 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
Her meselede en iyi çözüm
1 Ocak 2004 01:00
Peygamberimiz, hiç şüphesiz ki, insanların en akıllısı ve en zekisi idi. İnsanların gizli ve açık işlerini tam bir dirayetle idare edişini, umumi ve hususi siyasetini, daha önceden hiç kimseden bir şey öğrenmeden, hiç çalışıp çabalamadan, kitaplardan da, mütalaada bulunmadan kendisine ihsan buyurulan ilmi ve dinin bildirdiklerini inceden inceye düşünen kimse, aklının üstünlüğünde ve anlayışının keskinliğinde hiç şüphe etmez. Vehb bin Münnebih anlatır: "Ben, yetmiş bir kitap okudum ve hepsinde de, Peygamber aleyhisselamı, gerek akıl, gerek görüş bakımından insanların en üstünü buldum. Okuduğum kitapların hepsinde gödüm ki: Dünyanın başından sonuna kadar yüce Allah'ın, bütün insanlara vermiş olduğu akıl, Peygamber aleyhisselamın aklının yanında ancak, dünya kumlarından bir kum tanesi gibi kalmaktadır!" Akıl; ilim ve marifetin kaynağıdır. İsabetli görüş, keskin zeka, görüş ve düşünüşlerde isabet, doğru tahmin, işlerin sonunu düşünme, şehvetle mücahede, güzel siyaset ve tedbir, faziletlere tabi olma, çirkin huy ve hareketlerden uzak durma da, hep akıldan kaynaklanır. Rebi bin Hüşeym "İslamiyetten önce, cahiliye devrinde halk, Resul aleyhisselamın hakemliğine baş vururlardı" der. Peygamberimizin, otuzbeş yaşlarında bulundukları ve Kureyş müşriklerince, Kâbe'nin onarımına girişildiği sırada, Hacer-ül esved'in, Kâbe duvarındaki yerine konulması işi, Kureyş liderleri arasında sert bir tartışma ve çekişmeye yol açmıştı. Her kabile, onu, yalnız başına kaldırıp yerine koymak istiyor ve buna, kendi kabilesinin, her kabileden daha layık olduğunu iddia ediyordu. En sonunda birer tarafa çekilmişler, and içmişler ve çarpışmağa hazırlanmışlardı. Abduddar oğulları, ortaya, içi kanla dolu bir çanak getirip müttefikleri olan Adiy oğulları ile birlikte ellerini kanlı çanağa batırarak bu yolda ölmeyi göze aldıklarına yemin etmişlerdi. Dört veya beş gece, böyle sinirler gerilmiş bir halde geçtikten sonra Peygamberimizin hakemliğine başvuruldu. Peygamberimiz, Hacer-ül esved'i, Ridasının üzerine koydu. Ridanın dört köşesini, dört kabile büyüklerine tutturup Hacer-ül esved'i, konulacak yerine kadar kaldırttı. Hacer-ül esved'i, Ridanın içinden alıp kendi eli ile yerine yerleştirdi. Kabileler arasında kanlı bir savaşa dönüşerek asırlar boyunca sürüp gidecek olan çetin bir anlaşmazlığı, Peygamberimiz, böylece en makul ve en hakimane bir şekilde halledivermiştir.
.
Resulullah merhamet deryasıydı
2 Ocak 2004 01:00
Peygamber Efendimiz, âlemlere rahmet olarak gönderildiği için herkesin kurtulmasını isterdi, herkese merhamet ederdi. Bazı Eshabın itirazına rağmen, Hazrecîlerin ve münafıkların lideri Abdullah bin Übeyy bin Selul'ün ricası üzerine cesedini, kendi gömleğine sardırmış ve cenaze namazını da, kıldırmıştı. Abdullah bin Übeyy gibi kötülükleri herkesce bilinip duran bir kimseye, gömleğini niçin verdiği ve onun cenaze namazını ne diye kıldığı sorulduğu zaman, Peygamberimiz "Benim gömleğim ve üzerine kıldığım namazım, onu, Allah'dan, Rabbimden gelecek azabdan kurtaracak değildir. Fakat, ben, bu sayede, onun kavminden bin kişinin Müslüman olmasını umuyorum!" buyurup gayesindeki yüceliği ve siyasetindeki inceliği ortaya koymuştu. Abdullah bin Übeyy'in, böyle, Peygamberimizin gömleğinden ve üzerine kılacağı namazdan, Ahirette yararlanmayı umduğunu gören Hazrecîlerden bin kişi tahmin buyurulduğu gibi Müslüman olmuştur. Hz. Ömer, "Bundan sonra Resul aleyhisselama karşı cür'etime şaştım! Allah ve Resulü, elbette daha iyi bilir!" demiştir. Hz. Ömer, Hudeybiye Muahedesi sırasındaki itirazlarını hatırladıkça da, korkar ve "O zaman, söylemiş olduğum sözlerimin akıbetinden korkup hayır olmasını umarak nafile sadakalar vermekten, oruçlar tutmaktan, namazlar kılmaktan ve köleler azad etmekten geri durmadım!" derdi. Peygamber efendimizin merhameti, doğru sözlülüğü dış ülkelerde de kabul edilmişti. Hicretin yedinci yılında elçi olarak gönderilen Hz. Hatıb bin Ebi Beltea ile tartışan İskenderiye Kralı Mukavkıs da, bu gerçeği "Sen, Hakim olanın yanından geliyorsun!" diyerek teslim ve itiraf etmişti. Peygamberimizin doğru sözlülüğü İslama ayrıca büyük güç katttı. Peygamberimizin, on dokuz yıl sonra hicretin altıncı yılında ancak 1400-1500 mücahidle gidebildiği Hudeybiye'de bazı Sahabilerin olanca itirazlarına rağmen, bazı tavizler vererek Kureyş müşrikleri ile yapmayı başardığı Muahede; iki yılda İslam mücahidlerinin sayısını on bine yükseltti. Kureyşîlerin Muahede hükmünü bozucu davranışları üzerine on bin kişilik bir ordu ile gidip Mekke'yi feth edecek kadar İslama ve Müslümanlara güç kazandırmıştı.
.
Yanlış adres yanlış reçete!
2 Ocak 2004 01:00
Bütün dünyada insanlar, hızlı bir şekilde bunalıma sürüklenmekte; mutsuzluk, huzursuzluk her tarafı sarmış durumda. Bunalımda en büyük oran da gelir seviyesi yüksek olan Batı ülkelerinde görülmektedir. Geçenlerde yayınlanan AA'nın bir araştırma haberine göre, İngiltere'de ruh sağlığı hekimlerinin 5 yıl öncesine göre 8 milyon kutu daha fazla depresyon ilacı reçetesi yazdıkları açıklandı. Uzmanlar, önceki seneler 10.8 milyon kutu depresyon ilacı reçetesi yazan doktorların, 2002'de 26.6 milyon kutu ilaç yazdıklarını bildirdiler. Bütün ülkeler söz birliği etmişçesine, gelir seviyesini nasıl artırırız, milleti nasıl zengin yaparız bunun peşinde. İnsan, sadece maddi bir varlık olarak düşünülmekte, yemesi, içmesi ve eğlenmesi sağlandığında kişilerin huzura kavuşacağı zannedilmekte. İnsanın beden ve ruhtan meydana geldiği unutulmakta. Hal böyle olunca da, insanı insan yapan diğer, canlı varlıklardan ayıran ruh yok farzedildiği için de insanlar bunalıma girmekte, her yıl intihar oranları artmaktadır. Bu önemli ihmal ve yanlışlık ülkemiz için de geçerlidir. Bilhassa anne-babalar, sadece çocuğumuz iyi bir eğitim alsın, iyi bir bölümden, iyi bir üniversiteden mezun olsun düşüncesindeler. Tek hedef bu olunca, çocuklar yarış atı muamelesi görmektedir. Aileler bütün varını yoğunu bu uğurda sarf etmekte; çocuk kimlerle görüşüyor, sosyal yönü, ahlaki, dini yönü ne durumda, yaşı ile orantılı olarak ruhi yönünü geliştiren bu manevi değerlerde de gelişme oluyor mu, kimse bunun üzerinde durmuyor. Hal böyle olunca ne oluyor? Genç, ya kendini tamamen derse veriyor, kendisini toplumdan tecrit ediyor. Bunun sonucunda, ruhi yönden bir gelişme olmadığı için, bu yönü doldurulmadığı için de içine kapanıyor, bir nevi robotlaşıyor. En iyi üniversiteden derece ile mezun olabiliyor, fakat sosyal yönü gelişmediği için yapayalnız ortada kalıyor. Aldığı diploma onu ayakta tutamıyor. Topluma uyum sağlayamadığı için de ruh sağlığı bozuluyor. Depresyon, bunalım derken intihar ile hayatı son buluyor. Ya da genç, ana babasının ihmal ettiği, doldurmadığı boşluğu kendisi doldurmaya çalışıyor. Bunun için de kontrolsüz arkadaşlar ve çevreler edinmeye çalışıyor. Delikanlılık çağında olduğu, doğruyu eğriden ayırt edecek tecrübeye de sahip olmadığı için farkında olmadan uyuşturucu tacirlerinin kucağına düşüyor. İçindeki ruhi boşluğu bu şekilde doldurmaya çalışıyor. Susamış kimsenin deniz suyu ile susuzluğunu gidermeye çalışması gibi, huzura rahata kavuşmak için aldığı uyuşturucunun dozunu her gün biraz daha artırmakta böylece hayatı feci şekilde son bulmaktadır. ABD'de yapılan bir araştırmada, ülkedeki 3 milyon gencin intiharı ciddi olarak düşündüğü ya da en az bir kez denediği ortaya çıktı. Yayımlanan raporda, 2000 yılında, Amerikalı 14-17 yaşlarındaki gençlerin yaklaşık yüzde 13'ünün intiharı düşündüğü ve bu gençlerden sadece yüzde 36'sının psikiyatrik tedavi ya da terapi gördüğü kaydedildi. Araştırmaya göre, bu 3 milyon gençten üçte birinin, son 12 ay içinde intiharı gerçekten denediği de belirtildi. İntihar düşüncesinin ana nedeninin depresyon olduğunu belirten uzmanlar, gençlere tedavi edilmeyen depresyonla intihar riski arasındaki bağlantıyı fark etmeleri için yardım edilmesi gerektiğini kaydetti. Peki, gençlerimizi böyle bunalımlardan kurtarmak veya korumak için ne yapacağız? Aslında ne yapmak lazım diye uzun uzun düşünmeye, araştırmalar yapmaya gerek yok. Cenab-ı hak, insanın hem dünyada hem de ahirette rahat ve huzur içinde olması için reçeteyi de bildirmiş. Bu da her devirde peygamberler vasıtasıyla gönderdiği kitaplar ve dinlerdir. En son ve en mükemmel din olarak da, Kur'an-ı kerimi ve Muhammed aleyhisselamı göndermiştir. Tecrübe ile sabittir ki, 1400 yıldır, bunlara uyan, Peygamber Efendimizin varisi olan İslam büyüklerinin bildirdiği iman ve ibadet bilgilerine inanan ve inandığı gibi yaşayan kimseler huzura kavuşmuşlar ve huzur içinde ahirete intikal etmişlerdir. Huzurun adresi burasıdır, başka adreste huzur arayan bunalımdan feci sonlardan kurtulamaz
.
Gerçek pehlivan kimdir?
3 Ocak 2004 01:00
Abdullah bin Mes'ud hazretleri anlatır: Resul aleyhisselam bize,"Siz, aranızda kimi, pehlivan sayarsınız?" diye sordu. "Kendisini, erlerin yıkamadığı, yenemediği kimseyi!" dedik. Resulullah efendimiz, "Hayır! O, Pehlivan değildir! Fakat, asıl pehlivan, öfke anında nefsine hakim olabilen, kendini tutabilendir!" buyurdu. Yine Peygamberimiz "Şüphe yok ki, Allah, ahlaki faziletleri evliyasına tahsis etmiştir. Kendinizi, yoklayınız. Eğer, onları, kendinizde bulursanız, Allaha hamd ediniz. Bulamazsanız, taleb ediniz!" buyurdu. "Onlar, nelerdir?" diye sorulunca, Peygamberimiz: "1. Yakin, 2. Kanaat, 3. Sabır, 4. Şükür, 5. Akıl, 6. Mürüvvet (İnsaniyet), 7. Hilm, 8. Sehavet, 9. Şecaat!" buyurmuştur. Hilmi islam büyükleri çeşitli şekillerde tarif etmişlerdir: Hilm; nefsi, öfke heyecanından alıkoyuş. Yavaş ve yumuşak huylu oluş demektir. Hilm ve Tahammül: Güç yettiği halde, af, hoşlanılmayacak şeylere sabretmektir. Bu tarifler arasında farklar vardır. Peygamberimiz "Sizin en güçlünüz, öfke anında nefsine hakim olanınız ve en Hilmliniz de, gücü yeterken, affedeninizdir!" buyurmuştur. Hilm; tahrik edici sebepler karşısında sebat ve kararlılığın çoğalma halidir. Elem ve eza verici davranışlar karşısında kendini tutmak, nefse hakim olmaktır. Sabır da, bunun gibidir. Af ise; suçluyu muaheze etmeyi bırakmak, yani azarlamak ve cezalandırmaktan vazgeçmektir. Yüce Allah, bütün bunlar hakkında Peygamberini terbiye edip yetiştirmiştir. "Af yolunu tut! İyiliği emret ve cahillerden yüz çevir! "(Araf: 199) Ayeti nazil olduğu zaman, Peygamber aleyhisselam, Cebrail Aleyhisselamdan tefsirini sordu. O da "Bilen'den sorayım!" deyip gitti. Gelince "Ya Muhammed! Yüce Allah; Seninle akrabalık ilişkisini kesenle ilgilenmeni, sana vermeyene vermeni, sana zulm edeni af edip bağışlamanı emrediyor!" dedi. Hilm; öfke yenmekten daha üstündür. Çünkü, öfkeyi yenmek, 'hilm'e özenmektir.
.
Anne şefkatinden mahrum kalan çocuklar
3 Ocak 2004 01:00
Dün bahsetmiştik. İnsanın bir maddî bir de manevî yönü vardır, diye. İnsanı insan yapan bu iki unsurdur. Bunlardan biri ihmal edilirse insan insan olmaktan çıkar. Batı, insan da dahil her şeyi madde olarak görmekte, bütün çalışmalarını, araştırmalarını buna yönelik yapmaktadır. Bunun için de, Batı'da insanlar insan olmaktan çıkmıştır. Hayvanların bile yapmadıkları sapık ilişkiler, alkol ve uyuşturucu, insanların vazgeçilmez alışkanlıkları haline gelmiştir. Dolayısıyla hayvandan daha aşağı hale düşmüşlerdir. Çareyi yanlış adreste aradıkları için de uyuşturucu kullanma oranları her gün artmaktadır. "Avrupa Birliği Uyuşturucu İzleme Merkezi (EMCDDA) tarafından yapılan bir araştırmada, AB ülkeleri vatandaşlarının yüzde 20'sinin hayatlarında en az bir kere esrar kullandığı belirlendi. AB ülkeleri içinde uyuşturucu ile mücadele konusunda tedbirlerin ve işbirliğinin arttığı hatırlatılan raporda, AB'ye üye 15 ülke ve Norveç'te uyuşturucuyla mücadele konusunda yılda yaklaşık 2.5 milyar euro harcandığı kaydedildi." Batı ile irtibatımız arttıkça bu insanlık dışı alışkanlıklar bizim toplumumuzda da hızla artmaktadır. Son yıllarda da, Batı'ya göre oranlar biraz düşük de olsa hızla yayılmaktadır. Devletimiz, Emniyetimiz bu konuda kampanyalar düzenleyerek bunlarla kararlı bir şekilde mücadele etmekte ise de, kapatılan kapıların yerine her gün yenileri açıldığı için bu tür alışkanlıklar önüne geçilemez hale gelmiştir. Burada en büyük görev ailelere düşmektedir. Çocukları ile daha küçük yaşlardan itibaren ilgilenen, onları başıboş bırakmayan, onlara manevi yönden destek veren aile çocukları bu tür kötü alışkanlıklardan uzak kalmaktadırlar. Eskiden evlerde yaşlılar olurdu, bu yaşlı dedeler, neneler çocukları dizlerine oturtur, onlara masallar, hikayeler anlatarak çocuğun bilinç altına, kötü alışkanlıkları olan kimselerin başlarına neler geldiğini, kötü huyu olmayan iyi insanın herkes tarafından ne kadar sevildiğini yerleştirirler. Çocuklar şuuraltı olarak, kötü alışkanlıklardan, kötü insanlardan kaçarlardı. Kendileri de, iyi insanları model olarak alırlardı.. Şimdiki çocuklar böyle dedelerden nenelerden mahrum kaldıkları gibi, anne şefkatinden, sevgisinden de mahrum ve uzak bir şekilde yetişmekteler. Bu, çocuklarda büyük bir boşluk meydana getirmektedir. Daha sonra çocuk, bu boşluğu başka şekillerde doldurmaya çalışmaktadır. Fakat bu boşluk hiçbir zaman doldurulamamaktadır. Hayatının her safhasında bu boşluğun bedelini ödemektedir. AA'nın haberine göre, İngiltere'de yapılan bir araştırma, çalışan annelerin çocuklarının duygusal açıdan yavaş geliştiğini, matematik ve okumada geri kaldığını ortaya koydu. Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Enstitüsü tarafından yapılan araştırmaya göre, çalışan annelerin çocuklarının dezavantajı, ilkokul sıralarında başlıyor ve ilk yetişkinlik günlerine kadar sürüyor. Araştırmacılar, bu dezavantajın çocuğun yaşıtlarına göre eğitimde daha başarısız olmasına ve ilk yetişkinlik döneminde işsizlik ihtimalinin artmasına yol açıyor. Araştırmacılara göre, annenin eğitim ve kazanç düzeyinin yükselmesi dezavantajı ortadan kaldırmaya yetmiyor ve bu tür annelerin çocukları da annesinin ilgisiyle büyüyen çocuklara göre kötü alışkanlıklara eğilimle daha başarısız bir öğrencilik ve gençlik dönemi geçiriyor.
.
Eşsiz merhamet ve sabır...
4 Ocak 2004 01:00
Peygamber efendimiz, nübüvvetten önce de, hilm, yumuşak huyluluk sıfatının üstünlüğü ile kavminin en büyüğü idi. Her hilm sahibinden muhakkak bir eksiklik sadır olmuştur. Fakat, Resul aleyhisselam, bundan masun bulunmuş, eza ve işkencelerin çoğalması, kendisinin, ancak sabrını artırmıştır. Peygamberimiz, şahsına karşı işlenmiş olan suçlardan dolayı asla öc almazdı. Peygamberimiz, insanların en az kızanı ve en çabuk razı olanı ve suç bağışlayanı idi. Hz. Ali: "Peygamber aleyhisselam, meclisine gelen yabancıların sözlerinde ve sorularındaki kabalık ve kırıcılığa Eshabı da, kendisi gibi katlansınlar diye katlanırdı" demiştir. Yahudi bilginlerinden ve zenginlerinden Zeyd bin Sune anlatır: "Muhammed aleyhisselamın yüzüne bakınca, Kendisinde Peygamberlik alametlerinden iki şeyden başka zuhur etmedik bir şey kalmadığını anladım. Kendisindeki hilm sıfatı, karşılaştığı cahillik ve kabalığı geçiyor mu, geçmiyor mu? Kendisine karşı en ağır cahilce ve kabaca davranışlar, hilmini artırıyor mu, artırmıyor mu? Bu hususta henüz bir bilgi edinememiş, eğer fırsat olursa bunu da öğrenirim, demiştim. Resul aleyhisselam, günlerden bir gün, yanında Ali bin Ebi Talip bulunduğu halde, odalardan birinden dışarı çıktı. O sırada, hayvan üzerinde, Bedeviye benzeyen bir adam, çıka geldi. "Ya Resulallah! Köy halkından filan oğulları, Müslüman olup İslamiyete girdiler. Onlara, Müslüman olurlarsa, geçimlik geleceğini söyler dururdum. Yağmursuzluk, kuraklık yüzünden son derecede kıtlık sıkıntısına uğradılar. Ya Resulallah! Ben, onların, sizlerden bir şeyler umarak girdikleri İslamiyetten çıkmalarından korkuyorum! Eğer, onlara bir şeyler gönderip yardım etmeyi uygun görürsen, gönder!" dedi. Resulullah efendimiz, bir adama baktı ve yan tarafına bakınca, Ali'yi gördü. Hz. Ali "Ya Resulallah! Onlara verilecek hiçbir şey kalmadı!" dedi. Bunun üzerine, ben, hemen Resulullahın yanına sokulup "Ya Muhammed! Sana ait filan oğullarının bahçesinden, şu kadar zaman sonra vermek üzere bana belli miktarda hurma satsan olmaz mı?" dedim. Resulullah "Hayır, olmaz! Fakat sana, şu kadar zaman sonra belli miktarda hurma satabilirim" buyurdu. Ben de "Olur!" dedim. Bana satış yapınca, gidip şu kadar müddet sonra şu kadar hurmaya karşılık kendisine seksen miskal altın verdim.Onu hemen o adama teslim edip "Onlara, adalet üzere paylaştır ve kendilerine, bununla yardım et!" buyurdu.
.
Resulullahın hilmi
5 Ocak 2004 01:00
Yahudi bilginlerinden ve zenginlerinden Zeyd bin Sune anlatır: Resulullahtan alacağım vardı. Alacağımın vadesinden iki veya üç gün önce, Resul'ün yanına vardım. Gömleğinin ve ridasının yakasından tuttum. Asık ve ekşi bir suratla, yüzüne dik dik baktım; "Ya Muhammed! Hakkımı, daha ödemeyecek misin? Vallahi, ey Abdulmuttalip oğulları! Sizin, borcunuzu ödemede kötü davranıcı olduğunuzu, hep uzatıp durduğunuzu bilmezdim! Sizinle düşüp kalkmak, böyle olduğunuzu, bana öğretti!" dedim. Bu esnada Hz. Ömer hiddetli bir şekilde bana bakıyordu. Sonra, gözlerini, bana dikti ve; "Ey Allah düşmanı! Sen misin, Resul aleyhisselama, işittiğim sözleri söyleyen, gördüğüm şeyleri yapan?! Onu, hak din ve kitabla Peygamber gönderen Allah'a yemin ederim ki, eğer, kendisinden çekinmeseydim, muhakkak, kılıcımla vurup kelleni uçururdum!" dedi. Resul aleyhisselam, sükunet içinde gülümseyerek Ömer'e baktıktan sonra; "Ya Ömer! Ben ve o, senden, bu türlü davranıştan başkasını görmek ihtiyacında idik!? Sen, borcumu güzellikle ödemeyi bana tavsiye, alacağını güzellikle istemesini de, ona tavsiye edecektin!? Ey Ömer! Git, ona hakkını öde! Yirmi Sa' hurma da, fazla olarak ver!" buyurdu. Resulullahın huzurundan ayrıldıktan sonra, Hz. Ömer'e sordum: "Bu fazlalık, bana ne için veriliyor?" Hz. Ömer "Resul aleyhisselam, sana hiddet ve şiddet göstermiş olmamın yerine bu fazlayı vermemi bana emr etti" dedi. "Ey Ömer! Beni, tanıdın mı?" diye sordum. Ömer "Hayır! Tanıyamadım. Sen, kimsin?" dedi. "Zeyd bin Sune'yim!" dedim. "Yahudilerin bilgini mi?" dedi. "Yahudi bilgini!" dedim. Hazret-i Ömer: "Öyle ise, Resul aleyhisselama yaptığın şeyi yapmağa seni sevk eden ne idi?" diye sordu. "Ey Ömer! Muhammed aleyhisselamın yüzüne bakınca, kendisinde Peygamberlik alametlerinden, iki şeyden başka bir şey kalmadığını anladım. Hilm sıfatı, karşılaşacağı cahillik ve kabalığı geçiyor mu, geçmiyor mu? Bu hususta henüz bir denemede bulunamamıştım. Ey Ömer! Seni şahid tutarım ki: Ben, Allah'ı Rab, İslamiyeti Din, Muhammed aleyhisselamı da, Peygamber olarak kabul ettim. Ve yine, seni şahid tutarım ki: Malımın yarısını, Muhammed aleyhisselamın ümmetine bağışladım. Zeyd bin Sune, Peygamberimizin yanına dönünce "Şahadet ederim ki: Allah'dan başka ilah yoktur. Yine şahadet ederim ki: Sen, Allah'ın kulu ve Resulüsün!" diyerek iman, ikrar ve bi'at etti.
.
Her türlü sıkıntıya sabrederdi
6 Ocak 2004 01:00
Resulullah efendimiz, Arabistan yarımadasındaki, sert, inatçı insanları, çok güzel idare ederek ve cefalarına sabrederek, onları yumuşaklıkla itaate getirdi. Çoğu dinlerini bırakıp Müslüman oldu. Onun uğrunda mallarını, yurtlarını feda ettiler. Herkese karşı yumuşak olmasaydı, Peygamberlik heybetinden, büyüklük hallerinden, kimse yanında oturmaya ve sözünü dinlemeye takat getiremezdi. Resulullah efendimizin kısa zamanda İslamiyeti geniş bir alana yaymasının, kabul ettirmesinin zahirde çeşitli sebepleri vardır. Bunların başında, bizzat kendisinin, davet ettiği dine samimiyetle bağlanması ve bu dinin emirlerini kendi hayatına uygulamış olması gelmektedir. Gerçekten o, İslamın insanlara emrettiği güzel ahlakı en iyi şekilde yaşamıştır. Farzları önce kendisi en güzel uygulamış, yasaklara önce kendisi uymuş ve en yakınlarına tatbik etmiştir. Resulullah efendimizin başarıya ulaşmasının sebeplerinden biri de ümitsizliğe ve karamsarlığa kapılmaksızın çalışmalarını daima sabır, azim, inanç ve kararlılıkla sürdürmüş olmasıdır. O, davet esnasında sosyal ilişkilerini aralıksız bir şekilde sürdürmüş ve bu ilişkilerden büyük ölçüde istifade etmiştir. Mesela, Müslüman olanların yanında, henüz İslama girmemiş bulunan akraba ve çevresiyle ilgisini ısrarla devam ettirmiştir. Toplum üzerindeki tesirlerini göz önüne alarak, kabile reislerine özel ilgi göstermiştir. Peygamberliğini bildirmek üzere toplantılar düzenlemiş, çarşı, pazar, panayır gibi, insanların toplu olarak bulunduğu her yerde tebliğ faaliyetini sürdürmüştür. İslama davet için hiç kimseyi, hiçbir meslek sahibini hakir görmemiştir. Resulullah efendimiz muhataplarını tanımaya büyük önem verir, onların duygularını, isteklerini ve fert olarak özelliklerini dikkate alır, kendilerine değer verir, ilgi gösterir, yakınlaşma teminine gayret ederdi. Muhataplarıyla ortak noktalarda birleşme esasından hareket ederdi. Faaliyetlerinde af, hoşgörüyü, saygıyı, yumuşaklığı, şefkat ve merhameti esas alır; kinden, öfkeden, sertlikten kaçınırdı. Kur'an-ı Kerimde Resulullah efendimizin İlahi bir lütuf sayesinde insanlara yumuşak davrandığı belirtilir; kaba ve katı kalpli olduğu takdirde insanların, çevresinden dağılıp gidecekleri kendisine bildirilir. Resulullah efendimiz insanların kusurlarını yüzüne vurmazdı; yanlışları isim vermeden bildirirdi. Muhataplarının farklı tepkileri karşısında daima azim ve ümitle davetine devam ederdi.
.
"Hıyanet fakirlik getirir"
8 Ocak 2004 01:00
Resulullah efendimiz, daha gençliğinden itibaren güvenilir, itimat edilir bir kimse olarak tanınmıştır. Yirmi beş yaşlarında iken Mekke'de sadece "el-Emin" diye anılıyordu. Otuz beş yaşında iken, Kâbe'nin tamiri esnasında Hacer'ül-esved'in yerine konulmasında Kureyş kabilesi arasında çıkan anlaşmazlıkta Peygamber efendimizin geldiğini görünce "el-Emin" geliyor diyerek sevinmişlerdi. Onun "el-Emin" lakabıyla anıldığına dair kaynaklarda daha pekçok örnek vardır. Mekkeliler kendisine kıymetli eşyalarını teslim ederlerdi. Peygamber efendimiz bu emanetleri sağlam bir şekilde iade ederdi. Emanetlere en zor anında sahip çıkardı. Medine'ye hicret edeceği gece müşrikler, öldürmek maksadıyla onun evini kuşatmışlardı. Evini terketmeden önce, yanında bulunan emanetleri Hz. Ali'ye teslim etmiş ertesi gün sahiplerine vermesini istemiştir. En sıkıntılı zamanda bile emanetleri sahiplerine ulaştırdı. İslam dininin kısa zamanda kabul görmesinde, Resulullah efendimizin güvenilir oluşunun payı büyüktür. Şayet davranışlarıyla güven vermeyen birisi olsaydı insanlar onun etrafında toplanmazdı. Resulullah efendimiz Eshabına daima güvenilir olmayı telkin ederdi. Emanetin zıddı olan hıyanetin çirkin bir davranış olduğunu söylerdi. Sahabiler de Resulullah efendimizi emin olarak tanımışlar ve sonsuz bir güvenle kendisine bağlanmışlardır. Her Müslümanın, Resulullah gibi güven vermesi ve her alanda bunu sürdürmesi gerekir. Anne babanın çocuğa, çocuğun anne babasına; eşlerin birbirine; amirin memura, memurun amire; işçinin işverene; işverenin işçiye; satıcının müşteriye; müşterinin satıcıya güven duyduğu bir cemiyet sağlıklı bir yapıya kavuşmuş olur. Resulullah efendimiz alışverişte güvenin bolluğa, berekete vesile olacağını bildirir. "Emanete riayet rızık, hainlik ise fakirlik getirir" buyururdu. Burada emanet, sözde ve işte güven demektir. İnsanlar, sözüne ve işine güvenilmeyen kimselerle irtibat kurmaktan çekinirler. Şayet bu kişi ticaretle uğraşıyorsa alışveriş yapmaktan, müşteri ise mal vermekten, sanatkar ise iş sipariş etmekten kaçınırlar. Dolayısıyla bu tür kişilerin mallarına ve çalışmalarına rağbet azalır, kazançları artmaz. İşte Resulullah efendimizin "Hainlik fakirlik getirir" sözündeki incelik burada yatmaktadır. Ama tersi olursa, yani herkes birbirine güvenirse kazanç, üretim ve tüketim artar. Bu da bolluğa ve zenginliğe vesile olur.
.
"Öfke adaletsizliğe sürüklemesin!"
9 Ocak 2004 01:00
Adalet dinin esasındandır. Bunun için, Kur'an-ı Kerim'de adalet üzerinde çok durulmuş, Resulullah efendimize insanlar arasında adaleti gerçekleştirmesi emrolunmuştur. Bir hak konusunda hüküm verilirken hakkın kendi lehine hükmedilmesi halinde bundan memnun olan, fakat aleyhine hükmedilmesi halinde bu hükmü tanımayan insanların zalim oldukları bildirilmiştir. Dinimiz, kişisel çıkar, akrabalık, zenginlik, fakirlik, kin, düşmanlık, taraflardan birinin soylu veya aşağı tabakadan olması, bedeni ve rûhi bakımdan kusurlu olması gibi durumlar bir hakkın ihlalini, örtbas edilmesini, adil davranmamayı, adalet ilkesinden sapmayı mazur göstermeyeceğini bildirmiştir. Resulullah efendimiz faaliyetlerinde daima adaleti esas almıştır. İnsanlar arasında fark gözetmemiştir. Kitaplarda onun adaletle ilgili çok sayıda sözü mevcuttur. İnsanlar arasında adaleti sağlamanın aynı zamanda bir sadaka olduğunu söylemiştir. Peygamberimiz hak hususunda titiz davranır, kimsenin canına ve malına zarar vermeyi ve üzerine kul hakkı geçmesini istemezdi. İstemeden zarar verdiği olursa, bir özür dilemekle halledilebilecek veya buna gerek duyulmayacak durumda bile, şayet kendisinden bir kısas talebinde bulunulursa seve seve bu isteği yerine getirirdi. Resulullah efendimiz adaletin zıddı olan zulmü her vesile ile kötülemiştir. Kitaplarda onun bu hususla ilgili çok sayıda ikazı yer almaktadır. Bunların en meşhurlarından birisi şudur: "Müslüman Müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez..." Bu sözüyle o, Müslümanların kardeş olduğunu dile getirdikten sonra, Müslümanın en başta gelen vasfının kardeşine zulmetmemek, haksızlık yapmamak olduğunu bildirmiştir. Müslümanların birbirine haksızlık yapmamasını istediği gibi, aynı zamanda başkalarına da zulüm yapılmamasını emretmiştir. Kendisi haksızlığa uğrayanı daima korumuş, mazlumun korunmasını ve ona yardım edilmesini istemiştir. Allahü teâlâ, adaleti emretmiş, adaletin zıttı olan zulmü haram kılmıştır. Bu hususta birçok ayet-i kerime vardır. Birkaçı mealen şöyle: "Allah, insanlar arasında, adaletle hükmetmenizi emreder." "Allah, adalet yapmanızı, ihsan etmenizi ve (muhtaç olan) akrabaya vermenizi emredip, fuhştan, münkerden (her çeşit kötülüklerden) ve zulüm yapmaktan da nehyeder." "Ey iman edenler, bir millete olan öfkeniz, sizi adaletsizliğe sürüklemesin, adil olun!"
.
"Onbin Türk genci Hıristiyan oldu!"
9 Ocak 2004 01:00
Yıllardır yazıyoruz: Batı'nın Anadolu'da gözü var; uzun vadede ülkemiz insanlarını önce Hıristiyan yapıp sonra da, Anadolu'ya kültürel yönden sahip olmak, arkasından da Osmanlı, Selçuklu öncesine geri döndürmek... diye. Son yıllarda yoğunlaşan Misyonerlik faaliyetleri bu sinsi planın iyice ortaya çıkmaya başladığını göstermektedir. Toplumun her kesiminde hissedilmeye başlandı bu Anadolu'yu eski halina çevirme gayretleri. Türk Diyanet Vakıf-Sen Başkanı Bilal Eser'in geçen hafta bu konularla ilgili açıklamaları tüyler ürpertici. Ülkemizdeki bu vahim durumu bakınız sayın Eser nasıl açıklıyor: "Şu anda Türkiye'de 150 bin misyoner geziyor. Bunlar ilçelere hatta köylere kadar ulaşmış durumdalar. Daha ziyade gençler üzerinde faaliyet gösteriyorlar. Özellikle de üniversiteliler üzerinde. Ülkemizde en fazla zayiat veren il Antalya. Misyonerler o kadar planlı, programlı yürütüyorlar ki bu işi, gördüğünüz, duyduğunuz zaman tüyleriniz diken diken oluyor. Adamlar daha önce Türkiye'ye gelmiş araştırma yapmışlar. Sonra ülkelerinde 'bu insanları nasıl bu yola sevk ederiz' diye düşünmüşler.. Etütlerini tamamladıktan sonra gelmişler ülkemize, planlarını bu çerçevede ortaya koyuyorlar. Hıristiyan misyonerler iki bölüme ayrılıyor. Birini Protestan, diğerini ise Katolik misyonerler oluşturuyor. Protestan olanlar bunların ayak kesimi.. Ama Katolik misyonerler öyle değil. Bunlar, büyük para babaları. Kökü dışarıda olan bazı kuruluşlarla irtibat ve işbirliği halinde. Medyayı etkiliyorlar. Yıllar önce İzmir'de bir okulda bir olay cereyan etti. Basının, iki öğrencinin dinden çıktığını duyurması ve olayın üzerine gitmesi sonucu sözkonusu okulun kapatılması ile sonuçlandı olay. Ama bugün bazı medya organlarında misyonerler reklamlarını yapabiliyorlar. Nereden nereye.. Adamlar iliklerimize kadar işleme cür'etini gösterebiliyorlar ve bunu ellerini kollarını sallaya sallaya yapabiliyorlar. Bunların yoğun propagandaları sebebiyle 10 bin gencimiz Hıristiyan olmuştur. Bu konuda vebal; Diyanet İşleri Başkanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı ve İlahiyat Fakülteleri'ndedir. Diyanet İşleri Başkanlığı üzerine düşeni tam olarak yerine getirseydi, biz bu gençleri kaybetmeyebilirdik." Hadiseye sadece dini yönden bakmak da yanlış olur. Yukarıda bahsettğimiz gibi bu faaliyetlerin arkasında emperyalizm, sömürü, siyasî emeller bulunmaktadır. Onlar Anadolu'yu "Gasb edilmiş bir yurt" olarak görüyorlar ve yeniden fethetmek istiyorlar. Tıpkı Endülüs'te yapmış oldukları gibi Anadolu'dan da Müslümanları tamamen çıkartıp burayı bir Bizans ülkesi haline getirme siyaset ve stratejisini takip ediyorlar. Dolayısıyla misyonerlik faaliyetleri bizim varlığımızla, varoluşumuzla ilgili hayatî bir tehlike ve tehdittir. Batı dünyasındaki Hıristiyan gençlerin Müslüman olmasında, onlar açısından böyle bir tehdit ve tehlike yoktur. İnsanlık tarihi boyunca inançlar, dinler mücadelesi olmuş, bundan sonra da olacak. Bugün yasalar gereği her insanın kendi düşüncesini yayma hakları vardır. Fakat bunun eşit şartlarda olması lazım. Oyunun kurallarına göre oynanması lazım. Eğer oyunda şike varsa, hile varsa herkesin neticeye itiraz hakkı olur. İki asırdır; çeşitli hileler ve desiselerle güçten, kuvvetten düşürülmüş, ekonomik yönden çökertilmiş, kör topal hale getirilmiş, ayakta zor duran bir Müslüman, dünyanın süper gücü ABD ve AB ülkelerini arkasına almış, her türlü ekonomik, siyasi desteğini sağlamış Misyonerler karşısında nasıl mücadele edecek? Buna eşit şartlarda mücadele denebilir mi? Fakat herşeye rağmen kör topal da olsak, kendimizi ve çoluk çocuğumuzu dini yönden en iyi şekilde yetiştirip dinimizi, ülkemizi bu büyük tehlikeden korumak zorundayız. Biz elimizden geleni yaparsak mesele kalmaz. Onların bir hesabı varsa Cenab-ı Hakkın da bir hesabı var.
Beşyüzbin Kazak genci İncil okuyor!
10 Ocak 2004 01:00
Dün ülkemizdeki misyonerlik faaliyetlerinden bahsetmiştik. Zannetmeyin ki bu faaliyetler sadece Türkiye'de yapılıyor. Aynı hızla Türk cumhuriyetlerinde de bu çalışmalar yapılıyor. Hatta diyebiliriz ki, buralarda artık meyvelerini toplamaya başladılar. Çünkü bu insanların üzerinden 70 yıllık "komünizm silindiri" geçti. Yetmiş yıldır, dinden uzak yaşadılar. Dinlerini anlatacak, yayacak kimseleri yoktu. Bunun için de bu ülkelerin insanları sadece "Müslümanım" diyebiliyor. Bunun dışında hiçbir din bilgileri yok. Bir eski bakanımız bakınız bu ülkelerin içler acısı hallerini nasıl anlatıyor: "Bir aya yakındır ulu Türkistan'dayım... Kırgızlar'ın ikinci kurultayına katıldım. Kazakistan'da Ahmet Yesevî Üniversitesi'nin yeni dönemi ile uğraşıyorum. Yeni açılan 'Ahmet Yesevi Ortalığı'nı yerleştiriyorum. Buralarda çok iyi işler var. Çok da iyi gelişmeler... Ancak içimizi acı ile dolduran konular da var. Bunların başında, globalizmin, dinî evangalist akımların bölgede hızla yaygınlaşması geliyor. Bir Kazak dost, beşyüzbine yakın gencin yolundan saptığını söylüyor. Kazak Türkçesi'nden İnciller'in okunduğu, Kazak Türkçesi'nden dinî şarkıların söylendiği bu ülkelerde papazları Kazak olan kiliseler çoğalıyor. Bütün coğrafyada ciddi bir tehlike var. Bol dolarlı iyi yetiştirilmiş misyonerlerin bu faaliyetleri artık küçümsenecek bir iş olmaktan çoktan çıktı. Yeni Diyanet İşleri Başkanımıza selam ederim. Şimdi baş sorumlulardan birisi oldu. Mehmet Aydın Bakanımıza ise mahsus selam... 'Hocam durmak vakti değil... İmdat!' Bir profesör 'ibâdete gideceğiz' diyor.'Nereye' deyince 'şirkevine' diyor. Şirkevi, Kazak Türkçesi'nde kilise... 'Neden Hıristiyan oldun' sorusunun karşılığına dikkat 'Ne fark eder hepsi aynı değil mi?' Buyurun 'diyalog'cular. Buyrun, eserinizi seyredin... Demiyorum ki, misyonerlik 'diyalog'çuların eseri... Diyorum ki, Müslümanlar arasında modalaştırılan "diyalog", Hıristiyanlığın yayılmasına zemin hazırlıyor... Müslümanlık, Hıristiyanlık, Yahudilik hepsi 'İbrahîmî' din ise... Ve de hepsi aynı ise... Ve de hepsi Cennete gidecekse... Para alan cami yerine para veren kilise daha çekici olabiliyor. Üstelik bir de öz dilde ibâdet... Kendisini Müslüman sayan ve bunun sorumluluğunu duyan herkesin bu konuyu derinden düşünmesi 'farz-ı ayn'. Konu ele alınmalı. Konu enine boyuna irdelenmeli, tartışılmalı, danışılmalı ve etkili tedbirler alınmalıdır. Şu 'diyalog"laşan diyalog saçmalığına da artık son verilmelidir. Ne 'dinler arası diyaloğu?' Açın bakın Yüce Kur'an'a, sizin İbrahîmî dediğiniz dinler için ne söylüyor. İbrahim Peygamber Hıristiyan mı, Yahudi mi, yoksa Müslüman mı? Bana gelince, dilimin döndüğünce, gücümün yettiğince, aklımın erdiğince uğraşıyorum. Bulduğum en kestirme çözüm ise ulu Türkistan'da ve elbette Kafkasya'da ve Türkiye'de Ahmet Yesevi Yolu'nu yaygınlaştırmak. Ahmet Yesevi Ortalığı bunun için... Orada sadece geçmişimizi değil, geleceğimizi araştırıyoruz." Evet, sayın bakanın da ifade ettiği gibi şu anda, yalnız Türkiye'de ve Türk devletlerinde değil Müslümanın olduğu her yerde misyonerler cirit atıyor! Bunların yaptığı tahribatın üzerine çöreklenen misyonerlik ve Vatikan'ın diyalog faaliyetleri. Ormandaki ağaç demiş ki, balta değil sapı beni üzüyor. Bizden biri olan sapı olmasa balta bize zarar veremeyecek!.. Bir baltaya sap olalım, fakat böyle bir baltaya sap olmaktan Allaha sığınalım!
.
"Allah da seni nurlandırsın!"
10 Ocak 2004 01:00
Resulullah efendimiz, insanların zararına olmayan, onlara faydası dokunan yenilikleri, gelişmeleri teşvik ederdi. Efendimiz, dine aykırı olmayan, akla ve insan yaratılışına uygun olan eski yaşayışları da yasaklamamıştır. Çünkü Resulullah efendimizin gayesi cemiyetin değerlerini ne olursa olsun alt üst etmek değil, her alandaki bozuklukları ıslah etmekti. Mescid-i Nebevi önceleri yatsı ve sabah namazı vakitlerinde hurma dalları ve yaprakları yakılarak aydınlatılıyordu. Hicretin dokuzuncu yılında Temim heyeti ile birlikte Medine'ye gelen ve yanında birkaç kandil ile fitil ve yağ getiren Temim ed-Dari, bir Cuma gecesi hizmetçisine Mescid'de kandilleri direklere astırarak yaktırdı. Resulullah efendimiz Mescid'e gelince bunları kimin yaktığını sordu. Temim ed-Dari'nin yaptığını öğrenince ona şunları söyledi: "Sen İslamı nulandırdın. İslamın mescidini süsledin. Allah da seni dünyada ve ahirette nurlandırsın." Bu olay Resulullah efendimizi o derece memnun etti ki, Temim ed-Dari'ye kandilleri asan hizmetçisinin adını sordu. Fetih olduğunu öğrenince onun adını Sirac (kandil) olarak değiştirdi. Sahabe arasında yer alan Sirac, Mescid-i Nebevi'yi aydınlatma ve isim değiştirme olayını bizzat kendisi anlatmıştır. Resulullah efendimizin faydalı yenilikleri teşvike açık olduğunun bir misali de savaş alanında bir yabancı milletin tekniğini kabul etmesidir. Hendek Savaşında şehri savunmak için İranlıların savunma tekniği olan hendek kazma usulünü Selman-ı Farisi'nin teklifi üzerine kabul ederek, şehrin çevresine hendek kazdırmıştır. Yine Taif kuşatmasında İran'da mancınık kullanıldığını bildiren Selman-ı Farisi'nin teklifi üzerine mancınık kullanmaya karar vermiş ve ona mancınık yaptırmıştır. Yezid bin Zem'a, Tufeyl bin Amr ve Halid bin Said gibi şahısların da mancınık getirdikleri ve kuşatmada kullanıldığı kaynaklarımızda kayıtlıdır. Bütün bu örnekler, Resulullah efendimizin toplumun faydasına olan, insan aklının ürettiği yenilikleri benimsediğini ve daha da geliştirilmesini teşvik ettiğini göstermektedir. Öğrendikleri yeni usul ile hurmalarını aşılayıp aşılayamayacaklarını soranlara "Tecrübe edin! Bir kısım ağaçları, babalarınızın üsûlü ile, başka ağaçları da, Yemen'de öğrendiğiniz üsûl ile aşılayın! Hangisi daha iyi hurma verirse, her zaman o üsûl ile yapın!" buyurması da yenilikleri, fenni teşvik buyurduğunu göstermektedir.
.
"Kadınlarınıza eziyet etmeyiniz!"
11 Ocak 2004 01:00
Peygamber efendimiz, aileye çok önem verirdi. Aileyi, sağlıklı toplumun esası kabul eder, bunun için, evliliği kolaylaştırıp özendirirdi. Peygamber efendimizin hicretin onuncu yılı, son haccının hutbesindeki sözlerinden, son nasihatlarından biri,"Kadınlarınıza eziyet etmeyiniz! Onlar, Allahü teâlânın sizlere emânetidir. Onlara yumuşak olunuz, iyilik ediniz!" olmuştur. Gayri meşru evlilikleri yasaklamıştır. Eskiden kadın ancak çocuk doğurduktan sonra aileye dahil edilirdi. Bunu kaldırarak nikahla aileye dahil edilmiştir. Anne-baba hakları ve anne-babanın çocukla ilgili hak ve görevleri bildirmiştir. İslamın ilk yıllarında örfün devamı olarak bir süre varlığını koruyan evlatlık kurumu Medine döneminde nazil olan ayetle kaldırılmıştır. Devamındaki ayetle de evlatlıkların asıl babalarına nisbet edilmeleri emredilmiştir. Evlatlık kurumunu yaşatan sebeplerden birisi olan kimsesiz çocukların bakım ve gözetimi için, devlet gelirlerinden yetimlere pay ayrılmış, devletin yanında bu çocukların bakımı ve gözetimi konusunda akrabalara da görevler yüklenmiştir. Resulullah efendimiz ailenin dağılmaması, aile fertlerinin perişan olmaması üzerinde çok dururdu. Ailede kadın, ekonomik yönden bağımsızdır. Resulullah efendimiz kadınları erkeklerin mülkiyetinde olan bir mal veya köle değil, hak sahibi kimseler olarak kabul etmiştir. Erkek ailenin reisidir; ancak kadın üzerinde, zorba veya despot değildir. Kadına o devirde hiçbir cemiyetin vermediği hakları vermiş, miras hakkı tanınmıştır. Kocası, hanımını haklarından mahrum bırakamaz; onun karşısında zavallı bir mahkum değildir. Eskiden sayısız kadınla evlenmek serbest idi. Aile esas itibarıyla tek evlilik üzerine kurulmakla birlikte, belirli durumlarda kocanın dörde kadar evlenmesine izin verilmiştir. Bu son durum, yani çok kadınla evlenme bir emir değil, farz değil, belirli şartlarda başvurulan bir ruhsattır. Nitekim bu tür bir evliliğe izin veren Nisa sûresinde çok kadınla gerçekleştirilecek evliliğin hanımlar arasında eşitlik ve adalet sağlanamayacağından korkuluyorsa bir tek kadını nikahlamakla yetinilmesi gerektiği belirtilmiş ve tek hanımla evlilik teşvik edilmiştir. Peygamberimiz, adaleti sağlamanın zorluğunu "İki zevcesi olup da, ikisine müsavi bakmayan kimse, kıyamet günü, mahşer meydanına yarı eğrilmiş olarak gelecektir" sözleri ile bildirmiştir
.
İnsanların en hayırlısı
12 Ocak 2004 01:00
Peygamber efendimiz aileye, ailenin vazgeçilmez ferdi olan kadına çok önem verirdi. Kadına değer verilmediği insan yerine konulmadığı, diri diri kuma gömüldüğü bir devirde onu layık olduğu mevkiye getirdi. Müslümanın aile fertlerine nasıl davranması gerektiğini emir ve tavsiyeleri ile ifade ettiği gibi, bizzat kendi uygulaması ile de ortaya koymuştur. Erkeğin kadına iyi davranması gerektiğini çok açık ve kesin bir şekilde dile getirmiştir. Bu anlamda "En hayırlınız ailesi için hayırlı olandır. Bana gelince, ben aileme karşı en hayırlı olanınızım"; "En hayırlınız hanımlarına karşı iyi davrananınızdır" buyurmuştur. Enes bin Malik, "Ailesine Resûlullah kadar şefkatli bir kimse görmedim" demiştir. İman, ahlak ve aile fertlerine yumuşak davranma arasında kurduğu bağıntıyı dile getiren şu sözü çok önemlidir: "Mü'minlerin imanca en mükemmel olanı, ahlakça en güzel olanı ve aile fertlerine yumuşak davrananıdır." Resulullah efendimiz çeşitli vesilelerle erkeklerin kadınlar üzerinde, kadınların da erkekler üzerinde hakları bulunduğunu söylemiştir. Kadınlar hakkında Allah'tan korkulmasını, onlara haksızlık yapılmamasını istemiştir. Kocasını şikayet için kendisine gelen kadınların sayısı artınca bu tür davranışta bulunanların iyi kimseler olmadığını söylemiştir. "Kadınlarınızı nasıl dövüyor, sonra da akşam olunca beraber oluyorsunuz" diyerek kötü davrananları kınamıştır. "Kadınları ancak kötüleriniz döver" buyurmuştur. Resulullah efendimiz kişinin ailesiyle geçirdiği vaktin, boşa harcanmış bir zaman olmadığını bildirmiştir. Resulullah efendimiz, insanlara, bildiğini anlatacağı ilk kişilerin aile fertleri olduğunu öğretmiştir. O, kendisine gelen heyetleri "Ailenize dönün ve onlara ta'limde bulunun" derdi. Resulullah efendimiz aile kurumunun korunmasına çalışmış, boşamayı hoş karşılamamıştır. Aile müessesesi sevgi, şefkat ve merhamet üzerine kurulmuştur.. İslamiyette evlenmek, bir kızı mesud etmek, ibadettir ve bütün nafile ibâdetlerden daha sevaptır. Efendimiz,"Bir erkek, zevcesini döverse, kıyamette ben onun davacısı olurum" buyurmuştur.
.
Resulullahın çocuk sevgisi
13 Ocak 2004 01:00
Resulullah efendimiz, çocuklara ayrı bir değer verir onların iyi yetiştirilmesini emrederdi: "Çocuklarının haklarını ifa etmiyenin namazları, oruçları kabul olmaz" "Kendinizi ve evlerinizde ve emirlerinizde olanları ateşten koruyunuz!" buyururdu. Dinimize göre, çocuklar ana baba elinde bir emanettir. Çocukların temiz kalbleri kıymetli bir cevher gibidir. Mum gibi, her şekli alabilir. Küçük iken, hiçbir şekle girmemiştir. Temiz bir toprak gibidir. Temiz toprağa hangi tohum ekilirse, onun meyvesi hasıl olur. Peygamberimiz "Bütün çocuklar müslümanlığa uygun ve elverişli olarak dünyaya gelir. Bunları, sonra anaları, babaları Hıristiyan, Yahudi ve dinsiz yapar" sözü ile müslümanlığın yerleştirilmesinde ve yok edilmesinde en önemli işin, gençlikte olduğunu bildiriyor. Çocuklara derin bir sevgi ve şefkat besleyen Hz. Peygamber, onları ciddiye alıp seviyelerine inmeyi ve problemlerini dinleyerek yönlendirmeyi öğütlemiştir. Kendisi, çocukları kucağına alır ve severdi. Bir defasında Hz. Peygamber torunu Hasan'ı öperken yanında oturan birisi onu görür ve "Siz çocukları öper misiniz? Benim on çocuğum var, hiçbirini öpmedim" der. Bunun üzerine Hz. Peygamber ona "Merhamet etmeyene merhamet olunmaz" der. Yine "Siz çocukları öper misiniz? Biz öpmeyiz" diyen bir kişiye "Allah senin kalbinden merhameti kaldırdıysa ben ne yapabilirim!" der. Çocukları hoş tutmuş ve onların isteklerini yerine getirmeye önem vermiştir. Namaz kılarken ve hutbe okurken bile bu tutumunu değiştirmemiştir. Torunu kucağında iken namaza geldiğini, çocuğu bırakıp namaza durduğunu, secdede iken çocuğun sırtına binmesi üzerine de secdeyi uzattığını; kızlarından Zeyneb'in kızı Ümâme'nin namazda omuzuna çıktığını naklederler. Hz. Peygamber çocuklarla ilgilenir, onlara selam verir, onların hatırın sorardı. Zaman zaman çocukları ve özellikle torunlarını sırtına bindirirdi. Hoşlanacakları adlar takarak çocuklarla şakalaşır ve onları eğlendirirdi. Bir yolculuktan döndüğü zaman çocuklar kendisini karşılamaya çıkarlardı. Hz. Peygamber onlara "Beni seviyor musunuz?" diye sorar; onlar da "Evet yâ Resûlallah" dediklerinde, o da "Vallahi ben de sizleri seviyorum" der ve bu sözünü üç defa tekrarlardı. Bayram namazının kılınacağı yere (musallâ) kadınlarla birlikte çocuklar da çıkarlardı. Savaşlarda kadınların ve çocukların öldürülmemesini özellikle emretmiştir.
.
Arş'ın gölgesinde
14 Ocak 2004 01:00
Resulullah efendimiz, İslamı tebliğde, yaymada, genç-yaşlı, kadın-erkek toplumun her kesiminden istifade etmiştir. Fakat, ilk müslümanlar incelendiğinde içlerinde her yaştaki insanlar yer almakla beraber, daha çok, gençlerin çoğunlukta olduğu görülmektedir. Kendileri de, 20 yaşında iken Hilfülfudûl cemiyetine katılmıştı. Bu suretle Mekke'nin emniyetinin sağlanmasına henüz genç iken katkıda bulunmuştu. Hazreti Ali'nin gençliğindeki faaliyetleri herkes tarafından bilinmektedir. Dillere destan olan kahramanlıklarını 20 ilâ 30 yaşları arasında gerçekleştirmiştir. Dârü'l-Erkam'da iken müslüman olan Mus'ab bin Umeyr, Birinci Akabe bîatından sonra Hz. Peygamber tarafından Medine'ye öğretmen olarak gönderildi. O sırada 25 yaşlarında bir genç olan Mus'ab bin Umeyr'in faaliyetleri sonucunda pek çok Medineli Müslüman oldu. Hepsinden önemlisi Üseyd bin Hudayr ve Sa'd bin Muaz gibi iki nüfuzlu kabile reisinin İslâma girişini sağladı. Hz. Peygamber, daha yaşı 26-27 olan Muaz bin Cebel'i Cened'e kadı ve öğretmen olarak gönderirken, kendisine bir dava getirildiği zaman neye göre hüküm vereceğini sordu. Hz. Muaz "Allah'ın kitabına göre hüküm veririm" dedi. Hz. Peygamber "O'nda bir hüküm olmazsa neye göre verirsin?" diye sordu. Muaz "Resûlullah'ın sünnetine göre hüküm veririm" dedi. Burada da bulamazsan ne yaparsın diye sorunca, kendi ictihadımla hüküm veririm" dedi. Hz. Peygamber onun bu cevabından son derece memnun olur. Hz. Peygamber Muaz hakkında "Ümmetim içinde helal ve haramı en iyi bilen Muaz'dır" buyurmuştur. Hz. Muaz'ın, Hz. Peygamber tarafından Yemen'e gönderildiği esnada yaşlı bir insan olduğu hatıra gelebilir. Halbuki yukarıda bildirdiğimiz gibi hazret-i Muaz o tarihte 26-27 yaşlarında bulunuyordu. Hz. Peygamber vahiy katiplerini genellikle gençler arasından seçmiştir. Gençlerin fetvâ vermesine müsaade etmiştir. Gençlerden öğretmenler tayin etmiştir. Gençleri çoğu yaşlı sahâbîlerden oluşan ordulara komutan tayin etmiştir. Çoğu savaşlarda sancağı bizzat kendisi gençlere vermiştir. Mesela Tebük Seferinde sancağı Zeyd bin Sâbit'e, Bedir'de Hz. Ali'ye, vermiştir. 18 yaşlarında olan Üsâme bin Zeyd'i Suriye'ye gönderdiği orduya komutan tayin etmiştir. Hz. Peygamber, kıyamet gününde Arş'ın gölgesi altında mutlu olacaklar arasında, gönlü Allah'a bağlı, severek Allah'a ibadet eden gençleri de saymıştır.
.
Büyükleri saymayanlar
15 Ocak 2004 01:00
Peygamber Efendimiz, yaşlılara hürmet eder, Eshabının da hürmet etmesini isterdi. Bu konuda, "Güçsüzlere, hastalara, yaşlılara ve küçüklere merhamet ediniz!", "Büyüklerimizi saymıyan, küçüklerimize acımayan bizden değildir.", "Yaşlılarımıza hürmet ve ikram, Allahü teâlâya saygıdandır.", "Bir müslüman kardeşine ikram eden, Allahü teâlâya ikram etmiş gibidir." ve "Bir genç, bir ihtiyara, yaşından dolayı hürmet ederse, onun yaşına varınca, Allahü teâlâ, ona gençleri hürmet ettirir" buyurdu. Her konuda vasatı, orta yolu esas alan Hz. Peygamber küçüğü korurken, onlara merhameti emrederken, büyükleri ihmal etmemiştir. Bilakis büyüklere saygıyı küçüklere sevgi ile birlikte zikrederek bunların birbirinden ayrılmaz olduğunu gözler önüne sermiştir. Mekke'nin fethinde Hz. Ebû Bekir yüz yaşına yaklaşmış olan babası Ebû Kuhâfe'yi Hz. Peygamber'in huzuruna götürdü. Hz. Peygamber "Yaşlı babanı buraya kadar yormayıp evinde bıraksaydın, ben onu ziyaret ederdim" buyurdu. Hz. Peygamber'in yaşlı Ebû Kuhâfe'ye karşı bu nâzik davranışı Hz. Ebû Bekir'e karşı iltifatının yanında, yaşlı insanlara duyduğu saygının bir ifadesi olarak değerlendirilmelidir. Efendimiz, dul ve yetimlerin haklarını korumaya da önem verirdi. Ensârdan bir zat öldü, geride bir dul hanım ve üç yetim kız bıraktı. Ölen kişinin hiç oğlu yoktu. Amcasının oğulları, onun malının tamamını aldılar. Dul kadına ve yetim üç kıza bir şey vermediler. Kadın, durumu Hz. Peygambere şikayet etti. Hz. Peygamber onlara adam gönderdi. Vârisler, malın kendilerine ait olduğunu söylediler. Çünkü Arap adetine göre, mirasa yalnız ölenin erkek akrabası vâris olurdu. Bu olay üzerine şu âyet-i kerîme nazil oldu: "Ana babanın ve yakınların bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır; ana babanın ve yakınların bıraktıklarından kadınlara da bir pay vardır..." Hz. Peygamber hemen onlara haber gönderip, Allah'ın kadınlara da mirastan pay ayırdığını bildirdi. İslâmdan önce insanlar yetimlerin mallarını yerler, onların mallarından faydalanmak için yetimle evlenme, ya da onu oğlu veya kızı ile evlendirme yollarına başvururlardı. "Haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler şüphesiz karınlarına ancak ateş doldurmuş olurlar." Ve "Büluğ çağına erişinceye kadar, yetimin malına, sadece en iyi niyetle yaklaşın" ayetleri nâzil oldu. Bundan sonra, onların mallarını yemek bir tarafa, yetimlerin mallarının kendi mallarına karışmamasına dikkat etmeye başladılar
.
En kötü ev!..
16 Ocak 2004 01:00
Peygamber efendimiz, yetimleri korur ve kollardı. Yetimlerle ilgili olarak, "Büyük günahlar yedidir: Bunlardan biri de yetim malı yemektir.", "Allahü teâlâ dört kişiyi Cennete koymayacak, Cennetin nimetlerini tattırmayacaktır. Bunlardan biri yetim malı yiyendir.", "Kıyamet günü, Allah katında büyük günahların en büyüğünden biri yetim malı yemektir.", "Kıyamet günü bir topluluk ağızlarından alevler çıkar vaziyette kabirlerinden kalkarlar." buyurdu. Bunların kim olduğu sorulunca Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Görmüyor musunuz? Allahü teâlâ, (Nisa suresinden) haksız yere yetim malı yiyenler, karınlarına ancak ateş sokmuş olurlar. Bunlar, alevli, çılgın bir ateşe (Cehenneme) sokulacaktır." Yetim malı ile ilgili böyle sözler duyan Müslümanlar, yetimin önünden artan yemeği yemekten bile çekinir oldular. Evlerinde yetim bulunanlar onun yiyeceğini ve içeceğini ayırdılar. Onlara ayrı bir ev tahsis ettiler. Bu durum, mallarını çalıştırmaktan aciz olan yetimlerin de aleyhine olduğu gibi yetim hâmîlerine de güç geliyordu. Hatta Abdullah bin Revâha Hz. Peygamber'e gelerek şunları söyledi: "Yâ Resûlallah, hepimiz yetimleri oturtacak ayrı bir eve, onlara ayrı yiyecek ve içecek verecek güce sahip değiliz." İşte bu yanlış anlamayı bertaraf edip konuya açıklık getirmek maksadıyla şu ayet-i kerime nazil oldu: "Sana yetimler hakkında soruyorlar. De ki: Onları iyi yetiştirmek daha hayırlıdır. Eğer onlarla birlikte yaşarsanız, bilin ki onlar sizin kardeşlerinizdir..." Hz. Peygamber Medine'ye hicret ettiğinde daha küçük yaşında, okur-yazar ve zeki bir çocuk olan Enes'i, annesi Hz. Peygamber'in hizmetine verdi. Enes, Hz. Peygamber'in vefatına kadar on yıl onun hizmetinde bulundu. Hz. Peygamber, içinde yetim barındırılan ve yetime iyi davranılan eve büyük önem vermiş ve şeref atfetmiştir. O, bu konuda şunları söylemiştir: "Müslümanların evleri arasında en iyisi içinde kendisine iyi davranılan yetim bulunan evdir. En kötüsü de, içinde, yetim bulunup da kendisine kötü davranılan evdir." "Kim Allah rızası için bir yetimin başını okşarsa, elinin dokunduğu her saç teli adedince iyilik yazılır. Kim yanında bulunan yetim erkek veya kız çocuğa iyi davranırsa ben ve o, cennette şu ikisi gibidir!" "Helak edici yedi şeyden kaçınınız: Şirk, büyü, adam öldürme, riba yeme, yetim malı yeme, savaştan kaçma, iffetli kadına zina isnadında bulunma!" buyurmuştur.
.
Akıl ve mantığın dinimizdeki yeri
17 Ocak 2004 01:00
Son yıllarda çok kimse, "İslamiyet akıl ve mantık dinidir" deyip kendi kısa aklına göre dinde yorum yapmaktadır. Evet, dinde aklın mantığın yeri önemlidir, aklı olmayanın dini de olmaz. Fakat dinin kaynağı akıl ve mantık değildir. Her şeyi akla mantığa göre yorumlamaya çalışırsak, insan sayısı kadar din çıkar ortaya. Yani insan sayısı kadar dinsizlik çıkar. Bunun için Kur'an-ı kerimdeki emirlerini ve islâmiyetin hükümlerinin hepsini akla uydurmaya, akla beğendirmeye kalkışan, Peygamberlik makamının derecesini anlamamış ve ona inanmamış olur. İslamiyette aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan birşey yoktur. Âhıret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce Peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. İnsanlar, dünya ve âhıret saadetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ, hâşâ Peygamberleri boş yere ve lüzûmsuz göndermiş olurdu. Hiçbir akıl, âhıret bilgilerini bulamayacağı, çözemeyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asırda, dünyanın her tarafına, Peygamber göndermiş ve en son ve kıyamete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, Peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir. Aklı olmayan delidir. Aklını kullanmayan sefîhdir. Yâni israfçıdır, yerli yerinde kullanmaz. Akla uygun iş yapmamak sefâhattir. Aklı az olan da ahmaktır. Yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip, aklın ermediği şeylerde yanılan kimse, felsefecidir. Aklın erdiği şeylerde ona güvenen, aklın ermediği, yanıldığı yerlerde, Kur'ân-ı kerîmin ışığı altında akla doğruyu gösteren yüksek insanlar ise, islâm âlimleridir. Dini, bir felsefe, düşünce olarak görmek demek, dinin kaynağının, insanlar olduğuna inanmak demektir. Halbuki, İslamiyet, insanları ebedi saadete götürmek için, Allahü teâlâ tarafından gösterilen yoldur. Demek ki dinin sahibi Allahü teâlâdır. Cenâb-ı Hakkın bildirdiği bir sisteme, düşünce, felsefe demek çok yanlış olur. Düşünce, fikir, insanlara mahsus şeylerdir. Bu sözler cenab-ı Hak için kullanılamaz. Böyle söylemek, insanı dinden çıkartır. İslamiyyette felsefe yoktur... İslâm felsefesi, islâm filozofu olmaz! Felsefenin çok çok üstünde olan islâm ilimleri ve felsefecilerin çok çok üstünde olan islâm âlimleri vardır... İslâm bilgilerine felsefe demek, pırlantayı cam parçalarına benzetmek gibidir. İslâm âlimlerine felsefeci demek de, aslana kedi demek gibi olup, bu yüksek âlimlere hakâret etmek olur. Akıl, göz gibidir, din bilgileri de ışık gibidir. Yâni insanın aklı, gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremiyor. Allahü teâlâ, görme organımızdan faydalanmamız için, güneşi, ışığı yaratmıştır. Güneşin ve çeşitli ışık kaynaklarının nuru olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Tehlikeli cisimlerden, zararlı yerlerden kaçamaz, faydalı şeyleri bulamazdık. Evet, gözünü açmayan veya gözü bozuk olan, güneşten faydalanamaz. Fakat, bunların güneşe kabahat bulmaya hakları olmaz. Aklımız da, yalnız başına maneviyâtı, faydalı, zararlı şeyleri anlıyamıyor. Allahü teâlâ, aklımızdan faydalanmamız için, peygamberleri, gönderdi. Akıl ile herşey halledilmiş olsaydı, peygamberlerin gönderilmesi lüzumsuz olurdu. Peygamberler, dünyâda ve âhırette râhat etmek yolunu bildirmeseydi, aklımız bulamaz, işe yaramazdı. Tehlikelerden, zararlardan kurtulamazdık. Bunun gibi, İslâmiyete uymayan veya aklı az olan kimseler ve milletler, peygamberlerden faydalanamaz. Dünyada ve âhırette tehlikelerden, kendilerini koruyamazlar.
.
"Yarım hurma bile olsa..."
17 Ocak 2004 01:00
Peygamber efendimiz, daha İslâmın ilk yıllarından itibaren toplumda fakirlerin korunup gözetilmesi ile ilgilenmiştir. Bir gün Hz. Peygambere yalın ayak, çıplak, kaplan postu rengindeki gömleklerini veya abalarını başlarına geçirmiş Mudarlı birtakım kimseler geldi. Onların yoksul halini görünce Hz. Peygamber'in yüzünün rengi değişti. Namazı kıldırdıktan sonra cemaate bir konuşma yaptı. Fakirlere yardım edilmesini öngören bazı ayetleri okuduktan sonra "Kişi, dinarından, dirheminden, elbisesinden buğdayından, hurmasından, yarım hurma bile olsa sadaka vermelidir" buyurdu. Bunun üzerine insanlar seferber oldular ve para, yiyecek ve içecek gibi ihtiyaç maddelerini getirdiler. Öyle ki, yiyecek ve giyeceklerden iki öbek oluştu. Hz. Peygamber bu manzara karşısında son derece memnun oldu ve şunları buyurdu: "Kim İslâmda güzel bir çığır açarsa, onun ve onunla amel edenlerin mükafatı, o çığırla amel edenlerin mükafatından hiçbir şey eksilmeksizin kendisine ait olur. Kim ki İslâm'da kötü bir çığır açarsa, o çığırın ve onunla amel edenlerin günahı, onunla amel edenlerin günahından bir şey eksilmeksizin kendisine ait olur." Hz. Peygamber, fakirlerin durumunu iyileştirmeye yönelik faaliyetlerde bulunurken onların hiçbir zaman horlanmasını ve aşağılanmasını istemezdi. Sabredip olgunluk göstermeyen, yoksulluğunu bahane ederek taşkınlık yapan, kötülük işleyen, isyan eden fakirler şiddetle kınanmıştır. Fakirlikten Allah'a sığınılması gerektiğini, fakirliğin kişiyi birtakım kötülüklere sürükleyebileceğini, hatta nankörlüğe bile sevkedip küfre düşürebileceğini bildirmiştir. Çeşitli vesilelerle "Veren elin alan elden hayırlı olduğunu" belirtmiştir. Hz. Peygamber'in hayatı dikkatle incelendiğinde, sosyal dayanışmaya büyük önem verdiği ve Kur'an-ı kerimin bildirdiği sosyal dayanışma ilkelerini çeşitli alanlarda ve toplumun tüm kesimlerini içine alacak şekilde uygulamaya geçirdiği görülür. Kur'an-ı kerimin bu konudaki emirlerinden birisi şöyledir: "İyilik ve takvâ üzerinde yardımlaşın, kötülük ve zulüm üzerinde yardımlaşmayın!" Resulullah efendimizin zekat, sadaka ve fitre başta olmak üzere borç verme gibi çeşitli konularda getirilen mâlî yükümlülükler Müslümanlar arasında ve hatta Müslüman olmayanlarla bile ekonomik dayanışmanın yollarını açmıştır
.
"Yazıklar olsun sana!"
18 Ocak 2004 01:00
Resulullah Efendimiz, her türlü kabalıklara, cahilliklere sabrederdi. Bir gün Huneyn ganimetini halka dağıttığı sırada, Benî Temimler'den Zülhuvaysıra gelip Peygamberimizin başucuna dikildi. "Ya Muhammed! Ben, bugün yaptığın şeyi gördüm!" dedi. Peygamberimiz "Evet! Nasıl gördün?" diye sordu. Zülhuvaysıra "Senin, adalet yapmadığını gördüm! Adalet yap ya Resulallah!" dedi. Peygamberimiz "Yazıklar olsun sana! Ben, adalet yapmazsam, kim adalet yapar?! Ben, adalet yapmış olmasaydım, umduğuma eremezdim. Sen de, bana tabi olduğun için ziyan etmiş, gitmiştin!" buyurdu. Hz. Ömer "Ya Resulallah! İzin ver de, şunun boynunu vurayım?" dedi. Peygamberimiz "Hayır! Bırak onu!" buyurdu. Hz. Enes bin Malik anlatır "Resul aleyhisselam ile birlikte yürüyordum. Resulullahın üzerinde Necran kumaşından yapılma kalın yakalı bir cübbe vardı. Bir Bedevi, arkadan yetişip Resulullahın cübbesinden şiddetle çekti. Kendisine doğru öyle şiddetli çekti ki, Peygamber aleyhisselam, Bedevinin göğsüne doğru döndü. Cübbe, yırtıldı da, yakası, Resulün boynunda kaldı! Resulün boynuna baktım. Bedevinin çekişinin şiddetinden, cübbenin yakası, Resulün boynunda iz bırakmıştı. Bedevi "Ya Muhammed! Allah'ın, senin yanında bulunan malından şu iki devemin üzerine yükle! Çünkü, sen, bana ne kendi malından, ne de, babanın malından yükleyecek değilsin!" dedi. Peygamber aleyhisselam, biraz sustuktan sonra "Mal, Allah'ın malıdır. Ben de, O'nun kuluyum. Ey Arabi! Sen, bana yaptığın şeyden dolayı misliyle mukabele olunacaksın!" buyurdu. Sonra da, Peygamberimiz "Hayır! Allah'tan mağfiret dilerim! Hayır! Allah'tan mağfiret dilerim! Hayır! Allah'tan mağfiret dilerim ki, beni, çekiştirdiğinden dolayı, seninle, ödeşmedikçe, senin için bir şey yüklemeyeceğim!" buyuruyor. Arabi de, her defasında "Vallahi ben, buna razı olmam" diyordu. Resul "Niçin?" diye sordu. Arabi "Çünkü sen, kötülüğü kötülükle karşılamaz, cezalandırmazsın da ondan!" dedi. Bunun üzerine, Resul aleyhisselam, güldü. Sonra da, bir adam çağırdı. "Şu iki deveden birisine arpa, diğerine hurma yükle!" buyurdu.
.
Ateşe atlamaya çalışıyorsunuz'
19 Ocak 2004 01:00
Enes bin Malik hazretleri anlatır: Peygamber aleyhisselama her kim gelirse, ona vaadde bulunur, istenen şey, yanında bulunursa, onu yerine getirirdi. Bir gün namaz için ikamet getirildiği sırada, bir bedevi gelip Peygamber aleyhisselamın elbisesinden tutarak "Görülecek işimden az bir şey kaldı. Namazdan sonra onu unuturum diye korkuyorum" dedi. Bunun üzerine, Peygamber aleyhisselam, işini görüp bitirinceye kadar bedevi ile birlikte ayakta durdu. Sonra, dönüp namaz kıldı. Enes bin Malik der ki "Peygamber aleyhisselama, on yıl hizmet ettim. Bana ne "Öf!" dedi, ne yapmadığım bir iş için "Keşke onu yapsaydın!", ne de, yaptığım bir iş için "Bunu, ne diye yaptın?" dedi." "Resul Aleyhisselam, bir gün, beni bir iş için gönderdi. Ben "Vallahi, gitmem!" dedim. Halbuki, o işi yapacaktım. Dışarı çıktım. Çocukların yanına uğradım. Onlar, çarşıda oynuyorlardı. Derken, Resul aleyhisselam, başıma dokundu. Kendisine baktım, gülüyordu. "Ey Enescik! Söylediğim yere gittin mi?" diye sordu. "Evet! Gidiyorum ya Resulallah!" dedim... Cenab-ı Hak kullarına çok merhamet ettiği için onlara Peygamber göndermiştir. İnsanların bunları örnek almalarını istemiştir. Hadis-i kudsîde buyuruldu ki, "Önce gelenleriniz, sonra gelenleriniz; küçüğünüz, büyüğünüz; dirileriniz, ölüleriniz; insanlarınız, cinleriniz; en müttekî, itaatli kulum gibi olsanız, büyüklüğüm artmaz. Aksine; hepiniz, bana karşı duran, Peygamberlerimi aşağı gören, düşmanım gibi olsanız, ülûhiyyetimden bir şey eksilmez. Allahü teâlâ, sizden ganîdir, Ona hiçbiriniz lâzım değildir. Siz ise, var olmanız için ve varlıkta kalabilmeniz için ve her şeyinizle, hep Ona muhtaçsınız." İnsanlara numune olarak gönderilen Peygamber efendimizin, merhametini, şefkatini anlatmaya kimsenin gücü yetmez. Çünkü O âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Yüce Allah Peygamberimiz hakkında şöyle buyurur: "Biz Seni alemlere ancak rahmet olmak için gönderdik!" "And olsun, size öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sıkıntıya uğramanız, Ona, çok ağır ve güç gelir. O, üstünüze çok düşkündür. Bütün müminler için çok şefkatli ve merhametlidir." Peygamberimiz de: "Benimle sizin misaliniz: Ateş yakan bir adamın misaline benzer ki, kelebek ve çekirgeler, ateşin içine düşmeğe can atıyorlar! O adam ise, onları, ateşten men etmeğe çalışıyordur! Ben, sizi tutuyor, ateşe düşmenize engel oluyorum. Sizler ise, ellerimden kurtulmağa Ateşe düşmeğe çabalıyorsunuzdur!" buyururdu.
.
"Belki tövbe nasip olur!"
20 Ocak 2004 01:00
Bir gün, Efendimize Hz. Aişe "Ya Resulallah! Başına, Uhud Savaşı gününden daha şiddetli bir gün geldi mi?" diye sordu. Peygamberimiz "Gerçekten, senin kavminden, başıma neler geldi neler! Onlardan, başıma gelenin en şiddetlisi, Akabe günü gelmiştir: Kendimi, İbn-i Abd-i Yalil bin Abd-i Külal'e tanıttım. O, bana, arzum hususunda icabet etmedi. Ben de, üzgün olarak yüzümün doğrusuna doğru yollandım. Ancak, Karnüssealib'de kendime gelebildim de, başımı kaldırdığım zaman, ne göreyim! Bir bulut ki, beni gölgelendirmiş! Baktım, içinde Cebrail! Hemen bana; "Muhakkak ki, yüce Allah, kavminin, sana söylediklerini ve sana verdikleri red cevabını işitti de, onlar hakkında, dilediğini, kendisine emir etmen için sana dağlar meleğini gönderdi!" dedi. Arkasından, Dağlar Meleği, bana seslendi ve selam verdi. Sonra; "Ya Muhammed! Şüphesiz ki, Allah, kavminin sana söylediklerini işitti. Ben, Dağlar Meleğiyim! Senin, dilediğini, emir etmen için, Rabb'in beni sana gönderdi. Şimdi ne dilersen dile! Eğer, üzerlerine, iki dağı kapamamı dilersen, kapayayım!" dedi. Ben "Bilakis, dedim: Allah'ın, onların zürriyetlerini, sırf Allah'a ibadet edecek, Ona, hiçbir şeyi şerik koşmayacak kimseler çıkarmasını dilerim!" Cebrail aleyhisselam "Şüphe yok ki, yüce Allah, sana boyun eğmelerini göğe, yere ve dağlara emir etti!" dedi. Peygamberimiz "Ümmetimin cezalarının geciktirilmesini dilerim. Belki, Allah'a tövbe etmeleri, kendilerine nasib olur!" buyurdu. Kureyş müşrikleri, Peygamberimize "Sen, Safa tepesini, bize altın yapması için, Rabbine yalvar. Rabbin bunu yaparsa, biz de, sana iman ederiz!" dediler. Peygamberimiz "Bu dediğinizi, yapar mısınız?" diye sordu. "Evet! Yaparız!" dediler. Bunun üzerine, Peygamberimiz, Allah'a yalvardı. Cebrail aleyhisselam, geldi: "Yüce Rabbin, Sana selam ediyor ve "İstersen onlar için, Safa tepesini altın yaparım. Fakat, bundan sonra, onlardan kim inkâra kalkışırsa, âlemlerden hiçbir kimseye yapmadığım bir azapla onları azaba çarparım! İstersen onlara, tövbe ve rahmet kapısını açık tutayım?" buyuruyor dedi. Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bulunan Peygamberimiz "Hayır, Rabbim! Onların dileklerini yerine getirme! Kendilerine tövbe ve rahmet kapısını açık tut!" diye yalvard
.
Merhamet deryası...
21 Ocak 2004 01:00
Resulullah Efendimiz merhamet deryası idi. Uhud savaşında, Peygamber efendimizin bir dişi kırılmış, mübarek yüzü yaralanmıştı. Bu hal, Eshab-ı kiramı son derece üzdü. Peygamberimize "Müşriklerin aleyhinde dua etseniz?" dediler. Peygamberimiz "Ben, lanetleyici olarak gönderilmedim. Fakat, ben, hakka davetçi ve rahmet olarak gönderildim. Allahım! Kavmime hidayet nasib et! Çünkü onlar bilmiyorlar!" diyerek hayır dua etti. Hz. Ömer "Babam, anam, sana feda olsun ya Resulallah! Nuh aleyhisselam, kavmi hakkında "Ey Rabbim! Yeryüzünde kâfirlerden yurt tutan, gezip tozan hiçbir kimse bırakma! (Nuh suresi: 26) diye dua etmişti. Mübarek yüzünüzün kana boyandığı ve dişinizin kırıldığı zaman, Nuh aleyhisselam gibi, siz de, aleyhimizde dua etmiş olaydınız, son ferdimize kadar hepimiz, muhakkak helak olurduk! Fakat, siz, böyle demekten kaçındınız da "Allah'ım! Kavmimi mağfiret buyur. Çünkü, onlar bilmiyorlar!" diyerek hayır dua ettiniz!" dedi. Peygamberimiz, kendisine yapılanlara sükut etmekle kalmamış, hatta onların suçlarını bağışlamış, sonra şefkat ve merhamet etmiş kendilerinin bağışlanmaları için dua ve şefaatte bulunup "Onları affeyle, onları hidayete erdir!" demiş, sonra da şefkat ve rahmetinin sebebini "Benim kavmimi" sözüyle açıklamış "Onlar bilmiyorlar" sözüyle de bilgisizliklerini, kendileri hakkında mazeret olarak göstermiştir. Ebu Süfyan bin Harp, kabileleri toplayıp Medine üzerine yürüyerek Peygamberimizin Amcası Hz. Hamza'yı ve birçok Sahabeyi şehid ettirdiği halde, Peygamberimiz, onu bağışlamış ve "Yazıklar olsun sana ey Ebu Süfyan! Senin için, Allahdan başka ilah bulunmadığını öğrenme zamanı daha gelmedi mi?" buyumakla yetinmiş, o da "Babam, anam sana feda olsun! Senden daha halim, daha kerim, akraba hakkını daha çok gözeten kimse yok!" diyerek Peygamberimizin bu husustaki üstün ahlakını dile getirmişti. Kureyş müşriklerinin, Peygamberimize yapageldikleri ağır işkence ve kötülükler yüzünden, köklerinin kazınacağından hiç kuşkuları yoktu. Peygamberimiz, Fetih hutbesinde, onlara "Şimdi, hakkınızda ne yapacağımı sanıyorsunuz?" diye sordu. Kureyşliler "Biz, Senin hayr ve iyilik yapacağını sanar ve 'hayır yapacaksın!' deriz. Sen, kerem ve iyilik sahibi bir kardeşsin. Kerem ve iyilik sahibi bir kardeş oğlusun!" dediler. Bunun üzerine, Peygamberimiz "Yusüf aleyhisselamın, kardeşlerine dediği gibi, ben de, "Size, bugün, hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allah, sizi affeylesin! O, esirgeyenlerin, en esirgeyicisidir. (Yusüf suresi: 92) diyorum, buyurdu.
.
"Habibim niçin ağlıyor?"
22 Ocak 2004 01:00
Bir gün, Resul aleyhisselam ümmetinin halini düşünüp "Allahım! Ümmetimi! Allahım! Ümmetimi..." diyerek ağladı. Bunun üzerine, yüce Allah, "Ey Cebrail! Habibime git! Senin Rabbin daha iyi bilir olmakla beraber, Ona sor ki: Ne için ağlıyordur?" buyurdu. Cebrail, gidip sordu. Resul aleyhisselam da anlattı. Yüce Allah "Ey Cebrail! Habibime git! Ümmeti hakkında kendisini razı kılacağımızı ve umutsuzluğa düşürmeyeceğimizi kendisine söyle!" buyurdu... Bir defasında bir Arabi gelip kendisine bir şeyler vermesini Peygamberimizden istemişti. Peygamberimiz de, ona bir şeyler verdi ve "Sana ihsanda bulunmuş oldum mu?" diye sordu. Arabi "Hayır! Sen, bu kadar şeyle ne bir ihsan, ne de, bir iyilik yapmış oldun!" dedi. Müslümanlar, kızdılar ve ona doğru vardılar. Peygamberimiz, sakin olmalarını, geri durmalarını Müslümanlara işaret buyurdu. Sonra, kalkıp evine girdi. Haber salıp Arabiyi eve çağırdı. Kendisine verdiğini artırdı ve razı etti. "Şimdi, sana ihsanda bulunmuş oldum mu?" diye sordu. Arabi "Evet! Allah, senin ev halkını ve kabileni hayırla mükafatlandırsın!" dedi. Peygamberimiz "Bu arkadaşınızın karnı aç idi. Bizden, yiyecek istemişti. Biz de, kendisine biraz şeyler vermiştik. O da, o zaman, söylediği sözü söylemişti. Kendisini eve çağırdık. Verdiğimizi artırınca, razı olduğunu söyledi" buyurdu. Bundan sonra Peygamberimiz şunu anlattı: "Benim misalim ile bu Arabi'nin misali: Devesi kaçan bir kimsenin misaline benzer ki, halk, onu yakalamak için ardına düşmüş; bu da, ancak, devenin kaçmasını, ürkmesini artırmıştır. Deve sahibi ise, onlara 'Siz, devemle benim aramdan çekiliniz! Çünkü ben ona, sizden daha alışığım ve onu yakalamanın yolunu daha iyi bilirim!' diye seslenip yerden eline aldığı kuru otu, ön tarafından yönelerek ona uzatmış ve yanına gelince de, ıhdırıp (yere çöktürüp) üzerine yükünü sarmış ve binmiştir. Eğer, şu adam, önceki sözünü söylediği zaman sizi bıraksaydım, onu öldürecektiniz, Cehenneme girecekti!"
.
"Vatan sevgisi imandandır"
23 Ocak 2004 01:00
Peygamber efendimiz güzel ahlak üzerinde çok dururdu. "İyi huyları tamamlamak, iyi ahlakı dünyaya yaymak için gönderildim" buyururdu. İman bile, ahlak ile ölçülmekdedir. Çünkü, İslamiyette ruh temizliği esastır. Yalan söyleyen, hilekârlık yapan, insanları aldatan, zulmeden, haksızlık yapan, din kardeşlerine yardım etmeyen, büyüklük satan, yalnız kendi menfaatini düşünen bir kimse, ne kadar ibadet ederse etsin, hakiki bir Müslüman sayılmaz. Ma'un suresinin ilk üç ayetinde Efendimize hitaben mealen, "Ey Resulüm, kıyamet gününü inkâr eden, yetimi, öksüzü incitip hakkını gasbeden, fakiri doyurmayan ve başkalarını da fakire iyiliğe teşvik etmeyen o kimseyi gördün mü?" buyurulmuştur. Bu gibi kimselerin ibadeti kabul olunmaz. İslam dininde yasaklardan, haramlardan sakınmak, emirleri, farzları yapmaktan daha önce gelmektedir. Hakiki bir Müslüman, her şeyden önce, tam ve mükemmel bir insandır. Güler yüzlü, tatlı dilli, doğru sözlüdür. Kızmak nedir bilmez. Resulullah efendimiz buyurdu ki: "Kendisine yumuşaklık verilen kimseye dünya ve ahiret iyilikleri verilmiştir." Müslüman son derece mütevazı, alçak gönüllüdür. Kendisine başvuran herkesi dinler ve imkan buldukça yardım eder. Müslüman vakurdur, kibardır. Ailesini ve vatanını sever. Peygamberimiz "Vatan sevgisi imandandır" buyurmuştur. Resulullah efendimiz her zaman, alçak gönüllü olmayı kimseyi üzmemeyi tavsiye buyururdu. Allahü teâlâ, kullarının böyle olmasını Kur'an-ı kerimde bildirmiştir: Furkan suresinin 63-69. ayet-i kerimelerinde mealenbuyuruluyor ki: "Rahmanın, yani kullarına acıması çok olan Allahü teâlânın faziletli kulları, yeryüzünde gönül alçaklığı ve vakar ile yürürler. Cahiller kendilerine sataştığı zaman onlara, 'sağlık, esenlik size' gibi güzel sözler söyleyerek doğruluk ve tatlılıkla günahtan sakınırlar. Onlar, Rableri için, secde ve kıyam ederek yani namaz kılarak gecelerler. Ona hamd ederler. Onlar 'Rabbimiz Cehennem azabını bizden uzaklaştır. Doğrusu Onun azabı devamlı ve acıdır, orası şübhesiz ne kötü bir yer ve ne kötü bir duraktır' derler. Onlar sarf ettikleri zaman, ne israf, ne de cimrilik ederler, ikisi ortası bir yol tutarlar ve kimsenin hakkını kesmezler. Onlar Allaha ortak koşmazlar. Allahın haram ettiği cana kıyıp, kimseyi öldürmezler. Ancak suçluları cezalandırırlar. Zina etmezler
.
Geleceğimiz gençlerin iyi yetişmesine bağlı
23 Ocak 2004 01:00
Gün geçmiyor ki, gazetelerde, televizyonlarda fuhşa dayalı cinayetlerden ve uyuşturucudan ölen gençler ile ilgili bir haber çıkmış olmasın. Her gün yüzlerce genç, magazin, televole haberlerine, renkli yaşantılara aldanıp evinden, ailesinden ayrılıyor ve büyük şehirlere gelip batakhanelerde kurda kuşa yem oluyor. Günümüzde hiç kimse, benim oğlum, benim kızım böyle tehlikelerden uzaktır, deme lüksüne sahip değildir. Gençler sokağa çıkmasa bile, evinde oturduğu yerden, televizyon ve internet siteleri vasıtası ile bu renkli mekanlarla irtibata geçebiliyor. Bunun örnekleri sayılamayacak kadar çoktur. Çocukları ile yakınen ilgilenmeyen, onları manevi yönden yetiştirmeyen nice mazbut ailelerin, nice hocaların, hatta "şeyh", "cemaat lideri" diye nitelendirilen kimselerin çocuklarının da bu yola düştükleri bilinen gerçeklerdir. Bu işin garantisi yoktur. Bunun için her ana-baba, hissettirmeden çocuğunu takip etmelidir. Kimlerle arkadaşlık kuruyor, nerelere gidip geliyor, hâl ve hareketleri nasıldır, hangi programlara ilgi duyuyor, zaafları nelerdir bunları adım adım takip etmek mecburiyetindedirler. Devir sertlik devri değildir. Onlarla arkadaş gibi olup, sevgi ile yaklaşmalıyız. Yönlendirmemizi, vermek istediklerimizi bu yolla vermeliyiz. Başı boş bırakılan çocuğu başkaları yetiştirir. Eskiden gence evde verilen bir islâm terbiyesine karşı, sokak yanî cemiyet, toplum dokuz veriyordu. Şimdi tersi oldu. Çocuk, evde verilen terbiyenin dokuzunu, sokağa çıktığı zaman kaybediyor. Yukarıda bahsettiğimiz gibi artık sokağa çıkmalarına da lüzum kalmadı; evler de sokak gibi oldu. Bazı ana-baba çocuklarına kıyamıyor. Daha yaşı küçük, büyüyünce öğrenir, büyüyünce yapar diyor. Meselâ, onları sabah namazına kaldırmıyor. Bu, ana-babanın çocuğuna yapmış olduğu en büyük kötülüktür. Çocuğunu kendi eli ile ateşe, Cehenneme atmasıdır. "Ağaç yaş iken eğilir" atasözü meşhurdur. Çocuk küçükken buna alışırsa, büyüyünce kalkması kolay olur. Alışmamış ise, daha sonra zor gelir ve böyle devam eder. Peygamber efendimiz, "Bütün çocuklar Müslümanlığa elverişli olarak dünyaya gelir. Bunları, sonra anaları, babaları Hıristiyan, Yahûdî ve dinsiz yapar" sözü ile Müslümanlığın yerleştirilmesinde ve yok edilmesinde en önemli işin, gençlikte olduğunu bildiriyor. Eğer çocuğa akıl bâliğ olduğu hâlde, bilmesi gereken îmân bilgileri öğretilmemiş ise, bu çocuk dinden çıkar mürted olur. Çocuklarına îmânı, islâmı öğretmeyen analar babalar, çocuklarını Müslüman olmaktan mahrûm etmiş, kâfir olmalarına sebep olmuş olurlar. Çocukları ile birlikte, kendileri de Cehennemde bunun cezâsını, azâbını çekerler. Namazları, oruçları ve hacca gitmeleri, kendilerini bu azâbdan kurtaramaz. O hâlde, her Müslümanın birinci vazîfesi, evlâdına islâmiyeti ve Kur'ân-ı kerîmi öğretmektir. Evlâd, büyük nimettir. Nimetin kıymeti bilinmezse, elden gider. Çocuklarımıza dinin emir ve yasaklarını öğretmek, dine uygun yaşamalarını sağlamak, çocukların haklarını ifâ etmektir. Bu önemli vazifeyi yerine getirmeyen ana-baba onun işlediği günahlara ortak olur. Gençlere dini öğretmenin bu kadar önemli olmasının sebebi nedir? İslâmın temeli, îmânı, farzları ve harâmları öğrenmek ve öğretmektir. Allahü teâlâ, peygamberleri bunun için göndermiştir. Allahü teâlâ, Müslümanlara "Emr-i ma'rûf" yapmayı emrediyor. Yâni, benim emirlerimi, bildiriniz, öğretiniz diyor ve "Nehy-i anilmünker" yapmayı emrediyor. Yâni, yasak ettiğim harâmları bildiriniz ve yapılmasına râzı olmayınız, diyor. Gençlere bunlar öğretilmediği zaman, islâmiyet yıkılır, yok olur. Bizler önce üzerimize düşeni yapıyor muyuz, yapmıyor muyuz, buna bakmamız lâzımdır.
.
Güzel ahlâkı kime verdi?
24 Ocak 2004 01:00
Resulullah efendimizin bütün ömrü insanlara merhametle, iyilikle geçmiştir. Onları Cehennem azabından kurtarmak için çalışmıştır. Ümmetinin de böyle olmasını isterdi. Zulümden haksızlıktan kaçınılmasını tavsiye ederdi. Bu konudaki mübarek sözlerinden bazıları şunlardır: İnsanlara merhamet etmeyene, Allahü teâlâ merhamet etmez. Zulme mani olarak, zalime de mazluma da yardım ediniz! Satın alınan bir gömleğe verilen paranın onda dokuzu helal ve onda biri haram olsa, bu gömlekle kılınan namazı, Allahü teâlâ kabul etmez. Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulm etmez. Onun yardımına koşar. Onu küçük ve kendinden aşağı görmez. Onun kanına, malına, ırzına, namusuna zarar vermesi haramdır. Allaha yemin ederim ki, bir kimse kendisi için sevdiğini, din kardeşi için de sevmedikçe imanı tamam olmaz. Allaha yemin ederim ki, kötülüğünden komşusu emin olmayanın, imanı yoktur, yani o, hakiki mümin değildir. Kalbinde merhameti olmayanın imanı yoktur. Yani onun imanı kamil değildir. İnsanlara merhamet edene, Allahü teâlâ merhamet eder. Küçüklerimize acımayan ve büyüklerimize saygılı olmayan, bizden değildir. İhtiyarlara saygı gösteren ve yardım eden ihtiyarlayınca, Allahü teâlâ ona da yardımcılar nasib eder. Allahü teâlânın sevdiği ev, yetim bulundurulan ve ona iyilik yapılan evdir. Yanında birini gıybet edeni susturan kimseye, Allahü teâlâ dünyada ve ahirette yardım eder. Gücü yeterken susturmazsa, Allahü teâlâ onu dünyada ve ahirette cezalandırır. Din kardeşinin ayıbını, utanç verici halini görüp de, bunu örten, gizleyen kimse, islamiyetten önce Arapların yaptıkları gibi, diri diri gömülen kızı mezardan çıkarmış, ölümden kurtarmış gibidir. İki arkadaştan Allahü teâlâ indinde daha iyi olanı, arkadaşına iyiliği daha çok olanıdır. Bir kimsenin iyi veya kötü olduğu, Müslüman komşularının onu beğenip beğenmemesi ile anlaşılır. Çok namaz kılan, çok oruc tutan, çok sadaka veren, fakat dili ile komşularını inciten kimsenin gideceği yer Cehennemdir. Namazı, orucu, sadakası az olup, dili ile komşularını incitmeyenin yeri Cennettir. Allahü teâlâ, dünyalığı, dostlarına da düşmanlarına da vermiştir. Güzel ahlakı ise, yalnız sevdiklerine vermiştir
.
Gençlere sahip çıkıyor muyuz?
24 Ocak 2004 01:00
Eskiden, anne-baba, çocuğunun öncelikle, dinine bağlı, İslam ahlakı ile bezenmiş iyi bir insan olarak yetişmesini isterdi. Bunun için elinden geleni yapardı. İyi bir mesleği olsun, bol para kazansın zengin olsun gibi düşünceler aklının kenarından bile geçmezdi. İleride bu özelliklere sahip kimsenin zaten iyi bir meslek sahibi olacağına inanırdı. Şimdi ise, çocuk daha anaokulunda iken hangi okullarda okuyacağının hesabı yapılmakta. İlkokuldan itibaren kurslar başlamakta. Bu uğurda milyarlar harcanmakta. Çocuğun manevi, ahlaki yönü ise akıllara gelmemekte. Gelse bile camideki Kur'an kursuna bir ay göndeririz hallolur düşüncesi hakim. Bir gencin hayatta ve ayakta kalabilmesi, kendine, çevresine, vatanına faydalı olabilmesi için kuş gibi, uçak gibi iki kanada sahip olması lazımdır. Bunlardan biri olmazsa veya eksik olursa genç, topluma yük olur zararlı olur. Evlâdını manevi yönden yetiştirmesi babanın en önemli vazifesidir. Bunu yerine getirmeyen babalardan, evlâtları âhırette dâvâcı olacaklardır. Evlâdın baba üzerinde hakkı sorulduğunda, Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Evlâdın, babası üzerinde üç hakkı vardır. Bunlar: 1- Doğduğu zaman ona iyi bir isim koyması, 2- Kavrayacak duruma gelince, Kur'ân-ı kerîmi ve din bilgilerini öğretmesi, 3- Evlenme çağına erişince de evlendirmesi." Bir defasında, yanında oğlu olduğu hâlde, Hazret-i Ömer'e bir adam geldi ve, "Yâ Ömer! Bu oğlum bana karşı geliyor" diyerek oğlunu şikâyet etti. Bunun üzerine Hazret-i Ömer, o kimsenin oğluna, "Babana nasıl karşı geliyorsun? Allahtan korkmuyor musun? Babanın evlâdı üzerindeki haklarını bilmiyor musun?" dedi. Bu sırada genç sordu: "Ey mü'minlerin emîri, babanın evlâdı üzerindeki haklarını biliyorum. Peki, evlâdın baba üzerinde hiç hakkı yok mudur?" Hazret-i Ömer cevap verdi: "Olmaz olur mu hiç! Elbette vardır. Bu haklardan biri, babanın temiz ve asîl bir hanımla evlenmiş olmasıdır. Eğer erkek, bayağı bir kadınla evlenmiş olursa, bu hâl, ondan doğacak çocuklar için bir ar meselesi olur. Evlâdın, babası üzerindeki haklarından biri de kendisine iyi bir isim koymasıdır. Ve nihâyet, evlâdına dinini öğretmesidir." Hazret-i Ömer'den bu sözleri dinleyen genç dedi ki: "Vallahi babam bu söylediklerinizin hiçbirini yapmadı. Benim annem asîl bir kadın değildir. Dörtyüz dirhem karşılığında babamın satın aldığı Sind'li birisidir. Sonra, bana güzel bir isim değil bilâkis çirkin bir isim koymuş. Ayrıca bugüne kadar bana dinimi öğretmedi, Kur'ân-ı kerîmden bir âyet bile öğretmedi." Gencin bu sözleri üzerine Hazret-i Ömer celâllendi. Gencin babasına dönerek, "Oğlum bana karşı geliyor, diye bana şikâyete geliyorsun. Hâlbuki o sana karşı gelmezden önce, sen ona karşı gelmişsin. Önce onun şikâyet için bana gelmesi lâzımdı. Haydi git!" diyerek azarladı. Gençler öğretim için aileden ayrılınca da anne baba çocuğunu takip etmelidir. Başıboş bırakmamalıdır. Vatanına milletine bağlı, ahlaka, dürüstlüğe önem veren yurtlarda kalmasını sağlamalıdır. Topluma faydalı insan yetişmesine gayret eden yurtlara, üniversiteye giden çocuğu olsun olmasın herkesin destek vermesi gerekir. İşte bu yurtlardan biri de, İHLAS VAKFI öğrenci yurtlarıdır. Her sene olduğu gibi bu sene de, İhlas Vakfı, yurtlarında kalan, ülkemizdeki ve Türk devletlerindeki fakir öğrencilerin yemek ihtiyaçlarını karşılamak için vekalet yolu ile kurban bağışını kabul etmektedir. Çorbada bizim de tuzumuz olsun, diyenlerin gönül rahatlığı ile destek verebilecekleri yurtlardır buralar. Vakıf yetkililerinin verdiği bilgiye göre bu seneki kurban fiyatları; 190, 225 ve 260 milyon olmak üzere üç boydur. Geniş bilgi ve vekalet vermek için 0212 513 99 00-451 49 00 numaralı telefonlara müracaat edilebilir
.
İyi huylu olmak
25 Ocak 2004 01:00
Resulullah efendimiz iyi huylu kimseleri sever, herkesin böyle olmasını isterdi. Bu husustaki mübarek sözlerinden bazıları şöyle: Allahü teâlâ indinde günahların en büyüğü, kötü huylu olmaktır. İyi huylu kimse, dünyada ve ahirette iyiliklere kavuşacaktır. Allahü teâlâ, dünyada güzel suret ve iyi huy ihsan ettiği kulunu, ahirette Cehenneme sokmaz. Ebu Hüreyre'ye "İyi huylu ol!" buyurdu. İyi huy nedir deyince, "Senden uzaklaşana yaklaşıp nasihat et ve sana zulmedeni affet ve malını, ilmini, yardımını senden esirgeyene bunları bol bol ver!" buyurdu. Bir kimsenin ırzına, malına saldıranın sevapları, kıyamet günü o kimseye verilir. İbadetleri, iyilikleri yoksa, o kimsenin günahları buna verilir. Bir kimse, sevmediği birisine bela, sıkıntı geldiği için sevinirse, Allahü teâlâ, bu kimseye de bu belayı verir. İki kişi mescide gelip namaz kıldılar. Kendilerine birşey ikram edildi. Oruçlu olduklarını söylediler. Konuştuktan sonra, kalkıp giderlerken, Resulullah, bunlara, "Namazlarınızı tekrar kılınız ve oruçlarınızı, tekrar tutunuz! Çünkü konuşurken bir kimseyi gıybet ettiniz. Kusurunu söylediniz. Gıybet etmek, ibadetlerin sevabını giderir" buyurdu. Hased etmeyiniz! Ateşin odunu yok ettiği gibi, hased de insanın sevablarını giderir Kibirden, hıyanetten ve borçtan temiz olarak ölen kimsenin gideceği yer Cennettir. Peygamberimiz borçlu olan birinin cenaze namazını kılmak istemedi. Ebu Katade ismindeki bir sahabi, onun borcunu, havale yolu ile kendi üzerine aldı. Peygamberimiz de cenaze namazını kılmağı kabul buyurdu. Hanımlarınızı döğmeyiniz! Onlar, sizin köleniz değildir. Allahü teâlâ indinde en iyiniz, hanımına karşı en iyi olanınızdır. Hanımına karşı en iyi olanınız, benim. İmanı üstün olanınız, huyu daha güzel ve zevcesine daha yumuşak olanınızdır
.
Cennet ve Cehennem ehli
26 Ocak 2004 01:00
Peygamber efendimiz, kul hakkına, insanları üzmemeye çok dikkat eder, herkese karşı yumuşak davranır Müslümanların da böyle olmalarını isterdi. Bununla igili sözlerinden bazıları şöyle: Cehenneme girmesi haram olan ve Cehennemin de onu yakması haram olan kimseyi bildiriyorum. Dikkat ediniz. Bu kimse, insanlara kolaylık, yumuşaklık gösteren mümindir. Allahü teâlâ refiktir. Yumuşak huyluluğu sever. Sertlik edenlere vermediği şeyleri yumuşak davrananlara ihsan eder. Başkalarına vermez. Yumuşak davranın! Sertlikten ve çirkin şeyden sakının! Yumuşaklık insanı süsler. Çirkinliği giderir. Yumuşak davranmayan, hayır yapmamış olur. Kendisine yumuşaklık verilen kimseye dünya ve ahiret iyilikleri verilmiştir. Hayâ, imandandır. İmanı olan Cennettedir. Fuhş, kötülüktür. Kötüler Cehennemdedir. Yumuşak olanlar ve kolaylık gösterenler, hayvanın üzerinde, yularını tutan kimse gibidir. Durdurmak isterse, hayvan ona uyar. Kızdığı zaman istediğini yapabilecek bir kimse kızmazsa, Allahü teâlâ kıyamet günü onu herkesin ortasında çağırır, "Cennette istediğin hurinin yanına git" der. Bir kimse Resulullahdan nasihat isteyince, "Kızma, sinirlenme!" buyurdu. Birkaç kerre sordu. Hepsinde de "Kızma, sinirlenme!" buyurdu. Cennete gidecek olanları haber veriyorum dinleyiniz! Zayıftırlar, güçleri yetmez. Birşey yapmak için yemin ederlerse, Allahü teâlâ, bunların yeminlerini muhakkak yerine getirir. Cehenneme gidecek olanları bildiriyorum, dinleyiniz! Sertlik gösterirler. Acele ederler. Kendilerini üstün görürler. Bir kimse ayakta iken kızarsa, otursun, oturmakla geçmezse, yatsın! Sarı sabır maddesi balı bozduğu gibi, kızgınlık da, imanı bozar. Bir gün Resulullah efendimiz, Eshab-ı kirama , "Müflis kime denir, biliyor musunuz?" diye sordu. Onlar, "Parası ve malı kalmayan kimseye diyoruz" dediler. Efendimiz cevap verdi: "Ümmetim arasında müflis, şu kimsedir ki, kıyamet günü, defterinde çok namaz, oruç ve zekat sevabı bulunur. Fakat, bir kimseye sövmüş, iftira etmiş, malını almış, kanını dökmüş, döğmüş. Sevabları, bu hak sahiblerine dağıtılır. Hakları ödenmeden önce sevabları biterse, hak sahiblerinin günahları, bunun üzerine yükletilir. Sonra Cehenneme atılır
.
Kulların en kıymetlisi
27 Ocak 2004 01:00
Peygamber efendimiz dünya hayatının geçici olduğunu söyler, esas hazırlığın ahıret hayatına yönelik olmasını isterdi. Bunun için kimseyi üzmez, herkese iyilik ederdi. Tevazu üzere olunmasını tavsiye ederdi. Bununla ilgili mübarek bazı sözleri şöyle: "Allah için aşağı gönüllü olanı, Allahü teâlâ yükseltir. Bu, kendini küçük görür. Fakat, insanların gözünde büyüktür. Bir kimse, kendini başkalarından üstün tutarsa, Allah onu alçaltır. Herkesin gözünde küçük olur. Kendini yalnız kendisi büyük görür. Hatta köpekten, domuzdan daha aşağı görünür." "Musa aleyhisselam: Ya Rabbi! Kullarının en kıymetlisi kimdir? deyince; gücü yettiği zaman affedendir, buyuruldu." "Bir kimse, dilini tutarsa, Allahü teâlâ onun utanacak şeylerini örter. Gadabını tutarsa, kıyamet günü, Allahü teâlâ azabını ondan çeker. Bir kimse Allaha yalvarırsa, onun duasını kabul eder." "Bir kimse insanların kızacakları şeyde Allahü teâlânın rızasını ararsa, Allahü teâlâ onu, insanlardan geleceklerden korur. Bir kimse, Allahü teâlânın kızacağı şeyde, insanların rızasını ararsa, Allahü teâlâ onun işini insanlara bırakır." Dünyanın görünüşüne aldanmak akılsızlıktır. Birkaç günlük zamanı büyük nimet bilerek, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmağa çalışmalıdır. Allahın kullarına ihsan, iyilik etmelidir. Kıyamette azablardan kurtulmak için, iki büyük temel, yani iki yol vardır: Birincisi, Allahü teâlânın emirlerine kıymet vermek, saygı göstermektir. İkincisi, Allahü teâlânın kullarına, yarattıklarına şefkat, iyilik etmektir. Hep doğru söyleyici olan Peygamberimiz, her ne söyledi ise, hepsi doğrudur. Mü'minun suresinin yüzonbeşinci ayetinde mealen, "Sizi abes olarak, oyuncak olarak mı yarattım sanıyorsunuz? Bize dönmeyecek misiniz diyorsunuz?" buyuruldu. Allahü teâlânın sevdiği, faziletli kullar, yalan yere şehadet etmezler. Faydasız ve zararlı işlerden kaçınırlar. Böyle faydasız veya güçle yapılan bir işe tesadüfen karışacak olurlarsa, yüz çevirip vakarla uzaklaşırlar. Kendilerine Allahın ayetleri hatırlatıldığı zaman, körler ve sağırlar gibi görmemezlik, dinlememezlik etmezler. Onlar, "Ya Rabbi, bize zevcelerimizden ve çocuklarımızdan gözümüzü aydınlatacak salih kişiler ihsan et! Bizi, Allaha karşı gelmekten sakınanlara önder yap! diye yalvarırlar
.
