 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
Dünya ve âhıret huzûru için 30 ARALIK 1996
Bütün insanların, dünya ve âhıret iyiliklerine, rahat ve huzûra kavuşması için üç şey lâzımdır. İlk olarak lâzım olan şey, doğru bir îmân, i'tikât sâhibi olmaktır. Bunun için herkesin, kalbini yanlış inançlardan, şüphelerden kurtarmaya çalışması şarttır. Doğru bir îmâna kavuşmak için, Ehl-i sünnet i'tikâdını öğrenmek ve buna uygun olarak inanmak gerekir. İkinci olarak lâzım olan şey, İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenmektir. Dînimizde bildirilen helâlı, harâmı, farzı, vâcibi, diğer husûsları öğrenmek ve bütün işlerini ve ibâdetlerini öğrendiklerine uygun yapmaktır. Üçüncü olarak lâzım olan şey, kalbin tasfiyesi ya'nî kötülüklerden temizlenmesi ve nefsin terbiye edilmesidir. Nefs hep kötülük yapmak ister. Onun bu isteklerinden kurtulmak ve Allah sevgisini kalbe yerleştirmek için, tasavvuf âlimlerinin bulunamadığı zamanlarda onların yazmış oldukları eserleri okuyup amel etmek, iş ve ibâdet yapmak lâzımdır. Bir kimse doğru îmâna kavuşur, dînin emirlerini seve seve yerine getirirse peygamberlere, evliyâya ve meleklere benzer ve onlara yaklaşır. Dağ kadar büyük mıknatısın veya yüksek gerilimli elektromanyetik alanın bir iğneyi çekmesi gibi onu yüksekliklere çekerler. Sırat köprüsünü şimşek gibi hızlı geçer. Cennet bahçelerinde, kendine uygun ve rûhuna elverişli ni'metler içinde sonsuz rahat edenlerden olur. İnsanların ma'nen yükselmesi dünya ve âhıret saâdetine kavuşması bir uçağın uçmasına benzetilirse, îmân ile ibâdet, bunun gövdesi ve motorları gibidir. Tasavvuf yolunda ilerlemek de, bunun enerji maddesi, ya'nî benzinidir. Maksada ulaşmak için uçak elde edilir. Ya'nî îmân ve ibâdet kazanılır. Harekete geçmek için de kuvvet maddesi, ya'nî ahlâk ilminin yolunda ilerlemek lâzım olur. Tasavvuf, bir Müslümanın İslâm ahlâkı ile ahlâklanması için lâzım olan bilgileri ve yolları öğreten bir ilimdir. Tıp ilmi, beden sağlığına ait bilgileri öğrettiği gibi, tasavvuf da kalbin, rûhun, kötü huylardan kurtulmasını öğretip, kalb hastalıklarının alâmetleri olan kötü işlerden Tasavvufun kaynağı İmân doğru olunca! İlk iş, doğru bir îmân sâhibi olmaktır. Bunun için herkesin, kalbini yanlış inançlardan kurtarmaya çalışması şarttır. Doğru bir îmâna kavuşmak için, Ehl-i sünnet i'tikâdını öğrenmek ve buna uygun olarak inanmak gerekir. uzaklaşıp, Allah rızâsı için güzel iş ve ibâdet yapmayı sağlar. Zaten dînimiz, önce ilim öğrenmeyi, sonra öğrendiklerine uygun iş ve ibâdet yapılmasını ve bütün bunların da Allah rızâsı için olmasını emrediyor. Kısaca din; ilim, amel ve ihlâstan ibârettir. Tasavvuf, ahlâk ilmi, doğru bir îmândan ve İslâmiyetin emirlerini seve seve yerine getirmekten başka şeylere kavuşmak için değildir. Uçmak için, gâibden haber vermek için değildir. Zâten Allahtan başka kimse gaybı bilmez. Tasavvufun iki gâyesi vardır: Îmânın vicdanîleşmesi, ya'nî yerleşmesi ve şüphe getiren te'sîrlerle sarsılmaması içindir. Akıl ile, delil ve ispat ile kuvvetlendirilen îmân böyle sağlam olmaz. Allahü teâlâ Ra'd sûresi 28. âyetinde meâlen buyurdu ki: (Kalblere îmânın sinmesi, yerleşmesi ancak ve yalnız zikir ile olur.) Zikir; her işte, her harekette Allahü teâlâyı hatırlamak, O'nun rızâsına uygun iş yapmak demektir. Meselâ, alış-veriş yaparken cenâb-ı Hakkı hatırlayıp O'nun emrettiği gibi alış-veriş yapmak da bir zikirdir. İyi niyetle yapılmış dünya işleri insanı tasavvuftan alıkoymaz. Tasavvuf zâhire, görünüşe değil, kalbe bakar. Tasavvuf ehli, halk içinde Hak ile olan kimsedir. Bir kimsenin düzgün bir i'tikâdı yoksa, dînin emirlerine uymuyorsa, meselâ namaz kılmıyorsa, ayrıca ahlâkı güzel değilse bu kimseye tasavvuf ehli denilmez. Bunun sahte tasavvufçu olduğu ortaya çıkar. İmâm-ı Mâlik hazretleri buyuruyor ki: "Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan dinden çıkar, zındık olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmıyan bid'at ehli, ya'nî sapık olur. Her ikisine kavuşan hakîkate varır."
Tasavvuf ve güzel ahlâk 29 ARALIK 1996
Tasavvuf, lügatte, kalbi saf hâle getirmek, kötülüklerden temizlemek demektir. Kişinin kalbini, Allahü teâlânın muhabbetine, sevgisine bağlamak; îmânını, i'tikâdını düzeltip, Resûlullahın söz, hareket ve ahlâkına uyup, Onun yolundan gitmektir. Kalb ile yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri ve kalbin, rûhun, kötülüklerden temizlenmesi yollarını öğreten ilme, Tasavvuf ilmi denir. Tasavvuf, îmânın vicdanîleşmesini, yerleşmesini, fıkıh ilmi ile bildirilen ibâdetlerin seve seve, kolaylıkla yapılmasını ve Allahü teâlânın sevgisine kavuşmayı sağlar. Tasavvuf ilmine, "Ahlâk" ilmi veya "İhlâs" ilmi de denir. Tasavvuf âlimleri tasavvufu çeşitli şekillerde ta'rîf etmişlerdir. Bunlardan ba'zıları şöyledir: Ebû Ali Rodbârî: "Tasavvuf, kalbi temizlemektir." Ebû Muhammed Cevîrî: "Tasavvuf, hâlleri kontrol ve edebe riâyet etmektir." Ebû Sehl Sa'lûkî: "Tasavvuf, itirazdan yüz çevirmek, emredilene peki demektir." Ebû'l Hüseyin Nûrî: "Tasavvuf, nefsin kötü isteklerini terketmektir." Ebû Sâid İbn-ül-Arabî: "Tasavvuf, fuzûlî, ya'nî faydasız işleri terketmektir. Önemli olanı, önemsiz olana tercih etmektir." Cüneyd-i Bağdâdî: "Tasavvuf, Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmaktır." Ahmed Şirbâhî: "Tasavvuf, kimseye ezâ ve cefâ vermemek, herkese lütuf ve ihsânda bulunmak, hastalık ve musîbetleri herkese izhâr etmemek, düşmanlarını affetmek, insanlık mertebesinin en yüksek derecesine kavuşmayı usûl ittihaz etmektir." Kalbin, kötü huylardan temizlenmesi için, Allah için olmayan herşeyin sevgisini kalbden çıkarmaya çalışmak önemli bir husûstur. Bu yolda ilerlemek peygamberlerin ahlâkından, sâlih kulların hâllerindendir. Olgunlaşmak istemek, insanın en değerli hasletidir. Olgunlaşmak ise, kalbi kötü sıfatlardan tahliye ve rûhu Rabbânî ve güzel sıfatlarla süslemek ve bunlarla Hakkın huzûrunu bulmaktır. Kötü sıfatlar; câhillik, kızgınlık, kendini beğenmek, riyâ, kin, hased, kibir, kazâya rızâsızlık, cimrilik, gurur, makâm ve mal sevgisi, övülmeyi sevmek, ayıplanmaktan korkmak, sözünde durmamak, sû'i zan etmek, nefsin arzûlarına uymak, övünmek, uzun emeller peşinde olmak gibi şeylerdir. Güzel huylar ise; ilim, yumuşaklık, tefekkür, rızâ, hayâ, tevâzu, Allah için sevmek, merhamet, şefkat, mürüvvet, ülfet, cömertlik, vakar gibi güzel işlerdir. Bütün rahatlıkların başı... Tasavvuf nedir? Son zamanlarda, tasavvufçu, tarîkatçı adı altında, birçok sahtekârlar, ajanlar ortaya çıktı. Bunlara aldanmamalı, tuzaklarına düşmemelidir. Böyle karışık zamanlarda, eski kitapları okuyarak, kalbi bu şekilde temizlemelidir. İşte Hak yolunda ilerlemekten maksat, kötü ve çirkin sıfatlardan kurtulmak ve güzel huylar ile sıfatlanıp kemâle ermektir. Zîrâ insanda bu kötü sıfatlar çoktur. Bu kötü sıfatlardan kurtulmadıkça, kişi gerçek ma'nâda Müslüman olamaz. Tasavvuf, ne Yahûdîlerin, ne Hind Brehmenlerinin, ne Yunan filozoflarının, ne de sahte tasavvufçuların uydurmasıdır. Tasavvuf bilgilerinin hepsi Peygamber efendimizden gelmektedir. Bunların isimleri sonradan konulmuştur. Resûlullahın, peygamber olduğu bildirilmeden önce, kalb ile zikretmekte olduğunu dînimizin mu'teber kitapları yazmaktadır. Ehl-i sünnet fırkasından olup, kalblerini gafletten koruyan ve nefslerini Allaha itâ'ate kavuşturanların bu hâllerine "Tasavvuf" ve kendilerine "Sofî" ismi verildi. Son zamanlarda, tasavvufçu, tarîkatçı adı altında, birçok sahtekârlar, ajanlar ortaya çıktı. Bunlara aldanmamalı, tuzaklarına düşmemelidir. Böyle karışık zamanlarda, eskiden yaşamış evliyânın, mürşidlerin kitaplarını okuyarak, kalbi bu şekilde temizlemelidir. İslâmiyet, hokkabazlık, cambazlık, sihirbazlık dîni değildir. İslâmiyet, inanması, yapması, sakınması lâzım olan şeyleri, güzel ve çirkin huyları öğrenmek, herkese iyilik yapmak dînidir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Bir kimsenin havada uçtuğunu ve deniz üzerinde yürüdüğünü yâhut ağzına ateş koyup yuttuğunu görseniz, fakat dîne uymayan bir iş yapsa, kerâmet sahibiyim derse de, onu büyücü, yalancı, sapık ve insanları doğru yoldan saptırıcı biliniz!)
.
Sanmayın ki ben öldüm!" 25 ARALIK 1996
Ömrünü İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenmek ve öğretmekle geçiren İmâm-ı Gazâlî hazretleri 1111 senesi Cemâzil-evvel ayının 14. pazartesi günü, büyük kısmını zikir, tâat ve Kur'ân-ı kerîm okumakla geçirdiği gecenin sabah namazı vaktinde, abdest tazeleyip namazını kıldı, sonra yanındakilerden kefen istedi. Kefeni öpüp yüzüne sürdü, başına koydu ve dedi ki: - Ey benim Rabbim, mâlikim! Emrin başım gözüm üzere olsun. Odasına girdi. İçeride, her zamankinden çok kaldı. Dışarı çıkmadı. Bunun üzerine orada bulunanlardan üç kişi içeri girdiklerinde, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin kefenini giyip, yüzünü kıbleye dönüp, rûhunu teslim ettiğini gördüler. Başı ucunda şu beyitler yazılı idi. Beni ölü gören ve ağlıyan dostlarıma, Şöyle söyle, üzülen o din kardaşlarıma: Sanmayınız ki, sakın, ben ölmüşüm gerçekten, Vallahi siz de kaçın, buna ölüm demekten. Ben bir serçeyim ve bu beden benim kafesim, Ben uçtum o kafesten, rehin kaldı bedenim. Dünyadaki yurdumu, hayâlimden çıkardım. Sakın sanmayınız ki, ölüm, dâim ölmektir. Biliniz ki, hayattır ve ne yüksek gâyedir. Sanmayın ölüm, azâb, şiddet, elem çekmektir, O sâdece bir evden, başka eve geçmektir. Azığınızı alın ve yola hazırlanın, Eğer aklınız varsa, başka şeye kanmayın! Bana rahmet okuyun, rahmet olunasınız, Biz gittik, biliniz ki, sırada siz varsınız. Yalvarırım Allaha, kendime rahmet için, Ve Rabbim dostlarıma çok merhamet eylesin. Son sözüm olsun size "aleyküm selâm" dostlar! Allah selâmet versin, diyecek başka ne var? İmâm-ı Gazâlî hazretleri, kendisini mezarın içine Şeyh Ebû Bekr en-Nessâc'ın koymasını vasiyet etmişti. Şeyh, bu vasiyeti yerine getirip mezardan çıktığında, hâli değişmiş, yüzü kül gibi olmuş görüldü. Oradakiler kendisine sordu: - Size ne oldu? Niçin böyle sarardınız, soldunuz efendim? Ben bir serçeyim ve bu beden benim kafesim. Ben uçtum o kafesten, rehin kaldı bedenim. Dünyadaki yurdumu, hayâlimden çıkardım. Sakın sanmayınız ki, ölüm, dâim ölmektir. Sanmayın ölüm, azâb, şiddet, elem çekmektir. Baş ucundaki şiir Cevap vermedi. Yemîn vererek tekrar ısrârla sorulunca, o da mecbur kalarak şunları anlattı: - Ne zaman ki, İmâm-ı Gazâlî hazretlerini mezarın içine koydum. Kıble tarafından nurlu bir sağ elin çıktığını gördüm. Hafiften bir ses bana şöyle seslendi: "Muhammed Gazâlî'nin elini, Seyyid-ül-mürselin Muhammed Mustafa'nın eline koy!" Ben denileni yaptım. İşte, mezardan çıktığımda benzimin sararmış, solmuş olmasının sebebi budur. Seyyid Mustafa Bekri anlatır: Ben, Medîne-i münevverede Mescid-i Nebevî'nin hizmetkârı idim. Her akşam Resûlullah efendimizi rü'yâda görüyordum. Her gördüğümde de tebessüm buyururlardı. Ben de vazîfemi iyi yapmışım, diye sevinirdim. Bir akşam Resûlullah efendimizi üzüntülü gördüm ve Resûlullah efendimiz bana dönerek buyurdu ki: - Ey Mustafa, sen üzülme! Hizmetinde bir kusûr işlemedin. Benim ümmetimin âlimlerinden, benim ismimi taşıyan birisi vefât etti. Onun için üzüntülüyüm. Sonra öğrendik ki, o gün İmâm-ı Gazâlî hazretleri vefât etmiş.
.
Zulmün Cezâsı 27 MART 1994 Meşhur Türk Hükümdarı Gazneli Mahmud Hân
zamanında, eşkıyâlık yapan, halkın karısına kızına sarkıntılık eden, zâlim biri vardı. Halk bunun zulmünden çok korkuyordu. Bu zâlim bir fakirin evine her akşam gelip sıkıntı veriyordu. Fakir kimse, her gece bir bahâne bulup onun kötü arzûlarına mâni oluyordu. Zamanla bu hâlinden vazgeçer diye sabrediyordu. Fakat zâlimin pişman olacak hâli yoktu. Fakir kimse, zâlimin verdiği sıkıntıya dayanamayıp, Sultan Mahmud Hân'ın huzûruna giderek durumu anlattı. Sultan bu habere çok üzüldü. Fakiri tesellî etti. Ayrıca birçok hediyeler vererek onu sevindirdi. Sonra da: - Sen hiç endişelenme, bu işi bizzat kendim takip edeceğim. O kimse evine geldiğinde, onu oyala bu arada bana bir haber yolla gerisine sen karışma, dedi. Sonra mâiyetindeki adamlara dönüp: - Bu kimse gece gündüz ne zaman buraya gelirse hemen yanıma alın! emrini verdi. Gönlü yaralı fakir müslüman, sevinç içinde, sultana duâlar ederek oradan ayrıldı. Aradan iki gün geçince, zâlim kimse gece yine eve geldi. Fakir, oğluna "Sen bunu biraz oyala" diye tenbîh ederek sessizce evden ayrıldı. Doğruca saraya gitti. Daha önce tenbîhli olduklarından görevliler, hemen pâdişâhın huzûruna çıkarttılar. Fakir kimse pâdişâha: - O kimse yine geldi. Şu anda evimde, dedi. Sultan Mahmud Hân eline keskin bir kılıç alıp, hemen saraydan çıktı. Beraberce fakirin evine vardılar. Fakir kimse, pencereden içerdeki adamı gösterdi. Sultan: - Sen içeri gir sonra da mumu söndür! dedi. Daha sonra mum söner sönmez, sultan hışımla içeri girdi. Zâlim kimsenin boynuna keskin kılıcını vurduğu gibi başını gövdesinden ayırdı. Sonra: - Mumu yakın! emrini verdi. Mumun yanmasını heyecanla bekliyen sultan, etraf aydınlanınca dikkatlice ölen kimsenin yüzüne baktı. Sonra yüzü birden aydınlandı. Şükür secdesine kapanıp, Allahü teâlâya şükr etti. Mazlûm kimse pâdişâhın bu hâllerinden birşey anlayamamıştı. Dayanamayıp sordu: - Pâdişâhım, mumu söndürtmenizi, sonra yaktırıp ölen kimseyi görünce şükür secdesine varmanızı anlıyamadım. Bunun sebebi nedir? Pâdişâh şöyle cevap verdi: - Işığı söndürtmemin sebebi şu idi. Çok korktum, bu büyük suçu işliyen kimse benim yakınım olabilirdi. Bu yakınlığa güvenip bu işe cür'et edebilirdi. Eğer ışığı söndürtmeseydim, bu kimse çok yakınım olduğu takdîrde, akrabâlık hissim ağır basar da gerekli cezâsını belki veremezdim. Karanlıkta kim olduğunu göremiyeceğim için bu işi daha rahat yapabilirdim. Sonra mum yakıldığında, baktım ki tanıdığım birisi değil bunun için de şükür secdesi ettim. Çok şükür böyle yakınlarım yokmuş. Daha sonra da: Yiyecek bir şeyiniz var mı, diye sordu. Fakir kimse evinde mevcut olan, biraz peynir ile bir parça ekmeği getirdi. Sultan bunları yerken dedi ki: - Sen gelip bu hâdiseyi anlattıktan sonra üzüntümden yemeden içmeden kesildim. Zâlim kimseye şimdi gereken cezâyı verdikten sonra rahatladım. Allahü teâlâya hamdolsun ki, bu cezâyı vermeği bana nasip etti. Şimdi gönül rahatlığı ile yemek yiyebiliyorum. Sultan Mahmud Hân çok âdil ve merhametli bir pâdişâhtı. ^Alimleri, evliyâyı çok severdi. Dinin yayılmasına, Ehl-i sünnet âlimlerinin yetişmesine çok gayret etmiştir. İslâmiyeti anlatan çok kitap yazdırmıştır. Devletinin sınırları Türkistan'a, Lâhor'a, Delhi'ye, ve Irak'ın bir kısmına kadar uzanmıştı. 1030 yılında Gazne'de vefât etti.
."Kırk Altınım Var" 29 MART 1994 Evliyânın büyüklerinden, Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, ilim tahsîl edişini öyle anlatır: Genç idim. Bir arefe günü çift sürmek için tarlaya gidiyordum. Öküzlerin kuyruğuna yapışmış hâlde yolda giderken bir ara hayvan dile gelip, "Sen bunun için yaratılmadın, bununla emrolunmadın." dedi. Ben korkup geri döndüm. Anneme dedim ki: - Beni, Allahü teâlânın yolunda bulundur. İzin ver Bağdat'a gidip ilim tahsîl edeyim. Sâlih zâtları ve evliyâyı ziyâret edeyim. Annem: - Baban öldü. Ben yalnızım. Beni bırakıp nereye gideceksin, dedi. Anneme yolda olan hâdiseyi anlattım. Ağlamaya başladı. Bu hâdisenin ma'nevî bir işâret olduğunu anlayıp, ilim tahsîli için gitmeme râzı oldu. Babamdan kalan seksen altının yarısını kardeşime verip, yarısını da bana ayırdı. Bana ayırdıklarını da, elbisemin iç kısmına görülmiyecek şekilde dikti. İhtiyaç hâlinde, bunları harcamamı söyledi. Sonra ağlıyarak dedi ki: - Allah sana selâmet versin! Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için, ilim tahsîline gitmene ve benden ayrılmana râzı oldum. Belki bir daha seninle görüşemiyeceğim. İnşâallah âhırette görüşeceğiz. Senden istediğim bir şartım var. Bunu her hâlükârda yerine getirmelisin! - Emrin başımın üzerinedir anneciğim. Şartını söyler misin? - Şartım şudur: Her ne olursa olsun, yalan söylemiyeceksin! Her zaman doğruluk üzerinde bulunacaksın! Nihâyet Bağdat'a gelen bir kâfile ile yola çıktık. Hemedan'ı geçince altmış kişilik bir eşkıya grubu yolumuzu kestiler. Herkesin parasını, kıymetli eşyalarını aldılar. Ben de bir kenarda, olup bitenleri seyrediyordum. Bir ara eşkıyânın biri yanımdan geçerken, şaka yollu sordu: - Delikanlı senin neyin var? - Kırk altınım var. Eşkıyâ beni dalga geçiyor zannederek, üzerimi aramadan çekip gitti. Başka bir eşkıyâ gelip, o da aynı şeyi sordu. Ona da "Kırk altınım var" diye cevap verdim. O da sözümü önemsemeyip, gitti. Bunlar reîslerinin yanında benden bahsedince, reîsleri beni yanına çağırıp sordu: - Yanımda kırk altınım var diyormuşsun! Bizimle dalga geçmeğe utanmıyor musun? - Hayır ben yalan söylemiyorum. İsterseniz, söküp bakabilirsiniz. Eşkıyâdan birisi gelip, elbisemin içindeki gizli yeri söktü. İçinden çıkan altınları alıp reîslerine götürdüler. Reîsleri altınları saydı. Kırk altın olduğunu görünce şaşırıp bana sordu: - Evlâdım biz senin üzerini aramadık. Gizli yerde olduğu için arasak da bulamazdık. Biz sorduğumuzda, "Bir şeyim yok" deseydin, geçer giderdik. Altınların sana kalırdı. Bu altınlara yazık değil mi, niçin doğruyu söyledin? - Ben ilim tahsîli için Bağdat'a gidiyorum. Annem yola çıkarken bana vasiyet etti ve dedi ki: "Ne olursa olsun yalan söylemiyeceksin." Ben de anneme söz verdim. Sözümde durmayıp, anneme ihânet edemem. Bunun için doğruyu söyledim. Bu cevabın karşısında, eşkıyânın reîsleri bir müddet düşünceye daldı. Kimseyle konuşmuyordu. Nihâyet kendine gelen eşkıyâ reîsi bana dönüp ağlıyarak şunları söyledi: - Bunca senedir, beni yaratan Rabbime verdiğim sözde durmadım. O'nun yasak ettiği işleri yaptım. Senin bu hâlin beni kendime getirdi. Hepinizin huzûrunda tevbe ediyorum. Reîslerinin bu hâlini gören eşkıyâ, "Biz de tevbe ettik." diyerek, aldıkları bütün malları sahiplerine verdiler. İlk defa elimde tevbe eden, bu altmış kişidir.
Zenbildeki Sır 30 MART 1994
Mûsâ aleyhisselâm birgün: - Yâ Rabbî, Cennette benim komşum kim olacak, bana bildir de gidip onunla görüşeyim, dedi. Mûsâ aleyhisselâma şöyle vahyedildi: - Falan beldeye git! Orada çarşının başında bir kasap dükkânı var. O dükkânın sahibi olan kasabı gör! O, velî bir kulumdur. Yalnız bilesin ki, onun çok önemli bir işi vardır. Çağırırsan gelmez. İşte o senin Cennetteki komşundur. Mûsâ aleyhisselâm, hemen bildirilen yere gitti. Kasabı buldu. Ona: - Ben sana misâfir geldim, dedi. Kasap, Mûsâ aleyhisselâmı tanımıyordu. Ona "Hoş geldin" deyip bir kenara oturttu. Dükkândaki işi bitince de alıp, evine götürdü. Evinin baş köşesine oturtup, çok ikrâmda bulundu. Mûsâ aleyhisselâm, dikkatle ev sahibini ta'kîp ediyordu. Ev sahibi kasabın, ocakta çömlek içinde, et pişirdiğini gördü. Et pişince, çömlekteki eti küçük küçük parçalara ayırdı. Bunları bir tabağa koyup bir kenara bıraktı. Sonra bir et parçası daha çıkartıp, onu da misâfiri Mûsâ aleyhisselâma ikrâm ederek dedi ki: - Benim önemli bir işim var. Sen beni bekleme yemeğini ye! Sonra yanından ayrıldı. "Önemli bir işim var." deyince, Mûsâ aleyhisselâm, önemli işi nedir diye iyice merak etti. Kasap, Mûsâ aleyhisselâmın yanından ayrıldıktan sonra, yandaki odaya geçti. Duvarda asılı duran büyük zenbili indirdi. Zenbilde çok ihtiyar, mecâlsiz bir kadın vardı. Kadına küçük küçük parçaladığı etleri yedirdi. Karnını güzelce doyurduktan sonra, altındaki kirlenmiş bezleri aldı. Yerine temizlerini koydu. Sonra, kirli bezleri yıkayıp astıktan sonra ellerini yıkayıp, Mûsâ aleyhisselâmın yanına geldi. Daha yemeğe başlamadığını görünce sordu: - Niçin yemeğe başlamadınız? - Sen bana zenbildeki sırrı söylemedikçe, bir lokma bile yemem! - Madem çok merak ediyorsun anlatayım; ey misâfir, bu zenbildeki benim yaşlı annemdir. Çok yaşlı olduğu için takatten düştü. Evde bakacak başka kimsem de yok. Evleneceğim, fakat, hanımım annemi incitir, onu üzer diye evlenemiyorum. İşe gittiğimde herhangi bir hayvanın kendisine zarar vermemesi için, onu gördüğün gibi bir zenbile koydum. Her gün gelip, iki öğün yemek yediriyorum. Diğer hizmetlerini de görüp, gönül rahatlığı içinde işime gidiyorum. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm dedi ki: - Ancak anlamadığım birşey daha var. Sen annene yemek yedirip su içirdikten sonra, dudakları kıpırdayıp birşeyler söyledi, sen de "^Amin" dedin. Annen ne söyledi ki âmin dedin? - Annem, her hizmet edişimde, "Allah seni Cennette Mûsâ aleyhisselâmla komşu eylesin." diye duâ eder. Ben hiç ihtimâl vermediğim hâlde, bu güzel duâya âmin derim. Ben kimim ki o büyük Peygamberle komşuluk edebileyim. Onunla komşuluk edebilecek ne amelim var ki. O zamana kadar, kim olduğunu saklayan, Mûsâ aleyhisselâm, buyurdu ki: - Ey Allahın sevgili kulu, ben Mûsâ'yım. Beni sana Allahü teâlâ gönderdi. Annenin rızâsını kazandığın için Cennet-i a'lâyı ve orada bana komşu olmayı kazandın. Kasap hemen kalkıp, Mûsâ aleyhisselâmın elini öptü. Sevinç içinde beraber yemek yediler.
.
Bersîsâ'nın Hazîn Sonu 11 KASIM 1994
Eski kavimlerde vaktinin çoğunu ibâdet ile geçiren, "Âbid Bersîsâ" isminde biri vardı. Bu kimsenin duâsı makbûl idi. Ne için duâ etse kabûl edilirdi. Bunun için her sıkıntısı olan ona gider, duâ isterdi. Hasta olan kimselere de duâ ediyor, duâsı sebebiyle hastalar şifâ buluyordu. Şeytanların başı İblis, bu âbidi yoldan çıkarmayı düşündü. Fakat ne kadar uğraştıysa buna muvaffak olamadı. Bu işi neticelendirmek için bütün kurmaylarını toplantıya çağırdı. Onlara dedi ki: - Şu Âbid Bersîsâ, nice zamandır bize meydan okuyor. Onu bir türlü yoldan çıkartamadık, acze düştük. Bu işi hanginiz başarabilir. İblisin önde gelen adamlarından birisi söz istiyerek dedi ki: Ben bu işi üzerime alıyorum. Artık bu işi hâllolmuş bilin. Kısa zamanda sizi memnun edecek, neticeyi takdim edeceğim. İblis buna pek inanamadı: - Bu iş o kadar kolay değildir. İyi düşün başaramazsan, artık benim nezdimde hiçbir kıymetin olmıyacaktır. - Ben işin önemini biliyorum, buna rağmen talip oldum. Siz gönlünüzü ferah tutun. - Peki o zaman, neticeyi en kısa zamanda bekliyorum. Âbid'i yoldan çıkarmayı üzerine alan şeytan, toplantıdan çıkar çıkmaz bir eve gitti. Gittiği evin sahibi, hâli vakti yerinde zengin bir kimseydi. Güzel de bir kızı vardı. Şeytan, işe önce bu kızdan başladı. Çeşitli evhamlar, vesveseler vererek kendisini hasta olduğuna inandırdı. Kızı hastalık hastası yaptı. Kızlarının hasta olduğunu gören ana-babası onu tedâvi ettirmek istediler. Bu tedâvinin yapılması için de hatırlarına, meşhur Âbid Bersîsâ geldi. Kızlarını alıp, doğruca Âbid'in evine vardılar. Âbid kızın şifâ bulması için duâ etti. Kız rahatladı, hiçbir hastalık alâmeti kalmadı. Neşe içinde evlerine geri döndüler. Şeytan bir zaman sonra, tekrar kızın yanına varıp, ona yine hasta olduğuna dair vesveseler vermeğe başladı. Kız eski hâline döndü. Ana-babası kızlarını tekrar alıp, Âbid'e gittiler. Şeytan yolda giderken, bunlara "Eğer kızınızı birkaç gün Âbid'in yanında bırakırsanız hastalığı tamamen geçer. Aksi takdirde, sık sık getirip götürmeniz gerekir" diye vesvese verdi. Neticede, kızlarını orada bırakmaya karar verdiler. Fakat Âbid bunu kabûl etmedi. Çünkü, Âbid evinde yalnız kalıyordu. Gündüzleri oruç, geceleri de namaz kılarak geçiriyordu. Dünya ile ilgisi kalmamıştı. Bunun için kızı kabûl etmek istemedi. Fakat, ana-babası çok ısrar ettiler: - Kızımızın sana bir zararı olmaz. İbâdetlerine engel teşkil etmez. Evin küçük bir odasında yalnız kalır siz zaman zaman ona duâ edersiniz. Biz senin ve onun bütün masraflarını karşıladığımız gibi, ayrılırken de fazlasıyla dünyalık bırakacağız, dediler. Âbid çok ısrar ettikleri için, çaresiz kalıp kızı evde bıraktı. Kız şeytanın da tahrikiyle, Âbid'in dikkatini çekecek şeyler yapmağa başladı. Önceleri Âbid buna aldırış etmedi. Fakat şeytan kızı rahat bırakmıyordu, devamlı Âbid'e karşı tahrik ettiriyordu. Önceleri kızın güzelliğini pek fark etmiyen Âbid, kızın eşsiz güzelliğini görünce, o da nefsine mağlup oldu. Bu defa da Âbid'e vesvese vermeğe başlıyan şeytan: "Senin çok sevapların var. Cenâb-ı Hak affedicidir, günâh ne kadar büyük olursa olsun, affeder, kızla beraber olduktan sonra tevbe edersin. Bir defacık işlenen günâhtan ne çıkar" şeklinde telkinde bulunuyordu. Âbid, nefsiyle ve şeytanla epey bir mücadele ettikten sonra, teslim bayrağını çekti sonunda, kızın arzusunu yerine getirdi. Daha sonra kendine geldiğinde, yaptığı işten utanmaya pişmanlık duymaya başladı. Rûhu bunalıma düştü. Tuttuğu oruçları, sabaha kadar kıldığı namazları bırakmış şimdi ne yapacağım, endişesine düşmüştü. Âbid'in bu durumu şeytan için kaçırılmıyacak bir fırsattı. Zaten bu hâle düşmesini dört gözle bekliyordu. Hemen ona akıl hocalığı yapmaya başladı. (Devamı yarın)
Şeytanın Son Hîlesi 12 KASIM 1994 -
Dünden DevamŞeytan Âbid'in perişan hâlini fırsat bilerek, ona şu aklı verdi: - Sen kötü bir iş yaptın. Yaptığın bu kötü iş başkaları tarafından duyulursa, halk nazarında rezil-rüsva olursun. Ayrıca kanunun pençesine düşüp yaptığının cezasını en ağır şekilde çekersin. Şimdi senin bir tek kurtuluş yolun kaldı. Bunu yaparsan kurtulursun, yoksa hâlin perişanlık olur. Bu işten kurtulmanın yolu, kızı öldürüp, gizlice gömmendir. Ana-babası kızı almağa geldiklerinde, hastalıktan öldüğünü ve defnedildiğini söylersin. Zaten senden böyle bir kötü iş beklemedikleri için sana inanırlar. Dürüstlüğün, dindarlığın herkesçe malumdur. Bunun için hâdiseyi araştırma isteğinde bulunmazlar. Şeytanın verdiği bu telkinler, Âbid'in aklına yattı. Başka türlü bu sıkıntıdan kurtulamam diye düşündü. Hemen şeytanın bu fikrini tatbike başladı. İşlediği çirkin suçu yok etmek maksadıyla, kızın üzerine atıldı. O'nu boğarak öldürdü. Sonra da gece kimse görmeden evinin bahçesine gömdü. Bir müddet sonra, kızın anası ile babası kızlarını almaya geldiler. Âbid onlara: - Başınız sağ olsun. Kızınız hastalıktan kurtulamayıp vefât etti. Cenazesi, bekletilmesi uygun olmadığı için hemen kaldırıldı. Size sabır tavsiye ederim, ölen ile ölünmez, diyerek onları teselli etti. Kızın ana-babası, Âbid'den hiçbir kötülük beklemedikleri için, çok üzülmekle beraber, birşey söylemeden perişan hâlde oradan ayrıldılar. Âbid onların gitmelerinden sonra rahat bir nefes aldı. Aklınca tehlikeyi atlatmış, halka rezil-rüsva olmaktan kurtulmuştu. Şeytan bu defa da, üzüntü içinde olan kızın ana-babasına vesvese vermeğe başladı. "Kızınızın başına ya kötü bir iş geldiyse, siz araştırmadan Âbid'in sözüne inanıp döndünüz. O da bir insan, yanlış iş yapabilir. Nefsine uyabilir. İşin mahiyetini öğrenmekle bir zararınız olmaz. Yâ başına bir iş gelmişse, suçlu cezasını çekmelidir." Bu telkin devamlı zihinlerini meşgul etmeye başladı. Nihayet dayanamayıp, Âbid'i şikayet ettiler. Yapılan tahkikatta, cinayet olduğu ortaya çıktı. Âbid suçunu itiraf etti. Kızın cesedi gömülen yerden çıkartılarak muâyene ettirildi. Boğularak öldürüldüğü tespit edildi. Yapılan muhakeme sonunda Âbid idâma mahkum edildi. Âbid, sakin bir şekilde cezasının infaz edileceği günü beklemeğe başladı. Şeytan yine devreye girdi. Çünkü onun esas maksadı, günâh işletmek değil, îmânsız ölmesini sağlamaktı. Zaten şeytanların bütün maksatları bu hedefe yöneliktir. Hemen Âbid'in yanına varıp: - Senin bu hâllere düşmene ben sebep oldum. Sana çeşitli vesveseler vererek perişan ettim. Şimdi bu hâlini görünce çok üzüldüm. Yaptıklarıma pişman oldum. Ne yapıp yapıp seni kurtarmak istiyorum. Zararın neresinden dönülürse kârdır. Ben bu defa da onlara, kızın başkaları tarafından öldürülebileceği hususunda vesvese veririm. Çeşitli, aldatmaca delillerle bunu ispat ederim. Böylece seni idâmdan kurtarmış olurum. Ancak bunları yapabilmem için senden bir isteğim var? Âbid sordu: - Peki benden istediğin nedir? - Senden fazla birşey istemiyorum. Bana secde edersen, bu iş hâllolmuş olur. Bu kadarcık bir iş sebebiyle seni ölümden kurtaracağım. Artık tamamen şeytanın kontrolüne giren Âbid, şeytanın bu teklifini de yerine getirdi. Böylece şeytan maksadına kavuşmuş oldu. Cenâb-ı Hakkın la'netlediği şeytana secde etti. Âbid'in karşısına geçen şeytan, zafer kazanmış bir komutan edasıyla ona seslendi: - Şimdi ben senden uzağım. Beraberliğimiz buraya kadardı. Artık ben maksadıma ulaştım. Senin dünyanı ve âhiretini perişan ettim. Bana tâbi olanların akıbeti budur. Âbid asıldıktan sonra şeytan gidip, İblis'e müjdesini verdi. İblis ona: - Seni tebrik ederim. Sen artık benim güvendiğim, elemanımsın. Bütün önemli işlere seni göndereceğim, dedi. Âbid, bir islâm büyüğüne tabi olsaydı veya vefat etmiş bir islâm büyüğünün kitaplarından okuyarak îmânını sağlamlaştırsaydı, şeytan onu kandıramazdı.
