 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
Yakınlarını, dostlarını ziyaret sevabı
1 Ocak 2003 01:00
Müslüman olan ve dînini kayıran akrabasını ziyâret eden bir kimseye, yetmiş nâfile hac sevâbı verilir. Gönül almak ziyâreti çok sevâptır. İ'tikâdı bozuk olan, mezhebsiz olan akrabâyı ziyâret etmek sevâb değildir. Bunların da telefonla hal hatırı sormalı, selam göndermeli, düşmanlığına sebep olmamalıdır. Dînini öğreten hocaya hürmet, saygı ve ta'zîm ve ziyaret etmelidir. Hoca hakkı ana-baba hakkından dahâ üstündür. Çünkü, ana-baba evlâdı büyütür, bakar. Kötülükten, haramlardan korur. İbâdete alıştırır. Üstad ise, evlâda hem dünya ve hem de âhıret hayâtını kazandırır, din ve diyânetini, Ehl-i sünnet i'tikâdını, farzları, haramları sana öğretir. Dînini, imanını öğreten ana-babanın hakkı, hocanın hakkından da üstündür. Çocukları küçük iken hocaya gönderip okutmalıdır. Her şeyden evvel, Allahü teâlânın râzı olduğu, emir ettiği şeyleri öğretmelidir. İyi bir mü'min olmaları için gayret etmelidir. Büyüdükten sonra, edeb zor olur. Onların ve hanımının suçlarını affetmeli. Peygamberimiz "aleyhisselâm" buyurdu ki, "Sadakanın en fazîletlisi, çoluk çocuğuna yedirip giydirdiğindir." Her Müslüman, oğlunu, kızını ve hanımını, haramdan, günahdan ve fenâ arkadaşlardan korumalıdır. Müslüman erkeğin; hanımın ve çocuklarının ihtiyâclarını temin etmek için çalışıp kazanması farzdır. Kız-erkek evlenme çağına gelince onları hemen evlendirmelidir. Allahü teâlâ, onların rızıklarını gönderir. İster zengin, ister fakîr olsun, Allahü teâlânın emrini tutan, aslı belli kimse ile evlendirmelidir. Dâmâdı çok mehr ve çok çeyiz, eşya vermeğe mecbûr kılmamalıdır. Kızı ihtiyâr adama ve din ile alâkası olmıyana, ilm-i hâlini bilmiyenlere, haramlardan sakınmıyanlara vermemelidir. Bu zamanda evlenmiyen gençlerin haramdan kurtulması imkânsızdır. Evlâdını Cehennemden korumak isteyen çabuk evlendirmelidir. Fakîrlikten korkmamalıdır. Allahü teâlâ, onlara da mal verir. Allahü tealaya tevekkül etmelidir. Hadîs-i şerîfte, "Nikâh yapmak, benim sünnetimdir. Sünnetimi terk eden benden değildir." Nikâhsız beraber olmak haramdır. Nikâh lâzım olduğuna ehemmiyyet vermiyen kâfir olur. Dinimize göre, Müslüman kadın kâfirle, Hıristiyan, Yahudi, ateist erkekle evlenemez. Evlenen dinden çıkar. Müslüman erkeğin kitap ehli ile yani Hıristiyan ve Yahudi kadınla evlenmesi mekruhtur. Dinsiz ateist kadınla evlenmesi ise küfürdür. Dinden çıkmış olur. Mezhepsizlerin, diyalogçuların bu evliliklerde sakınca görmemesine aldanmamalıdır.
.
Komşuluk hakları...
2 Ocak 2003 01:00
Dinimizde komşu hakkı çok önemlidir. Bunun için komşumuzu gördüğümüz zaman, hâl ve hâtırını sormalıyız. Hasta olunca ziyâretine gitmeliyiz. Komşunun evine gidince, izin almadan içeriye girmemelidir. Elimizden gelirse, komşunun ihtiyâcına yardım etmeliyiz. Komşuların hakkı çok mühimdir. Zîrâ Peygamberimiz "aleyhisselâm" buyurdu ki, "Komşunun mîrâs gibi hakkı vardır, o da komşuluk hakkıdır. Eğer müslüman ise, sende iki hakkı vardır: Biri komşu hakkı, biri de müslüman hakkı." Komşunun yiyeceği yok iken, sen elindeki yemeği yiyemezsin. Zîrâ onun, senin elindeki yemekde dahî hakkı vardır. Her yemek yediğin zaman, düşünmen lâzımdır ki, acabâ komşularımdan yiyecek yemeği olmıyan var mıdır? Her müslümanın, bilhâssa yeni evlilerin, müslüman mahallesinde, ehl-i sünnet olan ve haramlardan sakınan, ibâdetlerini yapan sâlih müslümanlar arasında ev araması lâzımdır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Ev satın almadan evvel, komşuların nasıl olduklarını araştırınız! Yola çıkmadan evvel, yol arkadaşınızı seçiniz!" Bir hadîs-i şerîfte, "Komşuya hürmet etmek, ana-babaya hürmet etmek gibi lâzımdır" buyuruldu. Komşuya hürmet onunla iyi geçinmektir. Onu incitecek söz ve hareketlerde bulunmamaktır. Her taraftan birer, ikişer ve nihâyet kırk ev, komşuluk hakkına mâlik olur. Komşular kötü kimseler ise onlardan uzak durmalıdır. Zarûrî bir iş olmadıkça, onların toplantılarına gitmemelidir. İçki, kumar, çalgı bulunan yerlere gitmemeli ve hanımı, çocuklarını göndermemelidir. Böyle yerlere "Fısk meclisi" denir. İster kapalı olsun, ister açık saçık olsun, yabancı kadınlara ve kızlara bakmamalıdır. Bir kızı görüp de, haram olduğu için ona bakmıyanlara şehîd sevâbı verilir. Mahallede yürürken pencerelere bakmamalıdır. Gördüğü kadına yakın yürümemelidir. İhtiyaç olunca resmi ve ciddi olarak konuşmalıdır. İlk bakışta yabancı olduğu anlaşılır, artık ondan sonra bir defa dahâ bakmamalıdır. İlk görmeğe günah yazılmaz. Bakmağa devâm edince veya tekrâr bakınca yazılır. Hazret-i Alî "kerremallahü vecheh" buyurdu ki: Ömrümde bir kerre dahî kadınlara şehvet ile bakmadım. Şehvet nazarı ile kadınlara bakmak, göz zinâsıdır. Tevbe etmelidir. Her yere burnu sokmamalı, yâ bir kazâya uğrar, yâhud bir bühtâna, iftirâya düçâr olunur..
..
Fakirlerin haccı, müminlerin bayramı!
3 Ocak 2003 01:00
Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki, "Cuma, fakîrlerin haccıdır ve müminlerin bayramıdır ve gök ehlinin bayramıdır ve Cennette de bayram günüdür. Günlerin en iyisi, en şereflisi Cumadır" ve bir hadîs-i şerîfte, "Cuma günü iyiliklerin hazînesidir ve güzel şeylerin menbaıdır" buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfte de buyurdu ki: "Mûsâ aleyhisselâm dedi ki: Yâ Rabbî! Bana cumartesi gününü verdin, Muhammed aleyhisselâmın ümmetine hangi günü vereceksin? 'Onlara Cuma gününü vereceğim' buyuruldu. 'İlâhî! Cuma gününün kıymeti ve sevâbı ne kadardır' diye sordu. 'Ey Mûsâ! Cuma günü yapılan bir ibâdete, cumartesi günü yapılan yüzbin ibâdet sevâbı vardır' buyuruldu. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm, 'yâ Rabbî! Beni Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden eyle' diye duâ eyledi." Kur'ân-ı kerîmde Cuma gününü bildiren âyet-i kerîmeyi getirince, Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki, yâ Muhammed "aleyhissalâtü vesselâm"! Mûsâ aleyhisselâmın ümmeti eğer Cuma gününün kıymetini bilselerdi buzağıya tapmaktan, Yahûdî olmaktan kurtulurlardı. Îsâ aleyhisselâmın ümmeti de bilselerdi hıristiyan olmaktan korunurlardı. Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Cuma günü geldiği için sevinen bir mü'mine, kıyâmete kadar her gün, o kadar sevâb verilir ki, adedini Allahü teâlâ bilir." Bir hadîs-i şerîfde, "Cuma günü vefât eden mü'minlere şehîd sevâbı verilir ve kabir azâbından onu korurlar" buyuruldu. Yine hadîs-i şerîfde "Cuma günü sabâh namazından evvel üç kerre (Estagfirullahel'azîm ellezî lâ ilâhe illâ huv el-hayyel-kayyûme ve etübü ileyh) okuyanın ve anasının ve babasının bütün günahları af olur" buyuruldu. Cuma gününün sünnet ve edebleri vardır: Cumayı perşembeden karşılamalıdır. Meselâ, yeni ve temiz elbiseyi hâzırlamalı, işleri bitirip Cumayı ibâdetle geçirmeğe gayret etmeli. Perşembe ikindiden sonra tesbîh ve istiğfar eylemeli. Cuma günü, Cuma namazı için gusl abdesti almalıdır. Bu gusl hakkında pek çok hadîs-i şerîf vardır. Saç sakal traşı olmalı, sakalın bir tutamdan fazlasını ve tırnakları kesmeli ve beyâz giymeli. Sakalın bir tutamdan kısa olması bid'at olup büyük günah olduğu (Berîka)da yazılıdır. Zulüm görmemek, nafakadan olmamak, yahud emr-i ma'rûf yapabilmek, müslümanlara ve islâmiyyete hizmet edebilmek, dînini, nâmûsunu koruyabilmek için sakalını kazımak câiz, hattâ lâzım olur.
.
Adım adım hedefe!
3 Ocak 2003 01:00
Daha önce birçok defa dile getirdiğim, Dinlerarası diyalog adım adım hedefine ulaşıyor. Diyalogçuların gönlü rahat olsun! Müslümanların, Noel ayinlerine katılması, ortak nikâh merasimi ve Hıristiyan temsilcilerin Ramazanlarda iftar yemeklerinde beraberce dua etmelerinin ardından şimdi de, ortak cenaze merasimi beraberliği başladı! Geçenlerde biliyorsunuz, Patrik Selçuk Erenerol öldü. Toprağı bol olsun. Fakat, cenaze merasimi daha önceki bildiğimiz gayri müslim cenaze merasimlerinden farklı oldu. Cenazeye Hıristiyan ve Müslüman din adamları da katılarak dua ettiler. Şimdi bununla ilgili habere bir göz atalım: "Türk-Rum Patriği Selçuk Erenerol'un cenaze töreni, hem Ortodoks, hem de İslam usulüne uygun yapıldı. Bulgar Kilisesi Başpapazı Kostas'ın yönettiği ayine ilahiyat mensupları da katılarak dua ettiler. İlahiyatçı meşhur bir Profesör, 'Selçuk kulun dinine, milletine, vatanına, bayrağına bağlı yaşadı. Onu Hazreti Muhammed, Hazreti İsa aleyhisselam şefaatine nail eyle yarabbim. Allah rahmet eylesin' dedi ve Fatiha okudu. Bazı parti yöneticileri bizzat katılırken, bazıları da çelenk gönderdi. Selçuk Erenerol, kilisedeki törenden sonra, Papa Eftim II Turgut Erenerol'un mezarının yanına defnedildi." ( 23.12.2002 tarihli gazeteler) Hani derler ya, buyurun cenaze namazına!.. Son günlerde olanlar tam buna uygun. Şimdi sormak lazım; merasim niçin sadece Hıristiyan adetlerine göre yapılmadı da, İslam adetleri de karıştırıldı. Bırakalım İslam açısından doğruluğunu yanlışlığını, Hıristiyanlık açısından da uygun bir iş değil bu. En azından, patriğe ve Hıristiyanlığa saygısızlıktır yapılan. Adam Hıristiyan olduğuna göre, merasimin sadece kendi dinine göre yapılması onun tabii hakkı değil mi? Bütün bunlar "Dinlerarası diyalog" rezaletinin neticesidir. Ben diyaloga karşı değilim. Fakat, ben diyaloğu onların anladığı gibi anlamıyorum. Zaten asırlardır bunlarla diyaloğumuz vardı. Her mahallede, aynı sokakta bunlarla beraber yaşadık. Birbirimizin sıkıntısına, yardımına koştuk. Aç iseler doyurduk, bakacak kimseleri yoksa, Devlet olarak, millet olarak baktık bakıştırdık. Fakat günlük yaşayışla ibadetlerimizi birbirine karıştırmadık. Onlar kiliselerinde biz camilerimizde, herkes kendi dinine göre ibadetini serbestçe yaptı. Kimse kimsenin ibadetine, ayinine karışmadı. İşte gerçek diyalog budur, dinimizin de emrettiği diyalog budur. Peki, diyalogçuluğun mimarı olan Vatikan bunu bilmiyor mu? Tabii ki biliyor. Öyleyse maksatları ne? Maksatları şu: Peygamber efendimizin bildirdiği ve 14 asırdır sarsılmadan devam ettirilen, dinimizin Hıristiyanlığa karşı olan bakış açısını değiştirmek. Müslümanlara, "Hıristiyanlığı da, İslamiyet gibi hak din olarak göstermek. Onlar da Allaha inanıyor biz de Allah'a inanıyoruz, Peygamberlerin farklı olması önemli değil" inancını yayarak, Müslümanların imanını sarsmak, dinden çıkartmak. Halbuki dinimize göre, bir insan, son peygamber Muhammed aleyhisselama inanmadıkça, O'na tabi olmadıkça, İslamiyeti son ve hak din, diğerlerini batıl, geçersiz din kabul etmedikçe Müslüman olamaz. Eğer Hıristiyanlık ve diğer dinler doğru olsaydı, Muhammed aleyhisselamın gönderilmesi lüzumsuz olmaz mıydı? Yine Peygamberimizin yolunda olan, İslam devletlerinin bütün dünyaya yayılıp, halkı müslüman olmaya davet etmeleri, bunu kabul etmeyenlerle, mücadele etmeleri, bu yolda milyonlarca şehid vermeleri boş şeyler miydi? İşte bütün mesele burada düğümleniyor. Yavaş yavaş sinsice, başta Peygamber efendimiz olmak üzere, Müslümanların bugüne kadar yaptıklarının yanlış ve yersiz olduğu intibaını hafızalara hissettirmeden yerleştirmek. Müslümanların dini yaymak gayretlerini yok etmek. Mademki diğerleri de doğru, onlar da Cennete gidecek, benim İslamiyeti yaymama, insanların Müslüman olmaları için çalışmama ne gerek var, düşüncesini yerleştimek. Dinimizin esası olan, emri marufu, neyhi münkeri yok etmek.
.
Seven, sevdiği ile beraber olacak!
4 Ocak 2003 01:00
Dün bazı ilahiyat mensuplarının, Patrik Selçuk Erenerol'un cenazesine katılıp, dua ettikleri ve ruhuna Fatiha okudukları haberinden bahsetmiştim. Bugün de dinimizin buna dair hükümlerini bildirmek istiyorum. Dinimize göre bu yapılanlar caiz değildir, böyle davranışlar, onlara rahmet dilemeler küfürdür, dinden çıkmaya sebeptir. Bunun delili çoksa da biri şudur: Hz. Ali, Resûlullaha gelip, babasının öldüğünü haber verdiğinde Resulullah efendimiz, "Yıka, kefen içine sar ve defnet! Men olununcaya kadar onun için duâ ederiz" buyurdu. Birkaç gün onun için çok duâ etti. Eshâb-ı kirâmdan bazıları bunu işitince, onlar da, kâfir olarak ölmüş olan akrabâları için duâ etmeye başladılar. Bunun üzerine, Tevbe sûresinin yüzonüçüncü âyet-i kerimesi nazil oldu. "Kâfir olarak ölüp cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar, onlar için af dilemeyin!" mealindeki bu ayet-i kerime ile dua etmesi men edildi. Seksen dördüncü ayette de, "Onlardan ölen kimsenin namazını sakın kılma, mezarı başında da durma!" buyuruldu. Peygamber efendimiz, Eshabına, akrabaları bile olsa Müslüman olmadan ölmüş kimselerin kabir ziyaretini, onlara dua edilmesini yasakladı. (Ebu Talib'in daha sonra, diriltilerek iman ettiğini büyük âlim İbni Haceri Mekki bildirmektedir.) Peygamber efendimiz, ister kitap ehli dediğimiz Hıristiyan ve Yahudiler olsun, ister bunların dışındaki inançlara tabi olan insanlar olsun, Müslüman olmayan her insanın kafir olduğunu ve Allahın düşmanı olduklarını bildirmiştir. 14 asırdır bütün Müslümanlar bu doğrultuda hareket etmişlerdir. Bunda ittifak vardır. Çünkü, Kur'an-ı kerimde; Resulullaha inanmayan, O'na tabi olmayan kâfirlerin Allahın düşmanı oldukları açıkça bildiriliyor. Kâfirleri sevmek, Allahü teâlâyı sevmemektir. İki zıt şey, birlikte sevilemez. Ayeti kerimede mealen, "Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Allahtan ilişiği kesilmiş olur" buyuruldu. (Ali İmran-28) Maide suresinde de, "Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin, sevmeyin!" buyuruldu. (Maide 54) Dinimize göre, İmanın alâmeti, (hubb-i fillah ve buğd-i fillah)tır. Bunun için Peygamber efendimiz "İmanın temeli ve en kuvvetli alâmeti, hubb-i fillah ve buğd-i fillahtır, yani müslümanları sevmek ve dine düşmanlık edenleri sevmemektir." (İ. Ahmed), "İnsan, dünyada kimi seviyorsa, ahırette onun yanında olacaktır" (Buharî) buyurdu. Büyük islam âlimi, ikinci bin yılın yenileyicisi İmam-ı Rabbanî hazretleri bu konuyu şöyle dile getirmektedir: "Doğru imanın alâmeti, kâfirleri sevmeyip, onlara mahsus olan ve kâfirlik alameti olan şeyleri yapmamaktır. Çünkü islâm ile küfür, birbirinin aksidir. Bunlardan birisine kıymet vermek, diğerine hakaret ve kötülemek olur. Allahü teâlâ, kâfirlerin, kendi düşmanı ve Peygamberinin düşmanı olduklarını bildiriyor. Bir kimse, kendini müslüman zanneder. Kelime-i tevhidi söyleyip, inanıyorum der. Namaz kılar ve ibâdet yapar. Hâlbuki, bilmez ki, böyle, Allahın dostlarını sevmemek veya Allahın düşmanlarını "şu iyilikleri de var" diye sevmek gibi çirkin hareketleri, onun imanını temelinden götürür.." (Gayri müslimleri sevmemek kalb ile olur. Bu, onlarla görüşmeye, dünyalık işler için iş birliğine, iyi münasebetlere mani değildir.) Büyük İslâm âlimi İmam-ı Gazali hazretleri de bu konu ile ilgili şu kıssayı anlatır: Allahü teâlâ, Hz. Musa'ya, "Ya Musa, benim için ne amel işledin, diye sorunca, "Ya Rabbi, senin için namaz kıldım, oruç tuttum, zekât verdim, zikrettim" diye cevap verdi. Allahü teala, "Ya Musa, namazların, seni cennete kavuşturur, oruçların seni cehennemden korur, zekâtlar, kıyamette gölgelik olur. Zikirlerin de, o günün karanlığında ışıktır. Ya Musa, sırf benim için müslümanları sevip, kâfirlere düşmanlık ettin mi?" buyurdu. Musa aleyhisselam, Allahü teâlâyı sevmenin, Onun için olan en kıymetli amelin, Hubb-i fillah ve Buğd-i fillah olduğunu anladı.
Allah rızası için ziyaret
4 Ocak 2003 01:00
Allah rızası için ziyaret çok sevaptır, nafile hac sevabı verilir. Fakat ziyaretin de kuralları, usulü vardır, bunlara da uymak lazımdır. Hüccetül İslâm kitabında bunlar şöyle bildirilmektedir: Din kardeşini ziyarete gideceğin zaman, onun müsâid bir zamanını öğren, kendisinden bir va'd, ya'nî bir söz al ve o zamanda ziyarete git! Geç kalma! Evine gireceğin zaman, kapı açık olsa bile, ondan izin iste ve izin verdikten sonra içeriye gir, içeri girince, sağa sola bakma. İçerde çalgı, içki, kumar gibi haramlar işleniyorsa bir bahane ile oradan ayrıl! Sâlih bir kimse yemek ikrâm ederse, yavaş ve âdâbı vechile ye! Fazla konuşma, dostunda fazla eğlenme, giderken, tevâzu ile, selâm ile ayrıl! Tanıdığın bir müslüman, sana gelince, elinden geldiği kadar iyi ve tatlı karşıla, yemek ikrâm eyle! Kapıya çık, kendisini karşıla! Selâm verince, selâmını al ve kendisine güzelce iltifatta bulunup: Efendim safa geldiniz, hoş geldiniz, diyerek odanın baş tarafına oturmasını teklif eyle! Sen aşağı tarafta otur! Dinden, ibâdetden, haramların zararlarından ve Evliyânın "kaddesallahü teâlâ esrârehümül azîz" hayâtlarından anlat! Birşeyler öğret! Yemek yerken onu utandırmamak için, sen de çok ye! Giderken, onu uğurla ve selâm söyle ve duâ eyle! Evine yatılı sâlih bir misâfir gelirse, onun hizmetini iyice yap! Hemen yemeğini ver, belki acıkmıştır. Yanında fazla da oturma. Belki yorgundur. Yatmadan önce, kıbleyi, helâyı, seccâdeyi ona göster. Sabâh olunca, sabâh namazına kaldır. Ve cemâ'at hâlinde berâber kılınız! Erkence yemeğini hâzırla, gideceği yol belki uzundur. Eğer şartlar uygun ise misafire nasihat et! Günah işleyene tatlı sözle Emr-i ma'rûf, ya'nî nasîhat edilir. Dinlemezse, fitne çıkacak ise edilmez, susulur. Sözü dinlenecek ise, söylenir. Kötü söyleyerek Emr-i ma'rûf yapmamalıdır. Karşılık verecek kimseye, Emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapılmaz. Karşılığa sabır edebilirse yapması efdal olur. Âmirler el ile, âlimler dil ile, câhiller kalb ile Emr-i ma'rûf yapar. İnsan evvelâ kendine Emr-i ma'rûf yapmalıdır. Câhil, âlime Emr-i ma'rûf yapmamalıdır. Bir günahı yapmak âdeti olan, o günahı işliyeni görünce, Emr-i ma'rûf yapar. Günah işliyene Emr-i ma'rûf yapamıyan kimse, onun babasına söyler veya yazar. Babası Emr-i ma'rûf yapmaz veya yapamıyacak ise, babasına bildirmez. Tövbe edenin günah işlediği başkasına bildirilmez
Yemeğin farzları ve sünnetleri
5 Ocak 2003 01:00
Yemek yeneceği zaman, ellerini yıkamak sünnetdir. Peygamberimiz "aleyhisselâm", yemek yerken sağ ayağını diker, sol dizi üzerine otururdu. Masa etrafında sandalyede oturmak da câizdir. Yemekden evvel Besmele-i şerîf söylemek sünnettir. Resûlullaha yemek âdâbı sorulunca: "Biz kuluz, kul gibi yemeliyiz!" buyurdu. Yemeğin farzı dörttür: 1- Yemeği, rızkı Allah'tan bilmek. 2- Yemek helâl ve tayyib olmak. 3- Yemek hazmoluncaya kadar Allahın emrinden çıkmamak. 4- Yemek hazm oluncaya kadar ondan hâsıl olan kuvvetle Allahın nehyini işlememek. Yemekte iki tâne haram vardır: 1- Karnı doydukdan sonra, yine tıka basa yemek. 2- Sofrada çalgı, yabancı kadın, içki, kumar ve sâir haram şeyler bulundurmak. Yemeğin sünneti de üçtür: 1- Tabakta yemek artığı bırakmayıp tam olarak yemek. Kibrederek, yemeğin yarısını tabakta bırakmamalıdır. Sonra yemeklere hasret çekilir. 2- Yemek sofrasında, önündeki ufaltıları yemek, yemeğin şifâsındandır. Önünde küçük lokma varken büyüğüne başlamamalı ve ufaltıları yemekten çekinmemelidir. 3- Bedenin râhatını seven az yemelidir. Yemeğin âdâbı ve sünnetleri çoktur. Fakat başlarken Besmele ile başlamağı, sonunda da Elhamdülillah demeği unutmamalıdır. Evvel ve sonunda tuzla başlayıp bitirmelidir. Su içerken de bir solukta içmemeli, üç defada içmelidir. Terli iken soğuk su içmemeli, uyku arasında su içmemeli, çok su içmemelidir. Bunların hepsinin vücûda zararları vardır. Bir toplantıda su istendiği zaman, baş taraftan su vermeğe başlamalı, sağdan dolaşmalıdır. Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki, "Su içeceğiniz vakit, ayakta içmeyiniz! Vücûdunuza zararlıdır. Yalnız abdestten artan su ve zemzem-i şerîf ayakta içilebilir."
Hasta ziyareti ve cenazeye iştirak
6 Ocak 2003 01:00
Hasta ziyâretine gidildiği zaman, kapıya varınca, içeri girmeğe müsâade istemelidir. Besmele ile girmeli, sağ tarafına oturmalı, içeri girince selâm vermeli, hâl ve hâtırını sormalıdır. Kelime-i şehâdet getirerek ona duyurmalı ve âcil şifâlar dilemelidir. Hastanın yanında fazla oturmamalı. Bir ihtiyâcı varsa yapmalıdır. Ayrılırken kendisine acele sıhhat bulması için duâ etmelidir. Cenâze varsa gitmeli, giderken yalnız gitmemelidir. Mecbûriyet hâsıl olursa, yalnız gidilir. Cenâze sâhibine selâm vererek, Allahü teâlâ sabır versin diyerek teselli etmelidir. Cenâzenin defni için yardım etmelidir. Cenâzeyi mevtânın sağ omuzundan başlıyarak taşımalı. Peygamberimiz, bir canezeye cenâzeye yürüyerek gidip, binerek döndüler. Bunun sebebini sordular, cevâben, "Cenâze giderken melekler de berâber gider. Onun için, yürümeli ve bir vâsıtaya binmekden hayâ etmelidir" buyurdu. Cenâzeyi kâfirler gibi taşımak, çelenk koymak, resmini ve mâtem işâretleri takmak günahdır. Sokakta yürürken de kimseyi râhatsız etmemelidir. Sokaklarda sümkürmemeli, kimse ile alay etmemelidir. Yürürken ve insanlara karşı yemek yememelidir. Kimse ile kavga etmemeli, dostla da, düşmanla da münâkaşa etmemelidir. Sattığın eşyâyı geri getirirlerse red etmemelidir. Yalan söylememelidir. Haram yememeli, kimseyi aldatmağa kalkışmamalıdır. İşyerini Besmele ile açmalı ve kapamalıdır. Yenecek bir şey aldığın zaman, açık olarak tutup eve getirmemeli, bir şeye sarmalı ve örtülü şekilde yiyeceğini eve götürmelidir. Eve gidince, çocukları herhangi bir şeyle sevindirmelidir. Bir kimse ile yolda arkadaş olunursa, onun yürüdüğü kadar yürümelidir. Onunla konuşurken, sağa sola bakmamalıdır. Ondan ayrılınca erkence yanına dönmeli, onu bekletmemelidir. Arkadaşın hakkını gözetmeli, onu gücendirmemelidir! Namazları onunla cemâ'at yaparak kılmalı, ayrılırken onunla halâllaşmalıdır. Herkes ailesini güzelce idâre etmelidir.Tatlı nasîhat ederek, Allahü teâlânın emirlerini ona öğretmelidir. Gusl abdesti almasına, namaza devâm etmesine çok dikkat etmelidir. Her ihtiyâcını, idâresini halâlden te'mîn etmelidir. Ona haram lokma yidirmemelidir. Âilesine kızınca, döğüp seni boşarım gibi kelimeler kullanmamalı ve kötü söz söylememelidir. Ağzına ve gözüne söğmemeli, böyle yapanın imanı gider. Ona yumuşaklıkla muâmele etmelidir. Onu döğmemeli, sopa ile hiç kimseyi döğmek câiz değildir.
Belalardan korunmak için
7 Ocak 2003 01:00
Evine Besmele ile girmelidir. Eğer zaman müsâid ise, İhlâs sûresini okumalıdır. Peygamberimiz "aleyhisselâm" buyurdu ki: "Eve girerken İhlâs-ı şerîfi okuyan, yoksulluk görmez!" Eshâbdan Süheyl "radıyallahü anh", Peygamberimizin bu tavsiyesine uyarak zengin olmuştur. Eve girerken sağ ayakla içeriye girmeli ve selâm vermelidir. Evde kimse yoksa, şu şekilde selâm verebilirsin: "Esselâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhissâlihîn." Bununla berâber, bir kere "Kulhüvallâhü" sûresini ve bir kere de "Âyetelkürsî"yi okursan evine şeytân giremez. Her neye başlanırsa Besmele ile başlamalıdır. İşe ve yemeğe sağ el ile başlamalıdır. Yemeğe hep berâber oturmalı. Yemekten sonra bir saat geçmeyince su içmemeli, vücûda iyi değildir. Yatağa yatılacağı zaman Tebâreke sûresi okunmalıdır. Peygamberimiz "aleyhisselâm" buyurdu ki: "Yatarken Tebâreke sûresini okumadan yatma! Zîrâ ölürsen kabirde sana yoldaş olur. Her gece Tebâreke sûresini okuyan kimse, Kadir gecesini ihyâ etmiş gibi sevâba nâil olur." Peygamber efendimiz bir gece, "Yâ Âişe! Kur'ân-ı kerîmi hatmeyle, bütün Peygamberleri kendine şefâatçi ve bütün mü'minleri kendinden hoşnud edersin." buyurunca, Hazret-i Âişe, "Anam-babam sana fedâ olsun! Az bir zaman içinde bunları nasıl yapabilirim?" diye sorunca, Sultân-ı Enbiyâ buyurdu ki: "Yâ Âişe, üç kere "Kulhüvallâhü" sûresini oku. Kur'ân-ı kerîmi hatmetmiş gibi olursun. Bir kere "Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ cemî'il Enbiyâi velmürselîn" de, bütün peygamberler senden râzı olsun. Bir kere de "Allahümmağfirlî ve li vâlideyye ve lil mü'minîne vel mü'minât vel müslimîne vel müslimâti el ahyâi minhüm vel emvât" de, bütün mü'minler senden râzı olur. Bir kere de "Sübhânellahi vel hamdü lillahi ve lâilâhe illâllahü vellâhü ekber velâ havle velâ kuvvete illâ billahil aliyyil azîm" de ki, Allahü teâlâ hazretleri senden râzı olsun." Şu sûreleri akşam, sabah üçer kere Besmele ile okumalı ve hanımına, çocuklarına da okutmalıdır; 1- İhlâs, (Kulhüvallahü sûresi.) 2- Muavvizeteyn (Felak ve Nas sureleri) 3- Fâtiha-i şerîfe. Bu dört sûreyi akşam, sabâh üçer kere okuyan, malını, canını, çoluk çocuğunu, bütün belâlardan muhâfaza etmiş olur. Bunlardan başka "Kulyâeyyühelkâfirûn" sûresini akşam, sabâh okuyan kimse, kendisini şirkten, küfürden korumuş olur.
Yatarken okunacak duâlar
8 Ocak 2003 01:00
Yatağa yatarken ve yataktan kalkınca ve her namazda, duâdan ve salevâttan sonra, istigfârların en büyüğü olan şu duâyı okumalıdır ki, günahlar af olsun: "Estagfirullahel azîm el kerîm ellezî lâ ilâhe illâ hüvel hayyel kayyûme ve etûbü ileyh." Dört mezhebin fıkıh bilgilerinin inceliklerine vâkıf, derin âlim, Seyyid Abdülhakîm Efendi "rahmetullahi teâlâ aleyh" buyurdu ki: Yatağına E'ûzü ve besmele okuyarak gir. Sağ yan üzerine kıbleye karşı yat. Sağ avucunu sağ yanağın altına döşe. E'ûzü besmele ile bir Âyet-el-kürsî oku. Sonra herbiri için besmele okuyarak, üç İhlâs, sonra bir Fâtiha, sonra birer defa iki Kul e'ûzüyü oku. Sonra üç def'a istigfâr duâsı, ya'nî (Estagfirullahel'azîm ellezi lâ ilâhe illâ hu...) oku! Üçüncüsüne (el-hayyel-kayyûme ve etûbü ileyh) ilâve et! Sonra on kere (tevekkeltü alellah ve lâ havle velâ kuvvete illâ billâh) oku! Buna (Kelime-i temcîd) denir. Onuncusuna (hil aliyyil azîm ellezi lâ ilâhe illâ hu) ilâve et! Sonra, (Allahümmagfir lî ve li vâlideyye ve lil-mü'minîne vel-mü'minât) ve bir salevât-i şerîfe ve bir (Allahümme Rabbenâ âti-nâ fiddünya haseneten ve fil'âhıreti haseneten ve kınâ azâbennâr bi-rahmetike yâ Erhamerrâhimîn) ve üç veya on veya kırk yâhud yetmiş istigfâr, ya'nî (Estagfirullahel'azîm) ve bir kelime-i tevhîd ya'nî (Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah) oku. İslam âlimlerinin büyüklerinden İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki, kelime-i temcîd okumak cin çarpmasına karşı korur. Büyüklerimiz, cinleri def etmek için bunu okurlardı. Sık sık şu şekilde dua etmelidir: Ey büyüklerin büyüğü Allahım! Muhammed aleyhisselâmın haber verdiği gibi, sana inanıyorum. Beni kabûl et! Beni af et! Muhammed aleyhisselâm, seni bize haber vermeseydi, bu noksan aklımızla, kendimiz bulmak, seni tanımak şerefine kavuşamazdık. Hayvânlardan aşağı olurduk. Cehennem ateşinde yanmak cezâmız olurdu. Ey büyük Peygamber! Senin bizim üzerimizdeki hakkın sonsuzdur. Bizi, Allahımızı tanımakla şereflendirdin. Müslüman olmak saadetine kavuşturdun. Sonsuz yanmak azâbından kurtardın. Bunun için, benden sana sonsuz selâmlar, sonsuz duâlar olsun. Ey büyüklerin büyüğü Allahım! Bu büyük Peygamberi bize tanıtan analarımıza, babalarımıza, hocalarımıza ve Ehl-i sünnet kitâblarını yazanlara ve yayanlara rahmet eyle! Âmîn.
Eve girerken ve çıkarken
9 Ocak 2003 01:00
Evinden çıkarken "Âyetelkürsî"yi okumalıdır. Zîrâ, böyle yapan her işinde muvaffak olur ve hayırlı işler başarır. Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: "Bir kimse, evinden çıkarken Âyetelkürsîyi okursa, Hak teâlâ, yetmiş meleğe emreder, o kimse evine gelinceye kadar, ona duâ ile istiğfar ederler." Evine gelince de okunursa, iki Âyetelkürsî arasındaki işler hayırlı olur ve fakîrlik önlenir. Akşam, sabâh Âmentüyü okuyarak imanını yeniden tâzelemelidir. Âmentü, imanın altı şartını bildirmektedir. Âmentünün ma'nâsını da ezberlemeli ve çoluk çocuğuna da ezberletmelidir. Çünkü, ne zaman öleceğimiz belli değildir. Dâimâ kelime-i tevhîd okumalı ve inanılması lâzım gelen altı şeyi iyi öğrenmeli ve tasdîk ve ikrâr eylemeli ve onlara da öğretmelidir. Bunları zaruri manası ile beraber bilmiyenlerin imanı tehlikeye düşer. Gece yarısından sonra kılınan teheccüd namazı, gündüz kılınan bin rek'atten daha fazîletlidir. İki rek'at kazâ namazı kılmak da, teheccüd kılmakdan dahâ efdaldir. Peygamberimiz buyurdu ki: "Gece uyanınca, şu duâyı okuyan, her istediğine nâil olur: "Lâ ilâhe illallahü vahdehü lâ şerîke leh, lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr sübhanellahi velhamdülillâhi ve lâ ilâhe illallahü vallahü ekber velâ havle velâ kuvvete illâ billahil aliyyil azîm." Herkese, İslamiyete uygun yaşaması için yardımcı olmak lazımdır. Peygamberimiz buyurdu ki: "Bir kimse, bir müslümanı islâmiyyete muhâlif işten doğru yola teşvîk ederek ikâz eylerse, kıyâmet gününde Hak teâlâ hazretleri, o kimseyi Peygamberlerle berâber haşreder." Evlâdına din bilgisi ve islâm ahlâkı öğreten, dünyada ve âhırette rahat eder. Bir müslümanı islâmiyyete aykırı işten vazgeçirmeğe, "Nehy-i anil münker" denir. Bir müslümana Allahü teâlânın emrini öğretmeğe ve yaptırmağa, "Emr-i bil ma'rûf" denir. Emr-i ma'rûf ve nehy-i münker çok sevâbdır. Şimdi, "Vicdanlara tecâvüz etmemeli, Evliyâlar kimseye karışmazdı" diyenler var. Allahü teâlâ, kimseye karışılmamasını sevseydi, Peygamberleri göndermez, dinleri bildirmez, insanları islâm dînine davet etmez ve diğer dinlerin yanlış, bozuk olduğunu haber vermezdi ve geçmiş Peygamberlere inanmayanları azâblarla helâk eylemezdi. Herkesi kendi hâline bırakır, kimseye birşey emretmez ve inanmayanlara azâb yapmazdı..
Mevlevilerin ilginç tartışması!
10 Ocak 2003 01:00
Huzurlu bir ülkenin; kültürü, örf ve âdeti, inancı, yaşayışı bir bütündür. Bunlar arasında tatlı bir ahenk, uyum vardır. Uyum bozulursa, bu değerlerde erozyon baş gösterir ve huzur bozulur. Bu saydığımız değerlerin hepsi zarar görür. Bu uyumun sağlanması da siyasi, ekonomik güçle temin edilir. Osmanlılarda bu güç olduğu için asırlarca, bu değerler erozyona uğramadı. Osmanlı bu gücü kaybedince, hakim kültür, hakim medeniyet boşluğu doldurmaya başladı. Boşluğu dolduran Batı kültürü dengeleri bozduğu için de değerler birbirine karıştı. Halk tabiri ile herşey çorbaya döndü. Ne örf-âdetimiz ne de inançlarımız saf kalabildi. Dolayısıyla dini inancımız, yaşayışımız, anmalarımız aslından uzaklaştı, tamamen başka boyutlara ulaştı. Mesela, yıllardır hep Mevlana'yı anma merasimleri kafama takılır. Sanki büyük bir İslam alimi, büyük bir Allah dostu değil de, meşhur bir müzik, dans üstadı anılıyor!.. Zaten, anma programları, ne tür bir anma yapıldığını ortaya koyuyor: Protokol konuşmalarının ardından A. Özhan'ın Tasavvuf Müziği konseri (1 saat), Ayini Şerif yani şemazenlerin müzik eşliğinde dönmesi (1.5 saat) ve arkasından da samimiyetten uzak yapmacık bir dua!.. Ananlar, en azından anılan zatın fikirlerine, yaşayışına saygılı olması lazım gelmez mi? Aynı zamanda, andıkları zatın inancına, yaşayışına uygun yaşamaları gerekmez mi? Aksi takdirde, anılan zata saygısızlık yapılmış olmaz mı?.. Geçen ayki mutad Mevlana'yı anma merasimlerinden sonra yapılan Mevleviler arasındaki tartışmalar çok ibretlidir. Kimlerin ne maksatla bu işlerle uğraştıklarını gözler önüne seriyor. Şimdi bu tartışmaların basına yansıdığı kadarının bir özetini sizlere sunmak istiyorum: "Şeb-i Arûs törenlerinin arkasından başlayan Mevlevilik ve sema tartışması, genişleyerek sürüyor. İstanbul Sema Grubu'nun kurucusu Nezih Uzel, 'iki takım yetiştirdim, birini meyhaneden, diğerini Galata'daki numaralı evlerden kurtaramadım' dedi. Şeb-i Arûs'un mimarlarından Ahmet Özhan ile Ahmet Yılmaz'ın, "Mevlevilik rant alanı, sema rakı mezesi oldu" sözleriyle başlayan tartışma, bu âlemin kapılarının açılmasına ve yaşananların gözler önüne serilmesine yol açtı. Nezih Uzel, "Vaktiyle Balkanlar'daki Bektaşiliğe içki sokup İslam geleneğini bozanlar, son oniki yılda Mevlevileri de bozdular. Galata Mevlevihanesi'ne dadanan sarhoş şeyhler, Türkiye'de 'kafayı çekmeden sema edilmez' inancına yol açtılar" diye konuştu. Nezih Uzel, kendi yetiştirdiği ..... ve .....'nın, gerek yurt içinde, gerekse yurt dışında sema âyinlerine içkili çıktıklarını ileri sürerek, "Bunlar, Mevlana'nın da içtiğini, içkinin İslam'da yanlış yere haram edildiğini söylüyorlar" dedi. Uzel sözlerini, "Çok semazen yetiştirdim ama gerçek Mevlevi yetiştirmek nasip olmadı" diye sürdürdü. Bazı şeyhler hakkında da, kadın semazenlere tacizde bulunduğuna dair iddialar var. Onlar da bu iddialara şöyle cevap veriyorlar: "Bugüne kadar hiçbiri benden şikâyetçi olmadı. Kadın ve erkeğin birlikte sema etmesinin Mevleviliğin ruhuna aykırı olduğuna dair görüşlere de katılmıyorum." (Digimedya-24.12.2002) Nezih Uzel'in dile getirdiği şikayetler, giderek bir rant kapısı haline getirilen Mevlevi dünyasında alttan alta kaynayan bir kazanın varlığına da işaret ediyor. Kavganın sebebi de bu galiba..." İşte manzara bu. Hem de kendi ağızlarından. Allahü teâlânın dinini sevdirmek, insanlara güzel ahlakı aşılamak ve kötülüklerden, kötü alışkanlıklardan uzaklaştırmak için kurulan tarikatların, dergahların içler acısı halleri bu. Zannetmeyin ki diğereri farklı. Üç aşağı beş yukarı hepsi aynı. Yarın da tarikatların bu hale gelmelerinin serüvenini ele almak istiyorm.
Allah için sevmedikçe...
10 Ocak 2003 01:00
Her insana elden geldiği kadar iyilik etmelidir. Müslümanların ilim öğrenmelerine ve ibâdetlerine yardımcı olmalıdır. En büyük yardım, onlara Ehl-i sünnet i'tikâdını, haramı, helalı farzları öğretmek ve hâtırlatmaktır. Bunları Allah rızâsı için yapmalıdır. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki: "Allahü teâlâya Cebrâîl aleyhisselâm gibi ibâdet etseniz, mü'minleri, Allah için sevmedikçe ve kâfirleri ve mürtedleri, Allah için kötü bilmedikçe, hiç bir ibâdetiniz, hayrat ve hasenâtınız kabûl olmaz!" Allahü teâlânın en çok sevdiği ibâdet, hubb-i fillah ve buğz-i fillahdır. Ya'nî, müslümanları sevip, onlara yardım ve hayır duâ etmek ve dîn-i islâmı beğenmeyenleri, islâmiyyete ve müslümanlara düşmanlık edenleri sevmemek ve imana, hidâyete kavuşmaları için duâ etmektir. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Yâ Ebâ Hüreyre! Benim ile Arş'ın gölgesinde gölgelenmek istersen, her gün yüz kerre salevât-ı şerîfe getir! Mahşerde benim havzımdan içmek istersen, mü'min kardeşinle üç günden fazla dargın durma! Fakat, şarâb (veya diğer alkollü içkileri) içen ve haram yiyenler ile konuşma, kendini onlardan çek!" İyi insanlarla görüşmeli, sıkıntıda olan insanlara yardım etmeli, hasta olanı ziyaret etmelidir. Resulullah efendimiz, Ebû Hüreyre'ye buyurdu ki: "Hastanın hâlini sormak için iki kilometre git, küs olan kimseleri barıştırmak için dört kilometre yürü, altı kilometre de, bir din kardeşini ziyâret etmek için git, bu kadar da, ilim adamından bir mes'ele öğrenmek için git!" (Bir mil yaklaşık iki kilometredir.) Bir hastanın üç hâli vardır: 1- Bir melek gelerek ağzının tadını alır. 2- Bir melek de kuvvetini alır. 3- Bir melek de gelip günahlarını alır. Hasta iyi olunca, ağzının tadını alan melek, yavaş yavaş geriye verir. Kuvvetini alan melek de, geriye verir. Günahlarını alan meleğe gelince; bu, Allahü teâlâya sorar. "Bu günahı ne yapayım?" Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde buyurur ki: "Benim rahmetim gazabımı geçmiştir. Binâenaleyh, hasta kulumun günahını afv eyledim!" Hastalık, dert, keder, günahları götürmez. Bu acılara sabretmek, günahları götürür. Sana iyilik yapana iyilik yap, fenâlık yapanı, zulmedeni afv eyle, onlara nasîhat et! Sapık inançlı, kötü huylu kimselerden kaç! Onunla arkadaşlık yapma!
Kendisiyle iftihar edilen kul!
11 Ocak 2003 01:00
İslâm bilgilerinin, yanî din ve fen bilgilerinin tahsîline çok önem vermelidir. Peygamberimiz "aleyhisselâm" bir hadîs-i şerîflerinde, "İlmi, beşikten mezâra kadar tahsîl ediniz"; diğer bir hadîs-i şerîfde "İlmi arayınız, velev ki, Çin'de olsa" buyurdu, yanî dünyanın bir kenârında ve kâfirlerde olsa dahî arayınız demektir. İslâm bilgileri ikiye ayrılmıştır: Din bilgileri ve fen bilgileri. Önce din, sonra fen bilgilerini öğrenmek lâzımdır. İmâm-ı Ahmed ibni Hanbel, yanına gelip, nasîhat isteyen bir kimseye şöyle nasîhat etmiştir: "Hak teâlâ hazretleri senin ve bütün âlemin rızkına kefîldir. Rızk için elinden geldiği kadar çalıştıkdan sonra düşünmeğe hiç lüzûm yoktur. Çünkü, Hak teâlâ tarafından bütün rızıklar taksîm edilmiştir. Çalışarak, hissene düşen rızkı arayıp bulursun. Bir sadakanın yerine on misli ile mukâbele edildikden sonra, çalışana karşılığı verileceğine hiç şübhe yoktur. Cehennem azâbı hak olduktan sonra, günah işlemeğe cesâret edilir mi? Bütün işler, Hak teâlânın takdîri iledir. Sen fakîr olup, başkalarının zenginliğine canının sıkılmasının ne fâidesi olur?" Bunları dinleyip kabûl eden kimseye, nasîhat olarak bu kadar yeter. Dinlemiyenlere bunun gibi bin türlü nasîhat eylesen faydası olmaz. Çünkü nasîhatların hemen hepsi bunların içinde toplanmıştır. Resûlullah buyurdu ki, "Hak teâlâ, çalışan bir kuluna rızkı az verse, o kul ağlayıp bağırmasa ve böylelikle fakîrliğine sabreylese, Hak teâlâ hazretleri, meleklerine karşı, bu kul ile iftihâr eyler ve buyurur ki: Ey benim meleklerim! Sizler şâhid olun, bu kulumun her bir lokmasına Cennet-i a'lâda bir köşk ve bir derece ihsân eylerim." İnsanlara dâimâ iyi muâmelede bulunmalıdır. Görülen küçük, büyük her müslümana selâmı vermelidir. İnsanlarla iyi geçinmelidir ki, öldükten sonra hayırla yâd etsinler ve hayır duâ ile ansınlar. Bir kimse, bir mü'min kardeşine, "Selâmün-aleyküm" diyerek müslüman selâmı verse, on sevâb yazılır. "Esselâmü-aleyküm ve rahmetullah" derse, yirmi sevâb yazılır. "Ve aleyküm selâm" diye cevâb verene, on sevâb yazılır. Selâm verene, cevâb vermek farzdır. Başı veya bedeni eğerek selâm vermek mekrûhdur. Yalnız el ile selâm vermek ve eli başına kaldırarak vermek de mekrûhdur. Ağız ile ve el ile birlikte vermek mekrûh değildir.
Acele edilecek ve edilmeyecek işler
12 Ocak 2003 01:00
İşlerde acele etmemeli ve hemen karâr vermemelidir. Acele ile verilen karârlara şeytân karışır. Hadîs-i şerîfte, "Acele şeytândandır. Teennî Rahmandandır" buyuruldu. Nefsin istediği birşey hâtırına gelince, şeytân, (fırsatı kaçırma, hemen yap) der. O da, yapar. Kalbe gelen şeyi yapmaktan Allahü teâlâ râzı olur mu düşünmeli, sevap mı, günah mı olacağını anlamalı. Günah değil ise, yapmalıdır. Böylece, teennî etmiş, yanî acele etmemiş olur. Yalnız beş yerde acele etmek lâzımdır: 1- Misâfirin gelince, önüne yiyecek getir! 2- Hasbel beşer bir günah işleyince, hemen tövbe, istigfâr eyle! 3- Her beş vakit namazını, vakit geçmeden, acele, yanî erken kıl! 4- Kız veya erkek çocuklarına, din bilgilerini ve namaz kılmasını öğret! Bulûğa erişince, gecikdirmeden evlendir! 5- Ölen şahsın defnedilmesinde acele eyle! Hiçbir günahı işlememelidir. Allahü teâlânın gadabı hangi günahta olduğu belli değildir. Sevap olan işlerin hepsini işlemeğe çalışmalıdır. Zîrâ, Hak teâlânın rızâsının hangi amelde olduğu belli değildir. İki günahtan çok korkmalıdır. Birincisi, emrinde olan insanlara zulmetmek. En büyük zulüm, onların islâm bilgilerini öğrenmelerine, ibâdet yapmalarına mâni olmaktır. İkincisi, din ve dünya yolunda hâin olmak. Her günahtan korkmalıdır. Bir kimse, bir günah işlemek istese, fakat Allahü teâlâdan korkarak ondan vazgeçse, Hak teâlâ o kimseye Cennet-i a'lâda bir köşk ihsân eder. Bir müslüman, zarar verse de, ona iyilik etmelidir. Hiç kimsenin ayıblarını yüzlerine vurmamalıdır. Elden geldiği kadar yolları ve sokakları, câmileri tamîr etmeli ve düzen içinde tutmalı, temizliklerine dikkat etmelidir. İbâdetlere sevap verilmesi ve duâların kabûl olması için helâl nafaka kazanmak şarttır. Rızkın helâl olması için her işte, her harekette, doğruluktan ayrılmamalıdır. İslâmiyyetin emirlerini eksiksiz ve tam olarak yapmalı, san'atında, vazîfende ve memûriyetinde istikâmetten ayrılmamalıdır. Hîle ve hıyânet yollarına sapma ki, aldığın para, ücret ve aylık sana helâl olsun!
Az yemenin faydaları
13 Ocak 2003 01:00
Az yemek, çok faydalıdır. Meselâ, suyu az içirir, uykuyu az uyutur. Çok yemek ise, insanı tembelleştirir, vücûdu yorar, fazla su içirir ve mâlâya'nîye sebeb olur. Yani, lüzûmsuz, faydasız iş ve söze sebep olur. Yemeğe, içmeğe başlarken "Bismillâhirrahmânirrahîm" demelidir. Yemek yedikten sonra, "Elhamdülillah" demelidir. Sabah evden yemek yemeden çıkmamalıdır. Sabahleyin yemeği erken yemenin dört faydası vardır: 1- Ağız kokusunu giderir. 2- Sonra su içilse, vücûda ziyân etmez. 3- Bir yere gidecek olursa, karnı tok olur. 4- Kimsenin lokmasında ve yemeğinde gözü kalmaz. Gıybet, dedi-kodu yapmamalıdır. Gıybet, bir müslümanın gizli günahlarını ve açık kusûrlarını arkasından söylemek demektir. Pervâsızca ve âşikâre yapılan günahları ve bilhâssa dîni bozmak, müslümanlığı değiştirmek isteyen dinde reformcuları meydâna çıkarmak gıybet değildir. Bunları müslümanlara haber vermek lâzımdır. Gıybet yapmakla, günahlar arttığı gibi, sevaplar da yok olur. Peygamberimiz "aleyhisselâm" buyurdu ki: "Gıybet yapmak, zinâdan daha ağır bir günahtır." Yalan söylememeli ve yalan yere yemîn etmemelidir. Zîrâ, yalan yere yemîn edenlerin nesli kesilir. Riyâ, gösteriş yapmamalıdır. Yalan yere sofuluk satmamalı, insan nasıl ise, öyle görünmelidir. Kendisinde olmayan bir şeyi var gibi gösterip, kendine bühtân eylememelidir. Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki: "Kendini âlim gösteren câhiller, Cehenneme gideceklerdir." Bir müslümanın aybını meydâna çıkarmağa çalışmamalı, kimsenin gizli hâllerini araştırmamalıdır. Peygamberimiz "aleyhisselâm" buyurdu ki: "Mi'râc gecesi birtakım insanlar gördüm ki, çok fecî' ve elîm bir şekilde kendi kendilerine azâb ederler. Cebrâîl aleyhisselâma sordum ki, 'yâ Cebrâîl, bunların günahı nedir? Niçin böyle kendi kendilerine azâb ederler?' Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki; bunlar başkalarının ayıplarını meydâna çıkaranlardır." Mûsâ aleyhisselâm, Tûr-i Sînâ'da Hak teâlâya sordu ki: "Yâ Rabbî! Başkalarının ayıplarını meydâna çıkaranların cezâsı nedir?" Hak teâlâ buyurdu ki: "Tövbesiz giderlerse, yerleri Cehennemdir." İmâm-ı Gazâlî buyuruyor ki: günahların büyüğü üç tanedir. Bunlar: 1- Cimrilik. 2- Haset etmek. 3- Riyâdır.
Kötü kimselerin alâmeti
14 Ocak 2003 01:00
Kişi, kötü kimselerin yaptıklarından uzak durmalıdır. Kötü kimselerin, şakîlerin alâmeti bulunmamalıdır. Bu alâmetlerin evveli, zulmetmektir. Zulüm üç türlüdür: 1- Allahü teâlâya âsî olmak. 2- Zulm eden kimselere yardım etmek. 3- Kendi emri altında bulunanlara, ezâ, cefâ etmek. Onların ibâdet yapmalarına mâni' olmak. Bu üç fiili işleyenlerin varacağı yer, nihâyet Cehennemdir. Allahü teâlâya âsî olmak iki türlüdür: 1- Allahü teâlânın emirlerini, yanî farzları yapmamaktır. Farzları, vazîfe kabûl etmiyenler kâfir olur. Vazîfe bilip, tembellikle yapmıyanlar, yanî kazâ etmek, ödemek fikrinde olanlar, Hanefî mezhebinde, kâfir olmaz. Fakat en büyük günah olur. 2- Hak teâlânın men ettiğini, yanî haramları yapmaktır. Haramdan kaçmağı vazîfe bildiği hâlde, nefsine uyarak yapan ve sonra üzülenler kâfir olmaz. Haram işliyen müslümanlara (fâsık), âsî denir. Haram işlemiyenlere ve farzları yapanlara (sâlih) iyi insan, müttekî denir. Haramdan kaçmanın sevâbı, farzları yapmanın sevâbından dahâ fazladır. Farzları yapmamanın günahı, haram işlemek günahından dahâ çoktur. Haramların miktârı çok değildir. Meselâ, adam öldürmek, gıybet, arkadan çekiştirmek, zinâ etmek, kadınların, kızların başları, kolları, bacakları açık sokağa çıkmaları, hırsızlık, yalan, içki içmek, kumar oynamak, altın, gümüş kullanmak, erkeklere de kadınlara da haramdır. Yalnız ev içinde süs için takmak kadınlara câizdir. Erkeklere yalnız gümüş yüzük câizdir. Gümüşten başkası haramdır. Resûlullah "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" buyurdu ki: Bir müslümanda üç şey bulunmazsa, Cennet ehlidir: 1- Kibir, 2- Hased, 3- Hıyânet. Her musîbete ve belâya sabretmek, şikâyet etmemek lâzımdır. Zîrâ, sabrı bulunmıyan insanların dinleri kolaylıkla helâk olur. Dert ve belâ çekenlere sevâb olmaz. Dert ve belâlara sabredenlere, bunları Allahü teâlâdan bilip, Ona yalvaranlara sevâb vardır. Kötü huylu kimselerle istişare etmemelidir. Herhangi bir işi, bahîl, yanî cimri kimselere danışmamalıdır. Çünkü, sonra insanlar arasında rezîl ve rüsvâ eder. Sâlih kimse ile meşveret etmelidir. Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak için çalışana (sâlih kul) denir.
Dünya ve ahiret saadeti için
15 Ocak 2003 01:00
Bir müslüman, dünyada azîz, âhirette saîd, Cennetlik olmasını isterse, kendisinde şu üç huy bulunması lazım: 1- Mahlûklardan hiçbir şey beklememek. 2- Müslümanları gıybet etmemek. 3- Başkasının hakkı olan bir şeyi almamak. Allahü teâlâ üç şeyi çok sever: 1- Cömertlik. 2- Korkmadığı kimsenin yanında doğruyu söylemek. 3- Gizli yerlerde de Allahü teâlâdan korkmak. Allahü teâlâ, Tûr-i Sinâda, Mûsâ aleyhisselâma buyurdu ki: "Bir kimseye, 'Hak teâlâdan kork' deseler, o kimse de 'Allahdan korkmağı bana mı öğretiyorsun? Sen Allahdan kork!' derse, en fenâ insan odur." Bahîl, hasîs, cimri demektir. Cimrilik şudur ki, bir kimse bir iş için muhtâc olur da diğeri de kıskanıp, ona o şeyi öğretmezse cimrilik etmiş olur. Cimriliğin en kötüsü de, bildiği halde müslümanlara emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapmıyanlardır. Onlara dinlerini öğretmiyenlerdir. Veya yanlış öğretenlerdir. Peygamberimiz "aleyhisselâm" buyurdu ki: "Cimri olanlar, her ne kadar zâhid olsalar da Cennete giremezler." Tövbe ederse veya Cehennemde cezasını çektikten sonra Cennete girebilir. Hased ise, bir kimsenin hayırlı bir işi veya evi, malı, mülkü, ilmi olsa, o kimseden bunların gitmesini, onda olmayıp, kendinde olmasını istemektir. Onda olduğu gibi kendisinde de olmasını istemek hased olmaz. Buna gıbta etmek, imrenmek denir. Günah değildir. Sultân-ı Enbiyâ "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki: "Hased, ateşin odunu yediği gibi, hasenâtı, yanî iyilikleri yer." Riyâ ise, namaz, oruç, sadaka ve yol, câmi yapdırmak gibi hayırlı amelleri, insanlar görsün de beğensinler diye yapmaktır. İşte böyle bir maksatla yapılan işlerin hepsi riyâ faslına dâhildir. Riyâ, küçük şirktir. Tövbe etmedikçe, kat'iyyen af olunmaz. İlmi ile amel etmemek, amelinde salâh ve ihlâs olmamak ve din âlimlerine, ibâdet edenlere, ezâna, mubârek günlere kıymet vermemek de şakâvet, küfr alâmetidir
.
Kimseye lânet etmemelidir
16 Ocak 2003 01:00
Herkese iyi geçinrmeli, herkese iyilik etmelidir. Kimsenin günahını başına kakmamalıdır. Müslüman olsun kâfir olsun, bir kimsenin hakkını alıp da tövbe etmeyip onunla helâllaşmayan kimseye, Resûlullah efendimiz lanet eder. Ana-babanın ve dînini öğreten hocanın meşrû olan emirlerine âsî olanlar da mel'undur. Allahü teâlânın rızâsının gayrine, meselâ falanca kimseye diyerek kurban kesenler de bu lanet halkasına dâhildirler. Kızına zinâ ettiren, açık gezdiren, evlâdlarına imanı, haramları öğretmiyen babalar ve analar ve Allahü teâlâdan başkasına ibâdet ve secde edenler de mel'undurlar. Hiç kimseye lânet eylememelidir. Zîrâ, lanet eylenen adam lanete müstehak değil ise, yapılan lanet geri döner. Hayvânâta dahî lanet etmemelidir. Zîrâ, melekler, ona lanet ederler. Farz olan namazı özrsüz terk eden, dört kitâbda da mel'undur. Elden geldiği kadar, emr-i ma'rûf eylemeli, ya'nî islâmiyyetin emirlerini söylemeli, fenâ şeylerden men etmelidir. Peygamberimiz "aleyhisselâm" buyurdu ki: "Kötü ahlâk olan dört şeyden vazgeç, onlardan çok sakın: 1- Çok mal toplayıp, yememek. 2- Hiç ölmiyecekmiş gibi dünyaya sarılmak. 3- Cimri olmak. 4- Harîs, hırslı olmak. İnsanda hayâ olmak, iman nişânıdır. Hayâsızlık, küfrü mûcibdir. Hayâ, evvelâ Allahü teâlâya karşı olur. Allahü teâlâdan hayâ eden, gelen sıkıntılara sabreder. Sabır, derd ve elemi şikâyet etmemekdir. Üç şeye sabreden, büyük derece kazanır: 1- Herhangi bir belâya sabretmenin üçyüz sevâbı vardır. Belâya çâre, devâ aramak, duâ etmek, sabr sevâbını azaltmaz. 2- İslâm bilgilerini öğrenirken zahmet çekmeğe ve ibâdetleri yapmağa sabretmeğe, Cennette altıyüz derece verilir. 3- Günah işlememek için sabretmek. Nefsin arzûlarına sabr etmenin yediyüz derecesi vardır. Musîbet için de her nefesi için ayrı bir derece ve sevâb alır. Malın, evlâdın gitmesi büyük musîbet olup, bunlara sabredenleri, Allahü teâlâ, terâzî başına getirmeğe hayâ ederim, buyuruyor.
.
Her insana bir "deli" lâzım!
17 Ocak 2003 01:00
Günümüz huzursuzluklarının, sıkıntılarının bir sebebi de, bir hata yaptığımızda, yanlışımız olduğunda bizi uyaracak samimi dostlarımızın olmamasıdır. Bu hususu sadece şahıslar bazında ele almamak gerekir. Resmi özel bütün kurumlar için de geçerlidir bu eksiklik. Özelikle de, yöneticiler ve devlet adamlarımız için. Din gayreti, islam ahlakı azaldığı için bütün kesimlerde, ikiyüzlüler, yağcılar söz sahibi olmuş durumda. Doğru-yanlış ne yaparsa yapsın, "En güzelini yaptınız, bundan daha güzeli yapılamazdı efendim" teraneleri ile yanlış yönlendiriliyor yöneticilerimiz. Yanlışta devam edilince de, işler karışıyor, huzursuzluk zirveye tırmanıyor. Geçmişte, idareciler, devlet adamları, yanlarında her yanlışını korkmadan, Allah rızası için söyleyecek, yeri geldiğinde ikaz etmekten çekinmeyecek kimseler bulundururlardı. Bunlar da genellikle, yarı deli "meczub" denilen kimseler olurdu. Tabii ki bunlar, bugünkü manada deli denilen kimseler değildi. Dinlerine zarar gelmemesi için kendilerine gelebilecek zararları düşünmeden her doğruyu söylediği için "Meczub" denilmişlerdir. Bunun için hadis-i şerifte, "Bir kimseye deli denilmedikce, îmanı kâmil olmaz" buyuruldu. Bu meczublardan biri de Harun Reşid zamanında yaşayan Behlül Dânâ idi. Hârûn Reşîd bir sene hacca gittmişti. Dönüşünde bir müddet Kûfe'de istirahat etti. Sonra yola çıkacağı zaman herkes kendisini yolcu etmek için sokağa döküldü. Behlül de çıkmıştı. Çocuklar onunla oynayıp eğleniyorlardı. Tam o sırada Hârûn'un, develer üzerinde muhteşem kâfilesi gözüktü. Çocuklar da Behlül'ü bırakıp onun seyrine koyuldular. Tam Hârûn'un geldiği sırada Behlül yüksek sesle: "Ey Hârûn!" diye seslendi. Hârûn, perdeyi kaldırarak: "Buyur Behlül, ne istiyorsun?" dedi. Behlül: "Ey Müminlerin Emîri! Resûl-i ekrem, Arafat dönüşünde, kızıl bir deveye binmişti. Yanında kimse dövülmediği gibi, kimse de kovulmazdı. 'Yol verin, yol verin!' diyen münâdileri de yoktu. Sen de bu usûle riâyet eyle. Bilmiş ol ki; tevâzu ile yolculuk etmen, kibir ile seyâhatinden hayırlıdır." Hârûn Reşîd ağlayarak; Ey Behlül, biraz daha anlat! dedi. Behlül: "Memleketinin bir köşesinde bir mazlum zulme uğrasa, sen memleketin diğer köşesinde bile olsan, Allahü teâlâ bunun hesâbını senden soracak. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Şüphesiz ki iyiler Naîm Cenneti'ndedir. Kötüler ise Cehennem'dedir." buyurdu (İnfitar sûresi: 13-14). Âhirette, Cennet veya Cehennem dışında gidilecek üçüncü bir yer yoktur. O hâlde hazırlığını buna göre yap." dedi. Halîfe; "Amellerimiz hakkında ne dersiniz?" diye sordu. Behlül hazretleri; "Allahü teâlâdan korkarak ve emrettiğine uygun olarak yapılan amel makbuldür." buyurdu. Halîfe; "Peygamber efendimizle, akrabâlık olarak yakınlığımız hakkında ne dersiniz?" diye sordu. Behlül; "Peygamber efendimize akrabâlıktan ziyâde, bildirdiği hükümlere bağlılıkta yakın olmak daha mühimdir." dedi. Halîfe; "Peygamber efendimizin şefâatine kavuşabilecek miyiz?" deyince de, Behlül; "Onu Allahü teâlâ bilir." buyurdu. Halîfe; "Nasıl yaşayalım?" diye sordu. Behlül; "Allah'tan kork. Her hâlinde Muhammed aleyhisselâmın sünnetine tâbi ol. Bu durumda en kârlı yolu seçmiş olursun." dedi. Halîfe; "Çok güzel söylüyorsun, şu hediyemi kabûl et." dedi. Behlül hazretleri de; "Onu kimden aldınsa ona ver. Dünyâdaki sâhipleri yakana yapışmadan önce, verenin yoluna harca. Bunu burada yap. Âhirete kalırsa onlara bir şey bulup veremezsin, râzı edemezsin." diye cevap verdi. Parayı almayınca, Hârûn Reşîd; "Para borcun varsa onu ödeyelim." dedi. Behlül: "Kûfe'de birçok ilim sâhipleri vardır. Borç ile borcun ödenmeyeceğinde ittifak etmişlerdir." dedi. Hârûn Reşîd: "Bâri ihtiyâcını temin edelim." deyince, Behlül hazretleri; "Allahü teâlâ senin Rabbin olduğu gibi, benim de Rabbim'dir. Seni hatırlayıp beni unutması muhâldir." buyurdu. Hârûn Reşîd, bu sözleri işitince ağladı.
.
Her şeyin hayırlısı...
17 Ocak 2003 01:00
Zamanımızda insanlar ölümü hatırlamamak için elinden geleni yapıyor. Yolu mezara düşse yolunu değiştiriyor. Halbuki ölümden kurtuluş yoktur. Bunun için ölümden korkmamalı, her zaman ölüme hazır olmalıdır. Ölümü de istememelidir. Peygamberimiz "aleyhisselâm" buyurdu ki: "Ölümü hâtırlayınız ve duâ ederek deyin ki: Yâ Rabbî! Hakkımda ölmek hayırlı ise, beni öldür, çok yaşamak hayırlı ise beni yaşat!" Ölümü hatırlamak için, yapılan hizmetin ahirette faydasını görmek için cenâzeye katılıp hizmet etmelidir. Allah rızâsı için cenâzeye katılıp mezârına bir kürek de olsa toprak atmalıdır. O atılan toprak, kıyâmette terâzîye konacaktır. Peygamberimiz "aleyhisselâm" buyurdu ki: "Bir mü'minin kabrini ziyâret eyleyen, Hak teâlâ huzûrunda nâfile bir hacdan ziyâde sevâba nâil olur!" Allahü teâlânın rızâsı için, (Âyetelkürsî), (Fâtiha) ve (Kulhüvellahü)yü okuyup ve sevâbını mevtâların rûhlarına bağışlamalıdır. Duâyı bütün mü'minlerin rûhlarına göndermelidir. Böyle yapılırsa bütün ölülerin adedince sevâb alınır. Kabirde, ahirette rahat edebilmek için müslümanın, çocuklarına, yakınlarına, emrinde çalışanlara dinlerini öğretmesi lazımdır. Çocuklarına dinlerini, imanlarını öğretmek, kul hakkıdır. Beş kısım insan Cehenneme gidecektir: 1- Beş vakit namazı özürsüz terk edenler. Kazâ etmeyenler. 2- İçki içip, tövbe etmeyen. 3- Zekât ve uşur vermeyen. 4- Ana-babasına karşı gelen. 5- Câmilerde dünya için konferans verenler, nutuk söyleyenler. Âdetler, dinin yerine geçemez. Din, âdetlere tâbi olamaz. Âdetlerin, modaların islâmiyyete uygun olması lâzımdır. Bir işin islâmiyyete uygun olmasını sağlamak için, bu iş ile ilgili çeşitli kaviller varsa, bunlardan zamana ve şahsa uygun, elverişli olan kavle uygun olması sağlanır. "Ahkâm zaman ile değişir" sözünden maksat budur. Yoksa her önüne gelenin, zaman değişti diye kafasına göre fetva vermesi, ahkam kesmesi değildir. Böyle yapmak dinde reform yapmak, dini değiştirmek olur. Bunun için verilen fetvaların mutlaka, fıkıh, ilmihal kitaplarında yeri olması lazımdır. Fıkıh kitaplarını, âlimleri, mezhepleri devre dışı bırakıp, Kur'an-ı kerimi kendi kafasına göre yarumlayarak fetva vermek dinin esasına, ondört asırlık uygulamalara aykırıdır. Böyle davranışlar art niyetin, sinsi din düşmanlığının tezahürüdür.
.
Mazlumun ahı önceliklidir!
18 Ocak 2003 01:00
Dün, gerek fert bazında gerekse, özel kurum, devlet kurumu bazında, her yöneticinin yanında, çekinmeden, yanlışlarını söyleyebilen kimselerin bulunmasının lüzumundan bahsetmiştim. Geçmişte bunun güzel örnekleri olduğunu dile getirmiştim. Behlül Dânâ'dan örnekler vermiştim... Bugün, önce evliyanın büyüklerinden, Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri ile ilgili bir anekdot sunup sonra Behlül Dânâ hazretlerinin ibretli sözlerine geçmek istiyorum... Zamanının valisi, "Efendim, bu kadar insanla uğraşıyorum, işim zor, bana, Allahü teâlânın yardımı için dua edin!" deyince, Mevlana Halid-i Bağdadî şunları söyledi: "Ben sana dua ediyorum, edeceğim de; fakat sen, kimseye zulüm yapma, adamların da yapmasın. Çünkü, mazlumun duasının önceliği vardır. Allahü teâlâ ile mazlumun ahı arasında perde yoktur. Mazlumların ahı, bedduası olduğu müddetçe benim duama sıra gelmez!" Bir gün Hârûn Reşîd, Behlül Dânâ ile karşılaştı. Halîfe; "Seni gördüğüme çok sevindim. Çünkü uzun zamandır seninle konuşmayı arzu ediyordum." dedi. Hazret-i Behlül güldü ve; "Benim böyle bir arzum yoktu" cevâbını verdi. Buna rağmen Hârûn Reşîd kendisinden nasîhat istedi. "Ne nasîhati istiyorsun? Şu sarayına bak, bir de kabirlere bak! Bunlardan ibret almayan, nasîhat almayan nelerden alır! Hâlin ne olacak, ey müminlerin emîri! Yarın Cenâb-ı Hakk'ın huzûruna çıkacaksın. Büyük küçük yaptığın her şeyden suâl olunacaksın. Bunlara nasıl cevap vereceksin iyi düşün! Bu hesap zamanında aç ve susuz olacaksın, çıplak bulunacaksın. Orada bulunanlar sana bakıp gülecekler. Perişan hâlin orada meydana çıkacak, başka nasîhatı ne yapacaksın?" dedi. Behlül bir gün de, Hârûn Reşîd'in taht odasını boş buldu ve çıkıp tahta oturuverdi. Bunu gören askerler onu kamçı ile dövmeye başladılar. Askerler vurdukça o; "Vah Hârûn Reşîd! Vah Hârûn Reşîd!.." diyordu. O esnâda halîfe geldi ve manzara karşısında donup kaldı. Askerleri uzaklaştırdıktan sonra; "Ey Behlül! Bu ne hâl?" diye sordu. Behlül; "Senin için ağlıyorum. Burada tahtı boş bulup bir an oturdum. Bu kadar kırbaç yedim. Sen ise senelerdir bu tahtta oturuyorsun. Hâlin ne olur diye düşündüm." Hârûn Reşîd; "Peki ne yapmam lâzım?" dedi. Behlül; "Mâdemki bu yükün altına girdin. Zulme meyletme. Adâlet üzere ol. Böylece tahtında otur" buyurdu. Bir gün halîfe Hârûn Reşîd Behlül-i Dânâ'ya kıymetli bir hırka hediye etmek istedi: "Ey Behlül! Şu paha biçilmez hırkayı giy. Benim sana hediyemdir" dedi. Behlül-i Dânâ hazretleri geri çekilip; "Ben ancak pamuklu hırka giyebilirim. Pederimin bana nasîhat ve vasiyeti şu idi: Oğlum! Toprak üstünde yat. Lâkin bir döşek kazanmak için kimsenin önünde eğilip, el etek öpme, pamuk hırka ile de yetin." Bir gün Hârûn Reşîd, Behlül ile görüşmek, hikmetli sözlerini duymak istedi. Bu şekilde adamlarını gönderip Behlül'ü getirmelerini söyledi. Gidenler Behlül'ü boş bir mezar içinde uyur buldular. Uyandırdıklarında; "Siz ne yaptınız. Beni pâdişâhlık makâmından indirdiniz. Şimdi ben ne yapacağım!" dedi. Görevliler gidip bu sözleri halîfeye bildirdiler. Hârûn Reşîd onun bu hâline bir mânâ veremedi, huzûruna geldiğinde; "Ey Behlül! Bu ne iş. Sen hangi pâdişâhlıktan indirildin?" dedi. O, bu soru üzerine; "Ey Halîfe! Rüyâmda kendimi hükümdâr olmuş gördüm. Tahtımda oturuyordum. Hizmetçilerim vardı. Saltanat ve ihtişam içinde idim. Lâkin senin adamların beni uyandırdı ve tahtımdan oldum." Bu sözlere Hârûn Reşîd güldü ve; "Ey Behlül! Rüyâdaki pâdişâhlığa îtibâr olunur mu?" dedi. Bunun üzerine Behlül hazretleri; "Benim hükümdarlığım ile seninki arasında ne fark var? Benim hükümdarlığım, gözlerimi açınca bitti, seninki ise, gözlerini kapayınca bitecek! O halde hangimizin hükümdârlığına îtibâr yoktur sen karar ver!" dedi. Bunun üzerine Hârûn Reşîd söyleyecek söz bulamayarak ağlamaya başladı.
.
Allah israf edenleri sevmez"
18 Ocak 2003 01:00
Tasavvuf, kalbi kötü huylardan temizlemek ve iyi huylarla doldurmak demektir. Kötü huyların en zararlı olanlarından biri de israftır. İsraf, malı boş yere dağıtmaktır. Malı, islâmiyetin uygun görmediği yerlere dağıtmağa israf denir. israf, kötü bir huydur, harâmdır. Dînimizin, hasîsliği, cimriliği, israftan daha çok kötülemesi, israfın cimrilik kadar kötü olmadığını göstermez. Hasîsliğin daha çok kötülenmesi, insanların çoğu yaratılıştan, mal birikdirmeği sevdiği içindir. İsrafın kötülüğünü göstermek için, Allahü teâlânın, "İsraf etmeyiniz! Allahü teâlâ, israf edenleri sevmez" meâlindeki kelâmı yetişir. İsrâ sûresindeki âyet-i kerîmede de meâlen, "İsraf etme! İsraf edenler, şeytânların kardeşleridir" buyuruyor. Şeytânın kardeşi de, şeytân olur. Şeytân isminden dahâ kötü bir isim yoktur. İsrafı, bundan daha çok kötüleyen birşey düşünülemez. Allahü teâlâ, mallarını israf edenlere birşey vermeyiniz diye emrederken, bunları en kötü bir isim ile adlandırıyor. Nisâ sûresindeki âyet-i kerîmede meâlen, "Mallarınızı sefîhlere, alçaklara vermeyiniz!" buyuruyor. Kur'ân-ı kerîmde Firavun'u kötülerken, "O, israf edenlerden idi" buyuruyor. Lût aleyhisselâmın kavmini de, "İsraf eden kavimsiniz!" diye kötülüyor. Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem", "Malı boş yere saçmayınız!" buyuruyor. Başka bir hadis-i şerifte de buyurdu ki, "Kıyâmet günü herkes, dört suâle cevâb vermedikce hesaptan kurtulamıyacaktır: Ömrünü nasıl geçirdi. İlmi ile nasıl amel etti. Malını nereden, nasıl kazandı ve nerelere harc etti. Cismini, bedenini nerede yordu, hırpaladı?" İsrafın kötülüğünü gösteren delîllerden biri de, fâizin harâm olmasıdır. Fâiz alıp vermek, büyük günahtır. Buna da sebeb, insanların malını alış veriş yaparken ziyân olmaktan korumaktır. On şey, son nefeste imansız gitmeğe sebeb olur: 1- Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğrenmemek, 2- İmanını, Ehl-i sünnet i'tikâdına göre düzeltmemek, 3- Dünya malına, rütbesine, şöhretine düşkün olmak, 4- İnsanlara, hayvanlara, kendine zulüm, eziyyet etmek, 5- Allahü teâlâya ve iyilik gelmesine sebeb olanlara şükretmemek, 6- İmansız olmaktan korkmamak, 7- Beş vakit namazı vaktinde kılmamak, 8- Fâiz alıp vermek, 9- Dînine bağlı olan müslimânları aşağı görmek. 10- Fuhş, müstehcen sözleri, yazıları ve resmleri söylemek, yazmak ve yapmak.
.
İnsanların en iyisi
19 Ocak 2003 01:00
İsraf çok kötü bir huydur. İsrafın kötü olmasının birinci sebebi, malın kıymetli olmasıdır. Mal, Allahü teâlânın verdiği bir nimettir. Âhıreti kazanmak, mal ile olur. Dünya ve âhıret, mal ile intizâm bulur, rahat olur. Hac, cihâd sevâbı mal ile kazanılır. Bedenin sıhhat, kuvvet bulması, mal ile olur. Başkasına muhtâc olmaktan insanı koruyan maldır. Sadaka vermek, akrabayı dolaşmak, fakîrlerin imdâdına yetişmek mal ile olur. Mescidler, mektebler, hastahâneler, yollar, çeşmeler, köprüler yaparak insanlara hizmet de mal ile olur. Dînimiz, "İnsanların en iyisi, onlara faydası çok olanıdır" buyuruyor. İnsanlara yardım etmek için çalışıp para kazanmak, nâfile ibâdet etmekten daha çok sevâptır. Cennetin yüksek derecelerine mal ile kavuşulur. Bir hadis-i şerifte, "Allahü teâlâ, bir kuluna mal ve ilim verir. Bu kul da haramlardan kaçınır. Akrabâsını sevindirir. Malından, hakkı olanları bilip verir ise, Cennetin yüksek derecesine gider" buyuruldu. Abdullah ibni Mes'ûd'un "radıyallahü anh" haber verdiği bir hadîs-i şerîfte, "İki şeyden birine kavuşan insana gıbta etmek, buna imrenmek yerinde olur. Allahü teâlâ bir kimseye islâm ilimlerini ihsân eder. Bu da, her hareketini, bilgisine uygun yapar. İkincisi, Allahü teâlâ, birine çok mal verir. Bu kimse de malını, Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği yerlere harc eder". Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem", Amr ibni Âs için, "İyi kimseye malın iyisi, ne güzel yakışır" buyurdu. Enes bin Mâlik için de, "Yâ Rabbî! Buna çok mal ve çok çocuk ver ve bunlarla kendisini bereketlendir!" diye duâ buyurdu. Birisi malının hepsini sadaka vereceği zaman, Peygamberimiz "Malının bir kısmını kendine bıraksan, daha iyi olur" buyurdu. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde, mala "Hayırlı şey" ismini vermektedir ve Habîbine "sallallahü aleyhi ve sellem" verdiği nimetleri hâtırlatırken: "Sen malsız idin, sana, kimseye muhtâc olmıyacak kadar, mal verdim" buyurmaktadır. Büyük âlim Süfyân-ı Sevrî buyuruyor ki: "Bu zamanda mal, insanın silâhıdır". Yani, insan cânını, sağlığını, dînini ve şerefini mal ile korur. Medîne-i münevverenin yedi büyük âliminden biri olan Sa'îd bin Müseyyib buyuruyor ki: "Borclarını ödemek için ve ırzını, nâmûsunu korumak için ve ölünce, geride kalanlara mîrâs bırakmak için mal kazanmayan kimse, hayırsızdır". Yani kendine ve cemiyete zararlıdır.
.
Nimetin kıymeti bilinmezse...
20 Ocak 2003 01:00
İsraf, malı helâk etmek, faydasız hâle getirmek, dîne ve dünyanın mubah olan işlerine faydalı olmıyacak şekilde sarf etmektir. Malı denize, kuyuya, ateşe ve elden çıkmasına sebeb olan yerlere atmak, onu helâk etmektir. Kullanılmıyacak hâle sokmak, kırmak, kesmek, ağaçtan meyveyi toplamayıp çürütmek, tarlayı hasâd etmeyip, ekinin helâk olması, hayvanları soğuktan, düşmandan korunacak yere koymamak ve soğuktan, sıcaktan ve açlıktan ölmelerini önliyecek kadar yidirmemek ve örtmemek de, helâk etmektir. Bunların israf olduğu meydandadır. Mal kıymetlidir. Malı ve dünyâlığı kötüleyen haberler varsa da, bu haberler, malı, dünyalığı değil, bunların zararlı kullanılmasını kötülemektedir. Meselâ, insanın azmasına, Allahü teâlâyı unutturmasına, ibâdete mâni olmasına sebeb olan mal zararlıdır. Ölümü ve ölümden sonrasını unutturan mal da zararlıdır. Bu zararlar çok kimselerde kendini göstermektedir. Bu zararlardan kurtulan az olduğundan, malı kötüleyen haberler çok olmuştur. Görülüyor ki, mal, birbirine zıt iki şeye sebeptir. Hayra, iyiliğe sebeb olduğu için medh edilmekte olup, şerre, kötülüğe sebeb olduğu için de kötülenmiştir. Büyük âlim ibni Cevzî buyurdu ki: "İyi niyet ile mal kazanmak, mal kazanmamaktan iyidir". Mal, büyük bir nimettir. Malı israf, Allahü teâlânın nimetini hakîr görmek, nimete kıymet vermemek, nimeti elden kaçırmak, kısaca küfrân-ı nimet etmek, yani şükür etmemek olur. Bu ise, nimet verenin düşman muâmelesi yapmasına, azarlamasına ve azâb etmesine sebeb olacak büyük bir suçtur. Nimetin kıymeti bilinmeyince, hakkı gözetilmeyince elden gider. Şükür edilince ve hakkı gözetilince elde kalır ve artar. İbrâhîm sûresi yedinci âyetinde meâlen, "Şükür ederseniz, verdiğim nimetleri elbette arttırırım" buyuruyor. Başkasının malını helâk etmek, zulüm olur. Ödemek lâzım olur. Kendi malını helâk etmek, israf olur. Günâh işlemek için ve günâh işlenilmesi için verilen mal ve paralar da israf olur. İsraf çok kötü bir huydur. Çirkinliği meydandadır. Kalbi, durmayıp karartan, kemiren, tehlikeli bir hastalıkdır. Tedâvîsi de pek güçtür. Bu sıfat kalbi kaplamadan önce, giderilmesi için ve bu felâketten kurtulmak için bütün ilâçlarına başvurup uğraşmalıdır. Kurtarması için, Cenâb-ı Hakka yalvarmalı, duâ etmelidir. Allahü teâlâ, çalışana, her güçlüğü kolaylaştırır. O, sığınılacak, güvenilecek, biricik yardımcı ve kurtarıcıdır
.
İsraf nedir?
21 Ocak 2003 01:00
Çok kimse israfın ne olduğunu, nelerin israfa sebep olduğunu bilmediği için israfa düşer. Bunun için herkesce bilinmiyen, hatırlatılması lâzım olan israflar da vardır. Meselâ, meyve ve ekin toplandıkdan sonra, bunları iyi saklamayıp kendiliklerinden bozulmaları veya nem alarak, çürümeleri veya kurt, güve, fâre, karınca ve benzeri canlıların yemeleri hep israftır. Ekmek, et, etsuyu, peynir gibi gıdaların ve hurma, karpuz, soğan gibi meyvelerin ve kuru incir, kuru üzüm, kayısı gibi kuru meyvelerin ve buğday, arpa, mercimek gibi hubûbâtın ve elbise, kumaş, kitâb gibi eşyanın, böylece, israf edildikleri çok görülmektedir. Yemek artıklarını dökmek, tabakta yemek bırakmak israftır. Sofra bezi ve masa üstüne düşen ekmek ve yemek kırıntılarını toplamayıp atmak da israftır. Bu kırıntıları toplayıp kedi, köpek, koyun, sığır, karınca, kuş, tavuk gibi hayvanlara yedirmek israf olmaz. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", "Şeytân, her işinizde sizinle berâber bulunur. Hattâ, yemekte bile. Birinizin lokması düşerse, onu alıp temizleyip yesin. O lokmayı şeytâna bırakmasın! Çünkü, bereketin hangi lokmada olduğu bilinmez" buyurdu. Düşen lokmayı alıp yemek, insanı israftan kurtardığı gibi, kibir ve riyâyı giderir. Berekete kavuşturur. Bilhâssa Peygamberlerin "aleyhimüsselâm" efendisine uymak ve emrini yapmak şerefini kazandırır. Mevcûddan istifâdeye ve gelecek nimetin artmasına sebeb olur. Fasülye, pirinç, nohud gibi şeyleri yıkarken dökmek ve dökülenleri toplamamak israftır. Elbise, çorap, ayakkabı gibi giyim eşyâsını iyi kullanmayıp, çabuk eskitmek, onları yırtmak, yıkarken suyu, sabunu çok harcamak, elektriği, doğal gazı boş yere yakmak, hep israftır. Malı kıymetinden aşağı fiyâtla satarak veya kirâya vererek ve kıymetinden yukarı fiyatla satın alarak veya kirâlıyarak aldanmak israf olur. Aldanarak alış verişe zarûrî ihtiyâc olursa veya yardım, sadaka gibi niyyet ile böyle yaparsa israf olmaz. Abdestte ve gusülde, suyu sünnet olandan fazla kullanmak israftır. Sa'd "radıyallahü anhüm" abdest alırken, Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" gördü. "Yâ Sa'd! Suyu niçin israf ediyorsun?" buyurdu. Abdest alırken de israf olur mu deyince, "Büyük nehirde de olsa, abdestte fazla su kullanmak israf olur" buyurdu. Doyduktan sonra fazla yemek de israftır. Yalnız, misâfir utanmasın diye, yemek sâhibinin fazla yemesi ve orucu râhat tutmak için sahûrda fazla yemek israf değildir.
.
İsraf çeşitleri
22 Ocak 2003 01:00
Ölçüsüz, düşüncesiz alışverişler israftır. İhtiyaç olmadan, her istediğini yemek, giymek te israftır. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", "Her istediğini yemek israftandır" buyurdu. Doydukdan sonra veya hazmolmadan, acıkmadan tekrâr yemek israf olur. Sofrada yemek çeşitlerini lüzûm yok iken artırmak israftır. Fakat, bir yemekten usanıp herbirinden biraz yiyerek ibâdet yapmak, meselâ oruç tutmak, helâl kazanmak için çalışmak veya müslüman kardeşlerine yardım etmek gibi ibâdetler için kuvvetlenmek düşüncesi ile veya sofrada misâfir bulundurmak niyeti ile olursa, israf olmaz. Ziyân etmedikçe ve başka bozuk niyet ile olmadıkça, lezzet ve zevk için yemek çeşidini artdırmak da câiz olduğunu, A'râf sûresinin otuzbirinci âyeti ve Mâide sûresinin doksanıncı âyeti göstermektedir. Bu iki âyet-i kerîmeye dayanarak, âlimlerimiz, her çeşit meyve yiyerek lezzet almağa câiz demişler ve Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" çeşitli meyve yediğini haber vermişlerdir. Abdullah ibni Abbâs "radıyallahü anhümâ" için buyurulan, "İstediğini ye, istediğini giyin! İnsanı yanlış yola götüren, israf ve tekebbürdür" hadîs-i şerîfi, 'Buhârî'de yazılıdır. Ekmeğin pişkin yerini ve içini yiyip, kenar ve kabuklarını atmak israftır. Bırakılan kısımları başkası veya hayvan yerse, israf olmaz. Sofraya lüzûmundan fazla ekmek koyup, sonra bunları, tekrar yemek için kaldırmamak israftır. Yani, yenmiyen ekmek parçalarını atmak ve riyâ, gösteriş, şöhret için fazla ekmek koymak israf olur. Nefîs yemekleri yemek, kıymetli, yeni elbise giymek, yüksek, büyük binâlar yapmak ve dînin sâhibinin haram etmediği daha bu gibi şeyler, helâlden kazanıldığı, kibir ve öğünmek için olmadığı zaman israf değildir. Lüzûmundan fazla olunca tenzîhen mekrûh olurlar. Âhıreti kazanmak istiyenlere, lâzım olan ile kanaat edip, fazlasını sadaka vermek yakışır. İmâm-ı Mücâhid buyuruyor ki: "Bir kimse, Allahü teâlânın emrettiği yerlere dağ kadar altın harcasa, israf olmaz. Bir dirhem (yaklaşık beş gram) gümüşü veya bir avuç buğdayı, haram olan yere vermek israf olur". Hâtim-i Tâî, cömerdliği ile meşhûrdur. Çok verdiği için, "Malı israf etmekte hayır yoktur" dediklerinde, "Hayra verilen mal israf olmaz!" demiştir. Fakat, sadaka vermede ölçü kaçarsa, öncelik sırasına dikkat edilmezse ifraf olur. Sadaka vermede hangi hallerde israf olur, bunu da yarın ele alalım.
.
Sadaka vermede öncelik sırası
23 Ocak 2003 01:00
Sadaka vermekte de israf vardır. Çünkü, Sâbit bin Kays "radıyallahü anh" bir günde beşyüz ağacın hurmalarını toplayıp hepsini sadaka vererek evi için hurma bırakmayınca, "Hepsini vermeyiniz!" âyet-i kerîmesi inmişti. Mu'âz bin Cebel'in "radıyallahü anh" bir hurma ağacı vardı. Hurmalarını toplayıp hepsini sadaka verdi. Kendine birşey kalmadı. Hemen "Fakat, israf etmeyin" âyet-i kerîmesi geldi. İsrâ sûresi, yirmidokuzuncu âyetinde meâlen, "Ey Habîbim! Malını, kendine kalmıyacak şekilde dağıtma!" buyuruldu. Câbir ve Abdullah ibni Mes'ûd "radıyallahü anhümâ" buyuruyorlar ki: "Bir genç, Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" efendimize gelip, bazı lüzûmlu şeyleri saydı ve 'annem beni sana gönderip bunları istedi' dedi. "Bugün bende bunların hiçbiri yok" buyurdu. Genç de, 'gömleğini bana ver' dedi. Hemen, mubârek arkasından gömleğini çıkarıp o gence verdi ve evinde gömleksiz kaldı. Bilâl-i Habeşî ezân okuyunca, cemaat her zaman olduğu gibi, Resûlullahı beklediler. Gelmeyince merâk ettiler. Birkaçı evine bakıp, gömleksiz olduğundan gelemediğini anladı. O zaman, bu âyet-i kerîme geldi". Ebû Hüreyre "radıyallahü anh" buyuruyor ki: Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", "Sadakanın hayırlısı, ihtiyâcı olmıyanın verdiğidir" buyurdu. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" efendimize biri gelip, 'bir altınım var, ne yapayım' dedi. "Bununla kendi ihtiyâclarını al" buyurdu. Bir altınım daha var dedi. "Onunla da çocuğuna lâzım olanları al" buyurdu. Bir dahâ var dedi. "Onu da, âilenin ihtiyâçlarına sarf et" buyurdu. Bir altın daha var dedi. "Hizmetçinin ihtiyâclarına kullan" buyurdu. Bir dahâ var deyince, "Onu kullanacağın yeri sen daha iyi bilirsin" buyurdu. Câbir bin Abdullah "radıyallahü anh" buyuruyor ki: Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", "Paranız ile, önce kendi ihtiyaçlarınızı alın. Artarsa, çoluk çocuğunuzun ihtiyaçlarına sarf edin. Bundan da artarsa, akrabânıza yardım edin!" buyurdu. Resûlullah, "Kendisi veya çoluk çocuğu muhtâc iken veya borcu var iken verilen sadaka kabûl olmaz. Borc ödemek, sadaka vermekten ve köle âzâd etmekten ve hediyye vermekten daha mühimdir. Başkasının malını, sadaka vererek, zâyi olmasına sebeb olmayın!" buyurdu.
.
"Haddini bilene ne mutlu!"
24 Ocak 2003 01:00
İnsanın haddini bilmesi üstün bir meziyettir. Haddini bilmek gibi üstün irfan olamaz. Hadis-i şerifte, "Haddini bilene ne mutlu!" buyurulmuştur. Hatta bazıları bunun önemini bildirmek için, "İslâmın şartı beş, altıncısı ise haddini bilmektir" diye de bir latife ederler. İnsanın haddini bilmemesi büyük bir noksanlıktır. Böylesine üstün bir meziyetten mahrum olanlar kendine de topluma da büyük zarar verirler. Bunun için, kişi, sınırını iyi bilmeli, çapına göre hareket etmeli, boyundan büyük işlere girişmemelidir. Burnunu her yere sokmamalıdır. Bilmediği konuda ahkam kesmemeli; "Ne oldum delisi" olmamalıdır. Son yıllarda, manken, şarkıcı, artist, müzisyen... pek çok entel bayanın,"Hidayete kavuşma" gerekçesiyle tesettüre girip İslamı savunduklarını(!) görüyoruz. Ayrıca bu entel bayanların, her birinin bazı gazetelerde bir köşe kaptıklarını; sunucu, programcı, bilir kişi sıfatıyla da, TV'lerde İslami programlarda ön planda yerlerini aldıklarını görüyoruz. Bu hızlı entellerimiz bunlarla da yetinmeyip, İslamı anlatan kitap üzerine kitap yazıp ahkam kesiyorlar! Diyeceksiniz ki, bunda ne var, sevinilecek gelişmeler değil mi? Evet, sadece görünüşe, görüntüye bakarsak öyle. Fakat, faaliyetlere, konuşmalara, yazılan kitaplara baktığımızda hadlerini fersah fersah aştıklarını görüyoruz. Bu sanatçı; müzisyen, manken, artist bayanların, kafalarının içinin değişmediğini, değişikliğin sadece başlarını örtmekten ibaret kaldığını üzülerek müşahede ediyoruz. Gerçekten iyi bir performans gösteriyorlar. Fakat, bu gayret, maalesef, geldikleri çevredeki insanları, içine düştükleri bataklıktan kurtarmaya yönelik değil. Aksine, yeni çevrelerindeki insanların, kafalarını karıştırıp, bunlara geldikleri çevrenin zihniyetini aşılamaya yönelik. Muhafazakâr, mütedeyyin kadınlarımızı sokağa dökmeğe endekslemişler kendilerini. İstismar ettikleri de, Hz. Hadice, Hz. Aişe ve Hz. Fatıma gibi mübarek insanlar. Bu mübarek validelerimizi kendileri gibi sokağa dökülmüş "Entelektüel" "Siyasi lider" olarak takdim ediyorlar. Müslüman hanımları en hassas noktalarından vurup onları meydanlara çekmek istiyorlar. Geçenlerde meşhur "Liberal" bir yazarın köşesinde, hararetle bu kitabı tavsiye ettiğini gördüm. Beni en çok da, yazının sonunda yaptığı yorum etkiledi. Çünkü önemli ipucu veriyordu. Yorum mealen şöyleydi: "Görüldüğü gibi Müslüman entel kadınlar istediğimiz konuma kendiliklerinden hızla geliyorlar. Başörtüsü ve irtica suçlaması ile üzerlerine gidilmesi bu süreci uzatıyor. Kendi hallerine bırakırsak neticeye ulaşmamız daha çabuk olacak!" Bu yorum üzerine kitabı alıp, baştan sona dikkatlice okudum. Tahmin ettiğimden daha bozuk ve zararlı gördüm. Aslında hepsini okumaya lüzum yok.Önsözü okuyunca işin vahameti hemen anlaşılıyor. Çünkü, kitabın yazılmasına destek veren, alkış tutan kimseler bilerek veya bilmeyerek dinin temeline dinamit koyan kimseler. Sözde hazret-i Aişe validemiz methediliyor, fakat sinsice, bu mübarek annemizin, ulviliği, yüceliği, âlimliği, müctehidliği yok ediliyor. Hafızalara, feminist, müzik, eğlence, süs düşkünü sıradan "entel" bir kadın imajı yerleştiriliyor. Kendisinden, sanki rol arkadaşı gibi, Aişe, geldi, Aişe gitti gibi saygısızca bahsediliyor. Peygamber efendimizden, dört büyük halifeden ve Eshab-ı kiramdan bahsederken de aynı saygısızlık sürdürülüyor. "Hazreti", "aleyhisselam", "Radıyallahü anh" gibi ifadelerle saygı olmayacağı iddia ediliyor. "Kılavuzu karga olanın.... " diye bir atasözü vardır. Bu entel bayanımız da, Seyyid Kutub gibi, Eshabı kiram ve Türk düşmanı, fitneci, isyancı, sosyalist fikirli birini kendine kılavuz edinmiş, çünkü, hidayetine (!) bu vesile olmuş. Hal böyle olunca başka ne beklenir? (Bu konuya yarın da devam etmek istiyorum)
.
Mallarınızı sefîhlere vermeyiniz!"
24 Ocak 2003 01:00
İsrafın bir sebebi de sefâhettir. Çok kimseyi israfa alıştıran budur. Sefîhlik, aklın az ve hafîf olmasıdır. Allahü teâlâ, "Mallarınızı sefîhlere vermeyiniz!" buyuruyor. Çok kimse, yaratılışta sefîh olur. Bu kötü halleri, bazı sebeblerle, zaman zaman artar. Çalışmadan, alın teri dökmeden eline mal girer, kötü arkadaşlar, bu mala konmak için, dağıtmasına, saklamanın, artırmanın erkeklik, yiğitlik olmadığına kandırır. İsrafa yol açarlar. Bunun içindir ki, kötü arkadaşlardan kaçmakla emir olunduk. Zengin çocuklarının çoğu, böyle israfa alışmakta ve sefîh olmaktadırlar. Sefâheti artıran bir sebeb de, insanların çok hürmet, saygı göstermesi, yüz vermesi, medh eylemesidir. Âmirlerin, zenginlerin çocukları bu yoldan sefâhete düşmektedir. Çok kimse israfın ne olduğunu bilmez, hattâ cömertlik sanır. Lüzûmsuz yere, yasak, zararlı yerlere verilen mal, cömertlik sanılır. Riyâ ve gösteriş için israf yapar. Yaradılışta bulunan sefâhetin ilâcı güçtür. Bunun için, islâmiyet, bunlara mal vermeği yasak etmiş, mallarını kullanmalarına izin vermemiştir. İsrafın zararlarını duyurmalı, nasihat ederek mal dağıtmaktan vazgeçirmelidir. Dînini iyi bilen ve her hareketi, dine uygun olan sâlih kimselerle görüşmeleri sağlanmalıdır. Borcu olanın, yemesine, içmesine, giyimine dikkat etmesi, bahalı, lüks şeylerden uzak kalmalıdır, İbrâhîm bin Edhem, "Borcu olan kimse, ödemedikce yağlı ve sirkeli yemek yememelidir" buyuruyor. İbni Battâl, "Borcu olanların sadaka vermesi ve borcunu ödememesi câiz değildir. Bunu bütün âlimler sözbirliği ile bildirmektedir" buyurdu. Âlimlerin çoğuna göre, bir kimsenin vücûdu sağlam olur, aklı başında olur, bir yere borcu olmaz ve evli olmayıp malsızlığa sabredebilirse veya evli olup da, çoluk çocuğu da sabır ederlerse, bu kimsenin bütün malını sadaka vermesi câiz olur. Bu şartlardan biri eksik olursa, sadaka vermesi mekrûh olur. Bazı âlimler, sadakası kabûl olmaz buyurdu" Hz. Ömer de böyle buyurdu. Bu haberlerden anlaşılıyor ki, sadaka vermekte de israf olur. Borcundan çok malı olmıyan veya çoluk çocuğu sıkıntıya sabredemediği halde, bunların ihtiyâcını karşılayacak maldan fazlası bulunmıyan veya sıkıntıya katlanamadığı hâlde, kendisi muhtâc olan kimsenin sadaka vermesi israf olur. Ödünc vermekte de böyle israf olur.
.
Feminist entelektüeller!
25 Ocak 2003 01:00
Dün, "Hidayete kavuşmuş!" entel bayanlardan ve kitaplarından bahsetmiştim. Bunların ortak özelliklerinden biri de, 1400 yıllık geçmişi, birikimi bir kenara itip akıllarınca, doğrudan Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere ulaşıp buradan neticeye varmak! Çünkü bunlara göre, asırlardır, âlimler genellikle erkek oldukları için dini yanlış anlattılar; kadınların aleyhine hüküm verdiler! Bunun için de, dini baştan alıp kadınların lehine yeniden yorumlamak lazım, diyorlar. Bu düşünceleri ya bilgi eksikliğinden veya birilerinin kasıtlı olarak onları yönlendirmesinden ileri geliyor. İnanıyorum ki çoğunun bundan haberleri bile yok. Bunun için de hem kendilerine hem de topluma zarar veriyorlar. Dün ele aldığım entel kadın yazarımızın kitabına geri dönecek olursak, Hz. Aişe validemizin "Siyasi kişiliği"nin anlatıldığı kitapta işlenen konular, İslam büyüklerinin bildirdiklerine tamamen ters şeyler: Aişe validemiz, ataerkil aileye karşıymış, bunun mücadelesini vermiş, müminlerin annesi 'kadın filozof' tanımına uyarmış, Kur'an ile yetinmemiş.. Erkek despotizmini yıkmış, dogmatizmi eleştirirmiş, müziğe karşı değilmiş, müziği severmiş... Ensardan bir kadının kızı olan Esma, şarkıcıymış. Peygamber efendimiz, şarkı söyleyen kadına, devam etmesini, şarkısını icra etmesini söylemiş! Müzikten etkilenmeyen kimseler, kaba yaratılışlıymış, hayvanlardan daha az ince ruhluymuş. Çünkü bütün hayvanlar müzikten hoşlanırlarmış... vs. Paygamberimizin döneminde, Müslüman kadınlar makyaj yaparlarmış, Peygamberimizin huzuruna makyajlı gelirlermiş... Hz. Aişe validemizin Enteklektüel, siyasi bir lider olarak takdim edildiği bu kitabın bazı konu başlıklarına baktığımızda muhafazakar müslüman kadınların hangi yöne çekilmek istendiği daha iyi anlaşılıyor: "Kadın Lider, Eğlence ve Sanat Anlayışı, Hz. Peygamber'in Müzik Esprisi, Peygamber...vs" Bu konuları işlerken de istifade ettiği kimselerin çoğu dinle ilgisi olmayan, meyhaneden çıkmayan mason Ömer Rıza Doğrul ve Ali Şeriati gibi sapık inançlı kimseler. Ama, İmam-ı azam, İmam-ı Gazali gibi asırlardır sözleri, kitapları dinde senet kabul edilmiş âlimlerden istifade edilmemiş. Bırakın böyle büyük âlimlerin sözlerini, işine gelmeyen feministliğe aykırı gördügü Hadis-i şerifleri bile kabul etmiyor. Entel bayan, dönüp dolaşıp, Eshab-ı kirama, özellikle de, Hz. Osman'a ve Hz. Muaviye'ye çatıyor. Hz. Osman'ın Kur'an-ı kerimi değiştirmeye teşebbüs ettiği bile iddia idiliyor. Hz. Osman için bu nasıl söylenebilir? Allah'tan korkmak lazım. Peygamberlerden sonra insanların en üstünleri olan, Eshab-ı kiram öyle tanıtılıyor ki, kitabı okuyanlar, Eshab-ı kiram bunları nasıl yapar, bunu ben bile yapmam, noktasına getiriliyor. Yazara göre, Hz. Muaviye ve taraftarları, Kisra, Herakliyus yolunda zorba, zalim birer melik; Hz. Ali çevresindekiler ise cahiliyye devri çekişmeleri içinde. Halbuki, başta Hz. Aişe validemiz olmak üzere bunların her biri müctehid olduğu için, ictihad farklılıkları suç, günah değil. Bundan dolayı suçlamak İslami ölçülere uymaz. Kitapta birçok çelişkiler de mevcut. Bir taraftan, okuyucusuna, Hz. Aişe gibi meydana çıkın siyasete karışın telkini verirken, diğer taraftan, Aişe validemizin, çok kimsenin ölümüne sebep olan bu savaşı yaşamaktansa ölmeyi tercih ettiğini, her zaman, "Peygamber eşleri, evlerinizde oturun!" ayetini okuyarak başörtüsü ıslanacak kadar ağladığını söylüyor. Yine, Hazret-i Aişe'nin "Beni Peygamberin yanına değil, Baki kabristanını defnedin. Çünkü ben, Peygamberden sonra onun hoşuna gitmeyecek bir harekette bulundum" sözünü naklediyor. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu demezler mi? Maksat belli; bilerek veya bilmeyerek Müslüman kadının en hassas noktası olan inancını kullanarak, onu sokağa dökmek, siyasete bulaştırmak. Asırlardır huzur yuvası olan aileyi bozmak. Ailenin, İslamın düşmanı olan feminizmi hakim kılmak! (Not: Ben şahıslarla değil, fikirlerle ilgilendiğim için isimler üzerinde durmadım.)
.
Ne aldatalım ne de aldanalım...
25 Ocak 2003 01:00
Ahlâk konusuna başlamışken ticari ahlâktan da bahsetmek gerekir. Ticari ahlâk da dine uygun alış veriş yapmakla sağalanabilir. Çok alış veriş yapanlar vardır ki, bunların Müslümanlara zararı dokunuyor. Bunları yapanlar, la'net içinde kalıyor. Alış verişte Müslümanlara zarar yapmak iki türlü olur: Birisi, herkese zararı dokunmak olup, bu da iki kısımdır: Biri ihtikârdır (karaborsacılık) yani, kıtlık zamanında insan ve hayvan gıda maddelerini piyasadan toplayıp, yığıp, pahalandığı zaman satmaktır. Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki: "Bir kimse gıda maddelerini alıp, pahalı olup da satmak için kırk gün saklarsa, hepsini fakirlere parasız dağıtsa, günahını ödeyemez". İlâçların çoğunda ihtikâr olmaz ise de, zaruri olan, insülinin, aşı ve serum gibi belli mikroplara karşı kullanılması, ekmeğin açlığa karşı kullanılması gibi, muhakkak şifâya sebep olduğundan, bu gibi, tesîri kuvvetli ilâçları saklıyarak karaborsacılık yapmak haram olur. Gıda maddeleri çok olup, herkes kolay alabilirse, ihtikâr haram olmaz. Fakat, böyle zamanlarda da, mekruh olur. Çünkü, insanların zararını beklemek, iyi değildir. Herkese yapılan zararın ikinci kısmı, kalp para sürmektir. Alan, anlamazsa, zulmedilmiş olur. Anlarsa, o da başkasını, başkası da, bir diğerini, zincirleme aldatırlar. Elden ele dolaştıkça, günahı, hep birinci kimseye de yazılır. Bunun için, "Bir sahte lira vermek, yüz lira çalmaktan daha fenâdır" buyurmuşlardır. Çünkü, hırsızlığın günahı bir keredir. Bunun günahı ise, öldükten sonra bile devam eder. En zavallı kimse, ölüp gittiği halde, bıraktığı kötülük sebebi ile günahı tükenmeyen kimsedir. Öldükten senelerce sonra günahı yazılır ve azâbını çeker. Eline sahte para geçen, onu yok etmeli, kimseye vermemelidir. İnsan paraları iyi tanımalı ve aldanmamaktan ziyade, kimseyi aldatmamağa dikkat etmelidir. Bilmeyerek alıp vermek de günahtır. Çünkü, insanın, başına gelen her işin, dindeki ilmini öğrenmesi vâciptir. Bunun için sahte paraların özellikleri öğrenilerek bunları almamalıdır. Alış verişte, zararın ikincisi, alış veriş edilen kimseye yapılan zarardır. Zarar veren her iş, zulüm olur. Zulüm ise haramdır. Her Müslüman, kendisine yapılmasını istemediği bir şeyi, kâfirlere dahî yapmamalıdır.
.
Alış verişte yemin etmek!
26 Ocak 2003 01:00
Alış verişte, satılan malı, olduğundan aşırı methetmemelidir. Çünkü, hem yalan söylemiş, hem aldatmış, hem de zulmetmiş olur. Hatta, doğru olarak da, müşterinin bildiği şeyi söylememelidir. Çünkü, bu da faydasız söz olur. Kıyâmet günü her sözden suâl olunacaktır. Boş söz söyleyenler, hiç özür bulamıyacaktır. Yemîn ile satmağa gelince, yalan yere yemîn etmek haramdır. Yani büyük günahtır. Doğru yemîn ederse, az birşey için Allahü teâlânın ismini söylemek saygısızlık olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Alış verişte vallahi böyledir, vallahi öyle değildir diye yemîn edenlere ve sanat sâhiplerinden, yarın gel, öbür gün gel diye sözünde durmayanlara yazıklar olsun!". Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Malını yemîn ederek beğendiren kimseye kıyâmet günü merhamet edilmeyecek, acınmıyacaktır." Yûnus bin Abîd, ipekli kumaş tüccarı idi. Malını satarken hiç medh etmezdi. Çırağı, bir gün, kumaşı gösterirken, müşterînin yanında, "Yâ Rabbî! Bu Cennet kumaşından bana da nasîb et!" deyince, Yûnus, bu sözün kumaşı methetmek olacağını düşünerek, kumaşı kaldırıp sattırmadı. Malın ayıbını, müşteriden gizlememeli, hepsini, olduğu gibi göstermelidir. Kusuru gizlemek, hıyânettir. Malın iyi tarafını göstermek, karanlıkta göstermek zulüm, hîle olur. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" buğday satan birisinin buğdayına, mübârek parmaklarını sokup, içinin yaş olduğunu görünce, "Bu nedir?" buyurdu. Yağmur ıslatmıştır, deyince, "Niçin saklayıp göstermiyorsun? Hîle eden, bizden değildir" buyurdu. Birisi, üçyüz dirhem gümüşe bir deve sattı. Devenin ayağında ârıza vardı. Eshâb-ı kirâmdan Vâsile bin Eska' orada idi. O anda dalgın idi. Devenin satıldığını anlayınca, alanın arkasından koşup, devenin ayağı ârızalıdır dedi. Müşterî deveyi geri getirip, parasını aldı. Alan, "Satışımı niçin bozdun?" deyince, Vâsile dedi ki: "Resûlullahdan işittim. Buyurdu ki: Satılan birşeyin kusurunu gizlemek helâl değildir. O kusuru bilip söylememek de, kimseye helâl değildir." Vâsile yine dedi ki: Resûlullah bizden söz aldı ki; Müslümanlara nasîhat edelim. Onlara merhamet edelim. Malın kusurunu saklamak, nasîhat etmemek olur. Satıcıların, kusur saklamamaları çok güçtür. Büyük cihâd demektir. Bu cihâdı kazanmak için, mal alırken dikkat etmeli, kusurlu mal almamalıdır.
.
"Hile karışınca bereket gider!"
27 Ocak 2003 01:00
Şunu iyi bilmelidir ki, hîle ile rızk artmaz. Hîle ile azar azar biriktirilen şeyler, ansızın gelen bir felâketle, birden bire giderek geride yalnız günahları kalır. Nitekim bir sütçü, süte su katardı. Bir gün, ansızın sel gelip, ineği boğdu. Adam şaşkın bir halde düşünürken, çocuğu dedi ki: "Kattığımız sular birikerek, gelip ineği götürdü!" Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki: "Ticarete hıyânet karışınca, bereket gider". Bereket demek, az malın çok faydası olmak, çok işe yaramak demektir. Az bir mal, bereketli olunca, çok kimsenin rahat etmesine, çok iyi işlerin yapılmasına yarar. Bereketli olmıyan, çok mal vardır ki, sâhibinin dünyada ve âhıretde felâketine sebep olur. O halde, malın çok olmasını değil, bereketli olmasını istemelidir. Bereket, emîn olanlarda bulunur. Hatta çokluk dahî emîn tüccarlarda bulunur. Çünkü, her müşterî, emîn tüccara gider. Hıyânet edenlere kimse gitmez. Bir tüccar düşünmeli ki, ömrü yüz seneden çok değildir. Âhıretin ise, sonu yoktur. Birkaç günlük ömrünün altın ve gümüşünü arttırmak için, ebedî ömrünü zarara sokmağı kim ister? Böyle düşünen bir satıcı hıyânet yapamaz. Resûlullah buyurdu ki: "Lâ ilâhe illallah diyenler, dünyayı dinden üstün tutmadıkça, Allahü teâlânın gadabından, azâbından kurtulurlar. Dîni bırakıp, dünyaya sarılırlarsa, bu kelime-i tevhîdi söyleyince, Allahü teâlâ, onlara, yalan söylüyorsun, buyurur." Her sanatta de hîle yapmamak farzdır. Çürük iş yapmak ve gizlemek haramdır. İmâm-ı Ahmed ibni Hanbelden "rahmetullahi teâlâ aleyh", gizli yama yapmağı sordular. "Kendi giymesi ve müşterînin giymek istemesi ile câiz olup, hîle olarak yapmak, yani gizli yamayı, yeni diye satmak günahtır. Aldığı para haramdır" buyurdu. İnsanlar fâsıktır, kâfirdir diyerek, hile, hıyânet yapmanın câiz olacağını sanmak doğru değildir. Hile, hıyânet ve başkalarının haklarına saldırmak haramdır. Haramlar, zaruret olmadıkca, hiçbir yerde, hiçbir sebeble helâl olmaz. İslâmın güzel ahlâkını her yerde tatbîk etmek lâzımdır. Güzel ahlâklı olmak sûreti ile Müslümanlığı tanıtmak, Emr-i ma'rûf yapmak olur. Kâfir ülkelerinde de haklarına dokunmamak, kanûnlarına uymak, kimseyi dolandırmamak, Müslümanlığın îcâbıdır.
.
Eksik tartanlara acı azap!..
28 Ocak 2003 01:00
Alış verişte, ölçüde hîle etmemeli, doğru tartmalıdır. Kur'ân-ı kerîmde, Mutaffifîn sûresi, birinci âyetinde meâlen, "Verirken noksan, alırken fazla ölçenlere acı azâblar yapacağım" buyuruldu. Büyüklerimiz, her aldıklarını biraz noksan, verdiklerini de, biraz fazla ölçerdi. 'Bu az fark, Cehennem ile aramızda perdedir' derlerdi. Bunu tam doğru ölçememek korkusundan yaparlardı. 'Yedi kat yer ve yedi kat gökler genişliğinde olan Cenneti, birkaç kuruşa satanlar ne kadar ahmaktır ve birkaç kuruş için, Cehennem azâbı ile müjdelenenler ne kadar ahmaktır' buyururlardı. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" her ne satın alsaydı, parasını biraz fazla verirdi. Fudayl bin İyâd "rahmetullahi teâlâ aleyh" oğlunu, birşey satın alıp, vereceği altının kirlerini temizlerken görünce, "Ey oğlum! Bu yaptığın iş, sana iki nâfile hacdan ve iki umreden daha faydalıdır" buyurdu. Büyüklerimiz buyuruyor ki: Fâsıkların en kötüsü, alırken çok, satarken az ölçenlerdir. Manifaturacılardan, kumaşı alırken gevşek, satarken gergin tutup ölçenler de böyledir. Kemiğini, âdetten fazla koyan kasaplar da böyledir. Hubûbât içine toz toprak karıştırıp satan köylüler de böyledir. Malın iyisi ile kötüsünü karıştırıp, hepsini iyi diye satan pazarcılar da böyledir. Bunların hepsini yapmak haramdır. Velhâsıl, alış verişte herkese karşı doğru hareket etmek şarttır. Hatta, kendine söylenmesini istemediği sözü başkalarına söylememelidir. Böyle haramlardan kurtulmak için de, kendini, din kardeşinden üstün görmemek lâzımdır. Bunu da, herkesin yapması güçtür. Bunun için Allahü teâlâ, "Hepiniz Cehennemden geçeceksiniz!" buyuruyor. Ama, herkes Allahü teâlâdan korkusuna göre, oradan çabuk veya geç kurtulacaktır. Müslüman, dünyayı sevdiği, dünyaya düşkün olduğu için değil, Allahü teâlâ, çalışmağı emrettiği için aldatmadan dürüst olarak çalışıp kazanır. Nefsinin kötü arzûlarına, zevklerine kavuşmak için çalışıp para kazanmak ve çalışırken helâli haramdan ayırmamak, başkalarının haklarına saldırmak, onlara olan borçlarını ödememek, kanûnlara karşı gelmek, vergilerini vermemek, dünyaya düşkün olmağı gösterir. Dünyaya düşkün olmak, büyük günahtır. Allahü teâlâ emrettiği için çok çalışıp, çok kazanmak ve Onun emrettiği gibi çalışıp, kazandığını, Onun emrettiği yerlere sarf etmek, ibâdet yapmak olur. Çok sevap olur.
.
Müşteriye doğruyu söylemeli
29 Ocak 2003 01:00
Alış verişte hîle yapmamalıdır. Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem", Müslümanların, şehre mal getiren köylüleri karşılayıp piyasa fiyatını gizliyerek, ucuz satın almalarını yasaklamıştır. Köylünün bu sûretle yaptığı satıştan vazgeçmesi câizdir. Köylü ucuz birşey getirince, bunu karşılıyarak, malı bana bırak, ben sonra yüksek fiyatla satarım demekten de men buyurdu. Bir malın pahâlı satılması için, herkesin yanında, onu yüksek fiyatla satın almaktan da men buyurdu. Müşterîler, böyle bir satış olduğunu anlarsa, satışı bozabilir. Piyasayı bilmiyenlere yüksek fiyatla mal satmak da haramdır. Hatta, acemî olup, ucuz satan veya pahâlı alanlar ile alış veriş etmemelidir. Bunlarla alış veriş sahîh ve câiz ise de, piyasadaki fiyatı bunlardan gizlemek günahtır. Basra'da büyük bir tüccar vardı. İrân'da, Süs şehrinde bulunan adamlarından biri, mektûb yazarak, bu sene şeker kamışı verimli olmadı. Başkaları duymadan, çok şeker al dedi. Tüccar da, çok şeker satın alıp, şeker piyasadan çekilince, pahâlı satarak, otuzbin dirhem gümüş kâr etti. Sonra, düşündü: "Şeker kamışlarına âfet geldi ve ben Müslümanlardan saklıyarak, onlara hıyânet ettim, bu nasıl Müslümanlıkdır?" deyip, otuzbin dirhemi, şekerlerini almış olduğu kimselere götürdü. Her birine, bu para senindir dedi. Niçin, dediklerinde, yaptığı yanlış işi anlattı. Hiçbiri almayıp, sana helâl olsun dediler. Akşam evinde düşündü ki, "Belki utanarak almamışlardır. Din kardeşlerime hıyânet ettim" diyerek, ertesi gün tekrâr götürdü. Her birine yalvararak otuzbin dirhem gümüşü taksîm etti... Müşteriye doğru söylemeli, hiç hîle etmemelidir. Malda bir ârıza oldu ise, haber vermelidir. Malı, akrabâ veya ahbâbından, ona yardım olsun diye yüksek fiyatla aldı ise, müşterisine bunu söyliyerek, doğru değerini bildirmelidir. Meselâ, on milyon etmiyen malı, on milyon vererek aldı ise, o malı satarken, on milyona aldığını söylememelidir. Ucuz aldığı bir malın fiyatı yükselip pahâlı satıyor ise, aldığı fiyatı söylemelidir. Böyle hıyânetleri bilmiyerek yapan çoktur. Hıyânet yapmaktan kurtulmak için, herkes, kendine yapılmasını istemediği şeyleri, başkalarına yapmamalıdır. Çünkü, herkes, dikkat ile, pazarlıkla uğraşarak, tam değerini verip aldığını sanır. O halde, aldatarak satmak, hıyânet ve dolandırıcılık olur.