En çok sevilen kimse
28 Ocak 2004 01:00
Peygamber efendimiz herkesin ihtiyacını görür, nimetlerin herkese ulaşması için çalışırdı. "Allahü teâlâ, kullarının ihtiyaçlarını yaratır, gönderir. Allahü teâlânın en çok sevdiği kulu, Onun nimetlerinin kullarına ulaşmasına vasıta olan kimsedir" buyururdu. Efendimizin, Müslümanların ihtiyaçlarını karşılamanın ve onları sevindirmenin ve güzel ahlaklı olmanın kıymetini bildiren ve yumuşak, ağır başlı ve sabırlı olmayı öven ve teşvik eden çok sözleri vardır. Her sözümüzde ve her işimizde bunlara uymaya çalışmalıyız: "Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Birbirlerini incitmezler, üzmezler. Bir kimse, din kardeşinin bir işine yardım etse, Allahü teâlâ da onun işini kolaylaştırır. Bir kimse, bir Müslümanın sıkıntısını giderir, onu sevindirirse, kıyamet gününün en sıkıntılı zamanlarında, Allahü teâlâ onu sıkıntıdan kurtarır. Bir kimse bir Müslümanın ayıbını, kusurunu örterse, Allahü teâlâ, kıyamet günü onun ayıblarını, kabahatlerini örter." "Bir kimse, din kardeşine yardımcı oldukça, Allahü teâlâ da ona yardımcı olur." "Allahü teâlâ, bazı kullarını başkalarının ihtiyaçlarını karşılamak, onlara yardımcı olmak için yaratmıştır. İhtiyacı olanlar bunlara başvurur. Bunlar için ahirette azab korkusu olmayacaktır." Hakiki Müslüman, dinine, anasına, babasına, memleketine faydalı kimsedir. Lüzumsuz şeylerle uğraşmaz. Ancak faydalı şeylerle meşgul olur. Vaktini boş geçirmez. İbadetini tam yapar. Allahü teâlâya olan şükran borcunu öder. İbadetini, yalnız lâf olsun veya yasak ortadan kalksın diye değil; büyük bir arzu, istek, sevgi ile yapar. Allahü teâlâdan korkmak demek, Onu çok sevmek demektir. İnsan, nasıl çok sevdiği bir kimsenin üzülmesini istemez ve onu üzeceğim diye korkarsa, Allahü teâlâya ibadet de, Ona olan sevgimizi ispatlıyacak bir şekilde yapılmalıdır. Allahü teâlânın bize verdiği nimetler o kadar çoktur ki, Ona olan şükran borcumuzu ancak, Onu çok severek ve Ona candan ibadet ederek ödemeye çalışmalıyız. İbadetin çeşitleri vardır. Bazıları, Allahü teâlâ ile kul arasındadır. Allahü teâlâ, kendisine ibadette kusur edenleri belki affeder. Başkasının hakkına riayet etmek de ibadettir. Başkalarına fenalık edenleri ve üzerinde başkasının hakkı bulunanları, hak sahipleri affetmedikçe asla affetmez.
.
Nimetin kıymeti bilinmezse...
29 Ocak 2004 01:00
Peygamber efendimiz, nimetlerin kıymeti bilinmezse elden gideceğini bildirdi. "Allahü teâlâ, bazı kullarına dünyada çok nimet vermiştir. Bunları, kullarına faydalı olmak için yaratmıştır. Bu n'metleri Allahü teâlânın kullarına dağıtırlarsa, nimetleri azalmaz. Bu nimetleri Allahın kullarına ulaştırmazlarsa, Allah ni'metlerini bunlardan alır. Başkalarına verir" buyurdu. Peygamber Efendimizin, insanlara faydalı olmak ile ilgili bazı sözleri şöyle: "Bir Müslümanın, din kardeşinin bir ihtiyacını karşılaması on sene i'tikaf etmesinden daha kazançlıdır. Allah rızası için bir gün i'tikaf yapmak ise, insanı Cehennem ateşinden pek çok uzaklaştırır. (Ramazan ayının son on gününde, gece gündüz bir camide kapanarak ibadet etmeğe, i'tikaf yapmak denir.) "Bir kimse, din kardeşinin bir işini yaparsa, binlerle melek o kimse için dua eder. O işi yapmağa giderken, her adımı için bir günahı affolur ve kendisine kıyamette nimetler verilir." "Bir kimse, din kardeşinin bir işini yapmak için giderse her adımında yetmiş günahı affedilir ve yetmiş sevab verilir. Bu iş bitinceye kadar böyle devam eder. İş yapılınca, bütün günahları affedilir. Bu işi yaparken ölürse, sorgusuz, hesabsız Cennete girer." "Bir kimse, din kardeşinin rahata kavuşması veya sıkıntıdan kurtulması için gidip uğraşırsa, kıyamet günü Sırat köprüsünden, herkesin ayakları kaydığı zaman, Allahü teâlâ onun sür'atle geçmesi için yardım eder." "Allahü teâlânın en sevdiği iş, elbise vererek veya doyurarak veya başka bir ihtiyacını karşılayarak, bir mümini sevindirmektir." "Allahü teâlânın farzlardan sonra en çok sevdiği iş, bir mümini sevindirmektir." "Bir kimse bir mümine bir iyilik yapınca, Allahü teâlâ bu iyilikten bir melek yaratır. Bu melek, hep ibadet eder. İbadetlerinin sevabları bu kimseye verilir. Bu kimse ölüp, kabre konunca, bu melek nurlu ve sevimli olarak bunun kabrine gelir. Meleği görünce ferahlanır, neşelenir. Sen kimsin der. Ben, falanca kimseye yaptığın iyilik ve onun kalbine koyduğun neş'eyim. Allahü teâlâ beni bugün seni sevindirmek ve kıyamet günü sana şefaat etmek ve Cennetteki yerini sana göstermek için gönderdi der." Resulullahtan soruldu ki; Cennete girmeğe sebeb olan şeylerin başlıcası nelerdir? "Allahü teâlâdan korkmak ve iyi huylu olmaktır" buyurdu.
.
Sıkıntı verenler kaybetti
30 Ocak 2004 01:00
Peygamberimizin nübüvvetini tebliğinden önce ve sonraki devirlerde, devletlerde, hatta kabilelerin iç bünyesinde ve kabileler arasında bile kavga, savaş eksik olmuyordu. Mekke döneminde müslümanlar ve hatta bizzat Peygamber efendimiz de bu şiddete maruz kalmışlardır. Mekke'de gücü elinde bulunduran müşrikler, İslâmın yayılışını önlemek için müslümanlara sosyal ve ekonomik boykot, baskı, keyfi tutuklama, göçe mecbur bırakma, bağlama, zincire vurma, kızgın kumlar üzerine yatırıp üzerlerine taş yığma gibi çeşitli işkence türleri ve hatta öldürme gibi yöntemler uygulamışlardır. Müşriklerin müslümanlara karşı şiddet uygulaması, İslâmın Mekke döneminin son gününe kadar sürmüştür. Nitekim hicretten önce Dârünnedve'de toplanan müşriklerin, Resulullah efendimize uygulamak üzere aralarında tartıştıkları üç husustan (bağlamak, sürgün etmek ve öldürmek) herbiri birer şiddet yöntemidir. Mekkeliler fırsat düştükçe Medine döneminde de ele geçirdikleri müslümanlara şiddet uygulamaktan geri durmamışlardır. Nitekim hicretin dördüncü yılında Zeyd bin Desinne ve Hubeyb bin Adiy'i işkence ile öldürmüşlerdir. Müşrikler şiddet yöntemiyle İslâmın yayılışını önlemeye muvaffak olamadıkları gibi, bilakis bu konuda başarısızlığa uğradılar. Öte yandan başarıya ulaşan, şiddet uygulayan değil, uygulanan taraf; yani müslümanlar oldu. Çünkü Hz. Peygamber müşriklere aynı yöntemle karşılık vermedi ve onlardan intikam alma yoluna gitmedi. Müslümanlar çektikleri işkencelerden dolayı kendisine sızlandıklarında sabretmelerini öğütledi. Çünkü kendisi şiddet taraftarı olmadığı gibi, onun asıl hedefi şiddeti önlemekti. Kur'an-ı kerimde "Sen onlar üzerinde bir tahakküm edici değilsin" buyurulmaktadır. Şiddeti aile içi ve topumsal şiddet olarak iki kısımda ele almak mümkündür. Aile içi şiddetten bahsedildiğinde ilk akla gelen, aile reisinin, diğer aile bireyleri ve büyüklerin küçükler üzerinde uyguladığı şiddet ve baskıcı tavırlardır. Bu tür bir uygulamanın ailede huzuru, sevgi ve saygıyı ortadan kaldıracağı gibi, böyle bir ortamda yatıp kalkan çocuklar ve gençler için kötü sonuçlar doğuracağı ve onların karakteri üzerinde olumsuz etkide bulunacağı ortadadır. Çünkü şiddete alışan aile fertlerinin de artık şiddetin bulunmadığı yerde yaşamak istememesi ve kendisinin de ileride aynı yollara başvurması doğaldır. Bunu önlemek de şiddet, baskı ve ezici tavırlar yerine; karşılıklı sevgi ve saygının hakim olduğu bir aile yuvası oluşturmakla mümkündür.
.
Temcit pilavı haline gelen kurban tartışmaları
30 Ocak 2004 01:00
Her sene olduğu gibi, Kurban Bayramı vesilesiyle bu sene de; kurban kesmek sünnet mi vacip mi, kesilmese de bedeli fakirlere verilse olur mu olmaz mı... gibi konular gündemde. Sanki islamiyet yeni geldi, emir ve yasakları bugüne kadar bilinmiyor! Halbuki nisaba malik olana kurban kesmenin vacip olduğunu, kurban kesmeyip bunun bedeli 100 misli fazlasıyla fakirlere verilse bile kurbanın kesilmiş sayılmayacağını bırakın ilim sahibi olanı sokaktaki sıradan bir kimse bile bilir. Bu tür tartışmalar sadece kurban ile sınırlı değil tabii ki. İslamiyeti sorgulama, dinin her emrini her yasağını tartışmaya açma ve bu yolla din hakkında şüpheler meydana getirme, kafaları karıştırma faaliyetleri son yıllarda iyice hızlandı. Peki bu mide bulandırıcı faaliyetlerin sebebi ne? Sebebi şu: Batı nezdinde, İslamiyet bugün hâlâ potansiyel bir tehlike. İslamiyet gerçek, orijinal şekliyle yaşandığı müddetçe bunlar için büyük tehlike devam ediyor demektir. AB'ye girdiğimizde, inanç boşluğu içinde olan Hıristiyanların, toplu olarak Müslüman olmaları riski onların uykularını kaçırıyor. Bunun tahlilini yapan Batı, içeriden dışarıdan İslamiyeti bozma, orijinal halinden uzaklaştırma faaliyetine hız verdi. Son yıllarda gündemden düşmeyen dini tartışmalar; dinler arası diyalog ve hoşgörü, İslamda reform, erkek Müslümanlığı, Müslüman feminist kadın gibi konuların ortaya atılması İslam dinini aslından uzaklaştırma faaliyetinin birer parçasıdır. Dikkat edilirse, dinde reformu, değişimi savunan Batı'nın Türkiye ayağını temsil eden kimseler devamlı, "Din, Allah, Peygamber; dinde ne varsa herşeyi tartışalım. Tartışılmadık bir şey bırakmayalım" sloganları ile dini tartışmaları gündemde tutuyorlar. Her ortamda, "Tesettür, namaz... herşeyi tartışalım, kelam ve fıkıh kitapları tartışmayı önlediği ve standart bir inanış ve ibadet şartı getirdiği için İslam bu hale geldi" gibi sözlerle kafaları karıştırıyorlar. Her gün tartışmanın dozunu biraz daha artırıyorlar. Allahın varlığını bile tartışmaya açacak kadar işi ileriye götürüyorlar. "Beş vakit namaz nereden çıktı, üç olmaz mı, iki olmaz mı gibi bir soru olabilir. Bu tartışılabilir. Allah'ın varlığını tartışan bir geleneğe sahibiz biz. Allah'ın varlığını, birliğini, sıfatlarını tartışmışız, farklı görüşler ortaya çıkarmışız. Tatmin olmuyorsanız her şeyi tartışabilirsiniz. Dinin kendisini de, 'din gerekli mi, değil mi'yi de tartışırsınız... Bir insan, 'Peygamber'in açıklamalarını da kaale almıyorum' derse, dini çok iyi anlayamaz ama tabii gene bu onun tercihidir. Kişinin böyle bir tercih yapma hakkı vardır..." gibi sözlerle 1400 yıllık kemikleşmiş dini değerlerimizin yıkılmasının yolunu açıyorlar. Halbuki tartışacak şeyler var tartışılmayacak şeyler var. Din peşin kabule dayanır. Ya inanırsın ya da inanmazsın. Fakat kimsenin kendi inancını din haline getirmeye hakkı yoktur! Nasıl ki, fennin, teknolojinin esası tartışmaya dayalı ise, bu ilimler ancak tartışmayla gelişip olgunlaşıyorsa, din de tartışmamak, olduğu gibi kabul etmekle mükemmelliğini, orijinalliğini koruyabilir, gerçek din olarak kalabilir. Biz bugüne kadar tartışılması gerekeni tartışmadık, hep tartışılmaması gerekeni tartıştık. Çok şükür halkımız bu yersiz, hatta kasıtlı tartışmalara hiç iltifat etmiyor. Bu tartışmalara kulağını tıkadığı için hiç duymuyor bile. Çünkü, firaset sahibi halkımız maksadın üzüm yemek değil bağcıyı dövmek olduğunu biliyor.. Halkımız şunu da iyi biliyor: Bu tartışmayı başlatanların bu tarakta bezleri yoktur. Onlar inanmadıkları için kurban kesmiyorlardı zaten. Cahillikle itham ettikleri halkımız çok iyi biliyor bunları. Bunun için onları muhatap bile almıyor. Kurban kesme oranı her yıl artmaya devam ediyor.
.
"O korkulacak biri değildir!"
31 Ocak 2004 01:00
Resulullah efendimiz, gerek aile içi şiddeti ve gerekse toplumsal şiddeti söz ve davranışlarıyla önlemeye çalışmış ve bu konuda gerekli tedbirleri almıştır. Onun hane-i saadetinde her şeyden önce sevgi ve saygıya dayalı bir hayat tarzı hakimdi. Bunun yanında, aile içi problemleri şiddete başvurmaksızın çözme yoluna giderdi. Nitekim hanımlarına, hizmetinde bulunanlara ve evinde büyüyen kimselere şiddet uygulamamıştır; onları dövmemiştir. Hz. Âişe, Efendimizin hiçbir hizmetçisini ve hanımını dövmediğini; eliyle hiçbir canlıya vurmadığını söylemiştir. Kendisi bunu yapmadığı gibi, hanımlarını dövenleri de kınamıştır. "Allahü teâlâ beni şiddet uygulayan, korkutucu birisi olarak göndermedi; bilakis eğitici ve kolaylaştırıcı olarak gönderdi" buyurdu. Peygamber efendimiz sadece ailede değil, toplumun tüm bireyleri arasında şiddete yer verilmemesi konusunda da uyarılarda bulunmuştur. Resulullah, ferdi ve cemiyet problemlerini vurup kırarak değil; hiddet ve öfkeye kapılmadan, anlaşarak ve uzlaşarak çözülmesini tavsiye etmiştir. Keza toplumsal huzuru bozmaya yol açabilecek davranışları daha fiiliyata geçmeden önleme yoluna gitmiştir. İnsanların yaralanmasına ve hatta ölümüne yol açabilecek silahlı saldırılara meydan vermemek, silahla öfke dindirmemek için ikazda bulunmuş, bu tür hareketlerde bulunanları toplumdan dışlarcasına "Bizim aleyhimize silah taşıyan bizden değildir" buyurmuştur. Çeşitli vesilelerle "Allah beni cömert bir kul kıldı; zorba ve zâlim kılmadı" demiştir. Yine çeşitli sözlerinde zorbalığı ve zorbaları kötülemiştir. Sahabenin kanaati de onun asla zorba olmadığı yönünde idi. Ficar savaşlarında Kureyş'in komutanlarından biri olan ve daha sonra yetmiş yaşlarında Mekke'nin fethinde İslâmiyeti kabul edip Medine'ye yerleşen Mahreme bin Nevfel bir gün Peygamberimize elbise geldiğini ve onları halka dağıttığını duyar. Yanına o sırada küçük yaşta bulunan oğlu Misver'i alarak Hz. Peygamberin evinin önüne gelir. Çocuğa Efendimizin kapısını çalmasını söyler. Fakat çocuk çekinir. Bunun üzerine Mahreme bin Nevfel Hz. Peygamber hakkında oğluna şu değerlendirmeyi yapar: "Evlâdım, korkma o korkulacak biri değildir!
.
Bayramlar sevinç günlerimizdir
31 Ocak 2004 01:00
Çok şükür yarın bir bayramı daha idrak etmiş olacağız. Bayram günleri sevinmek, neşelenmek lâzımdır. Peygamber efendimiz Medine'ye hicret edince, Medinelilerin cahiliye âdetlerinden kalma bayramları kutladıklarını görünce; "Allahü teâlâ size onlardan daha hayırlı iki bayram (Ramazan ve Kurban Bayramı) ihsan etti" buyurdu. Bayram günleri, günahların affedildiği, rahmet kapılarının açıldığı günlerdir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Rahmet kapıları dört gece açılır. O gecelerde yapılan dua, tövbe reddolmaz. Ramazan ve Kurban Bayramının birinci geceleri, Berat Gecesi ve Arefe Gecesi." Hazreti. Ebu Bekir, kızı hazreti Aişe validemizin evine gidince, iki hizmetçinin tef çalıp neşelendiklerini gördü. Ensar-ı kiramın kahramanlıklarını övüyor, destan söylüyorlardı. Hazreti Ebu Bekir, Resulullahın evinde böyle şey yapılmasının uygun olmayacağını bildirerek, onların susmalarını söyledi. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Ya Eba Bekir! Onlara mâni olma! Her kavmin bir bayramı vardır, bu da bizim bayramımızdır. Bayram sevinç günleridir." Müslümanı sevindirmek çok sevaptır. Bayramlar, Müslümanların birbirini sevindirmesine birer vesiledir. Bayram günleri şunları yapmak sünnettir: Erken kalkmak, gusül abdesti almak, misvak ile dişleri temizlemek, güzel koku sürünmek, yeni ve temiz elbise giyerek, sevindiğini belli etmek, kurban kesen, o gün ilk olarak kurban eti yemek, o gün yüzük takmak, camiye erken ve yürüyerek gitmek ve dönüşte başka yoldan gelmek. Çünkü, ibadet yapılan yerler ve ibadet için gidip-gelinen yollar, kıyamet günü şahitlik edeceklerdir. Bayram tekbirlerini, Kurban Bayramında cehren, açıktan söylemek, müminleri güler yüzle ve "Selamün aleyküm" diyerek karşılamak, fakirlere çok sadaka vermek, İslâmiyeti doğru olarak yaymak için çalışanlara yardım etmek, dargın olanları barıştırmak, akrabayı ve din kardeşlerini ziyaret etmek, onlara hediye götürmek ve erkeklerin, kabirleri ziyaret etmeleri de sünnettir. Teşrik tekbirleri Arefe günü, yani bugün sabah namazından, dördüncü günü ikindi namazına kadar, yirmiüç vakitte, hacıların ve hacca gitmeyenlerin, erkek-kadın herkesin, cemaat ile kılsın veya yalnız kılsın, farz namazda veya bu bayramdaki farzlardan birini, yine bu bayram günlerinden birinde kaza edince, selam verir vermez, "Allahümme entesselam..." demeden evvel, bir kere "Tekbir-i teşrik" okuması vaciptir. Teşrik tekbiri olarak, "Allahü ekber, Allahü ekber. Lâ ilâhe illallah. Vallahü ekber, Allahü ekber ve lillahil-hamd" denir. Cuma namazlarından sonra da okunur. Bayram namazından sonra okumak müstehaptır. Cenaze namazından sonra okunmaz. Camiden çıktıktan veya konuştuktan sonra okumak lâzım değildir. İmam, tekbiri unutursa, cemaat terk etmez. Erkekler yüksek sesle okuyabilir. Bayram namazı Bayram namazı iki rekâttir. Cemaatle kılınır, yalnız kılınmaz. Birinci rekâtte Sübhaneke'den sonra eller üç defa kulaklara kaldırılıp, her defasında tekbir getirilir ve iki yana uzatılır, üçüncüsünde, göbek altına bağlanır. Sonra Fatiha ve zamm-ı sure okunup, rükû ve secdeler yapılır. Ayağa kalkılarak, ikinci rekâtte Fatiha ve zamm-ı sure okunduktan sonra, iki el yine üç kere kulaklara götürülür ve her defasında tekbir getirilir. Üçüncüde de, eller yana salınır. Dördüncü tekbirde, eller kaldırılmayıp, rükûya eğilinir. Secdeler yapılır ve oturulup Ettehıyyatü ve Salevat duâlarından sonra selam verilir. Bu vesile ile bütün okuyucularımızın bayramlarını tebrik eder, daha nice bayramlara sıhhat ve afiyet içinde kuvuşmaları için Cenab-ı Hakktan niyaz ederim.
.
İşlerin en iyisi
1 Şubat 2004 01:00
Bir gün bir kimse, Resulullah efendimize "işlerin en iyisi hangisidir" diye sordu. Efendimiz "Güzel huylu olmaktır" buyurdu. Kalkıp, biraz sonra, sağ tarafına gelip, yine sordu. Yine, "İyi huylu olmaktır" buyurdu. Gidip, sonra sol tarafına gelip, Allahın en sevdiği iş nedir, dedi. Yine, "İyi huylu olmaktır" buyurdu. Sonra, arkadan gelip, en iyi, en kıymetli iş nedir, dedi. Hazret-i Peygamber, ona karşı dönüp, "İyi huylu olmak ne demektir anlayamadın mı? Elinden geldiği kadar kimseye kızmamaya çalış!" buyurdu. "İmanı en kuvvetli olanınız, ahlakı en güzel ve zevcesine karşı en yumuşak olanınızdır." "İnsan, güzel huyu sebebiyle, Cennetin en üstün derecelerine kavuşur. (Nafile) ibadetler, insanı bu derecelere kavuşturamaz. Kötü huy, insanı Cehennemin en aşağı çukurlarına sürükler." "İbadetlerin en kolayı ve en hafifi, az konuşmak ve iyi huylu olmaktır. Bu sözüme iyi dikkat ediniz!" "Kimse ile münakaşa etmeyen, haklı olsa bile, dili ile kimseyi incitmeyen Müslümanın Cennete gireceğini size söz veriyorum. Şaka ile veya yanındakileri güldürmek için olsa bile, yalan söylemeyenin Cennete gireceğini size söz veriyorum. İyi huylu olanın Cennetin yüksek derecelerine kavuşacağını size söz veriyorum!" "Allahü teâlâ buyuruyor ki: 'Size gönderdiğim islam dininden razıyım. Yani, bu dini kabul edenlerden, bu dinin emir ve yasaklarına tabi olanlardan razı olurum. Onları severim. Bu dinin tamam olması, ancak cömertlikle ve iyi huylu olmakla olur. Dininizin tamam olduğunu her gün, bu ikisi ile belli ediniz!" "Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi huylu olmak, insanın günahlarını eritir, yok eder. Sirke balı bozduğu, yenilmez hale soktuğu gibi, kötü huylu olmak, insanın ibadetlerini bozar, yok eder." "Allahü teâlâ yumuşak huylu olanları sever ve onlara yardımcı olur. Sert, öfkeli olanlara yardım etmez." "Cehenneme girmesi haram olan yahut Cehennem ateşinin yakması yasak olan kimdir? Size bildiriyorum. Dikkat ile dinleyiniz! Yumuşak olanların, kızmıyanların hepsi!" "Yavaş, yumuşak davranmak, Allahın kuluna verdiği büyük bir ihsandır. Aceleci, atak olmak, şeytanın yoludur. Allahü teâlânın sevdiği şey, yumuşak ve ağır başlı olmaktır." "İnsan, yumuşaklığı, tatlı dili sebebiyle, gündüzleri oruç tutanların ve geceleri namaz kılanların derecelerine kavuşur.
.
Cennetin yüksek dereceleri
2 Şubat 2004 01:00
Peygamber efendimiz insanların en güzel huylusu idi. Her müslümanın Efendimizin bu huylarını öğrenip buna göre yaşamaya çalışması lazımdır. Bunun için kendimizi yoklayıp bu huylara ne kadar uyuyoruz kontrol etmemiz gerekir. Bir kimsenin işleri, hareketleri bunlara uygun olmazsa, kusurunu bilmesi ve bunların düzelmesi için yalvarması da, ayrıca büyük nimettir. Bunlara uymayan ve uymadığı için üzülmeyen kimsenin İslam dinine bağlılığı çok az demektir. Bu hale düşmekten Allahü teâlâya sığınmalıdır! Peygamber efendimiz, Müslümanların birbirlerine karşı iyi huylu olmalarını, kardeş gibi yaşamalarını emretmektedir. Müslümanların Müslüman olmayanlara karşı da iyi huylu olmaları, onları incitmemeleri lazımdır. Böylece, İslam dininin, iyi huylu olmağı, kardeşce yaşamağı, çalışmağı emir ettiği onlara da gösterilmiş olur. Böylece iyiliği seven insanlar, seve seve Müslüman olurlar. Her Müslüman, iyi huyları ile, iyilik ederek cihad yapmalıdır. Çünkü cihad etmek, insanları Müslüman olmaya davet etmek demektir. Kızıp bağırıp çağırmak, kaba davranmak islamiyete zarar verir. Peygamber efendimiz öfkelenmemeyi, sabretmeyi emrediyor: "Kızdığı zaman, öfkesini yenerek yumuşak davranan kimseyi Allahü teâlâ sever." "Dikkat ediniz. Size haber veriyorum! Cennetin yüksek derecelerine kavuşmak isteyen, saygısızlık yapana yumuşak davransın! Zulmedeni affetsin! Malını esirgeyene ihsanda bulunsun! Kendisini aramayan, sormayan ahbabını, akrabasını gözetsin!" "Kuvvetli olmak, başkasını yenmek demek değildir. Kuvvetli olmak, kahraman olmak, kendi öfkesini yenmek demektir." "Selam verirken güler yüzlü olana, sadaka verenlerin kavuştukları sevablar verilir." "Din kardeşine karşı güler yüzlü olmak, ona iyi şeyleri öğretmek, kötülük yapmasını önlemek, yabancı kimselere aradığı yeri göstermek, sokaktan, taş, diken, kemik ve benzerleri gibi çirkin, pis ve zararlı şeyleri temizlemek, başkalarına su vermek hep sadakadır." "Cennette öyle köşkler vardır ki, içinde bulunan kimse, her dilediği yeri görür ve dilediği her yere kendini gösterir." Ya Resulallah! Böyle köşkler kimlere verilecektir, diye sorulunca "Tatlı sözlü, eli açık ve herkesin uyuduğu zaman Allahü teâlânın varlığını, büyüklüğünü düşünen ve Ona yalvaranlara verilecektir" buyurdu
.
"Anlayışa göre hitap ediniz!"
3 Şubat 2004 01:00
Resulullah efendimiz insanların anlayışına, kültürüne, tabiatına göre hitap ederdi. Herkese davranışı aynı olmazdı. "İnsanların, aklına, anlayışına göre hitap ediniz!" buyururdu. Çünkü insanlar çeşit çeşittir. Büyük islam alimi İmam-ı Gazali insanları dört kısma ayırmaktadır: Bunlardan birinci kısımdakiler, dünyada yemek içmek ve zevk etmekten başka bir şey bilmeyenlerdir. İkinci kısımdakiler, cebir, şiddet, zulüm ile hareket edenlerdir. Üçüncü kısımdakiler, hilekârlık ve mürailikle etrafındakileri aldatanlardır. Ancak dördüncü kısımdakiler güzel ahlak sahibi olan, hakiki Müslümanlardır. Her insanın kalbinden Allahü teâlâya giden bir yol vardır. Bütün mes'ele, bu yoldan İslam nurunun insanlara ulaştırılmasıdır. O nuru kalbinde hisseden bir insan, hangi kısımdan olursa olsun, yaptığı fenalıklara pişman olur ve doğru yolu bulur. Eğer bütün insanlar, islam dinini kabul etseler, dünyada ne fenalık, ne hilekârlık, ne harb, ne şiddet ve ne de zulüm kalırdı. Bunun için, tam ve mükemmel bir Müslüman olmağa gayret etmek ve Müslümanlığın esasını ve inceliklerini izah ederek, bütün dünyaya yaymak, hepimizin boynuna düşen bir borçtur. Bunu yapmak cihad olur. Başka dinden de olsa, insanlara daima tatlı dille ve anlayışla hitab etmelidir! Bunu, Kur'an-ı kerim de emretmektedir. Müslüman olmayanın yüzüne karşı, kâfir, dinsiz diyerek, onun kalbini incitmenin günah olduğu, fıkıh kitaplarında yazılıdır. Maksad, herkese islam dininin yüceliğini anlatmaktır. Bu da, ancak tatlı dille, sabır, ilim ve imanla olur. Allahü teâlâ, İslam dinini, insanların dünyada rahat ve huzur içinde, kardeşçe yaşamaları için ve ahirette sonsuz azablardan kurtulmaları için göndermiştir. Müslüman olmayanlar, bu saadet yolundan mahrum kalmış zavallı kimselerdir. Bunlara, acımalı ve incitmemelidir. Bütün semavi dinlerin, insanlar tarafından bozulmamış olanlarında, tek Allaha iman esası vardır. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde bütün insanları doğru yolda bulunmağa davet ediyor. Doğru yola kavuşan insanın, geçmişteki bütün hatalarını af edeceğini vaat buyuruyor. Başka dinden olanlar, şeytanın veya Müslümanlıktan haberi olmayanların aldattıkları zavallı kimselerdir. Bunların çoğu, Allahü teâlânın rızasına kavuşmak için, yanlış yola saptırılmış talihsiz insanlardır. Biz bunlara Peygamber efendimiz gibi sabır ile, tatlı dille, akıl ve mantık ile doğru yolu göstermeliyiz.
.
Son din İslamiyet
4 Şubat 2004 01:00
Allahü teâlânın var ve bir olduğunu bildiren ilahi dinlerin hepsi, insanlar tarafından bozulmadan evvel, inanılacak şeyler bakımından birbirinin aynı idi. Musa aleyhisselamdan başlayarak Peygamberimiz Muhammed aleyhisselama kadar gelen üç büyük din, yani Musevilik, İsevilik ve İslamiyet, hep Allahü teâlânın bir olduğunu ve Allahü teâlânın Peygamberlerinin bizim gibi bir insan olduğunu bildirmiştir. Ancak Yahudiler, İsa ve Muhammed aleyhimesselama inanmamışlardır. Hıristiyanlar, putlara tapınmaktan bir dürlü kurtulamamışlar ve İsa aleyhisselam, "Ben de, sizin gibi bir insanım. Allahın oğlu değilim" dediği halde, İsa aleyhisselamı Allahın oğlu sanmışlar, Baba (Allahü teâlâ), Oğul (İsa aleyhisselam) ve Ruh-ul-kuds ismi ile üç ayrı ilaha tapınmağa başlamışlardır. Bunun yalan ve yanlış olduğunu anlayan ve düzeltmeğe uğraşanlar arasında Honorius gibi Papalar da vardır. Bu yanlış itikadları, ancak Allahü teâlânın gönderdiği son Peygamberi, Muhammed aleyhisselam vasıtası ile düzeltilmiştir. O halde, bu üç dinin hakiki esaslarını kendisinde toplayan ve bu dinleri içerlerine sokulmuş olan hurafelerden temizleyen hakiki, doğru dinin, İslam dini olduğunu kimse inkar edemez. Müslümanlığı kabul etmiş bir İngiliz olan Fellowes diyor ki: "Hıristiyanlığın birçok yanlış akidelerini, inançlarını düzeltmeğe kalkan Martin Luther, bilmiyordu ki, kendisinden tam 900 sene evvel Hz. Muhammed İslamiyyeti neşrederek, bütün bu kusurları düzeltmiştir. Bunun için, İslamiyyeti, hurafelerden tamamen temizlenmiş nasraniyyetin mütekamil bir şekli olarak kabul etmek ve Muhammed aleyhisselamın son Peygamber olduğuna inanmak lazımdır." Son din olan İslamiyet, insanların rahat ve huzur içinde olma yollarını bildirmiştir. Öncelikle, iyi bir Müslüman, iyilik yapmak veya sadaka vermek isterse, bunu gizli olarak ve iyilik yaptığı veya sadaka verdiği insanın kalbini kırmadan, onu incitmeden, yaptığı iyiliği başına kakmadan yapar. Allahü teâlâ, bunun böyle yapılmasını Kur'an-ı kerimde birçok yerlerde emir buyurmaktadır. Müslüman harama helale dikkat eder. Peygamber efendimiz, "Allahü teâlâya yemin ederim ki, bir lokma haram yiyenin kırk gün ibadetleri kabul olmaz. Haram para ile alınan bir cilbab (gömlek) ile kılınan namaz kabul olmaz" (yani namaz borcundan kurtulursa da vadedilen sevabı alamaz) ve "Haram para ile verilen sadaka kabul olmaz. Günahı azalmaz" buyurmuştur.
.
Allah dostlarını sevmek
5 Şubat 2004 01:00
Resulullah efendimiz, Allah dostlarını sevmenin çok üzerinde dururdu. Bununla ilgili buyurdu ki: "Allahü teâlâ, Musa aleyhisselama, benim için ne yaptın, diye sordu. Ya Rabbi! Senin için namaz kıldım, oruç tuttum, zekat verdim ve zikir yaptım, cevabını verince; kıldığın namazlar, seni Cennete kavuşturacak yoldur, kulluk vazifendir. Oruçların, seni Cehennemden korur. Verdiğin zekatlar, kıyamet günü, sana gölgelik olur. Zikirlerin de, o günün karanlığında, sana ışık olur. Yalnız, benim için ne yaptın, buyurdu. Ya Rabbi! Senin için olan şeyi bana bildir, deyince, Allahü teâlâ; ya Musa, sevdiklerimi sevdin mi ve düşmanlarıma düşmanlık ettin mi, buyurdu. Musa aleyhisselam, Allahü teâlâ için olan en kıymetli şeyin, Hubb-i fillah ve Buğd-ı fillah olduğunu anladı." Allah dostlarını sevmeye, düşmanlarını sevmemeye, "Hubb-i fillah ve buğd-ı fillah" denir. İmanın alameti, hubb-i fillah ve buğd-ı fillahtır... Hadis-i şerifte, "İbadetlerin en kıymetlisi, hubb-i fillah ve buğd-ı fillahtır" buyuruldu. Resulullah efendimiz buyurdu ki: İmanın temeli ve en kuvvetli alameti, Allah dostlarını sevmek ve düşmanlarını sevmemektir. Cenab-ı Hak, İsa aleyhisselama buyurdu ki: "Eğer yerlerde ve göklerde bulunan bütün mahlukların ibadetlerini yapsan, dostlarımı sevmedikçe ve düşmanlarıma düşmanlık etmedikçe, hiç faydası olmaz." Peygamberimiz, "Allahü teâlânın bazı kulları vardır. Bunlar, peygamber değildir. Peygamberler ve şehidler, Kıyamet günü bunlara imrenirler. Bunlar, birbirini tanımayan, uzak yerlerde yaşayan, Allah için birbirini seven mü'minlerdir" buyuruldu. Müslüman, müslüman olmayanı sevemez. Bu da kalb ile olur. Sevmemek üç türlü olur: Birincisi, onun küfrünü beğenir. Bunun için sever. Bu muhabbet yasaktır. Çünkü, onun dininden razı olmuştur. Küfrü beğenen kâfir olur. Böyle muhabbet, imanı giderir. İkincisi, herkesle iyi geçinmek için, kalben sevmeyip ona dost görünmektir. Bu muhabbet yasak değildir. Üçüncüsü, ikisinin ortasıdır. Bunlarla alış-verişte, ihtiyaç olduğunda, zaruret miktarı görüşmelidir. Arkadaşlık, dostluk kurmamalıdır. Zaten, sevenin, sevgilinin sevdiklerini sevmesi ve sevmediklerini sevmemesi lazımdır. Bu sevgi ve düşmanlık, insanın elinde değildir. Sevginin icabıdır. Bu kendiliğinden hasıl olur.
.
Dostun ahmak ise vay haline!
6 Şubat 2004 01:00
Günümüz insanının en büyük sıkıntılarından biri de, güvenilir, gerçek bir dost bulamamasıdır. Hele bir de dost edindikleri ahmak ise vay o kimsenin haline. Ahmak dostla ilgili Mesnevî'de ibretli bir hikaye var. Bugün sizlere bu kıssayı arz etmek istiyorum: Ormanların kralı arslan, bir ayıya saldırmıştı. Ayı can havliyle bundan kurtulmak için bağırıyordu. Ayının sesini duyan bir avcı gelip, onu arslanın elinden kurtardı. Ayı, arslandan kurtulunca, kendisini kurtaranın peşine düştü. Onun yaptığı iyiliğin karşılığını vermek istiyordu. Adama karşı kendisinde bir muhabbet hasıl olmuştu. Adam da ayıyı sevdi. Beraber dolaşmaya başladılar. Adamı, ayı ile beraber gören iyi niyetli birisi, "Bu hâl nedir, ayıyla senin ne işin var?" diye sordu. O şöyle cevap verdi: "Bu ayıya bir arslan saldırmıştı. Ben de onu kurtardım. Bu hadiseden sonra benimle dost oldu. Yanımdan hiç ayrılmıyor." Bunun üzerine iyi niyetli kimse şöyle bir ikazda bulundu: "Ey arkadaş! Ayıya gönül verme! Ahmağın dostluğu, düşmanlıktan kötüdür. Ne yapacaksan yap, onu yanından uzaklaştır!" Adam bu ikazı yanlış anladı: "Sen bunu hasedinden söylüyorsun. Ayının bana karşı dostluğunu, sevgisini bilsen böyle söylemezsin! Böyle bir sevgiden ne zarar gelir?" dedi. İyi niyetli kimse ikazını şöyle şürdürdü: "Ahmağın sevgisi insanı aldatır. Ben seni kıskanmıyorum. Kıskansam bile, benim hasetçiliğim onun sevgisinden iyidir? Ey kişi beni iyi dinle! Eğer mutlaka dost edinmek istiyorsan, ayıyı değil de, kendi cinsinden birini seç!" Adam ayı ile dostlukta ısrarlıydı: "Haydi işine git hasetçi! Ben, kimden zarar, kimden de fayda geleceğini bilmeyecek kadar aptal mıyım?" diyerek iyi niyetli kimseyi yanından uzaklaştırmak istedi. İyi niyetli kimse son olarak şunları söyledi: "Başına bir iş gelecek diye korkuyorum. Onunla yalnız kalma, hiç olmazsa ayıyla ormana girme! Adamın bütün gayreti, konuşması boşunaydı. Hiç faydası olmadı. Söylenen sözler adamın kulağının birinden girip, ötekisinden çıktı. O kimsenin sözünü, kıskandığı için söylüyor zannetti. Nasihat veren kimse, aralarındaki konuşmasına şöyle devam etti: "Madem sözlerimi dikkate almıyorsun, ben de gidiyorum." "Bir an evvel git! Boşuna boşboğazlık yapmayalım." "Ey kişi son defa söylüyorum. Ben senin düşmanın değilim. Gel peşime takıl. Ayıdan dost olmaz. Bunları senin iyiliğin için söylüyorum." "Sen yoluna devam et! Benim uykum geldi. Biraz yatıp uyuyacağım." "Uyuyacaksan bir akıllıya sığınarak uyu. Bir gönül dostu bul! Ayının korumasına güvenme!" Sonra o kimse, onu kıymetli dostu ayı ile başbaşa bırakıp gitti. Ayının dostluğuna güvenen kimse, yatıp uyudu. Bu konuşmalardan önce, ayının bulup getirdiği balı yiyen adamın, yüzünde bal bulaşığı kalmıştı. Sinekler yüzüne konuyordu. Ayı, iyilik olsun, rahat uyusun diye adamın üzerine konan sinekleri kovalamaya başladı. Fakat kovaladığı sinekler tekrar geliyor, o da tekrar kovalıyordu. Bu şekilde ayı ile sinekler arasında mücadele epey devam etti. Sonunda ayı kızdı. Dağdan değirmen taşı büyüklüğünde bir taşı alıp, adamın başında beklemeye başladı. Birkaç sinek yine gelip adamın yüzüne kondu. Bu sefer ayı, "Şu sinekleri öldüreyim de, dostum rahat uyusun(!)" diye getirdiği taşı, sineklerin üzerine öyle bir vurdu ki, adamın başı yamyassı oldu. Zavallı Kelime-i şehadet bile getiremedi. Ahmağın sevgisi, dostluğu tıpkı ayının sevgisi, dostluğu kadar olur. Bunun için ahmaklardan uzak durmak lazımdır. Atalarımız, "Ahmak dostun olacağına, akıllı düşmanın olsun" demişlerdir.
.
Düşmanlarımı sevmeyiniz!"
6 Şubat 2004 01:00
Peygamber efendimiz, gayri müslimlerle görüşmeye, onlarla alış veriş yapmaya müsaade ederdi, fakat onları sevmeyi, kalben muhabbet beslemeyi yasaklardı. Çünkü, Allahü teâlâ mealen buyuruyor ki, "Kâfirleri sevmek, Allahü teâlâyı sevmemektir. İki zıt şey, birlikte sevilemez." İki düşman, birlikte sevilemez. Bir kimse, seviyorum dese, fakat onun düşmanlarından uzak olmazsa, bu sözüne inanılmaz. Maide suresi 51. ayette, "Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar. İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez." buyurulmuştur. Âl-i İmran suresinde mealen, "Kâfirleri sevenleri, Allahü teâlâ, azabı ile korkutuyor." buyuruldu. Bu büyük tehdit, çirkinliğin çok büyük olduğunu gösteriyor. Halife hazret-i Ömer'e: - Hıristiyan bir genç var. Hafızası çok kuvvetli, yazısı da çok düzgün, bunu kendine katip yaparsan çok iyi olur, dediler. Kabul etmedi: "Mü'min olmayan birini dost edinemem, dedi ve bu ayet-i kerimeyi okudu. Ebu Musel Eş'ari, halife Ömer'e dedi ki: "Yanımda Nasrani bir katibim var. Çok işe yarıyor. Hazret-i Ömer: "Niçin, bir Müslüman katip kullanmıyorsun? Maide suresindeki, "Ey mü'minler! Yahudi ve Hıristiyanları sevmeyiniz!" ayetini işitmedin mi? dedi. "Dini onun, katipliği benim" deyince, "Allahü teâlânın hakir ettiğine ikram etme! Onun zelil ettiğini aziz eyleme! Allahın uzaklaştırdığına yaklaşma!" "Fakat ben Basra'yı onun yardımı ile idare edebiliyorum" "Hıristiyan ölürse ne yapacaksan, şimdi onu yap! Hemen onu değiştir!." Ayet-i kerimelerde buyuruldu ki: "Ey mü'minler! Mü'min olmıyan kâfirlerle dost, arkadaş olmayınız!" "Allahü teâlâya ve ahiret gününe inanan, Allahın ve Resulünün düşmanlarını sevmez." "Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları sevmeyiniz!" "Ey iman edenler! Benim ve sizin düşmanlarımızı sevmeyiniz." "Mü'minlerin erkekleri ve kadınları birbirlerini severler." Bu ayet-i kerimeler de, kafirleri sevmeği haram etmektedir. Sevmemek de kalb ile olur. Büyük İslam âlimi İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki: "İbrahim aleyhisselâmın o büyük makamı bulması, Peygamberlerin ağacı olması, Allahü teâlânın düşmanlarından teberrî ettiği, uzaklaştığı içindi. İnsanı Allahü teâlânın rızasına kavuşturacak şeylerden hiçbiri, bu teberrî gibi değildir
.
Ahmak adamın başına gelenler!
7 Şubat 2004 01:00
Bugün de yine Mesnevî'den ibretli bir hikaye ve bununla ilgili Mevlana hazretlerinden nasihatler nakletmek istiyorum... Ahmağın biri, İsa aleyhisselam ile yolculuk yapıyordu. Adam yolculuk esnasında, İsa aleyhisselamın, ölüleri, Allahü teâlânın izniyle dirilttiğini görünce, dedi ki: - Ne olur, "ism-i a'zam" duâsını bana öğret de, ben de senin gibi ölüleri dirilteyim. İsa aleyhisselam şöyle cevap verdi: - Sen buna layık değilsin. Bu duâyı öğrenmemen, senin için daha hayırlıdır. - Zararına da olsa, ben bu duâyı öğrenmeyi çok istiyorum, bana muhakkak öğret. Adam çok ısrar edince, kendisine "ism-i a'zamı" öğretti. Yolda giderken, bir çukurda kemik yığını gördüler. İsm-i a'zamı öğrenen kimse, bir an önce merakını yenmek için, hemen öğrendiği duâyı okudu. Allahü teâlânın izniyle, oradaki ölüler dirildi. Kemiklerin arasında bir de aslan ölüsü vardı. O da hemen dirildi. Duâyı okuyan adama saldırıp, onu parçaladı. İsa aleyhisselam "Neden önce bu adamı parçaladın?" diye sorunca, aslan şöyle cevap verdi: "O buna layıktı. Çünkü, duayı iyi niyetle öğrenmedi ayrıca sana eziyet ediyor ve seni sıkıntıya sokuyordu." Nice kimseler, kükremiş aslan gibi, birçok dünya malına sahip olur, fakat bunları yiyemeden ölür. Ya Rabbi, bizi hırs ve gafletten kurtar! Sonra aslan dedi ki: - Bu av mutlak, öğüt ve ibret içindi. O adam rızkım olsaydı, ölüler arasında ne işim vardı, ölüp çürür müydüm? Nimetin kadrini bilmelidir. Merkep temiz suyun kıymetini bilmediği için, suya boynunu değil, ayağını uzatır. Ey kimse, buradaki aslan nefsi temsil eder. Nefsinin dirilmesini isteme, o senin can düşmanındır. Dirildiğinde, ilk parçalayacağı sen olacaksın. Nefs, köpek misali gibidir. Köpeğin dostu kemiktir. Köpek, kemik bulunca rahatlar. Nefsin gıdasını verip, onu rahatlandırma ve onu besleyerek düşmanını kuvvetlendirme! Ey kimse, yalnız başkalarının hâline bakma! Bunların hâlinden ibret al! Hep başkalarının hâline ağlama, gel biraz da kendi hâline ağla! Ey kimse, yanlışlar ortaya dökülünce, tevzi, dağıtım memuru gibi bunları hemen başkalarına dağıtma! Bunları kendine al! Herkes senin gibi başkasına havale ederse, yanlışlar ortada kalır. Yanlışları bertaraf etmek mümkün olmaz. Hz. Ali Hendek Savaşında, bir düşman askerini alt edip, yere yatırdı. Kılıcını çekti. Tam vuracağı zaman, düşman askeri Hz. Ali'nin yüzüne tükürdü. Hz. Ali kılıcını kınına koydu. Onunla savaşmaktan vazgeçti. Ölümünü bekleyen kimse, bu işten bir şey anlamadı. Hayretle kendisine sordu: - Kılıcını çekmiştin. Beni öldürmene hiçbir engel yokken neden vazgeçtin? Öfken birden yatıştı. Hz. Ali şöyle cevap verdi: - Ben kılıcımı Allah için vuruyordum. Ben Allahın arslanıyım. Nefsin esiri değilim. Sen, benim şahsıma karşı yaptığın hareketten sonra seni öldürseydim, nefsim için öldürmüş olabilirdim. Hâlbuki her yaptığımı Allah için yapmam lazımdır. Ben saman çöpü değilim. Hilm, yumuşaklık, sabır, adalet dağıyım. Kasırga nasıl olur da, bu dağı yerinden oynatabilir. O sadece saman çöpünü uçurabilir. Öfke, padişahlara padişahtır. Fakat bizim kölemizdir. Ben öfkeye de gem vurmuşum
.
Günahları affetmeyi severim'
7 Şubat 2004 01:00
Her şeyi yoktan yaratan, yokluktan varlık âlemine getiren Allahü teâlâdır. Allahü teâlânın ilk yarattığı şey, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamın nurudur. Her şey Muhammed aleyhisselamın hürmetine yaratılmıştır. Allahü teâlâ bir hadis-i kudside Muhammed aleyhisselam için, "Sen olmasaydın, sen olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım" buyurdu. Eshab-ı kiramdan Câbir bin Abdullah sordu: "Ya Resulallah! Allahü teâlânın her şeyden önce, ilk yarattığı şey nedir?" Peygamberimiz şöyle buyurdu: "Her şeyden önce, benim nurumu kendi nurundan yarattı. O zaman ne levh, ne kalem, ne cennet, ne cehennem, ne melek, ne gökler, ne yeryüzü, ne güneş, ne ay, ne insan, ne de cin vardı." Allahü teâlâ, sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamın nurunu yarattıktan sonra, bu nurdan âlemleri ve içinde olanları, sonra da Âdem aleyhisselamı yarattı. Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselamı yaratmayı dileyince, meleklere, yeryüzünde bir halife yaratacağını bildirdi. Melekler; "Ya Rabbî! Yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan dökecek olan insanları niçin yaratıyorsun" dediklerinde, Allahü teâlâ, "Onlar fesat çıkarmazlar" demedi. Allahü teâlâ şöyle buyurdu: "Sizin bilmediklerinizi ben bilirim, layık olmayanları layık yaparım! Uzak kalanları yaklaştırır, zelil olanları aziz ederim. Siz onların işlerine bakarsınız, ben kalblerine bakarım. Siz, günahsız olduğunuza bakıyorsunuz. Onlar, benim rahmetime sığınırlar. Sizin günahsız olduğunuzu beğendiğim gibi, onların günahlarını affetmeyi de severim. Benim bildiğimi sizler bilemezsiniz. Meleklerin, "Niçin yaratacaksın" diye sormaları, yaratmasındaki hikmeti öğrenmek istediklerinden idi. Allahü teâlânın emriyle, melekler, yeryüzünün değişik yerlerinden, kırmızı, beyaz, siyah, değişik renkte topraklar aldı. İnsanların değişik renkten olması bundandır. Hadis-i şerifte şöyle buyuruldu: "Allahü teâlâ Âdem aleyhisselamı, yeryüzünün her tarafından aldırdığı topraktan yarattı. Bu sebeple zürriyetinden siyah, beyaz, esmer, kırmızı renkte olanlar olduğu gibi, bazıları da bu renklerin arasındadır. Bazısı yumuşak, bazısı sert, bazısı hâlis ve temiz oldu. Âdem aleyhisselamın yaratılacağı toprak, yeryüzünün çeşitli yerlerinden alınıp, bir araya toplandıktan sonra, melekler, su ile çamur yapıp, insan şekline koydular. Allahü teâlâ, bu toprağı çeşitli safhalardan ve tavırlardan geçirdi. Önce çamur hâline getirilip, bir müddet öylece kaldı ve balçık çamuru oldu. Bu çamur, şekil verilecek bir hâl alınca; insan suretine sokuldu.
.
İnsan aceleci yaratıldı
8 Şubat 2004 01:00
İlk insan ve ilk peygamber Âdem aleyhisselama ruh verilmeden önce, bir müddet de insan sureti verilmiş bir hâlde bekletildi. Mekke ile Taif arasında kırk yıl yatıp, pişmiş gibi kurudu. Önce Muhammed aleyhisselamın nuru alnına kondu ve Muharrem ayının onunda cuma günü ruh verildi. Âdem aleyhisselamın bedenine ruh verilmeden önce, melekler, Âdem aleyhisselamın bedenini görüp, ondaki uygunluğa, ahenge hayran kaldılar. "Allahü teâlâ bundan güzel bir şey halk etti mi acaba" dediler. İblis, Âdem aleyhisselamın ruh verilmemiş hâlindeki bedenini görünce, meleklere sordu: "Eğer o sizden üstün, faziletli kılınırsa ve ona hürmet etmeniz emredilirse ne yaparsınız?" Melekler, "Biz Rabbimizin emrine uyarız" dediler. İblis ise kendi kendine, "Eğer ona hürmet etmem emir olunursa isyan ederim. Çünkü, o topraktan, ben ise ateşten yaratıldım, ben ondan üstünüm" dedi. Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselamın bedenine ruh verince, ruhun cesede sirayet ettiği yerler canlanıp, ete dönüştü. Önce başına sirayet etti ve Âdem aleyhisselam aksırdı. Allahü teâlâ ona, Elhamdülillah; yani âlemlerin Rabbine hamdolsun demesini ilham etti ve aksırdıkça böyle dedi. Ruh, Âdem aleyhisselamın gözlerine sirayet edince, cennetin meyvelerini gördü. Midesine yürüyünce, o meyvelerden yemeyi arzu edip, ruh henüz ayaklarına gelmediği hâlde, doğrulup kalkmak istedi. Bu sebeple Allahü teâlâ; "İnsan aceleci bir tabiatta yaratılmıştır" buyurdu. (Enbiya: 37) Allahü teâlâ Âdem aleyhisselamın bedenine ruh vermeden önce, meleklere, "Ona ruh verdiğim zaman, hepiniz ona karşı secde edin" buyurdu. Bu husus Kur'an-ı kerimde bildirilmiş olup, mealen şöyledir: "Rabbin o vakit meleklere şöyle demişti: "Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onun yaratılışını tamamlayıp da tarafımdan ona ruh verdiğim zaman, hemen ona secdeye kapanın." Bunun üzerine melekler hep birden secde ettiler." (Sâd 71-73) Âdem aleyhisselama ruh verilip, canlanıp ayağa kalkınca, Allahü teâlânın emri üzerine melekler, ona karşı secde ettiler. Meleklerin Âdem aleyhisselama karşı olan bu secdesi, namazda Allahü teâlânın emriyle Kâbe'ye yönelip secde etmek gibidir. Yani Kâbe istikametinde Allahü teâlâya secdedir. İblis kibirlenip, Âdem aleyhisselama karşı secde etmedi. "O çamurdan yaratıldı. Ben ise ateşten yaratıldım. Ondan üstünüm" diye iddiada bulundu. Bundan dolayı, huzur-ı ilâhiden kovuldu. İsmi de kovulmuş, uzaklaştırılmış manasında, şeytan kaldı.
.
"Sen her şeyi bilensin!.."
9 Şubat 2004 01:00
Allahü teâlâ Âdem aleyhisselamı en güzel bir surette yaratıp, ona ruh verdikten sonra, ona, her şeyin ismini ve faydasını öğretti. Allahü teâlâ yeryüzünde insanların bildiği bütün eşyanın isimlerini Âdem aleyhisselama öğretmiştir. Mesela, insan, hayvan, vâdi, dağ, ova, tepe ve buna benzer isimleri, hatta karanlık ve uzunluğu da öğretti. Bu hususlar Kur'an-ı kerimde şöyle bildirilmiştir: "Allahü teâlâ, Âdem'e bütün isimleri öğretti. Sonra eşyayı meleklere gösterip; "Eğer sadıklarsanız, bunların isimlerini bana haber verin" buyurdu. Melekler; "Biz seni tenzih ederiz, senin bize öğrettiğinden başka, hiçbir ilmimiz yok. Muhakkak sen herşeyi hakkıyla bilensin, üstün hikmet sahibisin" dediler. Âdem aleyhisselam kırk yaşında iken, Firdevs adındaki cennete götürüldü. Cennete girince, peygamberler sayısınca kürsîler konulmuş gördü. Her birinde ayrı ayrı oturdu ve her kürsîde oturdukça, o peygamberin nuru alnında parlıyordu. En son Muhammed aleyhisselamın kürsîsinde oturdu. Melekler yetmiş bin adet nurdan meşaleyi başı üzerinde tuttular. O kadar aydınlık oldu ki, evvelki nurların hiçbirisi kalmadı. Her biri görünmez olup, güneş çıkınca yıldızların kaybolması gibi oldu. Bu hâl Âdem aleyhisselamın Muhammed aleyhisselama muhabbetini artırdı. Âdem aleyhisselam cennete girince, cennet yemeklerine ve meyvelerine rağbet eyledi. Cennet bağlarını, bahçelerini ve cennet köşklerini dolaşmaya başladı. Canı her ne isterse, hemen hazır olurdu. Lâkin yaratılışı îcabı olarak, kendi cinsinden arkadaş bulup, onunla yakınlık kurmak istedi. Bu düşüncede iken uyuyuverdi. O esnada Allahü teâlâ Âdem aleyhisselamın sol kaburga kemiğinden Hz. Havva'yı yarattı. Âdem aleyhisselam uykudan uyanınca, başucunda, ayakta duran bir kadın gördü ve ona sordu: "Sen kimsin? Niçin yaratıldın?" O da; "Ben sana zevce, eş olarak yaratıldım" diye cevap verdi. Hz. Havva validemizin yaratılmasından, Âdem aleyhisselamın hiç haberi olmadı. Hz. Havva, Âdem aleyhisselam suretinde, onun boyunda, onun şeklinde ve renginde idi. Kur'an-ı kerimde şöyle buyuruldu: "Ey insanlar, sizleri bir tek şahıstan yaratan, o şahıstan da zevcesini vücuda getiren, ikisinden de birçok erkeklerle kadınlar halkeden Rabbinizden korkun ve günah işlemekten sakının..." (Nisâ: 1) Allahü teâlâ Âdem aleyhisselama ve Hz. Havva'ya cennette bir ağaç için, "Bu ağaca yaklaşmayın, bundan yemeyin" buyurdu. Onu yasakladı.
.
İblisin feryadı!
10 Şubat 2004 01:00
Âdem aleyhisselam, Hz. Havva ile cennette iken, şeytan, onlara düşmanlık besleyip, aldatmak ve öc almak için harekete geçti. Bu hususta Kur'an-ı kerimde mealen şöyle buyurulmaktadır: "Ve biz demiştik ki; ey Âdem, sen zevcenle cennette kal. Cennetin nimetlerinden ikiniz de bol bol yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa nefslerine zulmedenlerden olursunuz." [Bekara 35] Şeytan, Âdem aleyhisselama ve Hz. Havva'ya düşmanlık besleyip, onları, içinde bulundukları nimetten mahrum etmek istiyordu. Bunun için hile düşünüyor, onları yanıltma yolları arıyordu. Onlara, kendilerine yasak edilen ağacın meyvesinden yedirmeyi ve böylece cennetten çıkarılmalarını istiyordu. İblis, yasak ağaçtan yedirmek için, Hz. Âdem ile Hz. Havva'yı cennetin dışından gözetleyerek fırsat kolluyordu. Bir defasında Âdem aleyhisselam ile Hz. Havva, cennetin kapısının yakınında dolaşırken, şeytan onların dikkatini çekmek istedi. Bunun için karşılarında ağlayıp sızlayarak feryat etti. İblis'e sordular: "Neden böyle feryat ediyorsun?" İblis de, "Ben, sizin öleceğinize ve bu sebepten de içinde bulunduğunuz nimetlerden ayrılacağınıza ağlamaktayım. Size ebedîlik ağacını göstereyim. Eğer o ağaçtan yerseniz, iki melek olursunuz ve cennette devamlı kalırsınız, sona ermeyen bir devlete kavuşursunuz." İblis, konuşmalarının sonunda da, "Ben, muhakkak sizin iyiliğinizi istiyorum" diyerek yemin etti. İblisin bu sözleri ve yemini üzerine, Hz. Havva ile Âdem aleyhisselam, onun, kendilerine düşman olduğunu unuttular. Önce Hz. Havva, sonra da onun teşviki ile Âdem aleyhisselam, unutarak, kendilerine yasak edilen ağacın meyvesinden tattılar. Âdem aleyhisselamın bu yasak edilen ağaçtan yemesi "zelle" idi. Yani "doğrular arasında, en doğruyu seçememek"ti. Günah değildi. Kur'an-ı kerimde bu hususta şöyle buyuruldu: "Doğrusu bundan önce, Âdem'e, bu ağaçtan yeme diye emrettik de unuttu." [Tâhâ 115] Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselama buyurdu ki: "Sana cennette pek çok şeyi mubah ettiğim hâlde, niçin yasak ettiğim ağacın meyvesinden yedin?" "Ya Rabbi! İblis yalan yere yemin etti. Ben bir kimsenin senin adına yalan yere yemin edeceğini zannetmiyordum!" diye cevap verdi. Âdem aleyhisselam ile Hz. Havva, cennette iken, kendilerine yasak edilen ağacın meyvesinden, unutarak yemelerinden dolayı yeryüzüne indirildiler.
.
"Onun hürmetine beni affet!"
11 Şubat 2004 01:00
Âdem aleyhisselam, cennetten, cuma günü ikindi ve akşam arasında çıkarılarak, Hindistan'da Seylan (Serendib) adasına, Hz. Havva da Cidde'ye indirildi. Şeytan ise çok hakîr ve perişan bir hâlde, cennetin civarından, taşlık bir yere indirildi. Bu hususta Kur'an-ı kerimde mealen şöyle buyuruldu: "Nihayet şeytan, onların, (Âdem ve Havva'nın), cennetten çıkarılmalarına ve içinde bulundukları nimetten uzaklaştırılmalarına sebep oldu." (Bekara 36) Âdem aleyhisselam cennetten yeryüzüne indirilince, gözünün yaşı dinmedi. Hadis-i şerifte şöyle buyuruldu: "Âdem aleyhisselamın gözünün yaşları, zürriyetinin gözyaşlarıyla tartılsa, Âdem'in gözyaşları bütün evladının gözyaşlarından ağır gelirdi." Âdem aleyhisselam ve Hz. Havva, cennetten yeryüzüne ayrı yerlere indirildikten sonra, senelerce ayrı kaldılar. Âdem aleyhisselam Hindistan'da, Hz. Havva validemiz de Arabistan'da kaldı. Dünyanın dert ve sıkıntılarına katlandılar. Cennetten ayrı kalmanın üzüntüsü ile uzun yıllar ağlayıp gözyaşı döktüler. Resulullah efendimiz bu husus ile ilgili buyurdu ki: (Âdem aleyhisselam, zellesi sebebiyle cennetten çıkarılınca dedi ki: - Ya Rabbi! Beni, Muhammed'in hürmetine affet. Allahü teâlâ buyurdu ki: - Ya Âdem! Sen Muhammed'i nasıl bildin? Daha ben Onu yaratmadım? Âdem aleyhisselam şöyle cevap verdi: - Ya Rabbi! Beni yaratıp, bana ruh verdiğin zaman, gözümü açıp baktığımda, Arş'ın kenarında "Lâ ilâhe illallah Muhammedün resulullah" yazılı gördüm. İsmini isminle yazdığından, yarattıklarından en çok sevdiğin Odur. Allahü teâlâ buyurdu ki: - Doğru söyledin ey Âdem. Mahlûkatımdan en çok sevdiğim Odur. Onun hürmetine af dilediğin için, seni affettim.) Daha sonra, Allahü teâlâ buyurdu ki: "Ya Âdem, sen dünyada meşakkat ve tövbeye zürriyetini vâris kıldın. Onlardan biri bana duâ edip, tazarruda bulunduğu zaman, senin tövbeni ve duânı kabul ettiğim gibi, onun da tövbesini ve duâsını kabul ederim. Onlardan biri, benden af ve magfiret dileyip, bana sığınırsa, tövbesini kabul ederim. Çünkü ben tövbeleri kabul ediciyim. Ey Âdem, ben, günahtan tövbe edenleri, cennette haşrederim. Onları mezarlarından neşeli ve güler yüzlü oldukları hâlde, duâları kabûl edilmiş olarak kaldırırım." Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselamın tövbesini kabul ettikten sonra, Kâbe-i şerifi inşa etmesini emretti.
.
İlk insanlar vahşi değildi
12 Şubat 2004 01:00
Âdem aleyhisselam, tövbesi kabul edildikten sonra, Hindistan'dan Arabistan'a gitti. Arabistan'a varınca, Arafat'ta Hz. Havva validemiz ile buluştu. Bu sırada Hz. Havva da Âdem aleyhisselamı aramak için Cidde'den Arafat'a gelmişti. Arafat ovasında Müzdelife'de buluştular... Nice seneler ayrı kalmanın üzüntüsü gidip, sevinç ve ferahlığa kavuştular. Beraberce Mina'ya gittiler. Âdem aleyhisselamın kıyamete kadar gelecek olan çocukları, Arafat meydanında, belinden zerreler hâlinde çıktı. Allahü teâlâ onlara, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" buyurdu. Hepsi, "Evet, sen bizim Rabbimizsin" dediler. Sonra hepsi zerreler hâlinde, Âdem aleyhisselamın beline girdi. Buna "Ahd ü mîsak" (söz verme) denir. Ayrıca "Kâlû Belâ" diye de meşhur olmuştur. Ahd ü mîsak, Kur'an-ı kerim ve hadis-i şerif ile sabittir. Nitekim ayet-i kerimede mealen şöyle buyurulmaktadır: "Hani, Rabbin, Âdemoğullarından, onların sulblerinden zürriyetlerini çıkarıp, kendilerini, nefslerine şahit tutmuş; "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" buyurmuştu. Onlar da; "Evet, Rabbimizsin, şahit olduk" demişlerdi. İşte bu şahit tutma kıyamet günü; "Bizim bundan haberimiz yoktu" dememeniz içindi. Yahut, "Daha evvel atalarımız Allaha şirk koşmuştu. Biz de onlardan sonra gelen bir nesiliz. Şimdi o bâtıl yolda olanların işlediği günahlar yüzünden bizi helak mı edeceksin" dememeniz içindi..." (A'raf 172) Hz. Havva validemiz Âdem aleyhisselam ile buluştuktan sonra, biri kız, biri erkek olmak üzere yirmi defa ikiz; tek olarak da Şît aleyhisselamı dünyaya getirdi. Cebrail aleyhisselam Âdem aleyhisselama çiftçilik işlerini, ekip biçmeyi öğretti. Çiftçilik ve diğer pek çok işle meşgul oldu. İlk insanlar, bazı tarihçilerin zannettiği ve İslâm dinine inanmayanların uydurduğu, bazı filmlerde gösterildiği gibi, ilimsiz, fensiz, görgüsüz, çıplak ve vahşî kimseler değildi. Evet, bugün de, Asya, Afrika çöllerinde ve Amerika ormanlarında tunç devrindekilere benzeyen vahşîler yaşadığı gibi, ilk insanlardan da bilgisiz, basit yaşayanlar vardı. Fakat, bundan dolayı, ne bugünkü, ne de ilk insanların hepsi için, vahşîdir denilemez. Nitekim Hâkim'in bildirdiği hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Allahü teâlâ, Âdem'e, sanatlardan bin türlü sanat öğretti ve ona şöyle buyurdu: "Evlatlarına ve zürriyetine rızık hususunda sabredemezlerse, bu sanatlardan biri ile rızık talep etmelerini söyl
.
"Onları da affettim!"
13 Şubat 2004 01:00
Âdem aleyhisselam, yeryüzüne indirilmesi sebebiyle çok üzülüyor ve günlerini ağlamakla geçiriyordu. Onun üzüntüsüne melekler de ortak oluyorlardı. Bir defasında Âdem aleyhisselam secdedeyken şöyle arzetti: "Ya Rabbî! Bana ne oldu ki, artık meleklerin seslerini, senin zatını tesbih ve takdis etmelerini duyamıyorum. Onları göremiyorum." Cenab-ı Hak buyurdu ki: "Ey Âdem! Senden sâdır olan zelle, meleklerin tesbihini işitmene mânidir. Ancak benim yeryüzünde bir beytim vardır. Sen onun temelini bulup, üzerine bir beyt bina et. Beni takdis ve beytin etrafını tavaf et! Ey Âdem! O beyti Mekke'de kıldım. Evladından her kim beytime gelip, sadece benim rızamı isterse, bizzat beni ziyaret eden misafirim gibidir. Bunları şanıma layık bir şekilde ağırlarım ve bütün ihtiyaçlarını gideririm. Ey Âdem! Sen sağ oldukça Beytullah'ı tamir et! Senden sonra gelecek peygamberler ve ümmetler de zaman zaman onu tamir edecekler ve en son peygambere kadar bu böyle sürüp gidecektir." Âdem aleyhisselam, Allahü teâlânın bu emri ile Serendip adasından Mekke'ye doğru yürümeye başladı. Bir melek kendisine yol gösteriyordu. Mekke-i mükerremenin bulunduğu yere gelince, Allahü teâlâ ona yardımcı melekler gönderdi. Melekler, Beyt-i Mâmur'un tam hizasına gelecek şekilde, yedi kat yere kadar varan bir temel kazdılar. Kazılan bu temele, toprak seviyesine kadar, otuz kişinin ancak kaldırabileceği büyüklükte taşlar yerleştirdiler. Böylece Kâbe inşa edildi. Allahü teâlâ cennetten Hacer-ül esved taşını indirdi. (Hacer-ül esved o zamanlar beyaz idi. Sonra günahkârların el sürmesiyle karardı.) Âdem aleyhisselam, Kâbe'yi inşa ettikten sonra, Allahü teâlâya sordu: "Ey Rabbim! Şüphesiz ki, her çalışanın bir mükâfatı vardır. Acaba benim mükâfatım nedir?" Cenab-ı Hak buyurdu ki: "Ey Âdem! Benden ne istersen iste!" Âdem aleyhisselam, "Ya Rabbî! Beni tekrar cennete gönder" diye yalvardı. Allahü teâlâ da; "Bu senin için hakikat olacaktır" buyurdu. Bunun üzerine Âdem aleyhisselam dedi ki: "Ey günahları bağışlayan Rabbim! Kendi günahlarımı itiraf ettiğim gibi, zürriyetimden de, işledikleri günahlarını ikrar edip, sana yalvararak, bu beytin çevresinde tavaf yapanları da affetmen için yalvarırım." Allahü teâlâ yine buyurdu: "Ey Âdem! Ben seni affettim. Senin zürriyetinden bu beyti ziyaret edip de, günahlarından tövbe edenleri de affettim.
.
Burçlar ve fal hurafesi
13 Şubat 2004 01:00
Son yıllarda burç ve fal tutkuları iyice yaygınlaştı. Gazetelerin fal köşelerine ilaveten internet siteleri de ortaya çıkıncı borsa, hava tahmin raporu takip eder gibi günlük olarak burçlar takip edilmeye başlandı. "O gün eline para geçecek mi, geçmeyecek mi, sağlık durumu nasıl olacak, iş ortağı ile kavga edecek mi etmeyecek mi, başına kötü bir şey gelecek mi, gelmeyecek mi?.." gibi konular günlük yapılacak mutat işler haline geldi. Hatta anne karnındaki çocuğun karakterini burçlar yolu ile öğrenme çabasına girildi. Daha enteresanı bazı anne babalar istemediği burçta çocuğu doğmasın diye, bebeğin doğumunu sezaryen ile gününden önce talep etmektedir!.. Bütün bu saçmalıklar, cahillikler inanç yönünden ne kadar erozyona, zafiyete uğradığımızı göstermektedir. Kaza ve kadere inanan, gaybı, geleceği sadece Allahın bileceğine iman eden bir Müslüman böyle hurafelerden uzak durur. Burçlara olan ilginin halkımızın bu konulardaki inançlarında büyük boşlukların olduğunu göstermektedir. Bu boşluk insanların falcılara, kahinlere bel bağlamasına sebep olmuş. Bu kadar, ilmi ve teknolojik gelişmelere rağmen bugün de insanların büyük bir bölümü bu illetten, hurafelerden kendini kurtaramamaktadır. Maalesef gazetelerin en çok okunan köşeleri, burç ve fal köşeleri... Sıradan bir mahalli gazetede bile fal köşelerine rastlamaktayız Bu tür hurafeler sadece bizde değil, Batı'da da çok yaygın. Bilhassa, teknolojinin zirvede olduğu Amerika'da meslek haline gelmiş. Her semtte astrologlar, adım başı falcı dükkanları, büroları açmış. Burçlarla ilgili olarak yapılan bazı istatistiki bilgiler şöyle: 1- Birçok ülkedeki araştırma sonucuna göre nüfusun %50'den fazlası burçlara inanıyor. 2- Büyük şehirlerde yaşayanlar kırsal kesimlere nazaran daha fazla burçlara inanıyor ve uğraşıyorlar. 3- Astronomi bilen hiçbir bilim adamı burçlara inanmamaktadır. 4- Kalabalık şehirlerde, sosyal problemler daha fazla olduğundan burçlara inancı daha yaygındır. 5- Kadınlar erkeklere göre daha fazla burçlarla ilgileniyor ve uğraşıyorlar. 6- Daha çok fen bilimi eğitimi görmeyen sanatçılar ve işadamları burçlarla ilgileniyor. Falcılara ve medyumlara inananların karakteristik özelliklerini de şöyle özetliyorlar: Kalabalık toplumlarda refah içinde yaşasalar bile kendilerine güvenleri sarsılan, sosyal bunalımlara giren, inancını kaybeden insanlar burçlar ve fal ile meselelerine bir çözüm aramaktadırlar. Eğer burçlara dayalı fallar doğru olsaydı, bugün öncelikle gökcisimleriyle uğraşan astronomlar birer astrolog olurdu. Çünkü toplumda gökcisimlerini en iyi bilenler ve tanıyanlar astronomlardır. Astrologlara göre Başak burcunda doğanlar iyi idareci olamazken, Kova burcunda doğanların hepsi bilim adamı olmaktadır. Halbuki, Gauquelin isimli bir araştırmacı yaptığı istatistikî bir çalışma sonunda, on farklı mesleğe sahip 15560 kişinin burçları ile meslekleri arasında herhangi bir ilişkinin olmadığını göstermiştir. Yine, Culver isimli araştırmacı 1981'de yaptığı çalışmada 300 kişinin fiziksel özellikleriyle burçları arasında hiçbir ilişki olmadığını ortaya koymuştur. Tıp doktorları üzerinde yıldız haritaları ele alınarak ve yaklaşık 100 denek kullanılarak yapılan istatistikî bir çalışma sonunda, gökcisimlerinin konumlarıyla insanların davranışları arasında ilişki kurmanın mümkün olmadığı görülmüştür. Yine benzer olarak, AÜFF Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü'ndeki öğrenci ve öğretim elemanlarından oluşan 112 kişinin horoskopları çıkartılarak, aralarındaki istatistikî ilişkinin araştırıldığı bir çalışmada da, kişilerin burç yüzdelerinin rastgele dağıldığı, anlamlı bir dağılımın olmadığı ortaya çıkmıştır
.
"Sıkıntılarını yok edeceğim!"
14 Şubat 2004 01:00
Âdem aleyhisselam, Allahü tealanın emri ile, Kabe-i şerifi inşa edip, ilk tavafını yaptıktan sonra, melekler kendisine, "Ey Âdem! Haccın mübarek olsun" dediler. Âdem aleyhisselam onlara; "Siz tavaf esnasında neler söylüyorsunuz" diye sordu. Melekler de şöyle cevap verdiler: "Sübhânallahi vel-hamdülillahi velâ ilâhe illallahü vallahü ekber." Âdem aleyhisselam onlara "Velâ havle velâ kuvvete illâ billah" cümlesini de buna ilâve ediniz, buyurdu. Âdem aleyhisselam tavaftan sonra, kapı önünde iki rekât namaz kıldı ve Mültezem'e gelip şu duâyı yaptı: "Yâ Rabbî! Senden kalbime nüfuz edecek şüphesiz ve dosdoğru bir iman ve benim hakkımda senin hükmettiklerine razı olma kudreti vermen için yalvarıyorum." Allahü teâlâ şöyle buyurdu: "Ey Âdem! Benden bazı dileklerde bulundun. Ben bu dileklerini senin için kabul ettim. Senin zürriyetinden bu şekilde duâda bulunanların da duâlarını kabul edip, düşünce ve sıkıntılarını yok edeceğim. Kederlerini dağıtıp, mallarını koruyacağım..." Âdem aleyhisselamın yaptığı bu duâyı okumak, o zamandan bugüne kadar devam etmiş, tavafın bir sünneti hâline gelmiştir. Kâbe daha sonra Nuh tufanında yıkılmış ve temelleri kalmıştı. Kâbe'nin, Nuh tufanından sonra İbrahim aleyhisselama kadar yeri belirsiz olup, yalnız bulunduğu saha bilinmekteydi. Bu bölge kırmızı topraklı ve sel sularının yükselemeyeceği kadar tümsek bir tepe durumunda idi. İbrahim aleyhisselam yeniden inşa edinceye kadar böyle kaldı. Âdem aleyhisselam ve Hz. Havva, daha sonra Şam'a geldiler. Burada evlatları çoğaldı. Neslinden kırk bin kişiyi gördü. Oğullarına ve torunlarına peygamber olarak gönderildi. Kendisi aynı zamanda ilk "din getiren" yani "resul" peygamberdi. "Ulul'azm" denilen altı büyük peygamberden ilkidir. Hz. Âdem'in peygamber olduğuna inanmayan dinden çıkar, kâfir olur. Cebrail aleyhisselam kendisine oniki defa geldi. Kendisine on suhuf (forma) kitap verildi. Bu kitapta; iman edilecek hususlar, çeşitli diller ve lügatler, her gün bir vakit namaz kılmak, gusül (boy abdesti) almak, oruç tutmak, leş, kan, domuz eti yememek, ilaçlar, hesap, geometri gibi şeyler bildirildi. Hz. Âdem ve çocukları şehirlerde yaşarlardı. Okuma-yazma bilirlerdi. Demircilik, dokumacılık, çiftçilik gibi sanatları vardı. Otla değil, buğdaydan ekmek yapıp, onunla beslenirlerdi. Altın üzerine para dahî basılmış, maden ocakları işletilip, çeşitli aletler yapılmıştı.
.
Bilim adamlarının burçlarla ilgili bildirisi
14 Şubat 2004 01:00
Bugün Batı'da hemen hemen her kesimde bizde ise maneviyattan uzak veya maneviyatı zayıf sosyete kesimde çok kimsenin her gün danıştığı bir falcısı, medyumu bulunmaktadır. Bunlara, "Şöyle bir iş kurmak istiyorum başarılı olabilecek miyim, işlerim iyi gitmiyor ne yapayım, kızım evde kaldı nasıl evlendirebilirim?!." gibi sorulara muhatap oluyorlar. Verdikleri cevaplar da hep gelecekten haber vermekle ilgili. Halbuki dinimizde, gelecekten haber vermek, buna inanmak insanın dinden çıkmasına sebeptir. Dolayısıyla dinini bilen bir kimsenin yapacağı işler değil bunlar. Günümüzün yerli yabancı ilim adamları da böyle şeylerin hurafe olduğunu söylemekteler. Bu tür işlerle uğraşan kimselere ilim adamlarının verdiği ilmi cevaplara yer vermek istiyorum: Amerika'da "The Humanist" dergisi geçtiğimiz yıllarda astrolojiye karşı önemli bir bildiri yayınlamıştı. Bu, 18'i Nobel Ödülü almış 186 bilim adamı tarafından imzalanan bir çağrıdır. Bir emekli astronomi profesörü (B.J. Bok), bir bilimsel makale yazarı (L.E. Jerome) ve bir felsefe profesörü (P. Kurtz) tarafından kaleme alınan bildirinin metni özetle şöyledir: "Birçok bilim adamı astrolojinin dünyanın büyük bir kısmında giderek yaygınlaşmasından, kabul görmesinden ciddi endişe duymaktadır. Aşağıda imzası bulunan bizler astrologların özel ya da genel olarak yaptıkları kehanetlerin ve verdikleri öğütlerin kabul görmesi tehlikesine karşı toplumu uyarmak istiyoruz. Astrolojiye inanmak isteyenler, ilkelerinin hiçbir bilimsel temele dayanmadığını bilmelidirler." Astrolojiyle ilgili pek çok araştırma hep aynı sonuca varmaktadır: Astrolojinin öne sürdüğü tezlerin hiçbirinde ilmi gerçeklik payı yoktur. İddiaların tamamı bir safsatanın ürünüdür. Astrologların evrenin gerçek fiziksel yapısıyla ilgili ya hiç bilgisi yoktur ya da çok sınırlı ve yanlış bilgiye sahiptirler. Astroloji, altı ay güneş ve gezegenlerin hiç görülmediği kutup bölgelerinde doğan kişilerin burçları konusunda hiçbir açıklama getirememiştir. Benzer olarak doğum, uzayda veya başka bir gezegende olsaydı falı ne olurdu?!. Tıp bilimi, bebek anne karnındayken bile çevreden, dış uyarılardan etkilendiğini ispatlamıştır. Oysa astroloji için sadece ve sadece doğum anı çok önemli olup, doğum öncesi etkiler hiç dikkate alınmamaktadır. 5000 yıldır insanlığın gündeminde olan astroloji, bu yönde insanlığa hiçbir yarar sağlamamıştır; bilimsel düşünceye göre bundan sonra da sağlaması beklenmemektedir. Bu gerçeğin de halka gösterilebilmesi için biz astronomlara bazı görevler düşmektedir. Bunun için yapılabilecek bazı faaliyetler şunlar olabilir: 1- Basın yayın organlarını kullanarak toplumun aydınlatılmaya çalışılması. Ancak bu konuda kullanılabilecek bu türden yayın kaynakları sadece bilimsel yayın organları olmalıdır. Çünkü, zaten medyanın hemen hemen tamamı astrolojiyi kendi çıkarları uğruna kullanmaktadır. 2 - Astronomi bölümlerince periyodik olarak "astronomi günleri" düzenlenerek belli kesimleri eğitmek suretiyle, astrolojinin ne tür bir aldatmaca olduğunun gözler önüne serilmesi. 3 - Astrolojinin anlamsızlığını ve gereksizliğini gözler önüne seren ilmi bir bildiri yayınlaması. Çünkü, bilim adamlarına göre hiç bir gerçeklik payı olmayan astrolojiden çıkar sağlamak, aldatmadan, hatta dolandırıcılıktan başka bir şey değildir. 4 - Kendilerine ve çevrelerine karşı güvenlerini yitiren, sosyal bunalımlara düşen insanların, bu zararlı inançla kendilerini avutup zaman geçirmelerine mani olunmalı, kendilerine astrolog diyen umut tacirlerine alet olmaktan kurtarılmalı.
.
Kâbil isyanda ısrar ediyor
15 Şubat 2004 01:00
Hâbil ve Kâbil, Âdem aleyhisselamın oğullarından ikisiydi. Peş peşe birer kız kardeşle ikiz olarak doğmuşlardı. Beraber yaşayıp, beraber büyüdüler. Âdem aleyhisselamın ilk çocuğu Kâbil ve ikincisi onun ikiz kız kardeşi Aklimâ idi. Bunlardan sonra Hâbil ve sonra ikizi olan Lebûdâ doğdu. Büyüdükleri zaman, Allahü teâlâ, Hz. Âdem'e, Kâbil'i, Hâbil'in; Hâbil'i de Kâbil'in ikiz kız kardeşi ile evlendirmesini emretti. Âdem aleyhisselam zamanında, insanların çoğalması lazımdı. Bunun için, böyle evlenmek caiz idi. İnsanlar çoğalınca, buna lüzum kalmadı. Allahü teâlâ haram kıldı. Kâbil'in ikiz kızkardeşi, Hâbil'inkinden daha güzel idi. Bu sebeple Kâbil, Hâbil'in kendi ikiz kız kardeşi ile evlendirilmesine razı olmadı. Hatta, "Ben, kardeşim ile evlenmeye daha lâyıkım" dedi. Bunun üzerine Hz. Âdem, Kâbil'e, "Kızkardeşin sana helal değildir" dedi. Fakat Kâbil, babası Hz. Âdem'in sözünü kabul etmedi ve düşüncesinde ısrar etti. Kâbil, Allahü teâlânın, babasına böyle bir evlendirmeyi emrettiğine inanmadı. Âdem aleyhisselam, Allahü teâlânın emrinin böyle olduğunu, buna uymak gerektiğini, Kâbil'e îzah etti. Fakat Kâbil bunu kabul etmedi. Bu durum karşısında Âdem aleyhisselam, Kâbil ile Hâbil arasındaki ihtilafı hâlletmek için, "Allahü teâlâ her şeyi bilendir. Bu işi hâlletmek için bir şey adayınız!" buyurdu. Hâbil çobanlık, Kâbil de çiftçilik yapardı. Hâbil koyunları arasından en güzel bir koç seçip getirdi. Kâbil ise buğdayları arasından en kötü kısımları toplayarak bir bağ buğday getirdi. Bu hususta da çok hasis davranmıştı. Hâbil ve Kâbil, Âdem aleyhisselamın tavsiyesi üzerine, adaklarını getirip, bir dağ üzerine koydular. Hâbil'in koçu üzerine gökten beyaz bir ateş inip, yaktı. Böylece Hâbil'in adağının kabul edildiği ve Kâbil'in haksız olduğu anlaşıldı. (O zamanlar, Allahü teâlâ, ilâhi bir hikmetle, kabul buyurduğu adak üzerine bir ateş gönderir, ateş onu yakıp, yok ederdi. Kabul olunmayan adak ise, olduğu gibi kalırdı. Bu durum İsrailoğulları zamanına kadar böyle devam etti. Bundan sonra Allahü teâlâ, kimin adağını kabul edip etmediğini kıyamete kadar gizledi.) Kâbil kendi adağının kabul edilmediğini ve haksız olduğunu anladığı hâlde, ilâhi hükme karşı gelip, haksızlığa dalıyor, nefsine zulmediyordu. Kardeşi Hâbil'e karşı, duyduğu derin bir kıskançlık ve nefret ile düşmanlık besliyordu. Hatta ona, "Yemin ederim ki, seni öldüreceğim!" diyordu. Hâbil ise gayet yumuşak davranıyor ve Kâbil'e nasihat ediyordu..
.
O, kötü bir çığır açtı!
16 Şubat 2004 01:00
Hâbil'in, Kâbil'e yumuşak davranması ona karşı olan tutumunu değiştirmedi. Onu öldürmeye kararlı idi. Âdem aleyhisselamın hacca gittiği bir sırada, Kâbil, ıssız bir yerde, elinde bir taşla Hâbil'in yanına gitti. Hâbil, o sırada sürülerinin başında bulunuyordu. Kâbil, Hâbil'e, "Seni mutlaka öldüreceğim!" dedi. O, "niçin" diye sorunca, "Sen, benim güzel kızkardeşimle evleniyorsun, ben ise senin güzel olmayan kızkardeşin ile evleniyorum. Hem ebeveynim, senin benden daha üstün olduğunu konuşuyorlar. Senin çocukların benim çocuklarıma karşı övünürler." Bunun üzerine Hâbil, "Eğer böyle bir şey yaparsan, büyük suç ve günah işlemiş olursun. Yerin de cehennemdir ve zâlimlerin cezası budur" diye cevap verdi. Hâbil, böyle söylemekle kardeşine nasihat etti. Onu uyandırmak, kardeşini öldürme işini yapmaktan sakındırmak istedi. Böylece, hem kendisi öldürülmekten ve hem de kardeşi böyle bir günahı işleyip, günahkâr olmaktan kurtulacaktı. Zira o, Allahü teâlânın emrine muhalefet edenlerin, Allahü teâlânın huzurunda mahcup olacaklarını biliyordu. Kâbil, Hâbil'in sözlerini ve nasihatlarını dinlemedi. Şeytanın vesvesesine uyarak Hâbil'i öldürmek için kararlı ve ısrarlı davranıyordu. Nihayet onu öldürmek için harekete geçti!.. Kâbil, ıssız bir yerde, kardeşi Hâbil'i öldürmeye teşebbüs ettiğinde, nasıl öldüreceğini bilemiyordu. Bu sırada şeytan, insan kılığına girerek karşısına çıktı. Bir kuş tutup, kuşun başını taş üzerine koydu. Başka bir taş daha alıp kuşun başına vurarak, başını ezmek suretiyle öldürdü. Böylece Kâbil'e, kardeşi Hâbil'i nasıl öldüreceğini gösterdi. Kâbil bu hâli görüp, kardeşini aynı şekilde öldürmek üzere harekete geçti ve Hâbil'i uyurken, başına bir taş ile vurarak şehit etti. Yeryüzünde dökülen ilk kan budur. İlk şehit Hâbil, ilk katil de Kâbil oldu. Böylece Kâbil ilk kötü çığırı açan kimse oldu. Bu sebeple kıyamete kadar, haksız yere insan öldüren herkesin günahına Kâbil ortak oldu. Bunun gibi, kim kötü bir çığır açarsa, o çığır devam ettiği müddetçe, ona da günah yazılır. Nitekim hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Zulüm ile öldürülen her insanın kanından, günahından, Âdem'in birinci oğlu Kâbil'e bir pay ayrılır. Çünkü cinayeti âdet edenlerin önderi odur." Kâbil'in kardeşini öldürmesi hususunda Kur'an-ı kerimde de şöyle buyuruldu: "Nihayet Kâbil, nefsine uyarak kardeşi Hâbil'i öldürmeye kalkışmış ve sonra onu öldürmüştü. Böylece ziyana uğrayanlardan olmuştu." (Maide 30)
.
"Siz Kâbil'e benzemeyiniz!"
17 Şubat 2004 01:00
Kâbil, kardeşi Hâbil'i öldürünce, cesedini ne yapacağını bilemedi. Önce onu bir sahraya bıraktı. Yırtıcı kuşlar Hâbil'in cesedi üzerine hücum etti. Bunun üzerine Kâbil, Hâbil'in cesedini bir torbaya koyup, sırtına aldı ve taşımaya başladı. Ceset sırtında, ne yapacağını bilmez bir hâlde iken, yırtıcı kuşlar da cesedi yere bırakmasını bekleyerek, üzerinde dolaşıyordu. Kâbil böyle şaşkın bir hâlde iken, Allahü teâlâ iki karga gönderdi. Bu iki karga birbirine hücum edip, dövüştüler ve neticede karganın biri, diğerini öldürdü. Sonra da öldüren karga, ayakları ve gagasıyla yeri kazıp, öldürdüğü kargayı yere gömdü. Kâbil, bu hâdiseyi görerek, Hâbil'in cesedini ne yapacağını öğrendi. Kâbil kendi kendine; "Bana yazıklar olsun. Karga kadar olmaktan âciz kaldım" dedi. Hâbil'in cesedini yere gömdü. Bu husus Kur'an-ı kerimde mealen şöyle bildirilmiştir: "Allahü teâlâ, kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini göstermek üzere, ona, yeri eşeleyen bir karga gönderdi. "Bana yazıklar olsun! Kardeşimin ölüsünü örtmek için, bu karga kadar olmaktan âciz kaldım" dedi de, yaptığına pişman oldu." (Mâide 31) Kâbil'in bu pişmanlığı tövbe değildi. Karga kadar akıl edemediği için idi. Yoksa tövbesi kabul olurdu. Âdem aleyhisselam bu hâdiseye pek ziyade üzüldü. Bunun üzerine Cebrail aleyhisselam, onu teselli için geldi ve; "Allahü teâlâ yakında sana bir evlat verecek ve ahir zaman peygamberi Muhammed aleyhisselam onun neslinden gelecek" müjdesini getirdi. Bu Şît aleyhisselam idi. Bu sebeple ismi Şît, yani Allahü teâlânın ihsanı, hediyesi manasınadır. Âdem aleyhisselamın bütün çocukları ikiz doğduğu hâlde, Şît aleyhisselam tek doğdu. Kâbil, evlenmek istediği ve bu sebeple kâtil olduğu kızkardeşini de alıp, uzaklara kaçtı. Yıllarca avâre ve başıboş dolaştı. Şeytan, Kâbil'in karşısına çıkıp "Kardeşin Hâbil ile adak takdim ettiğinizde, Hâbil'inkine ateş isabet edip yakması ve onun adağının kabul olunması, Hâbil'in ateşe tapması sebebiyledir. Sen de kendin için ve senden sonra gelecek neslin için bir ateş yak, ona tap!" dedi. Kâbil de bir yer yapıp, orada ateş yakarak tapmaya başladı ve böylece ateşperestlik ortaya çıktı. Kâbil'in çocukları ve nesli azgın bir topluluk hâlini alıp, kendilerine, çeşitli çalgı aletleri yaptılar. Oyun, eğlenceye daldılar. İçki içtiler, ateşe taptılar, fuhuş ve zina yaptılar. Nihayet Allahü teâlâ, onları, Nuh aleyhisselam zamanında, tufanda suda boğup helak etti. Hâbil ve Kâbil kıssası hakkında Resulullah efendimiz buyurdu ki: "Ey insanlar! Âdem'in iki oğlu sizin için nümunedir. Siz, o ikisinden hayırlı, iyi olanına, Hâbil'e benzeyiniz! Şerli, kötü olanına, Kâbil'e benzemeyiniz!"
.
Hz. Âdem'in mucizeleri
18 Şubat 2004 01:00
Âdem aleyhisselam, yırtıcı hayvanlar ile konuşurdu. Bu mucizesinin sebebi şöyledir: Âdem aleyhisselam, evladından bir kabileye uğrayıp, onlarla görüşmüştü. Bu kabile, dağda yaşayan vahşî hayvanların, kendilerine musallat olduğunu bildirip, şikayet etmişlerdi. Âdem aleyhisselam, o civarda bulunan yırtıcı hayvanları çağırdı. Hepsi toplandı. Bu vahşî hayvanları, "Evladıma niçin eziyet verip, rahatsız ediyorsunuz" diyerek azarladı. Toplanan vahşî hayvanlar dile gelip, "Bunlar arasında gıybet, nemîme (koğuculuk, söz taşımak) gibi kötü huylar yayıldığı için, biz onlara eziyet ediyoruz, sıkıntı veriyoruz" dediler. Bunun üzerine Âdem aleyhisselam, evlatlarına, iyi geçinmelerini, birbirleriyle çekişmemelerini emretti. O kabile de gıybet, dedikodu gibi kötü huyları terkedip, iyi geçindiler. Bundan sonra hayvanlar onlara zarar vermedi. Âdem aleyhisselam uzak bir yere gitmek isteyince, mesafeler kısalır ve oraya kısa zamanda ulaşırdı. Hz. Havva ile buluşmak için Allahü teâlâya duâ ettiğinde, Allahü teâlâ duâsını kabul edip, ona uzun mesafeleri kısa zamanda alma mucizesini verdi. Böylece uzaklıklar yakın kılındı. Kısa zamanda Hindistan'dan Mekke'ye vardı ve Arafat Ovasında Hz. Havva ile buluştu. Kavuştukları bu ovaya, orada buluşmalarından dolayı Arafat denilmiştir. Âdem aleyhisselam, Kâbe-i muazzamayı yaptıktan sonra, Hindistan'a gidip orada dünya işlerinden ziraat, ticaret yapıp, evlatlarını yetiştirmekle meşgul oldu. Peygamber olduğu bildirilince, Allahü teâlânın emirlerini tebliğ etti. Bu sıralarda evladı ve torunları çoğalmıştı. Bunlar, birbirleriyle gayet iyi geçiniyorlar ve mesut bir hayat yaşıyorlardı. Âdem aleyhisselamın evladından Kâbil, Hâbil'i şehit edince, aralarında bir karışıklık çıktı. Kâbil oradan kaçıp gitti. Aradan kırk sene geçmişti. Kâbil'in evlatları haramlara dalıp, kötü işlerle meşgul oluyordu. Allahü teâlâ Âdem aleyhisselama Kâbil'in evlatlarını dine davet etmesini emretti. Âdem aleyhisselam, onları dine davet edince, mucize istediler. Bunun üzerine Âdem aleyhisselam mübarek elini büyük bir kayaya dokundurdu. Dokunur dokunmaz kayadan birdenbire hâlis bir su fışkırmaya başladı. Bu mucize üzerine çoğu iman etti. Sonra o suyun çevresinde ziraat ve sanatla meşgul oldular
.
Hz. Âdem'in vasiyeti
19 Şubat 2004 01:00
Âdem aleyhisselam, hayatta iken kırkbin evladını gördü. Vefat etmeden önce, onbir gün hasta yattı. Bu sırada evlatlarını toplayıp, onlara nasihatlar yaptı. Allahü teâlânın emirlerine uymalarını tembih etti. Oğulları arasından Şît aleyhisselamı yanına çağırıp, ona vasiyetlerini bildirdi. Şît aleyhisselam ikiz olmayıp, tek doğan oğlu idi. Âdem aleyhisselamın oğullarından Kâbil haset ve kıskançlığı sebebiyle kardeşi Hâbil'i öldürünce, Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselama bir evlat daha vererek teselli etti. Bu evladının ismi, Allahü teâlânın ihsanı manasına gelen, Şît aleyhisselam idi. Muhammed aleyhisselamın nuru, Âdem aleyhisselamdan Şît aleyhisselama intikal ederek, alnında parlıyordu. Âdem aleyhisselam vefat etmeden önce, Cebrail aleyhisselam gelip, oğlu Şît'e vasiyette bulunmasını ve onu, yerine halef kılmasını söyledi. Âdem aleyhisselam, oğlu Şît aleyhisselamı yanına çağırıp, gece ve gündüzdeki kıymetli vakitleri ve bu vakitlerde yapılması gereken ibadetleri öğretti. Nuh aleyhisselam zamanında vuku bulacak tufanı önceden ona bildirdi. Tufandan sonraki vuku bulacak hadiseleri de haber verdi. Vasiyetini yazıp Şît aleyhisselama verdi. Sonra da dedi ki: "Bu bilgileri Kâbil evlatlarından gizli tut, onlara bildirme! Çünkü Kâbil, hasedi sebebiyle kardeşi Hâbil'i katletti. Onun evlatları da sana haset edip, seni öldürmeye kalkışırlar! " Bu emir üzerine Şît aleyhisselam, babası Âdem aleyhisselamın kendisine bildirdiği bu hususları gizli tutup, açıklamadı. Âdem aleyhisselamın, vefat etmeden önce oğlu Şît aleyhisselama yaptığı en önemli vasiyetlerden biri şöyle idi: "Yavrum! Bu alnında parlayan nur, son peygamber olan Muhammed aleyhisselamın nurudur. Bu nuru, mümin, temiz ve afif hanımlara teslim et ve oğluna da böyle vasiyette bulun! Ey oğlum! Benden sonra halifemsin. Allahü teâlâyı ne zaman anarsan, Onunla beraber Muhammed aleyhisselamın ismini de söyle! Çünkü Onun ismini, ben ruh ve beden arasında iken, Arş'ın altında gördüm. Sonra semaları dolaştım. Semanın her tarafında Onun isminin yazılı olduğunu gördüm. Rabbim beni cennette bulundurdu. Cennette gördüğüm her saray ve her odada Muhammed aleyhisselamın ismi yazılı idi. Yine Onun ismini, hûrîlerin boyunlarında, cennet kalelerinde, Tûba ağacı ile Sidret-ül-müntehâ yapraklarında, meleklerin gözleri arasında yazılı olarak gördüm. Onun için Muhammed aleyhisselamın ismini çok an! Çünkü melekler Ondan her an bahsederler.
.
Hazreti Âdem'in vefatı
20 Şubat 2004 01:00
Âdem aleyhisselam, bir cuma günü vefat etti. Hastalığı ilerleyince, Cebrail aleyhisselam gelerek, Hz. Âdem'in hâlini sordu. İkisi konuşurlarken, Azrail aleyhisselam edeple içeri girip, selam verdi ve dedi ki: "Hak teâlâ selam eder ve evladına senden ötürü baş sağlığı diler." Hz. Havva bir köşede oturmuş ağlıyordu. Âdem aleyhisselam, "Ey Havva, buradan git! Beni, Rabbimin melekleriyle başbaşa bırak!" dedi. Sonra yüzünü Cebrail aleyhisselama çevirdi ve, "Ya Cebrail, ben ölüm şerbetini içer, Rabbime kavuşurum" deyince, Âdem aleyhisselamın bu hâline Cebrail aleyhisselam da ağladı. Âdem aleyhisselam üzüldü. Bütün melekler ağlaştılar. O anda; "Ey Âdem, yukarıya bak" diye bir nida geldi. Yukarıya baktı ve cenneti gördü. Hak teâlâ hazretleri, Onun için hazırladığı nimetleri gösterdi. Âdem aleyhisselam, Hz. Azrail'e, "Ey Azrail, çabuk gel ve canımı almada acele et! Zira canım cananı çok istiyor ve ruh kuşum, ten kafesinden vatanına uçmak diliyor" dedi. Azrail aleyhisselam yaklaştı. Cebrail aleyhisselam, "Ey Azrail! Âdem aleyhisselamın ne kadar aziz, büyük olduğunu bilirsin. Bu hususta çok yumuşak hareket etmen lazımdır" dedi. Azrail aleyhisselam hiç incitmeden Âdem aleyhisselamın ruhunu aldı. Böylece canı canana kavuşturdu. Cebrail aleyhisselam, Âdem aleyhisselama bir gömlek giydirdi. Şît aleyhisselama yıkamayı öğretti. Yıkayıp kefenlediler. Cebrail aleyhisselam, Şît aleyhisselamı imam yapıp, dört tekbir ile bugünkü gibi cenaze namazını kıldılar ve defnettiler. Hadis-i şerifte "Âdem aleyhisselam vefat edince, melekler su ile üç defa yıkadılar. Onu defnettiler. Sonra çocuklarına dönerek; "Ey Âdemoğulları! Ölülerinize böyle yapınız" dediler" buyuruldu. Peygamber efendimiz, Mirac Gecesi, birinci kat semada, Âdem aleyhisselamın ruhaniyeti ile görüşmüştür. Yeryüzünde ilk tövbe eden ve ilk tövbesi kabul olunan Hz. Âdem'dir. Allahü teâlâ, Hz. Âdem'in tövbesini kabul ettiği zaman, melekler onu tebrik ettiler. Cebrail ve Mikail aleyhimesselam yanına inip dediler ki: - Ey Âdem! Gözün aydın, Allahü teâlâ tövbeni kabul etti. Bunun üzerine, "Ya Cebrail! Bu tövbemden sonra ben tekrar hesaba çekilirsem hâlim ne olur" deyince, Allahü teâlâ Hz. Âdem'e şöyle vahyetti: - Ey Âdem! Senin zürriyetine, tövbeyi miras bıraktım. Onlardan bana, kim senin gibi duâ ederse, senin yalvarmanı kabul ettiğim gibi, onlarınkini de kabul ederim. Kim benden isterse, ona veririm. Çünkü ben, kullarıma yakınım ve onların isteklerini geri çevirmem.
Hz. Âdem'in hususiyetleri
21 Şubat 2004 01:00
Âdem aleyhisselamın bazı hususiyetleri vardır: 1- Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselamı kudretiyle topraktan, babasız yarattı. 2- Allahü teâlâ, bütün mahlûkat içinde en son insan nevini, insanlardan da ilk olarak Âdem aleyhisselamı yarattı. 3- Âdem aleyhisselam en güzel surette yaratıldı. 4- Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselama, aksırınca; "Yerhamüke Rabbüke" (Rabbin sana merhamet etsin) buyurarak, Âdem aleyhisselama hamdetmeyi telkin etti. 5- Âdem aleyhisselam ve bütün nesli için, Allahü teâlânın rahmeti gadabını aştı. 6- Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselamı yarattıktan sonra, hiç ameli olmadığı hâlde onu cennete koydu. 7- Allahü teâlâ cennette bir ağacın meyvesi hariç, her şeyi ona mubah kıldı. 8- Allahü teâlâ, her şeyin ismini ve faydasını ona öğretti. 9- Onu insanlığın babası kıldı. İsmi dünyada Ebü'l-Beşer, cennette Ebu Muhammed'dir. 10- Allahü teâlâ, meleklere, ona doğru secde etmelerini emretti. Bu secde, Âdem aleyhisselama değildir. Allah için Kâbe'ye doğru secde yapıldığı gibi, Allah için, Âdem aleyhisselama doğru yapılmıştır. 11- Allahü teâlâ, Onu yeryüzünde kendine halife kıldı. 12- Âdem aleyhisselamın meleklerden üstün olduğunu, meleklere bildirdi. 13- Şeytan çok ibadet ve taat etmiş olmasına rağmen, Allahü teâlâ şeytanı, Âdem aleyhisselama secde etmediği için ebediyen tard etti, kovdu. 14- İlk hamd eden Âdem aleyhisselamdır. 15- İlk tövbe eden Âdem aleyhisselamdır. 16- İlk seçilen ve yeryüzünde Allahü teâlânın ilk peygamberidir. 17-Zürriyetinden cennetlik ve cehennemlik olanları ayırarak, cehennemlikleri kıyamet günü o cehenneme gönderecektir. 18- Yusuf aleyhisselama, Âdem aleyhisselamın güzelliğinden yarısı verilmiştir. Hazret-i Âdem, çok güzeldi. Siyah saçlı ve buğday renkliydi. Hz. Havva da böyle idi. Hz. Âdem'in hiç sakalı yoktu. İnsanlarda ilk sakalı çıkan Şît aleyhisselamdır
.
.
Cem Karaca'nın ardından
20 Şubat 2004 01:00
Geçen hafta Cem Karaca dualarla toprağa verildi. Cem Karaca'nın ölümü, vasiyeti, cenaze merasimi günlerce basınımızın önemli konuları arasında yer aldı. Bu ölüm olayında benim şahsen takdir ettiğim, cesurca bulduğum, yaptığı vasiyettir. "Hiçbir tören istemiyorum, sadece dini tören istiyorum, beni dualarla gömün, alkış istemiyorum" demesi, diyebilmesi bence önemli bir olaydır. Çok faydalı bir çığır açmaktır. Bu konuyu biraz sonra açmak istiyorum. Fakat bundan önce şunu ifade edeyim. Tabii ki bu takdirim, Cem Karaca'yı olduğu gibi takdir ettiğim, bütün düşüncelerini, inancını aynen kabul ettiğim manasında algılanmamalıdır. Toplum olarak abartmayı çok seven bir milletiz. Bunun için de çok duygusalız. Gazetelerdeki haberlere bakıyorum, herkes kendi kafasına göre abartılmış birşeyler yazıyor. İnancımıza göre insanın hali son nefeste belli olur. Onu da biz bilemeyiz. Allah bilir. Gönül ister ki, herkes imanla gitsin, Cennette yerini alsın. Tabii ki bunun da şartları vardır. Peygamber efendimiz bununla ilgili buyuruyor ki: "İnsan nasıl yaşarsa öyle ölür, nasıl ölürse öyle haşrolunur!" Bu hassas konuyu daha fazla uzatmadan Necip Fazıl'ın bir sözü ile noktalayalım: "İmanlı ölen herkese Allah rahmet eylesin!" Şimdi gelelim alkış istememesi ve dualarla gömülmesi arzusuna. Bu vasiyet gerçekten takdir edilmesi gereken bir davranıştır. Çünkü, bilerek bilmeyerek biri bir yanlışlık yapıyor, bu yanlışlık ikaz edilmediği, doğrusu bildirilmediği için bir müddet sonra o sanki dinin bir kuralıymış gibi kalıyor. Sonra da bunu kaldırmak mümkün olmuyor. Bunun için din görevlilerinin çekinmeden yapılması gereken ikazları yapması şarttır. Eğer cenaze merasimi dini inançtan dolayı yapılıyorsa -ki bunda kimsenin şüphesi yok- dinin bildirdiği şekilde yapılması kadar tabii ne olabilir? Şunun bunun yapması ile yapılan dini vazife olmaz. Yapanın düşüncesi olur. Dinimiz her hususta olduğu gibi, cenazeye yapılacak dini vecibeleri de bildirmiş. 1400 yıldan beri bunlar hiç değiştirilmeden tatbik edilmiş. Yapılan bir işin dinî olabilmesi için, kaynağının dinî olması lazımdır. Dinimizin esas kaynağı Kur'an-ı kerimdir, Peygamber efendimizin sünnetidir, bunun açıklaması olan müctehid alimlerin fıkıh kitaplarında bildirdikleri fetvalarıdır. Dolayısıyla işin dinî olabilmesi için mutlaka bu kaynaklara dayandırılması gerekir. Bugün maalesef bunlar bir kenara atılmış her önüne gelen kendi aklına göre bir şey yapmaya kalkışıyor. Bu kaynaklara baktığımz zaman cenaze merasiminde; slogan atmanın, alkış tutmanın, çiçek atmanın, çelenk göndermenin, mezar taşına resim koymanın, yakaya resim takmanın, siyah elbise giymenin, saygı duruşunda bulunmanın, bağırıp çağırmanın, ağıt yakmanın olmadığını görüyoruz. Dinî kaynaklarda olmayan şeyi yapmanın birçok zararı vardır. Başta, dinde olmayan bir şey yapıldığı için, insan günaha girer. İkincisi, yapılan bu işin ölüye faydası olmadığı gibi tam aksine zararı olur; bunlardan üzüntü duyar, sıkıntı çeker. Üçüncüsü de hiçbir faydası olmayan bir iş yapıldığı için yapılanlar israf olur. İsraf da haramdır. Kısacası, bu yapılanlar ile kişi, hem dine, hem dünyasına, hem ölüye zarar vermiş olur. Yapanlar genelde bilmedikleri için, cahilliğinden dolayı yapmaktadırlar. Bunların iyi niyetle yapılması da mazeret olmaz. Dinî dayanağı olmayan iyi niyetler, insanı Cehenneme götürür Çünkü, Cehennemin. yolları iyi niyet taşları ile döşelidir.
.
