiir okuma seyirci toplar. Roma İmparatoru Theodosius (MS.390) bunları gayriahlâki bulur ve yasaklar. Bakın şu işe ki, 16 asır sonra Roma olimpiyat şehri olur, Hristiyanlıkla örtüşen bir yanı yoktur ama Papa’nın takdisi ile başlar.
Abebe Bikila adlı Habeş, çıplak ayakla koştuğu maratonu kazanır; ders verir işgalci İtalyanlara! Muhammed Ali, yarı ağır olimpiyat şampiyonu olur bu arada.
.jpg)
Kafilemizde altı branşta 49 sporcu vardır ama sadece güreşçilerimiz derece yapar. Müzahir Sille, Mithat Bayrak, Tevfik Kış, Ahmet Bilek, Mustafa Dağıstanlı, Hasan Güngör ve rahmetli yazarımız (halk ozanı) İsmet Atlı altın alır, İsmail Ogan ve Hamit Kaplan gümüşte kalır. Puanlar rakiplere verildiği için tuşla yenmeye bakar, sayılmazsa bir tuş daha yaparlar. Yedi altın, iki gümüşle altıncı oluruz. İlk ve son defa.
1964 Tokyo: Asya’daki ilk olimpiyattır, Japonlar sıkı hazırlanır. Bikila, bu sefer ayakkabı giyer, yine kazanır. Güreşçilerimiz Kâzım Ayvaz, İsmail Ogan altın, Hüseyin Akbaş, Hasan Güngör ve Ahmet Ayık gümüş alır; Hamit Kaplan, bronzda kalır.
1968 Mexico City: Irkçı Güney Afrika oyunları çağrılmaz. 33 sporcumuz vardır. Sadece Mahmut Atalay ve Ahmet Ayık kürsüye çıkar.
1972 Münih: Almanlar 1936’nın izini silme çabasındadırlar. Amerikalı yüzücü Mark Spitz, 7 altın toplar. On bir İsrailli sporcu ve idareci öldürülür. Münih’e 48 sporcu götürür, bir gümüş alırız. Güreşçi Vehbi Akdağ.
1976 Montreal: Türkiye sıfır çeker, 30 sporcu tek madalya alamaz.
1980 Moskova: Ruslar, Afganistan’ı işgal edince yalnız kalırlar. Hakemler taraflıdır, tek kale maç yaparlar âdeta.
1984 Los Angeles: Bu defa Doğu Bloku ülkeleri boykot eder. Bir tek Romanya sallamaz.
Sahaya 48 sporcu ile çıkar üç bronz alırız, güreşten Ayhan Taşkın, bokstan Eyüp Can ve Turgut Aykaç!
1988 Seul: 50 sporcu götürürüz. Naim’le halterde altın, Necmi Gençalp ile güreşte gümüş alırız.
1992 Barcelona: Ekip 47 kişidir. Naim Süleymanoğlu halterde, Mehmet Akif Pirim güreşte altın alır. Güreşçi Hakkı Başar, Kenan Şimşek gümüş kazanır, Ali Kayalı ve judocu Hülya Şenyurt bronzda kalır.
1996 Atlanta: Ülke ve sporcu sayısı yüksektir ama sıcak ve rutubet hâkimdir havaya. Futbolda Nijerya; Arjantin ve Brezilya’ya rağmen altını kapar.
Halterde Halil Mutlu ve Naim, güreşte Hamza Yerlikaya ve Mahmut Demir altın çocuklar. Mehmet Akif Pirim bronz alır. Boksta bir gümüş gelir, Malik Beyleroğlu’ndan.
2000 Sidney: 54 sporcu ile yarışırız. Halterde Halil Mutlu, judoda Hüseyin Özkan ve güreşte Hamza Yerlikaya altın, tekvandocu Hamide Tosun ve güreşçi Âdem Berek bronz alır.
2004 Atina: Eskiden Yugoslavya çatısı altında bulunan Sırbistan ve Karadağ artık yeni adıyla çıkar meydana. 66 çocuğumuz vardır. Halterde Halil Mutlu dördüncü defa altın kazanır, Taner Sağır ve Nurcan Taylan da eşlik eder ona. İki de bronz haltercimiz vardır Sedat Artuç, Reyhan Arabacıoğlu. Boksta Atagün Yalçınkaya, tekvandoda Bahri Tanrıkulu, güreşte Şeref Eroğlu gümüş getirir; çekiç atmada Eşref Apak, güreşte Mehmet Özal ve Aydın Polatçı bronz alırlar.
2008 Pekin: Çin dendi mi herkes ürker. Çünkü hava kirli, trafik düzensiz, yatak yetersiz sokaklar ve tuvaletler pistir. İşi ciddiye alır, kaldırımları yeniler, evleri boyar, sirenleri susturur, bacaları kusturmazlar ama Türkistan yine köledir yine köle; Uygur ve Kazak Türklerine olan hışımları azalmaz.
Pekin’e 68 sporcu ile gideriz. Güreşçi Ramazan Şahin’le altın, tekvandoda Azize Tanrıkulu, atletizmde Elvan ve Sibel gümüş alırız. Boksta Yakup Kılıç, tekvandoda Servet Tazegül ve Nazmi Avluca bronz çocuklarımız.
2012 Londra: Hiçbir İslam ülkesine olimpiyat şansı vermeyen IOC, Londra’ya üçüncü defa fırsat sunar. İstanbul dünyanın merkeziymiş kimin umurunda?
Samaranch’tan sonra komitenin çivisi çıkmıştır; gün geçmesin ki, rüşvet ve kayırma haberi düşmesin medyaya...
O sene 16 dalda 114 sporcuyla yarışırız. Harman büyük ama tane çıkmaz. Tekvandoda Servet Tazegül altın alır; Nur Tatar, Rıza Kayaalp ve Aslı Çakır gümüşte kalır.
2016 Rio: Brezilya’da 103 sporcuyla mücadele eder, 1 altın, 3 gümüş ve 4 bronzla 41. oluruz.
Güreşte Taha Algül ile altın, Selim Yaşar, Rıza Kayaalp ve Daniyar İsmail ile gümüş, Cenk İldem ve Soner Demirtaş ile bronz alırız.
Atletizmde Yasmanı Copello Escobar bronz getirir. Götürdüğümüz 48 kadından sadece tekvandocu Nur Tatar, bronz kazanır.
Hülasa dersek bu güne kadar 95 madalya kazanırız, bunların 63’ü güreşten gelir, 11’i halterden ve 11’i de tekvandodan... Demek ki, bizim tutup yıkma, kaldırıp koparma, vurdu mu oturtma gibi kabiliyetlerimiz var; kaçma kovalama uymuyor yapımıza.
.
Yolcu kalmasın aşağıda!
1 Ağustos 2021 02:00
“İstanbul’dan Ankara’ya gitmekte olan Cetturizzzmin sayın yolcuları! Hareket saatiniz gelmiş olup...”
Eğer gecenin bir vakti otobüsün ışıkları yandıysa, kaptanınız mola verecek demektir. Derhâl kalkmalı ve firmanın lütfettiği çayları yudumlamalısınızdır! O yılların çayları daha besleyicidir tabii. Bardaklar leğene daldırılarak yıkandığından içinden lahmacun artıkları, peynir kırıkları, yumurta kabukları çıkar. Neticede gıda.
Külhaniler son yudumu çeker, izmariti basarlar. Dezenfeksiyon işi de tamam.
Masalar kontraplaktır ve üstleri güllü muşamba kaplıdır daima. Dökülen şekerli mayiler kafasına göre kurur, dekora derinlik kazandırırlar. Ah o uyku sersemleri, dirseklerinden yapışmasalar.
Yemekler gün boyu tıkırdar, çorbalar kaynamaktan pelteleşir, sebzeler dağılır parça parça. Marullar büzüşür, maydanoz kadar kalırlar. Yağları neydi bilemiyorum, 70’lerden bahsediyoruz, Vita’nın tek kale maç yaptığı yıllar. Yolcu ne dağılmış kuruya aldırır, ne de kurumuş pilava. Teammüden taam alır, maya çalar karın ağrısına.
Ucuz da değildir, en az üçle çarpacaksın, şehirde kaçaysa.
BÜYÜK 50 KÜÇÜK 25
Hâlbuki helacılar adildir. Büyükten 50, küçükten 25 alırlar. Para vermeden kaçmak ne mümkün? Mangırla cama vurur “Ücreeet” diye haykırırlar. İşte bu yüzden kulübenin camı çatlak olur daima.
Kenefler basık ve havasızdır. Para basar ama masraf yapılmaz. Taharet muslukları takıldığı gün çalındığından tesisat düzen tutmaz. Çaput dolanmış bir çomak tıkılır kör tapa hesabına. İbrik yerine konserve kutuları vardır, paslıdırlar. Bunları yosun tutmuş bir varile daldırır, kullanırlar.
Pisuvarlar tıkalıdır, taşar, idrar paçalarınıza sıçrar. Helalara hava girmemesi için ne gerekiyorsa yapılmış, pencereler pervaza çivilenmiş, üzerine kat kat naylon çakılmıştır itinayla. Çünkü Anadolu geceleri ayazdır, buz yapar. Peki yazın niye havalandırılmaz? Muamma!
Tuvalet kapılarında devre, tertip, tezkere muhabbetleri boy gösterir, sağcılarla solcular slogan yarıştırırlar. Tosunlar edebe mugayir şeyler yazar (ne kadar ayıp ama)...
.jpg)
SAĞ SERBEST
Şoförler istasyona zafer kazanmış komutan edasıyla girer, ellerini kaldırıp sağa sola selam dağıtırlar.
Garsonlar kapıda karşılar, uykusuzluktan küçülmüş gözlerini oğuştura oğuştura hizmetlerine koşarlar. Mürettebat kırmızı halılı kısma alınır, masalarında keten örtüler de vardır ayrıca, tabakları bardakları farklıdır. Yemekleri de hususi tencereden gelir. Kaptan kürdanı dişine taktı mı patron koşar, kolonya ve sigara tutar.
Şoförler direksiyona oturunca mutlaka çakmaklarına el atar (markadır onlar), havalı hareketlerle şakırdatırlar. Hatta yanan sigaralarını bir daha yakarlar. Dikiz aynasından şööle bir yolculara bakar, irice bir duman çeker gevrek bir sesle bağırırlar: “Gelmeyen var mı yanında?”
Cevabı dinlemez bile, el frenini tokatlayarak boşaltır, vitesi geriye takarlar. Muavin en az kırk adım koştuktan sonra arabaya atlar, soluk soluğa bağırır “Sağ serbess usta!”
Dört numaradaki yolcu üstüne vazife gibi tekrarlar; “Sağ serbestmiş usta!”
Kaptan sana mı soruldu gibilerden ters ters bakar, eğilir asfaltı keser, gözüyle görmeden yola çıkmaz.
.jpg)
NE HADDİMİZE?
O yıllarda otobüs şoförleri imparator gibi bir şeydir, itiraz edemezsin asla. “Delikanlı sen kalk bakiym ordan”, “Abla sen gel otur buraya!” Biletinizde ne yazdığı mühim değildir, ayar verir alayınıza.
Hacıamcalar hırpalanmaktan korkar, ürke korka muavine fısıldarlar; “Aman gözüm kaptanımıza arz et, namaz vakti çıkıyor, iki dakika duramaz mı acaba?”
Muavin gider şoförün kulağına eğilir. Dikiz aynasında kaptanın asabi çehresini görürsünüz ve o bildik cevap gelir ulakla: “Kılsınlar arabada!”
Israr ederseniz kaç kere hacca gittiklerini ve hocaların bile otobüste kıldıklarını anlatacaklardır sana. Herhâlde onlar kadar bilecek değilsindir di mi ama?
Garipler “Ya sabır!” çeker, yönü kâh Edirne’ye kâh Van’a dönen alametin üstünde kıble tutturmaya çalışırlar.
MESCİT MEÇHUL
O yıllarda mola yerlerinde mescit olmaz. Nerede namaz kılabilirim diye sorarsanız, bir izbeye götürür üzerine (∧) çizilmiş ezik bir mukavva yayarlar.
Paspas, süpürge, faraş, şişe kırıkları ve inşaat artıkları vardır etrafınızda.
Öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı bir şekilde kılınır. Ancak sabah namazının vakti dardır, çabuk çıkar. Bilet alırken mola nerede diye sorar, oturup denklem çözersiniz âdeta. “Beş saat Bursa tutsa, iki de Susurluk’a...”
Talebeyiz, bir bayram arefesi İzmir’den çıktık, hesaplarımıza göre gün doğmadan Topkapı’da olacağız güya.
Balıkesir üzerinden gelenlerde yer kalmamış, Çanakkale tarikiyle çalışanlarda bilet bulduk aldık. Olsun, imsak söktüğünde İstanbul’da olacağız NŞA.
Otobüs otogardan çıktı, Çiğli’de girdi bir mahalle arasına. Bagaj kapağı ha bire açılıyor kapanıyor, bir şeyler yükleniyor, geri alınıyor. Bağırış çığırış, pazarlık ediyorlar galiba. Yorgunlar horultuyla uyuyor, otobüs, hırıltıyla çalışıyor. Kafadan iki saat takınca bizim hesap şaştı. Namaz girdi mi sıkıntıya.
Yanımda üniversiteden bir arkadaşım var, ihlaslı bi çocuk, nasıl üzüldü anlatamam. Yolda durduramazsak bu ömründe kılmadığı ilk namaz olacak, çantasında kuru yemiş filan vardı, aldı götürdü şoförle muavine yedirdi. Lafı kibarca namaza getirdi, cevap verme lütfunda bile bulunmamışlar.
Yuh! Fındıkları götürürken iyiydi ama!
Gittiğimiz kadar gidelim dedik. Son yarım saatte ineriz, başka bir araba buluruz nasıl olsa. Keşan’ı geçtik, Malkara’ya yaklaşıyoruz, sağ arka tarafta bir “lablablab” sesi, muavin indi, balyozla vurdu, “Kaptan lastik patlak!”
Daha stepne indirecekler de, kriko vuracaklar da... Otobüs bijonları kolay mı sökülür? Formula 1’in pit takımı değil sonunda.
NEYE NİYET
Bir gece Aksaray (68) kavşağından binmiştim. Güneyli bir firma. Çok ağır gidiyor. “I ıh bu otobüs, gün doğmadan kavuşamaz İstanbul’a!”
Yolcu indirmek için İzmit Otogarı’na girdi. “Abi” dedim, “hemen iki rekât namaz kılsam şuracıkta?”
-Olmaz kardeşim acelemiz var!
-Ne acelesi ya? Sabahtan beri sallandınız, ne girmediğiniz köy kaldı, ne durmadığınız kasaba.
-Senin haberin var mı, mazot kaç para?
-Tamam kardeşim verin o zaman bavulumu, haydi yolunuz açık ola.
-Niye öyle diyorsun?
-Yaa ben bir şey demedim, dua ettim, iniyorsam gönlümün rızasıyla.
Otobüs yürüdü gitti, cami hemen karşıda. Yalnız arayı dikenli telle örmüşler geçemiyorsunuz, yüzlerce metre gidip geri geliyorsun hizaya. Adam dursa da yetişmezmişim, iyi ki oyalamamışım boşuna.
Neyse rahat rahat abdestimi aldım, namazımı kıldım, hocaefendi kısa bir vaaz yaptı hatta. Çıktım tam önümde Ulusoy yolcu indirdi, belli devam edecek, girmeyecek perona. Muavine “İstanbul” dedim, “Atla abi” dedi, “yalnız Esenler’e girmiyoruz, Merter, Yenibosna!”
Zaten Yenibosna’ya gideceğim, ne isterim daha! O zamanlar iki katlılar moda, yukarı çıktım, geniş deri koltuklar, birbirinden mesafeli ve az sayıda. Gebze civarlarındayız, eleman servis arabasıyla geldi, “ Kahvaltınız efendim!” Tepsinin üzeri silme dolu, tatlılar, tuzlular, soğuklar, sıcaklar... Bir sandviç verdi kolum gibi, arasındaki kaşar parmak kalınlığında.
Otobüse on lira ödemiştim, bu kahvaltıyı yapamazsın 20 liraya.
TERS KÖŞE
Birinde yine Kahramanmaraş’tan geliyoruz. Bolu Dağı’nı inerken hava ağardı, müezzinlerin eli kulağında.
Şoföre gidip “Abi namaz” dedim ama korkuyorum, “Yok” derse al bir macera daha. Güldü, “İçin rahat olsun” dedi, “biz de kılacaz.”
Durdu, mürettebat mescitte hazır kıta, kaptan geçt,i imam oldu hatta.
Dadaş Turizm’le Erzurum’a gidiyoruz. Tıp fakültesinden bir arkadaşım var, adı gibi zeki. Çok rahattır, istemekten çekinmez, sıkılmaz. Durur musun filan yok, oturduğu yerden bağırdı “Kaptan namaz vakti! Bak bakalım müsait bir yer var mı civarda?
Adam ilk benzin istasyonuna girdi, “Evet beyler mescit sağda!”
İnanır mısınız otobüsten belki otuz kişi namaz kıldı. İyi de doktor durdurmasa, şoföre söylerler miydi acaba?
Bu manada Karadeniz firmalarını takdir ederim, mola yerlerini vakte göre ayarlıyorlar. Bir taşla iki kuş, kılana da kılmayana da.
AĞLAMAYANA MAMA
Yetmişli yıllar. İzmir’e gidiyoruz, otobüs Akhisar’da durdu. Mescit yok, yağ varillerinin arasına mazot kokan bir tahta bırakmışlar, nasıl ekzoz dumanı, jeneratör yırtınıyor yanı başımda.
Kıldım da tahta yağlı, bakıyorum dizlerimde leke kaldı mı acaba? O ara siyah bir otomobil durdu, arka cam indi, baktım ağır kâmil bir amca, bildiğin kıranta. Siyasilerden biri miydi, iş adamı mıydı hatırlayamayacağım ama çehresi aşina. “Bak delikanlı” dedi, “bu eziyete razı olma. Sen müşterisin ve bu adamlar sana hizmet vermek zorunda. Şimdi git o mikrofon başındakine söyle adam gibi bir mescit yaptırsınlar buraya!”
Söyledim mi peki?
Cesaret edemedim, ne yani beni mi dinleyeceklerdi? Tıfıl bir talebeyim daha!
Günümüz mola yerleri çiçek gibi. Taze çerezler, şekerlemeler, parfümeriler. Pırıl pırıl tuvaletler, marka kahveciler, kurabiyeciler, gazeteciler, kitapçılar.
Ve şahane mescitler, temiz, aydınlık, ferah, şadırvanlarda sıvı sabunlar, sıcak sular, kâğıt havlular...
Birileri istemeyi öğrendi galiba.
Bu hamur daha çok su kaldırır, meğer milletin ne çok hatırası varmış bu konuda
.
Rus-Fransız ortak yapımı ASALA
7 Ağustos 2021 02:00
Yıl 1982…
Böylesi bir 7 Ağustos günü.
Saat 15.45 sıraları…
Lufthansa tayyaresi Esenboğa Hava meydanına inmiş bagajlar dönmeye başlamıştır bantta, birazdan kalkacak olan KLM bankosu önünde de bir telaş, koşuşturmaca…
Ne hayaller, ne hayaller? Okullarını bitirecek, işlerini düzene koyacak, yakınlarına kavuşacaktırlar.
Pasaport kontrolüne doğru yürürken rahatlamış görünürler, işin bu kısmı bitmiştir hiç olmazsa...
İşte o sıra bir bomba patlar, savrulurlar salonda. Zemin kıpkızıl kan olmuş, camlara sıçramıştır hatta. Patlamanın şaşkınlığı sürerken iki şahıs makineli tüfeklerle pasaport kontrolünden geçenleri tarar. İçlerinden biri “Bizden bir milyon kişi öldü, sizden 25 kişi ölse ne fark eder” diye bağırır kalabalığa. Teröristlerden (Levon Ekmekçiyan) vurulur hastaneye kaldırılır. Polis kendisine dokuz kişinin öldüğünü, 72 kişinin yaralandığını söylediğinde “Az bile” der, öfkelidir hâlâ.
Öbür katil, kafeteryaya girip yirmi kişiyi rehin alır. Gözü dönmüş militan için yolun sonudur. Teslim olacak yerde bir bomba daha patlatır ve rehinelerden bazılarını vurur cinayet kastıyla. ABD uyruklu Mrs. Jean Gifford o esnada yaralanır ve kaldırıldığı hastanede hayatını kaybeder mesela.
Saat 18.10... Ortalığa sıkıntılı bir sükûnet çökmüştür, çelik yelekli bir polis sessizce içeri sızar, kadının biri onu görür ve gereksiz bir çığlık atar. Terörist (Zouhrap Abraham Sarkisyan) sandalye ile pencereyi kırıp aprona atlamak ister. Elindeki bombalarla yakıt yüklü tayyarelere ulaşırsa facia. Polis memuru ona bu fırsatı tanımaz, etkisiz hâle getirir oracıkta.
Saldırıda üçü polis, yedi Türk hayatını kaybeder ki, içlerinden biri ODTÜ öğrencisidir daha. Aralarında bir Alman mühendis bulunmaktadır ayrıca.
ASALA, eylemi üstlenir ve “Erzurum Operasyonu” der adına. Katliamı Ankara’da gerçekleştirerek güçlerini ispatlamışlardır sözüm ona.
Havaalanı gibi iyi korunan bir yere makineli tüfekler, bombalar sokmak amatörlerin boyunu aşar.
Evet bir güç vardır arkalarında…
.jpg)
YALNIZIM DOSTLARIM
Alman Televizyonu (ARD), haberi verirken taraflı davranır, ekrana getirdiği haritada Ağrı Dağı’nı Ermenistan hududuna katar. Spiker cümleye “Bilindiği üzere Türkiye’deki Ermenilere yapılan zulme karşı savaşan ASALA...” diye başlar. Haydaaa!
Alman Kölner Stadt-Anzeiger gazetesi ise “Bir devlet terörle dize getirilemez. Bu saldırı İstanbul’da yaşayan Ermenileri zora sokmaktan başka işe yaramaz” şeklinde yorumlar.
Die Welt “ASALA’yı ABD ve Fransa’da yaşayan zengin Ermeniler finanse ediyor. Malum Ermenilerin üç milyonu SSCB’de, beş milyonu çeşitli ülkelerde yaşıyor. Teröristlerin sadece Türkiye’yi hedef alması Marksist olduklarını gösteriyor” yorumunu yapar. Ermeni teröristler, FKÖ liderlerinden George Habbaş tarafından eğitildiğini belirten gazete “Lübnan’ın işgalinden sonra faaliyetlerin Yunanistan’a kayma ihtimalinden” söz açar.
Fransız radyo ve televizyonları “katilleri haklı çıkarma gayreti içindedir. O hafta soykırım filmleri gösterirler inadına. Bir kanala konuk olan ASALA temsilcisi saldırılardan gurur duyduklarını açıklar.
Le Monde ise “Ermeni terörizminin, Kızıl Ordu, Kızıl Tugaylar, ETA ve İRA birlikte yola çıktığına dikkat çeker. Aynı merkezden mi yönetiliyordur acaba?
.jpg)
BİZİ NE SANIYORLARSA?
İngiliz The Economist “Beyrut virüsü” başlıklı makalesinde “ASALA, Türkiye’deki 50-60 bin Ermeni’yi oyuna dâhil etmeye çalışıyor” der, dergiye göre bu hadiseden sonra İstanbul Ermenileri baskı altında kalacak, gençler kolayca çekilecektir terör kamplarına.
The Daily Telegraph ise olayların arkasında SSCB olduğunu yazar. Moskova, FKÖ kanalıyla Marksist Türk çetelerine, Baader Meinhof’a, Japon Kızıl Ordusuna da eğitim imkânı sağlar. Gazete, Fransız hükûmetinin Ermeni teröristlerle anlaşmasını üzücü bulur ayrıca.
ABD’de yayınlanan Armenian Reporter yazarlarından Edward Bogosyan “Türklerin Ermeniler üzerinde planlı bir katliam yaptığına inanmıyorum. Ancak yaşlı kuşağın abartılı hikâyeleri, genç Ermenileri etkiledi ve etkilemeye de devam ediyor. Geçen yıl İstanbul’da öğrencisi kalmayan bir okul kapanmıştı. Hadise dış basına ‘Türkiye Ermeni okullarını kapatıyor’ şeklinde yansıdı, biz içindeyiz oysa. Fransa’da 300 binin üzerinde Ermeni var, bunların çoğu partili, bu yüzden hükûmet üstlerine gitmiyor” der.
Esenboğa katliamını sadece bir ülke kınar. “ABD!”
O da dostluğundan değil, soğuk savaş bunu gerektirmektedir o sıra.
.jpg)
ELLERİNDE PATLAR
Türkiye Ermenileri Dinî Lideri Şinork Kulutsyan “Biz ASALA’nın iddia ettiği gibi, baskı altında yaşamıyoruz” der, “Devletin güvencesi altındayız. Türkiye’ye yönelik her tecavüzü, büyük bir üzüntüyle karşılıyor ve lanetliyoruz. Ermenilerin, bulunmadığı, bulunmayı da düşünmediği yerler uğruna terör hareketlerine girişmek deliliktir anca.”
Öyle ya kim Samatya, Tatavla ve Kumkapı’yı bırakıp gider ki doğuya?
Aradan üç gün geçer Artin Penik (60) adlı vatandaşımız ASALA’yı telin için Taksim’de kendini yakar. Heykelin önünde üzerine gaz dökmüş ve bedenini saran alevlere rağmen sessizce oturmuştur kaldırımda. Ancak bir İETT şoförü hızla iner ve yangın tüpü sıkar. Hemen tedaviye alırlar. Artin’in heykel önüne bıraktığı mektup “Yeter artık ASALA canileri” diye başlar.
“Patrikhane ve Türkiye’deki Ermeniler namına sizi protesto edip kendimi yakıyorum. Masum insanları arkadan vurmakla bu işler hallolmaz. Size tarihi yanlış anlatıyor, kandırıyorlar. O zaman da emperyalistlerin oyunuyla yüz binlerce insan kayboldu. Şurada birkaç bin Ermeni kaldık, onu mu yok etmek istiyorsunuz? Fakat buna asla muvaffak olamayacaksınız. Siz günahsız insanları kahpece öldürmeye devam ederseniz; yeminle söylüyorum, kökünüz kazınacak. Fransa’nın eski reisicumhuru Ciscar, sizi de lanetliyoruz. Zamanında rey avcılığı için göz yumdunuz bunlara! Türkiye’deki vatandaşlarıma sabırlar dilerim. Saygı ve hürmetle hepinize elveda!”
.jpg)
TÜRKLERİ TANIYINCA
Teröristlerden Fransız uyruklu Levon Ekmekçiyan işkence göreceğini sanmaktadır, hâlbuki hekimlerimiz onu sağlığına kavuşturmak için âdeta çırpınırlar. Çok etkilenir, basın mensuplarıyla bir görüşme talebinde bulunur hatta. Yaptıklarına bin pişman olduğunu söyler ve ağlar.
ASALA yöneticilerine köpekler diye hitap eder, aldatıldığını anlatır. “Dünya kamuoyu önünde bir terörist, bir cani olarak bulunuyorum. Eylemin çapı ve maksadı hakkında bir fikre sahip değildik. Beynimiz telkinlerle yıkanmıştı. O gün arkadaşım öldü, ben yaralandım. Türk tabipleri bana üç kere kan verdi. Hastanede kaldığım bir ay zarfında Türklerin alicenaplığını gördüm, üzülüyor ve utanıyorum.
Ekmekçiyan, 28 Ocak 1983’te idam edilir.
Son sözü “Vurulan da ölüyor” olur, “vuran da!”
Cenazesi yıllar sonra ailesinin talebi üzerine Fransa’ya yollanır.
İstesek başlığı “Hristiyani Terör Örgütü ASALA” diye atabilir, dahli olan, olmayan herkesi karalayabilirdik burada.
Hayır yapmadık, yapmayacağız, “Suç da, ceza da şahsidir” İslam hukukunda.
.jpg)

.jpg)
.jpg)
.
.
Hazıra dağ dayanmadı sonunda battı
8 Ağustos 2021 02:00
Pul, piyango, kurban derileri, zekât, fitre, mekteplere dağıtılan zarflar. Hesapsız para akınca kurumun imalat gibi bir çabası olmaz... THK Kayseri Tomtaş’ı batırır, Nuri Demirağ’ı batırır, Vecihi Hürkuş’u batırır, alışkanlık mı yapar ne, sonunda kendini batırır...
Bugünlerde THK hakkında yazan çizen çok, malum biz günlük münakaşalara girmiyoruz, sadece kurumun cemaziyelevvelini hatırlatalım dedik, bazı şeyler çabuk unutuluyor da... Efendim Tayyare Cemiyeti 1925’de ortaya çıkar ve maksadını “havacılık sanayii kurmak” diye anlatır halka. Piyangolar balolar tertipler, paradan yana derdi olmaz.
Tek Parti devrinde politikaya soyunanlar THK'ya yakın dururlar, çünkü ikbal yolları danslı valslı Ankara gecelerinde açılır uyanıklara.
TOMTAŞ (Kayseri), Alman Junkers ile yolları ayırıca tesis Tayyare Cemiyetine geçer. Ödedikleri 520 bin lira arsa bedeli bile değildir aslında. Teknolojiyi takip etmez, üretime hız katmazlar. Hava Kuvvetleri Ju A19 gibi demode uçakları görmek istemez hangarında.
İş adamı Nuri Demirağ’ın tayyare imali, gök okulu gibi hayalleri vardır ve bütün servetini bu uğurda harcar. Beşiktaş’ta bir AR-GE merkezi kurar (Deniz Müzesi). Çekoslovak teknolojisi ile yaptığı Nu.D. 38 hatasız bir uçaktır, testleri başarıyla tamamlar. THK’dan yüklü bir sipariş alır ve imalata başlar. Ancak THK nedense tek taraflı olarak sözleşmeyi bozar. Yaptığı masraflar Nuri Bey’i zora sokar. İş, adliyeye intikal eder. Adamcağız CHP’li olmadığı için bitirilir. Yeşilköy’deki arazisine de (evet havaalanı) el koyarlar.

YAPARIZ EVELALLAH
Vecihi Hürkuş ise bir İstiklal Savaşı gazisidir. Yeşilköy’deki Tayyare Mektebinde yetişir Osmanlı zamanında. Kafkas cephesinde bir Rus uçağını vurup düşürür, ki bu bir “ilktir” Türk havacılığında. Ancak bir başka hava muharebesinde isabet alır, sağ salim yere inmeyi başarır, düşman eline geçmesin diye tayyareyi yakar. Ruslar onu esir alır Hazar Denizi’ndeki Nargin’e (Yılanlı Ada) kapatırlar. Arnavutköy çocuğu ya buradan yüzerek kaçar. Azerbaycanlıların yardımıyla Erzurum’a kadar yürür, anlatsak sayfayı doldurur nice badirelerden sonra katılır ordumuza. Mudanya’da Yunan hava sahasını deler, ta beline kadar sarkıp tepelerine bomba atar.
Vecihi Hürkuş, tayyare yapabileceğimize adı gibi inanır, geceli gündüzlü proje karalar. Nitekim Yunanlıların kaçarken bıraktıkları motorları kullanarak Vecihi K VI’yı çıkarır ortaya. İyi de havalanmasına müsaade edilmez. Sadece marşa bastığı için ceza alınca istifasını sunar. Hava Kuvvetlerinden ayrılıp Türk Tayyare Cemiyetinde çalışmaya başlar. Kurum onu Almanya’da Junkers ve Rohrbach, Fransa’da Bregue, Potez ve Henriot tesislerine yollar, bilgisi görgüsü artar. Almanlar, tayyarelerindeki eksiklerini noksanlarını gösterince hayran olurlar.
Millî Müdafaa Nezareti Vecihi Bey’e, alınması düşünülen iki tayyare (Alman Ju A-35 ve Fransız Newport De Large) arasında tercihini sorar. Ju A-35’in gücünü bilmektedir, nitekim Fransız pilotla havada temsilî bir savaş yapar, adamı madara edip tezini ispatlar.
Vecihi Bey Tomtaş’ta imal edilen Ju A-35’leri geliştirir, kanat içlerini benzin deposuna çevirerek menzili uzatır. Düşünün Ankara’dan Tahran’a direkt uçar. Acemler büyülenir, fır dönerler etrafında. Yüklü bir satış kapıdadır, gelgelelim THK idarecileri o vasıfta değildir, akılları ilke ve inkilap pazarlamakta.
.jpg)
FİKİRTEPE ANKARA
Vecihi Bey bakar bunlarla olacak değil, Müteahhit Nuri Demirağ’ın desteği ile Kadıköy’de bir keresteci kiralar. Marangoz Şaban Efendi ile üç ay içinde Vecihi K-XIV’ü ve uçak motorlu sürat teknesi Vecihi SK’yı yapar (1930).
İlk uçuşunu Kadıköy Fikirtepe’de büyük bir kalabalık önünde gerçekleştirir, sonra Ankara semalarında yürek hoplatmaya başlar. Başvekil İsmet İnönü tebriklerini sunsa da İktisat Vekâleti bir türlü uçuş izni vermez, sertifika için ipe un serer âdeta.
Peki o n’apar? Uçağı söker, götürüp Çekoslavakya’da bir daha toplar. Evrakları Çek diline çevirtir ve ilgili makama sunar. Adamlar bu mekanik kuşa bayılır, hatta onu “Yaşasın Türk Tayyareciliği” yazan pankart altında ziyafete oturturlar.
Evet artık uçuş belgesi vardır, Vecihi Bey alet atıl kalmasın diye PTT ile çalışmayı arzulasa da THK uçağı halka gösterip teberru toplamayı planlar. Nitekim heyecana kapılan insanlardan çuvalla para kaldırırlar. Kurum buna rağmen ekibi bunaltır, yardımcısını telgraf emriyle (3 Kasım 1931) kovar, tazminatına da el koyar.
O da gider kendi başına (21 Nisan 1932) bir Tayyare Mektebi kurar, ikisi kız, 12 pilot mezun eder. Ancak diplomalarına denklik verilmez ortada kalırlar. Tekere çomak sırası Maarif’tedir bu defa.
Kalamış’ta bir hangarları ve toprak pist olarak kullandıkları sahaları vardır. Tekel İdaresinin ve İş Bankasının reklamlarını yapar, çorbayı kaynatırlar. Bu arada THK’da yönetim değişir, Ankara’ya çağrılır, hem de “başöğretmen” sıfatıyla.
.jpg)
ELLER AY’A, BİZ YAYA
1937 Almanya’ya gider Weimar Mühendislik Mektebinde ihtisas yapar. Bilgi ve birikimiyle dört yıllık tedrisatı iki yılda tamamlar. Gelgelelim Bayındırlık Bakanlığı ona mühendislik ruhsatı vermekten imtina eder, artık ne zoru varsa?
Vecihi Bey yokuşlara alışmıştır. Gider Danıştay’a dava açar, bir sürü masraf, hakkını söke söke alır ama bir bakar THK tayinini çıkarmış Van’a.
O da ayrılır, Kanatlılar Birliği adlı bir cemiyet kurar (1947). Tayyare edinir, dergi çıkarır. Zirai ilaçlama işine girmek için firma kurar. Çelik kuşu reklam panosu gibi kullanır, Paro Mama ve Puro Sabun pankartı dolandırarak ayakta kalmaya bakar.
Hedefi büyüktür, gider mütevazı sermayesi ile “Hürkuş Hava Yollarını” kurar. THY’nın seferden kaldırdığı tayyareleri elden geçirip filosuna katar. Gelgelelim gazete taşımasına bile müsaade edilmez, genç firmayı pist başı yapamadan boğarlar.
Bankalar acımasızdır, gazi maaşına bile haciz koyarlar.
Elli iki yıl süren havacılık macerasında 102 farklı tayyare ile 30 bin saat uçan Vecihi Bey, hatıralarını yazarken beyin kanaması geçirir ve el oğlunun Ay’a gittiği günlerde gözlerini hayata yumar.
BAĞIŞ YAĞIYOR NASIL OLSA...
THK, zamanla izci kulübüne döner, hâkim sınıfın çocuklarına planör, paraşüt keyfi sunar. Pilot yetiştirme işine gelince evet öyle bir hizmetleri var. Ancak meccani (bedava) değil, parasıyla. Hava Ulaştırma Fakültesi, Pilotaj Bölümü 2021-2022 için belirlenen ücret 70 bin dolar. KDV de vereceksiniz ayrıca.
Eskiden kurumun başında tekaüt (emekli) bir paşa olurdu. Tarım ve Orman Bakanı’na görünür, işi alırdı kolayca.
Derken ihaleler şeffaflaştı, şimdi açıkça soruluyor, ne kadar uçağın var? Ne malı? Ne marka? Gücü ne? Kaç yaşında?
Motoruna kuşların yuva yaptığı hurdalar pazarlanamıyor kolayca.
THK 2015’ten sonra varlık sebebinden uzaklaşır. Halkla teması sağlayan şubeleri kapatır, kalifiye personel ayrılır, faiz batağına saplanır. Şu an değerli gayrimenkulleri ipotek ve haciz kıskacında...
Sayın Kılıçdaroğlu da gördü ki; şu an, uçabilecek tek tayyare yok hangarlarında. Bazıları kapatın gitsin diyor, heyecanı alevli havacılarla çalışalım bundan sonra.... Yaşatmalıyız diyenlere de mâni yok, gidip teberruda bulunabilirler arzuluyorlarsa.
DERİLER ÇÜRÜRDÜ SAĞDA SOLDA
Eskiden mahalleli Kurban Bayramı’nı hasretle beklerdi, toplanan derilerin geliri ile kabristan duvarı, şadırvan, taziyeevi, gasilhane yapılacaktır zira. Garipler evlendirilecek, yetimler gözetilecektir ne kadar olursa. Postu getiren ortaya atar, ikindiye doğru bir tepecik yükselir cami avlusunda.
.jpg)
Tam zamanıdır, THK pazubentli taşeronlar (yüzdeciler) jandarma ile gelip derilere el koyar.
“Mal benim değil mi? İstediğime veririm” diyemezsin, karakolda sabahlarsın yoksa. Hele Örfi İdare komutanları, göz açtırmaz, fena hırpalarlar. İfade alır, zabıt tutarlar.
Dil Kurumuna göre “bir malı sahibinin izni olmadan zorla almaya” gasp deniyor. TDK da, THK kadar ayrıcalıklı bir kurum sonunda.
THK, halkın CHP korkusunu kullanır. Sayın Vali (Parti ve belediye başkanıdır aynı zamanda) Maarif Müdürü’nü sıkıştırır, sarı zarfları tutuşturur buyurgan bir edayla. O da başöğretmenlere görünür, muavvinler, muallimleri çeker hizaya, neticede gelir patlar sınıfın havacılık kolu başkanına.
Evet zahirde zarfı boş iade etme gibi bir hakkınız vardır ama sıkar. Memur, babanızın siciline işlenir yoksa.
Kurum gayrimüslimlerden bile fitre zekât toplar. Malum sarı zarfa metal mangır yakışmaz, mecburen kâğıt banknot koyacaksın, en azı beş lira. Ne demişler, damlaya damlaya...
Peki halkımız bunu zekât ve fitreden sayar mı? Asla! Varidatını kâğıda dökecek, zekâtını hesaplayacak, altın gümüş yaptırıp sıkışıracaktır bir fukaranın avucuna.
Peki diğeri? Defibela!
THK reklamı iyi bilir ve “Yurt savunmasında” sloganının arkasına sığınır ustalıkla. Göz göre göre Hava Kuvvetlerinden rol kapar. Broşürlere bakarsanız her yere koşmaktadır, zirai ilaçlamalar, hava ambulansları, yangınlar...
Meğer hayrına, çalışmıyor, ihaleye çıkıyormuş, ne kaa sorti, o kaaa para. Kiralıyor da kime? Benim uçağımı bana!
Sahi bir tuhaflık yok mu burada?
.jpg)
.jpg)
BATIDA OLSA ÇOK BAŞKA
Cihan Harbi’nden sonra Almanlara tayyare yapma yasağı gelir, onlar da sektörden kopmak istemez Türkiye’de üretime razı olurlar. Ancak Kayseri’de elektrik bile yoktur, halk alışkın değildir imalata. Bursa’da İzmit’te olsa onlar da kaçmazdı marka olurduk dünyada.

CIMBIZ
Dün Profesörün oyu ile dağdaki çobanın oyu bir mi?
Bugün Gezinin ağaçları ile Torosların çamı bir mi?
.
Mööö mööö diye bağırır Çiftliğinde Aali baa baa nıIn
14 Ağustos 2021 02:00
Eğer mektepte müzik muallimi yoksa yerine coğrafyacı girer: Kim türkü söyleyecek? Tamam, sen oku! Bu kadaaar.
Orta mektepteyim. Sene başı daha. Yeni müzikçi gelmiş, “Pazartesi beşer lira getiriyorsunuz çocuklar, flüt dağıtacağım sınıfa!”
Abilerim ablalarıma sordum, “Sakın ha” dediler, “bulaşma! Flütlüler müsamere için nefes tüketir, flütsüzler bahçede oynar. Hem bak bunun sonu kırmızı papyon haberin ola!”
Beş lira bir şey değil de papyon bizi bozar, kravattan kurtulamadık, bir de bu dert çıkmasın başımıza.
Neyse günü geldi. Numarası okunan kalkıyor, parayı masaya bırakıyor, plastik bir flüt sıkıştırıyor koltuğunun altına.
-325!
Ses çıkarmadım.
-325 dedim, duymuyor musun?
Kalktım, “Bizim durumumuz yok Hoca’m” (THK zarflarından biliyorum, bu cümle her zaman iş yapar.)
-Kolunda saat var ama.
-Para etmez Hoca’m, tel maşa.
-Ceymisbond çanta (büyük statü) kullanıyorsun ayrıca.
Ani bir kararla çantayı alıp masasına bıraktım, “Size hediyem olsun hocam.”
Taş bulamayınca kale direği yaptığımız için pandizotları yol yol yolunmuş, sapı kirden kabuk bağlamış âdeta. İğrenir gibi baktı, “Şunu kaldırır mısın masamdan?”
-Problem değil, beğendiyseniz kalabilir Hoca’m.
-Kaldır dedim sana!
Kolonya çıkardı mendille siliniyor, sanki vebalı var karşısında.
SEVMEYEN ÖLSÜN MÜ?
Sırama dönerken “Al şu flütü” dedi, “olunca ödersin tamam. Bak mandolin dayatmıyorum sana, üç on kuruş para!”
-Unuturum falan, hak geçmesin sonra.
-Gel benden olsun.
-Benden olmaz Hoca’m, yorulma.
Hem flütle ne gibi bir gelişme sağlıycam ya? Sipsi zortlatınca, zekâmız mı artacak? Zaten sadece kızlar üfler, erkekler çalar gibi yapar. İçi tükürük dolunca, savururlar “şap” birinin sıfatına.
Abi bi’ tıngırtı alerjisi başladı mı bende? Millîsi, gayrimillîsi yok, gitar yerine ut, viyola yerine kabak kemane savunanlardan değilim, alayına... Batsın bu dünya.
Yağlı güreşleri severdim, Sarayiçi’nde davul sesinden duramadım inan. Gün boyu car car zurna? Zaten temmuz sıcağı, öğleye doğru nasıl uyku bastı anlatamam, pehlivanlar da mayıştı, birbirlerine yaslanmış öööle itişiyorlar ayakta.
DUY DA İNANMA
Efendim “müzik eğitimi, saygı, sevgi, iş birliği, dürüstlük, özgürlük, vatanseverlik ve paylaşma bilinci” kazandırıyormuş tüllaba. MEB öyle diyor sayfasında.
Sahi bunu yazan inanıyor mu acaba? Sovyetler kadar müziğe eğilen yoktu, kaçmak için ölümüne yürüyorlardı mayınlara.
Lisede iki şey sorarlar: Fen mi edebiyat mı? Resim mi müzik mi?
Mahalle baskısı bunaltıcıdır, sıkıysa fen yazma. Doktor mühendis olcaz ya.
Bana kalsa ne fen ne edebiyat. Kafadan motor sanat. Bırakın açayım karbüratörcümü, kimseye bulaşmadan çorbamı kaynatayım kenarda.
Yapacağımı biliyorum da, giriş için veli imzası şart koşulmasa...
İkinci sorunun cevabı tabii ki resim, kendi kendime çizer boyarım, artık ne kadar olursa.
Ama orta mektepte öyle bir şansın yok. Müzik de göreceksin illa.
COĞRAFYACI CANDIR
Eğer mektepte musiki muallimi yoksa yaşadın. Yerine coğrafyacı girer: Türkü bilen var mı çocuklar?
Eller kalkar.
-Tamam sen söyle.
Zaten on dakika sonra kırar “Ben şu yazılıları okuyayım, siz de isim şehir oynayın, ses çıkarmayın ama!”
Meslekten gelen müzikçi ise sizi akorda kalkar. Bizim hocanım da onlardan. Yaşı genç ama akademili. Çekiyor taburesini, gözler kısık, sanki bir şeyler dinliyor uzaydan, sonra kafasını şöyle bir geriye attırıyor, parmaklarını koyuyor piyanonun tuşlarına. Dan din don.
-Bu çaldığım neydi?
-Re minör.
-Aferin artı.
-Din dan don.
-Sen söyle bu ne?
-Do majör.
-Müspet.
KULAK MI BUDAK MI?
Ve sıra gelir ben fukaraya. “Dandiridindon”
Kekelerim “Be bemol.”
-Salak oğlum, be diye bir nota mı var?
-Re diyecektim Hoca’m.
-Bunun neresi re? Çocuk çıldırtma!
Bir daha çalar. “Dikkatli dinle bak!”
-Cevap veriyorum fa. Evet son kararım la.
-Dinle evladım dinle, kafadan atma… Kulağını açsana.
I ıh olmayacak galiba. Saçma belki ama “doremifasollasi”yi “doğrama fasullesi” şeklinde şifrelemişim, yoksa gelmiyor aklıma.
-Hımmm. Söylemedik ne kaldı? Mi mi acaba?
-Bulmaca çözmüyoruz burada, bak içinde diyez de yok. Ne kadar bariz aslında.
-Hoca’m her sefer biliyordum da (inanma) sanki bunun sesi bozulmuş biraz.
Torpido yancılık yapar “Evet Hoca’m bir gariplik var, içine fare girmiş olabilir mi acaba?”
-Farenin ne işe var burada?
-Siz bilmiyorsunuz Hoca’m, burası bodrum kat, akşamları fink atıyorlar koridorda.
-Koş Torpido, hademe gelsin bi’ baksın şuna.
-O ne anlayacak?
-Öyle demeyin Hoca’m, gaz ocağı tamiri bile yapıyor.
-Devletin piyanosuna dokundurtamam kusura bakma! Bak yine ne çaldığımı unutturdunuz bana!
-Ya tamam Hoca’m yaz nakıs gitsin, üzme kendini boşuna.
Bu kadın beni kesin bırakır. Neyse dert değil. İkmal imtihanında İstiklal Marşı söyletiyor, bi’ beş verip salıyorlar dışarıya. Eğer “…laaaayacak o benim” de sesini titretirsen âlâ, puan bile alabilirsin. Sağlam yerden haber geldi bana.
ÇİFTLİĞİ YANASICA
Yine bir müzik dersi. Viyana Flarmoni Orkestrasındayız sanki, hanımın elinde galeta neyin bi’ çomak, daldırıp daldırıp çıkarıyor, daireler çiziyor havada.
“Haydi şimdi hep beraber söylüyoruz. Aaali Baba’nın bir çiftliği var.”
Tüylerimi diken diken eden bir parça. Nasıl da mö möö diye böğürüyorlar. Zaten ergen sesi, kartlaşmış olmuş tahta.
Gözü yine bende, “Katılsana evladım, niye bakıyorsun tavana?”
-Ya sevmiyorum Hoca’m, komik ve çocukça… Koca adam olduk, daaa ne Ali Baba’sı ya?
-Buradaki ritmi yakalamalısın ama.
-Oho o eğer ritim de Ali Baba’ya kaldıysa? Yok mu başka bi’ şey şu dünyada?
Torpido kenardan başlar “Hatasız dım dım dımıdım, kul olmaaaaaz!”
Bütün sınıf takılır, katılır, ses görülmemiş bir şekilde artar.
Felaket sinirlenir “Bilmem ki bu ilkel şeyleri kim sokuyor kafanıza?”
YURTTAN SESLER
-Dadaş uzun hava çeksin o zaman. Arkadaşlar istiyor muyuuuz?
-İsteriz!.. İsteriz!..
-Evet kardeşim seni dinliyoruz.
-Dün geceeee yâr haaanesinde yastığım birdaaa şidiii…
Yanık bir ses. Bakıyorum da rahatsız olmuşa benzemiyor.
Bitiyor parmaklar havada, Estergon’u söyliyeyim mi? Finduğu kuruttin mi? Telgrafın telleri?
-Oturun bakiyym! Dersimize dönüyoruz, evet nerde kalmıştık? Ali Baba!
Mektep halkın söylediklerine kapalı, dönüştürmeye çalışır zorla. Bir nevi zorba!
TRT ayrı dert, sonatlar, aryalar, konçertolar... Yok, allegretto, andantino, pianissimo… Efendim şimdi de Niccolò Paganini’den La Campenenella! Oopus bilmem kaçtan, kaça kadar, mezzo forte ayarında.
Uzatmayalım... Müzik derslerinin resmime faydası oldu, onlar söylediler, ben karaladım kenarda.
BOYA KAPORTA
Sayfada dağ, dere, deniz ve bir şose olurdu mutlaka. Kaptıkaçtılar, cankurtaranlar, cip, cemse (GMS) ve bilumum tekerlekli vasıta…
Hatta bir gün baktı baktı, “Sağ alt köşe boş kalmış” dedi bana.
-Oraya tamirci çizeceğim Hoca’m, oto elektrik, rot balans, çıkma lastik filan...
-Vazgeçmeyeceksin yani?
-Asla!
Neticede ikmale kaldım. İmtihanda yine karşılaştık, beklediğim gibi İstiklal Marşı okutmadı, İtalyanca bir şeyler sordu. Çıkaramadım, Milan ya da Juventus’un kadrosunu sorsa sayabilirdim oysa.
O da gereğini yaptı kırık not verdi. Söyleyecek sözüm yok ona.
Hayır sene kaybetmedim. Sağ olsunlar ÖKK ile geçirdiler sonunda.
Efendim ÖKK “Öğretmenler Kurulu Kararı” oluyor.
Bazıları “Öküz Kalacaktın Kurtarıldın” şeklinde açıklar, o başka
.
O yılların en çılgın projesi Panama Kanalı
15 Ağustos 2021 02:00
Bir gemi Panama Kanalı sayesinde 9 saatte geçer okyanustan okyanusa. Eğer Güney Amerika’yı dolansa 13 bin kilometre ve 22 gün eklenecektir rakama... Yakıt, zaman, yıpranma... Ne masraf ama...
Güney Amerika’da Mendoza’da (Şili-Arjantin hududu) bulunan Aconcagua tepesi 6.963 metre yüksekliği ile Everest’ten sonra yeryüzünün en yüksek yeridir. Quechua dilinde taş bekçi manasına gelir.
Kuzey Amerika’nın zirvesi ise Alaska’da 6.195 metre yüksekliğindeki Denali Dağı’dır. Her ikisi de buzullarla kaplıdır.
Ancak koca kıta Panama’da ikiye bölünür âdeta. Atlas ve Pasifik Okyanusları 70 kilometre kadar yaklaşır ve yükseklik sadece 28 metreye düşer. Bu yüzden bir kanal açma fikri herkesin aklını kurcalar.
.jpg)
Eskiden havalide Cueva, Chibchan, Chocoan halkları mukimdir, kendi lisanları vardır, mezarlarına bakılırsa (2.500 yıllık) mimari de mahir olmalıdırlar. Çanak çömlek yapmakla kalmaz, rengârenk boyarlar. Panama “balık bolluğu” demektir, gıdadan yana sıkıntıları olmaz.
Güney Amerika altın ve gümüşten yana zengindir, İspanyol katiller 1514’te 19 gemi ve 1.500 adamla gelir yöreye otururlar. Kral Ferdinand, Pedro Arias Dávila’yı Vali yapar, ne bulursa yağmalar, taşırlar Avrupa’ya.
Bu yüzden Orta Amerika’da sevilmezler, Napolyon İspanya’yı işgal edince fırsat bu fırsat der ayaklanırlar. Bağımsız Kolombiya Cumhuriyeti’ni kurarlar.
1848’de Kaliforniya’da altın keşfedilir, bir hücum başlar Batı’ya. Kara yolu zahmetli ve maceralıdır, ah Atlantik ve Pasifik arasındaki bir kanal olsa... O günlerde New York’tan Panama gemi ile gelir, sonra karadan devam ederler yola.
1876’da Fransız Donanma subaylarından Armand Reclus ve Lucien Wyse rotayı inceler; bir kanal yapılabilir mi acaba? General Étienne ve tüccar Antoine de Gorgonza, Panama eyaletinde bir kanal inşası için Kolombiya hükûmetine müracaat eder, el sıkışırlar. “Wyse İmtiyazı” 99 yıl geçerli olacaktır. “Kaz, kazan, bırak” esasına dayanır kısaca. İlk müteşebbis Süveyş Kanalı’na imza atan Fransız mühendis Ferdinand de Lesseps olur. Mısır’da 193 küsur kilometre kazmıştır, burada mesafe beşte ikisi kadardır, gözüne küçük gelir ilk anda.
Hâlbuki keşif gezisine 8 mühendis (1876) çıkarlar, beşi dönebilir anca. Kesif orman, örümcekler, sinekler, zehirli yılanlar...
.jpg)
ÖLÇÜSÜZ ADIMLARLA
Fransız hükûmeti de destek verir, bir şekilde mebusları da kazanır takarlar artlarına. Lesseps reklamı iyi bilir, Amerikan ve İngiliz zenginlerini ikna eder 300 milyon dolarlık hisse senedi satar onlara.
1 Ocak 1881’de işe başlar, Kanal sadece 8 yıl sonra açılacak ve para demeyecektirler paraya.
Demek kibirlenmeyeceksin abi, elindeki bütçe (287 milyon dolar) tükendiğinde işin %30’u bile kotarılmış değildir daha.
Zemin beklemediği kadar oynaktır, yamaçlar su gibi akar. Açıyı düşürünce hafriyat alanı artar. Kullanmayı düşündüğü nehir ağzı yağışlarda sel yatağına döner, çılgın su, on metreye çıkar. Nereye dokunsan kopar, bastığın yer heyelan.
Sivrisinekler ise canlarına yeter âdeta... Sıtma ve sarıhumma sebebi ye 25 bin adamını kaybeder, iş makineleri rutubetten çürür, düşer hurdaya. Neticede tasını tarağını toplar, “Adios (elveda)” der Panama’ya (15 Mayıs 1889).
Büyük bir skandaldır, kendisi yaşlıdır, yırtar ama oğlu Charles de Lesseps ve Gustave Eiffel hapse mahkûm olurlar.
Fransızlar havlu atınca şirket, kalan varlıklarına (iş makinesi leşlerine barakalarına) 109 milyon dolar verecek bir alıcı arar. Ancak Nikaragua alternatifi karşısında pes eder, Amerikalılardan 40 milyon dolar çıkar anca. Eh, hiç yoktan iyidir sonunda.
.jpg) .jpg)
BIRAK MAKİNE ÇALIŞSIN
O günlerde Panama diye bir devlet yoktur. Başkan Thedore Roosevelt, adı geçen alana talip olur. Ancak Fransızlara “he” diyen Kolombiya hükûmeti ABD ile anlaşmaya yanaşmaz. Bilir çünkü, adım atarlarsa çıkaramaz bir daha. Başkan, Amerikan savaş gemisi Nashville’yi bölgeye yollar. Yankiler, yerli milis komutanını öldürüp kukla bir hükûmet kurar ve ertesi sabah Panama bağımsızlığını ilan eder dünyaya (3 Kasım 1903).
ABD bu devleti tanır ve hemen iki hafta sonra oturtur masaya. Hay-Bunau-Varilla Anlaşması’yla kanalın geçeceği 16 kilometre genişliğindeki şeride sahip olur sonsuza kadar. Karşılığında Panama’nın bağımsızlığı garanti altına alacak ve (9 yıl sonra ödeme kaydıyla) 10 milyon dolar yatıracaktır hesaplarına. Ayrıca yılda 250 bin dolar kira ödeyecektir onlara.
Panama elli yıl boyunca Washington’la münasebetleri olan “zenginler” tarafından yönetilir. Kanal Valisi bölgedeki sağlık, eğitim, emniyet ve itfaiye işlerinden mesuldür, ne bileyim; çöp toplama, posta mosta... ABD kanunlarına tabidir, ordu sekreterliği vasıtasıyla direkt bağlıdır başkana.
ABD, 1921’de Kolombiya’ya 25 milyon dolar tokalar, onlarda da Panama’yı tanır Thomson-Urrutia Anlaşması’yla.
YAP İŞLET HÜKMET
Amerikalılar hesaplı girer sahaya. Zeminle boğuşmayacak kilitli betondan bir kanal yapacaktırlar bu defa. Yerlilere akıl sorarlar. Eğer Gatun Gölü bir barajla genişletilip derinleştirilirse işin yarısı biter kolayca.
Peki gemileri nasıl çıkaracaklar oraya? Nereden baksan bir binanın dokuzuncu katına. Artık mühim değildir, tekneler tersanelerdeki gibi havuzlara alınıp yükseltilebilir pekâlâ.
ABD ilk kazmayı 1904 yılında vurur ve 10 yılda tamamlar. Amerikalılar hantal, verimsiz Fransız ekipmanlarını kullanmaz, daha büyük ve pratikleri ile değiştirir rayları lokomatifleri sokarlar oyuna. Buhar gücüyle çalışan vinçler ve kazıcılar hızlarına hız katar. İnsandan ziyade makine çalıştırırlar, hidrolik kırıcılar, beton karıştırıcılar, pnömatik matkaplar...
Ve Panama Kanalı böylesi bir 15 Ağustos günü açılır (1914) sonunda.
Devrin parasıyla 375 milyon dolara (bugünün 8-10 milyar doları) mal olur, tıp nispeten ilerlemiş, sıtmanın sinekle geldiği öğrenilmiştir. Zemini petrole boyar, havalide durgun su bırakmaz, lavraları yaşatmazlar. İşçi kaybı 5.600’de kalır bu defa.
İlk geçen “Ancón” adlı buharlı gemi olur. Onu milyon tanesi takip edecektir ilerleyen senelerde.
Okyanuslarda sefer yapan gemiler, genişliği 32 ,uzunluğu 294 metre olan havuzlara alınır, su basılıp yükseltilir ve birkaç doldur boşalt ile göle çıkar kolayca. Seni yükselten su karşıdan gelen gemiyi alçaltmaktadır, iki kuş vururlar tek taşla.
Mühendisler için zor şey değil, birkaç kapak üç beş valf, vana…
PANAMALI PARYA MI?
Bir geminin Kanal’a girmesi, havuzlardan yükseltilip göle alınması ve tekrar indirilip Okyanusa geçmesi takribî dokuz saat sürer.
New York’tan San Francisco’ya giden bir gemi Horn Burnu’nu dolaşsa 22.500 kilometre yol yapar. Panama Kanalı’nı kullanırsa 9.500 kilometre civarında. Geminin saatte 24 kilometre hızla seyrettiğini farz edelim; günde 576 kilometre yapar, aradaki farkı (13 bin km) katetmesi 22 günden fazla tutar. Harcanan yakıt, kirlenen hava cabası.
Evet, Kanal çalışır ama yerli halka hayrı olmaz, ülkeyi resmen ikiye bölmüştür geçemezler öbür tarafa. 1951’de yapılan bir düzenlemeyle salahiyet Panama Kanal idaresine (onlar da Amerikalı sonunda) bırakılır. Havali ABD Kara Kuvvetleri tarafından korunup kollanmaktadır hâlâ.
Şirket 1962’de Kanal üzerine yaptırdığı Thatcher Ferry (Amerikan Köprüsü) ile halkın gazını alacaktır güya.
Gelgelelim açılış merasimi protestolara sahne olur, iş kontrolden çıkar, ayaklanmaya döner bir anda. Sen misin vatandaşa köle muamelesi yapan. “Go home” sesleri yükselir dalga dalga.