.
Alış verişte ihsan...
30 Ocak 2003 01:00
Alış verişte, ihsan, fedakârlıkta bulunmak şart değilse de, çok kıymetlidir, önemlidir. Çünkü, Allahü teâlâ, adâlet yapmak emrettiği gibi, ihsân etmeği de emrediyor. A'râf sûresi, ellibeşinci âyetinde meâlen, "İhsân edenlere, elbette rahmetim çok yakındır" buyuruldu. Yalnız adâlet yapanlar, dinde sermâyelerini kurtarmış olur. Ama kâr, ihsân edenleredir. Aklı olan, âhıret kârını hiç kaçırır mı? Peki ihsân nedir? İhsân, emir edilmiyen iyiliği yapmaktır. Mesela, müşterî, fazla ihtiyacı olduğu için, çok para vermeğe râzı olsa bile, çok kâr istememek bir ihsândır. Sırrî Sekâtî hazretlerinin dükkânı vardı. Yüzde beşden fazla kâr istemezdi. Bir kerre, altmış altınlık bâdem içi almıştı. Bâdem fiyatı ansızın yükseldi. Dellâl, bâdem satmak için geldi. Altmışüç altına sat dedi. Dellâl, bugün, bu kadar bâdemi, doksan altına alıyorlar deyince, ben yüzde beşden fazla kâr almamağa karâr verdim. Karârımı değiştirmem, buyurdu. Dellâl da, ben de senin malını aşağı fiyatla satamam dedi ve satmadı. O da, yüksek fiyatla satmağa râzı olmadı. Bâdemler satılamadı. İşte ihsân böyle olur. Muhammed bin Münkedir, din büyüklerindendi. Mağazası vardı. Çeşitli kumaşlar satıyordu. Kimisinin metresi beş altın, kimisinin, on altın idi. Bir gün, kendisi yok iken, çırağı, bir köylüye, beş altınlık kumaşı, on altına sattı. Kendi gelip, haber alınca, akşama kadar köylüyü arattı. Onu görünce, bu kumaş beş altından ziyade etmez, dedi. Köylü, ben bunu, seve seve aldım deyince, ben kendime uygun görmediğimi din kardeşime de uygun görmem. Ya satıştan vazgeç, yahut beş altını geri al, yahut da gel, on altınlık kumaştan vereyim, buyurdu. Köylü beş altını geri aldı. Sonra, birisine, bu mert kimdir diye sordu. Muhammed bin Münkedir hazretleridir dediler. Bu ismi duyunca "Sübhânallah! Bu, öyle kimsedir ki, çölde susuz kalınca yağmur düâsına çıkıp, onun adını söylediğimiz zaman rahmet yağıyor" dedi. Hz. Alî, Kûfe şehri çarşısında dolaşarak, "Az kârı ret etmeyiniz! Çok kârdan mahrûm kalırsınız!" buyururdu. Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden Abdürrahmân bin Avf'a, o büyük serveti nasıl kazandın? dediler. Çok az kâra da râzı oldum. Hiçbir müşterîyi boş çevirmedim. Hatta bir gün, bin deveyi sermâyesine satmıştım. Yalnız dizlerindeki ipleri kâr kalmıştı. Her ip, bir dirhem gümüş değerinde idi. O gün develerin yem parasını ben vermiştim. Kazancım ise, bin dirhem olmuştu, buyurdu.
.
Az sadaka çok belayı önler!
31 Ocak 2003 01:00
Kurban Bayramı yaklaşmaktadır. Kesilecek kurbanlar, adaklar en iyi şekilde değerlendirilmelidir. İlim tahsil eden talebelere veya ilim tahsiline yardım eden hayır kurumlarına vekâlet yolu ile verilirse, hem vâcib sevâbı alınır, hem de ilim yayma sevâbı alınmış olur. Kurban kesmek gibi adak da bir ibâdettir. Bir isteğe, dileğe kavuşmada çok tesîrli bir yoldur. Allahü teâlâ yaptığı bu ibâdet hürmetine o dileğini yaratır. Bunun için sık sık adakta bulunmalı, sadaka vermeli, hayır hasenat yapmalıdır. Verilen yardımlar, bağışlar aynı zamanda birer sadakadır. Sadaka ise çeşitli belâları önler. Sadakanın fazîleti çoktur. Malı çok olup da zekât, sadaka vermiyen kimse, sıkıntı içinde yaşar. Hadîs-i şerîfte, "Gerçek fakîr, malı olduğu hâlde sadaka vermiyendir" buyuruluyor. Az da olsa vermeye alışmalıdır! Sadaka verenin, hayır hasenat yapanın malının bereketi artar. Az malı çok iş görür. Hadîs-i şerîfte, "Gizli-açık çok sadaka verin ki, rızkınız bollaşsın, yardıma mazhar olasınız ve duânız kabûl edilsin" buyuruluyor. Kısacası, ilim tahsili yapılan yerlere, gerek kurban, adak ve akîka şeklinde, gerekse doğrudan yardım, sadaka şeklinde yapılan yardım, insanı kazalardan belâlardan korur. Dünyada, sağlık ve âfiyet içinde bir ömür sürmeye sebep olur. Ayrıca farz olan ilim yayma sevâbına kavuşulur. Böylece yardım yapan kişi, hem dünyada hem de âhırette çok büyük ni'metlere kavuşmuş olur. İlim yaymanın sevâbını sevgili Peygamberimiz şöyle ifâde buyuruyor: "Bütün ibâdetlere verilen sevâb, Allah yolunda gazâya verilen sevâba göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Gazânın sevâbı da, emr-i ma'rûf ve nehy-i anilmünker sevâbı yanında, denize göre bir damla su gibidir." İhlâs Vakfı, Öğrenci Yurtlarında yüzlerce üniversiteli fakîr öğrenciyi ve bilhassa Türk dünyasından gelen muhtaç öğrencileri barındırmaktadır. Onların et ihtiyâçları, vekâlet yolu ile sağlanan kurban, adak ve akîka hayvanları ile sağlanmaktadır. Bu yurtlarda kalan öğrencilere destek vermek isteyenler, İhlâs Vakfı idarecilerine vekâlet verebilir. Böylece hem kurban sevâbı, hem de ilim yayma sevâbı hâsıl olur. İnsanlara hizmet maksadıyla kurulan İhlâs Vakfı'na her ne şekilde olursa olsun yardım eden, hadîs-i şerîfte ifâde buyurulan bu üç sevâba da kavuşmuş olur. İhlâs Vakfı, telefon: (0212) 513 99 00, faks (0212) 513 68 57
.
Feminist entellerin yanlışı!
31 Ocak 2003 01:00
Biliyorsunuz, geçen hafta, "islamcı" entel feminist aydın bayanlarımızın sözde dinimizi anlatan kitaplarından bahsederek, din adına ne çamlar devirdiklerini anlatmıştım. Pek çok bayan okuyucum arayarak, bu konu üzerinde biraz daha durmamı istediler. Bayan olduğumuz için hemcinslerimizin yazıları ilgimizi çekiyordu, kitaplarından yazılarından istifade etmeye çalışıyorduk, ne kadar yanılgı içinde olduğumuzu gördük, sayenizde onların gerçek yüzünü öğrendik, dediler. Gerçekten de bu entel bayanlarımızın bilhassa genç kızlarımız üzerinde büyük etkileri var. Halbuki dinin emir ve yasakları bellidir. Bu, bir bayanın, bir erkeğin anlatması ile değişmez. Değişiyorsa o zaten din olmaz.Yorumcunun kendi sapık görüşü olur. Bu entel bayanlarımızın en büyük yanlışı, âlimlerin erkek oldukları için dini erkeklerin lehine anlattıkları iftirasıdır. Halbuki, beğenmedikleri kadınlarla ilgili hükümlerin tamamını başta Hz. Aişe validemiz olmak üzere Peygamber efendimizin mübarek hanımları rivayet etmişlerdir. Bakın bu entellerden biri işi hangi boyuta vardırıyor: "Şüphesiz kadınlar bilimsel olarak Kur'an ve Sünnet'e başvurma gücüne sahip olsalardı, bugünkü İslami fıkıh, özellikle kadınlarla ilgili boşanma ve evlilik gibi konularda çok daha farklı olurdu." Allahım, bu ne büyük iftira! Bu ne cür'et! Yani alimlerimiz, mesela, ehli sünnetin göz bebeği, müslümanların önderi büyük imam İmam-ı azam hazretleri diğer mezhep imamları ve onların talebeleri ve de bugüne kadar gelmiş geçmiş milyonlarca âlim, dini yanlış anlatmışlar. Erkek oldukları için taraf tutmuşlar, evlenme, boşanma, miras fıkhi hükümleri hep kadınların aleyhine bildirmişler. Hatta bazıları Peygamber efendimizi de buna dahil ediyor. Ekol haline gelmiş onlarca kitabı olan başka bir "İslamcı" bayan yazar da bakınız neler söylüyor: "Kur'an ve sünnete iman ediyoruz, yetmiyor. Mezheplere iman etmemiz isteniyor. Mezheplere inandığımızı, ama mezhepleri din ile aynı görmediğimizi, dinin hatasız olduğunu, ama mezheplerin hata yapabileceğini, biz bu bilinçle mezheplerin İslam'a uygun olan yönlerini aldığımızı söylüyoruz, yetmiyor..." Yani Hadis-i şerifle geleceği bildirilen, medhedilen İmam-ı azam Ebu Hanife hazretlerinin yanlışı ve doğrusu varmış da, bu ilkokulu dışarıdan bitirmiş eski manken yazar, doğrularını alıp yanlışlarını almayacakmış! Pes doğrusu! Mezhebin, müctehidin, ictihadın ne olduğunu bilmeyen bir kimseden başka ne beklenir. Buna değil de, bundan istifade etmek istiyenlere acımak lazım! İnsan cahilliğin, haddini bilmezliğin kurbanı olup uçuruma yuvarlanınca nerede duracağı belli olmuyor. Başka feminist "islamcı" bir kadın da, işi daha ileri götürüp, Kur'an-ı kerimi sorgulamaya kalkışıyor: "Kur'an-ı kerim, o gün orada yaşayan Arapların zihinlerine hitap ediyor. Bu durumda da sorun çıkıyor. Miras konusu, eşitlik konusu gibi pekçok konuda sorun çıkıyor. Örneğin bu araştırmaya başlamadan önce, Nisa suresinin 34. ayetini hiç düşünmek istemezdim. Bu ayet yokmuş gibi davranmak isterdim. Çünkü, bizim modern bilincimizle böyle bir şeyi kabul etmemiz mümkün değil, ama bu ayet var!" Feminist "islamcı" aydın kadınlarımızın en önemli eksikliği altyapılarının olmaması. Dinin esasını, kaynaklarını bilmemeleridir. Bunun için de bir bataklıktan kurtulup daha tehlikeli başka bir bataklığa saplanıyorlar. Denebilir ki, birinci bataklık ikinciden daha az zararlı. Hiçbir kadın yaşadığı gayri meşru hayattan memnun olmaz. Yaptığının farkındadır bunun için de devamlı üzüntü içinde olur. Pişmanlık, üzüntü de tövbe sayılır. Fakat, insan bid'atten, dini sapıklıktan pişmanlık duymaz. Çünkü yaptığını doğru bilmektedir. Bunun için de tövbe etmek aklına gelmez. Zamanla küfür bataklığında boğulur gider de haberi bile olmaz.
.
Bugün şeytana iş kalmadı!
1 Şubat 2003 01:00
Kendilerine "İslamcı" denilen feminist aydın bayanlarımız, kafalarında kendilerine göre, bir İslam şablonu çizmişler veya birileri çizdirmiş, bunun dışına çıkamıyorlar. Kim derse desin eğer bir husus bu feminist şablona uymuyorsa tanımıyorlar. Bunu dinde söz sahibi alim de söylese, Peygamber efendimiz de söylese hatta Kur'an-ı kerimde bile geçse fark etmiyor. Bu "feminist islamcılar"a göre, âlim söylemişse, erkek olduğu için erkekler tarafında yer alır gerekçesiyle red ediliyor. Hadis-i şerifte geçiyorsa, mevdudur, yani uydurmadır. Kur'an-ı kerimde geçiyorsa, erkekler yanlış yorumlamışlardır. Hatta daha da ileri gidilerek, bilinen meşhur bir hadis-i şerifse, Peygamber de olsa Kur'ana aykırı söz söylemeye yetkisi yok diyerek red ediliyor, istedikleri gibi çarpıtamayacakları kadar açık ayet varsa, ya görmemezlikten geliniyor ya da bu ayet o devirdeki Araplar içindir, tarihsel sürecini dordurmuş diye yok farzediliyor. Bütün maksatları, tesettürü sadece başı örtmekten ibaret göstererek, kadını dinden imandan çıkartıp sokağa dökmek. Bütün yollar buraya çıkıyor. Bu konuda epey de yol aldıkları anlaşılıyor: Kadınlarla ilgili meselelerin tartışıldığı bir TV programında, bir "feminist islamcı" "Biz Gazali'nin anlattığı kadınlar değiliz! Müslüman kadın artık evin dışına, sokağa çıkmak istiyor!" diye bağırınca, bu konuda âyet olmasına rağmen kapalı seyirci kadınlardan büyük alkış aldı. Bir entel bayan da, feministliğe aykırı gördüğü için, kadınların dikiş nakış, örgü işleri ile ilgili hadis-i şerifleri mesela "Dikiş öğretin ve Nur Suresini de iyi öğretin." hadisini inkar ediyor. Yine Kur'an-ı Kerimin ruhuyla uyuşmadığı gerekçesiyle "Bana dünyada üç şey sevdirildi: Kadın, güzel koku ve namaz" hadisini inkar ediyor, güvenilir kaynaklarda yok diyor, halbuki bu hadis-i şerif, Kütübü sittede mevcuttur. Sevgiyi şehvetten ibaret sanıyor bunlar. Nisa suresinin birinci ayetini kendine göre yorumlayarak, "Kadın-erkek eşittir, kadın da erkekle aynı fıtrata sahiptir" derken, aynı surenin, "Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır." mealindeki 34. ayeti kerimesini görmezlikten geliyor. Halbuki dinimiz, kadına hiçbir düşüncenin vermediği kıymeti, değeri vermiştir. Verilen görevlerin farklı olması bu kıymete zarar vermez. Gerçek üstünlük takvadadır. Dönüp dolaşıp âlimlere ve ilmihal kitaplarına çatıyorlar. Neymiş efendim, erkeklerin kadınlar üzerindeki zulmünü alimler meşrulaştırmışlar. Kaynak olarak da, refomcu, sinsi din düşmanı, Carullah, Abduh, İkbal, Fazlurrahman gibi kimselerden istifade ediyorlar. "Zamanın değişen şartlarında sadece şeri hükümler yeterli olamaz" diyorlar. Yaptıkları bir alıntıda, Fazlurrahman diyor ki: " Müslüman âlimler, Kuran ahlakı ile ahlaklanmaktan söz ettiler ama, bu ahlak edinme çabası ne yazık ki ilmihal ahlakının ötesine geçmedi. Kadın-erkek ilişkileri ve gündelik hayat ilmihal bilgileri düzeyinde kaldı. Herşey kitabına uyduruldu" Burada akıllarınca bir taş ile iki kuş vuruyorlar. İngiliz siyaseti ile hem alimler kötüleniyor hem de asırlarca Müslümanlara doğru olarak dinlerini öğreten ilmihal kitaplarını müslümanların gözünden düşürmeye çalışıyorlar. Biliyorsunuz, bir kıssa var. Şeytanın boş oturduğunu görenler şaşırıp, "Müslümanları kandırmakla niçin uğraşmıyorsun?" diye sorduklarında, "Bu zamanın kötü din adamları benim vazifemi fazlasıyla yapıyorlar bana iş bırakmıyorlar!" cevabını verir. Bugün, şeytanla işbirliği yapıp asırlardır âlimleri, mezhepleri yok ederek islamiyeti içeriden yıkmaya çalışan, siyonistlere, İngiliz casuslarına aynı soruyu sorsak, herhalde şöyle cevap verirler: Sizin feminist entel islamcı aydın kadınlarınız, müslüman kadınları kandırıyor; reformcu, diyalogcu, mezhepsiz din adamları da müslüman erkekleri kandırıyor, bize iş bırakmıyorlar!.
.
Alış verişte fakirler sevindirilmeli
1 Şubat 2003 01:00
Alış verişte, fakirlerin malını fazla para ile almalı, onları sevindirmelidir. Meselâ, muhtaç kimselerin mallarına, çocukların sattığı meyvelere çok para vermelidir. Bu sûretle çalışanlara yardım etmek, sadaka vermekten daha sevapdır. Böyle yapanlar, Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" duâsına kavuşur. Çünkü, "Alış verişte kolaylık gösterenlere, Allahü teâlâ merhamet eylesin!" diye duâ buyurmuştur. Fakat, zenginden mal alırken aldanmak sevap değildir ve iyi değildir. Malı zâyi etmektir. Pazarlık edip, ucuz almak lâzımdır. İmâm-ı Hasan ve Hüseyin "radıyallahü anhümâ", her aldıklarında pazarlık eder, ucuz almağa uğraşırlardı. Kendilerine: Bir günde binlerle dirhem sadaka veriyorsunuz da, birşey satın alırken niçin uzun pazarlık ederek yoruluyorsunuz? dediklerinde, "Verdiklerimizi Allah rızâsı için veriyoruz. Ne kadar çok versek yine azdır. Fakat, alış verişte aldanmak, aklın ve malın noksan olmasıdır" buyururlardı. Resûlullah efendimiz buyurdu ki, "Alış verişte kolaylık gösterenlere, Allahü teâlâ, her işinde kolaylık gösterir." İhsânın en büyüğü, en kıymetlisi, fakirlere veresiye vermektir. Parası, malı olmıyanın borcunu uzatmak, zâten vâcibdir. İhsân değil, adalet ve vazîfedir. Fakat, malı olup da, zarar ile satmadıkça veya muhtaç olduğu birşeyi satmadıkça, ödiyemiyecek bir halde olanların ödemesine zaman vermek ihsândır ve büyük sadakadır. Resûlullah buyurdu ki: "Kıyâmette bir kimseyi hesâba çekerler ki, çok günah işlemiş, hiç iyilik yapmamış. 'Sen dünyada hiç iyilik yapmadın mı?' derler. 'Hayır, yalnız çırağıma derdim ki; 'Fakir olan borçluları sıkıştırma! Ne zaman ellerine geçerse, o zaman vermelerini söyle. İstediklerini yine ver. Boş çevirme!' Allahü teâlâ buyurur ki: "Ey kulum! Bugün sen fakir, muhtaçsın! Sen dünyada benim kullarıma acıdığın gibi, bugün de biz sana acırız". Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Bir Müslümana, Allah rızâsı için ödünç veren kimseye, her gün için sadaka sevabı verilir. Fakirden, alacağını çabuk istemiyene, her gün için malın hepsini sadaka vermiş gibi sevap verilir". Büyüklerimizden öyle kimseler vardı ki, borcun getirilmesini arzû etmezdi. Her gün, o malı sadaka vermiş gibi sevap kazanmağı tercîh ederlerdi. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Sadaka verilen her dirhem için on sevap, ödünç verilen her dirhem için ise, onsekiz sevap vardır. Çünkü, borc, ihtiyacı olana verilir. Sadaka belki, ihtiyacı olmayanın eline düşebilir."
.
Uykuda bile yazılan günah!
2 Şubat 2003 01:00
Borcu olan ödeme imkanı olunca hemen borcunu ödemelidir. İstemeğe vakit bırakmadan önce, kendi eli ile, ayağına gidip vermelidir. Onu, birisini göndermeğe mecbur bırakmamalıdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki, "En iyiniz, borcunu iyi ödeyeninizdir". Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki, "Ödünç alan bir kimse, iyice ödemeği niyet ederse, borcunu ödemesi için, melekler ona duâ eder." Bir kimse, malı olduğu halde, borcunu ödemeği bir saat geciktirirse, zâlim ve âsî olur. Namaz kılarken de, oruç tutarken de, uykuda da, yani her an, la'net altında bulunur. Borç ödememek öyle bir günahdır ki, uykuda bile durmadan yazılır. Malı olmak, parası çok olmak demek değildir. Satılık birşeyi olup da, satmazsa, günah işlemiş olur. Değeri düşük olan para veya işe yaramıyan mal vererek öder ve bunu hak sâhibi beğenmeyerek alırsa, yine günah olur. Onu râzı etmedikçe, yani gönlünü almadıkca, günahtan kurtulamaz. Çok kimseler bunu düşünmez, ama büyük günahlardandır. Bunun için geç ödemeyi kâr bilmemelidir. Ödeme imkanı olunca hemen borcunu ödemelidir. Borcunu ödemeden nafakanın dışında başka şey almamalıdır. Maalesef zamanımızda çok kimse borcu dururken, arabasını, ev eşyasını yeniliyor. Hatta bazıları borsaya giriyor. Başına birçok işler geliyor; hem dünyası hem de ahireti mahv oluyor. Alış veriş ettiği kimse pişman olursa yapılan satışı geri çevirmek, vazgeçmek ihsandır. Birinin (vazgeçtim) demesi, ötekinin de (kabûl ettim) veya (ben de vazgeçtim) demesi ile alış veriş bozulmuş olur. Sahîh satışta, biri istediği zaman, ötekinin de yapması müstehabdır. Çünkü, Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki: "Bir kimse karşısındaki pişman olunca alış verişi fesh eder, geri alırsa, Allahü teâlâ, onun günahlarını affeder". Yapılan satışı bozmak vâcib değildir. Fakat, çok sevapdır ve ihsân etmektir. Fakirlere veresiye verip, parası olmayandan, istememeği niyet etmek ihsandır. Borclusu ölünce helâl etmek de ihsandır. Büyüklerimizden bazısının dükkânında iki defter vardı. Birisine bilinmeyen isimler yazardı ki, hepsi fakir idi. Bazı borçlar karşısında isim de yazılı değildi. Böylece kendisi ölürse, kimse fakirlerden birşey isteyemezdi. Fakat böyle tüccarlar da, en iyi sayılmazdı. En iyi olanlar, fakirler için, hiç defter tutmayanlardı. Bunlar, fakir birşey getirirse alır, getirmeyenlerden birşey istemezlerdi. İşte, din büyükleri, böyle ticaret yapardı. Şüpheli bir kuruşu kabûl eden, dinde mertlerden sayılmazdı.
.
Ticaret, âhireti unutturmamalı
3 Şubat 2003 01:00
İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki: Bir kimsenin dünya ticareti, âhiret ticaretine mani olursa, bu kimse bedbahttır, zavallıdır. Bir çömlek almak için, altın kupa verene ne denir? Dünya, saksı parçası gibidir. Hem kıymetsizdir, hem de çabuk kırılır. Âhiret ise, altından kupa gibidir ki, hem çok kıymetlidir, hem de dayanıklıdır, kırılmaz. Hatta hiç tükenmez. Dünya ticaretinin âhırete yaraması için ve Cehenneme sürüklememesi için, çok uğraşmak lâzımdır. İnsanın sermayesi, dîni ve âhıretidir. Bu sermayeyi kaptırmamak için, çok uyanık olmak lâzımdır. Dînini kayırmak istiyenler şunlara dikkat etmelidir: Her sabah şöyle niyet etmelidir ki, kendisinin ve evlâd ve âilesinin rızkını kazanmak, onları kimseye muhtac bırakmamak, Allahü teâlâya rahat ve temiz ibâdet edebilmek, âhıret yolunda yürüyebilmek için, vazîfeme gidiyorum, demelidir. O gün Müslümanlara iyilik, yardım ve nasîhat, emr-i ma'rûf, nehy-i münker yapmağı, kalbinden geçirmelidir. Namazda kusur edenlere, günah işliyenlere, emr-i ma'rûf yapmalı, ortam müsaid ise onlara göz yummamalıdır. Böyle niyet eden kimse hep sevap kazanır. Onun her işi, ibâdet olur. Dünyada kazandığı şeyler de, caba olur. Dünya işlerine çok düşkün olmamalıdır. Meselâ, çarşıya herkesten önce gidip, herkesten sonra çıkmamalı. Tehlikeli işlere girmemelidir. Mu'âz bin Cebel "radıyallahü anh" buyuruyor ki: "Şeytân, pazarda, yalan, hîle, hıyânet ve yemîn ettirerek Müslümanları günaha sokmağa çalışır. Önce gidip, geç çıkanlara daha çok asılır." Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Tüccarın, esnâfın en kötüsü, erken gidip, geç dönenlerdir". Sabâh namazı kılmadan, Kur'an-ı kerim okumadan ve kitap okuyup birkaç şey öğrenmeden işe gitmemeği âdet edinmelidir. İhtiyacı kadar dünyalık kazanınca, âhıreti kazanmakla meşgûl olmalıdır. Çünkü, âhıret hayatı sonsuzdur ve ona ihtiyac daha çoktur ve âhıret ticaretinde iflâs etmek üzeredir. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfenin hocası Hammâd "rahmetullahi teâlâ aleyh", ticaret yapardı. Baş örtüsü satardı. Her gün, iki habbe kazanınca eşyayı toplar pazardan çıkardı. Büyüklerden bazısı dükkâna, haftada iki gün giderdi. Bir kısmı da, Cum'adan başka her gün gider, öğle namazında geri dönerdi. Bir kısmı nihâyet ikindiye kadar alış veriş ederdi. Hepsi ihtiyacı kadar kazanınca câmiye gider, ibâdetle, ilim öğrenmekle akşamı yapardı.
.
Herkes çalışmak mecburiyetinde!..
4 Şubat 2003 01:00
Herkes; binlerce insan çalışmayacak olursa, kendisinin bir gün bile yaşıyamıyacağını düşünmelidir. Meselâ, çiftçi, fırıncı, dokumacı, demirci, iplikçi ve daha nice san'atkârlar, hep onun için çalışıyor. O hepsine muhtaçtır. Herkes onun için çalışıp, ona hazırlayıp da, onun boş oturması, kimseye faydalı olmaması doğru olur mu? Bu dünyada herkes yolcudur. Geldik gidiyoruz. Yolcuların birbirlerine yardım etmesi, el ele vermeleri, kardeş gibi olmaları lâzımdır. Her Müslüman böyle düşünmelidir. Vazîfesine başlarken, Müslüman kardeşlerime yardım etmek, onları rahat etdirmek için çalışacağım. Din kardeşlerim benim işimi gördükleri gibi, ben de, onlara hizmet edeceğim demelidir. Her Müslüman iyi bilsin ki, bütün sanatlar, farz-ı kifâyedir. Bunu düşünerek, bir sanata yapışmak, ibâdet etmek olur. Her sanatı öğrenmek ve hele, harb vâsıtalarını en modern, en ileri şekilde yapmağa çalışmak farzdır. Bu vâsıtaları yapabilmek için, gerekli ilimleri, dersleri okullarda, bu niyet ile okutmak ve okumak hep ibâdet olur. Namaz kılan insanın bu niyet ile, her işi ibâdet olur. Namaz kılmıyanların her hareketi de günah olur. O halde, her Müslüman, namazını kılmalı, sonra farz olduğunu düşünerek, vazîfesini yapmalıdır. İş görürken niyetin doğru olmasına alâmet, insanlara fâideli olan bir meslek, bir san'at seçmektir. Yani, öyle bir iş görmeli ki, eğer o iş olmasa, Müslümanlar sıkıntı çekerdi. O halde, keyif, oyun ve benzerlerine, san'at dense de ve haram işleyenlere sanatkâr ismi verilse de, bunları yapmak ibâdet olmaz. Hatta, haram olmıyan, mubah olan, fakat insanlara lüzûmlu olmıyan san'atları seçmemelidir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki, "En iyi ticaret, bezzâzlıktır, kumaş satmakdır. En iyi san'at, terziliktir". Mesleğini memur olarak da sürdürmek sevaptır. Yûsüf "aleyhisselâm", insanların sıkıntıda olduğunu görüp, Firavun'dan vazîfe istedi. Böylece, insanlara hizmet etti. O halde, insanlara hizmet edeceğini bilen ve bunu kendinden başka yapacak kimsenin bulunmadığını gören, bu vazîfeye bir zâlimin geçmesini önlemek ve hizmet etmek için, vazîfe istemelidir. Bir iyilik yapamasa da, hiç olmazsa, insanların zararına çalışmağı önlemek de ibâdet olur.
.
Mallarımız ve çocuklarımız...
5 Şubat 2003 01:00
Dünya işleri, âhiret için çalışmağa mani olmamalıdır. Âhiret için ticaret yeri câmilerdir. Münâfıkûn sûresi, dokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen, "Mallarınız ve çocuklarınız, Allahü teâlâyı hâtırlamanıza mani olmasın!" buyuruldu. Hz. Ömer buyurdu ki: "Ey tüccarlar! Önce âhiret rızkını kazanın! Sonra dünya rızkına çalışın!" Ticaretle meşgûl olan büyüklerimiz, sabah ve akşamları âhiret için çalışır, Kur'ân-ı kerîm okur, ders dinler, tövbe ve duâ eder, ilim öğrenir ve gençlere öğretirlerdi. Sabah, akşam câmilerde bulunurlardı. İnsanların amellerini yazan ikişer melek, her sabah ve akşam değişmektedir. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki, "Melekler insanların amel defterlerini götürdükleri zaman, başında ve sonunda iyi iş yazılı ise, gün ortasında yapılanları ona bağışlarlar". Yine buyurdu ki: "Gündüz ve gece melekleri, sabah ve akşam, gidip gelirken birbirleri ile karşılaşırlar. Hak teâlâ, giden meleklere, kullarımı nasıl bırakdınız? buyurur. Yâ Rabbî! Namazda bulduk ve namaz kılarken bıraktık, derler. Allahü teâlâ da, şâhid olun, onları af ettim buyurur." Müslüman tüccarlar, sanat sâhibleri, gündüzleri de, ezân sesini duyunca, işini hemen bırakıp, câmiye koşarlardı. Dînini seven ve kayıran bir imâm bulursa, ona uymalı, dînini dünyaya değişen, ibâdete haram, bid'at karıştıran kimselerden uzak durmalıdır. Büyüklerimiz, "Ticaretleri, satışları, Allahü teâlâyı unutmalarına sebeb olmaz" âyet-i kerîmesine manâ verirken diyor ki: Demirciler vardı. Demir döğerken, ezân okununca, çekici kaldırmış iken, demire vurmaz, bırakıp namaza koşarlardı. Ve terziler vardı. İğneyi sokunca, ezân okunsaydı, o halde bırakıp, cemâ'ate koşarlardı... Çarşıda, işte Allahü teâlâyı, unutmamalı, her ân Onu hâtırlamalıdır. Dili ve kalbi boş kalmamalıdır. İyi bilmelidir ki, o ânda kaçırdığını, bütün dünyayı verse, bir daha eline geçiremez. Gâfiller arasındaki hâtırlamanın sevabı çok olur. Resûlullah buyurdu ki, "Gâfiller arasında Allahü teâlâyı zikreden kimse, kurumuş ağaçlar arasında bulunan yeşil fidân gibidir ve ölüler arasındaki cânlı gibidir ve harbde kaçanlar arasında, arslan gibi döğüşenler gibidir..
.
Doğru insanlar aramalı...
6 Şubat 2003 01:00
Alış verişte, iş ortaklığında iyi insanlar, dinini kayıran insanlar aramalıdır. Herkesle işbirliği etmemelidir. Doğru insan aramalıdır. Bir zaman vardır ki, bir tüccar, her istediği ile alış veriş edebilirdi. Çünkü, herkes, hakka, hukuka dikkat ediyor alış veriş ilmini biliyor ve bildiğine göre hareket ediyordu. Sonraları öyle zamanlar geldi ki, birkaç kişi ile muâmele edilemezdi. Daha sonraları ise, ancak birkaç kimse ile muâmele edilebilir oldu. "Bir zaman gelmek korkusu vardır ki, alış veriş edecek kimse bulunamıyacaktır." Bunu çok zaman önce, söylemişlerdir. Bizler, belki de, büyüklerimizin korktuğu o zamana kaldık. Kim ile olursa olsun, alış veriş edilmektedir. Bunun için elden geldiği kadar dine uygun alış veriş yapmaya çalışılmalıdır. Alışveriş yaptığı kimse ile olan sözlerini, hareketlerini, aldığını, verdiğini iyi ve doğru hesâb etmelidir. Kıyâmette, bunların hepsinden hesâb vereceğini bilmelidir. Büyüklerden biri, bir bakkalı rüyâda görüp, "Allahü teâlâ sana ne yaptı?" dedi. O da şöyle cevap verdi: "Önüme ellibin sahîfe koydular. Yâ Rabbî! Bu sahîfeler kimlerindir, dedim. Ellibin kişi ile alış veriş yapmışsın. Her sahîfe, bunların birisi ile olan muâmeleni göstermektedir, dediler. Baktım, her sahîfede bir kimse ile olan muâmelemin inceden inceye yazılmış olduğunu gördüm, dedi. Bir kuruş hîle yapan, bir kuruş hak yiyen, cezâsını çekecektir ve hiçbir şeyin yardımı olmıyacaktır." Hadis-i şerifte buyurdu ki, "Çarşıya giderken, lâ ilâhe illallah, vahde hü lâ şerîke leh, le hül mülkü ve le hül hamdü, yuhyî ve yümît, ve hüve hayyün lâ yemût, bi yedi-hil-hayr, ve hüve alâ külli şey'in kadîr, diyen kimseye, iki milyon sevap yazılır." Bu hadis-i şerifte olduğu gibi, sevap veya günah miktârını, göklerin büyüklüğünü, uzaklıklarını ve âhıretdeki zamanları ve dünyanın yaradılışını ve mahlûkların sayısını bildiren hadis-i şeriflerdeki çeşitli rakamlar, miktâr sayısını göstermek için değil, miktârın çokluğunu anlatmak içindir. Meselâ bir kimseye, birkaç defa, zahmet çekerek gidip bulamıyarak canı sıkılan biri, o kimseyi görünce, seni on defa aradım, bulamadım, demesi gibidir. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri buyurdu ki: "Pazarda çok kimse vardır ki, sofîler halkasında oturanlardan daha kıymetlidir." Bir kere de buyurdu ki: "Öyle kimse tanıyorum ki, pazarda her gün üçyüz rekat namaz kılmakta ve otuz bin tesbîh okumaktadır." Dine, ibâdetine yardım niyeti ile dünyaya çalışanlara, hep böyle sevap vardır. Yalnız para kazanıp, dünya malı toplamak için çalışanlar, sevapdan mahrûm kalır. Hatta bunlar, câmide, namazda iken de, kalbleri dükkânın hesâbındadır. Fikirleri dağınıktır.
.
Feminizmin çıkışı ve hedefi
7 Şubat 2003 01:00
İki hafta üst üste feminist "islamcı" kadınların, feminizm adına "kadın haklarını savunma" bahanesiyle İslam büyüklerine ve İslamiyete saldırmalarından bahsedince, "Feminizm nedir, ne zaman başladı, maksadı ne idi?" gibi sorular sorulmaya başlandı. Bunun için bu hafta da, bu soruları cevaplamaya çalışacağım. Feminizm, felsefî bir fikir hareketi olarak ilk defa Batı'da, kadınlara hiçbir değer verilmemesi, insan olarak sayılmaması sonucu Fransız devriminden sonra ortaya çıktı. Fransız devriminin etkisiyle, feminist düşünce İngiltere'ye de sıçradı. Daha sonra ABD ve bütün Avrupa ülkelerine yayılarak kadın, siyâsî çalkantının içine sokuldu. Günümüzde bu akım; iyice çığırından çıkartılarak erkeklere düşmanlık, sokakları-barları-geceleri erkeklerle paylaşmak, analıktan, ev kadınlığından nefret etmek aileyi, nikahı red etmek gibi insan tabiatına tamamen aykırı bir akım haline geldi. Bu kadar zararlı bir akım haline gelmesine de Feminizmi ticari, siyasi, ideolojik maksatlarına alet eden sosyalist ve siyonist kuruluşlar sebep oldu.. Araştırmacı-yazar Aytunç Altındal feminist harekete kimlerin destek verdiğini şöyle ifade eder: "Feminist hareketler Masonluğun etkisi altındadır. Son 50 yıldaki feminist hareketlere baktığımızda bunların arasında ilaç ve kozmetik üreticileri olduğunu görüyoruz. 'Kadına bir şey satabilmemiz için onu sokağa ve inançsız bir alana çekmemiz lazım, diyorlar' Onun için birçok paneller düzenliyorlar. Önde kadın var, arkada ise görünmeyen bir sponsor. Ya da çok agresif bir kadını köşe yazarı yaptırıyorlar. " Başlangıçta haklı sebepler öne sürmüşlerdi. Çünkü, eski Hind, Yunan ve Roma hukukunda kadın hiçbir hakka sâhip değildi. Meşhur Yunan filozofu Eflâtun'a göre: "Kadın elden ele, orta malı olarak gezmeli."; Aristo'ya göre de: "Kadın, yaradılışta yarı kalmış bir erkek"ti. Eski Çin'de kadın, insan bile değildi; ona isim bile verilmezdi. Islâm'dan önceki Cahiliyyet Toplumunda kadının durumu ise herkesin malûmudur. Feminizm hareketine kapılan kadın, genel olarak kayıtsız şartsız özgürlük anlayışı ile hayatta hiçbir insan için geçerli olmayan "Hayatımı istediğim şekilde yaşamak hakkımdır!" düşüncesine kapıldı. Bu düşünce, toplumun temel taşı olan aile yuvasının iğreti bir hal almasına, kadın ve erkeğin, aile sorumluluklarını çekilmez bir yük ve bir tür esirlik gibi algılamalarına yol açtı. Bu da, nikahsız beraberlikleri getirdi. Böylece sözde kadın özgürlüğünü savunan feminizm sebebiyle aile yıkılmış oldu, bunda da en büyük zararı "ortamalı" haline gelen kadın çekmiştir. Feminizm, Batıda bir felsefî hareket olarak doğarken, İslâm memleketlerinde kadın, asırlardır huzur dolu bir hayat yaşadı. Müslüman erkek, hanımını mesud etmek için elinden gelen her türlü gayreti gösterdi. Hanımına karşı dâimâ güleryüzlü oldu. İslam ahlakı ile ahlaklanmış bir Müslüman onu değil dövmek, üzmekten bile çekindi. Bu yüzden İslâm ülkelerinde feminizm îtibâr görmemişti. Fakat son yıllarda, İslamiyetten habersiz sosyete arasında ilgi görmeye başladı; arkasından din cahili, aile mefhumundan uzak entel "İslamcı" entel kadınlar arasında da yayılmaya başladı. Dinimizde, dinsizliği esas alan feminizmin yeri yoktur. Dinimiz, kadına layık olduğu değeri vermiştir. Peygamber efendimiz; "Müslümanların en faydalısı, hanımına karşı iyi ve faydalı olandır." ve "Cennet, anaların ayakları altındadır." buyurmuştur. Ayrıca Vedâ Hutbesi'nde kadınların haklarının gözetilmesini, bu hususta Allah'tan korkmayı, kadınların erkekler üzerinde-erkeklerin kadınlar üzerinde haklarının bulunduğunu belirtmiştir. Avrupa'nın kadın haklarını savunmayı yeni yeni düşündüğü bir zamanda İslâmiyet, daha 14 asır önce âilenin temelini meydana getiren kadına şeref ve îtibârını kazandırmıştı.
.
"Bir zaman gelir ki..."
7 Şubat 2003 01:00
Alış verişte, şüpheli şeylerden kaçınmalıdır. Harama yaklaşan zâten âsî, günahkâr olur. Şüphe ettiği şeyleri, Ehl-i sünnet kitaplarından öğrenmelidir. Câhil kimselerden, bozuk kitaplardan öğrenmeye çalışmamalıdır. Kalbine sıkıntı getiren şüpheliyi almamalıdır. Zâlimlerle, hîle, hıyânet edenlerle, yemîn ile satanlarla, dükkânında haram şey satanlarla alış veriş etmemelidir. Zâlimlere, fâsıklara veresiye satmamalıdır. Çünkü, öldükleri zaman üzülür. Hâlbuki, zâlimler yani Müslümanlara ve İslamiyete eli ile, dili ile, kalemi ile zarar yapanlar ölünce üzülmek günahdır. Onlara yardım etmek câiz değildir. Meselâ, din ile alay edenlere, yalan yanlış kitaplar yazarak dîni yıkmağa uğraşanlara kâğıt satmak günahdır. Zamanımızda bu yol unutulmuş, bilen de kalmamıştır. Bugün, bunlardan birisini yapana çok sevap verilir. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki, "Bir zaman gelir ki, o zamanın Müslümanları, bugün sizin yaptığınız ibâdetlerin onda birini yaparsa, âhırette azaptan kurtulurlar". Sebebini sorduklarında, "Çünkü, sizler hayır işlemeğe çok yardımcı buluyorsunuz. Onlar yardımcı bulamıyacakları gibi, çeşitli engellerle de karşılaşacaklardır. Gâfiller, câhiller arasında garîb kalacaklardır" buyurdu. Bu zamanda, yukarıda yazılanların hepsini kim yapabilir diyerek ye'se düşmek doğru değildir. Ne kadar yapılabilirse çok kâr olur. Âhıretin dünyadan daha iyi olduğuna inanan kimse, bunların hepsini de yapabilir. Bunların hepsini gözetmek, yapsa yapsa, insanı fakir yapar. Sonsuz saadete, ebedî rahatlığa sebeb olacak, birkaç senelik fakirliğe elbette katlanılır. Nitekim birçok kimse, birkaç şey kazanmak için, fırtınalı, karlı havalarda, sıkıntılı yolculuklara, bir rütbeye, dereceye yükselmek için de nice mahrûmiyyetlere katlanıyor. Hâlbuki, ölüm gelince, bütün kazançları elden çıkmakta, boşuna didinmiş olmaktadırlar. Yüksek fiyatla satıp, bir kimseyi aldatmaktan sakınmalıdır. Zîrâ piyasada on liraya satılmakta olan bir malı, onbir liradan yukarıya satın almak gaben-i fâhiş ile aldanmaktır. Yani çok aldanmaktır. Yalan söylemekle çok aldatılan bir müşterî, satıştan vazgeçebilir. Alış verişte isâr yapılmalıdır. İsâr, muhtac olduğu birşeyi almayıp, muhtac olan din kardeşine bırakmakdır. İnsana lâzım olan şeylerde isâr yapılır. İbâdetlerde isâr yapılmaz, bunları kendi kullanır. Bunları muhtac olana vermez. Birinci saftaki yerini başkasına vermez. Namaz vakti gelince abdestsiz kimsenin abdest suyunu başkasına isâr etmesi câiz değildir.
.
Feminizmin yaptığı yıkım!
8 Şubat 2003 01:00
Batı'da kadını kurtarma amacı ile ortaya atılan feminizm, kadını kurtarmayı bırakın, onu daha kötü duruma düşürdüğü gibi, toplum dengelerini de alt üst ederek sosyal barışı yıktı. Kadınlar sokağa dökülerek aileye savaş ilan edildiği için aile de yıkıldı. Çocuklar ailenin sıcak kucağından her türlü kötülüğün kol gezdiği sokağa bırakıldı. Alkolik, uyuşturucu bağımlısı dinsiz bir gençlik yetişti. Aile yok edilince, cinsel sapıklıklar tarihin hiçbir döneminde görülmeyen boyutlara vardı; eşcinsellik yer yer kanunlaştı, kadınlarda erkeklerden nefret duygulan gelişince lezbiyencilik yaygınlaştı. Kadına fıtratına, yaratılışına aykırı yük yüklendiği için ailenin temel direği olan kadın dengesini kaybetti. Perişan oldu. Eski günlerini mumla arar hale geldi; fakat geri dönüşü olmayan bir yola girildiği için dönüş yapamadı. Kadının bu perişan halini ve istismarını bir araştırmacı şöyle dile getirmektedir: "Kadının istikrarsız duygusallığı, güzel bir kazanç aracı olmaya çok elverişli idi. Yani Batı'da kadın, yine kazanç aracı, yine zevk aracı olarak kullanılacaktı. Yine ezilecekti ve horlanacaktı ama, bunun yöntemi değişecekti. Yani kadın yine erkeğin arabasına koşulan at durumunda kalacak, ama ne var ki, arabayı arkadan kırbaçlanarak çekmesi yerine, önüne yeşil bir gözlük takılarak yeşil ota kavuşmak ümidiyle koşturacak ve yine aynı arabayı çekecekti. Değişen sadece buydu..." Batı'da kadın, istismar edilip sıcak aile ortamından sokağa çekilerek ucuz işçilik temin edildi. Kapitalistler ceplerini doldurdu. Yeni yeni endüstri kolları geliştirildi. Kozmetikler ve moda gündeme geldi. Bunlar aracılığıyla kadın süslenip-püslenip erkeğin bulunduğu her yere girebiliyor, ayrıca defilelere ve yarışmalara çıkarılıyor, bunlar diğer kadınların bu yoldaki tutkularını artırıyordu. Böylece, erkekler, hem cebini dolduruyor, hem de erkekler gibi her alanda görev alma hakkını (!) elde eden kadını her aradığında elinin altında bulundurup zevklerini tatmin edebiliyorlardı. Yani yine erkelerin arabası tıkırında gidiyordu. Şirketler, ürünlerinin tanıtımında kadını ön plana itip akıl almaz bir şekilde onu istismar ediyorlardı. Kadın derneklerini kadından çok, onu sömüren erkek örgütlemişti ve sömürünün yöntemi bilimselleşmişti. Zavallı kadın ise, yeşil gösterilen kuru otun peşine koşabilmeyi hak olarak görüyor ve bu hakkı koruyabilmek ve daha ilerilere götürebilmek için dernek üzerine dernek kuruyordu. Feministlerin en büyük hatası, fıtrata, yaratılışa karşı çıkmalarıydı. Dolayısı ile, fıtrata uygun değil, "fıtrata karşı" bir faaliyet içine girdiler. Hal böyle olunca beraberinde pek çok problemler ortaya çıktı. Bu probler çözülmeye çalışılırken yeni sıkıntılar ortaya çıktı. Ailenin önemi kavranıp, kadın layık olduğu konuma getirilmedikçe toplumda huzur olmaz. Problemler bitmez. Bütün bunlardan feministliğe özenen müslüman kadınların mutlaka ders çıkartmaları gerekir. "Allah, evlerinizi, sizin için bir huzur ve sükûn yeri yaptı." (Nahl-80) ayeti kerimesi ve Peygamber efendimizin, kadının evinde kıldığı namazın, mescidde kıldığı namazdan kat kat daha sevab olduğunu, kadının huzuru ancak evinde bulabileceği yönündeki tavsiyeleri, kadını sokağa dökmek istiyenlere önemli bir mesajdır. Dinimize göre ilk âile ilkel değil, medenî ve yüksek değerlerle donatılmış bir kurumdur. Âileler, dolayısıyla toplum hazret-i Âdem'den îtibâren doğru yolu gösteren Peygamberlerin nasîhatlarına uydukları müddetçe mesut ve huzurlu bir hayat yaşadı. Eskisi gibi huzurlu bir toplum isteniyorsa, huzurun adresi belli!.. ...... Not: Değerli arkadaşımız, Muammer Erkul'un "Sen İstanbul Olsaydın" isimli sevimli, sevgi yüklü kitabı çıktı. Bu güzel kitabı alamamış olanlar, 0212 551 32 25 nolu telefondan bilgi alabilirler.
.
İbadetlerin kabulü ve helal lokma
8 Şubat 2003 01:00
Bütün ibâdetlerin kabûl olması, helâl lokmaya bağlıdır. Büyüklerden çoğu buyurdu ki, ibâdetler on kısımdır: Dokuz kısmı helâl kazanmaktır. Bir kısmı da bildiğimiz bütün ibâdetlerdir. O halde, müminler helâl kazanmağa çalışmalıdır. Haramdan ve şüphelilerden kaçınmalıdır. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki: "Allahü teâlâ güzeldir. Yalnız güzel yapılan ibâdetleri kabûl eder. Allahü teâlâ, Peygamberlerine emrettiğini, müminlere de emretti ve buyurdu ki: Ey Peygamberlerim! Helâl yiyiniz ve sâlih, iyi işler yapınız! Müminlere de emir etti ki, ey iman edenler! Sizlere verdiğim rızklardan helâl olanları yiyiniz!". Resûl "aleyhisselâm" sözüne devam ederek buyurdu ki: "Uzak yoldan gelmiş, saçı sakalı dağılmış, yüzü gözü toz içinde bir kimse, ellerini açıp duâ ediyor. "Yâ Rabbî!" diye yalvarıyor. Hâlbuki yediği haram, içtiği haram, gıdası hep haram. Bunun duâsı nasıl kabûl olur?" Yani haram yiyenin duâsı kabul olmaz buyurdu. İşte haramı, helâli, şüphelileri ve fâizi bilmiyen, bunları birbirinden ayıramıyan, haramdan kurtulamayıp, ibâdetleri boşuna gider. Ticaret, malı artırır. Fakat, rızkı artırmaz. Rızk, mukadderdir. Rızk, maaşa, mala, çalışmağa bağlı değildir. Böyle olmakla berâber, çalışmak lâzımdır. Çünkü, rızk, sebepler altında tecellî eder. Âdet-i ilâhiyye böyledir. Fakat, bazan sebeb elde edilir de, iş hâsıl olmıyabilir. Yahut, sebebsiz de, hâsıl olabilir. Abdullah bin Mes'ûd "radıyallahü anh" buyuruyor ki: Alış veriş, yani ticaret ilmini bilmiyen fâiz yer. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Bile bile bir dirhem gümüş değerinde fâiz yemek, otuz zinâdan daha çok günahdır." Mal müminin yardımcısıdır. Çalışınız, helâl kazanınız! Öyle bir zamanda bulunuyorsunuz ki, muhtaç olursanız, dîninizi verip alırsınız. Dîni verip de yememek için, alın teri ile yemelidir. Hadis-i şerifte, "Elinin emeği, alnının teri ile ye, dînini satıp yeme!" buyuruldu. Bir hadis-i şerifte, "Helâle, harama dikkat ederek çalışıp kazanan kimseyi, Allahü teâlâ çok sever". Bir hadis-i şerifte, "Bir dirhem gümüş kıymetinde haram alan kimseyi, yirmibeşbin sene Cehennemde bırakacaklardır" buyuruldu.
.
Haram, kalbi karartır
9 Şubat 2003 01:00
İbrâhîm Edhem hazretlerine, falanca yerde bir genç var. Gece gündüz ibâdet ediyor. Vecde gelip kendinden geçiyor, dediler. Gencin yanına gidip, üç gün misâfir kaldı. Dikkat etti, söylediklerinden daha çok şeyler gördü. Kendinin soğuk, hâlsiz, habersiz, gencin ise, böyle uykusuz ve gayretli hâline şaşıp kaldı. Genci, şeytân aldatmış mıdır, yoksa hâlis ve doğru mudur anlamak istiyordu. Yediğine dikkat etti. Lokması helâlden değildi. (Allahü ekber! Bu hâlleri hep şeytândandır) deyip, genci evine davet etti. Kendi lokmalarından bir tâne yedirince, gencin hâli değişip, o aşkı, o arzûsu, o gayreti kalmadı. Genç, İbrâhîm Edhem'e (Bana ne yaptın?) deyince, (Lokmaların helâlden değildi. Yemek yerken, şeytân da midene giriyordu. O hâller, şeytândan oluyordu. Helâl yiyince şeytân giremedi. Asıl, doğru hâlin meydana çıktı) dedi. Haram yemek, kalbi karartır, hasta eder. Aynı kitapda Zünnûn-i Mısrî hazretleri buyuruyor ki: Kalbin kararmasının dört alâmeti vardır: 1- İbâdetin tadını duymaz. 2- Allah korkusu, hâtırına gelmez. 3- Gördüklerinden ibret almaz. 4- Okuduklarını, öğrendiklerini anlamaz, kavrıyamaz. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki, "Bir zaman gelecek ki, insanlar, yalnız malın, paranın gelmesini düşünüp, helâlini, haramını düşünmeyecekler." O halde, bir Müslüman, her aldığını, helâl mi, haram mı düşünmeli, haram ise almamalıdır. Aldığı şeyde hakkı olanlara vermeği, fakirlere, garîblere yardım etmeği düşünmelidir. Çünkü, insanların iyisi, insanlara iyilik edendir. İnsanların kötüsü, insanlara kötülük edendir. İnsan, kazandığına kanâat etmeli, Allahü teâlânın taksîmine râzı olmalıdır. "Kanâat eden doyar" buyuruldu. Allahü teâlâ, beş şeyi, beş şey içine koymuştur. Bu beş şeyi alan, içindekine kavuşur: İzzeti, şerefi, ibâdete; zilleti, sefâleti, günaha; ilmi, hikmeti, çok yememeğe; heybeti, itibârı, gece namaz kılmağa; zenginliği, kimseye muhtac olmamağı da, kanaate tâbi kılmıştır. Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki: "İnsanın yediklerinin en hayırlısı, iyisi, bileği ile kazanıp yediğidir. Allahü teâlânın Peygamberi Dâvud "aleyhisselâm" elinin emeği ile kazanıp yerdi".
.
Helâl yemenin önemi
10 Şubat 2003 01:00
Ebû Süleymân-ı Dârânî hazretleri buyurdu ki: Helâlden bir lokma az yemeği, akşamdan sabaha kadar namaz kılmaktan daha çok severim. Çünkü, mide dolu olunca, kalbe gaflet basar. İnsan Rabbini unutur. Helâlin fazlası böyle yaparsa, mideyi haram ile dolduranların hâli acabâ nasıl olur? Sehl bin Abdüllah-i Tüsterî buyuruyor ki: Yolumuzun esâsı üç şeydir: Helâl yemek, ahlâk ve amelde Resûl aleyhisselâma tâbi olmak ve (ihlâs) yani her işi, yalnız Allah rızâsı için yapmaktır. İbrâhîm Edhem buyurdu ki: Temiz ve helâl ye de, ister sabaha kadar ibâdet et, ister uyu ve ister, her gün oruç tut, ister tutma! İmam-ı Gazali buyuruyor ki: Bu dünya, âhıret yolcularının bir konak yeridir. İnsana burada yiyecek ve giyecek lâzımdır. Bunlar ise çalışmadan ele geçmez. Her ân mal kazanmak için uğraşan aldanmıştır. Hem âhıret için hazırlanmalı, hem de dünya ihtiyaçlarını kazanmalıdır. Fakat, bunları da, âhıret yolculuğunda lâzım olduğunu düşünerek kazanmalıdır. Kendinin ve çoluk çocuğunun ihtiyaçlarını helâlden kazanmak, kimseye muhtaç kalmamak, cihâd etmektir. Birçok ibâdetlerden daha sevaptır. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", bir sabâh, Eshâbı ile konuşurken, kuvvetli bir genç, erkenden dükkânına doğru geçti. Bazıları, 'erkenden dünyalık kazanmağa gideceğine, buraya gelip birkaç şey öğrenseydi iyi olurdu' deyince, Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", "Öyle söylemeyiniz! Eğer kimseye muhtaç olmamak ve ana, baba, çoluk çocuğunu da muhtaç etmemek için gidiyorsa, her adımı ibâdettir. Eğer, herkese öğünmek, keyf sürmek niyetinde ise, şeytânla berâberdir" buyurdu. Bununla ilgili diğer hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki: "Bir Müslüman, helâl kazanıp, kimseye muhtaç olmaz ve komşularına, akrabâsına yardım ederse, kıyâmet günü, ayın ondördü gibi parlak, nûrlu olacaktır". "Doğru olan tüccar, kıyâmette sıddîklarla ve şehîdlerle berâber olacaktır"."Allahü teâlâ, san'at sâhibi mümini sever"."En helâl şey, sanat sâhibinin kazandığıdır". "Ticaret yapınız! Rızkın onda dokuzu ticarettedir"."Kendini başkasından sadaka istiyecek hâle düşüreni, Allahü teâlâ yetmiş şeye muhtaç eder." İslamiyet ticarete, sanata, ferdin üretim kapasitesinin genişlemesine, ekonomik sahada ilerlememizi emreder.
.
"Kardeşinin yaptığı daha kıymetli!"
11 Şubat 2003 01:00
Hazret-i Îsâ birine, "Ne iş yapıyorsun?" dedi. İbâdetle vakit geçiriyorum deyince, "Nereden yiyip geçiniyorsun?" diye sordu. Her şeyimi kardeşim veriyor, deyince, "O halde, kardeşin senden daha kıymetli ibâdet yapmaktadır" buyurdu. Hz. Ömer buyuruyor ki: "Çalışınız, kazanınız, Allahü teâlâ rızkımı çalışmadan gönderir, demeyiniz! Allahü teâlâ, gökden para yağdırmaz." Hz. Lokman Hakîm, oğluna nasîhat verirken, "Çalış, kazan! Çalışmayıp, herkese muhtac kalanların dîni ve aklı noksan olur ve iyilik etmekten mahrûm kalır ve herkesden hakâret görür" buyurdu. Büyüklerden birine sordular ki, "Özü sözü doğru olan tüccar mı, yoksa geceleri namaz kılan, gündüzleri oruç tutan âbid mi yüksektir?" "Emîn olan tüccar daha kıymetlidir. Çünkü, şeytânla her saat cihâd etmektedir. Şeytân, alışta, verişte, tartmada onu aldatmağa uğraşmakta, o ise Allahü teâlânın emrini, rızâsını gözetmektedir" dedi. Hz. Ömer buyuruyor ki: "Alış veriş ederken, helâl kazanırken cân vermeği, başka şekilde ölmekden daha çok severim." İmâm-ı Ahmed ibni Hanbel'den sordular ki; "Her gün sabâhtan akşama kadar câmide ibâdet edip Allahü teâlâ, benim rızkımı nereden olsa gönderir diyen bir kimse nasıl bir adamdır?" Cevâbında buyurdu ki: "Bu kimse câhildir. İslamiyetten haberi yoktur. Çünkü, Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki: "Allahü teâlâ benim rızkımı, süngümün ucuna koymuştur." Yani rızkım, islâm dînine ve Müslümanlara saldıran kâfirlerle harb etmekle gelmektedir. İmâm-ı Evzâî, İbrâhîm Edhem'i gördü ki, sırtında bir yığın odun götürüyor. "Niçin bu kadar sıkıntı çekiyorsun? Kardeşlerin, seni hiçbir şeye muhtac bırakmıyor" dedi. İbrâhîm Edhem de şöyle cevap verdu: "Öyle söyleme, hadis-i şerifte buyuruldu ki; "Helâl kazanmak için sıkıntı çekenlere Cennet vâcib olur." Bununla ilgili diğer hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki: "Helâl kazanmak için yorulup, evine dönen kimse, günahsız olarak yatar. Allahü teâlânın sevdiği kimse olarak kalkar." "Allahü teâlâ buyuruyor ki; haramdan kaçınanlara hesap sormağa utanırım." "Bir dirhem fâiz almak ve vermek, otuz zinâdan daha günahtır." "Haram maldan verilen sadaka kabûl edilmez. Saklanırsa, Cehenneme gidinceye kadar, ona yolluk olur."
.
Fakirlik mi zenginlik mi?..
12 Şubat 2003 01:00
İslâm âlimlerinin ve Allah dostlarının büyüklerinden Abdullah Dehlevî hazretleri buyuruyor ki: Çoluk çocuğunun ihtiyaclarını temin için ve fukarâya yardım ve İslamiyete hizmet için, çalışıp helâl mal kazanmak, çok iyidir. Süleymân aleyhisselâm ve emîr-ül-müminîn Osmân ve Abdürrahmân bin Avf ve Eshâb-ı kirâmdan bazıları çok zengin idiler. Bu zenginlikleri, Allahü teâlâ indindeki derecelerinin azalmasına sebeb olmadı. 'Fukarâ-yı sâbirîn ve agniyâyı şâkirînden' yani fakirlik mi zenginlik mi hangisinin efdal olduğu ihtilâflıdır. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" fakirliği ihtiyâr etmişti. "Rabbim, beni doyuruyor, içiriyor" buyururdu. Fakirlik, ibâdete ve hizmete mani olursa, tâat yapmağa kuvvet hâsıl etmek için, zengin olmak efdaldir. Böyle zenginlik büyük nimettir. Allahü teâlâ, bu nimeti dilediğine ihsân eder. Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki: "Bana, tüccar ol, mal topla diye emir olunmadı. Fakat, Rabbini tesbîh et ve ona secde et. Rabbine ölünceye kadar ibâdet et! diye emir olundu." Bu hadis-i şerif, ibâdetin, mal kazanmaktan daha iyi olduğunu göstermez. Çünkü, kendinin ve çoluk çocuğunun ihtiyaçlarına mâlik olan zengin bir kimsenin, vakitlerini ibâdetle geçirmesi, para kazanmaktan daha sevaptır. İhtiyacı olmıyanların mal kazanmak için uğraşması sevap değildir. Hatta kalbini dünyaya bağlamak olur. Dünyaya bağlamak ise, bütün günahların başıdır. Malı olmıyan, fakat, vazîfe görüp maaş alanların da, mal kazanmak için ayrıca uğraşmaması daha iyidir. Meselâ ilim adamlarının, millete ilim öğretmesi, yani din âlimlerinin, tabîblik, hâkimlik, gibi her türlü faydalı ilimleri bilenlerin ve tesavvuf büyüklerinin, yani kalb gözü açılmış olanların ihtiyaçları, hükûmetçe veya hayır müesseseleri ve hayır sâhibleri tarafından istenmeden veriliyorsa, bunların halkı irşâd etmeleri, onlara yardım etmeleri, mal kazanmaktan daha sevaptır. Fakat, zaman değişir, bunlara, istemeden, boyun bükmeden birşey verilmez olursa, bunların da çalışarak kazanması daha iyi olur. Çünkü, istemek haramdır. Ancak zaruret hâlinde mubah olabilir. Mal kazanırken helâle, harama dikkat edenin, yani Allahü teâlâyı unutmıyanın, helal kazanması daha iyidir. Çünkü bütün ibâdetlerin rûhu, özü, Allahü teâlâyı hâtırlamaktır.
.
İnsanların en faydalısı
13 Şubat 2003 01:00
İnsanın kendine, evlâdına ve ıyâline ve borçlarını ödemeğe lâzım olanları helaldan kazanması farzdır. Bunun için çalışan sevap kazanır. Özürsüz terk edene azâb yapılacaktır. Kendilerine nafaka verilmesi vâcib olanlara "Iyâl" denir. Borç ödemek farzdır. Ödeyemeden vefât edenin, ödemek niyeti varsa, günahı olmaz. Hadis-i şerifte, "Beş vakit namazı kıldıkdan sonra, çalışıp helâl kazanmak, her Müslümana farzdır" buyuruldu. Peygamberlerin "aleyhimüsselâm" hepsi, çalışıp kazanmışlardır. Çalışmayıp, câmide oturarak, Allaha tevekkül ediyorum diyene inanmamalıdır. Bu, çalışmayı terk ettiği için, günah işlemektedir. Sâlih değil, fâsıktır. Bunun kalbi, Allahü teâlâya değil, kulların mallarına bağlıdır. Önce sebebe yapışmak, sonra bu sebebin tesîrini Allahü teâlâdan beklemek emir olundu. Muhtac olduğu malı kazandıkdan sonra, fazla çalışmayıp, ibâdet etmek câizdir. Bunun için, çalışmayıp ibâdet edene sû-i zan etmemeli ve kötü bilmemelidir. İkisi de haramdır. İhtiyaçtan fazla çalışıp, kazandıklarını, senelerce saklamak mubahdır. Saklamayıp hayra, hasenâta sarf etmek müstehabdır. Nâfile ibâdetlerden daha sevapdır. Hadis-i şerifte, "İnsanların iyisi, insanlara faydası olanlardır" buyuruldu. Öğünmek için, kibirlenmek için, ihtiyacdan fazla kazanmak haramdır. Görülüyor ki, çoluk çocuğunun nafakalarını ve borçlarını ödemek için çalışıp, helâl kazanmak, nâfile ibâdetleri yapmakdan katkat daha sevaptır. Hadis-i şerifte, "Eshâbım için fakirlik saadettir. Âhir zamandaki ümmetim için, zenginlik saadettir" buyuruldu. Zaruret olmadan birşey istemek haram olduğu gibi, ücretsiz olarak başkasına iş gördürmek de haramdır. Başkasının çocuğuna iş gördürmek ise, daha büyük günahdır. Hz. Abdullah ibni Abbâs diyor ki: Çocuklarla oynuyordum. Ansızın Resûlullah geldi. Kapı arkasına saklandım. Yanıma gelip, avucu ile sırtımı okşadı. "Git bana Muâviye'yi çağır" buyurdu. Bu hadis-i şerife göre, çocukların, haram olmıyan oyunları oynaması ve çocuğa birisini çağırmak için güvenilmesi ve ufak işlerin yaptırılması câizdir. Kendi küçük oğlunu ve kızını ve torunlarını bir işte kullanmak, fakir olana veya çocuğu yetişdirmek için olursa câizdir. Çocuğun, babasına hizmet etmesi vâcibdir
.
Zulüm payidar olmaz!
14 Şubat 2003 01:00
Bir devlet, bir imparatorluk ne kadar güçlü olursa olsun, güçsüzlere adalet ile hareket etmezse, ayakta kalması fazla sürmez. Çünkü zulüm payidar olmaz! Osmanlının altı asır dimdik ayakta kalmasının esas sebebi budur. Osmanlı, barışta olsun savaşta olsun herkese adalet ile davranmışlardır. Bununla ilgili tarih kitaplarında binlerce olay, anekdot vardır. Bugün size kısa bir anekdot sunmak istiyorum: Avrupa Hıristiyanları, Papa'nın kışkırtması ile bir araya gelip, Osmanlı topraklarına saldırınca, Kânûnî Sultan Süleyman Hân ordusuyla sefere çıktı. Târihe şân veren ordu, ağır ağır hedefe doğru ilerliyordu. Yol dar olduğundan, ordu mecbûren bağların içinden geçiyordu. Hava çok sıcak idi. Asker susuzluktan kıvranıyordu. Çok güzel üzümleri bulunan, bir bağdan geçerken, askerin biri dayanamayıp, bağdan bir salkım üzüm kopardı. Yiyerek biraz olsun susuzluğunu giderdi. Sonra da, asmanın dalına, yediği üzümün çok üzerinde bir para bağlıyarak, yoluna devam etti. Çok geçmeden mola verildi. Askerler, kan ter içinde bir köylünün koşarak geldiğini gördü. Hıristiyan köylü ısrarla Pâdişâh ile görüşmek istiyordu. Köylüyü Kânûnî'nin huzûruna götürdüler. Kânûnî sordu,"Nedir bu hâlin, kan-ter içinde kalmışsın? Bir sıkıntın mı var?" Köylü rahat, kendinden emin bir şekilde, "Askerler, bağımın içinden geçerken..." daha sözünü tamamlamadan, Padişah sordu: "Yoksa bağına bir zarar mı vermişler?" "Hayır bağıma bir zarar vermemişler. Ben şikâyet için değil memnûniyetimi bildirmek için geldim. Ayrıca sizi tebrîk etmeğe geldim. Böyle bir askeri, böyle bir komutanı tebrîk etmemek insâfsızlık olur." Padişah merak edip sordu: "Askerlerim, sizi memnûn edecek ne yapmışlar?" "Askerleriniz bağdan geçtikten sonra, asmanın dalında bağlı bir çıkı gördüm. İçini açtığımda, para vardı. Dikkatli baktığımda, bir salkım üzümün koparıldığını gördüm. Anladım ki koparılan üzümün parası olarak bırakılmış. Sizde böyle güzel ahlâklı asker olduğu müddetçe sırtınız yere gelmez." Kânûnî, derhâl o askerin bulunmasını emretti. Orduda, tellâllar bağırtılarak, asker aranmaya başlandı. Hıristiyan köylü, bu askere ne gibi mükâfât verecek diye merakla beklemeye başladı. Nihâyet asker bulunup, Kânûnî'nin huzûruna getirildi. Kânûnî: "Niçin izinsiz iş yaparsın? Parası verilmiş olsa bile, sâhibinden habersiz, mal almanın câiz olmadığını bilmiyor musun" diye askeri azarladı. Sonra da: "Bu asker derhâl ordudan uzaklaştırılsın, diye emir verdi. Hıristiyan köylü heyecanla Kânûnî'ye sordu: "Ben bu askerin mükâfâtlandırılması için gelmiştim, fakat siz onu cezâlandırdınız." "Kursağında, harâm lokma bulunan bir askerle zafer kazanılmaz. Bunun için ordudan attım. Eğer aldığı üzümün parasını bırakmamış olsaydı, zâlimlerden olurdu. İşte o zaman cezası daha ağır olurdu." Aynı ordu, Belgrat yakınlarında, yine mola vermişti. Askerler, susuzluklarını gidermek, abdest almak için çeşme arıyorlardı. Bir manastırın yakınında bir çeşme bulup, su ihtiyâçlarını giderirken, manastırdaki râhib, birkaç râhibeyi iyice süsleyip, çeşmenin başına gönderdi. Kadınların geldiğini gören askerler, bırakın sarkıntılık etmeyi hemen çeşmenin başından çekilip, sırtlarını döndüler, süslü kadınlara yan gözle bile bakmadılar. Bu durumu uzaktan ibretle seyreden, râhib, hemen eline kâğıt-kalem alıp, Haçlı kumandanına olup biteni yazdı. Mektubun sonuna da şu kanaatini belirtti: Ey Haçlı kumandanları! Osmanlılarda bu ahlak varken netice almanız mümkün değildir. Siz onlardaki bu özellikleri ortadan kaldırmadan, onlarla savaşırsanız, canlarınızdan ve mallarınızdan mahrûm kalacağınız açıktır. Kendinizi ölüme atmayınız!
.
Helâl kazanmak farzdır...
14 Şubat 2003 01:00
Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki, "Helâl kazanmak her Müslümana farzdır". Helâl kazanabilmek için, önce helâli öğrenmek lâzımdır. Helâl ve haram meydandadır. İkisi arasında şüpheli olanları tanımak güçtür. Şüphelilerden sakınmıyan, harama düşer. Bunu tanıtmak geniş bir ilimdir. Müminûn sûresi, elliikinci âyetinde meâlen, "Ey Peygamberlerim. Helâl ve temiz yiyiniz ve bana lâyık ibâdetler yapınız!" buyuruldu. Resûlullah efendimiz bunun için, "Bir kimse, hiç haram karıştırmadan, kırk gün helâl yerse, Allahü teâlâ, onun kalbini nûr ile doldurur. Kalbine, nehirler gibi hikmet akıtır. Dünya muhabbetini, kalbinden giderir". Dünyalık kazanmak için çalışmak günah değildir. Dünyalık sevgisi, dünyaya gönül bağlamak günahdır. Sa'd bin Ebî Vakkâs "radıyallahü anh" dedi ki: "Yâ Resûlallah, Duâ buyur da, Allahü teâlâ, benim her duâmı kabul etsin!" Cevâbında buyurdular ki: "Duânızın kabûl olması için, helâl lokma yiyiniz!" Bununla ilgili diğer hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Çok kimse vardır ki, yedikleri ve giydikleri haramdır. Sonra ellerini kaldırıp duâ ederler. Böyle duâ, nasıl kabûl olunur?" "Haram yiyenlerin ne farzları, ne de sünnetleri kabûl olmaz" (Yani sevabına kavuşamazlar.) "On liralık elbisenin, bir lirası haram olsa, o elbise ile kılınan namazlar kabûl olmaz". "Haram ile beslenen vücûdun ateşte yanması daha iyidir" "Malın helâlden mi, haramdan mı geldiğini düşünmeyenler, Cehenneme, neresinden atılırsa atılsınlar, Allahü teâlâ, onlara acımıyacaktır". "İbâdet on kısımdır, dokuz kısmı, helâl kazanmaktır." Hz. Ebû Bekir, hizmetçisinin getirdiği sütü içti. Sonra helâlden olmadığını anlayınca, parmağını boğazına sokarak kay etti. O kadar zahmetle çıkardı ki, ölüyor sandılar. Sonra; "Yâ Rabbî! Elimden geleni yaptım. Midemde ve damarlarımda kalan zerrelerden sana sığınırım!" diye yalvardı. Hz. Ömer de, Beyt-ülmâla âid zekât develerinin sütünden, yanlışlıkla verilip içtiği zaman, böyle yapmıştı. Abdullah bin Ömer buyurdu ki: "Kambur oluncıya kadar namaz kılsanız ve kıl gibi oluncaya kadar oruç tutsanız, haramdan kaçınmadıkça, kabul edilmez, faydası olmaz." Süfyân-ı Sevrî buyuruyor ki: "Haram para ile sadaka veren, câmi yaptıran, hayrât yapan kimse, kirlenmiş elbiseyi idrâr ile yıkayan kimseye benzer ki, daha çok pislenir.
.
Kaleyi içeriden fethetmek
15 Şubat 2003 01:00
Osmanlıların; türlü türlü kanı taşıyan, türlü dil konuşan, başka başka âdet ve ananelere bağlı olan milyonlarca insanı, aralarındaki farkları bıraktırarak, bir inanç veya fikir etrafında toplayıp, muazzam bir imparatorluk kurduklarını biliyoruz. Bu nasıl sağlanmıştı? Osmanlıların bu başarısı yalnızca askerî değildi. Yanî kaba kuvvete dayanmıyordu. Askerî yöntem Osmanlıların başvurdukları en son çâre idi. Öyleyse, onları mefkûrelerine ulaştıran ve uzun ömürlü kılan esas sebepler nelerdi? Bu başarıyı kazanmakta nasıl ve hangi metodları kullanmışlardı? Başarılı olmalarını sağlayan birçok metodları vardı. Bu metodlardan biri, belki de en önemlisi örnek bir hayat sunmalarıdır. Mesela, fetihten sonra Anadolu'da yerli halka, gerek inançları ve töreleri, gerekse daha geniş ifâdesi ile kültürleri üzerinde herhangi bir baskı, zulüm uygulanmamıştır. Avrupa ortaçağında görülen engizisyonlar ve benzeri uygulamalar, İslam âleminin hiçbir devrinde görülmediği gibi, Osmanlılarda da ne devlet ve ne de diğer ileri gelenlerce veya belli bazı teşkilatlarca bilinen ve uygulanan şeyler değildi. Aksine tam bir inanç hürriyeti hâkimdi. Çünkü, İslamiyetin, "Dinde zorlama yoktur" prensibine Osmanlılar sâdık kalıyorlardı. Kimse Müslüman olmaya zorlanmıyordu. Yaptıkları tek şey; yerli halk arasına Müslüman Türklerin getirilerek yerleştirilmesi, kendi inançlarının gereğini en arı ve duru hâliyle yaşamak suretiyle onlara bir alternatif sunmaları idi. Bu şekilde, yerli halk, kendi hayat tarzları ile Müslüman Türklerin hayat tarzlarını görüp, mukayese yapabilme fırsatına sahip kılınmış oluyorlardı. Bu gâye ile Yıldırım Bayezid, İstanbul'u muhasara ettikten bir müddet sonra Timur Han ile araları açılınca, muhasarayı kaldırmak için Bizans ile anlaşırken koydurduğu anlaşma maddelerinden birisinin gereği olarak İstanbul'un Sirkeci kesiminde, Taraklı, Göynük ve Karadeniz sahillerinden 700 hanelik bir Müslüman-Türk mahallesi kurdurmuştur. Bu tür faaliyetlerin asıl maksadı İslam ahlâkını gayri müslimlere tanıtmaktır. Bu tanıtma faaliyetlerine baskı denilemeyeceği gibi, propaganda demek bile güçtür. Çünkü, hiçbir propaganda ve hiçbir reklam gerçeğin yüzde yüz ifâdesi değildir. Bu örnek yaşayış ise gerçeği aynen yansıtmaktır. Osmanlıların ilk dönemlerindeki kültürel tanıtım faaliyetlerinde ve bilhassa iskân edilen nüfus içerisinde gönüllü olarak yer alan, yahut da başka uç bölgelerine kendiliklerinden giderek yerleşen, tekke ve tasavvuf mensuplarının da önemli payları olmuştur. Sadece Anadolu'nun değil, birçok ülkenin fethinde, tasavvufun güzel ahlâkı ile bezenmiş kimselerin büyük rolü olmuştur. Resûlullah efendimiz, Hudeybiye anlaşmasını, bütün olumsuz maddelerine rağmen, bir maddesi için kabûl etmişti. Bu madde, Müslümanların müşriklerle rahatça görüşebilmelerini sağlamaktaydı. Bu görüşmeler ile birçok müşrik Müslüman olmuştu. Bir şeye inandırmanın en kolay, en sağlam yolu, görerek yaşıyarak örnek olmaktan geçer. Meselâ eskiden "Alperen" denilen kimseler vardı. Anadolu'nun alınmasında bu Alperenlerin büyük rolü olmuştu. Bunlar içerden, Anadolu'yu fethe hazır hâle getirmişlerdi. Bunun için, Türkler Anadolu'ya girince, halktan ciddi bir tepki bile görmemişlerdir. Bunların her biri, tasavvuf büyüklerinin sohbetlerinde, dergâhlarda yetişmiş kimselerdi. Dînimizin güzel ahlâkı ile bezenmişlerdi. Hâl ile, söz ile, yaşayış ile örnek kimselerdi. İslamiyeti yaymak için kendilerini adamışlardı. Eshâb-ı kirâm gibi geri dönmemek üzere çeşitli memleketlere dağılmışlar, oralar da İslamiyeti tanıtmakla ömürlerini tamamlamışlardı. Tâ Semerkant'tan, Buhara'dan kalkıp Anadolu'ya, Rum diyârına gelmişlerdi. Bugün dünyanın en ücra köşesinde Müslüman varsa bunun sebebi bu eşsiz fedakârlıklardır
.
Hakîkî imana kavuşmak için
15 Şubat 2003 01:00
Sehl bin Abdüllah-i Tüsterî buyuruyor ki; "Hakîkî imana kavuşmak için, dört şey lâzımdır: Bütün farzları edeble yapmak, helâl yemek, görünen ve görünmeyen bütün haramlardan sakınmak ve bu üçüne, ölünceye kadar devam etmeğe sabretmek. Veheb ibni Verd hazretleri, nereden geldiğini anlamadan birşey yemezdi. Bir gün annesi, buna bir bardak süt vermişti. Sütü nereden aldığını ve parasını nereden verdiğini ve kimden aldığını sordu. Hepsini anlayınca, bu koyun nerede otlamış dedi. Müslümanların hakkı bulunan bir yerde otlamıştı. Sütü içmedi. Annesi, "Oğlum! Allah sana rahmet etsin, iç!" dedi. "Ona günah işlemekle rahmetine kavuşmak istemem" dedi ve içmedi. Bişr-i Hâfî'ye "kuddise sirruh", ne yiyip, nereden geçiniyorsun? dediklerinde, "Herkesin yediği yerden. Ama, yiyip de gülen ile, yiyip de ağlıyan arasında çok fark vardır" buyurdu Yahyâ bin Mu'az buyuruyor ki: "Allahü teâlâya itâ'at etmek, bir hazîneye benzer. Bu hazînenin anahtarı duâ, anahtarın dişleri de helâl lokmadır." Haram yiyenlerin yedi azâsı, istese de, istemese de günah işler. Helâl yiyenlerin azâsı, ibâdet eder. Hayır işlemesi kolay ve tatlı gelir". İslam büyükleri, "Kırk gün şüpheli lokma yiyenin kalbi kararır ve lekelenir" buyurmuşlardır. Abdüllah ibni Mübârek buyuruyor ki: "Şübheli olan bir kuruşu sâhibine geri vermeği, bin lira sadaka vermekten daha çok severim." Helâlin ve haramın dereceleri vardır. Bazı şey helâldir, bazısı helâl ve güzeldir. Bazısı da daha güzeldir. Haramların da bazısı çok fenâ, bir kısmı ise az fenâdır. İslamiyetin haram dediği şeylerden kaçınmak, en aşağı derecedir. Meselâ, birinin malını, fâsid satış ile, gönül rızâsı ile satın almak haramdır. Fakat, zorla gasb etmek, daha haramdır. Yetîmden, fakirden almak ise, daha şiddetli haramdır. Fâiz ile satın almak, hepsinden ziyade haramdır. Haramın şiddeti ne kadar fazla ise, cezâsı da, o kadar çok olur. Nitekim, şeker hastasına bal zarar verir. Fakat şeker daha çok zararlıdır. Şekeri çok yemek, az yemekden daha zararlıdır. Helâllerin, haramların hepsini, fıkıh okuyanlar bilir. Herkesin kendisine lazım olduğu kadarnı ilmihal kitaplarından alışveriş ilimlerini öğrenmesi lâzımdır
.
Haramlardan korkmak
16 Şubat 2003 01:00
İslam büyükleri haramlardan çok korkarlardı. Bunun için, haram ve şüpheli olmayıp, helâl olup, fakat şübheli veya harama sebep olmak korkusu olan şeylerden de sakınmışlardır. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki: "Bir kimse, tehlikeli olan şeyin korkusundan dolayı, tehlükesiz şeyden sakınmadıkca, müttekî olamaz!" Hz. Ömer buyurdu ki: "Bizler harama düşmek korkusu ile, helâllerin onda dokuzundan kaçındık". Bunun içindir ki, yüz dirhem gümüş alacağı olan bir kimse, doksandokuz dirhem alırdı. Ağır gelmek korkusundan, tamamını alamazdı. Hz. Hasan, çocuk iken zekât malından ağzına bir hurma koymuştu. Resûlullah efendimiz, "Pis pis, onu at!" buyurmuştu. Halîfe Ömer bin Abdül'azîz'in yanına ganimet eşyasından misk getirdiler. Burnunu tıkadı. Bunun fâidesi kokusudur. Bu ise, Müslümanların hakkıdır dedi. Büyüklerden biri, bir gece, bir hastanın başında bekliyordu. Hasta ölünce kandili söndürdü. Kandilin yağı, şimdi vârislerin hakkı oldu dedi. Hz. Ömer, ganîmet malından bir parça miski evine bırakmıştı. Bir gün eve gelince, âilesinin baş örtüsünden misk kokusu duydu ve sordu. Miski yerine koyuyordum, elim koktu. Elimi baş örtüme sürdüm deyince, Hz. Ömer, baş örtüsünü alıp iyice yıkadı, kokusu kalmayınca geri verdi. Bunun zararı yok idi. Fakat, âdet olmasını önlemek istedi. Haram korkusu ile helâli terk ederek, müttekîler sevabına kavuşmak istedi. Ahmed bin Hanbelden sordular ki, hadis-i şerif yazılı bir kâğıt bulan kimse, sâhibine sormadan, bunun kopyasını alabilir mi? Hayır dedi. İnsan, mubah olan dünya işlerine çok dalarsa, şübheli olanları yapmağa başlar. Belki, helâlden çok yiyen, müttekîlerin derecesine eremez. Çünkü, mide helâl ile dolunca, şehvet harekete gelir. Câiz olmıyan şeyler yapılabilir. Kadınlara, kızlara bakmak tehlikesi baş gösterir. Zenginlere, mal, mülk, mevkı' sâhiplerine imrenerek bakmak da, dünya hırsını arttırır. Onlar gibi olmak ister. Haram toplamağa başlar. Bunun içindir ki, Resûlullah, "Dünyaya gönül bağlamak, günahların başıdır" buyurdu. Yani mubah olan şeylere düşkün olmak, kalbi dünyaya çevirir. Çok mal toplamak ister. Bunu da, günah işlemeden yapamaz. Mal toplamağı düşündükçe, Allahü teâlâyı unutmağa başlar.
.
Bütün günahların başı; gaflet
17 Şubat 2003 01:00
Bütün kötülüklerin başı, kalbin Allahü teâlâdan gâfil olmasıdır. Süfyân-ı Sevrî hazretleri, birisi ile birlikte evin kapısında duruyordu. Önlerinden, süslenmiş bir adam geçti. Arkadaşı, bu adama bakarken, Süfyân mani olup, "eğer sizler bakmamış olsanız, böyle israf yapmaz idi. Bunun israf günahına, siz de ortak oluyorsunuz" buyurdu. Sıddîklar, harama sebep olmak korkusu bulunmıyan helâllerden de sakınır. Bunları meydana getiren sebeblerden birine haram karışmış olmasından çekinirler. Meselâ, Bişr-i Hâfî, zalim sultânların veya adamlarının yaptırdığı çeşmelerden su içmezdi. Bazıları, hacca giderken, sultânların yapdırdığı su kanallarından sulanmış bağların üzümlerini yemezdi. Birinin yolda, na'lını kopmuştu. Sultân geçiyordu. Gece, onun ışığı ile, na'lınını bağlamadı. Bir gece, bir kadın iplik eğiriyordu. Sultân geçti. İpliğini sultân ışığı ile bükmemek için, o geçinceye kadar işlemedi. Zünnûn-i Mısrî'yi hapsetmişlerdi. Günlerce aç kalmıştı. Bir kadın, iplik parası ile hâzırladığı yemekten gönderdi. Yemedi. Kadın işitince, üzüldü. Helâl para ile yapdığımı biliyorsun, niçin yimedin dedi. Evet yemek helâl idi. Fakat, zâlimin tabağı içinde getirdiler buyurdu. Yemeği zindâncıların tabağında getirmişlerdi. Zâlimden kaçınmak lâzımdır. Zâlim, başkasının hakkını kullanandır. Haram yemektedir. Fakat, fasık günahkar böyle değildir. Meselâ zinâ yapan kimsenin kazancı zinâdan değildir ki, haram olsun. Haramdan sakınmak vera'dır. Yoksa çamaşır yıkarken, su kullanırken, acaba temiz mi diye vesvese etmek, vera' değildir. Sıddîklar, böyle vesvese yapmazdı. Her buldukları su ile abdest alırlardı. Elbisenin, suyun temizliğinde vesvese etmek, gösteriş yapmağa yaklaşır ve nefsin hoşuna gider. Yahyâ bin Mu'âz ilâç içmişti. Hanımı, odada biraz dolaş dedi. Gezmeğe bir sebep göremiyorum. Otuz senedir hesâb ediyorum. Allah rızâsı için olmıyan bir harekette bulunmadım, dedi. Bunlar, din için niyet etmedikçe hareket etmezler. Yemeleri, ibâdete lâzım olan aklı ve kuvveti bulmaları niyeti iledir. Her sözleri, Allah içindir. Başka niyetleri haram bilirler. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "İnsanların en kötüsü, köşkler, çeşitli yemekler, renkli elbiseler içinde, boş oturup, herkese hoş gelen, lüzûmsuz sözlerle vakit geçirenlerdir."
.
"Helâl olduğunu bildiğinizi yiyiniz!"
18 Şubat 2003 01:00
Çok kimseler, dünya malını, hep haram sanır. Bazısı da, dünyadaki şeylerden çoğu haramdır der. Burada, insanlar üç türlüdür: Bir kısmı ileri gidip, yalnız meyve, balık, av eti gibi şübheli olmıyan şeyleri yeriz der. Bir kısmı da, tembel, miskîn oturup, her istediğimizi yeriz, hiçbirşey ayırd etmeyiz der. Üçüncü kısım, herşey yemeli ama, lüzûmu kadar, der. Bunların üçü de yanılmakdadır. Doğrusu şöyledir ki; "Helâl meydandadır. Haram meydandadır. Şüpheliler ikisi arasındadır. Kıyâmete kadar böyledir." Nitekim, Resûlullah böyle buyurmuştur. Dünya malından çoğu haram diyen yanılıyor. Evet, haram çoktur. Fakat, daha çok değildir. Çok başkadır, daha çok, başkadır. Nitekim, hasta çoktur, tüccar çoktur, asker çoktur. Fakat, insanların çoğu değildir. Zâlimler çoktur. Ama mazlûmlar daha çoktur. Şunu iyi bilmelidir ki, insanlara, "Muhakkak helâl olan, Allahü teâlânın helâl bildiği şeyleri yiyiniz!" diye emir olunmadı. Bunu kimse yapamaz. "Helâl olduğunu bildiğinizi yiyiniz!" denildi. Haram olduğu meydanda olmıyan şeyleri yiyiniz denildi ki, bunu herkes yapabilir. Nitekim, Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", bir müşrikin testisinden abdest aldı. Hz. Ömer, Hıristiyan kadının testisinden abdest aldı. Eshâb-ı kirâm, kâfirlerin verdiği suyu içerlerdi. Hâlbuki, pis, necs olan şeyleri yimek haramdır. Kâfirler ise, çok kerre pis olur. Elleri ve kapları şaraplı olur. Hepsi leş yer. Yani, Besmelesiz kesilen veya kesilmeyip başka sûretle öldürülen hayvanları yerler. Fakat, pisliği görülmedikçe, temiz deyip yerlerdi. Aldıkları kâfir şehirlerinde, kitaplı kâfirlerden et, peynir satın alır, yerlerdi. Hâlbuki, o şehirlerde Müslüman olmıyanlar arasında içki satan, fâiz alıp veren ve dünyaya gönül bağlıyan yok değildi. Bir kimsenin sâlih mi, fâsık mı belli değilse, meselâ, bir köye gidince, herkesle alış veriş etmek câizdir. Herkesin elinde bulunanın, kendi malı olduğunu kabûl etmelidir. Haram olduğunu gösteren bir nişân bulunmadıkca, helâl bilmeli ve satın almalıdır. İyi, sâlih bilinen kimselerin malını yemek câizdir. Yememek vera olmaz. Belki vesvese olur. Yemediğin için, o kimse incinirse, yememek günah olur. Sâlih kimselere sû'i zan, yani kötü gözle bakmak günahtır. Zâlim kimselerden, hırsızlardan, malının hepsi veya çoğu haramdan olan kimselerden birşey almak câiz değildir. Ancak, helâl olduğu bilinen veya helâl alâmeti bulunan kimsenin malını satın almak câiz olur.
.
Zulüm ile alınan mal...
19 Şubat 2003 01:00
Zamanımızda helâl ve haramı gözetmek, hatta Ebülleys-i Semerkandî'nin en kolay olan fetvâsına bile uymak çok güç oldu. Bu fetvâya göre, malının çoğunun helâl olduğu sanılan kimsenin verdiği hediyyeyi almak, onunla alış veriş ve kirâlamak câiz olur. Malının çoğu helâl olduğu sanılmıyan kimse ile bunlar câiz olmaz. Çünkü, haram olduğu bilinen mal elden ele geçince, haramlığı yok olmaz. (Kâdîhân) fetvâsında diyor ki: "Zamanımızda, şübheli maldan sakınmak imkânsız oldu. Müslümanların, haram olduğunu iyice bildiği şeyden sakınmaları vâcibdir". Şimdi ise, iş daha güc oldu. Çünkü hadis-i şerifte, "Her yıl, kendinden önceki yıldan daha kötü olacaktır" buyuruldu. Bunun için herkesin elinde bulunan malı onun mülkü bilmekdir. Gasb, zulüm, rüşvet, hırsızlık, fâiz, harac ve hıyânet yollarından biri ile alkollü içki satarak ele geçdiği açıkca bilinen bir malı onun mülkü olmaz. Başka malları, mülkü kabûl edilir. Onları verince almak haram olmaz. Gasb edilmiş veya hırsızlık, hıyânet gibi haram yoldan elde edilmiş olduğu bilinen bir malı, hediyye, sadaka ve ücret olarak almak, kirâ ile kullanmak helâl değildir. Yalnız vârisin, mal sâhiblerini bilmediği zaman, mîrâs kalan böyle malları alması helâl olur. Malın böyle haram olduğu iyi bilinmezse, herkesin alması câiz olur. Malının çoğu helâl olup, haram da karışık bulunan kimsenin malı helâldir. Bunlarla alış veriş etmek câiz ise de, etmemek kıymetli vera'dır. Zulüm ile alınan maldan hayır gelmez. Bunun için zâlim olduğu bilinmiyen, malı belli olmıyan, fakat üzerinde zâlimler alâmeti bulunan kimselerden uzak durmalıdır. Bunların, ellerindeki malın helâl olduğu bilinmedikce, bunlarla alış veriş etmemelidir. Fasık, yani günahkar olan, meselâ, ipek elbise giyer, altın yüzük veya saat gibi haram kullanır. İçki içer. Fakat, yaptıklarının günah olduğuna inanıyor, kendilerini suçlu biliyorlarsa, bunlarla alış veriş haram olmaz. Çünkü, günah işlemekle malları haram olmaz. Ancak, günahdan kaçmıyan, haram maldan da kaçınmaz denilirse de, bu düşünce ile, malına haram denilemez. Zâten, kimse günahsız değildir. Günah işleyip de, kul hakkından korkanlar çoktur.
.
İman nedir?
20 Şubat 2003 01:00
İman, Resûl-i Ekrem efendimizin, Allahü teâlâ tarafından, Peygamber olarak, bütün insanlara getirdiği ve bildirdiği emirlerin hepsini kabul etmektir. Bu emirlerin, bilgilerin herhangi birine inanmamak veya şübhe etmek küfrdür. Çünkü, Resûle inanmamak veya itimâd etmemek, Resûle yalancı demek olur. Yalancılık kusurdur. Kusuru olan kimse, Peygamber olamaz. İmanda azlık, çokluk da olmaz. İmanın kendisi, az veya çok olmaz. Azlık, çokluk, imanın parlaklığında, belli olmasındadır. İman, Muhammed aleyhisselâmın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, akla, tecrübeye ve felsefeye danışmaksızın, tasdîk ve i'tikâd etmektir, inanmaktır. Akla uygun olduğu için tasdîk ederse, aklı tasdîk etmiş olur. Resûlü tasdîk etmiş olmaz. Veyahud, Resûlü ve aklı birlikte tasdîk etmiş olur ki, o zaman Peygambere i'timâd tam olmaz. İ'timâd tam olmayınca, iman olmaz. Çünkü, iman parçalanamaz. Akıl, Resûlün bildirdiklerini uygun bulursa, bu aklın kâmil, selîm olduğu anlaşılır. İnanılması lâzım şey için, tecrübî ilmlere danışıp, tecrübeye uygun ise, inanır, tecrübe ile isbât edemeyince, inanmaz veya şübheye düşerse, o zaman, tecrübesine inanmış olup, Resûle inanmamış olur ki, böyle iman, kâmil değil, zâten iman olmaz. Çünkü, iman parçalanamaz. Az ve çok olmaz. Din bilgileri, felsefe ile ölçülmeğe kalkışılırsa, bu sefer filozofa inanılmış olup, Peygambere inanılmış olmaz. Evet, Allahü teâlânın var olduğunu ve Muhammed aleyhisselâmın, Allahın Peygamberi olduğunu anlamakta, aklın, felsefî ve tecrübî ilimlerin yardımı büyüktür. Fakat, bunların yardımı ile Peygambere "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" inanıldıktan sonra, Onun bildirdiği şeylerin herbiri için akla, felsefeye ve tecrübî ilmlere danışmak doğru olmaz. Çünkü, akıl ile, tecrübe ve felsefe yolu ile elde edilen birçok bilgilerin, zamanla değişmekte, yenileri bulununca, eskilerinin atılmakta olduğunu gösteren misâller, literatürlerde az değildir. Müslümanların bazıları, doğru yoldan ayrılmış, (Bid'at ehli) olmuşlardır. Doğru olan, Peygamberimiz ve Eshâb-ı kirâmın yolundan ayrılmayan tek fırka (Ehl-i sünnet) fırkasıdır. Ehli sünnet de, amelde, ibadetlerde dört hak mezhebe ayrılmışlardır. İbadetlerde dört mezhebe ayrılması, Müslümanlara büyük kolaylık sağlamıştır. Bunun için her Müslümanın, doğru bir imana sahip olması ve ibadetlerini de hak mezheplerden birine göre yapması şarttır.
.
Nelere iman edilecek?
21 Şubat 2003 01:00
İman, dinden olduğu sözbirliği ile bildirilmiş olan şeylere, kalb ile inanmağa ve dil ile de imanını söylemeğe denir. İman edilecek şeyler, Allahü teâlânın var olduğuna, bir olduğuna, kitaplarına, sahîfelere ve Peygamberlere, Meleklere imandır. Âhırette Haşra, Neşre, Cennette ebedî nimetlere, Cehennemde ebedî azâblara, göklerin yarılmasına, yıldızların dağılmasına, arzın parça parça olmasına inanmaktır. Beş vakit namazın farz olduğuna ve bu namazların rek'atlarının adetlerine, malın zekâtını vermek farz olduğuna ve Ramazân-ı şerîf ayında her gün oruç tutmanın ve gücü yetene hac etmenin farz olduğuna inanmaktır. Şarâb içmenin, domuz eti yemenin, haksız yere adam öldürmenin ve anaya babaya karşı gelmenin ve hırsızlık ve zinâ etmenin ve yetîm malı yemenin ve fâiz alıp vermenin ve kadınların örtünmemesinin ve kumar oynamanın haram olduklarına iman lâzımdır. İmanı olan bir kimse, büyük bir günah işlerse, imanı gitmez ve kâfir olmaz. Günaha, yani harama helâl diyen kâfir olur. Haram işleyen fâsık olur. Ben elbette müminim demelidir. İmanlı olduğunu söylemelidir. Müminim derken, inşâallah dememelidir. Bundan, şüphe manâsı çıkabilir. Evet, son nefes için inşâallah denirse de, dememek daha iyidir. Dört halîfenin birbirinden yükseklikleri, hilâfetleri sırası iledir. Çünkü, doğru yolda olan âlimlerin hepsi; Peygamberlerden sonra, insanların en üstünü, Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk'dir. Ondan sonra, Hz.Ömer'dir, demişlerdir. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" vefâtına yakın, buyurdu ki: "Allahü teâlâ, beni size Peygamber gönderdi. İnanmadınız. Ebû Bekir inandı. Bana malı ile, canı ile yardım etti. Onu hiç incitmeyin ve Ona hürmet ve tazîm edin!" Bir hadis-i şerifte de buyurdu ki: "Benden sonra Peygamber gelmeyecektir. Eğer gelseydi, elbette Ömer Peygamber olurdu." Hz. Ali, buyurdu ki: "Ebû Bekr ile Ömer'den, her biri, bu ümmetin en yükseğidir. Beni onlardan üstün tutan, iftirâcıdır. İftirâ edenler dövüldüğü gibi, onu döverim." Eshâb-ı kirâmın hepsine hürmet etmek, kıymet vermek lâzımdır. Ebû Bekr-i Şiblî hazretleri buyuruyor ki: "Eshâb-ı kirâma hürmet etmeyen, kıymet vermeyen bir kimse, Resûlullaha iman etmemiş olur."
.
Rüyadaki beş sır!
21 Şubat 2003 01:00
Bizden önceki kavimlere gönderilen Peygamberlerden birisi, bir gün bir rüyâ gördü. Rü'yâsında kendisinden, sabahleyin kalkınca karşısına ilk çıkan şeyi yemesi, ikinci olarak karşılaştığı şeyi gizlemesi, üçüncü olarak karşılaştığı şeyi kabûl etmesi, dördüncü olarak, karşılaştığını yeise, ümitsizliğe düşürmemesi, beşinci olarak karşılaştığından da kaçması isteniyordu. Sabah oldu. O peygamber aleyhisselam kalkınca karşısında gözüne ilk çarpan büyük ve kapkara bir dağ oldu. Bu manzara karşısında durakladı, hayrete düştü ve kendi kendine, "Rabbim bana onu yememi emretti. Acaba ben bunu yiyebilir miyim?" dedi. Daha sonra, kendini toparladı, "Rabbim bana, gücümün yetmiyeceği şeyi emretmez" diye düşündü. Onu yemeğe azmederek oraya doğru yürüdü. Fakat yanına yaklaşınca dağ birden küçüldü, küçüldü ve baldan daha tatlı bir lokma hâline geldi. Peygamber onu yiyerek yola koyuldu. Biraz gidince karşısına altın bir tas çıktı. Onu görünce, "Benden, ikinci karşılaştığımı gizlemem istenmişti" diye düşündü. Hemen bir çukur açarak onu toprağa gömdü ve tekrar yola koyuldu. Fakat biraz gittikten sonra dönüp arkasına baktığında altın tasın toprağın üstüne çıkmış olduğunu gördü. Geri döndü. Onu tekrar gömerek yine yoluna devam etmek üzere hareket etti. Fakat biraz gidince yine dönüp geriye baktığında, altın tasın yine dışarıda olduğunu hayretle müşâhede etti. Bu dönüp gömmeler birkaç defa tekrarlandığı halde altın tas yine üste çıkıyordu. Nihâyet peygamber, "Ben, Rabbimin bana olan emrini yerine getirdim" diyerek onu gömmek için bir daha geri dönmedi ve yoluna devam etti. Biraz gidince, kendisine doğru gelen bir kuşla karşılaştı. Kuşun peşinde de bir şâhin vardı. Onu avlamak, yakalayıp yemek istiyordu. Kuş: "Ey Allah'ın nebîsi, beni kurtar" diyerek Peygamberden yardım istedi. O da, onu himayesine aldı, "Üçüncü olarak karşılaştığın şeyi kabûl et" emri gereğince yeninin içine sakladı. Bu arada onu avlamak için peşinden gelmekte olan şâhin gelip: "Ey Allahın nebîsi, ben aç idim. Sabahtan beri onu avlayıp karnımı doyurmak için uğraşıyordum. Tam yakalıyacağım sırada onu benden aldın. Rızkıma mâni olup beni düşürme" dedi. Bu sırada Peygamber aleyhisselâm, "Benden, üçüncü olarak karşılaştığımı kabûl etmem, dördüncü olarak karşılaştığımı da yeise düşürmemem istenmişti. Üçüncü bu kuş. Onu kabûl edip kurtardım. Ya dördüncüyü ne yapayım? Onu ümitsizliğe düşürmemem lazım" diye düşündü. Yanında bulunan etten biraz keserek beklemekte olan avcı kuşa attı. O da onu alıp gitti. O uzaklaşınca saklamakta olduğu kuşu da salıvererek yoluna koyuldu. Yolda ilerlerken pis kokulu bir cife ile, pislik ile karşılaştı. Geceki rüyânın gereğince ondan da sür'atle uzaklaştı. O günü akşam yatarken Allahü teâlâya şöyle duâ etti: "Yâ Rabbî, emirlerinin hepsini de yerine getirdim. Fakat bunlardaki hikmeti bana bildir!.." O gece rüyâsında kendisine gündüzki hadiselerdeki hikmet, sır şöyle izah edildi: İlk önce çok büyük ve kapkara bir dağ olarak gördüğün ve sonradan baldan daha tatlı bir lokma hâline gelen şey, öfke ve kızgınlıktır. Öfke, önce büyük bir dağ hâlindedir. Sabır edildiği ve yenildiği zaman baldan daha tatlı bir lokma olur. İkinci olarak karşılaştığın altın tas, güzel ve iyi amellerdir. İyi ve güzel ameller, hareketler, davranışlar ne kadar örtülürse örtülsün, yine de açığa çıkar ve kendilerini belli ederler. Üçüncü olarak, sakladığın kuş, sana sığınana ihânet etmemeni himayene almanı öğretmek istemektedir. Dördüncü hadise, birisi senden bir şey istedi mi, kendi ihtiyâcın olsa bile onun hâcetini görmek gerektiğine işârettir. Beşinci olarak karşılaştığın ve kendisinden kaçtığın pis kokulu cîfe gıybete işârettir. Gıybet eden, ötekini-berikini çekiştiren insanlardan, pis kokulu cîfeden kaçarcasına kaç!..
.
Nimetlerin en büyüğü...
22 Şubat 2003 01:00
Cenâb-ı Hakkın insanları dünya ve âhiretin efendisi ve bütün insanların her bakımdan en yükseği ve en iyisi olan, Muhammed Mustafâya "sallallahü aleyhi ve sellem" tâbi olmakla şereflendirmesi büyük nimettir. Çünkü cenâb-ı Hak, Ona tâbi olmağı, Ona uymağı çok sever. Ona uymanın ufak bir zerresi, bütün dünya lezzetlerinden ve bütün âhiret nimetlerinden daha üstündür. Hakîkî üstünlük, Onun sünnet-i seniyyesine tâbi olmaktır ve insanlık şerefi ve meziyeti, Onun dînine uymaktır. Ona tâbi olmak, yani Ona uymak, Onun gittiği yolda yürümektir. Onun yolu, Kur'ân-ı kerîmin gösterdiği yoldur. Bu yola "İslâm dini" denir. Ona uymak için, önce iman etmek, sonra Müslümanlığı iyice öğrenmek, sonra farzları edâ edip haramlardan kaçınmak, daha sonra, sünnetleri yapıp mekrûhlardan kaçınmak lâzımdır. Bunlardan sonra, mubahlarda da Ona uymağa çalışmalıdır. İman etmek, bütün insanlara lâzımdır. Herkes için iman zarûrîdir. İman edenlerin, farzları yapıp haramlardan kaçınması gerekir. Her mümin, farzları yapmağa ve haramlardan kaçınmağa, yani Müslüman olmağa memûrdur. Her mümin, Peygamber efendimizi malından ve cânından daha çok sever. Bu sevgisinin bir alâmeti, sünnetleri yapıp mekrûhlardan kaçınmaktır. Bir mümin, bütün bunlara tâbi oldukdan sonra, mubahlarda da, ne kadar Ona uyarsa, o derece kâmil ve olgun bir Müslüman olur. Allahü teâlâya, o derece yakın, yani sevgili olur. Resûlullahın söylediklerinin hepsini beğenip kalbin kabûl etmesine, yani inanmasına, "İman" denir. Onun sözlerinden birine bile inanmamağa veya iyi ve doğru olduğunda şüphe etmeğe "Küfür" denir. Böyle inanmıyan kimselere "Kâfir" denir. Allahü teâlânın, Kur'ân-ı kerîmde, yapılmasını açıkça emrettiği şeylere, yani bu emirlere "Farz" denir. Yapmayınız diye açıkça men ve yasak ettiği şeylere "Haram" denir. Allahü teâlânın, açıkça bildirmeyip, yalnız Peygamberimizin yapılmasını övdüğü, yahut devam üzere yaptığı, yahut yapılırken görüp de mani olmadığı şeylere "Sünnet" denir. Sünneti beğenmemek küfürdür. Beğenip de yapmamak suç değildir. Onun beğenmediği şeylere ve ibâdetin sevabını gideren şeylere "Mekrûh" denir. Yapılması emir olunmayan ve yasak da edilmeyen şeylere "Mubah" denir. Bu emir ve yasakların hepsine "İslamiyet" denir.
.
Bire on karşılık!..
22 Şubat 2003 01:00
Bir gün, evliya hanımlardan Râbia-i Adviyye hazretlerinin evine misâfirler gelmişti. Misâfirlerin karnını doyurmak istedi. Fakat baktı ki sadece iki ekmek var. Ekmek misâfire yetmiyecekti. "Misâfirlere yetecek kadar ekmeği nasıl temin edebilirim?" diye düşünürken kapı çalındı. Gelen iki kişi de, karınları aç olduğu için Râbia-i Adviyye'den yiyecek birşeyler isteyeceklerdi. Daha onlar birşey söylemeden, kapı aralığından iki ekmek uzatıldı. Gelenler ekmeği alıp sevinerek oradan uzaklaştılar. Evdeki misâfirler bu işe bir mânâ verememişlerdi. Mevcut iki ekmek de gitmişti. Kendilerine yiyecek birşey kalmamıştı. Fakat hazret-i Râbia'ya birşey söylemeden "vardır bir hikmeti" diyerek beklemeye başladılar. Aradan bir saat geçmemişti ki, hazret-i Râbia'nın kapısı tekrar çalındı. Kapıyı açtıklarında iki kişinin kucaklarında bir yığın ekmekle beklediklerini gördüler. Ekmek getirenler: "Efendimiz bu ekmekleri, Râbia-i Adviyye'ye hediye olarak gönderdi" dediler. Hazret-i Râbia ekmekleri teker teker saydı. Onsekiz ekmek vardı. Ekmeği getirenlere, "İki ekmek eksik" dedi.Gelen iki kişi çok mahcup oldular. Sakladıkları iki ekmeği de çıkartıp verdiler. Fakat hazret-i Râbia, bu iki ekmeği onlara hediye ederek: "Bu iki ekmek sizin rızkınız idi. Gerçi siz izinsiz aldığınız için rızkınızı haram yoldan temin etmiş olacaktınız. Fakat şimdi helâlinden yiyeceksiniz" buyurdu. Olanlara bir mânâ veremiyen evdeki misâfirler nihayet dayanamayıp sordular: "Sen ekmek siparişi vermiş miydin?" "Hayır." Cevabı verince, "Peki niçin iki tane eksik diye söyledin, eksik olduğunu nereden bildin?" diye sordular. Hazret-i Râbia şöyle cevap verdi: "Biliyorum, siz bana yemek yemek için gelmiştiniz. Karnınız açtı. Fakat evdeki iki ekmek size yetmiyecekti. Bu iki ekmeği çoğaltmak istedim. Bu sırada kapıya gelenlere mevcut iki ekmeği vererek, Allahü teâlâdan misâfirlere yetecek kadar ekmek vermesini istedim." "Peki yirmi tane ekmek geleceğini nereden bildin?" "Çünkü, Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde, hayır hasenat yapılınca bire on vereceğini va'dediyor. Ben O'nun va'dine güvendim. İki ekmek yerine yirmi ekmek vereceğini biliyordum. Onun için eksik olduğunu söyledim." Bu hâli gören misâfirler, hazret-i Râbia'nın Allahü teâlânın sevgili kulu olduğunu yakînen bir daha görmüş oldular... Hazret-i Râbia, gelen hediyeleri dağıtır, günlerinin çoğunu oruçla geçirirdi. Bir defasında yedi gün yiyecek birşey bulamadı. İftarlarını sadece su ile yaptı. Sekizinci günü açlığı iyice şiddetlendi. Akşam ezânından sonra kapı açıldı, birisi bir tabak yemek getirmişti. Yemeği içeri aldı. Mum almak için gitti. Geri döndüğünde kedinin yemeği dökmüş olduğunu gördü. Su bardağı almak için gitti bu esnada mum söndüğünden ayağı takılıp bardak kırıldı. Anladı ki bunlar birer imtihan. "Yâ Rabbî! Bu zavallı kulunu imtihan ediyorsun. Fakat âcizliğimden sabredemiyorum" diyerek bir ah çekti. Bu sırada gaibten bir ses işitti: "Ey Râbia! İstersen dünya ni'metlerini üzerine saçalım, üzerindeki dert ve belâları kaldıralım. Hangisini tercih edersin?" "Yâ Rabbî! Beni senden uzaklaştıracak şeylerden, uzak eyle! Beni onlara bulaştırma" diye yalvardı. Hazret-i Râbia'nın bütün ömrü Cenâb-ı Hakka taat ve ibâdet üzere geçti. Her işinde Allahü teâlânın rızâsını aradı.
.
Din nedir?
23 Şubat 2003 01:00
Din, insanları sonsuz saadete götürmek için Allahü teâlâ tarafından gösterilen yol demektir. Din ismi altında insanların uydurduğu eğri yollara din denmez, dinsizlik ve kâfirlik denir. Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmdan beri, her bin senede, bir Peygamber vâsıtası ile, insanlara bir din göndermişdir. Bu Peygamberlere "aleyhimüsselam" (Resûl) denir. Her asırda, en temiz bir insanı Peygamber yaparak, bunlar ile dinleri kuvvetlendirmiştir. Resûllere tâbi olan bu Peygamberlere de, "Nebî" denir. Bütün Peygamberler, hep aynı imanı söylemiş, hepsi ümmetlerinden aynı şeylere iman etmeği istemişlerdir. Fakat, dinleri, yani kalb ile, beden ile yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri başka başka olduğundan, islâmlıkları, Müslümanlıkları da ayrıdır. İman edip de kendini İslamiyetin emir ve yasaklarına uyduran Müslümandır. Ahkâm-ı islâmiyyeyi kendi arzûlarına, keyflerine uydurmak istiyen kâfirdir. Bunlar bilmezler ki, Allahü teâlâ, dinleri, nefsin arzûlarını, keyflerini kırmak ve taşkınlıklarını önlemek için göndermiştir. Her müslümanın yapmakla mükellef olduğu şeyler yani "Ef'âl-i mükellefîn" sekizdir. Farz, vâcib, sünnet, müstehab, mubah, haram, mekrûh ve müfsid. Yasak edilmiş olmıyan, yahut yasak edilmiş ise de, İslamiyetin özür, mani ve mecbûriyet tanıdığı sebeblerden birisi ile yasaklığı kaldırılmış olan şeylere "Helâl" denir. Bütün mubahlar helâldir. Meselâ, iki Müslümanı barıştırmak için yalan söylemek helâl olur. Her helâl mubah olmıyabilir. Meselâ ezân okunurken, alış veriş, mubah değil, mekrûhdur. Hâlbuki helâldir. İmanı ve farzları ve haramları öğrenmek, bilmek de farzdır. Otuzüç farz meşhûrdur. Bunlardan beşi esâs olup, kelime-i şehadet, namaz kılmak, oruc tutmak, zekât vermek ve hac etmektir. Bunlara, islâmın şartı denir. Bu farzları yerine getirene "Müslüman" denir. Bunların hepsini yapıp, haramlardan kaçınan, tam Müslümandır. İman ettikten sonra, farzlardan biri bozuk olur veya hiç olmazsa, Müslümanlık bozuk olur. Bunun âhırete imanla gitmek güç olur. İman, muma benzer, İslamın emir ve yasakları mum etrâfındaki fener gibidir. Mum ile birlikde fener de, "İslamiyet"tir. Fenersiz mum çabuk söner. İmansız, islâm olamaz. İslâm olmayınca, iman da yoktur.
.
Son din İslamiyettir
24 Şubat 2003 01:00
Âdem aleyhisselamdan beri birçok hak din gelmiştir. Her yeni din, kendisinden önce gelen dîni nesh etmiş, değiştirmiş, yürürlükten kaldırmıştır. En son gelen ve her dîni değiştirmiş, daha doğrusu dinlerin hepsini kendinde toplamış olup, kıyâmete kadar hiç değişmiyecek olan din, Muhammed aleyhisselâmın dînidir. Bugün, Allahü teâlânın sevdiği, beğendiği din de, bu ahkâm ile kurulmuş olan İslâm dînidir. Bu dînin bildirdiği farzları yapanlara ve haramlardan kaçınanlara Allahü teâlâ, âhırette nimetler, iyilikler verecektir. Yani bunlar, sevap kazanır. Farzları yapmıyanlara ve haramlardan kaçınmayanlara, âhırette cezâlar, acılar vardır. Yani böyle kimseler, günaha girer. İmanı olmıyanların farzları kabûl olmaz. Yani bunlara sevap verilmez. Farzları yapmıyan müminlerin, sünnetleri kabûl olmaz. Yani bunlara sevap verilmez. Bunlar Peygamberimize "sallallahü aleyhi ve sellem" tâbi olmuş olmaz. Bir kimse, bütün farzları yapıp da, bir farzı özürsüz terk ederse, bu borcunu ödemedikçe, bu cinsten olan hiçbir nâfile ibâdetine ve sünnetine sevap verilmez. "Yâ Alî, insanlar nafilelerle meşgûl oldukları zaman, sen farzları tamâmlamağa çalış!" ve imâm-ı Gazâlînin bildirdiği, "Allahü teâlâ, kazaya kalmış namaz borcu bulunan ve haram elbise giyen kimsenin (Nâfile) namazını kabûl etmez" hadis-i şerifleri, bunu açık olarak bildirmektedir. Mubahlar iyi niyet ile güzel düşünceler ile yapılınca, insan sevap kazanır. Kötü niyetlerle yapılırsa veya bunları yapmak, bir farzı vaktinde edâ etmeğe mani olursa, günah olurlar. Farzlar yapılırken, kötü niyetler karışırsa, borç ödenmiş, cezâdan kurtulmuş olunur ise de, sevap kazanılmaz. Haram işliyenlerin farzları ve sünnetleri sahîh olur. Yani borçlarını ödemiş olurlar ise de, sevap kazanamazlar. Hadis-i şerifte, "Bid'at sâhiblerinin ibâdetleri kabûl olmaz" buyuruldu. Günahlardan sakınmayan Müslümanların ibâdetleri sahîh olsa da kabûl olmaz, sevap verilmez. Haramlar iyi niyet ile yapılsa da, mubah olamaz. Yani haramlara hiçbir zaman sevap verilemiyeceği gibi, özürsüz haram işleyen herhalde günaha girer. Haramdan iyi niyet ile, yani Allahü teâlâdan korkarak sakınan, vazgeçen sevap kazanır. Başka bir sebeb ile haram işlemezse, sevap kazanmaz. Yalnız, günahından kurtulur. Haram işleyenlerin, "Sen kalbime bak, kalbim temizdir. Allahü teâlâ kalbe bakar" demeleri boştur, faydasızdır. Kalbin doğru ve temiz olduğu dine uymakla anlaşılır.
Ameller ve niyet
25 Şubat 2003 01:00
Amel, yani iş üçe ayrılır: Birincisi, masıyyet yani günah olan işler. Bunlar, Allahü teâlânın beğenmediği şeylerdir. Allahü teâlânın emrettiği şeyi yapmamak veya yasak ettiğini yapmak masıyyettir. İkincisi, (Tâ'at) yani Allahü teâlânın beğendiği şeylerdir. Tâ'at yapan Müslümana, "Sevap", nimet, iyilik vereceğini va'd buyurdu. Üçüncüsü (Mubah) yani günah veya tâ'at olduğu bildirilmemiş olan işlerdir. Yapanın niyetine göre, tâ'at veya günah olurlar. Önce haramlardan kaçmak gerekir. Haram işleyerek, ibadet, iyilik yapılamaz. Haramların iyi niyet ile yapılması, bunları haramlıktan çıkarmaz. İyi niyet, haramlara ve mekrûhlara te'sîr etmez. Bunları tâ'at hâline çevirmez. Günahlar, niyetsiz veya iyi niyet ederek işlenirse, günah olmaktan çıkmaz. "Ameller, niyete göre iyi veya kötü olur" hadis-i şerifi, tâ'atlara ve mubahlara niyete göre sevap verileceğini bildirmektedir. Bir kimse, birinin gönlünü almak için başkasını incitse veya başkasının malı ile sadaka verse, yahut haram para ile mekteb, câmi yapdırsa, bunlara sevap verilmez. Bunlara sevap beklemek, câhillik olur. Zulüm, günah, iyi niyet ile işlenirse, yine günah olur. Böyle işleri yapmamak sevapdır. Bilerek yaparsa, büyük günah olur. Günah olduğunu bilmiyerek yaparsa, Müslümanların çoğunun bildiği şeyleri onun bilmemesi, öğrenmemesi de günah olur. Dâr-ül-harbde dahî olsa, islâm bilgilerinin yaygın olduğu yerde, cehalet özür olmaz, günah olur. Tâ'atlar, niyetsiz veya Allah için niyet ederek yapılınca, sevap hâsıl olur. Tâ'at yaparken, Allahü teâlâ için yapdığını bilse de, bilmese de kabûl olur. Yani sevap hâsıl olur. Sevap hâsıl olması için, Allah rızâsı için niyet etmek lâzım olan tâ'ate (İbâdet etmek) denir. Niyetsiz yapılan taat, mesela niyetsiz alınan abdest ibâdet olmaz, kurbet olur. Bununla, hadesden tahâret hâsıl olup namaz kılınır. Tâ'at, kötü niyet ile yapılırsa, günah olur. Güzel niyetlerle tâ'atın sevabı arttırılır. Meselâ, câmide oturmak, tâ'attir. Mescidin, Allahü teâlânın evi olduğunu düşünerek, Allahü teâlânın evini ziyâreti de niyet ederse, sevabı daha çok olur. Her niyeti için ayrı sevaplara kavuşur. Her tâ'atte böyle çeşidli niyetler ve sevaplar da vardır
.
