(Milli Gazete)
.
Camilere Sandalye Dolduruyorlar
|
1400 yıllık İslam tarihinde görülmemiş bir hadise ile karşı karşıyayız. Konu şudur: Camilerin arka tarafına haddinden fazla sandalyalar konulmuştur ve yaşlı kimselerin bir kısmının sandalyada oturarak namaz kılması istenmektedir. Bu sandalya işi kendi kendine oluşmamıştır. Bazı imamlara baskı yapılmış, sandalya sayısını çoğaltmaları istenmiştir.Ne lüzumu var efendim diyenler, üstü kapalı bir şekilde tehdit edilmiştir.
Müslüman 80 yaşında... Yaş icabı dizlerinde biraz kireçlenme var ama rükua, secdeye varabiliyor. Bu zat namaz kılarken secde etmelidir. Etmezse namazı sahih olmaz.
Dizlerindeki romatizma secde etmesine imkan vermeyecek derecededir. Bu taktirde yere oturarak namaz kılar.
Birileri, bir zihniyet camilerimizi kiliselere benzetmek istiyor! Bir başka zihniyet, Cuma namazından sonra sünnet ve âhir zuhur namazının kılınmasını istemiyor.
Bunlar BOP'çu mudur?
Dinimizde reform yapılmak isteniyor.
Camilerde eskiden olduğu gibi bir iki tabure olabilir. Kasıtlı olarak koydurulan fazla tabureler ve sandalyeler kaldırılmalıdır.
Ehl-i Kitab da cennetliktir diyenler camilerimize karışmasınlar. Fıkıh kitaplarımızda, camilere sandalye konulmaz diye bir hüküm yoktur diyen çok bilmişlere kanmayınız.
Resulullahı, Kur'anı, İslam'ı inkar ve tekzib eden Yahudiler ve Hıristiyanlar da ehl-i necat ve ehl-i Cennettir diyenlerin imamlık yapması caiz olamaz.
Böyle kişilerin kıldıkları namaz, itikatlarındaki büyük bozukluk dolayısıyla sahih değildir.Böyle kimselerin ardında namaz kılınmaz. Kılındıysa, o namazların iadesi gerekir.
Fiziken secde edemeyecek derecede hasta ve mâlül kişiler dışındakiler secde ederek namaz kılmalıdır.
İslam dini tek hak dindir, onda reform, yenilik, değişiklik yapılamaz.
Fazlurrahman'ın tâtiliye mezhebi sapık bir mezheptir.
Genç Kur'an kursu kadın öğretmenlerinden ve vâizelerinden müteşekkil bir koro kurup bunun erkeklere konser vermesi haramdır.Böyle şeylerŞeriat-ı Garra-i Ahmediyyeye aykırıdır.
Mardin'in Kasımiyye medresesinde papazlarla bir müftünün toplanıp diyalog yapmaları, çan ve ezan sesleri içinde havuz üzerindeki (sözde Sıratmış!) köprüden geçmeler hep bâtıldır, sapıklıktır.
Ehl-i Sünnet dünyasının büyük müftülerine, ulema ve fukahasına soralım: Böyle tiyatrolar İslam dinine uygun mudur, yoksa küfre kadar giden hokkabazlıklar mıdır?
Bütün dindar ve şuurlu Müslümanların dikkatini, bu anlattığım konulara çekmek istiyorum.
Dinî kültürü, ilmihal ve fıkıh bilgisi yetersiz olan kimselerin sandalyede namaz kılmalarını teşvik etmek bir zulümdür, bir aldatmacadır.
Cuma namazlarından sonra zuhr-i âhir namazının kılınmasına engel olmak zulümdür. Çünkü, cumanın şartlarının hepsi bu devirde var mıdır konusunda ihtilaf vardır, dindar halkın zuhr-i âhir kılması nur üzerine nurdur. Ey zalimler!.. Halkın namaz kılmasına niçin mani oluyorsunuz?
Vaktiyle Mısır'da Fâtımîler zamanında teravih namazını cemaatle kılmak yasak edilmişti diye okumuştum. Bugünün Türkiyesinde cumanın sünnetinin ve âhir zuhur namazının kılınmasının engellenmesi de böyle bir zulüm ve aşırılıktır.
Zaten kılmayan kılmıyor, kılanlardan ne istiyorsunuz?
Camilerdeki sandalyeler konusunda bir kitapçık yazan muhterem Enver Baytan hocaefendiyi, bu kitapçığı yayınlayan Vakit gazetesini tekrar tekrar tebrik ediyorum.
Sinsi metotlarla camileri kiliselere benzetmek isteyenlere teessüf ediyorum.
Müslümanlar uyumayınız.
Mehmet Şevket Eygi, 19.07.2010
|
19 Temmuz 2010 Pazartesi |
(M.Gazete)
.
Camilerde bu adet yok idi yeni çıktı
|
Camilerimizde öyle görüntüler yayılıyor ki, dışarıdan bakanlar, cemaatin bir bölümünün harp gazisi, ya da ortopedik sorunlar başta olmak üzere çeşitli dertlerden mustarip hastalıklı kişiden oluştuğunu sanabilir. Çareye gelince...
Camilerde bu adet yok idi yeni çıktı
Bugün hakkında hiç konuşmak ve yazmak istemediğim bir mevzu ile karşınızdayım. Nedenini bilmiyorum ama, konu hakkında iki satır yazılmazsa, gündeme getirilmesi ve dikkatlere sunulması gereken bir mevzuyu sanki gözardı etmiş olacağız gibi bir his içinde kaldım.
Yazının amacı, aşağıda ele alınacak konuyu ilahiyatçı uzmanların dikkatine sunmaktır. Konu hakkında yorum yapacak kadar dini mevzularda ehliyeti olmayanların ‘bana göre diyerek’ ileri / geri görüş beyanında bulunmamaları, günaha girmemeleri ve meselenin ciddiyetini sulandırmamaları açısından yerinde olur.
Mevzu şu:
Tatil vesilesi ile muhtelif yerlerde seyahat halinde iken, bir çok camide daha önce bu kadarına rastlamadığım bir görüntü ile karşılaştım. Camilerin büyük çoğunluğunda, namaz kılanlar arasında sanki çok sayıda ortopedik sorun yaşayan cemaat varmış gibi oturarak namaz kılan gruplar oluşmaya başlamış.
Yazı içinde fotoğraflarını da gördüğünüz gibi, sadece birkaç örnek vereyim.
Geçtiğimiz Cuma günü Bartın’ın 3 bin nüfuslu bir beldesinde, en fazla 200 kişinin namaz kılabildiği bir camide tabureye oturarak namaz kılan en az 30 kişilik bir grubu fotoğraflama imkanı buldum. Bu kadar az sayıda cemaatin arasında bu kadar çok tabureli insanın bulunması ne derece normal bilemiyorum. Harpten çıkmış bir ülkenin gazileri ile dolu bir cami gibi his oluşuyor insanın içinde.
2 gün sonra Zonguldak Ulucami’de, sağlı sollu 20 şerli oturma grubu halinde 40 kişilik oturma düzeni gördüm. Biz namaza yetişemeyip kendimiz kıldığımız için, sordum, bu oturaklar namaz sırasında yetmiyor bile dediler.
Bir camide 40 kişinin oturarak namaz kılar hale gelmesi için, o toplumun çeşitli hastalıklardan nasıl illetli bir hale gelmesi gerektiğini izaha gerek bile yok.

Aynı gün ikindi namazının son rekatına yetişebildiğimiz Zonguldak İHL önündeki camide 7 kişi hocanın arkasında saf tutmuş namaz kılarken, 5 kişinin en arkada kendileri için ayrılmış uzun bankta oturarak namaz kıldıklarına şahit oldum.
Kırdan kente yoğun göç verildiğinden, küçük yerleşim yerlerinde geriye hasta ve yaşlılar kaldı, dolayısıyla oransal olarak daha fazla sayıda sağlık sorununa bağlı olarak taburede namaz kılan insanlara rastlanıyor denilebilir. Bunlar sadece bana mı rast geldi, yoksa ülkenin dört bir yanında böyle mi, doğrusu bilemiyorum.
Ben konunun uzmanı değilim. Ama bir Müslüman olarak şu kadarını biliyorum. Herkesin değişik şekillerde sağlık sorunları ile karşılaşması normal. Yakalanılan hastalıkların türüne göre de o şartlara bağlı olarak namaz kılmak için değişik yöntemler var. Namazını taburede ancak kılabilecek şekilde sağlık sorunu yaşayan kişi ile, tabureye ihtiyaç duymadan belki oturarak, belki ayaklarını uzatarak, belki de hastalığın türüne göre daha farklı pozisyonlarda namazını ancak eda edebilecek insanların durumu elbette birbirinden farklılıklar gösterecektir.
İnsanlar sağlık sorunlarının türüne göre herhangi bir materyal kullanma ihtiyacı hissetmeden, kendilerine en uygun fiziki koşullarda namaz kılmanın yollarını araştırmaları gerekirken, doğrudan tabure kullanmayı alışkanlık haline getirmeye başlamışlar. Halbuki din görevlisi arkadaşların, bir tabureye oturarak namaz kılmak zorunda kalan cemaatle görüşerek, onların sağlık sorunlarına göre en uygun şekilde namaz kılmalarını sağlayacak yöntem öğretmelerinde yarar var.

Bir tabureye oturarak namaz kılmanın hükmünün ne olduğu konusunun önceden çok tartışıldığını biliyorum. Konunun ayrıntısını merak edenler için, 3 yıl önce Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayınlanan bir genelge ile duyurulan Din İşleri Yüksek Kurulu kararının linki ile, Türkiye’nin saygın ilahiyatçılarından Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın konu hakkında düşüncesini aktaran linki yazının sonunda vereceğim.
Herkes kendi sağlık sorununa bağlı olarak bir namaz kılma yöntemi geliştirmeli. Ben taburelerde namaz kılanlarla görüştüğümde, pekçoğunun aslında tabure gerekmeden farklı şekillerde namazlarını eda edebileceklerine muttali oldum. Fakat bilmiyorlar.
Konu hakkında kişisel görüş belirtmek istemiyorum. Sadece şu kadarını söyleyeyim.
Camilerde son yıllarda denk geldiğimiz görüntü, 1400 yılı aşkın süredir mabetlerimizde karşılaşılan bir tablo değil.
Taburede oturarak namaz kılmak gibi bir yöntem yaygın olarak tercih edilebilecek en uygun çözüm olsaydı, mimarinin en mükemmelini camilerde sergileyen ecdadımız, bu tür ihtiyaç sahipleri için herbiri sedef kakmalı, sanatın en muhteşem inceliklerinin sergilendiği tabureler veya oturma düzeneğini camilerin bir bölümüne muhakkak inşa ederlerdi. Demek ki bir şeye oturarak namaz kılma biçimi, sağlık sorunu çekenler için tercih edilebilecek öncelikli bir namaz eda biçimi değildi. Buna gerek duymamışlardı. Farklı alternatifler vardı.
Camilere herhangi şekilde giren değişik uygulamalardan daha sonra vazgeçmek pek kolay olmuyor ve yanlış da olsa değiştirmek asırlar alabiliyor. Ben çok da gecikmeden, meselenin bir kez daha ele alınması gerektiği düşüncesindeyim.
Yoksa camilerin büyük bölümü yakında oturaklı hale gelecek.
Prof. Dr. Osman ÖZSOY - Haber 7
DİYANET İŞLERİNİN BU KONUDAKİ TAMİMİ
“Rahatsızlıkları sebebiyle ayaklarını yana veya kıbleye uzatarak da olsa yere oturamayanlar için cami ve mescitlerde sandalye/tabure vs. üzerine oturarak ima ile namazlarını kılmaları tavsiye edilecek, sandalye/tabureler için cemaat ve saf düzenini aksatmayacak şekilde cami içinde belirli yerler ayrılacaktır.´ Genelgede, Din İşleri Yüksek Kurulu´nun ´İslam Dini kolaylık üzerine bina edilmiştir. Hastalık ve engelli olmak da bu kolaylaştırma sebepleri arasında yer almaktadır. Buna göre, ayakta namaz kılmaya gücü yetmeyen veya ayakta durmakta zorlanan kimse yere oturarak namazını kılabilir´ görüşüne de yer verildi. Engellilerin rahat namaz kılabilmesi ve saf düzeninin bozulmaması için bu genelgenin yayınlanmasıyla yaklaşık 100 yıldır süren bir tartışmada da önemli bir adım atılmış oldu. 1900´lü yılların başında ´dinde reform´ isteyenler tarafından ortaya atılan camilere sıra, sandalye konulması, bir bölüm ayrılması önerileri ilk defa gerçekleşmiş olacak.”
SANDALYEDE NAMAZ KABUL OLMAZ´
Mehmet Oruç: (Türkiye Gazetesi)
Sual: Birçok camilere sandalyeler konmuş. Sandalyede namaz kılanlar, (Dinde kolaylık olduğu, güçlük olmadığı için sandalyede namaz kılıyoruz) diyorlar. Doğru mu?
CEVAP
Doğru değildir. Dinde güçlük yok demek, (Size güç gelen ibadetleri yapmayın veya bu ibadetleri istediğiniz gibi değiştirin) demek değildir. Dinimizin izin verdiği ruhsatlardan istifade edilir. Camiye kadar gelen kimse yere de oturabilir. Secde edemiyorsa, ayaklarını kıbleye doğru uzatarak ima ile namazını kılar. Yahut sandalyeye oturup ayaklarını başka bir sandalyenin üstüne koyabilir.
Sual: Hasta bir kimsenin, sandalyede namaz kılması niçin caiz değildir?
CEVAP
Din kitaplarında deniyor ki:
Ayakta duramayan veya zarar gören, başı dönen kimse, farzları da, secde ettiği yerde oturarak kılar. Rüku için eğilir. Secde için, başını yere koyar. Duvara, değneğe, insana dayanarak, biraz ayakta durabilenin, ayakta tekbir alması ve o kadarcık ayakta okuması farzdır. Secde için yere eğilemeyen hasta, 25 cm.den yüksek olmayan, sert bir şey üzerine secde eder. Alnında yara olan, yalnız burnu ile, burnunda yara olan da, yalnız alnı ile secde eder. Alnında ve burnunda birlikte özür olup başını yere veya böyle sert bir şey üzerine koyamayan, ayakta durabilse bile, yere oturarak ima ile kılar. Yani rüku için biraz eğilir. Secde için, rükudan daha çok eğilir. Secde için, kendisi veya başkası, yerden bir şey kaldırıp, yüzünü bunun üstüne koyması tahrimen mekruhtur.
Resulullah efendimiz bir hastayı ziyaret etti. Bunun, eli ile yastık kaldırıp, üzerine secde ettiğini görünce, yastığı aldı. Hasta, odun kaldırarak bunun üstüne secde etti. Odunu da aldı ve (Gücün yeterse, yere secde et! Yere eğilemezsen, yüzüne bir şey kaldırıp, bunun üzerine secde etme! İma ederek kıl ve secdede, rükudan daha çok eğil!) buyurdu. (Fethul-kadir, Merakıl-felah, Halebi, Mecmaul-enhür)
Bir uzvundaki dertten dolayı uygun oturamayan kimse, istediği gibi oturur. Oturabilmek için, ayaklarını kıbleye karşı uzatabilir. Bir yerini yastığa veya başka şeye dayar. Yahut, bir kimse tutarak düşmesine mani olur. Yüksek bir şeyin üstüne oturup ima ile kılması caiz değildir.
[Sandalyede oturarak kılanın namazı kabul olmaz. Çünkü, sandalyede oturmak için zaruret yoktur. Sandalyede oturabilen kimse, yerde de oturabilir ve yerde oturabilenin yere oturup kılması lazımdır. Namazdan sonra, yerden ayağa kalkamayan, sandalyeden ise kolay kalkan hastayı yerden bir kimse kaldırır. Yahut, kıbleye karşı olan bir karyolada, ayaklarını sarkıtmadan oturarak kılar. Namazdan sonra, ayaklarını yatağın bir yanına sarkıtıp, sandalyeden kalkar gibi kalkar.]
Bir şeye dayanarak veya bir kimsenin tutması ile de, yerde oturamayan hasta, sırt üstü yatarak kılar. Ayaklarını kıbleye uzatır. Başı altına yastık koyar. Yüzü kıbleye karşı olur. Veya kıbleye karşı sağ veya sol yanı üzerine yatar. Rüku ve secdeleri, başı ile ima eder. Böyle de ima edemeyen aklı başında bir hasta, bir günden çok namazını kılamazsa, hiçbirini kaza etmez. Semavi bir sebep ile, yani elinde olmayarak, mesela hastalık ile veya baygın yahut secde, rekat sayılarını unutacak kadar dalgın olarak, beşten fazla namazını kılamayan da böyledir. Alkollü içkiler veya ilaç alarak böyle baygın, dalgın olanın, kılamadığı namazlarının adedi birkaç günlük olsa da, hepsini kaza etmesi lazımdır.
Hastanın yatakta veya sandalyede, ayaklarını sarkıtarak oturup, ima ile kılması caiz değildir. Hasta, yerde veya uzunluğu kıble istikametinde olan bir çekyat üstünde, kıbleye karşı oturarak kılar. Yere oturunca kalkamazsa, sandalye, koltuk veya yatak üzerine oturur, ayaklarını bir sehpanın üstüne koyarak ima ile kılar. Felçli olup sandalyesinden inip binemeyen de, mümkünse ayaklarını sehpaya koyar veya koydurur. Buna da imkan yoksa, zaruretten dolayı kendi sandalyesinde kılması caiz olur.
Sual: Bacaklarını bükemeyen hastalar sandalyede namaz kılamıyor. Bu hasta oturup kalkamıyorsa veya felçli ise ne olacak? Tekerlekli sandalyesinde kılamaz mı?
CEVAP
Ayaklarını bükemeyen hasta, yatağının içinde, ayaklarını kıbleye karşı uzatarak ima ile kılabilir. Divanda, somyada veya yatakta böyle oturarak kılar. Koltuğa oturursa ayaklarını sehpaya veya başka bir koltuğa koyarak kılabilir. Bunları da yapamayan hasta yatarak ima ile kılar.
Tekerlekli sandalyesinde oturan felçli de, bir yardımcısı yoksa, ayaklarını önündeki sehpaya koyamayacağı için, ayaklarını sarkıtarak da kılması caiz olur.
Sual: Bacakları felçli olan namazlarını tekerlekli sandalyede kılabilir mi?
CEVAP
Bir yardımcı ile de yere inme imkanı varsa veya ayaklarını koyabileceği bir sehpa varsa sandalyede namaz kılmak caiz olmaz. Yere indirecek bir yardımcı bulunmadığı zaman, ayaklarını sehpanın üstüne koyamıyorsa, vakit çıkma tehlikesi de varsa, zaruretten dolayı namazı tekerlekli sandalyede ima ile kılmak caiz olur.
Sandalyede namaz (resimli anlatım)
Sual: Dizlerini bükemeyen hasta, yere de oturamıyorsa sandalyede, koltukta veya yatakta nasıl namaz kılar?
CEVAP
Dizlerini bükemeyen hasta, yere oturarak veya yatağının içinde, ayaklarını kıbleye karşı uzatarak ima ile kılabilir Rüku için az başını eğer, secde için biraz daha fazla eğer Koltuğa, sandalyeye oturursa ayaklarını sehpaya veya başka bir koltuğa koyarak kılabilir Bunları da yapamayan hasta yatarak ima ile kılar
Tekerlekli sandalyesinde oturan felçli, ayaklarını önündeki sehpaya koyacak birisi olmazsa, ayaklarını sarkıtarak da kılar Ayaklarını sehpaya koyabileninki caiz olmaz Dizlerini bükebilen hasta da, kıbleye doğru uzatmaz Kolayına geldiği gibi oturur Mesela, namazda oturur gibi oturur, bu rahatsız ederse bağdaş kurar
Yere, sandalyeye veya koltuğa oturup nasıl namaz kılınacağı aşağıdaki resimlerde gösterilmiştir
Yere oturabilen, fakat dizlerini bükemeyen hasta, şu şekilde oturup namazını kılar:


Yere oturunca kalkamayan, dizlerini de bükemeyen hasta, aşağıdaki şekilde sandalyeye oturup namazını kılar:



Yere oturunca kalkamayan, dizlerini de bükemeyen hasta, aşağıdaki şekilde koltukta oturup namazını kılar:



Yere oturunca kalkamayan, dizlerini bükemeyen hasta, aşağıdaki şekilde yatakta veya çekyatta oturup namazını kılar:



|
|
(Prof. Osman ÖZSOY - Haber 7)
.
Milli Mücadele 19 Mayıs’ta mı başladı?
MEHMET ALTAN - STAR, 195/2010
“Beni yadırgatan tarih hataları var Nutuk’ta. Bir kere Mustafa Kemal, Milli Mücadele’yi kendisinin Samsun’a çıkışıyla başlatıyor. Oysa Mondros 30 Ekim 1918’de imzalandı.
Nutuk, Milli Mücadele’nin hepsini birden kavrayıp zafere kadar götüren bir izah olduğuna göre, doğru bir başlangıç tarihi olması lazım.
Milli Mücadele 19 Mayıs’ta başlamadı ki.
Başlangıç 1917’de Osmanlının artık yenileceği tamamen anlaşıldıktan sonra bir müdafaanın nasıl yapılabileceğini düşünmesi icap eden Başkumandanlık, Harbiye Nezareti ve onun organı olan Teşkilatı Mahsusa’nın hazırlıkları olmalıydı.”
***
“Beni Nutuk’ta en çok rahatsız eden, kendinden evvelki olayların tesiriyle karşılaştığını söylememesi olmuştur.
Söylemesi lazımdı.”
***
“Bir başka garibime giden olay Milli Mücadele’ye ihanet ettikleri söylenen 150’liklerin tespiti hikâyesi. Nutuk’ta buna ait açık bir şey yok.
Sadece ‘150’likler vatandaşlık haklarını kaybettiler ve memlekete alınmadılar’ diyor.
Hâlbuki çok iyi biliyor ki 150’liklerin arasına konan bir adam var ki O’nun Samsun’a çıkmasını temin etmiş: Dâhiliye Nazırı Mehmet Ali Gerede.
Dâhiliye Nezareti’nde 1100 altın var, 1000 altını ona vermiş, örtülü ödenekten.
Aynı adam Ferit Paşa kabinesinde Dâhiliye Nazırı diye 150’lik listesine konuyor.
Damat Ferit’in yaveri olmaktan başka kabahati olmayan Tarık Mümtaz Göztepe de bu listedeydi. Pırıl pırıl bir kalem erbabı. Çok büyük acılar içinde öldü. Atatürk bunları bilmeye mecburdu. Çünkü tarih, onun kadar büyük mesuliyetler aldığı halde, onun kadar toleranslı bir adam kaydetmez. Onun için bu paradoks, onun hayatını yazmış bir insan olarak benim gücüme gidiyor.”
***
Bunları kim söylüyor?
“Damarlarımı kesseniz Atatürk diye akar” diyen Cemal Kutay...
***
Şunları da okuyalım:
“Yıl 1936. günlerden 19 Mayıs. Atatürk Dolmabahçe’de, yanında Şükrü Kaya, Ruşen Eşref, Kılıç Ali, Salih Bozok, Mehmet Soydan, Nuri Conker var, konuşuyorlar.
Birdenbire Atatürk soruyor: ‘Bugün günlerden ne?’
Diyorlar Salı, Çarşamba neyse. Ayın kaçı: 19’u. Aylardan ne: Mayıs.
‘Ne oldu bugün söyleyin bakalım’ diyor.
Düşünüyorlar, 19 Mayıs’ta ne oldu?
Şimdi bunlar arıyorlar; ‘İzmir’in işgalinin üçüncü günü diyorlar.
Atatürk, ‘değil’ diyor.
‘İsmet Paşa’nın Lozan’dan Gazi’ye çektiği telgraf’ diyorlar.
‘Hayır. O 1923’te, Mayıs’ta da değil’ diyorlar. ‘Haliç Konferansı’ diyorlar, ‘İngilizlerle Irak meselesi üzerinde konuşmuştuk’ diyorlar.
‘Terakki Perver Fırka’nın kapatılması da bu aylarda olmuştu’ diyorlar. Atatürk, ‘bırakın yahu bunları” diyor, ‘öyle bir şeydir ki bu ülkenin kurtuluşudur’. Yine bulamıyorlar. En sonra Şükrü Kaya hatırlatıyor, ‘bu sizin İstanbul’dan ayrıldığınız gün mü’ deyince ‘yaklaştın’ diyor, ‘Samsun’a çıktığımız gün.’ Sonra ‘asıl yapacağınız bayram bu’ diyor.
Ertesi sene 19 Mayıs’ta Şükrü Kaya’nın tertibiyle 19 Mayıs Bayramı kutlanıyor.
İkincisinde, yani 38’de Atatürk hasta.
Acar motoruyla önce Florya’ya, dönüp Boğaz’ın en ucuna kadar gidiyorlar.
Kıyılarda herkes Acar’ı tanıdığı için alkışlıyor, çok memnun oluyor Atatürk fakat yoruluyor ‘dönelim’ diyor.
Böylece son bayramını da görüyor ama hasta olarak.”
***
“19 Mayıs, 23 Nisan Hâkimiyeti Milliye Bayramı’nın felsefesi içinde ele alındı.
Biz Atatürk’ün gazetesi Hâkimiyeti Milliye’de 23 Nisan literatürünü yaparken, bunun başlangıç gününün 19 Mayıs olduğunu söylemekle yetiniyorduk.
Ayrıca kutlanması hatıra gelmemişti. 19 Mayıs’ın ayrıca bayram olarak kutlanması kararı bence Atatürk’ün hastalığının acı bir gerçek olarak ortaya çıkmasıyla ilgilidir.
Artık ömrünün kısa olduğu kabul edilince O’nun hayatında önemli olan günler daha derinden anılmaya başlandı.”
Bunları da gene sıkı Atatürkçü İsmet Bozdağ aktarıyor...
***
Acaba yakın tarihimizi ne kadar biliyoruz?
Ve “resmi tarih” ile “gerçek tarih” arasındaki fark ne kadar?
Bugün 19 Mayıs...
Ne zaman “bayram” ilan edildiğini bile bilemediğimiz bu tatil gününde konuyu yeniden düşünelim istedim...
|
19 Mayıs 2010 Çarşamba |
(Star)
.
Jön Türkler
|
Kim demiş Jön Türkler bundan yüz sene önce tükendiler, tarihe karıştılar diye? Jön Türkler hep içimizdeler, tepemizdeler, ensemizdeler.
Jön Türklerin yaptıkları anlatmakla bitmez.
Sultan Abdülhamid devrinde Avrupada Ermenilerle birlikte Türkiye'nin kuyusunu kazmak için kongreler yapan onlardı.
Sultan Abdülhamidi devirip Selanik'e sürenler onlardı.
Bütün ülkeyi Selanikleştirmek için gece gündüz çalışanlar onlardı.
Balkan Harbini bize onlar kaybettirdi.
Türkiye Ortadoğunun Japonyası olamadıysa bunun sorumlusu onlardır. İster Jön Türk deyin, ister İttihad ve Terakki, onlardır yargısız infazlar yapan, ülkeyi ve halkı ezen.
Sultan Abdülhamid kötü bir mutlakiyetçi imiş, bunlar ise iyi ve doğru hürriyetçi. Ne büyük yalan!..
Jön Türkler Cumhuriyetin de canına okudular. 1923'te kurulduğunda Cumhuriyetimiz çoğulcu idi, düşünce ve inanç hürriyeti vardı. Jön Türkler hürriyeti de katl ettiler, çoğulculuğu da.
İstiklal Mahkemeleri Jön Türklerin eseridir.
Türkleri, Kürtleri, Sünnileri, Alevîleri kıranlar, sürenler hep onlardır.
Onların özgürlük yaygaralarına kim kulak asar. İstedikleri özgürlük vesâyetli ve sahte bir özgürlüktür.
Eşitlik diyorlar. Yalandır. Onların sisteminde elbette bir miktar sahte eşitlik vardır ama onlar halkın çoğunluğundan, Müslümanlardan "Daha eşittir".
Eğitim, aydınlık, bilgi deyip dururlar. Be nâbekârlar, 72 milyonluk bir halkı, dedelerinin mezar taşlarını okuyamayacak kadar cahil yetiştiren sizler değil misiniz?
Bu Jön Türkler korkunç ve gülünç çelişkiler içindedir. Şapka kanunu, şapka devrimi der dururlar ve hiçbiri şapka giymez. Haindir bunlar. Madem ki, şapka uygarlık, terakki, çağdaşlık; geçirin başınıza silindir, melon, fötr ve kolonyal şapkalar. Size en çok kolonyal (sömürgeci) şapka yakışır, Türkiyeyi bir sömürge haline getirdiniz.
Jön Türklerin ne mal olduğu mimarlıklarından bellidir. İstanbul'un hangi tepesinde bir Jön Türk anıtı vardır? Hani onların Süleymaniyeleri, Sultanahmedleri, Fatihleri, SultanSelimleri?..
Onların Fuzulî, Şeyh Galib, Ziya Paşa ayarında şairleri var mı?
Onların Sinanları, Barbarosları, Cevdet Paşaları yok.
Onların edebiyatları yok, doğru bir tarihleri bile yok.
Tevfik Fikret'i fazla benimsemesinler. Sultan Abdülhamid zamanında Muallim Naci riyasetinde bir Na't-i şerif yarışması açılmıştı ve Mehmed Tevfik adında biri birinci olmuştu. Kimdi bu Mehmed Tevfik? Canım şu bizim Tevfik Fikret!.. Hani Amerika'ya gönderdiği oğlu Haluk Protestan papazı olan şair.
Jön Türklük nedir?
Komitacılıktır... Dağa çıkmak veya Avrupaya kaçmaktır... Masonlar ve Dönmelerle elele verip Devlet aleyhine çalışmaktır. Halife ve Hakan Sultan Abdülhamidi devirmektir... Hürriyet hürriyet diye diye hürriyetin ırzına geçmek, canına okumaktır... Harbiye Nazırı Nazım Paşa'yı Babıalide öldürmektir... Balkan harbini ve Rumeli-i Şahaneyi kaybetmektir... Jön Türk Tahsin Paşanın Selanik'i, emrindeki 20 bine yakın askere rağmen savunmayıp ordusunu ve silahlarını Yunana vererek teslim olmasıdır... Birinci dünya savaşını kaybetmektir, devleti çökertmektir... İslâm dininin terakkiye mani olduğunu iddia etmektir...
Jön Türklerden, İttihadçılardan kurtulmanın imkanı var mıdır? Büsbütün yoktur ama onları tesirsiz hale getirmenin, zararlarını en aza indirmenin çareleri vardır.
1. Müslümanlar çocuklarını, genç nesilleri onlardan daha fazla bilgili, kültürlü uzmanlaşmış olarak yetiştirmelidir.
2. Müslümanlar doğru, dürüst, ahlaklı, faziletli, bilge, mürüvvetli, hamiyetli olmalıdır.
3. Müslümanlar onlardan daha cesur, gözü kara, hamleci, atılgan olmalıdır.
4. Müslümanlar lisan, edebiyat, tarih, mimarlık, güzel sanatlar sahasında onlardan çok ileri olmalıdır.
5. Müslümanlar para, finans, büyük ticaret, sanayi, ithalat ihracat sektöründe onları çok gerilerde bırakmalıdır.
6. Müslümanlar çekişme ve rekabeti bırakıp bir ve beraber olmalıdır.
7. Müslümanlar başlarına ehliyetli ve liyakatli bir İmam-ı Kebir seçmeli, ona biat ve itaat etmelidir.
8. Müslümanlar, Jön Türklerin rağmına 1920'lerin güzel ve zengin Türkçesine dönmelidir.
9. Müslümanlar Türkiye'nin gerçek tarihini yazmalıdır.
10. Müslümanlar adalet, hürriyet, eşitlik, kardeşlik bayraklarını yükseltmelidir.
Şu aşağıda sayacağım kötülükleri yapanlar; gerçek, samimî, olgun, örnek Müslüman değildir, Jön Türklerin (dolaylı şekilde de olsa) yardımcısıdır.
a. Arivistler.
b. Din sömürücüleri,
c. Yalancılar.
ç. Emanetlere hıyanet edenler,
d. Rüşvet alıp verenler.
e. Haram yiyenler.
f. Kara servet sahibi olanlar.
g. Karanlık gayr-i meşru yollarla yüklü komisyon alanlar.
ğ. Bütçeleri, fonları hortumlayan, zimmetlerine geçirenler.
h. Nepotizm yapanlar.
Jön Türkler büyük bir imparatorluğu son derece kötü şekilde yıktılar, tasfiye ettiler/ettirdiler.
Elimizde şu son vatan parçası kaldı. Şimdi onu batırmak ve bitirmek için harıl harıl çalışıyorlar.
Allah onlara fırsat vermesin.
* (İkinci yazı)
İmama Gıyabında Biat
RESULULLAH Efendimiz "Yaşadığı zamandaki İmama (veya Emîre) biat etmeden ölen kimse sanki cahiliye ölümüyle ölmüş olur" buyurmuşlardır.
Zamanımızda bilinen, zuhur etmiş, seçilmiş bir İmam-ı Kebir veya Emîrü'l-mü'minîn olmadığına göre Müslümanlar ne yapmalıdır?
Bu soruyu bundan on beş yıl kadar önce meşâyih-i Nakşibendiyyeden muhterem bir zata sormuştum. Mealen şu cevabı vermişlerdi:
Gıyabında biat edilir... Yani o zatı bilmiyorum, her kim ise ona biat ediyorum... şeklinde.
Bir devirde iki İmam, iki Emîrü'l-mü'minîn olmaz.
Müslümanlarda İmam, Emîr, biat, itaat konusunda yeterli bilgi ve şuur olmalıdır. Müslümanlar bu konuda eğitilmelidir.
Bu konuda cahillik ve gaflet affedilemez, hoş görülemez.
Ergenekoncular, resmî ideoloji meftunları ve bağlıları, din düşmanları bu Emîr ve İmam-ı Kebir konusuna karşı çok tepkilidir. Onlara soruyoruz:
Rumların patrikleri var da Müslümanların niçin dinî bir başkanları olmasın.
Yahudilerin Başhahamı var da, Müslümanların niçin bir İslâmî reisi olmasın?
Masonların Üstad-ı Azamları var da, Müslümanların niçin bir Halifeleri olmasın?
Efendim böyle bir şey Cumhuriyete aykırı olurmuş... Saçma ve boş laf, kocaman hezeyan... 1923'te Cumhuriyet ilan edildiği zaman Türkiyede Müslümanların bir halifesi vardı. Mustafa Kemal Paşa ile Halife mektuplaşıyordu. O zaman Cumhuriyet, Halifeli bir Cumhuriyetti...
Müslümanlara ihtar: İsrail, ABD, Haçlılar, Dönmeler, Kriptolar kendi işlerine gelen, kendilerine bağlı, uydu ve kukla, fantoş bir Halife seçtirmek/seçmek istiyorlar. Böylece Müslümanları oldu bittiye getirecekler. Bu hususta uyanık olunuz. Müslümanlara İmam, Emîr, Halife olmanın şer'î ve fıkhî şartları vardır.Bu şartlar kendisinde bulunmayan kimseye biat ve itaat edilmez. Sakın tuzağa düşmeyiniz. (6/5/2010, Şevket Eygi)
|
14 Mayıs 2010 Cuma |
(M.Gazete)
.
Kültürde yoksanız, yoksunuz
|
Kültürde yoksanız, yoksunuz
Türkiye, sessiz ve derinden büyük bir kültürel yokoluşun, çölleşmenin, hatta intiharın eşiğine doğru sürükleniyor... Her şeyi, güç ve çıkar ilişkilerinin arenası demek olan siyasete indirgediğimiz, endekslediğimiz için, yaşadığımız kültürel yokoluşu, çölleşmeyi, intiharı göremiyoruz...
Hiç abartı filan yapmıyorum: Türkiye'nin kültürel genleri, kodları, anlam ve değerler haritası fenâ hâlde çözülüyor, tanınamayacak kadar tahrif ve tahrip ediliyor; ama hiçbir şey olmuyormuş gibi hareket ediyoruz... Ve kültürel alanı, kendilerinden başka kimseye geçit vermeyen, yalnızca köşe dönme iştihasıyla ve bu ülkenin kültürel kodlarını tahrip etme kaygısıyla hareket eden kültür magandalarına terk ediyoruz...
Eğer kültürel alanı boşlamamış olsaydık, bizim derinlikli ve incelikli kültürel kodlarımızı bize yeniden hatırlatan, hem dünyaya neler verebileceğimizi, hem de nasıl bir film dili geliştirebileceğimizi gösteren, dünyanın ayakta alkışladığı, Semih Kaplanoğlu'nun "Bal" filminin galasını yapacak para bulamaması gibi bizim için gerçekten yüzkarası bir duruma seyirci kalmazdık.
Eğer kültürel alanı terk etmemiş olsaydık, düşünce tarihinden, sanat tarihinden, estetikten zırnık kadar nasibi olmayan, fikir çilesinin ne demek olduğunu bilmeyen, sanatta büyük atılımlar yapma, çığır açma utkusunun ne tür köklü, derinlikli bir tutkunun ürünü olduğunu idrak edemeyecek kadar köşeyi dönmek gibi, üzerinde nefes alıp verdiği ülkenin kültürünü, değerlerini tarumar etmeyi bir marifet sanmak gibi ilkel dürtülerle hareket etmekten başka bir kaygısı, tasası olmayan kültür magandalarına kültür gibi bir ülkenin hayat-memat meselesi olan hayatî bir alanı terk etme aymazlığı göstermezdik...
Ve kültürümüzü dünyanın imrenebileceği, saygı duyabileceği, ayakta alkışlayabileceği, dolayısıyla taklitlerini üretmek için sıraya girebileceği, dünyaya Sinan ayarında, Yunus çapında, Mevlânâ enginliğinde, İbn Arabî derinliğinde, Merâğî, Itrî, Levnî, Fuzûlî, Bâkî, Şeyh Galip kıratında büyük isimler armağan edebileceğimiz çaplı, fikir çilesi çeken, sanatla insanın ve dünyanın önüne yepyeni ufuklar, fütûhâtlar / açılımlar sunabilen çaplı, öncü ve çığır açıcı düşünürler, sanatçılar, dehâlar yetiştirme kaygısı ile hareket eder ve bunun için tez elden büyük bir kültürel seferberlik başlatırdık...
Çağımız, daha önce görülmediği kadar kültürün belirleyici olduğu bir çağdır. Kültür; medyadan siyasete, gündelik hayattan sanatın bütün türlerine kadar hayatın yönünü, akışını, ruhunu, rengini belirleyen tek alan katına yükselmiştir insanlık tarihinde ilk defa.
Bugün dünya üzerinde hâkim olan ülkeler, bu hâkimiyetlerini öncelikle sinemada, televizyonda, müzikte, kültürün diğer alanlarında ürettikleri ürünlere, bunun için yaptıkları büyük yatırımlara, attıkları adımlara ve atılımlara borçlular. Sözgelişi, son on yıldan bu yana, Amerikan ekonomisinin birinci sırasını, kültür endüstrisi işgal ediyor...
Dünyada savaşlar, sanıldığı gibi, artık silahlarla filan kazanılmıyor... Öncelikli olarak "kültürel silahlar"la yapılıyor ve kazanılıyor... Dünyaya çeki düzen vermek isteyen ülkeler, önce kitlelerin zihinlerini medya, müzik, spor ve sanat endüstrileri aracılığıyla kültürel olarak işgal ediyorlar; kodluyorlar; formatlıyorlar; uysallaştırıyorlar; ondan sonra siyasete, ekonomiye ve silaha sarıldıklarında sonuç alabilmeleri kolaylaşıyor...
Sözgelişi, Amerika, dünya üzerindeki hâkimiyetini, aslâ gelişmiş, smart-teknolojisinin ürünü silahlara sahip olmasına borçlu değil... High-tech smart teknolojiler de son kertede kültürde, bilişim kültüründe atılan adımların ürünü zaten... Bugün Amerika, dünya üzerindeki hâkimiyetini, öncelikli olarak bütün dünyadaki kitlelerin "aç kurt gibi" tüketmek için saldırdıkları, zihinleri, zevkleri, beğenileri önceden ona göre kodlanan, formatlanan, uyumlulaştırılan ve ayartılan Hollywood endüstrisinin film, dizi ve müzik ürünlerine borçlu... Dünya insanlarını kütleler hâlinde mankurtlaştıran, ayartıcı, baştançıkarıcı, popüler ve vulger Amerikan kültürünün açkurtlaştırıcı, bağımlılaştırıcı, köleleştirici, konformistleştirici kültür ürünlerine...
Siyaseten iktidar olmak ama kültürel olarak hiçbir varlık gösterememek nasıl bir çelişkidir, anlayabilmek zor gerçekten. Üstelik de bu ülkenin köklü, derinlikli medeniyet birikiminin temsilcisi olan ve sadece bu ülkeye değil, dünyaya ihtiyaç duyduğu temel değerleri, anlam haritalarını sunması gereken insanların, bu ülkenin kültür hayatını bütünüyle ıskalamaları, boş bırakmaları, kültürel alanı kültür magandalarına terk etmeleri hiçbir şekilde anlaşılabilecek bir şey değildir.
Unutmayalım: Kültürde varlık gösteremeyen hiçbir toplumun bu dünyada varlık gösterebilmesi, dahası varlığını sürdürebilmesi bile artık imkânsızlaşmıştır. (Yusuf Kaplan, Y.Şafak, 12/4/2010)
|
12 Nisan 2010 Pazartesi |
(Yeşafak) |
.
28 Şubat’ın İslami yaşayıştan götürdükleri
|
28 Şubat’ın İslami yaşayıştan götürdükleri Diğer askerî müdahalelere "darbe" diyoruz; ama 28 Şubat'a sadece "darbe" demiyoruz; "28 Şubat süreci" diyoruz aynı zamanda. Neden? Şundan: 28 Şubat, bu topluma, askerî darbelerden çok daha fazla darbe vuran sosyal, siyasî, kültürel ve entelektüel bir dönüşüm projesidir. O yüzden derin bir süreçtir: Adına Toplumun bütün hücrelerine derinlemesine nüfûz ederek toplumu tepeden tırnağa dönüştürmeyi hedefleyen bir kendi kendini sömürgeleştirme süreci. Bugün, "28 Şubat bitti", derken kastedilen şey, militerleşme olgusudur: Kaldı ki, bunun da henüz tam olarak bittiğini söyleyemeyiz; bu bağlamda kısmî bir normalleşme süreci yaşadığımızı söyleyebiliriz yalnızca: Bu normalleşme sürecinin nihâî noktasına götürülebilmesi, köklü kurumsal reformlarla mümkündür. Bugüne kadar girişilen bu tür girişimler, köklü fikrî temellerden ve stratejik hedeflerden yoksun olduğu için başarıyla sonuçlanamamış, geri tepmiştir. 1908'den itibaren bu ülkede "kale" içeriden fethediliyor ve ülkenin omurgasını tavandan çökertecek bir kendi kendini sömürgeleştirme süreci yaşanıyor: Türkiye, Batılılar tarafından sömürgeleştirilmeye gerek kalmadan içeriden gerçekleştirilen zihnî bir sömürgeleştirilme ameliyesine tabî tutuluyor. Tavandan sömürgeleştirme girişimine, 28 Şubat'la birlikte, tabandan sömürgeleştirme girişimi ilâve edilmiştir. O yüzden, 28 Şubat, klasik bir askerî darbe değil, yumuşak bir sekülerleşme devrimi'dir: Türkiye'yi, bu toplumun temel iddialarını, ruhunu, toplumun en derin hücrelerine kadar nüfûz ederek bitirme çabası. Bu nedenle, 28 Şubat'ın bittiğini söylemek, 28 Şubat projesini kavrayamamak demektir. Dolayısıyla burada asıl konuşulması gereken yakıcı sorun, 28 Şubat'ın Türkiye'yi, toplumun temel iddialarını, değerlerini, dinamiklerini, ruhunu bitirme sürecine girdirmeyi ve bu süreci halen derinlemesine hayata geçirmeye devam etmeyi nasıl başardığı meselesidir. Bu başarının nedeni, 28 Şubat'la başlatılan yumuşak sekülerleşme devriminin, bu toplumun ruhunu yok edecek, omurgasını çökertecek, kültürel değerlerini çözecek, iddialarını nihâî olarak bitirecek bir süreci gerçeğe dönüştürmüş olmasıdır. 28 Şubat'la birlikte, İslâmî duyarlıklar, değerler, ölçüler, ölçütler bütün toplum kesimlerinde gözle görülür bir şekilde aşınmış; görünüşte, dindarlaşmada patlama yaşanmaya başlanmış ama adına dindarlaşma denen fenomenin, gerçekte, dini darlaştırma, bireysel alana hapsetme, hayattan uzaklaştırma süreci olduğu fark edilememiştir bile. 28 Şubat süreciyle birlikte maruz bırakıldığımız yumuşak sekülerleş/tir/me devrimi, toplumdaki İslâmî duyarlıkları aşındırmakla, toplumu ayakta tutan omurgayı çökertmiş, değerleri çözmüş, dinamikleri tuzla buz etmiştir. Ve Özal dönemi liberalizmini mantîkî sonuçlarına ulaştıran bu süreçte patlak veren çıkarperestlik, kariyerperestlik, egoperestlik, pop, top ve starperestlik gibi sosyo-kültürel dekadans biçimleri, Türk toplumunu, Batı toplumlarının kötü bir karikatürüne dönüştürmüştür. Dahası, İslâmî duyarlıkların aşınmasıyla birlikte, etnik kimlikler, ulusalcılık, Kemalizm, milliyetçilik gibi altkimlikler üst kimlik olarak kemikleşmeye, farklı toplum kesimleri arasında ürpertici kutuplaşmalar köksalmaya başlamıştır. Sonuçta, farklılıkların alabildiğine azmanlaş/tırıl/dığı, ortak paydaların ise azaltılmaya, hatta yok edilmeye çalışıldığı bir çıkmaz sokağın eşiğine fırlatılmış durumdayız. 28 Şubat'ın İslâmî kesimlerdeki sosyo-kültürel ve entelektüel sonuçları ise daha da tahripkâr olmuştur: Sözgelişi, gayr-ı meşrû cinsel ilişkilerde, başı örtülü kızlarla erkekler arasında parklarda, sokak aralarında yaşanan aşk ilişkilerinde; İslâmî kesimlerdeki boşanma oranlarında, hırsızlık, yolsuzluk, dolandırıcılık, komisyonculuk olaylarında; yoksul, kimsesiz insanların, sessiz yığınların sorunlarına duyarsızlaşma biçimlerinde ürpertici patlamalar yaşanmaya ve işin daha da vahimi, bütün bu sosyo-kültürel çözülmeler, yozlaşmalar normalmiş gibi algılanmaya, görmezden gelinmeye başlanmıştır. En önemlisi de, 28 Şubat "devrim"i, en fazla kültürel alana darbe vurmuş, kültürel alanı bitirmiştir. Medeniyete, medeniyetler ittifakına bu kadar vurgu yapan AK Parti hükümeti, ne yazık ki, yaşanan bu çok yönlü bitişi, çözülmeyi göremediği için, kültür alanında tam bir fiyasko ve hezimet ile karşı karşıyayız... Oysa bilim, düşünce, sanat ve hayatı da içine alacak şekilde en geniş anlamıyla kültür'de varlık gösteremeyen bir toplumun, uzun vadede, varlığını sürdürebilmesi bile zordur. (Y.Kaplan, Y.Şafak) |
5 Mart 2010 Cuma |
(Yenişafak)
.
Türkiye'de Siyaset Vesayet İlişkisi Ve Siyasi Figüranlar
|
“İç” veya “dış” bir vesayet altında olmayan tam demokratik ülkelerde siyasi partiler halkın teveccühüne göre iktidara gelir; halkın tercihi sürdükçe iktidarda kalır, serbest-demokratik seçimlerle iktidardan uzaklaştırılır. Gerek “iç” gerek “dış”, bir vesayet altındaki ülkelerde rejimin adı “demokrasi” olsa dahi, siyasi partilerin kurulmasından iktidara gelmesine kadar süreçler vasilerin onayı ile işler. Vasilerin onayı alınmadan atılan adımlar türlü araç ve enstrümanlarla engellenir, sabote edilir, hatta cezalandırılır. Vasilere rağmen çıkan hareketler olabilir; bunlar nadiren başarılı olur; ama başarısının devamı için vasilerle mutabakat içinde hareket etmeye ve uzlaşmaya zorlanır. Uzlaşmaya yanaşmayanlar kirli yöntemlerle hizaya getirilir; tehdit edilir; gerekirse imha edilir.
Türkiye yaklaşık yüz yıldır net bir vesayet altındadır. II. Dünya Savaşına kadar bu vesayet İngiltere şemsiyesinde iken, NATO sonrası ABD himayesinde sürdürülmüştür. Türkiye’de “dış” vesayetin dışında “iç” vesayet de vardır. “İç vesayet” başta TSK olmak üzere batı zihniyetiyle yetiştirilmiş bürokratik elitlerin kontrolüne verilmiştir. Bu vesayetlerin sürdürülebilmesine müsait yasal zeminler ve kurumsal dengeler kurulmuştur. Dış vesayetçilerle iç vesayetçiler uyum ve bütünlük içinde olmuş, ancak bu vesayetin çıplak bir şekilde hissedilmemesi için perdeli uygulamalara gidilmiştir. Gerçekte vasilerin kontrolünde olan ulusalcı-millici kesimlerin batı ve Amerikan karşıtlığı yapmaları, ama önüne geleni “Amerikancı” “mandacı” diye yaftalamaları bu perdelemenin tezahürüdür.
Türkiye 18. Yüzyıldan bu tarafa büyük güçlerin etkisine açıktır. Tanzimat ve ıslahat hareketleri iç dinamiklerle değil, vasilerin zorlaması sonucu yapılan düzenlemelerdir. 1908’e kadar batılı güçlerin ülke üzerindeki vesayeti nisbi iken, bu tarihten sonra ülke neredeyse mutlak bir vesayet altına girmiştir. Son zamanlarda vesayetler kırılmakta ise de, hem iç hem dış vesayet, hala siyaset, bürokrasi, medya ve yönetim üzerinde oldukça etkilidir.
Çok partili hayata geçilene kadar hayatın bütün alanları Tek Parti vesayetinde idi. Müsaade edilen hareketler kontrollü, CHP dışındaki partiler naylondu. Çok partili hayata geçilince iç vesayet gevşer gibi oldu, demokrasi nispeten işlemeye başladı. Çevresi, hanımı “beyaz” olan ve CHP içinde yetişen, aristokratik eğilimlere sahip Menderes ve partisi halkın ciddi teveccühünü kazandı; 10 yıllık iktidarında Tek Parti döneminde kurulan düzeni sarstı. Üzerinden silindir geçmiş bir milletin Demokrat Parti ile yeniden canlanma emaresi göstermesi, milletin genetiğiyle oynayan kripto kesimlerin, “iç” ve “dış” vasilerin moralini bozdu.
1960 ihtilali Demokrat Parti iktidarlarıyla millet lehine, aristokrasi ve vasiler aleyhine bozulan dengelerin yeniden ve daha sofistike kurulmasından ibarettir. Bu ihtilalle millete oynayanlar asılarak, bu umudu taşıyanlara gözdağı verildi. 1960 Darbesi sonrasında siyasetçiler ya derinlerle, vasilerle işbirliği içinde oldu veya ayak oyunlarıyla kulvar dışına itildi, trojenlerle teslim alındı. Herşeye rağmen milletin talep ve istekleri yönünde ilerlemek isteyenler ise kefenini hazırda tutarak hareket etti. Demokratik mücadele zorlaştı, her siyasiyetçiye çevresi veya derinler tarafından “Menderes” hatırlatması yapıldı.
Öldürülüp birde üzerine taşlar bastırılan bir millet DP sonrası dirilme emareleri gösterince, gayrı milli derin yapılar ve ülkenin kaderine hükmeden kripto ecnebiler 1960 sonrası sisteme pek çok dengeleyiciler, kontrol mekanizmaları yerleştirdiler.
Demirel’in dahi “kırat şahlanacak ama şu taylardan bir kurtulabilse!” dediği DANIŞTAY, YARGITAY, SAYIŞTAY hükümetlere fren ve dengeleyici görevi görmeye ve milli iradeyi bloke etmeye başladı. Bu frenlerin yanında meclisin etkinliğini sınırlandırmak ve istenmeyen yasal, anayasal değişiklikleri engellemek için (son yıllarda çok verimli kullanılan) Anayasa Mahkemesi kuruldu. TBMM’yi dengeleyecek başka bir mekanizma olarak SENATO kuruldu. Bazı kesimlerin tepesinde sürekli bir sopa olarak tutulan “Atatürkü Koruma Kanunu” DP iktidarının son dönemlerinde, bu kesimlerin zorlamasıyla çıkartıldı. TSK iç hizmet kanununa ”ordunun rejimin garantisi ve bekçisi” olduğu maddeleri eklendi. Bu tarihten sonra asker sivile güvenmemeye ve kendisini devletin sahibi ve tek yetkilisi görmeye başladı. Tek parti döneminde devlet ve devletin tüm kurumları vatandaşlar üzerinde “vasi” konumunda iken; DP sonrası sivil kurumlar ve siyaset müessesesi güvenilirlikten çıktı. Ordu ve gerekli hallerde yargı millete yönelik “iç vesayet” görevini üzerine aldı.
DP tecrübesi iç ve dış vasilere, derin odaklara, “siyasi eğilimlerin kendi haline bırakılamayacağı, güdümlü siyasi liderler çıkarmaları gerektiği” dersini verdi. Siyasi hareketleri kendileri oluşturmalı ve liderlerini kendileri yetiştirip yönlendirmeliydiler. 1960 sonrasında toplumdaki siyasi eğilimleri belirlediler, bu eğilimlere uygun siyasi partiler kurdurdular ve başlarına liderler yerleştirdiler; artık işi şansa bırakamazlardı!..
Belirlenen genç, kabiliyetli lider adayları 1960 ihtilalini müteakip eğitim için(?) dış vesayeti üstlenmiş, içerideki derin yapıya ve kripto ecnebilere patronluk yapan ABD’ye gönderildiler. Burada eğitimler(?) aldılar ve ülkeye döndüler. Eğitimden dönen liderlerin her biri bir siyasi, eğilimin başına geçti. Merkez sağ, merkez sol ve milliyetçi eğilimlerin liderleri ABD’de eğitim aldılar. Bu liderlerin seçiminde kökenlerine dikkat edilmişti. Birisinin karısı sebataydı oradan bağlamışlardı, birisi aslen Rumköylü idi; halkı samimi Müslüman olmuştu, ama geri devşirmek ve aslını kendisine göstermek zor olmayacaktı, ayrıca ileri derecede bir mason haline getirilmişti zaten. Türk milliyetçiliği Tanzimat’tan bu tarafa hep Sebatayarın ve ecnebilerin güdümünde geliştirilmişti, zira Türk milliyetçiliğinin çıkış noktası; “imparatorluğu (bu gün uluslacılara yüklenen misyona benzer misyonla) Türklere parçalatmaktı “. Bu güdümlü liderlerden en karışık olanını Türk milliyetçiliğinin başına geçirdiler. Eski bir darbeci olan bu şahsın adını ve soyadını Türkçülüğe uygun şekilde değiştirdiler. Türkçülüğün efsane lideri haline getirilen bu şahsın bu gün dahi geriye doğru soy kütüğünü, bir dedesini hatta amcasını bulmanın imkanı yoktur. Bir diğeri de 2. Dünya Savaşı sonrası ABD ve Yahudi güdümüne giren Almanya’ya gönderildi. Güya o farklı bir ekoldan yetişmişti. Sekreteriyle evlenen bu “İslamcı!”, “Müceddit!”, “İslam kahramanı!” İslami eğilimleri kontrol ve sabote etmekle görevlendirildi. Bir süre sonra bu lider adaylarının herbiri kendisine biçilen rol gereği misyonlarının başına geçtiler; o eğilimlerin kurucusu, duayeni oldular. Milletin enerjisini emdiler, potansiyelini tükettiler, ideallerini çürüttüler…
Güdümlü siyasi liderler kendilerine çizilen sınırları aştıklarında veya kalabalıkların dolmuşuna binerek kendi başlarına bir şey yapabilecekleri zehabına kapıldıklarında bir şekilde terbiye edilip istenen sınırlara çekildiler. 28 Şubatta haddi aşan ve kendisini “gerçek bir iktidar” görme eğilimine giren RP’nin başına gelen bundan ibarettir.
Güdümlü siyasi hareketlerin liderleri öldüğünde, partilerin-hareketlerin kontrolsüz ellere geçmesi istenmemiştir. Muhsin başkan gibi hapislerde çürümüş, işin çilesini çekmiş birisinin milliyetçi hareketin başına geçmesi beklenirken, bu anadolu çocuğu kulvar dışına itilmiş ve mevcut güdümlü yapıyı devam ettirecek, aileden solcu birisi lider haline getirilmiştir. Tehdit ve tehlike potansiyeli devam ettiğinden dolayı olsa gerek, yakın zamanda Muhsin başkan tamamen susturulmuştur.
Özalın hareketi de engellenemeyince kontrol altına alınmaya çalışılmış, içeriye pek çok trojen yerleştirilmiştir. Ama bir dahi olan Özal bu oyunları bozarak millete ciddi bir açılım ve sıçrama yaptırabilmiştir. Fakat O da toplum mühendislerince “erase” edilmiştir.
RP’nin yediği tokattan ve 28 Şubat silindirinden sonra AKP’nin iktidar olabileceği akla yakın gelmiyordu. Ama AKP tek başına iktidar oldu ve bütün mühendisleri şaşırttı. Ama mühendisler panik yapmadılar; nasıl olsa bunları da bir şekilde bitirebilirlerdi (son günlerde bir bir dökülen bitirme planlarına bakın). “Madem geldiler, bu hareketin Kasımpaşalı(?) siyasi liderini de beraberinde bitirelim, geride umut vadeden kalmasın!” diyerek Ergenekon avukatının katkısıyla karizmatik liderin başbakan olmasına müsaade ettiler.
Ama Allah bu mühendislerin hesaplarını bozdu. Ortaya çıkan türlü darbe ve eylem planlarına rağmen bu hareket bitirilemedi. Kendisini tüketecek, kredisini bitirecek çok şey yapmasına rağmen mühendislere ve derinlere karşı şerbetli çıktı.
1960 sonrası vasilerin ve derinlerin kurduğu sistem başarılı oldu, güdümlü siyasi liderler ülkenin 40 yılını, bir kaç nesli tükettiler. Milletin geleceğini birilerine ipotek ederek insan kaynaklarımızı, yeraltı ve yerüstü kaynaklarımızı sömürdüler. Dün esamisi okunmayan ülkeler alıp başını giderken biz bu liderler sayesinde yerimizde çakılıp kaldık. Kısır çekişmelerle, boğuşmalarla birbirimizi yedik. Bunlar sayesinden kripto ecnebilerin derin yapıların vesayeti-hakimiyeti devam etti. 1960 sonrası ülkeye sadece kurumsal kilitler yerleştirilmedi; güdümlü liderler üretildi ve milletin kendine gelme ihtimali şansa bırakılmadı. Her alanda ve her noktada milletin tepesine çöküldü. Özellikle Menderes’in mirasına en kabiliyetlisi verildi ki, o büyük eğilim-miras bir şekilde kontrol edilsin ve ayağa kalkmasın.
Dünden bu güne ortaya çıkan liderleri “güdümlülük” ölçülerine göre gözden geçirmek isterseniz isterseniz; “Kim milletin enerjisini emdi, gençliği bataklığa, kavgalara, çatışmalara sürükledi? Kimler demokrasi, milliyetcilik, İslamcılık vs. diyerek bazı kesimleri karanlık dehlizlere çekti; sonra o dehlizlerde birilerinin millete tecavüz etmesine zemin hazırladı?” “Kimler yüskek sesle, sloganlarla haykırdıkları halde aksine sonuç verecek işler yaptı?” “Hangi liderler arkasına aldığı kitleleri duvara toslattı ve zebil etti?” bu sorulara cevap arayın.
Vesayetlerden kurtulmak, milletin sözünün geçtiği onurlu bir devlet olabilmek için bu soruların cevaplarını iyi araştırmalı, öğrenmeliyiz… (Yusuf Gezgin, Aktifhaber)
|
6 Şubat 2010 Cumartesi |
(Aktifhaber)
.
2009" Yüz Yıllık Hakimiyetin Sonu!...
|
Milletimizin ve medeniyetimizin başına gelenlerin kendi gafletimizden, hatalarımızdan, ihmallerimizden kaynakladığının farkındayız. Bütün suçu, kusuru dışarıda, düşmanda arıyor değiliz. Ama birilerinin bize iyi planlanmış bir proje uyguladığını bilmemiz, düştüğümüz çukurdan çıkmamızı kolaylaştıracaktır.
Ulu çınar yaşlanmış, epeyce güç kaybına uğramıştı. Batı dünyası üstüste açılımlar yaparken, Osmanlı sürekli mevzi kaybediyor, içten içe çürüyor, Batı lehine hakimiyet alanlarını yitiriyordu. Batının icbarıyla ilan edilen Tanzimat Fermanı (1839), Islahat Fermanı (1856) ve Birinci Meşrutiyet (1876) problemlere hiç bir çözüm getiremediği gibi, ülkeyi bütünüyle batının insafına bırakmıştı. Modernleşme, batılışma adına dışarıdan dayatılan, kendi dinamiklerimizden mahrum, taban desteği olmayan yenilik hareketleri Devleti Aliye’yi sürekli batının kucağına itmekteydi. Her yenilikçi adım batının ülke üzerindeki kontrolünü artırmış, ama zayıflamayı, çöküşü durduramamıştı. Aksine ülkenin geleneksel yapısı ve bütünlüğü hızla bozulmaktaydı. Her biri bir batılı devletin oyuncağı haline gelen azınlıklar devletten ve toplumdan kopmaktaydılar. Tanzimat sonrası Devlet adamlarının her biri bir batı ülkesinin temsilcisi gibi çalışmaktaydı. Ülke gah Fransa, gah İngiltere, gah Rusya etkisine girmekteydi. Devleti adeta İstanbul’daki Avrupalı sefirler idare etmekteydi.
1600’lerde başlayan 1700’lerde hız kazanan, 1800’lerde bürokrasiyi teslim alan batılılaşmaya paralel, devletin kontrolü Batılılara ve onların devşirdiği kesimlere geçmekteydi. Bir salgın halinde aydınları, bürokratları etkileyen modernleşme, batılılaşma bir süre sonra aydınlarda eksen kaymasına neden oldu. Pek çok devlet adamı ve aydın sırtını bir batılı devlete dayayarak etkin olma yolunu tercih etmekteydi. Padişah arkasında güçlü bir devlet bulunan nazırlara, sadrazamlara dokunamıyordu.
İngiltere gibi Osmanlı devleti üzerinde emperyal hedefleri olan büyük güçler bir taraftan azınlıklar üzerinden yeni kartlar, pazarlık imkanları elde etmeye çalışmakta, öte yandan da güya ihtida etmiş kripto ecnebileri saraya, padişahın yakınlarına, ama özellikle orduya sokmaktaydılar. 1800’lü yılların sonlarında Polonyadan, Macaristandan, Selanikten getirilen pek çok Yahudi-Sebatay ve Hristiyan aile (güya) ihtida etmişler ve devlet görevleriyle (vali, paşa, sefir, nazır) ödüllendirilmişlerdi. Pek çoğu padişahın etrafına ve Osmanlı sarayına yerleştirilmişti. Nazım Hikmet’in dedesi Polonya asıllı Mustafa Celalettin Paşa (Konstanty Borzecki) da bunlardan birisiydi.
Batılılaşmanın, modernleşmenin açtığı kapılardan orduya ve bürokrasiye giren kripto ecnebiler ve Sebataylar batının destek ve teşvikiyle devletin en kritik noktalarında hızla örgütleniyorlardı. Yanlarına batı nezlesine tutulmuş Karatürkleri de alarak silahlı kuvvetler içinde gizli komiteler, ihtilal cemiyetleri kurmaktaydılar. Ecnebi asıllıların ve kripto ecnebilerin yuvalandığı diğer önemli bir merkezde Hariciye idi. Pek çok ecnebi-Yahudi-Sebatayın yaşadığı, ordunun da önemli bir merkezi olan Selanik, bu tür örgütlenmelerin odağıydı.
Kripto ecnebiler 18. yüzyılın başlarından itibaren girdikleri Osmanlı sivil ve askeri bürokrasisini bir ağaç kurdu gibi sürekli kemirdiler. Yaklaşık yüz yıl sonra, 1900’lü yılların başında gizli kripto örgütlenmeler Osmanlı devleti içinde başedilemeyecek kadar etkin ve baskın hale geldiler. Bütün önemli noktaları tuttular, entellektüel insanları kendi cephelerine çekmeyi başardılar. Ordu içinde “İttihatçılar” namında güya Türkçü, katı ve gizli bir cemiyet teşkil ettiler. Devletin önemli noktalarını ele geçiren, tehditle, şantajla, cinayetlerle muhaliflerini sindiren bu cemiyet hedeflerine ulaşmaya engel olarak Sultan 2. Abdulhamid’i görmekteydi. Batının desteğiyle, hürriyeti getirecekleri iddiasıyla, 1908 yılında II. Meşrutiyeti ilan ettirerek büyük bir zafer kazandılar. Oluşturdukları 31 Mart mizanseniyle de 1909’da Abdulhamidi devirdiler ve devleti, bürokrasiyi, silahlı kuvvetleri bütünüyle ele geçirdiler. Bu günkü Kek Türklerin dedeleri olan iğfal edilmiş bazı Kara Türkler, destek verdikleri örgütün (İttihat ve Terakki Cemiyeti) devleti yıkmak, ülkeyi parçalamak için oluşturulmuş taşeron bir örgüt olduğunu; örgütün beyninin batılılardan ve onların kullandığı kripto ecnebilerden oluştuğunu Balkan Harplerinden (1912-1913) sonra anladılar. Zira aradan 4 yıl geçmeden İttihatçıların yönetimindeki imparatorluk pay edilmeye başlanmıştı. Bir kısım insanımız-aydınımız meseleye I. Dünya Savaşı sonrası uyanabildi. Kitlelerin meseleye uyanması Tek Parti yönetiminin uygulamaları sonrasıdır. Ama artık “atı alan üsküdarı geçmiştir”, yeni kurulan devletin bütün sinirleri, kritik ve stratejik noktaları ele geçirilmiştir ve yapılabilecek çok şey yoktur.
II. Meşrutiyet batı istikametinde yapılan yenilik hareketlerinin en tahripkarı olmuştu. Bu ekip 1909’da Abdülhamidin hal’iyle asırlar süren mücadelesini zaferle taçlandırmıştı.
Dün devletin sinirlerini ele geçiren kripto ecnebi yapılar özellikle ordu içinde yapılanmış ve hakimiyetlerini silahlı güçler aracılığıyla sürdürmüşlerdi. İttihatçıların, beyazların, Sebatayların karargahı, örgüt merkezi, güç odağı askeriye idi. Enteresandır bu gün aynı derin-kripto-ecnebi yapının çöküşü, TSK içindeki, milliyetçi, sorumlu, basiretli askerler-subaylar eliyle olmaktadır. Şifreleri çözen, işleyişin millet aleyhine çalıştığını anlayan duyarlı-milliyetçi subaylar, TSK içinde konuşlandırılmış, millete tahakküm eden bu yapıyı içeriden çökertiyorlar. TSK içindeki karanlık yapıların her gün başka bir haltı medyaya düşüyor. İhanetin belgeleri tek tek kamuoyuyla paylaşılıyor…
Tam yüz yıl önce (1908–1909) azgın azınlık hâkimiyetini kurmuştu. Aradan geçen yüzyıl boyunca bu ekip toplum ve devlet üzerinde terör estirdi. Devletin stratejik kurumlarını Müslüman Türk insanına kapadı; girenleri iflah etmedi, dışladı. Ama Ergenekon davasıyla dengeler değişmeye, milletin uyanışı hızlanmaya, milli kuvvetlerin etkinliği artmaya başladı.
Kaderin bir cilvesi, tam yüz yıl sonra memleketin üzerine kurulan çelik ağlar sökülüyor. Bizi çepe-çevre kuşatan ve hareket kabiliyeti vermeyen çeperler yıkılıyor. Menderes’le başlayan uyanış Özal’la taban buldu. Son yıllarda millet ve milli güçler, ecnebi azınlıklar, beyaz efendiler karşısında ciddi inisiyatifler almaya ve bu eli kanlı ekiple mücadele etmeye başladı.
2009 da derin ecnebi yapının kirli eli Ergenekon’a yönelik dalgalar devam etti, yeni tutuklamalar oldu.
Milleti bir kafese sokmayı hedefleyen “Kafes eylem planı” deşifre oldu.
Millete komplo kuran derin yapının ıslak belgesi ele geçirildi ve kamuoyuna sunuldu.
Muvazzaf bir alay komutanı bir bölgede terör estirdiği, cinayetler işlediği, faili meçhulleri organize ettiği için tutuklandı ve içeriye tıkıldı.
2009’da bir eski Genel Kurmay Başkanı derin yapıların aleyhine yargıya ifade verdi.
Dün bir başçavuşa dokunulamazken 2009’da kuvvet komutanları mahkemeye geldiler ve darbeye teşebbüsten savcılara ifade verdiler.
Gaffar Okkan cinayetinin ve başka pek çok cinayetin derin güçlerce işlendiği şahitlerce dillendirilmeye başlandı.
Sivil savcılar ve yargıçlar derin devletin kara kutusu Özel Harekât dairesine girdiler.
Medya 2009’da eski ve yeni kirli oyunları çarşaf çarşaf deşifre etti.
Aydınlar, yazarlar milletin vergileriyle alınmış silahlarla millete tahakküm kurmaya çalışanlara diklenmeye başladı...
Türkiye toplumsal dinamikleriyle, ekonomik potansiyeliyle, tarihi-coğrafi avantajlarıyla sıçrama yapmaya çok müsait özelliklere sahiptir. Geniş bir coğrafyanın, milyarlarca insanın güveni vardır Türkiye’ye. Ancak 100 yıl önce devletin sinirlerine yerleştirilen, milleti teslim alan derin ecnebi yapı milletin ayağa kalkmasına fırsat vermiyordu. Türkiye, üzerindeki ağırlıkları atıp şahlanamıyor, atağa kalkamıyordu. Bu millet tarihi boyunca dışarıdan gelen saldırıları savuşturmasını bilmiş, dış düşmanların hakkından gelmişti. Ama bu defa düşman içeridendi, bizden görünüyordu. Adı Ahmet, Mehmet, Yaşar, Soner, Ergündü; kafa kâğıdında “Müslüman” yazıyordu. Toplum “beyaz” taşları fark edemiyor, onlara karşı tedbir alamıyordu. Millet şahlanamıyor, ülke kalkınamıyordu zira içeriden “motor freni” yapılmaktaydı.