0 FÜZE YAPILMADI DAHA
1968’de darbe olur ve Omar Torrijos getirilir başa. Hâlbuki Omar, darbe yanlısı değildir, halk tarafından sevilen bir askerdir. Diğer politikacıların giremeyeceği mahallelerde gezinir. “Hürriyet hasretini yok edecek füze henüz yapılmadı” der millî şuur verir insanlara. Solcu değildir ama Fidel ve Kaddafi gibi aykırı isimlerle görüşmekten de kaçınmaz.
Neticede Carter’la masaya oturur yeni bir anlaşma imzalar. Evet, Kanal artık Panama’ya bırakılacaktır (1977).
Gelgelelim Omar, şaibeli bir tayare kazası ile hayatını kaybeder o sıra.
ABD çekilmeyi ağırdan alır, zamana yayar. Önce Ekim1979’a erteler, sonra 1999’a. İhtimal çekilmedi, söz sahibidir hâlâ.
Kanal ile Panama hazinesine yılda 1.786 milyar dolar girer ama bu, devede kulaktır diğer faydalarının yanında. Bu sayede, 144 ticaret rotası, 1.700 liman ve 160 ülke ile irtibat sağlar ki Panama bandralı gemiler benim diyen ülkelere fark atar.
İlerleyen yıllarda kanalın genişliği yine bir ABD firması tarafından 50 metreye çıkarılır, havuzlar 300 metrelik tekneleri bile alır. İnşaat takriben 5,5 milyar dolara mal olur (2016) şu an dünya sularında seyreden gemilerin yüzde 96’sı geçebilir rahatlıkla.
Son yıllarda Çin, Panama Kanalı’na rakip olabilecek Nikaragua Kanalı üzerinde çalışıyor, Hong Konglu iş adamı Wang Jing fiilen harekete geçse de Asya krizinde çok para kaybedince beklemeye alır. Bu kanaldan 450 metre uzunluğunda gemiler geçebilecek, bilhassa petrol zengini Venezuela ve demir rezervi güçlü Brezilya’ya yarayacaktır.
Unutmayın dünyaya “denizlerde dolananlar” hâkim olurlar.
.
Zulüm, Taraki ile başladı
21 Ağustos 2021 02:00
Bakıyorum da her ekranda bir akademisyen, gitmemiş, görmemiş ama konuşuyorlar rahatlıkla. Biz derin tahlillere girmeyecek, sadece gördüklerimizi yaşadıklarımızı anlatacağız okuyucularımıza.
İlk seferimde (2009) endişelenmedim desem yalan olur, namlı mimli bir ülkeye gidiyorduk zira... Rahmetli Mustafa Karmış ve kameraman Mustafa Sert ile beraberdik. Bir sonra Mustafa Mahdum ve Erol Eşsiz ile çıktık yola, böyle arkadaşların olsun yeter, velev ki Fizan’a...
O gün İstanbul nasıl da sisli, gece 23.55’de yapılması gereken sefer ertesi gün 14.30’a sarkıyor. Banklarda yatmaktan belimiz boynumuz tutuluyor.
Afganların sert mizaçlı olduklarını sanırdım, bakıyorum da ağlanacak hâlimize gülüyorlar.
İlk intiba müspet... Belki ölçü değil ama “mütebessim” insanlar hoşuma gidiyor.
Nihayet Ariana tayyaresine biniyor, kemerleri bağlıyoruz. Pilot mikrofondan sefer duası okuyor. Yolcular da katılıyor, eller yüzlere sürülüyor.
Koltuk arkadaşımın adı Muhammed, kitap kırtasiye işi yapıyor. Tacik asıllı ama Türkçe konuşabiliyor. “Bayramda Kâbil’de mi olacaksınız” diye soruyor.
- Öyle görünüyor.
“Evim Hayırhane Mahallesi’nde” diyor, “gelin misafirim olun. Allah ne verdiyse yeriz, gezeriz, iyi kötü bir döşek sereriz.”
Teklifinde samimi, çıkarıp kartını veriyor. Ve mevzu gelip dayanıyor, “N’olacak bu Afganistan’ın hâli” sorusuna...
Muhammed acı acı gülüyor “Afganistan önemli bir coğrafya” diyor, “Gazneli Mahmud, Hüseyin Baykara ve Babürşah buradan hareketle bütün Hindistan’ı, Bengal’i aldı, Çin sınırına dayandılar. Gürganiye Devleti tam sekiz asır yaşadı. Afganistan’da hiç bir emperyalist güç dikiş tutturamadı. Ne Persler ne de İskender. Cengiz bile barınamadı, Safeviler işgale kalkıştı, kendi devletleri yıkıldı. İngilizler güneş batmayan imparatorluk iken yenildiler… SSCB dünya deviydi, batağa saplandı. Amerika ise tam bir hayal kırıklığı...”
-Peki niye bu hâlde?
-Afganistan’da Afgan tazısı, Afgan halısı, Afgan pilavı bulabilirsin ama kendine ‘Afgan’ım’ diyen birini arama. Peştun’um, Tacik’im, Özbek’im derler; Beluci, Türkmen, Hazara ona keza... Biz ümmet olduğumuz yıllarda Asya’yı yönettik, ne zaman kavmiyetçilik başladı, manzara ortada!
.jpg) .jpg)
Kör karanlıkta
Kâbil’e gece yarısı iniyoruz. Henüz kasım ayı ama ayazı kesiyor. Bir araba kiralayıp adresi veriyoruz. Sokak lambaları yok, hiçbir şey görünmüyor, zifirî zindan, gidiyoruz ama el yordamıyla. Hendekler, tümsekler, sandal gibi sallanıyor araba.
Ve korktuğumuz başımıza geliyor. Şoför adresi şaşırıyor. İyi de kime sorulur? Ortalıkta bir Allah’ın kulu görünmüyor.
Uykumuz var ve üşüyoruz, çamur diz boyu, patinaj yapıyoruz yokuşlarda.
Son sekiz yılda Afganistan’a 30 milyar dolar girdiğini biliyoruz ama Kâbil tel tel dökülüyor.
Uzatmayalım, kalacağımız misafirhaneyi buluyoruz ve herkes yattığı yeri beğeniyor.
Ve sabah... Sakin saatte çıkıyoruz güya. Düşüyor muyuz saç baş yolduran bir trafiğin ortasına...
Kâbil’e hiç bakılmamış, yıllar evvel isabet alan binaların iskeletleri duruyor ortada. Vasıtalar derme çatma ve alayı yağ yakıyor. Yol boylarında seyyar tamirciler, bırakın çıkma lastiği müstamel krank mili satılıyor.
İnsanlar munis, trafikte sessizce bekliyor, bağırıp, çağırmıyor, korna basmıyorlar. İstanbul’da olsa var ya...
Siren
duydun dur
Kâbil’de devriye gezen ABD zırhlılarına 50 metreden fazla yaklaşmak yasak. Farkına varmazsanız göğsünüzde kırmızı noktalar beliriyor. Bunlar üzerinize namluların çevrildiğini ve tetiğin gerildiğini gösteriyor.
Amerikan askerleri öldürdükleri insanlardan dolayı sorgulanmıyor, yargılanmıyorlar. Kasabanın şerifi gibi dolanıyor, halkı azarlıyor, el kol hareketi yapıyorlar.
Hele Büyükelçi cenaplarının konuttan çıkması tam bir facia. ABD elçiliğinin bulunduğu cadde zaten kapatılmış, dikenli teller, bariyerler ve koruganlar... Mezkûr yolun açıldığı Mes’ud Meydanı da kesildi mi şehir felç oluyor. Hammer’lar görünmeden Jammer’lar köşe tutuyor, cep telefonları devreden çıkıyor.
Kâbil sakinlerini sandığımızdan da sakin buluyoruz. Ülkenin durumu vahim ama hayat da devam ediyor sonunda.
Bir zamanlar İran’ı “Kızım Olmadan Asla”, bizi ise “Gece Yarısı Exspresi” filmiyle tanırlardı. Afganistan denince de akla Osama ve Uçurtma Avcısı geliyor.
Kendi hikâyeni yazmazsan, kendi filmini çekmezsen olacağı bu. Batı tek kale maç yapıyor.
.jpg)
Burka, sosyeteden kalma
Malum cenah bir burkadır tutturmuş gidiyor, yok Taliban, Afgan kadınlarını hapsetmiş de filan. Hâlbuki ABD işgalinde öyle bir mecburiyet yoktu, kadınlar burkadan niye vazgeçmediler acaba?
Kadın Parlamenter Şükriye Barakzai “Biliyor musunuz” diyor, “burka Afgan töresinde yeri olmayan bir kıyafet aslında. 1960’lı yıllarda gün gün dolanan amir, memur hanımları, makyajlarını silmemek, kıyafetlerini değiştirmemek, için böyle bir yol bulmuşlar. Diyelim üzerinizde abiye elbise var, bilezikler, küpeler, gerdanlıklar. Çarşıdan rahatça geçebilmek için atıyorsunuz başınıza bir burka, babanız bile tanıyamıyor. Burkalıya kimse laf atmaz, yan bakmaz. Öyle ya içinden anası bacısı da çıkabilir icabında... Yoksullar da soluk fistanlarını burka altında saklıyor, eksiği noksanı belli olmuyor.”
Neredeyse tamamı mavi ve kumaş kaliteleri üç aşağı beş yukarı aynı ayarda. Üzerinde mahallî motifler var ve fiyatı on dolar civarında.
Peki Afganistan’da açık kadın yok mu?
Onların açıklık ölçüsü başka, mesela Şükriye Hanım da kendini açıklardan sayıyor ama başına Benazirvari bir şal atmadan girmiyor yanımıza.
Yiğide patu gerek
Dilerseniz biraz da erkek elbiselerini anlatalım. Afganlar yaygın olarak şalvar kamis giyiyor. Sırtlarına battaniyeyi andıran bir patu atıyorlar. Bu yün dokuma yerine göre yatak döşek, yerine göre sofra seccade oluyor. Sıkıştılar mı yüklerini patuya sarıp vuruyorlar omuzlarına.
Her eve lazım, kuşandınız mı yabancı olduğunuz anlaşılmıyor ayrıca.
Afganlar çoluk çocuklarına düşkün ve hoş tutuyorlar. Ufaklıklar babalarının sırtından inmiyor, kız çocuklarını bisiklete oturtuyor, kendileri yandan yandan yürüyorlar çamura basa basa. Miniklerin ayakları yere değmiyor, elbiseleri temiz kalıyor.
Kadınlar da kıymetli. Misal çarşıda arabanla bir adama çarpıp devirdin bir şeycik olmaz, özür diler devam edersin yoluna. Ama bir kadına dokunduysan yandın, hafiften sendelese bile cezası 7 bin dolar. Bakıyorum da alışverişte son sözü hanımlar söylüyor daima...
Duy da inanma
Batılı kaynaklar Afganistan’ı korku filmi gibi tanıtıyor, yok Taliban uçurtma, misket ve oyuncak bebekleri yasaklamışmış...
Peki sekseğe, saklambaca, ip atlamaya neden mâni olmamış acaba?
Voleybolu niçin yaymış taşraya?
Şöyle: Afgan çocukları uçurtmayı bizim gibi uçurmuyor, âdeta dövüştürüyorlar. Rakiplerinin ipini kesmeye, kâğıdını yırtmaya çalışıyorlar. Bunun için kınnabı tutkala sokuyor, cam tozuna buluyorlar. O heyecanla ip ellerini kesiyor, derin yarıklar oluyor, iltihaplı vakalar...
Yoksa uçurtma dediğinden ne ki? Altı kâğıt, üstü çıta...
Misket ise bir nevi kumar, yutan kabarıyor, yutulan hırslanıyor, çocukların keyfi kaçıyor.
Bebek yasağı ise sadece Barbie’ler için geçerli. Barbie dansta, Barbie cazda, plajda… Mayolar, gözlükler, kısa etekler, hayat tarzı dayatıyor bir bakıma.
En büyük tehlike de uyuşturucu. Mücadele için otorite lazım, dileriz Taliban bunu becerir, nesli yem etmez simsarlara.
Taliban’ın yasakladığı şeylerden biri de kanlı köpek ve horoz dövüşleri, gel de yanında durma.
Afgan çobanlarının hayvana vurma gibi bir huyları yok. Düşünebiliyor musunuz Kurban Bayramı’nda (İhlas Vakfıyla gitmiştik) 230 büyükbaş kestik, biri 11-12, diğeri 15-16 yaşında iki çocuk bütün sığırları yatırıp bağladı sırayla. Seve seve, okşaya okşaya. Hayvanlar nasıl muti, hayatında dövülmemişler ki daha.
Kim bu Taliban?
Sanırım en çok merak ettiğiniz şey Taliban.
Taliban talebeler demek, çekirdek kadro Pakistan
Diyobend Medreselerinde eğitim alıyor.
Devlet idare etme gibi bir niyetleri yok, ancak savaş baronlarından bezen halk onlara sığındıkça...
Mesela adamın kızını kaçırmışlar, garibim çaresiz, devlet yok, kime şikâyette bulunacak? Gidiyor medreseden yardım istiyor, 40-50 talebe şakileri kuşatıp kızcağızı kurtarıyor.
Diyelim silahlı bir çete musallat oldu, haraç istiyor, Taliban da onların gırtlağına çöküyor. “Bak olmasın bi’ daha!”
Böyle böyle zemin tutuyorlar, ABD bile onları muhatap alıyor, destek veriyor. Gelgelelim devlet
yönetimi ayrı bir sanat. Tecrübe istiyor.
Şimdi kendileri de farkında.
.
Savulun Battal Gazi geliyor!
22 Ağustos 2021 02:00
Her ne kadar hakiki hüviyetiyle efsa-nevî şahsiyeti birbirine karışsa da Battal Gazi diye biri var. Çünkü Ya‘kūbî, Taberî, Mes‘ûdî, İbn Asâkir, İbnü’l-Esîr, Sıbt İbnü’l-Cevzî, İbn Şâkir el-Kütübî, İbn Fazlullah el-Ömerî, Zehebî, İbn Kesîr, Evliya Çelebi, Gelibolulu Mustafa Âlî ve Müneccimbaşı gibi tarihçiler kendisinden bahsediyorlar. Malatyalı olduğunda müttefikler ayrıca.
Bizanslı Theophanes ve Süryânî müellif Tell Mahreli Denys de teyit ediyor.
Adı değişik kaynaklarda Abdullah, Abdullah Cafer ve Ebû Yahyâ olarak geçse de lakabı her yerde Battal Gazidir. 717-740 yılları arasında Bizans’a karşı savaşan zorlu bir Emevî cengâveridir.
Târîhu’t-Taberî’ye göre Mesleme bin Abdülmelik komutasındaki ordu ile İstanbul kuşatmasına gelir. Hatta kız kuleli rivayetleri dillendirilir.
Battalnamelere bakarsanız yanında Abdülvehhâb Gazi adlı bir arkadaşı vardır, ilim ve gönül ehlidir.
Devrin Hristiyanları Battal Gazi’den hem çekinir hem de beğenir. Çünkü adildir, cömerttir, haksızlığa direnir, sözünün eridir. Nitekim bazı rahiplerin ona yardım ettiği, istihbarat sağladığı bilinir.
.jpg)
RÜYADA GÖSTERİLİR
Battal Gazi’nin mücadelesi Kayseri, Afyon, el-Cezîre (Güneydoğu Anadolu), Suriye ve tabii ki Malatya’da sürüp gidecektir.
Eskişehir’in güneybatısında yer alan Seyitgazi kasabasında (antik Akroinon mevkii) şehit olur ve oraya defnedilir (740).
Alâeddin Keykubat’ın annesi, Ümmühan Hatun’a rüyasında Battal Gazi’nin yattığı yer gösterilir.
Sultan Gıyâseddin, hanımının arzusu üzerine türbe ve cami yaptırır. Sonra gelen Osmanlı sultanları medrese, imaret, tekke ve dergâh ilave ettirir. Fatih, II. Beyazıt ve Yavuz Selim devrinde tamir ve tezyini ile ilgilenilir.
Kanuni, İran seferine çıkarken Seyitgazi’yi ziyaret eder, külliyenin eksiklerini noksanlarını giderir. Irak Seferi’nde yine uğrar, hatta ordu Seyitgazi’de konaklarken Matrakçı Nasuh’a minyatürlerini çizdirtir.
IV. Murat ise Revan Seferi dönüşü bir kervansaray ekletir.
Malatya’da Aspuzu Bağlarında da bir türbesi vardır. Artık hangisi hakiki, Allahü teala bilir.
Belki de Seyitgazi, Hicaz yolu üzerinde olduğu için ünlenir.
.jpg)
BULUNMAZ EŞİ
Malatya’nın ilk yerleşim yeri Aslantepe Höyüğü ve çevresidir. MÖ 2000 yıllarında işlek bir kavşaktır, kervan yolları burada kesişir.
Asur ve Urartu kaynaklarında Maldia, Melide, Melitea şeklinde geçen şehir nedense terk edilir.
MS 1 YY’da halk Eskimalatya’ya (Battalgazi ilçesine) yerleşir. Roma ve Bizans’ta önemli bir şehirdir, etrafı surlarla çevrilidir. (Evliya Çelebi’nin ifadesiyle Rakabe Kalesi)
7. yy.dan itibaren Araplarla Bizans arasında el değiştirir. 1101 yılında Danişmentlilerin, 1105 yılında Anadolu Selçukluların, 1399’da ise Osmanlıların eline geçer.
Osmanlı serdarı Hafız Mehmet Paşa karargâhını Harput’tan Malatya’ya taşıyınca halk, evlerini askerlere verir. Malatyalılar için mesele değildir, çünkü herkesin bir bağ evi vardır, bir süre Aspusu mevkiinde kalınabilir.
.jpg)
GİTMEK Mİ DÖNMEK Mİ?
Ordu iki yıl içinde vazifesini bitirip de şehri terk ettiğinde içlerinden dönmek gelmez, çünkü yeni Malatya’ya alışmışlardır, burası daha sulaktır, serindir, meyveliktir.
Hâl böyle olunca Eski Malatya metruk kalır, virane olur. Hâlbuki Ulucami, Kanlı Kümbet, Şahabiye-i Kübra Medresesi ve Silahtar Mustafa Paşa Kervansarayı gibi emsalsiz eserlere sahiptir.
Cumhuriyetle birlikte Yeni Malatya’nın önü açılır, il yapılır (1928). Eski Malatya unutulur, nahiye olur.
1987 yılında Belediye Encümeni’nin kararıyla Battalgazi adını alır (1987) ilçe yapılır.
Parlak mazisine dönmesi kolay değildir ama çaba sarf edilir.
.jpg)
CÜNEYYY TARKIN!
Bir dönem ozanlar avul avul dolanır, Battal Gazi menkıbeleri anlatırlar, bazıları kâğıda geçirilir, Battalnâme olarak kalır sonraki yıllara.
Kimi manzum kimi nesirdir, eline kalem alan hangisinde ustaysa.
Bu malzeme senaristlerin de gözünden kaçmaz, Karaoğlan ve Malkoçoğlu ile birlikte Battal Gazi filmleri yapar, iyi de kazanırlar.
Bir bakıma iyi olur, önemli bir ismi gençlere duyururlar. Ancak sinemacılar gişe peşindedir, Ehl-i Beyt’ten olduğu rivayet edilen bir İslam büyüğünün karşısına ha bire prenses (İren, Elenora, Anjela) çıkarır, yarı çıplak vamp kadınlar ile oynatırlar.
Kral Antuan’ın büyücüleri, küflü zindanlar, çivili fıçılar, yılanlı kuyular… Söylemediklerini söyletir, yapmadıklarını yaptırır, kılıktan kılığa sokarlar.
Hayalî bir kahraman olsa mesele yok ama Battal Gazi’nin ismi cismi belli, bilmem hakkımız var mı buna?
.jpg)
DESTAN KAHRAMANI
Bilirsiniz destanlar halkın muhayyilesinde yoğrula yoğrula şekillenir. Bu yüzden zaman, zemin kaymaları yaşanabilir.
Önemli olan doğruluktan dürüstlükten yiğitlikten yana olması; din, devlet, millet, bayrak sevgisi vermesidir.
Hüseyin Gazi, evladı resulden bir gönül ehli olup Malatya’ya yerleşen bir Emevi lideridir.
Rum Mihriyayil tarafından hile ile tuzağa düşürülüp şehit edilir.
Oğlu Abdullah Cafer 14 yaşında olmasına rağmen atı Aşkar’a atlar, babasının katillerini tek tek bulur ve hesabını sorar.
Gün gelir seraskerliğe (başasker) getirilir. Kayser ordularıyla yapılan iki savaşta da yararlık gösterir, Malatya Beyi ona çok güvenir.
Kayser, yenilginin intikamını almak için Ahmer (kızıl) komutasındaki bir orduyu Malatya üzerine gönderir. O devirde savaş öncesi müsabakalar olur, Cafer’le, dev cüsseli Ahmer meydana çıkar, vuruşurlar. Abdullah rakibinin kılıcını uçurur. Ahmer, vursun diye boynunu uzatır. Abdullah canını bağışlar.
Ve aralarında sıkı bir dostluk başlar. Cafer ona “Ahmet” adını takar, o ise Cafer’ e “Battal!”
.jpg)
UMMADIK TAŞ...
İki arkadaş, bir ömür Bizanslılarla çatışır, sayısız cenge girer çıkarlar, ne maceralar ne maceralar...
Battal Gazi’nin tevekkülü tamdır, ölümden korkmaz, Ahmed ile omuz omuza verdiler mi ordulara kafa tutarlar. Zor anlarda zekâlarını kullanır ve biiznillah kurtulurlar.
Battal Gazi ganimetten kendisine ayrılan payı dullara, yetimlere yollar. Atları silahları koşum takımlarını ise dağıtır yoldaşlarına.
Kayser Kanatur’la barış imzalanıp sükûnet sağlanınca Battal Gazi Medine-i Münevvere’ye yerleşir. Server-i âleme âşıktır zira.
Ancak Kanatur sözünde durmaz. Malatya üzerine yürür, yakar yıkar, yağmalar. Battal Gazi derhâl yola çıkar Suriye’den topladığı askerlerle Kanatur’u yener. Kayser canını zor kurtarır Nesih Kalesi’ne kaçar.
Burası zor bir hisardır, kuleleri yüksek, surları kalınca.
Kayser’in kızı odasının camından izlediği Battal Gazi’ye hayran kalmıştır. Kaleye takviye geleceğini öğrenince haberdar etmek ister. Bir kâğıda not yazar, iri bir taşa sarıp atar. Gelin görün ki; o taş, Battal Gazi’nin başına çarpar ve son nefesini verir oracıkta.
.
Bir zamanlar nahiye idi Çırmıhtı’dan Yeşilyurt’a
28 Ağustos 2021 02:00
Yeşilyurt, Malatya’nın en gelişen bölgesi, nüfusu 300 bini aştı, bir yıl gelmeyen tanıyamıyor.
Malatya Yeşilyurt adına yakışan bir kasaba. Yeşille iç içe, yan yana.
Kirazlar kayısılar bahçelerden taşmış, dutlar dökülmüş yollara.
Arsalar, teraslar, kaldırımlar yekpare meyve, güneşe yayılmış kurumayı bekliyorlar sabırla.
Asıl adı Çırmıktı (halk Çırmıhtı diyor). Millî Şef’imize atfen, İsmetpaşa diye adlandırılmış bir ara, hatta heykeli dikilmiş 1946 yılında.
Demokrat Parti iktidarında ilçe olmuş, adı da değiştirilip Yeşilyurt konmuş (1957).
Malatya merkeze mesafesi 8-9 kilometre civarında. Birleşti birleşecek, pek boşluk kalmamış arada.
Nüfusu 2011’de 7.707.
2012’de 7.941.
2013’de ise 267.365’e yükseliyor.
Bu ne büyük sıçrama diyeceksiniz. Ne oldu da 33 misli arttı bir anda?
Şöyle. Malatya 750 bini geçip de büyükşehir statüsüne alınınca Yeşilyurt ve Battalgazi, merkez ilçe oluyor. Civar köyler mahalleye çevrilip onlara bağlanıyor.
Gündüzbey, Yakınca, Şahnahan, Dilek, Topsöğüt, Bostanbaşı beldeleri ve şehirden gelen 36 mahalle katılınca metropol oluyor âdeta.
7-8 binlik nüfusuyla kendi hâlinde tıkırdarken yüz binleri omuzluyor; dertler de, hedefler de katlanarak büyüyor.
.jpg)
PINARLAR KANALLAR
Efendim Yeşilyurt, Malatya’nın en gelişen bölgesi, bir sene gelmeyen tanımakta zorlanıyor.
Sulak bir mevkide kurulmuş… Pınarbaşı’ndan kaynayan Derme Suyu (Beyler Deresi) şırıl şırıl akıyor, caddeye saç örgüsü gibi dolanıyor, uzanıyorlar yan yana.
Tatil günleri mesireciler Gündüzbey, Kapılık, Kozluk, Yakınca, Şabandede, Davulpınar, Güvercin Pınarı, İnekpınarı, Atmalı Vadisi ve Koru Deresi’ne akın ediyor.
Günümüz Yeşilyurt’u geniş caddeleri, albenili binaları, mağazaları, lokantaları, pastaneleri, parkları, bahçeleri ve siteleri ile modern bir şehir havasında.
Organize sanayii her geçen gün büyüyor, gelişiyor.
Ancak eski merkez pek değişmemiş, kasaba hüviyetini kaybetmemiş. Doğrusu da bu zaten, bırakın olduğu gibi kalsın, böylesi daha yakışıyor ona.
Yeşilyurt’a girince sizi bir saat kulesi ve Selçuklu mimarisini andıran yapısı ile Cami-i Kebir’ karşılıyor.
Kitabede “Fetedallahü Melâiketi ve Hüve Kaimu Musalli fî mihrab / El-Hac sahibü’l-hayrat Hacı Musdafazade el-Hac Abbas Ağa Hicri 1169” (Miladi 1753) yazıyor.
İlahi, bu hayratın sahibi daim said olsun
Varıp cennet makamına cehennemden baid olsun
Sahibü’l-hayrat Şeyhzade el-Hac Hüseyin Ağa 1221 (Demek tekrar yapılmış ikinci defa)
Yanında hamamı da varmış, etrafından çınarlar, dükkânlar… Alayını yıkmış güya nefes aldırmışlar meydana.
Caminin minaresi daha yüksek olacakmış da ustası düşünce aşağıya...
Çok anlatılır, bu efsaneye sık rastlıyoruz Anadolu’da…
ASIRLIK KONAKLAR
Yeşilyurt’un Lezzet Caddesi’nde eski ahşaplar, konaklar var, havuzlu, tulumbalı avlular. Bunlar elden geçirilmiş, gastronomi merkezine döndürülmüşler.
Malatya hanımları, yemek hususunda istekli ve maharetli. Bir kuş sütü eksik sofralarında.
Kiraz yaprağı sarması gibi zahmetli bir yemeği sunabilmek için didiniyorlar adeta.
Ziyaretçilere ev yemekleri sunuyor, içli köfteler, sebzeler ve mantılarla ağırlıyorlar. Etlisi sütlüsü, ne geliyorsa aklınıza… Sadece bulgurun 80 çeşidini yapıyorlar, zaten her tabaktan bi’ gıdım tadayım desen kemeri üç diş gevşetmen gerek, patlarsın yoksa.
Mükellef bir ziyafet sonrası Dadaş’ın çayını unutmuşlar.
Dönünce hanımı sormuş “Nasıldı?”
“Cık” demiş, “bi’ çay bile vermiyorlar adama!”
Yeşilyurt’ta içtiğim çaylar tam ayarında, çünkü suyu çok güzel, yakut gibi parlıyor bardakta.
.jpg)
KAHVEYE DAİR NE VARSA
Konaklardan biri eski mutfak malzemelerine ayrılmış. Müzede bakır tencereler, sahanlar, tepsiler, kepçeler, güğümler, kazanlar, çinkolar, çomçalar… Sofra adabına dair canlandırmalar…
Bir konak da kahve tiryakilerini ağırlıyor. Kahve kavurma tavaları, dibekler, teraziler, cezveler, mırra kapları, fincanlar, dantelli tepsiler, lokumluklar… “Kahveye dair her şey” diyebilirsiniz rahatlıkla…
Dile kolay itina ile seçilmiş 700 parça eser sergileniyor. Ki, bazıları 16 yy.dan kalma.
Nitekim Tarihî Kentler Birliği Müze Özendirme Yarışması’nda ödüle layık bulunuyor.
Ellerinde elbette; Yemen, Habeş ve Brezilya kahveleri var. Ancak kayısı çekirdeğini kavurarak yaptıkları kahvede çok iddialılar. Acı çekirdekleri sütle yumuşatıyor, tatlıları sade içiyorlar.
Diğer kahvelerin hatırı kırk yıl, bununki 44 yıl (plaka).
Böyle çalışmalara çok önemli, örf ve âdetlerimiz de yaşatılıyor. Türk kahvesi (ki bence odur) ecnebi markalara, zincirlere direniyor.
TEKSTİL NELER GÖRDÜ...
Eskiden Yeşilyurt dokumacı yurduymuş, şakur şukur tezgâh sesleri yankılanırmış gece boyunca. Kadınlar küt küt kirkit vururmuş halılara. İnsanlar bu yeknesak takırtılara alışmış, ezkaza tezgâh duracak olsa telaşla uyanıp sorarlarmış: N’oldu bir şey mi var acaba?
Çalıklar da Yeşilyurt’ta tekstil ile uğraşan bir aile. Şehre çok tesis kazandırmış, çok adam yetiştirmiş, çalıştırmışlar.
Yaptırdıkları mektepler, yurtlar, hastaneler hala faal, hemşerilerinden dua alıyorlar.
Yeşilyurt Belediyesinin kurduğu tekstil müzesi, rahmetli Mahmut ve Hasan Çalık’ın isimlerini taşıyor. Burada tarihî seyri içinde Malatya tekstili anlatılıyor. Dile kolay, yaklaşık 1.500 parçayla.
Pamuk toplamaktan, yün kırkımından başlanıyor taaa vitrine çıkasıya… İp üretimi, kumaş dokuma, kıyafet tasarlama, bezeme süsleme safha safha.
Kök boyalar, kollu pedallı dikiş makineleri, kömürlü ütülerden, tahta dokuma tezgâhlarına...
Tekstilimizin 200 yıllık geçmişi göz önüne serilirken bir yandan gençlere kurslar veriliyor.
Mesela uzunca bir aradan sonra Çırmıklı halıları alınmış tezgâha. Halı dokumak bir kadın için en güzel meşgale. Evinden ocağından ayrılmak mecburiyetinde kalmadan, çocukları ile yan yana. Ne kadar istiyorsan o kadar çalış, üç beş gelir her hâlükârda
Malatya Turgut Özal Üniversitesi çatısı altında eğitim veren Yeşilyurt Meslek Yüksekokulu sadece dokuma giyim değil, ayakkabı ve deri sahasında da vasıflı elemanlar yetiştiriyor. Gençlerden çok şey bekliyorlar, sektöre hız katacaklar inşallah.
Başkan Mehmet Çınar, müzelerin ehemmiyetini keşfetmiş, cezaevini de müzeye çevirmiş, çobanlık gibi köklü bir mesleği de canlandırmaya çalışmış; Kent Hafızası, El Sanatları ve Savaş Makineleri Müzesi ile dikkat çekici işlere imza atmış ayrıca.
Evet gidilir, gezilir, mahallî mimari, damak zevki, dağ, dere, tabiat, hediyelik eşya.
Ve mütebessim insanlar.
Ne istenir ki başka?
.
1521'de tanışmıştık 500 Yıllık hukukumuz var
29 Ağustos 2021 02:00
O günlerde Avrupa'da nüfusu 100 bini aşan üç şehir vardır, İstanbul, Edirne ve Belgrad!
Bu gün 29 Ağustos 2021
Eğer takvime bakmasam fark edemeyecektim, 500 yıl evvel tam bu gün Belgrad elimize geçmiş ve 4 asır bayrağımız dalgalanmış surlarda.
Mâlum bir şehrin Türklerin eline geçmesi kapılarının ötekilere kapanacağı mânâsına gelmez, ahali yine evinde oturur, işini yapar, kilisesine rahatlıkla girer çıkar.
Bu arada şehir canlanır, üretim, ticaret ve nüfus artar, sakinleri daha çok iş yapar, daha fazla kazanırlar.
Belgrad'a bir kaç defa gitmiş, resimlerini çekmiştim ama karambole geldik, anlatamadık okuyucularımıza. Kısmet bugüneymiş, gazetecilikte hiç bir malzeme zayii olmuyor, koyun dursun kenarda.
FOTOGALERİ İÇİN TIKLAYIN
Efendim Belgrad düzgün ve yeşil bir şehir, parklar planlı bir şekilde yedirilmiş aralara.
Orta Avrupa’nın önemli nehirlerinden Sava burada Tuna'ya karışıyor ve beraber yürüyorlar bundan sonra... Romanya, Karadeniz, Marmara...
Belgrad Osmanlı nehir donanmasının önemli üslerinden biri. Bu sayede Almanya, Avusturya, Macaristan, Sırbistan, Hırvatistan, Slovakya, Bulgaristan ve Eflak Boğdan'a (Romanya) ulaşabiliyoruz rahatlıkla.
BEO (BEYAZ) - GRAD
Grad Slavca şehir demek, Razgrad, Starigrad (eskişehir), Novigrad (yenişehir), Leningrad, Stalingrad gibi mesela.…
Hani Akşehir, Nevşehir, Kırşehir, Beyşehir gibi. Bizim bir de "ya" ekimiz var, Antalya, Alanya, Sakarya, Amasya, Hanya, Yanya, Konya...
Beograd beyaz şehir mânâsına geliyor, ecdat “Dârülcihad” diye anıyor, tanıyor o başka.
Efendim Tuna boylarında ilk çağlardan beri beldeler kurula gelmiş, değişik kavimler yerleşmiş. Slavlar, Franklar, Romalılar, Hunlar, Avarlar, Bulgarlar, Macarlar…
Birinci ve İkinci Haçlı seferinde ordu Belgrad’da konaklıyor. Friedrich Barbarossa'nın peşine takılan 190 bin arızalı kusurlu hareketler yapyor, şehrin canına okuyor.
MURAD HAN, MEHMED HAN, KANUNİ SÜLEYMAN
Sırplar I. Kosova'da (1389) güney topraklarını Osmanlı'ya kaptırınca Stefan Lazarevic daha sıkı sarılıyor Belgrad'a. Surları güçlendiriyor, kuleler yaptırıyor. Halka korku pompalıyor bu arada, kaleye sığınanlar, dooğru müdafaa hattına.
Belgrad'ı ilk defa II. Murad kuşatıyor ama alamıyor. Ciddi bir mukavemetle karşılaşıyor, o sıra sari hastalıklar da yayılınca...
Babasının yarım bıraktığı işi Fatih tamamlamak ister, netice çıkmaz, hatta sultan da yaralanır, kanı düşer toprağa.
Papa III. Callixtus bunu büyük zafer kabul eder, Hunyadi Yanoş'u kahraman gibi karşılar ayakta.
Halbuki Belgrad alınacaktır, bugün olmazsa yarın, birgün mutlaka!
Kanûnî devrinde Osmanlı çok güçlüdür, sultan Macaristan seferine çıkmışken Belgrad'ı da alıverir katar topraklarına (1521)
Sultan Süleyman ahaliden bir kısmını alıp İstanbul’a götürür yanında.
"Nereye" diye sormayın, biliyorsunuz.
Belgrad Ormanları ve Belgrad Kapı civarına.
KUBBELER SERPEN ORDU
Kanûnî sanatkâr bir padişahtır yorgun şehri tamir, tezyin ve tahkim ile kalmaz, zahire ambarları, tophaneler, baruthaneler yaptırır. Tuna donanması burada yatar, ücreti mukabilinde yüzlerce martolos (Sırp asıllı Hıristiyan denizci) çalıştırırlar.
Fetihten 15 yıl sonra (1536) dört cami etrafında dört Müslüman mahallesi şekillenir. 1560'da ayan beyan İslâmî hüviyet kazanır. Zigetvar Seferi’nde vefat eden Kanûnî’nin cenazesi buraya getirilir, namazı Hünkâr tepesinde kılınır cemaatla.
Evliya Çelebi Belgrad'da 217 cami, 13 mescid, 17 dergâh, 9 dârülhadis, 8 medrese, 7 hamam, 21 han ve 6 kervansaray olduğunu yazar. Ticaretin nabzı 3700 dükkânlı Sûk-ı Sultânî’de atar. Sırplar ve Yahudiler de zenginleşir, servetlerine servet katarlar.
Viyana kuşatması bize Avrupanın anahtarını sunacaktır ama olmaz, aksine hücumlar şiddetlenir, bazı yerler elimizden çıkar.
Belgrad zaman zaman sıkıntılı günler yaşasa da (Pasarofça, Ziştovi) Berlin Anlaşmasına kadar (1878) bayrağımız dalgalanır burçlarda.
BİR DE KORUSALARMIŞ VAR YA
Şehir I. Cihan Harbinde Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na sunulur, 1918’de Yugoslavya Krallığı’nın merkezi olur. Bir süre de Alman işgali yaşar.
Bunların üçü de acımasızdır, üç yüzü cami olmak üzere sayısız eserimizi (çeşme, sebil, türbe, mektep, medrese) yakar yıkarlar
Taliban birkaç heykel tahrip etti diye on yıllardır davul çalan Batı sesini bile çıkarmaz.
Halbuki Sırplar turist kafilelerini alıp doooğru Kalemajdan’a (Kale meydanına) götürüyor, İstanbulkapı'yı, Saatkapı'yı, Defterdarkapı'yı gezdiriyorlar. Osmanlıdan kalan diğer eserleri de korusalarmış var ya parayı bulacaklarmış kolayca.
Savaş yıllarında Türk topraklarında tek kilise manastır yıkılmaz. Balkanlardaki on binlerce İslam eserinin izi bile kalmaz.
İmparatorlukla, kabilenin farkı, sanırım medeniyet deniyor buna.
İÇİNDEN NEHİR GEÇEN ŞEHİR
Belgrad Kalesi yaklaşık 2 bin yıllık, ancak o kadar çok elimizden geçmiş ki Osmanlıyım diye bağırıyor adeta.
İçinde türbeler, saat kulesi ve askeri müze var. Tanktan toptan hoşlananlara çok malzeme buluyor.
Seyir terasındaki çıplak adam heykeli 1928 yılında dikilmiş, Türklerden kurtuluşlarını kutluyorlar güya.
Kalenin manzarası mükemmel, şehir ve nehir uzanıyor ayağınızın altına.
Hele akşam saatlerinde ufuk kızıllaşıyor, sokaklar kararıyor, lambalar üçer beşer yanmaya başlıyor. Ortalığa parlament mavisi hakim olduğunda Sava üzerindeki köprüler aydınlanıyor, yük ve gezi tekneleri suları yarıyor ışıklar saça saça.
Ciganlija adasında spor tesisleri sıra sıra, yan yana. Golf, tenis oynayanlar, basket atanlar, yelken açanlar, su kayağı yapanlar...
Koşmaktan, zıplamaktan, bisiklete binmekten hoşlanıyorlar.
Ne yalan söyleyeyim bizden daha atletik ve daha boylu poslular.
BAJRAKLİ DZAMİJA
Sırbistan'ın nüfusu 7 milyon civarında ve neredeyse dörtte biri Belgrad'da yaşıyor.
Taşradaki köyler kasabalar boşalmış, gençler tarım ve hayvancılıkla uğraşmak yerine Batı Avrupa'da çalışmayı tercih ediyor.
Elbette ekseriyet Sırp Ortodoks, Katolik, Protestan ile Yahudiler de var ama ehemmiyetsiz miktarlarda.
Müslüman sayısı az değil (30 bini aşkın) ama çok yalnızlar. Namazlarını barakalarda kılıyorlar. En ciddi sıkıntıları da kıyafet. Müslüman bir hanımefendinin Belgrad'ta manto pardesü eşarp bulması mümkün değil. Mağazalardaki elbiseler çok dar ve çok kısa, varla yok arasında...
Takke, tespih, misvak, elifba o kadar kıymetli ki anlatamam. Paran olsa da alamazsın zira.
Belgradda sadece bir cami var. Gospodar Jevremeva Sokaktaki Bajrakli Dzamija (Bayraklı Cami).
Zikrolunan mabed 1575’te inşa edilmiş, Avusturya'nın hakim olduğu yıllarda kiliseye çevrilmiş. Yoksa diğerleri gibi yıkılıp gidecekmiş o da.
Yıllar sonra cemaatine kavuşmuş ve bir bayrak asılmış o günün hatırına. Evet o yeşil hilal minaresinde dalgalanıyor hâlâ.
Terazije Caddesi ise adını Türklerin inşa ettiği bir su terazisinden alıyor. Muhit zamanla itibar görüyor, gelişiyor. Oteller, lokantalar, mağazalar, sinemalar... Caddenin iki yanında art nouveau tarzı binalar.
Tashmajdan (Taşmeydan) deseniz ona keza.
.
500 yıllık hukukumuz var
31 Ağustos 2021 02:00
O günlerde Avrupa’da nüfusu 100 bini aşan üç şehir vardır, İstanbul, Edirne ve Belgrad!
Bugün 31 Ağustos 2021...
Eğer takvime bakmasam fark edemeyecektim, 500 sene evvel bugünlerde Belgrad elimize geçmiş ve dört asır bayrağımız dalgalanmış surlarda.
Malum bir şehrin Türklerin eline geçmesi kapılarının ötekilere kapanacağı manasına gelmez, ahali yine evinde oturur, işini yapar, kilisesine rahatlıkla girer çıkar.
Bu arada şehir canlanır, üretim, ticaret ve nüfus artar, sakinleri daha fazla kazanırlar.
Belgrad’a birkaç defa gitmiş, resimlerini çekmiştim ama karambole geldik, anlatamadık okuyucularımıza. Kısmet bugüneymiş, gazetecilikte hiçbir malzeme zayi olmuyor, koyun dursun kenarda.
Efendim Belgrad düzgün ve yeşil bir şehir, parklar planlı bir şekilde yedirilmiş binaların aralarına. Orta Avrupa’nın önemli nehirlerinden Sava Tuna’ya karışıyor ve beraber yürüyorlar bundan sonra...
Romanya, Karadeniz, Marmara...
Belgrad, Osmanlı nehir donanmasının önemli üslerinden biri. Bu sayede Almanya, Avusturya, Macaristan, Sırbistan, Hırvatistan, Slovakya, Bulgaristan ve Eflak Boğdan’a ulaşabiliyoruz rahatlıkla.
BEO (BEYAZ) - GRAD
Grad Slavca şehir demek, Razgrad, Starigrad (Eskişehir), Novigrad (Yenişehir), Leningrad, Stalingrad gibi mesela…
Hani bizdeki Akşehir, Nevşehir, Kırşehir, Beyşehir hesabı. Bir de “ya” ekimiz var ayrıca, Antalya, Alanya, Sakarya, Amasya, Hanya, Yanya, Konya...
Belgrad beyaz şehir manasına geliyor, ecdat ise “Darülcihad” diye anıyor.
Efendim Tuna boylarında ilk çağlardan beri beldeler kurula gelmiş, değişik kavimler yerleşmiş. Slavlar, Franklar, Romalılar, Hunlar, Avarlar, Bulgarlar, Macarlar…
Birinci ve İkinci Haçlı seferinde ordu Belgrad’da konaklıyor. Friedrich Barbarossa’nın peşine takılan 190 bin arızalı kusurlu hareketler yapıyor, şehrin canına okuyor.