Niyetsiz ibâdet olamaz
26 Şubat 2003 01:00
Niyetsiz ibâdet olamaz. Resûlullaha "sallallahü aleyhi ve sellem" tâbi olmak için, önce iman etmek, sonra ahkâm-ı islâmiyyeyi öğrenmek ve yapmak lâzımdır. Abdülkuddüs hazretleri buyuruyor ki: "Vaktin kıymetini bil! Gece-gündüz ilim öğrenmeye çalış! İlim öğrenmek ibâdet yapmak içindir. Kıyamet günü işten sorulacak, çok ilim öğrendin mi diye sorulmayacaktır. İş ve ibâdet de ihlas elde etmek içindir." Her mubah, iyi niyet ile yapılınca sevap olur. Kötü niyet ile yapılınca, günah olur. Koku sürünen, iyi giyinen kimse, dünya lezzeti için veya gösteriş yapmak, öğünmek için veya kendini kıymetlendirmek için, yahut yabancı kadınları, kızları avlamak için şık giyinirse, günah işlemiş olur. Bu kimse, sünnet olduğu için koku sürünür, şık giyinirse, câmiye saygı için, câmide yanına oturan Müslümanları incitmemek için, temiz olmak için, sıhhatli olmak için, islâmın vakârını, şerefini korumak için niyet edince, her niyeti için ayrı sevap kazanır. Her mubah işte, hatta yemede, içmede, uyumada ve tuvalete girmekte bile iyi niyet etmeği unutmamalıdır. İnsan, mubah bir işe başlarken, niyetine dikkat etmelidir. Niyeti iyi ise, o işi yapmalıdır. Niyeti, yalnız Allahü teâlâ için olmazsa, yapmamalıdır. Hadis-i şerifte, "Allahü teâlâ, sizin sûretlerinize, mallarınıza, bakmaz. Kalblerinize ve amellerinize bakar" buyuruldu. Yani, Allahü teâlâ, insanın yeni, temiz elbisesine, hayrât ve hasenâtına, malına, rütbesine bakarak sevap ve ikrâm vermez. Bunları ne düşünce ile, ne niyet ile yapdığına bakarak, sevap veya azâb verir. O halde, her mümine önce lâzım, birinci farz olan şey, imanı, farzları, haramları öğrenmektir. Bunlar öğrenilmedikçe, Müslümanlık olamaz. İman elde tutulamaz. Hak borçları ve kul borçları ödenilemez. Niyet, ahlâk düzeltilemez ve temizlenemez. Düzgün niyet edinilmedikce, hiçbir farz kabûl olmaz. Hadis-i şerifte, "Bir saat ilim öğrenmek veya öğretmek, sabâha kadar ibâdet etmekden daha sevaptır" buyuruldu. Kitap okumayan, ilim öğrenmeyen, şeytânın maskarası olur. "Rütbetül-ilmi a'ler rüteb" yani, rütbelerin en üstünü, ilim rütbesidir buyuruldu. İhlâs ile, yani Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak ve sevap kazanmak niyeti ile, farzları, sünnetleri yapmağa ve haramlardan ve mekrûhlardan kaçınmağa, yani ahkâm-ı islâmiyyeyi yerine getirmeğe "ibâdet etmek" denir.
.
Saadet yolu...
27 Şubat 2003 01:00
Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselamı, dünyadaki bütün insanları saadete davet için gönderdi ve Sebe' sûresi, yirmisekizinci âyetinde meâlen, "Ey sevgili Peygamberim "sallallahü aleyhi ve sellem"! Seni, dünyadaki bütün insanlara ebedî saadeti müjdelemek ve bu saadet yolunu göstermek için, beşeriyyete gönderiyorum" buyurdu. Meselâ, Ona uyan bir kimsenin, gün ortasında bir parça uyuması, Ona uymaksızın, birçok geceleri ibâdetle geçirmekden, kat kat daha kıymetlidir. Çünkü, (Kaylûle) etmek, yani öğleden önce biraz yatmak âdet-i şerîfesi idi. Meselâ, Onun dîni emrettiği için, bayram günü oruç tutmamak ve yiyip içmek, Onun dîninde bulunmayıp senelerce tutulan oruçlardan daha kıymetlidir. Onun dîninin emri ile fakire verilen az bir şey ki, buna zekât denir, kendi arzûsu ile, dağ kadar altın sadaka vermekten daha efdaldir. Hz. Ömer, bir sabah namazını cemâat ile kıldıktan sonra, cemâate bakıp, bir kimseyi göremeyince sordu. Eshâbı dediler ki: "geceleri sabaha kadar ibâdet ediyor. Belki şimdi uyku bastırmıştır." Emîr-ül-müminîn buyurdu ki: "Keşke bütün gece uyuyup da, sabah namazını cemâat ile kılsaydı, daha iyi olurdu." İslamiyetten sapıtmış olanlar, sıkıntı çekip ve mücâhede edip, nefslerini körletiyor ise de, bu dîne uygun yapmadıklarından kıymetsizdir ve hakîrdir. Eğer bu çalışmalarına ücret hâsıl olursa, dünyada birkaç menfaatten ibâret kalır. Hâlbuki, dünyanın hepsinin kıymeti ve ehemmiyyeti nedir ki, bunun bir kaçının itibârı olsun. İslâmiyeye uyanlar, latîf cevâhir ve kıymetli elmaslar ile meşgûl olan mücevherciler gibidir. Bunların işi az, kazançları pek çoktur. Bazan bir saatlik çalışmaları, birkaç senenin kazancını hâsıl eder. Bunun sebebi şudur ki, İslâmiyete uygun olan amel, Hak teâlânın makbûlüdür çok beğenir. Böyle olduğunu kitabının çok yerinde bildirmişdir. Âl-i İmrân sûresi, otuzbirinci âyetinde meâlen, "Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki, eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da, sizi sevmesini istiyorsanız, bana tâbi olunuz! Allahü teâlâ bana tâbi olanları sever" buyuruldu. İslamiyete uymıyan şeylerin hiç birisini Hak teâlâ sevmez, beğenmez. Sevilmeyen, beğenilmeyen şeye sevap verilir mi?
.
Resulullaha iman etmedikçe...
28 Şubat 2003 01:00
Bir kimse, Muhammed aleyhisselama iman etmedikçe, Allaha iman etmiş olamaz. Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı kerîmde, Nisâ sûresi, sekseninci âyetinde, Muhammed aleyhisselâma itâ'at etmenin, kendisine itâ'at etmek olduğunu bildiriyor. O halde, Onun Resûlüne "sallallahü aleyhi ve sellem" itâat edilmedikçe, Ona itâat edilmiş olmaz. Bunun pek kat'î ve kuvvetli olduğunu bildirmek için, âyet-i kerîmede "Elbette muhakkak böyledir" buyurdu ve bazı doğru düşünmiyenlerin, bu iki itâ'ati birbirinden ayrı görmelerine meydan bırakmadı. Allahü teâlâ, yine Nisâ sûresinin yüzellinci ve yüzellibirinci âyet-i kerîmelerinde meâlen, "Kâfirler, Allahü teâlânın emirleri ile Peygamberlerinin emrlerini birbirinden ayırmak istiyorlar. Bir kısmına inanırız; bir kısmına inanmayız diyorlar. İman ile küfür arasında bir yol açmak istiyorlar. Onların hepsi kâfirdir. Kâfirlerin hepsine Cehennem azâbını, çok acı azâbları hâzırladık" buyurarak, bunlardan şikâyet etmektedir. Dünya ve sonsuz ahiret saadeti için Muhammed aleyhisselama inanmak yani Müslüman olmak lâzımdır. Müslüman olmak için, hiçbir formaliteye, müftîye, imâma gitmeğe lüzûm yoktur. Allahü teâlâya ve Resûlüne ve Onun Allahü teâlâdan getirdiklerinin hepsine inandım. Allahü teâlânın ve Resûlünün dostlarını severim ve düşmanlarını sevmem, demek kâfîdir. Her bilgiyi delîl ile isbât etmek, yani Kur'ân-ı kerîmdeki veya hadis-i şeriflerdeki yerlerini göstermek, âlimlerin vazîfesidir. Her Müslümana lâzım değildir. Bütün insanlara önce lâzım olan şey, "Ehl-i sünnet" âlimlerinin kitaplarında bildirdikleri gibi, bir iman ve i'tikâd edinmektir. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın yolunu bildiren, Kur'ân-ı kerîmden murâd-ı ilâhîyi anlayan, hadis-i şeriflerden murâd-ı peygamberîyi çıkaran bu büyük âlimlerdir. Kıyâmette kurtuluş yolu, bunların gösterdiği yoldur. Allahü teâlânın Peygamberinin ve Onun Eshâbının yolunu kitaplara geçiren, değiştirilmekten ve bozulmaktan koruyan, "Ehl-i sünnet" âlimleridir. Dört mezhebde ictihâd derecesine yükselmiş olan âlimlere ve bunların yetiştirmiş oldukları büyük âlimlere "Ehl-i sünnet" âlimleri denir. Ehl-i sünnetin reîsi ve kurucusu, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe'dir.
.
Maksatları üzüm yemek değil!
28 Şubat 2003 01:00
Kurban Bayramı geçeli epey oldu, fakat tartışmaları hâlâ devam ediyor. Geçmiş senelerde olduğu gibi, bu sene de çatlak kafalardan çatlak sesler yükseldi. Çok değil 15-20 sene önce böyle tartışmalar olmazdı. Herkes haddini bilirdi, 1400 yıldan beri, kurban hangi tür hayvanlardan nasıl kesiliyorsa, eti, derisi nasıl dağıtılıyorsa her müslüman böyle yapıyor dolayısıyla manevi bir huzur içinde bayramlar idrak ediliyordu. Son yıllarda ne olduysa, dinle ilgisi olmayanlar nereden emir aldılarsa, topyekûn dine müdahaleye, saldırıya geçtiler. Yapılanlar akla uygun değil iddiası ile dine, ibadetlere yön vermeye kalkıştılar. Maksatları, üzüm yemek değil bağcıyı dövmek; dini önce tartışmaya açmak, yıllardır dinden uzak bir şekilde yetiştirilen cahil kitlelerin kafalarını karıştırmak. Sonra da dine iki de bir müdahale ile, dinde reform yaparak dini oyuncak haline getirmek. Oyuncak haline getirdikleri dini, halka gösterip, "işte sizin inandıklarınız" diyerek, bunları dinden uzaklaştırmak. Gelelim şimdi kurban tartışmalarına: Daha önceki seneler kurban kesmek vahşettir, fikrini işlemeye çalıştılar. Bu tutmayınca da, kurban sadece, sığırdan, keçi, koyundan olmaz; horozdan, tavuktan da olur saçmalığını ortaya attılar. Bu sene de, kurban kesmeye lüzum yok, bunun yerine bedelini fakirlere vermek daha sevaptır, fikrini yoğun bir şekilde gündeme getirdiler. Bununla ilgili fakir, muhtaç kimselerin yaşayışlarını sergileyerek, halkın saf vicdanını etkilemek istediler. İslamiyetle ilgisi olmayan birçok köşe yazarı günlerce bunu işledi. Açılan kampanyalara öncülük ettiler. Lafa gelince, herkes uzmanlık alanında konuşsun diyorlar, kendileri ise, Diyanet'in, "Kurban kesmek yerine bedelinin tasadduk edilmesi, bu ibadetin yerine geçmez." fetvasına rağmen dini konularda ahkam kesip Müslümanları yönlendirmeğe kalkışıyorlar. Neymiş efendin, fakirler muhtaç iken, kurban kesilir miymiş? Bunlar elmayla armudu toplamaya çalışıyorlar. Tabii ki muhtaçlara yardım etmek lazım. Nasıl ki kurban kesmek dinimizin emri ise fakirlere yardım etmek de dinimizin emridir. Fakat onun yeri başka. Devlete vergi borcu olan, "bizim mahallede çok zor durumda olan kimseler var, ben vergimi bunlara vereceğim" diyebilir mi? Elli milyon vergi borcuna karşılık fakirlere 300 milyonluk yardımda bulunsa, vergi borcundan kurtulabilir mi? Vergini de vereceksin, fakirlere yardım da edeceksin. Zengin, üçyüz milyonluk kurban yerine fakirlere, üç trilyon yardım yapsa, kurban kesmeme günahından kurtulamaz. Bunu onlar da biliyorlar, fakat maksatları başka: Dimizinin önemli bir emri olan kurban ibadetini ortadan kaldırmak. Dinin emir ve yasaklarını değiştirmek istiyenler, hep aklı mantığı öne sürüyorlar. İslamiyette, aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan birşey yoktur. Âhıret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce Peygamberin gönderilmesine lüzum kalmazdı. İnsanlar, dünya ve âhiret saadetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ, hâşâ Peygamberleri boş yere ve lüzûmsuz göndermiş olurdu. Hiçbir akıl, âhiret bilgilerini bulamayacağı, çözemiyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asırda, dünyanın her tarafına, Peygamber göndermiş ve en son ve kıyâmete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, Peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir. Bunun için, her müslümanın akla, mantığa vurmadan, dinimizin bildirdiklerine inanmak ve yapmak zorundadır. Bunlar da ancak, Peygamber efendimizin varisleri olan âlimlerimizin yazdığı fıkıh, ilmihal kitaplarından öğrenilir. Dini bozmak, yok etmek için çalışan reformcuların, dinsizlerin kitaplarından öğrenilmez.
Yeni bir din kurma gayretleri
1 Mart 2003 01:00
Dün, bazılarının kasıtlı olarak, asırlardır devam eden, kurban kesme ibadetini değiştirmeye çalıştıklarından bahsetmiştim. Aslında bu değiştirme işi sadece kurbanla sınırlı değildir, bunların gerçek niyeti dini tamamen değiştirmek, kendilerine göre yeni bir din kurmak. Vahye dayalı, nakli esas alan İslamiyeti yok edip, Protestanlık gibi yeni bir dinin tarih sahnesinde yerini almasını sağlamak. Bunun için önce dinin, temeli esası olan imandan başladılar işe. "Dinlerarası Diyalog" çalışmaları ile, Hıristiyanlığın da Yahudiliğin de hak din olduğu, bunlara inananların da Cennete gideceği fikri gündeme getirildi.. Bu dinlerle, amentüde yani inanılacak şeylerde ittifak olduğu söylendi. Halbuki, ibadetlerde olduğu gibi iman konusunda da bunlarla ortak noktamız yoktur. Mesela, Hıristiyanlarda, "üç tanrı" inancı vardır, meleklerin Allahın kızları olduğuna inanırlar, biz Hz. Musa'ya, Hz. İsa'ya inanırız, onlar Muhammed aleyhisselama inanmaz. Diyalaogtan esas maksat, müslümanların imanını bozmak, özellikle de, imanın özü olan, "Hubb-i fillah ve buğd-i fillah"ı yani, Müslüman olanı Allah için sevmek, Müslüman olmayanı Allah için sevmemek, ona kalben düşman olmak esasını yıkmak. Bir de, 'emri marufu, neyhi münker'i yani, dinimizin doğru inanışı yaymak, yanlış inanışlara, yaşayışlara mani olmak emrini ortadan kaldırmak. İmandan sonra sıra namaza geliyor. Burada da iddiaları şu: Namaz duadan ibarettir, Allahı hatırlayıp ona sığınmak kafidir. Namaz kılma imkanı olmayanlar, namaz vakitlerinde bunu yaparlarsa namaz şartı yerine gelmiş olur, diyorlar. Halbuki namaz dinin direğidir. Peygamber efendimiz, en zor şartlarda mesela çetin savaş şartlarında bile beş vakit namazı bilinen şekliyle mutlaka kılmıştır. Peygamberimizin varisi olan âlimler de, namazı bedendeki başa benzetmişlerdir, başsız beden olamayacağı gibi namazsız din olamayacağını ve namaz kılmayanın dinini yıkmış olacağını bildirmişlerdir. Zekat için de, zekat bir vergidir, vergisini veren zekatını da vermiş sayılır diyorlar. İlla vermek istiyenler de, Kur'an-ı kerimde oranı bildirilmediği için, gönlünden ne koparsa, sembolik bir şey vermekle zekat borcunu ödemiş olur, hezeyanında bulunuyorlar. Hac konusunda da -kurban meselesinde olduğu gibi- fakir, muhtaç kimseler varken hacca gidilmez, hac parasını onlara vermek lazım, fikrini ortaya attılar. Hac ibadetini bozmak için de, senenin belli günlerinde değil de senenin diğer günlerine yaymak gerekir, diyorlar. Ayrıca, şeytan taşlama da yok. O nefsinizdeki şeytanı taşlamaktır, diyorlar. Oruca gelince; 'aslında o bir diyet ve kötü söz söylememe, yanlış iş yapmama konusunda yılda bir kez insanın kendi kendini otokontrole tabi tutması ve disiplin altına alması olayıdır. Bunu bir gün durup bir gün yapmak da mümkün. Aralıksız otuz gün tutmak da şart değil' diyorlar. Sadece bu saydığımız ibadetlerde değil tabii ki, her konuda yeni projeleri var bunların. Bunlara göre kalb temiz olsun, herkese iyilik yap yeter. İbadete bile luzum yok. İsim vermeden hümanizmi din diye halkın önüne koymaya çalışıyorlar. Peki, biz bu olup bitenlere seyirci mi kalacağız! Hayır, dinimizi muteber fıkıh kitaplarından, ilmihâl kitaplarından en iyi şekilde öğreneceğiz ve öğreteceğiz. Öğrendiklerimizi en güzel şekilde yaşayacağız ve yaşatacağız. Aksi takdirde, Cenâbı Hak, verdiği nimetin kıymetini bilemediğimiz için elimizden alır, dünya ve ahiretimiz harab olur. Allahü teâlâ kıyamete kadar dinini devam ettireceğine göre; başka milletlerle de devam ettirebilir bu dini. Bu İslam nimetinin on asırdır, bizde olması bundan sonra da bizde kalacak manasına gelmez. Yüce Allah, "Gönderdiğim nimetlerin kıymetini bilir, şükrünü yaparsanız, nimetlerimi artırırım. Şükrünü yapmazsanız elinizden alır, şiddetli azab ederim" buyuruyor. Unutmayalım, tarihte bunun örnekleri çoktur!
.
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe
1 Mart 2003 01:00
Evliyanın büyüklerinden olan Sehl bin Abdüllah Tüsterî hazretleri buyurdu ki: "Eğer Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmın ümmetlerinde, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe gibi bir zât bulunsaydı, bunlar bugünkü bozuk Yahûdîliğe ve Hıristiyanlığa dönmezdi." İmam-ı azam Ebu Hanife hazretleri ve yüzlerce talebesinin ve bunların da yetiştirdiği binlerce Ehli sünnet âliminin yazdığı milyonlarca kitap, Peygamberimizin yolunu, bütün dünyaya doğru olarak yaymış, tanıttırmışdır. Bugün islâm dînini, duyamıyacak, hür dünyada bir şehir, bir köy ve bir kimse kalmamıştır. İslamiyeti işitince, doğru olarak öğrenmek isteyene, Allahü teâlâ, bunu nasîb edeceğini va'd buyurmuştur. Bugün, dünya kütübhânelerini doldurmuş olan bu kitapların isimlerini bildiren fihristler mevcuttur. Meselâ, Kâtib Çelebi'nin (Keşf-üz-zunûn) kitabında, onbeşbine yakın kitap ve onbin kadar müellif ismi vardır. Bu kitapları okuyan, anlayışlı ve insâflı bir kimse, İslamiyetin yirmi ana ilmini ve bunların kolları olan, seksen ilmi ve bu ilimlerin âlimlerini ve herbirinin yazdığı kitapları görerek, durmadan, yılmadan yazan, islâm âlimlerinin çokluğu ve herbirinin, ilim deryâsına dalmakdaki mahâretleri karşısında, hayrân kalmakdan kendini men edemez. Bu kitaplarında felsefecilerin sözlerini ve Müslüman olmayanların İslamiyete sokmak istedikleri uydurma delîlleri red ederek hepsini susdurmuşlar, din düşmanlarının hâzırladıkları fitne ve fesâd ateşlerini söndürmüşlerdir. Ayrıca, kötü maksadlarla Kur'ân-ı kerîme yanlış ma'nâlar vermeğe, bozuk tercümeler yapmağa kalkışanların yüz karalarını meydana çıkarıp, bir tarafdan iman edilmesi lâzım gelen şeyleri birer birer ve açıkça yazmışlar, bir tarafdan da, bütün dünyada olmuş ve kıyâmete kadar olacak her vak'a ve hareketin ahkâm-ı islâmiyesini, pek doğru olarak, insanlığın önüne koymuşlardır. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfenin dersinde hâzır bulunan talebesinden sekizyüzden fazlasının isimleri ve hâl tercümeleri kitaplarda yazılıdır. Bunlardan beşyüzaltmışı fıkıh ilminde derin âlim olarak şöhret bulmuş, içlerinden otuzaltısı ictihâd makâmına yükselmiştir.
.
Ehli sünnet âlimleri
2 Mart 2003 01:00
Kur'ân-ı kerîmden ve hadis-i şeriflerden çıkarılan ilimler içinde, kıymetli ve doğru olan, yalnız "Ehl-i sünnet" âlimlerinin anladıkları ve bildirdikleridir. Ehl-i sünnet âlimleri, bu ilimleri, Eshâb-ı kirâmdan öğrendi. Bunlar da, Resûlullahdan öğrendiler. Her mülhid, her bid'at sâhibi ve her câhil, tuttuğu yolun, Kur'ân-ı kerîme ve hadis-i şeriflere uygun olduğunu sanır ve iddiâ eder. Bu halde, Kur'ân-ı kerîmden ve hadis-i şeriflerden çıkarılan her manâ, makbûl ve mu'teber değildir. Ehl-i sünnet âlimlerinin, o büyük ve dindâr insanların bildirdikleri i'tikâddan, imandan kıl kadar ayrılanların, kıyâmette azâbdan kurtulmaları imkânsızdır. Böyle olduğu akıl ile, Kur'ân-ı kerîm ile ve hadis-i şerifler ile ve din büyüklerinin (Basîretleri) ile yani kalb gözleri ile görmeleri ile anlaşılmakdadır. Yanlışlık ihtimâli yokdur. Bu büyüklerin kitaplarında bildirdikleri doğru yoldan kıl kadar ayrılanların sözleri ve kitapları, zehirdir. Hele dünyalık toplamak için, dîni âlet edenlerin ve kendilerine din adamı ismini verip, her akllarına geleni yazanların hepsi, din hırsızıdır. Bu kitapları ve dergileri okuyanların imanlarını çalarlar. Bunlara aldananlar, kendilerini Müslüman sanıp namaz kılar. Hâlbuki, imanları çalınmış, gitmiş olduğundan namazları ve hiçbir ibâdetleri ve iyilikleri kabûl olmaz ve âhırette işe yaramaz. Dinlerini dünyaya satanlar hakkında, Bekara sûresinde meâli, "Câhiller, ahmaklar, dünyadaki zevk ve lezzetlere kavuşmak için, dinlerini, imanlarını verdi. Âhiretlerini satıp, dünyayı, şehvetlerinin istediklerini aldılar. Kurtuluş yolunu bırakıp, helâke koştular. Bu alış verişlerinde birşey kazanmadılar. Bunlar, ticaret ve kazanç yolunu bilmedi. Çok zarar etti" olan onaltıncı âyet-i kerîmesi gönderildi. Her bid'at sâhibi, Kur'ân-ı kerîmde ve hadis-i şeriflerde manâları açık olmayan i'tikâd bilgilerinde, yanlış te'vîl yaparak, yanlış manâ çıkardığı için, hak yoldan ayrılmışdır. Hâlbuki, Peygamberimiz "aleyhisselâm" buyurdu ki: "Kur'ân-ı kerîmden kendi aklı ile, kendi düşüncesi ve bilgisi ile manâ çıkaran kâfirdir." Namazdan, imandan haberi olmıyanların, para kazanmak için, piyasaya sürdükleri, uydurma tefsîrlerinin, yaldızlı reklâmlarına aldanmamalı, bunları almamalı, okumamalıdır.
.
Doğru imanın alameti
3 Mart 2003 01:00
Dünya ve ahiret saadetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünya ve âhiretin efendisi olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi olmağa bağlıdır. Ona tâbi olmak için, iman etmek ve İslâmiyeti öğrenmek ve yapmak lâzımdır. Kalbde doğru imanın bulunmasına alâmet, kâfirleri düşman bilip, onlara mahsûs olan ve kâfirlik alâmeti olan şeyleri yapmamaktır. Çünkü islâm ile küfür, birbirinin aksidir, zıddıdır. Birinin bulunduğu yerde, diğeri bulunamaz, gider. Bu iki zıt şey, bir arada bulunamaz. Bunlardan birisine kıymet vermek, diğerini hakâret ve kötülemek olur. Allahü teâlâ, sevgilisi olan Muhammed aleyhisselâma, huluk-ı azîm sâhibi olan, çok merhametli olan Peygamberine "sallallahü aleyhi ve sellem", islâm düşmanları ile cihâd ve muhârebe etmeği ve onlara sertlik göstermeği emrediyor. Demek ki, islâm düşmanlarına sert davranmak huluk-ı azîmdendir. İslamiyetin izzeti ve şerefi, küfrün ve kâfirlerin hakîr ve zelîl olmasındadır. Kâfirlere izzet veren, hurmet eden, Müslümanları tahkîr etmiş, alçaltmış olur. Hak teâlâ, İmrân sûresinde kâfirlere kıymet verenlerin ve küfre tâbi olanların aldandıklarını ve pişman olacaklarını beyân buyurarak meâli, "Ey benim sevgili Peygamberime "sallallahü aleyhi ve sellem" inananlar! Eğer, kâfirlerin sözlerine aldanıp da, Resûlümün yolundan ayrılırsanız, kendilerine Müslüman süsü veren din düşmanlarının uydurma ve yaldızlı sözlerine kapılarak, imanınızı çaldırırsanız, dünyada ve âhıretde zarar edersiniz" olan yüzkırkdokuzuncu âyet-i kerîmeyi gönderdi. Allahü teâlâ, kâfirlerin, kendi düşmanı ve Peygamberinin düşmanı olduklarını bildiriyor. Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek ve onlarla kaynaşmak, insanı Allahü teâlâya ve Onun Peygamberine düşman olmağa sürükler. Bir kimse, kendini Müslüman zan eder. Kelime-i tevhîdi söyleyip, inanıyorum der. Namaz kılar ve her ibâdeti yapar. Hâlbuki, bilmez ki, böyle çirkin hareketleri, onun imanını ve islâmını temelinden götürür. Kâfirler, yani Resûlullahın bildirdiği islâm dînini beğenmiyenler, zamana, asra ve fenne uymuyor diyenler ve mürtedler, Müslümanlarla ve Müslümanlıkla, açıkça ve alçakça alay ediyor, Müslümanları aşağı görüyorlar. Müslümanlığın dışında kalmak, keyflerine, şehvetlerine ve içlerindeki kötü isteklerine uygun geldiğinden, Müslümanlığa gericilik, imansızlığa, dinsizliğe asrîlik, münevverlik ve ışıklı yol diyorlar. Bunlara aldanmamalıdır.
.
İslamiyet ve ilim...
4 Mart 2003 01:00
İnançsızlar, İslam düşmanları, temiz Müslüman yavruları aldatmak için, "İslamiyette herşey 'miş' ile bitiyor. Şöyle imiş, böyle imiş diye, hep mışa dayanıyor. Bir senet ve vesîkaya dayanmıyor. Diğer ilimler ise, ispat edilip, bir vesîkaya dayanmaktadır" diyorlar. Bu sözleri ile, ne kadar câhil olduklarını gösteriyorlar. Hiç de, bir islâm kitabı okumamışlar. İslamiyet ismi altında, hayallerinde, birşeyler tasarlayıp, din bu düşüncelerden ibârettir sanıyorlar. Hâlbuki Müslümanlar, peygamberlerin en üstünü Muhammed aleyhisselâma tâbi olmakta, haber verdiği, Mi'râc gecesinde görüp konuşduğu ve her gün Cebrâîl ismindeki melek vâsıtası ile haberleştiği bir Allaha ibâdet etmektedir. Bunların, İslamiyetten ayrı ve uzak gördükleri ilimler, fenler, vesîkalar, senetler, hep islâm dîninin birer şubesi, dallarıdır. Meselâ bugün liselerde okunan bütün fen bilgileri, kimyâ, biyoloji kitaplarında, "Dersimizin esâsı, müşâhede yani gözetleme, tetkîk, inceleme ve tecrübedir" diyor. Yani fen derslerinin esâsı, bu üç şeydir. Hâlbuki, bu üçü de, İslamiyetin emrettiği şeylerdir. Yani, dînimiz, fen bilgilerini emretmektedir. Kur'ân-ı kerîmin çok yerinde, tabîatı, yani mahlûkâtı, canlı ve cansız varlıkları görmek, incelemek emredilmektedir. Eshâb-ı kirâm, bir gün Peygamberimize "sallallahü aleyhi ve sellem" sordu ve: "Yemen'e gidenlerimiz, orada hurma ağaçlarını, başka türlü aşıladıklarını ve daha iyi hurma aldıklarını gördük. Biz Medîne'deki ağaçlarımızı babalarımızdan gördüğümüz gibi mi aşılayalım, yoksa, Yemen'de gördüğümüz gibi aşılayıp da, daha iyi ve daha bol mu elde edelim?" dediler. Resûlullah efendimiz, bunlara şöyle diyebilirdi: Biraz bekleyin! Cebrâîl "aleyhisselâm" gelince, ona sorar, anlar, size bildiririm. Veya, biraz düşüneyim. Allahü teâlâ, kalbime doğrusunu bildirir. Ben de, size söylerim, demedi ve "Tecrübe edin! Bir kısım ağaçları, babalarınızın üsûlü ile, başka ağaçları da, Yemen'de öğrendiğiniz üsûl ile aşılayın! Hangisi daha iyi hurma verirse, her zaman o üsûl ile yapın!" buyurdu. Yani tecrübeyi, fennin esâsı olan tecrübeye güvenmeği emir buyurdu. Kendisi melekten haber gelir veya mubârek kalbine elbette doğar idi. Fakat, dünyanın her tarafında, kıyâmete kadar gelecek Müslümanların, tecrübeye, fenne güvenmelerini işâret buyurdu.
.
İlim ve ahlâk
5 Mart 2003 01:00
İslamiyet, ilim ve ahlâk ve de bütün fen kolları üzerinde, her çeşit çalışmağı önemle emir etmektedir. Bunlara çalışmak, farz-ı kifâye olduğu, kitaplarda yazılıdır. Hatta, bir islâm şehrinde, fennin yeni bulduğu bir âlet, bir vâsıta yapılmayıp, bu yüzden bir Müslüman zarar görürse, o şehrin idârecilerini, âmirlerini, İslamiyet mes'ûl tutmakdadır. Hadis-i şerifte, "Oğullarınıza yüzmeyi ve ok atmayı öğretiniz! Kadınların, evinde iplik iğirmesi ne güzel eğlencedir" buyuruldu. Bu hadis-i şerif, harb için lâzım olan her çeşit bilgi ve âleti edinmeği, hiç boş durmamağı ve fâideli eğlenceleri emretmektedir. Bunun içindir ki, bugün, müslümanların, en son teknolojiyi, en son buluşları yaparak Müslümanlığı dünyaya tanıtması farzdır. Yapmağa çalışılmazsa, büyük günah olur. Müslümanların bilmesi, öğrenmesi lâzım olan bilgilere, Müslümanlık bilgileri denir. Bu bilgilerin kimisini öğrenmek farzdır. Kimisini öğrenmek sünnet, bir kısmını öğrenmek de mubahdır İslâm bilgileri, başlıca iki büyük kısma ayrılır: Birincisi, nakli ilimlerdir. Bunlara "Din bilgileri" de denir. Ehl-i sünnet âlimleri, bu bilgileri, "Edille-i şer'ıyye" denilen dört kaynaktan meydana çıkarmıştır. Din bilgileri de ikiye ayrılır: Zâhirî ilimler ve bâtınî ilmler. Birincilere "Fıkıh bilgileri" veya "Ahkâm-ı islâmiyye", ikincilere "Tasavvuf bilgileri" denir. İslâm bilgilerinin ikinci kısmı, akli ilimlerdir. Eskiden canlıları öğretene (Ulûm-i tıbbiyye), cansızları öğretene (Ulûm-i hikemiyye) denirdi. Semâları, yıldızları öğretene (Ulûm-i felekiyye), yeryüzü bilgilerine de (Ulûm-i tabî'ıyye) tabiat bilgileri demişlerdir. Ulûm-i akliyye, denilen bilgiler matematik, mantık ve tecrübî bilgilerdir. Bunlar, his organları ile duyularak, akıl ile incelenerek, tecrübe ve hesap edilerek elde edilir. Bu bilgiler, din bilgilerinin anlaşılmasına ve onların tatbîk edilmesine yardımcıdırlar. Bu bakımdan lüzûmludurlar. Bunlar, zamanla artar, değişir, ilerler. Bunun içindir ki, "Tekmîl-i sınâ'ât, telâhuk-ı efkâr iledir" denilmiştir. Bunun mânâsı "San'atın, fennin, tekniğin ilerlemesi, fikirlerin, deneylerin birbirlerine eklenmesi ile olur" demektir.
.
İslamın emir ve yasakları
6 Mart 2003 01:00
İslamiyetin bildirdiği emir ve yasaklar, aklın, beyin gücünün dışında ve üstündedir. Bunlar, hiçbir zamanda, kimse tarafından değiştirilemez. "Dinde reform olmaz" sözünün mânâsı da budur. Akıl ile elde edilen bilgileri, İslamiyet yasaklamamış, sınırlamamış, ancak, bunların nakil bilgileri ile birlikte öğrenilmesini ve sonuçlarının İslâmiyete uygun, insanlara faydalı olarak kullanılmasını, zulüm, işkence, felâket vâsıtası yapılmamasını emir etmiştir. Müslümanlar, tarih boyunca ilme gelişmelere önem vermişler, pek çok buluş müslüman ilim adamları tarafından gerçekleştirilmiştir. İslamiyet, islâma karşı olanların, islâm ahlâkını bilmiyenlerin, ilim şekline soktukları, çeşitli adlar verdikleri ahlâksızlıkların, uydurma târîhlerin, İslamiyete yapılan iftirâların okutulmasını, öğrenilmesini yasaklamakta, zararlı, kötü propagandalardan kaçınılmasını, faydalı, iyi bilgilerin öğrenilmesini istemektedir. İslamiyet, faydalı olan her ilmi, her fenni ve her tecrübeyi emreden bir dindir. Müslümanlar, fenni sever, fen adamının tecrübelerine inanır. Fakat, fen adamıyım diyen fen taklitçilerinin iftirâlarına, yalanlarına aldanmaz. Din cahilleri ellerinden gelirse, Müslümanları ezer, imhâ eder. Veyahud, Müslümanları, kendi uydurdukları yola sokarlar. Nitekim masonlar nihai hedeflerini "Dindârlara ve ma'bedlere galebe çalmak kâfî değildir. Asıl maksadımız, dinleri yok etmektir" şeklinde ifade etmektedirler. Dinden haberi olmayanlar, kitaplarında ve konuşmalarında, İslamiyete düşmanlıklarını açıkca ve hayasızca bildiriyorlar. İlimden, fenden haberleri olmadığı için, çocukca şeyler söylüyorlar. Meselâ, eski insanlar câhil imiş, tabiat kuvvetleri karşısında âciz, zavallı kalarak, hayalî şeylere inanmışlar. Uydurdukları şeylere tapınarak, yalvararak, küçüklüklerini göstermişler. Cennet, Cehennem, cin, melek, eski insanların uydurduğu şeylerdir. Gidip gören var mı? Görülmeyen, tecrübe edilmeyen şeylere inanılır mı, diyorlar. Dinsizlerin bu sözleri, târihden de haberleri olmadığını gösteriyor. Târih boyunca, her asırda gelen câhiller, kendilerini akıllı, bilgili, eski insanları câhil sanmış. Âdem aleyhisselâmdan beri, her asırda gönderilen dinleri, eski câhillerin sözleri diyerek bozmuşlar, inkâr etmişlerdir. Kur'ân-ı kerîmin birçok yerinde, din cahillerinin böyle sözleri bildirilmekte ve cevap verilmektedir.
.
İlmihâl tartışması
7 Mart 2003 01:00
Geçenlerde bir TV kanalında.Türkiye'deki Müslümanların durumu tartışılıyordu. Aralarında ilahiyatçıların da bulunduğu birçok konuşmacı, Müslümanların bugünkü, dağınıklığını, sıkıntılarını ve bunların sebeplerini konuşuyordu. Başka bir ifade ile suçlu aranıyordu Müslümanların bugünkü iç açıcı olmayan hallerine... Ben kendi kendime, "Suçu niçin şurada burada arıyorsunuz, dini kendi kafalarına göre yorumlayan, refomcu ilahiyatçılar değil mi?" diye söylenirken, ilahiyatçı bir Prof. söz alarak, katili bulmuş bir komiser edasıyla, kendine göre birçok safsata gerekçeleri de sıralayıp, "Bütün bu olumsuzlukların müsebbibi, ilmihal kitaplarıdır" demez mi? Yine kendi kendime, "pes doğrusu!" dedim. Hani derler ya, "Yavuz hırsız ev sahibini bastırır!" aynen öyle! Çok şükür başka bir ilahiyatçı söz alarak beni biraz olsun ferahlattı. Şükürler olsun ki, az da olsa insaf ehli ilahiyatçılar da varmış, dedim. Bu ilahiyatçı Prof. dedi ki: "Biraz insaflı olalım, Allahtan korkalım, eğer bugün öyle veya böyle memleketimizde Müslümanlık varsa, bu ilmihaller sayesindedir. Bir "Mızraklı İlmihal'in yaptığı hizmeti nasıl inkar edebiliriz. Halkımızın sahip olduğu din bilgilerinin esas kaynağı, "Mızraklı İlmihal'dir. Bugün halkımız islamiyeti yaşıyorsa, bu beğenmediğiniz ilmihaller sayesindedir. Sonra din kitapları sadece ilmihallerden ibaret de değil ki. Ahlak kitapları, hikmet kitapları da var. Bunların hepsini ihtiva eden kitaplar da var. İstiyen bunları da alıp okuyabilir. Bunu engelleyen mi var?" Eski ve günümüz ilmihallerine karşı çıkan ilahiyatçı Prof. kendisinin yeni bir ilmihal kitabı yazacağını söyleyince, bir başka konuşmacı hoşuma giden, yüzde yüz gerçeği yansıtan çok güzel bir söz söyledi: "Zahmet etmeyin hocam, yazacağınız ilmihali hiç kimse okumaz. Niçin diyecek olursanız, sebebini de hemen söyleyeyim: Dini bir kitabın okunması için, yazanın, ihlaslı olması, ilmi ile amil olması, yani İslamiyeti yaşaması, takva sahibi olması lazımdır. Bugün bu vasıflarda din adamı kalmadı. Eski kitapların çok okunmasının hikmeti de burada zaten. Çünkü, onlar gerçekten takva sahibi samimi insanlardı. Söylediklerini, yazdıklarını eksiksiz olarak yaşayan kimselerdi. Sadece Allah rızası için yazıyor ve konuşuyorlardı. Bugünkü din adamları için bu söylenebilir mi?" İlmihal, özellikle Mızraklı İlmihal düşmanlığı yeni değil. Fakat son yıllara kadar, bu düşmanlığı dinsizler, ateistler yürütüyordu. Mesela, Nazım Hikmet'in Mızraklı İlmihal düşmanlığını hedef alan bir şiiri vardır. İşin düşündürücü, ürkütücü yönü, ilahiyatçıların da bu kampanyaya katılmaları. Nazım Hikmet'in düşmanlığını anlıyorum; düşüncesi gereği dini ortadan kaldırmak istiyor. Zira kendisi inançsızdı. Peki iyi de ya İlahiyatçılar ne yapmak istiyor acaba? İster istemez insanın aklına geliyor, yoksa bazı ilahiyatçıların da nihai hedefleri dini ortadan kaldırmak mıdır?!. Bu konularda kafa yoran bir yazarın şu tespiti de bu şüpheyi doğrulamaktadır: "Yeni İslâmcılık projesi, daha önce dinle ilgisi olmayan elitler, aydınlar tarafından yürütülüyordu. Bundan netice alınamayınca yeni proje yürürlüğe konuldu. Bu yeni projeye göre, "Yeni İslam" başka bir ifadeyle dinsizleştirme, İslâmcı elitler ve aydın din adamları (!) eliyle yürütülecek. İslâmı Protestanlaştırma Projesi ile de buna destek verilecek. Veya, İslamı protestanlaştırma projesine dönüştürülecek." Dış güçlerin özellikle de, İngilizlerin ve "Vatikan"ın yönlendirdiği bu projeyi önlemenin yolu, asırlardır olduğu gibi, dinimizi ilmihal, fıkıh kitaplarından öğrenmekten geçer. (Hakikat Kitabevi'nin 0212 523 45 56 yayınladığı, Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye, (2. Kısımda "Mızraklı İlmihal" olan) İslam Ahlâkı ve Faideli Bilgiler kitapları fıkıh bilgilerini, İslâm ahlâkını, hikmet ve İslâmi şuuru çok güzel bir şekilde bildirmektedir. Sinsi oyunlara gelmemek için, bunlar mutlaka dikkatlice okunmalıdır.)
.
İnsan ile hayvanın farkı
7 Mart 2003 01:00
İnançsızlar, ateistler, milletin dînini, ahlâkını yıkmak için küçücük çocuklardan başlıyorlar işe. Çocuklara, "Allah var olsaydı görürdük. İstediğimizi işitir, verirdi. Benden şeker isteyiniz, hemen işitir, veririm. Ondan isteyin, bakın vermiyor. O halde yoktur. Ananız, babanız câhildir. Eski, örümcek kafalıdır. Onlar gericidir. Siz ise, aydın kafalı, ilerici gençlersiniz. Sakın öyle hurâfelere inanmayın! Cennet, Cehennem, melek, cin uydurma şeylerdir" diyorlar. Böyle yalanlarla, gençlerin dînini, imanını, baba ocağından almış oldukları edeb ve hayâlarını yok etmeğe çalışıyorlar. Böyle inançsızlar her devirde olmuştur. Müminûn sûresinde buyuruldu ki: "Nûh aleyhisselâma inanmadılar. Onları suda boğduk. Ondan sonra yarattığımız insanlara, içlerinden Peygamber gönderdik ve Allahü teâlâya ibâdet ediniz. İbâdet edilecek, Ondan başkası yoktur. Onun azâbından korkunuz! dedik. Dinlemiyenlerden, öldükden sonra tekrâr dirilmeğe inanmıyanlardan, dünya nimetlerini bol bol vermiş olduğumuz birçoğu, bu Peygamber, sizin gibi yiyip içiyor. Kendiniz gibi bir çok şeye muhtac olan birine inanırsanız, aldanmış, zarar etmiş olursunuz. Peygamber, size ölüp, kemikleriniz çürüyüp, toz toprak oldukdan sonra, tekrar dirilerek kabirden kalkacaksınız diyor. Hiç böyle şey olur mu? Ne varsa, ancak bu dünyadadır. Cennet, Cehennem, hep buradadır. Bu dünya böyle gelmiş böyle gider. Öldükden sonra, bir daha dirilmek yoktur, dediler". İnançsızlar, zavallı yavruları aldatıp, kendi kötü istekleri, zevkleri, kötü kazançları uğruna, gençleri fedâ ediyorlar. Cenneti, Cehennemi kim görmüş, görülmiyen şeye inanılmaz, diyerek his uzvlarına tâbi olduklarını bildiriyorlar. Hâlbuki, hayvanlar, his uzuvlarına tâbi olur. İmâm-ı Gazâlî buyuruyor ki: "İnsanlar, akla tâbi olur. İnsanların his uzvları, hayvanlardan geridedir. İnsan, kedi, köpek kadar koku alamaz. Karanlıkta, onların gördüğü gibi göremez. Sonra, herşeyde, göze nasıl inanılır ki, çok yerde akıl, gözün yanlışını çıkarmakdadır. Meselâ göz, güneşi pencere içinden görüp, pencereden küçük sanıyor. Akıl ise, dünyadan da büyük olduğunu söylüyor..." Bu inançsızlar acabâ, biz gördüğümüze inanırız, güneş dünyadan daha büyük olur mu diyerek, akla inanmıyorlar mı? Hayır, burada onlar da, Müslümanlar gibi akla inanıyor. Görülüyor ki, insanlar, dünya işlerinde, hislerine değil, akıllarına uyarak, hayvanlardan ayrılmakdadır. Bunlar, âhiretdeki şeylere inanmayız diyerek, his organlarına bağlı kalıyorlar da, niçin akla uymuyor, burada da, insanlık derecesine yükselmek istemiyorlar?
.
İnsana verilen değer
8 Mart 2003 01:00
Cenab-ı Hak, insanoğluna değer vermiştir. Diğer canlılardan insanları ayrı tutmuştur. Herşeyi insanın emrine vermiştir. İnsanların ahiret hayatı da vardır. İslamiyet, insanların öldükten tekrar yaratılıp, sonsuz yaşıyacaklarını, hayvanların ise, kıyamette hesaplaştıktan sonra, yok olacaklarını bildiriyor. İnsanlara ebedî hayat vaat ederek, hayvanlardan ayırıyor. İnançsızlar ise, hayvanlar gibi, ebedî hayattan mahrûm kalmağı beğeniyorlar. Bugün, fabrikalarda binlerce ilâc, ev eşyâsı, sanâyi ve ticaret maddeleri, elektronik âletler, harb vâsıtaları yapılıyor. Bunların çoğu, ince hesaplardan, yüzlerce tecrübeden sonra elde ediliyor. Bunlardan birine dahî, kendi kendine var oldu diyorlar mı? Bunların bilerek ve istiyerek yapıldıklarını söylüyorlar ve hepsinin bir yapıcısının bulunması lâzımdır diyorlar da, canlılarda, cansızlarda görülen ve her asırda, daha yenileri, daha inceleri keşf edilen ve çoğunun yapısı henüz anlaşılamayan milyonlarca maddenin ve hâdisenin kendi kendilerine tesâdüfen var olduklarını söylüyorlar. Bu ikiyüzlülük, koyu bir inâddan veya açık bir ahmaklıkdan başka bir şey değildir. Rusya'da komünizm döneminde bir öğretmen, ders arasında, "Ben sizi görüyorum. Siz de beni görüyorsunuz. O halde, biz varız. Karşıdaki dağlar da var. Çünkü, bu dağları da görüyoruz. Yok olan şey görünmez. Görülmiyen şeye var denilmez. Bu sözüm, bir fen bilgisidir. İlerici, aydın olan kimse, fen bilgisine inanır. Gericiler, bu varlıkların bir yaratıcısı olduğunu söylüyorlar. Bu yaratıcının var olduğuna inanmak yanlışdır. Fenne uygun değildir. Görülmiyen şeye var demek, gericilikdir" deyince, bir Türkmen çocuğu söz istiyerek: "Bunları akıl ile mi söylüyorsun?" diye sorar. Evet, cevabı verince, sende akıl olduğuna inanmak, bunları akıl ile söylediğini kabûl etmek fenne uygun değildir. Çünkü, aklın olsaydı, görürdük" der. Öğretmen, bu haklı söze cevâb veremeyip, mağlûbiyetinden hâsıl olan öfke ile, çocukcağızı, tekme tokat dershâneden dışarı atar. Çocuk bir daha hiçbir yerde görülememiştir. Hazret-i Alî buyurdu ki: "Müslümanlar, âhirete inanıyor. Kitapsız kâfirler, inkâr ediyor. Tekrâr dirilmek olmasaydı, inanmıyanlar birşey kazanmaz, Müslümanlar da, zarar etmezdi. Fakat, kâfirlerin dediği olmayınca, sonsuz azâb çekeceklerdir."
.
Dinin temel direği!
8 Mart 2003 01:00
Dün, bazı çevrelerin, İslamda reform yapıp, "yeni bir islam ortaya koyma projesi" dahilinde yapılan, fıkıh, "İlmihâl" düşmanlığından bahsetmiştim. Bugün de, ilmihal nedir, fıkıh nedir? Bunun üzerinde durmak istiyorum. Her Müslümanın, imân, amel ve ahlâk ile ilgili, öğrenmesi ve yapması lâzım olan bilgileri ihtiva eden kitaplara "İlmihal" denir. İlmihâllerle zaruri din bilgileri verilir. Bu bilgileri öğrenmeyen bir kimsenin dînin emirlerini doğru bir şekilde yerine getirmesi mümkün değildir. İlmihâl kitaplarında önce îtikâd (îmân) bilgilerine yer verilmiştir. Çünkü, inanılacak şeyler, dînin esâsını teşkil eder. Burada imanın altı şartı, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği şekilde anlatılır. Sonra islamın beş şartı; ibâdet, helâl ve haram bilgileri anlatılır. Bundan sonra da, İslâm ahlâkından bahsedilir. Bu kısım, kalbi kötülüklerden temizlemenin, kısaca iyi bir Müslüman olmanın yollarını öğretir. İlmihâl kitaplarının kaynağı, fıkıh kitaplarıdır. Fıkıh ilmi, insanların yapması ve yapmaması lâzım olan işleri bildirir. Fıkıh bilgileri, edille-i şeriyye denilen, "Kitap", "Sünnet", "İcmâ" ve "Kıyâs"tan çıkarılır. Dînin hükümlerini bu dört kaynaktan çıkartan müctehid âlimlere "Fakîh" denir. Müctehid olmıyanların doğrudan doğruya bu dört kaynaktan fıkıh bilgisi öğrenmeleri imkânsızdır. Bunun için din bilgileri ancak fıkıh kitaplarından öğrenilebilir. Cehenneme gidecekleri hadîs-i şerîfte bildirilen "Yetmiş iki sapık fırka" âlimleri, Kur'ân-ı kerîmden yanlış mana çıkardıkları için sapıttılar. Âlimler sapıtınca, âlim olmıyanların Kur'an-ı kerimden, Hadis-i şeriflerden dinini öğrenmeye kalkışması felâket olur. Kur'ân-ı kerîmin hakîkî manasını öğrenmek isteyen, Ehl-i sünnet âlimlerinin kelâm, fıkıh ve ahlâk kitaplarını okuması lâzımdır. Dört mezhebin kelâm (iman) kitapları aynı olup, fıkıh kitapları başka başkadır. Halk için yazılmış olan ve herkesin bilmesi ve yapması gereken iman, ahlâk ve fıkıh bilgilerini kısaca ve açıkça anlatan kitaplara "İlmihâl" kitapları denilmiştir. Her müslümanın, evinde mutlaka muteber ilmihâl kitabı bulundurması, dinini bu ilmihâlden öğrenmesi şarttır. Bunun için dinimiz fıkıh bilgisine çok önem vermiştir. Bir kimse Kur'ân-ı kerîmi, ihtiyaç miktarı ezberledikten sonra, fıkıhla meşgûl olmalıdır! Çünkü, Kur'ân-ı kerîmi ezberlemek farz-ı kifâye, fıkhın kendine lâzım olan miktarını öğrenmek ise farz-ı ayndır. Peygamber efendimiz, "İbâdetlerin en kıymetlisi fıkhı öğrenmek ve öğretmektir." "Her şeyin dayandığı direk vardır. Dinin temel direği, fıkıh ilmidir." "Fıkhı bilmeden ibâdet eden, gece karanlıkta bina yapıp, gündüz yıkana benzer." buyurmuştur. Kur'an-ı kerimde, Resulullaha ve âlimlere uymamız emrediliyor. Peygamber efendimiz de, "Âlimlere tabi olun" buyuruyor. O hâlde, Allahü teâlânın emrine uyarak, âlimlere tabi olmamız, uymamız şarttır. Bu vesîkalardan anlaşıldığı gibi, din ancak, bu âlimlerin kelâm, fıkıh ve ahlâk kitaplarından ve bu ilimlerin biraraya getirildiği, toplandığı ilmihâl kitaplarından öğrenilir. Asırlardır, İslamiyet böyle öğrenildi, bu yol sayeyesinde bozulmadan bize kadar geldi. İslamı yok etmek isteyen güçler acı tecrübelerden sonra bunun farkına vardılar. Bunun için, saldırılarını islam âlimlerine ve bunların yazdığı fıkıh ve ilmihal kitaplarına yönelttiler. Biliyorlar ki, bu kitaplar halkın gözünden düşürülürse, Müslümanlar arasındaki bütünlük bozulacak, dinde anarşi çıkacak. Müslümanlar birbirini yiyip bitirecek. Böylece, asırlardır top, tüfek ve diğer bütün güçleri ile yapamadıklarını hiçbir sıkıntıya girmeden yaptırmış olacaklardır. Maalesef bunda da hayli mesafe katetmiş oldukları görülüyor. Sözde dini temsil eden, bu ilahiyatçıların, bu aydın din adamlarının televizyonlarda, açıkça ilmihallerin, fıkıh kitaplarının zararlarını tartışmaları bunun açık göstergesidir.
.
İnanmamak akılsızlıktır!
9 Mart 2003 01:00
Bugün, dünyada müslümanlığı kabul etmeyenler iki türlüdür: Birincisi "Kitaplı kâfirler" yani Hıristiyân ve Yahûdîlerin az bir kısmı olup, bir peygambere ve bunun Allahü teâlâdan getirdiği kitaba ve öldükten sonra dirilmeğe, âhıretteki sonsuz hayata inanıyorlar. Ellerindeki tahrip edilmiş, değiştirilmiş kitaba Allah kelâmı diyorlar. İkincisi, "Kitapsız kâfirler" olup, herşeyi yapan bir Allah bulunduğuna inanmıyorlar. Taş, ağaç, güneş, yıldız ve insan, inek gibi bazı mahlûklarda yaratıcılık sıfatı bulunduğuna inanıyorlar. Bu inkârcılardan bir kısmı, devlet baskısı ile, zulüm, işkence ederek, ibâdet etmeği, dîni öğretmeği yasak ediyor. Bir kısmı da, insanlık, iyilik duygularını okşayıcı sözlerle, herkesi, zevk, safâya daldırıyor. Maneviyyâttan, din bilgilerinden mahrûm bırakıyorlar. Düzme hikâyeler, yalan örnekler göstererek, milyonlarca insanı aldatıyor, din câhili yetiştiriyorlar. Bir tarafdan, medeniyetten, fenden, insan haklarından bahsedip, bir tarafdan da, insanları hayvanlaşdırıyorlar. İngiliz casûsları, böyle yapıyor. Hıristiyanların ve Yahûdîlerin bir kısmı, birçok meşhur bilim adamı kitaplıdır. Mesela, yeni astronominin kurucusu Kopernik, Fraynburg şehrinde papaz idi. İngiltere'nin büyük fizik âlimi Bacon, Fransisken tarîkatinde, papaz idi. Meşhûr Fransız fizikçisi Paskal, papaz olup, fizik ve geometri kanûnları keşfederken, din kitapları yazmıştı. Fransa'nın eski başbakanı meşhûr Rişliyö, papaz olup, ruhbân sınıfında ileri derece sâhibi idi. Meşhûr Alman doktor ve şâiri Şiller de, papaz idi. Amerika'nın büyük filozofu William Ceyms, Pragmatisme mezhebini kurmuş kitaplarında, imanlı olmağı övmüştür. Bulaşıcı hastalıklar, mikroplar ve aşılar üzerinde buluşları olan, Fransız doktoru Pasteur, cenâzesinin dînî merâsim ile kaldırılmasını vasıyyet etmişdi. İnanmıyanların, bütün bunlardan daha akıllı olduğunu kim iddiâ edebilir? Bu ilim adamları, islâm kitaplarını görüp okumuş olsalardı, iyi birer Müslüman olurlardı. Fakat papazları islâm kitaplarını okumağı, hatta el sürmeği yasak etmişler, büyük suç saymışlardı. İnsanların dünya ve âhiret saadetine kavuşmalarına mani olmuşlardı. İslâm âlimleri, sözlerini isbât etmekte, inanmıyanların saldırılarına akıl, ilim ve fen ile cevap vermektedir. Müslümanlar, sözlerini isbât etmeseydi dahî, kıyâmet inkâr olunabilir mi idi? Sonsuz azapta kalmak, bir ihtimâl bile olsa, bunu hangi akıl kabûl eder? Hâlbuki, âhiret azapları, bir ihtimâl değil, meydanda olan hakîkattir. O halde, inanmamak, akılsızlık oluyor.
.
Hile yoluna sapanlar...
10 Mart 2003 01:00
İslâm dînini bilmiyenler, milletin sağlam imanını, ilme ve akla dayanarak bozamıyacaklarını, islâma hücûm ettikçe, kendi yüz karalarının meydana çıktığını görerek, hîle, yalan yoluna sapıyor. Acizliklerini ortaya koyuyorlar. Müslüman görünüp ve Müslümanlığı beğenici ve medh edici yaldızlı yazılar yazıp, fakat, bu yazıları ve sözleri arasında Müslümanlığın esâs ve temel meselelerini, sanki Müslümanlık değilmiş gibi ele alıp kötülüyorlar. Müslümanları dinden soğutmağa ve ayırmağa çalışıyorlar. Allahü teâlânın ettiği ibâdetlerin vakitlerini, mikdârlarını ve şekillerini uygunsuz görerek, böyle olacağına, şöyle olsaydı, daha iyi olurdu diyorlar. İbâdetlerin rûhlarından, içlerinde saklı bulunan inceliklerden, faydalarından ve kıymetlerden haberleri olmadığı için, bunları basît ve ibtidâî faydalara âlet sanarak, sanki düzeltmeğe yelteniyorlar. Birşeyi bilmemek, insanlar için kusur ise de, anlamadığına karışmak, ayrıca pek gülünç ve acınacak bir hâl oluyor. Böyle câhilleri, akıllı sanarak, sözlerini dinleyen ve inanan Müslümanlar ise, bunlardan daha zavallı ve daha ahmaktır. Bunlar, "Evet İslamiyet iyi ahlâkı, sağlıklı olmağı, çalışmağı emir etmekte, kötülükleri yasaklamakta, insanları olgunlaştırmaktadır. Bunlar her millete lâzımdır. Fakat, İslamiyette sosyal hükümler, âile ve cemiyet hakları da vardır. Bunlar ise, o zamanın şartlarına göre konmuştur. Bugün milletler büyümüş, şartlar değişmiş, ihtiyaçlar artmıştır. Bugünkü, teknik ve sosyal ilerlemeleri karşılayabilecek yeni hükümler lâzımdır. Kur'ânın hükümleri bu ihtiyaçları karşılayamaz" diyorlar. Böyle sözler, islâmiyeti bilmeyen, islâm bilgilerinden haberi olmayan câhillerin boş ve yersiz düşünüşleridir. İslamiyet, adâleti, zulmü, insanların birbirlerine karşı, âile ve komşuların birbirlerine, milletin hükûmete ve birbirlerine karşı haklarını, vazîfelerini, suçları açıkça bildirmiş, bu değişmez kavramlar üzerinde, temel hükümler kurmuştur. Bu değişmez hükümlerin, hâdiselere, vakalara tatbîkini sınırlamamış, örf ve âdetlere göre kullanılmasını emretmiştir. Zamanın değişmesi ile, örf ve âdete dayanan hükümlerin değişebileceğini fakat dînî hükümlerin değiştirilemeyeceğini bildirmiştir.
.
Müslümanın üç görevi
11 Mart 2003 01:00
Allahü teâlâ islâm dînini, her memlekette, her yeniliği ve buluşu karşılayacak şekilde kurmuştur. İslâm dîni, yalnız sosyal hayatta değil, ibâdetlerde bile tolerans, müsâmaha göstermiş, insanlara serbestlik vermiş, başka şartlar ve zaruretler karşısında, ictihâd hakkı tanımıştır. Mecelle'de, zamanın değişmesi ile, örf ve âdete dayanan hükümlerin değişebileceği bildirilmiştir. Nassa, delîle dayanan ahkâm, zamanla değişmez. Esas değişmeyip, hükümlerin hâdiselere tatbîki, zamanla değişebilir. Bunları, ancak fıkıh âlimleri tespit edebilir. Hazret-i Ömer ve Emevîler zamanında ve koca Osmânlı imparatorluğunda, kıt'alara yayılan çeşitli milletler toplulukları, âdil bir şekilde idâre edilerek, başarıları, şanları, târîhlere ün salmıştır. Gelecek zamanlarda, büyük, küçük her millet de, İslamiyetin bildirdiği, değişmez olan güzel ahlâka sarılacağı, bunları uygulayacağı kadar, rahata, huzûra, saadete kavuşacaktır. İslamiyetin bildirdiği ahlâktan, ahkâmdan ayrılan insanlar, milletler, sıkıntıdan, ıstırâbdan, felâketten kurtulamamışlardır. Geçmiş milletlerde böyle olduğunu târîh yazmaktadır. Gelecekte de, elbette böyle olacaktır. Târîh, tekerrürden ibârettir. Müslümanlar, millî birlik ve berâberliğe çok önem vermeli, memleketlerinin kalkınması için maddî, mânevî çalışmalı, din bilgilerini iyi öğrenmeli, haramlardan sakınmalı, Allaha ve devlete ve kullara karşı olan vazîfelerini, borçlarını yerine getirmelidir. İslâmın güzel ahlâkı ile bezenmeli, kimseye zarar vermemelidir. Fitne, yani anarşi çıkarmamalıdır. Dînimiz, böyle olmamızı emir ediyor. Müslümanın birinci vazîfesi, nefsine, şeytâna uymayıp ve kötü arkadaşlara, azgın, âsî kimselere, anarşistlere aldanmayıp, kanûna karşı suçlu olmaktan, Allahü teâlâya karşı da günah işlemekten sakınmaktır. Allahü teâlâ kullarına üç vazîfe verdi: Birincisi, şahsî vazîfesidir. Her Müslüman, kendini iyi yetiştirecek, sağlıklı, edebli, iyi huylu olacak, ibâdetlerini yapacak, ilim ve güzel ahlâk öğrenecek, helâl lokma kazanmak için çalışacaktır. İkinci vazîfesi, âile içindeki vazîfesidir. Ailesine, ana-babasına, çocuklarına, kardeşlerine olan haklarını yapacaktır. Üçüncü vazîfesi, toplum içindeki vazîfeleridir. Bunlar, komşularına, âilesine, emrinde olanlara, devlete, bütün vatandaşlara, dîni ve milleti başka olanlara karşı vazîfeleridir.
.
Herkese faydalı olmalı
12 Mart 2003 01:00
Dinimiz, herkese iyilik etmeyi, eli ile, dili ile kimseyi incitmemeyi, kimseye zarar vermemeyi, hıyânet etmemeyi, herkese faydalı olmayı, devlete, kanunlara karşı, hiç isyân etmemeyi, herkesin hakkını vermeyi emreder. Allahü teâlâ, devlet işlerine karışmayı emir etmedi. Devlete yardım etmeyi, fitne çıkarmamayı emretti. Bunun için Müslümanların Allahü teâlâdan hayâ etmeleri, sıkılmaları lâzımdır. Hayâ imandandır. Müslümanlık hayâsı zarûrî lâzımdır. Kâfirleri ve kâfirliği ve İslamiyete uymıyan hangi inanış, hangi nazariyye, hangi teori olursa olsun, hepsini yanlış bilmek ve zararlı olduğuna inanmak lâzımdır. Cenâb-ı Hak, kâfirleri sevmemeyi buyurmuştur. Bir kalbde iman bulunduğuna alâmet, kâfirleri sevmemektir. Fakat, sevmemek kalble olur. Onlarla ve herkesle iyi geçinmeli, kimseyi incitmemelidir. Ancak, zaruret ve ihtiyaç îcâbı, geçici işbirlikleri yapılabilir ise de, bu, kalb ile sevmek olmamalı ve zaruret bitince, sona ermelidir. Müslümanları kötü bilmemeli, sû'i zan etmemelidir. Yani, Müslüman olduğunu söyleyen ve küfre sebep olan bir sözde ve işte bulunmıyan kimsenin bir sözünden veya işinden hem imanı olduğu, hem de imansız olduğu anlaşılırsa, imanı olduğunu anlamalı, dinden çıktı dememelidir. Fakat bir kimse, dîni yıkmağa, gençleri kâfir yapmağa uğraşır veya haramlardan birinin iyi olduğunu söyleyerek bunun yayılması, herkesin yapması için uğraşırsa, yahut Allahü teâlânın emirlerinden birinin gericilik, zararlı olduğunu söylerse, buna kâfir denir. Bu kimse müslüman olduğunu söylese, namaz kılsa, hacca gitse de, müslüman denilemez. Müslümanları aldatan böyle ikiyüzlüleri Müslüman sanmak, ahmaklık olur. Hak teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde Tevbe sûresinin yirmisekizinci âyetinde kâfirlere Neces ve doksanbeşinci âyetinde Rics yani pis buyurdu. O halde, Müslümanların yanında, kâfirlik pis ve aşağı olmalıdır. Ra'd sûresinin ondördüncü ve Mümin sûresinin ellinci âyetlerinde meâlen, "Bu düşmanların duâları netîcesizdir. Kabûl olmak ihtimâli yoktur" buyuruldu. Müslümanlardan, Allahü teâlâ râzıdır ve Peygamberi "sallallahü aleyhi ve sellem" râzıdır. Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmaktan daha büyük nimet olmaz. Allahü teâlâ mealen buyuruyor ki; "Kâfirleri sevmek, Allahü teâlâyı sevmemektir. İki zıt şey, birlikte sevilemez." İki düşman, birlikte sevilemez. Bir kimse, seviyorum dese, fakat onun düşmanlarından uzak olmazsa, bu sözüne inanılmaz.
.
"Dünyayı terk etmek" ne demek!
13 Mart 2003 01:00
İman ile küfür birbirlerine zıt olduğu gibi, âhıret de, dünyanın zıddıdır. Dünya ve âhıret bir araya getirilemez. Dünya, dinimize göre haram olan, insanlık için zararlı şeylerdir. Faydalı şeyler dünyadan sayılmaz. Âhıreti kazanmak için, dünyayı yani haramları terk etmek lâzımdır. Dünyayı terk etmek, iki türlüdür: Birincisi, bütün haram olan şeyler ile berâber, mubahları da, yani günah olmayan lezzetlerin çoğunu da bırakıp, yaşamak için zarûrî olan miktârını kullanmaktır. Yani tembel ve işsiz olarak oturup da, dünyanın zevk, keyf ve eğlencelerine dalmak yolunu bırakarak, her türlü zevk ve lezzetinden vazgeçip, bütün zamanını, ibâdet ile ve Müslümanların rahatları ve islâm dînini bilmiyenlerin, doğru yola kavuşmaları için lâzım olan ilmî ve teknik üsûlleri ve vâsıtaları, en ileri ve en üstün şekilde yapmak ve kullanmakla geçirmek ve durmadan çalışmaktır ve dünya zevkini böyle çalışmakta aramak ve bulmaktır. İslamiyetin emrettiği şeyleri yapmak için, bütün rahatı ve zevkleri fedâ etmektir. Eshâb-ı kirâmın hepsi ve büyüklerimizin çoğu, böyle idi. İkincisi, dünyada haram ve şüpheli şeylerden kaçıp mubahları kullanmaktır. Bu kısım da, hele bu zamanda, çok kıymetlidir. O halde, İslamiyetin haram ettiği şeylerden kaçınmak, her Müslüman için lâzımdır. Bunların haram olmasına önem vermiyen ve kaçınmağa lüzûm görmeyen, yani Allahü teâlânın yasak etmesine aldırış etmeyen veya bunları beğenen, ne güzel diyen dinden çıkar. Bunlar Cehennemde, sonsuz kalacaktır. Allahü teâlânın haram etmesine önem verip, kabûl edip de, nefsine mağlûb olarak, aldanarak, bunları yapan ve sonra akıllarını toparlayıp pişman olanlar kâfir olmaz ve imanlarını kaybetmezler. Böyle kimselere "Günahkâr" denir. Bunlar, günahları sebebiyle, belki Cehenneme girip cezâlarını çekerse de, Cehennemde sonsuz kalmıyacaklar, çıkıp Cennete kavuşacaklardır. Allahü teâlânın mubah ettiği, yani müsaade ettiği şeyler pek çoktur. Bunlarda bulunan lezzet, haramda bulunanlardan, fazladır. Mubah kullananları Allahü teâlâ sever. Haram kullananları sevmez. Aklı olan, doğru düşünebilen bir kimse, geçici bir zevk için, sâhibinin, yaratanının sevgisini teper mi? Zâten, haram olan şeylerin sayısı pek azdır. Bunlarda bulunan lezzet, mubahlarda da vardır. Kur'ân-ı kerîmde, zem edilen, kötü denilen dünya, haramlar ve mekrûhlardır. Mal kötülenmemiştir.
.
İnsan âciz bir varlıktır
14 Mart 2003 01:00
Allahü teâlâ, insanları olgunlaştırmak ve kalblerindeki hastalıklarını tedâvî etmek için, ezelde merhamet ederek, Peygamberler göndermeği dilemiştir. Peygamberlerin, bu vazîfelerini yapabilmeleri için, itâat etmiyenleri korkutmaları, itâat edenlere müjde bildirmeleri lâzımdır. Âhirette, birinciler için azâb, ikinciler için sevâb bulunduğunu haber vermeleri lâzımdır. Çünki insan, kendine tatlı gelen şeylere kavuşmak ister. Bunlara kavuşabilmek için, doğru yoldan sapar, günâh işler. Başkalarına kötülük yapar. İnsanları kötülük yapmaktan korumak, dünyâda ve âhirette râhat ve huzûr içinde yaşamalarını sağlamak için, Peygamberlerin gönderilmesi lâzımdır. Eski felsefecilerden bazıları, kendi görüş ve hayâlleri ile hâzırladıkları kitâbların sürümlerini artırmak için, Peygambere inen kitaplarda okudukları ve bunlara inananlardan işittikleri, ahlâkı güzelleştirmek ve faydalı işler yapmak yollarını bunlara karıştırdılar. Allahü teâlâ, insanları zayıf yarattı, kendi kendilerine doğruyu bulmaları mümkün değildir. Ayrıca insanları muhtâc yarattı. Giyecek, yiyecek, barınacak, düşmandan korunmak gibi ve daha nice şeylere muhtâctırlar. Bir kimse, kendi ihtiyâclarını yalnızca hâzırlıyamaz. Buna ömrü yetişmez. İnsanların medeni olmaları yani, ortaklaşa çalışmaları, birlikte yaşamaları lâzımdır. Biri yaptığı âleti başkasına verir. Ondan, kendine lâzım olan başka birşey alır. Medenî, yanî birlikte yaşayabilmek için de, adâlet lâzımdır. Çünkü herkes muhtâc olduğuna kavuşmak ister. Arzû ettiğini başkası alırsa, alana kızar. Aralarında çekişme, zulüm, işkence başlar. Topluluk parçalanır. Toplulukta, alışverişi düzenlemek, adâleti sağlamak için, çok şey bilmek lâzımdır. Bunların en âdil olarak bildirilmesi lâzımdır. Bunları hâzırlamakta da anlaşamazlarsa, yine karışıklık olur. Bunun için, insanların üstünde bir âdil varlığın hâzırlaması lâzımdır. Kendi zevklerine, şehvetlerine düşkün olanlar ve kendilerini başkalarından üstün görenler, islâmiyyetin ahkâmını beğenmezler. Bu ahkâma uymak istemezler. Başkalarının haklarına saldırır, günah işlerler. İslâmiyyete uyana sevap, uymıyana azap olacağı bildirilince, islâmiyetin düzeni kuvvetli olur. Bunun için, ahkâmı koyanın, cezâyı verecek olanın tanınması lâzımdır. Bunun için de, ibâdet yapılması emir olundu. Her gün ibâdet yaparak, O hâtırlanır. İbâdet, Onun varlığını ve Peygamberini ve âhiretteki nimetleri ve azapları tasdîk etmekle, inanmakla başlar.
..
Bugünkü İnciller
14 Mart 2003 01:00
Belediyelerin, Batı'daki kentleri, "Kardeş şehir" ilan etme modası gibi, son yıllarda, bazı sözde din temsilcileri de, "Semavi din kardeşliği" modasını başlattılar. Kardeşliği pekiştirmek için, noellerine, yortularına, cenazelerine katılarak üzüntülerini, sevinçlerini paylaşıyorlar. Akıllarınca, bu dinlere, İslamiyetin vermediği, "Kardeşliği" meşruiyetini sağlamak istiyorlar. Onlar da, "hak, doğru dinlerdir, bir dinin diğer dine göre, üstünlüğü yoktur" düşüncesini hafızalara yerleştirmek istiyorlar. Yürürlükten kaldırılmış bir din nasıl geçerli, nasıl meşru olur, bunun üzerinde durmuyorlar. Bu, aslında, 1924,1960 Anayasalarının geçerli olduğunu, yürürlükte olan 1982 Anayasasının yanısıra bunların da yürürlükte olduğunu söylemek kadar abes, saçma, zırva bir iddiadır. Zırva tevil götürmez, fakat bu konuların yabancısı olanların kafalarını karıştırdığı için, bu hafta, yürürlükte olduğu iddia ettikleri, bugünkü İnciller üzerinde durmak istiyorum. Dinimize göre bugünkü İncillerin durumu nedir? Kur'an-ı kerime göre, Allahü teâlânın peygamberleri vasıtasıyla insanlara gönderdiği dört büyük kitaptan biri "İncil"dir. İncil, hiç şüphesiz Hazret-i Îsâ'ya indirilen Allahü tealanın kitâbıdır. Fakat bugün, Hıristiyanların elinde bulunan ve "Evangelium" veya "Bible" adını verdikleri kitapta, eski hakîkî İncil'den kalmış pek az bilgi vardır. Kur'ân-ı kerîmde Allahü teâlâ, İncil'i hazret-i Îsâ'ya vahyettiğini ve onu peygamber olarak gönderdiğini çeşitli âyetlerde, meâlen şöyle bildirmektedir: "Arkalarından da Meryem oğlu Îsâ'yı gönderdik. Ona İncil'i verdik." (Âl-i İmrân sûresi: 3), "(Îsâ beşikteyken dile gelip) dedi ki: "Ben, hakîkaten Allah'ın kuluyum! O, bana kitap (İncil) verdi. Beni peygamber yaptı." (Meryem sûresi: 30). Biz Müslümanlar, diğer ilâhî kitaplarla beraber hakîki İncil'in de Allahü teâlâ tarafından hazret-i Îsâ'ya gönderilmiş hak bir kitap olduğuna inanırız. Ancak, Hazret-i Îsâ'ya gönderilen İncil, tek kitaptı. İbrâni diliyle yazılmış olan bu hakîkî İncil, bugün mevcut değildir. Bolüs (Pavlos) adındaki bir Yahûdî, Hz.Îsâ'ya inandığını söyleyerek ve Hıristiyanlığı yaymaya çalışıyor görünerek, gökten inen İncil'i yok etti. Daha sonra, dört kişi ortaya çıkıp, on iki Havârî'den işittiklerini yazarak, İncil adında dört kitap meydana geldi. Bolüs'ün yalanları, bunlara da karıştı. Böylece Îsâ aleyhisselâmın hak olan dîni, az zaman sonra Yahûdîler tarafından sinsice değiştirilmiş oldu. Gerçek İncil'deki bilgilere birçok yanlış düşünceler, efsâneler ve hurâfeler eklendi. Aslından uzak dört İncil ortaya çıktı: 1- Meta (veya Matta): Filistinli olan Metâ, Îsâ aleyhisselâm göğe çıkarıldıktan sekiz sene sonra, birinci İncil'i yazmıştır. Bugün mevcûd olan Mattâ İncili, İbrânice nüshanın tercümesidir. Bu tercümeyi yapanın da kim olduğu belli değildir. 2- Luka: Antakyalı olan Luka, Îsâ aleyhisselâmı görmemiş, Îsâ aleyhisselâm göğe çıkarıldıktan sonra, münâfık olan Bolüs tarafından güyâ Hıristiyanlık dînine alınmış ve onun (bozuk) fikirleriyle aşılanarak, Allahü teâlânın kitâbını büsbütün değiştiren bir İncil yazmıştır. 3- Markos: Îsâ aleyhisselâm göğe çıkarıldıktan sonra Îsevî (Hıristiyan) olmuş, İncil ismi ile tercümanı olduğu Petros adındaki havâriden işittiklerini yazmıştır. Havârî değildir. 4- Yuhanna: Îsâ aleyhisselâmın teyzesinin oğlu olup, hazret-i Îsâ'yı birkaç kere görmüştür. Yuhanna'ya âit olduğu iddia edilen bu kitap ona ait değildir, ikinci asırdan sonra aslı meçhul bir şahıs tarafından kaleme alınmıştır. Bu dört İncil, aynı hususları başka başka anlatan ve insan eliyle yazılmış hikâyelerden ibâret olup, Allah kelâmı değildir ve devamlı olarak değiştirilmektedir. Böyle bir kitaba ilahi kitap, böyle bir kitaba inanan kimselere hak din mensubu, bunlar da cennete gidecek, diyenlerin ya akıllarından ya da niyetlerinden şüphe etmek lazım!..
.
İncil'in bozulması
15 Mart 2003 01:00
Dün, mevcut İncillerin gerçek İncil olmadığından bahsetmiştim. Bugün de bu kutsal kitabın nasıl bozulduğundan, nasıl değiştirildiğinden bahsetmek istiyorum... İncil'deki ilk tahribatı Yahûdî olan Bolüs sinsice yaptı. Daha sonra, Yunancaya ve Lâtinceye çevrilirken putperest Romalılar ve Yunanlılar kendi inançları doğrultusunda değişiklik yaptılar. İncil'deki tek Allah inancının üçe çıkarılmasında, Yunanlıların Eflâtun felsefesinin büyük etkisi oldu. Ayrıca İncil'in en eski şekli olan İbrânice nüshası başka dillere yanlış tercümeler ile aktarıldı. Mesela, İbrânicede "Baba" kelimesi yalnız bir çocuğun kendi babası değil, aynı zamanda "hürmete değer büyük bir şahsiyet" mânâsına gelmesine rağmen, bu mana verilmedi. Bunun gibi "Oğul" kelimesi de İbrânicede çok kereler bir şahsın rütbece ve yaşça kendisinden daha küçük olan, fakat kendisine son derece bir sevgi ile bağlı bulunduğu bir şahsı tasvir etmek için kullanılmaktadır. İncil'deki, "oğul" kelimesi, "Allah'ın sevgili kulu" mânâsına gelmesine rağmen bu manada kullanılmadı. Bütün bunlara rağmen bugünkü İncil'in bile birçok yerlerinde Allah'ın tek olduğu, Îsâ aleyhisselâmın ise bir "Peygamber" olarak gönderildiği yazılıdır. Bunların bir kısmı şöyledir: Markus (12:30): Allahımız tektir. Tesniye (4:25): Yalnız bir Allah olup, ondan gayrisi yoktur. Îsâ'ya (45:5): Rab benim, benden gayri ilâh yoktur. Yuhanna (5:3): Îsâ dedi ki, ben kendiliğimden bir şey edemem, işittiğime (yani bana verilen vahye) göre hüküm ederim. Kendi irâdemi (bir şeyi yaptırmak arzusu) değil, ancak beni gönderenin (yani Allah'ın) irâdesini ararım. (Matta 27:57): Îsâ aleyhisselâm onlara; "Peygamber, kendi vatanından ve evinden gayrı yerlerde de îtibârsız değildir." dedi. (Yuhanna 8: 26-27): Beni gönderen Allah'tır. Ben dünyaya ancak O'ndan işittiklerimi söylerim... Bütün bu cümleler bugün Hıristiyanların elinde bulunan İncil'den alınmıştır. Yani ne kadar değiştirirlerse değiştirsinler, hâlâ İncil'de muhakkak hakîki İncil'den kalma doğru sözler bulunmaktadır. Mızrak çuvala sığmıyor. İnsaf sahibi Batılı ilim adamları da bugünkü İncillerin gerçek İncil ile ilgilerinin olmadığını bildiriyorlar: Moody İncil Enstitüsü'nden Dr. Graham Scroggie, "İncil, Allah Sözü müdür?" adlı kitabının 17. sahifesinde diyor ki: "Evet, İncil insan eseridir. Bazı kimseler, neden olduğunu anlamadığım sebeplerden ötürü, bunu inkâr etmektedirler. İncil, insanların dimağında teşekkül etmiş, insanlar tarafından insan dili ve insan eli ile yazılmış ve tamamiyle insan karakteri taşıyan bir eserdir." Başka bir din adamı Kenneth Gragg, Hıristiyan olmasına rağmen, şöyle demektedir: İncil'in Ahd-i Cedîd kısmı, Allah sözü değildir. Burada doğrudan doğruya insanların anlattıkları hikâyeler, herhangi bir işin nasıl yapıldığını gören insanların görgü şâhitliği vardır. Sırf insan sözü olan bu kısımlar kilise tarafından insanlara Allah sözüymüş gibi nakledilmektedir." Teolog Prof. Geyser: "İncil'in tamâmı Allah kelâmı değildir." demektedir. İncil'de yazılı hususlara, bilhassa, "Allah, oğul ve rûhülkudüs" gibi üçlü tanrıya inanmayan papalar bile ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri olan Papa Honorius, üçlü tanrıyı katiyetle reddettiği için ölümünden 48 sene sonra İstanbul'da toplanan Sinod (Papazlar Heyeti) tarafından resmen lânetlenmiştir (Sene M. 680). Fransa'da yayınlanan L'Evenement Du Jeudi dergisinin Temmuz-1993 sayısında diyor ki: "Gerçek İncil'i artık açıklama zamanı geldi... Ancak, bazı güçler, Hristiyan ve Yahudi medeniyetlerini kökünden sarsacağı için gerçek İncil'i açıklamıyorlar." İnciller içinde doğruya en yakın olanı, "Barnabas" İncilidir. Haftaya da isterseniz biraz bundan bahsederek bu konuyu kapatalım.
.
Sıkıntının sebebi!..
15 Mart 2003 01:00
İnsan ancak İslamiyete uymakla rahat eder. İslamiyete uymak, yani haram işlememek ve dinin bütün emirlerini yerine getirmek de çok kolaydır. Kalbi bozuk olana güç gelir. Evet, birçok işler vardır ki, sağlam insanlara kolaydır. Hastalara ise güçtür. Kalbin bozuk olması, İslamiyete tam inanmaması demektir. Bu gibi insanlar, inandım dese de, hakîkî tasdîk değildir. Lâf ile tasdîktir. Kalbde hakîkî tasdîkın, doğru imanın bulunmasına bir alâmet, İslamiyetin yolunda yürümekte kolaylık duymaktır. Allahü teâlânın feyzleri, nimetleri, ihsânları, yani iyilikleri, her an, insanların iyisine, kötüsüne, herkese gelmektedir. Herkese mal, evlâd, rızk, hidâyet, irşâd ve selâmet ve daha her iyiliği fark gözetmeksizin göndermektedir. Fark, bunları kabulde, alabilmekte ve bazılarını da almamak suretiyle, insanlardadır. Nahl sûresinin otuzüçüncü âyetinde meâlen: "Allahü teâlâ, kullarına zulmetmez, haksızlık etmez. Onlar, kendilerini azâba, acılara sürükleyen bozuk düşünceleri, çirkin işleri ile kendilerine zulüm ve işkence ediyorlar" buyurulmuştur. Sıkıntıların sebebi insanın kendisidir. Nitekim güneş, hem çamaşır yıkayan adama, hem de çamaşırlara, aynı şekilde, parlamakda iken, adamın yüzünü yakıp karartır, çamaşırlarını ise beyazlatır. Bunun gibi, elmaya ve bibere aynı şekilde parladığı halde, elmayı kızartınca tatlılaştırır. Biberi kızartınca acılaştırır. Tatlılık ve acılık hep güneşin ışıkları ile ise de, aralarındaki fark, güneşten değil, kendilerindendir. Allahü teâlâ, bütün insanlara çok acıdığı için ve bir ananın yavrusuna olan merhametinden daha çok acıdığı için, dünyanın her tarafındaki, her insanın, her âilenin, her toplumun ve milletin her zamanda ve her işlerinde nasıl hareket etmeleri lâzım geleceğini, dünyada ve âhırette rahat etmeleri ve saadet-i ebediyyeye kavuşmaları için, işlerini ne yolda yürütmeleri ve nelerden kaçınmaları lâzım geldiğini, Kur'ân-ı kerîmde bildirdi. Ehl-i sünnet âlimleri, bunların hepsini, keskin görüşleri ile bulup, milyonlarca kitap yazarak, bütün dünyaya bildirdi. Allahü teâlâ, insanları işlerinde başı boş bırakmamıştır. Dünya ve ahıret saadeti için yapılacak işleri açık bir şekilde bildirmiştir. Bunlara uyan dünyada ve ahırette rahat eder.
.
Nimetlere kavuşamamak!
16 Mart 2003 01:00
İnsanların, âhıretteki nimetlere nâil olamamaları, bu nimetlerden yüz çevirdikleri içindir. Yüz çeviren, elbette birşey alamaz. Ağzı kapalı bir kap, Nisan yağmuruna elbette kavuşamaz. Evet, yüz çeviren birçok kimsenin, dünya nimetleri içinde yaşadığı görülüp, mahrum kalmadıkları zan olunuyor ise de, bunlara dünya için çalışmalarının karşılığını vermektedir. Yalnız dünya için çalışanlara verdiği dünyalıklar hakîkatte azap ve felâket tohumlarıdır. Mekr-i ilâhî ile, yani Allahü teâlânın aldatarak, nimet şeklinde gösterdiği musîbetlerdir. Nitekim, Müminûn sûresi, ellialtıncı âyetinde meâlen, "Kâfirler, mal ve çok evlâd gibi dünyalıkları verdiğimiz için, kendilerine iyilik mi ediyoruz, yardım mı ediyoruz sanıyor. Peygamberime inanmadıkları ve dîn-i islâmı beğenmedikleri için, onlara mükâfât mı ediyoruz, diyorlar? Hayır öyle değildir. Aldanıyorlar. Bunların nimet olmayıp, musîbet olduğunu anlamıyorlar" buyuruluyor. Kalbleri, gönülleri Hak teâlâdan yüz çevirenlere verilen dünyalıklar, hep harâblıktır, felâkettir. Şeker hastasına verilen tatlılar, helvalar gibidir. Kalb, yürek denilen et parçasında bulunan bir kuvvettir. Elektriğin aküde, pilde bulunması gibidir. Rûh, can ise, bedenin her yerinde bulunur. Kalb, nefse uyup, küfür veya günah yapmak isteyince, Allahü teâlâ, bu kula acırsa, küfür ve günah işlemesini istemez. O da, yapamaz. Acımazsa, işlemesini ister ve yaratır. Karşılığını da verir. O halde insanın azâblara, felâketlere sürüklenmesine sebeb, kendisidir. Kalbinin İslamiyete uymayıp, nefsine uymasıdır. "Allahü teâlâ, nefsi yaratmasaydı, insanlar onun aldatmasından kurtulurdu. Kimse kötülük yapmaz, herkes Cennete giderdi" gibi bir soru akla gelebilir. Buna şöyle cevap verilebilir: Mesela, su, insanların, hayvanların ve bitkilerin yaşamaları için, temizlik için, yemek, ilâc yapmak için lâzım olduğu gibi, denizde binlerce insan boğulmakda, sel suları evleri yıkmaktadır. Soğuk su içen, hasta olmaktadır. Ateş, ekmek, yemek pişirmek için, kışın ısınmak için lâzım olduğu gibi, içine düşeni yakmaktadır. Elektrik, çok yerde işimize yaradığı halde, yangına sebep olmakta, insana çarpınca, hemen öldürmektedir. Her ilâc, bir derde devâ olduğu halde, fazlası zararlı olmaktadır. Herşey de böyledir. Nefs de bunlar gibidir. Hem faydalı, hem zararlı tarafları vardır. Nefsin yaratılması, insanların yaşaması, üremesi ve dünya için çalışmaları ve âhıret için cihâd sevabı kazanmaları içindir. Allahü teâlâ, nefsi böyle nice faydalar için yarattı.
.
Kalb, ruh ve nefis
17 Mart 2003 01:00
İnsanoğlunun yaşayabilmesi, hayatiyetini devam ettirebilmesi için nefse ihtiyaç vardır. Fakat, nefis, kendi haline bırakıldığı zaman da zararlı olmaktadır. Allahü teâlâ bütün insanlara merhamet ederek, acıyarak, nefse hâkim olup, bu zararlı arzûlarını önlemeleri için, aklı da yarattı. Akıl, insan dimâğı vâsıtası ile, his uzuvlarından, şeytândan ve nefisden kalbe gelen arzûları inceliyerek, iyilerini kötülerinden ayıran bir kuvvettir. Allahü teâlâ, ayrıca Peygamberler göndererek, hangi şeylerin faydalı, iyi ve hangi şeylerin zararlı, fenâ olduklarını ve nefsin bütün arzûlarının kötü olduğunu bildirdi. Akıl, nefsin isteklerini, Peygamberlerin iyi dedikleri şeylerden ayırıp, kalbe bildirir, kalb de, aklın bildirdiğini ihtiyâr ederse, yani tercîh ederse, nefsin arzûlarını yapmağı irâde etmez. Yani dimâğ, beyin vâsıtası ile, hareket uzvlarına bunu yaptırmaz. Kalb, İslamiyetin iyi dediklerini, ihtiyâr ve irâde eder ve yaptırırsa, insan saadete kavuşur. Kalbin, iyiden, kötüden birini ihtiyâr ve irâde etmesine "Kesb" denir. İnsanın hareket organları, dimâğına, dimâğ da kalbine tâbidir. Kalbin emrine uygun hareket ederler. Kalb, dimâğ vâsıtası ile his organlarından ve rûh vâsıtası ile taraf-ı ilâhîden ve akıldan, melekten, hâfızadan, nefisden ve şeytândan gelen tesîrlerin toplandığı bir merkezdir. Kalb, akla uyunca, nefsin yaratılmış olması, insanların sonsuz nimetlere kavuşmalarına mani olmaz. Kalbin nefse aldanmaması, ona uymaması, nefs ile "Cihâd-ı ekber" olur. Allahü teâlâ, cihâd edenlere, Cennette yüksek dereceler vereceğini bildiriyor. Nefis, insanların cihâd sevabına kavuşmalarına, meleklerden üstün olmalarına sebeb olmaktadır. Kalb, ruh ile nefs arasında bir köprü gibidir. Marifetler, feyzler kalbe ruh vasıtası ile gelir. Kalb, his organlarına da bağlıdır. His organları, ne ile meşgul olursa, kalb ona bağlanır. İnsan güzel bir sey görünce, güzel bir ses duyunca, kalb bunlara bağlanır. Ruha veya nefse tatlı gelenleri sever. Bu sevgi insanın elinde olmaz. Güzel, tatlı demek, kalbe güzel, tatlı gelen şey demektir. İnsan, çok defa hakiki güzelliği anlıyamaz. Kalbi, nefsin elinden kurtarmak için, nefsi ezmek, kalbi kuvvetlendirmek gerekir. Bu da, Resulullaha uymakla olur. Kalbini, nefsinin pençesinden kurtaran kimse, bir evliyanın Resulullahın varisi, Allahın sevgili kulu olduğunu anlar. Allahı çok sevdiği için, Allahın sevdiğini de çok sever.
.
"Onlara merhamet yoktur"!
18 Mart 2003 01:00
Allahü teâlânın rahmeti, şefkati dünyada müminlere ve kâfirlere, herkese birlikte yetiştiği ve herkesin çalışmasına ve iyiliklerine dünyada karşılığını verdiği halde, âhırette kâfirlere merhametin zerresi bile yoktur. Nitekim Hûd sûresi, onbeşinci âyetinin tefsiri şöyledir: "Görüşleri kısa, akılları eksik olanlar, âhıreti düşünmeyip her iyiliği, şöhret, mevki ve hürmet gibi dünya rahatlıklarını ve lezzetlerini kazanmak için yapıyor. Bu yaptıklarının karşılıklarını dünyada kendilerine tamamen verir, umduklarından birini esirgemeyiz. Bunların âhıretteki kazançları, yalnız Cehennem ateşidir. Çünkü, iyiliklerinin karşılıklarını almışlardır. Alacakları yalnız, bozuk niyetlerinin karşılığı olan, Cehennem ateşi kalmıştır. Hırs ve şehvetleri için, gösteriş için yaptıkları iyilikleri âhırette kendilerine yaramıyacak, bunları Cehennemden kurtaramıyacakdır." İsrâ sûresinde, onsekizinci âyetinin tefsiri de şöyle: "Görüşleri ve akılları, bu dünya çerçevesine sıkışmış olanlar, âhıreti bırakarak dünyanın çabuk geçici zevklerinin arkasında koşuyor. Gece gündüz düşündükleri ve sıkıntılara katlanarak özledikleri bu nimetlerden, dilediğimizi, istediklerimize kolaylıkla ve bol bol veririz. Fakat, bunlara böylece iyilik etmiyoruz. Cehennem azâbını hâzırlıyoruz. Bunlar âhırette rahmetten uzaklaştırılıp, kötü bir halde, Cehenneme sürükleneceklerdir. Herbiri çabuk biten ve arkasından sıkıntılar ve felâketler bırakan bu dünya lezzetlerine bağlanmayıp da, va'd ettiğim sonsuz ve hakîkî ve hiç değişmeyen âhıret nimetlerini istiyerek, gösterdiğim ve beğendiğim iyilikleri yapanlara gelince, bunlar, Kur'ân-ı kerîmde bildirdiğim yolda yürüdükleri için, bütün iyiliklerini beğeniriz. Dünyada, hem dünyanın âşıklarına, hem de sözlerime inanıp emirlerimi yapanlara istediklerini veririz. Kimseyi umduğundan mahrûm bırakmayız. Nimetlerimizi hepsine serperiz. Senin Rabbinin nimetlerinin yetişmediği kimse yoktur..." İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: "Doğru imanın alâmeti, kâfirleri düşman bilip, onlara mahsus olan ve kâfirlik alameti olan şeyleri yapmamaktır. Çünkü islâm ile küfür, birbirinin aksidir. Bunlardan birisine kıymet vermek, diğerine hakaret ve kötülemek olur. Allahü teâlâ, habibi olan Muhammed aleyhisselama, islâm düşmanları ile savaşmayı ve onlara sertlik göstermeyi emrediyor. Allahü teâlâ, kâfirlerin, kendi düşmanı ve Peygamberinin düşmanı olduklarını bildiriyor. Allahın düşmanlarını sevmek ve onlarla kaynaşmak, insanı Allaha düşman olmaya sürükle
.
Nimetler geçici ve aldatıcıdır
19 Mart 2003 01:00
Bu dünya nimetleri geçicidir ve aldatıcıdır. Bugün senin ise, yarın başkasınındır. Âhırette ele geçecekler ise sonsuzdur ve dünyada iken kazanılır. Bu birkaç günlük hayat, eğer dünya ve âhıretin en kıymetli insanı olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi olarak geçirilirse, saadet-i ebediyye, sonsuz kurtuluş umulur. Yoksa Ona tâbi olmadıkça, herşey, hiçdir. Ona uymadıkça, her yapılan hayır, iyilik, burada kalır, âhırette ele birşey geçmez. Muhammed aleyhisselam, mahbûb-i Rabbil'âlemîndir. Yani Allahü teâlânın sevgilisidir. Her şeyin en iyisi, sevgiliye verilir. İslam âlimlerinin büyüklerinden Seyyid Abdülhakîm efendi buyurdu ki: "Her Peygamber, kendi zamanında, kendi mekânında, kendi kavminin hepsinden, her bakımdan üstündür. Muhammed "aleyhisselâm" ise, her zamanda, her memlekette, yani dünya yaratıldığı günden, kıyâmet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek, bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiç kimse, hiçbir bakımdan Onun üstünde değildir. Bu, güç birşey değildir. Dilediğini yapan, her istediğini yaratan, Onu böyle yaratmıştır. Hiçbir insanın Onu medhedecek gücü yoktur. Hiçbir insanın, Onu tenkîd edecek iktidârı yoktur." Allahü teâlâ, "Sen olmasaydın, gökleri yaratmazdım!" buyurmuştur. Allahü teâlâ, bir insanda bulunabilecek, görünür görünmez bütün iyilikleri, bütün üstünlükleri, bütün güzellikleri, sevgilisinde toplamıştır. Meselâ, insanların en güzel yüzlüsü ve gayet nûrânî benizlisi idi. Mubârek yüzü, kırmızı ile karışık beyâz olup, ay gibi nûrlanırdı. Sözleri gayet tatlı olup, gönülleri alır, rûhları cezbederdi. Aklı o kadar çoktu ki, Arabistân yarım adasında, sert, inatçı insanlar arasında gelip, çok güzel idâre ederek ve cefâlarına sabrederek, onları yumuşaklığa ve itâate getirdi. Çoğu, dinlerini bırakıp Müslüman oldu ve dîn-i islâm yolunda babalarıyla ve oğullarıyla mücadele etti. Onun uğrunda mallarını, yurtlarını fedâ edip, kanlarını akıttı. Hâlbuki, böyle şeylere alışık değildiler. Güzel huyu, yumuşaklığı, affı, sabrı, ihsânı, ikrâmı, o kadar çoktu ki, herkesi hayrân bıraktı. Görenler ve işitenler seve seve Müslüman oldu. Dünya ve ahıret saadetine kavuşabilmek için Müslüman olmak, Muhammed aleyhisselama tam ve kusursuz tâbi olmak ve Onu tam ve kusursuz sevmek lâzımdır. Bunun alâmeti de, Onun düşmanlarını, ona inanmayanları düşman bilmek, Onu beğenmeyenleri sevmemektir. İki zıt şeyin muhabbeti bir kalbde, bir arada yerleşemez. İki zıttan birini sevmek, diğerine düşmanlığı îcâb ettirir.
.
En büyük mucize
20 Mart 2003 01:00
Peygamberimiz, Muhammed aleyhisselam kimseden birşey okumamış, öğrenmemiş, hiç yazı yazmamış iken ve seyahat etmeyen ve geçmişlerden ve etraftakilerden haberi olmayan insanlar arasında hâsıl olmuş iken, Tevrât'ta ve İncîl'de ve bütün başka kitaplarda yazılı şeyleri bildirdi. Geçmişlerin hâllerinden haber verdi. Her dinden, her meslekten ileri gelenlerin hepsini hüccet ve delilleri söyliyerek susturdu. Peygamberimiz, en büyük mucize olarak Kur'ân-ı kerîmi ortaya koydu ki, altıbinikiyüzotuzaltı âyetinden biri gibi söyliyemezsiniz diye meydan okuduğu halde, kimse, bindörtyüz bu kadar seneden beri, dünyanın her tarafında bütün islâm düşmanları el ele vererek, mallar, servetler dökerek uğraştıkları halde, söyleyemedi. Şimdi de, milyon dolarlar dökerek ve Yahûdî, papaz, mason güçlerini kullanarak, çalıştıkları halde söyleyemiyorlar. Hele o zaman, Arablar'da, şiir, edebiyât her şeyden ileri gidip en güvendikleri başarıları olduğu halde, Kur'ân-ı kerîm karşısında, bir şey söyleyemediler. Kur'ân-ı kerîme böyle galebe çalamayınca, çokları insâfa gelip Müslüman oldu. İman etmeyenleri de, İslamiyetin yayılmasını önlemek için, döğüşmeğe mecbûr oldu. Kur'ân-ı kerîmde kimsenin yapamayacağı, söyleyemiyeceği şeyler sayılamıyacak kadar çoktur. Burada altısını bildirelim: Birincisi: Îcâz ve belâgattır. Yani az söz ile ve pürüzsüz ve kusursuz olarak, çok şey anlatmaktır. İkincisi: Harfleri ve kelimeleri, Arab harflerine ve kelimelerine benzediği halde, âyetler, yani sözler ve cümleler, onların sözlerine ve şiirlerine ve hutbelerine hiç benzemiyor. Kur'ân-ı kerîm, insan sözü değildir. Allah kelâmıdır. Kur'ân-ı kerîmin yanında onların sözleri, cam parçalarının elmasa benzemesi gibidir. Dil mütehassısları bunu pek iyi görüyor ve teslîm ediyor. Üçüncüsü: Bir insan, Kur'ân-ı kerîmi ne kadar çok okursa okusun bıkmıyor, usanmıyor. Arzusu, hevesi, sevgisi ve zevki artıyor. Hâlbuki, Kur'ân-ı kerîmin tercümelerinin ve başka şekillerde yazmalarının ve diğer bütün kitapların okunmasında, böyle arzu ve lezzet artması olmuyor. Usanç hâsıl oluyor. Yorulmak başkadır, usanmak başkadır. Dördüncüsü: Geçmiş insanların hâllerinden bilinen ve bilinmeyen birçok şey Kur'ân-ı kerîmde bildirilmekdedir. Beşincisi: İlerde olacak şeyleri bildirmektedir ki, bunlardan çoğu zamanla meydana çıkmış ve çıkmaktadır. Altıncısı: Kimsenin hiçbir zamanda, hiçbir sûretle bilemiyeceği ilimlerdir ki, Allahü teâlâ, evvelini ve âhirini Kur'ân-ı kerîmde bildirmiştir.
"Size iki emanet bırakıyorum!"
21 Mart 2003 01:00
Son yıllarda, "Ehli Beyt" ve "Kerbela olayı" geçen hafta olduğu gibi her 10 Muharremde yazılı ve görsel basında geniş yer almaktadır. Haberler objektif olarak değil, tek taraflı verildiğinden şikayetle bu iki konuda, "Ehli sünnet"in "görüşünü" soran okuyucularıma muteber kaynaklarda geçen konu ile ilgili bilgileri sunmak istiyorum... Ehli sünnet İslam büyükleri Ehl-i Beyti sevmenin her mümine farz olduğunu bildirmişlerdir. Bunlarda Resûlullah'ın zerreleri vardır. Onlara kıymet vermek, saygı göstermek her Müslümanın vazîfesidir. Ehl-i Beyt ile ilgili Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Benden sonra size iki emanet bırakıyorum. Bunlara yapışırsanız, yoldan çıkmazsınız. Birisi, ikincisinden daha büyüktür. Biri Allahü teâlânın kitâbı olan Kur'ân-ı kerîmdir ki, gökten yere kadar uzanmış, sağlam bir iptir. İkincisi, Ehl-i Beytimdir. Bunların ikisi birbirinden ayrılmaz. Bunlara uymayan Benim yolumdan ayrılır." "Ümetimden Ehl-i Beytimi sevenlere şefâat edeceğim." Büyük İslâm âlimi İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: "Babam çok âlim idi. Her zaman Ehl-i Beyti sevmeyi tavsiye ve teşvik buyururdu. Bu sevgi insanın son nefeste imanla gitmesine çok yardım eder, derdi. Vefât edeceklerinde baş ucunda idim. Son anlarında şuurları azaldığında kendilerine bu nasîhatleri hatırlattım ve o sevginin nasıl tesir ettiğini sordum. O hâldeyken bile: "Ehl-i Beytin sevgisinin deryasında yüzüyorum'' buyurdular... Dinimiz "ölçülü" olmayı emredir. Bunun için sevgide ve düşmanlıkta haddi aşmamak, dinimizin dışına çıkmamak lazımdır. Çünkü, bir kimse ne kadar, zalim olursa olsun, ne kadar alçakça işler yaparsa yapsın, açıkça dini inkâr etmedikçe, inanılacak şeylere inandığı müddetçe, Müslümandır, buna kâfir denilemez. Denilirse bunu söyleyen dinden çıkar. Günah ne kadar büyük olursa olsun, küfre taşmadığı müddetçe imanı götürmez. Yezid, zalimliğine, caniliğe sebep olmasına rağmen, İslâmiyete düşman değildi. Namaz kıldığı İslamiyeti yaymak için cihad ettiği tarihi bir gerçektir. Babası Hazret Muaviye, Eshab-ı kiramdandı, Resulullahın kayın biraderi ve vahiy katibi idi. Onun zamanında İslamiyet geniş bir coğrafyaya yayıldı. İstanbul'u fethetmeye gelen ordunun başında Yezid vardı ve emrinde Hz. Halid bin Zeyd ve Mesleme gibi büyükler bulunuyordu. Hal böyle olunca, Yezid'in ve babası Hz. Muaviye'nin Müslüman olmadığını hangi dil söyleyebilir? Burada Yezid'in yaptıklarını savunacak halimiz yok; zaten hiçbir Müslüman bunu yapmaz. Onu sevmez, fakat sevmemek ayrı, küfürle itham etmek ayrı. Maksadımız onu temize çıkartmak değil dinimizin ölçüsünü bildirmektir. Hazret-i Muaviye ehli beyti çok severdi. Şu vasiyeti ehli beyt sevgisini açıkça göstermektedir. Hz. Muaviye vefâtına yakın, çok hastalandı. Öleceğini anlayınca oğlu Yezîd'i çağırtarak dedi ki: "Ey oğlum! Hazret-i Hüseyin'e, çocuklarına, kardeşlerine, kardeşlerinin çocuklarına, bütün akrabasına iyi davran! Ey Yezîd! Hz. Hüseyin ile istişare etmeden, halk hakkında hiçbir iş yapma. Senin yanında onun emrinden daha yüksek emir, onun elinden daha yüksek el olmasın. Onsuz ve onun çoluk çocuğu olmadan bir şey yeme ve içme. Ondan ve onun çoluk çocuğundan önce kimseyi giydirme. Ey oğlum! Biz sadece onun babasının ve dedesinin köleleriyiz. Ey oğlum! Bir harcama yaparsan yarısı Hz. Hüseyin için olsun. Onun üzülmesinden ve kızmasından çok sakın. Çünkü onun dedesi Resûlullah efendimiz önce gelenler ve sonra gelenler hakkında şefaat edecektir. Onun babası Hz. Ali bin Ebî Tâlib kıyamet gününde Kevser Havuzunun suyundan dağıtacaktır. Liva-i Hamd onun elindedir. Annesi Fâtımat-üz-Zehrâ kadınların efendisidir. Büyük annesi Hadîce-i Kübrâ'dır. Allahü teâlâ onlar sebebiyle bizi doğru yola iletti. Onlara ve çoluk çocuğuna herkesin iyilik etmelerini tavsiye et. Onları râzı et. Hazret-i Hüseyin, çoluk çocuğu, akrabâları ve Benî Hâşim hakkında ileri gitme!" (Devamı yarın)
Hiçbir kusuru görülmemiştir
21 Mart 2003 01:00
Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamın, hiçbir hareketinde, hiçbir işinde, hiçbir sözünde, hiçbir zaman, hiçbir çirkinlik, hiçbir kusur görülmemiştir. Kendisi için kimseye gücenmediği halde, din düşmanlarına, dîne dil ve el uzatanlara karşı sert ve şiddetli idi. Herkese karşı yumuşak olmasaydı, Peygamberlik heybetinden, büyüklük hâllerinden, kimse yanında oturmağa ve sözünü dinlemeğe tâkat getiremezdi. Peygamberimiz, büyük bir şehirde, herkesin arasında doğup, yetişmiş, kırk sene birlikte yaşayıp, bir kitap okumamış, seyahat etmemiş, şiir söylememiş ve nutuk vermemiş iken, birdenbire, kimsenin söyleyemiyeceği ve altısını bildirdiğimiz incelikleri ile, her sözün ve her kitabın üstünde bir kitap getiren ve güzel huyları ve üstün hâlleri ile, bütün insanların ve Peygamberlerin her bakımdan en iyisi olan bir kimsenin, Allahü teâlânın sevgili Peygamberi olduğu, akıl ve vicdân sâhibleri için, pek açık bir hakîkattir. İnsanoğlu ancak böyle bir peygambere tabi olmakla kurtuluşa erebilir. Ona tâbi olmak İslamiyeti beğenip, seve seve yapmak ve Onun emirlerini ve İslamiyetin kıymet verdiği, üstün tuttuğu şeyleri ve âlimlerini, sâlihlerini büyük bilip, hürmet etmektir ve Onun dînini yaymağa uğraşmak demektir ve Allahü teâlânın emirlerine uymak istemeyenleri sevmemektir. Ona uymuş olmak için sünnetlerine yapışıp, bidatlerden kaçmak gerekir. Peygamberimiz, "Bid'at sâhibi olanlara, hürmet eden, dirilerini ve ölülerini medheden, bunları büyük bilen, dîn-i islâmı yıkmağa, dünyadan kaldırmağa yardım etmiş olur" buyuruyor. Peygamberimizin zamanında ve onun dört halîfesi zamanlarında bulunmayıp da, dinde sonradan meydana çıkarılan, uydurulan ve ibadet kabul edilen sözlere, yazılara, usûllere ve işlere bidat denir. Her Müslüman, hem imanını korumağa, kaptırmamağa çalışmalı, hem de, Allahü teâlâya ve Onun Peygamberine inanmıyan kâfirleri sevmemelidir. Fakat, sevmediklerine de, kötülük, zulüm yapmamalı, kâfirlere ve bid'at sâhiplerine tatlı dil ve güler yüz ile nasîhat etmelidir. Onların felâketten kurtulmalarına, saadete kavuşmalarına çalışmalıdır. Mazhar-ı Cân-ı Cânân buyuruyor ki: "Kâfirleri ve bid'at sâhiblerini ve açıkca günah işlemeğe devam eden fâsıkları sevmememiz emrolundu. Bunlarla konuşmamalı, evlerine, toplantılarına gitmemeli, arkadaşlık yapmamalıdır. Zaruret ve ihtiyac olduğu zaman, zaruret miktârı kadar, bu yasaklara izin verilmiştir. Fakat yine de kalben onları sevmemelidir.
Dillerimizi bulaştırmayalım!'
22 Mart 2003 01:00
Birisine, mal için, makam için olan düşmanlıkla, dini için, nesebi için düşmanlık aynı değildir. Birincisinin neticesi günah, ikincisinin neticesi küfür olur. Ehli Sünnet büyüklerinin görüşüne göre, Yezid'in, Hazret-i Hüseyin'e, karşı oluşu düşmanlıktan olmayıp, makam ve dünyalık içindi. Her ne olursa olsun, bu alçakça yapılan vahşeti, Yezîd bile üzerine almamış. İbni Ziyâd'a, bu yüzden la'net etmiştir. Yezîd'in suçu da büyük ise de, bundan dolayı, babası Hazret-i Muaviye'yi lekelemeye kalkışmak, pek büyük bir haksızlıktır. Hâbil'in kâtili olan Kâbil'in babasını, yanî Âdem aleyhisselâmı kötülemek gibi olur... İşin diğer bir yönü Yezîd, Hazret-i Hüseyin'i öldürmek için emir vermedi. Kendisine bi'at ettirilmesini emretti. Adamları haddi aşarak bu akıl almaz cinayeti işlediler. Yezid, şehit edildiğini işitince ağladı ve Hazret-i Hüseyin'e rahmet okudu. Haberi getiren Zübeyr mükafat isteyince bir şey vermedi. "Allah İbn-i Mercâne'ye lânet eylesin! Hüseyin'in istediklerini kabul etmeyip de onu katlettirdi. Böylece beni kötü tanıttı" diye üzüntüsünü bildirdi. Hazret-i Hüseyin'in çocuklarını sarayına alıp çok hürmet ve ikramda bulundu. Sabah akşam yemeklerini İmâm-ı Zeynelâbidîn ile yedi. Onları Medine'ye uğurlarken çok mal ve hayvan ile iki yüz altın verdi. "Her ihtiyâcınızı bildirin, hemen gönderirim" dedi. Zeynelâbidîn hazretleriyle vedâlaşırken de; "Allahü teâlâ İbn-i Mercâne'ye lânet etsin. Vallâhi ben olsaydım babanın her teklifini kabul ederdim. Allah'ın takdiri böyleymiş ne çâre. Ne istersen bana yaz, hemen gönderirim" dedi. Yezîd'in suçu için, bu olay esnasında hayatta olmayan babası Hazret-i Mu'âviye'yi kötülemek de uygun olmaz. O zaman Hazret-i Hüseyin'i salıvermeyip, asıl şehîd eden, Ömer'in babasını da -haşa- kötülemek gerekir. Ömer'in babası olan Sa'd ibni Ebî Vakkâs Cennetle müjdelenenlerdendir. Hz. Hüseyin gibi yüce bir imamın şehid edilmesi, bütün Müslümanlar için büyük musibet ve üzüntüdür. Hz. Osman'ın ve Hz. Hamza'nın, Hz. Ali'nin pek feci şekilde şehid edilmeleri de, böyle büyük musibet ve üzüntüdür. Fakat, Peygamberimiz, Hz. Hamza'nın şehid edildiği günün yıldönümlerinde matem tutmadı. Matem tutmayı emretmedi. Hadis-i şerifte: "Matem tutan kimse, ölmeden tövbe etmezse, kıyamet günü şiddetli azab görecektir.", "İki şey vardır ki, insanı küfre sürükler. Birisi, bir kimsenin soyuna söğmek, ikincisi, ölü için matem tutmaktır." (Müslim) Kerbela vahşetini kimse savunmuyor, kimse bununla övünmüyor. Bunun için bu vahşeti öne çıkarmanın, her sene gündeme getirmenin kimseye faydası yoktur. Aksine, İslam tarihinin en büyük yarasını deşmek olur. Müslümanları üzmek olur. Müslümanlar arasına tefrika sokmak olur. Ateş düştüğü yeri yakar. Bu olaya en çok üzülenler, Hazreti Hüseyin'in soyundan gelen torunları seyyidlerdir. Fakat buna rağmen, Abdülkadir-i Geylani, Ahmet Bedevi, Ahmed Rufai, Abdülhakim Arvasi gibi seyyidlerin büyükleri ve meşhurları bu konuyu hiç dile getirmediler, matem tutmadılar, olaya sebep olanları küfürle itham etmediler. Bizler de bu şerefli insanlar gibi davranıp bu vicdanları paralayan cinayetleri konuşmamalıyız. Konuştuğumuz zaman kime ne faydası olacak? Bu mübarek şehidler geri mi gelecek? Tabii ki hayır, sadece acılar tazelenecek, birlik ve beraberliğimiz bozulacak. Huzur içinde ve kardeşçe yaşamak için bunları dile getirmemek şarttır. Büyük imam, İmam-ı Şafi hazretleri "Allahü teâlâ, bu kanlara ellerimizi bulaştırmaktan bizleri korudu. Biz de dillerimizi bulaştırmaktan korumalıyız!" buyurmuştur. Ehli sünnet'in görüşü, inancı böyle... Buna katılan da olur katılmayan da. Katılmayanların en azından saygılı olması lazım. Katılmayanların fikrine Ehli sünnetin saygılı olduğu gibi.
Ana-babanın sorumluluğu
22 Mart 2003 01:00
Dinin, sonraki nesillere intikalinde çocukların, gençlerin rolü büyüktür. Bunun için çocuklara önem verip, İslam dini üzere yetiştirmek, onların da dünya ve ahıretini sağlamamız gerekir. Bunun önemini Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" pek çok hadis-i şeriflerinde ifade buyurmuşlardır: "Hepiniz bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evlerinizde ve emirleriniz altında olanları Cehennemden korumalısınız! Onlara Müslümanlığı öğretmelisiniz! Öğretmez iseniz mes'ûl olacaksınız." Bir kere de buyurdu ki: "Çok Müslüman evlâdı, babaları yüzünden Veyl ismindeki Cehenneme gideceklerdir. Çünkü, bunların babaları, yalnız para kazanmak ve keyif sürmek hırsına düşüp ve yalnız dünya işleri arkasında koşup, evlâdlarına Müslümanlığı ve Kur'ân-ı kerîmi öğretmediler. Ben böyle babalardan uzağım. Onlar da, benden uzaktır. Çocuklarına dinlerini öğretmiyenler, Cehenneme gideceklerdir." Yine buyurdu ki: "Çocuklarına Kur'ân-ı kerîm öğretenlere veya Kur'ân-ı kerîm hocasına gönderenlere, öğretilen Kur'ânın her harfi için, on kerre Kâ'be-i mu'azzama ziyâreti sevabı verilir ve kıyâmet günü, başına devlet tâcı konur. Bütün insanlar görüp imrenir." Yine buyurdu ki: "Çocuklarınıza namaz kılmasını öğretiniz. Yedi yaşına gelince, namazı emrediniz!" Yine buyurdu ki: "Bir Müslümanın evlâdı ibâdet edince, kazandığı sevap kadar, babasına da verilir. Bir kimse, çocuğuna fısk, günah öğretirse, bu çocuk ne kadar günah işlerse, babasına da o kadar günah yazılır." İbni Âbidîn kitabında buyuruyor ki: "Kendinin yapması haram olan şeyi çocuğa yaptıran kimse, haram işlemiş olur. Oğluna ipek elbise giydiren, altın takan ve içki içiren, kıbleye karşı abdest bozduran, kıbleye ayak uzatmasına sebeb olan kimse, günah işlemiş olur." İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki: "Kızların, kadınların açık gezmeleri haramdır. İnce, dar, süslü, renkli şeylerle örtünerek gezmeleri de haramdır. Böyle gezenler, Allahü teâlâya âsî oldukları, günaha girdikleri gibi, bunların başında bulunan, baba, koca, kardeş ve amcadan hangisi, böyle gezmeğe rızâ gösterir ise, bu da, isyân ve günahda ortak olur." Dînin temeli, imanı, farzları ve haramları öğrenmek ve öğretmektir. Allahü teâlâ, Peygamberleri bunun için göndermiştir. Gençlere bunlar öğretilmediği zaman, İslamiyet yıkılır, yok olur
İyilikler yayılmazsa...
23 Mart 2003 01:00
Allahü teâlâ, Müslümanlara "Emr-i ma'rûf" yapmağı emrediyor. Yani, benim emirlerimi, bildiriniz, öğretiniz diyor ve "Nehy-i anilmünker"i emrediyor. Yani, yasak ettiğim haramları bildiriniz ve yapılmasına râzı olmayınız, diyor. Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" buyuruyor ki: "Birbirinize Müslümanlığı öğretiniz. Emr-i ma'rûfu bırakır iseniz, Allahü teâlâ, en kötünüzü başınıza musallat eder ve duâlarınızı kabûl etmez". Ve buyurdu ki: "Bütün ibâdetlere verilen sevap, Allah yolunda gazâya verilen sevaba göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Gazânın sevabı da, emr-i ma'rûf ve nehy-i anilmünker sevabı yanında, denize nazaran bir damla su gibidir." İbni Âbidîn kitabında, "Fıkıh âliminin Müslümanlara sağladığı faydanın sevabı, cihâd sevabından çoktur" diyor. Bunun için öncelikle çocuklarımıza dinimizi öğretmeliyiz. Çünkü, çocuk, ana baba elinde bir emânettir. Çocukların temiz kalbleri kıymetli bir cevher gibidir. Mum gibi, her şekli alabilir. Küçük iken, hiçbir şekle girmemiştir. Temiz bir toprak gibidir. Temiz toprağa hangi tohum ekilirse, onun meyvesi hâsıl olur. Çocuklara iman, Kur'ân ve Allahü teâlânın emirleri öğretilir ve yapmağa alıştırılırsa, din ve dünya saadetine ererler. Bu saadette anaları, babaları ve hocaları da ortak olur. Eğer bunlar öğretilmez ve alıştırılmaz ise, bedbaht olurlar. Yapacakları her fenâlığın günahı, ana, baba ve hocalarına da verilir. Tahrîm sûresinde altıncı âyet-i kerîmenin meâlinde, "Kendinizi ve evlerinizde ve emirlerinizde olanları ateşten koruyunuz!" buyurulmuştur. Bir babanın, evlâdını Cehennem ateşinden koruması, dünya ateşinden korumasından daha mühimdir. Cehennem ateşinden korumak da, imanı ve farzları ve haramları öğretmekle ve ibâdete alıştırmakla ve dinsiz, ahlâksız arkadaşlardan korumakla olur. Bütün fenâlıkların başı, kötü arkadaştır. Peygamberimiz "Bütün çocuklar Müslümanlığa uygun ve elverişli olarak dünyaya gelir. Bunları, sonra anaları, babaları Hıristiyan, Yahûdî ve dinsiz yapar" sözü ile Müslümanlığın yerleştirilmesinde ve yok edilmesinde en önemli işin, gençlikte olduğunu bildiriyor. O halde, her Müslümanın birinci vazîfesi, evlâdına İslamiyeti ve Kur'ân-ı kerîmi öğretmektir. Evlâd, büyük nimettir. Nimetin kıymeti bilinmezse, elden gider. Bunun için çocuk terbiyesi, islâm dîninde çok kıymetli bir ilimdir
Gençler birinci hedef!..