"İftirâya Uğrayasın" 23 ARALIK 1994
Vaktiyle eski kavimlerde Cüreyc isminde bir âbid vardı. Kendini dünyadan tamamen çekip, gece gündüz ibâdet ile meşgul olurdu. Küçük bir ibâdethanesi vardı. Kimseyle ilgilenmez, devamlı burada bulunurdu. Bu âbidin yaşlı bir annesi vardı. Hizmetini görecek kimsesi yoktu. Annesi bir işini görmesi için oğlunun ibâdet ettiği yere gidip oğluna seslendi: - Oğlum, görülecek bir işim var. Yaşlı olduğum için yapamadım. Gel de bu işimi görüver. Bu esnada oğlu nâfile ibâdet ile meşguldü. Annesine dönüp bakmadı bile. Annesi oğlunun bu hâline çok üzüldü. Ona şöyle bedduâ etti: - Yoldan çıkmış, kötü kadınların iftirasına uğrayasın! Bu gencin ibâdethânesinin yakınında, yaşıyan kötü bir kadın vardı. Bu kadın birgün o beldenin çobanından gayrı meşru şekilde hamile kaldı. Kadının bu hâli hemen duyuldu. Zamanın hükümdarı, konunun araştırılmasını emretti. Yapılan araştırmalarda, kadının kimden hamile kaldığı öğrenilemedi. Hükümdar mecburen kadını huzuruna çağırttı. Kadın cezalandırılacağından korktuğu için suçu komşusu âbide yıktı. Bana zorla sahip oldu, dedi. Bu ifade üzerine, hükümdar bu defa da âbidi çağırtıp dedi ki: Ey Cüreyc sen bir taraftan, devamlı ibâdet ile meşgul olup, âbidlik taslıyor diğer taraftan da cenâb-ı Hakkın yasak ettiği zina gibi büyük bir günâhı işliyorsun. Bu kötü fiili yapmağa utanmadın mı? Yaptığın bu işin cezasını çekeceksin. Âbid dedi ki: - Ben böyle bir şey yapmadım. Bana iftira ediliyor. Bu iftirayı yapan kimdir? - Komşun filan kadın, seninle zina ettiğini bildirdi. Hükümdarın bu sözü üzerine, genç hatasını anladı. Hatırına hemen annesinin yaptığı bedduâ gelmişti. Demek ki, bedduâsı tutmuştu. Annesinin o bedduâsı kulaklarında çınladı: "- Yoldan çıkmış, kötü kadınların iftirasına uğrayasın!.." Âbid her ne kadar, ben böyle bir iş yapmadım diye ısrar ettiyse de kabûl ettiremedi. Çünkü kadın sözünde ısrar ediyordu. Âbid sonunda çaresiz kalıp, hükümdara dedi ki: - Bana anneme kadar gitmeğe müsaade eder misiniz? Ondan sonra cezam neyse verirsiniz. Hükümdar yanına iki kişi takıp, annesine gönderdi. Genç, annesinin yanına varıp, ona yalvardı. - Anneciğim, hani bir zamanlar sen bana, "Kötü kadınların iftirasına uğrayasın!.." diye bedduâ etmiştin ya, cenâb-ı Hak, senin bu bedduânı kabûl etti. Falan kadın bana iftira etti. Hükümdar beni cezalandıracak. Ne olur beni affet de iftiradan kurtulayım. Ben hatamı anladım. Bir daha sana hizmette kusur etmiyeceğim. Annesi oğlunun perişan hâlini görünce, dayanamadı. Ellerini açıp şöyle duâ etti: - Yâ Rabbî, eğer oğluma ettiğim bedduâ olmuş ise, onu kaldır. O artık hatasını anladı. Bir daha annesini üzmeyecek. Annesinin hayır duâsını alan genç, tekrar hükümdarın huzuruna çıkıp: - Bana iftira eden kadının tekrar ifadesinin alınmasını istiyorum, talebinde bulundu. Hükümdar, kadını çağırtıp, eski iddiasında, olup olmadığını sordu. Kadın: - Daha önce bu şahsa ben iftira etmiştim. Bunun bir suçu yoktur. Bu işi yapan filan çobandır, ondan korktuğum için bu gence iftira etmiştim, dedi. Âbid böylece serbest bırakıldı. Peygamber efendimiz, bir defasında Eshâbı ile sohbet ederken bu hâdise ile ilgili olarak buyurdu ki: - Eğer Cüreyc bir fakih olsaydı, yâni fıkıh bilgisine sahip bulunsaydı, anasına hizmet etmenin Rabbine nâfile ibâdet etmekten daha üstün olduğunu bilirdi.
.Aslühu neslühu... 17 NİSAN 1995 Her insanın, akıl danıştığı, istişare ettiği kimseler vardır. Dinimiz istişareye çok önem vermiştir. Danışılan kimselerin güvenilir, tecrübeli ve Allah rızâsı için yol gösteren, dünyalık menfaat gözetmeyen kimseler olması şarttır. Danışılacak kimsenin önemi, danışılacak kimsenin, makâmına, yaptığı işe göre daha da artar. Bunun için her insanın, bilhassa mevk, makâm sahibi kimselerin, çevresindekilere, yardımcılarına, çok dikkat etmesi gerekir. İnsanın danışabileceği, sağlam, güvenilir bir kimsesinin olması büyük bir ni'mettir. Cenâb-ı Hakkın bir ihsânı, bir lütfudur. Nitekim, sevgili Peygamberimiz, bir hadîs-i şerîfinde, (Allahü teâlâ bir emir, hükümdar için hayır irâde ederse, ona sadakatli bir vezir, yardımcı ihsan eder) buyurmuştur. Bununla ilgili bir kıssa vardır: Eski devirlerde, bir memlekette, hükümdarın biri, devleti idâre etmekte çok zorlanmış. Hayat pahalılığı, anarşi almış yürümüş. Hükümdar bütün gayretine, geceli gündüzlü çalışmasına rağmen, bunlara bir çâre bulamamış. Bu arada birisi gelip: - Memleketi bu hâlden ancak hazret-i Hızır kurtarır. Hazret-i Hızır'ı bulup getirecek birini bulursak memleket kurtulur, dedi. Bu teklifi beğenen hükümdar, memleketinin her tarafına tellallar gönderdi. Kırk günde Hızır aleyhisselâmı bulup saraya getiririm diyene elli bin altın verileceğini, fakat yalandan bulup getiririm deyip altınları alıp da getirmeyenin idâm edileceğini bildirdi. Bu ilân üzerine birisi gelip, "Ben hazret-i Hızır'ı bulup getireceğim" dedi. Bu kimse çok fakir ve yaşlı biri idi. Dokuz çocuğu vardı. Fakir ve yaşlı olduğu için çoluk çocuğunun nafakasını temin edemiyordu. Bunun için çocukları perişan haldeydi. Memleketine döner dönmez, başladı altınları harcamaya. Çocuklarının her birine birer ev satın aldı. Yine her birine de geçimlerini sağlıyabilecekleri kadar, bağ, bahçe, dükkan satın aldı. Artan altınları da, hepsine dağıttı. Kendisinde hiç altın bırakmadı. Kırkıncı gün çocuklarıyla, yakınlarıyla helallaşan ihtiyar, kurbanlık koyun misâli sarayın yolunu tutup kapısından içeri girdi. Boynunu büküp padişahın karşısında durdu. Daha padişah bir şey söylemeden vezirlerden biri seslendi: - Padişahım bunun önce başını gövdesinden ayırıp, sonra da bedenini parça parça yapıp, sokak başlarına asalım. Padişahımızla alay etmenin cezâsının ne olduğunu herkes bilsin, görsün. Diğer vezir hemen söze karıştı: - Bu işkence az gelir hükümdarım. Bedenini parçaladıktan sonra, büyük bir kazanda pişirelim. Bu arada üçüncü vezir söz isteyip dedi ki: - Hükümdarım. Büyüklere affetmek yakışır. Bu kimse bir cahillik yaptı. Yanlışa yanlış ile cevap vermek uygun olmaz. Bu vezirlerin dediklerini yapmayı doğrusu ben size yakıştıramam. Siz kendinize yakışanı yapınız lütfen! Bu heyecanlı konuşmalar yapılırken, bir çocuk aralarında dolaşıyordu. Vezirler bunun ihtiyar adamla geldiğini zanettiler. Gelen adam ise saraydan birinin çocuğu zannetti. Bu çocuk vezirlerin konuşmalarını dikkatle dinleyip, son anda Aslühu neslühu, yâni insanın aslı, atası neyse, nesli de öyle olur, diyordu. Bu çocuk ve bu sözü hükümdarın dikkatini çekti. Merak edip sordu: - Ey çocuk sen kimsin, o sözlerinle ne demek istiyorsun? - Ey hükümdarım, ilk konuşan vezirin babası kasaptı. Bunun için aslına uygun olarak ihtiyarın parçalanmasını istedi. Diğerinin babası ise aşçı idi. Bunun için bu da, ayrıca pişirilmesini de istedi. Üçüncü vezirin babası ve dedesi ise, evliyâ bir zâttı. Ömrü boyunca kimseye zulmetmemişti, Herkese merhâmet ederek, kusurlarını affetmişti. Bu da aslına uygun olarak, affedilmesini istedi. İşte bunun için ben hepsinin sonunda, aslühu neslihu dedim. Sen aslı nesili temiz olanlarla çalış, bunları kendine yardımcı yap! Böyle yaparsan kısa zamanda, sen de memleketin de rahata, huzura kavuşur. "Aradığın vezir bu, aradığın Hızır da benim!" dedi. Ve birden kayboldu. Sultan derhal bu iki vezirin işine son verdi. Memleketi üçüncü vezire teslim etti. Kısa zamanda memlekete huzur geldi.
. 96
Rü'yâda bildirilen beş sır! 9 OCAK 1996 Bizden önceki kavimlere gönderilen Peygamberlerden birisi, birgün bir rü'yâ gördü. Rü'yâsında kendisinden, sabahleyin kalkınca karşısına ilk çıkan şeyi yemesi, ikinci olarak karşılaştığı şeyi gizlemesi, üçüncü olarak karşılaştığı şeyi kabûl etmesi, dördüncü olarak, karşılaştığını yeise, ümitsizliğe düşürmemesi, beşinci olarak karşılaştığından da kaçması isteniyordu. Sabah oldu. O peygamber aleyhisselâm kalkınca, karşısında gözüne ilk çarpan büyük ve kapkara bir dağ oldu. Bu manzara karşısında durakladı, hayrete düştü ve kendi kendine, "Rabbim bana onu yememi emretti. Rabbim bana, gücümün yetmiyeceği şeyi emretmez" diye düşündü. Onu yemeğe azmederek oraya doğru yürüdü. Fakat yanına yaklaşınca dağ birden küçüldü, küçüldü ve baldan daha tatlı bir lokma hâline geldi. Peygamber onu yiyerek yola koyuldu. Biraz gidince karşısına altın bir tas çıktı. Hemen bir çukur açarak onu toprağa gömdü ve tekrar yola koyuldu. Fakat biraz gittikten sonra dönüp arkasına baktığında altın tasın toprağın üstüne çıkmış olduğunu gördü. Geri döndü. Onu tekrar gömerek yine yoluna devam etmek üzere hareket etti. Fakat biraz gidince yine dönüp geriye baktığında, altın tasın yine dışarıda olduğunu hayretle müşâhede etti. Bu dönüp gömmeler birkaç defa tekrarlandığı hâlde altın tas yine üste çıkıyordu. Nihâyet peygamber, "Ben, Rabbimin bana olan emrini yerine getirdim" diyerek onu gömmek için bir daha geri dönmedi ve yoluna devam etti. Biraz gidince, kendisine doğru gelen bir kuşla karşılaştı. Kuşun peşinde de bir şâhin vardı. Onu avlamak, yakalayıp yemek istiyordu. Kuş: - Ey Allahın nebîsi, beni kurtar, diyerek Peygamberden yardım istedi, Peygamber de onu himâyesine aldı, "Üçüncü olarak karşılaştığın şeyi kabûl et" emri gereğince yeninin içine sakladı. Bu arada onu avlamak için peşinden gelmekte olan şâhin gelip: - Ey Allahın nebîsi, ben aç idim. Sabahtan beri onu avlayıp karnımı doyurmak için uğraşıyordum. Tam yakalıyacağım sırada onu benden aldın. Rızkıma mâni olma! dedi. Bu sırada Peygamber aleyhisselâm, "Benden, üçüncü olarak karşılaştığımı kabûl etmem, dördüncü olarak karşılaştığımı da yeise düşürmemem istenmişti. Üçüncü bu kuş. Onu kabûl edip kurtardım. Ya dördüncüyü ne yapayım? Onu ümitsizliğe düşürmemem lâzım" diye düşündü. Yanında bulunan etten biraz keserek beklemekte olan avcı kuşa attı. O da onu alıp gitti. O uzaklaşınca saklamakta olduğu kuşu da salıvererek yoluna koyuldu. Yolda ilerlerken pis kokulu bir cîfe ile, pislik ile karşılaştı. Geceki rü'yâ gereğince ondan da sür'atle uzaklaştı. O gece rü'yâsında kendisine gündüz olan hâdiselerdeki hikmet, sır şöyle izâh edildi: "İlk önce çok büyük ve kapkara bir dağ olarak gördüğün ve sonradan baldan daha tatlı bir lokma hâline gelen şey, öfke ve kızgınlıktır. Öfke, önce büyük bir dağ hâlindedir. Sabır edildiği ve yenildiği zaman baldan daha tatlı bir lokma olur. İkinci olarak karşılaştığın altın tas, güzel ve iyi amellerdir. İyi ve güzel ameller, hareketler, davranışlar ne kadar örtülürse örtülsün, yine de açığa çıkar ve kendilerini belli ederler. Üçüncü olarak, sakladığın kuş, sana sığınana ihânet etmemeni, himâyene almanı öğretmek istemektedir. Dördüncü hâdise, birisi senden bir şey istedi mi, kendi ihtiyâcın olsa bile onun hâcetini görmek gerektiğine işârettir. Beşinci olarak karşılaştığın ve kendisinden kaçtığın pis kokulu cîfe gıybete işârettir. Gıybet eden, ötekini-berikini çekiştiren insanlardan, pis kokulu cîfeden kaçarcasına kaç!..
.Ölüm, anlatılabilir mi? 25 ŞUBAT 1996
Ölüm, anlatılabilecek bir şey değil. Sanki vucûdumda bir diken ağacı var. Sanki gökler çökmüş de ben yerle bu ikisi arasında sıkışmışım... Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Ensârdan birinin başı ucunda ölüm meleğini gördü. Ona hitâben dedi ki: - Ey ölüm meleği! Dostuma iyi muâmele et. Zîrâ o bir mü'mindir. Ölüm meleği cevâben dedi: - Yâ Resûlallah! Ben her mü'mine iyi muâmele ederim. Ben insanoğlunun rûhunu alırım. Rûhunu aldığım şahsın âile efrâdından, yakınlarından birisi vâh edince derim ki: Bu feryad da ne? - Bu feryâd da ne? Allaha yeminle söylerim ki, biz ona zulmetmedik. Ecelini geriye bırakmadığımız gibi öne de almadık. Onun rûhunu almakta bizim bir müdâhalemiz yoktur. Sizler, ey bu ölünün yakınları! Eğer Allahın hükmüne rızâ gösterirseniz, ecrini alırsınız. Yok, O'nun hümüne râzı olmaz, feryâd-figân ederseniz günâha girersiniz. Sizin bize bir kapınız, bir merdiveniniz yoktur. Fakat biz size mutlak yine geleceğiz. Sakının, sakının. İster karada olsun, ister denizde, ister muhkem evlerde bulunsun, isterse çadırlarda. Hiç bir âile efrâdı yoktur ki, ben, her gün mutlaka onların yüzüne dikkatle bakmış olmıyayım. Hattâ öyle ki, onların küçüklerini de büyüklerini de tanırım. Her birini şahsen tanırım. Allaha yeminle söylerim ki, yâ Resûlallah! Ben şânı yüce olan Allahın emri olmadan bir sivrisineğin rûhunu bile kabzedemem!... Hazret-i Ömer, Ka'b-ül-Ahbâr'a dedi ki: - Ey Ka'b, bize ölümden bahset. - Ölüm, insanoğlunun vücûduna sokulmuş bir diken ağacına benzer. Bu ağacın her bir dikeni onun bir damarına batar. Sonra o ağacı kuvvetli bir insan şiddetle çeker. Her bir dikeni bir damara saplanan bu ağaç, çekilince kopardığını koparır, bıraktığını bırakır... Dört şey vardır ki, onların kadrini ancak dört kişi bilir: 1- Gençliğin kadrini ancak ihtiyarlar bilir. 2- Selâmetin kadrini ancak belâya düçâr olanlar bilir. 3- Sıhhatin kadrini ancak hastalar bilir. 4- Hayâtın kadrini de ancak ölüler bilir. Ölümü niçin anlatmazlar? Abdullah ibni Ömer anlatır: Babam sık sık şöyle derdi: - Ölmek üzere olan, fakat aklı başında bulunan birisi, yanındakilere ölümü niçin anlatmaz şaşarım!.. Nihâyet gün oldu. Babama da ölüm geldi. Aklı başındaydı. Konuşabiliyordu da. Kendisine dedim ki: - Babacığım, ecel gelmeden önce sen, "Ölmek üzere olan, fakat aklı başında bulunan birisi, yanındakilere ölümü niçin anlatmaz şaşarım!" derdin. Benim bu hatırlatmama cevâben dedi ki: - Ey oğulcuğum! Ölüm, anlatılabilecek bir şey değil. Bununla berâber sana ondan bir nebze bahsedeyim. Allaha yeminle söylerim, şu ân, iki omzumda sanki birer dağ var. Sanki rûhum iğnenin deliğinden çıkarılıyor. Sanki vucûdumda bir diken ağacı var. Sanki gökler çökmüş de ben yerle bu ikisi arasında sıkışmışım...
"Cennet için söz veriyorum" 26 ŞUBAT 1996 "
Altı şeye riâyet edeceğinize söz veriniz. Ben de size Cenneti tekeffül edeyim Cennetlik olacağınıza dâir size söz vereyim" Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: Ey ümmet ve eshâbım! Siz bana, altı şeyi tekeffül ediniz. Bu altı şeye riâyet edeceğinize söz veriniz. Ben de size Cenneti tekeffül edeyim, Cennetlik olacağınıza dâir size söz vereyim: 1- Konuştuğunuz zaman doğru söyleyiniz! 2- Va'dettiğiniz zaman va'dinizi yerine getiriniz! 3- Size bir şey emânet edilince, emânete hıyânet etmeyiniz! 4- Kendinizi zînâdan koruyunuz! 5- Gözlerinizi harâma yumunuz! 6- Ellerinizi harâmdan çekiniz, harâma yaklaştırmayınız! Konuştuğunuz zaman doğru söyleyiniz Resûlullah efendimiz bütün hayırları bu altı şeyde toplamıştır. Bu altı şeyden birincisi olan, "Konuştuğunuz zaman doğru söyleyiniz" cümlesine kelime-i tevhîd de girer, insanlarla olan konuşmalar da. Ya'nî kişi, "Lâ ilâhe illallah" dediği zaman, bunu cânu gönülden tasdîk ederek söylemeli, insanlarla olan günlük konuşmalarda yalan söylememeli, doğru sözden ayrılmamalıdır. "Va'dettiğiniz zaman va'dinizi yerine getiriniz" cümlesi, kulun Allaha olan va'dlerini de, kullara olan va'dlerini de içine alır. Kulun Allaha olan va'dlerinde durması, ölünceye kadar îmânda sebât eylemesi ve kulluk vazîfelerini gereği gibi ve vaktinde edâ etmesidir. Kullara olan va'dlerinde durması ise, günlük yaşayışında onlara vermiş olduğu her türlü sözünü yerine getirmesidir. "Size bir şey emânet edilince ona hıyânet etmeyiniz" sözü de hem Allah ile kul arasındaki emânet, hem de kişi ile diğer insanlar arasındaki emânete şâmildir. Zîrâ emânetler iki kısımdır: 1- Allah ile kul arasında olan emânetler, 2- İnsanların birbirleri arasında olan emânetler. Allah ile kul arasındaki emânetler, Allahü teâlâlanın kuluna farz kıldığı ibâdetlerdir. Bunlar, Allahın birer emânetidirler. Onları vaktinde edâ etmek kulun üzerine farzdır. Kulların birbirleri arasındaki emânetlere gelince, bunlar da gerek para, mal, gerek söz, gerekse diğer husûslarda birbirlerine bıraktıkları emânetlerdir. Hangi husûsta olursa olsun, kişinin kendisine bırakılan emâneti ona hiç halel getirmeden sâhibine teslim etmesi gerekir. Gözerinizi harâma yumunuz! "Zînadan korumak" ifâdesine gelince; bu iki türlü olur: 1- Harâmdan kendisini bizzât korumakla. 2- Başkasının mahrem yerlerini görmesine fırsat vermemekle. Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: (Allah bakana da bakılmasına fırsat verede de lânet etsin.) "Gözlerinizi harâma yumunuz" ifâdesinin izâhı da şöyle: İster kadın olsun, isterse erkek olsun, bir kimsenin, dînen bakması câiz olmayan yerlerine bakmaması gerekir. Bunlardan başka, Allahın verdiği o gözlerle, dünyaya ve dünya malına da kıskançlıkla, hased ile bakılmamalıdır. Nitekim Allahü teâlâ buyurur: (Sakın, kendilerini denemek için onlardan bir kesimini faydalandırdığımız dünya hayatının çekiciliğine, gözlerini dikme! Rabbinin ni'meti hem daha hayırlı, hem de daha süreklidir.)
Beşyüz Yıllık İbâdetin Karşılığı 2 MART 1996 Evet, bütün bunlar benim rahmetimle oldu. Şimdi seni, rahmetimle Cennetime koyuyorum. Resûlullah efendimiz, Eshâbının toplandığı bir yere gelmişti. Onlara şöyle buyurdu: Az önce, kardeşim Cebrâil yanımdan ayrıldı. Bana şöyle dedi: Yâ Resûlallah! Allahın kullarından biri, beş yüz yıldan beri bir adada tek başına yaşamaktaydı. Allahü tealâ, o kula adada parmak kalınlığında, tatlı bir su verdi. Bir de nar ağacı verdi. Her gün bir nar olur. Her akşam o kul, adanın yüksek yerinden abdest almaya deniz kenarına iner. Narı alır, yer, suyunu içer, sonra namaza dururdu. Beşyüz yılını böyle ibâdetle geçirdi. Ölüm zamanı gelince Ölüm zamanı gelince, Rabbinden secdede rûhunu teslim etmek, cesedine hiçbir şey yol bulup gelmemek, dirilinceye kadar böyle secdede kalmak için, niyâzda bulundu. Alllahü teâlâ, onun her dileğini yerine getirdi. Allahü teâlâ bu kimsenin vefâtından sonra meleklerine emretti: - Bu kulumu rahmetimle Cennete koyunuz! O kul itiraz etti. Beşyüz yıl aralıksız ibâdet ettiği için ameli ile Cennete girmek istiyordu. Cenâb-ı Hak meleklere emretti: - Kulumun hesâbına bakın; ni'metimle amelini karşılaştırın! Melekler, bu kulun yaptığı amelleri ve Cenâb-ı Hakkın bu kuluna yaptığı ihsânları karşılaştırdılar. Bu hesap sonunda şu netice alındı: Onun beş yüz senelik ibâdeti, sadece görme ni'metinin, gözün karşılığı bile değildir. Kendindeki diğer ni'metler karşılıksız kalır. Bunun üzerine Allahü teâlâ şu emri verdi: - Bu kulumu Cehenneme atın! Cehenneme götürülürken o kul, yaptığı büyük yanlışlığı farkederek şöyle yalvardı. Bu kulun yalvarıp yakarması neticesinde Allahü teâlâ meleklerine geri getirmelerini emretti. Ona, Allahü teâlâ sordu: - Kulum, sen hiçbir şey değilken, seni kim yarattı? - Yâ Rabbî, sen yarattın! - Bu senin amelinle mi oldu, yoksa rahmetimle mi? - Rahmetinle yâ Rabbî! - Beş yüz sene sana ibâdet kuvvetini kim verdi? - Sen verdin, yâ Rabbî! - Seni o adanın ortasında kim yerleştirdi? Tuzlu denizden sana kim tatlı suyu çıkardı? Her gece sana bir tane nar veren kim? Ve sen, bu sırada, rûhunu secde hâlinde almamı istedin ve duânı kabûl ettim. Bunları kim yaptı? Bunları kim yaptı - Sen, yâ Rabbî! - Evet, bütün bunlar benim rahmetimle oldu. Şimdi seni, rahmetimle Cennetime koyuyorum. Allahü teâlâ mü'minlerde bir zümreyi kabirlerinden kanatlı olarak diriltir. Sûr üfürüldüğü zaman kabirlerinden uçarlar. Cennet-i a'lâya koşarlar. Onları melekler karşılar ve onlara sorarlar: - Siz kimsiniz? Bu ni'metlere nasıl kavuştunuz? Siz dünyada nasıl bir amel işlediniz? - Biz O'na kulluk ettik. Yaptıklarımıza değil, O'nun rahmetine güvendik. O'ndan başka herşeyden yüz çevirdik. Başkasından bir şey beklemedik. Allahü teâlâ bize hesâb çekilecek bir dünyalık vermedi. Onun için böyle kolay geldik.
.