Türkiye engellerden, kilitlerden, motor freninden kurtuluyor… Şairler Sultanı Necip Fazıl’ın ifadesiyle tekerlek tümseğe çıktı.[i] Safraları, ağırlıkları atabilirsek önümüzdeki 10 yıl içinde Türkiye füze hızıyla gelişecek ve dünyanın başlıca aktörleri arasına girecektir. Türkiye’nin ayağa kalkması coğrafyamızın ve mazlum milletlerin dirilişini tetikleyecektir.
2009 içinde yaşananlar adeta 1909’un bir rövanşı gibidir. Bunu fark eden derin-beyaz kalemlerden birisi meselenin ciddiyetinin farkına varmış olmalı ki; “biz Yahudi, siz Nakşî, gelin ülkeyi beraber idare edelim” diyerek bir anlaşma teklif etmiştir.
2009, namusluların da namussuzlar, hainler, katiller, azgın azınlık kadar cesur olduğunu gösterdiği bir yıl olmuştur |
4 Ocak 2010 Pazartesi |
(Aktifhaber, Y.Gezgin)
.
Özkök'ün gidişinin anlattığı nedir?
|
Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök'ün görevinden alınması, önemli bir olaydır. Bu bir görev değişikliği değildir, Türkiye'nin basın tarihinde bir kilometre taşıdır. |
Burada, Ertuğrul Özkök ismiyle, meseleyi şahsîleştirmek yanlış olur. Ertuğrul Özkök, bir sembol, basında bir karakter, zihniyet, duruş figürüdür.
Geniş açıdan bakalım. Asker ve medya, yöneticileri itibarıyla, bize bu milletin çilesini anlatıyor. 150 yıldır ters esen bir rüzgâr, yönetici koltuklarındaki evlatlarımızı bizim karşımıza dikti. Onlar, bizi biz yapan değerleri önce küçümsediler, sonra horladılar ve aşağıladılar. Öylesine savruldular ki, din ve dinle ilgili her değere karşı çıktılar. Bunu yaparken, Batı'yı kutsadılar. Batılı değerleri, tartışmasız kabul ve taklit ettiler. Bu, ideolojik saplantıdan da öte bir şeydi. Bir zihniyet inşa ettiler. Tabular diktiler. Ve milletin karşısına dikildiler.
Kurdukları sistemle millet iradesi, ipotek altına alınacaktı. Gücü elinde bulunduran askerdi. "Demokrasi" denilecek, ama bir askerî vesayet rejimi kurulacaktı. Basın, sonra radyo ve televizyonların yaygınlaşmasıyla medya, en büyük silahtı. Hakikati, ancak medya perdeleyebilirdi. Kamuoyunu o yanıltabilir, yönlendirebilir, etkileyebilirdi. Onun için bütün askerî darbelerde, derin devlet operasyonlarında basın kullanıldı. Bu oyunda en büyük rol Hürriyet Gazetesi'nindi. Yani bu ülkede "derin devlet" varsa, onun "derin gazete"si de Hürriyet'tir. Arşivlerden binlerce örnek bulabilirim. Yüzlerce değil bakınız binlerce... Meclis'te AK Parti ve MHP'nin başörtüsüyle ilgili kararı için, bu Hürriyet, "411 el kaosa kalktı" diye manşet attı. Ahmet Kaya bir salonda linç edilirken, bu Hürriyet'in ertesi günkü manşeti "Vay Şerefsiz" olmuştu... Bu gazetenin yazarları sırf AK Parti'ye oy verdikleri için milyonlarca seçmene "bidon kafalı", " göbeğini kaşıyan adam" diye hakaret edebildiler. Bu gazetenin başyazarı, 28 Şubat sürecinde, kırk yıllık arkadaşlarını, yalanlarla hazırlanmış bir andıcı gerekçe göstererek, "içimizdeki hainleri tanıyalım" diye hedef göstermişti. Ama en önemlisi bunların hepsine göz yuman, genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök'tü...
Özkök'ün ayrılışının, basın tarihinde, bir dönemin sonunu anlatması bakımından anlamı var. Veda eden Özkök değildir. Rejimin basını sahneden iniyor. Çünkü inmek zorundaydı.
Neden mi?
Bir, Türkiye'nin gerçeklerini okuyamadılar. Yükselen değerleri, milletimizin ayağa kalkışını tehdit olarak algıladılar. Kendilerine karşı bir hareket sandılar. Mevzi kaybettiklerini, Türkiye'nin ellerinden gittiğini düşündüler. Hâlbuki nehir yatağını buluyor, taşlar yerine oturuyordu. Makul davranabilir, anlamaya çalışabilir, toplumsal bir mutabakat için sağduyulu davranabilirlerdi. Türkiye demokratikleşecekse önce medya demokratikleşmeliydi. Bunu hazmedemediler...
İki, kendilerini yıkılmaz sandılar. Dokunulmaz sandılar. Bu yüzden çok açık verdiler, pervasız davrandılar. Aşırı güven onları tedbirsiz bıraktı. Yükselen dalgaya hazırlıksız yakalandılar.
Üç, toplumdaki değişmeye paralel yeni bir iktidar, alternatif bir medya doğdu. Bunun gelip geçici olduğunu düşündüler. Bazı başbakanlar, bakanlar ile kurdukları ilişkilerin bu dönemde de devam edeceğini sandılar. Korkutmak, ürkütmek için yaptıkları hamlelerin boşa çıktığını görünce hırçınlaştılar.
Dört, halktaki demokrasi talebini okuyamadılar. Türkiye artık eski Türkiye değildi, kabul etmek istemediler. Şuurlanan toplumun ve alternatif medyanın, Ergenekon davasını sulandırma, saptırma gayretlerini boşa çıkaracağını hesaplayamadılar. Ters köşeye yattılar. Güven erozyonu onları yiyip bitirmeye başladı.
Aydın Doğan ve ailesi, eğer ne demek istediğimizi anlıyorsa, Hürriyet, Enis Berberoğlu yönetiminde demokratikleşme adına büyük bir hizmet verebilir. Değilse, bu değişiklik, durumu kurtarma adına yapılmışsa herkes görecektir ki, boşa bir hamledir. (Hüseyin Gülerce)
|
|
31 Aralık 2009 Perşembe |
(Zaman)
.
Özel Harp Dairesi Nedir? Derin Yapının Neresindedir?
|
Özel Harp Dairesi savaş dönemlerinde düzenli birliklerden önce hedeflenen coğrafyaya ulaşan ve düşman içinde çalışmalar yapan, tespitlerde bulunan ve düzenli birliklere bilgi, destek, lojistik gibi bilgiler temin eden, düşmana karşı psikolojk harekât yapan, düşmanın direncini kıran, mücadele yeteneğini tespit eden çalışmalar yapar. Bu çalışmalarıyla ordunun ve düzenli birlikerin başarılı olması için gerekli her türlü zemini ve şartları hazırlar. Özel harp, özel kuvvetler gibi adlarla anılan ve düzenli birliklerden farklı görevleri olan bu kuvvetlerin normal bir ülkedeki normal misyonu Osmanlı’da ki Akıncı birliklerine benzer. Özel Harpçilerin bir başka misyonu da ülke işgale uğradığında halkı ülke savunmasına hazırlamak ve gayrı nizami harple ülkeyi düşman işgalinden kurtarmaktır. Dünyada hemen bütün ülkelerin farklı isimlerde benzer misyona sahip kuvvetleri vardır. Bunlar faklı meslek ve alanlarda çalışan insanlardan oluşan ekiplere, guruplara sahiptirler ve ülkenin bir nevi sigortası, görünmeyen ihtiyati kuvvetidirler. Askelik yapan sivillerden askerlik döneminde göz dolduranlar bu ekibe seçilirler ve sivil hayatta bunlardan yararlanılır. Belli aralıklarla eğitimler verilir. Yani Özel Harp Dairesinin siviller içinde uzantıları vardır. Buraya kadar anlattıklarım özel harp dairesinin normal, olması gereken özellikleridir. Pek çok vatandaş; “Ordumuz tabiî ki bu tür bir örgütlenme içinde olacak! Milletimizi savaş dönemlerinde, işgal zamanlarında korumak ve kurtarmak için çalışacak! Bunda yadırganacak ne var?” diyebilir. Ama bizdeki Özel Harp Dairesi veya Seferberlik Tetkiki Kurulu veya farklı dönemlerde farklı isimler alan bu organizasyonlar çok farklı misyona sahiptir. Bu tür örgütlenmeler milletiyle problemi olmayan, sinirleri ele geçirilmemiş ülkelerde, milleti ve ülkeyi dış düşmana karşı korumak ve düşman güçlere karşı milleti örgütlemek ve toplumun dinamiklerini düşmana karşı harekete geçirmek gibi amaçlar güderler. Milli bir devlet yapılanmasına ve milletle barışık sivil-askeri bürokrasiye sahip ülkelerde bu tür yapılanmalar yararlıdır. İşte bizdeki problem tamda burada başlamaktadır. Zira başta silahlı güçler olmak üzere asrın başında devletin önemli aygıtları milleti korumak değil, “kontrol etmek”, “gütmek” ve “terbiye etmek” üzere yapılandırılmıştır. Tek Parti dönemi boyunca milletin kontrolü sivil-askeri bütün devlet birimlerinin işbirliğiyle sağlanmıştır. Demokrat Parti iktidarından sonra sivil bürokraside ve siyasette millet lehine değişiklikler olunca ve sivil alan tam kontrol edilemeyince toplumu yönlendiren ve milleti kontrol eden araçlar silahlı güçler içine yerleştirilmiş, oradan misyon görmeye başlamıştır. Devlet ve toplum başlangıçta kurgulanan ve planlanan çizgiden her kaydığında Özel Harp Dairesi’nin katkılarıyla ve askeri müdahalelerle yeniden istenilen çizgiye çekilmiştir. Her ne kadar Özel Harp Dairesinin NATO sonrası kurulduğu ifade edilmekte ise de, milleti kontrole ve yönlendirmeye yönelik derin-karanlık-yasadışı işlere imza atan kurum ve kuruluşlar devletin organlarının bir gurup ecnebi azgın azınlık tarafından ele geçirildiği 1908 ihtilaline kadar gider. Bu tarihten itibaren Türkçü ve İttihatçı zarfı altında ecnebilerin ele geçirdiği devletin içine gizli, gayrı milli, karanlık örgütler, infaz ekipleri, provakasyon merkezleri kurulmuştu. NATO’ya gireceğimiz ve çok partili döneme geçeceğimiz zamana kadar bu tür faaliyetler gizleme ihtiyacı duyamadan, devletin görünür organları eliyle de yapılabilmekteydi. Millet asla kale alınmıyordu, yönetimde milletten kopuk homojen bir yapı bulunmaktaydı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeni müttefikimiz ABD’nin talimatları doğrultusunda çok partili hayata geçildi ve bu karanlık örgütler, organizayonlar daha örtülü ve silahlı kuvvetler odaklı hale getirildi. Zira çok partili hayata geçildikten sonra sivil bürokrasi daha güvensiz ve kontrolsüz hale gelmişti. NATO’ya girişimiz ve çok partili siyasal hayata geçişimiz aynı zamanda derin devletin el değiştirdiği bir dönemdir. Osmanlı sonrası Ortadoğu’yu yapılandıran ve Türkiye’deki devleti ve derin devleti inşa eden ingiltere, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ligden düşmüş ve coğrafyamızın ve Türkiye’nin patronajını ABD’ye bırakmıştır. İşte NATO’ya girişimiz bu el değiştirmenin, yani İngiltere güdümünden yine Anglasakson olan ABD güdümüne girdiğimiz tarihtir. İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyadaki dengeler değişmiş, Avrupa ve Atlantik yeniden yapılandırılmaya başlanmıştır. Sovyetlerin ve Demirperde bloğunun dünyada önemli bir aktör haline geldiği bu dönemde, ABD liderliğindeki batı kulübü dünyada demokratik yönetimleri ve çok partili hayatı teşvik etmiştir. Bu dönemde batı kulübünde veya ittifakında bulunan ülkelere yoğun bir komünizm korkusu pompalanmış ve bu gerekçe üzerinden müttefik ülkelere komünizmle mücadele için gladyo türü paramiliter derin yapılar oluşturulmuştur. Türkiyenin demokratikleşmesi batı kulübünün bu genel stratejisinin gereği olmuştur. Ülke ABD ve NATO etkisine girdikten sonra derin yapılar-paramiliter guruplar yeniden düzenlenmiş ve sistematize edilmiştir. Bizdeki derin devlet ve özel harp türü yapılar NATO çerçevesinde batıda kurulanlardan farklıdır. Batı ülkelerindeki Gladyo türü yapılar, komünizme kaymayı engellemeyi ve mevcut yönetimleri NATO çerçevesinde maniple etmeyi hedefliyordu. Bizdeki derin yapılar ve onun karanlık kirli elleri ise bizzat milleti ve medeniyetimizi hedef almaktaydı. Batı güdümündeki azgın azınlığın devlet, kurumlar ve toplum üzerindeki gayrı milli hakimiyetini sürdürmeyi amaçlamaktaydı. Çok partili hayata geçildikten sonra, asrın başında ülkenin sinirlerine konuşlandırılan derin ecnebi yapılar daha örtülü ve kamufleli hale getirilmiştir. 1952 yılında dönemin Yüksek Savunma Kurulu'nun kararıyla ve ABD’nin desteğiyle Milli Avcı Birlikleri kurulmuş, birliğin temel eğitimi ve teçhizatı A.B.D.den karşılanmıştır. İlerleyen zaman içerisinde Milli Avcı Birlikleri, Seferberlik Tetkik Kurulu-Özel Harp Dairesi-Özel Kuvvetler Komutanlığı adlarını almıştır. Bu yapı, yani Özel Harp Dairesi en seçme askerleri ve istihbaratçıları bünyesine alarak bunlara gerilla eğitimi dahil her türlü eğitimi verir. TSK’nın kurumsal yapısından ayrı tutulan ve özel ihtimam gösterilen, herkesin alınmadığı, üst düzey komutanların dahi faaliyetlerinden haberdar olmadığı bu yapı, dünyadaki emsalleri gibi çalışmamaktadır. Türkiye’de Özel Harp Dairesi, düşmana PH yapmak, ülkeyi işgalden kurtarmak için organizasyonlar yapmak, savunma planları hazırlamak, ülkeye kasteden düşman ülkeler üzerine askeri bilgiler toplamak gibi faaliyetler yapmaktamıdırlar emin değilim. Ama bu ve benzeri yapıların provakatif pek çok eylemin arkasında olduğu, ölümü sansasyon oluşturacak kimselere suikastler düzenlediği, Türk insanını darbeye hazırlamak için PH faaliyetleri yaptığı, insanımızı kamplaştıracak projelere imza attığı, sivil hükümetlere karşı pek çok darbe ve eylem planı hazırladığı ve bunları icraata koyduğu bilinmektedir. Türkiyenin en karışık dönemlerinde en yetkili isimler (Ecevit, Özal gibi) bu yapıların faaliyetlerinin farkına varmışlar, ama bu yapılarla mücadele edememişlerdir. Hatta liderler bu yapılar tarafından suikasta maruz kalmışlardır. 12 Mart sonrası darbeciler tarafından darbecilikten sorgulanan kurmay albay-yazar, Talat Turhan; 1990 yılında Milliyet gazetesinin kendisiyle yaptığı röportajda Özel Harp Dairesi’nin kuruluşu ve faaliyetleriyle ilgili şunları söylemektedir: “Sahra Talimnamesi-31'e göre gayrı nizami harp unsurları yerüstü ve yeraltı olmak üzere iki gruptan müteşekkil. Yeraltı grubu, işte bu bahsedilen ve bütün NATO ülkelerinde ortaya çıkarılmaya başlanan örgütün kendisidir. Baktığınız zaman bu örgütün içinde ne var? Köye kadar inmiş bir örgütlenme bu. İstihbarat birimleri, sabotaj birimleri, cinayet birimleri var. Bakınız faaliyetleri arasında neler var? Resmi talimnameden aynen okuyorum: 'Adam öldürme, bombalama, silahlı soygunculuk, işkence, kötürüm haline getirme, adam kaçırmak suretiyle tedhiş ve olayları tahrik, misilleme ve rehinelerin alıkonulması, kundakçılık, sabotaj, propaganda ve yalan haber yayma, zorbalık, şantaj.' Ve yine talimnamede bu örgüt için şöyle bir ayrıcalık var. Yine resmi talimnameden aktarıyorum: 'Bir gayrınizami kuvvetin yeraltı unsurları kaide olarak kanuni statüye sahip değillerdir.'" "Söz konusu ettiğim ST-31.15 nolu kontrgerilla talimnamesini Kara Kuvvetleri Komutanlığı yayınladı. Girişinde de, o zamanki komutan Ali Keskiner'in imzası var. Anayasal bir ülkede, resmi bir gizli örgüt cinayet işler diye yazarsanız, suçlusunuzdur. Adamı mezardan çıkarıp asarlar. Sadece Kara Kuvvetleri sorumlu olmaz. Devrin Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay da, devrin Başbakanı S. Demirel de bundan sorumludur. Bugün 'vardır-yoktur' diye lafı gevelemekle olmaz bu iş. Olay bu boyutta... ST-31.15 talimnamesinde bir yeraltı örgütü var. O yeraltı örgütünün yapacağı işler arasında adam öldürme de var. Öldürülenin sağcı ya da solcu olması farketmez. Yeter ki cinayet bu örgütün amacına hizmet etsin. Şimdi, devlet içindeki bir örgütün kuramında adam öldürme varsa ve o ülkede faili meçhul siyasi cinayetler işleniyorsa, kuşkunun birinci odağı bu örgüt olur." MİLLİYET, 16 KASIM 1990 Düşmana karşı olağanüstü dönemler için organize olmuş, dış düşmana karşı kurgulanmış bu tür özel birimlerin olması kabul edilebilir. Ne var ki bizde bu tür yapılar dış düşmana karşı değil, millete karşı ve milleti kontrol etmek, devleti milleten korumak ve sivil hükümetlerin etkinliğini kırmak için; militer güçlerin devlet ve toplum üzerindeki etkinliğini sürdürmek için yapılandırılmıştır. Problem Özel Harp Dairesi gibi yapıların bulunması değildir. Problem, şimdiye kadar bu yapıların milli duyguları istismar edilmiş figüranlar üzerinden millete karşı, demokrasiye karşı, milli iradeye karşı kullanılmasıdır. Bizim Kek Türklerin ve analitik düşünemeyen millici kesimlerin aldandığı nokta burasıdır. Bunlar dünyadaki diğer örneklerinde olduğu gibi bu yapıların devleti, milletin menfeatlerini korumak üzere çalıştığı yanılgısına düşmektedirler. Peki, özel harekât türü karanlık işlere, eylemlere bulaştırılan yapılar derin yapının neresindedir? Bu tür yapılar Türkiyedeki derin yapının kurumsal icra organlarıdırlar. Buralara milli duyguları güçlü, ama beyin faaliyetleri zayıf Kara Türklerden subay assubaylar alınır ve bunlara “devlet hizmeti”, “özel görev” vs denerek karışık, karanlık, kanlı eylemler yaptırılır, cinayetler işletilir, provokasyonlar yaptırılır. Bu ekiplerin sivil hayat içinde “Yeşil”, Abdullah Çatlı tarzı kullandığı tetikçiler vardır. Bu yapılar, ülkenin üzerine karabasan gibi çökmüş derin yapının kirli işlerine bakan kanlı elleridir, asla karar verici, planlayıcı değildirler. Asrın başında milleti kontrol etmek üzere bazı silahlı kurumları milletin kaderine hâkim kılan ve milli iradeyi bloke etmeyi hedefleyen batı güdümündeki ecnebi-sebatay kesimler bu kurumu sadece bir araç olarak görmektedirler. Derin yapılar silahlı, güçlü bir kurumun sırtından projelerini uygulamaktadırlar, ancak Derin yapının beyni, karargâhı, planlama merkezi bu kurumda değildir. Silahlı kuruma özel özen gösteriliyor, orası steril, kontrol altında tutulmak isteniyorsa da; derin yapının beyni, karargahı sanılanın aksine bu kurumun dışındadır, sivildir. Savcıların Seferberlik Tetkik Kuruluna yaptığı baskın, veriler silinmiş ve tedbir alınmış olsa dahi demokratikleşme ve şeffaflaşma adına psikolojik eşikleri, engelleri tarumar etmiştir. Cesur savcılar ve hâkimler sayesinde millet ülkedeki bütün karanlık odalara girilebileceğini, herkesin sorgulanabileceğini görmüştür. Seferberlik Tetkik Kuruluna girilmesi yüz yıldır milletin tepesine tebelleş olmuş derin, kanlı yapıların deşifre edilmesi, çözülmesi adına Ergenekon davasından sonra atılan en önemli adımdır. Bu yapının toplumun faklı kesimlerinde kullandığı elemanlar, gazeteciler siyasetçiler, vs kozmik odaya girilmesinden çok rahatsız olmuşlar ve “devlet sırları ifşa ediliyor!”, “kurumlar arası savaş var!”, “asker darbe yapmalıdır!” şeklinde çığırtkanlıklar yapmaktadırlar. Bu kesimlerin asıl endişesi devlet sırlarının ifşası değil, kendilerinin millet aleyhine yaptıkları işbirliğinin ifşa olması ve gerçek yüzlerinin ortaya çıkmasıdır. (Yusuf Gezgin) |
31 Aralık 2010 Cuma |
(Aktif Haber)
.
İslâm’ı İçinden Çökertmek İstiyorlar
|
İslâm'ı içinden yıkmak istiyorlar... İslâm'ı mihraptan yıkmak istiyorlar... İslâm'ın içini boşaltmak istiyorlar... Türkiye Müslümanlarını doğrudan doğruya kâfir yapamayacaklarını çok iyi bildikleri için onları İslâm içinde saptırmak istiyorlar...
Bu maksatla bir sürü dolap çeviriyorlar. İslâmî müesseselerin yıkılmasından, Hilâfet'in ilgasından, Şeyhülislâmlık makamının kaldırılmasından, Medreselerin ve Tekkelerin kapatılmasından sonra halkın bir kısmı yeterli ve doğru din bilgisinden ve kültüründen mahrum kalmıştır. Şer kuvvetleri bu boşluktan yararlanmak istiyor.
Sevgili Müslümanlar!.. Aşağıdaki hususlara dikkat ediniz:
1. İslâm, Allah katında tek hak ve makbul dindir.
2. Bu husus Kur'ân'da açık ve seçik olarak beyan buyrulmuştur.
3. Hak din olmak konusunda İslâm dini ortaklık (müşareket) kabul etmez. Yani üç hak din yoktur, bir hak din vardır, o da İslâm'dır.
4. Ehl-i Kitab da kurtulmuştur ve Cennete girecektir diyen kişi, Kur'ân'a, Sünnete, icmâ-i ümmete aykırı bir söz etmiş ve dinden çıkmış olur.
5. İslâm'ın esası olan Tevhid inancı ile Hıristiyanlıktaki Teslis inancı taban tabana zıttır ve asla uyuşmaz.
6. Hıristiyanlarla Müslümanlar Âmentüde ittifak halinde değildir.
7. Müslümanlar BÜTÜN Peygamberlere (Selâm olsun hepsine) iman ederler. Peygamberlerden birine iman etmeyen kişi Müslüman değildir, kâfirdir.
8.Yahudiler Hz.İsa'yı ve Hz.Muhammed'i (Salat ve selâm olsun ikisine) inkâr ve tekzip ederler. Hıristiyanlar, Hz.İsa'yı tanrı kabul eder ve Hz. Muhammed'i inkâr ederler.
9. Kur'ân'ın Allah kelâmı olduğunu kabul etmeyen kişi küfür üzeredir.
10. Bugünkü Hıristiyanlık Hz. İsa'nın dini değildir, Pavlos tarafından çıkartılmıştır.
11. İslâm'dan başka bütün dinler tahrife uğramıştır.
12. Kur'ân'dan önce gönderilmiş kutsal kitapların metinleri (tamamen veya kısmen) yitirilmiş ve tahrife uğramıştır.
13. Hz.Musa ve Hz.İsa Efendilerimizin dini, usûl ve temel olarak İslâm'dır.
14. Kelime-i Şehadet iki parçadan ibaret bir bütündür, parçalanamaz.
15. Kelime-i Şehadetin ikinci kısmını lisan ile ikrar etmeyenler Müslüman değildir.
16. Tevhid ile Teslis birdir diyenler dinden çıkar.
17. Tek ibrahimî din İslâm'dır.
18.Üç ibrahimî din vardır diyenler dall ve mudildir.
19. Kur'ân'da açıkça "İbrahim Yahudi ve Nasranî değildi, o hanif ve müslimdi" buyurulmaktadır.
20. İslâm şeriatının gönderilmesinden sonra, önceki şeriatların hepsinin hükmü kalkmıştır.
21. İslâm dininde diyalog yoktur, tebliğ ve dâvet vardır.
22. Ne Kur'ân'da, ne Sünnette, ne de 14 asırlık icmâ-i ümmette diyalog vardır.
23. Diyalog 1960'lı yıllarda Roma Kilisesi tarafından çıkartılmış olup Müslümanlara kurulmuş bir tuzaktır.
24. Ehl-i Sünnet ve Cemaat İslâmlığı diyalog diye bir şey kabul etmez.
25. Mardin'de Kazimiye medresesi avlusunda papazlar ve sarıklı bir müftü bir araya gelecek, çanlar çalınacak, ezanlar okunacak, bu esnada medresenin havuzu üzerine inşa edilmiş salaş köprüden hepsi birden geçecekler, böylece Sırat-ı geçmiş ve cümbür cemaat Cennet'e girmiş olacaklar. İslâm dini böyle gülünç diyalog tiyatrolarını kabul etmez.
26. Hz.Muhammed'in peygamberliğini, Kur'ân'ın hak kitab olduğunu, İslâm dininin ilâhî din olduğunu kabul etmedikçe öteki dinlerle diyalog yapılamaz.
27. Müslümanlar, harbî olmamaları ve İslâm barışını kabul etmeleri şartıyla tarih boyunca Hıristiyanlara ve Yahudilere din hürriyeti tanımışlar, İslâm devletinin himayesindeki reayayı korumuşlardır.
28. Hıristiyanlar, Endülüs Müslümanlarına, ahid vermiş olmalarına rağmen hayat hakkı tanımamışlardır.
29. Hz. Musa İslâm Peygamberidir, Hz.İsa İslâm Peygamberidir.
30. Yüzden fazla hadîsle, âhir zamanda nüzul edeceği bildirilen Hz.İsa efendimiz Müslümanlara katılacak ve onlarla birlikte namaz kılacaktır. (Nüzul-i İsa hadîsleri mânevî tevâtür oluşturur. İnkar eden dinden çıkar.)
Sevgili Müslüman kardeşlerim. İki kere ikinin dört ettiğini söylemek için riyaziye profesörü olmak gerekmez. Tevhid ile Teslisin uyuşmaz ve bağdaşmaz olduğunu beyan etmek için din alimi olmak gerekmez. Sağlam akaid ve ilmihal bilgisi olan herkes yukarıya yazdığım gerçekleri kabul eder.
Tuzaklara düşmeyeniz ve imanınızı zâyi etmeyiniz.
(İkinci yazı)
İslâm'ın evrensel değer ve hükümleri değişmez
İslâm'ın temel değerleri vardır ve bunlar kesinlikle değişmez ve değiştirilemez. Meselâ adalet, meselâ doğruluk-dürüstlük, meselâ Allah ile olan işlerimizde ihlâs...
* Îmanın (Âmentünün)altı esası.
* Beş vakit namaz kılmak.
* Ramazan ayında oruç tutmak.
* Zekât vermek.
* Gerektiğinde Allah yolunda cihad.
* Emr-i mâruf ve nehy-i münker (İyiliği emr etmek, kötülüğü engellemek).
* Allah'ın inzal etmiş olduğu hükümlerden başkası ile hükm etmemek.
* Kadınların kızların iffet ve namuslarını korumak.
* Cinsellikte iffet sınırlarını aşmamak.
* Riba alıp vermemek.
* Rüşvet alıp vermemek.
* Din, can, mal, ırz, neseb güvenliği.
Bunlar gibi daha nice islâmî evrensel değer vardır ki, bunlar zaman ve mekan ile değişmezler ve asla eskimezler. Hicretin birinci asrında nasıl iseler, bugün de aynı şekilde yürürlüktedir ve aynen muhafaza edileceklerdir.
Tarih boyunca ve zamanımızda dünya üzerinde çeşitli medeniyetler olagelmiştir. İslâm medeniyeti, adından da anlaşılacağı üzere din üzerine kurulmuştur. Din değişmez, İslâm medeniyetinin temelleri de değişmez.
Zamanımızda misyonerlerin, müsteşriklerin (doğu bilimciler) ve yarı mühtedilerin tesiriyle İslâm dünyasında bir reform, değişim, yenilik, ılımlı İslâm hareketi ve cereyanları baş göstermiştir. Bunlar Kur'ân'a, Sünnete, icmâ-i ümmete aykırıdır.
Namaz 1400 yıl önce nasıl kılınıyorsa öyle kılınmaya devam edecektir.
Din ile fıkıh birbirinden ayrılamaz.
İslâm din ve dünya ayırımını kabul etmez.
Reformcular en fazla kadın meselesi üzerinde duruyor. İslâm'ı, kadınları âlet ederek bozmaya çalışıyor.
Kadınlar, erkeklerle bir arada karışık şekilde namaz kılamaz.
Camilerde erkeklerin yerleri ayrıdır, kadınların yeri ayrıdır. Bu, Kıyamet'e kadar böyle olacaktır.
Hiçbir insanın Yaratan'a "Beni niçin erkek veya kadın yarattın?" diye sormaya hakkı yoktur.
Feminizm Batı'da çıkmış sapık bir ideolojidir.
Kadın haklarına, kadınlara saygıya, kadınların haysiyetlerini korumaya evet, feminizme hayır!
Hem Müslüman, hem feminist...Bu bir tezattır, tenakuzdur.
Türkiye'yi Avrupa Birliği ve BOP standartlarına uydurmak için kadın konusunda dıştan baskılar yapılıyor. Hiçbir samimi ve şuurlu Müslüman bu gibi baskıları kabul etmemelidir, bunlara karşı direnmelidir.
İslâm feminizmi adına, Buharî'deki çok sağlam ve sahih hadîsleri inkâr etmek, 1400 senelik İslâm tarihinde görülmemiş bir saygısızlık ve sapıklıktır.
Allah -hâşâ- yanılmış, Peygamber -hâşâ- yanılmış, bütün büyük din âlimleri, fakihler, allameler, eimme, müfessirler, muhaddisler yanılmış, birkaç beyinsiz feminist doğruyu bulmuş... Bu ne korkunç hezeyandır.
Kadın konusunda Kur'ân ne diyorsa, Peygamber ne diyorsa; eimme, ulemâ, fukaha ne demişlerse doğru olan odur.
Kur'ân'ın yorumu meselesi: Kur'ân'ın doğru yorumunu eimme, ulemâ, fukaha, müfessirler yapar. Kasıtlı veya kasıtsız olarak yapılan bozuk yorumlar Müslümanları, Ümmet'i bağlamaz.
İslâm dini kesinlikle Batı medeniyeti standartlarına uydurulamaz.
İslâm dini feminizme uydurulamaz.
İslâm dini şu veya bu ideolojiye uygun hale getirilemez.
Müslümanların gerçekten bilgin ve bilge olanları, Allah'ın ve Peygamber'in muradını araştırır ve ona göre yorum ve ictihad yaparlar.
Reformcular, yenilikçiler, değişim taraftarları İslâm'ı oyuncak etmek istiyor.
Onlara uyan sapıtır.
Biz Müslümanların iki hedefi olmalıdır;
Birincisi: İslâm'ı, Allah'ın ve Resulünün muradına uygun olarak anlamak ve yakalamak.
İkincisi: Dünyevî planda çağı/moderniteyi yakalamak, gayr-i Müslimlerin gerisinde kalmamak, onları aşmak, onlardan daha kuvvetli olmak.
Bu iki hedefi bırakıp reform, yenilik, değişim, light İslâm hayalleri peşinde koşanlar kendilerine yazık etmiş olur.
Kurtuluş, en ufak bir tâviz (ödün) bile vermeden, dinde hiçbir değişiklik ve reform yapmadan Kur'ân'a, Sünnete ve icmâ-i ümmete sımsıkı sarılmakla olur.
Dinim İslâm, medeniyetim başka bir medeniyet... Bundan büyük sapıklık olamaz.
Dinde reforma ve dine aykırı feminizme karşı uyanık olmalıyız. Din konusunda Avrupa standartları, Batı medeniyeti ölçüleri bizi bağlamaz. (Şevket Eygi, 9/12/2009)
|
9 Aralık 2009 Çarşamba |
(Milli Gazete)
.
Faşizm Geliyor Yaygaraları
|
Bir Kısım Çağdaşlar, ülkeye adım adım faşizm geliyor diye yaygara kopartıyor. Asıl faşizm onların ideolojisidir. Asıl faşist onlardır. Türkiye'ye faşizm değil, hürriyet ve insan hakları geliyor. Ülkemizde hiçbir zaman bugünkü kadar basın (medya) hürriyeti olmamıştı. Faşizm gelse, bazı çağdaş gazeteciler iktidar büyüklerini yerden yere vurabilir mi? Asıl faşistler, yavuz hırsız rolünü oynuyor, ev sahibinden baskın çıkıyor. Onların zamanında: TCK 163'üncü madde vardı, din ve inanç hürriyeti gemlenmişti. Millet Caddesi'ndeki Selçuk Sultan Camii'ne namaza gelen emekli hakim Şevki bey (1977'de miydi?) bizzat itiraf etmişti:"Tek parti oligarşisi yıllarında camiden çıkarken başındaki takkeyi çıkartmayı unutan kaç Müslümanı tutuklamışımdır." Şapka Kanunu'nu tenkit etti diye Erzurum'da Şalcı Bacı'yı asanların torunlarının, "Faşizm geliyor!.." diye yaygara kopartmaları ne kadar gülünçtür. Hukukun üstünlüğünü benimsemiş bir düzende, bir kişi bir suçtan beraat eder veya hüküm giyerse, aynı suç dolayısıyla yeni bir dava açılamaz. Devrim faşistleri hukukun ve adaletin bu temel kuralını çiğneyerek Nurcuları, daha önce beraat etmiş kitapları okumak suçundan binlerce defa mahkemeye vermişlerdir. Ülkemizde en iğrenç bir faşizm sistemini uyguladılar. Binlerce vatandaşı idam ettiler... On binlerce vatandaşı mahkemesiz kurşuna dizdiler, top mermileriyle şehid ettiler. On binden fazla camiyi, mescidi, taş mektep binasını, vakıf eserini yıktılar, sattılar, kiraya verdiler, çoğunu yok ettiler. Binlerce tarihî İslâm kabristanını ve hazireyi yok ettiler. Devlet arşivinin bir kısmını Bulgarlara, okkası 2,5 kuruştan hurda kağıt fiyatına sattılar. (Resimleri var...) Heybeliada'daki Bahriye kışlasının ortasındaki kubbeli minareli güzel camiyi yıktılar. Ayazpaşa'da Park Otel'in altındaki caminin minaresini, oradan okunan yatsı ezanı orkestrayı rahatsız ediyor diye, belediyenin tanzifat amelesine bir gecede yıktırdılar. Kazım Karabekir Paşa'nın "İstiklâl Harbimizin Esasları" isimli kitabını, basıldığı Sinan matbaasından alıp Topkapı surlarının dibinde yaktılar. Doğu hududumuzda 33 vatandaşı kurşuna dizdiler. Yurdun birçok yerinde Osmanlıca kitapları meydanlara yığıp üzerlerine gaz yağı döküp yaktılar. 1943'te, devr-i dilâra-i İsmet'te Sultanahmet Camii'ni bile kapatmışlardı. Sirkeci'de tren garının yanındaki cami harabesinin ve kabirlerin üzerine Anadolu Saz ismini taşıyan bir fısk, fücur, ahlâksızlık, fuhuş batakhanesi yaptırdılar. 27Mayıs 1960 darbesinden sonra İstanbul Üniversitesi Anayasa Kürsüsü Başkanı Ord.Prof. Dr.Ali Fuat Başgil'i tutukladılar, yerin üç kat altındaki zindanlara attılar. Hakikî Ezan-ı Muhammedî okuyan Müslümanlara Stalin'i aratmayacak zulüm ve işkenceler yaptılar. Zulümlerinin hangi birini sayayım? Sonra "Ülkeye faşizm geliyor!" diye yaygara kopartıyorlar. Faşizm gelmiyor, hürriyet ve insan hakları geliyor. Din, inanç, inandığı gibi yaşamak serbestliği geliyor. Çoğulculuk geliyor. Faşizm çatır çatır sarsılıyor, yıkılacak. Resmî ideoloji çatırdıyor. Yasaklar, tabular, yalanlar kalkıyor. Sabataizm zor günler yaşıyor. Yaygaraları boştur, onların rüzgârı bitmiştir. Türkiye tarihî ârıza ve kazadan, tarihî devamlılığa geçiyor. (M.Şevket Eygi, M.Gazate) |
3 Aralık 2009 Perşembe |
(M.Gazete) |
.
TUZAK
|
Aidiyetlerimize, kimliğimize bakışımızı derinden etkilemiş, hatta neredeyse "belirlemiş" bulunan kavramlara dikkat çekmeden doğru bir zeminde hareket ettiğimizi düşünmek ve söylemek mümkün değil.
Bunların başında elbette modernitenin vücut verdiği kavramlar geliyor. En önce de başlıkta yer alan ikili taksimin "tuzak" olduğunu fark etmemiz gerekiyor. Hayatı, fikirleri, din anlayışını niçin böyle ikili bir taksimle anlamak zorundayız? Niçin bazı şeyler moderndir, yani "iyi"dir, "doğru"dur ve "olması gereken"dir dee, diğer bazıları gelenekseldir, yani "dönemini doldurmuş"tur, "ölü"dür ve günümüzde kayda değer bir işleve sahip değildir?
En az bunun kadar önemlisi, bu kavramların içini kim dolduruyor. Müslümanlar herhangi bir muhakemeye tabi tutmadan kavramsal dünyalarına buyur ettikleri bu kavramları, muhtevalarını kendileri belirleyerek mi kullanıyor, yoksa muhteva da "ithal" mi?
Tabii ki kavramlar ithal olunca muhteva da kaçınılmaz olarak ithal oluyor. 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında İslam Dünyası'na armağan edilen üç kavram moderniteyle ilişkimizi ve din anlayışımızı tayin etmişti: Adalet, musavat (eşitlik), uhuvvet (kardeşlik). O dönemin aydınları, hatta alimleri büyük çoğunluk itibariyle dini ve moderniteyle ilişkimizi bu kavramlar esasında tayin etmekte bir sakınca görmediler. Sultan II. Abdülhamid Han'a itirazların temelinde yatan şey, onun, "adalet" ve "hürriyet" kavramlarıyla çatışma teşkil eden uygulamaları, yani "istibdat" değil miydi? Bizler de bugün bu kavramların "çağdaş" versiyonlarına aynı temel fonksiyonu tanımakla aynı ölümcül hatayı işliyoruz: Eğer bizim dünyamıza bugün "eşitlik", "özgürlük" ve "insan hakları" temelli bir hayat ve din ve hayat algısı hakimse, aynı tuzağın "çağdaş" versiyonuna muhatap olduğumuzun göstergesidir. Acilen fark etmemiz gereken gerçek budur. Aksi halde Kur'an ve Sünnet tarafından ortaya konulan en temel hakikatlerle, bu dinin sabiteleriyle çatışmaya devam edeceğiz. Sadece Fıkhiyyat alanında değil, İtikadiyyat alanında bile "çağdaşlaşma" güdüsüyle hareket edecek, böylece Hıristiyanlığın Protestanlık tecrübesinde yaşadığına benzer bir dönüşümü, daha doğrusu bir "kırılma"yı biz de İslam bağlamında yaşayacağız.
Günümüzde sıklıkla dile getirilen "din dilinin değişmesi gerektiği" tarzındaki söylemin bizi nereye götüreceği sorusunun cevabı bu bağlamda hayli ehemmiyet arz ediyor. Diyanet tarafından da ifadeye konulan din dilini yenileme faaliyetinin amacı ve metodu ne olacak? Bu faaliyet bizi sonunda din algısı noktasında farklı bir noktaya sürükleyecekse, bunun "Dinde reform" dediğimiz şeyin tıpkısının aynısı olduğu aşikâr değil mi?
İşin enteresan yanı şu ki, bundan -fazla değil- çeyrek asır öncesine kadar "dinde reform" dendiğinde dinî hassasiyet sahibi çevreler buna refseksif bir tepki gösterirdi. Şimdi aynı istikametteki faaliyetler bizzat "muhafazakâr" çevrelerin gönüllü katılımıyla yürütülüyor.
Kavramların din anlayışımızda yol açtığı dönüşümü ve bunun bizi nereye taşıyacağını acilen fark etmek ne işimize yarayacak?
Hemen söyleyeyim ki bunun bizi "rahatlatmak" gibi bir sonucu hiçbir zaman olmayacak. Tam tersine bu fark ediş başımıza temelli problemler açacak. Rahatımız, huzurumuz, konforumuz gidecek, yeni ve "temelli" problemlerle karşı karşıya geleceğiz.
Müslüman olmanın, yaşadığı tarihe ve coğrafyaya Müslümanlık zemininden bakmanın bir bedeli olmasın mı? Kur'an ve Sünnet bize böyle bir garanti mi verdi? Bizden öncekilerin başına gelenler bizim de başımıza gelmeden cennete girebileceğimizi mi zannediyoruz?.. (Ebubekir Sifil, M.Gazete)
|
23 Kasım 2009 Pazartesi |
(M.Gazete)
.
BİR TEHLİKEDEN DİĞER TEHLİKEYE…
Osmanlı devleti zamanında ilk okullarda (ibtidaî mektepleri) yoğun din ve Kur'ân eğitimi veriliyordu. Her Müslüman çocuğu ilmihalini öğreniyor, Kutsal kitabımızı okumasını biliyordu. Sultanî ve i'dadî denilen liselerde din kültürü okutuluyordu. İcazetli ve değerli din âlimleri sarık ve cübbeleriyle ders veriyordu. Meşhur Galatasaray Lisesinde (Mekteb-i Sultanî) Nimet-i İslâm kitabı müellifi Hacı Mehmed Zihni efendi öğretmenlik yapmıştı. Yatılı Galatasaray Lisesinde vakit namazlarını, okulun camiinde, resmî imamın ardında cemaatle kılmak, bütün Müslüman öğrenciler için mecburî idi.
Yakın tarihimizde İslâm'a düşmanlık edildi, genç nesillere din eğitimi ve kültürü verilmedi. Çoğulculuk ve demokrasiden sonra biraz (evet biraz) hürriyet geldi ama yeterli olmadı. Müslümanlar bu hürriyeti iğtinam edemediler.
Son otuz kırk yıl içinde ülkemizde bid'at cereyanları türedi, Ehl-i Sünnet ve Cemaat inancı sarsıldı, din konusunda ortaya aykırı fikirler atıldı.
Laik rejimin sıkı kontrolu ve güdümü altındaki resmî din mektepleri, eski İslâm medreselerinin yerini tutamadı, boşluğunu dolduramadı.
İslâm'ı mihraptan yıkmak isteyen şer güçleri ilâhiyat fakültelerine sızdılar. Dinde reform, dinde değişim, ılımlı İslâm, Fazlurrahmancılık (Tarihsellik mezhebi), telfik-i mezahib, mezhepsizlik, Selefîlik, Hoşgörü ve Diyalog gibi bozuk akımlar oluştu.
Ülke dışından gelen petro-dolarlar bu oluşumlarda büyük rol oynadı.
Kur'ân'ın nice muhkem ayetinin geçersiz olduğu iddia edildi.
Sünnet ya tamamen, ya kısmen inkâr edildi.
Fıkıh ve mezhepler put olarak görüldü ve gösterildi.
Ortaya ehliyetsiz, liyakatsiz ve icazetsiz kimseler tarafından hazırlanmış ve içlerinde vahim hatâlar olan bir yığın Kur'ân tercümesi, meali ve tefsiri çıkartıldı.
Farmason Afganî din önderi, münci (kurtarıcı) gibi gösterildi.
Her Müslümanın ictihad yapabileceği fikr-i fâsidi yayıldı.
Tasavvuf ve tarikat mensubu ve muhibbi Müslümanlar müşrik ve kâfir ilân edildi.
Evliyaullaha 'Evliyauşşeytan" denildi.
Yüce Allah'a zeman ve mekan, cisim, insanlar gibi organlar, cihet, inmek ve çıkmak gibi noksan sıfatlar izafe edildi. Böylece Ehl-i Sünnet Müslümanlığının tenzih prensibi çiğnendi.
Ehl-i Sünnet'in akaitte iki imamı olan İmam-ı Eş'arî ve İmamı Mâturidî bid'atçi ve kâfir ilân edildi.
Velhasıl din konusunda dehşetli bir anarşi, kaos, karmaşa meydana getirildi.
Şu anda ehl-i bid'at gazetelerde, dergilerde, internet sitelerinde, bazı dernek ve vakıflarda gece gündüz propaganda yapıyor.
Tabakat-ı fukahanın en alt derecesi olan müftülük makamında bile olmayanlar mutlak müctehidlik taslıyor.
Müslüman halkın bir kısmının kafası allak bullak.
Doğrusu çok üzücü, çok kahr edici, çok düşündürücü bir haldeyiz.
Sahte müctehidler, bid'adçiler şazz fikir ve görüşlerle halkın zihinlerini karıştırıyor.
Şazz "Kaide (kural) dışı olan, istisna teşkil eden, genel görüşten ayrı olan" demektir.
Bu şazz fikir ve görüşlerden biri de İbn Teymiyye'nin ortaya attığı "Cehennemin ebedî olmadığı" iddiasıdır. Bu iddia Kur'ân'ın açık ayetlerine, Sünnete, icmâ-i ümmete, cumhur-i ulemânın görüşüne aykırıdır. İbn Teymiyye'nin bu konudaki aykırı görüşü ictihad değil, kuruntudan ibarettir.
Yeterli ve sağlam din bilgisine, kültürüne, birikimine sahip olmayan bir toplumda bu gibi şazz fikirleri ve görüşleri savunmak elbette doğru ve insaflı bir şey değildir.
Bundan yüz sene önce okumuş, tahsilli Müslümanlar, kendilerine yetecek miktarda usûl-i fıkıh ilmini bilirlerdi. Bu devirde usûl-i fıkıh bilenlerin sayısı çok azalmıştır.
Sevgili Müslüman kardeşlerimin dikkatlerini aşağıdaki hususlara çekmekte yarar görüyorum:
1. Ehl-i Sünnet ve Cemaat yolundan, mezhebinden itikadından, ahlakından ayrılmayınız.
2. Ehl-i Sünnet ile Ehl-i Bid'at arasında ihtilaflı olan bütün konu ve meselelerde, yüzde yüz Ehl-i Sünnet haklıdır. Ehl-i bid'atin haklı olduğu tek ihtilaflı mesele yoktur.
3. Fıkha ve hak bir mezhebe bağlanmak şarttır, zarurettir, vacibtir.
4. Cumhur-i ulemâ yolundan gitmek de böyledir.
5. Şazz ictihadlara, fikirlere, görüşlere, te'villere, yorumlara iltifat edilmemelidir.
6. Bu devirde mutlak müctehid yoktur. Olsa bile, hikmet ve edeb sahibi olduğu için yeni ictihadlar yapmaz. Bundan bin yıl önce İmamı Gazalî'nin hocası İmamü'l-Haremeyn Cüveynî hazretleri ictihad derecesine yükselmiş, lakin lüzumu olmadığı için yeni bir fıkıh ekolü kurmamış, İmam-ı Şâfiî hazretlerini taklid etmişti.
7. Bid'atçilerin iddia ettikleri gibi taklid ve kıyas bid'at değil, Müslümanların uyması ve kabul etmesi gereken çok lüzumlu ve değerli iki İslâmî kurumdur.
8. Allah'a noksan sıfatlar izafe eden bid'at cereyan, fırka, hiziplerinde hayır yoktur.
9. Yüz milyonlarca muvahhid ve musalli tarikat ve tasavvuf Müslümanını şirk ve küfürle suçlayanlar ahyardan (hayırlılardan) değil, eşrardandır.
10. Müslüman halk İslâm'ı Kur'ân tercümelerinden, meallerinden, Türkçe tefsirlerden değil; icazetli alim ve fakihlerin yazdığı akaid, fıkıh, ilmihal, ahlak kitaplarından öğrenmelidir. Kur'ân'da müteşabihat, nasih mensuh, tahsis, tevcih vardır. Cahiller bunları bilmezler, yanılabilirler. Zaten ulemanın yazdığı, itikat, fıkıh, ilmihal ve ahlak kitapları Kur'ân'dan, Sünnet'ten, Selef-i Sâlihînin âsârından çıkartılmış, süzülmüştür.
11. İmamı Rabbanî, Abdülkadir Geylanî, Ahmed er-Rufaî, Hasan eş-Şazelî, Şah Muhammed Bahaüddin Nakşibend, Ahmed Yesevî, Mevlana Celalüddin Rûmî, Hacı Bayram Velî gibi büyük zatlara müşrik ve kafir diyenlerin kendileri kafirdir, çünkü bir mü'mini tekfir eden, kafir olur.
12. Yüce dinimiz terörü kabul etmez. Şeriat-ı Garra-i Ahmediyye gayr-i muharib mâsum sivillerin, kadınların, çocukların, ihtiyarların, halkın vahşi ve dehşet verici şekilde katl edilmelerine yeşil ışık yakmaz.
13. Kur'ân'a, Sünnete, fıkha, Şeriata, icmâ-i ümmete, cumhur-i ulema yoluna aykırı olarak yapılan terör hareketleri ve eylemleri kesinlikle cihad değildir.
14. İslâm bedevilik ve vahşet dini değildir, medeniyet ve rahmet dinidir. Evet, İslâm'da cihad vardır, farzdır, yeri geldiğinde mukatele vardır ama Şeriat bu cihad ve mukatelenin kurallarını tesbit etmiştir. Bu kurallara aykırı hiçbir şey yapılamaz, yapılmamalıdır.
15. Hadîs-i şerifte buyuruluyor: "Âhir zamanda, yaşları küçük, akılları güdük bir taife zuhur ve huruc edecektir. Bunlar Kur'ân okurlar ama Kur'ân hançerelerinden kalplerine inmez. Bunlar Hayrü'l-Beriyye olan zatın (Peygamberin) sözlerini söylerler... Bu taife, ava isabet eden, avı da delip çıkıp giden ok gibi dinden çıkar..." (Buharî Menakıb... Ebû Dâvud...) Bu hadiste zikr edilen yaşları küçük akılları kısa kişilerin Hazret-i Ali Efendimiz'i kafir ilan eden Haricîler olduğu söylenmiştir. Zamanımızda da Neo-Haricîler vardır... Her şeyin en doğrusunu Allah bilir. (M.Şevket Eygi)
|
30 Ekim 2009 Cuma |
(Milli Gazete)
.
Ramazan eğlence ayı değildir!
Ramazan'da oldukça kalabalık olan Sultanahmet ve Eyüp Sultan'da Ramazan eğlencesi adı altında gerçekleştirilen sema gösterileri ve fasıllar kötü bir görüntü oluşturuyor. Konunun uzmanları ise tek bir noktada uzlaşıyor: “Ramazan eğlencesi sema gösterisi izlemek değildir, camide ibadet yapıp Kuran-ı Kerim okumaktır. Eğlence adı altında yapılanların hepsi kötü girişimlerdir”
Ramazan Ayı'nın manevi atmosferi her yeri kuşattı. Camiler dolup taştı, türbeler ziyaretçi akınına uğradı, Sultanahmet'te yürüyecek yer kalmadı. Talep bu kadar fazla olunca da iftar sonrası eğlence adı altında yapılan etkinliklerin sayısı giderek arttı. Özellikle şehir dışından da oldukça fazla ziyaretçi alan Sultanahmet Meydanı bu artışla beraber artık o manevi atmosferini kaybetmeye başladı. Bu olayda en büyük suçlular şüphesiz gelenekleri yaşatıyorum diyerek semayı, faslı ve eğlenceyi ayakaltına düşüren uyanık esnaf. Ramazan'ı yeme, içme ve safi eğlence olarak algılayan bu esnafın bazı değerleri popüler kültüre kurban etmesiyle Sultanahmet'te görmekten hoşlanmadığımız görüntüler her sokak arasında karşılamaya başladı bizi. 15 yıl önce belediyeler tarafından başlatılan iftar sonrası etkinlikleri ilk başladığı zamanlarda elbette böylesine büyük bir karmaşa yaşanmıyordu. Merkezleri Sultanahmet ve Eyüp Sultan olan bu etkinlikler vatandaştan da oldukça büyük ilgi görüyordu. Halkın bu ilgisinin farkına varan küçük işletmeciler ise mübarek ayda coşan manevi duyguları deyim yerindeyse “kullanmak” adına, semazenler tutup, fasıl ekipleri çağırıp duyguları istismar etmeye başladılar.
GENELGEYLE YASAKLANDI AMA...
İlk başlarda halkın ilgisini çeken bu etkinliklerde artık ipin ucu iyice kaçırıldı. Sultanahmet'te kurulan dükkânların çoğunda sema gösterilerini izlemek için para ödemeniz ya da mekanda bir şeyler yiyip içmeniz gerekiyor. Yani olay artık tamamen “duygusal”. Normal şartlarda sema gösterilerinin uygun olmayan mekân ve şartlarda, kısaltılarak veya başkalaştırılarak icra edilmesi Kültür Bakanlığı'nın yayımladığı bir gerekçeyle yasaklandı fakat görünen o ki bu yasağı pek dinleyen yok. Gelelim bu işi bilen uzmanların yapılan etkinlikler konusundaki değerlendirmelerine. Uzmanların çoğu bu konuyla ilgili tek başlık etrafında toplanıyor: “Sema çok özel bir ayindir ve ruh dünyasıyla ilgilidir. Bunu ticari amaçla yapmanın adı sema olamaz”. Senelerdir bu etkinliklerin içerisinde yer almadığını ve özellikle Sultanahmet'e gitme gafilliğine düşmediğini söyleyen yazar İskender Pala “Bu yapılanları Osmanlı ve dinle örtüştürmek olmaz. Çünkü o dükkânlarda yapılan gösterilerin hiçbirinde en ufak bir maneviyat sezemiyorum” diyor.
Fasıl konusunda ise musikinin halktan koparılamayacağını söyleyen Pala en azından çalınan parçalarla ilgili bir düzenleme yapılmalı görüşünü savunuyor. İstiklal Caddesi'nde çalınan müzikle Sultanahmet'tekinin arasında bir fark olmalı diyen yazar olayın çözülmesi için epeyce düşünülmesi gerektiğini de ifade ediyor. Ramazan eğlencesi kavramını doğru bulmayan sanatçı Ahmet Özhan ise “Ramazan'da eğlenmek ne demektir. Ya da bu eğlence sazlı, sözlü, semalı mı olmalıdır” diye sormadan edemiyor. Ramazan'da eğlenmenin en iyi yolunun Kuran-ı Kerim okumaktan geçtiğini söyleyen Özhan “Orada yapılan etkinliklerin hiçbirinde samimiyet göremiyorum. Tamamen ticari kaygılarla yapılan, adına sema denen olaya ise hiç yorum yapmıyorum. Sema kapalı kapılar ardında, büyük bir ilahi aşkla yapılır. Bunların ki tam bir şov” diyor.
YAPILAN SEMA DEĞİL TURİSTİK GÖSTERİ
İskender Pala: Evvela ben bu yapılanlara sema gösterisi denmesini doğru bulmuyorum. Bu sadece turistik amaçla yapılan bir dans gösterisi olabilir. Bunun haricinde bir anlam yüklemek yanlıştır. Ramazan eğlencesi adı altında meydanlarda bunun kullanılması ise eğlence anlayışımızın değişmediğinin göstergesidir. Ramazan eğlencesini fasıldan ve semadan ibaret görmek günümüzün modası. Acil müdahale edilmeli. Fasıl konusunda ise musikiyi halktan ayıramayacağımız için bunu daha doğru bir zemine oturtup, özel etkinlikler hazırlamak lazım. Yani işi bilen ellerin bu Sultanahmet Meydanı'na el atmaları şart.
RAMAZAN EĞLENCESİ ZİKRULLAHTIR
Ahmet Özhan: Ramazan eğlencesi denilen şey bu mudur merak ediyorum. Ramazan eğlencesi zikrullahtır. Kuran-ı Kerim okumaktır, tefekkürdür. Ama biz nedense Ramazan eğlencesi ismi altında küçük dükkânlarda sema gösterileri yapıp, fasıl grupları çıkarıyoruz. Bir kere sema çok özel bir ayindir. Böyle halka açık yerlerde ulu orta yapılmaz. Gönül işidir, ruhunuzu dinlersiniz. Ama şimdikilerde amaç ticari. Semayı etnik bir dans haline getirdiler. Bunu da istedikleri her yerde sergiliyorlar. Yapılanlar çok yanlış.
RAMAZAN KARNAVAL AYI DEĞİLDİR
Dücane Cündioğlu: İki yıldır söylediklerimi tekrarlayacağım. Ramazan ayı tıkınma ayı değildir, karnavallar ayı ise hiç değil. Ey talib, o pahalı, o şatafatlı, mükellef sofralarda verilen iftarlardan uzak dur, çünkü hem orucun oruç olmaktan çıkar, hem kendini Muhammed'in kokusunu duymaktan mahrum etmiş olursun. Akşam tıkınmak için sabahtan kendini aç bırakan zavallılar gibi de olma! İftar ve sahurlarda şatafat içinde tıkınanların orucu fasiddir. Zahirde değil, bâtında.
MANEVİYATTAN UZAK FESTİVAL
Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç: Günümüzde Ramazan eğlenceleri camiden kaçanlar için sosyal realite haline gelmiştir. Ramazan toplumda sosyal bir şenliktir, iyidir kötüdür ona bir şey diyemem ama manevi yoğunlaşmadan uzaklaşmış bir tür festivaldir. Bizim toplumumuz her daim eğlenmek istiyor. Din dışı eğlenme de günah olduğundan insanlar Ramazan'da, dini eğlencelere katılınca daha rahat hissediyorlar kendilerini.
20/9/2009. YeniŞafak
|
20 Eylül 2009 Pazar |
(Y.Şafak)
.
Zekâtta temlik ve “Sebîlullah” meselesi 1-2-3-4
EBUBEKİR SİFİL
Prof. Dr. Hayreddin Karaman hocanın zekât konulu yazılarından biri1 başlıkta yer alan iki konuda o bildiğimiz "Açılım"ı tekrarladı geçen hafta. Zekâtın fertlere temlik suretiyle verilmesi ve "Sebîlullah" tabirinin yalnızca fiilen savaşan gazilere hasrı, hocanın fetvasında yerini "Hedefi İslâm'ın yaşanması, yayılması ve korunması, İslâm yurdunun muhâfazası ve kurtarılması, İslâm'a yönelen her nevi tehlikenin önlenmesi olan askerî, fikrî, siyasî, iktisadî, mücâdele ve faaliyetler"e bıraktı.
Zekâtın -hatta sadece zekâtın değil, hacca, kurbana verilecek paraların da- hal itibariyle "Maslahata daha uygun" düştüğü düşünülen birtakım hükmî şahsiyetlere, bilhassa donanmaya verilmesi teklif ve fetvası geçtiğimiz yüzyılın başında da (1910 yılında) ortaya atılmış, bu vesileyle o dönemin matbuatı incelendiğinde görülecek ateşli tartışmalar yaşanmıştı. Hatta Meşihat makamından, bu doğrultuda fetva çıkarmasını isteyenler olduğu gibi, zekâtın donanmaya verilmesinin cevazını muhtevi bir fetvanın altında imzası bulunan "Müfti Fahreddin"in bu fetvasının incelenerek doğruysa teyit ve tasdik edilmesi, hatalıysa mezkûr müfti hakkında gerekli işlemin yapılması talep edilmişti.
Cem'iyyet-i İlmiyye'nin resmî yayın organı niteliğindeki Beyânu'l-Hak dergisinde söz konusu teklif ve fetvalara şiddetle muhalefet edilmiş, gerek imzasız, gerekse Mustafa Sabri, M. Saffet, Küçük Hamdi2, Mustafa Hakkı, Hatibzâde Emîn, Abdülvehhâb, Ali Rıza gibi ulema ve meb'ûsînin imzalarını taşıyan pek çok ilmî makale ile ihkak-ı hakk yapılmıştı.3
Fetvâhâne-i celîle de kurbanın bedelini veya kendisini donanmaya veya bir başka yere vermenin kurban ibadetinin edasının yerini tutmayacağını belirten bir fetva neşretmişti.4
Meseleye yüzeysel bakıldığında, Alay Müftüsü Fahreddin Efendi ile Karaman hocanın yaklaşımını, "Hayrın çerçevesini genişletmek", "Klasik anlayışın dar kalıplarını aşmak"... gibi modern dönem insanına hayli çekici gelen nitelemeler eşliğinde takdim etmek mümkün.
Ancak üzerinde icma vuku bulmuş bir hükme muhalefet söz konusu olduğunda burada durup düşünmek gerekiyor. Modern dönemde icma, sanki tesadüfen oluşmuş, çok da ehemmiyet arz etmeyen bir kurum olarak telakki edilse de, bu ümmetin müctehid ulemasının bir konudaki görüş birliğini yansıtması bakımından hayli temel bir yere sahiptir. Sahabe döneminden itibaren bu ümmetin müctehidlerinin hata ve yanlış üzerinde görüş birliği yapabileceğini düşünmenin ne anlama geldiğini en iyi bilenlerdendir Hoca...
Kaldı ki Karaman hocanın söz konusu yazısı kendi içinde de birtakım sıkıntılar barındırıyor. Şöyle ki:
Hoca, "Fahraddin Razî, mezkûr âyetin (9/et-Tevbe, 60 ayeti, E.S.) tefsirinde el-Kaffâl'den, bu mefhumu daha da genişleten ve bütün hayır müesseselerini buna dahil eden bir görüş nakletmiştir (Mısır, 1938, c. XVI. s. 113)" diyor.
Oysa bu görüş el-Kaffâl'e değil, onun kendisinden nakil yaptığı "bazı fukaha"ya aittir.
Fahruddîn er-Râzî, dirayet ilimlerinde zirve bir isim olmasına rağmen, rivayet ilimlerinde otorite değildir. Bu sebeple kim olduğu bilinmeyen bu "Bazı fukaha"dan, üstelik senedsiz olarak yaptığı bu nakli hükme esas kılmak doğru değildir.
Söz konusu naklin rivayet kriterleri doğrultusunda şayan-ı itibar olduğu farz edilse bile tefsirini kaleme aldığı dönemde mu'tezilî görüşlere sahip bulunan el-Kaffâl eş-Şâşî'nin, bu görüşü bid'at ehlinden nakletmiş olması ihtimalini göz ardı etmemek gerekir.
Devam edecek.
1- http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/Default.aspx?i=18241
2
---------------
Karaman hocanın "Sebîlullah" konusunda neden sadece er-Râzî'nin el-Kaffâl'den -meçhul "bazı fukaha"ya atfen yaptığı- senedsiz nakille yetinmek durumunda bulunduğu şayan-ı dikkattir..
Hoca'nın pek itibar ettiğini bildiğimiz eş-Şevkânî'nin, Fethu'l-Kadîr'de1, Neylu'l-Evtâr'da,2 es-Seylu'l-Cerrâr"da3, ed-Derâri'l-Mudıyye'de4 "sebîlullah"ın çerçevesini hocaya destek teşkil edebilecek şekilde genişletmemiş olması da, el-Kınnevcî'nin bu çerçeveyi hocanın takyidiyle gayri kabil-i telif bir tarzda genişletmiş olması da hocanın istidlal ve istintacına dayanak teşkil etmekten uzak görünüyor.
eş-Şevkânî, tefsirinde (dipnotta belirttiğim yerde) "sebîlullah"ın, gaziler ve sınır boylarında bekleyen murabıtlar olduğu görüşünü "ulemanın ekseriyeti"ne izafeten zikrettikten sonra, İbn Ömer (r.a)'in, bu kelimenin "Hacıları ve umrecileri" anlattığını söylediğini, İmam Ahmed ile İshak b. Râhûye'nin de "sebîlullah" tabirinin hacıları da içine aldığı görüşünde olduklarını söyler. Neylu'l-Evtâr'da ise buna delalet eden rivayetleri, bünyelerinde taşıdıkları zaafları da belirterek zikreder.
ed-Derâri'l-Mudıyye'deki tavrı ise daha nettir: Zekâtın sarf yeri olan bahse konu 8 sınıfın tayininde esas olanın "şer'î vasıf" olduğunu, vasıfta şer'î bir hakikat (anlam) olmadığı takdirde ancak lugavî medlule dönüleceğini belirtir. Ulemanın zikrettiği şart ve itibarların şer'an veya lugaten vasıf olabilecek özellikte bulunması halinde, yahut bunu gösteren bir delilin mevcudiyeti durumunda bunların dikkate alınacağını, aksi durumda bunlara itibar edilmeyeceğini söyler. Bu sebeple eş-Şevkânî, "sebîlullah" tabirinin gaziler dışında hac ve umre yapanlara şamil olduğunu söylemekle yetinmiştir. Zira Neylu'l-Evtâr'da her birinin zaafı hakkında konuşmuş olsa da, bazı rivayetlerde "sebîlullah"ın hac ve umreyi de kapsadığını gösteren rivayetler vardır.
el-Kınnevcî ise "Sebîlullah" tabirinin Allah Teala'nın rızasına götüren yolların tümünü ihtiva eden bir çerçeveye sahip olduğunu belirtir.5 Buradan, Allah Teala'nın rızasını tahsil amacıyla inzivaya çekilmiş kimselerin bile -zengin olsalar dahi- zekâtın "fî sebîlillah" kaleminden istifade etmeleri gerektiği sonucu çıkmaktadır.
Oysa "Sebîlullah"ın çerçevesinin bu şekilde genişletilmesi, zekâtın sarf yerleri olarak ilgili ayette "sebîlullah" dışında 7 sınıfın daha zikredilmiş olmasını anlamsızlaştırmaktadır. Bir diğer ifadeyle, şayet "sebîlullah" tabiri bütün hayır çeşitlerini içine alıyorsa, ayette fakirin, miskinin, borçlunun, yolda kalmışın, ğârimin... ayrı ayrı zikredilmiş olmasının izahı ne olabilir? (Bu yaklaşımın eş-Şevkânî'nin yukarıda ed-Derâri'l-Mudıyye'den naklen zikrettiğim tesbitiyle örtüşmediğini de altını çizerek belirtelim.)
Her halukârda pek tutarlı görünmeyen bu istidlal tarzının da hocanın çizdiği çerçeveye oturmadığını belirtmemiz gerekiyor. Ne demişti hoca: "...hedefi İslâm'ın yaşaması, yayılması ve korunması, İslâm yurdunun muhâfazası ve kurtarılması, İslâm'a yönelen her nevi tehlikenin önlenmesi olan askerî, fikrî, siyasî, iktisadî, mücâdele ve faaliyetler..."
Görüldüğü gibi bu çerçeve, münhasıran "İslam'ın yayılması ve müdafaası" şeklinde özetleyebileceğimiz bir amacı ortaya koymaktadır ki, "Bütün hayır çeşitlerini" ihtiva etmediği ortadadır.
Devam edecek
1- eş-Şevkânî, Fethu'l-Kadîr, II, 532.
2- Neylu'l-Evtâr, IV, 190-1.
3- es-Seylu'l-Cerrâr, II, 59-60.
4- ed-Derâri'l-Mudıyye, I, 218.
5- er-Ravdatu'n-Nediyye, (Dâru'l-Cîl), I, 206-7.
3
------------------
Bir önceki yazıda, zekât verilecek kimselerin tadad edildiği 9/et-Tevbe, 60 ayetinde geçen "sebîlullah" tabirinin anlam çerçevesine dair eş-Şevkânî ve el-Kınnevcî'nin birbiriyle örtüşmeyen görüşlerini aktarmıştım. Hocanın -dolaylı da olsa- dayanak ittihaz ettiği el-Kasımî, Şeltût ve Yusuf el-Karadâvî'nin görüş ve yaklaşımlarına gelince;
el-Kasımî, tefsirinde Fahruddîn er-Râzî'nin, "Sebîlullah ifadesi, sadece gazilerin kastedilmiş olmasını gerektirmez. Bunun için el-Kaffâl, tefsirinde bazı fukahadan, zekâtın, ölünün kefenlenmesi, kale inşası, mescit yapımı gibi hayır çeşitlerinin tamamına sarfının caiz olduğu görüşünü nakletmiştir" dediğini naklettikten sonra el-Hasen (el-Basrî ), Ahmed b. Hanbel ve İshak b. Râhûye ile Sahabe'den İbn Abbas ve İbn Ömer (r.anhuma)'nın, "sebîlullah" tabirinin haccı da ihtiva ettiği görüşünde olduklarını zikreder. Arkasından da buna delalet eden bir hadis ve İbnu'l-Esîr'in, hoca tarafından da nakledilen izahatını aktarır. (el-Hasenu'l-Basrî üzerinde ileride duracağım.)
Ancak bunları söylemeden önce o, "sebîlullah" tabirinin tefsirine başlarken şu ifadeleri kullanır: "... Sonra Allah Teala, "fî sebîlillâh" buyruğuyla cihada yardımı zikretmiştir. Binaenaleyh (bu kalem) cihad gönüllülerine sarf edilir; onlara binit ve silah satın alınır..."
Bu kesin ifadeler el-Kasımî'nin, "sebîlullah"ın anlam çerçevesi hakkındaki kanaatini açık bir şekilde göstermektedir. Bu durumda onun tefsirinde, Fahruddîn er-Râzî'den naklettiği görüşle başlayan ve İbnu'l-Esîr'den iktibasla sona eren ifadelerini, konu hakkındaki farklı görüşleri aktarmak amacıyla yapılmış nakiller olarak görmek durumundayız.
Hocanın, el-Kasımî'nin ifadelerini aktarırken de -tıpkı Fahruddîn er-Râzî'den yaptığı alıntıda olduğu gibi- bir "fakih titizliğinde" hareket etmediği açıkça görülüyor...
Şeltût ise tıpkı el-Kınnevcî'de gördüğümüz gibi "sebîlullah" tabirinin çerçevesini alabildiğine geniş tutmuş, Kur'an ezberi işinin yaygınlaştırılması, hastane yapımı, mescit inşası... gibi hayır çeşitlerine kadar uzanmıştır.1
Dolayısıyla el-Kınnevcî'nin yaklaşımını aktarıren söylediğim gibi hocanın, Şeltût'un yaklaşımını da delil ittihaz etmesi tutarlı görünmüyor. Zira hoca, "sebîlullah" tabirinin içini doldururken belli bir sınır gözetirken Şeltût, neredeyse bütün hayır çeşitlerine uzanıyor.
el-Karadâvî'ye gelince, hocanın, bu konuyla ilgili yazdıklarının hemen tamamını ondan aldığı anlalışıyor. öncelikle bu konuda mezheplerin görüşünü zikrederken İmam Ahmed b. Hanbel'den nakledilen, "sebîlullah" tabirinin hacıları da kapsadığı görüşünün dayanağını teşkil eden iki rivayeti taz'if ettiğine dikkat çekelim. (eş-Şevkânî'nin tavrı üzerinde dururken, Neylu'l-Evtâr'da bu rivayetlerin zaaflarını belirttiğini zikretmiştim.)