24 Mart 2003 01:00
Dinimizin yayılmasında, devamında gençlerin önemli bir rolü vardır. İslâm dînine karşı olanlar da, bu mühim noktayı anladıkları içindir ki, asrımızın en tehlikeli dinsizlik ocağı olan örgütler, "Gençliğin ele alınması birinci hedefimizdir. Çocukları dinsiz olarak yetiştirmeliyiz" diyorlar. Siyonistler, İslamiyeti yok etmek ve Allahü teâlânın emirlerinin öğretilmesini ve yaptırılmasını engellemek için "Gençlerin kafalarını yormamalıdır. Din bilgilerini büyüyünce kendileri öğrenirler" ve "Hepimiz bütün kudretimiz ile, iman hürriyeti fikrini dünyaya yaymağa sarılmalıyız ve verdiğimiz kararları her memlekete yerleştirmeliyiz. Din kardeşliğini yok edip, bunun yerine mason kardeşliği getirmeliyiz. Dinleri yok etmekten ibâret olan mukaddes gayemize, bu sûretle kavuşacağız" diyorlar. Bunun için, Müslümanlar din câhillerinin hîlelerine, yalanlarına aldanmamalı, onların okşayıcı, aldatıcı, yardımsever sözlerine inanmamalıdır. Müslümanlar, birbirlerine "Emr-i ma'rûf" ve "Nehy-i münker" yapmalı, dinimizin emirlerini yaymalı ve yasaklarına mani olmaya çalışmalıdır. Bugün, her memlekette gençlere, kemiklerinin, adalelerinin, ellerinin, ayaklarının, hâsılı her uzvunun kuvvetlenmesi, güzelleşmesi ve âhenkli olması için, beden hareketleri, kültür-fizik öğretiliyor ve yaptırılıyor. Beyin çalışmalarının ve rûhî faâliyetlerinin gelişmesi ve yenilenmesi için matematik ve psikoloji kâideleri ve tatbîkâtı ve kanlarını harekete getirerek hücrelerini temizletecek egzersiz fizikler ezberletiliyor ve yaptırılıyor. Bütün bunlar ve dünya işlerinde lâzım olacak bilgiler, bir ders ve vazîfe hâline konup çalıştırılırken; dünya ve âhıretin hakîkî saadetini ve insanların rahat, huzur ve her türlü gelişme ve ilerlemesini ve Allahü teâlânın rızâsını ve sevgisini kazandıracak olan imanın, islâmın, farzların, vâciblerin ve sünnetlerin ve helâlin öğretilmesi ve yaptırılması ve haramların ve kâfirliğe sebeb olan şeylerin öğretilip, bunlardan sakınılması bir kabâhat ve vicdânlara tecâvüz şeklinde gösterilir ise, doğru mu olur? Bugün, bütün Hıristiyan memleketlerinde, bir çocuk dünyaya gelir gelmez, buna kendi dinlerinin îcâblarını yapıyorlar. Her yaştaki insanlara, Yahûdîliği ve Hıristiyanlığı titizlikle aşılıyorlar. Fakat Müslümanların imanlarını, dinlerini çalmak ve yok etmek ve onları da, Hıristiyan yapmak için, sandık doluları kitap, broşür ve filmleri islâm memleketlerine gönderiyorlar. Bu yapılanlar Batı'nın inanç özgürlüğünde samimi olmadığını göstermektedir.
Din ve vicdan hürriyeti
25 Mart 2003 01:00
Amerika ve Avrupa, Müslüman çocuklarını dinlerinden uzaklaştırmak ve ahlaksızlığa yönlendirmek için sinsice hazırlanmış kitaplar, filmler piyasaya sürüyor. Meselâ, Hıristiyanlar, Îsâ aleyhisselâmı, Allahü teâlânın (hâşâ) oğlu sanıyor ve Allahü teâlâya "Baba", "Allah baba" diyorlar. Yazdıkları romanlarda ve filmlerde, "Allah baba bizi kurtarır" gibi şeyler söylüyorlar. Hâlbuki, dinimize göre Allahü teâlâya "Baba", "Allah baba" diyen kimsenin imanı gider, kâfir olur. İşte bunun gibi, daha nice yollarla, gençliğin imanını, sinsice çalıyorlar. Bu uğraşmalarına, insanlığa hizmet, demokrasi rejiminin bahşettiği bir hak ve hürriyet diyorlar da, bir Müslümanın, bir din kardeşine, Allahü teâlânın emirlerini hâtırlatmasına, din propagandası, gericilik ve vicdân hürriyetine tecâvüz denirse, haksızlık olmaz mı? Batı, Müslüman olmıyanların, Müslümanlığa karşı nazariyyeler, fikirler yürütmesi, gayet tabîî karşılayıp da, Müslümanların, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri hakîkî, doğru Müslümanlıktan bahsetmesine ve Muhammed aleyhisselâmın ışıklı yolunu göstermesine gericilik ve yobazlık gibi isimler takarak, terörist şeklini vermeğe, bu masûmları, lekelemeğe kalkışmak, bir gericilik, bir yobazlık değil midir? Bu temiz rûhlu, ileri görüşlü, ilme, ahlâka, fenne, fazîlete koşan faydalı insanlara ibtidâî, gerici adam demek ve Müslümanlığı beğenmiyenlere asrî, aydın ve uyanık insan demek, bir kin ve bozgunculuk olmaz mı? Bir taraftan, din serbesttir, Allah ile kul arasına girilmez, herkes vicdânının ilhâmına göre Allahını tanır ve tapar sözünü ileri sürerek, Emr-i ma'rûfu ve Nehy-i münkeri durdurup, ecdâdımızdan mîrâs kalan imanımızı söndürmeğe çalışıp, diğer taraftan, Müslümanlığı bozmak, yok etmek için, misyonerlerin, hîleler ve plânlar ile hâzırladıkları zehirli kitap ve dergiler yaldızlı reklâmlarla gençliğin önüne sürülürse, Müslümanlar incinmez mi? Kâfirler, Müslümanlığı dünyadan kaldırmağa uğraşıyor, bu çalışmalarında öncülüğü İngilizler yapıyor. Bütün gayretlerine rağmen, gençlerin, Müslümanlığı merâk edip araştırmağa başlamasına bile, tahammül edemiyerek, Ehl-i sünnet âlimlerinin sözleri kulaklarına gelince, tepeden tırnağa kin ve intikâm ateşi ile kızıyorlar. Dergilerinde, gazetelerinde, televizyonlarında sarık, tesbîh, sakal resimleri yaparak, hortlatılan kara kuvvet: İrticâ, diyorlar. Batının, din ve vicdan hürriyeti sloganı tamamen yalan ve hiledir. Hürriyet sadece Hıristiyanlar içindir. Kendileri için tehlike olarak gördüklerinde bütün inançları yok ediyorlar
Manevi değerlere saygı
26 Mart 2003 01:00
Müslümanlar, birbirine hürmet eder, yardıma koşar. Din yolunda ve dünya işlerinde sıkıntıda görünce kurtarırlar. Ramazân-ı şerîfe, oruç tutanlara, câmilere, ezâna, namaz kılanlara, Allah yolunda yürüyenlere sevgi ve saygı gösterir. Kur'ân-ı kerîm okunurken, sessizce ve saygı ile dinlerler. Kur'ân-ı kerîmi her kitabın üstünde bulundurup, üstüne birşey koymazlar. Çalgı ve içki âlemlerinde, oyun arasında, eğlence yerlerinde okumazlar. Uygunsuz okunurken, susturamazlar ise, dinlemeyip uzaklaşırlar. Kur'ân-ı kerîmi veya yapraklarını veya satırlarını veya kelimelerini ve bütün muhterem ve mubârek ismleri ve yazıları, hakîr ve aşağı yerlerde görünce, kalbleri sızlayıp hemen kaldırırlar. Kul ve hayvan haklarını gözetirler. Kâfirlerin, turistlerin de mallarına, canlarına ve ırzlarına saldırmazlar. Kanûnlara karşı gelmezler. İslâmın güzel ahlâkı ile yaşıyarak herkesin sevgi ve saygısını toplarlar. Kâfirler, zındıklar, münafıklar ise, Kur'ân-ı kerîmi ve mevlidi ve bütün mubârek isimleri ve yazıları, hürmetten, kıymetten düşürmeğe çalışır. Bunları, Allahü teâlânın yasak ettiği yerlerde ve şekillerde okurlar ve okuturlar. Temsillerde, mizâhlarda, komedilerde, karikatürlerde, filmlerde, televizyonlarda ve radyolarda, Müslümanlarla ve din büyükleri ile ve Allahü teâlânın emirleri ile alay ederler. Bütün buralarda Müslüman olarak pis, gülünç bir serseriyi gösterirler. Yani, Müslümanları ve Müslümanlığı tahkîr ederek, onu sevimsiz ve nefrete şâyân olarak tanıtırlar. Müslüman büyüklerine ve Müslümanlığın büyük tanıdığı şeylere çirkin ismler takarlar. Müslümanlar, bu gibi gösterileri ve sözleri ve yazıları ve gazeteleri görmeğe, dinlemeğe gitmemeli ve almamalı ve okumamalıdır. İmanlarını çaldırmamak için, çok uyanık olmalıdır. Bir din âlimini beğenmiyen veya bir din kitabını kusurlu, hatâlı bulan bir kimse, eğer namaz kılıyor, oruç tutuyor, haramlardan sakınıyor ise, bu kimsenin sözü veya yazısı incelenmeğe, o âlim veya kitap üzerinde durulmağa değer. Din kitabına, din adamına, dil uzatan kimse, ibâdet yapmıyor ve haramdan sakınmıyor ise, onun sözünün bir iftirâ, bir din düşmanlığı olduğunu anlamalı ve inanmamalıdır. Din adamlarını din kitaplarını lekelemek, bugün din düşmanlarının âdeti ve silâhı olmuştur. Âlimin kıymetini ancak âlim anlar. Gülün kıymetini bülbül, altının ayârını kuyumcu, incinin hâlisini de ancak kimyâger anlar.
Müslüman nasıl olmalı...
27 Mart 2003 01:00
Müslümanlar, Allahü teâlânın yasak ettiği, zararlı şeyleri almaz, kullanmaz, dinlemez, okumaz ve bakmaz. Kimseye kötülük yapmaz. Kendine zarar verene karşılık yapmaz. Sabır eder. Ona tatlı dil ile, güler yüz ile nasîhat verir. Müslümanlar, Allahü teâlânın emrettiği iyi şeyleri öğrenmek, öğretmek ve yapmak için uğraşır. Fen bilgilerini kâfirlerde de araştırır. Târîh boyunca, insanlığın üstün bir varlık olduğunu düşünemiyenler, islâm dînine düşmanlık etmiş, gençleri aldatmağa uğraşmış ve hiç ummadıkları bir zamanda yıkılıp, o, sımsıkı sarıldıkları dünya zevklerini bırakmış, Cehenneme gitmişlerdir. Çoğunun ismi unutulmuş, nâm ve nişanları kalmamış, fakat islâm güneşi nûrunu dünyaya yaymağa devam etmiştir. Din cahilleri, dünyanın dışı tatlı, içi acı olan ve dışı yaldızlı, içi zehirli olan ve başlangıcı hoş, sonu boş olan rahatlığına ve güzelliğine sarılıyor. Müslümanlar, Kur'ân-ı kerîmin emirlerine, yani Peygamberimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" yoluna sarılmalı ve bu ışıklı yolda ilerlemeğe durmadan çalışmalıdır. Dinde sonradan meydana çıkan, din düşmanları, "Dinde reformcular" tarafından ve câhil, ahmak kimseler tarafından uydurulan, bid'atlerden sakınmalıdır. İslamın cihad emrini istismar eden, Seyyid Kutup gibi mezhepsizlerden ve bunların kitaplarından da sakınmalıdır. Cihâd, câhil ana, babaların ve dünya çıkarları için uğraşan papazların ve keyifleri, zevkleri için zulüm, işkence yapan şeflerin aldattığı, inlettiği insanları küfürden, felâket yolundan kurtarmak, onları güç kullanarak, islâm ile şereflendirmektir. Cihâd, küfür, işkence ve kötülük içinde yetiştirilmiş, karanlığa atılmış zevallıları, islâm ışığı ile aydınlanmalarına mani olan diktatörlerin, sömürücülerin zararlarını yok etmek için, cânını, malını fedâ etmektir. İnsanları, sonsuz Cehennem azâbından kurtarmak, sonsuz Cennet nimetlerine kavuşturmak için yapılır. Cihâdı fertler değil, devlet yapar. Fertlerin başkalarına saldırmalarına cihâd değil, çapulculuk, barbarlık denir. Cihâda katılamıyanın, duâ etmesi farzdır. Kâfirler, cihâd sayesinde zâlimlerin işkencelerinden kurtularak iman ile şereflenir. İslamiyeti duyup, anladıktan sonra, iman etmeyenlerin dînine, cânına, mâlına dokunulmaz. Bunlar, islâmın adâleti, şefkati altında hür ve rahat yaşar. Cihâd sâyesinde, hiçbir kâfir, işitmedim, bilseydim inanırdım diyemiyecektir. Müslümanların dini yaymak için çalışması farzdır. Çalışılmaz ise bütün insanlığa büyük kötülük etmiş olur.
Barnabas İncili
28 Mart 2003 01:00
Daha önce bozulmuş, aslı ile nerdeyse ilgisi kalmamış İncil'lerden bahsetmiştim. Bugün de, gerçek İncil'e en yakın olan "Barnabas" İncili'nden bahsetmek istiyorum. Barnabas İncili'ni kaleme alan Kıbrıs doğumlu Joses idi. Kendisi hazret-i Îsâ'ya inananların en başında gelmekte ve Havârîlerin arasında önemli bir yeri bulunmaktadır. Kendisine verilen "Barnabas" lakabı, nasihat verici, iyiliğe teşvik edici anlamına gelmektedir. Barnabas İncili'nde, son Peygamberin 600 veya 1000 sene kadar sonra geleceği bildirilmektedir. Bu İncil'de, tek Allah inancından bahsedilmekte ve teslis yani üç ilah inancı yalanlanmaktadır. Avrupa ansiklopedilerinde, "Barnabas İncili diye bildirilen kitap, 15. yüzyılda İslamiyeti kabul etmiş bir İtalyan tarafından yazılmıştır" denilmektedir. Halbuki, Barnabas İncili daha 3. yüzyılda, yani hazret-i Muhammed'in gelmesinden asırlar önce aforoz edilerek ortadan kaldırılmıştır. Demek ki, daha o zaman da içinde fanatik Hıristiyanların işine gelmeyen, teslisin aleyhinde olan, başka bir Peygamberin geleceğini haber veren bahisler vardı. Barnabas'ın bu İncil'i, târih boyunca çeşitli defalar ortadan kaldırılmak ve bütün nüshaları kaybedilmek istenmiş olmasına rağmen, Papa Damorus tesadüfen eline geçen bir nüshasını Papalık Kütüphânesinde saklamıştır. Kitap, 1590'da el yazısı ile İbrâniceden İtalyancaya çevrilmiştir. Bu nüsha elden ele dolaşarak 1713 yılında Prens Eugene'e ulaşmış ve ölümünden sonra Viyana Kraliyet kütüphanesine nakledilmiştir. 1907'de Bay ve Bayan Ragg tarafından İngilizceye tercüme edilerek Oxford'da basılmış, fakat esrârengiz bir tarzda ortadan kaybolmuştur. Ancak bugün de, British Müseumda ve Amerikan Kongresi Kütüphânesinde birer nüshası hâlâ muhafaza edilmektedir. Barnabas İncili, Pakistan Kur'ân Konseyi eliyle 1973'te tekrar basılmıştır. "Resullerin İşleri" kitabında bildirildiğine göre, Hz. İsa'nın ardından ayrılıkların başlamadığı ilk dönemlerde, iman edenler tek yürek ve tek can idi ve hiç biri kendisinin olan şeyler için 'benimdir' demiyordu, her şey onlar için ortaktı. Her biri, tarlalarını, evlerini satıp bedellerini getirerek resullerin ayakları önüne koyuyorlardı; ve her birine ihtiyacına göre dağıtılıyordu. İşte bu zamanda Resullerce çağrıldığı şekliyle Barnabas tarlasını satmış ve parayı getirip resullerin önüne koymuştu. Bu olaydan sonra Barnabas adı Resuller'in İşleri'nde sık sık geçer. Şehir şehir dolaşan Barnabas Allah'ın sözünü her gittiği yerde ilan etmekte, kardeşlerine yardım için koşmakta ve pek çok kişinin Hak Dine girmesine sebep olmaktadır. Barnabas ilk dönemlerde Pavlos'la birliktedir. Daha sonra ayrılırlar. Bu ayrılma olayından sonra Resuller'in İşleri'nde Barnabas adı bir daha geçmez ve sürekli Pavlos'tan söz edilir. Buradan, Barnabas ile Pavlos arasında 'iman' konusunda derin ayrılığın söz konusu olduğu anlaşılıyor. Nitekim, Barnabas, İncili'nin girişinde şöyle der: "Şeytan tarafından aldatılan pek çokları, dindarlık maskesi altında en dinsiz akideyi va'z ederek İsa'ya Allah'ın oğlu demekte, Allah'ın sonsuza değin emrettiği sünnet olmayı reddetmekte ve her türlü kirli etin yenmesine izin vermekte olduğundan kurtulasınız, Şeytan tarafından aldatılmayasınız ve Allah'ın hükmü önünde hüsrana uğramayasınız diye, İsa ile yaptığım konuşma ve görüşmelerde gördüğüm ve duyduğum gerçeği yazıyorum." Barnabas'ın bizzat kendi yazdıklarına göre, Pavlos'la bir süre arkadaşlık yapmış, fakat, her peygamberden sonra olduğu gibi, Hz. İsa'dan sonra da izleyicileri arasında ayrılıklar çıkmış, bu ayrılıklar dinin özüne de inmiş ve Pavlos, Tevhid'i Şirk'e çevirenlerin başında yer alırken, Tevhid'den kopmayan Barnabas ise, Hz. İsa'nın gerçek dinini, ona inananlar Şeytan'a kanmasınlar diye yazıya geçirme gereği duymuştur. (Yarın, Barnabas İncili'nden bölümler)
.
İmanın temeli
28 Mart 2003 01:00
İmam-ı Gazali hazretleri "Kimyâ-i saadet" kitabında diyor ki: Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki: "İmanın temeli ve en kuvvetli alâmeti, Müslümanları sevmek ve Müslümanlara düşmanlık edenleri sevmemektir." Cenâb-ı Hakkın Îsâ aleyhisselâma, "Eğer yerlerde ve göklerde bulunan bütün mahlûkların ibâdetlerini yapsan, dostlarımı sevmedikce ve düşmanlarıma düşmanlık etmedikce, hiç faydası olmaz" buyurmuştur. Her mümin, kâfirleri, Allahü teâlâya düşman olanları sevmemeli, İslamiyete inananları sevmelidir. Bunu sözlerinde ve mümkün ise, hareketlerinde belli etmelidir. Kötü kimselerle arkadaşlık etmemeli, günahı çok olanlardan, çok kaçınmalıdır. Zâlimlerden, Müslümanlara eziyyet edenlerden daha ziyade kaçınmalıdır. Fakat, yalnız kendisine zulmedenleri affetmek, zulümlerine sabretmek lâzımdır ve çok iyidir. İslam büyüklerimizden bazıları, fâsıklara ve zâlimlere çok sert davranırdı. Bazıları da, hepsine şefkat ve merhamet gösterip, nasîhat ederdi. Fâsıklara ve zâlimlere acırlardı. Bu hâl, büyük ve kıymetli ise de, câhiller, ahmaklar, burada aldanır. İmanları zayıf ve İslamiyete uymakta gevşek olanlar, kendilerini Allahü teâlânın kaza ve kaderine râzı sanır. İslamiyete karşı duranları ve Müslümanlara düşman olanları sevmemek, bunları düşman bilmek farzdır. Mücâdele sûresinin son âyetinde meâlen, "Allahü teâlâya ve kıyâmet gününe iman edenler, Allahü teâlânın ve resûlünün düşmanlarını sevmezler. O kâfirler ve münâfıklar, müminlerin anaları, babaları, oğulları, kardeşleri ve başka yakınları olsa da, bunları sevmezler. Böyle olan müminleri Cennete koyacağım" buyuruldu. Bid'at sâhiblerini, yani Müslüman görünüp, Müslümanların imanlarını bozmak istiyenleri de sevmemek, bunların zararlarını Müslümanlara duyurmak lâzımdır. İmanı olup ibâdet eden fakat, yalancı şâhidlik, haksızlık, yalan, dedikodu, iftirâ, alay gibi hareket ve söz ve yazıları ile Müslümanları incitenlerle konuşmamak, onları sevmemek lâzımdır. İmanı olup da ibâdet etmiyenlere, kumar oynamak, içki içmek gibi haram işliyen, fakat Müslümanları incitmeyen fâsıklara karşı yumuşak davranıp, nasîhat etmeli, yola gelmezlerse, görüşmemeli, fakat hasta olunca ziyâret etmeli ve selâmına cevâb vermelidir. Söz ile, yazı ile ve kaba kuvvet ile Müslümanlara saldırmayan kâfirlere tatlı söz, güler yüz göstermeli, kimseye kötülük yapmamalıdır. Onları kalben sevmemelidir...
.
Barnabas İncili'nden bölümler
29 Mart 2003 01:00
Barnabas İncili gerçek İncil'e en yakını olduğu için, ihtiva ettiği bilgiler diğerlerinden çok farklı. Örneğin, Barbabas İncili'nde geçen şu bölüm Peygamberimizin geleceğini, son Peygamberin Muhammed aleyhisselam ve son dinin de İslamiyet olacağını açıkça bildirmektedir: Hz. Îsâ, kendisine, 'Sen Allahın Oğlusun' diyen Petrus'a çok kızdı. Onu azarladı. Ona, "Def ol" benden uzaklaş! Sen şeytânsın ve bana fenâlık yapmak istiyorsun dedi. Ondan sonra havârîlerine dönerek, bana böyle söyliyenlere yazıklar olsun! Çünkü, Allah bana, bunlara la'net etmek emrini verdi, dedi." "Ben kimsenin günâhını af edemem. Ancak Allah günâhları af eder." "Ben bu dünyaya, cenâb-ı Hakkın dünyaya selâmet getirecek olan Resûlünün yolunu hazırlamak için geldim. Fakat sizler dikkat ediniz! O gelinceye kadar sakın aldatılmayasınız. Çünkü benim sözlerimi alıp benim İncîlimi bozacak birçok yalancı peygamberler zuhûr edecektir." O zaman, "Geleceğini söylediğin bu Resûl hakkında bize bazı işaretler söyle ki, Onu bilelim" dediklerinde şöyle cevap verdi: "Bu Resûl sizin zamanınızda gelmeyecektir. Benim İncîlim tahrîf edilmiş olacağı ve hakîkî inananların 30 kişi kadar kalacağı bir zamanda gelecektir. İşte o zaman, cenâb-ı Hak insanlara acıyarak, elçisini gönderecekdir. Onun başının üzerinde daimâ beyaz bir bulut bulunacaktır. O çok kudretli olacak, putları kıracak, puta tapanları cezalandıracaktır. Onun sayesinde, insanlar Allahı tanıyacak ve Onu ta'zîz edecek ve ben de o zaman hakîkî olarak tanınacağım. Benim insandan başka bir şey olduğumu söyliyenlerden intikam alacaktır." "Kardeşlerim! Ben topraktan yaratılmış bir insanım. Sizin gibi toprak üzerinde yürüyorum. Günahlarınızı bilin ve tövbe edin! Kardeşlerim! Şeytân, Romalı askerlerin yardımı ile, size benim Allah olduğumu söyliyerek sizi aldatacak. Onların, sahte ve yalancı ilahlara kulluk ederek Allahın la'netine uğrayacaklarını görerek, onlara inanmayınız!" "Benim tesellim, hakkımdaki her batıl düşünceyi yok edecek ve dinini tüm dünyaya yayacak alacak olan Elçi'nin gelmesindedir. Ve, bana teselli veren, onun dininin sona ermeyecek ve Allah tarafından el değmeden korunacak olmasıdır." Sordular: "Allah'ın Elçisi geldikten sonra, başka peygamberler gelecek mi?" Hz. Îsa cevap verdi: "Ondan sonra Allah tarafından gönderilen gerçek peygamberler gelmeyecek ama pek çok yalancı peygamber gelecek; ki ben buna üzülüyorum. Çünkü, Şeytan onları yerlerinden kaldıracak da, kendilerini, benim kitabımı bahane edinip gizleyecekler." Sordular: "Bu tür dinsizlerin öne süreceği hüküm nasıl bir şeydir?" Hz. Îsa cevap verdi: "Bunların öne sürdüğü, kurtuluşa götüren gerçeğe inanmayan, lanete götüren bir yalandan ibarettir. Dünya hep gerçek peygamberleri horlamış ve bu yalancıları sevmiştir." Sordular: "Bu elçiye ne ad verilecek ve hangi işaretler onun gelişini ortaya koyacaktır?" Hz. Îsa cevap verdi: "Onun adı hayranlık uyandırır, çünkü Allah, ruhunu yaratıp da, bir nur içine konulduğu zaman ona bu adı kendisi vermiştir. Allah dedi: "Bekle Muhammed; çünkü senin uğruna Cennet'i, dünyayı ve her türlü mahluku yaratacağım, içlerinden seni bir elçi yapacağım, öyle ki, kim seni kutsarsa kutsanacak, kim seni lanetlerse lanetlenecektir. Seni, dünyaya göndereceğim ve senin sözün gerçek olacak. O kadar ki, gök ve yer düşecek. Fakat senin dinin düşmeyecek. Muhammed O'nun kutlu adıdır." O zaman, kalabalık seslerini yükseltip, dediler ki: "Ey Allah, bize elçini gönder! Ey Muhammed, dünyanın kurtuluşu için çabuk gel!
Kâfirler sevilir mi?
29 Mart 2003 01:00
Mü'minin kâfiri sevmesi üç türlü olur. Birincisi, onun küfrünü beğenir. Bunun için sever. Bu muhabbet yasaktır. Çünkü, onun dîninden râzı olmuştur. Küfrü beğenen kâfir olur. Böyle muhabbet, îmânı giderir. İkincisi, herkesle iyi geçinmek için, kâfire dost görünmektir. Bu yasak değildir. Üçüncüsü, ikisi ortasıdır. Onlara meyleder, yardım eder. Dîninin bâtıl olduğunu bilerek, akrabâlık, iş arkadaşlığı sebebi ile dostluk yapar. Bu muhabbet küfre sebeb olmaz ise de, câiz değildir. Çünki bu muhabbet, zamanla dînini beğenmeğe sebep olur. Müseylemetül-kezzâbın adamları iki sahâbîyi yakaladı. Birisine, "Muhammedin peygamber olduğuna inanıyor musun?" dedi. Evet dedi. "Benim de peygamber olduğuma inanıyor musun?" dedi. Buna da evet dedi. Müseyleme, kendisinin Benî Hanîfe kabîlesine peygamber olduğuna, Muhammed aleyhisselâmın Kureyş kabîlesine peygamber olduğuna inanıyordu. Bunu serbest bıraktı. Diğerini getirdiler. Buna da sordu. Birinci suâle evet, ikincisine, ben sağırım dedi. Bunu öldürdü. Resûlullah "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" haber alınca, "İkincisi, îmânı üzere şehîd oldu. Birincisi, Allahü teâlânın verdiği izne tâbi' oldu" buyurdu. Nahl sûresinin 106'ncı âyet-i kerîmesi meâlen, "İkrâh ile (korkutularak) kalbi îmân ile dolu iken küfür söyleyen af olur" olup, ikrâh olunca, küfre izin vermektedir. Âl-i İmrân sûresinin 28'inci âyetinde meâlen, "Müminler, müminlerden başka, kâfirleri sevmesinler. Onları seven, Allahü teâlâyı sevmiş olmaz. Zarûret olunca, onlara dostluk göstermek câiz olur" buyuruldu. Tefsîr alimleri bu âyet-i kerîmenin, kâfirleri sevmeği harâm ettiğini bildirmişlerdir. Âl-i İmrân sûresinin 118'inci âyet-i kerîmesi meâlen, "Ey mü'minler! Mümin olmıyan kâfirlerle dost, arkadaş olmayınız!" ve Mücâdele sûresinin 2'nci âyet-i kerîmesi meâlen, "Allahü teâlâya ve âhiret gününe inanan, Allahın ve Resûlünün düşmanlarını sevmez" ve Mâide sûresinin 54'üncü âyet-i kerîmesi meâlen, "Ey îmân edenler! Yahûdîleri ve Hıristiyanları sevmeyiniz!" ve Mümtehine sûresinin birinci âyeti meâlen, "Ey îmân edenler! Benim ve sizin düşmanlarımızı sevmeyiniz" ve Tevbe sûresinin 72'nci âyeti meâlen, "Mü'minlerin erkekleri ve kadınları birbirlerini severler" buyurulmuştur. Bu âyetler, kâfirleri sevmeği harâm etmektedi
Kimler dost edinilir?
30 Mart 2003 02:00
Bazı çevreler, Hıristiyanları, Yahudileri kendilerine dost edinmektedirler. "Tasavvuf, herkesle iyi geçinmektir, herkese karşı hoşgörülü olmaktır" diyorlar. Halbuki, Allahü teâlâ, Tevbe sûresinin 74'üncü âyetinde Resulüne meâlen, "Ey Peygamberim! Kâfirlerle, münâfıklarla cihâd et! Onlara düşmanlık yap!" buyurdu. Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" yolu, kâfirlere düşmanlık, onlarla cihâd idi. Kafirlerle dost olanlar, Resûlullahın yolundan ayrılmışlar, başka yol tutmuşlar. Tuttukları yol, dalâlet yoludur. Doğru yoldan çıkmaktır. Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, Allahü teâlânın kâfirlere düşman olduğunu, açıkça bildiriyor. Onun düşmanlarını seven, Onu sevmiş olur mu? Kâfirler, Allahü teâlânın düşmanı olmasalardı, "Buğd-i fillah" farz olmazdı. İnsanı Allahü teâlânın rızâsına kavuşturacakların en üstünü olmaz ve îmânın kemâline sebep olmazdı. Hadîs-i şerîfte, "Bir kimse, Allahü teâlânın düşmanlarını düşman bilmezse, hakîkî îmân etmiş olmaz. Mü'minleri Allah için sever ve kâfirleri düşman bilirse, Allahü teâlânın sevgisine kavuşur" buyuruldu. Hadîs-i şerîflerde, "Bir kimse, Allahın dostlarını sever, düşmanlarını düşman bilirse ve Allah için verir ve Allah için vermezse, îmânı kâmil olur","İsyân edenlere düşmanlık ederek, Allaha yaklaşınız!", "Allahü teâlâ, bir Peygambere vahyetti ki, falan âbide söyle: Dünyada zühd ederek, nefsini râhata kavuşturdun ve kendini kıymetlendirdin. Benim için ne yapdın? Âbid sordu: Yâ Rabbî! Senin için ne yapılır? Allahü teâlâ buyurdu ki: Düşmanıma, benim için düşmanlık ettin mi ve sevdiğimi benim için sevdin mi?" Sevenin, sevgilinin sevdiklerini sevmesi ve sevmediklerini sevmemesi lâzımdır. Bu sevgi ve düşmanlık, insanın elinde değildir. Sevginin îcâbıdır. Dostun dostları, insana sevimli görünür. Düşmanları, çok çirkin görünür. Bir kimse, birisini seviyorum derse, onun düşmanlarından uzaklaşmadıkça, sözüne inanılmaz. Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki: "Kâfirleri sevmek, Allahü teâlâyı sevmemektir. İki zıt şey, birlikte sevilemez." İki düşman, birlikte sevilemez. Bir kimse, seviyorum dese, fakat onun düşmanlarından uzaklaşmazsa, bu sözüne inanılmaz. Âl-i İmrân sûresinin 28'inci âyetinde meâlen, "Kâfirleri sevenleri, Allahü teâlâ, azâbı ile korkutuyor" buyurdu. Bu büyük tehdît, kafirleri sevmenin çirkinliğinin çok büyük olduğunu gösteriyor.
"Mümin olmayanı dost edinemem"
31 Mart 2003 01:00
Geçmişte, İslamiyet karşısında, kâfirler türlü yollar tutmuş, kollara ayrılmış ise de, iki kısımda toplanmışlardı: Birinci kısımdakiler, dünya işlerini ve ibâdetlerini yapıp Müslümanlara saldırmaz. Bunlar, islâmın kuvveti ve büyüklüğü karşısında, küçüklüklerini anlamış vergi vermeği kabûl ederek islâmın hâkimiyetine ve adâletine sığınmıştı. Böyle kâfirleri sevmemek, düşman bilmek lâzım ise de kalblerini incitmek haramdır. Böyle gayr-i müslim vatandaşa zulmetmek, Müslümana zulm etmekten daha fenâdır. Hayvana zulüm, işkence etmek, zimmîye etmekten daha fenâdır. İkinci kısım kâfirlere gelince, bunlar, islâm güneşinin parlamasına dayanamaz. Bütün devlet kuvvetleri ile, propaganda vâsıtaları ile, yalan ve çirkin iftirâlar yaparak, islâm dînini yıkmağa çalışırlar. Bu zavallılar, anlıyamıyor ki, İslamiyeti dünyadan kaldırmak, insanları saadetten, rahatlıktan ve kurtuluştan mahrûm bırakmak demektir ve kendilerini ve bütün beşeriyyeti, felâketlere, sıkıntılara sürüklemek, kısaca bindiği dalı kesmek demektir. Bu her iki kısım kafirlerle zaruret olmadıkça bunlarla dost olmamalı, onlardan uzak kalmalıdır. Hz. Ömer'e, burada Hîre halkından bir hıristiyan var. Hâfızası çok kuvvetli, yazısı da çok güzel, bunu kendine kâtip yaparsan çok iyi olur, dediler. Kabûl etmedi. "Mü'min olmayan birini dost edinemem" dedi. Ebû Mûsel eş'arî, Hz. Ömer'e, "Yanımda hıristiyan bir kâtibim var. Çok işe yarıyor" deyince, "Allahtan kork! Niçin, bir müslümân kâtib kullanmıyorsun? Mâide sûresindeki, Ey mü'minler! Yahûdî ve hıristiyanları sevmeyiniz! âyetini işitmedin mi?" dedi. "Dîni onun, kâtibliği benim" dedim. "Allahü teâlânın hakîr ettiğine ikrâm etme! Onun zelîl etdiğini azîz eyleme! Allahın uzaklaştırdığına yaklaşma!" dedi. "Basra'yı onun yardımı ile idâre edebiliyorum" dedim. "Hıristiyan ölürse ne yapacaksan, şimdi onu yap! Hemen onu değiştir!" dedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Halîlullah olan İbrâhîm aleyhisselâmın o büyük makâmı bulması, Peygamberlerin ağacı olması, Allahü teâlânın düşmanlarından uzak olduğu içindi. Mümtehine sûresinin dördüncü âyetinde meâlen, "İbrâhîm aleyhisselâmda, sizin için ibret vardır" buyuruldu. İnsânı Allahü teâlânın rızâsına kavuşturacak şeylerden hiçbiri, bu uzak kalma gibi değildir. Allahü teâlânın, küfre ve kâfirlere düşmanlığı, zâtındandır. Cehennemde sonsuz yanmak, bu çirkin işin cezâsıdır.
İyiliklerin karşılığı...
1 Nisan 2003 01:00
Âhırette Cehennemden kurtulmak, yalnız Muhammed aleyhisselâma tâbi olanlara mahsûstur. Dünyada yapılan hayrât ve hasenât, yani bütün iyilikler, bütün keşifler, bütün hâller ve bütün ilimler Resûlullahın yolunda bulunmak şartı ile, âhırette işe yarar. Yoksa, Allahü teâlânın Peygamberine tâbi olmıyanların yaptığı her iyilik, dünyada kalır ve âhıretin harâb olmasına sebeb olur. Yani, iyilik şeklinde görünen, birer istidrâcdan başka birşey olamaz. Nitekim, dünyadaki faydalı ve hayırlı işlerden cenâb-ı Hakkın, en çok beğendiği, câmi yapmaktır. Câmi yapmanın, çok sevap olduğunu bildiren hadis-i şerifler vardır. Böyle olmakla beraber, Tevbe sûresi, onsekizinci âyetinde meâlen: "Kâfirlerin câmi yapmaları câiz değildir. Yerinde ve yarar bir iş değildir. Onların câmi yapmaları ve diğer bütün beğendikleri işleri, kıyâmette kendilerine yaramıyacak ve Muhammed aleyhisselâma tâbi olmadıkları için, Cehenneme girip, çok acı azâblarda sonsuz olarak cezâlandırılacaklardır" buyuruldu. Âl-i İmrân sûresi, seksenbeşinci âyetinde meâlen: "Muhammed aleyhisselâmın getirdiği İslâm dîninden başka din istiyenlerin, dinlerini Allahü teâlâ sevmez ve kabûl etmez. Dîn-i islâma arka çeviren, âhırette zarar edecek, Cehenneme girecektir" buyuruldu. Bir kimse, binlerce sene ibâdet etse ve ömrünü, nefsini temizlemekle geçirse ve güzel huyları ile yanındakilere ve keşfettiği âletler ile, bütün insanlara faydalı olsa, Muhammed aleyhisselâma tâbi olmadıkça ebedî saadete kavuşamaz. Nisâ sûresi, onüçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen: "Allahü teâlânın ve Peygamberi Muhammed aleyhisselâmın emirlerine aldırış etmiyenler, beğenmiyenler, asra, fenne uygun değildir, modern ihtiyaçlara kâfi değildir diyenler, kıyâmette Cehennem ateşinden kurtulamıyacaklardır. Bunlara, Cehennemde, çok acı azâb vardır" buyuruldu. Nisâ sûresi yüzyetmişikinci âyet-i kerîmesinin tefsirinde: "Muhammed aleyhisselâma inanıp, âhırete yarayan işleri yapanlara (yani İslâmiyete uyanlara), Allahü teâlâ, va'd ettiklerini verecek ve ayrıca çok ihsân yapacaktır. Allahü teâlâya ibâdet etmeği, yani Muhammed aleyhisselâma itâat etmeği, aşağılık, gericilik sanıp, kendilerine asrî ve münevver diyerek, büyüklük taslıyanlara, çok azâb edecektir. Kendilerini herkesin üstünde sanan bu kâfirleri, Cehennemden kurtaracak bir yardımcı, Allahü teâlâdan başka bir kuvvet sâhibi bulunmıyacaktır" buyuruldu.
.
Tohumu ekmeyip yiyenler!..
2 Nisan 2003 01:00
Bu Dünya, âhıretin tarlasıdır. Burada tohumlarını ekmeyip yiyenler, böylece bir tohumdan kat kat meyve kazanmaktan mahrum kalanlar, ne kadar tâlihsiz ve ahmaktır. Kardeşin kardeşten kaçacağı, ananın evlâdını tanımıyacağı o gün için, hazırlanmıyorlar. Böyle kimseler, dünyada da, âhırette de zarardadırlar ve sonunda pişman olacaklardır. Aklı başında olan, bu dünyayı fırsat bilir. Bu kısa zamanda, yalnız dünya lezzetleri ile zevklenmek için değil, bu fırsatta, tohum ekmek ve bir hayırlı iş, yani Allahü teâlânın beğendiği işi yaparak, âyet-i kerîmede bildirilen kat kat fazla meyveleri toplamak istemelidir. Cenâb-ı Hak, bu kısa zamanda yapılacak, hayırlı işlere ve ibâdetlere sonsuz nimetler ihsân edecekdir. Peygamberine tâbi olmıyan, İslamiyeti beğenmiyenlere de, sonsuz azâb yapacaktır. Niçin böyle sonsuz azap yapacağını kendisi bilir. İnsanların kısa akılları, bunun sebebini kavrıyamaz. Meselâ, dünyada yapılan cinâyetlere de, çeşitli cezâlar emir etmiştir. Bunların sebebini ve hikmetini hiçbir insan anlıyamaz. İşte, böyle geçici kısa bir zamandaki küfre, sonsuz azap edecektir. Âhırette azâblardan kurtulmak, ancak Muhammed aleyhisselâma tâbi olmağa bağlıdır. Onun gösterdiği yolda giden, Allahü teâlânın sevgisine kavuşur. Ona tâbi olan, Allahü teâlâya sâdık kul olmak saadetine erer. Dünyaya gelmiş olan yüzyirmidörtbinden ziyade Peygamberin en büyükleri, Ona tâbi olmağı istemiştir. Mûsâ "aleyhisselâm" Onun zamanında bulunsaydı, O büyüklüğü ile berâber, Ona tâbi olmağı severdi. Îsâ aleyhisselâmın gökten inip, Onun dîni yolunda yürüyeceğini herkes bilir. Onun ümmeti olan Müslümanlar, Ona tâbi oldukları için, bütün insanların hayırlısı ve en iyileri oldu. Cennete gireceklerin çoğu bunlar oldu ve Cennete herkesten önce gireceklerdir. Kur'ân-ı kerîmdeki emirlerini ve İslamiyetin hükümlerinin hepsini akla uydurmağa, akla beğendirmeğe kalkışan, Peygamberlik makâmının derecesini anlamamış ve inanmamış olur. Böyle, İslamiyeti akıl ile, felsefe ile îzâha ve inandırmağa çalışan kitapları okumamalıdır. Akıl ile anlaşılan şeyler, his uzuvları ile anlaşılanların üstünde olduğu ve bunların yanlışını çıkardığı gibi, yani his uzuvlarımız, akıl ile anlaşılan şeyleri anlıyamıyacağı gibi, akıl da, Peygamberlik makâmında anlaşılan şeyleri kavramaktan âcizdir. İnanmaktan başka çaresi yoktur. Akıl, anlıyamadığı şeyleri nasıl ölçebilir. Bunların doğru ve yanlış olduğuna nasıl karar verebilir?
Aklın kapasitesi
3 Nisan 2003 01:00
Din, nakle dayanır. Nakil yolu ile anlaşılan, yani Peygamberlerin "aleyhimüsselâm" söyledikleri şeyleri, akıl ile araştırmağa uğraşmak, düz yolda güç giden, yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamağa benzer. Yokuşa doğru at, kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya yıkılıp canı çıkar. Yahut, alışmış olduğu düz yola kavuşmak için sağa, sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyalar harâb olur. Akıl da, yürüyemediği, anlıyamadığı âhıret bilgilerini çözmeğe zorlanırsa, ya yıkılıp, insan aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünya işlerine benzetmeğe kalkışarak, yanılır, aldanır ve herkesi aldatır. Akıl, his kuvveti ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmağa yarayan, bir miyârdır, bir âlettir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara eremiyeceğinden, şaşırıp kalır. O halde, Peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan başka çâre yoktur. Görülüyor ki, Peygamberlere "aleyhimüssalâtü vesselâm" tâbi olmak, aklın gösterdiği bir lüzûmdur ve aklın istediği ve beğendiği bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmağa kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmiyen yerlerde, pervâsızca yürümeğe ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her ân uçuruma, girdâba düşebilirler. Nitekim, felsefeciler ve tecrübeleri hayalleri ile îzâha kalkışan maddeciler, akılları dışında bulunan sözlerinin çoğunda yanılmış, bir yandan birçok hakîkatleri meydana çıkarırken, bir taraftan da, insanların saadet-i ebediyyeye kavuşmalarına mani olmuşlardır. Tecrübelerin dışına taşmıyan akıl sâhibleri, bu acıklı hâli, her zaman görmüş ve bildirmiştir. Misâlleri çoktur. Felsefecilerin üstâdlarından olan Aristo için meşhûr Alman kimyâgeri profesör F. Arnd, İstanbul'da çıkan, Türkçe "Tecribî kimyâ" kitabındaki "Fen ve ilim terakkîsinin, hemen hemen binbeşyüz sene içinde durmuş olması, kısmen Aristo felsefesinin kabâhatidir" yazısı, bu doğru sözlerden biridir.
.
Zalimler hep lânetle anılmıştır
4 Nisan 2003 01:00
İnsanlık tarihi boyunca, zalim diktatörler, ellerini kana bulayıp, memleketlere hâkim olmuş, zulüm ile insanları inleterek, sömürerek, üstün silâhlar yapmış, dünyayı korkutmuş iseler de, çabuk yıkılmışlar ve târîh boyunca, lânetle anılmışlardır. Örümcek yuvası gibi çabuk kurulan tuzakları, sabah rüzgârı gibi hafîf bir kuvvetle uçmuş, insanlığa yarar birşey bırakmamışlardır. Şimdi de, zulme dayanan devletler, ne kadar büyük ve kuvvetli görünseler de, elbette yıkılacak, zulüm pâyidâr olmayacaktır. Böyle zalimler, bir anda parlıyan kibrite benzer ki, etrafındaki saman, talaş gibi hafîf şeyleri tutuşturur, eli yakar, evleri harâb edebilir. Kendi ise, hemen söner, biter. Adâlete dayanan devletler ise, kaloriferlerin radyatörü gibidir. Radyatör, birşeyi yakmaz, odaları ısıtarak, insanlara rahatlık verir. Sıcaklığı aşırı, zararlı değildir. Böyle hareket eden devletler tarihte az da olsa vardır. İslam tarihini inceleyenler iyi bilir. Hz. Ömer on yıllık Halifeliği zamanında, Kuzey Afrika'dan Türkistan'a, Azerbeycan'dan Yemen'e kadar uzanan iki milyon kilometre kareden büyük bir İslam Devletini kurdu ve mükemmel müesseselerle gayet muntazam bir şekilde yönetti. Herkes can ve mal güvenliği içinde idi. Tahakkümleri zulme değil, adelete, merhamete dayanıyordu. Örnek mi, işte size binlerce olaydan sadece biri: Rum İmparatoru Herakliyus'un büyük ordularını perişan eden İslâm askerlerinin başkumandanı Ebû Ubeyde bin Cerrâh hazretleri zafer kazandığı her şehirde tellallar dolaştırarak, Rumlara halîfe hazret-i Ömer'in emirlerini bildirirdi: "Hepiniz ticâretinizde, işinizde, ibâdetlerinizde serbestsiniz. Malınıza, canınıza, ırzınıza, kimse dokunmıyacaktır. İslâmiyetin adâleti aynen size de tatbîk edilecek, her hakkınız gözetilecektir. Dışardan gelen düşmana karşı, müslümanları koruduğumuz gibi, sizi de koruyacağız. Bu hizmetimize karşılık olmak üzere, müslümanlardan hayvan zekâtı ve uşur aldığımız gibi, sizden de, senede bir kere cizye dediğimiz vergiyi vermenizi istiyoruz. Size hizmet etmemizi ve sizden cizye almamızı Allahü teâlâ emretmektedir..." Humus Rumları, vergilerini seve seve getirip, Beytülmâl emîni Habîb bin Müslim'e teslîm ettiler. Bir müddet sonra, Herakliyus'un, bütün memleketinden asker toplıyarak Antakya'ya hücûma hâzırlandığı haber alındı. Bunun üzerine, Humus şehrindeki askerlerin de, Yermük'teki kuvvetlere katılmasına karar verildi. Ebû Ubeyde, şehirde tellallar dolaştırdı: "Size hizmet etmeğe, sizi korumağa, söz vermiştim. Buna karşılık, sizden cizye almıştım. Şimdi ise, halîfeden aldığım emir üzerine, Herakliyus ile gaza edecek olan kardeşlerime yardıma gidiyorum. Size verdiğim sözde duramıyacağım. Bunun için hepiniz Beytülmâla gelip, vergilerinizi geri alınız!" Böyle bir olay dünyanın neresinde görülmüş? Sömürme, gelirlerine el koymayı bırakın, hiçbir zorlama olmadan, zorlamayı bırakın normal istek bile olmadan alınan paralar iâde ediliyor. Hıristiyanlar, müslümanların bu adâletini, bu şefkatini görünce, senelerden beri Rûm İmparatorlarından çektikleri zulümlerden ve işkencelerden kurtuldukları için bayram yaptılar. Çoğu seve seve müslüman oldu. İşte, İslam devletlerini ayakta tutan, yaşatan, büyük ve başlıca kuvvet, îmân kuvveti idi ve İslâm dîninde, çok kuvvetli bulunan adâlet, iyilik, doğruluk ve fedâkârlık kudreti idi. Bunu için zulümleri ile değil, adeletleri ile anılıyor. Bundan sonra da anılacak!..
Akıl ve din
4 Nisan 2003 01:00
İslâmiyette aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan birşey yoktur. Âhıret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak bilinebilselerdi, binlerce Peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. İnsanlar, dünya ve âhıret saadetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ -hâşâ- Peygamberleri boş yere ve lüzûmsuz göndermiş olurdu. Hiçbir akıl, âhıret bilgilerini bulamıyacağı, çözemiyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asırda, dünyanın her tarafına, Peygamber göndermiş ve en son ve kıyâmete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, Peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir. Bütün Peygamberler, akıl ile bulunacak dünya işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup faydalanmak için çalışmağı emir ve teşvîk buyurmuş, kendileri dünya işlerinden her birinin, insanları ebedî saadete ve felâkete nasıl sürükliyebileceklerini anlatmış ve Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmişlerdir. O halde, insâf etmeli ki, Allahü teâlânın sonsuz kudretinin inceliklerini meydana çıkaran, bugünkü teknik bilgilerden ve tecrübelerden haberi olmayan ve islâm büyüklerinin kitaplarını okuyup anlamak şöyle dursun, bunların isimlerini bile işitmemiş olduğu, sözlerinden anlaşılan, bir câhilin, felsefeci maskesi, gazete yazarı perdesi altında çalışan bir zındığın, tam olmayan aklı ile, ortaya attığı bir düşünce, nasıl olur da, Allahın Peygamberinin "sallallahü aleyhi ve sellem" sözlerinden üstün tutulur? Peygamberimizin kitaplarımızda yazılı ilim, sıhhat, fen, ahlâk, hak, adâlet ve bütün saadet kollarını kavrayan ve bindörtyüz seneden beri dünyanın her tarafında gelmiş, ilim, tecrübe ve akıl sâhiblerini hürmet ve hayranlıkta bırakan ve hiç birisinde kimse tarafından bir kusur ve hatâ bulunmamış olan, emirleri ve sözleri, bir câhil sözü ile nasıl lekelenebilir? Bundan daha büyük bedbahtlık ve zavallılık olabilir mi? Tam akıl, şaşmıyan, yanılmayan akıldır. Etrâfa düşünceler savuran bir câhil, değil aklın erişemiyeceği şeylerde, belki kendi günlük işlerinde, hiç yanılmadığını iddiâ edebilir mi? Etse bile böyle bir iddiâya, kimse inanır mı? Yeryüzünde hiç bozulmıyan ve değiştirilemiyecek birşey vardır ki, o da Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmi ve Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" hadis-i şerifleri, yani mubârek sözleridir
Din ve fen
5 Nisan 2003 01:00
İslam tarihini inceleyenler bilirler. Târîh boyunca hiçbir zamanda, hiçbir teknik başarı, hiçbir fennî hakîkat, İslamiyete ters düşmemiş, dâimâ ona uygun bulunmuştur. Nasıl uygun olmasın ki, tabîatı incelemek ve madde ile kuvvet üzerinde çalışmak ve fen bilgilerinde akla güvenmek, İslamiyetin emrettiği şeydir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmin birçok yerinde, "Sizden evvel gelip geçenlerin hayatlarını, gittikleri yolları ve başlarına gelenleri, gözden geçirip, onlardan ders alınız. Yerleri, gökleri, canlıları, cansızları ve kendinizi inceleyiniz! Gördüklerinizin içini, özünü araştırınız. Bütün bunlarda yerleştirmiş olduğum kuvvetimi, kudretimi, büyüklüğümü ve hâkimiyetimi bulunuz, görünüz, anlayınız!" meâlinde emirler buyurmaktadır. Fen bilgisi, imanın altı şartından birincisi olan Allahü teâlânın var olduğuna inanmayı da kolaylaştırır. Fen bilgisi olan akıllı bir kimse, bunu düşünerek kolayca anlayabilir. İmanın diğer şartları ve bütün ibâdetler, bundan sonra öğrenilir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmin birçok yerinde, kâfirleri; neden akıllarını kullanmadıkları için ve neden yerleri, gökleri ve kendilerini inceliyerek düşünmedikleri ve böylece imana kavuşmadıkları için, azarlamakda ve aşağılamakdadır. Büyük islâm âlimi Seyyid Şerîf Cürcânî, aklı olan, iyi düşünen bir kimse için, astronomi ilmi, Allahü teâlânın varlığını anlamağa, çok yardım eder, diyor. İmâm-ı Gazâlî "rahmetullahi teâlâ aleyh" buyuruyor ki: Astronomi ve anatomi bilmiyen, Allahü teâlânın varlığını ve kudretini anlıyamaz. Evet, Îsâ aleyhisselâmın hak olan dîni, az zaman sonra düşmanları tarafından sinsice değiştirilmişti. Bolüs adındaki bir Yahûdî, Hz. Îsâ'ya inandığını söyliyerek ve Îsevîliği yaymaya çalışıyor görünerek, gökten inen İncîl'i yok etti. Dört kişi ortaya çıkıp, oniki Havârîden işittiklerini yazarak, İncîl adında dört kitap meydana geldi ise de, Bolüs'ün yalanları, bunlara da karıştı. Barnabas adındaki bir Havârî, Îsâ aleyhisselâmdan işittiklerini ve gördüklerini doğru olarak yazdı ise de, bu Barnabas İncîli de yok edildi. Uydurma İncîller zamanla çoğalarak, her yerde başka bir İncîl okunur oldu. Böylece, Hıristiyanlık dîni, akıl ve hakîkat dışında, acâyip bir şekil aldı. Avrupa'da Hıristiyanlığa karşı, yerinde yapılmış hücûmlar, İslamiyete karşı nasıl yöneltilebilir?
Zalimin zulmü varsa...
5 Nisan 2003 01:00
İnsanın, yaratılışında, mayasında iyilik etmek vardır. Bunun için kişiler iyilik yapamasa bile iyilik edeni sever ve onu unutmaz, hayırla yad eder. İnsanlara zulmedenleri ise sevmez, onları lânetle anar. Geçmişte yaşamış olan, Firavunlar, Nemrudlar, Şeddatlar, Hulagular, Haccaclar ile çağımızda yaşamış olan, Lenin, Stalin, Hitler gibi zalimler lânetlenmekte ve nefretle anılmaktadırlar. Günümüz zalimlerinin akıbeti de böyle olacaktır. Bundan şüpheniz olmasın. İnsanların iyiliği için çalışan, adaleti, merhameti ile meşhur Nuşirvan, Hz. Ömer, Ömer bin Abdülaziz ve Osmanlı sultanları iyilikleri ile anılmakta ve adaletleri, merhametleri dillerde dolaşmaktadır. Bugün Hz. Ömer ile ilgili dillerde dolaşan menkıbelerinden bir örnek sunmak istiyorum sizlere: Hazret-i Ömer zamanında, O'nun doğu cephesi kumandanı olan Sa'd bin Ebî Vakkâs hazretleri, Kûfe şehrinde bir köşk yaptırmak istedi. Arsaya bitişik bir mecûsînin evini satın almak îcâp etti. Mecûsî ise, satmak istemedi. Satması için ısrar edildi. Fakat o satmamakta kararlıydı. Ancak, yine de korku içindeydi. Mecûsî, satmaz isem acaba başıma bir iş gelir mi, bana bir kötülükleri dokunur mu diye endişeleniyordu. Evine gidip hanımına danıştı. Hanımı, "Onların Medîne'de bir Emîr-ül-mü'minînleri var. O'na gidip şikâyet et" dedi. Mecûsî, netice alacağından pek emin değildi. Koskoca Devlet başkanı benim arsam ile mi ilgilenecek, diyordu kendi kendine. Belki bir ümit, diyerek yola koyuldu. Medîne'ye varıp Halîfenin sarayını sordu: "Onun sarayı, köşkü yok. Kendisi şehir dışına çıktı" dediler. Gidip aradı. Askerleri, muhâfızları göremedi. Toprak üstünde uyumuş birini gördü. Buna, "Halîfe Ömer'i arıyorum, gördün mü?" diye sordu. Hâlbuki bu zât, hazret-i Ömer idi. Hazret-i Ömer sordu: "O'nu niçin arıyorsun?" "O'nun kumandanı, benim evimi zor ile satın almak istiyor. Onu kendisine şikâyet etmeğe geldim." "Ben Ömer'im benimle beraber gel" dedi. Hazret-i Ömer, mecûsî ile evine geldi. Kâğıt istedi. Evde kâğıt bulamadı. Bir kürek kemiği gördü. Bunu istedi. Kemik üzerine şöyle yazdı: "Bismillâhirrahmânirrahîm. Ey Sa'd, bu mecûsînin kalbini kırma! Yoksa, hemen yanıma gel!.." Mecûsî, kemiği alıp evine geldi. Hanımına dert yandı: "Hanım, boşuna yoruldum. Bu kemik parçasını kumandana verirsem, alay ediliyor sanıp, çok kızar. Bana bir zarar verir." Hanımı ısrar etti: "Hayır o sana bir zarar veremez. Git mutlaka bu kemiği ona götür!" Kadının ısrâr etmesi üzerine Sa'da gitti. Sa'd, askerleri arasında oturmuş, neş'e ile konuşuyordu. Sa'dın gözü, uzakta duran mecûsînin elindeki kemiğin üzerindeki yazıya ilişti. Emîr-ül-mü'minîn hazret-i Ömer'in yazısını tanıyıp ansızın rengi soldu. Bu âni değişikliğe herkes şaşırdı. Sa'd, mecûsînin yanına gelip, "Her ne istersen yapayım. Aman beni Ömer'in karşısına çıkarma! Zîrâ O'nun cezâsına tâkat getiremem" dedi. Mecûsî, adaletli kimselerin dinleri batıl olamaz deyip hemen müslüman oldu. Böyle birden bire nasıl müslüman oldun, diyenlere, şöyle cevap veriyordu: "Bunların Emîrlerini gördüm. Yamalı hırkasını örtünmüş, toprak üstünde uyuyordu. Büyük kumandanların bundan titrediklerini de gördüm. Bunların hak dinde olduklarını anladım. Benim gibi, ateşe tapan bir kimseye böyle adâlet yapılması, ancak hak olan bu dîne inananlara mahsustur..." Kur'ân-ı kerîmde, meâlen, "Allahı inkâr edenleri ve zâlimleri hiçbir zaman affetmem" (Nisâ-168) buyurmuştur. Allahü teâlâ, insanlara dâimâ merhametli emretmektedir. Peygamberimizin dâimâ barış tavsiye ettiğini, kendisine karşı çıkanlara bile şefkat elini uzattığını, bütün dünya tarihleri yazmaktadır. Zulümle kimse bir yere varamamıştır. Eden bulur. Zalimin zulmü varsa, mazlumun da Allahı vardır. Zalimlerin Müslümanları yok etmek için hesapları varsa, Allahın da bir hesabı var.
.
Kur'ân-ı kerîm
6 Nisan 2003 01:00
Kur'ân-ı kerîmin kelimeleri arabîdir. Fakat, bu kelimeleri yan yana dizen, Allahü teâlâdır. Bu kelimeler, insan dizisi değildir. Muhammed "aleyhisselâm", Allahü teâlâ tarafından, mubârek kalbine bildirilen şeyleri, arabca olarak anlatırsa, Kur'ân-ı kerîm olmaz. Bunlara "Hadîs-i kudsî" denir. Kur'ân-ı kerîmdeki arabî kelimeler, Allahü teâlâ tarafından dizilmiş olarak âyetler hâlinde gelmiştir. Cebrâîl ismindeki bir melek, bu âyetleri, bu kelimelerle ve bu harflerle okumuş, Muhammed "aleyhisselâm" da, mubârek kulakları ile işiterek, ezberlemiş ve hemen Eshâbına okumuştur. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmi, harf ve kelime olarak gönderdi. Bu harfler mahlûktur. Bu harf ve kelimelerin manası, kelâm-ı ilâhîyi taşımaktadır. Bu harflere, kelimelere Kur'ân denir. Kelâm-ı ilâhîyi gösteren manalar da Kur'ândır. Bu kelâm-ı ilâhî olan Kur'ân mahlûk değildir. Allahü teâlânın, başka sıfatları gibi, ezelî ve ebedîdir. Kur'ân-ı kerîm, Kadir gecesinde inmeğe başlamış ve hepsinin inmesi yirmiüç sene sürmüştür. Tevrât, İncîl ve bütün kitaplar ve sahîfeler ise, hepsi birden, bir defada inmişti. Hepsi, insan sözüne benziyordu ve lafızları mucize değildiler. Onun için çabuk bozuldu, değiştirildiler. Kur'ân-ı kerîm ise, Muhammed aleyhisselâmın mucizelerinin de en büyüğüdür ve insan sözüne benzememektedir. Cebrâîl "aleyhisselâm" her sene bir kere gelip, o âna kadar inmiş olan Kur'ân-ı kerîmi, Levh-il-mahfûzdaki sırasına göre okur, Peygamber efendimiz dinler ve tekrar ederdi. Âhırete teşrîf edeceği sene, iki kere gelip, tamamını okudular. Muhammed "aleyhisselâm" ve Eshâb-ı kirâmdan çoğu, Kur'ân-ı kerîmi tamamen ezberlemişti. Bazıları da, bazı kısımları ezberlemiş, birçok kısımlarını yazmışlardı. Muhammed "aleyhisselâm", âhırete teşrîf ettiği sene, halîfe Ebû Bekir "radıyallahü anh", ezber bilenleri toplayıp ve yazılı olanları getirtip bir hey'ete, bütün Kur'ân-ı kerîmi, kâğıd üzerine yazdırdı. Böylece, "Mushaf" denilen bir kitap meydana geldi. Otuzüçbin Sahâbî bu Mushafın her harfinin, tam yerinde olduğuna söz birliği ile karar verdi. Hz. Osmân zamanında Altı tane daha Mushaf yazdırıldı. Bugün, bütün dünyada bulunan mushaflar, hep bu yedisinden yazılıp, çoğalmıştır. Aralarında bir nokta farkı bile yoktur.
.
Mânâ içinde mânâ...
7 Nisan 2003 01:00
Kur'ân-ı kerîm insan sözü değildir. Kur'ân-ı kerîmin insan sözü olmadığı tecrübe ile de isbât edilmiştir ve her zaman edilebilir. Şöyle ki; bir Arab şâiri, bir sayfada, edebî san'at inceliklerini göstererek, birşey yazmış, bunun arasına birkaç satır hadis-i şerif ve başka yerinde de, aynı şeyi anlatan bir âyet-i kerîme koyup, hepsi bir arada, islâmdan ve Kur'ândan haberi olmıyan, Arabîsi kuvvetli birisine, bir adamın yazısı diye okutturulmuştur. Okurken, hadis-i şerife gelince, durmuş ve "Burası, yukarısına benzemiyor. Buradaki sanat daha yüksek" demiştir. Sıra, âyet-i kerîmeye gelince, şaşkın bir halde "Burası hiçbir söze benzemiyor. Mânâ içinde mânâ çıkıyor. Hepsini anlamağa imkân yok" demiştir. Kur'ân-ı kerîm, hiçbir dile, hatta Arabça'ya da tercüme edilemez. Herhangi bir şiirin, kendi diline bile, tam tercümesine imkân yoktur. Ancak meâli ve îzâhı olur. Kur'ân-ı kerîmin manâsını anlamak için tercümesini okumamalıdır. Bir âyetin manâsını anlamak demek, Allahü teâlânın, bu âyette, ne demek istediğini anlamak demektir. Bu âyetin herhangi bir tercümesini okuyan kimse, murâd-ı ilâhîyi öğrenemez. Tercüme edenin, bilgi derecesine göre yaptığı meâlini öğrenir. Bir câhilin, bir dinsizin yaptığı tercümeyi okuyan da, Allahü teâlânın dediğini değil, tercüme edenin, anladım sanarak, kendi kafasından anlatmak istediğini öğrenir. Köylüye âit bir kanûnu, hükûmet, doğruca köylüye göndermez. Çünkü, köylü okuyabilse bile, anlıyamaz. Bu kanûn önce, vâlîlere gönderilir. Vâlîler, iyi anlayıp, izâhını ekliyerek, kaymakamlara, bunlar da daha açıklayarak muhtârlara anlatır. Muhtâr, yalnız okumakla anlıyamaz. Muhtâr da, ancak, köylü dili ile, köylüye söyler. İşte, Kur'ân-ı kerîm de, ahkâm-ı ilâhiyyedir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde kullarına saadet yolunu göstermiş ve kendi kelâmını insanların en yükseğine göndermiştir. Kur'ân-ı kerîmin manâsını, yalnız Muhammed "aleyhisselâm" anlar. Başka kimse, tam anlıyamaz. Eshâb-ı kirâm, ana dili olarak Arabî bildikleri, edîb ve belîğ oldukları halde, bazı âyetleri anlıyamaz, Resûlullaha "sallallahü aleyhi ve sellem" sorarlardı. Kur'ân-ı kerîmin manâsını yalnız Muhammed "aleyhisselâm" anlamış ve hadis-i şerifleri ile bildirmiştir. Kur'ân-ı kerîmi tefsîr eden Odur. Doğru tefsîr kitabı da, Onun hadis-i şerifleridir. Hadis-i şerifleri de en doğru olarak, müctehidler yani mezhep imamları anlamış ve bizim anlayabileceğimiz şekilde fıkıh kitaplarında bildirmişlerdir.
Tefsir ilmi...
8 Nisan 2003 01:00
Bir gün, Hazret-i Ömer, bir yerden geçerken, Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem", Hz. Ebû Bekr-i Sıddîka birşey anlattığını gördü. Yanlarına gidip dinledi. Sonra, başkaları da, gördü ise de, gelip dinlemeğe çekindiler. Ertesi gün, Hz.Ömer'i görünce, "Yâ Ömer, Resûlullah dün size bir şey anlatıyordu. Bize de söyle, öğrenelim" dediler. Çünkü, dâimâ, "Benden duyduklarınızı, din kardeşlerinize de anlatınız! Birbirinize duyurunuz!" buyururdu. Hz. Ömer "Dün Ebû Bekir, Kur'ân-ı kerîmden anlıyamadığı bir âyetin manâsını sormuş, Resûlullah, ona anlatıyordu. Bir saat dinledim, birşey anlıyamadım" dedi. Çünkü, Ebû Bekir'in yüksek derecesine göre anlatıyordu. Hz. Ömer, o kadar yüksek idi ki, Resûlullah, "Ben, Peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra Peygamber gelmiyecektir. Eğer, benden sonra Peygamber gelseydi, Ömer Peygamber olurdu" buyurdu. Böyle yüksek olduğu halde ve Arabîyi çok iyi bildiği halde, Kur'ân-ı kerîmin tefsîrini bile anlıyamadı. Çünkü, Resûlullah, herkese, derecesine göre anlatıyordu. Ebû Bekir'in derecesi, ondan çok daha yüksekti. Fakat, bu da, hatta Cebrâîl "aleyhisselâm" dahî, Kur'ân-ı kerîmin manâsını, esrârını, Resûlullaha sorardı. Kur'ân-ı kerîmin manâsını yalnız Muhammed "aleyhisselâm" anlamış ve hadis-i şerifleri ile bildirmiştir. Kur'ân-ı kerîmi tefsîr eden Odur. Doğru tefsîr kitabı da, Onun hadis-i şerifleridir. Din âlimlerimiz, uyumıyarak, dinlenmiyerek, istirahatlarını fedâ ederek, bu hadis-i şerifleri toplayıp, tefsîr kitaplarını yazmışlardır. Bu tefsîr kitaplarını da anlıyabilmek için, otuz sene durmadan çalışıp, yirmi ana ilmi, iyi öğrenmek lâzımdır. Bu yirmi ana ilmin kolları, seksen ilimdir. Ana ilimlerden biri, "Tefsîr" ilmidir. Bu ilimlerin ayrı ayrı âlimleri ve çok kitapları vardır. Bugün kullanılan bazı Arabî kelimeler, fıkıh ilminde başka manâya, tefsîr ilminde ise daha başka manâya gelmektedir. Hatta aynı bir kelime, Kur'ân-ı kerîmdeki yerine, aldığı edâtlara göre, başka manâlar bildirmekdedir. Bu geniş ilimleri bilmiyenlerin, bugünkü Arapçaya göre, yaptıkları Kur'ân tercümeleri, Kur'ân-ı kerîmin manâsından bambaşka birşey oluyor. Bunun için Kur'an-ı kerimin gerçek manasını, emirlerini doğru olarak anlayıp amel etmek için müctehidlerin, mezhep imamlarının bildirdiklerine uymak şarttır.
Tefsir nedir?
9 Nisan 2003 01:00
Tefsîr, din büyüklerinin kalblerine doğan bir nûrdur. Tefsîr kitapları, bu nûrun anahtarıdır. Çekmeceyi anahtarla açınca, mücevherler meydana çıktığı gibi, o tefsîrleri okumakla, kalbe bu nûr doğar. Seksen ilmi iyi bilenler, tefsîrleri anlayıp, bizim gibilere bildirmek için, çeşitli derecedeki insanlara göre, binlerle kitap yazmışlardır. Yeni yazılan Türkçe tefsîrlerin en kıymetlisi sanılanlarında bile, şahsî düşünceler bulunmakta, okuyanlara zararı, faydasından çok olmaktadır. Hele islâm düşmanlarının, bid'at sâhiblerinin, Kur'ân-ı kerîmin manâsını bozmak için yaptıkları tefsîr ve tercüme kitapları, birer zehirdir. Bunları okuyan genç zihinlerde, birtakım şübheler, itirâzlar hâsıl oluyor. Zâten, bizim gibi, bilgisi az olanların, İslamiyeti öğrenmek için, tefsîr ve hadis-i şerif okuması uygun değildir. Çünkü, Kur'ân-ı kerîmi ve hadis-i şerifi yanlış anlamak veya şübhe etmek insanın imanını giderir. Yalnız Arapça bilmekle, tefsîr ve hadîs anlaşılmaz. Arapça bilenleri, din âlimi sanan, aldanır. Beyrut ve başka yerlerde ana dili Arapça olan, Arap edebiyâtını iyi bilen, çok papaz var. Fakat, hiçbirinin İslamiyetten haberi yok. Kur'ân-ı kerîmin hakîkî manâsını anlamak, öğrenmek isteyen bir kimse, din âlimlerinin kelâm ve fıkıh ve ahlâk kitaplarını okumalıdır. Bu kitapların hepsi, Kur'ân-ı kerîmden ve hadis-i şeriflerden alınmış ve yazılmıştır. Kur'ân tercümesi diye yazılan kitaplar, doğru manâ veremez. Okuyanları, bunları yazanların fikrlerine, düşüncelerine ve maksatlarına esîr eder ve dinden ayrılmalarına sebep olur. Kur'ân-ı kerîmin, Latin harfleri ile yazılmasına da imkân olmuyor. Çünkü bu harflerde, Kur'ân-ı kerîm harflerinin hepsinin karşılığı yoktur. Bunun için, manâ bozuluyor. Okunan, Kur'ân olmayıp, manâsız bir ses yığını oluyor. Meselâ, "ehad" yerine "ehat" derse, namaz fâsit oluyor, bozuluyor. Bugün, çok kimsenin, böyle bozuk tercümeleri ve Latin harfi ile yazılmış, ne olduğu belirsiz kitapları "Türkçe Kur'ân" diye gençliğin önüne sürdükleri, köylere dağıttıkları görülüyor. "Arapça Kur'ân, yabancı dildir. Onu okumayın! Öz dilimizle bunu okuyun" diyorlar. Böyle söyleyenlere dikkat edilirse, çoğunun namaz kılmadığı, oruç tutmadığı, haramlara, hatta dinsizliğe dalmış bulunduğu, Müslümanlığa, yalnız lâf ile bağlı olduğu anlaşılıyor. Bunun için bunlara aldanmayıp ihlasla yazılmış İslam büyüklerinin İlmihâl kitaplarını okuyup dinimizi bunlardan öğrenmemiz lazımdır.
.
Resulullah'ın kaçındıkları
10 Nisan 2003 01:00
Resûlullah'ın yaptığı ve kaçındığı şeyler iki kısımdır: Birisi, ibâdet olarak yaptığı ve kaçındığı şeylerdir. Her Müslümanın bunlara tâbi olması lâzımdır. Bunlara uymayan şeyler bid'attir. İkincisi, âdet olarak yani, bulundukları şehrin ve o memleketlerdeki insanların yapmakta oldukları şeylerdir. Bunları da beğenmiyen, çirkin diyen, kâfir olur. Fakat, bunları yapmak, mecbûrî değildir. Bunları yapıp yapmamak, memleketlerin ve insanların âdetlerine bağlıdır. Mubah kısmındandırlar. Din ile bağlılıkları yoktur. Her memleketin âdeti, başka başkadır. Hatta, bir memleketin âdeti, zamanla değişir. Bunlarla berâber, âdete bağlı şeylerde de Resûlullaha "sallallahü aleyhi ve sellem" tâbi olmak, dünyada ve âhırette, insana çok şey kazandırır ve çeşitli saadetlere yol açar. Kâfirlerin yaptıkları ve kullandıkları şeyler de iki kısımdır: Birisi, âdet olarak, yani her milletin, her memleketin âdeti olarak yaptıkları şeylerdir. Bunlardan, haram olmayıp, insanlara faydalı olanları yapmak ve kâfirlere benzemeği düşünmeyerek kullanmak hiç günah değildir. Pantalon, çatal, kaşık kullanmak, yemeği masada yemek ve herkesin önüne tabaklar içinde koymak ve ekmeği bıçak ile dilimlere ayırmak ve çeşidli eşyâ ve âletleri kullanmak, hep âdete bağlı şeyler olup mubahdırlar. Bunları kullanmak, bid'at olmaz, günah olmaz. Bunlardan, faydalı olmayanları ve çirkin, zararlı olanları kullanmak ve yapmak haram olur. Kâfirlerin kullandıkları şeylerin ikinci kısmı, ibâdet olarak yaptıkları ve kâfirlik alâmeti olan ve İslamiyeti inkâr etmek ve inanmamak alâmeti olan ve tahkîr etmemiz vâcib olan şeylerdir ki, bunları yapan ve kullanan kâfir olur. (Haç takmak, zünnar kuşanmak, ayinlerine, noellerine katılmak, ölülerine rahmet okumak, onların da Cennete gireceğine inanmak gibi...) Bunlardan meşhûr olanlarını bilmiyerek veya şaka olarak veya herkesi güldürmek için yapan da kâfir olur. Din düşmanları, Müslümanları aldatmak için, kâfirlerin âdetlerini, bayramlarını, Müslüman âdeti, Müslümanların mubârek günü diyerek, bunların gâvurluk ve kâfirlik olduğunu örtmeğe uğraşıyorlar. Büyük Kostantin'in Hıristiyanlık dînine karıştırdığı Noel Gecesi ve Cemşîd'in ortaya çıkardığı mecûsîlerin Nevruz günü böyledir. Bugün bütün dünyada, gerek imanı ve küfrü tanımakta, gerekse ibâdetleri doğru yapmakta, câhillik özür değildir. Meşhûr olan din bilgilerini bilmediği için aldanan, Cehennemden kurtulamıyacaktır.
.
"Tanrı bile batıramaz!"
11 Nisan 2003 01:00
Bugün, İngilizlerin "Tanrı bile batıramaz!" dediği, "Titanic" gemisinin 91 yıl önce batıp soğuk sulara gömüldüğü gündür. İnsanoğlu, dinin kontrolünden çıktığında, nerede duracağı, ne yapacağı belli olmuyor. Kendilerine, dünya ve ahiret saadetini göstermekle görevli Peygamberlere bile kafa tutuyor! Hatta bu olayda olduğu gibi Allaha da -hâşâ- meydan okumaya kalkışıyor. Her devirde böyle ahmaklar gelmiştir. Bu zâlimler, milyonlarca insanı öldürerek ve işkence yaparak ve din kitaplarını yok ederek, milletlerini sindirmişler, korkutmuşlardır. Her istediklerini zorla yaptırarak şımarmışlar, kendilerinden üstün bir güç yok zannetmişlerdir. Fakat Cenab-ı Hak, onları en güçlü oldukları zamanda yok etmiştir. Allahü teâlâ, imhal eder, fakat ihmal etmez. Yani kendisine karşı yapılanları hemen cezalandırmaz, mühlet verir, fakat bunları cezasız bırakmaz. Eninde, sonunda herkes yaptığının karşılığını mutlaka bulur. Titanic'in yok edilmesi gibi... 1912 senesinde İngilizler, bir gemi imal ettiler. Bu gemi ile dünyaya, "Böylesini kimse yapamaz" diye meydan okudular... Yalnız insanlara meydan okumakla kalmadılar -hâşâ- Allahü teâlâya da meydan okuma küstahlığında bulundular. Gemi ilk seferine çıkarken, görevliler, "Bu gemiyi Tanrı bile batıramaz" deme cüretinde bulundular. İsmini bile "eski Yunan tanrılarından" birinin adı olan, tabiat üstü güç manasında, "Titanic" koydular. Geminin görüntüsü bozulmasın diye, yeterli sayıda filika bile alınmamıştı. Batmayacak gemide bunlara ne lüzum vardı ki! Gemi her türlü fuhuş ve sefahetin işlenmesine müsaitti. Bu gemide yolculuk yapamayanlar, kendilerini şanssız sayıyorlardı. Günlerce yapılan hazırlıklardan sonra, aralarında pek çok tanınmış şahsiyetin de bulunduğu 2340 yolcusu olan Titanic, 10 Nisan 1912 tarihinde, İngiltere'nin Southampton limanından, ABD'nin New York şehrine gitmek üzere ilk seferine çıktı. Titanic, Atlas Okyanusu'nda süratle ilerlediği sırada, civarda bulunan gemiler, telsizle, tehlike teşkil edecek buzdağları gördüklerini haber verdiler. Ancak Titanic personeli, bu uyarıya aldırış bile etmedi. Geminin mühendisi, kaptana, "Süratini artır, kısa zamanda varalım ki, gazetelere manşet olalım" diyordu. Gemi, gece, 22 deniz mili hızla ilerlediği sırada, Newfoundland Adası'nın açığında, 15 km boyunda ve 60 m genişliğindeki bir aysberk (buz dağı) ile karşılaştı. Çok hızlı gittiği için, dümen kıramayacağını anlayan kaptan, mühendise, "İşte şimdi gazetelere manşet olacağımız kesinleşti" dedi. Gemi buz dağına hızla bindirdi. Buz parçaları güverteye yayıldı. Âlem yapan yolcular, kahkahalar içinde bu buz parçalarını alıp, viski kadehlerine koyuyorlardı. Geminin sağlamlığı sebebiyle, batmasına ihtimal bile verilmediği için, herkes zevk ve sefahetine hâlâ devam ediyordu. Her türlü içkili eğlence ve fuhuş işleniyordu. İsyan, gurur zirvedeydi. İnsanlıktan eser kalmamıştı. Hatta gemi orkestrası, sular, çalgıcıların dizlerine çıkıncaya kadar çalmaya devam etmişti... Geminin çoğu suya gömülünce işin vahametini anladılar. Önce birinci sınıf yolculara haber verildi. 2. ve 3. sınıftakiler hadiseyi çok sonra anladılar. Bunun için, 709 kişilik 3. sınıftan ancak 55 kişi kurtulabildi. Ayrıca, az sayıda olan filikalara önce Lordlar bindirildi. Lord ve avam ayrımı yaparken, gecikmeden dolayı yüzlerce kişi boğuldu. Lordlar, avamın bulunduğu filikalara binmek istemiyorlardı. Avamla birlikte olmaktansa, ölmeyi tercih edenler bile çıkmıştı... Bu ceza, bu helak etme ne ilktir ne de son olacaktır. İbret almayanlar için tarih daha çook tekerrür edecektir. Kur'an-ı kerim bunu şöyle haber vermektedir: "Nuh milletini de, peygamberleri yalanladıkları zaman suda boğduk ve kendilerini insanlar için bir ibret kıldık. Zalimlere can yakıcı azap hazırlamışızdır." (Furkan-37)
.
İtikâd ve amel
11 Nisan 2003 01:00
Allahü teâlânın bildirdiği her din, iki kısımdır: İtikâd ve amel. Yani iman ve ahkâm. Bunlardan iman, her dinde aynıdır. İman, dînin aslı ve temelidir. Din ağacının gövdesidir. Amel ise, ağacın dalları, yaprakları gibidir. Eski dinlerde bildirilmiş olan i'tikâdlar zamanla bozulmuştur. Şimdi doğru i'tikâd, yalnız islâm dîninin bildirdiği i'tikâddır. Bu doğru imana sahip olmayan, Cehennemden kurtulamaz. Kıyâmette azaptan kurtulmasına imkân yoktur. Ameli olmıyanların kurtulması umulur. Bunların işi, Allahü teâlânın irâdesine kalmış olup, isterse af eder, isterse, günahları kadar azâb ederek, sonra Cehennemden çıkarır. Cehennemde ebedî kalmak, islâm dîninin bildirdiği doğru i'tikâdı olmayanlar, yani, Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği islâm dîninden olan şeylere inanmıyanlar içindir. Bu i'tikâd olup da, ameli olmıyanlar, yani kalb ile beden ahkâmını yerine getirmiyenler, Cehenneme girseler bile, sonsuz kalmıyacaklardır. İ'tikâd edilecek şeyler, dînin esâsı, Müslümanlığın zarûrî, lâzım temeli olduğundan, bunları bildirmek ve öğrenmek herkese lâzımdır. Bunları öğrenmek, her insanın birinci vazîfesidir. İman ve ahkâm bilgilerini öğrenmiyen ve çocuklarına öğretmiyen, insanlık vazîfesini yapmamış olur. Bunları öğrenmek herkesin hakkıdır. İnsan haklarının birincisidir. Ahkâmı, yani emrleri ve yasakları yerine getirmek, temel olmayıp, uzun ve geniş de olduğundan, bunları fıkıh ve ahlâk kitaplarından lazım olan miktarını öğrenmek herkese lazımdır. İmanı anlatan geniş ve derin ilme "İlm-i kelâm" denir. Kelâm ilmi âlimleri, çok büyük insanlardır ve kelâm kitapları pek çoktur. Bu kitaplara, "Akâid kitabı" da denir. Amel edilecek, yani kalb ile ve beden ile yapılacak ve sakınılacak şeylere, "Ahkâm-ı islâmiyye" kısaca "İslamiyet" denir. Beden ile yapılacak ahkâm-ı islâmiyyeyi bildiren ilme "İlm-i fıkh" denir. Bu ilim, her mezhebin fıkıh kitaplarından öğrenilir. Dört mezhebin kelâm kitapları aynı olup, fıkıh kitapları başka başkadır. Halk için, yani tahsîli olmayanlar için yazılmış olan ve herkesin bilmesi ve yapması gereken kelâm yani iman ve ahlâk ve fıkıh bilgilerini kısaca ve açıkca anlatan kitaplara "İlm-i hâl" kitapları denir. Dînini bilen ve seven ve kayıran mubârek insanların ilm-i hâl kitaplarını alıp, çoluğuna ve çocuğuna öğretmek, her Müslümanın birinci vazîfesidir. Kendilerine din adamı ismini ve süsünü veren câhil ve sapık kimselerin sözlerinden ve yazılarından din öğrenmeğe kalkışmak, kendini Cehenneme atmaktır
.
Herkesin çektiği kendi cezâsı!
12 Nisan 2003 01:00
Dün, çağımız isyanlarından, İngilizlerin "Titanic" vesilesiyle Allaha karşı yapılan başkaldırıdan ve neticesinden bahsetmiştim. Bugün de geçmiş kavimlerden "Semud kavmi"nin buna benzer bir isyanları sebebiyle başlarına gelen felaketlerden, "helak" olmalarından bahsetmek istiyorum: Hûd aleyhisselamın peygamber olarak gönderildiği Âd kavmi, âsi olup, şiddetli bir rüzgârla helâk edilince; Semud kavmi onların yurtlarına yerleşip, bu yerleri imar etmişlerdi. Allahü teâlâ Âd kavmi gibi bunlara da bol nimet ve çok uzun ömür vermişti. Önceleri bu nimetlere şükrederlerken, sonraları şükretmeyi unutup, zevk ve sefaya düşmüşlerdi. Kavmin içinde iman sahibi olanlar akıllanmaları için bunlara, Allahü teâlânın Âd kavmini isyanları sebebiyle nasıl helâk ettiğini anlattılar. Semudlular gülüp geçtiler. "Onların evleri sağlam değildi. Biz ise dağlarda kayaları oyup, sağlam, kapıları demirden olan evler yapıyoruz. Rüzgâr onları yıkamaz ve bizlere de zarar veremez" dediler. Nasihatlara aldırımayıp rezaletliklere devam ettiler. Ahlâksızlık ve bilhassa zina çok yayıldı. Öyle ki, kadın erkeği zinaya davet ederdi. Emaneti korumak kalmadığı gibi, yalan, haksızlık, adam öldürme gibi günah işlemede adeta birbirleriyle yarıştılar. Ağaçlar, Allahü teâlânın izniyle dile gelerek dediler ki: "Allahü teâlâ size senede iki defa, ağaçlarınızda meyveler veriyor. Siz ise; ona isyan ediyorsunuz!" Bunu duyan Semud kavmi, bu durum karşısında ibret alacakları yerde, öfkelenerek, meyve ağaçlarını kestiler. Bu arada, Allahü teâlâ, Salih aleyhisselâmı peygamber olarak gönderdi. Kavmi Ona, "Ey Salih! Eğer doğru söylüyorsan ve peygamberlik davasında isen, seni imtihan etmek istiyoruz: Biliyorsun ki, bölgemizde El-Katibe isminde büyük bir kaya vardır. Oraya gideceğiz. Senin ilâhın o kayadan kızıl tüylü, doğurmak üzere olan bir deve çıkarsın ve taştan çıkan deve yavrulasın, yavrusunun da rengi anasına benzesin!" Salih aleyhisselam duâ etti. Bu esnada, önüne geldikleri o kaya büyümeye başladı. Gebe bir deve şekline döndü. Kaya çatladı ve bir deve çıktı sonra da yavruladı. Bu mucizeyi görünce iman edeceklerine, hiddetlenip deveyi kestiler. Allahü teâlâ Hz. Salih'e vahiy gönderip, "Kavmine azabın geleceğini bildir!" buyurdu. Bunun üzerine Salih aleyhisselam kavmine şöyle dedi: "Evlerinizde ancak üç gün yaşarsınız. İlk günde yüzleriniz sararır, ikinci günde kızarır, üçüncü günde kararır, dördüncü gün de helâk olursunuz. Bu kesin bir vaattir." Bunun üzerine, Semudlular, Hz. Salih'in azap vaadi karşısında,"Ey Salih! Elinden geleni ardına koyma! Biz deveyi keserek etini yedik. Sen uzun zamandır bizi azapla korkutursun. Biz ondan bir eser göremiyoruz" diyerek azgınlıklarına devam ettiler. Bildirilen günün sabahında, devenin bastığı yerlerden kan fışkırdığını ve kuyu suyunun kan kırmızısı, yüzlerinin de sapsarı olduğunu gördüler. İkinci günde Semudluların yüzleri kana boyanmış gibi kıpkırmızı oldu. Azabın geleceğine kanaat getirip feryat ettiler, bağrıştılar, ağlaştılar. Üçüncü günü yüzleri simsiyah oldu. Sanki yüzlerine zift sürülmüştü. Azap vakti geldiğinde, Allahü teâlâ Cebrail aleyhisselamı gönderip, şiddetli sayha (öldürücü şiddetli bir ses) ile azabı indir! Saraylarını, diyarlarını harap et!" diye emir buyurdu. Bu İlâhi emir üzerine bir sabah vakti, öldürücü dehşetli bir ses, Semud kavmini yakaladı. Cebrail aleyhisselam, onları muhkem binalarda helâk etti. Bizim binalarımız sağlam, bir şey olmaz diyenler, sesin şiddet ve heybetinden, hepsinin ödleri patlamak suretiyle öldüler. Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimde mealen bu hâli şöyle bildirmektedir: "Semud kavmini sabah vaktinde, Cebrail aleyhisselamın şiddetli sayhası yakaladı. Hepsi helâk oldular. Kazanageldikleri, işledikleri o şeyler; muhkem evler, mal ve nüfuslarının çoğalmış olmaları onlardan azabı defedemedi." (Hicr 83-84) Hâşâ zulm etmez, kuluna Hüdâsı, Herkesin çektiği kendi cezâsı!.
.
Allahü teâlâya iman
12 Nisan 2003 01:00
Allahü teâlâ zâtı ile vardır. Varlığı kendi kendiyledir. Şimdi var olduğu gibi, hep var idi ve hep var olacaktır. Varlığının önünde ve sonunda yokluk olamaz. Çünkü, Onun varlığı lâzımdır. Yani, "Vâcib-ül vücûd"dur. O makâmda, yokluk olamaz. Allahü teâlâ birdir. Yani ortağı, benzeri yoktur. Ortağı olmak için, Allahü teâlânın kâfî olmaması, müstakil olmaması lâzımdır. Bunlar ise kusurdur, noksanlıktır. O halde şerîke, ortağa lüzûm yoktur. Ortağın lüzûmlu olması ise, bir kusurdur ve vücûba ve ulûhiyyete yakışmaz. Görülüyor ki, ortağı olduğunu düşünmek, ortaklardan her birinin noksan olacağını gösteriyor. Yani ortak bulunmasını düşünmek, ortak bulunamıyacağını meydana çıkarıyor. Demek ki, Allahü teâlânın ortağı yoktur. Yani birdir. Allahü teâlânın kâmil, noksan olmıyan sıfatları vardır. Bunlar, hayat; diri olmak, ilim; bilmek, sem'; işitmek, basar; görmek, kudret; gücü yetmek, irâde; istemek, kelâm; söylemek ve tekvîn; yaratmaktır. Bu sekiz sıfata, "Sıfât-ı sübûtiyye" denir. Bu sıfatları da kadîmdir. Yani, sonradan olma değildir. Kendinden ayrı olarak, ayrıca vardır. Ehl-i sünnet âlimleri böyle bildirmektedir. Ehl-i sünnetten başka, yetmişiki fırkadan hiçbiri, Allahü teâlânın ayrıca sıfatları olduğunu bilememiştir. Allahü teâlânın, bunlardan başka sıfatları da vardır. Bunlar, kıdem; varlığının evvelinde yokluk olmamak, beka; varlığının başlangıcı olmamak, vücûb; yokluğu mümkin olmıyan, kıyâm bi-nefsihi; kimseye muhtaç olmamak, muhâlefetün lil-havâdis; kimseye benzememek, vahdâniyyet, tektir ortağı, benzeri yoktur. Bunlara, "Sıfât-ı zâtiyye" denir. Allahü teâlâ cisim değildir. Cisimden değildir. Madde değildir. A'raz, yani hâl değildir. Mekânı yoktur. Zamanlı değildir. Bir şeye girmiş, bir yere yerleşmiş değildir. Hudûdlu, bir şeyle çevrilmiş değildir. Bir tarafta, bir cihette değildir. Bir şeye mensûb değildir. Bir şeye benzemez. Misli, ortağı ve zıddı yoktur. Anası, babası, zevcesi, çocukları yoktur. "Allah baba" diyen kâfir olur. Bunların hepsi mahlûkta, sonradan yaratılanlarda olan şeylerdir. Hepsi noksanlık ve kusur alâmetleridir. Bütün kemâl sıfatlar, Allahü teâlâda vardır. Bütün noksan sıfatlar, yoktur. Allahü teâlâ küllîleri, cüz'îleri, büyükleri, zerreleri; âlimdir, bilir. Her gizliyi bilir. Yerlerde ve göklerde en küçük zerreleri bilir. Her şeyi yaratan, Odur. Yarattıklarını elbette bilir. Yaratmak için, bilmek lâzımdır. Bazı zavallılar, zerreleri bilmez diyor. Zerreleri bilmemeği, kemâl, büyüklük sanıyor. Bunun gibi, Allahü teâlâ ister istemez, akl-ı fe'âl dedikleri birşeyi yaratmıştır diyerek bunu da, kemâl sanıyorlar...
.
Allahü teâlânın görülmesi
13 Nisan 2003 01:00
Allahü teâlâ, ezelden ebede, yani öndeki sonsuzdan, sonraki sonsuza kadar, bir kelâm ile söyleyicidir. Bütün emirleri, o bir sözdendir. Bütün yasakları, yine o bir sözdendir. Bunun gibi, bütün haberleri, suâlleri, hep o bir sözden çıkmaktadır. Tevrât ve İncîl kitapları o bir sözü gösteriyor. Zebûr ve Kur'ân-ı kerîm de, o söze işâret ediyor. Bunun gibi, diğer Peygamberlere nâzil olan kitaplar ve sahîfeler, hep o bir sözün açılmasıdır. Ezel ve ebed, o sonsuzlukları ile berâber, o makâmda bir ân olunca, hatta ân demek bile sığmaz ise de, başka kelime olmadığından ân deniliyor, o ânda bulunan söz de, elbette bir kelime, hatta harf, belki de bir noktadır. Nokta demek de, ân demek gibi, başka kelime bulunmadığı içindir. Yoksa nokta demek de, yerinde olmaz. Allahü teâlânın kendindeki ve sıfatlarındaki genişlik ve darlık, bizim bildiğimiz ve alıştığımız gibi değildir. O, mahlûkların sıfatı olan genişlik ve darlıktan münezzehtir, uzaktır. Allahü teâlâyı müminler Cennette görecektir. Fakat, nasıl olduğu bilinmiyen bir görmekle göreceklerdir. Nasıl olduğu bilinmiyeni, anlaşılmıyanı görmek de, nasıl olduğu anlaşılmıyan bir görmek olur. Belki, gören de, nasıl olduğu bilinmiyen bir hâl alır ve öyle görür. Bu, bir muammâ, bir bilmecedir ki, bu dünyada, Evliyânın büyüklerinden seçilmişlere bildirilmiştir. Bu derin, güç mesele herkese gizli iken, bunlara hakîkat olmuştur. Bunu, Ehl-i sünnetten başka, ne müminlerin fırkaları, ne de kâfirlerin bir ferdi anlıyamamıştır. Bu büyüklerden başkası, Allahü teâlâ görülemez, demiştir. Bunlar, bilmedikleri şeyleri, gördükleri şeylere benzeterek düşündükleri için, yanılmıştır. Böyle benzetmelerin, ölçmelerin, bozuk netîce vereceği meydandadır. Bugün birçok kimse de, bu yanlış ölçü ve benzetmekten dolayı imanlarını kaybedip, ebedî felâkete sürükleniyor. Bu gibi derin meselelerde iman şerefine kavuşmak, ancak Muhammed aleyhisselâmın sünnetine, yoluna uymak ışığı ile nasîb olur. Allahü teâlâyı Cennette görmeğe inanmak şerefinden mahrûm olanlar, bu saadete kavuşmakla nasıl şereflenebilir ki, "inkâr eden, mahrûm kalır" sözü meşhûrdur. Cennette olup da görmemek de uygun değildir. Çünkü, İslamiyet, Cennette olanların hepsi görecektir diyor. Bir kısmı görecek, bir kısmı görmiyecek demiyor.
.
Ahirette gördüler...
14 Nisan 2003 01:00
Bu âlem, Cenab-ı Hakkı görmek nimetine kavuşmağa elverişli değildir. Dünyada görülür diyen, yalancıdır, iftirâcıdır. Doğruyu anlıyamamıştır. Bu dünyada, bu nimet nasîb olsaydı, herkesden önce, Mûsâ "aleyhisselâm" görürdü. Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" Mi'râcda, bu devletle şereflendi ise de, bu dünyada değildi. Cennete girdi. Oradan gördü. Yani, âhırette görmüş oldu. Dünyada görmedi. Dünyada iken, dünyadan çıktı, âhırete karıştı ve gördü. Cennet de, herşey gibi, Allahü teâlânın mahlûkudur. Allahü teâlâ, mahlûklarının hiçbirisine girmez, birinde bulunmaz. Fakat mahlûklarının bazısında Onun nûrları zuhûr eder. Bazısında ise, o kâbiliyyet yoktur. Aynada, karşısındaki cisimlerin görünüşleri, zuhûr ediyor. Taşta, toprakta ise etmiyor. Allahü teâlâ, her mahlûkuna aynı nisbette ise de, mahlûklar, birbirlerinin aynı değildir. Allahü teâlâ, dünyada görülemez. Allahü teâlâ, yerlerin, göklerin yaratıcısıdır. Dağları, denizleri, ağaçları, meyveleri, madenleri, mikropları, hayvanları, atomları, elektronları, molekülleri yaratan Odur. Birinci semayı yıldızlarla süslediği gibi, yeryüzünü, insanları yaratmakla süslemiştir. Basît cisimleri, elemanları, O yaratmıştır. Bileşik cisimler, Onun yaratması ile hâsıl olmuştur. Herşeyi yoktan var eden Odur. Ondan başka herşey yok idi. Hiçbiri kadîm değildir. Bütün doğru dinler, Allahtan başka, herşeyin yok iken, sonradan var olduğunu, Ondan başka kadîm bulunmadığını bildirmektedir. Başkasını kadîm bilenlere kâfir demişlerdir. Gökleri, yıldızları ve başka şeyleri kadîm bilenlerin, yalan söylediklerini Kur'ân-ı kerîm bildirmektedir. Yerlerin yoktan var edildiğini gösteren âyet-i kerîmeler çoktur. Her zaman yanılan akla uyarak, Kur'ân-ı kerîme inanmıyan kimse, ne kadar sefîhdir. "Allahü teâlâ, bir kimseye nûr vermezse, o münevver olamaz" buyurulmuştur. Yaratılmak damgası, kudretin az olduğuna alâmettir ve ilmin noksan olduğuna işârettir. Bilgisi, kuvveti az olan, yaratamaz. Îcâd edemez. İnsanın işinde, kendine düşen pay, kendi kesbidir. Yani o iş, kendi kudreti ve irâdesi ile olmuştur. O işi, yaratan, yapan, Allahü teâlâdır. Kesb eden, kuldur. Görülüyor ki, insanların ihtiyârî işleri, istiyerek yaptıkları şeyler, insanın kesbi ile Allahü teâlânın yaratmasından meydana gelmektedir. İnsanın yaptığı işte, kendi kesbi, ihtiyârı yani beğenmesi olmasa, o iş, titreme şeklini alır; midenin, kalbin hareketi gibi olur.
.
Peygamberler ve melekler...
15 Nisan 2003 01:00
Allahü teâlâ, kullarına merhamet ederek, Peygamberler göndermiştir. Bunlarla kullarına doğru yolu, saadet-i ebediyye yolunu göstermiş, kullarını kendine çağırmıştır. Peygamberlerin birincisi hazret-i Âdem'dir. Sonuncusu ise, hazret-i Muhammed Resûlullahtır.. Peygamberlerin hepsine iman etmek lâzımdır. Hepsini masûm yani günahsız ve doğru sözlü bilmelidir. Bunlardan birine inanmamak, hepsine inanmamak demektir. Çünkü, hepsi aynı imanı söylemiştir. Yani, hepsinin dinlerinin aslı, temeli yani iman edilecek şeyleri birdir. Doğru imandan mahrum Vehhâbîler, Âdem aleyhisselâmın peygamber olduğuna inanmıyorlar. "Peygamberlerin evveli Nûh aleyhisselâmdır" diyor. Bozuk inanışlarından biri de budur. Hıristiyanlar da Hz. İsa'nın öldüğüne inanıyorlar. Îsâ "aleyhisselâm" ölmedi. Yahûdîler, kendisini öldürmek istedikleri zaman, Allahü teâlâ onu diri olarak göğe kaldırdı. Kıyâmete yakın bir zamanda gökten Şâm'a inecek ve Muhammed aleyhisselâmın dînine tâbi olacaktır. Evliyânın büyüğü, tesavvuf deryâsının dalgıcı Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin yetiştirdiği evliyânın büyüklerinden olan hâce Muhammed Pârisâ hazretleri buyuruyor ki: "Îsâ "alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm" gökten inip, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe mezhebine uygun ictihâd edecek, onun helâl dediğine helâl diyecek, haram dediğine haram diyecektir..." İman edilmesi zaruri olan varlıklardan birisi de meleklerdir. Bunlar, Allahü teâlânın kıymetli kullarıdır. İçlerinden bir kısmı, diğer meleklere ve insanların Peygamberlerine haber getirmek vazîfesi ile şereflenmişlerdir. Melekler, emir olunduklarını yaparlar. İsyân etmezler. Yemeleri, içmeleri yoktur. Evlenmezler. Erkek, dişi değildirler. Çocukları olmaz. Kitapları ve sahîfeleri, onlar getirmiştir. Emîn oldukları için, getirdikleri de doğrudur. Müslüman olmak için, meleklere, böyle inanmak lâzımdır. İnsanların yükseği, meleklerin yükseğinden daha üstündür. Çünkü insanlar, şeytân ve nefsleri ile savaşıyor. Nisâ sûresi, doksandördüncü âyetinde meâlen, "Mallarını, canlarını fedâ ederek din düşmanları ile, Allah rızâsı için cihâd eden Müslümanlar, oturup, ibâdet edenlerden daha üstündür. Hepsine de, Cenneti söz veriyorum" buyuruldu.
.
Kıyamet ve ahiret
16 Nisan 2003 01:00
Muhbir-i sâdıkın, yani hep doğru haber verici Peygamber efendimizin; kabir ve kıyâmet hâllerinden, Haşirden (kabrden kalkınca arasât meydanında toplanmak) ve Neşirden (hesâbdan sonra Cennete, Cehenneme dağılmak), Cennetten, Cehennemden haber verdiği şeylerin hepsi doğrudur. Âhirete inanmak, Allahü teâlâya inanmak gibi, imanın şartıdır. Âhireti inkâr eden, Allahü teâlâyı inkâr etmiş gibi, kâfirdir. Kabir azâbı ve kabrin sıkması vardır. Buna inanmayan bid'at sâhibi olur. Çünkü, meşhûr olan hadîslere inanmamış olur. Hadîs olsa da, olmasa da, kabir azâbına inanmam, akıl ve tecrübe, bunu kabûl etmiyor, diyen kâfir olur. Şimdi böyle inanmıyanlar, kâfir oluyor. Kabir, dünya ile âhiret arasında geçit olduğundan, kabir azâbı, dünya azâbları gibi geçicidir ve âhiret azâbları cinsindendir. Yani, bir bakımdan dünya azâblarına, bir bakımdan da, âhiret azâblarına benzemekdedir. Kabir azâbı en çok, dünyada üstüne idrâr sıçratanlara ve Müslümanlar arasında söz taşıyanlara olacaktır. "Münker" ve "Nekîr" ismindeki iki melek kabirde sual soracaktır. Kabir suallerini öğrenmeliyiz ve öğretmeliyiz. Kabir sualleri: Rabbin kim? Dînin hangi dindir? Kimin ümmetindensin? Kitabın nedir? Kıblen neresidir? Îtikatta ve amelde mezhebin nedir?.. Ehl-i sünnet olmıyan doğru cevap veremeyecek. Güzel cevap verenlerin kabri genişleyecek, buraya Cennetten bir pencere açılacaktır. Sabah ve akşam, Cennetteki yerlerini görüp, melekler tarafından iyilikler yapılacak, müjdeler verilecektir. Kıyâmet günü vardır. O gün, elbette gelecektir. O gün, gökler parçalanacak, yıldızlar dağılacak, yeryüzü ve dağlar, parça parça olacaktır ve yok olacaklardır. Kur'ân-ı kerîm, bunları haber veriyor ve Müslümanların bütün fırkaları, buna inanıyor. Buna inanmıyan kâfir olur. Kıyâmette, bütün mahlûklar, yok olup, tekrâr yaratılacak, herkes mezârdan kalkacaktır. Allahü teâlâ çürümüş toz olmuş kemikleri yine diriltecektir. O gün, terâzî kurulacak. Cehennem üzerindeki Sırât köprüsünden geçilecek, iyiler geçip Cennete gidecek, Cehennemlikler, Cehenneme düşecektir. Bu bildirdiklerimiz, olmıyacak şeyler değildir. Resulullahın haber verdiğinden, hemen kabûl etmek, inanmak lâzımdır. Hayale kapılarak şüpheye düşmemelidir. Allahü teâlâ, Haşr sûresi yedinci âyetinde meâlen, "Resûlümün getirdiklerini alınız!" yani, her söylediğine inanınız! buyuruyor
.
Cennet ve Cehennem
17 Nisan 2003 01:00
Kıyâmet günü Allahü teâlânın izni ile, iyiler, kötülere şefâat edecek, araya gireceklerdir. Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" "Şefâatim, ümmetimden, günahı büyük olanlaradır" buyuruyor. Kâfirler, hesaptan sonra, Cehenneme girecek, Cehennemde ve azâbda ebedî kalacaklardır. Müminler, Cennette ve Cennet nimetlerinde sonsuz kalacaklardır. Günahı, sevabından çok olan müminlerin, Cehenneme girip, günahlarına karşılık, bir müddet azâb görmeleri câiz ise de, bunlar, Cehennemde sonsuz kalmıyacaklardır. Kalbinde zerre kadar iman bulunan bir kimse, Cehennemde sonsuz kalmıyacak, rahmet-i ilâhiyyeye kavuşarak Cennete girecektir. Cehennem sadece ateşten ibaret değildir. Cehennemde bir yer vardır ki, Zemherîr derler. Yani, soğuk Cehennemdir. Soğukluğu pek şiddetlidir. Bir ân dayanılmaz. Kâfirlere, bir soğuk, bir sıcak, sonra soğuk, sonra sıcak Cehenneme atılarak, azâb yapılacaktır. Cehennemde soğuk Zemherîr azâbları bulunduğunu, İmâm-ı Muhammed Gazâlî yazıyor. Hadis-i şeriflerde de açıkça bildirilmektedir. Din câhilleri, İslamiyete, yalan ve iftirâ ile saldırırken "Peygamberler, hep sıcak memleketlerde geldiği için, Cehennem azâbının ateş olduğunu söylemişler, hep ateşle korkutmuşlar. Kutuplarda, kuzeyde, soğuk memleketlerde gelselerdi, buz ile azâb yapılacağını söylerlerdi" diyor. Bunlar, hem çok câhil, hem de ahmak kâfirlerdir. Zâten Kur'ân-ı kerîmden haberleri olsaydı ve islâm büyüklerinin sözlerini duysalardı ve biraz akılları olsaydı, hemen Müslüman olurlardı. Hiç olmazsa, böyle ulu orta, yalanları yazmaktan, belki sıkılırlardı. Dînimiz, hem Cehennemde, soğuk azâblar olduğunu bildiriyor, hem de Peygamberlerin yalnız sıcak memleketlere değil, yeryüzünde, sıcak ve soğuk, her memlekete gönderildiğini haber veriyor. Kur'ân-ı kerîm, Peygamberimize sorulan suâllere, soranların bilgilerine ve anlayışlarına göre cevâb vermektedir. Âhiretteki bilinmiyen varlıkları da, dünyada gördüklerine, bildiklerine benzeterek anlatmakdadır. Mekkeliler, kutupları, buz memleketlerini duymadıkları için, Cehennemin soğuk azâblarını onlara bildirmek, faydasız olurdu. Mümin ve kâfir, son nefeste belli olur. Birçok kimse, bütün ömrünce kâfir kalıp, sonunda imana kavuşabilir. Bütün ömrü iman ile geçip, sonunda tersine dönen de olur. Kıyâmette, son nefesteki hâle bakılır. Genelde insan nasıl yaşarsa öyle ölür...
.
Bir millet kendini bozmadıkça..."
18 Nisan 2003 01:00
Haftalardır, Bağdat'ın yakılıp yıkılmasını, mübarek mekanların tahrip edilmesini içimiz kan ağlayarak seyrediyoruz. Bu yetmiyormuş gibi son günlerde bir de şehrin yağmalanmasına, hem de bunun yerli halk tarafından yapılmasına, bu çapulcuların nezdinde Müslümanların bütün dünyada aşağılanmasına şahit olduk. Kendi devletinin, kendi milletinin malını böyle vahşice yağmalayan millet tarihte az bulunur herhalde. Bir devlet, bir millet zulme uğruyorsa, suçu sadece dışarıda değil, biraz da içeride aramak lazımdır. Bir devletin, halkı bozulmuşsa; bozuk inanç, fuhuş yayılmışsa, bunun sonucunda idareciler de bozuk olur. Çünkü, Peygamber efendimiz, "Bir millet neye layık ise onunla idare olunur" buyurmuştur. Zulmü yapan devletin de, buna yardımcı olan, seyirci kalan halkın da bu yaptıkları yanına kalmaz. Birileri gelir hadlerini bildirir! Bağdat'ın başına gelen bu durum ilk değildir. Geçmişte de Bağdat aynı sebepler yüzünden defalarca istila olayı yaşamıştır. Tarih tekerrürden ibarettir. İbret alınmadığı için de tekrarlanıp duruyor. Geçmişte yaşananlar bugünküne o kadar benziyor ki, neredeyse birebir aynı. Sadece isimler farklı. Geçmişte en büyük yıkımı Moğol istilasında yaşamış Bağdat. Hükümdar Mütasım sünnî, fakat, saf ve dünyaya düşkün biri idi. Varlığı ile yokluğu birdi. Bundan dolayı her işi veziri İbni Alkamî'ye bırakmıştı. İbni Alkamî düzgün inançlı, iyi bir insan, iyi bir idareci değildi. Bunun için devlet kadrolarına, kendisi gibi kimseleri getirdi. Adaletten uzaklaşıldı, zulüm ve haksızlık yaygınlaştı. Sapık inançlı idareciler el altından devletin altını oymaya başladı. Devlet adamları böyle iken, sanki halk bunlardan farklı mı idi. Hayır. Halk da zevk ve safaya dalmıştı, fuhuş diz boyu idi. Her türlü bozuk inanç bütün ülkeyi sarmıştı. Devletin sahibi olan Ehli sünnet inancı azınlığa düşmüştü. Her tarafta bozuk inançlı kimseler söz sahibiydi. İbni Alkamî, Şii olduğu için, fırsattan istifade edip, mevcut devleti yıkıp yerine bir Şii devleti kurma gayretine girdi. Bunun için, Hülagü'nün Bağdat'ı istila etmesini el altından teşvik etti. Bu arada yüzbin olan talimli asker sayısı da yirmi bine indirilerek, şehrin kolay düşmesi için imkan sağlandı. Diğer taraftan din adamları da bozulmuştu. Farz olan emri maruf unutulmuş, herkes dünyaya dalmıştı. Din adamları, insanın dünya ve ahıretine yaramayacak meseleleri günlerce tartışıyordu. Fakat gaflet içinde olduklarından dinin imanın elden gittiğinden, bozuk inançların çığ gibi büyüdüğünden haberleri yoktu. Bütün bunlar umumi bir belanın habercisiydi. Zamanın meşhur bir âlimine sorarlar: Moğollar buraya niçin geldiler? O şöyle cevap verir: "Onları buraya biz getirdik. Bizim amellerimiz getirdi. Nimetlerin kıymetini bilemedik: Esas gayemizi unutup makam, mevki, mal mülk peşine düştük, zevke sefaya daldık. Cenab-ı Hak da verdiği bu nimeti almak üzere bunları gönderdi." Her izzet ve her nimet, Allahü teâlâya ihlas ile itaat ve ibâdet etmekten, her kötülük ve sıkıntı da, günah işlemekten hasıl olur. Herkese dert ve belâ, günah yolundan, rahat ve huzur da, itaat yolundan gelir. Allahü teâlânın adeti böyledir. Cenab-ı Hak, hiç kimseye, sebepsiz belâ göndermez. Bu husus Kur'an-ı kerimde şöyle bildiriliyor: "Bir millet, kendini bozmadıkça, Allah onların hallerini değiştirmez." (Rad 11) "Size gelen musibet, işlediğiniz (günahlar) yüzündendir." (Şura 30) Netice olarak başa gelen herşeye sebep, insanın kendisidir. Kimse başka suçlu aramasın. Kur'an-ı kerimde, "Allahü teâlâ, kullarına zulmetmez, haksızlık etmez, onları azaba, acılara sürükleyen bozuk düşünceleri, çirkin işleridir. Böylece kendilerine zulüm ve işkence ediyorlar." (Nahl 34) buyurulmaktadır. Hâşâ zulmetmez kuluna Hüdası, herkesin çektiği kendi cezası!
.
İmandan sonra namaz...
18 Nisan 2003 01:00
İmanı, itikâdı düzelttikten sonra, İslamiyetin emir ettiği şeyleri yapmak lâzımdır. Resûl-i ekrem "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki: "İslâmın binâsı beş direk üzerine kurulmuştur. Birincisi Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resûlüh, demek ve bunun manâsına inanmaktır." Bu şehâdet kelimesinin manâsı; "Görmüş gibi bilir ve inanırım ki, Allahü teâlâdan başka, varlığı lâzım olan, ibâdet ve itâat olunmağa hakkı olan, hiç ilâh, hiçbir kimse yoktur. Görmüş gibi bilir, inanırım ki, Muhammed "sallallahü aleyhi ve sellem" Allahü teâlânın hem kulu, hem Peygamberidir. Onun gönderilmesi ile, Ondan önceki Peygamberlerin dinleri tamam olmuş, hükümleri kalmamıştır. Saadet-i ebediyyeye kavuşmak için, ancak Ona uymak lâzımdır. Onun her sözü, Allahü teâlâ tarafından kendisine bildirilmiştir. Hepsi doğrudur. Yanlışlık ihtimâli yoktur" demektir. Müslüman olmak istiyen bir kimse, önce bu Kelime-i şehâdeti ve manâsını söyler. Sonra guslü, namazı ve lâzım oldukça, farzları, haramları öğrenir. İslâmın ikinci şartı, dînin direği olan, beş vakit namazı vaktinde kılmaktır. Namaz, ibâdetlerin en üstünüdür. İmandan sonra, en kıymetli ibâdet, namazdır. İman gibi, onun da güzelliği, kendindendir. Başka ibâdetlerin güzelliği ise, kendilerinden değildir. Namazı doğru kılmağa çok dikkat etmelidir. Önce, kusursuz bir abdest almalı, gevşeklik göstermeden, namaza başlamalıdır. Kırâette, rükü'da, secdelerde, kavmede, celsede ve diğer yerlerinde, en iyi olarak yapmağa uğraşmalıdır. Rükü'da, secdelerde, kavmede ve celsede tumânîneti yani her uzvun hareketsiz durması lâzımdır. Namazı vaktin evvelinde kılmalı, gevşeklik yapmamalıdır. Teheccüd namazını zaruret olmadıkça, elden kaçırmamalıdır. Teheccüd, gecenin üçte ikisi geçtikten sonra, kılınan namaza denir, imsâk vaktinden önce kılınır. Teheccüd, uykuyu terk etmek demektir. Peygamberimiz muhârebelerde bile, teheccüd kılardı. Kaza namazları olan, teheccüd zamanında, kaza namazı kılmalıdır. Hem kaza borcu ödenir, hem de teheccüd sevabına kavuşur. Teheccüd zamanında tövbe, istigfâr etmek, Allahü teâlâya ilticâ etmek, yalvarmak, günahlarını düşünmek, ayıplarını, kusurlarını hâtırlamak, kıyâmetteki azâbları düşünüp korkmak, Cehennemin sonsuz acılarından titremek lâzımdır. Af ve magfiret için çok yalvarmalıdır. O zaman ve her zaman yüz kerre "Estagfirullâhel'azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüv el hayyel kayyûme ve etûbü ileyh" demelidir.
.
Kötü din adamının zararı
19 Nisan 2003 01:00
Dün, gafletler, ihanetler zinciri neticesinde meydana gelen Moğol istilasından bahsetmiştim. Bugün de, bu katliamın nasıl geliştiğini ve İslam âlemine verdiği zarardan bahsetmek istiyorum. Sinsi hareketleri ile ülkede söz sahibi olan İbni Alkamî, Hülâgü'nün Bağdat'ı almasını, kendisinin de ona vezîr olmasını istiyordu. Bunun için Hülâgü'den gelen mektuba sert cevap yazarak onu kızdırdı. Diğer tarftan sapık inançlı Nasirüddîni Tûsî, Hülâgünün müşâviri idi. Bu da, onu Bağdat'ı almaya teşvik ediyordu. İşler, iki rafizi inançlı kimse arasında cereyan ediyordu. Bunların yönlendirmesi ile Hülâgü Bağdat'a yürüdü. Bağdat'ta bulunan yirmi bin kişilik ordu, ikiyüzbin Moğol askerinin oklarına karşı duramadı. Geri çekildi. Hülâgü, Bağdat'a, neft ateşleri ve mancınık taşları ile saldırdı. Elli gün muhasaradan sonra, İbni Alkamî, sözde barış için Hülâgü'nün yanına gitti. Onunla gizlice anlaştı. Hükümdar Mütasım'a gelip, teslim olursak, serbest bırakılacağız dedi. Mütasım buna aldandı. 1258 senesi, Muharremin yirminci günü Hülâgü'ye gidip teslim oldu. Yanındakilerle beraber idam edildi. Yüzbinlerce müslüman kılınçtan geçirildi. Milyonlarca islâm kitabı Dicleye atıldı. Güzel şehir, harâbeye döndü. "Hırka-i saadet" ve "Asâ-yı nebevî" yakılıp külleri Dicleye atıldı. 524 senelik Abbâsî devleti yok oldu. Tarihçiler, Bağdat katliamında öldürülen insan sayısının, 800 binin üzerinde olduğunu bildiriyor. Moğollar, gördükleri kimseleri sağ bırakmadılar. Kadın, erkek, yaşlı, çocuk demeden herkesi öldürdüler. Hatta öldürdükleri hamile kadınların karınlarını deşip doğmamış bebekleri de hançerlediler. Ancak kuyulara ve sığınaklara saklanan çok az sayıda insan kurtulabilidi. Öldürülen insanların cesetleri günlerce sokaklarda açıkta kaldı. Cesetlerden yayılan kokular tahammül edilecek gibi değildi. Bu kokulardan Hülagü bile rahatsız olup şehir dışına çıkmak zorunda kaldı. Şehir tamamen yağmalandı. Camiler ahır olarak kullanıldı. Kütüphaneler, tarihi eserler tahrip edilerek yakıldı. Dicleye atılan el yazması kitaplardan dolayı, nehir günlerce mürekkep renginde aktı. İslam medeniyetinin duraklamasına sebep olan Moğol istilası, sadece Bağdat için değil bütün islam âlemi için korkunç bir felaket oldu. Tarihçiler, Âdem aleyhisselamdan beri Müslümanların böyle bir felaket görmediğini, bu olay ne kadar geniş anlatılırsa anlatılsın, gerçeği tam yansıtamayacağını sadece çok az bir bölümünün ifade edilebileceğini söylemişlerdir. Moğolların islâm memleketlerini yıkmalarına, Müslümanları kılıçtan geçirmelerine Sünni-Şii çatışmasını çıkartan bozuk inançlı iki kötü din adamı sebep olmuştur. Halbuki, Bağdat yerle bir olunca, ortada ne Sünni kaldı ne de Şii. İbni Alkami, Ehl-i sünnete yaptığı hıyânetinin cezasına gecikmeden duçar oldu. Kendi devletine hıyanet edenin bize ne yapacağı belli olmaz, düşüncesiyle Hülagu tarafından kendisine hiçbir vazîfe verilmeyip, zillet içinde o sene öldü. Yüzbinlerce Müslümanın katledilmesine sebep olan, Tusî ise, önce hapse atıldı sonra vezir yapıldı, daha sonda idam edildi. Kimsenin yaptığı yanına kâr kalmadı. Çünkü, zalime yardım eden onun zulmüne uğramadan ölmez. Bu arada Hülagü İslâm alemi için faydalı bir iş de yaptı: Hasan Sabbâh diye, İbni Sebe'nin yolunda giden azgın bir dinsiz vardı. Haramlara helâl diyerek, çok kimseleri yoldan çıkarmıştı. "Elemut" kalesi ve civarı bunun adamları ile dolmuştu. Hasan Sabbah, otuzbeş sene binlerce kimsenin canına kıydı. Bunun yerine geçen torunu Ahund Hasen, hepsinden daha azgındı. İslâmiyetin aslı yoktur. İş kalbdedir. Kalbi temiz olana günah zarar vermez. Herşeyi helâl ettim. Keyfinize bakınız! derdi. Hülâgü, bunları da kılınçtan geçirerek Müslümanları bu, otuz beş senelik zulümden kurtardı. İslam âleminin, Selçukluların başa çıkamadığı bir azılı din düşmanlarını ortadan kaldırdı. "Dinsizin hakkından îmansız gelir" sözünün doğru olduğu bir kere daha zâhir oldu
.