MURAD, MEHMED, SÜLEYMAN
Sırplar I. Kosova’da (1389) güney topraklarını Osmanlı’ya kaptırınca Stefan Lazarevic Belgrad’a sarılır adeta. Surları güçlendirir, kuleler yaptırır, halka korku pompalar. Kaleye sığınanları doğru, müdafaa hattına.
Belgrad’ı ilk defa II. Murad kuşatır ama alamaz. Ciddi bir mukavemetle karşılaşır, o sıra sari hastalıklar da yayılınca...
Babasının yarım bıraktığı işi Fatih tamamlamak ister, netice çıkmaz, hatta sultan da yaralanır o kargaşada.
Papa III. Callixtus bunu büyük bir zafer gibi görür, Hunyadi Yanoş’u kahraman gibi karşılar ayakta.
Hâlbuki Belgrad alınacaktır, bugün olmazsa yarın, bir gün mutlaka!
Kanuni devrinde Osmanlı çok güçlüdür, sultan Macaristan seferine çıkmışken Belgrad’ı da alıverir, katar topraklarına (1521)
Sultan Süleyman ahaliden bir kısmını alır götürür İstanbul’a.
“Nereye” diye sormayın, biliyorsunuz. Belgrad Ormanları ve Belgrad Kapı civarına.
KUBBELER SERPEN ORDU
Kanuni sanatkâr bir padişahtır; yorgun şehri tamir, tezyin ve tahkim ile kalmaz, zahire ambarları, tophaneler, baruthaneler yaptırır.
Tuna donanması burada yatar, ücreti mukabilinde yüzlerce martolos (Sırp asıllı denizci) çalıştırırlar.
Fetihten 15 yıl sonra (1536) dört cami etrafında dört Müslüman mahallesi şekillenir.
1560’ta ayan beyan İslami hüviyet kazanır. Zigetvar Seferi’nde vefat eden Kanuni’nin cenazesi buraya getirilir, namazı Hünkâr Tepesi’nde kılınır cemaatle.
Evliya Çelebi, Belgrad’da 217 cami, 13 mescit, 17 dergâh, 9 darülhadis, 8 medrese, 7 hamam, 21 han ve 6 kervansaray olduğunu yazar.
Ticaretin nabzı 3.700 dükkânlı Sûk-ı Sultani’de atar. Sırplar ve Yahudiler de zenginleşir, servetlerine servet katarlar.
Viyana kuşatması bize Avrupa’nın anahtarını sunacaktır ama olmaz, aksine hücumlar şiddetlenir, bazı yerler elimizden çıkar. Belgrad, zaman zaman sıkıntılı günler yaşasa da (Pasarofça, Ziştovi) Berlin Anlaşması’na kadar (1878) bayrağımız dalgalanır burçlarda.
KORUSALARMIŞ VAR YA
Şehir, I. Cihan Harbi’nde Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na sunulur, 1918’de Yugoslavya Krallığı’nın merkezi olur. Bir süre de Alman işgali yaşar.
Bunların üçü de acımasızdır, üç yüzü cami olmak üzere sayısız eserimizi (çeşme, sebil, türbe, mektep, medrese) yakar yıkarlar
Taliban birkaç heykel tahrip etti diye on yıllardır davul çalan Batı, sesini bile çıkarmaz.
Hâlbuki Sırplar, turist kafilelerini alıp doooğru Kalemajdan’a (Kale Meydanı’na) götürüyor, İstanbulkapı’yı, Saatkapı’yı ve Defterdarkapı’yı gezdiriyorlar. Osmanlıdan kalan diğer eserleri de korusaydık diyenlerin sayısı az değil, düşünün binbir gece masalı gibi, ne turist çekerdi ama.
Savaş yıllarında Türk topraklarında tek kilise manastır yıkılmaz, kimseye baskı yapılmaz. İmparatorlukla, kabilenin farkı, medeniyet deniyor buna.
NEHİR GEÇEN ŞEHİR
Belgrad Kalesi yaklaşık 2 bin yıllık, ancak o kadar çok elimizden geçmiş ki, Osmanlıyım diye bağırıyor âdeta.
İçinde türbeler, saat kulesi ve askerî müze var. Toptan tanktan hoşlananlara çok malzeme çıkar.
Seyir terasındaki çıplak adam heykeli 1928’te dikilmiş, Türklerden kurtuluşlarını kutluyorlar güya.
Kalenin manzarası muhteşem, şehir ve nehir ayağınızın altında.
Hele akşam saatlerinde ufuk kızıllaşıyor, sokaklar kararıyor, lambalar üçer beşer yanmaya başlıyor. Sava üzerindeki köprüler aydınlanıyor, yük ve gezi tekneleri suları yarıyor şavkını saça saça.
Sava Nehri üzerinde Ciganlija adasında spor tesisleri diziliyor sıra sıra. Golf, tenis oynayanlar, basket atanlar, yelken açanlar, su kayağı yapanlar...
Koşmaktan, zıplamaktan, bisiklete binmekten hoşlanıyorlar.
Ne yalan söyleyeyim bizden daha atletik ve boylu poslular.
BAJRAKLİ DZAMİJA
Sırbistan’ın nüfusu 7 milyon civarında ve neredeyse dörtte biri Belgrad’da yaşıyor.
Taşradaki köyler kasabalar boşalmış, gençler tarım ve hayvancılıkla uğraşmak yerine Batı Avrupa’da çalışmayı tercih ediyor.
Elbette ekseriyet Sırp. Ortodoks, Katolik, Protestan ile Yahudiler ehemmiyetsiz miktarlarda.
Şehirde 30 bini aşkın Müslüman var ve çok yalnızlar. En ciddi sıkıntıları kıyafet. Müslüman bir hanımefendinin manto, pardösü, eşarp bulması mümkün değil burada.
Mağazalardaki elbiseler çok dar ve çok kısa, varla yok arasında...
Takke, tespih, misvak, elifba o kadar kıymetli ki anlatamam. Paran olsa da bulamazsın zira.
Belgrad’da sadece bir cami var. Gospodar Jevremeva Sokaktaki Bajrakli Dzamija (Bayraklı Cami).
Zikrolunan mabed 1575’te inşa edilmiş, Avusturya’nın hâkim olduğu yıllarda kiliseye çevrilmiş. Yoksa diğerleri gibi yıkılıp gidecekmiş.
Yıllar sonra cemaatine kavuşmuş ve bir bayrak asılmış o günün hatırına. Evet o yeşil hilal minaresinde dalgalanıyor hâlâ.
Terazije Caddesi adını Türklerin inşa ettiği su terazisinden alıyor. Muhit zamanla itibar görüyor, gelişiyor. Oteller, lokantalar, mağazalar, sinemalar... Caddenin iki yanında art nouveau tarzı binalar. Tasmajdan (Taşmeydan) deseniz ona keza.
.
Tutmak başka yemek başka
4 Eylül 2021 02:00
Japonlar, Koreliler yılda 60-70 kilo balık yiyor, hem avcılık yapıyor hem havuzlarda yetiştiriyor, yetmez gibi bizimkileri de satın alıyorlar.
Bugün açız yine evlatlarım, diyordu peder.
Tevfik Fikret meşhur şiirinde, havalar sert olduğu için denize çıkamayan bir balıkçıyı anlatır. Yorgun tekne, çürümüş ipler, mantarlar…
Genç oğlu “baba sen ninemle otur” demiştir, “ben çıkarım deryaya!”
Tanıştığım balıkçılar “Ağlayanlara bakmayın” diyor, “bu meslekte kimse aç kalmadı, kalmaz da.”
Ki, Fikret’in yaşadığı yıllarda balıklar adamın sandalına atlar, ağa oltaya ne hacet, kepçe sallasa tava dolar.
1 Eylül gecesi “Vira Bismillah” merasimi için Poyrazköy’e gittim. Baktım bütün sektör orada, reisinden miçosuna. Sor anlatsınlar, aksakallar kenarda.
Efendim balıkçılık, Türkiye’nin beşinci büyük sektörüymüş (ben de bilmiyordum). Biz sadece tutanı satanı görüyoruz. Hâlbuki tekne yapanı, raspa atanı, radar sonar satanı, ağ dokuyanı, çizmecisi, tentecisi, kasacısı, nakliyecisi, akaryakıtçısı da var perde arkasında. Takriben 78 ayrı meslekten milyonla insan nasipleniyor.
.jpg)
ZEYTİNCİLER BAŞARDI
Çok değil beş on sene evvel kişi başına yediğimiz zeytinyağı bir litrenin altındaydı. Dünyanın en büyük üreticilerinden biriydik ama koymuyorduk ağzımıza. Sağ olsun tanıttılar, anlattılar, şimdi sarfiyat biraz geldi yukarılara.
Balık da öyle, ne ucuz ne pahalı. Ama hiçbir zaman ulaşılmaz olmadı. Keseye uygun bir şeyler bulunur mutlaka.
Japonlar, Koreliler senede 60- 70 kilo balık yiyor, hem avcılık yapıyor hem havuzlarda yetiştiriyor, yetmez gibi bizimkileri de satın alıyorlar.
Avrupalılar da iyi yiyor (24 kg civarında) Türkiye’de ise sadece 6 kilo. Dünya ortalamasının bile altında. Tüketen de sahil kesimi, Anadolu halkı nedense mesafeli duruyor.
Hâlbuki filomuz çok güçlü, sadece denizlerimizde değil, okyanuslarda da ava çıkıyorlar. Şu an 10 ülke ile mutabakata varıldı, 100 tekne ve 1.500 balıkçımız dolanıyor uzak sularda. Atlantik’te, Hint Okyanusu’nda bilhassa Moritanya’da.
Bunun için diplomasi gerek, iyi ilişkiler çok önemli dostlar arasında.
Geçtiğimiz senelerde 80 ülkeye balık sattık bir milyar dolarlık ihracat yaptık. Bu sene aşarız inşallah.
.jpg)
YÜZEN TESİS
Gırgır teknesi dediğin âdeta fabrika. Nereden baksan 30 kişi çalışıyor, mutfakları, yatakhaneleri, çay salonları tam tekmil. Bir çıktılar mı dönmüyorlar aylarca.
Kolay iş değil, siz soğuk kış geceleri soba başında otururken onlar ıslak ağların altına giriyor, rutubet iliklerine işliyor. Ağı toplamakla iş bitmiyor, balıklar cinsine ve ebadına göre ayrılıp kasalanıyor.
Kaptan köşkünde modern cihazlar. Sonarla 6 kilometreden balık sürüsünü görebiliyor, üzerine gidebiliyorlar. Teknenin motorları belki bin beygir, balıktan daha hızlı, önünü kesebiliyor rahatlıkla.
Kumpas diye bir cihazları var balığın boyunu tespit ediyor. Umumiyetle sürüdeki balıklar aynı boyda olurmuş, reis bakıyor inceyse ağ atmıyor, karışıksa keyfine kalmış ya tutar eler, ya da gider bir başka sahaya...
İstanbul’un bütün ilçelerinde balıkçı var ancak Sarıyer ve Beykoz bir adım önde duruyor. Hem Karadeniz’e çıkıyorlar hem Boğaz ve Marmara’ya.
Biliyorsunuz yeni kanunla sığ sulara ağ atmak yasak, açılacaksınız biraz. Amatörler şu mevsim oltayla iyi kötü av yapar, niye çünkü kenarlar sıcak. Ancak bir ay sonra hayvan gidip dibe yatacak. Onlar da sanıyorlar ki, gırgırlar geldi, balığı bitirdi. İşi gücü bırakıyor şikâyet ediyorlar; bilmiyor ki, orası kıyıya yakın ama derin su, reis sonardan görüyor, ne yaptığını biliyor. Sahil Güvenlik’te de cihaz var, bakıyor şu kadar kulaç, tamam siz devam.
Bak geldi diyorlar, bir şey yapmadı adama.

GEMİLER İZLENMELİ
Balıkçılar “Siz devlete para kazandırmak mı istiyorsunuz” diyor “gidin Kilyos’taki yatan gemileri takip edin, devamlı sintine basıyor, tankları yıkıyorlar. Eskiden de İzmit Tüpraş’a giden yakıt tankerleri haznelerini Tuzla’da yıkar boşaltırlardı. Marmara niye bitti, işte bundan.”
Deniz çöplük gibi, çelik tel, saç varil, lastikler ne ararsan.
Ethem Reis “Marmara’nın tahammülünün sebebi Boğaz’daki devridaim” diyor, “altı yukarı, üstü aşağı akar. Bu kanal Karadeniz’in 4-5 mil açığına kadar uzar, Çanakkale desen ona keza. Kışın balık kanal altında yatar. Eskiden Boğaz, fıkır fıkır balık kaynardı, kabarır patlardı hatta. Şimdi Boğaz’da o balık yok, söyleyin nasıl olsun? Bu kadar gemi, şehir gürültüsü, bak şu köprü ışıkları bile zarar. Çocukluğumuzda günde 20-25 gemi geçerdi. Şimdi otoban gibi akıyor. Gezi tekneleri bangır bangır müzik çalıyor, balığı ürkütüyorlar. Bu yüzden kanalı şiddetle istiyoruz, Boğaz kendisi gibi kalsın, balık ambarıdır zira.”
Bir başkası “Bırak balıkları biz kaçacağız” diyor, “Beş sene evvel Poyraz sessiz sakin bir köydü. Şimdi acayip kalabalık, hafta sonları park edecek yer bulunmuyor. Alkollü mekânlardan çıkanlar, arabalarımıza çarpıyor, durmuyorlar bile basıp gidiyorlar.”
Balık lokantalarında ağzı kürdanlı adamlar görüyorum, baygın baygın bakıyor, göbeklerini sıvazlayıp geğiriyorlar. Şair görse ne yazardı acaba? “Bugün yine tokuz ahbaplarım diyordu beter...”
.jpg)
BALIĞA DAİR…
Ağları birbirine ekleyen Cengiz Reis “Suya attığın ağ senin değildir” diyor, “deryaya teslim ettin gitti, ya toplarsın ya da dönmez bir daha. Şu elimdekinin kilosu 90 lira. Gırgır ağları 800 bin lirayı da bulur, düşün ev dükkân parasına. Eskiden bu mevsim oldu mu iş diye yalvarırlardı, şimdi biz çağırıyoruz, nazlanıyorlar. Hâlbuki teknem 9 metre ve en az üç kişi olmamız lazım, insanlar rahatlığa alıştı. Parasız dolanıyor ama denize çıkmak istemiyor. Ağlayanlara da bakmayın, kazanmasalar yapmazlar. Bir gün olmaz, ertesi gün tekne almaz. Değişen de bir şey yok aslında, balık az olursa fiyatı artar. 500 palamut tutacağına 100 yakala, hem daha az yorulur hem daha fazla kazanırsın. Ha şu var; biz, millet yesin istiyoruz, o başka.”
Eskiden Boğaz’da değişik balıklar varmış; kolyoz, uskumru, orkinos gibi mesela. Sahile ipler gerilir, uskumrular kuyruklarından asılırmış çiroza.
∂ Onları güneş mi kurutuyor?
Güneşten ziyade tuz… İstanbul’dan tombul tombul çıkan palamutlar Ege’de incelir yağlarından olurlar. Akdeniz tuzuna sadece sırtı kalın ve pullu balıklar dayanır. Çünkü pul, balığı korur, deniz suyu onu yakamaz. Dülger, mercan, lagos, sardalya yağını kaybetmez kolay kolay.

HER ŞEY MEVSİMİNDE
Çanakkale Saroz kılıçları çok lezzetlidir, Ege’de tadı kaçar, Akdeniz’de tamamen kaybolur, bir hususiyeti kalmaz. Her balığı mevsiminde yiyeceksin. Palamut şu an yağsız, tavası olur anca. Sonra buğulama, kasımla birlikte at ızgaraya, cızır cızır yağları aksın mangala. Hatta alev alır, durmazsan başında.
∂ Bir de şu balon balığı? Niçin bu kadar korkuyorlar?
Balon, Marmara’ya çıkarsa felaket olur. Çünkü istilacı tür, Mersin balıkçılarına çok zarar verdiler kısa zamanda. Ben yakalanmış balonun ağzına kola kutusu ile dokundum metali jilet gibi kesti kopardı. Nasıl İsrail sazanı, derelerimizi ırmaklarımızı bitirdiyse bunu da şuurlu olarak musallat ettiler başımıza.

ESKİDEN DE PIHTI VARDI
Ali Bakır Amca’mız, ömrünü denizlerde geçirmiş bir deniz kurdu. Balıkçılık, dede mesleği. Aslen Rizeliler, babası 13 yaşında gelmiş İstanbul’a.
Düşünün; o yaşta çocuk, balıkçılık yapacak da memlekete para yollayacak.
∂ Soruyorum: Ali Amca nereden çıktı bu müsilaj gailesi başımıza?
Eskiden de olurdu, yaşlılar puhti (pıhtı) derlerdi ona. Şehirliler ise denizanası. Uzun sürmezdi, uskumrular gelir, yer bitirirlerdi. Ama şimdi kirlilik arttı, çivisi çıktı. Yeni arıtmalar yapılmalı, olanlar çalıştırılmalı. Bu işin şakası olmaz, Marmara bıçak sırtında.
İlyas Reis ise “Bu salgı 1991’de de olmuştu” diyor, “sonra Tuna’dan karayelle asitli bir su geldi, dağıttı. Bence sıkı tedbirler alınmalı denizin temizliği için hiçbir masraftan kaçınılmamalı. Yapılacağı söylenen kanal yeni bir soluk olur, nefes aldırır Marmara’ya.”
.
Okula kavuşuyoruz
5 Eylül 2021 02:00
Bundan kırk elli sene evvelki eylül gazetelerine bakın, yeni okula başlayacak çocuğun ne büyük masraflar açacağını anlatırlar.
Laf! Biz de geçtik o yollardan. Eskiden çocukların ne yükü vardı ya?
Şimdikiler gibi paralı koleje mi yazılırlardı? Hostes ablalı servisler mi gelirdi kapıya? Bizim nesil kalenderdi, karışıp giderdi araya.
Bir kere önünüzde abiniz ablanız varsa önlüğünüz hazırdır kenarda, bilfiil sökük cepleri diker, kopuk düğmeleri tamamlar, sırtınıza atarlar.
Anam rahmetlinin elinden gelirdi, gider Sümerbank’tan kumaş alır, bir oturuşta diker kollu makinesiyle. Bacak kadar çocuğa ne provası yapacak, zaten sıska, bi’ ön, bi’ arka. Giydirip bakar; “Hımmm biraz bol olmuş ama boylanırsın zamanla!”
Çantan da hazırdır. Abine yenisi alınmıştır, onunkisi sana. Kilidi kopuk, astarı yolukmuş, takmayacaksın kafana. Malzemesi daha iyiydi hatta, buz gibi meşin, plastik muşamba tanımıyorduk daha.
İlk hafta eline bir liste tutuştururlar, aritmetik için sarı kâğıtlı saman, geometri için kareli harita... Müzik defteri olmasa da olur, sanki nota bilen mi var aranızda?

PARMAK İZİ TESPİTİ
Bazı öğretmenler, yazı dersi için de hususi defter aldırtır. Çift çizgili satırları vardır. Biri büyük harfleri, diğeri küçükleri hizalar. Çizgiye basarsan yanarsın, dönersin başa.
Daha da ilerlersen çizgisiz dosya kâğıdına yazdırırlar. Satıra daldın mı, lodosa kapılan yaprak gibi savrulursun yukarılara. Umumiyetle üst sağ köşeye doğru ve ufala ufala. Motosiklette bir kaide vardır baktığın yere gidersin. Yazıda da öyle, bakmayacaksın tavana. Uyanıklık edip çizgili kâğıt koyacaksın altına. Evet cürümdür, kabahattir ama eğikler o kadar çok gelir ki, örtmen ses çıkarmaz o saatten sonra.
Dördüncü sınıfta mürekkebe geçersin. Benim dolma kalemim oldu mu hatırlamıyorum, mevzu kadayıf dolma olsa unutmazdım da…
Kırtasiyecilerde talebeler için ucuz kalemler olur, arkasında kauçuk bir pompa. Sıkarsın havası çıkar, batırırsın şişeye, hava yerine mürekkep emer bu defa.
Çocuklar mürekkebi zapt edemez, zaten tırık malzeme, sızdırmaya meyyal. Ellerin de küçümendir, kalemi en ucundan tutarsın, tırnakların mavi mayii emer emer kusar. Bi’ bakmışsın, kâgıt parmak izi ile dolmuş, sabıka kaydına dönmüş adeta..jpg)
9 KUSURLU HAREKET
Ben bilumum kırtasiye malzemelerimi önlüğün cebinde taşırdım. Mürekkep şişesini de sallarsın gider yanına. Bazen kapak oturmaz, düşünün kumaş nasıl kara, mürekkep bile işlemez ona. Ama çamaşır leğeninde renk verip de diğer mintanları boyayınca…
-E çocuk şimdi n’apiym seni, söyle bana?
Mektebin iri bebeleri olur, (gürbüz cumhuriyet nesli pek makbuldü o sıra) bunlar kol kola girer dolanırlar: “Ö- nü- mü- ze- ge- le- ne- bir- tek- me!”
Tepük yiyen tıfıl altında mı kalsın? Bayrak merasimine çıkarken (en tehlikesiz anlarıdır) dolma kalemi sapından tutup silkeler arkalarına, mavi mavi lekeler enseden topuklara...
Gelelim kitap faslına. Abisi ablası olanlar kalanları kullanır, olmayanlar gider sahaflardan müstamel (kullanılmış, eski) bakar. Kız kitapları daha makbuldür, itina ile kaplandıkları için az yıpranırlar. Ayrıca içlerinden bir sürü yaldız çıkar. Erkekler ise tez usanır, sağını solunu karalar, adamlara bıyık, gözlük yapar. Ha bire imza atar, hatta ayıp şeyler yazarlar.
Sıfır kitap pahalıdır, dar gelirlinin bütçesini yorar, nerde şimdiki gibi öyle bedava.
Sanırım cetvel, pergel, minkale fiyatları da yüksekti, çünkü arkadaştan istenir, herkeste bulunmaz.

KEM ALATLA KEMALAT
Suluboya parana göredir. 24 renkli almak mecburiyetinde değilsin, altı gözlüsü de yeter artar. Kaldı ki, olmayan yeşil için mavi ile sarı karıştırırsın, renklere olan vukufiyetin artar.
Bazılarının ebeveyni meraklıdır, yavrusuna kalem kutusu alır ya da örer şişle tığla. Bir cebine parfümlü kalem koyar, öbürüne kırmızı mavi boya. Silgi ile kalemtıraşı unutmaz, kibrit kutusuna firkete (U biçiminde saç tokası) ve ataç bırakırlar. İyi aile çocukları başlıkları kırmızıyla atar, kenar süsü yapar, kalemi çoban çakısı ile değil, kalemtıraşla açar.
Silgileri mavi renklidir, yazıyı yutar. Ucuz silgiler fren yapmış araba gibi lastik izi bırakır, inatlaşırsan kâğıdı deler, iş açar başına.
O yıllarda ekseri naylon çizme giyerdik, iskarpin alamadığımızdan değil, mektep yolları çamurdu zira. Hele o semtin balçığı… Nasıl kaygan ve yapışkan, paçaları ovarsın, sarısı kalır mutlaka.
Okul avlusuna girmeden son düzlükte durur, bir su birikintisinde çizmelerini yıkarsın. Kapıda iyice paspasa silersin, lap lap izi kalır yoksa.
Her sene ama her sene öğretmen masasına örtü ve vazo alınır, pencerelere perde takılır. Para kolay, “Pazartesi onar lira getiriyorsunuz çocuklar!” Mümessil liste yapar, verenin karşısına çarpı atar.
Peki kumaşı kim alacak, dikecek de, kornişlere asacak? Biricik evladı için her türlü fedakârlığa hazır sınıf anneleri vardır, tav olurlar bi’ alkışa.

TATİLMİŞ MEĞER
Ben şaşkın, pazar sabahı hazırlanmış çıkıyorum, rahmetli anam yakaladı kapıda.
-Nereye?
-Mektebee.
-Bugün ders olmaz ki ama.
Mızıldadım “Ya olursa?” (Korkuyorum çünkü, her şeye ceza, her şeye ceza.)
-İyi git o zaman.
Taaa çarşı durağından radyo vericisine kadar adımladım, aldırmadım yağmura. Mektep oralarda bir yerdeydi, çayırın ortasında.
Baktım demir kapı zincirli, derin bir sükûnet çökmüş binaya. Hademe “Gitoolum evine” dedi, “dolanma buralarda!”
O yıllarda gariplik vardı, çocukların yanakları kabuk kabuk kabarır, sabah nutkunda ayazı yiyenin dudakları kanar. Eller zaten çorak toprak gibi, eti görünür çatlakların arasından. Öğretmenler ilgisiz. Al len bir Necip Bey, sürünsünler sevabına.
Bazı çocuklar gözlerinde çapakla gelir, tahtaya kırpıştıra kırpıştıra bakarlar. Hekim bi’ damla verse düzelecek de kimin umurunda? Belki de zavallı seçemiyor, gözlüğe ihtiyacı var.
Her şey BCG aşısı ile bitiyor mu, saçkıran da yaygındı mesela, karın ağrısı deyip geçerler, baksalar ya solucan çıkacak ya tenya… Çoğunun sıfatı kaynamış makarna renginde, büyük şefin soluk yüz dediği kıvamda.
Sınıf seksen kişi, öğretmen adımızı bilmez, cetvelle gösterip “Sen” der, “Hayır hayır, arkandaki!” Şakır şakır okuyanları es geçer, gider heceleyenlere kurdele takar.

KAŞIMALI EĞİTİM
O hafta sayım vardı, cumartesi “söyle-vin” de talimat verildi: Yarın çıkılmayacak dışarıya!
Memur geldi gitti, işimiz bitti. Evde duramadım, “Amaan nereden bilcekler ya?”
Döndüm köşeyi, baktım müdür muavini karşımda. Kaçtım tabii ama kesin görmüştür. O gece uyuyamadım korkumdan. Yok ibret için çeker ortaya, dinlene dinlene döver, öbürlerine ayar verir; bak neler yapıyoruz haylazlara!
Okullar eğitim kurumundan ziyade rejim karakoluydu, tek tip adam imalatı, beyin yıkamaca.
Sıra dayaklarına, beşkardeş izlerine, elleri tuzluk yaptırıp tahtayla vurmalara (mosmor kan çöker tırnaklara), tek ayak üzerinde durdurmalara, kulaktan tutup kafa tokuşturmalara (kaç milyon beyin hücresi ölüyorsa), “Vur arkadaşına yoksa şimdi ben sana” ilkelliklerine başka zaman gireyim, yazarsam destan olur sığmaz sayfaya.
Öğretmenleri severdik diyemeyeceğim, korkardık onlardan. Sopayla dolanırlardı buyurgan edalarla. En büyük hayalimiz büyüyünce köşeye çekmekti; “Gel bakiym, sen o gün niye vurduydun bana?”
İlerleyen yıllarda karşılaşanlarımız oldu tabii, bırak hesap sormayı, koşup ellerine kapandılar. İhtimal ben de onu yapardım, ne diyeceksin yaşlı adama?
Şimdi veliler ilgili bilgili. Öğretmenler de müşfik davranıyor, naz çekiyor.
İyi de çocuklar cozuttu bu defa. Doyumsuz oldular, hele bi’ istediklerini yapma!
.
11 Eylül bilmecesi
11 Eylül 2021 02:00
İskeleti çelikle kurulan İkiz Kuleler, malzeme ve mühendisliğin zirvesidir, değil tayyare, uzay mekiği çarpsa çökmez ve asla un ufak olmaz, etrafa dağılmaz.
11 Eylül’ün üzerinden 20 yıl geçti, bir sürü şüphe, şaibe var ve soruların cevabı verilmiş değil hâlâ.
Bush’un acelesi nedir bilmiyoruz, apar topar Haçlı Seferi ilan eder, ABD ordusu Tora Bora’yı vurmak yerine gider sivil Afgan halkını öldürmeye başlar.
Haçlı seferi papanın alanına girer ama sesini bile çıkarmaz, iş misyonerliğe gelince gülücük dağıtmayı bilir ama.
II. George Irak’da da aynısını yapacak, kitle imha silahı olmadığını öğrendiğinde “tüh be” diyecek pişman olacaktır güya. Bir milyon Müslümanı öldürdükten, 5 milyonu göçe zorladıktan sonra! Bunlar nasıl hesap verecekler acaba?
Afganistan’da da muharip uçaklar ve SİHA’lar ısrarla düğün alaylarını, taziyeevlerini, hatim merasimlerini vurur, kadın ve çocuk ayırmadan katliam yapar. Ben tek özüre tazminata rast gelmedim, duyan var mı aranızda?
ABD’nin Afganistan’a niye girdiğini anlayamadığımız gibi, ne alıp çıktığını da öğrenemedik? Trilyon dolarlar havaya mı gitti acaba?

TUZAKTAN KUMANDA
Pentagon bir ara Küba’ya takar. General Lemnitzer’in Beyaz Saray’a sunduğu plana göre uzaktan kumanda edilen “insansız” bir uçak Küba hava sahasında düşürülecek, içinde öğrenciler olduğu söylenecektir halka. Mitingler, telinler tertiplenecek, Küba işgal edilecektir bu arada.
Başkan McNamara razı olmaz, Kennedy ise işi kafadan koparır, adı geçen generali evine yollar.
1 Aralık 1984. Uzaktan kumanda edilen bir Boeing, Edwards Hava Üssüne 10 kere iner kalkar. 16 saat 22 dakika havada kalır ve kanadı üzerine yere çarptırılır. Yakıt sistemi ile ilgili bir tatbikattır sözüm ona.
Ağustos 1997 Federal Acil Durum Masası “Terörizme cevap” isimli bir rapor hazırlar, kapağına “İkiz Kuleler”i basar.
Şubat 1998. Kuzey Hava Savunma Merkezi (NORAD) “Kaçırılan uçaklar WTC (Dünya Ticaret Merkezi) ve Pentagon’a yönlendirilirse” şeklinde bir senaryo yazar.
Eylül 2000. Aralarında Dick Cheney, Donald Rumsfeld, Jeb Bush ve Paul Wolfowitz’in de bulunduğu düşünce grubu “savunmanın yeniden tesisi için yeni bir ‘Pearl Harbour’a ihtiyaç duyulduğunu” açıklar.
Ekim 2000. Genelkurmay MASCAL adını verdiği simülasyon eğitiminde bir Boeing 757’nin Pentagon’a çarptığını varsayar.
Amaaan işsiz elemanların gevezelikleri işte deyip geçebilirsiniz. İyi de Adalet Bakanı John Ashcroft niye tarifeli seferlere güvenmez, niye sadece kiralık jetlerle uçar?
PERŞEMBENİN GELİŞİ
Saldırıdan 6 hafta önce İkiz Kulelerin sahibi Larry Silverstein, kompleksi 99 yıllığına kiraya verir. Muhatabı derhâl 3,5 milyar dolara sigortalatır, bir fısıltı mı geldi kulağına?
Eylül başında Birleşik Hava Yolları, Boeing ve Amerikan Airlines hisselerine normalin 4, 5, 6, derken 11 misli Put Opsiyon konur. Yani birileri kâğıtların hızla düşeceğini varsaydı ve yatırımı “krize” mi yaptı?
7 Eylül’de patlayıcı kokusu alan köpekler çıkarıldı mı?
Asansör boşluklarından matkap sesleri gelmeye başladı mı?
10 Eylül... Condoleeza Rice, San Francisco Belediye Başkanı Willie Brown’u “yarın sabah uçma” diye uyardı mı?
11 Eylül 2001 sabahı Andrews Hava Üssündeki avcı uçakları “Kuzeyli İhtiyatı” adlı tatbikat için Alaska’ya yollandı mı?
Washington korunmasız kaldı mı?
Kulelere çarpan uçaklar tanker olabilir mi? Yolcular isim isim açıklandı mı ?

FİLM PLATOSU GİBİ
Amerikan Hava Yollarının 77 sefer sayılı uçağı Pentagon’a çarptı diyorlar.
İyi de bir Boeing iki buçuk dakikada 2.130 metreden zemine inebilir, 853 km/h’lik hızla 330 derece dönebilir mi?
Kokpitte oturduğu iddia edilen Hani Hanjaur gibi bir acemi bunu becerebilir mi?
100 tonluk uçak nasıl buharlaşır? Sürekli beslense dahi 1.100 dereceyi aşamayan jet yakıtı, 1.688 derecede yumuşayan titanyumu eritebilir mi?
Sahaya bırakılan motor hurdaları Boeing’e değil bir A 3 Sky Warrior’a ait.
Bunlar altmışlı yıllarda Vietnam’da kullanılan katiller değil mi?
Tayyarenin çarptığı söylenen sokak lambaları itina ile sökülmüş ve yan yatırılmış, nasıl oldu da uçağın sürtündüğü (!) alanda çimler ezilmedi?
Patlama anındaki çıkan beyaz ışık ve nitrogliserin kokusu bir füzeyi mi işaret ediyor?
Civardaki kameralar niye toplatıldı, kayıtlar kimseye verilmedi?
MÜSAMERE TADINDA
Güya kaçırılan uçaktan görüşme gerçekleştiren yolcu nasıl bu kadar sakin konuşabildi?
-Anne? Ben Mark Bingham. Seni seviyorum anne. San Francisco’ya gidiyorum. Üç adam uçağı ele geçirdi, yanlarında bomba olduğunu söylüyorlar. Bana inanıyorsun değil mi anne? Sonra bir daha “Bana inan!”
Telaşsız pürüzsüz bir üslup, elindeki kâğıdı okur gibi...
Sahi o günlerde, o irtifadaki yolcudan bu kalitede bir ses alınabilir miydi?
Karakutular ne oldu, kayıtlar niçin halktan saklandı, neden şeffaf davranılmadı?
Pennsylvania’da düştüğü söylenen tayyare nerede? İçi kül ve hurda dolu çukurcuk 47 metrelik uçağa ait olabilir mi?
Niye koltuk, bavul ve ceset yok? Delta Hava Yolları zikredilen uçağın Cleveland’a indiğini belirtirken birileri niye aksinde ısrarcı?
SÜKÛT İKRARDAN
1945 yılında bir B-25, State Empire’a çarpar, 14 kişi ölür ama yıkılmaz. İspanya’da 30 saat boyunca alev alev yanan gökdelende çeliklere bir şey olmaz. İkiz kuleler mühendisliğin zirvesidir, yıllarca sürecek kasırgalara dayanabilir, yangınla filan çökmez. 200 bin ton çelikten mamuldür, 103 asansörü, 43.600 penceresi vardır. Bu devasa binanın çarpmadan 56 dakika sonra ve sadece “on saniye içinde un ufak olması” akıl alacak şey mi?
Malzeme o irtifadan (417 metre) boşluğa bırakılsa 9,2 saniyede düşer aşağıya. Bina kırılsa ve yan yatsa mesela yok ama vasıflı, betonun toz hâline gelmesi, yangın olmayan katlardaki çeliklerin kıymık kıymık kıyılması nasıl izah edilebilir?
Şahitlerin yıkılmadan az evvel mükerrer patlamalar duydukları doğru mu?
47 katlı 7. blok yarasız beresiz görünür, camları bile kırılmamıştır hatta. Aşağı katlarda küçük bir yangın vardır o kadar. Ancak 17.21’de çöküverir, evet o da çelik iskeletlidir oysa. Araştırma Enstitüsünden Van Romero “Çökmelerin sistemli olduğu ortada” dedikten sonra fikrinden vazgeçer. Ona kim baskı yaptı acaba?
Çelik standardında söz sahibi olanlar niye konuşmaz? Muamma!
NE PASAPORTMUŞ AMA
Peki, o çeliği eriten alevler Arap pasaportlarını niye yakmaz? Evrak zarar görmeden alev yumağına dönen tayyareden nasıl çıkar? Nasıl sokağa uçar da gidip FBI elemanlarının kucağına konar?
İtfaiyeciler söylediği ritimli patlamalar ve kameraların yakaladığı zincirleme parıltılar nedir? Gözlemevindeki sismograf kayıtlarını nasıl okumalı acaba?
İkiz Kulelerin güvenliği “Securacom” tarafından mı sağlanıyordu? Bush’un kardeşi Marvin adı geçen firmanın yönetiminde miydi?
Enkaz niye incelenmedi, molozlar neden okyanusa döküldü, sanki deliller karartılır gibi...
Haberlerde seyretmişsinizdir. Bir kaset yayınlanır. Güya Bin Ladin eylül saldırılarını sahiplenmektedir orada. Ancak Usame solaktır, mezkûr şahıs ise sağ elle yazar. Kaseti hazırlayanlar Müslümanların altın yüzük takmadığını bilmeyecek kadar cahil midir, iş aceleye mi gelmiştir yoksa?
Bin Laden El Cezire’ye verdiği demeçte “Çıkar kovalayanlar tarafından tertiplendiği anlaşılan saldırılarla alakam yok. Afganistan’da yaşıyorum ve ülke böylesi operasyonlara sıcak bakmıyor” der, düzmece kaseti yalanlar.
Normalde İkiz Kulelerde 50 bin kişi çalışır. Ancak o gün Yahudiler mesaiye gelmez. Bir bildikleri mi vardır acaba?
İlerleyen günlerde firmalar, portföylerine, muhasebe kayıtlarına ulaşmak ister. Bir Alman firması (Convar) binadan savrulan hard diskleri kurtarmaya başlar ve eylül başında gerçekleştirilen anormal finans hareketleri çıkar ortaya (Reuters). Peki, bunlar hakkında tahkikat açılır mı, takibat yapılır mı?
ALTIN DA ALTINLAR?
İkiz Kulelerin bodrumundaki kasalarda New York Metal Borsası, Nova Scotia Bank, Chase Manhattan Bank, New York Bank, Hong Kong &Shanghai Bank ve Arap yatırımcılara ait altınlar saklanır. Ki miktarı 160 milyar dolardır. (Times Online) Altın altındır, toza bulanmakla değeri azalmaz.
Enkaz kaldırılırken “Ground Zero”ya giriş yasaklanır ve “tünele yaklaşanların vurulacakları” açıklanır. Tamam korusunlar.
Soru şu: O külçeler kurtarıldı mı, yoksa araya mı kaynadı?
Tünelde arıza yapan bir hafriyat kamyonun damperinde 238 milyon dolarlık altın çıktığı haberi doğru mu? Doğruysa diğerleri nereye taşındı?
Daha neler neler... Meraklılar açsın bilgisayarlarını “Loose Change” yazıp seyre başlasınlar.
Dylan Avery tarafından yazılan ve yönetilen film uzun uzun nasıl kandırıldığımızı anlatıyor, “şu an kızgın mısınız” sorusuyla bitiyor.
.
General de olsan er kişi niyetine
12 Eylül 2021 02:00
Darbe bir haksızlık hırsızlıktır. Bu millet seni yedirmiş, içirmiş, giydirmiş, okutmuş mezun etmiş. Maaş, makam sahibi yapmış, lojmanını vermiş. Ama sen onun parasıyla alınan silahı ona doğrultup da baskıya kalkarsan...
Ahmed Kenan 17 Temmuz 1917’de Manisa Alaşehir’de doğar. Babası Preşovalı (şimdi Arnavutların kesif olduğu bir Sırp kasabası) Hayrullah Bey, annesi Ziştovili (Bulgaristan’da, Tuna kıyısında) Naciye Hanım’dır. Kenan İlkokulu Alaşehir’de, orta mektebi leyli meccani (parasız yatılı) olarak Manisa’da okur ve Balıkesir Lisesine yazılır. Fizik ve cebirden muvaffak olamayınca kaydını askerî okula aldırır.
Hocası nereden bilsin? Bir 5 verip yollasa, memleket 50 yıl kaybetmeyecektir boşuna.
Neyse bilahare Maltepe Askerî Lisesini bitirip Harbiye’ye girer ve topçu sınıfından mezun olur. Harb-i Umumi yıllarında Trakya’da bulunur. 944’te evlenir ve üç kızı olur.
Akademiyi bitirince Gnkur. Eğitim Şubesi ve İstanbul 1. Ordu Harekât Dairesinde çalışır.
Eşi Sekine Hanım’ın teşviki ile Kore’ye gider ve devrelerinin önüne geçer. Bu kıdem terfisi onun KKK ve Genelkurmay Başkanı olmasında rol oynayacaktır.
60 İhtilâlinde Ordonat Okulundadır. Sosyal demokrat olarak tanınsa da, hiyerarşiye uyulmadığını görür, ortaya çıkmaz.

BİRİNCİ SINIF SUBAY
Müdahaleden sonra kurulan Millî Birlik Komitesi onu A sınıfı subaylar listesine yazar, Konya’da Harekât Eğt. Bşk. yapar. Muş 227. Piyade Alayına tayin edilince ayrılmaya kalkar, arkadaşları mani olurlar. Erzurum’da 9. Kolordu Kurmay Bşk, sonra KK Okullar Daire Bşklığı... Yağmaktadır makamlar.
1964’te Tuğgeneral, 1967’de Tümgeneral olur, Isparta 58. Er Eğitim tümenine yollanır.
1970’te Korgeneral olarak Trabzon 11. Kolordunun başına...
Kurmay başkanlığı sırasında Kıbrıs Harekâtı gerçekleşir. Semih Sancar devrinde Genelkurmay 2. Bşk olur, sonra Ege Ordu komutanlığına...
Artık tekaüde ayrılıp İzmir’e yerleşmeyi planlamaktadır. Ancak Org Ersun’un Demirel tarafından resen emekliye sevk edilince dengeler değişir, Kara Kuvvetleri Komutanlığını bulur kucağında.
Ecevit ise Genelkurmy Başk Semih Sancar’ın görev süresini uzatmaz, paşamı buyur ederler ordunun başına (7 Mart 1978) ki bu hiç yoktur hesapta.

ORTALIK TOZ DUMAN
O günlerde memleketin çivisi çıkmıştır. Cinayetler, grevler, boykotlar... Kepenk kapattırmak, okul boşalttırmak bi militanın sözüne bakar.
Moskova yayılmacıdır, rejim ihracına çalışır ısrarla. 1979’da Afganistan’a girmiş, gözünü bize dikmiştir. İran’da da Şah Rıza devrilmiştir.
14 Ekim ara seçimlerinde CHP dibe vurur, Ecevit istifasını basar. Demirel, MSP ve MHP’nin desteğiyle 3. MC hükûmetini kurar. Evren (ve kuvvet komutanları) oturup bir ikaz mektubu yazar, Cumhurbaşkanına sunarlar.
Fahri Sabit Korutürk’ten sonra Çankaya aylarca boş kalır, bu arada MHP’li Gün Sazak suikaste uğrar. Çorum’da meydana gelen olaylarda kan akar. Org. Haydar Saltık (Ki darbenin mimarıdır) Evren’in emriyle “Bayrak Harekât Planı”nı hazırlar. Siyasi cinayetler sürmektedir, MHP Gaziosmanpaşa İlçe Başkanı Ali Rıza Altınok ve ailesi, 12 Mart’ın Başbakanı Nihat Erim ve Maden-İş Sendikası Gn. Bşk. Kemal Türker vurulur hunharca.
Hâlbuki, hükûmet Adana, Ankara, Bingöl, Elâzığ, Erzincan, Erzurum, Gaziantep, İstanbul, Kahramanmaraş, Kars, Malatya, Sivas, Urfa, Adıyaman, Hakkâri, Diyarbakır, Mardin, Siirt, Tunceli, İzmir, Hatay, Ağrı illerinde örfi idare ilan etmiş salahiyeti devretmiştir subaylara.
5 Eylül’de Dışişleri Bakanı Hayrettin Erkmen gensoru ile düşer. Ertesi gün MSP ünlü Konya Mitingini yapar.
YİNE DE ŞAHLANIYOR AMAN!
Ve 12 Eylül 1980.
Paşa Cumhuriyeti koruma ve kollama bahanesi ile yönetime el koyar. Parlamento feshedilir, dokunulmazlıklar kaldırılır, siyaset yasaklanır. Parti liderleri askerî tesislere kapatılır.
Bütün yurtta sokağa çıkmak yasaklanır. Peki anarşi azalır mı?
Evet azalır.
Millî Güvenlik Konseyi GnKur. Bşk. Org Kenan Evren, KKK Org Nurettin Ersin, HKK Org Tahsin Şahinkaya, Deniz KK Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Gnl Komutanı Org. Sedat Celasun’dan sorulur. Yasama ve yürütme havale edilir paşalara. Evren büyük bir fedakârlık yapar Devlet Başkanlığını da üstlenir ayrıca.
NATO ve Amerikalılar ikna işi Org. Haydar Saltık’a kalır. Özel kalemde tanıdık bir isim, Albay Çevik Bir vardır.
Gider CGP liderine başbakanlık teklifi yaparlar, Turhan Feyzioğlu ilkeli davranır reddeder kibarca. Onlarda hükûmeti kurma işini darbeci Amiral Bülend Ulusu’ya bırakırlar.
Atina, Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesinden sonra NATO’nun askerî kanadından çekilmiş, çok pişman olmuştur. Dönmek ister yana yakıla. Oylamada Türkiye vetosu ile karşılaşır. General Rogers 17 Ekim 1980’de Ankara’ya gelir, Evren’i ayaküstü kandırır. Yunanistan tekrar NATO bünyesine alınır. Bu işlerden Türk Hariciyesinin haberi bile olmaz. Hâlbuki elimize koz geçmiştir, Ege’de alınabilecek tavizler cömertçe bahşedilir Rumlara.
PAŞAM BİLİR
O yıllarda akademi bitiren subaylar pek havalıdır, bir gurur kibir, diğer insanlara zavallı gözüylü bakarlar âdeta.
Ekonomi, bürokrasi, sağlık, eğitim, süne zararlısı, dış politika onlar herşeyde uzmandır, on numara.
Adam balıkçıya sormuş “bu kefal erkek mi dişi mi?”
-Paşam bilir.
-Yaa senin bilmediğini paşa nereden bilecek?
-Anlamasa da konuşur. İtiraz edecek hâlimiz yok ya?
Binbaşım sen sular idaresine geç, yüzbaşım sen otobüs tramvayın başına. İş öğrenesiye kadar borçlar tavana.
Simitçilere üniforma giydiren Tırtıl Paşa’nın İstanbul’da ne izi var, Sütlü Nuriye’den başka?
Evren’in yaptığı tek doğru iş ekonominin başına Turgut Özal’ı getirmesidir. Rahmetli Tontonumuz iş adamlarına cesaret verir, takar peşine, dünyayı gezdirir.
ANAYASAYLA ÇANKAYA
Paşam yeni bir anayasa için kurucu meclis teşkil eder ve Prof. Orhan Aldıkaçtı’yı koyar başına. Referandum için kesif bir kampanya başlatır, aleyhte konuşmak kimin haddine? Zinhar!
Ve geçici 1. maddeyle Cumhurbaşkanlığını ele geçirir kolayca.
Geçici 15. madde ise konsey üyelerine asla yargılanamama garantisi sağlar.
Evren, Temmuz 1983’te Gnkur. Başkanlığını Org. Nurettin Ersin’e devreder, nasıl olsa Çankaya avucunda.
Bir taraftan okullara mecburi din dersi koyar, öbür yandan başörtülü çocukların yolunu kapar. Üniversiteleri YÖK ile hizaya sokar.
Kral Fehd’in daveti üzerine Hicaz’a gider, umresini yapar (1984).
Ve iş gelir dayanır sandığa.
Seçimlere sadece MGK’dan olur alan partiler girebilir. Emekli Org. Turgut Sunalp’in Milliyetçi Demokrasi Partisi, Turgut Özal’ın Anavatan Partisi ve Necdet Calp’in Halkçı
Partisi teşkilatlanırlar.
Evren açıkça MDP’yi desteklese de halk tercihini ANAP’tan yana yapar.
İNTİKALARI OYNAR
1987 halk oylaması ile yasaklı siyasetçilerin önündeki engel kalkar. Süleyman Demirel yeniden meclise girer. Cumhurbaşkanı Evren kürsüye geldiğinde DYP ve SDHP’liler ayağa kalkmaz, protesto ederler açıkça.
Ardından Turgut Özal seçilip Çankaya’ya çıkar, Paşa ise Marmaris’teki yazlığına çekilir (1989). Hâtıralarını yazar ve bol bol resim yapar.
Hâlâ tesirlidir, Koç Grubu, Sabancılar, ve Halis Toprak resimleri kapışırlar. Yaptığı Atatürk tablosu, 402 bin 338 dolara gider ki, bu parayla Şeker Ahmet Paşa, Ahmet Hamdi Bey alınabilir o sıra.
Yıllar sonra tabloları ayağa düşecek, kimse kuruş vermeyecek, alay edecektirler hatta.
İmam-ı Şafii Hazretleri “Seni sende olmayan meziyetlerle övenlere bakma” buyurmuş, “seni sende olmayan hâllerle kötüleyebilirler pekâlâ!”
Nitekim 2010 referandumuyla darbecilerin yargılanmasını engelleyen geçici 15. madde kalkar, Evren’le birlikte Tahsin Şahinkaya da girer okka altına.
Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi anayasayı tebdil, tağyir ve ilga ile meşru hükûmeti devirme suçunu sabit görüp müebbet hapis ile cezalandırır, rütbeleri de sökülmelidir ayrıca.
Evren’in son yılları korku içinde geçer, ölüm döşeğinde bile avukatını sayıklar. Karar Yargıtay’a gönderilmez, onu bağışlarlar yaşına başına.
YAZ O ENTRİKALARI
Prof Dr Ahmet Şimşirgil anlatır: Arşivde çalışıyordum, birden kapı açıldı içeri Cumhur- başkanı Evren girdi. Gelip evraklara baktı, Osmanlıcası vardı. Sonra Amerikalı Leslie Hanım’ın yanına gitti. “Siz ne yapıyorsunuz burada?”
-Padişah hanımları üzerine çalışıyorum.
-Ooo ne güzel, yazın o kadınların entrikalarını.
-Entrika?
-İşte dolambaçlı yolları, devleti yıkmalarını, batırmalarını…
-Ben öyle bir şeye rastlamadım, nerden uyduruyorsunuz bunları?
Kenan Evren tutuldu kaldı. İçeri giren biriyle selamlaşır gibi yaptı, kaçarcasına uzaklaştı.
O zamanlar ABD’nin başında Jimmy Carter vardı, Harwardlı Leslie bana döndü. “Bu da bizimki gibi ahmak” dedi. “Üç yıldır bu konu üzerinde çalışıyorum, 7 yıl daha çalışacağım. Dikte ettirmek yerine sorsaydı da, bir şeyler anlatsaydım ona.
.
Satıyorum satıyorum saaattım Asıyorum asıyorum aaastım
18 Eylül 2021 02:00
Fotoğrafları pazarlayan yarbay, aczi hissedilen bir Menderes resmine istediği fiyatı açıklıyor “100 bin lira!” Hürriyet gazetesi parayı ödeyip alıyor. Meslektaşları çok bozuluyor, onları piyasayı yükseltmekle suçluyor.
Geçen değerli büyüğümüz Kemal Demircioğlu 1960’lardan kalma bir kucak gazete ve dergi verdi. "Bak bunlardan iyi malzeme çıkar sana!"
Sararmış kâğıt kokusunu sevenler için büyük ikram. Karıştırırken içlerinden "Sır" adlı siyasi mecmua dikkatimi çekti. 15 Ekim 1960 tarihli.
Yazı kurulunda Cihad Baban, Sadık Aldoğan, Vecdi Bürün gibi aşina isimler var. Bülent Şeren karikatür çiziyor ayrıca.
Ben o günlerde medyanın daha tarafsız olduğunu sanıyordum, demokratlara bir yağdırıyor, bir saydırıyorlar sorma. Darbecilere alkış tutuyorlar.
İmtiyaz sahibi İlhan Engin “halkı on yıldır inim inim inletip, memleketi kopkoyu karanlıklara ve korkunç uçurumlara sürükleyen sabık politikacıların akıbetini görmenin keyfiyle” verip veriştiriyor.
Ağzı sigaralı bir resim bastırmış, daktilo başında güya.