Arkasından, dört mezhebin şu üç noktada ittifak ettiğini belirtir:
1. Cihad, "fî sebîlillah" kapsamındadır.
2. Harcama, mücahidlerin kendilerine yapılır. Cihad için gerekli araç-gereç ve diğer hususlar için harcama yapılıp yapılamayacağı ihtilaflıdır.
3. Baraj, köprü, mescid, okul... gibi sosyal konularda zekât fonundan harcama yapılamaz.
el-Karadâvî'nin kendi tercihini, gerekçelerini ve değerlendirmesini gelecek yazıda ele alalım.
1 Bkz. Fetâvâ, 102-3; el-İslâm Akîde ve Şerî'a, 104-5.
4
----------------------------------------------------------
Zekât meselesini çağımızda en detaylı bir şekilde işleyen kişi olduğu bilinen el-Karadâvî, "sebîlullah" tabirinin İmamiyye ve Zeydiyye tarafından nasıl anlaşıldığını anlatan nakiller yapmıştır. İmamiyye'nin kendi kaynaklarında görülen o ki, bu mezhep içinde "sebîlullah" kaleminden bütün hayır çeşitlerine harcama yapılmasının cevazı konusunda bir ihtilaf mevcut değil.
Ancak Zeydiyye konusunda durum biraz değişik. Gerek el-Karadâvî'nin aktarımlarında1 gerekse benim elimdeki Zeydiyye kaynaklarında Zeydiyye imamlarından Zeyd, en-Nâsır, el-Müeyyed billah ve diğer fukahanın, "sebîlullah" kaleminin münhasıran gazilerin ihtiyacına sarf edileceği görüşünde oldukları zikrediliyor.2 Bu durumda "sebîlullah"ın diğer hayır çeşitlerine teşmilinin daha sonraki Zeydî alimlerin tercihi olduğunu, ya da en azından Zeydiyye imamları arasında bu konuda ihtilaf bulunduğunu söylemek doğrunun ifadesi olacaktır. Bu da, gerek el-Karadâvî'nin, gerekse ondan nakille yetinen Karaman hocanın, Zeydiyye'nin konu hakkındaki görüşünü gerçeğe uygun biçimde aksettirmediğini gösteriyor.
İlgili kaynaklarda "sebîlullah"ın çerçevesi gaza ve gaziyi, bir de -azınlıkta kalan bir gruba göre- hacc ve umreyi aşmamakta iken3 bu çerçeveyi hocanın yahut İmâmiyye ve bir kısım Zeydîler'in yaptığı gibi genişleten bir sahabîye veya Ehl-i Sünnet bir imama rastlamıyor oluşumuz calib-i dikkattir.
Bu durumu dikkatte tutarak hocanın tavrına tekrar baktığımızda iki husus dikkatimizi çekiyor:
1. Sahabe'nin ve Ehl-i Sünnet imamların tavrı, "sebîlullah"ın gaza/gazi ve hacc/umreye tahsisi doğrultusunda iken hoca bu çerçeveyi neredeyse "bütün hayır çeşitlerini" içine alacak şekilde genişletiyor.
2. Yukarıdaki cümlede geçen "neredeyse" kaydına bakarak hocanın yine de ihtiyatlı davrandığını düşünmek aldatıcı olur. Zira hocanın bu çerçevenin dışında bıraktığı husus, İbn Ömer, Ahmed b. Hanbel ve İshak b. Râhûye (rh.aleyhima)'nın, hacc ve umreyi "sebîlullah" içinde gören tavrıdır ki, yazısında atıf yaptığı isimlerin hemen tamamı tarafından zikredilmiştir.
Bu meselenin hasılası, "hedefi İslâm'ın yaşaması, yayılması ve korunması, İslâm yurdunun muhâfazası ve kurtarılması, İslâm'a yönelen her nevi tehlikenin önlenmesi olan askerî, fikrî, siyasî, iktisadî, mücâdele ve faaliyetler"in zekât fonundan finanse edilmesinin engellenmesi, dolayısıyla bütün bu hayırlı amellerin önünün kesilmesi midir?
Üç yazı boyunca söylemeye çalıştığım şeyin bununla elbette ilgisi yok. Zira infak ve tasadduk müesseselerinin zekâttan ibaret olmadığı açıktır ve bütün bu faaliyetlerin zekâtın sınırları zorlanmadan da yapılması pekala mümkündür.
Peki zekâttan bu çalışmalara fon aktarılması halinde kıyamet mi kopar?
Şurası açık ki, mesele sadece zekâtlı sınırlı değil; bu bir tavırdır ve bugün zekât hakkında ortaya konmuştur, yarın bir başka hüküm hakkında işletilecektir.
Dolayısıyla burada yapmaya çalıştığım şeyin zekâtla yapılacak hayırlı işlerin engellenmesi olarak değil, İslam ahkâm binasının asliyetinin muhafazası için gösterilen bir hassasiyet olarak okunmasını arzu ederim. Bir cümleyle ifade etmem gerekirse, bizim derecede gözetmemiz gereken husus Allah Teala'nın rızasıdır ve O'nun ahkâmını yine O'nun murad ettiği biçimde hayatımıza aktarma çabası içinde olmamızdır. Bu gereği gibi yapılsa fakirlik de, diğer olumsuzluklar da kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Unutmayalım, geçmişte zekâtı toplayıp da dağıtacak yer bulamadığımız devirler olduysa bu hassasiyetin ürünüdür.
Bu yazı serisini hocanın tavrıyla ilgili bir tesbit yaparak noktalayayım: Hayatını, bu ümmetin meselelerinin yeni ictihadlar vasıtasıyla aşılabileceği tesbitinin gereklerini yerine getirmeye samimane bir şekilde adamış bulunan hocanın, sadece bu meselede değil, daha pek çok hususta Yusuf el-Karadâvî, Şeltut, M. Abduh, Reşid Rıza, eş-Şevkânî, el-Kınnevcî... gibi isimlerin taklidinden başka bir anlam taşımayan bir "hall yolu"nu benimsemiş kişi profili çizmesi kendisi için, duruşu ve tesbitleri için ciddi bir çekişidir...
1- Bkz. Fıkhu'z-Zekât, II, 646-7.
2- Dav'u'n-Nehâr (yazma nüsha), 148a (el-Mehdî lidînillah Ahmed b. Yahya el-Yemânî'nin (ö. 804/1401), Zeydiyye'nin muteber metinlerinden sayılan el-Ezhâr'ı üzerine el-Hasen b. Ahmed el-Yemenî (ö. 1084/1673) tarafından kaleme alınmıştır. eş-Şevkânî, es-Seylu'l-Cerrâr'ını bu eser üzerine yazmıştır.) Ayrıca bkz. el-Hasen b. Muhammed en-Nahvî, et-Tezkiretu'l-Fâhire, 167-8.
3- Bkz. el-Cassâs, Muhtasaru İhtilâfi'l-Ulemâ, I, 483; İbnu'l-Cevzî, et-Tahkîk (ez-Zehebî'nin et-Tenkîh'i ile birlikte), V, 270; İbn Abdilhâdî, Tehkîhu't-Tahkîk, III, 172; İbn kudâme, el-Mukni', VII, 249; el-Kurtubî, el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'ân, X, 271; Tefsîru İbn Ebî Hâtim, VI, 1824; Ebû Bekr b. el-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, II, 533...
|
18 Eylül 2009 Cuma |
(Milli Gazate)
.
Davutoğlu, “düzen kurucu ülke” ve yeni Osmanlıcılık
|
Davutoğlu, “düzen kurucu ülke” ve yeni Osmanlıcılık!
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun “Ortadoğu'nun, Kafkaslar'ın ve Balkanlar'ın en büyük ülkesiyiz, bu bölgede düzen kurucu ülke biz olmalıyız” şeklindeki açıklaması, bazı çevrelerde ciddi bir şekilde eleştirildi. “Davutoğlu sözlerini iyi seçmeli, dikkatli olmalı” türü uyarılar yapıldı.
“Düzen kurucu ülke olma” iddiasının bu kadar açıkça dile getirilmesinin sakıncalarına dikkat çekildi ve bu açıklama sanki iyi düşünülmeden yapılmış gibi algılandı. Çünkü böylesine iddialı bir söz, belki kapalı kapılar ardında, belki çok yakın çevre içinde söylenebilirdi ama dünyaya ilan eder şekilde söylenmezdi.
Davutoğlu;
“Balkanlar deyince çatışma, Kafkaslar deyince etnik farklılıklar ve Ortadoğu deyince gerilim akla geliyor. Biz bu üç bölgenin en güçlü ülkesiyiz ve bu bölgedeki düzenden kendimizi sorumlu hissediyoruz. Türkiye hemen tüm komşularından coğrafi, askeri ve ekonomik olarak çok daha büyük. Dolayısıyla düzen kurma misyonu bizimdir” diyordu.
“Donmuş krizler, donmuş sınırlar, elimizde patlamaya hazır bombalar gibi. Türkiye'nin kendi iradesi ile mevcut durumu değiştirerek donmuş krizleri çözme basiretini göstermesi gerekiyor” diyordu.
Başbakan Tayyip Erdoğan da, 11 Aralık 2007'de aynı şeyleri söylüyordu: “Türkiye enerjisini iç çatışmalarla tüketen bir ülke olmaktan çıktı. Bugün Türkiye'yi dikkate almadan bölge değil dünya dengeleri içinde de hesap yapılamaz...”
Açık söyleyeyim, “düzen kurucu ülke olma” sözünü ilk anda ben de bir meydan okuma gibi algıladım. Çok iddialı bir sözdü. Ancak son yıllarda bölgesel düzeyde yapılanları dikkatle izleyen bir kişi olarak; Türkiye'nin “yüz yıl sonra” meydan okumaya giriştiğini açıkça söylemiş, yazmıştım zaten. Bütün sözlerin ötesinde, bu bir meydan okumaydı gerçekten de. Türkiye'nin kendini yeniden kurması, yeniden tanımlaması, yeni bir yürüyüşe çıkmasıdır. Bu yüzden bölgemizde tarihin seyri önemli ölçüde değişecektir. Bu bir hayalcilik değil, bölgesel ve küresel konjonktürün çok iyi okunmasıdır. Türkiye'nin önüne süreci tersine çevirecek engeller çıkarma konusunda niyetler zayıflarken, imkanlar da daralmaktadır.
Eleştiri ve uyarılar sonrasında Davutoğlu'nun ne söyleyeceğini özellikle merak ediyordum. Geri adım atmadı. Sözlerini güçlü bir şekilde savundu hatta daha da sağlamlaştırdı. Utku Çakırözer'in kaleminden Akşam gazetesinde yayınlanan açıklamadan izleyelim.
“Yeni düzenin kurucusu Türkiye olacak” diyen Davutoğlu, Türkiye'nin kendisini ve bölgesini ilgilendiren dünya meselelerinde 'düzen kurucu, öncü rol oynaması gerektiğini' ve dış aktörlerin de Türkiye'nin bu rolünü benimsediğini açıkladı.
Davutoğlu'nun tespitleri şöyle: “Düzen kavramını bilinçli olarak kullanıyorum. Soğuk savaş düzeni kalktı ama yeni düzen kurulmadı. Bunu kuracak aktörler soğuk savaşta olduğu gibi sadece iki aktör değil. Mesela Kafkasya'da düzeni Sovyetler ile ABD oturur tartışır ve kurarlardı. Ama şimdi Irak örneğinde görüldüğü gibi ABD tek başına kuramıyor. Gürcistan örneğinde görüldüğü gibi Rusya da kuramıyor. Başarı kazandı ama bir düzen kuramadı. Sadece kendi çıkarını koruyan bir statü tahkim etti.”
Tezleri şöyle: Bizim dediğimiz Türkiye'nin düzen kurucu rolü. Gerek Ortadoğu gerek Kafkaslar'da yeni düzen kurulması gerekir. Bunu kurarken biz aktif rol almak istiyoruz. Bu bir emperyal dürtü değil, bir gereklilik. 'Yeni bir düzen kurulması lazım, başkaları kursun, biz sonra intibak ederiz' deyip geri çekilebilirsiniz. Ama bu Türkiye'nin büyüklüğüne, ulusal çıkar anlayışına yakışmaz. Ya bir kaos yaşayacağız ve bu bizim işimize geliyor diyeceğiz ya da biz bir düzen fikrinin öncülüğünü yapacağız. Türkiyesiz bir düzen kurulamaz. Dış aktörler bile Türkiye'nin düzen kurucu rolünü benimsiyor. İsveç'teki AB toplantısında 27 bakana konuştum. İki saatlik oturumun bir saat on beş dakikasında ben konuştum. Ben emperyal dürtüyle, 'Osmanlı'nın çocuğuyum, dinleyeceksiniz beni ha yoksa falan' demedim.'
“Rol üslenen değil düzen kuran ülke”nin genişlemesi, açılımları, etkileri bundan sonra daha çok tartışılacak. Öteden beri Türkiye'nin yeni durumunun algılanması konusunda sıkıntılar olduğu bir gerçek. Bazıları ezberlerini bozmak istemiyor. Yeni sözler söylemekten, yeni tespitler yapmaktan daha doğrusu gerçekleri görmekten çekiniyor.
Kürt açılımı, Ermeni açılımı, Suriye-İsrail gerilimine müdahale, Suriye-Irak gerilimine müdahale, Kafkaslar'dan Kızıldeniz'e kadar her olaya müdahil olma bu demektir iste!
Biz bu yüzden; Demokratik Acılım Projesi'ni, Kürt Açılımı'nı, Ermenistan'la sınırların açılmasını ve soykırım konusunu da içeren anlaşma kapılarının açılmasını, bundan sonra gündemimize gelecek başka sürpriz gelişmeleri bu yeni durumun sonucu olarak görüyoruz. Türkiye, bu sorunlarla yüzleşiyor, çözüm arıyor. Ama aslında Türkiye kendisi hakkında karar veriyor. Bundan sonra Türkiye'nin iç sorunlarına, dünya ile ilişkilerine, tarihsel sorunlarına 20. yüzyılın Türkiye'sinden bakanlar durumu algılamakta çok zorlanacak.
|
9 Eylül 2009 Çarşamba |
(Yenişafak)
.
Piyonlarla Ülkeleri Zaptetmek!
Batılı sömürgeci güçler daha önce tankla tüfekle ve zorla işgal altında tuttuğu, bir sürü maliyetle hâkimiyet sağladığı ülkeleri çok daha kolay elde tutmanın ve sömürmenin yollarını geliştirdiler. Görünüşte eski sömürgelerine güya bağımsızlık verdiler ve güya askerlerini o ülkelerden çektiler. Ama ellerini asla çekmediler. Muhatabın kendisini işgal altında hissetmeyeceği ve tepki geliştiremeyeceği daha teknik yollarla sömürdüler, o ülkelerdeki etkinliklerini devam ettirdiler.
Dün ordularla elde tuttukları sömürgelerini bu gün bir piyonla, psikopatla, diktatörle kontrol edebiliyorlar. Bu yöntem çok daha ucuz, risksiz ve temiz. Hem maliyetler azalıyor, hem siz yıpranmıyor, işgalci konumuna düşmüyorsunuz. Ayrıca sömürülenler kendini rahat hissediyor, işgal edilmişlik duygusu yaşamıyorlar. Dolayısıyla tecavüzcülerine karşı tepki geliştiremiyorlar. Bilakis aşağılık kompleksiyle karışık bir minnet hissi taşıyorlar…
Bu gün İslam ülkelerinin hemen tamamı bu şekilde örtülü bir işgal altındadırlar. Her birinin başında görünürde batıya kafa tutan, ama hakikatte her tarafından batıya bağlı piyonlar, deliler, psikopatlar, diktatörler vardır. Bu psikopat piyonlar içlerinden çıktığı için milletler kendilerini işgal altında görmemekte, ama düzenli ordularla işgal edilmekten daha büyük zarara girmektedirler. Petro-dolarlar bütünüyle batıya akmakta, önemli ihaleleri batılı firmalar almaktadır. Eski(?) sömürücüsünün dili, kendi dilleri ikinci plana düşecek kadar eğitimde, ticarette, ekonomide, sosyal hayatta öndedir, yaygındır. Cins beyinler, büyük kabiliyetler yine batıya doğru göçmektedir. Bir batılının, gâvurun yapamayacağı, yapmaktan çekineceği baskıyı zulmü adı Hüsnü, Hüseyin, Esad, Abdullah, Muammer vs olan adamlardan görmekte; ama yapan kendi adamları olduğu için gıklarını çıkaramamaktadırlar. Dinlerine, kültürlerine, değerlerine bir sömürge valisinin ötesinde müdahaleler olmakta, ama bunu sineye çekmekten başka çareleri kalmamaktadır. Zenginlikleri, milli servetleri bizzat kendi başlarındaki diktatörlerce batıya akıtılmakta, petrol gelirleri batı bankalarına bloke edilmektedir. Batıdan futbol takımlarına kadar araçlar, villalar, araziler alınmakta; sıcak paralar batı borsalarında işlem görmekte, oralara can-kan olmaktadır. Psikopat diktatörlerimizin (görüntüde) arada bir batıya, efendilerine diklenmeleri vatandaşlarının gazını almaya ve kendilerini "cesur", "kahraman" yapmaya yetmektedir.
Hâsılı içeriden çıkarılmış piyonlar sayesinde Ortadoğu toplumları bütün haksızlıklara, zulümlere, istimaralara, tecavüzlere maruz kalmakta, ama bunu yapanlar kendilerinden olduğu için sorgulan-a-mamaktadır. Açık bir işgal görünmediği için toplum, işgal altındaki insanların geriliminden, mücadele gücünden mahrum, sömürülmeye, güdülmeye, ezilmeye rıza göstermektedir.
Yukarıda anlatılan türden sömürgeciliğe örnek mi istiyorsunuz?
Doğumuzdaki ve güneyimizdeki İslam ülkelerinin hemen tamamı bu kapsama giriyor. Hepsinin başında adına "kral" denen, halkın içinden çıkmış görünen, ama batı hesabına o tahtlarda oturan, tahtını batıya borçlu olduğunun farkında yığınla hasta, psikopat, deli, diktatör var. Güya bağımsız! bu ülkelerin zenginlikleri batıya akarken; vatandaşları İngiltere’nin, Fransa’nın, İtalya’nın açık sömürgesinde olmaktan daha perişan, daha zelil, daha zavallı durumdalar. Halkın din-inanç ve özgürlüklerine konan kotalar, ipotekler sömürge döneminden daha ileri!
Bizde de hala devam eden hamasi bayramlarla, mübalağalı kutlamalarla, askeri gösterilerle milletin kendisini "bağımsız", "özgür", "güçlü" hissetmesi sağlanıyor. Medya vasıtasıyla "böyle bir krala sahip oldukları için ne kadar şanslı oldukları" anlatılıyor kendilerine. Krallarının faziletleri, cesaretleri, şecaatleri tevatürler halinde sokaklarda, meydanlarda dolaştırılıyor. Belki de oluşturulan pembe dünyadan etkilenen pek çok insan başlarındaki diktatörlere hayır dualar ediyorlar.
Bu psikopatlardan bir tanesi şu sıralar ülkesinde diktatörlüğünün 40. yılını alâyişlerle, nümayişlerle kutluyor. Bu kutlamalar için sadece Türkiye’den bir gemi dolusu aşçı gitmiş.
Batılılar yolun kolayını bulmuşlar bir ülkeyi ordularla işgal etmek, devasa masraflara girmek ve işgalci durumuna düşmek yerine; o ülkenin başına bir piyonu, psikopatı, deliyi dikmeyi akıl etmişler. Bu yol çok daha zahmetsiz ve masrafsız. Üstelik beklenen sonuç fazlasıyla alınıyor.
Bütün suçu, günahı batıya yüklemiyorum elbette. Asıl suç bizde, biz kendimiz olmaktan, kendi değerlerimizden uzaklaştığımız için boynumuza yuları takan yediyor…
Ne doğru bir söz, “Nasılsanız öyle idare edilirsiniz” (Yusuf Gezgin)
|
3 Eylül 2009 Perşembe |
(Aktifhaber)
.
100 kişi evleniyor 75 kişi ayrılıyor!
|
BRÜKSEL (A.A) 18.08.2009 Belçika'da boşanma oranının son bir yılda yüzde 17 artış gösterdiği, her 100 evlilikten 75'inin boşanmayla sonuçlandığı açıklandı. Resmi istatistik verilerine göre, 2008 yılında 45 bin 613 nikah kaydı yapılırken, bunların 1092'sinin eş cinseller arasında gerçekleştiği duyuruldu. Yetkililer, aynı yıl 35 bin 366 boşanma kaydedildiğini bildirdi. AB istatistik kurumu Eurostat verilerine göre, üye ülkelerde ortalama boşanma oranı yüzde 40 olarak belirlenirken bu oran Belçika'da yüzde 75'i buluyor. İstatistiklerde Belçika'yı yüzde 70 boşanma oranıyla Estonya ve y üzde 67 ile Çek Cumhuriyeti izliyor. Diğer bazı AB ülkelerinde boşanma oranları şöyle: Litvanya (yüzde 62,4), Macaristan (yüzde 55,2), İsveç (yüzde 54,1), Finlandiya (yüzde 52,2), Almanya (yüzde 52,1), Lüksemburg (yüzde 51,3), Avusturya (yüzde 50,5), Letonya (yüzde 48,3), Fransa (yüzde 45,7), Danimarka (yüzde 45), Portekiz (yüzde 41,3), Slovakya (yüzde 41,2), Hollanda (yüzde 39,7), Bulgaristan (yüzde 39,2), Slovenya (yüzde 33,6), Polonya (yüzde 24,9), Romanya (yüzde 24,7), İspanya (yüzde 20,1), Yunanistan (yüzde 19,6), İtalya (yüzde 15,4), İrlanda (yüzde 12,9), Kıbrıs Rum kesimi (yüzde 12,8). (SU-MCT) 12:03 18/08/09 |
18 Ağustos 2009 Salı |
(AA)
.
Yeni bid’at fırkaları
|
Zamanımızda ülkemizde ve İslâm âleminde yığınla bozuk dinî fırka, mezhep, grup türemiştir. Medreseler kapatılmamış olsaydı; Şeyhülislâm Mustafa Sabri, Zahid Kevserî, Elmalılı Hamdi, Manastırlı İsmail Hakkı gibi büyük âlimler, fakihler, kelâmcılar yetişecek ve bunları red ve cerh edeceklerdi. Ehl-i Sünnete bağlı doğru İlâhiyatçılar yeni bozuk fırkaları tenkit ediyorlar ama bu tenkit ve uyarıları yeterli olmuyor. Maalesef şu anda ülkemizde Zahid Kevserî ayarında bir Ehl-i Sünnet müdafii yoktur. Bendeniz bu yazımda, bazı bid'at fırkalarının listesini yapmak istiyorum: 1. Kur'âniyyûn fırkası. Bunlar Edile-i Erbaa'yı kabul etmezler, İslâm'ın tek temeli ve kaynağı vardır, o da Kur'ân'dır derler. Bunlar, bu görüşleri ile Kur'ân'a açık bir muhalefet içindedirler. Çünkü Kitabullah mü'minleri Resul'e itaat etmeye, onu en güzel bir örnek ve model olarak kabul etmeye, o ne getirdiyse almaya çağırmaktadır. Bunu reddedenler, Sünnet'i din kaynağı olarak kabul etmeyenler, Kur'ân deyip dursalar da dairenin dışına çıkmış olurlar. 2. Meâlciler fırkası. Bunlar kendi işlerine gelen bir meal veya tercüme alarak, bundan heva, re'y ve hevesleriyle din hükmü çıkartan, Kitabullah'ı akılarınca yorumlayan kimselerdir. Yanlış yolda olduklarında şüphe yoktur. Osmanlı ulemâsı yaşamış olsaydı bunlara "Meâliyyûn fırkası" ismini verirdi. 3. Efganiyye fırkası. Bunlar yalancı, taqiyyeci, Farmason Cemalüddin Efganî'yi din önderi olarak kabul ederler ve onun izinden giderler. Bu adam Afgan değildir, İranlıdır, kendisini Sünnî gibi göstermiştir, aslında Şiîdir. Masonluğun en dinsiz fırkasına mensuptur. Son derece karışık ve bulaşık bir kimsedir. Kılavuzu karga olanın... 4. Militan İslâmcılık fırkası. Bunlar İslâm'ı beşerî bir ideoloji seviyesine düşürmüş kişilerdir. Aktivisttirler. Son altmış yıl içinde hiçbir İslâm ülkesinde başarılı olamamışlardır. 5. Mükebbire fırkası. Bunlar Büyük Okyanus'taki "Kargo kültü" zihniyet ve kültürü seviyesinde ilkel, bedevî, özürlü bir akla sahiptirler. Camilere hoparlör, kalorifer, soğutma sistemi, vantilatör, soğuk su cihazı, kapılara naylon poşet sandığı koymanın, üç şerefeli minare yapmanın, 120 desibel yüksek sesle ezan okumanın İslâmî hizmet ve himmet olduğunu sanırlar. 6. Fazlurrahman'ın Tarihsellik veya Tatiliyye mezhebi. Bunlar Kur'ân'daki ve Sünnetteki hükümlerin bir kısmının tarihsel olduğunu, bugün geçerli olmadığını iddia ederler. Ülkemizde bazı ilâhiyat fakültelerine sızmışlardır. Hadîsleri, AB standart veya normlarına göre ayarlama ve ayıklama projeleri vardır. Yüklü telif veya telef ücretleriyle beslenirler. 7. Necdîler veya Selefîler. Bunlar gerçekten Selef-i Sâlihîne bağlı ve tâbi değildirler. İmamları İbn Teymiyye ve Muhammed ibn Abdilvehhab'tır. İnançlarında mücessime unsurları vardır. Tasavvufa ve tarikata son derece düşmandırlar. 8. İctihadiyye fırkası. Bunlar her Müslümanın ictihad yapmasını isterler. 9. Tekfiriyye fırkası. Bunlar, inançlarını ve meşreblerini beğenmedikleri mü'minleri şirk ve küfürle suçlamakta pek aşırı giderler. Bu suretle, mü'mini tekfir ettikleri için kendileri kâfir olurlar. 10. Feministler yahut Nisaiye taifesi. Bunlar, Batı dünyasında çıkmış sapık bir ideoloji ve görüş olan feminizme din gibi bağlıdır. Buharî'de bulunan sahih hadisleri bile reddederler. 11. Diyalogiyye taifesi. Bunlar zamanımızda üç ibrahimî din vardır, bunların üçünün mensupları da ehl-i necat ve ehl-i Cennet'tir derler. Tevhid ile Teslisi bir tutarlar. Kur'ân Yahudileri ve Nasranîleri İslâm'a çağırmıyor gibi daireden çıkartıcı iddiaları vardır. 12. Müekkilîn (Yiyiciler)taifesi. Bunlar bozuk düzende haram yemenin, beytülmalı hortumlamanın, kara servet sahibi olmanın caiz olduğuna inanırlar. 13. Erbabiyyûn taifesi. Bunlar kendi baronlarını, rühbanlarını, şeyhlerini (daha doğrusu müteşiyyihlerini) rableştirir ve putlaştırırlar. 14. Telfikıyye (telfik-i mezâhib) taifesi. Bunlar fıkıh mezheplerinin hükümlerinin karışık şekilde uygulanmasını isterler. Şiadan mut'a nikahını da alırlar. Böylece dini ve fıkhı oyuncak ederler. 15. Uzlaştırma fırkası. Bunlar din ile lâ-dinîliği uzlaştırmak hevesindedir. Listeyi uzatmak mümkündür. Bu kadarla yetiniyorum. Kudretli bir Ehl-i Sünnet kelâmcısı çıksa da bu bid'at fırkalarını güzelce tenkit, red ve cerh eden, çürüten bir kitap yazsa ne iyi olur. (M.Şevket Eygi) |
14 Ağustos 2009 Cuma |
(Milli Gazete)
.
Ergenekoncular Direniyor Millet Bileniyor...
|
TCK’da yapılan değişiklik gerekli bütün süreçlere uyularak çıktı. Kanun taslakları komisyonlarda ve alt komisyonlarda görüşüldü, lehte ve aleyhte ifadeler, görüşmeler, itirazlar vs. tutanaklara geçirildi. Bu görüşmeler esnasında CHP ve MHP temsilcileri olumlu görüş belirttiler, destek verdiler.
Ancak kanun çıktıktan birkaç gün sonra birden ağız değiştirdiler. Kanun aleyhine veryansın etmeye başladılar. “Aldatıldıkları”, kanunun kendileri “uyuklarken” geçirildiği gibi özrü kabahatinden büyük söylemler geliştirdiler.
Ne oldu da destek verdikleri, lehinde oy kullandıkları, oy birliği ile kabul edilen kanuna muhalefet etmeye başladılar?
Muhtemelen, mezkûr siyasi partiler askerlerin bu konudaki talimatlarını almadan değişikliğe destek verdiler. Kanun sürecine katılan CHP’li milletvekilleri bir hafta önce Baykal’ın estirdiği demokratik, darbe karşıtı havanın etkisine fazla girmiş olmalılar ki, sormadan bu adımı attılar. TSK’nin sert tepki vermesi ve bu iki hazır kıta partiyi haşlaması sonucu birden ağız değiştirdiler ve kıvırmaya başladılar. CHP, bir tuhaf işe imza atarak, destek verdiği, oy birliği ile çıkan, AB sürecinin ve demokratikleşmenin gereği bir kanuna karşı Anayasa Mahkemesine gitti. Bu vaka siyasi tarihimizde ucube bir durum olarak yerini aldı.
Ergenekoncular, kurulu derin düzeni sorgulayan, irdeleyen ve zorlayan çalışmaları-davaları kolayca savuşturabileceklerini düşünüyorlardı. Kurulan sistem çok güçlüydü ve şimdiye kadar kendisine kasteden saldırıları püskürtmesini, ezmesini bilmişti. Bu saldırıyı da pekâlâ savuşturabilirdi, bu nedenle Ergenekon davasındaki ilerlemeye rağmen kendilerine güveni korudular. Ciddi tedbirler almayı düşünmediler. Ama sürekli açığa düştüler.
Son dönemde işin ciddiyetini kavramış durumdalar. Savcıları yargıçları korkutma ve yıldırma, olayları örtbas etme yöntemleri tutmayınca, ellerindeki imkânları-kadroları her türlü hukuksuzluğu, usulsüzlüğü kullanarak bertaraf etme yoluna giriştiler.
HSYK ve yargıçlar bürokrasisi şu anda Ergenekoncu kesimin silahşorluğunu yapmaktadır. Bir hukuk kurumu her türlü hukuksuzluğu kullanarak yürüyen bir davaya müdahale ediyor. HSYK, görevini daha iyi yapabilmesi için gerekli tedbirleri alıp koruması gerektiği halde, bir davanın hâkimlerini, savcılarını linç etmek istiyor.
Bir kavga sürüyor…
Kavganın bir tarafında demokratik güçler, millet, görevini yapan hâkimler-savcılar, karanlık güçlerden kurtulmaya çalışan kesimler var.
Diğer tarafta ise sistemin içine yerleşmiş, her türlü hukuksuzluğu ve usulsüzlüğü kullanarak karanlık saltanatını devam ettirmek isteyen derin güçler var.
Perdeler aralanıyor, Millet uyanıyor. Yargının cesur çocukları hayatları pahasına, tehditlere rağmen adaleti tecelli ettirmek, ülkedeki dehlizleri aydınlatmak için didiniyor…
Güneş doğuyor…
Işık karanlıkları boğuyor…
Ama aydınlıktan, şeffaflıktan rahatsız olanlar, Ergenekoncular, karanlık oyunlarla ülkeyi ipotek edenler direniyorlar…
Birileri adaleti, hukuku, yetkilerini zorluyor; millete, demokrasiye özgürlüklere direniyor ve ülkeyi kilitliyorlar.
Artık bir yargı reformu kaçınılmaz hale geldi. Ama bu denklemde anayasal herhangi bir değişiklik mümkün görünmüyor. Her olumlu adımda bazı kurumlar milletin, demokrasinin önünde baraj oluyor.
Tıkanıklıkları açmak, millet iradesine konan ipotekleri çözmek, demokratik açılımları sürdürebilmek için ufukta tek yol görünüyor: REFERANDUM. (YUSUF GEZGİN)
|
|
25 Temmuz 2009 Cumartesi |
(Aktifhaber)
.
İslam’ı tehdit eden büyük tehlike
|
Ehl-İ Sünnet çok geniş bir dairedir. Ehl-i Sünnet usûlde (asıllarda), temellerde birdir. Ehl-i Sünnet dairesi içinde çeşitlilik vardır. Bu çeşitlilik esasta değildir.
Ayrıntılarda olan çeşitlilik Ümmet için geniş bir rahmettir.
Tarihsellik mezhebi veya fırkası Ehl-i Sünnet dairesi içinde değildir.
Cemalüddin Afganî İranlıdır, Şiîdir; taqiyye yaparak kendisini Afgan ve Sünnî olarak göstermiştir. Bu izahattan anlaşılacağı üzere Afganîcilik Ehl-i Sünnet dışı bir bid'at hareketi, mezhebi ve meşrebidir.
İslâm'ın, Kur'ân ve Sünnet'te yer alan ve bin dört yüz yıldan beri ulema tarafından tebliğ edilip öğretilen evrensel ve değişmez hükümleri, farzları, haramları, kesin emirleri ve yasakları vardır. Bunlarda değişim olmaz. Hükümleri Kıyamet'e kadar bakidir.
Bu kesin hükümler konusunda reformcu, yenilikçi, değişimci, Fazlurrahmancı, şucu, bucu ilahiyatçıların (böyle olmayanları tenzih ederim) yorumları, ileri geri konuşmaları, iddiaları, tezleri geçersizdir, bâtıldır.
İbadetlerde yani günlük beş vakit namazda, oruçta, zekatta, hacta değişiklik olmaz.
İslâm'ın ceza hukukuyla ilgili kesin hadleri vardır. Bunlarda değişiklik olmaz.
Kesin muamelât hükümlerinde değişiklik yapılamaz.
Örf ve âdetlerde değişiklik olabilir.
İslâm'ın ahlakla ilgili hükümleri ve öğütleri vardır. Bunlarda değişiklik olmaz.
Dinsiz Avrupalılar istemiyor diye, İslâm'ın zina ile ilgili hükümleri değiştirilemez.
Zina hem suçtur, hem de ahlaksızlıktır. Kıyamet'e kadar suç ve ahlaksızlık olarak kalacaktır.
İslâm'da cihad fî sebilillah vardır. Bu hüküm de Kıyamet'e kadar baki kalacaktır.
Hazret-i Âdem Safiyyullah'tan günümüze kadar Hak Teâlâ katında tek hak din olmuştur, o da İslâm'dır. Diyalogçular istiyor diye bu kesin hüküm inkar edilemez.
Hazret-i İbrahim Halilullah'tan günümüze kadar sadece bir İbrahimî din olmuştur. O da İslâm'dır. Üç İbrahimî din yoktur.
Bugün Türkiye coğrafyasında Ehl-i Sünnet ve Cemaat İslamlığını tehdit eden en büyük tehlike Fazlurrahmancılıktır.
Ehl-i Sünnet ve Cemaat İslâmlığı Kur'ân'a, Sünnet'e, icmâ-i ümmete uygun gerçek İslâmlıktır, Cadde-i Kübra'dır, cumhur-i ulema yoludur.
Fazlurrahman'ın İslâm, Kur'ân, din yorumu büyük ve ölümcül hatâlarla doludur. Bunları benimseyenlerin akıbetinden çok korkulur.
Fazlurrahman'ın bid'at ve dalalet mezhebini yaymak için çok büyük miktarda paralar harcanmakta, çok yüklü ücretler ödenmektedir.
Fazlurrahmancılık ( ılımlı İslamcılık ) bir tür Protestanlıktır.
Aslında Fazlurrahmancılık bir mezhep değildir, sanki yeni bir dindir.
Vaktiyle Hindistan'da Mirza Gulam Ahmed Kadiyanî adında bir sahte peygamber türemişti. Kendisine çeşitli dillerde vahiy geldiğini iddia etmişti. Birkaç değişiklik dışında yeni bir şeriat getirmediğini, İslâm şeriatını uyguladığını söylemişti. Bu adama inananlar Kelime-i Şehadet'i şu şekle sokmuşlardı: Eşhedü en lâ ilahe illallah... Eşhedü enne Muhammeden Resulullah... Ve (hâşâ) eşhedü enne Mirza Gulam nebiyullah.
Pakistan İslâm Cumhuriyeti, Kadiyanîliğin bir İslâm mezhebi değil, İslâm dışı yeni bir din olduğuna dair fetva, karar ve kanun çıkartmıştır.
Pakistan'ın binden fazla icazetli ulema, fukaha ve müftüsü Fazlurrahman'ın sapık olduğunu, bir kısım Müslümanları saptırdığını beyan ve ilan etmişler ve onu kovmuşlardır.
Türkiye'de din hürriyeti vardır. Fazlurrahmancılar kendi inançlarını, kendi din anlayışlarını nasıl yayıyorlarsa, ben de Sünni bir vatandaş olarak Ehl-i Sünnet ve Cemaat İslâmlığını savunuyorum.
Ancak ortada şöyle anormal, adaletsiz, haksız bir durum vardır:
Ilımlı İslamın yayılması, Ehl-i Sünnet'i devirip hakim mezhep olması için büyük paralar harcanmakta, büyük ücretler ödenmektedir.
Bu büyük paralar, çoğunluğu Sünnî olan Müslünan halkın cebinden çıkmaktadır.
Buna hakları yoktur.
Asırlar boyunca Ehl-i Sünnet uleması, fukahası, meşayihi bu Din-i Mübini ihlasla, rızaen lillah öğretmiş ve yaymıştır. Az bir maaş alan olmuşsa o da geçinmek için ve geçineceği miktarda almıştır.
Bugün ülkemizde reform ve değişim hareketi, Fazlurrahmancılık cereyanı akıllara hayret veren meblâğlarla destekleniyor.
Reform ve değişim taraftarlarına, Afganîcilere, bazı Diyalogçulara astronomik ücretler ödeniyor.
Devletime asker olarak hizmet etmiş ve kendi çapında vergi ödeyen Sünnî bir vatandaş olarak bu anormalliği protesto ediyorum.
Fazlurrahmancılar taqiyye yapmayı bıraksınlar ve açıkça, mertçe "Biz Fazlurrahmancıyız, biz tarihsellik ekolüne bağlıyız. Bu devirde nice muhkem âyetin ve sahih hadîsin (hâşâ) hükmü kalmamıştır..." desinler.
Bendeniz Sünnî bir Müslüman olduğumu çok açık bir şekilde beyan ediyorum, ikili oynamıyorum. Onlar da samimî olsunlar Ehl-i Sünnet gibi görünecek, saman altından Fazlurrahmancılık suları akıtacak... Böyle bir şey Müslümana yakışmaz.
Ehl-i Sünnet ile Fazlurrahmancılık kesinlikle bağdaşmaz, uzlaşmaz. (M.Şevket Eygi)
|
24 Temmuz 2009 Cuma |
(Milli Gazete)
.
Bugünkü Kürt meselesi 90 yıllık İngiliz planı mı?
|
Bugünkü Kürt meselesi 90 yıllık İngiliz planı mı? Samsun'a çıkarken Atatürk'e bir İngiliz subay neden vize verdi? Musul ve Kerkük niye bırakıldı? İsmet Paşa Lozan çıkışında 'Bir doksan yıl daha kazandık' dedi mi? İngilizlerin, Türkiye ile ilgili bilmediğimiz bir planı mı var? Kürt meselesinin arkasında kim var? Özellikle Cumhuriyetçi ve laik çevrelerin en büyük korkusu, Türkiye'nin üniter yapısını koruyamayıp bölüneceği. Hem yurtiçinde hem yurtdışında giderek artan Kürt lobisinin etkinliği, hız kazanan Anayasa tartışmaları (ki en önemli ilk dört madde tartışılıyor) ve hemen yanı başımızda kurulan Kürdistan korkulu rüyamız oldu. Ama iş bununla sınırlı değil! Ermenistan ve Ermeni diasporasının taleplerinin, sırf soykırımın kabulüyle sınırlı olmadığı artık sır değil. Bir de giderek artan Pontus faaliyetlerini ve soykırım taleplerini de ekleyin, koca Anadolu coğrafyasını öyle düşünün. Peki, nasıl oluyor da 85 yıl sonunda Türkiye bitmek tükenmek bilmeyen taleplere muhatap oluyor? Tam 85 yıldır büyük oranda barış içinde yaşamış, küçük sürtüşmeler hariç hiçbir ülkeyle savaşmamış bir ülke, bu kadar kolay bölünme hesaplarına dahil ediliyor. Tamam mikro milliyetçilik çağındayız, tamam kimse bu önemli bölgede bu kadar büyük güçlü ve üniter bir yapıyı istemiyor ama bir ülkenin bölünmesi bu kadar rahat telaffuz edilebilir mi? MECLİS BASKININA DİRENMEDİLER Önce kuruluşumuzdan başlayalım. Türkiye Cumhuriyeti, İngilizlere rağmen kurulmadı. İngilizlerle uzlaşılarak kuruldu. İdris Küçükömer bunun işaretlerini kitabında verir. Dikkatli bir üslupla Doğan Avcıoğlu da bundan bahseder. İngilizlerin İstanbul'u işgalinde ve sonrasında, İstanbul'u terk etmelerinde tek kurşunun atılmaması hiç merak etmediğimiz bir konudur. Neden Rum ve Ermeni çetelerine karşı örgütlenen direniş, İngilizlere karşı yapılamadı? Son Osmanlı Meclis-i Mebusan'ı basıldığında, İngilizlere hiçbir direniş sergilenmedi. Hatta, 16 Mart 1920'de, Fındıklıdaki Meclis baskınında milli mücadelenin önde gelen isimleri Kara Vasıf ve Rauf Bey kaçma imkanları varken kaçmadılar ve teslim oldular. Çünkü İngilizlerle uzlaşarak, varlıklarını koruyacaklarını biliyorlardı. Malta'ya sürüldüler. İttihat ve Terakki'nin ve o yok olduktan sonra kurulan Karakol Cemiyeti'nin iki büyük temsilcisinin, bu tavrını anlamak için İngiliz faktörüne bakmak gerekir. Onlar, İngilizlere rağmen politika üretilemeyeceğini düşünüyorlardı. Bütün yazışmalar İngiliz istihbaratının eline geçiyordu. İttihatçı büyük şefler, Almanya'ya sığınmışlardı. Ve Osmanlı'nın büyük bir borcu vardı. Bu borçla, İngiltere'nin izni olmadan idare edilemeyeceğini hesaplıyorlardı. ATATÜRK'E VİZE VEREN İNGİLİZ Biraz öncesine gidelim ve asıl tarihsel yanılgımıza gelelim. İngilizlerle büyük mücadelemiz olan Çanakkale'ye... Çanakkale'de büyük bir direniş ve insanlık dramı yaşandı. Sayısı halen tartışmalı olsa da yüz binlerce şehit verildi. İngilizler, büyük askeri güçlerine rağmen Çanakkale Boğazı'nda sulara gömüldü. Ama bu savaşın Kurtuluş Savaşı'yla bir alakası yoktur. Arada 4 koca yıl vardır. Bu basit gibi gözüken ayrım aslında herkesin aklında karmakarışıktır. Kronolojik düşünme ne yazık ki eğitim sistemimizde bizlere verilmiyor. 1915 ile 1919 birbirine giriyor. Ondan sonra Atatürk'e ve 36 arkadaşına Samsun'a gitmek üzere vize veren kişinin bir İngiliz İstihbarat subayı olduğunu öğrendiğimizde şaşırıyoruz. John Bennet bir İngiliz subayıydı. Atatürk ve yakın arkadaşlarının, İstanbul Boğazı'ndan ayrılması için gerekli vizeyi bizzat o hazırladı. Bu işlem için özellikle de İngiltere Dışişleri'nin baskı yaptığını anılarında anlattı. Anılarını 'Tanık' isimli kitapta topladı. Yakın bir zamanda yaşamını yitirdi. MUSUL VE KERKÜK Milli Mücadele yıllarında İngilizlerle hep masa başında karşı karşıya geldik. Cephede değil. İngilizler izin vermeselerdi Cumhuriyet kurulabilir miydi acaba? Emin değilim. Lozan'da hakem rolündeydiler. Ama asıl büyük oyunları hep Musul ve Kerkük üzerine oldu. Musul Misak-ı Milli sınırları içerisindeydi ama Lozan'da çok kolaylıkla bıraktık. Asıl büyük zenginlik, haritamızın dışına bırakılmıştı. Referandumla da olsa güzel kent Hatay, yıllar sonra bünyemize katıldı. Ama petrol deposu ve hayati önemdeki Musul'da neden ısrar etmedik? Ve neden bu kadar kolay bıraktık? İngilizlerin kurduğu oyun tıkır tıkır işledi. İtiraz edemedik. Peki, o yıllar için yeni bir plan mıydı bu?... Hayır sanmıyorum. SIRADA Mİ KÜRTLER VAR? Bakın buraya dikkat. Sadece tesadüflerden hareket etmiyorum. Yunanlıların özgürlüklerini kazandıkları yıl 1829'dur. Onları Osmanlı'ya karşı başkaldırmaya teşvik eden ise elbette İngilizler'di. Tam 90 yıl sonra yani 1919'da Osmanlı parçalanırken, onları Anadolu'ya çıkmaları için tahrik eden yine İngilizler olmuştu. Tam 90 yıl sonra dayağı yiyen Yunanlılar hayal kırıklığıyla evlerine döndüler. Aradan tam 90 yıl geçti. Şimdi Kürtlere aynı şey yapılıyor. Yani 1829'da Yunanistan'ın, 1919 da (başlayarak birkaç yıl içinde) Türkiye'nin ve aradan doksan yıl geçtikten sonra yani 2009'da da Kürdistan'ın kurulmasına izin veriyorlar. Eğer kurulmayı becerebilirlerse onlarında ömrü herhalde 90 yıllık olacak. Hesap ne kadar açık değil mi? LOZAN'DAN YOUTUBE'A Bu arada kurucu doktrinimizin yıpranma dönemi de geldi. Atatürk için yapılan seviyesiz ve ahlak dışı saldırılar, son bir iki yılda ne kadar arttı. YouTube'un yasaklanmasına kadar varan seviyesiz saldırıların, hemen tamamı Gazi'nin özel yaşamına ilişkin. Evet, internetin yaygınlaşması ve YouTube'un hayatımızı daha etkin bir şekilde girmesini kabul ediyorum ama her şey bu kadar kısa sürede nasıl bir saldırıya dönüştü. Bu yazının konusu değil ama Lozan görüşmeleri bir kez daha incelenmelidir. Musul'dan vazgeçip neyi kazandığımız net olarak sorgulanmalıdır. Kürt meselesinin Osmanlı'dan bu yana dallanıp budaklanmasında İngilizlerin rolünü bilmeyen yok. Ama Ermeni olaylarından dolayı kurulan Divan-ı Harp'te İngilizler, kendilerine karşıt kim varsa darağacına veya hapse yollamaktan çekinmediler. 1918 sonrasında Berlin'de sıkışan İttihatçı şeflerin adresleri, Ermeni suikastçılara İngiliz istihbaratı tarafından verildi. İngilizlerin kurduğu plan hep tıkır tıkır işledi. Mustafa Kemal ve arkadaşlarını da Musul ve Kerkük'ü bırakmaya zorladılar. Evet yazdıklarım determinist tarih çıkarsamaları... Ama bir düşünün lütfen! İngilizler her işin içinde olup da neden bu kadar az hedef oldular. Neden antiemperyalist eylemler hep Amerika'ya yöneldi? Neden Türkiye-İngiltere ilişkileri hiç ayrıntılarıyla incelenmedi ve belgeler süresi geldiği halde açılmadı? Benden Selam Söyle Anadolu'ya Yazar Dido Sotiriyu'nun kitabı her ne kadar bir insanlık dramını anlatsa da anlatım ve içerik olarak çokça tartışılan bir kitaptır. Kitabında anlattığı tüm Türk karakterler olumsuz, Rumlar ise daha görgülü seçkin ve iyi tiplerdir. Ama ben işin orasında değilim. Kitabın 80'inci sayfasında bir yerinde kitabın kahramanlardan biri 'Kemal 90 yıllığına anlaştı' diyor. İSMET PAŞA BİLMEDİĞİMİZİ Mİ BİLİYORDU? İki küçük soruyla bitirelim. Neden Güneydoğu'ya yatırım yapmıyorsunuz sorusuna, eski Başbakan Şükrü Saracoğlu 'İleride ne olacağı belli olmayan topraklara niye yatırım yapalım' cevabını verdi mi? İsmet Paşa Lozan çıkışında 'Bir doksan yıl daha kazandık' dedi mi? Acaba o dönemin devlet adamları, bizim bugün bilmediğimiz şeyleri mi biliyorlardı. Her ne olursa olsun kendi tarihimizle yüzleşmeliyiz. Sonucu her ne olursa olsun gerçeği öğrenmeliyiz. Ama bunu art niyetli araştırmacılara, fonlardan beslenen gazetecilere ve AB kuyrukçusu popülist aydın bozuntularına bırakmamalıyız... Gelin bu paranoid yazıyı komik bir tesadüfle bitirelim. Büyük bir gururla kutladığımız 23 Nisan 1920 bizim Meclisimiz'in açılış tarihidir. Ama 23 Nisan aynı zamanda İngilizlerin de Ulusal Günü'dür. William shakespeare'in de doğum günü olarak kabul edilir. GÜRKAN HACIR |
24 Mayıs 2009 Pazar |
(AKŞAM)
.
Yeni bir İslâm türetmek istiyorlar
|
Yakın tarihimizde, İslâm dinini tümden yasaklamak, onun yerine din olarak Protestanlığı getirmek teklifi yapılmıştır ama Kazım Karabekir Paşa'nın "Böyle bir şey olmaz, millet bizi parçalar" demesi üzerine bu çılgın projeden vaz geçilmiştir.
İslâm ortadan kaldırılıp kazınamayınca bu sefer dini değiştirmek için sinsi çalışmalar yapılmıştır.
Dinde reform.
Dinde kökten değişim.
Evcil bir İslâm türetmek.
Ehl-i Sünnet ve Cemaat İslâmlığı yerine ehl-i bid'at İslâmlığı türetmek.
Camilerde Kur'ân yerine Kur'ân tercümesi okutmak.
CHP'nin aylık dergisi Ülkü'de "En iyi din terbiyesi dinden hiç bahs etmemektir" diye yazmışlardı.
Bir ara camilerin mihrabına piyano koymak projesi yapmışlardı. Cemaat de sıralara oturacak müzikli âyini dinleyecekti.
İleride camilerde okutmak maksadıyla şair Mehmed Âkif'e bir Kur'ân meali ısmarlamışlardı. Âkif, İslâm'ı yıkmaya yönelik projeden haberdar olmuş, meâlin bir kısmının müsveddelerini (gözden geçireceğim) diye geri almış, telif ücreti avansını geri verdirtmişti. Meâli bitirmişti ama çok korkuyordu. Yayınlatmamış, ölümünden sonra yakılmasını istemişti. Vasiyeti yerine getirilmiştir.
1950'den sonra, irticayı mihrabtan yıkma hareketi başlatılmıştır.
Kur'ân'ın doğru yorumuna, Sünnete, icmâ-i ümmete dayalı Sünnî İslâm'da değişiklik yapılacaktı.
Ne yapmak istiyorlardı?.. Neler yaptılar?..
Yeni Kur'ân tercümeleri...
Yeni Kur'ân tefsirleri...
Kur'ân'ın kendisinin ve doğru yorumlarının yerine hatâlı mealler. Mealcilik...
Yeni İlmihaller...
Yeni İslâm anlayışları...
İslâm düşmanları cihadsız bir İslâm istiyorlardı. O halde dinimizin cihadla ilgili hükümleri terk edilecekti.
İslâm düşmanlarını en fazla rahatsız eden âyetlerden biri, Allah katında tek hak ve geçerli dinin İslâm olduğunu beyan eden ayetti. Birtakım Haçlılar ve Siyonistler bu ayetin Cuma namazlarından minberlerde okutulmamasını istemişlerdi...
Bazıları tesettürden çok rahatsızdı.
Lâiklik konusunda yüzde yüz başarılı olamamışlardı. Toplumu sekülerleştirme faaliyetlerine hız verdiler.
Bir yandan perhiz, bir yandan lahana turşusu...
Okullara mecburî din dersini niçin koydular? Çocuklar, genç nesiller dindar olsun diye mi? Güldürmeyin beni... Din eğitimi perdesi altında dini bozmak için. Açın resmî din dersi kitaplarını ve neler yazmışlar görün.
Medreseleri kapattılar ve icazetli hoca, ulemâ, fukaha, müfessir, muhaddis, akaid alimi yetiştirmediler.
İcazetli din âlimlerine, fukahaya dinde reform, dinde değişiklik, Fazlurrahmancılık, BOP'çuluk yaptıramazlardı.
Hepsini birden suçlamıyor, Ehl-i Sünnet İslâm'ına bağlı kalan İlâhiyatçıları tenzih ediyorum ama şu adamlara bakınız:
İlmihal Müslümanlığı bozukmuş. Şu nev-zuhur İlâhiyatçının ortaya attığı yorum çok doğruymuş.
Peygamber bir postacı imiş, ölmüş işi bitmiş...
İslâm'da tesettür yokmuş, bu adet bize Yahudilikten gelmiş.
İslâm'ı, Kur'ân'ı, Hz. Muhammed'(s.a.v)in peygamberliğini ve davetini inkâr edenler, yalanlayanlar da cennete girecekmiş.
Kur'ân, Yahudileri ve Hıristiyanları İslâm'a çağırmıyormuş.
Azılı Farmason Afganî, Müslümanları kurtaracak imam, önder, rehber imiş...
Nihayet işi o kadar ileriye götürdüler ki, Afganî'den ilham alarak ictihadı yaygın ve genel hale getirmeye kalkıştılar. Herkes ictihad yapsın, her kafadan ayrı bir ses ve yorum çıksın, Ümmet din konusunda kaos, anarşi ve kargaşa içinde kalsın.
Cumhur-i ulemânın yolunu bıraktılar.
İcmâ-i ümmeti terk ettiler.
Kendi heva, re'y ve kaprislerine göre Kitabullahı yorumlamaya kalktılar.
Neymiş, devir değişmiş, yeni yorumlar lazımmış.
Peki, İslâm'ın evrensel oluşu, zamanla değişmeyeceği kuralı ne oluyor.
Eskiden yollarda güvenlik yokmuş, Peygamberimiz kadınların yalnız başına seyahatini yasaklamış. Şimdi güvenlik varmış, bu yasağın hükmü kalmamış. Öyle mi, öyle mi, öyle mi?..
Böyle bir gerekçeyle sahih bir hadîsin hükmü ortadan kalkar mı?
Böyle fasid, geçersiz bir kıyas ile "Eskiden etler kontrol edilemiyordu, trişin yüzünden domuz eti haram kılınmıştı. Şimdi ilim ilerledi, kontrolden geçmiş, tezkiye edilmiş domuz yenilebilir..." diyen çıkmaz mı?
Dr. Milaslı İsmail Hakkı'nın tezi... Tezkiyetü'l-lühum fi'l-İslâm adıyla bir kitap yazarak domuz etinin yenilebileceğine cevaz vermişti.
Fazlurrahman'ın tarihsellik tezi...
Önce kadınların tek başına seyahatinden başlarlar, sonra gide gide ne din kalır, ne şeriat.
Kalıbımı basarım, Türkiye'de Ehl-i Sünnet ve Cemaat İslâmlığını kaldırıp yerine Fazlurrahmancılık, Afganîlik İslâmlığını getirmek istiyorlar.
Halkın tepkisinden korktukları için taqiyye yapıyorlar.
Yeni tefsirler, yeni ilmihaller, yeni külliyatlar için dehşetli bütçelere sahipler ve su gibi para akıtıyorlar.
Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) için yeni bir İslâm lâzım. Yeni tefsirler, yeni ilmihaller, yeni yorumlar, yeni külliyatlar lâzım...
Sünnî İslâm çok koyu, sulandırılsın. Gitsin Ehl-i Sünnet, gelsin Fazlurrahmancılık.
Cumhur-i ulemânın ana caddesi bırakılsın, Fazlurrahman çıkmaz sokağına sapılsın.
Feminist bir İslâm getirilsin.
Gazalîler, İmamı Rabbanîler, İmamı Şâranîler, İmamı Süyutîler... binlerce Ehl-i Sünnet müctehidi, allâmesi, eimmesi, fukahası, rehberi bilememişler, onların yorumları terk edilsin yeni yorumlar gelsin.
Bir havuzun üzerine tahtadan salaş bir köprü yapılsın ve çan ve ezan sesleri içinde çeşit çeşit papazlarla birlikte sarıklı ve cüppeli bir müftü geçirilsin. Çanlar çalıyor çılgınca, ezan sesleri... Papazlar ve sarıklı hoca, temsilî Sırat köprüsünden geçiyor ve Cennet'e giriyorlar cümleten. Dan dan dan çanlar çalıyor durmadan...
Allah katında tek hak din İslâm'dır inancı gitsin. Diyalog gelsin. Dan dan dan...
Din eğitimi almamış, din konusunda cahil kalmış Müslümanların vebali üzerinizde olacaktır.
Yarın Mahkeme-i Kübrada nasıl hesap vereceksiniz ey ılımlı İslâm mühendisleri!..
İLİM OLMADAN MÜSLÜMANLAR KURTULAMAZ
İLİM olmadan Müslüman toplum izzetli, şerefli, hür, haysiyetli olamaz. Soru: Herkesin âlim mi olması gerekir? Cevap: Yeterli sayıda âlim Müslüman bulunması şarttır. Sayı yeterli olmazsa yine büyük eksiklik var demektir.
İlim kaça ayrılır? İkiye ayrılır: Din ilmi ve dünya ilmi. Müslümanların iki sahada da alim olmaları gerekir.
Âlim olmayanlar âlimlere tâbi olurlarsa büyük problem olmaz. Cahiller âlimlere tâbi olmazsa büyük kopukluk ve felâket baş gösterir.
Din ilimleri nasıl öğretilir ve ayakta durur? İslâm medreseleri ile...
Sadece kitap okumakla, sadece İmam-Hatip mektepleri ve İlâhiyat fakülteleriyle din ilimleri korunamaz, yaşatılamaz, ayakta tutulamaz.
İslâm medreseleri nasıl âlimler yetiştirir? İcazetli İslâm âlimleri yetiştirir.
Bir din âliminin çağ seviyesinde dünya kültürüne de sahip olması gerekir mi? Gerekir.
Çağ seviyesinde dünyevî kültür ne demektir? Cevap: Dünyanın en vasıflı liselerinde verilen sosyal, edebî, tarihî, felsefî, sanat ile ilgili kültürdür. Meselâ İngiltere'deki Eton kolejinde, yahut Fransa'nın Fénelon lisesinde verilen ciddî kültür.
Bizdeki liselerin sosyal kültürü yeterli değil midir? Kesinlikle yeterli değildir.
Osmanlı'nın son devrinde medreselerden büyük âlimler yetişmiş midir? Yetişmiştir. Şeyhülislâm Mustafa Sabri, Zahid el-Kevserî, Elmalılı Hamdi, Ömer Nasuhi Bilmen ve daha niceleri...
Bu zevat Arapça'yı kitap yazacak derecede bilirlerdi. Hamdi efendi Fransızcadan felsefî bir eser tercüme etmiştir, (Paul Janet'den Metalib ve Mezâhib.) Ömer Nasuhi efendinin Farsça matbu divanı vardır.
Bulgaristan'daki Şumnu Nüvvab medresesi de güçlü bir İslâm mektebi idi.
Medreseler kapatılınca ne oldu? İlmin beli kırıldı. Bir müddet eski hocalar yaşadı ve ilmi ayakta tutmaya çalıştı ama onlardan sonra geleneksel icazetli İslâm eğitimi veren müesseseler olmadığı için yeterli sayıda gerçek âlim yetişmedi. Bundan dolayı halkın bir kısmı feci şekilde cahil kaldı.
Medreselerin kapatılması ve gerçek icazetli âlim yetişmemesi yüzünden Ehl-i Sünnet ve Cemaat Müslümanlığı sarsıldı, halkın bir kısmı bid'at ve hurafelere saplandı. Mutezile, Haricîlik, Vehhabîlik, Tarihsellik, Lâ-mezhebiyye, Telfik-i Mezâhib, Afganîcilik, Meâlcilik, Diyalogculuk, İslâm feminizmi gibi firak-ı dalle ve cereyanlar hayli taraftar kazandı.
Yeterli sayıda Ehl-i Sünnet âlimi olsaydı, onlar bid'atlerle mücadele ederler Ehl-i Sünnet ve Cemaat'in hak ve doğru yol ve yorum olduğunu halka anlatırlardı.
Hiç icazetli ve gerçek sünnî âlim kalmadı mı? Böyle bir şey demedim. Bir miktar değerli âlim var ama sayıları şu 72 milyonluk Türkiye'ye yetmez.
Müslümanlar için en büyük tehlike nedir? Sekülerleşmedir. Yani İslâm ile hayatın birbirinden kopmasıdır.
Bazı bozuk ilâhiyatçılar ne istiyor? Ehl-i Sünnet İslâmlığının yerine bir tür Protestanlık getirmek istiyor.
İslâm bir değil midir? Elbette ilâhî ve münzel din olarak birdir ama çeşit çeşit beşerî/insanî yorumları vardır.
Hangi İslâm'ı benimsemeliyiz? Hiçbir kopukluk olmadan nuranî bir silsile ile Peygamberimize (Salat ve selam olsun O'na) ulaşan Kur'ân, Sünnet, icmâ-i ümmet, cumhur-i ulemâ, Sevad-ı Â'zam, cadde-i kübra İslâmlığına tâbi olmalıyız.
İslâm dünyasının bazı ülkelerinde henüz gerçek İslâm medreseleri bulunmaktadır. Bunlara yeteri miktarda zeki, akıllı, istidatlı, ahlâklı, faziletli, bio-jenetik dosyası temiz, ihlâslı, istidatlı öğrenci gönderip icazetli âlim yetiştirtmeliyiz.
Nasipleri varsa, bu icazetli hocaların Şeriata tamamen muvafık tasavvufî tarafları ve boyutları da bulunmalıdır.
Arapça, Osmanlıca, İngilizce, bunların yanında birkaç dil daha... İslâm ilimlerini iyice öğrenmiş... Çağdaş sosyal kültürü kazanmış... İrfan, ahlâk, fazilet sahibi... İhlâs ve mürüvvet kahramanı... Yeryüzünde Allah'ın şahitleri... Resûl-i Kibriya efendimizin vekil, vâris ve halifeleri... Allah'ın ayetlerini ucuza satmayan... Din ve mukaddesat sömürüsü yapmayan... Ümmet-i Muhammed'i irşad eden... Âmirine bi'l-mâruf ve nâhine 'ani'l-münker icazetli ulemâ...
Böyle hocalar yetiştirmezsek işimiz zordur.
Bundan başka çare yoktur.
|
20 Haziran 2009 Cumartesi |
(Milli Gazete, Şevket Eygi)
.
Mevdudi ve dinde reform
|
Son kırk yıl içinde, ülkemizdeki İslâmî uyanış hareketine Pakistanlı Mevdudî kadar etkisi olmuş bir kimse yoktur. Kitapları dilimize tercüme edilmiş, fikir ve görüşleri desteklenmiş, ideolojisi ve doktrini benimsenmiş, reçetesi Türkiye'yi kurtaracak plan ve program olarak genç nesillere takdim edilmiştir. Gençliğimde Mevdudî'nin taraftarı ve hayranı idim. Hakkındaki tenkitleri öğrendikten sonra vaz geçtim. Mevdudî, klasik ve geleneksel mânada bir İslâm âlimi miydi? Bence değildi. Onun ağır basan tarafı Müslüman bir politikacı oluşuydu. Aktivist bir şahsiyetti. Bir parti lideriydi. Pakistan'ın resmî ismi "Pakistan İslâm Cumhuriyeti"dir. Pakistan, kuruluş tarihinden bu yana hiçbir zaman gerçek mânada bir İslâm devleti olamamıştır. Bir İslâm devleti değildi ama anayasasında Şeriat'a aykırı kanun çıkartılamayacağı yazılıydı. İşte Mevdudî böyle bir ülkede siyasî bir parti kurmuş ve uzun yıllar boyunca süren bütün gayret ve çabalarına rağmen başarılı olamamıştır. Partisi serbest seçimlerde çoğunluğun oyunu alamamış ve iktidara geçememiştir. Mevdudî, başta kendi ülkesi Pakistan olmak üzere Ehl-i Sünnet uleması tarafından tenkit edilmiştir. Mevdudî "Kur'ân'da Dört terim" adlı kitabında, üçüncü hicrî yüzyıldan sonra Müslümanların Kitabullah'ın dört ana terimi olan "Rab, İlah, Din, İbadet" konusunda doğru yoldan çıktıklarını iddia etmiştir. Onun bu haksız ve ağır iddiasına karşı çağımızın büyük Ehl-i Sünnet alimi Hindistanlı Ebu'l-Hasen en-Nedvî "İslâm'ın Siyasî Yorumu" (Bedir Yayınevi, 0212/519 36 18) adını taşıyan bir reddiye kaleme almış, Mevdudî'yi çürütmüştür. Mevdudî hakkında Türkiye Müslümanlarının, doğru cevabını bulmak hususunda derin derin düşünmeleri gereken soru şudur: Mevdudî'nin kendi vatanı Pakistan'da, bunca olumlu şartlara ve bol imkanlara rağmen başarılı olmayan ideolojisi, çare ve çözümleri, reçetesi Türkiye'de başarılı olabilir miydi? Bence olamazdı. Zaten durum ortadadır. Keşke, Türkiye'nin yakın tarihindeki İslâmî uyanış hareketi Mevdudî gibi bir aktivistin rengine boyanacağına, mesela Şeyh/İmam Şâmil'in 19'uncu asır Kafkasya'sındaki "Müridizm Hareketi"ne paralel bir meşrebte olsaydı. Mevdudî'nin Ehl-i Sünnetten ayrıldığı birkaç noktayı arz edeyim. İslâm'ı Anlamak kitabından imanın şartlarını beşe indiriyor, "Kadere iman" akidesini ve şartını zikr etmiyor. Öncelikle bir din olan İslâm'ı, siyasî bir sistem olarak görüyor ve gösteriyor. Evet, İslâm'da din ve dünya ayrımı yoktur ama İslâm öncelikle dindir. Ashab-ı kiramın bazısını ağır şekilde tenkit ediyor... Tefhimü'l-Kur'ân'da şefaat meselesinde Vehhabîleri ve Selefîleri geçen bir aşırılığa sapmıştır. Ülkemizde hayli Mevdudî hayranı bulunmaktadır. Onların, hayran oldukları ve doktrinini benimsedikleri zata yöneltilen tenkitleri bilmelerinde hayır ve yarar vardır. Kim bilir, belki de, Mevdudî'nin başarısızlığında, Ehl-i Sünnete aykırı aşırı ve şazz fikir, yorum ve görüşleri rol oynamıştır. DİNDE DEFORM Cumhuriyet gazetesi yazarlarından Hikmet Çetinkaya diyor ki: "Türkiye'de devletin hâkim sistemi iki şeyi aradı durdu. Mümkünse İslâm'ı değiştirmek, ona gücü yetmezse Müslümanların din anlayışını değiştirmek. Kemalizm'in en önemli özelliklerinden biri dinde reformu amaçlaması idi. Bunda muvaffak olunamadı. Çünkü İslam'ın kitaba bağlı karakterleri böyle bir reformasyona ve deformasyona izin vermiyordu. Bu Müslümanlara da kabul ettirilemedi. Ağır baskı dönemleri yaşandı Türkiye'de ama dinde reform kabul görmedi." www.angelfire.com/ms/siyaset/index.html Son yıllarda dinde reform faaliyetleri yoğunlaşmış ve hızlanmıştır. Reform için çok büyük paralar harcanmakta, birtakım kimselere yüklü "ücretler" ödenmektedir. Bazı reformcular, "hizmetlerine" karşılık dolar mültimilyoneri yapılmıştır. Bundan yetmiş seksen sene önce medreseler kapatıldı. Bir gecede 40 bin medrese talebesi sokağa atıldı, camilerin yüzde sekseni kapatıldı, harap edildi, yıkıldı, satıldı, kiraya verildi, din hürriyeti ayaklar altına alındı, çok zulümler yapıldı ama İslâm yine yıkılamadı. Şu anda, gerçek İslâm'ın yerine "Yeni bir İslâm" türetilmeye çalışılıyor. Ilımlı, light, fıkıhsız ve şeriatsız, sulandırılmış, ehlîleştirilmiş, beşerî bir hümanizma veya ideoloji haline getirilmiş yeni bir İslâm. Avrupa Birliği standartlarına uygun bir İslâm. Feminist bir İslâm. Cihadsız bir İslâm. Diyalogçu ve hoşgörülü bir İslâm. Allah katında tek hak din olma özelliğinden arındırılmış bir İslâm. Resmî ideolojiye ayarlanmış bir İslâm. Kitaba, Sünnete, icmâya dayanan gerçek İslâm'ın yerine yepyeni bir İslâm çıkartmak istiyorlar. Bu yeni İslâm için yeni tefsirler yazılıyor. Yeni hadîs külliyatları hazırlanıyor. Ayıklanmış hadîsler... Yeni ilmihaller hazırlanıyor. Reformcu, yenilikçi, değişimci, naylon müctehid reformculara çuval çuval ücret ödeniyor. Aman, Batılıların hoşuna gidecek yeni bir İslâm türetelim... Parmaklarını Müslümanların gözlerine sokarak, sahih hadîslerin bugün geçerli olmadığını iddia ediyorlar. Kur'ân ahkamı tarihselmiş, nice ayet bugün geçersizmiş. Reformcular, yenilikçiler, değişimciler "Ayıklanmış bir İslâm" üretmek ve türetmek için çalışıyor. Bedavaya çalışmıyorlar. Yüklü ücretler. Fazlurrahmancılar... Ankara Ekolü... Afganîciler... Sürü sepet müctehidleri var. Geçenlerde bunlardan biri uçakta abdestsiz namaz kıldığını iftiharla ilan etti. Gerçek İslâm ne diyor? Su bulamazsanız veya abdest alacak haliniz yoksa teyemmüm edersiniz. Abdestsiz, teyemmümsüz namaz kılınmaz. Böyle ictihad olmaz. Bu dinde reform hareketi gerçek İslâm'a zıttır. Bunda hiç şek ve şüphe yoktur. İslâm'ın, Kitaba ve Sünnete mutabık ve uygun en doğru yorumunu icazetli ulema, fukaha, müfessirîn, muhaddisin, eimme-i müctehidîn, Selef-i Sâlihîn yapmışlardır. Reformcuların, Fazlurrahmancıların, Afganîcilerin, bid'atçilerin yorumları, bazısı küfre ulaşan vahim yanlışlarla doludur. Müslümanlar Müslümanlar Müslümanlar!.. Reformcuların yalanlarına kanmayınız aldanmayınız. Cumhur-i ulema yolundan, dinde Sevad-ı A'zamdan kıl kadar ayrılmayınız. Avrupa Birliği standartlarına uydurulmuş İslâm gerçek İslâm değildir. Kur'ân'a ve Sünnete dayanan gerçek İslâm'a bağlı kalınız. Reformcuların tuzaklarına düşerseniz ebedî saadetinizi yitirmek felaketine uğrayabilirsiniz Mehmet Sevket eygi |
12 Haziran 2009 Cuma |
(Milli Gazeti)
.