Mülkün esas sahibi
19 Nisan 2003 01:00
Bütün nimetlerin, malların hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâ, zenginlere verdiği nimetlerin kırkta birini, Müslümanların fakirlerine vermelerini, buna karşılık, çok sevap, katkat mükâfât vereceğini buyurmaktadır. Bu kadar az bir şeyi, istediğin herhangi bir din kardeşine vermemek, ne büyük insâfsızlık ve inatçılık olur. İslâmın üçüncü şartı olan bu zekâtı vermek, elbette lâzımdır. Zekâtı seve seve ve İslamiyetin emir ettiği kimselere vermelidir. Allahü teâlâ, zekâtı verilen malı elbette artırırım ve hayırlı yerlerde kullanmanızı nasîb ederim. Zekâtı verilmiyen malı, dert ile, belâ ile istemiyerek harcattırırım, elinizden alır, düşmanlarınıza veririm, siz de bu hâli görür, kendinizi yer, yanıp kavrulursunuz! buyuruyor. Allahü teâlânın emirlerini yapmamak, hep kalbin bozuk olmasındandır. Kalbin bozuk olması, İslamiyete tam inanılmamasıdır. Mümin olmak için, yalnız Kelime-i şehâdeti söylemek yetişmez. Münâfıklar, kalbi kâfir olduğu halde, Müslüman görünenler de bunu söylüyor. Kalbde iman bulunduğuna alâmet, İslamiyetin emirlerini seve seve yapmaktır. Zekât niyeti ile fakire bir altın vermek, yüzbin altın sadaka vermekten daha sevaptır. Çünkü, zekât vermek, farzı yapmaktır. Zekât niyeti olmadan verilenler ise, nâfile ibâdetir. Farz ibâdetin yanında nâfile ibâdetlerin hiç kıymeti yoktur. Deniz yanında, damla kadar bile değildir. Şeytân aldatarak, kazaları kıldırtmıyor, nâfile kılmağı, (nâfile hacca ve ömreye gitmeği) güzel gösteriyor. Zekât verdirmeyip, nâfile hayırları, göze güzel gösteriyor. İslâmın şartının dördüncüsü, mubârek Ramazan ayında, her gün oruç tutmaktır. Mubârek Ramazân ayında her gün, muhakkak oruç tutmalıdır. Olur olmaz sebeblerle, bu mühim farzı elden kaçırmamalıdır. Peygamberimiz buyurdu ki: "Oruç, mümini Cehennemden koruyan bir kalkandır." Hastalık gibi, mecbûrî bir sebeple oruç tutulmazsa, gizli yimeli ve özür bitince hemen kaza etmelidir. İslâmın beşinci şartı hacdır, ömründe bir kerre, Mekke şehrine gidip, hac vazîfelerini yapmaktır. Hadis-i şerifte, "Kabûl olan bir hac, geçmiş günahları yok eder" buyuruldu. Hepimiz Onun kuluyuz. Başı boş, sâhibsiz değiliz. Sâhibimizin emirlerine, yasaklarına göre yaşamalıyız ki, azâbdan kurtulabilelim. İslamiyete uymıyanlar, inatçı kul, aksi, âsî memûr olur ki, cezâ çekmeleri lâzım gelir.
.
Onun, her haberi doğrudur
20 Nisan 2003 01:00
Peygamberler, Allahü teâlâ tarafından kullarına gönderilmiş insanlardır. Ümmetlerini Allahü teâlâya çağırmak, azgın, yanlış yoldan, doğru, saâdet yoluna çekmek için gönderilmişlerdir. Dâvetlerini kabûl edenlere, Cenneti müjdelemişler, inanmıyanlara Cehennem azâbını bildirmişlerdir. Onların Allahü teâlâdan getirdikleri her haber doğrudur, yanlışlık yoktur. Peygamberlerin sonuncusu, Muhammed aleyhisselâmdır . Onun dîni bütün dinleri nesh etmiş, yürürlükten kaldırmıştır. Onun kitabı, geçmiş kitapların en iyisidir. Onun dîni kıyâmete kadar bâkîdir. Kimse tarafından değiştirilmiyecektir. Îsâ "aleyhisselâm" gökten inecek, Onun dîni ile amel edecek, yanî Onun ümmeti olacaktır. Muhammed aleyhisselâmın kıyâmetten haber verdiği şeylerin hepsi doğrudur. Kabir azâbı, kabrin ölüyü sıkması, kabirde Münker ve Nekîr denilen iki meleğin suâl sorması, kıyâmette herşeyin yok olacağı, göklerin yarılacağı, yıldızların yollarından çıkıp dağılacakları, dünyanın, dağların parçalanması ve herkesin mezârdan çıkması, mahşer yerine toplanması, yanî rûhların cesedlere gelmesi, kıyâmet gününün zelzelesi, o günün dehşeti, korkusu ve kıyâmette suâl ve hesâb ve dünyâda yapılmış olan şeylere orada, ellerin, ayakların ve her azânın şehâdet etmesi ve iyilik ve kötülük defterlerinin uçarak sağ veyâ sol taraftan verilmesi ve iyiliklerin ve günahların, oraya mahsûs bir terâzîde tartılması haktır, doğrudur. Orada sevâbı ağır gelen, Cehennemden kurtulacak, az gelen, ziyân edecektir. Oradaki terâzî, bilinmiyen bir terâzî olup, ağır ve hafîf gelmesi dünyâ terâzîsinin aksinedir. Yukarı çıkan kefe ağırdır, aşağı inen hafîftir. Orada yer çekimi kuvveti yoktur. Cehennemin üzerinde Sırât köprüsü vardır. Müminler, bu köprüden geçip, Cennete gidecektir. Kâfirlerin ayakları kayarak, Cehenneme düşeceklerdir. Sırât köprüsü deyince, bildiğimiz köprüler gibi sanmamalıdır. Nitekim, sınıf geçmek için, imtihân köprüsünden geçilir diyoruz. Her talebe imtihân köprüsünden geçer. Hepsi buradan geçtiği için köprü diyoruz. Hâlbuki, imtihânın, köprüye benziyen hiçbir tarafı yokdur. İmtihân köprüsünden geçenler olduğu gibi, geçemeyip, yuvarlananlar da olur. Fakat bu, köprüden denize yuvarlanmağa benzemez. İmtihân köprüsünün nasıl olduğunu, buradan geçenler bilir. Sırât köprüsünden de herkes geçecek, bazıları da geçemeyip Cehenneme yuvarlanacaktır. Fakat, bu köprü ve buradan geçmek ve Cehenneme düşmek, dünya köprüleri gibi ve imtihân köprüsü gibi değildir. Bunlara hiç benzemez.
.
İman ve büyük günah...
21 Nisan 2003 01:00
Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olan, Peygamberimizden gelen haberlere inanmak ve inandığını söylemek "iman"dır. İbâdetler, imandan değildir. Fakat, imanın kemâlini artırır ve güzelleştirirler. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, iman artmaz ve azalmaz, buyuruyor. Çünkü iman, kalbin tasdîk etmesi, kabûl etmesi, inanması demektir. İnanmanın azı, çoğu olmaz. Azalan ve çoğalan bir inanışa, inanmak değil, zan ve vehm denir. İmanın kâmil veya noksan olması, ibâdetlerin çok ve az olması demektir. İbâdet çok olunca, imanın kemâli çok denir. O hâlde, müminlerin imanları, Peygamberlerin imanları gibi olmaz. Çünkü, bunların imanları ibâdetler sebebi ile kemâlin tepesine varmıştır. Diğer müminlerin imanları oraya yaklaşamaz. Her ne kadar, her iki iman, iman olmakta ortak iseler de, birincisi, ibâdetler vâsıtası ile, başka dürlü olmuştur. Sanki aralarında benzerlik yoktur. Müminlerin hepsi, insan olmakta, Peygamberler ile ortaktır. Fakat, başka kıymetler, üstünlükler bunları yüksek derecelere çıkarmıştır. İnsanlıkları, sanki başka türlü olmuştur. Müminin, büyük dahî olsa, günah işlemekle imanı gitmez. Kâfir olmaz. İmâm-ı a'zam, Bağdâd'ın büyük âlimleri ile, bir yerde oturmuşlardı. Biri gelip dedi ki: "Bir mümin, babasını haksız olarak öldürse ve sonra şarap içerek sarhoş olsa ve zinâ etse, imanı gider mi?" İşiten âlimlerin hepsi, o mümine kızdı. Bunu sormağa lüzûm yok! İmanı elbet gider. Kâfir olur dediler. İmâm-ı a'zam buyurdu ki: "O kimse yine mümindir. Günah işlemekle, imanı gitmez." Âlimler, bu cevâbı beğenmeyip, İmâm-ı a'zama dil uzattılar. Sonra, İmâm sözünü isbât edince, hepsi kabûl etti. Günahı çok olan bir mümin, son nefesi boğazına gelmeden evvel, tövbe ederse, kurtulması çok umulur. Çünkü, Allahü teâlâ, tövbeyi kabûl edeceğini vaad buyurmuştur. Eğer tövbe etmek şerefine kavuşamadı ise, onun işi, Allahü teâlânın irâdesine kalmıştır. İsterse günahlarının hepsini af ederek Cennete sokar. İsterse Cehennem ateşi ile veyâ sıkıntılar ile günahları kadar, azâb yapar. Fakat sonunda kurtularak, yine Cennete girer. Çünkü, âhırette merhamete kavuşamayan, yalnız kâfirlerdir. Zerre kadar imanı olan, rahmete kavuşacaktır. Eğer günahlarından dolayı önceleri rahmete kavuşamazsa, sonunda Allahü teâlânın lutfu, inâyeti ile kavuşacaktır.
.
Dört büyük halife
22 Nisan 2003 01:00
Ehl-i sünnet âlimlerine göre halîfelikten konuşmak, dînin esâs bilgilerinden değildir. Yani imana bağlı birşey değildir. Fakat, bazıları bunda taşkınlık yaptığından âlimler halîfeliğe âit bilgileri, kelâm ilmine, yani iman bilgisine sokmuş, işin doğrusunu bildirmişlerdir. Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed aleyhisselamdan sonra müslümânların halîfesi, yani Peygamber efendimizin vekîli ve müslümânların reîsi, Ebû Bekr-i Sıddîk'tır "radıyallahü anh". Ondan sonra, halîfe Ömer-ül-Fârûk'tur "radıyallahü anh". Ondan sonra, Osmân-ı Zinnûreyn "radıyallahü anh", ondan sonra, Alî ibni Ebî Tâlib'dir "radıyallahü anh". Bu dördünün üstünlük sıraları, halîfelikleri sırası gibidir. Bunlardan ilk ikisinin, diğer ikisinden dahâ üstün olduğunu, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi'în-i ızâmın hepsi söylemiştir. Bu sözbirliğini, din imâmlarımız bildirmektedir. Buna inanmıyan, yâ câhildir veyâ inâdcıdır İmâm-ı Alî "radıyallahü anh" buyuruyor ki: "Beni, Ebû Bekr ile Ömer'den "radıyallahü anhümâ" üstün tutan, iftirâ etmiş olur. İftirâ edenleri dövdükleri gibi, onu döverim." Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, buyuruyor ki: Peygamberimiz buyurdu ki, "Allahü teâlâdan istedim ki, benden sonra Alî "radıyallahü anh" halîfe olsun. Melekler dedi ki: Yâ Muhammed "sallallahü aleyhi ve sellem"! Allahü teâlânın dilediği olur. Senden sonra halîfe, Ebû Bekr-i Sıddîk'tır." Abdülkâdir-i Geylânî "kuddise sirruh" yine buyurdu ki: Alî "radıyallahü anh" dedi ki; Peygamber "sallallahü aleyhi ve sellem" bana buyurdu ki: "Benden sonra halîfe Ebû Bekr olacaktır. Ondan sonra Ömer, ondan sonra Osmân, ondan sonra da sen "radıyallahü anhüm" olacaksın!" İmâm-ı Hasan, İmâm-ı Hüseyin'den dahâ üstündür "radıyallahü anhümâ". Ehl-i sünnet âlimleri "rahmetullahi aleyhim ecma'în" buyurdu ki: İlimde ve ictihâdda Âişe "radıyallahü anhâ", Fâtıma'dan "radıyallahü anhâ" üstündür. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, (Gunye) kitabında diyor ki: "Âişe "radıyallahü anhâ" dahâ üstündür." İlimde ve ictihâdda Âişe, zühd ve dünyadan kesilmekte ise, Fâtıma dahâ ileridir. Bunun içindir ki, hazret-i Fâtıma'ya (Betûl) yani çok temiz demişlerdir "radıyallahü anhümâ". Âişe "radıyallahü anhâ" ise, Eshâb-ı kirâma islâmiyyeti öğretirdi. Eshâb-ı kirâm, bütün müşkillerini, ondan sorup öğrenirdi.
Duânın kabul olması için
23 Nisan 2003 01:00
Allahü teâlâ insanları yarattı. Her insanın saadet içinde, mesûd yaşamasını istediğini bildirdi. Mesûd olmak, râhat, üzüntüsüz yaşamak demektir. Her insan da mesûd olmayı istemektedir. Yaratan da, yaratılan da aynı şeyi istemekte olduğu hâlde, mesûd olan kimse pek azdır. Çünkü, Allahü teâlâ herşeyi bir sebep ile yaratmaktadır. Allahü teâlâdan birşey istemek, yâ kavil ile, söz ile olur. Yâhut fiil ile olur. Kavil ile istemek, duâ etmektir. Bir şeyi fiil ile istemek, bu şeyi meydana getiren sebebi yapmaktır. Çalışmak, sebebe yapışmak demektir. Çalışmıyan, tembel oturan, sebebe yapışmamış olur. Allahü teâlâ tembele birşey vermez. "Ve en leyse lil insâni illâ mâ seâ: İnsan ancak çalıştığı şeye kavuşur" âyet-i kerîmesi bunun vesîkasıdır. Kâfirler, Allahü teâlâya inanmadıkları için, kavil ile istemiyorlar. Duâ etmiyorlar. Sebeplerin tesîrini gördükleri için, yalnız fiil ile istiyorlar. Sebeplere yapışıyorlar. Allahü teâlâ da, onların bu isteklerini kabûl ederek, istediklerini dünyada veriyor. Fakat iman etmedikleri için ahıret nimetlerinden mahrum kalıyorlar. Dünyada ve ahırette mesûd olmak için lâzım olan sebeblere "Nimet" denir. Allahü teâlâ, nimetlerini, dost, düşman, her istiyene vereceğini vaad etmektedir. Nimete kavuşmak için, nimet sâhibinin beğendiği gibi istemek lâzımdır. Bunun için, nimeti istediğini bildirmek, duâ etmek ve muhakkak verileceğine inanmak, lâzımdır. Buna inanmıyana, hele inkâr edene verilmez. İnkâr eden mahrûm kalır. Saadete sebep olan nimete kavuşmak için yapılan duâda, bu îmân şarttır. Demek ki, nimete kavuşmak için, önce imân sâhibi olmak, yanî müslümân olmak, sonra, nimetin sebebine yapışmak lâzımdır. Bütün nimetlerin sâhibi olan Allahü teâlâ, nimetlere kavuşmak için, nasıl duâ edileceğini de, merhamet ederek, bildirmektedir. Müslümânın duâsının kabûl olması için, düzgün bir imandan sonra, her gün beş vakit namaz kılmak, kul hakkı bulunmamak şartı da önce gelmektedir. NOT: Pek çok okuyucumuz, daha önce bu köşede yayınlanan, "Esmâ-i hüsnâyı okumanın faydaları" yazı dizisini istemektedir. Bu yazılar ve âyâtı hırz gibi kıymetli bir duâ olan "Hizb-ül bahir" duası, "365 gün Duâ" kitabının ilaveli yeni baskısına konulmuştur. Arzu edenler, Arı Sanat Yayınevi'nden (0212 520 41 51) temin edebilirler.
.
Allah onlardan razıdır...
24 Nisan 2003 01:00
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde Eshâb-ı kirâmı övmektedir. İlk hicret edenlerden ve Ensârdan ve iyilikte bunların izinde olanlardan râzı olduğunu bildirmektedir. Allahü teâlâ, ancak mümin olarak öleceğini bildiği kulundan râzı olur. Kâfir olarak öleceğini bildiği kulundan râzı olduğunu bildirmesine imkân yoktur. Bunun için, Eshâb-ı kirâmı öven âyet-i kerîmeler, onların âdil olmadıklarını ve Resûlullahın vefâtından sonra mürted olduklarını söyleyenleri red etmekte, böyle söyleyenlerin kötü niyyetli olduklarını bildirmektedir. Eshâb-ı kirâmın hepsini öven hadîs-i şerîfler pek çoktur. Bunların meşhûrlarından biri, "Eshâbım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidâyete kavuşursunuz!" hadîs-i şerîfidir. Eshâb-ı kirâm "aleyhimürrıdvân" arasındaki Deve ve Sıffîn Vakası gibi olaylar, iyi niyetlerle, güzel sebeplerle yapılmış olup, nefsin arzûları ile, inat ve düşmanlık ile değildi. Çünkü, onların hepsi büyük idi. Kalbleri Peygamber efendimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" sohbetinde ve mubârek nazarları karşısında temizlenmiş, hırs, kin ve düşmanlık gibi şeyler kalmamıştı. Bunların sulhları da, ayrılıkları da, Hak için idi. Her biri, kendi ictihâdına göre hareket etmiştir. İctihâdı doğru olanlara iki veyâ on sevâb, isâbet etmeyenlere de, bir sevâb vardır. O hâlde, doğruyu bulmağa çalışıp da bulamayıp yanılanlarına da, doğru olanlar gibi, dil uzatmamak lâzımdır. Çünkü, bunlar da, sevâb kazanmıştır. Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki: Bu muhârebelerde imam-ı Alî "radıyallahü anh" haklı idi. Ona uymayan ictihâdlar doğru değildi. Fakat, hiçbirine dil uzatılamaz. Nerde kaldı ki, kâfir ve fâsık denilebilsin! Bu muhârebelerde Alî "radıyallahü anh" buyurdu ki: "Kardeşlerimiz bizden ayrıldı. Onlar kâfir, fâsık değildir. Çünkü, ictihâdlarına göre hareket ediyorlar". Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki: "Eshâbıma dil uzatmaktan sakınınız!". Görülüyor ki, Peygamberimizin, Eshâb-ı kirâmının hepsini büyük bilmemiz ve hepsini hürmetle, iyilikle söylememiz lâzımdır. Bu büyüklerden hiçbirini kötü bilmemeli, kötü sanmamalıyız! Çünkü, Eshâb-ı kirâmı sevmek, Peygamber efendimizi sevmekten ileri gelir. Onlara düşmanlık, Ona düşmanlık olur. Büyük âlim, Ebû Bekr-i Şiblî "kuddise sirruh" buyurdu ki: "Eshâb-ı kirâma hürmet etmeyen bir kimse, Muhammed aleyhisselâma iman etmiş olmaz!"
.
Bugünlere nasıl gelindi?
25 Nisan 2003 01:00
Bugün İslâm âleminin içler acısı durumu ortada. İç ve dış düşmanlar, İslamiyeti tamamen ortadan kaldırmak için bütün güçleri ile saldırıya geçmiş durumdadırlar. Şunu unutmayalım ki, bu duruma hemen gelinmedi. En az üç yüz yıllık bir çalışma sonunda, İslam âlemi içeriden çökertilerek bugüne gelindi. Bu yıkımı gerçekleştirebilmek için pek çok yıkım projeleri hazırlandı. Bunlardan biri de, 20. yüzyılın başlarında ortaya atılan Rus idaresindeki Müslümanların "Ceditçilik" yani reform hareketleridir. Şimdi bu akımın kitapları, piyasaya sürülmekte; bunların bozuk fikirleri "İslam" adı atında tanıtılmaya çalışılmaktadır. Bunun için bu akım hakkında biraz bilgi sunmak istiyorum. 19. yüzyılın ortalarından itibaren, Osmanlının iyice zayıflaması ile, Batı özellikle İngilizler İslamı içeriden yıkmak için harekete geçti. İslam âleminin üç önemli ilim merkezi olan, Mısır (Ezher), İstanbul ve Buhara-Semerkant hedef seçildi. Önce, Ezher ele geçirildi. Yetiştirdikleri, (Abduh, Reşit Rıza, Efgani gibi ) masonları buraya yerleştirdiler. Sonra burada eğittikleri kimseleri (Cemaleddin Efgani gibi ) Tataristan'na (Kazan şehrine) göndererek, Müslümanları Ceditçi-Kadimci diye ayırarak birbirlerine düşürdüler. O tarihlerde ele geçiremedikleri sadece İstanbul kalmıştı. Osmanlıdan kalma Ehli sünnet kültürü bu faaliyetlerine mani oldu. Türkiye'yi İstedikleri reformist fikir ortamına ancak seksen sene sonra getirebildiler. Geçen sene Diyanetin tertiplediği Şûra karaları ile ancak noktalanabildi. Son yıllarda dillerden düşürülmeyen, "Dinlerarası Diyalog", "hoşgörü faaliyetleri" de bu çalışmanın bir uzantısıdır. Şimdi Rusya'daki Müslümanlar arasında cereyan eden Ceditçilik hareketlerine bir göz atalım: 19. yüzyılın ortalarından itibaren, 1917 yılına kadar, Tataristan'da, hızlı bir "Dinde reform" hareketi yaşandı. "Cedidçilik" hareketi denilen bu akımdan önce, asırlardır bu bölgelerdeki dini faaliyetleri, tarihi Buhara ve Semerkant medreselerinde yetişen âlimler yürütürdü. Gerek müderrislerin, gerekse halkın Ruslarla doğrudan irtibatları yoktu. Ruslar, bu içe dönük sağlam yapıyı yıkmak için, Avrupa ile, özellikle de İngilizlerle bağlantılı olarak, Müslümanları parçalayıp aralarına nifak sokmak için faaliyete geçtiler. Kazan'da okul açarak, Tatar dili ile eğitim gören sınıflar oluşturdular. Buralarda yetiştirdikleri gençleri, Avrupa ile de irtibatlandırarak (Jön Türklere yaptıkları gibi) dini inançlardan koparıp, yeni bir inanç sistemine yönelttiler. Bu hareketin öncüleri, medrese tahsilinden sonra Rus okullarında da okuyan, Rus, Avrupa pozitivist (maddeci, inançsız) ve Ezher'in (Mısır) dinde reform fikirlerinden etkilenen kimselerdi. Mesela bunlardan biri olan Cemalettin Efgani 1888'de Petersburg'ta bulunmuş, ceditçilerle görüşerek onları yönlendirmiştir. Carullah ve Rızaeddin bin Fahreddin bundan çok etkilenmiştir. O kadar çok etkilenmiş olacaklar ki, daha sonra Rızaeddin bin Fahreddin, Efgani hakkında müstakil bir yazı yazmıştır. Musa Carullah, Ziya Kemali gibi reformcular Mısır'a giderek, Cemaleddin Efgani gibi reformcuların ders halkalarına katılmışlar ve bu kimseler Ruslarla iç içe olmuşlardır. 1917'deki Komünist ihtilalinden sonra, milyonlarca Müslüman ve din adamının katledilmesine rağmen, Carullah'ın, 1930 yılına kadar, Rusya'da kalması ve Moskova'da imamlık yapması ve çeşitli dini toplantılara katılması çok dikkat çekicidir. Hal böyle iken ülkemizdeki milliyetçi kesimin Carullah'a sahip çıkmaya kalkışmasını anlamak mümkün değildir. Bu akımın organizatörlüğünü yapanlar, milliyetçiliği dinin yerine ikame etmek için de, İttihatçılarla iş birliği yaparak Kırımlı İsmail Gaspıralı, Yusuf Akçura gibi kimseleri kullandılar. Her iki grup bilerek veya bilmeyerek, Ehli sünneti ve bunun hamisi olan Osmanlıyı yıkmak için iş birliği yaptı. Osmanlı yıkılınca da bugünkü hazin manzara ortaya çıktı. (Yarın, Ceditçilerin fikirleri)
.
Kıyamet alâmetleri
25 Nisan 2003 01:00
Resulullah "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" kıyâmet alâmetlerinden her ne haber verdi ise, hepsi doğrudur. Yanlışlık olamaz. O zaman Güneş, âdet dışı olarak garptan, yani batıdan doğacaktır. Hazret-i Mehdî çıkacak, Îsâ "aleyhisselâm" gökten inecek, Deccâl çıkacak, "Ye'cûc ve Me'cûc" yeryüzüne yayılacaktır. Ye'cûc ve Me'cûc denilen kimseler, Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes'in soyundandırlar. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısadır. Sayıları çok olacak. Îsâ aleyhisselâm ve Eshâbı duâ ederler. Boyunlarında yara hâsıl olup, bir gecede hepsi ölür. Pis kokularından yer yüzü yaşanamıyacak bir hâl alır. "Ye'cûc" ve "Me'cûc"ün, çok eski zamanda, bir duvâr arkasına bırakılmış, kıyâmete yakın, yeryüzüne yayılacak, iki kötü millet olduğu, Kur'ân-ı kerîmde haber verilmiştir. "Dabbetülerd" denilen hayvan çıkacak, gökleri bir duman kaplayıp, bütün insanlara gelip, cânlarını yakacak, herkes bunun acısından duâ edip, "Yâ Rabbî! Bu azâbı üzerimizden kaldır. Sana iman ediyoruz!" diyecektir. Alâmetlerin sonuncusu, bir ateştir ki, Aden'den çıkacaktır. Aden, Yemen'dedir. Ahir zamanda Hz. Mehdi gelecektir. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "Mehdînin başı hizâsında bir bulut olacaktır. Buluttan bir melek: Bu Mehdî'dir, sözünü dinleyiniz!" diyecektir. Bir hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki: "İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne (yani, o zaman bilinen memleketlerin çoğuna) dört kişi mâlik oldu. İkisi mümin, ikisi de kâfir idi. Mümin olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleymân "aleyhimesselâm" idi. Kâfir olan ikisi de, Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak, yeryüzüne, benim evlâdımdan biri, yani Mehdî de, mâlik olacaktır." Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Kıyâmet kopmadan önce, Allahü teâlâ, benim evlâdımdan birini yaratır ki, ismi benim ismim gibi, babasının ismi, benim babamın ismi gibi olur ve dünyâyı adâletle doldurur. Ondan önce dünyâ zulümle dolu iken, onun zamanında adalet ile dolar". Bir hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki: "Eshâb-ı Kehf, hazret-i Mehdî'nin yardımcıları olacaktır ve Îsâ "aleyhisselâm" bunun zamanında gökten inecektir. Îsâ "aleyhisselâm", Deccâl ile harb ederken, hazret-i Mehdî, onunla berâber olacaktır. Bunun hükümdârlığı zamanında, her zamankinin aksine olarak ve hesâbların tersine olarak, Ramazan-ı şerîfin ondördüncü günü güneş tutulacaktır ve birinci gecesinde ay tutulacaktır". Bugüne kadar bildirilen özelliklere sahip kimse gelmemiştir. Genelde mehdilik iddiasında bulunan kimseler, ruhi dengesi bozuk kimselerdir.
.
Ceditçilerin fikirleri
26 Nisan 2003 01:00
Dün, Batı, özellikle de İngiliz patentli, Ceditçilik (Dinde reformculuk) hareketinin Rusya'daki Müslüman Türkler arasında nasıl ortaya çıktığından bahsetmiştim, bugün de bunların belli başlı fikirlerine değinmek istiyorum: 1- Bugüne kadar gelmiş geçmiş bütün alimler, bütün kitaplar, dört mezhebin fıkıh kitapları da dahil olmak üzere yok farz edilip din, Kur'an ve hadis ışığında yeniden yorumlanacak. 2- Dinin yeniden yorumlanmasında, İbni Teymiyye, İbni Kayyum el- Cezviye, Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Cemalettin Efgani gibi reformcuların fikirlerinden ilham alınacak. 3- Medreseler yeniden yapılandırılacak; Batı ölçülerinde, eğitim reforma tabi tutulup Rusça okullarda mutlaka okutulacak. (İsmail Gaspıralı 1881'de yayınladığı, "Russkose Musulmanstvo" (Rus İslamı!) kitabında bu eğitimin temel unsurlarını bildirmektedir) 4- Dinde, akıl esas alınacak. Asırlardır devam eden Vahiy inancı yıkılacak. Bu konuda, Kindi, İbni Rüşt, Farabi, İbni Sina gibi felsefecilerin fikirlerinden ilham alınacak. 5- İbni Sina, İbni Rüşt, Farabi gibi felsefecilerin, "dünya, âlem ebedidir, sonsuzdur" görüşü benimsenecek. İmam-ı Gazali hazretleri taassupçulukla (Felsefecilerin bu fikirlerini çürütüp, onların küfre düştüklerini bildirdiği için) suçlanacak. 6- Ehli sünnet inancına; kelâm, itikat kitaplarının bildirdiği şekilde iman edilmesine ve yine fıkıh kitaplarında bildirildiği gibi amel, ibadet yapılmasına karşı çıkılacak. Herkesin, istediği gibi inanması ve istediği gibi ibadet yapması teşvik edilecek. (Herkes istediği gibi inanır, istediği gibi ibadet ederse ortada din diye bir şey kalmayacak; böylece bunlar da nihaî maksatlarına ulaşmış olacaklar.) 7- Kur'an-ı kerimde geçen, kafirlerin "ebedi" olarak Cehennemde kalacağı ifadesi, uzun süre manasında ele alınıp, Cehennemin sonsuz, olmadığı, kafirlerin de Cennete gireceği fikri savunulacak. (Halbuki sadece Kur'an-ı kerimde değil hadis-i şeriflerde de, kafirlerin ebedi, sonsuz olarak Cehennemde kalacağı bildirilmiş, 15 asırdır, bütün alimler, müminler böyle inanmışlardır. Vahyi değil aklı öne çıkarmalarının bir sebebi de budur. Herkes istediği gibi yorumlasın, din diye bir şey kalmasın.) 8- Kur'an-ı kerimin mutlaka tercümesinin yapılması ve namazlarda her millet kendi ana diline göre yapılan tercümeyi okuması savunulacak. (Carullah, bir makalesinde, tercümenin mukaddes bir vazife olduğunu hatta farz olduğunu dile getirmiştir. Kendisi de bir tercüme yapmış fakat bastıramamıştır. Bastırması için Cemal Kutay'a vermiş, daha sonra da bu tercüme kaybolmuştur. Cemal Kutay'ın ısrarla Türkçe ibadeti savunması fikri demek ki Carullah'tan geçmiş.) 9- Bunlara göre, ictihadın terk edilip belli bir mezhebe uyulması yanlıştır, her Müslümanın gücüne göre, ictihad yapması farzdır. (Mercani, daha da ileri gidip, hadis varken fıkıh kitapları ile amel etmenin küfür olduğunu söylemiştir. Curullah da, bir mezhebe uymanın, bu mezhebi, Kur'an yerine geçirmek olduğunu söylemiştir.) 10- Kadınlar ön plana çıkartılacak. Kadın ve erkeğin, nikahta, boşanmada, mirasta eşit hakka sahip olmaları gerekli olduğu, bazı âyetlerin geçerliliğini kaybettiği fikri savunulacak. 1-11 Mayıs 1917'de Moskova'da toplanan genel kurultay tutanaklarındaki şu ifade "Ceditçilerin" (Reformcuların) gerçek niyetlerini açıkca göstermektedir. "Efendiler, unutmayınız ki, Kur'anın bazı kuralları eskimiştir. Bunları tarihin malı saymak lazım." (Rusya'da Birinci Müslümanlar Kongresi Tutanakları-Kültür Bakanlığı Yayınları sh. 394) Ancak bu kurultaydan altı ay sonra, meydana gelen komünist ihtilali, reformcuların yaklaşık 70 yıllık çalışmalarını yerle bir etti. Böylece "Dinsizin hakkından imansız gelir" sözü bir kere daha gerçekleşmiş oldu. Yukarıdaki kararlar, bu iddialar sizlere, bugün ülkemizde din adına ahkam kesen bazı kimseleri hatırlattı zannederim. Çünkü aynı şeyleri tekrarlıyorlar. Bugün ülkemizde bu ve buna benzer sapık fikirleri, dinde reformu savunanların da aynı yolun yolcuları olduğunu unutmayalım!
.
Haramdan kaçmak
26 Nisan 2003 01:00
Haramları, büyük günah ve küçük günah diye ikiye ayırmışlar ise de, küçük günahlardan da, büyük günah gibi kaçınmak, hiçbir günahı küçümsememek gerekdir. Çünkü, Allahü teâlâ, intikâm alıcıdır ve ganîdir. İstediğini yapmakta hiç kimseden çekinmez. Gazabını, düşmanlığını günahlar içinde gizlemişdir. Küçük sanılan bir günah, intikâmına, gadabına sebeb olabilir. Küfürden ve bid'atten başka günahlar ikiye ayrılır: Birinci kısım, Allahü teâlâ ile kul arasında olan günahlardır. İçki içmek, namaz kılmamak gibi. Bu günahların, büyüğünden ve küçüğünden, çok sakınmalıdır. Resûlullah "aleyhisselâm" buyurdu ki: "Bir zerrecik (yani çok az) bir günahtan kaçınmak, bütün cin ve insanların ibâdetleri toplamından daha iyidir". Günahların hepsi, Allahü teâlânın emrini yapmamak olduğundan, büyüktür. Fakat, bazısı, bazısına göre küçük görünür. Meselâ, yabancı kadına şehvetle bakmak, zinâ yapmaktan daha küçüktür. Bir küçük günahı yapmamak bütün cihânın nâfile ibâdetlerinden daha sevaptır. Çünkü, nâfile ibâdet yapmak farz değildir. Günahlardan kaçınmak ise, herkese farzdır. Büyük günahlardan kaçınabilmek için, başka çare yoksa, küçük günahı işlemek câiz olur.Her günahı yaptıktan sonra tövbe ve istigfâr etmek te farzdır. Her günahın tövbesi kabul olur. Şartlarına uygun yapılan tövbe, muhakkak kabûl olur. Tövbenin kabûl edileceğinde şübhe etmemelidir. Tövbenin şartlarına uygun olmasında şübhe etmelidir. Tövbe edilmiyen herhangi bir günahtan Allahü teâlâ intikâm alabilir. Çünkü, Allahü teâlânın gadabı, günahlar içinde saklıdır. Allahü teâlâ pek kuvvetli, herkese gâlib ve intikâm alıcıdır. Yüzbin sene ibâdet eden makbûl bir kulunu, bir günah için, sonsuz olarak red edebilir ve hiçbirşeyden çekinmez. Bunu Kur'ân-ı kerîm bildiriyor ve ikiyüzbin sene itâat eden iblîsin, şeytânın, kibir edip, secde etmediği için, ebedî mel'ûn olduğunu, haber veriyor. Yeryüzünde halîfesi olan, Âdem aleyhisselâmın oğlunu, bir adam öldürdüğü için, ebedî tard eyledi. Mûsâ "aleyhisselâm" zamanında yaşayan Bel'am bin Bâûrâ, Allahü teâlânın bir haramına, az bir meylettiği için, imansız gitti. "Onun gibiler köpek gibidir" diye dillerde kaldı. Kârûn, Mûsâ aleyhisselâmın akrabâsı idi. Birkaç kuruş zekât vermediği için, bütün malı ile birlikte, yer altına sokuldu. Sa'lebe, bir kere sözünde durmadığı için, sahâbîlik şerefine kavuşamadı, imansız gitti. O halde, her müminin günah işlemekten çok korkması lâzımdır. Ufak bir günah işledikde tövbe, istigfâr etmesi, yalvarması lâzımdır.
.
Dinde bid'at
27 Nisan 2003 01:00
Kalbi temizlemek için İslâmiyete uymak lâzımdır. İslâmiyete uymak da, emirleri yapmakla ve yasaklardan ve bid'atlerden sakınmakla olur. Bid'at, sonradan yapılan şey demektir. Peygamberimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" ve dört halîfesinin zamanlarında bulunmayıp da, onlardan sonra, dinde meydana çıkarılan, ibâdet olarak yapılmağa başlanan şeylerdir. Meselâ, namazlardan sonra hemen "âyet-el-kürsî" okumak lâzım iken, önce "Salâten tüncînâ"yı ve başka duâları okumak bid'attir. Bunları, "âyet-el-kürsî"den ve tesbîhlerden sonra okumalıdır. Namazdan, duâdan sonra secde edip de kalkmak bid'atdir. Ezânı hoparlörle okumak, namazı hoparlör ile kıldırmak ta bid'attir. Dinde yapılan her değişiklik ve reform bid'attir. Yoksa, çatal, kaşık, kravat kullanmak, kahve, çay, tütün içmek bid'at değildir. Çünkü, bunlar ibâdet değil, âdettir ve mubâhdırlar. Haram değildirler. Bunları yapmak, dînin emrettiği şeyi terk etmeğe veya yasak ettiği şeyi yapmağa sebeb olmazlar. Bid'at, dinden olmıyan, ibâdet olmıyan, âdet olan birşey ise, dînimiz bunu red etmez. Yemekte, içmekte, elbisede, vâsıtalarda ve bina, mesken, ev işlerinde, ibâdet etmeye niyet etmeyip, yalnız dünya işi düşünülürse, bunlar bir ibâdeti yapmağa mâni olmadıkça veya bir haramı işlemeğe sebeb olmadıkça, bid'at olmazlar. Dînimiz bunları men etmez. Bid'at üç türlüdür: 1- İslâmiyetin küfür alâmeti dediği şeyleri zarûret olmadan kullanmak, en kötü bid'attir. Ne niyetle olursa olsun, haç takmak, zünnar kuşanmak, gayri müslimlerin, noellerine, yortularına ve cenazelerine katılmak ve onlara rahmet dilemek, onların da Cennete gideceklerine inanmak böyledir ve küfürdür. 2- Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uymıyan inanışlar da kötü bid'attir. 3- İbâdet olarak yapılan yenilikler, reformlar, amelde bid'at olup büyük günahdır. Âlimler, ameldeki, ibâdetteki bid'atleri ikiye ayırmışlar, hasene ve seyyie demişlerdir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri âlimlerin hasene dedikleri bid'atlere bid'at dememiş, sünnet-i hasene demiştir. Bid'at-i seyyie dediklerine bid'at demiş, bunları çok kötülemiştir. Vehhâbîler, hasene denilen, beğenilen bid'atlere de, seyyie diyor, bunları yapanlara kâfir, müşrik diyorlar.
.
İlk insanın yaratılışı
28 Nisan 2003 01:00
İlk insan Âdem aleyhisselâm Peygamber idi. Melekler kendisine karşı secde etmişlerdi. Allahü teâlâ, balçık çamurundan insanı yaratıp, bunu ete ve kemiğe çevirmişti. Allahü teâlâ, toprak maddelerini, azotlu, fosforlu tuzları, bitki fabrikasında, proteinlere döndürmekte, bu bitkisel proteinleri de, hayvan vücudunda, ete ve kemiğe ve organ şekline çevirmektedir. Bugün fen bunu anlayabildiği gibi, katalizör ismini verdiğimiz maddeler yardımı ile, binlerce sene sürecek olan kimyâ reaksiyonlarını, bir saniyede, pek çabuk, yapabiliyoruz. İnsanlar binlerce senelik bir işi bir ânda yapıyor da, Allahü teâlânın, toprak maddelerini, birkaç senede, et, kemik maddelerine çevirdiğini, bugün bildiğimize göre, bir ânda çevireceği fen yolu ile kolayca anlaşılmaktadır. Allahü teâlâ toprak maddelerini, bir ânda organik hâle çevirip, rûhu bu bedene bağlıyarak, "ilk Âdemi" yarattığı gibi, kıyâmette de, elemanları, bir ânda, bir araya toplayıp, insan vücûdunu yapacak ve zâten mevcûd olan önceki rûhları, bu vücûdlara verecektir. İnsanın ölmesi, rûhun bedenden ayrılması demektir. Rûh ölmez. Kıyâmette, herşeyle berâber, rûhlar da yok edilip tekrar yaratılacaktır. Bugün, fizik, kimyâ, fizyoloji ve astronomi gibi ilimlerde Allahü teâlânın kudretini iyi anlıyan, zekî kimseler, Âdem aleyhisselâmın ve kıyâmette bütün insan ve hayvanların topraktan çıkarılacaklarını, bir fen olayı olarak, kolayca anlıyabilir. Bir asır evvel, müslümânlar, buna, anlamadan inanıyordu. Bugün ise, basît bir fennî olay şeklinde görüyor ve pek açık olarak, inanıyoruz. Allahü teâlâ Cenneti ve Cehennemi yaratmış, her ikisini de, cin ve insan ile dolduracağını haber vermiştir. Bunun için, ilk insan olan Âdem'den "aleyhisselâm" beri, her zaman, yeryüzünde imanlılar ve dinsizler bulunmuş ve birbirleri ile atışmıştır. Dinsizler, Allah'tan başka şeylere tapınmış, imanlılar ise, Allahü teâlânın gönderdiği Peygamberlere ve kitaplara tâbi olmuştur. İlk insanlar, bazı târihçilerin zan ettiği gibi ve islâm dînine inanmıyanların uydurduğu, filmlerde görüldüğü gibi, ilimsiz, fensiz, görgüsüz, çıplak, vahşî kimseler değildi. Evet bugün, Asya, Afrika çöllerinde ve Amerika ormanlarında tunç devrindekilere benziyen vahşîler yaşadığı gibi, ilk insanlarda da bilgisiz, basît yaşıyanlar vardı. Fakat, bundan dolayı, ne bugünkü, ne de ilk insanların hepsi için, vahşîdir denilemez..
.
İlk insanlar
29 Nisan 2003 01:00
İlk insan ve ilk Peygamber Âdem aleyhisselâm ve ona iman edenler şehirlerde yaşardı. Okumak, yazmak bilirdi. Demircilik, iplik yapmak, kumaş dokumak, çiftçilik, ekmek yapmak gibi sanatları vardı. Âdem "aleyhisselâm"ın boyu ve ömrü kesin olarak bildirilmedi. Allahü teâlâ, kendisine on kitap gönderdi. Cebrâîl "aleyhisselâm", oniki kere gelmişti. Bu kitaplarda, iman edilecek şeyler, çeşitli dillerde lügatlar, her gün bir vakit namaz (sabah namazı) kılmak, gusül abdesti almak, oruç tutmak, leş, kan, domuz yememek, birçok sanatlar, tıb, ilâclar, hesâb, hendese yani geometri gibi şeyler bildirilmişti. Altın üzerine para dahî basmış, maden ocakları işletilip âletler yapılmıştı. Nûh aleyhisselâmın gemisinin, ateş yanarak, kazanı kaynayarak hareket ettiğini, Kur'ân-ı kerîm açıkça bildiriyor. Bazı târîhciler, hiçbir vesîka ve incelemeğe dayanmadan, yalnız dinleri inkâr etmek, Peygamberleri küçültmek maksadı ile, ilk insanlar vahşî idi, birşey bilmezdi diyerek Âdem, Şis (Şît) ve İdrîs "aleyhimüsselâm" gibi Peygamberlerin birer masal, birer hurâfe olduğunu göstermek, böylece müslümân evlâdlarını dinsiz, imansız yetiştirmek istiyorlar. Hiçbir dîne inanmıyanlardan bir kısmı da, fen adamı görünerek bozuk düşüncelerini, fen perdesi altında, etrâfa saçıyor. Meselâ "Bütün canlıların yapı taşı olan hücre, milyonlarca sene evvel, denizlerde, tesâdüfen kendi kendine meydana gelip, zamanla küçük deniz bitkileri ve hayvanları ve sonra karadakiler meydana gelmiş, en son insan hâline dönmüştür" gibi şeyler söylüyorlar. Böylece, Âdem aleyhisselâmın topraktan yaratılmadığını, Kur'ân-ı kerîmin ve mukaddes kitapların, hâşâ, hikâye olduklarını, ilk canlı maddeyi vücûda getiren büyük bir kudretin varlığına inanmanın fenne uymıyacağını anlatıyorlar. Böyle kâfirlere "Ateist" denir. Bunlardan müslümân görünenlere "Zındık" denir. Fen bilgileri, müşâhede ve tedkîk ilimleridir. Fen olayları, önce his uzuvları ile veya bunları takviye eden âletlerle gözlenir ve olayın sebebleri tahmîn olunur. Sonra, bu olay, tecrübe ve tekrâr edilerek, bu sebeblerin tesîrleri, rolleri tesbît edilir. İnsanlar, bugünkü derecede kalmayıp, ilk canlıların ne sûretle yaratıldığı hakkında doğru bilgi edinilirse, İslâmiyete zararlı değil, faydalı olur. Çünkü, canlı ve cansız, herşey yok idi. Hepsi, sonradan yaratıldı. Ayet-i kerîmede "Herşeyi nasıl yarattığımı arayın, işlerimdeki intizâmı, incelikleri görün! Böylece varlığıma, kudretimin, bilgimin sonsuzluğuna inanın!" buyuruldu.
.
İlk insanların dağılması...
30 Nisan 2003 01:00
Âdem aleyhisselâmın evlâdı çoğalarak Arabistân, Mısır, Anadolu ve Hindistân'a yayılmıştı. Nûh "aleyhisselâm" zamanında tûfanda, hepsi boğularak, yalnız gemidekiler kurtuldu. İnsanlar bunlardan türedi. Zamanla çoğalarak, Asya, Afrika, Avrupa, Amerika ve Okyanusya'ya, yani bütün yeryüzüne yayıldı. Bu yayılma, hem karadan, hem büyük gemilerle denizden olmuştu. O zamanlarda Asya'dan Amerika'ya ve Okyanus adalarına, belki kara yolları vardı. Fen ilerledikce, müslümânların, görmeden, akıl ermeden, inandıkları birçok şeyler, birer ikişer, fen yolu ile anlaşılmaktadır. Meselâ, bugün Avrupa ve Amerika'da, okullarda şöyle okutuluyor: "Eski jeolojik devirlerde, güney kıtaları arasında kara yollarının bulunduğu kabûl edilmiştir. Meşhûr Meteoroloji âlimi Alfred Wegener, karaların kayması nazariyesini kurmuş ve altı kıtanın evvelce birbirine bağlı olup, sonra yavaş yavaş ayrıldıklarını söylemiştir. Başka bir profesör, kıtalar arasında köprü gibi kara parçaları olduğunu, Zoocoğrafik tecrübelere dayanarak, iddiâ etmiştir. Görülüyor ki, Âdem aleyhisselâmın topraktan yaratıldığı ve insanların, yeryüzüne, Sûriye, Irâk ve Orta Asya'dan yayıldıkları, fen bilgileri ile de anlaşılmaktadır. Hâdiseleri değil de, propagandaları yazan ve hakîkatlere değil de, siyâsî menfaatlere koşan bazı târîhçiler, İslâmiyete ve islâm büyüklerine, körü körüne hakâret etmekte hâlâ inat ederken, fen adamları, fen bilgileri, islâmın büyüklüğünü, doğruluğunu, gün geçtikçe daha yakından görmekte ve anlamaktadır. Kalbleri hasta, bilgileri az olan İbni Sina, Farabi gibi felsefeciler âlemin kadîm olduğunu, yoktan var edilmediğini söylüyorlar ve tekrâr yok olacağını, kıyâmetin kopacağını inkâr ediyorlar. Bazıları da tenâsüha (reenkarnasyona) inanıyor. "Rûhlar olgunlaşmadan önce, bir bedenden ayrılınca, başka bir bedene geçer. Kemâle geldikten sonra, insanlara gelmezler, tenâsüh yolu ile olgunlaşmış olurlar" diyor ve tenâsühü gösteren birçok hikâyeler uyduruyorlar. Hâlbuki tenâsüha, yani ölen insan rûhunun başka bir çocuğa geçerek tekrâr dünyaya gelmesine inanmak küfürdür. Tenâsüh vardır diyen, dîn-i islâma inanmamış olur. Yani, müslümânlıktan çıkar. Tenâsüh olunca Cehennem kimler için olur, kimler azâb görür? Buna inanmak, Cehennemi inkâr etmek ve hattâ öldükten sonra tekrâr dirilmeğe inanmamak olur.
.
Emr-i ma'rûf
1 Mayıs 2003 01:00
Bazıları, başkalarının yaptıklarına karışmamak lazım, tasavvuf büyükleri, başkasına karışmazlardı, kimseye ilişmezlerdi, diyorlar. Bu, doğru değildir ve dinde yara açmağa sebeb olur. Hâlbuki, dinimizde "Emr-i ma'rûf" ve "Nehy-i münker" (Dinin emirlerini yaymak, yasaklarına mani olmak) ve "Buğd-ı fillâh-Hubbu fillah" (Allah için sevmek, Allah için düşmanlık) farzdır. O hâlde, bunları terk etmek, dinin bu farzlarını terk etmek olur. Bunları inkar eden de dinden çıkmış olur. Tasavvuf ehli, insanı kurtuluşa kavuşturacak ve helâka götürecek şeyleri bildirmek için, binlerle kitap yazdı. Bu çalışmaları, emr-i ma'rûf değildir de nedir? Tesavvuf büyüklerinden hâce Mu'înüddîn-i Çeştîye hocası, (Dostun yolu çok ince ve tehlikelidir. Herkese nasîhat et ve tehlikeyi bildir!) buyurmuştu. Şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî zamanındaki sofileri simâ ve rakstan yani mûsikîden ve dans etmekten men ediyordu. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî "kuddise sirruh" (Gunyet-üt-tâlibîn) kitabında, uzun uzadıya emr-i ma'rûfu anlatıyor. Evliyânın büyükleri, sofiyyenin imâmları, emr-i ma'rûfu ve nehy-i münkeri terk edici olsalardı, kitaplarında bunları yazarlar mı ve bu derece mübâlega ederler mi idi? Açık olan emir ve nehyi her müminin yapması lâzımdır. İkinci kısmı, yalnız âlimler bilir. Allahü teâlâ için, ne gibi şeylere ve nasıl inanmak lâzım olduğu gibi. Bunları âlimler emir ve nehy eder. Her müminin Ehl-i sünnet i'tikâdına yapışması, bozuk imandan, yani dalâletden, i'tikâdda bid'atten kaçınması lâzımdır. Din bilgilerinde âlim olmıyan kimse, bid'at sâhibleri ile münâkaşa etmemeli, onlardan uzaklaşmalı, selâm vermemelidir. Bayramlarda, sevinçli zamanlarda ziyâretlerine gitmemeli, cenâzelerine namaz kılmamalı, onlara acımamalıdır. İ'tikâdları bozuk olduğu için, onları sevmemeği ibâdet bilmelidir. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", bir hadîs-i şerîfte, "İmanında veya ibâdetinde bid'at, bozukluk bulunan bir kimseye, Allah için sert bakanın kalbini, Allahü teâlâ imanla doldurur ve korkudan korur" buyurdu. Tasavvuf büyüklerinden Fudayl bin Iyâd hazretleri buyurdu ki: "Bid'at söyleyenleri ve yapanları sevenlerin ibâdetlerini, Allahü teâlâ kabûl etmez ve kalblerinden imanlarını çıkarır. Bid'at sâhibini sevmeyenin ibâdeti az olsa da, Allahü teâlânın bunu af buyurmasını ümit ederim. Yolda bid'at sâhibine karşı gelirsen, yolunu değiştir!"
.
Wolkmenli gençlik!..
2 Mayıs 2003 01:00
Gençlerin ruhî halleri hiç dikkatinizi çekti mi bilmiyorum. Sanki gençler uyur gezer gibi. Refleksleri neredeyse dumura uğramış. Olumlu veya olumsuz tepki veremiyorlar. Hiçbir şeyi ciddiye almıyorlar. Kulaklarında Wolkmen, yeme-içme, gezme, dolaşma, kadın ve müzik... Bütün dünyaları bu. 1980'den beri gençlerin durumu hiç iç açıcı değil. Bunun için de istikbal pek iyi görünmüyor. Gençleri bu hale getiren, bu denli tahribata uğratan sebepler çok. Acaba bu sebepler arasında en büyük pay hangisinin? Bunu, bakınız M. Şahanov, "Medeniyetin Yanılgısı" adlı kitabında nasıl anlatıyor: "Günümüzde en tehlikeli şey, insanın ses vasıtasıyla tahribidir. Bir zamanlar Hitler'e sormuşlar, "Doğuda fethettiğimiz topraklara nasıl bir eğitim tarzı uygulayalım?" diye "Onlara sabahtan akşama kadar hafif müzik dinleteceğiz. Onlara düşünme, okuma fırsatını vermemek lazım. Çünkü manevî derinliği olmayan insanlar kendilerini hep mutlu hissederler" demiş. Bugün Hitler'in hayalleri gerçekleşmiş durumda. Günümüzde müzik kültürü bizi istila etmiş durumda. İnsanı insan yapan edebiyat ve sanat 30-40. sıralara gerilemiş durumda. İlk sıralara, insanın hissiyatına hitap eden ve taklide sürükleyen araçlar çıkmış bulunuyor. Bilim adamları ispatlamıştır ki, insanlara, devamlı olarak tahrik edici müzik dinletildiği zaman beyinleri çalışamaz duruma geliyor. Yunus balıklarına tahrik edici müzik dinlettiler ve yüzlerce yunusun kendilerini karaya attığını gördüler. Günümüzde insanı uyuşturan, beyin faaliyetlerini, tefekkürü zayıflatan birçok araç keşfedilmiştir. Bunların en önemlisi müziktir. Kazakistan'da 1986'da "Aralık hadiseleri" oldu. Gençler ayaklanmıştı. Olayları araştıran komitenin başkanı idim. Yanıma bir kız geldi ve başından geçen hadiseleri anlattı. Ölen gençleri de tanıyormuş. Bizi de sürekli takip ediyor ve dinliyorlarmış. Odadan çıktığımız zaman kızı yakalamışlar. KGB'de özel bir müzik odası varmış. Son sistem teknolojiyle donatılmış. Kızı müzik odasına sokmuşlar ve tavandan, tabandan, duvardan, hatta oturduğu masadan çeşitli müzikler dinletilmiş. Birkaç saat bu odada tuttuktan sonra kızı akşam serbest bırakıyorlar. Başka günler yine çağırıp aynı odaya sokuyorlar. Ve iki üç uygulamadan sonra otobüs durağına bırakıyorlar. Kız biliyor ki evi yakında fakat adresi bir türlü hatırlayamıyor. Geri dönerek KGB'nin kapısını çalıyor ve "Hafızama ne yaptınız?" diye bağırmaya başlıyor. 'Bana adresimi söyleyin' diye yalvarıyor. Bugün de aynı şekilde ses vasıtasıyla insanların beyinleri tahrip ediliyor. Bu süreç dünya çapında yaşanıyor. Fakat insanlar bunu tam olarak kavrayabilmiş değil..." Yeri gelmişken, müziğin dini açıdan durumuna da bir bakalım... "Dürr-ül-müntekâ" kitabında müziğin bütün dinlerde büyük haram olduğu yazılıdır. İncil'in yasak ettiği müziği, sonradan papazların Hıristiyan dînine soktuklarını büyük İslam âlimi Zerkânî bildirmektedir. Bozuk dinler, kalbleri ve rûhları besleyemediği için, müziğin, her çeşit çalgı sesinin nefislere hoş gelmesi, nefisleri beslemesi rûhânî tesîr sanıldı. Bugünkü batı müziği, kilise müziğinden doğdu. Bugün yeryüzünü kaplayan bozuk dinlerin hemen hepsinde, müzik, ibâdet hâlini almışdır. Müzik ile, her çeşit çalgı ile nefisler keyiflenmekte, şehvânî, hayvânî arzûlar kuvvetlenmektedir. Müzik insanları, alkolikler ve morfinmanlar gibi gaflet içinde, uyuşuk yaşatmaktadır. Müziğin harâm olduğunu bütün âlimler sözbirliği ile bildirmişlerdir. Hadis-i şeriflerde, "İlk tegannî eden şeytândır" ve "Müzik, kalbde nifâk hâsıl eder" buyuruldu. Günümüzde, dinimizin haram kıldığı şeylerin hikmetleri, her gün tet tek ortaya çıkmakta, ilim yolu ile ispatlanmaktadır. Dünya ve ahiret huzuru ancak dinin emir ve yasaklarına uymakla sağlanabilir. Gayrısı seraptan su beklemek olur...
.
İbâdetlerin efdali
2 Mayıs 2003 01:00
İyilikleri yaymak, kötülüklere engel olmak lazımdır. Böyle olmasaydı, Allah Peygamberleri göndermez, dinleri bildirmez, insanları islâm dînine davet etmez ve diğer dinlerin yanlış, bozuk olduğunu haber vermezdi ve geçmiş Peygamberlere inanmayanları azâblarla helâk eylemezdi. Herkesi kendi hâline bırakır, kimseye birşey emir etmez ve inanmayanlara azâb yapmazdı. Cihâdı emretmezdi. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde cihâd için ve cihâd eden Müslümanlar için ve şehîdler için fazîletler, meziyetler ne sebebden bildirildi? İslâm düşmanlığı yapan zâlim krallara haddini bildirmek, onlara sıkıntı vermek ve Allahü teâlânın bu mahlûklarını harâb etmek, niçin emir olundu? Nitekim insana, kendi nefsine düşmanlık etmesini ve nefislerin, Allahü teâlâya düşman olduğunu bildirdi ve nefis ile cihâd etmeğe cihâd-ı ekber ismini verdi ve Allahü teâlâ neden rızâsını ve yakınlığını bu cihâda bağladı? Allahü teâlâ, niçin nefsleri kendi başına bırakmadı? Demek ki bunlar, Allahü teâlânın düşmanlarıdır. Allahü teâlâ, düşmanlarından intikâm alınmasını istemektedir. Allahü teâlâ nihâyetsiz merhametinden dolayı, evvelâ Peygamberleri sonra bunların yerine, Evliyâyı ve Ulemâyı davetçi gönderdi. Bunların dilleri ve kalemleri ile sevaplarını ve azâplarını bildirerek, özre ve bahâneye yol bırakmadı. Allahü teâlânın irâdesini ve âdetini kimse değiştiremez. Hakîkati bilmeyenlerin ve görmeyenlerin sözü ile, nizâm-ı âlem bozulmaz. Allahü teâlâ, isteseydi, herkesi doğru yola hidâyet eder, Cennete sokardı. Fakat, ezelde Cehennemi insanla ve cinle doldurmak istedi. Allahü teâlânın büyüklüğünü anlayabilen bir kimse, Ona sebebini soramaz. Peygambere "sallallahü aleyhi ve sellem" tâbi olan, insanları davet etmekte ve emr-i ma'rûf, nehy-i münker etmekte de tâbi olur. Bunları yapmayan, Ona tâbi olmuş değildir. Allahü teâlânın düşmanı olmasaydı, (Buğd-ı fillâh) farz olmazdı. İnsanı Allahü teâlâya yaklaştıran şeylerin birincisi olmazdı. İmanın tamamlayıcısı olmazdı. Allahü teâlânın rızâsının ve sevgisinin husûlüne sebeb olmazdı. Peygamberimiz "İbâdetlerin efdali, müslümânları müslümân oldukları için sevmek, kâfirleri, kâfir oldukları için, sevmemektir" buyurdu
.
İnsanın esası !
3 Mayıs 2003 01:00
Hubb-i fillâh ve Buğd-ı fillâh, imanın esasıdır. Cenab-ı Hakkın en çok beğendiği şeydir. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma, "Benim için ne amel yaptın?" diye sorduğunda, "Yâ Rabbî! Senin için namaz kıldım, oruç tuttum, zekât verdim, ismini çok zikr ettim" deyince, "Yâ Mûsâ, namazların sana burhândır. Oruçların Cehennemden siperdir. Zekât kıyâmet gününün sıcaklığından koruyan gölgedir. İsmimi söylemen de, kabir ve kıyâmet karanlığında seni aydınlatan nûrdur. Yani bunların faydası hep sanadır. Benim için ne yaptın?" buyurunca, Mûsâ aleyhisselâm, "Yâ Rabbî! Senin için olan ameli bana bildir!" diye yalvardı. Cenâb-ı Hak: "Yâ Mûsâ! Dostlarımı benim için sevdin mi ve düşmanlarıma benim için düşmanlık ettin mi?" meâlindeki âyet-i kerîme ile cevâb verdi. Mûsâ "aleyhisselâm" da, Allah için amelin, "Hubb-i fillâh" ve "Buğd-ı fillâh" olduğunu anladı. Muhabbet, sevgilinin dostlarını sevmeği, düşmanlarına düşmanlık etmeği îcâb eder. Bu sevgi ve düşmanlık, sâdık olan âşıkların elinde ve irâdesinde değildir. Çalışmaksızın, zahmet çekmeksizin kendiliğinden hâsıl olur. Dostun dostları güzel görünür ve düşmanları çirkin ve fenâ görünür. Dünyanın güzel görünüşlerine kapılanlara hâsıl olan muhabbet de, bunu îcâb ettiriyor. Seviyorum diyen bir kimse, sevgilisinin düşmanlarından kesilmedikce sözünün eri sayılmaz. Buna münâfık, yani yalancı denir. Muhabbetin bu iki şartı, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîfte bildirilmektedir. Bu âyet-i kerîmelerden anlaşıldığına göre, Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Teberrî etmedikce, tevellî olmaz. Yani uzaklaşmadıkça, dostluk olmaz. Fakat bu bazılarının yaptığı gibi, insanı, Eshâb-ı kirâmı sevmemek yoluna saptırmamalıdır. Çünkü, düşmanlık, düşmanlara olacaktır. Bunların zan ettiği gibi, dostlara düşmanlık kötüdür. Sahâbe-i kirâmın hepsi, Peygamberimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" huzûrlarına ve sohbetlerine ve kalbe, rûha şifâ olan mübârek nazarlarına kavuşmakla şereflendiklerinden birbirlerini sever, kâfirlere düşmanlık ederdi. Hepsi Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" sevgilileri idi. Bunlardan birine bile düşmanlık, Resûlullaha "sallallahü aleyhi ve sellem" muhabbetin şartı olabilir mi? Böyle söyleyenler, sevgi yerine düşmanlıklarını bildirmiş olmuyor mu?
.
Yok olan ahlâkî değerler
3 Mayıs 2003 01:00
Geçen hafta, Erzurum Valisi Mustafa Malay'ın, Diyanet İşleri Başkanlığı Eğitim Merkezi'nde diploma töreni vesilesi ile yaptığı konuşma dikkatimi çekti. Sayın Vali, önemli bir konuya parmak bastığı konuşmasında şöyle diyordu: "Vatandaşlarımız ehil olmayan insanlardan öğrendikleri bilgilerle, din konusunda yanlış yetişiyorlar. Bunu önlemenin yolu din adamlarımızın doğru bilgilerle halkı aydınlatmasından geçer. Din adamlarımız namaz kıldırmanın yanı sıra, vatandaşlara ağaç dikmenin önemini, israfı ve temizliği de anlatmalılar. Halkımıza din iyi öğretilmiş olsaydı, yolsuzluklar, hırsızlıklar ülkemizde bu kadar çok olmazdı..." Bu güzel tespitlerin, bilhassa son cümlesi çok önemli. Evet, gerçekten, halkımıza din iyi öğretilmiş olsaydı, İslam ahlakı ile bezenseydi yolsuzluklar, hırsızlıklar ülkemizde bu kadar çok olmazdı. Eskiden bırakın devleti soymayı, "Tüyü bitmedik yetim hakkı var" diye, devlete üç olan borcunu beş olarak verirdi bu milletin dedeleri. Allah kul hakkını affetmez, diye pazarda yanlışlıkla aldığı fazla parayı vermek için sahibini, günlerce, haftalarca arar; bulamazsa fakirlere verirdi. Parası kirlenmesin, bereketi gitmesin diye cebine bile koymazdı bu parayı. Gerçekten üzerinde çok düşünmemiz gereken bir konu. Bu millet, bu hale nasıl geldi veya nasıl getirildi. Ülkemizde işini tam yapan dürüst insan sayısı parmakla gösterilecek kadar azaldı. Herkes işin üç kâğıtçılığına kaçıyor. Müteahhidinden bakkalına, kasabından manavına, tamircisinden terzisine, emlâkçısından boyacısına kadar yaptığına, sattığına güvenilecek insanlar mumla aranır oldu. Kimseye güvenemiyoruz. Kimse bize güvenmiyor. Yapan sahtekâr, satan sahtekâr... Hak, hukuk, kaide, prensip, nezaket hakgetire... Peki, Batı'da, dini eğitim olmadığına göre neden onlarda olmuyor veya bizde olduğu kadar yaygın değil? İnsanları bazı şeylere alıştırmak, onları kontrol altında tutmak vicdan işidir, bu da iki yolla olur: Birincisi dindir. Allah korkusudur. Allah korkusu içine işlemiş bir kimse, O'nun bildirdiği kuralların dışına çıkamaz. İnsanları zapturapt altına almada en sağlam yol budur. Asırlardır, Osmanlı'da bu metot tatbik edildi. Bu metodun önemli bir özelliği de insanın her ânına hitap etmesi... Boşluk olmaması. Allah korkusu olmayan bir kimse, insanların olmadığı bir zamanda, kanundan kaçabilir. Ama Allahın her an kendisini gördüğünü, yaptığı her hareketin hesabını vereceğini bilen kimse kaçamak yapamaz. İnsanları kontrol altına almanın ikinci yolu ise, ikna etme, faydasına inandırma yoludur. Bu da eğitim ile olur. Bugün Amerika'nın, Avrupa'nın yaptığı budur. Daha çocuk kendini tanımaya başladığı 3- 5 yaşında eğitime başlıyorlar; "İnsan nedir, insan hakları nedir, devlet nedir, vergi nedir, kurallara uyulmazsa ne olur?.." gibi hususlar iyice öğretiliyor. Bütün bunlar, çocuğun benliğine ustaca yerleştiriliyor. Çocuğa, hayatta kalabilmenin ancak bunlara uymakla mümkün olduğu anlatılıyor. Çocuk da bu ahlâki değerlere inanıyor. Davranışlarını buna göre ayarlıyor. Biz ise, "iki cami arasında kalmış beynamaz" gibi olduk. Yukarıda bahsettiğim gibi Osmanlı zamanında Allah korkusu hakimdi. Bu da din eğitimi ile sağlanıyordu. Osmanlının son zamanlarından beri bu eğitim gereği gibi verilemedi. Bu verilemediği gibi, Avrupa tarzı bir eğitime de geçilemedi. Allah korkusunun yerleştirilemediği, Batı'nın uyguladığı ciddiyette bir eğitimin de verilemediği insandan, başka ne beklenir? 1850 yılından beri yönümüzü döndüğümüz Batı'nın sadece örf âdetini değil de hiç olmazsa eğitimini bari alabilseydik, bu hâllere düşmezdik herhalde?
.
Rüyâ ve ilhâm
4 Mayıs 2003 01:00
Kâfirleri sevmemek, onlara kalb ile düşmanlık etmek Kur'ân-ı kerîmde, açık olarak emir edilmiştir. Bunda şübheye imkân yoktur. Kâfirlerin aslı ne olursa olsun, bizlere Kur'ân-ı kerîme tâbi olmak farzdır ve zarûrîdir. Kıyâmette Cehennemden kurtuluş, saadet-i ebediyyeye kavuşmak, nassa, Kur'an-ı kerim ve hadis-i şeriflere bağlıdır. Hayâller, rüyâlar, insanların kalblerine doğan keşifler ve ilhâmlar, nass yerine geçemez. Keşfi, ilhâmı hatâlı olanlar, kendilerini edille-i şeriyye, yani dinin dört kaynağına uydurmağa ve vicdân ve keşflerine uymasa dahî bunlarla amel etmeğe mecbûrdur. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri ahkâm-ı islâmiyeye yapışmakta ve İslâmiyeti yaymakta, misli yok idi. Çok defa buyururdu ki: "Eğer ben şeyhlik etseydim, hiçbir şeyh, kendisine talebe bulamazdı. Fakat, şeyh olmak için değil, dîni, İslâmiyeti yaymak için emir olunduk." Evliyânın iki alâmeti vardır: Etta'zîm-ü li-emrillah veşşefakatü li-halkıllah. Yani, Allahü teâlânın emirlerine ta'zîm ve hurmet ve mahlûklarına şefkattir... Peygamberlerin, Eshâb-ı kirâmın, Tâbi'înin ve Selef-i sâlihînin hepsi, emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapmak için ne kadar uğraştı. Bu yolda ne kadar eziyetlere ve cefâlara katlandılar. Kimseye karışmamak dînimizde iyi olsaydı, kalbin bir günahı inkâr etmesi, imanın alâmeti buyurulmazdı. Nitekim, hadîs-i şerîfte, "Günah işleyeni, eliniz ile men ediniz, buna kuvvetiniz yetmezse, söz ile mâni olunuz. Bunu da yapamaz iseniz, kalbiniz ile beğenmeyiniz! Bu ise, imanın en aşağısıdır" buyuruldu. Karışmamak, hoşgörülü olmak, emr-i marûf yapmamak iyi olsaydı, günah işleyen bir kavim helâk olurken, bunlara emr-i marûf yapmayan âbid de, birlikte helâk olmazdı. Nitekim, bir hadîs-i şerîfte, "Allahü teâlâ, Cebrâîl aleyhisselâma, filân şehri yerin dibine geçir, diye emretti. Cebrâîl aleyhisselâm, "Yâ Rabbî! Bu şehirdeki filânca kulun sana bir ân ısyân etmedi. Hep itâat ve ibâdet ediyor" deyince; Onu da berâber geçir! Zîrâ günah işleyenleri görünce, bir kerecik yüzünü değişdirmedi" buyuruldu. Ayet-i kerîmede meâlen; "Ey mümin kullarım! Emrettiğim işleri, ibâdetleri yapar ve emr-i ma'rûf ve nehy-i münker eder iseniz, başkalarının yoldan çıkması, size zarar vermez" buyurulmakdadır.
.
Şeytanın yolları!..
5 Mayıs 2003 01:00
Cehennemden kurtulmak ve saadet-i ebediyyeye kavuşmak, Peygamberlere tâbi olmağa bağlıdır. Bu yolun gayrısı dalâlet yoludur, şeytânların yoludur. Abdullah ibni Mes'ûd "radıyallahü anhümâ" buyuruyor ki: Bir gün Peygamber "sallallahü aleyhi ve sellem" bize bir doğru çizgi çizdi ve "Bu, insanı Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan doğru yoldur" buyurdu. Sonra, bu hattın iki tarafına, balık kılçığı gibi, eğik çizgiler çizip, "Bunlar da, şeytânların sapdırdığı yollardır" buyurdu. O hâlde, bir kimse, Peygamberlere tâbi olmadan, doğru yolda yürümek isterse, muhakkak eğri yola sapar. Eğer eline bir şeyler geçerse, istidrâcdır. Yani, sonu zarar ve ziyândır. Ubeydullah-i Ahrâr buyurdu ki: "Kalbe gelen bütün keşifleri, hâlleri bize verseler, fakat kalbimizi Ehl-i sünnet i'tikâdı ile süslemeseler, kendimi mahv olmuş ve hâlimi harâb bilirim. Bütün harâblıkları, felâketleri üzerime yığsalar, lâkin kalbimi Ehl-i sünnet vel-cemâ'at i'tikâdı ile şereflendirseler, hiç üzülmem." Evliyâda hâsıl olan hâller, keşifler, eğer Peygamberimize tâbi olmakla berâber ise, nûr üstüne nûr olur ve İslâmiyetin incelikleri, esrârı hâsıl olmağa başlar. Sahâbe-i kirâmın hepsi ve Selef-i sâlihîn ve evliyanın büyükleri böyle idi. Tasavvufta, nübüvvet yolu ve vilâyet yolu diye ayrılan iki yol, hakîkatte İslâmiyetin gösterdiği tek bir yoldur. Zîrâ her ikisi de, insanı Peygambere tâbi olmak şartı ile erdiriyor. İslâmiyetten ayrılan, yolda kalır veya yoldan çıkar. O hâlde, bütün yolların başlangıcı İslâmiyettir. Yani İslâmiyet, bir ağacın gövdesine benzer. Bütün tarîkatler, yani yollar, bu ağacın dalları, damarları, filizleri, yaprakları ve çiçekleri gibidir. Emr-i ma'rûf iki sûret ile yapılır: Birincisi, söz, yazı ve her çeşit yayın vâsıtası iledir. Bunu yaparken, bilgi az ise ve şahsa, âdetlere, kanûnlara dikkat ve riâyet edilmezse, fitneye sebeb olabilir. İkinci yol, hâl ile, islâmın güzel ahlâkına uyarak, nümûne, örnek olmaktır. Herkese tatlı dil, güler yüz göstermek, kimseyi incitmemek, kimsenin malına, ırzına göz dikmemek en tesîrli, en fâideli nasîhat yapmak olur. Bunun içindir ki, "lisân-ı hâl, lisân-ı kalden entaktır" demişlerdir. Görülüyor ki, islâmın güzel ahlâkına uygun yaşamak, emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapmanın en güzel yoludur. Mühim bir farzı yapmaktır. İbâdet etmektir.
.
Güzel de ölecek, çirkin de!..
6 Mayıs 2003 01:00
Dünya'ya milyarlarca insan gelmiş. Bir müddet yaşamışlar. Sonra, ölüp gitmişler. Bunların bazıları zengin imiş, bazıları fakîr. Kimi güzel imiş, kimi çirkin. Kimi zâlim imiş, kimi mazlûm. O hâllerinin de hepsi geçti, unutuldu. Onların bir kısmı inanmış, müslümân idi. Geri kalanları, inanmamış kâfirlerdi. Hepsi, yâ sonsuz yok kalacak, yâhut kıyâmet kopup, tekrâr dirilip inanmıyanlar sonsuz azap çekecek. Her iki hâlde de, inanmış olanlara hiç azap, sıkıntı yok. Fakat ikinci hâlde inanmıyanlar sonsuz ve pek acı azap çekecekler. İnanmış olarak ölmüş olanlar, şimdi tam râhat ve huzûr içindeler. İmansız olanlar ise, sonsuz olarak ateşte yanmak ihtimâli, korkusu içindeler. Birkaç sene sonra, sen de, bunlardan biri olacaksın. Şimdi, geçmiş senelerin nasıl bir hayâl oldu ise, o zaman, bütün ömrün, bütün hayâtın, çalışmaların, didinmelerin hep hayâl, bir rü'yâ gibi olacak. O zaman, sen o iki kısmın hangisinden olmak istersin? Hiçbirinden olmak istemem diyemezsin. Buna imkân yok! Çaresiz, onların arasına gideceksin! Sonsuz ateşte yanmağı, ihtimâl bile olsa, ister misin? Allahın var olduğunu, Cennete, Cehenneme inanmayı, akıl da, ilim de, fen de red edemiyor. Böyle şey olamaz diyemiyorlar. İnanmıyanlar, inkâr etmelerine akıl ile, fen ile bir vesîka gösteremiyorlar. Hâlbuki inanmak lâzım olduğunu gösteren vesîkalar sayılamıyacak kadar çoktur. Dünyâ kütübhâneleri bu vesîkaları bildiren kitaplarla doludur. Onlar nefslerine, zevklerine aldanarak inkâr ediyorlar. Zevklerinden başka birşey düşünmüyorlar. Hâlbuki, İslâmiyet zevki yasak etmemiştir. Zevklenmenin zararlı olmasını yasaklamıştır. O hâlde, aklı olan kimse, zevklerini Allahü teâlânın gösterdiği yoldan temîn eder. İslâmın güzel ahlâkı ile süslenir. Herkese iyilik eder. Kendisine kötülük yapanlara iyilikle karşılık verir. İyilik yapamazsa, hiç olmazsa sabreder. Bölücü olmaz. Yapıcı olur. Böylece, kendisi de hem zevklerine, hem de râhata, huzûra kavuşur. Hem de, âhıretin sonsuz azâblarından kurtulur. Görülüyor ki, bütün râhatlıkların, saâdetlerin başı, iman etmekte, müslümân olmaktadır. Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, faydalı şeyleri yapmalarını emretmiştir. Bu emirlere "Farz" denir. Zararlı şeyleri yasak etmiştir. Bunlara "Haram" denir. Farzların ve haramların hepsine "Ahkâm-ı islâmiye" denir. İslâmiyete uymak lâzımdır.
.
Zamanımızın müslümanları
7 Mayıs 2003 01:00
Her müslümanın bütün hareketlerinin, duruşlarının, gidişlerinin, İslâmiyete uygun olması lazımdır. Her şeyden önce, Ehl-i sünnet vel-cemâ'at âlimlerinin "Allahü teâlâ onların durmadan çalışmalarına, çok mükâfât versin" bildirdiği, kitaplarında yazdığı i'tikâdı öğrenmek ve imanını buna göre düzeltmek lâzımdır. Ondan sonra, fıkıh ahkâmını öğrenmeli, farzları yapmağa sarılmalı, halâle, harama dikkat etmelidir. Farzların yanında, nâfile ibâdetlerin, hiç kıymeti yoktur. Zamanımızın müslümânları, farzları bırakıp, nâfile ibâdetlere sarılıyor, nâfile ibâdetleri yapmağa meselâ, kadın erkek karışık olarak mevlid okutmağa, câmi yapmağa, sadaka ve hayrât yapmağa ehemmiyet verip, farzları meselâ beş vakit namaz kılmağı, Ramazân-ı şerîf ayında, oruç tutmağı, zekât vermeği, uşur vermeği, borç ödemeği, halâli, haramları öğrenmeği ve kadınların, kızların sokağa çıkarken, örtünmeyi, radyo ve televizyonda, din düşmanlarının imanı ve ahlâkı bozan sözlerini dinlemelerini hafîf ve ehemmiyetsiz görüyorlar. Olur olmaz yerlere birçok para sarf ediyorlar da, az bir zekâtı bir müslümâna vermeği benimsemiyorlar. Hâlbuki, bilmiyorlar ki, bir altın zekâtı yerine vermek, binlerce altını sadaka vermekten, katkat daha sevaptır. Zekât vermek, Allahü teâlânın emrini yapmaktır. Sadaka ve hayrâtın çoğu ise, şöhret, hurmet ve nefsin şehvetlerini kazanmak için olur. Farzlar yapılırken araya riyâ, gösteriş karışmaz. Nâfile ibâdetlerde ise, gösteriş çok olur. Bunun içindir ki, zekâtı, âşikâre vermek lâzımdır. Bu sûretle insan iftirâdan kurtulur. Nâfile sadakayı, gizli vermelidir ki, kabûl ihtimâli fazla olur. Sözün özü şudur ki, dünyanın zararından kurtulabilmek için, ahkâm-ı islâmiyyeye yapışmaktan başka çare yoktur. Dünya zevklerini büsbütün bırakamıyanların, hiç olmazsa, hükmen terk etmesi, yani dünyayı terk etmiş sayılmaları lâzımdır. Bunun için de, her sözü ve her işi İslâmiyete uygun yapmalıdır. Kâfirlerin, mürtedlerin, bazı emellerine kavuşmak için, İslâmiyete uygun işler yapmaları, dünyâda faydalı olur, râhat, mes'ûd yaşamalarına sebeb olur ise de, kıyâmet gününde fayda vermez. Çünkü onlar, imanla şereflenmemiştir. İbâdetlerin kabûl olması için, iyiliklere sevâb kazanabilmek için, iman sâhibi olmak lâzımdır.
.
İyiliğe teşekkür
8 Mayıs 2003 01:00
İyilik yapana teşekkür edileceğini, herkes bilir. Bu, insanlık îcâbıdır. İyilik edenlere hürmet edilir. Nimet sâhibleri, büyük bilinir. O hâlde, her nimetin hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâya şükür etmek, insanlık îcâbıdır. Aklın lüzûm gösterdiği bir vazîfe, bir borçtur. Fakat, Allahü teâlâ, her ayıp ve kusurdan uzak, insanlar ise, ayıp kirlerine ve noksanlık lekelerine bulaşmış olduğundan, Onunla hiç münâsebetleri, alâkaları yoktur. Onu nasıl büyük bileceklerini, nasıl şükür edeceklerini anlıyamazlar. Ona karşı söylenmesini güzel sandıkları şeyler, Ona çirkin gelebilir. Onu büyültmek, hürmet etmek sandıkları, hakâret ve küçültmek olabilir. Ona hürmet ve şükür şekilleri, yine Ondan bildirilmedikçe, Ona lâyık olacağına güvenilemez ve Onun kabûl edeceği bir ibâdet olamaz. Çünkü, insanların hamd etmeleri, Ona belki hakâret olur. İşte, Onun tarafından bildirilen, tazîm, hürmet ve şükür şekli, Peygamberlerin "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" bildirdikleri dinlerdir. Ona kalb ile yapılacak hürmetler, dinde bildirilmiş, dil ile yapılacak şükürler, orada gösterilmiştir. Her uzvun yapacağı işleri, açık ve geniş olarak, beyan buyurmuşlardır. O hâlde, Allahü teâlâya inanmak ile ve kalbin ve bedenin yapması ile şükür etmek, ancak dîne uymakla olur. Allahü teâlâya, dînin dışında yapılacak hürmete ve ibâdete güvenilemez. Çok defa tersine olup, sevap sanılan, günah olur. Bu söylenilenlerden anlaşılıyor ki, dîne uymak, insanlık îcâbıdır ve aklın istediği ve beğendiği birşeydir. Allahü teâlâya, Onun dîninin dışında şükür edilemez. Allahü teâlânın bildirdiği her din, iki kısmdır: İ'tikâd ve amel. Yani iman ve ahkâm. Bunlardan i'tikâd, her dinde aynıdır. İ'tikâd, dînin aslı ve temelidir. Din ağacının gövdesidir. Amel ise, ağacın dalları, yaprakları gibidir. İ'tikâdı olmıyan, Cehennemden kurtulamaz. Kıyâmette azaptan kurtulmasına imkân yoktur. İmanı olup, ameli olmayan veya eksik olanın işi, Allahü teâlânın irâdesine kalmış olup, isterse af eder, isterse, günahları kadar azâb ederek, sonra Cehennemden çıkarır. Cehennemde ebedî kalmak, islâm dîninin bildirdiği doğru i'tikâdı olmayanlar, yani, Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği islâm dîninden olan şeylere inanmıyanlar içindir. Bu i'tikâdı olup da, ameli olmıyanlar, yani kalb ile beden ahkâmını yerine getirmiyenler, Cehenneme girseler bile, sonsuz kalmıyacaklardır.
.
Boşluk niçin doldurulamadı?
9 Mayıs 2003 01:00
Herkesin ortak kanaati şu: Osmanlı'nın Ortadoğu'dan çekilmesi ile meydana gelen boşluk doldurulamadı. Bunun için de, bu bölgelerde huzur ortamı sağlanamadı. Amerikası da Avrupası da yerli halklar da bunda hemfikir. Fakat boşluk neden doldurulamadı, bu konuda fikirler başka başka. Peki doldurulamayan boşluk neydi? Osmanlı boşluğu nasıl dolduruyordu? İşin sırrı burada düğümleniyor. Osmanlı bu bölgelere "almak" için değil, "vermek" için gitmişti. Osmanlı'dan sonra gelenler ise almak için gelmişlerdi. Gerçekten de dört asır bu bölgelere hep verdi Osmanlı. Ne verdi? Irk, din farkı gözetmeksizin herkese istediği gibi inanma ve inandığı gibi yaşama hürriyeti verdi. Bu bölgelerin emniyetini sağladı; herkes can ve mal güvenliği içinde yaşadı. O zamanlar, bu bölglerde petrol de yoktu. Yer üstü zenginliği olmadığı gibi çeşitli madenler bakımından yer altı zenginlikleri de yoktu. Dolayısıyla olaya maddi açıdan bakacak olursak bu bölgelere talip olmak "Hamallık" idi. Fakat buna rağmen Osmanlı, sahip olduğu İslam dininin emri gereği bütün insanlara hizmet etmeği kendine vazife edindiği için hamallığa talip oldu. Asırlarca bölge insanına hizmet etti; hem de karşılıksız. Osmanlı, aldığı ülkeleri Batılı devletler gibi soyup soğana çevirmedi. Bunun için de her bölgede sevildi. Yerli halktan büyük destek gördü. Osmanlı'nın küçük bir beylik iken dört kıtaya hükmeden bir imparatorluk hâline gelmesinin bunlar gibi daha birçok sebebi vardır. Her şeyden önce Osmanlılar, muazzam güç ve kudretlerinin yanında çok sâde kaldılar. Gösterişe değil mütevâzılığa önem verdiler. Bizans sarayları yanında, kaldıkları yerler sıradan bir köşk mesâbesinde idi. İçerisinde yaşanılan hayat da, güçlerine göre sâde ve çok basitti. Gösterişten, şâşaadan uzak kaldıkları gibi, yerli halka, biz güçlüyüz, istediğimizi yaparız gibi tahakkümde bulunmadılar. Elde ettikleri ülkelerde yerli halka, gerek inançları ve töreleri, gerekse daha geniş ifâdesi ile kültürleri üzerinde herhangi bir baskı uygulamadılar. Avrupa Ortaçağında görülen engizisyonlar ve benzeri uygulamalar, İslâm âleminin hiçbir devrinde görülmedi. Bunu sadece Müslüman tarihçiler değil; Gibbons gibi yabancı tarihçiler de yazmaktadır: "Osman Gâzi, dîninde o kadar saf ve temiz idi ki, sanki, büyük adaşı halîfe Osman'ın ve daha evvelki halîfelerin ikinci nüshası idi. Dînî gayreti ile heyecanlı olmak ve dînî, hayatta en birinci ve evvelki gâye yapmak manâsına alınırsa; Osman Gâzi mutaassıptı yanî dinden tâviz vermezdi. Fakat, ne kendisinin ve ne de doğrudan doğruya kendisinden sonra gelenlerin müsamahakârlığına kimse birşey diyemez. Eğer bunlar, Hıristiyanlara ezâ etmeye, sıkıntı vermeye kalkmış olsa idi, Rum ve Ermeni kiliselerini yıktırmış olsaydı, Osmanoğulları'nın bu kadar gelişmesi, yerli halkın Müslüman olması mümkün olmazdı. Atilla ve Cengiz Han, aynı ırktan olmalarına ve göz kamaştırıcı muzafferiyetlerine rağmen, akıncı olarak kalmışlardır. Başarıları devamlı olmamıştır. Kalıcı bir imparatorluk kuramamışlardır. Kendi milliyetlerini bile muhafaza edememişlerdir. Karadeniz'in güneyinden Avrupa'ya geçen Türkler Müslüman olup, dinleri için mücadele etmedikleri için eriyip yok olmuşlardır. Osman Gâzi'nin eseri, onlarınkinden daha devamlı ve neticeleri itibariyle tesîri çok daha geniş ve şumüllü idi. Çünkü O, sükûnet içerisinde iş görüyor, evvelkileri ise boru ve trampet sesleri arasında yakıp-yıkıyorlardı. Şu hâlde O'na bunların üstünde bir mevki vermemiz icâbeder. Filhakika bunlardan acaba hangisi bir millete adını verebilmiştir?!. 600 küsûr sene hüküm sürebilmiştir?
.
İmandan sonra namaz
9 Mayıs 2003 01:00
Daha önce iman üzerinde çok durmuştuk. Çünkü iman olmayınca veya bozuk olunca diğer ibadetlerin bir faydası olmuyor. İmandan sonra en önemli ibadet namazdır. Namaz, dînin direğidir. Namaz kılan bir insan, dînini doğrultmuş olur. Namaz kılmayanın, dîni yıkılır. Namazları, müstehab zamanlarında ve şartlarına ve edeblerine uygun olarak kılmalıdır. Bunlar, fıkıh kitaplarında bildirilmişdir. Namazları cemâat ile kılmalı ve birinci tekbîri imâm ile birlikte almağa çalışmalıdır ve birinci safta yer bulmalıdır. Bunlardan biri yapılmazsa, mâtem tutmalıdır. Kâmil bir müslümân, namaza durunca, sanki dünyâdan çıkıp âhırete girer. Çünkü, dünyada Allahü teâlâya yaklaşmak, çok az nasîb olur. Eğer nasîb olursa, o da zılle, gölgeye, sûrete yakınlıktır. Âhıret ise, asıla yakınlık yeridir. İşte namazda, âhırete girerek, burada nasîb olan devletten hisse alır. Bu dünyada hasret ve firâk ateşi ile yanan susuzlar, ancak namaz çeşmesinin hayat suyu ile serinleyip râhat bulur. Allahü teâlânın Peygamberi "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki: "Bir mümin namaz kılmağa başlayınca, Cennet kapıları onun için açılır. Rabbi ile onun arasında bulunan perdeler kalkar. Cennette olan hûru'în onu karşılar. Bu hâl, namaz bitinceye kadar devâm eder." Kur'ân-ı kerîmin birçok yerinde emir olunan "Salât" kelimesi, her gün beş vakitte, herkesin bildiği şekilde kılınan namazdır. Bu salâtin, husûsî hareketleri yapmak ve husûsî şeyleri okumak olduğu, Peygamberimiz tarafından bildirilmiş, kendisi de böyle kılmış olduğunu, Eshâb-ı kirâm, Tâbi'îne, onlar da, Tebe'i tâbi'îne bildirmişler, her asırda bulunan âlimlerin haberleri, tevâtür ile bizlere kadar gelmiştir. Tarîkat şeyhi olduğunu söyleyen bazı mülhid ve zındıklar, câhil müslümânlara, "Sana namazı bağışladım. Artık kılma" yâhut "Allahın ve Peygamberin emir ettiği namaz, herkesin yaptığı, yatıp kalkmak ve belli şeyleri okumak değildir. Allahın ismini zikir etmek ve Onun büyüklüğünü düşünmek demektir" derse, namazı inkâr ve müslümânları ifsâd etmiş olur. Namazın nasıl kılınacağını, kaza namazlarını, bütün din bilgilerini, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından öğrenmeli, sinsi düşmanların ve câhillerin yaldızlı yazılarına ve tatlı sözlerine aldanmamalıdır.
.
Fetva vermek
10 Mayıs 2003 01:00
Eskiden şeyh-ul-islâm denilen, müftîler vardı. Yine o devirlerde, müftî adını taşıyan devlet memûrlarının da bulunduğu zamanlar oldu. İslâm müftîleri, Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını, yani ahkâm-ı islâmiyyeyi bildiren âlimler idi. Müftî denilen devlet memûrları ise, zâten ahkâm-ı islâmiyyeyi bilmezlerdi. Allahü teâlânın yasak ettiği birşeyi, hükümdar emir etseydi, bu şeyi yapmak câiz değildir demezlerdi. Allahü teâlânın emretdiği birşeyi, bir zâlim terk etseydi, bu şeyi yapmak lâzım olduğunu söyleyemezlerdi. Susarlar veya tersini söylerlerdi. Böylece, kendileri dinden çıkar, müslümânları da günaha veya küfre sürüklerlerdi. Cengiz askerinin, islâm memleketlerine yayılıp, câmilerin yıkıldığı, müslümânların öldürüldüğü zamanlarda ve Fâtımîler ve Resûlîler zamanlarında, hattâ Abbâsîler zamanında, böyle müftî denilen devlet memûrları, haramlara câizdir dediler. Hattâ, Kur'ân-ı kerîme mahlûktur dediler. Müftî adı verilen bu memûrların böyle uydurma fetvâlar vererek dînin yıkıldığı zamanlarda, fıkıh, ilmihâl kitaplarına uyanlar, doğru yolda kaldı. Dinlerini kurtarabildi. Fetvâ demek, herhangi birşeyin ahkâm-ı islâmiyyeye uygun olup olmadığını bildirmek demektir. Yalnız, (uygundur) veyâ (câiz değildir) demek, fetvâ olmaz. Bu cevâbın, hangi fıkıh kitabının, hangi yazısından alındığını da bildirmek lâzımdır. Fıkıh kitaplarına uymıyan fetvâlar yanlıştır. Bunlara bağlanmak câiz değildir. İslâm bilgilerini öğrenmeden, bilmeden, âyet-i kerîme veyâ hadîs-i şerîf okuyup da, bunlara kendi kafasına, kendi görüşüne göre manâ verenlere islâm âlimi denmez. Bunlar Beyrut'taki papazlar gibi, Arapça bilen bir tercüman olabilir. Ne kadar yaldızlı, parlak söyleseler ve yazsalar da, hiç kıymeti yoktur. "Ehl-i sünnet âlimleri"nin anladıklarına ve bunların yazdığı fıkıh kitaplarına uymıyan sözleri ve yazıları Allahü teâlâ beğenmez. İbni Âbidîn isimli kıymetli fıkıh kitabında buyuruluyor ki: Fâsıkın müftî olması uygun değildir. Bunun verdiği fetvâlara güvenilmez. Çünkü fetvâ vermek, din işlerindendir. Din işlerinde fâsıkın sözü kabûl edilmez. Böyle müftîlere birşey sormak câiz değildir. Gerçek Müftî, imâm-ı a'zam Ebû Hanîfenin sözüne uygun olarak fetvâ verir. Aradığını onun sözlerinde açıkca bulamazsa, İmâm-ı Ebû Yûsüf'ün sözünü alır. Onun sözlerinde bulamazsa, İmâm-ı Muhammed Şeybânî'nin sözünü alır. Ondan sonra İmâm-ı Züfer'in, daha sonra Hasen bin Ziyâd'ın sözünü alır. Bugün doğru yazılmış ilmihal kitaplarında, bir müslümana lazım olacak bütün bilgiler yazılmıştır. Bir mesele olunca, ilmihale müracaat edilmelidir.
.
Bölgenin huzuru için
10 Mayıs 2003 01:00
Bir devletin, hele süper bir devletin sözünde durması ile sıradan bir insanın sözünde durması bir değildir. Zamanın süper devleti olarak Osmanlı, her gittiği bölgede sözünün eri oldu. Ne söz verdiyse yerine getirdi. Bunun için de yerli halkların kabûlü kolay oldu. Şimdi göreceğiz bakalım; ABD dediği gibi İrak'a bir zalimden kurtarıp hürriyet getirmek için mi geldi, yoksa Batılı devletlerin yaptığı gibi sömürmek için mi geldi, bunu zaman gösterecek. İkide bir, Osmanlının bölgede huzuru asırlarca sağlamasından sitayişle bahseden ABD, iyi bir taklidi olsa bile Osmanlı gibi olabilecek mi? Süper devletlerin en önemli görevi, bütün dünyada adaleti tesis edip, zulme mani olmaktır. Bu ne kadar çok sağlanabilirse o oranda süper devlet ayakta kalabilir. 'Ben güçlüyüm istediğimi yaparım' demeğe başladığı an çöküş yakın demektir. Osmanlılar, despot bir tutumla hareket etmemişler, din ve milliyet ayırımı gözetmeksizin kendilerine iyilik edenlere karşı iyilikte ve vefâda kusur göstermemişlerdir. Meselâ şu olay bu konuda bize gerekli fikri vermeye kâfidir sanırım... Bursa uzun zaman kuşatmadan sonra, "kimsenin canına dokunulmayacağına" dâir antlaşma yapılarak teslim alındı. Şehri terketmiyerek orada gönüllü olarak kalan Tekfur'un vezirinin, Rumların şehri teslim sebepleri sorulduğu zaman Orhan Gâzî'ye verdiği cevap ilginçtir: "Sizin devletiniz günden güne büyüdü, bizim devletimiz küçüldü. Babanızın idâresine geçen köylülerimiz memnun kalıp, size itâat ettiler. Bir daha bizi anmadılar. Rahat oldular ve biz de bu rahatlığa heves ettik" diyor ve sonra da şunları ekliyor: "Tekfur yaramaz insan oldu... Bu âlemin değişmesi eksik değil. Şimdi gerileme sırası bize geldi..." Müslüman olmaları sebebiyle ilk Osmanlı devlet adamları, İslâmiyetin gereğini yapmaya çalışmışlardır. Gazâlarına devam ederken, etrafta bulunan kale beyleri, tekfurlar kendisinden çekinir oldukları bir sırada, Osman Gâzî'nin, Bilecik'i henüz fethetmeden önce Tekfur'a karşı son derece iyi davranmışlardır. Bu tavrından dolayı maiyeti Osman Gâzî'ye soruyor: "Bilecik kâfirlerine çok iyi davranıyorsunuz. Bunun sebebi nedir?" O da, şöyle cevap veriyor: "Komşularımızdır. Biz bu vilâyete garîb geldik, bunlar bizi hoş tuttular. Düşmanlık yapmadılar. Bunun için bunlara iyi davranmak zorundayız." Karşılıklı o kadar itimat vardı ki, Osman Gâzî ve aşiret mensupları yaz aylarında yaylaya çıkarlarken, taşınmasında güçlük çekilen eşyalarını Bilecik Kalesi'ne yanî Tekfur'a emânet olarak bırakıyorlar, dönüşte de tekrar alıyorlardı. Buna karşılık Osman Gâzî de Tekfur'a bol hediyeler takdim ediyordu. Böylelikle iyi komşuluk münâsebetlerini sürdürüyorlardı. Osman Gâzi, despot bir tutumla hareket etmemiş, din ve milliyet ayırımı gözetmeksizin kendisine iyilik edenlere karşı iyilikte ve vefâda kusur göstermemiştir. Osmanlı Devleti, kavimler, dinler ve mezhepler arasında sağlam bir âhenk kurmuştu. Halk kitleleri arasında hiçbir fark ve tezâda müsaade etmeyen, dünya tarihinde milletlerarası, en kudretli ve cihânşümûl bir siyâsî teşkilâttı. Osmanlı Devleti ve sultanlarının davâları da kendi tâbirleriyle "Nizâm-ı âlem" üzerinde toplanıyor, insânî esaslara bağlı bulunan "dünyayı nizama sokma" düşüncesine dayanıyordu. Bu düşünce, gerçekten Türk-İslâm tarihinde en yüksek derecesini bulmuş ve müstesnâ bir kudret kazanmıştı. İslâmın en büyük düşmanı İngilizler bile, Osmanlının ahlâkını takdir etmek zorunda kalmışlardır. İngiliz lordu Davenport diyor ki: "İslâm orduları her gittiği yere, adâlet, fazîlet ve medeniyet götürmüştür. Boynunu büken mağlup düşmanı, dâimâ af ile karşılamıştır." Ortadoğu'nun "yeni patronu" ABD, yönetimde Osmanlı'yı örnek alırsa bölge kısa zamanda huzura kavuşur; Batı'nın özellikle İngilizlerin yaptığı gibi, Osmanlı düşmanlığını devam ettirir ve İslamı yok etmeği veya değiştirmeyi hedef alırsa, ne kendisi ne de bölge halkı huzur bulur!..
.
İslâm dini
11 Mayıs 2003 01:00
İslâm dîni, Allahü teâlânın, Cebrâîl ismindeki melek vâsıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma gönderdiği, insanların, dünyada ve âhırette rahat ve mesûd olmalarını sağlıyan, üsûl ve kâidelerdir. Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslâmiyetin içindedir. Eski dinlerin, görünür, görünmez bütün iyiliklerini, İslâmiyet, kendinde toplamıştır. Bütün saadetler, başarılar ondadır. Yanılmıyan, şaşırmıyan akılların kabûl edeceği esaslardan ve ahlâktan ibarettir. İslâmiyetin içinde hiçbir zarar yoktur. İslâmiyetin dışında hiçbir menfaat yoktur ve olamaz. İslâmiyetin hâricinde bir menfaat düşünmek, serâbdan su beklemek gibidir. İslâmiyet, insanların yardımlaşmalarını, kardeşçe yaşamalarını, memleketleri imâr, insanları yükseltmeyi emir eylemekte, Allahü teâlânın emirlerine saygı göstermeği ve mahlûklara merhameti, toprağını, bayrağını sevmeği, kanunlara itaat etmeyi, vergilerini vaktinde ve dürüst olarak ödemeği istemektedir. Her mahlûka karşı mesûliyyet taşımaktadır. Nefsin temizlenmesini temîn etmekte, kötü huyları, iyi huylardan ayırmaktadır. İyi huylu olmayı emir edip, kötü huyları, şiddet ile red ve yasak eder. Gayr-ı müslim vatandaşlarla, bid'at sâhibleri ile ve başka mezhebden olanlar ile iyi geçinmeyi, her cihetten iffeti ve hayâyı emreder. Tam sıhhatli olmayı emreder. Tembelliği, boş vakit geçirmeyi red ve men eder. Ziraati, ticâreti ve sanatı, kat'î olarak emreder. İlme, fenne, tekniğe, endüstriye, lâyık olduğu üzere, önem verir. İnsanların yardımlaşmasını, birbirlerine hizmet etmesini önemle istemektedir. Dîni, vatanı, mezhebi ve inanışı başka olanların, canlarını, mallarını ve namuslarını korumayı emredip, bunlara saldırmayı, herhangi bir örgüt kurmayı, din adamlarının siyâsete, devlet işlerine karışmasını kesinlikle men eder. Herkese karşı bir hak ve mesûliyyet gözetmektedir. İslamiyet, dünya ve âhıret saadetini kendisinde toplamıştır. Başka dinler, böyle değildir. Başka dinlerin hepsi bozulmuş, ilâhî hükümler yerine, insan kafasından çıkan fikirler, düşünceler yer almıştır. Allahü teâlâ, islâm dînini, hayatın yürümesini, ihtiyaçların değişmesini karşılayacak, yenilikleri sağlayacak esaslar üzerine kurmuştur. İslâmiyete, Orta Çağın ihtiyaçları üzerine kurulmuş, değişmez hükümlerdir demek, islâm dînine iftirâ etmektir.
.
Cennete davet!..
13 Mayıs 2003 01:00
Nefse uymak insana tatlı gelir. İslâmiyete uymak ise, bu arzûları frenlediği, tahdîd ettiği için, insana acı, zor gelmektedir. Bunun için insan, İslâmiyete uymak istemez. Nefse uymak ister. Saâdete kavuşmak istemez. Felâkete sürüklenmek ister. Allahü teâlânın merhameti sonsuz olduğundan, insanlarda, saadeti felâketten, doğruyu eğriden ve faydalıyı zararlıdan ayırabilen bir kuvvet de yarattı. Bu çok kıymetli kuvvet "Akıl" dır. Şaşmıyan, yanılmıyan akla "Akl-ı selîm" denir. Akl-ı selîm sâhibi olan kimse nefsine uymaz. İslâm dînine uyar. Aklı dinlemiyen kimse ise, nefsine uyar. İslâm dînine uymak istemez. İslâm dînine uyana, "Müslümân" denir. Müslümân olmak için önce "İman" etmek lâzımdır. Allahü teâlâ, bütün insanlara, iman etmelerini emretti. İnsanlar arasından dilediklerine merhamet edip, bunların akla uyarak iman etmelerini nasîb eyledi. Bu kullarının kalblerini iman ile doldurdu. (Yûnus) sûresinin yirmibeşinci âyetinde meâlen, "Allahü teâlâ kullarını, selâmet, saadet yeri olan Cennetine davet ediyor. Dilediğini bu yola kavuşturur" buyuruldu. Akl-ı selîm sâhibi olan, bu mesûd insanlar Peygamberler, Evliyâlar, mezheb imâmları ve bütün müctehidlerdir. Akıllarına uymayıp, nefslerine uyarak, Allahü teâlânın davetini kabûl etmiyenlerden, dilediklerini kendi taşkın, azgın hâllerinde bırakmakta, dilediklerini de, yine ihsân ederek, dilediği zamanda hidâyete kavuşdurmakta, kalblerini iman ile doldurmaktadır. Kendi hâllerinde bıraktıklarından, gafletten uyanarak doğru yolu arayanları da, merhamet ederek hidâyete kavuşturacağını vaad etmektedir. (Ankebût) sûresinin son âyetinde meâlen, "Nefslerine uyanlardan, doğru yolu arayanları, saadete ulaştıran yollara kavuştururuz" buyuruldu. Doğru yolu aramayıp, nefislerine uyarak iman etmiyenleri, azıp can yakanları, Cehennemde sonsuz olarak yakacağını haber veriyor. İslâmiyeti işitmiyen çok kimse vardır ki, akl-ı selîmleri olduğu için, bozulmuş, uydurulmuş dinlerin adamlarına aldanmamışlar, astronomide ve fen bilgilerinde ve bilhâssa tıb ilminde gördükleri nizâmlı hâdiselerin birbirlerine bağlantılarını düşünerek, yaratılışın sırlarını, bu hesâblı düzenin hakîkatini anlamak istemişlerdir. Bunlar yine akl-ı selîmleri sâyesinde, İslâmiyetin bildirdiği güzel ahlâkın birçoğunu bulup, müslümân gibi yaşamış, kendilerine ve başkalarına faydalı olmuşlardır.
.
Onlar, sonsuz Cehennemdedir!
14 Mayıs 2003 01:00
Allahü teâlâ, herşeyi görür, bilir, işitir. Herşeye gücü yeter. Gücü, kuvveti sonsuzdur. Herşeyi, eceli, zamanı gelince yok etmektedir. İnsanları tekrâr dirilteceğini, hesâba çekeceğini, iman etmiş olanlara Cennette sonsuz ni'metler vereceğini, imanı olmayanları, kâfirleri Cehennemde sonsuz yakacağını bildiriyor. Onun yapmak istediğini kimse durduramaz. Onun işine kimse karışamaz. Onun emirlerine uymaktan, rızâsını, sevgisini kazanmaktan başka kurtuluş ve saadet yolu yoktur. İnsanların hiçbiri iman etmese, inanmasa, onun büyüklüğünde, kuvvetinde, kudretinde hiç noksanlık olmaz. Teknikte çok ilerleyen, elektronik âletler ve lazer ışınları ile tabîatın nice sırlarını çözen bazı milletlerin başlarındaki azılı zâlimler, Ona hiçbir zarar yapamaz. Bu dinsizler, ancak kendilerine zarar yapıyorlar. Muhakkak ölecekler. Kabirde çürüyüp, bir avuç toprak olacaklar. Sonra tekrâr diriltilip, Cehennemde çok acı azâb çekeceklerdir. Allahü teâlâ isteseydi, herkesi mümin yapar, herkesi Cennete sokardı. Yâhud, herkesi kâfir yapar, herkesi Cehennemde yakardı. Onun dilediği olur. Onun dilediğini hiçbir mahlûk değiştiremez. Her müslümanın birinci vazîfesi nefsine uymamaktır. Nefis, insanın en büyük düşmanıdır. İnsanın imanını yok etmek ister. Bundan zevk alır. Allahü teâlânın ve Peygamber efendimizin emirlerinden ve yasaklarından birisinin bile doğru, faydalı olduğunda şüphe edenin imanı gider, kâfir olur. Kâfir, Cehennemde sonsuz yanacaktır. Sonsuz yanmak ne demek, insan bunu düşünse, korkudan uykusu kaçar, yemekten, içmekten kesilir. Hiçbir dünyâ zevki gözüne görünmez. Küfrün cezâsı çok ağır, çok korkunç ise de, küfürden ve günahlardan kurtulmak çok kolaydır. Bunun biricik çâresi, imanını tâzelemektir. Bunun da en kolay yolu, her akşam yatarken, üç kere "Estagfirullahel'azîm" okumaktır. Manâsını düşünerek okumak lâzımdır. Manâsı, (Yâ Rabbî, beni affet)tir. Allahü teâlâ, tövbeleri kabûl edeceğini vaad etmiştir. Yalnız, tövbenin kabûl olması için, namaz borcu ve kul hakkı olmaması lâzımdır. Bir namaz borcu olan, bunu kaza etmedikçe, tövbesi kabul olmaz. Cehennemde yanmaktan kurtulmak için, ölmeden evvel namaz borcundan ve kul hakkından kurtulmak lâzımdır. Hiçbir hayırlı iş insanı bu azâbdan kurtaramaz
.
"Yalan söylüyorsunuz!"
15 Mayıs 2003 01:00
Resûlullah efendimize, Necrân'dan bir Hıristiyan heyeti gelmişti. Reîsleri Abdülmesîh idi. İçlerinden Ebülhâris bin Alkama, en âlimleri idi. Âhir zaman Peygamberinin alâmetlerini İncîl'de okumuştu. Fakat, dünya mevkiini, şöhretini sevdiği için müslüman olmuyordu. Aralarında konuşmağa başladılar. Îsâ "aleyhisselâm" için, bazan Allah diyorlar, bazan Allahın oğlu, bazan da, üç tanrıdan biri diyorlardı. Allah demelerine sebeb, ölüleri diriltir, hastaları iyi ederdi. Kayıbları haber verir, çamurdan kuş yapıp üfleyince uçardı diyorlardı. Allahın oğlu olduğuna sebeb, belli bir babası olmaması idi. Üçten birisi olmasına sebeb de, Allah (yaptık, yarattık) diyor. Eğer bir olsaydı, (yaptım, yarattım) derdi diyorlardı. Resûlullah, bunları dîne davet etti. Birkaç âyet-i kerîme okudu. Îmâna gelmediler. "Biz senden önce îmân ettik" dediler. Resûlullah , "Yalan söylüyorsunuz! Allahın oğlu var diyenin îmânı olmaz" buyurdu. Allahın oğlu değilse, o hâlde bunun babası kim, dediler. Resûlullah buyurdu ki: "Biliyor musunuz, Allahü teâlâ, hiç ölmez ve herşeyi varlıkta tutan Odur. Îsâ "aleyhisselâm" ise yok idi ve yok olacaktır. Bilmiyor musunuz, babasına benzemiyen hiçbir yavru var mı? Bilmiyor musunuz, Rabbimiz herşeyi yaratıyor, büyütüyor, besliyor. Hâlbuki Îsâ "aleyhisselâm" bunların birini yapmıyordu. Rabbimiz yemez, içmez. Onda değişiklik olmaz, bunu da biliyor musunuz? Îsâ aleyhisselâmın anası var idi. O, her çocuk gibi dünyaya geldi. Onlar gibi beslendi. Yer, içer, zararlı maddeleri kendinden atardı. Bunu da biliyorsunuz değil mi? O hâlde, Îsâ "aleyhisselâm" sandığınız gibi nasıl olur?" Onlar, birşey demeyip, sustular. İnat edip iman etmediler. Bunun üzerine, Allahü teâlâ, onları mübâheleye çağırmasını emretti. Resûlullah bana inanmıyorsanız, gelin sizinle mübâhele edelim. Ya'nî, (Hangimiz zâlim isek, yalancı isek, Allahü teâlâ ona la'net etsin, diyelim!) buyurdu. Şerhabîl, bunları toplayıp, "Bunun Peygamber olduğu herşeyinden anlaşılıyor. Bununla mübâhele edersek, ne biz kurtuluruz, ne de, bizden sonra gelenlerimiz kurtulur. Muhakkak bir belâya uğrarız!" dedi. Mübâhele etmekten kaçındılar ve "Yâ Muhammed! Senden râzıyız. Ne istersen sana verelim" dediler... Reîsleri Abdülmesîh ile Şerhabîl, sonradan müslüman olup, Resûlullahın hizmetinde bulunmakla şereflendiler. Not: (Peygamber efendimizin hayatını, mucizelerini ve güzel ahlâkını doğru bir şekilde öğrenebilmek için "Kâinatın Efendisi" kitabını önemle tavsiye ederim. (0212 520 41 51)
.
Müslümanlar niçin geri kaldı?
16 Mayıs 2003 01:00
Son zamanlarda, bazı yazarlar köşelerinde bu sorunun cevabını arıyorlar. Bu konuyu tartışmaya açtılar. Bazıları da bundan istifade ederek "Vur abalıya" misali İslamiyete, İslam büyüklerine saldırmayı fırsat bildi. Asırlar önceki gelişmeler ile ilgili fikir yürütmek kolay değil. Tarihi olayları kendi zamanlarındaki şartlar içinde değerlendirmek gerekir. O günün şartlarını bilmeden, "bu da yapılır mıydı? Bu hatayı ben bile yapmam!" gibi serzenişler büyük yanlış olur, başkaları da yanıltılır. Müslümanlar niçin geri kaldi? Sorusunun cevabını bulabilmek için, isterseniz önce meseleyi biraz geriden ele alalım, konunun iyi anlaşılması için. İslâm tarihi incelendiği zaman görülür ki, İslâm dünyasının en kuvvetli olduğu dönem, 7. ve10. asırlar arasıdır. 17. ve 18. asır, Fetret Devri, bir bakıma ayakta kalma mücadelesinin verildiği dönem. 19. ve 20. yüzyıl ise, Batı'nın üstünlüğünü mecburen kabullenme ve onların kontrolüne girme devri. İslâm dünyasının yükselmesini, onuncu asra kadar Müslüman Araplar sağladı. On birinci asırdan itibaren, bayrağı Türkler ellerine aldı. Türkler, doğuda Bizans'ı çökerterek Viyana kapılarına kadar ilerlediler. Endülüs Devleti de Avrupa'yı batıdan sıkıştırmaya başladı. Bu kıskaç sebebiyle, yarı vahşî bir hayat süren Avrupa, gerçek bir medeniyet ile tanıştı. Güçsüzlüklerini anladılar. Kendilerini tenkit etmeye başladılar. Bu öz eleştiri, Avrupa'nın toparlanmasına sebep oldu. Birçok buluşların, üstün başarıların kaynağında, zaten çaresizlik yatar. Avrupa'da böyle gelişmeler olurken, Müslüman dünyası elde edilen zaferlerin rehavetine kapıldı. Sahip olunan üstünlük sebebiyle, Avrupalıları küçümsediler. Avrupa teknolojide, buluşlarda hızla ilerlerken, Müslümanlar bu yenilikleri ciddiye bile almadılar. Bernard Lewis'e göre, geri kalmada coğrağanın da rolü büyük: "Kurak Ortadoğu coğrafyasına, bir de denizlerden kopma eklenince, İslam âlemi, Avrupa'nın ürettiği ekonomik gelişmeyi üretemedi, elindeki mirası bile yitirdi. Hele de dünya ticareti Akdeniz'den okyanuslara kayınca islam âlemi çöktü!" İslam âleminin son temsilcisi Osmanlıların bir dezavantajı da, zirvede olmaları... Çünkü, 'zirvede kalmak, zirveye çıkmaktan çok daha zordur.' Zirvede rüzgârlar sert eser. Zirvenin düşmanları çoktur. Bir dezavantaj da, insanın zirveye ulaşınca, gayretinin zayıflaması... İnsan isteklerine kavuşunca, rahata düşkünlük, uyuşukluk hastalığına tutulur. Zirveye çıkmada en büyük etken olan aşk, şevk kalmaz. Makam mücadelesi ve mal mülk yarışı başlar. Bu kural, her devirde, her medeniyet, her cemiyet, cemaat ve millet için geçerlidir. Böyle durumda, herkes, külfetsiz nimet peşine düşer. Başka bir ifadeyle, herkes birer mirasyedi olur. Herkes, geçmişteki birikimden, payına düşeceğinin peşindedir. "Her nimet külfet karşılığıdır" prensibi unutulur, vermeden alan hazır yiyiciler çoğalır. Hâlbuki ayet-i kerimede, "Bilinsin ki, insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur." (Necm-39) buyurulmuştur. Bu tehlikeli hastalığa, Osmanlı da maalesef yakalandı. Bunun neticesinde, devlet ricalinin büyük ekseriyeti oyun, eğlence peşine düştü. Yeniçeri, kendi vatanında, sanki bir işgalci orduydu. İkide bir kazan kaldırdıkları için, halkın ve padişahların korkulu rüyası hâline gelmişti. Tanzimattan sonra fen dersleri kaldırıldırığı için Medreseler teknolojiden kopuk haldeydi. Tekkeler, tembellerin barınağı oldu. Memurluk, gizli işsizlerin sığınağı durumundaydı. Aslında, görünüş olarak, medeniyeti zirveye çıkaran bütün müesseseler ayaktaydı. Fakat bunların gerçek temsilcileri yoktu. İçleri boşaltılmıştı. Demek ki, gerilemenin sebebi Müslümanlık değil, Müslümanlardır. İslamiyetin emirlerine uyan kim olursa olsun, muvaffak olur. Avrupalılar bilmeyerek de olsa bu emre uyup; çalıştılar, çabaladılar ve neticede zirveye ulaştılar
Müslümanlar niçin geri kaldı? (2)
17 Mayıs 2003 01:00
Son günlerin tartışma konusu; Müslümanlar niçin geri kaldı? Sorusunun cevabını bugün de aramaya devam edeceğiz... Bu tartışmayı fırsat bilenler, geri kalmanın suçlusu olarak, İslamiyeti ve büyük İslam âlimi İmam-ı Gazali hazretleri gibi bazı İslam büyüklerini göstermeye çalışmaktadır. İmamı Gazali; Farabi, İbni Sina gibi felsefecilerin fikirleri ile mücadele edip yok ettiği için İslam âleminin bu hale düştüğünü iddia etmektedirler. Halbuki Gazali, dini inançları temelinden sarsan bu felsefecilerle mücadele yapmamış olsaydı, İslam âlemi bugünkü inanç boşluğuna daha 11. yüzyılda düşmüş olacaktı. Bunun için her Müslümanın bu büyük imama "teşekkür borcu" vardır. Bizdeki sözde ilim adamları, peşin fikirli Gazali düşmanları böyle söylerken insaf ehli yabancı tarihçiler ise suçun Gazali'de olmadığını yazmaktadırlar. Mesela, meşhur tarihçi Fernand Braude, Gazali'nin sorumlu tutulması fikrine katılmaz. Bunun insafsızlık olacağını kaydeder. Batı, yüzyıllarca karanlık çağları yaşarken, İslamın ilimde, medeniyette bir altın çağ yaşadığını anlatır. Misal olarak da Endülüs'te Halife II. Hakem'in kitaplığında 400 bin yazma eser varken, komşusu Fransız Kralı V. Charles'in kütüphanesinde sadece 900 adet kitap bulunduğunu belirtir. (Medeniyetlerin Tarihi) Tarih boyunca, iman ve fen ilmi atbaşı olduğu sürece devletler başarılı olmuş, halk rahat ve huzur içinde yaşamıştır. Mesela, İspanya'daki Endülüs Emevi Devleti, bu dengenin sağlandığı zamanlarda medeniyette zirveye çıkmıştır. Ne zaman ki, Allahü teâlânın emirleri bırakıldı, hattâ Ehl-i sünnet itikâdını bozularak, İslâmiyeti içerden yıkmak cüreti başlatıldı ardından yıkım geldi. İspanyollar, 1492'de, Gırnata şehrini de alıp müslümanları kılınçtan geçirdiler. Böylece, Allahü teâlânın emirlerine uymamanın cezasını buldular. Çöküşün sebebi felsefeci İbnürrüşt'ün ve İbni Hazm'ın bozuk fikirleri dine sokulması oldu. Çökmemiş olsaydı, belki de din ve iman hâlini alıp dünyaya yayılacak, bugünkü hazîn levha, yüzlerce sene önce meydana çıkacaktı. Osmanlı'da ise tersi olmuş; fen ihmal edilip teknolojide Batı'ya ayak uydurulamayanca gerileme başlamıştır. Osmanlı'dan önce, İslam aleminin gerilemesinin sebebini de, yabancı tarihçiler şöyle açıklar: Fernand Braudel'e göre, Haçlı seferleri, iç savaşlar, Moğol istilası, Müslümanların Akdeniz'den kopup karalara kapanması, İslamı zora sokmuş ve dünya ekonomisindeki değişmeler gibi son derece karmaşık, sosyal, ekonomik ve siyasi sebepler İslam dünyasının geri kalmasına yol açmıştır. Osmanlıların yükselişi bu gerilemeyi bir ölçüde telafi etmiştir ama istenilen netice tam sağlanamamıştır, yükseliş devam ettirilememiştir. Çünkü, Osmanlı İmparatorluğu, 16. yüzyılda zirvedeydi. Böyle çok iyi bir durumda olduğumuz bir devrede, Avrupa çok zor durumdaydı. Şartlar Avrupa'yı artık zorlamaya başlamıştı. Bir çıkış yolu aramaya mecbur etti. Bu arayışlarla Amerika keşfedildi, 15. Asırda, 16. Asır ve 17. Asrın başlarına doğru Amerika'dan, özellikle Güney Amerika'dan büyük bir servet Avrupa'ya akmaya başladı. Altın, gümüş ve birçok kıymetli taşlar geliyor; hak hukuk tanımadan kaçırılan bu maddelerle Avrupa zenginleşiyordu. Bu zenginlik, fiyatların yükselmesine sebep oldu. Osmanlı ülkesinden de mal kaçmaya başladı. Çünkü, mal daima, nerede daha iyi fiyat bulursa, oraya gider. Sadece bununla kalmadılar. Hindistan, Uzakdoğu, Avustralya'da da koloniler kurdular. Batı, biriken sermayeyi sanayi devriminde kullandı. Sanayi devrimi tabiatıyla Avrupa'yı değiştirdi. İleriye götürdü. Bizde ise bu devir Osmanlı'nın gerilemesinin hızlandığı bir devredir. Ekonomik olarak o yarışa giremedik. Aynı şeyleri yapamadık, aynı şekilde gelişmemizi sürdüremedik... Avrupa'nın artan zenginliği bize menfi tesir etti. Ekonomimizi sıkıntıya soktu. Sonunda İslam âlemini temsil eden Osmanlının ekonomisini çökertti. Bugün yapılacak olan; şunu bunu suçlamak değil bundan sonra ne yapılabilir, bunun hesabını iyi yapmaktır.