Zulüm payidar olmaz! 31 MAYIS 1996
Biz, Bizans'ın en ileri gelen papazları idik. İmparatorun zulüm ve işkencelerinden, yaptığı rezâlet ve sefâhetten dolayı kendisini îkâz edip, sonunun yakın olduğunu söyledik. O da, bizim doğru sözümüze aldırmayıp, zulmüne devâm etti, bizi zindanlara attırdı. Fâtih Sultan Mehmed Hân devrinde, memleketin her tarafında, her karış toprağında, adâlet hâkim durumda idi. Kânun önünde bütün insanlar eşitti. Zengin ile fakîr, sultan ile köylü aynı hakka sâhipti. Gayrı müslimlerin haklarına daha çok riâyet edilirdi. Onları kimse incitmezdi. Osmanlının bu adâletini gören hıristiyanlar, onlara âdetâ âşık oldular. Bizans'ta kardinal şapkası görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi tercih ettiler. Bizi zindanlara attırdı İstanbul'un fethinden sonra, Osmanlı askerleri, Bizans hapishânelerini kontrol ettiler. En ücrâ bir mahzende üç papaz buldular. Alıp Fâtih Sultan Mehmed Hân'a götürdüler. Fâtih Sultan Mehmed Hân, onlara hapsedilmelerinin sebebini sordu. Papazlar; - Biz, Bizans'ın en ileri gelen papazları idik. İmparatorun zulüm ve işkencelerinden, yaptığı rezâlet ve sefâhetten dolayı kendisini îkâz edip, sonunun yakın olduğunu söyledik. O da, bizim doğru sözümüze aldırmayıp, zulmüne devâm etti, bizi zindanlara attırdı, dediler. Çağ açıp çağ kapayan, Fâtih Sultan Mehmed Hân da düşündü. Papazları ölçüp biçti. Ellerine serbest dolaşma kağıdı verip, memleketini tarafsız olarak gezip görmelerini, Osmanlı Devleti hakkında bilgi vermelerini istedi. Papazlar, ellerindeki berâtle heryere girip çıktılar. Merak ettikleri her şeyi gördüler. Bir çarşıya girip, sabahın erken vaktinde birşeyler almak istediler. Siftah yapan bir dükkândan, komşuları siftah yapmadan ikinci birşey alamadılar. En ıssız yerlerde, en kalabalık sokaklarda dolaştılar. Her tabakadan kimsenin yanına gidip sohbet ettiler, ama hiç kimseden bir kötülük görmediler. Bir çarşıya girdiler. Ezân okunmaya başladı. Kimse dükkânını kapatmaya bile lüzûm görmeden, çarşıda kim varsa herkes câmiye gitti. Hepsi, mal ve para düşüncesinden uzak olarak, huşû içinde namazlarını kıldılar. Hiç kimse, bir başkasının malına, canına, ırzına, nâmusuna zarar vermeyi aklından bile geçirmiyordu. İstisnâsız herkes, Allah rızâsı için düşünüyor, Allah rızâsı için konuşuyor, Allah rızâsı için yaşıyor, devletinin bekâsı, sultanın ömrü, ordunun muzafferiyeti için duâ ediyordu. Sanki hepsi, aldıkları nefesten başka nefes almıyacakmış gibi, söyledikleri sözden başka söz söylemiyecekmiş gibi söz söylüyor, son sözünün de hayırlı olmasını arzuluyordu. Herkesin, birbirini son defa görüyormuş gibi bir hâli vardı. Böylece, kimse kimsenin hakkını yemiyor, kimseyi kırmıyor, kul hakkıyla Mevlânın huzûruna çıkmak istemiyordu. Ya'nî herkes, son nefesini kurtarmak, îmânlı ve günâhsız olarak huzûr-u ilâhîye çıkabilmek için çırpınıyordu. Papazlar şaşkına döndü Papazlar, bütün bunları görüp, müşâhede ettiler. Bütün bu hâdiselerden dolayı şaşkınlığa düştüler. Kaç şehir dolaştıkları hâlde, bir mahkemeye tesâdüf edemediler. Her kasabada kâdı var, fakat da'vâ yoktu. Hırsızlık yok, kâtillik yok, nâmussuzluk yok, eşkıyâlık ve dolandırıcılık yok, kötülük yoktu. Birkaç ay dolaştıktan sonra, şehrin birinde bir mahkemenin olacağını haber alıp, oraya koşuştular. "En sonunda Osmanlının aksak yönünü yakalıyacağız" dediler. Zihinlerinde da'vâcıya ve da'vâlıya bir sürü suçlar yüklediler. Mahkeme kuruldu. Papazlar da, dinleyici olarak içeri girdiler. Da'vâlı ve da'vâcı geldi. Kâdı yerine geçip mes'eleyi dinledi. Adamlardan biri anlattı: "Efendim, bendeniz bu din kardeşimin tarlasını arzu ettiği fiyat üzerinden satın aldım. Birkaç sene ekip kaldırdım. Fakat bu sene çift sürerken, sabanımın demirine birşey takıldı. Kazıp çıkardım. İçi altın dolu bir küptü. Küpü götürüp, daha önce tarlayı satın aldığım bu kardeşime vermek istedim.O kabûl etmedi. (Devamı yarın)
Cemiyetler adâletle ayakta kalabilirler 1 HAZİRAN 1996
Ben tarlamı, altı ve üstüyle birlikte sattım. Onun ekip kaldırdığında bir hakkım olmadığı gibi, toprağın altında da bir hakkım olamaz. Senelerdir ben o tarlayı sürerim, benim nasîbim olsaydı ben bulurdum. Üç papaz, altın küpünün kimin olacağına dâir mahkemeyi ibretle seyrediyorlardı. Tarlanın yeni sâhibi, tarladan çıkarttığı altın küpünü eski sahibine vermek istiyor; eski sâhibi ise, - Ben tarlayı, altı ve üstüyle sattım, diyor küpü kabûl etmiyordu. Tarlanın yeni sâhibi ise, - Hâlbuki o, toprağın altında küpün varlığından haberdar olsaydı, bana orayı satmazdı, diyordu. Kâdı efendi tarlanın eski sâhibine söz verdi. O da; - Efendim, durum kardeşimin anlattığı gibi vâki oldu. Ancak, bendeniz ona, o tarlayı, altı ve üstüyle birlikte sattım. Onun ekip kaldırdığında bir hakkım olmadığı gibi, toprağın altında da bir hakkım olamaz. Senelerdir ben o tarlayı sürerim, benim nasîbim olsaydı ben bulurdum, dedi. Kâdı çâreyi buldu Papazların hayretle dinledikleri bu sözler, kâdı için hiç de acâyib gelmiyordu. Çünkü, İslâmiyeti hakkıyla yaşıyan bir İslâm toplumunda böyle işler, olmayacak şeyler değildi. Kâdı efendi, bu iki mübârek müslüman arasında hüküm vermekte güçlük çekmedi. Sorup soruşturdu. Birinin temiz ve sâliha bir kızı, diğerinin de sâlih bir oğlu vardı. Küpte bulunan altını onlara düğün masrafı ve çeyiz olarak kabûl edip, nikâhlarını kıydı. Tarlayı satan ve satın alan bu işten memnun olup, kâdı efendiye duâlar ederek evlerinin yolunu tuttular. Papazlar da şaşkınlıktan ne yapacaklarını bilemez bir hâlde oradan ayrıldılar. Papazlar, seyahatlerine devâm ettiler. İşinde gücünde çalışıp, kimseye yük olmamak, değil nâmerde, dosta dahî muhtâç olmamak, Allahü teâlâdan başkasına el açmamak için uğraşan müslümanların oturduğu, temiz ve güzel şehirleri gezip dolaştılar. Yine birgün, bir mahkemeye şâhid oldular. Kâdı efendi, da'vâcıya söz verdi. O da mes'eleyi şöyle anlattı: "Bir hafta önce bu kardeşimden bir at satın aldım. Evime götürüp bakımını yaptım. Ancak birkaç gün sonra at rahatsızlandı. Atın daha önceden hasta olması mümkün olabileceği gibi, ben aldıktan sonra da hastalanması mümkün idi. Atı satın aldığım arkadaşa birşey diyemedim. Gelip durumu size arzedeyim ki, aramızı bulasınız diye düşündüm. Ancak o gün sizi bulamadım. Siz şehir dışına gitmiştiniz. Siz geri gelmeden de at öldü. Hükmünüzü talep ederim. Kâdı efendi düşündü. At ölmüş, onlar arasında da'vâ bitmişti. Suç kendisinindi. Atı satanı suçlayamazdı. Çünkü atın durumu ortaya çıkmamıştı. Öbürü de vaktinde mürâcaatı yapmıştı. Tek eksik taraf; kendisinin şehirde, vazîfe yerinde bulunmaması idi. O hâlde atın ücretini o ödemeliydi. Atın fiyatını öğrenip, kendi cebinden bedelini verdi. Böyle âdil bir kâdı efendinin ve böyle âdil bir mahkemenin mevcudiyetini küçük beyinlerine sığdıramıyan Bizans papazlarının, hayretlerinden ağızları açık kaldı. "Anadolu'da bu kadar dolaştığımız yeter" deyip, İstanbul'a dönen papazlar, İstanbul kâdısı Hızır Bey'in huzûrunda, Osmanlı Pâdişâhı Fâtih Sultan Mehmed Hân ile, bir hıristiyan arasında bir da'vânın görüleceğini duydular. Hatâları bile ibretli oluyor Mahkemeye yetişmek için, eteklerini tutarak koştular. Varıp mahkemede hazır oldular. Koca Osmanlı Devleti'nin Sultanı, çağ açıp çağ kapayan İstanbul Fâtihi Sultan Mehmed Hân ile bir hıristiyan mîmâr, kâdı Hızır Bey'in karşısında ayakta bekleşiyorlardı. Fâtih Sultan Mehmed Hân, vazîfesine ihânet eden hıristiyan mîmârı mahkemesiz cezâlandırmış, hıristiyan mîmâr da, Kâdı Hızır Bey'e şikâyet etmişti. Papazlar, böyle birşeyin bu dünyada mevcûdiyetine bir türlü inanamadılar. Parmaklarını ısırıp, rü'yâda olmadıklarını anladılar. Hızır Bey, Fâtih Sultan Mehmed Hân'ı haksız bulup aynı şekilde Sultanın da cezâlandırılmasını hükmetti. Eğer mîmâr rızâ gösterirse, diyetle kurtulabilecekti. Hıristiyan mîmâr, bu adâlet karşısında ne yapacağını şaşırdı. Kendisinden af dileyip, hakkını helâl etmesi için ricâda bulunan Fâtih Sultan Mehmed Hân'ın ayaklarını mı, yoksa ellerini mi öpeceğini bilemedi. Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu. Papazlar, bu insanların hâl ve hareketlerini hayranlıkla seyrettiler. Kendi kendilerine; "Bu müslümanlar, hatâları ile dahî hayır işliyorlar" dediler.
Böyle devlet kıyâmete kadar devâm eder 2 HAZİRAN 1996
Fâtih Sultan Mehmet Han'ın en büyük arzusu, dînin emirlerine uygun yaşamak, halkını da yaşatmaktı. Dînin emirlerine uygun yaşamaya engel olan kim olursa olsun mutlaka cezâsını bulurdu. Papazların Anadolu seyahatları aylar sürmüştü. Fetihden sonraki İstanbul hayâtını da çok merak ediyorlardı. İstanbul'a gelir gelmez, müslümanların oturdukları, yeni yeni yerleşmekte oldukları mahallelere gittiler. Onların tam bir teslimiyet ve sükûnetle işlerini gördüklerini, tam bir temizlik ve titizlikle eşyalarını yerleştirdiklerini gördüler. İstanbul bambaşka olmuş, sanki, birkaç ay önceki Bizans gitmiş, yerine gökten bir İstanbul inmişti. Sokaklar pırıl pırıl, çocuklar cıvıl cıvıldı. Bu müslümanların çocukları bile başka oluyordu. Sanki büyümüşler de küçülmüşlerdi. Birbirlerini kırmadan, bağırıp çağırmadan, dövüşmeden oyun oynuyorlar, sokağı kirletmiyorlardı. Kim olursa olsun, büyüklerine saygı gösteriyorlardı. Bu millet ve devlet, böyle giderse... Pâdişâh tarafından Osmanlı ülkesini gezip görmekle vazîfelendirilen papazlar, İstanbul'daki hıristiyan mahallelerini de görmeden edemediler. Bugünkü Fâtih Câmii'nin doğu taraflarına ve Fener'e doğru gittiler. Hıristiyanlar bile değişmiş, sokaklardaki pislik azalmıştı. Kimse kimseye zulmetmeye cesâret edemiyordu. Şikâyetlerini papazlar hallediyordu. Ama, zulüm gören bir de kâdıya giderse hâlleri ne olacaktı? Zulmü kadar cezâ görmekten onu kim kurtarabilirdi? Kâdı Hızır bey, Pâdişâha bile cezâ vermekten çekinmemişti. Herkes sessiz, sâkin işine devâm ediyor, eskisi gibi içip içip, sokaklarda salyalarını akıtamıyorlar, nârâlar atamıyorlardı. Hıristiyanların en fakîrine bile ev verilmiş, kimse aç ve açıkta bırakılmamıştı. Müslümanlar ise, zâten Allahü teâlâdan başka kimseye muhtâç olmazlardı. İstanbul'da herkes huzûr içerisinde idi. Papazlar, bütün bunları gezip gördükten sonra, birkaç gün dinlenip düşündüler, izin isteyip pâdişâhın huzûruna çıktılar. Gördüklerini bir bir arz edip; "Bu millet ve devlet, böyle giderse, kıyâmete kadar devâm eder" dediler. "Böyle bir ahlâk ve yaşayışa sâhip olan insanların dîni, elbette Allahü teâlânın hak dînidir" deyip, Kelime-i şehâdet getirip müslüman olmakla şereflendiler. Fâtih Sultan Mehmed Hân'ın adâlete ve adâlet adamı olan kâdılara verdiği önem, kitaplarda geniş olarak anlatılmaktadır. Rumeli beylerbeyi olan Dâvûd Paşa, yaptığı bir işten dolayı Edirne kâdısına şikâyet edilir. Kâdı efendi de, Dâvûd Paşa'ya adam gönderip, yapmakta olduğu o işten vazgeçmesi husûsundaki hükmünü bildirir. Dâvûd Paşa, hiç aldırış etmez. Kâdı efendi, bizzat kendisi Dâvûd Paşa'ya gider, o işten vazgeçmesini ihtâr eder. Aralarında tartışma çıkınca, Dâvûd Paşa, kâdı efendiye birkaç defa vurur. Padişaha arz edildi... Durum, Fâtih Sultan Mehmed Hân'a arz edilince, "Dînimizin hizmetçisi olan kâdıyı döven, dîni tahkîr etmiş olur. O hâlde, onun katli gerekebilir, muhakeme edilsin" emrini verir. Paşalar, beyler, kim varsa Dâvûd Paşa'ya şefâ'atçı olurlar. Pâdişâh vazgeçmez. Sonunda gidip Kazasker Vildân Efendi'yi bulurlar. Durumu söyleyip fetvâ isterler. Kazasker Vildân Efendi: "Eğer ki, kâdı efendiyi kâdılık makâmında dövse idi, cezâsı ağır olurdu. Amma, kâdı efendi yerinden kalkıp, Dâvûd Paşa'nın mekânına gitmiş, ta'zir edilmesi lâzım" diye fetvâ verir. Fâtih Sultan Mehmed Hân da, Dâvûd Paşa'yı bizzat kendisi değnekle döver. Bu hâdiseden sonra, Dâvûd Paşa tam dört ay yataktan kalkamadı. Dâvûd Paşa, tevbe edip pişmân oldu. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyette kusûr etmiyeceğine söz verdi. O günden sonra pâdişâhla aralarında yakınlık peydâ olup, vezîrlik pâyesine kadar yükseldi. İkinci Bâyezîd Hân zamanında da vezîr-i a'zam oldu.
..Olacak şeyi olmuş bilmeli 8 HAZİRAN 1996
Dünya, sıkıntı yeridir. Rahat etme yeri âhırettir. Hem burada rahat, hem de âhırette rahat olmaz. Her ni'met sıkıntı mukabilidir. Önemli olan dünyada iken isyân etmeden sıkıntıları atlatabilmek, sâlimen ya'nî îmânlı olarak âhırete gidebilmektir. İbâdet yapmak, İslâmiyete hizmet etmek düşüncesiyle çok yaşamayı istemek iyidir. Ancak, zevk safa sürmek için çok yaşamayı istemek uygun değildir. Böyle kimseler tevbe etmeyi unuturlar, kalbleri katılaşır. Ölümü hatırlamazlar. Va'z ve nasîhattan ibret almazlar. Dünya, sıkıntı yeridir. Rahat etme yeri âhırettir. Hem burada rahat, hem de âhırette rahat olmaz. Her ni'met sıkıntı mukabilidir. Önemli olan dünyada iken isyân etmeden sıkıntıları atlatabilmek, sâlimen ya'nî îmânlı olarak âhırete gidebilmektir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Dünyada garip veya yolcu gibi ol! Kendini ölülerden say!) Bu hadîs-i şerîfi islâm âlimleri şöyle açıklamışlardır: Dünyada garip gibi olmak, hiçbir akrabâya, anaya, babaya, kardeşine güvenmemek, bunları yok kabûl etmektir. Çünkü, bunların hepsi ancak kabrin başına kadar geleceklerdir. Sonra kabre bırakıp gideceklerdir. Kabirde bunların hiçbiri bulunmayacaktır. Kabirde dünyada yaptıkları ameller ile başbaşa kalınacaktır. Geri dönüşü olmayan yolculuk Yolcu gibi olmak demek, geri dönmemek üzere yolculuğa çıkacak kimse gibi olmalı demektir. Herşeyi bırakıp yola çıkacak kimse, hep gideceği yeri düşünür, oradaki hâlini merak eder. Yolculukta lâzım olacak şeyleri yanında bulundurur. Yolculukta işine yaramıyacak şeyleri yanına almaz. Çünkü bunlar yük olmaktan, sıkıntıdan başka bir işe yaramazlar. Ölü gibi olmak demek ise, kendini ölmüş, kabirde yalnız olarak kaldığını kabûl etmek demektir. Artık dünya hayatı bitmiş, dünyada yaptıklarının hesâbı başlamış demektir. Büyüklerimiz, "Bir şey muhakkak olacak ise, onu olmuş bilmek lâzım" buyurmuşlardır. Ölüm, kabir hâli muhakkak olduğuna göre, kimsenin ölümü inkâr edemiyeceğine göre; ölümü, kabir hayatını olmuş bilmek lâzımdır. Hazırlığımızı buna göre yapmalıyız. Dünya gelip geçicidir. Kalıcı olan bu dünyada yapılan işlerdir. İslâm âlimleri buyuruyor ki: "İnsanın üç şeyi vardır. Bunlar: Rûh, beden ve işlediği amellerdir. Rûh, bedene zaten sonradan geldi, Azrâil aleyhisselâm bunu alıp götürecektir. Cesed de mezarda çürüyecek, kurtlara, böceklere yem olacaktır. Geriye sadece işlediği ameller kalacaktır." Bunun için gafletten kurtulup âhırette işe yarayacak ameller yapmalıdır. Yaşamanın gâyesi Zamanımızda, iki şey üzerinde duruluyor. Yemek ve mal, mülk. Hâlbuki bunlar da gelip geçici şeylerdir. Bir islâm âlimi buyuruyor ki: "Bir kimsenin dünyada yaşamaktan gâyesi sadece yemek içmek ise, onun kıymeti, helâya bıraktığı kadardır." Allahü teâlâ, îmâna, îmânlı olana kıymet vermiştir. Mühim olan Allahü teâlânın verdiği kıymettir. İnsanların verdiği değer, kıymet değildir. Çünkü, insanın kıymeti nedir ki değer verdiklerinin kıymeti olsun. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: (Lezzetlere son veren şeyi ya'nî ölümü çok hatırlayınız!) (İnsanların en kötüsü, ömrü uzun ameli kötü olandır.) (Ölmek istemeyiniz. Kabir azâbı çok acıdır. Ömrü uzun olup islâmiyete uymak büyük saâdettir.) (İnsanların en akıllısı, ölümü çok hatırlayandır. Ölümü çok hatırlayan insana, dünyada şeref, âhırette yüksek dereceler nasîb olur.)
Devemi kaybettim, onu arıyorum 9 HAZİRAN 1996 O, bütün bunları terk etmiş ve Allahü teâlâya gönül vermiştir. Mübârek sözleri ve kerâmetleri dilden dile dolaşmış ve sevgisi gönüllerde yaşamıştır. Dünya sultanları unutulmuş, fakat O unutulmamıştır. İbrâhim bin Edhem hazretleri; meşhûr âlimlerin ve evliyânın büyüklerindendir. Babası Edhem, Belh şehri pâdişâhıydı. Kendisi şehzâde olup, tahtta oturur, avlanmayı severdi. Her türlü imkâna sâhip, her istediğini yer ve her istediğini giyer, her emri hemen yapılırdı. Bir yola çıktığı zaman, kırk altın gürzlü asker arkasından yürürdü. O, bütün bunları terk etmiş ve Allahü teâlâya gönül vermiştir. Mübârek sözleri ve kerâmetleri dilden dile dolaşmış ve sevgisi gönüllerde yaşamıştır. Dünya sultanları unutulmuş, fakat O unutulmamıştır. Tâcını, tahtını bırakıp evliyâdan olması şöyle olmuştur: Bir gece şehzâdelik tahtı üzerinde uyuya kalmıştı. Gece bir gürültü ile uyandı. Tavan sallanıyordu. Seslendi: - Kim o? Damdaki seslendi: - Tanıdık biriyim, devemi kaybettim, onu arıyorum. Bundan daha mı acâyip? İbrâhim bin Edhem: - Hey şaşkın, ne diye damda arıyorsun? Damda deve mi var? deyince damdaki zât: - Ey gâfil, sen Allahü teâlâyı altın taht ve süslü elbiseler içinde arıyorsun. Damda deve aramak bundan daha mı acâyip? dedi. Bu sözlerden sonra kalbi Allahü teâlânın aşkı ile yandı ve şimdiye kadar yaptığı bütün günâhlara, hatâ ve kusûrlara tevbe etti. Bir gün sarayda umûmi bir ziyâfet verildi. Devlet adamları yerlerini almış, hizmetçiler beklerken, gâyet heybetli bir zât çıkageldi. Ne askerlerden, ne hizmetçilerden hiçbir kimse ona, "Sen kimsin, burada ne işin var?" deme cesâretini gösteremedi. Bu heybetli zâta İbrâhim bin Edhem sordu: - Ne istiyorsun? O zât da: - Bu handa konaklamak istiyorum, dedi. İbrâhim bin Edhem: - Burası han değil, benim sarayımdır, diye cevap vedi. O zât: - O halde bu saray bundan evvel kimindi? diye sorunca, İbrâhim bin Edhem: - Pederimindi! dedi. Gelen zât: - Ondan evvel kimindi? diye tekrar sordu. İbrâhim Ethem: - Filân zâtın! dedi. O zât: - Bunlara ne oldu? suâline de İbrâhim bin Edhem: - Öldüler! Cevabını verdi. Gelen heybetli kimse: - Bu nasıl senin sarayın ki, biri gelmeden biri gitmekte? diyerek geldiği gibi geri çıktı. İbrâhim bin Edhem o zâtın peşine düştü ve sordu: - Sen kimsin? O zât da: - Ben Hızır'ım, dedi. Başından geçen bir başka hâdise de şöyledir: Sen bunun için yaratılmadın Bir gün atının hazırlanmasını istedi ve av köpeğini de yanına alıp ava çıktı. Karşısına bir hayvan çıktı. Onu yakalamak için atını sürdü, gâibden: "Yâ İbrâhim sen bunun için yaratılmadın ve bununla emrolunmadın!" diye bir ses işitti. Durdu, sağına soluna baktı, hiç kimseyi göremedi. Atını tekrar sürdü. Biraz öncekinden daha kuvvetli ve daha açık: "Ey İbrâhim! Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emrolunmadın!" dendi. Durup, sağına soluna baktı, hiç kimseyi göremedi. Atını tekrar sürdü ve aynı sözleri tekrar işitti ve durdu: "Alemlerin Rabbinden bana bir îkâz geldi. Allahü teâlâya yemîn ederim ki bu günden sonra Allaha isyân etmeyeceğim. Rabbim, sâlih insan olmamı istiyor!" dedi. Bu hâdise üzerine pek fazla ağladı ve elbiseleri göz yaşlarıyla ıslandı. Sonra geri döndü. Bir çobana rastladı. Dikkat edince fakîr birisi olduğunu anladı. Onun abasını ve başlığını alıp kendi elbiselerini ona verdi. Her şeyi bırakıp Allahü teâlânın yoluna girdi.
"Ben de aynı şeyi söylüyorum!" 10 HAZİRAN 1996
İbrâhim bin Edhem Mekke-i mükerremeye ulaşabilmek için sahrayı on dört senede kat edebildi. Bir müddet gidiyor, iki rek'at namaz kılıyordu. Bu şekilde Mekke'ye ulaştı. İbrâhim bin Edhem hazretleri, bir gün Merv şehrine doğru giderken yolda âmâ bir adamcağızın köprüden geçerken, gözleri görmediği için nehre düşerken gördü. İbrâhim bin Edhem hazretleri, adamcağıza çok acıdı ve (Allahümmahfezhu = Ey Allahım. Onu muhâfaza et, koru!) diye duâ etti. Bunu söyleyince köprüden düşmekte olan âmâ, köprü ile nehir arasında, boşlukta kaldı, düşmedi. Etrafta bulunanlar, âmâyı tutup yukarı çektiler ve İbrâhim bin Edhem'in büyüklüğünü tasdîk ettiler. Kerâmeti açığa çıkınca, oradan uzaklaşıp Nişâbur'a gitti. Hep nefsinin ıslâhı ile meşgûl olmak, her ân Allahü teâlâya ibâdet ve tâatte bulunmak için, kendisine dünya meşgalelerinden uzak, sâkin bir yer aradı. Buzu kırarak abdest aldı Burada bulunan bir mağarada dokuz sene ibâdet etti. Bu mağarada bulunduğu bir gece yıkanması îcâb etti. Zemherir günleriydi ve çok şiddetli soğuk vardı. Buzu kırmak sûretiyle gusül abdesti aldı ve seher vaktine kadar ibâdet etti. Soğuktan donmak üzere olduğunu hissetti. "Isınmak için biraz ateş olsa veya üşümemek için sırtımda bir kürk olsa" diye hatırından geçti. Birden sırtında bir kürk bulunduğunu ve bedenini ısıtmakta olduğunu hissetti. Böylece, birazcık istirahat edip, uyumak imkânı hâsıl oldu. İbrâhim bin Edhem hazretleri, bu mağarada kalırken, insanlar onun hâlini anlamaya başladılar. Bu durumda, derhal mağarayı da terk etti ve Mekke-i mükerremeye doğru yola çıktı. Sahradan giderken bir zât ile karşılaştı. O zât kendisine İsm-i a'zam duâsını öğretti. Hızır aleyhisselâm ile görüştü. O, kendisine: "Sana ism-i a'zam'ı öğreten kimse, İlyas aleyhisselâm idi" dedi ve çok sohbet ettiler. Daha sonra, İbrâhim bin Edhem'in Nişâbur'da ikâmet ettiği mağarayı ziyâret eden Şeyh Ebû Saîd isminde bir zât, hayret edip: "Sübhânallah! O ne mübârek bir zâtmış. Burada bulunması bereketiyle burası öyle güzel kokuyor ki, eğer mağarayı misk ile doldursalar öyle güzel kokmaz!" dedi. İbrâhim bin Edhem Mekke-i mükerremeye ulaşabilmek için sahrayı on dört senede kat edebildi. Bir müddet gidiyor, iki rek'at namaz kılıyordu. Bu şekilde Mekke'ye ulaştı. Böyle bir zâtın gelmekte olduğunu, Harem-i şerîfte bulunan âlimler haber aldılar ve kendisini karşılamak üzere yola çıktılar. Böyle zâtları karşılamak âdetleriydi. Bırakın o kötü kimseyi! O ise, kimse beni tanımasın diye, bir kâfilenin önüne düşmüş geliyordu. Başka kimseler de kendisini karşılamak ve görmek istiyorlardı. Kâfilenin önünde bulunan İbrâhim bin Edhem'e yaklaşıp: - Acaba İbrâhim bin Edhem yaklaştı mı? Harem-i şerîfin âlimleri kendisini karşılamaya geliyorlar da... Dediler. O ise: - Bırakın o kötü kimseyi! Ondan ne istiyorsunuz? buyurdu. O kimseler, İbrâhim bin Edhem'in ensesine bir tokat vurdular ve: - Sen öyle yüksek bir zâta nasıl kötü diyebilirsin. Asıl sen kötü birisisin, dediler. İbrâhim bin Edhem de: - İşte ben de aynı şeyi söylüyorum, buyurdu. Onlar ayrılıp gittikten sonra kendi nefsine şöyle diyordu: "Sen ne kadar ahmaksın ve cüretlisin. Mekke âlimlerinin seni karşılamalarını mı arzu ediyorsun? Hâlbuki onlar mübârek ve muhterem zâtlardır. Böyle bir şeyi istemeye sen nasıl cesâret edebiliyorsun? Ama sen, tokat vurulmakla, sana asıl lâyık olana kavuştun." Kendisini tanıyıp özür dilediler. Çalışıp kazanarak, alın teri ile nafakasını temin ederdi.
.
Kayadan çıkan deve 22 HAZİRAN 1996
Senin bildirdiğin ilâh, büyük kayadan; kızıl tüylü, doğurmak üzere olan dişi bir deve çıkarsın. Taştan çıkan deve, çıkar çıkmaz doğursun. Sütü, yazın soğuk, kışın sıcak olsun, hasta içtiğinde şifâ bulsun, fakîr içtiğinde fakîrlikten kurtulsun. Sâlih aleyhisselâm, kavmini îmâna da'vete devam ediyordu. Da'vet esnasında birçok mu'cize göstermesine rağmen, yine îmân etmiyenler çoğunluktaydı. Kavminin reisi Cenda, Sâlih aleyhisselâma dedi ki: - Ey Sâlih, eğer doğru söylüyorsan ve peygamberliğini iddia ediyorsan, seni imtihan etmek istiyoruz. Bu imtihanı kazanırsan sana inanacağız. İmtihanımız şu: El-kâtibe ismindeki büyük kayadan, senin bildirdiğin ilâh, kızıl tüylü, doğurmak üzere olan dişi bir deve çıkarsın. Taştan çıkan deve, çıkar çıkmaz doğursun. Başka bir putperest ise, alaylı bir şekilde; - Sütü, yazın soğuk, kışın sıcak olacak, dedi. Bir başkası da; - Sütünü hasta içtiğinde şifâ bulacak, fakîr içtiğinde fakîrlikten kurtulacak, dedi. Buna söz veriyor musunuz? Diğerleri de başka başka özellikler istediler. Semûd kavminde deve çok kıymetliydi. Bunun için, mu'cize olarak deve istediler. Bu teklif karşısanda, Sâlih aleyhisselâm namaza durdu. Allahtan vahiy beklemeye başladı. Daha sonra vahiy gelerek, istedikleri şekilde bir devenin yaratılacağı bildirildi. Bunun üzerine Sâlih aleyhisselâm kavmine dedi ki: - Bu istedikleriniz olduğu takdirde, Allaha ve benim peygamberliğime inanacak mısınız? Buna söz veriyor musunuz? Semûd kavmi böyle bir şeyin olacağına ihtimâl vermedikleri için: - Söz veriyoruz. Hep birlikte sana tâbi olacağız, dediler. Sonra hep beraber o kayanın yanına geldiler. Sâlih aleyhisselâm duâ etti. Kaya yarıldı, içinden gebe bir deve çıktı. Deve, hayretler içinde bakışan halka dönüp: - Lâ ilâhe illallah Sâlih nebiyyullah. Ben Allahü teâlânın gönderdiği bir deveyim. Yaratıcımı tesbîh ederim. Beni mu'cize olarak gönderdi, dedi. Devede istedikleri bütün özellikler vardı. Bu kadar körlük yeter! Bu durum karşısında, kavmin reisi Cenda, yerinden kalkıp, Sâlih aleyhisselâmın yanına gitti. Alnından öpüp, îmân etti. Kavmine dönüp: - Ey Semûd halkı. Artık bu kadar körlük yeter! Sizi de îmâna da'vet ediyorum, dedi. Kendisi ile beraber, yüz kişi daha îmân etti. Diğerleri sihir olduğunu söyleyip inanmadılar. Sâlih aleyhisselâm, deveye kesinlikle zarar vermemelerini, aksi takdirde, büyük bir azâba düçâr kalacaklarını bildirdi. Deve, gündüz dağlarda, ovalarda dolaşır, akşam olunca şehre gelir, fasîh bir lisânla; - Kim süt almak isterse, gelip alsın, derdi. Sabahleyin şöyle seslenirdi: - Yâ İlâhî, benden süt içen ve Sâlih aleyhisselâma inanan kimselerin îmânlarını kuvvetlendir ve yakînlerini artır. İnanmıyanlara da dert ver! Semûd kavminden inanmayıp, devenin sütünden içenler, hastalanıyordu. Bu şekilde hastalananların sayısı zamanla çoğaldı. Bir gün bir araya gelip; - Bu deve bize hayır getirmedi. Bedenlerimize hastalık yapıyor. Bir kolayını bulup, bunu öldürelim, dediler. Fakat korkularından yanaşamıyorlardı. Sonunda, dokuz kişiyi kandırıp, deveyi bunlara öldürtmeyi plânladılar. Bunlar, deveyi yolda okla yaralayıp öldürdüler. Yavrusunu da öldürdüler. Daha sonra, bir sabah vakti, çok kuvvetli bir sesle hepsi helâk oldu.
.
Salih Aleyhisselam
|
Semûd kavmine gönderilen peygamber. Hazret-i Âdem’in on dokuzuncu batından torunudur.
Hûd aleyhisselamın peygamber olarak gönderildiği Ad kavmi, isyânları sebebiyle büyük bir azaba düşüp, helâk olmuştu. Îmân ettikleri için bu azaptan kurtulan insanlar ise kendilerine yeni yurtlar kurmak üzere çeşitli bölgelere dağıldılar. Bu dağılan insanlardan bir kısmı Semûd denilen kimsenin evlatlarıdır. Semûd kavmi, Şam ile Hicaz arasındaki Hicr denilen bölgede yerleşmişti. Bu sebeple “Eshâb-ül-Hicr” de denilen bu kavim, gün geçtikçe çoğalıp büyüdü. Dokuz kabîleden meydana geldi. Çok çalışıp, bağlar, bahçeler yetiştirdi. Çöllerin kuru sıcağından kurtulup, dağları oyarak tepelere saraylar, ovalara köşkler kurdular. Sanatta ve servette iyice ilerlediler. Ancak, zevk ve safâya düşüp daha önce kendilerine Hûd aleyhisselam tarafından bildirilen, hak dinden yavaş yavaş uzaklaşmaya başladılar. Kabîle reislerinin de zulme ve haksızlığa başlamaları üzerine, gittikçe çözülen, Semûd kavmi, nihâyet ağaçtan ve taştan putlar yapıp tapmaya başladılar. Saptıkları kötü yolda sürüklenerek, tevhid esâsından, Allahü teâlâya îmân etmekten tamâmen uzaklaştılar. Câhil ve azgın bir kavim oldular.