Mehdi meselesi
Mehdi meselesi üzerinde Daru'l-Hikme'de küçük çaplı bir açık oturum yaptık. Bu konu günümüzde birkaç nokta-i nazardan ele alınıyor:
1. Mehdilik anlayışının İslam'a yabancı din ve kültürlerden geçtiği iddiası.
2. Kur'an'da geçmiyor oluşu; ilgili rivayetlerin de ya uydurma veya haber-i vahid olduğu iddiası.
3. Özellikle ilk dönem Kelam/Akaid alimlerinin eserlerinde Mehdi meselesinin zikredilmiyor oluşu.
4. Mehdi inancının Ümmet'i atalete/tembelliğe sevk etmesi yahut birtakım art niyetli insanlar tarafından istismar edilmesi.
Daru'l-Hikme'de yaptığımız açık oturum deşifre edilerek siteye ( http://darulhikme.org.tr ) konacak inşaallah. Orada söz konusu ettiğimiz hususların bir özetini paylaşalım istedim. Konu hakkındaki mülahazaları yukarıdaki sırayla ele alacak olursak şunları söylemek durumundayız:
1. "Mehdilik" anlayışının İslam dışı birtakım din ve inanç sistemlerinde olması, İslam'da "Mehdi inancı"nın olamayacağı iddiasına delil teşkil etmez; tıpkı başka din ve inanç sistemlerinde "Peygamberlik" anlayışının bulunmasının, peygamberlik müessesesi hakkındaki İslam inancına tesirinin olmadığı gibi...
Üstelik -daha önce de nüzul-i İsa (a.s) meselesi bağlamında ifade ettiğim gibi- Mehdi'nin zuhurunu haber veren hadislerin İslam kaynaklarında yer aldığı zaman dilimi, Mehdi inancının İslam kaynaklarına sızması için siyasî., sosyal, kültürel, ekonomik... hiçbir açıdan elverişli değildir. İslamî fütuhatın durmaksızın yayıldığı, Endülüs'ten Çin sınırına kadar muazzam bir coğrafyanın İslam hakimiyetinde bulunduğu bir coğrafyada ve müslümanların bütün bu bölgelerdeki tek hakim güç olduğu realitesi karşısında hangi saik Mehdi inancının İslam'a "sızması"na zemin teşkil etmiş olabilir?
Genellikle "kurtarıcı" inancının, toplumların zayıf düştüğü zaman dilimlerinde kitlelere ümit pompalamak adına ortaya atıldığı söylenir. Ancak yukarıdaki manzara göz önüne getirildiğinde İslam Ümmeti'nin niçin bir "kurtarıcı/Mehdi" inancına ihtiyaç duymuş olabileceği sorusu boşlukta durmaktadır...
2. Mehdi inancına, Kur'an'da geçmediği gerekçesiyle itiraz edilmesi de son derece tartışmalı biri tutumdur. Herşeyden önce herhangi bir hususun kabul edilebilir olması için mutlaka Kur'an'da geçmesi gerektiği inancının kendisi sakattır. Kabir sorgusu ve azabı, sırat, mizan... gibi hususlar da Kur'an'da sarahaten zikredilmediği gerekçesiyle günümüzde inkâr edilmektedir; ancak bu konularda sadece Ehl-i Sünnet'in değil, Mu'tezile'nin bile günümüz bid'at ehlinin yanında yer almadığına dikkat edilmelidir.1
Bu nokta hakkında da bu köşede daha önce hayli izahat yapıldığı için üzerinde fazla durma gereği duymuyorum.
3. İmam Ebû Hanîfe'nin risaleleri, İmam el-Eş'arî ve İmam el-Mâturîdî'nin kitapları gibi Kelam/Akaid imamlarının eserlerinde Mehdi meselesinin geçmiyor oluşu, ilgili rivayetleri kabul etmediklerini göstermez. Adı geçen imamlar ve benzerleri, eserlerinde "kıyamet alametleri"ni genellikle icmali olarak zikreder ve şöyle derler: "İsa (a.s)'ın nüzulü, Deccal'ın zuhuru, güneşin batıdan doğması gibi kıyamet alametlerine inanırız..."
Burada üzerinde durulması gereken iki husus var:
Birincisi: Buradaki "... gibi kıyamet alametlerine..." ifadesidir. Bu ifade, zikredilenler dışında da "kıyamet alameti" bulunduğunu, zikredilenlerin sadece örnek kabilinden olduğunu anlatmaktadır.
İkincisi: Mehdi'nin zuhuru esasen bir "kıyamet alameti" değildir. Zira kıyamet alametlerinin en dikkat çeken özelliği "olağanüstü/dışı" olmalarıdır. Hz. İsa (a.s)'ın gökten inmesi, Deccal'ın zuhuru, güneşin batıdan doğması... Hep aynı özellikteki hadiselerdir. Mehdi'nin zuhurunda ise bu tarz bir olağanüstülük/dışılık yoktur. O, sıradan bir insan gibi doğup büyüyecek, bu Ümmet'in yetiştirdiği üstün yetenekli, takva ve ilim sahibi rabbanî alimler gibi yetişecek ve normal süreçler sonucunda Ümmet'in başına geçecektir. Dolayısıyla Kelam/Akaid imamlarının elimize ulaşan eserlerinde Mehdi'den bahsedilmemesini, Mehdi inancının "gayri İslamîliği" iddiasına delil yapmak uygun değildir.
4. Mehdi inancının Ümmet'i tembelliğe sevk ettiği iddiasının da iler-tutar yanı yoktur. Bu Ümmet tarihte yaşadığı hangi buhran esnasında "Mehdi bekleme"ye koyulmuş ve üzerine düşeni yapmamıştır? Esasen Mehdi inancına sahip insanlarda "Mehdi beklemek" diye bir tavır yoktur. Ona inananlar, onun gelip hayatlarını düzene sokmasını beklemez. Bu, sadece vakti geldiğinde cereyan edecek bir hadisenin vukuuna inanmaktan ibarettir.
Mehdi meselesinin en sık istismar ediliş şekli, birilerinin Mehdi ilan edilmesidir. Bu istismarın önü şu iki noktaya dikkat edilerek kolaylıkla alınır:
A. Mehdi konusundaki rivayetleri zorlama yorumlara tabi tutmadan, olduğu gibi kabul edip esas almak.
B. Mehdi'nin zuhuru konusundaki rivayetleri bir bütün olarak göz önünde bulundurup, verdikleri arka plana iyi dikkat etmek. Mehdi'nin zuhurundan önce hangi olayların cereyan edeceği, nerelerde neler olacağı hadislerde açıkça bildirilmiştir. O olaylar cereyan etmedikçe herhangi bir kimsenin Mehdiliği iddiasına -kimden gelirse gelsin- itibar edilmemelidir.
1 Bkz. Kadı Abdülcebbâr, el-Usûlu'l-Hamse, 96-7; Şerhu'l-Usûli'l-Hamse, 730 vd.; İbnu'l-Murtadâ, Tabakâtu'l-Mu'tezile, 730 vd.
mail@ebubekirsifil.com
(Milli Gazete)Mehdi meselesi
|
12 Haziran 2009 Cuma |
(Milli Gazete)
.
Diyanet’te neler oluyor?
|
Dün bu sütunlarda, BBC'nin Ankara'da yapılan devrim çapındaki hadîs revizyonuyla ilgili yazısının tercümesini okudunuz. Dünyanın en ciddî ve güvenilir medya kuruluşunun bu konudaki iddia ve beyanları şunlardır:
1. Türkiye, İslâm'ı temelden yorumlayan bir yayının hazırlığındadır.
2. Bu çalışma ve teşebbüs, radikal (kökten) olduğu kadar da tartışmalıdır.
3. Diyanet İşleri Başkanlığı Ankara Üniversitesi'nden bir grup ilâhiyatçıyı, hadîsleri kökten revize etmek (gözden geçirmek) ile görevlendirmiştir.
4. Bu çalışma Hıristiyan reform hareketine benziyor.
5. İslâm ilâhiyatının temelleri değiştiriliyor.
6. Türkiye rejimi, çağdaşlaştırma sıkıntısı çektiği bir toplumda, hadîslerin çoğu zaman olumsuz etkileri olduğunu fark etti.
7. İslâm'ın gerçek değerlerinin gizli kalmasından hadîsler sorumlu tutuluyor.
8. Hadîslerin önemli bir kısmını, Hz. Muhammed'in söylemediği iddia ediliyor.
9. Bir kısım hadîslerin de yeniden yorumlanması gerektiği iddia ediliyor.
10. Diyanet Başkan yardımcısı söylüyor: Kadınların, kocasının izni olmadan yalnız başına seyahat etmemesiyle ilgili sahih hadîs tarihseldir. Peygamber zamanında yol güvenliği yoktu, şimdi var, o halde kadınlar kocalarının izni olmadan tek başına seyahat edebilir...
11. Yorumcular, radikal (kökten, tümden) bir islâmî yenilenme için İslâm ilâhiyatının yeniden yorumlandığını söylüyor.
12. Projenin destekçileri 1400 yıl önce İslâm'ın özünde bulunan mantık ve akıl ruhunun yeniden keşfedildiğini belirtiyor.
13. Bazıları bunun İslâm'da bir reform için bir başlangıç olabileceğini düşünüyor.
14. Gelenekçi Müslümanlar arasında tartışmaya sebep olabileceği için bugüne kadar projeye dair açıklama yapmak istemeyen Türk resmî makamları BBC'ye konuştular.
15. Tartışmalı hadîs projesinin bilimsel araştırmaları Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi'nde yürütülüyor.
16. Projeyi izleyen Hıristiyan ilâhiyatçı Peder (Cizvit rahibi) Felix Körner, hadîs olarak bilinen bazı sözlerin Hz. Muhammed'in vefatından yüzlerce yıl sonra, toplum çıkarlarına uygun olarak uydurulduğunun ispat edilebileceğini söylüyor.
17. Cizvit rahibi Körner, "Bugün maalesef hadîs kabul edilen sözler yoluyla kadın sünneti denilen İslâmî veya sözde İslâmî uygulamayı bile haklı çıkartabilirsiniz diyor.
18. Cizvit papazı Körner, "Bu Peygamberin bize emr ettiği şeydir, şeklinde rivayetler görürsünüz. Fakat bu emirlerin, nasıl diğer kültürlerin etkisiyle ortaya çıktığını ve sonradan hadîslere haml edildiğini tarihsel olarak gösterebilirsiniz" diye ilave ediyor.
19. Diyanet'in hadîs projesi yöneticileri, sonraki nesillerin, hadîsleri hayal ürünü şeylerle doldurduklarını, bu arada Peygamber'i siyasî emellerine âlet ettiklerini iddia ediyor.
20. Bu projenin devrimci bir doğası vardır.
21. Türkiye, "Kültürel yükü" üzerinden atmak istiyor.
22. Türkiye (Ankara İlâhiyatçılarına göre) Peygambere uygun bir İslâm'a dönmek istiyor.
23. Gerçekten Hz. Muhammed tarafından söylenmiş olduğu kabul edilen bazı hadîsler de değiştirilip yeniden yorumlanıyor.
24. Türkiye, iddialı yenileşme programının bir parçası olarak 450 kadına ilâhiyat eğitimi verip bunları "vâize" olarak atamıştır. Bu vâizelere, geniş Türkiye topraklarının ücra köşelerindeki halka İslâm'ı anlatma vazifesi verilmiştir.
25. Bu vâizelerden Hülya Koç, bugün kadınlara reva görülen şiddetli baskıyı meşrulaştırmak için İslâm'ın çokça kullanıldığını söylüyor.
26. Londra'daki Chatham House'ın Türkiye uzmanlarından Fadi Fakura'ya göre Türkiye'nin yaptığı, İslâm'ı yeniden dizayn başka bir şey değil.
27. İslâm, kurallarına uyulması gereken bir dinden, çağdaş seküler (lâikleşmiş) bir demokraside yaşayan insanların ihtiyaçlarına karşılık verecek bir din haline getiriliyor.
28. Türkiye devleti yeni bir din inşa ediyor.
29. Bu, Hıristiyan reformasyonuna benziyor... Tam olarak aynısı değil ama yakından baktığınızda görürsünüz ki, İslâm ilâhiyatının temelleri değiştiriliyor.
30. Türkiye'de yeni bir İslâm oluşturuluyor.
31. Projede çalışan Ankara Ekolü İlâhiyatçıları Batı'nın eleştirisel tekniklerini ve felsefesini kullanıyor.
32. Ankara Ekolü ilâhiyatçıları, İslâm fıkhının temellerinden olan, sonradan gelen nassların öncekileri geçersiz kıldığı kuralını reddettiler.
BBC'nin 32 maddede özetlediğim iddiaları doğru mudur? Bence maalesef doğrudur. Diyanet'in devrim çapındaki hadîs çalışması Ankara Ekolü mensubu Fazlurrahmancı ilâhiyatçılara verilmiştir.
Bu çalışmalar, Müslümanların tepkisinden korkularak gizlenmiştir.
Daha sonra BBC'ye Ankara resmî otoriteleri bilgi vermiştir.
Ankara'da ikamet eden Cizvit papazı Körner bu projeyi "izlemektedir".
Ankara'da lâik bir İslâm türetilmek istenmektedir.
Sahih olan hadîsler beğenilmemektedir.
Ankara'da İslâmî bir reform hareketi başlatılmıştır.
Şimdi bir Müslüman olarak soruyorum:
Bu kadar önemli bir proje çalışmalarının uzun müddet İslâm ulemâsından ve Müslüman halktan gizlenmesi doğru mudur?
Bu iş niçin sadece Ankara Ekolü ilâhiyatçılarına verilmiştir?
Bu proje için ne miktarda bir bütçe oluşturulmuştur ve şimdiye kadar ne kadar para dağıtılmıştır?
Fikirleri, görüşleri, tezleri tartışmalı bazı ilâhiyatçılar niçin bu ekibe alınmıştır? Onları tenkit eden Sünnî hocalar niçin saf dışı edilmiştir?
Hadîs çalışmaları içinde niçin icazetli muhaddisler yoktur?
Bu kadar ehemmiyetli bir projede bütün dünyanın Sünnî ulemâsından ve muhaddislerinden yardım ve katkı istenmesi gerekmez miydi?
Biz reform yapmıyoruz diyorlar ve sonra sahih hadîsleri tenkit ediyorlar yahut bugün hükmü yoktur diyorlar. Böyle şey olur mu?
Bu konu alabildiğine tartışılmalıdır. Durumdan bütün İslâm dünyasına bilgi verilmelidir.
Ortada gerçekten çok üzücü, çok şüphe ve kaygı verici bir durum vardır.
Bu konularda kimsenin taqiyye yapmaya, Müslümanları aldatmaya veya şaşırtmaya hakkı yoktur.
Bu iş burada bitmez. Geleneksel Ehl-i Sünnet ve Cemaat İslâmlığına bağlı bir Müslüman olarak bu konuda yazmaya devam edeceğim.
Benim yüce dinim, Ankara Ekolü ilâhiyatçılarının, Tarihselcilik mezhebinin, Fazlurrahmancıların, reformcuların ellerine bırakılamaz.
Diyanet, devrim çapındaki bu hadîs projesi işinde çalıştırılan ilâhiyatçıların listesini yayınlamalıdır. Bunu öğrenmek bütün Müslümanların hakkıdır. Böyle bir çalışma gizli tutulamaz, gizlenemez.
Bir hakikat kalmasın Allah'ım âlemde nihan... |
29 Mayıs 2009 Cuma |
(Milli Gazete)
.
Din ile mücadele edenlerin cenaze namazı!
|
“Dini nikah” gibi “cenaze törenleri”nin de içi boşaltıldı..
Ömrü boyunca İslâm’la ve Müslümanlarla uğraşanları da önümüze koyup, bizden yalancı şahidlik yapmamızı istiyor birileri.. “Hakkımızı helal etmemizi” istiyorlar.. Ayrı bir mezarlıkları olmadığı için de bizim mezarlıklarımıza gömülüyorlar..
Bunlar değil mi, “Her canlı ölümü tadacaktır ve dönüş yalnız Ona’dır” diye yazan levhalara karşı çıkanlar.. “İnna lillah ve inna ileyhi raciun” diye boşuna mı söylendi bize..
Her ölünün arkasından “rahmet dilemek” niye! “Allah (cc) cahil ve zalim bir kavme hidayet nasib etmeyecek”. Bunu kendisi söylüyor. Cehennemi boşuna yaratmadı.. (o ne kötü bir varış yeridir).
Rahmet dilemek ne demek: Acıma, bağışlanma / af dilemek..
Gerçekten bir pişmanlık duymayanlar için neden af dilensin ki, niçin acıma istensin..
Dostları cami avlusunda seyirci gibi beklerken, bir grub sakallı, ömrü boyu kendine hakaretler yağdıranlar için gidip dua edecekler, Allah’tan bağışlanma dileyecekler..
Bana kalırsa, inanmayan birinin cenazesinin cami avlusuna getirilmesi, hem inananlara, hem de o kişinin kişilik haklarına saygısızlıktır..
Bu eylem dini bir törendir. Bir ibadet şeklidir..
Ömrü boyu, kelime-i tevhide, irtica bayrağı diye savaş açıp, hakaretler yağdıran birini önümüze koyup, kelime-i tevhid getirmenin nasıl bir anlamı olabilir..
Laikliği din haline getiren kimilerinin yaşarken bu trajikomik durumu düşünüp, şimdiden bir karar vermeleri gerek.. İnanmıyorsanız, öldükten sonra da bizim önümüze getirmesinler sizi.. Eğer gerçekten inanmıyorsanız, bu törenler sizi kurtarmaya yetmez.. Zaten kıldıkları namazın farkında olanlar sizin için iyi bir şahidlik yapmazlar.
Bize göre ruhlar ölmez ve onlar olanlara tanıklık eder.. İş işten geçtikten sonra pişmanlıkları daha da artar.. Hadi cenaze namazına gelmeyen gelmez de, asıl imamların durumu perişanlık. Onlar devlet memuru..
İslâm’da “namaz kıldırma memuru” diye bir memuriyet yok. Cemaat içindeki bu işe en layık olan öne geçer ve namazı kıldırır.. Cenaze namazının ille camide kılınması da gerekmiyor.. Cemaat gerekiyor, o da sayı ile ilgili bir durum..
Ateist ya da Agnostik, dinle ve imanla ilgisi olmayanların yaşarken bu işe bir karar vermeleri gerek.. Sorunlu bir hayat yaşıyorlar ve ölünce de sorun olmaya devam ediyorlar..
Yaşarken, “Kur’an-ı Kerim”e Arapların 1400 yıl öncesinde kalmış masalları diyecek, insanlara, çocuklarınızı Kur’an-ı Kerim öğrenmeye değil, bale öğrenmeye gönderin diyecek, okullarda namaz kılınmasını irticai eylem olarak görecek, sonra da bunları söyleyenleri getirip önümüze koyup, buyurun cenaze namazını kılın diyeceksiniz.. Önce siz “buyurun cenaze namazına”..
Siz yoksanız, isteyen kılsın, ben de yokum.. Sahi inanmadığınız halde niçin buradasınız? Ölünüzü niçin krematoryuma ya da kiliseye filan götürmüyorsunuz da bize getiriyorsunuz? Müslümanlık, sizin gözünüzde herkesin kullanımına açık Public Domain, fason bir marka mı? Herkesin “Otomatik Müslüman” kabul edildiği laik bir cumhuriyet burası! Sahi laik bir cenaze töreni nasıl yapılır?
Onlar yaşarken duymak istemeseler de ben öldükten sonra yine aynı şeyi söyleyeceğim: “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun”.. Bu dünyada yaptıklarımız ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımız, söylediklerimiz ve söylememiz gerekirken söylemediklerimizden hesaba çekileceğiz. İnsanlar bu dünyada yaptıkları ile ya kendi cennetlerine sırtlarında tuğla ya da kendi cehennemlerine sırtlarında odun taşırlar. Herkes için yaptığının karşılığı vardır..
Bu arada, birkaç yıl önce Aytunç Altındal telefonla aradı. Onun evi Teşvikiye Camii’nin yanında.. İsmet Paşanın gelini olacak, cenazesi için epey bir kalabalık gelmiş, ama namaz kılacak kimse yok. Cemaat oluşsun diye beklemişler, yine gelen yok. Gidip sağdan soldan adam toplamışlar.. Bu durum onu tedirgin etmiş. Aytunç Altındal bu olayı anlattı ve dedi ki: “Sen şahid ol. Ben Müslümanım.. Pratikte sorunlarım olabilir, günahkar olabilirim. Ama Allah’ın varlığına ve Hz. Muhammed’in peygamberliğine iman ediyorum.. Benim cenazemde tekbir de getirilsin. Öldüğümde o sesi duymak isteyeceğimden şüphe yok” demişti.. Ben birilerinden, günahkar olup olmadığına bakmaksızın en azından bunu duymak istiyorum.. Ve herkesin o günü düşünüp bir karar vermesi gerek..
Allah (cc) buyuruyor ki: "Zalimlerin şiddetli ölüm sancıları içinde çırpındığı; meleklerin, ellerini uzatmış, ‘haydi canlarınızı kurtarın! Allah’a karşı doğru olmayanı söylediğiniz, ve onun âyetlerinden kibirlenerek yüz çevirdiğiniz için bugün aşağılayıcı azap ile cezalandırılacaksınız’ diyecekleri zaman hallerini bir görsen!" (En'am 93) İçinde onlar (şöyle) çığlık atarlar: "Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımızdan başka salih bir amelde bulunalım." Size orda (dünyada), öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi? Size uyaran da gelmişti. Öyleyse (azabı) tadın; artık zalimler için bir yardımcı yoktur. (Fatır Suresi, 37) Yaşadığınız gibi öleceksiniz, öldüğünüz gibi diriltileceksiniz ve diriltildiğiniz gibi haşr olunacaksınız.”
Allah’ın Resulü (sav) buyurdu ki, “Ağzınızın tadını kaçıran ölümü sıkça anınız.” Ölüm en büyük ibret dersidir. Allah’ın (cc) indinde makamını görmek istersen, seni bu dünyada neyle meşgul ediyor ona bak!
Cenaze törenlerinde de okunan kitaptan konu ile ilgili seçilen ayetler böyle.. Mezarda ölünün arkasından verilen “telkin”de de benzer şeyler söylenir..
Bu cenaze namazlarının bana göre tek olumlu yanı, bu insanlar bir şekilde cami, ölüm ve mezarlıkla yüzleşiyor olmaları.. Kendi geleceklerini, ölüm sonrasını düşünüyor olabilirler.. Bir iç hesaplaşma, cami ile olumlu anlamda bir buluşma olarak görülemez mi? Bunu önemsiyorum!. Ne kadar inkar ederlerse etsinler, bu kendilerinden saklayamadıkları, açıklamakta acze düştükleri bir gerçek! (A . Dilipak, Vakit, 20.5.2009)
|
20 Mayıs 2009 Çarşamba |
(Vakit)
.
Alman adaleti-Doğan Medyası-CHP işbirliği
|
Durun, öyle daha yazının başlığını görüp bir yaftalama yapmayın.
8-10 dakika ayıracak zamanınız yoksa şu an bu yazıyı terkedebilirsiniz. Ama "Önyargılarımı birkaç dakikalığına bir kenara bırakabilirim" diyorsanız buyurun o zaman.
Evet, başlığın sizde yaptırdığı çağrışımdan farkettiğiniz gibi Deniz Feneri e.V etrafında koparılan fırtınayı yazacağım. Önyargınızın önüne geçemiyorsanız burada bile yazıyı bırakabilirsiniz.
***
Deniz Feneri e.V. davasının özü nedir? Almanya’da bir yardım derneği adına toplanan paraların yoksullara ulaştırılması yerine ortaya atılan isimlerin kendi menfaatlerine kullanması.
Daha açık ifade ile söylemek gerekirse… Alman yargı sisteminin soruşturma kapsamına aldığı 19 kişinin bu parayı şahsi işlerine aktarması.
Bunun ötesinde bir iddia var mı?
Yok.
Peki bu iddia edilen dolandırıcılığa söz konusu olan rakam ne kadar? 14 milyon Euro. Alman, savcılar, bunun ne kadarının belgesine ulaşamadığını söylüyor: Yaklaşık 8 milyon Euro.
Diyelim ki bu paranın tamamı “iç edildi”. Birilerinin dediği gibi bu para soruşturmaya konu olan kişiler tarafından yok edildi.
Şimdi, bu noktayı bu şekli ile bir kenara bakalım.
***
Şimdi sıralayacağım bir dizi olaydaki farkları, benzerlikleri, aykırılıkları lütfen dikkatli takip edin.
BİRİNCİSİ: Türkiye’de Ergenekon zanlılarının evinden veya işyerinden alınmasına tahammül edemeyen, gayri insani bulanlara bir çift sözüm var. Hatırlayın, bugüne kadar hiçbir Ergenekon sanığı çıkıp “Polis bana kötü davrandı” demedi. Dahası, hepsi de polisin nezaketinden dolayı teşekkür etti.
Alman polisinin Deniz Feneri e.V.’nin de bulunduğu Kanal 7 INT’in Frankfurt’taki merkezine Nisan 2007’de yaptığı baskını hatırlıyor musunuz? Ellerinde otomatik silahlar bulunan 340 polis, topu topu 4-5 dairenin bulunduğu binayı kuşattı. Açık kapıları kırıp içeri girdi. Masasında çalışan insanları yere yatırıp ellerini bağlayıp saatlerce yüzüstü beklettiler. Polis, saatler süren aramadan sonra binayı terkettiğinde ortalık savaş alanına dönmüştü.
Yöneltilen suçlamayı unutmayın sakın. Suçlamanın özü, toplanan yardım paralarının argo tabirle söyleyim, iç edilmesi idi. İfadenin en kötüsü ile yazayım. Bir dolandırıcılık iddiası idi değil mi? Bundan ötesi bir şey var mı?
Yok.
Peki. Bugüne kadar Türkiye’nin çektiği bütün sıkıntıların anası demokrasiye vurulan darbeler değil mi idi? 1980 öncesinde ihtilale, halk nazarında meşruiyet kazandırmak için insanların birbirlerini kırmasını aylarca kışkırtmadılar mı? Sonra çıkıp bunları hatıralarında anlatmadılar mı?
İhtilal örgütlenmesi yapanlara karşı Türkiye’de inanılmaz şefkatli davranan çevreler, Almanya’daki baskına karşı alkış tutmadılar mı? Alman emniyetinin yaptığı insanlık dışı eylemi “suç merkezine polis baskını” diye alkışlayarak sunmadılar mı? Hala programlarında iddialarının haklılığını belgelemek amacıyla her fırsatta göstermiyorlar mı?
İKİNCİSİ: Alman polisi, Türk emniyetinden ilgili kişilerin Türkiye’deki ev ve işyerlerinin de aranması için yazı yazdı. Türk tarafı 28 Mayıs 2007 tarihinde yapılan talebe bir cevap verdi.
Türk polisi, ilgili kişilerin kriminal polis veri bankasında kayıtlarının bulunmadığını belirterek şu yazıyı gönderdi:
“Sizin de bildiğiniz gibi suçlarla mücadelede polis işbirliği son derece önemlidir. Ancak eğer müracaat adli yardım talebi ile yapılabilseydi, bizim savcılarımızın desteği ile detaylı soruşturma yürütmek ve karşılıklı bilgi alışverişinde bulunmak mümkün olabilirdi.”
Türk polisi, “Ben kendi kafamdan hareket edip, insanların işyerlerini ve evlerini arayıp bulduklarımı sana gönderemem. Adli yardım talep et, savcılar izin versin ben de istenileni yapıp savcılara teslim edeyim” dedi. Bir anlamda Alman makamlarına hem hukuk hatırlatıldı, hem de yol gösterildi.
İşte Türk polisinin bu hukuku hatırlatan, yol gösteren yazısını yok sayan Aydın Doğan medyası, bunun yerine Alman polisinin, “….uluslarası polisiye adli yardımda problemsiz cevaplamakta ve adli yardım gerektirmemektedir, bu şekilde bu cevap olağandışı olarak tanımlanmalıdır” diye verdiği cevabı esas aldılar.
Hepsinden kötüsü de Alman ağzı ile Türk polisini işbirliği yapmamakla suçladılar.
Nisan 2007’den sonra adli yardım talebinde bulunmayan Alman mahkemesi, 2008 sonbaharında dava hakkında karar verdi ve 3 kişiyi mahkum etti. Alman yargıç, kararı açıkladıktan sonra hiçbir delil sunmadan Türkiye’den bazı isimleri suçladı. “Asıl failler Türkiye’de” dedi.
Bu suçlamanın ardından da bir buçuk yıl beklettiği adli yardımlaşma talebini devreye koydu.
ÜÇÜNCÜSÜ: Deniz Feneri e.V. davası ile ilgili suçlama yöneltilen kişilerin Almanya’daki avukatları, önceki hafta Alman mahkemesine başvurdu. “Müvekkillerimiz hakkındaki dosyayı görmek istiyoruz” dediler. Alman savcılığı, “Dava hakkında gizlilik kararı var. Veremeyiz” cevabını verdi.
Aradan tam iki gün geçti. Suçlanan kişilerin avukatlarına verilmeyen dosya Milliyet Gazetesi’nin Almanya’daki muhabiri İrfan Ergi’ye teslim edildi. İrfan Ergi, günlerce dosyayı tefrika etti. Dosyada adı geçenlerin açık ev adreslerine varıncaya kadar yayınladı.
Oysa Alman yargı sistemi, ceza alsalar bile –evet yanlış okumadınız- ceza alsalar bile kişilerin bırakın açık adreslerini; isimlerinin açık yazılmasına bile müsaade etmiyor. Ama söz konusu Türkiye’den birileri ve hele de Doğan Medyası işbirliği ile lincine karar verilmiş kişiler oluyorsa her şey değişiyor.
DÖRDÜNCÜSÜ: Doğan Medyası – Almanya işbirliğini anlatacak en çarpıcı olaya ise geçtiğimiz hafta imza atıldı. Vatan gazetesi 24 Nisan’da “Deniz Feneri’nde bir skandal daha” diye haber yaptı. Bu kez Almanya’nın Ankara Büyükelçiliği devredeydi. Haber yapılmadan bir gün önce dosyanın içeriği Vatan’ın Ankara Haber Merkezi’ne ulaştırıldı.
Vatan muhabiri, dosyanın geldiğini biliyordu. Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’e dosyanın gelip gelmediği sordu.
Bakan Şahin, kendinden emin, “Gelmedi henüz. Bekliyoruz” anlamında açıklama yaptı. Ertesi gün çıkan Vatan’da bakanın dosyadan habersiz olduğu ve dosyayı sümen altı ettiği yazıldı.
Alman Büyükelçiliğinin dosyayı teslim ettiği gün 24 Nisan. Teslim saati ise 11.15. Sorunun sorulduğu ve Bakan Şahin’in “Henüz gelmedi” dediği tarih ise 23 Nisan.
Sonrasında Bakan Şahin’in, “Cuma günü geldi” açıklamasını ise utanmaz bir şekilde “Bu ne tesadüf Bakan Bey” diye ayrı bir haber yapabildi. Kendi okuyucusunu bu kadar aptal yerine koymaya da pes doğrusu.
Almanya-Doğan Medyası işbirliğini bu kadar sırıtacak bir şekilde, bu kadar çirkin bir şekilde sergilemek de ancak onların tıynetine yaraşır.
BEŞİNCİSİ: Almanya’dan gelen iki dosya var. CHP lideri Baykal dahil, Doğan Medyası bunu bilerek karıştırıyor ve alınan cevapları, konuşulan konuları istedikleri zaman istedikleri dosyanın içine koyuyorlar. Birinci dosya, geçtiğimiz yıl sonbaharda karara bağlanan ve o karara ilişkin dosya. Bütünüyle Alman yargı sisteminden kaynaklanan zaman kullanımı, bilerek CHP ve Aydın Doğan medyası tarafından “geciktiriliyor” iddiasıyla kamuoyuna sunuldu.
Bu dosya halen Adalet Bakanlığı’nda ve tercüme ediliyor.
Öteki ise Frankfurt Savcılığı’nın 15 kişi hakkında hazırladığı adli yardımlaşma işbirliğine yönelik olarak hazırlanan dosya. Bu da 24 Nisan’da Adalet Bakanlığı’na ulaştı. Kapak yazısı Almanca olan bu dosyada, Türk hükümetinden neler istendiğine ilişkin bölümü ise Türkçe olarak yazılı bulunuyor.
Bakan Şahin, “kapak yazısında ne var?” diye burayı da tercüme ettiriyor. CHP lideri Baykal ve Aydın Doğan medyası ise “Türkçe tercümesi var” diye kıyameti koparıyor.
***
Deniz Feneri e.V. davası, Almanya’da Türkiye’nin AB ile olan ilişkilerini dinamitlemek amacıyla kullanılıyor. Eski Başbakan Gerhard Schröder döneminde, Türkiye’nin AB’ye üyeliğinde lokomotiflik görevini üstlenen Almanya, Merkel’in yönetimi devralması ile birlikte takoz görevi yapmaya başladı.
Türkiye’de yargıya hiç bir şekilde inanmayan CHP ve Aydın Doğan medyası, Alman mahkemesinin verdiği kararları, "üzerinde tartışma kabul etmez gerçekler" olarak bu topluma kabul ettirmeye çalışıyor.
Doğan Medyası, Alman dostluğuna zarar gelmemesi için, geçtiğimiz yıl Şubat ayında Ludwigshafen kentinde biri hamile 9 Türk’ün yanarak öldüğü kundaklama olayını, sıradan adi bir yangın gibi verdi. Bu zihniyet, kundaklama olayını, bütün dünyanın gözü önünde kapatan Alman yargısının kararını eleştirmeye bile cesaret edemedi.
Doğan Medyası ve yandaşları, bu utanç verici Alman yargısının kararına inandı ve insanları inandırmaya çalıştı. Dahası, Türk yargısına Alman ağzı ile suçlamalarda bulundu.
***
Şimdi tekrar en başa dönüp bir noktanın altını çizeceğim. Kanal 7 yönetimine “yardımları iç etti” diye isnat edilen rakam ne kadardı? 8 milyon Euro. Aydın Doğan’ın suçlandığı rakamlar hakkında geçtiğimiz haftalarda arkadaşlarımız Haber 7’de bir derleme yapmışlardı. Bu dosyaların neler olduğunun detayını okuyabilirsiniz.
10 Mayıs 2007’de, Aydın Doğan’ın sahibi olduğu Petrol Ofisi hakkında 1.2 milyar liralık ceza kesildi. (28 dağıtım şirketine kesilen cezalar söz konusu idi.) Aydın Doğan, Maliye ile uzlaşmaya gitti ve 1.2 milyarlık ceza rakamını 275 milyon liraya indirdi. Devletin alacağı 975 milyon lirayı cebinde tutu. Daha doğru ifade ile devletten kaçırmış oldu.
Şimdi soruyorum size. Petrol Ofisi, bu olayda suçlu olmasa idi Aydın Doğan para ödeme yoluna gider mi idi? Ben size söyleyeyim tek kuruş ödemeyi kabul etmez, yargı çevresinde "her biri birer aslan" olarak bilinen hukukçuları ile toplu hücuma geçerdi.
Bu yazı çok uzun oldu biliyorum. Ama bir noktayı daha vurgulamak istiyorum.
Deniz Feneri e.V. davasında Alman yargıçları ile Aydın Doğan medyası kolkola verip yayınlar yaptılar. “Bu derneğe yardım yapanlar, yargıya şikayette bulunsun” dediler. Bu kampanyaya Doğan’ın gazeteleri, televizyonları yetmedi Alman medyası da buna öncülük etti.
Bütün buna rağmen, bugüne kadar bir tek kişi bile suç duyurusunda bulunmadı.
|
7 Mayıs 2009 Perşembe |
(Ünal TANIK / Haber 7)
.
Üç bölge, üç tehlike, Türkiye'nin üç tercihi
|
Ergenekon operasyonları ve tartışmaları, PKK saldırıları, düğün katliamı gibi son günlerde Türkiye kamuoyuna göz açtırmayan gelişmelerden kafamızı kaldırıp biraz çevremize baksak çok iyi olacak. Sadece, gerçeklerden çok spekülasyonların yönlendirici olduğu, domuz gribi değil, Türkiye için can alıcı gelişmeler oluyor çevremizde. Şimdilerde biraz sakin, kontrollü ve siyasi alanda seyrediyor gibi görünen bu gelişmeler, çok yakında kontrol sınırlarını aşabilecek, dış politikada etkili olan olumlu havayı bir anda tersine çevirecek güce sahip.
Öncelikle söylemeliyiz; Türkiye'nin gelecek yılları için büyük umutlar besliyoruz. Bu bir hayal değil, birilerinin rol tayin etmesiyle, yeşil ışık yakmasıyla sınırlı bir şey de değil. İçerideki zihinsel ambargo kırıldıkça dışarıda genişleme hissediliyor ve bu sadece bizim değil, bütün dünyanın dikkatini çekiyor. İçeride geri dönüş ya da dışarıda başarılı adımların Türkiye'nin inisiyatifinin ötesinde faktörlerden kaynaklanarak boşa çıkması son derece tehlikeli gelişmeleri bize taşıyacaktır. Gerçekten de rüzgarın tersine dönmesi tahminlerden çok daha kolay ve hızlı olabilecektir.
İşte bu tehlikeli gelişmeler dünyanın üç noktasında öne çıkıyor. Bu üç bölge, önümüzdeki dönemin çatışma alanları olacak gibi. Türkiye, üç bölgede de etkin bir güç olmaya çalışıyor. Yani üç çatışma bölgesinin de tam merkezinde yer alıyor.
1- Orta-Doğu Afrika hattı: Somali, Sudan, Eritre, Etiyopya bölgesi. ABD ve hemen bütün Batılı güçlerin, Asyalı güçlerin yığınak yaptığı, ekonomik, jeopolitik çatışma alanı olarak öne çıkan bir bölge. Suveyş, Kızıldeniz, Hint Okyanusu'na açılan bölge. Orta Afrika enerji projeleri için her ülkenin güçlü olmak istediği bölge. Şimdilik korsanlar ve Somali'deki istikrarsızlıkla gündemde. Ama çok yakında çatışmaların bölgesel düzeye yayılması kuvvetle muhtemel. Türkiye, Afrika açılımını buradan yapıyor, bölge güvenliği ile ilgili önemli roller üsleniyor. Yani gelişmelerin tam merkezinde.
2- Afganistan-Pakistan hattı. Pakistan'da bugün bir nevi iç savaş var. Taliban gerekçesiyle ABD bu ülkeyi istikrarsızlaştırdı. Yakın gelecekte ülkenin kuzey bölgelerine geniş çaplı askeri harekatlar yapılacak gibi. Durum böyle devam ederse Pakistan'ın iç savaşa sürüklenmesi muhtemel. Nükleer silahları nedeniyle Batı'nın kontrol altına almak isteyeceği Pakistan ile Afganistan'ın kaderi birleşebilir. NATO Afganistan'a büyük bir operasyona hazırlanıyor. Hemen her gün katliam boyutlarına varan sivil can kayıpları yaşanıyor. Daha birkaç gün önce Ferah bölgesinde, çatışmalardan kaçan siviller bombalandı ve çoğu kadın ve çocuk yüz kişi hayatını kaybetti. Bölge halkı parçalanmış cesetleri getirip vilayet binasının önüne bıraktı. Çok yoğun bir öfke var. Ve bu öfke NATO'ya karşı. Türkiye burada da merkezde yer alıyor. Hem bölgede hem bölgeye dışarıdan müdahale eden ülkeler arasında.
3- Üçüncü bölge Kafkaslar: Buradaki durumu "yakın tehlike" olarak değerlendirmek zorundayız. Rusya-Gürcistan savaşından sonra Kafkaslarda tansiyon hızla yükseliyor. Türkiye-Ermenistan yakınlaşması, Ankara-Bakü arasındaki olumsuz hava, Ermenistan sınır kapısının açılması, Gürcistan'ın istikrarsızlığa sürüklenmesi gibi Kafkasların üç ülkesi üzerinde şiddetli bir rekabet söz konusu. ABD-Rusya, NATO-Rusya arasındaki Kafkas kavgası üç ülkeyi de istikrarsızlığa sürüklüyor. Satrancın her hamlesi tansiyonu aniden tırmandırıyor. Bu şekilde devam etmesi Güney Kafkaslarda savaşa bile dönüşebilir. Türkiye özellikle Rusya ile ilişkilerinde çok dikkatli davranıyor. Burada da tansiyonu yükselten NATO. Rusya-Gürcistan savaşından sonra iki ülke askeri birimleri yeniden alarm durumuna geçti. Bir darbe önlendi. Bu sefer de dün başlatılan NATO tatbikatları krizi tetikledi.
Başbakan Tayyip Erdoğan'ın 13 Mayısta Bakü'ye, 16 Mayısta Moskova'ya yapacağı ziyaretler çok kritik önem taşıyor. Ankara Rusya ile ABD arasında yine dengeli davranacaktır. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Prag'da Azeri ve Ermeni liderlerle yapacağı görüşmeler, üçlü zirve ihtimali, Türkiye-Ermenistan Yol Haritası'nın içeriği ile ilgili somut gelişmelere zemin hazırlayacak. Ankara-Erivan-Bakü arasında işgal topraklarının iadesinin ötesinde de çıkar ortaklıkları söz konusu. Umarız Kafkaslardaki restleşme bölgesel istikrarsızlığa hatta çatışmalara neden olmadan işbirliğine dönüşebilir. Aksi takdirde Hazar çevresi, Batı-Rusya restleşmesi bölge için kötü senaryoları gündeme getirecek.
Şu an için bu üç bölgeden en hassas olanı Kafkasya. Her an patlamaya hazır. Türkiye, diğer iki bölgede olduğundan da çok burada merkezi konumda. Üç bölge ile ilgili tercihlerimiz, isabetli olduğu oranda, dengeli olduğu oranda Türkiye'nin önünü açacaktır. Küçük bir hesap hatası, sadece o bölgelere değil, Türkiye'ye de ağır bedeller ödetebilir. Önümüzde üç kritik sınav var. Bu üç sınav tahminlerimizin çok ötesinde bu ülkenin geleceği üzerinde belirleyici rol oynayacak. Bence hafife almayın…
|
7 Mayıs 2009 Perşembe |
(Y.Şafak, İbrahim Karagöl)
..
PKK-DTP Kürtleri dönüştürüyor, yozlaştırıyor
|
Kürtlerle Türklerin beraberliği 12 asrı buluyor. Bu dönem içinde ciddi herhangi bir problem yaşamaksızın, hep iç içe ve dostça, kardeşçe yaşana-gelmiş. Bu birlikteliğin en önemli mayası, harcı İslam ve İslam’dan kaynaklanan ortak kültür olmuş. Müslümanlıktan kaynaklanan, cesaret, hamiyet, misafirperverlik Kürtlerin en mümeyyiz, ayırıcı vasfı olmuştur. Kürtler PKK denilen Marksist, ateist, şovenist terör örgütü ortaya çıkana kadar bu özelliklerini özenle korumuşlardır. Ancak Marksist örgüt PKK, Kürtleri giderek İslam’dan ve kadim Kürt kültür ve geleneklerinden uzaklaştırmaktadır. Kürtçülük adına yapılan propagandalar yeni nesilleri vandal bir ırkçılığa sürüklemekte, binlerce yıllık akrabaları-dostları olan Türklere ve Araplara düşman haline getirmektedir. Bu gün PKK ve onun siyasi yüzü DTP, özellikle 1980 sonrası yetişen gençleri, İslam’dan ve ahlaki değerlerden koparmakta; Kürtlerin yaşadığı mağduriyetleri malzeme yaparak; gençleri husumetlerden beslenen, şiddete yönelen, sloganlarla konuşan “öfkeli yığınlar” haline getirmektedir. Artık Güneydoğu’da ağırbaşlı, vakur, mütevazı, geleneksel doğu kültürünün temel özelliklerini taşıyan insanlar orta yaş ve üzerinde kalmıştır.
Kürtler arasında ciddi bir dönüşüm ve değişim yaşanmaktadır. Bölgede 30 yaş altı, özellikle 20 yaş altı gençler PKK ve DTP’nin oluşturduğu “aşırı politik”, “gerilimli”, “militanlaştırıcı” bir atmosferde yetişmektedirler. Devletin yaptığı hatalar, faili meçhuller, köy yakmalar-boşaltmalar, dil ve kültüre gelen yasaklamalar, güvenlik güçlerinin uyguladığı şiddet, bazı memurların ayrımcı yaklaşımları, Kürtleri ötekileştirici tavırlar DTP ve PKK tarafından sürekli işlenmekte; protest, tepkili bir nesil ortaya çıkarılmaktadır.
İttihatçılar ve Basçılar 20. yüzyılda Osmanlı coğrafyasında yaşayan Müslüman milletleri bölme, ayrıştırma, düşman etme konusunda, batılılar hesabına önemli bir misyon eda etti. Son dönemde Kürtçü hareketler üzerinden bölgede yeni husumetler, çatışmalar, ayrıştırmalar yapılmaya çalışılmaktadır. İttihatçıların varisi ulusalcılar ve Kürtçüler, güçlenen Türkiye’yi dize getirmek için piyasaya sürülmüştür. Her iki tarafı kontrol eden derin yapılar gerilimli ortamlar için şoven duyguları beslemektedirler. Kürtlere yaşatılan iradi ve planlı mağduriyetler hedeflenen gerilimin manivelası olmuştur.
PKK-DTP bu gün Türkiye’nin önünü kesmenin yanında Kürtleri dönüştürmek, İslam’dan uzaklaştırmak maksatlı kullanılmaktadır. Bu durum, ülke ve Kürtler için ciddi bir tehlikedir. Devletin bölgeye gönderdiği formasyondan mahrum, bölge halkından kopuk memurlar “dışlanmışlık” psikolojisini pekiştirmektedir. Devletin okulları bölgede PKK ve DTP’ye sempatizan üreten müesseseler haline gelmiştir. Gençler kapalı devre bir atmosfer içinde Kürtçülükten başka yol bulamamaktadır. Bölge dışında, gettolar dışında yaşayan Kürtler olaylara daha makul ve mantıklı bakabilmektedirler.
Kürt toplumunun temel özelliklerini üzerinde taşımayan, “İslami değerlere hasım”, “Marksist”, “güdümlü” bir parti olan DTP son seçimlerde Güneydoğu’da, %60-70’lere varan oylar almıştır. DTP’ye yönelen oylar AKP’nin yanlış uygulamalarına, isabetsiz adaylara bir tepki ise anlaşılabilir. Ama o bölgedeki vatandaşlarımız böyle bir partiye iradi ve herhangi bir baskı altında kalmaksızın oy verdilerse; ortada bir akıl tutulması, basiret kıtlığı bulunduğunu söyleyeceğim.
Kürtler elbette dillerini konuşmalılar, kültürlerini, varlıklarını devam ettirmeliler. Ama bunun PKK gibi derin devlet eliyle kurulmuş, ecnebi odakların malzemesi haline gelmiş hareketlerle olmayacağını görmeliler. Kürtler, Kürtleri asit kuyularına atarak imha eden, faili meçhulleri işleyen Ergenekon’la aynı el tarafından idare edilen Marksist, ateist, İslam’dan kopuk bir terör örgütüyle haklarını alacaklarını düşünüyorlarsa büyük bir yanılgı içindeler.
Bazı Kürtler son bir asırda yaşadıkları sıkıntıların, zulümlerin mahrumiyetlerin faturasını da Türklere yükleyerek DTP ve onu kullananların yapmaya çalıştığı ayrıştırma politikalarına malzeme olmamalılar. Kürtler bilmeliler ki, son 2 asırda Türkler devlet ve sistem üzerinde etkili değiller. Kürtler kadar olmasa da, Türkler de birçok mahrumiyetler yaşadı, dilleriyle, dinleriyle oynandı, müzikleri yasaklandı, tek parti döneminde idamlarla, sürgünlerle, zulümlerle karşılaştılar. Batı tarzı hayat bütün ülkeye dikte edildi. Ama Kürtler tabelalarda “Türk” ifadesini gördükleri için yaşadıklarını Türklere mal ediyor olabilir. Bazı karanlık örgütlerin “Türkçülük” adına yaptıkları ve bunların PKK-DTP tarafından köpürtülmesi Kürt kardeşlerimizin Türklere karşı husumetini artırıyor olabilir. Kürtler şundan emin olmalılar ki, bu ülkede Türklerin sadece adı vardır.
Kürtlere en büyük kötülüğü, asimilasyonu, dönüştürmeyi, ötekileştirmeyi PKK ve DTP yapmaktadır. Kürtler dillerini, kültürlerini, haklarını koruyacak daha makul, yapıcı, siyasi ve gayrı siyasi hareketler çıkarmalılar. DTP ve PKK Kürtleri temsil edemez etmemeli. Kürtler daha kendilerinden liderler, öncüler bulmalılar, PKK eliyle yürütülen dinsizleştirmeden, dönüştürmeden bir an önce kurtulmalılar. Eğer devlet ve akil Kürtler tarafından acil tedbirler almazsa birkaç nesil sonrasının Kürtleri tanınmaz hale gelebilir. Toplumun diğer kesimleriyle ortak paydalar, uzlaşma alanları tükenebilir.
(Bazı) Kürtler “Kürt milli hareketi” olarak güdükleri PKK’nın, serok, başbuğ belledikleri Apo’nun; ölüm-asit kuyuları oluşturan Ergenekonla aynı yapının farklı Uçları olduğunu anladıklarında çok geç olabilir.
(Bazı) Kürtler yarın büyük hayal kırıklığına uğrayacaklar!.. Aldatılmışlık, kullanılmışlık duygusunu sonuna kadar yaşayacaklar!..
PKK ve DTP Kürtleri hızla dönüştürüyor, hem kardeşlerinden, ülkelerinden; hem de kendilerinden uzaklaştırıyor. Ufak tefek sorgulamalar olmasına rağmen Kürt entelektüellerden cesur çıkışlar, basiretli önderlikler göremiyoruz.
|
30 Nisan 2009 Perşembe |
(Aktif Haber, Yusuf Gezigi)
.
PEMBE HAYALLERİ KAPILMAYALIM
|
Hiç kimse gaflet etmesin, pembe hayallere kapılmasın. Bugünkü ortamda, bugünkü şartlar altında işler ve ortalık düzelmez. İlânihâye (sonuna kadar) hiç mi düzelmez? Hayır, büyük sarsıntılar, büyük yıkımlar, akıllara durgunluk veren değişimler olduktan sonra düzelir. O da bir müddet için...
Türkiye niçin bugünkü bozuk hale gelmiştir? Bu soruya herkes kendi inancına, düşüncesine, hayat felsefesine, ideolojisine göre cevap verir. Cevaplar birbirini tutmaz.
"Türkiye'nin neresi bozukmuş. Bunları nereden çıkartıyorsun. Herşey güllük gülistanlık, herşey düzgündür..." diye itiraz eden olursa ona akıl sağlığı dilerim.
Benim açıklamam şöyledir:
Ülkeler ve kavimler ikiye ayrılır. Birincisi iman etmiş, gerçekten Müslüman olmuşlar (Gerçek dedim, çünkü zahiren müslüman göründüğü halde iman etmemiş, imanı boğazından aşağıya inmemişler de vardır). İkincisi: Gayr-i Müslimler.
Müslüman kavimlerle (toplumlarla), Müslüman olmayanların batışları ve çöküşleri bir olmaz. Arada farklılık vardır.
Müslüman bir toplum, Allah ile ezelde yapmış olduğu ahd ve misaka, bu ahd ve misakın ayrılmaz parçası olan Resulullah'a olan biatına hıyanet ederse, açıkça isyan ederse onun iflah olması mümkün değildir. Bu sebepten batacaktır.
Türkiye asırlar boyunca Tevhid bayrağını şanla şerefle dalgalandırmış, i'lâ-i kelimetullah yapmış bir kavmin vatanıdır. Yakın tarihimizde İslâm'a, imana, Kur'ân'a, Sünnet'e, hikmete ahkâm-ı şer'iyeye ve ahlâk-ı islâmiyeye aykırı nice kötülükler ve yenilikler yapılmıştır. İslâm dünyasındaki büyük kötülükler ya Türkiye'den, yahut Mısır'dan çıkmıştır. Bunlar batış, izmihlal, yıkılış sebepleridir. Çünkü büyük isyândır.
Kötülükler artacaktır... İşler bozula bozula Türkiye (ve dünya) menziline gidecektir... Fitne ve fesat artacaktır... Şirk, küfür, isyan, tuğyan, kebair, fısk ve fücur, hayâsızlık azalmayacak, çoğalacaktır. Çünkü Türkiye Müslümanları yeterli derecede emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmamaktadır. Haram yemek almış yürümüştür. Adaletsizlik yaygın hale gelmiştir. İslâm kadın ve kızlarının önemli bir kısmı erdemli, iffetli, ahlâklı, hayâlı bir hayat sürmemektedir. Para put haline gelmiştir. Şeâir-i İslâmiye ayaklar altına alınmıştır. Azgınlık toplumu sarmıştır. Ribanın girmediği yer kalmamıştır. Böyle bir İslâm toplumu ayakta kalamaz.
Her gelen gün geçen günü arata arata durum kötüleşecektir. Hazretü'l-hazerat muhteremlerin muhteremi Kuşkonmaz efendi hazretleri bizi kurtarırmış... Böyle safsatalara inanmayın, aldanmayın. Bizi ancak Allah kurtarır. O kurtuluşa nail olmak için de Allah'a ve Resulüne hakkıyla itaat etmemiz gerekir. Allah'a, Resûlüne, Kur'ân'a, Sünnet'e, Şeriat'a ihanet edeceksin ve sonra Kuşkonmaz Efendi seni kurtaracak. İslâm'da böyle hurafelerin yeri yoktur.
Kurtuluş nasıl olur? İtikadını tashih edersin, yani Kur'ân'a, Sünnet'e, din ulularının öğretilerine uygun bir inanç sahibi olursun... Namazı dosdoğru kılarsın... Cemaate müdavim olursun... İlme, irfana, hikmete, takvaya, ihlasa sarılırsın... Para putperestliğinden ateşten kaçtığın gibi kaçarsın... Müslüman kardeşlerinin kurdu değil, meleği olursun... Allah ve din yolunda bütün gayretinle çalışırsın... Zekatı dosdoğru, verilmesi gereken gerçek şahıslara (tüzelkişilere değil) verirsin... Ümmet şuuruna sahip olursun... Onlar kadar olamasan da, Ashabı ve sâlih selefleri kendine örnek alır, onlara benzemeye çalışırsın... İşte kurtuluş böyle olur. Ben Müslümanım diyeceksin, sonra İslâm'ın yasaklamış olduğu her kötülüğü işleyeceksin ve kurtulacaksın. Olmaz böyle şey.
İleride işler çok bozulacaktır. Ortadoğu'da ve dünyanın başka yerlerinde korkunç savaşlar olabilir... Büyük depremler... Korkunç salgın hastalıklar... İklim değişiklikleri... Kütlevî göçler... İktisadî ve ticarî krizler... Anarşi ve kaos...
Nükleer silahlar kullanılabilir... Savaşa giden 100 kişinin ancak biri sağ kalır...
Gökten öldürücü radyasyon yağar... Rüzgarlar, bulutlar, yağmur radyasyon taşır...
Bütün bu hercümerc içinde Müslümanların başına Ehl-i Beyt'ten çok mübarek ve erdemli bir şahıs geçer. Harpler darpler olur. Akıl almaz hadiseler görülür. Deccallar yere serilir.
Ondan sonra yaralar sarılır, dünya bir müddet için gerçek barışa kavuşur.
Bedava ve kolay kurtuluş olmaz.
Dehşetli imtihanlara hazır olalım. Kuyruklarımıza bağlı kabakların iplerini çözelim.
Böyle bir devirde hafifü'l-haz olmak gerekir.
VELÎ SULTAN NUREDDİN
TARİHÇİ İbnü'l-Esir, on ikinci asırda yaşamış örnek bir Müslüman hükümdar olan Nureddin Zengî için şöyle diyor: "Geçmiş zamanlarda yaşayıp hüküm sürmüş hükümdarların hayat hikayelerini inceledim ve Hulefâ-i Râşidîn hariç, Nureddin kadar erdemlisine ve âdiline rastlamadım."
Bu âdil hükümdar zamanında Kudüs ve o bölgedeki nice İslâm toprağı Haçlıların elindeydi. Ehl-i salib seferleri esnasında Ortadoğu maalesef paramparçaydı, bir yığın küçük İslâm devleti vardı. Bunların hükümdarlarının bir kısmı kendi şahsî menfaatleri ve emelleri için İslâm'ı ve Müslümanları satmışlardı. İslâm âlemi entrika içindeydi. Nureddin o günlerin bir veli sultanıdır.
İbnü'l-Esir anlatır: "Nureddin'in karısı, geçimini ve ihtiyaçlarını sağlayacak kadar geliri ve parası olmadığından yakınmıştı. Sultan ona Humus'ta kendi mülkü olan ve yılda yaklaşık yirmi dinar gelir getiren üç dükkanı vermişti. Kadın, bu yetmez deyince, Nureddin ona şöyle demişti: "Benim bundan başka malım yoktur. Elimin altındaki paraya gelince: Ben Müslümanların hazinedarından başka bir kimse değilim. Senin yüzünden onlara ihanet etmeye, ya da Cehennem ateşinde yanmaya hiç niyetim yoktur!.."
Nureddin'in ahlâkı ve erdemi Müslüman halkın hoşuna gidiyor, lakin birtakım yiyicilerin, sömürücülerin, zalimlerin, mütegallibenin hiç işine gelmiyordu.
Nureddin halkı ezen vergileri kaldırıyordu.
Nureddin halkın ve idarecilerin namaz kılması, diğer ibadetleri eda etmesi, günahlardan kaçınması hususunda emirler vermekte ve bizzat kendisi örnek olmaktaydı.
Nureddin içki içmezdi ve alkollü içkileri yasaklamıştı.
O, pahalı, müzeyyen, şatafatlı, lüks elbiseleri atmış, kaba kumaşlara bürünmüştü.
Nureddin ulema, hükema ve meşayih ile görüşür ve sohbet ederdi.
Nureddin Ehl-i Sünnet ve Cemaate çok önem verirdi.
Nureddin savaştan önce "Ey benim Rabbim!.. Zaferi ben aciz kuluna değil İslâm'a nasib et. Ben Nureddin köpeği kim ki, zafer hakketsin..." diye dua ederdi.
Dindar halk onun bu halini çok beğenir ve kendisini yürekten severken, güçlüler ve zorbalar onu riyakarlıkla suçluyorlardı.
Müslümanları, Haçlıları ezecek, Kudüs'ü geri alacak ve Tevhid bayrağını dalgalandıracak hale Nureddin getirmiştir. Kudüs'ü onun sağ kolu olan Selahaddin Eyyubî feth etmiştir.
Biz onbeşinci hicrî asrın Müslümanları geçmiş asırlarda yaşamış İslâm büyüklerinin hayatlarını, menkabelerini, erdemlerini öğrenip onları taklit etmekle yükümlüyüz.
İslâm dünyası dindar, ahlâklı, faziletli, yüksek karakterli mürüvvetli, takvalı, ihlaslı devlet başkanları ve idarecilerle yükselir.
Türkiye laik bir cumhuriyettir, bir İslâm devleti değildir, onu bir tarafa bırakalım, İslâmî idareye sahip olduğu iddia edilen bazı devletler ve ülkelere bakalım. Manzarayı iç açıcı buluyor musunuz?
Herkes Ebûbekir, herkes Ömer, herkes Abdülaziz bin Ömer, herkes Nureddin Zengi, herkes Selahaddin Eyyubî, herkes Şeyh Şâmil, herkes Emîr Abdülkadir olamaz ama her Müslüman onlardan ibret alarak, onları örnek kabul ederek kendisini islah edebilir, nefsiyle büyük cihad yapabilir.
Tekrarlamakta yarar var:
Nureddin, nefsine köpek diyormuş...
Nureddin, karısının istediği parayı verememiş, vermemiş. Ben beytülmal-i müslimîne ihanet edemem, Cehennemde yanamam demiş.
Nureddin gerçek ve samimî dindarmış, devletin hazinesini soymamış, haram yememiş; lüks, israf ve debdebe içinde yaşamamış.
Nureddin'in şahsî malı ve serveti yetersiz olduğu için karısına yeterli para ve gelir temin edememiş.
Nureddin yaşamış, ölmüş, adı temiz kalmış, kendisine hayır dualar ederiz, rahmet olsun ona |
30 Nisan 2009 Perşembe |
(Milli Gazete, Şevket Eygi)
.
ORAKOĞLU İLE ERGENEKON ÜZERİNE
|
Eski Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Bülent Orakoğlu, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı yapmış Süleyman Demirel'in bu odakları bilmemesinin mümkün olmadığını belirtti.
Orakoğlu, Demirel'in Ergenekon ile ilgili "Bu operasyonları fazla büyütmemek lazım. Devleti sarsar, yaralar" açıklamasını hatırlattı.
Eski Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Bülent Orakoğlu, 1997 yılında Ergenekon'un PKK'yı yöneten ayağına ulaştıklarını, işin üzerine gitmeye kalkınca da görevden uzaklaştırıldıklarını söyledi.
Bursa Cezaevi'nde yatan ve örgütün cezaevleri sorumlusu Sabri Ok'un Abdullah Öcalan ile yaptığı telefon konuşmalarını dinlediklerini dile getiren Orakoğlu, 28 Şubat sürecinde ilk defa siyasi iradenin ve MGK'nın dışında 28 Şubat'ın önünü açan cunta ekibinin Avrupa'ya giderek PKK'nın yetkilileriyle görüştüğünü açıkladı.
KCK operasyonunu çok önemsediğini vurgulayan Orakoğlu, Ergenekon'un PKK ayağının ortaya çıkacağına dikkat çekti.
Bülent Orakoğlu'nun ismi özellikle Refahyol hükümetinin ardından patlak veren 'köstebek' skandalıyla duyulmuştu. 'Devletin gizli belgelerini almakla' suçlanan Orakoğlu, askeri mahkemece tutuklanıp 56 gün hapis yatmıştı.
CİHAN'a konuşan Orakoğlu, Ergenekon-PKK ilişkisi üzerine çarpıcı açıklamalarda bulundu.
Operasyonların bir bütünün parçaları olarak değerlendirmesi gerektiğinin altını çizen Orakoğlu, devletin karar verici mekanizmalarının çok ciddi anlamda bu ülkede huzursuzluk ve kaos yaratan odaklara karşı savaş başlattığını vurguladı.
Susurluk Komisyonu'na Veli Küçük'ün çağrılmasına rağmen gelmediğini hatırlatan Orakoğlu, bugün Genelkurmay Başkanı'nın savcılara ifade verdiğini söyledi.
KCK operasyonunun DTP içindeki PKK unsurlarına yönelik yapılmış gibi gözüktüğünü belirten Orakoğlu, "Ama Abdullah Öcalan sonrası bir takım isimler Karayılan, Bayık, Sabri Ok gibi isimler ortaya çıkıyor. 1997 yılında Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı döneminde, o zaman Bursa Cezaevi'nde yatan ve örgütün cezaevleri sorumlusu Sabri Ok ile Abdullah Öcalan arasında yapılan konuşmaları tespit etmiştik. Emniyet İstihbaratı 1997 yılında Ergenekon'un PKK'yı yöneten ayağına ulaşmıştı. Türk Silahlı Kuvvetleri içine sızmış, önemli görevlerde bulunan bir grubun, PKK'nın Avrupa sorumlularıyla gidip görüşme yaptığını ve bu görüşmelerde federasyon gibi, köy koruculuğunun kaldırılması gibi bir takım istekleri konuştuklarını; hatta artık bundan sonra PKK'nın Türkiye üzerinde bir Kürt devleti kurma tasarrufundan vazgeçtiği gibi önemli konular konuşuldu." diye konuştu.
Bülent Orakoğlu, "Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni idare eden veya çeşitli dönemlerde başbakan olan kişiler, bu ülkede iyi niyetle, kanı durdurmak amacıyla bu örgütle aracılar kullanarak temasa geçtiler. Biz de şöyle birşey var; 'güçlü devletler teröristlerle muhatap olmaz' denir ama el altından böyle görüşmeler oldu. Bunlar tarihin sayfalarında yerlerini aldı. Ama ilk defa 28 Şubat sürecinde siyasi iradenin ve MGK'nın dışında 28 Şubatı azmeden cunta ekibi, Avrupa'ya giderek PKK'nın yetkilileriyle görüştü. Bu bir ihanettir, suçtur." dedi.
"Baktığınız zaman bu, Ergenekon'un PKK ayağını yöneten beyin takımına ulaşmak demektir. Biz bunu o zaman Sabri Ok ile Abdullah Öcalan arasında yapılan konuşmaları dinledik ve bu konuşmalardan bu sonuçları çıkardık." diyen Orakoğlu, "Zaten Emniyet İstihbarat'ın üzerine operasyon yapılmasının 2 nedeni vardır: Bir tanesi Emniyet İstihbaratı'nın o dönem Batı Çalışma Grubu'nun darbe belgesini bulmuş olmasıdır. İkincisi ise bu PKK ayağını deşifre etmiş olmasıdır. Bu bakımdan ben KCK operasyonunu önemsiyorum. Aracılık işlerini Selim Okçuoğlu adlı HADEP yönetim kurulu üyesi avukat bir kişi yürütüyordu. Görevden alınmadan bir hafta 10 gün önce Hanefi Avcı ile durum değerlendirmesi yaptık. Bu şahsı alma kararı almıştık. Bu işin üzerine gidecektik ama biz görevden uzaklaştırıldık o süreç içerisinde." şeklinde konuştu.
"DEVRİMCİ KARARGAH PKK'NIN TAŞERONUDUR"
Türkiye'nin bugüne kadar darbelerle yüzleşme cesaretini gösteremediğini dile getiren Orakoğlu, ilk defa Türkiye'yi darbeye götüren ve darbe şartlarına zemin hazırlayan hem asker içinde kurulmuş hem de askerlerle birlikte çalışan, darbe şartlarını hazırlayan sivil unsurların ortaya çıktığını belirtti.
Devrimci Karargah örgütünün de bu amaçla kurulduğuna dikkat çeken Orakoğlu, bu örgütün PKK ile ciddi bir işbirliği içinde olduğunu kaydetti.
Devrimci Karargah'ın PKK'yı savunduğunu anlatan Orakoğlu, "Terör örgütünün taşeronu diyebiliriz. Bu örgütün kullandığı bubi tuzağı ile Dalan'ın arazisinde ele geçirilen bubi tuzaklarının aynı olduğu iddiası var." diye konuştu.
Ergenekon'un her dalgası sonrası işi sulandırmak isteyen çevrelerin bulunduğunu ifade eden Orakoğlu, operasyonun yok sayılarak Atatürkçülüğe, çağdaşlığa yönelik yapıldığı izlenimin verilmeye çalışıldığını vurguladı.
Bu yapılanmanın devletin içinde bulunup da deşifre edilemeyen unsurlarının hem bulundukları makamı hem de yetkilerini örgüt lehine kullanabileceklerine dikkat çeken Orakoğlu, "Ergenekon, analizci ve uzmanların tahminleri dışında gelişti. Kimse bu kadar mesafe alınacağını ummuyordu. Bu şöyle gelişti; Ergenekon yapılanması içindeki çözülme çok önemli. Cezaevinde veya bağlantılı olan dışarıda bulunan bir takım insanların gizli tanık olma ihtimalini de gündeme getirdi. Bunun olmaması için Ergenekon'un dışarıda bulunan elemanları çok ciddi psikolojik harekat uyguluyorlar. Ergenekon soruşturmasını bekleyen bana göre en büyük tehlike; kamu kurum içerisinde deşifre olmamışların yetkilerini bu yapılanma lehine kullanabilmeleri. Yapılan operasyonlarda az delillerle bu tür olayları Ergenekon davası içine almak, bu operasyonu hantallaştırabilir. O bakımdan ayrı ayrı operasyonlar yapılıyor." şeklinde konuştu.
Darbeler döneminde hep insanların "İhtilal öncesi kan gövdeyi götürüyordu. Siyasi cinayetler işleniyordu. İktidar değişince neden bıçak gibi kesildi?" sorusunu sorduğunu hatırlatan Orakoğlu, bunun cevabını Ergenekon soruşturmasıyla öğrenmeye başladıklarını söyledi.
DEMİREL'İN BU YAPILANMADAN HABERSİZ OLMASI İMKANSIZ
Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı yapmış Süleyman Demirel'in bu odakları bilmemesinin mümkün olmadığını vurgulayan Orakoğlu, Demirel'in Ergenekon ile ilgili "Bu operasyonları fazla büyütmemek lazım. Devleti sarsar, yaralar." açıklamasını hatırlattı.
Demirel ve onun gibi düşünenlerin demokrasi karşıtları olduğunu savunan Orakoğlu, bu kişilerin "Biz olmasaydık, bu ülkede çok ciddi olaylar olabilirdi." iddiasını ortaya attıklarını ancak bunun tam tersi olduğunu savundu.
Batı Çalışma Grubu belgesini alan Demirel'in bunu siyasi çıkarları için kullandığını ileri süren Orakoğlu, belgeyi darbecilere vermesiyle Emniyet İstihbarat üzerinde operasyon yapıldığını kaydetti.
28 Şubat döneminde gerekli önlem alınması halinde mağduriyetlerin önlenebileceğini aktaran Orakoğlu, "O dönem devleti idare eden mekanizma, karar verici mekanizmaların bırakın bu yapılanmayı çıkarmayı; dışarı çıkarmaya çalışanların aleyhine bir takım kumpaslar veya birtakım tuzaklar kurduklarını görüyoruz." dedi.
"MESUT YILMAZ BİR CUNTA GRUBUNUN ATAMASI İLE BAŞBAKAN OLDU"
Mesut Yılmaz'ın bir cunta grubun atamasıyla Başbakan olduğunu dile getiren Orakoğlu, bu operasyonların kimin demokrat, kimin demokrat olmadığını, kimin siyasi parti lideri olup olmadığını çok açık gösterdiğini belirtti.
28 Şubat döneminde yargının çok ciddi anlamda cunta ekibi tarafından siyasallaştırılmak istendiğini anlatan Orakoğlu, onun sancılarının bugünkü operasyonlarda yargıda çok açık bir şekilde görüldüğünü vurguladı.