BASIN GEZİSİ
Muhakemeden 2 gün önce basını alıp Yassıada’yı gezdiriyorlar. İlhan Engin bizzat katılıyor. Kim nereye oturacak, nasıl girilecek, çıkılacak, her adım talimat!
Yazarımız hiç çekinmeden niyet okuyor, Menderes güya Kemal Paşa’nın bronz renkli tablosuna bakacakmış da “sen benim yanımda kim oluyorsun” diye soracakmış hınçla. Üfürüyor işte, duruşmaya 43 saat var daha.
Demokratları “yalancı aslanlar” diye aşağılıyor, bir an önce görmek istiyor, yüzleri değişti mi acaba?
Akredite kartlarının dağıtımı ağır aksak işliyor, bazıları kayboluyor. Deniz Müzesi içinde kargaşa var. Üst aramalar tatsız olmalı ama beylerimiz katlanıyor.
Gazeteciler sıkıntıya gelmez oysa. Demek aynı kafada olunca...
Sır yazarı bu arada 27 Mayıs’ı hatırlayıp sevinçten ürperiyor. Ordusu ve
gençliği ile yapılan inkılap göğsünü kabartıyor.
Derken Mustafa Ok adlı kurmay binbaşı çıkıyor, basın mensuplarının riayete mecbur oldukları hususları sıralıyor.
Buna göre içeri daktilo, teyp ve fotoğraf makinesi sokulmayacak. Ama resim yapabilirsiniz icabında.
Haydaaa, bu olmadı ama.
.jpg)
DOLMABAHÇE YASSIADA
Ve duruşma günü gelip çatıyor. Sabah 06.00'dan itibaren Dolmabahçe önünde otomobiller duruyor, sanık avukatları, yakınları ve gazeteciler gişeden bilet almak için diziliyor kuyruğa. Takriben 200 metre uzunluğunda ve çok ağır yürüyor.
Sırada Fahreddin Ulaş’ın karısı Gülizar, Tevfik İleri’nin kızı Cahide, Celal Yardımcı’nın eşi Harika, Ekrem Cenani’nin hanımı Fahire, Samet Ağaoğlu’nun kız kardeşi Süreyya Bey’imizin ilgi alanında.
Yine aramalar taramalar, ayrı ayrı turnikeler, kapılar... Vapur tam 08.30’da Dolmabahçe’den kalkıyor. Hücum botu refakatinde açılıyor Marmara’ya.
Yassıada beklediklerinden sakin, tunç çehreli erler şimşek gibi bakıyor.
Gemiden inen doğru PTT binasına koşuyor, telefondan sıra kapıyor.
Sır dergisi iki numarayı alıyor (büyük başarı) o kargaşada. Yabancı basın ve ajanslar için bir ofis hazırlanmış ayrıca.
Yüksek Adalet Divanı üyeleri helikopterle geliyor, alet orta şiddet lodosta ufak ufak sallanarak iniyor. Hazirun 9.10’da içeri alınıyor, 9.30’da herkes hazır kıta.
PERDE AÇILIYOR
Yargılamayı takip edecekler derin bir sessizlik içinde otururken dışarıdan hafiften patırtı kopuyor, yeknesak bir ahenkle ve muntazaman gelen ayak sesleri askerlere ait olmalı.
Sanıklar içeri giriyor, beyaz tozluk ve kayış takan muhafızlar, tertibat alıyor.
Dinleyici sıralarında MBK üyeleri, üniversite hocaları ve 27 Mayıs Gazileri (?) görünüyor. Düşük Reisicumhur, düşük Başvekil ve düşük Kabine üyeleri 9.31 itibarıyla içeri alınıyor. Kıyafetlerin renkleri değişik olsa da hepsinin yüzü beyaz.
Bir zamanlar vücuduna korse gibi cuk oturan kıyafetler giyen Menderes’in üzerindeki kahverengi takım bulunuyor ve bir suç yığınına kılıf olmaktan kurtulmak istercesine bollaşıyor (ne laflar).
Fatin Rüştü muhakkak ki aldığı yüksek meblağlı komisyonlarla Londra’da Pool ya da Zibermayer’e diktirdiği gri füme kostümü ile şık görünüyor.
Aralarındaki tek şapkalı Bayar. Dikkat çekecek kadar telaşsız, sanki birazdan çıkıp gidecek gibi davranıyor.
Ardından tahkikat komisyonu üyeleri alınıyor. Şem’i Ergin alabildiğine durgun, Agâh Erozan terini siliyor, Sıtkı Yırcalı düşünceli, Bahadır Dülger ağlıyor.
Aldırmayanlar da var, Tevfik İleri neşeli görünüyor, kızına el sallıyor.
SİLAHSIZ MI?
Kordiplomatiğe ayrılan alanda İran, Pakistan, Polonya Başkonsolosları ile ABD konsolosu seçiliyor. Ateşeler, ataşemiliterler, konsolos muavinleri yerlerine oturuyor. Times muhabiri MBK üyesi Ahmet Yıldız’a “Daktilo makinelerini niçin içeri almıyorsunuz” diye soruyor “onlar bizim silahımızdır ama.”
-Biz bu ihtilali silahsız yaptık.
Sır ekibi bu cevaba bayılıyor, aman ne büyük vecize, allanıyor pullanıyor .
Haşmetlileri az evvel hücum botlarıyla helikopterlerle gelmişlerdir oysa. Ki kişi başına birkaç tomsonlu düşüyor civarda.

ATIŞ SERBEST
Saat tam 10.00’da Hâkimler Salim Başol, Ferruh Adalı, Selman Yörük ve diğerleri yerlerini alıyor. Müdeiumumi Altay Ömer Egesel ve adamları yerlerine oturuyor. Bilahare yoklama yapılıyor, Bayar dahil alayı ayağa kalkıyor kendilerini tanıtıyor. Bu esnada düşük Reisicumhur tempo tutar gibi ayaklarını sallıyor, fötrünün siperi ile oynuyor. Menderes parmaklarını sıkıyor. Sır muhabirine göre sanki günahları diğerine sıçrayacakmış gibi çekinceli duruyorlar. Başlarda rahat görünen sanıklar celse ilerledikçe endişeye kapılıyor. Tekirdağ mebusu Zeki Erataman sapsarı rengiyle melanetlerini unutmuş gibi (!) davranıyor. Enver Kay ve Rauf Onursal eski edepsizliklerinden bir anda sıyrılıyor. Hikmet Ölçmen bıyık bırakmış, hapishane kuşlarına benziyor.
AYAĞA KALK
Adı okunduğunda ayağa kalkan Menderes kibar ve hürmetkâr görünüyor ama muhabire göre kesin rol yapıyor, eline fırsat geçse buradakileri ipe yollayacağından şüphe duymuyor. Zaten onun riyakârlık numunesi olduğunu bir bakışta anlamış da filan.
Bekir Berk de kara yüzle oturup kalıyor, şaşkın Koraltan çaresizlikle kıvranıyor. Heyeti hâkimeyi hürmetle selamlayanlar, küçümsedikleri Türk ordusunun eline düşüyor.
Yazara göre Demokratlar hiç bu kadar durgun görünmemiştir, "Bunlar mıdır, insan haklarını çiğneyen, anayasayı tarumar eden, halka tavuk kadar kıymet vermeyen gaddarlar!" Sabık hanım milletvekilleri de içinde bulundukları duruma müdrik değildirler, zaman zaman sırıtıyorlar etrafa.
Ve kararname okunmaya başlıyor, cinayetleri, ihanetleri, kirli emel ve ihtirasları ortaya çıktıkça yüzlerindeki ifade donuyor. Korkuyor ve küçülüyor, süt dökmüş kedilere dönüyorlar. 5 liralık tahta sandalyelerde oturan politika cambazları, iyi bilirler ki suçları cezasız kalmayacak. Memurları inletenleri, orduyu hakir görenleri acı bir akıbet bekliyor.
.jpg)
ÇÖKÜK, DÜŞÜK
Bu arada DP yerine “çökük parti”, siyasiler için ısrarla düşük mebus, düşük bakan, düşük başvekil, düşük reisi cumhur ifadelerini kullanılıyor.
Derken Celal yardımcı söz istiyor ve ağlamaklı bir eda ve mütebessim olmaya gayret eden bir çehre ile geveliyor (!)
Hanımı hıçkırıyor.
Sır ekibi “Ama bu kadının kahkahalarla güldüğü vakitler vatan evlatlarının anaları ağlamaktaydı” şerhini düşüyor.
Menderes bitkin, iki büklüm mikrofon başına geliyor. Aylardır kimse ile konuşmadığından mütevellit hitabet melekemi kaybettim deyince Salim Başol susturuyor, “usule tealluk eden husus hakkında konuşunuz!”
Muhabire göre sanıklar ihtilal değil inkılap mahkemesi karşısındadırlar ve her türlü imkanlarla mücehhez olmanın rahatlığını yaşamaktadırlar. Ama gene de insan olan hicap duyar, vicdanı olan titrer, ar damarı patlamamış olanlar utanırlar.
Sır ekibi dışarıda Yassıada sanıklarının eşlerini ve kızlarını izliyor, kıyafetlerinden başlayıp vücut ölçülerinden çıkıyor. Sulu ifadelerle güzelliklerinden bahis açıyor, balık etlileri, uzun boyluları, esmerleri kumralları tasnif ediyor.
Sorsan içleri kan ağlıyordur o esnada.

Bu arada irtibat bürosu fotoğrafları açık artırmayla satıyor. Generaller bu ihaleden en az 1,5 milyon lira kaldırmayı hesaplıyor Deniz Yarbay Sertel’i müzayedenin başına koyuyorlar.
Adamcağız bir projektörle perdeye aktardığı diaları pazarlamaya çalışıyor. Ancak Paris Match muhabiri ben başkasının çektiği resmî kullanmam deyip çıkıyor. AP İstanbul temsilcisi Madam Dona da tavır alıyor, artırmaya iştirak etmiyor. Yarbayımız aczi hissedilen bir Menderes resmine istediği fiyatı açıklıyor “100 bin lira!”
Hürriyet gazetesi parayı nazlanmadan ödüyor. Meslektaşları çok kızıyor onları piyasayı yükseltmekle suçluyor. O gün 25 adet fotoğraf satılıyor ve Türk Silahlı Kuvvetleri 298 bin lira kazanıyor.
Ertesi gün Yarbay Sertel daha iyi hazırlanıyor ve en seçme 5 resme 200 bin lira fiyat koyuyor. Alan olmayınca Sabah gazetesine (iyi münasebetlerden dolayı) 150 bine bırakıyor. Ama almıyorlar, biliyorlar ki yarın bedavaya dağıtacak, basın diye yalvaracaktırlar hatta. Büyük ciro beklenen gün sadece 30 bin lira ile kapanıyor.
Ecnebi bir gazeteci soruyor: “Çaylar için de artırma yapılacak mı acaba?”
.
Okullarda, tarihinden habersiz bir nesil yetişti
21 Eylül 2021 02:00
İlkokul birden, üniversite sona kadar tekrar tekrar devrim tarihi okuduk. “Tarih tekerrürden ibarettir” derken bunu mu anladılar acaba?
Tamam cebir geometri, fizik kimya ve biyolojinin millîsi gayri millîsi olmaz. Kaybolmuş malın gibidir, Çin’de de bulsan git al!
Ama tarih, coğrafya ve edebiyata ihtimam gerek, eğer çocuğunun “devlet, millet, bayrak” ile dertlenmesini istiyorsan.
Müfredatta bir sürü dağınık bilgi. Doldururlar torbaya, çevirirler çorbaya.
Okursun, bir daha okursun, künhüne vakıf olamazsın asla.
Bir uzman araştırmış 9. sınıf tarih kitabında 110 farklı devlet, hanlıklar, beylikler, emirlikler, krallıklar. Sadece ilk 50 sayfada 57 ayrı savaş.
- Söyle bakiim, kim vardı sağ cenahta?
Tarih derslerinde “nerede, nasıl, ne zaman” sorularının cevabı bulunur da “niyesi niçini” anlatılmaz. Mevzu sohbet sıcaklığında işlenmez, ansiklopedi donukluğunda.

REJİME PAYANDA
Kitap umumiyetle mağaralardan başlar, -hâşâ- orangutan kılıklı yaratıklar, ellerinde çivili sopalar. Darwinizme alan açarlar akılları sıra.
Efendim ilk insan ateşi buldu da, tekerleği taktı da, duvarları karaladı da...
Bir kere mümin ibadetlerini vaktinde yapar, bunun için güneş ve ay hareketlerini bilmelidir.
Kaldı ki Âdem aleyhiselama suhuflar indi. Yazı ve takvimin insanlık kadar eski olduğu vakıa. 12 hayvanlısı gider de Hicrisi, Rûmisi gelir o başka…
Yazı Sümerlerden evvel de vardı, sonra da olacaktı, Babil, Mısır gibi mesela…
O devirden aklımızda kalan isimler var, Hammurabi, Ramses, Şubbilililuma… İyi de ne yapmıştı bunlar? Ezberlemiş unutmuşuz, uğraşmışız boşuna.
Sonra bir Yunan muhabbeti başlar. Zeuslu okuma parçaları: Herkül, Odeysseia, İlyada…
Gelsinler Truva’yı anlatayım onlara…
YAKARIM ROMA’YI DA
Sahi bir Yunan okulunda Türk destanı okutulabilir mi? N’aparlar adamı sonra?
Bırak onları biz okumadık. Dede Korkut’u da hayal meyal işledik, bi tek Deli Dumrul kalmış hatırımda... Ergenekon ve Oğuz Kağan eh işte, kulağımız aşina.
Yaratılış, Türeyiş, Göç, Bozkurt ve Şu destanları hakkında fikir kanaat arama. Manas’ın bir milleti nasıl ardına taktığını Kırgızistan’a gidince görecektim, Tokmak’tan Issık göle doğru uzanınca. Ozanlar milyon beyti ezberlemiş, durak ve nefes dersi veriyordu delikanlılara. ,
Derken Pers - Makedon çekişmesine muttali olur, bağlanırsınız Roma’ya. Taaa Romus ve Romulus’tan başlar, uzun uzun anlatırlar.
Roma’da yönetim, Roma’da hayat, Roma’da sanat, Roma’da ordu, hukuk, para! Hannibal’ın seferlerinden, Cicero’nun nutuklarına... Bir sürü senatör, kumandan, didişme, çekişme, anlaşma...
Bıkar bunalırsın, “Ülen Neron bunları niye yakmadı ya?”
.jpg)
KİM KİMDİR? ORASI NERESİ?
Sonra kavimler göçü… Gotlar, Ostrogotlar, Vizigotlar, Saksonlar, Angla Saksonlar, Cermenler, Franklar, Lombardlar, Vandallar… İyi de bunlar kime tekabül ediyor şu zamanda? Alman, İngiliz, Fransız hangisi? Eflak, Boğdan, Nemçe, Lehistan, Maveraünnehr, Horasan nerede?
El Cezire, Alaiye, Meyafarikin çok mu uzaklarda?
Hep aynı hikâye, filan boy devlet kurar, hâkimiyet sağlar. Sonra doğu batı diye ikiye ayrılırlar. Bir sürü tatsız kavga, savaşırlar saltanat uğruna.
Yorumlasalar can feda “Bakın çocuklar bölücülük iyi birşey değil, gördünüz işte birlik olanlar ayakta kaldı. Taht taç için dövüşen köle oldu yağıya...”
Orta Çağ İslam çağıdır ancak Asr-ı saadet bile üstünkörü işlenir, sureta.
Nedense Emevilere mesafeli dururlar. Hâlbuki İspanya’ya kadar onlar gider, muhteşem bir medeniyet kurarlar.
Avrupa ilmi Endülüs’ten alacak, maya çalacaktır Rönesans’a.
DÜRBÜNLÜ EŞKIYA
Mektepte bize “kervan yollarını hanlarla, hamamlarla donatan ecdadımız” değil, “kâşif maskesi altında dolanan katiller” tanıtılır.
Evet Kristof Kolomb’lar, Bartolomeu Dias’lar eli kanlı eşkıyadırlar.
Vasco da Gama pis bir korsandır, bilhassa Hicaz’dan gelen hacıları soyar, oturtur forsaya. Acımasızdır, Calicut, Mombasa ve Malindiyi topa tutar. Macellanın kırdığı yerlilerin sayısı meçhul, nitekim kendisi de esir toplarken öldürülür Mactan’da.
Amerikalı bile bunların heykellerini söküyor, biz tarafımızı belli edemedik hâlâ. Sömürge tarihi diye bir şey var. Hangi Avrupalı nereye girdi? Halkı nasıl kırdı geçirdi? Neyle korkutup bezdirdi, nasıl uyuşturup devşirdi?
Örtülü sömürü nedir, emperyalizm bitti mi?
YA “İSTİKBAL SAVAŞI?”
Sen kalk Belçika’dan çık, Kongo’ya çök, yerlilere kota koy “şu kadar kauçuk toplayacaksınız bana!”
Verilen miktara ulaşamadı mı çocuğunun elini bileğinden kes ver babasına. Bak bakalım yapacak mı bir daha?
Öbürü kalyonlar dolusu zenci toplasın, vursun zincire bukağıya. İtelesin dipçikle maden ocaklarına.
Garibim zenciler kan terlesin şeker kamışı plantasyonlarında.
Sonra medeniyeti millî gelirle ölç, kauçukları yağmalayan Leopold’un ülkesi zengin ya “medeni” olsun, kimseye ilişmeyen Afrikalı fukara öyleyse, “yabani” diyelim onlara.
Tarih derslerinde İstiklal savaşımız yeterince anlatıldı, peki ya “istikbal savaşı’’mız?
Daa gelmedik biz oraya!
Emin Oktay adlı şaibeli ile olacağı bu kadar, Metin Oktay’a mı yazdırsaydık acaba? Tedrisat hazırlanırken ecnebiler mi parmak attı yoksa?
VEFALIYIM, VEFALIYIZ...
Mektepte uzun uzun Orhun Kitabelerini kimin bulduğu ve nasıl okunduğu anlatıldı. Ama üzerinde “Ey Türk! Üstte mavi gök çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe, senin ilini ve töreni kim bozabilir” yazdığı atlandı... Kutadgu Bilig”, “Divânü Lûgati’t-Türk”, “Atabetü’l-Hakayık” ve “Divân-ı Hikmet”ten üçer satır okutsalardı hiç olmazsa.
“Yenilirsen değil, vazgeçersen kaybedersin!” İşte bu yüzden Kılıçarslan, Selahaddin Eyyubi ve Moğolları durduran Baybars iyi anlatılmalı çocuklarımıza. Teslim yok, ümit arayacaksın çıkmadık canda!
Ahmet Yesevî, Mevlânâ, Ahî Evran, Yunus Emre, Hacı Bektâş-ı Velî ve Hacı Bayrâm büyük kıymetler uzak değil, elimizin altında.
Alplik, gazilik, bacılık, ahilik, dervişlik nedir, vakıflar, loncalar, dergâhlar ne kattları hayatımıza?
Memleketi idadiler, rüştiyeler, mühendishaneler, tıbbiyeler, mülkiyeler, sanayii nefise, maliye ve baytar mektepleri ile donatan, kendi kesesinden hastaneler, yetimhaneler, darülacezeler yaptıran Abdülhamid Han hain olabilir mi?
Ben onun yaptırdığı mektepte okudum (Vefa Lisesi) o yüksek tavanlı, geniş camlı, aydınlık sınıfları unutamam asla.
Kızılmış!
Sultan kendisine suikast düzenleyen teröristi bile (Belçikalı Jorris) affeder. Ermeni militanlara “şanlı avcı” diyen şairi havale eder Allah’a.
HEM İÇTEN HEM DIŞTAN
İttihatçılardan biri Edirne Fatihi olmak için aldım verdim oynar. Biri Mısır sultanlığına kalkar, mitralyoz üzerine piyade yollar.
Efendim harbe Yavuz ve Midilli yüzünden girmişiz. E girmeseydiniz paşam, “limanları biz bombalamadık” deseydiniz Ruslara...
Yok Almanlar yenildiği için yenik sayılmışız. Anadolu hariç bütün topraklarımızı kaybettik, nasıl yenilecektik başka?
İlkokul birden Üniversite sona kadar devrim tarihi okuduk, hep aynı mevzular, biteviye tekrar. “Tarih tekerrürden ibarettir” sözünden bunu mu anladılar acaba?
Pusulasız dümensiz vapur abartılarına ne gerek var? Bandırma modern bir gemidir o devrin şartlarında. Kemal Paşa da yalnız değildir, 22 kurmay subay, 25 er ve erbaş, 8 kâtip ve 21 mürettebat vardır yanında.
Cihan harbiyle kıyaslarsanız, İstiklal savaşı mahallîdir ve sadece Türkler ve Yunanlılar arasında. Genelkurmay belgelerine göre 9167 yiğidimiz kavuşur rahmet-i rahmana.
Bu sayı Allahuekber Dağlarında neredeyse 10 misli, Çanakkale’de belki 30 kat fazla.
Bilmiyorum PKK mücadelesinde kaç fidanımızı kaybettik acaba?
Hani yedi düveli yendiydik?
Niye dolanıyorlar oralarda?
.
Amatör balıkçılığın profesyonel keyfi
25 Eylül 2021 02:00
Deniz kenarına inip de engin deryaya bakarak iç geçirmeyen, dertlerinden bir nebze de olsa sıyrılmayan var mıdır acaba? Elbette sahilde vakit geçirmek, masmavi suyun yansımasını ya da yakamozları izlemek herkes için keyif verici bir durum. Ancak bunu bir adım öteye taşımak da var. Onun da yolu balık tutmaktan geçer.
Kimileri için amatör balık avcılığı bir tutku, kimilerine göre ise boşa vakit harcamak ve gereksiz yorulmak anlamına gelir. İşte bu “Balık tutmaktan ne anlıyorlar?” diyen ikinci gruba sözümüz… “Yaşayan bilir” derler ya, aslında balıkçılık da öyle bir hobi. Biz amatörlere biraz kulak verin lütfen… Öncelikle balık avı için ister deniz kıyısına ister göl kenarına gidin günlük koşuşturmadan ve stresten sıyrılırsınız. Hele bir de merada balık varsa değmeyin keyfine. İkisi bir arada şenlik başlamıştır artık.
.jpg)
HAFİF TAKIMLARLA BAŞLAYIN
Peki, balık tutmaya yeni başlayacak olanların ne yapması gerekiyor? Bendeniz âcizane okul öncesinde bu hobiyle tanışmış ve yaşı 45’e dayanmış bir amatör balıkçı olarak LRF sistemini tavsiye ederim. Light Rock Fishing olarak bilinen ve ülkemizde son yıllarda yaygınlaşan bu sistem, eline hiç olta makinesi ve kamış almamış kişiler için biçilmiş bir kaftan. Kurulan takım hafif olduğu ve atılacak olan yem + kurşunlu kanca kombinasyonu sadece 1 ila 5 gram civarında olduğu için âdeta balıkçılığa giriş ve ısınma aşamasını taşır. Bu sistemde amaç, jighead denilen kurşunlu kancaya kurt ya da balık görünümlü silikon yemlerle balıkları kandırmak ve yakalamak. Ne yakalanır diye soracaksınız cevabını vereyim, denizin içinde ne varsa! Yani hiçbir balık, solucan/kurt ya da küçük balık aksiyonuna dayanamaz. İstavritinden gümüş balığına, karagözden isparisine, levrekten lüfere kadar her türlü balığı bu sistemle yakalamak mümkün.

BOĞAZ’DAKİ AVIN BEL KEMİĞİ
LRF sistemiyle balığa ve olta atmaya ısınanlar diğer kıyı balıkçılığı metotlarına yavaş yavaş geçiş yapabilirler. Surfcasting ismiyle anılan ağır kurşun, daha büyük olta ve atarı yüksek kamışlarla yapılan avcılıkla daha uzaktaki balıkları yakalamak mümkün. İstanbul Boğazı’nda 225 gramlık kurşunlara kadar çıkan bu sistemde ister istavrit için çapari yapar ister boru kurdu gibi yemleri kullanarak karagöz, mırmır ve minakop gibi dibi tarayan ve daha açıkta olan balıklar için şansınızı deneyebilirsiniz. Çapariye istavritin yanı sıra mevsimine göre sardalya, palamut ve çinekop da denk gelebildiğini aklınızın bir kenarında tutun.
.jpg)
DİŞLİ BALIĞA DİŞLİ SİSTEM
LRF ile Surfcasting arasında kalan bir balıkçılık metodu daha var. Onun adı da spin. Maalesef bu tabirler hep İngilizceden alındı, o yüzden spin için en azından at-çek balıkçılığı diyebiliriz. Spinde amaç, plastikten yapılmış ancak içinde ağırlık bilyesi olan sahte balık, metalden imal edilmiş kaşık ve jiglerle avcı balıkları kandırabilmektir. İstanbul’da lüfer familyası için biçilmiş bir kaftandır at-çek sistemi. Bu yöntemle Tekirdağ yönüne doğru levrek de yakalanabilir. Boğaz’a ve Marmara’ya giriş yapan lüferler, kaçan yavru balık taklidi yapan sahte yemlerle rahatlıkla avlanabilir. Burada önemli olan meranın derinliğine göre alınacak sahte balığın dalar değerinin uygun seçilmesi. Boğaz için 1,5-2 metre dalarlı, İstanbul’un Marmara kıyıları için 50 cm civarı dalarlı sahte balık almak doğru bir seçim olacaktır. Ayrıca gece ve gündüz için renk seçimini de güvenilir malzemecilerden öğrenmek avantaj teşkil edecektir.
TAKIM KURARKEN DİKKATLİ OLUN
Her av sitilinin kendine özgü makine, kamış ve misina birleşimi vardır. İlk kez takım kuranların baştan doğru hareket etmesi şarttır. Böylelikle yeniden malzeme almak gibi bir problemleri kalmayacaktır. LRF için boyu 210-240 cm arasında 1-10 gram atarlı kamış, 1.000 ya da 2.000’lik makine (aşağı yukarı 200-250 gram arasında olurlar), 0,16 misina (örgü misinalar için 0,06 veya 0,08) en ideal malzemelerdir. Surfcasting’de ise 100-200 gram atarlı en az 3,60 m boyunda kamış, 6.000-10.000’lik makine (500 gram ve üstü ağırlıkta olurlar), 0,35’lik misina (örgü misina için 0.018 ve üstü) idealdir. Spinde ise 3.000 ya da 4.000’lik makine (ağırlığı 280 gram civarında), 10-40 gram atarlı 240 veya 270 cm uzunlukta kamış ve 0,24 naylon misina (0,015 örgü misina) ihtiyacı doğru olarak karşılayabilir.
.jpg)
AAA VARMIŞ!
Gelelim başımızdan geçenlere… Bilenler bilir, levrek İstanbul’da nadir çıkar, ancak lodosu buldu mu kendini kıyıya atar. Bu rüzgâr Afrika yönünden eser, güney kıyılarını karıştırır, börtü böcek, kurt, kaya balığı yavrusu ne varsa dipten yüzeye çıkarır... Eee fırsatçı ve avcı levrek hiç böyle bir ortamı kaçırır mı? İşte ben de bir akşam bu durumdan istifade edip kendimi kıyıya attım. Lodosun coşturduğu dalgalar, sahte balık atmamı zorlaştırıyordu. Yanıma gelen bir grup genç “Ya bu havada balık mı tutulur? Çok sık buraya geliyoruz. Bu kış mevsiminde bu civarda balık tutulduğunu hiç görmedik” derken 1 kiloluk bir levrek oltama takılıverdi. “Yakaladım” deyip balığı çektiğim gibi gençlerin ortasına bırakıverdim. Benden daha fazla heyecanlandıklarını ve hayrete düştüklerini gördüm. Beni bu sefer soru yağmurunu tutuverdiler: “Nasıl levrek yakalanır?”, “Abi bize de bu sistemi öğretir misin?”, “Bu balık kaç kilo gelir?
.
Şehitler ve veliler yurdu Darende
26 Eylül 2021 02:00
7 bin yıllık bir belde her adımınıza bir cami, türbe, çeşme, hazire...
Horasan erenlerinden Seyyid Şemseddîn Mûsâ’nın oğlu Hamideddin hicri 750’de Kayseri Akçakaya’da doğar. Resûlullah Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) pak neslindendir, ehli beytin alametleri vardır simasında. Küçük yaşta yetim kalsa da ilim hevesi ile zorlu yolculuklara çıkar. Bilhassa Şam-ı şerîfteki “Hankâh-ı Bâyezîdiyye” çok şey katar ona.
Bayezid-i Bistâmi hazretlerine hususi bir muhabbeti vardır, ruhaniyetinden feyz almaya bakar. Bakın şu samimiyete ki Allahü teâlâ Hızır aleyhisselâmı çıkarır karşısına.
İşaretler üzerine “Hoy” kasabasına (Tebriz - Urumiyye civarında) gider ve Hâce Alâeddîn-i Erdebîlî hazretleri önünde diz kırar. Dolu dolu geçen yıllar… Hocası sadece icazet vermekle kalmaz, hedef gösterir ona: “Şimdi dooğru Anadolu’ya!”

BAYRAM OLA!
Hâmideddîn-i Veli, Kayseri’de hizmete başlar. Talebeleri arasında cevahirler vardır, ışıldarlar âdeta.
Bir gün Şah Şücâ veliyi çağırır“hemen Ankara’ya gidiyorsun” buyurur, “Nu’mân adlı bir müderris var, al getir onu buraya!”
Şücâ-i Karamânî. Müderris Nu’mân’ı bulur, muhatabı şaşkındır “Sübhanallah” der, “bir bildikleri vardır mutlaka!”
Kayseri’ye vardıklarında Kurban Bayramı’nın birinci günüdür. Hamideddin-i Veli “Hoş geldin Bayram” der, bu lakap ona çok yakışacak, Hacı Bayram diye anılacaktır bundan sonra...
Müderris Numan zahirî ilimlerde deryadır zaten ve hayli meyli vardır tasavvufa. Eh alan uygun, veren olgun olunca…
O dahi Akşemseddin’i yetiştirecektir ki İstanbul’un fethindeki payı ortada.

MÜMİNLER, SOMUN!
Hamideddîn-i Veli hazretleri bilahare Bursa’ya yerleşir, ancak bu defa kendini setreder, saklar. Dışarıdan bakan onu sıradan ekmekçi sanır. Odun toplar, hamur tutar, fırın yakar…
Zamanla munis sedası yer eder kulaklarda. “Somuun, somun. Müminler, somun!”
Para verenden alır, vermeyenden sormaz. Dulun yetimin torbasını boş koymaz. Ulucami inşaatında çalışan ameleyi gözetir ayrıca.
Ekmekleri elbette farklıdır, zikirle yoğrulmuş, sabırla yatmıştır mayaya.
Adamın biri çıtır çıtır bir somun seçer, sorar: Bu kaç para baba?
-Bir akçe.
Kenarda kalmış bir bayatı gösterir “peki bunu alsam?”
-İki akçe!
-Bayat tazeden kıymetli olur mu baba?
-Ama o daha yakın Resûlullaha!
ZAMANIN KUTBU
Bursalılar ekmekçi kocayı sever sayar da makamından bihaberdirler daha. Gelgelelim Emîr Sultan hazretlerinin gözünden kaçmaz. Bizzat ziyaretine gelir ve umduğunu bulur fazlasıyla. İlmine, ihlasına, ferasetine vurulur, benzeri az bulunan bir alim vardır karşısında.
Ve Ulucami inşaatı tamamlanır, halılar yayılır, kandiller asılır. O cuma açılış merasimi vardır, Bursalılar erkenlerden koşarlar.
Yıldırım Bayezid, damadı Seyyid Emîr Sultan’dan ilk namazı kıldırmasını isteyince geri çekilir, “Efendim” der, “zamanın kutbu aramızda!”
-Kim o?
Somuncu Baba’yı işaret eder kibarca. “Peki o kıldırsın!”
Padişah emri ikiletilir mi? Mübarek mecburen kürsüye çıkar. Vaaz ü nasihatte bulunur cemaate.
 
NE İLİM AMA
Hamideddin-i Veli hazretleri o gün Fâtiha-i şerîfin yedi ayrı tefsirini yapar.
Birinciyi herkes anlar, ikinciyi mollalar, üçüncüyü hocalar, dördüncüyü müftüler müderrisler. Altıncı ve yedincinin muhatabı ulemadır. Molla Fenari hazretleri müşküllerini çözüp bir kitap çıkaracaktır ondan: “Aynü’l-Âyân!”
Hutbe ve namazı müteakip cemaat elini öpmek için sıralanır dışarıda, bakın Allahü teâlânın lütfuna ki üç kapıda bekleyenler de o şerefe nail olurlar.
Evet, tayy-i mekân deniyor buna.
İyi de sırrı açığa çıkmıştır, insanların aşırı hürmetinden sıkılır, artık durur mu Bursa’da?
Bir sabah erkenden, yola çıkar. Molla Fenârî hazretleri nasılsa haberini alır, Veda Çınarı yanında yetişir soluk soluğa. Kalmaları için dil döküp yalvarsa da Somuncu Baba’yı durduramaz.
Mübarek, ayrılırken şehre döner, Bursa’ya ve Bursalılara dua buyururlar.
TAVŞANLI AKSARAY
Sonra Tavşanlı Bey köyüne yerleşir, çobanlığa başlar. Zor iş değildir, hayvanları yayar, tespihi ile kalır baş başa. Akşam köye getirir salar, mallar evlerini bulurlar.
Ancak o gün sığırın biri gelmemiştir, sahibi Somuncu Baba’ya sorar. Birlikte araziye çıkar, onu bir kuytuda titrerken bulurlar. Yavrulamıştır, buzağısı yatmaktadır yanı başında.
Somuncu Baba “Neredesin a mübarek” der, “bak insanlar huzursuz oldu, yakışıyor mu sana?”
Hayvancağız fasih bir lisanla “Ama sahibim bana eziyet ediyor” der, “ya aynı şeyleri yavruma da yaparsa?”
Adam şaşkın. İnkâr etse ne fayda?
Somuncu Baba, Hacı Bayram-ı Veli hazretlerini Ankara’ya yollar. Oğullarından Yusuf Hakîki’yi Aksaray’da bırakır. Kendisi diyar diyar dolaşır, her geçtiği beldeye ehil bir mürşid kazandırır. Bursa’da Hızır Dede, Akbıyık Sultan ve Üftade hazretleri. Darende’de de Halil Taybi ve İnce Bedreddin. Göynük’te Ömer Dede, Akşemseddin; Gelibolu’da Ahmed ve Muhammed Bican, Karesi’de Şeyh Lutfullah, Germiyan ilinde Şeyhî, İskilip’de Muslihiddin Halife, Bolu’da Uzun Salâhaddin gibi (rahmetullahi aleyhim ecmain)...
İstanbulu da siz bilin hadi?
Evet doğru tahmin ettiniz, Aziz Mahmud Hüdayi hazretleri!
SATIRA DEĞİL SADRA
Somuncu Baba vaktini daha ziyade talebelerine harcar, Şerh-i Hadis-i Erba’în (Kırk Hadis), Zikir Risalesi ve Silâhu’l-Mürîdîn’i yazar.
Malatyalılara göre Darende’de sırlanır, yürür Hakk’a.
Aksaraylılara sorarsanız “Tabii ki burada” derler, “Dârü’l-Ervah’ta!”
Bunu hoş karşılamak lazım, kim komşu olmak istemez ki ona?
Darende’deki Somuncu Baba Camii ve Türbesi, Yıldırım Bayezid devri eseridir. Minaresi Abidin Paşa tarafından yaptırılır ki (1685) o da kendi neslindendir.
Türbe üzeri yedigen piramit ile örtülüdür. Kubbe kasnağı yedi yüzlüdür. Türbe arkasındaki memba suyu, 7 ayrı lüleden süzülür.
Fatiha suresi de 7 ayettir, yer ve gök yedi kattır, mimaride de bu yedili hikmetlere işaret edilir.
Minberdeki Lihye-i Saâdet, Mehmet İzzet Paşa’nın hatırasıdır, Çihâr-i Yâr-i Güzîn levhaları, Padişah fermanları, Hattat Hasan Çelebi’nin yazdığı yekpare mihrabiye ayeti, ceviz minber, kandiller, avizeler...
Yeni Cami’nin tavanı Afrika’dan getirilen Sapella ağacı ile kapatılmış olup 8 köşelidir (cennetin sekiz kapısı) ve 5 katlıdır (İslamın şartları). Malum Efendimize vazifesi 40 yaşında bildirilir, 40 köşe mânidardır.
BUYURDULAR Kİ:
Yolumuzdan gidenler gafil olmasınlar. Gizli ve aşikâr her yerde Allah’tan korksunlar.
Az yesin, az konuşsun, az uyusunlar. Halk arasına az karışsınlar.
Mâsiyet (isyan) ve fenalıklardan uzak dursun, şehvetlerden kaçınsınlar.
İnsanların elindekinden ümitlerini kessinler. Aç kalsalar bile şüpheli yemesinler.
Zemmedilmiş işleri terk etsinler. Övülen vasıflarla süslensinler.
Şiir ve şarkıdan kaçınsın, cemaatten ayrı kalmasınlar.
Şeyh Hamid-i Veli hazretlerinin Yusuf Hakiki, Halil Taybî ve Muhammed Said Taybî adında üç oğlu, Mahmude adlı bir kızı vardır.
Mübarek iki oğlu vasıtasıyla hem Darende’de hem de Aksaray’da hizmeti yürütür. Torunlarından rahmetli es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi de ömrünü vakfeder dergâha
.
Pert ettiler dert etmedik
2 Ekim 2021 02:00
Hükûmetin başı Süleyman Demirel-Erdal İnönü katliama sessiz kalır, Millî Savunma Bakanı Nevzat Ayaz, şehitlerin hesabını soramaz.
Deniz Kuvvetlerimizden Muavenet isimli dört savaş gemisi geçer.
İlki Donanma Cemiyetinin halktan topladığı ianelerle (teberru, atıfet) Almanlardan satın alınan Muavenet-i Milliye’dir. Bu torpidobot 1910-23 arası bilfiil çarpışır, boyundan büyük işler yapar.
Yunanlıların Delfin denizaltısını tesirsiz hâle getirir, Kardeşi Gayret-i Vataniyye ile Odesa’yı basar, Rusların önemli gambotlarından Kubanets’i yaralar, Donetsk’i batırırlar.
Petrol depolarını tutuşturur, tankerleri, ticari gemileri kullanılmaz hâle sokarlar. Cihan harbinde Zonguldak’tan gelen kömür gemilerine refakat eder ve Ruslara karşı nöbet tutar.
Yaptığı sayısız hizmet bir yana Çanakkale ağzında (Ayasofyalı Ahmet Saffet Efendi komutasında) kendinden 20 kere ağır HMS Goliath’ı batırması yeter de artar. 570 bahriyelinin kayıp haberi Londra’ya ulaştığında kabine toplantı hâlindedir, sert bir münakaşa başlar.
Deniz Kuvvetleri Komutanı Amiral Fisher istifa eder, Bahriye Nazırı Winston Churchill’i de sürükler ardısıra. İngilizleri korku sarar, gelip gidip sahilleri vuran HMS Queen Elizabeth’i cepheden uzaklaştırırlar. Queen donanmanın en pahalı gemisidir, kaldı ki taşıdığı ad itibarıyla...
Muavenet-i Milliye, işgal yıllarında silahsızlandırılır, yıllarca orada burada yatıp çürütülükten sonra yollanır hurdaya (1953). Müzelik bir gemidir ama hani vefa?

* * *
İkincisi (TCG Muavenet)1939’da İngiltere’ye sipariş edilen bir muhriptir, ancak Harb-i Umumi patlayınca üstüne yatarlar (aynı delikten ikinci defa). Adını HMS Inconstant koyar, tepe tepe kullanırlar.
Onu bize iade ettiklerinde (1946) ahı gitmiş vahı kalmıştır, 1960’a kadar kör topal dolansa da pek bi’ hayrı olmaz.
* * *
Üçüncüsü (TCG Muavenet DM-357) - ABD yapımı Allen M. Sumner sınıfı bir muhriptir (USS Gwin).
1942’de suya indirilir, ABD otuz yıl kullandıktan sonra bize bağışlar (72).
Sil baştan elden geçirilir, mayın döşeme kabiliyeti eklenir ve 974 çıkarmasında Kıbrıs’a gönderilir. Evet yaşlıdır ama sonarı ve radarı güçlüdür hâlâ, torpido taşır ayrıca.
Gemimiz Ekim 1992’de ABD uçak gemisi Saratoga’dan atılan iki füze ile vurulur, âdeta imha!
Menfur saldırıda 22 çocuğumuz yaralanır, gemi komutanı Kurmay Yarbay Levent Kudret Güngör, Tğm. Alper Tunga Akan, Astsb. Serkan Aktepe, İkmalci Mustafa Kılıç ve Er Recep Atak şehit olurlar.
KATİL BUNLAR
“Nasıl yani” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Şöyle: Ege’de NOTA planlı tatbikatlarından “Display Determination 92” icra edilmektedir. Her şey sanal âlemdedir, silah kullanılmaz.
Bir ekibin başında Amerikalı, diğerinin başında Hollandalı komutan vardır, karşılıklı hamle yapar, savuştururlar.
2 Ekim Perşembe yorucu geçer ve bu safhayı da kapatırlar. Yarın Cuma, başka bir noktaya intikal edecek, yeni senaryolar üzerinde çalışacaktırlar.
Gemimiz Saroz Körfezi’nde Türk kara sularındadır, en yakın ülke, yine bir NATO üyesi olan Yunanistan’dır. Herhangi bir taciz ve tehdit mümkün değildir civarda.
Denize sonbahar serinliği dokunsa da hava soğuk sayılmaz. Sular şıpır şıpır, teknemiz tatlı tatlı sallanmakta. Çocuklarımız yorgundur, birer ikişer kamaralarına çekiliyorlardır ki....
Köprü üstünde korkunç bir gümbürtü kopar, kaptan köşkü toz duman, kan revan.
Şaşkınlık geçmeden ikinci bir füze, harekât merkezinde patlar. Göz gözü görmez, alevler, kıvılcımlar, roketler çatapata döner âdeta. Neyse ki, bahriyelilerimiz talimlidir, bir yandan yangını söndürür, bir yandan yaralılara koşar, mühimmatı da suya atarlar bu arada. Allahü teâlâ korur, gemi berhava olabilirdi o kargaşada..
TAAMMÜDEN
Sükûnet sağlanınca iki ABD helikopteri gelir. Biri yaralıları alıp Saratoga’ya götürür, öbüründen inenler roket parçalarını toplamaya başlar, delil karartmaca. Ancak subaylarımız önlerine durur, bu fırsatı vermezler onlara.
Demek gemi infilak etse “cephane faciası” deyip kapatacaklar kolayca.
.jpg)
Sahi, füzeler kazaen fırlatılmış olabilir mi? Bu çay bardağı değil ki, kolun dokunsa. Velev ki dalgınlığına geldi, butona bastın, sistem 40 defa “Emin misin” diye sorar, amirlerin onayına sunar. Bir füzenin ateşlenebilmesi için kesin emir gerekir. Komut, beş ayrı subaydan geçtikten sonra komutan inisiyatif almalı ve “Evet, vurun” demelidir açıkça.
Kaldı ki, tatbikatlarda füzeler kilitlenir, istese de sokamaz saldırı pozisyonuna.
Muavenet’in “kimliği belirsiz düşman yerine konması” için uzun bir prosedür gerekir. IFF kimlik belirleme sistemi bulunurken bu imkânsızdır âdeta.
Lafı eğip bükmeye gerek yok, bilerek planlayarak (eskiler taammüden derlerdi) vururlar.
Hem Sea Sparrow füzeleri öyle “at unut” cinsi değildir, yarı aktif radar güdümlüdür, ateşlendikten sonra yönlendirilir, hedefe varıncaya kadar.
Üzerine zaman ayarlı tapa konması ise resmen “cinayettir.” Demek köprü üstündeki herkesi öldürmek için attılar.
Peki biz niçin çekilmeyiz de hiçbirşey yokmuş gibi devam ederiz tatbikata?
Muamma!

KİM KİME DUM DUMA
Ertesi sabah ABD Dışişleri Bakanı Lawrence Eagle Burger, Washington Büyükelçimiz Nüzhet Kandemir’i arar “Geminizi batırdık, özür dileriz” der diplomatça.
Ardından bir ABD’li binbaşı, mağdurları dolaşır, leblebi çekirdek parasına ibraname imzalatmaya kalkar. Yok Saratoga’dan davacı olmayacağım da filan.
Millî Savunma Bakanı (Nevzat Ayaz) ve hükûmetin başı (Süleyman Demirel- Erdal İnönü) şehitlerin ve gazilerin hesabını soramaz.
ABD mahkemelerinde kendi başına dava açanlar da yalnız kalırlar. Hariciye Bakanı’mız Hikmet Çetin güçlü bir isimdir ama yumruğunu masaya vuramaz.
Dava 97 senesine kadar sürünür, “Bu mesele adli mi siyasi mi” gibi kısır bir münakaşaya girer, oyalarlar.
Neticede siyasi olduğuna karar verir, hukuk yolunu kapatırlar.
Hâlbuki yine Saratoga tarafından vurulan İran tayyaresine rekor tazminat ödenmiştir. Hiç yokuş yapmadan. Tıkır tıkır hesaplarına.
Sea Sparrow aslında hava savunma füzesidir, ilk defa bir su üstü hedefine atılır, denemek için bizi mi buldular acaba?
Menderes’i asan darbeciler urgan parasını ailesinden istemişti, bunlar da füze paralarını... Yoo hayır, çaylar firmadan.