Sâlih aleyhisselam, bu kavim arasında herkesle iyi geçinen, fakirlere yardım eden, zayıfları koruyan ve üstün ahlâkıyla sevilen bir zâttı. Kırk yaşlarına geldiği sırada, Allahü teâlâ onu Semûd kavmine, doğru yolu göstermek üzere peygamber olarak gönderdi. Sâlih aleyhisselam kavmini îmâna dâvet edip, putlara tapmaktan, zulümden ve diğer bütün kötülüklerden uzak durmalarını ısrarla söyledi. Kavmine; “Gerçekten ben size gönderilen güvenilir bir peygamberim. Artık Allah’tan korkun, bana itâat edin.” diyerek dâvetini açıkladı.
Sâlih aleyhisselamın bu dâveti karşısında pek az kimse îmân etti. Kavmin çoğunluğu îmân etmemekte direndi. Servetlerine güvenen, zevk ve safâ içinde kendinden geçip, zulme başvuran inkârcılar, Sâlih aleyhisselama; “Sen de bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsin!” diyorlar, onu, “büyülenmiş, yalancı” sayıyorlardı. Sâlih aleyhisselam ise kavmini îmâna dâvet etmeye devam ediyor ve şöyle diyordu:
“Ey Semûd kavmi! Siz içinde bulunduğunuz bu güzel bağ ve bahçelerle, bu yemyeşil ekinler, altın başaklarla, güzel hurmalarla ve çağlayan sularla berâber ebedî olarak burada kalacağınızı mı zannediyorsunuz? Bu evleri kim yaptı. Şimdi kim oturuyor, hiç düşünüyor musunuz? Bu bağların ve bahçelerin ilk sâhipleri kimlerdi, şimdi kim oturuyor? Belki onlar da sizin gibi kendilerini burada ebedî kalacak zannediyorlardı. Fakat hepsi ölüp gittiler. Siz de gelip geçenler gibi öleceksiniz. Bunlar size kalmayacak. Âhirette, yaptıklarınızdan birer birer hesâba çekileceksiniz. Henüz fırsat eldeyken bana tâbi olun. Şunu iyi bilin ki, bugün sizi aldatıp, Allah’a isyân ettirenler, ilâhî azaptan kendilerini de sizi de kurtaramayacaklardır. Çünkü onlar da sizin gibi âciz insanlardır.”
Allahü teâlâ, Semûd kavmine isyân ve taşkınlıktan vaz geçmeleri için, kadınlarını kısır bıraktı. Ağaçlar kuruyup meyve vermedi. Semûdluların bir kuyu hâricindeki bütün suları kurudu. Sâlih aleyhisselama kin ve öfkeyle gelen Semûdlular: “Ey Sâlih! Aramıza fesâd karıştırdın. Mallarımıza, çoluk-çocuğumuza, bize zarar verdin. Buradan çekil git. Yoksa seni öldürürüz.” dediler. Sâlih aleyhisselam bir müddet onlardan ayrılıp tenhâ yerlere gitti. Bir müddet sonra tekrar dönüp Semûdluları îmâna dâvet etti. Semûd kavmi, Sâlih aleyhisselamdan mucize göstermesini istedi. Ancak mucizeleri gördükleri hâlde yine îmân etmediler.
Yine bir gün Sâlih aleyhisselama gelip: “Eğer doğru söylüyorsan, şu dağdaki sarp kayalardan kızıl tüylü ve doğurmak üzere olan bir dişi deve çıksın. O zaman sana îmân ederiz.” dediler. Bunu istemekten maksatları akıllara durgunluk verecek, insanları şaşırtacak bir iş isteyip, yapamamasını ve mahcup olmasını düşündüler.
Sâlih aleyhisselam; “Allahü teâlâ her şeye kâdirdir, böyle bir mucize görürseniz, dağdan akan pınar suyunun bir gün deveye, bir gün size âit olmasına râzı mısınız?” dedi. Semûd kavmi böyle bir şey olamayacağını düşünerek; “Bu şartı da kabul ediyoruz.” dediler.
Sâlih aleyhisselamın bu şarttan maksâdı; dağdan gelen pınar suyunun az olması ve azgın insanların sâhiplenmesi sebebiyle zor durumda kalan kimselere yardımcı olup, devenin hissesi olan suyu fakir ve zayıflara vermekti.
Sâlih aleyhisselam onlara; “Benimle sözleştiğinizi unutmayın, şâyet deve çıkınca ona bir zarar verirseniz ve verdiğiniz sözlerde durmazsanız acı bir azâba uğrarsınız.” dedi. Semûd kavmi; “Sen deveyi çıkar, her istediğini kabul edeceğiz. Aksine bir iş yaparsak azâbı da kabul ediyoruz.” dediler. Nihâyet devenin çıkmasını istedikleri dağın kayalıkları önünde toplanıp, beklemeye başladılar.
Sâlih aleyhisselam böyle bir mucize vermesi için Allahü teâlâya dua etti ve duası kabul oldu. Kaya yarılıp, arasından istedikleri gibi bir deve çıktı. Deve, iki yana dizilip hayret ve şaşkınlıktan donakalan Semûd kavmi arasından salına salına yürümeye başladı. Sonra da bir yavru doğurdu. Bu mucizeyi görenlerden bir kısmı îmân etti. Diğer bir kısmı ise menfaatlerinin ve zulümlerinin ortadan kalkacağını görerek bir türlü îmân etmediler. Sâlih aleyhisselam onlara sözlerinde durmalarını, aksi takdirde ağır bir azâba düşeceklerini söyledi. Fakat inad ve inkârdan vazgeçmediler. Suyun taksimi işi de kendilerine ağır gelip kendilerine göre çâreler aramaya başladılar.
Mucize olarak kayadan çıkan deve, yavrusuyla birlikte her tarafı dolaşıyor, su içme nöbeti olduğu gün de suyun başına gelip suyu tamâmen içiyordu. Su içmesi de ayrı bir mucize olup tonlarca su içiyor, su vücûdunda kayboluyordu. Suyu içip bitirince, su çıkan yerde oturuyordu. Îmân edenler, ondan bir kabîleye yetecek kadar bol süt sağıyorlar, sütten içiyor ve yiyecekler yapıyorlardı. Böylece inananların îmânı kuvvetlenir, inkârcıların kinleri artardı. Bu mucize karşısında âciz kalan Semûd kavmi, deveyi öldürmeyi plânlıyordu. Nitekim, Sâlih aleyhisselamın nasîhat edip, îmân etmeye çağırdığı bir sırada, onlar, su içmekte olan deveyi göstererek; “Güyâ şu deveyi öldürsek biz helâk olacakmışız! Onu öldürelim de gör!” dediler.
Nihâyet çeşitli plânlar kurarak deveyi öldürdüler. Sonra da Sâlih aleyhisselama; “İşte deveyi öldürdük. Eğer söylediğin gibi bir peygambersen söylediğin azâbı getir.” dediler.
Sâlih aleyhisselam bu azgın kavme şefkat ve merhâmetle nasîhat edip; “Ey kavmim! Nedir bu yaptığınız? Sizin için bir imtihan vesîlesi olan deveyi de öldürdünüz. İnkârda ve günahkârlıkta ısrar ettiniz. Buna rağmen tövbe kapısı açıktır. Neden azâbın gelmesini istiyorsunuz, tövbe ediniz!” dedi. Bu son dâvete de sert cevaplar veren Semûd kavmi, Sâlih aleyhisselamı, âilesini ve îmân edenleri de öldürmeyi plânlamaya başladılar.
Sâlih aleyhisselam bu azgın kavme şöyle dedi: “Yurdunuzda üç gün daha kalın, birinci gün yüzünüz sararacak, ikinci gün kızaracak, üçüncü gün siyahlaşacak, dördüncü gün ise üzerinize azâb gelerek sizi helâk edecektir!”
Sâlih aleyhisselamın söylediği bu günler gelip çattı. Bu sırada Semûd kavmi Sâlih aleyhisselamı ve inananları öldürme teşebbüsüne giriştiler. Onlar harekete geçmeden, Cebrâil aleyhisselam gelip, durumu Sâlih aleyhisselama bildirdi. Sâlih aleyhisselam da îmân edenlerle birlikte oradan uzaklaşıp gitti.
Birinci günde bâzı acayib hâller zuhûr etti. Devenin bastığı yerlerden kan fışkırdığı, ağaçların yapraklarının kızardığı, kuyu suyunun kan renginde ve insanların yüzlerinin sapsarı olduğu görüldü. İkinci günde Semûdluların yüzleri kana boyanmış gibi kıpkırmızı oldu. Bu belirtileri gören Semûdlular azâbın geleceğine kanâat getirip feryât ettiler. Yüzlerinin siyahlaştığı üçüncü gün, evini sarıp hücum ettikleri Sâlih aleyhisselamın, şehirden çıkıp gittiğini anladılar. O gün, gece yarısından sonra, sabaha karşı şiddetli bir sarsıntı ve dağlardan fışkıran ateş ile Semûd kavminin yurdu altüst oldu. Sayhanın (sarsıntının) şiddetinden hepsinin ödleri patladı. Hepsi helâk olup gittiler. Bundan sonra da yurtları hiç mâmur edilmedi. Sanki hiç insan yaşamamış bir yer hâlini aldı.
Semûd kavmi helâk edildikten sonra Sâlih aleyhisselam, îmân edenlerle birlikte gelip, yerle bir edilen şehre ibretle bakarak; “Ey kavmim! Sizden hiçbir ücret istemeden, sizi sâdece Allahü teâlâya îmân etmeye dâvet ettim ve bunu size tebliğ ettim. Bu duruma düşmeyesiniz diye, size nice nasîhatlar yaptım. Fakat siz dinlemediniz. Sonra bu azâba uğradınız!” dedi.
Sâlih aleyhisselam, kavminin helâkinden sonra kendisine îmân edenlerle birlikte Mekke’ye veya Şam taraflarına gitti. Remle kasabasına yerleşti. Hadramût tarafına gittiğine dâir rivâyetler de vardır.
Kur’ân-ı kerîmin değişik âyet-i kerîmelerinde, Sâlih aleyhisselamdan ve kavminden bahsedilmekte olup, Semûd kavminin helâk edilişi meâlen şöyle bildirilmektedir:
Semûd kavmine gelince: Biz onlara doğru yolu gösterdik de onlar, körlüğü (câhillik ve sapıklığı) hidâyete tercih ettiler. Bunun üzerine onları, kazandıkları (işledikleri) günâh yüzünden şiddetli azap yıldırımı yakalayıverdi. Îmân edip de azâbımızdan korkanları ise kurtardık. (Fussilet sûresi: 17-18)
Sâlih aleyhisselamın mucizeleri:
1. Kayadan deve çıkartması.
2. Sâlih aleyhisselamın kavminin bulundukları yerde hamt denilen meyvesiz ağaçlardan başka ağaç yoktu. “Hak peygambersen, bu ağaçlar meyve versin!” diye kendisine mucize teklifinde bulundular. Sâlih aleyhisselam dua edince, bu ağaçların hepsi çeşit çeşit meyveler verdi.
3. Sâlih aleyhisselamın duası bereketiyle büyük taştan su çıkmıştır.
4. Sâlih aleyhisselamın çadırına ateş tesir etmemiştir. Şöyle ki, kavmi koyuncu idi. Senenin bâzı aylarını sahralarda, yaylalarda çadır kurarak geçirirlerdi. Îmân etmeyenlerden biri, gizlice Sâlih aleyhisselamın çadırını ateşe verince, çadır yanmağa başladı. Bunun üzerine kavminden kâfir olanlar; “Hak peygamber isen, çadırındaki yangını söndür!” diye alay etmeye, eğlenmeye başladılar. Hazret-i Sâlih, yangının sönmesi için dua edince, kendi çadırı kurtulup, ateş kâfirlerin çadırlarına geçti ve hiçbir çadır kalmayıp, içindeki eşyâlarla berâber, yanıp kül oldu.
.Hürmetsizliğin cezâsı 24 HAZİRAN 1996
.Edebinin güzelliği ile, Allahü teâlâyı ve Resûlünü râzı ettin. Ben senin, sanki Bağdat'ta bir kürsîde oturduğunu, çok yüksek bilgiler anlattığını, zamanındaki bütün evliyânın, senin onlara olan yüksekliğin karşısında boyunlarını eğmiş hâlde olduklarını görüyorum. Ebû Sa'îd Abdullah ve İbn-üs-Sakkâ ve Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî daha küçük yaşta iken ilim öğrenmek için Bağdat'a gittiler. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri o zaman çok genç idi. Hâce Yûsüf-i Hemedânî hazretlerinin, Nizâmiyye Medresesi'nde va'z ettiğini duymuşlardı. Bunlar, onu ziyâret etmeye karar verdiler. İbn-üs-Sakkâ: - Ona bir soru soracağım ki cevâbını veremeyecek, dedi. Ebû Sa'îd Abdullah: - Ben de bir soru soracağım. Bakalım cevap verebilecek mi? dedi. Küçük yaşına rağmen büyük bir edeb timsâli olan Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de: - Allah korusun. Ben nasıl soru sorarım? Sâdece huzûrunda beklerim, onu görmekle şereflenir, bereketlenirim, dedi. Nihâyet-i Yûsüf-i Hemedânî hazretlerinin bulunduğu yere vardılar. Yazıklar olsun sana! Hemedânî hazretleri İbn-üs-Sakkâ'ya dönerek: - Yazıklar olsun sana, ey İbn-üs-Sakkâ! Demek bana, cevâbını bilemeyeceğim suâl soracaksın ha! Senin sormak istediğin suâl şudur. Cevâbı da şöyledir, diye cevapladıktan sonra, Senden küfür kokusu geliyor, buyurdu. Sonra Ebû Sa'îd Abdullah'a dönerek: - Sen de bana bir suâl soracaksın ve bakacaksın ki, ben o suâlin cevâbını nasıl vereceğim? Senin sormaya niyet ettiğin suâl şudur, diyerek cevapladıktan sonra: Fakat sen de edebe riâyet etmediğin için, ömrün hüzün, sıkıntı ile geçecek, buyurdu. Sonra Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerine döndü: - Ey Abdülkâdir! Bu edebinin güzelliği ile, Allahü teâlâyı ve Resûlünü râzı ettin. Ben senin Bağdat'ta bir kürsîde oturduğunu, çok yüksek bilgiler anlattığını ve yine senin zamanındaki bütün evliyânın, senin onlara olan yüksekliğin karşısında boyunlarını eğmiş hâlde olduklarını görüyor gibiyim buyurdu ve sonra gözden kayboldu. Kendisini bir daha görmediler. Aradan uzun seneler geçti. Hakîkaten Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, zamanında bulunan evliyânın en üstünü, baş tâcı oldu. Öyle yüksek derece ve makamlara kavuştu ki, insanlardan ve yüksek zâtlardan herkes gelerek, mübârek sohbetlerinden istifâde ederlerdi. Zamanında bulunan bütün evliyâ, onun kendilerinden çok yüksek olduğunu bilirler ve üstünlüğü karşısında boyunlarını bükerlerdi. Kız için hıristiyan oldu İbn-üs-Sakkâ'ya gelince; o Yûsüf-i Hemedânî ile aralarında geçen o hâdiseden sonra, dînî ilimlerle meşgûl oldu. Çok güzel konuşurdu. Cenâb-ı Hakkın varlığını yüz delil ile ispat eder hâle geldi. Şöhreti zamanın sultanına ulaştı. O da bunu elçi olarak Bizans'a gönderdi. Hıristiyanlar buna çok alâka gösterdiler. Orada İmparatorun kızına aşık oldu. Kız, hıristiyan olursan o zaman seninle evlenirim deyince, nihâyet, hıristiyan oldu. Bu defa da yüz delil ile ilâhın üç olduğunu ispata kalkıştı. Bu hâdiseyi anlatan zât diyor ki: "Bir gün onu gördüm. Hasta idi. Ölmek üzere idi. Ben yüzünü kıbleye döndürdüm. O başka tarafa çevirdi. Tekrar kıbleye döndürdüm. O tekrar başka tarafa çevirdi ve öylece öldü." Ebû Sa'îd Abdullah ise Şam'da çeşitli vazîfelerde bulundu. Çeşitli sıkıntılar ile hayatı geçti. Yûsüf-i Hemedânî hazretlerinin, her üçü hakkında da söylediği aynen meydana geldi. Yûsüf-i Hemedânî hazretleri, dünyaya kıymet vermezdi. Odasında hasır, keçe, ibrik, iki yastık ve bir tencereden başka birşey bulanmazdı. Talebelerine, dört büyük halîfenin menkıbe ve fazîletlerinden bahseder, onlar gibi ahlâklanmalarını nasîhat ederdi.
.
Gemileri yaktıran Endülüs fâtihi 7 TEMMUZ 1996
.Ey mücâhid kardeşlerim! Görüyorsunuz, arkamızda deniz, önümüzde düşman var. Artık geriye dönüşümüz kalmadı. Düşmana saldırıp, bu toprakları almaktan başka çâremiz yoktur. Sıkıntılara, tehlîkelere katlanmadan, rahata kavuşulamaz. Târık bin Ziyâd, Emevîler zamanında, Afrika'nın fethi ile görevlendirilmiş, Mûsâ bin Nusayr'ın azâdlı kölesidir. Mûsâ bin Nusayr, onda, sağlam karakter, kahramanlık, azim ve irâde, isâbetli karar verme, fasîh konuşma, dinliyenlerde derin te'sîrler uyandıracak kuvvetli bir hitâbet görünce, onu Endülüs'ü (İspanya'yı) fetihe gönderdi. Târık bin Ziyâd, emrindeki dört gemi ve yedibin asker ile 711 yılında Endülüs'e hareket etti. Yolculuk esnâsında, geminin güvertesinde kendisini hafif bir uyku hâli kapladı. Rü'yâda karşısında Peygamber efendimiz vardı. Resûlullah ve Eshâbı, kılıçlarını kuşanmış, yaylarını germiş, düşmana hücûm etmek üzereler. Peygamber efendimiz: - Ey Târık!.. Yoluna devam et! buyurdu. Sonra, önde Târık bin Ziyâd olmak üzere, Endülüs'e girdiler. Târık bin Ziyâd uykudan uyandığında, sevincinden yerinde duramıyordu. Endülüs'ün fethinden artık emîn idi. Savaştan dönmeyin!.. Askerler, İspanya'nın güneyinde gemilerden inip karaya çıktılar. Târık bin Ziyâd bütün gemileri yaktırdı. Sonra da askerlerine şöyle hitâp etti: - Ey mücâhid kardeşlerim! Görüyorsunuz, arkamızda deniz, önümüzde düşman var. Artık geriye dönüşümüz kalmadı. Düşmana saldırıp, bu toprakları almaktan başka çâremiz yoktur. Ey askerlerim, bize ancak doğruluk ve sabır yaraşır. Kısa zamanda, düşmana saldırıp, hedefe varamazsak, kendimizi telef etmiş ve karşı tarafa cesâret vermiş oluruz. Bunun için herhâlükârda, düşmanı yenmemiz gerekmektedir. Biliyorum ölümden korkmazsınız fakat, ölmek çâre değildir. Hedefimiz ölmek değil, İslâmı yaymaktır. Ey askerlerim, benim durumum da sizinkinden farklı değildir. Bildirdiğim tehlîkeler, aynen benim için de geçerlidir. Kendimi tehlîkeden bertaraf edip, sizleri ölüm ile karşı karşıya getirmiş değilim! Sıkıntılara, tehlîkelere katlanmadan, rahata kavuşulamaz. Sıkıntılara katlanın ki, sonunda tatlı meyveleri toplıyalım. Halîfemiz sizin yiğitliğinizi, kahramanlığınızı bildiği için bu işle görevlendirdi. Yapacağınız kahramanlık asırlarca anılacak, bütün müslümanlardan hayır duâ alacaksınız. Savaşta, sizden önde olacağım, bütün gücümle düşmana saldıracağım. Düşman komutanını bizzat kendi elimle öldüreceğim. Eğer, hedefe varamadan şehîd düşersem, hemen içinizden birini komutan ta'yîn edin, savaştan dönmeyin!.. "Gemileri yakmak" ta'bîri Târık bin Ziyâd'ın bu ateşli sözleri, müslüman eskerleri heyecanlandırdı. Herşeyi unutup, bir an evvel düşmana saldırmayı düşünmeye başladılar. "Gemileri yakmak" ta'bîri işte bu hâdiseden beri kullanılır oldu. Nihâyet iki ordu karşı karşıya geldi. Düşman eskerleri 100 bin civârındaydı. Târık bin Ziyâd elçiler göndererek şu teklîfte bulundu: - Seni ve halkını İslâma da'vet ediyoruz. Müslüman olursanız kardeşim olursunuz, bağrımıza basarız. Kabûl etmezseniz, cizye ve harac vererek canınızı kurtarırsınız. Bunu da reddederseniz, aramızı kılıç düzeltecektir. Kral, askerlerinin çokluğuna güvenerek, bu teklîfi kabûl etmedi. Müthiş bir savaş başladı. Târık bin Ziyâd, akıl almaz bir şekilde savaşıyordu. Çarpışa çarpışa, Kral Roderiche ulaştı. Seri bir kılıç darbesiyle onu yere serdi. Krallarının öldüğünü gören, düşman askerleri, şaşkın şekilde, sağa-sola kaçmaya başladılar. Mücâhidler, kısa zamanda, düşman askerlerinin çoğunu kılıçtan geçirdiler ve bir kısmını da esîr aldılar. Müslümanlar böylece, 275 sene hüküm sürecekleri, İspanya'ya (Endülüs'e) girmiş oldular. Burada, Avrupalılara insanlığı, medeniyeti öğrettiler
.
.Müslüman, müslümanın kardeşidir 13 TEMMUZ 1996
.
.Din kardeşinin ayıbını, utanç verici hâlini görüp de, bunu örten, gizliyen kimse, islâmiyetten önce arabların yaptıkları gibi, diri gömülen kızı mezârdan çıkarmış, ölümden kurtarmış gibidir. Gerçek müslüman, dînine, anasına, babasına, hocasına, âmirine, memleketin büyüklerine ve kanûnlara karşı son derecede saygılıdır. Lüzûmsuz şeylerle uğraşmaz. Ancak faydalı şeylerle meşgûl olur. Kumar oynamaz, vaktini boş geçirmez, yalan söylemez, sözünde durur. Sâf sûresinde meâlen, (Ey îmân edenler! Yapmadığınız bir şeyi niçin söylersiniz? Yapamadığınız şeyi yaptık demeniz, Allah katında büyük öfkeye sebep olur) buyurulmuştur ki, bu da, bir insanın yapamıyacağı bir şeyi va'd etmesinin, onu Allah katında kötü kişi yapacağını göstermektedir. Gerçek müslüman, ibâdetini tam yapar. Allahü teâlâya olan şükrân borcunu öder. İbâdetini, yalnız lâf olsun veya yasak ortadan kalksın diye yapmaz. İbâdetini, büyük bir arzû, istek, sevgi ile yapar. Allahü teâlâdan korkmak Allahü teâlâdan korkmak demek, O'nu çok sevmek demektir. İnsan, nasıl çok sevdiği bir kimsenin üzülmesini istemez ve onu üzeceğim diye korkarsa, Allahü teâlâya ibâdet de, O'na olan sevgimizi isbâtlıyacak bir şekilde yapılmalıdır. Allahü teâlânın bize verdiği ni'metler o kadar çoktur ki, O'na olan şükrân borcumuzu ancak, O'nu çok severek ve O'na candan ibâdet ederek ödemeye çalışmalıyız. İbâdetin, muhtelif nevileri vardır. Bir kısmı, Allahü teâlâ ile kul arasındadır. Allahü teâlâ, kendisine ibâdette kusûr edenleri belki affeder. Başkasının hakkına ri'âyet etmek de ibâdettir. Başkalarına fenâlık edenleri ve üzerinde başkasının hakkı bulunanları, hak sahipleri affetmedikçe aslâ affetmez. Şu hadîs-i şerîfler, gerçek müslümanın özelliklerini açık şekilde bildirmektedir: İnsanlara merhamet etmiyene, Allahü teâlâ merhamet etmez. Satın alınan bir gömleğe verilen paranın onda dokuzu helâl ve onda biri harâm olsa, bu gömlekle kılınan namazı, Allahü teâlâ kabûl etmez. Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez. Onun yardımına koşar. Onu, küçük ve kendinden aşağı görmez. Onun kanına, malına, ırzına, nâmûsuna zarar vermesi harâmdır. Allaha yemîn ederim ki, bir kimse kendisi için sevdiğini, din kardeşi için de sevmedikçe îmânı tamam olmaz. Allaha yemîn ederim ki, kötülüğünden komşusu emîn olmıyanın, îmânı yoktur. Ya'nî, gerçek mü'min değildir. Kalbinde merhameti olmıyanın îmânı yoktur. Ya'nî kâmil, olgun müslüman değildir. İnsanlara merhamet edene, Allahü teâlâ merhamet eder. Küçüklerimize acımayan ve büyüklerimize saygılı olmıyan, bizden değildir. İhtiyârlara saygı gösteren ve yardım eden ihtiyârlayınca, Allahü teâlâ ona da yardımcılar nasîb eder. Allahü teâlânın sevdiği ev, yetîm bulundurulan ve ona iyilik yapılan evdir. Yanında birini gıybet edeni susturan kimseye, Allahü teâlâ dünyada ve âhirette yardım eder. Gücü yeterken susturmazsa, Allahü teâlâ onu dünyada ve âhirette cezâlandırır. Ayıpları örtücü olmalıdır Din kardeşinin ayıbını, utanç verici hâlini görüp de, bunu örten, gizliyen kimse, islâmiyetten önce arabların yaptıkları gibi, diri gömülen kızı mezârdan çıkarmış, ölümden kurtarmış gibidir. İki arkadaştan Allahü teâlâ indinde daha iyi olanı, arkadaşına iyiliği daha çok olanıdır. Bir kimsenin iyi veya kötü olduğu, müslüman komşularının, onu beğenip beğenmemesi ile anlaşılır. Çok namaz kılan, çok oruç tutan, çok sadaka veren, fakat dili ile komşularını inciten kimsenin gideceği yer Cehennemdir. Namazı, orucu, sadakası az olup, dili ile komşularını incitmiyenin yeri Cennettir. Allahü teâlâ, dünyalığı, dostlarına da düşmanlarına da vermiştir. Güzel ahlâkı ise, yalnız sevdiklerine vermiştir. (İyi huylu olan kâfirlerin ölümleri yaklaşınca, îmâna kavuşacakları umulur sözünün doğru olduğu buradan da anlaşılmaktadır.) Bir kimsenin ırzına, malına saldıranın sevâbları, kıyâmet günü o kimseye verilir. İbâdetleri, iyilikleri yoksa, o kimsenin günâhları buna verilir.
.
|
"Bizim yolumuzun esası halka hizmettir" 22 TEMMUZ 1996
"Ben bu yolu, tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettim. Herkesi bir yoldan götürürler. Bizi hizmet yolundan götürdüler. Hayır umduğum herkese hizmet ederim." Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri evliyânın büyüklerindendir. Daha çocuk iken, üstün hâllere kavuşmuş olup, kerâmetleri görülüyordu. Kendisi şöyle anlatmıştır: "Mektebe gider, gelirdim. Gönlüm dâimâ Allahü teâlâ ile idi. Bir ân O'nu unutmazdım. Kış günü, bir yerden geçerken ayağım çamura battı. Kurtulmaya çalışırken ayakkabım düştü. O sırada bir gaflet hâli oldu. Buna çok üzüldüm. Hüngür hüngür ağlamaya başladım. O zaman, herkesi kendim gibi her ân Allahü teâlâyı hatırlar sanırdım. Bülüğ yaşına erişinceye kadar, Allahü teâlâdan gâfil olanlar bulunduğunu anlıyamamıştım. Sonradan anladım ki, Allahü teâlâdan gâfil olmamak, Allahü teâlânın yalnız ba'zı kullarına mahsûs ilâhi bir lütfu imiş. Ancak sıkı bir çalışmayla elde edilebilir. Hattâ ba'zılarınca, bununla bile elde edilemez bir keyfiyet olduğunu anladım." Kalb gözü açıldı Bir zaman üç günlük yolla gidip bir hayvaan yükü buğday almıştı. Memleketine geri dönünce buğday aldığı kimseden duâ istemeyi unuttuğunu hatırladı. Çünkü her görüştüğü kimseden ayrılırken mutlakaa duâ isterdi. Bu kimseden duâ istemeyi unuttuğuna çok pişman oldu. Derhal geri dönüp, üç gün yolculuktan sonra o adamı buldu. Yanına vararak tevâzu ile kendisine duâ etmesini istedi. Onun yüzüne şaşkın ve hayret dolu ifâdelerle bakan zât dedi ki: - Şimdi sen sadece duâ istemek için mi bu kadar yolu aşıp buraya geldin? Zannediyorum ki büyüklerin söyledikleri; "Her gelene Hızır, her geceyi kadir bil" sözüne göre hareket ediyorsun. Fakat be, hiçbir özelliği olmayan, kendi hâline yaşayan bir kimseyim. O aradıkların bende yoktur. Ubeydüllah-i Ahrâr, duâ etmesi için yalvarmaya devam etti. O kimse, Ubeydüllah-i Ahrâr'ın yalvarışına dayanamayarak ellerini kaldırdı ve; "Allahü teâlâ senin kalb gözünü açsın" diye duâ etti. Bu duâ bereketiyle Ubeydüllah-i Ahrâr'ın kalb gözü açıldı. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri yirmi dokuz yaşında iken, ilim tahsîlini tamamlayıp, tasavvufta yüksek derecelere kavuşmuştur. Yirmi dokuz yaşından sonra memleketine dönüp, helâl kazanmak için zirâatle ve insanlara doğru yolu göstermekle meşgûl olmaya başladı. Kısa zamanda mahsûlleri o kadar bereketli oldu ki idâresi için vekil tâyin etti. 1300'den fazla çiftliği vardı. Herbirinde üç bin amele çalışırdı. Allahü teâlâ onun mahsûlüne öyle bir bereket verdi ki, her sene sekiz yüz bin batman zâhire uşur verirdi. Ubeydüllah-i Ahrâr, tenhâda olsun, kalabalıkta olsun, zâhiri ve bâtınî edeblere çok dikkat ederdi. Sabaha kadar hep iki diz üstü oturduğu çok olurdu. Hizmetinde olanlara ve herkese, ihsânları, lütufları çoktu. Meşakkati, zorluğu kendisi yüklenip başkalarının rahatını, kendi istirahatine tercih ederdi. Ömrü boyunca kimseden bir şey almamış, verilen şeyleri kabûl etmemiştir. Birisi, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerini evliyânın büyüklerinden biri olarak işitip, O'nu görmeye gitti. Yolda giderken gördüğü, çiftlikleri, bahçeleri sorduğunda, hep Hoca Ahrâr hazretlerinindir, dediler. Kendi kendine, bu nasıl evliyâlıktır. Allah adamının bu kadar dünyalığı mı olur diye, düşündü. Dergâhına varınca, kendisini huzuruna çıkardılar. Talebeleri ile sohbet ediyordu. O da bir kenara oturdu. Çok kıymetli örtüler ile süslenmiş bir kürsüde va'zediyordu . Üzerinde de en kıymetli kumaştan dikilmiş kaftan vardı. Başında da, gösterişli, şatafatlı bir sarık vardı. Görünüşe aldanma! Bu hâlleri de görünce, "Bu Allah adamı değil" diye kararını verdi. Bu sırada kendisini yanına çağırdı. Kaftanını kaldırıp altını gösterdi. İçinde, tenine değen kıldan yapılmış kalın bir elbise vardı. Oturduğu yere yakından bakınca da, ağaçtan kuru bir iskemlede oturduğunu gördü. Kıl elbisenin vereceği ızdırabı düşündü. Bu sırada Hoca Ahrâr hazretleri, kulağına eğilip, "Görünüşe bakıp hemen karar verme! Görünüş çoğu zaman insanı yanıltır!" buyurdu. Ubeydüllah-i Ahrâr'ın, bütün ömrü boyunca tanıdıklarına ve tanımadıklarına, dost düşman herkese yardım ve şefkati pek çok idi. Hiç kimseyi ayırt etmeden yaptığı iyilik ve hizmetler dillere destan idi. "Ben bu yolu, tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettim. Herkesi bir yoldan götürürler. Bizi hizmet yolundan götürdüler. Hayır umduğum herkese hizmet ederim" buyurmuştur.