28 Şubat'ın Türkiye'ye inanılmaz zararlar verdiğine dikkat çeken Orakoğlu, sözlerini şöyle sürdürdü: "Milli savunma refleksleri kırıldı. Darbeler yapılınca o iş bitiyordu. 28 Şubat döneminde darbe tam yapılamadığından dolayı bu süreç uzadı. Şu anki süreç o dönemin devamının da olduğunu söyleyebiliriz. Bu süreçte Emniyet İstihbarat ve Türkiye'nin istihbarat birimleri, bu darbelere karşı nasıl savaşacaklarını biraz öğrendiler. En büyük faydası bu ülkeye o oldu."
"BU SİLAHLARLA MİTİNG ALANINI CEHENNEME ÇEVİRİRSİNİZ"
Bu ülkede huzur, rahatlık içerisinde yaşamak isteyenler yatıp kalkıp bu operasyonları yapanlara dua etmesi gerektiğini vurgulayan Orakoğlu, "Bu silahlarla ne yapılabilir ki?" dendiğini hatırlatarak "Bu silahlar ile miting alanını cehenneme çevirirsiniz. Biz ülkeler arası savaştan bahsetmiyoruz. Çocukça mazeretler üretiyorlar. Bu operasyon İtalya'yı geçebilir." diye konuştu.
Turhan Çömez ve Bedrettin Dalan'ın gelmesiyle operasyonun daha vahim ayaklarının çıkabileceğine işaret eden Orakoğlu, bu şahısların 'özel yakalama ekipleri' tarafından acilen yakalanması gerektiğini ifade ederek siyasi, iş dünyası ve medya ayağının eksik olduğunu söyledi.
Jitem ile ilgili iddiaların ardından Tansu Çiller'in de isminin ortaya atılmaya başlandığına dikkat çeken Orakoğlu, birilerinin Çiller'i bu olayların içine çekmeye çalıştığını savundu.
Çiller'e ait belgelerin kalorifer kazanında yakılabilecekken alenen ortada yakıldığını hatırlatan Orakoğlu, ciddi provokasyonların yaşanabileceği bir sürecin yaşandığına işaret ederek Türkiye'nin her şeye hazırlıklı olması gerektiğini belirtti. 29 Nisan 2009 11:30
|
|
29 Nisan 2009 Çarşamba |
(CİHAN)
.
Beyaz Türklere Çağrı!
|
Kara Türklerin uyanışı ve çevrilen dolapların farkına varması, epeyce bir süredir kripto ecnebileri, tabiri diğerle beyaz Türkleri rahatsız etmekteydi. Bu uyanışı durdurabilmek çevirdikleri dolapları örtbas edebilmek için, 28 Şubat sürecinden bu tarafa epeyce illüzyon, dümen-dubara denediler, ama tutmadı. Bilakis, vatandaş çevrilen numaraların künhüne, “derin”ine daha fazla vakıf olmaya başladı. Kara Türklerin gözündeki asırlık perdeler sıyrılıyor, insanımız aleyhine kurulan tuzaklara, karmaşık senaryolara uyanıyordu. Her geçen gün millet aleyhine çevrilen sofistike filmin senaristlerini, oyuncularını ve figüranlarını sobeliyordu.
Ergenekon Davası ve sonrasında ortalığa saçılanlar, karanlık ilişkiler, kompleks bağlantılar, kontra yardımlaşmalar ülkenin üzerine çöreklenmiş “derin”, “karanlık” yapının çözülmesini ve açığa çıkmasını hızlandırdı. İnsanımız asit kuyularından, ölüm çukurlarından, çıkan silahlardan, kemiklerden vs dolayı hayret içinde. Ortalama vatandaş perdenin arkasındaki kripto ecnebileri tam fark edemiyorsa da, Ergenekon denen yapının ne kadar kirli ve karanlık olduğunu fark etti. Biraz mürekkep yalamış, ülkedeki temel dengeleri bilen vatandaşlarımız ise, Ergenekon ve ona hükmeden Beyaz Türklerin, Kripto Ecnebilerin karanlık ellerini görebiliyorlar. Kamuouyu ithal, örgütlü örümceklerin en stratejik kurumlara kadar ülkeyi nasıl sardıklarının bilincine varıyor.
Kripto ecnebilerin her çeşidi (kripto Yahudiler, kripto Ermeniler ve diğer ecnebi kökenli kriptolar) kara Türkler tarafından sobelenmenin şokunu yaşıyorlar. Yüz yılı aşkın süredir milli söylemleri de kullanarak, ama millete karşı yürüttükleri projenin deşifre edilmesinin endişesini taşıyorlar. Kara Türklerin derin yapıların altından çıkan bu kripto ecnebileri merak ediyor, araştırıyor olması beyaz efendileri tedirgin ediyor, uykularını kaçırıyor. Son zamanlarda boğazdaki yalılarında, lüks rezidanslarında bile rahat değiller. Uykuları kaçıyor, üzerlerine karabasanlar çöküyor. Kurdukları her düzenin ve planın deşifre olması, kamuoyuna yansıması bunların korkularını iyice körüklüyor.
Yaşadıkları can korkusu değil! Bu milletin ne kadar merhametli olduğunun, zarar görse de Allahın verdiği bir cana kıymayacak kadar asil olduğunun farkındadırlar bunlar. Son dönemde (açık) Ermeni ve ecnebilere, papazlara, misyonerlere karşı yapılan saldırılardan dolayı böyle bir endişeye kapılmazlar. Zira bu eylemlerin, saldırıların, cinayetlerin ardında kendi derin kollarının olduğunu bilirler. Bu ülkede yüz yıldır Türk’ün sadece adının olduğunu; milleti karalayacak, töhmet altına sokacak eylemlerin ardında kimin-kimlerin olduğunu en iyi bunlar bilirler. O yüzden bunların korkusu can korkusu, zulme uğrama korkusu değil!
Peki, nedir bu beyaz efendilerin korkusu, kaygısı, endişesi?
Bunların en büyük korkusu aristokratik ayrıcalıklarını yitirmek, boğazdaki yalılarından olmak, saltanatlarını kaybetmektir. Milletin sırtından, devletin imkânlarını kullanarak kolayca para kazanma ve hortumlama yollarının tıkanmasıdır. 1980’lerden sonra başlayan, Ergenekon davasıyla zirve yapan kara Türklerin uyanışının, yüz yıllık işgallerini sonlandırmasından ve üzerinde oturdukları imkânlardan mahrum etmesinden korkmaktadırlar.
Şu sıralar acaba “bütün mal ve mülkümüze el koyarlar mı?” “Bizi bu lüks sorumsuz hayatımızdan ayırırlar mı?” diye endişeler taşımaktadırlar. Bu endişelerden dolayı epeyce bir kısmı sermayelerini, yatırımlarını yurt dışına taşımışlar ve servetlerini garanti altına almaya çalışmışlardır. Bütünüyle batıya gidip yerleşenler her geçen gün artmaktadır. Bazıları açıkça artık “bu ülkenin yaşanmaz olduğunu”, “kendilerinin kaybettiğini”, “buralardan çekip gideceklerini” medyaya bile itiraf etmişlerdir. Bazıları ise sobelenmenin, etkilerini kaybetmenin hırçınlığı ile millete, Türk insanına her türlü hakareti yapmaktadır.
Milletin kanını emerek, emeğini sömürerek beslenmeye alışmış bu yarasalar; ülkenin kaynaklarını hortumladıktan sonra kimseye hesap vermeye yanaşmayan, zaman aşımlarıyla vs paçayı kurtaran bu kripto ecnebiler, ayrıcalıklı beyaz efendiler, aynı düzenlerini devam ettirmeyi umuyorlarsa boş hayalle avunuyorlar. Millet yüz yıldır türlü plan ve numaralarla kendini sömüren, sömürdükçe semiren, semirdikçe azgınlaşan ve memleketin üzerine daha bir abanan maskeli soyguncuları, sosyete hırsızları, beyefendi görünümlü canileri çözmüştür.
Artık bu kesimlerin bu topraklarda aynı dümenleri döndürme imkânı yoktur! Bunu aklınızdan çıkarın!
Servetlerinize, yalılarınıza ve aristokratik ayrıcalıklarınıza el koymaya, hayat standardınıza müdahale etmeye gelince; eğer siz bu ülkenin ortalama vatandaşları gibi dürüst, mükellefiyetlerini yerine getiren kimseler olarak yaşama kararlılığını gösterirseniz; ülkemiz ve insanımız üzerindeki kirli emellerinizi bir yana bırakırsanız; bu ülkenin ak yürekli kara Türkleri sizi dahi bağrına basar. Dürüstçe ticaret yapmaya, para kazanmaya, olduğunuz kadar temsil edilmeye, adalet çerçevesinde yönetime katılmaya, ayrıcalıksız, her hangi bir vatandaş gibi hak ve ödevlerinizi yerine getirmeye razı olursanız, kimse sizin eskiden kazanılmış kirli paralarınızı, servetlerinizi de sorgulamaz! İhanetle memleketin sinirlerini ele geçirmeden önce dedeleriniz nasıl adalet ve hakkaniyet içinde, can ve mal güvenliği içinde bu ülkede yaşamışsa siz de yaşayabilirsiniz.
Bence yersiz endişelere salıp kendi kendinize azap etmeyin! İçinizdeki nifaktan, mürailikten, maskeli yüzlerinizden kurtulun! Ya gerçekten samimi Müslümanlar olun, sizi bağrımıza basalım! Veya Müslüman kimliği, Müslüman Türk isimleri taşımaktan ve bu kimlikleri isimleri kirletmekten vazgeçin, aslınıza dönün, kendi inançlarınıza yönelin ve bu ülkede dedeleriniz gibi rahat yaşayın. Sizin din ve inanç özgülüklerinizin teminatı biz olalım. Asırlarca Müslüman-Hristiyan-Yahudi-Ermeni-Rum vs. olarak bu topraklarda nasıl yaşamışsak, yine öyle yaşayabiliriz. Bizim geçmişimiz ve tarihimiz bu birlikteliğin en huzurlu tablolarıyla doludur.
Ama siz kurumsallaştırdığınız münafıklıkla bu ülkenin ve milletin kaderine hükmetmeye devam edebileceğinizi umuyorsanız yanılıyorsunuz. Milletin ensesinde boza pişirerek, türlü dümen dubarayla, adaletsizliklerle aristokratik ayrıcalıklarınızı koruyabileceğinizi, milleti bundan sonra da uyutabileceğinizi düşünüyorsanız aldanıyorsunuz. Ayrıca sizi Truva atı olarak bu topraklara yerleştiren, en stratejik kurumları size teslim eden, ticari ayrıcalıklarla semizlenmenize destek olan batılı dostlarınız da artık sahneden silinmektedirler. Gelecek onlar için de karanlıktır. Bundan sonra batılı hamilerinizin size destek olacak mecalinin kalacağını sanmıyorum, kendi can dertlerine düşeceklerdir.
Gelin 2 asırdır bu millete yaptıklarınızdan tövbe edin, nedamet duyun!
Ya göründüğünüz gibi olun, veya inandığınız gibi görünün! Bu aldatmacaya, münafıklığa, ihanete devam etme niyetinde iseniz, faturası ağır olabilir.
Bu millet affetmesini bilir, ama hainleri cezalandırmasını da bilir…(Yusuf Gezgin)
|
13 Nisan 2009 Pazartesi |
(aktifhaber)
.
Peygamber'siz İslâm süreci
Beşerî varoluş, zaman ve mekân boyutlarında vücûdiyet kazanır. Zaman ve mekân yaratılmıştır, dolayısıyla geçicidir. İnsan da yaratılmış olması hasebiyle geçici bir varlıktır. Ancak insan, Yaratıcı'nın ruhundan üflediği bir varlık olduğu ve Allahu Zü'l-Celâl ve'l-Cemâl'in bütün husûsiyetlerinin (isimlerinin ve sıfatlarının) mazharı yani tezahür ve tecellî ettiği "yer" olduğu için, kendisine emanetin yüklendiği mükellef bir varlıktır.
Beşer kelimesi, müjde ve müjdeci anlamları da olan bir kelimedir. Müfredât sahibi Isfahânî, insana "beşer" denmesinin sebebi olarak, hayvanların aksine, insanın derisi görünen bir varlık olması olduğunu hatırlatır. Deri, bedene işaret eder: Dolayısıyla bedenin içindeki, merkezindeki kalbi, kalpte korunan hakîkati müjdeler, haber verir.
Kalp, Hakîkat'in mekânı; beden ise kalbin ve kalple tahakkuk ettirilen hakîkatin hakikate dönüştürülmesinin imkânıdır. İnsanın kalbi ile aklı arasında kurulan irtibat, hakîkati insanda bedenleştirir. Bu işlem, insanı, Hakîkat müjdesi ve müjdecisi yapar. İnsana yüklenen emanet, Hakîkat'i tahakkuk ettirebilmesi, zamana ve mekâna yayabilmesi, Hakîkati zamanda ve mekânda tekevvün ettirebilmesi, yani vücut buldurtabilmesi ve vücut oldurtabilmesidir.
İnsanın, Hakîkati vücut buldurtabilmesi ve vücut oldurtabilmesi, ancak "kul" olabilmesiyle mümkündür. Kul, hakîkatin aynasıdır çünkü.
Beşerî varoluşun zamanda ve mekânda vücûdiyet kazanabilmesi, insanın, nisyan etmemesiyle, yani beşerin şaşmamasıyla imkân dâhiline girebilir: Yani, insanın zamana ve mekâna teslim olmaması, aksine zamanın ve mekânın hakîkate nasıl teslim olduğunu görerek, zamanı ve mekânı "teslim alabilmesiyle" mümkündür. (Zamanı ve mekânı teslim almak, zamanın ve mekânın tecessüm etmiş bir örneği olan tabiatı tahrip edecek şekilde tabiat üzerinde hâkimiyet kurmasını gerektirmez insanın. Aksine, tabiat, dolayısıyla kâinât, Allah'ın mülküdür, insanın değil. İnsan, bu mülke sahip olmaya kalkıştığı andan itibaren, bu mülke, dolayısıyla dünyaya, dolaysıyla kendi nisyanına teslim olmaktan, kendisini tanrılaştırma aymazlığına soyunarak özgürlüğünü yitirmekten kendisini kurtaramaz).
Bu dünya (kâinât, tabiat) ve içindekiler, insana emanet olarak verilmiştir. Dolayısıyla insanın, emanete hıyanet etmemesi, emaneti koruması (mümin kişi olarak, emniyeti) teminat altına alması icap eder.
İşte bunun yolu, kulluktan geçer. İnsan, kul olduğunun, yani şiarlarının şuuruna ulaşınca varlık şiire durur: Hakîkat, mekke / islâm sürecinde hayat bulur, münferit müslim şahsiyete bürünerek emaneti müdrik insan vücuda gelir; medine / iman sürecinde Hakîkat hayat olur, müşterek mümin / emaneti yerine getiren şahsiyet vücut olur, insan, kulluğunun şuuruna vararak vicdan'a kavuşur; vahyin kesildiği medeniyet / ihsan sürecinde, insan emanet ve ubudiyet / kulluk şuurunu varoluş vecdine dönüştürerek şiirleştirir.
İnsana kulluğunu hatırlatan varlık, peygamberdir. Kâinatın kıvancı, tekevvünün övüncü Peygamberimiz (sav), kulluğunun idrakinde olan yegâne varlıktır; o yüzden, Muhammed'dir; o yüzden Mahmud'dur; o yüzden, Ahmed'dir: Yani övülmüştür. İşte bu sebeple, Livâü'l-Hamd (Hamd / Övgü Bayrağı) ondadır.
Bize düşen mükellefiyet, vahyin olmadığı, kesildiği bir zaman diliminde, yani medeniyet sürecinde, Peygamberimizin tahakkuk ettirdiği kulluğu yerine getirmektir: Hilâfet mükellefiyeti.
Kul'un olmadığı bir yerde, putların zuhûr etmesi; hayatın karanlıklar, zulümler ve işkenceler hapishanesine dönüşmesi önlenemez. Foucault'nun Batı uygarlığının modernlikle birlikte geldiği aşamayı "modernlik hapishanesi" diye tarif etmesi ve bütün hayatını bu hapishaneyi tasvir etmeye vakfetmesi, herhalde oldukça anlamlı olsa gerek.
Bize her türlü puta karşı nasıl korunacağımızı öğreten yegâne Kul, Peygamberimiz'dir. Eğer, Peygamberimiz'i devre dışı bırakacak olursak, kendimizi putlara ve zulümlere teslim etmekten, zamanın ve mekânın saldırılarına maruz kalmaktan kurtaramayız.
11 Eylül sürecinden sonra İslâm dünyasına yapılan en büyük saldırı, peygamberimiz efendimizin devre dışı bırakılması amaçlanan, önüne gelenin Kur'ân'ı kafasına göre yorumlayacağı, İslâm'ı sekülerleştirmekle sonuçlanacak peygambersiz bir İslâm icat etme saldırısıdır.
İslâm'la savaş, Obama döneminde, açıktan değil, daha örtük bir şekilde, Peygamber'siz, sekülerleştirilmiş bir "İslâm" icat edilmesi şeklinde sürdürülecektir.
Bu konuda AB ve ABD, Peygamberimiz'i karikatürize eden bir ülkenin başbakanının NATO genel sekreteri olmasında ittifak ettiklerini göstererek, İslâm'a karşı nasıl bir tavır aldıklarını açıkça ilan etmişlerdir. Bu postmodern savaş, örtük ve ayartıcı yöntemlerle sürdürüldüğü / sürdürüleceği için çok daha tehlikelidir. O yüzden müteyakkız olmak zorundayız vesselâm… (Yusuf Kaplan, Y.Şafak)
|
13 Nisan 2009 Pazartesi |
(Yeni Şafak)
.
Ilımlı İslam Tuzağı
|
1969'lu yıllarda eski diktatör Millî Şef İsmet Paşa "Yalan söylüyorlar, bizim zamanımızda bir tek cami bile yıkılmamıştır" demiş, milletin gözünün içine baka baka yalan söylemişti. Onun başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı devrinde din, inanç, vicdan, düşünce hürriyeti ayaklar altına alınmıştı. Yapılan insan hakları ihlâllerinin birkaçını sayayım:
1. Binlerce camiyi kapattılar, sattılar, yıktılar, kiraya verdiler. 1943'te Sultanahmet Camii bile ibadete kapatılmıştı.
2. İslâm medreselerini kapattılar, din alimi ve hoca yetişmesini önlediler.
3. Tekkeleri kapattılar.
4. Dinî yayın yapılmasını yasakladılar.
5. Dinî dernek kurmaya, vakıf yapmaya imkân tanımadılar.
6. Eski tarihî İslâm mezarlıklarının çoğunu düzlediler.
7. Bütün dinî hizmet ve faaliyetleri irtica/gericilik olarak gördüler ve gösterdiler ve bunlarla mücadele ettiler.
8. Dinî fikir, görüşlerinden dolayı nice hocalar, şeyhler asıldı, nicesi zindanlara atıldı.
9. Memlekette din aleyhinde dehşet ve terör estirdiler.
10. Yeni nesilleri dinsiz yetiştirmek için eğitimi kullandılar.
İsmet Paşa zamanında iş o hale gelmişti ki, hocası olmayan bazı uzak köylerde cenazeler yıkanamıyor, kefenlenip, namazı kılınıp defn edilemiyor ve kokuyordu.
Sonra memlekete az buçuk çoğulculuk, hürriyet, demokrasi geldi. Müslüman halk biraz nefes aldı.
Ülkemizde yüzde yüz din ve inanç hürriyeti var mıdır? Kesinlikle yoktur. Diyelim yüzde elli vardır. Bu da büyük bir şeydir ama bunu kullanabilmek için yüksek din kültürü, vasıflı Müslüman olması gerekir.
Din hürriyetinin kısıtlı olsa da var olduğu son elli yıl içinde neler yapıldı?
1. Cami binaları yapıldı ama hizmet edecek çok vasıflı din hizmetlileri yetiştirilemedi.
2. Bizde bütün okullara mecburî din dersini kimler koymuştur? 12 Eylül generalleri değil mi? Bu ne dehşetli çelişkidir... Onların bundan maksadı neydi? Dini kontrol altına almak, genç nesillere gerçek İslâm'ı değil, onların istediği sulandırılmış, içi boşaltılmış, evcilleştirilmiş light İslâm'ı öğretmek.
3. Güzel olmayan kubbeli camiler, bol şerefeli uzun minareler, bazen bir tek minarede sekiz hoparlör, beş altı katlı kışla gibi imam hatip mektepleri... Bunların yanında hem İslâm'ı çok iyi bilen ve anlamış olan, hem de çağı yakalamış olan bir hizmetliler, hocalar ordusu yetiştirilebildi mi?
Şimdiye kadar yapılmış hizmetleri kesinlikle görmezlik etmiyorum, hafife almıyorum ama yapılanlar, yapılması gerekenlerin yanında gerçekten çok azdır. Müslüman halkımız son elli yıl içinde dinî-islâmî hizmet ve faaliyetler için belki de bir trilyon dolar yardım etmiştir ama bu paraların tamamı planlı ve programlı şekilde, yerli yerinde hacanmamıştır, bir kısmı da (ne kadarı?) kapanın elinde kalmıştır.
Düşe kalka da olsa Müslümanların ilerlediğini gören Siyonistler, Haçlılar, kriptolar, İslâm düşmanları şimdi yeni bir planı uygulamaya koymuşlardır.
Türkiye'ye İslâm gelecektir ama gerçek İslâm değil, onların istediği İslâm gelecektir.
Hattâ, Müslümanların başına bir Halife de geçirmeyi tasarlamaktadırlar. Kendilerinin istediği, kendilerine hizmet edecek fantoş bir halife.
İstedikleri İslâm nedir?
1. Fazlurrahman İslâm'ı. Bu konuda en büyük çalışmayı ve propagandayı Ankara Ekolü yapmaktadır.
2. Diyalog İslâm'ı.
3. Light, evcil, ılımlı, sulandırılmış İslâm.
4. Fıkıhsız, şeriatsız, mezhepsiz; beşerî bir ideoloji veya hümanizma haline dönüştürülmüş içi boş yeni bir İslâm.
5. Cihadsız bir İslâm.
6. Protestanlaştırılmış bir İslâm.
Tek cümle ile Siyonistlere, haçlılara, emperyalistlere, iç ve dış sömürgecilere zarar veremeyecek, aksine onların yararına çalışacak bir İslâm.
Maalesef bazı İslâmcılar bunları kabul etmişlerdir.
Kur'ân mealleri der ki:
Onların hesapları, planları vardır. Allah'ın da vardır. Galip olan Allah'ın takdir etmiş olduğu hesaptır.
Allah'a ve Resulü'ne hakkıyla iman etmiş olanlar, sakın kâfirlerin plan ve programlarına hizmet etmesinler.
İman ile küfür bir arada olmaz.
İslâm düşmanlarının istediği, planladığı light, ılımlı, evcil, sulandırılmış, fıkıh ve şeriat hükümlerinden arındırılmış İslâm gerçek din değildir.
İslâm, tek hak din olmakta müşareket (ortaklık) kabul etmez.
Tehvid ile Teslis bağdaşmaz ve uzlaşmaz.
Haçlıların, Siyonistlerin seçtiği ve desteklediği bir halife gerçek halife olmaz.
Gerçekten, "Hüseyin" Obama mı?
Başkan Obama'nın ziyaretini, görüşmelerini bazıları çok olumlu karşıladı. Bendeniz bu konuda ihtiyatkârım. Çünkü:
1. ABD dehşetli krizler (kriz değil krizler) içindedir. Obama'nın, "bugünkü haliyle" o devletin sonuncu başkanı olması muhtemeldir. ABD çökerken veya parçalanırken dehşetli girdaplar olacak, onun dümen suyundan gidenler de o girdaplarda batacaktır.
2. Devletlerarası münasebetlerde dostluk olmaz, işbirliği, ittifak olabilir. Dostluk zahirîdir, yüzeyseldir, menfaatler gidince o da biter.
3. ABD şu anda İsrail'in kayıtsız şartsız destekleyicisidir. Bu ise, Ortadoğu'da gerçek, âdil, kalıcı bir barışa engel olmaktadır.
4. Bu gidişle, bugünkü siyaseti ve stratejisi ile İsrail de çöküş yolunda ilerlemektedir.
5. Obama Irak'tan çekilmeyi düşünüyor ama Afganistan'daki haksız ve zalimane savaşa son vermeyi düşünmüyor.
6. ABD, İsrail, AB,Haçlılar ve Siyonistler Türkiye'de, kendi emirlerinde, kendi uyduları olan, kendilerine bağlı, kendilerine hizmet verecek ılımlı bir İslâm cumhuriyeti kurulmasını istiyorlar. Tabiî ki, bu cumhuriyetin temelleri gerçek ve ilahî İslâm üzerine kurulu olmayacak, onların istediği fabrike ilkeler üzerine kurulu olacaktır.
ABD çökebilir mi, yahut parçalanabilir mi?.. Böyle bir şey mümkün müdür? Mümkündür...Muhtemel midir? Muhtemeldir... Alametleri var mıdır? Vardır... Bu konuda kitaplar, makaleler yazılmıştır. ABD'nin ileride sarsıntı geçirmesi konusunda kesin konuşulabilir mi? Kesin konuşulamaz ama konuşulabilir...
Türkiye'nin tam bağımsız bir ülke haline gelebilmesi için ABD'ye ve İsrail'e bağımlı olmaması gerekir. Ülkemizin, halkımızın, devletimizin menfaatine olan çeşitli konularda işbirliği, ticaret, alış veriş yapılabilir ama bağımlılık kabul edilemez.
Bazı safdiller Obama'yı pek kolay ve ucuz bir üslupla "Hüseyin Obama" yapıverdiler. Ekselansları başkan seçildiğinde Batı medyasında onu "ABD'nin ilk Yahudi başkanı" olarak vasıflandıran yazılar okumuştum...
M.Şevket Eygi
|
8 Nisan 2009 Çarşamba |
(Milli Gazete)
.
ABD Türkiye'ye bakışını değiştirmeli
|
ABD, 1. Dünya Savaşı’ndan sonra sahne almaya başladı, 2. Dünya Savaşı ve sonrasında “Süper güç” olarak dünyanın dümenine oturdu. Türkiye’nin ABD ile yoğun temasları da bu döneme rastlar. 2. Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin, ülkeleri “demokratikleştirme” ve “yandaş” haline getirme çalışmalarının ilgi alanına Türkiye de girmiştir. Sovyetlerin tehditlerinden bunalan Türkiye, 1946’dan sonra tek parti rejiminden, çok partili siyasi hayata geçerek, ABD hinterlandına dâhil olmuştur. NATO üyeliği sonrası ABD ile bağlarımız bütünüyle güçlenmiş, hatta irademizi aşkın bir hale gelmiştir.
Ne var ki geçen süre içerisinde, ABD’ye olan aşkımız ve bağlılığımız hep tek taraflı ve karşılıksız devam etmiştir. Bizimkisi birazda, karşı tarafın pek kale almadığı platonik bir aşktı, tek taraflı bir teslim olmuşluk söz konusuydu. ABD bizimle “nitelikli bir beraberlik” sürdürmeyi değil, istediği zaman emir vermeyi, talimatlarına açık olmamızı istiyordu. Bu nedenle ABD ile ilişkilerimiz, hemen her zaman bu minval üzere cereyan etti. “Big Boss” Türkiye’nin dengeleri ile istediği gibi oynayabildi. Gladyo tarzı yapılarla sosyal karışıklıklar, iç çatışmalar çıkarabildi, sosyal mühendislik projelerini topluma; bazen açık, bazen örtülü yollarla dayatabildi. Siyasi parti liderlerinin, başbakanların kendi onayından geçmesine itina gösterdi ve bunlarda başarılı oldu. Demokratik yolların kifayet etmediği dönemlerde TSK içindeki çocuklarını harekete geçirerek ihtilaller yaptırdı, muhtıralar verdirdi; ama Türkiye’nin yönetiminin kendi inisiyatifinden çıkmasına asla müsaade etmedi.
ABD güdümüne girmeden önce Türkiye bağımsız politikalar izleyebilmekte, kendi kararlarını kendisi alabilmekte miydi?
Hayır.
ABD Türkiye üzerindeki intifa hakkını, kendileri gibi Anglosakson olan İngilizlerden devralmıştı. İngiltere’nin küme düşmesi, patronluğu ABD’ye devretmesi sonrası Türkiye İngiliz himayesinden “stratejik müttefik” modunda ABD’nin kucağına teslim edildi. Anglosakson himaye ve etkisinde bulunma yönüyle aslında bir süreklilik söz konusuydu. Muhtemelen ABD bizim derin kodlarımızla ilgili birikim ve tecrübeleri de devralmıştı İngilizlerden. Anglosakson ortak paydasından dolayı ABD bize, kendi kurdukları “uydu bir devlet” olarak bakmaktaydı. Son zamanlara kadar ABD ile ilişkilerimiz tümüyle bu yörüngede cereyan etti, ABD bize hiçbir zaman “müstakil”, “kendi hedefleri ve politikaları olan bir devlet” olarak bakmadı. ABD’nin istediği yörüngeden sapmalar olduğunda, operasyonlarla, darbelerle, muhtıralarla bu “uydu”yu yörüngesine oturtmayı, istediği çizgiye çekmeyi bildi. Türkiye Menderes döneminde, demokratikleşme meselesini “Anglosaksonların kurduğu temel düzene dokunacak kadar” ileriye götürmüştü. Muhtemelen Menderes kendisine çizilen noktada durmayı başaramadı. Meydanları dolduran halk kitlelerinin gazına geldi. Batılı dostlarının(!) rağmına, sözü bu ülkede başkalarının kestiğini unutup; “yeter söz milletin!” dedi ve “büyük patron” tarafından Menderesin sözü ilelebet kesildi. ABD, sonrası için işi şansa bırakmadı ve Demokrat Parti geleneğini kendi bursuyla palazlanan, kendi taleplerini yerine getirme noktasında vatandaşı idare edebilecek kıvraklıkta birisini, Demokrat Parti’nin mirasçısı olarak piyasaya sürdü. Menderes tecrübesinden sonra, bir de Özal tecrübesi yaşandı. Özal Amerikancı olarak bilinmesine ve ABD’yi çok iyi idare etmesine rağmen, asrın başlarında Türkiye’ye biçilen rolü zorlamakta; ülkedeki dengeleri millet lehine, aristokratik ve askeri elit aleyhine değiştirmekteydi. Güçlü bir kadroya dayanmayan bu açılımlar, Özal’ın karizmasının ve zekâsının ürünüydü. Özal’ın halledilmesiyle bu süreç de boşa çıkarıldı ve ülke yeniden ABD-İngiltere mihverinin raylarına oturtuldu. Arkadan gelenler Özal’ın bütün yaptıklarını kısa sürede yıktılar, 28 Şubat’la millet lehine elde edilen kazanımları geri aldılar.
Ama gerek Menderesin açılımları, gerek Özal’ın açılımları milletin, vatandaşın gözünü açmış, döndürülen dolaplara vatandaşın ayıkmasını sağlamıştı. Ülkem insanı kontrol dışı gelişen, batı ve onların bürokratik-beyaz elitleri aleyhine sonuçlar doğuran bu dönemleri çok iyi değerlendirdi. Bu süreçlerin sonucu olarak Türkiye’de Kara Türklerden yeni bir orta sınıf doğdu. Anadolu insanı eğitim seviyesini yükseltti, ticareti, ihracatı öğrendi; dünyayı tanımaya, kıyaslamalar-karşılaştırmalar yapmaya başladı. Dün belli alanlara sokulmayan çarıklı ve poturluların çocukları her alan girmeye, her noktada etkin olmaya başladılar. Türk insanının bu açılımları, sistemlerini bürokratik bir elit üzerine bina etmiş ve bu azınlık üzerinden iş çeviren patronların pozisyonunu sıkıntıya soktu. Artık her dedikleri emir telakki edilmiyordu; zira vatandaş olayları sorguluyor ve hesap soruyordu. Seçimlerde, sandıkta siyasetçilerin karşısına yapılanları “fatura” olarak çıkarıyordu.
Dün İngiltere’nin kurup mirasçısı ABD’ye devrettiği; kripto ecnebilere ve aristokratik azınlığa dayalı sistem, bu gün iflas etmiş durumdadır. Millet Amerika’ya söven, ulusalcı geçinen, ama göbeğinden ABD’ye bağlı olanların farkındadır. Yani kimin milli, kimin gayrı milli olduğu artık söylemlerine göre değil, eylemlerine göre belirlenmektedir. Türk insanı uyanmış, hak ve menfaatlerinin farkına varmıştır. Ülkenin başına %100 ABD’ye teslim bir eleman getirmeye muvaffak olsanız dahi, bu millet yapılanların hesabını soracak, milli menfaatlerinin takipçisi olacaktır. Boş sloganlara, söylemlere itibar etmeyecektir.
Türkiye’de sosyal doku, entelektüel yapı, sermaye yapısı, demokratik bilinç değişmiş ve millet lehine gelişmiştir. Türkiye satın alınmış bir güruhla, sistemin içine yedirilmiş kripto piyonlarla idare edilebilecek, yönlendirilebilecek bir ülke olmaktan çıkmıştır artık. Bu temel ve sosyolojik bir değişimdir, AKP hükümeti ile filan ilgili değildir. Türk insanı ne ABD’nin, ne İngiltere’nin, nede başka bir ülkenin uydusu olmak istememektedir. Türk insanı tarihi zenginliğinin, genlerinde var olan asaletin, binlerce yıllık tecrübenin, birikimin farkındadır. Ne içeride, ne dışarıda provakatif çatışmalarla, yapay gerginliklerle, suni düşmanlıklarla oyalanmak istememektedir. Bu ülkenin başına naylon idareciler koymayı başarsanız bile, millet naylon bir ülke olmaya razı değildir. Son yıllarda Türkiye’nin ortaya koyduğu onurlu, vakur politikalar, hükümetlerden öte vatandaşın, kalabalıkların tavrını yansıtmaktadır.
Bu nedenlerden dolayı eğer ABD Türkiye ile iyi ilişkiler geliştirmek, stratejik bir müttefik olmak istiyorsa; Türkiye’yi bir halayık, kapıkulu olarak görmekten vazgeçmelidir. ABD ve batı Türkiye’nin stratejik, coğrafi öneminden, tarihi birikiminden, problem çözme kabiliyetinden yararlanmak istiyorsa; 2 asırdır ülkenin başına tebelleş ettikleri azınlıklarla, kripto ecnebilerle iş tutmaktan vazgeçip, Türk milletini ve onun gerçek temsilcilerini muhatap almalıdırlar.
Dünya 21. yüzyılda büyük bir değişim ve dönüşüm yaşıyor. Global aktörler değişiyor, dünyanın mihveri batıdan Asya’ya, doğuya doğru kayıyor. Batı medeniyeti ekonomik, siyasal ve kültürel erozyonlar yaşıyor. Muhtemelen önümüzdeki 20–30 yıl içinde dünyanın dengelerinde, aktörlerinde ciddi değişiklikler olacak.
Türkiye değişen, eksen kaymalarının yaşandığı 21. yüzyılın dünyasında önemli bir aktör olmaya adaydır. Devlet geleneğiyle, geniş bir coğrafyada var olan etkisiyle, tarihiyle, kültürüyle, medeniyet algısıyla Türkiye, dünyanın problemlerine çözüm önerileri sunabilecek nadir ülkelerden birisidir.
Bush dönemindeki uygulamalarıyla duvara toslayan, iflasın eşiğine gelen, dünyaya ve özellikle Ortadoğu’ya yığınla problem açan ABD, umarım Obama yönetimiyle bazı gerçeklere uyanmıştır. Umarım Obama Türkiye ile “uydu devlet” ilişkisini sürdürmek için gönül alma niyetiyle gelmiyordur.
Anti-amerikan söylemlerle konuşan ama hayatları boyunca ABD’nin kılıcını sallayan Ergenekoncular, Obama’nın gelişiyle kurtulma ümidi taşımaya başlamışlardır. ABD başkanının Ergenekon konusunda daha ileriye gidilmemesi ve içerideki “itibarlı” kimselerin salınması için devreye girmesini beklemektedirler. Umarım Obama, Amerikan yanlısı ihtilallerin altyapısını hazırlayan, “bizim çocuklar” dedikleri Ergenekoncular için tavassut etmeye gelmiyordur.
Eğer ABD Türkiye’nin değerini, birikimini kavrayarak, “özde stratejik” bir işbirliği içine girerse, bu işbirliğinden çok kazançlı çıkabilir. Türkiye’nin tecrübesi ve tarihi birikimi ABD’nin, saplandığı Ortadoğu batağından çıkmasına yardımcı olabilir. Çok geniş bir coğrafyada pek çok dinden, dilden milleti huzur içinde yüzyıllarca idare etmiş Osmanlı yaklaşımı, çöküş yoluna girmiş ABD’nin ömrünü uzatabilir.
Obama ve ABD yönetimi Türkiye’de kendilerine uydu bazı kurumlar, yandaş yapılar bulabilseler de, milletin ne ABD’ye, ne başka bir yabancı güce uydu olmak istemediğinin farkında olarak temaslarını sürdürmeliler.
ABD bu coğrafyada bir şeyler yapmak istiyorsa Türkiye’ye karşı var olan klasik bakışını değiştirmeli!
Yusuf GEZGİN , 03 Nisan 2009 Cuma
|
3 Nisan 2009 Cuma |
(aktifhaber)
.
Orakoğlu: Beyin Takımı Dışarda
|
06 Nisan 2009 08:37
28 Şubat'ta, Emniyet İstihbarat'ın Patronu Orakoğlu'nu içeri atanların şimdi kendileri içeride. Orakoğlu, istihbaratçı gözüyle son olayları çarpıcı biçimde yorumladı.
Eski Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Bülent Orakoğlu 2003-2004'te planlanan darbe girişimlerini ilk telaffuz eden isimlerden biri.
Hilmi Özkök'ün yanı sıra Yaşar Büyükanıt ve İlker Başbuğ'un da darbecilere sıcak bakmadığını 2 yıl önce söyledi. Şimdi ikinci Ergenekon iddianamesiyle bu bilgi doğrulandı. Yine Ergenekon'un, PKK ve Hizbullah'la ilişki içinde olduğu bu örgütleri yönlendirmeye çalıştığını anlattı. İddianamenin önemli bir kısmı bu ilişkileri anlatıyor şimdi. 28 Şubat döneminde bir süre de cezaevinde yatan Orakoğlu'na göre, tutuklanan isimler sadece Ergenekon'un görünen kısmı.
Sabah Gazetesi'nden Ecevit Kılıç'ın Eski Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Bülent Orakoğlu'yla yaptığı röportaj:
ERGENEKON'UN BEYİN TAKIMI
- 28 Şubat ve Susurluk dönemini en iyi bilen isimlerdensiniz. O dönemde Ergenekon denen yapidan haberdar miydiniz? Biliyorsunuz, 28 Şubat sürecinde cezaevine atıldık. Niçin? O dönemde isimlendiremesek de aslında bu çeteyle karşılaşmıştık. 28 Şubat bir milattır aslında.
-Tepe yöneticiler olarak Şener Eruygur ve Hurşit Tolon yer aliyor. Ergenekon bu kadar mi? Ergenekon'un beyin fonksiyonları daha faaliyette. Beyin takımı dışarıda.
- Beyin takimi? Beyin takımı veya gövde diyelim bu isimlere.
Ergenekon'un âkil adamları... Çünkü bu yapıyı yöneten bir âkil adamlar grubu var.
- Cezaevinde olanlar? Onlar yıpranmış isimler. Bu dönemde ortaya çıkmadıkları takdirde bu derin yapının beyni için tehlike yaratabilecek insanlar... Eylemci gruplar, tetikçiler biraz da emir verenler ve ilişkili olanlar açığa çıkarıldı.
- Beyin takimi kimlerden oluşuyor? Şöyle söyleyeyim; Ergenekon'un sivil toplum kuruluşlarından, emniyetten, Silahlı Kuvvetler'den veya mülk idare amirliklerinden sorumlu birinci yöneticileri var. Bu yöneticilerden oluşan bir beyin takımı. Bu beyin takımı kendilerine ulaşılmamasını sağlayacak bir takım bariyer ve barikatlar hazırlarlar. Encümen-i Daniş bu barikatlardan biri. Encümen-i Daniş'te eski Genelkurmay başkanları, MİT müsteşarları, gibi önemli isimler var. Ama oradaki insanların yüzde 90'ı gerçekten fikir alışverişi yapmaya, ülke meselelerini tartışmaya geliyor.
Ama içlerindeki 3-4 kişi Ergenekon'un gövdesine veya beyin takımına giden yol. Encümeni Daniş gibi yapılar Ergenekon'un beynine gitmenize engel.
- Bu yapidaki Ergenekon'cular kim? Encümen-i Daniş'in kararlarını kim alıyorsa, alınacak kararları kim gündeme getiriyorsa... Zaten o birkaç isim de Ergenekon'un gövdesindeki isimlerdir. Ama bu şekildeki tek yapı Encümeni Daniş değil, çok sayıda var.
- Bu beyin takimi nasil çalışıyor? Ergenekon'da hücre sistemi var. Çok gizlilik temel esas. Emniyet, medya ve üst düzey yargı ayağı da açığa çıkartılmadı.
- Çok sayida gazeteci tutuklu veya yargılanıyor...
Cezaevinde olanlar örgütle birebir organik bağ içinde olan. Ama beyin takımıyla irtibatlı çok üst düzey medya yöneticileri ve yazarlar var.
Ergenekon'un ne kadar güçlü olduğunun bir kanıtı da halen toplumu etkileyebilen bir takım insanların çeşitli medya kanallarında bu iddianamenin hukuksuz olduğunu söyleyebilmesidir.
TSK VE MİT ARŞİVİ AÇILMALI
Ergenekon'un kontrgerilla veya Gladio'yla ilişkisi nedir? Türk Gladiosu'nun adı Ergenekon'dur. Bu derin yapı 1960 ihtilalinden sonra oluşturuldu. Ama bu Ergenekon eski yapıyı taklit ediyor. Diğer bütün NATO ülkelerinde "Bizde böyle bir yapı vardı ama tasfiye ettik" deniliyor. Türkiye'de de ülkeyi idare edenler, karar verici mekanizmalar bunu mutlaka yapmalı.
- Kim yapacak; başbakan mi, cumhurbaşkani mi? Bu bir Milli Güvenlik kararıyla olabilir. MGK'da bu karar alınıp, açıklama yapılabilir. İkincisi; MİT ve TSK arşivleri mutlaka Ergenekon soruşturmasını yürüten savcılara açılmalı. Çünkü devletin yetkilerini bu örgütün lehine kullanan üst düzey yetkililer var. Bunların deşifre edilmesi şart. TSK arşivleri daha önce Uğur Mumcu ve Necip Hablemitoğlu'na açıldı, neden bu kadar önemli bir soruşturmayı yürüten savcılara açılmasın? Bir de Ergenekon'la ilgili Meclis Komisyonu şart.
BİZİ İÇERİ ATANLAR ŞİMDİ CEZAEVİNDE
- 27 Nisan muhtirasi sirasinda "Yaşar Büyükanit darbeyi engelledi" demiştiniz...
Özkök, Büyükanıt ve Başbuğ'un sağduyulu tavırları olmasaydı yeni darbeler olacaktı. Son darbe girişimlerinin deşifre edilmesinde polis istihbarat ve MİT üstüne düşeni yaptı. Özkök darbelerin önlenmesinde darbecilerin planları hakkında MİT ve polisten istihbarat aldı. 28 Şubat'ta polis darbeleri önleme inisiyatifine ulaştı.
- Sizin döneminizde mi oldu bu?
28 Şubat'ta bana yapılan eleştiri görev alanımı aşmamdı. Çünkü darbe istihbaratını yapmaya yetkili kurum yok. Darbe belgesini hiyerarşiyle Süleyman Demirel'e verdik. Ama Demirel belgeyi Çevik Bir'e geri verdi. Demirel isteseydi 28 Şubat olmazdı ama bu vesileyle siyasi hasımlarını tasfiye etti. Bizim de tutuklanmamıza neden oldu. Ama bizi içeri atanlar şimdi Ergenekon'dan cezaevindeler Allah'a şükür.
VELİOĞLU BEYKOZ'DA ÖLDÜRÜLMEDİ ÇATIŞMA MİZANSENDİ
- Hizbullah'i gerçekten Ergenekon mu yönlendiriyordu? Ergenekon'un naylon terör örgütleri kurma gibi bir stratejisi var. Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu'nun Cem Ersever'le ilişkisi zaten biliniyor. Hizbullah ile bu güçlerin ilişkisinin tanığıyım.
Ben Hatay Emniyet Müdürü'yken, İl Alay Komutanlığı'na Vicdan Başaran'ın atanması nedeniyle Adana Bölge Komutanı Tuğgeneral Temel Cingöz, kente geldi. Üçümüz yemeğe gittik. Yemek sırasında uzun boylu birisi hep ayakta duruyordu. Koruma zannettim. Ben de "Temel Paşa, bu arkadaş neden ayakta duruyor, o da yemek yesin" dedim. Temel Cingöz de "Gel otur Hüseyin" dedi. Tabii Hizbullah operasyonundan sonra o adamın Hüseyin Velioğlu olduğunu öğrendik. Velioğlu'nun Beykoz'daki operasyonda öldürüldüğüne inanmıyorum.
- Neden?
Hüseyin Velioğlu'nun bir özelliği dikkatimi çekmişti; polis veya asker çağırdığında hemen önünü ilikliyor, çok saygılı davranıyordu. Böyle birisinin polise ateş açacağına inanmıyorum. O çatışma mizansendi. Büyük olasılıkla başka yerde öldürüldü; oraya getirildi.
Bir de imkânı yok Velioğlu'nun o kadar kısa sürede örgütün arşivini ve bütün parasını İstanbul'a taşımasına. Burada önemli bir şey daha var; Ergenekon Hizbullah'ı kullanırken hemen medyada koruma duvarı oluşturuyor. Mesela ben Hizbullah'la ilgili bir açıklama yaptığımda hemen hedef olurum. Ama bir yazar bu örgüt aleyhine 4-5 kitap yazmıştır, ama asla hedef olmamıştır.
Aksine Hizbullah Basın Bürosu denen bir yer başkalarıyla ilgili tehdit açıklamalarını bu yazara gönderiyor.
PKK VE DERİN YAPININ TASFİYESİ PARALEL
- PKK'nin tasfiyesine ne diyorsunuz?
Türkiye'nin yaşadığı bu coğrafyada hiçbir şey tesadüfi değil. PKK'yla Ergenekon'un tasfiye süreci paralel. PKK tasfiye olur olmaz o ayrı şey, ama Ergenekon gibi yapıları ortaya çıkaran karar verici mekanizmaya ulaşılması gerekir. Ergenekon buzdağının görünen yüzü.
- PKK'nin tasfiye edilecegine inanmiyor musunuz?
JİTEM'in kurucularından Cem Ersever yıllar önce yazdığı kitabında "PKK'nın tasfiye edileceğine inanmıyorum" diyor. O dönemde de gündemde. Nedense bu tasfiyede Talabani başrolde. Derin yapıların emirleri bittiği zaman PKK biter.
- PKK- Ergenekon ilişkisini neye dayandiriyorsunuz?
Pilot Necati denen kişi kuruluşundan itibaren örgüt içinde. Örgüte bütün parasal kaynağı o sağlıyor. Öcalan, Pilot Necati nedeniyle örgütü MİT eliyle kurduğunu ama Suriye'ye gittikten sonra ilişkiyi kopardığını söylüyor. O nedenle Öcalan MİT'in örgütü kendisine kurdurttuğunu zannediyor.
- Kim kurdurtuyor?
O dönemde NATO tipi Gladio örgütleri bilinmediği için bunu söylüyor. Öcalan öğrenciyken bir taraftan sağ eylemlerde diğer taraftan sol eylemlerde yetiştiriliyor. Uğur Mumcu bunları araştırırken öldürüldü. Meclis'te bir Abdullah Öcalan Araştırma Komisyonu şart. Bu komisyonla bütün bu karanlık dönem araştırılmalı.
|
6 Nisan 2009 Pazartesi |
(Sabah Gazetesi)
.
Murad Bardakçı'nın yanlışları
|
15 Mart 2009 günü "Haber Türk"ün sürmanşetini görenler gözlerine inanamamış olmalı. Haberde Abdülhamid'in Siyonistlerle vatan pazarlığı yaptığı belirtiliyor, Osmanlıca bir 'belge'nin eşliğinde "Abdülhamid'in adı etrafındaki bir efsane de son buldu." deniliyordu.
|
Gülüp geçtim, zira yeni hiçbir şey yoktu. Hem orada anlatılanları 22 Şubat 2009'da bu köşede yazmıştım hem de bütün uğraşmalarıma rağmen yazıda "Abdülhamid efsanesi"ni bitiren belgeyi bir türlü göremiyordum. Sürmanşete çekilen belge ise Sultan'ın Siyonistlere vatan sattığını değil, tam tersine, Filistin'e Yahudi göçünü yasakladığını söylüyordu!
Neresinden tutsanız elinizde kalan bu yazıya aynı gün Ülke TV'deki programımda gereken cevapları verdim. Çok geçmeden gazetesinde köpürürken gördüm onu. Güya ben ve benim gibi Abdülhamid'i sahiplenenler, onun sırtından geçiniyormuşuz! Bir kere Abdülhamid'den geçinebilmek, tek kelimeyle şereftir. Ama sizin gibi çamur atarak değil, bu mazlum insanın hakkını tarihin dişlerinin arasından söküp alarak geçinmek. İkincisi, yıllar yılı hanedanın sırtından geçinen, verdikleri belgelerle yalan yanlış kitaplar yazan, belgeseller yapan ve bunları fahiş fiyatlarla satan birinin (mesela "Şahbaba"nın fiyatı tam 44 TL'dir) kalkıp da birilerini Osmanlı'dan geçinmekle suçlaması yavuz hırsızlık değilse nedir? Üç: Kimseyi beğenmeyen hazret, ne yazık ki doğru dürüst Osmanlıca okuyamamaktadır.
Aşağıda Bardakçı'nın kırdığı cevizleri okuyacaksınız. Kendisi gibi günlerce ve tam sayfa yazma imkânım olmadığından ne yazık ki günah galerisinin sadece bir kısmını gezdirebileceğim sizlere.
Bir efsaneyi bitirdiğini iddia ettiği yazıda Siyonist lider Theodor Herzl'in Abdülhamid'le görüşme tarihini 2 yerde 19 Mayıs 1901, 2 yerde ise 19 Mayıs 1902 olarak veriyor. Aynı yazıdaki bu basit çelişkiyi bile fark edemeyen birinin başkasında suç bulmaya yüzü kalmamalı, ama nerde? Üstelik verilen 19 Mayıs tarihi de hatalı. Çünkü Herzl, günlüğüne evet 19 Mayıs tarihini atmıştır ama dikkatli okunduğunda daha önce fırsat bulup da yazamadığını söylemekte ve huzura cuma günü çıktığını kaydetmektedir. Üstelik 19 Mayıs günü pazara denk gelir. Yani görüşmenin doğru tarihi 17 Mayıs 1901'dir.
Yine gazetenin ilk sayfasında Abdülhamid'in Yahudilere Mezopotamya'ya yerleşmeyi teklif ettiği belirtiliyor ve "az daha İsrail, Kuzey Irak'ta kurulacaktı" deniliyor. Bir kere Mezopotamya, Kuzey Irak'tan ibaret değildir. Basra Körfezi'ne kadar uzanır. 2. Siyonistler ne düşünürse düşünsün, Abdülhamid için bu bir toprak satış görüşmesi değildir. Bir Osmanlı belgesinde denildiği gibi Mezopotamya'da "üç aile şuraya, beş aile buraya" yerleştirilecek, toplu yerleşim olmayacak ve kesinlikle Filistin'e yerleşilmeyecektir. Bu, dedesi II. Bayezid'in Yahudilere kucak açması türünden bir Müslüman hükümdarın zor durumda kalan gayrimüslimlere sığınma hakkı tanıması işlemidir.
İşte "Şahbaba" (8. baskı, 2002) kitabındaki bazı hatalar:
Sayfa 2'de Vahdettin'in kızı Ulviye Sultan'ın evliliği 1916 olarak gösteriliyor ki, doğrusu 1914 olacaktır. (Nitekim kitabın 62. sayfasında doğru tarih yazılı.)
Sayfa 16'da Necip Fazıl Kısakürek'in "Vahidüddin" kitabı hakkındaki bilgiler tamamen yanlıştır. Güya kitap 1975'te çıkmış da, çıkar çıkmaz toplatılmış imiş. Bir kere kitap 1968'de çıkmış olup külyutmaz tarihçimiz elindeki nüshaya iyi bakarsa, 7 yıl sonra yapılan 2. baskısını tuttuğunu görecektir. 3. baskısı 1976'da yapılmıştır, toplatma kararı da işte bu baskı içindir.
Sayfa 25'te iktisat tarihçiliğine soyunan yazar, Osmanlı'da ilk dış borçlanmanın 1855'te yapıldığını sanıyor. Oysa ilk dış borcu, bundan bir yıl önce almıştık (24 Ağustos 1854).
Bütün Osmanlı kaynaklarında yazılanları silip atan yazarımız, Vahdettin'in kızı Sabiha Sultan'ın sözlü hatıralarını esas alıyor (s. 610) ve Vahdettin'in annesi Gülistû Kadınefendi'nin, kocası Abdülmecid'den 4 yıl sonra öldüğünü yazıyor. Halbuki Gülistû Kadınefendi, kocasından bir ay önce ölmüştür ve dolayısıyla hiç dul kalmamıştır! Yani Vahdettin önce annesini, sonra babasını kaybediyor ve üvey anne elinde büyüyor. Hanedanın verdiği belgeleri kritik etmeden kullandığı için Sabiha Sultan'ın iki yerde çelişkili ifadelerde bulunduğunu da göremiyor. Suat Hayri Ürgüplü'ye Vahdettin'in, babasının ölümünden birkaç ay sonra doğduğunu söyleyen Sabiha Sultan, Belge 20 olarak sunulan yazılı hatıralarında (s. 491) ise Vahdettin'in babasını 6 aylıkken kaybettiğini yazıyor. Bir insan hem babasının ölümünden birkaç ay sonra doğacak hem de 6 aylıkken babasını kaybetmiş olacak! Pes yani!
"Şahbaba"nın 52. sayfasında Sultan Reşad için "Sakalı kana boyanır inşaallah!" bedduasını savuranın Münire Sultan olduğunu söylerken, "Son Osmanlılar" kitabında (2006, s. 73) bu sözü annesi Sezaidil Hanım'a söyletiyor. İyi de kim etti bu bedduayı? Bağrı yanık anne mi, yoksa kocası idam edilen kızı mı?
Bazılarını büyüteç yardımıyla okuduğum belgelerdeki hatalardan birkaçı şunlar:
Sayfa 451'de "şerzemme" diye bir kelime geçiyor. Doğrusu "şirzime"dir.
467'de okuyamadığını söylediği kelimeyi hayrına ben yazayım: "İhtâr".
472'de Vahdettin'in kızı Ulviye'ye yazdığı mektupta şöyle bir cümle geçiyor: "Bilmiyorum, yine bir sûizanna mı kapıldın!" Oysa mektubun orijinalindeki cümle şu: "Bilmiyorum, yine ben suizanna mı kapıldım." Gördüğünüz gibi anlam tamamen değişiyor.
479'da okuyamadığı için boş bıraktığı iki kelime benden olsun: "bir ferd-i millet..."
Külyutmaz yazarımız "sevilen"i, "sevilmez", "hüve"yi "nüve" yapabiliyor (s. 556-7). 564'teki "bendenizde" kelimesinin doğrusu ise "kalbimde"dir.
Bütün bunlar neyse de, Latin harfleriyle yazılı bir metni bile hatasız okuyamadığını söylersem lafı uzatmama gerek kalmayacak. Ürgüplü'nün Sabiha Sultan'la konuşması sırasında aldığı notların kitapta yayınlanan tek sayfasında tam 2 hata buldum. Bardakçı metni şöyle okumuş: "Kendi kendime çok dikkatle dinlediğim bu anıları, kendisi ile yalnız konuşmamız sırasındaki sualli-cevaplı bilgileri serpiştirerek tarihe emanet ediyorum." (s. 511) Halbuki orijinalinde Ürgüplü, "kendisi ile" değil, "kendimden"; "sırasında" değil, "esnasında" diyor. Yani Latin harfleriyle kaleme alınmış bir el yazısını bile kaşını gözünü yarmadan aktaramayan bir tarihçi karşısındayız.
Bir facia olan "Talât Paşa" kitabındaki okuma hatalarına ise maalesef yerimiz kalmadı. Arzu ederse (veya ederseniz) "Ereğli"yi nasıl "Erkilet" okuduğunu veya hem de başlıkta "Mülhakatından" kelimesini nasıl "Mültecilerinden" okumayı başardığını da yazarım.
Siz karar verin şimdi: Biten kimin efsanesiymiş?
|
|
5 Nisan 2009 Pazar |
(Zaman Gazetesi)
.
Bir de Tayyip'e laf ediyorlar....
|
SEVAN NİŞANYAN
(Soranlar oldu, o yüzden yayınlıyorum. Yanlış Cumhuriyet'ten sf. 70-73)
Bir siyasi liderin düşünsel yapısını değerlendirirken, günün siyasi gereklerine göre yoğrulmuş birtakım bilinçli formülasyonlardan çok, bunların arkasındaki zihniyete ışık tutan ipuçlarını araştırmak bazan daha aydınlatıcı olabilir. Nutuk, bu açıdan zengin derslerle doludur.
Nutuk'ta ilk dikkati çeken nokta, Milli Mücadele sırasında ve sonrasında herhangi bir nedenle ve herhangi bir ölçüde Gazi'nin emir ve iradesine karşı çıkmış olan istisnasız herkesin, vatan haini, satılmış, özel çıkarlar peşinde koşan, ya da en hafifinden gayrıciddi veya aptal kimseler olarak sunulmalarıdır. Dürüst, vatansever, ve az çok zekâ sahibi oldukları halde kendisine kayıtsız şartsız itaat etmeyebilecek kişilerin varlığı, reisicumhurun kabul ettiği ihtimaller arasında bulunmaz.
Atatürk'ün, görüş veya eylemlerini tasvip etmediği kişiler için Nutuk'ta kullandığı deyimlerin bazıları şöyledir:
"Bedbaht",
"insanlık evsafından mahrum",
"şuuru milliyi felce uğratmak",
"hainane teşebbüsat",
"menfi ruhlu kimseler",
"zavallılar",
"zevatı malumenin hıyaneti",
"zatı gafil",
"her türlü habaset ve hıyanet ve acz ü meskenet",
"şeytanetkâr tedbirlerle milleti iğfal etmek",
"şahsi hırs ve menfaat veya hiç olmazsa cehalet",
"aciz zavallılar",
"akıl ve ferasetlerindeki mahdudiyet",
"tab' ve ahlaklarındaki za'ıf ve tereddüt",
"milleti zehirlemek",
"akl-ı eblehfiribane",
"milleti iğfal ve meskenete irca maksadı güdenler",
"nazır diye toplanmış birtakım sebükmağzan",
"alçak bir padişahın deni fikirleri",
"heyeti fesadiye",
"ahlaksızlıklarıyla tanınmış eşhas",
"sakim ve hayvanca bir düşünce",
"bihissü idrak insanlar",
"eblehane, echelane ve miskinane hareket",
"miskin ve adi",
"düşman aleti",
"teşebbüsatı melanetkârane",
"fesat tohumları",
"eşhası muzırra",
"hafif",
"memleketi baştan başa ateşe vermek için olanca vüs u gayretiyle çalışmak",
"maksadı mahsusu hainane ile teşkil edildikleri mevsuk",
"menhus zevat",
"korkak",
"namus ve mukaddesat hakkında laubali ve gayrıhassas",
"cebin, imansız, cahil",
"çirkin gururlarını tatmin",
"ikbal, haset, vehim ve ila gibi avamil ile hareket edenler",
"hayasızlık",
"adi bir mahluk",
"paralı uşak",
"millet meclisine kadar girebilmiş vatansızlar",
"hayasız, hadnaşinas, küstah ve boğaz tokluğuna düşman casusluğu yapacak kadar pest ve erzil tıynette",
"aciz ve korkak insanlar",
"müfsid mikroplar",
"sefil",
"idrak ve vicdandan yoksun",
"mülevves bir tahtın, çürümüş, çökmüş ayakları",
"aciz, adi, his ve idrakten mahrum bir mahluk",
"pespaye",
"bir vehim ve hayal için Türk halkını mahvetmek isteyenler",
"alçakça ve caniyane maksat",
"gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet".
Burada sözü edilenlerin ezici çoğunluğu, ilginçtir ki, Milli Mücadeleye Mustafa Kemal ile birlikte atılmış ve o mücadelenin en ön saflarında yer almış, ancak bazı konularda farklı görüşlere sahip oldukları için Gazi'yle yolları ayrılmış olan insanlardır. Nutuk'un en sert polemikleri, bir yanda başta Rauf olmak üzere, Karabekir, Refet, Mersinli Cemal, Cafer Tayyar ve Nureddin Paşalar ve Celaleddin Arif Bey gibi Milli Mücadele önderlerine, diğer yanda Ahmet İzzet, Ali Rıza Paşalar gibi İstanbul hükümetlerinde Milli Mücadele yandaşları olarak tanınmış olan kişilere yöneltilir. İkinci planda ise, ülkenin çıkarına en uygun hareket tarzının ne olduğu konusunda, şu ya da bu gerekçeyle Milli Mücadelecilerden farklı düşünen kişiler vardır. Üstelik nutkun söylendiği tarihte bu insanların tümü iktidardan uzaklaştırılmış, birçoğu yurt dışına sürülmüş ve bazıları idam edilmiş bulunmaktadır. Yani, sıcak bir mücadelenin belki bir ölçüde haklı göstereceği bir şiddet veya infial burada sözkonusu değildir. Daha çok Gazi'nin mütehakkim kişiliğinden gelen bir tahammülsüzlük ağır basmaktadır.
Türk siyasi hayatına İttihat ve Terakki ile giren ve cumhuriyet döneminde süren bu üslup günümüzde de etkisini kaybetmiş değildir.
(Taraf gazetesi HerTaraf sayfası 29 Mart 2009)
Türker Alkan emekli kahvelerinin vazgeçilmez klasiklerini bir kez daha özetlemiş:
“Atatürk’ü başımıza gelen ve gelecek olan her türlü belâdan sorumlu bir felâket adamı gibi görenlerin neye itiraz ettiklerini anlamakta da zorlanıyorum doğrusu. Neye itiraz ediyorlar? Kurtuluş Savaşı’na mı? Saltanatın ve halifeliğin kaldırılmasına mı? Cumhuriyetin kurulmasına mı? Kadınlara eşit haklar tanıyan Medeni Yasa’nın kabulüne mi? Şeriatın işlemez kılınmasına mı? Çağdaş bir eğitim sisteminin kurulmasına mı? Laikliğin benimsenmesine mi? Son bir soru: Bu reformlar olmadan demokrasi kurulabilir miydi?” (Radikal, 22 Mart Pazar)
“Bkz: Hitler otoban yaptı o yüzden sevmiyorlar,” veya “Bkz: Stalin zamanında hırsızlık yoktu,” deyip geçmek mümkün. Ama biz öyle yapmayalım, etraflıca cevap verelim. Belki itirazları anlamakta zorlananlara faydamız dokunur.
Soruları geldiği sırayla cevaplayalım isterseniz. Sonra da sözü edilmeyen bir-iki taneyi ekleriz.
1. “Kurtuluş Savaşı” adıyla anlatılan yalanlar manzumesine, evet, itiraz ediyoruz.
Türkiye Birinci Dünya Savaşında saldırgan tarafta yer aldı. Tarihin en büyük askeri hezimetlerinden birine uğrayıp dağıldı. Savaştan sonra burada galiplerin işine gelen bir rejim kurulması gerekiyordu. O rejim 1923’te aynen istedikleri gibi kuruldu. Hepsi budur.
Daha erken kurulabilirdi. Daha kolay ve daha kansız olurdu, memleket o kadar harap olmazdı. Belki Tek Adam diktatörlüğüne de o kadar kolay teslim olmazdı. Ama 1918’de İngilizler bir hata yaptılar, barış şartı olarak İttihat ve Terakki kadrolarının tasfiyesini talep ettiler. Bunun üzerine birileri vatanmillet diye haykırarak ayağa kalktı. Altı sene savaştan bitmiş bir ülkeyi gözünü kırpmadan tekrar kana ve ateşe sürdü.
İngilizler kızıp tehditler savurdular, asarız keseriz böleriz Sevr yaparız diye gözdağı verdiler, etkili olsun diye Yunanlıları sahaya saldılar. Üç sene daha manasız bir katliam oldu. Sonra gene İngilizlerin dediği oldu. Tek farkla: İttihatçı kadrodan ayıkladıkları yirmi otuz kişi hariç, gerisi vatan kurtaran kahraman kontenjanından memleketin tepesinde oturmaya devam etti.
Bundan dolayı kime neden minnet duyulacak, ben “anlamakta zorlanıyorum doğrusu”.
2. Padişahlığın kaldırılıp BU cumhuriyetin kurulmasına itiraz ediyoruz.
Faraza İngiltere monarşisi kaldırılıp Fransa cumhuriyeti, yahut İsveç krallığı yerine Finlandiya cumhuriyeti kurulsaydı itiraz etmezdik belki. Ya da ederdik, kime ne? İngitere’nin Fransa’dan kötü bir yer olduğunu kim söylüyor? İsveç kralının Finlandiya cumhurbaşkanından daha yaramaz bir adam olduğu ne belli? Asya farklıdır Avrupaya benzemez diyorsanız buyurun, Tayland krallık, Kamboçya cumhuriyet: hangisi daha iyi?
Dünya Savaşı öncesi Türkiye’de aksırıp tıksırsa da işleyen bir Yasama Meclisi vardı. Serbest veya serbestimsi seçimler yapılıyordu. Çatır çatır çatışan siyasi partiler ve her yıl bir yazar vurulsa da canlı kalan bir basın vardı. 1923’te bunun yerine tüm üyeleri şahsen Reisicumhur tarafından belirlenip seçilen ve Reisicumhurun canı istediğinde ıskat edilen bir hık deyiciler kurulu geldi, iyi mi oldu?
1839’dan 1913’e dek Osmanlı devletinde siyasi nedenlerle tek kişi idam edilmedi. 1923’ten sonra yüzlercesi pazar meydanlarına kurulan darağaçlarında asıldı. İstibdat mı dediniz?
İran’da 1978’de şahlık rejimini devirdiler, yerine cumhuriyet kurdular. Bundan dolayı sevinmeli miyiz? Ondan iki sene önce İspanya’da Franco rejimi eceliyle son bulunca yerine krallık kurdular. Bundan ötürü üzülmeli miyiz?
Hem 1920-1923’te bir dizi darbeyle iktidarı ele geçirip “cumhuriyet” kuranların yaptığı, ettiği, düşündüğü ve söylediğiyle, 2002-2008’de bir dizi darbeyle iktidarı ele geçiremeyenlerin yaptığı, ettiği, düşündüğü ve söylediği o kadar farklı mıdır acaba diye bir oturup düşünsek faydalı olur belki. Adamlar Atatürk’ün izindeyiz diyorlar. Belki de haklıdırlar?
3. Kadınlara eşit haklar tanıyan Medeni Yasa’nın kabulüne itiraz etmiyoruz, hatta bunu dayatan Batılı “düşmanlarımıza” teşekkür ediyoruz.
Medeni Kanun’u adamlar Lozan’da dayattılar, çatır çatır kabul ettirdiler. Atatürk değil Hacı Abdülgaffar olsa yapacağı bir şey yoktu, kabul etmeye mecburdu.
Lozan’dan daha yüz sene önce dayattıkları, berikilerin de pek itiraz etmeden kabul ettiği şuydu: Gayrımüslim tebaaya İslam hukukunu uygulayamazsın. Eğer İslam hukukunu sürdüreceksen gayrımüslimler için ayrı mahkemeler kurmak zorundasın. Bunların adil olacağına güvenmediğimiz için de gayrımüslim tebaan için kapitülasyon adı verilen ek güvenceleri kabul edeceksin.
Lozan’ın kilit müzakere konularından biri buydu. Eski hukukunu sürdüreceksen, azınlıklar için eskisinden de beter kapitülasyonları kabul edeceksin, çünkü bu saatten sonra sana artık hiç güvenmeyiz dediler. Ankara da bunun üzerine, ehveni şer deyip, müslim ve gayrımüslime eşit olarak teşmil edilecek “laik” bir medeni hukuku getirmeye razı oldu. Olay budur.
Kaldı ki İstanbul Darülfünunu’nun Hukuk Fakültesinde 1880’lerden beri Batı usulü medeni hukuk mecburi dersti. 1910’larda da memleketin en kalburüstü hukuk talebesinden 10-15 kadarı devlet bursuyla Lozan Üniversitesine gidip medeni hukuk tahsil etmişti. Yani memleket ortaçağ karanlığında kıvranıyordu da Atam geldi Medeni Kanun getirdi, yok öyle şey.
4. Çağdaş bir eğitim sisteminin kurulmasına itiraz etmiyoruz, aferin Safvet Paşa diyoruz.
Ve konunun Atatürk’le alakasını anlamakta güçlük çekiyoruz. Türkiye’de “çağdaş” dedikleri bugünkü sistemin temelleri 1830’larda atıldı, Safvet Paşa’nın 1869 tarihli Maarif-i Umumiye Kanunuyla pekişti, Abdülhamit devrinde imparatorluğun taşrasına yayıldı. İlkokul-ortaokul-lise sistemi bu dönemin ürünüdür. Galatasaray gibi dünya çapında bir çağdaş lise 1868’de kuruldu. Maarif Vekâletine bağlı ilk kız liseleri 1882’de – yani Fransa ile aynı yıl – kuruldu. İstanbul Üniversitesi Abdülhamit’in fermanıyla 1900’de kuruldu.
Manastır’ın kör taşrasındaki askeri lise öğrencilerine 1890’larda Fransa’nın siyasi akımları ile çağdaş edebiyatı okutuluyordu, Fransızca olarak. Cumhuriyet’in “çağdaş” liselerinde sıkıysa dene, Şırnak’a sürerlerse gene şanslısın.
1921’de Ankara Meclisi’nin topladığı Maarif Kongresi’nin önde gelen kaygısı “şarktan ve garptan gelebilen bilcümle tesirlerden tamamen uzak, seciye-i milliye ve tarihiyemizle mütenasip bir kültür” oluşturmaktı. O günden beri de değişen bir şey yoktur.
1920-1938 döneminde Türkiye’de her düzeyde eğitimin nasıl yerinde saydığını, hatta gerilediğini, Yanlış Cumhuriyet’in 184-203 sayfalarında sayılarla izah ettim. Burada tekrarlamaya gerek yok. İnsan eski ezberleri tekrarlamadan önce merak eder bir okur demekle yetineyim.