Alkış cahiliye devri âdetidir
21 Şubat 2004 01:00
Dün, dini merasimlerin dine uygun yapılmasından, cenaze merasiminde "Alkış" tutmanın dinde yeri olmadığından bahsetmiştik. Burada en büyük görev din adamlarına düşmektedir. Bunun için sık sık ikaz etmeleri, "Dinimizde alkışlama yoktur. Eğer mevtaya iyilik yapmak istiyorsanız, lütfen alkışlamayın, dua edin, Fatiha okuyun!" diyerek çok önemli dini bir vecibenin yerine getirilmesine vesile olmalıdırlar. Çünkü, herkes herşeyi bilemez. Neyin dinde yeri vardır, neyin yok; bu ancak ikazlarla mümkündür. İslamiyet, nereden gelirse gelsin ve hangi maksatla olursa olsun batıl inanç, bid'at, örf ve âdetleri yasaklamıştır. Maalesef cenaze ile ilgili yapılması gereken işlemlerin arasına çoğu zaman bilgisizlik, menfaat temini, bazen de eski din ve kültürlerin etkisinden kalınarak bid'at ve hurafelerin karıştığı görülmektedir. Cenazeye çelenk gönderilmesi cenazenin katafalka konularak uzun süre bekletilmesi, saygı duruşunda bulunulması, görev yaptığı yer veya yerlere götürülerek başında nutuk çekilmesi, bando ve marşların eşliğinde teşyi edilmesi, cenazenin bekletildiği yerlerde veya kabrin başında mum yakılması, çiçek bırakılması gibi davranışlar, bid'atların en çok dikkat çekenleri arasındadır. Gerçekten acı, üzüntü, gözyaşı, ıstırap ve ayrılık ateşinin tutuştuğu bir törende aykırı davranışta bulunmak o andaki teslimiyet, vecd ve samimiyetle uyumlu düşmemektedir. İşte uygun olmayan bu davranışlardan biri de cenaze nakil ve defni esnasında ona saygı adına tutulan alkışlardır. Tarih ve kültürümüzde cenaze merasimi dışında alkış vardır. Alkış daha çok hayatta olanlarla dünyevi işlerde bağlılığını, sevgisini, ispatlamak için el çırpmak maksadıyla takdir hislerini dile getirmektir. Nitekim Osmanlı döneminde de yapılan birçok protokol hizmetlerinde alkışın bu amaçla icra edildiği görülmektedir. Eskiden Araplar alkışı dini merasimlerinde de kullanıyorlardı. Bunun için Kur'an-ı kerimde dua, Kâbe'yi tavaf ve namaz kılmak gibi hallerde ıslık ve alkışın bir işaret olarak Cahiliye dönemi Arapları tarafından kullanıldığı bildirilmektedir. Onların bu eylemi Kur'an-ı kerim'in şu ayeti ile kınanmıştır: 'Onların Beytullah yanındaki duaları da ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir.' (8/35) Müşriklerin bazı erkek ve kadınları Beytullah'ı çıplak olarak tavaf ediyorlardı. Tavaf esnasında parmaklarını birbirine kenetleyip ağızlarına götürerek ıslık çalıyorlar, bir taraftan da ellerini çırparak alkış tutuyorlardı. Bu da iddialarına göre onların duası idi. Islık ve el çırpma olayı dua, ibadet ve hatıra adına yapılmış olsa bile tasvip görmemiştir. Bu nedenle son yıllarda bazı cenaze törenlerinde toplanan kalabalıklar da el çırpmayı bir adet hatta cenazeye karşı tabii bir görev ve anlayış haline getirmişlerdir. Halbuki hangi amaçla olursa olsun bu doğru bir iş değildir. Cenazeye olan saygı ve üzüntümüzün bir işareti olmaktan da uzaktır. Tersine ağıt yakmak, yüksek sesle ağlayarak feryat etmek onu nasıl rahatsız ediyorsa, alkış ve ıslık gibi hiçbir dini mesnedi olmayan hareketler de onun ruhunun incinmesine sebep olur. Bunun için bu tür yanlış davranış ve uygulamaların daha fazla yaygınlaşıp tabii bir teamül haline gelmeden önüne geçilmelidir. Hem cenaze sahibi hem de cenaze törenlerine katılanlar yeterince aydınlatılmalıdır. Cenaze törenleri son görevdir. Bu son önemli görevin ölen kimseye faydası olacak şekilde olması gerekir. Bu da alkışla olmaz. Çünkü tutulan alkışların, ölene hiçbir faydası yoktur, aksine her ikisine de zararı vardır. Aklı başında olan bir kimse hem kendine hem de mevtasına zarar vermek istemez!
.
Şît aleyhisselâm
22 Şubat 2004 01:00
Şît aleyhisselam Kâbil'in Hâbil'i şehit etmesinden sonra doğmuştur. O doğduğu zaman, son peygamber olan ahir zaman peygamberi Muhammed aleyhisselamın nuru, Âdem aleyhisselamdan oğlu Şît aleyhisselama intikal etti ve onun alnında parladı. Bu sebeple Âdem aleyhisselam, onu pek ziyade severdi. Bütün evladı üzerine onu reis yaptığı gibi, vefat edeceği sırada da bütün yeryüzünün halifeliğine onu tayin etti ve bu hususta vasiyette bulundu. Ayrıca bütün ilimleri öğretti. Şît aleyhisselam, Âdem aleyhisselamın öteki çocuklarının hepsinden güzel, faziletli ve üstün idi. Hâl ve tavırda tıpkı babasına benzediğinden, Âdem aleyhisselamın ona karşı muhabbeti çoktu. Şît aleyhisselama peygamber olduğu bildirilip, vahiy geldi. Allahü teâlâ Şît aleyhisselama elli suhuf (forma) gönderdi. Ona nâzil olan bu elli suhufta hikmet ve riyaziye (matematik) ilimleri, kimya, çeşitli sanatlar ve daha pek çok şey bildirilmiştir. Resulullah efendimiz buyurdu ki: "Allahü teâlâ yüzdört kitap gönderdi. Şît'e elli sahife indirdi..." Şît aleyhisselamın dininin esasları, Âdem aleyhisselamın bildirdiği dinin esaslarına uygun idi. Ekseriya Şam civarında ikamet edip; insanlara, Allahü teâlâya iman etmeyi ve emirlerine uymayı bildirerek, tebliğ vazifesini yaptı ve bin şehir kurup, hudutlarını tayin etti. Her şehrin kapısında "Lâ ilâhe illallah Âdem Safiyyullah Muhammed Habibullah" yazılı idi. Şît aleyhisselam, çocukları ve torunları, imar ettikleri şehirlerde yaşayıp, Allahü teâlâya ibâdet ve taat ile meşgul olurlardı. Gayet saadetli bir hayat sürerlerdi. Aralarında düşmanlık, buğz ve haset yoktu. Kötülüklerden, haramlardan ve isyandan uzak dururlardı. Hz. Şît ve ona iman edenler, daima emr-i mâruf ve nehy-i münker yaparlardı. Yani insanları Allahü teâlânın razı olduğu, emrettiği yola davet ederler ve kötülüklerden, Allahü teâlânın razı olmadığı, yasak ettiği şeylerden sakındırırlardı. Bu sebeple şeytan, Şît aleyhisselama ve ona tâbi olanlara karşı haset ediyor, onları saptırmak için uğraşıyordu. Fakat ne kadar uğraştı ise de, buna muvaffak olamadı. Hâbil'i şehit ettikten sonra, Yemen'e giden Kâbil'in çocukları çoğalmıştı. Bunlar iman etmemiş ve azgın bir hâlde sapıklık içinde yaşıyorlardı. Şît aleyhisselam Şam'dan Yemen'e gidip, Allahü teâlânın emri üzere onları imana ve ibadet etmeye davet etti. Fakat bu kavim onun dinini kabul etmeyip, sapıklıklarında ısrar ettiler. Şît aleyhisselam onlar ile savaştı. Bu savaşta kılıç kullandı. İlk kılıç kullanan odur. Yemen'deki bu azgın kavmin bir kısmını kılıçtan geçirdi, bir kısmını da esir aldı. Şît aleyhisselam Kâbe'yi taşlarla yeniden inşa etti. Her yıl hac yaptı.
.
Alında parlayan nur!
23 Şubat 2004 01:00
Âdem aleyhisselam vefat edeceği zaman, oğlu Şît aleyhisselama, "Yavrum! Bu alnında parlayan nur, son peygamber olan Muhammed aleyhisselamın nurudur. Bu nuru, mümin, temiz ve afif hanımlara teslim et ve oğluna da böyle vasiyette bulun!" buyurdu. Muhammed aleyhisselamın nuru Şît aleyhisselamdan sonra, oğlu Enûş'a geçmiş ve onun alnında sabah yıldızı gibi parlamıştı. Şît aleyhisselam da babası Âdem aleyhisselam gibi aynı vasiyeti oğlu Enûş'a yaptı. Muhammed aleyhisselama gelinceye kadar, bütün babalar, oğullarına böyle vasiyet ettiler. Nur, temiz alınlardan, temiz hanımlardan geçerek, evlattan evlada intikal edip, asıl sahibi olan Hatem-ül-enbiya hazretlerine gelmiştir. Böylece, Âdemoğulları içinde, Muhammed aleyhisselamın nurunu taşıyan, seçilmiş bir soy vardı ki, her asırda, bu soydan olan zatın yüzü çok güzel ve parlak olurdu. Bu nur ile, kardeşleri ve diğer insanlar arasında tanınır, içinde bulunduğu kabile, başka kabilelerden daha üstün, daha şerefli olurdu. Şît aleyhisselama, babası Âdem aleyhisselam, bazı sırları bildirmişti. Bunlardan biri de, ilerde, Nuh aleyhisselamın geleceği, ona iman etmeyen insanların suda boğulacağı ve onlar üzerine bir tufan gönderileceği idi. Şît aleyhisselam, bu hususu önceden bildiği için, iman etmeyip, dalalet, sapıklık içinde bulunan insanlara iman etmelerini söyleyip, nasihat ve irşadda bulundu. Kâbil'in soyundan gelen kabileler iman etmemekte ısrar edip, saptıkları bozuk yolda sürüklenip gittiler. Nuh aleyhisselam zamanında tufanda boğulup, helak oldular. Şît aleyhisselamın oğlu Enûş, son derece güzel yüzlü üstün bir evlat idi. Şît aleyhisselam onu çok severdi. Ona bütün ilimleri öğretmişti. Babasından sonra yeryüzünün halifesi, müminlerin reisi oldu. Enûş da, Kâbil'in soyundan gelen azgın kabilelerle savaş edip, onlara karşı mücadele vermiştir. (Enûş, Süryanice'de sadık manasınadır.) Enûş, vefat etmeden önce, yerine oğlu Kinân'ı halife bıraktı ve vasiyette bulundu. Kinân uzun seneler yaşamış olup, bu müddet içerisinde insanların idaresi ile meşgul olmuştur. Kinân da kendisinden sonra yerine, oğlu Mehlâîl'i halife bırakmıştır. Bunun zamanında Babil ve Sûs şehirleri kurulmuş, insanlar iyice çoğalarak dünya üzerine yayılmışlardır. Mehlâîl'in soyundan gelen Yerd zamanında, insanlar doğru yoldan iyice uzaklaşıp, çok azmıştır. Putperestliğin o zaman ortaya çıktığı da rivayet edilmektedir. Yerd hayatta iken, oğlu İdris aleyhisselam, o zamanki kavme peygamber olarak gönderilmiştir.
.
İdris aleyhisselâm
24 Şubat 2004 01:00
İdris aleyhisselam Şît aleyhisselamın torunlarındandır. İbranice olan Tevrat'ta ismi Hanûh diye geçer. Bu, Arapça'ya Ahnûh diye tercüme edilmiştir. Kur'an-ı kerimde ismi İdris diye bildirildi. Kendisine peygamberlik, hikmet ve sultanlık verildiğinden, "müselles bin ni'me", yani "kendisine üç nimet verilen" de denilmiştir. Babil'de veya Mısır'da Münif denilen yerde doğduğu rivayet edilmiştir. İdris aleyhisselamın babasının adı Yerd, annesinin ismi, Berre veya Eşvet'tir. İdris aleyhisselamın içerisinde büyüdüğü cemiyet, madden ve manen bozulmuştu. Onlar, Kâbil'in evladından bir cemaat idi. Hz. Âdem'in ve Hz. Şît'in gösterdikleri doğru yoldan ayrılmışlardı. Allahü teâlâya ibadeti ve kulluk vazifesini yerine getirmeyi terketmişlerdi. Her türlü kötülüğü işliyorlar, haramları helal sayıyorlardı. Hz. Âdem ve Şît aleyhisselamın bildirdikleri meşru nikâha rağbet etmiyorlar, zina yapıyorlardı. Günahlara, oyun ve eğlenceye dalmışlardı. Bütün bunlara rağmen, çok sabırlı ve kullarına pek merhametli olan Allahü teâlâ, dünyada ve ahirette mesut ve huzurlu olacakları yolu göstermesi için, onlara Hz. İdris'i peygamber olarak gönderdi. İdris aleyhisselama 30 sahife (forma) verdi. Cebrail aleyhisselam dört defa geldi ve Hz. İdris'e Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi. Hz İdris de bunları insanlara tebliğ etti ve, "Allahtan başka ilâh yoktur. Yalnız Ona ibadet idiniz! Allahü teâlânın emirlerine itaat edip, yasaklarından sakınmak suretiyle kendinizi cehennem azabından koruyunuz. Dünyaya rağbet etmeyiniz, ona gönül bağlamayınız! Dünya sevgisini içinizden atınız! İşlerinizde ve insanlara olan muamelenizde adaletten ayrılmayınız! Size bildirdiğim şekilde ve vakitlerde namaz kılınız, oruç tutunuz, mallarınızın zekâtını veriniz! Cünüp olduğunuzda, ondan temizlenmek için yıkanınız! Domuz, eşek ve köpek eti yemeyiniz! Sarhoş eden ve aklı gideren içki ve maddelerden sakınınız" buyurarak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi. İdris aleyhisselam bizzat kendisi, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını büyük bir dikkatle yerine getirirdi. Her gün çok ibadet ve taat ederdi. Melekler cemaatler hâlinde onu ziyarete gelirler, ona görünürler ve onunla sohbet ederlerdi. Allahü teâlânın kendisine ihsan ettiği bir mucize olarak, ağaçlarda ne kadar yaprak olduğunu bilirdi. Yine Allahü teâlânın verdiği bir mucize olarak, İdris aleyhisselam havadaki bulutlara dağılmaları için emir verebilirdi. O emir verdiği zaman, bulutlar derhal dağılırlardı. Hatta bulutlar, onun emrine itaatlerini sözle de ifade ederlerdi
.
"Âlem onun ile düzelir!"
25 Şubat 2004 01:00
İdris aleyhisselam, kavmine, kendisinden sonra gelecek peygamberleri haber verdi. Onlara Resulullahın vasıflarını da bildirdi. Peygamber efendimizin mübarek vasıflarını şöyle anlattı: "O ahir zaman nebîsi, bütün kötülüklerden korunmuştur. Yüksek bir ahlâk üzere yaratılmıştır. Göklere ve yere dair her meseleyi, her acı ve elemin şifa ve devasını Allahü teâlânın izni ile bilir ve duâsı kabul olur. Âlem Onun dini ve daveti ile ıslah olur, düzelir." İdris aleyhisselam, kendisinden sonra meydana gelecek olan "Nuh tufanı"nı da bütün tafsilatı ile anlatmıştır. İdris aleyhisselamın peygamberliğine delalet eden bu kadar açık mucizeleri görmelerine rağmen, kavminden pek az kimse ona itaat etti. Bir rivayete göre, kavminden ona bin kişi iman etti, pek çoğu karşı geldi. Bunun üzerine İdris aleyhisselam o memleketten başka bir yere hicret etmeye karar verdi. Kendisine iman edenlere de, böyle yapmalarını emretti. Fakat müminlere memleketlerinden ayrılmak zor geldi. Hz. İdris'e, "Biz Babil'den ayrılırsak, böyle bir yeri nasıl buluruz?" dediler. İdris aleyhisselam onlara buyurdu ki: "Biz buradan Allah için hicret ettiğimizden, inşaallah Allahü teâlâ bize Babil gibi bir yer nasip eder." Nihayet, İdris aleyhisselam ve ona iman edenler, mallarını ve mülklerini bırakarak, birlikte Babil'den ayrıldılar. Uzun bir yolculuktan sonra Babilyun denilen bir yere geldiler. Burada geniş bir vâdiyi ve Nil nehrini gördüler. İdris aleyhisselam, Nil nehrinin kenarında durup, Allahü teâlâyı tesbîh eyledi. Sonra yanındakilere, "İşte, sizin terkedip geldiğiniz yerdeki gibi bir nehir!" buyurdu. Bu mıntıkaya, Araplardan başka bütün eski milletler Babilyun; Araplar ise Mısır derler. Mısır ismi; Nuh tufanından sonra buraya gelip yerleşen Mısır bin Hâm ismindeki bir şahsa nisbeten verilmiştir. Böylece, İdris aleyhisselam kendisine iman edenlerle beraber burada yerleşti. İnsanları Allahü teâlânın emirlerini yapmaya çağırıp, iyilikle emredip, kötülükten nehyetmeye devam etti. Harp aletleri yapıp, kâfirlerle cihad yaptı. 100 şehir kurdu. Bunların en küçüğü Diyarbakır yakınında bulunan Reha şehridir. İdris aleyhisselam bunlardan başka, insanlara muhtelif ilimleri de öğretti. Pek çok kimseye hikmet ve matematik dersleri verdi. Fen ilimleri, tıp ve yıldızlarla alâkalı ince ve derin meselelerden bahsetti. Allahü teâlâ ona, semaların esrarını, terkiplerini, neden meydana geldiklerini, yıldızlarla alakalı derin bilgileri, senelerin sayısını ve hesap ilmini öğretti..
.
Hz. İdris'in nasihati...
26 Şubat 2004 01:00
İdris aleyhisselam, insanlara hikmetli sözler ile pek çok nasihatta bulundu. Onun bu kıymetli sözlerinden bazıları şunlardır: Akıllı kimse, sultanlara, âlimlere ve dostlarına hakaret gözü ile bakmasın! Yoksa sıkıntıya düşer, dinine zarar gelir, mürüvvetini yok eder. Akıllı kimse, hikmeti arar. Umumî bela ve musibetten dolayı boşuna ıstırap gösterip, kendisine zarar vermez. Akıllı kimsenin mertebesi yükseldikçe, tevazuu artar. Akıllı kimse başkalarının ayıbına bakmaz. Kişinin ayıbını yüzüne vurmaz. Malı çoğaldıkça, mağrur olup ahlâkını bozmaz. Akıllı kimsenin dünyadaki mertebesi ne kadar aşağı olsa da, basîret ehli yanında yüksektir. Bir kimse; adaletli devlet reisi, hükmü geçerli hâkim, tabib-i hâzık ve akarsu bulunmayan bir yerde yerleşse, canını ve malını zâyi etmeye çalışmış olur. İlim ve salih amele kavuşmak isteyen, cehaleti ve kötü işleri bıraksın. Nitekim her sanattan anlayan kimse, terzilik yapmak istediği zaman, onunla alâkalı aletleri alır, diğerlerine ait olanları bırakır. Amirlerinize itaat ediniz! Büyüklerinize tevâzu gösterip, dillerinizden Allahü teâlâya hamdi düşürmeyiniz! Hikmet, insan için hayattır. Kavuştukları nimetlerden dolayı insanları haset etmeyiniz! Çünkü, insanlar bu nimetlerden az faydalanırlar. Kendisine yetecek miktardan fazlasını elde etmeye çalışanı hiçbir şey doyuramaz. Dostlar arasındaki hakiki sevgi, içinde bir menfaat temin etme ve kendisinden bir zararı def etme düşüncesi olmayan sevgidir. İnsanda bulunan en faziletli cevher, akıldır. Sahibini pişman ettirmeyen en kıymetli şey, salih ameldir. En koyu karanlık, cehalettir. İyi hasletlerin en üstünü, kızgınlık hâlinde doğruluk, sıkıntı hâlinde cömertlik, ceza vermeye gücü yettiği hâlde affetmektir. Akıllı ile cahili birbirinden ayıran şey, akıllının konuştuğu lehine, câhilinki ise aleyhinedir. Ölüme hazırlıklı olmak sebebiyle ölümden korkmamak, kişinin faziletindendir. İnsanlar için en faydalı şey, kanaat ve kadere rıza göstermektir. En zararlısı ise, aç gözlülük ve kızmaktır. Çünkü, kanaat ve kadere rıza gösteren huzurlu olur. Aç gözlü ve hırslı olan ve kızan kimse, daima gamlı ve kederli olur.
.
Herkese nasihat et!
27 Şubat 2004 01:00
İdris aleyhisselam, nasihatlarinde şunları da buyurmuştur: Hiçbir kimse, Allahü teâlânın mahluklarına iyilikte bulunması ile yaptığı şükür gibi, hiçbir şeyle nimetlerine şükür yapamaz. Bir arkadaşına, dostuna iftira eden kimse, mutlaka onun cezasını çeker. İnsanlar için durum böyle olursa, hep kötülüklerin sebebi Allahü teâlâdır diye, Allahü teâlâya iftira eden kimse, bunun mesuliyetinden nasıl kurtulur? İyilik de, kötülük de mutlaka sahibine ulaşır. Kendisine hayır ulaşan ve hayra vesile olan kimseye ne mutlu. Kendisine kötülük ulaşan ve kötülüğe sebep olan kimseye ise hakikaten çok yazık. Her şeyi değiştirmek mümkün, fakat, bir şeyin tabiatını, aslını değiştirmek imkânsızdır. Kötü ahlâktan başka her şeyi değiştirmek mümkündür. Her şeyi defetmek mümkün, fakat kazâ bundan müstesnadır. Senin ve yer ehlinin yanında en beğenilen şey, insanlar arasında adalet, hikmet ve hak ile konuşan doğru dildir. Yolu; selamet, rahmet, başkalarına eziyetten vazgeçmek olanın yolu, Allahü teâlânın yoludur. Yolu; helak etmek, kötü huylu olmak ve başkasına eziyet vermek olanın yolu ise şeytanın yoludur. Ey insan, acıktığın zaman çocuk gibi, doyduğun zaman azgın köle gibi, mülk sahibi olduğun zaman haddi aşan cahil gibi olma. Dosta, düşmana herkese nasihat et. Böylece dostuna karşı yapman îcabeden bir vazifeyi yapmış olursun. Düşmanın ise, senin nasihatini öğrenince, senden korkar ve seni kıskanır. Eğer o akıllı olsa idi, senden utanır ve işlerinde sana müracaat ederdi. Sıkışık ve darlık zamanında, kişinin cömertlikte bulunması, onun cömertliğine; mala ve dünyaya düşkün olduğu hâlde, şüphelilerden bile sakınması, kişinin doğruluğuna; kızgınlık sırasında, affetmek ise hilmine, yumuşaklığına delalet eder. İnsanların kendisini sevmesini, yardım etmelerini, onların kendisinden güzel ve iyi yönleri ile bahsetmelerini isteyen kimsenin, onlara aynı şekilde davranması gerekir. Kişinin hayır ve hikmeti elde etmesi ve kendisini ayıplardan muhafazası üç şeye sahip olmak ile mümkündür: 1- Vezir. 2- Velî. 3- Arkadaş. Kişinin veziri; aklı, velîsi; iffeti, arkadaşı; salih amelidir.
.
Wall Street Journal'ın araştırması
27 Şubat 2004 01:00
Avrupa, Amerika gibi gelişmiş ülkeler, teknoloji, insan hakları, sosyal adalet gibi konularda devamlı yükseliş kaydediyorlarsa da, insanı insan yapan hayvanlardan ayıran ahlaksızlık, fuhuş gibi konularda da her gün irtifa kaybetmektedirler. Batı'ya yaklaştıkça biz de bundan nasibimizi almaktayız. Avrupa Birliği'ne girdiğimizde bizi bekleyen en büyük tehlike de budur. Şimdiden bununla ilgili savunma, koruma tedbirlerini almazsak bir müddet sonra onlardan farkımız kalmaz. Daha Avrupa Birliği'ne girmeden bu tehlikenin sinyalleri gelmeye başladı. Geçenlerde bir gazetenin manşetten verdiği haber bu acı gerçeği göstermektedir. Bu haberde, iki erkeğin; Alman vatandaşı olmuş bir Türk genci ile Türk vatandaşı bir Türk gencinin Almanya'da resmen evlendikleri bildiriliyordu. Cenab-ı Hakkın, lanetlediği, çirkin iş buyurduğu ve bu yüzden bir kavmi (Lut kavmi) helâk ettiği, Hıristiyanlık dahil bütün dinlerin yasakladığı bir fiile sözde Hıristiyan olan bir millet resmen müsaade ediyor. Batı'da erkek-kadın ve kadın kadına fuhuş, zina zaten hayatın normal bir parçası haline gelmiş durumda. Batı bu tür ahlaksızlıklara engel olmak bir yana her türlü kolaylığı, desteği vermektedir. İnsanları hayvanlaştırmak hatta hayvandan daha aşağı hale getirme gayreti içindeler. Milletlerin dışa dönük huzur ve emniyetini sağlamakla görevli Birleşmiş Milletler de milletlerin iç huzurunu bozmak için kapıyı aralamış durumda. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan, geçenlerde Birleşmiş Milletler bünyesinde çalışan homoseksüel çiftlerin evliliğinin de, geleneksel evliler gibi tanınacağını, bunun da Birleşmiş Milletleri, toplumsal, dini ve kültürel açıdan zenginleştireceğini söyledi. İnsanların sözde rahat ve huzurunu sağlamak maksadı ile ortaya çıkan kuruluşlar, bir taraftan bazı faydalı işler yaparken diğer taraftan öyle hatalar yapıyorlar ki, insan insan olmaktan çıkıyor. Bazı yönlerden insanları medeniyetin zirvesine taşırken diğer yönden vahşetin, gayri insaniliğin zirvesine taşıyorlar. Sonra da, "kimse evlenmiyor, nüfus artışı eksiye düştü, bunu nasıl artıya çıkartabiliriz"in planlarını yapıyorlar. Ailenin, evliliğin korunması ve evliliği kötü yönde etkileyen nedenler üzerine araştırmalar yapıyorlar. Bu konuda yapılan bir araştırmanın özeti şöyle: (A.A)'nın New York mahreçli haberine göre, Wall Street Journal gazetesinde yayımlanan bir araştırmaya göre, iş yerinde karşı cinsten çok sayıda kişi bulunması, evliliklerin yüzde 70 oranında bozulmasına yol açtığı, aynı cinsten insanların bir arada çalıştığı iş yerlerindeyse benzeri duruma rastlanmadığı tespit edildi. 7 yıl süren araştırmanın 1500 iş yerinde çalışan 37000 çalışanı kapsadığı bildirildi. Araştırmanın ilginç bir sonucu, karşı cinsten çok sayıda insanın bulunduğu iş yerlerinde flörte başlayanların evli ya da bekar olmasının fazla önemli olmadığı, her iki kesimin de meşru evliliğe büyük darbe vurduğu tespit edildi. Araştırmaya göre, böyle iş yerlerinde çalışanların üçte biri boşanmışsa evli bir çalışanın boşanma ihtimali yüzde 43 oranında artıyor. Ayrıca iş yerinde aynı cinsten çok sayıda bekar çalışan bulunması halinde, boşanma riskinin yüksek olduğu, zamanla bu iş arkadaşlarını kendine örnek alan evli bir çalışanın boşanma riskinin yüzde 60 arttığı kaydedildi. Araştırmaya katılanlar, evli de olsalar, karşı cinsten biri eğlence olsun diye kendileriyle flört etmeye başlayınca, buna karşılık verdiklerini itiraf ettiler. Ancak böyle başlayan masum flörtlerin zamanla ciddi ilişkiye dönüştüğü ve evlilikleri tahrip ettiği belirlendi... Gerçekten Avrupa'yı anlamak mümkün değil. Bir taraftan böyle doğru tespitlerde bulunuyorlar, diğer taraftan bu tespitlerin tersini yapmak için de ellerinden geleni yapıyorlar
.
Göğe çıkarıldı!..
28 Şubat 2004 01:00
İdris aleyhisselamın hem sözleri, hem de işleri hikmetli idi. İdris aleyhisselama, "Hüsn-i zan nasıl elde edilir" diye sordular. Buyurdu ki: "İnsanları güzel bir şekilde karşılamak, onlara güler yüz göstermek, onlara iyi muamele etmek suretiyle." İnsanları üç tabakaya ayırdı. Zâhidler, sultanlar ve tebaa, yani halk. Yalnız Allahü teâlâdan istedikleri ve Ondan hiçbir zaman gafil olmadıkları için, zâhidleri, diğer iki sınıftan üstün tuttu. İdris aleyhisselam, gerek sözleri ve gerekse işleri ile insanlara günlük hayatlarında lazım olan pek çok şeyi öğretti. Zamanla, insanlar çoğaldı. İdris aleyhisselam, emri altındaki yerleri dört bölgeye ayırdı ve oralara, kendi adına idare edecek kimseler tayin etti. Tayin ettiği bu vekiller, onun gibi, insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattılar. Bundan sonra Mısır'dan ayrıldı. Yeryüzünü dolaşarak tekrar oraya döndü. Bir müddet sonra Aşûre Gününde göğe kaldırıldı. Nitekim, Kur'an-ı kerimde Meryem suresi 57. ayet-i kerimesinde mealen şöyle buyurulur: "Biz onu yüksek bir mekana kaldırdık." Resulullah efendimiz de şöyle buyurdu: "Ben mirac gecesi dördüncü kat semaya vardığımda, İdris (peygamber) ile karşılaştım. Cibril bana; 'Bu gördüğün İdris'tir. Ona selam ver' dedi. Ben de ona selam verdim. O da benim selamıma cevap verdi. Sonra (bana); 'Merhaba salih kardeş, salih peygamber!' dedi." İdris aleyhisselam göğe çıkarılınca, onu çok sevenler, ayrılık acısına dayanamadı. Resmini yapıp seyreyledi. Daha sonra gelenler, bu resimleri "tanrı" sandı. Çeşitli heykeller de yapılıp tapıldı. Böylece "putperestlik" meydana çıktı. (Putperestliğin Hz. Âdem'in vefatından sonra, Hz. İdris'in peygamber olarak gönderilmesinden önce çıktığı da rivayet edilir.) İdris aleyhisselam peygamber olarak gönderilmeden önce, duâları makbul bazı salih kimseler vardı. Bunların isimleri, Ved, Süvâ, Yeğûs, Yeûk ve Nesr idiler. Bunlar vefat edince, onları sevenler, teselli bulmak için, onların suretlerini yapıp, evlerinde sakladılar. Zamanla bu suretlerin yapılış maksadı unutuldu. Onlara tapmaya başladılar. Bu suretlere tazim ve hürmette çok ileri gittiler. Bu sırada şeytan onlara, "Bu suretler, yeryüzünün tanrılarıdır. Ecdadınız onlara ibadet ederlerdi" diye vesvese verip, insanları doğru yoldan saptırdı. Böylece putperestlik ortaya çıktı ve İslâmın zuhuruna kadar devam etti.
.
Beş yılda birbirlerini tanıyamayanlar!..
28 Şubat 2004 01:00
Dün, Amerikan Wall Street Journal gazetesinin, evliliğin en büyük düşmanının flört ve iş arkadaşlığının olduğuna dair bir araştırmasına yer vermiştim. Bugün de evlilik öncesi flörtün evliliğin üzerindeki etkileri üzerinde durmak istiyorum. Evlenmek, yuva kurmak, insanın hayatını değiştiren, hayatın dönüm noktasını meydana getiren bir olaydır. Yanlış bir tercih, insanın dünyasını karartır. Hattâ insanın âhiretine de tesîr ederek, sonsuz azâba sebep olabilir. Dış görünüşe aldanıp da yanlış karar vermekten sakınmalıdır. Çünkü evlilik hayatına başladıktan sonra, geri dönmek zordur ve kötü huylu kimsenin, bundan sonra düzeltilmesi de kolay değildir. Evlilik öncesi eşlerin birbirlerini tanımalarında birçok meşru yol vardır. Fakat birçok genç bugün flört yolunu tercih etmektedir. Flört; kız ve erkeğin arkadaşlık kurmasıdır. Bu yolla gençlerin birbirini tanımaları mümkün değil. Çünkü her iki taraf da rol yapacak, gerçek yönlerini saklayacak, karşı tarafın arzu ettiği yönlerini ön plana çıkartacaktır. Beş yıllık arkadaşlıktan sonra evlenip üç ay sonra da, "Bugüne kadar gerçek halini tanıyamamışım" diyerek ayrılan çok kimseye şahit oluyoruz. Çoğu zaman flört bir tuzak olarak kullanılmaktadır. Bu arkadaşlıkta çok defa kız, erkek tarafından kandırıldıktan sonra bir paçavra gibi sokağa terk edilmektedir. Simsarların kucağına itilmektedir. Flört, akıl-mantık hislerini altüst eder. Bu işin en mühim özelliği de, sık sık arkadaş değiştirmektir. Kızı kandırıp terkeden erkek hâin, kandırılan kız da maskara durumuna düşer. Bu işte çok defa, iffet elden gider. Nâmuslu Müslüman bir kız için bundan büyük felâket olamaz. Flörtle meydana gelen tahrîk, gençleri huzursuz, rahatsız ve saldırgan hâle getirir. Flört, birçok gençleri serseri, müsrif ve perişan hâle sokar. Gençler arasında aşağılık kompleksi, kıskançlık, kin, nefret, karamsarlık, düşmanlık, anarşi ve çeşitli rûhî bunalımlar doğurur. Hattâ intiharlara sebep olur. Flört, zamanla tenhâda buluşmaya sevkeder. Sonunda, birçok gencin başı belâya girer. Genelde bu hissî eğlencelerden sonra hep soğukluk olur. Genç erkek, kokladığı çiçekten hemen doyar, sonra başka renkte bir çiçek arar. Artık gördüğü bu sahne onu avutmaz. Çünkü ondaki esrar, onu çeken câzibe, bağ ve düğümler çözülmüştür. O artık başka bir câzibe, daha esrarlı bir düğüm ister, başka eğlenceleri kovalar. Bu durum evlendikten sonra da devam eder. Bekârken çok kimseyle görüşen, çok kimseyle eğlenen erkek ve kızda, evlendikten sonra da çok kimseyle görüşme arzûsu devam eder. Bir kişiye bağlı kalmak, zamanla onu sıkmaya başlar, değişiklik arayışına girer. Bunun sonucu olarak, her gün gazetelerde boy boy resimlerini gördüğümüz cinâyetler meydana gelir. Bugün yüzlerce âile bu yüzden perişan olmaktadır. Bir kısmı hapishanede, bir kısmı da kendini mezarda bulmaktadır. Bir anlık gaflet, değişiklik arzûsu, kişilerin hem dünyasını, hem de âhiretlerini karartmaktadır. Çok gence belki bunlar manâsız gelir. Çünkü birisine gönlünü kaptıran gence verilecek nasîhat, deli saçması kabûl edilir. Onun için Peygamber efendimiz, "Sevgi insanı sağır ve kör eder" buyurmuştur. Sağıra ne anlatsanız, ne söyleseniz duymaz. Bu bakımdan ileri görüşlü, tecrübeli sâlih ana-babanın tavsiyelerine de mutlaka uymalıdır! Ana-baba, oğlunun veya kızının evleneceği kişiye, evlâtlarının gözü ile bakmaz. Acı tecrübelerin verdiği firâsetle bakar. Ana-baba sadece görünüşe değil, perdenin arkasına da bakar. Perde gerçeği görmeye mâni olur. İnsanı yanıltır. Bunun için böyle önemli, hayati bir konuda gençlerin kendi başlarına karar vermeleri büyük risktir, tehlikelidir. Anne-baba ve çevredeki güvenilir kimselerin görüşleri de mutlaka alınmalıdı
.
İnsanlığın ikinci babası
29 Şubat 2004 01:00
İdris aleyhisselamın Metûşâlih isminde bir oğlu vardı. Metûşâlih, babasının bildirdiklerine tamamen uyan kâmil bir mümindi. Meysâha adlı saliha bir hanımla evlendi. Bu evlilikten Lâmek dünyaya geldi. Lâmek; doğumu, çocukluğu, yetişmesi ve gençliğinde, herkesin imrendiği bir hâle sahip ve pek güzel, güçlü, kuvvetli idi. Muhammed aleyhisselamın mübarek nuru, Âdem aleyhisselamdan beri temiz ana-babalardan geçerek ona ulaşmış, şimdi de onun yüzünde parlıyordu. Lâmek, Kaynûş isminde saliha bir hanımla evlendi. Bu evlilikten de Hz. Nuh dünyaya geldi. Hz. Nuh, çocukluğunda ve gençliğinde, zâhirde ve bâtında (görünüşte ve iç âleminde) çok güzel, pek mükemmel idi. Bütün güzel sıfatları kendinde toplamıştı. Şekl ü şemâili, yani vücut görünüşü ile huy ve yaradılış bakımından Hz. Âdem'e çok benzerdi. İdris aleyhisselam, insanlara peygamber olarak gönderilip, onlara doğru yolu gösterdikten sonra, diri olarak göğe kaldırıldı. Bundan sonra ona tâbi olup, yolunda bulunan ve Hz. Âdem ile Hz. Nuh arasında, çeşitli zamanlarda geldikleri de bildirilen Ved, Süvâ, Yegûs, Yeûk ve Nesr isimlerindeki kıymetli âlim zatlar Arap Yarımadası'nın çeşitli yerlerine dağılarak, Hz. İdris'in dinini yaymaya çalıştılar. Bu âlimler, çeşitli yerlerde dağınık vaziyette yaşayan insanların yanlarına, ayaklarına kadar giderek, onlara; doğru olan hidayet yolunu anlatıyorlardı. Bunun için bütün gayretlerini sarfediyorlar ve hiçbir fedakârlıktan kaçmıyorlardı. Bu âlimler, ahlâk ve edeplerinin fevkalâde olması, hep Allahü teâlâdan, kıyâmetten, ahiretten anlatmaları ve dinleyenleri çeken tatlı sohbetleri ile gittikleri her yerde sevilip sayıldılar. Herkes bunları pek çok sevip, anlattıklarına inanıyor, onlara tâbi oluyordu. Nihayet onlar da, birer birer vefat edip, ahirete göçtüler. Sevenleri kedere boğuldu ve kimse onları unutamadı. Kavmin içinde bulunan bazı münafıklar, doğru iman sahiplerinin, vefat eden âlimlere olan muhabbet ve bağlılıklarını istismar ettiler. Onlara yaklaşarak dediler ki: "Bizler, bu kıymetli büyüklerimizin, âlim zatların, vefatlarından bir müddet sonra unutulacağından ve nasihatlerinin tesirinin kaybolacağından ve dolayısıyla, insanların doğru yoldan ayrılacaklarından endişe ediyoruz. En iyisi, biz, bu âlimlerin bulundukları yerlere birer alamet koyup, nişan diksek, hatta, bu âlimlerimizin küçük birer resimlerini yapıp, evlerimizde bulundursak ne kadar güzel olur." Maksatları, bu hile ile insanları dinden uzaklaştırmak ve putperestliğe alıştırmaktı.
.
Münafıkların tuzağı!
1 Mart 2004 01:00
Münafıkların, kıymetli âlimlerin resimlerinin asılması hakkında gönül alıcı sözlerinin arkasında putperestlik illetinin yayılması fikri yatıyordu. Yani münafıklar, insanlığı ebedî felakete, sonsuz azaplara sürükleyecek olan putperestlik, müşriklik zehirini şekerle kaplayıp, yaldızla süsleyerek, tatlı sözlerle insanlara vermek istiyorlardı. Müminlerin ileri gelenleri, böyle bir durumun, ileride ne gibi neticeler hâsıl edeceğini düşünemediklerinden ve işin garibi, bu fikri telkin edenler, müminlerden imiş gibi göründüklerinden, bu işi makul karşıladılar. Şayet bu fikir, İdris aleyhisselama iman etmeyenlerden gelmiş olsaydı, iman sahibi olanlar, durup düşünürler, böyle bir durumun, ilk bakışta faydalı görünse bile, mahzurlarının da bulunabileceğini tahminde geç kalmaz ve buna göre hareket ederlerdi. Lâkin bu fikir, mümin görünen münafıklar tarafından ortaya atıldığı için, hemen hiç kimse karşı çıkmadı. Üstelik herkes tarafından da kabule şayan görüldü. Böylece münafıkların sinsi plânları tuttu ve ilk başta maksatlarına uygun bir şekilde işlemeye başladı. Nihayet insanlar, kendilerine doğru yolu gösteren ve nasihatlerde bulunan Ved, Süvâ, Yegûs, Yeûk ve Nesr isimlerindeki o âlim zatların birer suretlerini, heykellerini yaparak, onların daha ziyade bulundukları yerlere diktiler. Bunu, güyâ o âlimlerin feyzlerinden istifade etmeyi kolaylaştırmak, onları unutmamak için yapmışlardı. Zaman akıp giderken, insanlar, bu suretlerin, daha küçüklerini yapıp evlerinde bulundurmaya başladılar. Böylece, onların feyzlerinden daha çok istifade edeceklerine, nasihat ve vasiyetlerini unutmayıp, onlara tam uyacaklarına inanıyorlardı. Münafıkların, şeytanın da yardımı ile hak dine düşman olanların sinsi plânları, maksatlarına uygun bir şekil almıştı. Nesiller değişip, bunların dikiliş maksatları unutulunca, insanlar zamanla bunlara daha çok tâzim etmeye başladılar. Bu husus, münafıklarca, dine daha çok sarılmaya ve bağlanmaya sebep şeklinde gösteriliyor ve büsbütün yoldan çıkarabilmek için, tahrifleri olanca hızı ile devam ediyordu. Öyle bir hâle geldi ki, insanlar, farz ibadetlerini yaptıktan başka, muayyen zamanlarda o suretlerin etrafında toplanırlar, ziyaret ederler, onlara saygı ve hürmet gösterirlerdi. Mümin olanlar, geçmiş âlimlerin yolunda olmak, nasihatlerini hatırlamak perdesi altında, putperestliğe doğru adım adım yaklaştırıldıklarının farkında bile değillerdi. Münafıklar sinsi ve şeytanca hareket ediyorlardı.
.
Putperestliğin yayılması
2 Mart 2004 01:00
Uzun yıllar geçip, nesiller değiştikçe, suretlere, heykellere olan muamele, onların ibadete karıştırılması hızla artıyordu. Bu durum şeytanın ve dine düşmanlıkta ona iş bırakmayan münafıkların çok hoşuna gidiyordu. Çünkü onlar, gitgide maksatlarına ve hedeflerine yaklaşıyorlardı. Zaman ilerledikçe, şeytanın, münafıkların vesvese ve aldatmaları ile, inanç ve ibadetlerinde değişiklikler meydana geldi. İnsanlar, bu dikili taşlarda, heykellerde üstün vasıflar bulunduğunu zannetmeye, diğer yapılan ibadetlerden ziyade, bunlara hürmet göstermeye başladılar. Böylece, daha çok sevap kazanacaklarına, Allahü teâlâ katında bunların kendilerine şefaatçi olacağına, dolayısıyla bunlara daha çok hürmet ve tâzim etmenin lazım geldiğine inanmaya başladılar. Nihayet, onların ilâh olduğunu zannedip, kendilerine put edindiler ve tapınmaya başladılar. Böylece insanlar putlara tapmaya yönelmiş, hakiki ve yegâne mâbud olan Allahü teâlâya ibadetten yüz çevirir olmuşlardı. Böylece yeryüzünde ilk defa putperestlik, putlara ibadet etme başlamış, şeytan ve onun avenesi olan münafıklar, maksatlarına kavuşmuşlardı. İnsanlar puta tapmaya başlayıp, Allahü teâlâya ibadet ve taatten yüz çevirince, tabiî olarak, gitgide aralarında, zulüm, ahlâksızlık, fitne, fesat ve zorbalık gibi kötülükler arttı ve yayıldı. Bütün bu nimetlerden ve her nimetin sahibi olan Allahü teâlâdan gafil idiler. Üstelik Ondan başkasına, putlara ibadet ediyorlar, bu hâlin Allahü teâlâyı gadaba getireceğini, kendilerine azap edeceğini bir türlü akıl edemiyorlardı. Kâinattaki birçok mahlûk, kendilerinde hiç şuur olmadığı hâlde, insanlara hizmet ederken, bu insanlar, ihsan edilmiş olan akıl ve şuurlarını kullanmayarak, Allahü teâlâdan başkasına ibadet ediyorlardı. Hiç kimseye fayda ve zararı olmayan taş parçalarına tapan insanlar, hakiki ve yegâne mâbud olan Allahü teâlâdan yüz çevirip, Ona kulluk etmekten uzaklaştıkça, daha çok bozuldular. Zaten, Onu unutup, başka şeylere ibadet etmeleri, her fenalık ve alçaklığın habercisi olup, en büyük kötülük ve çirkinlikti. Nitekim insanlar günden güne daha da bozularak her türlü fenalık ve ahlâksızlığı işler oldular. Güçlü, kuvvetli olanlar, zayıf ve âciz kimselere zulmediyorlardı. Fakirler, garipler, zavallılar, güç ve kuvvet bakımından zayıf olanlar, kötülerin şerlerinden korunabilmek için kaçacak yer arıyorlardı...
.
Azgınlıkta haddi aşınca!..
3 Mart 2004 01:00
Putperestliğin artması ve buna bağlı olarak zulüm ve haksızlık yapanların çoğalması yanında az da olsa bunlara hiç benzemeyen birtakım kimseler vardı. Bunlar hiçbir zaman Allahü teâlâdan başkasına ibadet etmeyen ve tevhid dininden ayrılmayan insanlar olup, kavmin azgınlık ve taşkınlıklarına kapılmamış, hakiki iman sahibi temiz müminler idi. Hz. Nuh'un ailesi de, bunlar arasında idi. Bu müminlerin istisnasız hepsi, Hz. İdris'in bildirdiği dinin esaslarına inanarak, uygun amel eden, takva sahibi salih kimselerdi. Fakat zâlim hükümdarlarından korktukları için, imanlarını gizlerlerdi. Zaten sayıları pek az olup, üçü beşi geçmezdi. Nuh aleyhisselam, gençliğinde bir müddet çobanlık yaparak, kavminin sürülerini otlattı. Zaman zaman ticaretle meşgul oldu. Her ne kadar, bu vesilelerle, kavminden, inanmayanlar ile teması olduysa da, onları putlara taptıkları için sevmedi. Kavminin başında, Kâbil'in soyundan gelme, Dermesîl veya Dernesîl isminde çok zâlim bir hükümdar vardı. Dermesîl, içki içer, kumar oynar, zamanını oyun ve eğlence ile geçirirdi. Ved, Süvâ, Yegûs, Yeûk ve Nesr isimlerindeki putlara ibadet ederlerdi. Her kabilenin ayrı bir putu vardı. Daha sonra Dermesîl, putlar için büyük bir puthane yapılmasını emretti. Her put, pek güzel, kıymetli örtülerle döşenmiş masalara kondu. Ayrıca putlar için, nöbetle vazife yapan hizmetçiler vardı. Hz. Nuh, onların bu gülünç durumlarını hiç tasvip etmez ve onlardan uzak kalırdı. Aralarına karışmadığı gibi, bayramlarına da iştirak etmezdi. Bu kadar azgın, haddi aşmış, her türlü ahlâksızlık ve kötülüğün yayılıp, yerleşmiş olduğu bu kavme, Allahü teâlâ, Hazreti Nuh'u elli yaşında peygamber olarak gönderdi. Peygamber olduğunu haber vermek ve kendisini müjdelemek üzere, Allahü teâlâ Cebrail aleyhisselamı Hz. Nuh'a gönderdi. Cebrail aleyhisselam, Hz. Nuh'un yanına gelerek dedi ki: "Ben Cebrail'im. Allahü teâlâ tarafından, peygamberliğini bildirmek için geldim. Allahü teâlâ sana selam ediyor. Seni kavmine peygamber yaptı. Dermesîl ve kavmine git! Onları, Allahü teâlâya iman etmeye, yalnız Ona ibadet ve kullukta bulunmaya davet et!.." Böylece o zamanda, o beldede yaşayan bütün insanlara peygamber olarak gönderilen Nuh aleyhisselam, dokuzyüz elli sene, insanları imana çağırıp, Allahü teâlânın emirlerine uymaya davet etti.
.
Kavmine ilk nasihati
4 Mart 2004 01:00
Nuh aleyhisselam, peygamber olduğu kendisine bildirildikten sonra, kavmine nasihat etmeye, onları imana davet etmeye başladı. Muhammed aleyhisselam gibi, Hz. Nuh da peygamberliğinin ilk zamanlarında, gizliden gizliye insanları hak dine davet ediyordu. Yılmadan, gece-gündüz, gayret ederek çalıştı. Bir zaman sonra açıktan açığa insanları dine davet etmeye başladı. Kavminin ismi Benî Rasim idi. Onlara dedi ki: "Ey kavmim! Allahü teâlâya ibadet ediniz! İbadet edilecek Ondan başkası yoktur. Eğer Ona iman etmezseniz, kıyamet gününde size büyük bir azabın isabet etmesinden korkuyorum. Ben size Allahü teâlânın azabını haber veriyor ve azaptan kurtuluşun çaresini açıklıyorum. Allahü teâlâdan başkasına ibadet etmeyin! Bana muhalefet etmeniz hâlinde, bir gün, dünyada suda boğulmakla, ahirette ise ateş ile, üzerinize elem verici çok şiddetli bir azabın gelmesinden korkuyorum." Hazreti Nuh da, diğer bütün peygamberler gibi, çocukluğunda da, kavminin azgınlık ve taşkınlıklarına, bozuk işlerine kapılmamıştı. Çocukluk ve gençliğinden itibaren salih bir zat ve emin bir kimse olarak tanınmış ve hiç kimse, ondan bir sıkıntı ve rahatsızlık görmemişti. Buna rağmen bilhassa kavminin ileri gelenleri ona karşı çıktı. Çünkü onun söyledikleri, bu haddi aşmış kimselerin, habis zevklerine gem vuruyor ve bu kötü işlerden vazgeçmelerini emrediyordu. Bunun için Hz. Nuh'un davetine çok az kimse icabet etmişti. Nuh aleyhisselam bir bayram gününde kavminin yanına gitti. Onlar kendilerine göre bayram günü geldiğinde, bir yere toplanırlar, putlarını masaların üzerine dikerek, onlara kurban keserlerdi. Putların önünde secdeye kapanarak ibadet ederlerdi. Ayrıca içki içerler ve çalgı çalıp oynarlardı. Kadın erkek karışırlar, hatta hepsi çıplak olarak bir arada bulunur, zina yaparlar, her türlü ahlâksızlık ve rezaleti işlerlerdi. İşte böyle bir günde Hz. Nuh, onların bulunduğu yere vardı. Giderken de; "Allahım! Onlara karşı bana yardım eyle" diye duâ etti. Kendilerine yaklaştığında, yüksek sesle şöyle seslendi: "Ey kavmim! Allahü teâlâ tarafından, size nasihatçi olarak geldim. Sizi, Allahü teâlâya iman ve yalnız Ona ibadet etmeye davet ediyorum. İbadet edilecek Ondan başkası yoktur. Sizi, putlara ibadet etmekten men ediyorum. Allahü teâlâdan korkun, bana itaat edin!" Hazreti Nuh böyle söylerken, masaların üzerlerinde bulunan putların hepsi yere devrildi.
.
"Allahın peygamberiyim"
5 Mart 2004 01:00
Nuh aleyhisselamın, kavmini putlara tapmaktan vazgeçmeye çağırması üzerine, kavmin hükümdarı olan Dermesîl, yanında bulunanlara, "Bu da kim" diyerek, alay edici bir tavırla Hz. Nuh'u sordu. Onlar da dediler ki: "Ey Melik! O, bizim kavmimizden olduğu hâlde, hâli bize uymayan birisidir. İsmi Nuh bin Lâmek'tir. Önceleri akıllı idi. Sonra aklını kaybedip peygamber olduğunu, Allahü teâlâdan kendisine vahiy geldiğini iddia etmeye başladı. O, mecnun, yani delidir. Şu anda cinneti, deliliği fazlalaşmış olduğundan böyle şeyler söylüyor." Neler söylüyor sorusu üzerine de, "O, insanları, bir olan Allahü teâlâya iman etmeye, Ondan başkasına ibadet etmemeye davet ediyor. 'İbadet edilecek Ondan başkası yoktur' diyor. Bizi, putlarımıza ibadet etmekten men ediyor" dediler. Bu söylenenlere çok kızan Dermesîl, derhal onu huzuruna getirmelerini emretti. Dermesîl'in adamları, hemen Hz. Nuh'u yakalayıp, döverek, onun yanına getirdiler. Dermesîl, Hz. Nuh'a, "Yazık sana, demek sen bizim ilâhlarımızı inkâr ediyorsun ha!.. Söyle bakalım sen kimsin? diye sordu. Hz. Nuh, büyük bir sabır ve tevâzu ile, fakat vekar ve heybet içerisinde buyurdu ki: "Ben Nuh bin Lâmek'im. Âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlânın peygamberiyim. Sizleri, Allahü teâlâya imana davet ediyorum. Onun peygamberi olduğumu tasdik etmeniz ve putlara ibadeti terketmeniz için, nasihat vermek üzere, peygamber olarak gönderildim." Bunun üzerine Dermesîl, Hz. Nuh'a dedi ki: "Ey Nuh! Sen bize, bizim bilmediğimiz şeyler anlatıyorsun. Böyle olunca, biz senin saçmaladığını zannediyoruz. Eğer mecnun isen, seni tedavi edelim. Fakir olduğun için böyle yapıyorsan, sana yardım edelim." Hz. Nuh şöyle cevap verdi: "Ey kavmim! Ben deli değilim ki, tedavi edesiniz. Ben sizin elinizde bulunanlara muhtaç değilim ki, bana yardım edesiniz. Mülk, kendisinden başka ilâh bulunmayan, her şeye galip ve hâkim olan Allahü teâlânındır. Ben sizden böyle şeyler istemiyorum. Benim sizden istediğim tek şey, Lâ ilâhe illallah (Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur) demeniz ve benim, Onun resulü, peygamberi olduğumu tasdik etmenizdir. Hz. Nuh'un bu sözlerini dinleyen Dermesîl, fena hâlde kızdı ve "Ey Nuh! Bizim âdetlerimize göre bugün bayram olup, adam öldürmek caiz değildir. Şayet böyle olmasaydı, seni, pek şiddetli bir şekilde öldürürdük" diyerek kin ve düşmanlığını bildirdi.
.
Ilımlı İslam'dan maksat ne?
5 Mart 2004 01:00
Bugün sizlere geçen hafta gazetelerde yayınlanan bir haberi sunarak bununla ilgili kısa bir yorum yapmak istiyorum. Bu haber şöyleydi: "Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, Washington'da "Ilımlı İslam" Türkiye modelinin İslam dünyasında uygulanmasına ilişkin görüşmeler yapıyor. Utah Üniversitesi'nde İslam konulu bir konferansa katılan Bardakoğlu, ABD Dışişleri Bakanlığı ve ABD Ulusal Güvenlik Konseyi (NSC) yetkilileriyle bir araya geldi. NSC yetkilileriyle "Ilımlı İslam" ve Türkiye örneğini tartıştıklarını belirten Bardakoğlu, Diyanet İşleri Başkanlığı olarak bu konuda iş birliğine hazır olduklarını ifade ettiğini söyledi. Bardakoğlu, NSC'nin, ılımlı modelin Orta Doğu'da desteklenmesi bakımından somut öneri sunduğunu kaydetti. ABD'nin, dinin teröre destek veren görüntüsünden rahatsız olduğunu belirten Bardakoğlu, bu çerçevede Türkiye'yi önemli örnek olarak gördüklerini, Türkiye'deki laik demokrasinin, mevcut tablodaki payını bildiklerini kaydetti. Bardakoğlu, Türkiye'nin geleneksel dini bilgisinin, teröre hiçbir zaman zemin olmadığını, dışarıdan gelen, "yama" dini bilginin radikal unsurları desteklediğini söyledi. AB'ye girmenin hem Türkiye hem de AB açısından kazanım olduğuna işaret eden Bardakoğlu, AB'nin Türkiye'yi içine alarak, dinlerarası barış örneği vereceğini kaydetti. Washington'da 10 yıl önce 59 dönüm arazi üzerinde temeli atılan Türk Amerikan İslam Vakfı'nın (TAYIF) canlandırılması projesi üzerinde çalışacaklarını da belirten Bardakoğlu, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın ABD'deki ilgili bilimsel ve akademik faaliyetlere de katılması gerektiğini bildirdi. Ali Bardakoğlu, Washington'da Georgetown Üniversitesi'nin Hıristiyan ve Müslüman Anlayış Merkezi ile İslam ve Demokrasi Merkezi adlı kuruluşların temsilcileriyle ayrı ayrı görüşmelerde bulundu. New York'a hareket edecek olan Bardakoğlu, burada da Türk dernek ve cami yetkilileriyle toplantılar yapacak, Musevi Konseyler Birliği adlı kuruluşun temsilcileriyle bir araya gelecek." (Yeni Şafak- 27.2.2004) Son yıllarda Ülkemizde ve Batı Hıristiyan âleminde hiç gündemden düşürülmeyen "Ilımlı İslam" modelinin ne olduğu tam olarak açıklığa kavuşturulmadı. Bu, asırlardır ecdadımızın yaşadığı ve dünyaya yaydığı, terörden, anarşiden uzak, herkesin inancına saygılı "Ehli sünnet" itikadı ise diyeceğimiz bir şey yok. Çünkü bu inanç gerçek İslamı temsil eder, bu sayede asırlarca her din mensubu rahat bir şekilde yaşadı. Eğer, ılımlı islamdan maksadın, İslamın light hale getirilmesi, yani reform yaparak yeni bir model ortaya koymak ise bu gerçek İslamı temsil etmediği için dine büyük zarar verir. Çünkü, reform, ıslah etmek, bozulmuş bir şeyi düzelterek, eskiyi doğru haline getirmek demektir. Hıristiyanlık bozulduğu için reform yapıldı. Müslümanlık bozulmadığı için böyle bir hareket ise tam tersine onu bozmak olur. İslamiyet her çağa uygundur, reforma ihtiyacı yoktur. Bunu sadece biz söylemiyoruz. Bir zamanlar komünizmin fikir babası meşhur fikir adamı Roger Garaudy "Niçin İslâmı seçtiniz?" sorusuna "İslâmı seçmekle çağı seçtim" şeklinde cevap verdikten sonra şöyle devam ediyor: "İslam, çağları arkasında sürükleyen bir dindir. Diğer dinler ise, çağların arkasında sürüklendi. İslam dışındaki bütün dinler zamana uyduruldu. Reforma tabi tutuldu. Mukaddes kitaplar zamana göre tahrif edildi. Kur'an-ı kerim ise, indirildiği günden beri hep zamana hükmetti. O, zamanı değil, zaman onu izledi. Zaman yaşlandıkça o gençleşti. Bu, çağlar üstü bir olaydır. Bugüne kadar, bunca savaşların bıraktığı korkunç, sosyal, siyasi ve ekonomik sarsıntılardan daha büyük bir olaydır. İslâm, bütün düşüncelere hakimdir. Fakat bunlardan hiçbiri, İslama hakim değildir." İslam çağa uymuyor diye reform yapmak isteyenler, bilerek veya bilmeyerek İslamın yıkılmasına yardım etmiş olurlar.
.
"Ahlâksızlığa son verin!"
6 Mart 2004 01:00
Nuh aleyhisselama ilk iman eden, Amûre isminde bir hanımdır. Hz. Nuh bu hanımla evlendi. Bundan Sâm, Hâm ve Yâfes adında üç oğlu ile Hadûre, Nesûre ve Mahbûre isimlerinde üç kızı oldu. Daha sonra evlendiği bir kadından da Kenân isimli bir oğlu oldu. Fakat bu kadın daha sonra, Hz. Nuh'un dîninden dönüp, mürted oldu. Yani mümin iken, imandan ayrılıp, imansızlığı seçti ve putperestliğe döndü. Hz. Nuh, devamlı olarak kavmine, kendilerine peygamber olarak gönderildiğini bildirdi. Onlara; putlara tapmaktan, haksızlıktan, zulüm ve işkenceden, aşağılıktan vazgeçmelerini ve içinde bulundukları ahlâksızlıklara son vermelerini söyledi. Allahü teâlâya iman etmelerini ve Onun emirlerine tâbi olmalarını, bunlara riayet etmezlerse, Allahü teâlânın azabının pek şiddetli ve çok çetin olduğunu her defasında tekrar tekrar haber verdi. Fakat zulüm ve zorbalığa alışmış olan bu gaddar insanlar, buna inanmadılar, kabul etmeyip, karşı geldiler. Nitekim Şuarâ suresinin 105. ayet-i kerimesinde mealen buyuruldu ki: "Nuh kavmi, peygamberleri tekzip etti, yalanladı." Kavmin ileri gelenleri Nuh'a dediler ki: "Biz seni ancak, bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Böyle olunca, senin, ne üstünlüğün ve ne meziyetin var ki, peygamberlik vazifesi ve kendisine tâbi olunması îcap ettiği gibi bir hususiyet sana has kılınmış olsun. Biz, sana uymuş, iman etmiş olanların da, aşağılarımız olduklarını görüyoruz. Senin ve sana tâbi olanların, bizim üzerimize bir faziletiniz, üstünlüğünüz olduğunu görmüyoruz ki, sen peygamber olmaya ehil ve kendisine tâbi olunmaya lâyık ve müstehak olasın. Bilâkis biz, seni, peygamberlik davasında; sana tâbi olanları da, senin sadık olduğunu bilmeleri hususunda yalancılardan zannediyoruz." Aslında, kendileri pek aşağı ve rezil kimseler olan o kâfirlerin; Hz. Nuh'a iman etmiş olan müminleri aşağı görmelerine sebep, iman nimetinden mahrum olmaları, her şeyin, dünyanın zâhirinden, görünüşünden ibaret olduğunu zannetmeleridir. Çünkü onlar, dünya hayatından sonra gelen ahiret hayatını, sonsuz yaşamayı bilmezler ve inanmazlardı. Onlara göre lezzet ve zevk veren şeyi daha çok olan, en şerefli ve çok üstün idi. Bundan mahrum olanlar da rezil kimseler idi. Onlar, hakiki kıymet ve üstünlüğün, iman etmekte olduğunu, iman nimeti ile şereflenmiş sıradan bir insanın, imandan mahrum olan bir sultandan çok daha kıymetli ve üstün olduğunu anlayamıyorlardı.
.
İstedikleri yeni Müslüman modeli
6 Mart 2004 01:00
Hıristiyan Batı âlemi, İslamiyeti yok etmek için yaptığı asırlar süren mücadeleden bir netice alamayınca; kendileri ile uyumlu, istedikleri tarafa yönlendirebilecekleri, sınırlarını kendilerinin çizdiği yeni bir "İslam" yeni bir "Müslüman" modeli geliştirmeye karar verdi. "Hoşgörü" "ılımlı" "Light İslam" adını verdikleri bu modelde; emir ve yasağı olmayan, tatlıya, tuzluya karışmayan, haftada bir cumaya giden, bayram namazlarını kılan, cenazesi camiden kalkan ve Müslüman mezarlığına gömülen bir Müslüman tipi esas alınmaktadır. Bu yolla, dinin dinamik değerleri, emir ve yasakları yok edilerek, ilâhî olmayan tamamen insan düşüncesine dayalı felsefî bir sistem geliştirmek istiyorlar... Bunu açıkça da ifade ediyorlar: "AA'nin Washington mahreçli ve 23 Eylül 2003 tarihli haberi özetle şöyle: "CIA ve ABD Federal Soruşturma Bürosu FBI hakkında yazdığı kitaplarla tanınan Ronald Kessler "CIA Savaşta" (The CIA at War) adlı kitabında, CIA Direktörü George Tenet ve diğer üst düzey CIA yetkilileriyle yaptığı görüşmelere de yer verdi. 'İslamda, öteki dinlerde olduğu gibi ruhban sınıfı olmadığı için herhangi bir kişi kendini dini lider olarak adlandırabilir. Bu yüzden CIA, bazı din adamlarını para ile satın aldığı gibi, sahte dini liderler de çıkarttı.' Ayrıca kitapta, CIA'nın, kendilerini din adamı olarak tanıtan ve Müslüman olmayanlar hakkında daha yumuşak dini mesajlar verecek görevlileri işe aldığı ifade edildi. Bir CIA kaynağının "Radyo istasyonlarının yönetimini devralıyor ve din adamlarını destekliyoruz. Propagandaya geri dönüş. Ilımlı Müslümanlar çıkartıyoruz" şeklindeki sözlerine yer verdi. Bu yönde fetvalar veya dini yazılar yayınlamaları için din adamlarına para verildiği de bildirildi." Şimdi de, araştırmacı-yazar Serdar Kuru'nun bu konu ile ilgili yorumuna (yorumdan pasajlara) yer verelim: "Bugünlerde elime çok ilginç bir kitap geçti. Kitap, CIA ve FBI üzerine çeşitli kitapların da yazarı olan Ronald Kessler'in "The CIA at War" çalışması. Yazar CIA'nın İslamda kesin kurallara ve hiyerarşiye bağlı resmi bir ruhban sınıfı olmadığını analiz ettiğini bunun üzerine çeşitli din adamlarına rüşvet vermek dışında kendi din adamlarını da ortaya çıkarttığını söylemekte. CIA tarafından şekillendirilen bu "din adamı" ajanların kendilerini şeyh, hoca, molla ve dini lider olarak tanıtıp bütün islam aleminde "ılımlı" ve "hoşgörülü" islam modelini vaaz ettiklerini belirtmiş. Kitapta görüşlerine başvurulan ismi açıklanmayan bir CIA kaynağı teşkilatın şu anda dünya çapında elindeki tüm propaganda tekniklerini kullanarak bu sahte din adamlarını destekledikleri ve kendi "ılımlı müslüman" modellerini kendilerinin çıkarttığını söylemekte. Sonuç olarak özellikle 1980'lerden sonra dünyaya yayılan emperyalizme, kapitalizme ve siyonizme "hoşgörüyle" bakan islam ve Müslüman versiyonlarının nereden seri üretim yapıldığı hakkında bu kitap oldukça zihin açıcı bir görev yapmakta." Batı'nın yaptığı bütün bu çalışmaların gerçek sebebi şu: Dünya küçüldü. Herkes çeşitli vesilelerle gittiği yerlerde fikirlerini, inançlarını yaymakta. Batı alemi, Hıristiyanlığın mensuplarını tatmin etmediğini, yeni bir inanç arayışı içinde olduklarını görüyor. Ya gerçek İslam bu inanç boşluğunu doldurursa!.. Hıristiyanlık yok olursa!.. İşte bütün korkuları bu... Bunun için de İslamiyeti Hıristiyanlığa benzetmek istiyorlar. Maksatları İslamiyetin içini boşaltarak potansiyel tehlike(!) olmaktan çıkartmak. Bazı kesimlerce ikide bir gündeme getirilen Ahkam ayetlerini yok farzetme veya bu âyetleri yeniden yorumlama gayretleri bunu gösteriyor. Böylece asli unsurları yok edilmiş bir İslamiyet cazibesini kaybedecek, Batı'da taraftar bulamayacak. Hıristiyan alemi de rahat bir uyku uyuyacak!
.
Her hakareti yapıyorlardı
7 Mart 2004 01:00
Nuh aleyhisselamın kavmi, peygamber olacak zatın, melek veya melik, yani hükümdar olması îcabettiğini düşünüyorlar, bunun aksini kabul etmiyorlardı. Ayrıca, iman eden zayıf kimselerle birlikte olmak istemediklerini bahane ederek, Hz. Nuh'a dediler ki: "Etrafındaki o aşağı, mal, mevki sahibi olmayan kimseleri kov! O zaman belki biz de sana inanırız. Yoksa onlarla beraber olmayı kendimiz için aşağılık sayarız." Nuh aleyhisselam, kavminin bu karşı çıkmalarına ve bozuk isteklerine şöyle cevap verdi "Ey kavmim! Bana haber verin! Eğer ben, Rabbim tarafından, davamın doğru olduğuna açık hüccet ve delil üzere gelmiş isem; O, kendi katından bana nübüvvet, peygamberlik vermiş ise ve bütün bunlar da size gizlenmiş, sizde bunları görecek göz yok ise, istemediğiniz hâlde onu size zorla mı kabul ettireceğim? Ey kavmim! Risaletimi tebliğ ettiğim için, ben sizden mal istemiyorum. Bu yaptığım tebliğ işine karşılık, benim ecrim Allahü teâlâya aittir. Sizin talebinizle müminleri yanımdan kovacak, tard edecek değilim. Zira onlar, kıyamet günü, Rablerine kavuşup mükâfatlarını alacaklar. Allahü teâlâ, onlara mükâfat verdiği gibi, onlara zulmedenlere ve onları terkedenlere, kovanlara da cezalarını elbette verir. Lâkin ben sizi; kıyamet günü Allahü teâlânın huzurunda mertebeleri çok yüksek olan, Allahü teâlâya iman etmiş müminlere, rezillerin de rezilleri demekle küstahlıkta bulunan, böylece cahillik eden bir kavim olarak görüyorum. Ey kavmim! İman edip, bana tâbi olan müminler bu durumda iken, ben sizin arzunuza uyarak onları yanımdan kovsam, o takdirde, Allahü teâlânın azabından beni kim kurtarır? Benim onları kovmamın, yanımdan uzaklaştırmamın doğru olmadığını düşünmez misiniz?" Kavmin ileri gelenleri, Hz. Nuh'a ağızlarına gelen her sözü çekinmeden söylüyor, her hakareti yapıyorlardı. Bunun için, devamlı hücum ediyorlar, kendi kısır akıllarına ve bozuk mantıklarına göre susturmaya, davasından caydırmaya çalışıyorlardı. Hz. Nuh da onlara cevaben şöyle dedi: "Ey kavmim! Bende dalalet yoktur. Ben, ancak, âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâ tarafından size gönderilmiş bir peygamberim. Rabbimin risalâtını, bana vahyettiklerini, çeşitli vakitlerde size tebliğ ediyorum. Doğruluk ve iyiliğiniz için size nasihat ediyorum. Kendim için dilediğim hayrı, sizin için de dilerim. Allahü teâlâdan bana vahiy geldiği için, sizin bilmediğiniz şeyleri; bana vahyedilen, bildirilen kadar bilirim."
.
"Ben melek değilim!"
8 Mart 2004 01:00
Nuh aleyhisselam peygamberliğini tebliğe başlayınca, kavminin ileri gelenleri, diğer insanlara dediler ki: "Bu Nuh, ancak sizin gibi bir insandır. Sizin gibi yiyor, içiyor, uyuyor. Böyle birisi, Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş bir peygamber nasıl olabilir? Sizi tevhide davet etmekle, size reis olmak istiyor. Onun maksadı budur. Eğer hakikaten, Allahü teâlâ, kendisinden başkasına ibadet olunmamasını veya bize peygamber göndermeyi dileseydi, meleklerden peygamberler gönderirdi. Biz bunun; tevhid, peygamberlik ve öldükten sonra dirilmeye ait olarak, bizi davet ettiklerinin hiçbirini atalarımızdan duymadık. Bu Nuh ancak deli bir kimsedir." Hz. Nuh, kavminden iman etmeyenlerin bu sözlerine karşılık dedi ki: "Sizi Allahü teâlânın yasak ettiği küfür ve günahlardan sakındırmak ve cehennem azabıyla korkutmak için, Rabbiniz tarafından, içinizden biri vasıtasıyla, size vahiy ve haber gelmesine taaccüp mü ediyorsunuz? Şayet Allahü teâlânın emirlerine itaat ederseniz, ahirette ebedî azaptan kurtulursunuz." Hz. Nuh, onların bu kadar itiraz etmelerine ve kendini yalanlamalarına karşı, sabrediyor, tebliğ vazifesine devam ediyordu. Onlar istemeseler de, yine gidip, adeta yalvarırcasına nasihat ediyor, dünya ve ahirette felâkete girmemeleri için çok gayret sarfediyordu: "İstediğiniz, itiraz ettiğiniz şeylerin hepsinin doğru olmadığını, yanlış olduğunu bildiğiniz hâlde, ısrar eder, hâllerinizin ve sözlerinizin yanlış olduğunu düşünmez, tefekkür etmez misiniz? Ben size, benim yanımda Allahü teâlânın hazineleri vardır demiyorum ki, istediklerinizi vereyim. Ben gaybı bilirim demiyorum ki, size maksadınızı haber vereyim. Size, ben meleğim de demiyorum ki, sizin bana ancak bizim gibi bir insansın diyerek itirazda bulunmanızın bir manası olsun. Sizin hor ve hakîr gördüğünüz fakir müminler hakkında da, Allahü teâlâ, onlara hayır ve mükâfat vermez de demiyorum. Bilâkis Allahü teâlânın onlara dünyada iken verdiği iman ve hidayet nimeti ve ahirette vereceği cennet ve yüksek dereceler; size dünyalık olarak çok mal vermesinden elbette daha hayırlıdır. Onların kalblerinde Allah sevgisinden, güzel ahlâktan ve temiz itikaddan, sıdk ve ihlastan ne bulunduğunu en iyi bilen Allahü teâlâdır. O hâlde ben, Allahü teâlânın hazineleri benim yanımdadır, ben gaybı bilirim ve ben meleğim desem ve sizin arzunuza uyarak, onların bana iman etmelerini kabul etmezsem, onları yanımdan kovarsam ve kendilerine, Allahü teâlâ size, hayır, mükâfat vermez desem, muhakkak ki zâlimlerden olurum.
.
Fakirleri aşağıladılar
9 Mart 2004 01:00
Nuh aleyhisselam ne söylese, kavmi inkâr ediyordu. Zaman ilerledikçe, onun sözlerine, Allahü teâlâdan bildirdiklerine inanmamaları bir tarafa; karşı çıkmaları, öfke ve kinleri devamlı olarak artıyordu. İnkâr ve itirazları, zamanla hakarete ve üzerine hücum etme derecesine geldi. Nuh aleyhisselam, kavminin yaptıklarına sabrediyor, belki iman ederler ümidiyle, tebliğine devam ediyordu. Gece, onların kapılarını çalıp; "Ey kavmim! Lâ ilâhe illallah deyin" diye yalvarıyordu. Buna karşılık insanlar, O'na hakaret ettiler, üzerine hücum ettiler, yine devam etti. Onlara dedi ki: "Siz Allahü teâlâdan korkmaz mısınız da, Ondan başkasına ibadet edersiniz? Muhakkak ki ben, Allahü teâlâ tarafından emin olarak size gönderilmiş bir peygamberim. O hâlde Allahü teâlânın azabından korkun, ve O'na ibadet ve size emrettiklerimde bana itaat edin! Sizi Allahü teâlaya davet ettiğim ve nasihatlerde bulunduğum için, sizden bir ücret istemiyorum. Bilâkis benim ecrim Rabbül-âlemînin katındadır. O hâlde Allahü teâlâdan korkup, emrini size tebliğimde bana itaat edin!" Nuh kavmi, iman etmemeye, Hz. Nuh'a tâbi olmamaya kesin ve kat'î karar vermiş gibi bir hâlde idi. Hz. Nuh'un anlattıklarını, haber verdiklerini, nasihatlerini hiç kabul etmiyorlar, kendi noksan akıllarına ve bozuk mantıklarına göre ileri sürdükleri sözlerle karşı çıkıyorlardı. Bir defasında, Hz. Nuh'a o zamana kadar iman etmiş olanları işaret ederek dediler ki: "Sana tâbi olup, iman edenler, mal ve mevki bakımından, aşağı, düşük kimseler iken, biz sana iman etmeyiz!" Bu kibirli, kendini beğenmiş kimselerin hepsi; iman eden fakir ve garip kimselerle bir olmaktan kaçınarak, bunu, kendileri için aşağılık saydılar. Hâlbuki, bu düşünce ve hareketlerinden daha büyük alçaklık ve aşağılık olamazdı. Bunu anlayamadıkları için, bir türlü uyanamıyorlardı. Hz. Nuh onlara şöyle cevap verdi: "Ben onların ihlas ile mi, yoksa dünyadaki rütbelerini yükseltmek, dünya menfaatine kavuşmak için mi bana tâbi olduklarını bilmem. Ben, görünüşe itibar ederim. Onların içlerini Allahü teâlâ bilir. Şayet şuur sahibi olsaydınız, bunun böyle olduğunu bilirdiniz. Fakat Allahü teâlâ, size, anlayacak şuur vermediğinden ve gözleriniz kör olduğundan, bunu anlayamıyorsunuz. Ben, sizin arzu ve isteklerinize uyarak, bana tâbi olmuş müminleri tardedecek, yanımdan kovacak değilim. Ben; fakir olsun, zengin olsun, mükellef olan insanları, küfür ve günahlardan sakındırmak için gönderilmiş bir peygamberim. Allahü teâlânın azabı ile korkutucuyum. Yoksa sizi razı edebilmek için, bana tâbi olmuş müminleri yanımdan kovucu değilim.
.
Ölümle tehdit ettiler
10 Mart 2004 01:00
Nuh aleyhisselamın nasihat ve yalvarmaları, onların insafa gelip, ona tâbi olmalarına sebep olacağı yerde, bilâkis onların kin ve düşmanlıklarını artırıyordu. Devamlı yalanladıkları, karşı çıktıkları gibi, büsbütün ileri giderek, onu tehdit edip dediler ki: "Ey Nuh! Eğer bu sözünden vazgeçmezsen, davet işinden ve bizi azap ile korkutmaktan geri durmazsan, muhakkak ki, taşla öldürülenlerden olursun." Böyle sözler söylemek ve ölümle tehdit etmekle, onu, bu ulvî davadan, yani peygamberliğini tebliğ vazifesinden caydırmak, vazgeçirmek istiyorlardı. Nuh aleyhisselam, bu gibi tehdit ve sataşmalarla davasından elbette vazgeçecek, hatta, yavaşlayacak, gerileyecek değildi. O, yine vazifesine devam etti. Zaman akıp giderken, Hz. Nuh büyük bir sabırla, belki akıllarını kullanırlar, belki uyanırlar da küfür ve isyandan, putlara ibadet etmekten vazgeçerler ümidiyle, hiçbir şeyden çekinmeden gayret ediyor; "Ey kavmim! Lâ ilâhe illallah deyin" diye yalvarıyordu. O, buna devam ettikçe, kavminin hakaretleri de gitgide artıyordu. Onu susturmak, üzmek ve insanlara bir şeyler anlatmasına mâni olmak için, ellerinden geleni yapıyorlardı. Hz. Nuh, kavminin yanına gelip, onlara bir şeyler söylemek istese, insanlar onu görmemek için, elbiseleriyle yüzlerini, parmaklarıyla da kulaklarını kapatırlar, hakaretlerini bu şekilde gösterirler, bazen daha da ileri giderek, sille tokat üzerine hücum edip, kıyasıya döverlerdi. Kavmin ileri gelenleri, bir taraftan Hz. Nuh'a hakaret ve hücum ederek, bir taraftan da, iman etmeye meyilli kimselerin arasında dolaşarak, onları tehditten geri kalmazlardı. Bu husus Kur'an-ı kerimde Nuh suresinin 23. ayet-i kerimesinde mealen şöyle bildirilmektedir: "Kavmin ileri gelenleri, hakimiyetleri altındaki kimselere; ilâhlarınıza ibadeti terketmeyin. Hassaten, Ved, Süvâ, Yegûs, Yeûk ve Nesr isimlerindeki ilâhlarınıza ibadeti terketmeyin, dediler." Müşrikler, Hz. Nuh'un tebliğ ettiği ve bildirdiği şeyleri kabul etmeyip karşı çıktıkları gibi, Hz. Nuh'a iman edenlere de zulüm ve eziyette ileri gitmeye başladılar. Muhammed aleyhisselamın ümmetinden, zayıf ve güçsüz olanlara, müşriklerin, ilk zamanlarda reva gördükleri zulüm ve haksızlık gibi, Nuh kavminin ileri gelen müşrikleri de, müminlere aynı şekilde davranıyorlardı. Fakat onların bu hareketleri, iman etmiş olan herhangi bir mümini imanından döndürmediği gibi, bilâkis, imanlarının ve Hz. Nuh'a bağlılıklarının daha da artmasına sebep oluyordu.
.
Kavminin azgınlığı gittikçe artıyordu
11 Mart 2004 01:00
Nuh aleyhisselam, her gün kavminin toplu bulundukları, hep birlikte oturdukları yerlere gider, onları, Allahü teâlâya ibadet etmeye davet eder, putlara tapmaktan, günah işlemekten uzak durmalarını söylerdi. Her defasında, kavmi ona hücum eder, bayıltıncaya kadar dövüp, ayaklarından çekerek, mezbelelik yerlere atarlardı. O insanlara nasihat verdikçe, insanlar ona daha çok saldırır, hatta kadınlar ve çocuklar da taş atarlardı. Bazen geçeceği yolların etrafına taş yığarlar, yoldan geçerken onu taşa tutarlardı. Azgınlık ve taşkınlıklarında o kadar ileri giderlerdi ki, taşlarlar ve döverler, artık mutlaka ölmüştür diye bırakırlar, mübarek vücudunu eski bir hasır parçasına sarıp, evine atıverirlerdi. Bundan sonra Cebrail aleyhisselam gelerek, yaralarını temizler, tedavi eder, Allahü teâlânın izni ile tekrar sıhhate kavuşurdu. İyileşince Allahü teâlâya hamd ve şükreder, iki rekât namaz kılardı. Namazdan sonra; "Ya Rabbî! İzzetine yemin ederim ki, onlardan bana gelen bela ve musibetler, benim sabrımı artırmaktan başka bir şey yapmıyor" diye duâ ederdi. Kalkıp, tekrar kavmine varır, nasihat ederdi. Böylece seneler geçmesine rağmen, ilk zamanlarda iman edenlerden başka kimse iman etmiyordu. Hz. Nuh'a ve ona iman edenlere karşı zulüm ve eziyetleri de gittikçe artıyordu. Hz. Nuh, peygamberliğini tebliğe başlayalı dörtyüz sene gibi çok uzun bir zaman geçmişti. Bu zaman zarfında Hz. Nuh'un kavmini imana daveti ve kavminin karşı çıkması, hep artarak devam etmişti. Her defasında, kavmine; "Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. Nuh aleyhisselam Onun resulüdür" demelerini söylüyordu. Fakat kavmi, bu sözüne karşılık, Hz. Nuh'un yanına varıp, tokatlıyorlar, dövüyorlar, yüzüne toprak atıyorlardı. Hz. Nuh, kavmine nasihat vermek üzere yanlarına gidip geldikçe, onlara, güneşin, ayın ve diğer yıldızların, belirli bir nizam ve istikamet içinde gökyüzünde hareket etmelerini, yerin ve göğün tabakalarını anlatır, bunların yaratılışlarındaki hikmetlerden ve faydalardan bahsederdi. Bütün bunların, insanların istifadeleri için yaratıldığını, onların hizmetine sunulduğunu, insanların da Allahü teâlâyı tanımak, Ona ibadet etmek ve ahirette sonsuz yaşamak için yaratıldığını haber verirdi. Fakat bütün bu anlatılanlardan hisse alıp uyanacakları yerde, bu kavmin azgınlığı ve taşkınlığı gittikçe artıyordu. Nuh aleyhisselam nasihat ettikçe, onların müşriklikte inat ve ısrarları çoğalıyordu. Her defasında eziyet ve cefa ederlerdi.
.
"Ben deli değilim"
12 Mart 2004 01:00
Nuh aleyhisselam ne zaman kavmini davet etse, onlar derlerdi ki: "Yazık sana ey Nuh! Bizim seni o kadar dövmemiz, tahkir etmemiz, aşağılamamız, seni bu davadan vazgeçirmeye yetmedi mi? Sen, Allahü teâlânın peygamberi olduğunu söylüyorsun. Şayet bu sözünde sadık olsa idin, "Her şeyin Rabbidir" dediğin o Allah, seni, bizim eziyet, cefa ve kötülüklerimizden korurdu. Fakat sen mecnun, deli birisi olduğun için, böyle işlere kalkışıyorsun." Hz. Nuh, onların bu sözlerine şöyle cevap verirdi: "Ey kavmim! Ben mecnun değilim. Ancak siz, bilmiyorsunuz. Babalarınız, dedeleriniz ölüp gittiler. Şimdi onlar yaptıklarına pişman bir vaziyette bulunuyor ve azap çekiyorlar. Siz, ibret alıp aklınızı başınıza toplayarak, putlara tapmaktan vazgeçin! Yalnız Allahü teâlâya iman ve sırf Ona ibadet edin! İbadet edilecek Ondan başkası yoktur. Siz dediklerime tâbi olursanız, baba ve dedelerinizin âkıbetine düşmekten kurtulur, dünya ve ahirette saadete erer, rahat ve huzura kavuşursunuz." Bütün bunlara rağmen bu kavmin insanları, şirk ve isyanda o kadar ileri gidiyorlardı ki, Hz. Nuh'un davetini kabul etmek şöyle dursun, hiç dikkate bile almıyorlardı. Buna rağmen Nuh aleyhisselam bıkmadan, usanmadan, kavminin bulunduğu yere tekrar tekrar gider, buyururdu ki: "Ey kavmim! Lâ ilâhe illallah. Nuh nebiyyullahi ve resulihî deyiniz! Putlara tapmayı terkediniz! " O böyle söylerken, bütün putların hep birlikte yüzüstü yere düştüğünü gördükleri hâlde, yine inanmaz, şirk ve isyanda ısrar ederlerdi. Bununla da kalmayıp, hemen, hep birden üzerine hücum ederek, şiddetli bir şekilde onu döverlerdi. O mübareğin vücudu yara bere içinde kalır, ağzından ve burnundan kan gelirdi. Merhamet hisleri körleşmiş olan bu nasipsiz kimseler, üstelik yaptıkları bu çirkin hareketlerden zevk duyarlardı. Hatta, Hz. Nuh'un mübarek karnına basarak, "Ey Nuh! İşte senin cezan budur" diyerek, bayağılık ve aşağılıklarını göstermekten geri kalmazlardı. Bütün bu eziyet ve sıkıntılara rağmen, Nuh aleyhisselam kavminin yaptıklarına sabrederdi. Kendisini her dövdüklerinde ve işkence ettiklerinde onlara lânet etmez ve, "Allahım! Kavmimi affet; çünkü onlar bilmiyorlar" derdi. Kavminin ise, imansızlık ve putlara tapmak hususunda, reislerine tam bir bağlılıkları vardı. Hatta bazı müşrikler ölümlerine yakın, mallarının yarısını, putların hizmetinde kullanılmak üzere ayrılmasını vasiyet ederlerdi. Bundan başka olarak, Hz. Nuh'a iman etmemek ve ona tâbi olmamak hususunda çoluk çocuklarından, hizmetçi ve yakınlarından da söz alırlardı.
.
Herkese ayrı bir din yaklaşımı!
12 Mart 2004 01:00
Geçenlerde, Milliyet gazetesinde, "Problem nerede? Dinde mi, dini anlayışlarda mı? Çözüm için 'dinde reform' yapılmalı?" konularını ihtiva eden bir yazı dizisi yayınlandı. Günümüzün meşhur ilahiyatçılarının konu ile ilgili görüşlerine geniş yer verildi. Bütün ilahiyatçılar şu üç noktada hemfikirler: 1- Dinde akıl esas alınmalı. 2- İçtihat kapısı açılmalı. 3- Dinde reform yapılmalı. Bazı ilahiyatçılar 'dinde reforma gerek yok, dinde değişim kafi' fikrini savunuyorsa da, değişimden neyi kastettiklerine bakıldığında, onların da reform istedikleri, fakat halkın reform kelimesine karşı olan alerjilerini bildikleri için daha yumuşak bir ifade olan 'değişim'i tercih ettikleri anlaşılıyor. Diyorlar ki: "Toplumun yeni sorunlarına çözüm için içtihat kaçınılmazdır. İçtihatta da en önemli unsur akıldır. Reform ve içtihat yapmak, kayıtsız ve şartsız düşünmekle olur. İslamda reform yapmaya içtihat denir. Bundan dolayı her müçtehit reformcudur. İslamın din bilgisi kaynağı akıl ve Kur'an'dır. Kur'an'a gidip fıkhın, tasavvufun, kelamın, hüküm ve kurallarını gözden geçirip değiştirmenin temel kuralı şudur: Ayetleri günümüzün şartlarına göre insanın, toplumun yararına göre yeniden yorumlamaktır." İçtihat gerekli mi gereksiz mi, bugün İçtihat yapacak kimse var mı? Konularını yarına bırakıp, dinimizde aklın yeri üzerinde durmak istiyorum bugün... Dikkat ediyorsanız, âlimler ve hazret-i Peygamberden hiç söz edilmiyor. Âlimlerden sonra Peygamber efendimizi de devre dışı bıraktı bunlar. Hep akıl ön planda. Çünkü hazret-i Peygambere de tam itimatları yok! Halbuki din, Resûl-i Ekrem efendimizin, Allahü teâlâ tarafından, Peygamber olarak, bütün insanlara getirdiği ve bildirdiği emirlerin hepsine güvenmek ve inanmaktır. Peygambere inanmamak veya itimâd etmemek, ona yalancı demek olur. Yalancılık kusûrdur. Kusûru olan kimse, Peygamber olamaz. Muhammed aleyhisselâmın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, akla, mantığa, tecrübeye ve felsefeye danışmaksızın, tasdîk ve itikâd etmektir, inanmaktır din. Akla uygun olduğu için tasdîk ederse, aklı tasdîk etmiş olur. Resûlü tasdîk etmiş olmaz. Veyahut, Resûlü ve aklı birlikte tasdîk etmiş olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. Her şey akıl ile halledilebilseydi Peygamberlere lüzum kalmazdı. Aklın kapasitesi sınırlı olduğu ve tek başına doğruyu, yanlışı ayırt edemediği için Peygamberler gönderildi. Herkes kendi aklı ile bu din bilgilerini bulmaya çalışırsa, yeryüzündeki insan sayısı kadar bozuk düşünce, din ortaya çıkar. Çünkü, herkesin anlayışı, düşüncesi, fikir yapısı bir değildir. Dünyalık meselelerde bile, herkes başka başka düşünmekte, herkes ayrı bir fikir yürütmektedir. Dünya işlerinde bile böyle olunca, aklın ermediği, anlayamadığı âhiret bilgilerinde doğruyu bulmak hiç mümkün olur mu? Dinimizin emir ve yasaklarını doğru olarak bildiren sadece Ehl-i sünnet âlimleri olmuştur. Zaten, ben ehli-i sünnet itikâdındayım demek, Peygamber efendimiz ve Eshâbı nasıl inanmışlar ise, ben de öyle inandım demektir. Ehl-i sünnet âlimlerini taklîd etmek, onların yolundan gitmek, insanı bozuk, zararlı inanıştan kurtarır. Çünkü, Ehl-i sünnet âlimleri, aklın ermediği bilgilerde, yalnız Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uymuşlar, akıllarını yalnız bu ikisinin manalarını arayıp bulmakta ve onları anlamakta kullanmışlardır. Bu manaları, Eshâb-ı kirâmdan, Onlar da, Resûlullahdan öğrenmişler ve öğrendiklerini kitaplarına yazmışlardır. Yalnız aklı esas alanlar yolda kalıp helak olmuşlar, vahyi yani peygamberin bildirdiklerini esas alanlar kurtulmuşlardır. Nitekim, İmâm-ı Gazâlî hazretleri "Gördüm ki akıl izmihlâl (yıkılma) içindedir. Akıl daha kendisinden bile habersizdir. Her şey peygamberlik gerçeğindedir. Bu gerçeğe yapıştım ve kurtuldum" demiştir.
.
Zamane müçtehitlerinden içtihatlar!
13 Mart 2004 01:00
Dün, aklın dinimizdeki yeri üzerinde durmuştuk. Bugün de içtihadın dinimizdeki yeri üzerinde durmak istiyorum. Milliyet gazetesindeki, dinde reform yazı dizisinde bir ilahiyatçı Prof. "Kapanmış içtihat kapısını açmak gerekir. Ancak, her önüne gelenin 'içtihat yapıyorum, bu da benim içtihadım' diyerek dini ifsat etmesi, bozması da yanlış olur. Buna mani olunmalıdır. Ancak ehli olan içtihad yapmalıdır" diyor. İçtihat konusunda işte bütün mesele burada düğümleniyor. Önce şunu ifade edeyim. Aklı başında, dinini seven ve kayıran, hazret-i Peygambere ve onun vârisleri olan âlimlere hürmeti olan herkes bugün içtihada lüzum olmadığını, geçmişteki müçtehit âlimlerin yaptıkları içtihatların yeterli olduğunu ve bundan sonra da dinî konularda kimsenin sıkıntıya düşmeyeceğini bildiriyorlar. Şimdi faraza, içtihada lüzum var kabul edelim. Yine az sayıda da olsa İçtihat yapacak ehil kimse var kabul edelim. Peki, herkes benim içtihadım doğru diyeceğine göre, hangisinin doğru, kimin ehil kimin ehil olmadığını nasıl ayırt edeceğiz. Şimdi size, işin vahametini göstermek için zamane müçtehitlerinin bazı içtihadlarını(!) sunmak istiyorum: Bir ilahiyatçı Prof. çıkıyor: "Kadınların başı açık, Kur'an okumaları, namaz kılmaları caizdir. Başı örtmek, namazla ilgili değildir. Hatta evde kimse yoksa çıplak olarak da kadın namaz kılabilir" diyor. Başka bir ilahiyatçı milletvekili de *Allah Kur'an'da örtünmeyi toplulukların örflerine bırakmıştır. Örf her topluluğun hukuku, kültürü, yorumunu kapsar. Dolayısıyla benim yorumuma göre, bir kadın 'riş-burç ve hamilelik bölgesini kapattığında dinin örtünme kurallarını da yerine getirmiş olur. Bu zamana ait bir örnekle söyleyecek olursak, tek parçalık bir mayo ile vücudunu örten kadın 'minimum örtünmenin' şartlarını da tamamlamış olur. Benim 'kadında örtünme' içtihadım budur' diyor. (Güler Kömürcü, Haber Türk, 02.03.2004) Başka biri çıkıp, "Kur'an'da bugün bildiğimiz beş vakit namaz açıkca bildirilmemiş. Kur'an'da geçen salat kelimesinin manası dua, anmak, hatırlamak manasındadır. Günlük işleri arasında, birkaç defa Allahı anmak, hatırlamakla Kur'an'ın namaz emri yerine getirilmiş olur" diyor. Daha neler neler söylüyorlar... Benim kafama takılan şu: Bildiğim kadarı ile ilahiyatta öğretim üyesi olmak için Müslüman olma şartı yoktur. Müslüman olmayan biri veya nüfus kâğıdında Müslüman görünen biri İslam dinine zarar vermek için İçtihat adı altında dini yıkma faaliyetinde bulunsa buna kim mani olacak? Sen ehilsin İçtihat yapabilirsin, sen değilsin yapamazsın, diye kim yetki verecek. Eskiden kimse böyle bir şeye teşebbüste bulunamazdı. Aklından bile geçiremezdi. Çünkü bunun şartları vardı. Her önüne gelen ben müçtehidim diye ortaya çıkamazdı. Çıksa bile haddi bildirilirdi. Şimdi de kısaca müçtehidde olması gereken bazı şartları sıralayalım: Arapçayı iyi bilmesi, kelimelerin, hakîki ve mecaz mânâlarını bilmesi, fıkıh âlimi olması, hükümlerin delillerini bilmesi, Kur'ân-ı kerîmi ezberlemiş olması, Kur'ân-ı kerîmin bütün âyetlerinin tefsirlerini bilmesi, âyet-i kerîmelerin nüzûl sebebini yâni hangi hâdise üzerine ve ne için indiğini, hükmünün kaldırılıp kaldırılmadığını bilmesi lâzımdır. Hadîs-i şerîflerin sahihlerini, çeşitlerini, râvîlerini, hadîs-i şerîfin niçin, nerede ve ne zaman söylendiğini bilmesi, Kütüb-i Sitte ve diğer hadis kitaplarında geçen yüzbinlerce hadîs-i şerîfi, rivâyet edenlerle birlikte ezberlemesi lâzımdır. Müslüman olması kafi değil ayrıca verâ sâhibi, nefsi tezkiye bulmuş, sâdık, emin olması lâzımdır. Bunun yanında, zamânın fen bilgilerinden de yeteri kadar bilmesi şarttır. Şimdi sormak lazım: Müçtehitlik taslayanlarda bu şartlardan hangileri mevcut?
.
"Bu adam delidir!"
13 Mart 2004 01:00
Kavmi, Nuh aleyhisselama düşmanlıkta o kadar ileri giderlerdi ki, babalar çocuklarına şöyle derlerdi: "Bana bak! Babam beni bundan sakındırdı. Ben de seni sakındırıyorum. Onun, seni babalarımızın dininden, putlarımıza ibadetten caydırmasından, çevirmesinden korkuyorum. Sakın ha sakın, onun söylediklerine kanmayasın! Çünkü o, sihir yapan yalancının biridir." Bir gün, kavmin ileri gelen reislerinden birisi, yanında oğlu ile birlikte giderken Hz. Nuh'a rastladılar. O şahıs oğluna dedi ki: "Oğlum! Bu adama dikkat et! Sözlerine inanma! Bu bir delidir." Bunun üzerine oğlu yerden bir avuç toprak alıp, Hz. Nuh'un yüzüne attı. Hz. Nuh'un mübarek yüzü toprak olduğu gibi, mübarek gözleri de toprak ile doldu. Bu hâlden dolayı çok mahzun oldu. Kendilerine iki cihan saadetini bildirmek üzere gönderilen bir büyük peygambere, kavminin bu kadar düşman kesilmesine, ona eziyet ve işkence etmelerine çok üzülen melekler, Allahü teâlaya münacat edip, yalvararak dediler ki: "Ya Rabbi! Sen bunlara karşı ne kadar halimsin. Onlar senin peygamberine karşı bu kadar kötü muamelede bulundukları hâlde, sen onlara, yine de yumuşaklıkla muamele ediyor, azap etmiyorsun. Onlar senin mülkün olan yeryüzünde yürüyorlar, senin verdiğin rızkı yiyorlar. Fakat, senden başkasına, sana ortak koştukları putlarına ibadet ediyorlar. Senin, kendilerine rahmet olarak gönderdiğin peygamberine ise isyan ediyor, üstelik bununla da kalmayıp, ona eza ve cefada ileri gidiyor, çok sıkıntı verdikleri gibi, her zulüm ve işkenceyi de reva görüyorlar." Hz. Nuh, dörtyüz elli sene kadar uzun bir müddet kavmini imana davet etti ise de, ilk zamanlarda iman edenlerden başka kimse iman etmedi. Böyle bir kavmin insanlarının, bu daveti kabul edeceklerine artık imkân ve ihtimal yoktu. Nitekim, kavminden birçokları dediler ki: "Ey Nuh! Sen bizimle çok mücadele ettin ve bu mücadelende de çok ileri gittin. Senin bu mücadelen çok uzadı. Eğer sen sözünde, vâdinde sadıklardan isen, bize vâdeylediğin azabı getir de görelim. Zira senin mücadele etmenin, nasihat verip durmanın bize bir tesiri yoktur." Onların bu sözleri üzerine, Nuh aleyhisselam onlara buyurdu ki: "Allahü teâlâ dilerse, hemen veya takdir ettiği daha sonraki bir zamanda azabı size getirir. Ama siz, azaptan kaçmakla Onun azabından kurtulamazsınız. Allahü teâlâ sizin Rabbinizdir, sizi yaratan Odur ve siz Ona döndürüleceksiniz. Dönüşünüz Onadır. O, size amelinizin karşılığını verir.
.
Son nasihati
14 Mart 2004 01:00
Nuh aleyhisselam senelerce davet etmesine rağmen, kavminin iman etmemesi üzerine, yavaş yavaş ümidini kaybetmeye başladı. Sonunda, Allahü teâlâya şöyle münacatta bulundu: "Ya Rabbi! Ben gece-gündüz devamlı olarak, kavmimi, taat ve ibadete davet ettim. Benim davetim, ancak onların, iman ve taatten uzaklaşmalarını artırdı. Senin, iman etmeleri sebebiyle onları magfiret etmen için, her ne zaman kendilerini imana davet ettimse, davetimi duymamak için parmaklarıyla kulaklarını tıkadılar. Yüzümü dahî görmemek için, elbiselerini başlarına örttüler. Küfür ve isyanlarında ısrar edip, bana tâbi olmaktan kaçındılar, kibirlendiler. Sonra onları, aşikâre olarak imana davet ettim. Daha sonra da, hem yüksek sesle, hem de her birini ayrı ayrı çağırarak, gizliden gizliye davetime devam ettim." Nuh aleyhisselam, davetini üç şekilde yürütmüştü. Önce gizli olarak davete başladı. Bu hâl kavmine pek tesir etmedi. Bundan sonra açıktan açığa davetini sürdürdü. Bu da tesirli olmayınca, davetini her iki şekilde de devam ettirdi. Yani hem gizli, hem de aşikâre olarak insanları imana davet etti. Hz. Nuh'un, bu münacatı üzerine, Allahü teâlâ, Nuh kavmine kırk sene müddetle yağmur vermedi. Ayrıca, bu müddet içinde, hiçbir kadının çocuğu olmadı. Üstelik bu asi kavmin çocukları, malları ve davarları da helâk olmaya başladı. Nasipleri kesilip, bağ-bahçe namına ne varsa, hepsi kurudu. Şiddetli bir sıkıntıya ve geçim darlığına düştüler. Ne yapacaklarını bilemediklerinden, çok şaşırmışlardı. Sonunda Hz. Nuh'a müracaat ettiler. O da kavmine buyurdu ki: "Küfürden, şirkten tövbe edip, Rabbinizden magfiretinizi isteyiniz! Zira O, şirk ve isyandan tövbe edeni çok magfiret edicidir. Bunu yaparsanız, Allahü teâlâ, ihtiyacınız kadar yağmur yağdırır, çok mal ve evlat ile size imdat eder, size meyveli bostanlar, bağlar, bahçeler verir ve o bostanlarda nehirler akıtır. Size ne oluyor ki, Allahü teâlânın azametine, büyüklüğüne inanmıyorsunuz. İhsanlarını ümit etmiyorsunuz ve Onun azabından korkmuyorsunuz. Hâlbuki, O sizi yaratmıştır. Hem siz, Allahü teâlânın yedi kat gökleri, tabaka tabaka nasıl yarattığını, dünyada ve diğer göklerde Ay'ı nur kıldığını, Güneş'i, yeryüzünde, gecenin karanlığını giderici ışık kaynağı kıldığını görmez misiniz? Allahü teâlâ, sizin aslınız olan Âdem'i topraktan yarattı. Sonra ölümünüzle yine toprağa iade eder ve kıyamet günü tekrar diriltip yine yerden çıkarır. Allahü teâlâ yeryüzünü, sizin için yatak gibi döşenmiş kıldı. Tâ ki, onda geniş yollar açıp gidersiniz
.
"Yüz çevirmeyin!"
15 Mart 2004 01:00
Nuh aleyhisselam, kıtlığa uğrayan kavmine, önce ibadet, takva ve taati emrettikten sonra, istigfârı emretti. Nuh aleyhisselamın bu sözlerine rağmen, kavmi, helâk olmayı seçerek, yine küfürlerinde ısrar ettiler. Hatta Nuh aleyhisselamı tehdit ettiler. Nuh aleyhisselam onlara dedi ki: "Ey kavmim! Eğer benim, sizin aranızda bulunmam ve Allahü teâlânın ayetlerini hatırlatarak sizi Hakka davet edip nasihat vermem size ağır geliyorsa, biliniz ki, ben sizin hilenizden Allahü teâlâya tevekkül ettim. Ona güvendim. Artık siz ve ortaklarınız toplanıp ne yapacağınızı kararlaştırın! Sonra benim helâkime kasdetmeniz gizli olmasın! Yapacağınızı aşikâre olarak yapın! İçinizdekileri gizlemeyin! Sizin bana yapacağınız şeylere aldırış etmem. Daha sonra da bana herhangi bir mühlet de vermeden istediğiniz kötülüğü yapın. " Hz. Nuh, Allahü teâlânın muhafaza ve himayesinde olduğunu bildiğinden, düşmanlarına hiç ehemmiyet vermediğini göstermek ve onların acizliğini, bir şey yapamayacaklarını meydana çıkarmak için şöyle bir teklifte bulundu: "Siz, tedbir sahiplerinizi, tedbirlerinizi, ortaklarınızı, yani bu hususta her neyiniz varsa, hepsini bir araya getirin ve bütün imkânlarınızı beni öldürmekte kullanın. Hem hiçbir tedbirinizi de noksan bırakmayın ki, sonunda, bu işi başaramadığınızda da, şu tedbiri de alsaydık demeyesiniz!" Hz. Nuh, onların daveti kabul etmeyip, yüz çevirmelerinin kendisine bir zarar veremeyeceğini de bildirerek buyurdu ki: "Eğer davetimden yüz çevirirseniz, bunun bana bir zararı yoktur. Zira insan iki şeyden korkar. Birincisi, başkalarının zararından, ikincisi de, menfaatinin kesilmesi endişesinden. Ben sizin şerrinizden, zarar vermenizden korkmadığımı, Allahü teâlâya tevekkül ettiğimi önceki sözümde de söyledim. Şimdi de, şunu söylüyorum: "Sözümü dinlememenizden dolayı bana bir zarar gelmez. Çünkü sizden korkum yok. Bir ücret istemiyorum ki, onu da elden kaçırma endişem olsun. Bunda benim bir telâşım yoktur. Benim ücretim Allahü teâlâya aittir. Siz kabul etseniz de, etmeseniz de, vazifemi yapmış oluyorum ve Allahü teâlâ bana bunu verecek. Şu hâlde siz iman etmezseniz, zarara uğrarsınız. Yani iman edip etmemeniz hâlinde, bana bir fayda ve zarar yoktur. Hakikat apaçık meydanda iken, Allahü teâlânın emirlerini hatırlatmamdan, sözlerimi ve nasihatlerimi kabulden yüz çevirmeye devam ederseniz, muhakkak helâk olursunuz. Kabulüne mâni olacak hiçbir sebep yokken, haktan yüz çevirirseniz, Allahü teâlâ size azap eder."
.
"Sen mahzun olma!"
16 Mart 2004 01:00
Nuh aleyhisselamın davet ve nasihati, kavminin nefslerine ağır geldiği için, ona akıl almaz hakaretler ve işkenceler yapmışlardı. Hz. Nuh onlara buyurmuştu ki: "Bana olan buğzunuz, sizi, eziyet etmeye sevketti. Hâlbuki, ben size, sizin bana yaptığınız kötülükle değil, Allahü teâlâya tevekkül etmekle, yalnız Ona itimat edip güvenmekle karşılık veririm. Sakın ola ki, eziyet vermenizin ve ölümle tehdit etmenizin, beni, insanları Hakka, Allahü teâlâya imana davetten alıkoyacağını zannetmeyiniz!" Hz. Nuh, onların kötü niyetlerinin bulunduğunu haber verip, meydan okudu ve şöyle dedi: "Maksadınızın meydana gelmesini temin edecek, ne kadar çare, yol varsa hepsini toplayın. Kendilerine yakın olmakla, durumunuzun kuvvetli olacağını zannettiğiniz ortaklarınızı kendinize katın. Bu işiniz size tasa olmasın, faaliyetinizi gizli olarak devam ettirip sıkılmayın. Ne yapacaksanız, aşikâre olarak yapın! Bütün bu hazırlıklardan sonra, yapacağınız kötülüğü bana yöneltin. Bu kötülüğünüzü icra edeceğinizde, bana mühlet vermeyin ve bütün gücünüzle acele edin." Hz. Nuh, kavminin kendisine yaptığı eziyetlere katlanıyor, ancak, iman etmemelerine üzülüyordu. Nihayet Allahü teâlâya şöyle yalvardı: "Ya Rabbî! Kullarının bana yaptığını görüyorsun. Kulların hakkında hayır dilemişsen, onları hidayete erdir. Yoksa sen onlar hakkında hükmedinceye kadar, bana sabır ver. Çünkü sen, hükmedenlerin en hayırlısısın." Bunun hakkında, Hud suresinin 36. ayet-i kerimesinde mealen şöyle bildirildi: "Nuh'a vahyolundu ki, kavminden daha evvel iman etmiş olanların dışında hiç kimse iman etmeyecek. O hâlde sen, kavmin seni yalanladıkları için ve sana eza verdikleri için mahzun olma, kederlenme ki, onlardan intikam alma vakti gelmiştir." Allahü teâlâdan gelen vahiy ile de sabit olmuş, iyice anlaşılmıştı ki, bu kavim ıslah olmayacak ve başka iman eden bulunmayacaktı. Artık ümit de kalmamıştı. Bundan sonra Hz. Nuh, kavminin helâkı için şöyle duâ etti: "Ya Rabbî! Bu zâlimleri helâk ve azabını ziyade eyle! Ey beni hidayet ve doğru yol üzere gitmek yaratılışı ile terbiye eden Rabbim! Yeryüzünde hareket eden hiçbir kâfiri bırakma! Eğer sen, onları bırakırsan, kullarını dalalete sürüklerler. Ey Rabbim! Beni, anamı, babamı mümin olarak evime girenleri, erkek, kadın, bütün müminleri magfiret eyle! Zâlimlerin, kâfirlerin ise ancak helâk ve hüsranlarını arttır."
.
Gemi yapması emredildi!..
17 Mart 2004 01:00
Nuh aleyhisselamın anne ve babası, onun dinine girmiş mümin kimselerdi. Nuh aleyhisselamın duâsı Kur'an-ı kerimde çeşitli ayetlerde bildirilmiştir. Müminun suresinin 26. ayet-i kerimesinde, Hz. Nuh'un, kavminin iman etmesinden ümit kesince, Allahü teâlâya yönelerek şöyle duâ ettiği bildirilmektedir: "Ey Rabbim! Kavmimden olanlar beni yalanladıkları için vadettiğin azabı göndermek, onlardan intikamımı almak suretiyle onlara karşı bana yardım et!" Şuara suresinin 117 ve 118. ayet-i kerimelerinde mealen buyuruldu ki: "Nuh (aleyhisselam) duâ edip dedi ki: Ya Rabbî! Gerçekten kavmim beni tekzip etti. Beni yalanladılar. Artık benimle onların arasındaki hükmü sen ver. Beni kurtar!" Hz. Nuh'un yaptığı bu duâlara melekler, amin dediler. Allahü teâlâ onun duâsını kabul etti. Ona kavminin helâk olma zamanının geldiğini vahyetti ve buyurdu ki: "Nezaretimiz altında ve vahyimiz ile bir gemi yap! Zâlimler hakkında azabın defi için bana duâ eyleme ki, onlar, gark olunmakla, suda boğulmakla hüküm olunmuşlardır." Rivayet olundu ki; Cebrail aleyhisselam Nuh aleyhisselama gelerek dedi ki: "Allahü teâlâ sana bir gemi yapmanı emrediyor. Allahü teâlâ sana, onu yapmayı kolaylaştırır ve nasıl yapılacağı hususunda yol gösterir. " Allahü teâlânın bu emri üzerine Nuh aleyhisselam, evladı ve kavminden iman edenlerle beraber gemiyi yapmaya başladı. Gemi yapmak için çok ağaca ihtiyaç vardı. Bulundukları yer ise ağaçsızdı. Bu yüzden ağacın bol olduğu bir yerde gemiyi yapmaları icap etti. Bulundukları yerin dışına çıkıp, ağacı çok olan bir mahalli seçtiler ve çalışmaya başladılar. Kavmin ileri gelenleri, oraya gelip, Hz. Nuh'u bu işle meşgul görünce, alaya başladılar: - Neler yapıyorsun ey Nuh? Bakıyoruz meslek değiştirdin. Senin marangozluktan anladığını bilmiyorduk. Keşke bu işe daha önce başlasaydın. Bu işte peygamberlikten daha başarılısın... - Biz kıtlıktan, kuraklıktan kırılıyoruz. Sen de tutmuş, boğulmamak için gemi yapıyorsun... Bu ve benzeri sözlerle alaylarını sürdürüyorlardı... Onların bu alaya almalarına karşı Nuh aleyhisselam diyordu ki: "Gerçi şimdi siz bizimle alay ediyorsunuz, ama Allahü teâlânın azabı size geldiği zaman çok perişan olacaksınız. Kendisini perişan ve rüsva edecek azabın kime geleceğini ve ahirette daimî azabın kimin başına geleceğini yakında bileceksiniz
.