Derviş olayım dersen... 23 TEMMUZ 1996
Benim Sultâna olan sevgim ve onun bana olan ihtiyâcı, bize asıl vazîfemizi unutturacak kadar fazladır. Dostluğumuz, birçok vatandaşın işinin yarım kalmasına sebep olacak. Sonunda dayanamayıp pâdişâhlığı bırakmak isteyecek. Bunun için kabûl etmedim. Vefâ Konevî hazretleri, hacca gitmişti. Deniz yolu ile dönerken, yolda hıristiyan korsanları tarafından gemisi yağma edilip, kendisi esîr edildi. Rodos Adası'na götürülüp hapsedildi. Zamanının gözüpek kahramanlarından Kahramanoğlu İbrâhim Bey tarafından esîr alanlara para verilmek sûretiyle esâretten kurtarıldı. Hürriyetine kavuştu. İstanbul'a dönüşlerinde, şimdi kendi ismi ile anılan "Vefâ" semtine yerleşti. Vefâtına kadar burada yaşadı. İnsanlara doğru yolu göstermek, dînimizin emir ve yasaklarını bildirmek ile meşgûl oldu. Sözleri gâyet beliğ ve açık olup, dinleyenlerin kolaylıkla anlıyabileceği şekildeydi. Çok ibâdet ettiğinden, sohbetine gelenleri ancak belli vakitlerde kabûl ederdi. Sohbetleri pek tatlı olup, herkesin onu dinlemek ve yüzünü görmek için âşık olduğu bir zâttı. Sözleri hikmetli ve te'sîrli idi. Din husûsunda hiç tâviz vermezdi. Bu husûsta titiz ve celâlli idi. Dünyaya düşkün olmayanlar ile sohbet etmeyi severdi. Zamanın meşhûr kimseleri kapısına gelir, sohbetine kavuşmak için kabûl etmesini beklerdi. Sultanı kabûl etmedi Bir defasında, Fâtih Sultân Mehmed Han kapısına kadar geldiği hâlde onunla görüşmemiştir. O da üzülerek, geri dönüp gitmiştir. Onunla görüşmemesinden dolayı kendisi de üzülmüş, hattâ gözlerinden iki damla göz yaşı yanaklarına inmiştir. Yanında bulunanlar dedi ki: - Efendim neden pâdişâhı kabûl etmediniz? Hem siz buna üzüldünüz, hem de o üzüldü. Ebü'l Vefâ hazretleri gözünden akan iki damla göz yaşını eliyle silerek buyurdu ki: - Doğru söylersiniz. Ama inanıyorum ki, benim ona olan sevgim ve onun bana olan ihtiyâcı, bize asıl vazîfemizi unutturacak kadar fazladır. Dostluğumuz, sohbetimiz, birçok vatandaşın işinin yarım kalmasına sebep olacak. Sonunda dayanamayıp pâdişâhlığı bırakmak isteyecek. Şimdi anladınız mı Sultânı niçin kabûl etmediğimi? Bir bahar günü Vefâ hazretlerine, "Mevsim güzel, hava çok hoş. Allahın rahmet eserlerini görmeniz için dışarı çıkmanızı istirham ederiz" dediklerinde; "Bugün müsâade edin. Akşam, her zaman yediğimden bir lokma daha fazla yiyeyim de, dışarı çıkacak kuvvetim olsun" buyurdu. Kendisine, "Şehrimize, şu kadar ağırlıktaki taşı kaldıran ve şu kadar ağır yük taşıyan birisi geldi" dediklerinde; "Abdest ibriğini taşımak, ondan zordur" buyurdu. Bu ne doğru ve ne güzel bir cevaptır. Çünkü, ağır taşı kaldırma ve ağır yük taşımada nefsin hazzı vardır. Bunun için nefse kolay gelir. Abdest ibriğini taşımakta ise, nefse muhâlefet vardır. Bunun için nefse daha zor ve daha ağır gelir. Sultan Bayezid, Ebü'l Vefâ hazretlerini çok severdi. İlminin, yaşayışının hayrânı idi. Bu sebepten vefât ettiği zaman cenâze namazında bulundu. Ebü'l Vefâ hazretleri, dervişin özelliklerini şu şiiri ile bildirmektedir:
DERVİŞ OLAYIM DERSEN
Gaflet ile çalışma, Çok gezmeye alışma. Kem sözlere karışma, Derviş olayım dersen. Rü'yâna yalan katma, Elden söz alıp satma. Cellâd önüne yatma, Derviş olayım dersen. Her sözde inâd etme, Her mezbelede bitme. Sapa yollardan gitme, Derviş olayım dersen. Dostunda kusur görme, Ak yüze kara sürme. Başına çorap örme, Derviş olayım dersen
.97
Papağanın verdiği ders 15 ŞUBAT 1997
Mesnevî'den hikâyeler "Ne gariptir ki, bu kuşun ölümüne ben sebep oldum. Meğer, bu onunla dost imiş. Sanki iki vücutta bir rûh gibiymişler. Niçin böyle yaptım, bu haberi niçin verdim? Bu ham söz ile zavallıyı yaktım." Bir tüccarın, kafeste hapsedilmiş pek mahâretli bir papağanı vardı. Tüccar, Hindistan'a doğru gitmek için niyet etti. Bütün çoluk çocuğuna isteklerini sordu. Hepsi de istediklerini teker teker söyledi. O iyi tüccar da, herbirinin isteklerini yapacağına söz verdi. Papağana da; "Hindistan'dan sana nasıl bir hediye getireyim?" diye sordu. Papağan da dedi ki: "Oradaki papağanlara benim bu hâlimi anlat. O biçârenin size pek çok selâmı var. Âciz vücûdunun kurtuluşu için bir çâre sordu, de! Ben mahpus olayım, siz de gül bahçelerinde dolaşın. Bu mudur dostların vefâsı? Siz çayırlarda eğlenip zevk ederken, arada sırada ağlayan bu kuşu da hatırlayın." Tüccar söz verdi Tüccar, götüreceği selâmı ve haberi, yerine ileteceğine söz verdi. O kimse Hindistan'a vardığında, kırlarda gezen papağanları gördü. Atını sürerek ilerledi, papağanlara haberi ve selâmı ulaştırdı. İçlerinden papağanın biri, hemen yere düşüp öldü. Tüccar, söylediğine pişman olarak dedi ki: "Ne gariptir ki, bu kuşun ölümüne ben sebep oldum. Meğer, bu onunla dost imiş. Sanki iki vücutta bir rûh gibiymişler. Niçin böyle yaptım, bu haberi niçin verdim? Bu ham söz ile zavallıyı yaktım." Tüccar, ticâretini tamamlayıp sevinç içinde evine döndü. Herkese armağanlarını verdi, isteklerine kavuşanlar memnun oldu. Papağan, "Benim emânetim nerede? Gördüklerini anlat ki sevineyim" dedi. Tüccar dedi ki: "Yaptığım işlere pişman olup şaşırdım. Niçin iyi düşünmeden bu işe giriştim? Niye böyle câhiller gibi hareket ettim." Papağan, "Ey efendi! Bir kuş için pişmanlığınıza ve hayrette kalmanıza sebep nedir?" dedi. Tüccar da dedi ki: "Senin sözlerini ve buradaki ahvâlini papağanlara söyledim. İçlerinden bir tanesi, hemen pat diye yere düşüp, senin hasretinden öldü. Gönlüme bir perişanlık geldi. Fakat söylemiş bulundum. Pişmanlığın ne faydası olabilir? Dilin söylediği bir söz, yaydan çıkan oka benzer. Atılan bir ok geri dönmez. İleriyi görenler seli başından bağlar. Coşmuş olan o sel, başından bağlanmadıysa, mutlaka geçtiği yerleri harâb eder." Tüccarın papağanı, diğer papağanın yaptığını işitince, kendinden geçip düştü. Tüccar ağlayıp sızlandıktan sonra, papağanı kafesten dışarı attı. Ölü gibi duran kuş, birden uçarak bir dala kondu. Sanki şarktan doğan güneş gibi, papağan da öyle sür'atle uçtu. Tüccar, papağanın yaptığı hîleye hayran oldu. Çünkü kuşun bu sırrını daha önce bilmiyordu. Kuşa dönerek, "Ey bülbül! Bu yaptığını bana açıkla. Bu yaptığını sana kim öğretti ki, böyle hîle ederek bizi yanılttın?" dedi. Artık ayrılık zamanı Papağan da, "Hindistan'daki papağan, bana esâretten nasıl kurtulacağımı nasîhat ederek gösterdi. Senin mahkûm olmana sebep, konuşmandır, dedi. Ölmüş gibi görünerek beni îkâz etti. Ey avâma ve havâsa nağmeler yapan! Ölmüş gibi görünmen, senin hapisten kurtulmana sebep olur, dedi. Elvedâ ey efendi! İşte ben gidiyorum. Sen de birgün asıl vatanına gidersin. Ey efendi, elvedâ! Bana merhamet edip hürriyete kavuşturdun" dedi. Papağan, efendisine nazikçe birkaç öğüt verip, "Selâm sana, artık ayrılık zamanıdır" dedi. Efendisi de; "Allahü teâlâya emânet ol. Sen bana yeni bir rehber oldun" dedi. Tüccar kendi kendisine dedi ki: "Bu nasîhat sana yeter. Bu nasîhata uyarsan kurtulursun. Benim rûhum, bu papağandan daha hakîr, aşağı değil. Kişi, bundan hisse almalıdır." İnsan, beden kafesinde mahpus olan rûhunu, nefsinin elinden azâd etmelidir.
Fakir karı-kocanın konuşmaları 16 ŞUBAT 1997
Mesnevî'den hikâyeler Akıllı olan kimse, aza-çoğa bakmaz. Çünkü her ikisi de sel gibi sür'atle geçmektedir. Sel, ister sâf, berrak, ister bulanık aksın. Mâdem ki bâkî değildir, öyle ise sözünü etme. Birgün bir köylüye hanımı, çok kırıcı konuştuktan sonra dedi ki: "Biz hep fakiriz ve cefâ çekmekteyiz. Bizde elem ve üzüntü, başkalarında zevk ve sefâ. Bizde ekmek ve katık, dert ve zahmettir. Testimiz yok, suyumuz ise göz yaşı. Gündüzleri elbisemiz, güneşin sıcaklığı; geceleri yorgan ve yatağımız mehtâb oldu. Ayın yuvarlağını ekmek sanıp, ellerimizi gökyüzüne doğru uzatıyoruz. Bizim fakirliğimizden ve gece-gündüz rızık düşüncemizden fakirler bile utanıyor. Sâmirî'den herkesin kaçtığı gibi, dostlarımız ve yabancılar da bizden kaçıyor. Birisinden yarım avuç mercimek istesek, "Dertlere uğra, öl" derler. Arablar, yaptıkları savaşlar ve ihsânlarla öğünürler. Sen ise onların yanında, yazıdaki yanlış gibisin. Sıkıntı ne zaman bitecek Biz, savaşmadan, yoksulluktan ölmüşüz. Fakirlik kılıcıyla başsız kalmışız. Hatâ nedir ki? Biz hatâsız ateşin içindeyiz. Azık nerede? Biz derde esîr olmuşuz. Başkasına ihsânda bulunmak yerine, dolaşıp dileniyoruz. Bizden havadaki sinekler bile incinir. Yoksulluktan devamlı hakîr olup, zarûret ateşiyle yanmışız. Ne zamana kadar böyle sıkıntı çekip, ateş denizinin derinliğinde boğulacağız?" Kadın, asık surat ile kocasına bu şekilde söylenip durdu. Kocası hanımına dedi ki: "Daha ne zamana kadar talep edip istekte bulunacaksın? Zaten ömrünün çoğu bitti. Akıllı olan kimse, aza-çoğa bakmaz. Çünkü her ikisi de sel gibi sür'atle geçmektedir. Sel, ister sâf, berrak, ister bulanık aksın. Mâdem ki bâkî değildir, öyle ise sözünü etme. Bu dünyada binlerce canlı mahlûk, kazanç kaygısı olmadan günlerini geçiriyor. Üveyik kuşu, daha gece gıdâsını bulmadığı hâlde, ağaçta Allahü teâlâya şükreder. Bülbül, cenâb-ı Hakka durmadan hamdeder ve; "Ey, duâya icâbet eden Rabbim! Tevekkülümüz ve i'timâdımız sanadır" der. Doğan kuşu, pâdişâhın himâyesinde olduğu için, her lokmaya tenezzül etmez. Küçücük sivrisinekten, deve ve file kadar, hep Allahü teâlânın himâyesi altındadır. Cenâb-ı Hak ne güzel bir vekîldir. Gönüllerdeki hüzün ve ızdırapların hepsi, dikkat edilirse varlığın eseridir. Bunca gamlar, tasalar, hayat ekininin orağıdır. Şöyle idi, böyle idi, sözleri de hep vesvesedir. Her dert ölümden bir parçadır. İnsan arslan da olsa, onun birisini dahî kovamaz. Ölümün küçük bir parçasını kovmaya gücün yetmez iken, bilesin ki, onun tamamı şerbetin olup, içeceksin. Ölümün bir parçası olan dert ve belâlar sana tatlı gelirse, Allahü teâlâ sana ölümü tatlı eyler. Bedene gelen hastalıklar, ölümün elçisidir. Ölüm elçisinden yüzünü geri çevirme. Hayâtı dertsiz, elemsiz geçenin, ölümü de acı olur. Nefsine tapanın rûhu için kurtuluş yoktur. Kırda otlayan koyunlardan hangisi semiz ise onu tutup keserler. Gece bitti, sabah oldu Gece bitti, sabah oldu. Ey gönlümün meyvesi! Bu altın ve gümüş söz, ne zamana kadar sürecek? Genç iken daha kanâatkârdın. Şimdi ise altın isteğine düştün. Hâlbuki önceleri sen altın idin. Salkım salkım dolu asma iken, şimdi meyvesiz kaldın. Meyvelerin olgunlaşacağı sırada bozulup gittin. Meyvenin gittikçe tatlılaşması lâzım. İp eğirenler gibi geriye doğru gitme. Sen benim eşimsin. Eşler birbirlerine benzemelidir ki, işler yolunda gitsin. Eşlerin birbirlerine benzemesi lâzımdır. Ayakkabı ve mest çiftlerine baksana. Ayakkabılardan biri ayağa dar gelse, onlar işe yaramaz. Seni topal ederler. Kapının bir kanadı büyük, diğeri küçük olur mu? Ormandaki arslan, kurda eş olur mu? Biri mal ile dolu, biri boş olan iki çuval, devenin üzerinde dengeli duramaz. Ben kanâatte sağlam ve güçlüyüm. Sen ise kötülükle niçin dertlisin?" Bu kanâatkâr kimse böyle sabaha kadar hanımına ihlâs ile nasîhat etti.
Kanâat bir hazînedir 17 ŞUBAT 1997
Mesnevî'den hikâyeler Gerçi zengin olan, kulağına kadar kusûr içindeyse de, onun malı ayıbını örter. Tamahkâr olanlar, onun kusûrlarını görmez. Çünkü tamah onun gözünü kapatır. Kadın ona hiddet ile dedi ki: " İddialı, fakat boş sözler söyleme. Kibir ve azametinden ne söylediğini bilmiyorsun. Ne zamana kadar bu yapmacık sözlerin devam edecek? Onu bunu bırak, kendi hâlini gör de utan. Kibir çirkin, fakat fakir için daha çirkindir. Tıpkı kar yağan soğuk bir günde giyilen ıslak elbise gibi. Bu büyüklenmen ne zamana kadar sürecek? Evine bak, örümcek yuvasına döndü. Kanâat, kalbini nûrlandırdı mı? Sende bulunan, sâdece onun ismi. Sonu olmayan hazîne Peygamber efendimiz, "Kanâat bir hazînedir" buyurdu. Sen ise, hazîne ile meşakkati ayırd edemiyorsun. Bu kanâat, sonu olmayan hazînedir. Sen kanâati bırakıp da niçin canını üzüyorsun? Bana eşim diyerek övünme. Ben insafın eşiyim, hîlenin değil. Sen fakirlikten havadaki sineği avlıyorsun. Nerde kaldı pâdişâhlarla beylerle olmak! Mümkün mü? Bir kemik kapmak için köpeklerle hırlaşıyorsun. İçi boş kamış gibi inliyorsun. Gel bana öyle hakâretle bakma. Senin damarlarında dolaşanları biliyorum. Gâfil kurt gibi bana keder verme. Deli olanlar bile senden akıllıdır. Akıl, insana ayak bağı olursa, sen onu akıl kabûl etme. O, ancak yılan ve akreptir. Yaptığın hîle ve zulmün düşmanı Allahü teâlâ olsun. Senin zulmüne kimse uğramasın. Şaşılacak şey ki, sen hem yılansın, hem büyücü, hem de yılan oynatan. Arabların yüz karasısın! Eğer karga kendi çirkinliğini bilseydi, kederinden kar gibi erir su olurdu. Yılan ile sihirbaz birbirine düşmandır. Yılan büyücüyü, büyücü yılanı büyüler. Beni avlayıp insanlara rezîl etmek için, Allahü teâlânın ismini söyleyerek bana tuzak kurdun. Beni kesen Allahü teâlânın adıdır. Senin kılıcın değil. Yazıklar olsun sana, cenâb-ı Hakkın ismini kendine tuzak olarak kullanıyorsun. Göreceksin, Allahü teâlâ senden hakkımı alacaktır. O'nun güzel ismine bu cânım fedâ olsun." Kadın buna benzer nice sözler söyledi. Nice defterler açıp kapadı. Kocası dedi ki: "Ey hanım! Sen kadın mısın, yoksa hüzünler babası mı? Mal ve para baştaki külâh gibidir. Yalnız kel olanlar külâha sığınır. Kıvırcık, güzel saçları olanlar, külâh olmadan da güzeldir. Bir esirci, esiri satarken, kusûru yoksa elbisesini çıkartır. Esirin bir kusûru olsa, onu nasıl soyar? Kusûrunu elbise içinde gizler. Der ki; "Bu, soyunmaktan utanır. Aslında vücûdu tertemizdir. Kusûrlu sanmayınız." Gerçi zengin olan, kulağına kadar kusûr içindeyse de, onun malı ayıbını örter. Tamahkâr olanlar, onun kusûrlarını görmez. Çünkü tamah onun gözünü kapatır. Fakir, altın gibi bir söz söylese, onu takdîre lâyık görmezler. Fakirlik ve dervişlik, senin anladığın gibi değildir? Dervişe hakâretle bakma sakın. Dervişlerde mal ve mülk sanma ki vardır. Onlar, Allahü teâlânın ihsânlarına garkolmuşlardır. Allahü teâlâ Âdil'dir Allahü teâlâ Âdil'dir. Adâlet sahipleri, âşıklara hiç zulmeder mi? Hâşâ, birine mal, mülk, kudret, ihsân edip, başkasına suç yükler, ateşe atar mı? Her kim Allahü teâlâya karşı böyle bir şüphede bulunursa, ateş onu yaksın. "Fakirlikle övünürüm" hadîs-i şerîfinde, binlerce hikmet ve nazlar gizlidir. Hışımla bu hakîre kötü lâkablar taktın. Ben sana eşim, hanımım diyorum, sen bana yılancı dersin. Yılan tutsam bile, yılanın dişlerini sökerim de, onun başını ezilmekten kurtarırım. O dişler, onun canının ve derisinin düşmanıdır. Bu bilgilerle, düşmanları bile kendime dost ederim. Tamaha düşerek, aslâ büyü yapmam. Çünkü tamah çantasını başaşağı çevirdim. Allahü teâlâ korusun, benim kimseden bir isteğim yok. Gönlümde, kanâatle dolu bir âlem var. Armut ağacında iken sen böyle görüyorsun. Hâlbuki aşağı insen bu şüphen kalmaz. Olduğun yerde dönersen başın döner. Döneni av sanırsın, aslında dönen sensin."
Erkeğin hanımına cevabı 18 ŞUBAT 1997
Mesnevî'den hikâyeler Dinleyen kimse usanmaz ve bıkmazsa, dilsizler dahî bülbül gibi söylemeye başlar. Çünkü içeriye yabancılar girince, evdeki kadınlar, diğer odalara girip, gizlenirler. "Ey hanım! Fakirliğe sabret. Üzülme, kederlenme. Çünkü celâl sahibi olan Allahü teâlâ, onu azîz eyledi. Kanâate, yüzünü ekşitmeden bak ki, o hâl denizine dalmış olan nice kimseleri göreceksin. Zâhirde yüzbinlerce sıkıntı içinde görünen kimselerin, hakîkatte gül gibi geçindiklerini göreceksin. Sen bende bir tamah görüyorsan, yanılıyorsun. Bu kadınca arayıştan sakın. O, tamaha benziyorsa da, hakîkatte rahmettir. Onu sen tamah sanma, o bir ni'mettir. Sen fakirliği bir-iki gün tecrübe et de, onun içindeki sonsuz zenginliği gör. Alçak Ebû Cehl, Peygamber efendimizi görünce; "Beni Hâşim'den bir çirkin belirdi" dedi. Resûlullah efendimiz ona; "Her ne kadar sözlerinde ve işlerinde doğru değilsen de, bu sözünde haklısın" buyurdu. Sen de haklısın Hz. Ebû Bekr, Peygamberimizi görünce; "Yâ Resûlallah! Doğunun ve batının bütün güzellikleri sende toplanmıştır" dedi. Sevgili Peygamberimiz, ona da; "Ey sâdıkların en parlak yıldızı! Sen de haklısın" buyurdu. Orada bulunan Eshâb-ı kirâm, "Ey yaradılmışların en hayırlısı! Her iki zıt olana da doğru, buyurdunuz" dediler. Peygamberimiz , "Ben temiz ve berrak bir aynayım. Güzel ve çirkin, bende kendisini görür" buyurdu. Yazıklar olsun sana! Eğer sende birazcık anlayış olsaydı, gönlümdeki hakîkatleri sana anlatabilirdim. Bu söz, memedeki süt gibidir. Emen olmaz ise, hiç bir te'sîri olmaz. Dinleyen istekli ve arayıcı olursa, nasîhatı veren kimse ölü olsa bile yine konuşur. Dinleyen kimse usanmaz ve bıkmazsa, dilsizler dahî bülbül gibi söylemeye başlar. Çünkü içeriye yabancılar girince, evdeki kadınlar, diğer odalara girip, gizlenirler. Mahrem bir kimse gelecek olsa, gizlenmiş olan hanımlar örtülerini açarlar. Dünya için yapılan bütün süsler, hep gören göz içindir. Allahü teâlâ, yer yüzünde, gökte ve ikisi arasında, ateşi ve nûru yarattı. Misk'in kokusunu, duyanlar için yarattı. Kâbiliyeti olmayanların ondan nasîbi yoktur. Allahü teâlâ, yer yüzünü, yerdekilerin vatanı, semâyı da göktekilerin vatanı eyledi. Süflî, aşağılık kimse, ulvîliğin, yüceliğin düşmanıdır. Heryerin bir müşterisi olur. Ey giyinip örtünen kadın! Sen, hiç kör olana kalkıp süslendin mi? Dünyayı en değerli incilerle doldursam, nasîbim değilse ne yapabilirim? Ey hanım! Yolumu kesme, benimle mücâdeleyi bırak. Yoksa ayrılmaya sebep olursun. İyi ve kötülerle cenk etmek benim işim değil. Gönül, barıştan bile korkar oldu. Eğer susmaz isen, hemen evi barkı terkeder giderim. Ayakkabı dar ise Ayakkabı dar ise, yalınayak yürümek daha iyidir." Kadın, kocasının öfkelendiğini görünce, ağlamaya başladı. Zâten ağlamak, kadınların tuzağıdır. Bunun üzerine kadın da tevâzu göstererek dedi ki: "Ben, senin sâdece hanımın değil, ayağının tozuyum. Her neyim var ise, tenim de canım da hepsi senin. Her ne der isen, fermân da hüküm de hep senindir. Fakirliğe sabrım kalmadıysa, bu inlemem hep senin içindir. Kendim için sanmayasın. Bütün dertlerime sen devâ oluyorsun. Senin mahrûm olup, güç duruma düşmen, benim mahrûm olmam demektir. Yemin ederim ki, bu ağlayış ve yalvarış hep senin içindir. Kendim için sanmayasın. Tek arzum şudur ki; senin için, huzûrunda rûhumu teslim edeyim. Keşke, uğrunda canımı fedâ ettiğim sen, gönlümdeki derin düşünceleri bilseydin. Fakat, hakkımda kötü düşündüğün için, artık canımın da, tenimin de bir değeri kalmadı. Rûh ve nefsin mücâdelesi 19 ŞUBAT 1997 Mesnevî'den hikâyeler Yaşlı bir kâfir, son anda pişman olup tevbe istigfâr ederse Müslüman olur. Rabbimiz, kerem sâhibidir. Varlık ve yokluk O'na âşıktır. Hanımın kocasına cevabı: Ey gönlümün rahatı! Mâdem ki hakkımda böyle düşünüyorsun, altın ve gümüşün, gözümde toprak kadar değeri vardır. Gönlümde büyük bir yerin var iken, yaptığım ufak bir kusûr, öfkelenmene sebep oldu. İstersen benden ayrılabilirsin. Hükmün senin elindedir. Bu durumda vazîfem, senden özür dilemektir. Hatırla o zamanı ki, ben fevkalâde güzel, sen ise bana oldukça âşıktın. Hizmetlerim çok hoşuna giderdi. Düşüncelerim senin emirlerine uygundu. Sözlerimden küfür çıktıysa, yeniden îmân ettim. Canımı emrine âmâde kıldım. Senin kıymetli varlığına karşı edebi gözetemedim. Huzûrunda küstahlık ettim. Tövbekâr oldum Senin affına sığındım. İ'tirâzdan vazgeçip, tövbekâr oldum. Acı olan ayrılıktan bahsediyorsun. Her ne yaparsan yap. Fakat ayrılıktan söz etme. Senin gönlünde, bana özür dileyen birşey gizlidir. Aramızda o dâimâ bir şefâ'atçidir. Ben, senin güzel ahlâkından dolayı özür diliyorum. Zâten ben, ona güvenerek hatâ ettim. Ey ahlâkı bal ve şekerden daha tatlı olan! Ne olur sen de öfkeni gizleyip bana acı." Kadın bu şekilde özürler dileyerek kederinden ağlamaya başladı. Ağlamadan bile, gönülleri parçalayan âh etmesi haddi aştı. Gözyaşı yağmurundan bir şimşek çaktı ve erkeğin gönlünde bir kıvılcım parladı. O, hanımının güzelliğine hayrân iken, şimdi o, sevgilinin kölesi oldu. Nâzından yüreğini oynatan, ağlayıp yalvarmaya başlarsa gönül mecnûna döner. Kişi Hz. Hamza ve Rüstem gibi kahraman bile olsa, hanımının esîridir. Su, şiddetle saldırıp ateşe gâlip olur. Lâkin su kapta iken, ateş onu kaynatır. Su ile ateşin karışmasına bir tencere mâni olursa, ateş, suyu buharlaştırıp mahveder. Zâhirde erkekler, su misâli kadına gâlipse de, aslında şüphesiz kadının mağlubudurlar. Bu husûsiyet insanda kemâle geldi. Hayvanda sevginin eksik olması, onun noksanlığındandır. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Kadınlar, ârif olan kimselere gâliptir. Câhile ise kadın mağluptur. Çünkü onlar haşin tavırlı olurlar." Câhil olanların merhameti ve lütfu azdır. Onların akıllarından hayvânî hisleri daha üstündür. Muhabbet ve merhamet, insanlığın; hiddet ve şehvet de hayvanların sıfatlarıdır. Zâlim, idâm edilmeden önce zulmünden pişman olduğu gibi, adam da hanımına söylediklerine pişman oldu. "Niçin cânımın canına düşman oldum? Nasıl oldu da sevdiğime tekmeler vurdum" dedi. Kazâ gelince göz göremez olur. Akıl ile ayak ve baş farkolunmaz. Kazâ geçince göz açılır. İnsan kendine gelince, hakîkatı görüp kederinden pişmanlığı son haddini bulur. Suçlu olan benim Erkek, hanımına; "Ey hanım! Sana karşı yaptığım bunca hatâ ve kusûrların hepsine pişman oldum. Suçlu olan benim. Bana acı. Hatâ ve kusûrlarımdan dolayı beni harâb etme" dedi. Yaşlı bir kâfir, son anda pişman olup tevbe istigfâr ederse Müslüman olur. Rabbimiz, kerem sâhibidir, rahmet deryâsıdır. Varlık ve yokluk O'na âşıktır. Bu konuşmalar bir hikâyedir ki, bunlar insanlarda bulunan nefs ve rûha benzer. Her insana rûh da nefs de lâzımdır. Bütün iyiler ve kötüler, bunun lâzım olduğunu bilmelidir. Bu ikisi, gece gündüz dâimâ birbiriyle savaş hâlindedirler. Nefs, evin ihtiyaçlarını, şerefini, yiyecek ve içeceğini, izzet ve i'tibârını ister. Nefs ba'zan tevâzu gösterir, ba'zan da azametlenir. Rûh, dünyevî düşüncelerden habersizdir. Allahü teâlânın rızâsından başka bir kaygısı yoktur.
Kuyruksuz ve kulaksız arslan 20 ŞUBAT 1997
Mesnevî'den hikâyeler Gündüz gibi nûrlu olmak istiyorsan, gece gibi karanlık olan varlığını, nefsini yak! Bakırın arıtılarak altın elde edilmesi gibi, varlığını, Allahü teâlânın varlığında erit, yok et ki, altın gibi olasın. Bir hikâye söyleyim de dinleyin. Mecûsîlerin âdetlerinden biri şöyledir: Bir faydası olmadığı hâlde, omuzlarına, ellerine ve vücutlarına iğneyle dövme yaptırırlar. Mecûsînin biri dövmeciye gidip; "Izdırap yapmadan bana bir dövme yap" dedi. Dövmeci; "Ey yiğit! Nasıl birşey istiyorsun?" deyince, Mecûsî; "Kükremiş bir arslan resmi çiz. Arslan nakşet ki, arslan burcunda olduğum anlaşılsın.Yalnız iyi çalış, dikkatli ol, mavi rengi çok olsun" dedi. Acıya sabredemedi Dövmeci; "Dövmeyi nereye vurayım?" dedi. O da; "Omuzum üzerine olsun" diye cevap verdi. Dövmeci dövmeye başlayınca, yiğit, iğnenin acısından sabredemez hâle geldi. Yiğit, dövmeciye dedi ki: "Ey temiz kimse! Beni helâk eden bu sûret ne sûretidir?" Dövmeci; "Sen, bana arslan resmi yapmamı emretmiştin" deyince, yiğit de; "Peki önce hangi uzvunu yapıyorsun?" dedi. "Önce kuyruğunu işliyorum" dedi. Yiğit, "Ey iki gözüm! Kuyruğu hiç de lâzım değil. Arslanın kuyruğundan, kuyruk sokumum sızladı. Onun kuyruk yeri beni şaşkına çevirdi. Ey dövmeci! Arslan varsın kuyruksuz olsun. İğnenin acısı tâ yüreğime işledi" dedi. Nakkaş, onun acısına kulak asmadan, arslanın bir başka yerini yapmaya koyuldu. Genç yine inleyerek; "Bu hangi uzvudur?" deyince, dövmeci; "Kulağıdır efendim" cevâbını verdi. Yiğit; "Ey temiz gönüllü! Kulağının olması şart değil. Kulak işlemeyi bırak" dedi. Dövmeci bu defa iğneyi başka tarafa batırmaya başlayınca, tekrar feryâda başladı. "Acaba bu üçüncüsü arslanın hangi tarafıdır?" deyince, o da; "Bu karnının resmidir" dedi. Yiğit; "Bu arslanın karnı olmasın. Zîrâ iğnenin acısı canıma yetti" dedi. Dövmeci şaşkınlıktan parmağı ağzında, hayretten dona kaldı. O usta sonunda iğnesini yere çaldı ve; "Dünyada böyle birşeyi kim görmüştür? Kulaksız, karınsız ve kuyruksuz, acâib bir arslan görülmüş müdür? Allahü teâlâ böyle bir arslan yaratmadı" dedi. Ey kardeş! Dert ve belâlara sabret ki, kâfir olan nefsin acısından kurtulasın. Varlığını terkedenlere gök de, güneş de, ay da secde eder. Puta tapan nefsini öldürenin, güneş de, bulut da emrine mahkûm olur. Zîrâ kalb gözü açılmış âşıkları, güneşin ateşi bile yakmaz. Gör ki, Allahü teâlâ, Eshâb-ı Kehfi güneşin sıcaklığından korudu. Diken, gülün güzelliği yüzünden affedilir. Parça bütününün içinde kaybolur. Gündüz gibi olmak istiyorsan Hakkı yüceltmek ve mâsivâyı yok etmek için, kendisini bir hiç kabûl edip, tevâzû ile secdeye kapanmak lâzımdır. "Allahü teâlânın tevhîd ilmini öğrenmek ne demektir?" Bir olan Rabbimiz için kendini fedâ etmektir. Gündüz gibi nûrlu olmak istiyorsan, gece gibi karanlık olan varlığını, nefsini yak! Bakır'ın arıtılarak altın elde edilmesi gibi, varlığını, Allahü teâlânın varlığında erit, yok et ki, altın gibi olasın. Bütün konuşmalarında hep, "Ben ve biz" diyorsun. Bütün bu ma'nevî harâbiyet hep bu ikilikten oluyor.