PEKİ NEDEN?
O günlerde ABD Kuzey Irak’ta PKK’lılara silah ve malzeme taşır gözümüze baka baka. Bir ikaz, iki ikaz, neticede bizimkiler de patlar, helikopterlere taciz ateşi açarlar.
Cumhurbaşkanı Özal zeki ve cesur bir insandır, risk almaktan korkmaz. BAAS güçlerinden arındırılan Kuzey Irak’a girmeyi çok arzular, tezkere için arkadaşlarına çağrı yapar.
Ancak Demirel ve İnönü kokmaz bulaşmaz siyasetten yanadır, çekilirler kabuklarına.
İşte o bizim doldurmadığımız alan Çekiç Güç’e bırakılacak, at koşturacaktır yanı başımızda. PKK semirecek, vukuatları artacaktır o günden sonra.
Zaten ülke çalkantı içindedir, küçük küçük hesaplar. Eğer güçlü iktidarın yoksa tokatlayan çok olur, diklenemeyecek, sineye çekeceksindir nasıl olsa.
Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Vural Beyazıd ortalığı yıkmalıdır ama...
Eh sen evladının kanını yerde bırakırsan, başın çok ağrır daha. Nitekim hedefe rahmetli Eşref Bitlis konacaktır kısa bir süre sonra.
Peki hadiseye karışan sekiz subaya ne olur? Bi’ şeycik olmaz, sadece disiplin cezası alırlar.
O füzenin gücünü en iyi onlar bilir. Cinayetten yargılanmalıdırlar oysa.
ESKİLER ALIRIM!
Bazılarına göre de Türkiye ABD’den modern savaş gemisi satın almak ister, onlar ise elleriindeki Knox tipi hantal fırkateynleri çakmaya bakar.
Knokslar tek şaftlıdır, buhar türbini ha bire arıza çıkarır. Masrafı yüksek, tesiri azdır.
Türkiye de Almanya’ya yönelir... “Vayy sen misin başka kapı çalan, o Knokslar alınacak diyorum, hâlâ geziyorsun sağda solda!”
Bu kadar basit mi? Evet bu kadar.
Neticede Knoksları aldırırlar paşa paşa.
Paslı leşlere yüz milyonlarca dolar sayarız. Ama son gemide iyi bir indirim yaparlar, tazminat deseler olmayacak, artık neye sayarsan. Envantere selefinin adıyla girer
“Muavenet F250” deriz ona.
Alayı beş sene içinde hurdaya çıkacak, merhem olmayacaktır hiçbir yaramıza.
Hadisenin hayırlı yanı Türkiye yerli ve millî sanayinin ehemmiyetini anlar. Demek ki, onun bunun artığıyla savunma olmaz. Yoksa 100 kilometrede 100 litre benzin yakan ‘REO’ları itelerler sana.
Beşinci Muavenet’imizin %100 yerli ve millî olması dilek ve duasıyla...

.
.
Matematik dersinde öğreneceğin ilk kaide: Elmalarla armutlar toplanmaz!!
3 Ekim 2021 02:00
Yok birinci musluk havuzu beş dakikada dolduruyormuş da, öbürü üç dakikada. Peki ikisi açıkken ne kadar zamanda?
Çocuk aceleciliği işte, üçle beşi toplayıverirsin: Sekiz!
-A benim şaşkın oğlum biri açıkken mi daha kısa zamanda dolar, yoksa ikisi açıkken mi?
-İkisi açıkken örtmenim.
-Eeee daa ne? Senin neticene göre zaman eksilmedi arttı ama.
-O zaman beşten üçü çıkaralım.
-Allahümmessabirin. Ya Rabbi sabır ver bana.
-Çarpcak mıydık yoksa?
-Şimdi bi çarpçam! Ayrılacakksın çarpanlarına!
Yani büyükleri de anlamak zor, topluyorsun kızıyorlar, çıkarırsın yine kızıyorlar.
BASBAYAĞI KESİRLER
Annesi Ali’yi otuz tam bir bölü iki lirayla bakkala yollar, parasının iki bölü yedisiyle peynir, beş bölü dokuzuyla zeytin alır, geriye kaç lira kalır?
Sıfır. Çocuk kalan parayı, leblebi ununa ve çatapata yatıracaktır zira.
Biz içinden çıkamadığımız sorulara yanlış derdik, bak yine hatalı basmışlar kitaba.
Haydi bunların gündelik hayatta bir karşılığı var, peki ya limit, türev, integral? Mimar Sinan mekân hacimlerini hesaplarken integral kullanmış, çok da işine yaramış. Keşke biz de işlemle uğraşacağımıza mesele çözeydik, belki daha iyi şekillenirdi kafamızda.
Size de oluyor mu bilmem. Benim kâbusum cebir imtihanıdır. Rüyalarımda içinden çıkılmaz sorularla uğraşır, çareyi zulalarda ararım. Muallim gözüme baka baka gelir ve cetvelle dürtüp “aç avucunu” der hışımla. “Ne o kopya mı çekiyorsun yoksa?”
İnkâr eder, diklenirsin yutmaz. Bir uyanırsın kan ter içinde. İnsan hortlak görse bu kadar korkmaz.
LATİNCEDEN UYARLAMA
Peki matematik rejime payanda olabilir mi? Pek olmaz gibi geliyor bana, lakin devrimciler devirmeyi sever, terimlerle uğraşırlar.
Poligon deyince silah atılan yer geliyor değil mi aklınıza? Lakin geometride karşılığı başka. Latince ve Helencede poli çok demek (polikarbon, politika) “gon” ise bizdeki “gen”e tekabül ediyor galiba, kenar köşe gibi bir şey olmalı zannımca.
Romalılar tetragon , pentagon , hekzagon , heptagon diyor, biz dörtgen , beşgen , altıgen, yedigen .
Peki noktaya niye tekgen, çizgiye çiftgen demediler acaba?
Mono bir (monolog tek sesliydi ya), di iki (dialog), tri üç (tripot) yani her taraftan sızmışlar lisanımıza.
Deca on, hekta yüz. Dekar, hektar da oradan geliyor.
ECDAT NASIL SÖYLERDİ
Bir müsellesin mesaha-i sathiyesi, kaidesiyle irtifaının darbının nısfına müsavidir.
Failatün failatün failün. Şiir gibi ya.
Bazı zavallılar yazıp yazıp gülüyor, alaya alıyorlar. Abi bu senin dedenin dili. Eğer ona alışsaydın bunlara gülecektin, “açı” da ne diyecektin “keçi” gibi!
Zaviye, ufkî, müsavi, murabba… Adriyatik’ten Çin Seddi’ne gidebilirsin bunlarla, hatta Gana’dan, Java’ya...
Taksim (bölme), tarh (çıkarma), darp (çarpma), aşari (ondalık), hat (çizgi), nısf-ı kutur (yarıçap), mahruti (konik), kavis (yay), müştak (türev), mecmû (yekûn, toplam), nisbet (oran), faraziye, nazariyye...
Şimdi elinizi vicdanınıza koyun “hattı müdafaa yok, sathı müdafaa” sözü mü hoş geliyor kulağınıza, yoksa “çizgisel değil, yüzeysel savunma!”
Cenup ve şimal gibi cihana mal olmuş kelimeleri “gün- ey”, “kuz- ey” diye eymek bükmek neye yarar?
Maziyle ve dostlarla irtibat koparmaktan başka?
Yok, düz-ey, yüz-ey, dik-ey, düş-ey, bük-ey (iç ve dış diye ikiye ayrılır kendi aralarında) “ey” parantezine al, uydur uydur salla!
Peki permutasyon, kombinasyon, determinant, diskriminant hakkında niye bir şey buyrulmadı acaba?
Daaa gelmediler miydi oraya?
SOR ARKADAŞINA!
Vefa köklü bir liseydi, namlı mimli hocalarımız vardı. Fizikçi Azade (Tokdil) onlardan biriydi mesela.
Sözlüye iki kişi kaldırır, biri diğerine problem sorar.
İçinde her şey olabilir, yer çekimi, atalet, birleşik kaplar, sürtünme, mercekler, aynalar, merkezkaç, kaldıraç, makara... Sual sorabilmek mevzuyu iyi anlayanın harcıdır, işte burada çapın çıkar ortaya.
Yazılı sorularını defterde kitapta bulamazsın, kopya da hazırlasan işe yaramaz. Çünkü Azade Hanım tekrara düşmez, o problemle ilk defa karşılaşmışsındır hayatında.
Ufak tefek minyon bi kadıncağız, doktora da yapmış, İTÜ’de derslere giriyormuş rivayet doğruysa. Talebeler ona sıfırcı derlerdi, bana müşfik ve mutedil geldi. Belki de bizim okuduğumuz yıllarda (1974-75) yaşlanmış, yumuşamıştı.
Beni ilgisiz buluyordu, kazanmak için çok uğraştı, baktı laylaylomlardayım hâlâ, “Eylülde öğrenirsin” dedi kibarca.
İyi de haziran mezunu olmazsam Hava Harp Okuluna giremezdim ki. Subay çocuğuydum (tercih sebebi), Rahmetli dayım Kıbrıs’a ilk çıkan subaylardan, yaptıramayacağı iş yoktu TSK’da.
Ailemiz Selanikliydi sonra, üstelik ana tarafım mübadelede İzmir Kemalpaşa’ya düşmüştü, babam tarafı Bursa Mustafakemalpaşa’ya. Kendimi bildim bileli Kartal Dergisi (HvKK yayını) okurdum. Küt burunlu F 100’leri, rokete benzeyen F 104’leri, delta kanatlı F 102’leri gözü kapalı çizebilir, Mig, Mirage, Harrier ve SAAB üzerine laf ezebilirdim rahatlıkla.
Orta mektep yıllarım Eskişehir’de geçmişti, gece jet sesleriyle yatar, jet sesleri ile uyanırdık sabaha. Ambulansla itfaiye birlikte geçti mi “eyvah yine tayyare düştü” der, seyirtirdik peşleri sıra. Hiç unutmam bir kaza kırım ekibini izlemiştim Yıldıztepe arkalarında. Hava üssünde girmediğim yer yoktu, nizamiyedekiler tanır, bekletmezlerdi fazla.
Şimdi gidip “bir” not istesem (karneme 4 gelecekti) verir miydi acaba?
Sanmam. “Onu zamanında düşünecektin evladım” derdi ihtimal, “ben çok söyledim sana!”
İkmalden de gözüm korktu, tutar alengirli şeyler sorar mı? Sorar. Ters köşe yapar mı? Yapar!
YİĞİTLİĞİN ONDA DOKUZU
Ben de gittim Doğu Anadolu’da bir yerlerden dilekçe yolladım, “şu tarihler arasında İstanbul’da bulunamayacağımdan imtihanımın filan yerde yapılması hususunda...”
Başka kalan yokmuş, imtihana tek başıma girdim, fizik hocası solundan mı kalkmış ne, ters ters bakıyor.
-Bu da nereden çıktı ya?
Biz kitabı bitirmiş ilaveler okumuşuz, onlar baştan üç beş bahis işlemiş, yarılamamışlar bile daha.
Soruların hepsini yapabilirdim, geldi dikildi başıma, “yeter bu kadar” dedi, “kâğıdın geçer tamam. Haydi toplan çıkalım, bizim de işimiz gücümüz var!”
Cebir geometride muvaffakiyet hocayla yakinen alakalı. Öyleleri vardır formülleri şiirleştirir, çarpıcı misaller verir, sevdirir çocuğa. Zevk alırsın, sanki çapraz bulmaca.
Vefa Lisesindeki İhsan Hoca gibi mesela. Yandaki sınıfa girerdi, meşin çantasından taşan kitaplarla.
Yazılı notlarını okur, herkes on. Biri dokuz mu aldı “aaa niye evladım? Teneffüste kal da beraber bakalım o mevzua.”
Bazısı da ketumdur, kendi kendine mırıldanıp bir şeyler yazar tahtaya. İçine ağırlık çöker, gözlerin kapanır, tebeşir kayıp da vccczk edince uyanırsın. “Hoca’m o “7” nereden geldi?”
-İkiye böldük ya.
-Neyi böldük Hoca’m niye böldük?
-Geçir defterine, anlarsın sonra!
ÇALMAK AYRII ÇALMAK AYRI!
Biraz daha yerimiz var, fizikten müziğe geçebiliriz rahatlıkla.
Tahsil hayatımız boyunca karşılaştığımız parçaların alayı yabancı, oradan buradan araklama. Mesela sözleri Ali Ulvi Elöve’ye ait olan dağ başını duman almış… “Tre Trallande Jäntor” (Üç şırfıntı) adlı bir İskandinav şarkısından çalınma. Üstelik nerede seslendiriliyor? Alkollü mekânlarda. Bizimkiler “yürütelim arkadaşlar” demiş, İsveçlinin haberi olmaz nasıl olsa...
.jpg)
Vefa Lisesi
Onuncu yıl marşı da, Jean-Jacques Rousseau’ya ait “Le devin du village” (Köyün Kâhini) operasından aparma.
Millî marşımızın bile millî olduğu şüpheli, Maarif vekâleti, Ali Rıfat’ın (Çağatay) “acemaşiran” bestesinde karar kılsa da Batıcılar geriden dolanır iki puan alırlar. Riyaset-i
Cumhur Orkestrası Şefi Osman Zeki (Üngör) dumanlı bir balo akşamı pazarlayıverir haziruna. “Tamam bu olsun!”
Şak şak şak, yaşa! İşte bu kadaaaar!
Bursalı Dr. Osman Şevki müzikten anlayan bir mebustur. “Bu beste kesinlikle özgün değil” der, “Karmen Silva adlı bir Alman sokak şarkısından alınma!”
Bırakın bestesini, sözü müziğine oturmayan bir başka millî marş yok dünyada. “...larda yüzen, muuun üstünde, diiir o benim... Pes valla!
DEVEYİ HAVUDUYLA
Cumhuriyetin müzik geçmişi ne yazık ki intihallerle dolu, intihal dediğin telifsiz, teklifsiz çalma, emeği yok sayma. Azerbaycanlıların Bakü’ye giren “İslam Ordusu” için yazdıkları ve İzzeddin Humayi Elçioğlu’nun bestelediği “Kafkasya Dağlarında çiçekler açar” İzmir Marşı oluverir bir anda.
“Hoş gelişler ola Kahraman Enver Paşa”yı da devşirirler pervasızca. Kim itiraz edebilir ki? Tek kale maç yapmaktadırlar o sıra.
Alman mekteplerinde “Şimdi okullu olduk” şarkısını duyarsınız şaşmayın. Parçanın adı “Alle Vögel sind schon da” (Şimdi bütün kuşlar burada). Daha da eşelerseniz Wolfgang Amadeus çıkar karşınıza: “Ah, vaus diraije maman.”
Sadece o değil, Avcı, Yüzük, Sonbahar, Arı, Şakrak Bülbül, Bahar kuşları, Değirmenci gibi onlarcası Almancadan; Topaç, Kelebek gibileri Fransızcadan aktarma.
Tek parti devrinde, tek sesli nağmeler “kesinlikle yasaktır” işte onun için birlikte okuturlar. Faşo Benito’nun kara gömleklileri gibi koro kıvamında.
.
Binici Türk'tür gerisi yüktür
9 Ekim 2021 02:00
"Mısır'da binicilik subaylardan sorulurdu, son büyük müsabakayı kazandığımda hem genç hem sivildim hem yeni rejime muhaliftim. Üstelik Türk’tüm ve Osmanlı şehzadesiydim. Nasıl kızmasınlar!"
Siz hiç İTÜ elektroniği bitirip tarih doktorası yapan birini duydunuz mu?
Benim öyle bir arkadaşım var. “Dr. İbrahim Pazan!”
Hem ilmiye sınıfından hem de çok iyi bir gazeteci, ses getirecek haberler yapar. Öyle münakaşayla, mugalatayla uğraşmaz, arşivlerde eşinir, küllenmiş dosyaları çıkarır ortaya. Mesela “Padişah anneleri” kitabı titiz bir çalışma; yer yer “Vay be“ dedirtiyor insana.
Geçen “Gel seni bir yere götüreyim” dedi... Has insanlar ahbabı yürü dedi mi yürür, nereye diye sormazlar. Ah keşke biz de öyle olabilsek, 5N1K’ya bağlamasak.
Efendim Selâheddin Osman Efendi’ye gidiyormuşuz. İbrahim Hoca’m izahat veriyor; “Bilirsin Efendi, Sultan Reşat ve 5. Murad’ın torunu olurlar.”
Kendisi Osmanlı hanedanını yakinen tanır, hizmetlerine koşar, Güney Afrika’dakileri bile arar sorar.
Neyse Beylerbeyi’ne vardık. Sık sık geliyor olmalı ki, bekçi bahçe kapısında görünce koştu, açtı. Belli ki aşina.
.jpg)
İSKENDERİYE’NİN İÇİNDEN
Şehzade Efendi tam umduğum gibi, bizi büyük bir zarafetle karşıladı. Hatta bilgisayarını açtı, resimler üzerinden hatıralara daldı. Söze “1940 İskenderiye doğumluyum” diye başladı “Orada çok güzel günlerimiz geçti. Mısır hanedanından dostlarımız vardı, bize yardımcı olurlardı.
Mesela Ömer Tosun Paşa’nın oğlu Sait Tosun, babamın yakın arkadaşıydı. Eşi Prenses Mahiveş de annemle iyi anlaşırdı. Oğulları Hasen ve Hüseyn akranımdı.
O günlerde tekaüt bir Fransız süvari subayından binicilik dersleri almaya başlamışlardı. Zaten cins cins atları vardı, güzel bakılıyorlardı; seyisler, kâhyalar fır dönüyordu etrafında.
İki kardeş babalarına sormuşlar; “Osman da bizimle ata binmeye gelebilir mi acaba?”
“Tabii ki gelebilir eğer arzu ediyorsa.”
.jpg)
Şehzade Osman Selâheddin (solda) ve Dr. İbrahim Pazan
Yoksa binicilik masraflı bir spor, babamın ne at alacak hâli vardı ne de bakabilirdik ona. Ama ‘Tosun’lar için mesele değildi, İskenderiye’nin sultanıydı âdeta. Sayesinde bol bol ata bindim, hâlâ yâd ederim hayırla.
At öğretmeni Mösyö Jean Delrieux çok disiplinliydi. Hatalarımızı bir defa ikaz eder, iki defa ikaz eder, üçüncüde kırbacı gösterirdi kaşlarını çatarak.
At binicisinin bacakları sağlam olacak derdi. Ders çalışırken, kitap okurken, sohbet ederken iki dizimizin arasında mangır tutardık, sıkacaksın ki düşmesin. Basit gibi geliyor di mi? Ancak insanın ayak bileklerini ve dizlerini fevkalade güçlendiriyor.
Ve bir gün deniz bitti. Önce Majeste Faruk sürgüne gönderildi (1952). Ardından cumhuriyet kuruldu ve hidiv ailesi yerinden yurdundan edildi (953).
VEDAYA GİTMİŞTİK
Demek ki buraya kadar. Biniciliğe nokta koyma zamanı gelmişti.
Fransız öğretmeni ziyarete gittik, üzerimizde emeği vardı ne de olsa.
Babam “Yaptıklarınız için teşekkürler” dedi, “artık arkamızda ‘Tosun’lar yok, bu masrafı karşılayamayız, mecburen binicilikten feragat edeceğiz.”
-Katiyen olmaz! Osman çok kabiliyetli bir çocuk, ne zaman isterse gelsin, benim atlarıma binsin!
1952’den 56’ya kadar böyle devam ettik. Ancak o sene İngiltere ve Fransa, İsrail’i Mısır’a saldırttılar, kendileri barış gücü gibi gelecek, Süveyş Kanalı’nı ele geçireceklerdi.
ABD ve SSCB sert çıkınca geri çekildiler.
O günden sonra Kahire, ülkedeki Birleşik Krallık, Fransa ve İsrail vatandaşlarını ihraç etti. Victoria College’de okuyordum kapatıldı, İngiliz kadro Mısır’dan ayrıldı. Kovulanlar arasında Fransız binicilik öğretmenim de vardı.
Hem okuldan hem atlardan mahrum kalmıştım; ancak16 yaşındaydım ve tanınmış bir biniciydim artık. At sahipleri beni binici olarak çağırırlardı. Sayemde atları şampiyon olur, ün ve şan kazanırlardı. Ben de madalya ve kupaları toplardım.
.jpg)
Mısır’daki yarışlara askerlerden çok katılım vardı ve müsabakanın bir sivil tarafından kazanılmasına hoş bakmazlardı. Hele hele bir Osmanlı Türkü tarafından.
ARAP ATI GİBİ…
1958’de lise bitti ve yüksek tahsil için (finans ve muhasebe) İngiltere’ye gittim.
İngiltere’de de ata bindim lakin müsabık olmadım. Orada çıta daha yukarılardaydı, iri ve uzun bacaklı İngiliz, Alman ve İrlanda atlarıyla yarışırlardı.
Biz Mısır’da Arap atlarına binerdik, bunlar nispeten küçük hayvanlardır, 1,60’ı zor atlarlar. İngiliz atları için sıradandır o irtifa.
Arap atları sevimli ve cana yakındır. Çabuk dost olurlar. Kontrolü kolaydır, çevik ve oyunbazdırlar. İngiliz atları yüksek ve süratlidir, kaptırdı mı gider ama hantaldır, ani hareket yapamazlar. Mesela onlarla cirit ve polo oynayamazsınız. Zaten bir elinizle değnek, tek elle İngiliz atı zapt olunmaz. At senden güçlüdür, zorla güzellik olmaz.
Bazı atlar çılgın ve afacandır, ben ufacık çocuktum, atlardım sırtlarına, çünkü bu kuvvetle alakalı değil. Sizin iyi binici olduğunuzu anlarsa itaat eder. Acemi olduğunuzu hissederse damarınıza basar.
Başarılı atlayışlar yapınca şeker ve havuç verirdim, şevkleri artar.
Bir hafta gitmesem özlerdim, onlar da beni tanır, sevindiklerini belli ederlerdi açıkça.

Şehzade Osman Selâheddin bir resmî müsabakada junior kupasını kazandığında 13 yaşına basmamıştır daha.
HESAP KİTAP İŞİ
Mânia atlatacak binicinin mesafeyi çok iyi kestirmesi gerek. Bu hendeği atladım, öbürüne kaç adımda varırım? O esnada atın hangi ayağının önde olması lazım. Eğer sen, sol ayak öndeyken sağa döndürürsen tekerler ve hiç hoşlanmaz. Onu çevirip sağ ayağını öne süreceksin. Bütün mesele mesafe ve adım okumakta, yoksa hız o kadar önemli değil. Bu yüzden parkuru yayan yürür, ezberlerdik âdeta.
Bunları göz ardı edersen altındaki at çok da iyi olsa kazanamazsın.
Bazen hayvanın gözü kesmez ya da yanlış ayakla gelmiştir mânianın önünde durur, çakılır bir anda. Eğer o esnada eyerden kalktıysanız çevik de olsanız işe yaramaz.
Gerçi bu işte uçmayan düşmeyen yoktur, benim de defalarca kolum, kaburgalarım kırıldı. Yeter ki, ayakların takılmasın, felaket olur yoksa. Bu yüzden biz üzengiye parmaklarımızla basarız, topuğuna kadar geçirenleri görmüyor muyum; “Allah muhafaza!”
.jpg)
Osman Selâheddin Efendi birçok millî ve beynelmilel müsabakaya katılır, seyircilerden büyük alkış alır.
AT BİNİCİSİNE GÖRE
İyi at acemi biniciyi anlar, onunla oynar, zor duruma sokar.
Benim en muvaffak olduğum hayvan Pomponette idi. Beyaz renkli Jüliet’le de iyi anlaşırdık sonra.
Arapların adları ise Mağleş, Süheyl, Zarif’ti. Süheyl adı gibi sehl sahibi, Zarif hakikaten zarifti.
En son kazandığım atın adı Mig’di. USSR savaş uçağı! Demek Abdünnasır, yönetimi ele geçirmiş o sıra.
Bir arkadaşım vardı (Hammad) müthiş biniciydi. Bir ayağı bir atta, diğeri öbür atta; mânia atlardı korkusuzca. Yan yana koşarken bakarsın yok, atın altından geçer, öbür taraftan çıkar.
Benim iyi olduğum senelerde askerî rejim vardı, binicilerin bir kısmı üniformalıydı hatta.
Subaylar seçme atlara binerlerdi. Ama büyük müsabakayı ben kazandım. Çok bozuldular. Çünkü hem genç hem sivildim hem de yeni rejime destek vermezdim. Üstelik
Türk’tüm ve Osmanlı şehzadesiydim. Nasıl kızmasınlar!
.jpg)
ASİTANE HASRETİ
Şehzade Osman’ın babası Ali Vâsıb Efendi Mekteb-i Sultani (Galatasaray) ve Harbiye mezunudur. Piyade üsteğmeni olarak vazife yaparken saltanat lağvedilir, hanedan üyeleri apar topar Sirkeci’den trene bindirilir, sürgüne gönderilir (1924). Bilahare evleneceği Emine Mukbile Sultan’da aynı yolun çilesini çekenlerdendir.
Bir süre Budapeşte’de kalır. Viyana, Nice derken İskenderiye’ye yerleşir (1935). Gün gelir ‘Hanedan Reisi’ olur (1977) ve Mısır’da vefat eder (1983).
Şehzade Ali Vâsıb Efendi kalem ehlidir, yaşadıklarını yazar. Bu eser oğlu tarafından kitaplaştırılacak. “Bir Şehzadenin Hatıratı - Vatan ve Menfada Gördüklerim ve İşittiklerim” ismiyle yayımlanacaktır daha sonra.
Osman Selâheddin Efendi, yurda dönüş izni çıktığında (1974) çok heyecanlanır, içi içine sığmaz. İlk işi turist olarak gelip vatanını gezmek olur, emekliye ayrılınca İstanbul’a yerleşir büyük bir huzurla.
Artık Beylerbeyi eşrafından diyebilirsiniz ona.
.
Şasici Ahmet Usta: Araca baktım mı röntgenini çekerim
16 Ekim 2021 02:00
Gençtim, içim kıpır kıpırdı, memlekete faydam dokunsun istiyordum, “Boğulacaksam da büyük suda boğulayım” dedim, İstanbul’a geldim...
Otomobilciler iyi bilir. Şasi dendi mi akla gelen isimlerden biri Şasici Ahmet Usta’dır! İnişli çıkışlı bir hayatı var, bakın neler anlatıyor okuyucularımıza:
Tokatlıyım. Çok istedim ama okuma imkânım olmadı. Turhal’da Şasici Mehmet Usta’nın yanında çıraklığa başladım.
Yıl 1978, yaş 14-15 daha.
Bize daha ziyade kamyoncular gelirdi, şasileri uzatıp ilave dingil takardık. İşi çabuk kaptım kalfa oldum fakat Turhal dar geldi bana. Yenilikleri takip etme imkânı yoktu, hep alışıldık işler; şasi, dingil, kaynak... Burada ne olabilirdim ki başka?
Hâlbuki gençtim kanım kaynıyordu, işten yorulmuyordum, bilgiye açtım, yeniliğe açıktım, çok şey yapabilirdim İstanbul’da.
Ustam gitme diye yalvarsa da gemileri yakıp çıktım yola. Cebimde 200 liram vardı, 60’ını otobüse verdim, kaldı mı 140 lira. Büyükşehre gidiyordum, bildiğin macera.
10-15 gün dolanacak, İstanbul’da tutturamazsam yürüyerek dönecektim; İzmit, Sakarya, Bursa... İş bulduğum yerde kalacaktım, artık neresi olursa.
Halamın oğlu Rüştü (Allah rahmet eylesin) Zeytinburnu’nda kaportacılık yapardı. Tuttu beni Coşkun Usta’ya götürdü. “Al sana bir şasici” dedi o kadar, tulumu giyip başladım ertesi sabah.

SİZ GÜLÜN BAKALIM
Önceleri tutuktum, çünkü küçük arabalara alışamamıştım daha. Bir de lisanımda şive vardı, taklit ediyor, alaya alıyorlardı, kah kah kahkaha!
İçimden “Siz gülün bakalım” diyordum, bir gün gelip akıl fikir soracaksınız, düğme ilikleyeceksiniz yanımda.
Olay ne biliyor musunuz? Hangi işi yaparsan yap zevkle yap, yemeyi içmeyi, giymeyi kuşanmayı, gezmeyi dolaşmayı sevdiğin gibi mesleğini de sev. O zaman önünde kimse duramaz. Minibüse iki lira vermemek için akşamları Cevizlibağ’dan Beyazıt’a kadar (Ablamın yanında kalıyordum) yayan gidiyordum fakat keyfim yerindeydi, çok şey öğrenmiştim kısa zamanda.
Memlekette onarım diye bir şey yoktu, servisleri tamire ikna eden biz olduk ilk defa. İnceliyor, çözüyor, yapıyorduk. Yerine göre bir mil, bir perçin, bir conta ile kurtuluyordu koca parça. Yazıktı, dövizler gitmesindi boşa.
Zor diye bir şey yok, uğraşırsan aşarsın. Bunu yapan insan değil mi? / Evet.
E biz de yaparız, o zaman.
PATRONUN SAĞ KOLU
Derken işi iyice kaptım, çözümler üretmeye başladım, arkadaşlara şevk veriyor, sevk ediyordum sağa sola..
Müşteriler beni Coşkun Usta sanmaya başladılar hatta. O da bozuntuya vermez, keyifle seyrederdi kenarda. Usta nerede diye soranlara, beni gösterirdi “İşte bak orada!”
Birlikte on sene çalıştık, bana hem sanat öğretti hem de mesuliyet verdi. Hâlâ arar sorarım, büyük saygım var ona.
Bir gün “Ben bu işi bırakacağım evlat” dedi “Çekileceğim artık.” Sektöre aşinaydım, müesseseyi korkmadan devraldım.
Genel Müdürlükte120 kişi çalışıyordu. Daha iyi hizmet verebilmek için Topkapı, Maslak, Beylikdüzü ve Ümraniye’ye dağıldık, bildiğin bayilik ağı... Şimdi bizimle çalışmak isteyen çok ama işi ehline veriyoruz, milyon da dökse işi bilmeyen tabelamızı asamaz asla. Çok da sıkı takip ediyorum; hepsi bilir ki, Ahmet Usta şu an ekran başındadır, kesin bakar o dosyaya!
BAYRAK AS GELEYİM
Bir Avrupa firması işimizle alakalı cihazlar üretmiş. “Buyurun sizi İtalya’ya götürelim” dediler, “Gezdirelim, dolaştıralım tesisimizi tanıtalım.”
“Olmaz” dedim, para da vereceksiniz ayrıca. Benim gelmem size reklam.
-Bir konuşalım.
Konuştular, “Peki tamam!”
“Ayrıca” dedim “o hafta boyunca fabrikada bayrağımız dalgalanacak!”
-Bu mümkün değil ama.
-Ya sen sor patronuna.
Sordular “Mahzuru yok” demiş. Bir hafta kurs gördük nazlı hilalin altında.

Ahmet Usta, TİA dershanelerinde kurs verdiği Bulgar talebelerle bir arada.
PARÇA ARTIYORSA...
Eski şasiler arabanın altında tren rayı gibi uzanırdı, günümüzde ise ana kasada. Bir nevi iskelet diyelim, ön takım ve arka mekaniğin bağlandığı yerler bizim alanımızda. Şasin sağlamsa korkma ama sıkıntılıysa araba gezer, kafa sallar, olmadık işler açar başına.
Evden gelirken otobandaki arabalar gözüme batıyor, yok şunun kapısı oturmamış, yok bunun gönyesi kaçık, şanzıman dağıtanlar, şaftı kayanlar. Cihaza gerek yok. Usta dediğin baktı mı anlar.
Arabanızı ucuz yaptırmak için herkese emanet etmeyin. Vasıta fabrika değerlerine getirilmezse dertler artar. Ağır hasarlı bir vasıtayı 40 metrekarelik dükkânda hizaya sokamazsınız. Artık zincirlerin çektirmelerin devri geçti, cihaza yatırım yapacak, milimetrik çalışacaksın. Çok sorulur, “Düzeltirken ısıtıyor musunuz!” Isıl işlem görecek parça var, görmeyecek parça var. Kaynak da ısı değil mi sonunda? Kalfa dediğin, söktüğü parçaları sıraya dizmeli, yanlarına yazmalı icabında. Öyle türkü çığırarak montajlarsan bir sürü malzeme kalır avucunda.
-Bunlar ne?
-Arttı be Usta.
SEN MİSİN YOKSA?
Memleketin önemli bakanlarından birini ziyaret etmiştik. Herkes adını söyledi ben de “Ahmet” dedim.
-Mesleğiniz?
-Şasiciyim.
Adam ayağa kalktı “Aaaa Şasici Ahmet misin yoksa? Sen bizden bile ünlüsün piyasada.
-Yoo sadece işimi seviyorum o kadar.
Bir adam gece ses duysa doğru camı açar, arabasına bakar. İyi de abi belki de hanımın düştü mutfakta? Demek otomobile daha fazla değer veriliyor.
Eğer bize destek olmazsanız yarın usta bulamayacaksınız haberiniz ola!
.jpg)
TUTMAYIN YAKACAM!
Bazıları gelir, çok dolaştırmış, uğraştırmışlar. Arabadan bıkmış usanmış; “Yok abi ben bunu yakacam sonunda!”
Meseleyi çözeriz, nasıl rahatlar anlatamam. Müşteriyi dinlemek lazım, biz birlikte biner test ederiz yolda.
Geçen birisi antika bir Amerikan almış. Fiyatı makul yalnız sekseni geçince altta bir takırtı kopuyor ki sorma.
Usta çarşıdaki tıfılları topluyor bindiriyor arabaya, camlardan sarkıyorlar. Çocuklardan biri soruyor “Kesildi mi usta?”
-Evet kesildi. N’aptın orada?
-Hiiiç anteni tuttum. Araba hızlanınca tavana vurmaya başladı da.
Bir başka vilayete araba yollamıştık şikâyet geldi, “Ses var”. Götürdükleri usta diferansiyelini söküp bize göndermeye kalktı hatta. Açtım telefonu “Şunun altından birkaç resim çekip yollasana!”
Baktım keçelerden yağ kaçırıyor, diferansiyelin yağını tamamlasa düzelecek oysa. İyi de tapanın yerini bilmiyor daha.
Yürür aksamla alakalı ne varsa bizim işimiz, bilirkişilik de yapıyoruz ayrıca.
DÜN NEYSEK OYUZ
Geçen kapının önünü süpürüyorum. Biri geldi “Ahmet Usta’yı arıyorum.”
-Buyurun benim.
-Kendisiyle görüşecektim.
-Buyurun dedim ya.
-Yaa dalga geçme adamla!
-Çıkın yukarı, ikinci kat sağdaki oda.
Ben de arkasından çıktım, geçtim oturdum koltuğa. “Buyurun sizi dinliyorum”
-Özür dilerim Usta, kusura bakma.
-Dükkân süpürüyoruz, ne var bunda?
-Bende ne adresiniz ne telefonunuz var, kime sorsam gösteriyor, taa Kartal’dan buraya geldim sora sora. Yani bu kadar meşhur biri... Elinde fırçayla...

MİLLET DE SANIYOR Kİ
Bir gün ticari arabayla yanaşıyorum, kaldırımda makara yapan gençlerden biri TİA logosunu görünce laf attı. “Abi bu Şasici Ahmet’in arabası mı?”
-Evet.
-Ulen ne para var biliyon mu bu adamda. Kim bilir nerededir şimdi, yatlarda katlarda...
Hâlbuki parça peşinde dolanıyorum, kan ter içindeyim, üstüm başım toz toprak.
Bazen araba bakmaya gidince tanışırız.
-Yok canım daha neler, koskoca Ahmet Usta gelip de araba mı bakar?
-Bizzat kendisiyim orijinal.
-Çıkması bile uğramaz buraya!
Hâlen kırk tane sigorta şirketine, onlarca yetkili servise hizmet veriyoruz ve her geçen gün talep artıyor.
Sen işini düzgün yap, arayıp buluyorlar.
KARA DELİK YEDEK PARÇA
Ahmet Usta memleket için çile çeken, çare düşünen bir insan. Mesela yedek parçalara giden dövizi hazmedemiyor. Düşünün bir direksiyon kutusu 40 bin lira. Yedieminde çürüyen arabalarda kim bilir kaç 40 bin yatıyor, bunlar ekonomiye kazandırılabilmiş olsa var ya... Hurdalar da işe yarar, mesela iki traversten bir takım çıkarabilirsiniz rahatlıkla. Devir iktisat devri. Harca harca nereye kadar?

EĞİTİM ŞART
Şasici Ahmet Usta tahsil yapamamış, bu yüzden talebeler kapısını çaldı mı içinin yağı eriyor. Elindeki bütün imkânları sunuyor onlara. Geçen Sofya’dan gelen sanat okulu öğrencileri ile karşılaştık, yedirmiş içirmiş, dolaştırmış, Bulgaristan’da göremeyecekleri cihazlarla tanıştırmış.
Liseli gençler (Zeytinburnu Şehitler Bilim ve Sanat Merkezi) elektrikli araba yapmaya (Mostra) kalkınca yine onu bulmuşlar, fikir vermiş, malzeme sağlamış. Çocukların arkasında TBMM, TÜBİTAK, Yıldız Teknik, Sivil Havacılık ve İstanbul MEB gibi önemli kurumlar var ama aradıkları Ahmet Usta’da.
“Sen geç bakayım kaynağın başına. Sen taşlamaya, sen montaja, sen boya ve cilaya!” Tık tık tık çıkıvermiş bir buçuk ayda.
Şaka değil bu ödüllü bir vasıta. 80 kuruşluk sarfiyatla 60 kilometre gidebiliyor. Acaba başarabilecek miyiz korkusunu yendiler ya, o bile yeter çocuklara. Ahmet Usta bu vesileyle girdiği Yıldız Teknik’teki cihazlara hayran kalmış. “Değil otomobil” diyor “uzay mekiği üretilir orada
.
Mazisini arayan belde Arapgir
17 Ekim 2021 02:00
Bir zamanlar nüfusu 50 bine yaklaşan meşhuur Arapgir, evladını evde tutmaya çalışıyor.
Sultan Melikşah Anadolu seferine Kutalmış oğlu Süleyman Şahı memur eder. İşi ehline derler ya, olamaz denilen şeyleri yapar, İznik ve İzmit'e ulaşır bir anda.
Doğu Anadolu'nun en güçlü şehirlerinden biri de Daskuza'dır. Sarp bir kalesi vardır, çok zorlanırlar. Komutanlardan Cihanşah, Cihangir denilen mevkide şehit olur. Arap Mehmed ise 40 cengaveri ile su yolundan içeri girer. İşte bu yüzden Arapgir derler ona
Arapgir, "Türküdhul" gibi bir şey, doğrusunu Allah bilir mutlaka.
Zaten İlerleyen günlerde Daskuza da Taşgözü'ne döner, hisar da "Narin Kale" diye ünlenir civarda.
Kâh Mamurat’ul Aziz’e, kâh Malatya’ya bağlanan Arapgir; Eğin, Ağın, Pertek, Çemişgezek, Divriği, Harput ile iç içedir. Aşağı yukarı aynı zerafette insanlarla karşılaşırsınız ve mimari eserler dikkat çeker ilk bakışta.
1312 (1894) tarihli salnâmeye göre Arapgir'de 29 mahalle, 88 köy, 415 dükkân, 35 cami, 38 mektep, 4 medrese, 11 kilise, 4 hamam, takriben 9 bin bahçe, 36 değirmen ve fabrika bulunur. Nüfuz ezici ekseriyetle Müslüman.
İpek yolunun işlediği tarihlerde parlak bir kasabadır. İlhanlı ve Danişmentliler tüccara kolaylık sağlar. Osmanlı ona keza.
.jpg)
DUT, PEKMEZ, BASTUK
Mâlum bir yerde dut çoksa, pekmez küplerden taşar, pestil, bastuk, cevizli sucuk yaparlar.
Ama piyasaya asıl yön veren ipekçilik olacak tezgahlar takırdayacaktır leyl-i vennehar.
Asrın başlarında Arapgir; Erzincan, Elaziz ve Malatya'dan geri kalmaz. Çarşılar kıpır kıpırdır, renkler kokular... Deveci Han sarılıdır dükkanlarla.
Arapgir işi manusalar (ipek pamuk karışımı bir kumaş) pek itibarlıdır, Avrupa'da kapışılırlar.
Arapgirliler Basra, Bağdat, Diyarbakır, Harput yoluyla gelen baharatı alır, Erzincan, Erzurum, Giresun, Trabzon'a satar. Yine Beyrut, Halep, Ayntap'tan gelen sabun ve zeytinyağı buradan dağılır civara.
Ne zaman ki Demiryolu başka bir hattan geçer Arapgir kuytuda kalır, artık hayvan kervan devri de değildir göç vermeye başlar. Esnaf haliyle ayakların çok dolaştığı yerlere kayar.
Hele devlet dokumacılığa girince sanatkar pes eder, canım tezgâhlar göz göre göre heba olur, kırar atarlar odunluğa...
.jpg)
REYHAN ŞERBETİ
İşte o durgunluk devam ediyor hâlâ. Garip bir sessizlik, o muhteşem konakların eşiklerinde ot bitmiş, doğramaları çürüyor. Dükkanların kepenkleri pas içinde, en son müşterisini ne zaman karşıladı acaba?
Şimdi ağır kamil bir yaşlı bulmalı ki bize eskileri anlatsın.
Gel seni Asım Amca'ya götürelim diyorlar. Zili çalmıyorlar bile bahçe kapısı ardına kadar açık, girip sedirlere oturuyorlar.
Ev bildiğiniz müze, siniler semaverler, mangallar. Eski ütüler, el aletleri, radyolar. Mutfak malzemeleri serapa... Beş nesil geriye gidiyorsunuz burada.
Asım Amcamız çocukken bile yeni oyuncaklara bakmazmış, onun gözü topaçlarda, kaynana zırıltılarında, sapanlarda...
Bahçe alabildiğine uzanıyor, dallar çıngıl çıngıl meyva... Nasıl kavun, salatalık kokusu, "yemek serbest" diyor, "girin, dalın, sormayın bana!"
Domates biber patlıcan, hepsi var ne ararsan. Taraçalarda kayısı ve dut sergileri ile pekmez tepsileri yan yana.
Bu havalide pekmezi kaynattıktan sonra güneşe bırakıyor, suyunu uçuruyorlar öğlen sıcağıyla. Mübarek zamk gibi oluyor adeta.
Asım Amca reyhandan mamul nefis bir şerbet sunuyor. Muhteşem bir lezzet tanıtılmalı mutlaka.
Kühne üzümünün de tescilini almışlar, mor reyhan ve tandır kebabından sonra.

Sadece mor reyhan, kühne üzümü değil her mevsim meyve var dallarda.
ÇEK İKİ KURU AZ PİLAV!
Efendim Asım amcanın babası lokanta çalıştırıyormuş. "Eh baban aşçıysa sana da yamaklık düşer" diyor. "Seviyorsan yormaz ama... Yoksa sabahın seherinde dükkan aç, temizlik yap, patates soy, soğan doğra, masa sil, bulaşık yıka. Sonu yok nefes bile alamazsın bir daha. O zamanlar da Arapgir nasıl kalabalık," öğlenleri müşteriye yetişemiyoruz. Alayı birden geliyor, hepsi de gözüne bakıyor, pilav getir, tatlılardan ne var, ilave çorba. Servis açmak yemekleri saymak maharettir, bilseniz ne incelikleri var.
-Peki iyi bir yemek için?
-Bir kere etin ve sebzen güzel olacak. Acele etmeyeceksin, kısık ateşte ve sabırla... Biz yemekleri odun ocağında pişirirdik, kuzine gibi dört beş tencere koyarsın üstüne. Elbette meşe odunu ve bakır tencere. Maltız ateşinden de vaz geçmedik, çömlekte pişiriyoruz hâlâ.
Derken babam TEK'ten bir tabldot ihalesi aldı. 30-40 teknisyen, başlarında mühendisler var. Köylere elektrik götürüyor, arızalara koşuyorlar. Elektrik Fırat'tan üretiliyor ama önce Tokat'a gidip sonra geri geliyor. Halbuki Keban burnumuzun dibi. 20 km ya var, ya yok arada. Rahmetli Özal "olur mu canım öyle saçmalık" dedi de düzeltti yıllar sonra.
Elektrikçiler bizim yemeklerden bi elektrik aldı herhalde. Kapları sünnetliyor, tertemiz ediyorlar. Elazığ’a gidip tavuk alırdık, eskiden kendimiz kesip yolardık. Güzelce yıkar paklar, kaynatır, soslar hazırlar salardım fırına.
Çocuktum ama Genel Müdür Yrd Ataman Beyle görüşürdüm rahatlıkla.
Bazen teknisyen sabah kahvaltısını yer, tabldotunu alır gider. Akşam sorarsın nerede? "O yok artık" derler "gelmeyecek bi daha!"
İnna lillah!
Ah o enerji nakil hatları! Gencecik yaşlarında.

2005 yılıydı, bir misafir geldi, nasıl bir ezan okudu bayıldım, bir süre kıraat dersi aldım ondan. Derken Malatya’dan bir hattat gezmeye gelmiş, baktı ilgiliyim, kurs açtı, o gün bugün talebesiyim. Hat beni çok rahatlattı, tavsiye ederim bütün dostlara.
GÖZÜM ÇERÇİLİKTEYDİ...
Askerlik yaptıktan sonra daha sıkı çalıştık. Beni bana bıraksalar çerçi olur, köy köy dolanıp eski toplardım. Sadece terekelerden (mevta kalanları) kırk müzelik antika çıkar.
Bu eşyaların hepsi Arapgir havalisinden. Elden geçirip oyalanıyor, rahatlıyorum. Kimseye zevalım zararım dokunmuyor, dil ve göz afetlerinden uzak duruyorum.
Merak işte, bence en basitleri bile çok değerli. Kendim siliyor paklıyorum. Kışın toplaması üç hafta sürüyor, yazın yayması da bir ayımı alıyor.
Paslananları siliyor, gerekenleri yağlıyorum. Çocuk gibi bakıyorum onlara.
Malatya çok istedi ama bu Arapkir’in malzemesi bize yakışır. Benim memleketim değerlendirsin dedim. Bak mesela şu gördüğün divan sinisi 30 kilo, dövme bakır, Müftüzadelerden kalma. Artık ustası da yok, altın döksen yapamazlar.
Yıllardır korudum kolladım, gelenlere anlattım, helal hoş olsun ama yıpranıyoruz zamanla. Bir yer açın diyorum, dizelim heder olmasın. Burada metruk konak çok Safranbolu’yu kırka katlar.
Memleketimiz bir müze kazanır hiç olmazsa.
NERDE O ESKİ....
Eski Arapgir çok güzeldi, eşrafı edepli terbiyeli insanlar. Bak yetmiş yaşındayım, küfürlü bir söz duymadım çarşıda. Köklü bir belde, yedirmeyi içirmeyi severler, muhabbetleri tatlıdır sonra.
Biz pek okumadık ama çok dinledik. Sözlü kültür çok güçlüdür buralarda.
Özlüyoruz, çocuklarımızı da öyle yaşatmak istiyoruz. Lâkin gençlerin konuşmaları kıyafetleri değişiyor. Liseyi bitiren üniversiteye gidiyor ve ayağı memleketten kesiliyor. İşini ve eşini dışarıda bulan zaten dönmüyor, bırak dönmeyi anasını babasını da alıp götürüyor.
Eski kadınlar çarşıya gitmez, kocasının dükkanına bile girmezdi. Mahalle aralarında esnaf teyzeler olurdu, komşular ne isterse getirir ayaklarına. Şiş, tığ, orlon, makara... Çamaşırını da seçerler rahatlıkla.
Bura merkez gibiydi Pazartesi ve Cumaları çok kalabalık olur. Eğin ve Ağının köyleri oluk oluk akar.
Vilayet hakkıydı ama İnönü söz verdi yapmadı, boşuna oyaladı.
Şimdi esnafın da bir hususiyeti kalmadı, büyük marketler geldi, paketli markalı ürünler dizildi raflara. Biliyor musun bu raf ömrü bizi de bitirecek sonunda.
Eskiden Arapgir’e giren iki şeyle karşılaşırdı. Kekik kokusu ve mekik takırtısı. Her evde tandır vardı, güzün oturur kışlık ekmek yaparlardı. Tandırın dumanı taa uzaklara gider, ve çok nefis kokar.
Şimdi ne ekmekler, ekmek ne buğdaylar buğday. Bir sürü katkı şekeriniz yükseliyor boşuna.
HAT VE KIRAAT
2005 yılıydı bir misafir geldi, nasıl ezan okudu bayıldım, bir süre kıraat dersi aldım ondan. Derken hat hocam Malatya'dan gezmeye gelmiş, baktı ilgiliyim kurs açtı, o gün bugün talebesiyim. Hattatlık beni çok rahatlattı, inanın şiddetle tavsiye ederim dostlara.

GİZLİ KANYON
Eski Şehir, Kozluk Vadisi ve Göz Vadisini içine alan Kayaarası Kanyonu neredeyse 40 km. Eğin’deki Karanlık Kanyonu’nu da kattın mı al sana muhteşem bir Milli Park.
Yeni ilçe merkezi betonlaşma ile boğuşuyor. Yazın kurudu sarardı diyelim, 5 km iniyorsunuz Eski Şehirde dereler şırıl şırıl. Pınarları nasıl güçlü, düşünün Fırat'ı besliyor.

Asım Usta evini gezenlerden ücret istemiyor, izzet ve ikramda bulunuyor ayrıca.
BİLABEDEL
Asım Usta maaşının yarısını faturalara yatıran bir BAĞKUR emeklisi ama evini gezenlerden ücret istemiyor asla, izzet ikramda bulunuyor ayrıca.
.
Kayısının başkentine hoşgeldiniz
23 Ekim 2021 02:00
Köklü tarih, dallardan taşan bereket, emsalsiz sofra… Giden yine geliyor, pişman olmuyor asla.
Abi ne Malatya imiş ya, 4 gün gezdik 8 sayfalık iş çıktı. Bir gün yemek kültürünü verdik, birer gün fotoğraf makineleri ve radyo müzelerini, bir gün Yeşilyurt, bir gün Battalgazi. Eh birer gün Darende ile Arapgir’i.
Öyle sündürme mevzular da değil, dolu dolu malzeme, bir kısmını kullanamıyorsunuz içinizde kalıyor hatta. Demek on gün kalsak bir ay yazacağız. Kim bilir bilmediğimiz görmediğimiz neler var daha?
Neyse bugün şöyle toparlama yapıp bitirelim, Genel Yayın Müdürüne yağ çekiyor diyecekler yoksa. (İsmail Kapan Ağabey’imiz has Malatyalıdır bu arada)
Malatya deyince ilk akla gelen şey kayısı. Gittiğimiz mevsim müsaitti katıldık hasada. Dallar iri iri meyvelerle donanmış, ağırlıktan eğilmiş kırılacaklar. Gözün alabildiğine bahçe, belli bir süre içinde toplanması gerek, dökülür berelenir yoksa. İyi de bunca ağaca nasıl yetişilir acaba?

Burada Güneydoğulu ve Suriyeli kardeşlerimiz devreye giriyor, yardımcı oluyorlar.
Ücretler makul. Ne az, ne fazla. Bir evden üç beş kişi yevmiye alınca yekûn tutuyor, zahmete değiyor.
Malatya kayısısı hoş kokulu ve kütür kütür oluyor ilk toplandığında. Kurusu ayrı bir lezzet, ezmesi, reçeli ne yapsan yakışıyor. Fırına attıkları tereyağlı tatlılar on numara. Hatta döner gibi çevirip ince ince kesiyorlar satırla.
Ben bilmezdim ete de yakışıyormuş, bilhassa kavurmaya.
Çekirdekleri çerez olarak da yiyor, kavurup kurabiyelere de katıyorlar.