.
.
Hz. İsa, ilâh değildir
16 Mayıs 2003 01:00
Büyük islâm âlimi, İmâm-ı Fahreddîn Râzî anlatır: Hârezm şehrinde idim. Şehre bir papazın geldiğini ve Hıristiyanlığı yaymak için çalıştığını işittim. Yanına gittim. Bana, "Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğunu gösteren delîl nedir?" dedi. Şu cevâbı verdim: Hz. Mûsâ'nın, Îsânın ve diğer Peygamberlerin hârikalar, mu'cizeler gösterdiği haber verildiği gibi, Muhammed aleyhisselâmın da mu'cizeler gösterdiği haber verilmiştir. Bu haberler tevâtür hâlindedir. Tevâtür ile gelen haberleri, ya kabûl eder veyâ red edersin. Red eder ve mu'cize, bir zâtın Peygamber olduğunu isbât etmez der isen, mu'cizeleri tevâtür ile bize haber verilen diğer Peygamberlere de inanmaman lâzım gelir. Şâyet tevâtür ile gelen haberlerin doğruluğunu ve mu'cize gösteren zâtın peygamber olduğunu kabûl eder isen, Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğunu kabûl etmen lâzım gelir. Çünkü, Muhammed aleyhisselâm; mu'cizeler göstermiş ve bu mu'cizeler, bizlere (tevâtür) denilen sağlam haberler ile bildirilmiştir. Diğer Peygamberlerin peygamberliğine, tevâtür ile bildirilen mu'cizeler sebebi ile inandığın için, Muhammed aleyhisselâmın da, Peygamber olduğuna îmân etmelisin! Papaz, Îsâ aleyhisselâmın, Peygamber değil, ilah, tanrı olduğuna inanıyorum, dedi. Bunun üzerine ben de kendisine şunları söyledim: Biz şimdi Peygamberlik hakkında konuşuyoruz. İlahlıkdan önce, peygamberlik mevzûunu hal etmemiz lâzımdır. Ayrıca, Îsâ aleyhisselâmın, ilah olduğunu söylemen de bâtıldır. Çünkü, ilahın, tanrının, her zaman var olması lâzımdır. O hâlde, madde, cisim, yer kaplıyan şeyler tanrı olamaz. Hâlbuki, Îsâ aleyhisselâm, cisim idi, insan idi. Yok iken var oldu ve size göre öldürülmüştür. Önce çocuk idi, büyüdü. Yerdi, içerdi. Bizim gibi konuşurdu. Yatardı, uyurdu, uyanırdı, yürürdü. Her insan gibi yaşamak için, birçok şeye muhtâc idi. Yok iken sonradan var olan birşey, ebedî, sonsuz var olur mu? Değişen birşey devamlı, sonsuz var olur mu? Siz, Îsâ aleyhisselâm kaçtı, saklandığı hâlde, Yahûdîler yakalayıp astı diyorsunuz. Îsâ aleyhisselâmın o zaman çok üzüldüğünü, bu durumdan kurtulmak için çârelere başvurduğunu söylüyorsunuz. İlah veyâ ilahdan parça kendisine hulûl etmiş olsaydı, Yahûdîlerden korunmaz mı, onları yok etmez mi idi? Niçin üzüldü ve saklanacak yer aradı? Vallahi, buna hayret ediyorum. Aklı olan kimse, bu sözleri nasıl söyler, buna nasıl inanır. Akıl, bu sözlerin bozukluğuna şâhiddir...
.
Hıristiyanlığın üç yanlışı!
17 Mayıs 2003 01:00
Büyük islâm âlimi, Fahreddîn Râzî hazretleri, dünkü yazımızda belirttiğimiz gibi, papaza verdiği cevabı şöyle sürdürdü: Üç türlü söylüyorsunuz: 1- Hz. İsa gözle görülen cismânî bir ilah imiş. Tanrı imiş. Âlemin ilahının cisim ve beşer olan Îsâ aleyhisselâm olduğunu söylemek, inancınıza göre, Yahûdîlerin Onu öldürdüğü zaman, âlemin ilahını öldürdüklerini söylemek olurdu. Bu takdîrde, âlemin ilahsız kalması lâzım gelirdi. Hâlbuki, âlemin ilahsız kalması mümkin değildir. Ayrıca, Yahûdîler, haksız oldukları hâlde, bunların yakalayıp öldürdüğü, âciz, kuvvetsiz bir kimse, âlemlerin tanrısı olabilir mi? Îsâ aleyhisselâmın, Allahü teâlâya çok ibâdet ettiği, tâata çok rağbet ettiği husûsu da, tevâtür ile sâbittir. Îsâ aleyhisselâm ilah olsaydı, ibâdet ve tâatta bulunmazdı. Çünkü ilah, aslâ kendisine ibâdet etmez. Bilakis başkaları ona ibâdet eder. 2- İlah, Ona tamamen hulûl etmiştir. O, Tanrının oğludur, diyorsunuz. Bu inanış yanlıştır. Çünkü, ilah, cisim ve araz (sıfat) olamaz. İlahın, bir cisme hulûl etmesi, imkânsızdır. Eğer, ilah cisim olsaydı, başka bir cisme de hulûl ederdi. Cisme hulûl eden şey, cisim olur ve hulûl edince iki cismin maddeleri birbirine karışır. Bu da, ilahın parçalanmasını îcâb ettirir. Eğer ilah, araz olsaydı, bir mahalle, mekâna muhtâc olurdu. Bu ise, ilahın başkasına muhtâc olması demektir. Başkasına muhtâc olan ise, ilah olamaz. 3- O, tanrı değildir. Fakat, tanrının bir parçası ona hulûl etmiş, yerleşmiştir diyorsunuz. Eğer Ona hulûl eden parça, ilahın ilah olmasında tesîri var ise, bu parça ilahtan ayrılınca, temâmen ilahlığı bozulur. Eğer bu parça, ilahın ilah olmasında te'sîrli değilse, tanrının parçası olmamış olur. Diyorsbunuz ki, "İlahın Îsâ aleyhisselâma hulûl etmesi ile, sana, bana ve diğer varlıklara hulûl etmemesinin sebebi açıktır. Çünkü, Îsâ aleyhisselâmda mu'cizeler göründü. Sende, bende ve diğer varlıklarda böyle hârikulâde hâller görülmedi." İlahın hulûl etmesi, hârikaların, mu'cizelerin görülmesine bağlı değildir. O hâlde, bana, sana, kediye, köpeğe, fareye de hulûl etdiğine inanman lâzım gelir. İlahın, bu aşağı mahlûklara hulûl ettiğini inandırmağa varan bir din, hak din olabilir mi? Asâyı, bastonu ejder, yılan yapmak, ölüyü diriltmekten daha güçtür. Çünkü, baston ile yılan, hiçbir bakımdan birbirine yakın değildir. Mûsâ aleyhisselâmın asâyı ejdere çevirdiğine inanıyorsunuz da, Ona, tanrı veya tanrının oğlu demiyorsunuz. Îsâ aleyhisselâma niçin tanrı veya şöyle böyle diyorsunuz?
.
Başarının sırrı!..
18 Mayıs 2003 01:00
Târîhin her devrinde, türlü kanı taşıyan, türlü dil konuşan, başka başka âdet ve ananelere bağlı olan milyonlarca insanın, aralarındaki farkları bırakarak, bir inanç veya fikir etrâfında toplanıp, birer imparatorluk kurduklarını görüyoruz. Böyle kurulan imparatorluk veya devletlerin en büyüğüne, en güzeline Orta Çağda rastlıyoruz. Hiç bozulmamış, değiştirilmemiş biricik din olan islâm dîninin güzel ahlâkı ile bezenmiş, birbirlerini seven, yardımlaşan, çeşitli ırklardan, büyük insan topluluklarının, birleşdiklerini biliyoruz. Bu topluluğu ayakta tutan temel, Hak teâlânın emrettiği çalışkanlık, adâlet, iyilik, saygı gibi din esâsları idi. Osmânlı Türklerini, Sakarya kenarından, kısa bir zamanda, Viyana kapılarına götüren kuvvet, Sultân Osman'ın ve çocuklarının sımsıkı sarıldıkları islâm dîninin, rûhu ve bedeni tekâmül ettiren ışıklı yolu idi. Hıristiyan Avrupa'nın tek kalesi Fransa kapılarını zorlamağa giden Attilâ idâresindeki Tûran Hunları, herhangi bir hak dîne mensub olsalardı ve oralara bu hak dînin ahlâkını, rûhunu götürmüş olsalardı, hazret-i Ömer'in ordusundaki adâlete, şefkate hayran olup, seve seve müslümân olan Şâm Hıristiyanları gibi, papazların baskısından, kralların işkencesinden usanmış olan Batı Hıristiyanları da, onlara kucaklarını açmaz mı idi ve bugünkü Avrupa'nın din çehresi ne olurdu? Emevîler, islâm dînini, İspanya'dan, Avrupa'ya soktu. Fas, Kurtuba ve Gırnata üniversitelerini kurup, Batıya ilm ve fen ışıklarını saldı. Hıristiyanlık âlemini uyandırıp, bugünkü müsbet ilerlemenin temelini koydu. Dünya yüzündeki ilk üniversitenin, Fas'ın Fez şehrinde bulunan Keyruvân üniversitesi olduğu bütün ansiklopedilerde yazılıdır. Bu üniversite 859 yılında kurulmuştur. Bütün dinleri iyi incelemiş olan, İngiliz ilim adamlarından Lord Davenport, yirminci asır başlarında Londra'da bastırdığı, (Hazret-i Muhammed ve Kur'ân-ı kerîm) adındaki İngilizce kitabında diyor ki: "Ahlâk üzerinde son derece titizliğidir ki, müslümânlığın az zamanda süratle yayılmasına sebeb olmuştur. Müslümanlar, muhârebede kılıca boyun eğmiş olan başka din adamlarını, dâimâ afv ile karşılamışlardır."
.
Hak yoldan sapınca...
19 Mayıs 2003 01:00
Avrupa'ya medeniyeti götüren Endülüs Emevi devletiydi. Endülüs Sultânı Üçüncü Abdurrahmân, memleketini genişletti. Kuvvetlendirdi. Mükemmel donanma yaptı. Kendisi ve adamları ilim ve edeb sâhibi idiler. Âlimlere ve ilme çok kıymet verirdi. Bunun için, Endülüs'te ilim ve fen çok ilerledi. Saray ve devlet dâireleri birer ilim kaynağı oldu. Her memleketten ilim öğrenmek için Kurtuba'ya akın akın toplandılar. Kurtuba'da büyük ve mükemmel bir tıb fakültesi kurdu. Avrupa'da ilk yapılan tıb fakültesi budur. Avrupa kralları ve devlet adamları, tedâvî için Kurtuba'ya gelir, gördükleri medeniyyete, güzel ahlâka, misâfirperverliğe hayran kalırlardı. Sultan Abdurrahman, altıyüzbin kitap bulunan bir kütübhâne de yaptırdı. Kurtuba'dan üç sâatlik mesâfedeki "Vâdi-yül-kebîr" kenârında, "Ezzehrâ" isminde pek büyük ve ince sanatlarla dolu bir saray ile mükemmel bahçeler ve büyük bir câmi yaptırdı. Kurtuba'da çok sayıda derin âlimler yetişti. Fakat sonra, islâm ahlâkını, Allahü teâlânın emirlerini bıraktıklarından, hattâ Ehl-i sünnet itikâdını bozarak, İslâmiyeti içerden yıkmak alçaklığı başladığından, Pirene Dağlarını aşamadılar. Ümeyye Devleti çöktü. İspanyollar, 1492'de, Gırnata şehrini de alıp müslimanları öldürdüler. Sözde müslümân olup da, Allahü teâlânın emirlerine uymamanın cezâsını buldular. İspanya fâciası olmasaydı, felsefeci İbnürrüşd'ün ve İbni Hazm'ın bozuk fikirleri, belki din ve iman hâlini alıp dünyâya yayılacak, bugünkü hazîn levha, yüzlerce sene önce meydana çıkacaktı. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, beşeriyeti ıstıraptan, felâketten kurtaran, Fâtımîler, Resûlîler gibi, islâm ismini taşıyan, imanı ve ameli bozuk devletler değil, Emevîler, Tîmûr oğulları ve Osmânlılar gibi, Ehl-i sünnet olan ve dînine sarılan milletler olmuştur. Bunlar, islâm ilimlerinin din ve fen kollarında insanlığa ışık tuttular. Fakat, ne yazık ki, sonraları, bunlarda da İslâmiyet gevşemeğe başladı. Birçok işletmeler, din câhillerinin, masonların baskısı altında kaldı. Allahü teâlânın emrettiği gibi sevgiyi ve çalışmağı bıraktılar. Masonlar, müslümânların geri kalması için, medreselerden fen derslerini kaldırdı. Din adamları, fensiz, bilgisiz yetiştirilerek, İslâmiyeti içten yıkmağa başladılar. Bir taraftan, ilim, fen yok edildi, bir taraftan da, ahlâk, edeb, hayâ ve din bozuldu. Osmanlı devleti çöktü.
.
Türkleri ayakta tutan kuvvet
20 Mayıs 2003 01:00
İslâmiyet, fen ilimlerini, teknolojiyi, sanatı, endüstriyi emretmektedir. Bunlar imanla beraber atbaşı götürülürse netice alınabilir. Osmanlılarda ve diğer islam devletlerinde, itikâd bozulup, İslâmiyete bağlılık gevşedikçe, duraklama, gerileme başladı. Nihâyet yok oldular. (Eş-şer'u tahtesseyf) hadîs-i şerîfinin haber verdiği gibi, islâm güneşi batarak İslam ahlakından mahrum kalınınca yeryüzü bugünkü hâlini aldı. Büyük Selçuklu hükümdârı Muhammed Alparslan'ın, ikiyüzbin kişilik orduya karşı, kırkbin kahraman ile kazandığı zaferden sonra, Anadolu'ya gelip yerleşen ve Batı Türkleri diye anılan, biz Oğuz Türklerini, Hıristiyan Avrupalılar, çok kere, haçlı rûhu ile birleşerek, Anadolu'dan çıkarmak için saldırdıkları hâlde, bugün hâlâ ayakta olmamız, milletin kalbinde bulunan sağlam imanın neticesidir. Onbirinci asırda Türklerin, üç istikâmette, yayılma hareketini biliyoruz: Birincisi, Gaznevî hükümdârları emrinde, Kalaç ve diğer Türk boylarının, Hindistân'a olan yayılmalarıdır ki, buralara islâm dînini ve medeniyyetini de götürdüler. Bugün Hindistân'da yüzmilyonu aşan bir müslüman topluluğunun bulunması, bu istîlâ hareketinin bir netîcesidir. İkincisi, Oğuz Türklerinin, İrân'dan geçerek, Malazgirt zaferinden sonra, Bizans elinde bulunan Anadolu'yu istîlâsıdır. Oğuzlar da, islâm dîni ile müşerref olarak gelmiş idi. Bugün, aradan asırlar geçtiği hâlde, ancak müslümân olarak kalışları sayesinde, yine Anadolu'da oturuyor ve dünyâ siyasetine karışıyor. Üçüncü istîlâ hareketi, Karadeniz'in kuzeyinden, Balkanlara doğru oldu. İçlerinde bir kısım Oğuzlar da bulunan Peçenek ve Koman Türkleri, Balkan yarımadasına yerleşti. Ne yazık ki, bunlar islâm dîni ile şereflenmiyerek gelmişti. Etrâflarını saran Hıristiyan devletlerin baskısı ile, kısa zamanda kendiliklerini unuttular. Ananelerini kaybettiler. Eridiler, yok oldular. Hindistân'da, Anadolu'da ve başka yerlerde, bugün yaşamakda olan soydaşları gibi olamadılar. Bunlar niçin yaşıyamadı? Bunlardan kim ve ne kaldı? Bu, niçin böyle oldu? Görülüyor ki, Türk devletlerini ve milletlerini, ayakta tutan, yaşatan, büyük ve başlıca kuvvet, imandır ve islâm dîninde, çok kuvvetli bulunan adâlet, iyilik, doğruluk ve fedakârlık kudretidir
.
İbretli bir mektup!..
21 Mayıs 2003 01:00
Osmanlı Devleti'nde Rus Sefîri olarak uzun seneler çalışan İgnatiyef, hâtıralarında, Sultân İkinci Mahmûd Hân zamanında, Fener Patrikhânesi'nin kapısında asılan, 1821 Rum isyânının baş plânlayıcısı, Patrik Gregoryos'un Rus Çarı Aleksandr'a yazdığı mektubu açıklamaktadır. Mektup ibret vericidir: "Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak gayr-i mümkindir. Çünkü Türkler, müslüman oldukları için çok sabırlı ve dayanıklı insanlardır. Gayet mağrûrdurlar ve izzet-i iman sâhibidirler. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından, kadere rızâ göstermelerinden, ananelerinin kuvvetinden, pâdişâhlarına olan itâat duygularından gelmektedir. Türkler zekîdirler ve kendilerini müsbet yolda sevk-u idâre edecek reîslere sâhib oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gâyet kanâ'atkârdırlar. Onların bütün meziyetleri, hattâ kahramanlık ve şecâat duyguları da ananelerine olan bağlılıklarından, ahlâklarının güzelliğinden gelmektedir. Türklerde evvelâ itâat duygusunu kırmak ve manevî bağlarını parçalamak, dînî sağlamlığını zayıflatmak îcâb eder. Bunun da en kısa yolu, millî geleneklerine ve maneviyyelerine uymayan hâricî fikirler ve hareketlere alıştırmaktır. Maneviyâtları sarsıldığı gün, Türklerin kendilerinden şeklen çok kudretli kalabalık ve zâhiren hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddî vâsıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkin olabilecektir. Bu sebeble Osmânlı Devletini tasfiye için mücerred olarak harb meydânlarındaki zaferler kâfî değildir. Hattâ sâdece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyet ve vekârını tahrîk edeceğinden, hakîkatlerine nüfûz edebileceklerine sebeb olabilir. Yapılacak olan, Türklere birşey hissettirmeden, bünyelerindeki tahrîbatı tamamlamaktır..." Bu mektup ders kitaplarında ezberletilecek kadar mühimdir. Mektupta ibret alınacak çok şey varsa da, en önemlisi şu iki husûstur: 1- Türklerin maneviyâtının ve dîninin yıkılması için, Türkleri yabancı fikir ve âdetlere alıştırmak. 2- Türklere hissettirmeden bünyelerindeki tahrîbâtı tamamlamaktır. Bu hedeflere ise, Batının inanç, moda, örf ve âdet ve ahlâksızlıklarını, taklîd ettirmekle ulaşılır. Batının iki asırdır yapmak istediği de zaten bu değil midir?
.
"Vahşi Batı"
22 Mayıs 2003 01:00
Müslümanlar, Bat'ının teknolojisine değil, örf âdetlerine, ahlaksızlıklarına karşıdırlar. Batının ilim, fen, teknik ve her sahadaki fennî gelişmelerini almak elbette lâzımdır. Zâten İslâmiyet bunu emreder. Yabancı dil öğrenmenin lâzım olduğunu hadîs-i şerîfler haber vermektedir. Zeyd bin Sâbit "radıyallahü anh" diyor ki: "Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" bana Yahûdî dilini öğrenmeği emreyledi. Öğrendim. Yahûdîlere gönderilen mektûbların çoğunu bana yazdırırdı. Onlardan gelen mektûbları bana okuttururdu." Zeyd, böylece İbrânî ve Süryânî lügatlarını öğrendi. Büyük islâm âlimi seyyid Abdülhakîm Efendi, mükemmel Arabî, Fârisî konuştuğu hâlde, "Yabancı dil bilseydim, bütün dünyâya fâideli olurdum" derdi. Avrupa dillerini bilmediği için esef eder, çok üzülürdü. "İslâm dîninin üstünlüklerini, râhat ve huzûr kaynağı olduğunu ve medeniyyete, fende ve ahlâkta ilerlemeğe ışık tuttuğunu dünyâya bildirmek için, kısacası, İslâmiyete ve bütün insanlara hizmet için, yabancı dil öğrenmek muhakkak lâzımdır" derdi. Bütün dinleri iyi incelemiş olan, İngiliz ilim adamlarından Lord Davenport, (Hazret-i Muhammed ve Kur'ân-ı kerîm) adındaki İngilizce kitabında diyor ki: "Ahlâk üzerinde son derece titizliğidir ki, müslümanlığın az zamanda süratle yayılmasına sebeb olmuştur. Müslümanlar, muhârebede kılıca boyun eğmiş olan başka din adamlarını, dâimâ af ile karşılamışlardır. Juryo diyor ki: Müslümanların Hıristiyanlara karşı davranışı ile, Papalığın ve kralların müminlere revâ gördüğü muâmele, aslâ kıyâs edilemez. Meselâ, 1572 yılı Ağustosun yirmidördüncü günü, yani Sent Bartelemi yortu günü, dokuzuncu Şarl ve Kraliçe Katerina'nın emri ile Pâris ve civârında altmışbin protestan öldürüldü. Böyle nice işkencelerde dökülen Hıristiyan kanları, müslümânların harb meydânlarında döktükleri Hıristiyan kanlarından katkat fazladır. Bunun içindir ki, birçok aldanmış insanı, İslâmiyetin zâlim bir din olduğu zannından kurtarmak lâzımdır. Böyle yanlış sözlerin hiçbir vesîkası yoktur. Papalığın vahşet ve yamyamlık derecesine varan işkenceleri yanında, müslümanların, gayri müslimlere karşı davranışları, ağzı süt kokan bir çocuğunki kadar yumuşak olmuştur. İslâmiyet, başka dinlerin hurâfeler ve şübheler bataklığı ortasında, çiçek temizliği ile yükselmiş bir aklî ve fikrî asâletin sembolü olmuştur. Milton, "Kostantin Kiliseyi zenginleşdirince, papazlar makâm ve servet hırsını artırdı. Bunun cezâsını, parça parça olan Hıristiyanlık çekti" demiştir.
.
Medeniyetin kurucuları
23 Mayıs 2003 01:00
İngiliz ilim adamlarından Lord Davenport diyor ki: "İslâmiyet, ilâhlara insan kanı dökmek fâcia ve felâketinden beşeriyyeti kurtardı. Bunun yerine, ibâdeti ve sadakayı getirmekle, insanlara iyilik aşıladı. Sosyal adâletin temelini kurdu. Böylece, kanlı silâhlara hâcet bırakmadan, dünyaya kolayca yayıldı. İlim davâsına müslümânlar kadar bağlı ve saygılı hiçbir millet gelmemiştir denilebilir. Hz. Muhammed'in pekçok hadîsleri, samîmî bir ilim teşvîkçisidir ve ilme saygı ile doludur. İslâmiyet, ilme maldan daha çok kıymet vermiştir. Hz. Muhammed, bu tutumu olanca gücü ile desteklemiş, Eshâbı da, bu yolda var güçleriyle çalışmışlardır. Bugünkü fennin ve medeniyetin kurucuları, eski ve yeni eserlerin ve edebiyâtın koruyucuları, Emevîler, Abbâsîler, Gaznevîler ve Osmânlılar zamanındaki müslümanlar olmuştur." İslâm hukûkunu inceleyenler, İslâmiyette sosyal adâlete, eşitliğe, hak ve hürriyete verilen önemi görerek hayran kalıyorlar. İslâmiyetin, insan hakları ve mülkiyet hakkı üzerinde nasıl bir titizlik gösterdiğini, "Mecelle"yi inceleyenler bilir. Özel mülkiyete verilen önemi gösteren Mecelle'den bir iki örnek verecek olursak: "Herkes mülkünü dilediği gibi kullanır. Fakat, başkasının hakkına dokunursa, bu kullanması sınırlanır. Meselâ, İslâmiyette kat mülkiyeti vardır. Fakat, üst kat sâhibinin, apartmanın temelinde ve alt kat sâhibinin de çatıda hakkı vardır. Birisi, ötekinin izni olmadıkça, kendi katını yıkamaz." "Mülk sâhibi olmak üç yol iledir: Mal birinin mülkü iken, satmakla, hibe etmekle ve sadaka ve ödünç vermek gibi bir akid, yani sözleşme ile alanın mülkü olur. Mîrâs ile akid olmaksızın mülke girer. Sâhibi olmıyan, herkese mubâh olan birşey, ele geçirmekle mülk olur." "Hadîka" kitabında diyor ki: "Başkasının malını ondan izinsiz, zorla almaya, (Gasb etmek) denir. Gasb, haram olduğu gibi, gasbedilen malı kullanmak da haramdır. Başkasının malını izinsiz alıp, kullanıp, sonra geri vermek, malda ayıb ve kusûr hâsıl olmasa bile, haram olur. Kendisine vedî'a olarak emânet bırakılan veya gasbettiği malı, parayı ticârette veya başka yerde kullanıp da, bundan kazanç sağlamak câiz değildir. Kazandığı şey haram olur. Bunu fakîre sadaka vermesi lâzım olur. Birinin malını, parasını şaka olarak da alıp saklamak haramdır. Çünkü, böylece, başkasını üzmüş oluyor. Başkasına eziyyet vermek haramdır."
.
İmam-ı Gazali'ye neden düşmanlar?
23 Mayıs 2003 01:00
Geçen hafta, reformist çevrelerin İmam-ı Gazali düşmanlığından bahsetmiştim. Birçok okuyucum arayarak, bu düşmanlığı biraz açmamı istediler. Büyük İmam, bunlara ne yaptı ki bu kadar düşman oluyorlar? diye sordular. Bu sorunun cevabına geçmeden önce, Gazali düşmanlarının bir tahlilini yapmak lâzım. Dikkat edilirse bunlar, İslamiyeti kendi kafalarına göre yorumlamak isteyen; kısa akıllarına göre dine ilaveler çıkarmalar yaparak ismi "İslam" olan fakat gerçek islamla ilgisi olmayan yeni bir din kurmak isteyenlerdir. Veya alt yapısı müsait olmadığı, dine ait temel bilgilerden yoksun oldukları için bu tür art niyetli kimselerin oyununa gelen kimselerdir. İşte, İmam-ı Gazali hazretleri bu inançsızlık yolunu kapadığı için ona düşman oldular. İmam-ı Gazali bu tehlikeli yolu öyle sağlam engellerle kapatmış ki on asırdır bu yolu açmak için zorluyorlar. İtiraf edelim ki otoban olarak olmasa da stabilize yol olarak geçiş yapabilecek hale getirdiler. Nihai hedefleri otoban haline getirmek. İmam-ı Gazali hazretlerinin savunduğu doğrular neydi, bunun karşısında olan felsefecilerin yanlışları neydi, şimdi de biraz bunun üzerinde duralım: İmam-ı Gazali hazretleri bir ehli sünnet âlimi idi. İlimde tek ölçüsü vahye dayalı nakil bilgileri idi. Yani Cenab-ı Hakkın, Muhammed aleyhisselam ile bildirdiği bilgilerdi. Gazali'ye göre daha doğrusu dinimize göre, bu bilgiler herşeyin üzerinde idi. Başta akıl olmak üzere diğer bilgi kaynakları buna uygun ise bir değer ifade ederdi; uygun değil ise hiçbir kıymeti yoktu. İmam-ı Gazali hazretlerine karşı olan felsefeciler ise aklı esas almışlardı. Başta Kur'an-ı kerim ve Rusulullahın bildirdikleri olmak üzere herşey akıl süzgecinden geçiriliyor, akla uygun değil ise kabul görmüyordu. Bunlarla ilgili bir-iki örnek verecek olursak: Mesela, Müslümanlara, (Yahudilere ve nasârâya ve mecûsîlere) göre, varlıkların maddeleri de, sıfatları da hâdistir. Yani bunlar yok iken sonradan yaratıldı. Sonunda yine yok edileceklerdir. Ezeli ebedi değildirler. Ebedi ve ezeli olan sadece Cenab-ı Haktır. Aristo ve onun yolunda olan Fârâbî, İbni Sînâ gibi felsefeciler, bunu akıl ile anlayamadıkları için, cisimlerin maddeleri de, sıfatları da kadîmdir, yâni ezelîdir, hep vardır dediler. Bu sözün yanlış olduğunu, bugün modern kimya bilgisi kesin olarak bildirmektedir. Böyle bir inanç küfürdür. Aklı yaratan Allahü teâlâdır. Yaratanı bırakıp aklı esas almak, aklı ilahlaştırmak en büyük akılsızlıktır. Felsefenin tek dayanağı akıldır. Fakat, gerek zamanla tecrübî bilgilerin değişmesi ve gerekse bir başka insanın aklının bir önceki filozoftan daha farklı bir yapıya sâhib olması sebebiyle kurdukları felsefik sistemler şu veya bu oranda ve bâzan tamamen değişmiştir. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmaya kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmiyen yerlerde, pervâsızca yürümeye ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her ân uçuruma, girdâba düşebilirler. Nitekim, Yunan, Hind, Fars, Latin felsefelerinden ilhâm alan, İbni Sînâ, Fârâbî, İbni Tufeyl, İbni Rüşt, İbni Bâce gibi filozoflar, Kur'an-ı kerimin hak yolundan ayrılarak kendilerini ve arkalarından gidenleri uçuruma yuvarlamışlardır. Örneğin, İbni Sina, Muad kitabında Kıyamette dirilmeği inkar etmektedir. İbn-i Tufeyl ise öldükten sonra dirilmeye inanmamakla birlikte ilk insanın Âdem aleyhisselâm ile hazret-i Havvâ'dan çoğaldığını kabul etmemektedir. İşte bu ve buna benzer inançlarından dolayı, felsefecilerin bütün fikirlerini incelemiş olan İmam-ı Gazali ve İmam-ı Rabbani gibi İslam büyükleri bunların imanlarını kaybettiklerini küfre düştüklerini bildirmişlerdir.
.
Felsefe ve tefekkür
24 Mayıs 2003 01:00
Madde ve hayâtı, kâinât, cemiyet, rûh, ölüm-ölüm sonrası, din ve tanrı konularını inceleyen ve bunlarla ilgili akla dayanarak ortaya konulan düşünce ve görüşlerin tamamına "felsefe" denir. Felsefede vahyin yerini akıl aldığı için İslam dininde felsefenin yeri yoktur. Çünkü felsefenin cevap aradığı soruların hepsine hiç değişmez ve aksi iddia ve isbat edilemeyecek bir mükemmellikte dinimizde cevap verilmiştir. Kur'ân-ı kerîm, yaratanı (Hâlık'ı) ve yaratılmışı (mahlûku) birbirinden kesin bir şekilde ayırarak, her şeyin aslını haber vermektedir. İnsan, ruh, yaratılış, hayat, ölüm, ölümden sonraki hayat, ahlâk, cemiyet düzeni ve idâresi ve felsefecilerin akıllarına dayanarak îzâh etmeye çalıştıkları her şey, Allahü teâlâ tarafından, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma bildirilmiş ve O da bütün insanlara, kıyâmete kadar değişmemek üzere, tebliğ etmiştir. Felsefeciler kendilerine, akıllarına o kadar güneniyorlar ki, Eflâtûn, Îsâ aleyhisselâmın zamanında yaşamasına rağmen, "Olgunlaşmış olanın olgunlaştırıcıya ihtiyacı yoktur" diyerek O yüce Peygambere ümmet olma şerefinden mahrum kalmıştır. Dini bilgiler vahiy ile geldiği insan aklından çıkmadığı için, fen bilgisinin, tekniğin, zamanın, coğrafyanın ve insan aklının değişmesiyle değişmez. Kıyâmete kadar bâkidir, devamlıdır. Îmânın altı esâsını iyi öğrenen, Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği gibi inanan bir Müslümanın, felsefecilerden öğreneceği bir şey ve felsefe yapacağı bir konu kalmaz. Batı âleminde ve bilgileri tamamen batıya dayananlar nazarında, İslâm dünyâsındaki tasavvuf, felsefe zannedilmiş ve tasavvuf büyüklerinin (evliyâların) pek çoğu haksız ve yanlış olarak filozof olarak isimlendirilmiştir. "İslâm felsefesi" tâbiri de bu yanlışlıktan doğmuştur. Felsefe ile tefekkürü karıştırmamalıdır. İslâm dîninde "tefekkür" vardır ve çok kıymetli bir ibâdettir.Tefekkür "Fikri, bâtıldan hakka çevirmek" olarak târif edilmiştir.Tefekkür eden kimseye "mütefekkir" denir. Tefekkürden maksat iki şeydir. Birincisi: Allahü teâlânın azametini (büyüklüğünü), kudretini düşünerek, insanın bu azamet karşısındaki acz ve zayıflığını anlayarak, O'na yönelmek ve sığınmak, eşyadan, olaylardan, kâinattan ibret alarak, eserden müessire (o eseri yaratana) yol bulmak. İkincisi: Günlük hayatta karşılaşılan güçlük ve sıkıntıları yenmek, eşyayı, ilmi ve tekniği İslâm dîninin bildirdiklerine uygun, insanların râhat ve huzûrunu temin etmekte kullanmak için akıl ve fikir yormak. Her iki tür tefekkür de çok mühimdir, birincisinin ikincisinden daha kıymetli olduğu bildirilmiş olup, her ikisi de Müslümanlara emredilmiştir. İmâm-ı Gazâlî; "Gördüm ki akıl izmihlâl (yıkılma) içindedir. Akıl daha kendisinden bile habersizdir.Her şey peygamberlik gerçeğindedir. Bu gerçeğe yapıştım ve kurtuldum" demiştir. Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin; "Hocam Şems-i Tebrîzî'yi tanıyınca ona tâbi oldum. Aklıma uymadım, kurtuldum" sözü meşhurdur. İslâm âlimlerinin yüz binlerce cilt kitaplarında bu konu ile ilgili her söz, aynı şeyi tekrarlamaktadır. Dolayısıyla İslâm dünyasında aklı temel alan bir felsefe olmamış, vahyin bildirdiklerine uygun tefekkür (düşünme, fikir yorma) olmuştur. Böylece akıl, yerinde kullanılmıştır. Hiçbir Müslüman, peygamberlik makâmının ve peygamberlerin bildirdiklerinin yerine aklını koymamıştır. Fârâbî, İbn-i Rüşd ve İbn-i Sînâ gibi bâzı felsefeciler Yunan filozoflarının tesirinde kalıp, akla çok güvendikleri, nakli değil, aklı esas aldıkları, Kur'ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri kendi akıllarına göre açıkladıkları için, doğru yoldan ayrılarak küfür bataklığına düşmüşlerdir.
.
İslâmiyet ve fen
24 Mayıs 2003 01:00
Peygamberlerin ve kitapların gönderilmesine sebeb ve bildirilmesi en lüzûmlu olan emir, yerlerin, göklerin yaratanının varlığını, Onun bir olduğunu, ilim ve başka üstün sıfatları bulunduğunu, kudret ve büyüklüğünün sonsuz olduğunu kullara bildirmektir. İnsanların çoğu, gördüklerine, duyduklarına, göründüğü gibi inanıp, içlerini, inceliklerini anlıyamadıklarından, Allahü teâlâ, kitaplarında, varlığına, büyüklüğüne alâmet olan, mahlûklarının en büyükleri ve en açıkta bulunan ve insanların çok şaştığı her bakımdan düzgün görünen ayı, güneşi ve yıldızları, her çeşit insanın anlıyabilmesi için, göründükleri gibi tarîf buyurmuştur. Bunların hesaplarını, kanûnlarını, iç yüzlerini açıklamıyarak, câhil olan çoğunluğu, anlıyamıyacağı şeylerle uğraşmağa zorlamamış, bunları her asırdaki zekî, akıllı, seçme kimselerin çalışarak anlamalarını teşvîk buyurmuştur. İnsanların buluşları, zamanla değişmekte, bir vakitler doğru, güvenilir sanılan buluşların, sonradan yanlış olduğu anlaşılmaktadır. Her asrın insanları, zamanlarındaki son buluşların doğru olacağına inandıkları için, muhtelif asırlardaki insanların inanışları başka başka olmuş, bu inanışlar, günah, küfür olmamıştır. Çünkü, Peygamberlerin kitaplarına uymıyan, bunlarda bildirilenleri inkâr eden inanışlar, suç olur. Cenâb-ı Hak, kullarını küfürden, suçtan korumak için, herkesin anlıyamıyacağı, inanamıyacağı fen bilgilerini, kitaplarında açıklamayıp, bunlara işâret buyurmuş, yer küresini, güneşi, gökleri göründükleri gibi anlatarak, bunlardan ibret alınmasını, varlığının, büyüklüğünün anlaşılmasını emir eylemiştir. Kâdî Beydâvî hazretleri, Nahl sûresinde, "Kullarıma hikmet ile ve güzel vaaz ile beni tanıt!" meâlindeki yüzyirmibeşinci âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken, "Anlayışlı, tahsîlli olanlara, fen bilgileri ile; hislerine tâbi olan câhil halka da, görünenleri anlatmakla bildir, demektir" buyuruyor. Hindli molla Kudsî, "Esrâr-ı melekût" adındaki Arabça astronomi kitabında, yer, ay, güneş, gökler, yıldızlar hakkındaki âyet-i kerîmelere, islâm âlimlerinin, vakti ile verdikleri manâları bir araya toplıyarak bugünün yeni buluşlarına tam uygun olduğunu göstermiş, bu kitabını Sultân Abdülmecîd Hân'a takdîm ederek, çok makbûl olmuştu. İslam âlimleri naklî din bilgilerinin yanında fen bilgilerine de önem verirlerdi. Medreselerde okuturlardı
.
İlim din ile çatışır mı?
25 Mayıs 2003 01:00
Yahûdî ve Hıristiyan din adamları, yeryüzünü düz ve hareketsiz, güneşin bunun etrâfında döndüğünü, göklerin yer üzerine çadır gibi kapatılmış olduğunu, Allahü teâlânın, insan gibi, kürsîde oturup, işleri yürüttüğünü sanmışlar, tecrübe ile bulunan fen bilgileri, bu inanışlarına uymadığından, fen adamlarına dinsiz demişlerdir. Fen adamları, bu haksız hüküm karşısında, Yahûdîliğe ve Hıristiyanlığa saldırmıştır. Meselâ, din düşmanlığı ile tanınan William Draper "İlim ile dînin çatışması" adlı kitabında, "Kâinâttan ayrı, kâinâta hâkim, dilediğini yapabilen bir insan yoktur" diyor ki, bu sözü, Allahü teâlâyı bir insan sanıp bunu inkâr etmekte olduğunu göstermektedir. Bir yerinde de, "Kâinâtta herşeye hâkim bir kuvvet varsa da, bu papazların inandığı ilâh değildir" diyerek, Allahü teâlânın, fizik, kimyâ kuvvetlerinin en büyüğü olacağını zan ettiğini göstermektedir. Görülüyor ki, fen adamları arasında dinsiz olanlar, ya papazların ve câhil halkın yanlış anladıkları şeylere haklı olarak saldırmış, yâhud zamanlarının fen bilgileri arasına sıkışıp kalmış olan kafaları ile düşündüklerini, hayâlî inanışlarını inkâr etmişlerdir. Eğer, islâm âlimlerinin, Kur'ân-ı kerîmden çıkardıkları fenne bağlı bilgileri, bunların inceliğini, doğruluğunu okuyup anlasalardı, hepsi hakîkati görüp, seve seve müslümân olurdu. Neml sûresindeki, meâl-i şerîfi, "Dağları, yerinde duruyor görüyorsun, hâlbuki bunlar bulut gibi hareket etmektedir" olan seksensekizinci âyet-i kerîmesini Kâdî Beydâvî tefsîr ederken, "Yerinde duruyor gördüğün dağlar, bulut gibi, boşlukta hızlı gitmektedir. Büyük cisimler, bir cihete doğru hızlı gidince, üstündekiler, bunun hareket ettiğini duymaz" buyurmaktadır. Fahreddîn-i Râzî, Enbiyâ sûresi, otuzüçüncü âyetinin tefsîrinde, ayın, güneşin, yıldızların mihverleri ve yörüngeleri etrâfında döndüklerini, Dahhâk ve Kelbî'nin söylediğini yazmaktadır. Fahreddîn-i Râzî, Bekara sûresi, yirmidokuzuncu âyetini tefsîr ederken diyor ki: (Hidâye) fizik kitabının ve (Îsâgucî) mantık kitabının yazarı olan Esîrüddîn-i Ebherî, Batlemyus'un (Mecistî) adındaki astronomi kitabını okuturdu. Bunu okutmasını hoş görmeyen biri, müslümân çocuklarına böyle ne okutuyorsun diye sorunca, meâl-i şerîfi, "Yerleri, gökleri, yıldızları, bitkileri ne güzel yarattığımızı görmüyorlar mı?" olan Kaf sûresinin altıncı âyetini tefsîr ediyorum diyerek, cevâb vermiştir. Fen ilmi ile dinin çatışmadığını göstermiştir. İmâm-ı Râzî, Ebherînin bu cevâbının doğru olduğunu, tefsîrinde yazmakta ve Allahü teâlânın mahlûklarını inceleyen fen adamları, Onun büyüklüğünü, iyi anlar demektedir.
.
Müslüman fen adamları
26 Mayıs 2003 01:00
Bugün Batı bütün buluşlara, keşiflere sahip çıkmakta, geçmişte hiçbir buluş yapılmadığını söylemektedir. Halbuki pek çok buluşun alt yapısını Müslüman ilim adamları oluşturmuşlardır. Mesela, aynalarda ışıkların yansıması kanûnlarını bulan, Muhammed bin Hasen ibni Heysem'dir. Avrupalılar buna (Alhazem) derler. 965'te Basra'da doğdu 1039'da Mısır'da vefât etmiştir. Matematik, fizik ve tıb ilimlerinde yüze yakın kitap yazmış, eserlerinin çoğu Avrupa dillerine tercüme edilmiştir. Türkistânlı Alî bin Ebilhazm doktor idi. Tıb ilmindeki buluşlarını bildiren kitapları, bu ilimde kıymetli kaynak olmuşlardır. Akciğerlerdeki kan deverânının şemasını ilk çizen budur. Din bilgilerinde de derin âlim idi. İbn-ün-Nefîs ismi ile meşhûr olup, 1210'da Türkistân'da Karş şehrinde doğup 1287'de Mısır'da vefât etti. İslâm cerrâhlarından, meşhûr operatör Amr bin Abdürrahmân Kirmânî, Endülüs hastahânelerinde ameliyât yapardı. 1066'da orada vefât etti. Ebû Bekr Muhammed bin Zekeriyyâ Râzî, bir müslüman tabîb olup, göz ameliyâtı yapardı. Yüze yakın eseri vardır. (Ber-üs-sâ'), (Kitab-ül-hâvî) ve diğer kitapları, tıb ilmine olan hizmetinin şâhidleridir. 923'te Bağdâd'da vefât etmiştir. Tıb tahsîlini Bağdâd'da yaparak, mütehassıs olmuştur. İlâçlar ve kimyâ üzerinde de kıymetli kitapları vardır. Peygamberimizin torunu hazret-i Hüseyin'in kızı Sitti Sükeyne'nin, islâm tabîbleri tarafından, gözbebeği çıkarılarak, tekrâr yerine konduğu, "Müncid"de yazılıdır. Meşhûr İbni Hazm Alî bin Ahmed, "El-fasl" kitabında, yer küresinin yuvarlak olduğunu ve döndüğünü âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerle, bundan dokuz asır önce isbât etti. Yer küresinin çapı ve güneşin irtifâ dereceleri Mûsâ bin Şâkir'in oğulları Ahmed ve Muhammed tarafından, halîfe Me'mûn zamanında Sincâr ve Küfe sahrâlarında ölçüldü. Bu iki kardeşin yaptıkları astronomi âletleri, o zaman müslümânların ilme ve fenne verdikleri ehemmiyyetin açık senetleridir. Câbir bin Hayyân'ın simyâ ve kimyâ üzerindeki çalışmalarını bildiren kitapları meşhûrdur. Avrupa'da, liselerde, bunlar gibi daha nice müslümân fen adamlarının hiçbirinin ismi talebeye öğretilmiyor. İslâm memleketlerinde de müslümân çocuklarına, dedelerinin fenne olan hizmetleri bildirilmiyor. Büyük buluşları olan islâm âlimlerinin isimleri bildirilmiyor. Ufacık birşey yapmış olan hıristiyanlar, fen adamı olarak övülüyor.
.
Herkes haddini bilmeli!
27 Mayıs 2003 01:00
Art niyetli olmayan fen adamları, islâm kitaplarını okuyunca, Kur'ân-ı kerîmin, her tecrübeyi, her yeni buluşu, olduğu gibi haber vermiş olduğunu görerek, hayrân kalmaktadır. Fenden ve islâm kitaplarından haberleri olmayanlar, islâm düşmanlarının, papazların yazdığı kitapları okuyup, İslâmiyeti yanlış tanıyor ve din câhili oluyorlar. Böylece körü körüne islâm düşmanı kesilen bazı câhiller, kendilerine şâir, gazeteci, romancı, güzel sanatcı, hattâ din adamı, islâm târîhi mütehassısı gibi isimler takarak, çok çirkin yalan, iftirâ dolu yazılarla, gençleri dinsiz yapmağa uğraşıyorlar. Kendilerini de, milleti de felâkete sürüklüyorlar. Bu câhillerin bir kısmı da, birkaç fen kitabı okuyup, kendilerini fen adamı sanıyor. Avrupa'daki fen adamlarının hıristiyanlığa karşı haklı inkârlarını, itirâzlarını, çelik gibi sağlam olan islâm dînine bulaştırmağa yelteniyor. Bu fen taklîdcileri düşünmüyor ki, bir fen adamı, çalıştığı fen kolunda, hattâ ihtisâsı olan branşta konuşursa, sözü kıymetli olur. İhtisâsı dışında konuşması ve hele başka işlerdeki mütehassısların sözlerine karışması, kıymetsiz olduğu kadar, gülünç de olur. Fen adamı olmak, insana, her ilimde söz sâhibi olmak salâhiyyetini vermez. İyi bir kimyâcı, herhangi bir doktorun koyduğu teşhîsi bozamaz. İyi bir avukat, herhangi bir kimyâgerin raporunda fen hatâsı iddiâ edemez. İyi bir mühendis, bir avukatın ihtisâsına nüfûz edemez. Fen adamları, kendi fen şubelerinde ve ihtisâslarında bile, ne kadar hata ediyor, aldanıyorlar. Bir taraftan maddenin, kuvvetin ve hayatın sırlarından, bir veya bir kaçını çözerek, faydalı buluşlar başarırken, bir taraftan da, öyle yanılıyorlar ki, medeniyetin ilerlemesine, dünya çapında zararlı oluyorlar. Bunun misâlleri pek çoktur. Meselâ, İngilizlerin büyük matematik âlimi olan meşhûr Newton, bir taraftan, daha yirmiüç yaşında, bugünkü astronominin temeli olan, yerçekimi kanûnunu bularak ve kendi ismi ile anılan dürbünü keşif ve beyaz ışığın yedi renge ayrılacağını tecribe ile isbât ederek, fen âlemine unutulmıyacak hizmette bulunurken, öte yandan, ziyânın, ışık kaynağından saçılan zerrelerden hâsıl olduğunu söyleyerek ve aklınca isbât ederek, fizik ilminin bu kısmının senelerce ilerlemesine mâni olmuştu. Sonradan, titreşim nazariyesi kurulunca, Newton'un hatâ ettiği, katî anlaşıldı.
.
Fen adamlarının yanlışları
28 Mayıs 2003 01:00
Batılı meşhur fen adamları öyle yanlışlıklar yapmışlar ki, bugün bu hataları lise talebesi bile yapsa sınıfta bırakılır. Mesela, bugün kimyanın babası ismi verilen ve hakîkaten, kimyaya teraziyi sokmakla, Aristo'nun yanlış nazariyelerini temelinden yıkarak, tecrübî ilimlere, yeni, müsbet bir çığır açan Fransız kimyâgeri Lavoisier, bir taraftan, fennin bugünkü dereceye ilerlemesine çok hizmette bulunmuş, bir taraftan da, mütehassıs olduğu kimya ilminde öyle hatâlar yapmıştır ki, onun buluşu olduğu için kitaplara geçen, üniversitelerde okutulmuş olan bu sözleri, bugün bir ortaokul talebesi söylerse, sınıfta bırakılır. Meselâ, klor gazına bileşik cisim, bir oksid diyordu ve asitleri yanlış anlatıyordu. Lavoisier'nin en büyük hatâsı, doğru tecrübesini, kıymetli buluşunu îzâh ederken, câhillerin ve dinsizlerin, çok eskiden beri söylemekte oldukları bir sözü tekrârlaması idi. Kimya tepkimelerinde, ağırlık değişmediğini görerek, "ağırlığın sakımı kanûnu"nu kurunca, "Tabîatta hiçbirşey var olmaz ve yok olmaz" deyiverdi. Bunu duyan fen taklîdcileri, "Yoktan birşey yaratılmaz. Hiçbirşey yok olmaz" diye, yaygarayı kopardılar. Fen kitabı diye çıkardıkları sayfaları, bu siyâh yazılarla lekeleyip, güyâ dîni yıkıp İslâmiyeti yere serdiler (?). İman kal'asını uçuracak fennî bir kuvvete sâhib oldular! Hâlbuki, Lavoisier, herşeyin kimyâ ile olduğunu, Allahü teâlânın da, onun görebildiği kanûn içinde kalacağını, bu kanûndan başka hâdiseler olmadığını sanarak, bu hatâya düşmüştü. Lavoisier adındaki bu kimyâgerin, kimyâ olaylarında, maddenin artmadığını ve azalmadığını görmesi, "İnsanlar hiçbirşey var edemez ve yok edemez" hakîkatini meydana çıkarmaktadır. Başka din düşmanları gibi, bu da, tecrübesinden yanlış netîce çıkararak dîne saldırdı. Fakat, böylece kendini lekeledi. Çünkü, bugünkü (fiziko-kimyâ) bilgisi, kimyânın ulaşamadığı atomun derinliklerine girerek, Lavoisier'in aldandığı isbât edilmiş, Einstein'ın (relativite nazariyesi), kütlenin korunması kanûnu bile modifie edilmiştir. Yani değiştirilmiştir. Bu sûretle anlaşılmıştır ki, madde, Lavoisier'in sandığı gibi, dünyanın temeli değildir. İşte fen adamları, kendi ihtisâslarında bile, böyle yanılmış ve insanlığa büyük zararlar da yapmıştır. Bu yanılmaları, onların fen çerçevesi içindeki kıymetlerini ve ehemmiyetlerini azalttı demek istemiyoruz. Fakat, ihtisâslarında bile yanıldıklarını gösterip, fen adamının, ihtisâsı dışındaki ve hele tamamen başka, derin ve geniş olan din ilmindeki kuru düşüncelerinin, din büyüklerinin, din ilmi ile dolmuş, din zevki ile doymuş olan o hakîkî büyüklerin sözleri yanında, bir hiç olacağını göstermek istiyoruz.
.
İnsanlığı felâkete sürükleyenler
29 Mayıs 2003 01:00
Hakîkî bir fen adamı, ilmî gerçekleri kabûl eder. Fakat para adamları, yani para kazanmak, etiket kazanmak için, âdet üzere, birkaç senelik ömrünü çürütüp, birkaç şey ezberleyen fen yobazları, sinema filminden farkı olmayan rûhsuz dimâğlarındaki, birkaç basma ve komprime, silik çizgileri fen sanarak, fennin değil, cehâletin verdiği bir cesâretle ve taşkınlıkla, islâmın yüksek ilimlerine saldırarak helâk oluyor ve insanlığı ebedî felâkete sürüklüyorlar. Meselâ, bir fen adamı, jeolojik tabakalar arasında bulduğu bir kemik parçasında tedkîkler yaparak, hayât üzerinde kıymetli bilgiler toplamağa uğraşırken, beri taraftan, fen yobazları, bunu haber alıp, "İnsanların aslı olan maymunun kemikleri bulundu. İnsanların maymundan hâsıl olduğu hakîkat hâlini aldı" yaygarasını basıyor. Saf müslümânları aldatmağa, dinleri inkâra çalışıyorlar. İngiliz fen adamı Darwin'in (canlılar arasındaki hayât mücâdelesi) nazariyyesini öne sürerek müslümânlığı yıkmağa bir silâh yerinde kullanıyorlar. Evet, yüz seneden beri, birkaç biyolog, hayvanlarda, kan grubları, kan benzerliği, kromozom sayıları, muhîte adaptasyon için fizyolojik ve anatomik değişmeler, somatik değişmeler ve harâret, ışık, röntgen ve radium şuâları ile ve bazı kimyâ maddeleri tesîri ile çeşitli mutanlar meydâna gelmesi ve nihâyet paleontolojik müşâhedeler ve bütün canlılarda meios ve bunu takîb eden mitoz bölünme bulunması ve bazı hayvanlarda körleşmiş uzuvlar görülmesi, meselâ insanlarda apandis denilen kör bağırsak bulunması ve çok hücreli hayvanların hepsinde embriyon teşekkül etmesi ve bir hayvanın, embriyon devrelerini geçirirken, çeşitli hayvan vasıflarını göstermesi, meselâ insan embriyonunda pronefroz, mezonefroz, solungaç yarıkları gibi teşekküllerin görülmesi karşısında, hayvan nevilerinin, milyonlarca sene içinde, basîtten mükemmele doğru değiştiklerini, yani evolution veya desendens denilen evrim bulunduğunu zan etti. Canlıların basitten mükemmele doğru değiştiğini ilk yazan, Fransız doktoru Lamarck'tır. Lamarck 1809'da neşrettiği "Filozofi zoolojik" ismindeki kitabında "canlıların bir asıldan türeyebileceğini" yazdı. Fakat, aynı asırdaki biyologlar, Lamarc'kın verdiği misâllerin, hayvânların birbirlerine dönmesini değil, cânlıların, bulundukları muhîte intibâk etmelerini (adaptasyonu) göstermekte olduğunu söylediler. Dinlerin, peygamberlerin inkarına yönelik olan bu saçmalıkları, insanları dinden koparamadı. Çok az bir kesimin dışında, kahir ekseriyetle insanlar inançlarını korudular
.
Fethin manevî cephesi
30 Mayıs 2003 01:00
İstanbul, 550 sene önce fethedildi. Fetih öncesinde, Fatih Sultan Mehmed Han, ordusunu zamanının bütün teknolojik silahlarıyla donattıktan sonra, Allah adamlarının da ordusunda bulunmasını istedi. Bu dâvet üzerine Akşemseddîn, Akbıyık Sultan, Molla Fenârî, Molla Gürânî, Şeyh Sinân gibi meşhûr âlim ve velîler, talebeleriyle birlikte orduya katıldılar. Bilhassa talebeleriyle birlikte orduya katılan Akşemseddîn hazretleri ve diğer âlim ve evliyâ zâtlar, askerlere ayrı bir şevk ve azim veriyorlardı. Fakat kuşatma günlerce sürdüğü halde bir netice alınamamıştı. Kuşatmanın uzaması, devlet adamlarını ümitsizliğe düşürdü. Buna rağmen, Fatih çok ümitliydi. Çünkü askeri fethe karşı gayrete getiren bir din büyüğü vardı; Akşemseddîn... O, şeyhi Hacı Bayram-ı Velî'nin yıllar önce; "İstanbul'un fethini şu çocukla bizim köse görürler!" sözünü biliyor ve tahakkuk edeceğine kalpten inanıyordu. Pâdişâha gelen bâzı devlet adamları; "Bir sofunun (Akşemseddîn) sözüyle bu kadar asker kırdırdın ve bütün hazîneyi tükettin. İşte Frengistan'dan kâfire yardım geldi. Fethetmek ümidi kalmadı" dediler. Bunun üzerine Sultan Mehmed Han, veziri Veliyüddîn Ahmed Paşayı Akşemseddîn'e göndererek; "Şeyhe sor, kal'a feth olmak ve düşmana zafer bulmak ümidi var mıdır?" dedi. Buna Akşemseddîn hazretleri şöyle cevap verdi: "Ümmet-i Muhammed'den bu kadar müslüman ve gâziler bir kâfir kâlesine doğru hücum ederse, inşâallahü teâlâ feth olur." Sultan Mehmed Han, umûmî cevapla yetinmeyip, Veliyüddîn Ahmed Paşayı tekrar Akşemseddîn'e gönderip; "Vaktini tâyin etsin" dedi. Akşemseddîn murâkabeye daldı. Başını eğip, Allahü teâlâya yalvardı. Mübârek yüzü terledi. Sonra başını kaldırarak; "İşbu senenin Cemâziyelevvel ayının yirminci günü, seher vaktinde, inanç ve gayretle filan taraftan yürüsünler. O gün feth ola. Kostantiniyye'nin içi ezan sesiyle dola!" dedi. Ayrıca genç pâdişâha bir mektup gönderdi. Mektubunda; "Kul tedbir alır, Allahü teâlâ takdir eder kaziyesi, delili sâbittir. Hüküm Allahü teâlânındır. Velâkin kul, elinden geldiği kadar gayret göstermekte kusur etmemelidir. Resûlullah'ın ve Eshâbının sünneti budur" diyordu. Nihâyet Akşemseddîn hazretlerinin söylediği gün ve saat doldu. Sultan Mehmed Han ordunun başına geçerken, hocası Akşemseddîn'den okumak için bir duâ istirham etti. Bunun üzerine Akşemseddîn; "Yâ Fakih Ahmed!" diyerek himmet taleb eyle!.. Onu vesile kılarak Allahü teâlâya niyâz eyle" buyurdu. Sonra çadırına giren Akşemseddîn hazretleri yanına hiç kimseyi koymamalarını istedi ve kapılarını iyice kapattırdı. Şavaş bütün şiddetiyle devam ederken, Mehmed Han, hocası Akşemseddîn'in yanında olmasını arzuladı ve haber gönderdi. Gelmeyince Akşemseddîn'in bulunduğu çadıra gitti. Çadırın her tarafı iyice kapatılmıştı. Sultan Mehmed Han çadıra yaklaşıp, hançerini çıkardı. Hançerle çadırdan biraz keserek, içerisinin görülebileceği kadar bir delik açtı. İçeri bakınca, hocası Akşemseddîn hazretlerini kuru toprak üzerinde secdeye kapanmış, başından sarığı düşmüş, ak saçı ve ak sakalını nûr gibi parlıyor gördü. Ak saçını ve ak sakalını toprağa sürüp, saçını sakalını toprak içinde bırakmıştı. Bu hâli ile İstanbul'un fethinin gerçekleşmesi için Allahü teâlâya yalvarıp duâ ediyor, gözyaşı döküyordu. Fâtih Sultan Mehmed Han, hocası Akşemseddîn'in Allahü teâlâya yalvarıp, duâ etmekte olduğu bu yüksek hâlini görünce, doğruca yerine döndü. Kaleye bakınca surlara tırmanan İslâm askerinin yanında ve önünde ak abalı bir topluluğun da hisara girmekte olduğunu gördü. Az sonra fethin askeri de surları geçip şehre girdi. Böylece İstanbul'un fethi ve Peygamber efendimizin büyük mûcizesi gerçekleşti
.
"Hayretten tepem atıyor!"
30 Mayıs 2003 01:00
İlmini dini yıkmada kullananlardan, bir İngiliz biyoloğun oğlu olan Ch. Darwin, "Canlılar, bulundukları muhîte uymak için mücâdele eder. Bu hayât mücâdelesini kazananlar yaşayabilir, kaybedenler ölür. Canlıda tesâdüfen husûle gelen değişiklikler, muhîte uyarak yaşamağı temîn eder" dedi. Buna da çeşidli itirâzlar edildi. Hattâ, Darwin de göz, beyin gibi karışık uzuvların nasıl meydâna geldiğini anlatmaktan âciz olduğunu bildirmiş, bir arkadaşına yazdığı mektûbda, "Gözün teşekkülünü düşündükçe hayretimden tepem atıyor" demiştir. Hollandalı Hugo de Vries, bitkilerde (Saf bir nev içinden, tesâdüfen, diğerlerinden farklı fertler meydâna çıktığını, bunların yeni evsâfının dölden döle geçtiğini) görerek, buna (mutasyon) nazariyyesi dedi. Hâlbuki, mutasyonda yeni uzuvlar meydâna gelmiyor. Bundan başka, göz ve beyin gibi, embriyonun muhtelif tabakalarından hâsıl olan karışık uzuvların teşekkülünü, mutasyon teorisindeki tesâdüfe bağlamak mümkün değildir. İnsaf ehli paleontoloji mütehassısları, "Her tür canlının kendi cinsi içinde değişebildiğini, bir canlının başka türlere dönmediğini" kabûl etmekdedir. Meselâ, birinci zamandaki derisi dikenliler ne ise, şimdikiler de aynıdır. Derisi dikenlilerin, mutasyon ile, omurgalı hâle döndüğü görülmemiş ve buna âit bir fosil bulunmamıştır. Hâlbuki, canlıların yapısında, en basîtinden, en mükemmele doğru, düzgün bir tekâmül bulunduğunu, daha önce İbrâhîm Hakkı hazretleri, (Ma'rifet-nâme) kitabında, misâller vererek yazmış, bunun, türlerin değişmesi demek olmadığını da bildirmişti. Allahü teâlâ, maddeyi, maddedeki değişmeleri inceleyiniz, bunları sizin için yarattım, hepsinden faydalanınız dediği gibi, yavruların nasıl tekâmül ettiğini, hayat hâdiselerini de tedkîk ederek, hepsinin müsbet, muntazam esâslara bağlı olduğunu görüp, varlığımı, büyüklüğümü anlayınız! buyuruyor. İslâm dîninin ilme ve fenne verdiği ehemmiyeti bilmeyen câhil fen taklîdcileri, İslâmiyeti baltalamak, Kur'ân-ı kerîme saldırmak için, fizik, kimya, biyolojik ve astronomik olaylardan, çürük düşünceler, bozuk fikirler çıkarıyor. Bu iftirâlarını, ilim, fen bilgisi diye, gençliğin önüne sürerek müslümân yavrularını aldatıyorlar. Hâlbuki, fennin ilerlemesi, yeni yeni buluşlar, Allahü teâlânın varlığını, bir olduğunu, kudretini ve ilmini daha ziyâde meydâna çıkarmakta, İslâmiyeti desteklemektedir
.
İnsan ile hayvanın farkı
31 Mayıs 2003 01:00
İmanımıza saldıranlara aldanmamak için, lise ve üniversitedeki fen bilgilerini iyi öğrenmek ve anlamak lâzımdır. Hakîkî fen adamları, din düşmanlarının sözlerinin ne kadar çocukca ve câhilce olduğunu hep görmektedir. İnsan ile maymunu mukayese edenler önemli farkı görmemezlikten geliyorlar. İnsan ile hayvanlar arasında en büyük fark, insanın rûhudur. İnsanlarda rûh vardır. İnsanlık şerefi hep bu rûhdan gelmektedir. Bu rûh, ilk olarak, Âdem aleyhisselâma verildi. Hayvanlarda bu rûh yoktur. Maddecilerin, felsefecilerin bu rûhdan haberleri olmadığı için, insanı maymuna yakın sanabilirler. İlk insanların şekli, yapısı, maymuna benzese de, insan insandır. Çünkü, rûhu vardır. Maymun ise hayvandır. Çünkü bu rûhdan ve rûhun hâsıl ettiği üstünlüklerden mahrûmdur. Görülüyor ki, insan ile hayvan, tamamen ayrıdır. Aralarında, hiçbir zaman, bir geçit olamaz, birbirine dönemez. Hâlbuki, hayvanlardan insana en yakın maymun olduğu, asırlar önce, islâm kitaplarında, meselâ İbni Haldûn'un (Târîhi) mukaddemesinde ve (Ma'rifetnâme)'de yazılıdır. Dinsiz bir hesap uzmanının, sonsuzdan sonsuza kadar uzanan matematik sahasında, İslâmiyeti lekeleyecek bir nokta bile bulamadığı için, başka fen kollarında, anlayamadığı hâdiselerden çıkardığı yanlış manâlar ile hücûma geçmesi, ne kadar şaşılacak ve acınacak bir hâldir. Üniversite öğrenimi yapan bir insanın, böyle aşağılık hareketleri, yüksek tahsîl ismini lekelemez mi? Alçak görgülü olan bile, bu kadar câhilce konuşur mu? Fen adamlarının tecrübelerini, sözlerini işitip de, kendi kurdukları yalanları, plânları, bu sözlerle maskeleyerek, gençleri zehirlemeğe, imanlarını çalmağa uğraşan din hırsızlarına (Fen yobazı) denir. İslâm dîninden haberi olmıyan fen taklîdcileri, fen yobazları, gençleri aldatmak, dinden çıkarmak için yalan ve iftirâlarla saldırıyorlar. Din adamlarına yobaz, gerici diyorlar. Din adamları, fen düşmanıdır diyorlar. İslâm kitaplarını okuyan, İslâm dîninin ileri, üstün bilgilerini anlıyan, insâflı bir fen adamı, bu yalanlara aldanmaz. Onların kötü niyetlerini, dost görünen sinsi düşman olduklarını hemen anlar ise de, din bilgisi az olan, ana baba yuvasından bilgi almayan zavallılar, böyle sinsilerin tuzaklarına düşmekte, felâkete sürüklenmektedir.
.
"Fethi nasıl bildin?"
31 Mayıs 2003 01:00
İstanbul sabah sekiz sıralarında fethedilmişti. Fâtih Sultan Mehmed ise şehre öğle saatlerinde Topkapı'dan girdi. Beyaz bir at üzerinde idi. Muhteşem bir alayla ve alkışlar içinde ilerleyerek, Ayasofya'ya doğru yol aldı. Zulümden ve haksızlıktan bıkmış olan Bizans halkı yeni bir bekleyişin içinde idi. Fâtih geçtiği sokakları, caddeleri, evleri dikkatle gözden geçiriyordu. Yanında ileri gelen kumandanlarıyla vezirlerinden başka, Molla Gürânî, Molla Hüsrev, Akşemseddîn ve Akbıyık Sultan gibi âlimler ve velîler topluluğu da bulunuyordu. Yerli halk yolları doldurmuştu. Fâtih Sultan Mehmed çok genç olduğu için, herkes Akşemseddîn'i pâdişâh sanıyordu. Ona, demet demet çiçek veriyorlardı. Akşemseddîn'in, genç pâdişâhı göstererek; "Sultan Mehmed ben değilim, odur" sözüne karşılık; Sultan Mehmed de; "Gidiniz, yine ona gidiniz. Sultan Mehmed benim, ama o benim hocamdır. Şehrin mânevî fâtihidir" diyordu. Fâtih Sultan Mehmed Han, fethin üçüncü günü Ayasofya'ya gidip, orayı câmiye çevirdi. Ayasofya'yı câmiye çevirmesi, Bizanslılar ile yapılan bir anlaşmaya bağlanmıştı. Burada ilk hutbeyi, Akşemseddîn okudu. Okmeydanı'nda bir zafer alayı tertiplenmişti. Orada Akşemseddîn de vardı. Akşemseddîn gâzîlere bir konuşma yaptı. Bu konuşmasında; "Ey gâzîler, bilin, âgâh olun ki; cümleniz hakkında, âhir zaman Peygamberi ol Server-i kâinât; "Onlar ne güzel askerdir" buyurmuştur. İnşâallah cümlemiz affedilmiş oluruz. Fakat gazâ malını isrâf etmeyip, İstanbul içinde hayr-ü-hasenâta sarf ve pâdişâhımıza itâat ve muhabbet ediniz" diye nasîhatte bulundu. Akşemseddîn hazretlerine; "İstanbul'un fethedileceği zamânı nasıl bildin?" diye sorulunca, şöyle cevap verdi; "Kardeşim Hızır ile, ilm-i ledünniyye üzere İstanbul'un fetih vaktini çıkarmıştık. Kale fethedildiği gün, Hızır'ın, yanında evliyâdan bir cemâatle hisara girdiğini gördüm. Kale fetholunduktan sonra da, Hızır kardeşimi kalenin üzerine çıkmış oturur hâlde gördüm..." Fâtih Sultan Mehmed Han, fetihden sonra hocası Akşemseddîn'e, son taarruzun başladığı sırada; "Yâ Fakîh Ahmed" diyerek Fakîh Ahmed'den himmet taleb etmesini söylediğini hatırlatarak; "Fakîh Ahmed kimdir ki; tazarru ve niyâz eyledim? Himmetini istedim? Halbuki, Allahü teâlâya yalvarmış olsa idim evlâ değil mi idi?" diyerek, sebebini sordu. Hocası Akşemseddîn bu suâle; "O sırada Fakîh Ahmed, kutb, sâhib-i tasarruf idi" cevâbını vererek, Allahü teâlânın yardımını, onun vâsıtasıyla ve onun bereketi ile gönderdiğini ve onun da himmet ettiğini söylemiştir. (Akşemseddîn hazretlerinin "Fakîh Ahmed" dediği kimsenin kendisi olduğu rivâyet edilmiştir.) Bir gün Fâtih, Akşemseddîn'e; "Hocam! Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden, mihmandâr-ı Resûlullah olan Ebû Eyyûb-i Ensârî'nin mübârek kabrinin İstanbul surlarına yakın bir yerde olduğunu târih kitaplarından okudum. Yerinin bulunması ve bilinmesini bilhassa ricâ ederim" dedi. O zaman Akşemseddîn hemen; "Şu karşı yakadaki tepenin eteğinde bir nûr görüyorum. Orada olmalıdır" cevâbını verdi. Derhâl pâdişâhla oraya gittiler. Akşemseddîn hazretleri, oradaki bir çınardan iki dal aldı. Birini bir tarafa, diğerini az öteye dikti ve; "Bu iki dal arası, Mihmandâr-ı Resûlullah'ın kabridir" buyurdu. "Kabrin baş tarafından bir metre kazılınca, üzerinde; "Bu Hâlid bin Zeyd'in kabridir" yazılı bir taş vardır" dedi. Kazdılar, Akşemseddîn'in dediği gibi çıktı. Bu hâli gören Sultan Fâtih'in vücûdunu bir titreme aldı. Bu hâl geçince Fâtih; "Zamânımda Akşemseddîn gibi bir zâtın bulunmasından duyduğum sevinç, İstanbul'un alınmasından duyduğum sevinçten az değildir" diye şükretti. Buraya türbe ve cami yaptırd
.
Din, matbaaya mani oldu mu?
1 Haziran 2003 01:00
Geçmişimizi, ecdadımızı kötüleyebilmek için sık sık gündeme getirdikleri husus matbaanın getirilmesi meselesidir. Bu konuda da olaylar çarpıtılarak verilmektedir. Gazetelerde, TV'lerde, "Avrupa'da matbaa yapılırken, kitaplar basılırken, bizdeki sarıklı, sakallı, kara kafalılar, matbaa günahdır, gâvur îcâdıdır diyerek yapdırmadılar. Yıllarca geri kalmamıza sebeb oldular. Müslümânlık, çöl kanûnu, Türklüğe çok zarârlı oldu" diyerek, dinsiz, imansız yetişdirmek istiyorlar. İslâm düşmanlığı aşılıyorlar. İslâmiyete, ilm, fen, ahlâk yolundan saldıramadıkları için, böyle alçakça yalanlar düzüyorlar, körpe dimâgları zehrliyorlar. Her iftirâları gibi, bu sözlerinin de yalan olduğu meydandadır. Kara zihniyet dedikleri islâm âlimlerinin en yüksek temsîlcileri olan Osmânlı şeyh-ul-islâmlarından elliyedincisi, Yenişehrli Abdullah Efendi, matbaa açmak, kitap basmak için kendisine sorulduğunda, bakınız nasıl cevap vermiştir: İbrâhîm-i Müteferrika adındaki Macar asıllı bir müslümân, İstanbul'da 1725'te ilk matbaayı kurmak isteyince, şeyh-ul-islâma soruluyor: "Kitap basma san'atını iyi bildiğini söyleyen bir kimse, lügat, mantık, astronomi, fizik ve benzerleri âlet ilmleri kitaplarının harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp, buradan kâğıtların üzerine basarak, bu kitapların benzerlerini elde ederim dese, bu kimsenin böyle kitap basmasına İslâmiyet izin verir mi?" Şeyh-ul-islâm Abdullah Efendi, cevâbında: "Kitap basma san'atını iyi bilen bir kimse, bir kitabın harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp, buradan kâğıtlara basmakla, bu kitapdan az zamanda kolayca, çok sayıda elde ediyor. Böylece çok ucuz kitap yazılmasına sebeb oluyor. Faydalı bir iş olduğundan, İslâmiyet bu kimsenin bu işi yapmasına izin verir. Kitapta yazılı ilmi bilen birkaç kişi, önce kitabı tashîh etmelidir. Tashîh ettikten sonra basılırsa, güzel bir iş olur" buyurmuştur. Bu cevâb, (Behcet-ül-fetâvâ) kitabının (Hazar ve lebs) faslında yazılıdır. İslâm dîninin ilme, fenne nasıl kıymet verdiğini göstermektedir. Matbaacılığın Osmânlı idâresi altında bulunan islâm memleketlerine Avrupa'dan ancak 200 sene sonra gelmesini, (islâm dîni matbaa ile kitâb basmayı men eder) tarzında îzâh etmeye kalkanlar tamamiyle yanılmaktadırlar. Matbaacılığın Türkiye'ye gelmesinin gecikmesine, kitâblar basılırsa işsiz kalacaklarından korkan kitâb müstensihleri, yanî para karşılığında kitâb yazanlar sebeb olmuştur. Bunlar, matbaanın Türkiye'ye gelmemesi için türlü propagandalar yapmışlar, divitlerini bir tabuta koyarak, Bâb-ı Âliye kadar yürümüşlerdir.
.
Fen dışı konular
2 Haziran 2003 01:00
Yıllardır, Müslüman ilim adamları için, "fen ilminden anlamazlar, fen ilmine karşıdırlar" iftirası yapıldı. Halbuki eskiden medreselerde din bilgileri ile beraber zamanın fen bilgileri de öğretilirdi. Sultân İkinci Abdülhamîd Hân zamanında yetişen din adamlarından, Abdüllatîf Harpûtî'nin 1911'de, İstanbul'da basılan (Tenkîh-ul-kelâm fî-akâid-i Ehl-i islâm) kitabı, fen bilgilerini ve din büyüklerinin bunlar üzerindeki sözlerini uzun bildirmekdedir: Fen adamları, cisimleri ve cisimlerdeki olayları araştırır, inceler. Bunlar üzerinde deneyler yapar. Madde ve olayları anlar ve anladıklarını bildirir. Gördüklerinden, his ettiklerinden dışarıya çıkmazlar. Bundan dışarıya çıkan, vazîfesinin dışına çıkmış olur. His olunamıyan, incelenemiyen, deney yapılamıyan konular, fen bilgisinin dışında kalır. Böyle konularda, fen adamının sözü kıymetsiz ve ehemmiyetsiz olur. Bir fen adamı, melek yoktur deyince, meleğin varlığı, fen ile incelenemez, deney ile anlaşılamaz demek isterse, bu sözü, fenne uyar. Fakat, deney ile isbât edilemediği için meleğin varlığına inanılmaz demek istiyorsa, hiç kıymeti olmaz. Söyleyenin yüzüne çarpılır. Çünkü, bu sözü ile, kendisi fennin dışına çıkmakta, fenne uymamaktadır. İncelemekle, deneyle varlığı anlaşılamıyan şeyi inkâr etmeğe, var olamaz demeğe kalkışmak, varlığını, fen göstermektedir demesi kadar yersiz ve fenne aykırıdır. Rûh, melek, cin, Cennet, Cehennem gibi, fen konusu dışındaki varlıkları, madde ve olay sınırları içinde aramak ve deney ile anlamağa uğraşmak, fen adamına yakışmaz. Böyle varlıkları anlamak, Peygamberlerden "aleyhimüsselâm" işitmekle olur. Bu bilgileri, fen yolu ile anlamağa kalkışmak, ekmeği kulağına götürmeğe, kulakla yemeği istemeğe benzer. Gök dürbünleri yapılınca görülen yıldızlar ile, mikroskopla görülen küçük varlıklar, daha önceki zamanlarda görülemiyor, varlıkları bilinmiyordu. O zaman görülemediği için, bu varlıklara yok demek, yanlış, haksız olduğu gibi, fen adamlarının, bugünkü fen âletleri, fen bilgileri ile anlayamadıkları şeyleri ve hele, fen, madde bilgisi sınırları dışındaki varlıkları inkâr etmesi, yok demesi de, yersiz ve haksız olur. Fenne uymayan bir söz, bir câhil sözü olur.
.
"En büyük eser"
3 Haziran 2003 01:00
Yıllardır içeride, sözde ilim adamları tarafından Kur'an-ı kerim ve din düşmanlığı yapılırken, dışarıda müslüman olmamasına rağmen İslâmiyet'e düşman olmayan, Kur'an-ı kerimin üstünlüğünü kabûl eden ilim adamları çıkmıştır. Meselâ, Gibon, (Roma İmparatorluğunun çökmesi ve yıkılması) adlı eserinde, İslâm dîni ve Kur'ân-ı kerîm hakkında şunları söylüyor: "Kur'ân-ı kerîm, Allahın birliğini isbât eden en büyük eserdir." Amerikalı astronomi uzmanı Michael H. Hart, Hazret-i Âdem'den bugüne kadar gelen bütün büyük insanları birer birer inceleyerek, bunların içinden 100 tanesini ayırmakta, bu 100 kişi arasında, en büyüğü olarak Peygamberimizi "sallallahü aleyhi ve sellem" göstermektedir. "Onun kudreti, kendisine Allah tarafından vahiy edildiğine inandığı, muazzam eser, Kur'ândan geliyor" demektedir. Kur'ân-ı kerîmi İngilizceye tercüme eden Arbeyrry ise: "Ne zaman ezân dinlesem, bana bir mistik müzik gibi te'sîr eder" demektedir. Marmaduke Pisthall ise, Kur'ân-ı kerîm için: "En taklîd olunamaz senfoni, en sağlam bir ifâde, insanları ağlamağa veya coşturmağa sevkeden bir kudret" ifâdesini kullanmıştır. Bunların yanında birçok batılı filozof, yazar, ilim ve siyâset adamı, Kur'ân-ı kerîmden, büyük bir takdîr ve büyük bir hayrânlıkla bahsetmektedirler. Lamartine bile Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" için, "Filozof, hatîb, Peygamber, kumandan, yeni dogmalar koyan, muazzam bir İslâm Devleti kuran adamdır. İnsanların büyüklüğünü ölçmek için kullandıkları bütün mikyâslarla ölçülsün, acaba ondan daha büyük bir insan var mıdır? Olamaz!" demekten kendini alamamıştır. Amerikan Chicago Üniversitesi profesörlerinden, tanınmış psikoanaliz uzmanı Jules Masserman 1974 yılının 15 Temmuzunda yayınlanan "Time" mecmuasının özel nüshasında, "Büyük liderler nerede?" başlığı altında, târihte şimdiye kadar gelip geçmiş olan önderleri incelemekte, bunların psikoanalizini yapmakta ve bu liderlerin en büyüğünün Muhammed aleyhisselâm olduğunu bildirmektedir. Kültürlü insanlar, insafla düşündükleri zaman, Allahü teâlânın varlığına inanmak mecbûriyetinde kalıyorlar. Doğru dürüst yapılmayan Kur'ân-ı kerîm tercümelerinden bile, hakîkî dînin İslâmiyet olduğunu itirâf ediyorlar. Tercümeler, hiçbir zaman, aslına uygun olamaz. Bu bakımdan İslâmiyeti incelemek isteyen yabancılara, islâm âlimlerinin (Akâid) kitapları tavsiye edilmelidir.
.
Tabiî ilimler ve din
4 Haziran 2003 01:00
Dünya'nın en büyük tabîî (fizik, kimya, biyoloji gibi) ilimler âlimlerinden biri olan Max Planck diyor ki: "Gerek din ve gerek tabîî ilimler, üzerimizde kendisine erişmek kâbil olmıyan çok muazzam bir kudret bulunduğunu, bu kudretin dünyayı kurduğunu ve ona hükmettiğini ortaya koymaktadır. Gerek din, gerek tabîî ilimler, bu âlemi ancak mâhiyetini hiç bir zaman anlıyamıyacağımız, insanların hiç bir zaman erişemiyecekleri bir kudretin yaratabileceğini kabûl ederler. Bu muazzam kudretin bütün azametini biz bilemiyoruz ve hiçbir zaman bilemiyeceğiz. Din, bu kudreti ve yaratıcıyı tanımak ve insanları Ona yaklaştırmak için kendine mahsus akla hitâbeden semboller kullanır. Tabîî ilimler ise, bu kudretin tanınması için ölçü ve formüllerden fâidelenir. Hâlbuki, bu iki yolu birleştirecek olursak, asıl o zaman bu yaratıcının ne büyük bir kudret sâhibi olduğu meydana çıkar. Tabîî ilimlerin bu kudretin ancak küçücük bir kısmında yaptığı araştırma, ölçme ve formüller, yaratıcının zâtını ve büyüklüğünü meydana koyar. Din ile tabîî ilimleri karşılaştıracak olursak, hiç bir yerinde bunların birbirinden aykırı bir bilgi vermediğini görürüz. Gerek din, gerek tabîî ilimler, bir muazzam yaratıcı olmadan bu dünyanın kurulamıyacağını kabûl ederler. Tabîî ilimlerin bulduğu bütün yenilikler, yaratıcının varlığı ve büyüklüğü hakkında birer vesîkadır. Din ile tabîî ilimler arasında hiçbir fark yoktur. Bazılarının sandığı gibi, tabîî ilimlerin tuttuğu yol ayrı değildir. Bugün ne yazık ki, bazı insanlar, tabîî ilimlerin artık din ile hiçbir ilgisi kalmadığını sanırlar. Hâlbuki bu, çok yanlıştır. Yukarıda îzâhına çalıştığım gibi, tabîî ilimler, bilakis dîni inanç ve düşünceleri takviye ederler. Târîhe bakılacak olursa, dünyâya gelmiş olan büyük tabîî ilim bilginlerinin dîne çok bağlı oldukları görülür. Leibniz, Newton, Kepler çok dindâr insanlardı. Araştırmalar yavaş yavaş laboratuvarlar, çalışma enstitüleri, üniversite ilim merkezleri kurulduktan sonra, din adamları ile tabîî ilimler bilginleri birbirlerinden ayrıldılar ve ayrı çalışma usûllerini tatbîke başladılar. Zamanla bunların çalışma metodları birbirinden çok ayrılmış gibi göründü ve bunlardan beklenenler birbirinden farklı sanıldı. Hâlbuki, bu iki yol, ayrı ayrı istikâmetlere doğru birbirinden ayrılan, başka başka yerlere sapan iki yol değildir. Bilakis birbirine tamamiyle paraleldir. Aynı gâyeye doğru giderler ve nasıl ki, paralel hatlar sonsuzda birbiriyle birleşecekler ise, din ile tabîî ilimler de, esas gâye sonsuzunda birbiriyle kucaklaşacaklardır.
.
Edison'un itirafı
5 Haziran 2003 01:00
Meşhûr, Amerikan fen adamı Edison'u hepiniz bilirsiniz. Birçok keşifleri yanında, ilk elektrik ampulünü yaparak her yeri aydınlatan, bu meşhûr kâşif hakkında, yakın mesâî arkadaşı olan Martin Andre Rosonoff, şu hâtırayı anlatır: Birgün laboratuvara girince, Edison'u kendinden geçmiş, çok dalgın bir hâlde, hiç kımıldamadan elinde tuttuğu bir kaba baktığını gördüm.Yüzünde büyük bir hayret, hürmet, takdîr ve tazîm ifâdesi vardı. Yanına tam yaklaşıncıya kadar, geldiğimin bile farkına varmadı. Sonra beni yanında görünce, elindeki kabı bana gösterdi. Kap, cıva ile doluydu. Bana: (Şuna bak!) dedi, (Bu ne muazzam bir eserdir! Sen cıvanın hârikulâde birşey olduğuna inanır mısın?). Ben, (Cıva, hakîkaten hayrete değer bir maddedir) diye cevâb verdim. Edison konuşurken sesi titriyordu. Bana, (Ben cıvaya bakınca bunu yaratanın büyüklüğüne hayran oluyorum. Buna ne türlü hâssalar vermiş? Bunları düşündükce, aklım başımdan gidiyor) diye mırıldandı. Sonra tekrar bana döndü ve şunları söyledi: (Dünyadaki bütün insanlar bana hayrândır. Benim yaptığım birçok keşifleri, birçok yeni buluşları birer hârika, birer başarı zan ediyorlar. Beni, insan üstü bir varlık gibi görmek istiyorlar. Hâlbuki, ne büyük hatâ! Ben, beş para bile etmeyen bir insanım. Benim keşiflerim esâsen dünyada bulunan, fakat o zamana kadar insanların göremedikleri büyük hârikaların ufacık bir kısmını meydana çıkarmaktan ibârettir. Bunu ben yaptım! diyen bir insan, en büyük yalancı, en büyük budaladır. İnsan, elinden hiçbir şey gelmeyen âciz bir mahlûktur. İnsan, ancak bir parça konuşabilen, biraz düşünebilen bir mahlûktur. İyi düşünse, kibre, gurûra kapılmaz, aksine, ne kadar boş olduğunun farkına varır. İşte ben de, bunları düşündükçe, ne kadar kudretsiz, ne kadar âciz, ne kadar zaîf bir mahlûk olduğumu anlıyorum. Ben mûcidim ha! Asıl mûcid, asıl dâhî, asıl yaratıcı işte Odur, Allah'tır!) Görülüyor ki, fen adamları Allahü teâlânın varlığına inanmakta ve iki elle Onun dînine sarılmaktadır. Fakat İslamı aslından ciddi bir şekilde inceleme imkanı bulamadıkları için çoğu İslam ile şereflenememektedirler. Yalnız maddiyyâta inanan kimseler, çok kereler dertlerine çâre bulamayıp, ümitsizliğe kapılmaktadırlar. Bu, onların rûhlarının boş kalmasından ileri gelmektedir. İnsanın rûhu da, bedeni gibi gıdâya muhtâçtır. Bu da, ancak îmân etmekle kâbildir ve Allahü teâlânın yolunu ancak din gösterir. Allahü teâlâyı inkâr edenler bile, muhakkak birgün bu ihtiyâcı duyarlar.
.
Batılılaşma süreci
6 Haziran 2003 01:00
İki asır önce sadece yönümüzü çevirdiğimiz Batıya yönelişimiz, son yıllarda koşar adıma dönüştü. Gerçi Batıya yönelişimizin miladı iki asır öncesi değil. Osmanlı kuruluşundan itibaren Batıya yönelmişti. Fakat iki yönelişin arasında çok büyük fark var. İlk yönelişin hedefinde, onlara İslam ahlakını tanıtmak ve onların İslam ile şereflenmelerini sağlamak vardı. Batıdan bir şey öğrenmek, onların medeniyetlerin istifade etmek için değil, onlara gerçek medeniyeti gerçek insan haklarını sunmak, onları despot yönetimlerden, akıl almaz zulümlerden kurtarmak içindi. İkinci yönelişimizde tam tersine, onların medeniyetinden istifade, insan haklarından yararlanma söz konusu. Şimdi aynı şeyleri onlar söylüyor; sizde insan haklarına uyulmuyor, adaletiniz güvenilir değil, din ve vicdan hürriyetiniz yok, diyorlar. Nereden nereye geldiğimizin resmi işte budur. Bu iki farklı, yönelişin altında ekonomik güç yatıyor. Güçlü olanın sözü geçer. Güçlü olanın cazibesi, çekim gücü fazla olur. Gücünüz yoksa, sahip olduğunuz değerler ne kadar kıymetli olursa olsun uygulama alanı bulamazsınız. Bir hikmet ehli, "Her kaidenin bir istisnası vardır. Sadece bir kaidenin istisnası yoktur. O da; 'parası olan her zaman güçlüdür!' kaidesidir" diyor. Gerçek manada hürriyet, bağımsızlık; paraya, güçlü olmaya bağlıdır. J. J. Rousseau, "Eldeki para hürriyetin simgesidir. Fakat peşi kovalanan para tam tersine köleliğin simgesidir" demiştir. Bugün, bütün milletlerde Avrupalı, Amerikalı gibi olma özlemi var. Bu ülkelere düşman bile olsalar para gücüne dayalı propagandaların tesiri ile gizli bir hayranlık var. Paranın, ekonomik gücün etki alanına girmeyen hiçbir şey yoktur. Siyaset, moda, kültür hatta inançlara bile tesir eder. Tarih boyunca bu hep böyle olmuş bundan sonra da böyle olacaktır. Örneğin, Osmanlılar 15. 16. 17. asırlarda siyasi sahada olduğu gibi sosyal ve ahlaki yönden de dünyada örnek alınan, taklid edilen devlet konumundaydı. Çünkü, ekonomik yönden de karşılarında rakib olabilecek bir kuvvet yoktu. Bu güçten dolayı dünyada Osmanlı örf ve âdeti, Osmanlı modası hakimdi. Her Batılının içinde, İslamiyete düşman da olsa gizli bir Osmanlı hayranlığı vardı. Bunun için İslam ahlakını, adaletini yaymak kolay oldu, milletler toplu olarak İslama geçti. Çünkü 10. yüzyıldan beri Avrupa'da medeniyet yoktu, halk açlık, sefalet, hastalık ve zulüm içerisinde inim inim inliyordu. Batı, Osmanlı medeniyetinden çok şey öğrendi. Haçlı seferleri ve çeşitli vesilelerle İslam memleketleri ile olan irtibatları sırasında bu medeniyeti tanıma fırsatı buldular. Rönesans denilen hamlelerinde bunun büyük tesiri oldu. Şartlar zorladı, Avrupalılar, deniz yoluyla Hindistan'a ulaşabilme çarelerini aradılar. Bu yüzden pekçok deniz seyahatleri yaptılar. Bu faaliyetleri sırasında denizcilik bilgi ve tecrübeleri genişledi. Denizcilik mektepleri açarak bu bilgi ve tecrübelerini ilerlettiler. Donanmalarını bu bilgilerle teçhiz ettiler. Osmanlının son zamanlardında ve daha sonraki zamanlarda, İslam medeniyeti bütün dünyada orijinalliğini kaybetti. Orijinal olmayan bir sistem model olamaz. Bunun sonucu bu modele yakın orijinal bir medeniyet olan Batı medeniyeti ortaya çıktı. Yakın derken maksadım, inanç yönü değil tabii ki. Çalışmak, insana ve emeğe değer verme, teknolojiyi kullanma gibi değerlerdir. Bunlar zaten dinimizin emridir. Kim olursa olsun dinin dünya ile ilgili emirlerine uyarsa, dünyada rahat eder, ahıret ile ilgili emirlerine uyan ahırette de rahat eder. Aslında biz, kıymetini bilmediğimiz, bunun için de elimizden kaçırdığımız değerlerin peşindeyiz. Fakat Batı bizden aldığı bu değerleri tekrar bize verirken 'KDV'sini de ihmal etmiyor. Bu da, kendi örf âdeti ve inancı. Yani kırk katır mı kırk satır mı?
.
"Maddeye tapıyorsunuz!"
6 Haziran 2003 01:00
Ünlü Rus yazarı Solzhenitsyn, Amerika'ya yerleştiği zaman, kendisinin büyük sıkıntılardan, rûhî bunalımlardan, makina olmaktan kurtulacağını zan etmişti. Bir gün, bir üniversitede Amerikan gençlerini başına toplıyarak onlara şunları söyledi: "Ben buraya gelince, çok bahtiyâr olacağımı zan etmiştim. Ne yazık ki, burada da büyük bir boşluk hissediyorum. Çünkü siz, artık maddenin esîri olmuşsunuz. Evet, burada hürriyet var, herkes istediğini yapıyor. Fakat, ancak maddeye çok ehemmiyyet veriyor. Ona tapınılıyor. Rûhları bomboş. Hâlbuki, insanı hakîkî insan yapan, onun tekâmül etmiş, gelişmiş, temizlenmiş rûhudur. Size tavsiyem şudur: Rûhunuzu geliştirmeğe, güzelleştirmeğe bakın! Ancak o zaman, memleketinizde bulunan ve sizi de üzen çirkinlikler yok olmağa başlar. Dîne önem verin! Din, insan rûhunun gıdâsıdır. Dînine bağlı insanlar, her işte sizin en büyük yardımcınız olacaktır. Çünkü, onları Allah korkusu doğru yoldan ayırmaz. Sizin en büyük zâbıta kuvvetiniz bile, herkesi gece gündüz murâkabe edemez. İnsanları fenâlıktan alıkoyan polis değil, onların duyduğu Allah korkusudur." İnsan rûhunun gıdâsı, dindir. Mevcûd dinlerin içinde tek doğrusu, en yenisi ve dünyâ şartlarına en uygunu İslâm dînidir. Din, insanlar için en büyük ihtiyâcdır. Kendi dînine inanmıyan, fakat Hak din olan islâmiyyeti incelemeğe fırsat bulamıyan zavallıların rûhu boş kalır ve bunlar, yalancıların yanlış inanışlarına sarılırlar. Çünkü, insan muhakkak kendinden üstün bir kudret sâhibinin varlığına inanmağa ve ona bağlanmağa muhtâcdır. En ileri, en gelişmiş milletlere mensûb insanlar bile, bu ihtiyâcı tatmîn için, türlü türlü sapık düşüncelere, uydurma fikirlere bağlanmışlardır. Ne yazık ki, biz müslümânlar, pırlanta gibi temiz dînimizi dünyaya istediğimiz gibi anlatamıyoruz. Bunda, bizim de dînimize tam bağlı olmamamızın ve onun emirlerine tam uymamamızın tesîri vardır. İslâm dîni, her şeyden evvel, beden ve rûh temizliğini emreder. Rûh temizliği, önce Allahü teâlâya ve Onun, son Peygamberi olan Muhammed aleyhisselâm vâsıtası ile göndermiş olduğu emirlerin ve yasakların hepsine inanmakla ve elinden geldiği kadar bunlara uymağa çalışmakla hâsıl olur. Rûhun böylece temizlenmiş olduğu, hiç yalan söylememekle, kimseyi aldatmamak, dâimâ dürüst olmak, yanlış inanışlara inanmamak ve herkese yardım etmek ve Allahü teâlânın emirlerine tâbi olmak ile belli olur. Bir müslümândan, ancak bu beklenir. O hâlde, islâm dînini teblîğ etmek isteyen bir insan, kendisi bizzat nümûne bir müslümân olmalıdır. Böyle doğru ve dürüst hareket edersek, bizi gören başka dîne bağlı olan kimseler, bize hayrân kalacak ve kendiliklerinden islâm dînini araştırmağa başlıyacaklardır...
.
Batılılaşmanın neresindeyiz?
7 Haziran 2003 01:00
Batının teknolojisine değil de örf âdetine, yaşayışına talip olarak "Batılılaşma" 1839 yılında Tanzimat Fermanı'ndan sonra başladı. Bunun öncülüğünü de Mustafa Reşid Paşa yaptı. İskoç Mason Teşkilatı üyesi Lord Rading vasıtasıyla tatlı vaadlerle Reşid Paşa, Mason locasına üye yapıldı. Daha sonra da sadrazamlık makamına tayin ettirildi. Reşid Paşa'nın ilk işi daha önce Lord Rading'le beraber hazırlamış olduğu reform ve ıslahatları Tanzimat Fermanı adı altında yayınlatarak yürürlüğe koymak oldu. Ardından sistemli bir şekilde, Osmanlı'yı geri bırakan sebepler olarak İslamiyet gösterilmeye çalışıldı. Osmanlıyı medeniyete götüren tek vasıta İslamdı. Osmanlıyı yıkmak için İslamı yok etmek veya gücünü zayıflatmak gerekiyordu. Bugün de yapılmak istenen budur. Bana göre, bütün siyasi, ekonomik kriterler yerine getirilse bir bahane ile yine almayacak veya geciktirecek. Niçin geciktirecek? Çünkü, İslamiyet bugün hâlâ potansiyel bir tehlike! İslamiyet gerçek, orijinal şekliyle yaşandığı müddetçe Batı için büyük tehlike devam ediyor demektir. AB'ye girdiğimizde, inanç boşluğu içinde olan Hıristiyanların, toplu olarak Müslüman olmaları riski onların uykularını kaçırıyor. Bunun tahlilini yapan Batı, içeriden dışarıdan İslamiyeti bozma, orijinal halinden uzaklaştırma faaliyetine hız verdi. Son yıllarda gündemden düşmeyen, dinler arası diyalog ve hoşgörü, İslamda reform, erkek müslümanlığı, Müslüman feminist kadın tartışmaları bu dini aslından uzaklaştırma faaliyetinin birer parçasıdır. Çok kimse belki de bilmeden Batının bu oyununa geliyor: "Namaza, Peygambere ihtiyaç var mı? Dinde ne varsa herşeyi tartışalım. Tartışılmadık bir şey bırakmayalım" diyorlar. Böyle sözler, bana hep Batının, AB'ye giriş sürecindeki isteklerini hatırlatıyor. Halbuki tartışacak şeyler var tartışılmayacak şeyler. Din peşin kabule dayanır. Ya inanırsın ya da inanmazsın. Fakat kimsenin kendi inancını din haline getirmeye hakkı yoktur. Nasıl ki, fennin, teknolojinin esası tartışmaya dayalı ise, bu ilimler ancak tartışmayla gelişip olgunlaşıyorsa, din de tartışmamak, olduğu gibi kabul etmekle mükemmelliğini, orijinalliğini koruyabilir, gerçek din olarak kalabilir. Şu da bir gerçek ki, AB'ye girmemek artık mümkün değil. Çünkü, insan tabiatına en yakın sistem bugün Batıda. Bunun da bir bedeli var. Fakat zaten resmi olarak girmesek de, fiili olarak Batının bizim örf ve adetimize, inancımaza aykırı kültürleri içimize girmiş durumda. Bunun için işimiz zor. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık misalı... İstesek de istemesek de, Batının kültürü sel gibi geliyor. Bundan kurtuluş yok. Ne kadar az zararla inancımızı, ahlakımızı koruyabiliriz, bunun hesabını yapmak zorundayız. Bunun için de eskisinden daha çok gayret göstererek, önce kendimizi sonra çoluk çocuğumuzu manevi değerlerimizle donatmamız gerekiyor. Artık taarruzda değil savunmada olduğumuzu unutmayalım. Şunu da unutmayalım ki, mücadele ne kadar zor şartlar altında yapılırsa mükafat da o kadar fazla olur..
.
Din adamının üç sıfatı
7 Haziran 2003 01:00
Hakîkî din adamlarında üç sıfat bulunur: Akıl sâhibi, ilim sâhibi, din sâhibi... Bu üç sıfatı da birlikte taşıyan din adamına "Din âlimi" denir. Bir sıfatı noksan olursa, onun sözüne güvenilmez. İlim sâhibi olmak için, akıl ve nakil ilimlerinde mütehassıs olmak lâzımdır. Dünyaya gönül kaptırmıyan, mal, mevki, şöhret kazanmak, başa geçmek sevdâsında olmıyan din âlimleri, âhiret adamlarıdır. Peygamberlerin "aleyhimüsselâm" vârisleri, vekîlleridir. Mahlûkların en iyisi bunlardır. Kıyâmet günü, bunların mürekkebi, Allahü teâlâ için cânını veren şehîdlerin kanı ile tartılacak ve mürekkeb, dahâ ağır gelecektir. "Âlimlerin uykusu ibâdettir" hadîs-i şerîfinde medh edilenler, bunlardır. Âhiretdeki sonsuz ni'metlerin güzelliğini anlıyan, dünyanın çirkinliğini ve kötülüğünü gören, âhiretin ebedî, dünyânın ise fânî, geçip tükenici olduğunu bilen onlardır. Bunun için kalıcı olmayan, çabuk değişen ve biten şeylere bakmayıp, bâkî olana, hiç bozulmıyan ve bitmiyen güzelliklere sarılmışlardır. Âhiretin büyüklüğünü anlıyabilmek, Allahü teâlânın sonsuz büyüklüğünü görebilmekle olur. Âhiretin büyüklüğünü anlıyan da, dünyaya, yani haramlara hiç kıymet vermez. Çünkü, dünya ile âhiret birbirinin zıddıdır. Birini sevindirirsen öteki incinir. Dünyaya kıymet veren, âhireti gücendirir. Dünyayı beğenmiyen de, âhirete kıymet vermiş olur. Her ikisine birden kıymet vermek veya her ikisini aşağılamak olamaz. İki zıd şey bir araya getirilemez. Ateş ile su bir arada bulundurulamaz. Dünya hayâtı çok kısadır. Âhiretin azâbları pek acı ve sonsuzdur. İleriyi gören akıl sâhiblerinin hazırlıklı olması lâzımdır. Dünyanın, güzelliğine ve tadına aldanmamalıdır. İnsanın şerefi ve kıymeti dünyâlıkla ölçülse idi, dünyâlığı çok olanların herkesden dahâ kıymetli ve daha üstün olması lâzım gelirdi. Tesavvuf büyüklerinden bazısı, kendilerini ve Dünya'yı tamamen unuttuktan sonra, birçok sebebler, faydalar için, dünya adamı şeklinde görünürler. Dünyayı seviyor, istiyorlar sanılır. Hâlbuki, içlerinde hiç dünya sevgisi, arzûsu yoktur. Sûre-i Nûrun otuzyedinci âyetinde meâlen bildirdiği gibi, "Bunların ticâretleri, alış-verişleri, Allahü teâlâyı hâtırlamalarına hiç mâni' olmaz". Dünyaya bağlı görünürler. Hâlbuki, hiç bağlılıkları yoktur. Hâce Behâüddîn-i Nakşibend Buhârî "kuddise sirruh" buyuruyor ki: "Mekke-i mükerremede Minâ pazarında, genç bir tüccar, aşağı yukarı, ellibin altın değerinde alış-veriş yapıyordu. O esnâda, kalbi, Allahü teâlâyı bir an unutmuyordu...
.
Kötü din adamları...
8 Haziran 2003 01:00
Dün "Din yobazlarından" yani kötü din adamlarından bahsetmiştik. Büyük İslâm âlimi İmâm-ı Ahmed Rabbânî bunların zararlarını şöyle anlatır: Dünyalık peşinde olan kötü din adamlarının sözlerini dinlemek, kitaplarını okumak, zehir yemek gibi zararlıdır. Kötü din adamlarının zararları, bulaşıcıdır. Cemiyetleri bozar, milletleri parçalar. Geçmişte İslâm devletlerinin başlarına gelen felâketlere hep kötü din adamları sebeb oldu. Devlet adamlarını doğru yoldan bunlar saptırdı. Peygamberimiz "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" "Müslümânlar yetmişüç fırkaya bölünecek. Bunların yetmişikisi Cehenneme gidecek. Yalnız bir fırkası Cehennemden kurtulacak!" buyurdu. Doğru yoldan ayrılan bu yetmişiki sapık fırkanın reisleri, hep kötü din adamları idi. Câhil bir yobazın zararının başkalarına bulaşması az görülmüştür. Câhil ve sapık tekke şeyhleri de, kötü din adamlarıdır. Bunların da zararları başkalarına bulaşır. Peygamberimiz, "Kıyâmet gününde, en şiddetli azâb görecek kimse, Allahü teâlânın kendi ilminden, kendisini fâidelendirmediği âlimdir" buyurdu. Allahü teâlânın kıymet verdiği ve herşeyin en şereflisi olan ilmi, mal, mevki kapmaya ve başa geçmeğe vesîle edenlere, bu ilim zararlı olmaz mı? Hâlbuki, dünyaya düşkün olmak yani haramlara, mekruhlara yönelmek Allahü teâlânın hiç sevmediği birşeydir. O hâlde, Allahü teâlânın kıymet verdiği ilmi, Onun sevmediği yolda harc etmek, çok çirkin bir iştir. Onun kıymet verdiğini kötülemek, sevmediğini de kıymetlendirmek, yükseltmek demektir. İnsanların en alçağı bunlardır.Din, îmân hırsızları bunlardır.Hâlbuki bunlar, kendilerini din adamı, âhiret adamı ve insanların en iyisi sanır ve tanıtır. Allahü teâlâ bunlar için, Sûre-i Mücâdelenin onsekiz ve ondokuzuncu âyetlerinde meâlen, "Onlar, kendilerini müslüman sanıyor. Onlar son derece yalancıdır. Şeytân onlara musallat olmuştur. Allahü teâlâyı hâtırlamaz ve ismini ağızlarına almazlar. Şeytâna uymuşlar, şeytân olmuşlardır. Biliniz ki, şeytâna uyanlar ziyân etti. Ebedî saâdeti bırakıp sonsuz azâba atıldı" buyuruyor. Büyüklerden biri şeytânı boş oturuyor, insanları aldatmakla uğraşmıyor görüp, sebebini sorar. Şeytân cevâb olarak, "Zamanın din adamı geçinen, kötü âlimleri, insanları yoldan çıkarmakta, bana o kadar yardım ediyor ki, bu mühim işi yapmama lüzûm kalmıyor" demiştir. Zamanımızda insanların dinden yüz çevirmesi, hep din adamı perdesi altında söylenen sözlerden, yazılardan ve bu adamların bozuk niyetlerinden dolayıdır.
.
Fen yobazları
9 Haziran 2003 01:00
Elinde üniversite diploması bulunan, fen adamı olarak ortaya çıkan, birikimlerini dini yıkmakta kullanan kimselere "Fen yobazları"denir. Fen yobazları, gençlerin îmânlarını bozmak, bunları dinden, islâmiyetten ayırmak için, uydurdukları şeyleri fen bilgisi, tıb bilgisi, ilericilik olarak anlatır ve yazarlar. "Din kitapları yanlıştır, bu bozuk kitaplara inanmak, bunların gösterdiği yolda yaşamak gericiliktir" derler. Din yobazları, din bilgilerini değiştirdikleri gibi, fen yobazları, fen bilgilerini değiştirerek İslâmiyete saldırmaktadırlar. İslâmiyeti iyi bilen ve üniversitede iyi yetişmiş olan akıllı bir kimse, bunların sözlerinin ilme, fenne uymadığını, fen ve din câhili olduklarını hemen anlar ise de, gençler, talebeler, bunların etiketlerine aldanarak, yalanlarına inanır, felâkete sürüklenirler. Böylece islâm topluluğunu parçalarlar. Cahil yobazlar, din yobazları ve fen yobazları her üç kısmı da, islâm memleketlerine ve tertemiz islâm dînine çok zararlı olmuş ve olmaktadırlar. İslâmiyeti içerden yıkmağa çalışan böyle münâfıklar, zındıklar şimdi de vardır. Eskiden sinsice yaydıkları fikirlerini bugün açıkca yaymaktadılar. Allahü teâlâ, fennin bütün inceliklerini öğrenmeyi, çalışmayı emretmektedir. Ne yazık ki, Orta Çağda ilim ve fende en önde olan müslimânlar, islâmiyete karşı olanların hîlelerine aldandıklarından ve islâm dîninin emirlerini ihmâl ettiklerinden, son zamanlarda bu husûslarda geri kalmışlardır. Demek oluyor ki, islâm dîni her husûsta kusûrsuz ve bugün içinde olduğumuz yirmibirinci asrın şartlarına tamamen uygun bir dindir. İlmi, fenni ve adâleti emreder, miskinliği men eder ve Avrupa'nın ancak ondokuzuncu asırdan itibâren tesîs etmeğe başladığı sosyal nizâmın kurucusu ve koruyucusudur. İslâmiyet, her zaman daha üstün, daha yeni ve medenî cihâzların yapılmasına ve daha akıllı, daha kahraman milletlerin yetişmesine sebep olmuş; dinsizler, ilimde, fende, silâhta ve şecâatte dâimâ geri kalmışlardır. Hattâ, bir islâm ordusu, her cihetten adalete bağlılığı nisbetinde gâlip geldiği hâlde, aynı orduda adaletten uzaklaşıldıkça, başarının azaldığı görülmüştür. İslâm devletlerinin, kurulması, yükselmesi, durması ve çökmeleri de hep, adalete bağlılıkları nisbetinde olmuştur.
.
Yobaz çeşitleri
10 Haziran 2003 01:00
Yobaz; kaba, câhil, bozuk ve sapık düşüncelerini ve siyâsî kanaatlarını din bilgisi olarak ileri süren kimse demekdir.Bozuk düşüncelerini, yanlış kanaatlarını kabûl ettirmek için, din bilgilerini yanlış söyler. Bunlardan bazıları, taşıdıkları etiketlerinden, sığındıkları dış mihraklardan, çoğu da müslümânların îmânlarını istismâr etmekten güç alırlar. Büyük halk topluluklarını arkalarına takarak ihtilâl çıkarmağa, bölücülüğe, kardeş kavgasına sebeb olurlar.Yobazların en zararlısı ve en tehlükelisi, mal, para, makâm elde etmek için yabancı ideolojilerin, dinde reformcuların ve mezhebsizlerin propagandalarını yaparak, milletin îmânını, ahlâkını bozan, satılmış, din ve fen ve siyâset yobazlarıdır. Yobazları üçe ayırabiliriz: 1- Din ve dünya bilgilerinden mahrûm olan, fakat kendilerini ilim adamı, akıllı sanan "Câhil yobazlar" dır. Bunlar, bölücülük yaptıkları gibi, din düşmanlarına çabuk aldanıp, zararlı yollara kolayca sürüklenebilirler, Osmanlı târîhini kana boyayan Patrona Halil, Kabakçı Mustafâ, mehdî olduğunu iddiâ eden kızılbaş Celâlî gibi kimseler bu kısım yobazlardandır. 2- Yobazların ikinci kısmı, "Din yobazları" dır.Bunlar kötü din adamlarıdır. İlimleri biraz varsa da, sinsi maksadlarına, mala ve mevkiye kavuşmak için, bilmediklerini veya bildiklerinin tersini söylerler ve yaparlar. İslâmiyetin dışına çıkarlar.Kötülük yapmakda, dîni yıkmakta, câhillere nümûne olur, rehberlik ederler. İslâm dîninde büyük yaralar açan Abdüllah bin Sebe ve Ebû Müslim Horâsânî ve Hasan Sabbah ve Samavne kadısı oğlu şeyh Bedreddîn ve Osmânlı padişâhlarının şehîd edilmelerine fetvâ veren din adamları ve vehhâbîlik fitnesini ortaya çıkaran Necdli Abdülvehhab oğlu Muhammed ve Mısrdaki mason locası başkanı Cemaleddîn-i Efgânî ve Kâhire müftîsi mason Muhammed Abduh ile çömezi Reşid Rızâ ve Mısrlı Hasen el-Bennâ ile Seyyid Kutb ve İstanbulda islâmiyete saldıranlardan doktor Abdüllah Cevdet ve Hindistânda İngilizlerin islâmiyyete hücûmlarına vâsıta olan münâfık Ahmed Kâdıyânî ve Pâkistanlı Ebülâlâ Mevdûdî, Muhammed İkbal, Hamidullah ve benzerleri, yeni türeyen reformcular ve mezhebsizler ve din adamı şekline girerek, Osmanlı Devletinin yıkılmasına çalışan meşhûr ingiliz câsûsu Lavrens hep bu kısmdaki yobazlardandır.Bunlar, müslimânların din duygularını, îmânlarını sömürerek, İslâm dînini içerden yıkmağa çalışmışlardır. 3- Yobazların üçüncü kısmı, elinde üniversite diploması bulunan, bunu dini yıkmakta kullanan fen adamı olarak ortaya çıkan "Fen yobazları"dır.
.
Temiz olanları severim!'
11 Haziran 2003 01:00
İyi bir müslüman, her şeyden önce bedenen ve rûhen temiz kimsedir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde çeşitli yerlerde meâlen, "Temiz olanları severim!" buyuruyor. Müslümanlar, câmilere, evlere ayakkabı ile girmez. Halılar, döşemeler, tozsuz, temiz olur. Her Müslümanın evinde eskiden beri hamam vardır. Kendileri, çamaşırları, yemekleri hep temiz olur. Fransızlar'ın Dünya'ya övündükleri Versay (Versailles) sarayında bir hamam yoktur. Orta Çağda, Paris'te oturan bir Fransız, sabahleyin kalktığı zaman, evinde bir abdesthâne olmadığı için, oturağa yaptığı pislik ile içme suyu şişesini berâberinde Sen (Seine) Nehri'ne götürür, o nehirden evvelâ içmek için su alır.Sonra pisliğini nehre dökerdi. Bu satırlar "İçme Suyu" (L'Eau Potable) adlı bir Fransız eserinden aynen alınmıştır. Kanûnî Sultân Süleyman zamanında İstanbul'a gelen bir Alman râhibi, 1560 târîhinde yazdığı bir eserde: "Buradaki temizliğe hayran oldum. Burada herkes günde beş defa yıkanır. Bütün dükkânlar tertemizdir. Sokaklarda pislik yoktur. Satıcıların elbiseleri üzerinde ufak bir leke bile bulunmaz. Ayrıca ismine (hamam) dedikleri ve içinde sıcak su bulunan binâlar vardır ki, buraya gelenler, bütün bedenlerini yıkarlar. Hâlbuki bizde insanlar pistir, yıkanmasını bilmezler" demektedir. Avrupa'da yıkanmak ancak asırlardan sonra müslümânlardan öğrenilmiştir. Bugün ise, müslümân diyârları denilen yerlerde seyahat eden yabancılar, neşrettikleri kitâblarda: (Her taraf pislik içindedir. Yerler tükürük ile doludur. Ötede beride toplanmış süprüntü ve ölmüş hayvan leşlerine rastgelinir. İnsan, böyle bir doğu memleketinden geçerken, iğreniyor ve müslümânların iddiâ ettikleri gibi temiz olmadıklarını anlıyor) demektedirler. Bugün, İslâm devleti ismini taşıyan memleketlerde, îmân bilgileri bozulduğu gibi, temizliğe de tam riâyet olunmamaktadır. Fakat bunda kabâhat, İslâm dîninde değil, İslâm dîninin esâsının temizlik olduğunu unutan kimselerdedir. Fakîrlik, pis olmak için bir mazeret teşkîl etmez. Bir insanın yere tükürmesinin, ortalığa pislik saçmasının para ile hiçbir ilgisi yoktur. Böyle pislik yapanlar, Allahın temizlik emrini unutan bedbahtlardır. Her müslüman, dînini iyi öğrense ve buna riâyet etmiş olsa, bu pislik hemen ortadan kalkar. O zaman, başka milletler, müslüman memleketlerini ziyâret ettiklerinde, tıpkı Orta Çağdaki müslümanlarda olduğu gibi, temizliğine hayran kalırlar.
.
Her işin başı sağlık
12 Haziran 2003 01:00
Hakîkî müslümân, hem temiz olur, hem de, sağlığına çok dikkat eder. Bir zehir olan alkollü içki ve uyuşturucu gibi kötü alışkanlıklardan uzak durur. Çeşitli tehlikeleri ve zararları olan domuz etini yemez. Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem", tıb bilgisini çeşidli şekillerde medh buyurdu. Meselâ, "İlim ikidir: Beden bilgisi, din bilgisi". Yanî ilimler içinde en lüzûmlusu, rûhu koruyan din bilgisi ve bedeni koruyan sıhhat bilgisidir buyurarak, herşeyden önce, rûhun ve bedenin zindeliğine çalışmak lâzım geldiğini emretti. İslâmiyet, beden bilgisini, din bilgisinden önce öğrenmeyi emrediyor. Çünkü, bütün iyilikler, bedenin sağlam olması ile yapılabilir. Bugün, bütün üniversitelerde okutuluyor ki, doktorluk iki kısımdır: Biri hijyen, sıhhati korumak, ikincisi terapötik, hastaları iyi etmektir. Bunlardan birincisi önce gelmektedir. İnsanları hastalıklardan korumak, sağlam kalmayı sağlamak, tıbbın birinci vazîfesidir. Hasta insan, iyi edilse de, çok kerre, ârızalı, çürük kalır. İşte islâmiyet, tabâbetin birinci vazîfesini, hijyeni garanti etmiştir. Peygamberimiz, Rûm imparatoru Heraklius ile mektuplaşırdı. Birbirlerine elçi gönderirlerdi. Bir defa, Heraklius birçok hediye göndermişti. Bu hediyelerden biri de, bir doktor idi. Doktor gelince, "Efendim! İmparator beni, size hizmet için gönderdi. Hastalarınıza bedava bakacağım!" dedi. Resûlullah kabûl buyurdu. Emreyledi, bir ev verdiler. Her gün nefîs yiyecek, içecek götürdüler. Günler, aylar geçti. Hiçbir müslüman, doktora gelmedi. Doktor, utanıp gelerek, "Efendim! Buraya, size hizmet etmeğe geldim. Bugüne kadar, bir hasta gelmedi. Boş oturdum, yiyip içtim, râhat ettim. Artık gideyim" diye izin isteyince, Peygamberimiz, "Sen bilirsin. Eğer daha kalırsan, misâfire hizmet etmek, ona ikrâm etmek, müslümânların vazîfesidir. Gidersen de uğurlar olsun. Yalnız şunu bil ki, burada senelerce kalsan, sana kimse gelmez. Çünkü, Eshâbım hasta olmaz! İslâm dîni, hasta olmamak yolunu göstermiştir. Eshâbım temizliğe çok dikkat eder. Acıkmadıkça bir şey yemez ve sofradan, doymadan önce kalkar" buyurdu. Bunu söylemekle müslümân hiç hasta olmaz demek istemiyoruz. Fakat sağlığına ve temizliğe itinâ eden bir Müslüman, sağlam kalır, kolay kolay hasta olmaz. Hiçbir kimse ölümden kurtulamaz ve herhangi bir hastalık sonucu ölecektir. Fakat, o vakte kadar sıhhatini koruyabilmesi, ancak müslümânlıkta emredilen husûslara ve temizliğe riâyet sâyesinde olur
.