*
Maamafih buraya kadar saydıklarımın hepsi detaydır, teferruattır. Çerez niyetine yazdım kabul edin. Farzedin ki bunların hepsinde onlar haklı biz haksızız: vatanı da Atatürk kurtardı, liseleri de O kurdu, kadınları da azat etti, cumhuriyet de illa ki çok iyi bir şeydir. Gene itiraz ederiz. Hem bunların hepsinden daha önemli bir zeminde itiraz ederiz. Çünkü,
5. Devlet reisinin görüş ve emirlerini reddeden herkesi alçak, soysuz, vatansız ve gizli emel sahibi hain ilan eden zorbalık diline itiraz ediyoruz.
Bu dil, bir toplumu kuşaklar boyu düzelmemecesine hasta eden ve çürüten bir dildir. Düşüncenin ve yaratıcılığın kaynaklarını kurutur. Korkuyu ve ikiyüzlülüğü bir hayat tarzı haline getirir. En cahil ve zorba olanın her zaman zeytinyağı gibi üste çıkmasını meşrulaştırır.
Doksan yıldan beri kafası çalışan ve kahvehane muhabbeti dışında söyleyecek bir sözü olan herkese bu ülkeyi zindan eden bu dildir. Muasır medeniyetin tiksinerek söz ettiği bir gariban gettoya mahkûm eden de bu dildir.
Cumhuriyet bu dili kurucusundan öğrendi. Ulu Önder’in 1920-21’den sonraki her demecine, her söylevine, her cümlesine bakın: baştan aşağı tehditnamedir. Büyük Nutk’un her sayfasını, Önder’le öyle ya da böyle görüş ayrılığına düşen kişilere yönelik kan dondurucu küfürler süsler. Herhangi bir konuda Reisicumhur’dan farklı düşünen HERKES satılmıştır, HEPSİ düşman ajanıdır, imha edilmesi gereken zararlı unsurdur; hiç değilse aptal ve zevzektir.
Hem dürüst, vatansever ve az çok zekâ sahibi olacak, hem O’na kayıtsız şartsız itaat etmeyecek? Bu ihtimal, Nutuk sahibinin ve onun kurduğu Cumhuriyetin hayal sınırlarını zorlar.
De ki Reisicumhurun her dediği doğruydu (ki değildi), sadece dili bozuktu. O dil gene büyük bir felakettir: kendi kendini çoğaltır, Reisicumhur kadar parlak olmayan kişilerin elinde ölümcül bir silah olur. Bu zehirli gübre ile beslenen topraklarda Kılıç Ali’ler, Reşit Galip’ler, Recep Peker’ler yetişir. Çevik Bir’ler, Eruygur’lar, Tolon’lar, Büyükanıt’lar, ve henüz emekli olmamış olan niceleri yetişmeye devam eder.
Bir toplumun başına bundan daha büyük ne felaket gelebilir, bilmiyorum. Bu felaketi tüm anıları ve tüm sonuçlarıyla beraber memleket sathından silmeden hangi demokrasi nasıl kurulabilir, onu da bilmiyorum.
Nihayet en önemlisi,
6. “Vatan mevzubahis ise gerisi teferruattır” diyen ahlaksızlık ideolojisine itiraz ediyoruz.
Ama sayfacı arkadaşlar “yazıyı çok uzatma okumazlar” dediği için onu da bir başka yazıya erteliyoruz.
Gerçekten istila ederler mi?
(Taraf gazetesi HerTaraf sayfası - 3 Mart 2009)
Diyelim ki gözbebeğimiz ordumuz yarın toptan terhis edildi. Muvazzaf zümre topluma daha yararlı olacakları işler için yeniden eğitildi, yaşlıları da emekliye sevkedildi. Askeri garnizonlar milli park veya üniversite kampüsü oldu. Orduevleri de, hatırasına hürmeten, emekli asker lojmanı yapıldı. Hurda demir-çelik piyasası patladı.
Acaba sonu ne olur? Memleket batar mı? Emperyalizmin kirli emellerine teslim mi olur? Fatih Altaylı’nın başına talihsiz şeyler gelir mi?
İhtimal hesabı
Teker teker ihtimallerden gidelim.
1. Rusya istila eder.
Etmez. Rusya daha dün tamamen silahsız ve ordusuz yedi milyon Azeriyle, beş milyon Kırgızla, üç milyon Letonyalıyla başa çıkamadığı için bu ülkeleri terketti. Yetmiş milyon Türkü ne yapsın? Deli değil ya bu adamlar? Dili, devleti, geleneği, benlik bilinci, siyasi partileri, kurumları, şirketleri, gazeteleri, bankaları, üniversiteleri, okuryazar insanları olan koskoca ülkeyi bu çağda arzusu hilafına yönetmek mümkün müdür? Yönetsen kaç sene yönetebilirsin? Amerika Irak’ı yönetebildi mi? (Ki Irak’ın ordusu da var, Amerikalıların emrinde.) Türkiye’nin 800 binlik ordusu 25 seneden beri bir avuç Kürt militanıyla başa çıkabiliyor mu?
Sonra Türkiye’de mevcut düzenin sürmesinde çıkarı olan o kadar devlet var, batıda ve doğuda. Onlar izin verir mi?
Küçük devletler
2. Yunanistan istila eder.
Etmez. Salt İstanbul’un nüfusu Yunanistan’ın toplamı kadar. Alsalar başlarına bela olur. Atina bile on yıla kalmaz Türk belediye başkanı seçer; Akropol semalarında ezan okuturlar.
3. Suriye istila eder.
Etmez. Suriye devletinin toplam bütçesi 7 milyar dolarmış. Türkiye’ninki şimdilik 170 milyar dolar, ordu yükü memleketin sırtından kalksa herhalde iki misli olur. Parasını verip Suriye’yi satın alırlar, olur biter. Suriyeliler de memnun olur tahminimce.
4. Amerika istila eder.
Etmez. Memleket zaten ellerinde, istila edip ne yapsınlar? Hem Amerika’nın elinde 2,5 milyon kişilik Türk devlet teşkilatını yeniden kuracak yedek adam stoku mu varmış? Bugünkünden farklı ne yapmayı düşünüyorlarmış ki istila etmenin zahmetine, masrafına değsin?
5. Toptan istila etmezler, azar azar kemirirler.
Yunanlı İstanbul’u alamaz belki, ama Çeşme ile Alaçatı’ya göz koyarsa ne olacak? O da basit. Ordudan tasarruf edeceğin parayla adamların memleketinde üç banka, iki gazete, bir üniversite satın alırsın, Çeşme’ye bulaşacaklarına bin pişman edersin.
Peki, bir de sembolik sınır güvenlik gücü oluşturursun ki sınırlarına göz diken elini kolunu sallayarak emrivakiler yaratamasın, ulusal ve uluslararası bir rezalet çıkarmadan amacına ulaşamayacağını bilsin, ona göre hareket etsin. Bu iş için de bilemedin beş on bin kişilik bir güç yeter herhalde.
Ya savaş çıksa
6. Dünya savaşı çıksa rezil oluruz.
Dünya savaşı çıksa katılmamaya çalışırız. İsviçre iki dünya harbine katılmadı, hem cephenin tam ortasında yer aldığı halde katılmadı. Bunu ordusu sayesinde yapmadı: aklıyla yaptı, kimseye tehdit oluşturmadığı için yaptı, silahtan daha kuvvetli bir şeye – para kurumlarına – sahip olduğu için yaptı. İkinci Dünya Savaşı’nda Türk ordusu içler acısı haldeydi. Almanlar girse iki günde İstanbul’a dayanır diye hesapladılar. Savaş dışı kalabildiysek ordu sayesinde değil, İsmet Paşa iki tarafı iyi dengelediği için kalabildik. Türkiye’nin petrolü yok, savaşanlara yarar ahım şahım başka bir şeyi yok, neden şanslarını zorlasınlar? Hem Almanlar krom istedi de (parasıyla) vermedik mi?
Peki, memlekette stratejiden, taktikten, askeri teknolojiden anlayan bir kadronun bulunması faydalıdır diyelim. Üniversitelerde iyi bir-iki fakülte kurulur, bu da temin edilir. Sivil kadrolardan söz ediyorum, şüphesiz. Akla ve hesaba dayanan bir işi sivillerin askerden daha kötü yapması için bir neden var mı? Serbest tartışma ve rekabet ortamında oluşacak yeteneğin çapı, emir komuta kültürünün cılız ürünleriyle kıyas kaldırır mı? Bir yanda bugünün Türkiye’sinde sivil sektörlerde – inşaatta, basında, reklamcılıkta, bankacılıkta – gördüğünüz bilgi ve beceri birikimine bakın, öbür yanda üniformalı zevatın üstlerine vazife olan ve olmayan konularda sergilediği düzeye bakın, karar verin.
İç düşman
7. Kürtler azar.
Azar belki. Ama benim o bölgedeki insanlardan duyduğum, bildiğim, gördüğüm o ki bugüne dek azdıkları kadar “azmalarının” esas nedeni Türk ordusunun yokluğu değil, tam tersine, varlığıdır. Baskı ve tehdit ortadan kalkarsa belki onlar da rahatlar, Türkiye gözlerine daha bir cazip görünmeye başlar. Hem diyelim ki bağımsızlık ilan ettiler. Acaba Türkiye’nin orayı üniversitesiyle, televizyonuyla, gazetesiyle, kalifiye personeliyle, müteahhidiyle, bankasıyla, Arçelik’iyle, Etibon’uyla, turistiyle ele geçirmesi mi daha sağlıklı ve kalıcıdır, silah zoruyla elde tutmaya çalışması mı?
8. Memleketi eşkiya sarar.
Sarmaz. Eşkiyayla mücadele mercii asker değildir, polistir. Polis teşkilatını biraz daha takviye etmek, jandarmayı tam profesyonel bir güce çevirmek gerekir belki. Son yıllarda özellikle polisin ve bir ölçüde jandarmanın asli görevlerinde gayet başarılı oldukları ortada. Ordu gidince niye başarısız olsunlar ki? Bizden çok daha vahşi bir ülke olan Amerika’da orduyu iç güvenliğe milim bulaştırmadan bunca senedir pekala idare etmişler.
Ya kutsallar?
9. Laiklik elden gider.
Yok ki gitsin. Nişantaşı’nın, Çankaya’nın, Alsancak’ın beş on sokağına sıkışmış özgürlüğünü ordu mu koruyor, yoksa paran, eğitimin ve uluslararası ilişkilerin mi koruyor, bir düşün.
10. Atatürk elden gider.
Bugünkü konumundan gider, orası kesin. Ama geçmişte kalmış, memlekete zor zamanlarda önderlik etmiş, sevabı kadar hatası da olan bir siyasi lider olarak anılmaya devam eder. De Gaulle’ler, Churchill’ler, Nasır’lar ve Nehru’larla birlikte hatırlanır. Ahalinin yarısının sevdiği ama bazen eleştirdiği, öbür yarısının sevmediği ama saygı duyduğu bir simge olarak siyasi hayatta etkisini sürdürür.
11. Memlekette yeşil alan kalmaz.
Bak bu ciddi. Türkiye’de kentsel alanda doğru dürüst yeşillik sadece askeri garnizonlarda kaldı. Ordu reformuyla beraber mutlaka kapsamlı bir milli park ve bahçeler yasası çıkarılması şart ki onlar da kapanın elinde kalmasın.
Maliyet hesabı
Konuyu perspektife koymak için hatırlatalım. Burada bahis konusu olan, son 250 yıldır girdiği her savaşı kaybetmiş bir ordu, Yunanistan ve Kıbrıs Rumlarıyla yaptığı üç savaş (1897, 1919-1922, 1974) hariç. Rusya’yla yedi kere savaşıp yedi kere yenilmek gibi dünya tarihinde eşi olmayan bir rekora imza atmış. Daha dün kurulmuş Bulgaristan’la Yunanistan ve Sırbistan karşısında iki ayda darmadağın olmuş. Güneydoğu’da üç-beş bin isyancıyla bunca senede başa çıkamamış, onları yeneceğim diye sivil halkı kırmış, işi büsbütün çıkmaza sokmaktan başka sonuç alamamış.
Modernmiş şuymuş buymuş. Türkiye’de üç gün askerlik yapmış biri bu iddiayı ciddiye alamaz. Mıntıka temizliği yaptırmayı Aziz Nesin komedisine dönüştürmeyi başaran, bir cemseyi tamir etmek için yüzlerce tutanak, emir, fırça, izin, ceza, dayak ve yalan üreten bir mekanizma mı modern?
Maliyeti: 1. Fakir bir devletin sırtından her yıl milyarlarca lira para, 2. En verimli çağında insan yaşamından heba edilen birbuçuk yıl, 3. Kontrolsüz gücün bir kanser gibi toplum bünyesine yaydığı hukuki ve ahlaki ve ekonomik yozlaşma, 4. Seksen yıldır aşılamamış bir korku rejimi, 5. Koskoca ülkeyi medeni dünyanın gözünde parya seviyesinde tutan çağdışı bir siyasi söylem.
Gerekliyse, ne yapalım, katlanalım. Düzeltmenin, modernize etmenin yollarını arayalım. Ama ya değilse? Ya bunca maliyet boşa ödeniyorsa? Gerçekten lazım mı diye soranı ben bilmiyorum. Belki lazımdır, olabilir, mümkündür. Ama soran yok ki bilelim.
Buyurun, merak ettim, ben sordum.
Ordu lazımdır diyenlerin daha başka gerekçeleri varsa anlatsınlar, dinleyelim, öğrenelim.
(Taraf gazetesi HerTaraf sayfası 10 Şubat 2009)
Ergenekon nedir?
Ergenekon diye bir örgüt olduğunu sanmıyorum, varsa da ikincil bir mevzudur, yan kuruluştur.
Ya bombalar, cinayetler, tehdit altında karar veren yüksek mahkemeler, talimatla yönlendirilen gazeteler?
Örgüt açık ve seçik ortadadır, adı da bellidir, ancak yürürlükteki mevzuata göre telaffuz edilmesi suç teşkil eder.
‘Bir numara’ kim?
Rütbeli ve rütbesiz çok üst düzey kişilere emir verebilen, yüksek mahkeme üyelerini ve gazete patronlarını, hatta belki bazı cumhurbaşkanlarını yönlendirme gücüne sahip olan biri olması lazım, mantıken.
‘Bir numara’yı ortaya çıkarabilecekler mi?
2008 Temmuz ayının son günlerinde tüm gazetelerde ‘Bir Numara’yı tarif eden yazılar yazıldı, boş fotoğraf kareleri yayımlandı, hemen ertesi günü adının açıklanacağına dair kamuoyunda bir beklenti yaratıldı. “Muzaffer Tekin’e benzer ama bıyıksız, daha zayıf, Rumeli muhaciri tipli” bir başka tanınmış kişinin resimleri de aynı günlerde aynı gazete sayfalarında sık sık görülmekteydi. Sanırım kendisiyle bir pazarlık yapıldı. “Ergenekon” soruşturmasına zorluk çıkartmaması şartıyla kendisine ilişmeme sözü verildi, hatta kariyerinde ilerlemesi sağlandı.
Bu ‘pazarlığa’ uyulacak mı peki?
Zaman zaman duygusal olduğu anlaşılan çıkışlar yapmaktan kendini alamıyor olabilir. Belki de paniğe kapılıyordur. Fakat şu aşamaya kadar anlaşma yürür görünüyor. Feverandan ileri gelen yanlış adımlar atılmasa yürümemesi için bir neden yok gibi görünüyor.
‘Sonuna kadar’ gidemeyecekler öyleyse.
‘Sonuna kadar’ gitmek kimsenin işine gelmez. Ayrıca Türkiye’ye zarar verebilir. Kamu otoritesinin tamiri güç olacak bir şekilde zedelenmesine yol açabilir. Biliyorsunuz, güvenlik stratejisinde esas olan suçluyu yoketmek değil, tesirsiz hale getirmektir. Bir yere kadar belini kırdıktan sonra zeytin dalı uzatırsınız, sizin kontrolünüzde kalmak şartıyla yaşamasına, hatta kendini geçindirecek kadar ufak tefek işler yapmasına izin verirsiniz.
Örgütün amacı askeri darbe miydi?
Zaten iktidarda olan neden darbe yapsın ki? Bu kadar aptalca bir hata yapacaklarını sanmıyorum. 2002’de iktidara gelen hükümetin kendilerini tasfiye etmeye kararlı olduğunu anladılar. Dolayısıyla hükümeti etkisiz hale getirmeye, gerekirse bir dizi siyasi entrikayla iktidardan düşürmeye, hatta belki başbakanı ekarte etmeye teşebbüs ettiler.
Ahmet Necdet Sezer?
Sezer ilk cumhurbaşkanı seçildiğinde gayet aklı başında, demokrat, hatta muhalif bir kişilik tablosu çizdi. Göreve geldikten bir yıl kadar sonra adeta 180 derece döndü. Tanınmış bir seri katile devlet madalyası takarken, Türkiye’nin uluslararası arenada gururu olan bir yazarı istiskal etme yolunu seçti. Oysa Sezer’in kendi kişiliği itibariyle birincisinden tiksinecek, ikincisini takdir edecek biri olduğunu sanıyorum. Başına neler geldiğini ancak tahmin edebilirim. Emekli olduktan sonra, selefinin aksine, mutlak suskunluğa gömülmesini saygıyla karşılıyorum.
Tasfiye kararını bu hükümet mi verdi?
Hükümetin bu kadar muazzam boyutlu bir işe tek başına girişecek gücü ve cesareti var mıdır bilmem. Batıdan destek almış olmaları muhakkak görünüyor.
Batı’nın amacı ne peki?
Türkiye’yi medeni ülkeler ailesi içinde görmek istiyorlar. Bunun dünya dengeleri açısından çok önemli bir hedef olduğunu düşünüyorlar. İslam dünyasında eli yüzü düzgün tek demokrasi ve kayda değer bir ekonomik güç olan Türkiye’nin, çağdışı kalmış bir maceracı klik elinde belirsiz yerlere sürüklenmesinden korkuyorlar. 1945’te, 1968 sonrasında ve 1989’da dünya bambaşka ufuklara yelken açarken kendini yenilemeyi başaramayan Türkiye’nin artık bu kâbustan uyanmasını istiyorlar. 1930’lar faşizmine saplanıp kalmış bir Türkiye’yi Avrupa Birliğine dahil edemeyeceklerini, ona İslam dünyası için bir model ve lokomotif olma rolünü veremeyeceklerini görüyorlar.
Emperyalizmin bir oyunu mu?
Eğer emperyalizm ise, böyle emperyalizme can kurban. Bu ülkede yaşayan ve yaşamaya devam edecek 70 milyon insana bundan daha büyük bir iyilik yapamazlar. Üç çocuğum adına onlara teşekkür borçluyum.
Daha kaç dalga gelir?
Operasyonun başarıya ulaşması için daha en az iki, belki üç adım şart. Birincisi örgütün medya ayağını kırmaktır. Bunu yapmadan kamuoyunda dönüşüm lehine güçlü bir konsensus oluşturamazlar. Bu adımın nisbeten kolay bir adım olacağını düşünüyorum. İkincisi yargı kurumlarının temizlenmesidir. Adalet işlevini kaybederek siyasi bir örgüte dönüşmüş olan üst yargıya radikal bir müdahale olmadan sistemin yeniden işler hale getirilmesi imkânsız görünüyor.
Üçüncüsü?
Üçüncüsü en zorudur. Hrant Dink cinayetin aydınlatılması lazım. Bu cinayet, gerek dünya kamuoyu, gerek Türk toplumunun vicdanı açısından gerçek bir dönüm noktasıdır. Aydınlatıldığı takdirde eski düzenin vicdani dayanaklarının tartışılmaz ve geri dönülmez bir şekilde sarsılacağını sanıyorum.
Neden zor peki?
Hrant’ı valiliğe çağırıp tehdit ettiler. Türkiye’de İstanbul valisini kurye olarak kullanabilecek kaç kişi var? Başbakanla cumhurbaşkanını saymıyorum. İçişleri Bakanının da olayın içinde olduğunu sanmam. Geriye iki üç kişi kalıyor, isimleri bellidir. Yargıtay mensuplarını akı kara diye okumaya kim ikna edebilir? Yüz tane kafası traşlı gencin Hrant Dink Caddesinde (eski Halaskârgazi) gösteri yapmasını kim örgütleyebilir? Hürriyet gazetesi Hrant’ı vatan haini gösteren sekiz sütun manşeti kendiliğinden mi attı, yoksa Kerinçsizgillere mi kandı? Demin bir pazarlıktan söz ettim. Eğer öyle bir pazarlık varsa o pazarlığı bozmadan bu soruların cevabı verilebilir mi bilmiyorum. Ama Hrant cinayetini aydınlatmadan bu operasyonu tatmin edici bir sonuca bağlamak da zor. Çözümü güç bir ikilem olmalı. Çözmeye çalışanlara Allah kolaylık versin.
Hükümet Ergenekon soruşturmasını kendi siyasi amaçları için kullanıyor olabilir mi?
Böyle bir tehlike var tabii. İktidar tehlikeli bir oyundur. Hükümetin gizli bir gündem güttüğüne, “şeriat özlemi” içinde olduğuna zerrece inanmıyorum; hiç inanmadım. Ama iyi niyetle başlanan bir mücadele bile insanı bazen adım adım zulme, adaletsizliğe sürükleyebilir. Yağmurdan kaçarken doluya tutulma ihtimalini gözden ırak tutmamak lazım.
Ergenekoncular cezalandırılacak mı?
Bence zor. Bu kadar salkım saçak bir davayı sonuca nasıl bağlayabilirler merak ediyorum. Belki bilfiil cinayete bulaşmış birkaç kişi mahkûm olur, o kadar.
Boşuna mı bunca heyecan peki?
Amaç intikam almak değil ki? Ülkeyi bir beladan kurtarmak, bunca yıldır ufkunu karartan kâbustan uyandırmak. Bir gariban Tuncay Özkan veya memlekete o kadar hizmeti dokunmuş bir Bedrettin Dalan mahkûm olsa kim ne kazanacak. Mevkilerinden tepetaklak gelmeleri, bir süre tutuklu kalmaları ya da yurt dışında sürünmeleri bence yeterince cezadır. Belki akılları başlarına gelir, doğru yola dönerler.
(Taraf gazetesi HerTaraf sayfası 22 Ocak 2009)
Birinci Dünya Savaşı’nın son günlerinde Türk ordusu Filistin cephesinde feci bir yenilgiye uğradı. Sir Edmund Allenby kumandasındaki İngiliz ordusu 19 Eylül’de Kudüs’ün hemen kuzeyinde bulunan cephede hücuma geçerek 7. ve 8. Türk ordularını neredeyse tüm mevcuduyla esir aldı. Bunun üzerine Ürdün’de bulunan 4. Ordu da panik içinde dağıldı. 1 Ekim’de Şam düşman eline geçti. 6 Ekim’de Fransız donanması Beyrut’a girdi.
3 ve 4 Ekim’de Amerikan basınında, Türk hükümetinin İsviçre kanalıyla barış teklifinde bulunduğuna dair haberler çıktı. Bundan birkaç gün sonra Talat Paşa başkanlığındaki kabine istifa etti. Mustafa Kemal Paşa kumandasındaki bir birlik Halep’te yeni bir savunma hattı oluşturmaya teşebbüs etti ise de 27 Ekim’de İngiliz birlikleri Halep’i işgal etti. Bu olaydan tahminen üç dört gün önce İngilizler ateşkese hazır olduklarını bildirerek Türk hükümetinden bir temsilci göndermesini istediler. 28 Ekim’de Dışişleri Bakanı Rauf Bey gizli görüşmeler için Limni Adasının Mondros limanına vardı. 30 Ekim’de ateşkes imzalandı. Ertesi gün İngiliz birlikleri İskenderun-Kilis hattında çarpışmalara son verdiler.
İngiliz kuvvetleri 42 gün süren bu kampanyada kuş uçuşuyla yaklaşık 550 kilometre ilerledi. Ele geçirdikleri alanda daha sonra İsrail, Ürdün, Suriye ve Lübnan devletleri kuruldu.
Şaşırtıcı ateşkes
Savaşın Kilis sınırında sona erdirilmesinde 42 gün aralıksız savaşan İngiliz birliklerinin yorgunluğu muhakkak ki bir rol oynadığı gibi, hemen aynı günlerde Almanya’nın yenilgiyi kabul ederek teslim olması da pay sahibidir.
Ancak burada dikkat çekici olan bir başka hususa da parmak basılmalıdır. İngilizlerin ateşkesi kabul ettiği hat, tastamam Türk-Arap etnik sınırıdır. Sınırın her iki yanında küçük azınlıklar vardır, ancak hattın güneyindeki köyler %80-90 gibi bir çoğunlukla Arap, kuzeyindekiler de benzer bir çoğunlukla Türktür.
Daha dikkat çekici olan şudur. 1916 ve 1917’de Mark Sykes ve Georges Picot arasında müzakere edilen gizli anlaşmalar uyarınca İngiltere, Külek Boğazına kadar olan Kilikya’yı, yani Adana vilayeti ile Maraş sancağını işgal ettikten sonra bu yerleri Fransız yönetimine bırakmayı taahhüt etmiştir. Dolayısıyla İngilizlerin Kilis’te silah bırakması, Fransa’ya verilmiş olan sözün tutulamaması veya tutulmaması anlamına gelmektedir.
Ateşkesin imzalandığı tarihte cephede kayda değer nitelikte bir Türk askeri birliği kalmamıştır. Adana’da bulunan 2. Ordu bir kabuktan ibarettir. Dolayısıyla İngilizlerin ciddi bir direnişle karşılaşmadan Adana’yı ele geçirmesi, hatta kısa sürede Anadolu içlerine ilerlemesi pekala mümkün görünmektedir.
Unutulmuş bir felaket
Standart Türk tarih yazımında Suriye “felaketi” hakkında neredeyse hiçbir ibareye rastlanmaz. Böyle bir olay sanki olmamıştır. Ders kitaplarında ve resmi tarihe ilişkin anlatımlarda konuya yer verilmediği gibi, döneme ait anılarda da Suriye yenilgisine pek değinilmez. Yenilginin analizi yapılmamış, “suçlular” aranmamış, sorumluluk taşıyan kişiler tevil ve inkâr yoluyla da olsa kendilerini savunmamıştır.
Bu kayıtsızlığın sadece “unutturma” çabasıyla ilgili olduğunu sanmıyorum. Dönemin günlük gazetelerini oturup okudum; Eylül ve Ekim ayları boyunca İstanbul basınında Suriye cephesine ayrılan yer çoğu zaman tek paragraflık resmi bildirilerden ibarettir. Çünkü Suriye olaylarıyla aynı günlerde İstanbul kamuoyu, Trakya cephesinden gelmesi beklenen çok daha büyük tehlike ile meşguldür. Savaşta Türkiye’nin müttefiki olan Bulgaristan, Eylül ayında yenilmiş ve Fransız-İngiliz seferi kuvveti tarafından işgal edilmiştir. Galip güçlerin her an İstanbul üzerine yürümesi beklenmektedir. O yönden gelecek bir saldırıya karşı İstanbul’un savunulamayacağı görüşü halka ve hükümet çevrelerine hakimdir.
Böyle bir panik ve karamsarlık ortamında Suriye’den gelen haberlerin Türk basınını hiç etkilememiş olmasını bir ölçüde anlayışla karşılamak gerekir. Daha büyük bir badireyle yüzyüze olan kamuoyu, Suriye’deki yenilginin farkına bile varmamıştır.
Paşanın serencamı
Geçmiş felaketleri unutmak belki de insan tabiatının doğal bir savunma refleksidir. Doğru tavır da belki budur, bilmem. Kibarca söylersek, “delinmiş davulun davası olmaz” deyişi halk bilgeliğinin özlü ifadesidir. Buna karşılık, daha sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olarak tarih sahnesinde yer alan Mustafa Kemal Paşa’nın Suriye yenilgisinde oynamış olduğu rol, sanırım tarihçilerin daha fazla dikkatini çekmeye layık bir konu olmalıdır.
Özetlemeye çalışalım.
Mustafa Kemal Paşa 1916-17’de ordu komutanı olarak Suriye ve Filistin cephelerinde bulunmuş, karmaşık bir dizi siyasi entrikaya adı karıştıktan sonra Ekim 1917’de görevinden azledilerek İstanbul’a çağrılmıştır. Biyografisinin bundan sonraki sekiz aylık kısmı karanlıktır. Dünya Savaşının bu en zorlu döneminde, bilindiği kadarıyla, herhangi bir resmi görevi yoktur. Sadece Aralık 1917-Ocak 1918’de veliaht Vahidettin Efendi ile birlikte Almanya’ya resmi bir ziyarette bulunmuştur. Başkumandan Vekili Enver Paşa’ya husumetiyle tanınan ve Almanlarla arası hiç iyi olmayan genç generalin, böyle hassas bir gezide, yeni veliahtın bir tür siyasi mihmandarı veya “gözeticisi” olarak görevlendirilmiş olması da ayrıca dikkat çekicidir.
Filistin turnesi
Haziran 1918’de Mustafa Kemal, sağlık gerekçesiyle Avusturya’ya giderek bir ay Viyana’da ve üç hafta kadar Karlsbad’da kalır. Bunlar, Almanya’nın savaşı kaybedeceğinin iyice anlaşıldığı ve çatırdamaya başlayan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun İngiltere ile ayrı bir barış arayışına girdiği günlerdir.
4 Temmuz’da Sultan Reşat ölür, Vahidettin tahta geçer. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa tedavisini yarıda bırakıp Türkiye’ye döner. İstanbul’a vardığının ertesi günü padişah tarafından kabul edilir ve birkaç gün sonra Filistin’de bulunan 7. Ordu kumandanlığına atanır. Bu görüşme sırasında padişaha Enver’i azlederek başkumandanlığı bilfiil üzerine almasını önerdiğini, ancak bu önerisine cevap alamadığını anılarında anlatmıştır.
4 Eylül dolayında Mustafa Kemal Paşa Filistin’de görevinin başına geçer. Resmen sadece 7. Ordu kumandanı olduğu halde, Cevat Paşa (Çobanlı) kumandasındaki 8. Ordu ve Cemal Paşa (Mersinli) kumandasındaki 4. Ordu da gerçekte onun direktifine tabidir. 7. Ordu kurmay başkanı olan von Falkenhausen, Mustafa Kemal’in görevi devralmasından hemen sonra onunla görüş ayrılığına düşerek istifa eder. Ordular Grubu kumandanı olan General Liman von Sanders kısa zamanda etkisiz hale gelir ve Şam yenilgisinden sonra görevi bırakır. Onun yerine, Mustafa Kemal Paşa artık fiilen yokolmuş olan Ordular Grubu kumandanlığına getirilir.
Eşi görülmemiş kumandan
Bu olaylardan çıkarılacak en basit sonuç, Mustafa Kemal Paşa’nın tarihte eşi görülmemiş ve hiç yenilmemiş bir kumandan olduğuna ilişkin yaygın görüşün sorgulanması olabilir. Mustafa Kemal’in bizzat kumanda ettiği 7. Ordu 19 Eylül Mecidde muharebesinde darmadağın olmuş, daha sonra Deraa’da, Şam’da, Hama’da ve Halep’te oluşturmaya çalıştığı savunma hatları da yarılmıştır.
Öte yandan, Filistin cephesindeki durumun ümitsizliği daha bir yıl öncesinden herkesçe bilinen ve kabul edilen bir gerçektir. Bu durumda Mustafa Kemal’i yenilgiden sorumlu tutmak fazlasıyla basit, hatta ucuz bir yorum olur. Asıl üzerinde durulması gereken nokta bu değildir. Mustafa Kemal’in 1917’de görevden alınması ve 1918’de yeniden aynı göreve atanmasıyla gelişen olaylar zincirinde daha karmaşık bazı soru işaretlerinin bulunduğu kabul edilmelidir.
Siyasi cüret
14 Ekim’de cepheden saraya gönderdiği bir telgrafta paşa, istifa eden Talat Paşa hükümeti yerine kurulmasını “zaruri” gördüğü yeni kabineyi bildirir. “Nötr” bir asker olan Ahmet İzzet Paşa başkanlığında kurulacak olan hükümette, Mustafa Kemal’in en yakın arkadaşı ve siyasi kader ortağı olan Fethi Bey İçişleri’ne, Rauf Bey Dışişleri’ne, kendisi de Enver Paşa yerine Harbiye Nezaretine önerilmiştir. Bu teklifin üçüncü şıkkı her ne kadar kabul görmez ise de, bir ayda üç ordu kaybetmiş olan bir generalin göstermiş olduğu siyasi cürete hayranlık duymamak elde değildir.
Mustafa Kemal’in kendisi hariç önerdiği kişilerden oluşan bir kabine 14 Ekim’de göreve gelir. Ancak üç hafta sonra İttihat ve Terakki ileri gelenlerinin yurt dışına kaçması üzerine istifa etmek zorunda kalır. 13 Kasım’da İstanbul’a dönen Mustafa Kemal, hemen akabinde padişahla görüşüp Tevfik Paşa başkanlığında bir hükümetin kurulmasını önlemeye çalışırsa da bunda başarılı olamaz. Mustafa Kemal’in bu dönemde Tevfik Paşa’ya karşı gösterdiği tepkide adeta kişisel bir “ihanete uğramışlık” duygusunun izleri görülür. Oysa 14 Ekim tarihli telgrafta, Ahmet İzzet’in hükümeti kurmaktan kaçınması halinde alternatif olarak Tevfik Paşa adını öneren de kendisidir.
Fransa devredışı
Birkaç ek bilgiyle puzzle’ın parçalarını toparlamaya çalışalım.
1. 28-30 Ekim tarihleri arasında İngiliz donanmasına ait bir gemide gerçekleşen Mondros görüşmelerinden İngiltere’nin müttefiki olan Fransa haberdar edilmemiştir. 30 Ekim’de durumu farkeden Fransa hükümeti sert bir notayla İngiltere’nin tavrını protesto ederek mütareke görüşmelerine katılmayı talep etmişse de çeşitli gerekçeler ileri sürülerek bu talep geri çevirilmiştir.
2. Mondros Mütarekesi ile belirlenen Suriye sınırı, sonradan Türkiye’ye katılan Hatay vilayeti haricinde, bugünkü Türkiye-Suriye sınırıdır. 1920’de ilan edilen Misak-ı Milli’nin savunmaya ant ettiği milli sınır, Mondros Mütarekenamesine açıkça atıfta bulunularak tanımlanan bu sınırdır. Sivas Kongresi beyannamesi de, yine açıkça Mondros’u anarak, bu mütarekede belirlenen milli sınırların hiçbir şekilde pazarlık konusu edilemeyeceğini bildirir.
3. İngiliz generali Allenby mütarekeden üç ay kadar sonra İstanbul’a gelerek çeşitli temaslarda bulunmuş ve Anadolu’da baş gösteren asayişsizliği kontrol altına almak üzere olağanüstü yetkilerle donatılmış bir genel müfettişlik makamı oluşturulmasını önermiştir. Allenby’nin bu görev için bir isim önerip önermediği konusunda kaynaklar çelişkilidir. Ancak Allenby’nin tarif ettiği makam Damat Ferit Paşa hükümeti tarafından Mayıs 1919’da oluşturularak, bu göreve Mustafa Kemal Paşa atanacaktır.
Tarih, kim ne derse desin, ilginç bir konu. Doğru anlatılırsa.
(Star Gazetesi Açık Görüş eki, 19 Ekim 2008)
Birinci Dünya Savaşında Türkiye, İngiltere karşısında feci bir hezimete uğradı. Her kilometresi için çatır çatır savaşarak, bugünkü Türkiye’nin aşağı yukarı dört katı toprak kaybetti. Bu topraklar üzerinde daha sonra Hicaz, Suriye, Lübnan, Irak, Ürdün, İsrail diye altı tane devlet kurdular.
1918 Eylülünde Allenby’nin ordusu bugünkü İsrail’in ortalarında bir yerde hücuma geçti. Alman başkomutanın yanında Mustafa Kemal Paşanın kumanda ettiği 7ci ve 8ci Osmanlı ordularını neredeyse tüm mevcuduyla esir aldı. Bunu haber alan Ürdün’deki 4cü ordu da çil yavrusu gibi dağıldı. Birbuçuk ayda İngilizler Suriye’yi aşıp Kilis-İskenderun hattına dayandılar. Karşılarında organize birlik namına bir şey kalmamıştı. Fransızlara verilmiş sözleri vardı, Adana ile Maraş’ı alıp size vereceğiz diye. Buna rağmen, bugüne dek açıklanmamış bir nedenle, İngilizler bu hatta durup ateşkesi kabul ettiler.
1918’de Britanya İmparatorluğunun silah altında yaklaşık beş milyon askeri bulunuyordu. Bunların yüzbin kadarı – kimi kaynaklara göre 150 bini – Filistin ve Irak cephelerinde Osmanlı ile savaştı. Demek ki İngiltere, toplam askeri gücünün otuzüçte birini ya da ellide birini Türk cephesine ayırmıştı. Buna karşılık, Kafkasya fethine çıkan derme çatma seferi gücü saymazsak, Türk ordusunun aktif mevcudunun tamamına yakını bu tarihte İngilizlere karşı harpteydi.
Büyük Britanya’nın 1914’te ulusal geliri (kolonileri hariç) 2,5 milyar sterlin idi. Osmanlı’nın rakamları tam belli değil, ama bunun yirmibeşte biri kadar bir şey olmalı. Kamu bütçeleri arasındaki fark daha da feciydi, sanırım altmış-yetmiş kat gibi. Yani Britanya İmparatorluğu, canı isterse, parasını verip 60-70 tane Osmanlı ordusu ile donanması satın alacak durumdaydı. Cihan Harbinde Almanlar biraz yardım ettiler de hemen çökmedik, dört sene sonra çöktük.
Bunları neden anlatıyoruz? Olayları bir perspektife koyalım, hayal mahsulü gazalarda lüzumsuz vakit kaybetmeyelim diye. Yahut dilerseniz şöyle diyelim: 1918’de bizi perişan eden düşmanı 1922’de nasıl denize dökmüşüz, daha net bir şekilde değerlendirelim diye.
Mondros Mütarekesi
Bunlar ders kitabı konuları, öö, deyip bırakmayın lütfen. Yazı ilginçleşecek.
30 Ekim 1918’de Mondros’ta ateşkes imzalandı. Ateşkes hükümleri ağırdı: Türk ordusunun artanı derhal terhis edilecek; müttefik esirleri bırakılacak; ateşkes sınırının dışında kalan birlikler teslim olacak; galip devletler gerekli gördükleri limanları, demiryolu istasyonlarını, stratejik noktaları işgal edecekler; askeri teçhizat teslim edilecek.
Bunlar ağır hükümlerdir, ama aynı günlerde Bulgaristan’a, Avusturya-Macaristan’a, Almanya’ya dayatılan ateşkes koşullarından pek farklı değildir. Alman bırakışmasının askeri ve ekonomik hükümleri daha ağırdır. Tek önemli fark, Türkiye’nin kendine özgü koşullarından doğan 24. maddedir. Bu maddeye göre, altı doğu vilayetinde karışıklık çıkarsa galip devletler buraları da işgal edebilecekti. Karışıklıktan kasıt, savaş sırasında sürülen Ermenilerin evlerine dönmesi halinde çıkabilecek olaylardır.
Türk basını Mondros’u, sevinçle demeyelim ama ihtiyatlı bir iyimserlikle karşıladı. Sonradan Milli Mücadele önderleri olan Fethi ve Rauf Beylerin Minber gazetesi, mütarekeyi “en büyük siyasi başarı” olarak değerlendirdi, İngilizlerin “centilmenliğini” ve “hakkaniyetini” övdü. O sırada cephede olan Mustafa Kemal Paşa, iki hafta sonra başkente döner dönmez, en yakın silah ve örgüt arkadaşının çıkardığı bu gazeteye ortak oldu.
Birbuçuk sene sonra ilan edilecek olan Misak-ı Milli’nin her ne pahasına olursa olsun savunmaya ant içtiği “gayrı kabili tecezzi” vatan toprakları, Mondros ateşkesi ile belirlenen sınırlardı. Bunu da bir kenara kaydedelim.
Birinci evre: Temizlen dost olalım
Mütarekeden sonra İngiliz politikası tek bir çizgide devam etmedi. Ben üç evre görüyorum. Bunları birbirinden ayırırsak belki olayları daha iyi anlama imkânımız olur, sapla samanı birbirine daha az karıştırırız.
Birinci evre 1918 Kasımından 1919 Nisan sonuna kadarki altı aydır. Bu aşamada İngiltere zafer sarhoşluğu içindedir, ordularını daha terhis etmemiştir, mali kriz patlak vermemiştir. Türkler ise perişandır, bir şeye direnecek halleri yoktur. Buna rağmen, ufak tefek birkaç garnizon dışında bu dönemde ciddi bir işgal olmadı. Olaylar gayet mülayim seyretti. Müttefik yüksek komiserliği sadece bir konuda ısrarcı davrandı. “Savaş suçlularının” cezalandırılmasını talep ettiler. Bunu mutedil bir barışın ön şartı olarak ileri sürdüler.
Suçlulardan kasıt, bir, ülkeyi savaşa sokan İttihat ve Terakki önderleri, iki, Ermeni tahcirinde adı çıkan zevat, bir de savaş sırasında sivil halka ve esirlere kötü muamele ettiği ileri sürülen Ali İhsan Sabis Paşa gibi birkaç komutandı.
“Tanırız, iyi çocuktur”
İttihatçılardan oluşan Meclisin bu işe yanaşmadığı görülünce 17 Aralıkta Meclis feshedildi. Tevfik Paşa hükümeti göstermelik birkaç mahkeme kurdu. Sonra korktu, duraksadı, topu taca attı. 3 Martta ihtiyar Tevfik Paşayı gönderip, yerine belki daha laf anlar diye düşündükleri Damat Ferid’i getirdiler. Yeni hükümet bir-iki namlı sanığı İngilizlerin hatırına astı. Ama bunu o kadar gönülsüzce yaptı ki, devamının gelmeyeceği anlaşıldı. İttihatçı örgütler ortalığı velveleye verip mahkûmları kahraman ediverdiler. Rejimin Goebbels’leri ile Himmler’lerini hedef alan tehdidi, vatanın şan ve şerefine yönelik bir tecavüz olarak sunmayı ve üstelik seçkinlerin çoğunu buna inandırmayı başardılar.
(Bu ahlaksızlığı yemeyip açık açık konuşan üç kişi çıktı sadece: çağın en dürüst yazarı Refik Halit, ahlak üzerine kafa yormuş tek filozofu Rıza Tevfik, memleketin en “Batılılaşmış” aydını Ali Kemal.)
Mayısta, güdümlü kalabalığın ayaklanıp tutukluları salıvereceği duyuldu. Bunun üzerine İngilizler 200 küsur sanığı toplayıp Malta’ya sürdüler. Mahkeme filan unutuldu, konu kapandı.
Mantık evliliği
Galiplerin kaygısı ilahi adalet değildi, hayır. 1945’te Nürnberg’de ve Japonya’da daha beceriklice yapacakları işin provasıydı. Yüz yahut ikiyüz kişiyi şiddetle cezalandır, geri kalanına günah çıkarma şansı tanı, “emir kuluyduk, suçlu değiliz” dedirt. Bir keçi bul, suçu ona yükle. Eskiyi yıka, pakla, siyasette yeni bir sayfa aç. Bu kadar basit. Bunu yapmadan, dünün düşmanıyla dost olamazsın.
Maksatları sırf Türkiye’yi güzelleştirmek de değildi, kuşkusuz. Kasım 1917 itibariyle Kuzeyde beliren büyük tehlikeye karşı sağlam duracak, ekonomisi düzgün, her an dağılıp bölünme kaygısı olmayan, Batı’yla iyi geçinen bir ülke lazımdı. Bunun için önce memlekette rejimin ve zihniyetin değişmesi gerekiyordu. Bir Adenauer yahut Brandt aradılar. Altı ayda gördüler ki İttihatçı yapı sapasağlam ayaktadır, memleketin her hücresine sinmiş her tersanesinde örgütlenmiştir, ve Türklere rejim değiştirtmek deveye hendek atlatmaktan daha zordur.
Doksan sene sonra Avrupa Birliği bakanları, Joost Lagendijk’lar filan, hala daha aynı duvara kafa atıp duruyorlar.
İkinci evre
1919 Mayısında müttefiklerin, fakat özellikle İngilizlerin tavrı değişti. Şiddet ve celal, eylemlerine egemen oldu, ya da en azından öyle göründü. “Cezalar”, müeyyideler, tehditler, kılıç şakırdatmalar gırla geldi. Her şeyden önce İzmir’e Yunanlılar çıkarıldı. O yaz ilan edilmesi beklenen Türk barışı belirsiz bir geleceğe ertelendi. (Allah için bir Türk tarihçisi de sormayı akıl etsin, nedendir, niye ertelediler diye!) Kars-Ardahan tarafında güvenlik nedeniyle varlığına göz yumulan Türk birlikleri boşaltıldı. O tarihe kadar İngilizlerin has adamı diye bilinen bazı Türk paşalarına karşı, birden, sert tavır takınıldı.
Yeni model: Sen düzeltemedin, bize bırak
1922 Ekimine kadar üç yıl beş ay süren bu ikinci dönemin ana diplomatik belgesi Sevr Antlaşmasıdır. İlginç bir metindir. Okumak gerekir.
Sevr’de, daha önce dünyada örneği olmayan yeni bir model önerilmiştir. Türkiye’nin bağımsızlığı fiilen lağvedilir. Ama o zamana kadar dünyada usul olanın aksine Türkiye bir ülkenin kontrolü, vesayeti, mandası vs. altına sokulmaz. Müttefik devletlerden (ama ağırlıkla Britanya, Fransa ve İtalya’dan) oluşan çok-uluslu bir idarenin gözetimine teslim edilir.
İç güvenlik, hukuk, maliye, dış ticaret, ulaşım, sendikal haklar, eğitim, hatta arkeoloji ve tarihi eserler alanında çokuluslu idarenin işleyişi ince detayına kadar Sevr’de tanımlanmıştır. Kurulan mekanizmalarda müttefiklerarası dengeler ön plandadır. Sözleşmenin muhatabı Türkler değildir, Türkiye’nin fikri bile sorulmaz. Üç büyük devlet, ama ayrıca Japonya, Sırbistan, Romanya, Yunanistan vesaire, misafir oyuncu olarak Rusya, kendi aralarında oturup dişe diş pazarlık ederler, bir tür konsorsiyum kurarlar.
Yalandan haritalar
Öte yandan Sevr, Türkiye’nin toprak bütünüğünü pek o kadar zedelemez. Bizim ders kitaplarında gösterilen “Sevr haritası” düpedüz yalandır. Antlaşmaya ekli olan resmi harita öyle değildir. Genel ilke olarak, nüfus çoğunluğu Türk olan her yer Türkiye’ye bırakılır. Yalnız nüfusu yakın tarihte değiştirilmiş olan Trakya’da, bir de Fransızların Anadolu’dan sürülmüş Ermenileri iskân etmeyi umdukları Dörtyol-Maraş-Antep-Urfa hattında sınır Türkiye aleyhine düzeltilir. (Buna mukabil Hakkari’nin güney sınırı bugünkünden daha geniş tutulmuştur.) Nüfusun yarısı Rum olan İzmir şehrinin durumu, beş sene sonra yapılacak referanduma ertelenir. Kürdistan ve Ermenistan mevzuları da, apaçık şantaj unsuru olarak kullanmak üzere açık bırakılır.
Teklif nettir. Ordunu dağıt, iç idarende dizginleri bize bırak. Karşılığında Erzurum-Hakkâri sınırını veririz. İzmir’i de düşünürüz.
Bir şeye dikkat edelim. Antlaşma metni 18-24 Nisan 1920’de üç büyüklerin San Remo konferansında şekillendi, 11 Mayıs’ta Türk tarafına sunuldu, 10 Ağustos 1920’de Sèvres’de imzalandı. Hatırlayın: Milli Mücadele bunlardan bir sene önce başlamıştı. Kemal Paşa rejimi Ekim 1919 ile en geç Aralık 1919 arasında Anadolu’nun tümüne hakim oldu. Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920’de toplandı.
Demek ki Milli Mücadele Sevr Antlaşmasına tepki değildir. Belki Sevr Milli Mücadeleye bir tepki olabilir.
Bu nasıl düşman?
İki noktanın daha altını çizelim.
Bir, İngilizler Yunan ordusunu İzmir’e, sonra Bursa-Eskişehir hattına, sonra da Ankara üzerine sürdüler, evet. Ama kendileri savaşa girmediler. 1919-22 yıllarında Anadolu’da Türklerle vuruşurken ölen veya yaralanan bir tek İngiliz askeri yoktur. Yunan başbakanı yalvar yakar diller döktüğü halde kurmay desteği bile vermediler. Demek ki Türklerle bizzat çatışmaya girmek istemediler. Neden? Belki Türkler Bolşeviklere büsbütün mahkûm olsun istemediler. Belki Yunanlıların savaşı kazanmasını beklemiyorlardı. Ya da Türkler kazanacak olursa diye ellerindeki seçenekleri açık tuttular.
İki, İngiltere’nin hiçbir tarihte Türkiye’den açık ya da kapalı toprak talebi olmadı. Fransa’nın Adana-Maraş’ta gözü vardı; İtalya yarım ağızla Antalya’yı, Fethiye’yi, Marmaris’i istedi, vermediler. Ama İngiltere’nin öyle bir isteği olmadı. Bir ara gündeme gelen İngiliz mandası teklifini de kesinlikle reddettiler. Niyet olsa saklanması beklenmezdi: çünkü o çağda bu işler, bugün müstehcen sayılacak bir açıklıkla dile getirilebiliyordu.
Üçüncü evre: Olmadı anlaşalım
Türk-Yunan savaşını Türkler kazandı. İngiliz tavrı anında değişti. Sevr rafa kalktı, Türkiye’nin yeni hakimleriyle masaya oturuldu. İngiltere başbakanı tempo değişikliğine ayak uydurmakta birazcık gecikti, Eylül 1922’deki Çanakkale vakasında ayağı sürçtü, sert konuşmaya devam etti. Tık! 19 Ekim’de Carlton Club deklarasyonuyla koskoca Lloyd George’u üç günde indiriverdiler.
Oysa bu işlerden anlayan herkes Yunan yenilgisini daha baştan öngörmüştü. Harp Bakanı Winston Churchill, daha 1921’de, Yunanlıları desteklemenin büyük hata olduğu kanısındaydı. Dışişleri Bakanı Curzon İzmir’i Yunanlılara vermenin ahmaklık olduğunu ta 1919’da söylemişti. 1920’de Fransız Mareşali Foch Türkleri yenmek için 27 tümen gerektiğini bildirmişti; oysa Yunanlılar ıkına sıkına 12 tümen ancak çıkarabildiler.
Diyelim ki İngiliz politikasını yapanlar bu makul görüşlere kulak asmayıp Yunanistan+Sevr kartına gönülden inandılar. En azından bir B planı yapmış olmaları gerekir değil mi?
Acaba “Türk düşmanı” Lloyd George’un gazına gelip yanlış yola mı gittiler? İkili mi oynadılar? Yoksa usta kumarbazlar gibi “yazı gelse ben tura da gelse ben” hesabı mı yaptılar? Sevr tutarsa ne ala, tutmazsa Lozan veririz!
Lozan’da kim kaybetti?
Lozan’da İngiliz çıkarlarına aykırı bir şey var mıdır? Hiç zannetmiyorum. İsmet Paşa istediği kadar debelensin, sonuçta imzalanan metin, baştan yüksek tutulmuş birkaç pazarlık hamlesi hariç, İngilizlerin dayattığı metindir.
Esas konu Sovyet yayılmacılığına karşı sağlam durabilecek dayanıklı bir Türkiye kurmaktı, o kuruldu. Arap ülkeleri meselesi konferansta doğru dürüst tartışma konusu bile edilmeden çözüldü, galipler dilediklerini aldılar. Irak’ın varlığı için elzem gördükleri Musul, fazla gürültü çıkarmadan halledildi. Ermenistan bu tarihte zaten Sovyet egemenliğine girmişti; o yüzden kuzeydoğu sınırı da konu edilmedi.
Türk maliyesinin acıklı durumundan dolayı savaş tazminatı sözkonusu değildi; ama özel hukuk altındaki eski Osmanlı borçları, biraz tenzilat, biraz taksit, güvenceye alındı. Boğazlarda uluslararası kontrol kuruldu. Birkaç sene sonra Türkiye’nin Sovyetlere karşı pozisyonu iyice netleşince o da kaldırıldı.
İç hukukta önceden öngörülen düzeyde bir Batı’ya açılma (“globalleşme”) olmadı; ama Ankara hükümeti, göstermelik de olsa birtakım Batılılaşma hamleleri yapmayı kabul etti. Ticaret hukuku ile medeni hukuku adamların istediği şekilde düzelttiler. Vatanın istiklali için devasa bir ordu kurma hakkını kopardılar. Ama öyle bir orduyu donatacak imkânları olmadığından, on sene sonra (1933’te) İngiltere’ye, yirmi sene sonra Amerika’ya kapılanmak zorunda kaldılar.
Lozan’da kim kaybetti? Yunanistan kaybetti, bu belli. İzmir ve Doğu Trakya hayali ellerinden gitti, dayak yedikleriyle kaldılar. Bir de Fransa kaybetti. Sevr Antlaşması, Türkiye’ye yakın güç ve büyüklükte, Fransız denetiminde bir Suriye öngörmüştü. O iş olmadı. Yirmi sene içinde Fransa Ortadoğu’dan silinip gitti.
İngiltere’de kimselerin, Yunanistan’la Fransa zarar gördü diye çok üzüldüğünü tahmin etmiyorum.
Sonuç
Burada maksat İngilizleri övmek değildir. Türklerin mücadelesini küçümsemek de değildir. Tabii ki Türkiye, 1918’deki korkunç yenilgiden sonra varlığını ve onurunu korumak için büyük bir mücadele verdi, ve günün şartlarında olabildiğince başarılı bir şekilde sonuçlandırdı.
Gene de insan düşünmeden edemiyor: 1918’de başka bir yol seçilseydi bugün içinde yaşadığımız ülke şimdikinden daha medeni, daha dünyalı, daha müreffeh, daha komplekssiz bir yer olur muydu?
Nürnberg’de Nazi liderleri yargılanıp idam edilirken birçok Alman, galiplerle işbirliği yapan hakim ve siyasetçileri Almanlığa ihanetle, satılmışlıkla, onursuzlukla suçlamışlardı. Zaman onları haklı çıkarmadı. Bugünkü Almanya yeryüzü cenneti değil belki, ama fena bir yer de sayılmaz.
Bizim burası kadar çok yalanla yatıp kalkmak zorunda değiller, en azından.
http://nisanyan1.blogspot.com
|
|
31 Mart 2009 Salı |
(Taraf Gazetesi)
.
Osmanlı'dan sonra örülen duvarlar yıkılıyor
|
20. Yüzyıl imparatorlukların dağıldığı bir asır olmuştur. Bu dönemde Osmanlı Devleti ile birlikte Avusturya Macaristan imp. Britanya imparatorluğu dağılmıştır. Yüzyılın sonunda bir imparatorluk olarak kabul edilebilecek Sovyetler birliği dağılmıştır. Büyük toprak parçalarını terk etmek ve küçülmek zorunda kalan Britanya imparatorluğu çekildiği ülkelerle, toplumlarla ortak paydalar, ekonomik birlikler, siyasi paktlar oluşturarak küçülmüştür. “Commun Wealt” denilen birlikte 50 kadar eski İngiliz sömürgesi ülke vardır ve İngilizlerin bu ülkelerle ilişkileri devam etmektedir.
İngiltere, eski sömürgeleriyle Londra-İngiltere odaklı sağlam ağlar kurarak; sömüren-sömürge ilişkisini gevşek şekilde sürdürmektedir. Ayrıca Britanya imparatorluğu kraliyet ailesini ve İngiliz aristokrasisini korumuş, bunları bahse konu ülkelerin saygı duyduğu, ortak payda haline getirmesini bilmiştir. Bu gün İngiliz Kraliyeti 50 ülkede saygı ve kabul görür, merasimleri izlenir. Yani İngilizler imparatorluğu, dezavantajlarını asgariye indirerek, pek çok imkan ve avantajını koruyarak, kontrollü bir şekilde tasfiye etmişlerdir.
1990’larda dağılan Sovyet imparatorluğu dahi aynı yolu izlemiştir. Eski hâkimiyetindeki ülkeleri, siyasi-ekonomik bir birlik olarak BDT adı altında korumaktadır. Moskova eski Sovyet ülkelerinin yüzünü döndüğü, siyasi ekonomik kültürel işbirliği içinde olduğu en önemli başkenttir. Hala insanlar Rusya’ya, Moskova’ya gezmeye okumaya, ticarete giderler. Orta Asya ülkeleri sahip oldukları doğal kaynaklara, petrole, zenginliğe rağmen, önemli siyasi kararlarda Moskova’ya kulak verirler. Atacakları her adımda Moskova denklemini dikkate alırlar.
Yani Osmanlı devleti dışındaki İmparatorluklar yumuşak ve kontrollü bir geçişle dağıtılmıştır. Vasi ülkelerin avantajları, baskın rolleri, kültürel, siyasi, ekonomik etkileri korunmuştur. Oysa Osmanlı devleti kolları uzuvları parçalanarak dağıtılmıştır. Bir daha bir araya gelemeyecek şekilde nizalar kavgalar, sınır anlaşmazlıkları içinde bırakılarak yıkılmıştır. Türkiye ile diğer devletlerarasındaki siyasi, ekonomik, kültürel tarihi, bütün bağlar vahşice parçalanmıştır. Her bir ülke bir pakta savrulmuş, başka güçlerin hâkimiyet alanına sokulmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti eski bütün akrabalıkları, bağları, ilişkileri kopararak reddi mirasta bulunmuş; 1000 yılda oluşan bütün avantajları bir kalemde silip atmıştır. Dahası Türkiye ile Osmanlı bakiyesi devletler, toplumlar arasına anlaşmazlıklar husumetler sokulmuştur.
“Devleti Aliye” geniş bir coğrafyaya uzun süre hükmeden, batıya doğru fetihler yapan, batılılara üstünlük kuran bir devlettir. Türkler Anadolu’ya gelene kadar, Anadolu batı medeniyetinin parçasıydı. Daha önce Güneydoğu Anadolu bölgesi İslamiyet’le tanışmış ise de, Anadolu’nun İslamlaşması Selçuklular dönemindedir. Önce Anadolu, sonra Balkanlar; ta Avrupa içlerine kadar İslamiyet Türkler vasıtasıyla girmiştir. Batıdaki Rönesans’ı tetikleyen olaylar arasında Endülüs medeniyeti ve İstanbul’un fethi önemli bir yer tutmaktadır.
Endülüs, bilim ve sanatta batı medeniyetini etkisi altına almış; batının bu günkü bilimsel, felsefi gelişmesine zemin oluşturmuştur. Doğu Roma’nın düşmesi ve Osmanlının batıya doğru yürüyüşü Hıristiyan batının toparlanmasına ve siyasi birlikler kurmasına vesile olmuştur. Bu fetihler ve seferler, batılıların şuuraltında, bu gün de devam eden “Türk korkusu”nun yerleşmesine neden olmuştur. Kanuni’nin Manş Denizine kadar (geçici de olsa) bütün Avrupa’da at koşturması Türk korkusunun zirveye çıkmasına neden olmuştur. Dişlerimizin sökülmüşlüğüne, onlara benzeme çabasıyla telef olmamıza rağmen, batılılar hala “Türk korkusu”nu üzerlerinden atamamışlardır.
Batı dünyasında oluşturulan ve sürekli beslenen Türk ve İslam düşmanlığı, zaman içinde nefrete dönüştürülmüştür. Batı güçlendikçe bu nefreti Türkleri Avrupa’dan, hatta Anadolu’dan atma hevesine dönüştürmüştür. Endülüs’ün 8 asır sonra, kurduğu yüksek medeniyete rağmen, Avrupa’dan atılması; Avrupa içlerine kadar yerleşmiş Türkler içinde benzer emellerin gelişmesine neden olmuştur. Rönesans’la bilim ve sanatta öne geçen, reformla kilisenin zincirlerinden kurtulan batılılarda, “Türkleri ve İslam’ı Avrupa’dan sürme” düşüncesi giderek güçlenen bir ideal haline gelmiştir. Osmanlının kurmuş olduğu medeniyet, mimari, birlikte yaşama anlayışı görmezden gelinerek, batılı nesillere “skolâstik” bir husumet aşılanmıştır. Osmanlı devleti coğrafi keşiflerden sonra dünyadaki gelişmelerin gerisine düşmüş, sanayi inkılâbıyla yarıştan tamamen kopmuştur.
17. yüzyıldan sonra, batı karşısında güçlü bir devlet değil, batıya muhtaç, onu taklit ederek ayakta durmaya çalışan bir “hasta adam”dır. Çöküş dönemi boyunca Osmanlının parçalanması ve yutulması hep gündemdeydi. Ancak büyük devletlerin rekabeti, paylaşımda anlaşamamaları, aç gözlülükleri bu “hasta adam”ın ömrünü uzatmıştır. Ne var ki batılılar Türkleri ve İslam’ı Avrupa’dan sürme arzusundan hiçbir zaman vazgeçmemişlerdir.
Birinci Dünya savaşına kadar Osmanlının kolu kanadı budanmış, pek çok toprağı işgal edilmişti. Savaş sonunda Almanya ile birlikte mağlup devletlerarasında yer alması, yüzyıllardır hayali kurulan “Türkleri Avrupa’dan sürme” projesine zemin oluşturmuştur.
Birinci Dünya Savaşı’na kadar İttihat ve Terakki iktidarı balkanlardaki topraklarımızın önemli kısmını kaybetmeyi başarmıştı. Osmanlının son asrı, Avrupa’da yaşayan Müslümanlar açısından katliamlar, sürgünler, savaşlar ve göçler asrıydı. Avrupa Türkleri-Müslümanları müthiş çileler çektiler, acılar yaşadılar. Avrupa’da, Balkanlarda yaşanan her mağlubiyet sonrası yüz binlerce, milyonlarca Müslüman-Türk son sığınak Anadolu’ya yığıldılar. Kafkaslardan, balkanlardan insanlar katar katar Anadolu’ya yöneldiler.
Birinci Dünya Savaşı’nda bizimle birlikte mağluplar arasında sayılan Almanların, Avusturyalıların sadece sakalları kesilmişti. Ama bizim elimiz ayağımız budanmış, vücut bütünlüğümüzle oynanmıştı. Ruhumuza kezzap dökülmüş, kimlik ve karakterlerimizle değiştirilmeye çalışılmıştı. Kısacası, 1. Dünya Savaşı batılı hasımlarımıza, yüzyılların kinini, düşmanlığını kusma ve birikmiş intikamlarını alma fırsatını vermişti. Dört milyon kilometre karelik coğrafyadan Anadolu yarımadasına hapsedildik. Avrupa’daki Türk-İslam varlığına, medeniyetine, eserlerine sistematik bir imha projesi uygulandı. Sadece insanlarımız değil, Avrupa’nın her yerine serptiğimiz çil çil kubbeler, medeniyetimizin alameti hanlar hamamlar, kervansaraylar şuurlu bir şekilde imha edildiler. Endülüs’te olduğu gibi, Türkler bir avuç Trakya toprağı hariç Avrupa’dan sürülmüştü. Anadolu’dan sürülme işi ise bir sonraki operasyona kalmıştı! Bu gün, bırakın 1. Dünya Savaşı’nı, 2. Dünya Savaşı’nda yerle bir olan, milyonlarca vatandaşını kaybeden, şehirleri harabeye dönen ülkeler bile yeniden ayağa kalktılar.
Peki, biz 2. Dünya Savaşı’nı yaşamadığımız halde neden hala yerlerde sürünmekteydik?
Diğer mağlup devletlere bazı süreli rezervler konmuş iken; Osmanlı devletinin ruhunu ve bedenini ayakta tutan temel dinamikler yerle bir edildi. Beynimiz ve sinirlerimiz kontrol altına alındı. Hafızamıza format çekildi. Bizi biz yapan değerler hafızamızdan silindi. Bütün akrabalıklarımız tahrip edildi. Bir kimlik ve kişilik bunalımına itildik. Kendimiz olmaktan çıkarıldık. Yönümüz kendi değerlerimizi inkâr, tahkir bahasına batıya çevrildi. Ama batının sadece kirli yönü, yaşam tarzı dikte edildi bize. Kılık kıyafetini aldık, kültür değerlerini devşirdik; ama batının bilimsel mantığı, araştırma azmi bize intikal etmedi, ettirilmedi.
Kurtuluş Savaşı’nı, Anadolu insanının son kükreyişini küçümsemek için demiyorum; ama sanki bir projenin, bir gizli anlaşmanın gereği olarak bu topraklar bize devredildi. Biz kurtuluş savaşında sadece Yunanlılarla savaştık. İngiltere, Fransa, İtalya gibi güçlü ülkeler savaşmadan çekildiler. Belki de bu milletin tükenmiş halinin bile neler yapabileceğini Çanakkale’de gördükleri için, savaşmak yerine anlaşarak çekilmeyi yeğlediler. Ama çekilirken bizim canımıza okuyarak, ruh yapımızı allak bullak ederek, sinirlerimizi birilerine teslim ederek, hafızamıza “ful format” çekerek ayrıldılar.
Osmanlıyı yıkanlar, hasta adamın sadece bedenini parçalayıp paylaşmadılar, ruhunu da teslim aldılar. Tarihiyle, kültürüyle, diliyle, inançlarıyla arasına surlar ördüler. Türk milletinin ruhuyla bedenini birbirinden ayırarak, her birini ayrı bir dağın arkasına attılar. Bizi kendi içimize kapattılar. Enver Hoca’nın bir ara Arnavutları uyuttuğu gibi, bütün dünyanın; ama özellikle dün aynı bayrak altında beraber yaşadığımız kardeşlerimizin bize “en büyük düşman” olduğunu anlattılar. “Türkün Türk’ten başka dostu yoktur” dediler, ama dünyada yaşayan diğer Türklerle de irtibatımız kestiler. Onlarla ilgilenme kanallarını tıkadılar. Orta Asya Türklüğü bir tarafa, daha dün beraber olduğumuz Avrupa’da, Balkanlarda, Kafkaslarda, Irak’ta, Suriye’de yaşayan Türkleri de hiç hatırlamadık. Çektikleri zulümleri işkenceleri görmezden geldik. Atatürk’ün “Yurtta sulh cihanda sulh” sözünü, “dünyaya gözümüzü kapatmak” olarak algıladık. Köpeklerimize “Arap” adı verdik, “ne Şam’ın şekeri ne Arabın yüzü” diyerek Arapların yüzünü görmeye bile tahammülsüz hale getirildik. Arapların bizi nasıl arkadan vurduklarını nesilden nesile anlatarak duvarları pekiştirdik. Uzun sınırlara ve yüzlerce yıllık ortak geçmişe sahip olduğumuz Irak, Suriye gibi ülkelere hep sırtımızı döndük. Avrupalılar bu ülkelerle çatır çatır ticaret yaparken, bu ülkeleri sömürürken; biz, “bir şey bulaşır!” korkusuyla uzak durmaya çalıştık. Bu ülkelerde yaşayan milyonlarca Türk’ü, Çerkezi, Kürdü de Arap düşmanlığına feda ettik. Eski coğrafyalarımızla her türlü diyalogu kopardık, akrabalıkları unuttuk. Ortak bir medeniyetin çocukları olduğumuzu görmezden geldik. Hatta onlarla aynı değerleri ve medeniyeti paylaşıyor olmaktan utanç duyduk! Beyrut’a, Bağdat’a, Şam’a, Kahire’ye, İskenderiye’ye, Sana’ya Paris ve Londra üzerinden ulaşır olduk. Libya’yı, Cezayir’i ve diğer kuzey Afrika ülkelerini Fransa’nın, İtalya’nın veya İngilizlerin insafına terk ettik. Son yüzyılda hem kendi değerlerimizle, hem de kardeşlerimizle aramıza aşılmaz duvarlar inşa edildi ve biz bu duvarların suni olduğunu fark edemedik, uzun yıllar yıkılması gerektiğini düşünemedik.
Osmanlıdan ayrılan ülkeler bir süre sömürge olarak kaldılar; sonra bağımsızlıklarını aldılar(?). Ama onlara da benzer operasyonlar yapılmıştı. Onların da hafızalarına format çekilmiş, Osmanlı “sömürgeci” olarak tanıtılmış, okullardaki ders programlarına kadar, her fırsat “bizi birbirimizden ayırmak için” kullanılmıştı. Dört asır Osmanlı hâkimiyetinde kaldığı halde, kendi kültür ve değerlerini koruyan bu ülkeler, batı sömürgesinde yaşadıkları deformasyonu bırakıp; Osmanlıyı sömürgeci, işgalci olarak görmeye başlamışlardı. Bu ülkelerin hepsinin yüzü batıya döndürülmüş, eğitimlerini batıdan almaya başlamışlar, ticaretlerini bütünüyle batıyla yapar olmuşlardı. Bizim onlara karşı kodlandığımız gibi, onlar da bize karşı şartlandırılmışlardı.
Gerek Ortadoğu’da, gerekse balkanlarda “Osmanlı düşmanlığı” bir “ulus devlet inşa aracı” haline getirildi. Dört-beş asır ortak ve problemsiz yaşadığımız, baskın bir hâkimiyete rağmen varlıklarına, dinlerine, dillerine müdahale etmediğimiz milletler bize düşman edildi. Bu gün hala, Balkanlar ve Kafkaslar gibi, diller ve ırklar mozaiği olan daracık coğrafyalarda, Osmanlının onları koruyan hoşgörüsünü konuşmak yerine, bizim üzerimizden kimlik ve tarih bilinci oluşturulmaya çalışılmaktadırlar. Kimlik inşasında ihtiyaç duydukları “düşman”, “sömürgeci”, “işgalci” vs. olarak bizi sunmaktadırlar nesillerine.
Yani Osmanlı sonrası Osmanlı bakiyesi ülkelerin her biri ayrı birer adacık haline getirilmiş, yüzlerce yıllık birliktelikleri, ortak değerleri, tarihleri silinerek yüzleri batıya çevrilmiştir. Bu gün ileri demokratik ülkelerde (İngiltere, Hollanda, Belçika vs) bile var olan ve eski sömürgelerle diyalogda yararlanılan, toplumsal bütünlüğü sağlama adına fonksiyonları olan “sembolik bir saltanat” veya “saltanatsız hilafet” bile bırakılmamıştır bize. Geçmişe ait ne varsa yerle bir edilmiştir. İslam dünyasının başı hükmünde olan Osmanlı devleti parçalandıktan sonra, bütün uzuvların birbiriyle koordinasyonu koparılmış, vücut bütünlüğü bozulmuş, organlar birbirine hasım hale getirilmiştir. Ardından tarihimizle, kültürümüzle, inanç dünyamızla, geçmişimizle, akrabalarımızla aramıza aşılması zor duvarlar örülmüştür.
Son yıllarda bu duvarlar aşılmaya, milletimiz yeniden hafızasını kazanmaya, köklerine dönmeye, akrabalarıyla yakınlaşmaya başlamıştır. Yani yüz yıl önce yapılan büyünün etkisi kaybolmaya, (suni) duvarlar yıkılmaya başlamıştır. Bu durum tezgahlarını “düşmanlıklar” üzerine kurmuş içteki ve dıştaki kesimleri rahatsız etmektedir.