"Bu son sözümdür!"
18 Mart 2004 01:00
Nuh aleyhisselamın kavmi, gece olunca, Hz. Nuh'un yaptığı geminin yanına gelip, yakmak isterler, lâkin hiçbir zarar veremeden geri dönerlerdi. Nuh aleyhisselama da; "Ey Nuh! Bu da senin sihirlerindendir" diyorlar, iman etmeyi akıllarına bile getirmiyorlardı. Bu kadar açık mucizeleri gördükleri hâlde, küfürlerinde ısrar ediyorlardı. Nuh aleyhisselam geminin yapımına devam etti. Kur'an-ı kerimde, fülk, fülk-i meşhûn, zât-i elvâh ve desir gibi kelimelerle işaret buyurulan, Hz. Nuh'un gemisinin mahiyeti, eni, boyu, yüksekliği, nasıl yapıldığı, yapılırken hangi malzemenin kullanıldığı hakkında çeşitli rivayetler vardır. Abanoz ağacından yapıldığı söylenen geminin, iki veya dört senede tamamlandığı, üç katlı olduğu rivayeti meşhurdur. Ateş yanarak, kazanı kaynayarak hareket ettiği, yani buharla çalıştığı Kur'an-ı kerimde açık olarak bildirilmiştir. Nuh aleyhisselam, yüzyıllar boyunca, kavmini iman ve hidayete davet ettiği hâlde, onların, inanmamakta ısrar etmeleri sebebiyle helâk olmalarının yaklaştığı sırada, son olarak kavmine şöyle söyledi: "Ey insanlar! Ben size doğru yolu göstermek için Allahü teâlâ tarafından görevlendirildim. Bir ömür boyu size nasihat ettim. Dinlemediniz, benimle alay ettiniz, buna rağmen sabır ve tahammül gösterdim. Bana ve bana inananlara eziyet edip, incittiniz. Allahü teâlâ, yeryüzünü zulüm ve küfürden temizleyecek. Geliniz, davetimi kabul ediniz. Cahillik etmeyiniz. Allahü teâlâya itaat ediniz. Ben sizin hayır ve iyiliğinizi istiyorum. Siz bilmiyorsunuz ama, Allahü teâlânın azabı en kısa zamanda büyük bir tufan şeklinde gelecek. Bildirdiklerime inanmayan herkes helâk olacaktır. Şu yaptığım gemi, iman edenlerin binip, kurtuluşa ereceği gemidir. Allahü teâlâya iman etmeyen âsiler suda boğulacaktır. Kurtulmayı isteyen iman etsin ve benimle gelsin. Bu, benim, herkesin duymasını istediğim son sözümdür. " Hz. Nuh'un son olarak söylediği bu sözlerine de uymayan insanlar, dediler ki: "Ey Nuh! Uzun yıllardan beri, bu sözleri söylüyorsun. Şimdi de kuru bir çöl ortasında büyük bir gemi yaptın. Bizi tufanla korkutuyorsun. Biz sana da, söylediklerine de inanmıyoruz." Nuh aleyhisselam gemiyi bitirdiğinde, vaadolunan azabın vakti gelmişti. Tufanın alametleri görülüp, sular yavaş yavaş yükselmeye başladı. Allahü teâlâ, Hz. Nuh'a vahyedip, her hayvan ve kuştan birer çifti ve kavminden iman edenleri gemiye almasını emretti. Gemiye alınan müminlerin sayısı hakkında değişik rivayetler vardır. İbni Abbas'dan rivayet edildiğine göre; Nuh aleyhisselam da dahil, gemide 80 kişi bulunuyordu.
.
"Azap vakti geldi!"
19 Mart 2004 01:00
Nuh aleyhisselamın son davetini de kavmi kabul etmeyince, sular yükselmeye başladı. Bu hususta Kur'an-ı kerimde, Hud suresinin 40. ayet-i kerimesinde mealen buyuruldu ki: "Nihayet helâk etme emrimizin, azabımızın vakti geldiği, gemi kazanı [Tennûr] kaynadığı zaman, biz Nuh'a emreyledik ki, kendisinden faydalanılan hayvanların her cinsinden erkek ve dişi birer çiftini gemiye koy. Üzerlerine boğulma emri takdir olunanlar hariç âile efradını ve sana iman etmiş olanları gemiye koy. Zaten Nuh'a iman edenler pek az idi." Âlimler, ayet-i kerimede geçen tennûru, gemide suyun toplandığı yer olarak bildirmişler, yani tennûrun geminin kazanı olduğunu haber vermişler; "Nuh'un gemisinin, ateş yanarak, kazanı kaynayarak hareket ettiğini, Kur'an-ı kerim açıkça bildiriyor" buyurmuşlardır. Tufan alametleri başlayınca, Hz. Nuh, müminlerden birini, kavmin meliki olan Safredûs'a gönderdi. Gönderilen mümin, tufanın başladığını haber verip, meliki imana davet etti. Kral derhal atına atlayıp geminin yanına geldi. Hz. Nuh'a bu olanları sordu. O da buyurdu ki: "Ey Melik! Bu, daima size söylediğim, sizi korkuttuğum gadab-ı İlâhidir. Allahü teâlânın azabıdır. İşte zâhir oldu." Kral ve diğer müşrikler, hâlâ bu hâli, diğer zamanlarda yağan, şiddetli yağmur olarak zannettiler ve en son daveti de kabul etmediler. Gemiye binecekler hazır olunca, Hz. Nuh onlara, Besmele ile gemiye binmelerini söyledi. Bütün müminler, o azgın kâfirlerin gözleri önünde, Hz. Nuh'la beraber gemiye bindiler. Nitekim bu hâl, Hud suresinin 41. ayet-i kerimesinde mealen şöyle bildirildi: "Nuh, gemiye bineceklere; 'Allahü teâlânın ismiyle girin ki, geminin yürümesi ve durması Allahü teâlânın iradesiyledir. Benim Rabbim, müminleri magfiret edici ve merhametiyle tufan belasından kurtarıcıdır' dedi." Nihayet gemiye binecekler bindi. Tufan başlamıştı. Sular yükseliyordu. Hz. Nuh, geminin gitmesini isteyince, "Bismillah" der, gemi giderdi. Durmasını isteyince de, yine "Bismillah" der ve gemi dururdu. Hz. Nuh ilk önce, iman etmiş olan Amûre ismindeki bir hanımla evlenmişti. Bundan olan oğulları ve bunların hanımları, yani Hz. Nuh'un gelinleri de mümin idi. Bunların hepsi gemiye binmişlerdi. İkinci olarak iman etmiş olan Vâile ise, daha sonra, imandan ayrılmış, mürted olmuştu. Hz. Nuh'un bu kadından doğan oğlu Kenan da babasına iman etmemişti. Bu Vâile, mürted olduktan sonra ise, Hz. Nuh'a mecnun, deli diyerek, küstahlıkta bulunduğu gibi, onun gizli sırlarını, kavmin müşrik olan reislerine vermekten de geri kalmıyordu..
.
Evlilikte kariyerin önemi
19 Mart 2004 01:00
Son yıllarda toplumun çekirdeğini oluşturan ailede büyük sarsıntılar yaşanmakta. Boşanma oranları günbegün artmakta. Bunun pek çok sebepleri olmakla beraber istatistiklere göre önemli bir oran teşkil eden "kariyer evliliği" konusu üzerinde durmak istiyorum bugün... Bu konu ile ilgili, Aydın Abalı'nın "Genç Beyin" dergisinde yayınlanan önemli tespitlerini sizlerle paylaşmak istiyorum: Evlilikte, aile hayatında kariyerin, yüksek öğrenimin kaliteyi artırması beklenirken; diplomalar enâniyet (benlik) yarışına yol açmakta, o da sinir harbi başlatmakta, sonunda incir çekirdeğini bile doldurmayacak konular yüzünden çıkan tartışmalar büyük meydan muharebelerine dönüşmekte ve sonunda mahkeme yolu görünmektedir. Gerekçe bildiğiniz gibi: "Şiddetli geçimsizlik..." Peki, yuvayı yapan dişi kuş yüksek öğrenim görünce neden problem yaşanır? Neden üniversite okumuş hanım birikimini aileyi cennete çevirip kendisine, eşine ve çocuklarına iki cihan saadeti yaşatmak için kullanmaz? Çünkü tahsil onda, eğitim onda, bilgi ve beceri onda, problem çözme kabiliyeti onda, geniş düşünmek onda, akademik yaklaşım onda... Fakat gelin görün ki, bizim köyün çobanı Haydar Amca'nın, elleri orakla yonca otu dermekten nasır tutmuş kızı Gülsüm Hanım mutlu bir evlilik sürdürüyor; Boğaziçi Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik (PDR) bölümünü derece ile bitirmiş Emel Hanımin aile hayatı cehennem! Evlilik işkence halini almış, her saat kimsenin üstün gelmediği ve gelemeyeceği bir tartışma var. Emel Hanım elâleme psikolojik danışmanlık ve rehberlik yapmada çok marifetli ama eşine bu danışmanlık hizmetini veremiyor bir türlü... Olmuyor, yürümüyor, gitmiyor işte! Yürüyenler de "mecburiyetten" yürüyor. İmajı ve klası zarar görmesin diye yıllardır aynı evde bekâr gibi yaşayan, evi pansiyon olarak kullanan öyle evliler var ki. Örneğin Melih Bey, ABD'deki meşhur bir üniversitede doktora öğrencisiyken tanışmış meslektaşı ve eşi Figen Hanımla... 4 yıl flört ederek evlenmişler. Evlilikleri "mecburen" yürüyor, her tartışmada boşanmaya karar veriyorlar ama çevrenin baskısıyla buna cesaret edemiyorlar bir türlü... Melih Bey anlatıyor: "Figen onuruna ve kişiliğine çok düşkün. Ben ise ondan daha fazla düşkünüm. Çok basit bir şey, meselâ diş macununun bitmiş olması bile birkaç dakika içinde kariyer yarışı ve münakaşaya dönebiliyor. Figen sinirlenince dev bir ateş topunu andırıyor; kızgınken ağzından çıkanları teybe kaydedip 'Nobel Jürisi'ne dinletsem, duyduklarıma sabrettiğim için Nobel Barış Ödülü'nü bana verirler." Gerçek olan şu ki: Kendisine ve kariyerine güvenen, icabında eşine bağlı kalmadan geçinebilecek durumda olan, her halükârda kendi çarkını çevirebileceğine inanan, "ene"sine (benlik) toz kondurmayan, muhatabından kayıtsız şartsız saygı bekleyen, özgürlüğüne uzanacak elleri derhal kırmaya hazır bir kişilik. Hal böyle olunca niçin boyun eğsin! Her gün binayı 7.4 şiddetinde sarsan tartışmaları, kavga-döğüşleri, bağırıp çağırmaları dinlemekten apartman sakinleri bile rahatsız olur. "Tartışacaksanız sessiz olun be kardeşim! Birbirinizi dinlemeyi öğrenin önce... İkiniz de konuşuyorsunuz habire, hiç susmuyorsunuz ki! Biraz da tartışmamayı deneyin be kardeşim!" diye ikaz etmek zorunda kalırlar. Olup bitenlere seyirci olan akraba ve taallukat da mustarip: "Bunlarda aile mahremiyeti denen şey hiç mi yok Allah aşkına? Biraz da kol kırılsın yen içinde yahu; Allah Allah! Herkes her şeyi bütün incelikleriyle biliyor, anında öğreniyor; böyle aile mi olur? Bunlarınki sadece gurur ve kibir yarışı, başka bir şey değil! Sizinki nasıl yüksek eğitim? Koca koca diplomalarınızdan utanın!" diye müdahale ederler. (Yarın da, diploma evliliği yapmış kimselere "huzurlu evlilik" için önemli tavsiyelerimiz olacak!
.
Her yer su altında!
20 Mart 2004 01:00
Nuh aleyhisselam sular yükselmeye başladığında, oğlu Kenan'ı bir köşede gördü. Babalık ve peygamberlik şefkati ile son bir defa daha, bu asi evlada nasihat etti. İman etmesini söyleyerek buyurdu ki: "Ey oğulcuğum! Bizimle beraber gemiye bin ki, inananlarla beraber selamete eresin. Kâfirlerle beraber olma! Eğer kâfirlerle beraber olursan helâk olursun." "Ne iman ederim, ne de gemiye binerim. Bir büyük dağa sığınırım. O dağ beni, suda boğulmaktan korur." "Allahü teâlânın iman nasip etmekle rahmet buyurdukları hariç, bugün Allahü teâlânın azabı olan boğulmaktan koruyucu, kurtarıcı yoktur." Nuh aleyhisselam bundan sonra, Allahü teâlâya nidâ edip dedi ki: "Ya Rabbî! Oğlum Kenan benim ehlimdendir ve senin vaadin elbette haktır. Senin vaadinde değişiklik olmaz. Sen beni ve ehlimi suda boğmayacağını vaad etmişsin." Allahü teâlâ buyurdu ki: "Ey Nuh, o senin ehlinden, dininden değildir. Zira o salih olmayan bir amel sahibidir. O hâlde ilmine vâkıf olmadığın bir şeyi benden isteme!" Bunun üzerine Nuh aleyhisselam derhal şöyle dedi: "Ya Rabbî! İlmim olmayan şeyi senden istemekten, sana sığınırım. Eğer beni magfiret ve bana affınla rahmet etmezsen, ben ziyana düşenlerden olurum..." Tufan başlamıştı. Gökten âdetâ sel akıyor, yerden de su fışkırıyordu. Hem bu su, başka zamanlarda yağan yağmur suları gibi, tatlı değildi. Tadı acı olup, içenin midesini harap ederdi. Bunun normal bir yağmur değil, azap suyu olduğu, gayet açık ve aşikâr idi. Bu sular her tarafı kapladı. Gemide bulunanların haricinde hiçbir canlı mahluk kalmamak üzere hepsi boğuldu. Suların yükselmesinden, en yüksek dağlar bile su altında kaldı. Bu kadar büyük ve geniş bir su deryasında, dalgaların büyüklüğünü tarif etmek mümkün değildir. Bu tufan esnasında, Hz. Nuh'un gemisi emniyet ve selamet içinde, rahatça yol alıyordu. Nitekim Hud suresinin 42. ayet-i kerimesinde mealen buyuruldu ki: "O gemi, dağlar gibi dalgalar içinde yüzüp onları götürüyordu..." Gemi dağlar gibi dalgalar arasında, bütün dünyayı dolaştı. Her uğradığı yerde, yani şehirler üzerinden geçerken; "Bu şehir filan şehirdir. Tufandan sonra da burada filan şehir kurulacaktır" diye bir ses gelirdi. Mekke-i mükerremeye vardıklarında, gemi, Kâbe-i muazzamanın bulunduğu yerin etrafında, su üzerinde, yedi defa döndü. Böylece Kâbe-i muazzamayı tavaf etmiş oldular.
.
Evlilikte esas güzel huyluluktur
20 Mart 2004 01:00
Dînimiz her husûsta olduğu gibi, evlilik husûsunda da nelere dikkat etmek gerekli olduğunu bildirmiştir. Dikkat edilecek husûslardan biri de, evlenilecek kadının güzel huylu olmasıdır. Eğer güzel huyu esas alınmaz, mesleği, kariyeri esas alınırsa kişinin hem dünyası hem de âhıreti kararır. Huzur yuvası olması gereken ev Cehennem azabına dönüşür. Bunun nice acı örnekleri vardır. Sadece güzellikten, tahsilden yola çıkan yolda kalır. Bu kaide sadece bizim için değil, her millet için geçerlidir. Meselâ, Üçüncü Napolyon dünyanın en güzel kadını sayılan Teba Kontesi Marie Evgenie ile evlenmeye karar verdiğini açıkladığında, ortalık karıştı. Tecrübeliler, "Bu iş olmaz" dediler. Napolyon tepkilere kulak asmadı. "Sevdiğim kadını tercih ediyorum" diyerek güzelliği esas alarak evlilik kararını gerçekleştirdi. İkisi de birbirlerini çok seviyorlardı. Şöhretliydiler. Güzeldiler. Büyük servete sahiptiler. İyi bir öğrenim görmüşlerdi. Fakat bir şey eksikti. O da, kadın, güzelliğinin aksine çok huysuzdu. Napolyon'un gözünü güzellik kamaştırdığı için, bu yönünü göremedi. Fakat çok geçmeden bu evlilik yıkıldı. Ne Evgenie'nin imparatoriçe olması, ne aşklarının kuvveti, ne de tahtın göz kamaştırıcı kudreti bu evliliğin yok olmasını önleyemedi. Evgenie, Napolyon için tam bir baş belâsı olmuştu. Şüpheler içinde kıvranan Evgenie, Napolyon'un en meşgul anında yanına gider, en önemli görüşmelerini keser, bağırır, çağırırdı. Aklına estikçe kızkardeşinin yanına kaçar, eşini şikâyet eder, ağlar, sızlar, sonunda dönüp yine Napolyon'a hakâretler yağdırırdı. Bir sürü muhteşem sarayın sahibi olan Napolyon, bir an başını dinleyebilmek için bir oda bulmaktan âciz kalıyordu. Karısının o eşsiz güzelliği, onun için korkulu rüyâ hâline gelmişti. Eskiden onun yüzüne baktığında rahatlayan Napolyon, artık onun yüzünü görmediği anlar rahat olabiliyordu. Huysuzluğun zehirli dumanları, bu evliliği de boğmuştu. Kadın dırdırı bir imparatoru bile evinden kaçırtmıştı. *** Meşhur Rus yazarı, Tolstoy da güzelliği dillere destan, iyi öğrenim görmüş bir kadınla evlenmişti. Kısa zaman sonra, karısının bir işkence makinesinden farkı kalmamıştı. Tolstoy düşündüğü gibi yaşamak istediğini söyledikçe, karısı kendini yerlere atar, yeminlerle intihâr edeceğini söyler, ağlar, bağırır, çağırır, hakâret ederdi. Öyle bir an geldi ki, Tolstoy'un biricik isteği bu sinir krizlerinden kurtulabilmek oldu. Etrafına yalvarıyordu: "Ne olur, karımın yanıma gelmesine müsaade etmeyin!" En sonunda, evindeki bu Cehennem hayatı, içindeki huzuru tarumar etti. Karlı bir gecede soğuk karanlığa doğru atıldı. Evinden uzaklaştı. Onbir gün sonra bir istasyonda zatürreeden ölürken, yine tek isteği vardı: "Karımı yanıma sokmayın! Mezarıma da gelmesin!" Kötü huylu bir kadının güzelliği, kariyeri çirkin insana güzel bir elbise giydirmeye benzer. Elbisenin güzelliği o şahsa hiçbir şey kazandıramadığı gibi; kötü bir huyun yerleştiği vücûdun güzelliği de ona hiçbir asâlet kazandıramaz. İstanbul'da yirmi yıl boşanma davalarına bakan meşhûr bir avukat diyor ki: Kocaların evlerini terketmelerinin en önemli sebebinin, karılarının dırdırı olduğunu gördüm. Çoğu kadın, işte evliliklerinin mezarını böyle kazıyorlar. Aile hayatınızı huzurlu kılmak ve evliliği Cehennem azâbına çevirmemek için, herşeyden önce kadında güzel huy aramalıdır. Sevgili Peygamberimiz, 1400 sene evvel aile huzurunun folmülünü şöyle bildirmiştir: "Kadın, ya malı için veya güzelliği için, yâhud dîni için alınır. Siz dîni olanı, güzel huylu olanı alınız! Malı için alan, malına kavuşamaz. Yalnız güzelliği için alan, güzelliğinden mahrûm kalır.
.
"Ey yer, suyunu yut!"
21 Mart 2004 01:00
Rivayet edildiğine göre tufan, altı ay devam etti. Nihayet Allahü teâlâ yere ve göğe emredip buyurdu ki: "Ey yer! Suyunu yut ve ey sema suyunu tut, yağdırma!" Bu İlâhi emir karşısında su çekildi ve gemi Cudi Dağı üzerinde karar kıldı. Bundan sonra Allahü teâlâ tarafından Hz. Nuh'a denildi ki: "Ya Nuh! Bizden, selamet ile ve seninle beraber bulunanlardan doğup, yetişecek mümin ümmetler üzerine birçok bereketler ile gemiden in! Beraberinde bulunanlardan gelecek kâfir ümmetler de vardır ki, biz onları da dünyada bol rızıklarla faydalandıracağız. Sonra ise ahirette onlara, bizden elem verici bir azap verilecektir." Tufan sona erince gemide bulunanlar, emniyet ve selamet içinde gemiden indiler. Yeryüzünde, kendilerinden başka hiçbir canlı sağ kalmadı. Bu dehşetli ve korkunç tufanda, onlar, imanlarının bereketiyle hiçbir sıkıntı ve elem görmediler. Dağlar gibi dalgaların meydana geldiği o korkunç su deryası, Allahü teâlânın emri ile yine çok kısa bir zamanda kuruyup, yeryüzü yaşamaya müsait hâle geldi. Tufandan evvel 40 veya 90 sene süren kıtlık müddetince, müşriklerin çocukları da olmamıştı. Yani tufanda, yeryüzünde hep, âkıl bâliğ olan kimseler vardı. Bunlardan mümin olanlar kurtulup, kâfirler ise, tamamen helâk oldu. Yani tufanda müşriklerin çocukları olmadığından günahsız kimseler helâk olmamıştır. Nuh ve beraberindekiler, Muharrem ayının onuncu (Aşûre) gününde gemiden indiler. Tufandan sağ ve selametle kurtulmalarına, karaya inmelerine şükür olarak, o gün oruç tuttular. Azıklarından ellerinde kalanları topladılar. Hz. Nuh, buğday, mercimek, nohut gibi hububattan tatlı pişirdi. Bu tatlıya aşûre tatlısı demek âdet olmuştur. (Muhammed aleyhisselam ve eshab-ı kiram böyle yapmadı. Bunun için Aşûre Günü, aşûre pişirmeyi ibadet sanmak bid'at olur. Muhammed aleyhisselamın yaptığı veya emrettiği şeyleri yapmak ibadet olur. Din kitaplarının yazmadığı, ehl-i sünnet âlimlerinin bildirmediği şeyleri yapmak, bunları ibadet sanmak sevap olmaz, günah olur. O gün, herhangi bir tatlı yapmak, tanıdıklara ziyafet, fakirlere sadaka vermek sünnettir, ibadettir.) Nuh aleyhisselamın peygamberliği 950 sene sürdü. Yaşı kesin bildirilmedi. Kabr-i şerifinin nerede olduğu ve tufandan sonra ne kadar yaşadığı hakkında muhtelif rivayetler vardır. İnsanlar, Nuh aleyhisselamın gemiye binen oğullarından ve diğer inananlardan çoğaldılar. Zamanla diğer inananlar unutularak Hz. Nuh'a ikinci Âdem denildi.
Bu âlemi nasıl buldun?"
22 Mart 2004 01:00
Tufan son bulduktan, yeryüzünde hayat yeniden başladıktan ve evladı etrafa dağıldıktan sonra Nuh aleyhisselam vefat etti. Tufandan sonra daha uzun seneler yaşadığı da bildirilmiştir. Hz. Nuh'un vefatı yaklaştığında, Cebrail ve Azrail aleyhimesselam birlikte geldiler. Azrail aleyhisselam buyurdu ki: "Ey uzun ömürlü peygamber! Ömür olarak bu kadar hayat sürdün. Çok günler geçirdin. Sıkıntı ve meşakkat diyarı olan bu fâni âlemi nasıl buldun?" Hz. Nuh da şöyle cevap verdi: "İki kapısı olan bir kervansaray gibi buldum. Bu kapının birinden içeri girdim. Diğerinden çıkıp gidiyorum. Ancak içeride az bir miktar kaldım." Bundan sonra vefat edip, Kudüs'te Beyt-i Makdis civarına defnedildi. Bu hususta başka rivayetler de vardır. Rivayete göre Havariler, İsa aleyhisselama dediler ki: "Ey Allahın peygamberi! Allahü teâlâ sana, ölüleri diriltmek mucizesini verdi. Nuh aleyhisselamın gemisini görmüş, bize ondan bahsedecek birisini diriltseydin ne iyi olurdu." Bunun üzerine İsa aleyhisselam, onları, bir kum tepeciğinin yanına götürdü. Oradan bir avuç toprak alıp, havarilerine sordu: "Buranın ne olduğunu bilir misiniz?" Onlar da dediler ki: "Allahü teâlâ ve peygamberi daha iyi bilir." "Burada Hz. Nuh'un oğlu Sam vardır" deyip, elindeki asası ile toprağa vurdu ve buyurdu ki: "Allahü teâlânın izni ile kalk!" O böyle söyler söylemez, orası açıldı ve Sam, mezardan çıktı. Hz. İsa ona buyurdu ki: "Nuh aleyhisselamın gemisinden bahset, haber ver!" Sam da şöyle anlattı: "Gemi üç katlı idi. Birinci katta evcil ve vahşî hayvanlar, ikinci katta kuşlar, üçüncü katta da müminler vardı... Allahü teâlâ, birbirine hasım olan hayvanlara dostluk verdi. Böylece birbirlerine zararları dokunmadı." Bu şekilde suâl ve cevaplardan sonra, Hz. İsa buyurdu ki: "Allahü teâlânın izniyle geri dön!" Bunun üzerine Sam da tekrar vefat edip, toprağa girdi. Allahü teâlâ katında Hz. Nuh'un derecesi o kadar yüksek idi ki, onun gadaplanması ile; gökler, yer ve hava gadaba geldi. Bu, öyle bir gadablanma idi ki, yeryüzünde değişikliğe uğraması icabeden ne kadar yer varsa, değişikliğe uğrayıncaya ve yeryüzünde kâfirler kalmayıncaya kadar dinmedi. Hz. Nuh'un yüksekliği, üstünlüğü buradan da anlaşılmaktadır
.
Ruhun mahiyeti nedir?
22 Mart 2004 01:00
Ruh nedir, insan ölünce ruhu da ölür mü, ölmezse ruh ne iş yapar? CEVAP: Ruh, bedeni ayakta tutan bir kuvvettir. Ruh ölmez. Ruh [can] bedenden ayrı bir varlıktır. Zümer suresinin, (Allah, öleceklerin ölümleri anında, ölmeyeceklerin de uykuları esnasında ruhlarını alır. Ölmelerine hükmettiği kimselerinkini tutar, diğerlerini bir süreye kadar salıverir. Elbette düşünenler için bunda alınacak ibretler vardır) mealindeki 42. âyeti ruhun bedenden ayrı bir varlık olduğunu bildirmektedir. İşiten, tasarruf ve kuvvet sahibi olan ruhtur. Ruhsuz beden bir işe yaramaz. Ama bedensiz ruh, nimet veya azaba duçar olur. Ruh, sütte yağın bulunduğu gibi, bedende bulunmaz. Bunun için kolu kesilen kimsenin ruhundan eksilme olmaz. Başkasının yüreği ile yaşayan bir insanın ruhunda değişiklik olmadığı için, bozuk kimsenin yüreğinin bu adama hiç tesiri olmaz. Kalb ile yürek aynı şey değildir. Yürek, hayvanda da bulunur. İnsana mahsus olan kalbe, gönül denir. Gönül görünmez, fakat tesirleri ile anlaşılır. Kalb, elektrik cereyanı, yürek de ampul gibidir. Ampuldeki elektriği, ampul ışık verdiği zaman anlıyoruz. Elektrik gibi kalb de madde değildir, bir yer kaplamaz. Yürekte eserleri görüldüğü için, kalbin yeri yürek denir. Yürek değiştirmek, sanki ampul değiştirmeye benzer. Yani takılan yürek nasıl olursa olsun, takılan kimsenin kalb kuvvetinin tesiri görülür. Ampulün değişmesiyle şehir cereyanında azalıp çoğalma olmadığı gibi, yürek değişmesiyle, kalb kuvvetinin tesiri değişmez. Ruh da, elektriğe benzetilebilir. Yanmakta olan bir ampul, sökülünce, yani cereyanla olan irtibatı kesilince, cereyanın bir miktarı kesilmiş olmaz. Başka bir ampul takılırsa onun da rezistans telini ısıtıp ışık saçmasına sebep olur. Salih bir kimsenin yüreği, fasık kimseye veya kâfire takılınca, o kimsenin kalbi yine hep günah işlemek ister, kötü düşünür. Tersine, fasık insanın yüreği, salih bir kimseye takılırsa, o kimsenin kalbi yine günah işlemek istemez, hep iyi düşünür. Yüreğin manevi bir fonksiyonu yoktur. Öldükten sonra çürüyüp gidecektir. Yahut hayvan yese veya yansa fark etmez. Çünkü insan ruh demektir. Beden değişse de ruh değişmez. İnsan, ruhu sayesinde ayakta durur. Aklı, düşüncesi, ruhu sayesinde vardır. İnsanın, vücudu bir marangozun aletleri gibidir. İnsan ölünce, aletleri olmadığından, ruh bu aletlerle bir iş yapamaz. Ancak yine de, ruh ölü olmadığı için gider gelir, insanları tanır. Hatta evliyanın ruhları insanlara yardım eder. Bu yardım etmesi dünyadaki bedenindeki aletlerle değildir. Allah ruhlara aletsiz de iş yapma özelliğini vermiştir. Vefat eden Hızır aleyhisselamın ruhu çok kimseye çeşitli yardımlar yapmaktadır. Bir kimseye, başkasının bütün organları takılsa, o insanın aklında, düşüncesinde değişiklik olmaz. Marangozun eski aletleri yerine, yeni aletleri gelmiş demektir. Alet değişmekle, marangozdaki bilgi, kabiliyet değişmez. Kesmeyen bir testere yerine, iyi kesen bir testere gelirse, daha kolay iş yapar. Görmeyen gözün yerine sağlam göz takılırsa görür. Kanı, kalbi, beyni de değişse, yine düşünceye tesir etmez. Sağlam organ takılmışsa, daha kolay iş görür. Çünkü insan, ruh demektir. Bir insan yanmakla yok olmaz. Sadece aletleri elinden alınmış olur. Ahirette ona yeni aletler verilir. Ruh, kendisine verilen vücut sayesinde, ya nimete kavuşur veya azaba duçar olur. Ruhun mahiyetini bilmeyen veya Allah'ın kudretinden şüphe eden kimse, insan yanınca yok olduğunu, kabir suali ve kabir azabının olmadığını zanneder. Halbuki kabir azabı haktı
.
"Onları suda boğduk!"
23 Mart 2004 01:00
Tufan bitip, gemideki seksen kişi dışarı çıkınca, bir kasaba kurup, Medinetüs-Semanin=Seksenler şehri ismini verdiler. Sonra çoğalınca, Babil diyarına varıp, orada da şehir kurdular. Nüfusları zamanla artıp, yüzbini buldu. Hepsi müslüman idiler. Nitekim Yunus suresinin 73. ayet-i kerimesinde mealen buyuruldu ki: "Biz Nuh'a ve gemide onunla birlikte bulunan kimselere, selamet, kurtuluş verdik ve onları yeryüzünde halifeler kıldık. Onları suların içinde boğulup gidenlerin yerlerine kaim eyledik. Bizim ayetlerimizi yalanlayanları da tufanla suda boğduk. Şu hâlde ey Habibim! Bir bak ki, kendilerine gönderdiğimiz peygamberler, Allahü teâlânın azabıyla korkuttuğu hâlde, iman etmeyenlerin hâli nice oldu!" Hz. Nuh'un üç evladı vardı. Sâm, Hz. Nuh'un büyük oğlu olup, akıl ve fazilette, salih bir zat olmakla, kardeşlerinden üstündü. Yüksek babasındaki nurlardan, gizli marifetlerden pek çok istifade etmiş, çok şeylere kavuşmuş idi. Babasından sonra bütün müslümanlara halife oldu. Hz. Nuh'un hayır duâlarına mazhar olmuştu. Bu fazileti sebebiyle, birçok peygamber ve başka üstünlük, şeref sahibi pek çok kimse, onun temiz neslinden gelmiştir. Hz. Nuh, vefatı yaklaştığında, oğlu Sâm'ı yanına çağırıp şöyle söyledi: "Oğlum, sana iki şeyi tavsiye ediyor ve seni iki şeyden de men ediyorum. Sana yasak ettiğim iki şey; Allahü teâlâya şirk koşmak ve kibirdir. Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez. Sana tavsiye edeceğim iki şey de şudur ki, bunlar; Allahü teâlâya yönelmeyi arttırır. Bunlardan birisi, Lâ ilâhe illallah diğeri ise Sübhânallahdır. Çünkü Sübhânallah, mahlûkâtın duâsıdır. Onlar bununla rızıklanırlar." Hâm, Hz. Nuh'un diğer oğlu olup, Hindistan, Habeş ve Afrika halkı, soy itibariyle buna bağlıdır. Yâfes de Hz. Nuh'un oğullarındandır. Çin, Rus, Slav ve Türkler bunun soyundandır. Yâfes beşyüz yaşında iken suda boğuldu. Neslinden gelenler Asya'nın ortalarında yerleşti. Doğu Asya'ya ve o zaman mevcut olan karayolları ile Okyanus adalarına yayıldılar. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra, insanlar, Hz. Nuh'un dinini ve nasihatlerini unutarak, yıldızlara, güneşe, heykellere tapınmaya başladılar. Nitekim Yunus suresinin 74. ayet-i kerimesinde mealen buyuruldu ki: "Nuh'dan sonra kavimlere peygamberler gönderdik. O peygamberler kavimlerine, peygamberliklerini ispat eden açık mucizeler getirdiler. Fakat, o kavimler evvelce yalanlamış oldukları şeylere, yine iman etmediler. İşte bunlar gibi haktan bâtıla koşan, haddi aşmış olanların kalbleri üzerine böylece mühür basarız.
.
Müminler tufandan kurtuldular
24 Mart 2004 01:00
Nuh aleyhisselam dokuzyüzelli sene peygamberlik yapmıştır. Nitekim Ankebût suresinin 14 ve 15. ayet-i kerimelerinde mealen buyuruldu ki: "Biz Nuh'u, onları imana davet etsin diye kavmine peygamber olarak gönderdik. O, kavminin arasında dokuzyüzelli sene kaldı. Nihayet davetinin tesiri olmayınca, onlar zulümde devam edip dururlarken, kendilerini tufan yakalayıverdi. Nuh'a ve gemide onunla beraber olan müminlere tufandan kurtuluş verdik ve onu, gemiyi ve tufan hadisesini âlemlere ibret kıldık." Âlimlerimiz Nuh aleyhisselamın ümmeti arasında dokuzyüzelli sene kaldığının bildirilmesindeki hikmet ve faydayı şöyle anlatıyorlar: "Kureyş kâfirlerinin İslâma girmemesi ve müşriklikte ısrar etmeleri sebebiyle, Resulullah efendimiz çok üzülüyordu. Bu sebeple Allahü teâlâ sevgili Habibini teselli buyurarak, Nuh aleyhisselamın, kavmi arasında 950 sene kaldığını, onları hak dine davet ettiği hâlde, pek az kimsenin ona inandığını, buna rağmen onun sabrettiğini bildirdi. Muhammed aleyhisselamın ise, Hz. Nuh'a göre kavmi arasında daha az kaldığını; iman edenlerin ise daha çok olduğunu, bu bakımdan Onun sabretmeye daha layık olduğunu bildirerek teselli buyurdu. Yine bu ayet-i kerimede; "... onlar zulme devam edip dururlarken, kendilerini tufan yakalayıverdi" buyurdu. Burada bir incelik vardır. Allahü teâlâ sadece zulümden dolayı azap etmez. Böyle olsa idi, önceleri zulmedip, sonra tövbe edene de azap ederdi. Fakat durum böyle değildir. Allahü teâlâ, ancak, zulümde ısrar edildiği zaman azap eder. Nitekim Allahü teâlâ, onları, zulme devam ettikleri için helak etti. Yoksa zulmü terketselerdi, Allahü teâlâ onları helak etmezdi. Şüphesiz ki her peygamber ümmetine, Allahü teâlânın bir nimeti ve rahmetidir. Bu nimetin şükrünü, iman ederek yerine getirmeyenler, küfrân-ı nimette bulunanlar helak olmuşlardır. Zira kavuştuğu nimetin kıymetini bilmeyenler, daima felakete mâruz kalmışlardır..." Kur'an-ı kerimin bu beyanı, Peygamber efendimize bir teselli ve inkârcılar için de küfürden sakındırma ve bir tehdittir. Nuh kavminin, inananlara yaptıkları işkenceler, tarih boyunca, bütün inananlara uygulanmıştır. Nitekim şiddetli rüzgâr ile helak edilen Âd kavmi, sayha, şiddetli ses ve gürültü ile helak edilen Semûd kavmi, Hz. İbrahim'in kavmi olan Keldanîler, Lût kavmi, eshab-ı Ress, eshab-ı Medyen, eshab-ı Eyke ve Kavm-i Tübba gibi nice kavimlere peygamberleri hüccet ve apaçık mucizelerle geldiler. Fakat bunlar inanmadılar, alay ettiler ve inananlara da işkence ettiler
.
Çok şükredici idi
25 Mart 2004 01:00
Nuh aleyhisselam, Allahü teâlânın korkusuyla çok ağlayıp, gözyaşı döktüğü için Nuh denilmiştir. Nuh aleyhisselam Hz. Âdem'e çok benzerdi. Buğday tenli, iri yapılı, iri gözlü, uzunca boylu, geniş omuzlu olup, kolları ve baldırları ince ve kalın değildi. Her şeyin yaratıcısı olan yüce Rabbimiz, onun mübarek teninin rengini, hâlis gümüş misali, beyaz halketmişti. Mübarek başı büyükçe ve pek güzel idi. Gayet şiddetli ve gadablı idi. Bununla beraber çok kerîm, sabırlı ve yumuşak huylu olup, çok şükredici idi. Nitekim İsra suresi 3. ayetinde mealen buyuruldu ki: "Ey Nuh ile beraber gemiye yüklediğimiz kimselerin zürriyeti! Doğrusu Nuh, çok şükredici bir kul idi." Hz. Nuh'a inanmayıp ahirette sonsuz azaba duçar olan; dünyada ise suda boğularak helâk edilen kavmin, bu duruma gelmesine sebep olan hâlleri, kısaca şöyledir: Her müminin bundan ibret alıp sakınması ve onların âkıbetine düşmekten korkup, titremesi lazımdır. O kavimde, Hz. Nuh'a tâbi olanların dışındaki herkes, imansız olup, Allahü teâlâya ve gönderdiği Nuh aleyhisselama inanmıyordu. Onların kâfir oldukları, Kur'an-ı kerimde zikrolunmaktadır. Bunlar putlara tapıyor, başkalarını da putlara tapmaya teşvik ediyorlardı. Putlara tapmak, müşriklik olup, bu da küfrün bir çeşididir. Bu azgın kavim Hz. Nuh'un bildirdiği tevhid itikadına, dalalet dediler. Kıyamet günü ile korkutmasına ise, apaçık bir sapıklık, dediler. Onların bu sözleri, kıyamet gününü yalanladıklarını göstermektedir. Allahü teâlâ tarafından kendilerine peygamber olarak gönderilen Hz. Nuh'a tâbi olmayıp, bunu kendileri için aşağılık saydılar. O yüce peygamberi, kendileri gibi alelâde bir insan olarak gördüler. Peygamber olarak gönderilen zatın, kendilerinden apayrı cinsten biri olması, mesela bir melek olması lazım geldiğini zannettiler. Ebu Hüreyre'nin rivayet ettiği bir hadis-i kudside; Allahü teâlâ buyurdu ki: "Âdemoğlu yalanlamaması lazım geldiği hâlde, beni yalanladı. Şetmetmemesi lazım geldiği hâlde beni şetmetti. Onun beni yalanlaması, benim kendisini ilk yarattığım gibi (tekrar) onu diriltemeyeceğimi söylemesidir. Onun beni şetmetmesi; "Allah çocuk edindi" demesidir. Hâlbuki ben ehad, var ve bir, eşi, ortağı olmayan ve samedim. Üstünlüğüm nihayet derecesinde, sonsuz olup, mahlûkların hiçbirisine muhtaç olmayan ebedî ve ezelî mâlik ve hâkimim. Doğmadım, doğurulmadım. Bana hiç kimse denk değildir.
.
Helâk olmalarının sebebi
26 Mart 2004 01:00
Nuh aleyhisselamın kavminin helâkine sebep olan diğer hâllerden bazıları da şunlardır: Bu azgın kavim, Nuh aleyhisselama tâbi olmadıkları gibi, bir de onu yalanladılar. Hz. Nuh'a âsi oldular, karşı geldiler. Nitekim Nuh suresinin 21. ayet-i kerimesinde mealen; "Nuh dedi ki: Ey Rabbim! Bu kadar uzun davet ve nasihatime rağmen, kendilerine emrettiğim şeylerde, onlar bana âsi oldular..." buyurulmaktadır. Hz. Nuh'un kavminden olup, iman etmeyenler, Allahü teâlânın kendilerine ihsan ettiği nimetlere şükretmiyorlar, ondan hayâ etmiyorlar ve azabından korkmuyorlardı. Allahü teâlânın yüceliğine, rahmetinin genişliğine, azabının çetinliğine hiç aldırış etmiyorlardı. Onların kadınları da, edep ve hayâsını kaybetmiş, çok ahlâksız bir hâl üzere idiler. Zînetlerini, edep yerlerini yabancı erkeklere gösterirlerdi. Giydikleri elbiseleri, incilerle süsleyip, yol ortasında çalım satarak ve salınarak yürürlerdi. Bu ise haramdır. Nitekim Ahzâb suresinin 33. ayet-i kerimesinde mealen buyuruldu ki: "Eski cahiliyye zamanındaki kadınlar gibi; kendinizi süsleyip sokakta salınarak yürümeyin..." Zina, bütün dinlerde haram kılınmış, en çirkin günahlardan olduğu hâlde, onlar, bu fiili işlerlerdi. Hz. Nuh'un kavmi, zevk ve lezzetlere düşkün olan reislerine uyarlar, onların peşinden giderlerdi. Hatta bunu da kendileri için bir kıymet sayarlar, başkalarının sevgi ve muhabbetlerine, bunları tercih ederlerdi. Mal ve evlat sahibi olup, hâlleriyle övünen, gururlanan reislerine uyarlardı. Nitekim, Nuh suresinin 21. ayet-i kerimesinde mealen buyuruldu ki: "Nuh şöyle dedi: Rabbim, onlar kendilerine emrettiğim şeylerde bana isyan ettiler. Kavmimin fakirleri de şu kimselere tâbi oldular ki; onların mal ve evlatları, ancak ahirette hüsranlarını arttırır. Onlar, zenginler ve kavmin reisleridir." Mekr, hîle yapmak büyük günahtır. Allahü teâlâ, Nuh aleyhisselamın kavmi için, Nuh suresinin 22. ayet-i kerimesinde mealen; "Ve çok büyük bir mekr, hîle yaptılar" buyurdu. İnsanları aldatıp, doğru yoldan saptırmak, onları, Allahü teâlâya imandan, Ona taatten menetmek, günahlara ve kötülüklere davet etmek, kötü kimselere tâbi olmak, onların peşinden gitmek, çok yanlış ve çirkin bir iştir. Hz. Nuh'un kavmi, bu yanlış hâlde bulunuyordu. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Ümmetim hakkında en korktuğum; reis, rehber durumunda olup da, insanları doğru yoldan saptıranlardır
.
Amerika'nın yeniden keşfi
26 Mart 2004 01:00
İnsanın yaratılışında vardır: Her insan ölmek istemez, en azından sağlıklı ve uzun yaşamayı arzu eder. Aslında dinimiz bunun da yolunu göstermiştir. İslamiyetin bildirdiği şekilde yaşayan bu arzusuna kavuşmuş olur. Bilim adamları bu konuda devamlı çalışmalar yapmaktadırlar. Aslında Amerika'nın yeniden keşfine gerek yok. Yıllarca yaptıkları araştırma neticelerine bakıyorsunuz, İslamiyetin bildirdiği hayat tarzına bire bir uyuyor. Son yapılan bir araştırmada da aynı neticelere varılmış: Amerikan Profesörler Birliği'nin hükümet desteğiyle yaptığı bir araştırmaya göre; kişinin seçtiği hayat tarzı sağlıklı bir hayat üzerinde yüzde 80 etkili oluyor. Araştırmanın başında bulunan Prof. David Demko, "Daha uzun ve sağlıklı nasıl yaşayabilirim" sorusunun cevabında, insan hayatında önemli dört faktörü tespit etmiş. Bunlar, "niçin yaşıyorum?" sorusuna uygun bir hayat, doğru beslenme, düzenli çalışmak ve hareket; son olarak da işlek bir zekaya sahip olmak. Sağlıklı bir hayat tarzına başlamak için asla geç kalınmadığını söyleyen Demko, zararın neresinden dönülürse kâr olduğunun da altını çiziyor. Şimdi, önce profesörler kurulunun sağlıklı bir hayat için tespit ettiği hususlara, bir de bu hususlarda dinimizin ne dediğine bakalım: - Boş durmamak, devamlı çalışmak. En önemlisi de, çalışmayı sevmek. İmkanlar elveriyorsa, ücretsiz gönüllü olarak çalışmak. Bununla ilgili Peygamber efendimiz hadis-i şeriflerde bakınız ne buyuruyor: "En güzel rızık, helale, harama dikkat edilerek alın teri ile kazanılandır.", "Çalışıp kazanmak her Müslümana farzdır.", "İbadet on kısımdır, dokuzu çalışıp helal kazanmaktır", "Bir kimsenin malayani ile uğraşması, boş vakit geçirmesi, Allahü teâlânın onu sevmediğine işarettir..." - İlim sahibi olmak. Ne yaptığını, niçin yaptığını bilmek. Dinimiz de insanın her yaptığını "niçin" yaptığını bilmesini emrediyor. Bu da ancak, ilim ile ihlas ile olur. Nitekim hadis-i şeriflerde şöyle buyurulmaktadır: "Heves edilecek iki kimse vardır: Biri, Allahü teâlânın verdiği ilimle amel edip başkasına da öğreten, ikincisi de, Allahın verdiği serveti hayra sarfedendir.", "Bir saat ilim öğrenmek veya öğretmek, sabaha kadar ibâdetten daha sevabdır.", "İlim yolunu tutana, Allah Cennet yolunu açar.", "Melekler, ilim talebesinden memnun oldukları için kanatlarını onların üzerine gererler.", "İlimden bir mesele öğrenmek, dünyadaki her şeyden kıymetlidir." - Evli olmak. "Bekârlık sultanlıktır" safsatasına kulak asmamak. Hem erkek hem de kadın için sağlık ve uzun ömürlü olmada evliliğin büyük etkisi vardır. Peygamber efendimiz de bizzat kendisi evlenmiş, İslamiyette ruhbanlığın yeri olmadığını bildirmiş: "Evlenen, dininin yarısını korumuştur.", "Sizin çokluğunuzla, diğer ümmetlere karşı iftihar ederim" hadis-i şerifleri ile evlenmeyi teşvik etmektedir. - Neşeli olmak. Olup bitenlere takılıp, niçin böyle oldu, nasıl bunu yapabilir, tarzında düşüncelere dalıp, kendini strese sokmamak. Yoğun çalışmalar ve üzücü olaylar karşısında sıkılan insanın, neşeli olmaya ihtiyacı vardır. Üzüntüyü dağıtmak, unutturmak için ara sıra fıkra anlatmak, şakalaşmak iyi olur. Peygamber efendimizin de şakalaştığı, "Ben de şaka yaparım, fakat doğru konuşurum" buyurduğu hadis kitaplarında bildirilmektedir. Bir defasında, yaşlı bir kadına, "Cennete kocakarı girmez" buyurunca, kadıncağız üzülür. Bunun üzerine kadına, "Sen o zaman genç olursun" buyurur. Dinimiz, güler yüzlü, yumuşak ve cana yakın olmayı emrediyor. Bu insana rahatlık verir, stresten, üzüntüden kurtarır. İnsanı ruhen rahatlatır. Ruhen ve bedenen rahat olan insan da, sağlıklı olur, uzun ömürlü olur. (Araştırma raporunun kalan maddelerine isterseniz yarın devam edelim.
.
Günahta ısrar...
27 Mart 2004 01:00
Nuh aleyhisselamın kavminin helâkine sebep olan diğer hâllerden bazıları şunlardır: Nuh kavmi, günah işlemekte ısrar ettiler. Günah işlemekte ısrar eden kimse, müptelâ olduğu günahı devamlı yapar. Bir defa yapınca, diğer bir defa daha yapmaya azmeder. Günahı tekrar işlemekte sürat gösterir, yani beklemeden tekrar tekrar yapar. Hâl böyle olunca, iyilik yapamaz olur. Bu sebeple hayırdan uzaklaşıp azgınlaşır. Nuh kavmi çok kibirli kimselerdi. Kibirlendikleri için, imandan mahrum kaldılar. Kibirlenmeleri, bu büyük nimet ve şerefe kavuşmalarına mâni oldu. Şeytanın da ebedî mel'un olmasına sebep kibirlenmesidir. Nuh aleyhisselam, kavmine nasihat eyledi. Kavmini, ibadet edilmeye tek lâyık olan Allahü teâlâya iman etmeye ve yalnız Ona ibadet etmeye davet etti. Onlara karşı pek şefkatli davrandı. Çünkü onlara azap gelmesinden korkuyordu. Buna rağmen, kavmi, iyiliğe kötülükle karşılık verdikleri gibi, ona yalancı ve deli de dediler. Böylece, Hz. Nuh'un ve ona iman etmiş olanların fazilet ve üstünlüklerini inkâr ettiler. Bununla da kalmayıp, taşkınlıkta bulundular. Hakaret ve alay ederek, aşağıladılar. Hatta olmadık işkenceyi reva görüp, acımasızca, bayılıncaya kadar dövdüler. O ise kendine geldiği zaman derdi ki: "Allahım! Kavmimi hidayete erdir! Çünkü onlar bilmiyorlar." Kavmi, Hz. Nuh'u ve ona iman edenleri, aşağılamaya ve onlara kötülük etmeye devam edince, Allahü teâlâ onları helâk etti. Hatta, Hz. Nuh'u onlara şefkat etmekten, onlara gelecek azabın olmaması için duâ etmekten bile men etti. Azgınlık ve taşkınlıkta bulundular. Büyüklere karşı hayâsızca davranmak, kötülük yapmaya yeltenmek ve saygısızlık etmek, küçük çocukları onlara kötülük yapmak için göndermek de, Hz. Nuh'un kavminin azgın ve taşkın hâllerinden idi. Onlar, böyle faziletlerin, makam, mevki, zenginlik, soy, akrabalarının çokluğu gibi sebeplerle, kendilerinde bulunması icabettiğini zannettiler. Hâlbuki, kendilerine peygamber olarak gönderilen zatlar, içlerinden en güzel soydan, en asil aileden gelirdi. Buna rağmen inatla direnirler ve hakikati kabul etmezlerdi. Hz. Nuh'un kavminden olanlar, Hz. Nuh'un ve ona iman edenlerin faziletlerini, üstünlüklerini inkâr ettiler. Bu, onların fazilet ehli olmadıklarını göstermektedir. Zira hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Fazilet ehlinin, faziletini, üstünlüğünü ancak fazilet ehli bilir."
.
Bütün iyilikler İslamın içinde..."
27 Mart 2004 01:00
Amerikan Profesörler Birliği'nin sağlıklı bir hayat için tespit ettiği hususlara ve dinimizin bu konularda ne emrettiğini bildirmeğe bugün de devam ediyoruz: - Beyin cimnastiği yapmak. Dinimizde buna tefekkür denilmektedir. Bunun ne kadar önemli olduğunu Peygamberimiz 1400 yıl önce bakınız nasıl ifade buyuruyor: "Allahın yarattıkları hakkında bir saat tefekkür, bir gece ibâdet etmekten daha kıymetlidir." , "Allahın azameti, Cennet ve Cehennem hakkında bir an tefekkür, bir geceyi ibâdetle geçirmekten daha kıymetlidir.", "Bir saat tefekkür, bir sene ibâdetten kıymetlidir." - Az yemek ve dengeli beslenmek abur cubur şeyler yememek. Az yemenin faydasını, bakınız Resulullah efendimiz veciz bir şekilde nasıl ifade buyuruyorlar: "İnsan kalbi, tarladaki ekin gibidir. Yemek, yağmur gibidir. Fazla su, ekini kuruttuğu gibi, fazla gıdâ kalbi öldürür." Az yiyebilmek ustalıktır, çok yemek hastalıktır. Evliya az uyur, az yer, az içer, Sırat'ı kuş gibi geçer. Çok yiyen çok uyur, herkesten tembel olur. Az yiyenin kalb gözü körleşmez, açlıkla hastalık birleşmez. - İçki, uyuşturucu türü zararlı şeyler kullanmamak. İslâmiyet, alkollü içkileri, kumarı ve uyuşturucu maddeleri haram etmiştir. Dünyadaki en büyük fenalıklar, bu üç belâdan hasıl olmaktadır. Kur'an-ı kerimde mealen, "Şeytan, içki ve kumar ile aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allahı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık hepiniz vazgeçin!" buyuruldu. (Maide 91) Hadis-i şeriflerde de, "İçkiden sakının! Ağaç dal budak saldığı gibi, içki de, kötülük saçar.", "İçki her kötülüğün anahtarıdır.", "İçki, günahların en büyüğü, bütün kötülüklerin başıdır." "İçkide ilaç özelliği yoktur. Hastalık yapar." - Kilolu olmamak. Eğer, olunması gereken kilo ile mevcut durum arasında uçurumlar varsa, bu sağlıklı hayat için büyük tehlike demektir. Kilolu olmak çok yemek yemeğe bağlıdır. Peygamber efendimiz çok yememeği tavsiye buyurmuştur: "Hastalıkların başı çok yemektir. İlaçların başı perhizdir" , "Allahü teâlâ, çok yiyip içeni ve çok uyuyanı sevmez." ,"Çok yiyip içmekle kalbinizi öldürmeyin!" Çok yemek akıl için kıtlıktır, zeka için sakatlıktır. Oburluk insana düşman olur, çok yiyenler pişman olur. Çok yemek, çok uyumak, çok konuşmak, kalbe sıkıntı verir, mide şişer, kalb ölür, acıkınca tekrar dirilir. Çok yiyen unutkan olur, yüzü gülmez somurtkan olur. - Canlıları sevmek, onlara karşı merhametli olmak. Zaten dinimizin esası da merhamete dayanır. Nitekim bir bedevi, Peygamber efendimize gelerek, bana İslâmiyet nedir, anlat aklıma yatarsa, dediğini yaparım, deyince Efendimiz, ona, "İslâmiyet, et- ta'zimü bi emrillah veş-şefekatü alâ halkıllâh, yani, İslamiyet, Allahü teâlânın emirlerini yapmak, onun bütün yarattıklarına şefkat göstermektir" buyurdu. Başka bir hadis-i şeriflerinde de, "Ben lânet etmek için gönderilmedim. Hayır duâ etmek, her mahlûka merhamet etmek için gönderildim. Ben, insanların azap çekmesi için değil, herkese iyilik etmek ve insanların huzura kavuşması için gönderildim." "Merhamet edenlere Rahman da merhamet eder" buyurmuştur... Araştırma raporundaki maddeler daha devam ediyor. Fakat hepsini almaya yerimiz müsait değil. Bütün bunlardan sonra, işin özetini son devir İslam büyüklerinden Abdülhakim Arvasi hazretlerinden dinleyelim: "Bütün faydalı, iyi şeyler İslam dairesinin içindedir. Bunun dışında hiçbir iyilik ve fayda yoktur.
.
Hz. Nuh'un mucizeleri
28 Mart 2004 02:00
Her peygamber gibi Nuh aleyhisselamın da mucizeleri vardır. Bunlardan bazıları şunlardır: Hz. Nuh'a, kavminden bir kısım kimseler gelip, köylerindeki büyük taşların toprak olmasını teklif etmişlerdi. Hz. Nuh bunun için duâ edince, cenab-ı Hak, Cebrail aleyhisselamı gönderip; "Eliyle taşlara işaret etsin" buyurdu. Hz. Nuh eliyle taşlara işaret edince, bütün taşlar, istisnasız toprak kesildi. Onun bu mucizesi ile oniki kişi imana geldi. Hz. Nuh, Allahü teâlânın izni ile, çok uzak olan, gözlerin göremeyeceği şeyleri görerek, haber verirdi. Bu mucizesine sebep şu idi: Bir defasında, çocuklarını kaybeden iki kimse gelerek "Hak peygamber isen, çocuklarımızın nerede olduklarını haber ver, biz de iman edelim" dediler. Cenab-ı Hak, Cebrail aleyhisselamı gönderip, ona, uzak yerdeki şeyleri görecek göz verdiğini bildirdi. Hz. Nuh, doğu istikametine bakıp, pek uzak bir yerde, çocukların koyun gütmekte olduklarını görüp, haber verdi. Hz. Nuh'un haber verdiği yer çok uzak olduğundan, o kimseler, orayı kolay bulabilmeleri için alamet istediler. Hz. Nuh, filân tepe diye tarif etti. O iki kimse, tarif edilen yere gidip, çocuklarını buldular ve bu mucizeyi görmekle, Hz. Nuh'un hak peygamber olduğunu anlayıp, imanla şereflendiler. Hz. Nuh, mucize olarak, susuz yerlerden su çıkarırdı. Bir defasında kavminden birtakım kimseler, susuz bir yerde yerleşmişlerdi. Bunlar, ziraatçi olduklarından, suya ihtiyaçları vardı. Bir gün Hz. Nuh'a gelerek, "Bizim yerleştiğimiz yerde su akıtırsan iman ederiz" dediler. Hz. Nuh duâ edince; "Orada bulunan bir dağa gidip, eliyle işaret edersen, su akacaktır" diye vahiy geldi. Nuh aleyhisselam, bildirilen dağa eliyle işaret edince, dağın eteklerinden billur gibi berrak sular akmaya başladı. Hz. Nuh'un emir ve işaretiyle, ağaçlar kökleriyle birlikte yerinden kalkıp, başka bir yerde dururdu. Bir defasında, Hz. Nuh, kavminden bazı kimselerle sefere çıkmıştı. Bir yerde konakladıklarında, güneşin sıcaklığı kendilerine çok tesir etti. Yanındakiler, Hz. Nuh'a, "Hak peygamber isen, şu karşıda bulunan ağaca emret de, yerinden kalkıp yanımıza gelip, bize gölgelik etsin!" dediler. Hz. Nuh bunlara sordu: " Allahü teâlânın izni ile bunu yaparsam, hakikaten iman eder misiniz?" Bunun üzerine hepsi de; "Evet, iman ederiz" dediler. Hz. Nuh, bunun için duâ edince, ağaç yerinden ayrılıp, yanlarına geldi. O toplulukta bulunanların hepsi, bunu gördü ve hayretle seyrettiler. Bu mucize ile, o topluluktan sekiz kişi imanla şereflendi. Diğerleri ise; "Bu sihirdir" diyerek küfür ve dalalette ısrar ettiler
.
Bulut yokken yağmur yağdı!
29 Mart 2004 01:00
Kavminden bazı kimseler, Nuh aleyhisselama gelerek, "Bir mucize gösterirsen, iman ederiz" dediler. Hz. Nuh da buyurdu ki: "Nasıl mucize istersiniz?" "Bulut olmadığı hâlde yağmur yağdır" dediler. Hz. Nuh, bunun için duâ edince, Allahü teâlâ; "Ellerini semaya kaldır" buyurdu. Hz. Nuh emir icabı, ellerini semaya kaldırdı. Kaldırmasıyla birlikte yağmur yağmaya başladı. Aslında, onların böyle mucize istemekten maksatları, mucizeyi görünce iman etmek değildi. Kendi bozuk düşüncelerine göre, Hz. Nuh'tan yapamayacağı, gücünün yetmeyeceği bir şey isteyip, yapamayınca da, güya, birbirlerine; "Bakın! Bu peygamber filan değildir. Hakikaten peygamber olsa mucizeler gösterirdi" diyeceklerdi. Fakat, hakikat, onların kısa görüşleriyle zannettikleri gibi olmuyordu. Hz. Nuh, kuru bir ağacın meyve vermesi için duâ edince, ağaç hemen yeşillenir, meyve verirdi. Bir defasında, kavmini imana davet ederken, onlar, mucize olmak üzere, daha önce kurumuş olan ağaçları göstererek; "Bunlar meyve versin" dediler. Hz. Nuh, bunun için duâ edince, ne kadar kuru ağaç varsa, hepsi meyve verdi. Hz. Nuh, kum, toprak, kül gibi şeylere duâ edince, Allahü teâlânın izniyle o şeylerin hepsi yiyecek yemek hâline gelirdi. Hz. Nuh, gemiyi tamamladığında, müşrikler gemiyi yakmak istedikleri hâlde yakamadılar. Cenab-ı Hakkın kudretiyle, Hz. Nuh'un bir mucizesi olarak gemi konuştu. Bu sırada gemiden; "Lâ ilâhe illallah. Ben o gemiyim ki, bana giren kurtulur. Girmeyen helâk olur. Bana ancak ihlas sahibi olanlar biner" diye ses geldi. Bunun üzerine Nuh aleyhisselam müşriklere buyurdu ki: "Ne dersiniz? Şimdi bana iman eder misiniz?" Onlar ise; gemiyi yakabilmek için, etrafında çok büyük ateşler yaktıkları hâlde, gemiye bir şey olmamıştı. Bu durum karşısında, Hz. Nuh'a iman edecekleri yerde, kızıp hakarete devam ettiler. Hz. Nuh'un duâsı bereketiyle, gemide bulunan müminler karaya çıktıktan sonra, kısa zamanda çoğaldılar. Hz. Nuh, selametle gemiden indiğinde, mübarek eliyle bir ağaç fidanı dikmişti. Onun bir mucizesi olarak, o fidan biraz sonra, rengi birkaç nevî olan çeşit çeşit meyveler verdi. Önceden gemiye koymuş oldukları fidanları da dikti. Onlar da kısa zamanda yeşerip meyve verdi. Bunlardan ilkinin zeytin olduğu, "Mektubât-ı İmam-ı Rabbanî"de yazılıdır.
.
"Bu kadarı bile çok!"
30 Mart 2004 01:00
Nuh aleyhisselam çok ibadet ederdi. Vakitleri sıkıntılı ve meşakkatli geçerdi. Buna rağmen her gün ve gecede yedi yüz rekât namaz kılardı. Dünya hayatının kısalığını ve dolayısıyla ömrü, faydasız, boş şeylerle geçirmenin çok yanlış olduğunu bildirirdi. Her ânının, Allahü teâlânın emri üzere geçmesine çok dikkat ederdi. Hatta vefatında, Azrail aleyhisselam ona sordu; "Ey Allahü teâlânın peygamberi! Dünyayı nasıl buldun? " O da buyurdu ki: "Kendisine bir ev yapılan ve bir kapısından girip, diğer kapısından çıkan bir kimsenin hâli gibi gördüm." Nuh aleyhisselam, kamıştan bir ev yapıyordu. Kendisine, keşke bundan değil de, daha sağlam bir şeyden yapsaydınız, denilince: Buyurdu ki: "Ölecek olan kimseye, bu kadarı bile çoktur." Nuh aleyhisselam, peygamberler silsilesinin en üstünlerindendir. Kalbi pâk, hâli dürüst olanların önderi, hidayet ve kurtuluş gemisinin kaptanı, tevhid denizinin yüzücüsü idi. Âlemin düzelmesinin sebebi, Hz. Âdem'in neslinin devamının vasıtasıdır. Peygamberlerin dördüncüsü, peygamberlerden ulul'azm denilen en yüksek altı peygamberin ikincisidir. Cebrail aleyhisselam, Allahü teâlânın vahyi için, Hz. Nuh'a elli defa geldi. Nuh aleyhisselam, kendinden önceki dini neshedip, yeni bir din getiren resullerdendir. Hz. Âdem de resul idi. Fakat kendinden evvel herhangi bir din, hatta insan olmadığı için, onun dini herhangi bir dini neshetmiş değildir. Ömrü çok uzun idi. O kadar yaşına ve pek çok eziyet ve cefa görmüş olmasına rağmen, kuvvetinden bir şey kaybetmemiş, dişi dökülmemiş ve saçları ağarmamış idi. O zamanda, yeryüzünde bulunan bütün kâfirler, onun duâsı sebebiyle helâk oldu. Kavmini hak dine davet için, 950 sene çok ısrarlı bir şekilde, gizli ve âşikâre olarak, gece-gündüz çalıştı, gayret etti. Kavmi ise, ona devamlı eziyet ettiler. Mîsak ve vahiyde, Peygamber efendimizden sonra ikinci derecede kılındı. Nitekim, Ahzâb suresinin 7. ayet-i kerimesinde mealen buyuruldu ki: "... Hususen bu ahd aldıklarımız içinde, meşhur ve ulul'azm olanları sen, Nuh, İbrahim, Musa ve İsa bin Meryem. Biz bunlardan sağlam yeminli, te'kidli (kuvvetli) bir ahd, söz aldık." Allahü teâlâ Nuh aleyhisselama gemi yapma ilmini ve sanatını verdi. Gemiyi suda yürütme imkânı verdi. Kıyamet gününde Peygamber efendimizden sonra, kabrinden ilk kalkacak olan Nuh aleyhisselamdır.
.
Şükredici kul
31 Mart 2004 01:00
Nuh aleyhisselam, bir şey yiyip içtiği veya bir elbise giydiğinde, hep Allahü teâlâya hamdederdi. Bunun için; "Çok şükredici bir kul" olarak zikredilmiştir. Ayet-i kerimede, Allahü teâlâya şükretmeye teşvik vardır. Yani, siz, Hz. Nuh'a inanan kimselersiniz. Onun ve gemide onunla beraber taşınanların zürriyetisiniz. O hâlde, siz de onlar gibi olunuz, demektir. Nuh aleyhisselam, bir elbise giyse "Bismillah", onu çıkardığında ise "Elhamdülillah" derdi. Hadis-i şerifte, Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Nuh (aleyhisselam), 'Bismillah' ve 'Elhamdülillah' demeden, büyük olsun, küçük olsun herhangi bir iş yapmazdı. Bu sebeple Allahü tealâ, onu; 'Çok şükredici bir kul' olarak isimlendirdi." O, yemek yiyince; "Beni doyuran Allahü teâlâya hamdolsun. Dileseydi beni aç bırakırdı" derdi. Bir şey içtiğinde; "Bana su veren Allahü teâlâya hamdolsun. Dileseydi beni susuz bırakırdı" derdi. Bir şey giydiğinde; "Beni giydiren Allahü teâlâya hamdolsun. Dileseydi beni çıplak bırakırdı" derdi. Ayakkabısını giydiğinde; "Bana ayakkabıyı giydiren Allahü teâlâya hamdolsun. Dileseydi beni yalın ayak bırakırdı" derdi. Büyük abdest bozduğunda; "Bana eziyet veren şeyi benden çıkaran Allahü teâlâya hamdederim. O, çıkmamasını dileseydi, eziyet veren şey benden çıkmazdı" derdi. İftar edeceği zaman, elinde bulunan yiyeceği, müminlerden ihtiyacı olan varsa ona verir, kendisi açlığa sabrederdi. Nuh aleyhisselam kavmine şu üç şeyi emretti: 1) Allahü teâlâya ibadet etmek. 2) Allahü teâlâdan korkmak.3) Kendisine itaat. Hz. Nuh, bu emrettiği hususlarla ilgili olarak, kavmine dedi ki: "Allahü teâlâ beni size, tebliğ vazifesini yerine getirmem için gönderdi. Size, Onun tarafından bildireceğim hükümler şunlardır: Allahü teâlâya ibadet etmeniz, Onun haram kıldığı şeylerden kaçınmak suretiyle Ondan korkmanız ve emredilen ve nehyedilen hususlarda, benim emirlerim ve yasaklarımda, bana itaat etmenizdir. Eğer bu üç şeye riayet ederseniz; büyük menfaatlere, faydalara kavuşursunuz. Bunlara riayet edin ki, Allahü teâlâ sizi magfiret buyursun." İbadeti emretmek, kalb ve bedene ait olan işlerden, yapılması istenenleri; Allahü teâlâdan korkmayı emretmek de, haram ve mekruhlardan sakınmayı gerektirir. Hz. Nuh'a itaati emretmeye, her ne kadar, Allahü teâlâya ibadet ve Ondan korkmak dahil ise de, bunun ayrıca zikredilmesi, teklifte te'kid, yani pekiştirmek içindi
.
Hud aleyhisselam
1 Nisan 2004 01:00
Hud aleyhisselam, Ad kavminin yaşadıkları yer olan Ahkâf diyarında doğup yetişti. Ad kavmine peygamber olarak gönderildi. Ahkâf, Yemen'de Aden ile Umman arasındadır. Hz. Hud'un babası Abdullah, annesi Mercane ismindeki saliha hanımdır. Hz. Hud'un annesi, ona hamile kaldığı gecenin sabahında, kalkıp baktıklarında, etrafta bulunan ağaçların yeşillendiğini, çiçeklerinin açtığını ve hiç mevsimi olmadığı hâlde çeşit çeşit meyvelerin bulunduğunu gördüler. Aynı zamanda; "Hud aleyhisselamın gelmesi yaklaştı; ona itaat etmezseniz helâk olursunuz" diye sesler duydular. Bir cuma gecesi Hz. Hud doğdu. Doğumuyla beraber, o beldede yaşayan bütün insanlarda, sebebini ve hikmetini anlayamadıkları korkuyla karışık bir titreme, kalb çarpıntısı meydana geldi. Mercane'nin bir çocuğu olduğu öğrenilince, önceden gördükleri hâlin hikmetini anladılar. Ana rahmine düşmesinden itibaren, her zaman fevkalâde hâlleri görülen Hz. Hud'un, bebeklik ve çocukluğu da başkalarından çok farklı idi. Soy bakımından baba ve dedeleri de kendi zamanlarının en seçkini idiler. Büyüyüp yetiştiğinde, çehre itibariyle zamanındaki insanların en güzeli, akıl bakımından da onların en mükemmeli idi. Bir gün namaz kılıyordu. Namazdan sonra kendisine sordular: "Bu ibadet kimin içindir? Kime ibadet ediyorsun?", " Beni ve her mahlûku yaratan Allahü teâlâya ibadet ediyorum." Yani herkesin ibadet ettiği putlara ibadet etmiyorsun, öyle mi? "Öyle. O putlar, hiç kimseye zarar ve faydası dokunmayan taş parçalarından başka bir şey değildir. Şeytan, müşriklere; yaptıkları kötü amellerini iyi; putlara tapmayı da süslü gösterdiği için, onlar putlara tapıyorlar. Hâlbuki kendisinden başka ibadet olunmaya layık, hiçbir İlâh bulunmayan, hak ve yegâne mâbud, yalnız Allahü teâlâdır." Annesi doğum esnasındaki halleri oğluna şöyle anlatır: "Doğumun yaklaştığında, pek çok vâdiyi dolaştım. Bu esnada, sana bir zarar gelmesinden ziyadesiyle endişe ediyordum. Bir cuma gecesi, sen doğunca, endişelerimin yersiz ve lüzumsuzluğunu, senin hususî olarak muhafaza edildiğini anladım. Çünkü doğduğun gecenin sabahında, o siyah vâdinin beyazlaşıp, kardan ak olduğunu gördüm. Kupkuru ağaçlar bir gecede yeşerip, taptaze olmuşlar ve meyve vermişlerdi. Bir gün seninle beraber giderken, 'Allahü teâlâ seni peygamber kıldı. Müjdeler olsun' dediğini işittim
.
Ad kavmi
2 Nisan 2004 01:00
Nuh tufanından sonra, gemide bulunarak kurtulanlar, çoğalıp, zamanla Arabistan Yarımadası ve başka yerlere dağılarak yerleştiler. Hz. Nuh'un torunlarından olan Ad; Yemen'de, Hadramut bölgesinde, Umman ile Aden arasında Ahkâf denilen yeri yurt edindi. Ad'ın evladı burada çoğalarak büyük bir kabile oldu. Bu kabile, Ad'ın soyundan geldiği için, bu kavme Ad kavmi denildi. Ad, kendi arasında yirmiüç kabileden meydana gelen büyük bir Arap kavmi idi. Ad kavminin insanları, gayet uzun boylu, iri cüsseli, tuttuğunu koparan cinsten, çok kuvvetli kimselerdi. Aynı zamanda uzun ömürlü idiler. Bedenî olan kuvvetleri yanında, Allahü teâlânın ayrıca bir ihsanı olarak, bulundukları belde de, gayet bereketli idi. Yaşadıkları yerin toprağı çok verimli, yağmurları da bol idi. Her taraf yemyeşil olup, her yanda, bağlar, bahçeler, etrafta rengârenk çiçekler, göz görebildiğince çeşit çeşit meyve ağaçları vardı. Adım başı pınarlar, akarsular bulunurdu. Hatta bu Ahkâf diyarının İrem diye tanındığı, "İrem Bağları" tabirinin oradan geldiği de rivayet edilmiştir. Ad kavmi insanları, büyük kaya parçalarını yontarak sütun, direk şekline getirirler, bu direkler üzerine muazzam, gösterişli binalar yaparlardı. O muazzam binalarının içinde, ayrıca bağlar, bahçeler, güzel havuzlar bulunurdu. Her yer akıl almaz süslere ve göz kamaştırıcı güzelliklere sahipti. Hz. Nuh'tan sonra uzun bir zamanın geçmesiyle, Ad kavmi bozulmaya başladı. Önceleri doğruluk, hak ve adalet üzere rahat yaşarlarken, zamanla fitne ve fesada başladılar. Dinlerine ait ilimleri, büsbütün unutarak doğru yoldan ayrıldılar. Nuh tufanını görenler, çoktan vefat etmiş olduklarından ve tufanın tesiri yavaş yavaş insanların hafıza ve gönüllerinden silindiği için, azmaya başladılar. Şeytan da zaten bütün gayretiyle, insanları hidayet yolundan ayırmak için, devamlı hîle ve tuzaklar hazırlıyordu. Boy ve kuvvetlerine, ellerindeki nimetlerin çokluğuna bakarak aldanan bu kavim; kibre kapıldı. Bu durum Kur'an-ı kerimde Fussilet suresinin 15. ayetinde mealen şöyle bildirilmektedir: (Yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve; "Bizden daha kuvvetli kim var ki" dediler.) Bütün nimetleri veren Allahü teâlâyı da çoktan unutmuşlardı. Kendilerinin ve bütün âlemin bir yaratıcısı olduğu, akıllarına bile gelmiyordu. Her geçen gün kibir ve büyüklenmeleri, cehalet ve taşkınlıkları artıyordu. Nihayet Ad kavmi; Samed, Samûd, Sadâ ve Hebâ adlı putlara tapmaya, etrafta bulunan kabilelere zulüm ve işkence etmeye başladı.
.
Cenaze merasimleri de değişti!
2 Nisan 2004 01:00
Birçok şey gibi cenaze merasimleri de değişti günümüzde. Eskiden cenaze merasimlerinde bir ağırlık ciddiyet vardı. Cenaze sahipleri gözyaşlarını daha çok içlerine dökerlerdi. Allaha tam bir tevekkül vardı, "Allah verdi Allah aldı, veren de O, alan da o" diyerek sabır gösterilirdi. Şimdi ise bağırmalar çağırmalar, kendini yerlere atmalar, "bizleri bırakıp nereye gidiyorsun" türü serzenişler... Sanki kendisi bırakıp gidiyor! Bunlar hep Allaha isyandır! Her meselede olduğu gibi, bu ölüm acısında da nasıl davranmamız gerektiğini Resûlullah efendimiz bildirdi. Buyurdu ki; "Bir kimseye bir musîbet yetiştiğinde, eğer ağlayıp yakasını yırtsa, o kimsenin dîni parça parça olur. Eğer yüzünü yırtsa, Allah da, ona kendi cemâlini görmeyi harâm eder. Eğer vaveylâ koparıp figân eylerse, Allah onun duâsını kabûl etmez. Eğer ölü üzerine ağlayıcı getirse; Allah üzerine, o kişiyi, o ölüyü ve ağlayıcıyı bir araya toplayıp hepsini Cehenneme atmak vacip olur." Dâvüd aleyhisselâm eshâbı arasında otururken biraz uyuklayıp gözünü açtı ve güldü. Dediler ki: "Ey Allahın resûlü, ne sebepten güldün?" Dâvüd aleyhisselâm, onlara cevap olarak dedi ki: "Cennette çocukların birbirine elma atarak eğlenip oynadıklarını gördüm. Yalnız bunlardan birisi vardı ki, bir kenarda üzgün üzgün duruyor, onların oyununa katılmıyordu. Ben onlara: "Bu çocuk niçin sizinle oynamıyor, böyle yaslı yaslı oturuyor? Hâlbuki Cennet sevinç ve saâdet evidir, gam ve gussa yeri değidir, dedim." Bunun üzerine bana şöyle cevap verdiler: "Bunun arkasından dökülen gözyaşı vardır. Bağırıp çağırma vardır. Onun için bu âlemde gülmez." Ölünün arkasından sabırsızlık ederek bağıra çağıra ağlayan bir kimse üç türlü kötülüğe sebep olur: 1- Sabır sevâbından mahrûm kalır. 2- Günâha girmiş olur. 3- Ölüsünü sıkıntıya sokmuş olur. Ancak bağırıp çağırmadan sessizce ağlamak bir zarar vermez. Çünkü bu şekilde ağlamak, kişinin ihtiyarında olmayan ve yemek, uyumak gibi insanın tabiatından gelen bir şeydir. Bunun için böyle ağlamak günâh değildir. Hattâ Resûl aleyhisselâm, oğlu hazret-i İbrâhim dünyadan göçtüğü zaman elinde olmadan sessizce ağladı. Bunun üzerine; "Siz de mi ağlıyorsunuz, yâ Resûlallah? Hâlbuki sen bizi, ağlamaktan nehyederdin" diye suâl edenlere "Bilmez misiniz ki, Allah, gözüyaşlı ve gönlü üzüntülü hiç kimseye azâb etmez. Ancak şu sebeple azâb eder" diyerek mübârek dillerini işâret ettiler. Ya'nî azâba müstehak olmak, diliyle "Ah, vah" gibi nidâlar çıkararak ve yüksek sesle bağıra çağıra söylenerek ağlamaktır. Aynı zamanda ölünün arkasından meziyetlerini sayıp dökmek, şiir okur gibi ağlamaktır. Ağıt yakmaktır. Fatıma binti Ahmed, şöyle anlatır: "Onbeş yaşında yiğit oğlum öldüğü zaman sabredemedim, yüksek sesle çok ağladım. Her zaman böyle bir genç öldüğünde kendimi tutamaz, ağlardım. Bir sene sonra rüyâmda, daha önce ölmüş olan oğlumu gördüm. Yüzünde türlü türlü kabarcıklar hâlinde çıbanlar vardı. Ona dedim ki: "Ey canım oğlum, bu yüzündeki çirkin hastalık nedir?" Oğlum cevap olarak dedi ki: "Ey anacığım, işte senin gözünün yaşı beni böyle eyledi." Uyandığım zaman hemen tövbe ettim... Ondan sonra her zaman umardım ki, oğlumu bir daha görüp de hâlini sorayım. Nihâyet bir gece yine rü'yâmda gördüm. Evvelki hâli tamamen gitmişti. Sevine sevine bana duâlar etti ve dedi ki: "Ey ana! Allah seni kabir azâbından halâs etsin ki, ağlamayı terk etmek suretiyle beni kabir azâbından kurtarmış oldun. Ey ana! Benim için duâ et ve sadaka ver. Çünkü biz kabir ehli, sizin duânıza muhtâcız.
.
Gördüğümüzden ibret almıyoruz!
3 Nisan 2004 01:00
Geçenlerde bir cenazeye gitmiştim. Mezarlıkta cenaze mezara konurken, biraz ileride, iki kişinin hararetli bir şekilde iş görüşmesi yaptıklarına, alacak verecek meselesi üzerinde konuştuklarına şahit oldum. Hemen onun arkasındaki kişiler de neşeli bir şekilde biribirleriyle şakalaşıyorlardı. Demek ki ölüm hadisesi bile kalbleri yumuşatmamış, dünyaya bağlılığı sarsmamış. Daha bir gün önce beraber yiyip içtiği kimsenin mezara konulması bunları hiç mi hiç etkilememiş! Bu ve bunun gibi olaylar kalblerimizin ne kadar katılaştığını, taşlaştığını gösteren ibretli olaylardır. Peki bu çok zararlı "kalb hastalığı"ndan nasıl kurtulacağız? Bir gün, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden, Ebüdderdâ hazretlerine bir kimse gelerek dedi ki: "Yâ Ebüdderdâ! Benim büyük bir hastalığım var. Bunun tedâvisinde bana yardımcı ol! Bu hastalıktan kurtulmam için hangi ilâçları kullanayım?" Ebüdderdâ sordu: "Hastalığın nedir? " "Hastalığım şu: Benim kalbimde dünyaya karşı aşırı sevgi var. Dünya, âdetâ kalbimi işgâl etmiş. Kıldığım namazlardan haz duyamıyorum. İbâdetlerimden bir tat, lezzet alamıyorum. Yâ Ebüdderdâ, ne olur beni bu hastalıktan kurtar!" Ebüdderdâ hazretleri bu kimseye şu nasîhati yaptı: "Sık sık hasta ziyâretlerine git! Cenâze namazlarında bulun! Kabirleri ziyâret et! Bu üç şeyi muntazam yaparsan bu hastalıktan kurtulursun! Sendeki dünya sevgisi yok olur. Kalbin nûrlanır, kalb gözün açılır. Kalbin yufkalaşır!" Bu kişi bildirilen üç şeye bir müddet devam etti; fakat kendi hâlinde herhangi bir değişiklik hissetmedi. Üzüntülü bir şekilde tekrar Ebüdderdâ hazretlerine gidip dedi ki: "Yâ Ebüdderdâ! Tavsiyelerini aynen yerine getirdim. Fakat kendimde hiçbir değişiklik görmüyorum. Ne olur beni bu hastalıktan kurtar! " "Ey kişi, bildirdiğim gibi, hastaları yokladın mı, cenâzelerde bulundun mu, kabir ziyâretleri yaptın mı?" " "Evet, devamlı bu üç şeyle meşgûl oldum." Bunun üzerine, Ebüdderdâ hazretleri şöyle buyurdu: "Öyle ise sen, cenâzeye bir hayvan ölüsüne gider gibi gitmişsin! Şimdi söyliyeceklerimi iyi dinle: Hasta ziyâretlerine gittiğin vakit, bir gün senin de onun gibi zayıf, hâlsiz, yatağa uzanmış olacağını düşün! Bir yudum suyu bile eline alıp içemiyecek, başkalarının yardımı ile içebileceksin! Bütün bu gerçeklere rağmen hâlâ dünyaya bağlanmaktaki maksadın ne? Görüyorsun ki, dünya zenginliği, insanın bu hâle gelmesine mâni olamamaktadır. Bunları, hastanın yanında düşün ve nefsine şöyle de: Şunun hâline bak, ibret al! Senin de sonun budur, o hâlde dünya muhabbetinden elini çek! Cenâze namazına gittiğin zaman düşün ki, bu kimseyi, bütün dünya nimetlerinden ayırmışlar. Tabutun içine koyup musalla taşının üzerine bırakmışlar. Yakınları, çok sevdiği ve bütün ömrünü onlar için harcadığı çocukları onu geriden seyrediyorlar. Mezarlığa vardığında, kabirde yatanların hâlini düşün! Bir gün sen de onlar gibi olacaksın! Nâzik bedenin çürüyüp böceklere yem olacaktır." Ebüdderdâ hazretleri sözünü şöyle tamamladı: - Ey kişi, işte üç şeyi yaparken bunları düşünüp, kendini bunların yerine koyarsan, kısa zamanda bu tehlikeli hastalıktan kurtulursun! O kişi, bu nasîhatlere aynen uydu. Kısa zamanda bu hastalıktan kurtuldu. Dünyadan tiksinmeye başladı. Kalbi nûrlandı. Kalb gözleri açıldı. Hakkı bâtıldan ayırdı. Bundan sonra bütün ömrünü, âhireti düşünerek, ona hazırlanmakla geçirdi. Ebüdderdâ hazretlerini gördüğünde: - Allah senden râzı olsun! Kalb gözümün açılmasına, gerçekleri görmeme vesîle oldun, dedi. Demek ki, hastalığı bilmek kafi değil. Hastalıktan kurtulmak için lüzumlu ilacı kullanmak da gerekiyor! İşte o zaman gördüklerimizden ibret alabiliriz!
.
Zulüm ve vahşet!
3 Nisan 2004 01:00
Ad kavmi öyle zâlim ve gaddar idiler ki, zayıf ve güçsüzler, onların yanında eğlence vasıtası idi. Bunlar üzerinde âdetâ kuvvet denemesi yaparlar, beğenmedikleri zavallı bir kimseyi çok yüksek binalardan aşağıya atıverirler, merhamet nedir bilmezlerdi. Adetâ zorbalık ve şiddet ile muamele etmeyi, kendilerine şiar edinmişlerdi. Kuvvet, şiddet sahibi olanlar, diğerlerini ezer, inletir, hatta işkence ile öldürürlerdi. Güçsüz ve korunmasız olanların hamisi ve sığınağı yoktu. Zulüm ve aşağılıkta akıl almaz derecede ileri gitmişlerdi. Herkesin gelip geçmekte olduğu çöl yollarına, güya kolay, kısa ve emin olan istikameti göstermek için çeşitli yanlış işaretler koyarlardı. Yolu bilmeyen garip, zavallı yolcular, bu yanlış işaretlere aldanarak, farkında bile olmadan, kızgın çöllerin içlerine kadar giderlerdi. Ad kavminin zâlimleri de, bu biçarelerin sıcak çöllerde, açlık ve susuzluktan, perişan bir vaziyete düşmelerini; kurda, kuşa yem olmalarını seyrederler ve habis ruhları bu alçaklık ve vahşetten zevk alırdı. Allah korkusu ve insanlık düşünceleri dumura uğrayan, şefkat ve merhametten tamamen mahrum kalan bu kavim, elindeki maddî imkân ve zenginlikleri, sadece zulüm vasıtası olarak kullanıyordu. Garip ve kimsesizleri, zayıfları, haklı, haksız ayırmadan, akıl almaz işkencelerle inletiyorlar, onları köle gibi çalıştırıyorlardı. Komşu kabileler de bunların zulüm ve işkencelerinden yaka silker hâle gelmişlerdi. Çünkü aynı şekilde onlara da, zulüm ve haksızlık ediyor, rahat bırakmıyorlardı. Maddî imkân ve nimetleri arttıkça, Ad kavminin şımarıklığı, haddi aşması da artıyor, Allahü teâlânın sonsuz nimet ve ihsanlarına karşı, şükür yerine nankörlükte ileri gidiyorlardı. Bağ, bahçe, tarla, hayvan, mahsul ve hatta nesillerinde şaşılacak bir bereket bulunması, dünya nimetleri bakımından, ulaşılması arzu edilen bütün her şeye kavuşmuş olmaları, onların gittikçe azıtıp sapıtmalarına, zulüm ve haksızlıkta daha da ileri gitmelerine sebep oluyordu. Bu hesapsız nimetlere şükredecekleri yerde, şükrü terkedip şirke, müşrikliğe devam ediyorlar, içinde bulundukları bolluk sebebiyle gurur ve kibre kapılıp, insanî duygu ve meziyetlerden ayrılarak, eğlence ve sefahet yolunda ilerliyorlardı. Herkesin gelip geçmekte olduğu işlek yolların kenarlarında yaptıkları gayet muazzam binalarda, benzeri görülmemiş bir ihtişam içinde yaşıyorlardı. Bu umumî yerlerde, ayrıca yüksek tepelerde yaptıkları sağlam bina ve köşklerde vakitlerini oyun ve eğlence ile geçiriyorlardı
.
Onları tevhide çağır!"
4 Nisan 2004 01:00
Ad kavmi, ellerindeki kuvvet ve imkânları ile etrafa dehşet saçıyorlar, bundan da zevk duyuyorlardı. Bu zamanda Ad kavminin meliki, Halcân bin Vehm isminde, vicdansız, zâlim bir kimse idi. İşte böyle bir zamanda, edep ve hayâ bakımından her türlü azgınlık ve taşkınlığa sahip olan, hak hukuk tanımayan Ad kavmi içinde, bir zat yetişiyordu. Bu seçilmiş zat, Hud aleyhisselam idi. Hud aleyhisselamın Ad kavmi ile olan münasebeti, sadece nesep bakımından onlarla aynı olması ve aralarında yetişmesi idi. Başka hiçbir yönden onlara benzemiyordu. Allahü teâlânın bir ihsanı olarak, yaratılıştan, fevkalâde bir güzelliğe sahip olan Hz. Hud, kavminin en güzeli ve ahlâkça en üstünü olup, dedesi Âdem aleyhisselama çok benziyordu. Muhammed aleyhisselamın nuru, Hz. Hud'un mübarek alnında ay gibi parlıyordu. Daha küçüklüğünden itibaren, kendisine; "Muhammed aleyhisselamın nuru senin alnındadır. Putları kırmak, küffârı öldürmek ve küfür ateşini söndürmek, Ona nasip olacak" diye nida edildiğini duyardı. Hud aleyhisselam, Nuh aleyhisselamın dininde olup, o din üzere ibadet ederdi. Kavmi arasında, sevilen, sayılan, hürmet edilen bir kimse idi. Gayet halim, selim, yumuşak huylu ve şefkatli olan Hud aleyhisselam temiz, itibar sahibi ve soylu bir aileye mensup idi. Doğruluk ve dürüstlüğü ile başkalarından tamamen farklı bir hâlde olduğu, herkes tarafından bilinirdi. Cesareti ve zekâsı ise, fevkalâde idi. Kavminin itibar ve itimadını kazanmış olduğundan, herkes arasında "Emin" lakabı ile tanınmış idi. Hud aleyhisselam, kavminin bu azgın hâline baktıkça çok üzülüyor, müdahale edemiyor ve karşı gelemiyordu. Gayet sakin olan, hiç kimseye bir şey söylemeyen, bununla beraber vekar ve heybet sahibi olan Hz. Hud'a, Ad kavmine peygamber olduğu bildirildi. Allahü teâlâ, Cebrail aleyhisselam vasıtasıyla Hz. Hud'a şöyle vahyetti: -Ey Hud! Kavmin arasından seni seçtim ve seni Ad kavmine peygamber kıldım. Onlara git! Kendilerinden korkma! Ben onlara, senin için, mucize olacak şeyler gösteririm. Ya Hud! Ben onlara, altından tahtlar, çok mal ve servet yanında, kendilerinden evvel hiçbir kavme nasip olmayan uzun ömür ve çok kuvvet verdim. Onlara gökten bol yağmur yağdırdım. Yerden çeşit çeşit otlar bitirdim. Rızkımı yiyip, benden başkasına ibadet ediyorlar. Ey Hud! Sen, benim kulum ve peygamberimsin. Onlara git! Kendilerini tevhide çağır ve benden başka ilâh olmadığını, bir olduğumu, ortağımın bulunmadığını söyle ve inanmaya davet et!
.
Siz de helâk olmayın!"
5 Nisan 2004 01:00
Hud aleyhisselam, peygamber olduğunu bildiren vahyi aldıktan sonra, doğruca kavminin toplandığı yere gitti. O gün, onların bayramları olduğundan, hepsi bir yerde toplanmışlardı. Başta melikleri Halcân ve kavmin ileri gelenleri, hususî olarak hazırlanmış altın tahtlar üzerinde oturuyorlardı. Reislerinin başında çeşitli mücevherat ile süslenmiş bir taç vardı. O sırada Hz. Hud'un gür sesi duyuldu: "Ey kavmim! Benim ve sizin Rabbimiz olan Allahü teâlâya ibadet ediniz! İbadet edilecek Ondan başkası yoktur. Allahü teâlâyı bırakıp da, kendilerine ibadet ettiğiniz şu putlar, sizden önceki Nuh kavminin suda boğularak helâk olmasına sebep oldu. Yani Nuh kavmi, putlara ibadet ettiler, helâk oldular. Siz de onlar gibi helâk olmayın!" Onun bu sözlerini duyan Halcân dedi ki: "Ey Hud! Yazık sana. Biz bu kadar kalabalık iken, bu kadar güçlü iken, sen bize bu sözlerle galip geleceğini mi zannediyorsun? Sen bilmez misin ki, her gün ve gecede bizim bin çocuğumuz doğar." Böyle sözlerle, kavminin, davetini kabul etmeyip dinlememelerine üzülen Hz. Hud, Allahü teâlâya duâ edip, bu kavmin kadınlarının kısır olmalarını diledi. Allahü teâlâ kabul edip, o sene bütün kadınlar kısır kaldı ve hiç birinin çocuğu olmadı. Hud aleyhisselam davetine devam ettikçe, kavminden, kâfir olanların ileri gelenleri dediler ki: "Ey Hud! Biz seni, kavminin dinini terk ettiğin için akılsız, peygamberlik davasında da yalancılardan zannediyoruz." Hud aleyhisselam bunlara cevaben şöyle dedi: "Ey kavmim! Bende akıl azlığı ve cahillik yoktur. Ben, âlemlerin Rabbi tarafından size gönderilmiş bir peygamberim. Ben, Rabbimin emirlerini, bana vahyettiklerini size tebliğ ediyorum. Size nasihatta bulunuyor ve sizi tövbe etmeye davet ediyorum. Ben sizin için, güvenilir, emin bir nasihatçiyim. Peygamberliğimde sâdık ve eminim. Allahü teâlânın vahyi ve Allahü teâlânın bana emaneti olan peygamberlik hususunda eminim. Bir değişiklik yapmam. Bilakis, bana emrolunan şeyi, aynen emrolunduğum şekilde tebliğ ederim. Sizi Allahü teâlânın azabından korkutmak için, Rabbiniz tarafından, içinizden biri vasıtasıyla vahiy ve haber gelmesine hayret mi ediyorsunuz? Allahü teâlânın sizi, Nuh kavminin helâkinden sonra, onların yerine getirdiğini, yaratılışta size onlardan kat kat ziyade boy, cüsse ve kuvvet verdiğini ve Allahü teâlânın daha nice nimetleri ihsan ettiğini düşünün, hatırlayın. İhlas ile Allahü teâlâya ibadet ederek ve Ona şirk koşmayı bırakarak, Onun bu nimetlerine şükredin ki, felâh bulasınız, kurtulasınız."
.
İnkârda ısrar!
6 Nisan 2004 01:00
Hud aleyhisselam kavmini devamlı imana çağırıyor, fakat kavminin ileri gelenleri Hud aleyhisselama inanmadıkları gibi, bir de alay ediyorlar ve diyorlardı ki: "Sen bize, babalarımızın ibadet ettiği putlarımızı bırakıp, Allahü teâlâya ibadet, kulluk etmemizi emretmeye mi geldin? Eğer peygamber olduğunu bildirmek hususunda sadık isen, haydi, "Hâlâ Onun azabından korkmayacak mısınız" diye bizi korkuttuğun azabı getir de görelim!.." Kavminin bu inkârcı ve alaycı sözlerine karşı, Hud aleyhisselam onlara dedi ki: "Muhakkak ki, size, Rabbiniz tarafından bir azap ve gadap vacip ve hak oldu. Sizin ve babalarınızın ilâh diye isimlendirdiğiniz putlarınızla, benimle mücadele mi ediyorsunuz? Öyleyse şimdi azabın gelmesini bekleyin! " Hud aleyhisselam, uzun müddet kavmini Allahü teâlâya iman ve ibadet etmeye davet etti ise de, pek az kimse iman etti. İman edenler de, diğer müşriklerin, zulüm ve işkencelerinden çekinerek imanlarını gizliyorlar, açıktan açığa söyleyemiyorlardı. Kavmin ekserîsi ise, iman etmedikleri gibi, inkâr ve inatta pek ileri gidiyorlar, yola gelmiyorlardı. Şirk ve sapıklıkta kaldıkları gibi, üstelik Hud aleyhisselama karşı çıkıyorlar ve onu çok üzüyorlardı. Her defasında; "Eğer doğru söylüyorsan, haydi, bizi korkuttuğun azabı getir de görelim" dediler. Hud aleyhisselam da onlara dedi ki: "O azabın geleceği vaktin ilmi Allah katındadır. Onu sadece Allahü teâlâ bilir. Ben size vahyolunduğum şeyi bildiriyorum. Peygamberin vazifesi haber vermektir. Lâkin görüyorum ki, siz cahillik ediyorsunuz. Peygamberlerin, tebliğ ve Allahü teâlânın azabı ile korkutmak için gönderildiğini bilmiyorsunuz. Sizin bu sözleriniz azabın gelmesini süratlendirir..." Hud aleyhisselam, yalvarırcasına kavmine nasihate devam ediyor, onları, Allahü teâlâya imana ve yalnız Ona ibadet etmeye, acizlere zulmetmemeye, başkalarına karşı merhametli olmaya, Allahü teâlânın ihsan etmiş olduğu nimetlere nankörlük etmemeye davet ediyordu. Allahü teâlâya karşı gelmenin çok büyük felâket olduğunu anlatıyordu. Hud aleyhisselam, nesep olarak Ad kavminden olup, onların arasında yetiştiğinden, onların hâllerini çok iyi biliyor, hangi hususlarda çok hassas olduklarını pek iyi anladığı için, bütün bunları dikkate alarak konuşuyor, nasihat ediyordu. Fakat Ad kavmi pek azmış, müşriklik ve putperestliğe iyice dalmış olduğundan, nasihatleri kabul etmiyor ve inkârda ısrar ediyordu.
"Pişman olacaklar!"
7 Nisan 2004 01:00
Ad kavmi, daha düne kadar, aklı, zekası, cesaret ve doğruluğu ile çok yakından tanıdıkları, hatta kendisine, "Emin" lakabını verdikleri Hûd aleyhisselamı, bugün yalancı ve akılsız olmakla itham ediyorlardı. Allahü tealânın emirlerini kabul edip, iman etmek, Onun peygamberine tâbi olmak, bu haddi aşmış, canavarlaşmış kavme pek zor geliyordu. Hûd aleyhisselam onlara, "Allahü teâlâya ibadet ediniz! İbadet edilecek, Ondan başkası yoktur. Onun azabından korkunuz! " buyurdu. Onlar ise, "Bu peygamber, bizim gibi yiyip içiyor. Kendimiz gibi birçok şeye muhtaç olan birine inanırsak, aldanmış ve ziyan etmiş oluruz" dediler Hûd aleyhisselamın, "Ölüp, kemikleriniz çürüyüp, toz toprak olduktan sonra, tekrar dirilerek kabirden kalkacaksınız" demesi üzerine, kavmi şöyle cevap verdiler: "Hiç böyle şey olur mu? Ne varsa, ancak bu dünyadadır. Cennet, cehennem, hep buradadır. Bu dünya böyle gelmiş, böyle gider. Öldükten sonra, bir daha dirilmek yoktur. Hûd, risalet davasında ve öldükten sonra tekrar diriltileceğimizi söylemek hususunda, Allahü teâlâya iftira ediyor. Biz, ona inanıcı ve onu tasdik edici değiliz." Onların bu sözlerine karşı, Hûd aleyhisselam Allahü teâlâya duâ edip dedi ki: "Ya Rabbi! Onların beni yalanlamalarına karşı, bana yardım et! Beni yalanladıkları için, intikamımı onlardan al!" Allahü teâlâ buyurdu ki: "Az zamanda azap geldiğini görüp, seni yalanladıklarına pişman olurlar." Hûd aleyhisselam; "Ey kavmim! Allahü teâlâya ibadet ediniz" dedikçe, onlar; "Hayır, biz Allaha ibadet etmeyiz. Ancak şu putlarımıza ibadet ederiz" diyerek, putlarını gösterirlerdi. Böylece Hûd aleyhisselema karşı kaba ve inkârcı davranmaya devam ederlerdi. Hûd aleyhisselam buna karşılık, onlara, bu itikadlarının yanlışlığını, Allahü teâlâdan başka ibadete layık bir ilâh bulunmadığını bildiriyor, müşriklikte inat ve ısrar etmemelerini söylüyordu. Buna rağmen Ad kavminin insanları, Hz. Hûd'un vaaz ve nasihatlerine kulak vermiyor ve bildiklerinden şaşmıyorlardı. Devamlı olarak, yüksek binalar yapmakta, garip, güçsüz, zavallı ve kimsesizlere zulmetmekte âdeta birbirleriyle yarış ediyorlardı. Herkesin gelip geçtiği yolların kenarlarına kurdukları ihtişamlı binalardan, gelip geçenlerle eğlenirler, bilhassa Hûd aleyhisselamın evine giden misafirlerle alay ederler ve insanların onun yanına gidip, konuşup görüşmelerine mâni olmak isterlerdi. Buna rağmen, Hud aleyhisselam sabırla onları imana çağırıyordu
Çok çocuğun olacak!"
8 Nisan 2004 01:00
Hûd aleyhisselama ilk iman eden, Cünade bin Esam isminde bir zattır. Bu zat, Hz. Hûd'un amcasının oğlu idi. Cünade bir gün, akrabalarından kırk kadar kişiyle otururken, onlara dedi ki: "Ey kavmim! Defalarca size, doğru olan saadet yolu teklif edildiği hâlde, sizi bundan men eden nedir? Niçin kabul etmiyorsunuz? Bâtılda bir tatlılık yoktur, niçin onu terketmiyorsunuz? Bu Hûd sizin yakın akrabanızdır, amcanızın oğludur. Şüphesiz siz, onu, önce ve sonra, doğru, sadık olarak tanırsınız. O size Allahü teâlâ tarafından vaiz ve peygamber olarak geldi. Şimdi niçin onu yalanlayıp, hakaret ediyorsunuz? Allahü teâlâdan korkunuz ve ona itaat ediniz! Siz böyle inkâr ve inatta ısrar ederseniz, Nûh kavminin başına gelen felaketin, sizin başınıza da gelmesinden korkuyorum." Adlılar, Cünade'nin bu sözlerine fena hâlde kızdılar. Üzerine hücum edip, hakarete başladılar. Cünade, ellerinden kurtulup Hz. Hûd'un yanına dönerek, olanları anlatınca, Hz. Hûd onu teselli ederek buyurdu ki: "Üzülme! Ahirette senin için hüzün yoktur. Mükâfatını Allahü teâlâ verir. Hûd aleyhisselam bir gün yolda giderken, Mersed isminde bir zat ile karşılaştı. Mersed, "Ya Hûd! Ben de sana bir iş için geliyordum. Eğer ben, sana o işimi haber vermeden önce, sen bana haber verirsen, sen gerçekten peygambersin" dedi. Hz. Hûd ona tebessüm edip, şöyle buyurdu: "Dün gece yatarken, hanımınla aranızda şöyle bir konuşma geçti: Sen hanımına; "Yarın Hûd'a gideceğim. Bu konuşmalarımızı bana haber verirse, o peygamberdir. O zaman, kendisine iman edeceğim" dedin. Mersed bunları duyunca, Kelime-i şehadeti söyleyip; "Ben şehadet ederim ki, hak mâbud olarak, Allahtan başka ilâh yoktur. O Allah ki, seni peygamber olarak gönderdi. Seni tasdik eden kimseye ne mutlu. Seni yalanlayan kimseye de yazıklar olsun" dedi. Sonra da şöyle sordu: "Ey Allahın peygamberi! Acaba benim çocuğum olacak mı?" Hz. Hud buna cevaben buyurdu ki: "Hanımın şimdi hamiledir. Bu hamilelikten iki erkek çocuğun olur. Ayrıca hanımının, senden daha çok çocuğu olacaktır. On batında ikiz doğum yapar. Hepsi de erkek olur. Ayrıca çocuklarının hepsi de benim ümmetimden olur. Hz. Hud'dan bunları dinleyen Mersed, sevincinden Hz. Hud'a sarılıp, alnından öptü. Allahü teâlâya hamd ve sena ederek oradan ayrılıp, hanımının yanına döndü. Olanları hanımına haber verdi. O da çok sevinip, hemen iman etti
.
Hazret-i İsa ölmedi; göğe kaldırıldı!
9 Nisan 2004 01:00
Son zamanlarda Hazret-i İsa tartışması hiç gündemden düşmüyor. Aslında sadece bu konu değil, Müslümanların kafasını karıştırmak, 1400 yıllık İslam inancını sarsmak için her gün yeni bir dini konu tartışmaya açılıyor. Maksat belli; Müslümanları geçmişten koparmak sonra da kendilerine göre yeni bir İslam modeli ortaya koymak. Daha önce günlerce, gazetelerde ve TV'lerde bu konu ile ilgili şunlar tartışıldı: Hazret-i İsa öldü mü, ölmedi mi? Tekrar gelecek mi gelmeyecek mi? Şimdi de gelecekse nasıl gelecek, konusu tartışılıyor. Bu konularda bugün insanlar üç gruba ayrılmış durumda: 1- Yahudiler gibi İsa aleyhisselamın öldüğüne, bir daha gelmeyeceğine inananlar. Mısırlı Abduh, Şeltut vb. kimseler böyle inanıyor. 2- Hazreti İsa'nın ölmediğini ve tekrar geleceğini kabul eden fakat bu geri gelişin, ruh ve beden beraber olarak değil de, şahsı manevi; uzlaşmaya, barışa, diyaloğa dayalı bir hareket, bir akım, bir esinti şeklinde olacağına inananlar. İbni Teymiyye, İbn Kayyım ve bunun yolunda olan Ehli sünnet dışı bazı kimseler böyle inanıyor. 3- Hazret-i İsa'nın ölmediğine, onun yerine, İsa aleyhisselema ihanet eden havari Yehuda'nın çarmıha gerildiğine, hazreti İsa'nın kıyamete yakın tekrar ruh ve beden beraber olarak geleceğine, evlenip çocuğu olacağına, Deccal ile savaş yapacağına, 40 yıl hüküm sürüp Medine'de Resulullah efendimizin yanına defnedileceğine inananlar. 1400 yıldan beri Ehli sünnet inancında olan Müslümanlar hep böyle inanmışlardır. (Hıristiyanlar ise, Hazret-i İsa'nın öldürüldüğüne, üç gün sonra diriltilip göğe çıkartıldığına, ahir zamanda tekrar geleceğine inanır.) Şimdi bunlarla ilgili bugüne kadar yapılan tartışmalara ve gösterilen delillere bir bakalım: Son devir Ehli sünnet alimlerinden şeyhülislam vekili Muhammed Zahid el-Kevserî, Mısır'da bulunduğu sıralarda, Hz. İsa'nın kıyamete yakın yeryüzüne ineceği meselesine dair "Nazretu'n-Abira" isminde bir kitap yazmıştır. Kevserî, bu konuda Kur'an-ı kerimde bulunan ayetleri ele alarak inceledikten sonra, bu ayetlerin Hz. İsa'nın ineceğini çok açık, sarih, kesin bir şekilde ifade eder. Üstad Kevserî konu ile ilgili hadislerin mütevatir derecesine ulaşan hadisler olduğunu belirtir. Mütevatir hadis, her asırda yalan söylemesi mümkün olmayan çok kimselerin bildirdiği hadislerdir. İtikat konusunda mütevatir hadisler de Kur'an ayetleri gibi bir kaynak oluşturur. Bu konuda alimler arasında herhangi bir tartışma mevcut değildir. Kevserî, Kur'an ve sünnet naslarının yanı sıra, bu hususta eskiden beri Müslüman âlimlerin arasında görüş birliği (icma) olduğunu belirtir. İslam alimleri, Hz. İsa Mesih'in kıyametten önce yeryüzüne ineceği ve aynı zamanda zuhur edecek olan kötülük ve şerrin lideri Deccal'ı öldüreceği hususunda birleşmişlerdir. Bu mesele, bu konuda gelen ayet ve hadislerin açık anlamları ve buna dayanan ortak dinî kanaat nedeniyle içtihadi bir mesele olarak addedilmemiştir... Tam tersine ümmet içinde herkesin paylaştığı ortak bir dinî akide olarak kabul edilmiştir.. Bu konu geçmişte de Ehli sünnet dışı kimseler tarafından zaman zaman dile getirildiği için, İslam âlimleri, İsa aleyhisselamın ölmediğine, "ruh ve beden beraber" olarak tekrar geleceğine dair 20'den fazla kitap yazmışlardır. Bunlardan biri de Hindistan'ın büyük âlimlerinden Enver Şah Keşmirî'dir. Keşmirî, "Et-Tasrih bima tevatere fi nüzuli Mesih" adlı eserinde, İsa aleyhisselamın geleceği konusundaki hadis-i şeriflerin mütevatir olduklarını inkârının küfür olduğunu bildiriyor. Çünkü, mütevatir hadisler kesin bir bilgidir. Bu haberlerin doğru veya yanlış olması hiç kimse tarafından tartışma konusu yapılamaz. Bu nedenle Fıkıh usulü âlimleri bunları mutlaka kabul etmenin, gereğiyle amel etmenin zorunlu olduğunu belirtirler.
.
Azap bulutu geliyor!
9 Nisan 2004 01:00
Hûd aleyhisselam zamanında, iman etmiş olan Nüheyl isminde bir zat vardı. Bu zat, kavmin ileri gelenleri ile beraber bulunur, onların iman etmeleri için devamlı nasihat ederdi. Uzun müddet böyle devam ettiği hâlde, kavminde hiçbir değişiklik olmadığını görüp, bu işten vazgeçti. Kendisi gibi iman edenlerle birlikte bir köşede ibadet ve taat ile meşgul olmaya başladı. Bir gece uykuda bir ses duydu. Rahmanî olan bu ses şöyle diyordu: "Ey Nüheyl! Başını kaldır, semaya doğru bak! Kavminin üzerine gölge veren ve onların üstüne kadar gelen azap bulutunu seyredip, ibret al!" Hakikaten, Ad kavminin üzerinde, zulmetten yaratılmış siyah bir bulutun, büyük bir dağ gibi durmakta olduğunu gördü. Korkuyla uyanan Nüheyl, doğruca Amr ismindeki amcasının oğlunun yanına gitti. Korku ve dehşet içerisinde, gördüğü hâli ona anlattı. Daha önce kendisinin, çok uğraştığı hâlde, bu azgın kavme söz geçiremediğini söyleyip, gidip bu hâli Ad kavmine haber vermesini talep etti. Bunun için dedi ki: "Git, Adoğullarına benim gördüğüm bu hâli anlat! Hidayete kavuşmalarına çalış! İman etmeleri için gayret göster!" Amr gidip, kavmine bunları anlattı. Hûd aleyhisselamın anlattıklarını kabul etmeyen, apaçık mucizelerini gördükleri hâlde yine inkâr eden Ad kavmi, Amr'ın sözlerine aldırmadılar ve onu reddettiler. Hatta öldürmeye kalktılar, fakat buna güçleri yetmedi. Amr, ellerinden kurtulup Nüheyl'in yanına geldi ve olanları haber verdi. Nüheyl de, bu durumu Hûd aleyhisselama bildirdi. Bu hâli, kavmine bizzat kendisi anlatabilmek için ondan izin alıp, Gays vadisine gelerek, Ad kavmini yanına topladı. Nüheyl, Ad kavminin arasında, sözü dinlenir bir zat idi. Uykuda gördüğü hâli onlara uzun uzun anlattı. Yumuşaklıkla, tatlılıkla, onların iman etmelerine gayret etti. Fakat, bu Ad kavmi idi ve hakkı, hakikati kabul etmemek hususunda sanki ahdleri vardı. Ne anlatılsa, ne gösterilse kâr etmiyor, inanmıyorlardı. Nüheyl'in sözlerine, anlattıklarına da kulak asmadılar. Alay ederek dediler ki: "Ey Nüheyl! Zamanımızda peygamberlik işi size mi kaldı? Demek ki, peygamberlik size geldi. Siz bu işinize devam edin. Fakat devamlı olarak bizi azapla korkutuyorsunuz. Ama hâlâ biz, o dediğiniz azaplardan, sıkıntılardan, güç hâllerden hiçbir şey görmedik. Eğer siz, bizleri azap ile korkuttuğunuz bu sözlerinizde sadık iseniz, dediğiniz azapları bize de gösterin!