Her şey curcunaya dönüşmüş
13 Haziran 2003 01:00
Zamanın şartlarına göre değişim şart. Fakat bu değişimde ölçü kaçırılırsa, ortalık curcunaya döner ve toplumu ayakta tutan değerleri yok olma noktasına getirir. Hele bir de değişmeyecek şeyleri değiştirmeye zorlarsanız kendinizi inkar etmiş, bir nevi "harakiri" yapmış olursunuz. Her nedense iki asırdır, gelişimi, değişimi hep yanlış uyguluyoruz veya uygulatıyorlar. Batı, değişimde teknolojiye yönelirken biz dine, manevi değerlere yöneldik. Onlar dinlerine hiç dokunmazken biz teknolojiyi bir tarafa bırakıp nasıl yaparız da dini değiştiririz, hep bunun planı, projesi ile uğraştık. Çünkü kasıtlı olarak geri kalmanın müsebbibi olarak din gösterildi. Bu kadar yanlış zorlamanın çarpık neticeleri de artık alınmaya başlandı. Manevi değerlerimiz, dinimiz, her kesim tarafından tartışılmaya, sorgulanmaya başlandı. Eskiden bid'atler hurafeler sokularak bozulmaya çalışılan din, şimdi iman esasları sarsılarak bozulmaya yok edilmeye çalışılmaktadır. Dikkat edilirse, televizyonlarda en çok tartışılan konular dini konular. Halbuki dini inançlarda doğru, tartışmakla bulunamaz. Bulunabilseydi bu kadar peygamberin, kitabın gönderilmesine lüzum kalmazdı. Aydın din adamı yetiştirmek ve dünyaya İslamiyeti tanıtmak için açılan ilahiyat fakültelerinin bazılarında; derslerde, verilen konferanslarda sistemli bir şekilde öğrenciler, değişim adı altında dinden, namazdan manevi değerlerden uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Manevi değerlere önem vermeyen, namaz kılmayan kimseler, imanı kuvvetli ideal insan olarak lanse edilmektedir. Kabın içinde ne varsa dışarı onu sızdırır, bu normal. Beni hayrete düşüren, konferansta, derste hiçbir öğrencinin söz isteyip, "hocam siz diyorsunuz, hem namaz kılmayacak hem de imanı kuvvetli olacak bu nasıl olur?" dememesi. Din tahripçilerinin hepsinin ortak özelliği, "doğruyu sadece ben bilirim, sadece benim dediklerim doğru" demeleri. Bir taraftan, Kur'an kafidir, herkes okuyup dinini buradan öğrenebilir; bir alime, bir mezhebe, hatta peygambere ihtiyaç yok derken; diğer taraftan her biri İslamiyeti anlatan, "İslamiyet budur" diyerek bir sürü kitap yazıyorlar. Bununla da kalmıyorlar, konferanslarla, televizyon programlarıyla, gazete yazılarıyla dini yorumluyorlar. Demek ki samimi değiller. Hani herşey açıktı, rehbere, alime ihtiyaç yoktu! Bir alime, rehbere ihtiyaç olduğunu onlar da biliyorlar, fakat hinliklerinden öyle söylüyorlar. Anadolu'nun ücra bir köyünde yaşayan Ali askere gider. İlk günlerde Paşa teftişe gelir. Paşa bizim saf Anadolu çocuğu olan Ali'nin karşısında durup sorar: Oğlum benim adım ne? Bizim Ali, kendi kendine düşünür: Koskoca Paşanın kendi adını bilmemesi mümkün değil. Bu işte bir bit yeniği var, diyerek ne cevap vereceğini düşünmeye başlar. Birden gözleri parlar, işin sırrını çözmenin sevinciyle kendinden emin bir şekilde; komutanım der, sen adını bilmesine biliyon da, bunu bana hinliğinden soruyon!.. Ali'nin bu saf ve samimi cevabı Paşanın çok hoşuna gider, kahkaha ile güler. Şimdi bana diyecesiniz ki, "sen hep olumsuzlukları dile getiriyorsun, pek çok da iyi gelişmeler oluyor. Mesela, son yıllarda, dine yöneliş arttı, namaz kılanlar çoğaldı, başörtülülerde kayda değer artış oldu." Böyle söyleyenler, görünüşte haklı olabilirler. Fakat, sayıya değil kaliteye bakmam lazım. Adam namaz kılıyor ama, günde on defa küfre dalıp çıkıyor haberi yok. Kadın başını örtüyor ama, açıktan farkı yok. Hatta pek çok açık kadın bunlardan daha edepli. Uzaktan bana bak dedirtecek, daracık bir elbise, uzun yırtmaçlı etek, tesettürlü-tesettürsüz defileler, o toplantı senin bu toplantı benim akşama kadar sokakta. Halbuki başı örtmek tesestürün bir parçasıdır. Tesettür sadece başı örtmekten ibaret değildir. İnancı gereği başını örten, bunun diğer icablarını da yerine getirmesi gerekmez mi?
.
Türkler'den yardım istediler
13 Haziran 2003 01:00
Orta Çağda, büyük tıb âlimleri, yalnız müslümânlardı ve Avrupalılar Endülüs'e tıb tahsîl etmeğe gelirlerdi. Çiçek hastalığına karşı aşıyı bulanlar, müslümân Türklerdir. Türklerden bunu öğrenen Jenner, ancak 1796'da bu aşıyı Avrupa'ya götürdü ve haksız olarak (Çiçek aşısını bulan kimse) ünvânını aldı. Hâlbuki, tam bir zulmet diyârı olan o zamanki Avrupa'da insanlar, hastalıktan kırılıyordu. Fransa Kralı Onbeşinci Louis 1774'te çiçekten öldü. Avrupa uzun zaman veba ve kolera salgınlarına uğradı. Birinci Napolyon 1798'de Akkâ Kalesi'ni muhâsara ettiği zaman, ordusunda vebâ zuhûr etmiş ve hastalığa karşı çâresiz kalınca, düşmanı olan Müslümân Türklerden yardım istemek zorunda kalmıştı. O zaman yazılan bir Fransız eserinde şöyle denilmektedir: "Türkler, ricâmızı kabûl ederek hekimlerini yolladılar. Bunlar tertemiz giyinmiş, nûr yüzlü kimselerdi. Evvelâ duâ ettiler ve sonra ellerini bol su ve sabun ile uzun uzadıya yıkadılar. Hastalarda zuhûr eden hıyarcıkları neşterle yardılar. İçindeki sıvıyı akıttılar ve yaraları tertemiz yıkadılar. Sonra hastaları ayrı ayrı yerlere koydular ve sağlamların mümkün olduğu kadar onlara yaklaşmamasını tembîh ettiler. Hastaların elbiselerini yaktılar ve onlara yeni elbiseler giydirdiler. En nihâyet tekrâr ellerini yıkadılar ve hastaların bulunduğu yerlerde öd ağacı yakarak ve tekrâr duâ ederek ve bizden hiçbir ücret veya hediyye kabûl etmeden yanımızdan ayrıldılar..." Demek oluyor ki, iki asır evveline kadar Batılılar hastalıklara karşı tamamen çâresizdi ve ancak sonradan müslümânlardan öğrenerek ve tecrübeler edinerek bugünkü tıb ilmini öğrendiler. Rûh temizliğine gelince, müslüman, muhakkak güzel ahlâklı ve fazîletli olmalıdır. İslâm dîni, baştan başa ahlâk ve fazîlettir. İslâm dîninin, dostlara ve düşmanlara karşı yapılmasını emrettiği iyilik, adâlet, cömertlik, akılları şaşırtacak derecede yüksektir. Ondört asırlık hâdiseler, bunu düşmanlara da, pek iyi göstermiştir. İlim ve tecrübe ile bulanamıyacak güzel şeyler ve iyi ahlâk ve insanlara üstünlük sağlıyan meziyetler ve dünya ve ahıret saadetine kavuşturacak iyilikler ve varlıkların başlangıçı ve sonu hakkında bilgiler ve insanlara faideli ve zararlı olan şeylerin hepsi Kur'an-ı kerimde açık veya kapalı olarak bildirilmiştir. Semavi kitablardaki ilimlerin hepsi Kur'an-ı kerimde bildirilmiştir.
.
Aslühu neslihu...
14 Haziran 2003 01:00
Her insanın, bilhassa mevki, makâm sahibi kimselerin, çevresindekilere, yardımcılarına, çok dikkat etmesi gerekir. İnsanın çevresinde danışabileceği, sağlam, güvenilir; iyiliklere, güzelliklere yönlendiren, yangına körükle gitmeyen kimselerin olması büyük bir nimettir. Cenâb-ı Hakkın bir ihsânı, bir lütfudur. Nitekim, sevgili Peygamberimiz, bir hadîs-i şerîfinde, "Allahü teâlâ bir emir, hükümdar için hayır irâde ederse, ona sadakatli bir vezir, yardımcı ihsan eder" buyurmuştur. Bununla ilgili ibretli bir kıssa vardır: Eski devirlerde, bir memlekette, hükümdarın biri, devleti idâre etmekte çok zorlanmış. Hayat pahalılığı, anarşi almış yürümüş. Hükümdar, bütün gayretine, geceli gündüzlü çalışmasına rağmen, bunlara bir çâre bulamamış. Bu arada birisi gelip, "Memleketi bu hâlden ancak hazret-i Hızır kurtarır. Hazret-i Hızır'ı bulup getirecek birini bulursak memleket kurtulur" demiş. Bu teklifi beğenen hükümdar, memleketinin her tarafına tellallar gönderir. Kırk günde Hızır aleyhisselâmı bulup saraya getirene elli bin altın verileceğini, fakat yalandan bulup getiririm deyip altınları alıp da getirmeyenin idâm edileceğini bildirir. Bu ilân üzerine birisi gelip, "Ben hazret-i Hızır'ı bulup getireceğim" der ve altınları alır. Bu kimse çok fakir ve yaşlı biri imiş. Nafakasını temin edemediği için çocukları perişan haldeymiş. Kendini feda edip, çoluk çocuğunu kurtarmak için böyle bir karara varır. Memleketine döner dönmez, başlamış altınları harcamaya. Çocuklarının her birine birer ev satın alır. Yine her birine de geçimlerini sağlıyabilecekleri kadar, bağ, bahçe, dükkan alır. Artan altınları da, hepsine fakirlere dağıtır. Kırkıncı gün çocuklarıyla, yakınlarıyla helallaşan ihtiyar, kurbanlık koyun misâli sarayın yolunu tutup kapısından içeri girer. Boynunu büküp padişahın karşısında durur. Daha padişah bir şey söylemeden vezirlerden biri seslenir: "Padişahım bunun önce başını gövdesinden ayırıp, sonra da bedenini parça parça yapıp, sokak başlarına asalım. Padişahımızla alay etmenin cezâsının ne olduğunu herkes bilsin, görsün." Diğer vezir hemen söze karışır: "Bu işkence az gelir hükümdarım. Bedenini parçaladıktan sonra, büyük bir kazanda pişirelim. Bu arada üçüncü vezir söz isteyip, "Hükümdarım. Büyüklere affetmek yakışır. Bu kimse bir cahillik yaptı. Yanlışa yanlış ile cevap vermek uygun olmaz. Bu vezirlerin dediklerini yapmayı doğrusu ben size yakıştıramam. Siz kendinize yakışanı yapınız lütfen!" der. Bu heyecanlı konuşmalar yapılırken, bir çocuk aralarında dolaşmaşa başlar. Vezirler bunun ihtiyar adamla geldiğini zannederler. Gelen adam ise saraydan birinin çocuğu zanneder. Bu çocuk vezirlerin konuşmalarını dikkatle dinleyip, sonunda "Aslühu neslühu" yâni insanın aslı, atası neyse, nesli de öyle olur, der. Bu çocuk ve bu sözü hükümdarın dikkatini çeker. Merak edip sorar: "Ey çocuk sen kimsin, o sözlerinle ne demek istiyorsun?" Çocuk cevap verir: "Ey hükümdarım, bu sözümle şunu kastettim: İlk konuşan vezirin babası kasaptı. Bunun için aslına uygun olarak ihtiyarın parçalanmasını istedi. Diğerinin babası ise aşçı idi. Bunun için bu da, ayrıca pişirilmesini de istedi. Üçüncü vezirin babası ve dedesi ise, evliyâ bir zâttı. Ömrü boyunca kimseye zulmetmemişti, Herkese merhâmet ederek, kusurlarını affetmişti. Bu da aslına uygun olarak, affedilmesini istedi. İşte bunun için ben hepsinin sonunda, "aslühu neslihu" dedim. Sen aslı nesli temiz olanlarla çalış, bunları kendine yardımcı yap! Böyle yaparsan kısa zamanda, sen de memleketin de rahata, huzura kavuşur. "Aradığın vezir bu, aradığın Hızır da benim!" der ve birden kaybolur. Sultan derhal bu iki vezirin işine son verir. Memleketi üçüncü vezire teslim eder. Kısa zamanda memlekete huzur gelir.
.
İman ve güzel ahlâk
14 Haziran 2003 01:00
İslâm kelimesi, "Nefsini teslîm etmek, boyun eğmek, selâmete ulaşmak" ve aynı zamanda "Barış" manâlarına gelir. İmâm-ı a'zam hazretleri, "Allahü teâlânın emirlerine teslîm olmak ve boyun eğmek" diye tarîf etmiştir. Bu tarîfler, dikkat ile incelenirse, iyi bir Müslümanın Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyan güzel ahlâklı bir kimse olacağı, kendiliğinden meydana çıkar. Müslüman, muhakkak güzel ahlâklı ve fazîletli olmalıdır. İslâm dîni, güzel ahlâklı ve fazîletli olmayı emreder. İslâm dîninin, dostlara ve düşmanlara karşı yapılmasını emir ettiği iyilik, adâlet, cömertlik, akılları şaşırtacak derecede yüksektir. İslam tarihindeki hâdiseler, bunu düşmanlara da, pek iyi göstermiştir. Bununla ilgili, sayılamıyacak kadar çok yaşanmış örnek vardır: Mesela, Bursa müzesi arşivinde, ikiyüz sene öncesine âit bir mahkeme kaydında diyor ki: "Altıparmak'taki Yahûdî mahallesi yanında bir arsaya Müslümanlar câmi yapıyor. Yahûdîler, 'arsa bizimdir, yapamazsınız' dediklerinde, iş mahkemeye intikâl ediyor. Arsanın Yahûdîlere âid olduğu anlaşılarak, mahkeme câminin yıkılmasına, arsanın Yahûdîlere verilmesine karar veriyor ve hüküm yerine getiriliyor. Adâlete bakınız! Güzel ahlâk dinimizin esasıdır. Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki: "İyi huyları tamamlamak, iyi ahlâkı dünyaya yaymak için gönderildim". Başka bir hadîs-i şerîfte, "İmanı yüksek olanınız, ahlâkı güzel olanınızdır" buyuruldu. İman bile, ahlâk ile ölçülmektedir. İslâmiyyette rûh temizliği esastır.Yalan söyleyen, hîlekârlık yapan, insanları aldatan, zulmeden, haksızlık yapan, din kardeşlerine yardım etmeyen, büyüklük satan, yalnız kendi menfaatini düşünen bir kimse, ne kadar ibâdet ederse etsin, hakîkî bir Müslüman sayılmaz. Mâ'ûn sûresinin ilk üç âyetinde meâlen, "Ey Resûlüm, kıyâmet gününü inkâr eden, yetîmi, öksüzü incitip hakkını gasbeden, fakîri doyurmayan ve başkalarını da fakîre iyiliğe teşvîk etmeyen o kimseyi gördün mü?" buyurulmuştur. İslâm dîninde yasaklardan, haramlardan sakınmak, emirleri, farzları yapmaktan daha önce gelmektedir. Hakîkî bir Müslüman, her şeyden önce, tam ve mükemmel bir insandır. Güler yüzlü, tatlı dilli, doğru sözlüdür. Kızmak nedir bilmez. Resûlullah Efendimiz,"Kendisine yumuşaklık verilen kimseye dünya ve âhiret iyilikleri verilmiştir" buyurmuştur
.
Müslüman hep iyilik eder
15 Haziran 2003 01:00
Müslüman güzel ahlâk sahibi örnek bir insandır, son derece mütevâzi, alçak gönüllüdür. Kendisine başvuran herkesi dinler ve imkân buldukça yardım eder. Müslüman vakûrdur, kibârdır. Âilesini ve vatanını sever. Peygamberimiz "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" "Vatan sevgisi imandandır" buyurmuştur. Bunun için, vatanına, dinine saldıranlara karşı, seve seve mücadele eder. Allahü teâlânın, kullarının nasıl olmasını istediği Kur'ân-ı kerîmde şöyle açıklanmaktadır: Fürkân sûresinin 63-69. âyet-i kerîmelerinde meâlen, "Rahmânın (yanî kullarına acıması çok olan Allahü teâlânın fazîletli) kulları, yeryüzünde gönül alçaklığı ve vakâr ile yürürler. Câhiller kendilerine sataştığı zaman onlara, (sağlık, esenlik size) gibi güzel sözler söyleyerek doğruluk ve tatlılıkla günahtan sakınırlar. Onlar, Rableri için, secde ve kıyâm ederek yanî namaz kılarak gecelerler. Ona hamd ederler. Onlar (Rabbimiz Cehennem azâbını bizden uzaklaştır. Doğrusu Onun azâbı devâmlı ve acıdır, orası şübhesiz ne kötü bir yer ve ne kötü bir duraktır) derler. Onlar sarf ettikleri zaman, ne isrâf, ne de cimrilik ederler, ikisi ortası bir yol tutarlar ve kimsenin hakkını kesmezler. Onlar Allaha ortak koşmazlar. Allahın haram ettiği cana kıyıp, kimseyi öldürmezler. Zinâ etmezler). Ve 72-74. âyetlerinde, "Yalan yere şahidlik etmezler. Faydasız ve zararlı işlerden kaçınırlar. Böyle faydasız veya güçle yapılan bir işe tesâdüfen karışacak olurlarsa, yüz çevirip vakârla uzaklaşırlar. Kendilerine Allahın âyetleri hâtırlatıldığı zaman, körler ve sağırlar gibi görmemezlik, dinlememezlik etmezler. Onlar, (Yâ Rabbî, bize zevcelerimizden ve çocuklarımızdan gözümüzü aydınlatacak sâlih kişiler ihsân et! Bizi, Allaha karşı gelmekten sakınanlara önder yap! diye yalvarırlar" buyurulmuştur. Bundan başka, Sâf sûresinin ikinci ve üçüncü âyetlerinde meâlen, "Ey iman edenler! Yapmadığınız bir şeyi niçin söylersiniz?Yapamadığınız şeyi yaptık demeniz, Allah katında büyük öfkeye sebep olur" buyurulmuştur ki, bu da, bir insanın yapamıyacağı bir şeyi vadetmesinin, onu Allah katında kötü kişi yapacağını göstermektedir. Hakîkî müslümân, dînine, anasına, babasına, hocasına, âmirine, memleketin büyüklerine ve kanûnlara karşı son derecede saygılıdır. Lüzûmsuz şeylerle uğraşmaz. Ancak faydalı şeylerle meşgûl olur. Kumar oynamaz. Vaktini boş geçirmez. Hep faydalı işler yapar.
.
Sevgi ve itaat...
16 Haziran 2003 01:00
Islam ahlâkı ile ahlâklanmış, nefsini terbiye etmiş Müslüman, ibâdetini tam yapar. Allahü teâlâya olan şükrân borcunu öder. İbâdetini, yalnız lâf olsun veya yasak ortadan kalksın diye yapmaz. İbâdetini, büyük bir arzu, istek, sevgi ile yapar Allahü teâlâdan korkmak demek, Onu çok sevmek demektir. Sevmek te itaati gerektirir. İtaat ne kadar çoksa sevgi de o kadar çok demektir. İnsan, nasıl çok sevdiği bir kimsenin üzülmesini istemez ve onu üzeceğim diye korkarsa, Allahü teâlâya ibâdet de, Ona olan sevgimizi ispatlayacak bir şekilde yapılmalıdır. Allahü teâlânın bize verdiği nimetler o kadar çoktur ki, Ona olan şükrân borcumuzu ancak, Onu çok severek ve Ona candan ibâdet ederek ödemeğe çalışmalıyız. İbâdetin, muhtelif çeşitleri vardır. Bir kısmı, Allahü teâlâ ile kul arasındadır. Allahü teâlâ, kendisine ibâdette kusûr edenleri belki af eder. Başkasının hakkına riâyet etmek de ibâdettir. Başkalarına kötülük edenleri ve üzerinde başkasının hakkı bulunanları, hak sâhibleri af etmedikçe asla af etmez. Şu hadîs-i şerîfler, başkalarının hakkına riayet eden, İslam ahlakı ile ahlaklanmış bir Müslümanın nasıl olması lazım geldiğini bildirmektedir: Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez. Onun yardımına koşar. Onu küçük ve kendinden aşağı görmez. Onun kanına, malına, ırzına, nâmûsuna zarar vermesi haramdır. Allaha yemîn ederim ki, bir kimse kendisi için sevdiğini, din kardeşi için de sevmedikçe imanı tamam olmaz. Allaha yemîn ederim ki, kötülüğünden komşusu emîn olmıyanın, imanı yokdur. (Yani, hakîkî mümin değildir.) İnsanlara merhamet etmeyene, Allahü teâlâ merhamet etmez. Satın alınan bir gömleğe verilen paranın onda dokuzu helâl ve onda biri haram olsa, bu gömlekle kılınan namazı, Allahü teâlâ kabûl etmez. Kalbinde merhameti olmıyanın imanı yoktur. (Yanî kâmil imana sahip değildir) İnsanlara merhamet edene, Allahü teâlâ merhamet eder. Küçüklerimize acımayan ve büyüklerimize saygılı olmayan, bizden değildir. İhtiyârlara saygı gösteren ve yardım eden ihtiyârlayınca, Allahü teâlâ ona da yardımcılar nasîb eder.
.
Hased, sevapları giderir
17 Haziran 2003 01:00
İslâm ahlâkı ile ahlâklanmış bir Müslümanın nasıl olması lazım geldiği bildiren hadîs-i şerîflere bugün de devam ediyoruz: Hased etmeyiniz! Ateş odunu yok ettiği gibi, hased de insanın sevâblarını giderir. (Hased, kıskanmak, çekememek demektir. Yanî, Allahü teâlânın birisine vermiş olduğu nimetin ondan gitmesini istemek demektir. Ondan gitmesini istemeyip de, kendisinde de olmasını istemek, hased olmaz. Buna (Gıbta) etmek, imrenmek denir. Birisinde bulunan kötü, zararlı şeyin gitmesini istemek, (Gayret) ve (Hamiyyet) olur.) Yanında birini gıybet edeni susturan kimseye, Allahü teâlâ dünyada ve âhirette yardım eder. Gücü yeterken susturmazsa, Allahü teâlâ onu dünyada ve âhirette cezâlandırır. Din kardeşinin ayıbını, utanç verici hâlini görüp de, bunu örten, gizleyen kimse, islâmiyetten önce Arabların yaptıkları gibi, diri gömülen kız çocuğunu mezârdan çıkarmış, ölümden kurtarmış gibidir. İki arkadaştan Allahü teâlâ indinde daha iyi olanı, arkadaşına iyiliği daha çok olanıdır. Bir kimsenin iyi veya kötü olduğu, [Müslüman] komşularının onu beğenip beğenmemesi ile anlaşılır. Çok namaz kılan, çok oruç tutan, çok sadaka veren, fakat dili ile komşularını inciten kimsenin gideceği yer Cehennemdir. Namazı, orucu, sadakası az olup, dili ile komşularını incitmeyenin yeri Cennettir. Allahü teâlâ, dünyalığı, dostlarına da düşmanlarına da vermiştir. Güzel ahlâkı ise, yalnız sevdiklerine vermişdir. (İyi huylu olan kâfirlerin ölümleri yaklaşınca, imana kavuşacakları umulur sözünün doğru olduğu buradan da anlaşılmaktadır.) Bir kimsenin ırzına, malına saldıranın sevâbları, kıyâmet günü o kimseye verilir. İbâdetleri, iyilikleri yoksa, o kimsenin günahları buna verilir. Allahü teâlâ indinde günahların en büyüğü, kötü huylu olmaktır. Bir kimse, sevmediği birisine belâ, sıkıntı geldiği için sevinirse, Allahü teâlâ, bu kimseye de bu belâyı verir. Kibirden, hıyânetten ve borçtan temiz olarak ölen kimsenin gideceği yer Cennettir.
.
Dünya ve ahiret iyiliği
18 Haziran 2003 01:00
İslâm ahlâkı ile ahlâklanmış bir Müslümanın nasıl olması lazım geldiğini bildiren hadîs-i şerîflere bugün de devam ediyoruz: İyi huylu kimse, Dünya'da ve âhirette iyiliklere kavuşacaktır. Allahü teâlâ, Dünya'da güzel sûret ve iyi huy ihsân ettiği kulunu, âhirette Cehenneme sokmaz. Hz. Ebû Hüreyre'ye Resulullah Efendimiz, "İyi huylu ol!" buyurdu. İyi huy nedir deyince, "Senden uzaklaşana yaklaşıp nasîhat et ve sana zulmedeni af et ve malını, ilmini, yardımını senden esirgeyene bunları bol bol ver!" buyurdu. İki kişi mescide gelip namaz kıldılar. Kendilerine birşey ikrâm edildi. Oruçlu olduklarını söylediler. Konuştuktan sonra, kalkıp giderlerken, Resûlullah "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem", bunlara, "Namazlarınızı tekrar kılınız ve oruçlarınızı, tekrar tutunuz! Çünkü konuşurken bir kimseyi gıybet ettiniz. Kusûrunu söylediniz. Gıybet etmek, ibâdetlerin sevâbını giderir" buyurdu. Peygamberimiz borçlu olan birinin cenâze namazını kılmak istemedi. Ebû Katâde ismindeki bir sahâbî "radıyallahü anh", onun borcunu, havâle yolu ile kendi üzerine aldı. Peygamberimiz de cenâze namazını kılmağı kabûl buyurdu. Zevcelerinizi döğmeyiniz! Onları üzecek söz ve hareketlerde bulunmayınız! Onlar, sizin köleniz değildir. Allahü teâlâ indinde en iyiniz, zevcesine karşı en iyi olanınızdır. Zevcesine karşı en iyi olanınız, benim. İmanı üstün olanınız, huyu daha güzel ve zevcesine daha yumuşak olanınızdır. Bu hadis-i şerifler, güzel islâm ahlâkının kaynağıdırlar. İslâm âlimleri, bu hadîs-i şerîflerden, çeşidli hükümler çıkarmışlardır. Bu hükümlerin özeti şudur: Müslüman, kimsenin malına, canına ve ırzına saldırmaz. Hayvan hakkı, insan hakkından, kâfirin hakkı da, hayvan hakkından daha büyük günahtır. Bir kimse, malı olduğu hâlde, borcunu ödemeyi bir saat geciktirirse, zâlim ve âsî olur. Her an la'net altında bulunur. Borç ödememek öyle bir günahtır ki, uykuda bile durmadan yazılır.
.
Azaptan kurtaran iki şey
19 Haziran 2003 01:00
İslâm âlimleri, islâm dîninin emrettiği güzel ahlâkı, 14 asırdır hep anlatmışlar ve kitâblarında yazmışlardır. Böylece, islâm dîninin bildirdiği güzel huyları gençlerin kafalarına, kalblerine yerleştirmeğe çalışmışlardır. Güzel ahlâkı yayan sayısız kitâblardan biri, derin islâm âlimi, büyük velî, ikinci bin yılın müceddidi olan İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî'nin "rahime-hullahü teâlâ" (Mektûbât) kitâbıdır. (Mektûbât) kitabında bir Müslümanın nasıl olması lazım geldiği şöyle bildirilmektedir: Dünyada felâketlerden, âhirette azâbdan kurtulmak için, iki şey lâzımdır: Emirlere sarılmak ve yasaklardan sakınmakdır. Bu ikisine islâmiyyete uymak denir. Bu ikisinden en büyüğü, daha lüzûmlusu, ikincisidir. Sûre-i Haşr'in yedinci âyetinde meâlen, "Resûlümün getirdiği emirleri alınız, itâ'at ediniz! Nehy, men, yasak ettiği şeylerden sakınınız!" buyurulmuştur. Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" yanında, birisinin çok ibâdet ettiğini, çok uğraştığını söylediler. Birisinin de, yasak edilen şeylerden çok sakındığını söylediklerinde, "Hiçbir şey, vera' gibi olamaz!" buyurdu. Yani, yasaklardan sakınmak, daha kıymetlidir buyurdu. Bir hadîs-i şerîfte de, "Dîninizin direği vera'dır" buyurdu. İnsanların meleklerden daha üstün olabilmesi, vera' sayesindedir ve terakkî etmeleri, yükselmeleri bu sayededir. Melekler de, emirlere itâat etmekdedir. Hâlbuki melekler, terakkî edemiyor. O hâlde, vera'a sarılmak ve takvâ üzere olmak, her şeyden daha lüzûmludur. İslâmiyyette en kıymetli şey, takvâdır. Dînin temeli, takvâdır. Vera' ve takvâ, haramlardan kaçınmak demekdir. Haramlardan temamen kaçınabilmek için, mubâhların fazlasından kaçınmalıdır. Mubâhları, lâzım olduğu kadar, kullanmalıdır. Bir insan, mubâh, yani İslâmiyyetin izin verdiği şeylerden, her istediğini yapar, taşkınca mubâh işlerse, şübheli şeyleri yapmağa başlar. Şübheliler ise, haram olanlara yakındır. İnsanın nefsi, hayvan gibi, kendine düşkündür. Uçurum yanında dolaşan, bir gün uçuruma düşebilir. Vera' ve takvâyı tam yapabilmek için, mubâhları lâzım olduğu kadar kullanmalı, zarûret mikdârını aşmamalıdır. Bu kadarını kullanırken de kulluk vazîfelerini yapabilmek için kullanmağa niyyet etmelidir. Mubâhların fazlasından temamen kaçınabilmek, her vakit ve hele bu zamanda, hemen hemen mümkün değildir. Hiç olmazsa, haramlardan kaçınmalı, mubâhların fazlasından da elden geldiği kadar sakınmağa çalışmalıdır.
.
Haklı mı, mutlu mu olmak istersiniz?
20 Haziran 2003 01:00
Mail adresime, "Haklı olmak mı istiyorsun, yoksa, mutlu olmak mı?" diye bir mesaj geldi.. Evet, herkesin devamlı sorması gereken en önemli sorulardan biri de bu. "Haklı mı olmak mutlu mu olmak!" Hayatta, çoğu zaman ikisi de mümkün değildir. Haklı olmak ve iddialarımızı savunmak hem muazzam miktarda zihinsel enerji tüketir hem de hayatımızdaki insanlarla aramıza mesafe koyar. Haklı çıkma ihtiyacı, ya da başkasının hatalı olduğunu ispatlama arzusu, çevremizdeki insanları sürekli savunmada olmaya yönelteceği gibi bizi de baskı altında tutar. Buna rağmen çoğumuz kendi doğrularımızı, başkalarının yanlışlarını kabul ettirmeye çalışarak zaman ve enerji tüketiriz. Bazı kimseler, farkında olarak ya da olmayarak başkalarına hatalı olduklarını söylerse, onların bunu minnettarlıkla karşılayacağını ya da en azından bir şeyler öğreneceklerini sanır. Bu çok yanlış bir düşüncedir! Bir düşünün: Hiç bugüne dek, haksız olduğunuz söylendiğinde, siz bunu söyleyen kişiye içten "Sen haklısın; bana haksız olduğumu gösterdiğin için çok teşekkür ederim" dediniz mi? Ya da; tanıdığınız bir kimse hatasını düzelttiğiniz veya, haklı çıktığınız için size teşekkür etti mi? Bırakın teşekkürü, bunu samimi olarak kaç kişi kabul etti? Çok az. İşin gerçeği sudur: Hepimiz öne sürdüğümüz iddialara başkalarının saygı gösterilmesini ve bunların anlaşılmasını isteriz. İnsanların en büyük arzularından biri, kendisini başkalarının dikkatle dinlemesidir. Ve dinlenmeyi bilenler herkes tarafından en çok saygı ve sevgiyi görürler. Karşılarındaki insanı ikide bir düzeltme alışkanlığı olanlarsa, pek sevilmezler ve herkes onlardan kaçmaya bakar. Bütün bunlar, haklı çıkmak hiçbir zaman uygun değildir, anlamına gelmez; İnsanın gerçekten haklı çıkmasını istediği durumlar da vardır. Hiç taviz vermek istemeyebileceğiniz ilkeler olabilir. Burada düşündüklerinizi açıkça söylemek önemlidir. Ama çoğu zaman İnsanın egosu öne çıkar ve kavgasız geçebilecek bir konuşmanın niteliğini bozar. Bu, ille de haklı çıkma isteğinden ve ihtiyacından kaynaklanır. Daha sevimli olmanın en güzel yolu, haklı çıkmanın zevkini ve süksesini başkalarına bırakmaktır. Düzeltme huyunu bırakın. Bu huydan vazgeçmek ne kadar zor gelse de emin olun çabanıza değecektir. Birisi size "Bence en önemli şey..." diye başladığında, hemen onun sözünü kesip "Hayır daha önemlisi şudur..." veya, buna benzer yüzlerce sesli sözlü teklif düzeltme yapmak yerine, bırakın karşınızdaki insanın yorumu öyle kalsın. Böylece çevrenizdeki insanlar size karşı daha az savurgan, daha çok sevgi dolu olacak, nedenini tam olarak anlamasalar bile, size karşı tahminlerinizin ötesinde bir sempati duyacaktır. Siz de, onların mutluluğuna tanık olup buna katılmanın bir ego çatışmasından çok daha tatmin edici olduğunu keşfedeceksiniz. En temel ilkelerinizden ve yüreğinizde biçimlenen fikirlerden taviz vermeniz şart değildir, ama bugünden başlayın ve bırakın çoğu zaman da "Başkaları haklı oluversin!" Siz gerçekten haklı iseniz, söylemeseniz de bir gün haklılığınız zaten ortaya çıkacaktır. Çünkü gerçekler gizli kalmaz! Zaten dinimiz de, münakaşayı terkedip, haklı olduğu halde karşısındakine, ben haksızım sen haklısın diyene cennet vadediyor. Bu konu ile ilgili olarak Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor: "Sizden öncekiler sırf bunun yüzünden helak oldu. Bırakın münakaşayı! Münakaşanın faydası yoktur. Mümin münakaşa etmez. Münakaşa eden iki kişi ziyandadır. Münakaşa edene kıyamette şefaat etmem. Haklı olduğu hâlde münakaşayı bırakana, Cennetin kenar, orta ve yüksek yerinde üç köşk verileceğine kefilim. Putlara tapmaktan sonra Rabbimin ilk yasak ettiği şey münakaşadır." (Taberânî)
.
"Yumuşaklık, insanın süsüdür"
20 Haziran 2003 01:00
İslâm ahlâkı ile ahlâklanmış bir müslüman, farzları yapar, haramlardan kaçınır. Haramlardan kaçınmak da, iki türlüdür: Birinci kısmı, yalnız Allahü teâlânın hakkı olan, Onun emri olan günahlardan kaçınmakdır. İkinci kısmı, insanların, mahlûkların hakları da bulunan günahlardan kaçınmakdır. İkinci kısmı, daha mühimdir. Allahü teâlâ, hiçbirşeye muhtâc değildir ve çok merhametlidir. Kullar ise, pekçok şeye muhtâc oldukları gibi, cimridirler. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki: "Üzerinde kul hakkı olan, insanların malına, ırzına dokunan, ölmeden önce halâllaşsın, ödesin! Zîrâ âhiret günü altının, malın değeri olmaz. O gün, hak ödeninceye kadar, kendi sevâblarından alınacak, sevâbları olmazsa, hak sâhibinin günahları, buna yüklenecekdir." Günah işleyen hemen tövbe eder. Cafer bin Sinân buyuruyor ki: "Günah işleyenlerin, boynunu bükmesi, ibâdet edenlerin göğsünü kabartmasından daha iyidir." Kıyâmet günü, hak sâhibi, hakkını af etmezse, bir dank hak için, cemaat ile kılınmış kabûl olmuş yediyüz namazı alınıp, hak sâhibine verilecekdir. (Bir dank, dirhemin altıda biri, yaklaşık olarak, yarım gram gümüşdür.) Bir gün Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", Eshâb-ı kirâma karşı: "Müflis kime denir, biliyor musunuz?" buyurunca: "Parası ve malı kalmayan kimseye diyoruz" dediler. Buyurdu ki: "Ümmetim arasında müflis, şu kimsedir ki, kıyâmet günü, defterinde çok namaz, oruc ve zekât sevâbı bulunur. Fakat, bir kimseye sövmüş, iftirâ etmiş, malını almış, kanını dökmüş, döğmüş. Sevâbları, bu hak sâhiblerine dağıtılır. Hakları ödenmeden önce sevâbları biterse, hak sâhiblerinin günahları, bunun üzerine yükletilir. Sonra Cehenneme atılır" buyurdu. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Allahü teâlâ refîktir. Yumuşaklığı sever. Sertlik edenlere vermediği şeyleri yumuşak davrananlara ihsân eder. Başkalarına vermez." "Yumuşak davran! Sertlikten ve çirkin şeyden sakın! Yumuşaklık insanı süsler. Çirkinliği giderir" "Yumuşak davranmayan, hayır yapmamış olur" "İçinizde en sevdiğim kimse, huyu en güzel olanınızdır."
.
Allahü teâlânın yükselttiği kullar
21 Haziran 2003 01:00
Peygamber Efendimiz, her Müslümanın güzel ahlak sahibi olmasını, herkese iyilik yapmasını, sertlik göstermeyip yumuşak huylu olmasını emretmiştir. Bununla ilgili hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Kendisine yumuşaklık verilen kimseye dünya ve âhiret iyilikleri verilmiştir." "Hayâ, imandandır. İmanı olan Cennettedir. Fuhş, kötülüktür. Kötüler Cehennemdedir." "Cehenneme girmesi haram olan ve Cehennemin de onu yakması haram olan kimseyi bildiriyorum. Dikkat ediniz. Bu kimse, insanlara kolaylık, yumuşaklık gösteren mümindir." "Yumuşak olanlar ve kolaylık gösterenler, hayvanın üzerinde, yularını tutan kimse gibidir. Durdurmak isterse, hayvan ona uyar. Taşın üzerine götürmek isterse, hayvan oraya koşar." "Kızdığı zaman istediğini yapabilecek bir kimse kızmazsa, Allahü teâlâ kıyâmet günü onu herkesin ortasında çağırır, 'Cennette istediğin hûrinin yanına git' der" "Cennete gidecek olanları haber veriyorum dinleyiniz! Zayıftırlar, güçleri yetmez. Birşey yapmak için yemîn ederlerse, Allahü teâlâ, bunların yemînlerini, muhakkak yerine getirir. Cehenneme gidecek olanları bildiriyorum, dinleyiniz! Sertlik gösterirler. Acele ederler. Kendilerini üstün görürler" buyuruldu. "Bir kimse ayakta iken kızarsa, otursun, oturmakla geçmezse, yatsın!" "Sarı sabır maddesi balı bozduğu gibi, kızgınlık da, imanı bozar" "Allah için aşağı gönüllü olanı, Allahü teâlâ yükseltir. Bu, kendini küçük görür. Fakat, insanların gözünde büyüktür. Bir kimse, kendini başkalarından üstün tutarsa, Allahü teâlâ onu alçaltır. Herkesin gözünde küçük olur. Kendini yalnız kendisi büyük görür. Hattâ köpekten, domuzdan daha aşağı görünür" "Bir kimse, dilini tutarsa, Allahü teâlâ onun utanacak şeylerini örter. Gadabını tutarsa, kıyâmet günü, Allahü teâlâ azâbını ondan çeker. Bir kimse Allahü teâlâya yalvarırsa, onun düâsını kabûl eder" "Bir kimse insanların kızacakları şeyde Allahü teâlânın rızâsını ararsa, Allahü teâlâ onu, insanlardan geleceklerden korur. Bir kimse, Allahü teâlânın kızacağı şeyde, insanların rızâsını ararsa, Allahü teâlâ onun işini insanlara bırakır"
.
Zor ama mümkün
21 Haziran 2003 01:00
Dün, kişi haklı da olsa, münakaşa etmeyip karşısındakine, "sen haklısın" derse mutluluğu yakalayabileceğinden bahsetmiştik. Bu önemli konuya bugün de devam etmek istiyorum. Çünkü, dostların, dostlukların azaldığı günümüzde, bunların kaybedilmesine sebep olan münakaşadan daha çok kaçmak elzem oldu. Münakaşa, dostların arasını açar, kin ateşini körükler. Münakaşa, karşıdaki insanı cahil yerine koymak demektir. Sen bilmezsin, ben bilirim demektir. Cahillikle suçlanan herkes az veya çok üzülür, kırılır. Bu da dostluğu zedeler. Ben haklıyım, sen haksızsın demek, kendisinin akıl, fazilet ve ilimde üstünlüğünü isbata çalışmaktır. Bu ise, karşıdakini cehalet ve ahmaklıkla itham etmek demektir. Kendini karşısındakinden üstün görmek ise, kibirdir. Münakaşanın savunulacak hiçbir yönü yoktur, her yönden zararlıdır. Münakaşa güzel ahlâkın zıttıdır. Müslüman güzel ahlâklı olur. Hadis-i şerifte, "Mallarınızla herkesi memnun edemezsiniz. Güler yüz ve tatlı dil ile, güzel ahlâkla memnun etmeye çalışınız!" buyuruldu. Güzel ahlaklı kimse, herkese karşı, güler yüzlü, tatlı dilli olur. Hiç kimse ile münakaşa etmez. Bilir ki, münakaşa etmek, dostluğu giderir. Düşmanların çoğalmasına sebeb olur. Fitne çıkarmaz, dost ile de, düşman ile de tatlı konuşur, herkesle iyi geçinir. Hafız-ı Şirazi'nin, dostlara doğru söylemeli, düşmanları güler yüzle ve tatlı dil ile idare etmelidir sözüne uyar. Af dileyeni affeder. Kimsenin sözüne karşı gelmez. Münakaşa etmez. Herkese yumuşak söyler, sert konuşmaz. Haklı olduğu hâlde münakaşayı terketmek, haksız olduğu hâlde, münakaşayı terketmekten daha zordur. Bu bakımdan haklı olduğu hâlde münakaşayı terketmek daha çok sevaptır. Hakkı açıklamak niyetiyle de olsa, başkalarını mağlup etmek için yapılan tartışmalar zararlıdır. Bir kimsede tartışmada galip gelme sevgisi, hakkı karşısındakinin ağzından duymaktan daha sevimli gelirse, her kötülüğün içine girmiş demektir. Tartışmayı kazanma arzusu, diğer kötülüklere sebebiyet verir. Hadis-i şerifte, "Hitabeti kuvvetli ve münakaşacı olan, faydalı amelden mahrum kalır" buyurulmuştur. Tartışmanın pek çok zararı vardır. Bunların bazıları şunlardır: Tartışma hasede yol açar. Hadis-i şerifte, "Hased, ateşin odunu yediği gibi, hasenatı yer" buyuruldu. Hakkı küçük görmeye sebep olur: Hadis-i şerifte, "Hakkı küçük görmek kibirdendir" buyuruldu. Tartışma, kin tutmaya yol açar. Kendi fikrinin kabul edilmediğini gören tartışmacı, karşısındakine gizli-açık kin besler, bazan ömür boyu onu affetmez. Gıybete sebep olur. Hâlbuki Allahü teâlâ gıybet etmeyi, ölü eti yemeye benzetmiştir. Övünmeye sebep olur: Allahü teâlâ kendimizi övmekten bizi menederek, "Elbette Allahü teâlâ, kendini beğenip övünen hiç kimseyi sevmez" buyurmaktadır. (Lokman 18) Nifaka, riyaya inada yol açar. Hadis-i şerifte, "Allahın en sevmediği kimse, hakkı kabul etmekte inat edendir" buyuruldu. İnat, karşımızdakini aşağı görmeye, ondan nefret etmeye, ona düşmanlık beslemeye yol açar. Münakaşa, dostların azalmasına, hasımların çoğalmasına sebep olur. Hasan-ı Basri hazretleri, "Bin kişinin dostluğuna, bir kişinin düşmanlığını satın alma!" buyurdu. Kötülerle münakaşa etme, üzerler/İyilerle münakaşa etme, küserler. Bütün bu bildirilenler, söylemesi kolay yapması zor şeylerdir. Zor ama mümkün; karşılığında Cennet sözü var! Hem de Peygamber efendimizden: "Kimse ile münakaşa etmeyen, haklı olsa bile, dili ile kimseyi incitmiyen müslümanın, Cennete gireceğini size söz veriyorum." (Tirmizî)
.
En çok sevilen kul
22 Haziran 2003 01:00
İnsanlara yapılan iyilikler, âhiretin azablarından kurtulmağa ve Cennet nimetlerinin artmasına sebep olur. Peygamberimiz "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem", bunu şu hadîs-i şerîfi ile çok güzel bildirmiştir: "Allahü teâlâ, kullarının ihtiyâçlarını yaratır, gönderir. Allahü teâlânın en çok sevdiği kulu, Onun nimetlerinin kullarına ulaşmasına vâsıta olan kimsedir." İyi bir Müslüman, iyilik yapmak veya sadaka vermek isterse, bunu gizli olarak ve iyilik yaptığı veya sadaka verdiği insanın kalbini kırmadan, onu incitmeden, yaptığı iyiliği başına kakmadan yapar. Allahü teâlâ, bunun böyle yapılmasını Kur'ân-ı kerîmde birçok yerlerde emir buyurmaktadır. Dünya hayatı çok kısadır. Âhiretin azâbları pek acı ve sonsuzdur. İleriyi gören akıl sâhiblerinin hâzırlıklı olması lâzımdır. Dünyanın, güzelliğine ve tadına aldanmamalıdır. İnsanın şerefi ve kıymeti dünyalıkla ölçülse idi, dünyalığı çok olanların herkesten daha kıymetli ve daha üstün olması lâzım gelirdi. Dünyanın görünüşüne aldanmak akılsızlıktır, ahmaklıktır. Birkaç günlük zamanı büyük nimet bilerek, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmağa çalışmalıdır. Allahü teâlânın kullarına ihsân, iyilik etmelidir. Kıyâmette azâblardan kurtulmak için, iki büyük temel, yani iki yol vardır: Birincisi, Allahü teâlânın emirlerine kıymet vermek, saygı göstermektir. İkincisi, Allahü teâlânın kullarına, yarattıklarına şefkat, iyilik etmektir. Müminûn sûresinin yüzonbeşinci âyetinde meâlen, "Sizi abes olarak, oyuncak olarak mı yarattım sanıyorsunuz?Bize dönmiyecek misiniz diyorsunuz?" buyuruldu. Aklı başında olan, ileriyi görebilen bir kimse, kısa olan dünya hayâtında, hep, âhirette iyi ve râhat yaşamağa sebeb olan şeyleri yapar. Âhiret yolcusuna lâzım olan şeyleri hâzırlar. Rabbimizin kullarına hizmet etmekle dünyada ve âhirette nimetlere kavuşacağımızı düşünmeliyiz. İnsanlara karşı yumuşak olmanın, onlara iyilik etmenin, onların işlerini güler yüzle ve tatlı dille ve kolaylıkla yapmanın Allahü teâlânın sevgisine kavuşturan yol olduğunu bilmeliyiz
.
Sevindiren sevindirilir...
24 Haziran 2003 01:00
Müslümanların ihtiyâçlarını karşılamak ve onları sevindirmek ve güzel ahlâklı olmak çok kıymetlidir. Bunun kıymetini bildiren ve yumuşak, ağır başlı ve sabırlı olmağı öven ve teşvîk eden pek çok hadîs-i şerîften bazıları şunlardır: "Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Birbirlerini incitmezler, üzmezler. Bir kimse, din kardeşinin bir işine yardım etse, Allahü teâlâ da onun işini kolaylaşdırır. Bir kimse, bir Müslümanın sıkıntısını giderir, onu sevindirirse, kıyâmet gününün en sıkıntılı zamanlarında, Allahü teâlâ onu sıkıntıdan kurtarır. Bir kimse bir Müslümanın aybını, kusûrunu örterse, Allahü teâlâ, kıyâmet günü onun ayıblarını, kabâhatlerini örter." "Bir kimse, din kardeşine yardımcı oldukca, Allahü teâlâ da ona yardımcı olur." "Allahü teâlâ, bazı kullarını başkalarının ihtiyâclarını karşılamak, onlara yardımcı olmak için yaratmıştır. İhtiyâcı olanlar bunlara başvurur. Bunlar için âhirette azâb korkusu olmayacaktır." "Allahü teâlâ, bazı kullarına dünyada çok nimet vermiştir. Bunları, kullarına faydalı olmak için yaratmıştır. Bu nimetleri Allahü teâlânın kullarına dağıtırlarsa, nimetleri azalmaz. Bu nimetleri Allahın kullarına ulaştırmazlarsa, Allah nimetlerini bunlardan alır. Başkalarına verir." "Bir Müslümanın, din kardeşinin bir ihtiyâcını karşılaması on sene i'tikâf etmesinden daha kazançlıdır. Allah rızâsı için bir gün i'tikâf yapmak ise, insanı Cehennem ateşinden pek çok uzaklaşdırır." (Ramazân ayının son on gününde, gece gündüz bir câmiye kapanarak ibâdet etmeğe, i'tikâf yapmak denir.) "Bir kimse, din kardeşinin bir işini yaparsa, binlerle melek o kimse için duâ eder. O işi yapmağa giderken, her adımı için bir günahı af olur ve kendisine kıyâmette nimetler verilir." "Bir kimse, din kardeşinin bir işini yapmak için giderse her adımında yetmiş günahı af edilir ve yetmiş sevâb verilir. Bu iş bitinceye kadar böyle devâm eder. İş yapılınca, bütün günahları af edilir. Bu işi yaparken ölürse, sorgusuz, hesâbsız Cennete girer." "Allahü teâlânın en sevdiği iş, elbise vererek veya doyurarak veya başka bir ihtiyâcını karşılayarak, bir mümini sevindirmektir."
.
İbâdetlerin en kolayı
25 Haziran 2003 01:00
Müslümanların ihtiyâçlarını karşılamanın ve onları sevindirmenin ve güzel ahlâklı olmanın önemiyle ilgili hadis-i şeriflere bugün de devam ediyoruz: "İbâdetlerin en kolayı ve en hafîfi, az konuşmak ve iyi huylu olmaktır. Bu sözüme iyi dikkat ediniz!" "Kimse ile münâkaşa etmeyen, haklı olsa bile, dili ile kimseyi incitmiyen Müslümanın Cennete gireceğini size söz veriyorum. Şaka ile veya yanındakileri güldürmek için olsa bile, yalan söylemiyenin Cennete gireceğini size söz veriyorum. İyi huylu olanın Cennetin yüksek derecelerine kavuşacağını size söz veriyorum!" Hadîs-i kudsîde Allahü teâlâ buyuruyor ki: "Size gönderdiğim islâm dîninden râzıyım. Bu dînin tamam olması, ancak cömertlikle ve iyi huylu olmakla olur. Dîninizin tamam olduğunu her gün, bu ikisi ile belli ediniz!" "Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi huylu olmak, insanın günahlarını eritir, yok eder. Sirke balı bozduğu, yinilmez hâle soktuğu gibi, kötü huylu olmak, insanın ibâdetlerini bozar, yok eder." "Allahü teâlâ yumuşak huylu olanları sever ve onlara yardımcı olur. Sert, öfkeli olanlara yardım etmez." "Cehenneme girmesi haram olan yâhud Cehennem ateşinin yakması yasak olan kimdir? Size bildiriyorum. Dikkat ile dinleyiniz! Yumuşak olanların, kızmıyanların hepsi!" "Yavaş, yumuşak davranmak, Allahın kuluna verdiği büyük bir ihsândır. Aceleci, atak olmak, şeytânın yoludur. Allahü teâlânın sevdiği şey, yumuşak ve ağır başlı olmaktır." "İnsan, yumuşaklığı, tatlı dili sebebiyle, gündüzleri oruç tutanların ve geceleri namaz kılanların derecelerine kavuşur." "Kızdığı zaman, öfkesini yenerek yumuşak davranan kimseyi Allahü teâlâ sever." "Dikkat ediniz. Size haber veriyorum! Cennetin yüksek derecelerine kavuşmak isteyen, saygısızlık yapana yumuşak davransın! Zulmedeni af etsin! Malını esirgeyene ihsânda bulunsun! Kendisini aramıyan, sormıyan ahbâbını, akrabâsını gözetsin!" "Kuvvetli olmak, başkasını yenmek demek değildir. Kuvvetli olmak, kahraman olmak, kendi öfkesini yenmek demektir."
.
İkinci bin yılın yenileyicisi
26 Haziran 2003 01:00
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Müceddîd-i Elf-i Sânî'dir. Yâni hicrî ikinci bin yılının müceddi yani yenileyicisidir. Eski ümmetler zamanında, her bin senede yeni din getiren bir Resûl gönderilirdi, yeni din önceki dîni değiştirir, bazı hükümleri kaldırırdı. Her yüz senede de bir Nebî gelir, din sâhibi peygamberin dînini değiştirmez, kuvvetlendirirdi. Hadîs-i şerîfte, bu ümmete ise her yüz yıl başında İslâm dînini kuvvetlendiren bir âlim geleceği haber verilmektedir. Peygamber efendimizden sonra peygamber gelmeyeceğine göre, kendisinden bin sene sonra, İslâm dînini her bakımdan ihyâ edecek, dîne sokulan bid'atleri temizleyip, asr-ı saâdetteki temiz hâline getirecek, din ve fen ilimlerinde tam vâris, âlim ve ârif bir zatın olması lâzımdı. Hadîs-i şerîfler bunu bildirmektedir. Bu mühim hizmeti İmâm-ı Rabbânî hazretleri yapmıştır. Bütün İslâm âlimleri bu zâtın o olduğunda ittifak etmişlerdir. Peygamber efendimizden tam bin sene sonra ilim ve irşâd kürsüsüne mutlak olarak oturup, cihânı Resûlullah'ın nurları ile aydınlattı, bid'atleri temizleyip İslâm dînini ihyâ etti. Birçok yanlış anlaşılan meseleleri gayet açık bir şekilde izah ederek insanların zihinlerini ve kalplerini yanlış ve bozuk inanışlardan, bid'atlerden temizledi; hakkı bâtıldan ayırıp, Peygamber efendimizin, hak, doğru yol olduğunu haber verdiği Ehl-i sünnet îtikâdını her yere yaydı. Zamanın âlimleri İmâm-ı Rabbânî hazretlerine "Sıla" ismi ile hitap ettiler. Sıla, birleştirici demektir. Çünkü o, tasavvufun İslâmiyetten ayrı bir şey olmadığını İslâmiyete uygun bir şey olduğunu ispat ederek, ahkâm-ı İslâmiyye ile tasavvufu vasletmiş, birleştirmiştir. Bir mektubunda da; "Beni iki deryâ arasında sıla yapan Allahü teâlâya hamd olsun" diye duâ etmiştir. Hadîs-i şerîfte; "Ümmetimden Sıla isminde biri gelir. Onun şefâati ile çok kimseler Cennete girer" buyurularak, onun geleceği haber verilmiştir. Bu hadîs-i şerîf, İmâm-ı Süyûtî'nin Cem'ül-Cevâmî kitabında vardır. Zamanının pâdişahlarını, vâli, kumandan, âlim ve hâkimlerini çok tesirli nasihat mektupları ile dîne, sünnet-i seniyyeye teşvik ediyor, çok âlim ve evliya yetiştiriyordu. Allahü teâlâ ona öyle bir ilm-i bâtın ihsan etmişti ki, kendine mahsus olan ilimleri de cihâna yaydı. İmam-ı Rabbani hazretlerinin bu kıymetli mektuplarından, nasihatlerinden istifade etmek ve bereketlenmek için bundan böyle siz değerli okuyucularımıza kesitler sunmak istiyorum..
.
Zehirli tohum!
27 Haziran 2003 01:00
Bu dünya âhiretin tarlasıdır. Burada tohum ekmeyip, yaratılışta bulunan, toprak gibi yetiştirici kuvvetini işletmeyenler, bundan faydalanmayanlar ve amel, ibâdet tohumlarını elden kaçıranlar çok zarar etti. Toprak gibi yetiştirici kuvveti işletmemek, oraya birşey ekmemekle veya zararlı, zehirli tohum ekmekle olur. Bu ikincisinin zararı, bozukluğu, birincisinden kat kat daha çoktur. Zehirli bozuk tohum ekmek, dîni, din derslerini, dinden haberi olmayanlardan öğrenmek ve din düşmanlarının kitaplarından okumaktır. Çünkü, bunlar, nefsine uyar, keyfi peşinde koşar. Dîni, işine geldiği gibi söyler. Karşısındakinin de nefsini azdırır ve kalbini karartır. Din cahilleri de, din dersi verirken, din kitabı yazarken, İslamiyete uygun olmayanı uygun olandan ayıramaz. Gençlere neleri ve nasıl anlatmak lâzım geldiğini bilemez. Kendi gibi, okuyanı da cahil yetiştirir. Birçok şeyler okuyup ezberlemekle, başka ilim kollarında söz sahibi olmakla, fen ve sanat şubelerinde ihtisâs kazanmakla insan din adamı olamaz, din kitabı yazamaz ve din bilgisi veremez. Bir din âlimi, gençlere din öğreteceği zaman, bunlara önce, dinsizler, islâm düşmanları ve cahil din adamları tarafından şırınga edilen, yanlış propagandaları, iftirâları anlayıp, anlatıp, onların temiz ve körpe kafalarını bu zehirlerden temizler. Zehirlenen ruhlarını tedavi eder. Sonra, yaşlarına, anlayışlarına göre, İslamiyeti ve meziyetlerini, faydalarını, emirlerindeki ve menlerindeki hikmetleri, incelikleri ve insanlığı saadete ulaştırdığını, onlara yerleştirir. Böylece gençlerin ruh bahçelerinde dertlere deva, ruhlara gıda olan nefis çiçekler yetişir. Böyle bir din âlimini ele geçirmek, en büyük kazançtır. Onun bakışları, ruhlara işler. Sözleri, kalblere tesir eder. Dîn-i islâmı, hazır lokum gibi yutmak, susuz kalmış iken, soğuk şerbet içip ciğerlerine kadar serinliyebilmek, ancak böyle bir Allah adamının sunması ile mümkündür. İslamiyetin yasak ettiği şeyler, şiddetli zehirdir. Allahü teâlâ, insanları yarattığı vakit onlara faydalı olan şeyleri emir etmiş, zararlı olan şeyleri yasak etmiştir. Faydası kat'î olanların yapılmasını, lüzum-i zarûrî ile emir etmiştir. Bunları yapmak, "Farz" olmuştur. Faydalı şeylerden, yapılması, lüzum-i gayr-ı zarûrî olanlar da, (Sünnet) olmuştur. Zararı kat'î olanları terk etmek, lüzum-i zarûrî olup, bunlar (Haram) olmuştur. Terk edilmesi, lüzum-i gayr-ı zarûrî olanlar, (Mekruh) olmuştur. Bazı işlerin yapılıp yapılmaması, kulların ihtiyârına bırakılmıştır ki, bunlara (Mubah) denir. Mubahlar, iyi niyet ile yapılırsa, sevâb verilir. İyi niyet ile yapılmazsa, günâh olur.
.
İbretli üç olay!
27 Haziran 2003 01:00
Kişi mal, mülk sahibi olmakta çok hırslı olur, tek gayesi bu mala kavuşmak olursa, hem dünyada, hem de âhırette rezil olur, perişan olur. Olmadık işler gelir başına. Bunun misâlleri sayılamıyacak kadar çoktur. Mehmed-i Bican hazretlerinin anlattığı şu hikâyeden -yaşanmış bir olay olup olmaması önemli değil- anlıyana çok ibretler, dersler vardır... Devrin hükümdarı bir gün tebdili kıyafetle teftişe çıkmıştı. Bir demirci dükkânının önünden geçerken demircinin hâli dikkatini çekti. Demirci, örsün başında iken sevinçle kalkıp, körüğün yanına gidiyor, sonra da ağlıyarak perişân hâlde geri dönüyordu. Örsün başına gelip körüğe bakınca, tekrar neşesi yerine geliyor, sevinç içinde yine körüğe koşuyor. Fakat, ağlıyarak yine geri geliyordu... Hükümdar, bunun araştırılmasını sonraya bırakıp, veziri ile yoluna devam etti. Bu defa da bir câminin önünden geçerken müezzinin hâli, sultanın dikkatini çekti. Müezzin, yerden minâreye bakıp sevinç içinde tırmanıyor. Nefes nefese, şerefeye ulaşıyor. Fakat, ümitsizlik, perişânlık içinde geri geliyordu. Yere indikten sonra, tekrar minârenin şerefesine bakıyor, o önceki neşe hâli avdet ediyor. Koşarak aynı hızla minâreye çıkıyordu. Şerefeye varınca da bütün ümitleri, hayâlleri yıkılmış olarak geri dönüyordu... Hükümdar, yoluna devam etti. Bu defa da, üç yol ağzında oturan bir kimsenin hâli dikkatini çekti. Dikkatle baktığında, bu kimsenin âmâ olduğunu anladı. Ama, gelen kimsenin ayak seslerini hissettiğinde gelene, "Ne olur, şu bir akçeyi al ve enseme bir okkalı tokat at!" diye yalvarıyordu. Oradan geçenler de, bu kimsenin yalvarmasına dayanamayıp bir akçeyi alıp, âmânın isteğini yerine getirip, oradan uzaklaşıyorlardı... Hükümdar, bu üç ibretli olayın sırrını öğrenmesi için vezirini görevlendirdi. Vezir, önce demirciden başladı. Demirci başından geçenleri şöyle anlattı: Seneler önceydi. Bir gün işim çok olduğundan, dükkandan geç ayrılmam gerekiyordu. Bunun için, iki tavuk alıp çırakla eve gönderdim: "Bu akşam eve geç geleceğim, bu tavukları pişirip birini bana gönderin, diğerini de siz yersiniz. Ben yemeğe gelemiyeceğim" diye de haber yolladım. Akşam namazından sonra, evden pişmiş tavuk geldi. Karnım da çok acıkmıştı. İşi bırakıp, örsün kenarına çömelip, tavuğu yemeğe başladım.Tavuğun sadece bir butu kalmıştı elimde. Bu sırada içeriye sevimli bir kedi girdi. Tam karşıma durup beni seyretmeye başladı. Belli ki benden elimdeki buttan bir parça istiyordu. Fakat ben oralı olmadım. Çünkü karnım çok açtı. Kedi, acıklı acıklı miyavlamaya başladı. Bunun üzerine ben kendisini kovalamak istedim. O an hiç beklemediğim bir şey oldu. Kedi cin midir şeytan mıdır dile gelip, "Eğer o buttan bir parça verirsen, emsâlsiz bir hazinenin yerini sana göstereceğim, onunla istediğin kadar tavuk alırsın" dedi. Ben, "Göster, ben de, butu sana vereyim" dedim. Kedi,"Şu körüğün yanına bak" dedi. Baktığımda bir de ne göreyim. Renk renk, eşi benzeri olmayan mücevherler... Karnım doymadığı için, elimdeki buttan da vazgeçemiyordum. "But benim elimde, mücevherler de benim dükkanımda, o zaman niçin aç kalayım?" diye düşündüm. Elime bir sopa parçası alıp, kediyi kovaladım. Oturup elimdeki butu yemeye devam ettim. Gözüm de, körüğün yanındaki hazinede idi. Butu bitirir bitirmez de, yerimden fırladım. Körüğün yanına vardığımda, baktım, hiçbir şey yok. Acaba yanlış mı gördüm, diyerek, tekrar örsün yanına geldim. Mücevherler ışıl ışıl orada parlıyordu. Sevinç içinde, oraya koştum. Körüğün yanına varınca, onların yine yok olduğunu görüyordum. İşte o zamandan beri, böyle hazineye kavuşmak için, gidip geliyorum... (Diğer ikisinin sırrını da yarına bırakalım)
.
Önce farz, sonra nafile
28 Haziran 2003 01:00
İnsanı Allahü teâlanın rızasına, sevgisine kavuşturacak işler, farzlar ve nâfileler olmak üzere ikiye ayrılır. Farzların yanında nâfilelerin hiç kıymeti yoktur. Bir farzı vaktinde yapmak mesela vakti geçmiş ise, hemen kaza etmek, bin sene nâfile ibâdet yapmaktan daha çok faydalıdır. Hangi nâfile olursa olsun, ne kadar hâlis niyet edilirse edilsin, ister namaz, oruç, zikir, fikir olsun, ister başka nâfileler olsun, hep böyledir. Hatta, farzları yaparken, bu farzın sünnetlerinden bir sünneti ve edeblerinden bir edebi gözetmek de, böyle çok faydalıdır. Hazret-i Ömer sabah namazını cemaat ile kıldıktan sonra, cemaate baktı, eshâbından birini bulamadı. "Filan kimse cemaatte yoktur" buyurdu. Orada bulunanlar, o kimse gecenin çok saatlerinde uyumaz, nâfile ibâdet yapar. Belki şimdi uykuya dalmıştır, dediler. Halîfe, "Eğer bütün gece uyuyup da sabah namazını cemaat ile kılsaydı daha iyi olurdu" buyurdu. Bundan anlaşılıyor ki: Bir edebi gözetmek ve tenzîhî olsa bile, bir mekruhdan sakınmak, zikirden ve fikirden ve murâkabeden ve teveccühden daha faydalıdır. Tahrîmî olan mekruhdan sakınmanın faydasını, artık düşünmelidir. Evet, bu nâfile işler, farzları gözetmek ile ve haramlardan, mekruhlardan sakınmak ile birlikte yapılırsa, elbette daha güzel, çok güzel olur. Fakat böyle olmazsa, pek zararlı olur. Meselâ zekât olarak bir gram gümüşü bir Müslüman fakire vermek, nâfile olarak dağlar kadar altın sadaka vermekten ve hayrat, hasenat ve yardımlar yapmakdan kat kat daha iyidir, kat kat daha çok sevaptır. Bu bir gram gümüş zekâtı verirken, bir edebi gözetmek, meselâ, akrabadan bir fakire vermek de, nâfile iyiliklerden kat kat daha faydalıdır. Bundan anlaşılıyor ki, yatsı namazını gece yarısından sonra kılmak ve böylece gece namazı sevabını da kazanmayı düşünmek, çok yanlışdır. Çünkü, Hanefî mezhebindeki imâmlara göre yatsı namazını gece yarısından sonra kılmak mekruhdur. Çünkü, yatsı namazını gece yarısına kadar kılmak mubah demişlerdir. Gece yarısından sonra kılmak mekruh olur buyurmuşlardır. Mubahın karşılığı olan mekruh ise, tahrîmen mekruhdur. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretleri, namaz abdestinin edeblerinden bir edebi terk etdiği için kırk senelik namazı kaza etmiştir.
.
"Bir vâdi dolusu altını olan..."
28 Haziran 2003 01:00
Dün, üç ibretli olaydan demircinin başına gelenleri anlatmıştım. Bugün de, müezzinle, âmânın başına gelenleri anlatayım... Vezir, demircinin sırrını öğrendikten sonra, müezzinin bulunduğu câmiye geldi. Müezzizin devamlı minareye çıkıp inmesini şöyle anlattı: Bir gün, minâreye ezân okumak için çıkmıştım. Baktım şerefede iri, güçlü, çok da sevimli bir kuş var. Yanına yaklaştığımda, beni kaptığı gibi göklere yükseltti. Uzun bir yolculuktan sonra, eşi benzeri olmayan bir yere indirdi. Bulunduğum yerin, tarifi mümkün olmayan bir güzelliği vardı. Ben etrafın güzelliği ile kendimden geçmiş bir hâldeyken, birileri gelip beni bir saraya götürdü. Hayâl bile edemiyeceğim güzellikte bir saraydı bu. Sarayda beni bir kadın karşıladı. Kadının güzelliği karşısında hiçbir şeyi görmez oldum. Gözümü kendisinden ayıramıyordum. Kadın, benim bu şaşkınlığımı fark etti. Merakımı gidermek için şu açıklamayı yaptı: "Ben bu ülkenin hükümdarının kızıyım. Evlenmek için seni buraya ben getirttim. Fakat bu arada beklenmedik birşey oldu. Babam vefât etti. Bu hâldeyken seninle evlenmem uygun olmaz. Birkaç gün bekle, sonra nikâhımızı yapar evleniriz." Ben, hemen itiraz ettim: "Olmaz! Ben bekleyemem!" dedim. Kadın: "Ben de arzû ediyorum. Zâten seni buraya bunun için getirttiğimi az önce söyledim. Birkaç gün sabır etmeni istiyorum. Sadece birkaç gün." Ben bu sözleri anlayıp, muhakeme yapacak durumda değildim. Kadının güzelliği aklımı örtmüştü. Benim düşündüğüm tek şey vardı; bir an önce ona kavuşmak... "Olmaz. Ben bekleyemem!" diye direttim. Bunun üzerine, beni getiren kuşa kızgın bir şekilde emrini verdi: "Al bunu getirdiğin yere bırak gel! Amma da sabırsızmış. Ni'mete kavuşmanın ilk şartının sabretmek olduğunu bilmeyenden hayır gelmez" dedi. Ben hatâmı, sabırsızlığımın neticesini anlamış oldum. Fakat iş işten geçmişti. Perişân bir şekilde, minâreden indim. Evime giderken belki bir ümit, kuş tekrar gelmiştir, diye şerefeye baktım. Bir de ne göreyim, kuş orada değil mi? Hemen koşarak çıktım. Fakat kuş yine kayboldu. Tekrar aşağı indim. Yine kuşu gördüm. İşte bundan dolayı akşama kadar inip çıkıyorum... Vezir son olarak üç yol ağzındaki, gözleri kör adamın yanına gitti. Kendine niçin parayla tokat attırdığını sordu. Adam şöyle anlattı: Ben uzun yıllar, kervancıbaşı görevini yaptım. Bir gün kervanıma, on deve yüklü birisi katıldı. Yolculuk esnasında, bu yüklerin altın olduğunu anladım. Şeytan kanıma girip, niyetimi bozdurdu. Elime bıçağı alıp, yüklerin sahibinin yanına gittim. Adam benim niyetimi anlamıştı. Canını kurtarmak için, önce yükünün yarısını, sonra tamamını teklif etti. Ben kabûl etmedim. Adam çâresiz kalıp, bu defa da şu teklifte bulundu: "Beni öldürmezsen, kimseye yapmadığım bir iyiliği sana yaparım. Senin gözüne bir mil çekeyim. Yer altındaki bütün hazineleri görürsün. Zaten ben de bu altınları böyle elde ettim." Bu teklif hoşuma gitti. Kabûl ettim. Gözümün birine mili çekti. Artık bütün hazineleri görebiliyordum. Fakat buna da râzı olmadım, daha çok göreyim, daha çok altın toplayayım diye, diğer gözüme de mil çekmesini istedim. Adam dedi ki: "O zaman hiç göremezsin, gel sen buna râzı ol! Tamah etme!" Ben ısrar ettim. Bunun üzerine adam, "Benden günâh gitti" deyip, diğer gözüme de mili çekti. Artık dünyam kararmıştı. Bütün hazineleri görüyor, fakat bunun dışında başka bir şey görmüyordum. İşte dünya tamahı, altın hırsı, beni bu hâle getirdi. Kendimi dünyada bu şekilde cezâlandırıyorum. İnşâallah Cenâb-ı Hak da bu tövbemi, pişmanlığımı kabûl eder de, âhırette cezâlandırmaz... Resûlullah efendimiz ne güzel buyurmuş: "Bir vâdi dolusu altını olan, bir vâdi dolusu daha ister!"
.
Amelsiz evliya olunamaz
29 Haziran 2003 01:00
Evliyalık halleri, amelleri dürüst olan ve ibâdetleri hakkı ile yapan kimselerde hâsıl olur. Bu hâller, birçok şeyleri öğrenmelerine sebeb olur. Amellerin, ibâdetlerin düzgün olabilmesi için, bunları tanımak, herbirinin nasıl yapılacağını bilmek lâzımdır. Bu bilgiler, İslamiyetin ahkâmını yani emirlerini ve yasaklarını, meselâ, namazın, orucun ve bunlardan başka farzların ve alış verişlerin ve nikâh, talâk gibi muâmelâtın bilgileridir. Kısaca, Allahü teâlanın insana emir ettiği şeylerin bilgileridir. Bu bilgiler, öğrenilmekle elde edilir. Bunları öğrenmek, her Müslümana elbette lâzımdır. Herşeyi öğrenmeden önce ve öğrendikden sonra birer cihâd vardır. Birincisi, ilmi aramak, bulmak ve elde etmek için çalışmak cihâddır. İkincisi, ilmi elde ettikten sonra yerinde kullanabilmek için yapılan cihâddır. Bunun için, toplantılarda, tasavvuf kitabları okunulduğu gibi, fıkıh kitablarının da okunulması ve öğrenilmesi lâzımdır. Hattâ tasavvuf kitabları okunmasa da, zararı olmaz; çünkü, tasavvuf bilgileri hâl ile, zevk ile, tadını tadarak elde edilir. Okumakla, dinlemekle anlaşılmaz. Fıkıh kitablarını okumamak ise, zararlı olabilir. Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki: "Allahü teâlânın çok sevdiği kimse, dînini öğrenen ve başkalarına öğretendir. Dîninizi islâm âlimlerinin ağızlarından öğreniniz!" İslâm âlimi, Ehl-i sünnet âlimleridir. Dört mezhebin âlimleri, Ehl-i sünnet âlimleridir. Hakîkî âlim bulamıyan, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından öğrenmeli ve bu kitabların yayılmasına çalışmalıdır. İlim, amel ve ihlâs sâhibi olan Müslümana (İslâm âlimi) denir. Bu üçünden biri noksan olup da, kendini âlim tanıtana (kötü din adamı, yobaz) denir. İslâm âlimi, insanı, saadet kapılarını açan sebeblere kavuşturur, dînin bekçisidir. Yobaz, insanı, felâkete sürükleyen sebeblerin içine düşürür, şeytânın yardımcısıdır. (Şimdi de, fıkıh kitablarında, haram olduğu bildirilen birçok şeyleri Avrupalılar, Amerikalılar yaptığı için, bunların haram olmadığını, âyet ile, hadîs ile isbâta uğraşan Amerikan hayranlarını görüyoruz. İslamiyeti, kâfirlerin âdetlerine, tapınmalarına çevirmeğe uğraşan, bozuk kitabları okumamalıyız. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitablarında gösterilen, doğru yoldan ayrılmamalıyız. Din düşmanlarının, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler ile süsledikleri, yaldızlı yeni fetvâlara, kitablara, dergilere ve gazetelere aldanmamalıyız
.
Âlimlerin lekesi!..
30 Haziran 2003 01:00
Alimlerin dünyayı sevmesi ve ona düşkün olması, güzel yüzlerine siyâh leke gibidir. Böyle olan ilim adamlarının, insanlara faydası olur ise de, kendilerine olmaz. Dîni kuvvetlendirmek, İslamiyeti yaymak şerefi, bunlara âid ise de, ba'zan kâfir ve fâsık da, bu işi yapar. Nitekim, Peygamberlerin efendisi "aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât" kötü kimselerin de, dîni kuvvetlendireceğini haber vermiş ve "Allahü teâlâ bu dîni, fâcir kimselerle de, elbette kuvvetlendirir" buyurmuştur. Bunlar, çakmak taşına benzer. Çakmak taşında enerji vardır. İnsanlar bu taştaki kudretten ateş yapar, istifâde eder. Taşın ise, hiç istifâdesi olmaz. Bunların da ilimlerinden kendilerine fayda olmaz. Hattâ, bu ilimleri, kendilerine zararlıdır. Çünkü, kıyâmet günü, bilmiyorduk, günâh olduğunu bilseydik yapmazdık diyemezler. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: "Kıyâmet gününde, en şiddetli azâb görecek kimse, Allahü teâlanın kendi iliminden, kendisini faydalandırmadığı âlimdir." Allahü teâlanın kıymet verdiği ve herşeyin en şereflisi olan ilmi, mal, mevki kapmağa ve başa geçmeğe vesîle edenlere, bu ilim zararlı olmaz mı? Hâlbuki, dünyaya düşkün olmak, Allahü teâlanın hiç sevmediği birşeydir. O hâlde, Allahü teâlanın kıymet verdiği ilmi, Onun sevmediği yolda harc etmek, çok çirkin bir iştir. Onun kıymet verdiğini kötülemek, sevmediğini de kıymetlendirmek, yükseltmek demektir. Açıkçası, Allahü teâlâya karşı durmak demektir. Ders vermek, va'z etmek ve dînî yazı, kitab, dergi çıkarmak, ancak, Allah rızası için olduğu vakit ve mevki, mal ve şöhret kazanmak için olmadığı zaman faydalı olur. Böyle hâlis, temiz düşünmenin alâmeti de, dünyaya düşkün olmamaktır. Bu belâya düşmüş, dünyayı seven din adamları, hakîkatte dünya adamlarıdır. Kötü âlimler bunlardır. İnsanların en alçağı bunlardır. Din, îman hırsızları bunlardır. Hâlbuki bunlar, kendilerini din adamı, âhiret adamı ve insanların en iyisi sanır ve tanıtır. Sûre-i Mücâdelede, "Onlar, kendilerini Müslüman sanıyor. Onlar son derece yalancıdır. Şeytan onlara musallat olmuştur. Allahü teâlâyı hâtırlamaz ve ismini ağızlarına almazlar. Şeytana uymuşlar, şeytan olmuşlardır. Biliniz ki, şeytana uyanlar ziyan etti. Ebedî saadeti bırakıp sonsuz azâba atıldı" meâlindeki âyet-i kerîme bunlar içindir.
.
Şeytanın vekilleri!
1 Temmuz 2003 01:00
Büyüklerden biri şeytanı boş oturuyor, insanları aldatmakla uğraşmıyor görüp, sebebini sorar. Şeytan cevâb olarak, (Zamanın din adamı geçinen, kötü âlimleri, insanları yoldan çıkarmakta bana o kadar yardım ediyor ki, bu mühim işi yapmama lüzum kalmıyor) demiştir. Doğrusu, zamanımızda İslamiyetin emirlerini yapmaktaki gevşeklikler ve insanların dinden yüz çevirmesi, hep din adamı perdesi altında söylenen sözlerden, yazılardan ve bu adamların bozuk niyetlerinden dolayıdır. Din adamları üç kısımdır: Akıl sâhibi, ilim sâhibi, din sâhibi. Bu üç sıfatı da birlikte taşıyan din adamına (Din âlimi) denir. Bir sıfatı noksan olursa, onun sözüne güvenilmez. İlim sâhibi olmak için, akıl ve nakil ilimlerinde mütehassıs olmak lâzımdır. Dünyaya gönül kaptırmıyan, mal, mevki, şöhret kazanmak, başa geçmek sevdâsında olmıyan din âlimleri, âhıret adamlarıdır. Peygamberlerin "aleyhimüsselâm" vârisleri, vekîlleridir. İnsanların en iyisi bunlardır. Kıyâmet günü, bunların mürekkebi, Allahü teâlâ için canını veren şehîdlerin kanı ile tartılacak ve mürekkeb, daha ağır gelecektir. "Âlimlerin uykusu ibâdettir" hadîs-i şerîfinde medh edilen, bunlardır. Ahıretteki sonsuz nimetlerin güzelliğini anlıyan, dünyanın çirkinliğini ve kötülüğünü gören, âhıretin ebedî, dünyanın ise fanî geçip tükenici olduğunu bilen onlardır. Bunun için kalıcı olmayan, çabuk değişen ve biten şeylere bakmayıp, bâkî olana, hiç bozulmıyan ve bitmiyen güzelliklere sarılmışlardır. Âhıretin büyüklüğünü anlıyabilmek, Allahü teâlanın sonsuz büyüklüğünü görebilmekle olur. Âhıretin büyüklüğünü anlıyan da, dünyaya hiç kıymet vermez. Çünkü, dünya ile âhıret birbirinin zıddıdır. Birini sevindirirsen öteki incinir. Dünyaya kıymet veren âhıreti gücendirir. Dünyayı beğenmiyen de, âhırete kıymet vermiş olur. Her ikisine birden kıymet vermek veya her ikisini aşağılamak olamaz. İki zıd şey bir araya getirilemez. Tasavvuf büyüklerinden bazısının işlerine bakıp, dünyayı seviyor, istiyorlar sanılır. Hâlbuki, içlerinde hiç dünya sevgisi, arzûsu yoktur. Sûre-i Nûrda, "Bunların ticâretleri, alış verişleri, Allahü teâlâyı hâtırlamalarına hiç mani olmaz" meâlindeki âyet-i kerîme bunlar içindir. Dünyaya bağlı görünürler. Hâlbuki, hiç bağlılıkları yoktur. Hâce Behâeddîn-i Nakşibend Buhârî "kuddise sirruh" buyuruyor ki: "Mekke-i mükerremede Minâ pazarında, genç bir tâcir, aşağı yukarı, ellibin altın değerinde alış veriş yapıyordu. O esnâda, kalbi, Allahü teâlâyı bir an unutmuyordu..
.
Kalbi bozuk olanlar
2 Temmuz 2003 01:00
Allahü teâlânın var olduğu ve bir olduğu, Muhammed aleyhisselâmın, Onun resûlü olduğu ve onun getirdiği her emirin ve haberlerin, doğru olduğu, ona inanmayanın Müslüman olamıyacağı; dolayısıyla Yahudilerin ve Hıristiyanların ebedi olarak Cehennemde kalacağı güneş gibi meydandadır. Düşünmeğe, isbât etmeğe hiç lüzum yoktur. Kalbin bunlara inanması için, kalbin bozuk olmaması, manevî hastalığı bulunmaması lâzımdır. Kalb hasta ve bozuk olunca, kalbin inanması için, akıl ile düşünmek, incelemek lâzım olur. (Basîret)ten yani kalb gözünden manevî perde kalkarsa, bunlara seve seve inanılır. Meselâ, safrası bozuk kimse, şekerin tadını duymuyor. Şekerin tatlı olduğunu ona anlatmak, isbât etmek lâzım olur. Fakat, safra hastalıktan kurtulunca, isbât etmeğe lüzum kalmaz. Hastalıktan dolayı isbât etmek lâzım olması, şekerin tatlılığına bir kusûr vermez. Şaşı olan, bir şeyi iki görür ve iki kişi var sanır. Şaşıdaki göz hastalığı, karşısındaki bir şeyin, iki olmasını îcâb ettirmez. O iki gördüğü hâlde, görünen yine birdir. Bunun bir olduğunu isbât etmek çok zordur. Din bilgilerini, akıl ile isbât ederek kalbe inandırmak, kolay değildir. Yakînî, vicdanî bir îman elde etmek için, isbât yoluna gitmektense, kalbi hastalıktan kurtarmak lâzımdır. Nitekim, safra hastasını, şekerin tatlı olduğuna inandırmak için, isbât etmeğe kalkışmaktansa, onu hastalıktan kurtarmak lâzımdır. Safrası bozuk olan hastaya şekerin tatlı olduğu, ne kadar isbât edilirse edilsin, yakîn hâsıl edemez. Çünkü, şeker ağzına acı gelmekte, vicdanı acı olduğunu bilmektedir. Nefis, yaratılışta ahkâm-ı islâmiyyeye düşmandır. Kalbin hasta olması, nefse uyması demektir, yani İslamiyete uymak istememesidir. Dünyaya düşkün olmak, kalbdeki îmanı zayıflatır. Bir kimse, nefislerinin esîri olan gâfil insanların sohbetlerinden, sözlerinden, yazılarından, kitablarından uzaklaşırsa ve nefsi (tezkiye) olursa,yani inkâr hastalığından kurtulursa, bu dâhilî ve hâricî düşmanlardan kalbe hastalık gelmez. Mevcûd hastalık da, İslamiyete uyarak, (istigfâr okuyarak) tasfiye edilince, kalb hakîkî îmana kavuşur. Nefsin cibillî hastalığından tezkiyesi ve kalbin hâricden gelen hastalıktan tasfiyesi, mürşid-i kâmilin sohbetinde bulunmakla, kitablarını okumakla ve ahkâm-ı islâmiyyeye uymakla nasîb olur. Mürşid-i kâmil, bütün sözleri, bütün işleri, İslamiyete uygun olan, Ehl-i sünnet âlimi demektir. İslamiyeti iyi bilmesi, derin âlim olması lâzımdır.
.
Kalbin temizlenmesi
3 Temmuz 2003 01:00
İnsanlarda bulunan nefis, dine inanmaz. İnsanı küfre, inançsızlığı teşvik eder. Bunun için, İslamiyete uymak, nefse acı gelmekte, ona uymak istememektedir. Kalb ise, yaratılışında temizdir, sâlimdir. Fakat, nefsin İslamiyete uymak istememesi hastalığı, kalbe sirâyet ederek, kalb de İslamiyete uymak istemiyor. İslamiyete inanıyor ise de, uyması acı geliyor. İslamiyetin doğruluğunu isbât için, ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, hasta olan kalbde buna yakîn hâsıl olması, çok güç olur. Kalbde yakîn hâsıl olması için, dâhilden ve hâriçten hastalık gelmemesi, gelmiş olanın da tasfiyesi lâzımdır. Bunun için, nefsi (tezkiye) etmekten, yani cibillî olan inkâr hastalığından ve kalbi şeytandan ve fenâ arkadaştan kurtarmaktan başka çâre yoktur. Nefsi terbiye, ahkâm-ı islâmiyyeye uymakla, sonra, kelime-i tevhîdi çok söylemekle, sonra bir Velînin sohbeti ile, sonra râbıtası ile, sonra hayat hikâyesini okumakla olur. Kalbin tasfiyesi, ibâdet yapmakla, bilhâssa farz namazları kılmakla ve çok istigfâr okumakla olur. İnsanın çevresindeki kimseler İslamiyete, ahlâka muhâlif ise, bunların kötü arkadaş oldukları anlaşılır. Kalb, bu üç düşmanın yani nefsin, şeytanın, kötü arkadaşın şerrinden, hücûmundan kurtulunca, (tasfiye) bulur, yani haramları sevmek hastalığından kurtulur. Allah sevgisi, kendiliğinden yerleşir. Suyu boşalan şişeye havanın dolması gibi olur. Veşşemsi sûresi dokuzuncu âyetinde meâlen, "Nefsini tezkiye eden kurtuldu. Nefsini günâhta, cehâlette, dalâlette bırakan, ziyan etti" buyuruldu. Nefsin kötülükleri, pislikleri demek, İslamiyetin beğenmediği, haram ettiği şeyler demektir. Şimdi bazıları, Allahü teâlanın fenâ dediği, yasak ettiği şeylere, moda, asrîlik, ilericilik diyor. Allahü teâlanın beğendiği, emrettiği şeylere gericilik, cahillik diyor. Haram işleyenlere sanatkâr, aydın, ilerici insan, Müslümanlara mürtecî, yobaz, gerici diyenler oluyor. Bunlara aldanmamalı. Dîni, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitablarından öğrenmelidir. Görülüyor ki, bu açık, parlak İslamiyete ve temiz, doğru yola inanmayan kimsenin kalbi, şekerin tadını anlayamayan safralı gibi, hastadır. Bir kimse, kör ise, güneşin suçu ne? Bekara sûresinde, "Kalblerinde hastalık vardır" meâlindeki dokuzuncu âyet-i kerîmede bildirilen hastalık tedavi edilmedikçe, hakîkî îman ele geçmez
.
Âlimler, milletin kalbidir
4 Temmuz 2003 01:00
İslâm âlimi, milletin yanında, bedendeki kalb gibidir. Kalb, temiz, iyi olunca, beden iyi işler yapar. Kalb bozuk olunca bütün uzuvlar, hep kötü iş yapar. Bunun gibi, âlimler iyi ise, millet de iyi olur. İleriye gider. Onlar, bozuk olursa, millet de bozulur. Felâkete gider. İslamiyete yardımın en kıymetlisi ve önemlisi, Ehl-i sünnet itikadını ve dinin emir ve yasaklarını meydana çıkarmak, fitne ve fesâd ateşini söndürmektir. Bunu yapacak olan, ancak, doğru yolda olan âlimlerdir. Böyle âlimler siyâsetle uğraşmaz. Dîni, siyâsete, mal, koltuk ve şöhret kazanmağa âlet etmez. Kendilerine din adamı ismini verip Kur'an tercümeleri, din kitabları yazan, mal ve makâm âşıkları, âhıret âlimi değil, dünyalık toplayıcılarıdır. Bunların kitabları, dergileri, sözleri zehirdir. Dîni, îmanı bozar ve millet arasına fitne, fesâd sokar. Her devirde, Müslümanların başına gelen belâlara hep kötü din adamları, dinsizler sebeb olmuştur. Müslüman ismi altında, yanlış yolda gidenlerin başları, hep bu kötü din adamları olmuştur. Din âlimi tanınmayan bir kimse, yoldan çıkarsa, bu sapıklığı, başkalarına bulaşmaz veya nâdiren bulaşır. Zamanımızın din adamları da, Müslümanları doğru yoldan çıkarıyor. Bunlar da, sahte din adamlarının yazıları gibi, gençlerin dîninin, îmanının bozulmasına sebeb oluyor. Her Müslüman, elinden gelen yardımı yapmalıdır. İslamiyete yardımı esirgeyen her Müslüman ahirette mes'ûl olacaktır. İslamiyet, Allahü teâlanın emirleridir. Hâkim, Allahü teâlâdır. Emiri de, Kur'an-ı kerîmdir. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerîmi, yalnız okumak için göndermedi. Amel için, din âlimlerinin, anlayıp fıkıh kitablarında bildirdiklerini, yapmak için gönderdi. Bunları yapacak, yaptıracak da hakîkî din âlimleridir. Bunlara (Ehl-i sünnet âlimi) denir. Müslümanlık, ilim üzerine kurulduğundan, ilim ve âlim kalmayınca, İslamiyet bozulur. Bulut olmayınca, yağmur beklemek, mu'cize istemek olur. Allahü teâlâ, bunu yapabilir. Fakat, âdeti böyle değildir. İslâm âlimi yetişebilmesi için, islâm ilimleri meydana çıkıp, yayılıp, yüz sene geçmesi lâzımdır. Ehl-i sünnet âlimleri çok kıymetlidir. Bunlara uymıyanlar kıymetsizdir. Çünkü bunlar bildirdiklerini, Eshâb-ı kirâmın ve Selef-i sâlihînin eserlerini inceliyerek elde etmişlerdir. O hidâyet yıldızlarının ışıkları ile parlamışlardır. Bunun için, ebedî kurtuluş bunlara mahsûs oldu. Sonsuz saadete bunlar kavuştu. Allah yolunda giden kâfile bunlar oldu. Kurtuluş, ancak Allah yolunda bulunanlar içindir.
.
Kurtuluş yolu...
5 Temmuz 2003 01:00
Kıyâmet günü herkese İslamiyetten sorulacaktır. Cennete girmek, Cehennemden kurtulmak, ancak İslamiyete uymakla olur. İnsanların en iyileri, seçilmişleri olan Peygamberler "salevâtüllahi teâlâ ve teslîmâtühü aleyhim", herkesi İslamiyete çağırmıştır. Kurtuluş yolu İslamiyettir. O büyükler, İslamiyeti bildirmek için gönderildi. O hâlde en kıymetli ibâdet, insanlara yapılacak en büyük iyilik, İslamiyetin öğrenilmesine, yapılmasına çalışmaktır ve İslamiyetin bir emrini meydana çıkarmaktır. Hele, din düşmanları, azgınca, dîne saldırarak, islâm kitablarını yok ettikleri, Müslüman yavrularını aldattıkları bir zamanda, Allahü teâlanın emirlerinden bir tanesinin yapılmasına sebeb olmak, binlerle, milyonlarla lira sadaka vermekten daha sevâbdır. Çünkü, bu ufak iş, Peygamberlere uymak, onların vazîfesine ortak olmaktır. Hâlbuki, ibâdetlerin en kıymetlisi, sevapların en çoğu onlaradır. Milyonlarla sadaka vermek, hayrât, hasenât yapmak ise, herkese müyesser olabilir. İslamiyetin meydana çıkmasına çalışmak, nefsin istemediği şeydir. Buna çalışan, nefsi ile cihâd etmiş olur. Hayrât yapmak ise, nefsin hoşuna gidebilir. Fakat, İslamiyetin öğrenilmesi, yapılması için para sarf etmek, şübhesiz çok kıymetlidir. İlim öğrenen kimse, nefsine uymakla kendine zarar yaparsa da, herkes onun ilminden faydalanır. Kendini yakarsa da, başkalarının kurtulmasına sebeb olur. İslamiyet, insanların saadetine çalışanları, kendini kurtarmağa çalışanlardan, daha üstün tutmaktadır. İslamiyetin öğretilmesine çalışmak, îman edilecek şeyleri, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitablarında bildirdikleri gibi yaymak ile ve ahkâm-ı islâmiyyeyi, yani Allahü teâlanın emir ve yasak ettiği şeyleri, fıkıh kitablarına uygun olarak bildirmek ile olur. Böyle çalışanlara, beden ile hizmet edenler ve mâl ile, söz ve yazı ile ve duâ ile yardım edenler de, bu sevâba kavuşurlar. Hayırlı, faydalı yerde kullanılmayan mal hakîkatte öldürücü zehirdir. İşe yaramaz bir maldır. Ona bağlananlara, tutulanlara, kurtuluş yoktur. Dünya yaldızlanmış pislik gibidir. Şekerle kaplanmış zehir gibidir. Aklı olan, bu bozuk mala gönül kaptırmaz. Âlimler buyuruyor ki, "Bir kimse, ölürken malının zamanın en akıllısına verilmesini vasıyyet etse, zâhide vermek lâzımdır". Çünkü zâhid, dünyaya rağbet etmez, özenmez, üzerine düşmez. Dünyaya, yani zararlı şeylere düşkün olmaması, aklının çok olduğunu gösterir.
.
Olayın diğer cephesi daha vahim!
5 Temmuz 2003 01:00
Dün, televizyonun yaygınlaşmasıyla insanların beyin faaliyetlerinin yavaşladığından özellikle öğrencilerde beyin tembelliğine sebep olduğundan bahsetmiştim. ABD Ulusal Eğitim Gelişimini Değerlendirme Dairesi'nin hazırladığı eğitim istatistikleri de bunu doğrular mahiyettedir. Bu konu ile ilgili hazırlanan rapora göre, dördüncü ve sekizinci sınıfların % 16'sı, on ikinci sınıfların % 22'si temel yazma becerilerini öğrenememişler. Yine aynı rapora göre, dördüncü, sekizinci ve on ikinci sınıfların ancak % 40'ı yeterli okuma seviyesine ulaşabilmişler. Dördüncü sınıfların % 7'si, sekizinci sınıfların % 3'ü ve on ikinci sınıfların % 6'sı ancak okumada ileri seviyeye gelebilmişler. Bunun sebebi de şöyle izah ediliyor: Televizyon görüntülerindeki aşırı hız ve hareketliliğin yanı sıra, programların sık sık reklamlarla kesilmesi, dikkat sürekliliğinin kaybolmasına, yoğunlaşma kapasitesinin bozulmasına neden oluyor. Gallup'un yaptığı ankette, katılımcıların çoğunluğu, televizyonu kapattıktan sonra rahatlama hissi duyduklarını, fakat pasiflik ve konsantrasyon düşüklüğünün sürdüğünü belirtiyorlar. Televizyonun enerjilerini emdiğini ve kendilerini tükenmiş bir hale getirdiğini ifade ediyorlar. Tam tersi olarak, kitap okuduktan sonra bu tür zorlukların nadiren görüldüğü belirtiliyor. Eğitim uzmanı Karen River, çocukların televizyondan uzak tutulmasının nedenlerini şöyle açıklıyor: "Sürekli televizyon seyretmenin, analitik düşünmeye ve okumayı gerektiren zihnî işlemlere zararı dokunduğu ispat edilmiştir. Okuma sürekli algılamayı ve satır satır takibi gerektirir. Fakat televizyon izleme, kısa, ardı ardına gelen ve hızlandırılmış sahnelere zihni alıştırır, bu da çocukta kolayca dikkat dağılmasına neden olur. Birçok mesaja gark olan çocuğun onlara anlam verecek vakti olamaz. Er geç, televizyon programlarının hızı ve art arda gelmesi çocuğun yazılı malzeme üzerindeki odaklanma kabiliyetini bozar. Göz kasları, günlük kullanımla güçlenir ve gelişir. Okuma, karışık göz hareketi kullanımını gerektirir. Halbuki televizyon seyretme, gözü tek bir noktada tutarak, bu kasları etkiler. Çok televizyon seyretmeye alışmış çocukların, kitap okumanın gözlerini yorduklarını söylemeleri, göz kaslarının televizyon sebebiyle gelişememesinden kaynaklanıyor." Kitap okuma, insana, uzun süre konu değiştirmeden dikkatini toplama eğitimi kazandırırken, televizyon bunun tam tersine, insanın dikkatini bir noktaya toplamasını engelliyor. Televizyon seyrederken, beyin faaliyetleri, uyanık bilincin belirtisi olan beta dalgalarını, düşük bilincin belirtisi olan alfa dalgalarına çeviriyor. Gözler açıkken normal olarak meydana gelmeyen belirli elektronik dürtüler, televizyon seyrederken meydana geliyor. Bu dürtüler gözü bir noktada uzun süre odaklıyor. Bu yan etkiler, özellikle yeni okumayı öğrenen çocuklarda zararlı oluyor. Çünkü bu zararlı etkiler, okumanın gerektirdiği özelliklerin tam tersini geliştiriyor. Böylece, uzun süreli televizyon seyretme, kitap okumayı zorlaştırıyor. Okuma ve düşünce becerisinin yerleşmediği toplumlarda, televizyon çok daha fazla etkileme gücüne sahip oluyor. Özellikle gösteri çağının öncülüğünü yapan televizyon sayesinde, halk sadece gösterilenle yetinmeyi tercih edip, kitap okumadan iyice uzaklaşıyor. Örneğin Türkiye, kitap okuma oranında çoğu Afrika ülkesinin gerisinde kalmış durumda. Japonya'da toplumun % 14'ü, Amerika'da % 12'si, İngiltere ve Fransa'da % 11'i düzenli kitap okurken, Türkiye'de durum % 0.01 yani, on binde bir! Böyle bir toplumdan ne beklenebilir? İki gündür vermeğe çalıştığım televizyonun olumsuz etkileri, olayın sadece okuma alışkanlığını köreltmesi cephesine bir bakış idi. Toplumun nüvesi olan ailenin temeline dinamit koyan; utanma ve hayâ duygusunu yok eden yıkıcı programlar, manevi değerlerimizle alay eden; fark ettirmeden sinsice seyircinin imanını çalan art niyetle hazırlanmış ölçüsüz dini tartışmalar... olayın diğer cephesi; hatta daha vahim yönü.
.
Nefsin hedefi ilah olmaktır!
6 Temmuz 2003 01:00
İnsanların nefsi, mevki almak, başa geçmek sevdâsındadır. Onun bütün arzûsu, amir olmak, herkesin, kendisine boyun bükmesidir. Kendinin kimseye muhtac olmasını, başkasının emiri altına girmesini istemez. Nefsin bu arzûları, ilah olmak, ma'bûd olmak, herkesin kendine tapınmasını istemek demektir. Allahü teâlâya şerîk, ortak olmağı istemektir. Hattâ nefs, o kadar alçaktır ki, ortaklığa râzı olmayıp, âmir, hâkim, yalnız kendi olsun, herşey, yalnız onun emri ile olsun ister. Hadîs-i kudsîde, Allahü teâlâ buyuruyor ki: "Nefsine düşmanlık et! Çünkü nefsin, benim düşmanımdır." Demek oluyor ki, nefsi kuvvetlendirmek, onun, mal, mevki, rütbe, herkesin üstünde olmak, herkesi aşağı görmek gibi isteklerini yapmak, Allahü teâlanın bu düşmanına yardım ve onu kuvvetlendirmek olur ki, bunun ne kadar fecî, korkunç bir suç olduğunu anlamalıdır. Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde buyuruyor ki: "Büyüklük, üstünlük, bana mahsûstur. Bu ikisinde, bana ortak olmak isteyen, büyük düşmanımdır. Hiç acımadan, onu Cehennem ateşine atarım." Mal, mevki, rütbe, amirlik gibi dünya zînetlerini, nefse uyarak değil, Allahü teâlanın emirlerini yapmak ve yaptırmak için ve millete, Müslümanlara hizmet etmek için istemelidir. Bu niyet ile istemek ve bunları yapmak ibâdet olur. Allahü teâlanın zararlı dünya isteklerine düşman olması, dünyanın bu kadar alçak olması, nefsi isteklerine kavuşdurduğu, nefsi kuvvetlendirdiği içindir. Allahü teâlanın düşmanı olan nefse yardım eden de, elbette Allahın düşmanı olur. Peygamberimiz fakirlikle öğünmüştür. Çünkü, fakirlik, nefsin isteklerini yaptırmaz. Onu dinlemez. Burnunu kırar. Peygamberlerin gönderilmesi ve İslamiyetin emirleri, yasakları, hep, nefsi kırmak, ezmek içindir. Onun taşkınca isteklerini önlemek içindir. İslamiyete uyuldukça, nefsin istekleri azalır. Bunun içindir ki, İslamiyetin bir emrini yapmak, nefsin isteklerini yok etmekte, kendi düşüncesi ile yapılan binlerle senelik riyâzet ve mücâhededen daha kuvvetli tesir etmektedir. Meselâ, İslamiyetin emrettiği zekâttan bir kuruşu, İslamiyetin gösterdiği yere vermek, kendiliğinden, binlerce altın sadaka vermekten, hayrât yapmaktan, katkat ziyâde, nefsi tahrîb eder. İslamiyet emrettiği için, bayram günü, oruç tutmayıp yiyip içmek, kendiliğinden, senelerle oruç tutmaktan daha faydalıdir. İki rek'at sabâh namazını cemaat ile kılmak sünnettir. Bu sünneti yapmak, gece sabâha kadar, nâfile namaz kılarak, sabâh namazını cemaatsiz kılmaktan daha iyidir.
.
Saadet, âlimlerin elinde
7 Temmuz 2003 01:00
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: Din adamları içinde, mevki, makam maaş arzûsunda olmıyan, yalnız İslamiyetin yayılması ve yalnız İslamiyetin kuvvetlenmesi için uğraşan, hemen hemen yok gibi olmuştur. Mevki almak, koltuk kapmak arzûsu araya karışınca, din adamlarından herbiri, ayrı yol tutup, kendi üstünlüğünü göstermek ister. Birbirinin sözlerini beğenmez olurlar. Bu sûretle gözünüze girmeğe çalışırlar. Maalesef din işi ikinci derecede kalır. Her zaman Müslümanların başına çöken her belâ din adamı geçinen kimseler yüzünden gelmiştir. Göze girmek için, uydurma Kur'an tercümeleri, yanlış fetvâlar, Ehl-i sünnet âlimlerinin sözlerine uymıyan din kitabları yazdılar. Din düşmanları da, din adamı şekline girip, istedikleri gibi yazdı. İslamiyeti, akla, fenne ve ilerlemeğe uymuyormuş gibi gösterdiler. Müslümanlar, şimdi de, böyle belâdan korkmaktayız. Dînin ilerlemesi nerede? Yine yıkılmasından endişe duyuyoruz. Allahü teâlâ Müslümanları bu sahte din adamlarının şerrinden korusun! Dînini seven bir âlim bulup, seçmeniz yetişir ve büyük bir nimet olur. Çünkü, âhıreti düşünen âlimin sözleri, yazıları, aklı, vicdanı olan herkesi yola getirir. Kalblere tesir eder. Fakat, şimdi böyle bir âlim nerede? Bunu bulamazsanız, diğerleri içinden, zararı en az olanı bulmağa çalışınız. (Bir şeyin hepsi ele geçmezse, hepsini de elden kaçırmamalıdır), sözü meşhûrdur. İnsanların saadeti, âlimlerin elinde olduğu gibi, insanları felâkete, Cehenneme sürükleyenler de, din adamı şeklinde görünen, din düşmanlarıdır. Din adamlarının iyisi, insanların en iyisidir. Dîni dünya isteklerine âlet eden, herkesin îmanını bozan din adamı da, dünyanın en kötüsüdür. İnsanların saadeti ve felâketi, doğru yola gelmesi ve yoldan çıkmaları din adamlarının elindedir. Büyüklerden biri, şeytanı boş oturuyor görüp, sebebini sormuş. Şeytan demiş ki: (Bu zamanın din adamları, bizim işimizi görüyor. İnsanları yoldan çıkarmak için, bize iş bırakmıyorlar). Bunun için, çok düşünerek hareket etmelidir. Her fırsatta İslamiyeti yaymaya çalışmalıyız. Fırsat elden çıkınca, bir daha gelmez. Din adamı görünüp, dünya toplıyan kimse, Kendi sapıtmış yolu, gayra nasıl göstere?
.
İlim, amel ve ihlâs
8 Temmuz 2003 01:00
Sonsuz kurtuluşa kavuşabilmek için, üç şey, muhakkak lâzımdır: İlim, amel, ihlâs. İlim de, iki kısımdır: Birisi yapılacak şeyleri öğrenmektir ki, bunları öğreten ilme (Fıkıh ilmi) denir. İkincisi, itikad edilecek, kalb ile inanılacak şeylerin bilgisidir ki, bunları bildiren ilme (İlm-i kelâm) denir. İlm-i kelâmda Ehl-i sünnet vel cemaat âlimlerinin, Kur'an-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anladığı bilgiler vardır. Cehennemden kurtulan, yalnız bu âlimlerdir. Bunlara uymıyan, Cehenneme girmekten kurtulamaz. Bu büyüklerin bildirdiği itikaddan kıl ucu kadar ayrılmanın, büyük tehlike olduğu, Evliyanın keşfi ve kalblerine gelen ilhâm ile de anlaşılmakdadır. Yanlışlık ihtimâli yoktur. Ehl-i sünnet âlimlerine uyanlara, onların yolunda bulunanlara müjdeler olsun. Onlara uymıyanlara, yollarından sapanlara, onların bilgilerini beğenmiyenlere ve aralarından ayrılanlara, yazıklar olsun! Bu ana yoldan ayrıldılar, başkalarını da saptırdılar. Müminlerin Cennette Allahü teâlâyı göreceklerine inanmıyanlar oldu. Kıyâmet günü, iyilerin, günâhlılara şefâ'at edeceklerine inanmıyanlar oldu. Eshâb-ı kirâmın kıymetini ve yüksekliğini anlamıyanlar ve Ehl-i beyt-i Resûlü sevmiyenler oldu. Ehl-i sünnet âlimleri diyor ki: Eshâb-ı kirâm, kendileri arasında, en yükseği, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk olduğunu sözbirliği ile söylemiştir. Ehl-i sünnet âlimlerinden, Eshâb-ı kirâm üzerindeki bilgisi çok kuvvetli olan, imâm-ı Muhammed bin İdrîs-i Şâfi'î, buyuruyor ki: Fahr-i âlem âhıreti şereflendirdiği zaman, Eshâb-ı kirâm, aradı, taradı, yeryüzünde hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkdan daha üstün birini bulamadı. Onu halîfe yapıp emrine girdiler. Bu söz, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın, Sahâbenin en üstünü olduğunda, müttefik olduklarını göstermektedir. Yani Eshâb-ı kirâmın en yükseği olduğunda icmâ-i ümmet bulunduğunu göstermekdedir. İcmâ'-i ümmet ise seneddir, şüphe olamaz. Ehl-i beyt için ise, "Ehl-i beytim, Nûh aleyhisselâmın gemisi gibidir. Binen kurtulur, binmiyen boğulur" hadîs-i şerîfi yetişir. Büyüklerimizden bazısı buyurdu ki: Peygamberimiz, Eshâb-ı kirâmı yıldızlara benzetti. Yıldıza uyan, yolu bulur. Ehl-i beyti de, gemiye benzetti. Çünkü gemide olanın, yıldıza göre yol alması lâzımdır. Yıldızlara göre yürümezse, gemi sâhile kavuşamaz. Görülüyor ki, boğulmamak için, hem gemi, hem yıldız lâzım olduğu gibi, Eshâb-ı kirâmın hepsini ve Ehl-i beytin hepsini sevmek, saymak lâzımdır.
.
En sağlam doğru yol
9 Temmuz 2003 01:00
Hakîkî bir din âliminin bir saat kadar sohbetinde bulunmak, yediyüz sene nafile ibâdet etmekten daha hayırlıdır. Hazret-i Ali vasiyetlerinden birinde diyor ki, Resûlullahtan "sallallahü aleyhi ve sellem" işittim. Buyurdu ki, "Kırk gün içinde bir âlim meclisinde bulunmayan bir kimsenin kalbi kararır. Büyük günâh işlemeye başlar. Çünkü ilim kalbe hayat verir. İlmsiz ibâdet olmaz. İlmsiz yapılan ibâdetin faydası olmaz!". (Künûz-üd-dekâ'ık)daki hadîs-i şerîfte, "Âlimin yanında bulunmak ibâdettir" ve "Fıkıh ilmi meclisinde bulunmak, bir senelik ibâdetten daha hayırlıdır" ve "Evliyâyı görünce, Allah hâtırlanır" ve "Herşeyin kaynağı vardır. Takvanın menba'ı, âriflerin kalbleridir" ve "Âlimin yüzüne bakmak ibâdettir" ve "Onlarla birlikte bulunan kötü olmaz!" ve "Ümmetimin âlimlerine hurmet ediniz! Onlar yeryüzünün yıldızlarıdır" buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfler gösteriyor ki, hayatta hakiki rehber İslâm âlimleridir. İşte bunun için, Tâbi'înin en üstünü olan Veysel Karanî, Eshâb-ı kirâmın en aşağısının derecesine yetişememiştir. (Peygamberimizi îmanı var iken görenlere (Eshâb) denir. Göremeyen, fakat Eshâbdan birini görenlere (Tâbi'în) denir.) Hiçbir üstünlük, sohbetin üstünlüğü kadar olamaz. Çünkü, sohbete kavuşanların yani Eshâb-ı kirâmın îmanları, sohbetin bereketi ve vahyin bereketi sâyesinde, görmüş gibi kuvvetli îman olur. Sonra gelenlerden hiçbir kimsenin îmanı, bu kadar yüksek olmamıştır. Ameller, ibâdetler, îmana bağlıdır ve yükseklikleri, îmanın yüksekliği gibi olur. Eshâb-ı kirâm "aleyhimürrıdvan" arasındaki uygunsuzluklar ve muhârebeler iyi düşünceler ve olgun görüşler ile idi. Nefsin arzûları ile ve cehâlet ile değildi. İlim ile idi. İctihâd ayrılığından idi. Evet bir kısmı ictihâdda hatâ etmişti. Fakat, Allahü teâlâ, ictihâdda hatâ edene, yanılana da, bir sevâb vermektedir. İşte, Eshâb-ı kirâm için, Ehl-i sünnet âlimlerinin tuttuğu yol, bu orta yoldur. Yani, taşkınlık da, gevşeklik de etmeyip, doğruyu söylemişlerdir. En sâlim ve sağlam yol da budur. Bazıları Ehl-i beyti sevmekte taşkınlık yaptılar. Ehl-i beyti sevmek için, üç halîfeyi ve bunlara bî'at eden Eshâbın hepsini "radıyallahü teâlâ aleyhim ecma'în" sevmemek, hepsine düşman olmak lâzımdır dediler. Hâricîler, yani Yezîdîler ise, bu sevgide gevşeklik yaptılar. Ehl-i beyte düşman oldular. Her meselede olduğu gibi bu meselede de yine en doğrusu, Ehli sünnet alimlerinin bildirdiği orta yoldur.
.
Peygamberler gönderilmeseydi?
10 Temmuz 2003 01:00
Allahü teâlâ, Peygamberler "aleyhimüsselâm" vâsıtası ile, insanlara, sonsuz kurtuluş yolunu göstermiş ve sonsuz azâptan kurtarmıştır. Eğer Peygamberlerin mubârek vücûdları olmasaydı, Allahü teâlâ zâtını ve sıfatlarını kimseye bildirmezdi. Kimsenin, Allahü teâlâdan haberi olmazdı. Kimse Ona yol bulamazdı. Allahü teâlanın emirleri ve yasakları bilinemezdi. Allahü teâlâ ganîdir. Yani hiçbir şeye muhtac değildir. İnsanlara acıdığı için, insanlara iyilik ederek, emir ve yasakları göndermiştir. Emirlerin ve yasakların faydaları insanlaradır. Allahü teâlâya hiç faydaları yoktur. Allahü teâlanın, bunlara ihtiyâcı yoktur. Peygamberler olmasaydı, Allahü teâlanın beğendiği şeyler ve beğenmediği şeyler belli olmaz, birbirinden ayrılamazdı. O hâlde, Peygamberlerin gönderilmesi, pek büyük nimettir. Bu nimetin şükrünü hangi dil söyleyebilir. Kim, bu şükrü yapabilir? Bize nimetlerini gönderen, bizlere islâm dînini bildiren, bizleri Peygamberlere inanmak saadetine kavuşturan Rabbimize hamd ederiz. Bütün Peygamberlerin dinlerinin aslı, temeli birdir. Başka başka değildir. Hep aynı şeyi söylemişlerdir. Allahü teâlanın zâtı ve sıfatları için, (Haşr), mezârdan kalkınca, arasat meydanında toplanmak ve (Neşr), hesâbdan sonra Cennete ve Cehenneme gitmek, dağılmak için ve Peygamberler için ve melek gönderilmesi için ve melekle kitablar gönderilmesi için, Cennetin sonsuz nimetleri ve Cehennemin sonsuz azâbları için söyledikleri hep aynıdır. Sözleri birbirine uygundur. Helâl, haram ve ibâdetler için olan sözleri, yani fürû'âta âit sözleri ise, başka başkadır, birbirine uymaz. Allahü teâlâ, bir vakit, o vaktin insanları için, zamanlarına ve hâllerine uygun emirleri, bir ülül'azm Peygambere göndermiş ve o insanların, buna uymalarını emir buyurmuştur. Birçok sebepler, faydalar için, Allahü teâlâ, emir ve yasaklarında değişiklikler yapmaktadır. Çok defa, din sâhibi, aynı bir Peygambere, başka başka zamanlarda, birbirine uymayan emirler göndermiştir. Yani, önceki emirleri, sonradan nesh etmiş, değiştirmiştir. En son olarak da Muhammed aleyhisselamı göndermiştir. Bütün Peygamberlerin, söz birliği ile söylediği hiç değişmeyen sözlerden biri, Allahü teâlâdan başka, bir şeye ibâdet etmemek, Allahü teâlâya şerîk, ortak yapmamaktır. Mahlûklardan bazısını, başkalarına rab, ma'bûd yapmamaktır. Bu sözü, yalnız Peygamberler söylemiştir. Onların yolunda gidenlerden başka, hiç kimse bu devletle şereflenmemişti
.
Peygamberler aynı şeyi söylemişler
11 Temmuz 2003 01:00
Her Peygamber aynı şeyi söylemiş; Yaratıcı birdir, demiştir. İbâdet olunacak, yalnız O'dur demişlerdir. İbâdet olunmağa hakkı olan sadece O'dur. (Lâ ilâhe illallah) demek, ibâdet olunacak, Allahü teâlâdan başka hiçbir şey yoktur. İbâdet ancak O'na yapılır, demektir. Bu büyüklerin birlikte söyledikleri ikinci söz, kendilerini, herkes gibi insan bilir, yalnız Hak teâlâya ibâdet olunur derler. Herkesi, yalnız O'na ibâdet etmeye çağırırlar. Hak teâlâ, hiçbir şeyle birleşmemiştir. Hiçbir maddede yerleşmemiştir derler. Peygamberlere inanmıyanlar ise, böyle söylememiş, hattâ, başta bulunanlar, kendilerine taptırmak istemiş, Hak teâlâ bize hulûl etti, bizdedir demişlerdir. Böylece, kendilerine ibâdet olunmak lâzım geldiğini, ilah olduklarını söylemekten sıkılmamışlardır. Kendileri, kulluk vazîfelerinden çekilerek, her türlü çirkin, kötü şeyleri yapmışlardır. İlah oldukları için, kendilerinin sorumsuz olduklarını, herşeye tecâvüz edebileceklerini, kendilerine hiçbir şeyin yasak olmayacağını sanmışlardır. Her sözlerinin doğru olduğunu, hiç yanılmıyacaklarını, her istediklerini yapabileceklerini sanarak aldanmışlar, milleti de, aldatmışlardır. Peygamberlerin "aleyhimüsselâm" sözbirliği ile bildirdikleri birşey de, kendilerine melek geldiğini söylemişlerdir. Peygamberlere inanmıyanlardan hiçbiri, bu devlete kavuşmamıştır. Melekler, muhakkak ma'sûmdur. Yani vazîfelerini elbette doğru yapar. Hiç yanılmaz ve hiç kötü, pis değildirler. Vahyi, değiştirmeden, unutmadan getirirler. Allahü teâlanın kelâmını taşırlar. İşte, Peygamberlerin "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" her sözü, Hak teâlâdandır. Her getirdikleri emir, haber, hep Hak teâlâdandır. İctihâd ettikleri her söz de, vahy ile sağlamlaştırılmıştır. İctihâdlarında ufak şaşırsalar, Hak teâlâ, hemen vahy göndererek düzeltir. Hâlbuki, Peygamberlere inanmayıp, kendilerini ilah, tanrı tanıtan, sizi, biz yarattık, biz kurtardık, deyip kendilerine taptıran kâfirlerin her sözü kendilerindendir. Sözlerini doğru sanırlar. O hâlde, insâf edelim! Ahmak, cahil bir kimse, kendini ilah, tanrı sanıp, kendine tapınmasını emreder, her kötü zararlı işi yaparsa, buna inanılır mı? Onun yolunda gidilir mi? Bu kadar uzun anlatmamıza sebep, açıkça anlaşılmak içindir. Yoksa, hak bâtıldan, nûr zulmetten ayrıdır. Nitekim Allahü teâlâ İsrâ sûresi seksen birinci âyet-i kerîmesinde meâlen, "Hak gelince, bâtıl gider, bâtıl her zaman gidicidir" buyuruyor.
.
Bu işte bir terslik yok mu?
11 Temmuz 2003 01:00
Dünya'nın ve içindeki canlıların varlıklarını sürdürebilmesi, ayakta kalabilmesi Allahü teâlâ belirlediği tabiat kanunlarına bağlıdır. Meselâ, havadaki oksijen oranı, % 21, karbondioksit oranı ise 0.03'tür. Havadaki oksijen oranı %21'den az veya çok olursa hiçbir canlı nefes alamaz ve yaşayamaz. Hiçbir insan, hayvan ve bitki hayatta kalamaz. Yine korbondioksit oranı yükselirse canlılar zehirlenip ölür. Bunun gibi, Dünya'nın bir de sosyal kanunları vardır. Bu kanunlara uymak insanın rahat ve huzur içinde yaşamasını sağlar. Bunlara uyulmazsa, toplumların dengesi bozulur; dünya sıkıntı ve ıstırap yeri olur. Çekilmez hale gelir. Bütün toplumlar aile üzerine kurulmuştur. Aileler toplumun temel taşlarıdır. Aile olmazsa veya ailede taşlar yerine oturmamışsa o toplumda huzur olmaz. Çünkü, Allahü teâlâ toplumu bu denge üzerine yaratmıştır. Ayet-i kerimede, "Allah, evlerinizi, sizin için bir huzur ve sükûn yeri yaptı." buyurmuştur. Aile yoksa veya aile fertleri görevlerini yerine getirmiyorsa, evde babanın otoritesi yoksa, aile fertleri babaya saygıda kusur ediyorsa o toplumdan huzur ve sükun olmaz. Bugün bütün dünyada, İnsanın bindiği dalı kesmesi gibi, toplumun huzur kaynağı olan ailenin yıkılması için bazı güç odakları tarafından büyük bir çaba sarfediliyor. İşin garibi bu faaliyetler de hürriyet, özgürlük adına akıllarınca ailede kadına iyilik olsun diye yapılıyor. Bu iyilik ayının yaptığı iyiliğe benziyor: Adamın biri ayıyı ölümden kurtarır. Ayı adamın yaptığı iyiliğe karşılık olarak bir petek bal getirir. Adam afiyetle balı yer. Bir müddet sonra da uyur. Yüzündeki tatlı bulaşığına sinekler konmaya başlar. Ayı, sineklerin adamı rahatsız etmesine üzülür. Sinekleri öldürmeye karar verir. Eline aldığı büyük bir kaya parçasını adamın yüzündeki seneklerin üzerine bırakır. Böylece adamı sineklerden kurtarır. Fakat adamın yüzünü de yamyassı yapar. İşte bugün özgürlük adı altında ailede kadına yapılmak istenen budur. Allahü teâlâ insanı zaten hür olarak yaratmış fakat, hür demek her istediğini yapmak demek değildir. Hür insan kendine çizilen sınırlar dahilinde istediğini yapan kimse demektir. Bu sınırı da, onu yaratan çizer, yaratılanın (insanın) çizdiği sınır ile yapılan iyilik ayının yaptığı iyilikten farklı olmaz. Bugün Batı'da zaten aile mefhumu neredeyse kalmadı. Aile ortadan kalkınca da, alkol, uyuşturucu, fuhuş, her türlü cinsi sapıklık da diz boyu. Bunun neticesi olarak da boşanma oranları her yıl hızla artmaktadır. Ülkemiz de bu konuda, maalesef hızla Batı'ya ulaşma yarışında. Geçen hafta gazetelerde yayınlanan bir araştırma sonucu bu konuda aldığımız mesafeyi göstermesi bakımından çok ibret vericidir: Devlet İstatistik Enstitüsü verilerine göre, Türkiye'de boşananların sayısı yüzde 36 oranında artmış.1990 yılında 25 bin 712 boşanma rakamı 2000 yılında 34 bin 862'ye yükselmiş. Boşanmaların birinci sebebi de karşılıklı "aldatma" yani zina. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Işık Sayıl, yaptığı açıklamada, boşanma oranlarındaki artışı, "insanların evlilik kurumuna verdiği değerin azalması"na bağlıyor. Kadınların "ekonomik özgürlük" kazanmasının ve "eğitim seviyesindeki artış"ın etkili olduğunu söylüyor. Prof. Dr. Işık Sayıl, "toplumda eşler anlaşamıyorsa ayrılmalıdır" gibi yanlış bir anlayışın olduğunu belirterek, "ayrılık çözüm değil, daha büyük sorunların kaynağıdır" diyor. Çünkü ayrılık demek, huzur kaynağı ailenin dağılması, sahipsiz kalması, çocukların sokağa düşmesi demektir. Aileye sağlanan maddi desteğin, aileyi rahatlatacağı, böylece aile yuvasını sağlamlaştıracağı; yine kadının eğitim seviyesinin yükseltilmesi ile eğitimli kadına dayalı huzurlu sağlam bir aile ortamı sağlaması beklenirken, tam tersine, bu iki unsurun aileyi yıkmakta baş rol oynaması hayli düşündürücü değil mi? Sizce bu işte bir terslik yok mu, ne dersiniz.
.
Eşit olmak mı, huzurlu olmak mı istersiniz?
12 Temmuz 2003 01:00
Dün; toplumun temel taşı olan ailenin yıkılması faaliyetlerinden bahsetmiştim. Batı, bu yıkım faaliyetinde en çok, ailenin temelini teşkil eden kadını istismar etmektedir. Son 60-70 yıldır, kadının iyiliği için, kadını kurtarmak için yapılan her faaliyet, kadını daha da zor durumda bırakarak, onu büyük bir çıkmaza sürüklemiştir. Kadını özgürleştirmek, kocasına bağımlılıktan kurmak adına yapılan çalışmalar, onun özgürlüğünü daha da kısıtlıyor; koca bağımlılığından kurtulan kadınlar başka yerlere daha çok bağımlı olmak zorunda bırakılıyor. Yağmurdan kaçayım derken doluya tutuluyor kadın. Dimyad'a pirince giderken evdeki bulgurdan da mahrum kalıyor. Geriye dönüşü olmadığı için de, şunun bunun oyuncağı olarak perişan bir halde hayatlarını tamamlıyorlar. Kurda kuşa yem oluyor. Bu da, zaten nazik ve hassas yapılı olan kadını yıpratıyor. Depresyona ve çeşitli hastalıklara sebep oluyor. Nitekim son zamanlarda yaptıkları ilmi çalışmalarda Uzmanlar; kadınların son yüzyılda kazandıkları özgürlüklerin sağlıklarına zararlı olduğu, bu özgürlüklerin yol açtığı stresin sonucu olarak kadınlar arasında alkol, uyuşturucu, fuhuş ve sigara tüketimi ile ömürlerinin kısalmasının kaçınılmaz olacağını savunuyorlar. Bu konu ile ilgili raporu hazırlayan Continuous Mortality Investigation Bureau adlı özel araştırma şirketinin direktörü Tony Leonardo, kadın ömründe kısalma trendinin bu şekilde sürmesi halinde kadın ve erkeğin ortalama ömürlerinin bir noktada eşitleneceğini ve sonra erkeğin ortalama ömür konusunda kadını geçeceğini söylüyor. Bu tehlikeli gelişmeyi gören bazı Batılı devletler şimdiden tedbir almaya başlamış. (A.A)'nın " Hollanda'da geleneksel aileye dönüş" başlıklı haberinin özeti şöyle: "Hollanda'da, ailelerde erkek ve kadının rol dağılımında, geleneksel yapıya dönüş başladı. Merkez İstatistik Bürosu'nun verilerine göre, çalışan kadınlar arasında tam gün yerine yarım gün çalışma tercih ediliyor, kadınlar giderek evine ve çocuklarına daha çok zaman ayırıyor. Karı-koca tam gün çalışanların sayısında 1980 ve 1990'lı yıllarda görülen artış tersine döndü. Erkeğin tam gün çalıştığı ailelerde çalışan kadın sayısı azaldı. Son 10 yılda tam gün çalışan kadınların yaklaşık yüzde 44'ü yarım gün çalışmaya başladı. Hollanda'da halen 18 yaşın altında çocuğu olan ailelerin yüzde 30'unda geleneksel yapı hakim görülüyor. Erkek çalışırken kadın evinde çocuklarına bakıyor." Değişim üzerine seri konferanslar veren ve bu konuda birçok kitabı olan araştırmacı yazar Pat Mesiti de, aile üzerine bakınız ne diyor: "Bugün, bazı kimseler aile fertlerinin görev ve sorumluluklarını yeniden yorumlamak ve aile kavramını yeniden tanımlamak istiyorlar. Ailenin birliğini, gücünü yıkmakla, aile fertlerinin rollerini değiştirmek, yeniden tanımlamak eş anlamlıdır. Böyle bir davranış, toplumun yapısı bakımından çok tehlikelidir. Çünkü, aileyi parçalamak, toplumu parçalamak demektir..." Ailede görev ve sorumlulukların yeniden yorumlanması ile, kadın erkek eşitliği adı altında evde baba otoritesi yıkılmak istenmektedir. Halbuki sosyal hayatta matematiksel olarak eşitlik yoktur. Her iş yerinde, eşit olmamalarına, faklı konumda olmalarına rağmen çalışanlar işyeri sahibini veya müdürünü memnun etmek için elinden gelen gayreti gösterir. Bunun gibi aile fertlerinin de ailenin reisi olan babayı kendilerinden üstün görüp onu memnun etmek için gayret etmeleri eşitsizlik değildir. Aslında babaya iyilik, aile fertlerinin kendilerine iyilik etmeleri demektir. Çünkü, babanın zarar görmesi, ailenin bütün fertlerine müteselsilen intikal eder. Babanın iyi, rahat ve huzurlu olması fertleri etkiler. Aileyi yıkmak için o kadar yoğun propaganda yapılıyor ki, bu gerçekleri kimse görmüyor. Aile fertleri, -özellikle evin kadını- şuursuzca bindikleri dalı kestiklerinin farkında değiller. Eşit olmak uğruna huzurlarını yok ediyorlar.
.
Dünya imtihan yeridir
13 Temmuz 2003 01:00
Bu dünya, imtihan yeridir. Dünyanın (haramların) görünüşü, yalancı yaldızlarla süslüdür. Su gibi görünen bir serâptır. Zehirlenmiş şeker gibidir. Aslı harâptır, elde kalmaz. Kendini sevenlere, arkasına takılanlara, hiç acımayıp, en kötü şeyleri yapar. Ona tutulan akılsızdır, büyülenmişdir. Âşıkları delidir, aldatılmıştır. Onun görünüşüne aldanan, sonsuz felâkete düşer. Tadına, güzelliğine bakan nihâyetsiz pişmanlık çeker. Server-i kâinât, "aleyhi ve alâ âlihissalevât vettehıyyât" buyurdu ki, "Dünya ile âhıret birbirinin zıddıdır, birbirine uymaz. Birini râzı edersen, öteki gücenir". Demek ki, bir kimse, dünyayı râzı ederse, âhıret ondan gücenir. Yani, ahırette, eline bir şey geçmez. Dünya, insanı, Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeyler demektir. Kadın, çocuk, mal, rütbe, mevki düşüncesi, Allahü teâlâyı unutturacak kadar aşırı olursa, dünya olur. Çalgılar, oyunlar, (Mâlâyani) ile, yani faydasız, boş şeylerle vakit geçirmek, (kumarlar, kötü arkadaş, kötü filmler, dergiler ve romanlar), hep bunun için dünya demektir. Âhırete faydası olmayan ilimler, dersler de, hep dünyadır. Bunlar insanların hayrına, Allahü teâlanın gösterdiği yerlerde kullanılmazsa yani kâfirlerle mücâdele ve onlardan üstün olmak için ve insanlara hizmet etmek için kullanılmazsa bunlarla uğraşmak, boşuna vakit öldürmek olur ve dünya olur. Bu bilgileri bütün derinliği ile, incelikleri ile okumak, yalnız başına işe yarasaydı, eski Yunan felsefecileri (ve son zamanlardaki Avrupanın, Amerikanın fen adamları, mütehassısları) saadet yolunu bulur, ahıretteki ebedî azâptan kurtulurlardı. Okullarda, üniversitelerde okunan tecrübî ilimler, yani fen bilgileri ve yabancı diller, İslamiyete ve mahlûklara hizmet etmek niyeti ile öğrenilirse ve bu yolda kullanılırsa, faydalı olur. Bunlara çalışmak lâzım olur ve sevâb olur. Bunun içindir ki, ecdâdımız, Şâm, Bağdâd, Semerkand ve Endülüs Müslümanları her türlü fende ve güzel sanatta pek ileri gitmiş, dünya birinciliğini ellerinde tutmuşlardı. Avrupanın ilim ve fen adamları, asırlar boyunca, İslâm fakültelerine gelip ihtisâs kazanırlar ve bununla öğünürlerdi. Müslümanların o parlak medeniyetlerinin eserleri, bugün meydandadır ve dünya münevverlerini hayran bırakmaktadır. Bugün okullarda okutulan ve insanın bütün gençlik hayatına mal olan bilgiler, Allahü teâlanın emirlerine uyarak kullanılırsa, faydalı olur ve dünya ve âhıretin kazanılmasına sebeb olur.
.
Medeniyet nedir?
14 Temmuz 2003 01:00
İslamiyete göre, medeniyet demek, yalnız ilim ve fen demek değildir. İlim ve fen, medeniyet için, ancak bir âlet, bir vâsıtadır. İlimde, fende çok ileri olan milletlere, fen vâsıtalarını ne yolda kullandıklarını incelemeden, medenî demek büyük gaflettir. Pek yanlıştır. Fabrikaların, motorlu vâsıtaların, gemi, uçak, atom cihâzlarının çok olması, gözleri kamaştıran yeni buluşların artması, medeniyeti göstermez. Bunları medeniyet sanmak, her silâhlıyı gâzi, mücâhit sanmaya benzer. Evet, mücâhit olmak için en yeni harp vâsıtalarına mâlik olmak lâzımdır. Fakat, bunlara mâlik olan, eşkıyâlık da yapabilir. Medeniyet, ta'mîr-i bilâd ve terfîh-i ibâddır. Yani, beldeleri, memleketleri imâr etmek ve bütün insanları, ruh, düşünce ve beden bakımlarından rahat yaşatmaktır. Bu iki gâyeye vâsıl olmak, ancak ve yalnız İslâmiyete, yani Allahü teâlanın emirlerine ve yasaklarına uymakla olur. İslamiyetten ayrıldıkça medeniyet geriler İşte bunun için öğrenilen bilgiler, bütün fen vâsıtaları, fabrikalar, ağır sanâyi, memleketleri imâr için, insanları rahat ettirmek için kullanılırsa, faydalı olur, sevâb olur. Memleketleri tahrîb, insanların hürriyetini ellerinden almak, köle yapmak için kullanılırsa, faydasız olur, günâh olur. Bunların faydalı olması, medeniyete hizmet etmesi ancak ve yalnız yaratıcının emirlerine uygun kullanmakla olur. Avrupa, Amerika, asırlardan beri, İslâm ahlâkını, İslâm hukûkunu inceliyor. İslâm dîninin emirlerini, yasaklarını alıp, kendilerine mal ediyor. Onların bugünkü ilerlemesi, kanûnlarında bile yer verdikleri, İslâmî kıymetler ve esâslar sâyesinde olduğu açıkça görülmekdedir. Demek ki, bir milleti, bir gemiye benzetirsek, İslâm ahkâmı, yani Allahü teâlanın emirleri ve yasakları, bu geminin güverte ve kaptan teşkilâtıdır. Bütün ilimler, fen bilgileri, endüstri kolları, ağır sanâyi de bu geminin, çarkçı, makinist kısmı demektir. Gemide kaptan da, makinist de lâzımdır. Biri bulunmazsa, gemi işe yaramaz, helâk olur. O hâlde, dedelerimizin dünya çapındaki başarılarını, üstünlüklerini, yine elde etmek için, İslâm bilgilerinin her iki kısmını, yani hem dînimizi iyi öğrenmemiz ve ona sarılmamız, hem de asrımızın bütün teknik buluşlarını öğrenmeğe ve en iyi şekilde yapmağa çalışıp, bunları İslâm ahkâmına uygun olarak kullanmamız lâzımdır. Bunu başarınca, maddî, manevî olgunlaşacak, bütün milletlere örnek olacak, bütün dünyaca sevilerek, hâkim ve hâmî seçileceğiz.
.
Sevilmemenin alâmeti
15 Temmuz 2003 01:00
Peygamberimiz "aleyhissalâtü vesselâm" buyurdu ki: "Bir kimsenin malâyani ile, yani faydasız şeylerle uğraşması, boş vakit geçirmesi, Allahü teâlanın onu sevmediğine işârettir!" Her müminin, en önce, Ehl-i sünnet itikadını, kısaca öğrenmesi farzdır. Bundan sonra, iki şey öğrenmesi lâzım olur. Biri kalb için olan, ikincisi beden için lâzım olan bilgidir. Beden için olan bilgi de ikidir. Biri yapacağı emirler, ikincisi sakınacağı yasaklardır. Emirleri öğrenmek şöyle olur: Sabâh vakti, yeni Müslüman olan kimsenin, öğle vakti gelince abdestin ve namazın farzlarını öğrenmesi, hemen farz olur. Sünnetlerini öğrenmesi de sünnet olur. Akşam olunca, akşâm namazının üç rekat olduğunu öğrenmesi farz olur. Ramazan gelince, orucun farzlarını öğrenmesi farz olur. Zengin olunca, bir sene sonra, zekâtı öğrenmesi farz olur. Haccı öğrenmesi, hacca gideceği zaman farz olur. İşte, herşeyi zamanı gelince öğrenmesi farz-ı ayn olur. Meselâ evlenmek istediği zaman, nikâh bilgilerini, kadın, erkek haklarını, kadınların özür hâllerini öğrenmesi farz olur. Bir sanata, ticârete başlayınca, bunlardaki emir ve yasakları, fâizi öğrenmesi lâzım olur. Hangi sanata başlıyacaksa zamanın ona âit fen bilgilerini de mektepte öğrenmesi farz olur. Meselâ tabîb olacaksa, liseyi ve tıp fakültesini bitirmesi farz olur. Her sanat, ticâret, zirâat da hep böyledir. Herkese kendi sanatını okuması, öğrenmesi farz olur. Başka sanat bilgilerini öğrenmesi farz olmaz. Harb zamanında da askerliği ve yeni silâhları yapmak, kullanmak, korunmak için, fen bilgilerini kısaca öğrenmek, her Müslümana farz-ı ayn, bunlarda ihtisâs kazanmak ise farz-ı kifâyedir. Haramları öğrenmek de, herkese başka türlü farz olur. Meselâ, erkeklerin ipek giydiği bir yerde bulunanların, ipek giymenin haram olduğunu öğrenmesi ve bilenlerin bilmiyenlere öğretmesi farz olur. Alkollü içkiler içilen, domuz eti yinilen, başkasının hakkı, fâiz, rüşvet alınan, kumar oynanan yerde bulunanların, bunların haram olduğunu öğrenmesi farz olur. Akıl baliğ olunca, kadın erkek örtmesi gereken yerlerini örtmesi farz olur. Bunun için Müslümanların, örtmesi farz olan yerlerini öğrenmeleri lâzımdır. Bu yerlerini açmak ve başkasının açık yerine bakmak günâh olduğu gibi, bunu bilmemek de ayrı günâhtır.
.
İlim öğrenmek, farzdır
16 Temmuz 2003 01:00
Ahlâk ilmini öğrenmek, her erkeğe ve kadına farzdır. Meselâ yani kin bağlamamak, hased etmemek farzdır. Hased, başkasında bulunan nimetin onda olmayıp, kendinde olmasını istemektir. Onda olduğu gibi, kendisinde de olmasını istemek hased değildir. Buna (Gıbta) etmek, imrenmek denir ki sevâbdır. Kibir, sû'i zan gibi kötü huyların haram olduğunu öğrenmek, her mümine farzdır. Kibir, kendini büyük bilmek, üstün görmektir. Kibirli olana karşı kendini büyük göstermek, kibir olmaz. Sadaka vermek gibi sevâb olur. Sû'i zan etmek yani iyi insanı fenâ bilmektir. Görülüyor ki, îmanı, yani Ehl-i sünnet itikadını kısaca öğrenmek ve iyi ve kötü huyları öğrenmek, farz-ı ayndır. Yani, herkesin öğrenmesi farzdır. Din bilgilerinden kendine lâzım olanları öğrenmek farz-ı ayndır. Bundan fazlasını öğrenmek ve fen bilgilerinden faydalı olanları öğrenmek farz-ı kifâyedir. Bir âyet ezberlemek, herkese farz-ı ayndır. Fâtihayı ve üç âyet veya bir kısa sûre ezberlemek vâcibdir. Kur'an-ı kerîmin hepsini ezberlemek farz-ı kifâyedir. Kendine lâzım olmıyan fıkıh bilgilerini öğrenmek, hâfız olmakdan daha iyidir. Başkalarına öğretmek için ilim öğrenmek, kendi işlemesi için öğrenmekten daha sevâptır. Mubahların fazlasından sakınmalıdır. Mubahları, lüzumu kadar kullanmalıdır. Bunları da, Allahü teâlâya kulluk etmek niyeti ile yapmalıdır. Meselâ, birşey yerken, Allahü teâlanın emirlerini yerine getirmek için kuvvetlenmeğe, giyinirken avret yerini örtmeğe ve soğuktan, sıcaktan korunmağa niyet etmeli ve her mubah için ve ders çalışırken de böyle gerekli niyetler yapmalıdır. Mubahlardan dışarı çıkmamalı, haram ve şübhelilere taşmamalıdır. Allahü teâlâ kullarına çok merhamet ve ikrâm ederek, mubah olan şeylerle zevklenmeye izin vermiştir. Pekçok şeyleri mubah etmiştir. Helâl olan bu sayısız zevkleri, lezzetleri bırakıp da, haram edilen birkaç zevke sapmak, Allahü teâlâya karşı, ne kadar edebsizlik olur. Hem de, haram ettiği lezzetleri, daha fazlası ile mubahlarda da yaratmıştır. Halâl olan çeşit çeşit nimetlerin zevkleri bir yana, insanın işinden, Rabbinin râzı olmasından daha büyük zevk olur mu? Bir kimsenin işini, efendisinin beğenmemesinden daha büyük cefâ, sıkıntı olur mu? Cennette Allahü teâlanın râzı olması, Cennet nimetlerinin hepsinden daha tatlıdır. Cehennemdekilerden Allahü teâlanın râzı olmaması, Cehennem azâblarından daha acıdır.
.
İnsan, niçin yaratıldı?
17 Temmuz 2003 01:00
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: Biz kuluz. Sâhibimizin emrindeyiz. Başı boş değiliz. Her istediğimizi yapmaya serbest değiliz. İyi düşünelim! Uzağı gören akıl sâhibi olalım! Kıyâmet günü utanmaktan, pişman olmaktan başka, ele birşey geçmez. Gençlik çağı, kazanç zamanıdır. Merd olan, bu vaktin kıymetini bilip, elden kaçırmaz. İhtiyârlık herkese nasîb olmaz. Nasîb olsa da, rahat, elverişli vakit ele geçmez. Vakit de bulunsa, kuvvetsizlik, hâlsizlik zamanında, yarar iş yapılamaz. Bugün, her vaziyet elverişli iken fırsat elde iken, güç kuvvet yerinde iken, hangi özür ile, hangi sebeple, bugünün işi yarına bırakılabilir? Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem", "Yarın yaparım diyen helâk oldu, ziyan etti" buyurdu. Eğer dünya işlerini yarına bırakırsan ve bugün hep âhıret işlerini yaparsan güzel olur. Fakat, bunun aksini yaparsan çok çirkin olur. Gençlik zamanında, insanı üç din düşmanı olan, nefs, şeytan ve kötü insanlar aldatmaya uğraşmaktadır. Bunlar karşısında az bir ibâdet pek kıymetli olur. İhtiyârlıkta yapılan, bundan katkat fazla ibâdetlerin bu kadar kıymeti olmaz. Düşman hücûm ettiği zaman, askerin ufak bir hareketi, çok kıymetli olur. Sulh zamanında yapılan büyük talimlerin, manevraların, bu kadar kıymeti olmaz. Bütün varlıkların hülâsası, özü olan insan, eğlence için, oyun için, yiyip içmek, gezmek, yatmak, keyf sürmek için yaratılmadı. Kulluk vazîfelerini yapmak için, Rabbine itaat, kuvvetsizliğini, ihtiyâcını göstermek, Ona sığınmak ve yalvarmak için yaratıldı. Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği ibâdetlerin hepsi, insanlara faydalı şeylerdir. İnsanlara yaradığı için emir edilmiştir. Yoksa, hiçbir ibâdetin Allahü teâlâya faydası yoktur. Candan teşekkür ederek, minnet ile ibâdet yapmalı. Tam teslim olarak, emirleri yapmaya ve yasaklardan kaçınmaya çalışmalıdır. Allahü teâlâ hiçbir şeye muhtaç olmadığı hâlde, kullarını emir ve yasaklar vermekle şereflendirdi. Herşeye muhtaç olan, biz kulların, bu büyük ihsana, bol bol teşekkür etmemiz, bunun için de, emirleri yapmaya, candan sarılmamız lâzımdır. Dünyada biri, mevki, rütbe sâhibi olsa, emrinde bulunanlardan birine, mühim bir vazîfe verse, bu vazîfenin yapılmasında, emir verene de fayda olduğu hâlde, bu işçi, bu vazîfeye ne kadar çok önem ve kıymet verir. Bu vazîfeyi, bana büyük bir zât verdi diye öğünür ve seve seve, zevk ile yapmaya çalışır değil mi? Yazıklar olsun! Allahü teâlanın büyüklüğü, yüksekliği, bu kimsenin büyüklüğü kadar değil midir de, İslâm dîninin istediklerini yapmaya, böyle çalışılmıyor.
.
İthal tarikatlar furyası
18 Temmuz 2003 01:00
Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz, diye bir söz vardır. Artık bu sözün geçerliliği kalmadı. Müslüman mahallesinde salgangoz satılıyor ve alıcı da buluyor. Çünkü, son yıllarda ülkemizde Hıristiyan tarikatlar hızla yayılmakta, mensupları da hızla artmaktadır. Bir Müslüman ülkesinde İslamiyet doğru olarak anlatılmazsa; anlatılmadığı gibi her fırsatta reformist akademisyenler tarafından kötülenip dinini yaşamaya çalışan mütedeyyin insanlar gericilikle, ortaçağ zihniyetçiliği ile suçlanırsa; bundan dolayı da insanlar dinden uzaklaşmışsa meydana gelen boşluk ne ile dolacak? Tabii ki böyle saçma sapan tarikatlarla. Hıristiyan kökenli Moon tarikatı ve benzerlerinden sonra şimdi de "Prisma" tarikatı karşımıza çıktı. Eski manken ve TV dizi oyuncusu Pınar Altuğ'un boşanma kararında önemli bir etken olduğu iddia edilen "Prisma Organizasyonu" basında geniş yer aldı. Önceleri bir çok gazetenin magazin sayfalarında bu tarikatların ne kadar çok faydalı olduğu yazılırken; gerçekler ortaya çıkınca, mızrak çuvala sığmadı. Prisma'nın ne kadar tehlikeli bir tarikat olduğunu yazılmaya başlandı. Mesela, Akşam Gazetesinde Güler Kömürcü "Çok tehlikeli bir tarikat" başlığıyla yazdığı yazısında "Prisma Organizasyonu" hakkında şu bilgileri veriyor: "Tehlike hiç sanmadığınız kadar yakın. Son birkaç yıldır tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de 'inanılmaz artışla mürit bulan' bir tarikatımsı yapıya dikkatinizi çekmek istiyorum. Kimilerine göre adı 'din' olamayan, kimilerine göre mutluluğun altın anahtarına sizi sahip kılan bir 'öğreti' bu; değişik isimler altında faaliyet gösteriyorlar; 'PRİSMA GRUBU, Bülent Hanım ve kardeşlik derneği-SİRUS'a inananlar.. Hepsinin felsefesi ortak; deizm. Tanrı var ama DİN yok. Ya da bütün dinlere aynı oranda yakınlık. 'Biz İslam-Müslümanlık ve Yahudiliği sentezledik, hepsine eşit oranda inanıyoruz veya hiçbir dine inanmıyoruz sadece Tanrı'ya inanıyoruz' diyorlar. İstanbul-Ankara-Antalya-Bursa ve İZMİR'de inanılmaz bir yapılanma içindeler, çoğu para almıyor seminerler için, maksat sevgi kardeşliği! " Dikkat ederseniz, bu tarikatın ve diğerlerinin ortak özelliği; sevgi kardeşlik, diyalog, ortak din vs. Maksatları, diyalog, hoşgörü, sentez diyerek son ve tek doğru din olduğu inancını yıkmak, bilahare de insanları Hıristiyanlığa yönlendirmek. Bu neticesi hemen alınacak bir çalışma değil. Fakat uzun vadede hedef, bu. Reformcu, tasavvuf düşmanı profesörler yıllardır, TV'lerde, gazetelerde, toplantılarda ondört asırlık bilinen yaşanan İslamiyeti kötülediler; İslam tasavvufunun din dışı olduğunu devamlı vurguladılar. Böylece halk dinden ve İslam ahlakını aşılayan tasavvuftan uzaklaştırıldı. Her nedense yıllardır, İslamiyeti ve tasavvufu kötüleyen medyatik reformcu Prof.'lar bu ithal Hıristiyan tarikatları ile ilgili hiçbir kötüleme kampanyasına girmiyorlar. Ülkemizde inanç hürriyeti var, herkes istediği dine ve istediği tarikata girebilir, diyorlar. İslamiyeti ve tasavvufu anlatmaya gelince, buna mani olmak için halkın önüne akıl almaz engeller çıkartıyorlar. Demek ki, inanç hürriyeti sadece yabancılar için. Bütün bunlar gizli bir Hıristiyanlaştırma faaliyetini hatıra getiriyor. Ayrıca, reformcu Prof.'ların çoğunun bu tür ithal tarikatların ya sempatizanı ya da üyesi olduğu gerçeği de bunu kuvvetlendiriyor. Hıristiyan Batı âlemi, asırlardır İslamı güç kullanarak yok etmek istedi. Bunda netice alamayınca işte böyle sinsi bir şekilde, içeriden çökerterek İslamı yok etmek istiyor. Sonra da, meydana gelen boşluğu Hıristiyanlıkla doldurmak istiyorlar. Böylece Hıristiyan âlemi ve papalık ondört asırlık intikamını almış olacak! Aslında bu durum sadece dini yönden değil, milli birlik ve bütünlüğümüz ve devletimizin varlığı, güvenliği açısından da büyük tehlike teşkil ediyor.
.
Emirler niçin yapılmaz?
18 Temmuz 2003 01:00
Allahü teâlanın emirlerini yapmamak, iki sebepten ileri gelir: 1- Allahü teâlanın emirlerine, yasaklarına inanılmamıştır. (Bu ibâdetler Araplar içindir. Çöldeki insanların sağlam olması içindir. Bugün İsveç hareketleri, spor, fiziko-terapi, masaj, namazın işini görmekte, duşlar, banyolar, plâjlar, abdestden daha modern temizlemektedir denilmesidir.) 2- Allahü teâlanın emirlerine önem vermemektir. Bu emirlerin büyüklüğünü, mevki, kumanda sâhibi kimselerin büyüklüğünden aşağı görmektir. Her iki sebep ile de, ibâdet etmemenin şenâ'atini, çirkinliğini düşünmemiz lâzımdır. Yalancılığı çok defa görülmüş olan birisi, düşman bu gece, filan yerden baskın yapacak dese, idâreciler, akıllılar, karşı koyma güçlerini düşünmez mi? O kimsenin yalancı olduğunu bildikleri hâlde, tehlike bulunan işlerde, ihtiyâtlı, tedbîrli, uyanık bulunmak lâzımdır demezler mi? Muhbir-i sâdık, yani hep doğru söyleyici, doğruluğu ile şöhret bulmuş Resulullah efendimiz "aleyhissalâtü vesselâm", tekrâr tekrâr, açıkça, âhıretin sonsuz azâblarını bildiriyor. Buna inanmıyorlar. İnanılsa da, tedbîr, kurtulma çâresi düşünmüyorlar. Hâlbuki, Muhbir-i sâdık, kurtuluş yolunu da, göstermektedir. O hâlde, Muhbir-i sâdıkın sözlerine, bir yalancının sözleri kadar kıymet vermemek, nasıl bir îmandır? İmânım var demek, Müslümanım demek, insanı kurtarmaz. Kalbin inanması, yakîn hâsıl etmesi lâzımdır. Hâlbuki, yakîn nerede? Zan bile yok. Belki vehm bile değil. Çünkü, tehlikeli zamanlarda vehm edilen şeye karşı da, tedbîr almak, akıl îcâbıdır. Hucürât sûresi, onsekizinci âyetinde meâlen, "Allahü teâlâ, yapdıklarınızı hep görmekdedir" buyurulduğu hâlde, haramları, yapıyorlar. Hâlbuki, herhangi bayağı bir kimse, bu çirkin işleri görecek olsa, belki görmek ihtimâli olsa, yapmaktan vazgeçerler. Bu hâlin iki sebebi olabilir: Yâ, Allahü teâlanın verdiği habere inanmıyorlar. Yâhut da, Allahü teâlanın görmesine önem vermiyorlar. Haramları, bu iki sebep ile işlemek, îmanı mı gösterir, kâfir olmayı mı gösterir?
.
İlaç kullanılmadıkça faydası olmaz
19 Temmuz 2003 01:00
İmam-ı Rabbani hazretleri bir talebesine buyuruyor ki: Her ibâdeti seve seve yapmalıdır. Kul hakkına dokunmamaya, hakkı olanları ödemeye, titizlikle çalışmalıdır. Üzerimizde kimsenin hakkı kalmamasına çok dikkat etmeliyiz! Hakkı Dünya'da ödemek kolaydır. Nezâket ile, yumuşaklıkla haktan kurtulmak mümkün olur. Fakat, ahırette, iş böyle değildir. Orada, hak altından kurtulmak çok güçtür, çâresi bulunmaz. Kâfirlerin haklarını da gözetmek lâzımdır. Kâfir memleketlerindeki kâfirlerin de mallarına, canlarına ve nâmûslarına saldırmamalıdır. Kâfirlerin kanûnlarına da karşı gelmemelidir. İslamiyeti, dînini iyi bilen ve âhıreti düşünen doğru âlimlere sorup öğrenmelidir. Böyle mubârek insanların sözleri ve kitapları, tesirli olur. Bunların nefeslerinin bereketi ile, sözlerini yapmak kolay olur. Para kazanmak için, rey kazanmak, mevki almak için, din kitabı yazan, nutuk söyleyen, Müslümanları aldatmak için yüzlerine gülen, din hırsızlarının yanından ve kitaplarından kaçmak lâzımdır. Allahü teâlanın Peygamberi "sallallahü aleyhi ve sellem" lâzım olan nasîhatları, açıkça bildirmiş, söylenmedik birşey kalmamıştır. Fakat bu yavru, bize gelip, nasîhat ve yardım istemiş olduğu için, bu yavrunun nasıl, ne yolda bulunduğu sık sık kalbe gelmektedir. Bu bağlılık bu satırların yazılmasına sebep olmuştur. Evet, bu yavrunun böyle sözleri çok işitmiş olduğunu biliyorum. Fakat, yalnız işitmekle, birşey kazanılmaz. Duyduklarını, öğrendiklerini yapmak lâzımdır. Bir hasta, ilâcını öğrenebilir. Fakat, ilâcı kullanmadıkça, iyi olamaz. İlâcı bilmek, onu iyi edemez. Bütün Peygamberlerin "aleyhimüsselâm" ve âlimlerin "rahimehümullah" milyonlarca sözleri ve binlerle kitabları, hep işlemek içindir. Bilmek, kıyâmette faydalı değil, şefâatçı değil, azâb yapılması için huccet ve şâhid olacaktır. Peygamber efendimiz buyurdu ki, "Kıyâmet günü, azâbın en şiddetlisine, en kötüsüne düşecek olan, ilminin faydasını görmeyen, gidişi ilmine uymayan âlimdir". Yavrum, o zamanki tövbenin, bağlılığın bir netîce vermediğini sen de biliyorsun! Çünkü, Allahü teâlâyı seven ve unutmıyanlardan uzak kalman, o saadet tohumunun açılıp büyümesine mani oldu. Fakat, o tohumun çürümemiş olması, bu yavrunun yetişmeye elverişli, nefîs bir cevher olduğunu göstermektedir.. Her ne pahasına olursa olsun, Allah yolunda bulunanlara olan sevgiyi elden kaçırmayınız! Bunlara sığınmak, bunlarla berâber olmak iştiyâkını kalbinize yerleştiriniz!
.
Hıristiyan tarikatların taraftar bulabilmesi
19 Temmuz 2003 01:00
Dün, ülkemizde son yıllarda "entel" kesim arasında hızla yayılan Hıristiyan kökenli Prisma tarikatından bahsetmiştim. Bugün de başka bir Hıristiyan tarikatına değinmek istiyorum. Aslında bu tarikatları Yerleşik Hıristiyanlar da "Sapık" kabul edip reddediyorlar. Dinimize göre, bugünkü Hıristiyanlar da sapık olduğundan, bu tarikatlara "sapık dinin sapık kolları" diyebiliriz. Bahsetmek istediğim, Jon Smith tarafından kurulan 1831 "Mormonculuk" tarikatı. Gazete haberlerine göre; "Türkiye'de Mormonluk hızlı bir şekilde büyümektedir. 1998 yılından bu yana Türkiye'de Mormon sayısı binin üzerine çıkmış durumda. Temel felsefelerini anlatan Mormon Kitabının tümü Türkçe olarak yayınlandı. Kürtçe tercümesi üzerinde de çalışılıyor. Türkiye'de biri Anadolu yakasında diğeri ise Avrupa yakasında olmak üzere iki Mormon din görevlisi Türkiye'de faaliyet gösteriyor. Mormon kilisesine ait olan Birgham Yougn Üniversitesi Türkiye'den yabancı dil öğrenmek için ABD'ye gitmek isteyen gençlere birtakım mali imkânlar sunuyor." Peki anne babası, ecdadı Müslüman olan bu insanlar nasıl oluyor da böyle sapık bir inanca ilgi duyabiliyorlar? Biraz da bunun üzerinde duralım: Bu ithal tarikatların tuzağına düşülmesinin birinci sebebi; altyapısı olmayan, temel dinî bilgilerden mahrum cahil ve arayış içinde olan kimselerin varlığı. Bunlar, kandırılmaya, yönlendirilmeye, istismara müsait insanlardır. İkincisi sebebi inanç boşluğu: Hiçbir şeyden haberi olmayan "entel" tabir edilen, sanatçı, tiyatrocu gibi kimselerin inanç boşluğu içinde olmaları. İnsan, yaratılıştan bir şeye inanma ihtiyacını hisseder. İnsan, doğru veya yanlış bir şeye inanmazsa, huzursuz olur. Bu tür inançsızlık boşluğuna düşmüş kimselerin, genelde, dinle pek ilgisi yoktur. Bu tür insanlar derler ki: "Biz iyi kötü bir şeye inanalım, fakat bu inandığımız şey, bizi bazı şeylere zorlamasın. Biz özgürce istediğimiz gibi yaşayalım, bunlar bizim inancımıza zarar vermesin." Dikkat edilecek olursa, bu tür tarikat mensupları tam bunların istediği gibi konuşan, onların nabzına göre şerbet veren kimselerdir. Ayrıca son yıllarda yapılan şu tür propagandalar da Hıristiyanlığı özendirdi: "Hıristiyanlık da bir dindir, onlar da Cennete gidecek!" Böyle bir inancın, Müslümanı dinden çıkartacağını bilmeyen enteller, "Madem ki, onlar da Cennete girecek, ha Müslüman olmuşsun ha Hıristiyan ne farkeder!" düşüncesine kapıldılar. Hıristiyanlığın belli başlı bir kuralı da olmadığından, "Haftada bir kiliseye gider ayine katılır" sonra da her istediğimi yaparım. İçki de içer, zina da yapar, istediğim gibi yaşarım" anlayışı Hıristiyanlığı cazip hale getirdi. Aslında, İslam tarihi boyunca, dinini bilen şuurlu bir müslümanın din değiştirip Hıristiyan olduğu görülmemiştir. Bütün baskılara, her türlü maddi vaadlere rağmen bu mümkün olmadı. Fakat son yıllarda, sağlam bir din eğitimi almayan bunun için de dininden haberi olmayan, dinini yaşamayan, sadece ismi Müslüman bir halk meydana geldi. Bu tarikatlara girenler, aslında müslüman iken Hıristiyan olmuş değillerdir. Zaten Müslüman değillerdi. Çünkü "Dinini bilmeyenin dini olmaz!" Bugün Müslümanlar belki de tarihlerinin en zor günlerini yaşıyorlar. Eskiden de, bu tür maddi manevi saldırılara hedef oluyorlardı. Fakat İslam devletleri maddi saldırılara; yetişmiş âlimler manevi saldırılara karşı koyup zararsız hale getiriyorlardı. Bugün Müslümanlar bu iki güçten de mahrumlar. Üstelik Batı âlemi eskiye mukayeseyle tartışılmaz bir siyasi ve maddi güce sahip. Bunun için ferdi savunmaya ağırlık verip, dinimizi en iyi, en doğru şekilde öğrenip, çoluk çocuğumuza öğretip; öğrendiklerimizi de eksiksiz yaşamak zorundayız. Ayakta kalmak için buna mecburuz; hatta mahkumuz
.
Dinin direği
20 Temmuz 2003 01:00
Nasîhatların başı şudur ki, İslamiyetin sâhibine uymak lâzımdır. Resûlullaha uymıyanlar, ahırette azâptan kurtulamaz. Bundan sonra, dünyanın süslerine düşkün olmamak, varlığına ve yokluğuna aldırış etmemek lâzımdır. Çünkü, Allahü teâlâ dünyayı sevmez, ona kıymet vermez. Dünya malına güvenenlerin onlara fayda vermediğini ve elden çabuk çıktığını herkes bilmekte, hattâ görmektedir. Dünyanın malına, mevkiine düşkün olanların, bunlara kavuşmak için uğraşıp da, ansızın hepsini bırakıp gidenlerin hâlini görerek ibret alınmalıdır. Allahü teâlâ, hepimizi Peygamberlerin en üstününe "aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm" uymakla şereflendirsin! Dünya ve âhıret saadetlerine kavuşmak için, dünya ve âhıretin efendisine "aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmâtü etemmühâ ve ekmelühâ" uymak lâzımdır. O'na uymak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak, önce itikadı düzeltmek lâzımdır. Bundan sonra, o büyüklerin Kur'an-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anlayıp bildirdikleri helâl, haram, farz, vâcib, sünnet, mendûb, mubah ve şüpheli bilgilerini öğrenmek ve bütün işlerini bunlara uygun olarak yapmak lâzımdır. Bu iki itikad ve amel kanatları elde edildikten sonra, eğer ezelde mes'ûd olmuş ise, mukaddes âleme uçmak nasîb olur. Bu iki kanat olmadan yükselmek olamaz. Bu alçak dünya, arkasından koşmaya değmez. Bunun, malının, mevkiinin değeri yoktur ki özenilsin. Değerli, kıymetli şeyleri aramalıdır. Allahü teâlâ, herşeyi bir sebeple yarattığı, gönderdiği için, kendisine kavuşturan sebebi, o vesîleyi O'ndan istemelidir. Sûre-i Haşr'ın yedinci âyetinde meâlen, "Resûlümün getirdiği emirleri alınız, itâ'at ediniz! Nehy, men', yasak ettiği şeylerden sakınınız!" buyuruldu. Görülüyor ki, dünyada felâketlerden, ahırette azâbdan kurtulmak için, iki şey lâzımdır: Emirlere sarılmak, yasaklardan sakınmak! Bu ikisinden, en büyüğü, daha lüzumlusu, ikincisidir ki, (Vera') ve (Takvâ) denir. Resûlullahın yanında, birisinin çok ibâdet ettiğini, çok uğraştığını söylediler. Birisinin de, yasak edilen şeylerden, çok sakındığını söylediklerinde, "Hiçbirşey, vera' gibi olamaz!" buyurdu. Yani, yasaklardan sakınmak, daha kıymetlidir buyurdu. Bir hadîs-i şerîfte de, "Dîninizin direği vera'dır" buyurdu. İnsanların meleklerden daha üstün olabilmesi, vera' sâyesindedir ve terakkî etmeleri, yükselmeleri bu sâyededir. Melekler de, emirlere itâ'at etmektedir. Hâlbuki melekler, yükselemiyorlar. O hâlde, vera'a sarılmak ve takvâ üzere olmak, herşeyden daha lüzumludur. İslamiyette en kıymetli şey takvâdır.
.
Haramlardan kaçmak
21 Temmuz 2003 01:00
Haramlardan kaçmak farzlara uymaktan önce gelir. Haramlardan tamamen kaçınabilmek için de mubahların fazlasından kaçınmalıdır. Mubahları, lâzım olduğu kadar, kullanmalıdır. Bir insan, mubah, yani İslamiyetin izin verdiği şeylerden, her istediğini yapar, taşkınca mubah işlerse, şüpheli şeyleri yapmaya başlar. Şüpheliler ise, haram olanlara yakındır. İnsanın nefsi, hayvan gibi, kendine düşkündür. Uçurum yanında dolaşan, birgün uçuruma düşebilir. Vera' ve takvâyı tam yapabilmek için, mubahları lâzım olduğu kadar kullanmalı, zarûret miktârını aşmamalıdır. Bu kadarını kullanırken de, kulluk vazîfelerini yapabilmek için kullanmaya niyet etmelidir. Böyle niyet etmeden, az kullanmak da, günâh olur. Azı da çoğu gibi zararlı olur. Mubahların fazlasından tamamen kaçınabilmek, her vakit ve hele bu zamanda, hemen hemen mümkin değildir. Hiç olmazsa, haramlardan kaçınmalı, mubahların fazlasından da elden geldiği kadar sakınmaya çalışmalıdır. Mubahlar, lüzumundan fazla işlendikte, pişman olup tövbe etmelidir. Bu işleri, haram işlemeye başlangıç bilmelidir. Allahü teâlâya sığınmalı ve yalvarmalıdır. Bu pişmanlık, tövbe ve yalvarmak, belki mubahların fazlasından büsbütün sakınmak yerine geçerek, böyle işlerin âfetinden, zararından korur. Büyüklerden biri buyuruyor ki, "Günâh işleyenlerin, boynunu bükmesi, bana, ibâdet edenlerin göğsünü kabartmasından daha iyi geliyor". Haramlardan kaçınmak da, iki türlüdür: Birinci kısmı, yalnız Allahü teâlanın haklarına dokunan günâhlardan kaçınmaktır. İkinci kısmı, insanların, mahlûkların hakları da bulunan günâhlardan kaçınmaktır. İkinci kısmı, daha mühimdir. Allahü teâlâ, hiçbirşeye muhtaç değildir ve çok merhametlidir. Kullar ise, pekçok şeye muhtaç oldukları gibi, hasîs ve alçaktır. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki: "Üzerinde kul hakkı olan, mahlûkların malına, ırzına dokunan, ölmeden önce halâllaşsın, ödesin! Zîrâ o gün altının, malın değeri olmaz. O gün, hak ödeninceye kadar, kendi sevaplarından alınacak, sevapları olmazsa, hak sâhibinin günâhları, buna yüklenecektir." Kıyâmet günü, hak sâhibi, hakkını affetmezse, bir dank hak için, cemaat ile kılınmış, kabûl olmuş yediyüz namazı alınıp, hak sâhibine verilecektir. Bir dank, dirhemin altıda biri, yaklaşık olarak, yarım gram gümüştür.
.
Sonra yaparım diyenler
22 Temmuz 2003 01:00
Dünya ve ahıret saadetine kavuşmak, ancak gelmişlerin ve geleceklerin efendisi Resul aleyhisselama uymakla ele geçebilir. Bir kimse, kötü huylarını yok etmezse ve emirlere uyarak ve yasaklardan sakınarak kendini süslemezse, bu nimetin kokusunu bile duyamaz. İslamiyetten kıl ucu kadar bile ayrılan bir kimsede harükülâda haller hâsıl olursa, bunlara istidrâc denir ki, onu dünyada ve ahırette rezîl olmaya sürükler. Allahü teâlanın sevgili Peygamberine ayak uydurmayan bir kimse, felâketlerden kurtulamaz. Birkaç günlük dünya hayatını, Hak teâlanın râzı olduğu şeyleri yapmakla geçirmelidir. Bir kimsenin işlerinden, onun sâhibi râzı olmazsa, onun yaşaması nasıl olur? Hak teâlâ, onun büyük, küçük her yaptığını bilmekte ve görmektedir. Hazırdır ve nâzırdır. Utanmak lâzımdır. Eğer bir kimsenin, onun çirkin ve kötü işlerini gördüğünü anlasa, onun gördüğü yerde bozuk birşey yapmaz. Ayıplarını, kusûrlarını onun gördüğünü istemez. Müslümanlara ne oldu ki, Hak teâlanın hazır olduğunu bilerek, O'nun beğenmediği şeyleri yapmaktan sıkılmıyorlar? Bu nasıl Müslümanlıktır? Hak teâlâya, kendi kusûrlarını gören bir kimse kadar kıymet vermiyorlar. Nefslerimizin kötülüklerinden ve işlerimizin bozuk olmasından Allahü teâlâya sığınırız. Hadîs-i şerîfte, "Lâ ilâhe illallah diyerek îmanınızı tâzeleyiniz!" buyuruldu. Şanı, şerefi çok büyük olan bu sözle her an, îmanı tâzelemeli. Uygunsuz işlerin hepsinden Allahü teâlâya tövbe etmeli, O'na yalvarmalıdır! Belki, tövbe etmek için başka zaman ele geçmez. Hadîs-i şerîfte, "Sonra yaparım diyenler helâk oldu" buyuruldu. Yani, iyi işleri geciktirenler, bu günün işini yarına bırakanlar aldandı, ziyan etti. Boş zamanı kıymetlendirmelidir. Bu zamanlarda, Allahü teâlanın beğendiği şeyleri yapmalıdır. Tövbe yapabilmek, Hak teâlanın büyük nimetlerinden biridir. Hak teâlâdan, her an bu nimeti istemelidir. İslamiyeti iyi bilen ve hakîkat âleminden haberi olan Allah adamlarından yardım beklemeli, bunlardan imdat istemelidir. Böylece, Hak teâlanın lütfuna kavuşarak, O'nun mukaddes tarafına çekilir. O'na karşı baş kaldıramaz olur. İslamiyetten kıl ucu kadar ayrılık bulundukça, kendini tehlikede bilmelidir. Bu ayrılıkların, uygunsuzlukların hepsini yok etmelidir.
.
Bütün dinlerin hülâsâsı
23 Temmuz 2003 01:00
Allahü teâlâ, bütün isimlerinin ve sıfatlarının kemâllerini, üstünlüklerini, en sevgili kulu ve resûlü olan Muhammed aleyhisselâmda toplamıştır. Bütün bu üstünlükler, kula yakışacak şekilde Onda görünmektedir. Ona indirilmiş olan kitab, yani Kur'an-ı kerîm, bütün Peygamberlere "aleyhimüsselâm" indirilmiş olan kitapların hepsinin hülâsasıdır. Hepsinde bildirilmiş olanlar, bunda da vardır. Bu büyük Peygambere "aleyhissalâtü vesselâm" verilmiş olan din de, geçmiş dinlerin hepsinin süzülmüş kaymağı gibidir. Hak olan, doğru olan bu dînin bildirdiği her iş, geçmiş dinlerde bildirilen amellerden, işlerden seçilmiş, alınmıştır. Ayrıca meleklerin işlerinden de seçilmiş alınmış bulunmakdadır. Meselâ, meleklerden bir kısmına rüku etmek emir olunmuştur. Birçoklarına secde etmek, başka meleklere de kıyâm, yani ayakta ibâdet etmeleri emredilmiştir. Bunun gibi, geçmiş ümmetlerden bazısına yalnız sabâh namazı emredilmişti. Başkalarına, başka vakitlerin namazı emrolunmuştu. Geçmiş ümmetlerin ve mukarreb meleklerin ibâdetlerinden, amellerinden süzülenleri, seçilenleri, bu dinde emrolundu. Bunun için, bu dîni tasdîk etmek, inanmak ve bu dînin emirlerine uymak, geçmiş bütün dinleri tasdîk etmek ve hepsine uymak olur. Bu dîni tasdîk edenler, ümmetlerin en hayırlısı, en iyileri olur. Bu dîne inanmayan, beğenmeyen, buna uymak istemeyen de, geçmiş dinlerin hepsine inanmamış, hiçbirine uymamış olur. Bunun gibi, insanların en üstünü, iyilerin seçilmişi olan Muhammed aleyhisselâma inanmayan, o büyük Peygambere dil uzatan bir kimse, Allahü teâlanın isimlerinin ve sıfatlarının kemâllerine, üstünlüklerine inanmamış olur. Resûlullah'a inanmak, O'nun üstünlüğünü anlamak da, bütün kemâlleri anlamak ve inanmak olur. Demek ki, bu yüce Peygambere inanmayan, O'nun getirdiği dîni beğenmeyen kimse, ümmetlerin, insanların en kötüsü, en aşağısıdır. O'na tabi olan da getirdiği dinin emirlerine uyar günah işlemez. Büyüklerden biri, hep duâ eder, Allahü teâlâdan bir günlük âfiyet isterdi. Adamın biri, bu zâta, (Sen hergün âfiyette değil misin?) dedi. (Allahü teâlâdan öyle bir gün istiyorum ki, sabâhtan akşama kadar Allahü teâlâya hiçbir günâh işlemiyeyim. Âfiyetle geçen gün böyle olur) buyurdu. Cenâb-ı Hak, böyle âfiyetli günler ihsân eylesin!
.
Yetmişüç fırka
24 Temmuz 2003 01:00
Hadîs-i şerîfte, Müslümanların yetmişüç fırkaya ayrılacakları bildirildi. Bu yetmişüç fırkadan herbiri, İslamiyete uyduğunu iddiâ etmektedir. Cehennemden kurtulacağı bildirilen bir fırkanın kendi fırkası olduğunu söylemektedir. Müminûn sûresi, ellidördüncü ve Rûm sûresi otuzikinci âyetinde meâlen, "Her fırka, doğru yolda olduğunu sanarak, sevinmektedir" buyuruldu. Hâlbuki, bu çeşitli fırkalar arasında kurtulucu olan birinin alâmetini, işâretini, Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" şöyle bildirmektedir: "Bu fırkada olanlar, benim ve Eshâbımın gittiği yolda bulunanlardır." İslamiyetin sâhibi kendini söyledikten sonra, Eshâb-ı kirâmı da "rıdvanullahi teâlâ aleyhim ecmaîn", söylemesine lüzum olmadığı hâlde, bunları da söylemesi, "Benim yolum, Eshâbımın gittiği yoldur. Kurtuluş yolu, yalnız Eshâbımın gittiği yoldur" demekdir. Nitekim Nisâ sûresi, yetmişdokuzuncu âyetinde meâlen, "Resûlüme itâat eden, elbette Allahü teâlâya itâat etmiştir" buyuruldu. Resûle itâat, Hak teâlâya itâat demektir. Ona "sallallahü aleyhi ve sellem" uymamak, Allahü teâlâya isyandır. Allahü teâlâya itâatin, Resûlüne itâatten başka olduğunu sananlar için nâzil olan, Nisâ sûresinin, "Allahü teâlanın yolu ile, Resûlünün yolunu birbirinden ayırmak istiyorlar. Senin söylediklerinin bazısına inanırız, bazısına inanmayız diyorlar. İkisi arasında ayrı bir yol açmak istiyorlar. Bunlar, elbette kâfirdir" meâlindeki yüzkırkdokuzuncu âyeti, bunların kâfir olduklarını bildiriyor. Eshâb-ı kirâmın yolunda gitmeyip de, Peygambere "aleyhissalâtü vesselâm" uyduğunu söyleyen, yanılıyor. O'na "sallallahü aleyhi ve sellem" uymuş değil, isyan etmiş oluyor. Böyle yol tutan, kıyâmette kurtulamayacaktır. Mücâdele sûresinin, "Doğru birşey yaptıklarını sanıyorlar. Biliniz ki, onlar yalancıdır, kâfirdir" meâlindeki onsekizinci âyeti bu gibilerin hâlini gösteriyor. Eshâb-ı kirâmın "aleyhimürrıdvan" yolunda giden, hiç şübhe yok ki, Ehl-i sünnet vel cemaat fırkasıdır. Allahü teâlâ, bu fırkanın yorulmadan, yılmadan çalışan büyüklerine, bol bol mükâfat versin! Cehennemden kurtulan fırka, yalnız bunlardır. Çünkü, Peygamberimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" Eshâbına "aleyhimürrıdvan" dil uzatan, bunlara uymaktan, elbette mahrûmdur. Mahrum kalmamak için, Ehli sünnetin dört mezheb imamının bildirdiği gibi inanmak ve yaşamak şarttır.
.
Eshâb-ı kirâma saygı
25 Temmuz 2003 01:00
İmam-ı Rabbani hazretleri, Eshâb-ı kirâma dil uzatmak, Allahü teâlanın Peygamberine "sallallahü aleyhi ve sellem" dil uzatmak olur. "Eshâb-ı kirâma saygı göstermeyen, Allahü teâlanın Resûlüne îman etmemiştir" buyurdu. Çünkü, onların kötülenmesi, sâhiblerinin, efendilerinin "sallallahü aleyhi ve sellem" kötülenmesi olur. Böyle yanlış itikada düşmekten, Allahü teâlâya sığınmalıyız. Kur'an-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkan ahkâmı bizlere getiren, Eshâb-ı kirâmdır. Onlara dil uzatılınca, onların getirdiği şey de, kıymetten düşer. İslamiyeti bizlere getiren, Eshâb-ı kirâm arasından belli kimseler değildir. Bunda, herbirinin hizmeti, payı vardır. Hepsi adâlette, doğrulukta, öğretmekte müsâvîdir. Eshâb-ı kirâmdan herhangi birine dil uzatılınca, dîn-i islâm kötülenmiş, söğülmüş olur. Allahü teâlâ, bu çirkin hâle düşmekten hepimizi korusun! Eshâb-ı kirâmı sevmeyenler, "Biz, yine Eshâb-ı kirâma uyuyoruz. Onların hepsine uymak, şart değildir. Hattâ mümkün değildir. Çünkü, sözleri birbirine uymıyor. Yolları başka başkadır" derse, bunlara denir ki: Eshâb-ı kirâmdan bazısına uymuş olmak için, hiçbirini inkâr etmemek lâzımdır. Bir kısmını beğenmeyince, başka kısmına uyulmuş olamaz. Çünkü, meselâ Hazreti Ali "radıyallahü anh", diğer üç halîfeyi büyük biliyor, hurmet ediyor ve uyulmaya lâyık olduklarını biliyordu. Bunlara, seve seve bî'at etmiş, hilâfetlerini kabûl etmişti. Diğer üç halîfeyi sevmedikçe, Hazret-i Emîre uyduğunu söylemek yalan olur, iftirâ olur. Hattâ, Emîri beğenmemek, onun sözlerini, hareketlerini, kabûl etmemek olur. Allahü teâlanın arslanı Hz. Ali için, onları idâre ediyordu, yüzlerine gülüyordu demek, cahilce, ahmakça söz olur. Allahın arslanının, o kadar ilim ve kahramanlığı ile, tam otuz sene, üç halîfeye karşı düşmanlığını saklayıp, dost göründüğünü ve onlarla yalandan arkadaşlık ettiğini hangi akıl kabûl eder? Hazret-i Ali'yi bu kadar küçülten, âciz, hîleci ve münâfık yapan böyle sözlerin çirkinliğini anlamak lâzımdır. Allah göstermesin, Hz. Ali'nin böyle olduğunu, bir an kabûl etsek bile, Peygamber efendimizin bu üç halîfeyi medh etmesine, büyültmesine, bütün yaşadığı müddetçe, bunlara kıymet vermesine ne diyecekler? Peygamber efendimize de, iki yüzlü mü diyecekler? Hâşâ! Bu, hiç olamaz. Peygamberin doğruyu bildirmesi şarttır. İdâre ediyordu diyen zındık olur, dinsiz olur. Mâ'ide sûresi, yetmişinci âyetinde meâlen, "Ey kıymetli Resûlüm! Rabbinden sana indirileni, herkese ulaştır! Bunları, doğru bildirmezsen, Peygamberlik vazîfeni yapmamış olursun! Allahü teâlâ, seni, düşmanlık etmek istiyenlerden korur" buyuruldu.
.
Kültürde ters orantılı düşüş
25 Temmuz 2003 01:00
Ülkemizde, okuma yazma oranının yükselmesine ters orantılı olarak, kültür seviyemiz de devamlı düşüş kaydediyor. Konuşmada, yazmada akıl almaz hatalar yapılıyor. Buna paralel olarak, dini eğitim seviyemiz de çok düştüğü için, dini terimler de yerli yerinde kullanılmıyor. Bunun için de büyük hatalara, hatta küfre, dinden çıkmaya sebep olacak ifadeler kullanılıyor. Bu tür hataların başında da "Yaratmak" kelimesi geliyor. Yaratmak yani, yoktan var etmek Allahü teâlâya mahsus olduğu halde insanlar için de kullanılıyor. Bu kelimeyi mecazi manada kullanmak da, çok tehlikelidir, küfre dinden çıkmaya sebep olur. Çünkü, âyeti kerimelerde, "Herşeyi O yaratmıştır." (En'am 101), "Yaratmak O'na mahsustur." (A'raf 54) buyurulmuştur. Dini terimler kullanılırken büyük bir yanlış da, "Mucize" kelimesinde yapılıyor. Gazetlerde sık sık şöyle haber başlıklarına rastlıyoruz: "Mucize indirim" "Onuncu kattan düştü, mucize olarak kurtuldu" "Bir mucize gerçekleştirdi" vs. Mucize peygamberlere mahsus olduğu için, böyle ifadelerle, bu kimselerin Peygamber olduğu ifade edilmiş olur. Bunda niyete bakılmaz, söze bakılır. Herhangi bir kimseye peygamber demek küfür olur. Allahü teâlâdan başkasına yaratıcı demek de böyledir. Müslümanlar, böyle tehlikeli şeyler söylememelidir. Çünkü, mucize sadece peygamberlerde görülür. Mucize, bir peygamber tarafından, tabiat kanunlarına, adete muhalif olarak yapılan harika yani olağan üstü bir iştir. Mucizeyi yapan yalnız Allah'tır. Peygamberlerine verdiği mucizeleri için "Bunları yapan biziz" buyuruyor. (Enbiya 79) Kendisinde harika bir şey zuhur eden, mesela denizde, suyun üzerinde yürüyen kimse, peygamberse, bu işe mucize denir. Evliya ise keramet, salih ise firaset, fâsık ise istidrac, kâfir ise, sihir denir. Sihir, cisimlerin fizik özelliklerini, şekillerini değiştirir. Maddenin yapısını değiştiremez. Mucize ve keramet, ikisini de değiştirebilir. Allahü teâlâ, dünyayı yarattıktan sonra her asırda en az bir kişiyi peygamber olarak göndermiş, ona çeşitli mucizeler vermiştir. Mesela Hz. Musa zamanında sihir çok ilerlemişti. Sihirbazın ipi yılan gibi görünürdü. Hz. Musa'nın asası gerçek bir yılan olup sihirbazların yılan gibi görünen iplerini yutmuştu. Sihirbazlar da bunun mucize olduğunu anlayıp iman etmişlerdi. Hz. İsa zamanında tıp ileri idi. Her hastalığa ilaç bulunurdu. Hz. İsa'ya, körleri iyileştirme, ölüleri diriltme gibi mucizeler verilmişti. Buna rağmen inanan az olmuştu. Bizim peygamberimiz zamanında da, edebî söz ve yazı sanatı çok ileri idi. Şiir, fesahat ve belagat sanatları zirvedeydi. Yarışmalarda birinci olan şiir, yazı ve konuşmalar Kâbe duvarına asılırdı. Allahü teâlâ da; her milletin kıymet verdiği şeylerde mucizeler gönderdiği için, Muhammed aleyhisselama da benzeri yazılamıyacak olan bir kitap gönderdi. İnatçı kâfirler hariç, bir çok edip, bunun insan sözü olmadığını, Allah'ın kelamı olduğunu anlayıp iman etti. Bir benzerini hiç kimse söyleyemedi. Kur'an-ı kerimde mealen, "Bu Kur'an'ın Allah'ı gönderdiğinde şüpheniz varsa, haydi onun benzeri bir sure meydana getirin. Bunu yapamazsınız" buyuruluyor. Peygamber efendimiz ümmi idi kimseden birşey okumamış, öğrenmemiş, hiçbir şey yazmamıştı. Allahü teâlâ, Peygamber efendimize buyuruyor ki: "Sen (Kur'an gelmeden) önce bir kitap okumuş ve elinle onu yazmış değildin. Eğer öyle olsaydı müşrikler (Kur'an-ı kerimi, başkasından öğrenmiş veya önceki semavi kitaplardan almış) derlerdi." (Ankebut 48) Peygamberimizin en büyük mucizesi Kur'ân-ı kerîmdir. Kimse, bindörtyüz bu kadar seneden beri, dünyanın her tarafında bütün İslâm düşmanları el ele vererek, mallar, servetler dökerek uğraştıkları hâlde, Kur'an-ı kerimin bir benzerini söyleyemedi, çokları insâfa gelip Müslümân oldu.
.
Birine dil uzatılırsa...
26 Temmuz 2003 01:00
Eshâb-ı kirâmdan birine dil uzatan kimse, hepsini lekelemiş olur. Çünkü, hepsinin îmanı, itikadı birdir. Birine dil uzatan, hiçbirine uymamış olur. Onlardan birini kötülemek, onun söylediklerine inanmamak olur. İslamiyeti bizlere bildiren, onların hepsidir. Onların herbiri âdildir, doğrudur. Herbirinin İslamiyette bildirdiği birşey vardır. Herbiri âyet-i kerîmeleri getirerek, Kur'an-ı kerîm toplanmıştır. Bir kısmını beğenmeyen, İslamiyeti bildireni beğenmemiş olur. Görülüyor ki, bu kimse, İslamiyetin hepsini yapmamış olur. Böyle olan da, Cehennemden kurtulabilir mi? Bekara sûresi, seksenbeşinci âyetinde meâlen, "Kur'an-ı kerîmin bir kısmına inanıyorsunuz da, bir kısmına inanmıyor musunuz? Böyle yapanların cezâsı, dünyada, rezîl, rüsvâ olmaktır. Ahırette de, en şiddetli azâba atılacaklardır" buyuruldu. Kur'an-ı kerîmi Osman "radıyallahü anh" topladı. Hattâ, Ebû Bekr-i Sıddîk ile Ömer-ül Fârûk "radıyallahü anhümâ" topladı. Bu büyükleri kötülemek, Kur'an-ı kerîmi kötülemeye kadar gider. Allahü teâlâ, bütün Müslümanları, böyle belâya düşmekten korusun! Şii âlimlerinden birine sordular ki: Kur'an-ı kerîmi, Osman "radıyallahü anh" toplamıştır. Onun toplamış olduğu, bu Kur'an için ne dersiniz? Ona bir kusûr bulmakta, hiç fayda göremem. Çünkü, Kur'an-ı kerîme dil uzatılırsa, din yıkılır, dedi. Aklı olan kimse, Peygamber efendimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" vefât ettiği gün, Eshâb-ı kirâmın "radıyallahü teâlâ aleyhim ecmaîn" hepsinin, yanlış bir kararda birleşeceklerini, elbette söyleyemez. Otuzüçbin Sahâbînin, yanlış bir işte, söz birliği yapması, olacak şey değildir. Nitekim, Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem", "Ümmetim yanlış bir iş üzerinde, söz birliği yapmaz!" buyurmuştu. Eshâb-ı kirâmın arasında olan ayrılıklar, nefsin isteklerinden, kötü düşüncelerden değildi. Çünkü onların mübârek nefsleri tezkiye bulmuş, tertemiz olmuştu. Emmârelikten kurtulmuş, itmînana yani doğruyu anlamaya, inanmaya kavuşmuştu. Onların bütün istekleri, İslamiyete uymaktı. Ayrılıkları, ictihâd ayrılığı idi. Doğruyu meydana çıkarmak içindi. Yanılanlarına da, Allahü teâlâ bir derece sevâb verecektir. Doğru olanlara, en az iki derece vardır. O büyüklerin hiçbirini, dilimizle incitmemeliyiz. Herbiri için hep iyi söylemeliyiz. Ehl-i sünnetin en büyük âlimlerinden İmâm-ı Şâfiî "rahmetullahi aleyh" buyurdu ki, "Allahü teâlâ, ellerimizi, o kanlara bulaştırmadı. Biz de dillerimizi bulaştırmayalım".
.
Mucize, keramet, firaset, istidraç ve sihir
26 Temmuz 2003 01:00
Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın adeti içinde meydana gelmektedir. Allahü teâlâ, sevdiği insanlara ikram olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak için adetini bozarak, bunlara sebepsiz şeyler yaratıyor. Bunlar beş çeşittir: 1- Bu âdet dışı şeyler, Peygamberlerden meydana gelmişse, "Mucize" denir. Peygamber efendimizin miraca gitmesi, mübarek parmaklarından suların akması, Hz. İsa'nın ölüleri diriltmesi birer mucizedir. 2- Evliyadan meydana gelenlere "Keramet" denir. Hz. Ömer'in, hutbeden bin kilometre uzaktaki ordu kumandanına emir vermesi ve Hz. Süleyman'ın vezirinin, Seba Melikesi Belkıs'ın tahtını bir anda getirmesi de keramettir. 3- Evliya olmayan Müslümanlardan meydana gelen âdet dışı şeylere "Firaset" denir. Böyle firasetli müslümanlara basireti açık denmektedir. 4- Günahı çok olan müslümanlardan meydana gelenlere "İstidrac" denir. Böyle kimselerin durumu tehlikelidir. Gittikçe imanı zayıflar. 5- Gayrı müslimlerden zuhur edenlere "Sihir" denir. Hz. Musa zamanında, sihirbazların iplerinin yılan gibi görülmesi sihir idi. Sihre, büyü de denmektedir. Mucizenin şartları: 1 - Allahın, mutâd sebepler olmadan yapmasıdır. Çünkü, O'nun Peygamberini tasdik ettirecektir. 2 - Hârikulâde olmalıdır. Âdet olan şeyler, meselâ güneşin hergün şarktan doğması, ilkbahârda çiçeklerin açması, mucize olmaz. 3 - Bunu, başkalarının yapamaması lâzımdır. 4 - Peygamber olduğunu bildiren kimsenin istediği zaman hâsıl olmalıdır. 5 - İstediğine uygun olmalıdır. Meselâ şu ölüyü dirilteceğim, deyince, başka hârika hâsıl olursa, meselâ dağ ikiye ayrılırsa, mucize olmaz. 6 - İsteyip de hâsıl olan mucize, kendisini yalanlamamalıdır. Sihir ve istidraç görünüşte, mucizeye ve keramete benzer ise de bunlardan tamamen farklıdır. Sihir ve benzeri şeyler, bazı şeylerin sebeplerini hazırlayarak, o şeylerin meydana gelmelerini sağlamaktır. Bâzan da mevcut olmayan şeyi, varmış gibi göstermektir ki, dışarda yok olduğu hâlde, vehmde ve hayâlde var görünür. Bunlar, hârika değildir. Her canlı başlı başına bir harikadır. Mesela, hücre, canlıların, canlılık özelliğini taşıyan en küçük parçasıdır ve cansızlardan ayrılan başlıca karakterdir. İnsan vücûdu, ortalama 30 trilyon hücreden meydana gelmiş muazzam bir fabrikadır. Hücre, ışık dalgalarından aldığı elektrikle çalışır. Molekül, bir kimyasal maddenin özelliğini taşıyan en küçük parçasıdır ve bir veya çok atomdan meydana gelmiştir. Maddenin en küçük yapı taşı da atomdur. Moleküllerin büyüklüğü 3. 3 x 10-20 gramdır. 10 milyar atom yan yana konsa, bir milimetre uzunluğunda olur. Atomun yarı çapı 10-8 cm'dir. Çekirdeğin yarı çapı da 10-13 cm'dir. İnsanın büyüklüğü ise 1028 atom, güneş de 1028 insan kadardır. Atom çekirdeği, nötron ve proton parçalarından meydana gelmiştir. Protonlar 1. 67 x 10-24 gr., nötronlar ise 1. 675 x 10-24 gram kadardır. Elektronlar, atom çekirdeği etrâfında sâniyede 100.000 km hız civârında dönerler. Bu hızla giden bir uçak, sâniyede dünyayı 2 defa rahat rahat dolaşır. Bu harikülade olaylar, Allahü teâlânın var olduğunu, bir olduğunu ve kudretinin sonsuz olduğunu ve Muhammed aleyhisselâmın peygamber olduğunu açıkça göstermektedir. Aklı ve insâfı olan, bunu hemen anlar. Nefsine, zevkine düşkün olan anlamak istemez. Anlayan, dünyada ve âhırette rahat eder. Sonsuz saadete kavuşur. Anlamayan, dünyada rezil ve sefîl olur. Âhırette de Cehennem ateşinde sonsuz olarak yanar.
.
"Elbette dînini yıkar!"
27 Temmuz 2003 01:00
İnsanın önce itikadını, îmanını düzeltmesi lâzımdır. Bundan sonra, sâlih, yarar işleri yapmak lâzımdır. İbâdetlerin hepsini kendinde toplayan ve insanı Allahü teâlâya en çok yaklaştıran yarar şey, namazdır. Peygamberimiz "aleyhissalâtü vesselâm", "Namaz dînin direğidir. Namaz kılan kimse, dînini kuvvetlendirir. Namaz kılmayan, elbette dînini yıkar" buyurdu. Namazı doğru dürüst kılmakla şereflenen bir kimse, çirkin kötü şeyler yapmaktan korunmuş olur. Ankebût sûresinin kırkbeşinci âyetinde meâlen, "Doğru kılınan namaz, insanı fahşâdan ve münkerden (kötülüklerden) herhâlükârda uzaklaştırır" buyuruldu. İnsanı kötülüklerden uzaklaştırmayan bir namaz, doğru namaz değildir. Görünüşte namazdır. Bununla berâber, doğrusunu yapıncaya kadar, görünüşü yapmayı elden bırakmamalıdır. Büyüklerimiz, "Bir şeyin hepsi yapılamazsa, hepsini de elden kaçırmamalıdır" buyurdu. Sonsuz ihsan sâhibi olan Rabbimiz, görünüşü hakîkat olarak kabûl edebilir. (Böyle bozuk namaz kılacağına, hiç kılma dememelidir. Bu sözü din düşmanları çıkarmıştır. Böyle bozuk kılacağına doğru kıl demelidir. Bu inceliği iyi anlamalıdır.) Namaz ve diğer bütün ibadetler zorluklar içinde, sıkıntılar içinde yapılırsa ibâdetin kıymeti kat kat daha çok olur. Gençlerin ibâdet etmeleri de, bunun için daha kıymetlidir. Çünkü, nefislerinin kötü isteklerini kırmakta ve ibâdet etmek istememesine karşı gelmektedirler. Eshâb-ı Kehf, bir hicret yaparak din düşmanları arasından çıktıkları için şerefli oldular. Peygamberimiz bir hadîs-i şerîfde, "Fitnenin, fesâdın çoğaldığı zamanda ibâdet etmek, hicret ederek benim yanıma gelmek gibidir" buyurdu. Görülüyor ki, din düşmanlarının güçlük çıkarması, ibâdetlerin şerefini artırmakta, sevâbı katkat çoğalmaktadır. Zarar yapmak istemeleri, Müslümanlar için faydalı olmaktadır. Allah adamları ile görüşmekten sıkılmamalıdır. Dünyaya düşkün olanlardan uzak durmalıdır. Onlarla düşüp kalkmanın, insanı felâkete götüreceği bilinmelidir. Onlarla beraber olmanın ahlâkı bozacağını düşünmelidir. Kötü arkadaşlardan kaçmalıdır. İnsanın dînine, îmanına saldıran tatlı dilli, güler yüzlü korkunç düşmanlara aldanmamak için, çok uyanık omalıdır. Sahîh olan hadîs-i şerîfte "alâ masdari-hessalâtü vesselâm", "Mal ve mevki sâhiblerine, malı için, makâmı için alçalan kimsenin dîninin üçte ikisi gider" buyuruldu
.
Fitne fesad zamanında
28 Temmuz 2003 01:00
İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki: Hadîs-i şerîfte, "Yeryüzünü küfür kaplamadıkça ve heryerde küfür ve kâfirlik yapılmadıkça, hazret-i Mehdî gelmez" buyuruldu. Bundan anlaşılıyor ki, hazret-i Mehdî çıkmadan evvel, küfür ve kâfirlik her tarafa yayılacak, İslâm ve Müslümanlar garîb olacaktır. Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem", âhır zamânda, Müslümanların garîb olacaklarını haber vermiş ve "Fitne zamânında yapılan ibâdet, (Mekke'den Medîne'ye) benim yanıma hicret etmek gibidir" buyurmuştur. Fitne ve fesâd zamânında, polisin, askerin ufak bir hareketi, râhatlık ve sükûnet zamânlarında yapacakları hareketlerinden katkat daha kıymetli olduğunu herkes bilir. Fitne yok olduğu zaman gösterecekleri kahramanlıkların kıymeti yoktur O hâlde ibâdetlerin en kıymetlisi ve kabûl olunanı, fitnelerin yayıldığı zamânlarda yapılanlardır. Kıyâmet günü, makbûl olanlardan, kurtulanlardan olmak istiyorsanız, Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği iyi işleri yapınız! Sünnet-i seniyyeye, yani Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" yoluna sarılınız! Bu yola uymayan hiçbirşey yapmayınız! (Eshâb-ı Kehf) "rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn", her tarafı fitne kapladığı zaman, bir hicret yapmakla, yüksek dereceye kavuştular. Biz, Muhammed aleyhisselâmın ümmetindeniz. Ümmetlerin en iyisi olan ümmetteniz. Ömrümüzü lehv ve la'b ile, yani oyun ve eğlence ile ziyân etmemeliyiz. Çocuklar gibi, top oynamakla vaktimizi elden kaçırmamalıyız. Fitnelerin yayıldığı, fesatların çoğaldığı zamanlar, tövbe ve istiğfâr zamânıdır. Kenâra çekilmeli, fitnelere karışmamalıdır. Fitneler çoğalıyor. Gün geçtikçe yayılıyor. Peygamberimiz "aleyhi ve alâ âlihis-salâtü vesselâm" buyurdu ki, "Kıyâmet yaklaştıkça, fitneler çoğalır. Gece başlarken karanlığın artması gibi olur. Sabah evinden mümin olarak çıkan çok kimse akşam kâfir olarak döner. Akşam mümin iken, gece safâlarında îmânları gider. Böyle zamânlarda, evinde kapanmak fitneye karışmaktan hayırlıdır. Kenârda kalan, ileri atılandan hayırlıdır. O gün oklarınızı kırınız! Silâhlarınızı, kılınçlarınızı bırakınız! Herkesi tatlı dil ile, güler yüzle karşılayınız! Evinizden çıkmayınız". Hazret-i Mehdî, hükûmet sürdüğü zaman, dîni yayarken ve sünneti diriltirken, bid'at işlemeye alışmış olan Medîne'deki âlim, bid'ati güzel sandığı ve ibâdet olarak yaptığı için, hazret-i Mehdî'nin emirlerine şaşarak, (Bu adam, bizim dînimizi yok etti ve milletimizi öldürdü) diyecektir. Hazret-i Mehdî bu âlimi öldürecektir
.
Hazret-i Mehdî'nin alâmetleri
29 Temmuz 2003 01:00
Hazret-i Mehdî, âhır zamânda Dünyâ'ya gelecektir. Adı, Muhammed, babasının adı Abdullah'tır. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" efendimizin soyundan olacaktır. İsâ aleyhisselâmla buluşacak her yeri alacak, her yerde adâlet olacak, Eshâb-ı Kehf, uyanıp mağaradan çıkarak, Mehdî'nin askeri olacaktır. Mehdî'nin alâmetlerini Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" efendimiz bildirmiştir. İbni Hacer-i Mekkî'nin (Alâmet-ül-Mehdî) kitâbında ve Süyûtî'nin (Cüz'ün minel ehâdîs velâsâril vâridetil vârideti fî alâmetil Mehdî) kitâbında bunlardan ikiyüze yakın alâmet yazılıdır. (El-fütûhât-ül-İslâmiyye), kitabında diyor ki, (Beklenilen Mehdî, hazret-i Fâtıma'nın soyundan olacaktır. Mekke'de zuhûr edecektir. O zamân, Müslümanlar halîfesiz olacaktır. İstemediği hâlde, zor ile halîfe yapılacaktır. Zuhûr edeceği zamân ve yaşı ve ömrü kesin belli değildir.) Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki, "Mehdî'nin başı hizâsında bir bulut olacaktır. Buluttan bir melek: Bu Mehdî'dir, sözünü dinleyiniz!" diyecektir. "İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne (yani, o zaman bilinen memleketlerin çoğuna) dört kişi mâlik oldu. İkisi mümin, ikisi de kâfir idi. Mümin olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleymân "aleyhimesselâm" idi. Kâfir olan ikisi de, Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak, yeryüzüne, benim evlâdımdan biri, yani Mehdî de, mâlik olacaktır". "Kıyâmet kopmadan önce, Allahü teâlâ, benim evlâdımdan birini yaratır ki, ismi benim ismim gibi, babasının ismi, benim babamın ismi gibi olur ve dünyâyı adâletle doldurur. Ondan önce dünyâ zulmle dolu iken, onun zamânında adalet ile dolar". "Eshâb-ı Kehf, hazret-i Mehdî'nin yardımcıları olacaktır ve İsâ "aleyhisselâm" bunun zamanında gökten inecektir. İsâ "aleyhisselâm", Deccâl ile harb ederken, hazret-i Mehdî, onunla berâber olacaktır. Bunun hükümdârlığı zamânında, her zamânkinin aksine olarak ve hesapların tersine olarak, Ramazân-ı şerîfin ondördüncü günü güneş tutulacaktır ve birinci gecesinde ay tutulacaktır". Hazret-i Mehdî'nin daha birçok alâmetlerini, Muhbir-i sâdık "aleyhissalâtü vesselâm" haber vermiştir. İsâ aleyhisselâm, kıyâmet yaklaşınca Şam'da, Ümeyye Câmii minâresine inecek, evlenecek, çocukları olacak, hazret-i Mehdî ile buluşacak, kırk sene yaşayıp, Medîne'de vefât edip, Hücre-i seâdete defnedilecektir.
.
Saçını müslüman olarak ağartan
30 Temmuz 2003 01:00
Her müslümana önce lâzım olan şey, kalbi Allahü teâlâdan başka şeylere bağlı olmaktan kurtarmaktır. Kalbin bu selâmete kavuşması için, Allahü teâlâdan başka hiçbir şeye gönül bağlamamaktır. Bir kimsenin saçının, sakalının siyâhlığını, îman ile ve ibâdetler ile ağartması ne büyük nimettir. Resûlullah "aleyhissalâtü vesselâm" hadîs-i şerîfte, "Saçını, sakalını Müslüman olarak ağartan af olunur" buyurdu. Allahü teâlanın sonsuz merhametini düşünmeli, günâhları affedeceğine güvenmeliyiz. Gençlikte, Allahü teâlanın kahrından, azâbından korkmak, titremek lâzımdır. İhtiyârlıkta affına, merhametine sığınmalıdır. Enbiyâ sûresi otuzbeşinci ve Ankebût sûresi elliyedinci âyetlerinde meâlen, "Her canlı, ölümün tadını tadacaktır!" buyuruldu. Bunun için, her insan ölecektir. Ölümden kurtuluş yoktur. Hadîs-i şerîfte, "Ömrü uzun, ibâdetleri de çok olana müjdeler olsun!" buyuruldu. Dostu dosta ölümle kavuşturuyorlar. Bunun için, Allahü teâlanın âşıkları, ölümü düşünerek tesellî buluyor, üzüntüleri azalıyor. Ankebût sûresinin beşinci âyetinde meâlen, "Allahü teâlâya kavuşmak istiyenler! Biliniz ki, Allahü teâlâya kavuşmak zamanı herhâlde gelecektir" buyuruldu. Evet, geride kalanlar ve nefse esîr olanlar ve Allahü teâlanın rızasına kavuşmuş olanların ve dünyaya düşkün olmaktan kurtulanların sohbetlerinden mahrûm kalanlar, zararda ve başı yerdedir. Geride kalanlar, duâ ederek ve sadaka vererek her an ölenin yardımına koşmalıdır. Hadîs-i şerîfte, "Mezârdaki ölü, denizde boğulmak üzere olan kimse gibidir, babasından, anasından, kardeşinden ve arkadaşlarından gelecek bir duâyı hep beklemektedir" buyuruldu. Bundan başka, onların ölümünü görerek, kendi ölümünü de düşünmeli. Bütün varlığı ile, Allahü teâlanın beğendiği şeyleri yapmaya sarılmalıdır. Dünya hayatının insanı aldatmaktan başka birşey olmadığını düşünmelidir. Dünya kazançlarının Allahü teâlanın yanında az bir kıymeti olsaydı, düşmanı olan kâfirlere ondan kıl ucu kadar vermezdi. Ölüme hazır olmak için önce Ehl-i sünnet vel-cemaat âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak inanmalıdır. Çünkü, Cehennemden kurtulacağı bildirilmiş olan bir fırka bunlardır. İkinci olarak, lâzım olan şey, fıkıh bilgilerini öğrenmek ve herşeyi bu bilgiye göre yapmaktır. İki kanat gibi olan bu itikad ve amel elde edildikten sonra, mukaddes âleme uçmalıdır.
.
Gençlik çağı
31 Temmuz 2003 01:00
Gençlik çağı, sağlığın, gücün, kuvvetin, malın ve rahatlığın bir arada bulunduğu bir zamandır. Bunun için, saadet-i ebediyyeye kavuşturacak sebeplere yapışmayı, yarar işleri yapmayı, yarına bırakmamalıdır. İnsan ömrünün en iyi zamanı olan, gençlik günlerinde, işlerin en iyisi ve faydalısı olan, sâhibin, yaratanın emirlerini yapmaya, Ona ibâdet etmeye çalışmalı, İslamiyetin yasak ettiği haramlardan, şüphelilerden sakınmalıdır. Beş vakit namazı cemaat ile kılmayı elden kaçırmamalıdır. Nisap miktarı ticâret malı olan Müslümanların, bir sene sonra zekât vermeleri emir olunmuştur. Bunların, zekât vermesi, muhakkak lâzımdır. O hâlde, zekâtı seve seve ve hattâ fakirlere yalvara yalvara vermelidir. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu, kullarına çok acıdığı için, yirmidört saat içinde ibâdete, yalnız beş vakit ayırmış, ticâret eşyâsından ve mevcut paradan ancak, kırkta birini fakirlere vermeyi emir buyurmuştur. Birkaç şeyi haram edip, çok şeyi mubah etmiş, izin vermiştir. O hâlde, yirmidört saatte bir saat tutmayan bir zamanı, Allahü teâlanın emrini yapmak için ayırmamak ve zengin olup da, malın kırkta birini Müslümanların fakirlerine vermemek ve sayılamayacak kadar çok olan, mubahları bırakıp da, haram ve şüpheli olana uzanmak, ne büyük inâd, ne derece insâfsızlık olur. Gençlik çağı, nefsin kaynadığı, şehvetlerin oynadığı, insan ve cin şeytanlarının saldırdığı bir zamandır. Böyle bir çağda yapılan az bir amele pekçok sevap verilir. İhtiyârlıkta dünya zevkleri azalıp, güç kuvvet gidip, arzûlara kavuşmak imkanı ve ümitleri kalmadığı zamanda, pişmanlıktan, âh etmekten başka birşey olmaz. Çok kimselere bu pişmanlık zamanı da, nasîb olmaz. Bu pişmanlık da, tövbe demektir ve yine büyük bir nimetdir. Çokları bu günlere kavuşamaz. Peygamberimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" haber verdiği sonsuz azaplar, çeşitli acılar, elbette olacak, herkes cezâsını bulacaktır. İnsan ve cin şeytanları, bugün, Allahü teâlanın affını, merhametini ileri sürerek aldatmakta, ibâdetleri yaptırmayıp, günâhlara sürüklemektedir. Hâlbuki, iyi bilmeli ki, bu dünya, imtihan yeridir. Bunun için, burada dostlarla düşmanlar karıştırılmış, hepsine merhamet edilmiştir. Nitekim A'râf sûresi, yüzellibeşinci âyetinde meâlen, "Merhametim herşeyi içine almıştır" buyuruldu. Hâlbuki, kıyâmette, düşmanları, dostlardan ayıracaklardır. Nitekim, Yasîn sûresinde, "Ey kâfirler, bugün, dostlarımdan ayrılınız!" meâlindeki âyet-i kerîme, bunu haber vermektedir.
.
Korkunun ecele faydası yok!
1 Ağustos 2003 01:00
Çok tuhaf bir toplum haline geldik. Eski toplum anlayışları, örf ve adetler, neredeyse kalmadı. İki cami arasında kalmış beynamaz (binamaz) gibi olduk. Tartışmalara, konuşmalara bakıyorsunuz; bu insanların geçmişleriyle, Müslümanlıklarıyla hiç ilgileri kalmamış. Bir toplum bu kadar nasıl dejenere olur, bu hale nasıl gelir akıl alacak gibi değil! Bu tür dejenere olmuş "entellerin" son günlerde tartıştığı konu nedir biliyor musunuz? İnanılacak gibi değil; Belediye'nin Zincirlikuyu Mezarlığının girişindeki kapıyı yenileyerek üstüne yazdırdığı, "Her canlı ölümü tadacak" mealindeki ayeti kerime. Tartışmayı gündeme getirenlerin seviyesizliğini, cahilliğini göstermek açısından isterseniz yazılarından birkaç alıntı sunayım sizlere: "Orada yatan akrabalarım kapıda böyle bir yazı olduğunu bilseler defnedilmek istemezlerdi. Tabela derhal değiştirilmeli." "Durduk yerde gelen geçenin moralini bozmanın ne anlamı var". "Türkiye'yi dünya aleme rezil eden bir gaflet" vs. Konu psikologlara intikal etmiş. Uzman psikologlar(!) da, "Panik, korku ve moral bozukluğuna yol açan o yazı hemen kaldırılmalı" diye görüş belirtmişler. Bu arada tabii ki vatandaşa sormayı da ihmal etmemişler. Her tartışmada onların görüşü alınır ya! Her nedense görüş bildiren vatandaşlar da hep araştırmayı yapan kimsenin maksadı doğrultusunda konuşur! Bu şekilde görüşü alınan bir vatandaş da şöyle söylüyor: "Sabah yeni bir gün umuduyla işine, gücüne, okuluna gidenlere, akşam yorgun argın evlerine dönenlere kapıdaki kocaman yazı hangi olumlu mesajı iletiyor acaba? Din propagandasından başka bir mesaj iletmiyor bence." "Bir kaşık suda fırtına kopartmak" deyimi tam bu olaya uygun bir söz. "Burada yatanlara bakmayın siz, ölüm diye bir şey yok" mu yazmaları gerekirdi. Veyahud da bir şarkı sözünde geçen, "Biz dünyayı çok sevdik, ölüm bizden uzak olsun", sözünü mü yazmalıydılar. Bu densizliğin, saçmalığın temelinde pek çok olay da olduğu gibi din düşmanlığı yatıyor. Maksatları üzüm yemek değil bağcıyı dövmek. İkincisi ölüm korkusu. İnanmayan kimselerin en büyük korkusu ölümdür. Ahıret inançları olmadığı için, öldüğü zaman herşey bitecek, kurda kuşa yem olacaklarına inanıyorlar. Bunun için ölümü hiç düşünmek istemiyorlar; ölümü hatırlatacak şeylerden uzak duruyorlar. "Her canlı ölümü tadacak" mealindeki ayeti kerimeyi görmeye tahammül edememeleri de bundan. Fakat korkunun ecele faydası yok. İsteseler de istemeseler de "ölümü tadacaklar" çare yok! Ahırete inanan kimse için ise böyle bir korku yok. Çünkü ölmekle her şey bitmeyecek. Aksine herşey o zaman başlayacak. Geçici dünya hayatı bitecek, sonsuz bir Cennet hayatı başlayacak. Bu sonsuz hayatın başlayabilmesi için de ölüm şart. Bunun için Allah dostu kimseler hep ölüm hayali ile yaşamışlar, mesela hazret-i Mevlana ölümü, şeb-i arus, düğün gecesi, kavuşma gecesi olarak algılamıştır. İşin başka bir yönü, ölümü hatırlamanın kime ne zararı var? Aksine sayısız faydası var. Ölümü hatırlayan, bu dünyanın geçici olduğunu, bu dünyada yaptıklarının ahırette hesabını vereceğini düşünür. Bunun için de, yaptığı her iş ölçülü olur. İş veren ise, çalışanların hakkına hukukuna dikkat eder. Onlara zulmetmez. Onlara iyi davranır, onları sevindirmeye, memnun etmeye çalışır. Çalışan kimse ise, aldığı parayı hak etmek için gayret sarfeder. İşi tam ve eksiksiz yapar. Yönetici olanlar ise, devletin parasında tüyü bitmemiş yetimin hakkı olduğunu bilir. Devletin malına zarar vermemek için tir tir titrer. Bütün bunlar, huzurlu bir toplum oluşturur. Ölümü hatırlamak istemeyenler herhalde böyle bir toplum meydana gelmesini istemiyorlar. Çalmaya çırpmaya alıştıkları için bu düzenin böyle devam etmesini istiyorlar.
.
Yaratılmamızın sebebi
1 Ağustos 2003 01:00
İnsanların yaratılmasına sebep, emir olunan ibâdetleri yapmaktır. İbâdetleri yapmak da îmanın hakîkati olan, yakîni elde etmek içindir. Hicr sûresi, son âyetinin meâl-i şerîfi de, "Yakîn elde etmek için Rabbine ibâdet et!" buyurulmaktadır. Sanki, ibâdet yapmadan önce olan îman, îmanın kendisi değil, görünüşüdür. Âyet-i kerîmede, (yakîn elde etmek için) yani (İmânın kendisini elde etmek için) buyuruluyor. Sûre-i Nisâ yüzotuzbeşinci âyetinde meâlen, "Ey îman edenler! İmân ediniz!" buyuruldu. Bunun manâsı, "Ey! İmânın sûretini edinenler! İbâdet yaparak, îmanın kendisine kavuşunuz!"dur. İbadet yapmatan da gerçek imâna kavuşulacağını söylemek ilhâd ve zındıklıktır. Müslüman olmadığı, kâfir olduğu hâlde, Müslüman olduğunu söyleyenlere, münâfık, zındık ve mülhid denir. Bunlardan, ara sıra namaz kılar, oruç tutar, bazan hacca da gidenleri olur. (Mülhid, inandığını söyler. Fakat, küfüre kaymıştır, İslamiyetten ayrılmıştır. İtikadı bozuktur. Kendini tam Müslüman sanır. Kendisi gibi olmayanlara kâfir der. (Zındık), Allahü teâlâya, İslamiyete, helala, harama inanmaz. Hiç dîni yoktur. Muhammed aleyhisselâma inandığını söyler. Bunlardan, sapık fikirlerini, Müslümanlık olarak tanıtmaya çalışanları çok tehlikelidir. Mürted, İslâmdan ayrılan kimsedir. Kâfir olduğunu saklamaz. Dinsizler bu kısmındandır.) Peygamberimiz bir hadîs-i şerîfte, "Müflis kimdir, biliyor musunuz?" buyurdu. Bizim bildiğimiz müflis, parası, malı olmayan kimsedir, dediler. Buyurdu ki, "Ümmetimden müflis şu kimsedir ki, kıyâmet günü namazları ile, oruçları ile ve zekâtları ile gelir. Fakat, kimisine sövmüştür. Kiminin malını almıştır. Kiminin kanını akıtmıştır. Kimini dövmüştür. Hepsine bunun sevaplarından verilir. Haklarını ödemeden önce sevapları biterse, hak sâhiplerinin günâhları alınarak buna yüklenir. Sonra Cehenneme atılır". Mu'âviye "radıyallahü teâlâ anh", hazret-i Âişe'ye "radıyallahü teâlâ anhâ" mektup yazarak nasîhat yazmasını istedikte, cevap yazarak: Allahü teâlanın selâmı senin üzerine olsun! Resûlullahtan işittim. Buyurdu ki, "Bir kimse, insanların kızacakları şeyde Allah'ın rızasını ararsa, Allahü teâlâ onu, insanlardan geleceklerden korur. Bir kimse, Allahü teâlanın kızacağı şeyde, insanların rızasını ararsa, Allahü teâlâ onun işini insanlara bırakır.
.
Dünya hayatı çok kısa
2 Ağustos 2003 01:00
Dünya hayatı çok kısadır. Âhıretin azapları pek acı ve sonsuzdur. İleriyi gören akıl sâhiplerinin, hazırlıklı olması lâzımdır. Dünyanın güzelliğine ve tadına aldanmamalıdır. İnsanın şerefi ve kıymeti dünyalıkla ölçülse idi, dünyalığı çok olan kâfirlerin herkesten daha kıymetli ve daha üstün olmaları lâzım gelirdi. Dünya'nın görünüşüne aldanmak akılsızlıktır, ahmaklıktır. Birkaç günlük zamanı büyük nimet bilerek, Allahü teâlanın beğendiği şeyleri yapmaya çalışmalıdır. Allahü teâlanın kullarına ihsan, iyilik etmelidir. Kıyâmette azaplardan kurtulmak için, iki büyük temel vardır: Birisi, Allahü teâlanın emirlerine kıymet vermek, saygı göstermektir. İkinci, Allahü teâlanın kullarına, yarattıklarına şefkat, iyilik etmektir. Hep doğru söyleyici Peygamberimiz, "aleyhissalâtü vesselâm" her ne söyledi ise, hepsi doğrudur. Şaka, eğlence, sayıklama sözler değildir. Tavşan gibi gözü açık uyku ne kadar sürecek. Bu uykunun sonu rezîl, rüsvâ olmak ve eli boş, mahrûm kalmaktır. Müminûn sûresinin yüzonbeşinci âyetinde meâlen, "Sizi abes olarak, oyuncak olarak mı yarattım sanıyorsunuz. Bize dönmiyecek misiniz zan ediyorsunuz?" buyuruldu. Tövbe edilecek, Allahü teâlâya yalvaracak zamandır. Bu dünyada Allahü teâlânın ihsanları herkese gönderiliyor ise de âhırette, yalnız dostlara merhamet olunacak, düşmanlara hiç acınmıyacak, kafirler muhakkak mel'ûn olacaktır. Nitekim, A'râf sûresinde, "O gün, merhametim, yalnız benden korkarak kâfir olmaktan ve günâh işlemekten kaçınanlara, zekâtını verenlere, Kur'an-ı kerîme ve Peygamberime "aleyhisselâm" inananlara mahsûstur" meâlindeki âyet-i kerîme, böyle olduğunu göstermektedir. O hâlde, o gün, Allahü teâlanın rahmeti, (Ebrâr)a, yani Müslümanlardan iyi huylu ve yarar işli olanlara mahsustur. Evet, Müslümanların, zerre kadar îmanı olanların hepsi sonunda hattâ, çok zaman Cehennemde kaldıktan sonra bile, merhamete kavuşacaktır. Fakat rahmete kavuşabilmek için, ölürken müslüman olmak, îman ile gitmek şarttır. Hıristiyanlar, Yahudiler ne kadar iyilik yaparsa yapsınlar Muhammed aleyhisselama inanmadıkları için bu merhamete kavuşamayacaklardır. Günâhları işlemekle kalb kararınca ve Allahü teâlanın emirlerine ve haramlarına önem verilmeyince, son nefeste îman nûru, sönmeden nasıl geçebilir? Din büyükleri buyuruyor ki, "Küçük günâha devam, büyük günâha sebep olur. Büyük günâha devam da insanı kâfir olmaya sürükler".
.
Ölümü hatırlayanın, ömrü uzun olur!
2 Ağustos 2003 01:00
Dün, Zincirlikuyu Mezarlığı'nın giriş kapısı üzerine yazılmış olan, "Her canlı ölümü tadacak" mealindeki ayet-i kerimeye gösterilen tepkilerden bahsetmiştim. Bugün de dinimize göre ölümü hatırlamanın faydalarına değinmek istiyorum. Ölümü çok hatırlamak sünnettir. Peygamberimiz, "Lezzetleri yıkan, eğlencelere son veren ölümü çok hâtırlayınız!" buyurmuştur. İslâm büyükleri, hergün en az bir kere ölümü hatırlamayı âdet edinmişti. Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretleri hergün yirmi kere, kendini ölmüş, mezara konmuş düşünürdü. Çünkü, ölümü çok hatırlamak, dinin emirlerine sarılmaya ve günahlardan sakınmaya sebep olur. Haram işlemeye cesâreti azaltır. Daima ölümü düşünen kimsenin ömrü uzun olur. Ölümü unutup, çok uzun ömürlü olacağını zannedenlerin ise ömrü kısa olur. Ölmek, yok olmak değildir. Ölüm, rûhun bedene olan bağlılığının sona ermesidir. Rûhun, bedenden ayrılmasıdır. Ölüm, insanın bir hâlden başka bir hâle dönmesidir. Bir evden, bir eve göç etmektir. Ömer bin Abdül'azîz hazretleri, "Sizler, ancak ebediyyet, sonsuzluk için yaratıldınız! Lâkin bir evden, bir eve göç edersiniz!" buyurdu. İnsan, ölümü istemez. İnsan yaşamayı sever. Hâlbuki ölüm, ona hayırlıdır. Sâlih olan mü'min, ölüm ile, dünyanın eziyet ve yorgunluğundan kurtulur. Ölüm, mü'mine hediyedir, nimettir. Günâhı olanlara musîbettir. Zâlimlerin ölümü ile ise memleketler ve insanlar râhata kavuşur. Din düşmanlarından bir zâlimin ölümü üzerine bir şair şu beyti söylemiştir: Ne kendi etti râhat, ne âlem etti huzûr,/ Yıkıldı gitti cihândan, dayansın ehl-i kubûr. Mü'minin rûhunun bedenden ayrılması, esîrin hapisten kurtulması gibidir. Mü'min öldükten sonra, bu dünyaya geri gelmek istemez. Yalnız şehîdler, ahırette kendilerine verilen ni'metleri görünce, dünyaya geri gelip, bir daha şehîd olmak ister. Mü'minlere ahırette çok ikrâmlarda bulunulacaktır. Mü'minlere yapılacak ikrâmlardan birincisi, ölümdeki sevinçtir, rahatlıktır. Mü'mini râhatlatan, ancak Allahü teâlâya kavuşmaktır. Her mü'mine ölüm, hayatından daha iyidir. Allahü teâlânın emirlerine uyan bir mü'mine, ölümden daha sevinçli birşey olmaz. Allahü teâlâya kavuşmayı seven mü'min, ölümü ister. Çünkü ölüm, dostu dosta kavuşturan bir köprüdür. Cenneti seven ve ona hazırlanan insan ölümü sever. Çünkü, ölüm olmayınca, Cennete girilmez. Dünya, tohum ekme yeridir. Hasat, toplama yeri âhırettir. Bunun için, burada tohum ekmeden, âhırete hazırlık yapmadan ölmek felâkettir. Âhırete hazırlık da, İslâmiyete uymakla olur. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "Cennete gitmek isteyen, uzun emel sahibi olmasın. Dünya işleri ile uğraşması ölümü unutturmasın. Harâm işlemekte Allahtan hayâ etsin." Tûl-i emel yani çok yaşama arzusu çok zararlıdır. Bu hastalıktan kurtulmak için, bu sebepleri yok etmek lâzımdır. Ölümün her an geleceğini düşünmelidir. Sağlığın, gençliğin ölüme mâni olmadığını unutmamalıdır. Tûl-i emel sahibi olmanın zararlarını ve ölümü hatırlamanın faydalarını öğrenmelidir. Hadîs-i şerîfte, "Ölümü çok hatırlayınız. Onu hatırlamak, insanı günâh işlemekten korur ve âhırete zararlı olan şeylerden sakınmaya sebep olur" buyuruldu. Çok yaşamayı değil, Cenâb-ı Hakk'ın emrettiği gibi yaşamayı istemelidir. Bu dünya, bir konaktır; geçici bir varlık, bir görünüştür. Gölge gibi, yavaş yavaş çekilmekte, geçip gitmektedir. Hadîs-i şerîfte, "İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar." buyuruldu. Dünya hayatı, rüyâ gibidir. Ölen kimse uyanınca, rüyâ bitecek, hakîkî hayat başlayacaktır. Müslümanın ölümü, hayattır. Hem de, sonsuz hayat!
.
Ruh ve nefs
3 Ağustos 2003 01:00
İnsanın ruhu, bu bildiğimiz ceset ile birleşmeden önce, terakkî edemez, ilerliyemezdi. Kendine mahsûs makâmda, derecede bağlı ve mahbûs gibi idi. Fakat, bu cesede indikten sonra, yükselebilmek hâssası ve kuvveti ona verilmiştir. Bu hâssası, onu melekten üstün ve şerefli yapmıştır. Allahü teâlâ lutf ederek, ihsan ederek, ruhu, bu hissiz, hareketsiz olan, hiçbir şeye yaramıyan, karanlık ceset ile birleştirdi. Ruh ışığını, karanlık ceset ile birleştiren, madde olmayan, zamanlı, mekanlı olmayan ruhu, maddeden yapılan ceset ile bir arada bulunduran, Allahü teâlâ, çok büyüktür. Bütün büyüklük, üstünlükler, yalnız O'na mahsustur. O'nda hiç kusûr olamaz. Bu sözün manâsını iyi kavramak lâzımdır. Ruh ile ceset, her bakımdan, birbirinin aksi, zıddı olduğundan, bunların bir arada kalabilmesi için, Allahü teâlâ, ruhu nefse âşık etti. Bu sevgi, bunların bir arada kalmasına sebep oldu. Kur'an-ı kerîm, bu hâli bize haber veriyor. Vettîn sûresinin bir âyetinde meâlen, "Biz insanın ruhunu, güzel bir sûrette yaratıp, sonra en aşağı dereceye indirdik" buyuruldu. Ruhun bu dereceye düşürülmesi ve bu aşka tutulması, kötülemeye benzeyen bir metihtir. İşte ruh, nefse karşı olan bu aşkı, sevgisi sebebi ile, kendini nefs âlemine attı ve nefse tâbi, esîr oldu. Hattâ, kendinden geçti. Kendisini unuttu. Nefs-i emmâre hâlini aldı. Sanki nefs-i emmâre oldu. Ruh, her şeyden daha latîf, olduğundan, madde bile olmadığından, her ne ile birleşirse onun hâline, şekline ve rengine girer. Kendini unuttuğu için, evvelâ kendi âleminde, derecesinde iken, Allahü teâlâya olan bilgisini de unuttu. Cahil ve gâfil oldu. Nefs gibi cehâlet karanlığı ile karardı. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu, çok acıdığı için, Peygamberler "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" gönderip, bu büyükler vâsıtası ile ruhu kendine çağırdı ve maşûku, sevgilisi olan nefse uymamasını, nefsi dinlememesini ona emretti. Ruh bu emri dinleyip, nefse uymaz, ondan yüz çevirir ise, felâketten kurtulur. Yok eğer, başını kaldırmaz, nefsle berâber kalmak, bu dünyadan ayrılmamak isterse, yolunu şaşırır, saadetten uzaklaşır. Yok eğer, ruh, nefsden yüz çevirir, ondan soğur, onun yerine Allahü teâlâyı severse ve kendi gibi, bir mahlûku sevmekten kurtulup, sonsuz var olan, hakîkî Bâkîye âşık olup, bu aşk ile kendinden geçerse, zâhirin, yani nefsin gafleti, cehâleti, bâtına, yani ruha sirâyet etmez. O, Allahü teâlâyı bir an unutmaz.
.
Evliya olmak için...
4 Ağustos 2003 01:00
Evliya, velî olmak için, bir insandan hârikaların, kerametlerin meydâna gelmesi şart değildir. Hâlbuki, Peygamberlerin "aleyhimüsselâm" mucize göstermesi lâzımdır. Bununla berâber, evliyânın hemen hepsinde, keramet görülmüştür. Keramet göstermeyen velî pek azdır. Bir velîden, çok keramet meydâna gelmesi, onun üstünlüğünü göstermez. Evliyânın birbirinden üstünlüğü, Allahü teâlâya daha yakîn olmalarına bağlıdır. Daha yakîn olan bir velî, pekaz keramet sâhibi olabilir. Allahü teâlâdan daha uzak olan bir velî, daha çok keramet, hârika gösterebilir. Bu ümmetin sonradan gelen evliyâsında, o kadar çok kerametleri olanlar görülmüşdür ki, Eshâb-ı kirâmın "rıdvânullahi aleyhim" hiç birinde, bunun yüzde biri bile, meydâna gelmemiştir. Hâlbuki, evliyânın en yükseği, en aşağı derecede olan bir Sahâbînin "radıyallahü anh" derecesine yetişemez. Görülüyor ki, evliyâyı ve onların üstünlüğünü anlıyabilmek için, kerametlerine, hârikalarına bakmak, cahillik, kısa görüşlülük olur. O kimsede, o büyüklerin yollarına katılabilmek kâbiliyetinin az olduğunu gösterir. Peygamberlerin ve velîlerin feyz ve bereketlerine, ancak onlara uymak kâbiliyyetinde olanlar kavuşabilir. Kendi düşüncelerine, hayallerine uyanlar, kavuşamaz. Ebû Bekr-i Sıddîk "radıyallahü anh", uymak kâbiliyeti sebebi ile, Peygamberimize "sallallahü aleyhi ve sellem" birşey sormadan inanıverdi. Sûre-i En'amda, "Senin Peygamber olduğunu belirten, açık alâmetlerin hepsini görseler, yine inanmazlar. Yanına geldikleri zaman, terbiyesizlik yapar, mubârek kalbini incitirler ve bu Kur'ân, eskiden kalma hikâyeler, masallardır, derler" meâl-i şerîfindeki âyet-i kerîme, böyle tâlihsizleri bildirmektedir. Cüneyd-i Bağdâdînin on kerameti bile işitilmemişdir. Hak teâlâ, kelîmi olan, Mûsâ aleyhisselâma dokuz mucize verdiğini bildirmektedir. Bunlar, düşmanlara karşı olan hârikalardır. Yoksa, Peygamberlerden ve evliyâdan her sâatte, hârikalar meydâna gelmektedir. Düşmanları bilse de, bilmese de, hârikaları güneş gibi görülmekdedir. ...... NOT: Gazetemiz, siz değerli okuyucularına İstanbul'da medfun evliyaların; hallerini, kerametlerini, hikmetli sözlerini anlatan iki cildlik "İSTANBUL EVLİYALARI " eserini, kupon karşılığı ücretsiz olarak vermektedir. Bu, herkesin evinde bulunması gereken çok değerli kaynak eseri önemle tavsiye ederim. Fırsatı kaçırmayın
.
Keşf ve ilham delil mi?
5 Ağustos 2003 01:00
Dînimizde, rüya, keşf ve ilhâm; dînimizde kesin delil değildir. Çünkü, bilgisini şeytânın karıştırmadığı kimse yoktur. Peygamberlere bile karışabileceği, hattâ karıştığı hâlde, evliyâya karışmaz olur mu? Nerde kaldı ki, acemi tâliblere karışmasın. Şu kadar var ki, Peygamberlere "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" şeytânın karıştırdığı, haber verilir ve yanlış doğrudan ayırt olunur. Nitekim Hâc sûresinde, "Allahü teâlâ, şeytânın karıştırdığını değiştirir. Sonra kendi âyetlerini, sağlam olarak bildirir" meâlindeki âyet-i kerîme, bunu beyân etmektedir. Evliyâya, şeytânın karıştırdığını haber vermek lâzım değildir. Çünkü velîler, nebîlerin izinde yürümektedir. Bunlar, nakli esas alırlar Peygamberlerin bildirdiğine uymayan ilhamlarını red ederler, kıymet vermezler. Fakat, Peygamberin dîninin bildirmediği, doğru veya yanlış demediği bilgilerin doğrusunu, eğrisinden ayırmak güçtür. Çünkü ilhâm zannîdir, şübhelidir. Dünya ve âhıret saadetlerine kavuşmak, İslâmiyete uymakla olur. İslâmiyetin bildirmediği şeyler, ehemmiyetli değildir. İnsanlara, ehemmiyetsiz şeyleri yapmak emir olunmadı. Keşf ve ilhâmlarda yanlışlık, yalnız şeytân tarafından gelmez. Çok defa, şeytân hiç karışmadan, hayalde, doğru olmayan bazı şeyler hâsıl olur. Meselâ, bazan Peygamberimizi rüyâda görüp, bazı şeyler öğrenenler oluyor ki, bu öğrendikleri, kitablara uymamaktadır. Hâlbuki, bu rüyâlara şeytânın karışmadığı meydândadır. Çünkü şeytânın, her ne sûretle olursa olsun, Peygamber "sallallahü aleyhi ve sellem" efendimizin şekline giremeyeceğini, âlimlerimiz bildirmekdedir. İşte, böyle rüyâlarda, hayal, yanlış şeyleri, doğru gibi göstermektedir. Evliyânın kerameti ile, kâfirlerde hâsıl olan istidrâc birbirine benziyor. Harikulâde bir halin velînin kerameti, veyahut bir yalancının istidrâcı mı olduğunu ancak elinde doğru bir ölçüsü olan ayırt edebilir. Her şeyden önce keramet sahibi kimse, dinin bütün emirlerine eksiksiz uyar. Ayrıca, hal sahibi kimse ile konuşunca, konuşanın kalbinde, dünya sevgisi azalıp, Allahü teâlâya bağlılığı artarsa onun, keramet sâhibi bir velî olduğunu anlar. Eğer böyle olmazsa, istidrâc gösteren bir yalancı olduğu anlaşılır. "Velî olmak için, Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmalıdır" demişlerdir. Cahiller, bu ahlâklanmayı başka türlü anlamış ve yoldan çıkmıştır. Velîler, ölüleri diriltir, gayb olan şeyleri bilir sanmışlar. Böyle, daha nice bozuk düşüncelere saplanmışlardır. Hâlbuki bazı zanlar, günâhtır.
.
Dünyaya düşkün olmak
6 Ağustos 2003 01:00
İnsan, kulluk vazîfelerini yapmak için ve hep Hak teâlâ ile olmak için yaratıldı. Bunlara da, Peygamber efendimize tam uymadıkça, kavuşulamaz. (Yani harâmlardan ve mekruhlardan sakınmadıkça kavuşulamaz.) Allahü teâlâ, bütün sözlerimizi ve işlerimizi ve zâhirlerimizi ve bâtınlarımızı ve ibâdetlerimizi ve itikadlarımızı, o yüce Peygambere "sallallahü teâlâ aleyhi ve âlihi ve sellem" uygun yapmakla şereflendirsin! Hak teâlâdan başka olarak özenilen herşey, ma'bûd olur. Hak teâlâdan başkasına ibâdet etmekten kurtulmak için, Ondan başka hiçbir şeye özenmemek, hiçbir şeyin arkasına düşmemek lâzımdır. Ahireti, Cennet nimetlerini istemek de, böyledir. Bunları istemek, her ne kadar sevâb ise de, mukarreblerce günâh sayılır. Ahiretteki şeyleri istemek böyle olunca, dünya işlerine düşkün olmanın neye varacağını anlamalıdır. Çünkü dünya, Hak teâlânın sevmediği şeylerdir. (Harâmlar ve mekruhlardır). Dünyadaki şeyleri yarattığından beri onlara hiç kıymet vermemiştir. Allahü teâlânın sevmediği şeyleri sevmek, günâhların başıdır. Bunlara düşkün olanlar, arkalarında koşanlar merhametten uzak olur. Hadîs-i şerîfte, "Dünya melundur ve dünyada olan şeylerden Allah için yapılmıyanlar melundur" buyuruldu. Allah adamları, kalb hastalıklarının tabîbleridir. Manevi hastalıklarının giderilmesi, bu büyüklerin tedavisi ile olur. Bunların sözleri ilâçtır. Bakışları şifâdır. Onlarla berâber bulunanlar kötü olmaz. Onlar Allah adamlarıdır. Onlarla yağmur yağdırılır. Onlarla rızk gönderilir. Bâtın hastalıklarının en kötüsü ve kalb bozukluklarının başı, kalbin Hak teâlâdan başka şeylere bağlanmasıdır. Bu bağlılıktan, büsbütün kurtulmadıkça kalb selâmet bulamaz. Çünkü Allahü teâlâ, hiçbir yerde ortak istemez. Zümer sûresi üçüncü âyetinde meâlen, "Biliniz ki, Allahü teâlâ için olan din, yalnız Onun için olan hâlis dindir" buyuruldu. Hele, şerîki, ortağı daha üstün tutmak, hayâsızlığın, alçaklığın sonu olur. Allahü teâlâdan başka şeyleri, Ondan daha çok sevmek, Onun sevgisi hiç gibi kalmak, ne büyük hayâsızlıktır! Hadîs-i şerîfte, "Hayâ, imanın bir parçasıdır" buyuruldu ki, bu hayâ bildirilmektedir. Kalbin hastalıktan kurtulmasının, yani Hak teâlâdan başka şeylere bağlılığı kalmamasının alâmeti, işâreti, kalbin mâ'sivâyı büsbütün unutmasıdır. Hiçbir şeyi hâtırlayamamasıdır
.
"Keşke bütün gece uyusaydı"
7 Ağustos 2003 01:00
Her Müslümanın, Dünya ve âhıretin efendisi ve bütün insanların her bakımdan en yükseği ve en iyisi olan, Muhammed Mustafâya "sallallahü aleyhi ve sellem" tâbi olmak saadetiyle şereflenmesi lazımdır. Çünkü cenâb-ı Hak, Ona tâbi olmağı, Ona uymağı çok sever. Ona uymanın ufak bir zerresi, bütün dünya lezzetlerinden ve bütün âhıret nimetlerinden daha üstündür. Hakîkî üstünlük, Onun sünnet-i seniyyesine tâbi olmaktır ve insânlık şerefi ve meziyeti, Onun İslâmiyetine uymaktır. Meselâ, Ona uyan bir kimsenin, gün ortasında bir parça uyuması, ona uymaksızın, birçok geceleri ibâdetle geçirmekten, kat kat daha kıymetlidir. Çünkü (Kaylûle etmek) yani öğleden önce biraz yatmak, âdet-i şerîfesi idi. Meselâ, Onun dîninin emretdiği için, bayram günü oruç tutmamak ve yiyip içmek, Onun yolunda bulunmayıp senelerce tutulan oruçlardan daha kıymetlidir. İslâmiyetin emri ile fakire verilen az bir şey ki, buna zekât denir, kendi arzûsu ile, dağ kadar altın sadaka vermekten daha efdaldir. Hazret-i Ömer "radıyallahü anh", bir sabâh namazını cemaat ile kıldıktan sonra, cemaate bakıp, bir kimseyi göremeyince sordu: Eshâbı dediler ki, "Geceleri sabâha kadar ibâdet ediyor. Belki şimdi uyku bastırmıştır". Emîr-ül-müminîn buyurdu ki, "Keşke bütün gece uyuyup da, sabâh namazını cemaat ile kılsaydı, daha iyi olurdu". İslâmiyetten sapıtmış olanlar, sıkıntı çekip ve mücâhede edip, nefslerini ve kötü arzûlarını körletiyor ise de, bu dîne uygun yapmadıklarından kıymetsizdir ve hakîrdir. Eğer bu çalışmalarına ücret hâsıl olursa, dünyada birkaç menfaatten ibâret kalır. Hâlbuki, dünyanın hepsinin kıymeti ve ehemmiyeti nedir ki, bunun birkaçının itibârı olsun. İslâmiyete tâbi olanlar, latîf cevâhir ve kıymetli elmaslar ile meşgûl olan mücevherciler gibidir. Bunların işi az, kazançları pek çoktur. Bazan bir sâatlik çalışmaları, yüzbinlerle senenin kazancını hâsıl eder. Bunun sebebi şudur ki, İslâmiyete uygun olan amel, Hak teâlânın makbûlüdür, mardîsidir, çok beğenir. İslâmiyete uymayan şeylerin hiçbirisini Hak teâlâ sevmez, beğenmez. Sevilmeyen, beğenilmeyen şeye sevâb verilir mi? Belki cezâya sebeb olur. Bu incelik, dünya işlerinde de vardır. Biraz düşünülürse anlaşılır. O hâlde, saadet-i ebediyyeyi ele geçirten sermâye, Peygamberimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" dînine yapışmaktır. Bütün zarar ve fesâdların başı, İslâmiyetten ayrılmaktır.
.
Üstünlüğün kaynağı
8 Ağustos 2003 01:00
| | |