NAN GİBİ AKLIMDASIN
Darende yolu üzerinde Kozluca’da ufak bir mola veriyoruz. Nasıl ekmek kokusu dışarılara taşıyor. Gayri ihtiyari giriyoruz fırına. Erol ve Orhan kardeşler “Abi oturun bir nefeslenin” diyor, önümüze birer lahmacun koyuyorlar, kırılmasınlar diye yiyip gideceğiz güya. Kameraman Taha kardeşimiz ciddi bir gurmedir “bugüne kadar yediğim en iyi lahmacun” diyor, “7-8 tane götürebilirim rahatlıkla.”
Harcında soğan yok, hafif bir sarımsak kokusu geliyor o kadar, hamuru çok özel ve çıtırlığı kıvamında. Fırında meşe közleri görünüyor, eh odun bile seçme olunca...
Aslında burası ekmek fırınıymış, o gün kendileri için beş on lahmacun yapmışlar, gelen giden olmuş, yemiş, beğenmiş ve ısrarla istemişler o günden sonra.
Bizim ekmeklerimiz bayatlamaz diyorlar: Çünkü kendi mayamızı kullanıyor, hamuru bekletiyoruz. Yavaş pişiriyor, yakmıyor, kurutmuyoruz. Bize büyüklerimiz onu öğretti, acele yok, fırıncı sabırlı olacak.
Sakin çalışacaksın bir, severek yapacaksın iki. Kalite ortada.

NE KANYONMUŞ
Akçadağ Levent Vadisi dünyanın en büyük kanyonlarından biri. Mütehassıslar ona 65 milyon yıl ömür biçiyor, mağaraları ve kabaran kayaları heyecanla inceliyorlar. Gelen misafirler seyir terasında kartallarla aynı hizada, nasıl av aradıklarını izliyorlar merakla.
Zemin şeffaf cam, kırılmayacağını biliyorsunuz ama yine de basmak yürek istiyor. Eh yamaç salıncağı, trambolin ve zipline deli-kanlı işi, bizi aşar. Cam köprü de kesin iç ürpertici olacak.

RENK SES KOKU
Malatya çarşılarında kesif bir duman var, kalaycılarla, kebapçılarınki birbirine karışıyor. Kelle tütsüleyenler, kızgın yağa halka tatlısı atanlar, kuru yemiş kavuranlar, baharatçılar… Koku kısmı tamam. Renkleri de mor reyhan ve kayısıya havale etmişler. Allı morlu günkuruları ve limon renkli sarartmalar. Sesi ise bakırcıların ritmik darbeleri tamamlıyor, çınçın da çın çın, onlarca sanatkâr kazan dövüyor. Sanki muhabbet ediyorlar şifreli vuruşlarla.

İSPENDERE KAPLICALARI
Dağ sevene dağ, su sevene su. Battalgazi hudutlarındaki İspendere Kaplıcaları muhteşem bir tesis. Burada hem hamam keyfi yapacak, hem de maden suyu içebileceksiniz doya doya. Ekipten taş sancısı çeken bir arkadaşımız vardı, aldı rahatladı. O kadarını beklemiyordum, yalanı yok ya. İçmecelerin böbrek şikâyetlerine iyi geldiği asırlardır biliniyor, ancak Battalgazi Bld. Bşk. Osman Güder bir rapor hazırlatmış. Hıfzıssıha Kurulunun Sağlık Bakanlığı nezdinde yaptığı araştırmalara göre; sadece böbrek üzerinde değil, (taşıdığı bikarbonat ile) sindirim sistemi üzerinde de faydalı olduğu çıkmış ortaya. Safra kesesi taşına, cilt hastalıklarına, solunum yollarına… Hiçbir sıkıntısı olmayanlar da gelebilir, banyolar, hamamlar, havuzlar keyifli, yeşil, sakin tam kafa dinlenecek mekân. Aklınızda olsun yazın bir kenara.
.jpg)
AŞİNA ÇEHRELER
Malatya müze zengini bir ilimiz, her mevzuya el atmış ve zenginleştirmişler zamanla. Şehir müzesinde ünlü simalar ile karşılaşıyorsunuz. Kemal Sunal ve Rahmetli Turgut Özal gibi mesela.

USTALIK İMAMEDE...
Malatya hanlarında birçok antika tesbihçi var, o sıra bir kehribar tıraşlayan Cebrail Usta ile konuşuyoruz. Bize bir tesbihin yapım safhalarını anlatıyor, beyzi, badem, armudi, arpa kesim ve küre tanelerden söz açıyor. Ona göre “işin başı sevmek ve sabretmek” imame üzerine aynı malzemeden halkalar bırakabilmek ince bir sanat. Zaten ustalık imamade ve hitamede belli oluyormuş, gerisi tane o şekli her sanatkâr verebilir kolayca. Tezgâhtan bir tesbih alıp uzatıyorum. “Şununla bir resminizi çekebilir miyim acaba?” “Olmaz ama” diyor “Onu ben yapmadım ki, arkadaşıma ne derim sonra?
.
Yağmurdan kaçarken şelaleye tutulduk
30 Ekim 2021 02:00
Ordu’nun iki bine yakın deresi, üç yüzü aşkın şelalesi var, bu rakamlar artabilir, say say bitmiyor zira...
Eskiden “su akar Türk bakar” derlerdi, şimdi Türk suyu kullanıyor. Hatta fazla kullanıyor. Sondaj vura vura gölleri kuruttu, dereler can çekişiyor.
Ordu için henüz bir tehlike mevzubahis değil, çünkü zemin zırıl zırıl çamur, üç adımda papuçlar ıslanıyor.
Havalinin şelaleleri serptikleri serinlikle müsekkin gibi rahatlatıyor. Hani ufak tefek de değiller, iki sigara içimlik yoldan uğultuları geliyor.
Eskiden daha da güçlü ve hırçınlarmış, yataklarına sığmaz, bendini çiğner aşarlarmış.
Kafası akçeli işlere çalışanlar, hemen hesaba başlıyor: Şuraya iki türbin atılsa, kablolar takılsa, öyle ya elektriğin kilovatsaati para!
Birileri de “Aman aman aman” diyorlar “elleme dağınık kalsın, çevre elden gidiyor, astarı yüzünü aşıyor sonra!”
Biliyor musunuz bunlar hep paşa keyfimizden, 5’inci kattan, 4’e inmek için B-3’ten asansör çağırıyoruz, çünkü gözümüz telefonlarımızda. 20-25 basamak inersek incilerimiz dökülür, nasıl obez olacağız sonra?
Klimalar gereksiz üflüyor, lambalar boşuna yanıyor, bilgisayarlar açık gün gece boyunca.

HEPSİ BULUNACAK
Peki şelaleden para kazanmanın başka bi yolu yok mu? Turizm gibi mesela. Gelen misafir üç beş çağlayan göreyim dese şehirde iki gün konaklaması gerekiyor. Şelalelerin bir kısmına fındık bahçeleri arasından iniliyor, dik ve kaygan patikalar heyecan veriyor ayrıca.
Karadeniz malûm rutubetli, kayalar yosun tutmuş, otlar belinize geliyor, sağın solun çiçek, renkler cümbüş, kokular baş döndürüyor.
Bunlar nasıl dağ ya? Doruklarından ırmaklar dökülüyor aşağıya. Akıl alası değil, kayalar su ambarı mı yoksa?
Çoğu şelalenin bir değirmen de oluyor yanında. Umumiyetle boş, kimse beklemiyor başında. Havalide oturanlar alışkın edalarla gelip demiri kaldırıyor, suya yol veriyor. Manivelaları sağa sola çevirerek taşın hızını ve unun inceliğini ayarlıyorlar.
Değirmen içlerine ufak bir sac soba, üç beş dal odun bırakmışlar. Olur ya kar, tipi bastırır, ya da gece kalakaldınız diyelim dağ başında.
Su değirmeninin en büyük hususiyeti ısınmaması. Tahılı serin tutuyor, yakıp kül etmiyor. Bu yüzden bu undan yapılan mamuller fevkalade lezzetli oluyor.
Zaten mısırı da tarladan çıkardıkları gibi getirmiyorlar, önce zarlarından arındırıyor, sonra hafifçe kavuruyorlar. Değirmen dönerken mekân kurabiye gibi kokuyor, “yerim seni mısır” dedirtiyor insana.
.jpg)
Gölköylü Muhammed Bey, “Mısır ekmeğinde sadece un tuz ve su var” diyor. Ne yağ, ne maya, ne boya...
YEME DE YANINDA!
Hemen oracıkta bir fırın kurulsa, olmadı bir kuzine yakılsa, hamurlar salınsa... Şöyle sıcak sıcak ekmek, arasına tereyağı. Bal pekmez de olursa ne âlâ. Misafir şelale başında birkaç bardak çay içse, menemen, mıhlama ısmarlasa, fındık, şelek, peştamal alsa, ekonomiye ciddi fayda. Üç beş insanımız iş güç sahibi olur bu arada...
Bunları yazarken korkmuyor da değilim. Kalabalıkla birlikte kirlilik de gelir mi? Ya betonlaşma başlarsa, kontrolden çıkarsa?
Bu tereddüt hepsinin içini kemiriyor. Ama güzellikleri paylaşma arzusu ağır basıyor sonunda. “Gelsin onlar da görsün” diyorlar, “serinlesinler, ferahlasınlar, çaylarını yudumlasınlar.”
Karadenizliler yaylaları yazlıkçılara kaptırdıktan sonra uyanmış. Eskiden sürüler yayılır, kovanlar bırakılırmış yamaçlara. Şimdi asfalt, beton, tuğla... Siren, hoparlör, korna.
.jpg)
KERVAN YOLU
Ordu’nun her yanı şelale ama biz İlküvez’den başlıyoruz fotoğraflamamaya. ODÜ Güzel Sanatlar Fakültesinden Prof. Dr. Mehmet Yılmaz “biliyor musunuz” diyor, “İpek Yolunun kuzey hattı buradan geçerdi zamanında. Yani Ünye - Akkuş arasında ilerleyenler mecburdu şu güzergâha. Bugün bizim adımlarımızı dikkatle seçip attığımız patikalarda kervanlar yürür, kıymetli yükler vurulurdu katırların sırtına. Tarihî köprüler asırlardır kızgın güneşe, dondurucu ayaza, çılgın suya gögüs gerdi, şimdilerde ayak sesine hasretler o başka.”
Ordu’da o kadar çok şelale var ki, bir ekibin tespit edip kayda geçmesi mümkün görünmüyor. Eski Ordu Valisi İrfan Balkanlıoğlu “şelale ihbar hattı” kurmuş. Vatandaş keşfedilmeyenlerin resimlerini ve videolarını merkeze ulaştırmış, çoğunu evantre geçirmeyi başarmışlar. Elbette kıyıda köşede kalanlar da var. Hedef hepsini bulmak, kimbilir belki de rekorlar kitabında yer alacaklar.
.jpg)
GÜNÜN BİRİNDE
Şelalelerin tanınmasında büyük emekleri olan Öğretmen İsa Aydoğdu ise bize halk arasında dolaşan efsanelerden söz açıyor. Mesela Gökçe Gelin o akşam her zamanki gibi sofrasını kuruyor, beyini bekliyor cam kenarında. Vakit geçiyor yok, gece yarılanıyor yok, gün ışıyor yok, yok, yok. Sağa sola koşuyor, adını haykırıyor. Sesi dönüp yine ona geliyor.
Meğer şakiler vurmuş öldürmüş atmışlar bir çukura.
Ertesi gün de beyhude bekliyor. Endişesi büyüyor. Seccadesini serip ellerini açıyor. Sığınıyor Allah’a.
Rivayet bu ya, o böyle hulus-i kalp ile dua ededursun şelale bir iken iki oluyor, ikiyken üç, dört, beş, altı... Günden güne artıyor. Su yedi ayrı duvak gibi tellenip aktığında emr-i hak vaki oluyor ve Gökçe Gelin ayrılığın olmadığı alemde kavuşuyor kocasına. Bunlar aşka, sabra, metanete, sadakate dair hikâyeler, benzerlerini duymuşsunuzdur Anadolu’da.
Malûm, Selçuklu ve Osmanlı tabipleri de su sesinde fayda arar. Kayseri Gevher Nesibe Şifahanesi ve Edirne Bayezid Külliyesi sıkıntılıları ağırlar, hayli tecrübe kazanırlar ruhiyet hususunda...
İlküvez Kurtboğaz mevkiinde bulunan Kapılı Kral Şelalesi ise adını dertli bir hükümdardan alıyor. Hekimler “kara yas, kara pus oturup, hayata küsmenin âlemi yok haşmetlim” diyorlar, “biz şu kayaya bir taht oyalım, oturup dinleyin, umulur ki su sesi iyi gelecek hastalığınıza.”
Dedikleri gibi oluyor, zikrolunan devletlü rahatlıyor, ferahlıyor. Kayadaki tahtı hatıra kalıyor Ordu’ya.
Ama şimdi hangi devir? Hangi hekim? Hangi hükümdar diye sormayın bana, bilsek yazardık di mi ama? İnsanı çıldırtmayın, sıkboğaz etmeyin şurada... Biraz fevri mi oldu?
O kadar da su sesi dinlemiştim oysa.
.
Ordu'nun tepeleri çıksa yukarı çıksa
6 Kasım 2021 02:00
Meralar, menderesler, dipsiz göller, çılgın çağlayanlar. Rabbim bol su bahşetmiş, gözünüz yeşile doyuyor.
Ordu Karadeniz’in en şanslı vilayeti. Çünkü sahil yolu içeriden geçmiş, denizle mesafe koymamış aralarına. İskeleler, tersaneler, kumsallar, balıkçı barınakları ezilmemiş, yerlerinde kalmışlar.
Altınordu, Ünye, Fatsa, Perşembe ve Gülyalı zaten güzelmiş daha da derlenmiş toplanmış, turizmden paylarını almışlar.
Haklarında çok okumuş dinlemişsinizdir, düşmeyelim tekrara.
İyi de Ordu’nun 19 tane kazası var ve 14’ü yukarılarda.
Gelin biz bugün kuytulara gidelim, vuralım yaylalara.
BEREKETLİ TOPRAKLAR
Anadolu’muz yer yer çölleşme tehdidi yaşarken Ordunun toprağı mümbit ve gümrah. Diyelim fakir fukarasın, etrafını şöööle bi kolaçan etsen, bir çanta pazı, ısırgan toplarsın, öğün çıkar icabında.
Isırgan haza deva. Çorbasında mısır fasulye taneleri de oluyor ve biber çok yakışıyor. Başta kanser olmak üzere birçok hastalığa tavsiye ediliyor. Eh, bir ilaç bu kadar lezzetli olabilir anca.
Köylerde su, doğalgaz, ulaşım masrafı yok. Yere dökülen meyveleri kaynatsan küpün pekmezle dolar. Serenderinde mısırın, fındığın, bahçende fasulyen karalahanan vardır nasıl olsa. Bir de inek beslesen yağ, yoğurt, peynir derdin olmaz. Geçinir gidersin karınca kararınca.
Ordu şelale zengini bir ilimiz, çağlayan altı göller fıkır fıkır balık kaynıyor. Akşamdan delikli bir sepet bırak, sabah al götür, at tavaya.
Yöre sığırları semiz ve diri. Çünkü saman küspe bilmiyor otla kekikle besleniyorlar. Bize nefis bir ziyafet çeken kasap kardeşimiz Burhan Efil'e lezzetin sırrını soruyorum, elbette ustalık da var ama bizim etimiz gerçekten çok güzel diyor. Böyle malzeme her aşçıya nasip olmaz.
TÜRK KEŞFİ PATPAT
Karadeniz evleri birbirinden mesafeli, patikalarda bayağı bir terlemeniz gerekiyor. Bu da onları sıhhatli yapıyor, hepsi dal gibi, korkmadan giriyorlar yükün altına.
Yaşlılar da boş duramıyor, oduna çapaya koşuyorlar. Yüzlerinden kan damlıyor, tuttuklarını koparıyorlar evvel Allah.
Eskiden çuvalları merkebe katıra vururlarmış, şimdi her evde bir pat pat arabası, hayvan hakkından kurtulmuşlar. Bağa, bahçeye de patpatla gidiyorlar, düğüne, tombaya da. Patpat mahsul taşıyor, patpat çift sürüyor, patpat ulaşımı hallediyor, elleri ayakları olmuş adeta.
Pat pat yapan sanatkârlar kendilerini geliştirmişler, kapalı kasa, simit direksiyon, damperli vasıta derken 4X4’ünü koymuşlar ortaya.
Bazısının üzerinde Erbakan’ın dizayn ettiği Gümüş (sonra Pancar oldu) motorlar var. Bunlar basit ve uzun ömürlü, kolay kolay arıza çıkarmıyor. 500 kiloyu rahat çekiyor ama 1500 de koysan nazlanmıyor. Tamam kamyonet kadar konforlu değil, lakin onların giremediği yollara giriyor, keçi gibi tırmanıyorlar.
Yerli motorlar yüz güldürücü, Çaybaşı’ndan Ahmet Öztürk Usta, İstanbul'dan, Sinop’tan, Sakarya’dan getirdiği aksama güveniyor, gönül huzuru ile monte ediyor.

AH O GÖÇ OLMASA
Ahmet Hoca ise Diyanetten emekli bir din görevlisi. Yıllarca Mesudiye’de vazife yaptıktan sonra Gölköy'e dönmüş yerleşmiş yaylasına. Boş duramamış, üç beş sığır edinmiş. Derken dostlar yağ yoğurt istemişler, kendini işin içinnde bulmuş bir anda. “Sığırların yediklerinin dörtte üçü kekik” diyor. “Otlarımız mis kokuyor. Kimseye yağımızı alın demedik, talepler patladı gidiyor. Buranın yağını bilen bilir, Fransa’dan bile sipariş geliyor. Şimdi iki kilo yağ isteseniz 60 gün sonraya sıra verebilirim anca. Hemşerilerimiz köyleri terk etti gitti, arazide ne insan kaldı ne hayvan. Evler bel verdi, ahırlar çökmeyi bekliyor. Ben bir köylünün gidip marketten yağ yoğurt yumurta almasını anlayamıyorum. Hele ki bizim gibi otu çiçeği bol olan bir coğrafyada. Başımızda bir şeyler dolaşıyor ya, encamımız hayrola. Halbuki 25 sığırın yılda 10 tane yavrusu olur, değeri 100 bin lirayı geçer rahatlıkla. Peynirin suyundan lor, yağın ayranından çökelek alırız ayrıca. Sütün zerresi zayii olmaz, işe yarar mutlaka.
Medine Teyze’nin yaşı 80, patates söküyor, dolduruyor çuvala. Bahçesine karalahana ve fasulye de ekmiş, yetecek kadarını toplayıp vuruyor ocağa. Dilinde hep şükür, evveli gün gitmiş yaşlılık aylığı ile ilaçlarını almış, kimseye minnet etmemiş, başını eğmemiş, göğsünü gere gere sormuş “borcum kaç lira?”
Gölköy eskiden beri göç veren bir bölge. Sadece İstanbul Bağcılar'da 90 bini aşkınlar. Sancaktepe, Sultanbeyli ve İzmit’i de sayarsan 300 bini buluyor.
Göçküncüler yüzünden ortalık tenhalamış, “değirmen eskiden böyle miydi” diyorlar, “millet geceden girerdi sıraya!”
GÖLKÖY, ULUGÖL
Ulugöl ağaçlar arasına saklanmış şirin bir göl. Suyun üstünü nilüferler sarmış, akça pakça gülümsüyor. Hafta sonları Amasya, Samsun, Tokat, Giresun buraya akıyor. Şirin ahşap evler, kalabalık ailelere bile yetiyor.
Cumartesi Pazar 500 araç giriyormuş, çarp dörtle 2 bin kişi ediyor.
Tesisin teyzesi geçen hafta 750 gözleme yaptım, kollarım koptu diye yakınıyor.
Gölköy Belediye Başkanı Fikri Uludağ’a göre Ulugöl sadece Karadeniz’in değil dünyanın en güzel yerlerinden biri, hele yapraklar kızarıp bozardığında… "Gelenlere bakılırsa ilerleyen yıllarda daha fazla talep göreceği vakıa. O günlere şimdiden hazırlanıyoruz. Evvelce Milli Parktı Büyükşehir Belediyesine devredildi ve biz çok emek verdik ona. 30 hektar alan 100 hektara çıkacak, yürüyüş yolları, spor alanları olacak. Buranın her mevsimi güzel, havası suyu temiz, gıdası doğal. Zaten bu civarda yaşayanlar uzun ömürleri ile tanınırlar. İş kazaları ve meslek hastalıklarını saymazsanız hemşerilerimiz 85’in üzerinde yaşar. İnsanımız çalışkandır, iç içedir tabiatla. Üretmeyi sever, 95 yaşına rağmen motosiklete iş kovalayanlar var aramızda. Betonlaşmaya kesinlikle karşıyız, sadece yöre dokusuna uygun bir otel ve restoran açılacak o kadar. Etrafta şelalelerimiz, meralarımız, kalelerimiz, çivisiz (geçme ahşap) camilerimiz var. Fotoğraf sanatçılara Uluvahta Yaylamıza ve mendereslerimize hayran kalıyor. Objektifi ne tarafa çevirsen manzara. Halkımız yağlı güreşe de meraklıdır ünlü pehlivanlar kozlarını burada paylaşırlar. Hasılı iki gece kalan misafir iyi vakit geçirir, hiç sıkılmaz.
İLK ÜVEZİN ALTINDA
Çaybaşı'nı geçin, iki üvez görünürmüş tepeye çıkınca. Nedense ahali ilk üvezin altında buluşurmuş daima. Zamanla evler camiler kurulmuş ama beldenin adı değişmemiş, İlküvez diye anılıyormuş hâlâ.
Çok kıtlık yokluk çekmişler, uzunca bir süre halıcılıkla geçinmeye çalışmışlar. Hereke tarzı halılar dokumuş santimine onlarca ilmek sığdırmışlar.
Bir halıyı 6 kişi 4 ayda bitiriyormuş, o da sabah namazında başlamak yatsıya kadar ilmek atıp kirkit vurmak şartıyla. 6 metrekare bugünün parası 6 bin lira. Eh işte bir nevi boğaz tokluğuna.
Eski halıcılardan Mustafa Karayiğit’in söylediğine göre İlkyuva’da binden fazla tezgâh varmış. İpek dokuyanlar da yekun tutarmış. Çoluk çocuk kadın herkes ilmek atar, tezgâhlar boş kalmazmış asla.
Soruyorum "Ne oldu peki, telefona, televizyona mı takıldılar yoksa?"
-Hayır, halı işi Tayyip Erdoğan’la bitti, inşaat, imalat, nakliye ve ticaret imkânları arttı, insanlar para kazanmaya başladı. Şimdi bin lira için kimse eline kirkit almıyor.
.
Var yılı yok yılı
7 Kasım 2021 02:00
Hasat zamanı herkes yorulur fakat kadınlar biraz daha fazla yorulurlar. İmsakla kalkar, azık hazırlar, gün boyu dal sıyırır, kasalara doldururlar. Akşam elek başında tıkırdar, çocuklara, tavuklara, sığırlara bakarlar ayrıca.
Bizim oralar zeytincidir. Ekim sonu, Kasım başı teyakkuza geçilir âdeta. Ağaç çok, zaman az, mevsim gelip geçiverir bir anda. Eniğe, cücüğe muhtaç olursun sonunda.
Öyle ya dip zeytinlerini toplamak için yaş, kilo, maltcasino tecrübe sorulmaz. El kadar sabi büyük insan gibi işe yarar.
Ufakken traktör kasasında bahçeye gitmekten hoşlanırdık, yarışırdık arkadaşlarla.
-Bak filanca on sepet topladı, sen dokuzda kaldın. Yarın hızlı gir, göster gününü ona.
Gaz veriyorlar, topla topla sonu yok, üç ağaçtan kurtuluyorsun, üç yüz tanesi duruyor kenarda.
Bu muhabbetler ilk mektebin sonuna doğru baydı. Ortaokulda kayış atmaya başladım, lise de hepten salladım, savurdum topu taca.
Şimdi iki yıllık yüksekokul okuyorum. “Ders çalışmam lazım” diyor evde kalıyorum. Alıyorum elime telefonu, bik bik bik, makara kukara…
Bilirsiniz “bağ babadan, zeytin dededen” derler. Dedeler hakikaten çalışmış asırlık ağaçlar bırakmışlar. İyi de peder beyin hırsı tükenmedi, birilerinin bahçesini kapatmaya çalışıyor hâlâ.
Annem üzerime titrer, eh bir evin bir oğluyuz, o kadar hatırımız olsun dimi ama? Tabii okuyunca itibarın da artıyor. Köyde tahsilli kim var benden başka? Adam olacağım da onları kurtaracağım güya.
Bir aydır kadının kafasına giriyorum, sezon sonu araba aldırtacağım ona. Akşama kadar internette dolaşıyor, ikinci ellere bakıyorum. Tek tek gösteriyorum “bak bu klimalıymış ana, nasıl ama?”
-E bakam, nasipse olur inşallah!
Ancaaak!
Ancak ablam evlenmeye kalkarsa, bizim araba işi yatar, bekle artık bir başka bahara.
Bazen de “evlensin be” diyorum. Garibim uşak gibi zaten, sabah dörtte kalkar, tayınları hazırlar. Sabah ezanı ile koş zeytine, dönerler akşamın ayazında. Herkes devrilir yatar, o geçer eleğin başına. Beş oluğa birden bakar, akını gökünü kaçırmaz. Sabah zeytinler ebatlarına göre istiflenmiş, yağa gidecekler ayrılmıştır kenara. Yapraklar da toplanıp çuvallanmış bir kısmı danaların önüne yayılmıştır hatta. Eskiden besici çoktu, yapraklar kapışılırdı, artık hayvan bakan kalmadı, güzellim yeşillikler heba...
Bu kız eskiden de böyleydi, üstüne vazife gibi salamura havuzlarını gezer, çuvalları aktarır dönderir, sele zeytinlerini getirir kıvama. Nasıl olsa o bakıyor ya, hayvanımız eksik olmaz. Anam da pek kocadı, akşam gelince dalıp gidiyor sofra başında. Eh görünen köy kılavuz... Ablamın da olacağı o sonunda.
İşini de nasıl düzenli yapar sorma, kasada bir tane ayrı boy olmaz, kooperatifin elemanları herkesten numune alır, hassas terazide tartarlar, bizimkilere “tamam tamam” derler, “Cemile ablanın elinden çıktıysa bakma, vur kantara!” Elek de eskidi, her yanı zıngıldıyor, iki de bir sigorta attırıyor. Geçen teyzemin oğlunu çağırdık, geldi, kabloları sardı sarmaladı, yalama olan yuvalara bir şeyler tıktı sıkıştırdı. İçine sinmemiş olacak ki “atın bunu gari” dedi, “söylen enişteme yenilerinden alsın. Hem daa sessiz, hem daa hızlı. Verin bunu gitsin hurdacıya!“
Koşup ağzını kapadım “sus len” dedim, “bizim araba işi araya gidecek yoksa!”
Geçen bahçeye uğradım, bir iki dal silkeledim, üç beş sepet taşıdım. Dostlar alışverişte görsün o hesap.
Babam el motoru almış, dala takıyorsun titretiyor, zeytinleri patır patır döküyor brandaya. Annem toplayıp kasalıyor, ablam ise tingildeyen bir merdivenle en uçlarda. Elinde tarak, dal sıyırıyor sabahtan akşama. Bu kızın acayip bir enerjisi var, bir ağacı bitiriyor, öbürüne koşuyor. Kafada tülbent, ayağında şalvar, üzerinde hep o soluk hırka. Bir zamanlar kırmızıymış şimdi boz bulanık olmuş, yeşile çalmış âdeta. Aslında güzel kızdır bi giyinse kuşansa var ya.
Küçük bahçeleri biz ailecek sağar kaldırırız, büyükleri bırakırız kâhyaya. O adam bulur, toplatır, artık nasıl yapıyorsa.
Eskiden yevmiyeciler peşimizde koşardı, şimdi kimse çalışmak istemiyor. Peşin paraya bile dudak büküyorlar.
Kâhya ne alır ne verir bilmiyoruz, babamın işlerinden haberimiz olmaz. Sadece onun dürüst olduğundan eminiz, zamanında gündelikçi olarak gelmişlerdi yanımıza.
Hanımıyla çıtadan naylondan bir baraka çakmışlardı kenara. Memleketinde iş yok, güç yok, ben dönmüyorum deyip kalmıştı burada. Bizim yerliler beydir, iş beğenmez, ağırdan alırlar, bunlar pire gibi maşallah.
Budama mevsiminde dallar ortada kalır. Götürsen çıtır çıtır yanar sobada. Şimdi kimsenin oduna baktığı yok, fırsatını bulan kasabaya iniyor, kombili ev tutuyor.
Ama fırınlara götürsen harçlığın çıkar, bahçe sahipleri alın sizin olsun diye yalvarıyor, kimse uğraşmıyor çöple çomakla. Açım diye ağlayanın da parmakları kaydırmalı telefonda... Derken efendim kâhyanın yanında gençten biri belirdi, kaynımıymış neymiş. Branda yayıyor, ırgat yönetiyor, sen oraya, sen buraya! Kasalı traktörü geri geri sürmek maharet ister, kıçı bir tarafa gider, başı bi’ tarafa. Bu çocuk iğnenin deliğinden geçiriyor âdeta.
Dikkatimi çekti annemle ablam fısıldaşıyorlar. Meğer kâhya kefil olmuş, ablamı istiyorlarmış çocuğa.
Haydaaa! Ne işin var çayda.
Yani beklediniz beklediniz de tam ben araba alacakken, olacak iş mi ya?
Babam ihtimal “kimin nesi bilmiyoruz” deyip çıkacak. Zaten aklı kapatacağı tarlada. Ablamın gönlü var gibi. Bu son şansı, bizim köyden kimse isteyemez, bir belalısı var zira. Zengin bir ailenin şımarık oğlu, zamanında çok dolandı arkasında. Hatta bir gün ablam su dolduruyor, bu bıyıklarını burarak geliyor çeşme başına, “urbanı anan mı dikti gı” diye sulu sulu konuşuyor. Ablam daldırıyor kovayı yalağa, bunun başından aşşa. “Yörü git len” diyor “bi daa çıkma karşıma!”
Sonra askere gitti geldi yine tebelleş oldu. Babam verici gibiydi, mal mülk zibil, para pilav. Kimse de araba yokken, bunlar gömlek gibi otomobil değiştirirlerdi. Traktörleri son model olur daima. İyi de oğlan alemcinin teki, her gece barda, gönlü hovarda. Düğünlerde küfelik oluyor, rezalet çıkarıyor. Babam bir iki ağız arasa da ablam “kesinlikle hayır” dedi, “istemiyorum asla!”
Bence de doğrusunu yaptı, sarhoşla ömür mü geçer? İçecek sızacak, sövecek, sayacak. Ne boynumuzun borcu ya, elin çakalına…İyi de bu sefer diğer talipleri tehdit ettiler, niyetliler vardı, gözlerini yıldırdılar. Yani ablamın bu köyden evlenmesi zor, kimse bulaşmak istemez onlara
Kâhyanın kaynı, karakaşlı kara gözlü bir çocuk, bakınca helal süt emmiş gibi duruyor. Bunlara pabuç bırakacak değil, zaten garip gureba, kaybedecek nesi var, kuşcağız canından başka. Bu arada babam o bahçeye iyiden taktı, bankada görmüşler geçen, teminat meminat bi laflar dönüyormuş ağzında. Tefecinin vicdanı yok, adamın derisini yüzerler düşürürlerse tufaya.
Ablam akşam kahve yapmış geldi, “Cemil bir şey söyleyeceğim sana.“
-Buyur otur abla.
Ne diyeceğini biliyorum oysa. Garibim çok zor girdi mevzuya, kızardı bozardı, gözlerini kaçırdı, titreyen bir sesle “Bir çocuk var” dedi “kâhyanın kayınbiraderi. Galiba talipler bana.”
-Sen ne diyorsun peki?
-Bir evim yuvam olsun istiyorum tabii. Bak yaşım geldi geçiyor. Ama önemli olan senin fikrin. He dersen he, yo dersen yo. Bilirsin güvenirim sana.
-Bi araştıralım bakalım, soralım soruşturalım da. (Güneş gözlüklerimi taktım, trençkotun yakalarını kaldırdım) Takipteyim, meraklanma!”
Birkaç gün sonra kasabada rast geldim. Lokantaya girdi, kuru fasulye pilav söyledi, üççeyrek ekmeği bandıra bandıra yedi fukara. Hesabı eksik almışlar, döndü cacığın parasını da verdi adama. Sonra asmalı kahveye geçti, çayını içti. Hemşerisi bir dal sigara uzattı, aldı yaktı. Çalışmayan bir araba vardı koşup el attı. Cılız bir it eniği gördü, sevdi, kasaptan bir şeyler aldı verdi hayvana. Yatsı okununca kalktı camiye girdi. Baktım namazı tadını çıkara çıkara kılıyor. Secdeler rükûlar kovalar gibi değil, tadil-i erkânla...
Yani bi’ sigarasına mana bulabilirim, gerisi on numara.
Karar verdim akşam “demle çayı anlatacaklarıma sevineceksin” diyeceğim ablama.
Babama da çıkışmalı “ya bırak artık arazi kovalamayı, ablamı evlendirelim, bir ev al şu kızcağıza!”
Eminim tebessümünü saklamaya çalışacak, tıpır tıpır yaşlar dökülecek yanaklarına. Benim ablam iyidir be. Çok çekti garip, mutluluğu hakkediyor fazlasıyla.
Baktım “Lülülü” telefon.
Arayan galerici. ‘Abi Hayrola?’
-Cemil bi’ gelsene buraya!
Gidiyorum. Aaaa o da ne? Tam da aradığım araba. Cıncık gibi. Kilometresi düşük, fiyatı mâkul, çelik jantlar, hırlayan susturucular, sis farı, havalı korna, o biçim faça. Hani tek tek almaya kalksan para yetmez bunlara. Üstelik “ver bir kaparo, götür” diyor, “bakiyesi zeytin parasını alınca.”
Eve geldim kafam karışık, ablam elek başında, “ne o, bir haber var mı” gibilerden bakıyor ağzıma.
Sadece “o işi unut dedim” yarım ağızla.
-Niye? N’oldu ki?
Asabileştim “tamam sus, bi bildiğimiz var heralde, soru sorma bana!”
Kızcağız nasıl yıkıldı anlatamam.
Yattım uyku tutmaz, huzursuz oldum. Dön o yana, dön bu yana. Len tükürürüm dedim tekerine de tamponuna da.
İndim aşağı ablam hem elekte çalışıyor, hem ağlıyor sarsıla sarsıla. Arkasından yaklaşıp gözlerini kapadım.
“Bil bakayım ben kimim?”
Döndü gülümseyerek baktı ama dudakları titriyor hâlâ.
-Ne ağlıyon gı?
-Ne biliym sen öle konuşunca…
-Seni sınadım ablam. Çocuk benden tam puan aldı, böylesini bulamayız bi’ daha. Şu zeytin işi bitsin, evini döşüyoruz, şurada ne kaldı zaten, çok çok iki hafta. Bu işler uzatmaya gelmez, hani ne derler demir tavında. Bak ben de misafirin olacam, helva sevdiğimi biliyon, ona göre ha!
-Yapmam mı?
-İçine fıstık da atcan mı?
-Üstüne tarçın da serperim, feda olsun sana…
-Zaten hiç kimse senin gibi beceremiyo.
-Ben su yerine süt katıyorum da ondan. Peki senin araba işi n’olcek bu durumda.
-Ya boşver yemişim arabasını, enişteninkine çökeriz işimiz çıktıkça.
-Ay sen o külüstüre biner min?
-Şimdi moda onlar kızım, sen benim apaçi olduğumu unutuyon galiba.
O gün de nasıl ürün var. Traktör kasası lebalep, mahsul yıkılıyor, ele ki bitsin sabaha.
-Git kız yat, ben bunları hallederim evelallah! Üstündekiler de eğreti, donacaksın bu ayazda.
-Yo valla olmaz, bak ağzımdan yemin çıktı. Beni kefaretle uğraştırma.
Kulağımız elek takırtısına alışmış, artık duymasak uyku tutmuyor. Camdan baktım, ablam didiniyor kirli ampulün sarı ışığında.
Dalmışım ambulans ciyaklamasına uyandım, bağırış, çağırış, koşuşturmaca.
İndim, kızcağızın yüzü kireç gibi, öölece yatıyor avluda. Anam şokta, ağlamak bile gelmiyor aklına.
Hükûmet tabibi nabzını yokladı, “yapacak bir şey yok” gibilerden ellerini açtı iki yana.
Meğer yine kablo mu oynamış ne, elek elektrik alınca…
İyi ki inmiş, gönlünü almışım. Yoksa var ya, hayatım boyunca.
.
Kuşlarla yan yana akılları havada
20 Kasım 2021 02:00
İlk insanlı uçuş deyince Batı kaynakları 1783’te Paris’te sıcak hava balonuyla yapılan uçuşa atıf yapar, Hezarfen ve Lâgariyi yok sayarlar.
Çocukluğunda kuş olup uçmayı düşünmeyen var mı?
Kanatlarımız olsa da çırpıp çırpıp yükseliversek havaya. Tamam yüzmek için balıkları, uçmak için kuşları taklit edeceğiz ama beden ağır, kollar cılız olunca...
O terazi bu sikleti tartmaz baba.
Peki uçurtmaya takılsak? Şööle kocaman kocaman çıtaları olsa? Sizce bir tıfılı kaç balon taşır? Hem kaça mal olur, beheri filan kuruştan alınsa?
Bizden evvelkiler de düşünüp taşınıyor, üzerine binebilecekleri vasıtalara akıl yoruyor.
“İlk insanlı uçuş” deyince Batı kaynakları 1783’te Paris’te sıcak hava balonuyla yapılan gösteriye kapı aralıyor.
Hayır efendim, o ilk değil. Bir kere 9. yy.da Endülüslü Müslümanların planör kullandığı biliniyor. Haydi Córdoba’lı Abbas ibn Firnas’ın uçuşları kayda geçmedi diyelim,
Galata Kulesi’nden Üsküdar’a uçan Hezarfen Ahmet Çelebi ile Sarayburnu’ndan roketle yükselen Lâgari Hasan Çelebi ne güne duruyor?
Herkesin önünde uçuyorlar ve devlet ricali tam tekmil orada. Vakanüvisler hadiseyi kaleme alıyor teferruatıyla.
.jpg)
THY'nin ilk yolcu uçağı
ŞAHİDİ PADİŞAH!
Evliya Çelebi’den rivayet olunduğuna göre Lâgari Hasan, Dördüncü Murad Han’ın kızı Kaya Sultan’ın düğününü (1632) şenlendiriyor.
Getirip roketini Sarayburnu’na kuruyor. 50 okka barut macunu ile ivmelenen 7 kollu fişek ateşlenince ortalığı alev duman sarıyor ve roket aradan sıyrılıp keskin bir ıslıkla yükseliyor.
Lâgari Usta tam tepe noktasına vardığında mekiği terk ediyor ve sırtındaki kanatları açarak Sinan Paşa Köşkü’nün önünde denize iniyor yavaşça.
Burada iç içe iki keşif var; biri roket, öbürü de paraşüt.
Padişah çok memnun kalıyor, onu sipahi ocağına aldırıyor. Yeni vazifesi Kırım’da. Kim bilir Selâmet Giray Han’ın hizmetinde neler yapıyor başka?
Leonardo da Vinci de mevzuya kafa yoranlardan biri ama pratiği yok, karalamaları kâğıt üzerinde kalıyor.
.jpg)
Devlet Hava Yolları pilotları
BABALARA BALON
Biz haklarını yemeyelim, gelin bir göz atalım balon üzerine ter döken Avrupalılara.
4 Haziran 1783: Montgolfier Kardeşler sıcak hava balonunu tanıtıyor halka. Mantık basit, ısınan hava yükselir, buna binebilir miyiz acaba?
Zikrolunan balon ipek kumaş ve kâğıt torbadan mamul, odun yakıp sıcak hava ile dolduruyorlar. Bir de gondol (hasır sepet) asıyorlar altına. Tamam, yük kaldırıyor ama insanlı uçuş için ince eleyip sık dokunuyor. N’olur n’olmaz, balonu yere bağlıyorlar urganla.
İlk yolcuları bir koyun, bir ördek ve bir tavuk. Balon 6.000 fit yükselip iniyor, elemanlar sağ salim vasıl oluyor toprağa.
21 Kasım 1783... Ekip gözlerini karartıyor, ipsiz halatsız yükseliyorlar semaya. Pilotlar (diyelim) Jean-François Pilâtre de Rozier ve François d’Arlandes 8 kilometre kadar sürüklenip inmeye muvaffak oluyor. Evet Avrupalının da ayağı yerden kesiliyor sonunda.

J. Charles ve Nicolas-Louis Robert
UÇURUCU GAZLAR
1Aralık 1783: Jacques Charles ve Nicolas-Louis Robert sıcak hava yerine hidrojeni tecrübe ediyor ve tam 2 saat 5 dakika dolanıyorlar havada. İrtifa 550 metre civarında.
Arkadaşları iniyor, Charles hâlâ balonda. Gün batarken yükselmeye karar veriyor, güneşi tekrar görebilecek mi acaba? Bu defa yük hafif, balon hızla 3 bin metreye çıkıyor.
Evet, batan güneşi görmek keyifli ama basınç farklarından ötürü kulaklarına müthiş bir sancı giriyor. Bu son çıkışı oluyor, o ızdırabı yaşamak istemiyor bir daha.
Bu arada İngiliz mühendis George Carley bir planör (1804) yapıyor. Alet oynar kuyruklu, bunu dümen gibi kullanıp sağa sola dönebiliyorlar.
Zikrolunan alet çok şey öğretiyor, aerodinamiğin kitabını yazıyorlar âdeta.
Fransız Le Bris ise atlar tarafından çekilen Albatros II ile havalanıyor. İrtifa 100, menzil 200 metre. Başlangıç için on numara.

Wright Kardeşler
KAZA KIRIM HASAR
Bu arada eğitim zayiatı da veriliyor, havacılığın şakası yok, dengesi bozulan planör çakılıyor baş aşağı. İşin teorisine de hâkim olan Alman Otto Lilienthal onlardan biri mesela.
Peki bunlara motor ve pervane takılsa? Haydi uçurdular diyelim, kontrolde tutabilecekler mi havada?
Frenkler balon işini ciddiye alıyor, La France adlı bir hava aracı yapıyor (1884). Vasıta 52 metre boyunda ve hidrojenle yükseliyor havaya. Bir elektrik motoru ile 20 kilometre gidebiliyor saatte.
“Bu ne ya” dediğinizi duyar gibiyim, “velespit ayarında”... Lütfen şeker kardeşim, o gün için bunlar büyük merhale, adam havaya biniyor ne yapsın daha?
Alman Ferdinand von Zeppelin ise işi rekabete döküyor, 128 metre uzunluğunda bir hava gemisi yaptırıyor ve ilk göz ağrısını (LZ1) daha güçlü motorlarla donatıp sürati katlıyor.
KARDEŞ KARDEŞ
Bizde iyi geçinen kardeşler esnaf olur, ne bileyim gider “Kardeşler Pastanesi” açarlar.
Ecnebilerin ise aklı havada. Montgolfier’lerden sonra bir de Wright Kardeşler çıkar ortaya.
Yüzlerce kanat yapar, tekerlekli teknelere bağlarlar. Pedal, çıkrık akıllarına ne gelirse kullanırlar. Önceleri akılları kuşlar gibi mafsallarından oynayan kanatlardadır. Takdir edersiniz ki, yerinden kalkmaz. Bilahare dümen ve pervane üzerinde yoğunlaşırlar.
Aerodinamik üzerinde bir şeyler bilmektedirler artık, iş bunları pratiğe dökmekte, nasıl olacaksa.
Bu müddet zarfında çok şey değişir, içten yanmalı motorlar ufuklarını açar.

Wright Kardeşler, bir dakika havada kaldı
OLACAK GALİBA
17 Aralık 1903. Kaptan koltuğuna oturan Orville Wright 12 saniye havada kalır ve 37 metre uçar. İçlerinde bir umut. Olacak galiba.
Ardından Wilbur Wright takriben bir dakika uçar, tayyare 260 metre öteye konar.
Tecrübeler için Kuzey Karolina’nın ince kumlu sahilini tercih etmişlerdir, iş düşe kalka yürümektedir zira.
Wright Kardeşler her sıkıntıdan bir ders çıkarır, tedbir alır. Rüzgâr tüneli bile kurar, ince eler sık dokurlar.
Ve büyük gün. Eş dost akrabayı davet eder, gazetecileri çağırırlar.
Bu gösteri uçuşu kimseyi alakadar etmez, pek azı gelir meydana.
Neticede havadan ağır tayyareyi uçurmayı başarır, 39 dakika tur atarlar.
Ardından Brezilyalı Alberto Santos-Dumont’u görüyoruz (1906), 221 metre uçar, bu tayyare ne mancınık ister, ne de karşı rüzgâr. Bazı havacılar ilk motorlu uçuş olarak onu sayar.
Hasılı iş tavını almış yürümektedir ama savaş kopar. Harb-i Umumi sıkıntılıdır. Çatışmalar virüs gibi yayılır üç kıtaya.
DÜNYA BİTTİ UZAYA
Müdafaa nazırları yeni silahlara nehir gibi para akıtır, tayyareleri de gözetlemede kullanırlar.
İtalyanlar Trablus’ta Osmanlıyı havadan bombalar ki bu bir ilktir savaş alanlarında.
Biz de uçaklarını düşürürüz bu da ilk olarak geçer kayda.

İlk jet motorlu muharebe uçağı
I. Cihan Harbi’nden sonra havacılar tekrar oturur tezgâhının başına. 1927’de Charles Lindbergh, Atlas Okyanusu’nu aşar. Hem de hiç durmadan ve tek başına.
Tayyareler hafif olsun diye ahşap ve ketenden imal edilmektedir. Sonra çelik, alüminyum ve kompozit maddeler girer imalata.
1930’da Frank Whittle jet motorunu geliştirir, tepkili tayyareler, hava kuvvetlerine de hava yollarına da çok şey katar.
İlk jet motorlu savaş uçağı Heinkel He 178, II. Cihan Harbi’nden beş gün önce uçar (1939).
İlk yolcu uçağı İngiliz Comet ise 1949’da pist başı yapar.
Uzaklar yakın olmuş, kıtalar aşılmıştır. Artık gözlerini dikebilirler fezaya.
Sömürgeci savaş galipleri uzay çalışmalarına büyük paralar aktarır, Sputnikler, Vostoklar, Apollolar devlet bütçesi ile döner âdeta.
Helikopteri de anlatmak isterdim ama o apayrı bir macera, sıkışmasın araya.
.
Dolabımda pekmez ye ye bitmez
21 Kasım 2021 02:00
Bizim ilk mektebe gittiğimiz yıllarda maarif gürbüz çocuk konusunda ısrarcıydı, cumhuriyet nesli Hanslar, Corclar gibi etine dolgun olmalıydı. Anneler besleme telaşına kapıldılar, el kadar bebelere süt, pekmez, balık yağı dayadılar.
Taviz yok, her gün, bööö dedirtesiye kadar. Yutmadı mı? Çocuğun burnunu sıkıp sokuşturdular. “Bak bunu kuşlar yollamış sana!”
Ne yalanlar ne yalanlar! Kedi köpek suç ortağı, düpedüz entrika...
Tıka tıkıştıra, tıka tıkıştıra yavrukurtlar danaya döndü sonunda.
Gün 24 saat, ne zaman verirsen ver, bedene giren aynı miktar gıda.
Yok olmaz. İnadına çocuğu en derin uykusundan uyandırır, gecenin kör vakti bardağı dayarlar gırtlağına.
İyi de abla sütlü pekmezli bir ağızla uyuyan çocuk n’olur sonra?
Mikrop için her şey hazır. Nem var, ısı var ve çözülmeye müsait gıdalar. Sabaha kadar nefesi kokar, dişler çürür, bademcikler iltihap kapar. Bak dert alırsın sonra başına.
Yoksa süt ve pekmez niye reddedilsin, keyifle yenilecek şeyler aslında.
.jpg)
İÇİREM ÇIKIREM
Eskiden İstanbul’da iyi kış olurdu, hatırlarım da Ümraniye Son Durak çarşaf gibi dümdüz kesilir, pürüzsüz uzanırdı ufka. Ama bir basarsın çukur, kar göğsüne gelir bir anda.
Hele Çamlıca yamaçları Uludağ kesilir, camlar donar, çamlar yatar.
Namazgâh tarafından korkmazdık da Çakmak’tan ötesi şaibeli. Kahvede “Yine kurtlar inmiş” diye konuşurlar, ihtiyatta fayda var.
Babam rahmetli Alemdağ’da vazifeliydi. O yıllarda subaylar fukara, hususi vasıtaları olmaz. Mecburen servislerin (Amerikan school buslar) geçtiği hatta otururlar. Ömerli’de, Dudullu’da.
Biz Ümraniye’de ikamet ederdik, güya şehre en yakın nokta.
İyi de ne suyu akar, ne elektriği yanar, minibüs yolu hariç her taraf çamur. Nasıl da vıcık ve yapışkan, balçık sapsarı paçalarını boyar.
Sabah çizmelerimizi giyer sarınırız kaputlarımıza. Anam rahmetli kapıda birer fincan pekmez içirtir, yanakların al al yanar.

İzmir Kemalpaşa’da dededen kalma bir bağımız vardı, gitmez gelmez, yerini bilmezdik. Yarıcı bize her yıl bir çuval kuru üzüm (çekirdeksiz sultaniye) ile bir teneke pekmez yollar, hem yer hem dağıtırız, yine de artar.
Pekmezin varsa mesele yok, çocuklar tatlı mı istedi, irmik ve yoğurtla çırp çalkala, yağla siniyi dök ver fırına.
Annem üzüm ve ceviz de serperdi, bunlar kızarınca hoş kokar. Fırıncı alışmıştı artık, pişince irice bir dilim keser alırdı kenarından. Oturur yerlerdi yamaklarıyla.
Bilirsiniz eskiden avcılar, yolcular yanlarında pekmez bulundururlar, bakarsın ayaza yakalandı içer ısınırlar. Pekmez varsa sıkıntı yok, velev ki kar bora fırtına…
ŞİŞİRMEYE GELMEZ
Pekmez işi itina ister. Meyvenin çürüğünü, çarığını ayıklayıp yıkamalısınız bol suyla. Üzerinde kalınca bir toz tabakası olduğunu göreceksiniz, variliniz çamur olacak anında. O işin yine zararsız tarafı, tarım ilaçları kolay gitmez, yapışmıştır zarına. Üstüne binlerce sinek konmuş kalkmıştır, mikrop mu? Vardır mutlaka.
Sonra sapını çöpünü ayıklayın ki tadı bozulmaya.
Köylerde pres, yalak ve ocak ortaya açıktır, sırası gelen kullanır, aklar, paklar, temizcene bırakır komşulara. Olmazsa doldurursunuz çuvallara, giyer çizmeleri çiğnersiniz, posası ziyafet hayvanlara.
Taneleyip ezdiniz, sıktınız, süzdünüz, eh öyleyse vurun ocağa.
Civarda beyaz toprak (kireçli - CaCO₃) vardır ihtimal, bu hem hamların ekşiliğini alır hem de parlaklık verir sıvıya. Bazıları daha meyveyi sıkarken kireç ile buluştururlar.
Yalnız miktar işi mühim, kantarın topuzu kaçarsa kokusu basar. Bu arada PH dengelenir (5,5 - 6) ve adlarını organik kimyada okuduğunuz asitler, nötralize olurlar.
Bir iki fıkır aldırıp dinlenmeye bırakırsınız. Hatta gece de dursun ki, istenmeyen maddeler çöksün alta...
Ertesi gün yine odunlar yanar, tortu bırakılır, işe yarayan kısmı çomçayla aktarılır yeni bir kazana.
Pekmez meşakkatli iştir, başı beklenmeli, köpük kepçe ile alınmalıdır kenara. Yoksa boz, bulanık olur, berrak durmaz billurda.