"Öyle bir azap ver ki!.."
10 Nisan 2004 01:00
Hûd aleyhisselam, kavminin verdiği sıkıntılara devamlı sabrediyor; "Bekleyelim. Belki iman edip, Allahü teâlânın emirlerine itaatkâr olurlar da, azap ve cezaları, cennet nimetlerine ve sevaba dönüşür" diyordu. Zaman ilerleyip, günler, aylar birbirini takip ederek, seneler geçiyor ve Hz. Hûd da kavmini imana davete devam ediyordu. İnsanların, itiraz ve muhalefetlerine, inanmamalarına, kendisini yalanlayıp iftira etmelerine rağmen, o, bu kudsî vazifesini hiç aksatmadan sürdürüyordu. Kavmini doğru yola kavuşturmak için tebliğ vazifesine devam ediyordu. Ad kavmi, her defasında, onun söylediklerine itiraz ve onu tekzip ediyorlardı. Zaman ilerledikçe, bu itiraz ve yalanlamaları alay ve hakarete dönüştü. Hatta, daha ileri giderek, onu taşa tutmaya, dövmeye başladılar. Bu hâl o dereceye geldi ki, Hz. Hûd'u döverler, kendinden geçip bayıldığı zaman, ayakları altında çiğnerlerdi ve artık öldü diye iyice kanaat getirmedikçe bırakmazlardı. Bundan sonra da, sanki mühim bir iş yapmış gibi, alçak tabiatleri ve aşağılık zevkleri icabı, sevinç kahkahaları atarlardı. Hz. Hûd, bunların akıllanmayıp yola gelmeyeceklerini anlayınca, Vadi-i Nuh denilen yere geldi. Orası, suyu tatlı olan bir yer idi. O sudan abdest alıp, yirmi rekât namaz kıldı. Sonra ellerini kaldırıp, Allahü teâlâya şöyle duâ etti: "Ya Rabbi, sen her şeyi biliyorsun. Ben onlara, senin emirlerini tebliğ ettim. Kendilerini açlık ve kıtlık azabıyla korkuttum, fakat iman etmiyorlar. Onlara, ders almalarına ve akıllarını başlarına toplamalarına vesile olacak bir musibet ver. Ümit olunur ki, iman ederler. Şayet yine iman etmezlerse, onları öyle bir azap ile helâk eyle ki, daha önce ve daha sonra hiçbir kavim öyle bir azap ile helâk edilmiş olmasın." Allahü teâlâ, onun bu duâsını kabul etti. Azgın ve taşkın Ad kavminin sonu yaklaşmıştı. Ad kavminin, nasihat dinlememesi ve Hûd aleyhisselamın bildirdiklerini kabul etmemekte ısrarları üzerine; onlara, Allahü teâlâ tarafından gönderilecek azabın işaretleri görülmeye başladı. Üç sene müddetle Ad kavminin bulunduğu yere hiç yağmur yağmadı. Akan pınarlar kuruyup, ağaçlar, meyveler sararıp soldu ve meşhur "İrem Bağları" yok oldu. Yağmurların yağmaması sebebiyle meydana gelen kuraklık, ortalığı kasıp kavuruyor, hayvanlar susuzluktan telef oluyordu. İnsanlar da bir yudum suya ve bir lokma ekmeğe muhtaç hâle gelmişlerdi. Devamlı olarak bunaltıcı kuru bir rüzgâr esiyor, tozdan göz gözü görmüyor, Ad kavminin insanları, ağızlarını güçlükle açıyor ve zor nefes alıyorlardı. Hepsi perişan bir vaziyette bulunuyordu..
Mucizeye inanmak Kur'an-ı kerimin emri
10 Nisan 2004 01:00
Hazret-i İsa'nın ölmediği ve kıyamete yakın tekrar geleceği konusuna bugün de devam ediyoruz... Hazreti İsa'nın göğe kaldırılması, kıyamete yakın ruh ve beden beraber olarak tekrar gelecek olması normal bir olay değildir; bunlar birer mucizedir. Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Mustafa el-Meraği Mahmud Şeltut gibiler işte bunun için inanmıyorlar. Çünkü bu ekolün mensupları mucize kavramı konusunda iman zaafı yaşarlar. Mucizelerden büyük rahatsızlık duyar, Kur'an-ı kerimde her nerede bir mucizeye rastlasalar, o olayın bir mucize olmadığını, sıradan, doğal bir şey olduğunu ispatlamak için ellerinden geleni yaparlar. Mesela Fil Suresinde Cenab-ı Hakk'ın Kâbe'yi yıkmak maksadıyla gelen Habeş ordusu üzerine sürü sürü kuşlar gönderdiği, bu kuşların ordunun üzerine siccilden taşlar attığı anlatılır... Sonsuz kudret sahibi Allahü teala, bu azgın orduyu kuşların attığı taşlarla, yenilmiş ekin yaprağı gibi yaparak helak eder. Abduh bu sureyi tefsir ederken, o zamanda çiçek ve kızamık hastalığı ortaya çıktığını belirtir. Bu hastalığa ise, ayette kuş olarak açıklanan sineklerin ayaklarına bulaşmış olan mikropların sebep olduğu fikrini ortaya atar. Halbuki Kur'an-ı kerimin pek çok suresinde Hz. İbrahim, Hz Musa, Hz. İsa, Hz. Süleyman, Hz. Davud, Hz. Salih gibi birçok peygamberlerin mucizeleri anlatılmaktadır. Kur'an-ı kerimde tekrar tekrar anlatılan bu mucizeleri çeşitli şekillerde tevil etmek ve bunları bir mucize olmaktan çıkarmak mümkün değildir. Bu yapılmaya çalışılırsa ayetler işaret ettikleri hakiki manalarından çıkarılarak tahrif edilmiş olurlar.. Kur'an-ı kerimdeki bütün bu mucizelere inanan, Hz. İsa'nın ruh ve beden beraber olarak yükseltilmesi ve yine ruh ve beden olarak inmesine de inanmak zorundadır. Zaten Kur'an-ı kerimde, hazret-i İsa'nın ölmediği açık bir şekilde bildirilmektedir: "...Ve 'biz Allah'ın peygamberi Meryem oğlu Mesih İsa'yı öldürdük' demeleri sebebiyle (onları rahmetimizden kovduk...) Halbuki onlar onu öldürmediler, onu asmadılar da. Fakat kendilerine benzeri gösterildi. Onun hakkında ihtilafa düşenler bir şek ve şüphe içindedirler. Onların buna (onun katline) ait hiçbir bilgileri yoktur. Ancak zanna uymaktadırlar. Onu kesinlikle öldürmemişlerdir. Tersine Allah onu kendisine yükseltmiştir..." (Nisa, 157, 158). Bu ayetten Hz. İsa'nın göğe yükseldiği anlaşılmaktadır. Zira bu ayette yükseltmek ve yukarı kaldırmak kelimesi (Rafea) kullanılmaktadır. Yükseltmek ve yukarı kaldırmak kelimesi bir şeyi aşağıdan yukarıya nakletmek anlamına gelir. Ali İmran Suresi 55. ayette de, "Ey İsa, doğrusu seni teveffi ettireceğim. Seni kendime yükselteceğim ve seni inkar edenlerden arındıracağım..." buyurulmaktadır. Kevserî, Nazretun Abira, kitabında "teveffi" kelimesini şöyle izah eder: Hz. İsa'nın geleceğini inkar edenler, bu kelimenin vefat ve öldürmek manasına geldiğini, dolayısıyla onun ölmüş olduğunu ileri sürmekteler... Halbuki teveffi kelimesi başka manalara da gelmektedir. Bunlardan biri de "kabzetmek ve almak"tır. Mecaz olarak canını almak, öldürmek anlamına da gelir. Zemahşeri'nin "Esasu'l-Belağa" adı sözlüğünden anlaşılan budur. O halde ayetin anlamı: Seni yerden alacağım ve kendime, semama kaldıracağım, şeklindedir. Teveffi kelimesinin "Almak, kabzetmek" anlamına gelişine Kur'an-ı kerimden şu örnekler de gösterilebilir: "Allah, ölümleri anında canları alır (teveffi ettirir); ölmeyenleri ise uykularında alır (teveffi ettirir...)" (Zümer: 42), "Geceleyin sizleri teveffi ettiren ve gündüzün neler yaptığınızı bilen O'dur." (Enam: 60) Bu iki ayette de geceleyin uykuda ruhların bir çeşit alınmasına (uyku haline) teveffi denilmiştir. Açıktır ki bu ayetlerde teveffi, ölüm anlamına gelmemektedir. İşte bunlar gibi Hz. İsa hakkındaki ayette geçen teveffi de ölüm anlamında değil, yükseltmek, yukarı kaldırmak manasındadır. İsa aleyhisselam ölmemiştir; göğe kaldırılmıştır.
.
İbret almıyorlardı...
11 Nisan 2004 01:00
Ad kavmine gelen müthiş kuraklık ortalığı kavururken, Hûd aleyhisselam, hiç durmadan sabır ve merhametle onları dine davet ederek, sıkıntıların, bu zor şartların, daha büyük bir azabın habercisi olduğunu söylüyor, bütün bela ve musibetlerin, kendini dinlemeyip, karşı çıkmaları sebebiyle geldiğini bildiriyordu. Böylece, onların küfür ve inattan vazgeçmelerine çalışıyordu. İşin şaşılacak tarafı, bu hâlde bile onlar, Hûd aleyhisselamın söylediklerini kabul etmedikleri gibi, işkence etmeye, hatta onu öldürmeye kalkışıyorlardı. Meydana gelen bu müthiş kuraklık sebebiyle, Ad kavminin hepsi perişan oldu. Sonunda Hz. Hûd'a gelerek yalvardılar: "Sen doğru sözlü, duâsı makbul, yardımsever, iyilik sahibi, emin bir zatsın. Duâ et de, bundan sonra davarlarımız kırılmasın. Yağmurlar yağsın. Bolluk meydana gelsin." Hz. Hûd, onlara cevaben dedi ki: "Ben duâ edip de yağmur yağarsa, siz benim bildirdiğim şekilde iman edip, günahlarınıza tövbe eder misiniz?" Bu durum karşısında, hemen geri dönüp, bu teklifi kabul etmediler. Ad kavmi üç seneden beri devam eden kuraklık sebebiyle perişan olup, mecalsiz kaldı. Hûd aleyhisselam, bu hâlin bir fırsat olmasını diliyor, böylece artık yola gelebileceklerini tahmin ediyordu. Fakat, durum tam tersine cereyan etti. Hûd aleyhisselamın daveti devam ettikçe, Adlılar, yumuşayacakları yerde, aksine diş biliyorlar ve inkâr, yalanlama, kaba ve sert cevap vermede pek aşırı gidiyorlardı. Hatta, kuraklık ve kıtlık sebebiyle, bu hâle düşmelerine Hz. Hûd'un sebep olduğunu ileri sürerek, ona daha çok düşman oluyorlar, kinleri de gittikçe artıyordu. Kendilerinin çok zâlim ve âsi olmaları sebebiyle, başlarına gelen bu belayı Hz. Hûd'a yükleyerek, nihayet onu tuzağa düşürmeye ve öldürmeye karar verdiler. Kendi aralarında aldıkları bu kararı uygulayabilmek için, bir de tuzak hazırladılar. Bu çirkin plânlarına göre, Hz. Hûd'a güya, cevap veremeyeceği sorular soracaklar, ondan gücünün yetmeyeceği bazı şeyler isteyecekler, cevap veremeyince de, etrafta bulunanlara; "Gördünüz mü? İşte bakın, bu yalancının biridir. Söyledikleri, eskilerin yalanlarından ibaret uydurma ve düzme şeylerdir" diyeceklerdi. Asıl maksatları mucize istemek ve mucize gösterilirse iman etmek değil, Hz. Hûd'u zor durumda bırakmaktı. Böylece, diğer insanları da tahrik edip, Hûd aleyhisselama saldıracaklar, öldüreceklerdi.
"Bana zarar veremezsiniz!"
12 Nisan 2004 01:00
Hûd aleyhisselam, kendinden birçok mucize gördükleri hâlde, yine mucize isteyenlere sordu: "Ne mucize istersiniz?" Âd kavmi, mucize olarak, büyük kayaların toprak olmasını istediler. Hûd aleyhisselamın duâsı ile bu kayalar toprak oldu. Bu ve başka mucizeleri gördükleri hâlde inanmayıp, hırçınlık ve kabalıklarına devam ettiler. Açıkça birçok mucize görünce, kavmi mahcup oldu. Bundan doğan şaşkınlıkla, mağlubiyetlerini telafi etmek için dediler ki: "Ey Hûd! Sen bize nasihat ederek; "Ey kavmim! Rabbinize iman edip istigfarda bulunun! Sonra Ona tövbe edin ki, gökten üzerinize bol bol bereket ve yağmur indirsin ve kuvvetinize kuvvet katarak sizi çoğaltsın. Günahlarınızda ısrar ederek imandan yüz çevirmeyin" diyorsun. Sana bir şey demiyoruz. Sen bizim aramızda yetiştin. Seni çok iyi tanıyoruz. Doğru, emin bir kimsesin. Fakat sen putlarımıza hakaret ediyorsun. Hatta daha da ileri giderek, bizleri, putlara ibadet etmekten alıkoymak istiyorsun. Ey Hûd! Biz, senin bu sözünle putlarımıza ibadeti terkedecek değiliz. Ve sana iman da etmeyeceğiz. Biz sana ancak şunu söyleyebiliriz ki; sen, bizim putlarımıza dil uzattığın, onlara ibadeti terketmemizi istediğin için, putlarımızdan birisi seni fena hâlde çarpmış. Aklımızın almadığı hayale gelmez bir davada bulunduğuna göre, sana putlarımızdan delilik ârız olmuş." Onların bu sözlerini dinleyen Hûd aleyhisselam, böyle sözlerle halka kendisini deli gibi göstermeye kalkışmalarına üzülerek, onlara şöyle cevap verdi: "Ben kendime, şu kâinâtı yaratan, her nimetin sahibi olan ve sizin gibi zâlim kavimleri de yerle bir edip, geriye ibret için sadece harabelerini bırakan Allahü teâlâyı şahit tutarım ve siz de şahit olun ki, ben, Allahü teâlâya ortak koştuğunuz putlardan uzağım." Şayet o putlarınızda başkalarına tesir edecek, sizin dediğiniz gibi başkalarını çarpacak, delilik yükleyecek, zarar verecek bir kuvvet varsa, putlarınız da dahil olmak üzere, hepiniz toplanın. Beni helâk etmek için istediğiniz tuzağı kurun. Beni yok etmek için elinizden geleni yapın. Hem bana mühlet de vermeyin. Ben, Allahü teâlâya güvendim ve Ona tevekkül ettim. Bütün kuvvetinizi seferber etseniz, bana zarar veremezsiniz. Buna gücünüz yetmez. Allahü teâlâ bütün mahlûkat üzerine tasarruf edici, onları dilediği şekilde kullanıcıdır. Benim Rabbim hak ve adalet üzeredir. Eğer iman etmezseniz, siz bilirsiniz. Ben, peygamberlik vazifemi size tebliğ ettim. Eğer iman etmezseniz, Rabbim sizi helâk eder ve yerinize başka bir kavim getirir de, hiçbir şeyle Ona zarar veremezsiniz. Rabbim her şeyi hakkıyla görüp gözetendir.
.
Hayvanlar dile geldi!..
13 Nisan 2004 01:00
Kavmi Hûd aleyhisselamı tehdid etti. O ise, son derece cesaret ve şecaat timsali olarak, gayet vakur bir şekilde onlara cevap verdi. Bu cevap kavmine çok tesir etti. Hiçbiri, değil ona saldırmak, herhangi bir söz ile cevap bile veremedi. Hepsi donup kaldılar. Ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Çünkü, onun, kendilerinden korkmadan, çekinmeden böyle sözler söyleyebileceğini, kendilerine meydan okuyabileceğini hiç tahmin etmiyorlardı. Hûd aleyhisselam ise, onların şaşkınlıklarını daha da artıracak şekilde sözlerine şöyle devam etti: "Hani ne oldu sizlere? Olduğunuz yerde kalakaldınız. Siz kalabalık bir grupsunuz. Ben ise yalnız başımayım. Hep birden üzerime saldırsanıza. Benim gibi yalnız bir kimsenin, sizin gibi kalabalık topluluğa meydan okumasına şaşırmadınız mı?" Hûd aleyhisselam, Ad kavmine bazı mucizeler göstermiş olmakla beraber, onlara böyle söyleyerek meydan okuması da bir mucizedir. Çünkü, Ad kavminin insanları, bedenen güçlü, kuvvetli, bununla beraber çok kibirli ve pek zâlim kimselerdi. Bu hadisede olduğu gibi, bir kimsenin kendilerine meydan okuması şöyle dursun, karşılarında durup herhangi bir şey söylemesine bile tahammül edemezlerdi. Devamlı cebr ile hareket eder, sırf eğlenmek, gülmek için adam öldürürler, kızdıkları birini, yapmış oldukları çok yüksek binaların tepesinden aşağıya atıverirlerdi. İşte Hz. Hûd'un yukarıdaki sözlerine hiç cevap verememeleri, susup kalmaları onun bir mucizesidir. Hûd aleyhisselam tebliğ vazifesine devam ederek bir gün kavmine buyurmuştu ki: "Ey kavmim! Şu putlara ibadet etmekten vazgeçip, Allahü teâlâya iman edin ve Ondan magfiret dileyin. Bana tâbi olur, dediklerimi yaparsanız, Allahü teâlâ sizi affeder ve bol bol yağmur verir. Çok rahmet edip, kıtlığı giderir. Mallarınıza ve kendinize bereket ihsan eder." O sıralarda, Adlıların memleketlerini kasıp kavuran müthiş bir kıtlık ve kadınlarında da kısırlık vardı. Ziraatçi bir kavim olduklarından bol yağmura ve kendilerini muhafaza için çok nüfusa ihtiyaçları vardı. Hûd aleyhisselam bu sözleri, Allahü teâlâdan gelen bir ihsan ve ince bir duygu ile coşarak söyleyince, ta uzaklarda bulunan kuşlar ve vahşî hayvanlar bile huzuruna gelip dediler ki: "Buyur, biz emrinize hazırız ya Hûd aleyhisselam! Sen vazifeni tebliğ et! Bunu yaparken, Allahü teâlânın mahlûklarından hiç korkma!" Bu hâli büyük-küçük herkes gördüğü hâlde yine inanmadılar. Hûd aleyhisselam ise büyük bir sabır ve metanetle, belki akıllanırlar ve uyanırlar diye hiç durmadan sabırla nasihat ediyordu
.
Para teklif ettiler!..
14 Nisan 2004 01:00
Kendi anlayışlarına göre, kim kuvvetli ise haklı odur diyen, maddî ve dünyevî zevk ve menfaat nerede ise orada bulunarak hak, hukuk, adalet ve mâneviyattan tamamen uzaklaşan Ad kavmi, Hûd aleyhisselamın peygamberliğinde de, maddî bir menfaat aradı. Çünkü maksatları ve ölçüleri bu idi. O hâlde, Adlıların ölçülerine göre, bu mücadelenin altında mutlaka çok yüksek bir ücret, maddî bir menfaat bulunması icabederdi. Bu gibi bozuk düşüncelerini kendi aralarında konuştukları gibi, nihayet bir gün Hûd aleyhisselama da söylediler. Nitekim, kendisinden evvel peygamber olan Nuh aleyhisselama da, kavmi, böyle bir isnatta bulunmuşlardı. Hz. Hûd; kavminin, bu mesnetsiz iddia ve ithamlarını kesinlikle reddedip, böyle bir maksadının bulunmadığını, ücretini âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâdan beklediğini bildirdi. Onun bu hâli, Kur'an-ı kerimin Şuara suresinin 123. ve daha sonraki ayet-i kerimelerinde şöyle bildirilmektedir: "Âd kavmi de peygamberleri olan Hûd (aleyhisselamı) ve diğer peygamberleri tekzip ettiler, yalanladılar. Nesep bakımından kardeşleri olan Hûd (aleyhisselam) onlara şöyle dedi: Allahü teâlâdan korkmaz mısınız da, Ondan başka şeylere, putlara ibadet edersiniz? Ben size Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş emin bir peygamberim. O hâlde, Allahü teâlâdan korkun ve bana itaat edin! Sizi Allahü teâlâya iman etmeye davet ve sizlere çok nasihat ettiğim için, sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ve mükâfatım, ancak, âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâya mahsustur. Siz her yüksek yerde bir köşk bina eder, geçenlerle alay mı edersiniz? Ve içlerinde ebedî kalacakmış gibi muazzam kaleler ve havuzlar ediniyorsunuz. Bir kimseyi yakaladığınız zaman zorbaca, merhametsizce yakalıyorsunuz. Artık Allahü teâlâdan korkun ve bana itaat edin! Size bildiğiniz nimetlerle yardım eden ve size davarlar, oğullar, cennet misali çok güzel bahçeler, pınarlar ihsan eden Allahü teâlâdan korkun! Ona şirk koşmaktan, karşı gelmekten sakının! Gerçekten ben, üzerinize büyük bir günün azabının erişmesinden korkuyorum. (Âdlılar karşılık olarak) dediler ki: Sen bize nasihat etsen de, etmesen de birdir. Biz bu hâlimizden vazgeçecek, eski hâlimizi değiştirecek değiliz. Senin bu söylediğin şeyler, eskilerin yalanlarından başka bir şey değildir. Biz, azaba uğratılacak da değiliz.
.
İçlerine korku düştü
15 Nisan 2004 01:00
Hûd aleyhisselam, bir defasında, kavminin toplu bulunduğu bir sırada yanlarına gitmiş ve onları imana davet etmişti. Kavmin reisi olan Halcan da, Hz. Hûd'a karşı demişti ki: "Sen bize galip geleceğini mi zannediyorsun? Bir gün ve bir gece içinde bizim bin çocuğumuz oluyor." Onun bu sözü gayret-i ilâhiyeye dokunup, Allahü teâlâ o günden sonra, onlara evlat vermedi. Çocukları olmadı. Ne yaptılarsa, bir çaresini bulamadılar. Ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Bu hâllerin, Hz. Hûd'un sözlerine itiraz etmeleri sebebiyle başlarına geldiğini tahmin edip, durumu Halcan'a bildirdiler. O ise, ihtimalden ziyade, apaçık bir hakikat olan bu durumu hemen kapatmak istedi. Kuru kuruya bir inat ile, ne pahasına olursa olsun inanmamak, kabul etmemek istiyordu. Halcan yanına gelenlere dedi ki: "Hayır, durum sizin bildiğiniz gibi değildir. Ben rüyada bir şey gördüm. Eğer onu yaparsanız çocuklarınız olur." Sonra da şöyle devam etti: "Putlarınızı çıkartıp, onları vesile ederek çocuk isteyeceksiniz. Hem ihtiyaçlarınız giderilecek, hem de Hûd'a karşı böylece zafer kazanmış olacaksınız." Halcan'ın, samimî olmayan bu uydurma sözlerini dinleyen Âdlılar, yine de onun söylediği şekilde davrandılar, buna rağmen çocukları olmadı. Hz. Hûd da bir taraftan onlara diyordu ki: "Ey kavmim! Sizi yaratan, her nimeti veren Allahü teâlâdan korkun! Ona itaat edin ki, isteğinizi kabul etsin. Size çocuk versin. Mülkünüze mülk, kuvvetinize kuvvet katsın. Ben sizi, Allahü teâlâya iman ve yalnız Ona ibadet etmeye davet ediyorum. Eğer icabet eder, davetimi kabul ederseniz, nimete kavuşursunuz. Şayet icabet etmezseniz, Allahü teâlâ size azap eder." O sırada iman etmiş olanlardan biri gelip, Adlılara dedi ki: "Peygamberimize hakaret hususunda çok ileri gidiyorsunuz. Onun haber verdiği azaptan korkunuz." Âdlılar onun mümin olduğunu bilmiyorlardı. "Sen bizim aleyhimizde bir şey söylemeye cesaret edersin ha!" diyerek ona ve tekrar Hz. Hûd'a dil uzattılar. Sataşıp, terslediler. Hz. Hûd o kimseye teşekkür etti. Onu övdü ve buyurdu ki: "Sen kavmine nasihatte bulundun. Allahü teâlâ dilediğini dalalette bırakır." Âd kavmi, kendilerini perişan eden kuraklığa dört yıl müddetle tahammül ettiler. Nihayet dayanamayacak hâle gelince, melikleri olan Halcan'ın yanına geldiler. İleri gelenleri vasıtasıyla, Halcan'a dediler ki: "Artık daha fazla dayanamıyoruz. Hûd'un (aleyhisselam) söylediklerinin, haber verdiklerinin doğru olmasından korkuyoruz. Yani ona iman etmekten başka çaremiz kalmadığını hissediyoruz
"İnanırsanız kurtulursunuz!"
16 Nisan 2004 01:00
Ad kavmindekilerin kuraklığa dayanamayıp, iman edeceklerini söylemeleri üzerine, Halcan, o kadar zulüm ve haksızlıklarına, aşağılık ve alçaklıklarına, şirk ve isyanlarına, küfürdeki inat ve ısrarlarına bir yenisini daha ekleyerek, kavminin bu sözlerine şiddetle karşı çıktı ve, "İçinde bulunduğunuz zorluklar sebebiyle Hûd'un dinine girmeyi mi düşünüyorsunuz? Kumları yemek ve idrarlarınızı içmek pahasına da olsa, onun dinine girmeyeceksiniz. O çok yalan söyleyen sihirbazın biridir" gibi hezeyanlarla Hz. Hûd'a dil uzattı. Bu saçma sözlerini kendi bozuk mantığı ile güya şöyle ispat etmeye çalışıyordu: "Bu bela bize, ona itaat etmediğimiz için isabet etmiş ise, o hâlde niye davarlarımız, ehlî ve vahşî hayvanlar açlıktan helâk oldular? Onların böyle bir günahları yok ki. Bize isabet eden, aynen onlara da isabet etti. Şüphesiz, bu bela size ve sizin dışınızda olanların hepsine isabet etmiştir. Siz bu hâle bir miktar daha sabredin. Bu böyle devam edecek değil ve siz de hep bu hâlde kalacak değilsiniz." Halcan'ın bu sözlerinden sonra, Âdlılar, Hz. Hûd'a tâbi olmaktan yine vazgeçtiler. Halcan'ın sözlerine aldanarak, olanca güçleri ile açlığa tahammül etmeye, bu sıkıntılara göğüs germeye çalıştılar. Bu esnada Hz. Hûd, yüksek bir tepeye çıkarak şöyle nida etti: "Ey Âdlılar! Beni inkâr etmeye devam ediyorsunuz. Ama biliniz ki, şu içinde bulunduğunuz hâl, benim, sizi, kendisiyle korkuttuğum azabın başlangıcıdır. Benim sözlerime iltifat etmez, inanmazsanız, o azaba yakalanırsınız. Şayet Allahü teâlâya iman ederseniz, gökten size yağmur yağdırması, yerden ot bitirmesi için, Ona duâ ederim." Musibetten kurtulmak için, Hûd aleyhisselama uymanın şart olduğunu bir türlü anlayamayan Âdlılar, bunu dinledikten sonra, sıkıntıdan kurtulmak için kendileri dua etmeye karar verdiler. Bunun için bir heyetin yağmur duâsı için Mekke'nin bulunduğu yere gitmesi kararlaştırıldı. O zamanda, mümin, müşrik hangi din ve milletten olursa olsun; herhangi bir kimsenin bir sıkıntısı olsa, başı darda kalsa, haksızlığa uğrasa veya bir şey isteyecek olsa, Kâbe-i muazzamanın bulunduğu yere gelerek duâ ederdi. Burası, yapılan duâların mutlaka kabul olması sebebiyle, Âdem aleyhisselamdan beri Beytullah olarak tanınmış ve hürmet yönü daima gözetilmiştir. Bu yüzden Mekke hiç boş kalmazdı. Değişik beldelerden gelen çeşitli insanlar toplanırlar ve duâda bulunurlardı. Beytullah'ın yerinde, o zaman kırmızı bir tepeciğin olduğu söylenmektedir.
Hazret-i İsa ruh ve beden olarak gelecek!
16 Nisan 2004 01:00
Geçen hafta yarım kalan, Hazret-i İsa'nın ölmediği, kıyamete yakın ruh ve beden beraber olarak tekrar geleceği hususuna bu hafta da devam etmek istiyorum... Bu konuda kafalar çok karıştırıldı. İslam alimleri, "Bu hususta icma hasıl oldu, buna inanmayan dinden çıkar" buyurdukları için bu konu doğru itikat açısından önem arz etmektedir. Hindistan'da yetişmiş büyük İslam alimi Enver Şah Keşmirî (1292-1352 Hicri) Hz. Meryem oğlu Hz. İsa'nın yeniden geleceği hakkında bildirilen bütün hadis-i şerifleri bir araya toplamış. "et-Tasrih bimâ tevâtera fi nuzuli el-Mesih" adını verdiği bir eser vücuda getirmiştir. Kitapta, bu konudaki 100'den fazla mütevatir hadis-i şerife yer verilmiştir İsa aleyhisselamın ruh ve beden olarak geleceğini haber veren hadisi şeriflerden bazıları: Hz. Ebu Hureyre'nin rivayetine göre Resûlullah şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki, Meryem oğlu İsa, adil bir yönetici olarak aranıza inecektir. Sonra haçı kıracak, domuzu öldürecek ve harbe son verecektir. O zaman servet öylesine bollaşacak ki, hiç kimse onu kabul etmeyecek ve Allah huzurunda bir secdede bulunmak dünya ve içindekilerden daha hayırlı görülecektir. (Buhari: Kitab-ül-Ehâdis'il-Enbiya, Bâbü Nüzûl'i İsa İbn Meryem; Müslim: Bâbü Nüzüli İsa; Ebvâb el-Fiten, Bâbün fi Nüzûli İsa; Müsned-i Ahmed: Merviyyatü Ebi Hureyre) Hz. Ebu Hureyre'den gelen bir başka rivayet şöyledir: "Meryem oğlu İsa, nüzûl etmedikçe kıyamet kopmayacaktır..." (Buhari, Kitab-ül-Mezâlim, Bâbü Kesris-Salib; İbn Mâce, Kitab-ül-Fiten) Hz. Ebu Hureyre; Rasûlullah efendimizin (Deccâl'ın zuhuruyla ilgili haberleri zikrettikten sonra) şöyle dediğini rivayet etmektedir: Müslümanların onunla (Deccâl'la) savaşmak üzere hazırlık yapıp, saf bağlayıp ikame'de bulunulduğu sırada nüzûl edecek. Ve Allah'ın düşmanı (yani, Deccâl) onu görür görmez, tuzun suda eridiği gibi erimeye başlayacaktır. Eğer İsa onu kendi haline bırakırsa, öyle eriyip ölecektir. Fakat Allah onu İsa'nın eliyle öldürecek ve İsa mızrağı üzerindeki kanını Müslümanlara gösterecektir. (Mişkât: Kitab ül-Fiten; referans Müslim'edir.) Ebu Hureyre'nin rivayetine göre Resûlullah şöyle buyurmuştur: "Onunla (yani İsa Mesih ile) benim aramda peygamber yoktur ve o nüzûl edecektir. Şu halde onu gördüğünüzde tanıyın. Orta boylu, açık tenlidir. İki parçalı sarı bir elbise giymiş olacaktır. Saçları adeta üzerinden su damlıyor gibi olacaktır ama ıslak olmayacaktır. İslâm uğruna hasımlarla savaşacak, haçı kıracak, domuzu öldürecek ve cizyeyi kaldıracaktır. Allah İslâm'ın dışındaki tüm ümmetlere son verecek ve Mesih, Deccâl'ı katledecek ve dünyada 40 yıl kalıp ölecek ve cenaze namazını Müslümanlar kılacaktır. (Ebu Dâvud: Kitâb el-Melâhim; Müsned-i Ahmed: Merviyyât-ı Ebû Hureyre). Abdullah bin Amr bin As, Rasûlullah'ın şöyle dediğini rivayet ediyor: "Deccâl, ümmetin içinde zuhur edecek ve kırk şu kadar yaşayacak. Sonra Allah Meryem oğlu İsa'yı gönderecek. O, Urve bin Mesûd'a çok benzeyecek. Deccâl'ı izleyip öldürecek. Sonra yedi yıl boyunca insanlar o durumda yaşayacak ki iki kişi arasında ne kötü niyet, ne de düşmanlık mevcud olacak." (Müslim: Zikrü'd-Deccâl) İmran bin Husayn Resûlullah'ın şöyle dediğini rivayet ediyor: "Ümmetimden daima hak üzere sebat eden ve düşmanları alteden bir grup olacak. Tâ ki Allah'ın hükmü gele ve Meryem oğlu İsa nüzûl ede..." (Müsned-i Ahmed) Bütün bu hadis-i şeriflerden, İsa aleyhisselamın şahsı manevi olarak değil ruh ve beden beraber olarak geleceği açıkça anlaşılmaktadır. Bu konuda farklı yol tutmak, İslam âlimlerinin söz birliğinden ayrılmak, kötü bir çığır açmak olur.
Azab bulutu göründü!
17 Nisan 2004 01:00
Ad kavmi ileri gelenleri yağmur duası için gittikleri Mekke'de günlerce yiyip içtikten sonra, duâ için Harem'e gittiler. Duâ ettiler. Ancak bu duâları yağmur bulutu yerine, azap bulutunun davetçisi oldu. Gökyüzünde bir siyah bulut, Mekke'den, Ad kavminin bulunduğu Hadramut bölgesine doğru gitmeye başladı. Ufuktaki bulutu, ilk önce Ad kavminden Mehder adlı bir kadın gördü. Mehder, buluttaki azabı görür görmez, bir çığlık attı ve bayılıp düştü. Bir zaman sonra kendine geldiğinde, "Sana ne oldu? Ne gördün de birdenbire bayılıp düştün?" diye sordular. Kadın, bunun üzerine şu cevabı verdi: "Şu bulutu görüyorsunuz ya! Onu, parıldayarak etrafa kıvılcım saçan korkunç bir ateş şeklinde gördüm. Ve onun içinde, heybetli ve güçlü, kuvvetli birtakım kimselerin, o ateş bulutunu alarak, bizim bulunduğumuz yere doğru ilerlediklerini görünce, bu dehşetli hâlden bayılıp düştüm." Buna rağmen, Ad kavminin insanları, bu hâle hiç ehemmiyet vermiyorlar, gelenin yağmur yüklü bir bulut olduğunu zannettiklerinden, çok sevinip, birbirlerine müjde veriyorlardı. Nitekim ayet-i kerimede mealen buyuruldu ki: "Onlar, kendi vadilerine doğru gelen azabı, bir bulut parçası olarak görünce, memnun olup sevinerek; "İşte, şu görülen şey, bize çok yağmur yağdıracak bir buluttur" dediler. Hûd (aleyhisselam) da onların bu sözlerine karşı, "Hayır, o, yağmur yağdırıcı bir bulut değil, bilâkis sizin acele gelmesini istediğiniz azaptır. O bulut zannettiğiniz şey, kendisinde azab-ı elim bulunan bir rüzgârdır. O rüzgâr, Rabbimin emriyle, uğradığı her şeyi helâk eder" dedi." (Ahkaf suresi: 24) Hûd aleyhisselam, devamlı olarak, onları, Allahü teâlânın şiddetli azapları ile korkuttukça, Ahkaf suresinin 22. ayetinde bildirildiği gibi; "Haydi, bizi korkutmakta olduğun azabı getir de görelim" diyerek taşkınlıkta daha ileri giderlerdi. İşte Adlıların yağmur yüklü bulut zannettikleri o şiddetli azabın, Magis Vadisi tarafından geldiği görülünce, müşriklerin sevinmelerine karşı, Hûd aleyhisselam, onların, "Azabı getir de görelim" şeklindeki sözlerine cevap olmak üzere; "O, sizin acele gelmesini istediğiniz azaptır" buyurdu. Gördükleri bulut, bir taraftan yaklaşırken, Ad kavminin insanları sevinç ve neşe içerisinde, onu karşılamak üzere toplanmışlardı. Bunun yağmur yüklü bir bulut olmadığı, şiddetli bir azap taşıdığı hususunda, Hûd aleyhisselamın ve bulutu görür görmez bayılıp düşen kadının sözlerine hiç aldırış etmeyen Ad kavminin insanları, hâlâ onun yağmur yüklü olduğunu zannediyorlardı...
Yanlış yorumlara itibar edilmemeli!
17 Nisan 2004 01:00
İsa aleyhisselamın ruh ve beden beraber olarak geleceğini bildiren hadis-i şerifler pek çoktur. Bunlarlan bazılarını bildirmeye bugün de devam ediyoruz... Câbir bin Abdullah, Rasûlullah efendimizin (Deccâl'dan söz ederken) şöyle dediğini rivayet ediyor: "İşte tam o sıralarda Müslümanlar arasında Meryem oğlu İsa aleyhisselâm zuhur edecektir. Sonra insanlar namaz için kalktıklarında kendisine sorularak "Öne geç ve bize namaz kıldır. Fakat O, "Hayır, sizin kendi önderiniz geçip namazı kıldırmalıdır" diyecektir. Sonra sabah namazını edâ ettikten sonra, Müslümanlar Deccâl ile savaşmaya çıkacaklardır. Buyurdu ki: "O yalancı, İsa'yı görünce tuzun suda eridiği gibi eriyecektir. Sonra İsa, ona doğru ilerleyecek ve onu katledecektir. Ve öyle bir durum olacaktır ki, ağaçlar ve taşlar 'Arkamda bir Yahudi gizleniyor' diye bağıracaklardır. Deccâl'a tâbi olanlardan hiçbiri kalmayacaktır ki İsa kendisini öldürmemiş olsun." (Müsned-i Ahmed, Rivayâtu Câbir bin Abdullah) Hazret-i Nevvas bin Sam'ân Kitâbî, (Deccâl haberiyle ilgili olarak) şu hadis-i şerif rivayet ediyor: "Deccâl şunları yaparken Allah, Meryem oğlu Mesih'i gönderecek ve o, Dimaşk'ın (Şam) doğu kesimine Beyaz Minarenin yakınına sarı elbiseli ve iki meleğin kanatlarına yaslanmış olarak inecektir. Başını eğdiğinde saçlarından su damlıyor gibi olacaktır, başını kaldırdığında da âdeta inci misali damlalar aşağı dökülüyormuş hissini verecektir. Nefesindeki havanın ulaştığı yerlerdeki ve görüş ufkunun içinde kalan bütün kâfirler ölecektir." (Müslim, Tirmizi, İbn Mâce) Ebu Umâme Bâhilî (Deccal'ı uzun bir hâdis içinde zikrederken) rivayet ediyor: Selâm verildikten sonra İsa şöyle diyecek: "Kapıyı açın." Kapı açılacak, karşılarına 70.000 silâhlı Yahudiyle Deccâl çıkacak. O, İsa'ya bakar bakmaz tuzun suda eridiği gibi erimeye ve kaçmaya başlayacaktır. İsa şöyle diyecek: "Sana öyle bir nefes edeceğim ki, seni öldürecek." Sonra onu Lud kapısının doğu yakasında altedecek ve Allah, Yahudileri yenilgiye uğratacak... Ve yeryüzü tıpkı kabın suyla dolması gibi Müslümanlarla dolacak. Tüm dünya bir de aynı Kelime'yi zikredecek, ona uyacak ve Allah'tan başkasına ibadet edilmeyecektir. (İbn Mâce) Semüra bin Cündüp (Uzun bir hadiste) rivayet etmiştir ki, Resûlullah şöyle dedi: "... Sonra o sabah Meryem oğlu İsa, Müslümanlarla bir olacak ve Allah, Deccâl ile ordusunu hezimete uğratacaktır. Ta ki duvarlar ve ağaç kökleri haykıracaktır: "Ey mü'min, bir kâfir arkamda saklanıyor, gel ve öldür onu." (Müsned-i Ahmed, Hâkim). İki gündür yayınladığımız mütevatir hadis-i şeriflerden açıkça anlaşılıyor ki, İsa aleyhisselam ölmedi, kıyamete yakın tekrar gelecek. Bu gelmesi de, şahsi manevi; hoşgörüye, barışa dayalı bir hareket, bir akım şeklinde olmayacak. Ruh ve beden beraber olarak olacak. Bunu da, hadis-i şeriflerde geçen, adil bir yönetici olacak, hac ve umre yapacak, namaz kılacak, Deccal'ı öldürdüğünde mızrağı üzerinde kan olacak, orta boylu, açık tenli, iki parçalı elbise giyecek, 40 yıl kalıp ölecek ve namazını Müslümanlar kıldıracak, Dimaşk'ın (Şam) doğu kesimine Beyaz Minarenin yakınına sarı elbiseli ve iki meleğin kanatlarına yaslanmış olarak inecektir... gibi ifadelerden anlaşılmaktadır. Bu hadis-i şeriflerin ve nüzûl ile ilgili diğer hadislerin mütevatir olduğunu müfessir ibn-i Cerir et-Taberi, el-Aburi, İbn-i Atiyye, Müfessir el-Kurtubi, Müfessir Ebu Hayyan, Müfessir ibn-i Kesir, Buhari şarihi Hafız ibn-i Hacer el-Askalani... Keza Sahih-i Buhari'yi şerh eden el-Keşmiri kitaplarında açıklamışlardır. Kıymetli tefsir ve hadis âlimleri böyle söylerken zorlama yorumlarla bozgunculuk yapanların görüşlerinin ne kıymeti olur? Bugüne kadar, Ehli sünnet alimleri, bu açık ifadelere hiçbir yorum getirmemişler, olduğu gibi inanmışlardır. Bundan sonra da, ehli sünnet yolunda olanların böyle inanmaları, Ehli sünnet dışı yorumlara itibar etmemeleri gerekir.
.
İnkârda ısrar ediyorlardı
18 Nisan 2004 01:00
Gelen azab bulutundan şiddetli bir gürültü ve fırtına çıktı. Allahü teâlâ, rüzgâr ile vazifeli meleğe, rüzgârın normalden çok esmesini emretti. Cebrail aleyhisselam, rüzgâra şöyle emir verdi: "Ey rüzgâr! Ad kavmine azap olarak, Hûd aleyhisselam ve ona tâbi olanlara da rahmet olarak es!" Hz. Hûd, yanında müminler bulunduğu hâlde, yüksek bir dağdan kavmine seslendi: "Ey Ad kavmi! Sizi gölgeleyen ve bulut şeklinde gelen azabı görmüyorsanız, yazıklar olsun! Başınıza bela gelmeden ve azaptan kurtuluş için kaçacak yer kalmayacağı zamandan önce, Allahü teâlâya iman ediniz!" Buna karşılık, bu insanlar, onun sözlerine hiç önem vermeyip dediler ki: "Sabredelim. Bu, yağmur öncesinde görülen bir rüzgârdır ve arkasından çok yağmur yağacağına işarettir." Azap bulutu vadiyi geçip, üzerlerine doğru ilerleyince, kendilerine pek güvenen mağrur Âdlılar, birbirlerine dediler ki: "Gelin! Hep beraber oraya gidelim. Üzerimize gelen kasırgayı, vadiyi kaplayan uğultuyu bertaraf edelim. Mehder'in dedikleri ve gördükleri doğru ise, o rüzgâr bulutunda bulunan ve ellerinde ateşlerle gelen kimseleri geri çevirelim." İçlerinde reisleri Halcan'ın da bulunduğu bu adamlar, hep beraber gelmekte olan buluta doğru gidip, yakınına vardıklarında, buluttan korkunç sesler, çöl fırtınasına benzer, kuvvetli rüzgârlar, çok kuvvetli esen kasırgalar zuhur etti. Âd kavminden oraya gelen insanların hepsini yere seren bu kuvvetli rüzgârın müthiş bir uğultusu ve dayanılmaz bir soğuğu vardı. Fırtına, hiç mağlubiyete alışmamış, birinin karşısında yenilmek nedir bilmeyen Âdlıların hepsini yere serdi. Kızarak geri geri kaçmaya başladılar. Evlerine çekildiler ve ortalık biraz sakinleşince, bol yağmura kavuşmak ümidiyle tekrar çıktılar. Hûd aleyhisselam bunları görüp, "Olanlardan sonra herhâlde uslandılar. İman etmeye, tâbi olmaya geliyorlar" diye düşündü. Hâlbuki onlar, inatlarında ısrar edip, Hûd aleyhisselamı yalanlamaya devam ettiler. Onların bu hâli Fussilet suresi 15. ayet-i kerimesinde, mealen şöyle anlatılıyor: "Onlar bilmediler mi ki, onları yoktan yaratan, kendilerine kuvvetli olmak hususiyetini veren, üzerlerine azap gönderip, hepsini helâk etmeye kâdir olan Allahü teâlâ, kuvvet ve kudrette, onların hepsinden daha üstün, daha şiddetlidir. Onlar, Allahü teâlânın her şeye kâdir olduğunu, başkalarının yapmaya kâdir olamadıkları şeylere gücünün yettiğini, pek kuvvetli olduğunu düşünmediler mi? Fakat onlar, bizim ayetlerimizin hak olduğunu bildikleri hâlde, bile bile inkâr ediyorlardı.
Köşkleri başlarına yıkıldı!
19 Nisan 2004 01:00
Ad kavmi, boy ve cüsse bakımından, başkalarından daha kuvvetli oldukları için diğerlerine zulmediyor, onları ezmeye çalışıyorlardı. Güçlü kuvvetli olmaları onların kibir ve inkâr yolunu tutmalarına sebep oldu. Kat'iyen o bozuk yoldan dönmediler. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde onların bu hâllerini haber verdi ki, insanlar ibret alsınlar, kavuştukları dünyalık nimetlere aldanmasınlar, ahirete yönelsinler, orası için hazırlıkta bulunsunlar. Nihayet sabah, buluttan rüzgâr esmeye başladı. Rüzgâr, gittikçe şiddetleniyordu. Esmeye başladığının ikinci gününde, ağaçları köklerinden söküp, havaya fırlatacak kadar oldu. Fırtına şiddetlendiği gibi, uğultusu ve soğuğu da devamlı artıyordu. Fırtınadan; yağmur yerine, tarifi mümkün olmayan şiddetli bir ses ve soğuk geliyordu. Adlılar, bu rüzgârın çok şiddetli olduğunu, develeri ve iri cüsseli insanları havaya uçurduğunu görünce, koşuşarak pek muhkem ve çok emin bildikleri muazzam köşklerine girip, kapılarını kilitlediler. Fakat rüzgâr çok şiddetli estiğinden, ne ev, ne de ağaç bırakıyordu. O muazzam evleri, muhteşem köşkleri söküp söküp havaya fırlattı ve içindekileri helâk etti. O uğultulu fırtına, Ad kavminin insanlarını tutundukları büyük ağaç ve kocaman kayalarla birlikte göz açıp kapayıncaya kadar, yerden kaldırıp, göklere çıkarıyor ve çok yükseklerden bırakıveriyordu. Bu dayanılmaz rüzgâr; "Bizden daha kuvvetli kim olabilir ki" diye büyüklük taslayanları, saman çöpleri gibi havada uçuruyor, onları yükseklere kaldırıyor, sonra her birini, o kadar yükseklikten yere, yüzüstü çarpıyordu. Sonra Allahü teâlâ rüzgâra emretti. Rüzgâr, Adlıların etraflarında bulunan kum tepelerini, onların üzerlerine yığdı. Yedi gece ve sekiz gün, bu kum yığınlarının altında inlediler. Allahü teâlâ yine rüzgâra emredince, rüzgâr, onların üzerlerinden kumları kaldırdı ve hepsini denize attı. Allahü teâlâ, Ad kavmine gelen şiddetli azabı bildirerek mealen buyuruyor ki: "Hûd'u (aleyhisselam) ve dinde ona tâbi olanları rahmetimizle kurtardık. Bizim ayetlerimizi yalanlayıp, mümin olmayanların ise silsile ve köklerini kestik." (A'raf: 72) "Biz de üzerlerine, dünya hayatında zillet ve rüsva olmak azabını tattırmak için, meş'um günlerde çok soğuk, kavurucu bir rüzgâr gönderdik. Onların ahiretteki azapları ise dünyadaki azaplarından elbette daha şiddetlidir. Onlar dünyada ve ahirette yardım da görmezler." (Fussilet: 16
.
Şiddetli rüzgâr helâk etti
20 Nisan 2004 01:00
Ad kavmini helâk eden rüzgâr, uzun boylu ve iri cüsseli insanları kaldırıp kaldırıp çarpıyor, kendilerini korumak için tutundukları büyük kayalar ve içlerine sığındıkları muazzam binaların hiçbiri işe yaramıyordu. Çünkü azap fırtınası, bu kavmin insanlarını tutundukları kayalarla ve içine girdikleri evlerle birlikte, havaya, çok yükseğe kaldırdığı gibi, birden bırakıveriyordu. Yedi gece ve sekiz gün süren, o soğuk ve uğultulu, şiddetli azap rüzgârı, Ad kavminin insanlarını, çok feci şekilde helâk etmiş; onlardan hiçbiri, değil başkalarını, kendilerini bile koruyarak, azaptan kurtarmaya muvaffak olamamıştır. Nitekim Zâriyât suresinin 41 ve 42. ayet-i kerimelerinde mealen buyuruldu ki: "Ad kavminin helâk edilmesinde de bir ibret vardır. Hani üzerlerine o helâk edici rüzgârı göndermiştik. Her nereye uğradıysa, mallarından, hayvanlarından ve canlarından hiçbir şeylerini bırakmayıp, hepsini kül gibi savurdu, helâk etti." Ayrıca Hakka suresinin 6, 7 ve 8. ayet-i kerimelerinde de mealen buyuruldu ki: "Ad kavmine gelince, onlar da, kasıp kavuran, uğultulu, azgın ve şiddetli bir kasırga ile helâk edildiler. Allahü teâlâ o rüzgârı, yedi gece ve sekiz gün devamlı olarak, onların üzerlerine musallat etti. Öyle bir hâle geldiler ki, o vakit orada bulunsaydın, bu müddet zarfında onların, köklerinden kopup, yere serilen kof hurma kütükleri gibi, nasıl ölüp, yıkılıp kaldıklarını görürdün. Şimdi onlardan bir kalan görebiliyor musun?" Bir hadis-i şerifte buyurulmuştur ki: "Ben saba rüzgârı ile yardım olundum. Ad kavmi ise rüzgâr ile helâk edildi." Tabiînin büyüklerinden Şehr bin Havşeb'in, Abdullah ibni Abbas'tan naklettiği bir hadis-i şerifte, Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Allahü teâlânın gökten indirdiği hiçbir yağmur ve esen rüzgâr yoktur ki, ölçüsüz olsun. Ancak Nuh tufanında ve Ad kavminin helâk edildiğinde böyle olmadı. Nuh tufanı günü su, Allahü teâlânın emri ile haznelerinden taştı ve ona hiçbir yol, ölçü olmadı. Ad kavminin helâk edildiği zaman da rüzgâr, Allahü teâlânın emri ile hiçbir ölçü ve yol olmadan, her yerden korkunç bir şekilde esti." Ad kavmini helâk etmek için esen rüzgâr, Allahü teâlâya âsi olan ve Onun emirlerini hiçe sayıp, alay eden o azgın kavmin insanlarını yok etti. Ancak peygamberlerine tâbi olanlar kurtuldular
.
Halcan küfründe ısrarlı!
21 Nisan 2004 01:00
Ad kavminden iman etmeyip, cehalet ve şirkte inat edenlerin hepsi helâk olurken, en son, reisleri Halcan kalmıştı. Halcan can korkusuyla, bir taraftan dağa doğru kaçarken, bir yandan da, kavminin başına gelen bu felaketi anlayamamanın ve hakikati kabul edememenin verdiği hayretle, karışık bir korku içinde mırıldanıyordu. O, bu zavallılık hâlinde ve acınacak durumda iken bile, iman etmeyi düşünmüyor ve ahmaklığında ısrar ediyordu. O sırada, Hz. Hûd onu gördü ve dedi ki: "Kendine yazık ediyorsun ey Halcan! Bile bile ebedî felakete gidiyorsun. Gel, iman et! Ancak bu şekilde kurtulursun." "İman edersem, Rabbinin katında benim için ne var?" "Cennet var..." "Peki, kavmimi helâk eden şu bulutun içinde gördüğüm çok heybetli kimseler kimdir? " "Rabbimin melekleridir." "Şayet iman edersem, Rabbin beni onlardan korur mu?" "Yazık sana! Sen hiç sultan gördün mü ki, o, bir kimseyi ordusundan, askerinden koruyamıyor olsun?" Hz. Hûd'un bu sözleri üzerine, Halcan, "Keşke Rabbin, benim razı olduğumu yapıp, kavmimi helâk etmeseydi. Güç ve kuvvetimiz, mal ve servetimiz devamlı olsaydı" dedi ve yine iman etmedi. Nihayet, şiddetli rüzgâr gelip, onu da helâk etti. Ad kavmi bu korkunç azap ile müthiş bir şekilde helâk olurken, Hûd aleyhisselam ve ona iman edenler, hep birlikte avlu gibi bir yerde bulunuyorlardı. Zaten, Hûd aleyhisselama azabın geldiği bildirilince, gün ağarırken, eshabını bir yere toplamıştı. İnsanları havalara uçurup, evleri harap eden, dağları deviren, "Ahkaf" denilen kum tepelerini, Adlıların üzerlerine yığan o şiddetli kasırga, Allahü teâlânın izni ile, Hûd aleyhisselamın ve ona tâbi olanların yüzlerine gayet hoş gelen, tatlı ve serinletici bir rüzgâr şeklinde esmişti. Hz. Hûd'a iman edenlerin dört bin kadar olduğu rivayet olunmuştur. Hz. Aişe validemiz buyurdu ki: Peygamber efendimiz, semadan yağmur yüklü bir bulut görünce, ona karşı yönelir, geri döner, eve girer, çıkardı. Endişeli olduğundan, mübarek yüzünün rengi değişirdi. Gökten yağmur yağdığında, Ondaki bu hâl kaybolurdu. Ben bu hâlin sebebini öğrenmek istedim. Bana, "Bilmiyorum ki, belki o bulut, Ad kavminin dediği gibi bir buluttur" buyurup, sonra Ad kavminin başına gelen halleri anlatan Ahkaf suresinin 24 ve 25. ayet-i kerimelerini okudu
.
"Burada artık kalınmaz!"
22 Nisan 2004 01:00
Eski zamanlarda, azan ve doğru yoldan ayrılan bir kavmin insanlarına, Allahü teâlâ peygamber gönderir; onlar, gelen peygambere inanmaz, eziyet ve hakarette bulunup, azgınlık ve taşkınlıkları son haddine ulaşınca, bir musibet ile onları helâk ederdi. Bu durumdaki peygamber ve kendisine iman edenler, bulundukları beldeden ayrılıp, Mekke-i mükerremeye gelirler, hac yaparlar, bir müddet veya vefatlarına kadar orada kalıp, ibadetle meşgul olurlardı. Ad kavmi o korkunç rüzgâr ile helâk edilince, Hûd aleyhisselam, iman edenlere dedi ki: "Burada yaşayanlar, Hak teâlâ hazretlerinin kahrına, gadabına uğradıkları için, artık bizim burada durmamız uygun değildir. Bu sebepten, bu yerlerden gitmemiz gerekir." İman edenlerle birlikte Mekke-i mükerremeye geldiler ve Kâbe-i muazzamanın bulunduğu yerde, ibadet ve taatla meşgul oldular. Hûd aleyhisselam, orada vefat etti. Bütün hadiselerde olduğu gibi, Ad kavminin helâk olmasında da, müminlerin ibret almaları ve sakınmaları gereken hususlar vardır. Bunlardan bazıları şöyledir: Şirk ve küfürden, putlara ve başka mahlûklara ibadet etmekten çok sakınmalıdır. İster küfrü icabettirsin, ister büyük günah olsun, dinde hiçbir bid'at ortaya çıkarmamalıdır. Nitekim Ad kavmi, putlara tapmayı çıkardılar. Bu bid'atleri müşriklik, yani küfür idi. Bu hâlleri, kendilerine peygamber gönderilerek ikaz edildi. Fakat onlar, şirk ve isyanda ısrar ettiler. Bu sebepten Allahü teâlâ onların kökünü kesti. Yeryüzü onlardan temizlendi ve haberleri, kendilerinden sonrakilere ibret olarak kaldı. Doğruluğu ile tanınmış kimseleri yalanlamaktan ve yalan söylemekten çok sakınmalıdır. Bilindiği gibi, bütün peygamberler, peygamberliklerinin bildirilmesinden önce ve sonra, kavimleri arasında sadık ve emin olarak bilinen, meşhur kimselerdir. Peygamber olduğu bildirildikten sonra, bunlar; Allahü teâlâdan, kıyamet ve ahiret hâllerinden anlatmaya, insanları saadete davet etmeye başlayınca; inanmayanlar tarafından yalancılıkla, sihirbazlıkla, aklını kaybetmek gibi sıfatlarla itham edilmişlerdir. İman edenlerin dışında herkes bu hataya düşmüş, bundan dolayı yalan; bütün dinlerde haram kılınmıştır. Hak ve doğru olan zâhir olup, açıkça meydana çıktıktan sonra, bâtılda ısrar etmekten sakınmalıdır. Çoğu defa; bir kavme peygamber geldiğinde, o zatın peygamber olduğunu kabul etmeyenler; "Peygamberlik iddiasında sadık isen, bize açık deliller getir, bunu biz de anlayalım" diyerek mucize isterlerdi. Peygamber olan zat, Allahü teâlânın izni ile onlara mucize gösterince de, insafı olanlar, bu apaçık delil karşısında iman ile şereflenirlerdi
"Sonrakiler için ibret vardır!"
23 Nisan 2004 01:00
Ad kavmi, insanlara zulüm ve onlara karşı azgınlık ve taşkınlık yaparlar, mallarını zorla alırlar ve haksız yere döverler, hatta öldürürlerdi. İnsanlara karşı büyüklenmekten, zorbalık yapmaktan zevk alırlardı. Güç ve kuvvetlerine güvendikleri için aldanırlar, hiç ihtiyaçları olmadığı hâlde, yüksek yerlere muhteşem binalar yapmakta birbirleriyle yarış ederlerdi. Ad kavminin insanları gayet dik kafalı, inatçı ve çok kibirli olmalarının yanında, uzun emel sahibi idiler. Allahü teâlâya ibadet ve taatle vakit geçirmeyi bilmediklerinden, bilseler de kabul etmediklerinden, oyun ve eğlenceye dalıp, boş ve uygunsuz işlerle zamanlarını ziyan ederlerdi. Garip ve zavallı kimselerle, yoldan gelip geçenlerle eğlenirler ve Allahü teâlânın lutfettiği nimetlere nankörlük ederlerdi. Hûd aleyhisselam, kavmine; hâllerini, gittikleri yolun iyi olmadığını, böyle devam ederse, akıbetlerinin pek fena olacağını haber verirdi. Onlara, Allahü teâlânın ihsan ettiği nimetleri hatırlatır, kendilerini Allahü teâlânın azabı ile korkuturdu. Allahü teâlâya iman etmelerini, Ondan korkmalarını, Ona itaat ve ibadet etmelerini söylerdi. Allahü teâlânın, çok mal, evlat, bahçeler ve sular vererek ihsanda bulunduğunu, bütün bunlara nankörlük etmeye devam ederlerse, kendilerine, büyük bir azabın gelmesinden korktuğunu bildirdikçe; Adlılar, gaflet ve cehalet uykusuna tamamen dalmış olduklarından, onun vaaz ve nasihatlerine kulak asmazlardı. Buna rağmen Hz. Hûd, tebliğ vazifesine devam ederek, kavmine, Allahü teâlânın ihsan ettiği nimetleri, bunlara karşı olanların yaptıkları kötülükleri anlatır, maksadının, onları gafletten uyandırmak olduğunu bildirirdi. Bütün bunlara rağmen, Adlıların gafleti, kalblerinin kör oluşu, öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmamaları, bu dünyada yapmış olduklarının karşılığını ahirette görmeyi inkâr etmeleri ve Hz. Hûd'u yalanlamaları, onların ebedî felaketlerine sebep oldu. Nitekim, Şuara suresinin 139. ayet-i kerimesinde mealen buyuruldu ki: "Böylece Hûd'u yalanladılar. Biz de onları helâk ettik. Muhakkak ki, onlara yaptığımız bu işte, sonrakiler için bir ibret vardır." Ad kavminin hususiyetlerinden birisi de, çok şımarık, azgın, kendini beğenmiş, kibirli, hakkı, doğruyu kabul etmeyen kimseler olmaları idi. Tamamen oyun, eğlence ve kumara dalmışlar, böylece hak ve hakikatten büsbütün uzaklaşarak, söz dinlemeyen, nasihat kabul etmeyen bir hâle gelmişlerdi. Bu hâl, onların şiddetli rüzgâr azabı ile helâk edilmelerine sebep oldu
"Sen daha iyisini bilirsin!"
23 Nisan 2004 01:00
Geçenlerde, kariyer sahibi kadınla evliliğin sıkıntılarından bahsetmiştik. Bugün de, kariyer sahibi bir erkekle evli kadının sıkıntısız, huzurlu bir aile için dikkat edeceği hususlara değinmek istiyoruz. Tecrübeler göstermiştir ki, kendisini iyi yetiştirip geliştirmiş olması şartıyla, ilköğretim mezunu hanımla yüksek tahsilli bey de mutlu beraberlik yaşayabiliyor. Yüksek tahsilli beyin evlilikteki psikolojisini tahlil ettiğimizde karşımıza ilginç özellikler çıkıyor. İşte "yüksek tahsilli beyle geçinme sanatı"nın önemli ve hassas incelikleri: Yüksek tahsilli bey için "haddini bilmek" önemli bir özelliktir. Bunun için ukalâlık sınırlarını zorlayıcı üslûp ve konuşma alışkanlığı ciddî problem demektir. Hanımların iyi geçim için diline daha fazla sahip olması, en son söylenecek sözü en başta söylememesi, bilgiçlik taslamaktan kaçınması, konuşurken gereksiz ayrıntılara girmemesi gerekir. Her insan gibi yüksek tahsilli bey de, iltifat, övgü ister. Fakat yapılacak övgü, tebrik ve takdir ifadesi ulu orta olursa tepki çeker; ters etkiye yol açar. Bu motivasyonun yerini ve zamanını, dozunu ve üslûbunu iyi ayarlayamayan bir hanım, beyefendiye ne kadar şatafatlı methiyeler dizse de etkili olamaz; bilakis hatları koparabilir. Erkeğin meslekî faaliyetlerine fazla zaman ayırması eşini sevmediğinden kaynaklanmaz. Hele sanatkâr ruhlu yanı varsa, bu beyin tek istediği kendisinin serbest bırakılması; meslekî özeline girilmemesi, akıl verilmemesidir. Geçimsizlik istenmiyorsa, böyle bir beye gerekli anlayış, hoşgörü, sabır ve tahammül gösterilmelidir. "Fazla naz âşık usandırır" sözü sanki yüksek tahsilli beyler için söylenmiştir. Sıradan insan nazın altında işve arar, fakat yüksek tahsilli bey bunu zaman kaybı ve gereksiz meşguliyet olarak görür. Böyle bir beyle evlenen hanım, nazın ve mızıltının dozunu iyi ayarlamalı; aşırı beklentiler içine girmemelidir. Hanımlar yaratılış itibariyle gezip tozmaya, seyahate, tatile, çıkıp dolaşmaya fazla meraklıdırlar. Yüksek tahsilli beylerse genellikle seyahati sevmez ve bu konuda ısrar istemezler. Yılda bir defalık tatil plânı bile onların gözünde ciddî derttir. Mecburen seyahat gerekse bile kaldıkları yerde hemen sıkılırlar, bir an evvel kendilerini evlerine atmak isterler. Kazara yaptıkları tatilde bile işlerini düşünürler. Bu anlayışla karşılanmalıdır. Evlenip çoluk çocuğa karışsa bile yüksek tahsilli bey yalnız kalmak ister, kalabalıktan hiç hoşlanmaz. Elâlemin başkalarıyla paylaştıklarını genelde kendisiyle paylaşır, eşiyle bile değil! Bu özellik birçok hanımı deli etse de değişen bir şey olmaz. En iyisi, problemsiz evlilik için yüksek tahsilli beyi yalnız bırakmaktır. Yüksek tahsilli beyin belki de en karakteristik özelliği, eşi veya başkası tarafından dedektif gibi takip edilmekten nefret duymasıdır. Birçok boşanmanın esasını bu davranış teşkil eder. Daha çok yüksek tahsilli hanımlar beylerini yakın markaja alıp sıkı denetim ve kontrol altında bulundururlar. Halbuki yüksek tahsilli bey kendisini sokaktaki insan gibi çeşitli hatalar yapmayacak kadar eğitimli, donanımlı ve özdenetimli kabul eder. Dolayısıyla güven eksikliği imasına bile tahammül edemez. Şu tür cümlelerden hoşlanır: "Benim fikrim bu ama sen daha iyisini bilirsin! " "Seninle ve başarılarınla iftihar ediyoruz!" "Bu akşam özel olarak istediğin bir yemek varsa onu yapayım!" "Sen ailemizin direğisin! Allah seni başımızdan eksik etmesin!" "Kendini hiç üzme, köşe taşı yerde durmaz; sen köşe taşısın, elbet bir gün istediğin yere geleceğine inanıyorum!" Şu davranışlardan hoşlanmaz: "Dayatma, aşırı ısrar, küçümsemek, mesleğinin aşağılanması, tenkit edilmek, kendisine fikir danışılmadan iş yapılması... Tabii bütün bu tespitler sadece kariyer sahibi erkekler için değil, bütün erkekler için geçerli aslında." (Genç Beyin Ekibi)
Sabır yolu
24 Nisan 2004 01:00
Ad kavmi mensuplarının kötü huylarından biri de, çok iftiracı olmaları idi. Doğru yoldan, o kadar ayrılmış, hak ve hakikatten o kadar uzaklaşmışlardı ki, akıl ve kemâl sahiplerini cahil görürlerdi. İşlerinde doğru olup isabet edenleri, hataya düşmekle ve kusurlu olmakla itham ederlerdi. Nitekim Hz. Hûd, Ad kavmini imana davet edip, onları, Allahü teâlânın azabı ile korkuttuğu zaman, kabul etmemişler; üstelik, A'raf suresinin 66. ayet-i kerimesinde mealen bildirildiği gibi; "...Gerçekten biz seni sefahet, akıl azlığı, çılgınlık içinde görüyoruz ve seni hakikaten yalancılardan zannediyoruz" demişlerdi. Kendilerini hak mabud olan Allahü teâlâya iman ve yalnız Ona ibadet etmeye davet eden bir peygambere böyle söylemeleri, onların, büyüklere karşı cür'etkâr davrandıklarını ve hitap ederken edebi gözetmediklerini göstermektedir. Üstelik, aklı kemâlde ve irfanı zirvede olan Hz. Hûd'u sefih olmakla itham etmeleri, onların pek düşük, bayağı ve alçak kimseler olduklarının göstergesidir. Bir kimsenin, kendisinde bulunan aşağı ve bayağı bir vasfı, kâmil bir zata isnat etmesi, gülünç olmasının yanında, ne kadar garip ve ne derece cür'etkâr bir davranıştır. Hâl böyle iken, Hûd aleyhisselam, onlara; "Hayır! Bilâkis sefihler sizlersiniz" veya; "Sefihlik ancak sizde bulunur" diye cevap vermedi. Çünkü böyle cevap vermesi, onları tamamen ürkütür ve uzaklaştırırdı. O yine, A'raf suresinin 67 ve 68. ayet-i kerimelerinde mealen bildirildiği gibi, kavmine şu hikmetli cevabı verdi: "... Ey kavmim! Bende çılgınlık, akıl azlığı ve cahillik yoktur. Ben ancak, âlemlerin Rabbi tarafından size gönderilmiş bir peygamberim. Ben, Rabbimin bana vahyettiklerini size tebliğ ediyorum. Size nasihat ediyorum. Ben, sizin için, güvenilir, emin bir nasihatçiyim." Hûd aleyhisselam kavminin karşı çıkmalarına, yalanlamalarına karşı, kendi hâline en uygun şekilde böyle cevap verirdi. Daha değişik bir tarzda cevap vermiş olsaydı, bu durum onlara ağır gelirdi. Hem böyle bir cevap, nasihat edenin sabırsızlığına delalet eder. Hâlbuki emr-i mâruf ve nehy-i münker yapanın, sabır yolundan ayrılmaması lazımdır. Sefihin sefihliğine, cahilin cahilliğine, onun sözünün ve işinin benzeri ile karşılık vermek, akıllı kimseye yakışmaz. İşte, kötü kimselere cevap verirken, öyle bir cevap vermelidir ki, verilen cevapla, hem onlar, hak ve hakikate davet edilmiş; hem de kötülüklerden men edilerek, cehaletleri de en iyi şekilde yok edilmiş olsun.
Kadıköy'de evlenip Karaköy'de ayrılanlar
24 Nisan 2004 01:00
Günümüzde Kadıköy'de evlenip Karaköy'de boşananlar çok... Çünkü pazarda domates seçerken bile hassasiyet gösteren gençler eş seçiminde aynı hassasiyeti göstermiyor genellikle... 4 yıl flört ettiği kişiyle evlenip 4 ay geçinemeden soluğu mahkemede alarak "şiddetli geçimsizlik"ten boşananların sayıları her gün artıyor. Bunun için evlilik muhabbetine akıl da katılmalıdır. Ana-babanın tavsiyelerine, çevredeki aklı başında kimselerin sözlerine de kulak verilmelidir. Bir de günümüzde "diploma evliliği" çok oluyor. Bu tür evlilikler ya yürümüyor ya da "mecburen, mecburiyetten" yürütülmeye çalışılıyor. Türkiye'de ayıp olmasın diye mecburen yürütülen evliliklerin sayısı tahmin edilenden fazla! Yuvayı yapan dişi kuştur. Evlilikte hanımefendiler "yuva yıkıcı" değil, "yuva yapıcı" özelliklerini unutmamalılar. Anahtar kelime "fedakârlık." Anahtar cümleyse şu: "Küçük şeylerle mutlu olmasını öğren ve silgini büyük tut!" Aranan kişi ol ki, aradığını bulasın. Tek başınayken mutlu olabilen kişinin mutluluğu evlendiğinde paylaştıkça artar. Deneme yanılma yolu ile huzurlu bir evliliğin prensiplerini tespit eden Laura Doyle'un "mutlu evlilik reçetesi"nde "kadının eşine boyun eğmesi" tavsiyesi de bulunuyor. Sitesinde mutlu evlilik reçetesini açıklayan Doyle, kadınlara diyor ki: "Çalışma hayatında patronluk taslayabilirsiniz. Fakat evin kapısından içeri girdiğinizde kadınlığınızı hatırlayın ve erkeksi tavırlardan vazgeçin!" Doyle'a göre kadın olmak, "konuşmadan önce iki kere düşünmek; erkeği şoförlüğü, giyimi, yemek tarzı ve zevki konusunda tenkit etmemek; onu olduğu gibi kabul etmek. Otoyolda yanlış yola saptığı veya palyaço gibi giyindiği zaman bile karışmamak..." Doyle, "Yolda kaybedeceğiniz 20 dakika, mutlu bir 20 yıllık evliliğin yanında hiçtir" diyor. Mutsuz çiftlere telefonda danışmanlık hizmeti veren, ülkenin dört bir yanında seminerler düzenleyen Doyle'un bu tavsiyelerini normal olarak feministler müthiş öfkeyle karşılıyor, Doyle'u evlilik konusunda geri kafalılıkla suçluyorlar. "Sevda masalı" "Biz evleniyoruz" türünden programlar sadece reyting amaçlı... Bir kere bu konuda kimse kimseyi aldatmasın. Bu programların en faydalı tarafı, aklı başında evlilere eşlerinin kıymetini bilmeyi veya farketmeyi öğretmesi... Seyredenler genellikle şu itirafta bulunuyorlar: "Çok şükür son derece mantıklı ve doğal yollarla yapmışız eş seçimimizi! Böyle maskaralıklara düşmemişiz!" Bu tür evliliklere "vitrin evliliği" demek lâzım. Vitrinde sergilenen şeyler ne kadar kalıcıysa, böyle evlilikler de o kadar kalıcı olur. Şöyle bir problem de var: Günümüz gençlerinin önemli bir kısmının depresif, intihar düşünen, halinden şikâyetçi, problemli, mutsuz, huzursuz, bunalımlı, psikolojik bakımdan dengesiz olmalarının sorumlusu biraz da bu tür programlar... Çünkü özendirici oluyor; ekranda seyrettiğini gerçek hayatta denemeye kalkan bir genç, hiç beklemediği tepkilerle karşılaşınca depresyona giriyor, saldırgan tutumlar sergiliyor. Dikkat ederseniz söz konusu programlarda genellikle tartışmalar, atışmalar, kapışmalar, kıskançlıklar, agresif özellikler konu ediliyor ve reyting yapıyor. İnsan, kalbine karşılık bir kalbin bulunmasını fıtraten ister. Evlilik insanı hamlıktan çıkarıp pişiren, mayalayıp şekillendiren, derli toplu hale getiren bir kurumdur. Evlendiği halde dağıtan, kendini iyice salıverenlerin mutlaka başka problemleri vardır. Bekârlık sultanlıksa, evlilik imparatorluktur. Evlilik bir holdingin veya imparatorluğun ilk adımıdır. ABD'de 1955'te boşanma oranı %15'ti, 2003'te %55... ABD yönetimi üniversiteleri aile kurumunu ve evliliği yaygınlaştırmak için devamlı yönlendiriyor. Çünkü evlilik dışı faaliyetler tarihte birçok süper gücü bitirmiş, tarih sahnesinden silmiştir. (Genç Beyin Ekibi)
Azap getirici kılma!"
25 Nisan 2004 01:00
Adlılar, nefslerine uyarak, yaptıkları bozuk amellerine itimat edip, nefse güvenirler ve bu kötü işlerine ceza verileceğini düşünmedikleri gibi, üstelik bu çirkin amellerine sevap ve mükâfat beklerlerdi. Nitekim, Ahkaf suresi 24. ayet-i kerimesinde mealen buyuruldu ki: "Onlar, kendi vadilerine karşı gelen azabı, bir bulut parçası olarak görünce, memnun olup, sevinerek ve birbirlerine müjde vererek; 'İşte şu görünen şey, bize çok yağmur yağdıracak bir buluttur' dediler." Abdullah ibni Abbas şöyle nakletmektedir: "Ne zaman bir rüzgâr esse, Resulullah efendimiz mübarek iki dizleri üzerine çöker; 'Ey Allahım! Onu rahmet eyle! Onu azap kılma! Allahım, onu nimet getirici kıl, azap getirici kılma' buyururdu." Ad kavminden olanlar, Allahü teâlânın ayetlerini gördükleri, kendilerine gelen azabı ayan beyan bildikleri hâlde, günahları terketmemeye, kat'î karar vermiş gibi bir hâl ile bozuk işlerine devam ederlerdi. Kendilerinde bulunan, büyüklenmek sıfatları son haddine varmıştı. Hz. Hûd'un gösterdiği mucizeleri gördükleri, böylece, onun söylediklerinin doğru olduğu iyice anlaşıldığı hâlde, yine inanmayıp, yalanlamışlardı. Kendi sözlerinin bâtıl ve yanlış olduğunu, hasım saydıkları Hz. Hûd'un ise doğru söylediğini bildikleri hâlde, habis ve alçak tıynetleri icabı, yine de kabule yanaşmazlar, inat ve muhalefete devam ederlerdi. Tefekkür etmeyip, hiçbir şeyden ibret almazlar, sadece kuvvetlerine ve kalabalık olmalarına güvenirler ve bunda aşırı giderlerdi. Mesela, onları helâk eden rüzgâr, bir bulut şeklinde gelip, esmeye başlayınca, ailelerini ortalarına alıp, kendileri, onların etrafında halka oldular. Elbiselerinin eteklerini birbirlerine bağlayarak, ayaklarını yere kuvvetlice dayayıp, ellerini de birbirlerine kenetleyerek durdular. Güya, rüzgâr ne kadar kuvvetli ve şiddetli eserse essin, onlara bir şey yapamayacak, yerlerinden oynatamayacaktı. Nitekim bu hâlde iken, Hz. Hûd'a; "Bizim ayaklarımızı buradan kim kaldırabilir" dediler. Biraz sonra rüzgâr bunları yerden alıp, havaya fırlattı ve her biri, içi boş, kof hurma kütükleri gibi yerlere atıldılar. Akıllı insan, böyle hâller karşısında, her şeyin sahip ve mâlikinin yalnız Allahü teâlâ olduğunu anlar. Ondan korkar. Daima uyanık olup, hep Onun razı olduğu, beğendiği amelleri yapar. Resulullah efendimiz zamanında, Medine-i münevverede zelzele olmuştu. O zaman Resulullah buyurdu ki: "Muhakkak Rabbiniz, sizden, rızasını kazanmanızı istiyor. Öyleyse Allahü teâlâdan, razı olduğu şeylere dönmeyi isteyiniz.
Taş kalpli insanlar!
26 Nisan 2004 01:00
Hûd aleyhisselamın belli başlı dört nevi mucizesi var idi: Allahü teâlânın izni ile rüzgârları istediği tarafa döndürürdü. Hz. Hûd, rüzgârı sağ tarafa döndürmek isterse sağ eliyle, sol tarafa döndürmek isterse sol eliyle işaret ederdi. Böyle işaret etmesiyle, rüzgârın o tarafa dönmesi bir olurdu. Ad kavmi, bir mucize gösterirsen iman ederiz dedikleri ve bu mucizeyi gördükleri hâlde, iman etmedikleri için, yine rüzgâr cinsinden ve ayet-i kerimede rih-ı sarsar diye bildirilen şiddetli rüzgâr ile helâk olundular. Ad kavminin insanları güçlü, kuvvetli, iri cüsseli kimseler idi. Gelip geçmiş bütün insanlar içinde boy, cüsse ve kuvvet bakımından en ileride olanlar, Ad kavmine mensuptu. Bu kadar iri cüsselerine ve kuvvetlerine rağmen, şiddetli rüzgâr onları helâk etti. Öylesine kaldırıp yere vurdu ki, onlardan hiçbiri, asla karşı koyamadı; zaten buna güçleri de yetmezdi. Ayet-i kerimelerde, onların her birinin, rüzgâr kendilerine çarptıktan sonra, rüzgârlara tahammülü pek az olan hurma ağaçları gibi yere devrildikleri haber verilmiştir. Ad kavminin bulunduğu havalide, taş ve kayalıklardan ibaret bir dağ vardı. Bu dağda ne bir ot biter, ne de bir su çıkardı. Ad kavmi, Hz. Hûd'a peygamberlik iddiasında sadık olduğuna delil olarak, koyunlarını ve diğer hayvanlarını otlatmak üzere, bu dağı mera hâline çevirmesini söylediler. O da bunun için Allahü teâlâya duâ etti. Duânın hemen akabinde, o kayaların hepsi, bir anda temiz, verimli toprağa dönüşüverdi. Üstelik bu dağ, yemyeşil olup, her taraf çiçeklerle donanmıştı. Etrafta güzel çeşmeler peyda olmuş, her yer gönül alıcı bir güzellikle, güllük gülistanlık hâline gelmişti. Bu mucizeyi de gözleriyle gören Adlıların kalpleri, toprak hâline gelmiş olan kayalardan daha katı olduğundan, yine iman etmediler. Hz. Hûd'un mucizelerinden biri de, duâsı bereketiyle yünün, ibrişim (İpekten işlenmiş bir çeşit iplik) şekline gelmesidir. Ad kavmi, mucize olarak, ondan, koyunlarının yünlerini ibrişim hâline getirmek için cenab-ı Hakka duâ etmesini istemişlerdi. O da duâ edip, bütün yünler, Allahü teâlânın izni ile ibrişim hâline gelmiş idi. Hz. Hûd, Hz. Âdem'e çok benzerdi. Orta boylu, gür saçlı ve nur yüzlü idi. Mübarek yüzü çok güzel idi. Mübarek çehresi ay misali parlardı. Hz. Hûd'un sıfatı; zühd, ibadet, seha, cömertlik ve şefkat idi. Fakirlere çok sadaka verirdi. Helal yoldan geçimini temin etmek için, zaman zaman ticaretle meşgul olurdu.
Semud kavmi
27 Nisan 2004 01:00
Hûd aleyhisselamın peygamber olarak gönderildiği Âd kavmi, âsi olup, şiddetli rüzgârla helâk edilince; iman ettikleri için bu azaptan kurtulan müminler, kendilerine yeni yurtlar bulmak için çeşitli bölgelere dağıldılar. Bu büyük felâketten kurtulanlardan birisi de, Nuh aleyhisselamın oğlu Sam'ın neslinden gelen Semud idi. Semud ve beraberindekiler, Şam ile Hicaz arasında bulunan Hicr mevkiinde yerleştiler. Semud'un torunları, bu beldeden ayrılıp, Âd kavminin helâk edildiği yerlere göç ettiler. Âd kavminin helâkinden sonra, Semud kavmi onlara halef oldu. Onların yurtlarına yerleşip, imar ettiler. Burada çoğalan Semud'un torunları, önce bir kabile, sonra da büyük bir kavim, topluluk oldular. Dedeleri Semud'a nisbetle, bunlara Semud kavmi denildi. Kur'an-ı kerimde, "Eshab-ül-Hicr" şeklinde zikredilen bu kavim, Âd kavminin devamı olması ve onun yerini alması sebebiyle "İkinci Âd" diye de anıldı. Allahü teâlâ Âd kavmi gibi bunlara da bol nimet ve çok uzun ömür verdi. Meskenlerinde her türlü nimetler içinde yüzüp, üçyüz sene ile bin sene arasında ömür sürdüler. Önceleri bu nimetlere şükrederlerken, sonraları unutup terkederek, zevk ve sefaya düştüler. Üstelik kabile reisleri başta olmak üzere, zulüm ve haksızlığa dayalı çeteler kurup, karışıklıklar çıkardılar. İnsanları ifsat ettiler ve putlara tapmaya başladılar. Kavmin içinde iman sahibi olup, daha önce gönderilen Hz. Hûd'a inananlar, Semudlulara, Allahü teâlânın Âd kavmini isyanları sebebiyle nasıl helâk ettiğini anlattılar. Semudlular dediler ki: "Âd kavmi kendilerine sağlam binalar yapmadıkları için helâk oldular. Zira onlar, evlerini ve çadırlarını kumlar üzerine kurduklarından, esen rüzgâr, evlerini ve kendilerini aldı götürdü. Biz ise dağlarda kayaları oyup, sağlam, kapıları demirden olan evler yapıyoruz. Rüzgâr onları yıkamaz ve bizlere de zarar veremez." Kavmin reisi Cenda idi. Semudlular bir gün toplanıp, reisleri Cenda'ya geldiler. Cenda, onlara izin verip, sanatları olan kaya oymacılığı işinde çalışmalarını söyledi. Semudlular Kesib adındaki dağa çıkıp, büyük bir kayayı yonttular. Ona; göz, sığır göğsü gibi bir göğüs, at ayağı gibi ayaklar yapıp, altın ve gümüş ile kapladılar. Başına da altından yapılmış bir taç koydular. Ayrıca çeşitli mücevherlerle donatıp, karşısına geçerek secdeye kapandılar.
"Hak geldi bâtıl yıkıldı"
28 Nisan 2004 01:00
Semud kavmi, kendi elleri ile put yapıp reislerine tapınmak için gelmesini rica ettiler. Reisleri Cenda da onların davetini kabul ederek, büyük küçük her kabilenin, reisleriyle beraber, putların yanında toplanmalarını emretti. Cenda, atından inip secdeye kapandı. O zaman beraberindekiler de yerlere kapandılar. Daha sonra Cenda, bu put için; büyük bir binanın inşa edilerek altın ve gümüşlerle süslenmesini, yerlerin ipeklerle döşenmesini, bir de putlar koymak ve kandiller yakmak için puthane çevresinde çok sayıda evlerin yapılmasını emretti. O zaman aralarında bulunan Rabab isimli birisi, "Ey reisim! Bu ilâhlara hizmet edecek eşraftan kimseler lazımdır" dedi. Cenda şöyle cevap verdi: "Semud kavminden nesep, şeref ve her bakımdan üstün kimseleri, puthanemizin hizmetine tayin ettim." Böylece, oraya hizmetçiler ve çok miktarda altın tahsisi yapıldı ve Semudlular, buradaki putlara tapmaya başladılar. Çeşitli isimlerle andıkları putlarına uzun seneler taptılar. Yıllar uzadıkça uzadı ve sürüp gitti. Öyle ki, küçükler ihtiyarladı. Semud kavmi de küfür ve fesatta alabildiğince ileri gitti. Aynı zamanda mal, mülk ve servetler içinde yüzdüler. Hayvanları vadileri doldurdu. Ağaçlar senede iki defa meyve verdi. Her türlü dünya nimetlerine gark oldular. Ahlâksızlık ve zina çok yayıldı. Öyle ki, kadın erkeği zinaya davet ederdi. Emaneti korumak kalmadığı gibi, yalan, haksızlık, adam öldürme gibi günah işlemede adeta birbirleriyle yarıştılar. Allahü teâlânın ikram ve ihsan ettiği bu nimetleri ve bolluğu putlarından bilip, günden güne küfürlerinde azdılar. Semud kavmi, küfür ve fesat üzerinde iken, Salih aleyhisselam dünyaya teşrif etti. Salih aleyhisselam, Semud'un orta hâlli bir ailesine mensup idi. Fakat nesep, soy itibariyle kavminin en şereflisi idi. Babası Ubeyd muhterem bir zat idi. Salih aleyhisselamın dünyaya teşrifinden önce, babası Ubeyd, bir gün puthane önünden geçerken, kendinde tuhaf bir hâl hissetti. Evine gelip uyuduğu zaman, gaipten şu sesleri duydu: "Hak geldi, bâtıl yıkıldı, Allahü teâlânın kulu ve peygamberi Salih aleyhisselam dünyaya gelecektir. Allahü teâlâ onunla insanlara kurtuluş yolunu bildirir." Ubeyd bundan korktu. Başına bazı şeyler geleceğini anladı. Başka bir gün puthane önünden geçerken putlardan sesler gelip; "Senin nesebinde, Allahü teâlânın dünyaya getirip, peygamberlik vereceği bir zat var" dendi ve o anda, kuvvetli bir rüzgâr esti. Bütün putlar yüzüstü düşüp, büyük putun başındaki taç yuvarlandı. Bu hadise üzerine Ubeyd, kavminin kendisine zarar vermesinden korkup, onlardan uzak durdu.
.
Salih aleyhisselam
29 Nisan 2004 01:00
Salih aleyhisselam dünyaya teşrif edince, kara, deniz ve sahralarda, ilâhi bir ses, onun doğumunu müjdeledi. Doğum gecesinde, rahmet melekleri yeryüzüne indi. Semud'un putları da yüzüstü devrildiler. Puthaneye bakan Semudlu, derhal gidip hadiseyi haber verdi. Reisleri Cenda ve ileri gelenler hemen puthaneye gittiler. Putlarının ne hâle geldiğini görünce, daha da şaşırdılar. Hep birlikte büyük putu kaldırarak, başına tacını yeniden koydular. Elleri ile kaldırdıkları putlarına tapmaya devam ettiler. Semudlular büyük bir bayram gecesinde eğlenirken, bütün ağaçlar, Allahü teâlânın izniyle dile gelerek dedi ki: "Ey Semud kavmi! Niçin ibret alan kimseler değilsiniz? Allahü teâlâ size senede iki defa, ağaçlarınızda meyveler veriyor. Siz ise; hâlâ çeşit çeşit ve bol bol nimetler gönderen Allahü teâlâya değil de, putlarınıza ibadet ediyorsunuz." Bunu duyan Semud kavmi, bu duruma öfkelenerek, meyve ağaçlarını kestiler. Ancak bu defa ehlî hayvanlar dile gelerek aynı sözleri söylediler. Semudlular hayvanları da kesmeye başladılar. Sonra dağlardaki vahşî hayvanlar, Allahü teâlânın izniyle dile gelip seslendiler: "Ey Semudlular! Size yazıklar olsun! Niçin ağaçları kesiyor, neden o hayvanları öldürüyorsunuz? Onlar doğru söylediler." Bunun üzerine Semudlular, silahlarına sarılıp, vahşî hayvanların peşine düştüler. Hayvanlar hem kaçıyor, hem de diyorlardı ki: "Bizim Rabbimiz, sonsuz kuvvet ve kudret sahibi Allahü teâlâdır. Ya Rabbi! Semud kavmi senin verdiğin bol nimetlere şükretmediler. Nimetleri vereni inkâr edip, sana değil, kendi elleriyle yaptıkları putlara taptılar. Yeryüzüne zulüm ve fesadı yaydılar. Ya Rabbi! Sen mutlak adalet sahibisin. Hâkimsin. Sen yeryüzünü kulun ve peygamberin Salih aleyhisselam ile ıslah eyle! Ya Rabbi! Onunla fesadı kaldır!" Semud kavminin insanları, bu sözleri işittikleri hâlde, ibret alacakları yerde küfür ve inatlarında daha da şiddetlendiler. Salih aleyhisselam büyüdükçe, kavminin sevgisini kazandı. Herkesle iyi geçinmesi, güleryüzlülüğü, fakir ve düşkünlere yardımı, zayıfları koruması, hastaları ziyareti ve başka olgun hâlleri ile bütün insanlar tarafından sevildi ve takdir gördü. Yirmi yaşına bastığında, yüzündeki nur ve güzellik çok fazlalaştı. Öyle ki, kimse yüzüne bakmaya tâkat getiremezdi. Otuz yaşına geldiğinde, ilim, hikmet, vakar ve birçok faziletler, üstünlükler ihsan edildi. Ticaretle meşgul olur, çantacılık yapar ve elinin emeği ile kazandığını yerdi.
Kavmi kabul etmedi!
30 Nisan 2004 01:00
Salih aleyhisselam 40 yaşına girdiğinde; Allahü teâlâ, Cebrail aleyhisselama emrederek, Salih aleyhisselama gitmesini ve ona peygamber olduğunu bildirmesini, kavmini imana, itaate, Allahtan başka ilâh olmadığına ve kendi peygamberliğini tasdik etmeye davet etmesini bildirdi. Cebrail aleyhisselam, Hz. Salih'e geldi. Selam verdi. "Ey Salih! Şimdi kavmini Allahü teâlâya imana çağır ve tevhide davet et! Şirk ve putlara tapmaktan uzak durmalarını söyle! Allahü teâlânın kendilerine ihsan buyurduğu nimetleri hatırlat! Ayrıca Ad kavminin şiddetli rüzgârda niçin ve neden helâk olduklarını sor" dedi ve peygamberliğini tebliğ etti. Sonra da buyurdu ki: "Ey Salih! Sen, Nuh ve Hûd zamanlarında olmayan birçok acayip hâlleri göreceksin." Salih aleyhisselam bu ilâhi emir üzerine, hemen kavminin reisi Cenda'nın yanına vardı. Reis Cenda onu görür görmez, tarifi imkânsız bir korkuya kapıldı. Salih aleyhisselam, ona güler yüz ve tatlı dille hitap ederek, "Ey Cenda, sana nasihat ederim. Allahü teâlâ, beni, size peygamber olarak gönderdi. Seni ve kavmimi, "Lâ ilâhe illallah" demeye ve beni tasdike, yani Allahü teâlânın kulu ve resulü olduğuma inanmaya çağırıyorum" dedi. O, bu davete şöyle cevap verdi: "Ey Salih! Neler söylüyorsun? Semud kavmi, senin, Allahü teâlânın peygamberi olduğunu kabul etmez. Kavmime bildireyim bakayım, ne derler? Sen yarın gel." Sonra Cenda, Semud kavminin önde gelenlerini toplayıp, Hz. Salih'in söylediklerini bildirdi. Kavmin ileri gelenleri, "Ey Cenda! Gelsin, bize de söylesin. Söylediklerini biz de duyalım dediler. Ertesi gün, Salih aleyhisselam oraya teşrif etti. Peygamber olarak gönderildiğini söyleyip, onları Allahü teâlâya imana ve itaate çağırdı ve şu nasihatlerde bulundu: "Ey kavmim! Kendisinden başka ilâh olmayan Allahü teâlâya iman ve ibadet ediniz! Sizi ve her şeyi yaratan Odur. O, babanız Âdem'i (aleyhisselam) topraktan yarattı. Siz Hz. Âdem'in evladısınız. Bu topraklarda size uzun ömür ve çok nimetler verdi. Ona tövbe ve istigfârda bulunun! Bu tebliğim için sizden ücret istemem. Bilin ki, benim ücretim, ancak âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlânın üzerinedir. O, tövbeleri kabul edicidir." Salih aleyhisselam bu şekilde davet ettiğinde, kavminden pek az kimse inandı. Çoğunluğu hak dini kabul etmemekte direndiler. Servetlerine güvenip, zevk ve sefa içinde kendilerinden geçip, zulme başvurdular. Azgınlıkta, vahşette ısrar ettiler
Yarın Mevlid Kandili
30 Nisan 2004 01:00
Mevlid Kandili, âlemlerin sultanı sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın dünyayı şereflendirdiği gece... Resûlullah efendimiz, hicretten 53 sene evvel Rebî'ul-evvel ayının onikinci Pazartesi gecesi sabaha karşı, güneş henüz doğmamış; tan yeri ahenk ve ihtişam ile ağarırken O kararmış dünyayı aydınlattı... Bütün kâinatın dört gözle beklediği bu mukaddes doğum, miladi 571 yılına ve Nisan ayının yirmisine rastlamaktaydı. Bu geceye, Peygamber efendimizin doğum zamanı manasına Mevlid Gecesi adı verildi. Bu gece, Kadir Gecesinden sonra en kıymetli gecedir. Hatta bu geceden daha kıymetli olduğunu bildiren âlimler de oldu. Mevlid Gecesinde Resûlullah efendimiz doğduğu için sevinenler affolunur. Bu gece Peygamber efendimizin doğduğu sırada görülen hâlleri, mucizeleri okumak, dinlemek, öğrenmek çok sevaptır. Her peygamberin ümmeti, kendi peygamberinin doğum zamanını bayram yapmıştır. Müslümanlar da Muhammed aleyhisselâmın doğum zamanını bayram yaptılar. Dünyanın dört bir tarafındaki Müslümanlar, her sene bu geceyi Mevlid Kandili olarak kutlamaktadır. Her yerde Mevlid kasîdeleri okunarak, Resûlullah hâtırlanmaktadır. Mevlid günü ve gecesinin şerefi, kıymeti çoktur. Kendisine tâbi olanlar için kurtuluş vesîlesi olan Resûlullah efendimizin doğumu için sevinmek, Cehennem azabından kurtulmaya sebep olur. Bu geceye hürmet etmek, sevinmek, bütün senenin bereketli olmasına vesile olur. Mevlid gününün fâzileti Cuma günü gibidir. Cuma günü, Cehennem azâbının durdurulduğu hadîs-i şerîf ile bildirilmiştir. Bunun gibi, Mevlid gününde de azab yapılmaz. Mevlid geceleri sevindiğini göstermeli, çok sadaka vermeli, davet vermeli, davet edilen ziyâfetlere gitmelidir. Ayrıca bu gece kaza namazları kılmalı, Kur'ân-ı kerîm okumalı, dua, tövbe etmeli, hayır hasenat yapmalı, Müslümanları sevindirmeli, bunların sevablarını ölülere de göndermelidir. Bu gecelere saygı göstermelidir. Saygı göstermek günah işlememekle olur. Bütün müminlerin, bu mübarek gece ve günlerin kadrini çok iyi bilmeleri, mümkün mertebe en güzel biçimde değerlendirmeleri gerekir. Bu gün ve gecelerde, evlerimiz gerçek bir bayram havasına bürünmeli, akraba, dost ve yakın arkadaşlar bir araya gelerek "Kâinata rahmet olarak gönderilen" Yüce Peygamberi şanına lâyık bir şekilde, büyük bir aşkla hatırlamalı, çoluk ve çocuğumuzun gönül ve kafaları, sevgi nûrları ile aydınlatılmalı... 1400 yıldan beri, 'İslâm Dünyası'nda "Mevlid Kandilleri" hep böylece karşılanmış, bu tebrik işi bir "gün" ve "gece"ye sığmamış, müminler, Rebî'ul-evvel'in tamamını "Mevlid Ayı" olarak değerlendirmişlerdir. Bu, tâ Eshab-ı kiramdan beri böyledir ve kıyamete kadar böyle kalmalıdır. Günümüzde, bu mübarek gün ve geceleri değerlendirmek konusunda, müminlerin sorumlulukları daha da artmış bulunmaktadır. Çünkü dinimizi yakınen tanımayan bazı kimseler, yazıları ile programları ile hiç ara vermeksizin, yüce dinimize, Şanlı Peygamberimize ve mukaddeslerimize doğrudan veya dolaylı yoldan dil uzatmayı marifet bilmekte... 1400 yıldır beşeriyete yol gösteren, bütün sahte mâbutları yıkarak Allah'a giden yolu açan, milyarlarca insanın gönlünde taht kuran, birçok milletin kültür ve medeniyetine ruh veren, dünyayı yeniden şekillendiren ve dünya yaşadıkça etkisi giderek büyüyen yüce dinimize dil uzatmak için kitap yazan, program yapan nasipsizler, varsın kendi nasipsizliklerine yansınlar. Kesin olarak bilmek gerekir ki, şöhret olmak için çırpınan bu zavallılar, kendilerinden öncekiler gibi çok yakın zamanda unutulup gidecekler, fakat, saldırmak cür'etini gösterdikleri bu Yüce Peygamber, yine bütün haşmeti ile mevcudiyetini sürdürecektir
Mevlid Kandiliniz mübarek olsun
1 Mayıs 2004 01:00
Bu gece Mevlid Kandili. Dün, Peygamberimizin kararmış dünyayı teşrifi ile aydınlattığından, Mevlid Kandilinin öneminden bahsetmiştik. Bugün de, gelmiş gelecek bütün insanların ahlâkından üstün olan, O serverin güzel ahlâkından denizde damla misali bir nebze bahsetmek istiyorum. Allahü teâlâ, sevgili Peygamberine verdiği iyilikleri, ihsanları sayarak kendine güzel huylar verdiğini "Sen güzel huylu olarak yaratıldın" mealindeki ayet-i kerime ile bildirmektedir. Çok kimselerin İslâm dinine girmesine, Resulullahın bu güzel ahlâkı sebep olmuştur. Muhammed aleyhisselamın bin mucizesi görüldü, dost düşman herkes de buna şahid oldu. Bu kadar mucizelerin en kıymetlisi, "edepli olması" ve "güzel huyları" idi. Güzel huyu, yumuşaklığı, affı, sabrı, ihsanı, ikramı, o kadar çoktu ki, herkesi hayran bırakırdı. Görenler ve işitenler seve seve Müslüman olurdu. Hiçbir hareketinde, hiçbir işinde, hiçbir sözünde, hiçbir zaman, hiçbir çirkinlik, hiçbir kusur görülmemiştir. Kendisi için kimseye gücenmediği halde, din düşmanlarına, dine dil ve el uzatanlara karşı sert ve şiddetli idi. Herkese karşı yumuşak olmasaydı, peygamberlik heybetinden, büyüklük hallerinden, kimse yanında oturmaya ve sözünü dinlemeye takat getiremezdi. Fakirle, zenginle, büyükle, küçükle karşılaşınca, önce selam verirdi. Bunlarla müsafeha etmek için, mübarek elini önce uzatırdı. Her kim olursa olsun, çağrılan yere giderdi. Önüne konulan şeyi, az olsa da, hafif, aşağı görmezdi. İyilik etmesini sever idi. Herkesle iyi geçinirdi. Güler yüzlü, tatlı sözlü idi. Söylerken gülmezdi. Üzüntülü görünürdü. Aşağı gönüllü idi. Heybetli idi. Yani saygı ve korku hasıl ederdi. Fakat, kaba değildi. Nazik idi. Cömert idi. Fakat, israf etmez, faydasız yere birşey vermezdi. Herkese acırdı. Mübarek başı hep önüne eğik idi. Kimseden birşey beklemezdi. Kimseye kötülük düşünmezdi. Bir savaşta kendisini öldürmek için mücadele eden müşriklerin yok olması için dua buyurması istendiğinde, "Ben, lânet etmek için, insanların azap çekmesi için gönderilmedim. Ben herkese iyilik etmek için, insanların huzura kavuşması için gönderildim" buyurdu. Büyük, küçük; köle, hizmetçi herkesin derdi ile ilgilenirdi. Bir gün, Peygamber efendimiz çarşıya giderken, bir hizmetçi kızın ağladığını görünce, "Kızım, niçin böyle ağlıyorsun?" diye sordu. "Bir Yahudinin hizmetçisiyim. Bana bir dirhem verdi. Yarım dirhem ile bir şişe ve yarım dirhem ile de yağ satın al dedi. Bunları alıp gidiyordum. Elimden düştü. Hem şişe, hem de yağ gitti. Şimdi ne yapacağımı şaşırdım" diye cevap verince, yanındaki son dirhemini kıza verdi, "Bununla şişe ve yağ al. Evine götür" buyurdu. Kızcağız, "Eve geç kaldığım için, Yahudinin beni döveceğinden korkuyorum" dedi. "Korkma! Seninle birlikte gelir, sana birşey yapmamasını söylerim" buyurdu. Onunla beraber eve gelip, kapıyı çaldılar. Yahudi kapıyı açıp, Resulullahı görünce şaşırıp kaldı. Yahudiye, olanı biteni anlatıp, kıza birşey yapmaması için şefaat buyurdu. Yahudi, Resulullahın ayaklarına kapanıp, "Binlerce insanın baş tacı olan, binlerce arslanın, emrini yapmak için beklediği ey yüce Peygamber! Bir hizmetçi kız için, benim gibi bir miskinin kapısını şereflendirdin. Ya Resulallah bu kızı senin şerefine azad ettim. Bana imanı, İslamı öğret. Huzurunda Müslüman olayım" dedi. Resul aleyhisselam, ona Müslümanlığı öğretti. Müslüman oldu... Çoluğuna çocuğuna da anlattı. Hepsi Müslüman oldu. Bunlar hep Resulullahın güzel huylarının bereketi ile oldu. Dünya ve ahiret saadetine kavuşmak isteyen herkesin, Muhammed aleyhisselama tabi olması, onun bildirdikleri ile amel etmesi lazımdır... Bu vesile ile siz değerli okuyucularımızın kandillerini tebrik eder, dünya ve ahiret saadeti dilerim.
"Başıboş değilsiniz!"
1 Mayıs 2004 01:00
Salih aleyhisselam, iman etmeyen, kötülükte ısrar eden hatta kendi putlarına tapmasını isteyen kavmine dedi ki: "Ey kavmim! Bana haber verin! Allahü teâlâ bana açık bir mucize ve peygamberlik vermişken, eğer ben Rabbimin emrini tebliğ ve sizi Allahü teâlâya davet etmeyip, Ona asi olursam, beni Onun azabından kim kurtarır? Beni kendinize tâbi kılmakla, bana hüsrandan başka bir şey arttırmazsınız." Semud kavmi, peygamberleri Salih aleyhisselamın, onları imana davet edip, nasihatte bulunduğu zaman, hep yalanladılar. Hz. Hûd ve Hz. Nuh'un inanmayan kavimleri gibi, bahaneler aramaya başladılar. Dediler ki: "O da bizden bir kimse değil mi? Üzerimize bir üstünlüğü olmayan kimseye tâbi mi olacağız? Ona uyduğumuz takdirde dalalete düşer, delilik yapmış oluruz. Aramızda vahye daha layık var iken, ona vahiy mi olundu? Doğrusu o, yalancı ve kibir sahibidir." Semud kavmi, Salih aleyhisselamı büyülenmiş, yalancı ve mütekebbir diye itham etmelerine rağmen, Salih aleyhisselam onları, tatlı dille imana davete ve nasihatlerine devam etti: "Ey kavmim! Şu bulunduğunuz hâlde, bahçeler, pınarlar, ekinler ve latif, hoş tomurcuklanmış hurma ağaçları arasında ve dağlardan yonttuğunuz ve yaptığınız köşkler, saraylar içinde, ölüm ve azaptan emin ve ferah olarak başıboş mu bırakılacağınızı zannediyorsunuz? Allahü teâlâdan korkun, tul-i emelde, uzun emelde olmayın! Artık bana itaat edin! Çünkü, benim emrime, dediklerime itaat, Allahü teâlâya itaattir! " Salih aleyhisselam peygamber olduğunu bildirince, bir kısmı, "Salih'in maksadı bizi kandırıp, elimizdeki mallara konmaktır" dedi. Diğer bir kısmı ise, başımıza reis almak istiyor veya akıl hastalığından dolayı böyle söylüyor, dedi. Daha sonra mel'un şeytan da insan suretinde, onların aralarına girip dedi ki: "Ne garip şey! Daha dün bir çoban gibi aramızda bulunan kişi, şimdi birdenbire korkutucu sözler söylüyor. Bütün putları bir kenara itip, görünmeyen bir mabuda tapmamızı söylüyor. Herkesin kendi etrafında toplanmasını, sözünü dinlemelerini, böylece insanlara daha iyi bir hayat vereceğini söylüyor. Ama nasıl ve neyle? Belli değil. Hepimizin sapık, kendisinin tek başına bize yol gösterici olduğunu söylüyor. Aklının, hepimizin aklından çok olduğunu ve âlemlerin Rabbi ile irtibatta bulunduğunu iddia ediyor. Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir? Başkalarının yapamadığını o nasıl yapabilir?
.
Bir sesle irkildiler!
2 Mayıs 2004 01:00
Semudlular Salih aleyhisselamı bir türlü kabullenemiyorladı. Şeytanın aldatmasıyla huzuruna varıp dediler ki: "Sen bu sözleri nereden çıkardın? Ve görülmeyen mabud seni nasıl vazifelendirmiştir? Söz ve iddia ile bir şey sabit kılınamaz. Eğer doğru söylüyor isen, hiç kimsenin yapamadığı bir işi yapman gerekir. Doğru söz delil ister. Bütün insanları, senin mabudunun yarattığını ve herkesten güçlü olduğunu söylüyorsun. Biz de her şeyi bildiğimizi söylemiyoruz. Yaşadığımız bir dünya vardır. Eğer sen de yeni bir iş yapamayacaksan ve insanlarla aranda yeni bir fark bulunmuyorsa, bu davadan vazgeç." Salih aleyhisselam, onlara şöyle cevap verdi: "Söylediğim her şeyi Rabbimin iradesiyle söylüyorum. Rabbim dilerse, düşündüğünüz bütün şeyler, istediğiniz her alamet meydana gelir." Salih aleyhisselam her gün kavmi arasında dolaşır, güler yüz, tatlı dil ve yumuşaklıkla, onları imana davet ederdi. Buna karşılık, kavminin alaylı ve hakaret dolu sözlerine sabreder, cevap vermeyip, üzüntülü bir şekilde inananların yanına dönerdi. Ayrıca kâfirler, müminlerle de her yerde alay ederlerdi. Kavminin kendisiyle ve müminlerle alay edişleri Kur'an-ı kerimde şöyle bildirilmektedir: "İmana gelmeyip, kibir üzere olan o kavmin ileri gelenleri, zayıf ve aciz addettikleri müminlerle alay ederek dediler ki: "Siz, Salih'in gerçekten Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz?" Müminler sağlam bir imanla; "Evet, Onun bize ve size peygamber olduğunda şek ve şüphemiz yoktur" dediler. O zaman, o iman etmeyi kibirlerine yediremeyenler; "Biz, sizin iman ettiğiniz şeye inanmıyor, inkar ediyoruz" dediler." (A'raf: 75-76) Semudlular kibirde daha da ileri giderek dediler ki: "Ey Salih! Sen, bizi görmediğimiz bir şeye inanmaya çağırıyor, babalarımızın taptığı putlarımızı bırakmamızı söylüyor ve Ad kavminin başına gelenlerle korkutuyorsun. Hâlbuki onların evleri, çardakları kumlar üzerine kurulmuştu. Rüzgâr elbette onları yıkar. Bizim saraylarımız öyle olmayıp, dağlara, kayalara oyulmuştur. Rüzgârın kayaları yıkması mümkün değildir. Senin Rabbinin de bize gücü yetmez!" O esnada şiddetli bir sesle irkildiler. "Salih aleyhisselam, hakikaten Allahü teâlânın peygamberidir. Putlar bâtıldır" sesiyle bütün putlar devrildi. Bu hâli açıkça gören Semudlular, iman edecekleri yerde, hayret ve dehşetle, "Bu olsa olsa Salih'in sihridir" dediler.