Dünya malı geçicidir 21 ŞUBAT 1997
Mesnevî'den hikâyeler Dünya malı, Allahü teâlânın ihsânlarındandır. İnsanlar, malı yüzünden gurura kapılarak perişan olurlar. Fakirlik ve hastalık senin hakkında hayırlıdır. Zîrâ arslan, o tebessümün cezâsını verir. Bir arslan, kurt ve tilki, avlanmak için dağa tuzak kurmaya gittiler. Birbirlerinin yardımıyla yol kesip, av hayvanlarını yakalamak üzere işe başladılar. Üçü birden bir av yakalamak üzere ovanın etrafını dolaştılar. Arslana, onlarla beraber olmak ağır geldiyse de, yine de onlara şeref verip, arkadaşlığını esirgemedi. Böyle bir şâha asker lâzım değildir. Lâkin; "Cemâ'atte rahmet vardır" diyerek onlara arkadaş oldu. Böyle parlak bir ay için, yıldızlarla dolaşmak vardır. O, yıldızlara yardım etmek için görünür. Cemâ'atte rahmet vardır Bütün akıllar Peygamber efendimizin fikirine muhtâç iken, O; "Onlarla meşverette bulun" emrini aldı. Arpa, terâzide altınla arkadaş olur. Fakat bu arkadaşlıkta arpanın altın kadar kıymetli olacağını sanma. Şimdilik beden rûha yoldaştır. Köpek de bir müddet dergâhın kapısını beklemiştir. Bu cemâ'at, azametli arslanın yanında dağa doğru gittiler. Bir dağ öküzü, bir dağ keçisi, bir de tavşan yakaladılar. İzinsiz yemekten sakındılar. Arslanın peşinde gidenin gece-gündüz kebabı eksik olmaz. Dağdan ormana indiler. Yakaladıkları avların her tarafı kana bulanmıştı. Kurt ile tilki, bu avların, pâdişâhlara mahsûs bir adâletle dağıtılmasını beklediler. Onlardaki bu hırs, arslana ma'lûm oldu. Kendi yardımı yüzünden kibirlendiklerini anladı. Sırların arslanı ve emiri olana, kalbden geçenler âşikâr olur, bildirilir. Evliyânın yanında kalbindekine dikkat et. Gâfil olma, gönle nazar ederler. O arslan durumu bilir, anlar. Fakat merkebini sessizce sürer. Vaziyet anlaşılmasın diye güleryüz gösterir. Arslan onların düşündüklerini anladıysa da, sırlarını açığa çıkarıp yüzlerine vurmadı. Kendi kendine dedi ki; "Sizi cezâlandırmak lâzım. Ben sizin müstehak olduğunuz cezâyı vereyim de görün. Endişeniz, benim fikirlerime râzı olmadığınızı gösteriyor. Demek ihsânlarıma i'timâd etmiyorsunuz. Sizin aklınız da, düşünceleriniz de, kazandığınız rütbeler de ihsânlarımın sâyesindedir. Resim, ressama nasıl büyüklük taslar? Zîrâ, o resmi yapan odur. Ey cihânın yüz karası olanlar! Mâdem ki hakkımda âdîce şüphelere kapıldınız, Hak için kötü zanda bulunanların başını kesmezsem, büyük bir hatâ işlemiş olurum. Doğruları sizin yüzkaranızdan temizliyeyim de, bu destan âleme ibret olsun." Arslan bu düşünceler içinde zâhiren tebessüm ediyordu. Gülen arslandan emin olma sakın! Dünya malı, Allahü teâlânın ihsânlarındandır. İnsanlar, mal yüzünden gurura kapılarak perişan olurlar. Fakirlik ve hastalık senin hakkında hayırlıdır. Zîrâ arslan, o tebessümün cezâsını verir. Yakalanan avın taksimi Arslan kurda dedi ki; "Ey kurt! Gel bu avları sen taksim et! Yalnız dikkatli ol. Âdilâne paylaştır. Bu taksimde, benim vekîlim ol ki, nasıl bir cevher olduğunu anlıyayım." Kurt; "Ey Şâhım! Zâtınıza yaban öküzü lâyıktır. Zîrâ o iridir. Siz de büyük ve kuvvetlisiniz. Keçi, benim gibi orta büyüklüktedir. O da benim olsun. Tilkiye de tavşan uygundur. Bu taksim çok âdil oldu" dedi. Arslan dedi ki; "Ey kurt, bu nasıl sözdür? Benim olduğum yerde, sen nasıl "Ben ve biz" diyebiliyorsun, söyle? Kurt, köpek soyundandır. Sen kendinde bir varlık görerek, benim huzûrumda nasıl olur da kibirlenirsin? Ey eşek huylu kurt, yanıma yaklaş!"
Devamı yarın Hâdiselerden ibret almak 22 ŞUBAT 1997
Mesnevî'den hikâyeler Dünden devam Kim bu gizli arslanın önünde terbiyesizlik edip kurt gibi ağzını açarsa, arslan da onu kurt gibi öldürüp parçalıyarak intikamını alır. Kurt ilerleyince, arslan pençesiyle onun başını koparttı. Onda doğruluk ve işe yarar bir akıl göremeyince, derisini yüzerek cezâlandırdı. Dedi ki; "Bana karşı, bir varlık gösterdin. Senin için böyle canı taşımaktansa, ölmek daha iyidir. Mâdem ki huzûrumda fânî, yok olmadın, işte böyle hükmüm, başının kesilmesidir." Haktan başka herşey yok olur. Hakîkat, Hakkın varlığında yok olmaktır. Kim bâkî olmaya kendini lâyık görürse, onun cezâsı helâk olmaktır. Allahü teâlâdan başka herşey yok olur. Dergâhta, "Biz ve ben" diyenler kovulur. Şâhın kapısında onun hiç değeri yoktur. Telkinin adaletli(!) taksimi Arslan, kurdun başını kopardı ki, iki baş maksada mâni olmasın. "Ey koca Kurt! Pâdişâhın huzûrunda ölü gibi olmadığın için, azâba lâyık oldun." Arslan tilkiye dönerek; "Bölüştürme işini iyi bir biçimde sen yap" dedi. Tilki hürmet ile dedi ki: "Bu semiz sığır, pâdişâhımın kuşluk yemeği olsun. Bu keçi de, güçlü pâdişâhımın öğle yahniliği olsun. Ve bu temiz tavşan da, şâhımın akşam yemeği olması çok uygun olur." Arslan, tilkinin bu taksimine karşı; "Ey tilki, çok adâletli bir iş yaptın. Bu paylaştırmayı kimden öğrendin? Ey büyük üstâd! Söyle kimdir?" diye sordu. Tilki de; "Ey hayvanların şâhı! Şu kurdun hâlinden" dedi. Bunun üzerine arslan dedi ki; "İşini hatâsız yaptığın için, bu üç avı da sana ihsân ettim, al git! Ey tilki, senin bize sâdık olduğun anlaşıldı. Artık seni incitmemiz doğru değildir. Biz senin olduk. Bütün avlar da senindir. Ayağını göğe basarak yüksel. Kurdun hâlinden ibret almışsın. Artık sen tilki değil, benim yanımda arslansın?" Akıllı o kimsedir ki, durumu anlayarak başkasının hâlinden ibret alır. Tilki o vakit; "İyi ki arslan, kurttan sonra bana emretti," diye çok şükretti. "Evvel bana emretseydi, canımın kurtulması mümkün değildi" dedi. Şimdi Allahü teâlâya ne kadar şükretsek azdır. Zîrâ bize, geçmiş ümmetlerden daha fazla değer verdi. Cenâb-ı Hakkın, Kahhâr ve Adâlet sıfatlarıyla eski ümmetlere nasıl tecellî ettiğini işittik. Tâ ki, o kurtların hâlleriyle biz, tilki gibi edebimizi koruyabiliriz. Bunun için vasfımızı, Peygamber efendimiz, "Rahmet edilmiş ümmet" diye bildirdi. O kurtların tüy ve kemiklerini görün de ibret alın. Bu size nasîhat olsun. Akıllı olan kimseye, Fir'avnların ve Âd kavminin hâllerini işitmek, gururu terkettirir. İbret sahipleri, işin hakîkatını anlar. Anlamazlar ise, kendi başlarına gelenlerden başkaları ibret alırlar. Kim bu gizli arslanın önünde terbiyesizlik edip kurt gibi ağzını açarsa, Arslan da onu kurt gibi öldürüp parçalıyarak intikamını alır. Kurt gibi olma Arslanın yanındaki kurt gibi olma. Zîrâ arslana yiğitlik taslamak aptallık olur. Keşke gelecek bütün zararlar bedene olsa da, îmân ve kalb bir zarar görmese. Gece-gündüz midene girene dikkat edip nefsin hîlesinden sakın. Biz ve ben da'vâsı sana yakışmaz. Mülk, mülkün sahibinindir. Eğer hakîkî fikrin yoksulluk ise, arslan da, avlar da hepsi senindir. Çünkü, Allahü teâlâ herşeyden münezzehtir. Yarattıklarının hiçbirine muhtaç değildir. Bu avlar, ni'metler ve ihsânlar, cenâb-ı Hakkın insanlara birer rahmetidir. Rabbimizin bu ihsânları, hep kulları içindir.Şükrünü edâ edene ne mutlu. İki dünya saâdetini ona ihsân eder. Allahü teâlâ hiçbir şeyden âciz değildir. Pâdişâhın huzûrunda, gönlü korumak lâzımdır. Yoksa kötü şüpheler seni mahcup eder. Evliyâya kalbden geçen şeyler, süt içindeki kıl gibi meydan çıkar, görünür.
İçimizdeki yılan 23 ŞUBAT 1997
İşte, akıllı olanların düşmanlığı böyledir bil. Akıllının zehiri bile can için bal olur. Akılsızın dostluğu ise, insana cefâ olur. Bu hikâye onun misâlidir. At üstünde giden akıllı bir kimse, uyuyan birisinin ağzına bir yılanın girdiğini gördü.O iş bilen kimse, çok akıllı olduğundan, uyuyan adama birkaç topuz vurdu. Ağacın altında çürümüş elmalar vardı. Atlı; “Bu elmaları ye!” dedi .Adam topuzun korkusundan o kadar çok elma yedi ki, ağzından geri gelmeye başladı.Kederli adam dedi ki; “Ey Emîr! Niçin hiç sebep yok iken bana çürük elmaları yedirerek zulmettin? Sana rastlamam benim için ne büyük tâlihsizliktir. Ne mutlu seninle karşılaşmayana. Bir suç ve günâh işlemeden, dîni olmayanlar bile bu eziyeti revâ görmezler.” Adamın böyle bedduâ etmesine aldırmayan süvârî, onu ovada durmaksızın koşturuyordu. Kötülük gibi görünen iyilik O kimse, saatlerce ağlaya ağlaya koştu. Nihâyet safrası kabardı ve kusmaya başladı. İstifra ederek; iyi, kötü ne varsa içerdekilerin hepsini çıkardı. Bu arada, o yılan da dışarı çıktı. O, görünüşü korkunç kara yılanın dehşetinden, bütün dertlerini unuttu. Dedi ki: “Meğer sen, melek gibi bir insan imişsin veya Allahü teâlânın bir rahmeti. Ne mübârek bir saatmış ki beni gördün. Ölecekken benim hayâtımı kurtardın. Sen, beni bir anne gibi arar dururken, ben de senden merkep gibi kaçıyordum. Ne mutlu senin yüzünü görebilene veya her zaman senin muhitinde bulunabilene. Senin için bu kıymetli canım fedâ olsun. Ben ise, sana karşı sert konuştum, küstahça davrandım. Ey efendi! Ey şâhların şâhı! Sana söylediğim kötü sözler hep bilgisizliğim sebebiyledir. Duruma birazcık vâkıf olsaydım, böyle boş sözlerden elbette sakınırdım. Ey güzel huylu kimse! Vaziyeti birazcık anlatsaydın, seni över, duâ ederdim. Ey iyi huylu kimse! Lüzûmsuz, delice konuşmalarımdan dolayı beni affet.” Atlı da; “Eğer sana vaziyeti anlatsaydım, korkudan ödün patlardı. Sana yılanın karnına girdiğini bildirseydim, zehirden önce seni korku öldürürdü” dedi. Peygamber efendimiz buyurdu ki: “İçinizde gizli olan düşmanı anlatsam, yiğitlerin ödü patlar, akıllıların aklı mahvolurdu. Ne gönlünüzde duâ edip yalvarmaya, ne oruç tutmaya ve ne de namaz kılmaya kuvvet bulamazdınız.” Bunu bilenler, kedinin pençesindeki fare gibi olur. Kurt gören kuzu gibi şaşırırdı. İçindeki düşmanı bilseydin, ne elmayı yiyebilir, ne de kusmak için mecâlin kalırdı. Sen konuşmalarında haddi aştıkça, ben içimden; “Yâ Rabbî! İşimi kolaylaştır” diye duâ ediyordum. Hem sebebi söylemeye ruhsatım, hem de seni bırakıp gitmeye kudretim yoktu. O zaman şu duâyı hatırladım: “Yâ Rabbî! Benim kavmime hidâyet ihsân eyle. Çünkü onlar, hidâyeti bilip bulamıyorlar.” Dertli olan kimse şükür secdesine kapandı ve dedi ki: “Ey benim devletlim, hazînem! Ey asil kimse! Senin mükâfâtını Allahü teâlâ versin. Zîrâ bu güçsüz kulun sana teşekkür etmeye kuvveti yok. Ey yüce er! Sana bu şükrün hakkını Allahü teâlâ versin. Bende, ona söyleyebilecek ne bir ağız, ne de hoş söz yok.” İşte, akıllı olanların düşmanlığı böyledir bil. Akıllının zehiri bile can için bal olur. Akılsızın dostluğu ise, insana cefâ olur. Bu hikâye onun misâlidir. Akıllı olan kimse Akıllı olan kimse, aza-çoğa bakmaz. Çünkü her ikisi de sel gibi sür’atle geçmektedir. Sel, ister sâf, berrak, ister bulanık aksın. Mâdem ki bâkî değildir, öyle ise sözünü etme. Her dert ölümden bir parçadır. İnsan arslan da olsa, onun birisini dahî kovamaz. Ölümün bir parçası olan dert ve belâlar sana tatlı gelirse, Allahü teâlâ sana ölümü tatlı eyler. Bedene gelen hastalıklar, ölümün elçisidir. Ölüm elçisinden yüzünü geri çevirme. Hayatı dertsiz, elemsiz geçenin, ölümü de acı olur. Nefsine tapanın rûhu için kurtuluş yoktur. Akıl, insana ayak bağı olursa, sen onu akıl kabûl etme. O, ancak yılan ve akreptir. Fakir, altın gibi bir söz söylese, onu takdîre lâyık görmezler. Ayakkabı dar ise, yalınayak yürümek daha iyidir. Su ile ateşin karışmasına bir tencere mâni olursa, ateş, suyu buharlaştırıp mahveder. Diken, gülün güzelliği yüzünden affedilir. Parça bütününün içinde kaybolur. Gündüz gibi nûrlu olmak istiyorsan, gece gibi karanlık olan varlığını, nefsini yak
.
Ahmağın dostluğu 17 EKİM 1997
Mesnevî’den seçmeler:
Ormanların kralı arslan, bir ayıya saldırmıştı. Ayı can havliyle bundan kurtulmak için bağırıyordu. Ayının sesini duyan bir avcı gelip, onu arslanın elinden kurtardı. Mazlumların feryadını duyup, imdatlarına yetişen kimseler çoktur. Bunlar nerede bir mazlum varsa, koşup onun imdadına yetişirler. Böyle kimseler, nerede bir hastalık olursa, oraya gidip deva olurlar. Ayı, arslandan kurtulunca, kendisini kurtaranın peşine düştü. Onun yaptığı iyiliğin karşılığını vermek istiyordu. Adama karşı kendisinde bir muhabbet hasıl olmuştu. Adam da ayıyı sevdi. Beraber dolaşmaya başladılar. Adamı, ayı ile beraber gören birisi sordu: - Bu hâl nedir, ayıyla senin ne işin var? - Bu ayıya bir arslan saldırmıştı. Ben de onu kurtardım. Bu hadiseden sonra benimle dost oldu. Yanımdan hiç ayrılmıyor. - Ey arkadaş! Ayıya gönül verme! Ahmağın dostluğu, düşmanlıktan kötüdür. Ne yapacaksan yap, onu yanından uzaklaştır! - Sen bunu hasedinden söylüyorsun. Ayının bana karşı dostluğunu, sevgisini bilsen böyle söylemezsin! Böyle bir sevgiden ne zarar gelir? - Ahmağın sevgisi insanı aldatır. Ben seni kıskanmıyorum. Kıskansam bile, benim hasetçiliğim onun sevgisinden iyidir? Ey kişi beni iyi dinle! Eğer mutlaka dost edinmek istiyorsan, ayıyı değil de, kendi cinsinden birini seç! - Haydi işine git hasetçi! Ben, kimden zarar, kimden de fayda geleceğini bilmeyecek kadar aptal mıyım? - Başına bir iş gelecek diye korkuyorum. Onunla yalnız kalma, hiç olmazsa ayıyla ormana girme! Ya diğerleri doğruysa... Ayıyla senin işin ne? “Ahmağın sevgisi insanı aldatır. Eğer mutlaka dost edinmek istiyorsan, ayıyı değil de, kendi cinsinden birini seç! Ahmağın dostluğu, düşmanlıktan kötüdür.” Adamın bütün gayreti, konuşması boşunaydı. Hiç faydası olmadı. Söylenen sözler adamın kulağının birinden girip, ötekisinden çıktı. O kimsenin sözünü, kıskandığı için söylüyor zannetti. Nasihat veren kimse, konuşmasına şöyle devam etti: - Madem sözlerimi dikkate almıyorsun, ben de gidiyorum. - Bir an evvel git! Boşuna boşboğazlık yapmayalım. - Ey kişi son defa söylüyorum. Ben senin düşmanın değilim. Gel peşime takıl. Ayıdan dost olmaz. Bunları senin iyiliğin için söylüyorum. - Sen yoluna devam et! Benim uykum geldi. Biraz yatıp uyuyacağım. - Uyuyacaksan bir akıllıya sığınarak uyu. Bir gönül dostu bul! Ayının korumasına güvenme! Sonra o kimse, onu kıymetli dostu ayı ile başbaşa bırakıp gitti. Ayının dostluğuna güvenen kimse, yatıp uyudu. Bu konuşmalardan önce, ayının bulup getirdiği balı yiyen adamın, yüzünde bal bulaşığı kalmıştı. Sinekler yüzüne konuyordu. Ayı, iyilik olsun, rahat uyusun diye adamın üzerine konan sinekleri kovalamaya başladı. Fakat kovaladığı sinekler tekrar geliyor, o da tekrar kovalıyordu. Bu şekilde ayı ile sinekler arasında mücadele epey devam etti. Sonunda ayı kızdı. Dağdan değirmen taşı büyüklüğünde bir kayayı alıp, adamın başında beklemeye başladı. Birkaç sinek yine gelip adamın yüzüne kondu. Bu sefer ayı, “Şu sinekleri öldüreyim de, dostum rahat uyusun(!)” diye getirdiği taşı, sineklerin üzerine öyle bir vurdu ki, adamın başı yamyassı oldu. Zavallı kelime-i şehadet bile getiremedi. Ahmağın sevgisi, dostluğu tıpkı ayının sevgisi, dostluğu kadar olur. Bunun için ahmaklardan uzak durmak lazımdır. Atalarımız, “Ahmak dostun olacağına, akıllı düşmanın olsun” demişlerdir.
Kıskançlık ateşi bastı 18 EKİM 1997
Mesnevi’den seçmeler: Sultan Gazneli Mahmud Han, bir zaman, maiyeti ile beraber ava çıkmıştı. Avda bir ceylanın peşine takıldı. Saatlerce bunun ardından koştu. Maiyetinden tamamen koptu. Çok yorgun olarak bir köye vardı. Çok hararetlendiği için köylülerden su isteyecekti. Köyde kimseyi bulamadı. Sadece “Ayaz” isminde bir genç vardı. Ayaz, hâl ve hareketinden, gelen misafirin padişah olduğunu anladı. Ona gereken izzet ve ikramda bulundu. Padişah kendisine dedi ki: - Çok susadım, bana soğuk bir su verir misin? Ayaz, “Peki efendim, derhal efendim” deyip, padişahı konuşturarak oyalamaya başladı. Padişah arada sırada, “Su ne zaman gelecek” diye hatırlattığında, çok kibar bir şekilde şöyle cevap veriyordu: - Hemen geliyor efendim, merak etmeyin efendim. Aradan yarım saat kadar vakit geçince, padişaha soğuk bir su getirdi. Sultan, onun su getirmeyi kasten geciktirdiğini anladı. Suyu içip, kendisine teşekkür ettikten sonra sordu: - Ben bu kadar susamış olduğum hâlde, niçin suyu geciktirdin? Sebebini çok merak ettim! Ayaz, mahcup bir hâlde özür beyan etti: - Sultanım, geldiğinizde çok terliydiniz. O hâlinizle su içseydiniz hasta olabilirdiniz. Terinizin soğumasını bekledim. Onun için geciktirdim, özür dilerim. Başı yamyassı oldu... Hasta olabilirdiniz!.. “Ayaz bunu nasıl yapar? Benim sohbet arkadaşım, sırdaşım olup da altına, mücevhere gönül bağlamak olacak iş değil!.. İki sevgi bir gönülde bulunmaz. Bunda bir iş var...” Sultan, Ayaz’ın hâl ve hareketlerinden çok memnun oldu. Sıradan bir gence benzemiyordu. Ne yapıp yapıp bu genci götürmeye karar verdi. Bu sırada maiyeti de köye geldi. Ayaz’ın ana ve babası da evlerine gelmişti. Sultan, köyden ayrılırken, Ayaz’ın babasından, onu sarayına götürmek için müsaade istedi. Böyle gençlere sarayda ihtiyacı olduğunu söyledi. Müsaade edilince, maiyetiyle beraber onu alıp gitti. Saraya vardığında, kendisine kıymetli kumaşlardan yapılmış elbiseler verildi. Ayaz, köyden getirdiği çarığını ve koyun postundan yapılmış kepeneğini sarayın bahçesinde kuytu bir yerde, küçük bir kulübe yaptırıp, oraya astı. Ayaz, kısa zamanda saraya intibak etti. Konuşmaları, teklifleri ile Sultanın sohbet arkadaşı oldu. Birçok rütbelere kavuştu. Üçüncü vezir, ikinci vezir derken birinci vezirliğe yükseldi. Ayaz’ın kısa zamanda birinci vezir rütbesine kavuşmasını hasetçiler çekemediler. Sultanın huzuruna çıkarak dediler ki: - Ayaz her gün kulübesine girip çıkıyor. Kapısını da iyice kilitliyor. Buraya kıymetli mücevherler, altınlar dolduruyor. Devletin malını orada kendisi için biriktiriyor. Sultan Mahmud, bu habere çok şaşırdı. Kendi kendine dedi ki: “Ayaz bunu nasıl yapar? Benim sohbet arkadaşım, sırdaşım olup da altına, mücevhere gönül bağlamak olacak iş değil!.. İki sevgi bir gönülde bulunmaz. Bunda bir iş var...” Sonra hasetçilere dönüp dedi ki: - Bir yanlışlık olmasın? Ayaz böyle iş yapacak biri değil. - Ama efendim, o odaya kimseyi sokmuyor? Sultan bunun üzerine, “Ben bir araştırayım” deyip bunları başından savdı. Fakat birkaç gün sonra aynı adamlar yine geldi: - Efendim bu gidişle hazinede para kalmayacak, her gün birkaç defa gizlice girip çıkmaya devam ediyor. Kulübesini altınlarla dolduruyor. Bir gece ansızın kaçacak! Sultan baktı, bunları ikna edemeyecek. Çünkü her birini kıskançlık ateşi basmıştı. Hasetçilere seslendi: - Bu gece, kulübesinin kapısını kırıp, içeri girin! İçeride ne kadar altın, mücevher bulursanız sizin olsun! Sultan, Ayaz’ın böyle bir şey yapmayacağını biliyordu. Fakat, hasetçileri susturmak, onlara bir ders vermek için böyle bir emir verdi. Yine kendi kendine dedi ki: “Ayaz’ın böyle bir iş yapması mümkün değil. Şayet Ayaz böyle bir şey yapmışsa, insan hatadan beri değildir. Kendisini üzmeyeyim. Zira o benim sohbet arkadaşımdır. Onu üzmeden hatasından vazgeçirmeliyim. Çünkü, artık aramızda sen-ben kalmamıştır. O ne yaptıysa ben yapmış sayılırım. Gerçek dostluk bunu gerektirir. Yarın: Ayaz, aslını unutma!
Makam aslını unutturmasın! 19 EKİM 1997
Mesnevi’den seçmeler: Sultan Gazneli Mahmud hasetçilere, veziri Ayaz’ın kulübesinin kapısını gece kırıp, içine girme emrini verince, hasetçiler sevinçten geceyi zor getirdiler. Gece yarısında, otuz kadar hasetçi, ellerine meşaleler alarak, hücrenin önüne geldiler. İçlerinden birisi sevinç ile bağırdı: - Bu gece her birimize en az birer kese altın düşer. Köşeyi döndük. Kapıyı kırın! “Aslımı unuturum diye, köyden geldiğimde üzerimde bulunan, koyun postundan elbisem ile ayaklarımdaki çarıkları duvara asmıştım. Her girişimde, onlara bakıp, eski hâlimi hatırlıyorum.” Başka birisi de şöyle bağırdı: - Sen ne diyorsun? Bir kese altının lafı mı olur? İçeride milyonlarca altın, kıymetli yakutlar, mücevherler vardır. Çünkü Ayaz, Sultanın has adamıdır. Bütün hazinelerin anahtarı ondadır. Her istediğini kimseye sormadan alabilir. Kulübenin kapısına geldiklerinde, kapıda, açılması çok güç bir kilidin bulunduğunu gördüler. Epey uğraştıktan sonra kilidi açmaya muvaffak oldular. Kapı açılınca, kokmuş ayranın içine üşüşen hamam böcekleri gibi, içeriye hücum ettiler. Fakat büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Şaşkın hâlde içeriyi süzdüler. Ortalıkta hiçbir şey görünmüyordu. Kimse diğerine bir şey söyleyecek durumda değildi. İçeride sadece, duvarda koyun postundan bir kepenek ile bir çarığın asılı olduğunu gördüler. Nihayet içlerinden birisi sessizliği bozdu: - Bunlar perdedir. Aldatmacadır. Altınları mutlaka yere gömmüştür. Hemen kazma, kürek getirip, yeri kazalım. Derhal kazma, kürek getirdiler. Kulübenin her tarafını, büyük bir heyecan içinde kazmaya başladılar. Altın, mücevher bulma ümidiyle, her tarafı delik-deşik ettiler. Fakat aradan saatler geçmesine rağmen, ortada hiçbir mücevher görülmüyordu. Zaman geçtikçe, ümitleri de azalmaya başladı. Nihayet bir şey bulamayacaklarını anlayınca, büyük bir üzüntü ile kazdıkları çukurları doldurdular. Mahcubiyet içinde, sabahleyin Sultanın huzuruna vardıklarında, Sultan dedi ki: - Bulduğunuz altınları nereye sakladınız? Altınları alıp, bu kadar üzülmeniz niye? Hem altınlara kavuşup, hem de üzülmek olur mu? Hasetçiler, Sultanın kinayeli konuştuğunu anladılar. Sultana dediler ki: - Biz kabahatimizi biliyoruz. Pişman olduk. Bize ne ceza verseniz yeridir. Çünkü biz bunu hakettik. - Ben size bir ceza vermeyeceğim. Yaptığınızın muhakemesini Ayaz’a bırakıyorum. O ne isterse yapacak! Sonra Ayaz’ı çağırıp dedi ki: - Hükmü sana bırakıyorum. Ne istersen yap! - Sultanım! Sizin huzurunuzda hüküm vermek, bana yakışır mı? Hükmü Sultanlar verir. Her ne kadar arkadaşlarımın kusuru varsa da, esas kusur benimdir. Eğer ben kulübenin kapısına bu kadar sağlam kilit takmasaydım, gizli gizli buraya girmeseydim, bunlar şüphelenmeyeceklerdi. Böyle işte bulunmayacaklardı. - Peki oraya her gün girip çıkmanın sebebi neydi? - Sultanım! Benim o odaya sık sık girip çıkmamın sebebi şu idi: Biliyorsunuz ben bu sarayda doğup büyümedim. Benim aslım bellidir. Sayenizde rüyamda bile göremeyeceğim birçok rütbelere, nimetlere kavuştum. Bunlara dalıp, aslımı unuturum diye, köyden geldiğimde üzerimde bulunan, koyun postundan elbisem ile ayaklarımdaki çarıkları duvara asmıştım. Her girişimde, onlara bakıp, kendi kendime diyorum ki: “Ey Ayaz! Senin aslın budur. Kavuştuğun nimetler, dünyalıklar, makamlar aslını unutmana sebep olmasın. Bu nimetler sebebiyle, ananı-babanı, geçmişini unutma! Allaha ibadetten geri kalma!” Böylece, gaflete düşmemek için gayret sarfediyordum. Sultanım! Sultanlara yakışan, affetmektir. Madem ki bunlar hatalarını anlayıp özür diliyorlar. Büyüklere de affetmek düşer. Allahü teâlâ tevbeleri kabul edeceğini vaad buyuruyor. Sizin de bunları affetmenizi talep ediyorum. Bunlar perdedir, aldanmayalım! Dünyalıklar aslını unutturmasın! Sultan da hasetçileri affetti. Hasetçiler de, Ayaz’ın, bu kadar kısa zamanda yükselmesinin sebebini, Ayaz’ın kendilerinden farkını böylece anlamış oldular.