ÜZÜMÜN ÖZÜ
Beş kilo üzümden bir kilo pekmez çıkar, tadı ve rayihası beş misli artar ki kesif lezzet diyebilirsiniz ona.
Peki rengi niye koyu? Şeker kaynaya kaynaya karamelize olur da ondan. Olmasa daha iyi, istenen bir şey değil aslında.
Altında yanan ağaç da lezzet katar, köz kızardığında pekmez göz göz açılır ve şekerci dükkânını andıran bir rayiha yayılır civara.
Bir köyde pekmez kaynadığını uzaktan anlarsınız, kokusu dağları ovaları tutar.
Elâzığ, Erzincan, Malatya civarında buna cıvık derler, tepsilere döker kızgın güneş altında bırakırlar. Üç beş gün sonra suyu uçar, zamk gibi kıvam tutar. İşte buna “gün balı” denir ki yıllarca bozulmaz.
Zile tarafında ise pekmezi yumurta ile çırpıp ağartır, külekle (tahta kaplarla) sunarlar piyasaya. Farklı bir lezzettir, daha hafiftir ve çok yakışır yağlı somuna.
Yıllar evvel Isparta Sütçüler’de dut pekmezi yarışması izlemiştim, üniversiteden gelen bir hoca pekmez için “beynin mazotu” tabirini kullanmıştı hiç unutmam.
Pekmez içenler vücudu için gerekli mineral (demir, fosfor, kalsiyum, magnezyum, potasyum, çinko, krom) ve vitaminleri alırlar kolayca. Bu yüzden, sporcular, gelişmekte olan çocuklar ve hamilelere tavsiye ediliyor.
Yalnız çok kolay kana geçer, aman diyim şeker hastaları ölçüyü kaçırmasınlar.
TAHİN DE VARSA...
Pekmez’in sevimli bir kardeşi vardır: Tahin. Birbirlerini tamamlarlar muhteşem bir uyumla. Tahin saf susamdır, kavrulur ezilir itinayla. İkisini karıştırın kâfi, en değme tatlı yanaşamaz yanına.
Zaten endüstriyel şeker çıkmadan evvel un helvası, kadayıf, sütlaç, baklava ya pekmezle yapılırdı ya da balla.
“Bal pekmez fark etmez” derlerdi, hangisi varsa elinizin altında. Pekmez daha yaygın tabii ve nispeten ucuza.
Mahsul zamanı meyve bir anda olgunlaşır, dalları ağırlık basar. Eskiden böyle vasıtalar nerede, nasıl toplayacak, kasalayacaksın da yetiştireceksin pazara. Eşe dosta teklif etsen onlarda da var fazlasıyla. Piyasaya çıkarılamayan mahsul ya kurutulur ya da pekmez olur.
Pekmez deyince ilk akla gelen ürün, elbette üzüm. Onu dut izler. Keçiboynuzu (harnup), incir, nar, elma, armut gibi tatlı meyvelerden, hatta karpuzdan, şeker pancarı ve ardıçtan da pekmez yaparlar.
Hele karadutum, çatalkaram…
Mübarek esans gibi kokar ve çok iyi gelir ağız yaralarına.
ESKİ DOSTLAR
Bir Eğin gezimizde dut pekmezi yapanlara şahit olmuştum. Ben yaş dutu sıktıklarını sanırdım meğer kuru dutu kaynatıyorlarmış suyla. Ağaç altına bir tül geriyorlar meyveler dökülüyor, birikiyor torbada. Dut kurusunun bir kısmı çereze ayrılıyor, bir kısmı cevizle ezilip lök yapılıyor, kalanı da ıslatılıp pekmez kazanına…
Sonra efendim modern olduk, margarin koyduk soframıza. Sabahları tost bastık, ekmeğimizi boyalı kavanozlara bandırdık, içinde kahve olmayan kahveler içtik, cips, kola, çikolata...
Ne peynir, zeytin; ne yağ, yumurta.
Ne de sıcak bir çorba.
Pekmezler dolaplarda dondu, tahinler kaplarında kurudu. Üzerlerinde yağ birikti tabaka tabaka.
Hâlbuki oysa...
.
İlk Yasin Börü: Dursun Önkuzu
23 Kasım 2021 02:00
Sol görüşlü militanlar Ülkücü öğrenci Dursun Önkuzu’ya Ankara Teknik Yüksek Öğretmen Okulunun yatakhanesinde üç gün işkence yapmış, ciğerlerini pompa ile patlatıp okulun çatısından atmışlardı. Hatırlarsınız kurban eti dağıtan Yasin Börü de vicdansızca itilmişti betona.
Ertuğrul Dursun Önkuzu... 1948, Zile doğumlu bir vatan evladı.
Az konuşan, kendi hâlinde, mahcup bir genç, zarafeti ve yardımseverliği ile tanınır etrafında. En büyük hayali bir kütüphane kurmaktır. Memleketindeki liselilere fizik kimya, cebir ve geometri dersleri verir, kuruş almaz.
Milliyetçidir, bu yüzden defalarca saldırıya uğrar. Hatta ülkücü şehit Süleyman Özmen’i ambulansa o taşır, arkadaşının kanlı mintanı elinde kalır kargaşada.
Annesine “Sakın yıkama” der “o lekeler Rabb’imizin huzurunda bize şahitlik yapacak inşallah!”

Dursun, Ankara Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulunda okurken sol görüşlü öğrenciler tarafından sıkıştırılıp esir alınır. Onu yatakhaneye kapatır ve üç gün boyunca işkence yaparlar. Kemiklerini kırar, uzuvlarını ezer koparırlar. Sonunda ağzına bisiklet pompası dayar basınçla ciğerlerini patlatırlar. Yetmez dördüncü kattan savurur, atarlar betona. (23 Kasım 1970)
22 yaşındaki bir gençten, bu kadar nefret etmenin sebebi ne acaba? Kendi hâlinde bir talebe, ne yapmış olabilir sol cenaha?
Gazeteci Nihal Atsız ‘’Evet kin güdenlerin hasımlarını kurşunlayarak bıçaklayarak öldürdükleri vakidir” der, “ancak ciğerleri pompa ile parçalamak hayvana bile yakışmaz.’’
Katiller bellidir yakalanır, itiraf eder ve tutuklanırlar. Ancak içeride pek kalmaz, Bülent Ecevit tarafından çıkarılan genel afla kurtarılırlar.
İFTAR SOFRASINDA
Yıl 1970’tir. Kasım serinliği iyiden çökmüştür Zile taraflarına. Önkuzu ailesi nineli dedeli, iftar sofrasına oturmuştur, henüz mercimek çorbası konmuştur ki kapı çalar. Berber Cemal.
Dursun’un babasını dışarı çağırır. “Galiba seninle bir Ankara’ya gitmemiz lazım abi” der, “Dursun yaralanmış mı ne? Değişik haberler geldi kulağıma.”
Nasıl söylenebilir ki? Güya yumuşata yumuşata. Hâlbuki radyo ve televizyonlar işkence ile öldürüldüğünü gümbür gümbür vermişlerdir ajansta.
Dursun’un üç kız kardeşi vardır, biri ilk mektepte, biri orta ikide, öbürü leyli öğretmen okulunda. Ağabeylerine çok düşkündürler, hep iyilik nezaket görmüşlerdir ondan. Evde bir hazırlık, koşturmaca, “Eğer yaralıysa bebek gibi bakar, ayağa kaldırırız biiznillah.”
Ama gelen gidenler katlanarak artar, salalar okunur, cüzler dağıtılır, belli ki son buluşma musalla taşında.
.jpg)
KAZAYA KALANLAR
Dursun abdestli namazlı bir gençtir, cemaatin devamlısıdır, müezzin inmeden yerini alır safta. Ezkaza kılamadığı namazları cep defterine yazmıştır, bir sürü ünlem, “Geciktirme ha!”
Cenazeyi almaya gidenler Ankara’da polis baskısı ile karşılaşır, onlara yürüyüş izni verilmez, şiddet kullanılır ayrıca. Ancak kalabalık dizginleyemeyecek kadar artar, gerginlik dorukta.
Bu arada Millî Nizam Partisi Tokat Milletvekili Hüseyin Abbas, polisten yolu açmasını ister “Komünistlere cenaze taşımasına izni veriyorsunuz” der, “Bırakın bunlar da taşısınlar.”
-Bize emir verildi efendim, müsaade edilmeyecek asla!
Ülkü Ocakları Birliği Basın Sözcüsü Bahri Zorlu, cadde üzerinde bir basın toplantısı düzenler:
Öğrencilerin imtihanlara girme güvenliğini bile sağlayamayan bir iktidarı, iktidar olarak kabul etmiyoruz. Bize mâni olmaya Demirel’in gücü yetmeyecektir. Hükûmet, masonlarla, komünistlerle iş birliği içinde. Mütevelli Heyeti iktidar tarafından seçilen ODTÜ eşkıya yuvasına döndü, militanlar silah talimi yapıyorlar.
SİZ DE VURUN!
Şikâyette bulundukları bir yetkili ise “Silahınız yok mu” der, “Gidin siz de onları vurun!”
Asker gelince ülkücüler direnmez, komutanın dediğini yaparlar. Dursun’un naaşı Zile’ye getirilir. Ankara, Trabzon, Tokat, Amasya sel olup cenazeye akar.
Bayrağa sarılı tabut büyük bir olgunlukla taşınır. Şehidin babası Abdullah Önkuzu “Oğlum, Türk milletinin baş düşmanı Moskoflar tarafından katledildi. 60 sene yaşayıp da esaret içinde ölmektense yirmi yıl hür yaşayıp şehit olmak evladır” der kalabalığa.
Gazetemizin yazarı destan şairi Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun ağzından şu mısralar dökülür:
Önkuzu hey! Önkuzu!
Önde yürür Önkuzu...
Anası ‘Dursun’ demiş...
Durmaz... Gider Önkuzu.
Bu bayrak düşmez yere
Ölmedikçe son kuzu!
.jpg)
BAKANLIK MAHKÛM!
Hadisenin yaşandığı günlerde Demirel hükûmeti vardır başta. Okullarda güvenliği sağlamakla İçişleri Bakanı Haldun Menteşeoğlu ve Millî Eğitim Bakanı Prof. Dr. Orhan Oğuz da vazifelidir. Yapamamıştırlar açıkça. Avukat Hamdi Gülal (Rahmetli Yalçın Özer Ağabey’imizin kayınpederi olurdu) İçişleri ve Millî Eğitim Bakanlıkları aleyhine tazminat davası açar ve kazanır. Pek görülmüş şey değildir o güne kadar.
Yenimahalle Cumhuriyet Savcısı Emin Kilislioğlu, 24 Kasım 1970 Salı günü, açıklama yapar:
Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulu son sınıf öğrencisi Dursun Önkuzu’nun dördüncü kat penceresinden atıldığı ortaya çıkmıştır. Öğrenci 11 metre irtifadan taşa çarpmıştır. Kendiliğinden atlamasına imkân yoktur, pencereden atılmak suretiyle canına kıyılmıştır.
Bu arada T.C. Ankara Yenimahalle Sulh Hukuk Tereke Hâkimliği Esas No. 1970/52 sayı ve başkâtip Ahmet Gümüşay imzası ile müteveffa Dursun Önkuzu’ya ait eşyaları listeler:
Bir gözlük, dolmakalem, kol saati, ceket, pantolon, ayakkabı, çorap ve 15 lira…
Bilmiyoruz 1970’nin 15 lirası ile Ankara’dan Zile’ye dönebilir miydi acaba?
Sonra ikinci bir Önkuzu vakası. Hatırlarsınız kurban eti dağıtan Yasin Börü de vicdansızca itilmişti betona.
.
Beylerin semti, semtlerin beyi Beylerbeyi
27 Kasım 2021 02:00
Tuna’dan geçmiş midir, ak tolga giymiş midir, bilmiyoruz ama Rumeli Beylerbeyi Mehmed Paşa’nın bir yalısı vardır kıyıda.
Anadolu Selçukluları, İlhanlılar, Altın Orda ve Memlükler’de mîr-i mîrân (emîrlerin emîri) adıyla anılan güçlü idareciler vardır. Osmanlı “Beylerbeyi” der onlara. Eyalet valisi gibidirler, asker besler, fetihte bulunur, imar faaliyetlerini deruhte eder, müesseseler kurarlar. 1. Murad devrinin unutulmaz gazisi Lala Şahin, Bayezid devrinde Anadolu’yu çekip çeviren Timurtaş Paşa, Saraybosna’yı çiçek gibi bezeyen Gazi Hüsrev Bey onlardandır mesela.
Mısır, Şam, Bağdat, Basra, Erzurum, Van beyleri vezâret pâyesiyle tayin edilir, imtiyazlar tanınır icraat ve teşrifatta. Misal Budin Beylerbeyi sınır ihtilâflarında Alman İmparatoru ile müzakerede bulunabilir, müdahale edebilir icabında.
.jpg)
Hadîkatü’l-vüzerâ bilahare sadrazamlığa yükselen beylerin hikâyeleri ile doludur. Bunlar hem ilmiye, kalemiye ehlidir hem de seyfiye (kılıç erbabı) zümresinde yer alırlar. Fatih’ten sonra güçleri artar, Anadolu ve Rumeli Beylerbeyleri vazifeye başlar. Berat verilir, hil‘at giydirilir “Emîrü’l-ümerâi’l-kirâm kebîrü’l-küberâi’l-fihâm zü’l-kadri ve’l-ihtirâm sâhibü’l-izzi ve’l-ihtişâm el-muhtas bi-mezîdi inâyeti’l-meliki’l-a‘lâ” şeklinde hitap edilir onlara. Koçulu kayıklara, süslü atlara binebilir, solak ve peyk yürütebilirler yanlarında. Dîvân-ı Hümâyun’a geldiklerinde başlarında mücevveze olur, sırtlarında sırmalı kaftan.
Onlar da sancak merkezinde divan kurar, “beylerbeyi konağında” toplanırlar. Hazine ve timar defterdarı, eyalet kadısı, divan efendisi, tezkireci, çavuşlar, rûznâmeci ve kâtipler hazır bulunurlar.
İSMİYLE MÜSEMMA
Sahi beylerbeyleri, Beylerbeyi’nde mi ikamet eder dönünce İstanbul’a?
Bilmiyoruz ama III. Murad döneminin Rumeli Beylerbeyi Mehmed Paşa’nın bir yalısı vardır kıyıda.
Zaten Beylerbeyi’nde umur görmüş, mürekkep yalamış makam mansıp sahibi insanlar oturur. Sakinleri arasında hanedan mensupları, devlet ricali, şairler, fazıllar, hattatlar, müzehhibeler vardır. “Ulema semti” olarak anılır ayrıca.
.jpg)
AH O TEŞRİFAT
Bir ara Şirket-i Hayriye Müdürü Hüseyin Haki, Boğaz hattı kaptanlarından Ömer Efendi’ye serzenişte bulunur: Her defasında geç kalıyorsun, diğer seferler aksıyor, bir değil, iki değil, sahi kuzum neler oluyor orada?
-Efendim Çengelköy’ün zerzevatı, Kuzguncuk’un haşeratı, Beylerbeyi’nin teşrifatı varken vaktinde varamayız, uğraşmayın boşuna.
-Anlayamadım?
-Malum Çengelköy, bostanlarıyla ünlüdür, salatalığı mis kokar, sabah gemiye küfe küfe körpe badem, göbekli marul, tere, nane taşırlar ve biz mâni olamayız onlara.
-Ya Kuzguncuk’ta?
-Oranın da külhanisi boldur, ayak takımı mazarrat çıkarmak için bahane arar. Yok yan baktın, omuz attın, çamura yattın. Vukuatı eksik olmaz, eller bele gider anında.
-Peki Beylerbeyi?
-Asıl seferi aksatan da onlar. Hepsi efendi insanlar; nazik, kibar, hürmetkâr. Gemiye binerken birbirlerine yol verir, “Zat-ı devletliniz dururken bizim geçmekliğimiz yakışır mı caanım efendim, katiyen olmaz” der geri adım atarlar. Beriki “Lakin emir edepten üstündür beyzadem” der, “Ben sizden yaşlıyım, buyurunuz diyorsam kerem ediniz, kırmayınız, tefaddal”... “Aman mirim âlâ yemin. Lütfen sağdan.”

ALIŞAN BIRAKAMAZ
Beylerbeyi dünyanın en güzel şehrinin, en şirin köşesinde yer alır. Klasik bir Osmanlı mahallesidir, sahilden Çamlıca’ya kadar irili ufaklı mahalle mescitleri serpilmiştir yamaca. Sokakları dar değildir, iki yanında kafesli cumbalı ahşaplar. Bazı evler avlulu, yüksek bahçe duvarlıdırlar.
Küplüce Kabristanı’nda sarıklı mezar taşları ile koyu gölgeli selviler birbirlerine yaslanır. Seyyid Efendi Dergâhı ile İstavroz Tekkesinin hayli müntesibi vardır.
Sahilde İsmail Hakkı Paşa, Hasip Bey ve Mısırlı Prenses Fatma Hanım’ın yalıları sıralanır, hepsi de birbirinden alımlıdır.
“Maarif Nezareti iyi güzel de ah şu mektepler olmasa” sözüyle tanınan Haşim Paşa da semtin mukimleri arasındadır.
Daha evvel burada bir saray olduğu bilinir, III. Mustafa Han tarafından yıktırılır ve arazi parçalanarak taliplere satılır. Yeni sahipleri köşkler, kasırlar yaptır, avanesi ile yerleşip muhiti canlandırır.
Bilhassa I. Mahmud döneminde semtin yıldızı parlar. Abdullah Ağa Camii de o devirden kalmadır.
II. Mahmud Han, bugünkü Beylerbeyi Sarayı’nın arsasına ahşap bir bina yaptırır. Hamid-i Evvel Camii’ni büyütür ve İskele Meydanı’na bir çeşme yakıştırır.
HAMİD-İ EVVEL
İskelenin yanındaki Hamid-i evvel Camii özene bezene inşa edilmiş bir şah eserdir. I. Abdülhamid Han, validesi Rabia Sultan hayrına yaptırmış, hamamını ve mektebini de unutmamıştır.
Mimarı Mehmed Tahir Ağa, bina emini ise Hafız el-Hac Mustafa’dır. I. Abdülhamid’in Bahçekapı’da yaptırdığı türbe, medrese, kütüphane, imaret, sıbyan mektebi, sebil ve üç çeşme ile sıra dükkânlar da onun elinden çıkmıştır.
Beylerbeyi Camii sıradan bir eser değildir, belli ki masraftan kaçınılmaz. İnşaata Nisan 1777’de başlanır, takriben 16 ayda tamamlanır.
Bilahare II. Mahmud Han elden geçirtir. Yıkılan minarenin yerine çifte minare yaptırır. Muvakkithane ile dört cepheli bir çeşme ilave ettirir, önünü rıhtıma kadar açar.
Bundan elli yıl evveline kadar Beylerbeyi aşı boyalı konaklar, çeşme, sarnıç ve maslaklarla doludur ama yetmişli yıllarda beton istilasına uğrar, birden kalabalıklaşır.
BEYLERBEYİ SARAYI
Bir zamanlar II. Selim’in kızı Gevher Sultan’ın tepe üstünde konağı vardır, hatta IV. Murad burada doğar. Sultan Ahmed tarafından yaptırılan Şevkâbâd Kasrı ise tepede ağaçlıklar arasındadır. O yıllarda av yaparlar civarda. Nevşehirli İbrahim Paşa’nın damadı Kaptan Mustafa sahilde havuzları, selsebilleri ve nakışlı divanhanesi olan bir yalı yaptırır (Ferahâbâd) Saliha Sultan ise Ferahfeza Kasrı’nı ısmarlar ustasına. II. Mahmud Hasbahçe’yi tekrar satın alır, bir sahil sarayı yaptırır. Avrupalı seyyahların da ilgisini çeker, tablolara gravürlere aktarılır.
Saray yangınlar geçirip yıpranır, Abdülaziz Han Hint, Arap, Mağrip esintileri taşıyan bir sarayda karar kılar. Zülvecheyn (iki cepheli) salonlarda divanhane geleneğini yaşatırlar. Duvar madalyonlarında, bayrak, sancak, tuğ, kalkan, kılıç, kalyon resimleri vardır.
BEYLERBEYİ VAPURU
Hollanda’nın Den Haag tersanelerinde yaptırılan (1955) Beylerbeyi 483 grostonluk bir vapurdur. Boyu 46,5, genişliği 9,80 metredir. İki motorlu, çift uskurludur. Yıllarca Boğaz, Haydarpaşa, Köprü-Moda-Kalamış ve Adalar hattında kullanılır. Ferah ve rahattır, Yeniköy ve İstinye adında iki kardeşi vardır.
MÜFTÜ AMCA
Rahmetli Van Müftüsü Seyyid Kasım Arvas da Beylerbeyini mekân edinenlerdendi. Bir bayram ziyaretine gitmiştik, baktım onarlı yirmişerli gruplar geliyor, ev boşalmadan doluyor. Sevenleri sohbetinden hisse kapmaya çalışıyorlar.
Sabah gelenler yağla balla cevizle kahvaltı yapmış, otlu peynir sarmışlar lavaşlara. Öğlen etlisiyle sütlüsüyle takım yemek çıkarılmış, ki keşkek de vardı aralarında. İkindi gelenlere ise börek baklava. Daha dur bakalım bunun akşamı, yatsısı da var.
Düşündüm de sadece çay ikram etse emekli maaşı yetmez. Matematiğin iflas ettiği nokta.
Keramet deyince millet göklerde uçmayı, sularda yürümeyi bekliyor. Hâlbuki bereket gözümüzün önünde, görmüyoruz o başka.
.
Antalya, en sakin günlerini yaşıyor
4 Aralık 2021 02:00
Bugünlerde sokaklar bomboş, fotoğraflık mekânlar ortada. Ne çöp varili ne seyyar ne de kafile ve gruplar.
Antalya’ya defalarca gitmişimdir, ya seminer konferans olur ya marka model tanıtırlar. Koş kovala derken şehri gezmeye vakit kalmaz. Hava limanına hep son anda yetişiriz, kapıdan geçeriz kapanır, ucu ucuna.
Haydi bizim haber gibi bir derdimiz var ama turistler de gezmiyor, herşey dâhile takılıyor, otele tıkılıyorlar.
İstedikleri ne? Deniz, havuz, boğaz. Yiyip içip yatıyor, bir yere ayrılmıyorlar. Düşünün Alanya’ya, Side’ye, Manavgat’a Kaş’a gitmiyor, Kaleiçi’ni bile görmeden dönüyorlar. Yok, bu defa bir günümü ayıracağım; alacağım kameramı, dolaşacağım sokak sokak.
Tam da fotoğraf mevsimi. Sarmaşıklar sararmış kızarmış, çınarlar çıplak. Bu çok önemli biliyor musunuz, yapraklardan kubbeleri minareleri göremezsiniz yoksa.
Yaz güneşi serttir malum, aydınlık yerler parlar, gölgeler kararır katran. Makine göz değil ki ayırsın, gider gelir ikisi arasında bocalar.
Bu sefer şehri çok sevdim, sokaklar bomboş, fotoğrafa gelecek mekânlar ortada. Kedilerle martılar poz veriyor sırayla.
.jpg)
KUMSALDA TEK BAŞINA
Ünlü Lara plajlarında sadece balık tutan bir iki oltacı var, yazın birini ele geçirmek için büyük kavgalar verilen şezlongların binlercesi yatıyor yan yana. Akşamdan yağmur yağmış, ayak izlerini silmiş atmış. Sabah kilometrelerce yürüdüm, bir benimki kaldı kumsalda.
Şehir zaten güzel ama daha da iyi olabilir ufak dokunuşlarla. Adam bir tabela asmış bina boyunda. Sattığı döner, kokoreç, bazlama.
Meşrubat ve dondurma reklamları da çok fazla giriyor kadraja. Bankalar mağazalar ona keza. Biliyor musunuz, belgesel çekenler bunları kare kare tespit edip billurlamak mecburiyetinde. Adama saç baş yoldurur montajda.
.jpg)
Çekerken fark etmiyorsunuz da; ekranda bir bakıyorsunuz, o kırmızı WC yazısı girmiş bütün fotoğraflara. Haydi al da gazetede yayınla.
Floransa’da dükkânlar bakır levhalar asar duvarına, en irisi A4 ebadında. Eh turizmden aldıkları pay ortada. Tamam esnaf dikkat çekmek ister ama bu, gürültü yapma hakkı vermiyor onlara. Ya ben senin çaldığın müzikten hoşlanmıyorsam, sesi niye yükseltiyorsun camların zıngıldatırcasına? Eskiden meyhaneler arabeskin dibine vururdu, baygın sesli şarkıcılar ağlardı mikrofona. Yine aynı, sazın yerini gitar almış, içinizi karartıyorlar âdeta.
.jpg)
BERGAMALI YILLAR
Antalya denize dik yarlarla inen bir mevkide ve adını Bergama Kralı II. Attalos’tan alıyor. Araplar ve Türkler Antâliyye diyorlar. Anadolu-Hint, Mısır ticaretinde önemli bir nokta.
Mal ve para artınca Pamfilya korsanları musallat oluyor. Romalı Servilius haklarından geliyor, sükûneti sağlıyor. Surları tahkim ediyor ayrıca (MÖ 79)...
Arap tacirleri Antalya’nın yabancısı değil, 7. yy.dan itibaren bölgedeler ve Halife Mütevekkil’in kumandanlarından Fazl bin Kārin şehri alıyor bir ara (860).
Ele geçirmek kolay da, elde tutmak...
Nitekim kaybediliyor. Sonra Süleyman Şah fethediyor (1103) İmparator Aleksi Komnen geri alıyor. Bir Bizans, bir Türk derken biteviye el değiştiriyor, atalarımız her seferinde daha güçlü geliyor ve bir Müslüman kolonisi peydahlanıyor sonunda.
1120, Ioannes Komnen ile tekrar Bizans hâkimiyeti... Sonra II. Haçlı Seferi. Bu defa Avrupalılar da Antalya’da (1148)...
Latinler, İstanbul’u zapt edince Bizans’ı paylaşıyorlar; Antalya, Aldobrandini adlı bir İtalyan’a düşüyor. I. Gıyaseddin Keyhusrev İtalyanların elinden alıyor (1207), Latinlerden çok çeken Rumlar da destek veriyor bu defa. Sultan, Mübârizüddin Ertokuş’u vali yapıyor. Kadı, imam, müezzin yolluyor, surları onartıyor.
.jpg)
DÂRÜ’S-SAGR
Antalya Dârü’s-Sagr diye tanınır ki saldırıya açık yer, mânâsına gelir. Bir yanı Dârü’l-harb (gayrimüslim) bir yanı Dârü’l-İslâm. Denizden gelmesi muhtemel hücumlara karşı “es-Sugûrü’l-Bahriyye” tabiri kullanılıyor.
Endişeler boş değil yine elden çıkıyor.
1216... Antalya İzzeddin Keykâvus tarafından yeniden fethediliyor. Kale onarılıyor, rıhtım ve mendirekler elden geçiyor ve bir de tersane kuruluyor. Zamanla Selçuklular’ın donanma merkezi oluyor ve şehrin valileri “Melikü’s-Sevâhil” (sahillerin sultanı) diye anılıyor. O gün Antalya hâkiminin gezesi tutmuş, Hamîdoğulları’ndan Feleküddin Dündar Bey tarafından esir alınıyor. Dündar Bey şehri kardeşi Yûnus Bey’e bırakıyor. Uzun yıllar Antalya’da Teke boyu hüküm sürüyor.
İbn Battûta 1332’de Antalya’ya geliyor, Hızır Bey’i ziyaret ediyor hatta. Bir ara Kıbrıs Kralı Pierre şehri ele geçiriyor (1361), Tekeoğulları geri çekilseler de Antalya’dan vazgeçmiyor, yeniden sahip oluyor.
.jpg)
MESCİTLER ETRAFINDA
Yıldırım Bayezid devrinde Osmanlıya geçen şehrin muhafızlığı Fîruz Bey’e veriliyor. Ankara Savaşı’ndan (1402) sonra eski beyler, Karaman desteği ile Antalya’yı ele geçirmek isteseler de muvaffak olamıyorlar.
II. Bayezid’in oğlu Şehzade Korkut, Antalya’da mukim ama saltanat mücadelesinden de geri kalmıyor.
Şehirde zaman zaman isyanlar çıkıyor, Kıbrıs kralları ayrılıkçıların ardında duruyor.
XVI. yüzyılın ilk yarısında şehirde yirmi iki Müslüman, iki gayrimüslim mahallesi bulunuyor. Mahalleler umumiyetle camiler etrafında toplanıyor ve onun adıyla anılıyorlar. Câmi-i Atîk Mahallesi, Câmi-i Cedîd Mahallesi, Bali Bey Camii Mahallesi gibi. Ahî Yûsuf Mescidi Mahallesi, Temürcü Süleyman Mescidi, Hacı Balaban, Mukbil Ağa, Baba Doğan, Halaç Kara, Liman Mescidi, Tuzcu Mescidi, Ahi Kızı, Çoban Ali, Kara Paşa, Karatay ve Hacı İlyas Mescidi Mahallesi gibi...
HAN HAMAM HİZMET TAMAM
Selçuklular kazan kazan usulünden yanadırlar. Hem ticaret yapar, hem yaptırır, yabancı tacirleri de korur kollarlar. Kıbrıslı Latinlerin pazara girmesine izin verirler hatta. Zaman zaman ihanete uğrasalar da kervanlar durmaz.
Hindistan, Mısır ve Suriye’den gemilerle gelen mallar Antalya’da aktarılır, burada kafileler düzenlenir, akarlar Anadolu’ya.
Selçuklular yol emniyetini sağlar, mola yerlerini hanlar hamamlarla donatırlar. Tacirler huzurla yatar kalkar, bir süre bilabedel ağırlanır, revir baytar hizmeti alırlar.
Ecdadımız bir kervanın günde kaç saat gidebileceğini hesaplar (bir fersah) oraya bir han yaptırır mutlaka. Yani Antalya’dan ayrılan tacir, Konya’ya, Kayseri’ye, Bursa’ya doğru ilerlerken her akşam bir başka handa konaklayabilir pekâlâ.
Bazen bu hanlarda aradığı müşteriyi bulur ve yükünü devredip döner, kendini yormaz.
Teke Bölgesi’nde (Antalya, Isparta ve Burdur) Alarahan, Yenice Han, Serapsu Han, Manavgat Kargıhan, Susuzhan, İncirhan gibi önemli hanlar vardır. Bir kısmının hamam da vardır yanında.
II. Giyaseddin Keyhüsrev Isparta Eğirdir’de, Ertokuşbey Gelendost’ta mükemmel kervansaraylar yaptırır.
Döşemealtı’nda antik Lageon şehri kalıntıları üzerine inşa edilen Evdirhan Sultan İzzettin Keykâvus’tan yadigârdır, kafile Kırkgözhan’da dinlenebilir bir sonraki akşam.
16. yy.da Murat Paşa tarafından yaptırılan Yenice Han ise Osmanlıdan hediyedir yolculara.
Mısır, ardından Rodos alınınca gemiler İstanbul’a rahatça yelken açar. Artık Antalya’da mal aktarılmaz, şehir kabuğuna çekilir âdeta.
Sene 1919. İtalyanlar Antalya ve civarını işgal eder. Sonra neden çekilirler bilinmez, Haziran 1921’de şehri boşaltıp defolurlar.
.
Veni Vidi Occidi | Geldim gördüm katlettim
11 Aralık 2021 02:00
İngilizler 16 yaşını aşanları toplama kamplarına kapatır, köylerini ve mahsullerini yakar, hayvanlarına el koyarlar. Verimli toprakları üzerinde şehir büyüklüğünde çiftlikler kurarlar
Afrika kapısı denen şehirler vardır, kuzeyde İskenderiye, güneyde Capetown, batıda Dakar... Doğuda ise Mombasa.
Mombasa’dan giren sadece Kenya’ya değil Uganda, Tanzanya, Somali, Sudan ve Habeşistan’a ulaşabilir rahatlıkla.
Kenya asrısaadeti müteakip İslam’la tanışır. Önce Ummanlılar gelir, yerli halkla evlenip çoğalırlar. Bir Arap Afrika karışımı olan Svahili medeniyeti doğar. Kendilerine has lisanları, kıyafetleri, mimarileri vardır, cami ve medreseler açarlar.
O yıllarda iç kesimler ormanlıktır, kabileler dünyaya kapalı yaşar. Mombasa, Kilva, Lamu, Malindi gibi İslam şehirleri sahil şeridine yayılırlar.
Yıl 1498. Vasco da Gama Mombasa’ya demir atar. Yerli halk onu dostça karşılar, Vasco deniz yolu ile Hindistan’a gidebileceğini orada anlar. Kâşifler gider katiller gelir, halka musallat olurlar. Portekizliler Cezire Kilwa’ya (Kilwa adası) çöreklenir, güzelim Mombasa’yı yakar yıkarlar. Hâlen ayakta olan Fort Jesus Kalesi Hazreti İsa’nın adını taşısa da Felluce’yi aratmaz.
.jpg)
PAPA ARKALARINDA
Zamanla Hindistan yolu üzerindeki adaları ve şehirleri işgal eder, yağmaya başlarlar. Gemicileri tacirleri tehdit eder, hadsiz vergi alırlar. En önemli gelir kaynakları esir ticaretidir. Mağaralara kapatılan insancıklar aç susuz akıbetlerini bekler, kendilerine bir yudum su verilmediği için zemini eşip rutubeti solurlar.
Shimoni Mağarası büyük sayılmaz ama bin kişi tıkılır kör karanlığa. Kaçmaya yelteneni duvara çakar, bağırta bağırta canını çıkarırlar. Köleler daha ziyade Brezilya’ya götürülür, tabii 2 ay süren yolculuktan sağ çıkarlarsa.
Halk dehşet içindedir, gün geçmesin ki bir katliam haberi duymasınlar.
Osmanlı, kardeşlerimize sahip çıkar, Donanmayı Hümayun, Hint Okyanusu’nda Portekizlilerle mücadele eder, sükûneti sağlar. Havalinin ve ahalinin himayesi Ummanlılardan (Zengibar Sultanlığı) sorulur ilerleyen yıllarda. Bilahare Yarubi ve Said hanedanlığı idareyi ele alır Svahili kültürü tekrar geçer hayata.
.jpg)
BUYURUN YAĞMAYA
Yıl 1888. Sömürgeci Almanlar Witu Sultanlığını himayelerine (!) alırlar.
Britanya Doğu Afrika Şirketi de faaliyete (!) başlar Kenya’da. Almanlar bölgeyi babalarının malı gibi İngilizlere devreder (1898) başka bir alana kayarlar. İngilizler Mombasa Kampala arasında bir demir yolu kurar, Uganda’ya da el atar. Rayları döşerken Hintlileri kullanır, işi bitenlere “kalın burada” buyururlar. Gözleri elmas ve altındadır, kürkmüş keresteymiş gerisi teferruat. Madenci Rosterman sadece Kakamega ocağından yüzlerce ton altın çıkarır, dibini kazır âdeta. Avrupalılar kristal kulelerde yaşar, Hintiler ve Araplardan çekinir ama siyahileri muhatap almazlar. Hasılı 1900’lere kadar İslam ülkesi sayılan Kenya işgale uğrar. Sanayii devrimini müteakip ırgata ameleye ihtiyaç kalmaz, buhar gücü insandan ucuzdur zira. Peki halkı serbest mi bırakırlar?
Yooo ne gezer, silah altına alır, dikerler Almanların karşısına.
TÜFEEEK OMZA
Afrikalılar kendileri hiiiç ilgilendirmeyen Cihan Harbi’nde hayli kayıp verir. Malum bir kısmı da Çanakkale’ye getirilir. Harbi umumi sonrası (1920’ler) Londra Kenya’yı bırakmaz, resmen Kraliyet kolonisi yapar, insan öğütmeye devam. Bu arada misyonerler sıkı çalışır, bilhassa Nairobi merkezli East African Association her yolu dener propaganda adına. Kendilerine yaklaşanları memur yapar, maaşa bağlarlar. Hristiyan sayısı arttıkça Britanyalı rahatlar. Yoksa zencinin dini kimin umurunda? Avrupalıların hesap gününe inandığı da şüpheli, inansalar bu zulmü yapamazlar. İslam düşmanlıkları da paradan kaynaklanır, tekerlerine çomak sokacak tek güç Müslümanlardır zira. Fildişi, yılan derisi, leopar postu, çay, kahve, meyve, kauçuk, baharat ve insan... İyi de çal çal nereye kadar? Gün gelir sabırları taşar. Önce Kikuyular, bilahare Hint asıllılar taleplerini haykırırlar. İngilizler isyancı liderlerden Thuku’yu sürgüne yollar. Güney Afrika’dakine benzer bir baskı politikası (Apartheid) kurar, adım attırmazlar halka.
.jpg)
YETER ARTIK
Neden sonra Yasama Meclisinde beş Hintli ile bir Arap üyenin temsiline razı olurlar. Tabii ekseriyet Avrupalılarda olmak şartıyla. Sağda solda çıkan küçük isyanları acımasızca bastırır, hayvanlarına el koyar, köyleri ve mahsulleri yakarlar. Verimli toprakları üzerinde şehir büyüklüğünde çiftlikler kurarlar (White Highlands) Nandiler, Masailer, Kikuyular ve Girimalar toplama kamplarına (reserves) kapatılır. Başlarına yerli despotlar (tabii ki başka kabileden) koyarlar. 16 yaşına gelen her Afrikalı kayıt altına alınır, nefes alabilmesi için yüksek vergiler ödemek zorundadır. Boyunlarına metal levhalar asar, borcunu aksatanı sorguya alırlar.
1952 Ekim’inde Mau Mau isyanı başlar, militanlar beyaz yerleşimcilere ve yandaş Afrikalılara karşı silah kullanırlar. Hareketin liderlerinden Dedan Kimathi yakalanır. İdam!.. İngilizler Mau Mau ile alakası olsun olmasın liderlik yapabilecek insanları toplar. Bir milyondan fazla Kikuyu mensubunu kamplara kapatırlar. II. Cihan Harbi ile muhalifler güçlenir, parti kurar, siyasete ısınırlar. Zemin mzungunun (kötü beyaz adam) altından kaymaya başlamıştır. Bakarlar deniz bitecek, arazileri paraya çevirir, dönerler Britanya’ya.
11 ARALIK 1963
Kenya 1963 Aralık’ında hürriyetine kavuşsa da örfünü, ananesini, alfabesini kaybeder bu arada. Trafik soldan işler, ölçü birimleri inch. food, yarda... Resmî lisan gavurca... İngiliz sinsidir, girdiği yerden elini eteğini çekmez, bir sürü münakaşalı mevzu bırakır ardında. Asırlık mülkünüzü elinizden almış, satmıştır ona buna. Başkasının oğlu, babanızın toprağını işler, iş karakolda biter sonunda.
Hürriyet mücadelesinde Müslümanların payı büyüktür, “kadılık makamı” gibi bir imtiyaz tanınır onlara. Kendi aralarındaki davalara (miras evlenme boşanma) fakihler bakar. 1988 ABD Büyükelçiliğine yapılan saldırı ve 11 Eylül vakası kardeşlerimizi sıkıntıya sokar. Suudların yemlediği Selefi örgütler (El-Kaide ve Eş-Şebap) kanlı eylemler yapar, samimi müminleri töhmet altında bırakırlar. Yankiler, alakası olmayanları da toplar, götürürler Guantanamo’ya. Şu an Kenya’da Çin çok faal. Türkiye eskiden “var ama yoktu” artık elçiliklerimiz, yardım kuruluşlarımız güzel işler yapıyor. Henüz istenilen seviyede olmasa da mallarımız itibar görüyor piyasada.
GEZ DÜNYAYI GÖR KENYA’YI
Kenya yeşil bir ülke, düşünün Rize gibi çay yetişiyor. Güçlü nehirleri, şelaleleri var. Hem Hint sahillerinde hem de Nil Nehri’ne kaynak olan Ukereve Gölü’nde (Victoria demiyoruz) balıkçılık yapıyorlar. Afrika’nın avcı ve savaşçı çocukları Masai Maralar ve büyük kedilere mekân olan Serengeti millî parkı seyyahları çekiyor. Zenginler beş büyükleri (aslan, leopar, fil, gergedan ve yabani manda) görebilmek için safarilere katılıyor, iyi de döviz bırakıyorlar. Çakal, sırtlan, maymun, zebra, zürafa mebzul miktarda… Çitalar kedi gibi, jipinizin üstüne çıkıp bakınıyor etrafa.
Başkent Nairobi yakınlarında da bir millî park var, “Kifaru ark” Şehir merkezine bir sigara içimlik mesafede ve yırtıcılar dolanıyor ortalıkta.
Sokak lezzetleri iştah çekici, çapat (yağda hamur), ugali (mısır pilavı) ve sukuma wiki (bir nevi sebze) yiyebilirsiniz, yeter ki tek kullanımlık tabağınız olsun yanınızda.
Çay kahve elbette içeceksiniz, bence kendi bardağınızı uzatın esnafa.
Sadece meyve alsanız kâfi, Afrikalılar karpuz, kavun, muz, mango, portakal doğramaya meraklı. Koca bir tas meyve salatası kuruşlu paralara.
KARLI DAĞLAR
Ülkeye adını veren 5.200 metrelik Kenya Dağı’nın (Kere-Nyaga: Beyaz tepe) Klimanjora’dan kalır yanı yok, doruktaki buzullar fotoğrafa geliyor. 2018 sayımına göre nüfus 48.397.527. Yazılmayan da vardır mutlaka. Halkın %58,64’ü 0-24 yaş aralığında.
Okuma yazma oranı düşük sayılmaz, mekteplerde Harambee (katkı payı) kaldırıldıktan sonra eğitim yayılmış kuytulara. Hristiyan vakıflarının 20 üniversitesi var, Müslümanların bir tane bile yok. Gençler en az 3 lisan biliyor, turistlerle konuşabiliyor rahatlıkla. Temiz su kaynaklarına ulaşma imkânı komşularından daha fazla. Tifo, sıtma, humma ve kuduz mevcut, Hepatit ve AIDS’e de dikkat gerekiyor. Ha bu arada selam verin (Selamün aleyküm) haberi (n’aber) deyin, teşekkür edin (şükran, asante) birkaç kelime Svahili konuşursanız, memnun olacaklar.
.
Sarhoştum aydım alkolden caydım
12 Aralık 2021 02:00
Amerikalı kadınlar kocalarından çok çeker, alkolü yasaklatmayı başarırlar. Ancak beklenmeyen şeyler olur, mafya sektöre el atar...
Sanayi devrimi ile ABD şehirleri işçi akınına uğrar, akşama kadar çalışır yorulurlar. Mesai bitimi barlarda buluşur, yevmiyeyi alkole yatırırlar. Biri kalkıp da “Hey barmen herkese benden...” dedi mi ıslıklar, çığlıklar.
Burada horoz dövüştürür, kâğıt oynar, fuhuş ve uyuşturucuya bulaşırlar. Bazı barlar bedava yemek verir, ayak alıştırırlar.
Akşam evlerine alkollü varırlar, aile içi şiddet artar. Kadın örgütleri ve sağlıkçılar “şeytani mayi” ile mücadele kararı alırlar.
Önce “ikna yolunu” dener, ölçülü içmeye (temperance) çağırırlar. Ancak zıkkım şişedeki gibi durmaz, kazalar, cinayetler, boşanmalar... Bağımlılar alkol için yol keser, gasp yapar. Aileler çocukları için endişeye kapılırlar.
O günlerde (1917) içkinin yasaklanmasını isteyenlere dry (kuru) denir, öbürlerine ise wet (ıslak).
Demokratlar arasında kurular ekseriyettedir (140’a 64), Cumhuriyetçiler desen ona keza (138’e 62). “Anti-Saloon” hareketi büyüyüverir bir anda.
.jpg)
LİDER KANSAS
Zamanla kurular, ıslakların vukuatından bıkar, gider barları basar, cam çerçeve dağıtırlar.
Piyasaya hâkim olan biracılar (Pabst, Schlitz, Blatz ve Miller) Alman asıllıdır. Henüz Cihan Harbi’nin yaraları sıcaktır, düşmanı mı semirtmektedirler yoksa?
Savaş sonrası Avrupa açlıktan sürünür, eğer içki imalinde kullanılan tahıllar sofraya konacak olsa...
Kampanyalar meyvesini verir, alkol ilk defa Kansas’ta yasaklanır. Sonra bütün ülkeyi tesiri altına alır.
Sanırlar ki “yok hemşerim” deyince kimse müskirat bulamayacak, sütünü içen erkenlerden yatacak.
VETOYA RAĞMEN
36 eyalet tarafından desteklenen Volstead Kanunu “Başkan Woodrow Wilson’ın vetosuna rağmen” çıkar (Ekim 1919).
Bundan böyle içki imali, ihracı, ithali ve nakli duracaktır güya: “Prohibition era!”
Gelgelelim valilerin aklı bir sonraki seçimdedir, mücadeleye fon ayırmaz, halka boncuk dağıtırlar. Hatta Maryland eyaleti meriyete bile koymaz.
Vatandaş evvelce edindiği içkileri evinde tutabilir. Elinden alınmaz, imha olunmaz.
.jpg)
Yasak mafyaya yarar, Dutch Schultz, Al Capone ve Lucky Luciano gibi gangsterler hem Meksika, Kanada ve Avrupa’dan mal getirir hem de yeraltında imal eder, doldururlar fıçılara.
Kaptan McCoy ağzına alkol koymaz ama Karayipler’den gemiler dolusu rom taşır, Florida Sahil Güvenliği bağlar, işine bakar.
YANDAN GEÇ
Alkolikler daha ziyade tenhalarda dolanırlar, sığır tabanını andıran ökçeler kullanır, ayak izlerini saklarlar.
Dans salonlarının sotelerinde (speakeasy) şişenin dibini bulurlar.
Bunlar polisin yutacağı şeyler değildir ama mücadelede istekli değildirler. Alır avantalarını, çekilirler kenara.
Çok geçmeden sokaklar mafyanın eline geçer, gizli barların sayısı 30 bini aşar (1927), çeteler semirir, kanun tanımaz, devlet içinde devlet olurlar.
Bilhassa Chicago’da güçlüdürler. Bira fabrikaları ve damıtma tesisleri vardır, Milwaukee, Kentucky ve Iowa’ya sevkiyat yaparlar.
Mafya mensupları çizgili kruvaze takım, fötr şapka ve rugan ayakkabı giyer, Sten ve Thomson kuşanırlar. Acımasızdırlar, hasımlarını mermi manyağı yaparlar.
Her çetenin bölgesi vardır, ihlali hâlinde kan çıkar. İşte zırhlı otomobiller o yıllarda dağılır piyasaya.
.jpg)
ZEHİR İMALİ
M.I.T. ve Boston Üniversitesinin yayımladığı bir çalışmaya göre yasağın ilk senelerinde alkol tüketimi %70 nispetinde azalır. Yuengling ve Anheuser Busch dondurmacılığa başlar, Coors ise çömlek ve seramik imal eder. İyi de kazanır, dönüp geriye bakmaz.
İlerleyen yıllarda kanunun caydırıcılığı kalmaz. İçmeyenler bile dener, yasak delip kahraman (!) olurlar.
Zaten kanun istisnalarla doludur. Kiliseler şarap sunabilir, hekimler reçeteye yazabilir. Eczaneler ve zangoçlar çeteye katılır zamanla.
Malt serbesttir ve ondan bira yapılabilir kolayca. Şarap tuğlaları (sıkıştırılmış hülasa) aşikâre satılır, akşamcılar külçeleri alır, basarlar suya.
Evde içki imaline kalkanlar, endüstriyel alkol kullanırlar. Binlerce insan sahte içkiden hayatını kaybeder, on binlercesi gözlerinden olurlar. Sırf bu yüzden devlet kötü koku ve boyalar ilave eder ki (ispirto) uzak dursunlar.
Kokteyller de o sıra yaygınlaşır, artıkları yeni bir bardakta toplar, meyve dilimleri ile şekil yapar, çakarlar saflara.
BÜYÜK BUHRAN KÜÇÜK HESAP
Büyük buhranda işler rayından çıkar. Hükûmetin aklı iktisadi krizdedir, içkiyi serbest bıraksa da vergiye mi bağlasadır acaba? Zaten beklendiği gibi olmamış, bir de mafya sarılmıştır başlarına.
Şebekeler üstüne vazife olmayan işlere (tayin, terfi, ihale) karışır insicamı bozarlar. Parasıyla değil mi? Kimin doları fazlaysa...
1920’lerde yasağı savunan siyasetçiler 1933’lerde dönüverirler, politika böyle bir şey, dün ak dediğine kara…
Başkan Roosevelt içki üretilmesine satılmasına izin veren kanun teklifini imzalar, senatoya sunar, 21. Anayasa Değişikliği ile yürürlüğe sokar. (5 Aralık 1933)
Bazı eyaletler huzuru bulmuştur, devam ederler yoluna. Kansas 1948’e, Oklahoma 1959’a, Mississippi ise 1966’ya kadar ayık kalır. Alabama, Arkansas, Florida, Kentucky, Teksas ve Virginia’da bir dizi kuru bölge vardır hâlâ.
SERBEST AMA...
ABD’nin 36 eyaletinde (ve birçok Avrupa ülkesinde) pazar günleri alkol satılmaz. Hafta içi de belli saatlerden sonra kepenk kapatırlar.
Devlet kanalları alkol reklamı almaz. İçki firmaları kendi adıyla spor takımı kuramaz.
Sokakta içeni karakola çağırırlar, cezası ağırdır, canınızı yakar.
Mümkün mü reşit olmayana alkol satasın, kimliğini ibraz edemeyen adımını atamaz mekâna. Nerede öyle gazeteye sarıp da versinler tıfıla!
Direksiyon başında alkollü yakalandın mı ehliyetin gider, hayatın kayar.
Orası Üsküdar sahili değildir, açık alanda içemezsiniz asla. Diyelim sigara yakmak için bardan çıktın, elinde kadeh kalmış, iş aldın başına.
O yıllarda sadece ABD değil, Sovyet Rusya, İzlanda, Norveç, Macaristan, Finlandiya, Kanada, Danimarka da alkole yasak uygular.
Türkiye de vardır (Ali Şükrü Bey’in teklifiyle) aralarında.
.jpg)
BEN SARHOŞ OLMAM!
Wisconsin Üniversitesinden asabiyeci Kevin Strang’a göre beynimiz işlemciye benzer. Alkol dozu yükseldikçe RAM devreden çıkar. Bir nevi miyoplaşır, sadece göz önündekilere odaklanırlar. Hayatta ilgilenmeyeceği tipler komik ve çekici gelmeye başlar. Mahrem mevzulara girer, sırlarını açar, ulu orta konuşurlar. Kurt gibi acıkır, yanındakilere de ısmarlar. Kendini dansa kaptıranlar aşırı yorulur, kumara katılanlar ölçüsüz yolunur. Boyun kasları gevşeyeceği için horultuyla uyuyacak ve damar genişlemesinden garip morluklarla uyanacaktır sabaha. Fotoğraflarda gözleri fal taşı gibi çıksa da uykuludur, dikkatini toplayamaz. Kulak nöronları daha az sinyal taşıdığı için ağır işitir, bağırarak konuşurlar. O gece neler olduğu meçhuldür, hatırlayamaz, anlatana da inanmaz.
Bağımlının “Bırakacağım şunu” demesi çok önemli, yeter ki istesinler, başaracaktırlar mutlak
.
Adı cevizden geliyor: Beykoz
18 Aralık 2021 02:00
Sıraselviler, Cevizli, Cevizlibağ... Demek zamanında ne çok ceviz varmış İstanbul'da...
Kozağacı, Kozluk, koz helva… Buradaki kozlar ceviz oluyor efendim. Yani ceviz ağacı, Cevizlik, ceviz helva…
Peki Beykoz?
Şimdi geleceğiz oraya.
Boğazın şirin semti hem Karadeniz kıyısındadır hem Karadenizliler çoğunlukta. Rize, Trabzon gibi sahilden itibaren yükselir, sağın solun orman kesilir bir anda. İnsanın “kestane, gürgen, palamut” diye mırıldanası gelir âdeta.
Beykoz sudan yana nasiplidir. Menbaları gür ve lezzetlidir. İstanbullular alıp bidonlarını gelir, Onçeşme, Kaymakdonduran, Karakulak, Sırmakeş, Soğuksu ve Kestanelik çeşmelerinden doldururlar. Bir çayı olur pırlanta, oh dedirtir, on numara.
Zemin sulak olunca Riva, Küçüksu, Göksu dereleri dolu dolu akar.
Beykoz eski bir balıkçı köyü. Ama bir köy Boğaz’da bulunuyorsa omuz silkip geçemezsin ona. Akdeniz’i Karadeniz’e bağlayan bir hat, her devirde mühimdir. Bu yüzden Ceneviz, Roma, Sasani (609) elde tutmaya bakar, derken Müslüman Araplar (669).
Sonra yine Bizanslı yıllar, ta ki Yıldırım Bayezid’e kadar (1402).
İstanbul kuşatıldığında Beykoz fetih ordusunun elindedir, Kocaeli uç beyleri ikamet etmektedir burada.