Nimete şükür
3 Mayıs 2004 01:00
Salih aleyhisselam, bir ara kavminin iman etmesinden ümidini kesip, Rabbine dedi ki: "Ya Rabbi! Bir sefere çıkayım, yolculuğumda salih kimselerle karşılaşıp, onlarla dost olayım." Hak teâlâ ona izin verdi. Oradan ayrıldı. Birçok yerlerden geçti. Bir gün kendini ibadete vermiş bir kişiye rastladı. Ona sordu: "Niçin tenhalarda yalnızlığı seçtin?" O şöyle cevap verdi: "Bu yerde bir köy vardı. Ahalisinin tamamı Allahü teâlâya inanmazdı. Cümlesi helâk olup, yalnız ben kurtuldum. Geri kalan ömrümü, o beladan kurtulduğum için, Allahü teâlânın şükrüne hasrettim. Bu sebeple tenhalarda ibadet ederim." Salih aleyhisselam, sonra bir deniz kenarına uğradı ve bir adaya geldi. Adada, ibadet eden bir şahıs gördü. Ona da tenhalarda ibadet etmesinin sebebini sordu. O da şu cevabı verdi: "Ey Salih! Bir cemaat ile idim, onlar çok kötü insanlardı. Bir gün onlarla birlikte bir gemiye bindim. İçlerinde benden başka Hak teâlâya inanan yoktu. Neticede gemi battı. Benden başka hepsi boğuldular. Kurtuluş nimetinin şükrünün edası için, burasını seçtim." Salih aleyhisselam, veda edip ayrıldı. Çok yerler geçip, halkının tamamı imansız olan bir şehre geldi. Orada iki mümin kimse buldu. Bunlar gündüzleri helal kazanıp, akşam kendilerine yetecek kadar yiyecek alıkoyup, fazlasını fakirlere sadaka verirlerdi. Bir akşam birlikte otururlarken, heybetli bir ses işittiler. Salih aleyhisselam onlara, bu sesin sebebini sordu. Onlar da dediler ki: "Burada yırtıcı bir hayvan vardır. Sesi her gün bu saatte duyulur. Kimi bulursa helâk eder." Salih aleyhisselam, "Eğer şehirdekiler bana mallarının bir kısmını verirlerse, onları bu hayvanın şerrinden kurtarırım" buyurdu. Herkes malının bir kısmını getirip, bir yere yığdı. Salih aleyhisselam Allahü teâlâya duâ etti. Duâsı neticesinde, o vahşî hayvanın iki parça olduğu görüldü. Hz. Salih, o iki kişiye, bu malları kabul etmelerini söyledi. Fakat onlar istemediler ve dediler ki: "Bize alınterimizle kazandığımız kifayet eder." Bunun üzerine, Salih aleyhisselam, malları sahiplerine geri verdi. Sonra da Allahü teâlâya şöyle duâ etti: "Ya Rabbi! Sana şükürler olsun ki, kullarından salih kimseleri bana gösterdin." O zaman Allahü teâlâdan vahiy geldi: "Ey Salih! Dünyanın nizamı, âlemin intizamı benim sevgili kullarımın mevcut olmaları iledir. Dünyanın nizamını, âlemin intizamını sevgili kullarımın varlığına bağladım. Eğer onlar olmasa, bütün isyan edenleri göz açıp kapayıncaya kadar helâk ederim." Salih aleyhisselam daha sonra, kendisine iman etmemiş olan kavminin yanına döndü
Konuşan arslan!
4 Mayıs 2004 01:00
Küfür ve isyanda bu kadar ileri giden Semudlular, Hz. Salih'i susturmak maksadıyla yine toplandılar ve dediler ki: "Ey Salih! Peygamber olduğun doğru ise, bize vahşî hayvanlardan birkaç tane çağır da, gelip senin peygamber olduğunu söylesinler. O zaman gerçekten sana inanacağız. Salih aleyhisselam da onların bu istekleri karşısında, Allahü teâlâya duâ etti ve, "Ey hayvanlar, geliniz! İstedikleri şehadeti söyleyiniz" diye seslendi. Bunun üzerine, büyük bir arslan kükreyerek çıkageldi ve; "Buyur ey Salih aleyhisselam" deyip, Allahın birliğine, Hz. Salih'in peygamberliğine şehadet etti. Boynunu eğdi. Kâfirlerden biri; "Şu sihre bakınız" dedi. O anda arslan, o kâfire hücum etti. Kâfirlerden her biri dağılıp, evlerine kapanarak, kapılarını da kilitlediler. Sonra da pişman olup; "Ey Salih, bu belayı def et, seni dinleyeceğiz" diye özür dilediler. Hz. Salih'in işareti ile arslan geri dönüp kayboldu. O gün bir grup Semudlu, imanla şereflendi. Bunlardan son iman eden, Hz. Salih'in amcasının oğlu idi. Ancak kavmin çoğu iman etmedi. Bunun neticesinde cenab-ı Hak, isyan ve taşkınlığın (küfrün) zirvesine çıkan bu kavmin de kadınlarını, Hûd aleyhisselamın kavminde olduğu gibi, kısır bıraktı. Ağaçlar kuruyup meyve vermedi. Sığırlar buzağılamayıp, davarlar kuzulamadı. Semudluların bir kuyusu hariç, hepsi kurudu. Bu durum karşısında, Semud kavminin insanları kin ve öfke ile dediler ki: "Ey Salih, aramıza fesat karıştırdın. Mallarımıza, çoluk-çocuğumuza, bizlere zarar verdin. Buradan çekil git, yoksa seni öldürürüz!" Salih aleyhisselam, Allahü teâlânın emriyle, bir müddet kavminin yanından ayrıldı ve uzun müddet dönmedi. Daha sonra emr-i İlâhi ile kavminin yanına gitti. Onlar, bayramları sebebiyle bir yere toplanmışlardı. Reisleri süslü elbiseler giymişti. Putları da sağ ve soluna dizmişler, altın ve gümüşten kürsülere koymuşlardı. Reisleri Cenda, altın ve gümüşle süslü bir tahta kurulmuş oturuyordu. Salih aleyhisselam oraya gelince onları tekrar imana çağırdı. O esnada putlar yüzüstü düştü. Uzun zaman geçtiği için, kendisini tanıyamayan Semud kavminin reisi Cenda sordu: "Sen kimsin?" Salih aleyhisselam kendisini tanıtınca, Cenda; "Sen hakikaten Salih misin? Uzun zaman oldu, seni göremedik. Kırk sene kadar aramızda yoktun. Kaybolmuştun. Ey kişi! Sen Salih olamazsın. Sen bir sihirbazsın" deyip, onu ölümle tehdit etti.
Ölülerin diriltilmesi!
5 Mayıs 2004 01:00
Salih aleyhisselam ikinci defa kavmini imana davet edince, Cenda'nın amcasının oğlu, "Biz senin nasihatine muhtaç değiliz. Buradan git! Bizi rahat bırak" dedi. Salih aleyhisselam ona dönerek buyurdu ki: "Ey kişi! Sen bugün, çoluk çocuğun da falan saatte ölecek. Yarın da anan ve baban ölecekler. Çabuk iman et! Eğer imanlı vefat edersen, Allahü teâlâ seni yarın diriltir ve bir mucize olarak Semud kavmine gösterir. Ömrünü, sonuna kadar sıddık bir kimse olarak yaşar gidersin." Bunu duyan Cenda'nın amcasının oğlu, derhal değişti, iman edip, Salih aleyhisselamın hak peygamber olduğuna şehadet getirdi. Sonra da insanların bakışları arasında oradan ayrıldı. Hz. Salih'in dediği vakit gelince, hakikaten Cenda'nın amcasının oğlu vefat etti. Arkasından da hanımı ve çocukları öldüler. Bu hadise Semud kabilesi arasında yayıldı. Ertesi gün, baba ve annesi de öldü. Semudlular daha çok şaşırdılar. Reis Cenda da korku ve telaşla, bu olanları takip ediyordu. Salih aleyhisselam, kavmine sordu: "Ey Semudlular! O ilk vefat eden kişi, aranızda nasıl bir kimse idi?" "Sevdiğimiz hayırlı biri idi." "Eğer Allahü teâlâ onu benim duâmla diriltirse, iman eder misiniz?" "Putlarımıza tapmaktan vazgeçer, sana iman ederiz." Sonra beraberce ölen kişinin evine gittiler. O kişi, eşi, çocukları, anası, babası herbiri bir köşede yatıyorlardı. Salih aleyhisselam, Allahü teâlâya duâdan sonra, o ilk vefat edene ismiyle hitap etti. O meyyit; "Buyur ey Allahü teâlânın peygamberi" deyip, şehadet getirdi. Semudlular bu mucizeyi gördüler. Lâkin iman edeceklerine dair verdikleri sözde durmayıp, yine Hz. Salih'e, "sihirbaz" dediler, iftirada bulundular. Telaşla kalkıp puthanelerine gelerek, Hz. Salih'in mucizesini putlarına anlattılar. Mel'un şeytan putlara girerek dedi ki: "Sözünüzü anladım. Eğlencenizin başına dönerek, yiyip içip kendinizden geçiniz. Salih'i görürseniz, ona, senden önce gelen Nuh ve Hûd peygamberlerin getirdiği mucizelerden getir, göster de görelim deyin!" Semudlular sevinç ve neşe ile geriye döndüler. Hz. Salih'i görüp, şeytanın dediklerini ilettiler. Hz. Salih onlara dedi ki: "Ey kavmim! Bugüne kadar peygamberliğime delil olan çok alametler gördünüz. Size; vahşî hayvanlar, kuşlar, ağaçlar, ölüler ses verip şehadette bulundular. Bunlar yetmez mi ki, hâlâ şek ve şüphedesiniz? Mademki, bunlar yetmedi, öteki isteklerinizi de söyleyin. Nasıl bir mucize istersiniz?" "Ey Salih! Bizimle beraber bayramımıza iştirak edersin. Sen kendi ilâhına, biz de kendi ilâhlarımıza duâ ederiz. Eğer senin duân kabul olursa, biz sana tâbi oluruz." "Bayram gününüzde, yanınıza inşaallah geleceğim.
Cenda gerçeği gördü
6 Mayıs 2004 01:00
Salih aleyhisselam ile kararlaştırılan gün gelince, bütün Semudlular eğlence yerinde toplandılar. Reisleri Cenda da orada altından bir taht üstünde ve ipek elbiseler içinde idi. Hz. Salih de abdest alıp, iki rekât namaz kıldıktan sonra, Allahü teâlâya duâ ve niyazda bulunup yola çıktı. Yolda birçok mucizeler zuhur etti. Ağaçlar eğiliyor, kuşlar gölge yapıyor, hayvanlar muvaffakiyeti için duâ ediyorlardı. Salih aleyhisselam doğruca reis Cenda'nın karşısına gitti. Orada toplananlara seslendi: "Ey kavmim! Ben, Allahü teâlânın size gönderdiği peygamberim. Bana itaat edin ki, azaptan kurtulasınız." Cenda dedi ki: "Ey Salih! Eğer doğru söylüyorsan ve peygamberlik davasında isen, seni imtihan etmek istiyoruz. Bu imtihanımız şöyle olacak: Biliyorsun ki, bölgemizde El-Katibe isminde büyük bir kaya vardır. Oraya gideceğiz. Senin ilâhın o kayadan kızıl tüylü, doğurmak üzere olan dişi bir deve çıkarsın ve taştan çıkan deve yavrulasın, yavrusunun da rengi anasına benzesin!" Semudluların en kıymetli malları deve olduğu için, Salih aleyhisselamdan deve istediler. Salih aleyhisselam, müşriklerin kendini aciz bırakıp, kalabalığın önünde mahcup etmek için teklif ettikleri bu istekler karşısında, hiç telaşlanmayıp namaza durdu. Allahü teâlâya yalvarıp, bu mucize isteğinden rızası var mı, yok mu diye vahiy bekledi. Allahü teâlâ o mübarek peygamberinin doğruluğunu meydana çıkarmak için, öyle bir devenin meydana çıkarılacağını, kendisine şu şekilde müjdeledi: "Ey Salih! Şüphe yok ki, biz onları imtihan için, diledikleri şekilde kayadan bir deve çıkarır ve göndeririz. Artık onların yaptıklarına bak, helâklerini bekle ve ezalarına sabret! Onlara haber ver ki, kendilerine mahsus olan büyük kuyunun suyu, onlarla deve arasında taksim olunmuştur. Bir gün devenin, bir gün de onların ve hayvanlarınındır. Her birisi su nöbetinde hazır bulunsun. Devenin nöbetinde onlardan hiçbir kimse gelmesin!" Salih aleyhisselam duâ etti. Önüne geldikleri o kaya büyümeye başladı. Gebe bir deve şekline döndü. Birtakım sancılı sesler peyda olup, kaya çatladı. İçinden bir deve çıkarak, dedi ki: "Lâ ilâhe illallah Salih nebiyyullah! Ben Allahü teâlânın gönderdiği bir deveyim. Rabbimi tesbih ederim. Beni bir mucize kıldı." Bu mucize karşısında, Reis Cenda, Hz. Salih'in alnından öptü, sonra da kavmine dönüp, "Ey Semud kabileleri! Bu kadar körlük yeter. Ben ona inandım. Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve enne Salihan nebiyyullah" dedi ve onunla birlikte kavminden yüz kişi de imanla şereflendi
"Ona bir kötülük yapmayın!"
7 Mayıs 2004 01:00
Semud kabilesi insanlarının yavaş yavaş iman ettiklerini gören puthane muhafızı Darid, yüksek bir sesle bağırdı: "Ey Semud kabileleri! Sihir olan bir şeye ne kadar çabuk meylediyor ve Salih'i peygamber kabul ediyorsunuz. Gelin putlarımıza gidelim de, bundan daha acayibini onlar bize göstersin!" Bu sözler karşısında birçoğu tereddüt gösterip, iman etmediler. Cenda'nın kardeşi Şihab iman etmek üzereyken, vazgeçip küfrü seçti. Semudlular bu durumu görüp, imansızlıkta ısrar ettiler ve onu, kendilerine kumandan, reis seçtiler. Tacı onun başına koydular. Cenda şehre döndü. Evindeki putları kırıp koltuğunu parçaladı. Kendine ait malları iman edenlere taksim etti. Sert, keçeleşmiş bir elbise giydi ve Semudlular arasında dolaşmaya başladı. Onlara, "Ey Semudoğulları, devenin söylediğini söyleyiniz, lâ ilâhe illallah Salih nebiyyullah, deyiniz!" dedi. Semud kabileleri kötü sözlerle onunla alay etmeye başlayarak, "Yazıklar olsun sana ey Cenda! Salih'in sihrine kandın" dediler. O da şöyle cevap verdi: "Sizin aranızdaki itibarımı ne çabuk unuttunuz. Ben kendim için bu dini seçtim. Rabbimin azabından korkum çoktur." Daha sonra Cenda, Hazreti Salih'ten hiç ayrılmaz oldu. Allahü teâlâya ibadete başladı. Kayadan istedikleri cins deve çıkınca, Salih aleyhisselam, onlara, Allahü teâlânın; "İşte istediğiniz dişi deve; su bir gün o devenin, bir gün de sizindir. Su içmekte ona dokunmayın! Sakın dövmek, öldürmek suretiyle, ona bir kötülük yapmayın! Yoksa sizi büyük bir günün azabı yakalar" şeklindeki kesin azap emrini de tebliğ etti. Deve, yavrusuyla birlikte dağlara çıkar, ağaçlar kendisine dallarını eğerdi. O da en lezzetli yaprakları yer, sonra vadilerde otlardı. Semudun hayvanları onu görünce, korkup kaçarlardı. Deve, akşam olduğunda şehre gelir, Semudlular da gelip, kaplarını sütle doldurur giderlerdi. Sağmak zahmeti olmadan, süt, kaplarına akardı. Deve, daha sonra Hazreti Salih'in ibadet ettiği yerin civarına gelir, orada kalır, sabaha kadar Allahü teâlâyı tesbih eder, sabah olunca da tekrar meralara giderdi. Deve, Allahü teâlânın izni ile dile gelir, Semudluları imana davet ederdi. Semudluların bir su kuyusu olup, etrafında bir havuzu vardı. Deve su nöbetinde oraya gelir, doyuncaya kadar su içerdi. Semudlular, bir gün su, bir gün de devenin sütünü içiyorlardı..
İmam-ı azam Ebû Hanife
7 Mayıs 2004 01:00
Dün, İmam-ı azam Ebû Hanife hazretlerinin ölüm yıl dönümüydü. Ölüm yıl dönümleri vesilesi ile birçok kimse anılmakta, hatta anma haftaları düzenlenmektedir. Her nedense bu tür günleri düzenleyenlerin aklına İmam-ı azam hazretleri gelmemektedir. Halbuki İmam-ı azam sıradan bir kimse değildir. İslam tarihinde, rehber edinilen, yolundan en çok gidilen başka bir şahıs yoktur. Bugün bütün dünyadaki Müslümanların dörtte üçü, onun yolundadır. Dünyadaki Müslüman nüfusu 1.5 milyar kabul edecek olursa, bunun bir milyar 125 milyonu onun yolundan gitmektedir. Dini öğrenmede, yaşamada onu kendine rehber edinmiştir. Kalan dörtte birinde de ortaktır. İslâmiyette ev sâhibi, âile reîsi odur. Bütün diğer müctehidler, onun çocuklarıdır. Ehl-i sünnetin reîsi, fıkhın kurucusu odur. Yolu yani mezhebi, Türkler vasıtasıyla özellikle Osmânlı devleti zamanında dünyanın her tarafına yayıldı. Osmanlının resmi mezhebi gibi oldu. Fakat buna rağmen maalesef Türkiye de dahil olmak üzere İslam âleminde son 100-150 yıldan beri sistemli bir şekilde, bu mübarek zat unutturulmaya çalışılmakta, hatta bununla da kalınmayıp sinsi bir şekilde kötülenmektedir. Tabii ki bu düşmanlık sadece İmam-ı azam hazretlerine mahsus değildir, bununla beraber diğer üç büyük mezhep imamı ve meşhur alimler de bu sinsi unutturma ve düşmanlık tuzağının içindedirler. Mezhep konusunda cehalet alışmış yürümüş... Mezhebin ne olduğunu, önemini bilenlerin sayısı her gün azalmaktadır. Bakıyorsunuz adam, İmam-ı azam hazretlerinin bildirdiğine yani ictihadına göre, abdest alıyor, namaz kılıyor; lafa gelince de, ben mezheplere karşıyım, hiçbir mezhebi kabul etmiyorum, diyor. Kendine yazık ediyor. Hazret-i Ali, bugünleri görüp haber vermiş; "Size bu Kûfe şehrinde bulunan, Ebû Hanîfe adında birini haber vereyim. Onun kalbi ilim ve hikmet ile dolu olacaktır. Âhir zamanda, birçok kimse, onun kıymetini bilmeyerek helâk olacaktır" buyurmuştur. Halbuki biraz insafı olan bu gerçeği görür. Çünkü, İmam-ı azam hazretleri imamların evveli, evlası, eftali ve en üstünü, Müslümanların imamı, Tabiinin yükseği, ümmetin ışığı, imamların, müctehidlerin medârı iftiharıdır. İslâm dünyâsında ilimleri ilk defa tedvin ve tasnif eden odur. Din bilgilerini kelâm, fıkıh, tefsir, hadis, vs. isimleri altında ayırarak bu ilimlere âit kâideleri tesbit etti. Onun menkıbeleri hakkında söylenen sözler, yazılan yazılar anlatmakla bitmez. Hakkında âlimlerin ve velilerin cildlerle kitab yazdıkları İmâm-ı azamın, her halini, kemalini, zekasını, ilmini, içtihad ve istinbatının derinliğini anlatmak imkânsızdır. Fıkıhtaki çok geniş bilgisini ve hele kıyâstaki hârikulâde kuvvetini ve zühd ve takvâdaki ve hilm ve salâhtaki, akıllara hayret veren üstünlüğünü bildiren kitaplar, sayılamayacak kadar çoktur. İmam-ı azam, az söyler, çok düşünürdü. "Ömrümde bir kerre güldüm. Ona da pişmânım" demiştir. Bazı din konularında, talebesi ile başkaları ile münâzara, konuşma yapardı. Bir gece, yatsı namazını cemaat ile kılıp çıkarken bir konu üzerinde talebesi Züfer ile konuşmaya başladı. Konuşma sabah ezânına kadar sürdü. Sabah namazını da kılıp öyle çıktılar. Kendisi zaman zaman dinî konularda münazara yapar fakat yakınlarının yapmasına mani olurdu. Bir gün oğlu Hammad, "Bize müsaade etmiyorsunuz fakat kendiniz yapıyorsunuz!" diye sorunca şöyle cevap verdi: "Biz münazara yaparken karşımızdaki yanılacak kayıp düşecek diye korkudan başımızda kuş varmış gibi dikkatli dururuz. Siz ise, bilakis arkadaşınızın düşmesini, yanılmasını istiyorsunuz. Arkadaşının kayıp düşmesini isteyen, arkadaşını tekfir etmek istiyor demektedir. Arkadaşının küfre düşmesini isteyen ondan önce kendisi küfre düşer." İşte İmam-ı azam hazretleri, bir baba şefkatiyle Müslümanları, yanlışlıktan, küfürden korumak için böyle hassas davranırdı
İmam-ı azam Ebû Hanife -2-
8 Mayıs 2004 01:00
İmâm-ı azam Ebu Hanefi hazretleri, Allahü teâlânın rızasından başka bir düşüncesi olmayan büyük bir âlimdi. Dinden soranlara İslâmiyeti dosdoğru şekliyle bildirir, tâviz vermez, bu yolda hiçbir şeyden çekinmezdi. Onun kitaplarına, ders halkasına ve fetvâlarına herhangi bir siyâsî düşünce ve güç, nefsânî arzu ve menfaat, şahsî dostluk ve düşmanlık gibi unsurlar aslâ girmemiştir. Devlette resmi görev almamış, siyasete hiç karışmamıştır. Bütün ısrarlara, tehditlere, zulümlere rağmen kendisine teklif edilen Temyiz reisliğini kabul etmemiş; ölümü de bu yüzden olmuştur. Fitneden, anarşiden hep uzak kalmıştır. Kurucusu olduğu, Ehl-i sünnet yolunda, hangi şartlarda olursa olsun devlete isyan etmemek, yolunun esasları arasında yer almıştır. Kuvvetli şahsiyeti, keskin zekâsı, üstün aklı, engin ilmi, heybeti, geniş muhâkemesi, muhabbeti ve câzibesi ile karşılaştığı herkese tesir eder, gönüllerini cezbederdi. Karşısına çıkan ve uzun tetkiki gerektiren bazı meseleleri, derin bir mütâlaadan sonra, böyle olmayanları ise anında ve olayın açık misâlleriyle cevaplandırırdı. En inatçı ve peşin hükümlü muârızlarını bile, en kolay bir yoldan cevaplandırarak ikna ederdi. Devlette resmi vazife almak istemiyordu. Halife Mansûr kendisini kadı yapmak isteyince, "Ey Emir'ül-mü'minin! Ben bu işe layık değilim. Layık değilim diyorum. Eğer doğru söylüyorsam, layık değilim. Eğer yalan söyüyorsam, yalan söyleyen, müslümanlara kadı olamaz. Ve sen Allah'ın halifesi, yalan söyleyeni kendine halife yapmazsın." Halife bu cevap karşısında sustu. Kadı yapmaktan vazgeçti. Bir defasında da halife, Azrâil aleyhisselamı rüyada görüp, kaç sene daha yaşayacağını sordu. Azrâil Aleyhisselam beş parmağını kaldırdı ve ona işaret etti. Halife bu rü'yanın ta'birini birçok kimselerden sordu. Tatmin edici bir ta'bir bulunamadı. Acaba beş sene ömrüm mü kaldı diye endişeye kapıldı. Ebu Hanife'ye sordu. Tabirinde, beş parmak, beş şeyi bilmeye işaretdir. Bu beş şey, yani kimsenin bilmediği beş şey, ayet-i kerimede bildirilen beş şeydir. Bunlardan biri de, insanın ne zaman öleceğidir. Hazret-i imam, bir gün otururken, bir kimse önünden geçiyordu. İmam dedi ki, şu kimse garibdir, muallimdir ve koynunda tatlı vardır. İmamın yanında olanlar o kimseye, bunları sordular. İmamın dediği gibi çıkınca İmama: "Bunu nasıl anladınız?" diye sordular, buyudu ki, onu sağına soluna bakar, halinde değişmeler olduğunu gördüm. Anladım ki, bu memleketin yabancısıdır. Yine gördüm ki, yanına çocuklar gelse, onlara dikkatlice bakar, bundan muallim olduğunu anladım. Ve yine gördüm ki, koynuna sinekler giriyor, buradan, koynunda tatlı olduğunu anladım. Haramdan çok korkardı. Kûfe şehrinin köylerini haydutlar basıp, koyunları kaçırmışlardı. Bu çalınan koyunlar şehirde kesilip, halka satılabilir düşüncesi ile o günden beri ,yedi sene Kûfe'de koyun eti yemedi. Çünkü, bir koyunun yedi yıl yaşayacağını öğrenmişti. Dâvûd-ı Tâî, "O bir yıldızdır. Karanlıkta kalanlar onunla yol bulur, hidayete kavuşur" buyurdu. Hafız Abdülazîz ibni Revvâd der ki: "Ebû Hanîfe'yi seven, Ehl-i sünnet vel-cemâat mezhebindedir. Ona buğzeden, kötüleyen bid'at sâhibidir. Ebû Hanîfe bizimle insanlar arasında miyârdır (ölçüdür). Onu sevenin, ona yüzünü dönenin Ehl-i sünnet olduğunu; buğzedenin bid'at sâhibi olduğunu anlarız." İslâm âlimleri, İmâm-ı azamı bir ağacın gövdesine, diğer âlim ve evliyayı da bu ağacın dallarına benzetmişler, O'nun her bakımdan büyük ve üstün olduğunu, diğerlerinin ise bir veya birkaç bakımdan büyük kemâlâta (olgunluklara, üstünlüklere) erdiklerini belirtmişlerdir. Ebû Ahvas der ki, eğer kendisine üç güne kadar öleceksin deseler yapmakta olduğu amelden, ibadetten daha fazlasını yapamazdı. Çünkü her zaman en çok ibadet ediyordu
İfsat ile meşgullerdi!..
8 Mayıs 2004 01:00
Salih aleyhisselama iman etmeyenler, O'nun devesinden rahatsız olmaya başladılar. Zaman zaman birbirlerine diyorlardı ki: "İşte görüyorsunuz, ağaçlar dallarını, yapraklarını yesin diye deveye eğiyor. Her gün meralarda deve için otlar bitiyor. Hayvanlarımız ondan kaçıyor, helak oluyor. Sütünü içtiğimizde bedenlerimizde hastalık oluyor. Bu deve bize hayır getirmiyor. Buna bir çıkar yol bulalım." Böylece nankörlük edip, deveyi helâk etme yollarını aradılar. Fakat Hazreti Salih'in haber verdiği azap sebebiyle de korkup karar veremediler. Yine de fırsat kollamayı elden bırakmıyorlardı. Semud kavmi içinde, sürüleri zarar gördüğü için, devenin öldürülmesini çok isteyen iki kadın vardı. Birisi, yaşlı fakat çok malı, mülkü olan ve güzel kızları bulunan Uneyze idi. Diğeri Saduf idi ki, hem cemâl sahibi, hem de malı, mülkü pek fazla idi. Hazreti Salih'e en çok bu kadın düşmandı. Semud kavminden iman etmeyenleri, deveyi boğazlamaları için devamlı teşvik ediyordu. Bir gün ismi Mısda olan amcasının oğlunu çağırarak, ona, "Ey Mısda! Eğer büyük zararını gördüğümüz Salih'in (aleyhisselam) devesini öldürürsen, sana varırım. Her şeyimle senin olurum" dedi. Bu teklifinde ısrar ederek, sonunda onu ikna etti. Gidip durumu Uneyze'ye de anlatıp, "İkna ettiğim Mısda'nın yanına yardımcılar lâzımdır. Kavmimiz içinde Kıdar isminde, evlenmemiş birisi var. Kızlarını ona teklif et. Kabul ederse, onu da yardımcı vererek deveyi boğazlatmış oluruz" dedi. Uneyze kabul edip, kızlarından en güzelini giydirip süsledi ve Kıdar'a gösterdi. Kıdar, kavmi içinde çok çirkin ve babası belli olmayan biri idi. Teklifi kabul etti. Kıdar ile Mısda görüşüp, deveyi öldürmek için plân yaptılar. Yanlarına Mısda'nın kardeşi, Heril, Düayr, Darid, Reyyan, Lübeyd, Mesred isimli bedbahtları da alarak tam dokuz kişi oldular. Bunlar kabileleri dolaşıp, yapacakları işi anlattılar ve taraftar topladılar. Semudoğullarının küçüğü-büyüğü, kadını-erkeği, devenin öldürülmesine rıza göstermişti. Devenin öldürüleceği gün, Uneyze, kızını süsleyip Kıdar'ın yolu üzerine çıkardı. Kıdar, evlenmek arzusuna kavuşmak için deveyi beklemeye başladı. Kur'an-ı kerimde Neml suresinin 48. ayet-i kerimesinde, toplanan bu fesat ehli mealen şöyle bildirilmektedir: "O Semud kavminin bulunduğu şehirde dokuz kimse vardı. Bunlar deveyi öldürmeye teşebbüs ettiler. Bunlar o şehirde ıslah ile değil, ifsat ile meşgul idiler."
Deveyi kestiler!
9 Mayıs 2004 01:00
Salih aleyhisselamın devesini kesmek isteyen dokuz kişi plânları gereği, devenin geçeceği yolda pusuya yattılar. Deve yaklaşınca, Mısda bir ok atıp, deveyi yaraladı ve yere düşürdü. Kıdar ve yanındakiler de üzerine atılıp boğazladılar. Kur'an-ı kerimde A'raf suresinin 77. ayet-i kerimesinde mealen şöyle haber verilmektedir: "Semud kavmi o deveyi kestiler. Rablerinin emrine uymayıp isyan ettiler." Hazreti Salih'in; "Deveyi kendi hâline bırakın, yesin, içsin" emrine karşı gelip taşkınlık yaptılar. Devenin yavrusunu da yakalayıp öldürdüler. Semudlular devenin etlerini pay ettiler ve pişirip yediler. O zaman kuşlar ve yırtıcı hayvanlar dile gelerek, "Şimdi Semud kavmi helâk oldu. Rabbimizin emrine karşı gelip isyan ettiler" diye çağrıştılar. Salih aleyhisselam durumu öğrenip, müminlerle birlikte oraya gitti. Devenin hâlini görünce, çok üzüldü. Hazreti Salih'in gözyaşları mübarek sakallarına aktı ve "İlâhi! Ahir zamanda gönderilecek, âlemlere rahmet olacak olan Muhammed Mustafa hakkı için kavmime hidayet eyle" diye duâda bulundu. Semud kavminin azgın müşrikleri, deveyi kestikten sonra, işi büsbütün azıtarak alaya, hakarete başladılar ve dediler ki: "Ey Salih! Eğer gönderilen peygamberlerden isen, bize vadettiğin azabı getir! " Salih aleyhisselam kavmine buyurdu ki: "Ey kavmim! Ben size Rabbimin risaletini tebliğ ettim ve size nasihat ettim. Lâkin siz nasihat edenleri sevmezsiniz! Ey kavmim! Niçin tövbeden evvel azabın gelmesinde acele edersiniz? Niçin Allahü teâlâdan magfiret isteyerek iman etmezsiniz? Keşke Allahü teâlâya istigfâr etseniz de merhamet olunsanız. Zira azap geldiğinde tövbe kabul olmaz." Müşrikler Hazreti Salih'in şefkat ve merhamet dolu nasihatlerine karşı dediler ki: "Ey Salih! Biz seninle ve sana tâbi olan müminlerle uğursuzluğa uğradık. Sen bu dini ortaya attığından beri, bizim başımız beladan kurtulmuyor. Sen böyle bir din getirmeden önce, bu belalardan hiçbirisine maruz kalmazdık. Allahü teâlâ Hazreti Salih'e vahiy gönderip, "Kavmine azabın geleceğini bildir!" buyurdu.
"Helak olmanız kesindir"
10 Mayıs 2004 01:00
Allahü teâlânın, Salih aleyhisselama, kavmine azabın geleceğini bildirmesini vahyettikten sonra, Salih aleyhisselam kavmine şöyle dedi: "Evlerinizde üç gün yaşayınız. Çarşamba, perşembe ve cuma günü. İlk günde yüzleriniz sararır, ikinci günde kızarır, üçüncü günde kararır, dördüncü gün de helâk olursunuz. Bu kesin bir vaattir." Bunun üzerine, Semudlular, Hazreti Salih'in azap vaadi karşısında, "Ey Salih! Elinden geleni ardına koyma! Biz deveyi öldürerek etini yedik. Sen uzun zamandır bizi azapla korkutursun. Biz ondan bir eser göremiyoruz" dediler. O gecenin sabahında, birtakım acayip hâllerle karşılaştılar. Devenin bastığı yerlerden kan fışkırdığını, ağaçların yapraklarının kızardığını, kuyu suyunun kan kırmızısı, yüzlerinin de sapsarı olduğunu görüp, birbirlerine haber verdiler. Sonra Hazreti Salih'e gittiler ve "Ey Salih! Sen bizim renklerimizde ve etrafta olan değişikliğe ne dersin" dediler. Hazreti Salih de buyurdu ki: "Bu, Allahü teâlânın azabının ilk alametidir. Bu ilk gününüzdür." Semudlulardan deveyi öldüren dokuz kişi; "Salih bizlere ne sihir varsa yapıyor. Üç güne kadar da azap vaadi var. O gelmezden önce Salih'i, ailesini ve ona inananları öldürelim" dediler ve yola çıktılar. Gece olduğunda Hazreti Salih'in ibadet ettiği yere geldiler. Cebrail aleyhisselam her birini öldürdü. Ertesi gün Semudlular, bu dokuz kişinin cesetlerini buldular. Kur'an-ı kerimde bu durum mealen şöyle bildirilmektedir: "Onlar bu şekilde Salih'i öldürmek için hile yaptılar. Biz de onların bu hilelerinin cezasını verdik. Hâlbuki onların bundan haberleri yoktu. İşte bak, o tuzaklarının akıbeti nice oldu? Çünkü biz onları da, kavimlerini de helâk ettik." [Neml 50-51] Allahü teâlâ, Hazreti Salih'e Cebrail aleyhisselamı göndererek, müşriklerin tuzaklarından ve başlarına geleceklerden, onu haberdar etti. O da iman edenlerle birlikte o beldeyi terk ettiler. Bunların kurtulmalarına sebep imanları idi. Allahü teâlâ bu durumu şöyle bildirmektedir: "Vakta ki, azabımız veya azapla emrimiz gelince, Salih'i ve onunla beraber müminleri indimizde rahmetle, o azaptan ve o günün rüsvalığından kurtardık. Muhakkak senin Rabbin, azabında kuvvetli ve düşmanlarına galiptir." [Hûd 66] "Salih'e ve onunla olan müminlere necat verdik. Onlar küfür ve günahtan sakınırlardı." [Neml 53]
Semud kavmi helak oldu
11 Mayıs 2004 01:00
İlk gün yüzleri sararan Semudluların ikinci gün de yüzleri kana boyanmış gibi kıpkırmızı oldu. Azabın geleceğine kanaat getirip feryat ettiler, bağrıştılar, ağlaştılar. Üçüncü günü yüzleri simsiyah oldu. Sanki yüzlerine zift sürülmüştü. Hepsi ümitsiz olup; "Azap hangi taraftan gelir" diyerek sağa, sola ve semaya doğru bakıştılar. Azap vakti geldiğinde, Allahü teâlâ Cebrail aleyhisselamı gönderip buyurdu ki: "Semud kavmi bana iman etmediler. Nimetlere şükretmediler. Benim hâlık (yaratıcı) ve Rab olduğumu inkâr ederek, kendilerine mucize olarak gönderdiğim deveyi boğazladılar. Resulüm Salih'i de yalanladılar. Şimdi onlara şiddetli sayha [öldürücü şiddetli bir ses] ile azabı indir! Saraylarını, diyarlarını harap et!" Bu İlâhi emir üzerine bir sabah vakti, öldürücü dehşetli bir ses ve zelzele, Semud kavminin insanlarını yakaladı. Cebrail aleyhisselam, onları muhkem binalarda helâk etti. Fahreddin-i Râzî'nin beyanına göre, sayhanın şiddet ve heybetinden, hepsinin ödleri patlamak suretiyle öldüler. Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimde mealen bu hâli şöyle bildirmektedir: (Semud kavmini sabah vaktinde, Cebrail aleyhisselamın şiddetli sayhası yakaladı. Hepsi helâk oldular. Kazanageldikleri, işledikleri o şeyler, muhkem evler, mal ve nüfuslarının çoğalmış olmaları onlardan azabı defedemedi.) [Hicr 83-84] (Onların üzerine Cebrail'in bir sayhasını gönderdik de, hayvan ağılına konan kuru çalı çırpı ve otlar gibi mahvoluverdiler.) [Kamer 31] (Onlar; gökten heybetli sesle yerde zelzele olup, kalbleri parçalanarak yüzleri üzerine düşüp, evlerinde helâk oldular.) [A'raf 78] (Küfürle nefslerine zulmedenleri; Cebrail'in sayhası alıp, kalbleri parçalanıp, evlerinde yıkılıp helâk oldular.) [Hûd 67] (Biz Semud kavmine hayır ve şer yolunu gösterdik. Onlar körlüğü, yani dalaleti hidayet üzerine tercih ettiler. Onları, dünyada kazandıkları küfür ve isyan sebebiyle azap saikası alıp, zelil ve helâk oldular.) [Fussilet 17] (Onları azap yakaladı. Muhakkak bunda bir ibret vardır. Onların çoğu iman edici olmadı. Muhakkak ki, senin Rabbin azizdir, rahimdir.) [Şuara158-159] Bu son ayet-i kerimede, onların çoğu veya yarısı iman edici olsa, yani Hazreti Salih'e iman etse idiler, onlara azabın gelmeyeceğine, gönderilmeyeceğine dair işaret olduğu bildirilmektedir.
Hz. Salih'in mucizeleri
12 Mayıs 2004 01:00
Salih aleyhisselamın gönderildiği Semud kavminin yaşadığı yerlerde, hamt diye bilinen dikensiz ve meyveleri olmayan ağaçlar vardı. Orada bunlardan başka ağaç bulunmazdı. Bir gün Semud kavminin önde gelenleri Salih aleyhisselama gelip, "Sen, gerçekten peygamber isen, bu ağaçlar meyve versin" diyerek, mucize göstermesini istediler. Onların bu teklifi üzerine, Salih aleyhisselam duâ etti. Orada hamt cinsinden ne kadar ağaç var ise, hepsi meyve verdi. Salih aleyhisselamın kavminin bulunduğu yerde, tek bir kuyu olup, başka yerde su yoktu. Susuzluktan dolayı bu beldede mahsul elde edilemediğinden, Semudlular gelip; "Gerçekten peygamber isen, şu taştan su çıkar" dediler. Salih aleyhisselam, onların bu teklifi üzerine Allahü teâlâya duâ etti. Onun bu duâsı üzerine, kendisine vahiy gelip, "O taşın çevresinde yedi kere dolaş" buyuruldu. Salih aleyhisselam vahiy mucibince, o taşın çevresinde dolaşırken, o büyük taştan göz göz sular akmaya başladı. Semudlular bu sularla boş arazilerini suladılar. Kurak arazileri; bağlar, bahçeler hâline getirdiler. Salih aleyhisselamın kavmi olan Semudlular, koyunculuk da yaparlardı. Bunun için senenin bazı aylarını sahralarda, yaylalarda çadır kurarak geçirirlerdi. Yaylada bulundukları bir sırada, iman etmeyenlerden bir kişi, gizlice Salih aleyhisselamın çadırını ateşe verdi. Çadır ateş aldı. Oradaki kâfirler alaya başladılar ve, "Sen gerçekten peygamber isen, çadırındaki yangını söndür de görelim" dediler. Bunun üzerine Salih aleyhisselam duâ etti. Ateş hemen etraftaki çadırlara sıçradı. Kâfirlerin bütün çadırları yanıp kül olduğu hâlde, Salih aleyhisselamın çadırına bir şey olmadı. Semud kavminin helâk olmasına sebep olan hususiyetlerden bazıları şunlardır: Semud kavmi küfür içinde olup, Salih aleyhisselamı yalanladılar. Ahiret gününde hesap vereceklerini düşünmediler. Allahü teâlânın kendilerine birçok nimet verdiği hâlde, bu nimetleri veren Allahü teâlâya isyana devam ettiler. Semud kavmi dünya malına tamah ederek, ömürlerinin uzunluğuna aldandılar. Fuhuş arttı. Nitekim deveyi boğazlamaya sebep, iki kadının yapmış oldukları vaat idi. Allahü teâlâya verdikleri sözde durmadılar, emanete riayet etmediler. Vakıf olan mallara, mesela Allahü teâlânın vakfettiği deveye el uzattılar.
Hazreti Zülkarneyn
13 Mayıs 2004 01:00
Hazreti Zülkarneyn'in Kur'an-ı kerimde kıssası, Doğuya ve Batıya seferleri zikredilmiştir. Peygamber veya velî olduğu bildirilmiştir. Hazreti Nuh'un oğlu Yafes'in soyundandır. Asıl ismi İskender'dir. Doğuya ve Batıya gittiği için, Zülkarneyn namıyla anılmıştır. Yemen'de yaşamış olan Münzir İskender ile Aristo'nun talebesi olan Makedonyalı İskender'den daha önce yaşadı. İbrahim aleyhisselam ile birlikte haccetti. Onun elini öpüp duâsını aldı. Teyzesinin oğlu olan Hazreti Hızır'ı ordusuna kumandan tayin etti. Hazreti Zülkarneyn, Doğuya ve Batıya hakim olan bir cihangirdi. Nitekim Resulullah efendimiz bir hadis-i şeriflerinde; (İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne dört kişi malik oldu. İkisi mümin, ikisi de kâfir idi. Mümin olan ikisi, Zülkarneyn ile Süleyman [aleyhimesselam] idi. Kâfir olan ikisi de, Nemrud ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak yeryüzüne benim evladımdan biri, yani Mehdî malik olacaktır) buyurmuşlardır. Resulullah efendimiz Mekke'de peygamberliğini bildirip, geçmiş ümmetlerin başlarına gelen ibretli hadiselerden bahsedince; Kureyş müşrikleri, Ona karşı çıkmak için, kendilerince daha ilgi çekici olan hikâyeler bulup anlatmaya başladılar. Yahûdilerden ve İranlılardan duydukları masallar ve geçmiş ümmetlere dair hikâyelerle, Resulullah efendimize karşı çıkmaya kalkıştılar. O sırada, ahir zaman peygamberinin kendi içlerinden çıkacağı ve oraya hicret edeceği inancıyla Medine'ye gelip yerleşmiş olan birçok Yahûdi vardı. Mekkeli müşrikler, Medine Yahûdilerine adam gönderip, Resulullah efendimizi imtihan için, onlardan bilgi istediler. Medine Yahûdileri, onlara; Eshab-ı Kehf'i, yeryüzünün Doğusuna ve Batısına gidip fetheden Zülkarneyn'i ve ruhun mahiyetini sormalarını tavsiye ettiler. Sonra da dediler ki: "Eğer bu üç şeyden haber verirse, peygamberdir, Ona uyun. Eğer cevap veremezse, yalancının biridir, istediğinizi yapın!" Yahûdilerden bu bilgileri öğrenen Mekkeli müşrikler, Resulullah efendimize gelip, bu üç soruyu sordular. Müşrikler gelip sorularını sorunca, Allahü teâlâ, Resulüne Kehf suresini inzal buyurdu. Bu surenin 83-98. ayet-i kerimelerinde, Hazreti Zülkarneyn'in Doğuya ve Batıya seyahati, bu sırada karşılaştığı kavimler ve kâfirlere olan muamelesi anlatıldı. Bu vesileyle Müslümanlar da, Hazreti Zülkarneyn hakkında en doğru bilgilere sahip oldular.
Beyaz ve siyah sancak!
14 Mayıs 2004 01:00
Hazreti Zülkarneyn'i, Allahü teâlâ, yeryüzündeki insanlara, emir ve yasaklarını tebliğ ile vazifelendirdi. Hazreti Zülkarneyn, Allahü teâlâya niyazda bulunup dedi ki: "Ya Rabbi! Bana tevcih ettiğin bu işte, ancak sen yardıma kâdirsin. Beni hangi ümmetlere gönderdiğini, onlara hangi asker ve kuvvetle ve nasıl galip geleceğimi, bunun için hangi çarelere başvuracağımı, onlara karşı çoğunluğu nasıl elde edeceğimi, hangi hilm ve sabırla karşı duracağımı, nasıl hitap edeceğimi ve lisanlarını nasıl anlayacağımı, sözlerini hangi kulak ile duyacağımı, hangi göz ile onlara nüfuz edeceğimi, karşılarına hangi hüccetle çıkacağımı, işlerini hangi hikmetle düzenleyeceğimi, aralarında hangi ilim ve adaletle hükmedeceğimi bilmiyorum. Bu bahsettiğim şeylerden hiçbiri bende yok. Ya Rabbi! Sen Rahimsin. Sen hiç kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemezsin. Bilâkis sen, kullarına merhamet edensin." Bunun üzerine Allahü teâlâ şöyle buyurdu: "Sana verdiğim vazifeyi yapabilmen için kuvvet ihsan ederim. Göğsünü açarım. Herşeye gücün yetecek hâle gelirsin. Anlayışını açar, konuşmanı genişletirim. Kulağını açarım, tâ uzaktakileri işitirsin. Basiretini genişletirim, çok uzakları görür, her şeye nüfuz edersin. Tedbirli olmak kabiliyetini veririm, her şeyi sağlam yaparsın. İstediğin her şeyi ihsan ederim. Bunları, senin için saklarım. İstediğini her zaman bulursun. Ayağını sağlam bastırırım. Sana heybet veririm, hiçbir kimse sana kötü gözle bakamaz. Ben sana yardım ederim. Hiçbir şey sana zarar veremez. Seni kuvvetlendiririm, hiçbir şeye yenilmezsin. Kalbine kuvvet veririm, hiçbir şeyden korkmazsın. Nur, aydınlık ve zulmeti, karanlığı emrine verir, onları senin askerin yaparım. Nur, önünde yol gösterir; zulmet, arkandan seni muhafaza eder." Allahü teâlâ beyaz ve siyah olmak üzere iki sancak ihsan etti. Zifirî karanlık olan gecede beyaz sancağı açınca, ortalık aydınlığa gark olurdu. Gündüz harp ederken, düşman askerinin karanlıkta kalmasını arzu ederse, siyah sancağını açar, düşman tarafı zifirî karanlık, kendi tarafı aydınlık olur, böylece kısa zamanda düşmana galip gelirdi. Allahü teâlânın emriyle, müminlerden meydana gelen ordusu ile birlikte, ilk önce Batıya yürüdü. Vardığı her yerde kâfirleri hak dine davet etti. İnananlara iltifat ve ikramda bulunup, inanmayanlarla harp etti. Batıda meskun yerlerin sonuna vardı. Artık karalar bitmiş, hep deniz başlamıştı
Kimler medeni kimler vahşi!
14 Mayıs 2004 01:00
Son günlerde, Irak'ta uygulanan işkenceleri, zulümleri ibretle izliyoruz. Çaresiz insanlara yapılan vahşetin resimlerini, görüntülerini gazetelerde, TV'lerde seyrederken tüylerimiz ürperiyor. Hatta bazı gazeteler ve televizyonlar bu insanlık dışı görüntüleri, çocuklar korkmasın, ruh dengeleri bozulmasın diye sansürleyerek verdi. Bunları yapanlar bu iğrenç görüntülerin karşısına geçip kahkaha atabiliyorlar. Bu kimselerin insan olmaları mümkün değildir. Böyleleri Kur'an-ı kerimin ifadesiyle "Onlar hayvandır hatta hayvandan daha aşağıdırlar..." Bu tür vahşetler sadece bugüne mahsus uygulamalar değildir. Tarih boyunca, dinden, insanlıktan uzaklaşan her millet buna benzer iğrenç uygulamalara yönelmiştir. Mesela, Asurlular düşman esirlerinin derisini yüzüp ele geçirdikleri şehrin kapısına asmayı, şehirde bulunan kadın, çocuk yaşlı kim varsa öldürmeyi milli bir görev telakki ediyorlardı. Eski Yunanlılar ve Romalılar esirlere her türlü işkenceyi reva görüyorlar, vücudlarını parçalıyorlar, büyük küçük, kadın erkek demeden herkesi öldürüyorlardı. Sözde semavi din mensubu olduklarını iddia eden Yahudi ve Hıristiyanlar da bunlardan farklı değildir. Mesela, Yahudilerin kutsal kitap kabul ettikleri Talmut'ta, savaştan sonra kadın, çocuk, yaşlı her canlının hatta hayvanların bile öldürülmesine hükmedilmişti. İslamdan önceki Araplar da bunlardan farklı değildi. Esirler toplu olarak yakılıyor veya bazı organları kesilmek suretiyle işkenceye tabi tutulduktan sonra öldürülüyorlardı. Kadın, alınıp satılan bir meta, mal hükmünde idi. Yakın tarihte sözde medeni devletler toplanıp kadının statüsünü tespit ettiler. Cinselliğinin istismar edilmemesi için, 1907 Lahey 4. Sözleşmesine ek nizamname ile aile şerefi ve haklarına saygı gösterileceği hususu karara bağlandı. 1949 tarihli Cenevre 4. sözleşmesi ile de, tecavüz, fuhuşa zorlama vb. davranışlara karşı Birleşmiş Millerler kadınları himayesi altına aldı. Fakat bütün bunlara rağmen, devletler hukukunda güçlü olanın istediğini yapabilme alışkanlığı devam etti, kadının korunmasını kayda alan maddeler kâğıt üzerinde kaldı. 2. Dünya Savaşı esnasında, Almanya'da 1.9 milyon kadın Rus askerlerinin tecavüzüne uğradı. Almanların da, Doğu Avrupa ülkelerinde, 3 milyon kadına tecavüz ettikleri ve bunlardan 1.5 milyon çocuğun dünyaya geldiği bilinmektedir. Nazilerin Batı Avrupa ülkelerindeki tecavüzleri sonucunda doğan çocukların sayısı ise 100 binin üzerindedir. 1992 yılı başlarında Bosna-Hersek'te başlayan savaş sırasında Sırpların 10-15 yaşlarındaki çocuklardan ve ihtiyar kadınlara varıncaya kadar tecavüz ettikleri Boşnak kadın sayısı 40 binin üzerindedir. Dikkat ederseniz, bütün bu vahşetleri yapan kimseler, İslamiyetten nasibini almamış milletlerdir. Kendi dindaşlarına bile bu vahşetleri yapmaktan çekinmemişlerdir. Bunların gerçek din ile de ilgilerinin kalmadığı anlaşılıyor. Çünkü dinler, insanların dünya ve ahirette huzur içinde yaşamaları için gelmiştir. Bunun tersine hareket eden kimselerin gerçek dinle ilgisi olmadığı anlaşılır. Tarihi belgeler, arşivler ortada; Asr-ı saadetten tutun da, Emeviler, Abbasiler, Selçuklulur, Osmanlılar zamanında, elde edilen ülkelerde, bu tür vahşetlerin işlendiği vaki midir? Bütün Batılı tarihçiler de, bu milletlerin adaletten ayrılmadıklarını, bu devirlerde zulüm ve vahşetlerin yaşanmadığını ittifakla bildirmektedirler. İşte aradaki fark; kimlerin medeni kimlerin vahşi oldukları ortada!.. (Yarın, İslam dininde esirlerin konumu.)
Güzel muameleyi tercih etti
15 Mayıs 2004 01:00
Hazreti Zülkarneyn batıda bir kavim buldu. Bu kavmin fertleri kâfir idi. Vahşî hayvan derilerinden elbise giyerler, denizin dışarı attığı balık cinsinden şeyleri yiyerek geçinirlerdi. Değişik bir dille konuşan, bu güçlü kuvvetli kimselerin acayip tabiatları, yadırganacak âdet ve huyları vardı. Allahü teâlâ, Hazreti Zülkarneyn'i, onlar hakkında serbest bıraktı. Dilerse iman etmeyenlerle mücadele etmesini, isterse onların hak dini kabul etmeleri için güzel muamelede bulunmasını bildirdi. Hazreti Zülkarneyn, bunlardan ikincisini tercih edip, hüsn-i muamelede bulundu ve onlara dedi ki: "Her kim nefsine zulmederek davetimi kabul etmez, küfürden ayrılmazsa; elbette onu öldürürüz. Sonra da ahirette Rabbimizin mahkeme-i kübrasına sevk olunur. Allahü teâlâ da onu şiddetli ve ebedî olan cehennem azabıyla cezalandırır. Ama kim davetimi kabullenir, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını gözetir ve tasdik eder, yapması emredilen ibadet ve vazifeleri yerine getirirse, onun için çok güzel ve ebedî olan cennet vardır. Böyle iman eden kimse için, kendisine emrettiğimiz şeylerde kolaylık söyler, ona; namaz, zekât, cihâd gibi yapabileceği şeyleri teklif eder, yapamayacağı meşakkatli şeyleri emretmeyiz." Onları bu şekilde imana davet etti. Onların bir kısmı imanla şereflendi, bir kısmı da yüz çevirdi. Hazreti Zülkarneyn iman etmeyenlerin üzerine yürüdü ve onları karanlık içinde bıraktı. Onlar karanlıkta ne yapacaklarını bilemediler. Helâk olacak bir hâle gelince, Hazreti Zülkarneyn'e yalvararak tövbe edip, davetine icabet ettiler. Allahü teâlânın varlığına ve birliğine iman edip, Onun emir ve yasaklarına canla başla tâbi olacaklarına söz verdiler. Hazreti Zülkarneyn, bu iman edenlerden kalabalık bir ordu kurdu. Bu ordunun arkasını karanlıkla emniyete aldı. Beyaz bayrağın ışığı ile önünü aydınlattı. Ordusu ile uğradığı her yerde, ne kadar millete rastlamışsa, hepsini hak dine davet etti. Allahü teâlâya imana ve ibadete çağırdı. İman etmeyenler cezalarını gördüler. Yaya olarak Mekke-i mükerremeye gitti ve haccetti. Hazreti İbrahim'le görüştü. Hayır duâsını aldı. Nasihatlerine mazhar oldu. Hazreti Zülkarneyn, daha sonra doğuya yöneldi. Güneşin ilk ışıklarının vurduğu en uçtaki kara parçasına vardı. Burada karşılaştığı insanları hak dine davet etti...
.
İslam dininde esirlerin konumu
15 Mayıs 2004 01:00
Dinimiz İslamiyet, savaş esirlerinin her şeyden önce insan olduklarını; dolayısıyla insanca muamele görmeleri gerektiğini temel prensip olarak kabul etmiştir. Esirlere insanca muamele yapılamayacaksa; onların yiyecek, giyecek barınacak gibi zaruri ihtiyaçları karşılanamayacaksa esir alınmamasını, alınmış olanların ise serbest bırakılmasını tavsiye etmiştir. Dinimiz, öldürmeyi değil affı her zaman ön planda tutmuştur. Bunun için Müslümanlar, bırakın masumlara zulmetmeyi, kendilerine zulüm edenleri bile affetmişlerdir. Mesela, Peygamber Efendimiz, Mekke'nin fethinden sonra, kendisine ve diğer Müslümanlara yaptıkları zulüm ve işkencelere rağmen Mekkelilerin hepsini affetmiştir. Bedir Savaşında esir alınan Ebu Azze'nin, "beş kız çocuğum var, bakacak kimseleri yok" demesi üzerine karşılıksız serbest bırakılmıştır. İslam tarihinde fetihlerin çoğunun barış yolu ile yapıldığı görülür. Müslümanlarla barış içinde yaşamak isteyen milletlerle antlaşmalar yapılmış, antlaşmalara uydukları sürece savaştan kaçınmışlardır. Fetihlerden sonra, hiç kimseye dokunulmayarak halk zımmi statüsüne sokulmuş ve toprakları vergi karşılığında kendilerine bırakılmıştır. Savaşlarda, muharip erkekler dışında, sivillere, kadın, çocuk ve yaşlılara, sakatlara, din adamlarına ve diğer insanlara bilfiil savaşmadıkları sürece, bırakın işkenceyi, kimsenin kılına bile dokunulmamıştır. Dinimiz, esirlerin insani ihtiyaçlarının devlet tarafından karşılanacağını bildirmiştir. Kur'an-ı kerimde iyi kulların özellikleri sayılırken, "Onlar kendi canları çektiği halde yemeği fakire, yetime ve esire yedirirler" buyurulmuştur. (İnsan, 76/8) Bir defasında bir esirin, "Açım beni doyurun; susuzum bana su verin" demesi üzerine Peygamber Efendimiz, "Bunlar senin tabii ihtiyacındır"karşılığını vermiştir. Peygamberimiz savaşlarda, çocukların annelerinden ayrılmamasını emretmiştir. "Kim bir anne ile çocuğunu ayırırsa Allah da kıyamet gününde onunla sevdiğini ayırsın" buyurmuştur. Peygamberimiz, esirlere iyi davranılmasını emretmiş, onlara eziyet ve işkence yapılmasını şiddetle yasaklamıştır. Ondan bilgi almak için bile olsa işkence edilmesini uygun görmemiştir. Bazı azılı İslam düşmalarının, uzuvlarının kesilmesi teklifi yapıldığında, Peygamberimiz, "Ben bunu yapamam. Peygamber de olsam, Allah da beni bu şekilde cezalandırır" buyurmuştur. Yine, "Öldürme konusunda insanların en çekingeni ve merhametlisi Müslümanlardır" buyurmuştur. Savaşta öldürülen bir patriğin başı Medine'ye Hz. Ebu Bekir'e gönderildiğinde buna çok üzülmüş, "Onlar da bize böyle davrandılar" denilince, "Biz, Farslılarla, Bizanslıları mı örnek alacağız" cevabını vermiştir. Dinimiz esirlere kötü muameleyi yasakladığı gibi, kadınların kişilik ve iffetlerine de belirli bir hukuk düzenlemesi getirerek güvence altına almıştır. Hukuki bir statüye kavuşturulmadan onlarla cinsi münasebeti haram kılmıştır. Kur'an-ı kerimde, insanların köleleştirilmesine dair tek bir ayet bulunmamasına karşılık kölelerin azad edilmesi, serbest bıraklması çeşitli vesilelerle teşvik edilmiş; yemini, oruç kefareti öldürme gibi cezalarda köle azad etmeyi mecbur kılmıştır. Batılıların da itiraf ettikleri gibi, Müslümanlar kölelere çok iyi davranmışlar, onları ailelerinin bir ferdi gibi muamele etmişlerdir. Cenevre Sözleşmesinde yer alan hükümler incelendiğinde, esirler ile ilgili insani hakların 14 asır önce İslam hukukunda fazlasıyla yer aldığı görülür. İşte gerçek medeniyet, işte gerçek insan hakkı. Gerisi laf-ı güzaf... ..... Not: Değerli kardeşim Muammer Erkul'un "Aşk Mektebi" isimli yeni bir kitabı yayınlandı. Güzel, akıcı bir üslup ile kaleme alınmış bu eseri arzu edenler, 0212 551 32 25'ten temin edebilirler.
.
"Herkese karşı yumuşak ol!"
16 Mayıs 2004 01:00
Hazreti Zülkarneyn, daha sonra, kuzeye bir sefer yaptı. İki dağ arasına vardı. O iki dağın yakınında oturan kalabalık bir kavimle karşılaştı. Bu kavim, Hazreti Zülkarneyn'e Yecüc ve Mecüc'den şikâyette bulundu. O kavimle birlikte Yecüc ve Mecüc'ün zararından korunmak için set yaptı. Hazreti Zülkarneyn yaptığı seferlerin birinde, bir ülkeye uğradı. Oradaki insanların elinde dünya serveti namına bir şey yoktu. Rızıklarını sebzeden temin ederlerdi. Ayrıca bu kavimde herkes kendi mezarını kazar, her gün mezarını temizler ve ibadetlerini burada yapardı. Hazreti Zülkarneyn, bunların hükümdarlarını çağırttı. Hükümdar, "Ben kimseyi istemiyorum. Beni isteyen de yanıma gelir." Dedi. Hazreti Zülkarneyn bu söz üzerine hükümdarın yanına giderek, "Ben seni davet ettim, niye gelmedin?" diyi sordu. O da, "Sana bir ihtiyacım yok, olsa gelirdim" cevabını verdi. "Bu hâliniz nedir? Sizdeki bu hâli kimsede görmedim." "Evet biz altın ve gümüşe kıymet vermiyoruz! Çünkü baktık ki; bunlardan bir miktar, bir kimsenin eline geçerse, bu sefer daha fazlasını isteyecek ve huzuru bozulacak. Onun için dünyalık peşinde değiliz." "Bu mezarlar nedir? Neden bunları kazıyor ve ibadetlerinizi burada yapıyorsunuz?" "Dünyalık peşinde koşmamak için bunu böyle yaptık. Mezarları görüp de oraya gireceğimizi hatırlayınca, her şeyden vazgeçeriz." "Niçin sebzeden başka yiyeceğiniz yoktur? Hayvan yetiştirseniz de sütünden, etinden istifade etseniz olmaz mı?" "Bitkilerle geçimimizi sağlıyoruz. Zaten boğazdan aşağı geçtikten sonra hiçbirinin tadını alamayız." Bir gün birisi Hazreti Zülkarneyn'e gelip, "Bana, iman ve yakinimi kuvvetlendirecek bir şey öğret" dedi. Buyurdu ki: "Hiddetlenip kimseye kızma! Zira şeytanın insana en çok hulûl edebileceği zaman, insanın hiddetli zamanıdır. Bunun için, hiddetini sükûnetle yenmeye çalış! Sakın acele etme, zira acele ettiğin zaman, elindekini kaybedersin. Yakın ve uzağına karşı yumuşak ol; inatçı, inkârcı ve zâlim olma!" Hazreti Zülkarneyn, Allahü teâlânın yardımı ile doğu, batı ve kuzeydeki bütün ülkeleri fethedip, her tarafa Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yayma vazifesini tamamladıktan sonra, askerlerine izin verdi. Kendisi Medine ile Şam arasındaki Dumet-ül-Cendel denilen yerde insanlardan ayrıldı. Yalnız Allahü teâlâya ibadet ve itaatle meşgul oldu. Az bir zaman sonra da vefat etti. Mekke'ye veya Mekke civarındaki Tehame dağlarında bir yere defnedildiği bildirilmiştir.
İbrahim aleyhisselam
17 Mayıs 2004 01:00
İbrahim aleyhisselam, Keldânîlerin memleketi olan Bâbil'in doğu tarafında ve Dicle Nehri ile Fırat Nehirleri arasındaki bölgede doğdu. Babası, Târûh isminde temiz bir mümin idi. Annesi, İbrahim aleyhisselama hamile iken, babası Târûh vefat etti. Bundan sonra İbrahim aleyhisselamın annesi, İbrahim aleyhisselamın amcası olan, Azer ile evlendi. Azer, üvey babası ve amcası olup, putperest idi. İbrahim aleyhisselamın peygamber olarak gönderildiği Keldânî kavmi, yıldızlara ve putlara tapıyordu. Bu kavmin o devirdeki kralı Nemrûd idi. İnsanların; putlara ve kendine tapmasını emreden Nemrûd, zâlim ve büyüklük taslayan ve çok zulmeden azgın bir kraldır. Nemrûd gurur, cehalet ve ahmaklıkla, hâşâ ulûhiyet davasında bulundu. Kur'an-ı kerimde Bekara suresi 258. ayet-i kerimesinde mealen buyuruluyor ki: (Allah, kendisine saltanat ve mülk verdi diye azarak İbrahim ile Rabbi hakkında mücadele edeni [Nemrûd'u] görmedin mi? Haberi sana ulaşmadı mı?) Nemrûd, saltanatının ilk yıllarında adalet ve insaf ile idare etti. Sonradan şeytanın vesvesesine aldanarak kibre kapıldı ve ilâhlık davasında bulundu. Bütün insanları kendine taptırmak istedi. Insanlar, Allahü teâlâya iman ve ibadet etmeyi bırakıp, Nemrûd'a, yıldızlara ve putlara tapmaya başladı. Nemrûd ve ona tâbi olanlar, azgınlık ve isyan içinde yaşamakta iken, bir gün, Nemrûd bir rüya gördü. Rüyasında, gökyüzünde bir nurun parladığını, güneşin, ayın ve yıldızların, bu nurun ışığında kaybolduğunu ve bir kimse gelip, kendisini tahtından kaldırıp yere vurduğunu gördü. Müneccimlerini toplayıp gördüğü bu korkunç rüyayı tâbir ettirdi. Müneccimler, "Yeni bir peygamber ve din gelecek, senin saltanatını temelinden yıkacak! Ona göre tedbirini almalısın" diye tâbir ettiler. Nemrûd, "Bu işin tedbiri kolaydır" diyerek, buna mâni olacağı zannına kapılıp, gücüne güvenerek önemsemedi ve şu emri verdi: "Bundan sonra, kimse çocuk sahibi olmayacak. Hanımlardan uzak durulacak. Doğan çocuklar, erkekse öldürülecek, kızsa bırakılacak!" Bu işi gerçekleştirmek için memurlar tayin etti. Her on ailenin başına bir memur vazifelendirip, halkı o sene kontrol altına aldı. Bütün erkekleri şehirden dışarı çıkardı. Şehrin çevresine de nöbetçiler dikti ve erkeklerin şehre girmesini engelletti. Yeni doğan erkek çocukları derhal öldürtüyordu. Bu suretle yüz bin masum bebeğin öldürüldüğü bildirilmiştir.
Hz. İbrahim'in doğumu
18 Mayıs 2004 01:00
Nemrud, doğacak erkek çocukların öldürülmesi için emir verdiğinde, annesi İbrahim aleyhisselama hamile idi. Babası Târûh ise, bu sıralarda vefat etmişti. Azer, İbrahim aleyhisselamın annesi ile evlenmek istedi. Mümine bir hanım olan bu kadın, Azer'in şerrini bildiği için, doğacak çocuğa bir zarar vermesinden korkuyordu. Onun zararından kurtulmak için, Azer'e dedi ki: "Eğer karnımdaki bu çocuk erkek doğarsa, götürüp Nemrûd'a teslim edersin. Böylece Nemrûd seni daha çok sever ve sana kıymet verir." Bu sözler üzerine, Azer sevindi. Doğum zamanı yaklaşınca da, onu başından savmak için; "Kadınların doğum yapmasında ölmek tehlikesi de vardır. Çok korkuyorum. Sen git, benim için duâ et de kurtulayım" dedi. Böylece hile ile Azer'i yanından uzaklaştırdı. Bu sırada İbrahim aleyhisselamın annesinin doğum zamanı geldi. Hemen doğum hazırlıklarını tamamlayıp, gizlice bir mağaraya gitti. Orada İbrahim aleyhisselam doğdu. Böylece, Nemrûd gibi zâlim bir diktatörün bütün tedbirleri boşa gitmiş ve İbrahim aleyhisselam dünyaya gelmişti. Annesi onu iyice emzirip, şehre döndü. Azer'e haber gönderip, eve gelmesini istedi. Azer eve gelip, merakla hâlini sorunca, ona, "Bir erkek çocuk doğurdum. Çocuk zayıf doğdu ve hemen öldü" dedi. Buna Azer inandı. Hazreti İbrahim'in annesi, Azer evden çıkıp gidince, gizlice çocuğunu bıraktığı mağaraya gider, onu emzirip dönerdi. Çocuğunun yanına gittiğinde, bazan onu, parmaklarını emer bir hâlde görürdü. Dört parmağından ağzına; yağ, bal, süt ve hurma şırası gelirdi. Ne zaman yalnız kalsa, Allahü teâlâ Cebrail aleyhisselamı gönderir, bu gıdaları parmaklarından akıtırdı. İbrahim aleyhisselam büyüyüp, mağaradan çıktıktan sonra, Keldânî kavmine doğru yolu anlatmaya başladı. Bu kavim putlara ve yıldızlara tapıyordu. Azgın kralları Nemrûd da ilâhlık iddiasında bulunuyor, insanları kendine taptırıyordu. İbrahim aleyhisselam putlara ve yıldızlara tapmanın bâtıl ve yanlışlığını, Nemrûd'un da âciz bir insan olduğunu açık delillerle ve anlayacakları bir usûlle insanlara anlattı
"Hiç onlara tapılır mı?"
19 Mayıs 2004 01:00
İbrahim aleyhisselam mağaradan çıkıp, üvey babası Azer'in evine gittiği zamanlar, başta kavmin kralı Nemrûd olmak üzere, insanlar korkunç bir sapıklık ve azgınlık içinde idiler. İbrahim aleyhisselam, Allahü teâlânın verdiği rüşd ve hidayet ile, insanların hidayete kavuşmaları, Allahü teâlâya iman ve ibadet etmeleri için tebliğe başladı. Önce üvey babası olan Azer'e, putlara tapmaktan vazgeçip, Allahü teâlâya iman etmesini söyledi. İbrahim aleyhisselam üvey babası Azer'e, peygamberlik gereği, gayet yumuşak bir tavırla, putların; işitmeyen, görmeyen, fayda ve zarar vermekten âciz; onlara tapmanın ise sapıklık ve boş bir şey olduğunu söyledi. Üvey babasını imana davet etmesi ve nasihati, Kur'an-ı kerimde Enbiya suresinde bildirilmiştir. İbrahim aleyhisselam, putlara tapmaktan vazgeçmesini üvey babasına söyledikten sonra, sözlerine şöyle devam etti: "Niçin bir fayda vermekten âciz olan şeylere taparsın? Duâ, niyaz ve ibadet, ancak, her şeye kâdir olan, her şeyi bilen Allahü teâlâya yapılır. Putlar kendilerini bile korumaktan âciz şeylerdir. Hiç onlara tapılır mı? Ey babacığım! Bana; vahiy yoluyla, senin bilmediğin bir ilim; Allahü teâlâyı tanımak, iman etmek ve Onun hükümleri geldi. Bana tâbi ol, söylediğim şeyleri kabul et! Seni, doğru bir yola, doğru bir imana kavuşturayım. Ta ki, sapıklıktan kurtulup hidayete kavuşasın! Ey babacığım! Şeytanın seni aldatmasına kapılma, şeytanın seni aldatmak için süslü gösterdiği putlara tapma, küfründen vazgeç! Şüphesiz ki şeytan, Allahü teâlânın emrine uymayıp isyan etmiştir. Böylesine âsi olan şeytana uyma! Eğer putlara tapmakla küfürde, iman etmemekte ısrar edersen, şeytana uyarsan, korkarım ki, bu isyanın sebebiyle azaba düşer, ebediyen felâkete uğrarsın! Şeytanı dost edinmiş olursun ve şeytanla birlikte cehenneme atılırsın. Böyle ebedî bir felâketi düşün de şeytana uyma, putlara tapmaktan vazgeç! Allahü teâlâya iman et ve ebedî saadete kavuş!" Azer, İbrahim aleyhisselamın yumuşaklıkla söylemesine ve Allahü teâlâya imana davet etmesine rağmen, bunu kabul etmedi ve sert bir lisanla cevap verdi: "Ey İbrahim! Nedir bu öğütler? Yoksa sen bizim putlarımızı, tanrılarımızı mı reddediyorsun? Eğer tanrılarımızı kötülemekten vazgeçmezsen, sana çirkin sözler söylemekten geri durmam veya seni öldürürüm! Evimden, yurdumdan çık, uzaklaş, git!
.
Sürüklenen putlar!..
20 Mayıs 2004 01:00
Puthanenin bekçisi olan Azer, put yapıp satarak geçimini temin ederdi. Yaptığı putları çocuklarına sattırırdı. İbrahim aleyhisselamın da satmasını ister, ona da verirdi. Azer'in oğulları, putları halk arasında överek satarlardı. İbrahim aleyhisselam da, satmak için kendine verilen puta ip bağlayıp; sürükleyerek pazara götürürdü. İnsanların yaptığı bu putların; güçsüz, kudretsiz olduğunu göstermek için, sürükleyerek götürdüğü putun başını suya sokar, alay ederek; "Hadi iç" derdi. Böylece insanlara, bu âciz putlara tapmalarının manasızlığını gösterirdi. Hadis-i şerifte bildirildi ki: (Azer, kıyamet günü, yüzü simsiyah ve toz toprağa batmış bir hâlde iken, İbrahim aleyhisselam ona, "Ben sana dünyada iken benim bildirdiklerime iman et, putlara tapma, demedim mi" deyince, Azer, "İşte bugün sana âsi olmayacağım" diyecek. Fakat iş işten geçmiş olacak, artık affolunmayacak. Bundan sonra Azer, kana bulanmış bir sırtlan suretinde İbrahim aleyhisselama gösterilecek ve ayaklarından tutulup cehenneme atılacaktır.) O zaman insanların putlara tapması; yıldızları ilâh kabul etmeleri ve putları da ilâh kabul ettikleri yıldızlara yaklaşma vasıtası olarak düşünmeleri sebebiyle idi. İbrahim aleyhisselam, Keldânî kavmini bu hususta da uyararak, yıldızlara tapmanın, onları ilâh kabul etmelerinin bâtıl ve yanlış olduğunu, gayet açık bir şekilde, anlayacakları tarzda bildirdi. Bu husus Kur'an-ı kerimde mealen şöyle bildirildi: (Vakta ki, İbrahim [üvey] babası Azer'e; "Sen putları kendine tanrılar mı ediniyorsun? Gerçekten ben, seni ve kavmini açık bir sapıklık içinde görüyorum" demişti.) [En'âm 74] İbrahim aleyhisselam kavmine, onların anlayacağı dilden tebliğde bulunurdu. Bu konuda onların tapmış olduğu göklerden, Ay ve Güneş'ten misaller verirdi. Nitekim Kur'an-ı kerimde mealen buyuruldu ki: (Biz İbrahim'e tevhidde yakîn üzere sabitlerden olması için, göklerin ve yerin melekûtunu öylece gösterdik.) [En'âm 75] Tefsir âlimleri buyurdu ki: Âyet-i kerimedeki göklerin melekûtu; Güneş, Ay ve yıldızlar, arzınki ise; dağlar, ağaçlar ve denizlerdir. Bütün bunlar; Allahü teâlânın büyüklüğünü, her şeye kâdir olduğunu ve âlemleri yoktan var ettiğini gösteren birer işaret ve delildir. ..... Not: Bu köşede yayınlanmakta olan, Peygamberler ile ilgili kıssaların kitap haline getirilip getirilmeyeceği okuyucularımız tarafından sorulmakta. Bu yazılar, Gazetemizin kupon karşılığı bedava vereceği "Peygamberler Tarihi" kitabından derlenmektedir. Abone olup bu kitaplara sahip olan, yayınlanan bu yazıların tamamına kavuşur.
"Sapıklık içindesiniz!"
21 Mayıs 2004 01:00
Kur'an-ı kerimde, göklerin ve arzın melekûtu gösterildiği beyan edildikten sonra, mealen İbrahim aleyhisselama şöyle buyuruldu: (Vakta ki, İbrahim'in üzerini gece bürüdü. Yıldız gördü. ["Böyle Rab olmaz" manasında] "Bu mu benim Rabbim" dedi. Yıldız batınca; "Ben böyle batanları sevmem" dedi. Sonra Ay'ı doğarken gördü. "Rabbim bu mudur" dedi. Fakat o da batıp kaybolunca; "Yemin ederim ki, eğer Rabbim beni hidayet üzerinde sabit bırakmasaydı, elbette ben dalalete düşenler topluluğundan olacaktım" demişti. Daha sonra Güneş'i doğarken görünce; "Daha büyük olan, bu Güneş mi benim Rabbim" dedi. Batınca da, "Ey kavmim, bu gördükleriniz hep yok olan varlıklardır. Ben, sizin Allaha şirk koştuğunuz şeylerden kat'î olarak uzağım. Şüphesiz ben bir muvahhid, Allahü teâlâya iman eden olarak, gökleri ve yeri yaratan Allaha yöneldim. Ben Allaha ortak koşanlardan, müşriklerden değilim" dedi.) [En'âm 76-79] İbrahim aleyhisselam böyle söylemekle, yıldızlara tapan bir kavmi kınamak, onlara gittiği yolun sapıklık olduğunu göstermek ve bu delillerle hakikati bildirmek, onları iyice düşünmeye ve anlamaya sevketmek istemiştir. Yıldızları, Ay'ı ve Güneş'i gösterip, her biri için; "Bu mu benim Rabbim" diyerek önce dikkatlerini çekmiş, sonra da böyle inanmalarının bâtıl olduğunu söylemiştir. Yani adeta şöyle denmiştir: İyice bir düşünün! İlâh dediğiniz bu yıldızlardan daha parlak olan Ay ve Güneş doğuyor, batıyor. Bunlar nasıl ilâh olabilir? İbrahim aleyhisselam, Keldânî kavmini sapıklıktan kurtarmak ve hidayete kavuşturmak için, taptıkları yıldızların ve putların ilâh olmadığını, anlayabilecekleri açık delillerle onlara gösteriyordu. Onlara şöyle ikazda bulunuyordu: "Nedir bu taptığınız birtakım putlar, suretler? Bu cansız ve âciz şeylerin ne faydası, ne de zararı vardır. Ey kavmim! Taştan, ağaçtan yaptığınız putlara tapmayı bırakınız, Allaha şirk koşmayınız! Kesinlikle biliniz ki, ibadet ettiğiniz şeyler, asla size fayda verme gücüne sahip değildirler. Her şeye kâdir olan Allahü teâlâya iman ediniz ve Ona ibadet yapınız. Eğer Allahü teâlâya ibadet ederseniz mükâfatını; şirk koşarsanız, azap ve cezasını göreceksiniz. Döneceğiniz yer ahirettir. Yaptıklarınızın hesabını Allaha vereceksiniz!" Keldânî kavmi, İbrahim aleyhisselama dediler ki: "Biz babalarımızı, putlara ibadet ediciler olarak bulduk. Böylece onlara uyarak putlara tapmaktayız." Bunlara şöyle cevap verdi: "Ey putlara tapan kavim! Yemin ederim ki, siz de, babalarınız da apaçık bir sapıklık içinde bulunmaktasınız!
.
Kasımiye Medresesi dile gelse de...
21 Mayıs 2004 01:00
Temcit pilavını da geçti bu diyalog görüşmeleri... Belli aralıklarla plânlı bir şekilde milletin önüne sürülüyor. Şanlıurfa'dan sonra, "Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü" mensupları bu defa da Mardin'de bir araya geldi. Bu konu ile ilgili gazetelerdeki haber özetle şöyleydi: "İslamiyet, Hıristiyanlık ve Museviliğin önde gelen din adamları Mardin'deki tarihî Kasımiye Medresesi'nde tekrar bir araya geldi. Ezan ve çan sesinin aynı anda duyulduğu sempozyumda sanatçı Mahsun Kırmızıgül'ün okuduğu duygu yüklü şarkı, toplantıya katılanlar tarafından coşkuyla alkışlandı." Tarihî medresenin duvarları dile gelse de duyduğu ıstırabı bizlere bir aktarabilse... Asırlardır, İslam dininin anlatıldığı, İslam inancının yayıldığı mekan şimdi nelere maruz kalıyor. Tarihi boyunca, Kur'an-ı kerimin emri gereğince bu mekanda, Hıristiyanlar, Yahudilerle dost olunamayacağı, onların dini simgelerinin ne maksatla olursa olsun taşınamayacağı, taşındığı takdirde dinden çıkılacağı öğretilen medresenin alnına büyük bir haç asılmıştı! Çalgı, şarkı ve çan sesleri tarihî mekanın iliklerine kadar işliyordu. Bu durum karşısında medresenin ve bu medreseyi kuranların ruhlarının çektiği ıstırabı düşünebiliyor musunuz? Diyalogçular daha sonra Dayruzzafaran Kilisesine geçiyorlar. Papazlar ayin yaparken, Müslümanlar da namaz kılıyor. Sanki Mardin'de hiç cami yok, namaz kılınacak yer kalmadı. İşte diyalogçuların en büyük yanlışları burada. Tabii ki, diyalog yapılacak, fakat bu insani boyutta kalacak. Başka din mensupları ile alış-veriş yapılacak, onlarla iyi ilişkiler de kurulacak. Ancak bu beraberlik mabetlere taşınmayacak. Taşınırsa dinlerin birleştirilmesine yol açar. Hıristiyan, kilisesinde ayinini yapsın. Müslüman, camide namazını kılsın. Hıristiyanın camide, Müslümanın kilisede ne işi var? Diyalog dinler arasında değil, din mensupları arasında olur. Her zaman söylüyoruz. Tarih boyunca Hıristiyanlar hiçbir zaman samimi olmadılar. Hep arkadan vurdular. Bugün de böyle olduğundan hiç şüpheniz olmasın. Bununla ilgili geçmişte pek çok tecrübeler yaşanmıştır. Daha önce bunları "Dinlerarası Diyalog Tuzağı" kitabımda sizlere sunmuştum. Habertürk'ün 15.5.2004 tarihli "Vatikan diğer yüzünü gösterdi" başlıklı haberine göre, Vatikan, Katolik kadınları, Müslümanlarla evlenmemeleri konusunda uyarmış. Bu konuda çok dikkatli olunmasını tavsiye etmiş. İşte bunların hoşgörü anlayışı. Diyalog eşit şartlarda olursa bir mana ifade eder. Bugün, Hıristiyanların, maddi, siyasi gücünün Müslümanlarla mukayesesi mümkün mü? Hıristiyanların arkasında, Batılı Hıristiyan devletlerin olduğunu, süper güçlerin himayesinde olduklarını bilmeyen var mı? Daha şimdiden protokol gezilerinde bile, onların kültürlerinin tanıtımı ön plana çıkmaya başladı. Mardin'deki toplantıya katılan Ali Bulaç'ın bildirdiğine göre, Mardin'de daha çok Hıristiyan eserleri gezilmiş. Hatta İstanbul Müftüsü Sayın Mustafa Çağrıcı bu rahatsızlığını dile getirmiş: "Sanki bir Süryani şehrini gezdik, Hıristiyan renklerden, çizgilerden başka bir şey göremedik" diye serzenişte bulunmuş. (Gecikmeden dolayı böyle olduğunu ifade ediyorlarsa da, aynı şekilde gezide Süryani eserlerinden de kısıntı yapılabilirdi.) Az da olsa, dinler arası diyalog tehlikesini anlayan din adamlarımız da var. Mesela, Almanya'nın Günzburg şehrinde, Diyanet İşleri Başkanlığı Türk-İslam Birliği (DİTİB) çatısı altında düzenlenen "Kutlu Doğum" töreninde konuşan İskenderun Müftüsü Remzi Yavuz, dinî ve millî benliğimizden taviz verilemeyeceğini, dinler arası diyalog diye alevlendirilen sözde akımın da 1970'li yıllarda Vatikan'da Katolik dünyasının Müslümanları İslam dininden uzaklaştırabilmek için ortaya attıkları sinsi bir oyun olduğunu belirtmiş, tüm Müslümanları bu konuda uyanık olmaya davet etmiştir. Bir gün gelecek diğer din adamları da, Vatikan'ın organize ettiği "Dinlerarası Diyalog"un gerçek yüzünü anlayacak; fakat korkarım ki iş işten çoktan geçmiş olacak!..
.
Putları kırması!..
22 Mayıs 2004 01:00
İbrahim aleyhisselam Keldânî kavmini, daima Allahü teâlâya imana davet eder, onları, içinde bulundukları sapıklıktan kurtarmaya çalışırdı. Bâbil halkı onu bu tutumundan dolayı üvey babası olan Âzer'e şikâyet etmişlerdi. Âzer, İbrahim aleyhisselamı azarlamak istedi ve bu işten vazgeçmesini söyledi. İbrahim aleyhisselam, onun sözlerine hiç aldırmayıp dedi ki: "Benden delil isteyin, göstereyim. Bana hidayet veren, doğru yolu gösteren Allahü teâlâ, beni sizden ayırdı. İçinde bulunduğunuz sapıklığa düşürmedi. Sizi ve putlarınızı sevmiyorum." İbrahim aleyhisselam, Allahü teâlânın emri üzerine büyük-küçük kim olursa olsun, insanları imana davet ediyordu. Bu sırada, insanlara topluca açık bir tebliğde bulunmayı, putların manasız ve âcizliğini, onlara tapmanın apaçık bir dalalet, sapıklık olduğunu gayet açık bir şekilde göstermek istiyordu. O zaman Keldânî kavmi, senede bir gün toplanıp, kendilerine göre bayram yapardı. O gün gelince, halk bayram yapmak üzere bir yerde toplanırdı. Bayram yaptıktan sonra puthaneye gidip, putlara secde ederek taparlar, sonra evlerine dönerlerdi. Keldânî kavminin toplanıp, bayram yapacakları yere gittiği zaman, İbrahim aleyhisselamın üvey babası ve puthanenin bekçisi olan Âzer, ona, "Bugün, bayram yapmaya sen de bizimle gel!" dedi. İbrahim aleyhisselam onlarla birlikte, toplanacakları yere doğru yola çıktı. Biraz gittikten sonra; bir bahaneyle geri döndü. Insanlar bayram yerinde toplandıkları zaman, şehirde kimse kalmamıştı. İbrahim aleyhisselam şehre girip, doğruca puthaneye gitti. Burada yetmiş kadar put vardı. Putların önüne, çeşit çeşit yemekler konmuştu. Putperestler bayram yapmaya giderken, bu yemekleri putların önüne koyup; "Yemeklerimiz bereketlenir, dönünce yeriz" demişlerdi. Bu putlar gümüşten, pirinçten, bakırdan ve ağaçtan yapılmıştı. En iri putu altından yapmışlar ve altından bir taht üzerine yerleştirmişlerdi. Üzerine sırmalı elbiseler giydirip, başına da süslü bir taç koymuşlardı. Putperest Keldânî kavmi bayram yerinde iken, İbrahim aleyhisselam, yanında getirdiği bir balta ile bütün putları kırıp, parça parça etti. Sadece en iri putu kırmadı ve baltayı bunun boynuna asarak oradan uzaklaştı. Putperest Keldânî kavmi bayramdan dönünce, âdetleri üzere puthaneye gittiler. İçeri girdikleri zaman, putların kırılıp parça parça edildiğini görünce şaşırdılar. "Bunu kim yaptı" diye bağrışmaya başladılar. "Putları kıranı cezalandıracağız" dediler..
.
Nasıl inanacağımıza da onlar karar veriyor!
22 Mayıs 2004 01:00
Batı Hıristiyan âlemi (İngilizlerin kılavuzluğunda), Osmanlı'yı yıktıktan sonra plânladıkları bir süreç sonunda İslamiyeti tamamen yer yüzünden kaldılarabileceklerini düşünüyorlardı. Fakat hesap tutmadı. İslama ilgi daha da arttı. Bunun üzerine 80'li yıllarda, komünizmin çöküşünden sonra yeni bir proje ortaya konuldu. Bu projenin özeti şöyle: Bugün, en büyük tehlike halini alan İslamiyeti tamamen ortadan kaldıramayacağımız anlaşıldığına göre, biz kendimiz bir İslam geliştirelim, bunu Müslümanların ileri gelenleri vasıtası ile sunup kabul ettirelim. Bizim kontrolümüzde, istediğimiz şekilde yönlendirebileceğimiz bir İslam ortaya çıkartalım. Bu şekilde, bizim açımızdan İslam tehlike olmaktan çıkmış olur... Şimdi bütün dünyada, özellikle İslam dünyasında bu projenin gerçekleşmesine çalışılmaktadır. Bunun ismi, "Ilımlı İslam" mı olur, "Light İslam" mı olur; bu o kadar önemli değil. Önemli olan, "gerçek İslam" olmayacağıdır. Batı'nın tasvibinden geçmiş olmasıdır. Dinlerarası Diyalog projesinin arkasında da, 11 Eylül eyleminin arkasında da, El Kaide vahşetlerinin arkasında da hep bu çalışma var. Bu tür eylemlerle, Müslümanlar sürekli suçlandı, aşağılandı. Sonunda, Müslümanlar kendilerini savunmak zorunda kaldı: Bu tür eylemlerde bulunanlar gerçek müslüman değildir, bunlar gerçek müslümanları temsil etmez diyerek karşı atağa geçtiler. Batı'nın istediği de zaten buydu. O zaman gerçek İslam neyse ortaya koyun biz de görelim, dediler. Osmanlının yıkılmasından sonra dağınık ve başsız kalan İslam âleminde, gerçek İslam şudur, budur tartışması başladı. İşte tam bu safhada istedikleri İslamı, değişik ülkelerde, değişik kesimler kanalıyla sunmaya başladılar. El altından kendilerinin yönlendirdikleri kitap yazma, barış ve hoşgörü maskeli uluslararası konferanslar, toplantılar furyası başladı. Bu meyanda, Batı'nın kendi yazdıkları kitaplara, Kitab-ı mukaddes, ilahi kitap deme alışkanlığı olduğu için, Müslümanlar için de böyle bir kitap yazma ihtiyacını duydular. Değerli yazar Ebubekir Sifil'in bu konuda enteresan bir tespitini özetle aktarmak istiyorum sizlere: "Mısır'da neşredilen "el-Usbû" dergisinde yer alan bir habere göre, "Arap ve İslam Ülkelerinde Dinî Söylemi Geliştirme Komisyonu" tarafından hazırlanan ve 12 ciltte tamamlanması tasarlanan "el-Furkânu'l-Hakk" isimli bir kitabın birinci cildi hazır... Konunun Büyük Orta Doğu Projesi ile ilgisi açık. Orta Doğu'nun hali hazırına nizamat vermek ve bu bölgeyi yeniden tanımlayıp dizayn etmek gibi "büyük" bir projenin sadece askerî ve ekonomik operasyonlarla hayata geçirilemeyeceğini gören küresel zorbalar, Orta Doğu halklarını bölgeyi bekleyen dönüşüme zihnî olarak da hazırlamak için Kitabı Mukaddes türü, Batı'nın isteklerine ters düşmeyen İslam inancını anlatan bir tefsir hazırlatıyorlar. Böylece, Yahudi ve Hıristiyan değerleri üzerine inşa edilmiş, diyaloğa dayalı "güllük gülistanlık" bir "barış" "hoşgörü" ortamı. Şu kadar ki, bu "barış", egemenlerin egemenliğinin tescil edildiği, köleleştirilmesi gerekenlere köleliği kabulden başka bir şansın bırakılmadığı bir ortam üzerine kurulacak!" İslam âlemi tamamen Batı'nın kuşatması altında. Müslümanların nasıl inanacağına bile onlar karar vermek istiyor. Müslümanları kendisine benzetmek istiyor. Bugün Hıristiyan âleminde Hıristiyanlığın sadece ismi var; dine dayalı, emir ve yasakları, ahlâkları yok; çünkü bunların hepsini yok ettiler. "Allah'ın indirdiğini bırak, sen kendi dinini kendin yaz" kampanyası ile de, İslamın içini boşaltıp, gerçek İslamla ilgili olmayan kendilerinin tesis ettiği bir din ortaya çıkartmak istiyorlar. İslamiyeti protestanlaştırmak istiyorlar. Ne diyelim, "Allah kendi İslâm'ını başka İslâm'lardan korusun" diye dua etmekten başka yapacak bir şeyimiz yok. Bilerek veya bilmeyerek bu oyunlara alet olanlar şunu bilsinler ki: "İslâm'ın İslâm'dan başka bir şey olmadığına inanmakla Müslüman olunur. Aksi halde Müslüman olunamaz.
.
Nemrud'un âcizliği!..
23 Mayıs 2004 01:00
Keldaniler putları kimin parçaladığını araştırmaya başladılar ve dediler ki: "Bu işi, yapsa yapsa İbrahim yapar. Çünkü o bizimle bayram yerine gelmedi." Zaten İbrahim aleyhisselamın, kendilerini puta tapmaktan vazgeçirip, Allahü teâlâya iman etmeye çağırdığını, putlardan nefret ettiğini biliyorlardı. İbrahim aleyhisselamı derhal yakalayıp, cezalandırmaya karar verdiler. Nihayet İbrahim aleyhisselamı bulup, halkın önünde sorguya çektiler: "Ey İbrahim! Bizim ilâhlarımız olan putları sen mi kırdın? Bu hakareti sen mi yaptın?" İbrahim aleyhisselam, bu sapık kişilerin açık delillerle uyanmalarını, sapıklıklarını anlamalarını ve böylece hidayete kavuşmalarını istiyordu. Bu sebeple onlara dedi ki: "Bu işi, boynunda balta asılı duran şu en iri put yapmış olamaz mı? 'Ben varken bu küçük putlara niçin tapıyorlar?' demiş olabilir. Siz ona bir sorunuz." "Putlar konuşamaz ki, sen bize, 'Onlara sor' diyorsun" dediklerinde, İbrahim aleyhisselam şöyle dedi: "O hâlde daha kendilerini kırılmaktan kurtaramayan, size hiçbir faydası olmayan bu putlara ilâh diyerek niçin tapıyorsunuz? Hâlâ akıllanmayacak mısınız? Size ve taptığınız bu putlara yazıklar olsun!" İbrahim aleyhisselamın bu sözlerine verecek cevap bulamayan putperestler, onu ceza vermek üzere hapsettiler. Durumu ilâhlık davasında bulunan kralları Nemrûd'a bildirdiler ve İbrahim aleyhisselamı Nemrûd'un yanına götürdüler. O zaman insanlar, Nemrûd'un yanına girince, Nemrûd'a secde ederlerdi. İbrahim aleyhisselam, Nemrûd'a secde etmedi. Aralarında şu konuşma geçti: "Niçin secde etmedin?" "Ben, beni yaratan Rabbimden başkasına secde etmem." "Seni yaratan Rabbin kimdir?" "Benim Rabbim, dirilten, hayat veren ve öldüren Allahtır. " Bunun üzerine Nemrud, "Ben de diriltir ve öldürürüm" diyerek, zindandan iki kişi getirtti. Birini serbest bıkakıp, birini öldürdü. Güya böylece diriltmiş ve öldürmüş olduğunu gösterdi. Nemrûd, diriltmenin hayatı olmayana hayat vermek, yani yaratmak; öldürmenin de, ruhu almak olduğunu ve bunu ancak her şeye kâdir olan Allahü teâlânın yapacağını bilmiyordu. Nemrûd'un bu hareketi karşısında İbrahim aleyhisselam dedi ki: "Benim Rabbim Güneş'i doğudan getirir, doğdurur. Eğer gücün yetiyorsa sen de batıdan doğdur!" Nemrûd bu söz karşısında şaşırıp, âciz kaldı!.
.
Hz. İbrahim'in ateşe atılması
24 Mayıs 2004 01:00
Nemrûd'un, ilâhlık iddiası ve İbrahim aleyhisselam ile mücadelesi, mülküne ve saltanatına bakarak şımarıp, taşkınlık göstermesi sebebiyledir. Veya iyilik yapana kötülük yapmak gibi, Allahü teâlânın, kendisine verdiği mülk ve saltanata şükretmesi gerekirken, aksini yapmasındandır. İbrahim aleyhisselamın, Nemrûd'a; "Rabbim dirilten, hayat veren ve öldürendir" demesi, Allahü teâlânın var olduğunu ve her şeye gücünün yettiğini bildirmek için idi. İbrahim aleyhisselam Keldânî kavmini dalaletten kurtarıp, hidayete kavuşturmak için, gayet açık tebliğlerde bulundu. Yıldızlara, putlara ilâhtır diyerek tapmalarının, Nemrûd'a boyun eğmelerinin ve Nemrûd'un ilâhlık davasında bulunmasının tam bir sapıklık olduğunu anlattı. Ayrıca bunu onlara, ibret alabilecekleri hadiseler ile açıkça gösterdi. Akıllarını kullanmaları için yıldızları gösterip; "Bu mu benim Rabbim? Batıp gidenler Rab olur mu?" ve; putları kırıp, sorduklarında da; "Belki şu büyüğü, diğerlerini kırmıştır, ona sorun!" diyerek, putların fayda ve zarardan uzak olduğunu anlatmak istedi. Yine Nemrûd kendisiyle mücadeleye girişince, onun da âciz, azgın ve taşkın bir kimse olduğunu ispat etti. Bütün bunlara rağmen Keldânîler bir türlü imana gelmediler. Üstelik mahlûk olan, yaratılmış şeylere ilâh diyerek tapmaya devam ettiler. Daha da ileri giderek İbrahim aleyhisselama nasıl bir ceza verebileceklerini düşünmeye başladılar. Önce bir müddet hapsettiler. Sonra hapisten çıkarıp yakmaya karar verdiler. Nemrûd'a, İbrahim aleyhisselamı ateşte yakmayı Henûn adında biri hatırlatmıştır. Allahü teâlâ bunu hatırlatan kimseyi yere batırmıştır. Nemrûd ve Keldânî kavmi, şiddetli kin ve düşmanlık içinde, İbrahim aleyhisselamı yakmak için hazırlığa başladılar. Bunun için geniş bir yer hazırladılar. Herkesin buraya odun taşımasını, karşı çıkanın ise İbrahim aleyhisselam ile birlikte ateşe atılacağını ilan ettiler. Putperest kavmin hepsi, bir ay kadar odun taşıdılar. Aralarında hasta bir kadın vardı. O da putun önüne giderek; "Eğer hastalığım geçerse, şu kadar odun satın alıp vereceğim" demişti. Bir başka kadın ise, ip eğirip satar, parasıyla odun alıp, verirdi. Nihayet her taraftan taşıyıp getirdikleri odunları büyük bir dağ gibi yığıp, yakmaya başladılar. Yedi gün yanan ateşin alevleri gökleri kaplayıp çok uzaklardan görünüyordu. Ateşin değil yakınından, uzağından geçen kuşlar bile sıcaklığın şiddetinden yanıyordu...
"Aramıza girmeyin!"
25 Mayıs 2004 01:00
Nemrûd, Hz. İbrahim'i içine atmak için yaktırdığı ateşi kendine yaptırdığı yüksek bir yerden, bu hâli kibir içinde seyrediyordu. Keldânî kavmi de aynı merakla büyük bir kalabalık hâlinde ateşin çevresinde toplanmışlardı. Nemrûd'un yardımcıları ve hizmetçileri ise, hazır bir vaziyette emrini bekliyorlardı. Nemrûd, şiddetle yanan bu korkunç ateşe atılması için; İbrahim aleyhisselamın hapsedildiği yerden getirilmesini emretti. Bekçiler ve halk onu, boynunda zincir, elleri kelepçeli, ayaklarında bukağı [pranga, halka] olduğu hâlde, ortalarına alıp getirdiler. Keldânî kavmi ateşe atmak için hazırlık yaparken, Allahü teâlânın halili, dostu İbrahim aleyhisselam, tevekkül ve yakînin en yüksek mertebesinde olduğu için, kalbine zerre kadar korku gelmedi. Oraya toplanan azgın kavmin bakışları karşısında, gayet vakarlı idi. Nemrûd'un önüne götürüldüğünde, herkes yanan ve gökleri tutan ateşin içerisine onun nasıl atılacağını düşünmeye başlamıştı. Bu sırada şeytan insan kılığına girip, yanlarına gelerek; onu ancak mancınıkla atabilecekleri teklifini yaptı. Bu teklif, Nemrûd'un ve putperestlerin hoşuna gitmişti. İbrahim aleyhisselamı; alevleri göklere çıkan kocaman ateş yığınının içine fırlatmak üzere kurdukları mancınığa bağladılar. İbrahim aleyhisselam her zaman olduğu gibi, şimdi de Allahü teâlâya tam bir tevekkül ve muhabbet içinde idi. Bu bakımdan, mancınığa ve yanan korkunç ateşe hiç aldırmıyordu. Yerde ve gökte bütün mahlûkat, feryat edip dediler ki: "Aman ya Rabbi! Halilin İbrahim aleyhisselam ateşe atılıyor! O, her an seni zikreder ve seni bir an unutmaz. Ona yardım etmek için bize izin verir misin?" Hatta, İbrahim aleyhisselama meleklerden gelip, her biri dedi ki: "Allahü teâlâ rüzgârı emrime verdi. Emredersen, bu ateşi rüzgâr ile darmadağın edeyim!" "Sular benim emrimdedir. İstersen bu ateşi şu anda söndürürüm!" "Yeryüzü emrime verilmiştir. Emir verirsen bu ateşi yere yuttururum!" İbrahim aleyhisselam bu meleklerin hepsine de şu cevabı verdi: "Dost ile dostun arasına girmeyin. Rabbim ne dilerse yapsın. Kurtarırsa lütfundandır, şükrederim. Eğer yakarsa benim hizmetimdeki kusurumdandır, sabrederim." Putperestler; yaptıkları bütün hazırlıklardan sonra, kendilerini dünya ve ahirette saadete kavuşturacak, ebediyen kurtuluşa götürecek yolu gösteren yüce peygamber İbrahim aleyhisselamı dinlememe ve onu reddetme felâketi içerisinde ateşe atıyorlardı. Nihayet benzeri görülmemiş bir bedbahtlık ve azgınlık içinde, İbrahim aleyhisselamı mancınıkla korkunç ateşe fırlattıla
Sözünün eri olan İbrahim"
26 Mayıs 2004 01:00
İbrahim aleyhisselam, mancınığa konulup, ateşe atılmak üzereyken; "Hasbiyallah ve ni'melvekîl Allahü teâlâ bana yetişir. O çok iyi vekildir" dedi. Ateşe düşerken, Cebrail aleyhisselam, "Bir dileğin var mı" deyince; "Var, ama sana değil" diye cevap verdi. Böylece, "Hasbiyallah, yani Allahü teâlâ bana kâfidir" sözünün eri olduğunu gösterdi. Bunun için Necm suresinde; "Sözünün eri olan İbrahim" mealindeki 37. ayet-i kerime ile metholundu. Bundan sonra Cebrail aleyhisselam ile aralarında şu konuşma geçti: "Niçin Hak teâlâdan istemiyorsun?" "Hâlimi biliyor, istemeye ne hacet. Hem, Allahü teâlâ yakmak dileyince, Onun takdirine razı olmaktan başka ne istenir?" "Ateşten Hak teâlâya sığın, Ondan yardım iste." "Ateş kimin emriyle yanıyor? Yakma kimin işidir?" "Allahü teâlânın emriyle yanıyor." "Halil, Celilin yani yüce Allahın işinden razıdır." İbrahim aleyhisselam tam ateşe düşerken, Allahü teâlâ ateşe şöyle emir buyurdu: "Ey ateş! İbrahim'in üzerine serin ve selamet ol!" Bu ilâhi hitap üzerine ateşin sıcaklığı gidip, soğudu. Cebrail aleyhisselam kanadıyla ateşi sıvadı. İbrahim aleyhisselam düşerken, iki melek kollarından tutup yere indirerek, oturttular. İndiği yer güllük gülistanlık oldu. Bülbüller, kumrular ötmeye başladı. İbrahim aleyhisselam için, oradan tatlı bir pınar kaynayıp akmaya başladı. Cennetten bir gömlek getirildi. Hazreti İbrahim'e giydirildi. Bu gömlek Hazreti Yakûb'a kadar gelmiş, O da oğlu Hazreti Yusuf'a giydirmişti. Hazreti Yusuf kuyuya atıldığında, bu gömlek üzerinde idi. Üzerinde cennetin kokusu bulunan bu gömlek, bir hastaya giydirildiğinde, hasta sıhhate kavuşurdu. Hazreti Yusuf'un, babası Hazreti Yakûb'un gözleri görmez olunca, gözlerine sürmek için gönderdiği gömlek bu gömlek idi. Allahü teâlâ, ayrıca bir melek gönderdi. Bu melek, ona hizmet ederdi. Mikail aleyhisselam da cennetten yemek getirdi. Ateş sadece, İbrahim aleyhisselamı bağladıkları bağları, ipleri yaktı. İbrahim aleyhisselam, ateşin ortasında bu saadetli hâlde iken, Nemrûd, onu yüksek bir yerden seyrediyordu. Gürül gürül yanan ateşin ortasında, İbrahim aleyhisselamın, yemyeşil bir bahçe içerisinde oturduğunu ve yanında da onun suretinde birinin bulunduğunu gördü.
.
İnat ve kibri mani oldu!
27 Mayıs 2004 01:00
Nemrûd, İbrahim aleyhisselamın kızgın ateşin ortasında yanmadığını görünce hayretler içerisinde dedi ki: "Ey İbrahim! Senin bildirdiğin ilâhının kudreti çok büyükmüş, seni böyle korudu. Şu gördüğüm hâli sana verdi. Oradan çıkıp gelebilir misin?" "Evet çıkabilirim!" cevabını verince," "Bu ateşin, o zaman sana zarar vermesinden, yakmasından korkmaz mısın?" diye sordu. "Hayır korkmam" deyince, "Öyleyse oradan çık gel" dedi. İbrahim aleyhisselam kalktı ve etrafında yanan ateşin arasından geçerek dışarı çıktı. Nemrûd'un yanına varınca, Nemrûd sordu: "Ey İbrahim! Senin yanında, senin suretinde gördüğüm kişi kimdir?" "O bir melektir. Rabbim onu bana orada arkadaşlık etmesi için gönderdi" cevabını verdi. Nemrûd bunu da öğrendikten sonra dedi ki: "Ey İbrahim! Israrla Ondan başka ilâh olmadığını söylediğin ve Ondan başkasına iman ve ibadet etmediğin Rabbinin, senin hakkındaki kudretinden ve azametinden dolayı, ben Ona dört bin sığır kurban keseceğim!" Nemrûd'un bu sözü karşısında, İbrahim aleyhisselam şu cevabı verdi: "Sen, içinde bulunduğun sapıklıktan dönüp, Allahü teâlâya iman etmedikçe, Allahü teâlâ senin kurbanlarını kabul etmez! " Bunun üzerine Nemrûd dedi ki: "Mülkümü, saltanatımı terk edemem! Fakat kurbanları keseceğim!" Nemrûd, İbrahim aleyhisselama söylediği kurbanları kesti ve İbrahim aleyhisselam ile mücadele etmekten âciz kaldığını anlayıp, bu işten vazgeçti. Fakat iman etmediği için, Allahü teâlâ, onun kurbanlarını kabul etmedi. İbrahim aleyhisselamın ateşe atılmasını ibretle takip edenlerin bir kısmı imana geldi. İbrahim aleyhisselamın kardeşinin oğlu ve İbrahim aleyhisselamın amcasının kızı Hazreti Sâre de iman edenlerden idi. Nemrûd ise inat ve kibir göstererek iman etmedi ve ebedî saadetten mahrum kalıp, sonsuz bir felâkete düştü... İbrahim aleyhisselam, ateşten kurtulduktan sonra, Keldânî kavmini bir müddet daha imana davet etti. Bütün gayretlerine rağmen, putperest kavim iman etmeye bir türlü yanaşmıyor, üstelik ona hakaret ve işkence ediyorlardı. İbrahim aleyhisselam ise bunlara, sabır ve tevekkül ile tahammül gösteriyordu. Bütün gayretlerine rağmen, az bir cemaat iman etmişti. Nihayet, İbrahim aleyhisselam putperestlere son davetlerini yaptı ve iman etmedikleri müddetçe, inananlarla aralarında buğz ve düşmanlığın süreceğini; iman ettikleri takdirde, dost ve kardeş olacaklarını ve ebedî saadete kavuşacaklarını söyledi. İman edenlerle birlikte onlardan alakayı kesti
.
Nemrûd'un helâk olması
28 Mayıs 2004 01:00
Putperest müşrikler, İbrahim aleyhisselama ve iman edenlere karşı şiddetli ve görülmedik bir inatla karşı duruyor ve onları ağır işkencelere maruz bırakıyorlardı. Bu durum had safhaya ulaşmış ve dayanılmaz bir hâl almıştı. Allahü teâlâ İbrahim aleyhisselama, ibadet ve taatlarını rahat yapmaları için, bulunduğu beldeden hicret etmesini emir buyurdu. İbrahim aleyhisselam, böylece Şam tarafına hicret etti. Bu hususta Kur'an-ı kerimde mealen şöyle buyuruldu: (İbrahim şöyle dedi: "Ben kavmimin arasından Rabbimin emrettiği yere hicret edeceğim. Şüphe yoktur ki, Allah azizdir; her şeye galiptir, hâkimdir; hükmünde hikmet sahibidir.") [Ankebût 26] Allahü teâlâ, servetine ve saltanatına bakıp, şımarıp, kibre ve gurura kapılan ve böylece ilâhlık iddia edip, insanları kendine taptıran Nemrûd'a ve yıldızlara, putlara tapan azgın Keldânî kavmine de, İbrahim aleyhisselamı peygamber olarak gönderdi. Fakat Nemrûd ve Keldânî kavmi, İbrahim aleyhisselamın bildirdiklerine iman etmediler. Şeytana ve nefslerine uydular. İbrahim aleyhisselama karşı direndiler, saptıkları bozuk yolda sürüklenip gittiler. İbrahim aleyhisselam, Nemrûd ve Keldânî kavmini son bir defa daha imana davet ettikten sonra, Babil'den hicret etti. Son davetle de imana gelmeyen Nemrûd ve putperest Keldânî kavminin üzerlerine, gökyüzünü tamamen kaplayan sivrisinekler, sürüler hâlinde gelerek, onların kanlarını emip, onları kupkuru bir hâlde bıraktılar. Nemrûd'a sivrisineklerden bir tanesi musallat olup, peşini bırakmadı. Ne tarafa kaçsa ve nereye saklansa sinek hemen karşısına çıkıyor, üzerine, yüzüne ve başına konuyordu. Nemrûd bu sineği öldürmek istediği hâlde âciz kalmıştı. Saltanatına ve servetine bakarak kibirlenen ve ilâhlık iddia eden bu azgın hükümdar, küçücük bir sinek karşısında âciz ve çaresiz kalmıştı! Sonunda bu sinek onun helâk olmasına sebep oldu. Defalarca davet edilmesine rağmen iman etmeyen, başkalarının da iman etmesine mani olan Nemrûd'un hayatı, saltanatı, serveti, mülkü, velhasıl nesi varsa hepsi, bu şekilde heba olup gitti. Böylece hem kendisi, hem de ona tâbi olanlar için dünya hayatı sona ererken, ebedî felâkete ve cehennem azabına düçar oldular.
.