Ayaz’ın diğerlerinden farkı 20 EKİM 1997
Mesnevi’den seçmeler: Padişahın on tane veziri vardı. Fakat bunlardan Ayaz ismindeki vezirini çok sever, önemli işlerini ona gördürürdü. Onu kendine birinci vezir yapmıştı. Ayaz’ın maaşı da fazlaydı. On vezirin aldığını alırdı. Diğer vezirler, bunu çok kıskandıkları hâlde, bir müddet seslerini çıkarmazlar. Fakat daha sonra sabırları tükenir. Padişaha, Ayaz’a ayrı muamele yapılmasının uygun olmadığını söylerler. Padişah bunlara bir cevap vermez. Bunlara sözle verilen cevabın tesir etmeyeceğini bildiği için, bir olay ile cevap vermek ister. Bir gün dokuz vezirini alıp, ava çıkar. Avlanıp geri dönerlerken, uzakta bir kervan görürler. Padişah, vezirinin birini çağırıp der ki: - Git sor bakalım, kervan nereden gelip nereye gidiyor? Vezir atına atlayıp, kervanın yanına varır. Kervanın Rey şehrinden geldiğini öğrenip, geri dönerek, padişaha durumu bildirir: - Rey şehrinden geliyormuş efendim. Padişah vezire, “Hangi şehre gidiyorlarmış” diye tekrar sorunca, “Onu sormadım” diye cevap verir. Padişah, bu sefer ikinci veziri gönderip, hangi şehre gittiğini öğrenmesini ister. İkinci vezir de gidip gelir ve der ki: - Yemen’e gidiyormuş padişahım. İkinci vezir, Padişahın, “Yükleri neymiş” sorusuna cevap veremez. Padişah, üçüncü vezirini gönderip, kervanın yüklerinin ne olduğunu öğrenmesini söyler. Üçüncü vezir de gidip, “Yükleri her cins eşya” der. Bu defa da Padişahın, “Rey şehrinden ne zaman çıkmışlar” sorusuna, vezir cevap veremez. Padişah, bu şekilde dokuz veziri de bir şey öğrenmek için gönderir. Hiçbiri kervan hakkında, teferruatlı bilgi alıp gelemez. Başka bir zamanda, Ayaz’ın da bulunduğu bir avda, yine bir kervan görmüşlerdi. Padişah, bu defa Ayaz’ı çağırıp der ki: - Karşıdaki kervana git, nereden gelip nereye gidiyormuş öğren! Ayaz, kervanın bulunduğu yere gidip gelir. Padişah, nereden geldiklerini öğrendikten sonra, daha önce diğer vezirlerine sorduğu bütün soruları Ayaz’a da sorar. Ayaz, soruların hepsinin cevabını, kervanın yanına tekrar gitmeden verir. Çünkü, gittiği zaman, kervan hakkında lüzumlu bütün bilgileri sorup öğrenmiştir. Bunun üzerine Sultan, diğer vezirlerine hitaben, “İşte Ayaz ile sizler arasındaki fark” diye bir şey söylemez, fakat böyle hareket etmesi daha da tesirli olmuştur. Böylece diğer vezirler, Ayaz’ın kendilerinden farklı olduğunu açık bir şekilde görüp, ona karşı kıskançlık yaptıklarına pişman olurlar. Böyle nasihat verici olaylarla ilgili nice ibretli sözler vardır: İnsan çalışır, hatada ısrar etmez, hadiselerden ders, ibret alırsa, başarılı olmasına bir engel kalmaz. İyi yönde çalışan, iyiliğin karşılığını; kötü yolda çalışan kötülüğün karşılığını görür. Ne ekilirse o biçilir. “İyi yönde çalışan, iyiliğin karşılığını; kötü yolda çalışan kötülüğün karşılığını görür. Ne ekilirse o biçilir. Arpa eken, arpadan başka bir şey biçemez.” Git sor bakalım İnsanın yaptığı iş, kendisinin oğlu gibidir. Çocuğun yaptıklarından da kendisi mesuldür. Yaptığı iş, çocuk gibi eteğine sarılır, onu bırakmaz. Arpa ekersen, arpadan başka bir şey bitmez. Borcu sen aldın, borç veren senden başkasını tanımaz. İnsanın düştüğü sıkıntılar, çektiği ızdıraplar, hep kendi kötü hâllerindendir. Hem kötülük yapıp, hem de iyilik beklemek akla uygun değildir. Kötülüklerin kaynağı nefstir. Nefsi bırakıp, başkasını töhmet altında bırakma! Yiğit olan suçu başkasına yüklemez. Dünyada yapılan iyi ve kötü bütün işler, zerre kadar da olsa, ahirette karşılıkları görülecektir. Hiçbir şey saklı kalmayacaktır.
Niyet halis olunca... 21 EKİM 1997
Mesnevi’den seçmeler: Abbasîler zamanında çölde yaşayan fakir bir aile vardı. Geçim sıkıntısı içindeydiler. Birgün, yağmur suyu ile testilerini doldurdular. Yıllar sonra, kızgın çölde tatlı yağmur suyunu görünce, evin hanımının hatırına bir fikir geldi. Kocasına dedi ki: - Bu yağmur suyu bizim için büyük bir nimet olabilir. Bu testiyi omuzlayıp, padişaha götür. Oralarda belki böyle tatlı su bulunmaz. Padişah bu suyu alınca, çok memnun olacak, bize çok hediyeler verecektir. Kadın, padişahın sarayının bulunduğu yerde, Dicle nehrinin aktığını, tatlı ve temiz bir suyunun bulunduğunu bilmiyordu. Çünkü, yuvası acı su civarında olan kuş, saf ve berrak suyun olduğunu bilemez. Nihayet, adam hanımının bu sözü üzerine, bir ümitle, testiyi alıp yola çıktı. Gece gündüz yol aldı. Sahraları, dağları aşarak, padişahın bulunduğu şehre vardı. Padişahın adamları onu karşıladı. Kendisine izzet ve ikramda bulundular. Kendisine bir arzusunun olup olmadığını sordular. Dedi ki: - Padişahımıza bir hediye sunmak için uzak yoldan geldim. Hediyem bu testinin içinde bulunan, tatlı saf yağmur suyudur. Yalanım yoktur. Maksadım, bunu sultanımıza arz edip, karşılığında sultana layık karşılık beklemektir. Çölde yaşayan bu adam, bu arzularında mazurdu. Çünkü, Dicle gibi temiz suyu olan şehre, testide su götürdüğünün farkında değildi. Eğer bilseydi, bu kadar yolu aşmaz, testiyi taşa çalardı. Padişaha durumu arz ettiler. Tebessüm etti. Bedeviyi kabul buyurdu. Bedevi dedi ki: - Sultanım, yıllardır biz hep acı su içeriz. İlk defa bol yağmur yağdı. Tatlı suya kavuştuk. Testimi doldurup yola koyuldum. Böyle tatlı yağmur suyu size layık. Padişah adamın halis niyetini öğrenince, hiç bozuntuya vermedi. “Buraya kadar yoruldun, çok memnun oldum. Çok makbule geçti” deyip, memnuniyetini bildirdi. Güzelce karnının doyurulup gönderilmesini emretti. Bu arada, o kimsenin testisini altın ile doldurttu ve bir adamına vererek, şöyle emretti: - Bu altın dolu testiyi ona ver. Dicle’den gemiye bindir. Hürmetle uğurla! Gideceği yere gemiyle giderse, daha kısa zamanda varır. Görevli, o adamı, Dicle’nin yanına getirdi. Adam, Dicle’yi görünce, utancından yere kapandı. İlk defa böyle çok su görüyordu. Kendi kendine şöyle söyledi: Arpa eken, arpa biçer Nihayet yola çıktı... Aczini bilip, Allahü teâlâya sığınan, Onun hem dünya nimetlerine, hem de sonsuz ahiret nimetlerine kavuşur. Yeter ki tam bir tevekkülle Ona sığınıp, yalnız Ondan beklesin. - Hayret, kendisi su deryasında iken, benim bir testime değer verdi. Beni mahcup etmedi. O cömertlik denizi, benim testimdeki suyu kabul etti. Testideki tozlu sudan alınmadı. Ey oğul, dünyayı, ağzına kadar ilim ve güzellik dolu bir testi bil! Bu ilim ve güzellik, Allahü teâlânın güzellik deryasından bir damladır. Hak deryasından bir damlayı tadanın ilk işi, testisini kırmak olur. Bedevi, yoksulluğundan, padişahın kapısına gitti. Dünyalık için gitti, istediğinden çok fazla dünyalığa kavuştu. Birkaç altın beklerken, bir testi altına kavuştu. Devlete erişti. Halis niyetle ahireti isteseydi ona da kavuşurdu. Aczini bilip, Allahü teâlâya sığınan, Onun hem dünya nimetlerine, hem de sonsuz ahiret nimetlerine kavuşur. Yeter ki tam bir tevekkülle Ona sığınıp, yalnız Ondan beklesin. Onun merhameti, ihsanı sonsuzdur. Kendisine sığınanları mahrum bırakmaz.
Ölüm bana müjdedir! 22 EKİM 1997
Mesnevi’den seçmeler: Ölüm Müslüman için korkulacak bir şey değildir. Ölümden, inanmayan kimse korkar. Çünkü onun tek sermayesi dünyadır. Sonrasına inanmadığı için, “Dünyada ne yapabilirsem kârdır” diye düşünmektedir. Müslüman için ise, esas hayat öldükten sonra başlayacak... Bunun için Allah dostları, her zaman ölümü bir müjde olarak görmüşler.... Bir odadan diğer odaya geçiş, alt kattan üst kata çıkış olarak kabul etmişler... Bir gün Peygamber efendimiz, Hz. Ali’nin hizmetkârının kulağına, “Ey akılsız, efendini sen öldüreceksin” buyurdu. Hz. Ali bundan sonrasını şöyle anlatır: Şüphesiz, Peygamber efendimiz vahiy ile, Allahü teâlânın bildirmesiyle söylerdi. Bunun için, beni, o kimsenin öldüreceğini biliyordum. Hizmetçim beni her gördüğünde derdi ki: - Ne olur beni öldür, benden kötü bir şey meydana gelmesin! Ölümüne ben vasıta olmayayım! Ben de ona şöyle cevap verirdim: - Madem ki, Peygamber efendimiz böyle buyurdu. Onun sözleri boş sözler değildir. Ölümüme sen sebep olacaksın. Kul için kadere razı olmaktan başka çare yoktur. O ise yalvarıp yakarır, aynı sözleri değişik şekilde tekrarlardı: - Kılıcını bedenimde parçala! Ta ki, sonum fena olmasın! Bedenim ebediyen yanmasın! - Allahü teâlâ ne takdir ettiyse o olur. Onun dışında birşey söyleyemem. Sana bunun için düşmanlık da besleyemem! - Öyleyse bu işin sırrı nedir? - O hakikata ait bir sırdır. Bu sırrı söyleyemem! Hz. Ali devamla buyurdu ki: - Ben katilimi gördükçe, asla ona kızmazdım. Çünkü ölüm bana kendi canım gibi azizdir. Bu görünüşteki ölüm, gerçekte dirilik, görünüşteki yokluk, hakikatta ebediliktir. Çocuk, ana karnından ayrılınca, yeryüzü ona yeni bir konak olur. Ölüm bize bir arzu, bir aşktır. Bana ölüm tatlı gelir. Ölüm bana, dirilişin müjdesidir. Benim hayatım, ölmemdedir. Âşıkların hayatı ölümle başlar. Eninde, sonunda bu geçici yerden ayrılacağız. Çünkü, ayet-i kerimede, muhakkak Ona döneceğimiz bildirildi. Sığınan mahrum kalmaz... Ölümüne sebep olmayayım “Ölüm bana, dirilişin müjdesidir. Benim hayatım, ölmemdedir. Âşıkların hayatı ölümle başlar. Eninde, sonunda bu geçici yerden ayrılacağız. Ayet-i kerimede, O’na döneceğimiz bildirildi.” O kimse tekrar gelip Hz. Ali’ye dedi ki: - Ya Ali, ne olur beni öldür de, bu kötü iş benden meydana gelmesin! Ben sana kanımı helal ediyorum. Yeter ki, bu kötü iş benden olmasın! Hz. Ali ona şöyle cevap verdi: - Her zerre bir katil olup, elinde hançer ile seni öldürmek istese, sen beni öldürmedikçe, sana bir kıl ucu kadar zarar veremez. Kimse kaderde yazılanı değiştiremez. Fakat tasalanma, ben sana şefaatçiyim. Bu vücudumun benim yanımda bir değeri yoktur. Bu zahiri ölüm, benim için bağ-bahçedir. Bir Şaban ayının son cumasında, Peygamber efendimiz Ramazan ayının faziletlerini anlatıyordu. Bir ara Peygamber efendimiz ağlamaya başladı. Orada bulunan Hz. Ali sebebini sordu. Bunun üzerine Peygamber efendimiz buyurdu ki: - Ya Ali, Ramazan ayında sen namaz kılarken, seni kılıçla yaralıyacaklar, sakalını başının kanıyla boyayacaklar. - Ya Resulallah, bu hâl dinime bir zarar getirecek mi, dinimin selametiyle mi olacak? - Evet dininin selametiyle olacak. - Benim için bu üzülecek bir şey değil, bana müjdedir. Nihayet, hicretin kırkıncı yılında, Ramazan ayının ondokuzuncu günü, sabah namazından çıkarken Hz. Ali’yi, kandırılan o kimse, zehirli kılıçla yaraladı. Ramazanın yirmisi cuma gecesi, sevdiklerine kavuştu. Yaralandıktan sonra şöyle vasiyet etti: “Beni yaralayana eziyet etmeyin! Aç ve susuz bırakmayın! Kendisini hoş tutun! Yatağı yumuşak olsun! Kendisini affettim.” Bu arada kendisine ikram edilen sütün yarısını içip, yarısının da, kendini yaralayan kimseye verilmesini vasiyet etti.
Düşmanını besleme! 23 EKİM 1997
Mesnevî'den seçmeler: Ahmağın biri İsa aleyhisselam ile yolculuk yapıyordu. Adam yolculuk esnasında, İsa aleyhisselamın, ölüleri, Allahü teâlânın izniyle dirilttiğini görünce, dedi ki: - Ne olur, "ism-i a'zam" duâsını bana öğret de, ben de senin gibi ölüleri dirilteyim. İsa aleyhisselam şöyle cevap verdi: - Sen buna layık değilsin. Bu duâyı öğrenmemen, senin için daha hayırlıdır. - Zararına da olsa, ben bu duâyı öğrenmeyi çok istiyorum, bana muhakkak öğret. Adam çok ısrar edince, kendisine "ism-i a'zamı" öğretti. Yolda giderken, bir çukurda kemik yığını gördüler. İsm-i a'zamı öğrenen kimse, bir an önce merakını yenmek için, hemen öğrendiği duâyı okudu. Allahü teâlânın izniyle, oradaki ölüler dirildi. Kemiklerin arasında bir de aslan ölüsü vardı. O da hemen dirildi. Duâyı okuyan adama saldırıp, onu parçaladı. İsa aleyhisselam aslana dedi ki: - Neden önce bu adamı parçaladın? - O buna layıktı. Çünkü, sana eziyet ediyor ve seni sıkıntıya sokuyordu. - Peki, niçin onun kanını içmedin? - O benim kısmetim, rızkım değildi. Nice kimseler, kükremiş aslan gibi, birçok dünya malına sahip olur, fakat bunları yiyemeden ölür. Ya Rabbi, bizi hırs ve gafletten kurtar! Sonra aslan dedi ki: Nihayet o gün geldi... Hayırlısını istemeli "Ey kimse, buradaki aslan nefsi temsil eder. Nefsinin dirilmesini isteme, o senin can düşmanındır. Dirildiğinde, ilk parçalayacağı sen olacaksın." - Bu av mutlak, öğüt ve ibret içindi. O adam rızkım olsaydı, ölüler arasında ne işim vardı, ölüp çürür müydüm? Nimetin kadrini bilmelidir. Merkep temiz suyun kıymetini bilmediği için, suya boynunu değil, ayağını uzatır. Ey kimse, buradaki aslan nefsi temsil eder. Nefsinin dirilmesini isteme, o senin can düşmanındır. Dirildiğinde, ilk parçalayacağı sen olacaksın. Nefs, köpek misali gibidir. Köpeğin dostu kemiktir. Köpek, kemik bulunca rahatlar. Nefsin gıdasını verip, onu rahatlandırma ve onu besleyerek düşmanını kuvvetlendirme! Ey kimse, yalnız başkalarının hâline bakma! Bunların hâlinden ibret al! Hep başkalarının hâline ağlama, gel biraz da kendi hâline ağla! Ey kimse, yanlışlar ortaya dökülünce, tevzi, dağıtım memuru gibi bunları hemen başkalarına dağıtma! Bunları kendine al! Herkes senin gibi başkasına havale ederse, yanlışlar ortada kalır. Yanlışları bertaraf etmek mümkün olmaz. Hz. Ali Hendek savaşında, bir düşman askerini alt edip, yere yatırdı. Kılıcını çekti. Tam vuracağı zaman, düşman askeri Hz. Ali'nin yüzüne tükürdü. Hz. Ali kılıcını kınına koydu. Onunla savaşmaktan vazgeçti. Ölümünü bekleyen kimse, bu işten bir şey anlamadı. Hayretle kendisine sordu: - Kılıcını çekmiştin. Beni öldürmene hiçbir engel yokken neden vazgeçtin? Öfken birden yatıştı. Hz. Ali şöyle cevap verdi: - Ben kılıcımı Allah için vuruyordum. Ben Allahın arslanıyım. Nefsin esiri değilim. Sen, benim şahsıma karşı yaptığın hareketten sonra seni öldürseydim, nefsim için öldürmüş olabilirdim. Hâlbuki her yaptığımı Allah için yapmam lazımdır. Ben saman çöpü değilim. Hilm, yumuşaklık, sabır, adalet dağıyım. Kasırga nasıl olur da, bu dağı yerinden oynatabilir. O sadece saman çöpünü uçurabilir. Öfke, padişahlara padişahtır. Fakat bizim kölemizdir. Ben öfkeye de gem vurmuşum.
Yanlış mukayese... 24 EKİM 1997
Mesnevi’den seçmeler: Attarın birisinin, yeşil renkli, sesi, konuşması, hâli güzel bir papağanı vardı. Bu papağan, dükkan sahibi olmadığı zaman, dükkanda bekçilik yapardı. Diğer zamanlarda da, nükteli konuşmaları ile dükkan sahibini neşelendirirdi. İnsan gibi konuşur ve kendine mahsus sesi ile de öterdi. Birgün dükkan sahibi, papağanı dükkana bırakıp, evine gitti. Bu sırada içeriye ansızın, fare kovalayan bir kedi girdi. Kedinin, kendisini yakalamak için geldiğini zanneden papağan, büyük bir korkuya kapıldı. Can havliyle sağa-sola kaçarken, attarın, sermayesini ona bağladığı büyük gül yağı şişesini devirdi. Yere düşen şişe kırıldı. Gül yağı her tarafa yayıldı. Attar geri dönünce, gül yağının dökülmüş olduğunu görünce, çok üzüldü. “Bütün servetim gitti, mahvoldum” diyerek papağanın üzerine yürüdü. Onu hırpaladı, başına vurdu. Papağan, dükkanın bir köşesine büzüldü kaldı. Üzüntüsünden günlerce yemedi, içmedi. Sonra saçları dökülerek başı çıplak kaldı. Papağanın bu durumunu gören attar da, yaptığına çok pişman oldu. “Keşke elim, ayağım kırılsaydı da, şu papağanı dövüp incitmeseydim. Nimet güneşimi kendi elimle karartmış oldum” diye kendi kendine söyleniyor, papağanın tekrar eski hâline gelmesi için gitmedik Allah için yapmam lazım Bütün servetim gitti Kıyası yerinde yapmalıdır. Yerinde yapılmayan kıyas, yanlış netice verir, insanı yanlış yola sevk eder. Birçok şey görünüşte birbirine benzer ise de, aralarında büyük fark vardır. baytar bırakmıyordu. Fakat papağanın eski hâle gelmesine bir çare bulamadı. Yaptığı tedavilerin hiç faydası olmadı. Her gün papağan adama, adam papağana üzüntü içinde bakıyordu. Karşılıklı konuşma ve şakalaşmaları yok olmuştu artık. Böyle, üzüntülü şekilde günler geçti. Bir gün, attar birkaç arkaşı ile sohbet ediyordu. Bu sırada dükkanın önünden, saçları tamamen dökülmüş bir kimse geçiyordu. Papağan bu kimseyi görünce, konuşmak için hemen ortaya atıldı. Sahibi bu hâli görünce çok sevindi. Papağan dile gelip dedi ki: - Ey kişi, yoksa sen de benim gibi, gül yağı şişesini mi kırdın? Başka bir kelime de söylemedi, tekrar sustu. Attarın sevinci boşa gitti. Fakat, papağanın, kendi hâli ile kel kimsenin hâlini yersizce mukayese etmesi, oradakileri çok güldürdü. Her işte nice ibretler vardır anlayana... Kıyası yerinde yapmalıdır. Yerinde yapılmayan kıyas, yanlış netice verir. İnsanı yanlış yola sevk eder. İki kamış da su ile beslenir, birinin içi şeker ile dolar, diğerininki ise bomboş olur. Birçok şey görünüşte birbirine benzer ise de, aralarında büyük fark vardır. Tatlı su da, acı su da sudur; fakat birini içen rahatlar, diğerini içen acı hisseder. Gerçek âlim olmayanlar, sihir ile kerameti ayırdedemezler. Sihirbazlar, Musa aleyhisselamı taklit ederek, Onunkine benzer asa aldılar. Hâlbuki işi yapan asa değildi. Bunu bilemediler. Hâlbuki birinin arkasında Allahın laneti, diğerinde ise, Allahın yardımı vardı. Maymunlar, insanları taklit ederler. “İnsanların yaptıklarını yapıyoruz” derler. Hâlbuki bunu yapmakla, yine hayvandırlar, insan ile mukayese edilemezler. Mümin de, münafık da namaz kılar. Biri riya için, diğeri Allahın emri olduğu için kılar. Sözün kötülüğü, harften, deniz suyunun acılığı konulan kaptan değildir. Sahte ile hakiki altının değeri miheng ile belli olur. Miheng yoksa hak ile batıl da ayırt edilemez. Kötü kişiler de yalan ve hilelerle, temiz kimseleri kendi tuzaklarına düşürürler. Bütün iş hileyi anlayabilmek, doğru ile yanlışı ayırt edebilmektedir... İnsanın sonsuz cennet hayatına kavuşması veya sonsuz cehennem azabına düçar olması da, işte bu ayrımın doğru veya yanlış yapılmasındandır... Olanlardan ibret almak 25 EKİM 1997 Mesnevi’den seçmeler: Başa gelen olaylardan, sıkıntılardan ders almak lazımdır. Olaylardan ders almayıp, aynı tehlikeye tekrar düşmek ahmaklık alametidir. Bir aslan, bir kurt, bir de tilki beraber ava çıktılar. Dağda, bir dağ öküzü, bir dağ keçisi, bir de tavşan yakaladılar. Kurt ile tilki, bu hayvanların, aralarında taksim edilmesini istiyorlardı. Fakat, aslandan çekindikleri için, yüzüne karşı bunu söyleyemiyorlardı. Aslan bunların maksatlarını anladı. Kurdu çağırıp dedi ki: - Ey kurt, al bu avları taksim et! Yalnız dikkatli ol, adilane paylaştır! Bu taksimi benim vekilim olarak yap! Ben de böylece senin nasıl bir cevher olduğunu öğreneyim!.. Kurt şöyle cevap verdi: Hz. Musa ve sihirbazlar Bu ne biçim taksim Akıllı kimse, işin hakikatini anlar. İşin hakikatini anlayamayan ise cezasını çeker ve hâli başkalarına ibret olur. Herkes haddini bilmelidir. Aslanın yanında, ona aslanlık taslamak aptallık olur. - Ey şahım! Öküz size kalsın. Zira o iridir. Siz de büyük ve kuvvetlisiniz. Keçi benim! Çünkü benim gibi orta büyüklükte. Tilkiye de tavşan uygundur. En adil taksim bu olsa gerektir. Aslan bu taksime çok kızdı. Kükreyerek kurda dedi ki: - Bu ne biçim taksim? Benim olduğum yerde, nasıl, “Ben”, “Siz” diye bahsedebiliyorsun? Ben hayvanların hakimiyim. Ben varken sizin ne adınız olur? Kurtlar köpek soyundandır. Sen kendini bir varlık olarak görüp, yanımda nasıl kendine pay ayırabilirsin? Sonra, “Ey kurt, yanıma yaklaş” dedi. Yanına yaklaşan kurdun başını bir pençe darbesiyle kopararak söylendi: - Benim yanımda varlık taslamanın cezasını böylece görmüş oldun. Bundan sonra aslan, tilkiye dönerek dedi ki: - Taksim işini iyi bir biçimde sen yap! Tilki taksimi şöyle yaptı: - Bu semiz sığır, padişahımın kuşluk yemeği olsun! Bu keçi de güçlü padişahımın öğle yemeği olsun! Bu semiz tavşan da, şahımın akşam yemeği olması çok uygundur. Aslan, tilkinin bu taksimini çok beğendi. Tilkiye sordu: - Ey tilki, çok adaletli bir iş yaptın! Bu paylaştırmayı kimden öğrendin? Tilki şöyle cevap verdi: - Ey hayvanların şahı! Bu adaletli taksimi, şu yerde yatan kurt kardeşin hâlinden öğrendim. - Madem ki, işini hatasız yaptın, bu üç hayvanı da sana verdim. Bunlar benim sana ihsanım olsun! Al git! Aslan bundan sonra, tilkiye hitaben dedi ki: - Ey tilki, senin bize sadık olduğun anlaşıldı. Artık seni incitmemiz, üzmemiz uygun olmaz. Artık aramızda senlik, benlik kalmadı. Beraber olduk. Kurdun hâlinden ibret alabilmişsin. Artık sen, benim yanımda tilki değil aslansın! Tilki kendi kendine dedi ki: - İyi ki aslan, taksim işini kurttan sonra bana verdi. Hâlime şükür edeyim. Yoksa benim hâlim ne olurdu? Akgördüklerinden ibret alan kimsedir. İnsan her olaya, ibretle bakmalı, kendisine hisse çıkartmalıdır. Akıllı kimse Akıllı kimse, işin hakikatini anlar. İşin hakikatini anlayamayan ise cezasını çeker ve hâli başkalarına ibret olur. Herkes haddini bilmelidir. Haddini bilmeyen kimse, kurdun durumuna düşer. Aslanın yanında, ona aslanlık taslamak aptallık olur. Beterin de beteri vardır. Keşke bütün zararlar bedene, uzuvlara gelse! Ya imanımıza, kalbimize bir zarar gelir, iman nimetlerinden mahrum kalırsak, o zaman vay hâlimize. Bunun için gece-gündüz, yediğimize, içtiğimize çok dikkat edip, nefsin esiri olmamamız lazımdır. Müslümana, benlik davası yakışmaz. Herşeyin yaratanı, hakiki sahibi cenab-ı Haktır. Herşey Onun dilemesi ile olur.
Zulüm payidar olmaz! 26 EKİM 1997
Mesnevî'den seçmeler: Aslan diğer hayvanlara rahat vermiyordu. Yakaladığını parçalayıp yiyordu. Bunun için diğer hayvanlar huzursuzdu. Birgün hayvanlar toplanıp, aslanın huzuruna gittiler. Dediler ki: - Sen avlanmak için çıkma! Ovayı bize dar getirme! Biz aramızdan seçeceğimiz bir hayvanı sana getirelim. Bu senin rızkın olsun! Akıllı kimse Her sıkıntının bir kurtuluş çaresi vardır. Mutlaka kuvvetli olan, zayıf olana hükmedecek diye bir kaide yoktur! Hiçbir zalimin yaptığı yanına kâr kalmaz! Zulüm payidar olmaz! Aslan şöyle cevap verdi: - Sözünüzde durursanız, teklifiniz çok güzel bir şeydir. Fakat, ben insanların çok hilesini gördüm, bu yüzden çok sıkıntılara düştüm. Bu hilelerin her biri bana birer ders oldu. Hz. Peygamberin, (Mümin iki kere aynı hatayı yapmaz) sözünü kendime rehber edindim. Hayvanlar söz alıp aslana şöyle cevap verdiler: - Ey sultanımız. Kadere razı olmak lazımdır. Sen ne kadar tedbir alsan, kaderinde ne varsa o gelecektir. Tedbir takdire kâr etmez. Allaha tevekkül et! Allaha tevekkül eden, pişman olmaz, üzülmez. Aslan dedi ki: - Tevekkül iyidir, lakin sebeplere yapışmak da Peygamberin sünnetidir. Hz. Peygamber, (Önce, bineği bağlamak ve sonra tevekkül etmek lazımdır) buyurmuştur. - Evet sebeplere yapışmak lazımdır. Fakat, bunda ölçüyü kaçırmamalıdır. Tevekkülden daha güzel bir kazanç yoktur. Zira teslimiyet gönüllerin sevgilisidir. Firavun bütün çocukları öldürttü. Fakat Allahü teâlâ onun korktuğu çocuğu, evine gönderdi. - Dedikleriniz doğru, ancak cenab-ı Hak ayağımızın önüne bir merdiven koymuştur. Yüksek yere basamak basamak çıkılır. Önce çalışmalı ki, tevekkül kemâl bulsun. Tohumu ek sonra tevekkül et! Bütün peygamberler sebeplere yapıştılar. Birçok cefalara, sıkıntılara katlandılar. Daha sonra aslan ile diğer hayvanlar, aralarında sağlam bir sözleşme yaptılar. Bundan böyle, aslan hiçbir hayvana zarar vermeyecek, buna karşılık da her gün yiyeceği ayağına gelecekti. Bu anlaşma gereği, her gün tespit edilen hayvan, kendi ayağı ile aslanın önüne gidip, ona yem oluyordu. Bir gün sıra tavşana gelince, sızlanmaya başladı. Diğer hayvanlar dediler ki: - Biz sıramız geldiğinde, itirazsız giderek, diğer hayvanların korkusuz dolaşmasını sağladık. Sen niçin bu anlaşmaya razı olmuyorsun? Sen bizi ahde vefasız mı çıkartmak istiyorsun? Hemen aslana git. Hile yapma! - Siz bana biraz mühlet verin. Yapacağım hile, sizi ve çocuklarınızı da kurtaracak. Her sıkıntının bir kurtuluş çaresi vardır. Mutlaka kuvvetli olan, zayıf olana hükmedecek diye bir kaide yoktur! Hiçbir zalimin yaptığı yanına kâr kalmaz! Zulüm payidar olmaz! - Ey tavşan, yapacağın hile nedir? Sen küçücük boyunla aslana nasıl hile yapabilirsin? Tavşanın gitmesi gecikince, aslan hiddetlendi. - Ben biliyordum. Bunlar anlaşmalara bir gün uymazlar. Beni hileyle oyuna getirdiler. Bundan sonra onların sızlanmalarına itibar etmeyeceğim. Nihayet tavşan aslanın huzuruna geldi. Dedi ki: - Ey sultanım, senden özür diliyorum. Yolda gelirken, önümüze büyük bir aslan çıktı. Yanımda benden daha semiz bir arkadaşım daha vardı. Onu aldı. Ben ona sizden bahsettim. "Biz onun yemeğiyiz. Bizi bekler" dedim. "O da kim oluyormuş, benden başka sultan olmaz" dedi. Aslan bu söze çok kızdı. Hemen, "Beni, onun bulunduğu yere götür" dedi. Aslan arkada, tavşan önde yola çıktılar. Bir kuyunun yanına varırken, tavşan geri çekildi, "İşte o büyük aslan bu kuyunun içinde" dedi. Aslan hırsla gidip, kuyunun içine baktı, suyun üstündeki resmini düşman zannedip, kendini kuyuya attı. Böylece hayvanlar da onun zulmünden kurtulmuş oldular.
Ölmeden önce ölürsen... 27 EKİM 1997
Tedbir ve takdir Zulümden kurtuldular Ölmeden önce ölür, diline sahip çıkarsan, sen de bu dünyada hürriyete, ahirette de ebedî saadete kavuşursun. Bu dünya geçicidir. Burada mahkum sayılırsın. Mesnevî’den seçmeler: Tüccarın biri, mal almak için Hindistan’a gidecekti. Yola çıkmadan önce, bütün ev halkının bir isteklerinin olup olmadığını öğrendi ve son olarak da, kafesteki papağana sordu: - Hindistan’dan sen nasıl bir hediye istersin? Papağan cevap verdi: - Oradaki papağanlara benim halimi anlat! Onlara, “Kafese kapatılmış, güçsüz, hürriyetten mahrum bir papağanım var, size âşık” de! Onlardan, hürriyetime kavuşmam için ne yapmam lazım olduğunu sor, öğren! Ben burada kafesteyken, onların yeşillikler arasında, ağaçların tepesinde, gül bahçelerinde dolaşmaları reva mıdır, sor! Eğer ellerinden birşey gelmiyorsa, en azından derdime ortak olsunlar. Dostluk bunu gerektirir. Eğer benim feryadıma acıyorlarsa, hatırım için derdime bir çare bulsunlar! Tüccar da dedi ki: - Söylediklerini aynen yerine getireceğim. Oradaki papağanlara bir bir anlatacağım. Nihayet tüccar yola çıktı. Hindistan’a vardı. İşini bitirip, ev halkının hediyelerini aldıktan sonra, papağanın isteğini yerine getirmek için, şehir dışında yeşillik yerlere doğru atını sürdü. Orada gördüğü papağanlara, kendi papağanının söylediği sözleri nakletti. Anlatılanları dinleyen papağanlardan biri pat diye yere düştü. Papağanın bu hâline tüccar çok üzüldü ve kendi kendine, “Bu papağanın ölümüne sebep oldum. Keşke papağanımın sözlerini söylemeseydim” dedi. Tüccar, memleketine döndüğünde, herkese hediyelerini dağıttı. Bu hâli gören papağan dedi ki: - Bana verdiğin sözü yerine getirip, söylediklerimi dostlarıma bildirdin mi, anlat ki ben de sevineyim. Tüccar şöyle cevap verdi: - Sözlerini aynen bildirdim. Fakat çok pişman oldum. Düşünmeden cahiller gibi hareket ettim. Olanlara çok üzüldüm. - Ey efendi, seni bu kadar üzen, pişman eden nedir? - Senin sözlerini, hâlini papağanlara anlattım. Sözlerimi dinleyen bir papağan, senin hâline çok üzülüp, pat diye yere düşüp öldü. Onun ölümü beni çok üzdü. Senin sözlerini naklettiğim için çok pişman oldum. Fakat pişmanlığın bir faydası olmadı. Tüccarın sözleri bitince, papağan kendinden geçip yere düştü. Tüccar, bu defa yine kendi sözleri ile kendi papağanının da ölümüne sebep olduğunu görünce, üzüntüsü iyice arttı. Kendi kendine şöyle dedi: - Ey dilim, bak başıma neler getirdin? Beni üzüntülere boğdun. Sen hem şimşek, hem de harmanımsın. Ateşinle harmanımı yaktın. Ey dil, sen sonsuz bir hazinesin, fakat aynı zamanda devası olmayan bir dertsin. İnsanların nimet-i küfranısın, hem de dostların delili, rehberisin. Senin yüzünden tatlı nağmemi, çiçekli bahçemi kaybettim. Tüccar, bu şekilde konuşurken, papağanı kafesten çıkarıp, pencereden aşağı attı. Fakat ölmediği hâlde, ölmüş numarası yapan papağan, hemen uçup karşıda duran ağacın dalına kondu. Bu hâli gören tüccar çok şaşırdı. Papağana dedi ki: - Ey papağan, bu yaptığın nedir? Bu hileyi sana kim öğretti? Bunu bana açıkla! Bu kötülüğü bana kim yapabilir? - Bu hileyi bana Hindistan’daki, dostum öğretti. Sen de bu hileyi öğrenmeme vesile oldun. Hindistan’daki dostum bana şunu ima etti: “Senin mahkum olmana sebep konuşmandır. Eğer Keşke söylemeseydim... Dilime sahip çıksaydım... ölmüş gibi yapar, senin konuşmandan ümit kesilirse, seni sokağa atarlar. O zaman hürriyetine kavuşursun.” Papağan sonra da, sahibine biraz nasihat verdi: - Benim gibi ölmeden önce ölür, diline sahip çıkarsan, sen de bu dünyada hürriyete, ahirette de ebedî saadete kavuşursun. Bir gün de asıl vatanına kavuşacaksın. Bu dünya geçicidir. Burada mahkum sayılırsın. Selam sana, artık ayrılık zamanıdır. Papağan bunları söyledikten sonra oradan uzaklaştı.