GEYİKLER KARACALAR
Osmanlıda beyler paşalar (hatta padişah) zaman zaman Beykoz’a gelir, Akbaba Çubuklu civarında cirit oynar, av kovalarlar. Yani bir nevi talim. Okuyla yayıyla (bilahare çakmaklı tüfeği ile) hemhâl olur, atlarını zinde tutarlar. Düşünün Hünkar çayırından dalar Şile’den çıkarlar. Vücutları idmanlıdır, gözleri yoldan korkmaz, “ha” deyince sefere çıkabilirler, çadıra ve çamura alışkındırlar nasıl olsa.
İşte o gün Fatih Sultan Mehmed at koşturmaktadır, bir ulak gelir soluk soluğa. "Sadrazamın selamı var efendim, Tokat fethedildi haberiniz ola!"
Fatih çok sevinir, “O zaman şuraya bir meyve bahçesi kuralım, adını da Tokat koyalım! Hem fakir fukara yesin hem nasip olsun kurda kuşa” der.
Tokat Bahçesi zamanla havuzlar ve kasırlarla bezenir, kafeslerde kümes hayvanları beslenir. Bostan, bahçıvan, zerzevat… Saraya da gider, ekene biçene de yeter artar.
Hünkâr İskelesi'nden sonra, kâğıthaneler, kayıkhaneler dizilir, mesireyi çeviren ağaçlar en az 150 yaşındadırlar. Sultaniye Bahçesi'ne kadar yalılar sıralanır, sahil sarayları hanedan ve devlet ricalini ağırlar.
Bahar aylarında Akbaba Sultan, Ali Bahadır, Dereseki, Alemdağ, Koyun Korusu, Anadolu Kavağı, Fener, Poyrazköy, Çayağazı, Değirmendere, Bozhane, Akbaba ve Yuşa Nebi mesirecilerle dolar.
Abraham Paşa ve Mihrabad Korusu fevkalade manzaralıdır, Boğaz halı gibi yayılır, ayaklarınızın altına.

NE DEMİŞ EVLİYA?
Âdettendir, açalım bir de seyahatnameyi bakalım. Acaba Evliya Çelebi ne demiş bu hususta: “… belde lebideryadır. Servi Burnu’nun üç bin adım güneyinde bir liman-ı azîmin kenarındadır. Mamurdur, bakımlı sokakları ve müzeyyen çarşısı, camisi, mescidi, mektebi ve hamamı ile tekmil tamamdır. 800 hanedir, halk ya oduncu, balıkçı, ya da bahçıvandır. Ab-ı havası, meyvesi sebzesi ile tanınır. Dalyancılar, beş altı gemi direğini denize dikip bağlar, tepesinde sırayla nöbet tutarlar. Eğer kılıç balıklarını görürlerse arkasına taş atarlar. Onlar da liman ağzına kaçar, gider ağlara takılırlar.”
Beykozlular eskiden beri cam, çömlek, deri eşya yapar.
Hünkâr İskelesi'nde Bostancı Ocağı tarafından çalıştırılan miri değirmenler vardır. İdarecilerine "uncubaşı" denir ki pek itibarlıdırlar.
Derken İtalya'da cam billur üzerine derinleşen Mehmed Dede adlı Mevlevi dervişi bir imalathane açar. Beykoz işi çeşmibülbüllerin ünü şehrin dışına taşar.
Dere kenarlarında mevzilenen çömlekçiler ise Beykoz testileri, yağ, sirke, turşu küpleri yapar.
III. Selim devrinde Şakir adlı bir vatandaş kâğıt imaline başlar. Osmanlı kâğıt ve kaleme öyle saygılıdır ki o cihete ayak uzatmaz.
Ancak Şakir Efendi, Avrupa rekabet edemez. Çünkü onlar bilek gücüyle değil buhar gücüyle çalışırlar. Abdülhamid yerli sanayiye destek olur ve Hamidiye Kâğıt Fabrikası yeni teknoloji ile imalata başlar.
Malum İstanbul dericileri daha ziyade Kazlıçeşme ve Saraçhane’yi mekân tutar. Beykoz bol suyu ile cazip gelir onlara.
II. Mahmud döneminde Hamza adlı bir debbağ, Hünkâr İskelesi ile Servi Burnu arasına bir tabakhane kurar.
Müessese bilahare orduya devredilir Asâkir-i Mansure-i Muhammediye için koşum takımları, çizme, kütüklük, palaska gibi askerî teçhizat yapar.
“Dabakhane-i Klevehane-i Âmire” de buhar makineleri kullanır (1872) bilahare dizeller de gelir... Günde 300, 500 derken iki bin çift kunduraya ulaşır, Avrupalı hasımlarından aşağı kalmazlar. 1887'de Beynelmilel Viyana Fuarı’na katılır, kaliteleri ile altın madalya alırlar.

KUNDURADA MARKA
Esnaf birlikleri ve gedikler hoşlanmasa da dünya değişmektedir, ayak uydurmak zorundadırlar.
Beykoz Kundura, cumhuriyet ile (1923) Askerî Fabrikalar Umum Müdürlüğüne bağlanır, 1925'te Sanayi ve Maadin Bankasına devredilir, 1933'te ise Sümerbank'a.
Çocuklar, Sümer’in kunduralarından pek hoşlanmaz, çünkü serttir ilk hafta topukların üstünü yara yapar. Ama bir yumuşadı mı hamur gibi olur, ayağınızı sarar.
Cuma günleri cami çıkışında vakit kaybedersiniz çünkü herkesin potini iskarpini Sümer’den alınma. İşi bilenler tabanına renkli raptiye saplar, dakkada bulurlar.

VELİLER DİYARI
Beykoz kuşe-i uzlet arayan ulema için bulunmaz yerdir, oturup kitap yazsınlar. Akbaba Sultan Türbesi ve Mescidi, Kanlıca’daki İskender Paşa Türbesi ve Camii, Dereseki köyündeki Kırklar Baba Türbesi, Orta Çeşme’deki Uzun Evliya ziyaret edilir. Yine Beykoz Çayırı tekkesinde Rifai müntesipleri ve Şeyh Edhem Sırrı Efendi medfundur.
Ama Beykoz dendi mi Yuşa aleyhisselam gelir akla. Hazreti Yuşa'nın Filistin’de yaşadığını biliyoruz. Buraya gelip gelmediği meçhul olsa da okuduğunuz Fatihalar ulaşacaktır mutlaka.
Hadîkatü'l-Cevâmi'ye göre Bostancıbaşı Mustafa Ağa iki cami yaptırır. Yalıköyü Camii ise II. Mahmud’un başkadın efendisindan yadigâr. (1853)
Beykoz Hamamı 16. yy.da Hasodabaşı olan Behruz Ağa, Yalıköyü Hamamı ise uncubaşı Hacı Mehmed tarafından yaptırılır.
Gümrük Emini İshak Ağa ise su hayrı kovalar. On çeşmeleri kazandırır İskele yakınındaki küçük meydana.

BEYKOZSPOR
Ahmed Midhat Efendi’nin Beykoz'da kurduğu İttihat ve Teavün Cemiyetinin Mümaresat-ı Bedeniyye Şubesi, Beykoz Şark İdman Yurdu adıyla sahaya çıkar (1908).
1921'de yine semtin takımlarından Zindeler Yurdu ile birleşir ve sarı siyah formayla kök söktürürler hasımlarına. Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray'a başa baş oynayan kulüp, uzun yıllar, Kelle İbrahim'in çabalarıyla ayakta durur, parasızlığa rağmen mücadeleden kopmaz.
BEYKOZ VAPURU
Şirket-i Hayriye'nin 10 baca numaralı vapuru Beykoz 1857'de İngiltere'de inşa edilen 288 grostonluk bir yandan çarklıdır.
1955'te, Hasköy Tersanesinde yapılıp denize indirilen Beykoz ise 47 metre boyunda, 8,5 metre genişliğinde 450 grostonluk bir vapurdur.
Hasköy ile Vaniköy adlı iki de kardeşi vardır, yıllarca hizmet ederler İstanbullulara.

YAZIK ETTİK BEYKOZ'A
Yuşa Tepesi’ne doğru çıkarken son virajda durup bir arkanıza bakın. İki köprü, Çamlıca ve Eminönü’ndeki camiler çıkacak karşınıza. Hayret bu ne manzara!
Beykoz İstanbul’un en güzel semti olmasına rağmen düzensiz gelişir. Osmanlının üstüne titrediği bey paşa semti, cumhuriyetle sanayi sitesine döner. Şişecam, Tekel Rakı ve Beykoz kundura hayli işçi istihdam eder. Ancak arsa az vakit dardır, semti gecekondular sarar.
Yalıköy, Paşabahçe, Anadolu Hisarı ve Kanlıca’da üç beş yalı ve konak kalsa da yamaçlar betonla ezilir, bitki örtüsü yok edilir acımasızca.
Günümüzde yine itibar görüyor, eskisi gibi “mutena semt” olmaya çalışıyor.
.
Tanka karşı takıtak
25 Aralık 2021 02:00
Ayntablılar aç kalır, açıkta kalır, hastalanır, yaralanırlar ama teslim kelimesini ağızlarına bile almazlar.
Gaziantep'e defalarca gitmiş ama Şahin Bey Millî Mücadele Müzesine girmemiştim. Meğer ne çok şey kaybetmişim, insanı o günlere götürüyor âdeta...
Bu gün (25 Aralık) için saklamıştık, isterseniz kısa bir özetle girelim mevzuya.
Osmanlının son yıllarında İttihatçılar, Almanların oyununa gelir maceraya atılırlar. Cihan Harbi’nde birçok cephede savaşırız. Kûtü’l-Amare haricinde net zaferimiz olmaz, sınırlarımızın üzerinde onlarca devlet peydahlanır, ne ordu kalır, ne silah.
17 Aralık 1918... İngilizler Mondros Mütarekesini bahane edip Ayntab'a girerler, atlarına yem aramaktadırlar sözümona.
Amerikan Koleji ve çevresindeki Ermeni evlerini karargâh edinir, bir ay sonra Maraş ve Urfa’ya saldırırlar; demek ki, yem dümeni uydurma.
Ermeniler de onlara katılır, ev ev dolaşıp halkın elindeki ateşli silahları toplar,14 araba dolusu delici ve kesici alete el koyarlar... İngilizler kalıcı gibi durmaz, sanki gidivecektirler yarına. Nitekim petrol bölgelerine uzanır, Ayntab’ı Fransızlara bırakırlar. Tarihçiler “Musul’daki nezaret haklarından vazgeçerek” cümlesini kullanır burada.
.jpg)
MÜTEGALLİBE KİBRİ
Mali’nin çöllerinden Senegal’e, Cezayir’den Guyana’ya uzanan bir sömürge imparatorluğu kuran Fransa zorlanacağını sanmaz. Eh halkın elindeki silahlar toplandığına göre rahattırlar. Ermeniler de yanlarındadır, Fransızdan ziyade Fransızcılık yaparlar.
İşgalciler 29 Ekim1919’da merasimle şehre girer. Gayrimüslimler tezahüratta bulunur onlara.
Cemiyet-i İslami ise protesto eder, tepkisini koyar açıkça.
O cuma, Ermeni tercümanıyla şehre inen bir Fransız subayı, Akyol Camii’ndeki Türk bayrağına takar. Zorla indirtince halk galeyana gelir, yerli polislerle işgalci askerler itişir kakışırlar, tansiyon yükselir bir anda... Müslümanlar 23 Kasım’da öyle coşkulu bir miting yaparlar ki, Fransızların gözü korkar, bu kadarını beklemiyordurlar. Ermeniler neyin peşindedirler bilinmez; tahkir eder, taşkınlıkta bulunurlar. Gasp, tehdit, sataşma... Frenk arkalarındadır nasıl olsa.
O günlerde birkaç sarhoş işgalci, bir Türk hanımına sarkar, peçesine asılırlar. Kadıncağızın oğlu Mehmed Kâmil (10 yaşındadır) taşlarla saldırır onlara. Çocuktur demez süngüler, şehit ederler oracıkta.
Ve köprüler atılır, çatışma kaçınılmazdır bundan sonra. Heyet-i Merkeziye sabırsız gençlere “Durun hele” der, “vakti gelmedi daha.” Fransızlar gerginliği hisseder çekilir kışlasına.
İstanbul çaresizdir, Kuvayımilliye derdiyle yanmakta.
İş başa düşmüştür, Halep’e gider vaziyeti anlatırlar. Bu şehir kara gün dostudur, elindekileri evindekileri verirler, tüfek fişek ne varsa.
Antepliler şehri 22 bölgeye taksim eder, birer reis koyarlar başlarına.
Şehreküstü Camii’ni hastane olarak düşünürler, ihtimal ihtiyaç olacaktır ona.
.jpg)
CESEDİMİ ÇİĞNEMEDEN!
O günlerde Birecik Askerlik Şubesine tayini çıkan Mülazım-ı Sâni Mehmed Said evine dönmüştür uzuuun yıllardan sonra. Ailesi ile sadece bir gece kalır, bakar ki şehir namlu ucunda. Heyet-i Merkeziye'den vazife ister, koyar elini taşın altına...
Mehmed Said Çanakkale, Romanya, Trablus, Balkanlar, Yemen, Filistin ve Sina'da savaşmış bir muhariptir, Trablus Harbi’ne gönüllü katılmış, Balkan Harbi’nde Çatalca cephesinde yer almıştır. Mısır, Seydi Beşir Kampında esir kalmıştır hatta.
Antep'in yerlisidir, kısa sürede 200 adam toplar ve Kilis-Antep yoluna el koyar. Nedendir bilinmez "Şahin Bey" derler ona.
Antep esnafı Fransızlara bir şey satmaz, elinin tersiyle yok der, çık işareti yapar. Onlar da her şeylerini Katma'daki (Kilis'in güneyinde Azez'in batısında) tümende getirmek zorunda kalırlar.
3 Şubat 1920... Fransızlar Antep’e 150 arabalık erzak yollar, iki bölük asker katarlar yanına. Şahin Bey, konvoyu Kertil’de pusuya düşürür ve hayli hırpalar. Dönmek zorunda kalırlar.
Ardından telgraf hatlarını tahrip eder, tümenle irtibatlarını koparır.
Fransızlar, bir daha dener, yine yenilir, çekilirler.
25 Mart 1920'de Yzb. Andorya kumandasında yola çıkan konvoy sıkı hazırlanır. Sekiz bin piyade ve iki yüz süvari vardır yanlarında. Ayrıca bir batarya top, 16 ağır makineli, çok miktarda otomatik tüfek ve dört tank. Şahin Bey ve arkadaşları düşmanın karşısına dikilir, şiddetle karşı koyar. Çatışmanın dördüncü gününde 18 kişi kalmış ama mevzilerinden sökülememiştirler hâlâ.. Sonunda Şahin Bey tek kalır, mermisi bitince kamasına sarılır “Cesedimi çiğnemeden geçemeyeceksiniz” der âdeta.
Şahin'i sorarsan otuz yaşında,
Süngüyle delindi köprü başında.
Çeteler toplanmış ağlar başında.
Uyan şahin uyan gör neler oldu.
Sevgili Ayıntab'a Fransız doldu.
.jpg)
AÇLIKTAN KIRILSINLAR
Fransızlar şehre giremez, bir iki denerler pahalıya patlar, tankları zor kurtarırlar. Onun için uzaktan vurur, kuşatıp teslim olmalarını beklerler sabırla.
Antepliler zeki ve üretken insanlardır, Tevfik usta tahtadan makineli tüfek sesi çıkaran bir alet (takıtak) yapar.
Sanatkarlar patlamayan Fransız mermilerini matkapla deler, barutunu alırlar. Camla çiviyle karıştırıp sahanlara doldururlar (Özdemir bombası) Ramazan topuyla da göz korkuturlar sonra.
Müdafaa müddetince Fransızlar şehre 70 bin top mermisi atar, 6.317 Antepli şehit olur. Nüfusun 1/5’ine tekabül eder kaba hesapla.
Bu arada Nakip Ali, Sarmsak Tepe’yi ele geçirir. Yer yer makineliler karşısında çaresiz kalırlar. Şıhın Dağı’nda ne yiğitlerimiz toprağa düşer, Karayılan da vardır aralarında.
Asıl adı Mehmet olan Karayılan; zengin bir ailenin çocuğudur. Babası Ermeniler tarafından şehit edildiğinde 16 yaşındadır daha. Kendini yetiştirir, ilmini artırır imamlık yapar. Rus cephesinde yararlıklar gösterince çavuş rütbesi takarlar.
Karabıyıklı’da düşmana ilk ve kesin darbeyi o vurur. Fransızlar felaket panikler “Ne işimiz var” derler, “bizim buralarda!”
Zaten Maraş ve Urfa'da yenilmişlerdir, Antep de öyle mi olacaktır acaba? Gelir gider teslim teklifinde bulunurlar.
Halk bombaya alışmıştır artık, ıslık sesi duyan yere yatar.
Bazen geç kalırlar, kadınlar çocuklar parça parça...
Yiyecek yok, cephane yok. Şehir yanmış yıkılmış. Karatarla Camii’nde buluşup istişareye otururlar.
Karar: Teslim yok. Olsun, ne olacaksa!
Adamlar beyaz bayrak beklerken ne görseler iyi, kalede koskoca bir hilal.
Şehri daha şiddetli bombalar, çemberi daraltırlar.
Kadın ve çocuklar kastellerde mağaralarda saklanır ama salgın hastalıklar dolanmaktadır etraflarında…
Kuvayımilliye’ye telgraf çekilir. Cevap: Malum biz Batı Anadolu’dayız şu anda...
Halka hakikati söyleyemez, “Geleceklermiş” derler, “pek yakında!”

KİMYASAL SİLAH
Fransız tümeni 20 bin silahlı. Antepli 2 bin tüfekli, 850 bıçaklı.
Gün olur, 500’den fazla bomba düşer, duvarlar çöker, yangınlar çıkar. Dumanları sarımsı siyahtır, çok pis kokar, insanı boğar.
Aldırmazlar, kefenlerini başlarına dolar ölüme hazırlanırlar.
5 Ekim’de Fransızlar taarruz eder ama çekilmek mecburiyetinde kalırlar. Tekrar saldırırlar; bir subay, 20 askere patlar.
Şeyh Camii avlusu kan revandır. Anteplilerin elinde tentürdiyot ve gazlı bez kalmaz. Eter olmadığı için yaralıları bayıltamaz, kollarını bacaklarını bağırta bağırta kesmek zorunda kalırlar. İple bağlarlar ki, çırpınmasınlar.
Kışla birlikte soğuk da başlar.
Hepsi bir yana çocuklar açlığa dayanamaz. Tamam zerdali çekirdeğinden ekmek yapma fikri zekicedir ama muhtevasında siyanür vardır eser miktarda. Kuru yaprak ve süpürge tohumu ile nefislerini körletirler; ot, kök ne bulurlarsa.
Eşeğin önündeki kepeği bile yerler, hayvan ölür, etini kapışırlar bu defa.
Bir iki baskın deneseler de pahalıya patlar. Şehadeti yudumlayan 110 civan daha...

KEFEN BEZİ...
2. Kolordu Kumandanı Albay Selâhattin Adil Bey, 6-7 Şubat 1921 gecesi Antep müdafilerine emir gönderir; “Bu gece kuşatma hattını yarıp çıkın, aksi takdirde dışarıdaki kuvvetler yardım imkânı bulamayacak bir daha!”
Yiyeceklerini içeride kalanlara bırakıp sızarlar karanlığa.
450 muharip, Mustafa Fevzi Bey komutasında huruç harekâtına katılır, sonra bir 50 daha.
8 Şubat’ta. Şehirde silahlı kalmaz.
Teslim.
Bu kelimeyi ağızlarına bile almazlar.
-O zaman bayrağı indirin.
-Olmaz!
-Beyaz bez asın.
Buna önce kadınlar itiraz eder. “Bizden istemeyin, teslim bayrağı için çaput bile çıkmaz!”
Revirden kefen bezi getirip asarlar.
.jpg)
KAÇARCASINA
Ve ikinci işgal. Bu sefer daha dikkatlidirler; Ermenileri arkalamaz, halkın nasırına basmazlar.
Şehri gezen subaylar böyle bir direnişin halk tarafından yapıldığına inanamaz.
“Kilikya bize hayal” derler, “hayatta düzen tutturamayız burada.”
Masa başına oturduklarında kararsızdırlar, çekilmek için bahane ararlar âdeta.
Ve defolup giderler sonunda.
Antep direnişi tekrar tekrar okunsa yeridir; acı, sabır, metanet, yardımlaşma... Hepimizin alacağı dersler var onda.
Gidin ziyaret edin ve birer Fatiha okuyun ecdada.
Çocuklarınızı da götürün, bu destan unutulmaya.
.
Lobiler göz boyuyor: MAYMUNA BAK!
1 Ocak 2022 02:00
Kuzguna yavrusu anka görünür derler. Her hayvanın doğurduğu kıymetlidir ama orangutan biraz daha düşkündür yavrusuna.
Niye? Çünkü 8 yılda bir gebe kalır ve sadece bir tane doğurabilir. Hayatı boyunca iki ya da (nadiren) üç çocuğu olur. Bebekler 1,5 -2 kg civarındadır, ilk 6 ay perçin gibi yapışırlar analarına.
Acıkınca ağlar, canı yandığında sızlanırlar. Karnı doyduğunda gülümseyen bir edayla uyurlar.
Derken ayaklanırlar ama yine analarının dizi dibinden ayrılmazlar. Kovsa da gitmez, 7 yaşına kadar etrafında dolanırlar.
Sonra abi ve abla olurlar. Mahcupturlar, utangaçtırlar, diğerleri gibi şebeklik yapmaz, bir kuytu bulur, tek başlarına yaşarlar…
Yani orangutan dediğin kolay yetişmiyor. Bu hayvancıklar yeryüzünde sadece Borneo ve Sumatra adalarında kalmış. Açın haritayı, Endonezya Malezya ve Brunei sultanlığında… Eskiden Hindiçin ve Cava adasında da varmış, şimdi hiç arama.
Peki sayıları?
Onlar gibi ağaçtan ağaca atlayan hayvanları saymak kolay değil ama Borneo’da yaklaşık 45 - 65 bin arasında olduğu sanılıyor. Sumatra’da 7-8 bine düşmüş, nesilleri tehdit altında.
Peki kim uğraşıyor onlarla?
Biiiz. Kim olacak başka?
TRİNK PARA
Bir kere maymun para eden bir hayvan, bilhassa şempanze orangutan ve goriller talep görüyor.
25 dolardan başlıyor, 45 bin dolara gidiyor.
Adamların işi bu, getirip teslim ediyorlar kapıda. Ama maymun yakalamak kolay değil, birini ele geçirinceye kadar üçü beşi telef oluyor, ağlar urganlar kaçanları da hırpalıyor.
Raporlara bakarsanız 2005 yılından beri yaklaşık 1.800 maymun kaçırılmış. Sınır içi vakalar şüphesiz daha fazla ama kayıtlarda yer almıyor. Hâlbuki buzdağının görünmeyen kısmı orada.
Orangutanlar zeki mahluklar. İnsanı taklit ediyor, nehir geçmek için kütük arıyor, bala ulaşmak için sopa kullanıyorlar. Girmeden önce çubuk sokup suyun derinliğini ölçüyor. Yıkanıyor, paklanıyor, dişlerini fırçalıyor, aynaya bakınca kendini tanıyabiliyor.
Termit avı için yaprağı kaşık gibi kıvırıp yuvalarına sokuyor.
Terbiyesi kolay diye genellikle minikler araklanıyor. Hayvan simsarları acımasız, mani olursa anasını öldürüp atıyorlar kenara.
Son yıllarda orangutan hırsızlığı arttı, çünkü yaşadıkları bölgeler palmiye fidanlığına döndü ortada kaldılar, artık daha kolay kafeslenebiliyor.
Evet çıkarılan yeni kanunlar hayvanların yanında ama...
Umarım muvaffak olurlar.

1970'lerde Borneo'da 200 bini aşkın orangutan varmış, çalına çalına şimdi dörtte bir kalmış...
ORMAN YAĞMALANINCA
Sayılarındaki hızlı azalmanın sebeplerinden biri de alan daralması. Tomruk tacirleri, madenciler ve kâğıt tesisleri bölgelerine giriyor…
Son yıllarda yağı para etmeye başlayan palmiye üreticileri de katıldı onlara.
1970'lerde Borneo'da 200 bini aşkın orangutan varmış, şimdi dörtte bir oranında.
Borneo ve Sumatra ormanlarında çıkarılan yangınlar hayvancıkları yerinden yurdundan ediyor. Böyle giderse çocuklarımız Orangutanları belgesellerde görecek anca.
Orangutanlar büyük maymunlardan sayılsa da bize göre boyları kısa. En irisi 1,5 metre civarında. Lakin kolları uzun ve güçlü, topuklarına değiyor âdeta. En çok sevdikleri şey ağaçta sallanmak, sürekli idman, parmaklar mengene kesiliyor sonunda.
Malay dilinde “Orang” adam, “hutan” orman… Oranghutan orman adamı gibi bir şey oluyor.
Nadiren yere iniyor, yuvalarını ağaçlara kuruyorlar.
Tamam ürkektir kaçar, mahzun bakar ama sıkıştırırsan...
YUVAYI DİŞİ MAYMUN
Yuvaları muvakkattır, üç beş günde bıkar, hatta her gece başka yaparlar. Özene bezene dalları yerleştirir, inceleri örer, yaprak yayarlar tabana. Şemsiye de uydurur gölgede uyurlar. 100 kiloluk hayvanı taşıdığına bakılırsa sağlamdırlar.
Zararsızdırlar, umumiyetle yaprak yer, karınca ve yabani incire bayılırlar. Yırtıcı değildirler ama et süt yumurta bulurlarsa hayır demez, atarlar ağızlarına.
Etrafta bahçe varsa hırsızlık yapabilir, meyve araklayabilirler.
Erkekler dişilerden daha iridir, yanaklarında etler petler olur bu onlara heybet katar. Boyunlarında bir kese vardır, içini havayla doldurur solukta kullanırlar. 15 farklı ses çıkarabilirler, manası vardır mutlaka..
Yerküremiz her yıl 20 milyon dönüm orman kaybediyor, yani her dakika 27 futbol sahası büyüklüğünde ağaçlık yok oluyor. Siz bu yazıyı okuyuncaya kadar kim bilir ne kadar arazi kel kalacak, havamız bozulacak, oksijenimiz azalacak..
NE YAĞMIŞ AMA...
Orangutanlara ev sahipliği yapan Endonezya ve Malezya, dünya hurma yağının %90'ını üretiyor. Hurma yağı, yenilebilir yağlar arasında en bereketlisi. Birim alana düşen yağ miktarı diğerlerinden kat kat fazla. Nitekim market raflarındaki ürünlerin en az yarısında bulunuyor.
Hatırlarsınız Avrupa Gıda Güvenliği Kurumu (EFSA) sürülebilen çikolatalardaki palmiye yağının kanser riski taşıdığını söyleyince ortalık karışmıştı. Hâlbuki kek, kurabiye, bisküvi, şekerleme, cips, dondurma, hazır çorba, pizza ve paketli ekmeklerin çoğunda yer alıyor.
Palm yağı sade gıda maddelerinde değil, temizlik ve kozmetik ürünlerinde de aranıyor. Kremde, sabunda, şampuanda, rujda, ağdada mevcut, cilde de iyi geliyor.
Müşterileri arasında Unilever, Ferrero/Nutella, Colgate-Palmolive, Johnson&Johnson, Cargill, Procter&Gamble, Genarel Mills, PepsiCo, Kraft Heinz, Nestle, Con Agra, Kellogg’s, L’Oreal, Mondelez gibi ünlü firmalar bulunuyor. Yetmedi, endüstriyel yağlar ve biyolojik yakıtlar yapılıyor. Girmediği ürün o kadar az ki onları saymak daha kolay.

MAKSAT BAŞKA!
Aslında meyveleri bir çeşit hurma ve kimseye zevali yok. Sıkılan yağı da değişik enzimler, mineraller, vitaminler taşıyor, hem besleyici, hem lezzetli. Ancak gıda sanayii bu yağın rengine (kıp kırmızı) ayar vermeye kalkınca çivisi çıkıyor. Rafine edilince başka bir şey oluyor. Çikolata için mesele değil rengi uyuyor.
Sadece palm yağı değil, 200 derecede işlem gören her yağ riskli. Bilirsiniz zeytinyağcılar ezme esnasından ısınan dişlilere bile tahammül edemez, makineleri durdururlar (soğuk sıkma).
Özetlersek. Dünya yağ piyasası mısır üreten ABD’nin elinden kayıyor. Palmiye yetiştiremeyeceğine göre tek çare kalıyor. “Karalama!”
Mazlum mahzun orangutan resimleri ile hedef saptırıyor, başka mevzuyla mevzi kazanıyor.
.
İş dönünce şova Citroën döşova
2 Ocak 2022 02:00
60 km sürat yapsın, iki kişi ve bir çuval patates taşısın yeter derler, 8 milyon satarak ağabeylerine fark atar...
fendim fikir Citroen CEO’su Pierre Jules Boulanger’nin zihninde belirdiğinde 1930’lardır daha. Firmanın tasarımcıları Walter Becchia ve Marcel Chinon oturur karalamaya başlar. Bilahare meşhur gangster otomobili Traction’un planlayan Flaminio Bertoni ve André Lefebvrethe de katılır onlara. İstek nettir: Bir otomobil tasarlayın, 60 km hız yapsın, iki kişi ve bir çuval patates taşısın tamam!
Tabiri caizse tekerlekli şemsiye diyebilirsiniz ona. O günlerde Fransa yolları çakır çukurdur, patron üstüne basa basa “aman esnek olsun” der, “yumuşacık yol tutsun. Yumurta sepetini sarsmadan götürsün, kırmadan dökmeden vasıl olsun menzili maksuduna.”
Hedef kitle, at arabası kullanan köylülerdir. Şimdi hayvanı ahırdan çıkaracak da, koşum takımlarını bağlayacak da… Oho ooo yemiyle suyuyla, nalıyla mıhıyla uğraşasıya...
Zikrolunan vasıta çiftçinin eli altında durmalı. Süt güğümü, saman balyası, zerzevat küfesi, yem torbası taşımalıdır. Çarşıya pazara, düğüne tombaya da götürmelidir icabında… Dış görünüşü hiiiç mühim değildir, adam o paraya araba almış (VW yarı fiyatına) ne ister daha?
Bu yüzden farı kaportaya gömmekle uğraşmaz, çamurlukları davlumbaz gibi şişirip bırakırlar. Camlar dümdüz, tavan branda…
Patron her şeyin mekanik olmasını ister, motor önce manivela ile çalıştırılır, sonra kaytan dolarlar halkaya. Sen çekersin zemberek sarar, gırgırgır, eksoz duman patlama, artık ne zaman gönlü olursa...
Bayanlar ip çekmekte zorlanır mızıldamaya başlar. Bakarlar olmayacak marş motoru koyarlar sonunda.
Silecekler içeriden oynatılır, topuzu vardır, elle çevirirsiniz sağa sola. Kapı penceresi ortadan mafsallıdır, alttan kıvırıp katlar, mandalla asarsınız yukarıya. Ne kol, ne makara.
KONSERVE KUTUSU
Veee Citroën 2CV, 1948 Mondial de L’automobile’de (Paris otomobil fuarında) sahne alır ilk defa.
Makul fiyatı, kambur kasası, kolay bakımı ile öne çıkar. Hava soğutmalı motoru, yüksek tabanı ve yumuşak süspansiyonu ile övgüyü hak etse de münekkitler müstehzi konuşurlar. Evet çirkin ve güçsüz bulmuş, yakıştıramamıştırlar ünlü firmaya. Sayın prezidente limuzinler yapan bir marka, ne arar bu konserve kutularında?
Karikatürcülere de malzeme çıkar, alaya alırlar. Bakın şu işe ki aşağılandıkça değeri artar, sadelikten hoşlananları cezbeder, 8 milyon satarak ağabeylerine fark atar.
Hâlbuki kontrol tablosu varla yok arasıdır, kilometre saati, velespitden aparma. En büyük gösterge akü şarjında.
Saat, radyo, takometre, klima, kalorifer ve ses düzeni arama. Direksiyonu metaldir (bilahare kemik), kamyonlarınki kadar büyük ve yatıktır. Koltuklar kamp sandalyesini andırır âdeta. Ama dengelidir, kolay kolay getiremezsiniz taklaya.
Savaş sonrası sac sıkıntısı çekildiği için üstü branda ile kapatılır, bu da size coupe keyfi yaşatır. Eksiği noksanı olsa da siparişe yetişemezler, parayı yatıran yıllarca bekler sırada. Gün gelir, mustamelin fiyatı sıfırı aşar, alırsın kullanırsın satarken para kazanırsın ayrıca.
Hatırlarsınız, bizde de öyle değil miydi yetmişli yıllarda...
.jpg)
ÇAPRAZ BULMACA
Döşova’nın (deux chevaux) lügat karşılığı “iki beygir”. Motorun beygiri elbette daha fazla. Ben 2 CV denince iki silindirli sanıyordum, yanılmışım. Bu teknik bir tabir değilmiş, Fransız “vergi sisteminde” bir karşılığı varmış.
Döşova dünyanın ilk önden çekişli sedanı (sınıfında) ama 4X4’ünü de sunar meraklısına. Ağırlık 460 okka. Genişlik 148 cm. Yani diz dize, omuz omuza. Motor önceleri 375 cc ve 9 beygirdir sonra 425 ve 602 cc’likleri de koyarlar. Vay be 602 cc ha! Seni gidi asfalt senii, eğer ağlatmazsam!
O yıllarda ABD’nin en mütevazı arabası 3.600 cc’liktir (fındık sekiz), yani 375’lik motordan 9 tane daha. Evet yumruk kadar bir şeydir ve kurcalamaya müsaittir, hortumlar, kablolar elinizin altında... Yağ sızdırmaya duman atmaya başladı mı indirir, bi sekman atarsınız boş zamanınızda.
Motoru çim biçme makinesininki gibi kolayca çıkar. Takım tezgâha gerek yoktur, hoop kucağa. VW gibi hava soğutmalıdır. Önde bir fan, üstünde manifold karbüratör filan. Meğer şu radyatörler ne kadar yer kaplıyormuş kaputun altında. Dağıttınız diyelim hepi topu bir kaç avuç parça, kontrplak masada toplayabilirsiniz rahatlıkla.
FUKARA JAGUARI
2 CV, 960’lı yıllarda talebe, ressam, müzisyen ve muhabirlerin gözdesi olur. Hippiler, anarşistler bayılır ona.
Pikapları da (Fourgonnette) pratiktir, Fransız posta idaresine, Knorr ve Shell’e hayli vasıta satarlar. VW Tospa gibi kemikli değildir, yürürken saçları sallanır boşlukta. Çelimsiz ama mukavimdir, 300 bin km’yi rahat geçer, tıkırdar gider yıllarca.
Mahmuzlu tamponlar, sarı farlar ve ön camın altındaki havalandırma kapağı klasik kalır, aynısından yaparlar 50 yıl boyunca.
Şoför kapısı tersine açılır, arada cılız bir sütun vardır ön kapıyı da arka kapıyı da ona bağlarlar.
Şanzıman 4 ileridir. Vites kolu direkt göğüsten çıkar, itip, çeker, sağa, sola yatırarak sokarsınız yuvasına.
Citroen 2 CV sadece Fransa Levallois ve Perret tesislerinde yapılmaz. Belçika Forest ve Liège’de, İngiltere Slough’da, İspanya Vigo’da, Portekiz Mangualde’de, Slovenya Kooper’da, Arjantin Buenos Aires ve Jeppener’da, Şili Arica’da ve Uruguay Montevideo’da da imal edilir. Milyonlarca “çirkin ördek yavrusu” düşer yollara.
Üretimi durunca halefleri (Dyane ve AX) alınır banta.
Gelelim bize. TOGG üst sınıf itibarlı bir otomobil olacak.
Bir de günlük kullanıma dönük bir araba düşünemezler mi acaba? Şöyle ufak tefek, motosiklet motorlu, sade, basit, sıradan.
Aynı kasanın kamyonetini de çıkarsınlar, bağa, bahçeye, esnafa, seyyara…
Hoş bu topa sadece Citroen girmez, FIAT Cinquecento (500), VW Kaplumbağa ve Austin Mini de dener, umduklarını bulurlar fazlasıyla.
Açın bakın rakamlar ortada.
AMAN GESTAPO GÖRMESİN
Hitler 2. Dünya Savaşı’nda Fransa’yı işgal eder malum. Naziler Citroen’in bir otomobil (TPV) planladığını haber alır, düşerler ardına. Ancak Mösyö Boulanger tedbirini almıştır. 1939’da üretilen 250 otomobili parçalatır, bırakmaz ortada. Günümüze pikap şeklinde giydirilerek gizlenen 5 prototip ulaşabilir anca.
.
BALDIRANLA ZEHİRLEDİLER BENİ
8 Ocak 2022 02:00
Ordu’nun eski Çaybaşı Belediye Başkanı Kâmil Uzun antikalara olan merakı ile tanınıyor etrafında. Evi müze gibi; rastgele bir parça seç, saatlarce anlatsın sana.
Toplama merakım çocukluğumdan beri vardı diyor, akranlarım doktor mühendis olmak isterdi, ben arkeolog olacağım derdim soranlara.
Hafta sonları Ünye’ye giderdim. O zamanlar otobüs, minibüs neredee? 30 kilometre yürürdük güle oynaya. Nineme dedemden bir torba gümüş kalmış, her gidişimde birkaç tane sıkıştırırdı avucuma. Tedavülden kalktığından haberi yok. Doğrusu ben de bilmiyordum, verdim bakkala. “Evladım bunlar bizde geçmez, kuyumcuda bozdur ondan sonra!”
O gümüşler koleksiyonumun ilk parçası oldu ve virüs girdi kanıma.

ALMAM LAZIM
Halamın oğlu asker dönüşü gramofon getirmişti. Aleti kurdu bıraktı, bir kadın okumaya başladı, “Makaram sarı bağlar!” Ben de mi alsam acaba? İmtihan için Halkalı Ziraat Mektebine gitmiştim, Kapalıçarşı’ya uğradım, bir gramofon buldum, vurdum sırtıma.
Döndüm, baktım esnaftan Hasan Dayı da almış bir tane. Sanki onunki daha mı yakışıklı ne? Talip oldum ona da.
- İyi de ben onu sattım evladım. / - Kime?
- Ünye’de Cerrahoğlu’na.
- Kaça?
- On kâğıda.
Bana dese fazlasını verirdim oysa. Neyse gittim Ünye’de buldum. Baktım alet toz toprak içinde, atılmış kenara.
Direkt mevzuya girdim. “Dayı satar mısın bunu bana?”
Al senin olsun, zaten iğnesi bulunmuyor buralarda.
İlerleyen yıllarda fotoğraf makinesine heves ettim, annemde nakit yoktu, iki teker fındık verdi bana. Öğretmen olunca maaşı eski eşyalara yatırdım. Ev doldu taştı, somya altlarından çatı aralarına...
Çaybaşı Manastır köyünün bir mezrası, eskiler Çilederen derlermiş ona.
1800’lerin sonlarında Rumlar İkizce’yi, Çandır’ı, Kaynarpınarı almış, gelmiş dayanmış buraya. Bizimkiler bir avuç ama teslim olmuyor, mevzi kazıp karşı koyuyorlar. Müsadere ta Ünye’den duyuluyor. Bölük Komutanı Ahmet Halid gelip baksa kadınlar da ayakta, nevale mühimmat taşıyor kocalarına.
Çaybaşı 1913 - 20 arası çok eziyet çekmiş. Ermeniler hamile hanımların karınlarını yarmışlar. Bakın bu tüfek Manastır Muhtarı Halil Çavuş’un. Halkını korumak için almış, Ermeniler pusuya düşürmüş, kafasını kesip çakmışlar kazığa!..
Daha niceleri... Unutulmasın dedik, bir şehitlik ve abide yaptık oraya.
Harb-i Umumi yıllarında Avrupa gayrimüslimleri silahlandırır, yetmez gibi Rusya’dan militan getirirtirler ayrıca.
Müslüman Gürcüler de Anadolu’ya sığınır. Karadeniz sahillerinin Batum’dan farkı yok, yerleşirler buralara.
ELİNİ BELİNE ATINCA
Gürcüler çok beceriklidir, Sefer Ağa usta bir değirmencidir mesela. Hekimoğlu İbrahim’e de iş verir yanında.
Niksar tarafından Ayşe adlı kimsesiz bir kıza da babalık yapar. Bir Gürcü genciyle (Seyyid Ağa’nın oğlu) nişanlar.
Hekimoğlu gün boyu değirmende, kız yemek getirip götürür. Laf, söz olur halk arasında.
Nişanlısı dert yanınca Sefer Ağa “Çağırın İbrahim’i gelsin” der. O ara bi’ gerginlik çıkar, damat adayı elini beline atınca Hekimoğlu atik davranır ve tetiğe basar.
Artık duramaz buralarda, çekip çarığını vurur dağlara. Arkadaşları Alanlı Osman ve Mehmet Çavuş da katılır onaBiteviye mekân değiştirirler, nerede akşam orada sabah.
Çete zamanla güçlenir.
Molla Mustafalara, İsmail Hocalara haber yollar, sen altı koyun getir, sen bir batman yağ! Pirinç de buldurur, kazanlar kurdurur.
Ama içi rahat değildir. Bir ara “Beni affedin” teklifinde bulunur, “dağıtayım adamları, karışayım aranıza.”
- O kadar kolay mı? Kan var, kanun var ortada.
BU VAZİFE SANA
Bizim medeniyetimizde Robin Hood’luk yoktur. Kul hakkı dendi mi akan sular durur, velev ki kâfir de olsa…
Lakin, devletin sıkıntılı yıllarıdır. İsyanlar, kalkışmalar... Savaş zaten kapıda. Hekimoğlu’na gelesiye ne dertler var sırada. İbrahim, mert cömert bir insandır, sevilir. Yer yer jandarma sıkıştırsa da halkın yardımı ile kurtulur her defasında.
Civar vilayetlerin mutasarrıfları “Bu iş böyle gitmez” derler, “her eline silah alan dağa çıkacak olursa...”
Şakir Çavuş’u çağırırlar. Bu vazife sana!
- İyi ama biz Gürcü’yüz, niza çıkmasın Türklerle aramızda?
Ona mühürlü imzalı evrak verirler. “Bu devlet işi ve sen emir kulusun. Mesuliyet bizde, kimseye aldırma.
- İyi de tüfeklerimiz çok zayıf namlu ısındı mı mermi ayağımızın dibine düşüyor.
Oturaklı bir Alman tüfeği uzatırlar, “Şu işi hallet, silah sana!”
Lakin kimse yerini göstermez, sır vermez. Fatsa Kaymakamı iki Rum tecir (çerçi) getirir. Tudor ve Yorika. “Hekimoğlu’nu buluruz, bizden kaçmaz.”
Nitekim haber gelir, “Kendi köyünde şu anda!”
KUŞATMA ÇATIŞMA
Şakir Çavuş bir manga askerle gider. Yaşlı bir kadına “Biz Hekimoğlu’nun adamlarıyız” der, “haber ulaştıracağız ona!”
- Kimi kandırıyorsun. Onlar bey gibi giyinir, tiril tiril kıranta.
Şakir Çavuş çantasını açar, bir kıyafet ki kumaşın hasından. “Bunun gibi mi?
Tamam şimdi inandım sana. Yamacı gösterir, “Teee şu bacası tüten konakta!”
Bakarlar bir kadın çıkar lahana koparır güya, sonra yine gezinir çapa mapa. Etrafı keser kuşkulu bakışlarla…
Gidip evi kuşatırlar.
- İbrahim, teslim ol, jandarma!
Silahla karşılık verir.
- İbrahim yanlış yapma, devlete karşı koyma!
Bütün gece çatışırlar, Şakir Çavuş samanlığı ve ambarı yaktırır. “Bak evi de yaktıracam, yazık olacak sana!”
Şafak sökmek üzere, yorgunluk çökmüş, zihin bulanmış, uyku tavanda...
BASİRET BAĞLANINCA...
Şakir Çavuş “Hasan sen Gürcüce bilirsin” diye fısıldar, git karşıdan “Komutan’ım mermim bitti” diye bağır bana.
Hekimoğlu zokayı yutar, pencereden atlar. Ve kurşun yağar ardı sıra. Bakarlar kan izi, vurulmuş düşmüş çalılar arasına. Bir yandan da bağırır: “Hekimoğlu vuruldum, öcümü koma!”
Şakir Çavuş “Seni de sesini de tanıyorum İbrahim” der, “hedef saptırma boşuna!”
İçlerinden bazıları, “Öldürelim gitsin Komutan’ım” derler, “sıkalım kafasına!”
- Hayır biz katil değiliz, hem amirlerime söz verdim, diri yakalarsam diri. Kimseye dokundurtmam. Haydi toplanın iniyoruz aşağıya.
- Çok yorulduk Komutan’ım, bari bir kahve içeydik şurada.
- O zaman İbrahim’e de yapın, yazık bak ızdırabı var.
İçlerinden biri Hekimoğlu’nun kahvesine baldıran zehri katar, birden rengi değişir, can verir oracıkta.
Kâmil Başkan “Bunları Dursun Amca ile Şakir Çavuş’un oğlu Mehmed’den dinlemiştim. İkizce’de öğretmenken Kurtköylü Mustafa’ya da sordum, aynısını anlattı bana.
TERAZİ LASTİK JİMNASTİK
Müze evde her eşyanın bir hikâyesi var. Başkan’ımızın muhabbeti de çekiliyor ayrıca.
Duvarlarda tablolar, hat levhaları... Dolapları lebalep dolu, Sürmene bıçakları, kamalar, hançerler, yatağanlar, yeniçeri kılıcından çoban çakısına.
Mezar tahtaları, insan külleri, camlaşmış gergedan boynuzları... Demek Ünye Fatsa arası Serengeti gibiymiş zamanında.
Değişik devirlere ait yüzlerce mengene, balyoz, kandil, semaver, ibrik, sini, balta... Kolonya şişeleri, tespihler. Oltu’su, kehribarı, kukası...
Cep, kol ve duvar saatleri. Köstekliler rakkaslılar, guguklular...
Kolyeler, küpeler, bilezikler, halhallar. İnci, mercan serapa...
Körüklü kameralar, lambalı radyolar, ağızlıklar, marpuçlar.
Yüzlerce çakmaktan birini uzatıyor “İran Şahı vermişti filan yılda!” Eski ütüler, dikiş makineleri, çini sobalar... Bakır ve çinko sahanlar, şimşir kaşıklar, çarıklar, çoraplar, bastonlar. Sustalar, muştalar, değişik çap ve ebatlarda onlarca tabanca.
Çömlekler, amforalar, para küpleri, sikkeler, mangırlar.
- Altınlar da vardı devlet
.
.
.ZXVZXCV
|
Bugün 223 ziyaretçi (315 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|