Bataklık yerine sineklerle mücadele yapılırsa
28 Mayıs 2004 01:00
Son aylarda, Filistin, Irak haberleri gazetelerin, televizyonların gündemlerinin ilk sıralarından düşmediği için uyuşturucu bataklığına düşmüş gençlerimizin içler acısı halleri medyada pek yer olmaz oldu. Halbuki, eskisine göre gençlerin uyuşturucu bataklığına düşme oranları her gün daha da artmakta, bu illet yüzünden gün geçmiyor ki birkaç gencimiz heba olmuş olmasın. Bütün bunlara rağmen bu konuda ciddi bir çalışma da yapılmıyor. Sadece sineklerle mücadele edildiği, bataklıklar kurutulmadığı hatta, çoğaltıldığı için de zayiat her gün artmaktadır. Bütün kötülüklerde olduğu gibi uyuşturucu pisliğinin kaynağı Batı'dır. Batı ile yakınlaşmamız arttıkça uyuşturucu illeti de ülkemizde yaygınlaşmaktadır. Batı, tehlikenin boyutlarını geç de olsa fark etti fakat, çareyi yanlış adreste aradığı için bu bakatlıktan kurtulamıyor, gün geçtikçe de bu bataklığa daha da batıyor... Avrupa Birliği Uyuşturucu İzleme Merkezi (EMCDDA) tarafından yapılan bir araştırmada, AB ülkeleri vatandaşlarının yüzde 20'sinin hayatlarında en az bir kere esrar kullandığı belirlendi. Danimarka'da 15-16 yaş grubundaki gençlerin yüzde 89'u hayatlarında en az bir kere sarhoş oluyorlar. İrlanda ve Norveçli gençler, sürekli alkol tüketiminde AB ülkeleri içinde ilk sıralarda yer alıyor. AB'ye üye 15 ülke ve Norveç'te uyuşturucuyla mücadele konusunda yılda yaklaşık 2.5 yılda milyar Euro harcanıyor. Geçiş yolu üzerinde bulunun ülkemize, Batı'ya sadece geçiş esnasında uyuşturucunun bıraktığı paranın 25 milyar dolar olduğu konuşuluyor. Sadece geçiş ücreti bu olursa malın kendisinin değeri ne kadar olur siz tahmin edin! Bu kadar büyük miktarda giden zehir girdiği yerde neler yapmaz?!. İçkinin uyuşturucuya alt yapı oluşturduğunu bilmeyen yok. Fakat Batı'da su gibi içki içiliyor. Su yerine bira kullanılıyor. Reklamlar serbest olduğu gibi ayrıca özendiriliyor. İçki içilmeyen yemek ve resmi özel protokol yok. Ondan sonra da, bu gençler niçin böyle oldu deniliyor. Mesela, Almanya'da yapılan anketler, alkol zehirlenmesiyle hastahaneye kaldırılan 16 yaşından küçük genç sayısının bir yılda 3 katına çıktığını gösteriyor. Bilim adamları, gençleri alkole teşvik edenlerin başında meşrubat üreten şirketlerin geldiğini belirtiyorlar. Gençlere hitap eden votkalı limonata gibi içecekler geçen yıl 100 milyon şişe satılmış. Yukarıda bahsettiğimiz gibi, Batı, bataklıkla değil, sineklerle mücadele ediyor! Çünkü, gençleri, içkiden, uyuşturucudan korumanın yolu, aileden maneviyattan geçer. Sen, yıllardır aileyi yıkman için elinden geleni yap, ailenin temeline dinamit koyma anlamına gelen her türlü sapık ilişkiyi serbest bırak, erkek erkeğe evlenmeye kanuni zemin hazırla; yine sen, 18 yaşını bulmuş gençleri kız erkek demeden evden uzaklaştır, ne haliniz varsa görün de, sonra da gençlerimiz uyuşturucu tacirlerinin eline nasıl düşüyor, diye araştırma yap! Evden atılan bu genç kızlar, gençler için hazırlanan "randevu evi " olarak kullanılan apartmanlarda sözde kiracı olarak kalmaktadırlar. Kümesten tavuk seçer gibi seçilen gençlerin ücreti 30 Euro... Peki, bu kadar genç kızı burada çalışmaya nasıl razı edebiliyor bu kiracılar, diyeceksiniz? Bu ev sahipleri, aynı zamanda uyuşturucu madde kaçakçılarının ele başlarıdır. Beyaz zehire alıştırılmış gençler, paraları tükenince tutkularını sürdürebilmek için, kendileri gibi uyuşturucu maddeye alıştırdıkları sevgililerini buralarda çalışmaya ikna ediyorlar. Bir de bakarsınız ki, çok iyi bir ailenin evden atılmış genç kızı, bu seks apartmanlarının birinde, kendisine 25-30 Euro ödeyecek yabancı erkeği bekliyor! Çünkü, alıştığı uyuşturucu maddeye kavuşmanın tek çaresi budur! Aileden, maneviyattan uzak, başıboş bırakılmış Batı gençliğinin hali bu. Peki ülkemizdeki gençlerin durumu nedir? Yarın da bunun üzerinde duralım!
.
Hazreti İbrahim'in hicreti
29 Mayıs 2004 01:00
Allahü teâlânın, insanları ebedî saadete kavuşturmak için gönderdiği peygamberlere, her asırda karşı çıkan ve insanların hidayete kavuşmalarını engellemek isteyen zâlimler olmuştur! Fakat bu zâlimlerden hiçbiri imanı yok edememiştir. Kendileri kahrolmuş, çok acı ve perişan hâlde saltanatlarından ayrılmışlar, zevklerine doyamadan ölümün pençesine düşmüşler, isimleri lânet ile anılmış veya unutulmuştur. Allahü teâlâ, bir peygamber veya bir âlim göndererek, iman ışığı ile yeryüzünü yeniden aydınlatmıştır. İbrahim aleyhisselam, Allahü teâlânın emri üzerine Babil'den Harran'a hicret etti. Hicret etmeden önce Nemrûd'a ve Keldânî kavmine son tebliğini yapmıştı. Onları son olarak bir kere daha imana çağırdıysa da kabul etmediler. Daha sonra kendisine iman eden zevcesi Hazreti Sâre ve Hazreti Lût ile birlikte hicret ettiler. Bir rivayete göre iman edenlerden az bir topluluk da onlarla beraberdi. Hazreti Lût, İbrahim aleyhisselamın kardeşi Hârân'ın oğlu, Hazreti Sâre de amcasının kızı idi. İbrahim aleyhisselam ateşten kurtulduktan sonra, hicret etmek üzere hazırlanıp, kavmine dedi ki: "Bu küfür diyarından ayrılıp, Allahü teâlânın emir buyurduğu bir yere gitmek üzereyim. Rabbim elbette beni emin bir yere iletir. Orada ibadet ve taatlarımı emniyet içinde yaparım." Hicret ederken de şöyle niyazda bulundu: "Ey Rabbimiz, ancak sana tevekkül ettik ve sana yöneldik ve ahirette de dönüşümüz ancak sanadır. Ey Rabbimiz! Her işimizde sana güvenerek, bizi muvaffakiyete kavuşturman niyazında bulunduk. Senin razı olduğun şeyleri yapmaya yöneldik. Kabirlerimizden kalkınca, öldükten sonra dirilince de senin tayin buyuracağın yere gideceğiz. Akıbetimizi hayreyle ya Rabbi!" İbrahim aleyhisselam Harrân'da, bir müddet de Filistin'de kaldı. Daha sonra ise zevcesi Hazreti Sâre ile birlikte Mısır'a gitti. O zaman Mısır'da "firavun" unvanı verilen hükümdarlar hüküm sürüyordu. İbrahim aleyhisselamın Mısır'a gittiği sırada ise, bu firavunlardan çok zâlim ve pek kibirli, büyüklük taslayan bir hükümdar bulunuyordu. İbrahim aleyhisselam Mısır'a girince, hükümdarın adamları gelişini haber verdiler. Gelişleri Mısır hükümdarına haber verilince, bu zâlim ve zorba melik, Hazreti Sâre'yi almak istedi. İbrahim aleyhisselama; "Yanındaki bu kadın kimdir" diye haber gönderdi. İbrahim aleyhisselam, onun musallat olmasını engellemek için, din bakımından kardeşi olduğuna niyet ederek, "Kardeşimdir" diye haber gönderdi
.
Uyuşturucudan ölen örnek gösterilirse
29 Mayıs 2004 01:00
Dün, uyuşturucu bataklığına düşmüş, Batı gençliğinin durumunu ele almıştık. Bugün de, ülkemizdeki gençleri ele almak istiyorum... Liselerde -özellikle zengin muhitlerdeki liselerde- hızla yayılan uyuşturucu alışkanlığı, ortaöğretime kadar indi. Polis uyuşturucu tacirleri ile mücadele ediyor ama, sadece polisin mücadelesi ile iş bitmiyor. Bataklık kurutulmadığı için tam bir netice almak mümkün olmuyor. Bu mücadelede, en büyük iş ailelere düşüyor. Sonra da, medyaya. Magazin basını, sanatçıları devamlı haber yaparak genç nesilleri bunlara özendiriyor. Gençler bunların sadece sanatına değil günlük yaşayışına da ilgi duyuyor. Bunların çoğunun bu bataklıkla ilgisi bilindiğinden, "çağdaş insan" olabilmek için uyuşturucuya da yabancı olmamak gerektiğini zannediyor. Kültürel faaliyetlerde, yarışmalarda, ödüllendirmelerde sanatçıların bu yönüne de bakılması lazım. Fakat buna pek dikkat edildiği yok. Örneğin, ilk kadın tiyatro sanatçısı ve modern dünyanın örnek kadını olarak gösterilip, adına ödül törenleri düzenlenen Afife Jale uyuşturucu bağımlısı biri idi. Türk Tiyatrosu'nun ilk kadın oyuncusu Afife Jale, bağımlısı olduğu kokain yüzünden hayatını kaybetmişti. Afife Jale'nin yanısıra birçok ünlü sanatçının uyuşturucu tedavisi görmesi veya uyuşturucudan dolayı hayatını kaybetmesi "çağdaş" dünyanın uyuşturucu batağına ne denli saplandığını açıkça ortaya koyuyor. Bu ve bunun gibi örnekler, topluma nasıl bir çarpık zihniyetin pompalandığını da gözler önüne seriyor. Bu mücadelede, aile, basın ve polis üzerine düşeni eksiksiz olarak yapmadıkça gençlerimizi bu illetten kurtarmak mümkün değildir. Ailelerin, her şeyden önce, çocuklarını manevi yönden yetiştirmeleri, haramı helali öğretmeleri şarttır. Bunun vicdanlara yerleştirilmesi gerekir. Böyle yapılırsa ailesinden uzak kaldığı yerde de sahip olduğu Allah korkusu kötülüklerden korur. Ayrıca ihtiyaçsızlık da, insanları azgınlığa, yanlış yollara sürükler. Bunun için aileler çocuklara ihtiyaçtan fazla para vermemelidir. Çocuğum sıkıntıya düşmesin diye her istediğini vermekle çocuğa en büyük kötülük yapılmış olmaktadır. Anne-baba, çocuğun çevresini daima kontrol etmelidir. Kimlerle görüşüyor, nerelere gidiyor bilmelidir. Pek çok aile oğlunun arkadaşları eve geldiğinde, ev kirlenecek, dağılacak diye tepki gösteriyor. "Ev kirlenmesin de nereye giderse gitsin" diyor. Genç nereye gidecek? En yakın kahvehaneye gidecek. Burada, önce bira sonra diğer içkilere alışacak. Sonra da, bunun devamı olan uyuşturucuya sıra gelecek. Zaten uyuşturucu tacirleri buralarda kol geziyor. Basın da, magazin haberlerinde uyuşturucu ile ilgisi olan sanatçıları gündemde tutmamalıdır. Bazı sanatçılardaki manevi boşluk onları bu tür yanlış yollara sevk etmektedir. Nitekim Psikiyatrist Dr. Sefa Saygılı, "Bu insanlarda bir manevi doyumsuzluk var. Bu doyumsuzluğu maddiyatla tatmin etmeye çalışmaları, onları uyuşturucu gibi bağımlılık oluşturan maddeleri kullanmaya sevkediyor. Şöhret ve para sahibi üst gelire sahip bu insanları bir yerden sonra gece hayatı gibi eğlenceler de tatmin etmeyince, bazıları kendilerini uyuşturucunun pençesinde buluyorlar. Zaten içinde bulundukları ortam da buna müsait" diyor. Yeşilay eski Başkanı Selahattin Kaptanağası da, "Sanatçılar maalesef bulundukları konumun ne kadar önemli olduğunun bilincinde değiller. Para ve şöhretle maddi tatmini yaşayan sanatçılar, manevi tatminlere yöneliyorlar. Maddi güçlerini kullanarak, manevi duygularını tatmin edeceklerini zannediyorlar. Bu da onları uyuşturucu gibi maddelere sevkediyor" diyor. Basını da şöyle uyarıyor: "Medya, insanların bu konudaki eğitiminde öncü olmalıdır. Özellikle gençleri böyle bir yaşama özendiren programlardan kaçınmalıdır. Maalesef magazin programları gençleri adeta zehirlemektedi
.
Hükümdarın çaresizliği!
30 Mayıs 2004 01:00
İbrahim aleyhisselam, hanımı Hz. Sare'yi Mısır Hükümdarına "kardeşim" diye bildirdikten sonra Hazreti Sâre'nin yanına gelip, "Sakın beni yalanlama! Çünkü ben onlara senin için, kardeşimdir dedim. Allahü teâlâya yemin ederim ki, bu yerde benden ve senden başka Allahü teâlâya inanan, iman etmiş hiçbir mümin yoktur. Yani sen benim din bakımından kardeşimsin" dedi. Pek zâlim olan bu hükümdar, Hazreti Sâre'yi almak isteyip, sarayına çağırttı. Fakat musallat olmak isteyince, Hazreti Sâre de hemen abdest alıp namaza durdu. Namazdan sonra şöyle duâ etti: "Ya Rabbi! Ben sana ve senin peygamberine iman ettim. Kadınlığımı zevcimden başkasına karşı ebedî muhafaza eyledim. Benim üzerime şu kâfiri musallat etme!" Hükümdarın derhal nefesi kesildi, yere düştü. Hırıldamaya, hatta ayağıyla yere vurup debelenmeye başladı. Bu durumu gören Hazreti Sâre dedi ki: "Ya Rabbi! Eğer bu adam ölürse, 'Bunu, bu kadın öldürdü' denilir." Bunun üzerine Hükümdarın nefesi açılıp, rahatladı. Sonra hükümdar, Hazreti Sâre'ye ikinci defa musallat olmaya kalkıştı. Sâre de tekrar namaza durdu ve sonra yine aynı şekilde duâ etti. Hükümdarın nefesi yine tıkandı, hırıldamaya, debelenmeye başladı. Hazreti Sâre yine Allahü teâlâya niyazda bulunarak dedi ki: "Ya Rabbi! Eğer bu adam ölürse, 'Bunu, bu kadın öldürdü' denilir." Bunun üzerine Hükümdarın nefesi yine açılıp rahatladı. Hazreti Sâre'ye üç defa musallat olmak isteyip, üçünde de nefesi tıkanan hükümdar, saraydaki yakınlarına dedi ki: "Siz bana insan değil, muhakkak bir şeytan göndermişsiniz. Bu kadını, İbrahim'e (aleyhisselam) geri gönderiniz. Cariyelerden Hacer'i de ona veriniz." Hazreti Sâre, İbrahim aleyhisselama döndüğünde, hadiseyi anlatarak dedi ki: "Allahü teâlâ, kâfiri zillete düşürdü. Bu cariyeyi de bize hizmetçi verdi." (Âlimler buyurmuşlardır ki: İbrahim aleyhisselamın, Mısır'a girdiğinde, oraya hâkim olan zâlim hükümdara, zevcesi Hazreti Sâre için, "Kardeşim" demesinin ve Hazreti Sâre'ye de bu sözünü yalanlamamasını tenbih etmesinin sebebi şu idi: O zâlim hükümdar evli kadınlara musallat oluyor ve sahip olmak istediği kadının kocasını da öldürüyordu. İbrahim aleyhisselam böyle söylemekle, onun zararından kurtulmak istemişti.)
.
Halil İbrahim bereketi
31 Mayıs 2004 01:00
Zâlim Mısır hükümdarının Hazreti Sâre'ye bir hizmetçi hediye etmesi, yani Hazreti Hacer'i vermesi de; onu cin zannedip, zararından ancak böyle kurtulabileceği düşüncesi iledir. Hazreti Sâre'nin; "Ya Rabbi! Sana ve senin peygamberine iman ettim. Şu kâfirin bana musallat olmasına müsaade etme" diye duâ etmesi de; Allahü teâlânın inayetine tam itimadını ifade içindir. Yani; "Ya Rabbi! Ben sana iman ettim ve sana sığındım, beni koru" manasında söylemiştir. Bu hadiseden sonra İbrahim aleyhisselam, Hazreti Sâre ve ona hediye edilen Hazreti Hacer ile birlikte Mısır'dan ayrılıp Filistin'e gittiler. Hazreti Hacer asil bir aileden idi. Onlara katılmakla layık olduğu yere kavuşmuştu. İbrahim aleyhisselam Mısır'dan Filistin'e dönüp, o zaman, ıssız, kupkuru bir yer olan Sebu denilen yere yerleşti. Bu yerde hiç su yoktu. İbrahim aleyhisselam burada bir kuyu kazdı. Buradan gayet hoş ve tatlı bir su çıkıp, çeşme gibi akmaya başladı. Buraya yerleştikten bir müddet sonra yiyecekleri kalmamıştı. İbrahim aleyhisselam, yiyecek getirmek niyetiyle eline bir çuval alıp, şehre gitmek üzere oradan ayrıldı. Sahrada bir müddet yol aldı. Şehir uzak olduğu gibi, oraya varsa bile, buğday alacak parası da yoktu. Bu hâlde iken, çaresiz geri dönüp, Hazreti Sâre'nin ve Hazreti Hacer'in yanına geldi. Onları teselli etmek için, elindeki boş çuvala da bir miktar kum ve çakıl doldurdu. Yanlarına gelince, çuvalı bir kenara koyup uyudu. İbrahim aleyhisselam uykuda iken, Hazreti Sâre, Hacer'e dedi ki: "Çuvalı aç bakalım, içinde ne var?" Çuvalı açınca, buğday olduğunu gördüler. Kum ve çakıl buğday olmuştu. Hemen buğdayın bir kısmını un hâline getirip hamur yaptılar ve ekmek pişirdiler. İbrahim aleyhisselamı da uyandırıp; "Sıcak ekmek pişirdik, buyur ye" dediler. İbrahim aleyhisselam sıcak ekmeği görünce, dedi ki: "Unu nereden buldunuz?" " Senin getirdiğin buğdaydan yaptık!" dediler. İbrahim aleyhisselam, bunun, Allahü teâlânın kudreti ve ihsanı ile olduğunu anladı ve şükretti. İbrahim aleyhisselam, Allahü teâlânın ihsanı olan buğdayın bir kısmını ekip biçerek çiftçilik yaptı. Zamanla çok mala kavuştu. Başta binlerce sığır olmak üzere, davarları; ovaları, vadileri doldurdu. Çok zengin oldu. Bu sebeple duâlarda; "Allahü teâlâ Halil İbrahim bereketi versin" denilmektedir.
.
Misafir babası!..
1 Haziran 2004 01:00
İbrahim aleyhisselamın yerleştiği Sebu, zamanla meskûn bir yer hâline geldi. Çevreden insanlar gruplar hâlinde gelerek oraya yerleştiler ve nüfusları çok arttı. İbrahim aleyhisselamın açtığı kuyudan çıkan su, artık sırayla alınıyor ve nöbet çok geç geliyordu. Buraya sonradan gelenler, yüzsüzlükte bulunarak İbrahim aleyhisselama, kendi kazdığı kuyunun suyunu vermemeye ve davarlarının içmesine mani olmaya başladılar. İbrahim aleyhisselam onlardan çok incindi. Sebu'dan ayrılıp, oraya yakınlığı ile bilinen "Kıst" adlı yere göçtü. Onun Sebu'dan gitmesi üzerine, suyunun güzelliği ile tanınan kuyunun suyu çekilmeye başladı. İnsanlar suyun azaldığını görünce, hep birlikte, İbrahim aleyhisselamın yanına giderek af dilediler. Tekrar Sebu'ya dönmesi için yalvardılarsa da artık oraya gitmedi. Gelen topluluk, İbrahim aleyhisselamın geri dönmeyeceğini anlayınca; "Madem gelmeye razı değilsiniz, duâ edin de suyumuz eksilmesin" diye ricada bulundular. İbrahim aleyhisselam da onlara nasihat edip, dininden bazı hususlar öğretti ve bu bildirdiği şeylere göre hareket etmelerini tembih etti. Buna uydular ve su eskisi gibi aktı. Fakat zamanla tembih ettiği hususlara uymadıkları ve doğru yolu bıraktıkları için, su çekilip, kuyu tamamen kurudu. İbrahim aleyhisselamın malı, serveti yemekle bitmezdi. Hatta İbrahim aleyhisselam dört-beş saatlik mesafedeki uzak yerlere gidip, misafir arar ve adamlar gönderip, insanları yemeğe davet ettirirdi. İbrahim aleyhisselama bu vasfından dolayı Ebüddayfân=Misafir babası denmiştir. İbrahim aleyhisselam, bir defasında, büyük bir ziyafet vermişti. Ziyafette ikiyüz Mecusî vardı. Ziyafetten sonra Mecusîler, Hazreti İbrahim'e teşekkür edip, bir miktar karşılıkta bulunmayı arzu ettiler. Bu arzularını kendisine söylediklerinde, onlara, "Sizden bir dileğim var" dedi. "O nedir? " diye sorduklarında, "Benim Rabbime bir kere secde etmenizi istiyorum. " Aralarında şöyle konuştular: "Bu zatın ihsanları, ziyafetleri meşhurdur. Bunu kırmayıp, bir secde eder, sonra gidip yine kendi ilâhlarımıza tapınırız. Böylece hem onu kırmamış, hem de ziyafetlerinden mahrum kalmamış oluruz. İtiraz edersek, bundan sonra bize ziyafet vermeyi kesebilir..." Bunlar secdede iken, İbrahim aleyhisselam şöyle duâ etti: "Ya Rabbi! Bunları hidayete, saadete kavuşturmak, ancak senin kudretindedir. Bunlara iman nasip eyle!" Duâsı kabul olup, hepsi imanla şereflendi...
"Benim Rabbim diriltir ve öldürür"
2 Haziran 2004 01:00
Bir gün İbrahim aleyhisselam, deniz kenarında bir hayvan leşi gördü. Denizin dalgaları yükselince, balıklar ve denizde yaşayan diğer canlılar; dalgalar çekilince de, karadaki canlılardan kuşlar ve yırtıcı hayvanlar bu leşten yiyorlardı. Böylece bu leşin her bir parçası, bir canlının karnına gidiyordu. İbrahim aleyhisselam bu manzarayı görünce, Allahü teâlânın, canlıların parça parça yiyerek tükettiği bu hayvanın, zerreler hâlinde dağılan cesedini, nasıl bir araya getirip dirilteceğini gözüyle görmek istedi. İbrahim aleyhisselam, Allahü teâlânın dirilttiğini ve öldürdüğünü, yani yaratanın da, öldürenin de Allahü teâlâ olduğunu kesin olarak biliyor ve inanıyordu. Nitekim daha önce Nemrûd'a; "Benim Rabbim diriltir ve öldürür" demişti. Bu hususta asla şüphesi yoktu. Bu hadiseyi görerek; "Ya Rabbi! Ölüyü nasıl diriltirsin, bana göster" demesi, ilim olarak bildiği şeyi ayn-el yakîn derecesinde, yani bizzat görerek bilmek istemesi sebebiyledir. Bunun için duâ edince, Allahü teâlâ buyurdu ki: - Sen benim kudretimle ölüleri dirilteceğime iman ettin, bu sana kifayet etmez mi? - Ya Rabbi! Ben muhakkak iman ettim ki, sen ölüleri diriltmeye kâdirsin. Bunu kesin olarak biliyorum. Fakat, senin kudretinin tecellisini dünyada iken gözümle de görmüş olayım. Bunun üzerine Allahü teâlâ, İbrahim aleyhisselama dört kuş tutup, bu kuşları iyice görüp tanımasını emretti. İbrahim aleyhisselam bunları iyice tanıyıp, özelliklerini öğrendi. Sonra keserek tüylerini yoldu. Her birini inceden inceye parçalayıp, parçalarını da birbirine iyice karıştırdı. Başlarını yanında bıraktı. Karıştırdığı parçaları ise dörde ayırıp, dört ayrı dağın üzerine koydu. Bundan sonra her birini ismiyle yanına çağırıp, "Allahü teâlânın izniyle yanıma gelin" dedi. Parçalar havada birbirinden ayrılıp, her hayvanın kendi parçası toplanıp, bir araya geldi. Sonra İbrahim aleyhisselamın yanında başlarıyla birleşip dirildiler. Bu husus Kur'an-ı kerimde Bekara suresinde açık olarak bildirilmektedir.
.
Hz. Hacer ile evlenmesi
3 Haziran 2004 01:00
İbrahim aleyhisselamın, zevcesi Hazreti Sâre'den çocukları olmuyordu. Yaşları da gittikçe ilerliyordu. İbrahim aleyhisselam, kavuştuğu nimetlere şükredip, bir de evlat ihsan etmesi için Allahü teâlâya niyazda bulundu: "Ey Rabbim! Bana salihlerden bir oğul bağışla ki, davet ve taatte yardımcım ve gurbette mûnisim, gözümün nuru olsun." Hazreti Sâre de böyle istiyordu. Fakat çocuğu olmuyordu. Hazreti Sâre, Mısır'da kendisine hizmetçi olarak verilen Hazreti Hacer'i azat edip, İbrahim aleyhisselam ile evlenmesini istedi. "Belki ondan senin çocuğun olur" dedi. Bunun üzerine İbrahim aleyhisselam Hazreti Hacer ile evlendi. Bu evlilikten İsmail aleyhisselam dünyaya geldi. Muhammed aleyhisselamın nuru, İsmail aleyhisselama intikal etti. İbrahim aleyhisselam onu çok sever ve hiç yanından ayırmazdı. Hazreti Sâre, ahir zaman peygamberinin nurunun kendisine intikal edeceğini umuyordu. Ancak nur önce Hazreti Hacer'e, sonra Hazreti İsmail'e geçince, Hazreti Hacer'e karşı kalbinde gayret hâsıl oldu. İbrahim aleyhisselam ise, Hazreti Sâre'yi hoş tutuyor, devamlı hatırını soruyor, gönlünü alıp, onu incitmemeye gayret ediyordu. Nihayet Hazreti Sâre'nin gayreti iyice arttı ve İbrahim aleyhisselamdan, Hazreti Hacer ile oğlu İsmail'i başka bir yere götürüp bırakmasını istedi. Allahü teâlâ, İbrahim aleyhisselama Hazreti Sâre'nin bu isteğini yerine getirmesini bildirdi. İbrahim aleyhisselam, Allahü teâlânın emriyle, Hazreti Hacer ve Hazreti İsmail'i yanına alıp, Şam'dan ayrılarak, onları, o sırada susuz ve ıssız bir yer olan Mekke'ye götürdü. Hazreti Hacer ile Hazreti İsmail'i Kâbe'nin şimdi bulunduğu yerin yakınında, yüksek bir yerde ve Zemzem kuyusunun üzerinde büyük bir ağacın yanına bıraktı. O zaman Mekke'de, hiçbir kimse olmadığı gibi, içecek su da yoktu. İbrahim aleyhisselam Hazreti Hacer ile oğlunu burada bıraktı. Yanlarına içi hurma dolu bir sepet ve içi su dolu bir testi de koydu. Sonra, İbrahim aleyhisselam Şam'a gitmek üzere oradan ayrıldı. Hazreti Hacer, İbrahim aleyhisselamın arkasından giderek dedi ki: "Ey İbrahim! Görüp görüşecek bir fert ve yiyip içecek bir şey bulunmayan bu vadide bizi bırakıp nereye gidiyorsun?" İbrahim aleyhisselam ona cevap vermeyince, Hacer ona sordu: "Bizi burada bırakmayı sana Allahü teâlâ mı emretti?" Hz. İbrahim, "Evet, Allahü teâlâ emretti" buyurdu. Bunun üzerine Hazreti Hacer, "Öyleyse Allahü teâlâ bizi zayi etmez ve korur" diyerek, oğlunun yanına döndü.
.
Sizi kime emanet etti?"
4 Haziran 2004 01:00
İbrahim aleyhisselam hanımı ve çocuğundan ayrılıp, Seniyye mevkiine varınca, yüzünü Kâbe'nin bulunduğu tarafa çevirdi. Sonra ellerini kaldırarak şöyle duâ etti: "Ey Rabbimiz! Ben soyumdan bir kısmını, mukaddes evinin yanına, ekin bitmez bir vâdiye yerleştirdim. Ey Rabbimiz! Orada namazı dosdoğru kılsınlar diye, insanlardan bir kısmının gönüllerini o yerlere yönelt. Orayı ziyarete gelsinler. Onları çevreden gelecek her türlü meyvelerle rızıklandır ki, sana şükretsinler." Hazreti Hacer, oğlu İsmail'i emziriyor ve testideki sudan içiyorlardı. Nihayet testideki su tükenince, hem Hazreti Hacer, hem de çocuğu susadı. Hazreti Hacer, çocuğunun susuzluktan toprak üstünde yuvarlandığını görünce, yavrunun bu acıklı hâline bakmaktan üzüldü. Onun yanından kalkıp, o mıntıkada Kâbe'ye en yakın dağ olan Safâ tepesini buldu ve bunun üstüne çıktı. Sonra vadiye karşı durup; "Bir kimse görebilir miyim" diye baktı. Fakat hiçbir kimseyi göremedi. Bu defa Safâ tepesinden indi. Vadiye varınca, ayağını çelmesin diye entarisinin eteğini topladı. Sonra, çok müşkül bir işle karşılaşan bir insan azmiyle koştu. Nihayet vadiyi geçip, Merve tepesine geldi. Orada da biraz durdu ve; "Bir kimse görebilir miyim" diye baktı, fakat hiçbir kimseyi göremedi. Hazreti Hacer, bu suretle Safâ ile Merve arasında yedi defa gidip geldi. İşte bunun için hacılar, Safâ ile Merve arasında sa'y ederler. Hazreti Hacer, son defa Merve üzerine çıktığında, bir ses işitti ve kendi kendine hitap ederek; "Sus, iyice dinle" dedi. Sonra dikkatle dinleyince, bu sesi evvelki gibi bir defa daha işitti. Bunun üzerine Hazreti Hacer, sesin geldiği tarafa bakıp dedi ki: "Ey ses sahibi, sesini duyurdun. Eğer sen bize yardım edebilecek vaziyette isen, imdadımıza yetiş, bize yardım et!" Ve böyle der demez (şimdiki) Zemzem kuyusunun bulunduğu yerde, insan şeklinde Cibril aleyhisselam görünerek sordu; "Kimsin?" "Hazreti İbrahim'in hanımıyım." "Sizi kime emanet etti?" "Allahü teâlâya." Sizi her şeye kâdir olana emanet etmiş." Cebrail aleyhisselam topuğu ile toprağı kazıp, Zemzem suyunu meydana çıkardı. (Hazreti İsmail'in çıkardığı da bildirilmiştir.) Hazreti Hacer bu durumu görünce, taşıp zayi olmasın diye, hemen suyun etrafını çevirip havuz hâline getirdi. Bir taraftan da testisini doldurmaya çalışıyordu. Su ise, avuç avuç alındıkça, tekrar fışkırıyordu. "Zem zem"(dur dur!) diye bağırdı. Suyun adı Zemzem olarak kaldı.
.
Bayan başkanın başı dertte!
4 Haziran 2004 01:00
Geçenlerde 2012 Olimpiyatları talebimiz biliyorsunuz reddedildi. Bundan dolayı bazılarınız üzülmüş olabilir. Sakın üzülmeyin. Ret sebebiyle ne kadar büyük bir sıkıntıdan, ne kadar büyük bir rezaletten kurtulduğumuzu Habertürk'ün 27.05.2004 tarihli haberinden öğrendim. Bundan dolayı özellikle İstanbul Belediye Başkanı'na geçmiş olsun diyorum! Habere göre, 2004 Olimpiyatlarında Atina sokakları "fahişe" kaynayacakmış. Tıpkı Atlanta ve Sydney'de olduğu gibi. Atina'da da büyük bir fahişe topluluğunun şehre akın etmesi bekleniyormuş. Bu arada olimpiyatların, olmazsa olmaz bir kuralını da öğrenmiş oldum. Kurallara göre olimpiyatların yapılacağı şehirde, gelenleri "mutlu" edecek sayıda fahişe bulunması gerekiyormuş!.. Sıkıntı burada başlıyor... Belediye yetkilileri 50-100 kişi olsa kolay diyor. Fakat geleceklerin sayısı Atina nüfusunun yüzde 5'ini bulunca iş zorlaşıyor. Tabii ki Atina kendi "iç kaynaklarını" kullanarak bu işin altından kalkamıyor... Bunun için Atina'nın kadın belediye başkanı Dora Bakoyannis bugünlerde çok telaşlıymış! Oyunlara aylar kaldığı için de çaresiz kalmış. Hemen komşu ülkeler aklına gelmiş. Türkiye'ye ve diğer komşu ülkelere haber yollayarak yardım talep etmiş. Duruma "el atmalarını" ve "fahişe açığını" kapatmalarını istemiş... Ne yapsın kadıncağız, sıkıntıya düşünce hemen komşuları aklına gelmiş! Komşularından acele cevap bekliyormuş. Olumlu cevap gelmezse işi zor. Olimpiyat kurallarına uyulmadığı için 2004 Olimpiyatları iptal edilme tehlikesi ile karşı karşıya. Bakalım bayan başkan bu sıkıntıyı nasıl atlatacak! Dış destek gelene kadar da, olimpiyatların yapılacağı günlerde Atina'da bir merkezden yönetilen 30 genelev açılması planlanmış. Ama, sorunlar bu 30 genelevle de bitmiyor. Bu arada başka bir iç problem baş göstermiş Atina'da. Problem "Yunan fahişeler hareketi"nin (kege) bayan başkanı Dimitra Kanelepulo'nun geçtiğimiz günlerde yaptığı zehir zemberek açıklaması! Yeni açılacak genelevlerin okul, kütüphane ve kilise gibi kamusal hizmet mekanlarının 200 metre yakınına açılmasının yasak olmasından dem vuran Kanelepulo'ya göre, bu karar "kayıt dışı" fuhşu artıracak. Ve haksız rekabete yol açacak. Olan Yunanlı fahişelere olacak, fiyat indirmek zorunda kalacaklarını söylüyor başkan. Onun telaşı da fahişelik fiyatlarının aşağıya çekilmiş olmasından. Bütün bu problemler karşısında artık tüm dünyada Atina'nın "çuvallama" ihtimali konuşuluyor. Bu durum tabii ki Atina Belediye Başkanının uykularını kaçırıyor. Bu ve bunun gibi organizasyonlar, insanoğlunun maneviyattan, Yaratıcı'nın kontrolünden çıktığında neler yapabileceğini göstermesi bakımından çok ibretli. İşin tuhafı bütün bunları, özgürlük ve medeniyet adına yapmaları. Bir taraftan kadın haklarından bahsederlerken diğer taraftan kadını "seks kölesi" yapmaları. İnsanı insan yapan, hayvanlardan ayırt eden hayayı, ahlâkı yok ediyorlar; bunu da insanlara iyilik olarak sunuyorlar. İşin garibi bu tür istismarlara hiçbir kadın hakları savunucu derneğinden de tepki gelmemesi. Demek ki olup bitenden onlar da memnun. Hıristiyanlar, ellerindeki tahrif edilmiş İncil'de bile geçen, Lut kavminin fuhuştan dolayı başlarına gelenler ile Pompei halkının başına gelenlerden ibret almıyorlar. Peygamber Efendimiz, ahir zamanda fuhşun, zinanın çok yayılacağını, sokaklarda, caddelerde aleni olacağını haber veriyor. Hatta yoldan geçenlerin, "yolun kenarına çekilin de, yürümemize mani olmayın" diyecekleri bildiriliyor. Artık hızlı bir şekilde, o günlere gittiğimiz anlaşılıyor
.
"Sakın korkmayınız!
5 Haziran 2004 01:00
Hazreti Hacer ve oğlu Hz. İsmail zemzemden içerek rahatlamışlardı. Cibril aleyhisselam Hazreti Hacer'e dedi ki: "Sakın mahvoluruz diye korkmayınız! İşte şurası Beytullah'ın yeridir. O beyti, şu çocukla babası yapacaktır. Muhakkak ki, Allahü teâlâ, o beytin ehlini zayi etmez." Kâbe'nin mahalli, tepe gibi yerden yüksekçe idi. Zamanla seller, sağını solunu aşındırmıştı. Hazreti Hacer bu şekilde yaşarken, günün birinde Cürhüm kabilesinden bir cemaat gelip, Mekke'nin alt tarafına kondular. Cürhümîler, Zemzem kuyusunun bulunduğu yerde birtakım kuşların dolaştığını görünce dediler ki: "Kuş kısmı, muhakkak bir suyun başında döner, dolaşır. Halbuki biz bu vadide su bulunmadığını biliyorduk. Gidip bakalım." Oraya birkaç kişi gönderdiler. Onlar, orada Zemzem kuyusunu bulunca, dönüp suyun mevcut olduğunu haber verdiler. Bunun üzerine Cürhümîler de kuyunun yanına gelip, yerleştiler. Cürhümîler geldiğinde, Hazreti Hacer su başında idi. Cürhümîler ona dediler ki: "Bizim de şuraya gelip, civarınızda barınmamıza müsaade eder misiniz?" O da, "Evet, gelebilirsiniz ve bu sudan istifade edebilirsiniz. Fakat bu suda mülkiyet iddia edemezsiniz" cevabını verdi. Onlar da razı oldular. Böylece, Cürhümîler Mekke civarına yerleştiler. Sonra kabilelerinden başka insanlara haber gönderdiler. Onlar da gelip Mekke'de yerleşerek ev bark sahibi oldular. Daha önce de arzettiğimiz gibi, İbrahim aleyhisselam, Babil'den hicret ederken: "Ya Rabbi! Bana salihlerden bir oğul ihsan buyur ki, davet ve taatte yardımcım ve gurbette mûnisim ve gözümün nuru olsun" diye duâ ettmiş, Allahü teâlâ duâsını kabul ederek, ona Hazreti İsmail'i müjdelemişti. Ayet-i kerimede mealen buyuruldu ki: "Biz de ona halim bir oğul müjdeledik." İbrahim aleyhisselam, İsmail aleyhisselamın doğumundan sonra, Allahü teâlânın emri ile, İsmail aleyhisselamı ve annesi Hacer validemizi Mekke'ye bırakıp Şam'a döndü ancak, zaman zaman gider, onları Mekke'de ziyaret ederdi. Yüzünde, Muhammed aleyhisselamın temiz babalardan temiz ve afif analara geçip gelen nuru parlayan Hazreti İsmail çok güzeldi. Bu sebepten İbrahim aleyhisselamın, oğlu İsmail'e karşı muhabbeti fazla idi.
.
İşte aradaki fark bu!
5 Haziran 2004 01:00
Dün, ilk defa Eski Yunanlılarda başlatılan ve tanrıları "Zeus" için yapılan dini merasimin bir parçası sayılan Olimpiyat oyunlarında yapılan fuhuştan, ahlâksızlıklardan bahsetmiştik. Başlangıcı sahte bir tanrıya dayanan bir organizasyondan başka ne beklenir! Batı'nın, Hıristiyan âleminin ahlâksızlığı sadece bu Olimpiyat Oyunları ile sınırlı değil tabii ki. Her türlü kültürel, sportif faaliyetlerde bu tür ahlâksızlık organizasyonun bir parçası haline gelmiş. Kültürel, sportif, ticari... her yerde kadın istismarı var. Ahlâksızlık, fuhuş, her türlü sapıklık Batı medeniyetinin bir parçası haline geldi. Gittikleri her yere de bu ahlâksızlığı götürüyorlar. İsa aleyhisselamın buyurduğu gibi, "İnsan kendinde olandan verir." Mesela Balkanlara girdikten sonra, fuhuş dev boyutlara ulaştı. Artık 11 yaşındaki kız çocukları bile fuhuş ağının içinde. Fuhşa talep ise Birleşmiş Milletler ve NATO'nun Kosova'da görev yapan kırkbin kişilik uluslararası barış gücünden geliyor. Sözde halkın özgürlüğü için gidenler, onları fuhşun kölesi yapıyorlar. Uluslararası Af Örgütü raporuna göre, yüzlerce kadın bölgede, fuhşu örgütleyen çeteler tarafından oradan oraya götürülüyor ve esir muamelesi görüyorlar. Af Örgütü, Kosova'daki uluslararası güçleri bu kadınların insan haklarını korumamakla ve birçok olayda bizzat fuhşun içinde yer almakla suçluyor... Doğu Avrupa ülkelerinden getirilen yaklaşık 500 bin kadını fuhşa zorlayan şebekelerin toplam geliri her yıl yaklaşık 15 milyar Euro'yu buluyor. Avrupa'da aile hayatı artık bitti. Cinsî hayattaki sapıklık hayvanlarda bile yok. Yapılan araştırmaya göre, Hollanda'da birlikte yaşayan çiftlerin yaklaşık yarısının, partnerleriyle akit yaparak aynı evde oturdukları tespit edildi. Bu oran, çiftlerin yaş grubu yükseldikçe daha da artış gösteriyor. Merkezi İstatistik Bürosu'nca yapılan kayıt taramasına göre, Ocak 2003 itibariyle evlenmeden birlikte yaşayan eşlerin sayısı milyonlarla ifade ediliyor. Büroya göre, gençler arasında birlikte yaşama oranı daha ileri yaş gruplarından yüksek olmasına karşın, bu grup içerisinde, eşiyle birliktelik belge imzalayanların oranı oldukça düşük bir düzeyde kalıyor. Gençlerin evlenmemesi, aile hayatının yok edilmesi için ellerinden geleni yaptıkları gibi şimdi de, zar zor devam ettirilen az sayıdaki evlilikleri yıkmak için yeni bir oyun sergileniyor. Almanya'da başlatılan 10 günlük misafir uygulamasına göre; bir ailenin kadını, başka bir aileye 10 günlüğüne misafir gidiyor. O ailenin kadını da, karşı aileye gidiyor. Bu şekilde giden kadınlar, 10 günlük süre zarfında, gittikleri evdeki çocuklara annelik, babalarına da eşlik yapıyorlar. Bu oyunu en iyi şekilde oynayan, gittikleri evde en iyi şekilde uyum sağlayan kadınlara da yarışmalarla ödül veriliyor. Bu, fuhşun girmediği az sayıdaki aileyi de pisliğe bulaştırmaktır. Bu rezaletler şeytanın bile aklına gelmez. Bunlar şeytana bile parmak ısırtıyorlar. Osmanlı, Balkanlar'da, Irak'ta... asırlarca hüküm sürdü. Hiçbir Türk askerinin bırakın tecavüzü; kadına kıza yan gözle bile bakmadığını kendi tarihçileri söylüyor. İşte aradaki fark bu. Onların gayeleri gittikleri yerleri maddi manevi sömürmek. Osmanlı ise almak için değil vermek için gidiyordu. Kendi isteği ile Müslüman olanlara dünya ve ahiret saadeti sunuyor. Müslüman olmayanlara da, dünya rahatlığı... Osmanlı ister Müslüman olsun isten gayri müslim, herkesi önce insan olarak görüyordu. Bir insana nasıl muamele yapılacaksa öyle davranıyordu. Gittiği ülkedeki insanın, malını, canını, namusunu korumak onun birinci vazifesi idi. Çünkü mensubu olduğu İslamiyet böyle emrediyordu. İnsanı insan yapan hak dindir. Bu yoksa insan azgınlaşır, canavarlaşır. Yapamayacağı bir şey olmaz
.
"Oğlunu kurban et!"
6 Haziran 2004 01:00
İsmail aleyhisselam yedi yaşında iken, bir gün İbrahim aleyhisselam ibadet ettiği mihrabda, bu muhabbet içinde uyudu. Rüyasında oğlu İsmail ile otururken, bir melek gelip dedi ki: "Ben, Allahü teâlânın elçisiyim. Allahü teâlâ, bu oğlunu kurban etmeni istiyor." İbrahim aleyhisselam korku ile uyandı. "Rüya rahmanî mi, yoksa şeytanî mi" diye tereddüt etti. O gün hep bu rüyayı düşündü. Onun için bu güne Terviye denildi. İkinci gece yine rüyasında aynı melek gelerek dedi ki: "Ben, Allahü teâlânın elçisiyim. Allahü teâlâ, bu oğlunu kurban etmeni istiyor." Bunun üzerine Hazreti İbrahim uyanınca, gördüğü rüyanın Rahmanî olduğunu anladı. Bundan dolayı bu güne Arefe denildi. Üçüncü gece yine aynı rüyayı gördü. Artık Hak teâlânın emri olduğunda hiç şüphesi kalmadı. "Bu emri muhakkak yerine getirmem gerek" diyerek hanımı Hacer'in yanına geldi ve dedi ki: "Ey Hacer, benim gözümün nuru oğlum İsmail'i yıka, en iyi elbisesini giydir, saçını tara, onu dostuma götüreceğim." Sonra; Hazreti İsmail ile aralarında şöyle bir konuşma geçti: "Oğlum yanına ip ile bıçak al!" "Bunları ne yapacağız baba?" "Allah rızası için kurban keseriz." Yolda giderken, Hazreti İsmail, babasına sordu: "Nereye gidiyoruz?" "Dostuma." "Evi nerededir?" "O, evden ve mekandan münezzehtir. Yer ve gök Onun mülküdür." "Babacığım! O bizimle oturup yemek yer mi?" "O yemekten ve içmekten de münezzehtir." İbrahim aleyhisselam, oğlu İsmail'i kurban etmek için götürürken, şeytan; "Eğer bugün İbrahim'in (aleyhisselam) evinde bir fitne çıkaramazsam, bundan sonra onları hiç fitneye düşüremem" diyerek harekete geçti. Yaşlı bir adam kıyafetinde Hazreti Hacer'in yanına geldi. Ona sordu: "İbrahim, oğlunu nereye götürdü?" "Bir dostunu ziyarete götürdü." "Hayır, onu kesmeye götürdü." "Baba, oğlunu boğazlamaz. Şefkat buna mânidir." "Öyle zannederim ki, Allah emretmiştir." "Allahü teâlânın emrine uymak elbette lazımdır. Onun emrini, can-ı gönülden kabul ederiz. Onun Allahü teâlânın emrine uyması elbette en güzel iştir." Şeytan ondan yüz bulamayınca, yine aynı kıyafette Hazreti İsmail'in yanına geldi. Hazreti İsmail edeple babasının arkasından yürüyordu. Şeytan, kandırmak ümidiyle, Hazreti İsmail'e sordu: "Baban seni nereye götürüyor, biliyor musun?" "Dostunun ziyaretine." "Vallahi seni öldürmeye götürüyor." "Hiç babanın oğlunu öldürdüğünü gördün mü?" "Öyle zannederim, Allahü teâlâ emretmiştir." "O emretti ise, can-ı gönülden razıyım...
.
"Baba, emredileni yap!"
7 Haziran 2004 01:00
Hazreti İsmail, babası İbrahim aleyhisselamın, kendisini kurban edeceği yere götürürken, ihtiyar kılığındaki şeytanın konuşmalarından sıkılmıştı. Çünkü ihtiyar, İsmail aleyhisselamı, babasına, dolayısıyla cenab-ı Hakka karşı isyana teşvik ediyordu. Bunun için babasına dedi ki: "Bu ihtiyar beni rahatsız ediyor, kalbime vesvese vermek istiyor." İbrahim aleyhisselam, "Taş at, yanından uzaklaşsın" buyurdu. İsmail aleyhisselam taş atarak şeytanı yanından uzaklaştırdı. Bu sırada Mina'da olduklarından, hacıların "Şeytan taşlaması" buradan kaldı. Hazreti İsmail'den de yüz bulamayan şeytan, İbrahim aleyhisselamın yanına sokularak dedi ki: "Ey İbrahim, sen yanlış hareket ediyorsun. Şeytan sana vesvese verdi. Sakın oğlunu boğazlama, sonra pişman olursun, fakat fayda etmez." İbrahim aleyhisselam, onun şeytan olduğunu anladı ve buyurdu ki: "Vallahi bu, Hak teâlânın emridir ve sen şeytansın. İbrahim'e ve akrabasına zarar yapamazsın!" İbrahim aleyhisselam yoluna devam etti. Cemret-ül-ûlâ denilen yere gelince, şeytan yine karşısına çıktı. İbrahim aleyhisselam ona yedi tane küçük taş atarak kovdu, o da dönüp gitti. Cemret-ül-vustâ'ya vardıklarında şeytan tekrar geldi. İbrahim aleyhisselam yedi taş daha atarak şeytanı kovdu. Cemret-ül-kübrâ'ya vardıklarında, şeytan, aldatmak maksadıyla yeniden geldi. İbrahim aleyhisselam bu defa da yedi taş daha attı ve böylece şeytanı kovdu. Şeytan rezil olup geri döndü. Nihayet baba-oğul Büseyr dağına vardıklarında, Hazreti İbrahim, oğluna dönüp dedi ki: "Ey oğlum! Rüyamda seni kurban etmem emredildi. Buna ne dersin?" İsmail aleyhisselâm, babasının bu sözü karşısında hiçbir telâş göstermeden, tam bir teslimiyet içerisinde sordu: "Allahü teâlâ mı emretti?" Babası; "Evet" deyince; "Ey babacığım! Sana ne emrolunduysa onu yap. Inşaallah beni sabredenlerden bulacaksın" diyerek, halim, selim, akıllı, sabırlı ve metanetli olduğunu gösterdi. Bunun üzerine İbrahim aleyhisselâm, oğluna dedi ki: "Evlâdım! Seni kurban edeceğimi haber veriyorum, sen ise seviniyorsun!" Şöyle cevap verdi: "Babacığım nasıl sevinmeyeyim? Benim tek arzum, Allahü teâlâya, Onun rızası üzere kavuşmaktır. Böylece Onun rahmet ve cennetine de nail olurum..."
"Nasıl sevinmeyeyim"
8 Haziran 2004 01:00
İsmail aleyhisselam, babasının Allahü tealanın emri ile kendisini kurban edeceğini öğrenince çok sevindi. Sevinmesinin sebebini babası sorunca şöyle cevap verdi. "Babacığım nasıl sevinmeyeyim? Benim tek arzum, Allahü teâlâya, Onun rızası üzere kavuşmaktır. Böylece Onun rahmet ve cennetine de nail olurum. Dünyanın ömrü müddetince eziyet çeksem, bu devlete kavuşmam çok zor. Şimdi ise bu devlete kolayca kavuşacağım. Babacığım, nasıl emir almışsan onu yap. Oğul feda eylemek senden, can feda eylemek de bendendir. İşini çabuk bitir. Zira canım dosta kavuşmakta acele ediyor. Babacığım, Nemrûd seni ateşe atınca, sabrettin ve Hak teâlâ senden razı oldu. Ben de boğazlanmaya sabredeceğim. O zaman belki Hak teâlâ benden de razı olur. Böylece cennet nimetlerine kavuşurum. Babacığım, kesilmek acısı bir anlık olup, ona sabretmek kolaydır. Benim asıl tasam, senden dolayıdır. Çünkü kendi elinle oğlunu boğazlayacaksın. Ömrün boyunca unutamadığın gibi, evlât hasreti de ölünceye kadar senden gitmez. Keşke daha önce haber verseydin de, anneme veda edip, birbirimizin boynuna sarılıp ağlasaydık." "Haber verince senden veya annenden bir gevşeklik olur da, Rabbim tarafından azarlanırız diye korktum." "Babacığım, senin rızandan başka muradım yoktur ve senin gibi babanın hakkını ödemek, saadetimin sermayesidir. Kaldı ki, bu işte, Allahü teâlânın rızası ve emri vardır. Eğer izin verirsen, size söyleyecek birkaç vasiyetim var." "Söyle, ey saadetli oğlum." "Birincisi; bu ip ile elimi ve ayağımı kuvvetlice bağla ki, can acısı ile bir kusur işlemeyeyim. İkincisi; mübarek eteğini topla ki, kanımdan sıçramasın. Üçüncüsü; bıçağı iyi bile ki, can vermek kolay olsun ve senin işin iyi görülsün. Dördüncüsü; bıçağı vururken yüzüme bakıp da babalık şefkatiyle emri geciktirme. Beşincisi; gömleğimi çıkarıp boğazla ki, kan bulaşmasın. Sonra o gömleği anneme götür ve benden selâm söyle. Benim kokumu bu gömlekten alsın, ağlamasın, teselli olsun. Benim için çok elem çekmesin. Ona; "Oğlun sana şefaatçi olarak Allahü teâlâya gitti. Kıyamet gününde cenâb-ı Haktan senden başka bir şey istemez" de. Ümit edilir ki, Hak teâlâ benim bu isteğimi reddetmez. Altıncı vasiyetim; her nerede benim yaşımda bir çocuk görürsen beni hatırla. İbrahim aleyhisselâm, oğlunun yürek parçalayan bu sözlerini dinleyince, mübarek gözlerinden yaşlar boşandı ve çok ağladı.
.
"Yetiş! Bıçağı çevir"
9 Haziran 2004 01:00
Babası İbrahim aleyhisselamın kurban etmek için götürdüğü Hazreti İsmail, vasiyetini yaptıktan sonra, ellerini kaldırıp şöyle niyazda bulundu: "Ya Rabbi! Bu işte bana sabır ve tahammül ver!" Sonra yüzünü Hazreti İbrahim'e dönüp dedi ki: "Babacığım! Görüyor musun, gök kapıları açılmış, melekler bize bakıp, hayretlerinden Allahü teâlâya secde ediyorlar. Meleklerden bir kısmı, Allahü teâlâya münacat edip; "Ya Rabbi! Bir peygamber bir peygamberi kurban etmek üzere! Senin rızanı gözetmek için, onu boğazlamak istiyor! Sen onlara merhamet eyle" diye yalvarıyorlar. İbrahim aleyhisselâm bu sözleri oğlundan duyunca, ellerini yüzüne kapayıp daha çok ağladı. Melekler de onunla birlikte ağlaştılar. İsmail aleyhisselâm ise; "Muhabbetin şartı, emri yapmakta gecikmemektir" diyerek tam teslimiyetini gösterdi. İbrahim aleyhisselâm, oğlu İsmail aleyhisselâmı kurban etmek üzere son hazırlığını yaptı. Oğlunu güzelce bağladı. Yüzükoyun yatırıp, boğazını tuttu ve şöyle duâ etti: "Ya Rabbi! Bu benim oğlum, gözümün nuru, gönlümün sürurudur. Kurban etmemi emrettin. Şu anda emrini yapmak için hâlis niyetle geldim. Kurban etmeye hazırım. Sana hamd ve sena ederim. Ya Rabbi! Bu kıymetli yavrumu kurban etmekte bana sabır ver!" Sonra bıçağı oğlunun boynuna yaklaştırdı ve son olarak dedi ki: "Ey yavrum! Kıyamete kadar sana veda olsun! Tekrar görüşmek, kıyamet günü olur." Bu arada İsmail aleyhisselâm cevap verdi: "Ey babacığım, acele et! Rabbimizin emrini çabuk yerine getir. Emri yapmakta geciktiğimiz için, Rabbimizin bizi azarlamasından korkuyorum. Babacığım, elimi, ayağımı çöz ki, melekler, kendi isteğimle kurban olduğumu görsünler ve Halil'in oğlunun, Allahü teâlânın işinden razı olduğunu bilsinler." İbrahim aleyhisselâm, bu söz üzerine ellerini çözüp, bıçağı boğazına dayayınca, İsmail aleyhisselâm güldü. Babası, "Ey oğlum, bu hâlde iken niçin güldün?" diye sordu. "Babacığım, bıçakta Bismillâhirrahmanirrahîm yazılı olduğunu görüyorum. Üzerinde dostun ismi yazılı olan bıçak, nasıl keser?" diye cevap verdi. İbrahim aleyhisselâm, Hak teâlânın ismini zikrederek, bütün gücüyle, bıçağı oğlunun boynuna çaldı. O anda Hak teâlâ, Cebrail aleyhisselâma emrederek; "Yetiş! Bıçağı çevir" buyurdu. O da Sidret-ül-münteha'dan bir anda gelip, bıçağı ters çevirdi ve tabii ki bıçak kesmedi.
.
"Sen vazifeni yaptın!"
10 Haziran 2004 01:00
İbrahim aleyhisselam bıçak kesmeyince kuvvetli bir şekilde bir daha çaldı, yine kesmedi. Ne kadar uğraştı ise kâr etmedi. İsmail aleyhisselâm dedi ki: "Babacığım! Ne kadar şefkatlisin, bıçağı kuvvetli vuramıyorsun. Yüzüme bakma, böylece hizmette kusur etmezsin." Hazreti İbrahim, bıçağı tekrar biledi ve oğlunun boğazına daha kuvvetli çaldı. Bıçak yine kesmedi. İsmail aleyhisselâm, "Babacığım, bıçağın ucunu şah damarıma bastır" deyince, öyle yaptı ve diziyle de bastırdı. Bıçak iki kat olmasına rağmen, boynuna izi bile çıkmadı. İbrahim aleyhisselâm, bıçağın kesmemesine üzülüp bıçağı taşa çalınca, taş ikiye bölündü. Bıçak dile gelip sordu: "Ey İbrahim! Nemrûd seni ateşe attığı vakit, seni niçin yakmadı?" "Hak teâlâ, yakma diye emreylediği için." "Ey İbrahim! Hak teâlâ ateşe bir kere "Yakma" diye emreylediyse, bana yetmiş defa kesme diye emreyledi." O anda Allahü teâlâdan vahiy geldi: "Ya İbrahim, elbette sen rüyanı tasdik ettin. Sana düşen vazifeni tam olarak yaptın. Şimdi sıra bende. Lütuf ve keremimi görmek için şu dağa bak!" İbrahim aleyhisselâm, dağa bakınca, cennetten gelmiş eşsiz güzellikte bir koç gördü. Allahü teâlâ buyurdu: "Bu senin oğluna fedadır." Cebrail aleyhisselâm koçu getirirken, "Allahü ekber", İbrahim aleyhisselâm da koçu yakalarken, "Lâ ilâhe illallah. Vallahü ekber", İsmail aleyhisselâm da, "Allahü ekber ve lillahil hamd" dedi. Böylece, bayram tekbiri meydana geldi: "Allahü ekber, Allahü ekber. Lâ ilâhe illallah. Vallahü ekber, Allahü ekber ve lillahil hamd." Sonra, İsmail aleyhisselâm yerine, bu koç kurban edildi. Bu koçun boynuzları, Abdullah bin Zübeyr zamanına kadar Kâbe duvarında asılı idi. Sonra çıkan yangında yandı. Bu koçun kurban edildiği yer, Mina olduğu için, hacılar kurbanlarını burada kesmektedirler. Bundan sonra oğlu Hazreti İsmail ile birlikte Mekke'ye Hazreti Hacer'in yanına döndüler. Hazreti Hacer kapıda durup, Hazreti İbrahim'i ve oğlu hazreti İsmail'i bekliyordu. İsmail aleyhisselâm, annesinin kapıda kendilerini beklemekte olduğunu görünce, ağladı. Annesi; "Ey oğlum! Niçin ağlarsın" deyince, İbrahim aleyhisselâm olanları anlattı. Hazreti Hacer, oğlu Hazreti İsmail'e sarılıp hem ağladı, hem de Allahü teâlâya şükretti. Bundan sonra İbrahim aleyhisselâm Mekke'den Şam'a, yani Hazreti Sâre'nin yanına döndü.
İbrahim aleyhisselâm imtihanı
11 Haziran 2004 01:00
İbrahim aleyhisselâm üç şekilde imtihan edilmiştir. Nemrûd tarafından ateşe atıldığı zaman nefsi ve canı, oğlu Hazreti İsmail'i Allah için kurban etmesi emredilince evlâdı, bir de malı ile imtihan edilmiştir. Malı ile imtihan edildiğinde de, ovaları ve vadileri dolduran sürülerini Allah için bağışlamıştır. Âlimler şöyle bildirmiştir: Allahü teâlâ İbrahim aleyhisselâmı Halil, dost edinince, melekler dediler ki: "Ey Rabbimiz! İbrahim sana nasıl dost olabilir, nefsi, evlâdı ve malı vardır. Onun kalbinin bunlara bağlılığı da vardır." Bunun üzerine İbrahim aleyhisselâm nefsi, canı ve evladı ile imtihan edildiği gibi, malı ile de imtihan edildi. İbrahim aleyhisselâmın oniki bin sürüsü vardı. Sürüleri her tarafı kaplıyordu. Bu sürülerin her biri için koruyucu olarak, yüzlerce köpeği bulunmaktaydı. Bu köpeklerin her birinin boynuna altın tasmalar takmıştı. Böylece dünya malının değersiz olduğunu ve buna kıymet vermediğini gösteriyordu. İbrahim aleyhisselâm malıyla da imtihan olmuştur. Kalbinde, ovaları dolduran malının hiç yeri yoktu. Nitekim bir gün İbrahim aleyhisselâm sahraya, sürülerinin yanına gitmişti. Bu sırada Cebrail aleyhisselâm, insan kılığında yanına geldi. Selâm verdikten sonra sordu: -Ya İbrahim! Bu sürüler kimindir? - Allahü teâlânındır. Benim elimde emanet olarak bulunuyor - Bana birini satar mısın? - Allahü teâlânın ismini bir kere söyle, bu sürülerin üçte birini sana vereyim. İbrahim aleyhisselâmın bu sözü üzerine, Cebrail aleyhisselâm bir kere, "Lâ ilâhe illallah" dedi. İbrahim aleyhisselâm bunu işitince, pek ziyade zevklenip dedi ki: "Bir kere daha söyle, diğer üçte birini daha vereyim." Cebrail aleyhisselâm, Allahü teâlânın mübarek ismini bir kere daha söyledi. İbrahim aleyhisselâm daha ziyade zevklenip; tekrar şu teklifte bulundu: "Bir kere daha söyle, sürülerin hepsini sana vereyim." Cebrail aleyhisselâm tekrar söyleyince, İbrahim aleyhisselâm bütün sürülerini teslim etmek istedi. Bunun üzerine Cebrail aleyhisselâm durumu açıklayıp, dedi ki: "Ben, Allahü teâlânın emriyle seni imtihana geldim. Bunların hepsini al, hepsi senindir." İbrahim aleyhisselâm da o sürüleri satıp, onların parası ile arazi ve mülk satın alıp, insanların faydalanması için vakfetti.
.
Vatikan sözünde samimi değil!
11 Haziran 2004 01:00
Dinlerarası diyaloğu başlatan Vatikan'ın, bu konuda samimi olmadığını, bu poroje ile İslamiyetin yayılmasına, güçlenmesine mani olmak istediğini, misyoner faaliyetleri için diyaloğu bir vasıta olarak gördüğünü devamlı yazıyoruz. Fakat ülkemizdeki diyalogçular bir türlü buna inanmıyorlar. Şimdi aynı şeyleri Hıristiyanlar da söylüyor. Bakalım yine inanmamakta ısrar edecekler mi? Vatikan, diyaloğun bir şartı olarak hiçbir dinin başka bir dini kötülemeyeceğini, yayılmasına mani olmayacağını söylemesine rağmen kendisi tam tersine hareket etmektedir. Demek ki bu şart sadece Müslümanlar için geçerli. Almanya'da yayımlanan Welt Am Sonntag gazetesi, 30 Mayıs 2004 tarihli nüshasında 'Milyonlar Muhammed'e Karşı' manşetiyle yayınladığı bir raporda, Vatikan'ın, İslam'ın yayılmasını engellemek ve Hz. Muhammed'i karalamak için Katolik Kilisesi'ne bağlı gizli bir misyonerlik örgütüne milyar dolarlık fon tahsis ettiği yazılı. Bu raporda özetle şöyle deniliyor: Vatikan, Katolik Kilisesi'ne bağlı, dünyanın dört bir yanında şubeleri olan ve gizli misyonerlik faaliyeti ile İslam'ın yayılmasını engelliyor. Vatikan, büyük bir meblağdan oluşan bu fonunu, gizli "Congregation for the Evangelization of Peoples" (İnsanları Evangelist Yapma Cemaati)'in vasıtasıyla kullanıyor. Raporu yayınlayan Andreas Englisch, cemaatin öncelikli hedefinin Hz. Muhammed'in insanlığın gözündeki imajını zedelemek yoluyla İslam'ın yayılmasını frenlemek ve insanların İslam dinine gösterdiği ilgiyi azaltmak olduğunu ifade ediyor. Raporda, Hıristiyanlaştırma Cemaati'nin birçok hükümetten sosyal, kültürel ve ekonomik yardım gördüğü belirtilerek, birçok hükümet yetkilisi ve diplomatın cemaatten Katolik inancın yaygınlaşması için ellerinden gelen hiçbir desteği esirgemedikleri belirtiliyor. Raporda, Papa'nın İnsanları Hıristiyanlaştırma Cemaati'ne verdiği açık desteğin altı çizilerek, Papa'nın Katolik inancın yeryüzünde yaygınlaştırılması için gereken tüm yeni metot, yol ve yöntemlerin kullanılması yönünde talimatlarının titizlikle uygulandığı belirtiliyor. Fakir ülkelerdeki Müslümanlara bedava sağlık hizmetleri verilerek Hıristiyanlaştırılması, diğer bölgelerde ise, Hıristiyan-Müslüman diyaloğunun desteklenmesi adı altında çalışmalar sürdürülmesi tavsiye edilen raporda, Müslüman ülkelerde yürütülen bu çalışmaların kesinlikle gizli tutulması isteniyor. İnsanları Hıristiyanlaştırma Cemaati katı ve acımasız kurallarla yönetiliyor. Buna örnek olarak, cemaatin idarecilerinden Kardinal Crescenzio Sepe'nin, cemaat çalışanlarını "askerlerim" diye çağırması gösteriliyor. Cemaate bağlı 1081 kişi, Hıristiyanlığı yaymanın yasaklandığı dünyanın değişik ülkelerinde gizli misyonerlik faaliyeti yürütüyor. Misyonerliğin resmen yasaklandığı Suudi Arabistan, Yemen, Çin, Vietnam ve Kamboçya gibi ülkelerde misyonerlik çalışmaları bu cemaat üyeleri tarafından büyük bir gizlilik içinde yürütülüyor. Dünyanın değişik ülkelerinden 85 bin papaz ve piskopos ile 450 bin misyonerin desteğini gören cemaat, geçen yıl dünyanın farklı bölgelerinde yürütülen 280 ayrı proje kapsamında 65 bin papaz görevlendirdi. Cemaat bünyesinde papaz ve yönetici ordusundan ayrı olarak misyonerlik faaliyeti yürüten 1 milyon insan daha çalışıyor. Bu misyonerler, yaz-kış, uzak-yakın, güvenli-tehlikeli ayırımı gözetmeden bütün bölgelere giderek maddi sıkıntı içindeki insanlara Hıristiyanlığı aşılamaya çalışıyor. "Diyalog vasıtasıyla, Hıristiyanları Müslümanlaştırmaya kalkışmak en büyük dinsizliktir" diyen içimizdeki diyalogçuların kulakları çınlasın!
.
Anadolu'yu eski toprakları olarak görüyorlar
12 Haziran 2004 01:00
Dün, Vatikan'ın, İslamiyetin yayılmasını önlemek ve Hıristiyanlığı yaymak için dünya çapında başlattığı seferberlikten bahsetmiştim. Bugün bu seferberliğin bir parçası olarak ülkemizde yaptıkları yıkımdan söz etmek istiyorum... Misyonerler ülkemizde her bölge için farklı çalışma yapıyorlar. Mesela, güneydoğuda Kürtçe İncil ile Kürtçe dini kitap ve CD dağıtıyorlar. Hıristiyanlık propagandası içeren Kürtçe filmleri yayınlamaları için yerel televizyonlara büyük paralar teklif ediyorlar. Kendilerine ilgi gösterenlere vize kolaylığı gösteriylorlar, öğrencilere bedava kurs ve okuma imkânı sağlıyorlar. Türkiye için hedefleri; 10 yıl içinde 5 milyon kişiyi Hıristiyanlaştırmak. Hal böyle olunca misyonerlik faaliyetleri, Türkiye'nin millî bütünlüğünü tehdit eder noktaya ulaştı. Kanunî boşlukları iyi kullanan misyonerler, etnik kökenleri kaşıyarak, yeni azınlıklar oluşturma gayretindeler. Emniyet birimlerinin, topladığı istihbarat bilgilerine göre, Türkiye'deki misyoner çalışmaları, Ermeni Toprakları Merkezi, Avrupa Kiliseler Birliği, Ortodoks Kiliseler Birliği ve Dünya Kiliseler Birliği üyesi kişiler tarafından yürütülüyor.Türkiye'deki misyoner faaliyetleri, Karadeniz'de Pontus, güneydoğuda Yezidîlik, Keldanîlik ve Hıristiyan Kürtler, Doğu Anadolu'da Ermenilik, Ege Bölgesi ve İstanbul'da ise "Hıristiyanlığın Eski Toprakları" şifreleri ile gündeme getirilip, etnik kökenler öne çıkarılıyor. İstanbul başta olmak üzere, büyük şehirlerde bazı radyo istasyonlarından Türkçe Hıristiyanlık propagandası yapılıyor. Misyonerler, Marmara Depremi'nin ardından yardım yapma bahanesiyle, bu bölgeyi adeta istila etti. Yardım etme bahanesiyle bölgeyi saran misyonerler, depremzede vatandaşları, maddi yardım karşılığında din değiştirmeye zorladı. Sivil toplum kuruluşu adı altında bölgeye yerleşen misyonerler, Vatikan'a bağlı "Cartias" adlı misyoner örgütle bağlantılı çalışıyorlar. Vatikan ve Batı'daki istihbarat örgütleriyle ortak çalışan"Cartias" örgütünün plânı şöyle açıklandı: "İlk hedefleri, halkın millî devlet bilincini ve millî kimliği yıpratmak. Bunun için para harcamaktan kaçınmıyor, yardım üstüne yardım dağıtıyor ve 'Bak senin devletin yapmadı, ben yapıyorum' diyorlar. İncil dağıtıyorlar, para veriyorlar, kiliseye götürüyorlar." Misyonerlerin yoğun olarak faaliyet yürüttüğü bölgelerin başında Güneydoğu Anadolu Bölgesi geliyor. Bu bölgede Yezidîlik, Keldanîlik ve Hıristiyan Kürtler şifreleri ile faaliyet yürüten misyonerler, her fırsatta Kürtçe'yi kullanıyor. AB'ye uyum amacıyla Kürtçe yayının serbest hale getirilmesini fırsat olarak değerlendiren misyonerler, bölgede yüz binlerce Kürtçe CD, İncil ve Hıristiyanlık ve Kürtçülük propagandası içeren kitap dağıttı. İstihbarat birimlerinin topladığı bilgilere göre, vatandaşlar, para karşılığında Hıristiyanlığı seçmeye yönlendiriliyor. Birçok vaftiz töreninin Fırat Nehri'nde yapıldığını fotoğraflarla belgeleyen yetkililer, bu törenlerde bazı Avrupa ülkelerinin konsolosluk görevlilerinin de hazır bulunduğunu, bu elçilik yetkililerinin Avrupa ülkelerine gitmek için vize almak isteyen vatandaşlara, vaftiz töreni sonrasında kolaylık sağladığını belirtti. Öte yandan misyonerlerin, bölgedeki yerel televizyon kanalları ile radyoları kıskaca aldığı, yerel radyo-tv yöneticilerine, Kürtçe'nin çeşitli lehçeleriyle dublaj yapılmış Hıristiyanlık propagandası içeren görsel ve sesli kaset ve CD'leri yayınlamaların karşılığında önemli paraların teklif edildiği kaydedildi. ATO tarafından hazırlanan raporda da, bu faaliyetlerin "Misyonerlik Haçlı zihniyetinin devamı" olarak gösterilmektedir. Diyaloğa zarar gelecek korkusuyla Vatikan gibi bırakın yurt dışında İslamı yayma işini, yurt içinde bile neredeyse Müslümanım bile demekten korkan diyalogçular bütün bunlardan sonra bakalım ne diyecekler, merak ediyorum.
.
Hazreti İsmail'i ziyaret
13 Haziran 2004 01:00
Melekler, İbrahim aleyhisselâma kendilerini tanıtıp, bir oğlu, yani Hazreti İshak'ın olacağını müjdeledikten sonra, İbrahim aleyhisselâm, meleklerin böyle topluca gelmelerinin başka bir sebebi olduğunu da anlayıp, niçin geldiklerini sordu. Melekler, Lût kavmini helâk etmek üzere geldiklerini söylediler. İbrahim aleyhisselâm Lût kavminin helâk edileceğini öğrenince, meleklere; "Lût kavmini hemen mi helâk edeceksiniz? O kavmin helâk edilmesi tehir edilse, küfürden ve isyandan dönmeleri, iman etmeleri düşünülemez mi?" diye temennide bulundu. Melekler, duâ ve benzeri şeyler ile geri çevrilemeyecek bir azabı Allahü teâlânın emrettiğini, iman edenlerin ise azaptan kurtarılacaklarını söylediler. Sonra melekler Lût aleyhisselâma gittiler. İbrahim aleyhisselâma verilen müjdeden bir sene sonra, Hazreti İshak doğdu. Gerek Yakub aleyhisselâm olsun, gerekse Yusuf aleyhisselâm olsun, Benî İsrail'e gönderilen peygamberler, Hazreti İshak'ın soyundan geldi. İsmail aleyhisselâm büyüyüp, gençlik çağına girmişti. Cürhümîlerden Arapça öğrenmiş ve onlar arasında çok sevilen bir genç olmuştu. Asaleti ve üstün hâlleri ile Cürhümîleri hayran bırakıyordu. Bu sebeple evlenecek çağa girdiğinde, onu, kendi kabilelerinden bir kız ile evlendirdiler. Oraya gelen insanların kalbleri onlara ısınmış, o belde emin ve mamur bir yer olmuştu. Hayatları böyle hoş bir şekilde sürüp giderken, günün birinde Hazreti Hacer vefat etti. Vefat ettiğinde doksan yaşında idi. Hazreti Hacer'i Kâbe'nin bitişiğinde Hicr denilen yere defnettiler. İbrahim aleyhisselâm, bir gün Mekke'ye gitti. Hazreti İsmail evlenmişti. İbrahim aleyhisselâm, oğlu İsmail aleyhisselâmın evine varıp, hazreti İsmail'in hanımından, onu sordu: - Yiyeceğimizi kazanmak için dışarı çıktı. - Geçiminiz, hâliniz nasıldır? - Şiddetli bir darlıkta ve sıkıntılı bir hâldeyiz. - Kocan geldiğinde benden selâm söyle, kapısının eşiğini değiştirsin! İbrahim aleyhisselâm böyle söyledi ve oradan ayrılıp gitti.
.
"Eşiği muhafaza etsin!"
14 Haziran 2004 01:00
İsmail aleyhisselâm akşam evine geldiğinde, evinde güzel bir koku duydu. Hanımına "Evimize gelen oldu mu?" diye sordu. O da; "Evet yaşlı bir zat geldi" diyerek İbrahim aleyhisselâmı tarif etti. Sonra ilâve etti: "Bana maişetimizi, geçimimizi sordu. Ben de şiddetli bir darlık içinde bulunduğumuzu söyledim." "Bana söylemen için bir tavsiye ve tembihte bulundu mu?" "Evet, sana selâm ve kapının eşiğini değiştirmeni söylememi tembih etti." "O gelen zat benim babamdır. Bana, senden ayrılmamı emretmiştir. Artık sen ailenizin evine gidebilirsin." İsmail aleyhisselâm ondan ayrılıp, Cürhümîlerden başka bir kadınla evlendi. İbrahim aleyhisselâm, bir müddet sonra tekrar, oğlu İsmail aleyhisselâmı görmeye geldi. İsmail aleyhisselâm yine evde yoktu. İsmail aleyhisselâmın yeni hanımına, onu sordu. Hanımı de dedi ki: "Maişetimizi temin etmek için gitti." "Geçiminiz, hâliniz nasıl, iyi midir?" "Biz; hayır, saadet ve bolluk içindeyiz." "Ne yiyip ne içiyorsunuz?" "Et yiyip, zemzem içiyoruz." Bunun üzerine İbrahim aleyhisselâm şöyle duâ etti: "Ya Rabbi! Bunların etlerini ve sularını mübarek kıl, bereket ihsan eyle!" Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "İbrahim [aleyhisselâm] zamanında Mekke civarında hububat bilinmiyordu. Av etiyle gıdalanılırdı. Eğer o zaman hububat malûm olsaydı, İbrahim [aleyhisselâm] hububat hakkında duâ ederdi.) İbrahim aleyhisselâmın bu duâsı bereketiyle, Mekke sıcak olmasına rağmen, et ile su, burada diğer yerlere nazaran insanlara daha faydalıdır. Hazreti İsmail'in ikinci hanımı, İbrahim aleyhisselâma çok hürmet ve ikramda bulunarak, "Buyurun, evimizi şereflendirin, hazırda ne varsa size ikram edeyim" dedi. İbrahim aleyhisselâmın, içeri girmeyip döneceğini söylemesi üzerine de, şu teklifte bulundu: "Başınız toz içinde kalmış. Müsaade ederseniz, tozları silip temizleyeyim." Bunun üzerine İbrahim aleyhisselâm müsaade etti. O da tozları temizleyip, güzel koku sürdü. Atına binip gideceği sırada da, bir tabak içinde peynir getirip eliyle tuttu. İsmail aleyhisselâmın bu hanımının ismi Hâle idi. İbrahim aleyhisselâm onun hizmetinden memnun oldu. Ona buyurdu ki: "Kocan geldiğinde, benden selâm söyle, evinin eşiğini iyi muhafaza etsin!" Sonra, İbrahim aleyhisselâm onların berekete kavuşması için duâ etti ve geri Şam'a döndü.
.
Kâbe'nin yapılması
15 Haziran 2004 01:00
İbrahim aleyhisselâm, Şam'dan, İsmail aleyhisselâmın bulunduğu yere, Mekke'ye tekrar geldi. Bu gelişinde, İsmail aleyhisselâm, Zemzem kuyusunun yakınında, büyük bir ağacın altında okunu yontup düzeltmekte idi. Babası İbrahim aleyhisselâmı görünce, hemen kalkıp, karşıladı. Oturup hasret giderdikten sonra, İbrahim aleyhisselâm dedi ki: - Allahü teâlâ bana, kendi zatı için bir beyt yapmamı emrediyor... - Babacığım! Allahü teâlâ ne emrettiyse, o emri yerine getirin! - Sen de bana yardımcı olacaksın. - Babacığım, ben sana her türlü yardımı yaparım. Sonra İbrahim aleyhisselâm, Allahü teâlâya münacatta bulunarak, "Ya Rabbi! Kâbe'yi nerede yapayım" diye arz etti. Bunun üzerine cenâb-ı Hak şöyle vahyetti: "Biz, sana onun yerini göstereceğiz." Kâbe-i muazzamanın, yeryüzünde yapılan ilk bina ve ilk mâbet olduğu Kur'an-ı kerimde bildirilmiştir. İlk defa Âdem aleyhisselâm yeryüzünde inşa etmiş, Nuh tufanında yıkılmış, temelleri kalmıştı. Allahü teâlâ, tufandan önce, Hacer-ül-esved'in Ebu Kubeys dağına konmasını emretti. Böylece Kâbe'nin yeri kesin olarak bilinmez hâle geldi. Sadece hangi bölgede olduğu biliniyordu. Burası kırmızı topraklı ve hafif tümsek bir tepe durumunda idi. Bu yerde yapılan duâlar kabul olup, duâ eden herkes muradına kavuşurdu. Her millet buraya saygı gösterirdi. Bu belirsiz hâl, Nuh aleyhisselâmdan İbrahim aleyhisselâm zamanına kadar devam etti. Cebrail aleyhisselâm, Kâbe'nin yerini, İbrahim aleyhisselâma gösterdi. Böylece İbrahim aleyhisselâm, oğlu İsmail aleyhisselâm ile birlikte temel kazmaya başladı. Âdem aleyhisselâm zamanında kazılan temeli buldular. Aynı temel üzerine, Kâbe'yi inşa etmeye başladılar. Cebrail aleyhisselâmın tarifine göre, İbrahim aleyhisselâm, İsmail aleyhisselâmın getirdiği taşlarla binayı yapıyordu. Nihayet Kâbe'nin duvarları yükseldi ve yukarıya taş yetişemez oldu. Bunun üzerine büyükçe bir taş getirdiler. İbrahim aleyhisselâm bu taşa basarak duvar örmeye devam etti. Mübarek ayağının izi çıkan bu taşa da, Makam-ı İbrahim dendi. Kâbe'de tavaf namazı bu taşın bulunduğu yer olan Makam-ı İbrahim'de kılınır.
.
Hazreti İbrahim'in haccı
16 Haziran 2004 01:00
Kabe-i şerifin yapımında, melekler, taş getirmede İsmail aleyhisselâma yardım ettiler. Sıra Hacer-ül-esved'e gelince, İbrahim aleyhisselâm; "Ey İsmail! İyi bir taş getir ki, hacılara işaret olsun" dedi. İsmail aleyhisselâm bir taş getirdi. İbrahim aleyhisselâm tekrar; "Bundan daha iyi bir taş getir" deyince, Ebu Kubeys dağından bir ses işitti: "Cebrail aleyhisselâm tufanda bana bir taş emanet etti. Gel onu al!" Bunun üzerine Hacer-ül-esved taşı, Ebu Kubeys dağından alınıp, Kâbe'deki yerine konuldu. Baba-oğul, Kâbe'yi yapıp bitirince, "Ya Rabbi! Bizden bu hayırlı işi kabul et! Muhakkak ki, sen, duâmızı işitici, niyetimizi bilicisin" diye duâ ettiler. İbrahim aleyhisselâm, Kâbe-i muazzamayı yapınca, Cebrail aleyhisselâm; "Ey İbrahim! Beytullah'ı yedi defa tavaf et" dedi. İbrahim aleyhisselâm, oğlu İsmail aleyhisselâm ile birlikte, Kâbe'yi tavaf etmeye başladı. Her tavafta rükünlerin hepsinde istilâm yaptılar. Yedi tavafı bitirdikten sonra Makam-ı İbrahim'in arkasında ikişer rekât namaz kıldılar. Bundan sonra Cebrail aleyhisselâm, İbrahim aleyhisselâma Hac ile ilgili bütün ibâdet yerlerini; Safâ, Merve, Mina, Müzdelife ve Arafat'ı gösterdi. Cebrail aleyhisselâm Arafat'a kadar olan her yerde yapılacak ibâdetleri yaptırdı ve tek tek öğretti. Arafat meydanına geldikleri zaman, İbrahim aleyhisselâma sordu: "Ey İbrahim! Hac vazifesini yapacağın yerleri öğrendin mi?" "Evet, öğrendim." cevabı verdi. İbrahim aleyhisselâm, İsmail aleyhisselâmla haccın erkânını yerine getirdikten sonra, oğluna Kâbe'nin bakımı ve korunması için tembihatta bulundu ve Şam'a gitmek istedi. Gitmeden önce bir gün Arafat'a çıkmıştı. Mekke-i mükerremeye baktı. Burası bir vadi içinde olup, taşlı ve kumlu idi. Oğlu İsmail aleyhisselâmın evlâdını düşünerek, şefkat edip mübarek ellerini kaldırdı ve; "Ya Rabbi! İsmail'in evlâdına rahmet eyle" diye duâ buyurdu. Gideceği sırada kendisine şöyle vahiy geldi: "Bütün insanlara haccı ilân et! Gerek yaya olarak, gerek uzak yoldan zayıf develer, binekler üzerinde tavaf için Kâbe'ye gelsinler! " Bunun üzerine İbrahim aleyhisselâm arz etti ki: "Ya Rabbi! Benim sesim nereye kadar ulaşır ki?" Bunun üzerine cenâb-ı Haktan; "Seslenmek senden, duyurmak benden. Ta ki, insanlar gelip, bu evi ziyaretle şereflensinler" emr-i ilâhisi geldi. O zaman, ana rahminde ve baba sulbünde ne kadar hacca gidecek kimse varsa, hepsi "Lebbeyk" dediler. Bir defa hac yapacak olanlar bir defa, iki defa hacca gidecekler iki defa, daha fazla yapacaklar da ziyadesiyle cevap verdiler. İbrahim aleyhisselâm, haccı eda ettikten sonra, tekrar Şam'a döndü
.
İbrahim aleyhisselâmın dini
17 Haziran 2004 01:00
İbrahim aleyhisselâmın dini Hanîf dinidir. Hanîf kelimesi, yanlış ve sapık olan şeye hiç dalmadan, doğruya yönelen manasına gelmektedir. İslâmiyetten önce putlara tapmayan, putperestlerden bu hususta ayrılan, hac yapan, sünnet olan, kısacası; Allahü teâlâya iman edip şirkten uzak duranlar demektir. Ümeyye bin Ebu Said ile İslâmiyetten önce Arabistan'daki hatiplerin meşhurlarından olan ve herkesi İbrahim aleyhisselâmın dinine çağıran Kus bin Saide bunlardandır. Kus bin Saide, İslâmiyetin gelmesine yakın bir zamanda, Ukaz Panayırında okuduğu bir hutbesinde dedi ki: "Yemin ederim ki, Allahın indinde bir din vardır. Şimdi bulunduğunuz dinden daha sevimlidir. Ayrıca gelmesi yaklaşan bir peygamberin gölgesi başınız üstüne düştü. Ona iman eden bahtlı kişiye ne mutlu! Vay ona isyan ve muhalefet eden talihsizlere ve yazıklar olsun ömürlerini gaflette geçiren ümmetlere!" Böylece insanlara, gelecek olan âhir zaman peygamberini müjdelemiştir. İbrahim aleyhisselâm için Kur'an-ı kerimde "Hanîf" buyurulması, bâtıla değil, hakka yönelmesi sebebiyledir. Yani Keldânî kavminin taptığı putlara asla tapmayıp, onları tahkir edip, Allahü teâlâya ibâdet ettiği içindir. Hanîf olmak; dinde istikamet üzere olmak demektir. İstikamet ise, yalnız Allahü teâlâya yönelmek ve sadece Allahü teâlâyı Rab bilip, bütün işlerinde, Onun emrine tâbi olup, bu istikâmette yürümektir. Hanîf, dinî tabir olarak da; kendisinde eğrilik bulunmayan, dosdoğru olan din manasınadır. Daha çok İbrahim aleyhisselâmın milleti ve müşrikliğin zıddı olarak bildirilmiştir. Hanîfler, tevhid ve ihlas ile, dinde istikamet üzeredir. Nitekim Beyyine suresi 5. âyet-i kerimesinde mealen buyuruldu ki: "Onlar, kitaplarında, Hanîfler olarak bâtıl itikad ve dinlerden yüz çevirip, yalnız Allahü teâlâya ihlas ile ibâdet etmek, farz namazları vaktinde kılmak, zekâtı mahalline vermekle emrolundular." Kısacası Hanîflik, İbrahim aleyhisselâmın dininin esas vasfıdır. Bununla beraber, bu husus, yalnız ona mahsus değildir. Hanîflik, umumiyetle müşrikliğin, Allahü teâlâya, şirk, ortak koşmanın zıddı olarak, bütün peygamberlerin bildirdikleri tek bir imanın, yalnız Allahü teâlâya iman ve ibâdet etmenin adıdır. Hanîfler; şirk olan bütün bâtıl inanışlardan uzak durmayı şiar edinir, sadece Allahü teâlâya iman ve ibâdete çağırır ve hakkın mücadelesini verir, peygamberlerin yolunda giderler
.
İbretli nasihatler
18 Haziran 2004 01:00
İbrahim aleyhisselâma Cebrail aleyhisselâm vasıtasıyla on suhuf gönderilmiştir. Bu suhuflarda bildirilen hükümlerden bazıları Necm suresi 38-47. âyetleri arasında bildirilmiştir. Ayrıca Musa aleyhisselâmın Tevrat'ında da aynı hususlar bildirilmiştir. Burada, insana kendi çalıştığının fayda verdiği, dünyada ne yapmış ise âhirette onun karşılığını göreceği, kimsenin başkasının günahını yüklenmeyeceği, ibâdetin ihlasla yapılması gerektiği gibi hususlar bildirilmektedir. İbrahim aleyhisselâma vahyedilen suhuflarda bildirilen şeylerin ekserisi, ibret verici kıssalar, hadiseler ve nasihatler idi. Bunlardan bir kısmı şöyledir: Hak teâlâ hazretleri buyuruyor ki: "Ey Âdemoğlu! Ben sizin her gün yaptığınız ibadetlerden razıyım. Siz de benim her gün verdiğim rızıklara razı olun! Ey Âdemoğlu! Acele etme, rızık taksim olunmuştur. Hırslı olan mahrum kalır. Cimri olan kötülenir. Haset eden üzülür. Dünya devamlı değildir. Rızık verici, sizi yaratan ve yaşatan Allahü teâlâdır. Ey Âdemoğlu! Şimdi fırsatın var iken, elinde olanı Allahü teâlâ için ver ki, ilerde sana rehber olsun! Ey Âdemoğlu! Nimet verene şükreyle! Ey Âdemoğlu! Size göz verdim. Görmesi câiz olmayan şeylerden gözünüzü çeviresiniz! Ağzınızı yarattım. Söylenmesi câiz olmayan söz söylemeyesiniz! Ey Âdemoğlu! Uzun emel ile dünyayı ve az amel ile âhireti isteyenlerden olma! Sözü âbidlerin kelâmına, işi münafıkların ameline uygun olanlardan ve ihsan olmadığı zaman kanaat etmeyenlerden; muradı hâsıl olmayınca da sabretmeyenlerden olma! Eğer bunlardan olursan, sana öyle bir belâ veririm ki, herkese ibret olsun! Ey Âdemoğlu! Her kim seni dost edinirse, kendisi için edinir. İzzet ve celâlime yemin ederim ki, ben seni senin için dost edinirim. Sakın kendini benden uzak eyleme! Ey Âdemoğlu! Sen daima kendi ayıplarını gözet; başkasının ayıplarını araştırma! Aksine davranırsan insafsız olursun. Ey Âdemoğlu! "Lâ ilâhe ilallah..." diyen kimsenin, bununla beraber birçok ameller yapması da lâzımdır. Bunlar; tevâzu sahibi olmak, ömrünü benim zikrimle geçirmek, nefsini haramlardan korumak; benim rızam için gariplere yanında yer vermek, fakirlere ihsan eyleyip yetimlere acımaktır
.
Tarihsellik zırvası
18 Haziran 2004 01:00
Batı Hıristiyan âlemi, savaşla, güç kullanarak İslamı yok edemeyeceğini anlayınca, 18. yüzyıldan itibaren, taktik değiştirerek İslamı içeriden yıkmaya yöneldi. Bunun için, adı İslam olan gerçekte İslam ile ilgisi olmayan akımlar, fraksiyonlar ortaya çıkarttılar. Bunları el altından desteklediler. Dinde reform, modernizm, tarihsellik... gibi akımlar bu tür çalışmaların bir ürünüdür. Bu akımlarla önce, İslamı bozulmadan, orijinal haliyle bizlere ulaştıran alimlere karşı itimat sarsıcı faaliyetlerde bulundular. Hemen arkasından, mevdu idi, uydurma idi, tarihseldi iddiaları ile Hadis-i şeriflere karşı itimat sarsıldı. Şimdi sıra geldi Kur'an-ı kerime. Şimdi de, "Tarihsellik" safsatası ile Yüce Kitabımız Kur'an-ı kerim hakkında şüphe ve tereddütler oluşturma peşindeler. İslam düşmanlarının oyununa gelmemek için, tarihsellik nedir, bu yolla ne yapılmak isteniyor bilmemiz gerekiyor. Tarihselciler, "Kur'an, tarihsel bir metindir. Nazil olduğu çağdaki insanlara göre hükümler getirmiştir. Dolayısıyla günümüz şartlarına göre, yeni yorumlarlar ve hükümler gerekir. Bu hükümler, Kur'an'ın açık hükümlerine aykırı bile olsa bu yapılmalıdır. Hadisler için de aynı yaklaşım lazımdır." Tarihselciler, böylece, ahkam âyetlerini yok farzedip İslamiyeti ilahi bir din olmaktan çıkartıp beşeri bir sistem haline getirmek istiyorlar. Yani adı İslam olan, gerçekten İslam ile ilgisi olmayan tamamen ahlaki değerleri havi bir inanç sistemi ortaya çıkartmak istiyorlar. Tarihsellik (tarihte kalmış, miadını doldurmuş) fikrin ilk ortaya atan Necmeddin et-Tûfî sayılır. Tûfî, ibâdetlerde değil, fakat mânâ ve gâyelerini aklın kavrayabileceğini iddia ettiği, muamelât ve dünyevî siyâsete dair ahkâmın, dayanağı ne olursa olsun, zamanın değişmesiyle maslahata uygun olarak değiştirilebileceğini söylemiştir. Tûfî'nin, bu bozuk fikirleri itibar görmeyip unutulmuş iken, Musa Cârullah Beykiyef, Muhammed Abduh, Sir Ahmed Han, Cemaleddin Efgânî, Reşid Rızâ, Hamidulluh, Fazlurrahman, Muhammed Arkoun, Nasr Hamid Ebû Zeyd, Hasan Hanefî gibi kimseler tarafından yeniden canlandırıldı. Bu akımın önce gelenleri, faizi yasaklayan, çeşitli suçların cezalarını bildiren, kadının statüsünü belirleyen, miras taksiminin nasıl olacağını tayin eden ahkam ayetlerinin zamana göre değişebileceğini söylerken, daha sonra gelen ilahiyatçılar, namaz, zekat, hac gibi ibâdetlerde, hatta, Cennete, Cehenneme inanma gibi itikad ile ilgili ayetlerde de değişiklik olabileceğini iddia etmeye başladılar. Her Ehli Sünnet dışı akımda olduğu gibi bu yıkıcı akımda da, referans aldıkları kimse İbni Teymiyye'dir. Bunun için İbni Teymiyye Protestanlığın kurucusu Luther'e benzetilir. Tarihselciler İbni Teymiyye gibi kendilerine hareket noktası olarak aklı almışlar; akıl ile nakil çatışırsa, akıl esas alınır diyerek gerektiğinde nasslardan sarf-ı nazar etmeyi kabullenmişlerdir. Tarihselciler, Müslümanların geri kalmasının müsebbibi olarak İslamiyete uymayan, dinin emirlerini yerine getirmeyen Müslümanları değil, İslamiyetin kendisini görmektedirler. Suçlu olarak kendilerini değil dini görmekteler. Bu geri kalmışlıktan kurtulmak için de, dinin emir ve yasaklarının Batı'nın öngördüğü sisteme göre yeniden şekillenmesini istiyorlar. Başka bir ifade ile, Hıristiyanlıkta olduğu gibi, dinin hiçbir şeye karışmamasını sosyal hayattan tamamen çekilmesini, ilahi sistemin yerini, ahlaki, felsefi temele dayalı beşeri bir sistemlerin almasını istiyorlar. Bu akım hedefine ulaştığında, gerçek manada İslamiyet kalmayacağı için de, Batı rahat bir nefes alacak. Artık uykuları kaçmayacak!.. Müslümanları sömürmeleri, köleleştirmeleri daha kolay olacak.
.
Sıkıntının sebebi!
19 Haziran 2004 01:00
İbrahim aleyhisselâma vahyedilen suhuflarda bildirilen ibret verici kıssalar, hadiseler ve nasihatlerden bir kısmı şöyledir: Ey Âdemoğlu! Ne zaman kalbinde bir kasavet, sıkıntı ve darlık duysan, malında noksanlık bulsan yahut bedeninde hastalık hissetsen veya nafakanda bereketsizlik olsa, bilmiş ol ki, söylediğin mâlâyâni, faydasız, boş bir sözün neticesidir. Ey Âdemoğlu! Eğer Cenneti seviyorsan Hak teâlâ da taati sever. Sen Hak teâlânın sevdiğini işle ki, O da seni sevdiğine kavuştursun. Eğer cehennemi sevmiyorsan, Hak teâlâ da günahı sevmez. Sen Hak teâlânın sevmediğini terket ki, O da seni sevmediğinden korusun. Ey Âdemoğlu! Eğer dünyaya çalıştığın kadar âhiret için çalışsaydın, hesapsız cennete girerdin. Eğer kanaat etseydin, herkesten zengin olurdun. Eğer haramdan sakınsaydın, dinini halis ederdin. Eğer yalan söylemeyi terk etseydin, sıddîklardan olurdun. Ey Âdemoğlu! Gücünün yettiği şeyi muhtaçlardan esirgemezsen, muradını hâsıl ederim. Ben senin misafirine ikram ettiğim gibi, sen de benim misafirime ikram eyle! İbrahim aleyhisselâm; "Ya Rabbi! Senin misafirin kimdir" deyince, Hak teâlâ; "Kapınıza gelen her fakir ve garip, benim misafirimdir" buyurdu. Kim benim verdiğim az rızka razı olursa, ben de onun az amelinden razı olurum. Sana gadap geldiği zaman, beni hatırlarsan, gadaplanınca, seni anar ve sana acırım. Ey Âdemoğlu! Ne kadar dünyaya gönül bağlarsan, kalbinden muhabbetimi o kadar çıkarırım. Ne kadar dünyaya sarılırsan, imanının parlaklığını o kadar gideririm. Ey Âdemoğlu! Seni dünyalık toplaman için değil, bana ibâdet edesin diye halkettim. Mazlumların bedduâsıyla huzuruma gelme! Zira ben, mazlumların duâsını elbette kabul ederim. Ey Âdemoğlu! Sana ihsan etmeyene sen ihsan eyle! Sana söylemeyene sen söyle (dargın durma) ve sana hıyânet edene sen nasihatte bulun ve iyilik eyle! Sana zulmedeni sen affeyle! Kötülük yapana iyilik et! Eğer böyle yaparsan cennete önce girenler arasında bulunur, rahmetime kavuşanlardan olursun. Sana da peygamberlerin sevabını veririm. Ey Âdemoğlu! Sefer azığı hazırla! Çünkü gidecek yol uzundur ve günah yükünü hafif eyle! Zira azap şiddetlidir. Gemini sağlam yap ki, deniz fırtınalıdır. Amelini halis eyle! Çünkü Rabbin her şeyi gören ve bilendir.
.
Tarihselcilerin hedefi; yeni bir din!
19 Haziran 2004 01:00
Dün, "tarihselciler"in Kur'an-ı kerimdeki Ahkam ayetleri için, "tarihte kaldı, miadını doldurdu" şeklindeki zırvalarından bahsederek, ismi İslam olan fakat emir ve yasağı olmayan sadece ahlaki, felsefi bir inanç sistemi kurmak istediklerinden bahsetmiştim. Halbuki din, sadece ahlâk kâidelerinden ibâret olsaydı, bunun için vahye, peygambere ve mukaddes kitaplara gerek kalmazdı. Cemiyetteki yaygın vicdan, ahlâk prensiplerini tesbit etmeye kâfi gelirdi. Veya sadece ahlakî hükümlerden ibaret kalmış Hıristiyanlık kâfi gelebilir; hazreti Muhammed'in gönderilmesine ihtiyaç olmazdı. İnsanlar, kabul edip etmemekte hürdür. Ancak kabul ettiği zaman, aklını değil, vahyi tasdik etmek durumundadır. Yalnızca akla uygun olsun denirse, o zaman vahiy değil, akıl tasdik edilmiş olur ki bu sisteme artık din değil, felsefe denir. Batı destekli "Tarihselciler", Kur'an-ı kerimin, belli bir zaman belli bir insan topluğuna hitap ettiğini iddia ederek, İslamiyetin son din olduğu inancını sarsmak istiyorlar. Halbuki İslamiyet, daha önceki semâvî hukuk kuralları gibi muayyen bir beldeye ya da kavme şâmil değildir. İslâm hukuku belirli bir zaman veya mekân ile kayıtlı olmaksızın bütün zamanlar ve mekânlar için câri hükümler getirmiştir. Bütün zamanların hukuku oluşu onun devamlılık özelliğinin tezâhürüdür. Bunun yanı sıra İslâm hukuku millet, soy, belde ve din farkı aranmaksızın bütün insanlara tatbik edilebilirlik hususiyeti taşır. Cihanşümul bir hukuk sistemi olma hususiyeti gereği, İslâm hukuku hükümleri çeşitli durumlara uyum sağlamaya elverişli olarak konulmuştur. İslamiyet son din olduğu için değişmesi söz konusu değildir. Cenab-ı Hak dini değiştirme yetkisini Resulüne bile vermemiştir. Nitekim "Onlara âyetlerimiz açıkça okunduğu zaman, öldükten sonra bize kavuşmayı beklemeyenler, 'ya bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir!' dediler. De ki: 'Onu kendiliğimden getirmem benim için olacak şey değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü sizin arzularınıza uyar da Rabbime isyan edersem, elbette büyük günün azâbından korkarım'..." meâlindeki bir âyette (Yûnus: 15) Hazret-i Peygamber'in bile Kur'an-ı kerîm hükümlerini değiştirmeye salâhiyetli olmadığı bildirilmiştir. "Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek kimse yoktur" (En'am: 34, Kehf: 27) ve "Allah'ın sözlerinde aslâ değişme yoktur" (Yûnus: 64) meâlindeki âyetlerde bu husus te'yid edilmektedir. Bir başka deyişle İslâm hukuku bütünüyle ya vardır, ya da yoktur. İslâm ulemâsı, İslâm hukukunun referans kaynağı olan İslâm dininin cihanşümul bir din olduğunu; her din gibi nasslara (dogmalara) dayandığını; bu nassların vaz'ı itibariyle de tekemmül ettiğini ve binâenaleyh zamanla mutlak olarak değişmesinin söz konusu olmadığını bildirmişlerdir. Nitekim Kur'an-ı kerîm âyetlerinin iniş itibariyle sonuncuları arasında bulunan ve Hazret-i Peygamber'in Vedâ haccında gelen "Bugün size dininizi kemâle erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Din olarak sizin için İslâmiyeti seçtim ve ondan râzı oldum" (Mâide: 3) meâlindeki âyet ile "Yaş ve kuru ne varsa hepsi Kur'an-ı kerîmde mevcuttur" (En'am: 59), "Bu Kitap'ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık" (En'am: 38), "Rabbinin sözü doğruluk ve adâlet bakımından tamamlanmıştır. O'nun sözlerini değiştirebilecek kimse yoktur" (En'am: 115) ve "Bu Kitab'ı sana herşey için bir açıklama, bir hidâyet ve rahmet kaynağı ve müslümanlar için de bir müjdeci olarak indirdik" (Nahl: 89) meâlindeki âyetler İslâm hukukunun değişmez ve kemâle ermiş vasfını göstermektedir. Bu açık ayet-i kerime hükümlerine rağmen, Kur'an-ı kerimin tarihselliğini (tarihte kalma, miadını doldurma) iddia edenlerin, İslamiyetle ne kadar ilgilerinin kaldığına siz karar verin artık!
.
Hazreti İbrahim'in faziletleri
20 Haziran 2004 01:00
İbrahim aleyhisselâm ülül'azm peygamberlerin ikincisidir. Ülül'azm; Allahü teâlânın emirlerini insanlara tebliğ etmek, bildirmek hususunda gayret ve azm sahibi, bu hususta insanlardan gelen sıkıntılara sebatla, yılmadan katlanan demektir. Hazreti İbrahim, peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmdan sonra bütün peygamberlerden ve resûllerden üstündür. Resûlullah efendimiz ise, her zamanda, her memlekette, yani dünya yaratıldığı günden kıyamet kopuncaya kadar, gelmiş ve geleceklerin her bakımdan en üstünüdür. İbrahim aleyhisselâmdan sonra gelen bütün peygamberler, İbrahim aleyhisselâmın neslindendir. Bu bakımdan Ebül-enbiya, yani peygamberler babası diye isimlendirilmiştir. İbrahim aleyhisselâm, peygamberlik vazifesini yapması, sıkıntı ve belâlara katlanmasıyla da methedilmiştir. Nitekim Kur'an-ı kerimde Bekara suresi 124. âyet-i kerimesinde mealen şöyle buyuruldu: "Bir vakit Rabbi, İbrahim'i birtakım emirler ve yasaklar ile imtihan etti. İbrahim [aleyhisselâm] onları tamamen yerine getirdi. Allahü teâlâ; "Ben seni insanlara imam, dinde önder, rehber yapacağım" buyurdu..." Hazreti İbrahim'den sonra gelen peygamberler, dinlerinin iman edilecek temel esaslarında ona uymakla, bereketli ve emin olan yolundan gitmekle emrolunmuşlardır. İbrahim aleyhisselâm, Allahü teâlâya, sonra gelecek ümmetler içinde hayırla yâd edilmesi için duâ etti. Bu duâsı kabul olundu. Allahü teâlâ onu bütün insanlara önder kıldı. Bütün dünya milletleri İbrahim aleyhisselâma karşı muhabbet ve hürmette bulundular. Muhammed aleyhisselâmın ümmeti her namazda salevat okurken; "Ya Rabbi! İbrahim'e ve İbrahim'in âline rahmet ettiğin gibi Muhammed'e ve âline de rahmet et" demektedir. İbrahim aleyhisselâm, Kur'an-ı kerimde, birçok sıfatlarla övülmüştür. Bunlardan bazılarında mealen buyuruldu ki: "Gerçekten İbrahim, hak dine yönelen, Allaha itaat üzere bulunan, bütün iyi hasletleri kendinde toplayan bir rehberdi. O hiçbir zaman müşriklerden olmamıştır. O, Allahın nimetlerine şükredendi. Allahü teâlâ onu beğenip seçmiş, kendisini doğru yola iletmişti. Biz ona dünyada bir hasene vermiştik. Şüphesiz ki, o, ahirette de salihlerdendir" [Nahl 120-122]
.
Hazreti İbrahim'in hususiyetleri
21 Haziran 2004 01:00
İlk önce İbrahim aleyhisselâm sünnet olmuş, hac vazifelerini yerine getirmiş ve kurban kesmiştir. Bunlar dininin hususiyetlerindendir. İbrahim aleyhisselâm küçüklüğünde de, büyüdüğü zaman da tevhid itikadı üzere idi. Kureyş müşrikleri, kendilerinin İbrahim aleyhisselâmın dini üzere olduklarını söylüyorlardı. Onların iddia ettikleri gibi, İbrahim aleyhisselâm müşriklerden değildi. Çünkü o, tevhid ilminin esaslarını ortaya koydu. Zamanın kralına karşı kâinatın yaratıcısının varlığını delillerle ispat etti. "Benim Rabbim, dirilten ve öldürendir" dedi. Sonra; "Ben batanları sevmem" buyurarak putlara ve yıldızlara ibâdet edilmesinin bâtıl ve boş bir şey olduğunu ispat etti. Putları da kırdı. Bu yüzden Nemrûd ve kavmi tarafından ateşe atıldı. Allahü teâlâ, kuşları diriltmek suretiyle, ona, ölüleri nasıl dirilttiğini gösterdi. Allahü teâlâ, ona, dünyada hasene verdi. Bu hasene, Allahü teâlânın ona peygamberlik vermesi, kendisini "halil" yani "dost" kılması, ihtiyarlığında evlât ihsan etmesi, Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin, namazlarında Muhammed aleyhisselâma salât okudukları gibi, İbrahim aleyhisselâma da salât okumasıdır. İbrahim aleyhisselâma, "Halil" isminin verilmesinin sebebi ile ilgili çeşitli rivayetler yapılmış olup, en muteberi; Allahü teâlâya karşı pek ziyade muhabbeti olması ve Allahü teâlânın rızasını ve muhabbetini celbeden ibâdet ve taatları yapması sebebiyledir. İbrahim aleyhisselâm İbranîce konuşurdu. İbranîce Arapçaya benzerdi. İbrahim ismi, İbranîce olup, manası; "Ebu Rahîm" yani "merhametli baba" demektir. İbrahim aleyhisselâm bütün insanlara karşı merhametli olduğu için bu isimle anıldı. İbrahim aleyhisselâmın, kumaş tüccarlığı ve ziraatle de meşgul olduğu rivayet edilmiştir. İnsanları doyurmak ve misafirlere ziyafet vermekten büyük haz duyardı. Sürüleri, koyunları ve sığırları sayılamayacak kadar çoktu. Bütün bunları insanların faydasına vakfetmiştir. Köy, kasaba ve şehirler imar etmiştir. Misafir, yolcu ve garipler için iki kapılı bir misafirhane yapmıştı. İçinde kışın kışlık, yazın yazlık elbiseleri ve daima yiyeceklerle dolu bir sofrayı hazır bulundururdu. Muhtaç kimseler bir kapıdan girer, karnını doyurur, istediği elbiseyi giyer ve diğer kapıdan çıkıp giderdi. Misafirhanede; yiyecek, içecek ve giyecekler eksildikçe tamamlardı..
.
Hazreti İbrahim'in vefatı
22 Haziran 2004 01:00
İbrahim aleyhisselâm yüzyetmişbeş yaşında, Hazreti Hacer ve Hazreti Sâre'den sonra Kudüs'te vefat etti. Vefatı şöyle oldu: İbrahim aleyhisselâmın ibâdet ettiği bir evi var idi. Bir gün evden çıkıp kapıyı kilitledi ve bir müddet sonra döndü. Kapıyı açıp girince, içeride birisinin oturduğunu gördü. Ona sordu: "Bu eve seni kim koydu?" "Ev sahibi koydu." "Ev sahibi benim. Ben seni içeri koymadım!" "Senden ve benden başka bir sahip vardır. O her şeyin sahibidir." Bunun üzerine İbrahim aleyhisselâm, oturanın melek olduğunu anladı. "Kimsin" diye sordu ve Melek-ül-mevt, yani ölüm meleği hazreti Azrail olduğunu öğrendi. Sonra İbrahim aleyhisselâm, ondan, müminlerin ruhunu nasıl aldığını göstermesini istedi. O da yüzünü yana çevirmesini söyledi. İbrahim aleyhisselâm yüzünü çevirince, gayet güzel bir suret gördü. Hiç öyle güzel yüz görmemişti. Bunun üzerine buyurdu ki: "Ey Melek-ül-mevt! Eğer ölen bir kimseye bu suret gösterilirse, bu ona kâfidir." Bundan sonra, kâfirlerin ruhunu nasıl aldığını görmeyi arzu etti. Azrail aleyhisselâm; "Tahammül edemezsin" buyurdu. Görmek isteğinde ısrar edince, yine yüzünü çevirmesini söyledi. İbrahim aleyhisselâm yan tarafa dönüp bakınca, çok korkunç bir suret gördü. Bu hâli görüp, kendinden geçti. Kendine gelince de buyurdu ki: "Eğer kâfire bundan başka kötü şey göstermeseler, bu ona yeter." İbrahim aleyhisselâm, bundan sonra da Azrail aleyhisselâma sordu: "Ziyarete mi geldin, yoksa ruhumu almaya mı?" "Eğer izin verirsen ruhunu almaya!" "Dost dostun canını alır mı?" "Ya İbrahim, bu hususu Allahü teâlâya arz edeyim, ne buyurursa sana bildireyim." Azrail aleyhisselâm gidip hemen geldi. Allahü teâlânın, "Dost dosta kavuşmak istemez mi?" buyurduğunu iletti. İbrahim aleyhisselâm bunu işitince dedi ki: "Çabuk gel kardeşim, hemen canımı canana kavuştur, benim için bundan büyük müjde olamaz." Bunun üzerine Azrail aleyhisselâm, mübarek ruhunu kabzetti. İbrahim aleyhisselâm, Kudüs civarında Habrun kasabasında bir mağaraya defnedilmiştir. Bu kasaba, İbrahim aleyhisselâmın Halil ismine izafeten Halilurrahman ismiyle meşhurdur. Bu beldede; Hazreti Lût, Hazreti İshak ve Hazreti Yakub'un ve daha pek çok peygamberin kabrinin bulunduğu rivayet edilmiştir. Müslüman hükümdarlar orada bulunan mescidleri ve türbeleri kendi devirlerinde tamir ettirmişlerdir. Halilurrahman'daki mescid ve türbeleri ise son olarak, Osmanlı Sultanı İkinci Abdülhamid Han tamir ettirmiştir...