Türkiye yeniden aktör olmaya, komşularıyla iyi ilişkiler geliştirmeye, bağımsız politikalar uygulamaya, ticaretini artırmaya ve çeşitlendirmeye başlamıştır. Türkiye’nin hafızasını kazanmaya başlaması, geçmişini ve akrabalıklarını hatırlaması, asli kimliğine dönmesi sevindiricidir. Ancak dün bize operasyon yaparak hafıza kaybına, sinirlerin felce uğramasına neden olanlar; bu dirilişin olmaması için pek çok şeyi deneyecektir.
Türkiye’nin açılımlarından Türkiye’deki derin sistemin dıştaki kurucuları, içerideki Trojenleri (Beyaz Türkler, Kripto Ecnebiler), taşeronları (Ergenekoncular) ve bazı kurumsal yapılar rahatsız olmaktadırlar. Bu kesimler koro halinde: “Türkiye’nin batıdan uzaklaştığını”, “Hamaslaştığını” vs. söyleyerek yaslandıkları, arkasına saklandıkları duvarları korumaya çalışmaktadırlar.
Artık sınırlarımızın içinde ve dışında oluşturulan suni duvarlar yıkılmaktadır. Duvar ustaları (masonlar ve ağababaları) ve duvarlardan nemalananlar panikteler…
|
26 Şubat 2009 Perşembe |
(Yusuf Sezgin, Aktifhaber)
.
Uzmanlar uyardı: "Hareketsizlik, ölüme götürüyor"
|
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta, hareketsizliğin günümüz insanının en önemli sorunlarından biri olduğunu söyleyerek “Hareketsizliğin yol açtığı hastalıklardan biri de akciğer embolisi. Bu ölümcül hastalık bacak toplardamarlarında oluşan pıhtının buradan koparak akciğer atardamarlarını tıkamasıyla ortaya çıkıyor” dedi.
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta, ANKA’ya yaptığı açıklamada, geçtiğimiz günlerde masa başında yerinden kalkmadan 11 saat sürekli ders çalıştığı için geçirdiği akciğer embolisi nedeniyle hayatını kaybeden genç doktoru hatırlatarak, hareketsiz kalınmamasına vurgu yaptı. Hareketsizliğin günümüz insanının en önemli sorunlarından biri olduğuna işaret eden Prof. Dr. Küçükusta, “Her işimizi oturduğumuz yerden halledebiliyoruz artık. Ne bankaya gidiyoruz ne postaneye ne vergi dairesine ne de çarşıya pazara. Gideceğimiz yerlere de hep arabayla gidiyoruz” dedi.
HAREKET ETMEK, HER DERDE DEVA
Hareket etmenin kalp hastalıklarından akciğer hastalıklarına, sindirim şikâyetlerinden, hipertansiyona, damar setliğinden şeker hastalığına kadar pek çok rahatsızlığın başta gelen ilacı olduğunu ifade eden Prof. Dr. Küçükusta, “Birçok araştırma, düzenli spor ve egzersiz yapan kişilerde kanserlerin bile az görüldüğünü gösteriyor” diye konuştu. Hareketsizliğin yol açtığı hastalıklardan birinin de akciğer embolisi olduğunu belirten Prof. Dr. Küçükusta şunları söyledi:
“Bu ölümcül hastalık bacak toplardamarlarında oluşan pıhtının buradan koparak akciğer atardamarlarını tıkamasıyla ortaya çıkıyor. Peki pıhtı nasıl oluşuyor? Bacak toplardamarlarında pıhtı oluşumunu kolaylaştıran üç önemli faktör var: Kanın damarlarda birikmesi, damar duvarının zedelenmesi ve kanın koyulaşması. Uzun süre hareket etmeden oturmak kan akımının yavaşlamasına ve kanın bacak toplardamarlarında birikmesine sebep olur. Hem uzun süreli oturmak ve hem de bacakların sarkıtılması toplardamarlardaki kan akımının yavaşlatarak pıhtı oluşumuna zemin hazırlar. Bacak damarlarında oluşan pıhtılar buradan koparak akciğer damarlarını tıkarlar ve akciğer embolisi adı verilen tablo ortaya çıkar. Bir de bu duruma kolaylaştırıcı risk faktörleri eklendiğinde, pıhtı oluşumu kaçınılmaz olur. Yaşlılar, şişmanlar, gebeler, doğum kontrol hapı kullanan hanımlar, sigara tiryakileri, varisleri olanlar, kalp hastaları ve yakın zaman önce ameliyat geçirmiş kişilerde pıhtı oluşma riski çok daha yüksektir.”
ANİ BAŞLAYAN NEFES DARLIĞI YA DA ÇARPINTI BELİRTİLER ARASINDA
Prof. Dr. Küçükusta, akciğer embolisinin belirtilerinin tıkanan akciğer damarının büyüklüğüne göre farklı olduğunu belirterek “Pıhtı çok büyük ise kişi aniden fenalaşıp daha ne olduğu anlaşılamadan ölebilir. Daha küçük pıhtılar ise, ani başlayan nefes darlığı, göğüs ağrısı, öksürük, öksürükle kan tükürülmesi, çarpıntı, ateş, sıkıntı hissi gibi değişik belirtilere neden olurlar” dedi. Akciğer embolisinin tanısının tipik durumlarda çok kolay olduğunu kaydeden Prof. Dr. Küçükusta, “Akciğer röntgeni, sintigrafi, spiral tomografisi, kanda D- dimer yüksekliği, bacak toplardamar ultrasonografisi en çok başvurulan tanı yöntemleridir” diye konuştu.
“AKCİĞER EMBOLİSİ ACİL BİR DURUMDUR, HEMEN TEDAVİ EDİLMELİ"
Prof. Dr. Küçükusta, akciğer embolisinin acil bir durum olduğunu ifade ederek “Hemen tanınıp tedavi edilmezse, ölümle sonlanabilir. Tedavi heparin yani kanı sulandıran ve yeni pıhtı oluşumunu önleyen veya pıhtı eriten ilaçlarla yapılır” dedi. Pıhtı oluşumunun nasıl önleneceğine ilişkin de bilgi veren Prof. Dr. Küçükusta şöyle devam etti:
“Akciğer embolisi yaşlılarda önemli bir ölüm nedeni olan, ancak önlenmesi de mümkün olan bir hastalıktır. Yüksek riskli hastalara kanı sulandıran ilaçlar verilmesi gerekirken, pıhtı oluşumu bakımından risk altında olan kişiler şu önerilere dikkatle uymalıdır:
-Düzenli olarak yürüyüş ve egzersiz yapın
-Oturduğunuz zaman bacaklarınızı sarkıtmayın, yükseğe koyun
-Bacaklarınıza kan dolaşımını artırıcı egzersizler uygulayın
-Çok sıkı çoraplar ve jartiyer kullanmayın
-Hareketsiz olarak uzun süre ayakta kalmayın.
-Uzaktan kumandayı mümkün olduğunca az kullanın
-Bol sıvı alın. Sigara, alkol ve kafeinli içeceklerden uzak durun |
23 Şubat 2009 Pazartesi |
(İSTANBUL -ANKA)
.
Ergenekon Soruşturması ve 100 yıl önceki Şemsi Paşa cinayeti
|
Batılı ülkelerin Osmanlı üzerindeki emelleri, 9 Haziran 1908’de gerçekleşen "Reval Zirvesi" ile net bir şekilde ortaya konur.
İngiltere Kralı VII. Edward ile Rus Çarı II. Nicola arasında bugünkü adıyla Estonya’nın başkenti Talin’de yapılan görüşmelerde iki lider, Balkanlar’ın paylaşım planını yaptılar.
Arkasından, Selanik’te Garnizon Komutanı Nazım Bey’ öldürüldü. Kolağası Resneli Niyazi, 100’ü aşkın arkadaşı ile Manastır’da garnizonu basıp silahları aldı ve dağa çıkıp isyanı fiilen başlattı.
1897 Osmanlı-Yunan Savaşı’nda büyük kahramanlıkları görülen efsane isim olarak bilinen Kolağası Niyazi Bey’in isyanı, Jön Türkler için bir anlamda işaret fişeği gibi oldu.
Saltanat merkezi İstanbul, ayaklanmayı genişlemeden bastırmak amacıyla dönemin en önemli komutanlarından Müşir Şemsi Paşa’yı görevlendirir. Şemsi Paşa, Manastır’a vardığında yaveri Fevzi Bey (Fevzi Çakmak) ile birlikte postaneye gider.
İstanbul ile yazışmalarını yapar, gerekli bilgileri paylaşır ve merkezden son talimatları alır. Bu sırada dışarıda, Osmanlı’nın büyük komutanı Şemsi Paşa’nın kim olduğunu merak edenler büyük bir kalabalık oluşturur.
Tam çıkış kapısına yaklaştığı sırada, Şemsi Paşa’nın yanından ayrılmayan çavuşu Hüseyin Ağa, Paşa’nın eldivenlerini almak üzere yukarı gitti. Paşa kapının önünde bekleyen arabasına ilerlediğinde, dışarıda bekleyen kalabalık, Osmanlı Paşası’nı görmek için dalgalanmaya başladı.
Suikast için kalabalığın iki üç sıra gerisinde bekleyen Mülazım Atıf Bey, bu dalgalanma sonrasında kendini rahatlıkla en ön sırada buldu. Şimdi tam korumalarının bulunduğu halkanın hemen dışına kadar gelmiş oldu.
Şemsi Paşa adımını eşikten attığı sırada suikastçı Atıf, elini belinin altındaki tabancasına götürdü. Bu sırada kalabalığın hemen yakınında birkaç el silah sesi duyuldu. Bütün dikkatler o tarafa döndü. Paşa arabasına binme yerine merakla silahın geldiği yöne baktı.
Bu sahne suikastçı Atıf’ın tetiğe basması için beklediği andı. Nasıl ateş edeceğini önceden tasarlamıştı. Üç el ateş edecekti. İlk kurşunu kafasına, ikincisini göğsüne, üçüncüsünü ise karnına nişan alıp ateş edecekti.
Hemen tabancasını çekti ve planladığı gibi tetiğe bastı. İlk ateş Paşa’nın kulağının hemen yanından geçti ve postanenin duvarına saplandı. Son kurunun kendisini hedef aldığını fark etmeyen Şemsi Paşa, hiç kımıldamıyor ve kalabalığın baktığı tarafa bakıyordu. Hiç tereddüt etmeden ikinci ve üçüncü kez ateş etti.
Ellerini yukarı kaldıran Şemsi Paşa, “Aaaahhhh!” dedi ve olduğu yere yığıldı.
Ortalık bir anda karıştı. Muhafızlar, halk birbirine girdi. Suikastçı Atıf, kargaşadan istifade edip kaçtı ve önceden planlandığı gibi bir arkadaşının evinde saklandı. Paşa’nın katili, önce Resne’ye, birkaç gün sonra da Ohri’ye götürüldü. Meşrutiyet’in ilanına kadar burada kaldı.
Şemsi Paşa cinayetini soruşturmak üzere bir komisyon kuruldu. İşin en garip tarafı ise komisyonun başkanlığına getirilen Manastır Vilayeti Sermüstantiki (Başsavcısı) Kemal Bey de İttihat ve Terakki’nin ileri gelen üyelerinden biri idi.
Yapılan soruşturmalarda, vuran şahsın yaralı olarak yakındaki bir köşger dükkanına (ayakkabıcı) saklandığı ve bilinmeyen bir yöne gittiği kayda geçti. Ama saldırganın eşkaline ilişkin net bir bilgi ortaya çıkarılamadı.
Başka ayrıntıya ulaşamayan komisyon raporunu hazırladı ve resmi tahkikat belgesine geçirilip heyet tarafından imza edildi.
“Fiilin katilinin askeri kıyafet içerisinde, bir şahs-ı meçhul tarafından ika edildiği” hükmüne varıldı. Dosya kapatıldı.
Şemsi Paşa suiakstı, II. Abdülhamit yönetimi için büyük bir darbe oldu. Balkanları üs seçen İttihatçılar için ise gerçek bir zafer… Bu suikastten sonra artık tarih, tersine akmaya başladı. Vurulan suçlu, vuran kahraman olarak anılır oldu.
II. Abdülhamit, 24 Temmuz’da sürpriz bir şekilde II. Meşrutiyet’i ilan etti. Başta azınlıklar ve İttiahatçılar bayram etmeye başladı.
Şemsi Paşa’nın katili Atıf, Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte İstanbul’a geldi. Yaptıkları İttihatçılar tarafından bir kahramanlık olarak sunuldu.
Cumhuriyet’in ilanından sonra 6. ve 7. dönem Çanakkale milletvekil olarak TBMM’de görev yaptı. Soyadı Kanunu ile birlikte Atıf Kamçıl oldu.
|
|
(Ünal Tanık / Haber 7) |
.
Yıllarca kandırdılar sizi
|
Bütün darbecilerin, cuntacıların, çetecilerin, devlet içinde kurulan ölüm mangalarının hayatımıza girdiği kapının menteşesi bu ülkenin medyasıdır.
O kapı, o medyanın üzerinden açılır.
En dehşet verici, en iğrenç suçları o medya saklar.
Katilleri kahraman diye o medya sunar.
Bu ülkenin insanlarını korumaya çalışanlara o medya saldırır.
Ve, o medyanın içyüzü bir türlü ortaya çıkmaz.
Belki de ilk kez medyanın gerçeğini böylesine çıplak bir şekilde oraya koyan bir belge yayınlıyoruz bugün.
Akşam Gazetesi’nin, Güneş Gazetesi’nin, Show TV’nin, Skyturk TV’nin patronu olan, Turkcell telefon şebekesini kuran, çeşitli bankaları bulunan Mehmet Emin Karamehmet’le, o sıralarda darbe hazırlığı yaptığı daha sonradan anlaşılan Orgeneral Şener Eruygur’un komutasındaki Jandarma Kuvvetleri’nin İstihbarat Daire Başkanı generalin ve “teknik takipten” sorumlu bir albayın konuşmalarını kelimesi kelimesine okuyacaksınız.
Nasıl kandırıldığınızı anlayacaksınız.
O gazetelerle televizyonlarda, bu haberi okurken içleri kan ağlayacak birçok namuslu ve dürüst insan da çalışıyor elbette ama oralarda Karamehmet’in “verdiği sözler” doğrultusunda yazı yazıp, yayın yapan “birileri” de yuvalanmış.
Türkiye’nin en büyük zenginlerinden biri olan Karamehmet, şimdi Ergenekon sanığı olarak hapiste bulunan o zamanki İstihbarat Daire Başkanı General Levent Ersöz’e “komutanım” diyor.
Ona bütün iş ilişkilerini, “patronuna” hesap veren bir genel müdür gibi tek tek anlatıyor.
Turkcell’in ve Yapı Kredi’nin sorunlarını anlatırken, Orgeneral Şener Eruygur’u kastederek, “geçen sene komutanım yardım etti, biliyor” diyor.
Jandarma Komutanı’nın Karamehmet’in iş “sorunlarının” çözülmesine yardım ettiğini de öğreniyoruz.
Türkiye’nin en büyük holdinglerinden birinin sahibi, tek yıldızlı bir generalin karşısında ezildikçe eziliyor.
Bu konuşmada, askerin bu ülkedeki gücünü ve zenginlerin, en azından bir kısmının, askerin gücünden yararlanabilmek için ne hallere girdiğini görüyorsunuz.
Şirketleri ve bankaları için “askerden yardım alan” Karamehmet, elbette bunun karşılığında askerlere bir şeyler veriyor.
Konuşmanın o bölümleri, aslında bu ülkenin yakın tarihinin bütün mekanizmasının özünü açıklıyor.
General Ersöz, Orgeneral Şener Eruygur’un, şimdi Ergenekon sanığı olan Tuncay Özkan’ın Karamehmet’in medyasının başında kalmasını istediğini söylüyor.
Bu arada, Özkan’ın Karamehmet’e “maliyetinin” vergileriyle birlikte yılda 9 milyon dolar olduğunu öğreniyoruz.
Ve, askerle yakın bir ilişki kurmanın nasıl “kazançlı bir iş” olduğunu da anlıyoruz.
Karamehmet, Özkan’ı yeniden işe almamak için kıvranıyor.
Askerler ise bir “gazetecinin” işe dönmesi için bastırıyor.
Bir medya patronuyla generaller, bir gazetecinin işe girmesi için çekişiyorlar.
Medya asker ilişkilerinin nerelere geldiğine bakın.
Sonra yavaş yavaş konuşmanın en dehşet verici bölümlerine geliyoruz.
Jandarma İstihbaratı Tetkik Takip Daire Başkanı, yani “dinlemelerden” sorumlu albay, şöyle diyor:
- Mehmet Bey’le iki senedir tanışmışlığımız var. Bazı konuları bize gelip anlatmışlardı. Özellikle genel komutanımız konuya müdahil oldu. Hep bize söyledi, “milli sermayenin gittiğini görüyorum, hep beraber altında boğulacağız, lütfen konuya eğilin” diye bizden talebi olmuştu. Biz de Jandarma Genel Komutanımız ile eski hükümet döneminde bazı çalışmalar yaptık.
Karamehmet, el konulan bankalarını, şirketlerini geri alabilmek için “milli sermaye gitti” diyor, Jandarma Komutanı hükümetle görüşüp onun sorunlarını çözüyor.
Tabii, çözülen bu işlerin, “kurtarılan milli sermayenin” bir karşılığı var.
O karşılığı okuduğunuzda tüyleriniz diken diken oluyor.
Daha sonra Ergenekon örgütünün sanığı olacak Albay, Karamehmet’in patronluğunu yaptığı yayın kuruluşlarının “stratejisinin” ne olduğunu bir daha dile getiriyor:
- Mehmet Bey’in Çukurova kuruluşunda hükümetler değişse de sizin açınızdan bir değişiklik olmadı. Show TV, Akşam Gazetesi. Şu anda milli duruşa ihtiyaç olan çok kritik bir dönemden geçiyoruz. Siz de biliyorsunuz. Kıbrıs meselesi, Kuzey Irak’taki yapılanma, devlet hadisesi, içinde bulunduğumuz ortam çok önemli. Bu durumda adam gibi medya, adam gibi bir basın lazım. Şimdi biz bugüne kadar Akşam Gazetesi ve Show TV’de hep bunu gördük. Aynı şeyleri yine göreceğimizden şüphemiz yok.
Siz, gazetede haberleri okurken, televizyonu dinlerken, o sıralarda darbe hazırlığı yapan generallerin “talimatları” doğrultusunda oluşmuş haberleri okuyup izliyordunuz.
Albay’ın söylediği bu.
Bizim de yıllardır bu ülkenin insanlarına anlatmak istediğimiz bu.
Medyanın içyüzü bu konuşmayla ilk kez böylesine çırılçıplak ortaya seriliyor.
En sonunda, Turkcell şebekesinin abonesi olan herkesi iliklerine kadar titretecek cümle geliyor.
“Dinlemeden sorumlu” Ergenekon sanığı albay aynen şöyle diyor:
- Bu arada komutanım da buradayken belirtmek istiyorum. Turkcell ile ilişkilerimiz çok güzel devam ediyor. Bunun için de teşekkür etmek istiyorum. Aşağıdaki arkadaşlarla da gayet iyi ilişkiler içindeyiz.
Jandarma İstihbarat’ın ve Ergenekon sanıklarının “Turkcell’le” ilişkileri çok iyi ve “teşekkür” ediyorlar.
Ne o ilişkiler?
Ne için teşekkür ediyorlar sizce?
“Medya” denilen şeyin içyüzünü gördünüz mü?
“Haber” sandığınız, “yazı” sandığınız şeylerin nerelerde, nasıl, neler karşılığında tezgâhlandığını anladınız mı?
Yıllarca kandırdılar sizi.
Bu ülkede darbeler, cuntalar, cinayetler, çeteler kolayından olmadı.
Hepsinde medyanın kana ve paraya batmış parmağı vardı. |
10 Şubat 2009 Salı |
(Ahmet Altan, Taraf)
.
İki Yahudi Devleti Projesi
|
Dünyadaki Yahudilere bir vatan arandığında kendilerine, ilkin Afrika-Uganda civarında topraklar önerildi. Yahudiler bu projeyi kabul etmediler. Güney Amerika Arjantin dolaylarında yerler önerildi, ona da sıcak bakmadılar. Yahudilerin gönlünde kadim Musevi toprakları, kendilerine Tevrat’ta vaat edildiğine inandıkları “Arzı Mev’ud” vardı. Bunun için Avusturyalı Yahudi gazeteci Teoder Herzl önderliğinde çalışmalar başlattılar. Sermaye biriktirmeye ve dünyanın güçlü ülkelerinden destek arayışına yöneldiler. Bu hedeflerini gerçekleştirmek üzere Avrupalıların desteğinde Siyonits kongreleri tertip ettiler. Buralarda aldıkları kararları adım adım uygulamaya koydular. Teoderl Herzl bizzat kendisi İstanbul’a gelip Osmanlı Sultanı 2. Abdülhamit’i ikna etmek için aylarca İstanbul’da kaldı. Sultanın huzuruna çıkabilmek için türlü yollar denedi, tavassut edecek insanlar buldu, bazılarını satın aldı ve sonunda projesini 2. Abdülhamit’e anlattı. Yahudiler Filistin’de kendilerine verilecek araziler mukabili Osmanlı devletinin ödeme imkânından mahrum olduğu yüklü borçları bir kalemde silecekti. İlk tekliflerinde devlet bile talep edilmiyordu. İçinde Müslümanlarında yaşayacağı gevşek bir idare ve bu bölgeye Yahudi göçüne izin verilmesiydi talepleri. Ama 2. Abdülhamit bu teklifi "Ben bir karış dahi olsa toprak satmam, zira bu vatan bana değil, milletime aittir. Milletim bu vatanı kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır." cevabı ile reddetmiştir. İlaveten “belki bir gün buna muvaffak olabilirsiniz ama ben canlı bir vücut üzerinde ameliyata müsaade etmem.” diyerek Teoderl Herzl’i terslemiştir.
Herzl ısrarcı olur ve Filistin topraklarına yerleşecek Musevilerle Osmanlı Devleti'ni tekrar diriltebileceklerini, Avrupa'ya olan borçlarını da en kısa sürede sıfırlayabileceklerini teklif eder. II. Abdülhamit yine kabul etmez. Hatta ısrarcı olan, direten Herzl'e sultanın bir tokat attığı, bunun üzerine Herzl’in "Bir gün gelecek, o vermediğin toprakları biz alacağız" dediği rivayet edilir.
1897 yılında yapılan Siyonist kongresinde Herzl: “5 yıl veya 50 yıl içinde biz İsrail devletini kuracağız” der ve tam 50 yıl sonra Herzl göremese de İsrail devleti, hem de Filistin’de kurulur.
Proje gerçekleşmiş ve Siyonistler hedeflerine ulaşmışlardır. Herzl’in rüyası gerçekleşmiştir. Ama devletin kurulmasının üzerinden 60 yıldan fazla zaman geçmesine rağmen İsrail devleti, ne kendisine, ne de çevresindeki ülkelere huzur vermiştir. Arzı Mev’ud’un gerçekleştirilmesi yönünde toprak genişletmede İsrail başarılı olmuştur. Ancak bulunduğu coğrafyada emanet görülen, kendi vatandaşındaki emanetçi psikolojiyi atamayan, güvensiz, huzursuz, etrafı düşmanlarla çevrili, dünyanın giderek nefret ettiği ve zulümlerinden bıktığı bir devlet haline gelmiştir. Geldiği nokta itibariyle İsrail projesi başarılı sayılamaz. 60 yıl bir devlet için çok uzun süre sayılmaz; ancak İsrail’in bu sürede stabil bir hale gelmek, kalıcı olmak için attığı bir adım yok. İsrail’in bütün sermayesi gücüdür. İsrail bu coğrafyada sadece ve sadece silahlarının gücüyle ve kendini himaye eden ABD’nin-batının desteği ile durmaktadır. Ne dünyada, ne de bulunduğu coğrafyada İsrail kendisine vicdani, sosyolojik bir meşruiyet oluşturamamıştır. Yarın devran döndüğünde, ABD dünya jandarmalığından düştüğünde ve Müslümanlar biraz toparlandığında; İsrail’in saldırgan, hırçın, uzlaşmaz tavrıyla bu topraklarda barınma imkânı yoktur. Ortaya çıkan zulüm tabloları karşısında 2 milyarlık İslam dünyası İsrail’e hınç biriktirmekte, Hıristiyanlar bazı korkulardan dolayı neme lazımcı bir tavır takınmakta ama dünyanın vicdanı İsrail’i mahkûm etmektedir.
Bir coğrafyanın elde edilmesinde birkaç yol vardır: ya İngilizler gibi türlü entrikalarla ama diplomasiyi de kullanarak ve o insanların bir şekilde ikna ederek işgalinizi sürdürürsünüz veya İslam’da, Osmanlı da olduğu gibi fetih ruhuyla, o coğrafyadaki insanları kazanarak, adaleti, hukuku tesis ederek, temel haklarına güvence vererek bir coğrafyayı elde tutabilirsiniz. İsrail’in yaptığı ise bu ikisinin dışında bir şeydir. İsrail imha, tehdit ve katliamlarla işgal ettiği toprakları elinde tutmak istemektedir. Eğer bir yeri sömürecekseniz bu yöntem uygun olabilir ama orayı vatan edinecekseniz, uzun vadede bu yöntem sizi başarısız kılacaktır. Maalesef İsrail projesi, “vatan edinme” projesi olmaktan uzaktır. Kutsal kitaplarında vaat edilmiş olsa bile(?), İsrail’in buraları kalıcı vatan yapması mümkün görünmemektedir. Şu andaki güçlü halleri ve kendilerinde vehmettikleri “üstünlük hissi”, ilelebet her şeyi yapabilecekleri yanılsamasını vermektedir Yahudi dostlarımıza.
Yahudilerin İsrail projesine paralel ikinci bir devlet projeleri daha vardı. Bu proje bir Siyonist kongresinde İsrail projesine itiraz ettiği için Teodor Herzl’le tartışan Moiz Kohen’in, yani bizim Türkçü teorisyen, “Kemalizm” kitabının yazarı Munis Tekinalp’in projesiydi.
1883'te Serez'de bir Osmanlı Yahudisi hahamın 9. çocuğu olarak dünyaya gelen; sonradan Türk ismi alarak Tekinalp olan; İttihatçı, Türkçülüğün önemli teorisyenlerinden, Cumhuriyet döneminin mütefekkirlerinden, Türk devrimlerinin ilham kaynaklarından Moiz Kohen herkesin duyduğu ve bildiği bir isimdir. Tekinalp yazdığı “Kemalizm” kitabıyla Kemalizmi sistemleştirmiş ve ana umdelerini ortaya koymuştur. Türkiye'deki Yahudileri Türkleşmeye ikna etme amaçlı yazılar yazmıştır (herhalde Beyaz Türk olmaya yöneliktir bu yazılar).
MOİZ KOHEN yani Munis Tekinalp 9. Siyonist kongresi'nde Osmanlı delegesi olarak Türkiye'de bir “İbrani Devleti” ya da "İbraniyeti yoğun bir devlet” kurmaktan bahsetmiştir. Moiz kohen Türkiye’de adı olmasa da güçlü bir ibraniyet devleti kurma taraftarı iken, HERZL Yahudi devletini Filistin’de kurma taraftarıdır.
Teoderl Herzl’in rüyası 50 yıl sonra gerçekleşmiştir ve bu gün İsrail, etrafı düşmanlarla çevrili, sevimsiz, geleceğe umutla bakamayan bir korku devletidir.
Sizce sonradan Türkleşip(?) Türkçülüğün beyni haline gelen, Cumhuriyetin kuruluş yıllarında ve devrimlerin inşasında müracaat mercii olan Moiz kohen’in 9. Siyonist kongresinde savunduğu proje ne oldu?
Bir hahamın çocuğu olan, 1961 yılında Fransa’da Nice’de ölen ve bir Yahudi mezarlığına gömülen bu adamın "Ulusal Kültür Birliği" kurucuları arasında yer alması (1928), "Türk Dil Kurumu" üyeliği yapması, Türkçülüğün ve Kemalizm’in ideologu olmasının hikmeti nedir?
MOİZ KOHEN’in projesinin Türkiye Cumhuriyetiyle ilgisi nedir? Mevcut Türk devleti üzerinde bu projenin etkileri devam etmekte midir?
Ülkede 10 yılda bir yapılan balans ayarları, muhtıralar, ihtilaller ülkeyi bu proje çizgisinde tutmak için mi yapılmaktadır?
Ergenekon deşildikçe tedirgin olanların, millet her kendine geldiğinde “Cumhuriyetin kazanımları elden gidiyor, irtica hortluyor” diyenlerin bu proje ile bir ilgisi var mıdır?
Erdoğan’ın diplomatik olmasa bile haklı ve yerinde olan eleştirileri karşısında İsrail’in yanında olanlar TEKİNALP’in projesinin neresindeler?
Erdoğan İsrail’e nereden atış yaptığının farkında mı?
Sizce bu iki projeden hangisi daha başarılı ve akıllıca?
KAYNAKLAR:
Mehmet Özden (Hacettepe üni. Tarih bölümü), Bilig/yaz 2005, Sayı: 34 S; 45-81,
Çetin Yetkin, Tekinalp Üzerine, Tekinalp, Kemalizm, Toplumsal Dönüşüm yay., 2. baskı, 2004 İstanbul,
http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=tekin+alp&nr=y&pt=munis+tekinalp, http://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%96zel:Kategoriler (27-01-2009)
|
3 Şubat 2009 Salı |
(YUSUF GEZGİN, Aktifhaber.com)
.
Tayyip Erdoğan, Ortadoğu'nun 'kimsesizlerinin kimi' artık
|
Ortadoğu'nun yetimleri, Nasır'dan bu yana özlemini çektikleri liderlerini buldu: Recep Tayyip Erdoğan!
Türkiye'nin Başbakanı, 29 Ocak 2009 gecesinden itibaren sadece Türkiye halkına seslenen, gücünü sadece Türkiye'deki yandaşlarından alan bir siyaset adamı değil artık. İsmi, Türkiye sınırlarının çok ötelerinde, Ortadoğu'nun sokaklarında, Gazze'nin mülteci kamplarındaki bir İsrail bombardımanıyla yarın yerlerinde yeller esebilecek evlerin küçük odalarında, Kudüs'ün Filistinli her köşesinde, İslam dünyasının sathında dalgalanan bir bayrak haline geldi. Beş dakika içinde.
Tayyip Erdoğan'ın ister sevelim ister sevmeyelim, ister beğenelim ister beğenmeyelim, ister kızalım, ister eleştirelim; bu böyle. Birey iradelerinden bağımsız bir gerçeklik.
Bugüne dek, hiçbir lider, İsrail'in, üstelik tarihi bir şahsiyeti olan Cumhurbaşkanı'na tüm dünyanın gözleri önünde "Sizin insanları nasıl öldürdüğünüzü biz çok iyi biliriz" diye haykırarak, BM Genel Sekreteri ve Arap Birliği Genel Sekreteri'nin önünde kâğıtlarını toplayarak uzun boyu, gösterişli görüntüsü ile hem de Davos gibi dünya egemenlerinin forumunda podyumu öfke-vakar karışımı bir halde terk ettiğine tanık olmamıştı. Tanık olması düşünülemezdi.
İsrail Cumhurbaşkanı'na bu sözlerle posta koymak ha! Roket atmadan, intihar saldırısına girişmeden, Arap olmadan ve hem de 72 milyonluk büyük bir ulusun, Osmanlı imparatorluk mirasının en önemli parçası üzerinde oturan, Batı sistemi içinde yer alan, NATO üyesi, AB katılımcı üyesi büyük bir ülkenin lideri tarafından İsrail'e konulan bir posta bu. Görülmemiş şey.
* * *
Evet, Nasır'ın 1970'ten beri yetim bıraktığı on milyonlarca Arap, altlarına sığınacakları ismi Tayyip Erdoğan'ın şahsında önceki geceden itibaren buldular. Nasır, 1952'den bu dünyadan ayrıldığı 1970 yılına kadar tüm Ortadoğu'da ve hatta Üçüncü Dünya'nın tümünde esen bir rüzgârdı. 1967'de İsrail'e karşı alınan büyük hezimetten sonra gerçi süngüsü çok düşmüştü ama Nasır, yine Nasır'dı ve Mısır'ın sınırları çok aşan ve bir bireyin üzerine çok çıkan etkisi yine sürüyordu.
Ölümünden sonra, Ortadoğu Yasir Arafat'ın şahsında bir "efsanevi lider" gördü. Ama Arafat Filistinlilerin "ulusal simgesi" olan bir kahramandı. Suriye'de Hafız Esad, siyaset ustalığında yanına yaklaşılamayan bir liderdi, ama sonuçta Suriye Devlet Başkanı idi. Ayetullah Humeyni, büyük bir devrimle sahneye çıktı, ama muazzam etkisi Şii haritasının ötesine geçmedi. Nasır fotoğrafı farklıydı.
Tayyip Erdoğan, İsviçre'nin Alp Dağları'nda "dünya egemenlerinin ve zenginlerinin uğrağı" Davos'ta beş dramatik dakika içinde Ortadoğu'nun ve oradan sıçrayarak tüm İslam dünyasının "kahramanı" oluverdi.
Sabaha karşı saat 3'te kendisini saatlerdir İstanbul'da havaalanının önünde bekleyen on binlerce kişiye hitap ederken söylediği "sessizlerin sesi, kimsesizlerin kimi" olduğu, kendiliğinden evet kendiliğinden Türkiye halkının çok ötesine, bu özelliğiyle kendisini taşıyıverdi. Gecenin o saatinde Gazze'de Türk bayraklarıyla gösteri yapanları, El-Cezire televizyonunun muhteşem İstanbul karşılamasını on milyonlarca kişiye canlı yayımlamasını nasıl açıklayabiliriz, nasıl açıklamalıyız ki?
Davos'ta Tayyip Erdoğan ile Şimon Peres'i, Türkiye ile İsrail'i bugüne dek Ortadoğu'nun savaş ve barış tarihinde görülmemiş biçimde karşı karşıya getiren dramanın, bölge siyasetinde ve uluslararası siyasetin dengelerinde yol açacağı "politik ve sosyolojik tektonik değişiklikler"in boyutlarını olayın sıcaklığı içinde tümüyle kavrayacak durumda değiliz. Gelişme hâlâ fazlasıyla sıcak ve taze. Ama değişiklik mutlaka olacak. Barack Obama'nın Amerika başkanlığına seçilmesi ve Beyaz Saray'a oturmasıyla kendiliğinden ivme kazanan dünya (ve dolayısıyla başta Ortadoğu) çapındaki değişim süreci, Tayyip Erdoğan'ın İsrail'e bugüne dek bir Batı sistemi ülkesi liderinden işitmediği, büyük ölçüde duygusallık taşıyan ama "sahici" öfkesiyle yeni bir ivme daha kazandı.
Tayyip Erdoğan, farkında olmadan ve amaçlamadan öyle bir işin altına kendisini ve Türkiye'yi sokmuş oldu ki, bundan sonra yaşanacak ve izlenecek gelişmelere "konvansiyonel" bakış açısıyla açıklama getirmek havada kalacak.
Bundan sonra ne mi olacak? Bilmiyoruz. Ancak, "konvansiyonel" bakış açısı ve yöntemlerin Ortadoğu'yu ele alışta geçerliliğini yitireceğini seziyoruz.
* * *
Birkaç gündür Brüksel'deyim. Avrupa Parlamentosu'nda Avrupa Birleşik Solu ile Kuzey Yeşilleri ve Solu'nun gözetiminde düzenlenen, Harold Pinter'ın anısına ithaf edilen "AB, Türkiye ve Kürtler" başlıklı konferansa katıldım. Konferansın sloganı "Türkiye'de Değişim Vakti!" Geçen hafta sonu bulunduğum Beyrut'un tozu ayağımda duruyor. Türkiye algılaması ve Tayyip Erdoğan isminin Ortadoğu'daki çağrışımını Beyrut'ta gözlemiştim ve bunu yazılarıma da yansıttım.
Brüksel'de bir otel odasında televizyonda tümüyle bir rastlantı eseri olarak TRT'de Ban ki-Moon'u konuşurken görünce, paneli izlemeye başladım. Ban ki-Moon'un dinlerken, Amr Musa'yı, Şimon Peres'i, moderatör David Ignatius ile Başbakan Tayyip Erdoğan'a gözüm takıldığı anda birkaç dakika sonra "tarihi an"ın geleceğini bilmeden ekrana kilitlendim. BM Genel Sekreteri hariç, sahnedekilerin hepsini değişik düzeylerde de olsa tanımıştım, tanıyordum.
"Türkiye'de Değişim Vakti!"nin çalan ziline, Avrupa Parlamentosu'nun Avrupalı eski komünistlerin salonundaki konferansta değil, yine Brüksel'de bir otel odasında TRT ekranında tanık oldum.
Gözlerime ve kulaklarıma inanamadım. Tayyip Erdoğan, diplomasi ve devletler arası ilişkilerini en temel kurallarını -haklı gerekçelere dayansa bile- ayaklarının altına alıp çiğnemişti.
Kendi kendime, "Normalde, tarihe bakıldığında bu, herhangi iki ülke arasında bir savaş ilanı gibi algılanmaya uygun bir görüntü" diye söyleniyordum. Zihnime hızla Beyrut izlenimlerim geldi. Cabaliye Mülteci Kampı'ndan, en yukarıdaki Erez Kapısı'ndan en güneydeki Rafah'a bildiğim Gazze'de anonim insan görüntüleri ulaştı. Bu kez, yine kendi kendime "Tayyip Erdoğan, Arap dünyasında bu andan itibaren kahraman oldu" diye söylendim. Artık sadece Türkiye başbakanlığı değil, çok geniş bir coğrafyada kendisi hakkındaki algılama Tayyip Erdoğan'ı zorunlu olarak yönetecek diye düşündüm.
Ortaya çıkan durumun muhtemel ve ilk bakışta Türkiye aleyhinde olacak olumsuz "diplomatik boyutları"nı beni arayan BBC'ye ifade ettim. BBC ile sohbet ederken, "Siz Tayyip Erdoğan'ı iyi tanıyorsunuz. Şaşırdınız mı" sorusuna muhatap oldum. Evet, hem de çok şaşırmıştım. Ama ardından hemen sonra "Tam Tayyip Bey işte bu. Kendisini gerçekten iyi tanıyorsanız şaşıracak bir şey de olmaz" duygusunu edindiğimi aktardım. Şaşkınlığın üzerinden çok geçmeden, özellikle Arap dünyasında bir "kahraman" konumuna yükseleceğini de adım gibi biliyordum.
Ortaya çıkan durumun tekrar tekrar üzerinde düşünülmesi gereken bambaşka boyutları da olacaktı. Onları düşünmeye çalışırken, Tayyip Erdoğan'ı karşılamak üzere İstanbul'da havaalanına akan ateşli on binlerce kişinin hareketini, Gazze'de Türk bayraklarıyla gösteri yapan insanları izledim.
Ortaya çıkan durumun bir de bu boyutu vardı.
Brüksel'de dün sabah kahvaltıda aynı zamanda Fransız vatandaşı olan, çok uzun yıllar Paris'te AFP'de çalışmış olan Mısırlı yaşlı bir gazeteci Doreya Avni ile karşılaştım. Heyecanla yanıma koştu, "Neler olmuş dün gece" diye söze girdi ve bana söz bırakmadan "Tayyip Erdoğan, Nasır'ın yerine geçti. Eğer içerde güçlü olursa aynı zamanda bölge için hem Nasır hem de De Gaulle olur. Nasır, dışarıda büyük bir bayraktı ama içerde, çevresinden ötürü zayıftı. Tayyip Erdoğan Türkiye'de sadece İslamcıların değil diğerlerinin de desteğini alırsa, Nasır-De Gaulle konumunda birisi olabilir" dedi.
Türkiye'nin iç politikası, anlaşılıyor ki, dünyada çok geniş bir çevrenin ilgi ve çıkar alanına ister istemez girecek artık.
Türkiye-İsrail ilişkilerinin bozulmaması için büyük çaba gösterilecek, işte Genelkurmay açıklaması ve işte Şimon Peres'in alttan alan, olgun sözleri; tamam. Ama, kim ne derse desin, ne olursa olsun; Türkiye-İsrail ilişkileri adındaki sürahi artık çatlamıştır.
Türkiye'nin dış siyasetinde de onun iç politikaya izdüşümünde de bundan böyle yeni parametreler kaçınılmaz olarak ortaya çıkacaktır.
Türkiye, 29 Ocak 2009'a kadar olan Türkiye'den zorunlu olarak farklı olacak. Çünkü, Tayyip Erdoğan artık sadece Tayyip Erdoğan olarak kalamayacak.
Tam da Tayyip Erdoğan, aslında hep kendisi olarak kaldığı için!
|
31 Ocak 2009 Cumartesi |
(Cengiz Çandar
.
Türkiye'nin önünü kim kesiyor?
|
Bütün Batılı liderlerin yeri geldikçe tekrarladıkları bir söz var: "Türkiye, aslâ kendi hâline bırakılamaz." Peki, Türkiye, neden kendi hâline bırakılamayacak bir ülke olarak görülüyor? Nedeni şu: Türkiye, kendi hâline bırakıldığı ândan itibaren, tarihte tatilden eve dönerek kendine gelecek ve yeniden tarihe girmesini, tarihin akışını kendince şekillendirmesini mümkün kılacak bir yolculuğa soyunacak.
Çünkü bu,
hem Türkiye
üzerinde oynanan, hem de Türkiye'nin aslâ kayıtsız kalamayacağı medeniyet coğrafyasındaki oyunların bozulmaya başlamasıyla sonuçlanacak.
O yüzden Türkiye, aslâ kendi hâline bırakılamayacak kadar kontrol altında tutulmaya ve yeniden tarihî rolünü oynaması önlenmeye çalışılan bir ülkedir. Bunun en son ve basit örneklerinden biri, İsrail saldırılarının başlaması üzerine Türkiye'nin başlattığı arabuluculuk atağının devre dışı bırakılması ve Fransa ile Mısır-Ürdün'ün hemen itiş-kakış devreye girdirilmesidir.
Türkiye'nin bu olayda devre dışı bırakılması, sanıldığı gibi ABD'nin değil, doğrudan İsrail'in ve ABD'ye her bakımdan çeki düzen veren Yahudi gücünün marifetleriyle sözkonusu olmuştur.
Türkiye'nin İsrail saldırıları nedeniyle devre dışı bırakılması, Türkiye'nin aslâ kendi başına bırakılmaması stratejisinin bir uzantısı ve kaçınılmaz sonucudur. Türkiye'nin kendi hâline bırakılmasını engelleyenler, sadece bu son olayda değil, genel olarak bölgeyle, Kafkaslarla, Balkanlarla ilişkili olaylarda da Batılılardan ziyade Yahudilerdir.
Bir başka göremediğimiz yakıcı gerçek de şudur: İsrail, şu ân diktatör ve laik Arap rejimlerini kontrol eden tek aktördür. Görünüşte, Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan gibi diktatör rejimler, ABD tarafından kontrol ediliyor gibi görünüyor. Ama gerçekte bu ülkeler, İsrail ve ABD'deki Yahudi gücü tarafından kontrol ediliyor.
Buradan geleceğim nokta şu: İsrail'in uzun vadede asıl korkulu rüyası, yeniden tarihî rolünü oynayabilecek bir Türkiye'nin belirmeye, tarih sahnesine çıkmaya başlamasıdır. Daha açık-seçik bir dille söylemek gerekirse: Türkiye'nin önündeki en büyük engel İsrail'dir. İsrail'in ürktüğü, korktuğu en önemli ülke de Türkiye'dir. Yani, İsrail ve ABD'deki Yahudi gücü, ne yapıp edip Türkiye'nin yeniden tarih yapabilecek, tarihî rolünü hatırlayıp oynayabilecek bir konuma gelmemesi için olağanüstü savaş veriyor.
Ergenekon soruşturması biraz daha derinleşecek olursa hepimizi şaşkına çevirecek yakıcı gerçek şu olacak: Türkiye'de ABD'nin parmağı olduğu sanılan bütün büyük operasyonların gerisinde, aslında İsrail'in ve ABD'deki Yahudi gücünün olduğu gün ışığına çıkacak: Darbelerden fâil-i meçhûl cinayetlere, Türk-Kürt çatışması gibi etnik, alevî-Sünnî çatışması gibi mezhep ve laik-antilaik çatışması gibi ideolojik / siyasî kutuplaşmalara ve yapay gerilimlere kadar bütün fesat ve nifak tohumlarının gerisinde İsrail'in ve ABD'deki Yahudi gücünün olduğu birer birer ortaya çıkacak. Tabiî bu operasyon aksatılmadan / engellenmeden sürdürülecek olursa…
Elbette ki, Türkiye'nin yeniden tarihî rol oynayabilecek kadar bölgesel ve küresel güç hâline gelmesini ABD de, AB de istemez. Ama bu konuda kesin olarak kararlı ve derinlikli stratejilere sahip tek aktör İsrail ile ABD'deki Yahudi gücü'dür. Bu bağlamda, AB'nin, özellikle de ABD'nin stratejilerini büyük ölçüde belirleyen güç de İsrail ve ABD'deki Yahudi gücü'dür. Bunun en somut göstergesi, ABD'nin Ortadoğu'ya ilişkin bütün stratejilerinin merkezinde İsrail ve İsrail'in çıkarları vardır ve belirleyici rol oynamaktadır.
İşte bu nedenledir ki, dünyada İslâm'ı terörle özdeşleştiren "terörle savaş" illüzyonunun mimarı Yahudi gücüdür. Türkiye'deki hükümeti "İslamofaşist" olarak nitelendiren ve özellikle de son birkaç yıldır Türkiye'yi karıştıran gerginliklerin mimarları da ABD'deki Yahudi gücü ve Türkiye'deki sözümona "ulusalcı" laikçi uydularıdır.
Soru şu: İsrail, Türkiye'den neden bu kadar ürküyor? Bunun nedeni kısaca şu: İsrail'in bölge üzerindeki büyük ölçekli kontrol ve kolonileştirme projelerini püskürtebilecek tek gerçek aktör yeniden tarihî rolünü oynamaya soyunacak bir Türkiye'dir.
Özetle, Türkiye'nin kendi hâline bırakılmamasının, sürekli olarak karıştırılmasının, yapay gerilimlerle ve çatışmalarla boğuşmaya mahkûm edilmesinin nedenlerini çok iyi görmemiz gerekiyor. Aksi takdirde, kontrolden çıkan ve sarhoşa dönen Yahudi gücünün Türkiye'nin başına tahayyül edemeyeceğimiz çapta ve iğrençlikte çoraplar örmesinin önünü alamayabiliriz. |
29 Ocak 2008 Salı |
(Yusuf Kaplan, Y.Şafak)
.
KERBELA GERÇEĞİ
|
Hazret-i Peygamber’in vefatından sonra, sahâbîler, Hazret-i Ebu Bekr‘i halife seçti. O da Hazret-i Ömer‘i yerine bıraktı. Bilahare Hazret-i Osman, sonra da Hazret-i Ali halife seçildi. Hazret-i Ali, vaktiyle ordusundan ayrılan Hâricîler tarafından öldürülünce, oğlu Hazret-i Hasan‘a biat edildi. Hazret-i Hasan, altı ay kadar sonra, Hazret-i Muaviye lehine halifelikten ferâgat etti.
BİZ ONU DÜZELTİRİZ
Muaviye 19 sene kadar halifelik yaptı. 679’da sahâbenin büyüklerin-den Mugîre bin Şube, Şam’a gelerek, “Ey müminlerin emiri! Hazret-i Osman’dan sonra ne karışıklıklar olduğunu, ne kadar kan döküldü-ğünü gördün. Oğlunu veliahd yap! İnsanların sığınağı olur. Fitneyi önlemiş olursun” dedi. Halife, “Oğlum genç ve tecrübesizdir. İyi bir halife olacağını zannetmem” dediyse de, Mugîre, “Gerekirse biz onu düzeltiriz” diyerek halifeyi ikna etti. Yezid’e de nasihat ederek hareketlerini düzeltmesini sağladı. Halife, o sene hacda valiler ve sahâbenin ileri gelenleriyle istişare etti. Herkes bu tayini kabul etti. Yalnız Hazret-i Hüseyin ve Abdullah bin Zübeyr, “Biat etmeyiz; ama karşı da gelmeyiz” dediler. Bunların ictihadına göre sahâbî varken, başkası halife olamazdı. Âlimler, ictihad edince, buna uymalıdır.
Muaviye, Şam’a dönüp veliahd ilan ettiği oğluna nasihatlerde bulunduktan az zaman sonra vefat etti. Hükümdarlığın babadan oğula geçmesi, İslâmiyet’e aykırı değildir. Nitekim Hazret-i Davud‘un tahtına oğlu Süleyman‘ın geçtiği Kur’an-ı kerimde anlatılır.
GİTME KARDEŞİM!
Yezid halife olunca, Kûfelilerin istediği Türkistan fâtihi Ubeydullah bin Ziyad’ı vali yaptı. İbni Ziyad, Kûfe’ye geldiğinde şehri karmakarışık buldu. Halkı itaate davet etti. Bunun üzerine yüzlerce isyancı Hazret-i Hüseyn’i halife ilan ederek valinin evini sardı. Vali bunları dağıttı. Bu arada Hüseyin Kûfelilerin daveti üzerine Mekke’den yola çıktı. Abdullah bin Abbas, Iraklıların babasına hıyânetini hatırlatarak gitmemesini tavsiye ettiyse de, söz verdiği gerekçesiyle dinlemedi.
İbni Ziyad, dört bin kişiyle vali tayin edildiği Rey şehrine gitmekte olan Sa’d ibni Ebî Vakkas oğlu Ömer‘i Hüseyin’in önünü kesmek üzere gönderdi. Ömer kerhen kabul etti. Güneybatı Irak’taki Kerbelâ’da karşılaştılar. Hüseyin geri dönmeyi kabul etti. İbni Ziyad, kraldan çok kralcı bir edayla halifeye biat ettikten sonra gitmesini söyledi. Biat etmeyince, Ömer askerini sürdü. 60 senesi (Milâdî 680) Muharrem ayının 10. âşûra günü Hüseyin, maiyetindeki yetmiş kişi ile şehid oldu. Kûfeliler kendisine yardım etmek şöyle dursun, kâtilleri Kûfeli idi. Âşûra, onuncu demektir.
MÜLKÜ DİLEDİĞİNE VERİR
Kafiledeki kadınlar ve Hüseyin’in oğlu Zeynelâbidin Şam’a getirildi. Halife bu haberi işitince canı sıkıldı. Hüseyin’e rahmet okudu. “Allah, İbni Ziyad’a lânet eylesin. Hâşimîleri bana düşman etti. Hüseyin bana gelseydi, her istediğini kabul ederdim. Biliyor musunuz, niçin öldü? ‘Babam, babasından; anam, anasından ve ceddim, ceddinden daha iyidir. Onun için ben de ondan daha iyiyim. Hilâfet benim hakkımdır’ dedi. Doğrudur. Babası babamdan; annesi annemden hayırlıdır. Dedesine gelince, Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse, Resulullah’a kimseyi eşit görmez. Fakat Hüseyin, ictihadı ile hareket etti ve (Allah, her şeyin sahibidir. Mülkü dilediğine verir) meâlindeki âyeti (Âli İmrân: 26) hatırlamadı” dedi. Kafileden kalanlara ikramda bulunduktan sonra Medine’ye gönderdi. Hüseyin’in kızı Sükeyne, “Yezid’den daha hayırlı düşman görmedim” derdi. Yezid isteseydi Zeynelâbidin’i öldürerek Hüseyin’in soyunu yok edebilirdi. Onun kabahati, Hazret-i Hüseyin’in hatırını gözetemeyerek; valilerinin taşkınlıklarını önceden öngörüp mâni olamamasıdır.
Peki Âşûra günü mâtem yapmak, bağırıp çağırmak ne zaman ortaya çıktı? 67 senesinde Emevîlere karşı ayaklanan Muhtar Sekâfî, Kûfe halkını harbe sürükleyebilmek için bunu bir hile olarak başlatmıştı. Muhtar bu isyanda öldürüldü ama, çıkardığı propaganda vasıtası bazıları arasında bir ibâdet gibi yayıldı.
Lânete cevaz yok!
Tarihin en talihsiz şahsiyetlerinden olan Yezid, bu hâdise sebebiyle abartılı ithamlara, hatta hakaretlere maruz kalmıştır. Arapça güzel bir dua kelimesi olan ve çoğu sahâbenin taşıdığı yezid ismi, hakaret lafzına dönüşmüştür. Halbuki İmam Gazâlî gibi çok âlimler, Yezid’e lânet etmeyi câiz görmez. Hatta Yezid’i tasvip etmeyenler, Kerbelâ değil, Medinelilerin isyanında alınan nisbetsiz tedbirler sebebiyle bu kanaate varmıştır.
Hazret-i Peygamber, “İstanbul’a ilk sefer yapan ordu mağfiret olunmuş-tur” buyuruyor. Yezid, bu ordunun kumandanı idi. Hazret-i Ali’nin va-lilerinden Eyüp Sultan hazretleri, bu sefere, Yezid’in kumandasında gitmişti. Bayezid ismi bütün Müslümanlar gibi, Türkler arasında da yaygındı. Bayezid (Ebu Yezid), Yezid’in babası demektir ve Hazret-i Muaviye’yi ifade eder.
Abbasîler, iktidarı alıp Emevî ailesini katliâm edince, tarihçiler yeni hâkimlere yaranmak için Emevîlerin hatâlarını şişirmiş; hattâ aleyhte hadîs bile uydurmuşlardır. Zaman ve mekân yakınlığı sebebiyle Osmanlı tarihçileri de bunların tesiri altında kalmıştır. Halbuki Emevî devri, İslâm medeniyetinin altın çağıdır. |
7 Ocak 2009 Çarşamba |
(Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, Türkiye Gazetesi)
.
Bana Niçin Saldırıp Küfr Ediyorlar?
|
BAZI önemli cümle ve paragraflar vardır ki, onları ezberlemek gerekir. Aşağıdaki kısa metin de bunlardan biridir. Binaenaleyh ezberlenmesini tavsiye ederim.
Yazar Hikmet Çetinkaya diyor ki:
“Türkiye’de devletin hakim sistemi iki şeyi aradı durdu. Mümkünse İslâm’ı değiştirmek, ona gücü yetmezse Müslümanların din anlayışını değiştirmek. Kemalizmin en önemli özelliklerinden biri dinde reformu amaçlaması idi. Bunda muvaffak olunamadı. Çünkü İslâm’ın kitaba bağlı karakterleri böyle bir reformasyona ve deformasyona izin vermiyordu. Bu, Müslümanlara da kabul ettirilemedi. Ağır baskı dönemleri yaşandı Türkiye’de ama dinde reform kabul görmedi.”
(Kaynak: www.angelfire.com / ms / siyaset / index.html.)
Devletimiz ve Cumhuriyetimiz, din konusunda Müslüman halka elbette böyle suikastlar, ağır baskılar yapmaz, insan haklarını ihlâl eden planlar hazırlayıp uygulamaz. Böyle hukuk ve vicdan dışı şeyleri gayr-i meşru Derin Devlet, resmî ideoloji, Ergenekon ve buna benzer gizli güçler yapar.
Son yıllarda Müslümanları, hiç olmazsa onların bir kısmını gerçek İslâm olan Ehl-i Sünnet’ten çıkartıp; light, ılımlı, ehlî (evcil) bir İslâm türetme faaliyetleri ve propagandaları büyük hız kazanmıştır.
Gerçek İslâm’a uymayan birtakım bozukluklar, vahim yanlışlıklar görmekteyiz.
Bir tür hâricilik aldı yürüdü. Yeni yapılan bütün camiler “Mescid-i dırardır” diyecek kadar işi azıtanlar var.
İslâm’ı bozma, değiştirme, Müslümanları şaşırtma faaliyetleri içine ABD’nin CIA’sı, İsrail’in Siyonizmin MOSSAD’ı bile girdi.
CIA ile MOSSAD ile Papalıkla, Evangelist kiliselerle işbirliği yapan Müslümanlar zuhur etti.
Kur’ân, Yahudileri ve Hıristiyanları imana ve İslâm dinine çağırmıyor diyen Diyalogçu modern hocalar zuhur etti.
Sünnet’i yıkmak istiyorlar.Bu maksatla Ashabın büyüklerine, bu arada Ebû Hureyre radiyallahu anh hazretlerine saldırıyorlar.
Mezhepleri ve İslâm fıkhını kaldırmak istiyorlar.
Müslümanların dinlerini öğrendikleri ilmihal kitaplarına karşı bir hakaret, istihfaf (küçük görme), devre dışı bırakma kampanyası açılmıştır. İlmihale önem veren, ilmihal okuyan Ehl-i Sünnet Müslümanları “İlmihali, Kur’ân’dan önemli görmek” iftirasıyla karalanıyor.
Usûl-i fıkha, usûl-i tefsire, usûl-i hadîse aykırı binlerce yanlış ve bozuk görüşlerle dolu sözde din kitapları çıkartıldı.
Bu bozma, tahrif etme, saptırma işlerini kimler yapıyor?
Önceleri bu misyon dinsiz, Allahsız, fâsık, fâcir kimselere verilmişti. Sonra bu metodun başarısız olduğunu gördüler ve devreye birtakım bozuk ilâhiyatçıları, sahte İslâmcıları soktular.
İslâm’ı mihraptan yıkmak istiyorlardı.
Kısmen başarılı da oldular. Doğru dürüst din eğitimi almamış, İslâm’ı gerçek hocalardan ve güvenilir kitaplardan öğrenmemiş bir kısım halkı kandırdılar. Lâkin Müslümanların tamamını kandıramadılar, aldatamadılar, saptıramadılar.
Birkaç yıl önce yürürlüğe giren, devreye sokulan, sahneye konulan BOP’un (Büyük Ortadoğu Projesi’nin) gizli maddelerinden biri de İslâm dinini; ABD’ye, İsrail’e, Haçlılığa zarar veremeyecek uysal ve evcil bir hale getirmektir.
Bir yandan zaten balkanlaşmış, bölük pörçük hale gelmiş mevcut İslâm devletlerini daha da parçalamak ve birbirine düşürmek; öbür yandan Müslümanlardaki Ehl-i Sünnet, cihad anlayışını kaldırarak onları yabancılaştırıp köleleştirmek...
Türkiye’nin bugünkü düşkün durumunda, ülkemizdeki vahim insan hakları ihlâllerinde, İslâm’ı tahrif etme çabalarında, Müslüman halka yapılan ağır baskılarda “Lozan’ın Gizli Protokolları”nın büyük rolü vardır.
Bu protokollere göre Türkiye rejimi İslâm ile bütün ilgilerini kesecek, İslâm dünyasından kopacak, İslâm kültürüne, kimliğine, medeniyetine yabancılaşacaktı.
İslâm’ı tahrif etmek, Müslümanların kafalarını karıştırmak için neler yaptılar ve yapıyorlar?
1. Dinin tek kaynağı Kur’ân’dır diyorlar, Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanmasında gerekli ve zarurî olan Sünnet’i ve sahih hadîsleri tanımıyorlar ve Kitabullah’ın nice âyetini kendi re’ylerine heva ve heveslerine, “Derinlerden” ve şeytanlardan aldıkları talimata göre yanlış ve yanıltıcı bir şekilde tefsir ediyorlar.Bu, Kur’ân’a bir ihanettir.
2. Defalarca yazdılar. “Peygamber bir postacı idi. İslâm’ı tebliğ ettikten sonra işi bitti, öldü gitti...” meâlinde cümleler sarfettiler. Böyleleri Peygamber’i (salat ve selâm olsun O’na) ve Sünnetini devreden çıkartmak, onun yerine birtakım bozukları geçirmek istiyorlar. Sünnet olmadan İslâm, Kur’ân, Peygamber, nasıl anlaşılacaktır, doğru şekilde nasıl yorumlanacaktır?
3. Fıkıhsız, şeriatsız bir İslâm türetmek istiyorlar. Yani münzel (indirilmiş) İslâm’ı kaldırıp onun yerine uydurulmuş bir İslâm getirmek istiyorlar.
4. Ondört asırlık müctehidlerin, eimmenin, büyük fukahanın icmâ ve mutabakatlarını hükümsüz hale getirmek istiyorlar. Ta ki, meydan kendilerine kalsın.
Ehl-i Sünnet Müslümanlığı, yani gerçek İslâm, sevgili Peygamberimizin (salat ve selâm olsun O’na) zuhurundan bu güne kadar kopuksuz olarak gelmiştir. Peygamberin vârislerinin, yani ulemâ ve mürşidlerin, ucu Resûlullah’a ulaşan nurânî icazetleri, silsileleri bulunmaktadır. İşte İslâm’ı bozmak isteyenler bu zinciri kırmak, bu devamlılığı kopartıp, ehl-i İslâm’ı perişan edecek, darmadağın hale getirecek dehşetli bir kopukluk, kaos, anarşi devri başlatmak istiyorlar. Bu, bir tür terör değil midir?
Bendeniz nâçiz bir Müslüman olarak Ehl-i Sünnet için çalışıyorum. Kur’ân,Sünnet, icmâ-i ümmet, fıkıh, Şeriat için çalışıyorum. Kopukluğu ve yabancılaşmayı önleyip devamlılığı korumak için çalışıyorum. Resûlullah Efendimize (salat ve selâm olsun O’na), Sünnetine, hadîslerine, ashabına, etbâına, Ehl-i Beytine, âline bağlıyım. Selef-i Sâlihin efendilerimize bağlıyım. Ondört asırdan beri gelip geçmiş icazetli ulemaya, evliyaullaha, gerçek şeyhlere, kâmil mürşidlere bağlıyım. Halen hayatta bulunan icazetli ulemâya ve meşayihe bağlıyım, ehl-i sünnet çizgisinde olan ilâhiyatçılara da hürmetim ve güvenim vardır. (Ömürleri müzdad, hizmetleri feyyaz olsun).
Bir Müslüman olarak dinimde reform yapılmasını kesinlikle istemem ve buna bütün yasal yollarla karşı çıkarım.
İslâm ilâhî ve münzel dindir. Onda değişiklik ve yenilik yapılamaz.
Dinimizi bozmaya, tahrif etmeye yönelik bütün bid’atlere ve suikastlere karşıyım.
Dini kendime uydurmak taraftarı değilim, kendimi dine uydurmak taraftarıyım.
Elli yıllık basın yayın, yazarlık hayatımda din, iman, Şeriat, Sünnet,Kur’ân, namaz, cemaat, tesettür, sahih itikad, Müslümanların birlik ve beraberliği, Ümmet şuuru, İmamet-i Kübra için nâçizane çalıştım. Bu yüzden ağır baskılara uğradım, mahkemelerde süründüm, vatanımdan ayrı düşüp altı seneye yakın gurbette sürgün yaşadım, zindanlarda yattım, horlandım, hakir görüldüm. Hizmetlerimin karşılığında riyaset, servet, şöhret, makam, mevki, alkış talep etmedim.
İslâm dinini ortadan kaldırmak, kaldıramazlarsa bozmak isteyenlerle hiçbir zaman barışık olmadım.
Yakın zamanda büyük bir gazetede sokak serserisi ağzıyla aleyhimde seviyesiz küfürler yayınlandı. Hayvan, yobaz, müşrik, echel (en câhil) gibisinden.
Bunlara aynı üslupla cevap veremeyeceğim. Terbiyem buna müsait değildir.
Bu hakaretler bendenize bir zarar vermez. Keskin sirke küpüne zarardır.
Böyle kızıp köpürmeleri, âdi küfürler savurmaları iyiye alâmettir: Deşifre olduklarını anladılar, dini bozma çabalarının başarılı olmadığını, halkın uyandığını gördüler ve kendilerini kaybetmiş bir şekilde saldırmaya başladılar.
Bana küfreden kimse nasıl bir ilâhiyatçıdır, size bir örnek vermek istiyorum. Yakın tarihte, küfürbaz gazetede yayınlanmış bir yazısında bu adam aynen şöyle yazdı:
“Hortlamış bir sürü Damat Ferit ve Mustafa Sabri ile bütün bunlar yapılır, bütün kaleler bir bir düşürülürken, ülke aydınlanmasının önünü açanlardan biri olan adamın anıtlaşmış eserlerini yaratan açıktaki o büyük kafasını bırakıp fermuarının arkasındaki küçük kafasıyla uğraşıyor.”
Herkese soruyorum: Bir ilâhiyatçı böyle bir üslupla yazabilir mi?..
Bu adam üstelik din önderi geçiniyor. Sevsinler!..
Bırakın küfür etsin, ne mal olduğu ortaya çıksın... |
19 Kasım 2008 Çarşamba |
(M. Şevket Eygi - Milli Gazete)
.
Ehlisünnete Karşı Açılan Amansız Haçlı Seferi
|
TÜRKİYE’de bir müddetten beri Ehl-i Sünnet İslâmlığına sanki amansız bir Haçlı seferi açılmıştır. Kur’an’a, Sünnet’e, akla, vicdana, mantığa, sağduyuya uygun olan Sünnîlik baltalanmakta, bin türlü iftira atılıp hezeyanlar savrulmakta, yanıltıcı düşünce ve görüşlerin propagandası yapılmaktadır. Neler denmiyor ki.
* İslâm’ın tek kaynağı Kur’an’mış, başka kaynak olamazmış.
* Sünnîlik gerçek İslâm değilmiş, Emevîlerin çıkarttığı bir dinmiş.
* Ashab âdil ve güvenilir değilmiş. Başta Ebû Hüreyre radiyallahu anh efendimiz olmak üzere nice ashab (hâşâ sümme hâşâ) binlerce hadîs uydurmuş.
* Tasavvuf bâtılmış.
* Yalancı, taqiyyeci, Müslümanları aldatan, azılı farmason, aktivist, bulaşık, karanlık Afganî büyük bir din önderiymiş, “onu karalayanlar onun taharet bezi olamazlar”mış. (Büyük ulemaya ne büyük hakaret...)
* Mezheplere, fıkha, tanzim edilmiş ahkâm-ı şer’iyeye lüzum yokmuş, herkes kendi kafasına göre Kur’an’dan yahut meal, tercüme ve tefsirlerden dinini öğrenirmiş.
* Peygamber bir postacı imiş, ölmüş işi bitmiş.
* İlmihal Müslümanlığı bozuk bir Müslümanlıkmış, asıl Müslümanlık şu veya bu türedi ilahiyatçının anlattığı İslâm’mış.
Sağlam din bilgisine sahip olmayan milyonlarca Müslümanın kafası fena halde karıştırılmıştır. Dinde reform, dinde yenilik isteyen, light/ılımlı bir İslâm türetmek isteyenlerin amaçları nelerdir? Yazdıklarından anlaşılan şudur:
Geleneksel Ehl-i Sünnet İslâmlığını beğenmiyorlar. Onun yerine ABD’nin, İsrail’in/Papalığın, Protestan Evangelistlerin, Diyalogçuların, Derin Devlet’in, Ergenekoncuların, Farmasonların, Sabatay Sevi bağlılarının istediği ehlî/light bir İslâm getirmek istiyorlar.
Böyle yeni bir İslâm türetme gayretleri, Büyük Orta Doğu Projesinin (BOP) hedefleri içindedir.
Ergenekon evrakı ve belgeleri içinde, günlük namazların ikiye indirilmesi ile ilgili bilgiler de vardır.
Vaktiyle, 1930’lu yıllarda CHP diktatörlüğü de camilere sıralar koymak, mihraba (bazı kiliselerde olduğu gibi) bir müzik aleti yerleştirmek için raporlar hazırlatmıştı. (Şu anda da, camilerin arka tarafına, lüzumundan ve gerekenden fazla sandalya konulması konusunda imamlara baskılar yapılmaktadır.)
Ehl-i Sünnhet Müslümanlığının yerine bir tür İslâm Protestanlığı çıkartmak istiyorlar.
Halkı büsbütün İslâm’dan çıkartamayacaklarını anladıkları için, suya sabuna dokunmaz, kafirlere zarar veremeyecek, fıkhı ve şeriati olmayan, bir tür beşerî ideoloji ve hümanizma haline dönüşmüş hafif İslâm istiyorlar. İstedikleri Müslüman tipi şudur: Beş vakit namazı bıraksın... Cuma bile fazladır... İsterse yılda iki kez bayram namazına gidebilir (o da fazla ya)... Doğduğunda kulağına Ezan-ı Muhammedi okunmasına lüzum yoktur ama öldüğünde tabutu camideki musalla taşına konulur, kadın erkek karışık bir cemaat ile abdestsiz namazı kılınır...
Birtakım light İslâm taraftarları o kadar öfkeli, o kadar ölçüsüz, o kadar gözü dönmüştür ki, “Müslüman halk dinini muteber ve güvenilir ilmihallerden öğrensin” denildiğinde, Sünnî Müslümanlar için “Bunlar ilmihal kitabını Kur’ân’dan yüksek tutuyor...” diyecek kadar vicdansızca ve mantıksızca laflar edebiliyor.
Evet light/ılımlı İslâmcılar yeni bir din türetmek istiyor. Ehl-i Sünnet Müslümanları için “Onlar mezheplerini din haline getirdiler” iftirasını savururken, asıl kendileri yeni bir bozuk mezhep türettiklerinin farkında değiller.
Başlangıcından bu güne kadar İslâm dünyasında, Peygamberimizin (salat ve selam olsun O’na) mucizevî bir şekilde haber verdiği üzere bir sürü bozuk fırka ve grup zuhur etmiştir. Mesela “Gurabiye” fırkasının ana inancı şudur: Güya Peygamberlik Hz. Ali’ye verilecekmiş, Efendimiz ile Hz. Ali birbirlerine iki karganın (Arapçada kargaya gurab denilir) birbirine benzediği gibi benziyormuş. Vahiy getiren Cebrail aleyhisselam bu yüzden şaşırmış ve vahyi yanlışlıkla Hz. Muhammed’e vermiş!..
İlm-i kelam kitaplarında eski bozuk fırkaların hepsi tafsilatlı (ayrıntılı) bir şekilde anlatılır.
Bugünkü ligt, ılımlı, hafif, evcil İslâm çalışmaları da işte böyle fırkalar oluşmasına yol açacaktır.
Dört hak mezhep (fıkıh ekolü) ile onları birbirine karıştırmamak gerekir. Onlar mezhep değil, fırkadır.
Ülkemizdeki bir kısım İslâmcılar bozuk bir fırkayı resmî mezhep olarak kabul etmiş bir Arap devleti tarafından desteklenmektedir.
Hulefa-i Râşidîn devrinden sonra, Kitab (Kur’an) ve Sünnet’e en uygun, en başarılı İslâm denemesi ve uygulaması Osmanlı sistemidir. Tabiî ki, devletin kuruluş ve yükselme devrindeki uygulama... Osmanlılar bu uygulama ile üç asır üç kıt’ada şanla şerefle, Allah’ın tevfikat-ı ilahiyesine nail olarak i’lâ-i kelimetullah yapmışlar, cihad etmişler, bilen ve anlayanların gözlerini kamaştıran bir Pax İslâmica kurmuşlardır. Osmanlı İslâm sisteminin esasları nelerdir:
1. İnançta ve uygulamada Ehl-i Sünnet ve cemaat.