Akıllının düşmanlığı 28 EKİM 1997
Mesnevî’den seçmeler: Atlı bir kimse, yolda giderken, kenarda uyumakta olan bir adamın ağzına yılanın girmekte olduğunu gördü. Hemen o tarafa koştu ise de yetişemedi. Yılan adamın ağzından içeri girmişti. Hemen elindeki kamçıyı vurarak, uyuyan kimseyi uyandırdı. Adamın canı yandığı için kaçmaya başladı. Sonunda bir elma ağacının yanında durdu. Atlı da peşinden geldi. Atından inip, ağacın altında bulunan çürük elmaları yemesini söyledi. Adam yemek istemeyince de, elindeki kamçıyı vurarak zorla yedirtti. Adam zoru görünce, bir taraftan çürük elmaları yiyor, bir taraftan da şöyle söyleniyordu: - Ey yolcu, bana niçin zulüm ediyorsun? Ben sana ne yaptım? Senin bana yaptıkların reva mıdır? Eğer maksadın beni öldürmek ise, niçin eziyet ediyorsun? Bir an önce kılıcını boynuma vur da öldür! Senin gibi zalim birine rastlamam, benim için ne büyük talihsizlik! Ya Rabbi, bana zulmeden bu kimsenin cezasını ver! Süvari, bu kimsenin konuşmalarına, ettiği bedduâlara hiç aldırmadı. Atına binip, adamı düz ovada koşturmaya başladı. Yetiştiği yerde, elindeki kamçıyı vuruyor, adam da can havliye koşabildiği kadar koşuyordu. Karnı tıka basa dolduğu için, midesi bulanmaya başladı. Nihayet başı döndü ve yere yıkılıp kaldı. Kusmaya ve midesinde ne var, ne yok hepsini çıkarmaya başladı. Bu arada yılan da dışarı çıktı. Bu hâli görünce, çektiği bütün sıkıntıları unuttu. Süvarinin saatlerce, niçin kendisine eziyet verdiğini anladı. Söylediği sözlere çok pişman oldu. Adamdan özür dileyerek dedi ki: - Sen ne kadar iyi bir kişiymişsin. Sen Allahın bir rahmetisin, tam zamanında beni gördün. Beni ölümden kurtardın. Ne mutlu senin gibilerle beraber bulunanlara! Senin için her şeyim feda olsun. Ben sana sert konuştum. Küstahça davrandım. Ey şahların şahı! Sana söylediğim kötü sözler, bilgisizliğim sebebiyledir. Durumu biraz bilseydim, böyle sözler söylemezdim. Ey güzel huylu kimse, vaziyeti biraz anlatsaydın, seni över duâ ederdim. Fakat, sustun ve durmadan vurdun. Dünyayı başıma zindan ettin. Ey iyi huylu kimse, lüzumsuz, aptalca konuşmalarımdan dolayı beni affet! Bunun üzerine süvari şöyle cevap verdi: - Eğer sana vaziyeti söylemiş olsaydım, korkudan ödün kopardı, ölürdün. Yılanın zehirinden önce, korku seni öldürürdü. Peygamber efendimiz buyurdu ki: (İçinizde gizli olan düşmanı anlatsam, yiğitlerin ödü patlar, akıllıların aklı mahvolurdu. Ne gönlünüzde duâ edip yalvarmaya, ne oruç tutmaya, ne de namaz kılmaya kuvvet bulamazdınız.) İşte akıllı olanların düşmanlığı hep böyle görünüşte düşmanlıktır. Hakikatte ise, o kimseye iyiliktir. Akılsızın dostluğu ise, insana cefa olur. Sen ne iyi kimseymişsin... İçimdeki düşmanı bilseydin Bu hâli bilenler, kedinin pençesindeki fare gibi olur. Kurt gören kuzu gibi şaşırır. İçindeki düşmanı bilseydin, ne elmayı yiyebilir, ne de kusmak için mecalin kalırdı. Sen bana bedduâ ettikçe, ben, “Ya Rabbi! İşimi kolaylaştır. Bir an önce şunun içindeki düşmanı çıkartayım” diye duâ ediyordum. Ne sebebi söylemeye ruhsatım, ne de seni bırakıp gitmeye kudretim vardı. İşte akıllı olanların düşmanlığı hep böyle görünüşte düşmanlıktır. Hakikatte ise, o kimseye iyiliktir. Akılsızın dostluğu ise, insana cefa olur.
Sadece insan güler 29 EKİM 1997
Allahü teâlâ insanı eşref-i mahluk olarak, yani yaratılmışların en şereflisi olarak yaratmıştır. Diğer mahluklara vermediği pek çok üstünlüğü insanlara vermiştir. Mesela, insan dışında hiçbir canlı gülemez, gülümseyemez. Hayvanlar açlıkla, acıyla bağırabilirler; ancak yalnızca insan gülmekle, tebessümle ödüllendirilmiştir. Allahü teâlânın bu ihsanını istediğim zaman kullanabiliyorum. Bundan böyle gülme alışkanlığını edineceğim. Herkese, tebessümler dağıtacağım. Bu nimeti sonuna kadar kullanacağım. Gülümseyeceğim, anlayışım artacak; güleceğim, sorumluluklarım hafifleyecek; güleceğim, hayatım huzurlu olacak, çünkü huzurlu yaşamanın sırrı budur. Kendisini çok ciddiye alan bir insan kadar gülünç bir şey yoktur. Hiçbir zaman asık suratlı olmayacağım. Allahın gülebilme gibi büyük bir ihsanına mazhar olmuş bir insan olmakla beraber, yine de sadece zaman rüzgarlarına savrulmuş bir kum taneciği olduğumu unutmayacağım. Gerçekten de, bundan sonra nereye gideceğimi, başıma nelerin geleceğini biliyor muyum? Bugünle ilgili endişelerim on yıl sonra aptalca gelmeyecek mi? Günün önemsiz olaylarının beni alt üst etmesine niçin izin vereyim? Gözlerimden yaşlar akıtacak kadar beni kızdıran insanlar ve olaylar karşısında nasıl gülebilirim? Ne zaman keyfim kaçacak olsa, derhal aklıma gelecek kadar güçlü bir alışkanlık hâline gelinceye kadar, üç kelimeyi tekrarlayacağım. Bu söz beni her türlü çapraşık durumdan çıkartacak ve hayatımı dengede tutacaktır. Bu üç kelimelik söz: “Bu da geçer.” Çünkü dünyevî olan her şey gelip geçicidir. Yüreğim daraldığı zaman, bunun da geçeceğini düşünerek teselli olacağım. Başarı ile sevindiğim zaman, bunun da geçici olması nedeniyle kendimi uyaracağım. Fakirlikten boğulduğum zaman, kendime bunun da geçici olduğunu söyleyeceğim. Zenginlik kazandığımda da kendime bunun geçici olduğunu söylemeliyim. Evet, asırlardır ayakta duran, sarayları, köşkleri yapanlar nerede? Yaptırdıkları sarayların bahçesinde gömülü değil mi? Ve bir gün bu saraylar da yok olup toprağın altına gömülmeyecek mi? Eğer her şey geçici ise, niçin bugün için endişe duyayım ki? Bugünü gülücüklerle, tebessümle tamamlayacağım. Bugünün mutluluğunun tadını bugün çıkaracağım. Çünkü o, kutu içinde saklanabilecek bir tohum değildir. O, şişede saklanacak ilaç da değildir. Yarın için biriktirilemez. Tohum aynı gün ekilmeli, hasadı aynı gün yapılmalıdır. Bugün başarısızlıklarıma güleceğim ki, yeni düşlerim kaybolsunlar. Başarılarıma güleceğim ki, gerçek değerlerine büzülsünler. Kötülüklere güleceğim ki, ben tatmadan yok olsunlar. İyiliklere güleceğim, büyüyüp bollaşacaklar. Her gün, yalnızca gülerek başkalarını güldürdüğüm zaman, zafer olacaktır. Her gülümseme bir altınla değiştirilebilir ve yürekten sarfettiğim her güzel söz kaleler inşa eder. Gülebildiğim, tebessüm edebildiğim sürece gönlüm aydınlık olur. Bu, Yaratanın en büyük armağanlarından birisidir ve ben bunu artık har vurup harman savuramam. Kendini ciddiye alan insan! Hiçbir zaman başkaları ile alay etmeme izin vermeyeceğim. Bu konuda her zaman bir çocuk kalacağım. Çünkü ancak bir çocuk olarak kalırsam, başkalarına tepeden bakamam ve başkalarına tepeden bakmadığım sürece de haddimi bilirim. Gülebildiğim, tebessüm edebildiğim sürece gönlüm aydınlık olur. Bu, Yaratanın en büyük armağanlarından birisidir ve ben bunu artık har vurup harman savuramam. Yalnızca gülerek ve mutlulukla gerçek başarı hâline gelebilirim. Emeğimin meyvelerinden, yalnızca gülerek ve mutlulukla zevk alabilirim. Eğer bu böyle olmasaydı, başarısız olmak çok daha iyi olmaz mıydı? Mutluluk, yemeğe tadını veren tuz değil midir? Başarıdan zevk almak için mutluluğa sahip olmalıyım ve gülücükler dağıtmalıyım. İnanıyorum ki, ancak o zaman mutlu ve başarılı olacağım
.
Yaptığı yanına kalmaz 5 EKİM 1997
Bahçesindeki bir fidana çok kıymet veren hükümdar Harun Reşid, bahçıvanına, fidanın bakımını iyi yapmasını, gül açtığında, gülünü de kimseye koparttırmadan kendisine getirmesini emretti. Bahçıvan, halîfenin emrini yerine getirmek için, gece gündüz fidanın üzerine titreyip hizmet ederken; bir gün, henüz yeni açılmış olan gülün dalına konan bir bülbülün, gagalayarak gülün yapraklarını uçurup, darmadağın ettiğini korku ile gördü. Endişe içinde gidip, padişaha bülbülün yaptıklarını anlattı. Halîfe dedi ki: - Üzülme bahçıvan efendi, bülbülün de yaptığı yanına kalmaz! Ferahlayan bahçıvan, tekrar ağaçların arasındaki işine döndü. Bir gün baktı ki, otların arasında dolaşan bir yılan, o bülbülü ağzına almış, dikenlerin arasına doğru kayıp gidiyor. Durumu yine halîfeye anlatan bahçıvan, bu sefer de aynı cevabı aldı: - Üzülme, yılanın da ettiği yanına kalmaz! Bir müddet sonra bahçıvan, yine otlar arasında dolaşırken, işi azıtan azgın yılan, bahçıvanın ayağına dolanmaz mı? Hemen elindeki kürekle kendini kurtaran bahçıvan, yılanın başını ezdi ve yaptığını da Harun Reşid'e anlattı. Halîfe bu defa da dedi ki: - Üzülme efendi, senin yaptığın da yanına kalmaz! Ne çâre ki, çok sürmedi. Bahçıvan, bir suç işledi. Halîfe, cezâlandırılması için hâkimin huzuruna sevk etti. Ancak, bahçıvan, hâkimin bütün suâllerine cevap vermedi ve dedi ki: Hiç kimse mesut olamaz! Üzülme efendi! Atalarımız, "Çalma elin kapısını, çalarlar kapını" dediler. "Eden bulur" sözü de bu mânâyı işâret eder. Büyüklüğün şanı, sana yapana aynısını yapmak olmayıp, onu affetmektir. - Ben ancak halîfeye karşı konuşurum. Başka kimse, benden cevap alamaz. Nihayet Harun Reşid'in huzuruna getirilen bahçıvan, şöyle konuştu: - Padişahım, sen, "Bülbülün yaptığı yanına kalmaz" dedin; onu yılan yuttu. "Yılanın da yaptığı yanına kalmaz" dedin; onu da ben öldürdüm. Benim de yaptığımın yanıma kalmayacağını söyledin; işte o da oldu. Zat-ı Şahâneniz, benim kusurumu affedip, bağışlayınız! Siz bana etmeyiniz ki, size de bir eden bulunmasın... Halîfe, bahçıvanın bu konuşmasından son derece ibret aldığı için, şahsına karşı işlediği kusurunu affederek onu bağışladı. Evet, atalarımız, "Çalma elin kapısını, çalarlar kapını" dediler. "Eden bulur" sözü de bu mânâyı işâret eder. Büyüklüğün şanı, sana yapana aynısını yapmak olmayıp, onu affetmektir. Geçmişteki olaylardan ibret almak lâzımdır. Şükürsüzlük ile ilgili bir ibretli hâdise de, Mûsâ alayhisselâm zamanında oldu. Mûsâ aleyhisselâm, Tûr Dağı'na giderken, yolda göğsüne kadar kuma gömülmüş birini gördü. Selâm vererek yanına varıp, sordu: - Derdin nedir, niçin göğsüne kadar böyle kuma gömüldün? - Ne olacak, giyecek hiçbir şeyim yok; halk arasında çırılçıplak dolaşmaktan utanıyorum. Bu yüzden, vücudumu kumlara saklamaktan başka çâre bulamadım. Tur dağına gidiyorsun, benim hâlimi arz ediver! Adama söz veren Hz. Mûsâ, Tûr Dağı'nda, adamın durumunu arz edince, Allahü teâla şöyle cevap verdi: - Yâ Mûsâ! Onun da bir hikmeti vardır. O adam şükür nedir bilmez. Sonra fitnecidir de. Şimdi ona elbise ihsân etsem, vücudunu örter ve halkın arasına girer girmez komşuları birbirine katar. Halk arasında huzursuzluğa sebebiyet verir. Onun kumda yapayalnız durması, halk arasına girmesinden hayırlıdır! Hz. Mûsâ, işin iç yüzünü öğrendikten sonra, dönüşte adamın yanına uğradı: - Arkadaş, senin bu hâlin, senin iyiliğinedir. Otur oturduğun yerde ve hâline şükret! - Neme şükredecek mişim? Bundan daha büyük felâket mi olur ki, hâlime şükredeyim? Hz. Mûsâ oradan ayrılır ayrılmaz, felâketin en büyüğüne mâruz kaldığını söyleyen şükürsüz adamın civârında, müthiş bir kum fırtınası başladı. Ve bir dakika içinde hâline şükretmeyen adam, saklanacak kum dahî bulamayarak çırılçıplak meydanda kalıp, eski hâlini aramaya başladı.
.
98
Eating, meeting, briefing... 25 Temmuz 1998
Bir zamanlar Bursa’da bir çoban varmış. Herkesin kendine göre bir sıkıntısı olur, derler ya; bunun da bir problemi varmış. Her zaman davarlarını otlattığı yerin tam ortasında, aksi mi aksi bir adamın bir tarlası varmış. Buraya kimsenin hayvanının girmesini istemezmiş bu adam. Bunu bilen çoban da, davarların buraya girmemeleri için elinden gelen gayreti gösterirmiş. Fakat hayvan bu ya, bir fırsatını bulur, dalarmış tarlaya... Bunu gören tarla sahibi de gelir, olmadık hakaretlerde bulunur, zaman zaman da dövermiş çobanı... Artık zavallının korkulu rüyası hâline gelmiş bu tarla... Birgün oradan zamanın padişahı, maiyeti ile beraber geçiyormuş. Çobanın yanına uğramış... Çobanı çok sevdiği için de ayrılırken sormuş: - Benden bir dileğin var mı? - Padişahım, sopamı havaya fırlatacağım, sopa yere düşene kadar padişahlığı bana bırakmanızı istiyorum! Padişah, çobanın teklifini kabul eder... O da hemen sopayı havaya fırlatır ve arkasından da, “Filân yerdeki tarlayı hayvanların istifadesi için vakıf ilân ettim” der. Şimdi böyle bir imkânınız olsa siz ne dilekte bulunurdunuz bilemem. Fakat bana sorarsanız, “Eş dost ziyaretlerindeki ve toplantılardaki gereksiz teşrifatı, yeme içme faslını kaldırdım!” derdim. Yanlış anlaşılmaması için şimdi konuyu biraz açalım isterseniz: Meselâ gidiyorsunuz bir dostunuzun evine... Kalacağınız süre zaten az. Çoktandır görüşememişsiniz, hâl hatır sorup hasret gidereceksiniz. Ama mümkün mü? Daha oturur oturmaz servis telâşı başlıyor. Önce çaylar, arkasından çeşit çeşit pastalar, börekler geliyor. Ziyafete gitmediğiniz için de bunları yemede zorlanıyorsunuz. Ayıp olmasın, beğenmedi denilmesin diye kendinizi zorlayarak mecburen yiyorsunuz. Ne kadar zorlasanız da pastaların bir kısmını yiyemiyorsunuz. Çay servisi bitince, kalan pastalar kaldırılıyor. Nereye gidiyor bunlar biliyor musunuz? Söyleyeyim, aynen çöpe... İşte size israfın âlâsı. Daha bitmedi; çay pasta servisinin arkasından meyve servisi başlıyor. Hem de çeşit çeşit... Midede her çeşite yer kalırmış, derler. Onları da midenizin bir köşesine yerleştiriyorsunuz. Zaten o zamana kadar da gitme zamanı geliyor. Sizi de bize bekleriz, diyerek müsaade isteyip kalkıyorsunuz. Sözde sohbet etmeye, hâl hatır sormaya gelmiştiniz... Sadece; nasılsınız, iyi misiniz diye sorabiliyor; ev sahibi de, çok şükür iyiyiz, diyebiliyor... Şimdi olanları sıralayalım: 1- Zaman israfı oluyor. Dertleşip, deşarj olmak, kitap okumak gibi faydalı işlere harcanacak zamanı yeme içme mücadelesi ile geçiriyorsunuz. 2- Yapılan ikramlar çok masraflı olduğu için, maddî imkânsızlıktan kimseyi çağıramıyorsunuz. Çağıramadığınız için de başkasını ziyarete gidemiyorsunuz. Böylece ziyaretler, dostluklar azalıyor. Bu ziyaretlerin boşluğunu, parklarda, kırlarda, piknik yerlerinde, sahillerde doldurmaya çalışıyorsunuz. Tabiî ki mümkün olmuyor... 3- İkramların birçoğu çöpe atıldığı için israf yapmış, yani haram işlemiş oluyoruz. Ayrıca zorla, yani doyduktan sonra yenildiği için de günaha giriyoruz. İnsanların birbirlerine ikramı külfetsiz olursa, çok güzeldir. Dinimiz ikramı, hediyeleşmeyi emreder. Hadis-i şerifte, “Sizin hayırlınız, yemek yedireninizdir.” buyurulmuş. Fakat sıkıntıya girmemek, daha faydalı işlere mâni olmamak şartıyla tabiî ki... Çünkü, dinimizde bir de şöyle bir kaide var: Ehem mühime tercih olunur. Yani çok önemli az önemliye tercih edilir. Ayrıca haram işlenerek, hizmet, ibadet yapılmaz. Dinimiz, misafire hazırda ne varsa onu vermeyi, külfete girmemeyi, çeşit çeşit ve pahalı yemekler ikram etmemeyi emreder. Peygamber efendimiz, “Külfete, sıkıntıya girmeyin!” buyururdu. Külfet, insanları birbirinden uzaklaştırır. Hz. Ali, yemeğe davet edilince, üç şartla kabul ederdi: Bir şey almak için çarşıya gitmeyeceksin. Evinde olanla yetineceksin. Benim yüzümden kendini, çoluk çocuğunu sıkıntıya sokmayacaksın. Amerikalı bir devlet adamı Türkiye’ye ziyarete gelmişti. On günlük ziyaretten sonra gazeteciler sordular kendisine: - Türkiye’deki çalışma hayatını nasıl buldunuz? Üç kelime ile özetledi Türkiye’nin durumunu: - Eating, meeting, briefing... Yani yemek, toplantı, yapılacak iş hakkında bilgi verme... İş yapma yok tabiî... Bir arkadaşa sormuştum, “Ne yapıyorsunuz, nasıl gidiyor işler?” diye... O da cevap vermişti: “Toplantılardan arta kalan vakitte iş yapmaya çalışıyoruz..
” Adalet ve teknoloji 1 Ağustos 1998
Bir tartışma programında Osmanlı’nın yıkılış sebepleri üzerinde duruluyordu. Oturumu idare eden, konuşmacılara hep aynı soruyu soruyordu: - Size göre Osmanlı’nın yıkılış sebebi veya sebepleri nelerdir? Her konuşmacı kendine göre bir şeyler söylüyordu. Fakat bana göre tam isabet kaydedilemiyordu. Nihayet bir tanesi on ikiden vurdu... Dedi ki: - Osmanlı’nın yıkılış sebebi, son zamanlarda adaletin tam olarak tatbik edilmemesi ve teknolojiden uzak kalınmasıdır. Evet, adalet; ayakta kalabilmenin vazgeçilemez şartıdır... Adalet mülkün temelidir. Temel sarsıntıya uğrarsa, binanın ayakta kalması mümkün olmaz. Fakat, adaleti tatbik etmek kolay bir iş değildir. Çünkü, herkes adaletin başkasına tatbik edilmesini, kendisine dokunulmamasını ister. Adalet, herkese tatbik edildiği zaman gerçek adalet olur. Adalet, kuvvetliden yana değil de, haktan yana olursa, bir değer ifade eder... Tarih şuna şahittir ki; adaleti hakkıyla tatbik eden cemiyetler, devletler yükselmişler; adaletin yerini zulüm aldığı zaman da o ihtişamlı devletler, medeniyetler bir anda yıkılıp gitmişlerdir. Zulüm payidar olmaz. Bizans’ın yıkılmasının sebebi nasıl zulüm ise, Fatih’in İstanbul’u almasının sebebi de adalettir... Her şey inceldiği yerden, zulüm kalınlaştığı yerden kopar. Küfür devam edebilir, fakat, zulüm asla... Eninde sonunda zulüm sahibini yok eder. Adalet ise sahibini mamur eder. Bunun sayısız örnekleri vardır tarihte... Fatih Sultan Muhammed Han, adalet üzerinde çok dururdu. Hocası Akşemseddin hazretlerinden bu konuda sık sık nasihat ister, o da her defasında şu nasihatini tekrarlardı: “Şunu unutma! İki sınıf ilmiyle amel ederse, halk kurtulur, rahat eder. Bunlar; âlimler ve kadılardır. Eğer bu iki sınıf bozulursa, bütün halk bozulur ve ortalığı fitne, fesat kaplar. Düzen bozulur, devletin yıkılması kaçınılmaz olur.” Zaman zaman da Hz. Ali’nin şu sözünü naklederdi: “Adalet; halkın dirliği ve düzeni, idarecilerin ise süsü ve güzelliğidir.” Bundan dolayıdır ki, Fatih, adalete çok önem verir; idarecilerine, kadılara adaleti eksiksiz tatbik ettirirdi. Teknolojiyi de iyi takip ederdi. Nitekim ilk defa havan topunu bulan ve toplarda soğutma sistemini geliştiren Fatih’tir. Adalet ve teknoloji varsa, böyle devlet niçin yükselmesin? İstanbul’un fethinden sonra, Bizans zindanlarında üç papaz bulunur. Bunlar, imparatorun zulmünden korktukları için kendi istekleri ile burada kalıyorlardı. İstanbul’un fethinden sonra da, “Kendi dinimizden olan böyle zulüm yaparsa, başka dinden biri kim bilir neler yapar?” diyerek zindandan çıkmamışlardı. Bunu öğrenen Fatih Sultan Mehmed Han, papazların ellerine birer serbest dolaşma kağıdı verip, onlardan, memleketin her tarafını gezip görmelerini, Osmanlı Devleti ile Bizans’ı mukayese etmelerini ister. Papazlar, birçok şehir dolaştılarsa da, bir mahkemeye tesadüf edemezler. Her kasabada kadı var, fakat dava yok. Birkaç ay dolaştıktan sonra, nihayet Bursa’da bir mahkemenin olacağını haber alıp, oraya koşarlar. Mahkemede Kadı davacıya söz verir. O da meseleyi şöyle anlatır: “Bir hafta önce bir at satın aldım. Evime götürüp bakımını yaptım. Ancak birkaç gün sonra at rahatsızlandı. Atın daha önceden hasta olması mümkün olabileceği gibi, ben aldıktan sonra da hastalanması mümkün idi. Bundan dolayıdır ki, atı satın aldığım arkadaşa birşey diyemedim. Aramızı bulasınız diye, gelip durumu size arzetmeyi düşündüm. Ancak o gün sizi bulamadım. Siz şehir dışına gitmiştiniz. Siz geri gelmeden de at öldü. Hükmünüzü talep ederim.” Kadı, atı satanı da suçlayamazdı. Çünkü atın durumu ortaya çıkmamıştı. Öbürü de vaktinde müracaatı yapmıştı. Tek eksik taraf; kendisinin şehirde, yani vazife yerinde bulunmamasıydı. Bunun için de atın fiyatını kendi cebinden ödeyip, davayı bitirdi kadı efendi... Papazlar buradan ayrılarak, artık başka yere gitmek ihtiyacını duymadan doğru İstanbul’a gelir ve hemen Fatih’in huzuruna çıkıp, derler ki: “Bundan sonra biz karar verdik, artık zindana çekilmeyeceğiz. Çünkü sizde bu adalet oldukça, dininizden olmayan Hıristiyan papazlarının dahi zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz!” Tarihte buna benzer daha nice yaşanmış olaylar vardır... İşte Osmanlı’nın kısa zamanda üç kıt’aya hükmetmesinin sırrı burada yatıyor... Tabiî ki yıkılmasının da...
“Neme gerek kardeşim!” 8 Ağustos 1998
Geçen gün alış veriş için bir mağazaya girdim. Öğle vakti olduğu için zaten ortalık yeteri kadar aydınlıktı. Güneş ışıkları mağazanın içine kadar da uzanmış hâldeydi. Mamullere bakarken tezgâhtar yanıma geldi, benimle ilgilenmeye başladı. Bir ara tavandaki flüoresan lâmbalar dikkatimi çekti; hepsi yanıyordu. Tezgâhtara dedim ki: - Görüyorsun bunlara hiç ihtiyaç yok. Söndürseniz olmaz mı? İsraf olmasın! İşte tezgâhtarın cevabı: - Boş ver abi, bizim patron çok zengindir. Böyle ufak tefek şeylerle iflâs etmez. Başka bir zaman da resmî bir daireye işim düşmüştü. Sırada başkaları olduğu için uygun bir yer bulup oturdum. Sıramın gelmesini bekliyorum. Bu sırada dairenin odacısı da orada oturuyordu. Vakit doldurmak için nerelisin, ne iş yapıyorsun gibilerden sorular sordum kendisine. Sonra o da bana sormaya başladı, niçin beklediğimi, ne işim olduğunu... Kısaca gelişimin sebebini anlattım. Adam dikkatlice beni süzdü: - Beyim sana bir şey söyleyeyim mi? Sen boşuna bekliyorsun. Bizim müdür para almadan senin bu işini görmez. Adam ciddî bir ifade ile durumu anlatınca, hemen bir kat altta bulunan başka bir kısmın müdürü olan arkadaşım hatırıma geldi. Odacının sözüne uyup, boşuna beklemeden alt kata indim. Hoşbeşten sonra yardımcı olması için durumu anlattım kendisine. Arkadaşım ne dese beğenirsiniz? Aynen şöyle dedi: - Odacı doğru söylemiş. Benim de yapacağım bir şey yok. Gidip rica etsem, senin, arkadaşım olduğuna inanmaz, benim de kendisi gibi para aldığımı zanneder. Kişi başkasını kendisi gibi bilir. Arkadaşıma sordum: - Sen bunu gereken yerlere niçin bildirmiyorsun? Olanlara niçin seyirci kalıyorsun? - Neme lâzım. Bildirip de dertsiz başımı derde mi sokayım? Şurada emekliliğime 3-5 sene kaldı. Bu yaştan sonra sağda solda sürüneyim mi? Onun arkası kuvvetli. Çok kimse onunla uğraştı; fakat kimse netice alamadı. Olan onunla uğraşana oldu. Devleti, vatandaşı kurtarmak bana mı kaldı? Sana tavsiyem şunu bunu araya sokacağım diye uğraşma. O odacı onun adamıdır, sana işaret vermiş, fakat sen anlamamışsın. Git onunla pazarlığını yap, evraklarını ona ver, dediği günde de gel al! İşte size iki yaşanmış örnek! Biri özel sektörden, diğeri devlet sektöründen... Hâlimiz bu... “Tarih tekerrürden ibarettir!” diye boşuna söylememişler. Ders alınmazsa, aynı şeyler tekrar eder durur... Örnek mi istiyorsunuz? İşte size tarihten ibretli bir örnek: Birgün cihan padişahı Kanunî Sultan Süleyman Han, aynı zamanda süt kardeşi olan evliyanın büyüklerinden Yahya Efendi hazretlerine bir mektup göndererek şunu sorar: “Ağabey! Sen ilâhî sırlara vâkıfsın, bilirsin. Kerem eyle de bize geleceğimizin ne olacağını haber ver! Neslimiz kesilip yok olacak mı? Yok olacaksa, bu hangi sebepten olacak?” Mektubu okuyan Yahya Efendi hazretleri eline kâğıt kalem alıp; “Kardeşim, neme gerek!” diye iri harflerle yazıp Kanunî’ye gönderir. Kanunî, Yahya Efendiden gelen mektubu okuduğunda; “Böyle önemli bir konuda nasıl ilgisiz kalabilir, nasıl böyle cevap verir?” diye hayretler içinde kalır. İşin aslını öğrenmek için hemen kalkıp, Yahya Efendinin Beşiktaş’taki dergâhına gelerek der ki: - Ağabey! Ne olur gizlemeyip, suâlime cevap veriniz! Biz de ona göre hareket edelim. Yahya Efendi bunun üzerine tebessüm ederek cevap verir: - Biz cevap verdik. Bu sözümüzü anlayamamanıza şaşarız. - Nasıl? - Ülkende haksızlık, adam kayırma, rüşvet yayılırsa; işitenler de, “Neme gerek!” derse ve onu önlemeye çalışmazlarsa; sonra koyunu kurt değil de çoban yerse; bilenler de bunu söylemeyip gizlerse; fakirlerin, muhtaçların, gariplerin feryadı göklere çıkıp, bunları taşlardan başkası işitmezse; işte o zaman felâket başlar... Neslinin, devletinin yok olması o zaman mukadder olur... Yahya Efendinin sözleri aynen vuku buldu. Neticede, altı asırlık devlet bu sebeplerden yıkıldı, yok oldu... Ne demiş şair: “Sahipsiz vatanın batması haktır, sen sahip çıkarsan bu vatan batmayacaktır!”
.
|
Bugün 222 ziyaretçi (314 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|