.
Hazreti İbrahim'in mucizeleri
23 Haziran 2004 01:00
İbrahim aleyhisselâmın mucizesi ile taşlar kömür gibi yanmıştır. İbrahim aleyhisselâm, Şam tarafına hicret ettiğinde çayırlık, çimenlik bir yerde konaklamıştı. Orada yakacak hiçbir şey bulamayan, buldukları az bir şeyle ihtiyaçlarını karşılayamayan ahali, durumlarını İbrahim aleyhisselâma anlattı. İbrahim aleyhisselâm taşları toplattı ve kömür gibi yaktı. Bu mucizeyi gören pek çok kimse de iman etti. İbrahim aleyhisselâmın mübarek vücuduna ateş tesir etmedi. Nemrûd onu ateşe attığında, Allahü teâlâ; "Ey ateş! İbrahim üzerine serin ve selâmet ol" buyurunca, ateş onu yakmadı. Bazan yırtıcı ve yabanî hayvanlar, İbrahim aleyhisselâm ile beraber giderler ve dile gelerek gayet açık olarak onunla konuşurlardı. İbrahim aleyhisselâm duvarların ve dağların arkasını da görürdü. Bu mucizesi, Mısır'a gittiğinde olmuştur. İbrahim aleyhisselâmın bastığı taşın üzerinde ağaç bitip yeşermiştir. Bu istek, dine davet ettiği bir beldenin ahalisinden geldi. Duâsı neticesinde bu mucizeyi gösterdi. İbrahim aleyhisselâmın oturduğu yerden güzel kokular yayılırdı. Ayrılsa bile, senelerce güzel kokusu oradan çıkmazdı. Hazreti İsmail de babasının evine gelip gittiğini, onun kokusundan anlamıştı. Hazreti İbrahim'in çuvala koyduğu çakıl ve kum tanecikleri, Allahü teâlânın izniyle buğday hâline gelmiştir. Bu buğdayın bir kısmından ekmek yapıp, kalanını da ekmiş ve bol miktarda mahsul elde ederek malı mülkü çok artmıştır. Duâsı bereketiyle Mekke ve civarında bereket olmuştur. Allahü teâlâ onun hacca çağırmasını en uzak yerlere kadar ulaştırmış ve insanların, "Lebbeyk" diyerek davete icabet etmelerini sağlamıştır. İbrahim aleyhisselâm, uzak mesafelere çok kısa zamanda giderdi. Bu sebeple Şam'dan Mekke'ye defalarca gelmesi mümkün olmuştur. İbrahim aleyhisselâmın mucizesi, vefatından sonra da devam etmiştir. Nitekim makamının bulunduğu Halilurrahman'da birisi aç kalmış, yiyecek bulamamıştı. Makamına gelerek; "Ey Allahın Halil'i! Açım, muhtacım, bana da ziyafetinden bir hisse ver" diye hâlini arz edince, Allahü teâlânın kudreti ve dilemesiyle, kabrinden bir ekmek bu fakire gönderil
.
Lût aleyhisselâm
24 Haziran 2004 01:00
Lût aleyhisselâm, Lût Gölü yanındaki Sedum şehri halkına gönderilen peygamberdir. Allahü teâlâ, Hazreti İbrahim'e vahyedip; Hazreti Lût'u, Sedum ahalisine peygamber olarak gönderdiğini bildirdi. İbrahim aleyhisselâm, Allahü teâlânın emrini Hazreti Lût'a tebliğ edip buyurdu ki: "Sedum şehrine git! O bölge halkını, bir olan Allahü teâlâya ibâdet etmeye, putları terk etmeye davet et! Allahü teâlânın emirlerini bildir, yasaklarından sakındır!" Hazreti Lût'un peygamber olarak gönderildiği Sedum ahalisi, Kur'an-ı kerimde; "El-mü'tefikât=Alt üst edilen yer" olarak bildirilen bölgede yaşarlardı. Bu bölge, bugünkü İsrail ile Ürdün devletleri arasında bulunan Lût Gölü civarındaydı. Burada başta en büyükleri Sedum olmak üzere; Sûd, Sâid, Dumâ ve Âmura adında beş şehir vardı. Bu şehirlerde yaşayan insanlar putlara tapıyor, yol kesip soygunculuk yapıp, o zamana kadar hiçbir kavim ve millet tarafından işlenmemiş olan çirkin ve iğrenç livâta [homoseksüellik] fiilini açıkta, herkesin içinde işliyorlardı. Adaletsizlik ve zulüm kol geziyor, zayıf insanlar eziliyor, fuhuş ve ahlâksızlık olan söz ve fiiller, herkesin içinde alenî olarak yapılıyordu. Edep ve hayâ tamamen yok olmuştu. Ayıp ve günah olarak bilinen her şey topluluk içinde yapıldığı gibi, yapanlar daha çok itibar görüyordu. En kötüsü; bu yapılan çirkin ve iğrenç hareketlerden kimse kimseyi sakındırmıyor, bu hareketleri yapmayanlar ise, toplumun dışına itilip ayıplanıyordu. İşte böylesine azgın bir kavim üzerine peygamber olarak gönderilen Lût aleyhisselâm, Sedum diyarına gitti. Sedum şehri, Nemrûd'un akrabalarından Sedum bin Hârik isimli bir kral tarafından idare ediliyordu. Lût aleyhisselâm,onları bir olan Allahü teâlâya imana ve Ona ibâdet etmeye davet etti: - Ey insanlar! Allahü teâlâdan korkunuz ve Ona itaat ediniz! Putlara ibâdet etmekten vazgeçiniz! Sizden önce hiçbir milletin yapmadığı kötü, çirkin işleri bırakınız! Ben, Allahü teâlânın, size göndermiş olduğu peygamberiyim. Artık Allahtan korkun ve bana itaat edin! Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, âlemlerin Rabbine aittir. Rabbinizin sizin için yarattığı zevcelerinizi bırakıp da, insanların içinden erkeklere mi gidiyorsunuz? Siz helâli bırakıp harama yönelen bir kavimsiniz. Sedum şehrinin halkı, geçmiş ümmetlerin yaptığı gibi, bu davete uymadı. Lût aleyhisselâmı yalanladılar. Onu dinlemediler. "Biz dedelerimizi böyle gördük" dediler.
.
Siz azmış bir milletsiniz!"
25 Haziran 2004 01:00
Lût aleyhisselâmın insanları doğru yola daveti kendisine ulaştığı zaman, kral; "Onu bana getirin" dedi. Lût aleyhisselâm, kralın yanına vardı. Kral, "Sen kimsin? Seni kim gönderdi ve niçin geldin?" diye sordu. Kralın yanında bulunanlar; "Onun ismi Lût'tur. Kavmini kötülüklerden sakındırmak, Allaha ibâdet etmelerini bildirmek üzere peygamber olarak gönderilmiş olduğunu söylüyor" dediler. Kral bu hususları Hazreti Lût'tan da işitince, kalbine şüphe ve korku düştü. Lût aleyhisselâma," Ben kavmimin içinden bir kişiyim. Rabbinin emir ve yasaklarını onlara anlat. Eğer kabul ederlerse, ben de onlarla beraberim."dedi. Lût aleyhisselâm kralın yanından ayrıldıktan sonra, tekrar kavmini bir olan Allahü teâlâya ibâdet etmeye, isyan ve kötülüklerden sakındırmaya, Allahü teâlânın azabıyla korkutmaya başladı. Doğru yoldan tamamen ayrılmış olan insanlara, yaptıkları işlerin fenalığını ve çirkinliğini anlatıp, kötülüklerini yüzlerine vurdu. Onlara dedi ki: "Bu âlemde sizden önce hiç kimsenin yapmadığı hayâsızlığı mı yapıyorsunuz? Çirkin olduğunu bile bile o kötülüğü yapacak mısınız? Gerçekten siz, cehaletle yaptığınız işin kötü akıbetini düşünmezsiniz. Rabbinizin sizin için yarattığı kadınlarınızı terkedip, erkeklere meyletmekle, muhakkak siz azmış bir milletsiniz!" Hazreti Lût'un bütün bu sözlerine, onlara doğru yolu göstermek için gayretlerine karşılık kavminin cevabı; onu ve ona inananları şehirlerinden kovmaya kalkışmak oldu. Hazreti Lût'u ve ona tâbi olanları Sedum şehrinden çıkararak, kötülüklerine tam bir serbestlik içinde devam etmeye karar verdiler. Hazreti Lût'a varıp, onu yurtlarından çıkarmakla tehdit ederek, "Ey Lût! Eğer sen bizi bu amelimizden nehyetmekten vazgeçmezsen; elbette seni şehrimizden çıkarırız!" dediler. Lût aleyhisselâm, onları, Allahü teâlânın azabı ile korkuttu. Onlar yine aldırış etmediler. Hatta alay edip; "Eğer doğru sözlü isen, Allahü teâlâdan bizim için vaat olunan azabı getir" dediler. Yıllarca bıkıp usanmadan kavmini ıslaha çalışan Lût aleyhisselâm, onların ıslah olacaklarından ümit kesip, şerlerinden Allahü teâlâya sığındı: "Ya Rabbi! Bana ve inananlara, onların kötülüklerinden ve sıkıntılarından kurtuluş ver! Ya Rabbi! Bozguncular kavmi üzerine azap indirerek bana nusret ver!"
Osmanlı da çok çekmişti bunlardan!
25 Haziran 2004 01:00
NATO'nun, 28-29 Haziran'da İstanbul'da yapacağı toplantı için güvenlik tedbirleri en üst düzeyde. Aylardır bunun çalışması yapılıyor. Kara, deniz ve hava yolu trafiğinde büyük kısıtlamalar olacak. Toplantı boyunca savaş uçakları İstanbul semalarında sürekli dolaşacak. Tabiri caiz ise kuş uçurtmayacaklar. Bütün bu alınan tedbirler, basına yansıyınca, "Kime karşı" sorusunu gündeme getirdi. Herkesin ortak görüşü, "İslami terör"e karşı! İslam ile terör kelimeleri bir araya gelemez, fakat eylemleri yapanlar kendilerini Müslüman olarak tanıttıkları için bu tabir kullanılıyor. İster istemez bütün Müslümanları yaralıyor bu sözler. Müslümanlar için ne kadar üzücü bir şey değil mi? Bütün dünyada, terör konusu gündeme gelince hemen İslamiyet hatıra geliyor. İslamı kötülemede, gözden düşürmede bundan daha kötü bir propaganda olamaz herhalde? İnsanlara huzur vermek için gönderilen İslamiyet ve asırlar boyunca bu huzuru dünyaya tattıran Müslümanlar için bundan daha kötü bir imaj olur mu? Olaylara bu açıdan bakınca, İslamla en küçük bir ilgisi olanın dinine bu kadar zarar veremeyeceği aklına geliyor insanın. O zaman ya bunların İslamla ilgileri yok veya birileri İslama zarar vermek için bunları kullanıyor. Her ne şekilde olursa olsun, olaylardan ibret almak, verilen zararı gücümüz yettiği kadar azaltmak için İslam adına ortaya çıkıp, Müslümanlara bu kadar zarar veren terör örgütlerinin kaynağını bilmek tarihî seyirlerini takip etmek önemli bir görev olmalı bizler için. Dinî tabirle fitneyi, bugünkü ifadeyle terörü İslamiyet şiddetle yasaklamıştır. Mensuplarını bu felaketten uzak tutmuştur. Peygamber Efendimiz, fitne çıkaranları lanetlemiştir. Bunun için, İslamiyetin gerçek temsilcileri olan Ehli sünnet Müslümanlar bundan hep uzak kalmışlar, teröre hiç bulaşmamışlardır. Tarih boyunca Müslümanların başına gelen bu musibetlere, Müslüman kimliği ile ortaya çıkıp İslamiyeti istismar eden kimseler sebep olmuştur. Bugün terör deyince, Selefî meşrepli Vehhabilik ve El-Kaide örgütü akla geliyor. 1730'lu yıllarda başlayan bu terörü, tamamen ortadan kaldırmaya Osmanlının ömrü kifayet etmedi. Osmanlı yıkıldığında bu bela devam ediyordu. Bugün de hâlâ devam ediyor. Vehhabiler, özellikle Türk devletlerinde, Kafkaslar'da (Çeçenlerde), Afganistan'da, Balkanlar'da aç insanlara milyarlarca dolar dağıtarak bozuk inançlarını hızla yaymaktadırlar. İsminin İslam olmasına bakmayın, Selefî meşrepli Vehhabiliği, 1737 senesinde Abdülvehhâb oğlu Muhammed'i kullanarak Arabistan'da kuran İngilizlerdir. Kısa zaman sonra, İngilizlerin siyasî ve askerî yardımları ile, Arabistan'da cahil çöl bedeviler arasında hızla yayıldı. Bu hareket Necd şeyhi olan Muhammed bin Suud'dan siyasî destek gördü. Abdülvehhaboğlu bunun kızı ile evliydi. İngilizler de, bol para vererek ve siyasî, askerî yardımlar vaad ederek, Abdülvehhâb oğlu Muhammed ile işbirliği yapmasını temin etti. Vehhâbîliliği yaymak için, gaddar Muhammed bin Suud'u maşa olarak kullandı. Vehhabiler önce Mekke'ye saldırdılar. İlk saldırıda Mekke'ye giremediler fakat çok kan döktüler. Mekke'ye giremeyince bu defa da, Tâif şehrine asker gönderdiler. Önlerine çıkanları, kadın, erkek ve çocuk demeyip öldürdüler. Beşikteki yavruları bile parçaladılar. Sokaklar kan gölüne dönüştü. Sokak ortasındaki cesetleri kendileri kaldırmadıkları gibi başkalarının da kaldırmalarına müsaade etmediler. Cesetler kurda kuşa yem oldu. İngiliz destekli bu vahşetlere o zamanlar Batı'nın hiç sesi çıkmadı. Şimdi silah kendilerine de dönünce İslamı suçluyorlar. Buna hiç mi hiç hakları yoktur! Aslında bizim onları suçlamamız lâzım. Çünkü bugüne kadar Selefiliği, Vehhabiliği kuran, besleyen ve destekleyen onlardır.
.
"Cezada acele etmem!"
26 Haziran 2004 01:00
Lût kavmi her geçen gün işi iyice azıttılar. Kötülüklerine kötülük eklediler. Hazreti Lût'un misafir kabul etmesini, dışarıdan gelen gariplere sahip çıkmasını bile yasakladılar. Sedum kavminin bu isyan ve azgınlıklarından dolayı, yeryüzündeki bütün canlılar dayanamayıp, Allahü teâlâya iltica ederek üzüntülerini arz ettiler. Allahü teâlâ, "Ben halimim, bana isyan edenlere cezasını vermekte acele etmem. Takdir edilen zaman gelince de bir saat ileri ve geri bırakmam" buyurdu. Allahü teâlâ; inanmayıp isyan eden, çok çirkin fiilleri işleyen bu Sedum kavmine gereken cezayı vermek ve müminleri kurtarmak üzere melekleri vazifelendirdi. Bu melekler arasında; Cebrail, İsrafil ve Azrail aleyhimüsselâm da vardı. Hepsi birlikte insan suretinde Hazreti İbrahim'e vardılar. Bu sırada Hazreti İbrahim'in yaşı yüzonu, hanımının ise doksanı geçmişti. Melekler; Hazreti İbrahim'e, Allahü teâlânın emriyle İshak'ı müjdelediler. Meleklerle İbrahim aleyhisselâm arasında şu konuşmalar geçti: - Ey Allahın elçileri! Sizin buraya teşrifinizin sebebi nedir? - Biz günahkâr Lût kavminin helâk edilmesi için gönderildik. Onların üzerine ateşte pişirilmiş çamurdan taşlar atacağız. Rabbin indinde o haddi aşan mücrimler için her bir taşta, helâki takdir edilmiş olan şahsın ismi nakşolunmuştur. Çünkü bu kavim, çeşitli kötülüklerle küfür ve zulüm edicilerden oldular. - Orada Lût vardır. O, zâlimlerden değildir. - Biz oradaki mümin ve kâfirleri biliriz. Biz Lût'a ve ehline kurtuluş veririz. Ancak zevcesi, azaba dahil olanlardandır. Melekler, İbrahim aleyhisselâmın yanından ayrılıp, Sedum şehrine doğru yola çıktılar. Sedum şehrine öğle vakti parlak, güzel yüzlü delikanlılar şeklinde gelip, Hazreti Lût'u tarlada çalışırken buldular. Şehrin dışında, Lût aleyhisselâmın kızlarına rastladılar. Büyük kızı su dolduruyordu. Gelen topluluğu görünce dedi ki: - Bu günahkâr ve azgın kavmin arasına ne diye geldiniz? Bu şehirde sizi bir kişiden başka kimse misafir etmez. O da bu kavmin azgınlıklarına üzülüyor. Kızları, misafirleri olduğunu haber verince, Lût aleyhisselâm onların yanına gitti. Bu güzel yüzlü gençleri görünce, onlara sordu: "Siz benim bilmediğim kimselersiniz. Buraya niçin geldiniz?" Onlar da, kendisinde misafir kalmak için geldiklerini söylediler..
.
Terör...
26 Haziran 2004 01:00
Son yıllarda özellikle de İstanbul'daki NATO toplantısının gündeme geldiği şu günlerde "İslami terör" tabiri sık sık kullanılmakta, bazıları da bunu fırsat bilerek İslamiyeti kötülemekte ve İslamiyeti terörün kaynağı olarak göstermektedir. Bu, dinimize yapılan en büyük haksızlıktır. İslamiyette bu iki kelimenin yan yana gelmesi mümkün değildir. Geliş gayesi insanları hem dünyada hem ahirette huzura kavuşturmak olan İslamiyetin huzursuzluk, anarşi kaynağı olması mümkün mü? İslâm dini; birlik beraberliği, yardımlaşmayı, kanunlara karşı gelmemeyi, fitne, yani anarşi çıkarmamayı, Müslüman olsun olmasın herkesin hakkını gözetmeyi, kimseyi incitmemeyi emretmektedir. İslam büyükleri, tarih boyunca, isyandan, anarşiden uzak kalmışlar, taraftarlarını da buna bulaştırmamışlardır. Ehl-i sünnetin reisi büyük alim İmam-ı a'zam Ebu Hanife hazretleri, ikinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbani hazretleri kendilerine yapılan haksızlığa, zulme rağmen devlete isyan etmemişler, talebelerini de isyandan uzak tutmuşlardır. Zaten, İmam-ı a'zam hazretlerine göre, ehli sünnet olmanın şartlarından biri de her halükârda devlete isyan etmemektir. Niçin bu kadar fitneden, anarşiden uzak kaldılar? Çünkü, Peygamberimiz böyle emrediyor: " Fitne çıkarana lanet olsun!" "Fitne zamanında, devletinize tâbi olunuz. Size zulüm edilse, mallarınız alınsa da, ona itaât ediniz!". "Fitne zamanında, çok kimse öldürülür. Onların arasına karışmayan kurtulur". Peygamber Efendimiz, "Allah'a kasem ederim ki, insanlar öyle bir devir yaşayacaklar ki, kâtil niçin öldürdüğünü, maktûl niçin öldürüldüğünü bilmeyecek" buyurduğunda, bu nasıl olacak? diye soruldu. Hz. Peygamber şu açıklamayı yaptı: "İşte bu fitnedir; ölen de öldüren de cehennemdedir." Bütün bu emirlerden sonra bir Müslüman anarşiye, teröre nasıl karışabilir? Kim olursa olsun bir insanı nasıl öldürebilir? Kur'ân-ı kerîm her şeyden önce insanoğluna diğer mahlukat arasında mümtaz, üstün bir yer vermiştir. Böyle, müstesna bir yeri olan varlığa yapılacak tecavüzleri Cenab-ı Hak karşılıksız bırakmayacak, en ağır şekilde cezalandıracaktır. İnsanı fitneye, teröre sürükleyen etkenlerin başı yine cehalettir. Çünkü, cahil kimselerin kandırılması çok kolaydır. Hz. Peygamberin fitneden korunma hususunda Huzeyfe'ye yaptığı şu tavsiye bunun ne kadar önemli olduğunu göstermektedir: "Dinini bildiğin müddetçe fitne sana zarar vermez. Fitne, bâtıl ile hakkı birbirinden tefrik edemeyip karıştırdığın zaman ortaya çıkar..." Memleketimizde, yetmişli yıllara kadar Müslümanlar Peygamberimizin bu emirlerine uymuşlar, fitneden, kargaşadan uzak kalmışlardır. Çünkü Osmanlıdan kalma fitneden uzak durma geleneği vardı. Daha sonraları, ilim azalıp, ticari ve siyasi maksatlarla piyasaya sürülen, anarşi, terör, isyan gibi dinimizde yeri olmayan ihtilalci fikirlerin ateşli savunucuları, Hasan el Benna, Seyid Kutup, Mevdudi, Ali Şeriati, Humeyni, Cemalettin Efgani ve günümüzdeki uzantıları olan reformist kimselerin kitapları tercüme edilip, piyasaya sürülünce durum değişti. El-Kaide yanlıları da bu tür kitapları okumaktadırlar. Kur'ân-ı Kerîm'de bir kişiği öldürme cinâyeti, bütün insanları öldürme cinâyetine denk tutulur: "Kim, haksız olarak birini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim bir canı kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur."(Maide-32) Cenab-ı Hakkın bu açık emrine rağmen Müslüman kimliği ile akıl almaz vahşetler işlenebiliyorsa, işin içinde art niyet var demektir. Bu da, dış güçlerin insanları Müslümanlıktan uzaklaştırmak için hazırladıkları bir senaryoyu akla getirmektedir.
.
Beni mahcup etmeyin!"
27 Haziran 2004 01:00
Misafir olarak, genç erkek kılığında gelen Cebrail, İsrafil ve Azrail aleyhimüsselâmı Hazreti Lût kabul edeceğini söyledi. Ancak azgın ve sapıtmış olan kavminden, genç ve güzel yüzlü olan bu misafirlere bir zarar geleceği endişesiyle içi sıkıldı. Sonra onlara; "Nereden geldiniz" diye sorunca, melekler; "Uzak yoldan geldik" dediler. Allahü teâlâ meleklere; Lût kavminin kötülükleriyle ilgili, Lût aleyhisselâmın dört defa şahitlik etmesini beklemelerini emretmişti. Lût aleyhisselâm, "Bu kavmin azgınlık ve sapıklıklarını biliyor musunuz?" diye sordu: Bu söz üzerine Cebrail aleyhisselâm diğer meleklere dönerek, "Bu birinci şehadetidir" dedi. Melekler, Lût aleyhisselâma, kavminden şikâyetini dinlemek için tekrar dediler ki: - Ya Lût! Biz senin misafiriniz. Kavminin azgınlıkları nedir, anlat! - Yeryüzünde bu belde ahalisinden daha azgın ve şerli bir kavim yoktur. Onlar livata ederler, Allahü teâlâ onlara lânet etsin! Bunun üzerine Cebrail aleyhisselâm diğer meleklere dönerek; "Bu ikinci şehadetidir" dedi. Lût aleyhisselâm insan kılığındaki meleklere, "Şurada karanlık bastırıncaya kadar oturunuz. Sonra şehre girersiniz ve sizin geldiğinizi kimse hissetmez. Çünkü, bu kavim çok azgındır. Allahın lâneti onların üzerine olsun!" dedi. Cebrail aleyhisselâm tekrar diğer meleklere yönelip; "Bu üçüncü şehadetidir" dedi. Bir müddet sonra Lût aleyhisselâm önde, onlar arkada yürüyerek, Hazreti Lût'un evine geldiler. Hazreti Lût onları içeri alıp kapısını kilitledi. Daha sonra hanımını çağırıp, ona, "Bunlar benim misafirlerimdir. Bu hususu gizli tut, kimseye söyleme!" tembihinde bulundu. Hanımı bu hususu gizleyip kimseye söylemeyeceğine söz vermesine rağmen, hıyanet ederek, evlerinde misafir olduğunu kavmine haber verdi. Böylece Hazreti Lût'un evine misafir geldiğini öğrenen zâlimler, bu haberi bir anda her tarafa yaydılar. Süratle toplanıp Hazreti Lût'un evine geldiler. Evin etrafını çevirdiler. Hazreti Lût'u dışarıya çağırıp, misafirlerini kendilerine teslim etmesini istediler. Misafirlere de kötü fiillerini yapmak istediklerini açıkça söylediler. Kavminin bu isteği karşısında, Lût aleyhisselâmın içi sıkıldı, çok sıkıntıya düştü. Onlara nasihat etmeye çalışarak dedi ki: "Ey kavmim! Bunlar benim misafirlerimdir. Onlara karşı beni mahcup etmeyin. Allahtan korkun!"
.
"Gökten azab inecek!"
28 Haziran 2004 01:00
Lût aleyhisselâm, kavminden evine genç erkek kılığında gelen misafirlerine zarar vermemelerini istedi. Onları insafa çağırdı. Fakat gözü dönmüş bu azgın kavmin insafa geleceği yoktu. Diyorlardı ki: "Ey Lût! Bunlar bizim senden çoktan beri duyduğumuz şeyler. Artık bunları ezberledik. Bunları bırak ve bizim istediklerimizi getir. Bizim onları almadan hiçbir yere gitmeyeceğimizi bilmelisin. Gerekirse evi başına yıkar, yine onları alırız. Sen bu kadar adama güç yetirebileceğini zannediyorsan aldanıyorsun." İş gittikçe zorlaşıyordu. Misafirler içeride rahat rahat oturuyor, yapılan konuşmaları dinlemekten ötede hiçbir şey yapmıyorlardı. Hazreti Lût yine de kavmine; "İçinizde aklı başında kimse yok mudur" dedi. Kavmi bunu hiç duymamış gibi şöyle cevap verdiler: - Biz seni bizim bu gibi işlerimize müdahale etmekten men etmemiş miydik? Hazreti Lût, misafirlerini korumak ve insanları bu çirkin kötülükten vazgeçirmek için her türlü nasihati yaptı. Fakat kapıda toplanan halk bir türlü dağılmıyordu. Hazreti Lût içi daralmış, çaresiz kalmıştı. "Keşke size yetecek bir kuvvetim olsa veya sağlam bir kaleye sığınabilseydim" dedi ve ellerini semaya kaldırıp, onların şerrinden Allahü teâlâya sığındı. Bu esnada Cebrail aleyhisselâm diğer meleklere dönüp; "Bu dördüncü şehadetidir" dedi. Hazreti Lût'un bu kadar sıkılıp daraldığını gören melekler, ona meseleyi açtılar. Melek olduklarını bildirip, vazifelerini şöyle açıkladılar: "Ey Lût! Emin ol, biz senin Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana kat'iyen dokunamazlar. Biz onların şüphe ettikleri azabı getirdik. Sana Hakkın emri ile geldik. Biz şüphesiz doğru söyleyenleriz. Endişelenme, üzülme! Doğrusu biz seni ve hanımın dışında kalan aileni kurtaracağız. Ancak hanımın azaba uğrayan ve helâk olanlardandır. Bu belde halkının üzerine yapmakta oldukları kötülükler sebebiyle, gökten elbette bir azap indireceğiz. Bunları söyledikten sonra da dediler ki: - Ey Lût! Kapıyı aç ve geriye çekil! Gelmelerinden korkma ve çekinme! Lût aleyhisselâm öyle yaptı. Kapıyı açtı ve geriye çekildi. Azgınlar içeriye girdiler. Misafir olan melekleri elde etmeye çalıştılar. Cebrail aleyhisselâm onlara kanadıyla vurunca, yüzleri siyahlaştı ve gözleri görmez oldu. Şaşkın şaşkın geriye kaçıştılar. Bu durum, Kur'an-ı kerimin Kamer suresi 37. âyetinde mealen şöyle haber verildi: "Lût'tan, kavmi, misafir melekleri istediler. Akabinde anadan doğma gibi kör oldular. İşte azabımı ve tehditlerimin âkıbetini tadın dedik
.
Lût kavmi helak oldu!
29 Haziran 2004 01:00
Kalb gözleri mühürlenmiş azgın ve sapık Lût kavmi, yüzlerinin kararmasından da ibret alamayıp, Lût aleyhisselâmı; "Ya Lût! Yarın sana yapacaklarımıza hazır ol!" diye tehdit ederek, neye uğradıklarını şaşırmış bir hâlde evlerine döndüler. Bütün bunlara rağmen; "Lût, evine sihirbaz ve büyücüler getirmiş" diyerek, imansızlıklarından vazgeçmediler. Bundan sonra melekler, Hazreti Lût'a dediler ki: "Gecenin sonunda aileni ve sana inananları bu şehirden çıkar. Sen de arkalarından git. Hepiniz azaptan emin olacaksınız. Yalnız hanımın müstesna... Çünkü kavmine gelecek azap, hiç şüphesiz ona da gelecektir. Onlara vaat olunan helâk zamanı sabah vaktidir. Sabah vakti de yakındır." Lût aleyhisselâm, bu emre uyarak kızlarını alıp, inananlarla birlikte şehirden çıktı. Lût aleyhisselâmın hanımı Vâhile, Sedum ahalisinden idi. Lût aleyhisselâm, birinci hanımının vefatından sonra onunla evlenmişti. Lût aleyhisselâma dıştan inanıyor görünüp, kalbden inanmamıştı. Ayrıca melekler eve gelince de kavmine gidip; meleklerin Lût aleyhisselâmın misafiri olduğunu haber vererek hıyanet etmişti. Lût aleyhisselâm, kendine tâbi olanlarla ve kızlarıyla birlikte yola çıkacakları sırada, karısı da onları görüp, "Nereye gidiyorsun?" diye sordu. "Bunlar Rabbimin melekleridir. Bu kavmi ve bu şehirleri helâk etmek üzere geldiler" cevabını verdi. Hanımı, Lût aleyhisselâm yola çıkmadan önce başına çamurdan pişirilmiş taş düşüp helâk oldu. Lût kavmi için bildirilen azap vakti gelince, Cebrail aleyhisselâm, şehirlerin altını üstüne getirdi. O şehirlerin ahalisi üzerine, kime isabet edeceği belli olan, ateşte pişmiş taşlar yağdırıldı. O şehirler olduğu gibi yere batırıldı. O şehir ahalisinden olup, azabın geldiği sırada orada bulunmayanları, diğer memleketlere gidenleri de kendileri için işaretlenmiş taşlar, gidip bularak onları helâk etti. Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimde Lût kavminin şehirlerini "Mütefikât" yani altı üstüne gelmiş olarak bildirdi. O bölge harap olup, cenâb-ı Hakkın gadabının nişanesi olarak, oradan pis kokulu ve siyah bir su çıkıp göl oldu. O şehirlerin izleri hâlâ durmaktadır. Bunda insanlar için ibret vardır. Allahü teâlâ Zâriyât suresi 37. âyetinde mealen; "Can yakıcı azaptan korkanlar için o beldede bir işaret bıraktık" buyurarak, bu durumu haber verdi.
Lût kavminin azgınlıkları
30 Haziran 2004 01:00
Lût kavminin kötülükleri, fecî bir şekilde helâk edilmelerinin sebepleri, âyet-i kerimelerde, hadis-i şeriflerde ve Islâm âlimlerinin kitaplarında beyan edilmiştir. Bu hususta buyurulanlardan bir kısmı şöyledir: Lût kavmi, bugünkü asrın korkunç hastalığı denilen AIDS'e de yol açan livâtayı, yani homoseksüelliği yaparlardı. Lût aleyhisselâm, onları ne kadar sakındırdı ise de dinlemediler. Lût kavmi ayrıca yolda oturup, gelenlerin yollarını kesiyor, onları taşa tutuyorlardı. Bu husus, Tirmizî'nin ve Ahmed bin Hanbel'in naklettikleri hadis-i şerifte bildirilmektedir. Sedum ahalisi, kendilerini ve bütün kâinatı yaratan, zatında ve sıfatlarında eşsiz ve benzersiz olan Allahü teâlâya iman ve ibâdet etmeyi düşünmeyip, insanlara faydası olmayan taş parçalarına, putlara taparlar, onlara ibâdet ederlerdi. Hatta, Sedum bin Hârik adındaki kralları, putları için büyük ve süslü bir puthane ile, putların konulabileceği yaldızlı kürsüler yaptırmıştı. Lût aleyhisselâmın, bir olan Allahü teâlâya iman ve ibâdet etmeye davetine ve cehennem azabı ile korkutmasına aldırış etmediler. Aksine ona karşı çıktılar, hatta onu Sedum'dan çıkarmaya kalkıştılar. Lût kavmi, kötülüklerden ve fuhuş sözlerden sakınmadıkları gibi, bu işlerden sakınanları ayıplarlardı. Lût aleyhisselâm onları Hakka davet edip çirkin işlerden sakındırdığı zaman, "Ey Lût! Bu davadan vazgeçmezsen, mutlaka memleketimizden koğulacaksın veya öldürüleceksin" diye tehdit ettiler. Lût kavminin kötü işlerinden birisi de, çamurdan yapılmış ufak taşları, toplulukta bulunanlara veya yoldan geçenlere atmalarıdır. Onlar yol üstünde otururlar, yanlarında çakıl taşı dolu bir çanak bulundururlar, yabancı birisi geçince ona taş atarlardı. Kimin taşı isabet ederse, onunla livâta yapmaya o kimsenin daha lâyık olduğunu kabul ederlerdi. Lût kavminin helâk olmasına sebep olan kötü işlerden birisi de söz taşımaktır. Nitekim Lût aleyhisselâmın karısı Vâhile, evlerine gelen misafirleri kavmine haber verdiği için helâk olmuştur. Lût kavmi vacip olan hakları yerine getirmekte cimri idiler. Yolculara haklarını vermezlerdi. Sadakayı terketmişlerdi. Lût kavminin azgınlıklarından biri de, kendilerini başkalarından üstün görüp, insanlarla alay etmeleri idi. Hadis-i kudsîde Allahü teâlâ buyurdu ki: "Kibriya, üstünlük ve azamet bana mahsustur. Bu ikisinde bana ortak olanı cehenneme atarım, hiç acımam."
.
Lût aleyhisselâmın mucizeleri
1 Temmuz 2004 01:00
Lût aleyhisselâmın birçok mucizesi vardır. Bunlardan bazıları şunlardır: Lût aleyhisselâm kavmini hak yola ve Allahü teâlâya iman ve ibâdete davet etmek ve kötülüklerden sakındırmak için köylere giderdi. Bir bölgede ondan mucize istediler ve, "Hakikaten peygamber isen bulutsuz havada yağmur yağdır" dediler. Bunun üzerine Lût aleyhisselâm duâ edip, Allahü teâlâdan bulutsuz havada yağmur yağdırmasını istedi. Allahü teâlâ, duâsının kabul olduğunu ve eliyle havaya işaret etmesini vahyetti. Lût aleyhisselâm aldığı emir üzerine, eliyle semaya işaret eder etmez, yağmur yağmaya başladı. Fakat Hazreti Lût'un peygamberliğine yine inanmadılar. Bulutsuz havada yağmur yağması mucizesi, başta sevgili Peygamberimiz olmak üzere başka peygamberlerde de görülmüştür. Aslında bulutlar insanlar için bir perdedir. Bulutları yaratan Allahü teâlâ, bulutsuz da yağmur yağdırmaya kâdirdir. Ancak bulutları bir sebep olarak yaratmıştır. Hiçbir şeyi sebepsiz olarak yaratmamaktadır. Fakat, peygamberlerin, peygamberliklerini ispatlamaları için ve velî kulları için bazı şeyleri sebepsiz olarak yaratmaktadır. Hazreti Lût, kavmini yaptıkları kötü işten sakındırmasına karşılık, kavmi, onun bu sakındırmasına engel olmak, ondan intikam almak istiyordu. Bunun için de, Lût aleyhisselâmın koyunlarının otlu yerde yayılmasına engel oluyorlardı. Beldelerinde otsuz bir dağ vardı. Lût aleyhisselâm, otsuz dağda ot bitirmesi için, cenâb-ı Hakka duâ etti. Allahü teâlâ peygamberinin duâsını kabul buyurup, o zamana kadar hiç ot bitmeyen dağda yeşil otlar bitirdi. Lût aleyhisselâm yaşadığı müddetçe, o dağdan otlar eksik olmadı. Başka ilgi çekici bir taraf ise; Lût aleyhisselâmın koyunları, o otlardan yediği hâlde bir şey olmuyor, fakat sapık ve azgın kavminin koyunları yediği zaman onların koyunları ölüyordu. Lût aleyhisselâmın kavmi onun davetini kabul etmediği gibi, ona taş atarlardı. Bu taşların hiç birisi, Allahü teâlânın korumasıyla Hazreti Lût'a değmezdi. Lût aleyhisselâm bir taş üzerinde yatsa, sünger gibi yumuşak olurdu. Lût aleyhisselâmın kavmi, bir gün onu öldürmeye karar vermişti. Bu hususu Allahü teâlâ ona vahiy ile bildirip, bir dağa gitmesini emir buyurdu. Emr-i İlâhiye uyarak bir dağa gitti. Yolda çok yorulduğundan, bir yere yatıp uyumuştu. Kavminden yedi kişilik bir grup onun izini takip ederek buldular. Bir taş üzerinde uyuduğunu, üzerinde yatmış olduğu taşın sünger gibi yumuşak olduğunu, yattığı yerin çukurlaşmış olduğunu gördüler ve insafa gelip iman ettiler
Lut Gölü'nün ibretli hali
2 Temmuz 2004 01:00
Uzak yerlerde olan hâdiseleri görüp haber vermek, Lût aleyhisselâmın mucizelerinden idi. Bir gün Hazreti Lût'a inanmayanlardan birisi geldi ve şöyle dedi: - Oğlum kayboldu, onun ayrılığına dayanamıyorum. Nerede olduğunu da bilmiyorum. Hakikaten peygamber isen, onun nerede olduğunu ve ne yaptığını bana haber ver. Bunun üzerine Hazreti Lût, Allahü teâlâya duâ etti. Allahü teâlâ Hazreti Lût'un duâsını kabul buyurdu. Lût aleyhisselâm ile o çocuk arasındaki çok uzak mesafeyi açtı. Hazreti Lût, o çocuğun nerede bulunduğunu, ne yaptığını ve çocuğun şeklini haber verdi. Hazreti Lût'tan bu haberi alan kimse iman etti. Lût aleyhisselâmın davetine karşılık, kavmi onunla eğlenmekten ve alay etmekten hiç geri durmuyorlardı. Sonunda ufacık taşlar ve kumlar dile gelip, Lût aleyhisselâma şöyle dediler: - Kavminin iman etmeyeceği sana göre kesin ise, Rabbine duâ et, onları yakmak için bizi ateş kılsın, onları yakalım. Lût aleyhisselâm da bu şekilde duâ edip, iman etmeyenlerin hepsi ateşte pişirilmiş taşlarla helâk edildiler. Lût aleyhisselâm, bütün güzel huylarla huylanmıştı. Güçlük ve sıkıntılara karşı sabırlı ve cömert idi. Çiftçilik ve ziraatle uğraşırdı. Herkese iyilik yapmayı sever, insanları Hakka ve doğru yola çağırırdı. Amcası İbrahim aleyhisselâmın getirdiği dinin emir ve yasaklarını insanlara anlatmakla meşgul olur, onların kurtuluşa ermeleri için çırpınır ve duâ ederdi. Lût aleyhisselâma inanan kimseler çok az idi. Bazı kaynaklarda ona inananların on iki kişi ile birlikte iki kızı olduğu veya iki kızıyla birlikte on kişinin azaptan kurtuldukları belirtilmektedir. Bugün Sedum bölgesinin yerindeki göl, Lût Gölü adıyla anılmaktadır. Bu, Filistin'in doğusunda, Şerîa Nehrinin döküldüğü göldür. "Ölü deniz" de denir. Deniz seviyesinden 369 m. daha aşağıda olan gölün, suyu kokuludur. Alanı 930 kilometrekare olup, ortalama derinliği 300 metredir. En derin yeri ise 401 metredir. Bu durumu ile dünyada, sathı deniz seviyesinden en düşük su topluluğu hususiyetine sahiptir. Lût Gölü dünyanın en tuzlu göllerindendir. Suyunda balık cinsi canlılar mevcut değildir. Çevresindeki taşlar üst üste olup, dibinde ve yüzünde toplanan zift sebebiyle suyu siyahtır. Allahü teâlânın kudretinin büyüklüğünün ve düşmanlarına ders vermesinin işareti olarak, her devirde yaşayan insanlara büyük bir ibrettir.
Lût aleyhisselâm
24 Haziran 2004 01:00
Lût aleyhisselâm, Lût Gölü yanındaki Sedum şehri halkına gönderilen peygamberdir. Allahü teâlâ, Hazreti İbrahim'e vahyedip; Hazreti Lût'u, Sedum ahalisine peygamber olarak gönderdiğini bildirdi. İbrahim aleyhisselâm, Allahü teâlânın emrini Hazreti Lût'a tebliğ edip buyurdu ki: "Sedum şehrine git! O bölge halkını, bir olan Allahü teâlâya ibâdet etmeye, putları terk etmeye davet et! Allahü teâlânın emirlerini bildir, yasaklarından sakındır!" Hazreti Lût'un peygamber olarak gönderildiği Sedum ahalisi, Kur'an-ı kerimde; "El-mü'tefikât=Alt üst edilen yer" olarak bildirilen bölgede yaşarlardı. Bu bölge, bugünkü İsrail ile Ürdün devletleri arasında bulunan Lût Gölü civarındaydı. Burada başta en büyükleri Sedum olmak üzere; Sûd, Sâid, Dumâ ve Âmura adında beş şehir vardı. Bu şehirlerde yaşayan insanlar putlara tapıyor, yol kesip soygunculuk yapıp, o zamana kadar hiçbir kavim ve millet tarafından işlenmemiş olan çirkin ve iğrenç livâta [homoseksüellik] fiilini açıkta, herkesin içinde işliyorlardı. Adaletsizlik ve zulüm kol geziyor, zayıf insanlar eziliyor, fuhuş ve ahlâksızlık olan söz ve fiiller, herkesin içinde alenî olarak yapılıyordu. Edep ve hayâ tamamen yok olmuştu. Ayıp ve günah olarak bilinen her şey topluluk içinde yapıldığı gibi, yapanlar daha çok itibar görüyordu. En kötüsü; bu yapılan çirkin ve iğrenç hareketlerden kimse kimseyi sakındırmıyor, bu hareketleri yapmayanlar ise, toplumun dışına itilip ayıplanıyordu. İşte böylesine azgın bir kavim üzerine peygamber olarak gönderilen Lût aleyhisselâm, Sedum diyarına gitti. Sedum şehri, Nemrûd'un akrabalarından Sedum bin Hârik isimli bir kral tarafından idare ediliyordu. Lût aleyhisselâm,onları bir olan Allahü teâlâya imana ve Ona ibâdet etmeye davet etti: - Ey insanlar! Allahü teâlâdan korkunuz ve Ona itaat ediniz! Putlara ibâdet etmekten vazgeçiniz! Sizden önce hiçbir milletin yapmadığı kötü, çirkin işleri bırakınız! Ben, Allahü teâlânın, size göndermiş olduğu peygamberiyim. Artık Allahtan korkun ve bana itaat edin! Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, âlemlerin Rabbine aittir. Rabbinizin sizin için yarattığı zevcelerinizi bırakıp da, insanların içinden erkeklere mi gidiyorsunuz? Siz helâli bırakıp harama yönelen bir kavimsiniz. Sedum şehrinin halkı, geçmiş ümmetlerin yaptığı gibi, bu davete uymadı. Lût aleyhisselâmı yalanladılar. Onu dinlemediler. "Biz dedelerimizi böyle gördük" dediler
.
Siz azmış bir milletsiniz!"
25 Haziran 2004 01:00
Lût aleyhisselâmın insanları doğru yola daveti kendisine ulaştığı zaman, kral; "Onu bana getirin" dedi. Lût aleyhisselâm, kralın yanına vardı. Kral, "Sen kimsin? Seni kim gönderdi ve niçin geldin?" diye sordu. Kralın yanında bulunanlar; "Onun ismi Lût'tur. Kavmini kötülüklerden sakındırmak, Allaha ibâdet etmelerini bildirmek üzere peygamber olarak gönderilmiş olduğunu söylüyor" dediler. Kral bu hususları Hazreti Lût'tan da işitince, kalbine şüphe ve korku düştü. Lût aleyhisselâma," Ben kavmimin içinden bir kişiyim. Rabbinin emir ve yasaklarını onlara anlat. Eğer kabul ederlerse, ben de onlarla beraberim."dedi. Lût aleyhisselâm kralın yanından ayrıldıktan sonra, tekrar kavmini bir olan Allahü teâlâya ibâdet etmeye, isyan ve kötülüklerden sakındırmaya, Allahü teâlânın azabıyla korkutmaya başladı. Doğru yoldan tamamen ayrılmış olan insanlara, yaptıkları işlerin fenalığını ve çirkinliğini anlatıp, kötülüklerini yüzlerine vurdu. Onlara dedi ki: "Bu âlemde sizden önce hiç kimsenin yapmadığı hayâsızlığı mı yapıyorsunuz? Çirkin olduğunu bile bile o kötülüğü yapacak mısınız? Gerçekten siz, cehaletle yaptığınız işin kötü akıbetini düşünmezsiniz. Rabbinizin sizin için yarattığı kadınlarınızı terkedip, erkeklere meyletmekle, muhakkak siz azmış bir milletsiniz!" Hazreti Lût'un bütün bu sözlerine, onlara doğru yolu göstermek için gayretlerine karşılık kavminin cevabı; onu ve ona inananları şehirlerinden kovmaya kalkışmak oldu. Hazreti Lût'u ve ona tâbi olanları Sedum şehrinden çıkararak, kötülüklerine tam bir serbestlik içinde devam etmeye karar verdiler. Hazreti Lût'a varıp, onu yurtlarından çıkarmakla tehdit ederek, "Ey Lût! Eğer sen bizi bu amelimizden nehyetmekten vazgeçmezsen; elbette seni şehrimizden çıkarırız!" dediler. Lût aleyhisselâm, onları, Allahü teâlânın azabı ile korkuttu. Onlar yine aldırış etmediler. Hatta alay edip; "Eğer doğru sözlü isen, Allahü teâlâdan bizim için vaat olunan azabı getir" dediler. Yıllarca bıkıp usanmadan kavmini ıslaha çalışan Lût aleyhisselâm, onların ıslah olacaklarından ümit kesip, şerlerinden Allahü teâlâya sığındı: "Ya Rabbi! Bana ve inananlara, onların kötülüklerinden ve sıkıntılarından kurtuluş ver! Ya Rabbi! Bozguncular kavmi üzerine azap indirerek bana nusret ver!"
.
Gökten azab inecek!"
28 Haziran 2004 01:00
Lût aleyhisselâm, kavminden evine genç erkek kılığında gelen misafirlerine zarar vermemelerini istedi. Onları insafa çağırdı. Fakat gözü dönmüş bu azgın kavmin insafa geleceği yoktu. Diyorlardı ki: "Ey Lût! Bunlar bizim senden çoktan beri duyduğumuz şeyler. Artık bunları ezberledik. Bunları bırak ve bizim istediklerimizi getir. Bizim onları almadan hiçbir yere gitmeyeceğimizi bilmelisin. Gerekirse evi başına yıkar, yine onları alırız. Sen bu kadar adama güç yetirebileceğini zannediyorsan aldanıyorsun." İş gittikçe zorlaşıyordu. Misafirler içeride rahat rahat oturuyor, yapılan konuşmaları dinlemekten ötede hiçbir şey yapmıyorlardı. Hazreti Lût yine de kavmine; "İçinizde aklı başında kimse yok mudur" dedi. Kavmi bunu hiç duymamış gibi şöyle cevap verdiler: - Biz seni bizim bu gibi işlerimize müdahale etmekten men etmemiş miydik? Hazreti Lût, misafirlerini korumak ve insanları bu çirkin kötülükten vazgeçirmek için her türlü nasihati yaptı. Fakat kapıda toplanan halk bir türlü dağılmıyordu. Hazreti Lût içi daralmış, çaresiz kalmıştı. "Keşke size yetecek bir kuvvetim olsa veya sağlam bir kaleye sığınabilseydim" dedi ve ellerini semaya kaldırıp, onların şerrinden Allahü teâlâya sığındı. Bu esnada Cebrail aleyhisselâm diğer meleklere dönüp; "Bu dördüncü şehadetidir" dedi. Hazreti Lût'un bu kadar sıkılıp daraldığını gören melekler, ona meseleyi açtılar. Melek olduklarını bildirip, vazifelerini şöyle açıkladılar: "Ey Lût! Emin ol, biz senin Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana kat'iyen dokunamazlar. Biz onların şüphe ettikleri azabı getirdik. Sana Hakkın emri ile geldik. Biz şüphesiz doğru söyleyenleriz. Endişelenme, üzülme! Doğrusu biz seni ve hanımın dışında kalan aileni kurtaracağız. Ancak hanımın azaba uğrayan ve helâk olanlardandır. Bu belde halkının üzerine yapmakta oldukları kötülükler sebebiyle, gökten elbette bir azap indireceğiz. Bunları söyledikten sonra da dediler ki: - Ey Lût! Kapıyı aç ve geriye çekil! Gelmelerinden korkma ve çekinme! Lût aleyhisselâm öyle yaptı. Kapıyı açtı ve geriye çekildi. Azgınlar içeriye girdiler. Misafir olan melekleri elde etmeye çalıştılar. Cebrail aleyhisselâm onlara kanadıyla vurunca, yüzleri siyahlaştı ve gözleri görmez oldu. Şaşkın şaşkın geriye kaçıştılar. Bu durum, Kur'an-ı kerimin Kamer suresi 37. âyetinde mealen şöyle haber verildi: "Lût'tan, kavmi, misafir melekleri istediler. Akabinde anadan doğma gibi kör oldular. İşte azabımı ve tehditlerimin âkıbetini tadın dedik.
.
Lût kavmi helak oldu!
29 Haziran 2004 01:00
Kalb gözleri mühürlenmiş azgın ve sapık Lût kavmi, yüzlerinin kararmasından da ibret alamayıp, Lût aleyhisselâmı; "Ya Lût! Yarın sana yapacaklarımıza hazır ol!" diye tehdit ederek, neye uğradıklarını şaşırmış bir hâlde evlerine döndüler. Bütün bunlara rağmen; "Lût, evine sihirbaz ve büyücüler getirmiş" diyerek, imansızlıklarından vazgeçmediler. Bundan sonra melekler, Hazreti Lût'a dediler ki: "Gecenin sonunda aileni ve sana inananları bu şehirden çıkar. Sen de arkalarından git. Hepiniz azaptan emin olacaksınız. Yalnız hanımın müstesna... Çünkü kavmine gelecek azap, hiç şüphesiz ona da gelecektir. Onlara vaat olunan helâk zamanı sabah vaktidir. Sabah vakti de yakındır." Lût aleyhisselâm, bu emre uyarak kızlarını alıp, inananlarla birlikte şehirden çıktı. Lût aleyhisselâmın hanımı Vâhile, Sedum ahalisinden idi. Lût aleyhisselâm, birinci hanımının vefatından sonra onunla evlenmişti. Lût aleyhisselâma dıştan inanıyor görünüp, kalbden inanmamıştı. Ayrıca melekler eve gelince de kavmine gidip; meleklerin Lût aleyhisselâmın misafiri olduğunu haber vererek hıyanet etmişti. Lût aleyhisselâm, kendine tâbi olanlarla ve kızlarıyla birlikte yola çıkacakları sırada, karısı da onları görüp, "Nereye gidiyorsun?" diye sordu. "Bunlar Rabbimin melekleridir. Bu kavmi ve bu şehirleri helâk etmek üzere geldiler" cevabını verdi. Hanımı, Lût aleyhisselâm yola çıkmadan önce başına çamurdan pişirilmiş taş düşüp helâk oldu. Lût kavmi için bildirilen azap vakti gelince, Cebrail aleyhisselâm, şehirlerin altını üstüne getirdi. O şehirlerin ahalisi üzerine, kime isabet edeceği belli olan, ateşte pişmiş taşlar yağdırıldı. O şehirler olduğu gibi yere batırıldı. O şehir ahalisinden olup, azabın geldiği sırada orada bulunmayanları, diğer memleketlere gidenleri de kendileri için işaretlenmiş taşlar, gidip bularak onları helâk etti. Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimde Lût kavminin şehirlerini "Mütefikât" yani altı üstüne gelmiş olarak bildirdi. O bölge harap olup, cenâb-ı Hakkın gadabının nişanesi olarak, oradan pis kokulu ve siyah bir su çıkıp göl oldu. O şehirlerin izleri hâlâ durmaktadır. Bunda insanlar için ibret vardır. Allahü teâlâ Zâriyât suresi 37. âyetinde mealen; "Can yakıcı azaptan korkanlar için o beldede bir işaret bıraktık" buyurarak, bu durumu haber verdi.
.
Lût kavminin azgınlıkları
30 Haziran 2004 01:00
Lût kavminin kötülükleri, fecî bir şekilde helâk edilmelerinin sebepleri, âyet-i kerimelerde, hadis-i şeriflerde ve Islâm âlimlerinin kitaplarında beyan edilmiştir. Bu hususta buyurulanlardan bir kısmı şöyledir: Lût kavmi, bugünkü asrın korkunç hastalığı denilen AIDS'e de yol açan livâtayı, yani homoseksüelliği yaparlardı. Lût aleyhisselâm, onları ne kadar sakındırdı ise de dinlemediler. Lût kavmi ayrıca yolda oturup, gelenlerin yollarını kesiyor, onları taşa tutuyorlardı. Bu husus, Tirmizî'nin ve Ahmed bin Hanbel'in naklettikleri hadis-i şerifte bildirilmektedir. Sedum ahalisi, kendilerini ve bütün kâinatı yaratan, zatında ve sıfatlarında eşsiz ve benzersiz olan Allahü teâlâya iman ve ibâdet etmeyi düşünmeyip, insanlara faydası olmayan taş parçalarına, putlara taparlar, onlara ibâdet ederlerdi. Hatta, Sedum bin Hârik adındaki kralları, putları için büyük ve süslü bir puthane ile, putların konulabileceği yaldızlı kürsüler yaptırmıştı. Lût aleyhisselâmın, bir olan Allahü teâlâya iman ve ibâdet etmeye davetine ve cehennem azabı ile korkutmasına aldırış etmediler. Aksine ona karşı çıktılar, hatta onu Sedum'dan çıkarmaya kalkıştılar. Lût kavmi, kötülüklerden ve fuhuş sözlerden sakınmadıkları gibi, bu işlerden sakınanları ayıplarlardı. Lût aleyhisselâm onları Hakka davet edip çirkin işlerden sakındırdığı zaman, "Ey Lût! Bu davadan vazgeçmezsen, mutlaka memleketimizden koğulacaksın veya öldürüleceksin" diye tehdit ettiler. Lût kavminin kötü işlerinden birisi de, çamurdan yapılmış ufak taşları, toplulukta bulunanlara veya yoldan geçenlere atmalarıdır. Onlar yol üstünde otururlar, yanlarında çakıl taşı dolu bir çanak bulundururlar, yabancı birisi geçince ona taş atarlardı. Kimin taşı isabet ederse, onunla livâta yapmaya o kimsenin daha lâyık olduğunu kabul ederlerdi. Lût kavminin helâk olmasına sebep olan kötü işlerden birisi de söz taşımaktır. Nitekim Lût aleyhisselâmın karısı Vâhile, evlerine gelen misafirleri kavmine haber verdiği için helâk olmuştur. Lût kavmi vacip olan hakları yerine getirmekte cimri idiler. Yolculara haklarını vermezlerdi. Sadakayı terketmişlerdi. Lût kavminin azgınlıklarından biri de, kendilerini başkalarından üstün görüp, insanlarla alay etmeleri idi. Hadis-i kudsîde Allahü teâlâ buyurdu ki: "Kibriya, üstünlük ve azamet bana mahsustur. Bu ikisinde bana ortak olanı cehenneme atarım, hiç acımam."
.
Lût aleyhisselâmın mucizeleri
1 Temmuz 2004 01:00
Lût aleyhisselâmın birçok mucizesi vardır. Bunlardan bazıları şunlardır: Lût aleyhisselâm kavmini hak yola ve Allahü teâlâya iman ve ibâdete davet etmek ve kötülüklerden sakındırmak için köylere giderdi. Bir bölgede ondan mucize istediler ve, "Hakikaten peygamber isen bulutsuz havada yağmur yağdır" dediler. Bunun üzerine Lût aleyhisselâm duâ edip, Allahü teâlâdan bulutsuz havada yağmur yağdırmasını istedi. Allahü teâlâ, duâsının kabul olduğunu ve eliyle havaya işaret etmesini vahyetti. Lût aleyhisselâm aldığı emir üzerine, eliyle semaya işaret eder etmez, yağmur yağmaya başladı. Fakat Hazreti Lût'un peygamberliğine yine inanmadılar. Bulutsuz havada yağmur yağması mucizesi, başta sevgili Peygamberimiz olmak üzere başka peygamberlerde de görülmüştür. Aslında bulutlar insanlar için bir perdedir. Bulutları yaratan Allahü teâlâ, bulutsuz da yağmur yağdırmaya kâdirdir. Ancak bulutları bir sebep olarak yaratmıştır. Hiçbir şeyi sebepsiz olarak yaratmamaktadır. Fakat, peygamberlerin, peygamberliklerini ispatlamaları için ve velî kulları için bazı şeyleri sebepsiz olarak yaratmaktadır. Hazreti Lût, kavmini yaptıkları kötü işten sakındırmasına karşılık, kavmi, onun bu sakındırmasına engel olmak, ondan intikam almak istiyordu. Bunun için de, Lût aleyhisselâmın koyunlarının otlu yerde yayılmasına engel oluyorlardı. Beldelerinde otsuz bir dağ vardı. Lût aleyhisselâm, otsuz dağda ot bitirmesi için, cenâb-ı Hakka duâ etti. Allahü teâlâ peygamberinin duâsını kabul buyurup, o zamana kadar hiç ot bitmeyen dağda yeşil otlar bitirdi. Lût aleyhisselâm yaşadığı müddetçe, o dağdan otlar eksik olmadı. Başka ilgi çekici bir taraf ise; Lût aleyhisselâmın koyunları, o otlardan yediği hâlde bir şey olmuyor, fakat sapık ve azgın kavminin koyunları yediği zaman onların koyunları ölüyordu. Lût aleyhisselâmın kavmi onun davetini kabul etmediği gibi, ona taş atarlardı. Bu taşların hiç birisi, Allahü teâlânın korumasıyla Hazreti Lût'a değmezdi. Lût aleyhisselâm bir taş üzerinde yatsa, sünger gibi yumuşak olurdu. Lût aleyhisselâmın kavmi, bir gün onu öldürmeye karar vermişti. Bu hususu Allahü teâlâ ona vahiy ile bildirip, bir dağa gitmesini emir buyurdu. Emr-i İlâhiye uyarak bir dağa gitti. Yolda çok yorulduğundan, bir yere yatıp uyumuştu. Kavminden yedi kişilik bir grup onun izini takip ederek buldular. Bir taş üzerinde uyuduğunu, üzerinde yatmış olduğu taşın sünger gibi yumuşak olduğunu, yattığı yerin çukurlaşmış olduğunu gördüler ve insafa gelip iman ettiler
.
Lut Gölü'nün ibretli hali
2 Temmuz 2004 01:00
Uzak yerlerde olan hâdiseleri görüp haber vermek, Lût aleyhisselâmın mucizelerinden idi. Bir gün Hazreti Lût'a inanmayanlardan birisi geldi ve şöyle dedi: - Oğlum kayboldu, onun ayrılığına dayanamıyorum. Nerede olduğunu da bilmiyorum. Hakikaten peygamber isen, onun nerede olduğunu ve ne yaptığını bana haber ver. Bunun üzerine Hazreti Lût, Allahü teâlâya duâ etti. Allahü teâlâ Hazreti Lût'un duâsını kabul buyurdu. Lût aleyhisselâm ile o çocuk arasındaki çok uzak mesafeyi açtı. Hazreti Lût, o çocuğun nerede bulunduğunu, ne yaptığını ve çocuğun şeklini haber verdi. Hazreti Lût'tan bu haberi alan kimse iman etti. Lût aleyhisselâmın davetine karşılık, kavmi onunla eğlenmekten ve alay etmekten hiç geri durmuyorlardı. Sonunda ufacık taşlar ve kumlar dile gelip, Lût aleyhisselâma şöyle dediler: - Kavminin iman etmeyeceği sana göre kesin ise, Rabbine duâ et, onları yakmak için bizi ateş kılsın, onları yakalım. Lût aleyhisselâm da bu şekilde duâ edip, iman etmeyenlerin hepsi ateşte pişirilmiş taşlarla helâk edildiler. Lût aleyhisselâm, bütün güzel huylarla huylanmıştı. Güçlük ve sıkıntılara karşı sabırlı ve cömert idi. Çiftçilik ve ziraatle uğraşırdı. Herkese iyilik yapmayı sever, insanları Hakka ve doğru yola çağırırdı. Amcası İbrahim aleyhisselâmın getirdiği dinin emir ve yasaklarını insanlara anlatmakla meşgul olur, onların kurtuluşa ermeleri için çırpınır ve duâ ederdi. Lût aleyhisselâma inanan kimseler çok az idi. Bazı kaynaklarda ona inananların on iki kişi ile birlikte iki kızı olduğu veya iki kızıyla birlikte on kişinin azaptan kurtuldukları belirtilmektedir. Bugün Sedum bölgesinin yerindeki göl, Lût Gölü adıyla anılmaktadır. Bu, Filistin'in doğusunda, Şerîa Nehrinin döküldüğü göldür. "Ölü deniz" de denir. Deniz seviyesinden 369 m. daha aşağıda olan gölün, suyu kokuludur. Alanı 930 kilometrekare olup, ortalama derinliği 300 metredir. En derin yeri ise 401 metredir. Bu durumu ile dünyada, sathı deniz seviyesinden en düşük su topluluğu hususiyetine sahiptir. Lût Gölü dünyanın en tuzlu göllerindendir. Suyunda balık cinsi canlılar mevcut değildir. Çevresindeki taşlar üst üste olup, dibinde ve yüzünde toplanan zift sebebiyle suyu siyahtır. Allahü teâlânın kudretinin büyüklüğünün ve düşmanlarına ders vermesinin işareti olarak, her devirde yaşayan insanlara büyük bir ibrettir
.
Tarihselciliğin hamisi Batı'dır
2 Temmuz 2004 01:00
Son yıllarda, Türkiye'de ve diğer İslam âleminde bazı ilahiyatçılar Kur'an-ı kerimin "Tarihselliği" (Tarihte kalma, miadını doldurma) iddia edilerek Kur'an-ı kerimin yeniden yorumlanması, ahkam ile ilgili ayetler miadını doldurduğu (haşa) için nazarı dikkate alınmaması fikri savunulmaktadır. Bu husus, sadece İslam ülkelerinde değil, Batılı bazı yazar ve düşünürler tarafından da dile getirilmektedir. Görünüşte bunların birbiri ile bağlantısı yokmuş gibi görünse de, işin içine girildiğinde aralarında esaslı bir bağlantının olduğu görülür. Daha doğrusu bu hareketi başlatan yönlendiren Batılı oryantalistlerdir. Müslümanlar, "Kökten dinci" "Siyasal İslamcı" "Fundemandalist" "Ilımlı" "Muhafazakar" gibi tasniflere tabi tutularak belli bir grupta yer almaları için zorlandılar. Batı'nın istediği grupta yer alanlar el altından desteklendi. Aydın, modern müslüman isimleri ile meşhur edildiler. Mesela, M. Abduh, Reşid Rıza ve Fuzlurrahman gibi modernistler, tarihselciler Charls Adams tarafından, "İslamic modernism" diye takdim edilerek övülmektedir. Yine Muhammed Arkoun, Tarık el-Bişri, Zeki Necib Mahmud, Abdullah Laroui gibi tarihselciler de, Leonard Binder tarafından, "İslamic Liberalism" adı altında örnek akım olarak lanse edilmektedir. Böyle davranmalarının sebebi, Batı kendi değerlerini tamamen İslam âlemine adapte etmek istiyor. Gerçek İslamın da buna mani olduğunu bildikleri için, sanki Kur'an-ı kerimi anlamada, yaşamada bir problem varmış gibi göstererek; Modernlik, tarihsellik gibi projelerle bu engeli ortadan kaldırmak istiyorlar. Aslında, İslamiyette, Kur'an-ı kerimi anlamada, Hadis-i şeriflerde bir problem, sıkıntı yok. Peygamberimiz Kur'an-ı kerimi açıklamış, İslam âlimleri bunu nakletmiş, 18. asra kadar bu hükümler tatbik edilmiş, İslam âleminde bu hususta hiçbir problem yaşanmamış. Problemi çıkartan, İslam âlemine sokan kendileridir. Batı, yeni bir dünya düzeni kurmak istediği ve Müslümanlara da bu yeni düzende "sömürge" rolü verdiği için bu mesele üzerinde duruyor. Aslında dinin yeniden yorumlanması meselesi dini olmaktan ziyade siyasi bir olaydır. Müslümanların daha iyi nasıl müslüman olacakları meselesi değil, Müslümanların Batı'ya nasıl adapte edileceği meselesidir. Bugüne kadar İçtihad kapısı kapalı tutulduğu için İslamiyet bu hale geldi, suçlaması da Batı kaynaklıdır. Bunların içtihaddan anladıkları, bu kapıyı açarak İslamı istedikleri gibi yorumlamaktır. Dinsizliği ile meşhur Batı yanlısı Abdullah Cevdet'in çıkardığı dergiye, "İçtihad" adını vermesi manidardır. Bunların ictihaddan anladıkları bu tür bir ictihaddır. Bütün bu gelişmeler dinin doğru olarak anlaşılması için değil, dinin gerçek hayattan çıkartılması içindir. Dini, sosyal hayattan çekerek tamamen vicdani hale getirmektir. Kur'an-ı kerimi tarihsellik perspektifinden yorumlayarak, Kur'an'sız, Peygambersiz; şekil ve muhtevasız, uygulamasız herhangi bir talebi olmayan vicdani bir inanış şekline sokmak istiyorlar. Nitekim, Batı'nın örnek Müslüman olarak takdim ettiği Sorbonne'da profesör olan tarihselci Muhammed Arkoun'a göre, öncelikle yapılması gereken, din ile Kur'an'ın birbirinden ayrılarak kur'anın Allah kelamı olduğu inancının çürütülmesidir. Tarihselcilerin bir özelliği de zaten, Kur'an-ı kerimin Cebrail aleyhisselam kanalıyla gelen ilahi bir metin olmadığı, peygamberin kalbine doğan düşünceler olduğuna inanmalarıdır. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, tarihselcilerin amacı; imanın şartı olan, Kur'an-ı kerime iman inancını yıkmak, Kur'an-ı kerimi, istedikleri zaman, istedikleri şekilde değiştirebilecekleri beşeri bir kitap haline getirmek. ..... NOT: Bir süredir mevcudu kalmadığı için bulunamayan '365 Gün Dua' kitabının 5. baskısı yapılmıştır. Arı Sanat Yayınevi 0 212 520 41 51
İsmail aleyhisselâm
3 Temmuz 2004 01:00
İsmail aleyhisselâm Hazreti İbrahim'in büyük oğlu olup, Muhammed aleyhisselâmın dedelerindendir. İsmail aleyhisselâm aralarında yaşamakta olduğu, Yemen'den gelip Mekke'ye yerleşen Cürhüm kabilesine peygamber olarak gönderildi ve kendisine başka kitap ve din verilmedi. Babası İbrahim aleyhisselâmın dininin hükümleri ile amel ederek, bunu insanlara tebliğ etmesi emredildi. İsmail aleyhisselâmın dini, İslâmiyete kadar devam etti. Cürhümîlerden iki defa evlendi. Arapça'yı onlardan daha fasih konuştu. Hazreti İsmail'in, Cürhümî kabilesi reisinin kızı olan, ikinci olarak nikâhladığı Hâle adındaki mübarek hatundan, kızları ve oğulları oldu. Muhammed aleyhisselâmın nuru da bu mübarek hatunun oğullarından olan Kaydar'a intikal etti. Böylece onun soyundan gelen iman sahibi kimseler, Resûlullah efendimizin nurunu taşımakla şereflendiler. Nitekim, hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Allahü teâlâ, Âdemoğullarından İsmail'i seçti. İsmail'in evlâdından Benî Kinâne'yi seçti. Benî Kinâne'den Kureyş'i seçti ve ayırdı. Kureyş'ten Benî Hâşim'i seçti. Benî Hâşim'den de beni seçti ve ayırdı." İsmail aleyhisselâm, vefatına yakın, kardeşi Hazreti İshak'ı yanına davet edip, kızını Hazreti İshak'ın oğlu Iys'e nikâhladı ve bazı vasiyetlerde bulundu. Mekke'de 133 veya 137 yaşlarında iken vefat edince, Mescid-i Haram'da Kâbe-i muazzamanın kuzey duvarı önünde bulunan ve annesi Hazreti Hacer'in de yattığı Hatim denilen yere defnedildi. Abdullah bin Abbas hazretlerinin bildirdiğine göre; İsmail aleyhisselâmla Resûlullah efendimizin yirmi birinci babası olan Adnan arasında otuz baba vardır. Adnan'la Hazreti İsmail arasındaki babaların isimleri kesin olarak belli değildir. Adnan'dan başlayarak, Resûlullahın mübarek babaları olan Abdullah'a kadar, yirmi mübarek zatın isimleri ihtilâfsız olarak bildirilmiştir. Hazreti İsmail'den Muhammed aleyhisselâma kadar Resûlullahın bütün babaları İbrahim aleyhisselâmın dininde, Müslüman olup, bu dine göre ibâdet ederlerdi. Resûlullahın dedelerinden birinin iki oğlu olsa, yahut bir kabile iki kola ayrılsa, Hâtem-ül-enbiyâ'nın soyu, en şerefli ve en hayırlı olan tarafta bulunur ve her asırda, Onun dedesi olan zat, yüzündeki nurdan belli olurdu. Bu nur, Peygamberimizin Âdem aleyhisselâma emanet edilen mübarek nuru olup, Hazreti İsmail'e de babasından intikal etmişti ve alnında sabah yıldızı gibi parlardı. Neticede bundan da evlâtlarına geçerek, Resûlullaha kadar geldi.
Tarihselcilerin sinsi gayeleri
3 Temmuz 2004 01:00
Tarihselciler, Kur'an-ı kerim ayetlerini, mahalli, coğrafik, tarihi, sosyal ve ahlaki gibi bölümlere ayırarak; her devirde geçerli olan ayetlerin sadece ahlaki ayetler olduğunu iddia ediyorlar. Böylece bir çırpıda, Kur'an-ı kerimin dörte üçünü geçersiz hale getirmek istiyorlar. Halbuki Kur'an-ı kerim bir bütündür. Bir ayetini bile kabul etmemek tamamını kabul etmemek demektir. Aslında bunlar Kur'an-ı kerimin tamamını kabul etmiyorlar, fakat şimdilik ancak bu kadarını söyleyebiliyorlar. Tarihselciler, vahye değil akla inanıyorlar; vahye ihtiyaç olmadan akıl ile herşeyin hallolacağını söylüyorlar. Mesela, Muhammed Arkoun, aklı bilimi herşeyin üzerinde tutmakta, Kur'an-ı kerimin tamamını tenkit kapsamına almaktadır. Tarihselliğin mimarlarından Fazlurrahman da, nakli delilleri yok farzedip, beşeri çözümleri ön palana çıkartmaktadır. Ona göre; "Dinden ve Kur'an-ı kerimden asıl maksat, ahlaki hayattır. Asıl hata, Kur'an'ın bir hukuk kitabı olarak görülmesidir. Kur'an ahlak ve adaleti bildirir. Bunlar da zamana göre değişir. Adaletin temini dün başka bugün başka olabilir." Halbuki, İslamda, inanç, ibadet, ahlak, muamelat ve cezalar birbiri ile iç içedir. Muamelatta, cezalarda tarihsilliği savunmak bir süre sonunda insanı ibadet ve ahlakta, sonra da inançta tarihselliğe götürür. Allahü teâlâ, değişen tarih ve coğrafyalarda yeni kitaplar göndermeyeceğini, bundan sonraki çözümlerin Kur'an-ı kerime göre yapılacağını bildirmiştir. Tarihselciler dinin hükümlerini yorumlarken illet yerine hikmeti esas almaktadırlar. Hükümlerde, hikmet açık olarak bildirilmediği ve sınırları belli olmadığı için suiistimale düşmek her zaman mümkündür. Mesela, seferilikte dört rekatli namazların iki rekat olarak kılınmasının illeti sefer, hikmeti meşakkattir. Seferilik varsa meşakkat olmasa da namazlar iki kılınır. Seferilik yoksa ne kadar meşakkat olursa olsun namaz iki rekat olarak kılınamaz. Aynı yanlış mantıkla faiz ve zekat, sadece fakirlerin durumunun düzeltilmesi şeklinde düşünülürse, fakirlerin olmadığı bir toplumda faizin yasak olmaması ve zekatın farz olmaması gerekir. Bu da Kur'an-ı kerimde geçen açık hükümlerin bir tarafa bırakılması demektir. Halbuki, zekat İslamın şartlarından mali bir ibadettir. Yine ezanı bir duyurudan ibaret görüp bunun yerine başka bir duyuru şeklini benimsemek dinin bu emri ile alay etmek hafife almak olur. Ezan, hem ibadetin bir parçasıdır, hem de bizatihi bir ibadettir. Ezan ile namaza çağırmak, ezanın pek çok hikmetinden sadece biridir. Bizim bilmediğimiz nice hikmetler vardır. Bütün ibadetler için de bu böyledir. Bazılarınızın "Bu kadar saçmalıklara, zırvalara kim inanır!" diye içinden geçebilir. Zamanımız, propaganda devridir, alt yapı, temel bilgi az olduğu için kimin sesi çok çıkıyorsa o fikir kabul görüyor. Örneğin; Kur'an-ı kerimde, Yahudileri, Hıristiyanları kötüleyen pek çok ayet olmasına ve "onları dost edinmeyin" açık emrine rağmen, tarihselciler, "Bu hüküm o zamanki Yahudiler ve Hıristiyanlar içindir, bugünküleri içine almaz dedikleri ve bunu yaydıkları için halktan çok kimse, Hıristiyanlara sempati duymaya, "Onlar da Cennete gidecek" şeklinde inanmaya başlamıştır. Aslında tarihselcilik Hıristiyan Batı kültürünün problemlerini çözmek için ortaya atılmış bir metottur. Bunu, tamamen farklı olan hiçbir benzerliği olmayan İslamiyet için uygulamak metodolojinin tabiatına aykırıdır. Çünkü, tarihsellik beşeri bir metin olan ve belli bir süre için olan İncillerin anlaşılması için ortaya atılmıştır. İlahi olan ve kıyamete kadar yürürlükte kalacak bir metin olan Kur'an-ı kerimi bu metot ile yorumlamaya kalkışmak İslamı yıkmak ile eş anlamlıdır.
.
Hz. İsmail'in mucizeleri
4 Temmuz 2004 01:00
Hazreti İsmail'in on iki oğlu olup, bunlar, Kâbe'nin hizmetini yapar, emniyet ve muhafazasını sağlarlardı. Hazreti İsmail'in soyu ilk defa Adnan'da kabilelere ayrıldı ve Arapların birçok kabileleri onların soyundan meydana geldi. Resûlullahın yirmi birinci babası Adnan'ın iki oğlundan Akk, Yemen'e gidince; Meâd da Mekke'de kaldı. Resûlullah efendimizin dünyayı teşriflerinde, Mekke'ye Adnan'ın soyundan gelen Kureyşoğulları hâkim olmuşlardı. Kureyşoğulları, İsmail aleyhisselâmın torunları idiler ve onun konuştuğu Arapça ile konuşuyorlardı. Nitekim Kur'an-ı kerim de, Kureyş lisanında inmiştir. Hazreti İsmail'in torunları, baba ve dedelerinin dininden bazı güzellikleri örf ve âdet olarak muhafaza etmekle beraber, zamanla çok az sayıdaki müminlerden ve Muhammed aleyhisselâmın nurunu taşıyan aileden başkaları azıtıp, doğru yoldan ayrılarak, putlara tapar oldular. Hatta Kâbe'nin içini bile putlarla doldurdular. Bu hâl Muhammed aleyhisselâmın gelişine kadar devam etti. Dikenli bir arazide yaşayan müşriklerin teklifi üzerine duâ edip, dikenli ağaçlarda çeşitli meyveler bitmiştir. İsmail aleyhisselâma, "Şu kısır koyundan süt çıkar" dediler. O da mübarek elini koyunun sırtına koyarak; "Beni peygamber olarak gönderen Allahü teâlânın ismi ile..." dediği anda, koyunun memelerinden süt akmaya başladı. Yine bir defasında kendisine misafir gelen iki yüz Yemenliye ikram edecek bir şey bulamayınca, mahcup oldu. O anda duâ etti ve yanındaki kumlar un oldu. Bunu gören misafirlerin hepsi imanla şereflendiler. Hazreti İsmail'in mucizelerinin en meşhuru; o zamanda hiç su bulunmayan Mekke-i mükerremede, onun teşrifiyle Zemzem suyunun ortaya çıkmasıdır. İsmail aleyhisselâm, birisine bir yerde buluşmak için söz vermişti. Söz verdiği yere gidip üç gün beklemesine rağmen o şahıs gelmedi. Bununla birlikte asla yerinden ayrılmadı. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde Meryem suresi 54. âyet-i kerimede onu överek mealen; "O, vaadinde, sözünde sadıktı" buyurdu. Hazreti İsmail'in hususiyetlerinden biri de; kavmine namaz ve zekâtı emrederek emr-i mârufta bulunmasıydı. Nitekim o, Meryem suresinin 56. âyet-i kerimesinde mealen; "Kavmine namaz ve zekâtı emrederdi ve Rabbi katında söz ve hâllerinin doğruluğu ile makbul idi" buyurularak, bu hususiyeti ile de methedilmiştir. Hususiyetlerinden biri de Zebîhullah olması, yani Allahü teâlânın, Hz. İsmail'in kurban edilmesini emretmesidir.
İshak aleyhisselâm
5 Temmuz 2004 01:00
İshak aleyhisselâm İbrahim aleyhisselâmın ikinci oğludur. Hazreti İsmail'den sonra doğmuştur. İshak, (gülüyor) demektir. Annesi Hazreti Sâre'nin gençlikte çocuğu olmamıştı. İhtiyarlıkta, çocuğu olacağı Allah tarafından müjdelenince, şaşırıp güldüğü için oğluna bu isim verilmişti. Bu zamana kadar çocuğu olmayan Hazreti Sâre, yaşının geçtiğini düşünerek, Hazreti İbrahim'e, Hazreti Hacer'i nikâhlamasını söylemiş ve bu evlilikten İsmail aleyhisselâm olmuştu. İbrahim aleyhisselâmın alnındaki nur, Hacer'e ve oradan da Hazreti İsmail'e intikal etti. Hazreti İbrahim, Muhammed aleyhisselâmın nurunu taşıyan Hazreti İsmail'e fazla alâka gösteriyordu. Bu durum Hazreti Sâre'nin gayretine sebep oldu. Allahü teâlâ, Hazreti İbrahim'e vahyedip, Hazreti İsmail ile annesini şu anda Mekke'nin bulunduğu topraklara götürmesini emreyledi. İbrahim aleyhisselâm da, onları emredilen topraklara götürüp geri döndü. Aradan yılların geçmesi ile İbrahim aleyhisselâm ile Hazreti Sâre iyice yaşlanmışlardı. Bu zamanda Allahü teâlânın emriyle melekler, bir çocukları olacağını müjdelediler. Bir oğullarının olacağı müjdelendiği sırada, İbrahim aleyhisselâm yüz yirmi, Hazreti Sâre ise doksan dokuz yaşında idi. Bu haberden bir sene sonra Hazreti İshak doğdu. Hazreti İshak'ı müjdelemek için gelen melekler, gayet güzel yüzlü birer genç suretinde olarak, İbrahim aleyhisselâmın karşısına çıktılar. Bunlar; Cebrail, Mikâil ve İsrâfil aleyhimüsselâm idi. Yanlarında başka melekler de vardı. Melekler güzel yüzlü genç suretinde İbrahim aleyhisselâma gözüküp; selâm verdiler. İbrahim aleyhisselâm, selâmlarını aldıktan sonra, onları evinde en iyi yere oturttu. Onlara ikram etmek üzere hemen kızartılmış bir buzağı (dana) getirdi. Bu nefis yiyeceği misafirlerin önüne koyup; "Buyurunuz, yiyiniz" dedi. Fakat bu misafirler yemeğe hiç el uzatmadılar. Bu durum karşısında İbrahim aleyhisselâm tedirgin olup, endişelendi. O zamanki âdete göre, bir eve misafir geldiğinde, misafir, ikram edilen şeyleri yerse, o misafirden emin olunur; yemezse, bu misafirin zarar vermek üzere geldiğine hükmedilir, ondan çekinilirdi. Hatta böylelerinin zararından korkulurdu. İbrahim aleyhisselâmın kalbine bu sebeple bir endişe gelmiştir. Gelenler, kendilerinin melek olduğunu açıkladılar. İbrahim aleyhisselâma gelen melekler melek olduklarını açıklayıp, İbrahim aleyhisselâmın endişesi dağılınca, melekler ona bir oğlunun, yani Hazreti İshak'ın olacağını müjdelediler.
Müjde gerçekleşiyor
6 Temmuz 2004 01:00
İbrahim aleyhisselamın hanımı Hazreti Sâre, meleklerin çocuğu olacağını bildirmeleri üzerine, hayrete kapılarak ellerini yüzüne kapayıp, "Hayret, benim mi çocuğum olacak? Ben artık ihtiyarladım. Çocuk doğuracak hâlde değilim! Üstelik benim kocam da ihtiyarlamıştır. Bu görülmemiş bir iştir." dedi. Hazreti Sâre'nin bu sözleri üzerine melekler, şu cevabı verdiler: "Sen Allahü teâlânın emrine mi, takdirine mi şaşıyorsun? Muhakkak Allahü teâlâ neyi dilerse, o olur. Allahü teâlânın rahmeti ve bereketi sizin üzerinizedir. Şüphesiz ki, Allahü teâlâ, kendisine şükür ve hamd edilmesini gerektiren işleri yapar, yaratır. Onun kullarına hayrı ve ihsanı pek çoktur. O kerem sahibidir. Sizi de nice nimetlere kavuşturmaya kâdirdir." Bu hususta Hazreti İbrahim de meleklere demişti ki: - Benim bu ihtiyarlığımda bana evlât mı müjdelersiniz? Ne acayip müjdedir. - Biz seni hak ile müjdeledik. Sen Hakkın rahmetinden ümit kesme. - Allahü teâlânın rahmetinden kim ümit keser ki? Ancak, Allahü teâlânın rahmetinin bolluğunu bilmeyen azgınlar ümit keserler. Hazreti İbrahim ve Hazreti Sâre'nin bu habere şaşmalarının sebebi, itiraz için değildi. Çünkü onlar, Allahü teâlâya iman etmişlerdi ve şaşırmalarının sebebi; hiç görülmediği hâlde, bilinenin ve âdetin dışında olarak, çok yaşlı kimselerin çocuğunun olacağı idi. İbrahim aleyhisselâmın Allahü teâlânın emirlerine gösterdiği sadakat ve ihtimam sebebiyle, böyle yaşlı iken, Allahü teâlâ ona bir çocuk daha ihsan eyledi. Nitekim Kur'an-ı kerimde mealen şöyle buyuruldu: "Bir de ona salihlerden bir peygamber olmak üzere İshak'ı müjdeledik. Kendisine ve İshak'a bereketler verdik. Her ikisinin soyundan mümin olan da var, nefsine apaçık zulmeden kâfir de var." (Saffat 112 - 113) Meleklerin bu müjdesi, Lût kavminin helâk olduğu gece idi. Çok geçmeden Hazreti Sâre hamile kaldı. Doğan çocuğa müjde esnasında, annesi sevinç ve taaccüple güldüğü için İbranice'de "gülüyor" manasına gelen İshak adını verdiler. Babası, Hazreti İshak'ı yedi günlük iken sünnet etti. İbrahim aleyhisselâm, büyük oğlu Hazreti İsmail'e okuduğu gibi ona da; "E'ûzü bikelimâtillâhittâmmâti min külli şeytanin ve hâmmetin ve min külli aynin lâmmeh" duâsını okurdu.
.
Hazreti İbrahim'in hususiyetleri
21 Haziran 2004 01:00
İlk önce İbrahim aleyhisselâm sünnet olmuş, hac vazifelerini yerine getirmiş ve kurban kesmiştir. Bunlar dininin hususiyetlerindendir. İbrahim aleyhisselâm küçüklüğünde de, büyüdüğü zaman da tevhid itikadı üzere idi. Kureyş müşrikleri, kendilerinin İbrahim aleyhisselâmın dini üzere olduklarını söylüyorlardı. Onların iddia ettikleri gibi, İbrahim aleyhisselâm müşriklerden değildi. Çünkü o, tevhid ilminin esaslarını ortaya koydu. Zamanın kralına karşı kâinatın yaratıcısının varlığını delillerle ispat etti. "Benim Rabbim, dirilten ve öldürendir" dedi. Sonra; "Ben batanları sevmem" buyurarak putlara ve yıldızlara ibâdet edilmesinin bâtıl ve boş bir şey olduğunu ispat etti. Putları da kırdı. Bu yüzden Nemrûd ve kavmi tarafından ateşe atıldı. Allahü teâlâ, kuşları diriltmek suretiyle, ona, ölüleri nasıl dirilttiğini gösterdi. Allahü teâlâ, ona, dünyada hasene verdi. Bu hasene, Allahü teâlânın ona peygamberlik vermesi, kendisini "halil" yani "dost" kılması, ihtiyarlığında evlât ihsan etmesi, Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin, namazlarında Muhammed aleyhisselâma salât okudukları gibi, İbrahim aleyhisselâma da salât okumasıdır. İbrahim aleyhisselâma, "Halil" isminin verilmesinin sebebi ile ilgili çeşitli rivayetler yapılmış olup, en muteberi; Allahü teâlâya karşı pek ziyade muhabbeti olması ve Allahü teâlânın rızasını ve muhabbetini celbeden ibâdet ve taatları yapması sebebiyledir. İbrahim aleyhisselâm İbranîce konuşurdu. İbranîce Arapçaya benzerdi. İbrahim ismi, İbranîce olup, manası; "Ebu Rahîm" yani "merhametli baba" demektir. İbrahim aleyhisselâm bütün insanlara karşı merhametli olduğu için bu isimle anıldı. İbrahim aleyhisselâmın, kumaş tüccarlığı ve ziraatle de meşgul olduğu rivayet edilmiştir. İnsanları doyurmak ve misafirlere ziyafet vermekten büyük haz duyardı. Sürüleri, koyunları ve sığırları sayılamayacak kadar çoktu. Bütün bunları insanların faydasına vakfetmiştir. Köy, kasaba ve şehirler imar etmiştir. Misafir, yolcu ve garipler için iki kapılı bir misafirhane yapmıştı. İçinde kışın kışlık, yazın yazlık elbiseleri ve daima yiyeceklerle dolu bir sofrayı hazır bulundururdu. Muhtaç kimseler bir kapıdan girer, karnını doyurur, istediği elbiseyi giyer ve diğer kapıdan çıkıp giderdi. Misafirhanede; yiyecek, içecek ve giyecekler eksildikçe tamamlardı..
.
Hazreti İbrahim'in vefatı
22 Haziran 2004 01:00
İbrahim aleyhisselâm yüzyetmişbeş yaşında, Hazreti Hacer ve Hazreti Sâre'den sonra Kudüs'te vefat etti. Vefatı şöyle oldu: İbrahim aleyhisselâmın ibâdet ettiği bir evi var idi. Bir gün evden çıkıp kapıyı kilitledi ve bir müddet sonra döndü. Kapıyı açıp girince, içeride birisinin oturduğunu gördü. Ona sordu: "Bu eve seni kim koydu?" "Ev sahibi koydu." "Ev sahibi benim. Ben seni içeri koymadım!" "Senden ve benden başka bir sahip vardır. O her şeyin sahibidir." Bunun üzerine İbrahim aleyhisselâm, oturanın melek olduğunu anladı. "Kimsin" diye sordu ve Melek-ül-mevt, yani ölüm meleği hazreti Azrail olduğunu öğrendi. Sonra İbrahim aleyhisselâm, ondan, müminlerin ruhunu nasıl aldığını göstermesini istedi. O da yüzünü yana çevirmesini söyledi. İbrahim aleyhisselâm yüzünü çevirince, gayet güzel bir suret gördü. Hiç öyle güzel yüz görmemişti. Bunun üzerine buyurdu ki: "Ey Melek-ül-mevt! Eğer ölen bir kimseye bu suret gösterilirse, bu ona kâfidir." Bundan sonra, kâfirlerin ruhunu nasıl aldığını görmeyi arzu etti. Azrail aleyhisselâm; "Tahammül edemezsin" buyurdu. Görmek isteğinde ısrar edince, yine yüzünü çevirmesini söyledi. İbrahim aleyhisselâm yan tarafa dönüp bakınca, çok korkunç bir suret gördü. Bu hâli görüp, kendinden geçti. Kendine gelince de buyurdu ki: "Eğer kâfire bundan başka kötü şey göstermeseler, bu ona yeter." İbrahim aleyhisselâm, bundan sonra da Azrail aleyhisselâma sordu: "Ziyarete mi geldin, yoksa ruhumu almaya mı?" "Eğer izin verirsen ruhunu almaya!" "Dost dostun canını alır mı?" "Ya İbrahim, bu hususu Allahü teâlâya arz edeyim, ne buyurursa sana bildireyim." Azrail aleyhisselâm gidip hemen geldi. Allahü teâlânın, "Dost dosta kavuşmak istemez mi?" buyurduğunu iletti. İbrahim aleyhisselâm bunu işitince dedi ki: "Çabuk gel kardeşim, hemen canımı canana kavuştur, benim için bundan büyük müjde olamaz." Bunun üzerine Azrail aleyhisselâm, mübarek ruhunu kabzetti. İbrahim aleyhisselâm, Kudüs civarında Habrun kasabasında bir mağaraya defnedilmiştir. Bu kasaba, İbrahim aleyhisselâmın Halil ismine izafeten Halilurrahman ismiyle meşhurdur. Bu beldede; Hazreti Lût, Hazreti İshak ve Hazreti Yakub'un ve daha pek çok peygamberin kabrinin bulunduğu rivayet edilmiştir. Müslüman hükümdarlar orada bulunan mescidleri ve türbeleri kendi devirlerinde tamir ettirmişlerdir. Halilurrahman'daki mescid ve türbeleri ise son olarak, Osmanlı Sultanı İkinci Abdülhamid Han tamir ettirmiştir...
.
Hazreti İbrahim'in mucizeleri
23 Haziran 2004 01:00
İbrahim aleyhisselâmın mucizesi ile taşlar kömür gibi yanmıştır. İbrahim aleyhisselâm, Şam tarafına hicret ettiğinde çayırlık, çimenlik bir yerde konaklamıştı. Orada yakacak hiçbir şey bulamayan, buldukları az bir şeyle ihtiyaçlarını karşılayamayan ahali, durumlarını İbrahim aleyhisselâma anlattı. İbrahim aleyhisselâm taşları toplattı ve kömür gibi yaktı. Bu mucizeyi gören pek çok kimse de iman etti. İbrahim aleyhisselâmın mübarek vücuduna ateş tesir etmedi. Nemrûd onu ateşe attığında, Allahü teâlâ; "Ey ateş! İbrahim üzerine serin ve selâmet ol" buyurunca, ateş onu yakmadı. Bazan yırtıcı ve yabanî hayvanlar, İbrahim aleyhisselâm ile beraber giderler ve dile gelerek gayet açık olarak onunla konuşurlardı. İbrahim aleyhisselâm duvarların ve dağların arkasını da görürdü. Bu mucizesi, Mısır'a gittiğinde olmuştur. İbrahim aleyhisselâmın bastığı taşın üzerinde ağaç bitip yeşermiştir. Bu istek, dine davet ettiği bir beldenin ahalisinden geldi. Duâsı neticesinde bu mucizeyi gösterdi. İbrahim aleyhisselâmın oturduğu yerden güzel kokular yayılırdı. Ayrılsa bile, senelerce güzel kokusu oradan çıkmazdı. Hazreti İsmail de babasının evine gelip gittiğini, onun kokusundan anlamıştı. Hazreti İbrahim'in çuvala koyduğu çakıl ve kum tanecikleri, Allahü teâlânın izniyle buğday hâline gelmiştir. Bu buğdayın bir kısmından ekmek yapıp, kalanını da ekmiş ve bol miktarda mahsul elde ederek malı mülkü çok artmıştır. Duâsı bereketiyle Mekke ve civarında bereket olmuştur. Allahü teâlâ onun hacca çağırmasını en uzak yerlere kadar ulaştırmış ve insanların, "Lebbeyk" diyerek davete icabet etmelerini sağlamıştır. İbrahim aleyhisselâm, uzak mesafelere çok kısa zamanda giderdi. Bu sebeple Şam'dan Mekke'ye defalarca gelmesi mümkün olmuştur. İbrahim aleyhisselâmın mucizesi, vefatından sonra da devam etmiştir. Nitekim makamının bulunduğu Halilurrahman'da birisi aç kalmış, yiyecek bulamamıştı. Makamına gelerek; "Ey Allahın Halil'i! Açım, muhtacım, bana da ziyafetinden bir hisse ver" diye hâlini arz edince, Allahü teâlânın kudreti ve dilemesiyle, kabrinden bir ekmek bu fakire gönderildi.
.
Osmanlı da çok çekmişti bunlardan!
25 Haziran 2004 01:00
NATO'nun, 28-29 Haziran'da İstanbul'da yapacağı toplantı için güvenlik tedbirleri en üst düzeyde. Aylardır bunun çalışması yapılıyor. Kara, deniz ve hava yolu trafiğinde büyük kısıtlamalar olacak. Toplantı boyunca savaş uçakları İstanbul semalarında sürekli dolaşacak. Tabiri caiz ise kuş uçurtmayacaklar. Bütün bu alınan tedbirler, basına yansıyınca, "Kime karşı" sorusunu gündeme getirdi. Herkesin ortak görüşü, "İslami terör"e karşı! İslam ile terör kelimeleri bir araya gelemez, fakat eylemleri yapanlar kendilerini Müslüman olarak tanıttıkları için bu tabir kullanılıyor. İster istemez bütün Müslümanları yaralıyor bu sözler. Müslümanlar için ne kadar üzücü bir şey değil mi? Bütün dünyada, terör konusu gündeme gelince hemen İslamiyet hatıra geliyor. İslamı kötülemede, gözden düşürmede bundan daha kötü bir propaganda olamaz herhalde? İnsanlara huzur vermek için gönderilen İslamiyet ve asırlar boyunca bu huzuru dünyaya tattıran Müslümanlar için bundan daha kötü bir imaj olur mu? Olaylara bu açıdan bakınca, İslamla en küçük bir ilgisi olanın dinine bu kadar zarar veremeyeceği aklına geliyor insanın. O zaman ya bunların İslamla ilgileri yok veya birileri İslama zarar vermek için bunları kullanıyor. Her ne şekilde olursa olsun, olaylardan ibret almak, verilen zararı gücümüz yettiği kadar azaltmak için İslam adına ortaya çıkıp, Müslümanlara bu kadar zarar veren terör örgütlerinin kaynağını bilmek tarihî seyirlerini takip etmek önemli bir görev olmalı bizler için. Dinî tabirle fitneyi, bugünkü ifadeyle terörü İslamiyet şiddetle yasaklamıştır. Mensuplarını bu felaketten uzak tutmuştur. Peygamber Efendimiz, fitne çıkaranları lanetlemiştir. Bunun için, İslamiyetin gerçek temsilcileri olan Ehli sünnet Müslümanlar bundan hep uzak kalmışlar, teröre hiç bulaşmamışlardır. Tarih boyunca Müslümanların başına gelen bu musibetlere, Müslüman kimliği ile ortaya çıkıp İslamiyeti istismar eden kimseler sebep olmuştur. Bugün terör deyince, Selefî meşrepli Vehhabilik ve El-Kaide örgütü akla geliyor. 1730'lu yıllarda başlayan bu terörü, tamamen ortadan kaldırmaya Osmanlının ömrü kifayet etmedi. Osmanlı yıkıldığında bu bela devam ediyordu. Bugün de hâlâ devam ediyor. Vehhabiler, özellikle Türk devletlerinde, Kafkaslar'da (Çeçenlerde), Afganistan'da, Balkanlar'da aç insanlara milyarlarca dolar dağıtarak bozuk inançlarını hızla yaymaktadırlar. İsminin İslam olmasına bakmayın, Selefî meşrepli Vehhabiliği, 1737 senesinde Abdülvehhâb oğlu Muhammed'i kullanarak Arabistan'da kuran İngilizlerdir. Kısa zaman sonra, İngilizlerin siyasî ve askerî yardımları ile, Arabistan'da cahil çöl bedeviler arasında hızla yayıldı. Bu hareket Necd şeyhi olan Muhammed bin Suud'dan siyasî destek gördü. Abdülvehhaboğlu bunun kızı ile evliydi. İngilizler de, bol para vererek ve siyasî, askerî yardımlar vaad ederek, Abdülvehhâb oğlu Muhammed ile işbirliği yapmasını temin etti. Vehhâbîliliği yaymak için, gaddar Muhammed bin Suud'u maşa olarak kullandı. Vehhabiler önce Mekke'ye saldırdılar. İlk saldırıda Mekke'ye giremediler fakat çok kan döktüler. Mekke'ye giremeyince bu defa da, Tâif şehrine asker gönderdiler. Önlerine çıkanları, kadın, erkek ve çocuk demeyip öldürdüler. Beşikteki yavruları bile parçaladılar. Sokaklar kan gölüne dönüştü. Sokak ortasındaki cesetleri kendileri kaldırmadıkları gibi başkalarının da kaldırmalarına müsaade etmediler. Cesetler kurda kuşa yem oldu. İngiliz destekli bu vahşetlere o zamanlar Batı'nın hiç sesi çıkmadı. Şimdi silah kendilerine de dönünce İslamı suçluyorlar. Buna hiç mi hiç hakları yoktur! Aslında bizim onları suçlamamız lâzım. Çünkü bugüne kadar Selefiliği, Vehhabiliği kuran, besleyen ve destekleyen onlardır.
.
"Cezada acele etmem!"
26 Haziran 2004 01:00
Lût kavmi her geçen gün işi iyice azıttılar. Kötülüklerine kötülük eklediler. Hazreti Lût'un misafir kabul etmesini, dışarıdan gelen gariplere sahip çıkmasını bile yasakladılar. Sedum kavminin bu isyan ve azgınlıklarından dolayı, yeryüzündeki bütün canlılar dayanamayıp, Allahü teâlâya iltica ederek üzüntülerini arz ettiler. Allahü teâlâ, "Ben halimim, bana isyan edenlere cezasını vermekte acele etmem. Takdir edilen zaman gelince de bir saat ileri ve geri bırakmam" buyurdu. Allahü teâlâ; inanmayıp isyan eden, çok çirkin fiilleri işleyen bu Sedum kavmine gereken cezayı vermek ve müminleri kurtarmak üzere melekleri vazifelendirdi. Bu melekler arasında; Cebrail, İsrafil ve Azrail aleyhimüsselâm da vardı. Hepsi birlikte insan suretinde Hazreti İbrahim'e vardılar. Bu sırada Hazreti İbrahim'in yaşı yüzonu, hanımının ise doksanı geçmişti. Melekler; Hazreti İbrahim'e, Allahü teâlânın emriyle İshak'ı müjdelediler. Meleklerle İbrahim aleyhisselâm arasında şu konuşmalar geçti: - Ey Allahın elçileri! Sizin buraya teşrifinizin sebebi nedir? - Biz günahkâr Lût kavminin helâk edilmesi için gönderildik. Onların üzerine ateşte pişirilmiş çamurdan taşlar atacağız. Rabbin indinde o haddi aşan mücrimler için her bir taşta, helâki takdir edilmiş olan şahsın ismi nakşolunmuştur. Çünkü bu kavim, çeşitli kötülüklerle küfür ve zulüm edicilerden oldular. - Orada Lût vardır. O, zâlimlerden değildir. - Biz oradaki mümin ve kâfirleri biliriz. Biz Lût'a ve ehline kurtuluş veririz. Ancak zevcesi, azaba dahil olanlardandır. Melekler, İbrahim aleyhisselâmın yanından ayrılıp, Sedum şehrine doğru yola çıktılar. Sedum şehrine öğle vakti parlak, güzel yüzlü delikanlılar şeklinde gelip, Hazreti Lût'u tarlada çalışırken buldular. Şehrin dışında, Lût aleyhisselâmın kızlarına rastladılar. Büyük kızı su dolduruyordu. Gelen topluluğu görünce dedi ki: - Bu günahkâr ve azgın kavmin arasına ne diye geldiniz? Bu şehirde sizi bir kişiden başka kimse misafir etmez. O da bu kavmin azgınlıklarına üzülüyor. Kızları, misafirleri olduğunu haber verince, Lût aleyhisselâm onların yanına gitti. Bu güzel yüzlü gençleri görünce, onlara sordu: "Siz benim bilmediğim kimselersiniz. Buraya niçin geldiniz?" Onlar da, kendisinde misafir kalmak için geldiklerini söylediler.
.
Terör...
26 Haziran 2004 01:00
Son yıllarda özellikle de İstanbul'daki NATO toplantısının gündeme geldiği şu günlerde "İslami terör" tabiri sık sık kullanılmakta, bazıları da bunu fırsat bilerek İslamiyeti kötülemekte ve İslamiyeti terörün kaynağı olarak göstermektedir. Bu, dinimize yapılan en büyük haksızlıktır. İslamiyette bu iki kelimenin yan yana gelmesi mümkün değildir. Geliş gayesi insanları hem dünyada hem ahirette huzura kavuşturmak olan İslamiyetin huzursuzluk, anarşi kaynağı olması mümkün mü? İslâm dini; birlik beraberliği, yardımlaşmayı, kanunlara karşı gelmemeyi, fitne, yani anarşi çıkarmamayı, Müslüman olsun olmasın herkesin hakkını gözetmeyi, kimseyi incitmemeyi emretmektedir. İslam büyükleri, tarih boyunca, isyandan, anarşiden uzak kalmışlar, taraftarlarını da buna bulaştırmamışlardır. Ehl-i sünnetin reisi büyük alim İmam-ı a'zam Ebu Hanife hazretleri, ikinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbani hazretleri kendilerine yapılan haksızlığa, zulme rağmen devlete isyan etmemişler, talebelerini de isyandan uzak tutmuşlardır. Zaten, İmam-ı a'zam hazretlerine göre, ehli sünnet olmanın şartlarından biri de her halükârda devlete isyan etmemektir. Niçin bu kadar fitneden, anarşiden uzak kaldılar? Çünkü, Peygamberimiz böyle emrediyor: " Fitne çıkarana lanet olsun!" "Fitne zamanında, devletinize tâbi olunuz. Size zulüm edilse, mallarınız alınsa da, ona itaât ediniz!". "Fitne zamanında, çok kimse öldürülür. Onların arasına karışmayan kurtulur". Peygamber Efendimiz, "Allah'a kasem ederim ki, insanlar öyle bir devir yaşayacaklar ki, kâtil niçin öldürdüğünü, maktûl niçin öldürüldüğünü bilmeyecek" buyurduğunda, bu nasıl olacak? diye soruldu. Hz. Peygamber şu açıklamayı yaptı: "İşte bu fitnedir; ölen de öldüren de cehennemdedir." Bütün bu emirlerden sonra bir Müslüman anarşiye, teröre nasıl karışabilir? Kim olursa olsun bir insanı nasıl öldürebilir? Kur'ân-ı kerîm her şeyden önce insanoğluna diğer mahlukat arasında mümtaz, üstün bir yer vermiştir. Böyle, müstesna bir yeri olan varlığa yapılacak tecavüzleri Cenab-ı Hak karşılıksız bırakmayacak, en ağır şekilde cezalandıracaktır. İnsanı fitneye, teröre sürükleyen etkenlerin başı yine cehalettir. Çünkü, cahil kimselerin kandırılması çok kolaydır. Hz. Peygamberin fitneden korunma hususunda Huzeyfe'ye yaptığı şu tavsiye bunun ne kadar önemli olduğunu göstermektedir: "Dinini bildiğin müddetçe fitne sana zarar vermez. Fitne, bâtıl ile hakkı birbirinden tefrik edemeyip karıştırdığın zaman ortaya çıkar..." Memleketimizde, yetmişli yıllara kadar Müslümanlar Peygamberimizin bu emirlerine uymuşlar, fitneden, kargaşadan uzak kalmışlardır. Çünkü Osmanlıdan kalma fitneden uzak durma geleneği vardı. Daha sonraları, ilim azalıp, ticari ve siyasi maksatlarla piyasaya sürülen, anarşi, terör, isyan gibi dinimizde yeri olmayan ihtilalci fikirlerin ateşli savunucuları, Hasan el Benna, Seyid Kutup, Mevdudi, Ali Şeriati, Humeyni, Cemalettin Efgani ve günümüzdeki uzantıları olan reformist kimselerin kitapları tercüme edilip, piyasaya sürülünce durum değişti. El-Kaide yanlıları da bu tür kitapları okumaktadırlar. Kur'ân-ı Kerîm'de bir kişiği öldürme cinâyeti, bütün insanları öldürme cinâyetine denk tutulur: "Kim, haksız olarak birini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim bir canı kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur."(Maide-32) Cenab-ı Hakkın bu açık emrine rağmen Müslüman kimliği ile akıl almaz vahşetler işlenebiliyorsa, işin içinde art niyet var demektir. Bu da, dış güçlerin insanları Müslümanlıktan uzaklaştırmak için hazırladıkları bir senaryoyu akla getirmektedir.
.
Beni mahcup etmeyin!"
27 Haziran 2004 01:00
Misafir olarak, genç erkek kılığında gelen Cebrail, İsrafil ve Azrail aleyhimüsselâmı Hazreti Lût kabul edeceğini söyledi. Ancak azgın ve sapıtmış olan kavminden, genç ve güzel yüzlü olan bu misafirlere bir zarar geleceği endişesiyle içi sıkıldı. Sonra onlara; "Nereden geldiniz" diye sorunca, melekler; "Uzak yoldan geldik" dediler. Allahü teâlâ meleklere; Lût kavminin kötülükleriyle ilgili, Lût aleyhisselâmın dört defa şahitlik etmesini beklemelerini emretmişti. Lût aleyhisselâm, "Bu kavmin azgınlık ve sapıklıklarını biliyor musunuz?" diye sordu: Bu söz üzerine Cebrail aleyhisselâm diğer meleklere dönerek, "Bu birinci şehadetidir" dedi. Melekler, Lût aleyhisselâma, kavminden şikâyetini dinlemek için tekrar dediler ki: - Ya Lût! Biz senin misafiriniz. Kavminin azgınlıkları nedir, anlat! - Yeryüzünde bu belde ahalisinden daha azgın ve şerli bir kavim yoktur. Onlar livata ederler, Allahü teâlâ onlara lânet etsin! Bunun üzerine Cebrail aleyhisselâm diğer meleklere dönerek; "Bu ikinci şehadetidir" dedi. Lût aleyhisselâm insan kılığındaki meleklere, "Şurada karanlık bastırıncaya kadar oturunuz. Sonra şehre girersiniz ve sizin geldiğinizi kimse hissetmez. Çünkü, bu kavim çok azgındır. Allahın lâneti onların üzerine olsun!" dedi. Cebrail aleyhisselâm tekrar diğer meleklere yönelip; "Bu üçüncü şehadetidir" dedi. Bir müddet sonra Lût aleyhisselâm önde, onlar arkada yürüyerek, Hazreti Lût'un evine geldiler. Hazreti Lût onları içeri alıp kapısını kilitledi. Daha sonra hanımını çağırıp, ona, "Bunlar benim misafirlerimdir. Bu hususu gizli tut, kimseye söyleme!" tembihinde bulundu. Hanımı bu hususu gizleyip kimseye söylemeyeceğine söz vermesine rağmen, hıyanet ederek, evlerinde misafir olduğunu kavmine haber verdi. Böylece Hazreti Lût'un evine misafir geldiğini öğrenen zâlimler, bu haberi bir anda her tarafa yaydılar. Süratle toplanıp Hazreti Lût'un evine geldiler. Evin etrafını çevirdiler. Hazreti Lût'u dışarıya çağırıp, misafirlerini kendilerine teslim etmesini istediler. Misafirlere de kötü fiillerini yapmak istediklerini açıkça söylediler. Kavminin bu isteği karşısında, Lût aleyhisselâmın içi sıkıldı, çok sıkıntıya düştü. Onlara nasihat etmeye çalışarak dedi ki: "Ey kavmim! Bunlar benim misafirlerimdir. Onlara karşı beni mahcup etmeyin. Allahtan korkun!"
Tarihselciliğin hamisi Batı'dır
2 Temmuz 2004 01:00
| | |