2. Fıkha ve mezhebe bağlılık.
3. Şeriattan kıl kadar ayrılmamak şartıyla tasavvufa ve turuk-i sofiyyeye müsamaha ve destek.
4. İslâmî çeşitlilik (ve zenginlik) içinde sarsılmaz bir birlik.
5. Loncalar, ahîlik ve fütüvvet teşkilatı ile, başta iktisat ve ticaret olmak üzere bütün toplumsal ve sosyal teşkilatta dinin hakimiyeti.
6- Din ve devlet birliği. (Osmanlı metinlerinde sık sık “din ü devlet” tabiri geçer.)
7. Bütün Müslümanları tek bir millet ve ümmet olarak kabul etmek. Osmanlı devletine, başka ülkelerde yaşayan Müslümanlar pasaportsuz kabul edilirdi. Hattâ Tanzimat’tan sonra, sömürgelerinde yaşayan Müslümanlardan pasaport istenmesi konusunda emperyalist ve kolonyalist Avrupa devletleri Osmanlıya baskı yapmışlardı. Son devrin büyük din alimlerinden Mekke Şafiî Reisü’l-ulema’sı Ahmed Zeynî Dahlan hazretleri Fütuhat-i İslâmiyye adlı kitabının Osmanlı devleti kısmını şu cümle ile başlatır
“Hulefa-i Râşidîn devrinden sonra, Kur’ân’a ve Sünnet’e en uygun devlet Osmanlı devletidir.” İşte bu yüzdendir ki, bir kısım reformcular ve İslâm perdesi altında yeni bir din türetmek isteyenler Osmanlıyı hiç sevmezler. Bozuk Afganî’yi ise baş tacı ederler.
Sevgili, aziz, muhterem din ve iman kardeşlerime tavsiye ediyorum:
Reformcuların, yenilikçilerin, naylon müctehidlerin, Afganîcilerin, diyalogçuların, evcil ve light İslâm taraftarlarının, mezhepsizlerin, telfik-i mezahip taraftarlarının ve benzerlerinin tuzaklarına düşmeyiniz, ahıretinizi (onlar gibi) berbat etmeyiniz, Kur’ân ve Sünnet Müslümanlığı olan, gerçek din olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat yolundan kıl kadar ayrılmayınız. Gerçek icazetli ulemaya, gerçek icazetli şeyhlere, kâmil mürşidlere bağlanınız. Bir rehbere (kılavuza, yol göstericiye muhtaç olup da böyle bir kimseye bağlanmayanın şeyhi şeytan olur). Dinî bilgileri, sağlam hocalardan ve sağlam kitaplardan öğrenmeliyiz.
Yenilikçiler işi o kadar ileriye götürdüler ki, ünlü bir ilahiyat profesörü “Kur’ân, Yahudileri ve Hıristiyanları İslâm’a çağırmıyor” diyecek kadar ileri gitmiştir. |
18 Kasım 2008 Salı |
(Mehmet Şevket Eygi, Milli Gazete)
.
BİR İLAHİYATÇIYA AÇIK MEKTUP
|
SAYIN Bay İlahiyatçı!.. Size muhterem demiyorum ama sayın diyorum. Gayem polemik yapmak, çıngar çıkartmak, horoz döğüşü sergilemek değildir.
Yıllardan beri Ehl-i Sünnet ve Cemaat Müslümanlarını sapıklıkla suçluyor, gerçek Müslümanlığı tahkir edici ifadelerle aşağılıyor ve asıl doğru İslâm’ı kendinizin bulduğunu ilan ediyorsunuz.
Yanılıyorsunuz, yanıltıyorsunuz... İslâm’ın en doğru yorumu Ehl-i Sünnet Müslümanlığıdır.
Asıl Kur’ân Müslümanlığı sizin anlattığınız değildir, Ehl-i Sünnet Müslümanlığıdır.
Gerçek İslâm, ilmihallerde anlatılan İslâm’dır.
Sizin, bunu anlayacak derecede Arapçanız ve din kültürünüz vardır ama birtakım şahsî menfaatler uğrunda bu temel gerçeği görmezlikten geliyorsunuz.
Doğrusu Allah’ın ayetlerini çok ucuza sattınız.
Din eğitimi almamış, din kültürü olmayan birtakım cahil vatandaşları kandırdınız ama çok büyük ve korkunç vebal altında kaldınız.
Bu yolla birkaç milyon dolar edindiniz.
Hayli şöhret-i kâzibe sahibi oldunuz.
Nefs-i emmârenizi tatmin ettiniz.
Lâkin âhiretinizi berbat ettiniz.
Terazinin bir kefesinde 1400 yıldan beri gelip geçmiş ulema, suleha, gerçek müctehidler, eimme, fukaha var; öbür kefede siz varsınız. Siz onların ayaklarının tozu olamazsınız. Sizin zerre kadar ağırlığınız yoktur.
Kaç defa yazdınız, “Peygamber bir postacı idi, öldü, işi bitti...” diye. Bu ne kadar yanlış ve çarpık bir iddiadır. Peygamber bu fanî dünya hayatına veda etmiştir ama rehberliği, önderliği Kıyamet’e kadar devam edecektir. Biz Ehl-i Sünnet Müslümanları O’nun ruhaniyeti ile birlikte yaşıyoruz. Kendisini şahsen görmüyoruz ama bize yol gösteren, bizi aydınlatan Sünneti ve sahih hadîsleri yanımızdadır.
Sayın İlahiyatçı!.. Peygamberi bırakıp da sizin peşinizden mi gideceğiz? Yooo, o kadar akılsız ve deli değiliz.
Sizin ne demek istediğinizi anlamaz değiliz. Peygamber’i bırakın benim peşimden gelin demek istiyorsunuz. Yağma yok.
Ne dersen de, biz Müslümanlar fıkhın, şeriatın dört kaynağı oldunuğunu biliyoruz. Allah’ın Kitabı, Peygamberin Sünnet’i, Ümmet’in icmâı ve bir de kıyas-ı fukaha.
Tarih boyunca bu ümmeti aldatan bozuk insanlar bulunmuştur. Siz de onlardan birisiniz.
Müslümanları Kur’an’la aldatmak istiyorsunuz.
Buharî’de bir hadîs var, bilirsiniz. Resûl-i Kibriya aleyhi ekmelüttahaya Efendimiz Kıyamet’e kadar otuz küsur Deccal ve Kezzab (yalancı) zuhur edecek, bunlar ya tanrı olduklarını, yahut nebi olduklarını iddia edeceklerdir buyuruyor.
Peygamber öldü, o bir postacı idi, işi bitti... İlmihal Müslümanlığını bırakın. Benim anlattığım Kur’ân Müslümanlığına gelin derken, siz satır aralarında kendinizi Peygamber mi göstermek istiyorsunuz?
Evet, sayın İlahiyatçı siz bir deccal, siz bir kezzabsınız.
Allah’ın ayetlerini ucuza sattınız. Fâni servet, kâzib şöhret, biraz alkış, tantana... Lüks hayat ve sonra... İki metrelik bir çukur, birkaç metre kefen bezi... Yarın Mahkeme-i Kübra’da, Huzur-i Rabbü’l-âleminde bu yaptıklarınızın hesabını nasıl vereceksiniz?
Siz bâtıl ve sapık inançlarınız ve görüşleriniz uğrunda Kur’ân’ı heva, re’y ve nefsanî hevesinizle yorumladınız.
Siz dinî hükümlerin kaynağı olarak Sünnet’i devre dışı bırakmak istediniz.
Siz Selef-i Sâlihîn efendilerimizin mübarek, aydınlık, temiz yolundan saptınız.
Siz kendi kafanıza göre yeni bir din türetmeye yeltendiniz.
Pek âlâ biliyordunuz ki, Kur’ân’ın en büyük ve temel açıklayıcısı Sünnet’tir. Sünnet olmadan Kitabullah tefsir edilemez.
Bir ara her konuşmanız için binlerce lira ücret alıyordunuz. Para para para... İşte sizin sevdanız.
Ehl-i Sünnet’in gerçek imamları kesinlikle doğru yoldadır.
Müctehidler, fukaha, muhaddisler, müfessirler doğru yoldadır.
Abdülkadir Geylanî, Ahmed er-Rufaî, Şah Nakşibend, İmamı Rabbanî ve diğer büyük mutasavvıflar hep doğru yoldadır.
Onlara ters düşen siz yanlış yoldasınız.
Siz maalesef dâl ve mudilsiniz.
Tevbe edip, geçmiş günahlarınızdan pişman olmanız için henüz vakit, imkân ve fırsat var. Gurur ve kibrinizi, nefsaniyetinizi, dünya sevginizi yenip de tevbe eder misiniz bilemiyorum.
Aldattığınız saf halkın vebalini nasıl taşıyacaksınız?
Sayın İlahiyatçı!.. Siz yıllar boyunca maalesef insî bir şeytan gibi hareket ettiniz. Kapalı kapılar ardında agresif din düşmanlarıyla nasıl konuştuğunuzu, onlarla nasıl işbirliği yaptığınızı bilmez değiliz.
Siz halkı Kur’ân’la aldatıyorsunuz.
Tekrar ediyorum: Asıl Kur’ân Müslümanlığı muteber ilmihal kitaplarında yazılı olandır.
Biz Müslümanlar, dinimizi ilmihal kitaplarından öğreneceğiz, itikadımızı akaid imamlarımızdan öğreneceğiz. Kur’ân-ı Kerim’i, mânalarını, hükümlerini, inceliklerini ehliyetli gerçek müfessirlerden öğreneceğiz.
Sen bir vâdide, biz Müslümanlar başka bir vâdideyiz.
Senin yolun çıkmaz yol. |
12 Kasım 2008 Çarşamba |
(Şevket Eygi, Milli Gazete)
.
HANGİ KESİM MADUR!
|
Kamer Genç kürsüyü her ele geçirdiğinde inciler döktürüyor. Bir yönüyle renkli bir kişilik, Meclis’e ve topluma renk katıyor; ancak bazen, toplumun hassasiyetlerinin bam teline basıyor. Ayrımcılık hislerini körükleyici söylemler içine giriyor ve toplumsal kesimler arasında çatlaklar oluşturacak konuşmalar yapıyor.
Kamer Genç, geçen gün hırçın bir üslupla Cumhurbaşkanından “Yargıdaki bir makama bir Alevinin neden atanmadığının hesabını sordu!”. “Sırf Alevi olduğu için insanların dışlandığını” ileriye sürdü.
Aleviler bu milletin parçasıdırlar ve farklılıklarıyla, kültürel, dini özellikleriyle toplumda özgürce yaşama hakkına sahiptirler. Kimi zaman Aleviler de devletin gadrine uğramakta, bazı haklardan mahrum bırakılmaktadırlar. Ancak, devletin gadrine uğrayan sadece Aleviler değildir. Hatta Aleviler devletin en az gadrettiği, en çok kolladığı kesimler arasındadır. Bu memlekette yıllarca tarikatlar irticadan dolayı takibata uğrarken, yine bir tarikat olan Bektaşilik devletçe itibar görmüştür. Cumhurbaşkanlarının, başbakanların resmi ziyaretlerine mazhar olmuştur.
Bu memlekette Sünni dindar insanlar biraz hak elde ettiklerinde hemen “irtica” vaveylası koparılmıştır. Dindar bir bakan, bürokrat göreve geldiğinde “kadrolaşılıyor!” diye kıyametler koparılmıştır. Ama geldikleri bakanlıkların gelecek 50 yılını bloke eden, mezhep tabanlı kadrolaşan bakanların (Seyfi Oktay’ın, Mehmet Moğoltay’ın, Fikri Sağlar’ın vb.) yaptıkları laikliğin teminatı olarak görülmüştür. Yargıda, TSK’da ve diğer stratejik kurumlarda yapılan organize mezhepçi kadrolaşmalar “Alevi irticası!” olarak algılanmamaktadır.
Aleviler elbette her türlü hakka sahip olmalılar, her yerde bulunmalılar; ama dindar insanlar bir yerlere geldiğinde irtica kervanlarına su taşıyan; laiklik, Atatürkçülük adı altında Sünni kesimin en asgari haklarını bile tehlike gören (bazı) Aleviler, biraz aynaya bakmalılar. Din eğitimi, Kur’an Kursu vs. söz konusu olduğunda “Cumhuriyet elden gidiyor!” diye baskı oluşturanların “Suriye tarzı azınlık rejimi” arzularını ve çabalarını da görmeleri gerekiyor.
Fazla söz gerek yok! Kamer Genç’e ve Alevi mağduriyeti edebiyatıyla mevzi kazanmaya, toplumun bir kesimini köşeye sıkıştırmaya çalışanlara bir teklifim var.
Var mısınız, Yargıda, özellikle üst yargı organlarında (Yargıtay, Danıştay, Anayasa Mahkemesi, Askeri Yargıtay, Askeri yüksek idare mahkemesi) Alevi-Sünni oranlarını, rakamlarını karşılaştıralım!..
Var mısınız TSK içindeki Alevilerle Sünnilerin oranlarını ve kendi oranlarına karşılık gelen etkinliklerini karşılaştırmaya!...
İsterseniz üst düzey görevlerde kimlerin daha yoğun ve etkin olduğuna bakalım!
Köylerden-kasabalardan dolmuşlarla kimlerin askeri liselere (dedelerin nezaretinde) taşındığını, içeriden nasıl destek verildiğini masaya yatıralım isterseniz! Askeri okullara Alevi gençlerin nasıl yönlendirildiğini, sağlık problemlerinin hangi şekilde, hangi hastanelerde, nasıl halledildiğine bakalım. Alevi yerleşimlerden kritik müesseselere giriş oranlarını bir karşılaştıralım.
Bir Alevi subayları mercek altına alalım; bir de terör bölgelerinde şehit olanları; bakalım mağdur(!) Alevi vatandaşlarımız hangisinde önde çıkacaklar!.. Son şehitlerden kaçının Alevi evladı, kaçının garnizonlara alınmayan başörtülü anaların evladı olduğuna bakalım! Kaç Alevi evine şehit ateşi düştüğünü bir araştıralım. Ortaya çıkan tablo üzerinden bir Alevi Paşa’nın “Sünni köpekleri sürün mevzilere, onlar ölsün!” talimatının, itirafının etkisini sorgulayalım.
İsterseniz bir ucu dağda, PKK’da, TİKKO’da, DHKP-C’de; diğer ucu TSK’da olan Alevi aileleri masaya yatıralım!
İsterseniz (bazı) Alevilerin Sebataylarla nasıl iş tuttuklarını, toplumun diğer kesimlerine karşı nasıl harekât yürüttüklerini, Cumhuriyet mitinglerine, psikolojik harekât mahsulü eylemlere nasıl malzeme olduklarını araştıralım!
İsterseniz Batılı dostlarımızın! Kürtçülükten sonra Alevilere ne gibi yatırımlar yaptığına bakalım. PKK’dan daha güçlü bir kart haline getirmek için AB fonlarından mezhepçi STK’ları nasıl kayırdığını, desteklediğini “Aleviliği İslam dışı bir mezhep haline getirme çabalarını” inceleyelim.
İsterseniz Kamer Genç gibi “Alevi pozlarında ortalığı velveleye verenlerin, Alevi temsilciliğine soyunanların 2-3 kuşak önceki dedelerine inelim. Bakalım Alevi mi çıkacak, mühtedimi?
Bazı Aleviler dün kendilerini Dersimde ezen Tek Parti zihniyetiyle ve Beyaz Kripto ecnebilerle kucak kucağadırlar. İçlerine sızmış kripto ecnebilerin yönlendirmesiyle ve batılıların etkisiyle parçaları oldukları Müslüman Anadolu zemininden giderek uzaklaştırılmakta; Müslüman-mazlum Anadolu kitlesine hasım hale getirilmeye çalışılmaktadır. Kripto ecnebiler son 50 -60 yılda epeyce başarılı olmuşlar (bazı) Alevi kesimleri önemli oranda yanlarına çekmeyi başarmışlardır. Kendilerinin yetmediği yerlerde Alevi kesimle ittifaklar kurmakta, beraber hareket etmektedirler.
Yahudi-haçlı ittifakının Ortadoğu’ya konuşlanmasının ve Irak, Afganistan işgalinin temel hedeflerinden birisi; bu coğrafyada kalıcı husumetler oluşturmak ve etnik, dini farklılıkları körükleyerek İslam coğrafyasını kontrol altında tutmaktır. Irak’ta, Afganistan’da, Pakistan’da, Sudan’da bu ortamı oluşturdular. Etnik ve mezhepsel düşmanlıkları ateşlediler.
Türkiye’de Türk-Kürt husumeti üzerine epeyce yol aldılar. Ancak asıl tehlikeli ve tehdit edici kartın “Alevi kartı” olduğu ve bunun çok yakında güçlü bir şekilde devreye sokulacağı yönünde duyumlar alıyorum. Batılı dostlarımız! ve onların içerideki kripto piyonları Alevi kartını ve mezhep üzerine kurgulanmış senaryoları devreye sokmaya çalışıyorlar. Son zamanlarda Avrupa’dan destek alan pek çok Alevi dernek ve örgütte hummalı bir hareketlilik gözlemleniyor. Şu sıralar “Kürt kalkışması”na ilaveten, “mağduriyetler” ve “verilmeyen haklar” vs. üzerine bina edilecek bir “Alevi kalkışması” hedeflenmektedir. Bu doğrultuda gizliden gizliye ince planlamalar, örtülü çalışmalar yapılmaktadır.
Birileri Alevi odaklı yeni senaryolara psikolojik zemin hazırlamak ve Alevileri-Kürtleri tahrik amacıyla ABD’deki WASP (White, Anglosakson, Protestan) karşılığı Türkiye’de LAST (laik, Sünni, Türk) hâkimiyetinden bahsetmektedirler. Bu söylemler tamamen hedef göstermeye yöneliktir. Türkiye’de laiklerin değil, laikçilerin hâkimiyeti söz konusudur. Sünnilerin sadece adı vardır. Kendi çocuklarına dinlerini öğretme hakkına bile sahip değillerdir. Sünni kesimin dini duygularını kontrol altında tutmak için oluşturulmuş Diyanet Teşkilatı Sünni hâkimiyetinin gerekçesi olarak gösterilmektedir. Türkiye’de 1908’den bu tarafa “Türk” kavramı Anadolu insanı değil, sinirlerimize kadar her yeri ele geçirmiş kripto ecnebiler kastedilerek kullanılmaktadır. Kürtleri ve Alevileri tahrik amaçlı oluşturulan LAST’ın Anadolu insanıyla ve Kara Türklerle hiçbir alakası yoktur.
Toplumun her kesimi, ama özellikle gerçek Aleviler bizi birbirimize kırdırmayı ve ayrıştırmayı hedefleyen çalışmalara karşı uyanık olmalılar. İçimize sızmış, toplumsal kesimleri provoke eden, yönlendiren kripto bukalemunlara karşı uyanık olmalıyız.
Kürtler gibi, Aleviler de bizim parçamız, canımız, kardeşimiz; ama birileri Aleviler üzerinden başka numaralar çeviriyor sanki…. |
8 Kasım 2008 Cumartesi |
(YUSUF GEZGİN, AKTİFHABER)
.
Mustafa filminin yorumu
|
Hürriyet'ten Yılmaz Özdil'in "Mustafa" filmi ile ilgili yorumu:
Mustafa’ya gittim...
Sarhoş.
Kafayı bulunca ağlayan...
Hoyrat.
Soğuk.
Kalpsiz.
Çevresine eziyet eden...
İtiraz edeni asan...
Arkadaşlarını satan...
Goygoycuların dolduruşuna gelen...
Milletten bihaber.
Hatta milleti küçümseyen...
Alay eden.
Hesabını kitabını bilmeyen...
Batı hayranı.
Sefa düşkünü.
O balo senin...
Bu balo benim, gezen.
Zampara.
Cephede bile karı-kız düşünen...
Savaşmadığı için sıkılan...
Ordu varken, çete kurmaya kalkan...
Devrimleri intikam için yapan...
Dinsiz.
Kendi heykellerini diktiren...
Megaloman.
Bencil.
Günde 3 paket sigara içen.
Usul usul intihar eden...
Psikolojik bunalımda...
Yalnız.
Çaresiz.
Basiretsiz.
Zavallı bir adam.
*
Mustafa’daki Mustafa bu.
*
Anafartalar 1 saniye.
İşgal 2 saniye.
Tası tarağı toplayıp kaçmak için, sığır sürüsünün çıkardığı toz bulutundan bile tırsan... Sığır sürüsüyle düşman ordusunu ayırt etmekten aciz biri... Başkomutanlık meydan muharebesi desen... Taktiğini falan başkasından araklamış zaten.
Can Dündar'ın 'Mustafa' filmi tartışmasına Ahmet Altan da katıldı.
|
İşte Altan'ın "Atatürk" başlıklı yazısı:
Tabii ki insanlar saçmalayabilirler.
Ama saçmalığı bir ideoloji haline getirip "herkes bu saçmalığı tekrarlamak zorunda" dediğiniz zaman sorun da başlamış demektir.
Can Dündar'ın "Mustafa" filmi fevkalade ciddi bir saçmalama yarışı başlattı.
Filmle ilgili şöyle eleştiriler okudum:
"Atatürk'ü kısa göstermiş."
Eee, ne olmuş?
Uzun boylu muydu Mustafa Kemal?
Yoo, kısa boylu, ince sesli bir adamdı.
Onun bu fiziksel özellikleri, onun yaptıklarını ya da yapmadıklarını değiştirir mi?
"Atatürk'ü içki içerken gösteriyordu," diyorlar.
İçmiyor muydu?
Sıkı içiciydi ve içiyordu.
Ne var bunda?
Tabii filmle ilgili asıl söylemek istedikleri şu:
"Atatürk'ün insani zaaflarını gösteriyor."
Yok muydu Atatürk'ün insani zaafları?
Vardı ve çoktu.
Kimin yok ki?
Hepimizin var.
Mesele tam da burada işte.
"Atatürk sıradan fanilere benzeyemez, benzetilemez, o bizler gibi değildir."
"Onun insani zaafları olamaz."
Türkiye'nin çok önemli kilitlerinden birini çözecek soru burada karşımıza çıkıyor işte.
"Neden Atatürk'ü insanüstü biri gibi anlatmak istiyorsunuz bize?"
Niye onun önemli bir lider, tarihte yerini almış bir şahsiyet olması yetmiyor da, ona "tanrısal" bir görüntü yüklemek istiyorsunuz?
Bir insanı, bütün insani zaaflarından soyarak tanıtmak, ona bir tür "dinî dokunulmazlık" sağlamaya uğraşmak, "laiklikle" ne kadar bağdaşır, o da ayrı bir soru.
Her dinden insan için "peygamberi" kutsaldır, buna rağmen peygamberlerle ilgili filmler yapıldı.
Hatta Hıristiyanlar kendi peygamberleriyle dalga geçen filmler bile çektiler.
Bizde ise, Atatürk'e, neredeyse "peygamberlerin" bile sahip olmadığı bir "tanrısallık", bir dokunulmazlık yüklemeye uğraşıyorlar.
Neden yapıyorlar bunu?
Çünkü Atatürk, bu ülkenin yaşadığı birçok çarpıklığın, çürümüşlüğün sorgulanmasını önleyen bir kalkan gibi kullanılıyor birçokları tarafından.
Atatürk'e "tanrısal" bir statü verip, onun arkasına saklanıyorlar.
Şu anda, halkı tarafından böyle algılanan ve böyle algılanması için çaba gösterilen bir tek "lider" var.
O da Kuzey Kore'nin yöneticisi.
Doğrusu ya, Atatürk'ün o adama benzetilmek isteyeceğini de hiç sanmıyorum.
Kendi yaptıklarını Atatürk'ün arkasına saklanarak yapmak isteyenler, saçmalıklarını gittikçe artırıyorlar.
Ne İskender, ne Napolyon, ne Lenin, ne Washington kendi halkları tarafından böyle değerlendirilmiyor.
Değerlendirilmemesi de gerekir.
Bu insanlar, özel yetenekleri olan liderlerdi.
Ama hepsinin de zaafları vardı.
O zaafların açıkça bilinmesine, söylenmesine rağmen hâlâ saygı görürler, halkları, insanları onları zaaflarıyla sever ve saygı gösterir.
Ya da sevmez ve saygı göstermez.
Atatürk bir diktatördü.
Bunu kendisi bizzat Fethi Okyar'a da söylemişti.
Katı bir adamdı.
Muhaliflerine karşı çok sertti.
Çok ihtiraslıydı.
Bir asker olarak kendisini çok mutlu edecek kadar büyük başarılara sahip değildi ve yaşadığı dönemde onu en çok kızdıran eleştirilerden biri "bir meydan savaşını bizzat kazanmamış olduğunun" söylenmesiydi.
Buna karşılık olağanüstü iyi bir örgütçü, dengeleri her zaman çok iyi gözeten yetenekli bir politikacıydı.
Kendi ilkeleri yoktu, duruma göre görüşlerini değiştirirdi, pragmatikti.
Kendine ait bir kuramı, derinliğine kapsamlı bir fikir sistemi bulunmuyordu.
"Bu, Mustafa Kemal'in kendi fikriydi, daha önce hiç söylenmemişti" diyebileceğiniz tek bir fikir bile bulamazsınız zaten.
Batılı bir hayat tarzını Türkiye'ye getirmek isterdi.
Ve o Batılı ülkeyi de kendisinin yönetmesini isterdi.
Bir asker olduğu için "emirlere" inanırdı.
Klasik Batı müziğini bile Türk köylüsüne emirle sevdirebileceğini sanmıştı.
Denemişti.
Bunu "iyi niyetli" bir şekilde yapmıştı, çünkü Sofya'da, Selanik'te, Berin'de gördüğü hayatın Türkiye'de de yaşanmasını istiyordu.
Sadece o hayatın nasıl şekillendiğini, hangi aşamalardan geçilerek o noktaya gelindiğini bilmiyordu.
Zorla şapka giydirip, zorla müzik dinleterek Batılı bir toplum yaratabileceğini sanıyordu.
Yaratılamazdı, yaratamadı.
Ama Kurtuluş Savaşı'nı çok iyi örgütledi, cumhuriyeti kurdu.
Liderliği ile ülkenin önemli bir dönemeçten geçmesini sağladı.
Bu gerçek değişmez.
Atatürk'ün zaafları bulunan bir insan olduğu gerçeği de değişmez.
Onun kurduğu cumhuriyetin hâlâ demokratikleşemediği gerçeği de değişmez.
Zaten gerçekleri değiştirmeye değil, o gerçekleri görmeye ihtiyacımız var.
O gerçekler görüldüğü zaman Atatürk'ün ne değeri eksilir ne de değeri artar, sadece onun arkasına saklananların asıl yüzü ve amaçları ortaya çıkar.
Esas korktukları da bu, onun için bu kadar saçmalıyorlar zaten. |
4 Kasım 2008 Salı
.
Ergenekon'un 200 yıllık derin kökleri
|
Ergenekon, 2 asırlık bir projenin, büyük ve iddialı bir hedefin silahlı tedhiş örgütüdür. Ergenekon, Türkçü vurguları kullanarak Türk milletinin sinirlerini, beynini, can damarlarını ele geçirmiş “nifak merkezi”nin kirli elidir.
Ergenekon, değerlerimize, kültürümüze, geleceğimize ipotek koyan; karabasan gibi üzerimize çöken ve bize aman vermeyen “fitne organizasyonu”nun aracıdır. Bu nedenle Ergenekon örgütünün adı ve kadrosu değişebilir, mevcut elemanları feda edilebilir; ama misyonu kolay sona ermez. Amaçlananları icra edecek başka örgütler devreye sokulur, farklı çalışma yöntemleriyle yola devam edilir. (Ergenekon’dan ümidini yitiren “derin yapı” yeni bir Ergenekon için harekete geçti bile!)
Peki, 2 asırlık bu projenin hedefleri nelerdir? Bu “derin”, “karanlık”, “fitne” organizasyonun ülkemizle, milletimizle alıp veremediği nedir?
İki asırlık proje, bir Siyonist organizasyonudur. Bu organizasyonun hedefi “Arzı Mev’ud”u gerçekleştirmek ve Kudüs merkezli güçlü bir Yahudi devleti kurmaktı. Proje, Yahudilerin Kabbalistik rüyalarını gerçekleştirmeyi amaçlıyordu. Bunun için, Osmanlı Devleti’nin yıkılması veya teslim alınması gerekiyordu. Biraz Yahudilerin etkisiyle, biraz da işlerine geldiği için, batı bu projeye destek verdi. Projeyi icraya koymak için bir ekip 1808 yılında harekete geçti.
Bizim coğrafyamızda ve medeniyet havzalarımızda dinlerini ve kimliklerini açıkça yaşayabilen Yahudiler, Fransız ihtilaline kadar batıda insan yerine bile konmuyordu.
Fransız ihtilalinden sonra oluşan yeni durum paradigmaları değiştirdi (Fransız ihtilalinde Yahudilerin etkisi tartışılmaktadır). Milliyetçilik, bağımsızlık, özgürlük, ulus devlet kavramları dünyadaki güç dengelerini değiştirdi ve Yahudilere önemli hareket imkânları sağladı. Sermaye terakümü, liberal ekonominin yaygınlaşması ve ticaretin küreselleşmesi, asalet-silah yerine sermayenin öne çıkmasına neden oldu. Ticaretten anlayan Yahudiler bu dönemden sonra sürekli güçlendiler. Eskiden küçük hesaplar üzerine basit numaralar çevirirken, global oyunlar oynamaya, dünyanın dengelerini etkilemeye başladılar. Uluslararası ticaretin artması, devlet politikalarını etkileyecek büyüklükte şirketlerin ortaya çıkması Yahudileri dünyanın en etkili gücü haline getirdi. Bu gün sermayeyi kutsayan ve devletleri atomize etmeyi hedefleyen sürecin arkasında Yahudi teorisyenler vardır. Zira Yahudiler az nüfuslarına rağmen büyük dengelerle oynamayı başarabilen, gizli operasyonlarla büyük olayları tetikleyebilen, sınırlı güçlerini manivela gibi kullanarak değişimleri etkileyebilen organize bir yapıdır. Kudüs merkezli bir devlet kurma amacıyla yola çıkan Yahudiler, artık uluslararası sermaye ve finans araçlarını, sızdıkları güçlü ülkeleri kullanarak dünyaya hükmetmektedirler. Günümüzde Yahudiler dünya ekonomisi ve siyaseti üzerinde her türlü manipülasyonu yapabilecek imkanlara sahiptirler.
Tarihin her döneminde büyük devletlerin beynine yerleşerek etkili olan Yahudiler, bu gün ABD’de etkili oldukları gibi; bir dönem Büyük Britanya imparatorluğunun bünyesinde temerküz etmişlerdi. Osmanlı devletinin zayıfladığı ve yıkılmaya yüz tuttuğu bu dönemde, Kabbalistik hedefleri doğrultusunda Kudüs ve çevresini gözlerine kestirdiler. Yani “Arzı Mev’ud” hedefi için kolları sıvadılar. Osmanlı Devleti 1482 yılında İspanya’dan pek çok Yahudi’yi getirmiş ve Selanik, Edirne, İstanbul, İzmir gibi yerlere yerleştirmişti. Bu Yahudilerden “Sebetay” dediğimiz kesim, Müslüman görünümünde Osmanlı Devleti’nin önemli noktalarına sızmaya ve yönetimde, orduda etkili olmaya başladı. Açık Yahudiler ve batılılar da içimizdeki kripto Yahudilere Osmanlı devletinin önemli noktalarını ele geçirme konusunda destek verdiler. 1808 tarihinden sonra Osmanlı Devleti’ni yıkmaya, Arzı Mev’ud’u gerçekleştirmeye, Kudüs’ü ele geçirmeye yönelik pek çok gizli uluslararası toplantı kongre yapıldı. Kripto Yahudiler devlet ve ordu içine sızarken, açık Yahudiler Kudüs ve çevresine nüfus yığınağı yaptılar. (Açık Yahudiler Kudüs merkezli devlet hedefine ulaştılar. Kripto Yahudiler ise dün sızdıkları devletin ve toplumun bütün stratejik noktalarını ele geçirdiler. Bu gün, TSK ve stratejik bürokratik kurumlarda etkili olan bu cenah Türk insanına ve Türk-İslam değerlerine karşı sofistike bir mücadele yürütmektedir.)
2. Abdülhamit Yahudilerin bu hedeflerini anladığı için oraları şahsi mülkü haline getirmiş, alınıp satılmasını engellemeye çalışmıştır. Teoderl Herlz liderliğindeki Yahudilerin borçların silinmesi mukabili Abdülhamit’e sundukları teklif ve aldıkları cevap herkesin malumudur. Ama Yahudiler, “dünün ulusalcıları” İttihatçıları kullanarak 2. Abdülhamit’ten intikamlarını feci almışlardır. Zira 2. Abdülhamit’in hal’ini tebliğ eden heyet içinde Yahudilerin lideri Teoderl Herzl de vardır.
1808’de Kabbala'nın gösterdiği hedefler için bu topraklarda örgütlenen Siyonistler 100 yıllık çalışma sonunda, 1908’de Abdülhamit’i indirip, pek çok kripto Yahudi’yi içinde barındıran İttihatçıları iktidara getirdiler. Bu tarihten sonra Osmanlı devleti hızla çökertilirken, Yahudiler Kudüs çevresinde çoğaldılar ve 2. Dünya Savaşı sonrası “Soykırımı?” bahane ederek, batının desteğinde İsrail’i kurdular. Ayrıca bu olayla, bütün dünyada “dokunulmazlık”, “eleştirilmezlik” elde ettiler. (Mahir Kaynak’ın “sonuçların kimin işine yaradığına bakma” yöntemini kullanarak Yahudi soykırımı iddiasını bir daha düşünmek lazım!)
Bu gün uğraştığımız “Ergenekon” ve her taşın altında çıkan “derin devlet” işte bu dönemde bünyemize yerleşmiştir. Sanılandan çok daha eski ve köklüdür. NATO’ya girmemizle kurulmamış, bu dönemde İngilizlerin güdümünden ABD himayesine geçmiştir.
Türkiye’deki Ergenekon’un İtalya’daki Gladyo ile karşılaştırılması çok yanlıştır. İtalya’daki, Gladyo bir ülkenin NATO kontrolünden çıkmaması için yapılandırılmıştı. Oysa Türkiye’deki Ergenekon ve onun bağlı olduğu “Derin Yapı” sadece Türkiye’nin değil, bir medeniyetin kontrolünü hedefliyor.
Şu anda bu cenah, derin yapının deşifresinin az bir hasarla kurtarılabileceği ümidindedirler. Eğer dava Veli Küçük gibi taşeronlardan daha derinlere inerse fırtına o zaman kopar. Kripto ecnebilerin hükümetlere kafa tutan “Taşeron Medya Gurubu” derin yapı sadece ucundan yakalanmışken nasıl feveran ediyor. Yarın mesele ciddileştiğinde, pek çok kripto ecnebinin devleti ve milleti nasıl söğüşleyip, maniple ettiği ortaya çıktığında bunlar gerçek hırçınlıklarını, saldırganlıklarını sergileyeceklerdir.
Ergenekon ve onun bağlı bulunduğu derin yapı maalesef mevcut sistemin bütün birimlerinde, etkindir. Yara alıyor ve zaafa uğruyorsa da bu karanlık odaklar memleketi yangın yerine çevirmeye muktedirler. Şu anda bu işin az hasarla, fazla derinleşmeden savuşturulabileceği ümidini korumaktadırlar.
Eğer dava ve soruşturmalar derin yapının ana damarlarına ulaşır, 2 asırlık projenin milletimize ve coğrafyamıza ne gibi gaileler açtığı görülmeye başlarsa, asıl gürültü o zaman çıkacaktır. Bu defa dışarıdaki büyük ağaları, hamileri de devreye girecektir.
Ergenekon ahtapotun sadece bir koludur. Bu yolda verilecek daha çok mücadeleler, cesaret isteyen işler vardır. Bu cendereden kurtulabilmek için, mutlaka derin sistemi deşifre etmeli ve etkisiz hale getirmeliyiz. “Derin Yapı”nın tasfiyesi bizi mengenede tutmak için kurulan sistemin yıkılması demektir. Derin sistemin mengenesinden kurtulan Türkiye büyük bir sıçrama yapacak ve her biri bir deliye, psikopata, diktatöre teslim edilmiş İslam coğrafyasının da ufkunu açacaktır.
Problemin çözümü bütünüyle bizdedir. Dün onlar güçlü oldukları için değil, biz zaaf ve gaflet içinde olduğumuz için bu sistemi kurabildiler. Bu gün bu mengeneden onlar zayıfladığı için değil, biz kendimize geldiğimiz, hadiselerin farkına vardığımız için kurtulacağız. Kendi imkânlarımızın, dinamiklerimizin farkında olup, çaba gösterdikten sonra derin yapıların, sinsi hesapların yapabileceği çok şey yoktur.
İki asırdır kanımızı emen, istikbalimizi karartan canavar sobelenmiştir. Hatta kuyruğundan da yakalanmıştır. İnşallah bundan sonra milletimiz bu işin peşini bırakmayacaktır. Gerçek hukuk adamları bu baş belası canavarın hakkından geleceklerdir.
Uzun sürse ve zor olsa da…
|
3 Kasım 2008 Pazartesi
.
Olanı bir de ben anlatayım
|
Alman yargıç Jochen Müller, “Almanya tarihinde böyle dolandırıcılık görülmedi” demiş; Hürriyet bu sözleri tekrarlayıp duruyor. Almanya adına müthiş bir tevazu göstermiş Müller. Bırakın Almanya'da, dünyanın yargı sistemi en az gelişmiş ülkesinde bile Deniz Feneri gibi bir dava görüldüyse, ben ne olayım...
Bütün yargı sistemlerinde mahkemeler yalnızca sanıkları yargılar; karşısına sanık olarak getirilmemiş, yargılamadığı insanlar hakkında da görüş açıkladı bu davanın yargıçları ve Doğan Medya Grubu'nun (DMG) dünkü manşetlerinden mahkum da etti.
Akıl alacak gibi değil, ama Almanya'da bu da oldu işte.
Yargıç, “Sanık avukatları ve savcılıkla yapılan anlaşma dava süresini kısalttı; yapılan anlaşma mantığın bir ürünüydü” de diyor açıklamasında...
Şimdi müsaadenizle sorabilirim herhalde: Daha yargılama başlamadan verilecek ceza karşılıklı anlaşılarak kararlaştırıldıysa, mahkemeniz iki hafta boyunca bize ne izlettirdi?
Yargı safhasında tarafların anlaşmasına izin veren sistemlerde, bu kolaylık, mahkemelerin işini azaltmak için sağlanır. Masraflı yargılama safhasına geçilmeden, “Tamam, suçu işledim, ama sorun bakalım neden işledim?” der sanık ve yargıçlardan öngörülenden daha az bir ceza talep eder. Uygun görülürse, ilk duruşmaya çıkar, cezasını tebellüğ eder, başına gelene katlanır...
Bu davada da böyle bir yola gidilmiş: Üç sanıktan muhbirliği kabullenmiş biri himayeye alınmış, “Uslu durur ve istediğimiz gibi davranırsan sana da bir kolaylık yaparız” vaadinde bulunulan ikincisi az bir cezayla özendirilmiş, bütün suçun üzerine yıkıldığı üçüncüsü ise böyle davalarda verilebilecek cezanın bir altına razı edilmiş...
Sonunda en başta sözleşilmiş cezalara çarptırıldı üç sanık...
Biraz önceki soruyu burada bir kez daha tekrarlayayım: Bu durumda, iki hafta boyunca bizlere ne izlettirmiş oldu Almanlar?
Aslında yargılamanın biraz daha kısa sürmesi planlanmış olmalı; geçen hafta çarşamba günü bitecek şekilde... Yargıçlardan biri, “Yakınım vefat etti” deyince bir hafta daha uzamış oldu yargılama...
Davayı uzatan mazeretin Türkiye'de “Erdoğan-Doğan kavgası” patladığı ve tam gaz devam ettiği günlere denk gelmesi tesadüftür herhalde. Yoksa, birileri, “Bütün Türkiye bu olaya kilitlendi, davayı biraz daha uzatarak vermek istediğimiz mesajı iyice zihinlerine kazıyalım” diye mi düşünmüştür?
Konuşkan yargıç Müller, “20 bin bağışçı olmasına rağmen garip bir şekilde bu davaya ilgi gösterilmedi” demiş Hürriyet'e... Neden ilgi gösterilmedi acaba? Dava sırasında Almanya'da bulunan ve izlenimlerini yazan bir meslektaşın yazdıklarından, oradaki Türkler'in davayı fazla inandırıcı bulmadıkları anlaşılıyor.
Başından sonuna Alman devlet birimlerinin elele vererek sahneledikleri bir mizanseni bizlere izlettirdiler açıkçası... Sadece Almanya'dakiyle de yetinmediler, geveze bir polis şefi ve yargıç aracılığıyla Türkiye'yi de etkilemeye ve sonuç almaya çalıştı Almanlar...
Gerçi en başta planladıkları türden 'köklü bir siyasî sonuç' almayı başaramayacaklarını sonunda onlar da anladılar...
Şimdi bakmayın siz, bazı kalemlerin “Biz en başta bunu yazmıştık” türü yavelerle karşımıza çıktığına; başlarda Başbakan Tayyip Erdoğan ve kadrosunu da davayla ilintili hale getiren yayınlar yaptılar...
Şaban Dişli olayıyla başlamışlardı yaylım ateşe; hemen ardından yalan olduğu neden sonra ve itirazlarla günışığına çıkan Gaziantep ve Batman'ı gündeme taşıdılar... Eğer Başbakan Erdoğan en baştan ayak koymasaydı, dünkü gazetelerde 'kare as' değil bir 'beşli' resim görecektik.
Tıpkı, 1997 Ocak ayında, Refahyol'u devirmeye destek verenlerin, yine Frankfurt'ta bir mahkemeyi kullanarak, “Türkiye'nin Başbakan Yardımcısı uyuşturucu kaçakçısı, Türk hükümeti soruşturmayı engelliyor” yalanlarını yaydıkları gibi...
O olaydaki başarı, zihin karışıklığından siyasî sonuç alınabilmesi, Almanya'nın Türk medyasına ilgi duymasına yol açtı... Bugün Doğan'ın en büyük ortakları Alman medya devleridir. Özellikle de 'stratejik ortağı' olarak da bilinen Axel Springel...
“Kimdir Axel Springel, Alman devletiyle ilişkileri ne kadar yakındır? Almanya'da siyasî olaylara karışmış mıdır?” sorusuna verilecek cevap, olan-biteni biraz daha iyi anlamamızı sağlayabilir.
İki hafta boyunca önceden yazdıkları mizanseni sergilediler ve yalnızca Almanya'da usul hataları yapmış ve bunun üzüntüsünü yaşayan birkaç kişiyi değil, Türkiye'deki Deniz Feneri gibi büyük bir hamiyyet âbidesini de yıpratmış oldular... Yargılamadıkları kişileri mahkum etmeleri de cabası...
“Yapanlara helâl olsun” diyorum, başka ne diyeyim? |
19 Eylül 2008 Cuma |
(Taha Kıvanç, Y.Şafak)
.
Kuran-ı kerim ile aldatmak
|
Bu ülkede yıllardır bir kesim, bir kesimin halkı İslâm adına sömürdüğünü, aldattığını söyler durur. Hatta o kesim, bütün varlık sebebini bu söylem üzerine bina etmiş durumdadır. Bütün kariyerini, şöhretini, “servetini” bu söyleme borçludur.
Vakıa bu ülkede halkı “Allah” diyerek, “Din” diyerek aldatan, sömüren, yüce değerleri menfaat aracı olarak istismar eden bir kesim mevcuttur ve bu kesim de aynı şekilde servetini bu söyleme borçludur. Ancak bu arıza, asla bir başka arızanın “meşruiyet” sebebi olamaz.
Halkı “Allah” diyerek”, “Din” diyerek aldatanlar bulunduğunu söyleyenler, bu yanlışlığın “Kur’an’dan uzaklaşma”nın sonucu olduğu tesbitinde birleşirler. Onlara göre halk Kur’an’la amel etse, bu arızaların hiç birisi vücut bulamayacaktır.
Meselenin can alıcı noktası işte bu tesbitte yer alıyor. Halkı Kur’an’a çağıranlar bunu, “Kur’an’ın korunmuşluğu”na dayandırarak yapıyor: Başta Sünnet olmak üzere diğer delillerin böyle bir koruma altına alınmamış olması (!) onlara göre yalnızca Kur’an ile yetinme tavrının en temel gerekçesidir. Madem ki İslâm’ın bu tek ve ana kaynağı her türlü tahriften masundur; o halde problemlerimizi sadece ona götürerek çözmekten daha makul ve gerekli bir şey yoktur. Mantık bu!
Burada Sünnet’in, Sahabe’nin, Fıkh’ın ve fukahanın niçin devre dışı bırakıldığı sorusunun cevabı elbette önemlidir. Fakat bunlardan daha öncelikli bir mesele var ki, ona dikkat etmediğimiz zaman eninde sonunda varacağımız nokta, halkı Kur’an ile aldatanların bulunduğu nokta olacaktır. Kasdettiğim mesele şudur: Kur’an’ın korunmuş olmasının, onların Kur’an’dan çıkardığı hükümlerin doğru olup olmamasıyla en küçük bir ilgisi yoktur. Bir başka şekilde söylersek, Kur’an ayetlerinin sübutunun kat’î olması, onların Kur’an ayetlerine yüklediği anlamın da kat’î olmasını gerektirmez. Bu ikisi birbirinden tamamen farklı şeylerdir.
Halkı Kur’an’a çağıranlar, aslında Kur’an’dan kendi anladıkları şeye, Kur’an ayetlerine kendilerinin yüklediği anlamı kabule davet ediyor. Bir yanlışlığa parmak basarken, onun çaresinin kendi Kur’an tasavvurlarında, Din anlayışlarında olduğunu söylüyorlar. Oysa söz konusu yanlışlığın “yanlışlık” olduğunu söylemek için farklı bir Din tasavvuru inşa etme gayretkeşliğine soyunmanın gereği de yok meşruiyeti de… Tarih içinde, uygulamada zaman zaman aksaklıklar olsa da, en azından kitabî olarak mevcudiyetini sürdürmüş ve günümüze kadar öylece gelmiş olan sahih çizgi, hakkı hak, batılı batıl olarak görmüş, doğruya doğru, eğriye eğri olarak hak ettiği hükmü vermiştir.
Hal böyleyken yeni bir Din tasavvuru inşasına soyunmak, yeni bir bid’at mezhep inşa etmektir. Bu bid’at oluşumun Kur’an anlayışında Sünnet –ismen mevcut olsa da cismen ve fiilen– yok. Onların Kur’an anlayışında külfet yok, “imtihan” yok, ahiretin dünyaya öncelenmesi yok… Hele Ümmet’in tarih içinde ortaya koyduğu müktesebatın esamesi bile okunmaz. Oysa neyi kaybettiğinin farkında olmayan, neyi arayabilir?!
Bu noktada kendilerine karşı herhangi bir itiraz vuku bulduğunda, durumu “Kur’an’a itiraz ediliyormuş” gibi takdim ediyorlar büyük bir el çabukluğuyla. Oysa aynı Kur’an’dan hareketle tarih içinde ortaya konan müktesebat ile bunların davet ettiği şey arasında uçurumlar mevcut.
Bütün mesele, Sünnet’e söyletemediklerini Kur’an’a söyletme arayışıdır aslında. Biliyorlar ki Sünnet olmadan Kur’an, adeta boşlukta duran bir metindir; bizi muradullaha yönlendirme konusunda önümüze net, kesin ve keskin hatlarla belirlenmiş bir yol haritası çizmez. Bu sebeple tarih boyunca ortaya çıkmış olan bid’at fırkaları, davalarını Kur’an ayetleriyle destekleyebilmişlerdir. Yine bu sebeple Efendimiz, Ümmet’in 70 küsur fırkaya ayrılacağını bildirdiği hadiste “kurtuluşa eren fırka”nın özelliğini, kendisinin ve ashabının üzerinde bulunduğu yolda yürümek” olarak tayin ve tarif buyurmuştur.
Bunun anlamı, Kur’an’ın, muradullaha uygun biçimde ancak ve ancak Sünnet’in ve Sahabe’nin rehberliğinde anlaşılabileceğidir. Kur’an ile aldatanlar bunun farkında olduğu için Sünnet’le ve Sahabeyle başları pek hoş değildir… |
16 Eylül 2008 Salı |
(Ebubekir Sifil, M.Gazete)
.
CERN: Kıyamet senaryosu ve Tanrı'nın yaratıcı gücü
|
Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi'nde (CERN) yüzyılın değil belki de insanlık tarihinin en önemli denemesi yapılıyor. 40 ülkeden 10 binden fazla bilim adamı, uzay boşluğundan daha soğuk bir ortamda, yerin yüz metre altında, saniyenin trilyonda biri bir hızla bir çarpışma gerçekleştiriyor. 6 milyar euoroluk bir deney yapıyor.
Ama deney, bu verilerin çok ötesinde anlamlar içeriyor. İnsanoğlu sadece kendinin değil, bütün varlık aleminin serüvenini keşfetmeye çalışıyor.
Ne yapıyorlar? Evrenin oluşum anı olduğu iddia edilen Büyük Patlama'yı (Bing Bang) laboratuar ortamında gerçekleştiriyorlar. Maddi verilerle yaklaşık 14 milyar yıl önce gerçekleştiği varsayılan bir olayı bugüne çağırıyor.
Neyi arıyorlar? “Higgs bozonu”nu.. Yani varlığın temeli kabul edilen ilahi parçacığı! Yani evrenin yaratılış anına tanıklık etmek istiyorlar. Adeta kıyamet şartlarını oluşturuyor.
Big Bang teorisine göre varlığın başladığı nokta burası. O parçacık da adeta bir tanrı. Bir yaratıcı… Bugün bildiğimiz ve bilemediğimiz her şeyin başlangıç noktası...
Daha net ifadeyle; maddenin gen haritasını çıkarmaya çalışıyorlar. Bunu ancak, bugün bildiğimiz her şeye kütle kazandıran sihirli şeyi görerek yapabileceklerini biliyorlar. Deney sonucu bu parçacık bulunamazsa bütün teorinin, fizik kurallarının altüst olması da söz konusu. Higgs bozonu parçacığı teorik olarak biliniyor. Ama insanoğlu onu görme şansını şu ana kadar bulamadı. Kütlesi olmayan şeylerin neden kütlesi olmadığı da böyle bu parçacığın sırrı çözülerek anlaşılacak.
Madde ve anti madde ilişkisi tespit edilecek. Bunlar bir araya geldiğinden neden birbirini yok ettiği keşfedilecek. Evrenin sadece yüzde 4'ünü teşkil eden görünen madde dışındaki sırlara ulaşılmaya çalışılacak. Bu öyle bir çarpışma ki, güneş çekirdeğinden 100 bin kat daha yüksek bir sıcaklık ortaya çıkacak.
Ünlü astrofizikçi Stephen Hawking, deneyde kozmolojinin “kutsal kasesi” bu parçacığın tespit edilemeyeceğini iddia ediyor. “Bence daha ilginç olacak şey Higgs'i bulamamız olacaktır. Bu bir şeylerin yanlış olduğunu gösterecek ve yeniden düşünmek zorunda kalacağız” diyor.
Big Bang nadir? Evrenin “yok” iken “var” hale gelmesine ilişkin bir teoridir. Buna göre, evrenin bir başlangıcı vardır ve bu başlangıç Big Bang adı verilen bir “Büyük Patlama” ile gerçekleşmiştir. Teoriye göre, evrenin tüm materyali yaklaşık 15 milyar yıl önce tek bir noktada toplanmıştı. Bu tek nokta sonsuz bir yoğunluk ve sonsuz bir ısı anlamına geliyordu. Ama bir hacmi yoktu. İşte Büyük Patlama'dan önceki bu dönem evrenin olmadığı, herşeyin “yok”olduğu dönemdi. Teoriye göre, büyük bir patlama ile sonsuz yoğunluktaki birikim büyük bir hızla dağılmaya başladı. Bir başka deyişle evren “yok” iken, “varolmaya” doğru yola çıktı.
Bugün, evrenin sürekli olarak genişlemekte olduğunun ispatlanması Büyük Patlama'nın en büyük delili olarak kabul ediliyor. Evren genişlediğine gore, genişlemenin başladığı bir an olması gerekiyor. Genişlemeyi tersine doğru düşünürsek, o zaman her şey başladığı noktaya, tek bir noktaya dönecektir.
Şu an CERN'de yapılan da bunun deneyi işte. Bazıları Allah'ın evreni Big-Bang ile yarattığına ve serbest bıraktığına inanır. Onlarna gore Allah ilk hareketi yaratmıştır. Ancak hiç bir kuralı olmayan bir patlama sonucu dağılan parçacıkların, galaksileri bu şekilde denge üzerine oluşturması elbette düşünülemez. Kur'an-ı Kerim'de Allah'ın önce “gökleri” yarattığını, daha sonra yeryüzünü düzenlediği, onda dağları varettiği ardından atmosferi düzenlediği, en sonra da canlıları var ettiği bildirilmektedir. Aynı şekilde, Kuran ayetleri Allah'ın evrendeki tüm varlıkları sürekli yönettiğini bildirmektedir:
“Şüphesiz Allah, gökleri zeval bulur diye sürekli (her an kudreti altında) tutuyor… !” (Fatır, 41) Allah yedi göğü ve yerden de onların benzerlerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner….” (Talak, 12) “Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizing emrinize Verdi. Yıldızlar da O'nun emriyle emre hazır kılınmıştır… (Nahl, 12)
Evrenin genişlemesiyle ilgili olarak da Kur'an'da şu ifade geçer: “Biz göğü 'büyük bir kudretle' bina ettik ve şüphesiz. Biz, (onu) genişleticiyiz.” (Zariyat, 47)
Bütün bu tartışmalar, araştırmalar, çabalar, merak ve keşifler, Allah'ın yaratıcı kudretine tanıklık etme arayışından başka bir şey değil. Bu yönüşle CERN'deki çalışma, müthiş heyecan verici! Olumlu ve olumsuz sonuçları da. Belki de hiç tahmin etmediğimiz, deneyi yapanların bile öngöremediği sonuçlar çıkacak, evrenin sırlarına ulaşmada yepyeni ufuklar açılacak.
Mesela bazıları, burada ulaşılan hızın, maddi olmayan varlıklar alemine ulaşmanın kapılarını açasileceğini bile söyleyebiliyor. İnsanığlu'nun cinlerin ve başka varlıkların hızına erişebileceğini öngörebiliyor.
Sonuçlarını merakla bekliyoruz. |
11 Eylül 2008 Perşembe |
(İbrahim Karagül. Yenişafak)
.
Yüz yıllık temizlik
|
Bu toplum neredeyse bir asır boyunca devletin içine saklanmış katillerin cinayetlerini sessizce seyretmek zorunda kaldı.
Geçen yüzyılın başında Balkan ülkelerindeki ulusal bağımsızlık hareketlerine karşı Osmanlı zabitlerinin başlattığı “faili meçhul” cinayet alışkanlığı bir daha iyileşmedi.
“Devletin çıkarı” için adam öldürme neredeyse “kutsal bir gelenek” olarak benimsendi.
Hukuku yok sayan cinayetlerin devletin çıkarına olmadığı, aksine devleti bir suç örgütüne dönüştürdüğü, yolsuzluklara yol açtığı, adaleti yok ettiği hiç düşünülmedi.
Balkanlar’da insanlar bu zihniyetle öldürüldü.
Osmanlı’nın son döneminde iktidarı ele geçiren İttihatçılar’ın muhalifleri bu zihniyetle sokaklarda vuruldu.
İttihatçılar’ın istihbarat örgütü Teşkilat-ı Mahsusa tarafından düzenlenen Ermeni soykırımı bu anlayışın sonucuydu.
Ali Şükrü Bey’i bu geleneğin cumhuriyetin içine doğru uzanmaya başlayan gölgesi öldürdü.
Komünist Mustafa Suphi’yi bu gelenek boğdurdu.
Üniversite gençliği bu alışkanlıkla kışkırtılıp ölüme gönderildi.
Bu alışkanlık sonucu binlerce Kürt fail-i meçhul cinayetlerin kurbanı oldu.
Türk aydınları bu anlayış sonucu suikastlara uğradı.
Susurluk böyle kuruldu.
Ergenekon devletin içine kadar böyle yayıldı.
Bu ağır ve kanlı suçlardan dolayı bazı katiller tek tek yargılansa da hiçbir zaman bu zihniyet topluca sanık sandalyesine oturtulmadı.
Bu anlayıştan ve bu anlayışın devlet içindeki temsilcilerinden hesap sorulmadı.
Hesap sorulabileceği akla bile getirilmedi.
Hukuku ve demokrasiyi reddeden cumhuriyet alabildiğine kirletildi.
Şimdi ilk kez ciddi bir davayla karşı karşıyayız.
İlk kez hukuk, bu İttihatçı zihniyetin mirasçılarını mahkeme salonuna getiriyor.
Ergenekon davasının açılabilmesi, bu davayla ilgili olarak emekli generallerin tutuklanabilmesi bile bu cumhuriyet için büyük bir adım.
“Devlet adına” işlendiği söylenen cinayetlerin de bir cezası olabileceğini bu toplum belki de ilk kez düşünüyor.
Gerçek bir devlette, “devlet adına cinayet” diye bir kavramın olamayacağını, devletin görevlilerinin de hukuka uymak zorunda olduğunu yüz yıllık bir dönemden sonra şimdi fark ediyoruz.
Yüz yıl süren İttihatçı cinayet geleneği, şimdi cumhuriyetin ve devletin hücrelerinden siliniyor.
Arınıyoruz.
Bu çok da kolay olmayacak elbette.
Ama bu konularda ilk adım en zor adımdır ve o adım atıldı.
“Devlet adına cinayet” geleneğinin işlediği suçlara yer veren Ergenekon iddianamesini okumak bile insanı derinden sarsıyor.
“Devlet ve laiklik” adına hareket eden bu güçler, iddianameye göre öncelikle “laiklere” saldırmışlar.
Danıştay’ı basıp bir yargıcı öldürmüşler.
Cumhuriyet Gazetesi’ni bombalamışlar.
Bu işleri de emekli askerler örgütlemiş.
İnsanları korkutup bir “darbeye” razı edebilmek için yapmışlar bunları.
İddianameyi tam ayrıntılarıyla inceleme fırsatını henüz kimse bulamadı.
Ama bakabildiğimiz, görebildiğimiz kadarıyla epeyce kanıt var ortada.
Sanıklar arasındaki konuşmaların kasetleri dosyalara eklenmiş.
Tanıklar bulunmuş.
Sanırım, “devlet adına cinayet” işlemenin cezasız kalacağına inanan bir geleneğin bugünkü temsilcileri, bu inanca kendilerini fazlaca kaptırarak delilleri ve bağlantıları saklamak için büyük bir çaba göstermemişler.
Yüz yıldır sürüp giden bir öldürme alışkanlığının bir gün aniden suça dönüşebileceği, hukukun bu devletin bir yerlerinden çıkabileceği hiç akıllarına gelmemiş.
Bu davanın sonuçları ne olur, kim suçlu çıkar, kim beraat eder bilmiyoruz.
Ama sadece bu dava bile, bu cumhuriyetin artık kendisini suçtan arındırma iradesini gösterdiğini, bu devletin içinde “temiz bir cumhuriyeti” arzulayanların bulunduğunu ortaya koyuyor.
Bundan sonra artık kimse kolay kolay “devlet adına adam öldüremez” bu ülkede.
Bunun hukuki bir sonucu olabileceğini tarihimizde ilk kez bu kadar berrak bir şekilde algılıyoruz.
Biz seksen beş yıllık cumhuriyet tarihinde gerçek bir devlet olamadık.
Devletimsi bir şey olduk sadece.
Çünkü hukuksuz devlet olmaz.
Toplumsuz devlet olmaz.
Biz hukuku ve halkı hep devletin dışında tuttuk.
Devletin içinde olanların cinayetler işlemesine göz yumduk.
Şimdi gerçek bir devlet, gerçek bir cumhuriyet olabilme şansıyla karşı karşıyayız.
Bu devlet, “devlet adına cinayet işleme” alışkanlığını genlerinden silebilirse, hukukun, demokrasinin yolu açılacak.
Toplum, kendi devletine sahip çıkabilecek.
İnsanlar, öldürülme korkusu olmadan fikirlerini söyleyebilecek.
Ergenekon davasının açılabilmesi bile bu ülke için büyük bir gelişme.
Tarihimizde bir benzeri olmayan bir olaya tanıklık ediyoruz.
“Devlet için işlenen cinayetleri” savunanlar, Ergenekon’un “avukatlığını” yapanlar, bu olayı küçümseyerek hukukun önünü kesmeye gayret edenler biraz zorlanacak.
Ama insanlarımız yaşama özgürlüğüne kavuşacak.
Yüz yıllık “öldürme” geleneği sona eriyor. |
26 Temmuz 2008 Cumartesi |
(Ahmet Altan - Taraf)
.
Gerçek Kuvvacılar "D" Tipine Karşı
|
Birinci Dünya Savaşı kaybedilmiş, İstanbul işgal altına alınmış Türk milletine dayatılan “Sevr” uygulamaya geçirilmeye başlanmıştı. Osmanlı devletinin pek çok toprağı koparılmış ve işgal edilmişti. Ama bu işgalciler Türk milletinin son toprak parçası Anadolu’ya da göz dikmişler, orayı da kendi aralarında parsellemeye başlamışlardı. Yunanlılar bir taraftan, İtalyanlar, Fransızlar diğer taraftan Anadolu’yu işgal etmekteydiler.
Anadolu insanı son iki asırdaki bütün savaşların yükünü çekmiş yıpranmıştı. Yemende, Cihan Harbi cephelerinde ve Çanakkale’de hep Anadolu insanı mücadele vermiş ve bu mücadeleler sonucunda hem maddi olarak, hem nüfus açısından tükenmişti. Köylerde tarla-tokat işini yapacak erkek kalmamıştı. Dile kolay 10 milyon nüfusa sahip bir millet sadece Çanakkale’de 250.000 insanını şehit vermişti.
Fakir, savaşlarda tükenmiş milletin işgallere direneceğine ihtimal verilmiyordu. Bu nedenle Anadolu coğrafyası da ameliyat masasına yatırılmış ve parsellenmişti.
Orduları tasfiye edilmiş, bütün limanları işgal edilmiş, başkenti zapt edilmiş, devleti teslim alınmış, tükendi-bitti denilen bu millet; her şehirde eşraftan insanların organizasyonuyla “Müdafaa Cemiyetleri” kurmuştur. Düşmana karşı mücadele etmek için istişareler yapılmış, milis güçler oluşturulmuş ve bunlar mevcut imkânlar çerçevesinde silahlandırılmıştır. Yani “derin millet” vatanını, istiklalini kurtarmak için harekete geçmiştir. Mustafa Kemal mücadelesini Anadolu’da oluşmuş bu hareketlere bina ederek, “Kuvayı Milliye”yi kurmuştur. Milli Mücadeleyi bir kimseye, bir lidere endeksli hale getirmek (bu Atatürk bile olsa) millete haksızlıktır. Zira bu müdafaa, mücadele ne ilkti, nede son olacaktı. Bu millet tarihin pek çok defa şahit olduğu üzere, bütün ümitlerin tükendiği zamanlarda küllerinden yeniden dirilmesini bilmiş, varlığını ve istiklalini devam ettirmiştir.
Türk demokrasi tarihinin en demokratik, en nitelikli, temsil oranı yüksek Meclis’i Birinci meclistir. Kurtuluş Savaşını bu meclis yürütmüş, milleti, imkânları ve insanları işgale karşı bu meclis organize etmiş ve zaferleri bu meclis kazanmıştır.
“Milli müdafaa” bu fakir ve tükenmiş milletin canhıraş mücadelesidir. “Kuvayı Milliye” eli silah tutan erkeklerinin pek çoğunu önceki savaşlarda yitirmiş bu çilekeş milletin kurduğu direniş ordusudur. Bu mücadelenin en önemli motivasyon aracı, dinin, vatanın, namusun kafir eline geçmemesiydi. Mabetlerimize namahrem eli değmemesi, ırzımıza tasallut edilmemesiydi. Maraş’ta direnişi başlatan Sütçü İmam Fransız’ın eli bir bacının yaşmağına uzandı diye Maraş’ı kana bulamıştı.
Millet savaşların yorgunluğuna, yokluğa, kıtlığa, meydan okuyarak içinden yeni liderler çıkarmış, milli kuvvetlerini kurmuş ve düşmana karşı onurluca bir “Milli Müdafaa” vererek yurdunu kurtarmıştı. Ama çok geçmeden milletin içine yerleşmiş, işgalcilerle iş birliği yaparak Osmanlı devletini yıkan “D tipi” (Dönme) kripto yapılar yeniden sahne aldılar. Planlı ve organize bir şekilde devleti ve devletin kilit noktalarını ele geçirdiler. Bu defa, Milli mücadele veren, varını yoğunu canını-çocuğunu ülkesi için feda eden fakir Anadolu insanını kulvar dışına iterek, etkisiz hale getirmekle yetinmediler.
Kavramlarımızı, kutsallarımızı teslim aldılar. Milli sembollerimizi gayrı milli hedefleri doğrultusunda ustalıkla, iki yüzlü biçimde kullandılar. “Vatan” dediler ama sürekli vatanın altını oydular. “Bayrak” dediler, bayraklarla millete rağmen mitingler, gösteriler düzenlediler, ama sürekli bayrağın dalgalandığı coğrafyayı sıkıntıya soktular. “Kuvayı Milliye” adında nevzuhur hareketler ortaya çıktı. Ama bu hareketler milletin kuvvetini kırmaktan, millete karşı provokasyonlar hazırlamaktan başka hedef gütmedi. “Milli Mücadele” dediler ama mücadeleyi millete karşı verdiler. “Tam bağımsızlık” dediler ama bağımsız, güçlü, kendi ayakları üzerinde duran bir Türkiye olmaması için sürekli işleyen çarka çomak soktular. Vatan evladını “Amerikancılıkla” suçladılar, ama kendileri bitevi ABD-İSRAİL güdümünde yol aldılar.
Bunların “ULUSALCILIK” dediği şey ulusu aristokratik bir azınlığın mengenesinde tutmaktan başka bir şey değildi. Kurdukları terör ve tedhiş örgütünün adına “ERGENEKON” dediler. Tarihte Türkler Ergenokonla bir çıkış yapmışlardı, kurtulmuşlardı. Bunların “ERGENOKON”u ise milleti antidemokratik, hukuk dışı, derin, karanlık, dünyaya kapalı bir anlayışa mahkûm etmeyi amaçlıyordu.
Kökü karışık, milletten kopuk, değerlerimizle kavgalı “D tipi” bir yapı; ülkenin ve milletin üzerine “karabasan” gibi çöktü ve yıllarca içi boşaltılmış, farklı anlamlar yüklenmiş kavramlarla bizi dövdü. Bayrak, ulus, bağımsızlık, Atatürk, Cumhuriyet, laiklik gibi kavramları istedikleri gibi yorumlayarak millete karşı kullanılan silahlar haline getirdiler. “Terör”, “irtica”, “Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığı”, “şeriatçılık”, “bölücülük”, “vatana ihanet” vs. gibi insanları töhmet altına sokan kavramları özellikle muğlak bıraktılar. Bunlara net, hukuki tanımlar yapmaktan ısrarla kaçındılar. Devletin ve ülkenin kilit noktaları kendi ellerinde olduğu için bu kavramların müphem, esnek bırakılması; yoruma açık tutulması işlerine geliyordu. Zira hangi kavramı nasıl isterlerse öyle yorumlayabiliyor; bu kavramları “bir sopa” gibi kullanarak, istediklerini cezalandırabiliyorlardı.
Ama son yıllarda millet uyanmaya, bu “D tipi” tezgâhı çözmeye başladı. Her gün “Türkiye Türklerindir” sloganıyla yayın yapan tefrikanın kurucularının ve mevcut sahiplerinin kimler olduğunu öğrendi. En “millici”, “ulusalcı” görünenlerden pek çoğunun 2 göbek önceki dedelerinin nereye dayandığını belledi. Her gösteride al bayrakları millete karşı sallayan naylon müdafaa-i milliyecilerin gerçekte bayraktaki hilalden rahatsız olduklarının farkına vardı. İçinde fazlaca “Allah” geçiyor diye İstiklal Marşı’ndan, dini bütün diye yazarından rahatsız olan; ama “istiklal”, “tam bağımsız Türkiye” diye slogan atanların gerçek yüzünü keşfetti.
Kendi hesapları ve azınlık çıkarları adına TSK’yı millete karşı kullanmaya çalışan “darbe çığırtkanlarını”, emeksiz para kazanmaya alışmış “şişman kedileri”, milleti dikkate almadan siyaset yapma uğraşındaki “uzatmalı çavuşları” millet sobeledi.
Ergenekon Soruşturmasını yürüten savcıları, yargıçları tanımam. Taraf gazetesine her biri “vatana ihanet belgesi” olan evrakları kimlerin sızdırdığını bilemem. Millete tuzaklar kurmak, kaos ve kargaşaya sürüklemek üzere yapılandırılmış para-militer yapıları kimlerin deşifre ettiği hiç önemli değil. Ergenokon soruşturmasının ve kapatma davasının birbirinin rövanşı olup olmadığı, Başbuğ- Erdoğan görüşmesi beni çok da alakadar etmiyor.
Birileri yine kavramları-kutsalları (Ulus, ulusalcılık, bağımsızlık, Atatürk, Cumhuriyet, bayrak vb.) milleti dövmek ve milletin önünü kesmek için kullanıyor, kullanacak.
Ama artık gayrı milli unsurların ve yabancı güçlerin kontrolünde olan “Derin Devlet”in karşısında “Derin Millet” var.
İnsanımız kimin ne dediğine, hangi sloganı attığına, hangi edebiyatı parçaladığına bakmıyor. Ne yaptığına, kimlerle beraber olduğuna, millet ve değerleri karşısında nerede durduğuna bakıyor.
“Gerçek Kuvayı Milliye” (mili kuvvetler), naylonlarına, sahtelerine, kriptolarına karşı harekete geçti. Öldü, sindirildi, kuşatıldı denilen Türk milleti yeniden, kendi olarak ve kendi değerleriyle diriliyor.
Necip Fazıl’ın “Yüzüstü çok süründün ayağa kalk Sakarya” seslenişine cevap veriyor.
Millet uyanıyor, millete kurulan 2-3 asırlık tuzaklar deşifre ediliyor. Ama hala bazı kara Türklerin, kripto ecnebilerin ve onların sahte (millet-vatan-cumhuriyet) söylemlerinin peşine takılıp gitmeleri beni kahrediyor…
|
3 Temmuz 2008 Perşembe |
(Yusuf Gezgin, Aktifhaber)
.
| | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | | |