 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
Dört sayısının önemi
1 Ocak 2006 01:00
Dört Büyük Halife'nin Cenab-ı Hakkın nezdindeki kıymeti malûmdur. Âlemin yaratılışında da bu dört sayısının ayrı bir önemi vardır. Her ikbâl her salâh ve saadet, çok ve az, Allahü teâlâ âlemde halk etmiştir. Cenab-ı Hak, ikbâl ve saadetin aslını ve beyanını dört şeyde koymuştur. O cümlenin hudûdunu ve sayısını Allahü teâlândan gayri kimse bilmez. Lâkin bilinen, meşhur olan bazılarını sayacak olursak: - Aklın salahı, faydalı olması dört şey iledir. Uygunluk, şükr edici olmak. Sakınıcı olmak ve iyi işli olmak. -Tabîatin salahı, düzeni dört şey iledir. Harâret, sıcaklık, burûdet [soğukluk], rutûbet [nem] ve yübûset [kuraklık]. - Dinin salâhı, esası dört şey iledir. Namaz ve zekât, oruç ve hac. - Namazın salâhı dört şey ile meydana gelir. Kıyâm, rükü', secde, kade-i ahîre. - Zekâtın salâhı dört şey iledir. Verici ve alıcı, nisâb ve mal. - Orucun salâhını dört şeyde koymuştur. Oruca niyet ve imsâk ve kabiliyet, vakit. - Haccın salâhını dört şeyde koymuştur. İhrâm ve vukûf, tavâf ve sa'y. - Gazâ etmenin salâhını dört şeyde koymuştur. Kuvvet ve gayret, şehâmet ve şecâ'at. - Farzın salâhını dört şeyde koymuştur. Şart ve rükn, eb'az ve hey'et.(suret, görünüş) - İnsanın düzeni dört şey iledir. Yiyecek, içecek, giyecek ve ev. - Dünyanın salâhını dört şeyde koymuştur. Hil'at (süs, güzellik), hürmet, muhabbet ve meveddet. (sevgi ve saygı) - Abdest dört şey ile tamam olur. Yüzü yıkamak ve kolları yıkamak. Başını mesh etmek ve ayaklarını yıkamak. - Gökten inen büyük kitaplar dört tanedir. Tevrât, İncîl, Zebûr ve Kur'ân-ı azîm-üş-şân. - Şehâdet kelimesini dört kelimeye koymuştur. Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah. -Bâtının düzeni de dört şey iledir. İlim ve akıl, havf ve recâ [korku ve ümit]. - Onsekizbin âlemin salâhını dört şeyde koymuştur. Arş ve Kursî, Lehv ve Kalem. - Esmâ-i hüsnânın salâhını dört isimde koymuştur. Evvel ve âhir, zâhir ve bâtın.
.
Kurtuluş dört şeyde
2 Ocak 2006 01:00
Dört Büyük Halife'nin Cenab-ı Hakkın nezdindeki kıymeti Ma'lûmdur. Alemin yaratılışında da bu dört sayısının ayrı bir önemi vardır. Her ikbâl her salâh ve seadet, çok ve az, Allahü teâlâ âlemde halk etmiştir. Cenab-ı Hak, ikbâl ve saadetin aslınını ve beyanını dört şeyde koymuştur. O cümlenin hudûdunu ve sayısını Allahü teâlâdan gayri kimse bilmez. Lâkin bilinen, meşhur olan bazılarını sayacak olursak: - Halkın salahı, kurtuluşu dört şey iledir. Hakkı işitmek, nasîhat kabûl etmek. İlim üzerine konuşmak. Âlimi büyük tutmak. - Yedi kat göğün ve yedi kat yerin ehlinin hâl ve bağlantısının salâhını dört kimsede koymuştur. Cebrâîl ve Mikâîl, İsrâfil ve Azrâîl "aleyhimüsselâm". - Ulvî ve süflî âlem ehlinin salâhını dört şeyde koymuştur. Hareket ve sükûn. İctimâ ve iftirak [toplanmak ve ayrılmak]. - Âlimlerin salâhı, kurtuluşu dört şey iledir. Hak söylemek ve nasîhat etmek. İlmi büyük tutmak ve bildiği ile amel etmek. - Pâdişâhların salâhı da dört şey iledir. Vilâyet (Kuvvet, kudret) , asker, vezîr ve hazîne. - Halkın kurtuluşu dört şey iledir. Sultânın adâleti. İnfâk, ülfet. Dostlar arasında ve düşmanlardan emîn olmak. - Zâhirin salâhı dört şey iledir. Göz ve kulak, el ve ayak. - Onsekiz bin âlemin din ve ibâdetinin salâhını, Çihâr yâr-i güzînin muhabbetinde koymuştur. Bunlar, Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer-ül Fârûk, Osmân-ı Zinnûreyn, Aliyyül Mürtedâ'dır. Her dörtten biri yerine getirilmez ise veyâ birisi olmaz ise, o şey zâyi olur ve harâb olur. Eğer, Allahü teâlâ muhâfaza etsin, bir bedbaht ve bir nasibsiz ve vefasız ve bir bayağı, bir utanmaz ve yüzü kara, zerre kadar bu dört yâre buğz ve adâvet ve düşmanlığı beğense ve kalbinde ona yer etse, dünyada ve âhirette hüsrânda, ziyânda, mel'ûn ve bahtsız olur. "Dünyada ve âhirette hüsrân, o kimseler içindir.
.
En kıymetli iki şey
3 Ocak 2006 01:00
Resûlullah Efendimiz bir hadîs-i şerifte buyurdular ki: "İki haslet [özellik] vardır ki, o ikisinden efdal birşey yoktur. Allahü teâlâya îmân getirmek. Müslümanlara faydalı olmak." Hazreti Ebû Bekir'den rivâyet olunmuştur: "Bir kimsenin azıksız kabire girmesi, gemisiz denize girmesi gibidir." Hazreti Ömer buyurdu ki: "Dünyanın izzeti mal iledir. Âhiretin izzeti amel iledir." Hazreti Osman buyurdu ki: "Dünya gammı kalbe zulmettir. Âhiret gammı kalbe nûrdur." Hazreti Ali buyurdu ki: "Bir kimse ilim talebinde olsa, Cennet de onu taleb eder. Bir kimse ma'siyyet talebinde olsa, Cehennem de onu taleb eder." Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: "Bir kimse geçim darlığından şikâyetçi olduğu hâlde sabaha çıksa, Rabbinden şikâyet etmiş gibi olur. Bir kimse dünya işi için üzülerek [mahzûn olduğu hâlde] sabaha çıksa, Allahü teâlâyı darıltmış olarak sabahlamış olur. Bir kimse bir zengine, zenginliğinden ötürü tevâzu etse, dininin üçte ikisi gider." Hazreti Ebû Bekir buyurdu ki: "Üç şeye üç şey ile ulaşılmaz. Zenginliğe arzû ile erişilmez. Yiğitliğe süslenmekle erişilmez. Sıhhate devâlar ile erişilmez." Hazreti Ömer buyurdu ki: "İnsanlar ile güzel geçinmek aklın yarısıdır. Güzel sual sormak ilmin yarısıdır. Güzel tedbîr ma'îşetin yarısıdır." Hazreti Osman buyurdu ki: "Bir kimse dünyayı terk etse, Allahü teâlâ o kimseyi sever. Bir kimse günâhları terk etse, melekler o kimseyi sever. Bir kimse, başka insanlardan tamahı kesse, insanlar onu sever." Hazreti Ali buyurdu ki: "Dünya ni'metlerinden ni'met olmak cihetinden, İslam sana kifâyet eder. Dünya Meşguliyetinden sana ibâdet etmek, meşgûl olmak cihetinden kifâyet eder. İbret almak cihetinden ölüm sana kifâyet eder." Resûlullah Efendimiz Ebû Zerr'e buyurdular ki: "Yâ Ebâ Zer! Gemiyi yenile. Muhakkak ki, deryâ derindir. Azık al, zîrâ yolculuk uzundur. Yükünü hafîf et. Zîrâ geçilmesi zor geçitler var. Amelini hâlis eyle. Zîrâ; hâlisi-bozuğu ayıran Basîrdir." Yine Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: "Yıldızlar gök ehli için emândır. Ne zaman ki yıldızlar gök ehlinin üzerine dökülür; kazâ nâzil olur. Benim eshâbım da ümmetim üzerine emândır. Ne vakit eshâbım zâil olursa, ümmetim üzerine kazâ nâzil olur. Eshâbım üzerine de ben emânım. Ben gittim, eshâbım üzerine kazâ nâzil olur. Dağlar yer ehli için emândır. Ne zaman ki dağlar yer üzerinden gitti. Yer ehli üzerine kazâ nâzil oldu."
.
Beş şeyden mahrum kalan!
4 Ocak 2006 01:00
Resûlullah Efendimiz, bir hadîs-i şerifte buyurdular ki: "Her kim beş nesneyi hakîr ve hor görse, beş nesneden mahrûm olur. Bir kimse ulemâyı hakîr görse, dinden mahrûm olur ve dinine ziyân eder. Bir kimse ümerâyı [âmirleri] hakîr görse, dünyadan mahrûm olur. Bir kimse akrabâsına istihfâf etse [hafîf görse], mürüvvetten mahrûm olur. Bir kimse kendi ehline istihfâf etse [aşağı görse], maîşetten mahrûm olur. Bir kimse komşularına istihfâf etse [aşağı görse], menfaatlerinden mahrûm olur." Yine Resûlullah Efendimiz, bir hadîs-i şerifte, buyurdular ki: "Muhakkak Allahü teâlâ bir kimseye beş şeyi hazırlamadan beş şeyi vermez. Bir kimseye, ni'metini arttırmasını hazırlamadıkça şükür vermez. Kabûl etmeyi hazırlamadıkça dua vermez. Affetmeyi hazırlamadıkça istigfâr vermez. Kabûl edeceğini hazırlamadıkça tövbe vermez. Karşılığını hazırlamadan sadaka verdirmez." Hazreti Ebû Bekir buyurdu ki: "Dört şey vardır ki, dört şey ile tamam olur. Namaz, secde-i sehv ile tamam olur. Oruç sadaka-ı fıtr ile tamam olur. Hac fidye ile tamam olur. Îmân cihâd ile tamam olur." Hazreti Ömer buyurdu ki: "Deryâlar dörttür: Allahü teâlânın rahmeti, günâhlar için deryâdır. Nefis, şehvetler için deryâdır. Ölüm, Ömürler için deryâdır. Kabir, nedâmetler [pişmânlıklar] için deryâdır." Hazreti Osman buyurdu ki: "Dört şey vardır ki, zâhirleri fazîlettir. Ve bâtınları farzdır. Kur'ân-ı azîm-üş-şânın tilâveti fazîlettir. Onunla amel farzdır. İnsanlara ihsân etmek fazîlettir. Hasımları birbirinden râzı ettirmek farzdır. Sâlihler ile berâber bulunmak fazîlettir. Yaptıklarına uymak farzdır. Hastaları sormak fazîlettir. Vasiyetlerini kabûl etmek farzdır." Hazreti Ali buyurdu ki: "Bir kimse Cennet'e müştak olsa [Cennet'i arzû etse], hayırlı işlere koşar. Bir kimse ateşten [Cehennem'den] korksa, şehvetlerinden kendini men eder. Bir kimse ölümü yakın bilse, dünya lezzetlerinden sakınır. Bir kimse dünyayı bilse [tanısa], musîbetler ona hor olur [musîbetlerin tesîrinde kalmaz]."
.
Beş zulmetin beş ışığı
5 Ocak 2006 01:00
Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: "Eğer böyle olmasa idi, yani Allahü âlem, bu şehâdete mağrûr olup, ibâdete ve tâate tembellik edip, gevşek davranmasalardı, beş kimseye şehâdet ederdim ki, muhakkak onlar Cennet ehlindendir. Birisi, çoluk-çocuk sâhibi olan kimse. Birisi, zevci ondan râzı olan hanım. O hanım ki, mehrini ve çeyizini zevcine hediye eder. Birisi o kimse ki, anne-babası ondan râzı olur. Birisi o kimse ki, günâhdan tövbe eder." Hazreti Ebû Bekir'den mervîdir, buyurdular ki, "Beş zulmetin beş ışığı vardır. Dünya zulmettir, ışığı, tâattir. Günâh zulmettir, ışığı tövbedir. Kabir zulmettir, ışığı, Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullahtır. Âhiret karanlıktır, bunun ışığı, sâlih ameldir. Sırat karanlıktır, ışığı, yakîndir." Hazreti Osman'dan mervîdir, buyurdu ki: "Beş nesne müttekîler alâmetlerindendir. Dinini ıslâh eden kimseler ile oturmak. Şehvetinin ve lisânının üzerine gâlib olmak. Kendisine dünyadan erişen çok şeyi vebâl görmek. Âhiretten az bir şey erişirse, onu kendisine ganîmet bilmek. Harâm olur korkusu ile helalden midesini çok doldurmamak. Başkalarını kurtulmuş, kendisini helâk olmuş bilmek." Hazreti Ali'den mervîdir, buyurdu ki: "Beş haslet olmasaydı, insanların hepsi sâlih olurlar idi. Câhilliğe kanaat etmek. Dünyaya hâris olmak. Malın fazlasına cimrilik. Reyde, fikirde ucb, kendini beğenmek." Hazreti Ebû Bekir buyurdu ki: "İblîs, önünde durur. Nefis, sağında durur. Hevâ solunda durur. Dünya arkanda durur. Etrâfında âzâlar durur. Cebbâr olan Cenab-ı Hak seni devamlı görür. İblîs, seni dinini terk etmekten yana davet eder. Nefis, seni masiyetten yana davet eder. Hevâ, şehvetlerden yana davet eder. Dünya, kendini âhirete tercihten yana davet eder. Âzâlar [uzuvlar], günâh işlemekten yana davet eder. Cebbâr, seni Cennet ve mağfiretten yana davet eder. Her kim ki, İblîs'e icâbet ederse, dîni gider. Her kim ki, nefse icâbet etti, rûhu necât bulmaz. Her kim ki, hevâya icâbet ederse, akıl ondan gider. Her kim ki, dünyaya icâbet ederse, âhireti gider. Her kim ki, a'zâlara [uzuvlara] icâbet ederse, Cennet elinden gider. Her kim ki, Allahü teâlâya icâbet ederse, bütün fenâ ve zararlı şeyler ondan gider. Bütün hayırlara nâil olur."
.
Garip olan altı şey
6 Ocak 2006 01:00
Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: "Altı şey, altı mahalde garîbdir. Mescidler, içinde namaz kılmayan kavim arasından garîbdir. Okumayanlar arasında Kur'ân-ı kerîm garîbdir. Kur'ân-ı kerîm, fısk işleyenler yanında garîbdir. Kötü huylu, zâlim kocanın elindeki sâliha kadın garîbdir. Kendini dinlemeyen kavmin arasındaki âlim garîbdir. Kötü huylu kadının elindeki sâlih zevc garîbdir." Hazreti Ömer buyurdu ki: "Muhakkak Allahü teâlâ altı nesneyi altı nesnede gizledi. Rızâ-ı şerîfini tâ'atta gizledi. Gadabını ma'siyyette gizledi. İsm-i a'zamını Kur'ân-ı kerîmde gizledi. Evliyâsını insanlar arasında gizledi. Ölümü, ömür içinde gizledi. Kadir Gecesini Ramazân-ı şerîf içinde gizledi. Salât-ı vustâyı beş vakit içinde gizledi." Hazreti Osmân buyurdu ki: "Muhakkak ki, mü'min altı çeşit korkudadır. Birisi, Allahü teâlâ cânibinden [tarafından] korkudadır ki, onun rûhunu ânîden alır, diye. İkincisi, hafaza melekleri cihetinden korkudadır ki, onun üzerine yazdıkları nesne sebebi ile, kıyâmet gününde rüsvay olur. Üçüncü, şeytân cânibinden korkudadır ki, onun amelini bâtıl eder. Dördüncü, melek-ül-mevt hazretleri cânibinden korkudadır ki, gaflette iken rûhunu alır. Beşinci, dünya cânibinden korkudadır ki, dünyaya magrûr olup, dünya onu âhiretten meşgûl eder. Altıncı, ehl-i ıyâl cânibinden korkudadır ki, onlar ile meşgûl olup, onlar onu Allahü teâlânın zikrinden meşgûl ederler." Hazreti Ali buyurdu ki: "Altı hasleti bulunduran kimseler, Cennet'e çağrılan yolların hiçbirini terk etmez. Cehennem'e götürecek yolların hiçbirine varmaz. Allahü teâlâyı bilip, ona tâ'at etmek. Şeytânı bilip, ona ısyân etmek. Bâtılı bilip, ondan sakınmak. Hakkı bilip, ona ittibâ' etmek. Âhireti bilip, onu taleb etmek. Dünyayı bilip, onu terk etmek. Hazreti Ebû Bekir buyurdu ki: "Sekiz şey, sekiz şeyin zînetidir: İffet, fakrin süsüdür. Şükür, zenginliğin süsüdür. Sabır, belânın süsüdür. Tevâzu, hasebin [asâletin] süsüdür. Hilm, ilmin süsüdür. Çok ağlamak korkunun süsüdür. Başa kakmamak, ihsânın süsüdür. Huşû' namazın süsüdür."
.
Arş'ın gölgesinde olacaklar
7 Ocak 2006 01:00
Ebû Hureyre hazretleri rivâyet etmiştir. Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: "Allahü teâlâ, yedi kimseyi, Arş-ı azîmin gölgesinde o günde gölgelendirir. O gün Arş-ı azîmin gölgesinden başka gölgelenecek yer olmaz. Yalnız Arş-ı azîmin gölgesi olur. Bunlar: 1- Âdil devlet başkanı, 2- Allahü teâlâya taatte bulunarak yetişen genç, 3- Allahü teâlâyı tenhâlarda zikredip ve gözlerinden Allahü teâlânın korkusundan yaş akıtan kimse, 4- Kalbi mescide bağlı olan kimse, 5- Sağ elinin verdiği sadakayı, sol elinin bilmediği kimse, 6- Birbirini Allahü teâlâ için seven iki kimse, 7- Bir cemâl sâhibi kadın [güzel kadın] kendisini da'vet ettiği zaman, ondan kaçıp, Âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâdan korkarım diyen kimse." Hazreti Ebû Bekir buyurdu ki: "Bahillerin, cimrilerin malı, yedi belâdan birine uğrar. Mîrâs yiyen bir vârisi, malını isrâf eder, onu Allahü teâlânın taatinden başka yerde harcar. Veyâ Allahü teâlâ o cimrinin üzerine bir eziyet edici kimseyi, zâlimi musallat eder. Onun malını, onun nefsini hor ve zelîl ettikten sonra alır. O cimriyi bir şehvet harekete getirir ki, o şehvet ile uygunsuz işler yaparak malını ifsâd eder. Onda bir düşünce peydâ olur. İftihâr, öğünmek için bir binâ yapar. Yâ bir faydasız harâbeyi tamîr eder. Malını onlara sarfeder. Yâ dünya âfetlerinden bir âfet peydâ olur. Suda gark olur, hırsız çalar veyâ ona dâimî bir dert erişir. Malını doktorlara yedirir. Yâ malını bir mekânda saklar. Sonra unutur." Hazreti Ömer buyurdu ki: "Çok gülen kimsenin heybeti az olur. Çok şaka yapan istihfâf edilir, hakîr görülür. Çok konuşan çok yanılır. Çok hatâ edenin hayâsı az olur. Hayâsı az olanın veraı az olur. Veraı az olanın kalbi ölü olur. Kalbi ölü olanı Allahü teâlâ Cehennem'e dâhil eder." Resûlullah Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde buyurdular ki: "Sekiz şey, sekiz şeyden doymaz: Göz nazardan [bakmaktan]. Yer yağmurdan. Zevce zevcinden. Âlim ilmden. Sual soran sormaktan. Hâris, mal yığmaktan. Deryâ [deniz]sudan. Ateş odundan."
.
Bütün kötülüklerin kaynağı
7 Ocak 2006 01:00
Bir defasında Hazret-i Osman İslâmiyeti tanımakla yeni şereflenmiş bir topluluğa şu nasîhatta bulundu: "Ey insanlar! İçki içmekten sakının. Çünkü, şüphesiz ki içki, bütün kötülüklerin anasıdır. Bir zamanlar sizden önceki kavimlerden birinde bir âbid vardı. Devamlı ibâdetle meşgul olurdu. Bir gün bir mahalleden geçerken kötü bir kadınla karşılaştı. Kadın, bir bahâne ile onu evine soktu. Kapıyı iyice kapattı. İçeride küçük bir çocuk vardı. Bir kapta da içki bulunuyordu. Kötü niyetli kadın, âbidi içeri alıp, kapıyı iyice kilitledikten sonra hemen niyetini açığa vurdu: "Ya benimle beraber olacaksın, yâhut şu içkiden içeceksin, yâhut da şu çocuğu öldüreceksin. Bunlardan birini yapmadıkça buradan çıkamazsın. Yoksa bağırıp etrafı velveleye verir, evime girip bana tecâvüze yeltendi derim. Kimseye de aksini inandıramazsın! Seni rezil ederim" dedi. Kötü niyetli kadının bu tehdidi karşısında âbid düşündü. Halkın yanında rezil olmak nefsine ağır geldi. Kendi kendine, "Zinâ yapamam. Çocuğu da öldüremem. Bâri onlara nazaran daha kolay atlatılacak bir günâh olan içkiyi içeyim de sonra tövbe ederim" dedi ve içkiden içti. Az sonra kafası dönmeye başladı. Kadın bir daha verdi. Derken, iyice sarhoş olup içkinin verdiği şehvet hırsı ile bu defa kendisi kadına saldırdı, onunla beraber oldu. Daha sonra da gördüklerini anlatır diye çocuğu öldürdü. Ey insanlar! Görüldüğü gibi içki, insana en kötü şeyleri yaptırabiliyor. Bunun için, içkiden şiddetle kaçının. Zîrâ içki bütün kötülüklerin kaynağıdır. Allaha yeminle söylerim ki, kişinin kalbinde içki ile îmânın birlikte kalması çok zordur. Bu işi yapa yapa zamanla içki içmek normal bir iş hâline gelir. Bunun için, birinin gelmesiyle diğerinin orayı terk etmesinden korkulur!.." İçki içen, bir nevî deli durumuna düşer. İnsanın hayâ perdesini yıkar. Hadîs-i şerîfte, "İçki içenin hayâ perdesi yırtılır, şeytan ona yoldaş olur, her kötülüğe sevkeder ve her iyilikten alıkor" buyuruldu. İçki, kişinin aklına da kesesine de zararlıdır. Aklının ve zekâsının zayıflamasına da sebep olur. Peygamber aleyhisselâm, "İçki, malı telef eder, aklı giderir" buyurdu. İçki, arkadaşlar, kardeşler ve dostlar arasında düşmanlığa sebep olur. Nitekim Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde şöyle buyurmaktadır: "Şeytan, içkide ve kumarda ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak ister." İçki, insanı, Allahı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkor. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "Şeytan, içkide ve kumarda sizi Allahı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkor." İçki, şehveti kamçılar, dolayısıyla kişiyi zinâya götürür. Hadîs-i şerîfte, "İçki, zinâdan kötüdür" buyuruldu. İçki, her kötülüğün anahtarıdır. Çünkü, içki içilince her türlü günâhı işlemek kolaylaşır. Hadîs-i şerîfte, "İçkiden sakının! Ağaç dal budak saldığı gibi, içki de, kötülük saçar" buyuruldu. Rahmet melekleri kendisinden uzak olur. Hadîs-i şerîfte, " Rahmet melekleri, sarhoştan uzak durur" "Allaha ve âhirete inanan içki içmesin, içki içilen sofraya da oturmasın" buyuruldu. Son nefes çok önemlidir. İçki içen dâima korkulu, tehlikeli durumdadır. Çünkü tövbesiz, günahkâr hâli îmânsız gitmesine sebep olabilir, ölümün de ne zaman geleceği belli olmaz. Hadîs-i şerîfte, "İnsan nasıl yaşarsa öyle ölür" buyuruldu. > Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29
.
Hataların esası!..
8 Ocak 2006 01:00
Resûlullah Efendimiz bir hadîs-i şerifte buyurdular ki, "Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselama Tevrât'ta vahyetti. Muhakkak hatâların anası üçtür. Kibir, hırs ve haset. Onlardan altı hatâ dahâ doğdu. Tamamı dokuz oldu. O altı hatâ; Tokluk, uyku, rahatlık, mal sevgisi, övünme sevgisi ve reîs olma sevgisidir." Hazreti Osmân buyurdu ki: "Allahü teâlâ [Kehf sûresi 82'nci âyet-i kerîmesinde meâlen], "Onun altında ikisine âid hazîne var idi" buyurdu. O kenz, hazine altından bir levha idi. Onda yedi satır var idi. 1- Ben teaccüb ederim, şaşarım o kimseye ki, muhakkak, bütün işler takdîr iledir. Hâlbuki o kimse kaçırdığı şeyler için üzülür. 2- Şaşarım o kimseye ki, ölümü bildiği hâlde güler. 3- Şaşarım o kimseye ki, Cehennemi bildiği hâlde günâh işler. 4- Şaşarım o kimseye ki, Cenneti bildiği hâlde istirahat eder. 5- Şaşarım o kimseye ki, Allahü teâlâyı bildiği hâlde, başkasını zikreder. 6- Şaşarım o kimseye ki, dünyanın fânî olduğunu bildiği hâlde içindekilere rağbet eder. 7- Şaşarım o kimseye ki, Kıyâmette hesâba çekileceğini bildiği hâlde mal biriktirir." Hazreti Ali'den sual olundu ki: "Gökten ağır olan nedir, yerden geniş olan nedir, denizden engin olan nedir, ateşten sıcak nedir, taştan katı nedir, zemherîrden soğuk nedir, zehirden acı olan nedir?" Hazreti Ali cevap verdi ki: "Gökten ağır olan, temiz bir kimseye iftirâ etmektir. Yerden geniş olan; Hak, doğru olan şeydir. Denizden engin olan, kanaat eden kalbdir. Ateşten sıcak olan, zulüm eden sultândır. Taştan katı olan, münâfıkın kalbidir. Zemherirden soğuk olan; levm eden, kınayan kimseye ihtiyâcını arz etmektir. Zehirden acı olan, sabretmektir." Hazreti Ömer buyurdu ki: "Bir kimse fuzûlî konuşmağı, fazla lüzûmsuz konuşmağı terk etse, ona hikmet bağışlanır. Bir kimse fuzûlî bakmayı terk etse, ona huşû' bağışlanır. Bir kimse fuzûlî yemeyi terk etse, ona ibâdetin lezzetini duymak bağışlanır. Bir kimse gülmeyi terk etse, ona heybet bağışlanır. Bir kimse mîzâhı, şakalaşmağı terk etse, ona hüsn ve melâhat [güzellik ve tatlılık] verilir. Bir kimse dünya sevgisini terk etse, ona âhiret sevgisi verilir. Bir kimse, başkalarının ayıbı ile meşgûl olmayı terk etse, ona nefsinin ayıplarını ıslâh etmek nasîb olur. Bir kimse Allahü teâlânın zât-i pâkinin keyfiyetinden tecessüsü terk etse, ona nifâktan berâat bağışlanır yani o nifâktan korunur."
.
Üç sınıf abid
9 Ocak 2006 01:00
Hazreti Ebû Bekir buyurdu ki, "Âbidler üç sınıftır. Her bir sınıfın alâmetleri vardır ki, o alâmetler ile bilinir. Bir sınıfı, Allahü teâlâya korku yolu ile ibâdet ederler. Bir sınıfı, ümit yolu ile ibâdet ederler. Bir sınıfı, muhabbet yolu ile ibâdet ederler. Birinci sınıf için üç alâmet vardır: Sevdiği nesneyi bağışlar. Rabbinin râzı olmasına, nefsinin gadabını değişmez. Herhâlükârda Rabbinin emrini yapıp, nehyinden kaçar. İkinci sınıf için de üç alâmet vardır: Kendi nefsini hakîr, aşağı görür. Yaptığı ihsânı kıymetsiz bulur. Akranlarını üstün görür. Üçüncü sınıf için de üç alâmet vardır: Herhâlükârda insanlara rehber olur. Bütün insanların cömerdi olur. Allahü teâlâya, halkın tamamının hakkında hüsn-i zannı olur." Hazreti Ömer buyurdu ki: "İblîsin zürriyetinde dokuz nefer vardır ki şunlardır: Zenbûr; sokağa, kötü kimselere sevkeder. Vetin; kötülüklere yönlendirir. Evân; sultânları haksızlıklara sevkeder . Hefâf; içkiye alıştırır. Mürre; mizmârlığa, çalgıcılığa sevkeder. Lekûs, Mecusî'nin, kâfirin arkadaşıdır. Müsavvit; yalan haberler yayar. Dâsim, evlerde fitne fasat yayar. Eğer bir şahıs evine geldiğinde, Allahü teâlânın İsm-i şerîfini zikretmezse, o kişi ile hanımı arasında düşmanlık ve münakaşa vâki olur. Velhân; abdestte, namazda ve diğer ibâdetlerde vesvese verir." Hazreti Osmân buyurdu ki: "Bir kimse beş vakit namazını vaktinde, devamlı kılsa, Allahü teâlâ ona dokuz ikrâmda bulunur. Allahü teâlâ o kimseyi sever. Bedeni sıhhatli olur. Melekler onu korurlar. Onun evine bereket nâzil olur. Sâlihlerin sîmâsi, yüzünde görünür. Allahü teâlâ, onun kalbini yumuşak kılar. Sırattan şimşek gibi geçer. Allahü teâlâ onu Cehennem'den korur. "Onlar üzerine korku ve hüzün dahî olmaz" kelâmı ile medhedilenler ile berâber olur." Hazreti Ali buyurdu ki: "Huşû olmayan namazda hayır yoktur. Boş söz konuşulmanın terk edilmediği oruçta hayır yoktur. Dikkat etmeden, hürmet göstermeden Kur'ân-ı kerîm okumakta hayır yoktur. Vera olmayan ilimde hayır yoktur. Sehâ, cömertlik olmayan malda, zenginlikte hayır yoktur. Devamlı olmayan nimette hayır yoktur. İhlâs ve tazim olmayan duada hayır yoktur." Hazreti Osman buyurdu ki: "Âriflerin alâmeti sekizdir: Kalbi, korku ve ümit iledir. Dili, hamd ve senâ iledir. Gözleri hayâ ve ağlama iledir. İrâdesi dünyayı terk etmek ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmaktır.
.
On güzel haslet
10 Ocak 2006 01:00
Hazreti Ebû Bekir buyurdu ki: "Allahü teâlâ on haslet ile kullarını âfâttan koruyup, mukarreblerin, yüksek evliyaların derecesine çıkarır: 1- Kanaat eden kalb ile devamlı sıdk, bağlılık. 2- Devamlı şükür ile, kâmil sabır. 3- Hazır zühd ile devamlı muhtaç hali. 4- Aç karın ile devamlı zikir. 5- Fâsılasız korku ile devamlı hüzün. 6- Mütevâzı beden ile devamlı gayret. 7- Dâim merhamet ile devamlı rıfk, yumuşaklık. 8- Hayâ ile devamlı muhabbet. 9- Devamlı hilm ile faydalı ilim. 10- Sâbit akıl ile dâimî îmân." Hazreti Ömer buyurdu ki: "On şey, on şeyden başkası ile düzgün olmaz, ıslâh edilemez: 1- İlim, veradan başkası ile ıslâh olmaz. 2- Amel ilimsiz olmaz. 3- Korkusuz kurtuluş olmaz. 4- Sultân, adâletten başka şey ile ıslâh olmaz. 5- Asâlet [şeref], edeb ile ıslâh olur. 6- Sevinç, emniyet ile olur. 7- Zenginlik, cömertlik ile ıslâh olur. 8- Üstünlük tevâzu ile olur. 9- Fakîrlik, kanaat ile ıslâh olur. 10- Tevfîk olmadan cihâd olmaz." Hazreti Osman buyurdu ki: "On şey, muhakkak kaybedilmiştir: 1- Sual sorulmayan âlim. 2- Amel edilmeyen ilim. 3- Kabûl edilmeyen doğru fikir. 4- Kullanılmayan silâh. 5- Namaz kılınmayan mescid. 6- Okunmayan Kur'ân-ı kerîm. 7- Fakîrlere verilmeyen mal. 8- Binilmeyen at. 9- Yalnız dünya için olan ilim. 10- Ahiret azığı hâzırlanılmadan geçen uzun ömür." Resûlullah Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde buyurdular ki: "Misvâk kullanmağa devam ediniz! Zîrâ onda on haslet vardır. Ağzı temizler. Allahü teâlâ ondan râzı olur. Şeytânı gadaba getirir. Hafaza melekleri onu severler. Diş etlerini kuvvetlendirir. Balgamı keser. Ağız kokusunu güzelleşdirir. Safra harâretini söndürür. Göze cilâ verir. Ağız kokusunu keser." Misvâkı kullanmak sünnettir. Hazreti Ali buyuruyor ki: "Mîrâsın hayırlısı ilimdir. Rızkın en iyisi edebdir. Azığın hayırlısı, takvâdır. Sermâyenin en kazançlısı ibâdettir. En iyi rehber sâlih amellerdir. Arkadaşın iyisi güzel huydur. Hilm, en iyi yardımcıdır. Muhtâc olmamanın en iyisi kanaattir. Yardımın hayırlısı tevfîktir. Terbiye edicilerin en iyisi ölümdür.
.
"Benden selâm eyle!"
11 Ocak 2006 01:00
Server-i Enbiyâ, Çihâr yâr-i güzîn hazretleri ile, Mu'âz bin Cebel'in kapısına gittiler. Hazreti Ebû Bekir seslendi ki; yâ Mu'âz! Devlet kuşu başına kondu. Allahü teâlânın Resûlü kapına geldi. İçeride olanlardan kimse duymadı. Mu'âz'ın bir küçük kızcağızı var idi. O duydu. Annesini çağırdı. Yâ ana, yâ ana! Ne yatarsın, Hazreti Ebû Bekir kapımıza geldi; çağırıyor. Annesi kızı azarladı. Şakanın sırası mı? Hazreti Ebû Bekir kapımıza gelir mi? Kızı da, ne yapsın; yattı. Biraz sonra, Hazreti Ömer seslendi. Yine kız uyandı. Annesine haber verdi. Annesi önceki gibi azarladı. Biraz sonra da Hazreti Ali çağırdı. Yine kız uyandı. Annesine haber verdi ki, yâ anne! Hazreti Ali kapıya gelmiş; çağırıp durur. Annesi kızı, yine azarladı. Behey kız, deli mi oldun; ne söylersin. Kız yine sükût edip, yattı. Sonra, Resûlullah , "Yâ Mu'âz" diye seslendi. Kız önceki gibi uyanıp, dedi ki, yâ anne! Sana demedim mi ki, Ebû Bekir, Ömer ve Ali kapıya geldiler. Bana inanmadın. İşte Sultân-ı Enbiyâ kendisi çağırır. Annesi diledi ki, yine kızı red eylesin. Kız vâlidesine bakmayıp, babasının yanına vardı. Resûlullah Efendimizin şevkiyle babasını çağırdı. Yâ baba, ne yatarsın. Devlet ve saadet kuşu başına kondu. Allahü teâlânın Resûlü ve Ebû Bekir, Ömer ve Ali hazretleri kapıya gelmişlerdir. Hemen o sâat, Hazreti Mu'âz kızından bu haberi işitince, acele ile yerinden kalkıp, kapıya koştu. Kapıyı açıp, dedi ki, devlet ve saadet Mu'âz'ın başına kondu. Habîbullah hazretlerine, içeri buyurun, dedi. Fahr-i âlem hazretleri de, Eshâb-ı güzîn ile içeri dâhil oldular. Ondan sonra buyurdular ki, "Yâ Mu'âz! Üç gündür ben ve Eshâbım yemek yemedik! Dün Ali yoldan geçerken, senin hurma ağacında hurma görmüş. Onun için geldik ki, bizi hurma ile Misafir edesin." Mu'âz dedi ki: Yâ Nebiyyallah! O hurmaları bugün topladık. Kimini biz yedik. Bazısını fakîrlere ve komşularımıza ulaştırdık. Bir hurma kalmamıştır. Resûlullah Efendimiz karşısına baktı. Bir büyük zenbil gördü. Hemen Hazreti Alî'ye buyurdu ki: "Yâ Ali! Bu zenbili eline al! Bu gördüğün hurma ağacına var. Benden selâm eyle! Ve söyle ki, Resûlullah senden hurma taleb eder." Hazreti Ali o zenbili alıp, hurma ağacının yanına vardı. Peygamberin selâmını götürdü, iletti. Allahü teâlânın izni ile hurma ağacı fasîh bir lisân ile selâmı aldı. Ta'zîm eyleyip, eğildi. Sonra Allahü teâlânın izni ile, ağacda hurmalar doldu. Hazreti Ali o zenbili hurma ile doldurup, Resûlullah'ın huzur-ı şerîflerine getirdi. O hurmadan yediler. Bütün Eshâba ulaştırdılar. Hattâ o zenbili hurma ağacına astılar. Resûlullah Efendimizin dâr-ı bekâya intikâline kadar hiç boşalmadı.
.
Bal tefsiri
12 Ocak 2006 01:00
Bir gün Resulullah Efendimiz, Eshâb-ı güzîn ile oturur idi. Kudretten ortaya bir ak tas geldi. İçi bal ile dolu idi. Üstünde bir ak kıl vardı. Hayret ettiler. Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: "Gelin her birimiz bu üçüne bir temsîl getirmeyince el sürmeyelim." Hazreti Ebû Bekir buyurdu ki: "Resûlullah Efendimiz bu tastan nûrludur. Resûlullah ile konuşmak bu baldan tatlıdır. Resûlullah'ın sünnetini yerine getirmek bu kıldan incedir." Hazreti Ömer buyurdu ki: "Îmân bu tastan nûrludur. Îmân getirmek bu baldan tatlıdır. Îmân ile gitmek bu kıldan incedir." Hazreti Osmân buyurdu ki: "Kur'ân-ı kerîm bu tastan nûrludur. Kur'ân-ı kerîm okumak bu baldan tatlıdır. Kur'ân-ı kerîmin buyurduğunu tutmak bu kıldan incedir." Hazreti Ali buyurdu ki: "Misafirin yüzü bu tastan nûrludur. Misafir ile yemek yemek bu baldan tatlıdır. Misafirin hâtırını yerine getirmek bu kıldan incedir." Hazreti Âişe buyurdu ki: "Zevcin yüzü bu tastan nûrludur. Helali (hanımı) ile söyleşmek bu baldan tatlıdır. Helalin hizmetini yerine getirmek bu kıldan incedir." Fâtıma-tüz-zehrâ buyurdu ki: "Kız çocuğunun yüzü bu tastan nûrludur. Annesini-babasını sever olması bu baldan tatlıdır. Kız çocuğunun ayıpsız evlenmesi bu kıldan incedir." Fahr-i âlem efendimiz buyurdu ki: "Ümmetimin yüzü bu tastan nûrludur. Ümmetim için şefâ'at bu baldan tatlıdır. Şefâ'atin kabûl olması bu kıldan incedir." (Bal tefsirinin aslı bu kadardır. Ortalıkta dağıtılan bal tefsirindeki bundan sonra yazılanlar ilavedir, uydurmadır.) Bir gün Resûlullah Efendimiz mübârek evine vardı. İnsanlık îcâbı karınları acıkmıştı. Buyurdular ki: "Yâ Âişe! Hiçbir yiyecek var mıdır?" Mübârek sözlerini tamamlamadan, kapı çalındı. Kapıyı açtılar. Gördüler ki, Ebû Bekr-i Sıddîk'tır. Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: "Yâ Ebâ Bekr! Bu vakit gelmenize sebeb nedir?" Ebû Bekr-i Sıddîk cevap verdi ki: "Yâ Resûlallah! Üç gündür bir ta'âm yemedim." Bu konuşma sırasında iken, yine kapı çalındı. Kapıyı açınca baktılar ki, Hazreti Ömer'dir. Sonra Hazreti Ali geldi. Yâ Resûlallah. Üç gündür Fâtıma-tüz-zehrâ ve Hazreti Hasen ve Hazreti Hüseyin de açlıktan kat'î bunalmışlardır. Resûlullah Efendimiz buyurdu: "Üç gündür ben de yemek yemedim. Karnım açtır." Hazreti Ali dedi ki: Yâ Nebiyyallah! Dün yoldan geçerken, Mu'âz bin Cebel'in bahçesinde olan hurma ağacında hurma gördüm. Bunu söyleyince, Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: "Kalkın, Mu'âz'ın evine gidelim! Bizi hurma ile doyursun!"
.
Üzerine güneş doğmadı
13 Ocak 2006 01:00
Bir gün Ebû Bekr-i Sıddîk Resûlullah Efendimizin mübârek evlerinin kapısına gelmişti. O sırada, Ali bin Ebî Tâlib de geldi. Ebû Bekir geri durup, Alî'ye buyurdu ki: Yâ Ali! Önce sen eve gir. Hazreti Ali buyurdu ki: Yâ Ebâ Bekir! Önce sen gir ki, her iyilikte önde olan, her hayırlı işte önde olan, herkesi geçen sensin. Ebû Bekir hazretleri buyurdu ki: Sen önce gir yâ Ali! Resûlullaha dahâ yakın sensin. Hazreti Ali buyurdu ki: Yâ Ebâ Bekr! Ben o kimsenin önünde nasıl giderim ki, Resûlullah buyurdu ki: "Ümmetimden Ebû Bekir'den dahâ üstün bir kimse üzerine güneş doğmadı." Hazreti Ebû Bekir buyurdu ki: Ben bir kimsenin önüne nasıl geçeyim ki, Resûlullah Fâtıma-tüz-zehrâyı sana verdiği gün, "Kadınların en iyisini, erkeklerin en iyisine verdim"buyurdu. Hazreti Ali buyurdu: Ben o kimsenin önünce gitmem ki, Resûlullah Efendimiz, "İbrâhîm aleyhisselâmı görmek isteyen Ebû Bekir'in yüzüne baksın!"buyurdu. Hazreti Ebû Bekir buyurdu: Senin önüne geçemem. Çünkü, Resûlullah Efendimiz buyurdu: "Âdem aleyhisselâmın hilm sıfatını ve Yûsüf aleyhisselâmın ahlâkını görmek isteyen, Aliyyül mürtedâya baksın!" Hazreti Ali buyurdu: Ben bir kimsenin önünce geçemem ki, Resûlullah Efendimiz buyurdu: "Yâ Rabbî! Beni en çok seven ve Eshâbımın en iyisi kimdir." Nidâ erişti ki; "Yâ Muhammed "aleyhisselâm"! Ebû Bekr-i Sıddîk'tır"buyuruldu. Hazreti Ebû Bekir buyurdu: Ben bir kimsenin önünce varamam ki, Resûlullah buyurdu: "İlmi bir kimseye veririm ki, Allahü teâlâ onu sever. Ben de onu severim." Ya'ni o Aliyyül mürtedâ'dır. Ya'ni ilim şehrinin kapısı sen oldun. Aliyyül mürtedâ buyurdu: Ben o kimsenin önünce gitmem ki, Resûlullah buyurdu: "Cennet'in kapıları üzerinde, Ebû Bekir habîbullah yazılıdır." Hazreti Ebû Bekir buyurdu: Ben bir kimsenin önünce gitmem ki, Resûlullah Efendimiz Hayber gününde bayrağı sana verdi buyurdu: "Bu bayrak Melik-i gâlibin, Ali bin Ebî Tâlib'e hediyesidir." Hazreti Ali buyurdu: Ben bir kimsenin önünce gitmem ki, Resûlullah Efendimiz buyurdu: "Yâ Ebâ Bekr! Sen bana gören göz ve işiten kulak gibisin." (Yarın devam edeceğiz)
.
Bana göre" "Sana göre" hezeyanları
13 Ocak 2006 01:00
Son yıllarda, dış güçlerin teşvik ve yönlendirmesi ile, dini konularda, "Bana göre, benim mantığıma göre, benim anladığıma göre..." ile başlayan ahkam kesmeler başladı. Kurban Bayramı münasebeti ile de, "Bana göre kurban şöyle olacak böyle olacak" hezeyanları eksik olmadı. İşin sinsi boyutunu bilmeyen halk da haklı olarak, "Bu nasıl iştir. Her kafadan bir ses çıkıyor. Ne yapacağımızı bilemiyoruz, kafamız karışıyor" diye tepki gösterdi. Zaten maksat da buydu; bu nasıl dindir, herkes bir şey söylüyor, dedirterek dinden soğutma ve şüphe hasıl etmekti. Halbuki, hiçbir akıl, hiçbir mantık âhiret bilgilerini, dinde yapılması veya yapılmaması gereken hususları doğru olarak bulamaz, anlayamaz. Bunun içindir ki, her asırda insanlar arasından seçtiği en üstün, en iyi kimseleri peygamber yapmış, kitaplar göndererek yapılacak ve yapılmayacak şeylerin yolunu göstermiştir. Kör olanın yol gösterenlere teslim olması gibi ve çâresizlikten şaşırmış olan hastanın merhametli doktorlara kendini teslim etmesi gibi, insanların da, aklın ermeyeceği faydalara kavuşabilmeleri ve felâketlerden kurtulabilmeleri için, gönderdiği peygamberlere teslim olmalarını diledi. Saâdete kavuşmak için, önce kendisine ve peygamberlerine inanmak lâzım olduğunu bildirmiş, sonra kitaplarındaki emirlere uymayı emretmiştir. En son ve Kıyâmete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir. Peygamberlerin, Allahü teâlâdan bildirdikleri haberlerin hepsi doğrudur. Hepsine îmân etmek lâzımdır. Akıl, doğruyu, iyiyi bulan bir âlet ise de, yalnız başına bulamaz, noksandır. Peygamberlerin gelmesi ile tamamlanmıştır. Kullara özür, bahâne kalmamıştır. Peygamberlik makâmı aklın ve düşüncenin dışında ve üstündedir. Aklın eremeyeceği, anlayamayacağı çok şeyler vardır ki, bunlar peygamberlik makâmında anlaşılır. Her şey akıl ile anlaşılabilseydi, peygamberler gönderilmezdi. Âhiret azabları, peygamberler göndererek bildirilmezdi. Allahü teâlâ, İsrâ sûresinin onbeşinci âyetinde, "Biz, peygamber göndermedikçe azâb yapıcı değiliz"buyurdu. Bir kimse, peygamberlerin bildirdiklerini aklına, mantığına vurup ondan sonra inansa, kabûl etse, böyle inanmak da geçerli olmaz. Çünkü, o zaman, peygambere değil aklına inanmış olur. Halbuki, îmân gaybadır. Akıl çok şeyi anlar. Fakat her şeyi anlayamaz. Anlaması da kusursuz, tam değildir. Çok şeyleri, peygamberler bildirdikten sonra anlamaktadır. Peygamberlerin gelmesi ile, insanların özür ve bahâne yapmaları önlenmiştir. Nisâ sûresinin 164. âyetinde, "Peygamberleri, müjde vermek için ve korkutmak için gönderdim. Böylece, insanların Allahü teâlâya özür, bahâne yapmaları önlendi"buyuruldu. Akıl, dünya işlerinde bile çok defa yanılmaktadır. Böyle olduğunu bilmeyen yoktur. Din bilgilerini, böyle bir akıl ile tartmaya kalkışmak doğru olamaz. Din bilgilerini akıl ile inceleyip, akla uygun olup olmamasına kalkışmak, aklın hiç yanılmaz olduğuna güvenmek olur ve peygamberlik makâmına inanmamak olur. Ehli sünnet âlimleri de, Peygamber Efendimizin vârisi oldukları için, Peygamberimizin bildirdiği emir ve yasakları halkın anlayacağı şekilde fıkıh, ilmihal kitaplarında bildirmişlerdir. Herkes bunlara uyarsa farklılıklar ortadan kalkar. Zaten herkes bunlara uyduğu için asırlardır böyle farklılıklar oluşmamıştı. Bugünkü farklı seslerin sebebi, buna uymamaktan eski köye yeni âdet getirmeğe kalkışılmasından kaynaklanmaktadır. >> Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29
.
"Senin kardeşin ne güzel kardeş"
14 Ocak 2006 01:00
Hazret-i Ebu Bekir ile Hazret-i Ali, Resulullahın kapısında konuşmalarına şöyle devam ettiler: Hazreti Ebû Bekir buyurdu: Ben bir kimseden önce girmem ki, Resûlullah Efendimiz onunla ilgili buyurdu: "Kıyâmet günü, Ali, Cennet hayvanlarından birine binmiş olarak gelir. Cenâb-ı Hak buyurur ki, Yâ Muhammed "aleyhisselâm"! Senin baban İbrâhîm Halîl, ne güzel babadır. Senin kardeşin Ali bin Ebî Tâlib ne güzel kardeşdir." Hazreti Ali buyurdu ki: Ben bir kimsenin önünde gitmem ki; Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: "Kıyâmet günü, Cennet meleklerinin reîsi olan Rıdvân adındaki melek, Cennet'e girer. Cennet'in anahtârlarını getirir. Bana verir. Sonra Cebrâîl aleyhisselâm gelip; yâ Muhammed! Cennet'in ve Cehennem'in anahtârlarını Ebû Bekr-i Sıddîk'a ver. Ebû Bekir, istediğini Cennet'e, dilediğini Cehennem'e göndersin der." Hazreti Ebû Bekir buyurdu: Ben bir kimsenin önünde gitmem ki, Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: "Ali bin Ebî Tâlib, kıyâmet günü benim yanımdadır. Havz ve Kevser yanında benimledir. Sırat üzerinde benimledir. Cennet'te benimledir. Allahü teâlâyı görürken benimledir." Hazreti Ali buyurdu: Ben bir kimsenin önünde gitmem ki, Resûlullah Efendimiz buyurdu: "Eğer Ebû Bekr'in îmânını, bütün mü'minlerin îmânı ile tartsalar, Ebû Bekir'in îmânı ağır gelir." Hazreti Ebû Bekir buyurdu: Ben bir kimsenin önünde gitmem ki, Resûlullah Efendimiz buyurdu: "Ben ilmin şehriyim. Ali bunun kapısıdır." Hazreti Ali buyurdu: Ben bir kimsenin önünde gitmem ki, Resûlullah Efendimiz buyurdu: "Ben sâdıklığın şehriyim. Ebû Bekir, bunun kapısıdır." Hazreti Ebû Bekr buyurdu ki: Ben bir kimsenin önünde gitmem ki, Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: "Kıyâmet günü Ali bin Ebî Tâlib, bir güzel ata bindirilir. Görenler, 'acabâ bu hangi Peygamberdir' der. Allahü teâlâ, 'bu, Ali bin Ebî Tâlib'dir' buyurur." Hazreti Ali buyurdu: Ben bir kimsenin önünde gitmem ki, Resûlullah Efendimiz buyurdu: "Ben ve Ebû Bekir, bir topraktanız. Tekrar bir olacağız
.
Cenab-ı Hakkı tanımak
14 Ocak 2006 01:00
Allahü teâlâ bütün kâinatı nizâm ve âhenk içinde yaratmıştır. Bütün bunlara tesadüfen meydana geldiler demek mümkün değildir. Böyle söyleyenlerin sözleri câhilcedir ve aynı zamanda fen bilimlerine de aykırıdır. Çünkü, fen bunların tesadüfen meydana gelemeyeceğini bildirmektedir. İnsan, varlıkların yaratılışındaki hikmetleri iyi anlarsa, cenâb-ı Hakkın büyüklüğünü daha iyi anlar. Onun emirlerine daha sıkı sarılır. Meselâ, insan için ipek imal eden ipek böceğinin ipeği, en büyük suni iplik fabrikalarının, çeşitli modern makinelerle yaptığı ipeğin randımanından çok çok üstündür. Mukayese bile edilemez. Yine, eğer mini mini ağustos böceğinin boyu, bizim ses çıkarmak için kullandığımız araçlar kadar büyütülmüş olsa, yapılan ince hesaplara göre çıkaracağı sesle camlar kırılır, duvarlar yıkılırdı. Bunlar hep kendiliğinden olacak işler midir? Böyle akıl almaz derecede mükemmel ve muazzam eserler karşısında hayran olmamak kabil midir? Bunlar Yaratıcının ne kadar büyük, ne kadar kudretli olduğunu göstermeğe kâfidir. Pek ufak bir parçasını gördüğümüz bu kâinatın bir Yaratıcısı, bunu kurabilen ve tam olarak anlamaya aklımızın yeterli olmadığı pek muazzam bir kudret sahibi vardır. Bu Yaratıcının hiç değişmemesi ve sonsuz var olması gerekir. İşte bu yaratıcı ALLAH'tır. Her netice de insanı buraya çıkarır. Bizler okyanusun dibinde yaşayan canlılar gibi bir hava deryasının dibinde yaşamaktayız. Hava ortalama yüz kilometre yükseklikte olup, yukarısında daha hafif gaz tabakaları ile örtülüdür. Okyanusların sekiz yüz metreden daha fazla olan derinliklerinde yaşayan balıklar, havaya çıkarılınca parçalandığı gibi, insanlar da, hava basıncı altından çıkarılınca yaşayamaz. İnsan derisinin yüz ölçümü, ortalama birbuçuk metre kare olduğuna göre, hava hepimizi onbeş ton kuvvetle ezmektedir. Bu büyük kuvvet altında, pestil hâline gelmeyişimiz, teneffüs sayesindedir. Çünkü, teneffüs yolları, akciğer keseleri, kapiller ve kan damarları ile, vucûdumuzun bütün hücrelerine hava gittiğinden, içimizde de, hâriçteki basınca eşit bir basınç mevcûttur. Kâinatın rastgele, kendiliğinden yaratıldığını iddia edenlere şöyle bir misal verilebilir: Bir otomobilin parçaları, tabîat kuvvetleri ile mi bir araya gelmiştir? Suyun akıntısına kapılan, sağdan soldan çarpan dalgaların tesîri ile bir araya yığılan çöp kümesi gibi mi bir araya yığılmışlardır? Otomobil tabîat kuvvetlerinin çarpmaları ile mi hareket etmektedir? desek, bize; "Hiç böyle şey olur mu? Otomobil, akıl ile, hesâb ile, plân ile, birçok kimsenin titizlikle çalışarak yaptıkları bir sanat eseridir. Otomobil, dikkat ederek, akıl, fikir yorarak, hem de trafik kâidelerine uyarak şoför tarafından yürütülmektedir" demezler mi? Tabîattaki her varlık da, böyle bir sanat eseridir. Bir otomobilin tabîat kuvvetleri ile, kendiliğinden, tesâdüfen meydana geleceğini kabûl etmeyen kimse, baştan başa bir sanat eseri olan bu âlemi tabîat yaratmış diyebilir mi? Elbette diyemez. Hesaplı, plânlı, ilimli, sonsuz kuvvetli bir Yaratıcının yaptığına inanmaz mı? "Tabîat yaratmıştır. Tesâdüfen var olmuştur" demek, câhillik, ahmaklık olur. O halde bu muazzam kâinatın tesâdüfen olmadığı anlaşılınca, bir gaye için yaratıldığı meydana çıkar. Allahü teâlâ, kâinattaki bütün ni'metleri insanın hizmetine sunmuştur. Yani bunları insan için yaratmıştır. İnsanı da, kendisini, Yaratanını tanıması ve O'na ibâdet etmesi için yaratmıştır.
.
"Kıyâmete kadar methetseniz..."
15 Ocak 2006 01:00
Hazret-i Ebu Bekir ile Hazret-i Ali, Resulullahın kapısında konuşmalarına şöyle devam ettiler: Hazreti Ebû Bekir buyurdu: Ben bir kimsenin önünde gitmem ki, Resûlullah Efendimiz buyurdu: "Allahü teâlâ buyurur ki: Ey Cennet, senin dört köşeni, dört kimse ile bezerim. Biri, Peygamberlerin üstünü Muhammed (aleyhisselâm)dır. Biri, Allah'tan korkanların üstünü Ali'dir. Biri, Fâtıma-tüz-zehrâdır, kadınların üstünüdür. Dördüncü köşesindeki de, temizlerin üstünü Hasan ile Hüseyin'dir." Hazreti Ali buyurdu: Ben bir kimse önünde gitmem ki, Resûlullah Efendimiz buyurdu: "Sekiz Cennet'ten şöyle ses gelir. Ey Ebû Bekir! Sevdiklerin ile birlikte gel! Hepiniz Cennet'e giriniz!" Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk buyurdu ki: Ben bir kimsenin önünde gitmem ki, Resûlullah Efendimiz buyurdu: "Ben bir ağaca benzerim! Fâtıma, bunun gövdesidir. Ali budağıdır. Hasan ve Hüseyin, meyvesidir." Hazreti Ali buyurdu: Ben bir kimse önünde gitmem ki, Resûlullah Efendimiz buyurdu: "Allahü teâlâ Ebû Bekir'in bütün kusûrlarını af etsin. Çünkü O, kızı Âişe'yi bana verdi. Hicrette bana yardımcı oldu. Bilâl-i Habeşî'yi benim için alıp âzâd etti." O iki server bu münâzaraya devam ederlerken, Resûlullah Efendimiz, hücre-i şerîflerinden [evlerinden] seslenip, buyurdular ki: "Ey kardeşlerim, Ebû Bekr-i Sıddîk ve Aliyyül mürtedâ! Artık içeri girin. Cebrâîl aleyhisselâm gelmiştir ve haber verir ki, yedi kat göklerin ve yedi kat yerlerin ehli size nazar etmekte toplanmışlardır. Eğer siz kıyâmete kadar birbirinizi medh etseniz, Allahü teâlâ yanındaki kıymetinizi anlatamazsınız." İkisi birbirine sarılıp, birlikte Resûlullah'ın huzuruna girdiler. Resûlullah bunlara teveccüh edip, buyurdular ki: "Allahü teâlâ ikinize de yüzbinlerle rahmet etsin. İkinizi sevenlere de yüzbinlerle rahmet etsin. Ve düşmanlarınıza da, yüzbinlerle lânet olsun!" Hazreti Ebû Bekir dedi ki: "Yâ Resûlallah! Ben Alî'nin düşmanına şefâ'at etmem." Hazreti Ali dedi ki: "Yâ Resûlallah! Ben Ebû Bekir'in düşmanına şefâ'at etmem. Başını kılınç ile bedeninden ayırırım." Hazreti Ebû Bekir dedi ki: "Ben senin düşmanlarına Kevser Havzı'ndan su vermem." Hazreti Ali de dedi: "Ben senin düşmanlarını Sırat üzerinden geçirmem.
.
İyiler ve kötüler
16 Ocak 2006 01:00
Allahü teâlâ Mi'râc gecesi, Resûlullah efendimizin mübârek terinden kırmızı gül yarattı. Allahü teâlâ Lût kavmini helâk etmeye Cebrâîl aleyhisselâmı gönderdi ki, o zaman da Hz. Cebrâîl o gecenin şiddetinden terledi. Allahü teâlâ onun mübârek terinden ak gülü yarattı. Mi'râc gecesi Resûlullah Efendimiz, Burak'a binip, Burak da, göklere götürürken terledi. Burak'ın o terinden Allahü teâlâ sarı gülü halk etti. Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk İslamla şereflenince, nübüvvet heybetinden terledi. Allahü teâlâ, onun mübârek terinden sümbülü halketti. Hazreti Ömer İslamla şereflenince; Resûlullah Efendimiz, kucaklayıp, şiddetle sıktığında, o ıstırâbdan terledi. Onun terinden, yerlerin ve göklerin Hâlıkı menekşeyi yarattı. Hazreti Osmân da İslamla şereflenince, Resûlullah Efendimizin ayağının tozuna yüzünü sürdüklerinde, hayâsından, terledi. Rabbil'âlemîn o terden yâsemîni halketti. Hazreti Ali dünyaya gelip, Resûlullah Efendimiz şerefli beşikleri üzerine, devlet ve saadetle müteveccih olunca, Aliyyül Mürtedâ, beşiklerinde uyurken, Resûlullah'ın emsâline rastlanmayan güzel kokusunu alıp, Hakkı gören gözlerini açıp, Resûlullah'ın nûr saçan mübârek yüzünü görünce terledi. Allahü teâlâ azze ve celle onun terinden zambağı yarattı. Her zaman vücûd-u şerîfleri bu zikrolunan güzel kokular gibi kokardı. Terledikçe mübârek terleri de öylece kokardı. Yanlarında bulunanlar bu kokuyu duyarlardı. Melekler; "Yâ Rabbî! Yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan dökecek olan insanları niçin yaratıyorsun?" [Bekara sûresi 30] demişlerdi. Eğer Nemrûd ateş yakmasa idi, İbrâhîm Halîl aleyhisselâm hazretlerinin şerefi meydana çıkmaz idi. Eğer Ebû Cehil'in câhillik inadı ve inkârı olmasa idi, Muhammed Mustafâ Efendimizin Menkıbe-ı şerîfleri ayân olmazdı, açığa çıkmazdı. Eğer şeytânın vesvesesi olmasa idi, Aliyyül mürtedâ hazretlerinin mertliği âşikâre olmazdı. Eğer râfizîler olmasa idi, Ebû Bekir, Ömer, Osmân ve Alî'nin "radıyallahü teâlâ anhüm" hazretlerinin fazîletleri açığa çıkmazdı. NOT: Burada yayınlanan, Dört Büyük Halife'nin menkıbelerinin tamamı, Gazetemizin hediye olarak verdiği, Dört Büyük Halife (1-2) kitaplarında vardır.
.
"Seninle evlenemem!"
17 Ocak 2006 01:00
"İslâm Güneşi" Meke'de parlarken, "Ebû Talha" 20 yaşlarında delikanlıydı. Medîne'nin asîl ve zengin ailelerinden birine mensuptu. Her gece evlerinde, eğlence ve içki toplantıları vardı. Zenginliği sâyesinde, bütün dünya nîmetlerini tatmak istiyordu. Daha kötüsü; arkadaşları gibi, 'Put'a tapmaktaydı. Etrafında sayısız kadın ve kız dolaşıyordu. Fakat o, sadece biriyle evlenmek istedi. Haber yolladı. Evlenme teklifinde bulundu. "Ümmü Süleym" adlı bu Hanımın, kocası, yeni ölmüştü. "Yetîm oğlum büyüyünceye kadar, evlenmeyi düşünmüyorum" cevabı verdi. Ümmü Süleym fakir olduğu halde, küçük oğlunu, "üvey baba" eline bırakmak istemiyordu. Ebû Talha, çâresiz bekleyecekti!.. Epeyce zaman sonra, bizzat kendisi gitti. nezâketle "evlenme teklifini" tekrarladı: "Oğlun artık büyüdü, Ey Ümmü Süleym!.. Kararını vermelisin" O'nun niyetinin "iyi" olduğunu anlayan zeki kadın, başka bir şeyden endişeliydi. Açık açık söylemeyi uygun buldu: "Yâ Ebû Talha. Ne yazık ki, seninle evlenmem mümkün değil. Çünkü sen, müşriksin... Putlara tapıyorsun. Ebû Talha, "Putlarımız sana, bir zarar mı verdiler?" diye sordu. Ümmü Süleym, gâyet sâkin: "Onlar kimseye; ne zarar verebilir, ne de fayda!" dedi ve devam etti: "Çünkü sen de biliyorsun ki; "tahta" putlarınızı, aşağı mahalledeki "marangoz" köleleriniz yapmaktadır!.. "Taş ve toprak" putllarınızı da, yukarı mahalledeki köleleriniz yaparlar. Ebû Talha gözlerini açmış, evlenmek istediği kadını dinliyordu. O, sözlerini şöyle tamamladı: "Taptığınız putları, ateşe atsan yanar!.. Kayaya çarpsan dağılır, toz olurlar! Senin gibi asîl bir efendinin "işe yaramaz" oyuncaklara secde etmesi, yakışır mı?" "Peki sen nelere inanıyorsun?.. Nasıl düşünüyorsun?.." Hz.Ümmü Süleym cevap verdi: "Seni, beni, yeri, göğü yaratan ve yaşatan ve öldüren Allah; birdir ve büyüktür... Muhammed aleyhisselâm, O'nun kulu ve elçisidir... İşte, benim inandığım budur." Ebû Talha biraz düşündükten sonra tekrar, Ümmü Süleym'in yanına vardı. "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resûlüh"diyerek, "Kelime-i şehâdet" getirdi. Hazret-i Ebu Talha oldu...
.
"Emanetini geri aldı!"
18 Ocak 2006 01:00
Ebû Talhâ kelime-i şehâdet getirip Müslüman olunca, O Mü'mine Hanım da, "Ey Ebû Talha!.. Şimdi seninle, hiçbir karşılık istemeden; evlenmeyi kabul ediyorum" dedi. Hz. Ümmü Süleym hakikaten sevinçliydi. Çünkü bir insanı, hem de kocası olacak bir insanı; şirkten kurtarmıştı. Ancak Müslüman olduktan sonra Ebû Talha hazretleri, o iyi kalbli hanımla evlenebildi... Böylece dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmuş oldu. Bu sıralarda sevgili Peygamberimiz, Allahın emriyle; Medîne'ye hicret, ettiler. Bu şerefe eren Medîne halkı, gerekli her şeyi; Muhacîrlere, göç edenlere temîn ediyordu. Hazret-i Ebû Talha ve muhterem hanımı da, Peygamber efendimizin huzurlarına vardılar, "Yâ Resûlallah, biz de size, şu küçük oğlumuzu armağan ediyoruz. Lûtfen kabul ve duâ buyurunuz... İnşâallah size hizmette, kusur etmez..." dediler. Efendimizin memnun oldukları, gözerinden anlaşılıyordu. Küçük Enes'i, kendi terbiyelerine aldılar. Bir sâyede Ebû Talha'nın üvey oğu, büyük bir şerefe nâil oldu. Cenâb-ı Hak bir müddet sonra onlara, yeni bir oğul verdi. Yeni bebek, evlerine sevinç getirmişti. Çünkü artık Sevgili Peygamberimiz de sık sık, onlara uğruyorlardı. Hatır soruyor, cemaatle namaz kıldırıyorlardı... Ne yazık ki çocukcağız, bir gün hastalandı. Az sonra da, vefat etti... O sırada Hz. Ebû Talha evde yoktu. Ümmü Süleym evlâdını yıkadı, kefenledi. Üstüne, temiz bir bez örttü. Akşamleyin Ebû Talha eve döndü. Her zamanki gibi yanında, arkadaşları bulunuyordu. Selâm verdi ve sordu, "Oğlum nasıl? Hanımı, "O şimdi, daha sâkin ve daha huzurlu bir hâlde bulunuyor" dedi. Sonra efendisine ve misafirlere, hazırladığı yemekleri ikrâm etti. Hepsi âfiyetle yediler. Hiçbir şeyden haberleri olmadı. Misâfirler, geç vakit gittiler. Ancak o zaman, hanımı konuştu: Ey Ebû Talha!.. Aşağı hurmalıktaki komşularımız, emânet bir şey almışlar. Bir müddet faydalanmışlar... Fakat sahibi, emâneti geri isteyince, itiraz etmişer: "Daha zamanı gelmedi!.. Ne çabuk istiyorsun, gibi şeyler" söylemişler!.. - İnsafsızlık etmişler doğrusu!.. - Evet öyle... İnşâallah biz etmeyiz. - Hayırdır inşâallah!.. Bir şey mi oldu? - Cenâb-ı Hak da, bizdeki "emânetini" geri istedi, deyince, kocası hemen anladı. - Oğlumuz öldü mü yoksa, diye sordu: - Allah, sana ömürler versin...
.
Tek arzusu Resulullahın rızası
19 Ocak 2006 01:00
Ebû Talha oğlunun ölüm haberine rağmen sarsıldı. Fakat, her şeye rağmen: "İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn" (Biz, hepimiz, Allahın kullarıyız ve ancak, O'na dönücüleriz...) mânâsına gelen, âyet-i kerîmeyi okudu. Hakkın emrine râzı olup, sabretti... O günlerde Müslümanlar, maddî sıkıntı çekiyorlardı. Hazret-i Ebû Talha, hanımına, "Ey Ümmü Süleym!.. Evde yiyecek var mıdır? Resûlullah efendimizin mübârek seslerinde, zaîflik ve açlık hissediyorum. Gönderebilir miyiz?" diye sordu. Hazret-i Ümmü Süleym derhal, birkaç "arpa ekmeğini" beze sardı. Oğlu hazret-i Enes'in koltuğuna verip, yolladı. Sevgili Peygamberimiz, Mescîdde, arkadaşlarıyla idiler. Ekmeklerle, hazret-i Enes'i görünce, "Seni, Ebû Talha mı gönderdi, koltuğunda, ekmek mi var?" buyurdu. Sonra sevgili Peygamberimiz, Eshabına, "Kalkın!.. Ebû Talha'nın evine gidiyoruz" buyurdular. Bunu işiten hazret-i Enes, önlerinden koşturdu. Doğru eve gelip, babasına meseleyi bildirdi. O da, "Yâ Ümmü Süleym!.. Peygamber efendimiz bütün cemâatiyle yemeğe teşrîf ediyorlarmış. Şimdi ne yapacağız! Evdeki yemek, hepsine yetecek mi? diye telâşlandı. Hanımı gâyet sâkin, "Allahü teâlâ ve Peygamberi, daha iyi bilirler. Sen telâşlanma" cevabını verdi. Gerçekten o gün, "İki cihân Sultânı" ve bütün arkadaşları, Ebû Talha hazretlerinin evinde doydular. Bu olay şüphesiz, hazret-i Resûlullahın mu'cizesi ve ev sahiplerinnin tevekkülü sâyesinde gerçekleşti... Harp ve sulh anlarında hazret-i Ebû Talha, sevgili Peygamberimizden hiç ayrılmadı. En ufak işâretlerini bile, yerine getirmek için, canla-başla çabalıyordu. Başta büyük "Bedir Gâzâsı" olmak üzere, bütün savaşlarda her şeyini; Allahü teâlâ ve Resûlü uğruna fedâ etti... Bilhassa "Huneyn Gâzâsı"nda hârikaydı. O gün Peygamber efendimiz buyurdular ki: "Kim, bir düşmanı öldürürse; düşmanın üzerinde nesi varsa O gâzîye âit olacaktır. Ganîmete, dâhil edilmeyecektir." O savaşta hazret-i Ebû Talha tek başına, yirmiden fazla müşrik öldürdü. Üzerlerinde bulunan bütün eşyâları topladı. İçlerinden bir kılıç bile almadan, hepsini Peygamber efendimizin önlerine bıraktı. O'nun tek isteği, sâdece Allahü teâlânın ve Resûlullahın rızâları idi. Sevgili Peygamberimiz, "Asker içinde Ebû Talha'nın sesi, yüz kişiden hayırlıdır" buyurmuşlardır
.
Müşriklerin korkunç plânı!
20 Ocak 2006 01:00
Uhud Savaşında bazı yakınları ölen müşrikler, Müslümanlardan bunların intikamını almak istediler. Alçakca bir plân hazırladılar. Hemen de planı tatbike koydular. Bu maksatla bir heyet Medine'ye giderek Resulullahın huzuruna çıkıp, "Yâ Resûlallah... Bizim kabîlelerimiz, İslâmiyeti kabûl ettiler. Yalnız Kur'ân-ı kerîm öğretmenine ihtiyâcımız var... Lütfen bize; İslâmiyeti, Kur'an-ı kerimi öğretecek kimseler yollar mısınız?" diye ricada bulundu. Sevgili Peygamberimiz kendilerine, 10 kişilik bir öğretmenler heyeti yolladılar... Başlarında, Âsım bin Sâbit hazretlerinin bulunduğu bu heyette, Mersed bin Ebî Mersed, Hâlid bin Ebî Bükeyr, Hubeyb bin Adiy, Zeyd bin Desinne, Abdullah bin Târık, Muattib bin Ubeyd de bulunuyordu. Bu öğretmenler kâfilesi, geceleri yürüyerek, gündüzleri gizlenerek Hüzeyl Kabilesi topraklarında, Reci' suyu başında, seher vakti konakladılar. Bu sırada yanlarında bulunan Adal ve Kare kabilesi heyetinden biri, bir bahane ile yanlarından ayrıldı. Hemen Lıhyanoğularına gidip, haber verdi. Çok geçmeden kâfilenin etrâfı sarıldı. 200'den fazla silâhlı eşkıyâ oradaydı. Lıhyânoğulları mensupları, esir ticâreti ile geçinirlerdi. Bu sebeple, "Teslim olun... Canınızı kurtarın!.." teklifinde bulunuyorlardı. Asıl niyetleri onları Mekke'de köle olarak satmaktı. Böylece çok para kazanacaklardı. Çünkü Mekkeli müşrikler kendilerine, "Yakaladığınız her Müslüman için, değerinden fazla para öderiz!.. demişlerdi. Müslümanlar aralarında istişâre ederek çarpışmaya karar verdiler. Arkalarını dağa dönüp, kılıçlarını çekip, Allahın dîni uğrunda vuruşmaya başladılar. İkiyüz kişilik düşmana karşı görülmemiş bir kahramanlıkla çarpıştılar. Üzerlerine saldıran kuvvetten bir kısmını öldürdüler. Nihayet çarpışa çarpışa on Sahâbi'den sadece iki kişi kaldı. Lihyânoğulları, kalan Hubeyb bin Adiy ve Zeyd bin Desinne'yi Mekke'ye götürüp müşriklere yüksek bir fiyatla sattılar. Çünkü Hazret-i Hubeyb Bedir Gazâsında müşriklerden Hâris bin Âmir'i Cehenneme yollamıştı. Onun oğulları şimdi kendisini almak için, büyük para ödediler. Zeyd bin Desinne'yi de Safvân bin Ümeyye, Bedir Savaşında öldürülen babası Ümeyye bin Halef'in intikâmını almak üzere satın aldı.
.
İmam yerine TV ekranı
20 Ocak 2006 01:00
Bugün, ABD'de bulunan Turan Yıldız kardeşimin üzüntüsünü sizlerle paylaşmak istiyorum. Değerli kardeşim mailinde üzüntüsünü şöyle dile getiriyor: "Mısır, Hindistan gibi bazı İslam ülkelerinde camilerde müezzin yerine merkezî sistemle ezan okunduğunu, imam yerine dev TV'ler koymaya başlandığını, merkezî sistem ile namaz kıldıran imama (TV'deki imama) uymaya başlandığını duymuştum. Hep korkarak aklımdan geçerdi, acaba bu yaygınlaşır biz de görür müyüz, şahit olur muyuz bu bid'atlere diye. Geçen Kurban Bayramı korktuğum başıma geldi. Başkent "Washington, DC" eyaletinin yanında "Maryland" eyaletinde bir Türk camisi var. Bu camide geçen Kurban Bayramında yeni bir karar alınıp TV ile namaz kılındı. İmamın namaz kıldırdığı mescide kamera sistemi yerleştirildi. Salı sabahı bayram namazı kılınırken, imam otomatik kameradan çekilip arka binadaki TV'den yayınlandı. Oradaki TV ekranı en öne konup, cemaat arkasında ona bakarak namazlarını kıldılar. Yani TV "imam" gibi en öndeydi ve arkada cemaat vardı. Bu olanlar başkent Washington, DC'de görev yapan Türk gazeteciler ve muhabirler tarafından Türkiye'de haberini yapmak için kayda da alındı. Maalesef her geçen gün buna benzer üzücü hadiselerle karşılaşarak âhir zamanda bulunduğumuzun bir defa daha farkına varıp böyle bid'atlere düşmediğim için kendimin ne kadar büyük bir nimet içinde bulunduğunu anladım. Bunda sizlerin ve tavsiye ettiğiniz kitapların büyük payı olduğunu da söylemek zorundayım. Cenâb-ı Hak hepimizi razı olduğu doğru yoldan ayırmasın, dinimizi bozmak isteyenlere de fırsat vermesin!" İşte sevgili kardeşimizin maili özetle böyle. Araba yoldan çıkınca nerede duracağı belli olmadığı gibi, insan da bid'at felaketine yakalanınca nerede duracağı belli olmuyor. İlk defa iyi niyetle ortaya atılan, ezanı hoparlör ile okuma bid'ati işi nerelere götürdü. Hoparlör önce minareden caminin içine indi, sonra da imamı caminin dışına attı. Merkezî ezan ile müezzinlere lüzum kalmadığı gibi bu gidişle merkezî "TV ekranlı" namaz ile imamlara da lüzum kalmayacak. Yerinde kullanmak kaydıyla tabii ki, teknolojiden istifade edilecek. Ancak teknolojinin de dinin de kendine mahsus kuralları vardır. Teknolojide, müspet ilimde değişme, gelişme esastır; dinde ise değişmemezlik esastır. Bu kurala uyulmazsa, mesela, esası değişmezlik olan din değiştirilmeye, teknolojiye, zamana uydurulmaya çalışılırsa örneğin imam yerine TV ekranı kullanılırsa işte yukarıda bahsettiğim garabetlikler ortaya çıkar. Din, din olmaktan çıkar, oyuncak haline gelir. Bunun için dinimiz, dinde değişiklik, dini tabirle "bid'at" üzerinde çok durmuştur. Peygamberimiz, "Her bid'at sapıklıktır ve her sapık da Cehennemdedir" buyurmuştur. Allahü teâlâ, kullarını, kendisini tanımaları ve ibâdet etmeleri için yarattı. İbadetin nasıl yapılacağını da Peygamberimiz vasıtasıyla kullarına bildirdi. Kullarına bırakmadı. Bir insan, kendi görüşü, anlayışı ile ibadet yaparsa, O'na kulluk yapmamış olur. Resûlullahın bildirdiklerinde eksik veya fazlalık bulmuş olur. Hâlbuki dinde eksiklik olmaz. Böyle yapılırsa daha iyi olur demek, Resûlullahın bildirdiğini beğenmemek olur. Hadis-i şerifte "İbadetleri bizim gibi yapmayan bizden değildir" buyuruldu. Bid'atin bir tehlikesi de tövbe etme durumu olmamasıdır. Çünkü, bu bid'ati iyi bildiği ve karşılığında sevap beklediği için tövbe etmek aklına gelmez. Bir hadîs-i şerîfte, "Bid'at sahibi, bid'atini terk etmedikçe, Allahü teâlâ ona tövbe etmesini nasîb etmez."buyuruldu
.
"Biz cana kıymayız!"
21 Ocak 2006 01:00
Mekkeli Müşrikler, hazret-i Hubeyb ve Zeyd'i satın aldıktan sonra, onlara ne cezâ vereceklerini konuştular. Sonunda, harâm ayların geçmesini beklemeye, o zamana kadar, ellerini ayaklarını zincire vurmaya karar verdiler. Harp meydanındaki yenilginin intikâmını, müdâfaasız bir insandan alçakça alacaklardı. Hem de o esîri; harpte değil, parayla pazardan almışlardı!.. Hâriseoğulları, iftihârla Hubeyb bin Adiy'i kendi âile fertlerine gösteriyorlar: "İşte babamızı öldüren... Şimdi vereceğimiz cezâyı beklemekte!.." diyorlardı. Hazret-i Hubeyb bin Adiy, hapsedildiği evde tam bir tevekkül ile, Allahü teâlânın kendisi hakkındaki takdirini bekliyordu. Hapsedildiği evde bulunan ve azatlı bir cariye olan Mâviye şöyle anlatmıştır: "Hübeyb, benim bulunduğum evde bir hücreye hapsedilmişti. Ben ondan daha hayırlı bir esir görmedim. Bir gün baktım elinde insan başı gibi kocaman bir üzüm salkımı vardı. Ondan yiyordu. Her gün böyle üzüm salkımı elinde görülürdü. O mevsimde hem de Mekke'de üzüm bulmak asla mümkün değildi. Allahü teâlâ ona rızık veriyordu. Hapsolunduğu hücrede namaz kılar, Kur'ân-ı kerîm okurdu. Onun okuduğu Kur'ân-ı kerîmi dinleyen kadınlar ağlaşırlar. Ona acırlardı. Ona 'bir isteğin var mı' dediğimde, 'Bana tatlı su ver, putlar için kesilen hayvanların etinden getirme, bir de beni ödürecekleri zaman önceden haber ver, başka bir şey istemem' dedi. Öldürüleceği gün kararlaştırılınca gidip kendisine söyledim. Hayret ettim, öldüreceği zamanı öğrenince onda en ufak bir değişiklik ve zerre kadar üzüntü eseri görülmüyordu. Bana; 'Ne olur bana, bir ustura buluver... Temizlik yapacağım. Ben de sana duâ ederim' dedi. Ben de çocuğumun eline bir ustura verip, gönderdim. Çocuk yanına gidince birden korktum. 'Eyvah bu adam çocuğu ustura ile keser o nasıl olsa öldürülecek' dedim. Koşup çocuğa baktım. Hubeyb, gönderdiğim usturayı çocuğun elinden alıp, çocuğu sevmek için dizine oturtmuştu. Ben bu durumu görünce çok korkup, feryâd etmeye başladım. Durumu anlayınca, 'Bu çocuğu ödüreceğimi mi zannediyorsun? Bizim dînimizde böyle şey yok. Haksız yere cana kıymak bizim hâl ve şânımızdan değildir' dedi. Aslında eli usturalı bir esir çok şey yapabilirdi... Hattâ bu fırsat sâyesinde, hürriyetine bile kavuşabilirdi. Hazreti Hubeyb böyle bir şeyi, düşünmek bile istemedi. Küçük bir yavruyu âlet etmek küçüklüğünü aklına bile getirmedi..."
.
Belli başlı bazı bid'atler
21 Ocak 2006 01:00
Dün, ABD'de bir Türk camisinde imam yerine, "TV ekranı" konulması bid'atinden bahsetmiştim. Bugün de bid'at nedir, belli başlı bid'atler hangileridir, bunun üzerinde durmak istiyorum... Dinde yapılan her değişiklik ve reform bid'attir. Bid'at, sonradan ortaya çıkarılan şey demektir. Peygamber efendimizin ve dört halîfesinin zamanlarında bulunmayıp da, onlardan sonra, dinde meydana çıkarılan, ibâdet olarak yapılmağa başlanan şeylerdir. Meselâ müezzinin sadece kâmet getirmesi gerekirken bunun dışında üç ihlâs okuması bid'attir. Bid'atlerden bazıları şunlardır: 1.Dinin küfür alâmeti dediği şeyleri zarûret olmadan kullanmak, en kötü bid'attır. Îmânın gitmesine sebep olur. 2. Eshâb-ı kirâmı kötüleyen, bid'at sâhibi olur. Ebû Bekir ile Ömer'in hilâfete hakları yok idi demek küfürdür. Mezhepsizlik, mezheblere inanmamak, dört mezhebden birinde olmamak bid'attir. Bu, aynı zamanda Ehl-i sünnet itikatında olmanın şartıdır. 3.Cenâze olduğunu bildirmek için, minârelerde salât okunması bid'attir 4.Namazlardan sonra hemen âyet-el-kürsî okumak lâzım iken, önce Salâten tüncînâyı ve başka duâ okumak bid'attir. Namazdan sonra secde edip de kalkmak bid'attir. 5.Namazda selâmdan sonra, üç kerre söylenen (Estagfirullah)ı müezzinin yüksek sesle söylemesi bid'at olur. 6.Eli göğse koyarak, selâmlaşmak bid'attir. 7.İbâdetleri, hoparlörle yapmak (Ezan okumak, namaz kıldırmak, imam yerine TV ekranı koymak...) bid'attir. Televizyondaki, radyodaki imâma uymak câiz olmadığı gibi, bu seslerle ibâdet yapmak da sahîh olmaz. Bid'at ve büyük günâh olur. 8.Sakalın sünnete uygun yanî, çenedeki ile birlikte bir tutam uzunlukta olmaması, kısa olması bid'attir. 9. (Zekeriyyâ sofrası) denilen adak bid'attir. Yahûdî âdetidir. 10.Câmide her namazdan sonra birbiri ile müsâfeha etmek bid'attir. (Bayram günleri, câmilerde müsâfeha ederek bayramlaşmak ve namazlardan sonra, âdet etmeden, ara sıra müsâfeha etmek câizdir.) 11.Kur'ân-ı kerîmi şarkı söyler gibi okumak bid'attir. Elhân ile, ya'nî mûsikîye uyarak tecvîdi bozmak bid'at ve dinlemesi de büyük günâhtır. Kur'ân-ı kerîmi, tekbîrleri ve ilâhîleri çalgı ile, ney çalarak okumak, bunun için tehlikeli bid'attir. Kur'ân-ı kerîmi güzel ses ile, tecvîd ile okumalıdır. Tegannî ile, kelimeleri değiştirip nağmeye uydurarak okumak harâmdır. (Itrî efendi, İslâm tekbîrini, segâh makâmında bestelemekle, İslâmiyete bir hizmet yapmamış, dîne bir bid'at karıştırmıştır.) 12.Kur'ân-ı kerîmi ücret ile okumak, bâtıl ve bid'attir. 13.Dîni Türk mûsikîsi, tasavvuf müziği diye bid'atler uyduruldu. Bunların bid'at olduğu, Kâdî-zâdenin (Birgivî vasıyyetnâmesi) şerhinde uzun yazılıdır. 14.Cenâzede alkış tutmak, yüksek sesle tekbîr, tehlîl, ilâhîler okumak, kabre çiçek bırakmak, siyah giyinmek, yakaya resim takmak bid'attır. 15. Mezâr taşı üzerine âyet-i kerîme, mübârek isimler, şiir, Fâtiha kelimesini yazmak, câiz değildir. Asırlardan beri yazılıyor ise de, kötü bir bid'attir. 16.Ölü evinden yemek, helva dağıtılması bid'attir. Birinci, üçüncü, yedinci, kırkıncı, elliikinci ve elliüçüncü gibi günlerde helva, çörek gibi şeyler yapmak ve kabir başında yemek dağıtmak ve hâfızları, hocaları, mevlidhanları toplayıp, okutup yemek vermek mekrûhtur. 17.Evliyânın kabirlerinde kandil, mum yakmak, çaput, bez bağlamak bid'attir. >> Tel: 0 212 - 4
.
İki rekât namaz
22 Ocak 2006 01:00
Hazreti Hubeyb bin Adiy ve Zeyd bin Desinne'yi öldürek için müşriklerin kararlaştırdığı gün gelmişti. Fakat müşriklerin kin ve intikâm hisleri geçmek bilmedi. Bir sabah erkenden O büyük îmânlı Sahâbînin zincirlerini çözüp, zindandan çıkardılar. Mekke dışında Ten'im denilen yere götürdüler. Çünkü bütün mel'anetlerini, orada yapmayı âdet edinmişlerdi. Herkese haber verildi. Bu yüzden şehrin zengin-fakîr, genç-ihtiyâr, kadın-erkek ve bütün çocuklar oradaydılar... Bu iki yüce Sahâbenin başına gelecekleri merak ediyorlardı. Bu iki Allah ve Resûlullah dostu ise, heyecanlı değildiler. Yolda karşılaşıp görüşen bu iki Sahâbî kucaklaşarak birbirlerine uğradıkları belâya sabretmelerini tavsiye ettiler. Az sonra bir müşrik bağırdı: "Ey Hubeyb! Sen bizim babamızı, Hâris bin Âmir'i savaşta öldürdün... Bugün onun intikâmını senden alacağız... Ölmeden önce bir isteğin var mı?" Hubeyb bin Adiy gâyet sâkin, şunları söyledi: "Yaşatan ve öldüren ve öldükten sonra gene diriltecek olan, yalnız Cenâb-ı Allahtır... O'na binlerce hamd olsun. Beni bırakınız iki rekât namaz kılayım.Tek arzum bu. Elleri ve ayakları çözülen Hazreti Hubeyb, hemen namaza durup, büyük bir sükûnet içinde huşû' ile iki rekât namaz kıldı. Cenâbı Hakka son duâlarını yaptı. Toplanan müşrikler, kadınlar, çocuklar heyecanla onu seyrediyorlardı. Namazını bitirdikten sonra; "Vallahi eğer ölümden korkarak namazı uzattığımı zannetmeyecek olsaydınız, namazı uzatırdım ve daha çok kılardım" dedi. Böylece idam edilirken iki rekât namazı ilk kılan, âdet ve sünnet olmasına sebep olan Hubeyb bin Adiy'dir Peygamber efendimiz, onun idam edilirken iki rekât namaz kıldığını işitince bu hareketini yerinde ve uygun bulmuştur. Hârisoğulları hırsla yaklaştılar: - Artık ölmeye hazır mısın? diye sordular. Aslında O'nun bağırıp çağırmasını, yalvarmasını istiyorlardı. Çünkü o zaman daha keyifle, işkence edeceklerdi. Fakat aksine Hubeyb hâlâ sâkindi: "Müslüman olarak öldükten sonra, ne şekilde can verirsem vereyim, önemli değil... Çünkü bütün çektiklerim, Allah ve Resûlullah sevgisi içindir. Cenâb-ı Hak dilerse, parça parça edeceğiniz vücudumun zerresini, lütuf ile Cennetine nâil eyler" dedi.
.
"Bütün dünya benim olsa..."
23 Ocak 2006 01:00
Hazret-i Hubeyb, son namazını kıldıktan sonra, Mekkeli müşrikler, onu tutup darağacına kaldırarak bağladılar. Yüzünü kıbleden Medine'ye doğru çevirdiler. Sonra, "Haydi dîninden dön seni serbest bırakalım" dediler. "Vallahi dînimden asla dönmem! Bütün dünya benim olsa, bana verilse yine İslâmiyyetten dönmem!" Sonra, "Esselâmü aleyke Yâ Resûlallah" dedi. "Şimdi senin yerine Peygamberinin olmasını, onun öldürülmesini, sen de evinde rahat oturasın ister misin?" Sorusuna ise, "Ben Muhammed aleyhisselâmın değil benim yerimde olmasını, Medîne'de yürürken ayağına bir diken bile batmasına asla râzı olmam!" cevabı verdi. "Ey Hubeyb, İslâm dîninden dön eğer dönmezsen seni muhakkak öldüreceğiz" sözlerini de, "Allah yolunda olduktan sonra benim için, öldürülmemin hiç ehemmiyeti yoktur" dedi. Hazret-i Zeyd bin Desinne'ye de bu şekilde söylediler. O da aynı cevabı vererek şehid oldu. Bundan sonra Hubeyb, "Allahım! Şuracıkta düşman yüzünden başka yüz görmüyorum... Allahım! Resûlüne selâmımı ulaştır. Bize yapılan bu işi Resûlüne bildir" diyerek duâ etti. Hubeyb bu duâyı yaptığı sırada sevgili Peygamberimiz, Eshâb-ı kirâmla oturuyordu. Zeyd bin Hârise şöyle anlatmıştır: Bir gün Resûlullah efendimiz Eshâbıyla otururken kendisine vahiy geldiği sırada kaplayan hâl gibi bir hâl kapladı. Sonra, " Ve aleyhisselâm" dedi. "Yâ Resûlallah bu selâmı kimin selâmına karşılık verdiniz?" diye sorulunca, "Kardeşimiz Hubeyb'in selamına karşılık verdim. Cebrâil aleyhisselâm, Hubeyb'in selâmını bana ulaştırdı" buyurdu. Ve Hubeyb ile Zeyd'in şehid edildiğini Eshâbına duyurdu. Hubeyb'in etrafında toplanan Kureyş müşrikleri: - İşte babalarınızı öldüren bu adamdır, diyerek gençleri üzerine mızraklarıyla saldırttılar. Mızraklarını saplayarak vücudunu yaralamaya başladılar. Bu sırada Hubeyb'in yüzü Kâbe'ye doğru döndü. Müşrikler Medine'ye doğru döndürdüler. Hubeyb: - Allahım eğer ben senin katında hayırlı bir kul isem yüzümü Kâbe'ye çevir, diyerek duâ etti. Yüzü yine kıbleye döndü. Müşriklerden hiçbiri onun yüzünü Kâbe'den başka bir tarafa çeviremedi. Bu esnada Hubeyb darağacı üzerinde düşman arasında garip bir halde şehit edilmekte olduğunu dile getiren bir şiir söyledi.
.
"Cennette komşumdur"
24 Ocak 2006 01:00
Mekkeli müşrikler darağacına çıkardıkları hazret-i Hubeyb'e, ellerindeki mızraklarla işkence yapmaya başlayınca, "Vallahi ben Müslüman olarak öldürülecek olduktan sonra vurulup hangi yanım üstüne düşersem düşeyim gam yemem. Bunların hepsi Allah yolundadır" dedi. Hubeyb bundan sonra yüksek sesle şöyle bedduâ etti: "Ey büyük ve her şeye kâdir olan Allahım... Sen de bu zâlimlerin tamâmını mahveyle!.. Onlardan hiçbirini bırakma... Hepsini ayrı ayrı öldür Allahım..." Zalimler, hainler korkak olur. Bu hâinler de bedduâyı işitince korkmaya başladılar. Hazret-i Hubeyb biraz daha konuşursa, vaziyet değişebilirdi. Oradakiler müşrik de olsalar tesir altında kalabilirlerdi!.. Hattâ o mazlûmu kurtarmak istiyen bile çıkabilirdi... Hârisoğulları: - Konuşturmayın şunu! diye bağırdılar. Sonra da mızraklarını peş peşe saplamaya başladılar, içlerinden biri göğsüne mızrağı sapladı, mızrak sırtından çıktı. Hubeyb, vücudundan kanlar fışkırırken ve darağacında sallanarak son nefesini verirken, "Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh" diyerek şehid oldu. Hubeyb bin Adiy'in cenazesi kırk gün darağacında asılı kaldı. Bedeni çürüyüp kokmadı. Hep taze kan aktı. Peygamber efendimiz onun cenazesini getirmek üzere Eshâb-ı kirâmdan Zübeyr bin Avvâm ve Mikdâd bin Esved'i gönderdi. Gece gizlice Mekke'ye girip Hubeyb'i asılı bulunduğu darağacından indirip deveye yükleyerek Medine'ye doğru yola çıktılar. Hazreti Zübeyr ve Mikdâd, kendilerini savunmak için cenazeyi yere koydular. Biraz sonra baktılar ki, Hubeyb'in cenazesini bıraktıkları yer yarılıp, cesedi içine alındı ve kapandı. Onlar da oradan uzaklaşıp, Medine'ye döndüler. Peygamber efendimiz, Hubeyb bin Adiy için: "O benim Cennette komşumdur" buyurmuştur.
.
"İman edenler müstesna..."
25 Ocak 2006 01:00
Hicretin yedinci senesi idi... Sevgili Peygamberimiz ve Eshâbı hep birlikte, Medîne'den hareket ettiler. Niyetleri; Mekke'ye varıp "mübârek" Kâbe'ye yüzlerini sürmekti... Çünkü geçen sene müşrikler, buna engel olmuşlardı. Fakat bu yıl için anlaşmaları vardı. Böylece Resûlullah efendimiz ve arkadaşları, umre ibâdetlerini de ifâ etmiş, yerine getirmiş olacaklardı. Mekke'ye yaklaşırken Resûlullah efendimiz Kusvâ adlı devesinin üzerinde ve devenin yuları da Abdullah bin Revâha'nın elinde bulunuyordu. Abdullah bin Revâha, hem şiirler söylüyor, hem ilerliyordu: Bu şiirleri işiten Hazret-i Ömer, hiddetlendi ve, "Ey Abdullah!.. Beytulah'ın önünde ve Peygamber efendimizin huzurlarında, nasıl böyle şiir söyleyebilirsin" diye çıkıştı. Fakat sevgili Peygamberimiz, "Bırak Yâ Ömer... Allaha yemîn ederim ki, Abdullah'ın sözleri; düşmana, ok saplamasından fazla tesir eder. Ey Revâha'nın oğlu devam et!" buyurdular. Abdullah bin Revâha da söylemeye devam etti. Diğer Eshâb-ı kirâm da onun söylediklerini tekrar ediyordu. Hakikaten o zamanlar, şâirlerin önemi çok fazlaydı. Çünkü radyo, gazete, tv gibi propaganda araçları mevcut değildi. Bu yüzden herkes kendi fikirlerini, şiirle beğendirmeye çalışıyordu. Veya aksine beğenmediklerini de, ancak o yolla tenkîd edebiliyordu. Şâirler bu yüzden çok önemliydiler... Din düşmanları da aynı yolu, acımasızca kullanıyorlardı. Puta tapan ve kâfir şâirler; alçakça İslâmiyete saldırıyorlardı. Dînimiz ve Peygamber efendimizle, utanmadan alay ediyorlardı. İşte bu hâin propagandaya karşı, İslâmın ilk büyük şâirleri üç kişiydiler: Hassân bin Sâbit, Kâ'b bin Züheyr ve Abdullah bin Revâha hazretleri. Bunların yazdığı Beyit ve kıtalar, hemen ezberlenirdi. Her yerde tekrarlanan bu şiirler, kâfir kalblerine ok gibi saplanıyordu... Ama günün birinde, şâirler için "âyet-i kerîme" indi. Cenâbı Hak, Kelâmında meâlen buyurdu ki: "... Onlara, şâirlere ancak, sapıklar uyarlar..." Bu şiddetli hitap karşısında, Hazret-i Abdullah ve arkadaşları ağlamaya başladılar. Bunu gören Peygamber efendimiz, âyetin devamını okudular: "... Ancak îman edip, iyi işler yapanlar ve Allahı çok ananlar müstesnâ, Onlar öteki şâirler gibi değildirler..." Hazret-i Abdullah ve arkadaşları da, başka türlü değillerdi ki... Ancak dînimizi övüyor, din düşmanlarını yeriyorlardı. Ayet-i erimenin devamı gelince, üzüntüleri sevince dönüştü.
.
İtâatte hırsını artırsın!"
26 Ocak 2006 01:00
Mübârek bir cuma günü sevgili Peygamberimiz, mescidde hutbeye çıktılar. Hazret-i Abdullah da telâşla, cumaya yetişmeye çalışıyordu. Henüz epeyce ilerde, "Beni Ganm"de bulunuyordu. Tam o sırada, Peygamber efendimizin, "Oturun!" buyurduklarını işitti. Derhal bulunduğu yere oturdu. İki Cihân Güneşi'nin hutbeleri bitinceye kadar da, yerinden kalkmadı... Bu hâli gören Müslümanlar, durumu Peygamber efendimize arz ettiler: "Yâ Resûlallah!.. Revâha oğlunun, nerede oturduğunu görüyor musunuz?" Sevgili Peygamberimiz o tarafa doğru baktılar. Çünkü sizin "oturun" emrinizi, orada duydu ve hemen oturdu!.. dediler. Peygamber efendimiz bu hareketten çok hoşlanıp, hazret-i Abdullah'a, "Cenâbı Hak senin, yüce Allaha ve Resûlüne olan itâatte hırsını artırsın" diye dua buyurdu. Hazret-i Abdullah'ın şâirliği kadar, cengâverliği de (savaşçılığı) meşhurdu... Peygamber efendimizle birlikte, bütün savaşlara katıldı. Hepsinde büyük kahramanlık gösterdi. İşte bunlardan biri de Hicretin 8. yılındaki Mûte Gâzâsıdır. Resûlullah efendimiz, Bizans imparatoruna bağlı Busrâ emîrine de bir mektup yolladı. Fakat küstah emîr, aldığı İslâma dâvet mektubunu yırttı. Üstelik İslâm elçisini de, hâince şehîd etti. İşte bu alçaklığa üzülen Allahü teâlânın Resûlü, o zâlimler üzerine kuvvet göndermeye karar verdi. Hepsi de gönüllü olan 3.000 kişilik mücâhidler ordusu kısa zamanda hazırlandı. İki cihan sultânı Peygamber efendimiz, öğle namazını kıldırdıktan sonra, bu mübârek orduyu bizzat uğurlamaya çıktılar. Sancağı şerîflerini, hazret-i Zeyd'e teslim ettiler. Sonra da buyurdular ki: "Cihâd için hazırlanan bu ordunun başına Zeyd bin Hârise'yi kumandan ta'yin ettim. Şâyet Zeyd şehîd olursa, sancağı Ca'fer alsın... O da şehîd düşerse, Abdullah bin Revâha alsın... O da şehîd olursa sizler, istediğiniz birini "Kumandan" seçersiniz..." Herkes birbiriyle kucaklaşıyor, helâlleşiyordu... Bu sırada arkadaşları, hazret-i Abdullah'ın ağladığını fark ettiler: "Niçin ağlıyorsun, ey Revâha'nın Oğlu" diye sordular. Cevap verdi: "Vallahi, dünyâyı sevdiğim için ağlamıyorum. Sizlerden ayrılacağım için de değil. Peygamber efendimizden duyduğum, Allahın kelâmını hatırladım: "... İçinizden hiçbiriniz hâriç olmamak üzere hepiniz, Cehenneme varacaksınız..." deniyordu. İşte oraya cehenneme vardığım zaman, hâlim ne olacak diye ağlıyorum... dedi. Aradaşları, O'nu tesellî ettiler. Cehennem sıcaklığının salihler için farklı olacağını, Cehennem ateşini hissetmeyeceğini bildirdiler.
.
En büyük şeref
27 Ocak 2006 01:00
Zeyd bin Hârise kumandasındaki ordu Mute Savaşı için hareket ettiğinde Abdullah bin Revâha Peygamber efendimizin huzûruna gelerek, "Yâ Resûlallah! Bana ezberleyeceğim ve aklımdan hiç çıkarmayacağım bir tavsiyede bulunur musunuz?" dedi. Resûlullah efendimiz buyurdular ki: "Sen, yarın Allaha pek az secde edilen bir ülkeye varacaksın. Orada secdeleri çoğalt!Allahü teâlâyı zikret, çünkü, Allahü teâlâyı zikir, umduğuna kavuşmanda sana yardımcı olur!" Ordu, Medîne dışındaki hurmalıklara gelince, sevgili Peygamberimiz son emirlerini verdiler: "Çocukları, kadınları, âmâları sakın öldürmeyin... Evleri yıkıp, ağaçları yakıp harâp etmeyin!" Zeyd bin Erkam der ki: Ben Abdullah bin Revâha'nın terbiyesi altında yetişmiş bir yetimdim. Mûte seferine çıktığımızda beni de terkisine bindirmişti. Geceleyin biraz gidince dudaklarından şehidliği özlediğini ve buna kavuşmak için yandığını ifâde eden şiirler söylüyordu. Bu beyitleri işitince ağladım. Bunu fark eden Abdullah bin Revâha, bana dedi ki: "Sana ne oluyor! Şehid olmamın sana ne zararı var? Hak teâlâ bana şehidliği nasîb ederse, sen de hayvanıma biner, geri döner, yerine ulaşırsın. Ben ise dünyânın dert, tasa, üzüntü ve hâdiselerinden kurtularak özlediğim şehidlik makâmına kavuşurum." Abdullah bin Revâha, gece inip iki rekat namaz kılıp, uzunca bir duâ yaptı. Sonra Zeyd'e dönüp dedi ki: "Ey çocuk! İnşallah bu sefer şehidlik nasib olacaktır!" İslâm ordusu, Şam topraklarında bulunan, Ma'an şehrine kadar hiç durmadı. Ancak orada, Bizans imparatorunun kendilerine karşı, 100.000 kişilik büyük bir odu yolladığını haber aldılar. Derhal istişâre toplantısı yapıldı. Sonunda, hazret-i Abdullah ayağa kalktı: "Ey Mücâhidler!.. Bu sefere niçin çıktığımızı, hatırlamıyor gibisiniz!.. Çünkü hepiniz biliyorsunuz ki, ya kahramanca savaşıp zafer kazanacağız veya Allah rızası için ölüp, şehîd olacağız... Bu mertebelerin ikisi de, her Müslümân için, en büyük şereftir. Kardeşlerim... Unutmayın ki biz düşmana karşı, sayı ve silâh çokluğuyla savaşmıyoruz... Cenâb-ı Hakkın lutfettiği, İslâm dîni ve îman gücümüzle, er meydanına atıldık. Hepimiz yüce Allahtan, iki şey diliyoruz: Ya gâzilik, ya şehîdlik" diyerek sözlerini tamamladı.
.
Bu saçmalıkların devamı gelecek
27 Ocak 2006 01:00
Geçen hafta, cami imamının ve müftünün ikazına rağmen, başı açık kadın ve erkeklerden oluşan bir grup Çamlıca'daki Subaşı Camii'nde karışık olarak topluca cuma namazı kıldı. Daha önce cenaze namazına katılma eyleminden sonra kadınların erkekler arasında hem de başları açık olarak cuma namazına katılmaları ikinci bir teşebbüs oldu. Varlıklı, eğitimli ve entel grubun bu ve buna benzer teşebbüslerinin her geçen gün daha da çoğalacağı, eylemlerinin devam edeceği anlaşılıyor. Bu hareketlerin sebebini araştırmacı-yazar Aytunç Altındal kısa ve öz olarak çok güzel dile getirmiş: "Cuma namazına kadınlar katılamazlar, ayrıca baş açık, makyajlı, namaz asla kılınamaz. Bu sosyete işi abukluklar yeni çıktı. Hıristiyanlıkta protestanlar dinde değişiklikler yapmıştı. Akıllarınca şimdi sıra İslamda. Bunlar da İslamda Protestanlaştırma hareketleri yapıyorlar!.." Bu tür teşebbüsler, sıradan birkaç kendini bilmez insanın yaptığı basit bir davranış değildir. İçeriden ve dışarıdan gizli eller vasıtasıyla yönlendirilmektedir. Aralarında, yabancı kolej mensuplarının ve Amerikalı bir müzisyenin de bulunması bunu kuvvetlendirmektedir. Eyleme katılanların pek çoğunun belki de bundan haberi yoktur. Asırlardır yaptıkları mücadele ile İslamı yok edemeyeceklerini anlayanların, İslamda reform yaparak, içini boşaltarak değişik bir yolla İslamı yok etmenin planlarıdır bu eylemler. Kurulduğu günden beri ciddi hiçbir faaliyette bulunmayan, İKT'nin geçenlerde "Reform" gündemi ile toplanması, reform konularından birinin de, "Kadının dindeki yerinin gözden geçirilerek düzeltilmesi" olması işin ciddiyetini ve kapsamını göstermektedir. Konu hakkında görüşlerine başvurulan ilahiyatçılar tepkililer: "Kadınların başı açık namaz kılmaları caiz değildir. Bu namaz olmaz. Temel fıkıh kitaplarımızdaki hükümler bir kadının başı ve vücudu örtülü olarak namaz kılması gerektiğini söylüyor. Cemaatle namaz kılmanın bir adabı vardır. Eğer Allah'ın huzurunda duruluyorsa Allah'ın istediği şekilde durmak gerekir. Çünkü bu kul ile Allah arasındaki en güzel irtibattır. Onun istediği şekilde ona ibadet edip yakarışta bulunmalıyız. Şeklî kaideler önemlidir. Kimse kafasına göre kurallar uyduramaz. Bu şekilde namaz caiz olmaz. İbadetin şekli vardır, şartları vardır. İnsanlar ya uyarlar ya uymazlar. Fakat 'Niyetimiz iyi' diyerek değişiklik yapamazlar" diyorlar. Tepki göstermeye hiç hakları yok aslında. Bu saçmalıkların yolunu açan onlar çünkü. Kendileri yıllardır, fıkıh kitaplarını, ilmihal kitaplarını kötülediler. Kur'an-ı kerim meali okuyun, dininizi asıl kaynaktan öğrenin, dediler. Bu eylem ektikleri tohumun meyvesidir. Nitekim, eylemcilere "Neden böyle namaz kılıyorsunuz?" sorusu sorulduğunda, "Bizim içimiz temiz, düşüncemiz böyle, Kur'andan anladığımıza göre bu şekilde namaz kılabiliriz" cevabını verdiler. Sen saçmalıklara kapıyı aralarsan, yolu açarsan işte böyle garabetlerle karşılaşırsın, seni de dinlemezler kendilerine göre de bir yol tuttururlar. Kadınların cuma namazı eylemi, günlerdir tartışılıyor. Kimisi olur diyor kimisi olmaz diyor, her kafadan bir ses çıkıyor. Zaten bu eylemin bir maksadı da buydu. Misyonerlerin önde gelen isimlerinden Zwemer'in, 1930'ların başında Kudüs'te Zeytindağı'nda toplanan misyonerler kongresinde yaptığı konuşmayı hatırlayalım: "Sizin göreviniz, Müslümanların Hristiyan yapılması değildir. Asıl göreviniz onları dinlerini sorgular, tartışılır hale getirmektir. Bu sağlanırsa gerisi kendiliğinden gelir. Bizim yapmak istediğimizi kendi kendilerine yaparlar!..
.
O da muradına erdi
28 Ocak 2006 01:00
Mûte savaşında Hazret-i Ca'fer görülmedik bir şekilde kılıç sallıyordu ama, kefere sürüsü, tükenecek gibi değildi. Yüzlercesi birden, Hazret-i Cafer'e çullandılar. Önce, sağ kolunu kılıçladılar. Sancağı, öbür eline aldı. Sol kolunu da uçurdular... Mübârek sancağı şerîfi, mübârek vücûduna sardı. O hâliyle savaşa devam etti. Bu inanılmaz kahramanlığa, Bizans şövalyeleri hayret ediyorlardı. Bir türlü yere yıkamadıkları o büyük mücâhide, yüzlerce ok ve mızrak sapladılar. Artık o, hazret-i "Ca'fer-i tayyâr" oldu. Cennete uçarken, hazret-i Abdullah koşturdu. Yere indi. Sancağı kaptı. Göklere doğru yükseltti. Abdullah bin Revâha çarpışırken bir ara parmağı ağır yaralandı. Kopmak üzere idi. Bunun üzerine atından indi. Yaralı parmağını ayağının altına koyup: "Sen sadece yaralı parmak değil misin? Zaten bu kazâya da Allahü teâlânın yolunda uğramış bulunuyorsun" diyerek çekip kopardı. Sonra tekrar atına binip olanca gücüyle çarpışmaya devam etti. Çarpışmanın bir anında Abdullah bin Revâha atından inmişti. Amcasının oğlu kendisine biraz pişmiş et getirdi ve: "Al, bunu ye de biraz güçlen" dedi. Abdullah bin Revâha üç günden beri bir şey yememişti. Etten ağzına bir lokma aldığı sırada, müslümanların bulunduğu yerde bir karışıklık gördü. Bunun üzerine: "Arkadaşların bu hâlde iken sen halâ bu dünyâdasın ve yiyip-içmekle meşgulsün" diyerek nefsini kınadı ve elindeki eti bırakarak tekrar savaşa başladı. Çok geçmeden sevgili Peygamberimizin, mübârek sözleri gerçekleşiyordu. Hazret-i Abdullah da, önceki kumandanlar gibi şehîd oldu. Murâdına erdi. Bundan sonra sancak Hâlid bin Velîd hazretlerine verildi. Hâlid bin Velid kumandası ve sancağı altında hücüma geçen mücâhidler düşmanı şaşkınlığa düşürüp bozguna uğrattılar. Hâlid bin Velîd: - O gün benim elimde dokuz kılıç parçalandı. Elimde geniş yüzlü bir Yemen palasından başka bir şey kalmamıştı, diyerek o zamanı dile getirmiştir. Bu esnada Medîne'de, Mescid-i Nebî'de bulunan Allahü teâlânın Resûlü, şehidlerin Arş-ı a'lâya yükseldiklerini haber verdiler. Abdullah bin Revâha, Peygamber efendimizin vahy katipleri arasındadır. Onun hakkında buyurdular ki: "Cenab-ı Hak, Abdullah bin Revâha'ya rahmet eylesin. Melekler onun meclisiyle öğünürlerdi."
.
Kuralsız ibadet olmaz!
28 Ocak 2006 01:00
Dün, başı açık kadın ve erkeklerden oluşan varlıklı, eğitimli ve entel bir grubun Çamlıca'daki Subaşı Camii'nde topluca karışık cuma namazı kıldığından bahsetmiştik. Bu tip eylemlere katılanları (eylemi yönlendiren militanlar hariç) iki gruba ayırabiliriz. Birincisi; altyapısı olmayan, temel dinî bilgilerden mahrum cahil insanlardır. Bunlar işin aslını bilmedikleri için, kandırılmaya, yönlendirilmeye, istismara müsait kimselerdir. Demagoji ve mantık oyunlarını ilim zannederler; çünkü gerçek ilmi bilmezler. İlimle değil, basit akılları ile hareket ederler. Böyle olduğu için de, tuzağa yakalanmaları kolay olur. İkincisi; inanç boşluğunda olan kimseler. İnsan, yaratılıştan bir şeye inanma ihtiyacını hisseder. İnsan, doğru veya yanlış bir şeye inanmazsa, huzursuz olur. Bunlar bu tür inançsızlık boşluğuna düşmüş, genelde, dinle pek ilgisi olmayan kimselerdir. Birileri fırsattan istifade edip boşluğu dolduruyor. Sen doldurmazsan birileri doldurur. Boşluğu da herkes kendine göre dolduracak. Fırsatlar değerlendirilerek İslamda "Reform"un yolu açılacak. Nitekim şu teklif gerçek niyetini ortaya koyuyor: "İki-üç yıl önce, ABD'de, Afrika kökenli Müslümanların camilerde, kiliselerde olduğu gibi sırada sandalyede oturarak ibadet ettiklerini görmüştüm. Namaz illa bildiğimiz klasik rükü, secde biçimi ile mi kılınmalıdır. Kadınla erkeği daha kolay yan yana getirecek bir biçimde kılınamaz mı? Müslümanlığın Protestanlıştırılması kavramını geçenlerde Paris'te, 'Avrupa'nın İstikrar Girişi' adlı bir kuruluş tarafından hazırlanan raporda görmüştüm. Bu kavramı, İslam'da bir reform başlaması anlamında kullanıyorlardı. Sanıyorum bu gelişmenin ilk cesur işaretlerine tanık oluyoruz!.." İşte bu tür eylemlerin nihai hedefi bu. Kuralsız, şartsız herkesin kendine göre bir din anlayışının yolunu açmak. Böylece asırlardır yıkamadıkları İslamı bu yolla içeriden yıkmak. Halbuki, her ibadetin kendine mahsus kuralları vardır. Bu kuralları da koyan dinin sahibi Cenab-ı Haktır. Her Müslüman o kuralları kabul ederek Müslüman olur. Hiç kimsenin kendi anladığına göre kural koyma hakkı yoktur. Kural koymaya kalkışırsa artık o din Cenab-ı Hakkın dini olmaktan çıkar, kuralı koyan kimsenin dini haline gelir. Bu da "dinsizlik" demektir. Allahü tealanın koyduğu kurallara uyulmaz herkes yeni kural koymaya, dini değiştirmeye kalkışırsa, ortaya insan sayısı kadar din çıkar. Artık bu değişik şekillere de din denmez, felsefe, şahsi düşünce denir. Din ile felsefeyi, şahsi düşünceyi birbirinden ayırmak gerekir. Kimse benim aklıma göre böyle olması lazım, diyemez. Çünkü, akıl göz gibidir, İslâmiyet de ışık gibidir. Göz karanlıkta cisimleri göremez. Görmesi için ışık gerekir. Akıl da hakikati göremez. Görmesi için İslâm ışığı gerekir. Eğer İslâm, hak ile batılı bildirmeseydi, aklımızla bulmamız mümkün değildi. Her ne kadar akıl, iyiyi kötüden ayıran bir kuvvet ise de, her işte ölçü olmaz. Allahü teâlâya ait bilgilerde akıl senet olmaz. Akıl, kendi başına dinin emir ve yasaklarını bilseydi, peygamberlere, âlimlere lüzum kalmazdı. Allahü teâlâ, kullarını, kendisini tanımaları ve ibâdet etmeleri için yarattı. İbadetin nasıl yapılacağını da Peygamberimiz vasıtasıyla kullarına bildirdi. Kullarına bırakmadı. Bir insan, kendi görüşü, anlayışı ile ibadet yaparsa, O'na kulluk yapmamış olur. Resûlullahın bildirdiklerinde eksik veya fazlalık bulmuş olur. Hâlbuki dinde eksiklik olmaz. Böyle yapılırsa daha iyi olur demek, Resûlullahın bildirdiğini beğenmemek olur. Hadis-i şerifte "İbadetleri bizim gibi yapmayan bizden değildir" buyuruldu.
.
Zengindi fakat huzursuzdu!
29 Ocak 2006 01:00
Mus'ab bin Umeyr, hem annesi hem de babası tarafından Kureyş'in asîl ve zengin bir âilesine mensub idi. Akl-ı selîm sâhibi olduğundan, putların bir fayda veya zarar veremeyeceğini bilir onlara tapılmasından nefret ederdi. Güzel yüzlü ve zengin olduğundan Mekke halkı ona gıpta ile bakardı. Zengin bir aileye mensub olmasına rağmen huzursuzdu, kalbinde büyük bir boşluk hissediyordu Mus'ab bin Umeyr. Bu maksatla sevgili Peygamberimizin bir merkez olarak seçtiği, İslâmı anlattığı ve o zaman Mekke'de Müslümanların toplandığı Erkam bin Ebi'l-Erkam'ın evine gitti. Resulullahı görür görmez Müslüman oldu. İslâmiyeti kabûl ettiği an hayatı da birdenbire değişti. Eski servet ve zenginliğin yerini fakirlik aldı. Âilesinin sevgili oğullarına yapmadığı eziyet kalmadı! Onu dîninden döndürmek için evlerindeki bir mahzene hapsederek günlerce aç ve susuz bıraktılar. Fakat Mus'ab bin Umeyr, bu ağır ve acımasız işkenceler karşısında sabır ve sebât göstererek aslâ İslâmiyetten dönmedi. Her seferinde bütün gücüyle haykırıyordu: "Allahtan başka tapılacak, ibâdet edilecek ilâh yoktur. Muhammed aleyhisselâm O'nun peygamberidir." İslâmiyet'i kabûl ettikten sonra Mekke'de sıkıntı ve işkencelere mâruz kalan Mus'ab bin Umeyr, Resûlullahın izniyle iki defa Habeşistan'a hicret etti. Daha sonra dönüp, Peygamberimizin yanına geldi. Onun bu gelişini hazret-i Ali şöyle anlatmıştır: Resûlullah ile oturuyorduk. Bu sırada Mus'ab bin Umeyr geldi. Üzerinde yamalı bir elbiseden başka giyeceği yoktu. Resûlullah onun bu hâlini görünce, mübârek gözleri yaşla doldu ve: "Kalbini Allahü teâlânın nûrlandırdığı şu kimseye bakın!.. Anne ve babası onu en iyi yiyecek ve içeceklerle besliyorlardı. Allah için bunların hepsini terk etti. Allah ve Resûlünün sevgisi, onu gördüğünüz hâle getirmiştir" buyurdu. Birinci Akabe bî'atında Müslüman olan Medîneliler, Resûlullah efendimize: "Yâ Resûlallah! İçimizde, İslâmiyet açıklandı ve yayılmaya başladı. Halkı Allahın Kitâbına da'vet edecek, Kur'ân-ı kerîmi okuyacak, İslâm dînini anlatacak, İslâm sünnet ve emirlerini aramızda ikâme edecek, yerleştirecek, namazlarımızda bize imâmlık yapacak bir kimse gönder" diye mektup yazdılar. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz Mus'ab bin Umeyr'i, Medine'ye gönderdi ve ona: "Medînelilere Kur'ân-ı kerîm okumasını, İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğretmesini, namazlarını kıldırmasını" emretti.
.
Güler yüz ve tatlı dil...
30 Ocak 2006 01:00
Hazreti Mus'ab bin Umeyr, Medîne'de Es'ad bin Zürâre'nin evinde Kur'ân-ı kerîm öğretiyor ve İslâmiyet'i anlatıyordu. Onun bu hizmetiyle Medîne'de çok kimse Müslüman oldu. Medîne'de bulunan kabîle reîslerinden Sa'd bin Muâz, Üseyd bin Hudayr henüz Müslüman olmamışlardı. Bunların durumu çevreyi etkiliyor, İslâmiyet'in hızla yayılmasını engelliyordu. Bir gün Mus'ab bin Umeyr, bir bahçede, etrâfında bulunan Müslümanlara dîni anlatıyor, sohbet ediyordu. Bu sırada Evs kabîlesinin reîslerinden olan Üseyd, elinde mızrağı olduğu hâlde hiddetli bir şekilde gelip, "Hayâtınızdan olmak istemiyorsanız buradan derhâl ayrılın!" dedi. Onun bu taşkın hâlini gören Mus'ab bin Umeyr; "Hele biraz otur! Sözümüzü dinle. Maksadımızı anla, beğenirsen kabûl edersin. Yoksa engel olursun..." diyerek gâyet yumuşak ve nâzik bir şekilde karşılık verdi. Üseyd sâkinleşip, mızrağını yere saplayarak oturdu. Mus'ab bin Umeyr ona İslâmiyet'i anlattı ve Kur'ân-ı kerîm okudu. Kur'ân-ı kerîmin eşsiz belâgatı ve tatlı üslûbunu işiten Üseyd kendini tutamayıp; "Bu ne kadar güzel, ne kadar iyi bir sözdür. Bu dîne girmek için ne yapmalı" diye sordu. Güzel ve güler yüzlü, tatlı dilli öğretmen cevap verdi: "Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah demek kâfidir." Mus'ab bin Umeyr'in, bu sözü üzerine Kelime-i şehâdeti söyleyip Müslüman olan Üseyd, sevincinden yerinde duramadı ve: "Ben gidip arkadaşlarıma da anlatayım" diyerek ayrıldı. Evs kabîlesinin reîsi Sa'd bin Muâz'ın ve kabîlesinin yanına varınca, Müslüman olduğunu söyledi. Bunu gören Sa'd şaşırarak hiddetlendi ve Mus'ab bin Umeyr'in yanına koştu. Yanına varınca sert ve kızgın bir tavırla konuşmaya başladı. Mus'ab bir Umeyr, ona da gâyet yumuşak konuştu ve oturup biraz dinlemesini söyledi. Sa'd, bu nâzik konuşma karşısında yumuşayıp oturdu ve konuşulanları dinlemeye başladı. Kur'ân-ı kerîm okunurken Sa'd'ın yüzü birdenbire değişiverdi. O da orada Müslüman oldu. Kendinde duyduğu üstün bir hâlin ve râhatlığın şevkiyle derhâl kavminin yanına gidip onlara, "Ey kavmim beni nasıl biliyorsunuz?" diye sordu. "Sen bizim büyüğümüz ve üstünümüzsün" dediler. "Öyle ise Allah'a ve Resûlüne îmân etmelisiniz... Îmân etmedikçe sizin erkek ve kadınlarınızla konuşmak bana harâm olsun" dedi. Bunun üzerine kavmi hep birden İslâmiyeti kabûl etti. Öyle ki, İslâmiyet her eve girmiş, îmân etmeyen kalmamıştı.
.
Ben Mus'ab değilim"
31 Ocak 2006 01:00
Hazreti Mus'ab bin Umeyr, Uhud Savaşındaydı ve sancağı o taşıyordu. Müşrik ordusundan İbn-i Kâmia adında biri Peygamberimize saldırırken, Mus'ab bin Umeyr onun karşısına çıktı. Bu müşrik, bir kılıç darbesiyle Mus'ab bin Umeyr'in sağ kolunu kesti. Mus'ab bunun üzerine sancağı derhâl sol eline aldı. Mus'ab o esnâda; "Muhammed (aleyhisselâm) ancak resûldür. Ondan evvel daha nice peygamberler gelip geçmiştir" meâlindeki Al-i İmrân sûresinin 144. âyet-i kerîmesini okuyordu. İkinci bir darbe ile sol kolu da kesilince, sancağı kesik kollarıyla tutup göğsüne bastırdı ve yine aynı âyet-i kerîmeyi okudu. Bu hâliyle kendini Peygamberimize siper yapan Mus'ab bin Umeyr'in üzerine hücum eden İbn-i Kâmia, vücûduna bir mızrak sapladı ve Mus'ab bin Umeyr yere yıkılıp şehîd oldu. Mus'ab bin Umeyr zırh giydiği zaman, Peygamberimize benzediği için müşrikler onu şehîd edince Resulullah efendimizi ödürdüklerini zannetmişlerdi. Hazret-i Mus'ab şehîd olunca; onun sûretinde bir melek, sancağı aldı. Mus'ab'ın şehîd düştüğünden Resûlullah'ın henüz haberi olmamıştı. "İleri ey Mus'ab ileri!" diye sesleniyordu. Bunun üzerine bayrağı elinde tutan melek, geri dönüp Resûlullah efendimize; "Ben Mus'ab değilim" diye cevap verince, Resûlullah sancağı elinde tutanın melek olduğunu anladı. Bundan sonra Peygamberimiz sancağı hazret-i Ali'ye verdi. Resûlullah, Mus'ab bin Umeyr'i şehîd olmuş görünce, başı ucuna dikilerek Ahzâb sûresinden: "Mü'minlerden öyle yiğitler vardır ki, onlar Allah'a verdikleri sözde sadâkat gösterdiler. Onlardan bâzıları şehîd oluncaya kadar çarpışacağına dâir yaptığı adağını yerine getirdi. Kimisi de şehîd olmayı bekliyor. Onlar verdikleri sözü aslâ değiştirmediler" meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu ve sonra şöyle buyurdu: "Allah'ın Resûlü de şâhittir ki, siz kıyâmet günü Allah'ın huzûrunda şehîd olarak haşrolunacaksınız." Daha sonra yanındakilere dönüp; "Bunları ziyâret ediniz. Kendilerine selâm veriniz. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, kim bunlara bu dünyâda selâm verirse, kıyâmette bu aziz şehîdler kendilerine mukâbil selâm vereceklerdir" buyurdu. Mus'ab bin Umeyr'e kefen olarak bir şey bulunamamıştı. Mekke'nin en zengin iki ailesinden birinin çocuğu olan Mus'ab bin Umeyr'in örtünecek kefeni yoktu. Vücûdu kaftanı ile ve ayak tarafı da otlarla örtülmek sûretiyle defnedildi
.
Sen meşhur bir şâirsin!"
1 Şubat 2006 01:00
Tufeyl bin Amr, meşhur bir şâirdi. Misâfirperver ve cömert bir insan olduğu için, herkes tarafından sevilirdi. Yemen taraflarında mamur ve verimli bir beldede oturan Devs kabilesine mensuptu. Peygamberimiz, Mekke'de İslâmiyeti açıkça yaymaya başladığı yıllarda, gece gündüz insanlara nasîhat veriyor, onları İslâm dinine davet ediyordu. Mekkeli müşrikler ise, Resûlullah'ın bu gayretini boşa çıkarmak için hiç durmadan uğraşıyorlardı. Hattâ dışarıdan Mekke'ye gelenleri Peygamberimizle görüştürmemek için, ellerinden geleni yapmaktan geri durmuyorlardı. İşte böyle bir zamanda Tufeyl bin Amr, bir iş için Mekke-i mükerremeye gelmişti. Bunu gören müşriklerin önderleri, hemen onun yanına giderek şu ikazda bulundular: "Ey Tufeyl! Sen meşhur bir şâirsin, sözüne güvenilir, akıllı bir insansın. Biliyorsun, aramızdan çıkan Abdülmuttalib'in yetîmi, putlarımızı kötülüyor, bizi kendi dînine çağırıyor. Babayı oğlundan, kadını kocasından ayırıyor, akrabâları birbirlerine düşman ediyor. Onun sözünü işiten oğul babasına bakmıyor. O'na tâbi oluyor. Artık kimse birbirini dinlemeyip, Müslüman oluyor. Korkarız ki, bizim başımıza gelen bu ayrılık belâsı, seninle kavminin başına da gelir. Sana nasihatimiz olsun, O'nunla sakın konuşma. Ne O'na bir söz söyle, ne de O'nun sözlerini dinle. Anlattıklarına kulak asma! Çok dikkatli ol. Burada daha fazla da kalma. Hemen çekip git!" Bundan sonrasını Tufeyl bin Amr şöyle anlatıyor: Bu sözü o kadar çok söylediler ki, artık O'nunla konuşmamaya, O'nun sözünü aslâ dinlememeye kara verdim. Hatta Kâbe'ye girdiğim zaman, ne olur, ne olmaz belki sözlerini duyarım endişesiyle kulaklarıma pamuk bile tıkamıştım. Ertesi gün, sabahleyin Kâbe'ye gittim. Gördüm ki, Resûlullah efendimiz namaz kılıyordu. Ona yakın bir yerde durdum. Cenab-ı Hakkın hikmeti olarak Kur'ân-ı kerimden okuduklarından bazısı kulağıma gitti. İşittiğim sözleri, o kadar güzel buldum ki, kendi kendime: "Ben, iyiyi kötüyü ayırt edemeyecek bir adam değilim. Hem de şâirim. Bunun söylediklerini ne diye dinlemeyeyim? Sözlerini güzel bulursam Onu kabul ederim, güzel gelmezse terk ederim" dedim. Ve bir tarafa gizlenip, Resûlullah efendimiz namazını kılıp evine dönünceye kadar orada bekledim. Evine girinceye kadar peşinden gittim. Evine girince, ben de girerek, "Yâ Resûlallah! Bana yolunuzu anlatır mısınız?" dedim. Resûlullah efendimiz, bana İslâmiyeti anlattılar. Huzûrunda hemen Kelime-i şehadet getirip Müslüman oldum.
.
"İslamı tatlı dil ile anlat!"
2 Şubat 2006 01:00
Hazreti Tufeyl bin Amr Müslüman olduktan sonra yakınlarının da Müslüman olması gayretine düştü. Peygamber Efendimize bu maksatla, "Yâ Resûlullah! Ben, kavmimde sözü dinlenen itibarlı bir kimseyim. Onlar benim sözümden dışarı çıkmazlar. Gidip onları da, İslâm dinine davet edeyim. Duâ ediniz de, Allahü teâlâ benim için bir alâmet, bir kerâmet buyursun! Böylece o alâmet, kavmimi İslâmiyete davet ederken bana bir kolaylık, yardım olsun!" dedi. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz, "Ey Allah'ım! Onun için bir âyet, alâmet yarat!" diye dua buyurdu. Bundan sonrasını kendisi şöyle anlatır: Mekke'den çıkıp kendi beldeme döndüm. Karanlık bir gecede, kavmimin oturduğu su başına bakan tepeye vardığım zaman, hemen alnımda kandil gibi bir nûr peyda oldu. Çıra gibi ışık vermeye başladı. O zaman duâ edip: "Allahım! Bu nûru alnımdan başka bir yere naklet! Devs kabilesinin câhilleri görüp de, dîninden döndüğü için Allah, onun alnında ilâhi bir cezâ olarak bunu çıkardı, sanmasınlar!" dedim. O nûr, hemen elimdeki kamçının ucuna gelip kandil gibi asıldı. Evime geldiğimde yanıma ilk önce babam gelip, beni bu hâlde gördü. Bana olan sevgisinden dolayı boynuma sarıldı. Babam çok yaşlıydı. Ona dedim ki: "Ey babacığım! Eğer evvelki hâl üzere kalırsan, ne ben sendenim, ne de sen bendensin! Ben artık Müslüman oldum." Bunun üzerine babam da, "Oğlum, ben de senin girdiğin dine girdim. Senin dinin benim dinim olsun" deyip hemen Kelime-i şehâdet getirdi. Sabah olunca Devs kabilesinin içine çıktım. Bütün Devslilere İslâmiyeti anlattım. Onları da bu dîne girmeye davet ettim. Fakat onlar, bu daveti kabullenmede ağır davrandılar. Hatta kaş göz hareketleri yaparak benimle alay etmeye başladılar. Faiz ve kumara düşkünlüklerinden beni dinlemediler. İslâmiyete uymaktan kaçındılar. Allah'a ve Peygamberine âsi oldular. Bir müddet sonra Mekke'ye gelip kavmimin durumunu Resûlullah'a anlatarak, "Yâ Resûlullah! Devs kabilesi Allah'a âsi oldular. İslâma girmeleri için yaptığım davetimi kabul etmediler. Onların aleyhinde bedduâ et de, helâk olsunlar" dedim. Herkese şefkât ve merhameti çok olan Peygamberimiz, ellerini açıp kıbleye dönerek, "Yâ Rabbi! Devs halkına doğru yolu göster de, onları İslâm dînine getir" diye duâ buyurdu. Bana da, "Kavmine dön! Onları güler yüzle ve tatlı dille İslâmiyete davet etmeye devam et! Kendilerine yumuşak davran!" buyurdu. Hemen memleketime geldim. Devs halkını İslâma davetten hiç boş kalmadım. Hz. Ebû Hureyre de dâhil birçok kimse Müslüman oldu
.
Rüyası tabiri gibi çıktı!
3 Şubat 2006 01:00
Hazreti Tufeyl ve Müslüman olan seksen civarında Devsli, Resulullahı görmek üzere Medine'ye geldiler. Peygamberimiz Hayber Seferinde bulunuyordu. Tufeyl bin Amr ve beraberindeki Devsliler, hep beraber Hayber'e hareket ederek orada Peygamberimizle buluştular. Resûlullah efendimizden, ordunun sağ kanadında yer almalarını rica ettiler. Ordunun sağ kanadının kumandanlığını Tufeyl bin Amr yürüttü. Hayber'deki ganîmetlerin hepsinden pay aldılar. Hazreti Tufeyl bin Amr, Mekke'nin fethinde de Resûlullahın maiyetinde bulundu. Peygamberimiz Mekke'nin fethinden sonra Huneyn'de Hevâzinlileri bozguna uğratıp Tâif üzerine yürümek istediği sırada, Tufeyl bin Amr, Peygamberimize gelip, "Yâ Resûlullah! Beni, Huzâa ve Devs kabîlelerinin putu olan Zülkeffeyn'e gönder de, onu yakayım!" dedi. Resûlullah efendimiz, bu putu yakıp, yok etmek için Onu görevlendirdi ve "Zülkeffeyn'in işini bitirdikten sonra, kavminle beraber İslâm ordusunu desteklemek üzere Tâif'e gelip, bize yetişeceksin!"buyurdu. Devs kabilesi, Zülkeffeyn putu yakılıp orada tapılacak bir şey kalmayınca, hepsi birden İslâmiyetin bütün emirlerine tam olarak uymaya söz verip, Müslüman oldular. Puta tapmaktan vazgeçtiler. Ondan sonra Tufeyl, kendi kabilesinden 400 kişi alarak acele yola çıktı. 4 gün sonra Tâif'te Peygamber efendimize yetişti. Yanında, ağır savaş aracı olarak Debbâbe ile mancınık da götürdü. Hazret-i Ebû Bekir zamanında Mekke ve Medine'nin dışında birçok kabile dinden ayrılmaya başlamışlardı. Hazret-i Ebû Bekir, bunların üzerine yürüdü. Hepsini mağlup etti. Yalancı peygamberlik iddia eden Tuleyhâ adındaki kimsenin üzerine, Hazret-i Tufeyl bin Amr gönderildi. Bu savaşa oğlu Amr ile giderken bir rüyâ gördü. Rüyâsında, başı tıraş ediliyor, ağzından kuş uçuyor ve bir kocakarı onu karnına sokuyor, oğlu da onu arıyordu. Bu rüyâsını kendisi şöyle yorumladı: "Başın tıraş edilmesi, başın kesilmesi demektir. Ağızdan kuşun çıkması rûhun çıkmasıdır. Kocakarının karnına alması, toprağın içine gömülmektir. Oğlumun beni araması da savaşta yaralanacağına ve sonradan O'nun da şehîd olacağına alâmettir. Ben şehîd olacağımı umuyorum." Gerçekten, Tufeyl bin Amr hazretleri Yemâme savaşında şehîd oldu. Oğlu da bu savaşta ağır yaralandı. Yermük Savaşında da şehîd oldu
.
Sergilenen örnek tavır!
3 Şubat 2006 01:00
Herhalde fark edilmiştir, gözden kaçmamıştır geçen hafta ülkemizde bir 'ilk' gerçekleşti: Diyanetiyle, İlahiyatçıları ile, halkıyla herkes ittifak halinde, başı açık kadın ve erkeklerin karışık olarak cuma namazı kılmalarına tepki gösterdi. Bunun dinde yeri olmadığı, saçmalık olduğu dile getirildi. Özellikle Diyanet'in gösterdiği kararlılık takdire şayandır. İstanbul İl Müftü Yardımcısı İsmail İpek'in bizzat olayın meydana geldiği camiye gidip dinimize uygun nasıl namaz kılınacağını izah ederek, "Eğer başı açık ve karma bir şekilde kılmak için ısrar ederlerse, dışarı çıkartma görevimiz de, hakkımız da, yetkimiz de var. Kanunlarımız bu görevi bize vermiştir. Burası bir ibadethanedir. İbadethanenin belli usulleri vardır. Buraya gelen bunlara uymak zorundadır. Herkese usulüne uygun ibadet yaptırmak bizim aslî görevimizdir" sözleri ile gösterdiği kararlılık eylemcilerin direncini kırmıştır. Eğer burada böyle bir kararlılık gösterilmeseydi, bu eylem zaman içinde planlandığı şekilde bütün camilere yayılacak, cami cemaati arasında kargaşaya ve kaosa sebep olacaktı. Eylemciler beklemedikleri bu büyük tepki karşısında geri adım atmak zorunda kaldılar. Bunda muvaffak olsalardı, camilerde, kilise düzenine geçmede kapıyı aralamış ve "Ilımlı İslam"ın günlük hayata geçmesini sağlamış olacaklardı. Böylece, namaz Hristiyanlaştırılmış, cami de kiliseleştirilmiş olacaktı. Tabii ki, bu geri adım atma, bu tür saçmalıkların tekrarlanmayacağı manasına gelmez. Bu eylem bir nabız yoklaması idi. Ortalığın yatışmasını bekleyecekler başka bir konuda, farklı bir eylem şekilleriyle tekrar karşımıza çıkacaklardır. Amerika'daki, 'kadın imamlı cuma namazı' eylemini organize eden yayınevinin yöneticisi Jean Eadwın bu eyleme bakınız nasıl destek veriyor, gerçek niyetini nasıl açıklıyor, İslâm'ı sulandırma emellerini nasıl ortaya koyuyor: "Ilımlı İslam geleneksel İslama en iyi bir alternatiftir. Hristiyanlık bu konuda çağın gereklerine göre kendini değiştirip, ona ayak uydurmasını bilmiş. Müslümanlar arasında da, arkadaşlarımız olan Esra Numani ve Amina Vedud gibi özgür yorumlarını ortaya koyabilenler var. Türkiye'de bu özgürlüğün cuma namazında ortaya konulabilmiş olması, bizim için son derece memnuniyet verici. Çünkü Türkiye'yi, Batı uygarlığı içinde tehdit oluşturan İslâmi hükümlere mahkûm edemeyiz. Bu tavır sadece Türkiye'deki dinci çevreleri rahatsız edecektir. Gerektiğinde İncil'e tezat oluşturan ama toplum için faydalı bir yöntemin hayata geçirilmesi ne kadar normalse, Müslüman kadınların, erkeklerle beraber saf tutmaları, imam olma girişimleri de o kadar tabii karşılanmalı. Tabularımızı yıkmalıyız." Tabii ki, burada bahsedilen, "Geleneksel İslam"dan, kırılması gereken "Tabu"lardan maksat, Vahye dayalı orijinal İslam; 14 asırdır tatbik edilen İslam; Kur'an-ı kerimde geçen İslam. 14 asırlık "İslam"ın "Ilımlı İslam" ile yer değiştirmesini istiyorlar. Gerçek İslam olmasın da ne olursa olsun arayışına girdiler. Bu konuda, Katolikler, Protestanlar, Evangelistler ve Küresel güçler iş birliği içindeler. Asırlardır bir araya gelemeyen bu güçler İslamı değiştirmede, İslamda Reformda ittifak halindeler. Fakat işin en güzel tarafı, en sevindirici yönü, bütün bu ittifaklara, sinsi faaliyetlere rağmen halkımızın dinimizi korumada gösterdiği duyarlılıktır. Devleti ile milleti ile, dinimiz İslamın orijinal halinin muhafazasında gösterilen kararlılıktır. Bu kararlılık devam ettiği müddetçe hiçbir güç, dinimizi kendi menfaatleri doğrultusunda değiştiremeyecektir. -------------------------- Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29
.
Bu teklifler yeni değil!
4 Şubat 2006 01:00
Dün, kadın erkek "karma" namaz kılma eyleminin yanlışlığı konusunda tam bir ittfak meydana geldiğinden söz etmiştik. Bu harekete çok az da olsa, dinle alakası olmayan, alınları secde görmemiş, dinle ilgileri yakınlarının cenaze namazında cenazeyi uzaktan seyretmekten ibaret olan bazı yazarlar destek verdi. İşte bunlardan biri, anlamadığı bir konuda bakınız nasıl ahkam kesiyor: "Ben o grubun çok iyi ettiğini düşünüyorum ve yaptıklarını bir reform hareketinin başlangıcı olarak görüp destekliyorum. Kiliseye gidenler birer sıraya ya da sandalyeye oturuyorlar. Müslümanlıkta ise 'secdeye kapanmak' gerekiyor. Bu önemli problemin çözülmesi lazım." Bu, camileri kiliseye benzetme gayretleri yeni değil aslında. Fırsat buldukça temcit pilavı gibi halkın önüne konulur. Bu teklif, ilk defa Batı'nın özellikle İngilizlerin desteği ile 1928'de bazı ilahiyatçıların hazırladıkları rapor ile gündeme gelmiş, hayli tartışmalardan sonra rafa kaldırılmıştı. Bu tartışmalı raporu 20 Haziran 1928 tarihli Vakit gazetesi şöyle vermişti: "Dinimizde yeni hayata, ilerlemeye uygun olarak, yapılacak yenilikleri, İstanbul İlâhiyât Fakültesi profesörleri rapor halinde hazırlamışlardır. Köprülü Fuâd, İzmirli İsmâîl Hakkı, Şerâfeddîn Yaltkaya, Mehmed Ali Aynî ve arkadaşlarının imzalarını taşıyan bu rapora göre: Din de, diğer sosyal teşekküller gibi, hayatın akıntısına uymalıdır. Din, eski şekillere bağlı kalamaz. Türk demokrasisinde, din de, muhtaç olduğu değişimi göstermelidir. Câmilerimiz kâbil-i iskân hâle getirilmeli, sıralar, sandalyeler konulmalı, içeriye ayakkabı ile girilmelidir. İbâdet lisanı Türkçe olmalı, âyetler, hutbeler Türkçe okunmalıdır. Câmilere müzik âletleri koymalıdır. Hutbeleri imamlar değil filozoflar okumalıdır. Kur'an-ı kerim felsefe ile incelenmelidir." Osmanlılarda Batı hayranı Mithat Paşa'dan beri, çağdaş ülke olma için Hristiyan olmayı teklif edenler olmuştur. 1923 yılında, Mahmut Esat Bozkurt, "İslâmlık, ilerlemeye manidir. Bu dinle yürünmez ve Batı bize ehemmiyet vermez" diyerek Anayasaya, "Devletin dini Hristiyanlıktır" yazılmasını teklif etmiş, fakat kabul görmediği için, "Devletin dini İslam" ifadesi yazılmıştı. Bugünkü teklifler bunun bir uzantısıdır. İslamı yok edemedikleri için; camilerin içine "sıralar" koyup "kilise"ye benzeterek, dinde reform yapmak suretiyle içeriden yok etmek istiyorlar. İslamiyet her çağa uygundur, reforma ihtiyacı yoktur. Reform, değişiklik gerekiyorsa bunu insanlar değil, dinin sahibi yapar. Nitekim, Cenab-ı Hak, Tevrat'tan sonra İncil'i, daha sonra da, Kur'an-ı kerimi göndererek, diğer dinleri yürürlükten kaldırdı. Hak dinin sadece "İslamiyet" olduğunu, kıyamete kadar dinini koruyacağını bildirdi. Reform yapmak isteyenlerin ortak özelliği, dinimizin temel fıkıh kitaplarını kabul etmemek, herkesin doğrudan kendi kafasına göre Kur'an-ı kerimden hüküm çıkarılmasını savunmaktır. Bu temel fıkıh kitaplarını bir tarafa bırakıp herkesin kendi anlayışına göre dini değiştirmeye kalkışması, her zaman için yeni bir din yapmak demek olur. Buna da din değil dinsizlik denir. Gerçek din, Ehli sünnet âlimleri vasıtası ile Resulullah Efendimizden bize gelen emir ve yasaklardır. Bu tür zararlı akımlardan kendimizin ve çocuklarımızın zarar görmemesi için bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da dinimizi, fıkıh, ilmihal kitaplarından öğrenmemiz ve öğretmemiz şarttır. Günümüzdeki karışıklığın, farklı seslerin sebebi de son yıllarda bu değerli kitaplara gereken önemin verilmemesi ve halkın doğrudan Kur'an-ı kerim meallerine yönlendirilmesidir. Dikkat edilirse her bid'at ehli, "Kur'an'dan ben böyle anladım" diyor. > Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks:
.
"Dinimden asla dönmem!"
4 Şubat 2006 01:00
Hazret-i Talhâ, ticâretle uğraştığı için sık sık Mekke dışına çıkardı. Bu seyâhatlerinden birinde Şam yakınlarında Busra kasabasında bir panayıra gelmişti. Burada bir râhip," Ahmed zuhûr etti mi?" diye sordu. Sonra, "O, Abdullah bin Abdülmuttalib'in oğludur. Mekke O'nun zuhûr edeceği şehirdir. O, peygamberlerin sonuncusudur. Kendisi Harem-i şeriften çıkarılacak, hurmalık, taşlık ve çorak bir yere hicret edecektir" dedi. Râhibin sözleri hazret-i Talhâ'nın kalbine yer etti. Acele Mekke'ye gelip olup biteni sorunca, "Abdullah'ın oğlu Muhammed-ül-emin, peygamberliğini ilân etti. Ebû Bekir de ona uydu" dediler. Bunun üzerine Talha bin Ubeydullah, râhibin söylediklerini hatırladı. Sonra Resûlullah'a gidip, Müslüman oldu. Râhibin sözlerini Peygamber efendimize anlattı. Resûlullah efendimiz tebessüm ettiler. Talhâ bin Ubeydullah, Müslüman olduğu zaman, en yakın akrabâları dâhil olmak üzere Mekke müşriklerinden çok işkence gördü. Evine hapsedildiği gibi, aç ve susuz bırakıldı. Kardeşi Osman da, onun vâsıtasıyla îmân etmiş, bu işkencelere o da tâbi tutulmuştu. Hele namazlarını edâ edecekleri zaman çektikleri sıkıntı ve kendilerine revâ görülen işkence, tahammülü mümkün olmayan cinstendi. Nevfel bin Huveylid bin Adeviyye, adamları ile birlikte hazret-i Ebû Bekir ve hazret-i Talhâ'yı yakalayarak iple bağladılar ve işkence yaptılar. Teymoğulları da onlara sâhip çıkmadı. Bu hâdiseden dolayı Ebû Bekir ve Talhâ'ya "bitişikler" mânâsına gelen "karînân" dendi. Hazret-i Mes'ûd bin Hırâş, gördüğü bir hâdiseyi şöyle nakleder: Safâ ile Merve arasında dolaşırken, elleri boynuna bağlı ve kalabalık bir grup tarafından tâkib edilen bir delikanlı gördüm. Etrâfındakilere dedim ki: - Bu kimdir, hangi suçu işledi de böyle bağladınız? - Bu Talhâ bin Ubeydullah'dır. Atalarının yolundan saptı. Talhâ bin Ubeydullah, bütün bu akıl almaz sıkıntılara göğüs geriyor: - Beni öldürseniz de dinimden asla dönmem, diye karşılık veriyordu. Peygamber efendimiz, hazret-i Ebû Bekir'le, Medine-i münevvereye hicret buyurduğu zaman, hazret-i Talhâ ticâret için Şam'a gitmiş ve dönerken Medîne'ye uğramıştı. Peygamber efendimizin orada olduğunu öğrenince, kervandaki mallardan vazgeçip Medîne'de kaldı. Âilesini de getirterek muhâcirînden oldu.
.
Oku eli ile karşıladı!
5 Şubat 2006 01:00
Uhud Savaşında Müslümanlar bir ara şaşkınlık içinde bulunup dağıldıkları zaman, sevgili Peygamberimiz, "Ey Allahın kulları bana doğru geliniz! Ey Allah'ın kulları bana doğru geliniz!" buyurarak seslenince ancak otuz sahâbî gelebilmişti ve Peygamber efendimiz müşrikler tarafından tamâmen kuşatılmıştı. Müşriklerin iyice yaklaştıkları bir sırada, Peygamberimiz, "Şunları kim karşılar, kim durdurur?" buyurdu. Herkesten önce Talhâ bin Ubeydullah hazretleri, "Ben Yâ Resûlallah!" deyip ileri atılmak istedi. Peygamber efendimiz, "Senin gibi daha kim var?" buyurdular. Medîneli sahâbîlerden biri, "Yâ Resûlallah! Ben!" diyerek izin istedi. Sevgili Peygamberimiz, "Haydi, sen karşıla!" buyurunca Medîneli Sahâbî ileri fırladı ve müşriklerin üzerine atıldı. Eşine rastlanmadık kahramanlıklar gösterdi. Birkaçını öldürdükten sonra şehâdet şerbetini içti. Resûl-i ekrem efendimiz, yine, "Şunları kim karşılar, kim durdurur?" buyurdular. Herkesten önce yine Talhâ hazretleri, "Ben Yâ Resûlallah!" diyerek ileri çıktı. Peygamber efendimiz, "Senin gibi daha kim var?" diye sorunca, Ensardan bir mübârek, "Ben karşılarım yâ Resûlallah! dedi. "Haydi onları sen karşıla!" buyurdu. O da müşriklerle çarpışa çarpışa şehid oldu. Bu şekilde Peygamber efendimizin o anda yanında bulunan bütün sahâbîler vuruşa vuruşa şehâdete erdiler. Kâinâtın sultânı efendimizin o anda yanında Talhâ bin Ubeydullah hazretlerinden başka kimse kalmamıştı. Hazret-i Talhâ, Resûlullaha bir zarar erişir diye endişe ediyor, dört bir tarafa koşuyor, kâfirlerle kıyasıya çarpışıyordu. Onun bu kadar seri kılıç sallaması, bir anda Resûlulahın her tarafındaki düşmana karşılık vermesi, ok, kılıç darbelerine vücûdunu kalkan yapması, eşine rastlanmayacak bir hâdiseydi. Vücûdunda yara almayan yer kalmamıştı, elbisesinde kandan başka bir şey görünmez olmuştu. Fakat o, buna rağmen dört bir tarafa yetişiyordu. Müşriklerden çok keskin nişancı, attığını vuran Mâlik bin Zübeyr adlı bir okçu vardı. Bu müşrik Peygamber efendimize nişan alıp bir ok attı. Resûlullaha doğru gelen bu oka, başka hiçbir şekilde karşı koyamayacağını anlayan Hazreti Talha, elini açarak oka karşı tuttu. Ok elini parçaladı. Fakat Resulullaha isabetini önlemişti. Hazreti Talha'nın atılan oka karşı elini tutması, candan çok ötelere yükselmiş aşkın, kemâle gelmiş bir îmânın, muhabbet ile dolu bir kalbin, anlatılamayan bir sevginin fiili olarak ortaya çıkmasıydı.
.
Cennet ona vâcib oldu!"
6 Şubat 2006 01:00
Hazret-i Talhâ, Uhud savaşında aşırı kan kaybından dolayı bayılmıştı. Resulullah Efendimiz, Hazret-i Ebû Bekir'e yardımına koşmasını emretti. Ebû Bekr-i Sıddîk, Hazret-i Talhâ'nın ayılması için mübârek yüzüne su serpti. Talhâ bin Ubeydullah hazretleri ayılır ayılmaz, "Yâ Ebâ Bekr! Resûlullah nasıl?" diye sordu. "Resululah iyidir. Beni O gönderdi" cevabından sonra, "Allahü teâlâya sonsuz şükürler olsun. O sağ olduktan sona her musîbet benim için hiçtir" dedi. Âlemlerin efendisi de, hazret-i Talhâ'nın yanına teşrîf ettiler. Yaralı mücâhid, sevincinden ağladı. Peygamber efendimiz, onun vücûdunu mesh ettikten sonra, ellerin açıp, "Allahım! Ona şifâ ver, kuvvet ihsân eyle!" diye duâ buyurdular. Resûl-i ekrem efendimizin bir mucizesi olarak, hazret-i Talhâ sapasağlam ayağa kalktı ve tekrar düşmanla harb etmeye başladı. Sevgili Peygamberimiz onun için buyurdu ki: "Uhud günü, yeryüzünde sağımda Cebrâil'den, solumda Talhâ bin Ubeydullah'tan başka bana yakın bir kimsenin bulunmadığını gördüm. Yeryüzünde gezen Cennetlik bir kimseye bakmak isteyen, Talhâ bin Ubeydullah'a baksın!" Yine Uhud'da İbni Kâmia kâfiri Peygamberimizi öldürmeye yemin etmiş idi. Peygamberimizin üzerinde iki zırh vardı. Başında da miğfer bulunuyordu. İbni Kâmia, Resulullaha kılıcı ile saldırdı. Kılıç darbesi ile Resûlullahın mübârek omuzları yaralandı. Miğferinin iki halkası mübârek yüzüne battı. İlk yetişen Ali bin Ebî Tâlib ve Talha bin Ubeydullah oldu. Hazreti Talha, Peygamber efendimizi sırtına alıp kayalığa kadar çıkardı. O zaman Resûl-i ekrem efendimiz buyurdu ki: "Talha Allahın Resulüne yardım ettiği zaman Cennet ona vâcib oldu." Hazreti Talhâ bin Ubeydullah, Uhud Harbi'nden Mekke'nin fethine kadar geçen süre içinde yapılan bütün savaşlara katıldı. Ayrıca Hudeybiye'de Bî'ât-ı Rıdvân'da ve Huneyn savaşlarında bulundu. Tebük gazvesinden herkes elinden gelen gayretle orduyu techiz etmek (donatmak) için uğraşırkan, o da, herkesle yarışırcasına, varını yoğunu nesi varsa sarfetmiş, bundan dolayı, Feyyâz lakabını almışıtır. Hazret-i Ebû Bekir'in hilâfeti zamânında da bütün savaşlara katıldı. Hazreti Ebû Bekir hastalandığında, yerine kimin halîfe olacağını hazret-i Talhâ ile istişâre etmiş ve o da, Cenâb-ı Hak sana; "Müslümanların işini kime terk ettin?" derse, açık bir alınla ve müsterih olarak; "Hazret-i Ömer'e bıraktım" dersin, tavsiyesinde bulunmuştu.
.
İsrâf edenleri sevmezdi
7 Şubat 2006 01:00
Hazreti Talhâ bin Ubeydullah'nın vefatından yirmi yıl sonra, kızı Âişe bir gece rüyâsında babasını gördü. Ona; "Yâ Âişe! Kabrimin bir tarafından sızan su bana eziyet veriyor, beni buradan çıkar da başka yere defnet" diye tenbih buyurdu. Bunun üzerine kızı Âişe çok üzüldü ve akrabâlarından bâzılarını alarak kabr-i şerifini açtılar. Sızan sudan dolayı vücûdunun bir tarafı hafif yeşillenmiş, diğer yerleri yeni defnedilmiş ve bir kılına dahi zarar gelmemiş buldular ve bir başka kabre naklettiler. Hazreti Talhâ, Eshâb-ı kirâmın en üstünlerinden olup kavuşamadığı fazilet sâdece Hulefâ-î râşidin derecesi olmuştur. Peygamber efendimiz buyurdu ki: " Yeryüzünde Cennetlik bir kimse görmek isteyen, Talhâ bin Ubeydullah'a baksın!" Hazret-i Âişe validemiz anlatır: Bir gün Ebû Bekr-i Sıddîk, Resûlulah'ın yanına girmişti. Resûlulah ona, "Yâ Ebâ Bekr! Sen, Atîk yanî Allahü teâlânın Cehennemden âzâd ettiği kişisin" buyurdu. Ondan önce önce kimseye böyle "Atîk" ismi verilmemişti. Sonra Talhâ bin Ubeydullah içiri girdi. Resûlullah efendimiz ona da buyurdu ki: "Ey Talhâ! Sen de şehîd olmayı bekleyenlerdensin." Hazreti Talha, Zi'l-Karâde gazvesinde mücâhidlerin susuz kalmaması için kuyu satın alıp onu mü'minlere vakfetmiş idi. O zaman kuyu satın almak ve vakfetmek çok büyük çömertlikti. Zü'l-Usra gazvesinde ise savaşa katılanları tek başına doyurmuştur. Günlük geliri bin altın idi. Öksüzleri gözetir, fakirlerin ihtiyaçlarını görür, biçârelere yardım eder. Muhtâç olanlara para verirdi. Teymoğulları'nın bütün muhtaçları, onun yardımları altında idi. Hazret-i Talhâ, bunların dullarını evlendirir, borçlularının borçlarını öderdi. Eshâb-ı kirâmdan birçok zât, Ümmi Ebân Hâtunla evlenmek için teklifte bulunmuşlardı. Fakat o Talhâ bin Ubeydullah'la evlenmeyi tercih etti. Sebebi sorulduğu zaman, "Onun ahlâkını bilirim. Evine girerken güler yüzle girer, evinden çıkarken mütebessim çıkar, kendisinden istenildiğinde verir, kendisine bir iyilik yapıldığı zaman teşekkür eder, bir kusûr görünce affeder" diye cevap vermiş ve onunla evlenmişti. Hazret-i Talhâ ticâretle ve zirâatle meşgûl olup, büyük çiftlik sâhibi idi. Kendisinin Hayber'de ve Irak'ta çok arâzileri vardı. Böyle büyük bir zenginliğin içinde bulunmasına rağmen, gâyet az yer, israf etmez ve isrâf edenleri sevmezdi.
.
"Müşrikler çaresiz kaldı!"
8 Şubat 2006 01:00
Abdullah bin Mes'ûd hazretleri, gençliğinde fakîr idi. Bundan dolayı çobanlık yapıyordu. Bir gün koyun güderken Peygamber efendimiz ve hazret-i Ebû Bekir ile karşılaştı. Resûlullah, "Ey genç! İçmemiz için sütün var mı?" diye sordu. O da, "Yok efendim" deyince, Peygamber efendimiz, hiç yavrulamamış bir koyunun memesini elleri ile sıvazlayıp, duâ etti. Koyunun memesi derhal süt ile doldu. Hazret-i Ebû Bekir, büyük bir kap getirip doldurdu. Bu sütten içtiler. Peygamber efendimiz sonra: "Çekil, büzül" buyurdu. Koyunun memeleri eski hâline geldi. Abdullah bin Mes'ûd, olanları hayretler içinde seyretti. Dayanamayıp sordu, "Bu nasıl oldu? Hiç sütü olmayan koyundan bu kadar sütü nasıl sağdınız? Söylediğiniz duâyı lütfen bana da öğretin." Peygamber efendimiz, başını sıvazlayıp, "Allahü teâlâ sana rahmet etsin! Sen Hakkı öğrenebilecek bir çocuksun" buyurdu. Bu mucizeyi gören ve konuşmaları işiten genç, "Siz sıradan bir kimse değilsiniz. Senin, Cenâb-ı Hakkın Peygamberi olduğuna inandım" deyip Kelime-i şehâdet getirdi ve Müslüman oldu. Abdullah bin Mes'ûd hazretleri Mekke'de ilk defa açıktan Kur'ân-ı kerîm okuyan sahâbîdir. Bir gün Eshâb-ı kirâm, bir yerde oturup sohbet ediyorlardı. İçlerinden birisi, "Resûlullahtan başka, hiç kimse çıkıp da Kur'ân-ı kerîmi müşriklere karşı açıktan okuyamadı. Bunu yapacak kimse yok mu?" dedi. İbni Mes'ûd hazretleri hemen atılıp, "Ben okurum" dedi. Ertesi gün, Makâm-ı İbrâhim'e gitti. Müşrikler orada toplanmış hâldeydiler. İbni Mes'ûd hazretleri Besmele-i şerîfe çekip, "Errahmânu allemel Kur'âne..." diyerek Rahmân sûresini okumaya başladı. Müşrikler hep birlikte üzerine yürüdüler. Tekme tokat vurmaya başladılar. Yüzü gözü her tarafı yara bere içerisinde kaldı. Fakat o, sanki hiçbir şey yapılmıyormuş gibi sâkin sâkin Kur'ân-ı kerîmi okumaya devam etti. Okuması bittikten sonra Eshâb-ı kirâmın yanına vardığında, "Korktuğumuz başımıza geldi. Bir daha gidip onların yanında okuma!" dediler. O, "Hayır yine gidip okuyacağım. Müşrikleri ilk defa böyle perişan hâlde gördüm. Onların âcizliği beni çok sevindiriyor. Bana yapılan işkencelerden acı duymuyorum" cevabını verdi. O, ertesi günü yine gidip, tekrar okudu. Yine tartakladılar. Hattâ kızgın çöllere yatırıp işkence ettiler. O yine aldırmadan okumalarına devam etti. Sonunda müşrikler çâresiz kaldılar. İşkenceler dayanılmayacak hâle gelince önce Habeşistan'a, sonra da Medîne'ye hicret etti.
.
Gurur ve kibrin bu derecesi!
9 Şubat 2006 01:00
İbni Mes'ûd hazretleri, cüssesinden umulmayan kahramanlıklar göstermiştir. Bedir Savaşında, küfrü ve îmânsızlığı meşhûr Ebû Cehil'in başını o kesmiştir. Savaşta, Eshâb-ı kirâmdan Afra Hatûnun çocukları Muâz ve Muavviz, kılıç darbeleri ile Ebû Cehil'i kımıldayamayacak şekilde yaralayıp, yıktılar. Öldüğünü zannedip oradan ayrıldılar. Peygamber efendimiz Ebû Cehil'i merak edip, "Acaba Ebû Cehil ne yaptı, ne oldu? Kim bakar?" buyurarak, araştırılmasını emretti. Aradılar bulamadılar. Peygamber efendimiz, "Aramaya devam ediniz! Eğer onu tanıyamazsanız, dizindeki yara izine bakınız. Bir gün ben ve o, Abdullah bin Cûdan'ın ziyâfetine gittik. İkimiz de gençtik. Ben ondan biraz büyükçe idim. Orada onu itince düştü, dizlerinden birisi yaralandı. Bu iz onun dizinden kaybolmadı" buyurarak Eshâbına kolay tanımaları için işâret verdi. Bunun üzerine, İbni Mes'ûd hazretleri yerinden fırlayıp aramaya gitti. Epey bir aramadan sonra, ölüler arasında tarife uygun yaralı birisini gördü. Yanına yaklaşıp, "Ey Resûlullah düşmanı! Nihâyet Allahü teâlâ seni hakîr ve zelîl etti?" dedi. Aldığı yaralardan, acılar içinde kıvranan İslâm düşmanı Ebû Cehil, hâlâ inadına, düşmanlığına devam ediyordu. En ufak bir pişmanlık eseri yoktu. Ebedî olarak, Cehennemde kalmak üzere dünyadan ayrılmakta iken bile mel'ûn hâlâ ağzından kin kusuyordu: "Ne diye beni zelîl ve hakîr edecek ey koyun çobanı! Hakîr olan sizler olacaksınız! Sen bana zaferden bahset! Kim kazandı kim kaybetti?" "Zafer Allah ve Resûlünün tarafındadır, ey mel'ûn. Artık sonun geldi. Zehir kusan başını, şu iğrenç vücûdundan ayıracağım." "Doğrusu beni, senin gibi birisinin öldürmesi bana çok ağır gelecek." "İşte Allah ve Resûlüne karşı gelen, onlara düşmanlık besleyenin sonu böyle zelîl olmaktır. Sen ve senin gibi olanların sonları böyle olacak." İbni Mes'ûd hazretleri, başını kesmek için Ebû Cehil'in miğferini çıkartırken, "Ne olur hiç olmazsa, boynumu gövdeme yakın kes ki, başım heybetli görünsün" diyerek küfrünün, gurur ve kibrinin ne dereceye çıkmış olduğunu gösterdi. İbni Mes'ûd, Ebû Cehil'in başını kılıcıyla kopardı. Kılıcını, miğferini aldı. Başına bir ip bağlayıp, sürükleyerek Resûlullahın huzûruna götürdü. Sevinç içinde, "Yâ Resûlallah! Bu, Allahü teâlânın düşmanı Ebû Cehil'in başıdır" dedi. Peygamber efendimiz de, "O Allah ki, O'ndan başka ilâh yoktur" buyurdu. Sonra, Ona hitap ile, "Allahü teâlâya hamd olsun ki seni zelîl ve hakîr kıldı. Ey Allah düşmanı! Sen bu ümmetin Firavunu idin!" buyurdu
.
Halleri ne olacak?"
10 Şubat 2006 01:00
Hazret-i Abdullah bin Mes'ûd, Peygamber efendimizin vefâtından sonra Kûfe kadılığına tayin olundu. Orada hazine muhafızlığı da yaptı. Hazret-i Ömer, Kûfe halkına yazdığı mektupta şöyle diyordu: "Ey Müslümanlar! Size iki arkadaşımı yolluyorum. Ammâr vâlî, Abdullah kâdı olacaktır. Onları dinleyiniz ve söylediklerini yapınız. Çünkü ikisi de Resûlullahın Eshâbından olup, Bedir kahramanlarındandır. İbni Mes'ûd'u yanımda alıkoymayarak sizi kendime tercih ettim. Kendisi aynı zamanda beytülmâl hesaplarına da bakacaktır." Hazret-i Osman'ın son zamanlarında Medine'ye döndü. 60 yaşının üzerinde iken hastalandı. Bu hastalıktan vefât etti. Cenâze namazını hazret-i Osman kıldırdı. Vasiyeti üzerine Cennet-ül-Bakî Kabristanına defnedilmiştir... Abdullah bin Mes'ud, Resûlullahın huzurunda, meclislerinde sık sık bulunurdu. O derece ki, Resûl-i ekremin Ehl-i beytinden olduğu sanılırdı. Resûlullahın eşyalarını taşırdı. Onlara hürmetinden çok güzel giyinirdi. Peygamber efendimiz, Abdullah bin Mes'ûd'u Kur'ân-ı kerîm öğretenlerin başında sayardı ve, "Kur'ân-ı kerîmi, İbni Mes'ûd, Salim, Übey bin Ka'b ve Muaz bin Cebel'den öğrenin!" buyururdu. 70 sûreyi Resûlullahın mübârek ağızlarından işiterek ezberlemiştir. Âsım, Hamza, Kisaî, Halef, A'meş gibi meşhur kırâat imâmlarının silsilesi, İbni Mes'ûd'da son bulmaktadır. Resûl-i ekrem Kur'ân-ı kerîmi ondan dinlemeyi çok severdi. Peygamber efendimiz bir gün ona, "Nisa suresini oku, dinleyelim" buyurdu. "Kur'ân-ı kerîm size indi. Biz O'nu sizden okuduk ve sizden öğrendik" deyince, "Evet öyledir. Fakat ben Kur'ân-ı kerîmi başkasından dinlemeyi severim"buyurdu. İbni Mes'ûd okumaya başladı. Meâlen; "Halleri ne olacak? Her ümmetten bir şahit getireceğimiz zaman..." (Nisa: 41) âyet-i kerimesine gelince, Resûlullahın mübârek gözlerinden yaşlar boşandı... İbni Mes'ûd hazretleri, Kur'ân-ı kerîmi çok güzel okurdu. Hazret-i Ömer anlatır: Bir gün Resûlullah, hazret-i Ebû Bekir ile Müslümanların durumunu konuşuyordu. Ben de yanlarındaydım. Sonra beraber dışarı çıktık. Baktık, tanımadığımız birisi mescidde Kur'ân-ı kerîm okuyor. Resûlullah dinlemeye başladı. Daha sonra da bize dönüp buyurdu ki: "Kim Kur'ân-ı kerîmi indiği andaki tazeliği ile okumaktan hoşlanıyorsa, İbni Mes'ûd gibi okusun!"
.
Huylu huyundan vazgeçmez!
10 Şubat 2006 01:00
Yıllardır Batı'nın; ikiyüzlü olduğunu, dostluklarına güvenilemeyeceğini, içlerindeki İslamı yok etme ateşlerinin hiçbir zaman sönmediğini; fırsat bulduklarında bunu acımasızca gerçekleştireceklerini yazdık. Geçen hafta, Avrupa basınında yayınlanan, Peygamber Efendimizi terörist gösteren karikatür olayı da bunu doğrular mahiyetteydi. Böylece, kendileri tarafından ortaya atılan, "Medeniyetler İttifakı", "Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü" gibi sloganlarda ne kadar samimi olduklarını; bu faaliyetlerdeki maksatlarının, diyalog ve hoşgörü olmayıp, kendi medeniyetlerini, kendi dinlerini hakim kılmak olduğunu ortaya koydular. "Diyalog" yaygaraları ile İslamı zafiyete uğratmak, ayrıştırmak istedikleri meydana çıktı. Hristiyan din adamlarının baskılar karşısında gecikmeli olarak üzüntülerini beyan etmeleri de timsahın gözyaşı dökmesinden ileri gitmedi. Bir özürle kapanacak çirkin olayı ısrarla savunarak, daha da yaygınlaştırarak İslam âlemini ayağa kaldırlar. Resulullah Efendimizin, "Küfür tek millettir" hadisi şeriflerini bir defa daha hatırlattılar bizlere. İkiyüzlü olduklarını sadece biz söylemiyoruz kendileri de söylüyorlar. Nitekim, İtalya'nın en ünlü karikatüristlerinden Vauro, "Bizim karikatürlerimizi sansürlemeye çalışan Avrupa'daki karikatüristlerin fikir özgürlüğünün bu denli savunulması şaşırtıcı. Geçen yıl yapılan Papa seçiminden sonra çizdiğim Papa aleyhindeki karikatür, Avrupa'nın birçok basın organında tepkiyle karşılanmıştı. Ancak, aynı Avrupa'nın, Müslümanları kızdıran karikatürleri basın özgürlüğü diye savunması, ikiyüzlülükten başka bir şey değildir" dedi. Dışişleri Bakanımız Sayın Gül'ün de ifade ettiği gibi, bu tür tertiplerle son yıllarda, Batı'da İslam düşmanlığı hızla yükselmektedir. İnanıyoruz ki, İslam âlemi oyuna gelmeyecek, onların kötü niyetlerini kursaklarında bırakacak. Halbuki, tarih boyunca, Müslümanlar, başka dinlere, medeniyetlere her zaman müsamaha, hoşgörü ile muamele etmişler. Batı ise, bütün bu hoşgörülere rağmen, Müslümanlara hep gaddarca davranmış, her türlü zulmü reva görmüştür. Geçmişte yaptıkları bu zulümleri, kendileri de itiraf etmektedirler. Nitekim, Alman ilim adamlarından Prof. Graus ve Bayan Threlfalltarafından hazırlanan "Spaneien"yani İspanya ismindeki eserde, İspanyolların Müslümanlara yaptıkları zulümleri şöyle anlatmaktadır: İspanya'da en önemli şehirlerden biri, Kurtuba'dır. Bu şehir, Endülüs Devleti'nin merkezi idi. Müslümanlar, "Târık bin Ziyâd kumandasında, 711'de İspanya'ya geçince, bu şehri kendilerine başşehir yaptılar. Burada, hastaneler, medreseler yaptılar. Bunların yanında, bir de büyük üniversite kurdular. Avrupa'da ilk kurulan üniversite budur. Ayrıca, güzelliği karşısında herkesi hayran bırakan âdetâ büyülenen bir de cami yapılmıştı. Hristiyanlar ise, 1492'de Endülüs Devletini yıkıp Kurtuba'ya girince, ilk iş olarak, bu muazzam câmiye saldırdılar. Câmiye sığınmış olan binlerce Müslümanı, merhametsizce kılıçtan geçirdiler. Endülüs'teki Müslüman ve Yahûdîleri yok ettiler. Sonra da eşsiz sanat eserlerini tahrip ettiler ve bu arada şâheser câmiyi yıkmağa başladılar. Önce minârelerdeki altın ve zümrütle işlenmiş nar şeklindeki başlıkları indirerek yağma ettiler. Caminin ortasına da haç şeklinde bir kilise inşa ettiler. Hâlbuki, Müslümanlar ilk defa bu memleketleri zaptettikleri zaman, orada yaşayan Hristiyan ve Yahûdîlere hiç dokunmamış, onların kendi dinlerine göre ibâdet etmelerine katiyyen mâni olmamışlardı." > Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29
.
İki kıymetli dost
11 Şubat 2006 01:00
Bilâl-i Habeşî hazretleri, Müslüman olmadan önce, Mekke müşriklerinin ileri gelenlerinden Ümeyye'nin kölesi idi. O zamanlar, her yerde olduğu gibi, Arabistan'da da korkunç bir câhiliyet vardı. İçki, kumar, zinâ, hırsızlık, zayıfları ezme, zulüm ve ahlâksızlık nâmına ne varsa hepsi yapılıyordu. Güçlü kimseler, zayıf kimseleri köle olarak kullanıyorlardı. İşte bu kölelerden birisi de, Bilâl-i Habeşî idi. Fakat bunun diğerlerinden farklı bir hâli vardı. Son derece mert ve dürüst idi. Bunun için Ümeyye, bunu kervanının başını koyar, mallarını bunun vâsıtasıyla uzak yerlere gönderirdi. Bilâl-i Habeşî hazretlerinin diğer bir özelliği de, sesinin çok güzel olmasıydı. Bunun için düğün ve şenliklerde aranan bir kimseydi. Onun bu özelliklerini bilen sâhibi Ümeyye, ona diğer kölelerden ayrı muâmele yapardı. Sanki köle değil hür bir insan gibi yaşardı. Bilâl-i Habeşî yine bir gün, bir kervanla Şam'a gitmişti. Bu kervanda, Hazret-i Ebû Bekir de vardı. İkisi arasındaki dostluk bu yolculukta meydana gelmişti. Bu sırada Mekkelilerin tek gelir kaynağı ticâretti. İslâm güneşinin doğmasına ve âlemi aydınlatmasına çok az bir zaman varken, işte bu yolculuk yapılmıştı. Hazret-i Ebû Bekir bu yolculukta gördüğü bir rüyâ sebebiyle sefer dönüşü îmân nûru ile şereflenmişti. Bir gece yarısı Bilâl-i Habeşî hazretlerinin kapısı çalındı. Uyandığında, kapıdan "Bilâl! Bilâl!" diye fısıldayan bir ses duydu. Karanlıkta korkuyla sesin geldiği tarafa yöneldi. Ona yaklaşıp, "Sen kimsin?" diye sordu. "Ben Ebû Bekir. Sabahı beklemeden, sâhibin duymadan bir şey söylemem lâzımdı, onun için geldim. Yâ Bilâl! Bu ümmetin peygamberi geldi." Kimdir, ya Eba Bekir!" " Ebü'l-Kâsım." "Peki peygamber olduğunu nasıl anladın?" Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir şöyle cevap verdi: Şam yolculuğunda gördüğüm rüyâyı anlattıktan sonra kendisine, "Yâ Ebe'l Kâsım, sen Allahın Resûlü olduğunu söylüyor, îmâna davet ediyormuşsun, öyle mi?" diye sordum. O da, "Evet yâ Ebâ Bekir! Rabbim insanlara müjdeleyici ve korkutucu olarak, Hazret-i İbrâhim'i gönderdiği gibi beni de bütün insanlara peygamber olarak gönderdi" dedi. Ben de, "Sen bugüne kadar yalan söylemedin. İnanıyorum ki sen Allahın Resûlüsün" deyip huzûrunda Müslüman oldum. Senin de Müslüman olmanı, ebedî saâdete kavuşmanı istiyorum, Hazret-i Ebû Bekir'in bu cevâbı üzerine, onu yakînen tanıyan, samîmiyetinden hiç şüphesi olmayan Bilâl-i Habeşî hazretleri, Kelime-i şehâdeti getirip Müslüman oldu
.
Batı, çatışmadan medet umuyor
11 Şubat 2006 01:00
Dün, Müslümanların asırlardır başka dinden olanlara karşı gösterdikleri hoşgörüye rağmen, Hristiyanların hep düşmanca tavır içinde olduklarını, "Karikatür olayı"nda da bunu bir defa daha gösterdiklerini yazmıştık. Tarihte yaptıkları katliamlardan bahsederken "Endülüs Faciası"ndan, yıkılan tarihi eserlerden ve katledilen masum insanlardan bahsetmiştik. Halbuki tarih boyunca, hiçbir Müslüman hükümdâr ve kumandan başka dinden oldukları için onların binalarını, tarihi eserlerini yıkmamışlar, kimseye zulüm yapmamışlar, Müslüman âlemini Hristiyanlara karşı savaşa teşvîk etmemişlerdir. İslâmiyette hiçbir mahlûka zulüm yapmak câiz değildir. Bütün Müslüman din adamları, zulme mâni olmuştur. İşte, binlerce olaydan size küçük bir misâl. "Fezleke-i târîh-i Osmânî" kitabında şu hadise anlatılmaktadır: Dâr-üs-se'âde ağası iken emekli olan Sünbül Ağa, Mısır'a giderken, Rodos açıklarında, Malta korsanları tarafından şehîd edildi. Venedik gemileri Mora'ya asker çıkarıp çocuk ve kadın demeden, binlerce Müslümanı öldürdü. Onsekizinci pâdişâh Sultan İbrâhîm, Hristiyanların bu katliâmını işitince pek üzüldü ve bir an için hislerine kapılıp bunlara karşılık olarak, Osmânlı idâresinde misâfir olarak bulunan Hristiyanlara kısâs yapılmasını, öldürülmelerini emir ve fermân eyledi. Bunun üzerine zamanın Şeyh-ul-islâmı olan Ebüs-Sa'îd Efendi Pâdişâhın huzûruna çıktı. Böyle bir karârın ve haksız yere insan öldürmenin İslâm dînine aykırı olduğunu, birinin işlediği suçtan bir başkasının cezalandırılamayacağını bildirdi. Sultân İbrâhîm, bütün Osmanlı sultânları gibi, İslâm dînine ve Allahü teâlânın kitâbına çok bağlı olduğu için, bu nasîhati kabûl ederek, karârından vazgeçti... Dün olduğu gibi bugün de Müslümanlar, insan haklarını ve barışı savunmakta; hangi dinden olursa olsun herkesin dinini rahatça yaşamasını istemektedir. Bunu da, başkalarına şirin görünmek için değil, İslam dininin emri olduğu için istemektedir. Batı ise, fırsatları kendi menfaatleri doğrultusunda değerlendirmekte, olaylara Haçlı zihniyeti ile yaklaşarak medeniyetler çatışmasına zemin hazırlamaktadır. Avrupa'yı yakından tanıyan Prof. Dr. Ahmet Ağırakça, karikatür olaylarını şöyle yorumladı: "Haçlı Seferlerinin en önemli noktası, kendi içindeki yetersiz kaynaklara mecbur kalan Avrupa'nın bir çıkış araması, buna karşın doğu dünyasının zenginlik içinde olması ve batının gözünü doğudaki bu nimetlere dikmesiydi. Avrupa o zaman maddi sıkıntılarını aşmak için 'Doğunun sokaklarında bal ve süt akıyor' diyerek Avrupalıları doğuya yönlendirirken, Müslümanlara hakaret ede ede kendi insanının İslam topraklarına saldırtmak için hazırladı. Bu çerçeveden bakıldığında, karikatür olayının da aynı mantıktan hareketle cereyan ettiği sonucuna rahatlıkla varabiliriz. Avrupa bugün de kendi insanını İslam ve Müslümanlara karşı kışkırtıp bir çeşit savaş çığırtkanlığı yapıyor ve insanlarını İslam dünyasına karşı topyekun bir savaşa hazırlıyor. Avrupalılar Müslümanlara hakaret ederek onları kışkırtıyor ve infiale zorluyor. Böylece Avrupalılar için bir savaş ve saldırma nedeni doğmuş olacak..." Osmanlı'yı yıkarak Müslümanları, başsız, sahipsiz bırakan Avrupa, ikinci bir hamle ile de, İslamı yok ederek, dünyayı tamamen Hristiyanlaştırmak istiyor. Kilise, 2000 yılındaki yeni yıl mesajında, "Birinci bin yılda Avrupa Hristiyanlaştırıldı. İkinci bin yılda Amerika ve Afrika Hristiyanlaştırıldı. Üçüncü bin yılda ise Asya Hristiyanlaştırılacak!" dememiş miydi
.
Bilâl'i bugün âzâd ettim"
12 Şubat 2006 01:00
Bilâl-i Habeşî hazretleri, Müslüman olduktan sonra hayâtında bambaşka bir safha başladı. Artık o, hak ile bâtıl arasında vukû bulmak üzere olan çetin bir mücâdelenin azimli bir kahramanı, kararlı bir mücâhidi olmuştu. Zâlim Ümeyye; O'nun Müslüman olduğunu anladığı zaman, daha da hâinleşti. Çâresiz kölesini sırtüstü veya yüzükoyun, kızgın çöllere yatırırdı. Sonra da çıplak vücuduna, kocaman kaya parçaları koyar ve Peygamber efendimizi inkâr etmesini emrederdi. Ama o Habeşli Mü'min, alnındaki boncuk boncuk terlerle inleyerek seslenirdi: "Allah birdir, Allah birdir. Muhammed, O'nun elçisidir. Ey topraklar, ey taşlar, ey taş yürekliler! Allah birdir ve O'ndan büyük yoktur." Bütün bu işkencelerle hıncını alamayan Ümeyye, onu böylece bîtap düşürdükten sonra da, boynuna bir ip takıp çocukların elinde Mekke sokaklarında dolaştırırdı. Müşrikler onunla alay ederlerdi. Bilâl-i Habeşî garip ve kimsesiz olduğu için, diğer müşriklerden de işkence görürdü. Ona ağır işkence yapanlardan biri de Ebû Cehil'dir. Bilâl-i Habeşî onun ağır işkenceleri karşısında da, "Allah birdir, Allah birdir" diyerek, dînindeki sebâtını gösterirdi. Ümeyye bin Halef yine bir gün Bilâl-i Habeşî'ye işkence yapmak için dışarı çıkarmıştı. Üzerindeki elbiselerini çıkarıp sadece bir don ile, yakıcı sıcakta kızgın kumlar üzerine yatırıp, üzerine taşlar yığmıştı. Bilâl-i Habeşî bu tahammülü zor işkenceler altında yine, "Allah birdir, Allah birdir" diyor başka bir şey söylemiyordu. Bu sırada sevgili Peygamberimiz oradan geçiyordu. Bilâl-i Habeşî'nin halini görerek üzülerek buyurdu ki: "Allahü teâlânın ismini söylemek seni kurtarır." Evine döndükten biraz sonra da Hz. Ebû Bekir yanına geldi. Peygamberimiz, Bilâl-i Habeşî'nin çektiği işkenceyi Hz. Ebû Bekir'e söyleyip, "Çok üzüldüm" buyurdu. Hz. Ebû Bekir hemen Bilâl-i Habeşî'ye işkence yapılan yere gitti. Müşriklere dedi ki: "Bilâl'e böyle yapmakla elinize ne geçer? Bunu bana satınız!" Müşrikler cevap verdiler: "Dünya dolusu altın versen satmayız. Fakat, senin kölen Âmir ile değişiriz." Hz. Ebû Bekir'in kölesi Âmir, onun her işini yürütürdü. Fakat imân etmiyordu. Bilali Habeşi'yi bununla değişip müşriklerin elinden kurtardı. Elinden tutup doğruca sevgili Peygamberimizin huzuruna getirerek dedi ki: "Yâ Resûlallah! Bilâl'i bugün Allah rızâsı için âzâd ettim" Resûlullah efendimiz çok sevindi. Ebû Bekr-i Sıddîk'a çok duâ buyurdu.
.
Bilâl'e dokunmayın!"
13 Şubat 2006 01:00
Bilâl-i Habeşî hazretleri, bir gün Mescid-i Nebî'de iken büyük bir neş'e içinde coşuyor, yerinde duramıyor, oynuyordu. Hz. Ömer bu hâlini görünce sordu: "Yâ Bilâl, bu hâlin nedir? Burasının mescid olduğunu unuttun mu?" Hazreti Bilal, "Benim hâlimde ne var ki? İstersen gidip hâlimi Resûlullaha arz edelim, yanlışım varsa tövbe ederim ve bir daha yapmam" teklifinde bulununca, beraberce Resûlullahın huzûruna gittiler. Hz. Ömer, Peygamber efendimize durumu arz etti: "Yâ Resûlallah, Bilâl, mescidin huşû'unu bozuyor. Burada neş'elenip coşuyor, oynuyor." Peygamber efendimiz Hz. Bilâl'e sordu: "Yâ Bilâl, böyle neş'eli olmanın sebebi nedir? Hazreti Bilal şöyle cevap verdi: "Yâ Resûlallah, cenâb-ı Hak bana hidâyet nasip etti. Ben bir köleydim. Mekke'nin ileri gelenlerinden nice kimseler bu saâdete eremediler. Ebedî saâdetten mahrûm kaldılar. Onlara hidâyet nasip olmadı. Ben neş'elenmeyeyim de kim neş'elensin?.. Ben oynamayayım da kim oynasın?" Resulullah Efendimiz, "Bilâl'e dokunmayın! Sevinip neş'elensin" buyurdu. Yahûdînin biri bir gün Hz. Bilâl'i sıkıntı içinde görüp, "Yâ Bilâl, ben sana istediğin kadar para vereyim, yeter ki sen sıkıntı çekme!" teklifinde bulundu. Maksadı başkaydı. Parayı verirken ilâve etti, "Eğer bu parayı ödeyemezsen, seni köle olarak alırım." Aradan bir zaman geçtikten sonra, Yahûdî gelip parasını istedi. Bilâl-i Habeşî hazretleri, özür beyân ederek dedi ki: "Bana bir ay daha müsâade et, yine ödeyemezsem, beni köle olarak alıp götürürsün." Son günü geldiği hâlde borcunu ödeyemeyen Hz. Bilâl, çâresiz kalıp, Resûlullahın huzûruna gidip durumu arz etti. Peygamber efendimiz bir şey buyurmadı. Ümitsiz bir şekilde evine dönen Hz. Bilâl o gece uyuyamadı. Kendi kendine, "Artık bundan sonra ezân okuyamayacağım" diye derin derin düşünüyordu. Bu düşünceler içinde kendinden geçmiş hâldeyken kapı çalındı. Gelen kimse seslendi: "Resûlullah seni çağırıyor, acele gel!" Hemen kendini toparlayıp, huzûra koştu. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Yâ Bilâl ticaretten dönen bir kervan var. Kervana git, onların arasında üzerindeki yükleriyle beraber bana hediye edilmiş olan üç deve var, onları al senin olsun! Borcunu öde!" Hz. Bilâl emredileni hemen yaptı. Rahat ve huzûr içinde, gidip sabah ezânını okudu. Namazdan sonra, mescidin kenarında onu köle olarak alıp götürmek için bekleyen Yahûdîyi gördü. Namazdan çıkınca, yüksek sesle konuştu: "Bende alacağı olan kimseler gelsin, borcumu ödeyeceğim! " Bunun üzerine Yahûdînin bütün hayâlleri yıkıldı
.
Bunca ayrılık yetmedi mi?"
14 Şubat 2006 01:00
Bilâl-i Habeşî hazretleri, Peygamber efendimizin vefâtından sonra, Resûlullahı hatırladıkça, kendini tutamayıp ağlıyordu. Bu sebeple Medîne'den, ayrılıp Şam'a yerleşti. Hz. Ömer'in hilâfetine kadar orada kaldı. Bir gece rüyâsında Resûlullah efendimizi gördü. Sevgili Peygamberimiz kendisine sitem ettiler: "Bunca ayrılık yetmedi mi, yâ Bilâl? Hâlâ kabrimi, ziyâret etmeyecek misin?" Zavallı yüreği, duracak hâle geldi. Heyecan ve ter içinde uyandı. Hemen hazırlığa başladı. Şafak sökerken, ince, uzun ve garip deveciğiyle; mübârek Medîne yollarına düştü. Biricik Efendisine yaklaştıkça havayı kokluyor, taşları toprakları okşuyor ve gözyaşı döküyordu. Issız çölleri yara yara, Medîne'ye ulaştı. O'na rastlayanlar, selâm veriyorlardı. Sonra da yanındakilere diyorlardı ki: "İşte Bilâl, Bilâl-i Habeşî hazretleri. Peygamberin Müezzini. O'nun gibi ezân okuyan, bu dünyaya gelmemiştir..." Fakat O, hiçbirini duymuyor, görmüyordu. Sanki çok kuvvetli bir mıknatıs, onu kendisine çekiyordu. Peygamber efendimizin mübârek kabirlerine doğru ilerledi. Yüce mâkâma erişirken; Kur'ân-ı kerîm okudu, okudu, okudu... En sonunda, sevgilisinin kabrine kapaklandı, bayıldı. Uyandığında, Hasan ve Hüseyin hazretleri; saçlarını okşuyorlardı. Sanki dünyalar onun oldu. Sarıldılar, kucaklaştılar. Sonra Hz. Hasan sordu: "Dedemiz seni de çok severdi. Acaba O'nun hatırı için, bir şey istesek yapar mısın?" Hz. Bilâl çok şaşırdı: "Bu ne biçim söz! Bu kölenizden ne emredersiniz de, yerine getirmem!" "Bütün Medîneliler gibi, biz de senden, bir defa da olsa ezân dinlemek istiyoruz. Ricâmız sadece buydu.", "Anam, babam sizlere fedâ olsun! Başım, gözüm üstüne!" Ertesi sabah Bilâl-i Habeşî, "Son Ezân"ını Mescid-i Nebevî'de okudu. Yanık ve hasret dolu sesiyle: "Allahü ekber! Allahü ekber!.." dediği zaman; bütün Medîne halkı ayağa kalktı. "Eşhedü en lâ ilâhe illallah!"ve "Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah!" deyince kadın-erkek, genç-ihtiyar, çoluk-çocuk, hattâ yataklarındaki hastalar bile, sokaklara fırladılar. Sanki, Peygamber efendimiz yaşıyor zannettiler. O günden beri dünyada, bir daha öyle ezân okunmadı. Bilâl-i Habeşî hazretleri de başka ezân okumadı. 641 senesinde Şam'da vefât etti..
.
İlk ezanın okunuşu
15 Şubat 2006 01:00
Hicretten sonra Medîne'de Peygamber efendimizin mescidi yapılmış, burada Müslümanlar cemâatle namaz kılıyorlardı. Ancak o günlerde namaz vakitlerini bildirmek, zahmetli oluyordu. Müslümanlar, mescide toplanır; namaz vaktini beklerlerdi. Bazıları da tam vakti tesbit edemezlerdi. Sevgili Peygamberimiz, buna bir çâre arıyorlardı. Bir gün arkadaşlarını topladılar. Meseleyi hep birlikte konuşmaya (istişâreye) başladılar. Namaz vakitlerinde çan çalmak, boru çalmak, ateş yakmak gibi teklifler yapıldı. Bu teklifler ile ilgili Allahü teâlânın Resûlü, "Çan çalmak Hristiyanların, boru çalmak Yahudilerin, ateş yakmak mecusilerin âdetidir" buyurarak kabul buyurmadı. Neticede, karar veremeden dağıldılar. Müslümanlar üzgün olarak evlerine çekildiler. O toplantıda bulunan Abdullah bin Zeyd, aynı gece bir rüyâ gördü... Ertesi gün, sabah namazından sonra, Sevgili Peygamberimize gördüğü rüyâyı anlattı: "Yâ Resûlallah! Dün gece rüyâmda, mübârek bir zât gördüm. Elinde parlak bir çan vardı. Ona sordum: "Onu bana satar mısın?" "Çanı ne yapacaksın?" dedi. ben de "Onunla Müslümanları namaza davet edeceğim" dedim. O mübârek zât güldü ve; "Sana ondan daha hayırlı, bir şey öğreteyim" dedikten sonra, bana, kelimesi kelimesine, 'Ezân-ı Muhammedî'yi okudu." Abdullah bin Zeyd hazretlerinin rüyâlarını anlatmasından sonra, Allahü teâlânın Resûlü de tebessüm ederek buyurdular ki: "İnşâallah gördüğün hak rüyâdır, sâlih rüyâdır. Şimdi kalk da öğrendiklerini, Bilâl'e öğret! Ezânı, O okusun. Çünkü sesi, senden daha gür, daha yüksektir." Bu rüyâ ve Ezân kelimelerini işiten Hz. Ömer dedi ki: "Yâ Resûlallah! Seni hak Peygamber olarak gönderen Allaha yemîn ederim ki, aynı rüyâyı ben de gördüm." Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz, ellerini semâya kaldırarak; cenâb-ı Hakka şükrettiler, hamdettiler. Bundan sonra Hazreti Abdullah bin Zeyd, "Sâhib-ül Ezân" diye meşhûr oldu. Resûlullah ile beraber Vedâ Haccı'nda bulundu. Bu hac esnasında elinde bulunan bütün mallarını, hayvanlarını, fakirlere sadaka olarak dağıttı. 644 yılında 64 yaşında iken vefât etti. Buyurdu ki: "Dünyada olup da âhiret hayatı yaşayan insan saâdet içindedir. Bir insan yaşadığı müddetçe Allahı hatırından çıkarmayıp, O'na hep yalvarırsa âhirette merhametine sebep olur. Böylece âhiret hayatı yaşamış olur."
.
Onlara Cenneti hazırladı!"
16 Şubat 2006 01:00
Resûl aleyhisselâmın bi'setinin onbirinci senesinde, Akabe mevkiînde Medîneli on iki kişi ile buluştu. Bunlardan birisi de Hazreti Sa'd bin Rebî' idi. Burada Peygamber efendimize, "Allahü teâlâya hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinâ etmemek, çocuklarını öldürmemek, kimseye iftira etmemek, hiçbir hayırlı işe karşı çıkmamak" hususunda biat ettiler, söz verdiler. Peygamber efendimiz de onlara buyurdu ki: "Verdiği sözde duranın, ücret ve mükâfatına Allahü teâlâ garanti vermiş, onlara Cenneti hazırlamıştır. Kim insanlık îcâbı, bunlardan birini işler de, ondan dolayı dünyada cezâya uğratılırsa, bu ona keffâret olur! Kim de yine bunlardan insanlık îcâbı birini işlerse, yaptığı o şeyi Allahü teâlâ gizler, açığa vurmazsa, onun işi Allahü teâlâya kalır. Dilerse onu bağışlar, dilerse azâba uğratır." Hz. Sa'd, Uhud'da büyük kahramanlıklar gösterdi. Vücûdu delik deşik oldu. Uhud muharebesinde, bir ara, Müslümanlar arasında karışıklık başladı. Hz. Sa'd o zaman, gevşeklik göstermedi. Eshâb-ı kirâma Akabe biatında, canlarını fedâ edeceklerine dâir verdikleri sözü ve yemîni hatırlattı. Muharebe sona erip, Kureyş müşrikleri çekilip gitmişlerdi. Resûl aleyhisselâm sordu: - Sa'd bin Rebî'nin ne durumda olduğunu, canlılar arasında mı, yoksa ölüler içerisinde mi olduğunu, tesbit edip, bana kim haber getirir? Bir ara onu şu tarafta görmüştüm. Muhammed bin Mesleme veya Ubeyy bin Ka'b'dan birisi idi. Resûlullah efendimizin işâret buyurduğu tarafa giderek, "Resûlullah, senin sağlar mı, yoksa ölüler arasında mı olduğunu, araştırıp, kendisine haber vermemi emretti" diye seslendi. Bunun üzerine Hz. Sa'd ağır yaralı olarak zorlukla şu cevâbı verdi: "Ben artık ölüler arasında sayılırım. Resûlullaha selâmımı arz et ve "Sa'd bin Rebî' ümmetine doğru yolu göstermek için rehberlik yapan Peygambere verilecek mükâfatların en üstünü ile, Allahü teâlâ seni mükâfatlandırsın diyor" de! Kavmin Ensâr'a da selâm söyle! Onlara da, "Sa'd bin Rebî' size, Akâbe gecesinde, Resûl aleyhisselâmı korumaya dâir söz verip, yemîn etmediniz mi? Vallahi hayatta bulunduğunuz müddetçe, Peygamber efendimizi iyi korumayıp, ona bir zarar gelirse, sizin için, Allahü teâlânın yanında gösterebileceğiniz hiçbir mazeret yoktur, diyor" de! Bunları söyledikten bir müddet sonra da vefât etti.
.
İnsan kaderinden kaçamaz!"
17 Şubat 2006 01:00
Uhud Harbinde sevgili Peygamberimiz, son emirlerini verdiler. İslâm Ordusunun, nelere dikkat etmesi gerektiğini, açık açık bildirdiler. Sonra, mübârek ellerinde tuttukları kılıcı göstererek buyurdular ki: "Bu kılıcın hakkını yerine getirmek şartıyla, kim almak ister?" Mücâhidlerin hepsi istiyordu. Fakat Hz. Ebû Dücâne, yüksek sesle sordu: "Yâ Resûlallah! Bu kılıcın hakkı nedir? Resulullah buyurdu: "O'nun hakkı, eğilip bükülünceye kadar; düşmanın yüzüne vurmaktır, vurmaktır. Onun hakkı, Müslüman öldürmemen, onunla kâfirlerin önünden kaçmamandır. Onunla Allahü teâlâ sana zafer yahut şehîdlik nasîb edinceye kadar, Allah yolunda çarpışmandır." Hz. Ebû Dücâne, Medîneli mücâhidlerin en bahadırlarından biriydi. "Kılıcı, o şartla alabilirim yâ Resûlallah" dedi. Peygamber efendimiz, tebessüm ettiler. Sonra, kılıcı uzattılar. Üzerine, Arapça şu beyt kazınmıştı: "Korkaklıkta zillet, utanç; ileri atılmakta, izzet, şeref vardır. İnsan, korkaklık etse bile; kaderinden kaçamaz." Ebû Dücâne hazretleri o kadar sevindi ki, keyfinden, pehlivanlar gibi yürümeye başladı. Geniş ve dik adımlar atıyordu. Başına, kırmızı bir tülbent sardı. Sanki fırtına gibi, düşmana esmek için hazırlanıyordu. Sonra, "şâhin gibi" düşman üstüne atıldı. Önüne çıkan dinsizleri, müşrikleri kılıçladı, kılıçladı... Kimini öldürdü, kimini yaraladı. Zâten yürüyüşünden, heybetinden korkan hâinler; çil yavrusu gibi dağılıyorlardı. Uhud Savaşında müşriklerin azılılarından Âsım bin Ebî Avf, kudurmuş bir canavar gibi Müslümanlara saldırıyor, bir taraftan da: - Ey Kureyş cemâ'ati! Akrabâlık haklarını gözetmeyen, kavminizi bölen kimse ile çarpışmaktan geri durmayınız. Eğer O kurtulursa ben kurtulmayayım, diye bağırarak Kureyş kâfirlerini harbe teşvik ediyordu. Ebû Dücâne hazretleri bu azılı kâfirin susturulması îcab ettiğini anlamış ve çarpışa çarpışa ona yaklaşıp, bu İslâm düşmanını öldürerek gerekli cezâsını vermişti. Ebû Dücâne hazretleri bununla meşgul iken, müşriklerden Ma'bed bin Vehb, Ebû Dücâne'ye ani bir kılıç darbesi indirmişti. Ebû Dücâne hazretleri çok seri bir şekilde yere çökerek bu öldürücü darbeden kurtulmuş, hemen sonra acele kalkıp hücum ederek, Ma'bed'i yaralamış, bir çukura düşürmüştü. Sonra da çukura atlayıp başını kesip kâfirlere doğru fırlattı. Bu hâl, Kureyş kâfirlerinin zaten bozulmuş olan morallerinin daha da bozulmasına sebep olmuştu.
.
"Şimdi tam zamanı!"
17 Şubat 2006 01:00
Geçenlerde bir yazımda, "Bütün Hıristiyan mezhepler ve küresel güçler, misyonerlikte, Hıristiyanlığı yaymada iş birliği içindeler. Asırlardır bir araya gelemeyen bu güçler İslamı değiştirmede, İslamda Reformda ittifak halindeler" demiştim. ATO tarafından bastırılıp ücretsiz dağıtılan "Misyoner Örgütleri ve Misyonerlik Faaliyetleri" isimli kitabın yazarı Sayın Tuncer Günay da "Misyonerlik zehrinin panzehiri İslâm'dır. Bunu bozmak için İslamı sulandırma hareketleri başlatıldı" diyerek toplumu dikkatli olmaya çağırdı. Sayın Günay'ın ciddi endişeleri ve uyarıları var bu konuda: İslâmiyet, misyonerlerin her türlü taarruza rağmen çelik gibi karşılarında duruyordu. Bu duruşu yumuşatabilmek ve bir manevra alanı bulabilmek için uyduruk tartışmalar oluşturmaya başladılar. Bu tartışmalar onların işlerini kolaylaştırıyor, rahat bir nefes almalarını sağlıyordu. Türkiye'deki Ortodoks ve Protestan temsilcileri, 27 Aralık 2005'te bir toplantı yaparak şöyle bir karar aldılar: 'Türkiye'de şu ana kadar yürütülen Hıristiyanlaştırma faaliyetleri başarısızlığa uğradı. Daha yoğun çalışılması ve sonuç alınması gerekiyor. Bundan sonra güç birliği yaparak tek parça halinde Türkiye'de yeni bir hareket olarak yeni bir dönem başlatıyoruz.' Ortodoks ve Protestanların oluşturduğu yeni hareketin adı,Birlikte Dua Hareketi... Şimdi bundan sonra misyonerler karşımıza "Birlikte Dua Hareketi" olarak çıkacaklar. Birlikte Duacılar'ın sloganları da çok ilginç: 'Şimdi tam zamanı' Türkiye'de misyonerlik faaliyetlerini çok rahatlıkla yürütebilmenin tam zamanı. Onlara göre; zemin uygun. Avrupa Birliği müzakere sürecinin başlamasıyla birlikte gelen özgürlük rüzgarı, bunlara propaganda anlamında birçok kolaylık sağlıyor. Örgütlenme, yayın, propaganda kolaylığı sağlanacağı düşüncesiyle faaliyetlerini hızlandırma açısından uygun zaman olduğunu düşünüyorlar. "Türkiye'nin Hıristiyanlaştırılması güçtür" diye raporlar gitmiş misyonerlik faaliyetlerinin merkezlerine. Merkezlerden "O zaman Müslümanlık üzerine çalışın" talimatı gelmiş. Yapılan toplantılarda "Müslümanlığı sulandırarak çalışma alanı bulabileceğiniz delikler açın" denilmiş. Son zamanlarda bir sosyete grubunun kadınlı-erkekli namaz kılmaları, kadınların başı açık şekilde namaza durmaları bununla ilgili. Bizi bir arada tutan en birleştirici unsur İslâm'dır. Eğer misyonerler İslâm'ı sulandırıp rahat faaliyet etme alanı için bir delik açarlarsa, bizi bir arada tutan son maya da bozulmuş olacak. Subaşı Camii'ndeki olay bir denemeydi. Hıristiyanlar, "diyalog"dan Müslüman dünyasına kendi tezlerini kabul ettirme olarak anlıyor. Tek taraflı bir çıkar söz konusu... Mevcut potansiyel tehlike çok iyi hissedilmedi ve kavranılmadı. Misyonerleri tespit etmek ve onlara karşı strateji belirleyip mücadele etmek kolaydır. Ancak birtakım saçma sapan fikirlerle İslâm'ı sulandırma faaliyetleri daha tehlikelidir. Aykırı hareketler, bazı bozuk düşünceli ilahiyatçıların kafa kurcalayan açıklamaları, misyonerlerin İncil dağıtmasından daha zararlıdır. Aykırı hareketlerde bulunanların birçoğunun dışarı ile irtibatları var. Kimisi orada okumuş, kimisi bu çalışmaları destekleyen firmalarında çalışmış. İslamı bozma, yozlaştırma, 'ılımlı islam', 'Light İslam' gibi faaliyetler dışarının tezgahıdır. Bunlar İslâm'ı sulandırma çalışmalarıdır. Buradan açılacak bir delik sayesinde İslâmiyet üzerinde yapılacak tartışmalarla din zayıflatılırsa, Hıristiyan misyonerlerin faaliyet alanı genişleyecek ve rahat çalışacaklar..
.
Kılıcın şerefini gözettim!"
18 Şubat 2006 01:00
Ebû Dücâne hazretleri, Uhud Savaşında beyitler okuyor, müşriklerden kime rastlarsa, onu vurup öldürüyordu. Müşriklerin en azılılarından, iri cüsseli Ebû Zûl-Kerş her tarafı zırhlarla kaplı, sadece gözleri görünüyordu. Ebû Dücâne hazretleri ile karşı karşıya geldi. Müşrik "Ben Ebû Zûl-Kerş'im!" diye bağırıyordu Ebû Dücâne hazretleri bir kılıç darbesiyle omuzundan, tâ uyluklarına kadar ikiye biçti. Canını Cehenneme yolladı. Bundan sonra Ebû Dücâne, önüne çıkan her kâfiri devirerek dağın eteğinde tef çalarak müşrikleri kışkırtan kadınların yanına geldi. Ebû Dücâne buyuruyor ki: - Uzaktan bir kadın gördüm ki, müşriklere son derece kızıyor, bağırıyor ve harbe teşvik ediyordu. Üzerine yürüdüm. Etrafından imdat istedi, bağırmaya başladı. Onun bir kadın olduğunu görünce Resûlullahın kılıcının şerefini gözettim ve kılıcı kadına vurmadım. Tir tir titreyen Kureyşli kadın bile, bu civânmertlik karşısında şaşırıp kaldı! Bu kadın Ebû Süfyân'ın hanımı Hind idi. Daha sonra Mekke'nin fethinde Müslüman oldu... Ebû Dücâne'nin her yere yetiştiğini, kılıcını kaldırdığı halde Ebû Süfyan'ın karısı Hind'i öldürmekten vazgeçtiğini gören Zübeyr bin Avvâm hazretleri, kendi kendine; "Kılıcın kime verileceğini Allahın Resûlü benden daha iyi bilir. Vallahi ben onun çarpışmasından daha üstün çarpışan, vuruşan bir kimse görmedim" diye düşündü. Sonra Ebû Dücâne'nin yanına vararak dedi ki: - Yaptığın her şeyi gördüm. Kadına kılıcını kaldırıp sonra vurmaktan vazgeçtiğini de gördüm. Ebû Dücâne cevap verdi: - Resûlullahın kılıcına hürmet ettim ve onu kadın kanına bulaştırmadım. Daha sonra Ebû Dücâne hazretleri, Hz. Hamza ve Hz. Ali ve diğer Eshâb-ı kirâm ile beraber yeniden düşman saflarına umumî taarruz için ileri atıldı. Birçok Sahâbî şehid düştü, fakat müşrikler de kaçmaya başlamışlardı. Uhud Savaşında Müslümanlar bir ara dağılınca, Peygamber efendimizin yanında yedisi muhâcirlerden, yedisi de ensârdan olmak üzere ondört sahâbi kalmıştı. Bu yedi ensârdan biri de Ebû Dücâne idi..
.
"Ne yapmamız gerekir?"
18 Şubat 2006 01:00
Dün, misyonerlerin strateji değiştirerek yeni taktiklerle yoğun bir şekilde Hıristiyanlığı yayma faaliyetlerinden bahsetmiştik. Haklı olarak bazı okuyucularım arayıp, " Bu tehlikeden, kendimizi ve çocuklarımızı korunmak için bizim ne yapmamız lazım?" diye sordular. Bu soruya cevap verebilmek için önce tehlikenin kaynağına inmek gerekir. Ekonomik krizler sebebiyle, hayat mücadelesi veren, evinin nafakasını temin için icabında gece gündüz çalışan halkımızda manevi yönden önemli bir boşluk oluştu. Bu, İslamiyeti gereği kadar bilmeme ve yaşamama boşluğu. Dinî şuur ile yetiştirilemeyen gençlik, farkında olmadan çeşitli arayışlara girdi. Kendi gayretleri ile içindeki manevi boşluğu doldurma gayretiydi bu. Tam bu safhada devreye giren misyonerler her türlü cazip yaklaşımlarla gençlere el atıp tuzaklarına düşürdüler. Gençlerimizin, içine düştüğü bu feci, içler acısı halini, Rahip Santoro'nun 11 Mayıs 2004'te Monteveglio Manastırı'nın sorumlusu Rahip Athos Righi'ye Trabzon'dan gönderdiği mektuptaki anekdotlar açıkca ortaya koymaktadır: " 25 yaşlarında bir delikanlı, dün beni yolda çevirerek "Tam üç aydır kiliseye dua etmeye geliyorum" dedi. Sonra bir kadın bana, "Kiliseye gelince nefes alabiliyorum, temiz havayı hissediyorum, yüreğimde sakinliği hissediyorum" dedi. İki kız geldi. Biri bana açıldı. Son zamanlarda kendimi mutsuz hissediyorum, birkaç haftadır Hıristiyanlığı düşünüyorum, dediğinde onlara, Aziz Jean'in İncili üzerine bir şeyler okudum. İki genç kız başlarını öne eğerek ve onaylayarak "Tanrı tektir. Ne fark var; ha İslam ha Hıristiyanlık, dediler. Bir televizyonda müzik programları yapan bir kadın geldi. Kendisi için dua etmemi istiyordu. Daha sonra bana "Tanrı aşkını bana aşıladığınız için teşekkür ederim" dedi. Anneler günüydü. Bir genç Müslüman elinde çiçeklerle kiliseye geldi ve bana "Bugün Anneler Günü. Ben bu çiçekleri Hazreti Meryem'e sunmak istiyorum" dedi. Bir başka Müslüman genç, kilisenin restorasyonunda, temizliğinde ve yokluğumuzda bekçiliğinde yardım ediyor..." Papaz mektubunu şöyle bitiriyor: "Bunlar küçük, ama umuda dair ayrıntılar..." Ayin başına 100 dolar para vererek Müslüman gençleri kiliseye toplayan Papazın bu itirafları, tehlikenin boyutunu, gençlerdeki mevcut inanç boşluğunu herhalde ortaya koyuyor. Bu Müslüman çocuklarının Hıristiyanlaşmasında bizim hiç mi sorumluluğumuz yok, bunu başımızı iki elimiz arasına koyup iyice düşünmemiz lazım. Kendimizi sorgulamamız lazım. Bugüne kadar çocuklarımıza dinimizi öğretmekle ilgili ne yaptık, bundan sonra ne yapmamız lazım? Bunun muhasebesini yapmanın zamanı geldi ve geçmek üzere. Yapılacak şey aslında çok kolay. Ecdadımızın asırlardır yaptığı gibi dinimizi ilmihal kitaplarından önce kendimiz iyice öğrenip sonra da çoluk çocuğumuza öğretmektir. Müsait zamanlarda ailece oturup beraberce bu kitapları okumaktır. Çocuklarımızın eline bir meal tutuşturmakla din öğretilemez. Aksine, dinden uzaklaşmanın bir sebebi de, çeşitli şüphelerin oluşmasına sebep olan "Meal"lerdir. "Mealciliğin" bu kadar yaygınlaşması da, Batı'nın, empoze etmesi ile olmuştur. Bunun öncülüğünü de, Zeki Megamiz ve Mihran isimli iki gayri müslim yapmıştır. Bu tehlikeden korunabilmek için, dinimizi öğrenmenin ve öğretmenin yanında, merak için de olsa, kiliseye gitmemeliyiz, misyonerlerin toplantılarına katılmamalıyız ve dağıttıkları kitapları almamalıyız. Bunları hafife alıp, tartışmaya girmemeliyiz. Çünkü bunlar bu konuda özel eğitim almışlar, demagojiyi iyi bilen kimselerdir. Tartışmada, kafa karıştıracak usulleri, soruları çok iyi bilirler. Tartışabilmek için ilmin yanında, demagoji, tartışma ilmini de iyi bilmek gerekir.
.
Ben razıyım sen de razı ol!"
19 Şubat 2006 01:00
Uhud Savaşında, müşriklerin azılılarından Abdullah bin Hüneyd, Peygamberimizi görünce atını mahmuzladı. Kendisi tepeden tırnağa silahlı ve zırhlar içerisinde olup, başında da miğfer vardı. "Ben Züheyr'in oğluyum. Bana Muhammed'i gösteriniz. Ya ben O'nu öldürürüm yâhut onun yanında ölürüm" diye haykırıyordu. Ebû Dücâne hazretleri hemen onun karşısına çıkarak, Abdullah bin Hüneyd'in atının bacaklarına bir kılıç çaldı. Atın ayakları çökünce kılıcını kaldırdı, bir vuruşta onu Cehenneme gönderdi. Peygamber efendimiz bu olanları görüyordu ve buyurdu ki: "Allahım, Ebû Dücâne'den ben nasıl râzı isem, Sen de râzı ol." Ebû Dücâne hazretleri Uhud'da çok kahramanlık gösterdi. Resûlullah efendimiz Uhud gazâsından dönünce, Ebû Dücâne hazretlerine vermiş olduğu kılıçlarını almıştı. Kılıcın üzerindeki müşrik kanlarını silmek üzere mübârek kerîmeleri Hz. Fâtıma'ya uzattı. Bu esnâda, Hz. Ali de kendi kılıcını uzatarak dedi ki: "Şunu da al, bu gazâda çok iyi işime yaradı." Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdu ki: "Sen muharebede sadâkat gösterdin, başarılı oldun; Sehl bin Hâris ve Ebû Dücâne de başarılı olmuşlardır." Ebû Dücâne hazretleri anlatır: Bir gece yatıyordum. Değirmen sesi gibi ve ağaç yapraklarının sesi gibi ses duydum ve şimşek gibi parıltı gördüm. Başımı kaldırdım. Odanın ortasında, siyah bir şey yükseldiğini fark ettim. Elimle yokladım. Kirpi derisi gibi idi. Yüzüme, kıvılcım gibi şeyler atmaya başladı. Hemen Resûlullaha gidip, anlattım. Buyurdu ki: "Yâ Ebâ Dücâne! Allahü teâlâ, evine hayır ve bereket versin!" Kalem ve kâğıt istedi. Hz. Ali'ye bir mektup yazdırdı. Mektubu alıp eve götürdüm. Başımın altına koyup, uyudum. Feryâd eden bir ses, beni uyandırdı. Diyordu ki: - Yâ Ebâ Dücâne! Bu mektupla, beni yaktın. Senin sâhibin, bizden elbette çok yüksektir. Bu mektubu, bizim karşımızdan kaldırmaktan başka, bizim için kurtuluş yoktur. Artık senin ve komşularının evine gelemeyeceğiz. Bu mektubun bulunduğu yerlere gelemeyiz. Ona dedim ki: "Sâhibimden izin almadıkça bu mektubu kaldırmam..." Cin ağlamasından, feryâdından dolayı, o gece, bana çok uzun geldi. Sabah namazını, mescidde kıldıktan sonra, cinnin sözlerini anlattım. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki: "O mektubu kaldır. Yoksa, mektubun acısını, kıyâmete kadar çekerler!" Bir kimse, bu mektubu, yanında taşısa veya evinde bulundursa, bu kimseye, eve ve etrafına cin gelmez ve dadanmış olup zarar veren cin de gider. (Bu mektubun arapça aslı, "365 Gün Dua" kitabında vardı
.
Tatlı dilli olmanın bereketi
20 Şubat 2006 01:00
Peygamber efendimiz, Kur'ân-ı kerîmi ve İslâmiyeti öğretmek üzere, Mus'ab bin Umeyr'i Medîne'ye göndermişti. Mus'ab bin Umeyr faaliyetlerini yürütmek üzere Sa'd bin Mu'âz'ın teyzesinin oğlu olan Es'ad bin Zürâre'nin evine yerleşmişti. Bu sebeple Sa'd bin Mu'âz, o zaman Araplar arasında akrabaya karşı hakâretten kaçınmak âdet olduğu için bu işe mâni olma teşebbüsünde de bulunamadı. Bu işi Üseyd bin Hudayr'a havale etti. Üseyd bin Hudayr, mızrağını alıp, Mus'ab bin Umeyr'in bulunduğu eve giderek, Medine'yi terk etmesini istedi. Mus'ab bin Umeyr, ona tatlı dille, yumuşak bir sesle, "Hele biraz otur, sözümüzü dinle! Beğenirsen kabûl edersin, beğenmezsen dinlemekten yüz çevirirsin" dedi. Sonra ona, Kur'ân-ı kerîm okudu. İslâmiyeti anlattı. Onun tatlı konuşması, insanın kalbine işleyen sözleri ve hoş sesiyle okuduğu Kur'ân-ı kerîm âyetleriyle, kendinden geçen Üseyd bin Hudayr: "Bu, ne kadar güzel, ne kadar yüce söz. Bu dîne girmek için ne yapmak lâzımdır" dedi. Ne yapması lâzım geldiğini anlattılar ve Üseyd bin Hudayr, Kelime-i şehâdet söyleyerek Müslüman oldu. Büyük bir huzur içerisinde olduğu hâlde Mus'ab bin Umeyr'e döndü ve; "Arkamda bir adam var. Ben hemen gidip onu size göndereyim. Eğer o Müslüman olursa, Medîne'de onun kavminden îmân etmedik hiç kimse kalmaz, diyerek kalkıp süratle gitti. Doğruca Sa'd bin Mu'âz'ın yanına vardı. Üseyd bin Hudayr, Sa'd bin Muâz'ın Müslüman olmasını çok arzu ettiği için ona dadi ki: "Mus'ab bin Umeyr ile konuştum, bir fenalığını görmedim. Yalnız duyduk ki, Hâriseoğulları, teyze oğlun Es'ad'ın böyle bir kimseyi evinde barındırmasından kuşkulanarak teyzenin oğlunu öldürmek için harekete geçmişler." Bu sözler Sa'd bin Mu'âz'a çok dokundu. Çünkü birkaç sene önce yapılan bir savaşta, Hâriseoğullarını yenip, Hayber'e sığınmaya mecbur etmişlerdi. Bir sene sonra da affedip, memleketlerine dönmelerine izin vermişlerdi. Buna rağmen onların böyle bir tavır takınmaları düşüncesi Sa'd bin Mu'âz'ı çok kızdırmıştı. Halbuki işin aslında böyle bir hareketleri yoktu. Üseyd bin Hudayr böyle bir hîleye başvurarak, Sa'd bin Mu'âz'ın teyzesinin oğlu Es'ad bin Zürâre'ye, dolayısıyla Mus'ab bin Umeyr'e zarar vermesini önlemek istedi. Böylece onların tarafına geçmesini ve nihayet Müslüman olmasını temin etmek gayretinde idi.
.
"Sevinç Yılı"
21 Şubat 2006 01:00
Es'ad bin Zürâre ile Mus'ab bin Umeyr, son derece huzûr ve sükûn içerisinde oturup, sohbet ediyorlardı. Sa'd bin Mu'âz, yanlarına yaklaşıp dedi ki: "Ey Es'ad, aramızda akrabalık olmasaydı, sen bu adamı elimden kurtaramazdın. Sen memleketinden çıkarılmış şu yabancı adamı, zayıflarımızın inançlarını bozmak için mi çağırdın?" Bu sözlere Mus'ab bin Umeyr yumuşak bir şekilde cevap verdi: "Ey Sa'd, sen zeki bir kimsesin, hele biraz dur, oturup bizi dinle, anla, sözlerimiz hoşuna giderse ne âlâ, eğer sözlerimizi beğenmezsen, biz bunu sana tekliften vazgeçeriz. Bizi bırakır gidersin." Mus'ab bin Umeyr, Sa'd bin Mu'âz'a önce İslâmiyeti anlattı. İslâmiyetin esaslarını açıkladı. Sonra tatlı ve güzel sesiyle Kur'ân-ı kerîmden bir miktar okudu. O okudukça Sa'd bin Mu'âz'ın hâli değişiyor, kendinden geçiyordu. Kur'ân-ı kerîmin eşsiz belâgatı karşısında kalbi yumuşadı ve büyük bir tesîr altında kaldı. Kendini tutamayıp dedi ki: "Yemîn ederim ki ben, şimdiye kadar, hiç bilmediğim bir şeyi dinledim. Siz bu dîne girmek için ne yapıyorsunuz?" Mus'ab bin Umeyr hemen ona Kelime-i şehâdeti öğretti. O da, "Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh" diyerek Müslüman oldu. Sa'd bin Mu'âz Müslüman olmaktan duyduğu huzur ve sevinç içerisinde yerinde duramaz oldu. Üseyd bin Hudayr'ı yanına alıp, kavminin toplandığı yere gitti. Abdüleşheloğullarına hitâben dedi ki: - Ey Abdüleşheloğulları! Beni nasıl tanırsınız? - Sen bizim reisimiz ve büyüğümüzsün, sana güveniriz, biz sana tâbiyiz. - O hâlde hepinize haber veriyorum. Ben Müslüman olmakla şereflendim. Sizin de Allahü teâlâya ve O'nun Resûlüne îmân etmenizi istiyorum. Eğer îmân etmezseniz sizin hiçbirinizle konuşmayacağım, görüşmeyeceğim. Abdüleşheloğulları, reisleri Sa'd bin Mu'âz'ın Müslüman olduğunu ve kendilerini de İslâma da'vet ettiğini duyar duymaz hep birlikte Müslüman oldular. O gün akşama kadar, Medîne semâlarını Kelime-i şehâdet ve tekbîr sedâlarıyla çınlattılar. Bu hâdiseden kısa bir müddet sonra bütün Medîne halkı, Evs ve Hazrec kabîleleri İslâmiyeti kabûl edip, îmân ettiler. Her ev İslâm nûruyla aydınlandı. Sa'd bin Mu'âz ve Üseyd bin Hudayr, kabîlelerine ait bütün putları kırdı. Bu durum sevgili Peygamberimize bildirildiğinde çok memnun oldu. Mekkeli Müslümanlar sevince garkoldular. Bu sebeple o seneye (m. 621) "sevinç yılı" denildi
.
Ebû Cehil'in ölüm korkusu!
22 Şubat 2006 01:00
Sa'd bin Mu'âz, Medîne'nin ileri gelenlerinden ve reislerinden olduğu için, Mekke'ye gidip, Kâbe'yi tavâf eder müşrikler bu sebeple ona dokunamazlardı. Bu ziyâretlerinden birinde Ebû Cehil karşısına çıkıp dedi ki: - Siz bizim dînimizden ayrılanları himâye ettiniz. Onlara her yardımda bulundunuz. Eğer burada seni himâyesine alanlar olmasaydı seni öldürürdüm. Dönüp çocuklarına kavuşamazdın. Sa'd bin Mu'âz, Ebû Cehil'in bu tehditli sözleri karşısında ona şu cevabı verdi: - Eğer böyle bir şeye kalkışırsan, Medîne yakınından geçen ticaret yolunu keser, seni bir daha oralara ayak bastırmam. Yemîn ederim ki Resûlullah, bize senin katlonulacağını haber verdi. Ebû Cehil haberini aldığı için, kendisinde ölüm korkusu başlamıştı. Bedir Savaşında Mekke'den çıkmamak istemiş, çevresinin ayıplaması üzerine Bedir'e gelmişti. Nihayet Peygamberimizin buyurduğu gerçekleşip, Ebû Cehil Bedir Savaşında katledildi. Sa'd bin Mu'âz Bedir Savaşına katılarak, Bedir Eshâbından olmakla da şereflendi. Bedir Savaşı başlamadan önce, Peygamberimiz Mekkeli müşriklerin bir ordu hazırlayıp, Medîne'ye doğru harekete geçtiklerini haber alınca, bir danışma meclisi kurup, Eshâb-ı kirâm ile istişâre yaptı. Onlara, fikirlerini sordular. Bazıları dediler ki: "Biz kervan için yola çıkmıştık. Onların kâr etmesine, mâni olmamız elzemdi. Çünkü kazanacakları parayla, bize karşı ordu hazırlayacak idiler! Eğer savaştan önceden haberimiz olsaydı; daha hazırlıklı hareket ederdik." Resûl-i Ekrem efendimiz de buyurdu ki: "Kervân, sahil yolundan savuşup gitmiştir. Şu Ebû Cehil ordusu ise bize doğru gelmektedir." Bunun üzerine Evs kabîlesi reisi, Sa'd bin Mu'âz ayağa kalkarak şunları söyledi: - Yâ Resûlallah! Bizler, Allaha ve son Peygamberi olan Sana, îmân ettik. Allah tarafından sana tebliğ edilen İslâmın, hak dîn olduğuna kalbden inandık, doğruladık. Seni hak Peygamber olarak gönderen Yüce Allaha yemîn ederim ki, bize şu denizi gösterip içine dalsan; Seninle birlikte denize dalarız. İslâm düşmanlarıyla çarpışmayı da, seve seve kabûl ederiz. Sa'd bin Mu'âz'ın bu sözleri üzerine Peygamber efendimiz şöyle buyurdu: - Öyle ise, Allahın lütûf ve bereketine doğru yürüyünüz! Cenâb-ı Hak katî olarak, ya kervanı, ya Kureyş ordusunu vaat buyurmuştu. Vallahi ben, Kureyşlilerin ölüp düşecekleri yerleri şimdiden görüyorum.
.
Şehidlik ihsân eyle!"
23 Şubat 2006 01:00
Hendek Harbinde; Sa'd bin Mu'âz büyük bir kahramanlık göstererek savaşıyordu. Savaş sırasında İbni Araka adlı bir müşrikin attığı ok ile kolundan yaralandı. Ok atardamara isâbet edip, çok kan kaybına sebep oldu. Hz. Sa'd, yaralı bir hâlde, etrafındakilerin kanı durdurmak için uğraştıklarını görerek, durumunun ciddî olduğunu anladı ve şöyle duâ etti: - Yâ Rabbî, Kureyş harbe devam edecekse bana ömür ihsân eyle. Çünkü senin Resûlüne eziyet eden, O'nu yalanlayan bu müşriklerle savaşmaktan hoşlandığım kadar başka bir şeyden hoşlanmıyorum. Eğer aramızdaki harp sona eriyorsa, beni şehîdlik mertebesine yükselt. Fakat, Benî Kureyza'nın âkıbetini görmeden rûhumu kabzetme. Peygamber efendimiz bir çadır kurarak, Sa'd bin Mu'âz'ı oraya yatırttı. Eslemoğulları kabîlesinden Rafide'yi de O'nun tedâvisine memur etti. Hz. Sa'd, orada yattığı sırada Peygamberimiz sık sık yanına gelip, hâlini sorardı. Peygamberimiz Hendek Savaşı sona erince, derhal Benî Kureyza Yahûdîlerinin üzerine hareket emri verdi. Benî Kureyza Yahûdîleri Peygamberimizle anlaşma yaptıkları hâlde Hendek Savaşının en kritik anında, müşrikler tarafına geçmişler, Müslümanları arkadan vurmaya kalkmışlardı. Sa'd bin Mu'âz böyle yapmamaları için onları ikâz etmişti. Fakat dinlememişlerdi. Bu sebeple Hendek Savaşından hemen sonra Benî Kureyza Yahûdîleri kuşatma altına alındı. Bu kuşatma bir ay sürdü. Sonunda teslim oldular. Haklarında verilecek hüküm için Sa'd bin Mu'âz'ı hakem olarak istediler. Onların bu isteği üzerine Peygamberimiz Sa'd bin Mu'âz'ı yattığı çadırından getirtti. O, Yahîdîlere dedi ki: - Ne hüküm verirsem râzı mısınız? - Evet râzıyız. Bunun üzerine Sa'd bin Mu'âz, Benî Kureyza erkeklerinin boynunun vurulmasına hükmetti. Sa'd'ın verdiği bu hüküm, Yahûdîlerin elinde bulunan kitaplarına tıpa tıp uyuyordu. Bu hüküm gereğince erkeklerin boynu vuruldu. Kadınları ve çocuklar esir alınıp, mallarına el konuldu. Benî Kureyza'dan bazı erkekler ise Müslüman olup, kurtuldular. Sa'd bin Mu'âz bu hükmü verince Peygamberimiz buyurdu ki: - Onlar hakkında, Allahın ve Resûlünün hükmüyle hükmettin.
.
Reislerin en iyisi idin!"
24 Şubat 2006 01:00
Sa'd bin Mu'âz hazretleri Hendek Savaşında ağır bir yara almıştı. Durumu hiç de iyi değildi. Peygamber efendimiz, yanına gelip onu kucakladı ve: "Allahım, Sa'd, senin rızân için senin yolunda cihâd etti. Resûlünü de tasdîk etti. Ona kolaylık ihsân eyle" buyurarak duâ etti. Sa'd bin Mu'âz, Peygamber aleyhisselâmın bu sözlerini duyunca gözlerini açıp şöyle fısıldadı: "Yâ Resûlallah! Sana selâm ve hürmetler ederim. Senin, Allahü teâlânın peygamberi olduğuna şehâdet ederim." Cebrâil aleyhisselâm, Peygamber efendimize gelip, "Yâ Resûlallah! Bu gece senin ümmetinden vefât edip de vefâtı melekler arasında müjdelenen kimdir?" dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz yanında Eshâb-ı kirâm'dan bazıları olduğu hâlde Sa'd bin Mu'âz'ın yanına gitti. Yolda süratli gitmeleri sebebiyle Eshâb-ı kirâm dediler ki:"Yorulduk yâ Resûlallah." Bunun üzerine, Peygamber efendimiz: "Melekler Hanzala'nın cenâzesinde bizden önce bulundukları gibi Sa'd'ın da cenâzesinde bizden önce bulunacaklar. Biz önce yetişemeyeceğiz" buyurarak hızlı gitmelerinin sebebini açıkladı. Peygamber efendimiz, Sa'd bin Mu'âz'ın yanına gelince, onu vefât etmiş olarak buldu. Baş ucuna durup, Sa'd bin Mu'âz'ın künyesini söyleyerek buyurdu ki: "Ey Ebû Amr! Sen reislerin en iyisi idin. Allah sana saâdet, bereket ve en hayırlı mükâfatı versin. Allaha verdiğin sözü yerine getirdin. Allah da sana va'dettiğini verecektir." Onun vefâtı Resûl aleyhisselâmı ve Eshâb-ı kirâmı çok üzdü. Gözyaşı döküp ağladılar. Cenâzesinde bütün Eshâb-ı kirâm toplandı. Peygamber aleyhisselâm cenâze namazını kıldırdı, cenâzesini taşıdı. Eshâb-ı kirâm, Sa'd bin Mu'âz'ın cenâzesini taşırken dediler ki: - Yâ Resûlallah! Biz böyle kolay taşınan cenâze görmedik. Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm buyurdu ki: - Sa'd'ın cenâzesine yetmiş bin melek indi. Şimdiye kadar yeryüzüne bu kadar kalabalık hâlde inmemişlerdi. Sa'd bin Muâz defnedilirken birisi kabrinden bir avuç toprak almıştı. Sonra onu evine götürünce o toprak misk oldu. Cenâzesi kabre indirilirken Peygamber aleyhisselâm kabri başında oturup, mübârek gözleri yaşardı.
.
Sevgili kul olmanın on şartı
24 Şubat 2006 01:00
Evliyanın büyüklerinden Ali Râmitenî hazretleri, Allahü teâlâ katında sevgili bir kul olabilmenin on şartı olduğunu bildirip bunları şöyle sıralamaktadır: Birincisi:Zâhirin ve bâtının temiz olması. Zâhirin temiz olması; giyecek, yiyecek, içeceklerin ve kullanılacak bütün eşyâların temiz ve helal olmasıdır. Bâtının temiz olması ise; kalbin iyi huylarla dolu olmasıdır. Hased etmemek, başkaları hakkında kötülük düşünmemek, Allahü teâlânın düşmanlarından nefret etmek, dostlarına da muhabbet etmek gibi cenâb-ı Hakkın beğendiği iyi huylardır. Kalb, Allahü teâlânın nazargâhıdır. Gönül, kalb temiz olmazsa ibâdetlerin lezzeti alınamaz, mârifete, Allahü teâlâya âit bilgilere kavuşulamaz. İkincisi: Dilin temizliğidir. Dilin zararlı, münâsebetsiz ve uygun olmayan sözleri söylemeyip susması, Kur'ân-ı kerîm okuması, emr-i ma'rûf ve nehy-i münkerde bulunması, Allahü teâlânın emirlerini yapmayı ve yasaklarından kaçınmayı bildirmesi, ilim öğretmesi gibi. Zîrâ sevgili Peygamberimiz; "İnsanlar, dilleri yüzünden Cehenneme atılırlar" buyurdu. Üçüncü şart: Mümkün olduğu kadar kötü insanlardan ve çevreden uzak durmaya çalışmalıdır. Bu sebeple göz, haram şeylere bakmamış olur. Zîrâ kalb, göze tâbidir. Her harama bakış, kalb aynasını karartır. Dördüncü şart: Oruç tutmaktır. İnsan oruç tutmak sûretiyle meleklere benzemiş ve nefsini kahretmiş olur. Hadîs-i şerîfte, "Oruç, Cehenneme kalkandır" buyuruldu. Beşinci şart: Allahü teâlâyı çok hatırlamak, ismini çok söylemektir. En fazîletli olan zikir, "Kelime-i tevhid"dir. Lâ ilâhe illallah Muhammederresulullah diyen kimse ihlâs sâhibi olur. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde, Ahzâb sûresinin kırk birinci âyet-i kerîmesinde meâlen; "Ey îmân edenler! Allah'ı çok zikrediniz" buyurdu. Nefsin arzu ve isteklerinden kurtulmak için devamlı zikretmelidir. Her işinde Cenab-ı Hakkın rızasını düşünmek, hatırlamak da zikirdir. Altıncı şart: İyi düşüncelere sahip olmaktır. İnsanın kalbine gelen düşünceler dört kısımdır. Bunlar; Rahmânî, melekânî, şeytânî, nefsânîdir. Rahmânî; gafletten uyanmak, kötü yoldan doğru yola kavuşmaktır. Melekânî; ibâdete, tâate rağbet etmektir. Şeytânî; günahı süslemektir. Nefsânî de; dünyâyı taleb etmek, istemektir. Şeytânî ve nefsânî düşüncelerden kurtulmak gerekmektedir. Yedinci şart:Allahü teâlânın hükmüne rızâ göstermek, irâdesine teslim olmaktır. Havf ve recâ, korku ve ümid arasında yaşamaktır. Zîrâ Allah'tan korkan kimse, günah işlemez. Ayrıca mümin, ümitsizliğe de düşmez. Allahü teâlâ, ümitsizliğe düşmemeyi emretmektedir. Sekizinci şart: Sâlihlerle, iyi insanlarla beraber olmaktır. Sâlihlerle sohbet edildiği takdirde, günahlara perde çekilir, haramlar gözüne kötü görünür. Dokuzuncu şart: İyi ve güzel hasletlerle bezenmektir. Bu da, her şeyi yaratan Allahü teâlânın ahlâkıyla ahlâklanmaktır. Çünkü Peygamber efendimiz, "Allahü teâlânın ahlâkıyla ahlâklanınız" buyurdu. Onuncu şart: Helâl ve temiz lokma yemektir. Bu da farzlardandır. Nitekim Allahü teâlâ, Bekara sûresinin yüz altmış sekizinci ayet-i kerîmesinde meâlen, "Yeryüzündekilerden helâl ve temiz olanını yiyiniz" buyurmaktadır. Peygamber efendimiz ise, "İbâdet on cüzdür. Dokuzu helâlı taleb etmektir" buyurdu. Geriye kalan bütün ibâdetler bir cüzdür. Helâl yemeyen kimse, Allahü teâlâya itâat etme gücünü kendisinde bulamaz. Helâl yiyen kimse de, Allahü teâlâya isyânkâr olmaz. Helâl ve temiz yer, isrâf etmez. Bunları yapanı Allahü teâlâ sever. Allahü teâlânın sevdiğini ise herkes sever. Çünkü, hadîs-i şerifte, "Allahü teâlâ bir kulunu severse, onun sevgisini kullarının kalbine düşürür" buyuruluyor.
.
Fakirler listesinde bir vali
25 Şubat 2006 01:00
Hazreti Ömer'in Humus Valisi Saîd bin Âmir hazretleri, son derece fakir biri idi. Herkes bu haline şaşırıp, hayret ediyordu. Hz. Ömer, Şam'a teşrif ettiği zaman oradan Humus'a geçti. Humus'ta fakirlerin bir listesinin çıkarılmasını isteyen Hz. Ömer, fakirlerin içerisinde Saîd bin Âmir hazretlerinin ismini görünce çok şaşırdı. Kendisine bin dirhem para tahsis etti. Hanımı bunu duyunca, "Ondan bir miktar parayla yiyecek ve katık alıp, kalanını saklayalım, ileride lâzım olur" dedi. Saîd hazretleri hanımına şöyle dedi: "Ben bundan çok daha iyisini sana söyleyeyim mi? Biz bu malı çok iyi bir şekilde kullanacak, işletecek bir kimseye ortaklığa verelim. Onun kâr ve gelirinden de yeriz." Hanımı, razı oldu. Saîd bin Âmir hazretleri bu parayla yiyecekler, iki deve, iki köle satın aldı. Köleleri azâd ederek hürriyetine kavuşturdu. Aldıklarını Humus'taki fakirlere ve ihtiyaç sahiplerine dağıttı. Kendine çok az birşey dışında bir şey kalmadı. Bir müddet sonra hanımı kendisine dedi ki: "Malı ortaklığa verdiğin kimseden paranın kârını al ve onunla şunları şunları satın al." Saîd hazretleri sustu. Ertesi gün evine döndüğü zaman istedikleri şey olmayınca hanımı aynı istekleri yine tekrarladı. Hz. Saîd'i çok üzdü. Saîd hazretleri ertesi gün eve hiç gelmedi. Akrabalarından birisi hanımına gelerek dedi ki: "Sana ne oluyor ki kocana eziyet ediyorsun. O malının tamamını fakirlere dağıttı." Kadın üzüldü ve ağladı. Sonra Saîd hazretleri geldi ve şöyle buyurdu: " Allahü teâlânın râzı olduğu bir şey, dünya ve dünyanın içindeki her şeyden daha kıymetlidir. Eğer Allahü teâlânın râzı olduğu iyilik, hayırlardan birisi gökyüzüne lâmba gibi asılsaydı, onun nûru, yeryüzünü aydınlatır ve onun parlaklığı yanında güneş sönük kalırdı. İşte seni bu iyilikler için terk eder, senden ayrılırım. Fakat senin için bu hayırları ve iyilikleri terk edemem!.." Fakirlik ve sıkıntı içinde olduğu hâlde, parayı kendisi için harcamadığını soranlara şöyle derdi: Resûl aleyhisselâmdan işittim buyurdular ki: "Ümmetimin fakirleri zenginlerinden beşyüz sene önce Cennete girerler. Zenginlerden biri kendini onların arasına atar ve Cennete girmek ister. Melek onun elini tutar, fakirler arasından çıkarır ve, "bekle, henüz senin Cennete girme zamanın gelmedi" der. Beşyüz sene onu kıyâmetin kızgın sıcağında hesap yerinde tutarlar. Malının hesâbını verir, sonra Cennete girer."
.
Mahrum kalmanın sebebi
25 Şubat 2006 01:00
Seyyid Emir Hamza hazretleri talebelerine bir nasihatinde buyurdu ki: Bizim bulunduğumuz bu yol, sıdk ve doğruluk üzerine kurulmuştur. Muhterem babam Seyyid Emîr Külâl, "İnsanların Hakk'a kavuşmaktan mahrum kalmalarının sebebi, İslâmiyete tam uymadıklarındandır" buyururdu. Bunun için önce îtikâdı düzeltmek lâzımdır. Bizim yolumuzda olanlar, Resûlullah efendimizin sünnetine uyarlar. Yâni İslâmiyete uyarlar. Haram işlerden ve haram yemekten sakınırlar. İnsanların yükünü çekip, kimseye yük olmazlar. Şöhretten sakınırlar. Müslümanlara acıyarak, onlara yumuşak davranırlar. Dâimâ Allahü teâlâdan korkarlar ve günahlarının affedilmesi için yalvarırlar. Gıybet etmezler. Dünyâya, dünyânın rahatlığına ve zînetine güvenmezler. Sâlihlerin ve Eshâb-ı kirâmın yolunda ve onların ahlâkı üzere olurlar. Ey talebelerim! Dâimâ namaz vakti ne zaman girecek de namaz kılacağım diye bekleyin. Abdesti, namaz vakti girmeden alınız. Namazı huşû ve hudû ile kılınız ve Allahü teâlâdan korkunuz. Namaz vaktinde hiçbir şeyle meşgûl olmayınız. Nitekim Resûl-i ekrem, "Vakit geçmeden namaza, ölüm gelmeden tövbeye acele edin" buyurdu. Elinizden geldiği kadar hiçbir kimseye hakâret gözü ile bakmayınız. Çünkü o, Allahü teâlânın katında sizden daha makbûl olabilir. Birbirinizi çok seviniz. Sevdiğiniz kimse, Allahü teâlânın dostlarından biri olabilir. Buna çok dikkat ve gayret ediniz. Kimseye dünyâlık için tâzim etmeyiniz ki, dîniniz dünyâ uğruna gitmesin. Birisi size husûmet, düşmanlık ederse, onunla meşgûl olmayınız. Çünkü husûmetin sonu gelmez. İnsanların sevgisine de aldanmayınız! Zîrâ bu sevgileri devamlı değildir. İnsanların elinde olana tamah etmeyiniz. Allahü teâlânın size verdiğine kanâat ediniz. Çünkü tamah eden, dâimâ sıkıntı ve üzüntü içinde olur. Kanâat eden de, her zaman neşeli ve rahattır. İnsanlardan ve makamlarından yardım beklemekten ümîdi kesip, yardımı Allahü teâlâdan beklemelidir. Başkalarından yardım bekleyen kimse, insanlar yanında hor görülür. Tamah etmeyi bırakan kimse, dünyâda da, âhirette de azîz ve mükerrem olur. Birinin size karşı kusûru olursa, şikâyet etmeyin. Kabahati kendinizde arayın. Dâimâ özür dileyici olun. Kimsenin ayıbını aramayın. İnsanlardan bir sıkıntı gelirse, affedin. Karşılığında iyilik yapmaya bakın. Biri size hürmet göstermezse, sakın ondan dolayı hatırınız kırılmasın. Bir kimse size saygı gösterir ve sizden iyi olarak bahsederse, ona sevinmeyin. İnsanların övmelerini ve kötülemelerini aynı tutarsanız, felâket uçurumuna düşmezsiniz. Size bir acı haber gelir veya hasta olursanız, Allahü teâlâdan râzı olmaya dikkat edin ve Allah'a hamd edin. Ne kadar hasta olsanız, ayağa kalkamayacak hâlde bulunsanız da, namazı kazâya bırakmayınız. Hastalığınızı, günahlarınıza keffâret biliniz. Her gördüğünüzle değil, îcâb edenlerle konuşun. Konuşmak îcâb ederse, yavaş konuşun. Birisi sizinle konuşursa, onu iyi dinleyin. Güldürücü sözler konuşmayın. Mecbur olmadıkça insanlardan bir şey istemeyin. İsterseniz, az isteyin. Hiç kimseye zulüm ve günahta yol göstermeyin. Evinizde iyi ahlâklı olun. Düşünerek söz söyleyin. Hürmet ehli, kendisine hürmet gösterilenler sizi yanına çağırırsa, onunla mağrûr olmayın. Dünyâyı sevenlerden kaçın. Elden geldiği kadar ilmiyle amel eden âlimlerin sohbetinde bulunun. İlim öğrenmekten bir adım geri ve uzak durmayın. Zîrâ ilimsiz amel, şeytanın oyuncağı olur. İlminiz azsa, onunla amel edin, çoğalır. Her işte esas, ilim ve takvâdır. Îmândan güzel hiçbir nîmet yoktur. Allaha ibâdetten daha iyi amel, iş yoktur. Ölümden iyi ibret yoktur. -------
.
Valinin dört kusuru!
26 Şubat 2006 01:00
Humus vâlisi olan, Hz. Saîd bin Âmir, Müslim-gayrimüslim herkes tarafından çok sevilirdi. Hz. Ömer, bunu öğrenince Humuslulara, "Peki vâlinin hiç kusuru yok mudur?" diye bir sordu. Onlar da bazı kusurları olduğunu söyleyip dört tanesini zikrettiler. Hz. Ömer de, "Valisine sordu: Vazîfene sabah namazından hemen sonra değil, kuşluk vakti geliyormuşsun. Geceleri insanlar içerisine hiç çıkmaz, görünmezmişsin. Haftada bir gün evine çekilir hiç kimseyi kabûl etmezmişsin. Eshâb-ı kirâmdan, Hubeyb hazretlerinin şehîd edildiği söylenince bayılıyor, kendinden geçiyormuşsun." Bunun üzerine Hz. Saîd, şu cevâbı verdi: Yâ Emir-el mü'minin! Anlatılanlar doğru. Şimdi bunları sana izâh edeyim: 1- Vazîfeme ancak kuşluk vakti, gelebiliyorum. Çünkü hanımım hastadır. Evde bütün hizmetleri kendim yapıyorum. Hamur yoğurur, ondan ekmek yapar, pişirir, abdest alır öyle çıkarım. Geç kalışım bundandır. 2- Geceleri insanların içerisinde görünmeyişimin sebebi; gündüzleri halkın hizmetleriyle meşgul olurum. Geceleri de Allahü teâlâya hizmet ve kulluk için ayırdım. Böylece gündüzleri yaptığım işlerin, verdiğim hükümlerin muhâsebesini yapar, yanlış kararlarım varsa düzeltirim. 3- Haftada bir gün evime çekilip hiç kimse ile görüşmememin sebebi, başka giyecek elbisem olmadığından, yıkadığım elbiselerim kuruyuncaya kadar kimseyi kabûl edemiyorum. 4- Hubeyb hazretlerinin şehâdetini hatırlayınca bayılmamın sebebi anlatılacak şey değildir. Çünkü Mekke müşrikleri Hubeyb hazretlerini asarlarken yanlarında idim. Belki mâni olabilirdim, fakat o zaman henüz îmân etmemiştim. Seyirci kaldım. Onun gösterdiği cesâret ve celâdeti hatırladıkça, ne kadar kuvvetli bir îmâna sahip olduğunu daha iyi anlıyorum. Niçin mâni olmadım diye üzüntümden bayılıyorum..." Bunun üzerine Hz. Ömer, "Yâ Saîd, Allahü teâlânın korkusu seni ne kadar yüceltmiş, millete faydalı hâle getirmiş" dedi ve gözyaşlarını tutamadı... Saîd bin Âmir, Hz. Ömer'den kendisini valilikten alması için ricâ etti. Hz. Ömer bunu kabûl etmeyip yine vâli olarak bıraktı. Hz. Saîd bin Âmir, İslâmın koruması ve emniyeti altında bulunan gayrimüslimlere karşı yumuşak davranır ve çok ilgi gösterirdi. Şam'daki zimmîler onun bu yüksek tavrından çok memnun idiler. Bir defa Hz. Ömer, onun zimmîler tarafından çok sevildiğini haber aldı ve oradakiler bunun sebebini sordu. "O, halkın dert ortağıdır da ondan" cevabını aldı.
.
"Allahım onu koru!"
27 Şubat 2006 01:00
Hendek Savaşında müşrik ordusu, telâşa kapılıp, kendi aralarında anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Peygamber efendimiz bu hallerinden istifade etmek istiyordu. Bu maksatla Huzeyfe bin Yemân hazretlerine bir görev vermek istedi. Kendisi bunu şöyle anlatır: Resûlullah efendimiz gece bir miktar namaz kıldıktan sonra yanıma geldi. Soğuktan ve açlıktan iki dizim üzerine çöküp büzülerek oturuyordum. Bana dokunarak buyurdu ki: - Git şu kavim ne yapıyor bir bak! Yanıma dönüp gelinceye kadar onlara, ok ve taş atma. Mızrak ve kılıç vurma. Sen benim yanıma dönüp gelinceye kadar, ne soğuktan, ne sıcaktan zarar görmeyeceksin, esir edilip, işkenceye de uğramayacaksın. Resûlullahın bu sözlerinden anladım ki, bana hiçbir zarar gelmeyecek. Kılıcımı yayımı aldım, gitmek üzere hazırlandım. Resûlullah efendimiz benim için duâ etti: "Allahım, onu önünden, ardından, sağından, solundan, üstünden, altından koru!" Müşriklere doğru yürümeye başladım. Sanki hamamda yürüyor gibiydim. Vallahi içimde ne bir korku, ne bir üşüme, ne de bir ürperti vardı. Nihâyet müşriklerin ordugâhına vardım. Reisleri Ebû Süfyân ve diğerleri ateş yakmışlar, başında ısınıyorlardı. Ebû Süfyân daha o zaman Müslüman olmamıştı. Müşriklerin yanına sokulup ateşin başına oturdum. Görülmemiş derecedeki şiddetli rüzgâr ve Alllahü teâlânın görülmeyen ordusu melekler, onlara yapacağını yapıyordu. Rüzgârda, kap kacakları devriliyor, ateşleri ve ışıkları sönüyor, çadırları başlarına yıkılıyordu. Bir ara müşrik ordusunun kumandanı Ebû Süfyân ayağa kalkıp dedi ki: "İçinizde gözcüler ve casuslar bulunabilir, dikkat ediniz, herkes yanındakinin kim olduğuna baksın! Herkes yanında oturanın elini tutsun!" Ebû Süfyân, aralarına bir yabancının girdiğini sezer gibi olmuştu. Hemen ellerimi uzatıp, sağımda ve solumda bulunan iki kişinin ellerinden tutup, onlardan, önce isimlerini sordum. Böylece tanınmamı engelledim. Nihayet Ebû Süfyân: "Ey Kureyşliler, siz durulacak gibi bir yerde değilsiniz. Atlar, develer kırılmaya, ölmeye başladı. Kıtlık her tarafı sardı. Rüzgârdan, başımıza gelenleri görüyorsunuz" diyerek devesine bindi. Müşrik ordusu perişan bir hâlde toplanıp, Mekke'ye doğru hareket etti. Rüzgârdan üzerlerine yağan taş ve çakıl sesini işitiyordum. Müşrik ordusu çekip gidince, ben de Resûlullahın yanına döndüm. Yolun yarısına geldiğimde karşıma yirmi kadar beyaz sarıklı süvâri şeklinde melekler çıktı. Bana dedilir ki: "Resûlullaha haber ver. Allahü teâlâ düşmanı perişan etti!
.
Fitne sel gibidir!"
28 Şubat 2006 01:00
Huzeyfe bin Yemân hazretleri, Eshâb-ı kirâm arasında Peygamberimizin sırdaşı olmasıyla meşhurdu. Peygamberimiz ona, Eshâb-ı kirâm arasına karışarak kendilerini gizleyen münâfıkların kimler olduğunu tek tek bildirmiştir. Bundan başka vukû bulacak hâdiseleri de bildirmişti. Resûlullah gizli kalması lâzım olan birçok şeyi, Hz. Huzeyfe'ye söyledi. Hz. Huzeyfe; - Server-i âlem, âlemin yaratıldığı zamandan, yok olacağı güne kadar, olmuş ve olacak şeyleri bize bildirdi. Bunlardan bildirilmesi lâzım olanları size bildirdik. Lâzım olmayanları, sakladık, bildirmedik, demiştir. Hz. Ömer yeni bir vâli tayîn ettiği zaman, oranın halkına mektup yazarak, "Yeni vâli, âdâletle hükmettiği müddetçe; siz de onun emirlerine uyunuz" derdi. Hz. Huzeyfe'ye verdiği mektupta ise şöyle yazdı: "Ey Nusaybin halkı! Bu gönderdiğim vâlinin, bütün emirlerine uyun. Her isteğini yerine getirin." Nusaybinliler, karşılamaya çıktılar. Onu gördükleri zaman; hayvanı üzerinde, bir parça kuru etle ekmek yiyordu. Selâmlaştılar. Sonra halîfenin emirnâmesini gösterdi. Onlar da dediler ki: - Hz. Ömer'in emirleri, başımız üzerine! Sen de hoş geldin, safâ geldin. Lâkin, bizden isteklerin ne ise; şimdi söyle. Belki karşılayamayacağımız şeylerdir! Yeni vâli tebessüm ederek şu cevabı verdi: "Aranızda kaldığım müddetçe sizlerden; sâdece, kendimin ve hayvanımın yiyeceğini istiyorum. Başka hiçbir şey istemem." Burada, epeyce müddet bulundu. Görevini, kusursuz yapmaya çalışıyordu. Bilhassa cumadan önce, Müslümanlara vaaz ve nasîhat eylerdi. Bir defasında buyurdu ki: - Ey Mü'minler! Fitne, önce kalblerde filizlenir. Su katılmamış şarap bile; fitne kadar, insan kalbini çelemez, bozamaz. Sizler, fitneye doğru gitmeyiniz. Allaha yemîn ederim ki fitne insanları; selin, çöpleri sürüklediği gibi sürükler götürür!.. - Yâ "Huzeyfe! Fitneden nasıl kurtulabiliriz? - Duâ eden, kurtulur. - Ne zaman duâ edelim? - Namazdan sonra. Çünkü kulları, güzelce abdest alıp, namaza durdukları zaman; cenâb-ı Hak da namaz kılanlara yönelir. İşte o anlarda duâ ediniz! Fakat sizler; hayırlı kimseler olmak istiyorsanız; geçici olan dünya için âhireti terk etmeyiniz
.
Zaman onu değiştiremedi
1 Mart 2006 01:00
Hz. Huzeyfe, Medâyin şehrindeki valilik görevini tamamlayıp Medine'ye dönüyordu. Karşılamaya gelenler arasında, halîfe Hz. Ömer de bulunuyordu. Yaklaşınca, Halîfe dikkatle baktı. Gördü ki; Medâyin vâlisi gönderdiği gibi dönüyor! Bunca yıl sonra; aynı hayvan üzerinde, aynı sâde elbiseler içinde. Yan yana geldiler ve selâmlaştılar, kucaklaştılar. Halîfe sevinçle: "Sen, benim kardeşimsin. Ben de, senin kardeşinim" diyerek, hislerini belirtti. Daha sonraki zamanlarda Hz. Ömer, Huzeyfe'nin bir cenâzenin namazını kılmadığını görerek, ona sebebini sordu. O da, "Resûlullah efendimiz, bana o kişinin münâfık olduğunu açıklamıştı. Bunun için onun namazını kılmadım" dedi. Hemen korku içinde sordu: "Allahın Resûlü münâfıklar arasında Ömer'i de saydı mı yâ Huzeyfe?" "Hayır, yâ Ömer" cevabını alınca çok sevindi, "Peki memurlarım arasında münâfık var mı?" diye sordu. "Sadece bir tane var. Ancak ismini söylemeye memur değilim" dedi. Huzeyfe hazretleri, Hz. Ömer'in bütün ısrârına rağmen ismini söylememiştir. Sonra o münâfık Hz. Ömer tarafından uzaklaştırılmıştır. Bundan sonra Hz. Ömer, Huzeyfe'nin gitmediği cenâzeye gitmemiştir. Çünkü onun gitmemesini, ölenin münâfık olduğuna işâret sayardı. Bir gün Hz. Ömer, huzurunda bulunan bazı Eshâb-ı kirâma sordu: "Resûlullah efendimizin fitne hakkında olan sözü hatırında olan var mı?" İçlerinden Huzeyfe, "Ey mü'minlerin emîri! Peygamberimizin bu konudaki sözü aynıyla benim hatırımdadır" dedikten sonra şöyle nakletti: "Kişi ailesinden, malından, çocuklarından ve komşusundan dolayı fitneye düçâr olur. Böyle günâhlara oruç tutmak, namaz kılmak ve iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak keffâret olur." - Maksadım o değil, deniz gibi dalgalanacak fitneyi soruyorum. - Ey mü'minlerin emîri! Senin için endişelenecek bir şey yok. Senin zamanınla onun arasında bir kapalı kapı var. - Yâ Huzeyfe! Bu kapı kırılacak mı, yoksa açılacak mı? - Ey mü'minlerin emîri! O kapı kırılacak. - Desene ümmet-i Muhammed kıyâmete kadar bir araya gelemeyecek! Daha sonra Huzeyfe, "O kapı Hz. Ömer idi" demiştir. Hz. Ömer'in bunu bilip bilmediği sorulunca da, "Akşam ve sabahın olacağını bildiği gibi biliyordu" cevabını vermiştir. Nitekim daha sonra Hz. Ömer şehîd edilmiş, Hz. Osman devrinin sonlarında alevlenen fitne târih boyunca bitmemiştir.
.
"Kötü zaman gelecek mi?"
2 Mart 2006 01:00
Hazreti Huzeyfe şöyle anlatıyor: Herkes Resûlullah efendimize hayırdan sorardı. Ben ise ileride hâsıl olacak fitnelerden sorardım. Çünkü bunların şerrine yakalanmaktan korkuyordum. Sordum: "Yâ Resûlallah, biz, Müslüman olmadan önce kötü kimselerdik. Allahü teâlâ, senin şerefli vücudun ile İslâm ni'metini, iyiliklerini bizlere ihsân etti. Bu saâdet günlerinden sonra yine kötü zaman gelecek mi?" "Evet gelecek" buyurunca, "Bu şerden sonra, hayırlı günler yine gelir mi?" diye sordum. "Evet gelir. Fakat o zaman bulanık olur" buyurdu. "Bulanıklık ne demektir?" diye sordum. "Benim sünnetime uymayan ve benim yolumu tutmayan kimseler ortaya çıkar. İbâdet de yaparlar. Günâh da işlerler." "Bu hayırlı zamandan sonra, yine şer olur mu?" "Evet, Cehennemin kapılarına çağıranlar olacaktır. Onları dinleyenleri Cehenneme atacaklardır." "Yâ Resûlallah! Onlar nasıl kimselerdir? " "Onlar da bizim gibi insanlardır. Bizim gibi konuşurlar." "Onların zamanlarına yetişirsem ne yapmamı emredersiniz? " "Müslümanların cemaatine ve hükümetine tâbi ol! Bu yoksa, bir kenara çekil. Aralarına hiç karışma, ölünceye kadar yalnız yaşa!" Hayatının çoğu savaşlarda geçen Huzeyfe bin Yemân, Hz. Osman şehîd edildiğinde Medîne'de bulunuyordu. Bu sırada yaşı oldukça ilerlemişti. Dördüncü halîfe Hz. Ali'nin, ilk günlerinde hastalandı. Artık iyice ihtiyarlamıştı. Müslümanlar akın akın ziyâret ediyorlardı. Bir arkadaşına 300 dirhem vererek kefen almalarını istedi. Desenli bir kumaş getirdiler. Onu görünce: "Bu kefen değil, gömlek içindir. Kefen, boydan boya iki bez parçası olur" dedi. Sonra da yavaş bir sesle buyurdu ki: - Hem sizin arkadaşınız iyi bir Müslüman ise, cenâb-ı Hak; kabirde o kefeni, daha iyisiyle değiştirir. Kötü ise, daha kötü şeylere hazırlanmalıdır. Hz. Ali'nin hilâfetinin 40. günü, 656 senesinde, Huzeyfe hazretleri de, "sırlarıyla" birlikte sevgili Peygamberimize kavuştu. Hz. Huzeyfe ölüm döşeğinde yattığı vakit şöyle duâ etmiştir: - Dost ânî bir baskınla geldi. Pişmanlık fayda vermez. Allahım, fakirlik ve hastalıktan hakkımda hayırlı olanı bana ver. Ölüm hakkımda yaşamaktan hayırlı ise, sana ulaşıncaya kadar ölüm yolunu bana kolaylaştır.
.
"Mızraklarını versene!"
3 Mart 2006 01:00
Nevfel bin Hâris, müşriklerin zorlamaları ile Bedir Savaşına katılmaya mecbur olmuştu. Savaş sonunda müşrikler mağlup olunca Hz. Nevfel de esir oldu. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Yâ Nevfel fidye verip kendini kurtar." Cevap verdi: "Yâ Resûlallah! Kendimi esirlikten kurtarmak için verecek bir şeyim yok!" Resûlullah efendimiz tebessümle buyurdu: "Cidde'deki mızraklarını versene!" Bunu duyan Nevfel şaşkınlık içinde: "Allaha yemin ederim ki, Cidde'de mızraklarımın bulunduğunu benden ve Allahtan başka kimse bilmiyordu. Ben, şehâdet ederim ki, sen Resûlullahsın!" diyerek Müslüman oldu. Hz. Nevfel, mızraklarını verip kendini esirlikten kurtardı. Bunların sayısı bin tane kadar vardı. O zamanlar mızrak en kıymetli savaş âleti idi. Bunun için iyi para ediyordu. Bundan sonra Hz. Nevfel, Mekke'ye geri döndü. Bir müddet orada kaldıktan sonra Hz. Abdullah bin Abbâs ile beraber Hendek Savaşı sırasında Medîne'ye, Resûlullahın yanına hicret etti. Peygamber efendimiz onunla Abbâs bin Abdülmuttalib'i kardeş yaptı. Câhiliyet devrinde malları ortaktı. Birbirlerini severlerdi. Resûlullah ikisi için Mescid-i Nebevi'nin bitişiğinde bir ev verdi. Bu ev bir duvar ile ikiye ayrılmıştı. Hz. Nevfel Medîne'de iken ilk önce Mekke'nin fethine katıldı. Tâif ve Huneyn seferlerinde büyük yardımlar ve mahâretler gösterdi. Bilhassa Huneyn Savaşında Resûlullaha üç bin mızrak ile yardım etti. Peygamberimiz ona buyurdu ki: - Sanki ben senin bu mızraklarının müşriklerin sırt kemiklerini kırdığını görüyorum. O Huneyn Savaşında Resûlullahın sağ tarafında en önde bulunuyordu. İslâm ordusunun ön safları dağıldığı zaman büyük kahramanlık göstererek kendisi gibi birkaç yiğit mücahid ile düşmana hücum etti. Müşrikler kaçmaya başlayınca Müslümanlar toparlandılar. Savaş, İslâm ordusunun zaferi ile neticelendi... Peygamber efendimiz, Hz. Nevfel'i hep hayırla anarlardı. Kendisi Resûlullaha büyük bir muhabbet ile bağlı, son derece kuvvetli îmâna ve cesârete sahip idi. Çok cömert idi. (Resulullah Efendimizin, Eshabı kiram ile dini yayma mücadeleleri ve örnek hayatı için, "Kainatın Efendisi-Arı Sanat Yayınevi" kitabını önemli tavsiye ederim.)
.
Hazret-i İsa ölmedi!
3 Mart 2006 01:00
Dikkatinizi çekiyor mu bilmiyorum. Son yıllarda, gazetelerde, televizyonlarda dinin emir ve yasaklarının tartışılmadığı, sorgulanmadığı gün olmuyor. Ramazan geliyor, oruç tartışılıyor. Bayram geliyor, kurban tartışılıyor... Namaz, tesettür, kadın, içki... her gün mutlaka bir tartışma konusu bulunuyor. Tartışmalarda ön plana çıkartılan kimseler de, yorumlarını İslama zarar verecek şekilde yapıyorlar. Muteber kitaplarda yazılan, ondört asırdır yaşanan İslama aykırı yanlış yorumlar hep. Bunların plansız, programsız, dış desteksiz olduğu söylenebilir mi? Bütün bu olup bitenler bana, daha önce de yazdığım baş misyoner Zwemer'in misyonerler kongresinde yaptığı şu konuşmayı hatırlatıyor: "Sizin göreviniz, Müslümanların Hristiyan yapılması değildir. Asıl göreviniz onları, dinlerini sorgular ve tartışır hale getirmektir..." Dini sorgulanır, tartışılır hale getirtmekten maksatları da, altyapısı olmayan, dini iyi bilmeyen kimselerin zihinlerine, "Biri öyle söylüyor diğeri başka türlü söylüyor, bu nasıl dindir!" şüphesini yerleştirerek dinden soğutmak, uzaklaştırmak ve kendi tuzaklarına düşürmek... Son günlerde gündeme taşıdıkları konu; İsa aleyhisselamın gelip gelmeyeceği hususu. Halbuki bu tartışılacak bir konu değildir. Hakiki İslam âlimleri arasında, kıyamete yakın Hz. İsa'nın geleceği konusunda icma, söz birliği vardır. Bu konuda zihinleri karıştırıp İslamı içeriden yıkmak isteyenlere cevap olarak son devir Ehli sünnet âlimlerinden şeyhülislam vekili Zahid el-Kevserî, Hz. İsa'nın kıyamete yakın yeryüzüne ineceği meselesine dair "Nazretu'n-Abira" isminde bir kitap yazmıştır. Kevserî, bu konuda Kur'an-ı kerimde bulunan ayetleri ele alarak inceledikten sonra, Hz. İsa'nın ineceğini çok açık, sarih, kesin bir şekilde ifade ediyor. Üstad Kevserî konu ile ilgili hadislerin mütevatir derecesine ulaşan hadisler olduğunu belirtir. Mütevatir hadis, her asırda yalan söylemesi mümkün olmayan çok kimselerin bildirdiği hadislerdir. Akide ve inanç konusunda mütevatir hadisler de Kur'an ayetleri gibi bir kaynak oluşturur. Kevserî, Kur'an ve sünnet naslarının yanı sıra, bu hususta eskiden beri Müslüman âlimlerin arasında görüş birliği (icma) olduğunu belirtir. İslam âlimleri, Hz. İsa'nın kıyametten önce yeryüzüne ineceği ve aynı zamanda zuhur edecek olan kötülük ve şerrin lideri Deccal'i öldüreceği hususunda birleşmişlerdir. Bu husus çeşitli muteber sahih hadis kitaplarında yer almış, akaid kitaplarında da kıyamet alametleri arasında sayılmıştır. Bu mesele, yorum yapılamayacak kadar açık olduğu için herkesin paylaştığı ortak bir dini akide olarak kabul edilmiştir. Çünkü, mütevatir hadisler kesin bir bilgidir. Bu haberlerin doğru veya yanlış olması hiç kimse tarafından tartışma konusu yapılamaz. Bu nedenle Fıkıh usulü âlimleri bunlara inanıp gereği ile amel etmenin zaruri olduğunu söyler. Bu konu geçmişte de Ehli sünnetin dışındaki kimseler tarafından zaman zaman dile getirildiği için, İslam âlimleri, İsa aleyhisselamın ölmediğine, ruh ve beden ile birlikte tekrar geleceğine, Muhammed aleyhisselamın dinine tâbi olacağına dair 20'den fazla kitap yazmışlardır. Bunların en meşhurlarından biri, Hindistan'ın büyük âlimlerinden Enver Şah Keşmiri'nindir. Enver Şah Keşmirî (1292-1352 Hicri) Hz. İsa'nın yeniden geleceği hakkında bildirilen bütün hadis-i şerifleri bir araya toplamış. "et-Tasrih bimâ tevâtera fi nuzuli el-Mesih" adını verdiği bir eser vücuda getirmiştir. Kitapta, bu konudaki 100'den fazla mütevatir hadis-i şerife yer verilmiştir. Keşmiri, bu eserinde, İsa aleyhisselamın geleceği konusundaki hadis-i şeriflerin mütevatir olduklarını inkarının küfür olduğunu bildiriyor
Hazret-i İsa gelecek
4 Mart 2006 01:00
Dün, son günlerde bazı "aykırı" düşünce sahibi kimselerin tartışma konusu yaptıkları, Hazret-i İsa'nın gelip gelmeyeceği hususunda, Ehli sünnet âlimlerinin "Hz. İsa ölmedi, kıyamete yakın gelecektir. Bu husus ayeti kerime ve mütevatir hadis-i şerifler olduğundan geleceğine inanmayan dinden çıkar" sözlerini nakletmiştim. Bugün olduğu gibi geçmişte de, Ehli sünnet âlimleri arasında bu konuda icma yani söz birliği olmasına rağmen, çatlak ses çıkartan Ehli sünnet dışı marjinal fikirler üreten kimseler çıkmıştır. Bunlar, kendilerini mezhepler üstü gören, aklı vahyin üstünde tutan, İbni Teymiyye, İbni Kayyım, Abduh, Reşit Rıza, Şeltüt, Seyyid Kutup, Fazlurrahman gibi kimselerdir. Bugün ülkemizde, Hz. İsa'nın gelmeyeceğini iddia eden ilahiyatçılar da bunların uzantılarıdır. Halbuki, Hz. İsa'nın ölmediği Nisa Suresinin 157. ayetinde; göğe kaldırıldığı, 158. ayetinde; Ehli kitabın her birinin Hz. İsa'ya ölmeden önce muhakkak iman edeceği 159. ayetinde, bildirilmektedir. Öldüyse nasıl iman edecekler? Âli İmran Suresi 55. Ayetinde de, "Ey İsa, doğrusu seni teveffi ettireceğim. Seni kendime yükselteceğim ve seni küfredenlerden temizleyeceğim..." buyurulmaktadır. Üstad Kevserî, "Nazretun Abira" kitabında ayette geçen "teveffi" kelimesini şöyle izah etmektedir: Hz. İsa'nın geleceğini inkâr edenler, bu kelimenin vefat ve öldürmek manasına geldiğini, dolayısıyla onun ölmüş olduğunu ileri sürmekteler. Halbuki teveffi kelimesinin buradaki manası "kabzetmek ve almak"tır. O halde âyetin anlamı: "Seni yerden alacağım ve semama kaldıracağım" şeklindedir. Bu konu hadis-i şeriflerde de açıkca bildirilmiştir. İsa aleyhisselamın ruh ve beden olarak geleceğini haber veren 100'den fazla mütevatir hadisi şerif vardır. Bunlardan bazıları: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki, Meryem oğlu İsa, adil bir yönetici olarak aranıza inecektir. Sonra haçı kıracak, domuzu öldürecek ve harbe son verecektir." (Buhari, Müslim, Müsned-i Ahmed) "Meryem oğlu İsa, nüzül etmedikçe kıyamet kopmayacaktır..." (Buhari, İbni Mâce) "On alamet belirmedikçe kıyamet kopmaz: (1) Duman, (2) Deccâl, (3) Dâbbet'ül-Arz, (4) Güneşin batıdan doğması, (5) Meryem oğlu İsa'nın nüzulu, (6) Ye'cüc ve Me'cüc, (7) Üç büyük yer kayması: Biri doğu'da (8) İkincisi batı'da, (9) Üçüncüsü Arap yarımadasında, (10) Yemen'de çıkacak ve insanlığı mahşere kadar körükleyen bir yangın." (Müslim, Ebu Dâvud ) "İsa inecek ve Deccâl'i öldürecek. Bundan sonra İsa yeryüzünde adil bir imam ve hak tanır bir yönetici olarak kırk yıl kalacaktır." (Müsned-i Ahmed) "Ümmetimden daima Hak üzere sebat eden ve düşmanları alt eden bir grup olacak. Tâ ki Allah'ın hükmü gele ve Meryem oğlu İsa nuzül ede..." (Müsned-i Ahmed) Hz. İsa, yeni bir din getirmeyecek Muhammed aleyhisselama tabi olarak gelecektir. Çünkü, Allahü teâlâ, bütün peygamberlerden zamanına ulaştıklarında Muhammed aleyhisselama tâbi olacaklarına dair söz aldı (Âli imran-81). Hz. İsa, son din olan İslamiyeti dünyaya yayacaktır. Herkesi, Kur'an-ı kerime ve son peygamber Muhammed aleyhisselama imana çağıracaktır! (Göğe kaldırılmada Hıristiyanlar ile aramızdaki fark şu: Onlar, Hz. İsa'nın çarmıha gerilerek öldürüldüğüne, kabre konulduktan sonra diriltirilip göğe yükseltildiğine inanır. Biz Müslümanlar ise, çarmıha gerilenin hain Yehuda'nın olduğuna, Hz. İsa'nın diri olarak göğe kaldırıldığına inanırız.) Bugüne kadar, Ehli sünnet âlimleri, bu açık ifadelere hiçbir yorum getirmemişler, olduğu gibi inanmışlardır. Bundan sonra da, ehli sünnet yolunda olanların böyle inanmaları, Ehli sünnet dışı aykırı yorumlara itibar etmemeleri gerekir. (Bu köşede yayınlanan önceki yazılar için; www.mehmetoruc.com sitesine bakılabilir) ------------------------------------------ Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29
.
Numan'a şehîdlik ihsân eyle!"
4 Mart 2006 01:00
Hazreti Ömer'in komutanlarından Numan bin Mukarrin'in ordusu ile Nihavent yakınlarında putperest Acem ordusu karşı karşıya gelmişti. Acemler etrafını hendek ve birçok engellerle sağlamlaştırmıştı. İranlılar, istediği zaman siperlerinden çıkış yapıp, sonra geri dönebiliyorlardı. Bu yüzden muhârebeden bir netîce alınamıyordu. Bir ara İran ordusu siperlerinden çıkıp, İslâm ordusunun yakınlarına kadar geldi ve, ok atmaya başladılar. Müslümanlardan yaralananlar oldu. O gün cuma idi. Komutanları Numan ordusuna, "Mü'minlerin emîri minbere çıkıp, hutbede Müslümanların zaferi için duâ edinceye kadar hücuma geçmeyin" emrini verdi. O zaman, Mugire bin Şu'be, Numan hazretlerine dedi ki: - Durumu görüyorsun. Yakınımıza kadar geldiler. Bize doğru yürüyüşe geçtiler. Ok atıp, bizden bazılarını da yaraladılar. Hemen hücuma geçelim. Bundan sonra, Numan bin Mukarrin atına binip, askeri dolaştı. Her sancağın yanında durup, onları harbe teşvik edip, coşturdu. Sonra dedi ki: - Ben sancağı üç defa sallayacağım. İlk salladığımda herkes ihtiyacını giderip abdest tazelesinler. İkincisinde harbe hazır hale gelsinler. Üçüncüsünde hepiniz hücuma geçiniz. Ben bile olsam, birisi şehîd düşerse, kimse onun yanında toplanmasın. Hiç kimse hücumdan geri durmasın! dedi. Sonra şöyle duâ etti: "Allahım! Müslümanların zaferi kazanması yolunda Numan'a şehîdlik ihsân eyle. Zaferi müyesser kıl!" Bütün İslâm ordusu, "âmin" dedi. Hz. Numan bayrağı üç defa salladı. Sonra İslâm ordusu hücuma geçti. Savaş başlamıştı. Çetin bir savaş oldu. Müslümanların birisi yere düşmüştü. Bu, İslâm ordusunun kumandanı Numan bin Mukarrin idi. Numan bin Mukarrin: "Üzerime bir elbise örtünüz, beklemeden düşmanın üzerine saldırınız, bu halim sizi korkutup, gevşetmesin" dedi. Nihayet İran ordusu kumandanı, kendine ait boz katırından düşmüş, karnı yarılmıştı. Bu vesîle ile Allahü teâlâ Müslümanlara zaferi müyesser kılmış, İran ordusu hezimete uğramıştı. Hz. Mugire diyor ki: -Savaş bitmişti. Numan bin Mukarrin'in yanına gittim. Vefât etmek üzere idi. Su getirip, yüzünü yıkadım. Bana sordu: "Müslümanlar ne yaptılar?" "Allahü teâlâ zaferi müyesser kıldı." Bu cevap üzerine, "Elhamdülillah! Bu zaferi Hz. Ömer'e yazınız" dedi, sonra Kelime-i şehâdet getirip şehîd oldu.
.
"İmanın konakladığı ev!"
5 Mart 2006 01:00
Müslümanların "Nihavent" zaferi Medîne-i Münevvere'ye daha ulaşmamıştı. Bu sırada Medîne'ye bir Bedevî geldi ve sordu: "Nihavent ve İbni Mukarrin'den haberiniz var mı?" Bu durum Hz. Ömer'e haber verildi. Hz. Ömer, onu çağırdı ve dedi ki: "Nihâvent ve İbni Mukarrin hakkında konuşman, bir şeyleri bildiğini gösterir. Bildiklerini bize anlat." Bedevî anlatmaya başladı: - Ey mü'minlerin emîri! Ben falancayım. Malımla, servetimle, çoluk çocuğumla Allah ve Resûlü için hicret etmek üzere yola çıkmıştık. Falanca yerde konakladık. Oradan ayrıldığımız zaman, ansızın bir benzerini görmediğimiz, kırmızı bir deve üzerinde bir adamla karşılaştık. Nereye gittiğini sorunca, İran'dan geldiğini söyledi. Bunun üzerine, oradaki Müslümanların durumlarını da sorunca şöyle dedi: - Düşmanları ile muharebe ettiler. Allahü teâlânın izni ile, düşman mağlup oldu. Numan bin Mukarrin şehîd düştü. Vallahi Numan'ı da Nihavent'i de bilmem. Hz. Ömer muharebenin hangi cuma olduğunu, bilip bilmediğini sordu. Bedevî, hangi cuma olduğunu bilmediğini, fakat, falanca gün göç ettik, falan gün, falan yere indik, diyerek, harbin yapıldığı vakti bildirdi. Sonradan alınan haberlerden, Nihavent muharebesinin Bedevînin bildirdiği günde yapıldığı anlaşılmıştır. Hz. Ömer'e Numan bin Mukarrin'in şehâdet haberi gelince, mescidde minbere çıktı. Müslümanlara, Numan bin Mukarrin'in şehâdet haberini verip ağladı. Abdullah bin Mes'ud şöyle buyurdu: "Îmânın ve münâfıklığın birçok yerleri, evleri vardır. Mukarrinoğullarının evi, îmânın konakladığı evlerden birisidir." Numan bin Mukarrin, Resûlullah ile beraber Mekke'nin fethine ve Huneyn Gazvelerine katılmıştr. Vedâ Haccı'nda da hazır bulunmuştu. Resûlullahın vefâtından sonra, halîfe olarak Hz. Ebû Bekir seçilmişti. Bu sırada ortada büyük bir irtidat yanî dinden çıkış hareketi başladı. Hz. Ebû Bekir bu fitneye gereken cevabı verdi. Numan bin Mukarrin bu irtidat fitnesine karşı verilen mücâdelede de bulundu. Böylece irtidat fitnesinin, büyümesine meydan verilmeyerek büyük bir felâketin önüne geçilmiş oldu. Numan bu hizmetlerine Hz. Ömer'in hilâfeti devrinde de devam etti. Onun hizmetleri, Irak ve İran taraflarında da çok oldu. 642 yılında Nihavent'te şehîd oldu
.
"Emaneti ehline veriniz!"
6 Mart 2006 01:00
Osman bin Talha, Mekke'de Kâbe Kayyımlığı ile vazîfeliydi. Sülâlesi câhiliye devrinde Kâbe'nin hicâbet vazîfesini yapardı, yanî kapı anahtarını taşırdı. Peygamber efendimiz, hicretten önce Osman'ı da bizzat îmâna davet etti. Osman: - Yâ Muhammed! Sen kavminin dînine aykırı davranmış ve ortaya yeni bir dîn çıkarmış bulunuyorsun. Doğrusu, benim sana tâbi olacağımı ümit etmen şaşılacak şeydir, diyerek îmâna gelmedi. Bir defasında Resûlullah efendimiz, îmân edenlerle birlikte Kâbe'ye girmek istemişlerdi. Osman Kâbe'ye de sokmak istemediği gibi sert de davrandı. Fakat Resûlullah efendimiz onun bu hareketini sükûnetle karşılayıp, şöyle buyurdu: - Ey Osman! Ümit ederim ki, bir gün sen beni, bu anahtarı nereye isterseniz koyarsınız, kime isterseniz verirsiniz diyeceğin bir mevkide de göreceksin! - O zaman Kureyş mahvolmuş, kıymetten düşmüş olur. - Hayır! Asıl o zaman, Kureyş yaşayacak ve kıymetlenecektir. Osman bin Talha, Mekke'nin fethinden altı ay önce Amr bin Âs ve Hâlid bin Velid ile birlikte Medine-i münevvereye gelerek, Müslüman oldu. Fetihten önce îmâna gelen Muhâcirlerin derecelerine kavuştu. Mekke'nin fethine katılıp, Resûlullahın yanında bulundu. Kâbe'nin anahtarını Resûlullaha arz etti. Burada Resûlullah efendimiz iki rek'at namaz kıldı. Beyt-i şerîften çıkarken, Resûlullah efendimiz, Nisâ sûresinin, "Allahü teâlâ size emânetleri ehline vermenizi emreder" meâlindeki 58. âyet-i kerîmesini okuyup, anahtarı Osman bin Talha'ya ve amcasının oğlu Şeybe'ye vererek, "Ey Ebû Talha evlâdı! Ceddinizden kalma olan emâneti sizde payidar ve bâki olmak üzere alınız. Bunu zâlim olmaksızın hiçbir kimse sizden alamaz!" buyurdu. Sonra, "Sana vaktiyle söylemiş olduğum şey gerçekleşmedi mi?" buyurarak Hicretten önceki sözlerini de hatırlattı. O da dedi ki: "Evet, şehâdet ederim ki, sen hiç şüphesiz Resûlullahsın." Resûlullah efendimiz o gün şöyle bir hutbe okudu: "Va'di, sözü hak olan, kuluna yardım eden, kendinden başka kulluğa müstahak bir ilâh bulunmayan Allahü teâlâya hamdolsun. Dikkat ediniz! Câhiliye devrinde değer verdiğiniz her türlü âdet ve kan dâvâsı ayağımın altındadır. Bunlardan Kâbe'ye hizmet etmek ve hacılara su dağıtmak müstesnâdır
.
"Onlar için azâb vardır"
7 Mart 2006 01:00
Uhud Gazâsında bir ara Müslümanlar geri çekilir, dağılır gibi olmuşlardı. Bu sırada hiçbir şey düşünmeyen, sadece Peygamberimizi düşünen Sehl bin Hanîf, parçalanıp ölünceye kadar, O'nu korumaya canla başla çalıştı. Bu aşk ve heyecanla vücudunda birçok ok yarası bulunmasına rağmen, savaşa devam ediyordu. Savaşın en şiddetli ânında Peygamberimizi bularak etrafındaki müşriklere karşı ok atmaya başladı. Hattâ müşriklerin dikkatlerini dağıtmak ve kendi üzerine çekmek için gür sesi ile ortaya çıkarak müşriklere: "Sehl'i nişan alınız. Oklarınızı ona atınız. Belki onu bu yüzden daha kolay vurursunuz" diyerek elinde bulunan oklar bitinceye kadar onlarla savaştı. Bu haliyle onu gören Peygamberimiz de buyurdu ki: "Sehl'e ok yetiştiriniz. Çünkü o, Sehl'dir, rahat, iyi ok atar." Sehl bin Hanîf, Hendek Gazâsı hazırlıklarında ve hendek kazmada hiç durmadan akıllara durgunluk veren gayretle çalıştı. Bu gazâda müşriklere çok ok atmış, Peygamberimizin sevgisini daha çok kazanmıştı. Hendek savaşından hemen sonra Beni Kureyza Gazâsına katılarak onların üzerlerine yürüdü. Burada da büyük kahramanlıklar gösterdi. Daha sonra hicretin altıncı yılında yapılan Hayber Gazâsına katıldı. Sehl bin Hanîf fakir olduğu için Tebük Savaşında ancak iki ölçek hurma verebilmişti. Peygamberimiz Sehl bin Hanîf'in getirdiği hurmaları bizzat kendi mübârek elleriyle diğer hurmaların üzerine koyup bereketle duâ etti. Bu hâli gören, İslâmiyeti kalben kabûl etmeyen münâfıklar, "Allahü teâlânın Sehl bin Hanîf'in iki ölçek hurmasına ihtiyacı yoktur" diyerek onun bu istek ve arzûsunu ayıplayarak kınamışlardı. Hattâ Sehl bin Hanîf'in Allahü teâlâya ve Peygamberimize karşı olan samimî duygu içerisindeki davranışını hafife alarak, Medîne şehrinin sokaklarında alay konusu ettiler. Sokakta onu gördükleri zaman ona bakarak güldüler. Münâfıkların bu davranışları üzerine; Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmin Tevbe sûresinin yetmiş dokuzuncu âyet-i kerîmesini indirdi. Burada meâlen buyuruldu ki: "Sadaka husûsunda bağışlarda bulunan mü'minlerle, bir türlü gücünün yettiğinden başkasını bulamayan fakirlerle başka türlü eğlenenler yok mu? Allahü teâlâ onları maskaraya çevirmiştir. Onlar için pek acıklı bir azâb vardır." Allahü teâlâ bu âyet-i kerîme ile Sehl bin Hanîf ve diğer Eshâb-ı kirâmın samimî hareketlerini övdü. Münâfıkları ise susturdu.
.
İnsanların eline bakma!"
8 Mart 2006 01:00
Sehl bin Sa'd, Uhud Savaşı sırasında yaşı küçük olduğu için bu savaşa da katılamamıştı. Diğer yaşı küçük sahâbîler gibi Medîne'de kalmıştı. Ancak Peygamberimizin yaralandığı haberi Medîne'ye ulaştığı zaman, herkes gibi O da çok üzülmüştü. Bu arada Peygamberimizin sevgili kerîmeleri Hz. Fâtıma'nın, babasının yaralanma haberini duyar duymaz hemen O'nun yanına koştuğunu ve yardım etmeye başladığını, Sehl bin Sa'd, şöyle bildirmektedir: - Resûlullah efendimizin Uhud Savaşında yaralandığı haberini duyduğumuz zaman çok üzüldük. Kızı Hz. Fâtıma'nın bir kalkan içinde su getirerek Peygamberimizin yaralarından akan kanları temizlediğini, bir hasır parçasını yakarak küllerini Peygamberimizin yaralarının üzerine sürdüğünü bizzat gördüm. Sehl bin Sa'd, Hendek Savaşına da yaşı küçük olduğu için katılamadı. Çünkü bu sırada on-onbir yaşlarında idi. Fakat hendeğin kazılmasında sahâbilere çok yardımcı oldu. Bütün sahâbilerin hizmetlerinin hepsine koşardı. Ayrıca hendek kazımında da yardımcı olur, Peygamberimizin yanından hiç ayrılmazdı. Her an O'nun hizmetinde bulunurdu. Sehl bin Sa'd, Hendek'te gördüklerini anlatırken der ki: - Hendek'te Peygamberimiz ile hep beraber idim. Onlar hendek kazıyor, biz küçük yaştakiler omuzlarımız üzerinde toprak taşıyorduk. Bu sırada Resûlullahın şöyle duâ buyurduğunu işittim: "Yâ Rabbî! Bütün hayat, âhiret hayatıdır. Muhâcir ile Ensârı magfiretine (afvına) nâil eyle." Sehl bin Sa'd, Peygamberimizin bir emir ve isteği olduğu zaman hemen yerine getirir, hiçbir zaman geciktirmezdi. Peygamberimiz hutbe okuyacağı zaman hurma ağacından bir direğe yaslanır öyle okurladı. Bir gün Resûl-i ekrem buyurdu ki: "Artık cemâ'at çoğaldı, bir şey yapılsa da üzerine otursam." Bunu duyan Sehl bin Sa'd hemen, okun yaydan fırladığı gibi kalkıp gider ve arzu edilen minberi getirir. Sehl bin Sa'd diyor ki: Bir gün birisi Peygamberimize gelerek dedi ki: "Ey Allahın Resûlü! Allahü teâlânın ve insanların, beni sevecekleri bir işi bana öğretir misin?" Bunun üzerine, Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Dünyadan yüz çevir ki, Allahü teâlâ da seni sevsin. İnsanların eline bakma ki, onlar da seni sevsin.
.
Sancağı yere düşürmedi
9 Mart 2006 01:00
Hazreti Ebû Bekir zamanında peygamberlik iddiasında bulunan Müseylemet'ül Kezzâb'a karşı yapılan Yemâme Gazâsında Muhâcirlerin sancaktarı Hz. Sâlim Mevlâ Ebû Huzeyfe idi. Harp sırasında Benî Hanîfe kabîlesi, sancağı düşürebilmek için sancağın bulunduğu yere ve sancaktar Sâlim'e çok şiddetli bir hücum yaptılar. Sâlim'in sancak tutan koluna azılı kâfirlerden birisi çok şiddetli bir kılıç darbesi indirdi. Sâlim, "Allah..." diye öyle bir haykırdı ki, harp meydanı inledi. Ardından bir kılıç darbesiyle diğer kolu kesildidi... Fakat İslâm sancağı yine yere düşmedi. Kâfirlerin bütün şiddetli darbelerine rağmen sancağı aslâ yere bırakmadı. Sanki Sâlim Mevlâ Ebû Huzeyfe'ye vurulan her kılıç darbesi onun sancağa biraz daha sıkı yapışmasını ve durduğu yerde daha kuvvetle dik durmasını sağlıyordu. Ne zaman ki İslâm askeri yetişti ve sancağı aldılar, o zaman yere düştü. Sâlim müşriklerin en şiddetli kılıç darbeleri altında: "Muhammed aleyhisselam ancak resuldür" (Âl-i imrân 144) âyeti kerîmesini okuyordu. Eshâb-ı kirâm ona yetiştikleri zaman bu âyeti okuduğunu işittiler. Yere düşünce Ebû Huzeyfe'yi sordu. Şehîd olduğunu öğrenince buyurdu ki: "Beni de onun gibilerin yanına götürün!" Vasiyetini yaptı ve 633 senesinde şehâdet mertebesine erişti. Ebû Huzeyfe ile beraber birini başı diğerinin ayağının yanında olduğu hâlde defnettiler. Malının bir kısmını kölelerin azâd edilmesi için, üçte birini beytülmâle, üçte birini de ehline bırakmıştı. Hanımı ve çocukları kendileri için vasiyet edilen malı almamışlar, onlar da beytülmâle bırakmışlardır. Onun ilim ve irfânı Eshâb-ı kirâm tarafından kabûl ve tasdik edilmekle beraber Hz. Ömer'in, husûsî bir muhabbeti ve hürmeti vardı. Hattâ yerine halîfe tayin etmek istemişti. Peygamberimiz bir gün buyurdu ki: "Kıyâmet günü birçok kimseler Tehâme Dağı gibi sevâblarla gelirler. Allahü teâlâ onların amellerini boşa çıkarır ve onları şiddetli bir şekilde Cehenneme atar." Bu dehşetli durumdan ürperen Sâlim dedi ki: "Anam babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Biz o kavmi nasıl tanıyacağız? Seni hak Peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemin ederim ki, ben onlardan olmaktan çok korkuyorum." Resulullah buyurdu ki: "Ey Sâlim onlar namaz kılarlar, oruç tutarlar, fakat kendilerine harâmdan bir şey teklif edildiği zaman Allahü teâlâdan hiç korkmadan o harâmı işlerler. Allahü teâlâ da onların amellerini, ibâdetlerini kabûl etmez
.
On dört asırlık uygulama!"
10 Mart 2006 01:00
Geçenlerde, 14 asırdır tartışılmayan, tartışmayı kimsenin aklından bile geçirmediği, kadınların namazda ve namaz haricinde örtünmeleri konusunu bazı çevreler yine tartışma konusu yaptı. Çok şükür ki, Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, Antalya'da yapılan "İl Müftüleri Hizmet İçi Eğitim Semineri"nin sonunda yaptığı açıklama ile gerçekleri gün ışığına çıkarttı; şüpheleri bertaraf etti. Sayın Bardakoğlu, "On dört asırlık uygulamada kadınların başını örtmeleri dini bir gereklilik olarak kabul edilmiş, Müslüman kadınlar da dinlerinin gereği olduğuna inandıkları için, başlarını örte gelmişlerdir. İslâm'ın tarihsel tecrübesinin ana çizgisi böyledir ve bu konuda münferit farklı görüşlerin bulunması, bu ana görüntüyü bozamaz" diyerek son noktayı koydu. Zaten daha öncede, 30 Aralık 1980 tarihinde Din İşleri Yüksek Kurulu, "Cenab-ı Hak, kadınların başörtülerini, saçlarını, başlarını, kulaklarını, boyun ve gerdanlarını örtecek şekilde yakalarının üzerine salmasını emretmiştir" şeklindeki fetvası ile, örtünmenin Cenab-ı Hakkın açık bir emri yani farz olduğunu bildirmişti. Dinimizin önemli bir emri olan "setri avret" yani örtünmesi gereken yerlerin örtünmesi hususu sadece kadınlara ait bir konu da değildir. Dinimizde, örtünmesi gereken yerlere "Avret mahalli" denilmektedir. Erkeğin ve kadının avret mahallini örtmesi, hicretin üçüncü senesinde gelen, "Ahzâb" ve beşinci senesinde gelen "Nûr" sûrelerinde emir olundu. Bu emre göre, erkeklerin avret mahalli, göbekten diz altına kadardır. Buraları açık olarak kılınan namaz sahîh olmaz. Namaz kılarken, vücûdun diğer kısımlarını, kolları, başı örtmek ve çorap giymek erkeklere sünnettir. Açık kılmaları mekrûhtur. Kadınların ise, ellerinden ve yüzlerinden başka her yerleri, bilekleri, sarkan saçları ve ayaklarını örtmeleri lazımdır. İnce olup içindeki uzvun şekli veya rengi görünen kumaş, yok demektir. Avret mahallini örtmek, namazda da, namaz dışında da farzdır. Yalnız iken kılarken de, örtmek farzdır. Avret yeri, ancak bir özür ile meselâ helâda açılabilir. İnsanların, birbirine görünmesi ve bakması, dört türlüdür: Erkeğin kadına, kadının erkeğe, erkeğin erkeğe, kadının kadına bakmasıdır. Erkeğin kadına bakması da üçe ayrılır: Erkeğin yabancı kadına, kendi hanımına ve bakması câiz olan onsekiz akrabâsına bakmasıdır. Erkeklerin yabancı kadının yüzünden ve ellerinden başka yerine bakmaları dört mezhebde de haramdır. Erkeklerin, erkeğin göbeği ile dizi arasına bakmaları haramdır. Bunun dışına, şehvetsiz bakmaları câizdir. Erkek, nikâhla alması ebedî, sonsuz haram olan onsekiz kadının başına, yüzüne, gerdanına, kollarına, dizden aşağı bacağına, şehvetden emîn ise, bakabilir. Göğüslerine, koltuk ve yanlarına (böğürlerine), uyluk ve dizlerine ve sırtına bakamaz. Kadınların buralarına da galîz yani "kaba avret" yerleri denir. Her kadının, buralarını namazda, yabancı erkeklerin yanında, şekli belli olmamak üzere geniş olarak örtmeleri lâzımdır. Nûr sûresi, otuzuncu âyetinde meâlen, "Ey Resûlüm! "sallallahü aleyhi ve sellem" Mü'minlere söyle, harâma bakmasınlar ve avret yerlerini harâmdan korusunlar! Îmânı olan kadınlara da söyle, harâma bakmasınlar ve avret yerlerini harâm işlemekten korusunlar!" buyuruldu. Hadis-i şerifte, "Yabancı bir kızı görüp de, Allahü teâlânın azâbından korkarak, başını ondan çeviren kimseye Allahü teâlâ ibâdetlerin tadını duyurur" buyuruldu. İlk görmesi af olunur. Başka bir hadîs-i şerîfte de, "Allah için yapılan cihâdda düşmanı gözleyen veya Allah korkusundan ağlayan veya harâmlara bakmayan gözler, kıyâmette Cehennem ateşini görmeyeceklerdir" buyuruldu. ---
.
Gönlünden ne geçiriyorsun?"
10 Mart 2006 01:00
Bir gün Sümâme bin Üsâl Resûlullahın ziyâretine geldi. Sümâme, Basra Körfezi yakınlarında yaşayan Yemâme kabîlesinin reisi idi. Asıl maksadı Resûlullahı öldürmekti. Nitekim Resûlullahın huzûrunda iken, Peygamber efendimize saldırmaya teşebbüs etti. Ancak Eshâb-ı kirâm araya girerek buna mâni oldu. O kargaşa esnâsında Sümâme kaçmaya muvaffak oldu. Hicretin altıncı yılı başlarında, Sümâme bin Üsâl, umre için yola çıkıp, Medîne yakınlarına gelmişti. Resûlullahın süvârileri onu burada yakalayıp, Peygamberimize getirdiler. Yakalayanlar onu tanımıyorlardı. Peygamber efendimiz onlara buyurdu ki: "Siz bunun kim olduğunu biliyor musunuz? Bu, Sümâme bin Üsâl'dir. Ona iyi esir muâmelesi yapınız. Kendisini incitmeyiniz!" Sonra kendi evlerinden ona yemek gönderdiler, ona iyi muamele ettiler. Ancak Sümâme'yi bulunduğu yerden bir tarafa ayırmadılar. Peygamber efendimiz mescidde sordu: - Yâ Sümâme, yanında ne var, gönlünden ne geçiriyorsun, benden ne bekliyorsun? - İçimde hayır ümidi var. Çünkü sen affedicisin. Eğer beni öldürecek olursan, bir câniyi öldürmüş olursun. Öldürmez de affedip, beni bağışlarsan, iyilik bilen, ni'mete şükreden birisine ihsân etmiş olursun. Eğer benden kurtuluş fidyesi olarak mal istiyorsan, işte malım. İstediğin kadar al. Resûlullah efendimiz, üç gün üst üste gelerek aynı soruyu sordu ve aynı cevabı aldı. Bunun üzerine âlemlerin efendisi olan Peygamber efendimiz yine yüksek merhametini gösterdi ve Sümâme'nin hayâl bile edemeyeceği bir şekilde buyurdu ki: - Artık Sümâme'yi salıveriniz! Bu emir üzerine Eshâb-ı kirâm onu serbest bıraktı. Sümâme bırakılıp, serbest kalınca, gönlüne İslâmiyetin sevgisi düştü. Hemen Kelime-i şehâdet getirdi. Resûlullah efendimize biat etti. Resûlullah efendimiz ona, Ebû Talhâ'nın bahçesine gidip gusletmesini emretti. Sümâme hemen gidip gusledip, sonra mescide girdi. Resûlullahın huzurunda şunları söyledi: - Vallahi, akşamleyin, yanına geldiğim zaman, bana senin yüzünden daha çok kızdığım bir yüz yoktu. Fakat sabah olunca, senin şehrin bana, en sevimli şehir oldu. Vallahi akşamleyin, senin dînin, bana en sevimsiz din idi. Sabahleyin en sevimli bir din olmuştur.
.
"Siz başlı başınıza bir âlemsiniz"
11 Mart 2006 01:00
Dün, Diyanet İşleri Başkanı ve Diyanet İşleri Yüksek Kurulu'nun; kadınların örtünmesi Cenab-ı Hakkın kesin emridir, böyle önemli ve hassas konunun tartışılmasının uygun olmayacağına dair görüşlerine yer vermiştim. Bugün de, dinimizin bu emrinin şekli ve önemi üzerinde durmak istiyorum: Dinimiz örtünmeyi emretmiş fakat şekil üzerinde durmamış, kadının belli bir örtü ile kapanmasını emretmemiştir. Kadının örtünmesinde iki şart vardır: Birincisi, örtünmesi gereken yerlerin örtülmesi. İkincisi, örtünürken uzuvların görünmemesi ve belli olmamasıdır. Bu iki şart yerine geliyorsa kadın istediği şekilde giyinebilir. Örtünme şekilleri örf âdete göre, yaşayışa, iklimlere göre farklı farklı olabilir. Bunlar duruma göre, manto, eşarp, başörtüsü, şalvar, çarşaf vb. şeyler olabilir. İlla şu şekilde giyineceksin demek, Müslümanı sıkıntıya sokmak olur. Dinin emrini değiştirmek, sınırlamak olur. Hadîs-i şerîfte, "Haramdan cilbab giyen erkeğin namazı kabûl olmaz" buyurulmuştur. Başka bir hadîs-i şerîfte de, "Haya cilbabını çıkaran kimseyi söylemek gıybet olmaz" buyurulmuştur. Cilbab, eskiden erkeklerin de, kadınların da giydikleri bir elbise, bir gömlektir. Örtünmenin şeklini bu şekilde özetledikten sonra, örtünmenin önemi ve sosyal faydası ile ilgilili olarak, Cumhuriyetin kurulmasında emeği geçen o günün önemli aydınlarından ve yazarlarından olan Yakub Kadri Karaosmanoğlu'nun bir makalesine yer vermek istiyorum: "Bu çirkin asrın ve çirkin muhitin yegâne süsü, yegâne güzelliği sizin başörtünüzdür. Niçin ondan müştekî gibisiniz? O mazrufa bu zarftan muvafık ne olabilir? Sizi böyle gördükçe bir kadının başka türlü nasıl giyinebileceğini düşünüyorum ve örtüsüz bir kadın tahayyül edemiyorum. Yazık değil mi ki o saçlara güneş vursun, o yüzü havalar, tozlar hırpalasın. Yazık değil mi ki -mazallah- o gözlerin harimine kolayca, lâubali bir yabancı gözün kıvılcımı sıçrasın. Niçin başka cinsten kadınlara bakıp da başınızda garip mütalâalara meydan açıyorsunuz? Onlardan size ne? Siz başlı başınıza bir âlemsiniz. Ben o âleme girdiğim dakikadan itibaren, hariçte başka mevcudiyet var mı, yok mu unuttum bile. Siz niçin kendinizde herkesi unutmuyorsunuz? Söze başlarken demiştim ki, bu çirkin asrın, bu çirkin muhitin yegâne güzelliği sizin örtülerinizdir. Memnun ve müsterih yaşamak için bu kanaat size kifayet etmez mi? Halbuki benim ruhumu sadece bu kanaat dolduruyor. Örtüleriniz bana muhabbet öğretiyor; hayata muhabbeti, aşka muhabbeti, memlekete muhabbeti öğretiyor; bahusus memlekete muhabbeti. Zira sizin örtüleriniz, bu süsleriniz değil midir ki, minarelerden ve o al râyetten (bayraktan) sonra bu serseri ruha biraz âşina ve bir emin mersa (liman) saadeti veriyor. Sakın onları çıkarmayınız, sakın onları atmayınız. Bu çirkin muhitin ortasında asalet ve zarafete yegâne dâl (işaret) olarak bunlar, sade bunlar kaldı. İnsanlar senelerden beri, insanlığı terzil (rezil etmek) için ve cemiyetlere manzaraların en fenasını vermek için, sevimsiz bir cinnetle her şeyi devirdiler. Bu güruha peyrev olmak (peşinden gitmek) size yakışır mı? Ben sizi zamanların ve insanların fevkinde, onların haricinde biliyorum. Siz mestur ruhlardan değil misiniz? Yaratıcımız sizi bu sıfatla sair mahlûkat arasında mümtaz kılmamış mıydı? O, Kitab'ında sizin isminizi zikretmedi mi?" (Yakub Kadri, Kadınlık ve Kadınlarımız s. 39-41)
.
"Karanlık bir yoldasınız!"
11 Mart 2006 01:00
Hz. Sümâme, umre için Mekke'ye gitmişti. Müşrikler onu yakaladılar, öldürecekleri sırada, birisi, "Bırakınız onu! Siz yiyecekleriniz husûsunda Yemâme halkına muhtaçsınız. Ona bir şey olursa hepimiz aç kalırız" dedi. Bunun üzerine müşrikler Sümâme'yi serbest bıraktı. Sonra müşriklerden birisi ona, "Demek, dinden çıktın hâ!" dedi. Hz. Sümâme şöyle karşılık verdi: "Hayır, ben dinden çıkmadım. Bilâkis ben hak din olan İslâmiyete girdim. Vallahi Allahın Resûlünden izinsiz buğday alamayacaksınız. Siz Ona tâbi olmadıkça, Yemâme'den faydalanamayacaksınız!" Sümâme umresini yaptıktan sonra Yemâme'ye gitti. Yemâme halkının, Mekke'ye erzak göndermelerine mâni oldu. Bu yüzden müşrikler çok sıkıntıya düştüler. Müşrikler bu sebeple Resûlullaha mektup yazıp, çektikleri sıkıntıları ve erzak gönderilmesine müsâade edilmesini istediler. Resûlullah, müşriklerin bu talepleri üzerine Yemâme halkının, Mekkelilere, yiyecek göndermelerine mâni olmaması için Sümâme'ye mektup gönderdi. Hz. Sümâme bu emre uyarak, engel olmaktan vazgeçti. Resûlullah efendimizin vefâtından sonra, Sümâme bin Üsâl ve onunla beraber olanların dışında bütün Yemâme halkı İslâmdan çıkıp, mürted olmuşlardı. O sırada Sümâme bin Üsâl Yemâme'de bulunuyordu. Halkı, Peygamberlik dâvâsına kalkışan Müseyleme'ye tâbi olmaktan, onu desteklemekten alıkoymaya çalıştı. Onlara, "Ey Hanîfeoğulları! İslâmdan dönüş, nursuz, çok karanlık bir iştir. Bundan sakınıp, uzak kalınız. Son Peygamber Hz. Muhammed aleyhisselâmdır. Ondan sonra Peygamber gelmeyecek, Ona ortak da olmayacaktır" dedi. Yemâme halkı onun bu nasîhatlerini dinlemedi. Onlar Müseyleme'ye uymakta birlik hâlinde idiler. Bu sırada, Alâ bin Hadramî komutasında bir İslâm ordusu, Bahreyn'e doğru gidiyordu. Yemâme tarafına da uğradı. Sümâme bunu duydu. Orada bulunan Müslümanlarla birlikte Alâ bin Hadramî'nin ordusuna iştirak ettiler. Temim kabîlesinden de bir hayli asker katılıp, Alâ'nın ordusu iyice kuvvetlendi. Alâ bin Hadramî, bu ordu ile, Hatam komutasındaki mürted ordusu ile çarpışmaya başladı. Nihayet, bir gece müşrik ve mürtedlerin sarhoş oldukları bir vakitte İslâm ordusu gece baskını yaptı. Müşrik ve mürtedler perişan olup, bir kısmı öldürüldü, bir kısmı esir edildi. Diğerleri kaçtılar. Müslümanlar harbi kazandılar. Hz. Sümâme bu savaştan dönerken yol kesiciler tarafından şehîd edildi.
.
Üstünlük İslâmiyettedir
12 Mart 2006 01:00
Kâbe-i muazzamanın güneyinde, yüksekçe bir yerde, Hz. Erkam'ın evi bulunuyordu. Kâbe'ye güney tarafından gelmek isteyen bu evin önünden geçmek durumunda idi. Ev yüksekte olduğundan Kâbe rahat olarak görünürdü. Ayrıca Hz. Erkam, Mekke'nin ileri gelenlerinden, itibarı çok olan bir zât idi ki, herkes kendisine hürmet ve ikrâm ederdi. Bu gibi sebeplerden dolayı, Peygamber efendimiz ve diğer Müslümanlar burada toplanırlar, emniyetli bir yer olduğu için ibâdetlerini rahat yaparlardı. Yeni Müslüman olmak isteyenler de bu eve gelir, Müslüman olmakla şereflenirdi. Bunun için, bu eve Dar'ül-İslâm ve Dârûl-Erkâm gibi isimler verilmişti. Hz. Ammâr bin Yâser ve Hz. Süheyb bin Sinan buraya gelip beraberce Müslüman olmuşlardı. Peygamber efendimiz, İslâmiyeti tebliğden önce de Hz. Süheyb bin Sinan ile konuşurlar ve birbirlerini severlerdi. Süheyb bin Sinan, Abdullah bin Ced'an'ın azâdlı kölesi idi. Müslüman olduğunu açıklamaktan çekinmeyen yedi mücâhid Sahâbîden biri idi. Hz. Süheyb, Müslüman olduğunu açıkladıktan sonra Mekkeli müşriklerin, şiddetli hücum ve işkencelerine mâruz kaldı. Müşrikler daha çok, kimsesi olmayan zavallılara işkence ederlerdi. Hz. Süheyb, Mekke'de akrabası, dayanağı olmayan bir zât olduğu için, müşrikler kendisine çok zulmederler, konuşamayacak hâle getirinceye kadar döverlerdi. Demir gömlek giydirirler, en sıcak günde, güneş altında tutulur, üstüne de yük bindirirlerdi. Bir gün, Hz. Habbâb ve Hz. Ammâr'la birlikte giderlerken, Kureyş müşriklerinden bazıları ile karşılaştılar. Hz. Süheyb onlara buyurdu ki: - Evet! Hz. Muhammed'e biz inandık, siz inanmadınız. Biz O'nun söylediklerinin, bildirdiklerinin hepsinin doğru olduğunu kabûl ettik. Siz yalanladınız. Bütün üstünlük ve fazîletler İslâmiyette, bütün zillet ve felâketler de müşrikliktedir. Müslümanlıkta aşağılık, müşriklikte üstünlük yoktur. Hz. Süheyb böyle söyleyince inanmayanlar üzerine saldırdılar. Hz. Süheyb bin Sinan'ı dövdüler. Öyle ki, konuşamayacak, ne söylediğini bilemeyecek hâle geldi. Hz. Süheyb bütün bu işkencelere tahammül ediyordu. Yapılan eziyetler onun için, hak yolda sabır ve sebât için bir teşvik oluyordu. İmânı kat kat artıyor, müşriklerin onu hak yoldan döndürme gayretleri boşa gidiyordu.
.
Her şeyini feda edenler!..
13 Mart 2006 01:00
Hazreti Süheyb, Mekke'de kendi gayretleriyle büyük bir servet elde edip hayli zengin olmuştu. Medîne-i münevvereye hicret edeceği müşrikler tarafından haber alınınca yolunu kesip, "Sen Mekke'ye fakir olarak geldin. Çok mal ve servete kavuştun. Şimdi hem kendin gideceksin, hem bunca malı götüreceksin buna izin vermeyiz" dediler. Hz. Süheyb'in, Peygamber efendimize olan muhabbeti, bağlılığı ve O'na kavuşmak arzûsu ve Medîne-i münevvereye gidip ibâdetlerini rahatça edâ edebilmek isteği o kadar çoktu ki, yanında bulunan bütün mallarının ve alacaklarının, Peygamber efendimizin sevgisi yanında hiç kıymeti yoktu. Bu sebeple hiç vakit kaybetmemek, bunlarla oyalanmamak için onlara, "Yanımdaki ve Mekke'de bulunan mallarımı size verirsem önümden çekilir misiniz, yolumu açar mısınız?" dedi. Hak ve hakikatlerden nasîbi olmayan müşriklerin de arzûsu buydu. Hemen kabûl ettiler. Hz. Süheyb, yanında bulunan bütün mallarını verdi, Mekke'deki mallarının da yerini tarif edip müşriklerin elinden kurtuldu ve hiç parasız olarak yoluna devam etti. Mekke ile Medîne arasındaki yolda binbir zahmet, tahammülü mümkün olmayan güçlüklerle karşılaştı. Fakat sevgili Peygamberimize kavuşmanın heyecanı ile bütün sıkıntılardan zevk alarak yoluna devam etti. Hz. Süheyb Peygamber efendimizin huzuruna geldiğinde gözü ağrıyordu. Yolda çok acıkmış ve susamıştı. Bu sebeple Peygamber efendimizin önlerinde hazır bulunan taze hurmalardan yemeye başladı. Peygamber efendimiz de Hz. Süheyb'e lâtife ile buyurdu ki: - Gözlerinde rahatsızlık var, yine de hurma yiyorsun. Hz. Süheyb de cevaben dedi ki: -Yâ Resûlallah! Gözümün birisi sağlamdır. Onun hakkını yiyorum. Peygamber efendimiz ve orada bulunanlar, bu cevap hoşlarına gittiğinden tebessüm ettiler. Sonra Süheyb başından geçenleri anlattı: Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Süheyb kazandı, Süheyb kazandı. Satış kârlı çıktı. Satış kârlı çıktı." Sonra Hz. Süheyb hakkında nâzil olan: "İnsanlardan bir kısmı, Allahü teâlânın rızâsını isteyerek O'na ibâdet yolunda kendini ve malını fedâ ederler." (Bekara 207) meâlindeki âyet-i kerîmesini okudular.
.
Vücudunu siper etti
14 Mart 2006 01:00
Hazreti Süheyb-i Rûmî, nişan almakta ve ok atmakta çok mahir idi. Savaşlarda, çok büyük gayret ve kahramanlıklar gösterirdi. Kendisi bu durumu şöyle anlatır: "Her zaman, Resûlullahın yanında bulundum. Bütün bîâtlerde, bütün gazâlarda ve seferlerde hep yanlarındaydım. Hiçbir zaman Resûlullah ile benim aramda bir düşman bulunmamıştır. O'na bir zarar gelmemesi için kendi vücudumu siper ettim. Bu durum, O âhirete irtihâl edinceye kadar devam etti." Hz. Ömer, Hz. Süheyb'i çok severdi. Hz. Ömer, Ebû Lü'lû kâfiri tarafından yaralanınca, yerine geçecek halîfeyi seçmek için şûra ehlini tayin edip, yeni halîfe seçilinceye kadar Hz. Süheyb'in kendisinin yerine vekil olması ve cenâze namazını kıldırması için vasiyet etti. Hz. Süheyb, üç gün müddetle cemâ'ate namazları kıldırdı. Bu mukaddes vazîfeyi büyük bir ihtimam ve hassasiyetle yerine getirdi. Hz. Ömer'in cenâze namazını da kıldırdı. Bu esnada gösterdiği dikkat ve itina ile herkesin takdir ve tasvibini kazandı. Hz. Süheyb, herkese iyilik eder, çok yemek yedirirdi. İkrâm ve ihsânları çok idi. 70 yaşında, 658'de Medîne-i münevverede vefât etti. Bâki Kabristanına defnolundu. Orta boylu, buğday tenli, kırmızı benizli, saçları sık ve siyah, yakışıklı bir zât idi. Çocukları Habib, Hamza, Sa'd, Salih, Seyfi, Ubbâd, Osman ve Muhammed'dir. Resûlullah efendimiz Süheyb'i çok severdi. Buyurdu ki: - Bir kimse Allaha ve Ahiret gününe inanıyorsa, bir ananın evlâdını sevmesi gibi Süheyb'i sevsin. Süheyb'in babası, Nemr soyundan Sinan, anası Kuayd kızı Selma'dır. Hep birlikte Übülle şehrinde yaşıyorlardı. Dedesi, Musul civârındaki bu şehrin Hâkimi idi. Günün birinde, Bizanslılar hücum ettiler. Çok kimseyle birlikte, Küçük Süheyb de esir düştü. Uzun müddet, Rumların elinde kaldı. İşte bu yüzden, Süheyb-i Rûmî olarak anılmıştır. Hz. Süheyb, çok cömert ve lâtifeyi seven bir zât idi. Resûlullahın hadîslerine büyük önem verir, hata ederim endişesiyle hadîsleri nakletmezdi. Niçin nakletmiyorsun diyenlere buyurdu ki: - Vallahi ben Resûlullahın hadîslerini bile bile nakletmiyorum. İsterseniz gelin size Peygamber efendimizin savaşlarını ve yanlarında bulunduğum sırada gördüğüm şeylerin hepsini anlatayım. Fakat, "Peygamber efendimiz şöyle buyurdu" demeye gelince, ben onu yapamam.
.
En güzel hediye
15 Mart 2006 01:00
Medîneli çocuklar Resulullahın Medine'ye teşrifi dolayısıyla hem koşuyor, hem de sevinçle bağırarak etrafı çınlatıyorlardı. Çocuklar arasında en coşkulusu Hz. Enes idi. Ancak 9-10 yaşlarındaydı. Bütün varlığıyla koşuyor, sevinç çığlıkları atıyordu. Dikkatle bakmasına rağmen, ufukta âlemlerin Efendisini bir türlü göremedi. Nihayet Kusvâ adlı develeri üzerinde, Resûlullah efendimiz ve arkadaşları göründüler. Bu anı sabırsızlıkla bekleyen sayısız Müslüman, Medîne ufuklarında doğan Nûr'a doğru koştular. Cariye kadınlar ve içlerinde küçük Enes'in de bulunduğu çocuklar; - Vedâ tepelerinden ay doğdu üstümüze. - Buyurunuz yâ Resûlallah, bize buyurunuz. - Safâ geldiniz sevgili Peygamberimiz, safâlar getirdiniz... - Hürmet ve şerefle Sizi selâmlıyoruz, ey Allahın Sevgilisi. - İnşâallah Medîne'de, emniyet ve huzûra kavuşacak ve kavuşturacaksınız, gibi sözlerle Resûlullah efendimizi coşkuyla karşılıyorlardı. Medîne kurulduğu günden beri, böyle sevinçli ve heyecanlı anlar yaşamamıştı. Müslümanların çoğu Efendimizi; kendi evlerine götürmek, misâfir etmek şerefine erişmek istiyordu. Bu sebeple, Kusvâ'nın yularını yakalamaya çalışıyorlardı. Fakat sevgili Peygamberimiz buyurdu ki: "O'nu serbest bırakınız. Kimin evi önünde durursa, oraya misâfir oluruz, İnşâallah." En sonunda Ebû Eyyûb Hâlid bin Zeyd hazretleri, bu şerefe kavuştu. Efendimiz, bir müddet için, O mübârek zâtın evinde misâfir kaldılar. Artık bütün Medîneli Müslümanlar için, Resûlullaha hizmet yarışı başlamıştı. Herkes ellerinde ve evlerinde ne varsa, ikrâm ediyordu. Ümmü Süleym de, oğlu küçük Enes'in elinden tutarak; sevgili Peygamberimizin huzûruna gelerek dedi ki: "Yâ Resûlallah! Bizler zengin değiliz. Size takdim edecek, fazla bir şeyimiz yok. Ancak çok sevdiğimiz şu küçük oğlumuzu, hizmet etsin diye, size armağan ediyoruz. Lûtfen kabûl buyurunuz! " Peygamberimiz, bu içten gelen teklife pek memnun kaldılar. Küçük Enes'in başını okşayıp, duâ ettiler. Ana ve babasını kırmayıp, onu, yanlarına aldılar. Medîne dışında koşa koşa Efendimizi karşılayan bu küçük Müslüman, meğer kendi saâdetine doğru koşuyormuş! Böylece iki cihânın Efendisiyle, gece ve gündüz beraber olmak saâdetine kavuşmuş oldu.
.
"Kıyâmet için ne hazırladın?"
16 Mart 2006 01:00
Sevgili Peygamberimiz hizmetini gören Enes bin Mâlik'e, sanki çocuk değil de; olgun bir insan gibi davranıyorlardı. Bir kerecik yüzlerini astığı görülmedi. Sert konuştukları işitilmedi. O'nun minik kalbini kırdıkları, incittikleri duyulmadı. İşte o sıralarda bir gün, küçük Enes, arkadaşlarıyla birlikte oyun oynuyorlardı. Hz. Peygamber, çocuklara doğru yaklaştılar. Sevgiyle selâm verdiler. Onlar da hürmetle, selâmlarını aldılar. Sonra Efendimiz yavaşça, Enes'in elinden tuttular. Birlikte, az ilerdeki duvar dibine yürüdüler. Orada O'nun kulağına, bir şeyler söylediler. Küçük Enes, derhal koşarak uzaklaştı. Belli ki Efendimiz kendisine, vazîfe vermişlerdi. Kendileri de, o duvar dibine oturdular. Beklemeye başladılar... Epeyce sonra Hz. Enes, koşarak geldi. Hz. Resûle öğrendiklerini arz etti. Resûlullah efendimiz oradan memnun ayrıldılar. Yaşı küçük, vazîfesi büyük Hz. Enes; daha sonra evine geldi. Hava kararmak üzereydi. Annesi O'nu, merakla bekliyordu. "Nerede kaldın yavrucuğum?" diye sordu. "Efendimiz, bir işe gönderdiler anneciğim. O yüzden geç kaldım" cevabını verdi. Hz. Ümmü Süleym merak edip, "O iş, neydi?" dedi. Enes büyük bir insan edasıyla, "Sırdır" cevabını verdi ve sustu. İşte o zaman anesi: "Âferin oğlum! Resûl-i Ekrem'in sırlarını, dâimâ muhafaza et, sakla. Onları hiç kimseye açıklama. Bütün ömrünce böyle davran" diye tenbih etti. Sonra da sevgiyle, oğulcuğunu bağrına bastı. Aylar ve yıllar geçiyor, küçük Enes; sevgili Peygamberimizin yanlarında büyüyordu. O şerefli ocakta terbiye ediliyordu. Dâimâ birlikte abdest alır, namaz kılar, oruç tutarlardı. Mescide pek çok olaylara şahid olurdu... Bir gün mescid-i şerîfe, çölden bir adam geldi. Efendimiz, namaza durmak üzere idiler. Ama adamcağız soruverdi: "Yâ Resûlallah! Kıyâmet, ne zaman kopacak?" Peygamber efendimiz ona sordu: "Kıyâmet için ne hazırladın?" Soruyu soran kimse mahcûb bir hâlde arz etti ki: "Anam babam, Sana fedâ olsun ey Allahın Resûlü! Yazık ki kıyâmet için, fazla bir hazırlığım yok. Ne fazla oruç tutabildim; ne fazla namaz kılabildim. Sâdece, Allah ve Resûlünü çok seviyorum." Bu cevap üzerine, sevgili Peygamberimiz şöyle buyurdular: "İnsan kıyâmette, sevdikleri ile beraber olur" Bunu duyan Müslümanlar, başka hiçbir müjdeye; bu kadar sevinmediler.
.
Hazreti Mehdi de gelecek
17 Mart 2006 01:00
Son günlerde bazı ilahiyatçılar, hazreti İsa'nın gelmeyeceği iddiasını ortaya atarak yeni bir tartışma daha başlattılar. Geçenlerde, bu konuda icma (ittifak) bulunduğu için, Hz. İsa'nın geleceğine inanmamanın insanı dinden çıkartacağını vesikaları ile bildirmiştik. İmam-ı a'zam, imam-ı Malik, imam-ı Safii, İmam-ı Ahmed, imam-ı Es'ari, imam-ı Maturidi, Suyuti, Teftazani, F. Razi gibi Ehli sünnet büyüklerinin Hz. İsa'nın geleceği konusunda ittifakının bulunduğunu yazmıştık. Şimdi de, buna bağlı olarak Hazreti Mehdi'nin gelmeyeceği konusu tartışılmaya başlandı. Tartışmayı başlatanlar da yine aynı güruh. Aklı naklin üstünde tutan, kendi akıllarının almadığı hadis-i şerifleri, İslam büyüklerinin sözlerini inkar edenler... Geçenlerde bunlardan biri, Hz. İsa konusunda; bütün hadis kitaplarında geçiyor, inkarı mümkün değil ancak bunlar akla mantığa aykırı, kabulü mümkün değil dedi. Bu nasıl bir mantık bu nasıl bir akıl, bu duruma nasıl gelindi anlamak mümkün değil. Şu anekdot böyle "aykırı" davranışların sebebini anlamamızı biraz kolaylaştırıyor. 1950'li yıllarda, dini okullar açılıp dini faaliyetler yoğunlaşınca, bazı kesimler rahatsızlıklarını dile getirirler. Daha sonra, "Bu okullara, dini mihraptan yıkmak için müsaade ediliyor!" cevabı ile de rahatlarlar. Şimdi gelelim hazreti Mehdi konusuna. Hz. Mehdi'nin geleceği hadis-i şeriflerle bildirilmiş, İbni Hacer-i Mekki hazretlerinin (Alamat-i Mehdi), İmam-ı Süyutî hazretlerinin (El-bürhan) ve İmam-ı Şaranî hazretlerinin (Muhtasar-ı Tezkire-i Kurtubi) kitaplarında, iki yüze yakın alameti açıklanmıştır. Bu hadis-i şeriflerden bazıları şunlar: "Kıyamet kopmadan önce, Allahü teâlâ, benim evladımdan birini yaratır ki, ismi benim ismim gibi, babasının ismi, benim babamın ismi gibi olur. Ondan önce dünya zulümle dolu iken, onun zamanında adaletle dolar." (Tirmizî) "Yeryüzüne dört kişi malik oldu. İkisi mümin, ikisi kâfir idi. Mümin olan Zülkarneyn ile Süleyman aleyhisselam idi. Kâfir olan ikisi de, Nemrud ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak, benim evladımdan biri yeryüzüne malik olacaktır." (İ.Süyuti) "Eshab-ı Kehf, Hz. Mehdinin yardımcıları olacak ve İsa aleyhisselam bunun zamanında gökten inecektir. İsa aleyhisselam, Deccal ile harb ederken, Hz. Mehdi, onunla beraber olacaktır. Bunun hükümdarlığı zamanında, her zamankinin aksine olarak ve hesapların tersine olarak, Ramazan-ı şerifin 14. günü güneş ve ilk gecesinde ay tutulacaktır." (İ.Süyuti" "Mehdinin başı hizasında bir bulut olacaktır. Buluttan bir melek, "Bu Mehdidir, sözünü dinleyiniz" diyecektir." (Ebu Nuaym) "Mehdi gelince daha önce görülmemiş bir bereket olacak, ümmetim rahat edecektir." (İbni Ebi Şeybe) "İsa, evlatlarımdan Mehdi'nin arkasında namaz kılacaktır." (İbni Hacer-i Mekki) "Benden sonra fitneler, harpler, hicretler olur. O kadar yayılır ki fitnenin dokunmadığı Müslüman kalmaz. Bu kötü durum, Mehdi çıkıncaya kadar devam eder" (Ebu Nuaym) "Mehdi evlenir, bir oğlu olur. Bu son doğan çocuk olur, ondan sonra kısırlık yayılır, doğum olmaz. Böylece halk tükenir." (Kurtubi) İmam-ı Rabbanî hazretleri de, "Yeryüzünü küfür ve kâfirlik kaplamadıkça, Mehdi gelmez" hadis-i şerifini naklederek, hazret-i Mehdi çıkmadan önce, küfür ve kâfirliğin her yere yayılacağını bildirmektedir. Kütüb-i sitteden Buharî, Müslim, Ebu Dâvud, İbni Mace, Tirmizî ve diğer hadis âlimlerinin bildirdikleri bu hadis-i şerifleri ve Ehl-i sünnet âlimlerinin açıklamalarını akıl ve insaf sahibi hiç kimse inkar etmez, edemez. Tevil de edemez. Herkes dinin hükümlerini tevil etmeye kalkarsa ortada din diye bir şey kalmaz. Bu kadar açık deliller karşısında, Hz. Mehdi'nin gelmeyeceğini söylemek büyük cahillik ve büyük taassup olur. ----------------------------------------- Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29
.
En sevinçli en hüzünlü gün
17 Mart 2006 01:00
Zaman ilerledikçe, Resulullahın hizmetini gören Ümmü Süleym'in küçük oğlu Enes; 20 yaşlarında bir delikanlı olmuştu. Zekâsı, terbiyesi, ilim ve cesâretiyle; yaşıtlarını geride bıraktı. Hz. Enes bu arada şâhid olduğu olayları sonraki âlimlere nakletti. Resûlullahın son günlerindeki bir hâdiseyi şöyle anlatır: Bir sabah Hz. Ebû Bekir ve Hz. Abbâs, beraberce yürüyorlardı. Bir topluluğa rastladılar. Bunlar, Medîneli Müslümanlar idiler. Hepsi de üzüntüyle ağlaşıyorlardı. Kalbi çok rakik, hassas, yumuşak olan Hz. Ebû Bekir sordu: - Ey kardeşlerim! Sizleri ağlatan şey nedir? - Bizler, Resûlullah Efendimizin huzûrunu düşünüyoruz. O'na ağlıyoruz. Gerçekten sevgili Peygamberimiz, bir müddetten beri rahatsız idiler. Bunu bilen Medîneliler öbek öbek toplanıp, üzüntülerini paylaşıyorlardı. Yüreği, sevgi ve ayrılık üzüntüsüyle çarpan, Hz. Ebû Bekir de ağladı. Biraz sonra da, Efendimizin mübârek evlerine vardı. Gördüklerini, duyduklarını saygı ile arz etti. Sevgili Peygamberimiz çektiği bütün acılara rağmen, mescide geçtiler. Bunu gören Eshâb-ı kirâm da oraya koşuştular. Efendimizin üzerlerinde, uzun bir hırka ve başlarında, siyah sarık bulunuyordu. Güzel bir hutbe okudular. Önce Allaha hamd ve şükrettiler. Sonra da ağır ağır buyurdular ki: - Ey Nâs! Sizlere, Ensâr'ı yanî Medîneli Müslümanları vasiyet ediyorum. Diğer insanlar çoğalıyor. Ensâr ise azalıyor. Onlar, kendi zararlarına bile olsa, size karşı vazîfelerini yerine getirdiler. Artık sizler de, Onları kollayın. İstemeyerek sizlere, bir kusurları dokunursa; o kusurlarından vazgeçiverin! Bu, sevgili Peygamberimizin son hutbeleri oldu. Bir daha minbere çıkamadılar. Dünya hayatlarını ve Peygamberlik vazîfelerini, şerefle tamamladılar... Gözyaşları arasında, Hz. Enes dedi ki: - Sevgili Peygamberimizin Medîne'ye geldikleri günü de, vefât ettikleri günü de gördüm. Müslümanlar birincisi kadar sevinçli; ikincisi kadar elemli gün yaşamadılar. Hz. Enes, Efendimizin en yakınlarında bulunduğu için; O'nun bütün emir ve yasaklarını çok iyi biliyordu. Bunları olduğu gibi, Müslümanlara nakletti. Uzun ömrünü yalnız, bu işe vakfetti. Hayatının sonuna kadar orada, ilim öğretmeye devam etti. Çok ve kıymetli talebeler yetiştirdi. Hasan-ı Basrî hazretleri, bunlar arasındadır. 100 yaşlarında, Basra'da vefât etti.
.
Önceki âlimler cahillikle suçlanır!"
18 Mart 2006 01:00
Bugün geçmişi inkâr; İslam âlimlerini, fıkıh kitaplarını hafife alma, alay etme, hatta hadis-i şerifleri çeşitli bahanelerle (uydurma, akla, mantığı uygun değil gibi) dolaylı inkâr günümüz bazı din adamlarının alameti farikası haline geldi. Geriye kalan tek kaynak Kur'an-ı kerime de istedikleri gibi mana vererek, halkın geçmiş ile irtibatını kesmek ve dinde kargaşa çıkarmak istiyorlar. Bu durumu Resulullah efendimiz on dört asır önce "Öyle bir zaman gelir ki, âlimler fitne unsuru olur, camiler ve hafızlar çoğalır, ama, hemen hemen (hakiki) âlim hiç bulunmaz.", "Daha önce yaşamış âlimler cahillikle suçlanır" buyurarak haber vermiş, bunun kıyamet alametlerinden olduğunu bildirmiştir. Kendi foyalarını meydana çıkardığı için bazı kesimler kıyamet alametleri ile ilgili hadis-i şerifleri de inkâr etmektedirler. Halbuki, on büyük alamet çıkmadıkça kıyametin kopmayacağını Peygamber efendimiz bildirmiştir. Bunlar: 1- Mehdi gelecek. "Ehl-i beytimden bir zat yeryüzüne hakim olmadıkça kıyamet kopmaz. Onun alnı açıktır, kemer burunludur. Yeryüzü zulümle dolu iken, o, dünyayı adaletle doldurur. İdaresi yedi yıl sürer." (Müslim). 2- Deccal gelecek. "Deccal çıkınca, tanrı olduğunu söyler. Onun tanrı olduğuna inananın imanı gider." (İbni Ebi Şeybe) 3- Hz. İsa gökten inecek. "Elbette o (Hz. İsa'nın kıyamete yakın gökten inmesi) kıyametin yaklaştığını gösteren bilgidir. Sakın bunda şüphe etmeyin." (Zuhruf 61-Tibyan) 4- Dabbet-ül-arz çıkacak. (Neml 82) 5- Yecüc ve mecüc çıkacak. Yecüc-mecüc seddi yıkıp çıkar. (Enbiya 96) 6- Duman çıkacak. Yeri göğü duman kaplar. (Duhan 10) 7- Güneş batıdan doğacak. "Güneş batıdan doğmadıkça kıyamet kopmaz. O zaman herkes iman ederse de fayda vermez." (Müslim). Ehli sünnet âlimleri, bunun fiziki olarak olacağını, mecazi manada yani İslamiyetin Batı'ya yayılacağı manasında olmadığını bildirmişlerdir 8- Ateş çıkacak. "Hicaz'dan çıkan ateş, Basra'daki develerin boyunlarını aydınlatır." (Müslim) 9- Doğu, Batı ve Arabistan'da ay tutulacak ve yer batması olacak. (B.Arifin) 10- Kâbe yıkılacak. (T.Kurtubi) Küçük alametlerden bazıları da hadis-i şeriflerde şöyle bildirilmiştir: "İlim kalkar, cehalet, anarşi ve ölüm çoğalır." (İbni Mace), "İşler, ehli olmayana verilir." (Buharî), "Ulema, halkın istediği yönde fetva verip, helâle haram, harama helâl derler; Kur'anı ticarete, menfaate alet ederler." (Deylemî), "Bu dinin başlangıcı gibi, sonu da garip olur!" (Tirmizî), "Çalgı her yere yayılır, gıybetçi çoğalır." (Beyhekî), "İnsanlar, yalnız malın, paranın gelmesini düşünür, helâlini, haramını düşünmezler" (R.Nasıhin), "Bir camide binden fazla kişi namaz kılar, fakat, içlerinde bir tane mümin bulunmaz" (Deylemî), "Lutilik mubah sayılmadıkça kıyamet kopmaz." (Deylemî), "Kardeşler farklı dinden olmadıkça kıyamet kopmaz." (Deylemî). Hadis-i şerifle bildirilen diğer alametlerden bazılarını da âlimler şöyle bildirmişlerdir: Bilgin veya âlim denilenlerde, zerre kadar iman olmaz. Herkese iyilik eden Müslüman ahmak sayılır. İslâma uymak, ateşi elde tutmak gibi zor olur. Mescidlerde, toplantılarda fâsıkların sesi yükselir. Bid'atler yayılır. Günaha teşvik artar. Emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker kalkar. Komşuluk kötüleşir. Cimrilik artar. Akrabalık ilişkileri kopar. Ana-babaya isyan edilir. Menfaat için din alet edilir. Kötülükler başgösterir. İltimas, rüşvet çoğalır. İçki çok içilir. Zekât verilmez. Hanıma uyup, anneye isyan edilir. Zararından korunmak için insanlara müdara edilir. Gençler fâsık olur. ------------------------------------------ Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29
.
Hasret sona erdi
18 Mart 2006 01:00
Hazreti Ebû Seleme Medine'ye hicret için yola çıkmak üzereydi. Kendisi, hanımı ve çocuğu deveye binmişlerdi ki, bazı öfkeli adamlar gelerek, "İn deveden aşağı! Çabuk ol!" dediler. Bunlar, Mugîreoğulları olup hanımının akrabaları idiler. Bir yandan zorla kadıncağızı çekiyorlar, öbür yandan da kocasına, "Sen kendin, bizi dinlemedin! Putlarımızı bırakıp, Müslüman oldun. Şimdi de kabîlemizin kızını, kaçırmaya çalışıyorsun! Onu daha nerelere götüreceksin? Buna aslâ müsaade edemeyiz" diye bağırdılar. Tabii oğlu da, annesiyle birlikte deveden indirildi. Zâten O'nun elini sıkı sıkı tutuyordu. Mugîreoğulları, kalabalık idiler. O zorbalarla başa çıkmak mümkün değildi. Buna rağmen münâkaşa çok uzadı. Olayı işiten, Esedoğulları da oraya koştular. Bunlar da, Hz. Ebû Seleme'nin kabîlesinden idiler. Ne olduğunu sordular. Onların da çoğu, Müslüman değildi. Fakat buna rağmen direttiler: "Mâdemki sizler, bizim akrabamızın hanımını bırakmıyorsunuz; biz de onun oğlunu size bırakmayız!" Anasının elinden kopmak istemeyen yavrucağızı, çekiştiriyorlardı. İtişme, kakışma arasında küçük çocuk ağlamaya başladı. Çünkü, kolu çıkmıştı. Bu kadar zorbalık sonunda; çocuğu Esedoğulları, anasını da Mugîreoğulları alıp, uzaklaştılar. Hz. Ebû Seleme oracıkta, sâdece devesiyle kalakaldı. Ebû Seleme hazretleri gözyaşları arasında tek başına yola devam edip Medîne'ye vardı. Mekke'de kalan hanımı ise her sabah, şehir dışındaki Ebtah mevkiine çıkıyordu. Orada, Medîne'den gelen yolcuları bekliyor ve kocasından haber almaya çalışıyordu. Yanında kimse olmadığı zamanlar, uzun uzun ağlıyordu. Zorla ayırdıkları oğlu ve eşi için gözyaşı döküyordu. Amcaoğullarından birisi, O'nu o vaziyette gördü. Perişân hâline acıdı. Doğruca, kendi kabîlesinin zorbalarına giderek, "Bu zavallıya, daha ne kadar zulmedeceksiniz?" diye bağırdı. Bu sözler üzerine, Zorbalar insâfa geldiler. Medine'ye getirip, oğlu ile beraber teslim ettiler... Allah ve Resûlullah yolunun yolcuları, ışıklı günlere doğru yürüyorlardı. Hz. Seleme'nin ana-babasının, duâları kabûl olmuştu. Uzun ayrılık ve hasretten sonra nihâyet, Kubâ'da hepsi birbirlerine kavuştula
.
"Musîbetin ecrini ihsân eyle!"
19 Mart 2006 01:00
Hicretten sonra mübârek Medîne'de, Ebû Seleme ailesinin, güzel günleri başlamıştı. Bütün Mü'minler İslâmiyeti yaymak için, canla-başla çalışıyorlardı. Bedir'de Mekkelilere karşı ilk zafer kazanıldı. Bu zaferi kazanan mücâhidlerden biri de, Hz. Ebû Seleme idi. Hz. Ebû Seleme sevgili Peygamberimizin yakın akrabası idi. Hz. Ebû Seleme'nin annesi, Peygamber efendimizin halaları idi. Ebû Seleme hazretleri, cihâd ve gazâ olmadığı zamanlar, daha çok ibâdet etmeye çalışıyordu. Bir gün Mescîd-i Nebevîden, sevinçle evine geldi. Kendisini karşılayan hanımına dedi ki: - Şimdi, Allahü teâlânın Resûlünden çok sevindirici bir söz duydum. Hanımı merakla sordu. - Peygamber efendimiz "Müslümanlar, herhangi bir belâya uğrar da; İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn dedikten sonra; yâ Râbbi! Bu uğradığım musîbetin ecrini ihsân eyle. Beni, ondan daha hayırlısına eriştir diye duâ ederse; Cenâb-ı Hak, onun duâsını kabûl eder" buyurdular. Epeyce daha konuştular. Bir ara hanımı dedi ki: "Yâ Ebâ Seleme!.. Gel, seninle bir sözleşme yapalım. İkimizden hangimiz önce ölürsek, geriye kalanımız; bir daha evlenmesin! Buna, söz verebilir misin?" Ebû Seleme biraz düşündü sonra, "Sen, sözümü dinle ve ben ölürsem, evlen!" dedi. Hz. Ebû Seleme böyle söyledikten sonra ellerini kaldırıp, o büyük îmânlı hanımına ve bütün Müslümanlara duâlar etti. Bundan bir müddet sonra, Hz. Ebû Seleme Uhud Savaşına katıldı. Olanca îmânı ve olanca gücüyle savaşıyordu. Asıl gâyesi şehîd olmaktı. Fakat sâdece kolundan, pâzusundan yaralandı. Yarası küçük olmasına rağmen, kan kaybediyordu. Gazâdan sonra bile, uzun zaman evinde yattı. Hanımı onu, güzelce tedâvi ediyordu. Bir ay sonra iyileşti, ayağa kalktı. İslâmın hudutları genişledikçe, düşmanları da çoğalıyordu. Kutn bölgesindeki bazı kabîle reisleri, hâlâ kibir ve azamet peşindeydiler. Orada başlayan kışkırtma olayları üzerine Peygamber Efendimiz, bir ihtar hareketini uygun gördüler. Hz. Ebû Seleme ile bazı arkadaşlarını, bu iş için vazîfelendirdiler. Onlar da kısa zamanda, Kutn civârındaki âsî ve müşrikleri dağıttılar. Pek çok ganîmet alarak, Medîne'ye döndüler. Dönüşte, Hz. Ebû Seleme fenâlaştı. Çünkü Uhud'da aldığı yara yeniden açılmıştı. Bütün gayretlere rağmen, fazla kan kaybından vefât etti..
.
Vasiyeti yerine geldi
20 Mart 2006 01:00
Ölüm haberi üzerine Peygamber efendimiz halalarının oğlu Ebû Seleme'yi görmeye gitmişlerdi. Mübârek elleriyle hâlâ açık bulunan Ebû Seleme'nin gözlerini kapattıktan sonra, "Hakikaten, rûh kabzolunurken göz; rûhun peşinden baka kalır!" buyurdular. Resûlullah efendimiz o sırada ağlaşıp, sızlanan kadınlara ve diğer ev halkına da, "Sizler şimdi kendinize, hayırdan başka duâda bulunmayınız. Çünkü Melekler şu anda, duâlarınıza âmin demektedir" buyurdular. Daha sonra da şöyle duâda bulundular: "Ey Allahım! Ebû Seleme'yi rahmetine kavuştur! Doğru yola ermiş kulların arasında, derecesini yücelt! Geride kalanlardan O'na, iyi bir halef ihsân eyle! Bize ve O'na mağfiret kıl. O'nu kabirinde, ferahlandır ve nûrlandır." Hz. Ebû Seleme, Medîne'de Bâki Kabristanına defnolundu. Muhterem hanımı, her zaman olduğu gibi sabretti, duâlar etti. Onun yetîm kalan yavrularıyla, geçim derdini halletmeye çalıştı. 4-5 ay kadar sonra Peygamberimiz, bir arkadaşlarını ona yolladılar. Gelen zât dedi ki: "Müjdeler olsun, ey Ümmü Seleme! Resûlullah efendimiz, Allahın emriyle seni nikâhlamak istiyorlar." Bu büyük müjdeye rağmen Hz. Ümmü Seleme, düşünceli görünüyordu. Az sonra, cevap olarak dedi ki: - Ey Resûlullahın elçisi! Hoş geldin, sefâlar getirdin! Yalnız şu husûsları, Efendimize arz etmelisin ki: "Ben yaşlı ve kıskanç bir kadınım. Olabilir ki, aksi bir davranışta bulunurum da; o yüzden, Allahın gazâbına uğramaktan korkarım. Ayrıca yetîm çocuklarım mevcuttur. Bir de onların bakımı, kendilerine yük olmaz mı? Bir de, nikâhımı yapacak velîlerim, yanımda değildirler." Elçi bunları, aynen sevgili Peygamberimize arz etti. Birkaç gün sonra iki cihânın Sultânı bizzat, teşrîf buyurdular. Çok heyecanlanan Hz. Ümmü Seleme'ye, tekliflerini Kendileri tekrarladılar. Ve buyurdular ki: "Biliyorsun ki, biz de yaşlıyız. Sonra senin, o kıskançlık hâlini gidermesi için, Allaha duâ ederiz. Çocuklarına gelince onlar, Bizim de çocuklarımızdır. Velîlerin arasında, bizim evlenmemizi istemeyen kimse çıkmaz." Ve Allahın emriyle, nikâhları kıyıldı. Böylece, Hz. Ebû Seleme'nin muhterem hanımına ettiği vasiyeti de, yerine getirilmiş oldu. Hanımının bu büyük devlete kavuşmasının önünü sağlığında açmış oldu.
.
"Sen İbni Selâm değil misin?"
21 Mart 2006 01:00
Îmân etmeden önce, Yahûdî âlimlerinden olan İbni Selâm, Müslüman oluşunu kendisi şöyle anlatır: "Babam Yahûdîlerin ileri gelen âlimlerinden idi. Bana Tevrat'ı okutur, dindar yetişmem için elinden geleni yapardı. Bir gün âhir zaman Peygamberinin alâmetlerini ve yapacağı işleri anlatarak dedi ki: "Eğer âhir zaman Peygamberi, Hârûn aleyhisselâmın neslinden yani kendi kavmimizden gelirse inanırım, başka kavimden gelirse inanmam! Sen de inanma!" Resûlullah efendimiz Medîne'ye hicretinden önce, Mekke'de Peygamberliğini açıkladıktan sonra, sıfatlarına ve yaptığı işlere baktım, tıpa tıp babamın anlattıklarına uyuyordu. Fakat, kavmimizin ileri gelenleri, sırf Arab kavminden geldi diye Resûlullaha karşı çıkıyorlardı. Tevrat'ta bildirilen alâmetler gâyet açıktı. Bir gün Yahûdîlerin hurma bahçelerine gittim. Kendi aralarında, "Arabların adamı geldi!" diye konuşuyorlardı. Bu sözü duyunca beni bir titreme tuttu. Elimde olmadan "Allahü Ekber" diye bağırdım. Benim tekbîr getirdiğimi gören halam Hâlide binti Hâris bana kızıp dedi ki: "Allah seni umduğuna kavuşturmasın, elini boşa çıkarsın? Vallahi sen Mûsâ bin İmrân'ın geleceğini işitmiş olsaydın bundan fazla sevinmezdin." Ben de ona şöyle karşılık verdim: "Ey hâlâ! Vallahi O, Hz. Mûsâ gibi Peygamberdir. Mûsâ aleyhisselâmın tevhîd dînindendir. Buna niçin karşı çıkıyorsunuz?" O da, "Ey kardeşimin oğlu! Yoksa o Kıyâmete yakın gönderileceği bize bildirilen Peygamber midir?" diye sordu. Ben de, "evet" dedim. Dayanamayıp, Resûlullahı görmek için bulunduğu yere gittim. Daha ilk gördüğümde kendi kendime, "Bu güzel yüzün sâhibi yalan söyleyemez!" dedim. Resûlullah insanlar arasına oturmuş, onlara nasîhat ediyordu. İlk işittiğim hadîs-i şerîf şuydu: - Selâmı aranızda yayınız, aç kimseleri doyurunuz, sıla-i rahm yapınız, yakın akrabalarınızı ziyâret ediniz! İnsanlar uykuda iken namaz kılınız! Böylece Cennete selâmetle girersiniz. Sonra bana dönüp, "Sen Medîne âlimi İbni Selâm değil misin?" diye sordu. "Evet" cevabımdan sonra, "Ey Abdulah, Allah için söyle! Tevrat'ta benim vasıflarımı okuyup öğrenmedin mi?" buyurdu. "Evet, öğrendim. Yâ Resûlallah cenâb-ı Hakkın sıfatlarını söyler misin?" demem üzerine, Resûlullah efendimiz bana İhlâs sûresini okudu. "De ki: O Allah birdir. Hiçbir şey O'nun dengi değildir!" meâlindeki âyet-i kerîmeyi işitince: "Şehâdet ederim ki, Allahtan başka ilâh yoktur. Sen O'nun kulu ve resûlüsün" diyerek îmân ettim."
.
İlk sözünüz kafidir!"
22 Mart 2006 01:00
Abdullah bin Selâm hazretleri anlatır: Müslüman olduktan sonra Resûlullaha dedim ki: "Yâ Resûlallah! Benim kavmim kadar, yalancı, inatçı, zâlim kimse yoktur. Hiçbir iftirâdan çekinmezler. Şimdi benim Müslüman olduğumu öğrenirlerse olmadık iftirâ ederler, Müslüman olduğumu açıklamadan önce onlara beni sorunuz! Sonra ben bir perdenin arkasına saklandım. Resûlullah bir grup Yahûdîyi çağırdı. Onlara "Abdullah bin Selâm nasıl bir kimsedir?" diye sordu. " Çok büyük bir âlimimizdir. Onun gibi hayırlı birisi az bulunur. O doğru sözlüdür" cevabını verdiler. Sonra saklandığım yerden çıkıp dedim ki: "Allahtan korkunuz! Size geleni kabûl ediniz! Allaha yemîn ederim ki, siz Resûlullahın hak Peygamber olduğunu biliyorsunuz. Çünkü alâmetleri Tevrat'ta açık olarak yazılıdır. Başka kavimden geldiği için inadınızdan îmân etmiyorsunuz. Ben şehâdet ederim ki, Allahtan başka ilâh yoktur. Ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed aleyhisselâm Allahın resûlüdür." Bunun üzerine Yahûdîler: "Bizim en kötümüz budur. Aramızda bundan daha kötü biri yoktur, deyip olmadık iftirâlar etmeye başladılar." Peygamber efendimiz Yahûdîlere dönüp, " Birinci şehâdetiniz bize kâfidir, ikincisi ise lüzûmsuzdur" buyurdu. O'nun îmân etmesi kavmini çok kızdırdı. Bunun için kendisini sıkıştırmaya başladılar. Hattâ Yahûdî âlimlerinden ba'zıları: "Araplardan peygamber çıkmaz. Senin adamın hükümdardır" diyerek, Abdullah bin Selâm'ı İslâmiyetten vazgeçirmeye kalkıştılarsa da muvaffak olamadılar. Bu sefer de, "İslâmiyete yalnız bizim kötülerimiz inandı. Eğer, onlar hayırlılarımızdan olsalardı, atalarının dînini bırakmazlardı" dediler. Abdullah bin Selâm'ın îmân ettiğine ve fazîletine Kur'ân-ı kerîmin şu âyet-i kerîmesinin şehâdet ettiğini müfessîrler ifâde etmektedirler. Bu âyet-i kerîme meâlen şudur: "İnkâr edenlere de ki: Eğer Kur'ân-ı kerîm Allah tarafından gönderilmiş olup da siz inanmayıp inkar ettiyseniz ve İsrailoğullarından bir şâhid Kur'ân-ı kerîmi benzerine, Tevrat'a göre bu da Allah kelâmıdır diye şehâdet edip inandı da siz yine de büyüklük taslarsınız, bana söyleyin kendinize yazık etmiş olmaz mısınız? Şüphesiz Allah zalim milleti doğru yola eriştirmez." (Ahkâf: 10)
.
"Bu dereceye nasıl ulaştın?"
23 Mart 2006 01:00
Abdullah bin Selâm hazretleri, Yahûdî âlimi iken Müslüman olup îmân ile şereflenince, kendini tamamen İslâm dînine vermişti. Yahûdilerin kendisi hakkında uydurdukları iftirâlara kulak asmıyor, Kur'ân-ı kerîme dört elle sarılıp, Resûlullahı bir gölge gibi takip ediyordu. Peygamber efendimiz onun hakkında, "Cennetlik birini görmek isteyen, Abdullah bin Selâm'a baksın!" buyurdu. Bir gün Resûlullahın huzûruna gelip dedi ki: "Yâ Resûlallah, rüyâmda kendimi bir bahçede gördüm. Bahçenin içinde demirden bir direk vardı. Direğin bir ucu yerde, bir ucu gökte idi. Yukarısında bir kulp, bir çember vardı. Bana, "Haydi bu direğe çık!" denildi. Ben de "Gücüm yetmez" dedim. Bunun üzerine yanıma birisi gelerek, sırtımdaki elbiseyi çıkardı. Böylece rahatça direğin tepesine çıktım, kulpundan tuttum. "İyi tut, bırakma!" diye de tenbîh edildi. Böylece direğin kulpu elimde olduğu hâlde uyandım." Peygamber efendimiz rüyâsını şöyle tabir etti: "Gördüğün bahçe İslâm dînidir. Direk de İslâm dîninin direği, tevhîdidir. O kulp da sağlam olan îmândır. Sen ölünceye kadar İslâm dîni üzere yaşayacaksın!" Başka bir zamanda Peygamber efendimiz, Eshâbı ile sohbet ederken buyurdu ki: - Şu kapıdan ilk girecek olan, Cennet ehlinden biridir. Eshâb-ı kirâm merakla kimin gireceğini beklerken, Abdullah bin Selâm'ın girdiğini gördüler. Daha sonra bu müjdeli haberi kendisine bildirerek sordular: - Yâ Abdullah, bu dereceye hangi amel ile ulaştın? - Ben zayıf bir kimseydim. En kuvvetli ümidim, kalb selâmeti yanî kimseye karşı içimde kötülük beslememem ve boş sözleri terk etmemdir. Bundan başka beni kurtaracağından ümitli olduğum bir amel bilmiyorum. Bir gün onu sırtında yük taşırken görenler dediler ki: - Senin çocukların, hizmetçilerin var. Bu işleri niçin onlara yaptırmıyorsun? - Evet bu işleri yaptıracağım kimseler vardır. Fakat ben nefsimi denemek istiyorum. Böyle işler nefsime ağır geliyor mu, gelmiyor mu? Maksadım bunu anlamaktır. Çünkü Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde, "Kalbinde hardal tanesi kadar kibir, büyüklenme bulunan kimse, Cennete girmeyecektir" buyurmuştur. Başka bir hadîs-i şerîflerinde de, "Meyve veya herhangi bir şeyi kendi eliyle evine götüren, kibirden uzaklaşmıştır" buyurmuştur. İşte bunun için yükümü kendim taşıyorum.
.
"Yalan söylüyorsunuz!"
24 Mart 2006 01:00
Mu'âz bin Cebel buyurdu ki: Benden sonra ilmi şu dört kişiden öğrenin: Abdullah bin Mes'ud'dan, Abdullah bin Selâm'dan, çünkü Resûlullah onun hakkında, "O, Cennetlik olan on kişinin onuncusudur" buyurdu. Hz. Ömer'den ve Selmân-ı Fârisî'den öğrenin. Medîne'de birtakım Yahûdî topluluğu Resûlullaha gelerek,"Senin getirdiğin dinde recm var mıdır? diye sordular. Rusulullah da onlara, "Recm cezâsı hakkında Tevrat'ta ne yazıyor?" diye sordular. Onların, "Tevrat'ta recm cezâsı yoktur" cevabı üzerine, Abdullah bin Selâm Yahûdîlere, "Yalan söylüyorsunuz! Tevrat'ta recm âyeti vardır" dedi. Bunun üzerine Tevrat'ı getirip açtılar. Yahûdîlerden birisi elini recm âyetinin üzerine koyarak bundan önceki ve sonraki âyetleri okumaya başladı. Abdullah bin Selâm ona: "Elini kaldır!" dedi. O da elini kaldırınca recm âyeti göründü. O zaman Yahûdîler dediler ki: - Ey Muhammed! Abdullah bin Selâm doğru söyledi. Tevrat'ta hakikaten recm âyeti vardır. Bir gün Hz. Abdullah bin Selâm, Ka'b-ül Ahbâr'a şöyle bir soru sordu: "Âlimler ilmi öğrenip zihinlerine yerleştirdikten sonra, onu oradan söküp atan nedir?" Hz. Ka'b, "Tamah, hırs ve ihtiyaç peşinden koşmaktır" dedi. Birisi de Fudayl bin Iyâd'a dedi ki: - Ka'b'ın bu sözünü bana izâh eder misin? Bunun üzerine Fudayl şöyle cevap verdi: -Tamah, insanın bir şeyi araması ve mukaddes değerlerini bu uğurda fedâ etmesi demektir. Hırs ise nefsinin her şeyi istemesi, senin de onun istediklerini yerine getirmendir. Bunun için de ona buna, kötü insanlara vb. ihtiyacın olur. İhtiyacını yerine getirenler de seni burnundan yakalamış olurlar. Ya'nî seni emirleri altına alırlar, istedikleri yerlere sürüklerler, sen de onlara boyun eğersin. Onlar hasta oldukları zaman, dünya sevgisinden dolayı onların ziyâretlerine gider, tesadüf ettiğin zaman kendilerine selâm verirsin. Bu verdiğin selâmı, yaptığın ziyâreti Allah rızâsı için yapmazsın. Eğer bu kimselere ihtiyaç göstermezsen, senin için çok daha hayırlı olurdu
.
Osmanlı huzurun kaynağı
24 Mart 2006 01:00
Geçen hafta, Çanakkale Savaşı'nın yıl dönümüydü. Osmanlı Devleti'nin tarih sahnesinden çekilmesini sağlayacak Birinci Dünya Savaşı'nın önemli bir parçasıdır Çanakkale Savaşları... Bu savaşlarda 205 bin askerle, Batılı devletlerden en çok zayiat veren de İngilizlerdi. İngilizleri Osmanlıların üzerine sürenlerin başında, ezeli Türk düşmanı Churchill geliyordu. Churchill, her neye mal olursa olsun bütün Müslümanların hamisi durumundaki Osmanlı Devleti'nin yıkılması taraftarıydı. Bu savaşlarda ve daha sonraki yıllarda bunun tersini savunan pek çok İngiliz devlet adamı da oldu. Hatta bunlar Osmanlıyı savunan, lobiler, dernekler oluşturdular. Lordlar Kamarası'nda günlerce fikirlerini savundular. Bunların düşüncesi şuydu: "Tarihi bir hata yapıyoruz. Osmanlı bölgede önemli bir denge unsurudur. Bu denge bozulursa, bu bölgelerde huzur kalmaz. Buna biz sebep olduğumuz içinde tarih bizi hiçbir zaman affetmez." Çoğunluk bunun aksini savunduğu için bu fikrin kıymeti harbiyesi olmadı. Osmanlıyı yıktılar ve o günden bugüne bölgede huzur sağlanamadı. Bu bölge kimseye yar olmadı. Mazlumun ahı, kanı yerde kalmadı. Başta İngilizlere yardım eden yerli halk olmak üzere bu yıkımda dahli bulunan herkes ağır bir bedel ödedi ve halen de ödemeye devam etmektedirler... Osmanlı idare ettiği insanları, dini ırkı ne olursa olsun sömürü vasıtası olarak görmüyordu. Her şeyden önce onları insan olarak görüyordu. Onların hak ve hukukunu, huzur ve sükunu muhafazayı birinci iş addetmişlerdi kendilerine. Bütün insanların istediği de bu değil miydi zaten... Osmanlıda insanlara hizmet esastı. Adaletsizliğin, zulmün olduğu yerde huzur olur mu? Osmanlılarda herkes, dini ırkı ne olursa olsun adalette eşitti. En üst düzeyde hakkını rahatlıkla arayabilirdi. Hak aramada hiçbir engel ile karşılaşmazdı. Adalet denilince akan sular dururdu. Hiç dikkatinizi çekti mi bilmiyorum. Osmanlının yönetim merkezi olan Topkapı Sarayı'nın girişinde, sol tarafta bir levha var. Burada şöyle yazıyor: "Ya vâliye külli mazlûmin" yani, "Mazlumların, zulme uğrayanların sığınağı" Altı asırlık ömrün sırrı da buradaydı zaten. Bu, sadece yazıda kalmadı. Tatbik de edildi. Tarihte bununla ilgili sayısız örnekler var. Birini nakledeyim sizlere: Kânûnî Sultan Süleyman Hân, Budin Seferinden dönerken, Edirne yakınlarında, bağların, bahçelerin içinden askerler yollarına devam ediyorlardı. Halk sevinç içinde sultanı karşılıyordu. Köylünün biri ısrarla pâdişâhı görmek istiyordu. Görevliler pâdişâha yaklaştırmıyorlardı. Bu durumu fark eden pâdişâh: "Bırakın gelsin" dedi. Kânûnî, gelen kimseye sordu: "Derdin nedir?" "Sultanım. Bizler fakir köylüleriz. Birkaç dönüm, bağ bahçe gibi arazimiz vardır. Dünden beri askerleriniz, ekinlerimize ve bağlarımıza istemeden de olsa zarar verdiler. Ya zararlarımızı ödersiniz veyahut da sizi şikâyet ederim. Kanuni sordu: "Söyler misin beni kime şikâyet edeceksin?" Köylü şöyle cevap verdi: "Size Kânûnî demezler mi pâdişâhım. Seni kânuna şikâyet ederim kânuna..." Kânûnî, ihtiyar köylünün, kendisi ile böyle rahat bir şekilde konuşmasına hakkını arayabilmesine çok sevindi. Zararını hemen tazmîn ettirdi. İşte Osmanlıyı altı asır ayakta tutan, halkını huzurlu kılan bu anlayıştı. Bunun da kaynağı İslamiyetti. Huzuru, aydınlığı başka yerde arayan karanlıkta kalmaya mahkumdur!.. ----------------------------------------- Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29
Osmanlının başarısı
25 Mart 2006 01:00
Osmanlılar üç kıtaya yayılan milletleri asırlarca huzur ve sükûn içinde idare ettiler. Osmanlıların; türlü türlü kanı taşıyan, türlü dil konuşan, başka başka âdet ve ananelere bağlı olan çok kültürlü milyonlarca insanı, aralarındaki farkları bıraktırarak, bir inanç veya fikir etrafında toplayıp, altı asır hüküm süren muazzam bir imparatorluk kurduklarını biliyoruz. Osmanlıların bu başarısı zannedildiği gibi yalnızca askerî değildi. Yanî kaba kuvvete dayanmıyordu. Askerî yöntem Osmanlıların başvurdukları en son çâre idi. Öyleyse, onları gayelerine ulaştıran ve uzun ömürlü kılan esas âmiller nelerdi? Bu başarıyı kazanmakta nasıl ve hangi metotları kullanmışlardı? Başarılı olmalarını sağlayan birçok metot vardı. Bunlardan biri, belki de en önemlisi örnek bir hayat sunmalarıdır. Anadolu'da yerli halka, gerek inançları ve töreleri, gerekse daha geniş ifâdesi ile kültürleri üzerinde herhangi bir baskı uygulanmamıştır. Avrupa Orta Çağında görülen engizisyonlar ve benzeri uygulamalar, İslâm âleminin hiçbir devrinde görülmediği gibi, Osmanlılarda da ne devlet ve ne de diğer ileri gelenlerce veya belli bazı teşkilatlarca bilinen ve uygulanan şeyler değildi. Aksine tam bir inanç hürriyeti hâkimdi. Çünkü, İslâmiyetin, "Dinde zorlama yoktur" prensibine Osmanlılar sâdık kalıyorlardı. Kimse Müslüman olmaya zorlanmıyordu. Yaptıkları tek şey; yerli halk arasına Müslüman Türklerin getirilerek yerleştirilmesi, kendi inançlarının gereğini en arı ve duru hâliyle yaşamak suretiyle onlara bir alternatif sunmaları idi. Bu şekilde, yerli halk, kendi hayat tarzları ile Müslüman Türklerin hayat tarzlarını görüp, mukayese yapabilme fırsatına sahip kılınmış oluyorlardı. Bu gâye ile Yıldırım Bayezid, İstanbul'u muhasara ettikten bir müddet sonra Timur Han ile araları açılınca, muhasarayı kaldırmak için Bizans ile anlaşırken koydurduğu anlaşma maddelerinden birisinin gereği olarak İstanbul'un Sirkeci kesiminde, Taraklı, Göynük ve Karadeniz sahillerinden 700 hanelik bir Müslüman-Türk mahallesi kurdurmuştur. Bu tür faaliyetlerin asıl maksadı İslâm ahlâkını gayri müslimlere tanıtmaktır. Bu tanıtma faaliyetlerine baskı denilemeyeceği gibi, propaganda demek bile güçtür. Çünkü, hiçbir propaganda ve hiçbir reklam gerçeğin yüzde yüz ifâdesi değildir. Bu örnek yaşayış ise gerçeği aynen yansıtmaktır. Osmanlıların ilk dönemlerindeki kültürel tanıtım faaliyetlerinde ve bilhassa iskân edilen nüfus içerisinde gönüllü olarak yer alan, yahut da başka uç bölgelerine kendiliklerinden giderek yerleşen, tekke ve tasavvuf mensuplarının da önemli payları olmuştur. Sadece Anadolu'nun değil, birçok ülkenin fethinde, tasavvufun güzel ahlâkı ile bezenmiş kimselerin büyük rolü olmuştur. Resûlullah efendimiz, Hudeybiye Anlaşmasını, bütün olumsuz maddelerine rağmen, bir maddesi için kabûl etmişti. Bu madde, Müslümanların müşriklerle rahatça görüşebilmelerini sağlamaktaydı. Bu görüşmeler ile birçok müşrik Müslüman olmuştu. Bir şeye inandırmanın en kolay, en sağlam yolu, görerek yaşayarak örnek olmaktan geçer. Meselâ eskiden "Alperenler" denilen kimseler vardı. Bunların her biri, tasavvuf büyüklerinin sohbetlerinde, dergâhlarda yetişmiş kimselerdi. Dînimizin güzel ahlâkı ile bezenmişlerdi. Hâl ile, söz ile, yaşayış ile örnek kimselerdi. İslâmiyeti yaymak için kendilerini adamışlardı. Eshâb-ı kirâm gibi geri dönmemek üzere çeşitli memleketlere dağılmışlar, oralarda İslâmiyeti tanıtmakla ömürlerini tamamlamışlardı. Tâ Semerkant'tan, Buhara'dan kalkıp Anadolu'ya, Rum diyârına gelmişlerdi. Tarih boyunca, küfür devam etmiş fakat, zulüm hiçbir devirde payidar olmamıştır. İnsana insan muamelesi yapan, adalet ile hükmeden devletler ayakta kalmış, zulmedenler yok olup gitmişler, tarihte hep lanetle anılmışlardır... ----------------------------------- Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29
.
"Bu kimse yalancı olamaz!"
25 Mart 2006 01:00
Eshâb-ı kirâm efendilerimiz, Peygamber efendimizin emriyle zaman zaman Medîne dışındaki kabîlelere seferler düzenler, buralardaki halkı İslâma davet ederlerdi. Tay kabîlesi üzerine yapılan seferde, reisleri, Adî bin Hâtim kaçtı. Kardeşi Sefâne esir alındı. Kendisine çok iyi muâmele yapıldı. Peygamber efendimiz, Sefâne'yi kardeşini bulup getirmesi için serbest bıraktı. O da kardeşini bulup başından geçenleri anlattı. Kardeşi Adî bin Hâtim, kardeşinin anlattıklarından cesâret alarak, Medîne'ye gitti. Bundan sonrasını kendisi şöyle anlatır: Medîne'ye vardığımda, Resûlullah Mesciddeydi. Huzûruna varıp, selâm verdim. Bana, kim olduğumu sordu, ben de, "Adî bin Hâtim'im" dedim. Beni alıp evine götürdü. Yolda giderken, yaşlı bir kadın, ihtiyaçlarını arz etti. Onunla ilgilenip, ihtiyaçlarını giderdi. Bu hâli görünce, "Bu, melik değildir" dedim. Eve varınca, içi lifle dolu bir minder gösterip, "Buraya oturun!" buyurdu. Ben oturmak istemedim. Israr edince mecbûren oturdum. Kendisi de yere oturdu. Kendi kendime, "Vallahi bu melik olamaz, melik olan kimse bu kadar tevâzu ehli olamaz!" dedim. Sonra bana, "Yâ Adî bin Hâtim, Müslüman ol ki, selâmette olasın" buyurdu. Ben de, "Benim dînim vardı", dedim. Bunun üzerine: - Senin dînini senden daha iyi bilirim. Sen Rakusiyye dîninden değil misin? Kavminin dörtte bir ganîmetini yemiyor musun? Bu senin dîninde sana helâl değildir" buyurdu. Ben içimden: "Vallahi doğru söylüyor. Bilinmeyen şeyleri biliyor. Bu peygamberdir" dedim. Sonra buyurdu ki: - Yâ Adî bin Hâtim, seni İslâma girmekten alıkoyan nedir? Allahtan başka ilâh var mı? Neden çekiniyorsun? Seni, Allah büyüktür demekten alıkoyan nedir? Bu sözleri büyük bir huşû içinde dinledim. Bu kadar güzel yüzlü, tatlı sözlü bir kimse yalancı olamazdı. Hemen Kelime-i şehâdet getirip Müslüman oldum. Resûlullah sonra beni, kabîleme İslâmiyeti anlatmak ve onların zekâtlarını toplamak için geri gönderdi. İlk zekât toplayan ben oldum. Kabîlemin Müslüman olmasına vesîle oldum. Bir gün kabîlemden birkaç kişi ile beraber, Hz. Ömer'in huzûruna gitmiştik. Bana dedi ki: "Sevgili Peygamberimize kavmin inanmadığı bir zamanda sen inandın, vefâkâr oldun! Kavmin sana zulmettikleri zaman onlara sabreden sensin! Muhakkak ki, kabîlesinde ilk zekâtı toplayıp, Peygamber efendimizi sevindiren de sensin." Adî bin Hâtim hazretleri, dünyaya hiç kıymet vermez, kazandığını fakîrlere dağıtırdı. Ölünceye kadar, İslâmiyeti yaymak için çırpındı. Vaktini hiç boşa geçirmezdi.
.
Harbin îcâbı budur!.."
26 Mart 2006 02:00
Peygamber efendimiz, Bedir Gazâsının gecesinde Eshâb-ı kirâma nasıl harp edileceğini, harpte hangi usûlü takip edeceklerini sordu. Asım bin Sâbit eline yayı ve oku alarak dedi ki: - Yâ Resûlallah, Kureyş kavmi 100 metre veya daha yaklaştıkları zaman yayla okları kullanırız. Kureyşliler, bize taş yetişecek kadar yakınımıza geldikleri zaman taşla mücâdele ederiz. Mızrak yetişecek kadar yakınımıza geldikleri zaman, mızrak kırılıp parçalanıncaya kadar mızrakla mücâdele ederiz. Kırılınca mızrağı bırakır, kılıçlarımızı sıyırır ve kılıçla çarpışmaya tutuşuruz. Peygamber efendimiz bunu beğendiler ve "Harbin îcâbı budur. Bu tarzda çarpışılması lâzımdır. Çarpışan ve vuruşan Âsım'ın çarpışması gibi çarpışşın!" buyurdular. Bedir Harbi bu şekilde yapıldı ve meleklerin de yardımıyla Allahü teâlâ zafer ihsân eyledi. Hz. Âsım bin Sâbit bu gazâda Kureyş'in ileri gelenlerinden Ukbe bin Muayt'ı öldürdü. Bu Ukbe, Mekke'de Peygamberimizi boğmaya kalkmış ve hayatına son vermek için çalışmış azılı müşriklerden idi. Peygamberimiz onun için: - Allahım! Onu yüzükoyun, burnunun üzerine düşür! diyerek duâ etti. Ukbe bin Ebi Muayt, Bedir'de Kureyş ordusunun yenildiği anladığı zaman, kaçıp kurtulmak için atını sürdü. Fakat hayvan hiçbir şey yokken birden ürkmüş ve onu yere vurmuştu. Resûlullahın duâsı gerçekleşmişti. Abdullah bin Seleme de onu esir etmişti. Peygamberimiz Âsım bin Sâbit'e Ukbe'nin cezâlandırılmasını emretti. Ukbe dedi ki: - Yazıklar olun sana ey Kureyş cemâati! Şunlar arasında neden bir tek ben cezâlandırılıyorum? Peygamberimiz buyurdu: - Allah ve Resûlüne olan düşmanlığından dolayı cezâlandırılıyorsun. - Yâ Muhammed! Kavminden herkese yaptığını bana da yap. Onları öldürürsen beni de öldür. Onlara emân verirsen bana da emân ver. Onlardan kurtulmaları için para alırsan, onlar gibi benden de al. Yâ Muhammed! Sen beni öldürürsen, küçüklere kim bakacak? - Onları Allaha bırak. Ey Âsım git onun cezâsını ver! Âsım bin Sâbit gidip Ukbe'nin cezâsını verince Peygamberimiz buyurdu ki: - Vallahi; Allahı, Resûlünü ve Kitâbını inkâr eden, Peygamberini işkenceden işkenceye uğratan senden daha kötü bir adam bilmiyorum.
.
Müşriklerin hain planı
27 Mart 2006 01:00
Uhud Savaşında bazı yakınları ölen müşrikler, Müslümanlardan bunların intikamını almak için alçakça bir plân hazırladılar. Bu maksatla bir heyet Medîne'ye giderek Resûlullahın huzuruna çıkıp ricada bulundular: "Yâ Resûlallah! Bizim kabîlelerimiz, İslâmiyeti kabûl ettiler. Yalnız Kur'ân-ı kerîm öğretmenine ihtiyâcımız var. Lütfen bize; İslâmiyeti, Kur'ân-ı kerîmi öğretecek kimseler yollar mısınız?" Sevgili Peygamberimiz kendilerine, 10 kişilik bir öğretmenler heyeti yolladılar. Başlarında, Âsım bin Sâbit hazretlerinin bulunduğu bu heyette, Mersed bin Ebî Mersed, Hâlid bin Ebî Bükeyr, Hubeyb bin Adiy, Zeyd bin Desinne, Abdullah bin Târık, Muattib bin Ubeyd de bulunuyordu. Bu öğretmenler kâfilesi, geceleri yürüyerek, gündüzleri gizlenerek Hüzeyl kabîlesi topraklarında, Reci' suyu başında, seher vakti konakladılar. Bu sırada yanlarında bulunan Adal ve Kare kabîlesi heyetinden biri, bir bahane ile yanlarından ayrıldı. Hemen Lıhyanoğularına gidip haber verdi. Çok geçmeden kafilenin etrâfı sarıldı. 200'den fazla silâhlı eşkıyâ oradaydı. "Bize öğretmen lâzım!" diyenler, çekip gittiler. O güzîde Müslümanları, eşkıyâ ile karşı karşıya bıraktılar. Lıhyanoğulları mensupları, esir ticâreti ile geçinirlerdi. Bu sebeple, "Teslim olun! Canınızı kurtarın!" teklifinde bulunuyorlardı. Asıl niyetleri onları Mekke'de köle olarak satmaktı. Böylece çok para kazanacaklardı. Çünkü Mekkeli müşrikler kendilerine demişlerdi ki: - Yakaladığınız her Müslüman için, değerinden fazla para öderiz! Bunu Müslümanlar da duymuşlardı. Âsım bin Sâbit, Mersed bin Ebî Mersed ve Hâlid bin Ebî Bükeyr: - Hiçbir zaman müşriklerin ne sözlerini, ne de akidlerini kabûl ederiz, diyerek müşriklerin tekliflerini reddettiler. Âsım bin Sâbit dedi ki: - Ben hiçbir zaman müşriklere el sürmemeye ve müşriklerden hiçbirini de kendime dokundurmamaya karar vermiştim. Onların sözlerine kanarak kâfirlere teslim olmam. Sonra ellerini açarak şöyle duâ etti: - Allahım! Peygamberini durumumuzdan haberdâr et!
.
"Arıların koruduğu kimse"
28 Mart 2006 01:00
Müşrikler tarafından alçakça pusuya düşürülen Hz. Âsım bin Sâbit ve on arkadaşı 200 eşkıya ile şehâdet şerbetini içinceye kadar çarpışmaya karar verdiler. Hz. Âsım'ın sadağında yedi ok vardı. Attığı her ok ile bir müşriki öldürdü. Oku bitince birçok müşriki mızrağıyla delik deşik etti. Öyle bir an oldu ki mızrağı da kırıldı. Hemen kılıcını sıyırdı, kınını kırıp attı. Bu, "ölünceye kadar döğüşeceğim, teslim olmayacığım" manasına gelirdi. Sonra da şöyle duâ etti: "Allahım! Ben bugüne kadar senin dînini koruyup hıfzettim, sakladım. Senden bugünün sonunda, vücudumu koruyup, hıfzetmeni, bunların eline bırakmamanı niyâz ediyorum." Çünkü Uhud'da öldürdüğü iki kardeş olan Hâris ve Müsâfi bin Talhâ'nın anneleri Hz. Âsım'ın kafatasından şarap içmeye yemîn etmiş ve kafasını getirene yüz deve vermeyi vaat etmişti. Müşrikler bunu biliyorlardı. O gün orada mevcut bulunan on sahâbîden yedisi şehîd oldu, üçü esir edildi. Lıhyanoğulları Sülâfe binti Sa'd'a satmak için Âsım bin Sâbit'in başını kesmek istediler. Fakat Allahü teâlâ, Hz. Âsım bin Sâbit'in duâsını kabûl buyurdu ve mübârek cesedine müşrikler el süremediler. Allahü teâlâ oraya arı sürüsü gönderdi. Bulut gibi Âsım bin Sâbit'in üzerinde durdular. Hiçbir müşrik yanına yaklaşamadı. "Bırakın akşam olunca arılar onun üzerinden dağılır, biz de başını alırız" dediler. Akşam olunca Allahü teâlâ hiç bulut yok iken bir yağmur gönderdi. Görülmemiş bir yağmur yağdı. Sel geldi ve Âsım bin Sâbit'in cesedini alıp götürdü. Cesedin nerede olduğu bilinemedi. Ne kadar aradılarsa da bulunamadı. Bunun için müşrikler Âsım bin Sâbit'in hiçbir yerini kesmeye muvaffak olamadılar. Arıların, Âsım'ı korudukları hâdisesi zikredildiği zaman Hz. Ömer buyurdu ki: - Allahü teâlâ elbette mümin kulunu muhâfaza eder. Âsım bin Sâbit, sağlığında müşriklerden nasıl korundu ise Allahü teâlâ da ölümünden sonra onun cesedini muhâfaza edip müşriklere dokundurmadı. Bunun için Âsım bin Sâbit, "Arıların koruduğu kimse" diye anılırdı. Eshâb-ı kirâmın muhâriblerinden olan Âsım'ın, babası Sâbit, künyesi Ebû Süleymân'dır. Annesi Şemûs binti Ebî Âmir'dir. Doğum tarihi belli değildir. Âsım, hicretten önce îmân etmiştir. Ensârdan, ya'nî Medînelidir.
.
"Mükâfat yeriniz Cennettir!"
29 Mart 2006 01:00
Ammâr bin Yâser, ilk Müslümanların otuzuncusudur. Süheyb-i Rûmî ile birlikte, Dâr-ül Erkam'da aynı vakitte Müslüman olmuşlardı. O zaman Peygamber efendimiz Dâr-ül Erkam'da bulunuyordu. Mekke'de Müslüman olduğunu ilk açıklayan, Ebû Bekir, Bilâl, Habbâb, Süheyb, Ammâr ve annesi Sümeyye hanımdır. Peygamber efendimiz halkı açıktan îmâna çağırmaya başlayınca, müşrikler, kimsesiz Müslümanlara ezâ ve cefâ etmeye başladılar. Ebû Tâlib hayatta iken, putperestler. Resûl-i ekreme kötülükte bulunamazlardı. Eshâbdan tanınmış kimselere de kavimlerinin himâyesi ve aşîretlerinin kalabalık oluşu sebebiyle, istedikleri gibi ezâ ve cefâ edemezlerdi. Ancak Müslümanların kimsesizlerini ve fakirlerini bulup, bunlara çeşit çeşit azâb ile eziyet edip, türlü cefâlar ederlerdi. Bunların içinde en çok eziyet görenler, Bilâl, Süheyb, Habbâb ve Ammâr bin Yâser'dir. Müşrikler Ammâr'ı yalnız yakaladıkları zaman Ramda mevkiine, Mekke kayalıklarına götürürler, elbiselerini çıkarıp, demir gömlek giydirirler, günün sıcağında kızmış taşlarla dağlarlar, bazen de sırtını ateşle dağlar, kızgın güneş altında aç ve susuz bırakırlardı. Bazen de kuyuya daldırıp boğmak isterlerdi. Onlar, bu dayanılmaz cefâlara sabredip; - Rabbim Allah, Peygamberim Muhammed aleyhisselâmdır, diyerek İslâm dîninden dönmezdi. Ebû Huzeyfe bin Mugîre, Ammâr'ın babası Yâser'in dostu olduğu ve sözleşme gereğince yardım etmesi lâzım geldiği hâlde, o da müşriklerle bir olup, o Müslüman âileye, arkalarına ateş yapıştırmak sûretiyle işkence yapıyordu. Benî Mahzûm kabîlesinin ileri gelenleri, Ammâr bin Yâser'in babasına ve vâlidesi Sümeyye'ye işkenceye devâm edip, sıcak günde kuma gömerler ve üzerinde et pişecek kadar sıcak taşları, gövdesine dizerlerdi. Bütün bu işkencelere rağmen o hep, "Derimizi yüzseniz, etimizi dilim dilim doğrasanız sizi dinlemeyiz. Allah'tan başka ilâh yoktur. Muhammed aleyhisselâm O'nun kulu ve Peygamberidir" derdi. Yine bir gün, Resûlullah efendimiz Bathâ denilen yerden geçerken, Yâser âilesine işkence yapıldığını görüp çok üzüldüler ve, "Sabrediniz ey Yâser âilesi! Sevininiz ey Ammâr âilesi! Hiç şüphesiz, sizin mükâfat yeriniz Cennettir" buyurdular...
.
Görülmemiş vahşet!
30 Mart 2006 01:00
Hz. Ammâr bin Yâser'in, Kureyşli müşriklerden gördüğü işkence, dillere destân olacak şekildedir. Bir defasında Ammâr Resûlullah efendimize gelerek hâlini arz etti. Resûlullah efendimiz onların bu hâlini biliyor ve onlar için üzülüyordu. "Sabrediniz ey Yakzân'ın babası!" buyurdular. Sonra da şöyle duâ ettiler: "Yâ Rabbî! Ammâr âilesinden hiç kimseye Cehennem azâbını tattırma!" Yine bir gün Mekke müşrikleri Ammâr'a ateşle eziyet ve işkence ediyorlardı. Resûlullah efendimiz oraya teşrif ettiler. Buyurdular ki: "Ey ateş! İbrâhim'e (aleyhisselâm) olduğun gibi, Ammâr'a da serin ve selâmet ol!" Yine güneşin çok yakıcı olduğu bir gündü. Güneş sanki bütün Mekke'yi yakmak istiyordu. Toprağın üstünde ve altındaki bitkiler kavrulmuştu. Çöl ve taşlık bölgeler, kızgın bir ekmek fırınını andırıyordu. Kureyşli Mahzumoğulları, daha da kızgındılar! Yâser ve hanımı Sümeyye'ye, yapmadık işkence bırakmadılar. Fakat bu Yemenli Müslümanlar, onların bunca işkencelerine rağmen onların isteklerini yerine getirmedi. Nihayet Yâser'i kızgın taşlar üzerine yatırdılar. Üzerindeki kısa çöl elbisesini yırttılar. Burası, Mekke'nin baştan başa taşlık ve çorak bir semtiydi. Hiç su bulunmadığı için zalimler, burayı seçmişlerdi. Güneş en fazla bir saatte, her insanı pişirebilirdi. Ama yere yatırılan Yemenli Müslüman, gülüyordu! Putperest Mahzumoğulları, hırslarından çatlayacak gibiydiler. Hepsi kıpkırmızı olmuşlardı. Nihayet Yâser'in bir koluna, bir deve; öbür koluna, başka bir deve bağladılar. Ayaklarına da, aynı şeyi yaptılar. Sonra, dininden dönmesini istediler. Hz. Yâser: "Allah birdir, O'ndan başka tapılacak ilâh yoktur. Muhammed aleyhisselâm, Allahın Resûlüdür" diye haykırdı. İşte o zaman, gerçekten, dünyada pek görülmemiş bir vahşet emri verildi. 4 gaddar cellât, 4 deveyi aynı anda; ellerindeki yanmış ağaçlarla dağladılar. Can havliyle, dört bir yana koşuşan develer; Hz. Yâser'i, doğru Cennete uçurdular. Dağlar taşlar, kurtlar kuşlar, yerlerdeki ve göklerdeki Melekler; aynı ilâhi kelimeyi tekrarlıyorlardı: - Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah... Bu manzaraya, insan yüreği dayanır mı? Fakat Sümeyye Hâtun dayandı. Çünkü kat'î olarak biliyordu ki; sevgili kocası Yâser şu anda, Cennet-i âlâdadır...
.
"O, baştan ayağa îmândır"
31 Mart 2006 01:00
Yâser âilesinin ezâya ve bir musîbete uğramadığı gün, hemen hemen yok gibiydi. Hz. Yâser'i ve oğlu Abdullah'ı, görülmedik şiddetli bir işkence ile şehîd ettikten sonra, Sümeyye Hâtun İslâmın en büyük düşmanıyla karşılaştı. Ebû Cehil sırıtarak dedi ki: - İnandığın Allah, kocanı ölümden kurtaramadı! Sümeyye Hâtun sükûnetle cevap verdi: - Allah O'nu, Cennetine aldı. Kocamı; sizin gibi putlara, paraya ve dünyaya tapınmaktan kurtardı. Allahü teâlânın Resûlü O'na ve bize doğru yolu gösterdi. Sen, köpekten de aşağılıksın! Çünkü kuduz köpekler bile; sizin yaptığınız şekilde insan öldürmezler. Ebû Cehil, elindeki kısa mızrakla oynuyordu. Birden onu, kadıncağıza fırlattı. Sümeyye Hâtun oracıkta şehîd oldu. İslâm'da ilk şehîd olan bunlardır. Ya'nî kadınlardan Sümeyye Hâtun, erkeklerden Hz. Yâser idi. Hz. Ammâr'a da Mugireoğulları, böyle işkenceler yapmışlardı. Müşrikler yine suya batırarak işkence yapmış oldukları bir sırada, Peygamberimiz Ammâr bin Yâser'e rastlamıştı. Ammâr ağlıyordu. Kâinâtın efendisi mübârek elini, onun gözlerinin üzerine sürdü ve buyurdu ki: - Bir daha kâfirler seni yakalayıp suya batırırlar ve sana, şöyle şöyle söyle, derler ve bu işkenceyi tekrarlarsa, onların söyletmek istediklerini söyleyiver, işkenceden kurtul! Mugireoğulları Ammâr'ı bir gün yakaladılar. Meymun kuyusunun içine batırdılar. - Sen Muhammed'i inkâr edip, putlarımıza dönünceye kadar seni bırakmayacağız, dediler. Hz. Ammâr da, kâfirlerin dediklerini, kalbiyle kabûl etmediği hâlde diliyle söyledi. Resûl-i ekreme, "Ammâr kâfir oldu" diye haber verildi. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: - Hâşâ! O kâfir olmaz. Baştan ayağa kadar îmândır ve eti ile derisi arası îmân ile doludur. Ammâr, küffâr elinden kurtulup, Resûlullahın yanına geldi. Kâfirlerin ezâ ve cefâsından ağladı. Resûlullah efendimiz iki mübârek eliyle gözünün yaşını sildi ve teselli buyurdu. Bu hâdise üzerine, Nahl sûresinin; Kim Allaha küfrederse, onlara şiddetli bir azâb vardır. Ancak kalbine îmân yerleşmiş olduğu hâlde küfür kelimesini söylemeye zorlanıp, sâdece diliyle söyleyenler müstesnâ, meâlindeki 106. âyet-i kerîmesi nâzil oldu.
.
"Kavak eken sopa biçer!"
31 Mart 2006 01:00
Son iki haftadır, ilköğretim okullarında ve liselerde meydana gelen olaylar, gazetelerin manşetlerinden ve televizyonların ana haber bültenlerinden inmedi. Bir gazete, "Son iki günde görülen öğrenci olayları" diye verdiği haber özeti okullarımızın içler acısı hallerini gözler önüne seriyor: "İstanbul'da bir ilköğretim öğrencisi arkadaşını kalbinden bıçakladı, durumu kritik... Endüstri Meslek Lisesi öğrencisi kız yüzünden tartıştığı arkadaşını göğsünden ve bacağından bıçakla yaraladı... Konya'da evlerinin önünde arkadaşlarıyla oynayan ilköğretim okulu öğrencisi arkadaşı tarafından bacağından bıçaklandı. Yedi yaşında İlköğretim okulu öğrencisine cinsel tacizde bulunduğu gerekçesiyle okul müstahdemi tutuklandı. Bir ilköğretim okulunda iki erkek öğrenciye, sınıf ve okul arkadaşları tarafından tuvalette tecavüz edildiği iddiası ortalığı karıştırdı. Yapılan aramada üzerlerinde uyuşturucu bulunan iki lise öğrencisi gözaltında alındı..." Sadece iki günde bu kadar olumsuz olayın yaşandığı okullara, anne baba gönül rahatlığı içinde çocuğunu nasıl göndersin? Ayyuka çıkan bu olaylardan sonra olayların sebepleri üzerinde durulmaya başlandı. Daha doğrusu suçlu aranmaya başlandı. İstanbul Milli Eğitim Müdürü Balıbey, "Biz elimizden geleni yapıyoruz. Bu konuda en büyük görev de ailelere düşüyor. Çocuklarımızı zararlı kültürden koruyamazsak, kültürsüz ve günlük olaylardan etkilenen gençler haline gelecekler. 'Kavak eken sopa biçer' diye bir laf vardır" diyerek en isabetli teşhisi koydu. Gerçekten burada en büyük görev ailelere düşmektedir. Çocukları ile daha küçük yaşlardan itibaren ilgilenen, onları başıboş bırakmayan, onlara manevi yönden destek veren aile çocukları bu tür kötü alışkanlıklardan uzak kalmaktadırlar. Eğer aile çocuğu ile ilgilenmezse bu boşluğu başkaları dolduruyor. Başkaları da, genelde ya sokak oluyor ya da televizyon. Sokağın hali ordada. Televizyonların yaptığı tahribat ise herkesin bildiği bir gerçek. Sanki televizyonlar aileyi tahrip etmek, yok etmek için söz birliği yapmışlar. Aileyi parçalayan, evlilik dışı çocuk sahibi olmayı, "birlikteliği" özendirmek için yarış yapıyorlar. Vatan gazetesiden Yüksel Aytuğ'un 25.3.2006 tarihli araştırma yazısı, işin vahametini ortaya koymaktadır: "Evlilik dışı çocuk sahibi olma, son günlerde TBMM gündeminde bile yer almıştı. Sebebi de toplumda evlilik dışı çocuk sahibi olmanın giderek kanıksanan bir davranış haline gelmesiydi. Ancak dikkatlerden kaçan bir durum var. Ekranlardaki yerli dizilerde 'veled-i zina' kaynıyor. İşte şaşırtıcı tablo" dedikten sonra yaptığı şu araştırmaya yer veriyor: Şu anda, sekiz ulusal kanalın yayınladıkları dizilerin her birinde, başrol oyuncuların birinin çocuğu rol gereği gayri meşru. (Yazıda, kanalların isimleri ve dizilerin adları da verilmiştir.) TV kanallarının aileyi yıkmada böyle bir bombardımana tuttuğu bir ülkenin çocuklarından daha başka ne beklenir. Son yıllarda, Avrupa'da Amerika'da ailenin önemini, ailesiz toplum olamayacağını anlatan filmlere öncelik verilirken, devlet desteği sağlanırken ülkemizdeki bu aileyi yıkıcı dizilere yer verilmesi anlaşılır bir durum değildir! Bu konuda RTÜK'e büyük görev düşmektedir. Evet, burada en büyük suç ailede. Çocuğuna dini terbiye vermeyen, ahlakı-ahlaksızlığı öğretmeyen, hangi filmleri seyrediyor, kimlerle arkadaşlık kuruyor haberi olmayan, daha ilköğretimde iken kızının erkek arakadaşı edinmesini normal gören hatta "daha senin erkek arkadaşın yok mu?" diye suçlayan anne babaların, çocukların bu beraberliği ileri noktaya götürmelerinden veya şiddete dönüştürmelerinden şikayet etme hakları yoktur.
.
"Cennet ileride! Cennet ileride!.."
1 Nisan 2006 01:00
Ammâr bin Yâser hazretleri, Mekke devrinde gördüğü işkenceler karşısında Habeşistan'a hicret edenler arasında bulunmuştu. Bilâhare tekrar Mekke'ye dönmüş, bir müddet orada kaldıktan sonra Medîne'ye göç ederek, Hz. Münzir bin Abdülmübeşşir'in misâfiri olmuştu. Hz. Ammâr, Medîne-i münevvereye gelince, Resûlullah için bir ibâdet ve istirâhat yerinin gerekli olduğunu söyledi. İslâmda mescid yapılmasına ilk teşebbüs eden o idi ve bu sâyede Kubâ mescidi yapıldı. Ammâr bin Yâser, Mescid-i Nebevî'nin de yapımında bulundu. Mescid-i Nebevî'nin temeli atıldığında, duvar yapılmak üzere kerpiç kestirilmişti. Kuruyan kerpiçler, bulundukları yerden mescid arsasına Eshâb-ı kirâmın sırtlarında taşınıyordu. Herkes birer birer taşırken, Hz. Ammâr büyük fedâkârlık gösterip; "Biri kendim, biri Resûlullah için" diye iki kerpiç getiriyordu. Peygamber efendimiz Ammâr'ın yanına geldi ve mübârek eliyle arkasını sığadı ve buyurdu ki: "Ey Sümeyye'nin oğlu! Senin iki ecrin, sevâbın, başkalarının bir ecri var. Senin, dünyada en son azığın, rızkın da bir içim süttür." Ammâr bin Yâser, Bedir başta olmak üzere, Uhud, Hendek ve Tebük Gazâsı dâhil, Resûlullah efendimizin bütün gazâlarına katıldı. Her savaşta şecâat ve cesâretiyle tanındı. Resûlullahın yanından hiç ayrılmadı. Bedir günü, hâin Ebû Cehil'in koca kafası; iki mücâhîd tarafından kesildi. O zaman Sevgili Peygamberimiz, Hz. Ammâr'a buyurdu ki: "Allahü teâlâ, anacığının katilini öldürdü." Resûlullah efendimizin vefâtından sonra, Hz. Ebû Bekir devrinde yapılan savaşlarda da aynı şecâat ve cesâretle döğüştü. Abdullah bin Ömer der ki: Yemâme'de mürtedlere karşı saldıran eşsiz bir yiğit gördüm. Düşman saflarını yerle bir ediyor, bir taraftan kılıç sallıyor, diğer yandan söyle söylüyordu: "Bizim Peygamberimiz, Muhammed-ül Emîn'dir. Peygamberlerin sonuncusudur. Ondan sonra, Peygamber gelmeyecektir. Aksini söyleyenlerin hepsi, yalancı sahtekârdırlar." Bu sözleri, Müseylemet-ül Kezzab taraftarlarını bile ikna ediyordu. Tam o sırada, hızlı bir kılıç darbesi, başucunda vızıldadı. Keskin demir, bir kulağını kesti. Akan kanları, eliyle durdurmaya çalışıyordu. Bir yandan da "Cennet ileride!.. Cennet ileride!" diye haykırıyor, mücâhidleri aşka getiriyordu. Sanki, şehîd ana ve babasını görüyor gibi, savaşıyordu. Yalancı Müseyleme de, yalancılar ordusu da kısa zamanda darmadağın oldular.
.
Şiddet olaylarının sebebi
1 Nisan 2006 01:00
Dün, okullarımızdaki şiddet olaylarından bahsetmiştik. Aslında bu durum sadece ülkemize özel bir konu değildir. Fazlasıyla Batı ülkelerinde de görülüyor bu olaylar. Genel olarak okullardaki eğitim ve öğrenime tepki gösteriyor çocuklar. İsteyerek, severek gidenlerin sayısı çok az. Siz hava muhalefeti dolayısıyla okullar tatil olduğunda, üzülen hiç çocuk gördünüz mü? Batılı ilim adamları, bu sıkıntıların, problemlerin sebepleri üzerinde geceli gündüzlü çalışmaktadırlar. Dr. Benjamin Spock bu problemlerin sebeplerini üç madde halinde şöyle özetlemiştir: "Birincisi; semavi dinlere göre insan şerefli bir varlık olarak yaratılmıştır. Fakat son iki asırdır okullarda okutulan (Özellikle biyoloji, antropoloji, psikolojideki) maneviyattan uzak pozitivist, maddeci, inkarcı bilgiler Allah'a olan inancı temelinden sarstı. İnsanlık için münasip görülen daha aşağı mevkiin yavaş yavaş kabulü derin ve eziyet verici sonuçlar doğurdu, manevi inancımız boşaltıldı; fakat öyle yavaş boşaltıldı ki, çoğumuz nasıl, ne zaman olup bittiğini fark edemedik. (Örneğin bütün dinlerin karşı çıkmasına rağmen bugün hâlâ Batı'da ve bizde okullarda, insanlığın Hz. Adem'den değil de, maymundan geldiğinin öğretilmesi, karşı çıkanların gericilikle suçlanması maneviyattan uzak pozitivist, maddeci, inkarcı eğitimin bir parçasıdır.) İkincisi; biyoloji, antropoloji ve psikoloji insan varlığını anlamak için değerli ilimlerdir, fakat her biri insanlığı daha ziyade mekanik bir bakışla ve sınırlı olarak tanır. Onlar 'bir bütün olarak insan'ı, özellikle de bizi hayvanlardan ayırt eden, adına 'ruh' dediğimiz manevî halleri, idealizmi hesaba katmazlar. Bu ihmal birçok insanı müstehzi, aşağı bir sonuca götürür. Derler ki, yüksek idealler, gayeler için uğraşmayı bırakalım, bulunduğumuz bu alt tabakada, hayvanî tabiatımızla baş başa zevkimize bakalım. Üçüncüsü; eğitimde geçmişe şuursuzca başkaldırı ve düşüncesizce her şeye isyan hakim. Geçmişin inkarı; önceki bilgilerin tamamının yanlış, doğrunun sadece bugün bilinenler olduğu kanaati. İnsanlarımızın önemli bir bölümü, inançlara, ideallere sahip çıkmadıkça toplum dikiş yerlerinden ayrılmaya devam edecek, dikiş tutmayacak. Eğer çocuklarımıza manevî değerleri kazandırmazsak, onlar televizyon programları, CD'ler ve diğer ticari reklam furyasının tazyiki altında maddeciliğin ortasına düşeceklerdir." Bu manevi değerlerden uzak eğitim Batı'da aileyi de temelinden sarstı. Californialı psikiyatrist Judith Wallerstein, ana-babası boşanmış 131 çocuk üzerinde onbeş yıl müddetle inceleme yapmış. "Üzerinde o boşanma hadisesinin tesiri kalmayan, uyumlu, normal bir yetişkin haline gelen bir tek çocuk görmedik" diyor. Hepsi bunalımlı, okulda başarısız, içine kapanık, saldırgan... Batılı uzmanların ortak görüşü: Manevi boşluklarını dolduramadığımız, ruh sağlıklarını koruyamadığımız çocuklardan, bir gün, toplum olarak kendimizi korumak zorunda kalacağız. Manevi boşluk da, ancak İslam ahlakı ile, İslam terbiyesi ile doldurulur. Bunun için her Müslümanın birinci vazîfesi, evlâdına İslâmiyeti ve Kur'ân-ı kerîmi öğretmek olmalıdır. Çünkü, evlâd, büyük nimettir. Nimetin kıymeti bilinmezse, elden gider. Çocukların da, anne baba üzerinde hakları vardır. Çocuklarımıza dinin emir ve yasaklarını öğretmek, dine uygun yaşamalarını sağlamak, çocukların haklarını ifâ etmektir. Bu önemli vazifeyi yerine getirmeyen ana-baba onun işlediği suçlara ortak olur. Dünyada ve ahirette, bunun bedelini çok ağır öder. ------ Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29
.
Namazına çok dikkat ederdi
2 Nisan 2006 01:00
Ammâr bin Yâser, Hz. Ömer devrinde Kûfe vâliliğinde bulundu. Daha sonra Halîfe Hz. Ömer, Ammâr'ı valilikten alıp Medîne'ye çağırdığında, ona "Üzüldün mü?" diye sordu. "Vâliliğe tayin olunduğumda sevinmedim ki, alındığım zaman üzüleyim" cevabını verdi. Hz. Osman devrinde, fitne ve karışıklıklar başladığında, halîfe bunun sebebini öğrenmek için Ammâr'ı, Mısır'a gönderdi. Bu büyük sahâbî, fitne ve fesâdı ortadan kaldırmak için çok gayret etti. Daha sonra Sıffîn Muhârebesine katıldı. Savaş esnasında yanındakilere, "İçecek, bir şeyimiz var mı?" diye sorunca, kırmızı halkalı kap içinde, süt getirdiler. Bunu gören, Ammâr bin Yâser dedi ki: "Allah Resûlünü, tasdik ederim, doğrularım! Yıllarca önce bize, böyle bir kaptan içeceğim sütün, benim dünyadaki son rızkım olacağını buyurmuştu." Sonra sütü, Besmeleyle son damlasına kadar içti. Allaha hamd etti. Ammâr bu savaşta 94 yaşında şehîd oldu. Hz. Ali, Ammâr bin Yâser'in şehîd olduğunu öğrenince, çok üzüldü buyurdu ki: "Allahü teâlâ Ammâr'a rahmet eylesin. O, Resûlullahın etrafında birkaç kişi varken Müslüman olmuştu. Kendisi hiç şüphesiz mağfirete kavuşacaktır. Çünkü Allahü teâlânın Resûlü, Ammâr âilesini Allahın mağfiretiyle müjdelemişti..." Cenâze namazını Hz. Ali bizzat kendisi kıldırdı ve elbisesiyle, yıkanmadan Kûfe Kabristanına defnedildi. Ammâr bin Yâser, ahlâken yüksek bir zâttı. Az konuşur, çok kere hüzünlü ve kederli olurdu. Son derece doğru ve hakka riâyetkâr idi. Zühd ve takvâ sahibi olup sâde yaşardı. Gâyet belîğ (açık) ve veciz bir hitâbete sahipti. Namazına çok dikkat ederdi. Ammâr bin Yâser, hadîs-i şerîfleri en doğru bilenler arasında sayılmaktadır. Şöhretini; dünyaya düşkün olmamasına ve harâmlardan sakınmasına, insanlar üzerinde bıraktığı itimâda, davasına sadâkatle bağlılığına borçludur. Bir gün, Ammâr bin Yâser hutbeyi kısa okumuştu. Hutbeyi okuyup, indikten sonra kendisine; hutbeyi gâyet kısa okuduğunu söylediklerinde, "Resûlullah efendimizin, "Bir kimsenin namazının uzun, hutbenin kısa olması, onun fıkıh bildiğine alâmettir. Namazı uzun, hutbeyi kısa yapınız" buyurduğunu duydum" dedi.
.
"Seni imana davet ederim!"
3 Nisan 2006 01:00
Resûlullah efendimiz, beraberinde Ebû Bekr-i Sıddîk ve onun azadlı kölesi Amir bin Fuheyre olduğu hâlde Medîne-i münevvereye doğru gidiyorlardı. Bu sırada Mekke müşrikleri, onları yakalamak için harekete geçtiler. Her tarafı aramaya başladılar. Hicret yolu üzerinde bulunan kabîleler, bu iş için seferber olmuşlardı. Büreyde bin Eslem de kendi kabîlesinden yetmiş kişiyle beraber bu işin peşine düşmüştü. Karşılaştıkları zaman, Resûlullah ona "Sen kimsin?" diye sordu. "Büreyde" cevabı üzerine, "Yâ Ebâ Bekr, içimiz serinledi ve iyi oldu" buyurdu. Sonra, "Kimlerdensin?" dedi. "Eslem kabîlesindenim" deyince,"Selâmetteyiz. Peki Eslem'in hangi kolundansın?" diye sordular. "Sehm kolundan" cevabını alınca, "Yâ Ebâ Bekr senin nasîbin çıktı" buyurdular. Bu defa da Büreyde sordu: "Ya sen kimsin?" Bunun üzerine, Resulullah Efendimiz, "Allahü teâlânın Resûlü Muhammed'im. Seni Allahü teâlânın bir olduğuna ve benim de O'nun Resûlü olduğuma inanmaya davet ederim." Bunun üzerine Büreyde ve yanındakiler, Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh (Ben şehâdet ederim ki, Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. Muhammed O'nun kulu ve Resûlüdür) diyerek îmân ettiler. Hazreti Büreyde ve yanındakilerin elinde az miktarda süt vardı. Bunu Resûlullaha takdîm ettiler. Resûlullah efendimiz ve yanındakiler bu sütten içtiler ve onlara hayır duâda bulundular. Büreyde ertesi gün Peygamber efendimize dedi ki: - Yâ Resûlallah yanınızda sancak olmadan Medîne'ye teşrif etmemiz uygun değildir. Daha sonra başındaki sarığı sancak gibi, mızrağın ucuna bağladı. Büreyde hazretleri Medîne-i münevvereye kadar Resûlullahın önlerinde, Livâ-i Muhammedîyi, yanî sancağı taşımıştır. Hz. Büreyde, Resûlullah efendimiz ile beraber birçok savaşa katılmış, Mekke'nin fethinde bulunmuştur. Ayrıca Resûlullahın Hz. Hâlid komutasında Yemen taraflarına gönderdiği orduda da yerini almıştır. Hz. Büreyde Resûlullahın son zamanlarında Hz. Üsâme kumandasında Şam tarafına gönderdiği orduda da sancak taşımıştır. Böylece Resûlullahın sağlığında ilk ve son sancağını taşıyan sahâbi olmuştur
.
Aile yükünü hafifletelim!"
4 Nisan 2006 01:00
Peygamber efendimiz, 36 yaşlarında bulundukları sırada Hicaz topraklarında şiddetli bir kuraklık hüküm sürüyordu. Peygamber efendimizin amcası Ebû Tâlib, kalabalık bir ailenin reisiydi. Ailesini geçindirecek bir servete sahip değildi. Bunun için geçinmekte herkesten daha çok sıkıntı çekiyordu. Peygamber efendimiz, küçük yaşından beri yanında büyüdüğü ve iyiliğini gördüğü amcasına bu sıkıntılı zamanında bir yardım yapmak, onun geçim yükünü hafifletmek istiyordu. Bu sebeple, amcalarının en zengini olan Hz. Abbâs'a bir gün şöyle teklifte bulundular: - Ey Amcam, biliyorsun ki, kadeşin Ebû Tâlib'in çok çocuğu vardır. İnsanların uğradığı şu kıtlık ve açlığı da görüyorsun. Haydi, Ebû Talib'e gidelim, onun aile yükünü biraz hafifletelim. Bakıp, büyütmek üzere oğullarından birini ben yanıma alayım, birisini de sen alırsın. Evlâtlarından iki tanesini onun üzerinden almak kâfi gelir. Kalktılar, Ebû Tâlib'in yanına vararak tekliflerini bildirdiler. Ebû Tâlib de, "Oğullarımdan Ukayl ve Tâlib'i bana bırakıp, istediğinizi alabilirsiniz" dedi. Böylece Peygamber efendimiz Hz. Ali'yi, Hz. Abbâs da Hz. Ca'fer'i yanına aldı. Bir gün Ebû Tâlib, oğlu Ca'fer ile şehrin dışında yürürken Peygamber efendimizi gördü. Hz. Ali ile beraber namaz kılıyorlardı. Ebû Tâlib, oğlu Ca'fer'e, "Git, sen de kardeşinin yanına dur, namaza başla" dedi. Ca'fer gidip, Hz. Ali'nin yanında namaza durdu. Namazdan sonra, Peygamber efendimiz, Ona duâ ederek buyurdu ki: "Hak teâlâ, sana iki kanat versin. Cennette onlar ile uçarsın." Hz. Cafer, Kureyş müşriklerinin Eshâb-ı kirâma karşı revâ gördükleri zulüm ve işkence artınca Habeşistan'a hicret eden kafilenin başında bulunuyordu. Mekkeli müşrikler bu durumdan haberdar olunca toplandı. Habeşistan meliki Necâşî'ye iki elçi göndermeye karar verdiler. Son derece kıymetli hediyeler hazırladılar. Necâşî'nin din adamlarına, devlet erkânına hediyeler ayrıldı. Bu işe Abdullah bin Rebia ile Amr bin Âs vazifelendirildi. Bu iki elçiye Necâşi'nin huzurlarında neler söyleyecekleri öğretildi. Onlara denildi ki: "Hükümdar ile konuşmadan evvel onun patriklerine ve kumandanlarının her birine, hediyesini verdikten sonra Necâşî'nin hediyesini takdim ediniz. Bu işi yaptıktan sonra oradaki Müslümanların size teslim edilmesini isteyiniz. Necâşî'nin Müslümanlar ile konuşmasına imkân bırakmayınız." Fakat hesapları tutmadı, Necaşi'nin konuşmasına mani olamadılar...
.
"Bana sığınanlara hıyanet edemem!"
5 Nisan 2006 01:00
Mekkeli müşrikler, Mekke'de rahat vermedikleri Müslümanları, hicret ettikleri Habeşistan'da da rahat bırakmak istemiyorlardı. Onlar da oraya gidip devlet adamlarına ve patriklere hediye adı altında rüşvet verdiler. Sonra da Necâşî'nin hediyelerini takdim ettiler. Melik Necâşî'ye şöyle söylediler: "Ey Melik! İçimizden birtakım kimseler sizin memleketinize sığınmışlardır. Bu gelenler, kendi milletlerinin dînini terk ettikleri gibi sizin dîninize de girmemişlerdir. Bizi, bunların mensup oldukları milletin eşrâfı, sizin memleketinize iltica eden adamların babaları ve kendi öz akrabaları gönderdi. İstekleri, gelenlerin tekrar iâde edilmeleridir. Çünkü onlar, bunların hâllerini daha yakından tanır. Onların kendi öz dînlerinde hoş görmediklerini daha iyi bilirler..." Elçiler, bu sözleri söyledikten sonra Necâşî'nin patrikleri söz almış, şöyle demişlerdi: - Bunlar çok doğru söylediler. Bunların milletleri, onlarla daha iyi meşgul olabilir, onların neyi beğenip beğenmediklerini daha iyi takdir ederler. Onun için siz bu adamları teslim ediniz de, bunlar onları memleketlerine ve milletlerine götürsünler. Melik Necâşî bu sözlere çok kızdı ve dedi ki: - Vallahi hayır! Ben bu adamları teslim etmem. Bana iltica eden, memleketime gelen adamlara hıyânet edemem. Bunlar, beni başkasına tercih etmiş ve benim memleketime gelmişlerdir. Onun için, gelen muhâcirleri sarayıma davet eder, onlara, bu adamların söyledikleri sözlere karşı ne diyeceklerini sorar, cevaplarını dinlerim. Eğer muhâcirler bunların dedikleri gibi iseler, onları teslim eder ve kendi milletlerine iâde ederim. Öyle değilse onları korur, ülkemde kaldıkça onlara iyilik ederim. Daha önceleri Necâşî semâvi kitapları incelemişti. Muhammed aleyhisselâmın gelme zamanının yakın olduğunu, kavminin ona yalancı deyip inanmayacaklarını ve Mekke'den çıkaracaklarını biliyordu. Bunun için Necâşî, Mekkeli elçilere, "İnandıkları kimse kimdir?" diye sordu. İsmi, "Muhammed" denilince, O'nun Peygamber olduğunu anladı ve belli etmedi. Gelenlere, "Onun dîni nedir ve neye davet eder?" diye sordu. Onlar, "Bilmiyoruz" cevabını verince: "Dînini bilmediğim bir topluluk ki, gelip bana sığınmışlardır. Ben onları size nasıl teslim ederim? Meclis kuralım. Onları da getirelim. Sizlerle yüzleştirelim. Hepinizin de durumları belli olsun. Onların da dînini bileyim." deyince Mekkeli müşrikler perişan halde huzurdan ayrıldılar.
.
"Benim üç sözüm var!"
6 Nisan 2006 01:00
Habeş İmparatoru Necâşî, ülkesine sığınan Müslümanları tanımak için saraya davet etti. Sarayda büyük bir divan kuruldu. Necâşî de âlimlerini topladı. Sonra muhâcirleri getirdiler. Müslümanlar geldiklerinde selâm verdiler ve secde etmediler. Necâşî, sebebini sorduğunda, "Biz Allahü teâlâdan başkasına secde etmeyiz. Peygamber efendimiz bizi, Allahtan başkasına secde etmekten men edip, 'Secde, yalnız Allahü teâlâya mahsûstur' buyurdu, dediler." Necâşî sordu: - Ey huzuruma getirilmiş olan topluluk! Bana söyleyiniz. Ülkeme ne için geldiniz? Hâliniz nedir? Tüccâr değilsiniz, bir istediğiniz de yok. Sizin şu ortaya çıkmış olan Peygamberinizin hâli nedir? Hz. Ca'fer şöyle cevap verdi: - Ey Hükümdar! Ben, önce, üç söz söyleyeceğim. Eğer doğru söyler isem beni tasdik edin, yalan söylersem yalanlayın. Her şeyden önce emret ki; şu adamlardan yalnız biri konuşsun, diğerleri sussun! Mekkeliler adına Amr bin Âs'ın konuşması kararlaştırıldı. Hz. Ca'fer konuşmaya başladı: "Benim, üç sözüm var. Şu adama sorunuz. Biz, yakalanıp efendilerimize iâde edilecek köleler miyiz? Acaba biz haksız yere bir kimsenin kanını mı döktük de, kanı dökülenlere iâde mi edileceğiz? Başkasının mallarından haksız yere aldığımız, üzerimizde ödemekle mükellef olduğumuz mallar mı vardır?" Müşrikler cevap verdi: - Bu üç şeyin hiçbirini bunlar yapmadılar. - O hâlde siz bunlardan ne istiyorsunuz? - Onlar ile biz bir dinde idik. Onlar, bunları bıraktılar. Muhammed'e ve dînine uydular. Necâşî, Hz. Ca'fer'e dedi ki: - Siz bulunduğunuz dîni bırakıp ne diye başkasına uydunuz? Kavminizin dîninden ayrıldığınıza, ne benim dînimde ne de bunların dîninde olmadığınıza göre, sizin edindiğiniz bu din hakkında bilgi veriniz? Hazreti Cafer, İslamiyet hakkında kısa bilgi verdi. Necaşi, onların hak yolda olduklarını anlayarak rahatladı..
.
Biz câhil bir millet idik!"
7 Nisan 2006 01:00
Habeş Meliki Necâşî, ülkesine sığınan Müslümanların temsilcisi Hazreti Cafer'den niçin İslam dinine girdiklerini sordu: Hz. Ca'fer şöyle cevap verdi: -Ey hükümdar! Biz câhil bir millet idik. Putlara tapardık. Ölmüş hayvan leşini yer, her türlü kötülüğü işlerdik. Akrabalarımızla münâsebetlerimizi keser, komşularımıza kötülük yapardık. Kuvvetli olanlarımız zayıf olanlarımızı ezerdi. Allahü teâlâ bize, kendimizden doğruluğunu, eminliğini, iffet ve temizliğini, soyunun düzgünlüğünü bildiğimiz bir Peygamber gönderinceye kadar, biz bu vaziyette idik. O Peygamber bizi, Allahü teâlânın varlığına, birliğine inanmaya, O'na ibâdete; bizim ve atalarımızın tapınageldiği taşları ve putları bırakmaya davet etti. Doğru sözlü olmayı, emânete hıyânet etmemeyi, akrabalık haklarını gözetmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, günâhlardan ve kan dökmekten sakınmayı bize emretti. Her türlü ahlâksızlıklardan, yalan söylemekten, yetimlerin malını yemekten, namuslu kadınlara dil uzatmaktan ve iftira etmekten bizi alıkoydu. Allahü teâlâya eş, ortak koşmaksızın ibâdet etmeyi, namaz kılmayı, zekât vermeyi, oruç tutmayı bize emretti. Biz de kabûl ettik ve îmân ettik. Onun Allah'tan getirip bildirdiklerine tâbi olduk. Allahü teâlâya ibâdet ettik, O'nun bize harâm kıldığını harâm, helâl kıldığını helâl olarak kabûl ettik. Bu yüzden kavmimiz, bize düşman olup, bize zulmettiler. Bizi, dînimizden döndürüp, Allah'a ibâdetten vazgeçirip putlara taptırmak için türlü işkencelere uğrattılar. Bizi perişân ettiler. Bizi, yeniden putlara taptırmak için zulmettiler. Bizi sıkıştırdıkça sıkıştırdılar. Bizimle, dînimizin arasına girdiler ve bizi dînimizden ayırmak istediler. Biz de yurdumuzu yuvamızı bırakarak senin ülkene sığındık. Seni başkalarına tercih ettik. Senin himâyene, komşuluğuna can attık. Senin yanında zulme, haksızlığa uğramayacağımızı ummaktayız..." Sonra, Meryem sûresinin ilk âyetlerini okumaya başladı. O okudukça Necâşî ağlıyordu. Gözlerinden akan yaşlar sakalını ıslatıyordu. Necâşî daha sonra Kureyş elçilerine dönerek şöyle dedi: "Gidiniz! Vallahi ben ne onları size teslim eder, ne de onlara bir kötülük düşünürüm.
.
Ayrı bir yol tutmak isteyenler!
7 Nisan 2006 01:00
Önümüzdeki pazar gününü pazartesiye bağlayan gece Mevlid Kandilidir. Dünyadaki bütün insanlara Peygamber olarak gönderilen, Peygamberlerin sonuncusu ve en üstünü Muhammed aleyhisselâmın doğduğu gecedir. 14 asırdır, Resulullah Efendimizin doğduğu bu geceye çok önem verilmiş, bayram kabul edilerek merasimlerle kutlanmıştır. Batı'daki, Resulullaha karşı gösterilen saygısızlık sebebiyle bu sene bu kutlamaların daha görkemli, daha geniş tanıtımlı geçmesi bekleniyor. Böyle de olmalıdır; herkes elinden geleni yapmalıdır. Mevlid Gecesi, Kadir Gecesinden sonra, en kıymetli gecedir. Bu gece, O doğduğu için sevinenler, O'na tabi olanlar affolur. O'na tabi olmak, yani O'na uymak; O'nun gittiği yolda yürümektir. O'nun yolu, Kur'an-ı kerimin gösterdiği yoldur. Bu yola Din-i İslam denir. O'na uymak için, önce Müslüman olmak, Müslümanlığı iyice öğrenmek, sonra farzları eda edip, haramlardan kaçınmak, daha sonra, sünnetleri yapıp mekruhlardan kaçınmak lazımdır. Allahü teâlâ O'nu, dünyadaki bütün insanları saadete davet için gönderdi ve Sebe suresinin 28. Ayet-i kerimesinde mealen; "Ey sevgili Peygamberim! Seni, dünyadaki bütün insanlara, ebedi saadeti müjdelemek ve bu saadet yolunu göstermek için gönderiyorum" buyurdu. Muhammed aleyhisselama tabi olmak, "Ahkam-ı İslamiye"yi beğenip, seve seve yapmak ve O'nun emirlerini ve İslamiyet'in kıymet verdiği üstün tuttuğu şeyleri ve âlimlerini, salihlerini büyük bilip, hürmet etmek ve O'nun dinini yaymağa uğraşmak demektir. Dinine uymak istemeyenleri, beğenmeyenleri, aldırış etmeyenleri ise zelil, hakir ve aşağı tutmaktır. İki cihan saadetine kavuşmak, ancak ve yalnız dünya ve ahiretin efendisi olan, Muhammed aleyhisselama tabi olmaya bağlıdır. O'na tabi olmak için iman etmek ve Ahkam-ı İslamiyye'yi öğrenmek ve hakkıyla yapmak lazımdır. Ahirette Cehennem'den kurtulmak, yalnız Muhammed aleyhisselama tabi olanlara mahsustur. Dünyada yapılan bütün iyilikler, bütün keşifler, bütün haller ve bütün ilimler, Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin yolunda bulunmak şartı ile, ahirette işe yarar. Yoksa, Allahü teâlânın Peygamberine tabi olmayanların yaptığı her iyilik, dünyada kalır ve ahiretinin harab olmasına sebep olur... İman için Resulullahın peygamber olduğunu kabul etmek kafi değildir. İman için, O'nun getirdiği dini de kabul etmek, getirdiklerini tasdik etmek, O'nu sevip itaat etmek, nasihatlerini kabul etmek, kendisine hürmet etmek şarttır. Bu hususta Allahü teâlâ mealen; "O halde Allahü teâlâya ve O'nun ümmi nebisi olan Resulüne iman edin, O'na tabi olun ki, doğru yolu bulmuş olasınız." (A'raf suresi: 158) "Kim, Allahü teâlâya ve Peygamberine iman etmezse, muhakkak (bilsin) ki, biz o kâfirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır." (Feth suresi: 13) Peygamber efendimiz; "Bana kim itaat ederse, Allahü teâlâya itaat etmiş olur. Kim bana isyan ederse, Allahü teâlâya isyan etmiş olur. Benim emrime itaat eden, bana itaat etmiş, emirlerime isyan eden de bana isyan etmiş olur" buyurdu. Günümüzde bazıları, Resulullahın sünnetini, uygulamalarını kabul etmeyerek tek kaynağın Kur'an-ı kerim olduğunu iddia etmektedirler. Bunlar, İslamiyeti yıkmak isteyenlerin sinsi faaliyetleridir. Allahü teâlâ, Nisâ sûresinde meâlen, "Allah'ı ve peygamberlerini inkâr eden, Allah'la peygamberleri arasını ayırmak isteyen "Bir kısmına inanır bir kısmını inkâr ederiz" diyerek ikisi arasında bir yol tutmak isteyenler, işte onlar gerçekten kafir olanlardır. Kafirlere ağır bir azap hazırlamışızdır" buyurarak bunların gerçek niyetlerini ortaya koymaktadır. (Geniş bilgi için, http://www.mehmetoruc.com adresine müracaat edilebilir.) ------ Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29 www.mehmetoruc.com
.
Necaşi Müslüman oldu
8 Nisan 2006 01:00
Mekkeli müşrikler, Müslümanlar karşısındaki yenilgiyi bir türlü kabullenememişlerdi. Ertesi günü, Hükümdar Necâşî'nin yanına varıp: "Ey Hükümdar! Onlar Meryem oğlu Îsâ hakkında ağır sözler söylüyorlar. Onlara Hz. Îsâ için ne söylediklerini sor" dediler. Bunun üzerine Necâşî, muhâcir Müslümanlara adam gönderdi. Müslümanlar, tekrar bir araya toplandılar. Necâşî'nin huzuruna çıkınca, Necâşî sordu: - Siz Meryem oğlu Îsâ hakkında ne biliyorsunuz? Hz. Ca'fer şöyle cevap verdi: - Biz Hz. Îsâ hakkında, Peygamber efendimizin bize Allahü teâlâdan getirip tebliğ eylediğini söyleriz. Onun Allahın kulu ve Resûlü olduğunu, dünyadan ve erkeklerden vazgeçerek Allaha bağlanmış afîfe bir kız olan Hz. Meryem'den babasız olarak dünyaya geldiğini kabûl ederiz. Allahü teâlâ Hz. Âdem'i topraktan yarattığı gibi Hz. Îsa'yı da babasız yaratmıştır deriz. Necâşî, elini yere uzatıp, yerden bir saman çöpü aldı ve dedi ki: - Yemîn ederim ki Meryem oğlu İsâ da sizin söylediğinizden fazla bir şey değildir. Arada bu çöp kadar bile fark yoktur. Necâşî bunu söylediği zaman etrafındaki hükûmet erkânı ve kumandanları, aralarında fısıldaşmaya ve homurdanmaya başladılar. Necâşî, bunu görünce, onlara: - Yemîn ederim ki, siz ne dersiniz deyin, ben bunlar hakkında iyi şeyler düşünüyorum, dedi. Sonra Müslüman muhacirlere dönerek devam etti: - Sizi ve yanından geldiğiniz zâtı tebrik ederim! Ben şuna inandım ki; O Allahın Resûlüdür. Zâten biz, onu İncil'de görmüştük. O Resûlü Meryem oğlu Îsâ da haber verdi. Vallahi eğer O, buralarda olsaydı gidip onun ayakkabılarını taşır, ayaklarını yıkardım! Gidiniz! Ülkemin el değmemiş kısmında, her türlü tecâvüzden uzak, emniyet ve huzura kavuşmuş olarak yaşayınız. Size kötülük edeni helâk ederim. Bana dağ kadar altın verseler de, sizlerden birini üzüntüye sokmam. Necâşî, bundan sonra, Kureyş elçilerinin getirdikleri hediyeler için: - Benim bunlara ihtiyacım yoktur! Başkalarının gasbettiği bu mülkümü, Allah bana geri verirken, halkı bana boyun eğdirirken, benden rüşvet almadı, diyerek hediyelerini kendilerine geri verdi ve Müslüman oldu
.
Kurtuluş O'nu sevmeye bağlı
8 Nisan 2006 01:00
Ahirette Cehennemden kurtulmak, yalnız Muhammed aleyhisselama tâbi olanlara mahsustur. Dünyada yapılan hayrat ve hasenat, yani bütün iyilikler, bütün keşfler, bütün hâller ve bütün ilimler Resulullahın yolunda bulunmak şartı ile, ahirette işe yarar. Yoksa, Allahü teâlânın sevgili Peygamberine tâbi olmayanların yaptığı her iyilik, dünyada kalır ve ahiretin harap olmasına sebep olur. Yani, iyilik şeklinde görünen, birer istidractan başka bir şey olamaz. Muhammed aleyhisselama tam ve kusursuz tâbi olabilmek için de Onu tam ve kusursuz sevmek lazımdır. Bunun alameti de, Onun düşmanlarını düşman bilmek, Onu beğenmeyenleri sevmemektir. Muhabbete müdahene, yani gevşeklik sığmaz. Âşıklar, sevgililerinin divanesi olup, onlara aykırı bir şey yapamaz. İki zıd şeyin muhabbeti bir kalbde, bir arada yerleşemez. İki zıddan birini sevmek, diğerine düşmanlığı icap eder. Bir kimse, binlerce sene ibadet etse ve ömrünü, nefsini temizlemekle geçirse ve güzel huyları ile yanındakilere ve keşf ettiği aletler ile, bütün insanlara faydalı olsa, Muhammed aleyhisselama tâbi olmadıkça, İslam dinine inanıp Müslüman olmadıkça ebedi saadete kavuşamaz. Peygamber Efendimiz, gelmiş gelecek bütün insanların en üstünü, en güzel huylusu idi. Nitekim kendisi , "İyi huyları tamamlamak, iyi ahlâkı dünyaya yaymak için gönderildim" buyurmuştur. Semavî dinlerin hepsinde iyi huylar vardı. İslamiyet, bunları tamamlamak için gönderildi. Bu din varken, iyi huy bildirecek başka kaynağa, başka kimseye lüzûm yoktur. Bunun için, Muhammed aleyhisselâmdan sonra, Peygamber gelmeyecektir. Bir gün Eshabı kiramdan bir zat gelip Resulullah efendimize bazı sualler arz etti. Bu sorular ve cevapları şöyle: "Ya Resulallah, ben insanların en âlimi olmak istiyorum" "Allahü teâlâdan en çok korkan, insanların en âlimi olur." "İnsanların en hayırlısı olmak istiyorum." "İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır. Sen de başkalarına yardımcı ol, en hayırlısı olursun." "İnsanların en adaletlisi olmak istiyorum." "Kendin için istediğini başkası için de iste. Kendin için istemediğini başkası için de isteme." "İyi hal ve ikram sahibi insan olmak istiyorum." "Öyle ise Allah'a ibadet ederken O'nu görür gibi ibadet et. Sen O'nu görmesen de O seni görüyor zaten." "İmanımın mükemmel olmasını istiyorum." "Ahlakını güzelleştir. İmanın kemale ersin." "Allahın itaatli bir kulu olmayı istiyorum." "O halde farzları ihmal etme. Tümüyle yerine getir." "Rabb'imin huzuruna günah kirlerinden temizlenmiş olarak çıkmak istiyorum." "Cünüplükten guslederken günah kirinden de temizlenmeyi ihmal etme, tövbe, istiğfarla devamlı temizlen." "Mahşere giderken yolumun aydınlık olmasını istiyorum." "O halde hiç kimseye zulmetme, kalbini kırma. Gücüne güvenerek hakkından mahrum etme ki, mahşerde yolun aydınlık olsun." "Rabbimin bana merhametini arzuluyorum. Bana acısın istiyorum." "Rabbinin yarattığı insana ve bütün canlılara merhamet eyle. Sen burada merhametli olursan orada merhamete layık olursun." "Günahlarımın azalmasını istiyorum." "Öyle ise tövbe, istiğfarını çoğalt. Bir daha yapmama konusunda azimli ol." "Rabbimin rızkımı bol vermesini istiyorum." "O halde abdestli çalışmaya devam et." "Ayıplarımın yüzüme vurulmamasını istiyorum." "Sen burada kimsenin ayıbını yüzüne vurmazsan, orada da senin ayıbını kimse yüzüne vurmaz." NOT: Peygamber Efendimizin, hayatını ve güzel ahlakını en doğru en güzel şekilde öğrenmek için, "Kâinatın Efendisi" kitabını önemle tavsiye ederim. (
.
"Hangisine sevineceğim?"
9 Nisan 2006 01:00
Habeş Hükümdarı Necâşî, Müslüman olduktan sonra eski elbiselerini giyip sarayından çıktı. Başında tac ve arkasında padişahlık elbisesi yoktu. Toprak üzerine oturdu. Papazlar bu hâle şaşırdı. Sonra Hz. Ca'fer'i ve diğer Eshâb-ı kirâmı çağırdı. Onlar geldiler. Melik'i bu vâziyette görüp sustular. Necâşî, Hz. Ca'fer'e dedi ki: - Ben etrafa haberciler gönderdim. Bana müjde haberi getirdiler. Allahü teâlâ, Resûlüne yardım etmiş, Bedir Savaşında düşmanlarını helâk eylemiş. Kâfirlerden Şeybe, Utbe bir Rebia, Ebû Cehil, Ümeyye bin Halef cümlesi helâk olmuşlar ve birçoğu da esir olmuşlar. Hz. Cafer sevincini açıklayıp şükrettikten sonra sordu: - Ey Melik! Böyle eski elbiseler giymenize sebep nedir? - İncilde gördüm ki, Hak teâlâ, kullarına bir ni'meti başkasına haber veren kimsenin tevâzu yapması gerekir, buyuruyor. Şimdi Hak teâlâ, Sevgili Peygamberine zafer ihsân eylemiş. Ben de bunu size haber vermek için böyle yaptım. Hz. Ca'fer ve beraberindeki Müslümanlar, birkaç sene kaldıktan sonra Habeşistan'dan Medîne'ye geldiler. Peygamber efendimiz, Hz. Ca'fer ile karşılaşınca, onu alnından öpüp bağrına bastı ve buyurdu ki: - Ben Hayber'in fethine mi, yoksa Ca'fer'in gelişine mi sevineceğim bilemiyorum. Sizin hicretiniz iki defadır. Siz, hem Habeş ülkesine, hem de yurduma hicret ettiniz. Hz. Ca'fer Habeşistan'dan döndükten iki yıl sonra Mûte Seferi kararlaştırıldı. İslâm Ordusu kısa zamanda hazırlandı. Resûlullah efendimiz, mübârek sancağı Hz. Zeyd bin Hârise'ye teslim etti ve buyurdu: -Zeyd bin Hârise'yi, cihâda çıkacak olan şu insanların başına kumandan tâyin ettim. O şehîd olursa yerine Ca'fer bin Ebû Tâlib geçsin, O da şehîd olursa yerine Abdullah bin Revâha geçsin. O da şehîd olursa, Müslümanlar, aralarında uygun birini seçip onu kendilerine kumandan yapsınlar! İki taraf arasında çok şiddetli bir savaş başladı. Müslümanların başında bulunan Hz. Zeyd bin Hârise'nin elinde Peygamber efendimizin sancağı bulunuyordu. Rum askerlerinin mızrak darbeleriyle, mübârek vücudu parçalanıp, kanlar fışkırıncaya kadar, kahramanca saldırıp dövüşmekten geri durmadı ve şehîd oldu...
.
Sancağı yere düşürmedi!
10 Nisan 2006 01:00
Mûte Savaşında, Hz. Ca'fer, düşman askerlerinin arasına iyice dalmıştı. Nihâyet bir düşman askeri Hz. Ca'fer'in koluna bir kılıç darbesi vurdu. Sağ eli kesilen Ca'fer, sancağı diğer eline aldı. Biraz sonra o eli de kesilince, sancağı bırakmamak için, pazılarıyla göğsüne bastırdı. Nihayet mızrak ve kılınç darbeleriyle şehîd oldu. Şehîd olduğunda, mübârek vücudunda yetmişten fazla mızrak, kılıç ve ok yarası görülmüştü ve hepsi de vücudunun ön kısmında idi. Sonra sancağı Abdullah bin Revâha, o da şehîd olunca Hâlid bin Velid almıştır... Rumlarla yapılan bu savaşta kumandanların şehîd olduklarını, Cebrâil aleyhisselâm, Peygamber efendimize bildirmiş. Hz. Peygamberimiz de mescidde Müslümanlara haber vermişti. Peygamber efendimiz çok üzülmüşlerdi. Ca'fer-i Tayyâr'ın hanımı Hz. Esmâ binti Umeys anlatıyor: "O gün ekmek yapacağım hamuru yoğurduktan sonra, çocuklarımı yıkadım, temizledim, güzel kokular sürdüm. Resûlullah teşrif etti. Buyurdu ki: - Ey Esmâ! Ca'fer'in çocukları nerede? Onları bana getir! Çocukları getirdim. Onları sevdi, okşadı ve mübârek gözlerinden yaş aktı. Bunun üzerine kendilerine sordum: - Ey Allahın Resûlü! Niçin ağlıyorsunuz? Yoksa Ca'fer ve arkadaşlarından size bir haber mi geldi? Peygamber efendimiz buyurdu ki: - Evet, onlar bugün şehîd oldular. Bunu duyunca ağlamaya başladım. Peygamberimiz, ağzımdan uygun olmayan bir söz çıkmamasını tembih edip, evlerine gittiler. Bundan sonra Peygamber efendimiz, kerîmesi Hz. Fâtıma'nın yanına vardı. O da ağlıyordu. Peygamberimiz Hz. Ca'fer'in âilesi için yemek yapılmasını emretti. Üç gün ev halkına yemek yedirildi ve bu sünnet oldu. Peygamber efendimizin üzüntüsü devam ederken, Cebrâil aleyhisselâmın gelerek, Hz. Ca'fer'in kesilen iki eli yerine Allahü teâlâ tarafından yâkuttan iki kanat ihsân olunduğunu, o kanatlarla Cennette uçmakta olduğunu haber vermesi üzerine Peygamber efendimiz, Hz. Ca'fer'in ailesine; "Ey iki kanatlı mesûd kimsenin çocukları" diyerek bu durumu müjdelemişti. Bunun için, Hz. Ca'fer, Tayyâr=Uçan ismiyle tanınmıştır.
.
"Kumanyaya geliniz!.."
11 Nisan 2006 01:00
Beşir bin Sa'd, Medîneli Müslümanlardan idi. İkinci Akabe Bîâtine katılmış, her türlü tehlikeye karşı, Resûlullahı koruyacağına dâir orada söz vermişti. Resûlullahın bütün savaşlarına katılmış, büyük fedâkarlıklar göstermişti. Beşîr bin Sa'd'ın kızı anlatır: Hendek Savaşının yapıldığı günlerdi. Eshâb-ı kirâmın yiyecek bulamadığı, başta peygamber efendimiz olmak üzere açlıktan karınlarına taş bağladıkları zamandı. Annem, Amre binti Revâha beni çağırdı. Bir avuç hurma verdi. "Kızım! Bunun babana ve dayın Abdullah bin Revâha'ya götür yesinler" dedi. Ben de alıp götürdüm. Yolda Resûlullaha rastladım. "Kızım! Yanındaki nedir?" diye sordu. "Yâ Resûlallah, yanımdaki hurmadır, annem, babamla dayımın yemesi için gönderdi" dedim. "Getir onu!" buyurunca, hurmaları iki avucuna döktüm, avuçlarını bile doldurmamıştı. Sonra bir bez getirilmesini emretti. Bez getirildi ve yere serildi. Resûlullah efendimiz bezin üzerinde hurmaları dağıttı. Sonra yanında bulunanlara, "Kumanyaya geliniz diye Hendek halkına sesleniniz!" buyurdu. Orada bulunanlar ve Hendek halkı bezdeki hurmadan yedikleri hâlde hurmalar bitmedi. Peygamber efendimiz âhirete teşrif edince Eshâb-ı kiram, Benî Said gölgeliğinde toplanmış, halifenin seçilmesi mes'elesi üzerinde duruyorlardı. Ensardan olan Müslümanlar, Sa'd bin Ubâde'yi halife seçmek istiyorlardı. Hz. Beşîr ayağa kalkıp: - Ey Müslümanlar! Muhammed aleyhisselâm, Kureyş kabîlesindendir. Halîfenin de, Onun kabîlesinden olması dahâ uygundur. Yerinde bir iştir. Evet biz önce Müslüman olduk. Malımızla, canımızla, İslâma hizmet şerefini kazandık. Lâkin bunları Allah ve Onun Resûlünü sevdiğimiz için yaptık. Bu hizmetimiz için dünyâda bir karşılık beklemiyoruz, dedi. Hz. Ebû Bekir ise halifelik için Hz. Ömer ve Ebû Ubeyde'den birinin seçilmesini tavsiye buyurmuş, fakat her ikisi de bundan kaçınmışlardı. Hatta Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir'e bîât etmek isteyince, Beşir bin Sa'd daha süratli hareket ederek ondan önce Ebû Bekir'in elini tuttu. Biat etti. Beşir bin Sa'd hazretleri, Hz. Ebû Bekir'in hilafeti zamanında Ayn-ül-Temr muharebesinde şehid düştü.
.
"Allah ibâdetinizi boşa çıkarmaz"
12 Nisan 2006 01:00
Berâ bin Âzib, Resûlullahın hicretinden önce Medîne-i münevverede küçük yaşta iken Müslüman olmuştu. Hz. Berâ, Resûlullahın ve diğer sahâbenin hicretlerini şöyle anlatıyor: Resûlullahın Eshâbından Medîne'ye ilk gelenler, Mus'ab bin Umeyr ile Abdullah İbni Ümmi Mektûm idi. Bunlar Medîne'deki Müslümanlara Kur'ân-ı kerîm okutuyorlardı. Sonra Bilâl-i Habeşî, Sa'd bin Ebi Vakkâs, Ammâr bin Yâser hicret ettiler. Bunlardan sonra Hz. Ömer yirmi kişi ile birlikte geldi. Nihayet Resûlullah efendimiz Medîne'ye hicret ettiler. İşte bu anda Medîne halkının Resûlullahın teşrifine sevindiği kadar, hiçbir şeye sevindiğini görmedim. Berâ bin Âzib, Resûlullah ile beraber onbeş savaşta bulundu. Bedir Harbinde çocuk yaşta idi. Bunun için Resûlullah efendimiz ounu Bedir Savaşına göndermemişti. Hz. Berâ, kıblenin Kâbe'ye çevrilmesini bildiren sahâbîdir. Şöyle anlatıyor: Resûlullah efendimiz Medîne'ye teşrif ettikleri zaman onaltı veya onyedi ay kadar Mescid-i Aksâ'ya doğru namaz kıldı. Allahü teâlânın emriyle kıble Kâbe'ye doğru oldu. Peygamberimizin Kâbe-i Muazzamaya doğru kıldırdığı ilk namaz ikindi namazı idi. Peygamberimizle namaz kılanlardan birisi mescidden çıktı. Yolda giderken bir mescidde cemaatle namaz kılanlara rastladı ki, onlar rükü'da idiler. Onlara: "Resûlullah efendimizle beraber Mekke'ye doğru namaz kıldığıma Allah için şehâdet ederim" deyince, namazlarını bozmadan oldukları gibi Kâbe-i Muazzamaya döndüler. Peygamberimiz Mescid-i Aksâ'ya doğru namaz kılarken Yahûdîlerle diğer Ehl-i Kitâb bundan hoşlanırdı. Kıble değişip yüzünü Beyt-i şerîfe doğru döndürünce bunu beğenmediler. Kıble değişmeden önce Mescid-i Aksâ'ya doğru namaz kılıp, vefât eden kimseler vardı. Bunlarla ilgili olarak Allahü teâlâ; "Allah sizin îmânınızı, ibâdetinizi boşa çıkarmaz" (Bekara: 143) meâlindeki âyet-i kerîmeyi indirdi. Hz. Berâ, Uhud Harbinde meydana gelen bir hâdiseyi şöyle naklediyor: Uhud harbinde yüzü zırh ile örtülü bir kişi Peygamber efendimize gelerek, "Yâ Resûlallah! Şimdi harb edeyim de sonra mı Müslüman olayım, yoksa hemen mi?" diye arz etti. Resûlullah, "Önce Müslüman ol, sonra harb et!" buyurdu. O kimse Kelime-i şehadet getirip Müslüman oldu. Sonra harbe girerek şehîd oldu. Bunun üzerine Resûlullah: "Az iş yaptı, fakat çok sevâb kazandı" buyurdu
.
"Kabir azâbından sana sığınırım!"
13 Nisan 2006 01:00
Berâ bin Âzib hazretleri buyuruyor ki: Bir gün Resûlullah efendimiz ile beraber Ensârdan bir zâtın cenâzesine gitmiştik. Resûl-i ekrem mübârek başı öne eğik olarak mezarın başına oturarak üç defa; "Yâ Rabbî! Kabir azâbından sana sığınırım" dedikten sonra şunları anlattılar: Mü'min öleceği zaman Allahü teâlâ, yanlarında kefen ve güzel koku bulunan, yüzleri güneş gibi parlayan melekleri gönderir. Onlar bu mü'minin göreceği bir yerde beklerler. Rûhunu teslim ettiği zaman yer ile gök arasındaki ve göklerdeki bütün melekler onun için istigfâr edip, Allahü teâlâya, onun bütün günâhlarını affetmesi için duâ ederler. Allahü teâlâ buyurur ki: "Onu geri çevirin ve onun için hazırladığım mükâfât ve ihsânları kendisine gösterin. Çünkü ben ona vâdettim: 'Sizi topraktan yarattım ve tekrar toprak yapacağım, tekrar topraktan çıkaracağım" (Tâhâ: 55) Rûh kabrine döner ve hattâ kendisini defnedip dağılanların ayak seslerini dahî duyar. Meleklerle aralarında şu konuşma geçer: - Rabbin kimdir? - Rabbim Allahtır. - Dînin nedir? - Dînim İslâmdır. - Size doğru yolu göstermek üzere Allah tarafından gönderilen zât kimdir? - O zât Muhammed aleyhisselâmdır. Bu cevabı verince birisi: "Doğru söyledin" der. İşte bu, Allahü teâlânın buyurduğu, "Allah îmân edenlere dünya ve âhiret hayâtında o kararlı sözlerinde dâimâ sebât ihsân eder" (İbrahim: 27) sözünün ma'nâsıdır. Sonra karşısına yüzü, elbisesi ve kokusu güzel birisi gelir ve der ki: "Ni'metleri devamlı olan Allahü teâlânın Cennet ve rahmeti ile sana müjdeler olsun." Mü'min kimse sorar: "Allah sana hayırlı karşılıklar versin, sen kimsin?" Şöyle cevap verir: "Ben senin dünyadaki iyi amellerinim. Sen dâimâ Allaha ibâdet etmek için koşar, isyâna ise, yaklaşmazdın. Bunun için Allahü teâlâ seni hayırlı, güzel ni'metlerle mükâfatlandırdı." Bundan sonra birisi der ki: "Buna Cennetten bir döşek getirin ve Cennetten kabrine bir kapı açın." Bir döşek getirilir ve Cennete doğru bir pencere açılı
.
Yer ve gökler kabul etmiyor
14 Nisan 2006 01:00
Berâ bin Âzib hazretleri, kâfirlerin ölümü ile ilgili Resûlullahın şöyle buyurduğunu nakleder: Kâfirler, dünyadan alâkasını kesip öleceği zaman, şiddetli azâb yapan melekler, ateşten elbise ve katrandan gömleklerle karşısında dururlar. Rûhu çıktığı zaman yer ve gökteki bütün melekler kendisine lanet ederler. Göklerin kapıları kapanarak hiçbir kapı onun habis, kötü rûhunun kendisinden geçmesini istemez. Böylece rûhu geri döndürülür. Melekler derler ki: "Yâ Rabbî! Bu falan kulunun rûhudur, yerler ve gökler bunu kabul etmiyorlar." Allahü teâlâ buyurur ki: "Onu geri çevirin ve ona hazırladığım büyük azâbı gösterin. Çünkü ona da; "Sizi topraktan yarattım, yine toprağa iade edeceğim ve tekrar topraktan çıkaracağım" diye va'dettim." Sonra rûhu mezarına götürülür. Bundan sonra çirkin elbiseli, pis kokulu ve vahşi yüzlü birisi gelip karşısına dikilerek der ki: "Allahın gadabı ve sonsuz azâbı sana müjde olsun." Sonra gözleri görmeyen, konuşamayan ve kulakları duymayan bir melek onu yakalar. Onun için demirden bir tokmak hazırlanır. Bütün insanlar ve cin toplansalar onu yerinden kaldıramazlar. Hattâ dağlara vurulsa, kül ve toprak hâline getirir. Bununla kendisine bir kere vurulduğu zaman parçalanır, kül hâline gelir. Tekrar dirilir ve alnına öyle şiddetli vurulur ki, insan ve cinden başka yeryüzündeki bütün mahlûklar onun bağırmasını işitirler. Sonra bir melek seslenir: - Buna ateşten iki demir levha getirin ve mezarından da Cehenneme doğru bir kapı açın! Hemen onun kabrine ateşten iki demir levha döşenir ve Cehennemden de bir kapı açılır. Berâ bin Âzib diyor ki: Bir köylü, Resûlullaha gelip dedi ki: - Yâ Resûlallah! Cennete götürecek bir ameli bana öğret. Peygamberimiz bunun üzerine buyurdu ki: - Aç kimseleri doyur, susuz olana su ver, emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yap, yanî Allahü teâlânın emirlerini, iyi amelleri insanlara öğret, harâm ve yasak olan kötü şeyleri de insanlardan men et. Bunlara gücün yetmezse hayırlı, güzel olmayan sözlerden dilini sakındır.
.
En tehlikeli düşman
14 Nisan 2006 01:00
Son zamanlarda gazete manşetlerinden düşmeyen, "Arkadaşına kanıp evden kaçtı", "Arkadaşlarının telkini ile uyuşturucu batağına battı", "Arkadaşının sözlerine kanan genç kız kendini fuhuş tacirlerinin elinde buldu", "İnternette tanıştığı arkadaşının evine giden genç kız ayıldığında kendini parkta buldu" gibi haberler iyi arkadaş seçmenin önemini bir defa daha gözler önüne serdi. Ayrıca bu olaylar İslam büyüklerinin "İnsanın üç düşmanı vardır: Nefs, şeytan ve kötü arkadaş. Bunlardan en tehlikelisi kötü arkadaştır" sözlerinin ne kadar doğru olduğunu ortaya koydu. Gerçekten de, iyi bir arkadaş, iki cihân için, yani hem dünya hem de âhiret için büyük saâdettir. Çok az bulunan bir hazînedir. Kişi iyi bir arkadaşa sahip olunca, çok hamdetmelidir. İnsanın hem dünyasını hem de âhiretini kurtaracak arkadaş bulmak, hele bu zamanda çok zordur. Bunun için iyi kimsenin değeri çok fazladır. Kötü bir kimse ile görüşüp onu yola getirmek, çok faydalı ise de bu tehlikelidir. Çünkü, başkasını kurtarmak için çalışırken kendisi de o kötülüğe bulaşabilir. Evliyâ, İslâm büyükleri birçok kötü ahlâklı kimseleri yola getirmişlerse de, bunu herkes yapamaz. Allah adamları, Allahü teâlânın yardımı ile bunları yola getirmekte ve kendilerine bir zarar gelmemektedir. Başkalarına tesîr edebilme özelliği ve buna dair donanımı olmayan kimseler, kendilerini tam olarak düzeltmeden, başkalarını düzeltmeye kalkarlarsa, fayda yerine zarar meydana gelir. Kötülüğün bulaşması, yayılması çok kolaydır, süratli olur. İnsanları kötülüğe çekmek, otobanda ilerlemek gibi kolaydır. Çünkü nefs, kötülüğe çekmek için elinden gelen kolaylığı göstermektedir. İyililiğe çekmek ise, dikenli, engebeli yolda ilerlemek gibi zordur. Çünkü nefs bu yolda ilerletmemek için elinden gelen zorluğu gösterir. Abdülhakîm-i Arvâsi hazretleri buyurdu ki: "Cüzzam çok bulaşıcı bir hastalıktır. Buna rağmen, sağlam bir insan, cüzzamlı bir kişinin yanında yedi sene kalsa, aynı kaptan yese içse, bu kimseye cüzzamın geçmeme ihtimali vardır. Fakat bir binada kötü bir insan olsa, başka dairede dahi kalsa, ondaki kötü huyların sağlam insanlara geçmeme ihtimali yoktur. Mutlaka geçer. Kötülükler çabuk yayılır, çünkü nefsimiz kötüdür." Bir sepette bulunan bir tane çürük üzüm, bir çürük elma bütün sepeti çürütür. Fakat sağlam üzümler, elmalar o bir çürüğü kurtaramazlar. Bunun için kötü kimselerden arslandan kaçar gibi kaçmalıdır. Hattâ, böyle kimseler arslandan daha tehlikelidir. Arslan nihayet insanın ölümüne sebep olur. İmânı varsa Cennete gider. Fakat kötü kimse, insanın îmânını da çaldığından hem dünyasını, hem âhiretini mahveder. İnsan tanıştığı, görüştüğü, beraber olduğu kimsenin iyi arkadaş mı, kötü arkadaş mı olduğunu iyi öğrenmelidir. Bu şöyle anlaşılır: İyi arkadaş, her zaman, Allahü teâlâyı hatırlatır. Allahü teâlâyı gönül ile, dil ile fiiliyât ile hatırlamamızı sağlar. Bir kimse, beraber olunduğu zaman, Allahü teâlâyı hatırlatıyor, kalbi uyanık tutuyorsa, bilinmelidir ki, gerçekten o iyi bir arkadaştır. Fakat, beraber olunduğu zaman, Allah korkusunu ve Allahü teâlâyı unutturuyorsa, o gerçekten kötü bir arkadaştır. Ondan uzak durmak, sakınmak şarttır. Sâlih insan, iyi insan demektir. Ehl-i sünnet i'tikâdında olan ve harâm işlemekten sakınan Müslümana "sâlih insan" denir. İyi insan olmak için, Allahü teâlâya karşı iyi olmak, Peygamber efendimize karşı iyi olmak ve bütün insanlara karşı iyi olmak lâzımdır. Bir kimsede bu üç iyilikten biri bulunmazsa, buna iyi insan denilemez
.
Emredilen yedi şey
15 Nisan 2006 01:00
Berâ bin Âzib hazretleri, Medîne'nin etrafına harb için hendek kazılırken, Resûlullahın hâlini şöyle anlatır: Resûl-i ekremi hendek kazıldığı esnâda bizimle birlikte toprak taşırken gördüm. Kucağında taşıdığı toprak, mübârek karnının beyazlığını örtmüştü. Bu sırada Abdullah bin Revâha veya Âmir bin Ekva'nın bir şiirini söylüyordu. "Yâ Rabbî! Sen bize hidâyet etmemiş ve doğru yolu gösterip bize rahmet etmemiş olsaydın, biz muhakkak dalâlette kalırdık. Üzerimize hücum eden kâfirler, sakındığımız fitne ve fesâdı bize ulaştırmak istedikleri ve bizimle karşılaştıkları zaman, Sen bizim kalblerimize sabır ve rahatlık ver, bizi onlara karşı güçlü yap!" Yine Hz. Berâ, Peygamberimizin Hudeybiye'deki mucizesini şöyle bildiriyor: Hudeybiye'de bir kuyu vardı. Biz buraya gelince kuyunun suyunu tamamen çekerek bir damla su bırakmamıştık. Bu hâl, Resûlullaha arz edilince kuyunun yanına gelip kenarına oturdu. Sonra içinde biraz su bulunan bir kap istedi. Getirilen su ile abdest aldı. Sonra ağzını çalkaladı. Yavaşça duâ edip, abdest ve çalkantı suyunu kuyuya döktü. Kuyuyu Resûlullahın emri ile kısa bir müddet bu hâlde bıraktık. Bir müddet sonra kuyuda istediğimiz kadar su hâsıl oldu. Biz ve hayvanlarımız gidinceye kadar suya kandık. Bir defasında Resûlullah efendimiz Berâ bin Âzib'e buyurdu ki: - Yatacağın zaman önce abdest al. Sonra sağ tarafına uzanıp yat ve şöyle duâ et: Allahümme innî eslemtü vechî ileyke ve fevvedtü emrî ileyke ve elce'tü zahrî ileyke ragbeten ve rehbeten ileyke lâ melcee velâ mencâ minke illâ ileyke. Âmentü bikitâbikellezî enzelte ve binebiyyikellezî erselte. Yâ Berâ! Bunlar son sözün olsun. Şâyet bu gece içinde ölecek olursan Müslüman olarak ölmüş olursun. Berâ bin Âzib buyurdu ki: Resûlullah efendimiz bize yedi şeyi emretti: Birincisi, cenâzeye katılıp kabre kadar gitmek. İkincisi, hastaları ziyâret etmek. Üçüncüsü, davete icâbet etmek. Dördüncüsü, mazluma yardım etmek. Beşincisi, yeminin gereğini yapmak. Altıncısı, selâma cevap vermek. Yedincisi, aksırdığında Elhamdülillah diyene, Yerhamükellah demek
.
"Ne için ve kimin için yapıyorum!"
15 Nisan 2006 01:00
Müslümanın her işinde, "Ben bunu ne için ve kimin için yapıyorum" diye düşünmesi gerekir. Yaptıklarını hep iyi niyetle yapması lazımdır. Pek çok iş, iyi niyyetle yapılırsa sevâb, kötü niyyetle yapılırsa günâh olur. Eski kitaplarda bu konu anlatılırken şu olay örnek verilir: Adamın biri atı ile yolculuk yaparken yol kenarındaki kuyudan su içmek ister. Fakat atını bağlayacak bir yer olmadığı için suyunu zorlukla içer. Suyunu içtikten sonra da, yakındaki ağaçtan bir dal keserek, gelen yolcular suyunu rahat içsinler diye kuyunun yakınına çakar. Aynı yere gece yolculuk yapan biri gelir. Kuyuya yaklaşırken bu kazık ayağına takılır yere düşer. Bunun üzerine, benim gibi takılıp da bir başkası da düşmesin diye, kazığı söküp atar. Yaptıkları iş biribirinin yaptıklarının tam zıddı olmasına rağmen her ikisi de sevap alır. Çünkü niyetleri iyi; bu işi bir Müslümanın sıkıntıya düşmemesi için yapıyorlar. Bunun gibi bir kimse, övünmek, hava atmak, gösteriş yapmak için veya kadınları, kızları avlamak için şık giyinirse, günah işlemiş olur. Ancak, bu kimse, sünnet olduğu için, koku sürünür, şık giyinirken de maksadı, câmiye saygı, câmide yanına oturan Müslümanları incitmemek, temiz, sıhhatli olmak, İslâmın vakârını, şerefini korumak ise, her niyeti için ayrı sevap kazanır. Günâhlar, niyetsiz veya iyi niyet ederek işlenirse dahi günâh olmaktan çıkmaz. "Ameller, niyete göre iyi veya kötü olur" hadîs-i şerîfi, tâatlara ve mubâhlara niyete göre sevâb verileceğini bildirmektedir. Bir kimse, birinin gönlünü almak için başkasını incitse veya başkasının malı ile sadaka verse, yahut harâm para ile mektep, câmi yaptırsa, bunlara sevâb verilmez. Günâh, iyi niyyet ile işlenirse, yine günâh olur. Böyle işleri yapmamak sevâptır. Bilerek yaparsa, büyük günâh olur. İnsan, bir işe başlarken, niyetine dikkat etmelidir. Niyeti iyi ise, o işi yapmalıdır. Niyeti, yalnız Allahü teâlâ için olmazsa, yapmamalıdır. Hadîs-i şerîfte "Allahü teâlâ, sizin sûretlerinize, mallarınıza, bakmaz. Kalblerinize ve amellerinize bakar" buyuruldu. Yani, Allahü teâlâ, insanın yeni, temiz elbisesine, hayrat ve hasenâtına, malına, rütbesine bakarak sevap ve ikrâm vermez. Bunları ne düşünce ile, ne niyet ile yaptığına bakarak, sevap veya azâb verir. O hâlde, her mü'mine önce lâzım olan birinci farz, îmânı, farzları, harâmları öğrenmektir. Bunlar öğrenilmedikçe, Müslümanlık olamaz. Harâm olan bir şeyi, meselâ içkiyi, din yasak ettiği için değil de midesine dokunduğu için içmese, bu kimse sevâb alamaz. Harâmdan ancak Allahü teâlâdan korkarak, O yasak ettiği için sakınan, vazgeçen sevap kazanır. Başka bir sebep ile harâm işlemezse, günâhından kurtulur, sevap kazanmaz. Bazı kimseler, harâma helâle dikkat etmiyor. Dikkat etmedikleri gibi, bir de "Sen kalbime bak, kalbim temizdir. Allah kalbe bakar" diyorlar. Bu sözün dinde yeri yoktur. Bir kişinin kalbinin doğru ve temiz olduğuna alâmet, dinin emir ve yasaklarına uymasıdır. Böyle söyleyenlerin maksadı, Müslümanları aldatmaktır. Bunların bu sözlerine değer verilmez. Günâhlar içinde yüzen kimsenin, benim kalbim temiz demesi, lağım çukurundan çıkartılan kimsenin, "Benim üzerimde bir şey yoktur. Elbiselerim tertemizdir" demesine benzer. Düzgün niyyet edilmedikçe, hiçbir farz kabûl olmaz. Bunları yapabilmek için de ilim lâzımdır. Câhil sofu, şeytanın maskarası olur. Hadîs-i şerfte "Bir saat ilim öğrenmek veya öğretmek, sabaha kadar ibâdet etmekten daha sevaptır" buyuruldu.
.
Hidayete kavuşturan tokat!
16 Nisan 2006 01:00
Amr bin Âs hazretleri, Müslüman olmasını kendisi şöyle anlatır: Habeş hükümdârı Necâşî'yi kendi tarafımıza çekmek için kendisine verilmek üzere hediyeler hazırladık. Necâşî'nin huzûruna vardığımızda, bizden önce Necâşî'nin yanına, Resûl-i ekremin elçisi Amr bin Ümeyye'nin girdiğini gördük. Resûl-i ekremin bir mektubunu sundu. Amr bin Ümeyye dışarı çıktıktan sonra Necâşî'nin yanına girdim. - Ey Hükümdâr! Sana çok miktarda deri getirdim, diyerek hediyeleri önüne koydum. Hediyeler, Necâşî'nin çok hoşuna gitti. Bu durumdan faydalanarak dedim ki: - Ey Hükümdâr! Huzûrundan çıkan birini gördüm. Onu teslim et, öldüreyim. O, bize düşman birisinin elçisidir ve eşrâfımızdan bazı kişileri öldürmüştür. Necâşî, benim bu sözlerime çok kızdı. Eliyle burnuma öyle bir vurdu ki, burnum kırıldı sandım ve fışkıran kan üzerimi berbat etti. Zillet ve mahcûbiyet içinde kaldım. O an yer yarılsaydı, utancımdan yerin dibine girerdim. Daha sonra kendimi toplayarak; - Ey Hükümdâr! Kızacağınızı bilseydim, böyle söylemezdim, dedim. - Ey Amr! Sen, Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâma gelmiş olan Cebrâil'in kendisine gelen bir zâtın elçisini, öldürmek üzere sana vermemi mi istiyorsun? Eğer onu öldürmüş olsaydın, vallahi sizden kimseyi sağ bırakmazdım. Hiç Resûl-i ekremin elçisi öldürülür mü? O anda, Allahü teâlâ kalbimi İslâmiyete açtı. Kendi kendime, "Arablar ve Arab olmayanlar bu gerçeği kabûl ettiği hâlde, sen hâlâ muhâlefet etmekte ve karşı koymaktasın. Yazıklar olsun sana" dedim. Sonra da Necâşî'ye sordum: - Ey Hükümdâr! O gerçekten bir peygamber midir? O'nun peygamber olduğuna şehâdet ediyor musun? - Ey Amr! Sana yazıklar olsun! Ben O'nun Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş bir resûl olduğuna şehâdet ediyorum. Sen sözümü dinle, hemen O'na tâbi ol! Zîrâ O, vallahi hak üzeredir ve Mûsâ aleyhisselâmın, Firavun'a ve ordusuna galip geldiği gibi, kendisine karşı koyan herkese galip gelecektir. - Öyleyse, benim O'na bî'atimi kabûl eder misin? Bu sorum üzerine "Evet" deyince, elimi eline uzattım ve Kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldum.
.
O'ndan daha sevgili olmadı"
17 Nisan 2006 01:00
Amr bin Âs hazretleri Müslüman olduktan sonraki halini şöyle anlatır: Müslüman olmanın verdiği bir haz ile kendimi kuş gibi hafif hissederek arkadaşlarımın yanına döndüm ve Müslüman olduğumu sakladım. Bir işimi bahâne ederek, geldiğim kişilerden ayrıldım. Limana giderek Şuaybe'ye giden kereste yüklü bir gemiye bindim. Şuaybe'ye gelince, gemiden inip, bir deve satın alarak, Medîne'ye gitmek için yola koyuldum. Merruzzahrân'ı geçtikten bir süre sonra yolda, Hâlid bin Velîd ve Osman bin Talhâ ile karşılaştım. Hâlid bin Velîd'e sordum: - Ey Ebû Süleymân! Nereye gidiyorsun? - Ey Amr! Tutulacak yol belli oldu. İş aydınlandı. Bu zât muhakkak Allahın resûlüdür. Ben hemen gidip Müslüman olacağım. Aklı başında olan kimselerden Müslüman olmayan kalmadı. Bunun üzerine; - Ben de O'nun yanına gidiyorum, dedim. Hep birlikte orada konakladık. Sabah olunca Medîne'ye gitmek üzere yola çıktık. Harre mevkiinde develerimizi çöktürdük. Üzerimize temiz elbiseler giydik. O arada ikindi ezânı okundu. Resûlullahın yanına gittik. Yüzü ayın on dördü gibi parlıyordu. Mü'minler etrafını sarmışlardı. Önce Hâlid bin Velîd bîât ederek Müslüman oldu. Sonra Osman bin Talhâ bîât ederek Müslüman oldu. O sırada kendimi birden Resûl-i ekremin önüne oturmuş buldum. Utancımdan dolayı yüzüne bakamıyordum. - Yâ Resûlallah! Sağ elinizi açınız da, size bîât edeyim, dedim. Server-i âlem elini açınca, ben elimi çektim. Bunun üzerine buyurdular ki: - Yâ Amr! Sana ne oldu? - Bîat için şart koşmak istiyorum. - Şartın nedir? - Yâ Resûlallah! Ben geçmişte olan günâhlarım bağışlanmak şartıyla size bîat edeceğim. - Ey Amr! Bîat et! Hiç şüphesiz ki, Müslüman olmakla, İslâmiyetten önce yapılanların hesâbı sorulmaz. Bîat ettiğim anda insanlardan hiçbiri bana, Resûl-i ekremden daha sevgili ve O'ndan daha yüce olmamıştı.
.
Mal iyi kimselerde güzeldir
18 Nisan 2006 01:00
Bir gün Amr bin Âs hazretleri, Peygamber efendimize arz etti ki: - Yâ Resûlallah, nice müddettir, İslâmiyet sarayını yıkmaya kasdettim. Şimdi murâdım odur ki, öyle bir iş yapayım ki İslâma geldiğim belli ola! Habîb-i kibriyâ buyurdu ki: - Yakında seni bir hizmete gönderirim. Bir süre sonra Resûl-i ekrem, Amr bin Âs'a buyurdu ki: "Elbiseni giy, silâhını kuşan ve yanıma gel!" Derhal bu emri yerine getirerek huzûra vardı. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Ey Amr! Seni ordunun başında gazâya göndereceğim. Allahü teâlâ sana selâmet ve ganîmet versin ve çok sâlih mal ile dön. Sâlih mal, sâlih kimsede ne güzeldir." Gündüzleri gizlenerek, geceleri ise hedefe doğru ilerliyerek, Zât-üs-Selâsil'e yaklaştılar. Burada, kâfirlerin başka kabîlelerle birleştiğini haber alan Amr bin Âs, durumu Resûlullah efendimize bildirdi. Fahr-i âlem efendimiz, Ebû Ubeyde bin Cerrâh'ın emri altında, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in de bulunduğu bir birliği Amr bin Âs'a yardım için gönderdi. Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Amr bin Âs'ın yanına varınca, ona tâbi oldu. Mücâhidlerin gittiği bölge çok soğuktu. Isınmak için ateş yakmak istediler. Amr bin Âs karşı çıkarak, "Kesinlikle kimse ateş yakmayacak" dedi. Bu sözler üzerine Hz. Ömer ve diğer Eshab sükût etti. Amr bin Âs, gece ve gündüz ilerleyip, Belî kabîlesine baskın ve akınlar yaptı. Önceleri güçlü bir ordu ile karşılaşmadı. Belî topraklarında bir müddet ilerledikten sonra, düşman ordusuyla karşılaşan Amr bin Âs'ın birliği, savaşa başladı. Tekbîr sesleriyle toplu hücûma geçen mücâhidler karşısında kâfirler dağıldılar ve kaçmaya başladılar. Mücâhidler onları tâkib etmek istedi ise de, Amr bin Âs izin vermedi ve gazâda çok sayıda esir ve ganîmet ele geçirildi. Medîne'ye döndüklerinde, mücâhidlere ateş yaktırmama konusu Resûl-i ekreme intikâl etti. Bunun üzerine Amr bin Âs dedi ki: - Ey Allahın Resûlü! Müslümanların sayısı az idi. Düşmanın, yanan ateşe bakarak, onları az görmesinden korktum. Kâfirleri tâkib etmekten onları menettim. Zîrâ pusu kurulmasından, pusuya düşürülmekten çekindim. Amr bin Âs'ın bu davranışı Resûl-i ekremin hoşuna gitti.
.
"O'na uyan kurtulur!"
19 Nisan 2006 01:00
Mekke'nin fethinden sonra Resûl-i ekrem bazı hükümdârlara, İslâma davet eden mektuplar gönderdi. Ummân'a, Amr bin Âs'ı ve beraberinde Kur'ân-ı kerîmi çok güzel okuyan hâfızlardan Ebû Zeyd-ül-Ensârî'yi gönderdi. Amr bin Âs şöyle anlatır: Ummân'a vardığım zaman, önce Abdi ile görüşmek istedim. Zîrâ o, ağabeyinden daha candan idi. Ona dedim ki: "Ben, Allahü teâlânın kulu ve resûlü olan Muhammed aleyhisselâmın sana ve kardeşine gönderdiği elçiyim." O bana, "Ağabeyim yaş ve saltanat bakımından benden önde gelir. Ben seni ona götüreyim. Getirdiğin mektubu o okusun." Bu görüşmemizden sonra Ceyfer'in huzûruna girmek için günlerce bekledim. Abdi; benden öğrendiklerini ağabeyine iletiyordu. Bir süre sonra Ceyfer beni yanına çağırdı. Huzûruna girince, Resûl-i ekremin mührünü taşıyan mektubu verdim. Ceyfer, Kureyşlilerin bu durum karşısında ne yaptığını ve O'nun yanında bulunanların kimler olduğunu sordu. Ben de dedim ki: - Bir kısmı İslâmiyeti benimseyerek, bir kısmı da cizye vererek kılıç zoru ile O'na tâbi oldular. Allahü teâlânın hidâyeti ile akılları başlarına gelip, dalâlet içinde bulunduklarını anlamış, İslâmiyete gönül vermiş ve Resûlullahı başka şeylere tercih etmemiş olanlar, O'nun yanında bulunurlar. Muhammed aleyhisselâm, dünya ve âhiret saâdetine kavuşturacak bir din getirdi. Âhirette ecir ve mükâfat isteyen, O'nun yoluna sarılır. Nefsinin arzû ve isteklerine uyan ise bu yoldan ayrılır. İyi düşün ki, O'nun getirdikleri, hiç insanların söylediklerine benziyor mu? Eğer benzese idi, açıkça görülürdü. Sen bu husûsta serbestsin. Ceyfer; - Vallahi, ben Muhammed aleyhisselâmın hayır ve iyilik adıyla emredeceği şeyleri yapacak, yerine getirecek olanların ilki olacağım. O'nun yasaklayacağı şeyleri bırakacak olanların başında yine ben geleceğim. Verilen söz yerine getirilecek. Ben şehâdet ederim ki; Allahü teâlâ birdir ve Muhammed aleyhisselâm O'nun kulu ve Resûlüdür, diyerek Müslüman oldu. Yanında bulunan kardeşi Abdi de derhal Müslüman oldu. Sonra orada bulunan bütün Arabları İslâmiyete davet ettiler. Onlar da bu daveti seve seve kabûl ettiler. Umman halkı Müslüman olunca, Resûlullah efendimiz Amr bin Âs'ı Umman'a vâli tâyin etti. Resûl-i ekremin vefâtına kadar vazifede kaldı.
.
Geri alınmayacak nimetler
20 Nisan 2006 01:00
Amr bin Âs hazretleri Müslüman olduktan sonra da kabiliyetini göstererek birçok savaşta üstün başarılar elde etmişti. Umman ve Benî Kudaa mürtedlerini yola getirmesi, Yermük Muharebesi gibi... Bir süre sonra Amr bin Âs, halîfe Hz. Ömer'den Mısır'ın fethi için izin istedi. İzin verilmesi üzerine hazırlıklara başladı. Amr bin Âs, ordusuyla önce Ferema şehrini fethetti. Sonra Bilbis'i ele geçirdi. Sonra, Tendonyas şehrine yürüdü. Şehrin yakınına vardıkları zaman, Mısır veliahtından elçi geldiğini gördüler. Gelen elçi, veliahtın kendisine elçi gönderilmesini, böylece sulh yapabileceğini söyleyince; Amr bin Âs birkaç lisan bilen Verdân adındaki Remleli hizmetçisini alarak yola çıktı. Saraya varınca, zırhlı ve silahlı askerlerin saf tuttuklarını gördü. Amr bin Âs, kılıcını kuşanmış ve at üzerinde içeri girmek isteyince, nöbetçiler mâni olmaya kalkıştılar. Bu durum karşısında Amr bin Âs dedi ki: - Veliahtınız bu şekilde kabûl ederse ne âlâ, yoksa geri dönüp giderim. Biz Müslümanlar müşrikler için atımızdan inmeyiz. Buraya gelmemizi veliaht istedi. Değilse bizim herhangi bir isteğimiz yoktu. Askerler, Amr bin Âs'ın sözlerini haber verince, Veliaht Arsütalis emir verdi: - Bırakınız, istediği gibi girsin! Nöbetçiler, Amr bin Âs'a, ne şekilde isterse öyle girebileceğini söylediler. Amr bin Âs, veliahtın bulunduğu avluya atı üzerinde girdi. Burada nöbetçilerin, kumandanların ve veliahtın tahtının bulunduğunu gördü. Hepsi gâyet güzel ve ziynetli giyinmişlerdi. Amr bin Âs onları böyle görünce tebessüm etti: "Size dünyada verilen şeyler, tekrar geri alınacak birkaç dünya menfaatidir. Hâlbuki Allahü teâlânın vahdaniyetine îmân edip işlerinde O'na tevekkül edenler için, Allahü teâlâ indinde olan şeyler daha hayırlı ve bâkidir, dâimidir" (Şurâ: 36) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu ve atından indi. Bir eli atının dizgininde, diğeri de kılıcında idi. Yanlarına yürüyerek dört bir taraftaki süslere bakıp; "Eğer insanlar kâfirlerin dünyadaki refahına bakarak hırslanmasalar ve bu yüzden küfre rağbet etmeseler ve böylece tek bir ümmet hâline gelmeyecek olsalardı, biz O Rahmân'ı inkâr eden kimselerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerinde çıkacakları merdivenler yapardık" (Zuhrûf: 33) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu.
.
"Biz hâinlerden değiliz!"
21 Nisan 2006 01:00
Mısır'ın fethi için yola çıkan Amr bin Âs hazretleri, önce veliaht ile görüştü. Bunun tehdidi üzerine şu cevabı verdi: "Bizler, kalabalık ordulardan korkmayız. Çünkü Allahü teâlâ, bize yardımını, zaferi ve bizi yeryüzünün vârisleri kılacağını vâdeyledi. Şimdi sizi şu üç şeye da'vet ediyoruz: Ya İslâmı kabûl edersiniz, ya cizye verirsiniz, yâhut muhârebe ederiz. - Biz melik Mukavkıs'la meşveret etmedikçe bir işe karar vermeyiz, dedikten sonra "Senin arkadaşların arasında senin gibi cesûr ve lisânı fasih on kişi daha gelsin, melikimiz ile görüştüreyim" dedi. Sonra da, yanındakilere dönerek Kıptî diliyle, "Onlar geldiklerinde hepsini yakalar, salmayız. Böylece on bir kişi yakalamak, bir kişiyi yakalamaktan daha iyidir" dedi. Amr bin Âs'ın hizmetçisi Verdân, başka bir lisân ile konuşulanları Amr bin Âs'a anlattı. Amr bin Âs atına bindi ve hızla şehrin dışına çıktı. Amr bin Âs'ın selâmetle dönmesinden dolayı mücâhidler Allahü teâlâya hamd ettiler. Ertesi sabah veliahtın elçisi gelip; - Seni ve diğer on kişiyi veliaht bekliyor, dedi. Bunun üzerine Amr bin Âs hazretleri buyurdu ki: - Hâinlik, onu ve ehlini helâk edecektir. Azgınların ve haddini aşanların başına çok belâ ve musîbet gelir. Melikinize yazıklar olsun! Hem bizden elçi istedi, hem de yanına gidince, beni öldürmek istedi. Hakkımda şöyle şöyle konuştu. Şimdi, seni öldürmek istesem, öldürürüm. Fakat biz hâinlerden değiliz. Sâhibine dön. Ona hakkımda konuştuklarının hepsinden haberdâr olduğumu söyle. Artık aramızda harbden başka yapılacak bir şey kalmadı. Elçi, melikin yanına döndü. Amr bin Âs'ın dediklerini olduğu gibi anlattı. Bundan sonra yapılan savaşlar neticesinde Mısır'ın tamamı, İslâm topraklarına katıldı. Sonra, Kuzey Afrika'ya yönelerek, Trablusgarb ve Siyre'yi fethetti ve Mısır vâlisi tâyin edildi. Hz. Osman zamanına kadar bu vazîfede kalan Amr bin Âs, sonunda halîfenin müşâviri oldu. Amr bin Âs hazretlerinin, 664 senesinde, ölüm döşeğinde şöyle dua etti: Allahım! Sen emrettin, biz emrine isyân ettik. Sen nehyettin biz tersini yaptık. Affına sığınırız. Allahım! Sen bize yardım et. Suçluyum. Özrümü kabûl et. Senden af diliyorum. Senden başka ilâh yoktur.
.
Ölmüşlerimizi unutmayalım!
21 Nisan 2006 01:00
Eskiden, mezarlıklar ana yollar, ana caddeler üzerinde olur; buralardan gelip geçenler mevtalara Fatiha okurlar, dua ederler; kendileri de ölümü hatırlayarak buna hazırlanmaya çalışırlardı. Şimdi mezarlıklar şehir dışında olduğu için çoğumuz bunlardan mahrum kalıyoruz. Ölümü ve ölülerimizi unuttuğumuz için de, Fatiha ve eskiden onlar için vermeyi alışkanlık haline getirdiğimiz, hayır hasenat sevabından mahrum kalıyorlar. Bunun için de beklenti ve üzüntü içinde oluyorlar. Bugün bununla ilgili yaşanmış ibretli bir olayı nakletmek istiyorum... Sâlih-i Merrî hazretleri anlatır: Bir gece, seher vakti kalkıp, teheccüd namazını kıldıktan sonra, sabah namazını kılmak üzere câmiye doğru yola çıktım. Yolumun üzerinde bir mezarlık vardı. İçimden, "Sabah namazı vakti girene kadar şurada kalayım" diyerek mezarlığa girdim ve bir mezara dayanıp yere oturdum. Bu sırada kendimden geçip uyumuşum. Uykuda şöyle bir rüyâ gördüm: Bütün mezarlık halkı mezarlarından çıktılar ve grup grup olup sohbet etmeye başladılar. Bu arada pejmürde kılıklı bir delikanlı da bir kenara çekilmiş üzgün üzgün oturuyordu. Çok geçmeden ortaya, içi çeşitli hediyelerle dolu ve üstleri mendillerle örtülü birçok tabak çıktı. Her ölü tabaklardan birini alarak kendi kabrine girdi. Sonunda yalnız o pejmürde kılıklı delikanlı kaldı. Kendisine hiç tabak kalmadığı için üzgün üzgün kabrine doğru gidiyordu. Ona yaklaşarak, "Seni üzgün görüyorum sebebi nedir? Ayrıca bu tabaklar neyin nesi?" diye sordum. Delikanlı şöyle cevap verdi: "Gördüğün tabaklar yakınlarının ölülerine gönderdikleri hediyelerdir. Diriler, ölüleri adına sadaka verince veya onlara duâ edince her cuma gecesi bu hediyeler gelir. Akrabalarımdan sadece annem hayatta, o da ben öldükten sonra adımı ağzına hiç almadı; benim için bir sadaka vermedi, bir duâ etmedi. İşte bunun için üzülmekteyim. Kimse bana hediye göndermemektedir." Bunun üzerine, "Annen nerede oturuyor" diye sordum. O da, bana, annesinin evini tarif etti... Namaz vakti uyandım. Namazımı kılar kılmaz kadının evini aramaya başladım. Tarif üzerine evi buldum. Kapıya varınca kendimi tanıtıp aramızda geçecek konuşmaları hiç kimse duymasın diye tenbih ettikten sonra rüyâmı kendisine anlattım. Sözlerimi duyunca çok ağladı. Sonra, "Bunları yavrum ve göz bebeğim adına sadaka olarak dağıt. Artık ölünceye kadar onu unutmayacak, ona duâ edecek ve adına sadaka vereceğim" dedi. Ben de yanından ayrıldıktan sonra, verdiği sarı liraları oğlu adına sadaka olarak dağıttım. Bir hafta sonra cuma namazını kılmak üzere yine yola çıktım. Aynı mezarlığa girip sırtımı bir mezara dayadım. Bir önceki hafta olduğu gibi başım önüme düştü ve gözlerim dalıverdi. Rüyâmda yine mezarlarından çıkarak yer yer kümelenmiş ölüler gördüm. Bu arada bir önceki hafta pejmürde kılıklı ve üzgün olarak görmüş olduğum delikanlı da karşımda idi. Fakat bu defa beyaz kıyafetli idi, yüzü gülüyordu. Yanıma yaklaşarak dedi ki: - Allah, sana iyilikler versin. Senin vasıtanla gelen hediyeler elime geçti. - Siz ölüler de, cuma gününü biliyor musunuz? - Tabiî cuma gününü havadaki kuşlar bile bilir. Bunun için, bilhassa cuma günlerinde ve diğer mübârek günlerde, Kur'ân-ı kerîm okuyup, bol bol hayır hasenat yapıp, ölmüş yakınlarımıza ve bütün Müslümanlara göndermeliyiz. Kabir ziyaretlerini ihmal etmemeliyiz. Vefât eden kimseler, dört gözle dünyadaki yakınlarından gelecek hediyeyi bekler. Ölmüş bir kimseye, bir Fâtiha okuyup göndermek, dünyada iken ona, saraylar, köşkler bağışlamaktan çok daha faydalıdır.
.
Deveye sırayla bindiler!
22 Nisan 2006 01:00
İslâmın nûrunu söndürmek isteyen Mekkeli müşriklere karşı hazırlanan mücâhid ordusunda az sayıda deve vardı. Bu sebeple bir deveye üç sahâbî nöbetleşe biniyordu. Resûlullah efendimiz de Ebû Lübâbe ve Hz. Ali ile bir deveye sırayla bineceklerdi. Deveye ilk olarak Resûlullah efendimiz binmiş idi. Her ikisi de Resûlullahın deveden inmemesini ve haklarını seve seve vermeyi arzû ediyorlardı. Kendilerinin binip, Resûlullahın yürümesini içlerine sindiremiyorlardı. Nitekim yaya yürüme sırası Resûlullah efendimize geldiğinde ikisi birden şu teklifi yaptılar: "Yâ Resûlallah! Siz inmeyin, biz yaya yürüyebiliriz..." Onların bu samîmî ve içten tekliflerine Resûlullah efendimiz şu cevâbı verdiler: "Siz yürümekte benden daha güçlü değilsiniz. Ayrıca benim de sizin kadar sevâba ihtiyâcım var." Peygamber efendimizle, Benî Kurayza Yahûdîleri arasında bir anlaşma vardı. Buna göre, Mekke müşrikleri ile yapılan Hendek Muharebesinde Müslümanlarla beraber, Medîne'yi müdafaa etmeleri gerekiyordu. Fakat bunlar, böyle bir şeye yanaşmadıkları gibi, harbin en nazik bir zamanında müşriklerle iş birliği yaptılar. Peygamber efendimizin, durumu araştırmak ve sulh için gönderdiği heyete de hakârette bulundular. Bununla da yetinmeyip, Medîne üzerine baskınlar düzenlediler. Müslümanları öldürmeye teşebbüs ettiler. Peygamber efendimizin üzerlerine yürümesinden çok korkuyorlardı. Peygamber efendimiz, Hendek'ten dönüp, evine geldi. Üzerindeki silâhları çıkardı. O sırada Cebrâil aleyhisselâm geldi. "Ey Allahın Resûlü! Silahlarınızı çıkardınız mı? Vallahi biz daha silahlarımızı çıkarmadık. Düşman sana geldiğinden beri melekler silâhlarını çıkarmadılar. Kalk, silâhını kuşan ve onların üzerine yürü" dedi. Peygamberimiz sordular: - Kimin üzerine yürüyeyim? Cebrâil aleyhisselâm da; - İşte oraya, diyerek eliyle Benî Kurayza tarafını gösterdi. Resûlullah buyurdu ki: "Eshâbım çok yoruldular. Birkaç gün dinlenseler nasıl olur?" "Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ, hemen Benî Kurayza kabîlesi üzerine yürümeni emrediyor. Ben şimdi yanımdaki meleklerle beraber, Kurayza Yahûdîlerinin kalelerine gidiyorum. Allahü teâlâ onları helâk edecektir." Gerçekten de, ihanetin karşılığını buldular helak oldular..
.
Rüyâda bildirilen beş sır!
22 Nisan 2006 01:00
Önceki Peygamberlerden birisi, bir gün bir rüyâ görür. Rüyâsında kendisinden, sabahleyin kalkınca karşısına ilk çıkan şeyi yemesi, ikinci olarak karşılaştığı şeyi gizlemesi, üçüncü olarak karşılaştığı şeyi kabûl etmesi, dördüncü olarak, karşılaştığını yeise, ümitsizliğe düşürmemesi, beşinci olarak karşılaştığından da kaçması istenir. Sabah olur. O peygamber aleyhisselâm kalkınca, karşısında gözüne ilk çarpan büyük ve kapkara bir dağ olur. Bu manzara karşısında duraklar, hayrete düşer ve kendi kendine, "Rabbim bana onu yememi emretti. Rabbim bana, gücümün yetmeyeceği şeyi emretmez" diye düşünür. Onu yemeğe azmederek oraya doğru yürür. Fakat yanına yaklaşınca dağ birden küçülür, küçülür ve baldan daha tatlı bir lokma hâline gelir. Peygamber onu yiyerek yola koyulur. Biraz gidince karşısına altın bir tas çıkar. Hemen bir çukur açarak onu toprağa gömer ve tekrar yola koyulur. Fakat biraz gittikten sonra dönüp arkasına baktığında altın tasın toprağın üstüne çıkmış olduğunu görür. Geri döner. Onu tekrar gömerek yine yoluna devam etmek üzere hareket eder. Fakat biraz gidince yine dönüp geriye baktığında, altın tasın yine dışarıda olduğunu hayretle müşâhede eder. Bu dönüp gömmeler birkaç defa tekrarlandığı hâlde altın tas yine üste çıkar. Nihâyet peygamber, "Ben, Rabbimin bana olan emrini yerine getirdim" diyerek onu gömmek için bir daha geri dönmez ve yoluna devam eder. Biraz gidince, kendisine doğru gelen bir kuşla karşılaşır. Kuşun peşinde de bir şâhin var. Kuş, "Ey Allahın nebîsi, beni kurtar" diyerek Peygamberden yardım ister, Peygamber de onu himâyesine alarak, "Üçüncü olarak karşılaştığın şeyi kabûl et" emri gereğince onu yeninin içine saklar. Bu arada onu avlamak için peşinden gelmekte olan şâhin gelip, "Ey Allahın nebîsi, ben aç idim. Sabahtan beri onu avlayıp karnımı doyurmak için uğraşıyordum. Tam yakalayacağım sırada onu benden aldın. Rızkıma mâni olma!" der. Bu sırada Peygamber aleyhisselâm, "Benden, üçüncü olarak karşılaştığımı kabûl etmem, dördüncü olarak karşılaştığımı da yeise düşürmemem istenmişti. Üçüncü bu kuş. Onu kabûl edip kurtardım. Ya dördüncüyü ne yapayım? Onu ümitsizliğe düşürmemem lâzım" diye düşünür. Yanında bulunan etten biraz keserek beklemekte olan avcı kuşa atar. O da onu alıp gider. O uzaklaşınca saklamakta olduğu kuşu da salıvererek yoluna koyulur. Yolda ilerlerken beşinci olarak pis kokulu bir cîfe, pislik ile karşılaşır. Geceki rüyâ gereğince ondan da süratle uzaklaşır. O gece rüyâsında kendisine gündüz olan hâdiselerdeki hikmet, sır şöyle izâh edilir: "Birinci olarak, çok büyük ve kapkara bir dağ olarak gördüğün ve sonradan baldan daha tatlı bir lokma hâline gelen şey, öfke ve kızgınlıktır. Öfke, önce büyük bir dağ hâlindedir. Sabır edildiği ve yenildiği zaman baldan daha tatlı bir lokma olur. İkinci olarak karşılaştığın altın tas, güzel ve iyi amellerdir. İyi ve güzel ameller, hareketler, davranışlar ne kadar örtülürse örtülsün, yine de açığa çıkar ve kendilerini belli ederler. Üçüncü olarak, sakladığın kuş, sana sığınana ihânet etmemeni, himâyene almanı öğretmek istemektedir. Dördüncü hâdise, birisi senden bir şey istedi mi, kendi ihtiyâcın olsa bile onun hâcetini görmek gerektiğine işârettir. Beşinci olarak karşılaştığın ve kendisinden kaçtığın pis kokulu cîfe gıybete işârettir. Gıybet eden, ötekini-berikini çekiştiren insanlardan, pis kokulu cîfeden kaçarcasına kaç!.. ------ Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29 www.mehmetoruc.com
.
Kendini direğe bağladı!
23 Nisan 2006 01:00
Benî Kurayza Yahudilerinin, sözlerinde durmayıp hainlik yapmaları üzerine Allahü teâlânın emri ile Peygamber efendimiz ve Eshâb-ı kirâm silahlanıp yola çıktılar. Benî Kurayza Yahûdîleri iyice muhasara altına alınınca Yahûdîler, Peygamber efendimizden, görüşmek ve danışmak üzere Ebû Lübâbe'yi kendilerine göndermesini istediler. Hz. Ebû Lübâbe'nin çoluk çocuğu ve malları Benî Kurayza yurdunda idi. Resûlullah efendimiz Ebû Lübâbe'yi çağırdı ve buyurdu ki: "Yahûdîlerin yanına git! Onlar Evsliler arasından seni istediler." Resûlullah efendimiz ayrıca Ebû Lübâbe'ye, onların yanına vardığında nasıl davranacağını da gösterdi. Ebû Lübâbe yanlarına varınca, onu karşıladılar. Kadınlar ve çocuklar ağlaşarak, kendilerine acındırmaya çalışarak yardım bekliyorlardı. Yahûdîler dediler ki: "Ey Ebû Lübâbe! Muhasara bizi mahvetti. Muhammed müsaade etse de buradan çıkıp, Şam'a veya Hayber'e gitsek, bizim çarpışmaya gücümüz yok. Ey Ebû Lübâbe, biz teslim olursak bize ne yapılacak? Bize teslim olmayı tavsiye eder misin?" Ebû Lübâbe de şöyle cevap verdi: "Evet, teslim olmanızı tavsiye ederim." Böyle söylerken elini boğazına götürerek, teslim olurlarsa boğazlarının kesileceğini ifâde eden bir işâret yapmıştı. Ebû Lübâbe diyor ki: "Vallahi onların yanından da henüz ayrılmamıştım ki, bu hareketimle, Allaha ve Resûlüne karşı iyi bir iş yapmadığımı anlamıştım." Ebû Lübâbe, salâhiyetli olmadığı veya gizli kalması gereken bir şeyi söylemişti. Ancak bir kere ağzından çıkmıştı. Ebû Lübâbe bu duruma çok üzüldü, çok pişman oldu. Doğru Medîne'ye gidip Mescid-i Nebeviye girdi. Kendisini direğe bağlattı. - Allahü teâlâ kalbimi biliyor. Bana hakîkî bir tövbe ihsân edinceye kadar vallahî ben Resûlullahın yüzüne de bakamam. Allahü teâlâ işlediğim günâhtan tövbemi kabûl etmedikçe bu yerimden ayrılmayacağım, diye yemin etti. Ebû Lübâbe'nin düştüğü bu hatâ ile ilgili olarak şu meâldeki âyeti kerime nâzil oldu: "Ey îmân edenler, Allaha ve Resûlüne hâinlik etmeyin. Bile bile aranızdaki emânetlere de hâinlik etmeyin." (Enfâl 27) Hava bir hayli sıcaktı. Bir hafta hiçbir şey yemeyip, kulakları işitemeyecek hâle geldi
.
"Tövbesi kabul olundu!"
24 Nisan 2006 01:00
Ebû Lübâbe hazretleri ceza olarak kendini direğe bağlatmıştı. Bu şekilde altı gece kaldı. Her namaz vaktinde hanımı tarafından bağları çözülür, namazını kıldıktan sonra, tekrar bağlanırdı. Bu durum Peygamber Efendimize bildirilmişti. Peygamber Efendimiz Ümm-i Seleme'nin odasında idi. O sırada, Ebû Lübâbe'nin tövbesinin kabûl olduğuna dâir âyet-i kerîme nâzil oldu. Âyet-i kerîmede meâlen buyuruldu ki: "Onlardan diğer bir kısmı da günâhlarını itiraf ettiler ve önce yapmış oldukları iyi bir ameli sonradan yaptıkları başka bir kötü amel ile karıştırdılar. Olur ki, Allah, onların tövbelerini kabûl eder. Çünkü Allah, Gafûrdur, çok bağışlayıcıdır, Rahimdir." [Tevbe 102] Ümm-i Seleme vâlidemiz, seher vakti Peygamber efendimizin güldüğünü işitince sordu: - Niçin gülüyorsunuz yâ Resûlallah! - Ebû Lübâbe'nin tövbesi kabûl olundu. Bu haberi duyan herkes, iplerini çözüp salıvermek için Ebû Lübâbe'ye doğru koştular. Ebû Lübâbe bunu kabûl etmedi. Dedi ki: - Vallahi Resûlullah efendimiz bizzat eliyle beni bırakmadıkça buradan ayrılmam. Peygamber efendimiz de namaza giderken, uğrayıp salıverdiler. Ebû Lübâbe direğe ince, sağlam bir iple bağlanmıştı. Onun için ip, onun iki kolunu kesmişti. Uzun zaman bu kesikler geçmedi, izi kollarında kaldı. Ebû Lübâbe hazretleri bu hâdise ile ilgili olarak şöyle anlatır: Benî Kurayza Yahûdîlerini kuşatmıştık. O zaman bir rüyâ görmüştüm. Rüyâmı Hz. Ebû Bekir'e anlattım. O rüyâmı şöyle tabîr etti: "Dilin tutulacak, çok sıkıntılı bir işe gireceksin. Fakat kurtulacaksın!" Direkte bağlı olduğum zaman Ebû Bekir'in sözü aklıma geldi. Tövbemin kabûl olacağına dâir âyet ineceğini ümit etmiştim. Ebû Lübâbe bu günâhın işlendiği, Benî Kurayza yurduna dönmek istiyordu. Hâlbuki Allah ve Resûlüne karşı günâh işlediği bu memlekete bir daha hiç girmeyeceğine dâir yemin de etmişti. Durumu Resûlullaha arz etti. Allah ve Resûlü uğrunda, bütün malını bile verebileceğini söyledi. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: - Malının üçte birini vermek senin keffâretine yeter. Hz. Ebû Lübâbe, malının üçte birini ayırıp, verilmesi gerekli kimselere dağıttı. Ondan sonra, vefât edinceye kadar kendisinden hayırdan başka bir şey görülmediği bildirilmiştir.
.
Cennetin anahtarı!
25 Nisan 2006 01:00
Peygamber efendimiz Müslüman beldelerine vâli ve zekât tahsil memurları gönderdiği sıralarda, bir gün sabah namazından sonra Eshâb-ı kirâma dönerek" İçinizden hanginiz Yemen'e gider?" diye sordu. Mu'âz bin Cebel ayağa kalkıp, "Yâ Resûlallah! Ben giderim" dedi. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Ey Mu'âz! Bu vazîfe senindir. Ey Bilâl! Bana sarığımı getir!" Mu'âz bin Cebel, Yemen'de vâlilik yapmak, halka İslâmiyeti anlatmak, Kur'ân-ı kerîmi öğretmek ve Yemen ülkesinde toplanan zekât mallarını vazîfelilerden teslim almak ve onların arasındaki ihtilafları çözüp hükme bağlamak üzere Yemen'e gitmek için hazırlandı. Yola çıkmadan önce Peygamberimiz ona şöyle buyurdu: - Sen ehl-i kitaptan yanî Yahûdîlerden ve Hristiyanlardan bir kavimle karşılaşacaksın. Onların yanına varınca, onları önce, Allahtan başka ilâh olmadığını ve benim Allahın Resûlü olduğumu tasdîke da'vet et. Eğer bunu kabûl ederlerse, onlara, Allahü teâlânın beş vakit namazı farz kıldığını haber ver. Bunu da yaptıkları takdirde, Allahü teâlânın, zenginlerin fakirlere zekât vermesini emrettiğini bildir. Bunu da kabûl ederlerse, zekât alırken sakın mallarının sadece en iyilerini seçme! Mazlumun âhını almaktan çekin. Çünkü Allahü teâlâ mazlumun duâsını hemen kabûl eder." Hz. Mu'âz diyor ki: Resûlullah efendimiz bana, onlardan, 30 sığırda, bir yaşında erkek veya dişi bir dana; 40 sığırda iki yaşında bir dana... Her bülûğ çağındaki gayri müslimden de, bir dinar veya onun dengi Yemen kumaşı, yağmur suyu ile sulanan her mahsûlden öşür (onda bir) ve ücretle sulanan şeylerden de yarım öşür (yirmide bir) alınmasını emretti. Bundan sonra Resûlullaha dedim ki: - Yâ Resûlallah! Bana nasîhatta bulunur musunuz? - Yâ Mu'âz! Her ne hâlde ve her nerede olursan ol, Allahtan kork! Günâhın arkasından hemen iyilikte bulun ki, günâhı yok etsin! İnsanlara güzel ahlâkla muâmele et! Yâ Mu'âz! Sen kitap ehli bir kavmin yanına gidiyorsun. Onlar senden, Cennetin anahtarının ne olduğunu soracaklardır. Onlara, Cennetin anahtarı Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh, de!
.
"Yumuşak davran!"
26 Nisan 2006 01:00
Yemen'e vâli olarak tayin edilen Mu'âz bin Cebel yola çıkarken Resulullah Efendimiz şu nasihatte bulundu: "Allah için tevâzu göster, Allahü teâlâ seni yükseltir. Sakın iyi bilmedikçe hüküm verme! Sana müşkil, karmaşık gelen işi ehline sor, danışmaktan utanma! Muhakkak ki, Allahü teâlâ doğruluğuna göre seni muvaffak kılar. İşler sana karmakarışık gelirse, gerçek, sence belli oluncaya kadar bekle veya bana yaz! O husûsta keyfine göre hareket etmekten sakın! Yumuşak davranmanı sana tavsiye ederim. Resûlullah efendimiz sonra buyurdu: "Yâ Mu'âz, sen belki bir daha beni göremezsin. Belki dönüşünde burada benim mescidime ve kabrime ziyâret için gelirsin." Bunu işiten Mu'âz bin Cebel hüzünle gözyaşı dökmeye başlayınca, Peygamberimiz buyurdu ki: "Ağlama yâ Mu'âz! Feryâd ederek ağlamak şeytandandır. Ben seni yürekleri yufka olan bir kavme gönderiyorum. Onlar hak üzerinde iki kere savaşacaklar. Onlardan sana itâat edenler, sana âsi olanlarla çarpışacaklar; hattâ kadın, kocasına; oğlu babasına; kardeş kardeşine öfkelenecek, sonra da İslâmiyete tekrar döneceklerdir." Resûlullah efendimiz Mu'âz ile bir mil kadar yürüdü ve son olarak şu nasîhati yaptı: "Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız! Müjdeleyiniz, ürkütmeyiniz! Birleşiniz, fırkalara ayrılmayınız! Bana yakın olanlar, tam bağlı olanlar, nerede olursa olsunlar, takvâ sâhipleri ve Allahü teâlâya hakkıyla kulluk edenlerdir." Sonra Resûlullah efendimiz sordu: "Sana bir dava getirilince, insanlar arasında hüküm verirken ne ile hüküm vereceksin? " "Allahın kitabıyla hüküm veririm.", "Ya O'nda açıkça bulamazsan?", "Resûlullahın sünneti ile hüküm veririm.", "Ya onda da açıkça bulamazsan?" , "İctihâd ederek, anladığımla hükmederim." Peygamber efendimiz, Mu'âz bin Cebel'in bu cevabından dolayı çok memnun kalarak mübârek elini O'nun göğsüne koyup buyurdu ki: "Elhamdülillah! Allahü teâlâ, Resûlünün elçisini, Resûlullahın rızâsına uygun eyledi." Sonra da Mu'âz bin Cebel'e şöyle duâ etti: "Cenâb-ı Hak seni her taraftan gelecek musîbetlerden muhafaza buyursun. İnsanların ve cinlerin şerrini senden uzaklaştırsın. Senin sebebinle Allahü teâlânın bir kişiyi hidâyete erdirmesi, senin için dünyadan hayırlıdır."
.
Resûlullahın taziye mektubu
27 Nisan 2006 01:00
Resulullah tarafından Yemen'e vali tayin edilen Mu'âz bin Cebel burada uzun müddet kaldı. Yemen halkı onun davetine uyarak İslâmiyet'i kabûl ettiler. Hz. Mu'âz'ın işini kolaylaştırdılar. Yemen'de kaldığı müddetçe halka vaaz ve nasîhatler yaptı. Peygamber efendimiz, Yemen'de iken çocuğunun ölümü üzerine kendisine şu ta'ziye mektubunu gönderdi: "Allahü teâlâ sana selâmet versin! O'na hamd ederim. Herkese iyilik ve zarar, yalnız O'ndan gelir. O dilemedikçe, kimse kimseye iyilik ve kötülük yapamaz. Allahü teâlâ, sana çok sevâb versin. Sabretmeni nasîb eylesin! O'nun nimetlerine şükretmenizi ihsân eylesin! Muhakkak bilmeliyiz ki, kendi varlığımız, mallarımız, servetimiz, kadınlarımız ve çocuklarımız, Allahü teâlânın sayısız nimetlerinden, tatlı ve faydalı ihsânlarındandır. Bu nimetleri, bizde sonsuz kalmak için değil, emânet olarak kullanmak, sonra geri almak için vermiştir. Bunlardan, belli bir zamanda faydalanırız. Vakti gelince, hepsini geri alacaktır. Allahü teâlâ, nimetlerini bize vererek sevindirdiği zaman, şükretmemizi; vakti gelip geri alarak üzüldüğümüz zaman da, sabretmemizi emreyledi. Senin bu oğlun, Allahü teâlânın tatlı, faydalı nimetlerinden idi. Geri almak için sana emânet bırakmıştı. Seni, oğlun ile faydalandırdı. Herkesi imrendirecek şekilde sevindirdi, neşelendirdi. Şimdi geri alırken de, sana çok sevâb, iyilik verecek, acıyarak, doğru yolda ilerlemeni, yükselmeni ihsân edecektir. Bu merhamete, ihsâna kavuşabilmek için sabretmeli, O'nun yaptığını hoş görmelisin! Kızar, bağırır, çağırırsan, sevâba, merhamete kavuşamazsın ve sonunda pişman olursun. İyi bil ki, ağlamak, sızlamak, derdi belâyı geri çevirmez. Üzüntüyü dağıtmaz! Kaderde olanlar başa gelecektir. Sabretmek, olmuş bitmiş şeye kızmamak lâzımdır..." Mu'âz bin Cebel, Peygamberimizin vefâtını da orada iken haber aldı. Daha sonra Yemen'deki hizmetini tamamlayıp, Medîne'ye döndü. Hz. Ebû Bekir'in halîfeliği sırasında Medîne'de Hz. Ebû Bekir'in seçtiği danışma heyetinde yer aldı. Suriye taraflarına da giderek hem oralarda yapılan savaşlara katıldı, hem de insanlara din bilgilerini ve Kur'ân-ı kerîmi öğretti. Mu'âz bin Cebel'in fazîleti, üstünlüğü çoktur. Resûlullah efendimiz birçok hadîs-i şerîflerinde onu medhetmiş, övmüştür.
.
Allah için sevenler...
28 Nisan 2006 01:00
Hz. Mu'âz şöyle anlatır: Bir gün Resûl-i ekrem efendimiz bir hayvana binmişti. Ben de arkasında bulunuyordum. Bana sordu: - Cenâb-ı Hakkın kulları üzerinde olan hakkı nedir, biliyor musunuz? - Allah ve Resûlü daha iyi bilir. - Cenâb-ı Hakkın kulları üzerindeki hakkı, onların Kendisine ibâdet etmeleri ve başka hiçbir varlığı O'na ortak koşmamalarıdır. Kullar bu vazîfelerini yerine getirirlerse, Allahü teâlâdan bekledikleri hakları, Allahü teâlânın onlara vadettiği nedir, bilir misin? - Allah ve Resûlü daha iyi bilir. - Bu takdirde kulların Allahü teâlânın üzerindeki hakkı, Onlara vadettiği nimeti vermesi ve azâb etmemesidir. Resûlullah efendimiz buyurdu: - Ey Mu'âz! Sana Allahtan korkmayı, O'na sığınmayı, doğru konuşmayı, verdiğin sözde durmayı, herkese selâm vermeyi, güzel amel ve işlerde bulunmayı, öksüze merhamet etmeyi, tatlı sözlü olmayı, Kur'ân-ı kerîmi okumayı, âhireti sevmeyi, âhiret hesâbının korkusunu taşımayı ve herkese şefkat kanatlarını germeyi tavsiye ederim. Hikmet sahiplerine kötü söz söylemekten, doğruyu yalanlamaktan, günâhkâra itâatten, âdil hükümdara isyândan ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan da seni nehyederim, sakındırırım. Her yerde Allahü teâlâyı zikretmeyi ve her günâhın peşinden tövbe etmeyi tavsiye ederim. Gizli günâh işlediğin zaman gizli, âşikâre günâh işlediğin zaman âşikâre tövbe edersin... Tâbiînin büyüklerinden Ebû İdris el-Havlânî, Hz. Mu'âz bin Cebel'e, "Seni Allah için seviyorum" dediğinde, Mu'âz bin Cebel şöyle cevap verdi: - Sana müjdeler olsun, ey Ebû İdris! Ben Resûl-i Ekremin şöyle buyurduğunu işittim: "Kıyâmet günü Arş'ın etrafında, birtakım insanlar için kürsüler kurulacaktır. Bunların yüzleri ayın ondördü gibi parlayacaktır. İnsanlar feryâd ederken onlar korkmazlar. Korku ve kederleri olmayan kimseler, Allahın gerçek dostlarıdır." Peygamberimize bunların kim olduğu sorulunca buyurdu ki: "Onlar, Allah için birbirlerini seven kimselerdir.
.
O dünyada denge unsurudur!"
28 Nisan 2006 01:00
Bugün, Osmanlı İmparatorluğunun yok olması ile noktalanacak büyük bir maceraya sürüklenişinin yıl dönümüdür. Yani, Sultan II. Abdülhamid Han'ın hal edilip, bir avuç maceraperestin iş başına geçtiği gündür. Abdülhamid Han, şahsi gayretleri ile dâhiyane siyasetiyle devleti 33 yıl ayakta tutabilmişti. Başta İngilizler olmak üzere, Abdülhamid Han'ı devirmedikçe Osmanlı'yı yok etmelerinin mümkün olmadığını anlayan dış güçler bu yola tevessül ettiler. Üstelik işin en üzüntü verici yanı, bu hallin; bırakın altı asırlık bir devletin sultanına, sıradan bir Müslüman Türk vatandaşına bile yakışmayacak şekilde yapılmasıdır. Abdülhamid Han, her türlü baskıya rağmen şu iki şeyi yapmamakta ölümü pahasına da olsa direnmişti. Bunlardan birisi Ermeni meselesi, diğeri Yahudilerin toprak talepleri. Memleketin bütünlüğü konusunda fevkalâde hassasiyet gösteren Abdülhamîd Han, Berlin Andlaşmasının, Ermenilerle ilgili 61. maddesini tatbik etmemişti. Bunun Ermeni muhtariyetini doğuracağını görerek; "Ölürüm de bu maddeyi uygulayamam" demişti. Sultan Abdülhamîd Han'ın şiddetle karşı koyduğu konulardan biri de Filistin meselesi idi. Yahûdiler Arz-ı Mev'ûd (vadedilmiş topraklar) üzerinde devlet kurma çalışmalarına İngiltere'de başlamışlardı. Başına da Theodor Herzl getirilmişti. Herzl, Filistin'de bir aristokratik cumhuriyet kurmak için izin istedi ve bâzı tekliflerde bulundu. Hattâ, Osmanlı Devleti'nin bütün borçlarını ödemeyi taahhüd etti. Sultan, teklifleri kabul etmeyerek târihe altın harflerle geçen şu cevâbını vermişti: "Ben bir karış dahi olsa toprak satmam; zîrâ bu vatan bana değil milletime âittir. Milletim bu devleti kanlarını dökerek kazanmış ve yine kanıyla mahsuldar kılmıştır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz. Benim, Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer birer Plevne'de şehîd düşmüşlerdir, bir tanesi dahi geri dönmemek üzere hepsi muharebe meydanlarında kalmışlardır. Bu vatan bana âid değildir. Türk milletinindir ve ben onun hiçbir parçasını veremem. Yahûdiler milyarlarını kendilerine saklasınlar. Ben canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına müsaade edemem." Herzl, Abdülhamîd Han'ın bu cevabından sonra da arzusundan vazgeçmedi. Batı'nın desteği ile Jön Türkleri, Ermeni ve Rumları pâdişâha karşı kışkırttı ve onları ikna etti. İttihatçılar bir kısım mebuslarla Yeşilköy'de yaptıkları gizli bir toplantıda, Sultan Abdülhamid Han'ı tahtından indirme kararı alınca bir Rum mebus; "Yapmayın efendiler! günahtır, günah. Sultan Abdülhamid Han, bu memleketin nûrudur. Dünyâda denge unsurudur. O'nu tahtından indirirseniz dünyâ perişân olur" demiştir. Bu toplantıda tefsir yazarı Elmalı Hamdi Yazır da vardı. O'nun bu feryadını, ne yazık ki, o günün siyasetçileri ve din adamları bir Rum mebusu kadar anlayamamışlardı. Nihayet, 27 Nisan 1909 günü Ayan ve Meb'ûslar Meclisi toplandı. Gazi Ahmed Muhtar Paşa, önceden kararlaştırıldığı gibi Pâdişâh'ın hal edilmesini teklif etti. Hal fetvasının ilk müsveddesini de Elmalılı Hamdi Yazır yazdı. Alınan kararı tebliğ için gönderilen heyetin teşekkül tarzı ise, Türk târihinin en yüz kızartıcı hâdiselerinden birisi oldu. Heyette tek bir Türk yoktu. Heyet, Yahûdi Emanuel Karasso, Arnavut Esat Toptanî, Ermeni Aram ve katışık soydan Arif Hikmet Paşa'dan ibaretti. Pâdişâh, hal kararını tebliğe gelenlerin kimler olduğunu sorup öğrenince; "Bir Türk pâdişâhına, İslâm halîfesine hal karârını bildirmek için bir Yahûdi, bir Ermeni, bir Arnavut ve bir nankörden başkasını bulamadılar mı?!." demekten kendini alamadı
Büyüklüğü hakkında herkes hemfikir
29 Nisan 2006 01:00
Dün, İkinci Abdülhamid Han'ın hüzün verici bir şekilde tahttan uzaklaştırılmasından bahsetmiştik. Bugün de biraz şahsiyetinden bahsedelim... Sultan Abdülhamîd Han'ın büyüklüğü, üstün meziyetleri hakkında yerli yabancı aklıselim olan herkes hemfikir. Şahsiyeti hakkında İngiliz Koramirali Sir Henry Woods hatıratında bakınız ne yazmaktadır: "Bana göre Sultan Abdülhamîd, gelmiş geçmiş Osmanlı pâdişâhları arasında en müstesna mevkii işgal edenlerden biridir... Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan beri gelen en başarılı hükümdarlardandır. Çok sakin ve gösterişten uzak bir hâlde yaşardı. Bir mes'eleye çözüm ararken, mütehassıslarını dinler, ancak onların fikirlerine esir olmazdı. Eğer Sultan Abdülhamîd Han olmasaydı, devleti akıllıca idare etmeseydi, devlet çoktan yıkılmış olurdu. Sultan Abdülhamîd düşürülmeseydi, Birinci Cihan Savaşı patlamayacaktı. Aksini farz etsek bile Sultan, Türkiye'yi tarafsız bırakacak ve harbden sonra hiç yıpranmamış bir Türkiye, yıpranmış devletler arasında sivrilecekti. Avrupa basınını günü gününe ve mühim kitapları yayınladıkları aynı yıl tercüme ettirip, okur veya okuturdu. Bu şekilde 6.000 kitap tercüme ettirmiştir ki, defterler hâlinde kütüphanesinden çıkmıştır. Sabahın erken saatlerinden gecenin geç saatlerine kadar çalışarak pek az uyurdu. Halifelik sıfatına, diğer pâdişâhlardan çok daha ehemmiyet vermiştir. Dünyânın her tarafındaki Müslümanlarla meşgul oldu. Gerçek aile babası, çocuklarına düşkün, onları iyi terbiye eden, hoşsohbet bir hükümdardı. Orduyu kullanmaya azmetseydi, hiçbir kuvvet onu tahtından indiremezdi. Ama buna yanaşmadı. Zâten savaşa ve kavgaya değil, ince diplomasiye inanırdı..." Sultan Abdülhamid Han körü körüne taklitten hoşlanmazdı. Batı medeniyeti hakkında şunları söylemektedir: "Avrupa'nın bilim ve teknolojisini daima takdir ettim. Fakat Hristiyanlığı ve Hristiyanlık kültürünü hiçbir zaman Müslümanlığa tercih etmedim ve üstün taraflarını da görmedim. Marifet, bu medeniyeti kendimize uydurabilmektir. Ben bu medeniyetin iyi taraflarını sarayıma da getirttim." Abdülhamid Han zamanın ilim adamlarına ve evliyasına hürmet ederdi. Onları saraya çağırır görüşür, çeşitli ihsanlarda bulunurdu. Çok dinî kitap dağıttı. Onun bu hizmetleri sayesinde Anadolu'nun ücra köşelerindeki mektep ve medrese talebeleri kitaplara ulaşabildiler. Abdülhamid Han İslamiyetin emirlerine uymak hususunda çok titiz idi. Joan Haslip isimli İngiliz yazar diyor ki: "Hiçbir yabancı devletin baskısı, Abdülhamid'i İslamiyetin emirlerine uygun olmayan bir reformu yapmaya ve imtiyazı vermeye asla mecbur edemezdi." Abdülhamid Han hiç abdestsiz yere basmazdı. Yatagının basında dâimâ temiz bir tuğla bulundurur yataktan kalktığında çesme mahalline kadar abdestsiz yere basmamak için bununla teyemmüm ederdi. "Bunca Müslümanın halîfesi olarak, biz sünnet ölçülerine dikkat etmezsek, ümmet-i Muhammed bundan zarar görür!.." derdi. Abdülhamid Han, aynı zamanda feraset ve hâl sahibi bir şahsiyettir... Beylerbeyi Sarayında nöbet tutan bir polisin o gece çocuğu dünyâya gelecekmiş. Birkaç çocuğu daha var. Ailesi kalabalık. İttihatçılar zamanında her şey pahalı. Geçim sıkıntısına düşen Polis bunalıma girer. "Böyle sıkıntı, felaket içerisinde yaşamaktansa, yarın sabah nöbeti teslim ettikten sonra, rıhtımdan kendimi denize atıp öleyim, bu sıkıntılı hayattan kurtulayım" diye karar verir. Sabahleyin, tam nöbeti teslim etmeye birkaç dakika kala sarayın üst katından pencere açılır Sultan Abdülhamid seslenir: "Evlat, evlat, al şu keseyi" diye yukarıdan bir kese altın atar. "Bu sana hediyyem olsun. Çoluk-çocuğuna sarf edersin. Sakın intihar etmeye kalkışma, intihar çok büyük günâhdır" der.
.
Niçin ağlıyorsun?"
29 Nisan 2006 01:00
Abdullah bin Seleme şöyle anlatıyor: Mu'âz bin Cebel taûn hastalığına yakalanmıştı. Rahatsızlığı çok arttığı bir sırada, talebelerinden Amr bin Meymun el-Evdî ziyârete geldi. Durumunun çok ağır olduğunu görünce, ağlamaya başladı. Hz. Mu'âz, Ona sordu: - Niçin ağlıyorsun? - Allaha yemin ederim ki, sen benim hocamsın. Bana dünyalık yardımda bulunuyorsun diye ağlamıyorum. Ben, senden dînimi öğreniyor ve ilim alıyordum. Senin ölümünden sonra dînimi ve ilmi bana öğretecek kimsenin bulunmamasından korkuyorum ve onun için ağlıyorum. Bunun üzerine Mu'âz bin Cebel buyurdu ki: - Hayır, bundan korkma! Îmân ve ilim, kıyâmete kadar yerindedir, arayan bulur ve Allahü teâlâ bunları isteyen kimseye öğretecek birini gösterir. Allahın kitabı Kur'ân-ı kerîm ve Peygamberimizin sünneti, kıyâmete kadar korunacaktır. Nitekim Allahü teâlâ ilmi ve îmânı İbrâhim aleyhisselâma ihsân etmiştir. Hâlbuki o zaman, îmânı ve ilmi bilen ve öğreten hiç kimse de yoktu. İbrâhim aleyhiselâm istediği için Cenâb-ı Hak, O'na ihsân etti. İlmi, Hz. Ömer'den, Hz. Osman'dan ve Hz. Ali'den alınız! Eğer onları da kaybederseniz, Ebü'd-Derdâ'dan, Abdullah İbni Mes'ud'dan, Selmân-ı Fârisî'den ve Abdullah İbni Selâm'dan alınız! Âlimin yanılmasından korkunuz! Doğru olanı, hakîkati kim bildirirse kabûl ediniz! Doğru, hak olmayanı da söyleyen kim olursa olsun, onu reddediniz! Bir gün, birisi, Mu'âz bin Cebel'in huzuruna gelmişti ona buyurdu ki: - Dünyadaki nasîbin ne ise ve nerede olursa gelip seni bulacaktır. Sen ise, dünyadaki nasîbinden daha çok âhiret nasîbine muhtâçsın. Dünya ni'metleri geçicidir. Âhiret için elde ettiklerin ise, nerede olursa seninledir. Cennet ehlinin tek bir hasreti, pişmanlığı vardır. O da, Allahü teâlâyı unutarak geçirdikleri vakitlerdir. Bir kimse, Allahü teâlânın huzuruna kâmil, olgun bir îmânla gitmek istiyorsa, beş vakit namaz için çağrılan yere gelip namazını kılsın. Çünkü beş vakit namazı câmide cemâatle kılmak, hidâyet yollarından olup, hem de Peygamberimizin mühim sünnetidir. Hiç kimse, benim evimde namaz yerim vardır ve ben evimde namazımı kılıyorum, demesin! Böyle yaparsanız, Resûlullahın sünnetini terk etmiş olursunuz. Bu da dalâlettir
.
İlmiyle amel etmek
30 Nisan 2006 01:00
Recâ bin Hayve şöyle bildiriyor: Bir zamanlar Mu'âz bin Cebel'in bir sohbetinde bulunmuştum. İlim hakkında şöyle buyurdu: "Size benim vasiyetim olsun! İlmi, ancak Allah rızâsı için öğrenin! Zîrâ Allah rızâsı için öğrenilen ilim, takvâyı, Allahtan korkmayı hâsıl eder. Bu niyetle ilim aramak ibâdettir. Bu ilmi müzâkere etmek tesbihtir; ilimden konuşmak, Allah yolunda cihâddır. Bilmeyene ilim öğretmek sadakadır. Bir mecliste bulunanlara ilimden bahsetmek, Allahü teâlâya yakınlıktır. Zîrâ ilim, helâl ile harâmın terâzisi, Cennet ehlinin minâresi, gurbette insanın arkadaşıdır. Bir insan, bir yerde yalnız kaldığı zaman, ilim ona sıkıntıyı gideren bir arkadaş olur. Sıkıntı ve genişlik zamanlarında ilim, sahibine delildir. İlim, düşmanlara karşı çok iyi bir silâhtır. Dostlarının yanında insanın süsüdür. Cenâb-ı Hak bir kavmi, ilim ile yükseltir. İnsanı ilimle başkalarına rehber, öncü yapar ve ona itâat ederler. Melekler dahî ilim sahiplerinin dostluklarını arzular ve kanatlarını onların üzerine gererler. Canlı ve cansız her ne varsa, hattâ denizlerdeki balıklar ve diğer hayvanlar, havada uçan kuşlar, karadaki bütün hayvanlar, âlimler için istigfâr ederler. Çünkü ilim, insanın kalb gözünü açar. Gözleri karanlıktan aydınlığa kavuşturan bir nûrdur. İlim ile amel eden insan, seçilmiş kimselerin makâmlarına yükselir. İlim sahipleri, dünya ve âhirette yüksek derecelere erişir. İlimde tefekkür, nâfile oruç tutmak gibidir. İlmin öğretilmesi nâfile namaz kılmaktan sevâbdır. İlim ile, helâl ve harâm olan şeyler ayırdedilebilir. İlim, amellerin imâmıdır. Amel, ilme tâbidir. İlimsiz amel olmaz. İlim, Cennet yoluna ışıktır. Cehennemlik olanlar, ilimden mahrûm kalanlardır. Dünya ve âhiret saâdetinin kaynağı ve bütün ibâdetlerin efdali, en üstünü ilimdir. Fakat, ne kadar çok ilim öğrenirseniz öğrenin, bunlarla amel etmedikçe öğrendiğiniz ilimden sevâb alamazsınız..." Mu'âz bin Cebel oğluna şöyle vasiyet etmişti: "Ey oğlum! Bir namazını kıldığın vakit, o namazın senin kıldığın son namazın olacağını düşün! Bir daha böyle bir namaz vaktine yetişeceğini ümit etme! Ey oğlum! Mü'min olan bir kimsenin iki hayırlı iş arasında ölmesi lâzımdır. Yani bir hayırlı işi yaptığın zaman, ikinci hayırlı işi yapmak niyetinde ve kararında olmalıdır.
.
"Nasıl sabahladın?"
1 Mayıs 2006 01:00
Mu'âz bin Cebel şöyle anlatır: Bir gün Resûlullahın huzuruna varmıştım. Bana buyurdu ki: - Ey Mu'âz! Sen, bu akşam nasıl sabahladın? - Yâ Resûlallah! Allahü teâlâya îmân etmiş olarak sabahladım. - Ey Mu'âz! Senin her sözünün doğruluğuna bir delilin vardır. Bu sözünün doğruluğunun delili nedir? - Yâ Resûlallah! Ben, geceden gündüze çıktığım zaman, bir daha akşamı beklemem. Akşam olduğu zaman da, sabaha kadar yaşayacağımı hiç ümit etmem. Bir adım attığım zaman, ikinci adımımı atacağımı sanmam. Her insanın bir eceli olduğunu bilirim. Ecelinin saati geldiği zaman, o anda ecelinin ona yetişeceğini bilirim. Bütün insanlar mahşerde haşrolunurlar. Kimisi Peygamberi ile beraberdir. Kimisi de taptıkları ile beraber olacaktır. Ben ise, kendimi sanki Cehennemdeki insanların azâblarını ve Cennetteki insanların nimetlerini her an görüyorum gibi düşünürüm. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz buyurdu ki: - Ey Mu'âz! Sen çok iyi yapmışsın. Böyle düşünmeye devam et ve bundan hiç ayrılma! Mu'âz bin Cebel vefâtı esnasında şu münacatta bulundu: "Allahım! Şimdiye kadar senden korkuyordum. Fakat şimdi sana ümit besliyorum. Allahım, ben sular akıtıp, ağaçlar sulamak ve bahçeler yetiştirmek için yaşamak istiyorum. Susuzluktan ciğerleri yananları sulamak, darda kalanlara genişlik göstermek, âlimlerin sohbetine devam edip, kendimi onların zikir halkalarına sıkıştırmak için yaşamak istiyorum..." Ölüm anında baygınlıklar geçirip, ayıldıkça şöyle konuştu: "Allahım! Beni ne kadar sıkıştırırsan sıkıştır, bilirsin ki, kalbim sana bağlıdır, seni sever!.." Hazreti Muaz, Hz. Ömer'in halîfeliği sırasında Kilâboğulları beldesine zekât memuru olarak, sonra da Suriye taraflarında din bilgilerini ve Kur'ân-ı kerîmi öğretmekle vazifelendirildi. Filistin bölgesinde bu vazifesinde iken burada çıkan tâûn (vebâ) hastalığı salgınına yakalanarak otuzsekiz yaşında iken vefât etti.
.
En güzel müjde!
2 Mayıs 2006 01:00
Abdurrahman bin Avf hazretleri, ticâretle meşgul olurdu. Bu sebeple çeşitli yerlere ticâret için giderdi. Şöyle anlatır: Peygamber efendimize peygamberlik emri bildirilmeden bir yıl önce, ticâret için Yemen'e gittiğim zaman, Askelân bin Avâkir-ül-Himyerî'ye misâfir olmuştum. O zât, çok yaşlı idi ve oraya her varışımda ona konuk olurdum. O da bana Mekke'den haber sorardı: "İçinizde kendisi hakkında haber ve zikir bulunan zât zuhûr etti mi? Dîniniz hakkında size karşı olan bir kimse var mı?" Ben de hep, "hayır, yoktur" derdim. Nihâyet, Resûlullah efendimize peygamberliği bildirilip, İslâm dînini insanlara gizlice tebliğ etmeye başladığı sene idi. Yemen'e yine gidip aynı zâta misâfir olduğumda bana,"Ben seni ticâretten daha hayırlı bir müjde ile müjdeleyeyim mi?" dedi. "Evet, müjdele!" deyince dedi ki: - Hiç şüphesiz, Allah senin kavminden, kendisinden râzı olduğu, seçtiği bir peygamber gönderdi ve O'na Kitab da indirdi. O, insanları putlara tapmaktan men edecek ve İslâmiyete davet edecek. Hakkı buyuracak ve işleyecek, bâtılı da men ve iptâl edecektir. O, Hâşimoğullarındandır. Siz O'nun dayılarısınızdır. Dönüşünü çabuklaştır! Gidip O'na yardımcı ol! Kendisini tasdîk et ve şu beyitleri de O'na götür! Yemenli ihtiyârın söylediği beytleri ezberleyip, Mekke-i mükerremeye döndüm ve Hz. Ebû Bekir ile buluştum. Ona, Yemenli zatın söylediklerini haber verdim. Ebû Bekir, "O kimse, Abdullah'ın oğlu Muhammed aleyhisselâmdır. Allahü teâlâ, Onu insanlara peygamber olarak gönderdi. Hemen Ona gidip îmân et!" dedi. Hemen Resûlullahın evine gittim. Resûlullah efendimiz beni görünce gülümsedi ve sordu: - Arkanda ne haber var, ey Abdurrahman? Bana tevdî edilmek üzere o kimsenin seninle gönderdiğini getir, ver. Hiç şüphesiz onu bana gönderen Hımyeroğulları mü'minlerinin üstünlerindendir. Resûlullah efendimizin bu sözlerini işitince hemen Kelime-i şehâdet getirerek Müslüman olma şerefine kavuştum ve Yemenli ihtiyârın söylediği beyitleri okuyarak, onun anlattıklarını aktardım. Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz buyurdu ki: - Zaman zaman öyle mü'minler bulunacak ki, onlar beni görmeden bana inanacak ve beni tasdik edeceklerdir. İşte bunlar, benim gerçek kardeşlerimdir.
.
"Elimi uzattığım taş altın olurdu!"
3 Mayıs 2006 01:00
Hazreti Abdurrahman bin Avf, bütün harplerde bulundu. Bedir'de kahramanlıkları çok oldu. Bedir Muhârebesinde şâhit olduğu bir hâdiseyi şöyle anlatır: Savaş esnâsında yanımda ensârdan iki genç belirdi. Gençlerin gayreti hoşuma gitti. Kendilerine muhabbetle baktım. Gençlerden birisi yanıma yaklaşarak, "Biz, islâm düşmanı Ebû Cehil'i öldürmeye azmettik. Fakat kendisini tanımıyoruz. Onu bize gösterir misin?" dediler. Gençlerin bu kararlı hâline gıpta ettim. Bu arada Ebû Cehil karşıdan geçiyordu. Gençlere "İşte aradığınız, şu karşıdan geçmekte olan kimsedir" dedim. Ebû Cehil'i gören gençler, onun askerlerinin çokluğuna bile bakmadan, kılıçlarını çektikleri gibi, üzerine atıldılar. Askerler hiç beklemedikleri böyle bir durum karşısında donakaldılar. Onların şaşkınlıkları geçmeden, gençler, Ebû Cehil'i öldürünceye kadar kılıç darbesine tuttular. Sonra dönüp Resûlullahın huzuruna geldiler. Ve hâdiseyi arz ettiler. Peygamber efendimiz çok memnûn olarak, gençlere sordu: "Bunu hanginiz öldürdü?" İkisi birden "Ben öldürdüm" dedi. Bunun üzerine, gençlerin kılıçlarını muâyene ettikten sonra; "İkiniz öldürmüşsünüz" buyurdu. Abdurrahman bin Avf hazretleri, Uhud Savaşında yirmi yerinden yaralandı. 12 dişi kırıldı. Peygamber efendimiz, Medîne'de kendisini Saîd bin Rebii hazretleri ile kardeş yaptı. Kardeşi, malına ve servetine onu da ortak yapmak istediğinde şöyle dedi: - Aziz kardeşim, Allah sana ve çoluk çocuğuna bereket ihsân etsin, malını çoğaltsın! Sen bana çarşının yolunu göster, ben orada ticâret yapar ihtiyâçlarımı karşılarım. Bu sözü Peygamber efendimize bildirilince, çok sevindi. Kendisine hayır duâ etti. Bu duâdan sonra yaptığı ticâret sebebiyle kısa zamanda çok zengin oldu. "Taşa uzansam, o taşın altında ya altına veya gümüşe rast gelirdim" buyururdu. Bu kadar servete sahip olmasının sebebini, çok az kâra râzı olmam ve hiçbir müşteriyi boş çevirmememdir, derdi. Resûlullahın sağlığında Allah yolunda çok mal harcadı. Üç kere malının yarısını verdi. Birinci defa 4000 dirhem, ikincide 40.000 dirhem ve üçüncüde de 40.000 altını Allah yolunda dağıttı
.
Seni ağlatan nedir?"
4 Mayıs 2006 01:00
Tebük Harbi dönüşünde, Peygamber efendimiz gecikince, Abdurrahman bin Avf hazretleri imâm yapılmıştı. İkinci rek'atte iken Peygamber efendimiz yetişip kendisine uydu. Namazdan sonra; "Bir peygamber sâlih bir kimsenin arkasında namaz kılmadıkça rûhu kabzolmaz" buyurdu. Abdurrahman bin Avf hazretleri nakleder: Bir gün Peygamber efendimiz yalnız olarak, yola çıktı. Ben de geriden tâkip ediyordum. Hurmalık bir yere vardı. Yere kapandı. Secde o kadar uzadı ki, kendi kendime, "Aman yâ Rabbî, acaba Resûlullaha bir şey mi oldu?" diyerek büyük bir korku ile yanına yaklaştım ve oturdum. Resûlullah, secdeden başını kaldırıp sordu: - Sen kimsin? - Ben Abdurrahman'ım. - Bir şey mi oldu? - Hayır yâ Resûlallah, secdeniz o kadar uzadı ki, size bir hâl olmasından endişe ettim. - Yâ Abdurrahman! Cebrâil aleyhisselâm şunu müjdeledi: "Yâ Resûlallah, kim ki, sana salât ve selâm getirirse, Cenâb-ı Hakkın magfiret ve selâmına nâil olur." Ben de bu müjde sebebiyle şükür secdesinde bulundum. Abdurrahman bin Avf hazretleri, Resûlullahın âhirete teşrîfinden sonra, Onunla geçirdiği günleri hatırlayarak dâimâ ağlardı. Onun sohbetlerinden mahrûm olduktan sonra, kendisi için dünyanın hiçbir kıymeti kalmadığını söylerdi. Nevfel bin İyas hazretleri anlatır: Abdurrahman bin Avf hazretleri, bizi bir gün evine götürdü. Bize tepsi içinde leziz yemekler ikrâm etti. Yemeği önümüze koyunca, ağlamaya başladı. O ağlayınca biz de ağlamaya başladık. Fakat niçin ağladığımızı bilmiyorduk. Sordum: - Ey Abdurrahman, seni bu kadar ağlatan nedir? - Biz bu kadar ni'metler içerisindeyiz. Resûlullah vefât etti. Fakat kendisi ve ev halkı arpa ekmeğinden bile bir defa olsun doyasıya yemedi. Biz bu yediklerimizin şükrünü nasıl yapacağız? Bunun için ağlarım.
.
"Zulüm ve taşkınlık yapma!"
5 Mayıs 2006 01:00
Bir gün, Resûlullah efendimiz, Abdurrahman bin Avf'ı yanına çağırıp buyurdu ki: - Hazırlan! Seni bugün veya yarın sabah inşâallah askerî birliğin başında göreceğim. Sabah namazını mescidde kıldıktan sonra, Peygamber efendimiz onun Dûmet-ül-Cendel'e hareket etmesini ve oranın halkını İslâmiyete davet etmesini emir buyurdu. Dûmet-ül-Cendel'e gidecek ordu, seher vakti Medîne dışındaki Cürüf denilen mevkîde toplandı. Peygamber efendimiz, Abdurrahman bin Avf'ın geride kaldığını görünce buyurdu ki: - Arkadaşlarından niçin geri kaldın? - Yâ Resûlallah! En son görüşmemin ve konuşmamın sizinle olmasını istedim. Yolculuk elbisem üzerimdedir. Abdurrahman bin Avf, başına, siyah pamuklu ve kalın bezden, gelişigüzel bir bez sarmıştı. Peygamber efendimiz, onun sarığını eliyle çözüp, sarığın ucunu iki omuzunun ortasından sarkıtarak bağladı ve, "Ey İbni Avf! İşte sarığını böyle sar" buyurdu. Daha sonra eline bir sancak vererek devam etti: - Ey İbni Avf! Allahü teâlânın adıyla, O'nun yolunda cihâd et ve Allahı inkâr edenlerle çarpış. Zulüm ve taşkınlık yapma. Allahın emri dâiresinde hareket et. Çocukları öldürme. Eğer o belde ahâlisi senin davetine icâbet ederlerse, o kabîlenin reîsinin kızıyla evlen. Abdurrahman bin Avf, emrine verilen 700 kişilik orduyla birlikte hareket ederek, Dûmet-ül-Cendel'e ulaştı. Kelb kabîlesini, tatlı bir üslûbla İslâma davet etti. Üç gün orada kaldıktan sonra, Kelb kabîlesinin reîsi Esbağ bin Amr ve kavminin büyük bir kısmı Müslüman olup, Hristiyanlığı terk ettiler. Bir kısmı da cizye vermeye râzı oldular. Bir gece, Hz. Ömer Abdurrahman bin Avf'ın evine gelip, "Bu gece bir kervan gelmiş. Hepsi kâfirdir. Fakat bize yabancı olanların, yolcuların; bunları soymasından korkuyorum. Gel, bunları koruyalım" dedi. Sabaha kadar bekleyip, sabah namazında mescide gittiler. İçlerinden bir genç uyumamıştı. Arkalarından gitti. Soruşturup, kendilerine bekçilik eden şahsın halîfe Ömer olduğunu öğrendi. Gelip arkadaşlarına anlattı. Müslümanların bu merhamet ve şefkatini görerek, İslâmiyetin hak din olduğunu anladılar. Hepsi seve seve Müslüman oldular.
.
Kimse O'nun derecesine ulaşamadı
5 Mayıs 2006 01:00
Yarın, Hanefi Mezhebi'nin kurucusu, İmam-ı azam Ebu Hanife hazretlerinin ölüm yıl dönümü. (699-767) Bu vesile ile bugün ve yarın tarihte ender rastlanan bu büyük İslam âliminden bir nebze bahsetmek istiyorum. Çok şey borçluyuz bu büyük zata. Bazıları unutturmak isteseler de, yeryüzündeki bütün Ehl-i sünnet Müslümanların bu büyük âlime şükran borçları vardır. Çünkü O, Müslümanları altından kalkamayacakları büyük bir yükten kurtarmıştır. İmam-ı azam hazretleri, fıkıh ilmini sistemleştirerek Müslümanlara büyük kolaylık sağladı. Fıkıh ilmi Peygamber efendimizden beri vardı. Ancak, İmâm-ı azam Ebû Hanîfe hazretleri fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara, kollara ayırdı ve usûller, metotlar koydu. İmâm-ı azam hazretleri, usûller, metotlar koyarken, hüküm bildirirken dört kaynağı esas alıyordu. Yâni, Kur'ân-ı kerîmde açıkça bildirilmiş ise, ona göre hüküm veriyordu. Açıkça bildirilmemiş ise, hadîs-i şerîflerde o husûs açıkça bildirilmiş midir buna bakıyordu. Burada da yoksa, bu konuda icma' yanî Eshâb-ı kirâmın söz birliği var mı buna bakıyordu. Burada da yoksa, kıyâs yapıyordu, ictihâd ediyordu. Bu herkesin yapabileceği kolay bir iş değildir. Eshab-ı kiramdan sonra gelen müctehidlerin en büyüğü, İmam-ı azam Ebu Hanife'dir. Bu büyük imam, her hareketinde, vera ve takva üzere idi. Her işinde Peygamberimize tam manası ile tâbi idi. Öyle yüksek bir dereceye ulaşmıştı ki, buraya kimse varamadı. Bugün bütün dünyada tatbik olunan ahkam-ı İslamiyyenin dörtte üçü, onundur. Kalan dörtte birinde de, ortaktır. İslamiyette ev sahibi, aile reisi odur. Bütün diğer müctehidler, onun çocukları gibidir. Hanefi mezhebi, Osmanlı devleti zamanında her yere yayıldı. Devletin resmi mezhebi gibi oldu. Bugün, dünya yüzünde bulunan Müslümanların yarıdan fazlası ve Ehl-i sünnetin pekçoğu, Hanefi mezhebine göre ibadet etmektedir. İmam-ı a'zamın takvada üzerine yoktu. Kufe şehrinin köylerini haydutlar basıp, koyunları kaçırmışlardı. Bu çalınan koyunlar şehirde kesilip, halka satılabilir düşüncesi ile, o günden itibaren, yedi sene, Kufe'de koyun eti alıp yemedi. Çünkü, bir koyunun, en çok yedi yıl yaşayacağını öğrenmişti. Haramdan bu derece korkar, her hareketinde İslamiyeti gözetirdi. İnsanlık dolayısı ile kulların hakkını gözetmekte kusur etmesinden korktuğu için, teklif edilen Temyiz Başkanlığını bile kabul etmedi. Bu yüzden şehid edildi. İmam-ı azam, Allahü teâlânın rızasından başka bir düşüncesi olmayan büyük bir âlimdi. Dinden soranlara İslamiyeti dosdoğru şekliyle bildirir, taviz vermez, bu yolda hiçbir şeyden çekinmezdi. Onun fetvalarına herhangi bir siyasi düşünce ve şahsi dostluk ve düşmanlık gibi unsurlar asla girmemiştir. Devlete karşı hiçbir zaman isyanda bulunmamış, yanlışları nasihat ederek, ikaz ederek düzeltme yolunu tercih etmiştir. Kendisinden sonra mensupları da böyle davranmışlar. Bunun için tarih boyunca Ehl-i sünnet inancında olanlar, hiçbir isyana, anarşiye karışmamışlar, devlet ile uyum içinde yaşamışlardır. Resulullah efendimiz, İmam-ı azamın geleceğini haber verdi. Hadis-i şerifte, "Âdem ve bütün Peygamberler "aleyhimüsselam", benimle öğündüğü gibi, ben de, ümmetim içinde, soyadı Ebu Hanife, ismi Nu'man olan bir kimse ile öğünürüm ki, ümmetimin ışığı olacakdır. Onları, yoldan çıkmaktan, cehalet karanlığına düşmekten koruyacaktır" buyurdu. (Mevduat-ülulum, Dürül muhtar, İbni Abidin) > Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks:
.
"Bunların hesabını nasıl vereceğiz?"
6 Mayıs 2006 01:00
Abdurrahman bin Avf hazretleri, fazîlet ve kemâl sâhibi bir insandı. Kalbi sadece, Allah korkusu, Resûlüne muhabbet, doğruluk, iffet, merhamet ve şefkat ile doluydu. Allah yolunda malını dağıtmaktan zevk alırdı. Eshâb-ı kirâmın en zenginlerinden olduğu hâlde, mala karşı en ufak bir sevgisi yoktu. Her zaman âhireti dünyaya tercîh ederdi. En büyük arzûsu, dînin emirlerine eksiksiz uyabilmekti. Bir gün bir yerde yemek ikrâm edilmişti. O gün de kendisi oruçlu idi. Tam iftâr edeceği zaman, bir hâtırasını anlatması istendi. Hemen hâtırasını anlatmaya başladı: "Benden çok hayırlı olan Mus'ab bin Ümeyr şehîd olduğunda, onu bir kumaş parçası ile kefenledik. Başını örttüğümüz zaman, ayakları açık kalıyor, ayaklarını örttüğümüz zaman başı açık kalıyordu. Sonra Hz. Hamza şehîd oldu. O da benden çok üstündü. Onu da zor şartlar altında defnettik. Onlar benden çok hayırlı olduğu hâlde, dünyayı bırakıp gittiler. Sonra bize dünya kapısı açıldı. Türlü türlü ni'metlere kavuştuk. Bunların hesâbını nasıl vereceğiz" deyip ağlamaya başladı. Oruçlu olduğunu unutup, iftâr yemeğini bile yemedi. Zaten o günleri hatırlayınca yemek yiyecek hâli de kalmıyordu. Halîfe Ömer Şam'a gidiyordu. Şam'da tâûn yanî vebâ hastalığı olduğu işitildi. Yanında bulunanların bazısı, "Şam'a girmeyelim" dedi. Bir kısmı da, "Allahü teâlânın kaderinden kaçmayalım" dedi. Sonra Abdurrahman bin Avf'ı çağırıp sordu. O da, "Resûlullah efendimizden işittim ki, (Vebâ olan yere girmeyiniz ve vebâ olan bir yerden başka bir yere gitmeyiniz, oradan kaçmayınız) buyurmuştu" dedi. Vebâ bulunan yerden dışarı çıkmanın yasak edilmesine sebep, sağlam olanlar çıkınca, hastalara bakacak kimse kalmaz, helâk olurlar. Vebâlı yerde kirli hava, herkesin içine yerleşince, kaçanlar hastalıktan kurtulamaz ve hastalığı başka yerlere götürmüş, bulaştırmış olurlar. Hadîs-i şerîfte buyuruluyor ki: "Vebâ hastalığı bulunan yerden kaçmak, muharebede kâfir karşısından kaçmak gibi, büyük günâhtır."
.
İmâm-ı azam ve fıkıh ilmi
6 Mayıs 2006 01:00
Dinin hükümlerini bildiren ilme "Fıkıh ilmi" adı verilir. Fıkıh ilmi, insanların yapması ve yapmaması lâzım olan işleri bildirir. Fıkıh ilmi çok kıymetli bir ilimdir. Fıkıh bilgisi okumak, geceleri nâfile namaz kılmaktan daha sevaptır. Şu hadîs-i şerîfler, fıkıh ilminin şerefini göstermeğe kâfîdir: "Her şeyin dayandığı bir direk vardır. Dînin temel direği, fıkıh bilgisidir." "İbâdetlerin efdali, en kıymetlisi, fıkıh öğrenmek ve öğretmektir." Ehli sünnet inancına göre, her Müslümanın dört mezhepten birinin fıkıh hükümlerini öğrenip buna göre amel etmesi şarttır. Bir Müslümanın bir mezhebe uyması demek, o kişinin, "Benim, dinimin emir ve yasaklarını dinin dört kaynağından çıkartmam mümkün değildir. (Meselâ, Hanefî mezhebinde olan bir kimse) Bunun için ben İmâm-ı azam hazretlerinin ilminin üstünlüğüne inanıyorum. O'nun bildirdiği bütün hükümlerin, Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun olduğuna itimat ediyorum. Bunun için de İmâm-ı azam hazretlerini kendime rehber ediniyorum, dinde ne bildirdiyse doğru kabûl ediyorum" demesidir. Zaten, ibâdetlerini belli bir mezhebe göre yapmayan bir Müslümanın îmânını muhafaza etmesi çok zordur. Uçurumun hemen kenarındaki insan gibidir. En ufak bir rüzgârla kendini uçurumun dibinde bulur. Çünkü, kişinin kendi başına dinin bütün emir ve yasaklarını Kur'ân-ı kerîmden çıkartması mümkün değildir. Dört mezhebin, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan emir ve yasaklarına uymalarında hiç ayrılıkları yoktur. Yalnız, açıkça bildirilmeyenleri anlamakta ayrılmışlardır. Şöyle bir benzetme yapacak olursak, hacıların, birinin hava yolu ile, diğerinin kara yolu ile, bir değerinin demir yolu, bir diğerinin de deniz yolu ile Kâ'be-i şerîfe götürülmesi gibidir. Neticede her biri aynı yere gitmektedir ve hedef aynıdır. Hepsi aynı yerde buluşmaktadır. Bu kadarcık ayrılıklar da, Allahü teâlânın Müslümanlara rahmetidir. İklim şartları, sağlıkları, çalıştıkları ve yaşadıkları yerler başka başka olan insanlar; hangi mezhebe uymak kolay gelirse, onun "Fıkıh" kitaplarına göre ibâdet ederler. Mezheplere inanmayan bir kimseye, sen hangi mezhebe göre abdest alıp namaz kılıyorsun diye sorulduğunda, "İslama göre!" diyor. Şu cehalete bakın! Mezhebine inanmadığını, büyüklüğünü kabul etmediğini söylediği imam-ı azam Ebu Hanife hazretlerine göre, abdest alıyor, namaz kılıyor ve diğer ibadetlerini yapıyor fakat bundan haberi yok! Maalesef yıllardır yapılan, mezhep düşmanlığı halkımızı bu hale getirdi. Halbuki mezhep, usuldür, kaidedir, sistemdir. Mezhebe tâbi olmayan sistem dışına çıkar. Sistem dışına çıkanın da, dinini imanını koruması mümkün değildir. Bunun için, son devir kıymetli âlimlerinden Şeyhülislam vekili Zahidül Kevseri "Mezhepsizlik, dinsizliğe köprüdür" demiştir. "Oniki İmam"dan, İmam-ı Muhammed Bakır, Ebu Hanife'ye bakıp "Ceddim Muhammed aleyhisselamın dinini bozanlar çoğaldığı zaman, sen onu canlandıracaksın. Sen korkanların kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın! Bozuk itikatlıları doğru yola çevireceksin! Allahü teala yardımcın olacak!" buyurdu. Evliyanın büyüklerinden olan Sehl bin Abdullah Tüsteri hazretleri "Eğer Musa ve İsa aleyhimesselamın ümmetlerinde, İmam-ı azam Ebu Hanife gibi bir zat bulunsaydı, bunlar Hz. Musa ve Hz. İsa ile ilgisi kalmamış Yahudiliğe ve Hristiyanlığa dönmezdi". (Bugün, İmam-ı azam hazretlerinin ölüm yıl dönümüdür. Bu vesile ile okuyucularımdan ruhuna birer Fatiha okumalarını istirham ediyorum.
.
Dünyasını dînine tercih etmedi
7 Mayıs 2006 01:00
Hazreti Ömer vefât ederken halîfeliğe aday olarak gösterdiği altı kişiden biri de Abdurrahman bin Avf'dır. Hz. Ömer'in defninden sonra, tâyin edilen bu altı sahâbî toplandılar. İlk olarak Abdurrahman bin Avf söz alıp şöyle dedi: "Ey Cemâ'at! Sizler, Müslümanların rehberleri, mürâcaat olunan âlimlerisiniz. O hâlde, aranızda meydana gelecek ihtilâflarda bıçağın ağzını köreltmeyin. Kılıçları düşmanlarınızdan ayırıp kınlarına sokmayınız. Yoksa düşmanlarınız karşısında tek kalmış, amellerinizi noksanlaştırmış olursunuz. Herkesin muayyen bir eceli, her evin emrine itâat edilen, yasaklarından çekinilen bir emîri, reisi vardır. Öyleyse aranızdan, işlerinizi görecek birisini emir tâyin edin. Böylece maksada erişirsiniz. Şâyet, kör fitne, şaşırtan dalâlet olmasaydı niyetlerimiz bildiklerimizden, amellerimiz niyetlerimizden başka olmazdı. Zîrâ fitne ehli; gözlerinin görmediğini, fitnenin kendilerini, çölde şaşkın, nereye gideceğini bilmez bir şekilde bıraktığını söylerler. Nefslerinize ve fitnecilerin sözlerine uymaktan sakınınız. Sözle olan hîle, kılıcın yarasından daha şiddetlidir. Halîfeliği; musîbet ve felâket zamanlarında metânet ve sabırlı, bu işte muvaffak olacağını umduğunuz, onun sizden, sizin ondan râzı olacağınız birisine veriniz. Size nasîhat eder görünen fesatçılara itâat etmeyiniz." Abdurrahman bin Avf bundan sonra, şu teklifte bulundu: "İçimizden üçümüz, diğer üçümüz lehine adaylıktan çekilsin." Abdurrahman bin Avf'ın bu teklifi hemen kabûl olunarak Zübeyr Ali'ye, Talhâ Osman'a, Sa'd bin Ebî Vakkâs da Abdurrahman bin Avf'a oylarını verdiler. Arkasından Abdurrahman bin Avf da çekildi ve Hz. Osman ile Hz. Ali kaldılar. Netîcede Hz. Osman'a bîât olundu. Hz. Abdurrahman yüksek ahlâk, fazîlet ve kemâl sahibi, çok iyi ve çok temiz, seciyeli bir insandı. Onun kalbi, Allah korkusu ile Resûl-i ekreme muhabbetle, doğruluk ve iffetle, rahmet ve şefkatle dolu idi. Cömertti. Allah yolunda malını dağıtmaktan zevk alırdı. Kalbinde Allah korkusu o kadar yer etmişti ki, kendisi hiçbir vakit dünyasını dînine tercih etmemiş, hayatta servet ve mal sahibi olmaya ehemmiyet vermemiş, tam Müslüman olarak yaşamayı her şeyin üstünde tutmuştu. Resûlullah efendimiz onun hakkında: "Göktekiler ve yerdekiler katında, sen emînsin" buyurdu.
.
"Sizin hicretiniz iki defadır!.."
8 Mayıs 2006 01:00
Ebû Mûsel-Eş'arî hazretleri, Müslüman olmasını şöyle anlatır: Yemen'de iken Peygamber efendimizin ortaya çıkışı haberi bize ulaştı. Ben, iki ağabeyim, Ebû Bürde ve Ebû Rûhem ve Eş'arî kabîlesinden 52 kişi bir gemiye bindik ve Resûlullahı görmek için yola çıktık. Ancak gemimiz hava muhâlefeti sebebiyle bizi Habeşistan'a çıkardı. Habeşistan'da Ca'fer bin Ebû Tâlib ile buluştuk ve Müslüman olduk. Hz. Ca'fer dedi ki: - Resûlullah efendimiz bizi, buraya gönderdi. Burada bir müddet oturmamızı emretti. Siz de bizimle burada bir müddet oturunuz! Bunun üzerine, biz de orada oturduk. Daha sonra Resûlullahın müsâadesiyle Habeşistan hükümdarı Necâşî bizi iki gemiye bindirip Medîne'ye gönderdi. Eş'arîler, Medîne'ye gelmekte oldukları sırada Resûlullah efendimiz Eshâbına, "Yanınıza öyle bir kavim gelecektir ki onlar, İslâmiyet için, sizden daha yufka yüreklidirler" buyurmuştu. Bunların arasında Ebû Mûsel-Eş'arî de vardı. Eş'arîler Medîne'ye yaklaştıkları zaman; "Yarın, sevgililere, Resûlullahla Eshâbına kavuşacağız" diye şiirler söylüyorlardı. Medîne'ye gelince Peygamber efendimizle müsâfaha yaptılar. Müslümanlar arasında ilk defa müsâfahayı yapanlar onlardı. Resûlullah efendimiz Eş'arîleri Medîne'de Batham Meydanlığına yerleştirdi ve onlara "Sizin hicretiniz iki defadır. Biri Necâşî'nin ülkesine, ikincisi de yurduma yapılan hicrettir" buyurdu ki: Eş'arîler yatsıdan sonra geç vakitlere kadar ibâdet ederler, gündüz fırsat buldukça Peygamber efendimizin yanına giderler ve O'nun mübârek kalbinden fışkıran feyzlere kavuşurlardı. Resûlullah efendimiz de onların yanına gelirdi. Resûlullah efendimiz Eş'arîlere namaz kıldırdıktan sonra; - Allahın size olan ni'metlerindendir ki, insanlardan bu saatte, bu namazı sizden başka kılan kimse yoktur! buyurarak onları takdir ve teşvik ederdi. Resûlullah efendimiz mübârek hanımlarından Hz. Âişe-i Sıddîka ile bir gece bir yere gidiyorlardı. Ebû Mûsel-Eş'arî'nin evinin hizâsına gelince durdular. O, Kur'ân-ı kerîm okuyordu. Okumasını bitirinceye kadar beklediler. Resûlullah efendimiz, O'nu gündüz görünce, akşamki hâdiseyi Eshâbına anlatıp; - Buna muhakkak Dâvud'un güzel seslerinden bir ses verilmiş, buyurarak methetti.
.
"Benim için af dilesin!"
9 Mayıs 2006 01:00
Ehl-i sünnet i'tikâdındaki iki mezhep imâmından biri olan Ebül-Hasen-i Eş'arî hazretleri Eş'arî kavmindendir. Ebû Mûsel-Eş'arî'nin amcası Ebû Amir de, Resûlullahın kumandanlarındandı. Ebû Mûsâ, Mekke-i Mükerremenin fethinden sonraki Huneyn Gazâsındaki Evtas Mevkiindeki harbe, amcasıyla katıldı. Ebû Âmir İslâm Ordusunun Evtas'taki birlik kumandanıydı, bu harbde yaralandı. Ebû Mûsâ hazretleri anlatır: "Resûlullah efendimiz, bu gazâya beni amcam ile berâber göndermişti. Harp bütün şiddeti ile devâm ederken, bir ara Cûşem kabîlesinden birinin attığı ok, amcamın diz kapağına saplandı. Hemen yanına koşup, "Ey amca! Oku sana atan kim idi?" diye sordum. Eliyle gösterip, "İşte! Oku atan müşrik şudur!" dedi. Amcamı o hâliyle bırakıp düşmanın peşine düştüm. Beni görünce kaçmaya başladı. Ben, hem peşinden koşuyor, hem de: - Dur! Kaçmaktan utanmıyor musun, diye arkasından bağırıyordum. Cûşemli nihâyet durdu. Yetiştiğimde o da kılıcını çekmişti. Önce Müslüman olmasını teklif ettim. Reddedince, aramızda şiddetli bir mücâdele başladı. Ben "Allahü ekber, Allahü ekber!" dedikçe yeniden güçleniyor, hamlelerimi artırıyordum. Nihâyet onu öldürdüm. Amcamın yanına geldiğimde, dizinden hâlâ kan fışkırıyordu. Bana dedi ki: "Şu oku dizimden çıkar! " Oku çektim. Fakat okun çıkmasıyla kanın fışkırması bir oldu. Ne yapsak da durduramıyorduk. Amcam şehîd olacağını anlayıp, bana dedi ki: - Ey kardeşimin oğlu! Resûl-i ekrem efendimize hürmetimi ve selâmımı bildir. Benim için Allahü teâlâdan af dilesin! Amcam, beni, kendi yerine kumandan tâyin etti. Sancağı bana verip; - Atımı ve silâhımı Resûlullah efendimize teslim et, dedikten sonra şehîd oldu." Bundan sonra yeni kumandan Ebû Mûsel-Eş'arî mübârek İslâm sancağını büyük bir hürmetle alıp öptü ve müşriklerin arasına daldı. Mücâhidler; "Allah Allah!" diyerek kıyâsıya çarpışıyorlardı. Ebû Mûsâ'nın kahramanca hücûmları, gâzileri coşturuyor, hamle üstüne hamle yapıyorlardı. Onların bu gayretleri, düşmanın mâneviyatını bozdu. Kısa zamanda bozguna uğrayıp Tâif'e doğru kaçmaya başladılar. Zafer Müslümanların oldu...
.
"Kolaylaştırınız zorlaştırmayınız!"
10 Mayıs 2006 01:00
Ebû Mûsel-Eş'arî anlatır: "Evtas muhârebesinden sonra, şehid olan amcamın emânetlerini alıp Resûl-i ekremin huzûruna gittim. Peygamber efendimiz, bir hasır üzerinde istirâhat buyuruyorlardı. Hasırın örgüleri, mübârek vücûduna değen yerlerde iz yapmıştı. Elimde mübârek İslâm sancağını görünce buyurdu ki: - Ey Ebû Mûsâ! Ebû Âmir şehîd mi oldu? Sonra Resûlullah efendimiz abdest için su istedi ve abdest aldı. Mübârek ellerini kaldırıp: - Allahım! Kulcağızın Ebû Âmir'i affeyle! Allahım, kıyâmet gününde Ebû Âmir kulunu şu yarattığın insanlardan çoğunun üstünde âli bir makâmda kıl!" niyâzında bulundu. Ben, "Anam-babam, canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Benim için de magfiret diler misiniz?" dedim. Resûlullah benim için de: "Yâ Rabbî! Ebû Mûsâ Abdullah bin Kays'ın günâhlarını affeyle! Kıyâmet gününde onu en yüksek ve güzel makâma koy!" diye duâ buyurdu." Ebû Mûsel-Eşarî hazretleri, Resûlullah efendimiz zamanında Zebid, Aden ve Yemen vâliliklerinde bulundu. Resûlullah efendimiz Mu'âz bin Cebel ile birlikte Yemen'e vâli gönderirken ikisine şöyle buyurdu: "Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız! Müjdeleyiniz, ürkütmeyiniz! Birleşiniz, fırkalara ayrılmayınız!" Ebû Mûsel-Eş'arî hazretleri Resûlullah efendimizin vefâtından sonra da devlet hizmetinde bulundu. Hz. Ömer'in hilâfetinde, Kûfe, Basra vâliliklerine tâyin olundu. Halîfe, Ebû Mûsel-Eş'arî'yi huzûruna çağırıp, Basra'ya vâli tâyin ettiğini bildirdi. O da Halîfe'ye dedi ki: "Ey mü'minlerin emîri! Bana, Resûlullahın Eshâbı ile yardımcı olunuz. Çünkü onlar yemekteki tuz gibidirler. İşlerimi ancak onların yardımıyla düzene sokabilirim." Hz. Ömer de, "Arzu ettiğin kimseyi yanına alabilirsin" diyerek izin verdi. O da yanına Enes bin Mâlik, İmrân bin Husayn, Hişâm bin Âmir gibi sahâbîlerden yirmi dokuz kişi alıp, Basra'ya gitti. Hz. Mugîre bin Şûbe'den vâliliği devraldı. Burada vâli iken Ehvaz, İsfehan ve Nusaybin fethedildi. Bu şehirde iken yaklaşık 15 kilometre uzaklıktaki suyu kanal kazdırarak şehre getirdi. Bu kanal kendi adıyla meşhûr oldu. Hz. Osman'ın halîfeliği esnasında önce Basra daha sonra da Kûfe vâliliğine tâyin edildi. Hz. Ali zamanında da Kûfe vâliliğine devâm etti. Hz. Mu'âviye'nin hilâfeti zamanında 663 senesinde vefât etti.
.
"Cennet hazînesini bildireyim mi?"
11 Mayıs 2006 01:00
Bir gün Peygamberimiz Ebû Mûsel-Eş'arî'ye buyurdu ki: - Cennet hazînelerinden, Arş'ın altındaki hazînelerden bir hazîneyi sana bildireyim mi? - Evet yâ Resûlallah irşâd buyur. - Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh, de! Ebû Mûsel-Eş'arî, Kur'ân-ı kerîm'in bütün sûrelerini ezbere bilirdi. Hz. Ebû Bekir'in hilâfetinde Kur'ân-ı kerîmi toplayan heyetteydi. Safvân bin Süleyman diyor ki: Resûl-i ekrem efendimiz zamanında Hz. Ömer ile Hz. Ali'den ve Mu'âz ile Ebû Mûsel-Eş'arî'den başkaları fetvâ vermezdi. İslâm takvimini yazılarında ilk defa o kullandı. Hayâ sahibi olup çok edebliydi. Kendini, Kur'ân-ı kerîmin Meryem sûresi 84. âyetindeki; "Biz onların ecel günlerini sayıyoruz" meâlindeki hâl üzerinde bulunurdu. Her an son nefesini düşünürdü. Dünyaya hiç değer vermezdi. Her hâlinde ve davranışında Allahü teâlâdan çok korktuğunu ifâde eder, son nefesi îmânla vermekten başka bir şey düşünmezdi. Bu hâline akrabâları, "kendine biraz acısan" diye tavsiyede bulunduklarında "Atlar koştukları vakit, son noktaya gelince nasıl bütün imkânlarını kullanırsa, ben de son noktaya geldiğimde bütün imkânlarımı kullanmak mecburiyetindeyim" derdi. Çok güzel Kur'ân-ı kerîm okuması, müfessir, müctehid olması ve Peygamberimizin iltifatlarına mazhâr olması sebebiyle vaazı çok kalabalık olurdu. Buyurdu ki: "Kur'ân-ı kerîme ta'zimle çok hürmet ediniz. Zîrâ bu Kur'ân-ı kerîm sizin için ecirdir. Kur'ân-ı kerîme uyun. O'nu kendinize uydurmayınız. Kim Kur'ân-ı kerîme uyarsa, Kur'ân-ı kerîm onu Cennet bahçelerine götürecektir. Kim Kur'ân-ı kerîmi kendine uydurursa, hesâbına geldiği gibi mana verirse, Cehennemin alt katlarına baş aşağı düşeceklerdir. Âdemoğlu, iki vâdi dolu altını olsa yine de tamam, yeter demez. Üçüncü bir vâdiyi doldurmaya çalışır. Âdemoğlunun karnını birazcık topraktan başka bir şey doldurmaz. İnsan, dünyalık için acele ederse âhiretten uzaklaşır. İnsanların çoğu para kazanmak hırsıyla helâk oldular. Kıyâmet günü güneş, insanların tepesinde olacak ve iyi ameller de gölge edecek
.
"Onları dost edinmeyin!"
12 Mayıs 2006 01:00
Resûlullah efendimiz hicretten sonra Medîne'de, Yahûdîlerle anlaşma yapmışlardı. Buna göre Yahûdîler, Müslümanlara saldırmayacaklar, onların düşmanlarına yardım etmeyeceklerdi! Buna rağmen, Yahûdîler sözlerinde durmadılar ve Müslüman kanı dökmekten çekinmediler. Medîneli Yahûdîler, üç kabîle hâlinde yaşıyorlardı. Kureyzâ, Nâdir ve Kaynukaoğulları. En cesûrları, Kaynuka Yahûdîleriydi. Pek sağlam bir kalede oturuyorlardı. Müslümanların Bedir zaferinden sonra, hepsi de hırslarından ne yapacaklarını bilemez hâle geldiler. Bir Müslüman kadınına saldırmaları üzerine, Resûlullah efendimiz Yahûdîlere, bu kadar şımarmamalarını, aradaki anlaşmaya saygılı olmalarını, aksi davranışları devam ederse; Bedir günü, Müslümanlara eziyet eden Kureyş müşriklerinin başına gelenlerin, onlara da gelebileceğini ihtâr ettiler. Yahûdîler işi, daha da ileri götürerek dediler ki: "Savaşmasını bilmeyen kimselere yanî Kureyş'e karşı kazanılan zafer, önemli değildir. Şâyet Müslümanlar bir gün bizlerle çarpışırlarsa, o zaman harb etmenin tadını öğrenirler!" Artık onlara, bir ders gerekliydi. Peygamber efendimiz Eshâb-ı kirâma hareket emrini verdiler. Kaynukaoğulları, o çok sağlam kalelerine çekildiler. Müslümanlar da 15 gün müddetle, onları muhasara ettiler. Sonunda kaçacak delik bulamayan Yahûdîler, teslim olmaya mecbur kaldılar. Sevgili Peygamberimizden eman dileyip, merhâmetine sığındılar. Sevgili Peygamberimiz her zaman olduğu gibi, Eshâbıyla istişâre ettiler. Yahûdîlere, nasıl bir cezâ verilmesini, Eshâbına da sordular. Münâfıkların başı İbni Selül, bir teklif söyledi. Hz. Ubâde bin Sâmit'in de bir teklifi oldu. Sevgili Peygamberimiz ikisine de ayrı ayrı bakarak buyurdu ki: "Ey İbni Selül! Kendin için seçtiğin Yahûdîlerin dostluğu senin olsun! Ubâde'nin seçtiği, Allah ve Resûlünün dostluğu da, Onun olsun!" Bunun üzerine, Kur'ân-ı kerîm'in Mâide sûresi, 51. âyeti nâzil oldu. Meâlen şöyledir: "Ey îmân edenler! Sizler, Yahûdî ve Hristiyanları dost edinmeyin. Zîrâ onlar ancak, birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim, onları dost edinirse; onlardan sayılır. Allah zâlimleri, doğru yola eriştirmez." Peygamber efendimiz onların Medîne'den çıkarılmalarını emrettiler.
.
"Eğer sözünüzde durursanız!.."
13 Mayıs 2006 01:00
Ubâde bin Sâmit hazretleri, şöyle anlatır: Ben birinci Akabe'de hazır bulunanlar içindeydim. Oniki kişi idik. Resûlullah efendimiz ile şunun üzerine bî'at ettik ki: Allahü teâlâya hiçbir şeyi ortak koşmayalım, hırsızlık etmeyelim, zinâ yapmayalım, çocuklarımızı öldürmeyelim, dillerimizle yalan söyleyerek iftirâ etmeyelim, herhangi bir iyilik husûsunda O'na âsi olmayalım. Bundan sonra, Peygamberimiz buyurdu ki: - Eğer ahdinizde, sözünüzde durursanız sizin için Cennet vardır. Eğer onlardan bir şeyi örtbas ederseniz sizin işiniz Allahü teâlâya âittir, dilerse azâb eder, dilerse affeder. İslâm güneşi parladıkça, Medîne'ye hicret edenler de çoğalıyordu. Muhtaç olanları sevgili Peygamberimiz, bazı âilelerin yanına misâfir ediyorlardı. Kabiliyetli olanlara, Kur'ân-ı kerîm öğretilmesini de istiyorlardı. Onlardan biri, Hz. Ubâde'nin misâfiri oldu. Kur'ân-ı kerîmi iyice öğreninceye kadar yedi, içti, ağırlandı. Ayrılık vakti gelince O da, Hz. Ubâde'ye bir karşılık vermek istedi. Elinde, çok güzel bir yay tutuyordu. Hem ağacı, hem kirişi, hem işçiliği fevkalâde idi. Dedi ki: - Bana verdiğin emeklere karşı, lütfen bu yayı kabûl et! Hz. Ubâde vaziyeti Peygamber efendimize arz etti. Allahü teâlânın Resûlü buyurdu ki: - Eğer o yayı kuşanırsan; omuzların arasında bir ateş közü taşımış olursun. Böylece öğrenmiş oluyoruz ki, bazı şeyler, bilhassa, Kur'ân öğretilmesi; yalnız Allah rızâsı için yapılmalıdır. Karşılığında, herhangi bir şey almak, doğru değildir... Ubâde bin Sâmit şöyle anlatır: Bir gün hasta idim. Peygamber efendimiz, Ensârdan bazı zâtlarla beni görmeye geldi. Resûlullah, şehîdlerden bahsederek; - Şehîdlerin kim olduğunu biliyor musunuz? diye sordu. Herkes susmuştu. Resûlullah suâli üç defa tekrarladı. Beni kaldırdılar. Şöyle cevap verdim: "Şehîd, İslâmiyeti kabûl eden, hicret eden, sonra Allah yolunda ölendir." Bunun üzerine Resûlullah şöyle buyurdu: - O zaman ümmetimin şehîdleri çok az olur. Allah yolunda ölen şehîddir. Denizde boğulanlar şehîddir, karın ağrısından ölenler şehîddir, lohusalıktan ölen kadın şehîddir.
.
Ahmaklığın alâmeti
13 Mayıs 2006 01:00
Dün, makam sahibi olma, baş olma hırsının insanın başını akıl almaz belalara, sıkıntılara soktuğundan bahsetmiştik. Bu hırsın bir sebebi, insanın övülmeyi, kendisinden bahsedilmesini sevmesidir. Her insan kendini beğenir, kendini üstün, iyi sanır. Medholunmak, övülmek, nefse tatlı gelir. Bunun, övülmeye sebep olan bir üstünlük, iyilik olmadığını düşünmelidir. Çünkü hadîs-i şerîfte, "Övülmeyi sevmek, insanı kör ve sağır eder. Kusûrlarını göremez olur. Doğru sözleri, kendisine yapılan nasîhatleri işitmez olur" buyuruldu. Övülmeyi sevmek gibi övmek de zararlıdır. Peygamber efendimizin yanında bir kimse, başka birini övdü. Ona buyurdu ki: "Yazık sana, o kimsenin boynunu kestin. Eğer bu söylediklerini övdüğün kimse duysaydı iflâh olmazdı. Bir kimseyi övmek isterseniz, "Falancayı böyle sanıyoruz. Allaha karşı kimseyi temize çıkartamayız. Herkesi murâkabe eden, Allahtır. Allah indinde de böyle ise iyidir" demelisiniz." Peygamber efendimiz, başka bir zamanda birisini öven bir kimseye buyurdu ki: "Senin övdüğün kimse, burada bulunup dediklerini kabûl etse ve bu hâl üzere ölse, Cehenneme giderdi." Övmenin zararları ile ilgili diğer hadîs-i şerîflerde de buyuruldu ki: "Yüzüne karşı övdüğünün boğazına keskin kılıç çalmış gibi olursun." "Birini övmek, keskin kılıçla onun peşine düşmekten daha zararlıdır." "İnsanları övenlerin yüzüne toprak saçın!" (Yanî onları hakîr görün, sözlerine ehemmiyet vermeyin demektir.) İnsanların övmesine sebep olan şan-şöhret, bir âfet, felâket olabilir. Onun için meşhur olmaktan, uzak durmaya çalışmalıdır! Meşhur olmayı, parmakla gösterilmeyi istemek çok tehlikelidir. Peygamber efendimiz Eshâbına, - Bir kimsenin parmakla gösterilmesi zarar olarak kendine yetişir, buyurunca, - Yâ Resûlallah, hayır işlerde parmakla gösterilmek de böyle midir? diye sordular. Buyurdu ki: - Evet, hayırlı işlerde de olsa onun için şer, kötü olur. Ancak Allahın merhamet ettiği, koruduğu müstesnâdır. Şer işlerinde parmakla gösterilmek zaten zarardır. İnsanlar genellikle, mal mülk ile, evlâd ile, makam-rütbe ile güzellikleri ile övünürler. Bunlarla övünmek, insana hiç yakışmaz. Çünkü bunlar, kendinde daimi bulunan üstünlükler değildir. Gelip geçen, kendinde kalmayan, insandan çabuk ayrılan şeylerdir. Mal, mülk ahlâksızlarda, kötü kimselerde de bulunur. Hem de onlarda daha çoktur. Bunlarda üstünlük olsaydı, bunlara kavuşmayanların ve kavuşup da elinden çıkanların, çok aşağı kimseler olmaları lâzım gelirdi. İnsanlar, bunlar iyi olduğu için değil, nefislerinin hoşuna gittiği için peşlerinden koşuyorlar. Halbuki bunlar onların felaketlerine sebep oluyor. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "İnsanı felâkete sürükleyen şeyler üçtür: Cimrilik, nefse uymak, kendini beğenmek.", "Ümmetimin iki kötü huya yakalanmalarından çok korkuyorum. Bunlar, nefse uymak ve ölümü unutup, dünya arkasında koşmaktır." Nefse uymak, İslâmiyete uymaya mâni olur. Ölümü unutmak, nefse uymaya sebep olur. Hadîs-i şerîfte, "Aklın alâmeti, nefse galip ve hâkim olmak ve öldükten sonra lâzım olanları hâzırlamaktır. Ahmaklık alâmeti, nefse uyup, Allahtan af, merhamet beklemektir" buyuruldu.
Amellerin en üstünü
14 Mayıs 2006 01:00
Ubâde bin Sâmit, talebelerinden Sanabic'in hastalığına üzülüp, ağladığını görünce: - Ne ağlıyorsun, eğer mahşerde sana şehâdet etmeme ve şefâat etmeme müsâade edilirse, şehâdet ve şefâat ederim. Bu Resûl-i ekremden işittiğim bir hadîstir. Size şimdi de Resûl-i ekremin diğer bir hadîs-i şerîfini rivâyet ediyorum. Resûl-i ekrem efendimiz buyurdu ki: "Kim ki Allahtan başka tapacak bir ma'bûd bulunmadığına, Muhammed aleyhisselâmın, Resûlullah olduğuna şehâdet ederse, onun cesedi Cehenneme harâm olur." Ubâde bin Sâmit şöyle anlatır: Bir gün bir zât Peygamber efendimize gelerek sordu: - Yâ Resûlallah, amellerin en üstünü nedir? - Allahü teâlâya îmân ile O'nu tasdik, O'nun dinine hizmettir. Sabırlı ve iyiliksever olmaktır! Allahü teâlâ sana ne kısmet etmiş ise ona râzı olmaktır! Başka bir zamanda da Resûlullah efendimiz o'na şöyle buyurdu: - Ben sizin benden sonra şirke düşeceğinizden korkmam. Sizin için korktuğum mala meyil ve rağbet etmenizdir. Birisi Ubâde bin Sâmit'e dedi ki: - Ben harb ederken Allahü teâlânın rızâsını murâd ettiğim gibi, başkalarının beni övmesini de isterim. Bunun üzerine Ubâde hazretleri buyurdu ki: - Sana bundan kâr yok. Adam üç kere aynı sözü tekrar edince, Ubâde hazretleri, şu hadîs-i şerîfi okudu: "Allahü teâlâ buyuruyor ki: Ben ortaklıktan müstagnî olanların en müstagnîsiyim. Kim ki benim için amel eder ve başkasını da bu amele katarsa, hissemi o ortağıma devrederim." Ubâde bin Sâmit, Eshâb-ı kirâmın en fazîletlerinden biri idi. Peygamber efendimiz zamanında Kur'ân-ı kerîmi tamamen ezberlemiş, ayrıca bir de Mushâf-ı şerîf yazmıştı. Buyurdu ki: "Cehennemin yedi kapısı vardır; üçü zenginler, üçü kadınlar, birisi de fakirler içindir." "Yapacağın işin sonunu düşün, salâh ve iyilik ise onu yap. Azgınlık ise ondan vazgeç!"
.
Bin kişiye bedel
15 Mayıs 2006 01:00
Allahü teâlânın rızâsı için yaşayan Peygamber efendimiz, vazîfelerini tamamladıktan sonra; bu dünyadan ebedî âleme göçtüler. Birinci halîfesi, Hz. Ebû Bekir de ömrünü tamamladı. Arkasından, Hz. Ömer halîfe seçildi. Onun zamanında İslâm orduları, büyük fetihler yaptılar. Hz. Amr ibni Âs kumandasında bir ordu, Mısır seferine çıktı. Epeyce zaman geçmesine rağmen, zafer haberi gelmiyordu. Nihâyet bir mektup geldi. Mısır için, yardım isteniyordu!.. Bunun üzerine Hz. Ömer de, bir mektup yazdı: Ey Amr! Şunu bil ki Cenâb-ı Allah, hiçbir millete doğru niyetli olmadıkça, yardım etmez. Sana yardım için, dört Müslüman gönderiyorum. Bildiğim kadarıyla bunlardan her biri, bin kişiye bedeldir. Mektubumu aldığın zaman, askerlerini topla. Onlara güzel bir şekilde hitâb et. Yolladığım dört Müslümanı, onlara tanıt. Askerlerine evvelâ niyetlerini düzeltmelerini; sonra da, düşman karşısında sabır ve sebatla savaşmalarını söyle. Cuma günü, zevâlden sonra hücûm emrini ver. Çünkü o saatte, duâlar kabûl olunur ve Allahın rahmeti yağar. Bütün mücâhidler yüksek sesle tekbîr getirip, Allahü teâlâdan yardım dilesinler. Sonra da, hücûma kalksınlar! Mısır Başkumandanı bu mektubu alır almaz, askerlerini topladı. Önce Halîfenin yazdıklarını, saygıyla okudu. Sonra da şöyle konuştu: - Ey mücâhid gâziler. Emîr-ül Mü'minîn, Ömer bin Hattâb hazretlerinin; bizlere yardım için yolladığı bahâdırları, işte sizlere tanıtıyorum: Sevgili Peygamberimizin öz halasının oğlu, Zübeyr bin Avvâm, "Resûlullahın süvârisi" ve Bedir Savaşını yaşayan kahramanlarından, Mikdâd bin Esved. Peygamber efendimizin duâlarına mazhâr olan, meşhur Mesleme bin Muhalled. Sonuncu ise hem âlim, hem hâfız, hem cengâver ve de Akabe Bî'atlarının reislerinden, Ubâde bin Sâmit hazretleridir. Bu konuşmadan sonra mücâhidler gerçekten coştular. Hz. Ömer'in dediklerini aynen yapmaya başladılar. Mübârek cuma vaktinde, herkes güzelce abdestlerini aldı. Namazlarını kıldılar ve zafer için, Cenâb-ı Hakka duâ ettiler. Sonra da tekbîrlerle, hücûma geçtiler. İşte bu îmânlı hücûmlar sonunda, duâlar nihâyet kabûl oldu. Mısır topraklarına da, İslâm güneşi doğdu.
.
Sarayın duvarları sallandı!
16 Mayıs 2006 01:00
Hazreti Ubâde, dirâyetli, üstün kabiliyetli bir kimseydi. Hazreti Ebû Bekir, hilâfeti zamanında Bizans Kralı Herakliyus'a elçi olarak Haşim bin As ile Ubâde bin Sâmit'i gönderdi. Bu iki zât, Şam'a uğradıktan ve uzun bir yolculuktan sonra İstanbul'a vardılar. Boyunlarında kılıçları olduğu hâlde atlarının üzerinde kralın sarayına kadar yaklaştılar. İstanbul halkı onları hayret ve hayranlıkla seyrediyordu. Hayvanlarından inerken; - Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber, deyince, sarayın, hurma ağacı gibi sallandığını gördüler. Kralın huzuruna çıktılar. Kral kendilerine, Peygamberimiz ve İslâmiyet hakkında bir hayli suâl sordu. Sonra, "Vallahi mülkümden çıkmaktan nefsim hoşlansaydı size tâbi olurdum, ölünceye kadar da sizin hakîr bir köleniz olmayı isterdim" dedi. Kral, bu itiraftan sonra elçileri kıymetli hediyelerle gönderdi. Hz. Ubâde 655 yılında yetmişiki yaşlarında iken Remle'de hastalandı. Çok sevilen ve sayılan bir sahâbî olduğu için, bütün mü'minler ziyâretine koşuyorlardı. Hasta yatağında bile, Peygamber efendimizin hadîs-i şerîflerini ve mübârek Kur'ân-ı kerîm âyetlerini açıklıyor; güzel nasîhatlerde bulunuyordu. Bir keresinde oğlu Velid kendisinden nasihat isteyince buyurdu ki: "Oğlum! Eğer sen, kaderin hayrına ve şerrine inanmazsan; îmânın tadına eremezsin. Kaderinde olmayan şey, seni aslâ bulamaz. Kaderinde yazılı olandan da, aslâ kaçamazsın." Hz. Ubâde'nin hastalığı ziyâdeleşti. Vefât edeceğini anlayınca dedi ki: - Ne kadar akrabam, azatlı, hizmetli ve komşularım varsa; toplayıp getirin! Hepsi gelince, onlara; - Sanıyorum bugün; dünyadaki son günüm, âhiretteki ilk gecem olacaktır. Bazılarınızı, elimle veya dilimle incitmiş olabilirim. İşte şimdi bana, kısas yapın. Çünkü bu dünyada kısas yapmazsanız, yemin ederim ki öbür dünyada, hakkınızı benden alacaksınız, dedi. Etrafındakilerle helâlleşti. Sonra son vasiyetini yaptı: - Rûhumu teslim eder etmez, hepiniz kalkıp güzelce abdest alın. İkişer rek'at namaz kılıp; hem kendinize, hem de şu garip Ubâde'ye duâ edin. Çünkü cenâbı Hak, yüce Kitâbında "Sabır ve namazla, Allaha sığının!" buyurmuştur. Daha sonra hiç bekletmeden, beni kabrime götürün...
.
Erkam'ın evi
17 Mayıs 2006 01:00
Hazreti Erkam Müslüman olduktan sonra, sevgili Peygamberimizi evlerine davet etti. Peygamber efendimiz de Hz. Ebû Bekir'le birlikte şeref verdiler. Evin geniş ve ferah salonlarında, topluca namaz kıldılar. Huzûr içinde sohbet ettiler, uzun uzun konuştular. Bir ara Hz. Erkam, "Yâ Resûlallah, evim, evinizdir. Emrinizdedir. Nasıl, ne zaman ve ne kadar arzû ederseniz, kullanabilirsiniz." dedi. O sırada ilk Müslümanlar gerçekten, büyük baskı ve tehdit altındaydılar. En yakın akrabâları bile onlara, eziyet ediyorlardı. Abdestlerini gizli alıyor, namazlarını gizli kılıyorlardı. Çünkü müşrîkler, puta tapanlar; büyük bir kin ve nefretle doluydular. Hz. Erkam'ın teklifi bu yüzden, sevgili Peygamberimizi çok ferahlattı. Hz. Erkam'ın tertemiz evi, Müslümanlar için gerçek bir kurtuluş kalesi oldu. Bir dâr-ül İslâm ya'nî İslâm yuvası hâline geldi. Peygamber efendimiz, sayıları 10-15'i geçmeyen mü'minler ile birlikte oraya yerleştiler. Rahatça ibâdet etmeye, İslâm için çalışmaya devam ettiler. Erkam ailesi, Mekke'nin ileri gelen ailelerinden olduğu için müşrikler ses çıkartamıyorlardı. İki Cihân Güneşi ve sevgili arkadaşları üç yıl kadar, bu ilk İslâm Kalesinde buluştular. Birçok âyet-i kerîme, orada nâzil oldu. Birçok meşhur kimse, orada hidâyete erdiler, Müslüman oldular. Sayıları kırka yaklaştığı bir gün, Hz. Ebû Bekir, " Yâ Resûlallah! İnsanları açıkça İslâma da'vet zamanı, daha gelmedi mi?" diye sordu. Peygamber efendimiz de, " Henüz, sayımız azdır" buyurdu. Fakat Hz. Ebû Bekir iman aşkıyla ısrar etti. Bunun üzerine hep beraber, Kâ'be civârına çıktılar. Hz. Ebû Bekir ayağa kalkıp, orada bulunanlara konuşmaya başladı: - Ey Kureyşliler! Allahü teâlâ birdir. Muhammed aleyhisselâm, O'nun Resûlüdür. Gelin, birlikte İslâma dönelim. Felâha, kurtuluşa erelim. Sevgili Peygamberimiz de onu dinliyorlardı. Hz. Ebû Bekir, daha sözünü bitirmeden, müşrikler hücûm ettiler. Hâinliğiyle tanınmış Rebîa'nın oğlu Utbe yamalı ayakkabısıyla, yüzüne gözüne vuruyordu. Her tarafı şişen Hz. Ebû Bekir sonunda düştü, bayıldı... Gürültüyü işiten Teymoğulları kabîlesi, koşarak geldiler. Hz. Ebû Bekir'i, bir çarşaf içinde evine götürürlerken, "Eğer akrabâmız ölürse; and olsun ki biz de, Utbe'yi sağ bırakmayız!" dediler
.
O'nu görmedikçe yemem içmem!'
18 Mayıs 2006 01:00
Müşriklerin saldırısına uğrayıp bayılan Hz. Ebû Bekir gözlerini açtığında ilk sözü, "Allahü teâlânın Resûlü nasıllar?" oldu. Anası Ümm-ül Hayr, "Yemîn ederim ki, benim hiç haberim yok!" cevabı üzerine "Öyleyse sorup, öğreniver!" dedi. Annesi yalvaran oğlunun hatırı için, evden çıktı. Epeyce sonra geldi. Yüzü gülüyordu: - Müjde oğlum! Merak ettiğin zât, Erkam'ın evinde bulunuyorlarmış. Hz. Ebû Bekir'in gözleri parladı. Sanki dünyalar onun olmuştu. Anacığı ise, elinde yiyecek bir şeyler uzatıyordu. - Yine de gidip O'nu kendim görmedikçe, ahdim olsun, boğazımdan ne su, ne yemek geçmiyecektir, deyince, kadıncağız şaşırdı. Ortalık kararıp, herkes evlerine kapanıncaya kadar beklediler. Sonra, Hz. Ebû Bekir'in koltuklarına girip, sokağa çıktılar. Doğruca Hz. Erkam'ın evine yollandılar. Peygamber efendimizi sağ-sâlim görünce; sarılıp öpmeye, koklamaya başladı. Dâr-ül Erkam'da bulunan Müslümanlar da, onu öpüyorlardı. Bu göz yaşartıcı sahne, uzun zaman devam etti... Peygamber efendimizin şefkatli bakışlarından, kendisine çok acıdığını hisseden Hz. Ebû Bekir ricâda bulundu: - Yâ Resûlallah! Anam, babam, size fedâ olsun. Lütfen, benim için üzülmeyiniz. Çünkü o kâfirler, yüzüme biraz fazlaca vurdular, o kadar. Fakat şu benim vefâlı anacığım, çocukları için çok merhametlidir. Onun için Allaha duâ buyursanız da, hidâyete kavuşsa ve böylece de, Cehennem ateşinden kurtulmuş olsa? Sevgili Peygamberimiz tebessüm ettiler. Sonra, Allahü teâlâya duâda bulundular. Ümm-ül Hayr hazretlerine, îmân ve İslâmı teklif ettiler. O temiz kalbli ana, hiç tereddüt etmeden Müslüman oldu. Kurtuluşa erdi. Böylece Hz. Erkam'ın evi, bir kere daha bereketini gösterdi. Çok geçmeden Hz. Hamza da, Müslümanlar arasına katılınca; sayıları 39'a yükseldi. Peygamber efendimizin o bahadır amcaları ile, Müslümanların gücü çok yükseldi. Çünkü onun kılıcının keskinliği, herkes tarafından iyi bilinmekteydi. Bütün Mekkeliler, Hz. Hamza'nın cesâret ve kahramanlığından korkarlardı.
.
"Hâlâ zamanı gelmedi mi?"
19 Mayıs 2006 01:00
Hazreti Hamza Müslüman olduktan sonra bir ikindi vakti, inananlar, Hz. Erkam'ın kutlu evinde toplanmışlardı. Namaz kılınmış, sohbet ediyorlardı. Kapı hızlı hızlı çalındı. Gidip bakan zât, haber verdi: "Yâ Resûlallah, Hattâb'ın oğlu Ömer gelmiş. Kılıcı da elinde bulunuyor!" Hz. Hamza, sevgili Peygamberimize dönerek dedi ki: - Bırakınız, yâ Resûlallah! Şâyet hayır için geldiyse, hayır görür. Şer, kötülük için geldiyse, kendi kılıcıyla kellesini uçururum. Kapı açıldı. Ve bütün heybetiyle Hattâb'ın oğlu içeri girdi. İki Cihân Sultânı ayağa kalktılar. Önlerine gelince, onu omuzlarından tutup sarstılar: - Ey Ömer! Hâlâ zamanı gelmedi mi? Hattâb'ın oğlu, tâ iliklerine kadar sarsıldı. Ve olanca gücüyle dedi ki: - Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah! Bütün Eshâb-ı kirâm, yüksek sesle: Allahü ekber! Allahü ekber! Vallahü ekber! Tekbîrleriyle yeri, göğü inletmeye başladılar. O kadar ki, Mekke'nin en uzak yerindekiler bile işittiler. Çünkü Müslümanların sayısı, 40'a yükselmişti. Bunu öğrenen Hz. Ömer: - Ey Allahın Resûlü! Müsâade buyurunuz da, gidip hep birlikte, Beytullahın içinde namaz kılalım, teklifinde bulundu. Peygamber Efendimiz kabûl ettiler. İşte o gün, Hz. Erkam'ın sırlarla dolu güzel evi Dâr-ül Erkam; vazîfesini tamamlamış oldu. Çünkü o günden sonra Müslümanlar, ibâdetlerini artık açıkça ve her yerde yapmaya başladılar... Allahü teâlânın emriyle sevgili Peygamberimiz, Medîne'ye Hicret ettikleri zaman; Hz. Erkam da fazla gecikmedi. Herkes gibi o da; Mekke'deki güzel evlerini, topraklarını, akrabâlarını terketti. Hz. Erkam fevkalâde dindar, ahlâklı ve cömert bir Müslümandı. Bilhassa, namaza çok önem veriyordu. Bir gün yol kıyâfetiyle Peygamber efendimizin huzûrlarına girip, selâm verdi. Sevgili Peygamberimiz selâmını aldıktan sonra, " Ne tarafa gidiyorsun?" sordular. "Beyt-i Makdîs'e, Kûdüs'e namaz kılmak çin gidiyorum." cevabı üzerine, Sevgili Peygamberimiz, Mekke taraflarını işâret ederek buyurdu ki: "Mescîd-i Harâm'da kılınan bir namaz; oradan başka mescîdlerde kılınan bin namazdan hayırlıdır.
.
"İlim Çin'de de olsa..."
19 Mayıs 2006 01:00
1950'li yıllarda dinini, örfünü daha rahat yaşayabilmek için Müslüman Türk bir aile Yunanistan'dan Türkiye'ye göç etmeye karar verir. Trenle gelip Sirkeci'de inerler. Ailenin 70'li yaşlarındaki ihtiyarı, etrafına şöyle bir baktıktan sonra oğluna dönüp, "Oğlum bir yanlışlık oldu herhalde, biz İstanbul'da inecektik. Burası Osmanlının payitahtı İstanbul'a benzemiyor; bizim geldiğimizden yerden farkı yok" der. Bu amca çoktan rahmetli olmuştur. Şimdi mezarından kalkıp günümüz Müslümanının halini bir görse kim bilir ne diyecek?!.. Günümüz Müslümanının önceki Müslümanlara benzerliği her gün azalıyor. Bir İslam âliminin buyurduğu gibi: "Siz eshab-ı kiramı görseydiniz, deli derdiniz. Onlar sizi görseydi, acaba bunlar müslüman mı, diye tereddüt ederlerdi". 1800'lü yıllardan bu yana Batı kültürüne açık hızlı bir değişim yaşıyoruz. Bu değşim iki yönde oluyor; biri teknolojide diğeri kültürde, inançlarda. Değişim ilim için, teknoloji için olsa amenna, kimsenin bir şey diyeceği yok. Çünkü dinimiz böyle yapmayı emrediyor. Peygamberimiz, " İlim Çin'de bile olsa gidip alınız!" buyuruyor. Fakat biz tersini yapıyoruz, ilmin dışında ne rezalet varsa alıp getiriyoruz. Osmanlı da kuruluşundan beri yönünü hep batıya çevirmişti. Ta Viyana kapılarına kadar dayanmıştı. Fakat onların örf adetini, inancını almak için değil, bilakis kendi örfünü, kültürünü yaymak için oradaydı. Balkanlardaki Müslüman nüfus bu çalışmanın ürünüdür. Bugün Batı bunun intikamını alma peşindedir. Buna, "öğrenim" adı altında ülkelerine aldığı Osmanlı çocuklarının beyinlerini yıkayarak başladı. Bunlardan biri de, Abdullah Cevdet'tir. İctihad dergisini Cenevre'de çıkardığı yıllarda, Avrupa kamuoyuna, Avrupa'nın ileri gelen fikir adamlarına, 'Osmanlı halkın değişmesi için gerekli çarelerin neler olabileceği'ne dair bazı sualler sorar. Bu suallere cevap verenler arasında bulunan bir Fransız edebiyatçı Abdullah Cevdet'e müstehzi, alaycı bir ifadeyle ve fakat kendinden emin bir tavırla şöyle der: "Kur'an'ı kapamanız lazım!" Abdullah Cevdet ise şu şekilde mukabelede bulunur: "Kur'an-ı kapayamayız, fakat kapalı hale getirebiliriz!" Nihayetinde Abdullah Cevdet inanmasa da, İslamı bilen bir Osmanlı aydını. Kur'an-ı kerimin kapatılamayacağını, İncil gibi değiştirilemeyeceğini bildiği için, Kur'an açık kalsın fakat bir hükmü, önemi olmasın veya biz kendimize göre yorumlayalım manasında böyle bir cevap veriyor. Bir milleti ayktta tutan kendi dini; milli ve manevi değerleridir. Bugün tarihe mal olmuş, unutulmuş milletler, kendi orijinal değerlerini muhafaza edemedikleri için yok oldular. Bu özenti her yıl ilerleyerek, taklitten de çıkarak, dinleri de dahil artık tamamen onlardan olma şekline dönüştü. Bu halimizi gören Avrupa da kendini naza çekmiş, yaptırmak istediklerini bir bir yaptırmış bu zaafımızdan yararlanarak. Fakat bir türlü memnun edemiyoruz. Memnun olmaları da mümkün değil. Çünkü Kur'an- ı kerimde geçiyor, onların dininden olmadıkça onları memnun edemezsin diye... Bu günleri Resulullah efendimiz zaten haber vermişti. Bir hadis-i şerifinde, "Yemin ederim ki bir zaman gelir siz, Hristiyan ve Yahudilere öylesine tâbi olursunuz ki, âdetlerinin peşinde, karış karış, onların ardı sıra yürürsünüz, arşın arşın, saat saat, adım adım onları takip edersiniz hatta öyle olur ki, eğer onlar kertenkele deliğine girseler, oranın tehlikeli olduğunu, zehrli olduğunu düşünmeyerek siz de oraya dâhil olursunuz." (İmamı Süyûtî) >
.
Müslümanların yıldızları
20 Mayıs 2006 01:00
Dâr-ül Erkam yani Hz. Erkam'ın nûrlu evinin İslam tarihinde önemli bir yeri vardır. Burada yetişen, "40 büyük" sahâbî bugün yeryüzünde yaşayan bütün Müslümanların yıldızları, önderleri, ataları oldular. İlk Müslümanlar, kendilerine yapılan eziyet ve işkencelerden kurtulmak için, bu eve sığınmışlardı. Hz. Ömer'in katılmasıyla 40 kişi oluncaya kadar, Dâr-ül Erkam onlara, tam bir sığınak oldu. Ayrıca birçok âyet-i kerîme de, burada nâzil oldu... Hz. Erkam'ın evi Dâr-ül İslâm olarak; uzun müddet önemini korudu. Çocuklarına vakfettiği için, onlar da satmadılar. Fakat Halîfe Mansûr zamanında, devletin eline geçti. Yıkılmaktan kurtarmak için, tamir edildi. Erkam'ın babası; Ebî'l Erkam, anası; Ümeyme, kabîlesi; Mahzûmoğulları, künyesi; Ebû Abdullah'tır. İslâmiyeti ilk kabûl edenlerin 7. veya 11.'sidir. Ailesi, Mekke'nin asîllerinden idi. Bu sebeple Müslüman olmadan önce de, çok saygı görürlerdi. Hz. Erkam aynı zamanda; Mekke'de, Mekkelilerden ve onlar dışında Mekke'ye girecek olan sâir insanlardan zulme ve haksızlığa uğramış kimse bırakmamak; mazlûmun hakkı geri alınıncaya kadar, zâlime karşı, mazlûmla birlikte hareket etmek üzere ahidleşen; denizlerin, bir kıl parçasını ıslatacak kadar suyu bulundukça, Hirâ ve Sebîr dağı yerlerinde durduğu ve üzerlerinde dağ tekeleri yayıldığı müddetçe, bu ahid ve sözlerine bağlı kalacaklarına yemin eden Hılfül fudûl eshâbından idi. Hz. Erkam, Bedir, Uhud ve diğer gazâlara katıldı. Hepsinde büyük yararlıklar gösterdi. Allahü teâlânın Resûlü zaman zaman onu, zekât toplamakla vazifelendirdiler. Her zaman olduğu gibi bu vazifeyi de, severek ve başarıyla yaptı. Geçimini, ziraat ve ticâretle temin ederdi. Kimseye muhtaç olmadan yaşadı. Dürüstlük ve dindarlık; ahlâkının temel taşlarıydı. İki oğlu vardı: Abdullah ve Osman. Kızları: Meryem, Safiyye ve Ümeyye adlarını taşıyordu. Hicretin 53. yılında, 83 yaşlarında, Medîne'de vefât eyledi. Namazını, vasiyeti üzerine aynı günlerde Müslüman oldukları; Hz. Sa'd bin Ebî Vakkâs kıldırdı. Bakî kabristanına defnolundu.
.
Kaleyi içeriden fethettiler!
20 Mayıs 2006 01:00
Dün, toplum olarak kendi öz değerlerimizden, temel esaslardan çok uzaklaştığımızdan bahsetmiştik. Esastan uzaklaşınca geriye sadece görüntü kalıyor. Nitekim Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifinde, "Öyle bir bir zaman gelir ki: İslâmın isminden başka ve dinin sadece şekil ve âdet olmaklığından başka bir şeyi kalmaz." Gelişmelere bakınca o günlerde olduğumuz veya günlere hızla yaklaştığımız anlaşılıyor. Bu hale düşmemizde pek çok kesimin, kimsenin dahli varsa da, esas suçlunun hangi kesim olduğunu Üsküdar'dan değerli okuyucumuz Ahmet Uzuner lütfedip gönderdiği yazısında bakınız nasıl ifade ediyor: İslamiyet dış etkilere, yıkıcı akımlara karşı dayanıklıdır. Geçmişte dine dışarıdan zarar vermek pek mümkün olmamıştır. Çünkü İslamı temsil eden âlimler bu tür akımları bertaraf etmeyi bilmişlerdir. Kale içeriden zarar görmüştür. Bugün İslamiyeti layıkıyla temsil edecek ulemadan mahrumuz; aksine yanlış temsil, yanlış sözler ve davranışlar İslama sempatisi olanları da soğutuyor. Maalesef bazı ilahiyatçılar ulu orta konuşmaları ile dine çok zarar vermekteler. Bu ilahiyatçılar, İslam dini etrafında şüphe uyandırıcı söylemler geliştiriyor, zaman içinde bu söylemler tereddüt ve zihin karışıklığına yol açıp Müslümanlığı hem inanç hem amel seviyesinde itibardan düşürüyor. Kadın erkek karışık başı açık namaz, abdestsiz Kur'an'ın ele alınıp okunması, âdetli iken kadınların namaz kılması ve oruç tutması, kurban kesme yerine sadaka verilmesi gibi konular ile halkımızı en ciddi zihin karışıklığına düşürmüşlerdir. Bir kısım ilahiyatçılar, tarih boyunca Müslümanların dinî bir vecibe bilip yerine getirdiği ibadetleri öylesine gözden düşürdüler ki, yapılıp yapılmaması arasında bir fark kalmadı nerdeyse. Halbuki din, kendi içinde birtakım rükünler ihtiva eder. O dinin mensupları belli bir düzen, sıralama ve kutsiyet atfedilmiş hareketlere, rükünlere büyük bir önem verirler. Bunların kaynağı Peygamber efendimizin tatbikatıdır, sünnetidir. İslamda bütün dinî kuralların kaynağı Kur'an ve sünnettir. İlahiyatçılar, dini öyle bir şekle soktular ki, ne rükün kaldı ne kutsiyet. Peygambersiz din olmaz. Eğer sünneti ortadan kaldırırsanız veya zayıflatırsanız, din de ortadan kalkar. Geriye ruhu, manevi lezzeti kurumuş, şeklî kurallar manzumesi kalır. İlahiyatçılar oryantalistlerin etkisiyle sünneti cahilce Arapların geleneklerine indirgediler. Kur'an-ı kerimin ahkam ayetlerini inkâr eden tarihselciler, yani dinin bazı emir yasaklarının o zamanki insanlar için geçerli olduğunu savunan ilahiyatçılar, İslamiyeti kuralları olmayan herkese göre yorumu farklı ahlakî, felsefî bir inanç sistemi haline getirmeye yeltendiler. İslamî hayat ve hassasiyetler öylesine zayıfladı ki, planlı yollarla "nasıl oruç tutulmaz", "nasıl namaz kılınmaz", "niçin örtü takılmaz", "nasıl kurban kesilmez" " nasıl zekat verilmez" fetvalarıyla ün yapan bir ilahiyatçı zümre teşekkül etti. Hiçbir yükümlülüğü, helali-haramı olmayan bir din (dinsizlik) ortaya atılmak isteniyor. İlahiyatçılar, kendi yorumlari ile, niçin açık ve belli hükümlerin gerekmediğini anlatıp insanları meşruiyet krizinden, günah korkusundan kurtarmaya çalışırken, dinini rükünleriyle yaşamak isteyenleri de, "Hurafeci" "Gelenekçi" "Zorlaştırıcı" gibi ifadelerle suçladılar. Herkese telkin edilen din, "Protestanlaştırılmış" bir İslamiyet! Hristiyanlığı kuralsız, ibâdetsiz "haramsız, yasaksız bir dîn" haline getirdikleri gibi; şimdi de İslâmiyeti bu hale sokmak istiyorlar
.
Sizinle biraz konuşalım?"
21 Mayıs 2006 01:00
Resûlullah efendimiz, Mekke'de herkesi îmâna davet ediyor, İslâm nûru ile küfür karanlığını aydınlatarak, kalblere Allah sevgisini yerleştirmeye çalışıyordu. Mekke'nin puta tapan Arapları, bu hak daveti bir türlü anlayamıyor, İslâmiyeti kabûl etmemekte ısrar ve inat ediyorlardı. Çok az kimse Müslüman olmuştu. Resûlullah her yıl hac mevsiminde ve Ukâz Panayırı günlerinde Mekke şehrinin dışına çıkıp, başka yerlerden gelen kabîlelerle görüşerek onları İslâma davet ederdi. Peygamberliğinin 11. senesinde, hac mevsiminde Mekke dışına çıkmıştı. Akabe denilen yerde, Medîne halkından Hazreçliler ile karşılaştı. Bunlara, "Oturmaz mısınız, sizinle biraz konuşalım?" buyurdu. Onlar oturunca Resûlullah efendimiz onlara Kur'ân-ı kerîmden İbrâhim sûresi 35-52'nci âyet-i kerîmelerini okudu ve İslâmiyeti anlattı. Bu dîne girmeleri için davette bulundu. Onlar da, zâten kabîlesinin büyüklerinden ve Medîne'de yaşayan Yahûdîlerden, yakında bir peygamberin geleceğini işitmişlerdi. Resûl-i ekrem, onları dîne çağırınca birbirlerine bakıştılar ve, "Yahûdîlerin, alâmetlerini haber verdiği işte bu Peygamberdir!" diye aralarında konuştular. Resûlullahın huzurunda Kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldular. Peygamberimize de dediler ki: - Biz kavmimizi, hem birbirlerine karşı, hem de Yahûdîlere karşı, aralarında düşmanlık ve kötülük olduğu hâlde geride bırakmış bulunuyoruz. Ümit edilir ki, Allah onları da, sizin sayenizde bir araya toplar. Biz, hemen dönüp onları senin peygamberliğini kabûl etmeye davet edeceğiz ve bu dinden kabûl ettiğimiz şeyleri onlara da anlatacağız. Medîneli bu altı kimse gerçekten inanmış, Allahü teâlânın Peygamberimize tebliğ ettiklerini kabûl ve tasdik etmişlerdi. Vatanlarına dönmek üzere Peygamberimizden izin alıp ayrıldılar. Bu yeni Müslüman olan altı kişinin ikisi, Neccâroğulları ailesinden Ebû Umâme Es'ad bin Zürâre ile Avf bin Hâris idi. Bunlar, Medîne'ye kavimlerinin yanına dönünce, hemen onlara Peygamberimizden anlatmaya ve İslâm dînine girmeleri için davete başladılar. Bunu o kadar çok yaptılar ki; Medîne'de, içinde Peygamberimizin ve İslâmiyetin bahsedilmediği bir ev kalmadı. Böylece İslâmiyet, Hazrec kabîlesi arasında yayıldığı gibi Evs kabîlesinden de bazı kimseler Müslüman oldu
.
İlk kılınan cuma
22 Mayıs 2006 01:00
Hazreti Es'ad bin Zürâre bu defa İslâmiyeti kabûl eden oniki arkadaşı ile beraber gelmişti. Yine Akabe'de Resûlullah efendimizle görüşüp, O'na bî'at ettiler. Peygamberimiz bu 12 kişiyi Medine'de kabîlelerine temsilci yaptı. Bunlar, çevrelerindekilere İslâmiyeti anlatıp, onlar adına Resûlullaha karşı kefil olacaklardı. Bu sözleşmeden sonra, Medîne'ye dönen Hz. Es'ad ve arkadaşları, kabîlelerine hemen İslâmiyeti anlatarak, onu yaymak ile meşgul oldular. İslâmiyet Arabistan Yarımadası'nda yayılmaya devam ederken, Medîne'de bu iş çok daha süratli yürüyordu. Öyle ki, daha önce birbirlerine düşman olan Evs ve Hazrec kabîleleri barışmış, İslâmiyeti daha iyi öğrenebilmek için Resûlullah efendimizden bir muallim, hoca istemişlerdi. Resûl-i ekrem efendimiz de, onlara Kur'ân-ı kerîmi ve İslâmiyeti öğretmek için Mus'ab bin Umeyr'i gönderdi. Mus'ab, Medîne'de Hz. Es'ad'ın evinde kaldı. Onunla birlikte ev ev dolaşarak herkese İslâmiyeti duyurdular. Resûlullahın sevgisini ve Onu, bütün düşmanlarından korumak için canla başla çalışacaklarına söz vermelerini anlattılar. Birkaç gün içinde 30 kişi Müslüman oldu. Böylece Medîne'de Müslümanların sayısı 40'a ulaşmıştı. Bir gün, bu Müslümanların hepsi, Hz. Es'ad bin Zürâre'nin evinde toplandıklarında dediler ki: "Yahûdîler ve Hristiyanlar, kendilerine haftada birer gün seçerek, o gün alış-verişi bırakıp, inançlarına göre ibâdet ediyorlar. Şimdi, bize de uygun olanı, haftanın yedi gününden birini seçerek, o günü tâat ve ibâdet için ayırmaktır!" Bu fikri, başta, reisleri Hz. Es'ad olmak üzere hepsi uygun buldular. Derhal cuma gününü bu işe ayırdılar. Cumaya, o güne kadar "Arube günü" deniliyordu. Mü'minlerin toplanıp ibâdet etme günü manâsına "Cuma" dendi. Resûl-i ekremin Medîne'ye hicretinden evvel, Hz. Es'ad bin Zürâre, Medîne'deki 40 kadar Müslümanı toplayarak, bir Cum'a günü Nakîb-ül-Hadamât'taki Beyâda'ya götürmüş ve orada onlara cuma namazı kıldırmıştır. Bu sûretle Peygamberimizin: - Kim, bir sünneti ihyâ ederse, hem onun sevâbına, hem de kıyâmete kadar o sünnetle amel edenlerin kazanacakları sevâba nâil olurlar, hadîs-i şerîfinin muhâtabı olmuştur. İslâmiyette ilk defa kılınan cuma namazı, işte bu yerde kılınandır...
.
Hicrete izin çıktı
23 Mayıs 2006 01:00
Resûlullah efendimize, Peygamberlik vazîfesi bildirileli 13 sene olmuştu. Mekkeli müşriklerin, Müslümanlara zulmü had safhaya varmış, dayanılmaz bir hâl almıştı. Medîne'de ise, Es'ad bin Zürâre ile Mus'ab bin Umeyr'in hizmetleri sayesinde Evs ve Hazrecliler, Müslümanlara kucak açacak, onları bağrına basıp, uğrunda her fedakârlığı yapacak aşk ve şevkin içindeydiler. Resûlullahın da bir an önce Medîne'ye teşriflerini arzûluyorlar, O'nun uğrunda mallarını ve canlarını esirgemeyeceklerine söz veriyorlardı. Hac mevsimi gelmişti. Hz. Mus'ab bin Umeyr ile beraber, Medîneli 73 erkek ve 2 kadın Müslüman, Mekke'ye geldiler. Kâbe'yi ziyâretten sonra, Resûlullah efendimizle bir kısmı görüştü. Resûlullaha dediler ki: - Yâ Resûlallah! Biz servet, silâh ve hayvan bakımından, çok hazırlıklıyız. Bizim yanımızda sana yardım var. Senin için canlar verme var. Kendimizi nelerden korur ve savunursak, seni de onlardan koruma ve savunma var! Seninle buluşmak istiyoruz. Resûlullah efendimiz onlara, Kur'ân-ı kerîmden bazı âyet-i kerîmeleri okuduktan sonra, kendi canlarını, çoluk ve çocuklarını nasıl koruyup gözetirlerse, O'nu da öyle koruyacaklarını temin etmek üzere onlardan kesin söz istedi. Evs ve Hazrec kabîlelerinin temsilcileri sordular: - Senin uğrunda canımızı ve mallarımızı harcasak, bize ne var? Peygamberimiz de cevabında buyurdu ki: - Allahü teâlânın râzı olması ve Cennet var! Bunlardan her biri kavminin temsilcileri, vekilleri olarak bu husûsta söz verdiler. İlk önce Es'ad bin Zürâre dedi ki: - Ben, Allaha ve O'nun Resûlüne verdiğim sözü yerine getirmek, canımla ve malımla O'na yardım husûsundaki sözümü, işlerimle gerçekleştirmek üzere bî'at ediyorum. Sonra elini uzattı ve müsâfeha yaptı. Arkasından her biri bu şekilde bî'atı tamamlayıp, "Allahü teâlânın ve Resûlünün davetini kabûl ettik, dinledik ve boyun eğdik" diyerek hoşnutluklarını ve teslimiyetlerini ifade ettiler. Böylece Resûlullahın uğrunda canlarını ve mallarını çekinmeden ortaya koydular. Kadınlar ile bî'at, sadece söz ile yapılmıştı. Bu ikinci Akabe bî'atından sonra, Resûlullah efendimiz, Mekkeli Müslümanların Medîne'ye hicret etmelerine izin verdi. Daha sonra Allahü teâlânın izni ile, Peygamberimiz de Medîne'ye hicret buyurdular...
.
"Ben sizin temsilcinizim!"
24 Mayıs 2006 01:00
Hicretten sonra Peygamberimiz Hz. Hâlid bin Zeyd, Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin evine yerleşmekle beraber, Hz. Es'ad bin Zürâre'nin evinde de kalmak suretiyle onun hatırını gözetir, hanesini bereketlendirirlerdi. Zîrâ İslâmiyet, Medîne'ye O'nun evinden yayılmıştı. İslâmiyeti öğretmek için Peygamberimiz tarafından Mekke'ye gönderilen Hz. Mus'ab bin Umeyr, O'nun evinde kalmıştı. Medîne'de Mescid-i Nebevî'nin inşaatına devam edilirken, hicretten dokuz ay sonra Hz. Es'ad bin Zürâre hastalandı. Çeşitli tedâvî şekli uygulanmasına rağmen hastalığı iyileşmedi. Resûlullah efendimiz kendisini ziyâret ederek sıhhat ve âfiyetleri için duâ etti. Hastalığı çok şiddetliydi. Hayatının son anlarını yaşıyordu. Tedâvisi için her çâreye başvurulmuştu. Kısa bir müddet içinde vefât etti. Bakî Kabristanına defnedildi. Es'ad bin Zürâre, Bedir Harbine katılamadan vefât etmişti. Resûlullah efendimiz, O'nun ölümüne çok üzüldüler. Medîneli Yahûdîler, onun ölümünden sonra Resûlullahın Peygamberliği aleyhinde dedikodu yapmaya başlayarak, "Muhammed'in bir kudreti olsaydı, arkadaşını iyi ederdi" dediler. Bu suretle, mü'minleri, O'ndan soğutmak ve yeni dîne girecek olanları, O'na yaklaştırmamak istiyorlardı. Düşmanlıklarını açıkça ortaya koyuyorlar, insanları şüpheye düşürmek istiyorlardı. Resûl-i ekrem efendimiz de, onların bu hâllerini çok iyi bildiklerinden buyurdu ki: - Yahûdîler, neden arkadaşını kurtaramadı diyecekler. Ben ise, arkadaşımın bu hâli için bir menfaat veya zarar vermeye mâlik değilim! Hâlbuki onun peygamberliği, insanları câhillikten, küfür ve sapıklık yollarından kurtarıp, îmân aydınlığına çıkartmaktı. Onun vazîfesi, Allahü teâlânın râzı olduğu doğru yola davet işinden ibâretti. Es'ad bin Zürâre İkinci Akabe bî'atından sonra, Hazrec kabîlesinin Neccâroğullarının temsilcisi tâyin edilmişti. Vefâtından sonra, Neccâroğullarından bir grup Resûlullaha gelerek "Bizim temsilcimiz öldü. Bize bir temsilci tâyin ediniz!"dediler. Resûlullah efendimiz de onlara yeni bir temsilci tâyin etmiyerek; - Sizler, benim dayılarımsınız. Ben de sizin temsilcinizim! buyurdu.
.
Hayra engel olamayız!"
25 Mayıs 2006 01:00
Sevgili Peygamberimiz sordular: - Yâ Übeyy! Allahın kitâbında en büyük âyet hangisidir? Hz. Übeyy bin Kâ'b cevap verdi: - Allah ve Resûlü, daha iyi bilirler. Efendimiz aynı suâli üç kere tekrarladılar. Üçüncü kere sorduklarında Hz. Übeyy dedi ki: - Yâ Resûlallah, Kitâbullahın en büyük âyeti, Ayet-el Kürsî'dir. Bu cevap üzerine Peygamber efendimiz mübârek ellerini onun göğsüne koyarak buyurdular ki: - İlim sana mübârek olsun! Bir gün de Peygamber efendimiz; - Kur'ân-ı kerîm öğrenmek isteyenler, şu dört Müslümandan öğrensinler, buyurup isimlerini söylediler. O dört bilgili zât arasında, Hz. Übeyy de bulunuyordu. Bir ara sevgili Peygamberimiz onu, zekât toplamaya memûr ettiler. Bütün kabîlelerden, zekâtlarını topladı, geldi. Sonunda Medîne dışındaki bir Müslüman kalmıştı. Selâm verip yanına girdi. Ziyâret sebebini öğrenen adamcağız, genç ve semiz bir hayvan gösterip rica etti: - Lütfen bunu alın! Hz. Übeyy itiraz etti: - Onun değeri fazladır. Senin zekâtın, daha az tutar, alamam! Ama Müslüman, "ille de bunu almalısın!" diye ısrar ediyordu. O zaman Hz. Übeyy, bir teklifte bulundu: - Efendimiz çok yakında bulunuyorlar. İstersen gel, kendileriyle konuş. Râzı olurlarsa, alırız. Müslüman kabûl etti. Kendi seçtiği zekât malıyla birlikte, Resûl-i ekremin huzûruna vardılar. - Yâ Resûlallah! Sizin elçiniz, sizin rızânız olmadan, verdiğim zekât malımı almıyor! Lütfen, emir buyurunuz da, kabûl etsin. Mes'eleyi öğrenen iki cihân Sultânı buyurdular ki: - Übeyy, ödemen hak olan miktarı ayırmış. Ama sen gönül rızâsı ile, fazlasını vermek istiyorsan; hayır işlemene engel olmayız. Cenâb-ı Hak da sana, sevâbını verir
.
Sahibi razı olmadıkça
26 Mayıs 2006 01:00
Hazreti Ömer ile Efendimizin amcası Hz. Abbâs, bir gün ihtilâfa düştüler. Fakat Hz. Übeyy'in hakem olmasında anlaştılar. İkisi birlikte, onun evine gittiler. Selâmdan sonra Hz. Abbâs şunları söyledi: - Yâ Übeyy! Halîfe, bana ait bir evi istimlâk etmek istiyor. Ben de, vermek niyetinde değilim. Bir türlü anlaşamadık. Neticede, senin hakem olmanı kararlaştırdık. Nasıl hükmedersen, ona râzı olacağız. Hz. Übeyy, halîfe Hz. Ömer'in yüzüne baktı. O da: - Evet, öyle! diyerek söylenenleri tasdîk etti, doğruladı. Sonra da şunları ekledi: - O'nun evi, Mescid'in bitişiğindedir. Kendisine, "Burasını gönül rızân ile, devlete sat. Parasını derhal ödeyelim!" dedim. "Olmaz!" dedi. "Hîbe et, bağışla" dedim. "Olmaz!" dedi. Bunun üzerine "Öyleyse, istimlâk edeceğim. Sonra da yıkıp, Mescide ilâve edeceğim. Müslümanlar artık sığmıyorlar, dedim. Onu da kabûl etmedi. "Bu saydıklarımdan birisini mutlaka yapmalısın!" dedim. Ancak senin hakem olmanda anlaşabildik. Hz. Übeyy, iki tarafı da, dikkatle dinledikten sonra dedi ki: - Yâ Emîr-el mü'minîn! Öyle biliyorum ki, sen, Abdülmuttalib oğlu Abbâs'ı râzı etmezsen; onun evini alamazsın! - Bu hükmü; Allahın kitâbından mı, yoksa Resûlullahın sünnetinden mi çıkarıyorsun? - Resûl-i ekremin Sünnetinden. - Nasıl? - Resûlullah efendimizden işitmiştim. Buyurdu ki: (Süleymân aleyhisselâm, Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'yı inşâ ettirirken, örülen duvarlar tekrar yıkılıyordu. Zor durumda kalan Süleymân aleyhisselâma, Cenâb-ı Hak vahiy ile bildirdi: "Sen, üzerinde câmi yaptırdığın arsa sahibini, tam olarak râzı etmedikçe; imkânı yok, o duvarları tamamlayamazsın.") Bunları işiten Hz. Ömer, arsayı istimlâktan vazgeçti. Çünkü Hz. Abbâs, hiçbir bedelle satmaya yanaşmıyordu. Bu âdil karar ve halîfenin adâlete saygısı karşısında; Hz. Abbâs da gönül rızâsıyla arsasını, Müslümanlara armağan (hîbe) etti. Böylelikle Mescîd-i Nebevî genişletilebildi.
.
Hayatın kıymetini bilmek
26 Mayıs 2006 01:00
Günümüz dünyasında, "insan hayatı" her gün değer kaybetmektedir. İnsanlar medenileştikçe, yeni yeni teknolojilere sahip oldukça, biribirlerini katletmeleri de eskiye oranla daha da artmakta, öldürmeler daha da teknikleşmektedir. Halbuki insanın dünyaya gelmesinden maksat, hayatta kalmaları; sonsuz hayat için, ahiret hayatı için hazırlık yapmalarıdır. Dinin gayesi de bu konuda insanlara yol göstermektir. İnsanların bu kadar acımasız olmalarının sebebi dinden uzaklaşmaları, dinin rehberliğine, peygambere sırt çevirmeleridir. Hayatın gayesini bilmeyen, ölümden sonsına inanmayan bir insanın kendi menfaati, üç günlük dünya hayatı için yapamayacağı iş yoktur. Resûlullah efendimiz sonsuz Cennet hayatının kazanıldığı dünya hayatının değerlendirilmesinde, kıymetinin bilinmesinde şu nasihatlerde bulunuyor: "Beş şeyden önce beş şeyi ganîmet bil: 1- İhtiyarlığından önce gençliğin, 2- Hastalığından önce sıhhatin, 3- Meşgâlelerinden önce boş vakitlerin, 4- Fakirlikten önce zenginliğin, 5- Ölümünden önce ömrün." Resûlullah efendimiz bu beş şeyde çok ilimleri toplamıştır. Sınırlı olan dünya hayatının en verimli şekilde nasıl geçirileceğini bildirmiştir. Zîrâ insan, ihtiyarlığında yapamadığı amelleri gençliğinde yapabilir. Yine, gençliğinde bir günâhı işlemeğe alışan insan, ihtiyarlığında onu terk etmeye kolay kolay muktedir olamaz. O halde, bir gencin, gençliğinde sâlih ve hayırlı amelleri âdet edinmesi gerekir. Tâ ki, ihtiyarlığında onları kolaylıkla yapabilsin. Sağlığı yerinde insan, malında ve kendi irâdesinde hükmünü daha çok ve daha kuvvetle yürütebilir. O hâlde, sağlıklı insanın, bu sıhhati ganîmet bilmesi ve gerek mâlî ve gerekse bedenî ibâdetler husûsunda güzel amellerde bulunması lâzımdır. Zîrâ hastalanınca beden zayıflar, kuvvetten düşer ve ibâdetleri hakkıyla yapamaz olur. Malı ve serveti üzerindeki tasaruf hakkı da üçte bire iner. Kişi, hayatta oldukça, ameller işlemeğe muktedir olabilirl. Ölünce amel kesilir. O halde bir mümine yaraşan, bu fânî hayâtı boşa geçirmemek ve ebedî hayâta hazırlanmaktır. Ehl-i hikmetten biri şöyle der: "Ey insan! Çocukluğun oyunla geçer, gençliğin gafletle. İhtiyarlayınca da zayıf düşersin. Acaba sen, şanı yüce olan Allah için ne zaman sâlih ameller işleyeceksin? Sen, öldükten sonra şânı yüce olan Allaha ibâdet edemezsin. Ne yaparsan hayatta, bu dünyada yapabilirsin. Ölüme ve ölüm meleğinin gelişine ancak bu dünya hayâtında hazırlanabilirsin. Öyleyse onu dâima hatırlamaktan hiçbir an geri kalma. Zîrâ o, senden gâfil değildir..." Bir defasında Peygamber efendimiz gülüşmekte olan bir topluluğu gördü. Onlara hitâben buyurdu ki: "Eğer sizler, zevk ve eğlenceleri yok eden şeyi çok çok anmış olsaydınız, bu gördüğüm durumda olmazdınız. O, sizi meşgul ederdi. Böyle gülüşüp durmazdınız. Zevk ve eğlenceleri yok eden şeyi yanî ölümü çok anınız. Kabir, ya Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir çukurdur." > Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29 www.mehmetoruc.com
.
Yaprakların döküldüğü gibi...
27 Mayıs 2006 01:00
Kays bin Ubâde hazretleri anlatır: Ben Resûl-i ekremin Eshâbını görmek için Medîne'ye gelmiştim. Gördüklerim içinde en çok Übeyy bin Kâ'b'dan hoşlandım. Her zaman onun yanında olmak isterdim. Hep ön safta namaz kılardı. Ben de ona yakın yerde bulunurdum. Bir gün namazdan sonra bana, "Sen tüccar mısın?" diye sordu. Ben, "evet" deyince, "Tüccarların çoğu helâk olurlar. Sen onlardan olma. Lâkin ben Müslüman olan tüccarlara çok acırım"buyurdu. Übeyy bin Ka'b buyurdu ki: - Kim ki, dinin emirlerine uyar, Resulullahın sünnetini yerine getirir ve Allahü teâlâyı zikreder, O'nun korkusundan gözlerinden yaş gelirse, o kimsenin vücuduna ateş temas etmez. Kim ki İslâm yolunun üzerinde olsa ve sünneti seniyyede yaşasa, Allahü teâlâyı çok zikretse ve O'ndan çok korksa bütün günâhları dökülür. Sonbaharda ağaçların yaprakları sararıp solduğunda bir rüzgâr vurduğu zaman o gevşemiş bütün yapraklar nasıl dökülürse, O'nun aşkı ve korkusuyla ağlayıp, bedeni titreyen kimsenin de o yapraklar gibi günâhları dökülür. Bir şahıs Übeyy bin Ka'b'ın yanına geldi ve: - Bana nasihat et! dedi. Hz. Übeyy de ona buyurdu ki: - Allahü teâlânın kitabını yani Kur'ân-ı kerîmi kendinize imam yapın; yine Onu kendinize hakem yapın. O size yeter. O'nun hükmüne razı ol. Bu kitap öyle bir kitaptır ki, Resûl-i ekrem bize bırakmıştır ve sizin üzerinize öyle bir şahittir ki, sizden ve sizden evvel gelenlerden zikretmiştir. Aranızda olan hükmü de açıklamıştır. Sizlere ve sizlerden sonrakilere de çok güzel hakemdir. Bir sohbette Übeyy bin Ka'b buyurdu ki: - Kim ki Allahü teâlânın rızası için elindekini verirse muhakkak Allahü teâlâ da ondan daha iyisini ona ihsan eder ve hesapsız şekilde sevap yazar. Kimki bunun aksini yapar. Allahü teâla elindekini de alır ve ona günâh yazar. Bir gün Resûlullah efendimiz mübârek ellerini, Übeyy'in göğsüne koydular ve buyurdular ki: "Yâ Rabbî! Burayı şüphe ve tekzibden, yalanlamaktan koru!
.
Hayatı anlamak ölümü idrake bağlı
27 Mayıs 2006 01:00
Dün, hayatın önemi üzerinde durmuştuk. Ölümü idrak edemeyen, ölüm esnasında ve ölümden sonra başına gelecekleri bilmeyen hayatın kıymetini bilemez. Peygamberimiz, "Lezzetleri yıkan, eğlencelere son veren ölümü çok hâtırlayınız!" buyurmuştur. İslâm büyükleri, her gün en az bir kere ölümü hatırlamayı âdet edinmişti. Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretleri her gün yirmi kere, kendini ölmüş, mezara konmuş düşünürdü. Çünkü, ölümü çok hatırlamak, dinin emirlerine sarılmaya ve günâhlardan sakınmaya sebep olur. Haram işlemeye cesâreti azaltır. Daima ölümü düşünen kimsenin ömrü uzun olur. Ölümü unutup, çok uzun ömürlü olacağını zannedenlerin ise ömrü kısa olur. Resûlullah efendimiz, Ensârdan birinin başı ucunda ölüm meleğini gördü. Ona hitâben dedi ki: "Ey ölüm meleği! Dostuma iyi muâmele et. Zîrâ o bir mümindir." Ölüm meleği cevâben dedi ki: - Yâ Resûlallah! Ben her mümine iyi muâmele ederim. Ben insanoğlunun rûhunu alırım. Rûhunu aldığım şahsın âile efrâdından, yakınlarından birisi vâh edince derim ki: - Bu feryâd da ne? Allah'a yeminle söylerim ki, biz ona zulmetmedik. Ecelini geriye bırakmadığımız gibi öne de almadık. Onun rûhunu almakta bizim bir müdâhalemiz yoktur. Sizler, ey bu ölünün yakınları! Eğer Allahın hükmüne rızâ gösterirseniz, ecrini alırsınız. Yok, O'nun hükmüne râzı olmaz, feryâd-figân ederseniz günâha girersiniz. Sizin bize bir kapınız, bir merdiveniniz yoktur. Fakat biz size mutlak yine geleceğiz. Sakının, sakının. İster karada olsun, ister denizde, ister muhkem evlerde bulunsun, isterse çadırlarda. Hiçbir âile efrâdı yoktur ki, ben, her gün mutlaka onların yüzüne dikkatle bakmış olmayayım. Hattâ öyle ki, onların küçüklerini de büyüklerini de tanırım. Her birini şahsen tanırım. Allah'a yeminle söylerim ki, yâ Resûlallah! Ben şânı yüce olan Allahın emri olmadan bir sivrisineğin canını bile kabzedemem!.. Hazret-i Ömer, Ka'b-ül-Ahbâr'a dedi ki: - Ey Ka'b, bize ölümden bahset. - Ölüm, insanoğlunun vücûduna sokulmuş bir diken ağacına benzer. Bu ağacın her bir dikeni onun bir damarına batar. Sonra o ağacı kuvvetli bir insan şiddetle çeker. Her bir dikeni bir damara saplanan bu ağaç, çekilince kopardığını koparır, bıraktığını bırakır... Dört şey vardır ki, onların kadrini ancak dört kişi bilir: 1- Gençliğin kadrini ancak ihtiyarlar bilir. 2- Selâmetin kadrini ancak belâya düçâr olanlar bilir. 3- Sıhhatin kadrini ancak hastalar bilir. 4- Hayâtın kadrini de ancak ölüler bilir. Abdullah ibni Ömer anlatır: Babam sık sık şöyle derdi: - Ölmek üzere olan, fakat aklı başında bulunan birisi, yanındakilere ölümü niçin anlatmaz şaşarım!.. Nihâyet gün oldu. Babamın da ölüm ânı geldi. Aklı başındaydı. Konuşabiliyordu da. Kendisine dedim ki: - Babacığım, ecel gelmeden önce sen, "Ölmek üzere olan, fakat aklı başında bulunan birisi, yanındakilere ölümü niçin anlatmaz şaşarım!" derdin. Benim bu hatırlatmama cevâben dedi ki: - Ey oğulcuğum! Ölüm, anlatılabilecek bir şey değil. Bununla berâber sana ondan bir nebze bahsedeyim. Allah'a yeminle söylerim, şu ân, iki omzumda sanki birer dağ var. Sanki rûhum iğnenin deliğinden çıkarılıyor. Sanki vucûdumda bir diken ağacı var. Sanki gökler çökmüş de ben yerle bu ikisi arasında sıkışmışım..
.
Müminin dört vasfı
28 Mayıs 2006 01:00
Hazreti Übeyy, Allahın kitabının, bütün derinliklerini öğrenmek, anlamak istiyordu. Yüce kitâbımız Kur'ân-ı kerîmin en güzel şekilde okunmasında ve toplanmasında büyük hizmetleri olmuştur. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Kur'ân-ı kerîmi en iyi okuyanınız Übeyy bin Kâ'b'dır." Bir gün Resûlullah kendisine buyurdu ki: - Yâ Übeyy, Allahü teâlâ bana, senin üzerine Beyyine sûresini okumamı emretti. - Yâ Resûlallah, Rabbim zât-ı âlinize bizzat, benim ismimi verdi mi? Resûlullah "Evet" cevabını verince, sevincinden gözleri yaşarmıştır. Efendimiz hayatta iken, Kur'ân-ı kerîm öğreten ender Müslümanlar arasındadır. Hadîs, fıkıh, tefsîr, hasılı bütün dînî ilimlerde onun büyük hizmeti mevcuttur. Bütün hayatını Kur'ân-ı kerîmin hizmetinde geçiren Hz. Übeyy buyurdu ki: - Mü'min dört vasfından belli olur. Belâ ve musîbete mâruz kaldığında sabreder. Ni'met ve ikrâma mazhar olduğunda şükreder, konuştuğu zaman doğru konuşur. Hükmettiği zaman adâlete riâyet eder. Mü'min beş nûr içinde dönüp dolaşır. Cenâb-ı Hakkın, Nûr üzerine nûr buyurması buna işârettir. Onun sözü nûr, ilmi nûr, girdiği yer nûr, çıktığı yer nûr ve kıyâmet günü gideceği yer nûrdur. Hz. Ömer'in emriyle Müslümanlara, terâvîh namazını da ilk defa Hz. Übeyy kıldırmıştır. Hz. Übeyy'in babası: Kâ'b. Anası: Süheyle. Künyeleri: Ebû Münzir, Ebü't Tufeyl. Lâkabları: Seyyid-ül-kurrâ, Seyyid-ül-Ensâr, Seyyid-ül-Müslimîn'dir. Bu şerefli ve yüksek lâkaplar, O'nun mevkiini göstermeye yeter. Hazrec'in Neccâr kabîlesine mensuptur. İslâm Güneşi, Medîne'de yayılmaya başladığı sıralarda, Müslüman oldu. Sonra Akabe bî'atında, sevgili Peygamberimizin mübârek ellerini tuttu ve ölünceye kadar verdiği söze sâdık kaldı. Resûlullah efendimiz Medîne'ye hicretlerinde O'nu, Saîd bin Zeyd hazretleriyle din kardeşi yaptılar. Bedir Gazâsından Tâif Muhasarasına kadar, Efendimizin bütün gazâlarına iştirak etti. Hepsinde büyük yararlık gösterdi. Dindâr ve itimatlı bir Müslümandı. Bu yüzden sevgili Peygamberimiz kendisini, Zekât toplamakla vazifelendirdi. Hz. Ebû Bekir zamanında da aynı vazifeyi yaptı.
.
Hâfızların efendisi
29 Mayıs 2006 01:00
Mescîdde Müslümanlar, halka halka oturmuşlar; Hadîs-i şerîf dinliyorlardı. Sevgili Peygamberimizden bahsediyorlardı. Irak'tan yeni gelen bir Müslüman, o halkaları teker teker geçti. Üzerinde sâde bir elbise bulunan, zayıf bir ihtiyarın yanına yaklaştı. İhtiyar, yolculuktan yeni gelmiş gibi yorgun görünüyordu. Belki de hastaydı. Fakat; - Kâbe'nin Sahibine yemin ederim ki, diye söze başladı ve şöyle devam etti: - Bir gün Resûl-i ekremden işittim. Buyurdu ki: "Kim dünyada hayır amel işlerse, ona çok müjdeler vardır. Allahü teâlâ ona âhirette çok ihsânlarda bulunacaktır. Lâkin kim ki bu dünya için çalışırsa, ona âhiretten hiçbir nasip yoktur." Söyleyeceklerini söyleyip bitiren yaşlı hatip, sessizce kalktı. O gittikten sonra Iraklı da kalktı. Hz. Übeyy'i, evine kadar takîb etti. Kapıya vardıklarında, selâm verdi. İzin isteyerek, eve girdi. Gördü ki evi de, eşyâsı da kendisi gibi!.. Dünya süsünden, telâşından uzak. Ev sahibi, Iraklı bir Müslüman olduğunu anlayınca, "Anlaşıldı! Şimdi, ardı arkası gelmeyen suâller sorarsın!" Bunu duyan Iraklı Müslüman çok üzüldü. Bunu gören Hz. Übeyy ağlamaya başladı. Ve: - Sevgili kardeşim! Allah sana iyilikler versin. Fakat sözlerimi yanlış anladın. Ben sâdece, Iraklıların huylarını söylemek istemiştim. Senden özür diliyorum. Beni affettiğini anlamadıkça, bir daha kimseyle konuşmayacağım, diye üzüntüsünü açıkça belli etti. Iraklı zararı yok gibilerden elini salladı ve hakkını helâl ettiğini bildirdi. O zaman çok sevinen Hz. Übeyy: - Allahım! Eğer beni, gelecek cumaya kadar sağ bırakırsan; sevgili Peygamberimizden duyduğum her şeyi Müslümanlara anlatacağım, diye vaadde bulundu. Bunun üzerine Iraklı izin alarak ayrıldı. Gelecek cumayı sabırsızlıkla beklemeye başladı. Perşembe sabahı sokağa çıktığında, büyük bir kalabalıkla karşılaştı. Herkeste bir telâş, bir heyecan fark ediliyordu. Birisine sordu: - Ne var, ne oluyor? - Sevgili Peygamberimizin Eshâbından, Hâfızların efendisi Übeyy bin Kâ'b hazretleri vefât eyledi. Sevdiklerine kavuştu.
.
İnsanların en hayırlısı
30 Mayıs 2006 01:00
Henüz Müslüman olmamış Benî Temim kabîlesinden 80-90 kişilik bir heyet, Peygamber efendimizin huzurlarına gelerek, "Biz, sizinle üstünlük yarışı yapmak istiyoruz" dediler. Peygamber efendimiz izin verince Utarid isminde bir hatib ayağa kalkarak konuştu: "Biz, pek çok mal ve servet sahibiyiz. Biz bunlarla iyi işler yapıyoruz. Biz, doğu halkının en güçlüsü, sayıca en kalabalığı, savaşa da en kolay, en çabuk hazırlananıyız. Halk içinde bizim gibi kim var? Halkın reisleri ve fazîletlileri biz değil miyiz? Bizim gibi fazîletlere sahip olabileniniz varsa çıksın da görelim!.." Bunun üzerine Peygamber efendimiz, Hz. Sâbit bin Kays'a, "Kalk! Şuna karşılık ver!" buyurdu. Sâbit bin Kays şöyle cevap verdi: "Hamd Allahü teâlâya mahsûstur. Ben O'na hamd ederim ve O'ndan yardım isterim. O'na îmân eder, O'na güvenirim. Ben, Allahtan başka ilâh olmadığına, O'nun bir olduğuna, eşi, ortağı ve benzeri bulunmadığına îmân ederim. Muhammed aleyhisselâmın O'nun kulu ve Resûlü olduğuna da şehâdet ederim. Göklerde ve yerlerde ne varsa hepsini yaratan, yaşatan O'dur. O'nun ilmi her şeyi içine almıştır. Gizli ve açık her şeyi bilir. Kâinâttaki her şey, O'nun lütfu ve ihsânıdır. Allahü teâlâ, mahlûklarının en hayırlısı ve en güzelini peygamber olarak gönderdi. O Peygamber ki, insanların en iyisi, en doğru sözlüsüdür. Soyu en asîl soydur. İ'tibârca en fazîletli olandır. O, insanların en cömerdi, en güzeli, en hayırlısıdır. O emîndir. Her bakımdan insanların en üstünüdür. Hiçbir kimse, hiçbir bakımdan O'nun üstünde değildir. O'nu yaratan böyle yaratmıştır. Allahü teâlâ O'na kitabını indirdi. O yüce Peygamber insanları Allahü teâlâya ve kendisine îmân etmeye davet etti. Biz O'nun bu davetini kabûl ettik. O'na tâbi olduk. Bu daveti kabûl edenler, kavmimizin en hayırlıları oldular..." Sâbit bin Kays'ın bu konuşmasından daha sonra şiir yarışması yapıldı. Bunda da Hassân bin Sâbit'in galip gelmesi üzerine, Benî Temim'in reislerinden Akra bin Hâbis, Peygamber efendimiz için; - Bu zât muvaffak olmuştur. Vallahi, O'nun hatîbinin hitâbeti ve O'nun şairinin şiiri bizimkinden daha güzel, ses ve sedâları da bizimkinden daha gür ve daha tatlıdır. Bu zât, Allahü teâlâ tarafından korunuyor, destekleniyor, diyerek, Peygamber efendimize yaklaştı ve Kelime-i şehâdet getirip Müslüman oldu.
.
Onlara Cenneti vaat etti
31 Mayıs 2006 01:00
Peygamber efendimiz, Medîne-i münevvere'ye teşrif ettikten sonra Medîneli Müslümanlardan söz aldı. Bu söz alma esnâsında hatîbliği ile meşhûr olan Hz. Sâbit bin Kays, son derece, fasih ve beliğ olarak dedi ki: "Biz kendimizi ve çocuklarımızı nelerden koruyorsak, sizi de onlardan koruyacağız. Buna karşılık bize neyi vaad ediyorsunuz? " Peygamber efendimiz, bu samîmî karşılama ve suâle karşı tek kelime ile cevap verdiler: "Cenneti!" Orada olan herkes bu cevaptan çok memnun olup, hepsi de, "Razıyız" dediler. Böylece kadın erkek bütün Medîneliler, Resûlullah efendimize bî'at ettiler, söz verdiler. Peygamber efendimiz burada olduğu gibi, hayatları boyunca hiçbir kimseye, dünyaya âit bir şey vaat etmediler. Kendisine tâbi olanlara, Allahü teâlânın rızâsını, Cenneti, iki cihân saâdetini müjdelediler. Zaten, Eshâb-ı kirâmın hepsi, Peygamber efendimize, bu güzel niyet ve maksatlarla tâbi oldular. Başka şeylere kıymet vermediler. Hz. Sâbit bin Kays, çok cömert idi. Bir günde beş yüz ağacın hurmalarını toplayıp hepsini sadaka vererek evi için hurma bırakmadı. Bunun üzerine En'âm sûresi, 141. âyeti nâzil oldu. Burada meâlen: "Ekini hasat ettiğiniz zaman, fakirlerin hakkını verin ve isrâf etmeyin. Allahü teâlâ isrâf edenleri elbette sevmez" buyuruldu. Hz. Sâbit bin Kays; Peygamber efendimize karşı çok hürmetli idi. Peygamberimiz de onu sever, bu sevgisini zaman zaman bildirirlerdi. Hz. Sâbit bin Kays bir gün hastalandı. Resûl-i ekrem efendimiz onu ziyâret ederek: "Ey Allahım, Sâbit bin Kays'ın hastalığına şifâ ver!" diye duâ buyurdular ve bu hastalıktan şifa bulup tamamen iyileşti. Yıllar sonra Hz. Sâbit bin Kays, Müseyleme ile yapılan savaşta şehit oldu. Hz. Sâbit, şehit düştüğünde üzerinde kıymetli bir zırh vardı. Bu zırh çalındı. Biri rüyâsında Hz. Sâbit'i gördü. Hz. Sâbit, zırhının saklı olduğu yeri söyledi. Onu oradan almasını ve ihtiyacı olan birisine vermesini rica etti. Rüyâyı gören zât, ertesi gün arkadaşlarıyla birlikte. Hz. Sâbit'in tarif ettiği yere gitti. Zırhı orada buldu. Ve bu şehîdin isteğini yerine getirdi. Hz. Sâbit bin Kays, şehit olduğunda geriye Muhammed Abdullah, Yahya, Abdurrahman, Abdullah ve İsmail isimlerinde çocukları kaldı..
.
Hazreti Sabit'in üzüntüsü
1 Haziran 2006 01:00
"Şüphesiz, Allahü teâlâ, kibirlenip gururlananları sevmez!" meâlindeki Lokman sûresi 18. âyet-i kerîmesi nâzil olunca, Hazreti Sâbit'in durumu değişti, evine kapanıp ağlamaya ve tövbe etmeye başladı. Çünkü, o âyet-i kerîme ile, kendisi gibi şık giyinenlerin kastedildiğini zannediyordu. Evinden dışarı çıkmıyor, gözyaşları içerisinde Rabbine tövbe ve ilticâ ediyordu. Onun bu durumunu Resûlullaha haber verdiler. Resûlullah efendimiz niçin böyle yaptığını sordu. Hz. Sâbit şöyle cevap verdi: "Ben şık giyinmeyi severim." Resûl-i ekrem efendimiz, Hz. Sâbit'i rahatlatan şu cevabı verdi: "Sen âyet-i kerîmede sözü edilenlerden değilsin. İyi bir hayat sürüyorsun. Hayırlı bir şekilde öleceksin ve Allahü teâlâ seni Cennete sokacak." Hz. Sâbit'in elem gözyaşları, artık sevinç gözyaşlarına dönmüştü. Gurur ve kibir maksadıyla giyilmeyen güzel elbiselerin, dînimize aykırı bir yönü olmadığını öğrenmişti. Zâten Resûlullah efendimiz, Müslümanları temsil durumunda olanların çok düzgün ve temiz kıyâfetli olmaları gerektiğini zaman zaman ikâz ederdi. Bir yere gönderdiği elçilerine; "Öyle giyineceksiniz ki, gittiğiniz yerde parmakla gösterileceksiniz" buyururdu. Hz. Sâbit de zaman zaman müşriklere karşı Resûlullahın ve Ensârın hatipliğini yapardı. Bu cihetle de onun şık ve güzel giyinmesinde mahzûr bir tarafa, zarûret bile vardı. Hucurât sûresi nâzil olduğu zaman da, duygulu sahâbî Sâbit bin Kays'ı bir endişe almıştı. Âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyuruluyordu: "Ey îmân edenler! Sesinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin; birbirinize bağırdığınız gibi ona bağırmayın, yoksa amelleriniz mahvolup gider de farkında bile olmazsınız." (Hucurât 2) Bu âyet-i kerîmeyi işiten Hz. Sâbit daha önce yaptığı gibi; "Bu âyette kastedilenlerden birisi de benim. Ben de Resûlullahın huzurunda yüksek sesle konuşuyorum ve amellerim boşa gidiyor, Cehennem ehlinden oldum" diyerek evine kapandı ve gözyaşları içerisinde Rabbine yalvarmaya başladı. Bunun üzerine, Resûlullah şöyle buyurdu: "Hayır, korkma! Sen övünülecek bir hayat sürüyorsun. İleride de şehîd olacaksın ve Allahü teâlâ seni Cennetine sokacak!" Hz. Sâbit'in yüksek sesle konuşması, Resûlullaha hürmetsizliğinden değil, onun hatipliğinden ileri geliyordu. Onun için, âyet-i kerîmede ikâz edilen kimselerden olamazdı. Ancak onun hassas kalbi, bundan endişe duyuyor, üzülüyordu. Resul-i ekremin sözleri onu yine ferahlatmıştı
.
"Kendime güldürtmem!"
2 Haziran 2006 01:00
Hazreti Osman bin Maz'ûn temiz bir yaratılışa sahipti. İslâmdan önce de düzenli ve ağırbaşlı bir yaşayışı vardı. Müslüman olmadan önce hiç içki içmemiş ve; "Aklı giderip, benden aşağıdakileri bana güldüren bir şeyi içmem" demiştir. Böyle bir insanın her türlü kemâli, iyiliği ve güzelliği emreden İslâmiyeti kabûl etmemesi düşünülemezdi. Resûlullah efendimiz bir gün Mekke'de evinin yanında oturuyordu. O sırada Osman bin Maz'ûn oradan geçiyordu. Resûlullah efendimiz bakıp, tebessüm etti. Sonra yanına çağırdı. Peygamberimizin karşısına oturdu. Resûlullah efendimiz konuşuyordu. Konuşurken, o sırada mübârek gözlerini göğe dikti. Sanki kendisine bir şeyler anlatılıyor, o da bunu kavramak istiyor gibi başını sallıyordu. Bu sırada Resûlullahın Osman bin Maz'ûn ile ilgisi kalmamıştı. Bu hâl bir müddet devam etti. Bilâhare Osman bin Maz'ûn bu hâli Peygamber efendimizden sordu. Kendisinde, daha önce böyle bir şeye rastlamadığını söyledi. Peygamber efendimiz buyurdu ki: - Sen otururken, bana Allahü teâlânın elçisi Cebrâil aleyhisselâm geldi. - Allahü teâlânın elçisi mi? - Evet. - Cebrâil sana ne söyledi? - "Muhakkak ki Allahü teâlâ, adâleti, ihsânı ve akrabaya vermeyi emrediyor. Zinâdan, fenâlıklardan ve insanlara zulüm yapmaktan da nehyediyor (yasak ediyor.) Size böylece öğüt veriyor ki, benimseyip tutasınız" [Nahl: 90] âyetini getirdi Osman bin Maz'ûn der ki: - Bu hâdise üzerine kalbimde îmân yeşerip yerleşti. Resûlullahın sevgisi gönlüme düştü ve Müslüman oldum. Osman bin Maz'ûn'un İslâma girişi Resûlullahı çok sevindirdi. Osman bin Maz'ûn Müslüman olduktan sonra evine gitti. Âilesine de İslâmı anlatıp, onların da İslâm ile şereflenmesine vesîle oldu. Böylece, ailece Müslüman olma bahtiyarlığına kavuştu. Osman bin Maz'ûn Müslüman olunca, müşriklerin çeşitli eziyet ve işkencelerine uğradı. Bunun üzerine, Peygamberimizin müsaadesi ile Habeşistan'a hicret etti.
.
Fethin yedi asırlık mücadelesi
2 Haziran 2006 01:00
Üç gün önce İstanbul'un fethinin 553. yıl dönümü merasimlerle kutlandı. İstanbul'un fethi Müslümanlar için mukaddes bir ideal, yüce bir gayedir. Bunun için bu uğurda sayısız şehid verdiler. Bütün bu gayretlerin, şehadetlerin sebebi neydi? Peygamber efendimizin, şu müjdesiydi: "İstanbul muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdar ne güzel hükümdar ve onun askerleri ne güzel askerlerdir." İşte bu hadis-i şerif, bütün İslam hükümdar ve kumandanlarını, erlerini harekete geçiriyordu. Hepsi bu müjdeye kavuşma arzusu ile kavruluyorlardı. Bunun için defalarca teşebbüse geçildi. İstanbul'un fethine ilk teşebbüs; Hz. Osman devrinde 655 tarihinde yapıldı. O zaman Müslümanlar kuvvetli bir donanmaya sahiptiler. Suriye Valisi Hz. Muaviye 654'te, Kıbrıs Seferini müteakip, Bizans'a bir donanma gönderdi. Bundan istenilen netice alınamayınca Hz. Muaviye, oğlu Yezid kumandasında bir ordu gönderdi. Bu ordu, İstanbul surları önüne gelerek şehri kuşattı. Bu kuşatmada büyük sahabelerden hazret-i Ebu Eyyub-i Ensari de bulunuyordu. İstanbul 669 baharında iyice kuşatılmasına rağmen fethedilemedi. Hazret-i Ebu Eyyub-i Ensari bu kuşatmada dizanteriden vefat edip, İstanbul surları yakınına defnedildi. 673'te Hz. Muaviye devrinde yedi yıl süren bir deniz seferi daha tertip edildi. Yaz mevsiminde mütemadiyen İstanbul'a taarruz eden Emevi donanması, muvaffak olamadı 714'te büyük bir ordu ile İstanbul üzerine yürüyen Abdülmelikoğlu Mesleme ve Mervan oğlu Ömer bin Abdülaziz, 716'da şehri karadan ve denizden kuşattılar. İslam donanması, Haliç'in ağzında bağlı zincire kadar yaklaştı. Kara kuvvetleri de, İstanbul surlarına dayandı ve kuşatma başlamış oldu. Ancak, yeterli ikmalin yapılamaması, kötü hava şartları ve Bizans entrikaları neticesinde fetih yine gerçekleşemedi. 781'de Abbasi halifelerinden El-Mehdi oğlu Harun Reşid kumandasındaki İslam ordusu, Bizans İmparatorluk ordusunu İzmit yakınlarında yenerek Boğaziçi sahillerine kadar geldi. Bizanslılar haraca bağlanıp, geri dönüldü. Uzun bir aradan sonra İstanbul'u fethetme görevini Osman Gazi üzerine aldı. Hadis-i şeriflerle müjdelenen ulvi gayeyi gerçekleştirmek şerefine mazhar olmak arzusuyla faaliyetlerde bulundu. Osman Gazi ölüm döşeğinde oğlu Orhan Gazi'ye; "İstanbul'u al gülzar et!" diyerek vasiyette bulundu. İstanbul fethinin "ilahi bir vaat" olduğu inancını taşıyan Osmanlılar da, ısrarla bunun üzerinde durdular. 1391'de Sultan Yıldırım Bayezid Han şehri kuşattı ve Boğaziçi'nde Anadolu (Güzelce) Hisarı'nı yaptırdı. 1422 yılında Osmanlı Sultanı İkinci Murad Han tarafından dört ay kadar süren çok şiddetli taarruzların yapıldığı kuşatmada, her türlü savaş taktiği ve zamanın teknik imkanları kullanıldı. Fakat, Bizanslılar kadını erkeği dahil bütün ahali ile şehri savundular. Meşhur Bizans entrikası tatbik edilerek, Anadolu'da Osmanlı'ya karşı ittifak tesis edilince, iki düşmanla uğraşmanın güçlüğünden kuşatma kaldırıldı. İstanbul'un son kuşatması Fatih Sultan Mehmed Han tarafından 1453'te yapıldı. Ve hadis-i şerifte bildirilen müjdeye böylece kavuşuldu. Peygamber efendimizin bir mucizesi daha gerçekleşmiş oldu.
.
"Cenab-ı Hakkın himayesi kâfi"
3 Haziran 2006 01:00
Habeşistan'a hicret eden Müslümanlara, "Kureyşliler Müslüman oldu" diye yalan bir haber ulaştı. Bunun üzerine, Müslümanlar Habeşistan'dan ayrılıp, Mekke'ye doğru yola çıktılar. Fakat Mekke'ye yaklaşınca, haberin yalan olduğu anlaşıldı. Mekke'ye girerlerse, durumlarının iyi olmayacağını biliyorlardı. Aralarındaki istişâreden sonra her biri Mekke'de bir dostunun himâyesinde kalmaya karar verdiler. Böylece Mekke'ye açıktan girme imkânını elde etmiş oldular. Bu himâyeyi elde edemeyenler de vardı. Bunlar ise, Mekke'ye girişlerini gizli yapmak zorunda kaldılar. Osman bin Maz'ûn, Velid bin Mugîre'nin himâyesine girmişti. Ancak, Müslümanın, bir müşrikin himâyesi altında olması hazmedilir bir şey değildi. Müşriklerin himâyesine giren bütün Müslümanlar, bu durumun acısını ve ağırlığını, bütün şiddetiyle rûhlarının derinliklerinde hissediyorlardı. Îmânları buna aslâ müsaade etmiyordu. Zaten bütün bu sıkıntılı ve perişan durumlara onlar sebep olmuşlardı. Geçici bir rahatlık için, onların himâyesine girmeyi, îmânlarından fedakârlık sayıyorlardı. Bu yüzden himâye altına girenlerin hepsi üzgün ve kalbleri kırık idi. Bu üzüntüyü en çok hissedenlerden biri de Osman bin Maz'ûn idi. Kendi kendine dedi ki: "Vallahi, benim arkadaşlarım, Allah yolunda çeşit çeşit eziyet ve sıkıntı çekerken, bir müşrikin himâyesinde rahat ve emniyet içinde yaşamam, bu belâlardan uzak kalmam, benim için büyük bir eksikliktir!" Doğruca, Velid bin Mugîre'ye gitti. Ona dedi ki: - Ey amcamın oğlu! Beni himâyene aldın. Güzelce de himâye ettin. Taahhüdünü yerine getirdin. Bu zamana kadar senin himâyende idim. Şimdi senin himâyenden çıkıp Allahın ve Resûlünün himâyesine giriyorum. Bunun için himâyeni sana iâde ediyorum. - Niçin himâyemden çıkmak istiyorsun? Yoksa birisi sana işkence veya kötülük mü yaptı. Yoksa benim himâyem sana yeterli olmadı mı? - Böyle bir şey yoktur. Ancak bir müşrikin himâyesinde olmak biz Müslümanlara yakışmaz. Üstelik bizim perişan hâllere düşmemize sebep oldunuz. Ben Allahü teâlânın himâyesinden râzıyım. Bize O'nun garantisi kâfidir!
.
Elde tutmak almaktan daha zor!
3 Haziran 2006 01:00
Dün, İstanbul'un fethinin tarihî seyrinden bahsetmiştik. Bir şehri, bir ülkeyi elde tutmak, almaktan daha zordur. Bunda da en büyük unsur yerli halkın desteğidir. Bu destek olmadıkça alınan yer uzun süre elde tutulamaz. Bu destek de ancak, yerli halka adil davranmak, onların huzur ve güvenliğini sağlamakla elde edilebilir. İşte, Fatih Sultan Mehmet Han ve daha sonraki sultanlar önce bunu sağladı. Fatih İstanbul'a girdiğinde, Ayasofya ağzına kadar kadın-erkek Rumlarla dolu idi. Hepsi korku ve endişe içinde idi. Sultan, Ayasofya'da şükür namazını kıldıktan sonra yerlere kapanan ahaliye, rahip ve Ortodoks Patriğine şöyle seslendi: "Kalkınız! Ben Sultan Mehmed, sana ve bütün ahaliye söylüyorum ki, bugünden itibaren ne hayatınız ve ne de hürriyetiniz hususunda benim adaletimden endişe etmeyin!.." Evet, adalet; ayakta kalabilmenin vazgeçilemez şartıdır... Çünkü, Adalet mülkün temelidir. Temel sarsıntıya uğrarsa, binanın ayakta kalması mümkün olmaz. Fakat, adaleti tatbik etmek kolay bir iş değildir. Adalet, herkese tatbik edildiği zaman gerçek adalet olur. Adalet, kuvvetliden yana değil de, haktan yana olursa, bir değer ifade eder. Zulüm payidar olmaz. Bizans'ın yıkılmasının sebebi nasıl zulüm ise, Osmanlının İstanbul'u elde tutma sebebi de adalettir. Her şey inceldiği yerden, zulüm kalınlaştığı yerden kopar. Küfür devam edebilir, fakat, zulüm asla... Eninde sonunda zulüm sahibini yok eder. Adalet ise sahibini mamur eder. Bunun sayısız örnekleri vardır tarihte. Hocası Akşemseddin hazretleri Sultana şu nasihatini sık sık tekrarlardı: "Şunu unutma! İki sınıf ilmiyle amel ederse, halk kurtulur, rahat eder. Bunlar; âlimler ve kadılardır. Eğer bu iki sınıf bozulursa, bütün halk bozulur ve ortalığı fitne, fesat kaplar. Düzen bozulur, devletin yıkılması kaçınılmaz olur." Zaman zaman da Hz. Ali'nin şu sözünü naklederdi: "Adalet; halkın dirliği ve düzeni, idarecilerin ise süsü ve güzelliğidir." İstanbul'un fethinden sonra üç papaz "Kendi dinimizden olan böyle zulüm yaparsa, başka dinden biri kim bilir neler yapar?" diyerek zindandan çıkmamışlardı. Bunu öğrenen Fatih Sultan Mehmed Han, papazların ellerine birer serbest dolaşma kağıdı verip, onlardan, memleketin her tarafını gezip görmelerini, Osmanlı Devleti ile Bizans'ı mukayese etmelerini istedi. Papazlar, birçok şehir dolaştılarsa da, bir mahkemeye tesadüf edemediler. Her kasabada kadı var, fakat dava yok. Birkaç ay dolaştıktan sonra, nihayet Bursa'da bir mahkemenin olacağını haber alıp, oraya koştular. Mahkemede kadı davacıya söz verdi: "Bir hafta önce bir at satın aldım. Evime götürüp bakımını yaptım. Ancak ertesi gün at rahatsızlandı. Gelip durumu size arz etmeyi düşündüm. Ancak o gün sizi bulamadım. Sonra da at öldü. Hükmünüzü talep ederim." Kadı, atı satanı da suçlayamazdı. Çünkü atın durumu ortaya çıkmamıştı. Öbürü de vaktinde müracaatı yapmıştı. Tek eksik taraf; kendisinin vazife yerinde bulunmamasıydı. Bunun için de atın fiyatını kendi cebinden ödeyip, davayı bitirdi kadı efendi. Papazlar buradan ayrılarak, artık başka yere gitmek ihtiyacını duymadan doğru İstanbul'a gelir ve hemen Fatih'in huzuruna çıkıp, derler ki: "Bundan sonra biz karar verdik, artık zindana çekilmeyeceğiz. Çünkü sizde bu adalet oldukça, dininizden olmayan Hristiyan papazların dahi zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz!" Tarihte buna benzer daha nice yaşanmış olaylar vardır... İşte Osmanlı'nın kısa zamanda üç kıt'aya hükmetmesinin sırrı burada yatıyor... Tabiî ki yıkılmasının da!.
.
Yolunu şaşırmış da deseniz!.."
4 Haziran 2006 01:00
Câhiliyye şairi Lebîd, "Şüphesiz Allahü teâlâdan başka her şey bâtıldır" mısraını okurken, Hz. Osman bin Maz'ûn, "Doğru söyledin" dedi. "Her ni'met mutlaka zevâle (yok olmaya) mahkûmdur, mısraını okurken de, "Yalan söyledin, Cennet ni'metleri zevâl bulmaz, dâimîdir" demişti. Bunun üzerine Lebîd kızgın bir hâlde, Kureyşlilere sitem ederek dedi ki: - Ey Kureyşliler! Sizin meclisinizde böyle kimseler olmazdı. Ne oldu size? Kureyşliler, Lebîd'i teskin etmeye çalışarak dediler ki: - Sen ona bakma, o zaten bizim dînimize, putlarımıza da karşı gelip, başka bir yol tuttu. Daha önce Velid bin Mugîre'nin himâyesinde idi, bunu da reddetti. Bu sırada, müşriklerden Abdullah bin Ümeyye, Osman bin Maz'ûn'un gözüne şiddetli bir yumruk vurup, gözünü mosmor yaptı. Velid bin Mugîre, "Himâyemi reddetmeseydin böyle olmazdın" dedi. Osman bin Maz'ûn'un tek "suçu" var idi! O da Allahü teâlâya îmân etmesi ve bu îmân istikâmetinde konuşmasıydı. Karşılaştığı bu üzücü durum, Osman bin Maz'ûn'u durduramamış, içindeki alev alev kabaran îmânla cevap verdi: - Vallahi, Allah için, bu sağlam gözüm de, öncekinin âkıbetine uğrasa gam yemem. Ben, Allahü teâlânın teminatındayım. Rızâ yolunda, gözüme vurulan tokatın ecrini Allahü teâlâ verecektir. Kimden Allahü teâlâ râzı olursa o bahtiyardır. Bana sefîh ve yolunu şaşırmış da deseler, ben Muhammed aleyhisselâmın dîni üzereyim. Bana ne kadar zulmetseler, eziyet etseler de bu yoldan yürüyeceğim. Bu samîmî ve içten gelen ifâdeler, Velid'e tesir etmişti. Bundan dolayı Velid, Osman bin Maz'ûn hazretlerine, "Gel, tekrar himâyeme gir!" dedi. O ise , "Ben Allahü teâlâdan başkasının himâyesine giremem" diye cevap verdi. Osman bin Maz'ûn'un gözüne müşriklerden Abdullah bin Ümeyye tarafından o yumruk vurulunca, orada bu acıya içten katılan, sanki kendisine vurulmuş gibi olan bir kişi vardı. O da Hz. Sa'd bin Ebî Vakkâs idi. Çünkü Müslüman kardeşine atılan bu tokat, ona atılmış demekti. Bunu kabûl edemeyen Hz. Sa'd yerinden fırlayıp, o da, o kâfirin suratına müthiş bir yumruk indirdi. Abdullah bin Ümeyye'nin yüzü gözü kanlar içerisinde kaldı. Böylece o, lâyık olduğu cezâyı bulmuş oldu.
.
"Üzerinde âilenin hakkı var!"
5 Haziran 2006 01:00
Osman bin Maz'ûn hazretleri, Medîne'de ilk vefât eden muhâcir sahâbîdir... Peygamber efendimiz o kefenlenirken alnından öptü. Sonra; "Sen de dünyadan bir şey elde etmedin, dünya da senden etmedi" buyurdu. Mübârek gözlerinden akan yaşlar Osman bin Maz'ûn hazretlerinin yanaklarına damladı. Bu sırada Ümmül-Alâ; Osman bin Maz'ûn'a şöyle seslendi: "Ey Osman! Allahü teâlâ sana ikrâmda bulunmuştur." Bunun üzerine Resûlullah efendimiz ona sordu: - Allahü teâlânın ona ikrâm ettiğini nereden biliyorsun? - Yâ Resûlallah! Osman bin Maz'ûn'a hüsn-i zannım olduğu için. - Vallahi Osman için hayır ümit ediyorum. Ancak ben Allahü teâlânın Peygamberi olduğum hâlde, Allahü teâlâ bildirmedikçe başıma ne geleceğini bilmem. Osman bin Maz'ûn'un vefâtı sırasında Müslümanların henüz bir kabristanı yoktu. Resûlullah Eshâbı için, bir kabristan arıyordu. Medîne etrafına teşrif buyurdular. - Bakî' ile emrolundum, buyurarak orayı kabristan seçtiler. Böylece Hz. Osman bin Maz'ûn ilk Bakî'ya defnedilen oldu. Kabrinin baş tarafına bir taş dikti. Ondan sonra birisi vefât edince, Resûlullaha, "Nereye defnedelim" diye sorulur, Peygamberimiz de, "Selefimiz Osman bin Maz'ûn'un yanına" buyururlardı. Osman bin Maz'ûn dünyaya hiç rağbet ve tamah etmez, devamlı ibâdetlerle meşgul olurdu. Gecelerini namaz kılmak, gündüzlerini de oruç tutmakla geçirirdi. Bu husûs Peygamber efendimize haber verildi. Ona buyurdu ki: - Ben senin için güzel bir örnek değil miyim? Osman bin Maz'ûn suâl etti: - Anam-babam sana fedâ olsun! Bu soruyu niçin sordunuz? - Devamlı olarak gündüzlerini oruçla, gecelerini de namazla geçiriyormuşsun. - Öyle yapıyorum. - Gözlerinin, senin üzerinde hakkı vardır. Bedeninin hakkı var, âilenin hakkı var. Namaz kıl, fakat aynı zamanda yat ve uyu. Oruç tut, ancak bazen de tutma. Ey Osman! Allahü teâlâ beni ruhbanlıkla değil, tatbiki kolay bir din ile gönderdi. Böylece Resûlullah efendimiz Osman bin Maz'ûn'a nâfile ibâdetlerde ve niyâzda mu'tedil olmasını tavsiye buyurmuşlardır.
.
"Hepiniz îmân etmedikçe!.."
6 Haziran 2006 01:00
İslâmiyeti öğretmek için gelen Mus'ab bin Umeyr, Medîne'de fevkalâde bir gayretle çok kimsenin Müslüman olmasına sebep olmuşu. Faaliyetlerini yürütmek üzere Sa'd bin Mu'âz'ın teyzesinin oğlu olan Es'ad bin Zürâre'nin evine yerleşmişti. Bu sebeple Sa'd bin Mu'âz, o zaman Araplar arasında akrabaya karşı hakâretten kaçınmak âdet olduğu için, bu işe mâni olma teşebbüsünde de bulunamadı. Ancak bir kabîle reisi olarak bu işe de el koymak istiyordu. Bu maksatla kabîlesinin ileri gelenlerinden Üseyd bin Hudayr'a dedi ki: - Sen, işini iyi bilen, kimsenin yardımına muhtaç olmayan bir adamsın! Zayıflarımızın inançlarını bozmak için mahallemize gelmiş olan bu adamı, yanımıza gelmekten men et! Es'ad bin Zürâre akrabam olmasaydı, bu işi kendim hallederdim. Bunun üzerine Üseyd bin Hudayr, Mus'ab bin Umeyr'in bulunduğu eve giderek dedi ki: - Sizi, bize getiren sebep nedir? Zayıflarımızın inançlarını mı bozacaksınız? Eğer, hayatından olmak istemiyorsan yanımızdan ayrılıp gidersin. Mus'ab bin Umeyr, ona yumuşak bir sesle cevap verdi: - Hele biraz otur, sözümüzü dinle! Beğenirsen kabûl edersin, beğenmezsen dinlemekten yüz çevirirsin. Mus'ab bin Umeyr ona, Kur'ân-ı kerîm okudu. İslâmiyet'i anlattı. Onun tatlı konuşması, insanın kalbine işleyen sözleri ve hoş sesiyle okuduğu Kur'ân-ı kerîm âyetleriyle, kendinden geçen Üseyd bin Hudayr dedi ki: - Bu, ne kadar güzel, ne kadar yüce söz, diyerek Müslüman oldu. Büyük bir huzur içerisinde olduğu hâlde Mus'ab bin Umeyr'e şöyle dedi: - Arkamda bir adam var. Ben hemen gidip onu size göndereyim. Mus'ab bir Umeyr, ona da gâyet yumuşak konuştu ve oturup biraz dinlemesini söyledi. Sa'd, bu nâzik konuşma karşısında yumuşayıp oturdu ve konuşulanları dinlemeye başladı. Mus'ab bin Umeyr, ona da İslâmiyet'i anlattı ve Kur'ân-ı kerîmden bir miktar okudu. Sa'd'ın yüzü birdenbire değişiverdi. O da orada Müslüman oldu. Derhal kavminin yanına gidip, onlara "Hepiniz îmân etmedikçe sizin erkek ve kadınlarınızla konuşmak bana harâm olsun!" dedi. Bunun üzerine kavmi hep birden İslâmiyeti kabûl etti. O gün kabîlesinden îmân etmedik kimse kalmadı
.
"Seni serbest bırakıyorum!"
7 Haziran 2006 01:00
Hazreti Üseyd bin Hudayr, bütün güç ve kuvvetini, maddî manevî imkânlarını İslâm uğrunda kullanan bir sahabeydi. Resûlullah efendimizin bütün savaşlarında yer aldı. Canını ve varlığını bu yola adadı. Uhud Savaşında cesâret ve şecaat örnekleri gösterdi. Mücâhidler Medîne'ye döndükten hemen sonra Peygamber efendimizin, "Düşmanın takip edilmesi" emri gereği, Üseyd bin Hudayr, silâhını eline aldı. Yaralarının tedâvisine ehemmiyet vermeyerek Peygamberimizin yanına geldi. Hazır olduğunu söyledi. Cihâd daveti ve Resûlullahın emri, ona, bütün dert ve yaralarını unutturmuştu. Uhud Savaşından sonra bir gün Mekkeliler Peygamber efendimizi öldürmesi için bir bedevîyi kirâlık kâtil tuttular. Bedevî Medîne'ye gelerek Peygamber efendimizin bulunduğu yeri öğrendi. Peygamber efendimiz bu sırada Abdüleşheloğullarının yanında idi. Eshâb-ı kirâm Peygamberimizin mübârek sohbetini tatlı tatlı dinlerken, bedevî girdi. Peygamberimiz adamın durumundan şüphelenmişti: "Şu adamın niyeti kötü. Suikastte bulunmak istiyor" buyurdu. Bedevî, kötü maksadını gerçekleştirmek üzere Resûlullaha doğru ilerlerken, Üseyd bin Hudayr eteğinden tutarak hızla çekti. Bir anda bedevînin, elbisesi içerisinde gizlediği hançeri ortaya çıktı. Hz. Üseyd, adamın yanına vararak onu tesîrsiz hâle getirdi. Bedevî, "Canımı bağışla, yâ Muhammed!" diye yalvarıyordu. Peygamber efendimiz bedevîye buyurdu ki: - Bana doğrusunu söyle, buraya niçin geldin? Eğer doğrusunu söylersen doğruluk sana fayda verir. Yalan söylersen bu senin için iyi olmaz. Yapmaya kalkıştığın işten zâten haberim var. Bunun üzerine bedevî, kendisinin müşrikler tarafından kiralandığını itiraf etti. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber efendimiz, kendisini öldürmeye gelen bedevîye; - Ben seni serbest bırakıyorum. Nereye gitmek istersen git, yahut senin için bundan daha hayırlı olanı tercih et! buyurarak onu İslâma davet etti. Bedevî Peygamberimizin bu âlicenaplığı karşısında, hiç tereddüt etmeden: - Allahtan başka ilâh yoktur. Sen de muhakkak Allahın Resûlüsün, diyerek Müslüman oldu...
.
Saygısızlığa dayanamadı!
8 Haziran 2006 01:00
Hendek Savaşında, müşriklerden on kişilik bir heyet Peygamberimizin huzuruna gelerek bir şeyler koparmak için anlaşma yapmak istediler. Resûlullahla görüşürlerken Hz. Üseyd bin Hudayr bir vesîleyle Peygamberimizin yanına girdi. Müşriklerden Uyeyne bin Hısn'ın Resûlullahın karşısında ayağını uzatarak saygısız bir şekilde oturduğunu gördü. Bu saygısızca davranışa tahammül edemedi ve sert bir şekilde çıkıştı: - Topla ayaklarını! Resûlullahın önünde ayaklarını ne hakla uzatıyorsun? Eğer Resûlullahın huzurunda olmasaydın, vallahi şu mızrağımı sana saplardım. Gatafan kumandanının ne maksatla geldiğini öğrenince de Peygamberimize hitâben son derece saygılı bir şekilde dedi ki: - Yâ Resûlallah! Bu anlaşma, Cenâb-ı Haktan gelen bir emir ise onu yerine getiriniz. Bu işin altında ulvî bir gâyeniz varsa, dilediğinizi yapın. Ona da bir diyeceğim yoktur. Şayet bunlardan başka, bize zarar gelmemesi için buna başvuruyorsanız, vallahi bizim onlara kılıçtan başka verecek bir şeyimiz yoktur. Onlar ne zaman bizden bir şey koparmayı umdular ki, şimdi umabilsinler! Üseyd bu sözleriyle, Allah Resûlünün yapılmasını arzû ettiği bir işi, nefsi istemese de teslimiyetle kabûl edeceğini ortaya koyarak, Resûlullaha olan bağlılığını açık bir şekilde göstermiş oldu. Diğer taraftan, bu sözler, onun, Allah ve Resûlünün yolunda her türlü tehlikeyi göze alacağının ve müşriklere hiçbir şekilde tâviz vermeye yanaşmayacağının da bir ifâdesiydi. Hz. Üseyd bin Hudayr'ın bu konuşması Resûlullahı sevindirdiği gibi, orada bulunan Sahâbîleri de gayrete getirdi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz, Gatafanlılarla anlaşmaktan vazgeçti. Uyeyne bin Hısn ile Hâris bin Avf, son derece ümitsiz ve üzüntülü olarak oradan ayrıldılar. Kabîlelerinden neticeyi soranlara da şöyle itirafta bulundular: - Meseleyi halledemedik. Biz, son derece basiretli, ileri görüşlü ve Peygamberleri uğrunda canlarını seve seve fedâ edebilecek bir kavim gördük. Biz de mahvolduk, Kureyşliler de mahvoldular. Kureyşliler Muhammed'e bir şey yapamadan dönüp gidecekler. Muhammed de Benî Kurayza Yahûdîlerinin üzerine düşecek. Muhammed bize Yahûdîler gibi zararlı değildir. Böylece Peygamberimizin düşündüğü gerçekleşmiş oldu. Gatafanlılar muhâsaradan vazgeçerek yurtlarına döndüler...
.
"Kurtuluş nerededir?"
10 Haziran 2006 01:00
Hz. Ukbe bin Âmir, Medîne otlaklarında koyun güderdi. Peygamber efendimizin Medîne'ye hicret ettiğini de dağda haber almıştı. Artık orada duramazdı. Gidecek, o yüce Peygamberi görecekti. Koyunları oracıkta bıraktı, doğruca Medîne'nin yolunu tuttu. Geldi, Resûlullahı sordu. Misâfir kaldığı evi öğrenir öğrenmez soluğu huzurunda aldı. Kâinatın Efendisini karşısında görünce çok sevindi, birden dünyası genişledi, gönlü aydınlandı. Uçacak gibiydi. İçi içine sığmıyordu. O zamana kadar böyle bir heyecan yaşamamış, bu kadar sevinmemişti. Hz. Ukbe bundan sonra her şeyi terk ederek kendisini tamamen ilme verdi. Peygamberimizin hayat dolu sohbetini artık hiç kaçırmıyordu. Ondan ilim ve ma'rifet meyveleri derliyordu. Peygamberimiz de Ukbe'nin ilme olan aşırı arzûsunu bildiği için kendisiyle husûsî olarak ilgileniyordu. Bir gün Hz. Ukbe'ye hitâben şöyle buyurdu: - Kur'ân-ı kerîmde bazı sûreler vardır. Cenâb-ı Hak o sûrelerin bir benzerini ne Tevrât'ta, ne İncil'de, ne Zebûr'da ve ne de Kur'ân-ı kerîmde indirmemiştir. Hiçbir geceni onları okumadan geçirme. Bunlar: İhlâs, Felâk ve Nâs sûreleridir. Bu sözleri kulaklarına küpe edinen Ukbe şöyle der: - O günden sonra her gece bu sûreleri okumadan yatmadım. Hep okudum. Hz. Ukbe bilmediklerini, öğrenmek istediği husûsları Peygamberimizden sormaktan çekinmezdi. Böylece pek çok şeyi öğrenme imkânını bulmuştu. Bir gün Peygamberimizin yanına yaklaştı, mübârek ellerini tuttu ve şöyle dedi: - Yâ Resûlallah, iyilik ve ibâdetin üstün olanlarının hangisi olduğunu söyler misiniz? - Hâlini sormayanın hâlini sor. Sana bir şey vermeyene vermeye bak. Sana haksızlık edeni de affet. - Ya Resûlallah, kurtuluş nerededir? - Diline sahip ol, evin sana dar gelmesin. Sırrını yayma. Günâhların için ağla. Bunlar zor işlerdi. Nefse ağır gelen hizmetlerdi, fakat Cennete kavuşturuyordu. Bunun için her şeyden önce böyle nefse zor gelen amelleri işleyerek Allahü teâlânın rızâsını elde etmek lâzımdı...
.
Şimdi iş tersine döndü
10 Haziran 2006 01:00
Eskiden, bir mahallede, bir mahalde yalan söyleyen, yalancılığı bilinen insan sayısı üçü beşi geçmezdi. Şimdi ise iş tersine döndü, doğru sözlülüğü ile bilinen, tanınan insan sayısı üçü beşi geçmiyor. İnsanlar hiç sıkılmadan birbirlerinin gözünün içine baka baka yüzleri bile kızarmadan yalan söyleyebiliyorlar. Halbuki, dinimiz İslamiyette olduğu gibi, önceki bütün dinlerde de yalan söylemek haram idi, büyük günahtı. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Ey ümmetim ve eshâbım! Doğruluğa yapışınız! Size doğruluk gerek. Şüphesiz ki doğruluk, insanı iyiliğe sevk eder. İyilik de Cennete götürür. Kişi doğru oldukça ve dâimâ doğru insan olarak kalma yollarını araştırdıkça Cenâb-ı Hakkın nezdinde sıddîk, çok doğru, sâdık insan olarak yazılır. Yalandan sakının. Zîrâ şüphesiz ki yalan insanı harâmlara, kötülüklere sevk eder. Bunlar da Cehenneme götürür. Kişi yalancı oldukça ve yalan söyleme yollarını araştırdıkça, Cenâb-ı Hakkın nazarında çok yalancı insan olarak yazılır." İbni Mes'ûd hazretleri buyurdu ki: Münâfığın üç alâmetinden ibret alınız. Onu bu üç tavrı ile değerlendiriniz: Konuştu mu yalan konuşur. Va'dedince sözünde durmaz. Sözleştiği zaman haksızlık ve zulüm eder. Kur'ân-ı kerîmde buyuruldu ki: "İçlerinden kimi de, "Eğer Allah bize lûtfundan ihsân ederse, yemin olsun ki zekâtını vereceğiz, muhakkak sâlihlerden olacağız" diye Allaha söz vermişti. Ne zaman ki Allah kendilerine lûtfundan verince de onunla cimrilik edip, vaatlerinden döndüler. Onlar öyle dönektir işte!" Lokman Hakîm'e, "Güzel ahlâkın özü nedir?" diye sorulduğunda, "Doğru sözlü olmak, emâneti sâhibine vermek ve kendini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmektir" buyurdu. Peygamber efendimize soruldu: "Yâ Resûlallah, mü'min korkak olabilir mi?", "Evet.", "Cimri olur mu?", "Evet.", "Peki, mümin yalancı olur mu?", "Hayır, aslâ!" Huzeyfe ibni Yamânî hazretleri buyurdu ki: - Resûlullahın zamanında bir adam bir yalan söyledi mi bununla münâfık olurdu, yanî bu bir yalan onun münâfıklığına delîl sayılırdı. Hâlbuki bugün ben, sizden birinin günde on yalanını duyuyorum... Müslümanın, kendisini münâfıklık alâmetlerinden koruması gerekir. İnsan kendisini yalancılığa alıştırır, onu kendisine huy edinirse, durumu tehlikeli olur. Yalancılığın ve söylediği yalanların günâhı kendisine yüklendiği gibi, o husûsta kendisine uyanların günâhı da yine kendisine yüklenir. Abdullah ibni Mes'ud hazretleri buyurdu ki: "Sözün en doğrusu Kelâmullahtır. En şereflisi zikrullahtır. Körlüğün, basîretsizliğin en zararlısı kalb körlüğü, kalb basîretsizliğidir. Az olup fakat kifâyet eden, çok olup fakat gâfil edenlerden daha hayırlıdır. Nedâmetlerin, pişmanlıkların en fazlası kıyâmet günündeki nedâmettir. En hayırlı zenginlik gönül zenginliğidir. Azıkların en hayırlısı takvâdır. İçki günâhların davetçisidir. Kazançların en şerlisi, en kötüsü fâizle elde edilen kazançtır. Hatâların en büyüğü dilin yalanıdır." Resûl aleyhisselâm şöyle buyurur: Yalan ancak üç yerde câizdir: 1- Düşmanla yapılan harpte. Zîrâ harp bir hileden ibârettir. 2- Dargın iki mü'minin arasını bulma husûsunda. 3- Hanımını idâre etme husûsunda. Yalanın caiz olduğu bildirilen üç hususun dışında yalandan uzak durmalıdır. Şu hadis-i şerifler yalanın kötülüğünü açık şekilde ortaya koymaktadır: "Yalan, Cehennem kapılarından bir kapıdır.", "Yalandan sakının! Çünkü yalan günaha, günah da Cehenneme sürükler.", "Yalan rızkı azaltır." ------
.
Kabahatleri açığa vurmazdı
11 Haziran 2006 01:00
Hazreti Ukbe bir gün on iki arkadaşıyla birlikte Peygamberimizden bir şeyler öğrenmek düşüncesiyle yola çıkmıştı. Yanlarında develeri de vardı. Onları başıboş bırakmak istemediler. Dediler ki: - İçimizden birisi develerimizi otlatsa da, kalanımız Resûlullah efendimizle sohbet etsek. Sonra öğrendiklerimizi ona bildiririz. Hz. Ukbe arkadaşlarını kendi nefsine tercih ederek, "Siz gidin. Develeri ben otlatırım" dedi. Fakat böyle söylemekle acaba yanlış mı yaptım diye üzüldü. Sonra kendisine Resulullah efendimizden şu hadisi şerifleri naklettiler. "Kim güzelce abdest alırsa, günâhından temizlenerek annesinden yeni doğmuş gibi olur" "Kim Allaha hiçbir şeyi ortak koşmadan ölürse, Allah ona Cennet kapılarını açar. O da istediği kapıdan Cennete girer. Cennetin sekiz kapısı vardır." Daha sonra Resûlullah efendimiz ile karşılaştı. Fakat ondan yüzlerini çevirdiler. - Ey Allahın Resûlü! Anam babam size fedâ olsun. Niçin benden yüzünüzü çeviriyorsunuz? diye sorunca, Resûl-i ekrem efendimiz buyurdu ki: - Sence bir kişinin istifâdesi mi daha kıymetli, yoksa on iki kişinin mi? Hz. Ukbe, Peygamber efendimize karşı son derece hürmetkârdı. Öyle ki, Resûlullahın huzurunda deveye binmeyi hürmetsizlik sayardı. Bir gün Peygamberimizle birlikte bir yere gidiyordu. Peygamberimiz deveye binmişti. Kendisi yaya idi. Resûlullah efendimiz onu terkisine almak istedi. O tereddüt edince, "Ey Ukbe! Binmiyor musun?" buyurdu. "Yâ Resûlallah! Edebsizlik etmekten korkuyorum, cevabını verdi. Peygamberimizin ısrar etmesi üzerine, onun emri edebden üstündür diyerek mahcûb bir hâlde deveye bindi. Ukbe, mü'min kardeşlerinde gördüğü kusurları, kabahatleri açığa vurmazdı. Başkalarının kusurlarını araştırmadığı gibi, yanında başkasının kabahatlerinin anlatılmasından da rahatsız olurdu. Bir defasında hizmetçisi, komşunun bir hatâsını söyledi. Hz. Ukbe, hizmetçiye kızmadı. Ona nasîhat etti. Bunun iyi bir şey olmadığını anlattı. Sonra da şu hadîs-i şerîfi rivâyet etti: "Kim dünyada bir mü'minin ayıbını örterse, Allahü teâlâ da Kıyâmet günü onun ayıbını örter."
.
Sözlerin en iyisi...
12 Haziran 2006 01:00
Hazreti Ukbe'nin; hadîs, mîrâs taksimi ve hitâbet gibi sahalarda müstesnâ bir yeri vardı. Kur'ân-ı kerimi güzel okuyan, sesiyle süsleyen sahâbîlerdendi. Hattâ Hz. Ömer ona Kur'ân-ı kerîm okutturur ve büyük bir huşû ile dinlerdi. Hz. Ukbe'nin bir diğer husûsiyeti de askerlik sanatına olan merakıydı. Fırsat buldukça Peygamber efendimizin, "Hiçbiriniz ok atışı yapmaktan geri durmasın" ve "Bir ok sebebiyle Allah üç kişiyi Cennete koyar: Oku hayırlı bir işte kullanmak maksadıyla yapan ustasını, onu atanı ve atana yardımcı olanı" gibi hadîsleri hatırlatıyordu. Böylece Müslümanların düşmana karşı tâlim yapmaya ehemmiyet vermelerini istiyordu. Mısır'da vâli iken Peygamberimizden rivâyet ettiği bir hutbenin meâli şöyledir: "Ey insanlar! Sözlerin en iyisi, Allahü teâlânın kitâbıdır. Yolların en hayırlısı, benim yolumdur. Sözlerin en değerlisi, Allahü teâlâyı anmaktır. Kıssaların en değerlisi, Kur'ân-ı kerîmdir. Amellerin en iyisi, farz olan amellerdir. İşlerin en kötüsü, bu yolda yapılan değişikliklerdir. Bid'atlerin hepsi dalâlettir, sapıklıktır. Ölümlerin en şereflisi, şehitlerin ölümüdür. Körlüğün en kötüsü, hidâyete erdikten sonra sapıklığa düşmektir. İlmin en iyisi, faydalı olandır. Veren el, alan elden üstündür. Az ve yeterli olan mal, çok olan ve azdıran servetten iyidir. Pişmanlığın en kötüsü, Kıyâmet günü duyulan pişmanlıktır. En büyük hatâ, yalan söylemektir. En hayırlı zenginlik, gönül zenginliğidir. En iyi azık, takvâdır. Hikmetin başı, Allah korkusudur. Kalbde yer alan şeylerin en iyisi, hakîkî îmândır. Ölüler için yüksek sesle ağlayıp dövünmek câhiliyye âdetlerindendir. Devlet malına el uzatmak, Cehennemden ateş közleri çalmaktır. Altın ve gümüşü biriktirip zekâtını vermemek, insanın, vücudunu Cehennem ateşiyle dağlamasıdır. İçki kötülüklerin anasıdır. Kazançların en kötüsü fâizdir. Yiyeceklerin en kötüsü yetimin malıdır. Bahtiyar insan, başkasından ders alabilendir. Hepiniz nihayet birkaç metrelik toprağa gireceksiniz. Her iş neticesiyle değerlendirilir. Amellerde geçerli olan, amelin sonudur. Gelmesi muhakkak olan şey, uzak olsa da yakındır. Mü'mine sövmek fâsıklıktır. Mü'minin gıybetini etmek Allahü teâlâya karşı gelmektir. Mü'minin kanına tecâvüz etmek ne kadar harâm ise, malına tecâvüz etmek de o kadar harâmdır. Kim kötü bir iş yapmak için Allah adına yemin ederse, Allahü teâlâ onu yalancı çıkarır. Kim sabrederse, Allah sevâbını kat kat verir."
.
"Şu şâir olan Kâ'b bu mu?"
13 Haziran 2006 01:00
Hazreti Kâ'b bin Mâlik, babasının tek oğlu olup hâli vakti yerinde idi. Arabistan'ın ileri gelen şâirlerinden biri idi. İslâmiyetin Medîne'de hızla yayılmasından sonra yapılan ikinci Akabe bî'atına katılmış ve orada Müslüman olmuştu. Bunu kendisi şöyle anlatır: Kavmimizden müşrik olan bazı kimselerle beraber, Kâbe'yi ziyâret için Medîne'den yola çıktık. Büyüğümüz ve yöneticimiz olan Berâ bin Ma'rûr da yanımızda idi. Mekke'ye gelince Berâ, "Bizi Resûlullah aleyhisselâma götür" dedi. Mescid-i Harâm'a girdiğimizde Resûlullah efendimizi amcası Abbâs ile oturuyor gördük. Selâm verdikten sonra biz de yanlarına oturduk. Resûlullah efendimiz Hz. Abbâs'a sordu: - Bu zâtları tanıyor musun? - Evet, tanıyorum. Şu kavminin seyyidi Berâ bin Ma'rûr'dur. Diğeri de Kâ'b bin Mâlik'tir. - Şu şâir olan Kâ'b mı? Hz. Abbâs da "Evet" dedi. Vallahi Resûlullah efendimizin bu sözünü hayatım boyunca unutmadım. Kâ'b bin Mâlik İkinci Akabe Bî'atının gerisini şöyle anlatmaktadır: Biz kararlaştırdığımız gibi vâdide toplandık. Resûlullah efendimizi bekliyorduk. Sonra Resûlullah efendimiz amcası Hz. Abbâs ile birlikte geldi. Yapılan konuşmalardan sonra orada bulunan yetmiş sahâbî, Resûlullah efendimizi her türlü tehlikeye karşı koruyacaklarına ve İslâmiyeti yayacaklarına söz verdiler. Akabe Bî'atından sonra Medîne'ye dönen Kâ'b bin Mâlik kabîlesinin Müslüman olmasında büyük emeği geçti. Kâ'b bin Mâlik hazretleri Bedir Savaşına katılmadı. Uhud Savaşında ise onbir yerinden yaralandı. Burada karşılaştığı bir hâdiseyi şöyle anlatıyor: Uhud Savaşında bir ara şehîdlerin bulunduğu yere yöneldim. Orada bir müşrik, bir taraftan şehîdlerin silâhlarını toplarken, diğer taraftan şehîdlerin ağız, burun ve kulaklarını kesiyordu. Bir taraftan da: - Bunları koyun boğazlar gibi boğazlayın, diye yaygara yapıyordu. Biraz ötede silahlı bir Müslüman yaklaştı. Kâfirle vuruşmaya başladı. Kâfirle Müslümanı mukâyese ettiğimde kâfir daha iyi silahlara sahip görünüyordu. Ben daha bu düşüncelerden sıyrılmadan birbirlerine hücûm ettiler. Müslüman bir kılıç darbesiyle kâfiri Cehenneme yolladı.
.
"Ya Rabbi müminleri kurtar!"
14 Haziran 2006 01:00
Velîd bin Velîd, meşhûr Hâlid bin Velîd'in kardeşiydi. Bedir Gazâsında müşriklerin safında harbe katıldı. Müşrikler bu harpte yenilince, onu Abdullah bin Cahş esir aldı. Medîne-i Münevvereye getirdi. Daha sonra fidyesini verip Mekke'ye gitmek üzere ayrıldı. Fakat Velîd, Mekke yolu üzerinde Medîne'ye dört mil mesafedeki Zü'l-Huleyfe'de iken geri dönüp, Resûlullahın yanına geldi. İmân edip, Eshâb-ı kirâmdan oldu. Mekke'ye döndüğünde kardeşleri, "Mademki Müslüman olacaktın, kurtuluş fidyesi ödemeden olsaydın" dediklerinde, şu cevabı verdi: "Kureyşlilerin, esârete dayanamadı da Muhammed'e tâbi oldu demelerinden korktum." Kardeşleri onu Mahzûmoğullarından bazı Müslümanlarla, Ayâş bin Ebî Rebîa ve Ebû Seleme bin Hişâm'ın yanına hapsettiler. İmân ettiği için senelerce hapis yattı. İslâmiyetin azılı düşmanlarından amcası Hişâm ile müşrik akrabalarından çok zulüm ve işkence gördü. Resûlullah efendimiz müşriklerin zulmüne uğrayan Ayâş bin Ebî Rebîa ile Ebû Seleme bin Hişâm ve kendisi için şöyle duâ ettiler: "İlâhî! Velîd bin Velîd'i, Seleme bin Hişâm'ı, Ayâş bin Ebî Rebîa'yı ve küffâr elinde bunalıp zayıf ve âciz görülen diğer mü'minleri kurtar." Velîd, Resûlullahın duâsı bereketiyle bir fırsatını bulup, bağlı bulunduğu yerden kaçtı. Medîne-i Münevvereye gelip, Resûlullah efendimiz ile buluştu. Resûlullah, Ayâş bin Ebî Rebîa ile Ebû Seleme bin Hişâm'ın hâlini sorunca, onların birbirlerine ayakları ile bağlı, şiddetli azap ve işkenceler altında kıvrandıklarını haber verdi. Resûlullah efendimiz onların hâline çok üzülüp, kurtarılma çârelerini aradı. Kimin kurtarabileceğini sorunca, senelerce işkence altında kalmasına rağmen, Velîd, büyük bir cesâret ve aşkla dedi ki: "Yâ Resûlallah! Onları ben kurtarır, Size getiririm." Tekrar Mekke'ye gelip, işkence gören Müslümanların yerini onlara yiyecek götüren bir kadını takip ederek öğrendi. Mazlûmlar, tavansız bir binada hapisti. Îmân etmekten gayri bir suçları olmayan, müşriklerce bir taşa bağlanıp; Arabistan'ın çöl havasındaki yakıcı sıcaklığında her türlü zulme uğratılan mazlûmları kurtarıp, devesine bindirdi. Medîne'ye aç, susuz, yalın ayak üç günde geldiler. Parmakları taşların tahribatından parça parça olmuştu. Velîd bin Velîd kan revân içinde Resûlullaha kavuşmanın verdiği sevinç ve huzûrla bütün sıkıntılarını unutuverdi.
.
O nasıl Müslüman olmaz!"
15 Haziran 2006 01:00
Hâlid bin Velîd şöyle anlatır: Resûlullah efendimiz, Hudeybiye'ye çıkıp geldiği zaman, ben de, müşrik süvarilerinin başında yola çıktım. Usfan'da, Resûlullah efendimizle Eshâbına yaklaşıp gözüktüm. Resûlullah efendimiz, bizden emîn bir sûrette Eshâbına öğle namazını kıldırıyordu. Üzerlerine, birden baskın yapmayı düşündükse de, gerçekleştiremedik. Resûlullah efendimiz, kalbimizden geçenleri sezmiş olmalı ki ikindi namazını, Eshâbına korku namazı olarak kıldırdı. Bu, bana çok te'sîr etti. Kendi kendime, "Bu zât, herhalde, Allah tarafından korunuyordur" dedim. Mekke'ye döndüğümde çeşitli düşünceler hâlinde bocalar bir vaziyette idim. "Necâşî'ye mi gideyim? Halbuki, kendisi, Muhammed'e bağlanmış bulunuyor! Eshâbı da, Onun yanında emniyet ve selâmet içinde barınıp duruyorlar. Yoksa, Herakliüs'ün yanına gideyim de dînimi bırakıp Hristiyan mı olayım, ya da Yahûdîliğe mi gireyim? Yahut, kendilerine tâbi olarak Acemlerle birlikte mi oturayım?" diye kendi kendime söylendim, düşündüm durdum... Ertesi sene, Resûlullah efendimiz umre için Mekke'ye gelip girince, O'ndan gizlendim. Kendisinin Mekke'ye girişini görmedim. Kardeşim, Velîd bin Velîd de umre için gelip Mekke'ye girmişti. Beni, arayıp bulamayınca, bana bir mektup yazmış ve mektubunda şöyle demişti: "Doğrusu, ben, senin İslâmiyetten böyle tedirgin olmak ve yüz çevirip gitmekteki görüşün kadar şaşılacak bir görüş görmedim! Halbuki, eğri yola gitmekten seni alıkoyacak bir aklın da var! Aklını kullansan ya! İslâmiyet gibi bir dîni, kim bilmez ve tanımaz olabilir?! Resûlullah efendimiz, seni, bana sordu. "Hâlid, nerededir?" dedi. Ben de, "Allah, onu getirir" dedim. Resûlullah efendimiz bunun üzerine buyurdu ki: - Onun gibi bir adam, İslâmiyeti bilmez ve tanımaz olabilir mi? Keşke o, bütün savaş ve çabalarını Müslümanların yanında, müşriklere karşı gösterseydi, kendisi için, ne kadar hayırlı olurdu! Biz, kendisini başkalarına tercih eder, üstün tutardık! Ey kardeşim! En elverişli, en yararlı yerlerde kaçırmış bulunduğun fırsatlara acele yetiş!" Bana, kardeşimin bu mektubu gelince, gitmek için, acele ettim. İslâmiyete olan isteğim de arttı. Resûlullah efendimizin söyledikleri ise, beni çok sevindirdi, ferahlattı..." Hâlid bin Velîd daha sonra Medîne'ye gelerek Müslüman oldu.
.
"Kötülükler onların olsun!"
16 Haziran 2006 01:00
Hudeybiye Anlaşmasının yapıldığı günlerdeydi. Endişeli ve huzursuz bir bekleyiş hâkimdi. Eshâb-ı kirâm, Semüre ağacının altında toplanmış, hayatları üzerine Allahın Resûlüne bî'at ediyorlardı. Aralarında kuvvetli ve cesûr bir sahâbî olan Seleme bin Ekvâ da vardı. Resûlullah efendimiz: "Seleme nerede, gelip bî'at etsin!" diye seslendi. Seleme tekrar bî'at etti. Bu hâl üç defa tekrarlandı. Hz. Seleme her bî'at sonunda Resûlullaha olan bağlılık için tam üç defa söz vermişti. Bî'attan sonra sahâbîler dağıldılar. Seleme de uzakça bir ağacın altına gidip uzandı. O sırada dört kişilik bir düşman müfrezesi yanına gelerek Resûlullaha dil uzatmaya başladılar. Resûlullaha hayatı üzerine bağlılık sözü veren cesûr sahâbî, öfkesini zor kontrol ediyordu. Çünkü Resûlullah, sahâbîlerin müşriklere karşı herhangi bir harekette bulunmalarını men etmişti. Kalkıp başka bir ağacın altına gitti. Müşrikler de silahlarını bir ağaca asıp yere uzandılar. O sırada vâdinin aşağı tarafından bir ses duyuldu: - Yetişin, ey muhâcirler, İbni Zuneyn öldürüldü! Bu haberi duyan Seleme, daha fazla dayanamadı. Kılıcını eline aldı. Sessizce yatmakta olan müşriklerin yanına geldi. Ağaçta asılı duran kılıçlarını aldı. Sonra da bağırdı: - Kıpırdayanın başını uçururum! Bir anda neye uğradıklarını şaşıran müşrikler, korku içinde titremeye başladılar. Seleme; - Kalkın ve arkanıza bakmadan önüme düşün! diye emir verdi. Hepsini önüne katıp Resûlullahın huzuruna getirdi. Resûlullahın vereceği emre göre davranacaktı. Resûlullah harp edilmemesi husûndaki anlaşmayı ihlâl etmek istemedi, Onun için buyurdu ki: "Kötülüğün başı da, sonu da onların olsun. Bunları serbest bırakınız!" Hudeybiye Anlaşması gereğince, Müslümanlar Medîne'ye geri dönüyorlardı. Akşam olunca, henüz müşrik olan Lıhyanoğulları kabîlesine yakın bir yerde konakladılar. Arada yüksekçe bir tepe bulunuyordu. Resûlullah efendimiz, gece düşmanı gözetlemek için bir gönüllü aradı ve ona Allahtan magfiret dileyeceğini söyledi. Seleme hemen ileri atıldı: - Ben emrinize hazırım, yâ Resûlallah! O gece tek başına düşmanın hücum tehlikesine aldırmadan nöbet bekledi. Cesâret ve fedâkârlığını bir defa daha ispatladı..
.
İsviçreli bayan milletvekilin feryadı!
16 Haziran 2006 01:00
Almanya 2006 Dünya Kupası final maçları geçen hafta başladı. Başkent Berlin'de toplanan 32 ülkenin taraftarları şov ve gösterilerle Dünya Kupası'nda yerlerini aldı. Final maçları devam ederken tarihi Brandenburg kapısı ile ünlü Siegeseule arasında yaklaşık bir milyon değişik ülkeden gelen insanlar da sınır ölçü, tanımayan bir eğlence ve fuhuş batağına saplandı. Maçlarla ilgili yorumları spor servisimizdeki konunun uzmanı arkadaşlar fazlasıyla yapıyorlar. Ben bu maçların, insani değerleri, aileyi hiçe sayan fuhuş cephesini ele almak istiyorum. Yıllardır insan haklarından bahseden, kadınların özgürlüklerini savunan Batı'nın kadını nasıl istismar ettiğini, nasıl "seks kölesi" haline getirdiğini gözler önüne sermek isitiyorum. Aynı rezalet, Atina 2004 Olimpiyatlarında ve diğerlerinde de yaşanmıştı. Köleliği kaldırmakla övünen Batı, kadını köleden de aşağı duruma getirdi. Eskiden kölelerin bile kendine göre bir hukuku vardı. En azından bir sahibi vardı, kiminle yatıp kalktığı belli idi. Şimdi Batı'da özgürlük adı altında, köleliği bile aratan uygulamalara şahit oluyoruz. Bu, insanı aşağılayan, adete hayvan muamelesi gösterilen uygulamalardan insaf sahibi pek çok Batı aydını bile rahatsız olmaya başladı. Nitekim, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'nin İsviçreli bayan milletvekili Ruth-Gaby Vermot-Mangold, 'Dünya Kupası öncesi kadın trafiği' adlı bir yazı yayınlayarak, vatandaşı olan, dünya futbolunun patronu Sepp Blatter'e, "modern kölelik" olarak tanımladığı fuhuş konusunda 'kesin konumunu' alması gerektiğini söyleyerek,"FIFA, bu tür organizasyonlardaki insan trafiğini mutlaka göz önünde bulundurmak zorunda. FIFA ve onun başkanı Sepp Blatter, fuhuş konusundaki sorumluluklarını kabul etmek zorundadır. Sayın Blatter, Dünya Kupasında fuhuş konusunda bir tedbir almazsa ve bu belaya karşı tedbir almamız konusunda bizlere yardımcı olmazsa bunun bir parçası olur" demişti. Konseyin Portekizli Milletvekili Jose Mendes Bota ise konuyla ilgili olarak, "Seks, bira ve futbol Bay Futbol ile Bayan Fuhuş'un evliliği olacak" diyerek Blatter'i bu konuda duyarlı olmaya çağırdı. Dünyanın önde gelen sivil toplum örgütlerinden bazıları daha önce yaptıkları açıklamalarda, sadece Doğu Avrupa ülkelerinden yaklaşık 60 bin kadının Dünya Kupası finalleri vesilesi ile fuhuş amaçlı giriş yaptığını ve bunun da ülkedeki suç örgütleri tarafından organize edileceğini duyurdu. Avrupa Konseyi milletvekilleri de Dünya Kupası'nda mücadele edecek olan futbolculara ve maçları izlemeye gidecek olan taraftarlara 'fuhşa karşı kırmızı kart' çağrısında bulundu. Uluslararası MTV kanalı da, sürekli yayınladığı uyarı spotlarıyla genç izleyicilerine "Bir hayat kadınıyla birlikte olmadan önce iki kez düşünmelerini" tavsiye etti. Kanalın spotlarında, "Hareketlerinizin sorumluluğunu alın. Para karşılığı, birlikte olacağınız kadınların "fuhuş tacirlerinin köleleri" olduğunu unutmayın. Bunu bir eğlence olarak görmeyin, böyle görürseniz onların seks ticaretini körüklemiş olursunuz" uyarısını yaptı. ABD'deki kadın hakları savunucuları da Almanya'ya, Dünya Kupası sırasında seks tacirlerine mani olunması çağrısında bulundu. Bugüne kadar Batı, kadını ticarette, reklamda alabildiğine istismar etmişti. Bir futbol kalmıştı, ona da bulaştırdı. Hem de bir kupada yaklaşık 500 bin kadını dünyanın her tarafından gelen "aç kurtların" önüne atarak... Bu mu kadın haklarını, kadınlara özgürlüğü savunmak!.. ------ Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 2
.
Tek başına kurtardı!..
17 Haziran 2006 01:00
Peygamber efendimizin develerini Medîne'de otlağa götürme vazifesini bir çobanla birlikte Peygamberimizin hizmetçisi Rebâh üzerine almıştı. Hz. Seleme etrafın düşman kabîlelerle dolu olduğu bir zamanda, develerin hücuma uğrayabileceğini düşünerek Rebâh'la birlikte gitti. Gâbe Dağının yokuşuna vardığı zaman Abdurrahman bin Avf'ın hizmetçisine rastladılar. Hizmetçi çok heyecanlı idi. Hz. Seleme ona sordu: - Allah iyiliğini versin, ne oldu sana? - Peygamber efendimizin develerini götürdüler. - Kim götürdü? - Gatafan ve Fezârî kabîleleri. Böylece durumu öğrenen Seleme hemen Rebâh'ı Medîne'ye haber vermek için gönderdi. Kendisi de gelecek yardım kuvvetini beklemeden tek başına eşkıyânın ardına düştü. Yaya idi, ama çok hızlı koşuyordu. Nihayet onlara yetişti. Seleme bin Ekvâ'nın kılıcı ve yayı yanında bulunuyordu. Hemen onlara ok yağdırmaya başladı. Bu durumu Seleme bin Ekvâ şöyle anlatır: Onlardan, atlı bir adama yetişip, "Al sana! Ben Ekvâ'nın oğluyum! Bugün alçakların öleceği gündür!" diyerek bir ok attım. Okumun demiri, adamın omuzunu deldi. Vallahi, onlara durmadan ok atıyordum ve onları öldürüyordum. Ağaçlık bir yerde idim. Bir süvâri dönüp bana doğru gelmeye başlayınca, bir ağacın dibine oturdum. Sonra da, bir ok atıp onu öldürdüm. Bana yönelip de, öldürmediğim hiçbir atlı yoktu. Dağ yolu darlaşıp müşrikler, boğazın dar, ok yetişmez yerine girdikleri zaman, ben de, dağın üzerine çıktım ve onlara taş atmaya başladım. Allahın yarattığı mahlûklardan olup Resûlullah efendimize ait bulunan develeri ellerinden kurtarıp geriye alıncaya kadar onları ok ve taşa tutmaktan geri durmadım. Sonra da arkalarını bırakmadım. Onlara ok ve taş yağdırmaya devam ettim. Müşrikler benimle baş edemeyeceklerini anlayınca bir kısım develeri ve bir kısım mızrakları bırakıp kaçmak mecburiyetinde kaldılar.
.
"Modern kölelik" anlayışı
17 Haziran 2006 01:00
Dün, Almanya'daki Dünya Kupası maçlarında 500 bin kadının cinselliğinin istismar edildiğinden, "modern köle" olarak kullanıldığından bahsetmiştim. Ben zannederdim ki, Dünya Kupası, Dünya Olimpiyat gibi oyunlada sadece spor yapılır ve seyredilir. Böyle değilmiş, mahalli idarenin binlerce kişiye kapalı ve yarı açık genelevi sunma görevi de varmış! Bu sunumların, insanoğlunun maneviyattan, dinin kontrolünden çıktığında neler yapabileceğini göstermesi bakımından çok ibretli. İşin tuhafı bütün bunları, özgürlük ve medeniyet adına yapmaları. Bir taraftan kadın haklarından bahsederlerken diğer taraftan kadını "seks kölesi" yapmaları. İnsanı insan yapan, hayvanlardan ayırt eden hayayı, ahlakı yok ediyorlar; bunu da insanlara hizmet olarak sunuyorlar. İşin garibi bu tür istismarlara kadın haklarını savunan derneklerden ciddi bir tepki gelmemesi!.. Demek ki olup bitenden herkes memnun! Nitekim Dünya Kupası maçlarında fuhşun önlenmesi için tedbir alınması teklifine, FIFA Başkanı Josepp Blatter, kurumun kadınları koruma gibi bir görevlerinin olmadığına dikkat çekerek, bu talebi reddetti. O zaman, kadınları kim koruyacaksa onun devreye girmesi gerekmez mi? Yok ki, olmayan kurum nasıl devreye girsin! Batı'nın, ahlaksızlığa kapılarını açması, sadece bu Dünya Kupası maçları ile sınırlı değil tabii ki. Her türlü kültürel, sportif faaliyetlerde bu tür ahlaksızlık organizasyonun bir parçası haline gelmiş. Kültürel, sportif, ticari... her yerde kadın istismarı var. Ahlaksızlık, fuhuş, her türlü sapıklık Batı medeniyetinin bir parçası haline gelmiş. Doğu Avrupa ülkelerinden her yıl yüz binlerce kadın fuhuş için Batı Avrupa ülkelerine getiriliyor. AB tarafından yapılan bir araştırmaya göre, Doğu Avrupa ülkelerinden getirilen yaklaşık 500 bin kadını fuhşa zorlayan şebekelerin toplam geliri her yıl yaklaşık 15 milyar euroyu buluyor. Uluslararası Af Örgütü'nün raporuna göre: "Yüzlerce kadın, fuhşu örgütleyen çeteler tarafından oradan oraya götürülüyor ve esir muamelesi görüyorlar." Böylece, 21. yüzyılda "modern kölelik" resmen doğrulanmış oluyor. Avrupa'daki yabancı hayat kadınlarının çoğu geçim sıkıntısına düşmüş Rusya, Litvanya, Polonya, Ukrayna ve Bulgaristan'dan getiriliyor. Araştırmada, fuhşa zorlanan kadınların çoğunun ölümle tehdit edildiği, tecavüze uğradığı ve sürekli baskı altında tutulduğu, fahişelik yapan her 2 yabancı kadından birinin kandırılarak bir Batı Avrupa ülkesine getirildiği ifade edildi. Batı'da aile hayatı artık bitti. Cinsî hayattaki sapıklık hayvanlarda bile yok. Ailenin olmadığı yerde nüfus artışı da olmaz. Bunun için Batı'da nüfus hızla azalmaktadır. Batı ülkeleri, görülen bu düşüşü artıya çevirmek için, aile hayatı özendirilmeye çalışılmakta, teşvikler verilmektedir. Diğer traftan da, "cinsel özgürlük" adı altında nüfus artışının kaynağı olan aileyi yıkıcı her türlü ahlaksızlıkların önü açılmaktadır. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu... Peygamber Efendimiz de, ahir zamanda fuhşun, zinanın çok yayılacağını, sokaklarda, caddelerde alenî olacağını haber veriyor. Hatta yoldan geçenlerin, "yolun kenarına çekilin de, yürümemize mani olmayın" diyeceği bildiriliyor. Artık hızlı bir şekilde, o günlere gittiğimiz anlaşılıyor. İnsanlar insani değerlerden hızla uzaklaşıyorlar. Bunların hali ayet-i kerimede şöyle bildiriliyor: "Onlar hayvan gibidirler; hatta hayvandan daha aşağıdırlar." (Furkan,44). > Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29 www.mehmetoruc.com
.
"Yumuşak davran!"
18 Haziran 2006 01:00
Hz. Seleme bin Ekvâ anlatır: Resûlullah efendimizin develerini alan müşriklerin peşine düşmüştüm. Bana yardıma gelen süvârîleri görünceye kadar bulunduğum yerden ayrılmadım. Süvârîler, ağaçların arasına girmeye başlamışlardı. Onların ilki, Ahrem Muhriz el-Esedî idi. Onun arkasında Resûlullah efendimizin süvârîsi Ebû Katâde ve Mikdâd bin Esved vardı. Baskıncı müşrikler geri dönüp kaçtılar. Ben de, dağdan inip Ahrem'in önünü kestim ve atının gemini tutup dedim ki: - Ey Ahrem! Şu kavimden sakın! Resûlullah efendimizin sahâbîleri gelip kavuşuncaya kadar onların seni kalbinden vurup şehîd etmeyeceklerinden emîn değilim! Ahrem bana cevaben dedi ki: - Ey Seleme! Eğer sen, Allaha ve âhiret gününe inanıyor, Cenneti ve Cehennemi de, hak ve gerçek tanıyorsan, benimle şehîdlik arasına girme! Bunun üzerine atının gemini bıraktım. Sonra Ahrem atını haydutların üzerine pervasızca sürdü. Ancak müşriklerin attığı oklarla şehîd düştü." Baskıncı müşriklerin yorup tepede bıraktıkları iki atı önüme katıp, Resûlullah efendimize getirirken amcam Âmir, bana bir tulum sulandırılmış süt ve bir tulum da su ile karşı geldi. Su ile abdest aldım, sütten de, içtim. Sonra, Peygamber efendimizin yanına geldim. Kendisi; baskıncı müşrikleri su içmekten men ettiğim suyun başında, Zû Kared'de idi. Yanında da beş yüz kişilik bir topluluk bulunuyordu. Resûlullah efendimiz, baskıncı müşriklerin elinden kurtarıp geride bıraktığım develerle müşriklere bıraktırdığım her şeyi, bütün mızrakları ve kaftanları almış bulunuyordu. Dedim ki: - Yâ Resûlallah! Ben, onları, su içmekten men etmiştim. Onlar, şimdi çok susuzdurlar, çarpışacak güçte değiller. Yanıma yüz kişi verseniz de, onları sıkboğaz edip develerden ellerinde kalanları da kurtarsam, onlardan kimseyi sağ bırakmadan öldürsem olmaz mı? - Ey Seleme! Ben, seni bıraksam, sen, bu dediğini yapabilir misin? - Evet! Seni, Peygamberlikle şereflendiren Allahü teâlâya yemin ederim ki, yapabilirim! Resûlullah efendimiz, gülümseyerek buyurdular ki: - Onlara, şimdi Benî Gatafanların toprağında ziyâfet çekiliyordur! Gücün yetti mi, yumuşak davran, bağışlayıcı ol, sertliği bırak
.
Piyadelerin hayırlısı
19 Haziran 2006 01:00
Hz. Seleme bin Ekvâ anlatır: Baskın yapıp Resulullahın develerini almak isteyen müşrikleri uzaklaştırınca Peygamber efendimiz, "Süvârîlerimizin hayırlısı Ebû Katâde idi. Piyâdelerimizin hayırlısı da, Ebû Seleme olmuştur!" buyurdu. Bunları söyledikten sonra bana, birisi süvârî, birisi de yaya hissesi olmak üzere, iki hisse verdi ve ikisini benim için birleştirdi. Açlık ve yorgunluğumu ancak sahâbîlere kavuştuğum zaman hissettim. Orada bulunan bir kırba sütü içip su ile de abdest alınca, ne açlığım, ne de yorgunluğum kalmadı. Baskıncı müşriklerin sürüp götürdükleri yirmi deveden onu kurtarılmıştı. Geri kalan onu ise, kaçıp giden müşriklerin elinde kalmıştı. Resûl-i ekrem efendimiz, beni devesinin terkisine almıştı. Medîne'ye dönülüp girilmek üzere bulunulduğu sırada idi ki, ensârdan, koşuda önüne geçilemeyen bir zât seslendi: - Medîne'ye kadar benimle koşu yarışı yapabilecek bir yarışçı yok mu? Su sözlerini tekrarlayıp durmaya başladı. Bu sözleri işitince, onca yorgunluğuma rağmen "Ne olur, yâ Resûlallah, bana izin ver de şununla yarışayım" dedim. Resûlullahın izin vermesi üzerine, ben de, hemen deveden atladım. Ayaklarımı pekiştirerek koşmaya başladım. Nihayet, ona yetiştim. Onun iki küreği arasına ellerimle vurup dedim ki: - Vallahi, senin önüne geçildi! O da cevap verdi: - Ben de, öyle olduğunu sanıyorum! Böylece Medîne'ye kadar onun önünde koştum. Hz. Seleme Resulullahın bir mucizesini de şöyle anlatır: Bizler, Resûlullah efendimizin emrinde Hudeybiye'ye geldik. O gün yüzer kişilik ondört bölüktük. Kuyunun yanında, elli koyun da vardı. Kuyunun suyu bu koyunlara bile yetmiyordu. Resûlullah efendimiz kuyunun kıyısına oturup duâ etti. Derhal kuyunun dibinden su fışkırarak yükseldi. Biz orada hem koyunları suladık, hem de kendimiz suya kandık. Seleme bundan sonraki hayatında birçok kahramanlıklar gösterdi. Hayatı boyunca yedisi Resûlullah ile birlikte olmak üzere 14 gazveye iştirak etti. Hepsinde de yiğitlik ve kahramanlık destanları yazdı. Birçok defa Resûlullahın iltifat ve duâlarına mazhar olan bu mübârek sahâbî, Medîne'de Hicretin 74. senesinde seksen yaşında iken vefât etti.
.
"Sana müjde vereyim mi?"
20 Haziran 2006 01:00
Câbir bin Abdullah hazretleri Bedir Savaşına katılamamıştı. Uhud Savaşına katılmak için Resûlullah efendimizden müsaade istedi. Resûlullah efendimiz, babasından izin alabilirse katılmasına müsaade edeceğini bildirdi. Hz. Câbir babasından izin isteyince, babası, kızlarının kimsesiz kalmaması için oğlunu harbe iştirakten menederek "Oğlum, şu kızların kimsesiz kalmalarını düşünmesem, gözümün önünde senin şehîd olmanı isterdim." dedi. Abdullah, oğlu Câbir'in şehîd olduğunu göremedi, ama kendisi bu savaşta şehîd oldu. Câbir şöyle anlatır: "Babam, Uhud'da şehîd olmuştu. Kız kardeşim bana bir deve vererek dedi ki: - Git, babamızı bu devenin üzerinde taşı. Onu Selemeoğullarının kabristanına göm! Ben de deveyi alarak harb meydanına gittim. Yanımda birkaç kişi daha vardı. Resûl-i ekrem efendimiz babamı, harb yerinden alarak aile kabristanına götürmek istediğimi anladılar. O sıralarda Resûl-i ekrem Uhud'da bulunuyorlardı. Beni huzûrlarına çağırdılar ve buyurdular ki: - Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki; Abdullah da arkadaşları ile gömülecektir. Resûl-i ekremin bu sözü üzerine, ben de babamı taşımaktan vazgeçtim. Onu Uhud şehîdleri ile birlikte gömdüm. Resûlullah efendimiz bana sordu: - Ey Câbir! Sana müjde vereyim mi? - Evet yâ Resûlallah. - Baban şehîd olunca, Allahü teâlâ onu diriltti ve, "Ey Abdullah! Sana ne yapmamı arzû edersin" diye sordu. O da, "Yâ Rabbî! Ben sana hakkıyla kulluk edemedim. Beni dünyaya döndürmeni ve yine senin yolunda çarpışarak tekrar şehîd olmayı arzû ederim" dedi. Allahü teâlâ da, "Ben, şehîdler geri dönmeyecekler diye hükmettim" buyurdu. "Öyle ise yâ Rabbî, geride kalanlara bunu ulaştır" dedi. Uhud şehîdlerinin kabri 46 yıl sonra su çıkarmak sebebiyle açılmak durumunda kalmıştı. Câbir bin Abdullah, babasının kabri açıldığında, babasını uyur gibi bulduğunu, az veya çok hiçbir değişikliğe uğramadığını, söyledi..
.
"Alacaklıları çağırın!"
21 Haziran 2006 01:00
Câbir bin Abdullah'ın babası şehîd olduğu zaman bir hayli borcu vardı. Bu borçların mühim bir kısmı, etrafta oturan Yahûdîlere idi. Babasının şehâdetinden sonra, alacaklılar, Câbir bin Abdullah'ı sıkıştırmışlardı. Fakat Câbir bin Abdullah'ın elinde, babasından kalan ufak bir hurmalıktan başka bir şey yoktu. Buradaki hurmalar da borcunu ödeyecek miktarda değildi. Çok zor durumda kalan Câbir bin Abdullah, hâlini insanların en merhametlisi olan Peygamber efendimize giderek arz etti. Resûl-i ekrem efendimiz, bir kısım hurma toplanmasını ve kendilerine haber verilmesini buyurdular. Resûl-i ekrem efendimiz, teşrif ettiğinde, "Alacaklıları çağırın!" buyurdu. Alacaklıları geldi. Resûlullah efendimiz toplanan bir kısım hurmadan, hepsine haklarını verdikten sonra bir miktar hurma yine Câbir bin Abdullah'a kaldı. Peygamberimiz bu mu'cizeyi Eshâb-ı kirâma da anlatmasını Câbir bin Abdullah'a emir buyurdu. Bu arada Resûlullah efendimizin geldiğini perde gerisinden gören hanımı, "Yâ Resûlallah! Bana ve kocama duâ edin" dedi. Resûlullah efendimiz de, "Allahü teâlâ seni ve kocanı magfiret etsin" buyurdu. Hendek Gazâsında, Resûl-i ekrem efendimizin mâiyetinde bulunan Câbir bin Abdullah, o günleri şöyle anlatır: "Hendek muhârebesinde Resûl-i ekrem ile Eshâbı üç gün ağızlarına bir lokma koymamışlardı. Bu sırada Resûl-i ekreme dikkat ettim. Mübârek karınlarına taş bağlamışlardı. Hendek kazmakla meşgûl olan Eshâb, bir taş parçasını kıramadıklarını Peygamber efendimize haber verdiler. Peygamber efendimiz onlara, "siz bu kaya parçasının üstüne biraz su serpiniz" buyurmuştu. Sonra külünkü almış ve kayaya üç defa vurmuşlar, her vuruşlarında kuvvetli bir ateş çıkmış, Yemen, İstanbul, Fâris illeri görünmüştü. Bunun hikmeti sorulduğu zaman Peygamberimiz, "Buraların Müslümanlar tarafından fethedileceğinin işâretidir" buyurmuşlardı
.
Herkese yeten yemek
22 Haziran 2006 01:00
Câbir bin Abdullah hazretleri şöyle anlatır: Peygamber efendimiz Hendek Gazâsında bir kayayı parçalarken, mübârek karnı açıldı. Açlıktan midesinin üzerine taş bağladığını gördük. Bu hâli görünce çok üzüldüm. Hemen Resûlullahın huzûruna varıp, izin aldım ve eve gidip hanıma dedim ki: - Resûlullahın öyle bir hâli vardı ki, dayanılır gibi değildir. Açlıktan karnına taş bağlamışlar. Evde yiyecek bir şeyler var mıdır? - Biliyorsun evimizde bir oğlakla birkaç avuç arpadan başka bir şeyimiz yoktur. - Olsun, hiç olmazsa onları ikrâm edelim. Sonra hemen oğlağı kestim, arpayı el değirmeninde öğütüp un hâline getirdim. Hamur yapıp tandırda pişirdik. Eti de çömleğe koyup kaynatmaya başladık. Bu hazırlığı yaptıktan sonra, sevinçle Resûlullahın huzûruna varıp dedim ki: - Yâ Resûlallah, az bir yemeğim var. Yanınıza birkaç kişi alıp yemeğe gelebilir misiniz? Resûlullah efendimiz sordu: - Yemeğin ne kadardır? - Bir oğlak ve birkaç avuç arpa unu. - Yemeğin hem çok, hem de güzeldir. Hanımına söyle, ben gelinceye kadar tandırdan et çömleğini ve ekmeği çıkarmasın! Sonra da mücâhidlere dönüp buyurdu ki: - Ey Hendek halkı! Kalkınız, Câbir'in ziyâfetine gideceğiz. Bu emir üzerine Eshâb-ı kirâm toplandı. Peygamber efendimiz önde olmak üzere bizim eve doğru gelmeye başladılar. Kalabalığı görünce hanım sordu: - Eshâb-ı kirâmı sen mi davet ettin, yoksa Resûlullah efendimiz mi? - Resûlullah efendimiz davet etti. - O zaman endişe edilecek bir şey yoktur. Biraz sonra Peygamber efendimiz kalabalık bir topluluk ile kapıya geldi. Peygamber efendimiz, önce etin ve ekmeğin bereketli olması için duâ buyurdu. Sonra tandırdan indirmeden bizzat elleri ile yemeği ve ekmeği dağıttı. Bütün Eshâb-ı kirâm doyuncaya kadar yediler. Yemîn ederim ki, binden fazla kişi yemek yedi, fakat ne ette, ne de ekmekte bir eksilme olmadı. Yemeği ve ekmeği sonra komşulara dağıttık
.
"Mükâfatınız Cennettir!"
23 Haziran 2006 01:00
Hz. Câbir'in babası Uhud'da şehîd olunca, kardeşleri kimsesiz kaldı. Bunun üzerine Hz. Câbir dul bir kadın olan Süheyme binti Mes'ud ile evlenmişti. Resulullah efendimiz, "Kız alsaydın daha iyi olmaz mıydı?" buyurunca; - Yâ Resûlallah! Babam Uhud'da şehîd olunca geride yedi kız çocuğu bıraktı. Doğrusu, ben yaşlı bir kadınla evlenmeyi, onun da, çocukları başına toplamasını, onların saçlarını, başlarını taramasını, onlar üzerinde bir mürebbiye olmasını daha hayırlı buldum. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz şöyle buyurmuştur: - İsâbet ettin. Allahü teâlâ zevceni hakkında hayırlı ve mübârek kılsın. Şöyle anlatır: "Resûl-i ekrem Mekke'de on sene kalarak, herkesin toplandığı Ukaz ve Mecenne gibi panayırlarda ve Minâ Dağına çıkarak halka hitâben, "Rabbimin, risâletini tebliğ için bana kim yardım ederse, Cenneti kazanır" derdi. Fakat, Ebû Cehil, Ebû Leheb gibi kâfirler, "Bizi bunun için mi çağırdın, sakın inanmayın!" diyerek insanları aldatırlardı. Nihâyet biz Medîne'den gelerek Resûl-i ekremi bulup, O'na inanmış ve şehrimize davet ederek yardım etmiştik. Müslüman olanlara Resûl-i ekrem, Kur'ân-ı kerîm okurdu. Onlar da döndüklerinde âilelerine İslâmiyeti tebliğ eder, onların îmân ile şereflenmelerini sağlarlardı. Gönülleri îmân ile dolu olan ve Peygamberimizi her şeyden çok seven Müslümanlar toplanarak dediler ki: - Resûl-i ekreme müşrikler tarafından hakâret, eziyet edilmesine ne zamana kadar müsaade edeceğiz? Bunun üzerine içimizden 70 kişi hac mevsiminde Medîne'den hareket ederek Resûl-i ekremi bulduk. Resûl-i ekrem ile Akabe'de mülâkat etmek üzere anlaştık. Birer, ikişer o mevkide toplandık. Resûl-i ekreme, kendilerine bî'at etmek istediğimizi arz ettik. Resûl-i ekrem buyurdu ki: - Bana iyi ve fenâ zamanlarda itâat etmek, darlık ve bolluk zamanında infâk etmek, emr-i bil ma'rûf ve nehy-i anil münkere riâyet etmek, her sözü Allahü teâlâ için söyleyerek bu yolda bir şeyden korkmamak, bana yardım etmek, canlarınızı, mallarınızı, çocuklarınızı nelerden koruyorsanız beni de öyle korumak üzere bî'at ediniz, mükâfâtınız Cennettir. Resûlullah efendimiz sözlerini bitirdikten sonra kalkıp ona bî'at ettik
.
Cahilliğin ilacı
24 Haziran 2006 01:00
Bir gün Hz. Câbir hastalanmıştı. Resûlullah efendimiz kendisini ziyârete geldi. Baygın vaziyette yatan Câbir'in yüzüne su serperek ayılttı. Hz. Câbir bu sırada yedi kız kardeşinden hangisine ne miktarda mîrâs bırakabileceğini Peygamber efendimize sordu. Resûl-i ekrem efendimiz, "Yâ Câbir, sen bu hastalıktan vefât etmeyeceksin!" buyurdu. Hz. Câbir ihtiyarladığında gözleri zayıflamıştı. Genellikle iki oğlunun koluna girerek yürürdü. Bir gün fitne çıkaran bazı kimseler karşısına çıktı. Tam o sırada Hz. Câbir'in ayağı kaydı. İki oğlu hemen sımsıkı babalarını kollarından kavrayarak düşmesine mâni oldular. Bu sırada Hz. Câbir buyurdu ki: - Resûlullah efendimizi korkutmaya yeltenenlerin vay hâline! Bunu işiten oğulları dediler ki: - Peygamber efendimiz vefât etmiştir. Onu korkutmak nasıl mümkün olur? Hz. Câbir de şöyle cevap verdi: - Peygamber efendimizden işittim. "Medîne halkını korkutanlar beni korkutmaya çalışmış olurlar" buyurdu. Resûlullah efendimiz Câbir bin Abdullah'ı çok sever, sık sık ziyâretine gelirdi. Câbir bin Abdullah anlatır: "Resûlullah efendimiz bize geldi. Evde, saçları dağınık biri vardı. Bunu görünce "Bu, saçlarını düzeltecek bir şey bulamamış mı?"buyurdu. Elbisesi kirli birini de görünce "Elbisesini yıkayacak bir şeyi yok mu?" buyurdu. Hz. Câbir diyor ki: "Yolculukta, arkadaşlarımdan birinin başı yaralandı. Birisi, "Başını yıka" denildi. Yıkadı ve öldü. Medîne'ye gelince, Resûlullah efendimize haber verdik. Buyurdu ki: "Onun ölümüne sebep oldular. Bilmediklerini niçin sorup öğrenmediler? Cehlin ilâcı, sorup öğrenmektir!" Câbir bin Abdullah bir koyun pişirdi. Resûlullah efendimiz Eshâb-ı kirâm ile beraber yediler. Resûlullah efendimiz, "Kemiklerini kırmayınız!" buyurdu. Resûlullah efendimiz, kemikleri toplayıp, mübârek ellerini üstüne koyup duâ etti. Allahü teâlânın izniyle koyun dirildi ve kuyruğunu sallayarak gitti. Hz. Câbir'in künyesi Ebû Abdullah veya Ebû Abdurrahman'dır. Annesinin ismi Nesibe'dir. 601 yılında Medîne'de doğmuş olup, 694 yılında 95 yaşında Medîne'de vefât etmiştir. Cenâze namazını Medîne Vâlisi bulunan Hz. Osman'ın oğlu Ebân kıldırmıştır
.
Ona yaklaşmak için vesile arayın!"
24 Haziran 2006 01:00
Dün, ÖSS sebebiyle, İslam büyüklerinin türbelerine gidip dua eden öğrencileri bundan uzaklaştırmak için, bazı çevrelerce başlatılan kampanyadan bahsetmiştik. Hatta, türbelerden yardım istemenin, "hurafe", "şirk" olduğunu söyleyenler bile çıktı. Halbuki, Peygamberlerin, evliyanın kabirlerine giderek, onları vesile etmenin, vesile olmaları için onlara yalvarmanın caiz olduğunu, İslam büyükleri çeşitli yollardan ispat etmişlerdir. Maide suresi 35. âyet-i kerimesinde mealen, "Ey müminler! Allahü teâlâdan korkun ve Ona yaklaşmak için vesile arayın!" buyuruldu. Kabir başına gidip, dileğini, arzusunu doğrudan ondan istemek, onun yaratacağına inanmak tabii ki şirktir, küfürdür. Aklı başında olan hiçbir Müslüman zaten böyle bir şey düşünmez. Yaratmanın sadece Allahü tealaya mahsus olduğunu bilir. Dileğini bu zatın vesilesi ile, onun hürmetine, Allahü tealanın yaratacağını bilir ve inanır. Bunun için, Müslümanların ruhlardan ve ölülerden bir şey istemeleri, bunlara tapınmak, onları mabud yapmak olmaz. Büyük bir âlim vefat edince, feyz vermesi kesilmez, daha da artar. Kınından çıkmış kılıç gibi olur. Ali Ramiteni hazretleri, "Günah işlememiş bir dil ile dua ediniz ki, kabul olsun!" buyurdu. İnsanlar bu duruma kendilerini layık görmekdikleri için, bu büyükleri vesile ediyorlar. İsa aleyhisselama gelip dediler ki, siz dua ediyorsunuz, devasız hastalıklar iyi oluyor. Hangi duayı okuyorsunuz, bize de söyler misiniz? İsa aleyhisselam da onlara okuduğu duayı söyledi. Adamlar bir süre sonra tekrar geldiler, efendim okuyoruz okuyoruz bir şey olmuyor, acaba bize yanlış dua mı öğrettiniz derler. İsa aleyhisselam, "Dua doğru ama ağız yanlış" buyurdu. Mevlana Celaleddini Rumi son hastalığında, "Ben ölünce üzülmeyiniz! Her yerde benimle olunuz, beni düşününüz! İmdadınıza yetişir, size yardım ederim. Ruhumun, bu dünyada iki türlü bağlılığı vardır: Biri, bedenime olan bağlılığı, ikincisi, sizlere olan bağlılığı. Allahü tealanın inayeti ile ruhum bedenden ayrılınca, bedene olan bağlılığı da, size olur" buyurdu. Evliyanın büyüklerinden Ebü'l Hasan-ı Harkani hazretleri, sefere çıkan talebelerine, "Sıkışınca benden yardım isteyin" buyurdu. Yolda talebeler eşkıyaya yakalanınca, bu sözü unutup, kurtulmaları için doğrudan Allahü teâlâya dua ettiler, fakat kurtulamadılar. Bir talebe "Ya Ebel Hasan, imdat!" dedi. Sadece o talebe kurtuldu. Seferden dönünce hocalarına, "Biz Allah'tan yardım istediğimiz halde soyulduk. Fakat şu arkadaşımız, sizden yardım isteyince kurtuldu. Bunun hikmeti nedir?" dediler. O da, "Allahü teâlâ günahkâr kimselerin duasını kabul etmez. Arkadaşınız, benden yardım isteyince, onun duasını Allahü teâlâ bana duyurdu. Ben de, "Ya Rabbi bu talebemi kurtar!" dedim. Allahü teâlâ da kurtardı. Ben sadece vasıta oldum, dua ettim. Kurtaran Rabbimizdi" diye cevap verdi. Kısaca kabir ziyaretinin nasıl yapılacağından da bahsederek yazımıza son verelim: Kabir yanına gelince, önce selâm verilir. Mezarın sağ yanına, yani kıble tarafına, ayak ucuna yakın durulur. E'ûzü ve Besmele ile bir Fâtiha ve onbir İhlâs okunur. Sevâbı Resûlullah efendimizin ve bütün peygamberlerin "aleyhimüsselâm" ve Eshâb-ı kirâmın ve Evliyâ-i izâmın rûhlarına ve bu zâtın rûhuna hediye edilir. Sonra bunlar vesile edilerek, Cenab-ı Hak'tan, istekte bulunulur. Gelen kimse almasını bilir ise, o zât da vermeğe ehil, olgun bir velî ise ve şartları gözeterek beklerse, elbette bir şey ele geçer. Dert ve dilek için yatırlarda bulunan ağaçlara çaput bağlamak, türbelere mum dikmek caiz değildir. İşte hurafe olan bu gibi şeylerdir. > Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29 www.mehmetoruc.com
.
Cehâlet ve zulüm
25 Haziran 2006 01:00
Mekke ufuklarını aydınlatan hidâyet nûru, kalb ve gönüllere yansıyınca, İslâmiyetin şifâ bahşeden berrak menbaına her geçen gün birkaç kişi daha yanaşıyor, o âb-ı hayâta dalarak yudumluyor, rûhlarını paslandıran cehâlet ve zulüm kirlerinden kurtularak huzûra kavuşuyorlardı. İnsanlık, o sıralar o kadar zavallılaşmış ve gülünç bir hâle düşmüştü ki, her türlü aşağılıkları işliyorlardı. İşte onları, şirkin, küfrün ürkütücü pençesinden alıp, İslâmiyetin munis ve şefkatli sînesine, merhametli kucağına da'vet eden yüce Resûl, insanlığın hakîkî kurtarıcısı olduğunu ispat ediyordu. İslâmiyet sayesinde insanlar arasında o kadar kuvvetli, sağlam bir yakınlık ve kardeşlik kurulmuştu ki, küfür cephesinde kalanlarla, îmân safında bulunanlar arasında daha önce mevcut olan kan bağı akrabalık münâsebetlerinden hiçbir eser kalmamıştı. Bu ibretli tablo Hişâm'ın beş oğlu arasında çok açık bir şekilde müşâhede ediliyordu. Seleme ile Hâris Peygamber efendimizin yanında yer alırken, aynı babadan gelen Ebû Cehil, Âs ve Hâlid nasîbsiz gürûhunun elebaşısıydılar. Büyük kardeşi Seleme'nin îmân ettiğini duyunca, Ebû Cehil'in hısımlığı hasımlığa çevrilmiş, kendi âilesinden bir ferdin, Peygamber efendimizin safına geçmesini hiç hazmedememişti. Onu vazgeçirmek için her türlü yola başvurdu. Fakat bütün çabaları boşa çıktı. Îmânın ulvî hazzını tadan kimsenin, tekrar dönüp küfrün zehirini ağzına alması mümkün müydü? Hz. Seleme, zâlim kardeşinin hareketlerine daha fazla tahammül edemedi. Habeşistan'a hicret etti. Böylece her ne kadar yer ve yurtlarından ayrı düşmüşler ise de can ve dinleri emniyette idi. Bu Müslümanlar hicret edeli üç ay olmuştu. Receb, Şa'bân ve Ramazan aylarını orada geçirmişlerdi. Kulaklarına şöyle bir haber geldi: "Mekkeliler îmân etti, Velîd bin Mugîre Müslüman oldu." Bunun üzerine kendi aralarında, "Bunlar Müslüman olduktan sonra Mekke'de Müslüman olmayacak kim kaldı? Bize kendi kavim ve kabîlemiz arasında yaşamak daha iyidir" diyerek bir kısmı geri dönmeye karar verdi. Fakat Mekke'ye yaklaşıp da duydukları haberin asılsız olduğunu öğrenince hayâl kırıklığına uğradılar.
.
İşkenceyi en yakınları yapıyordu
26 Haziran 2006 01:00
Uzun müddet en yakınları tarafından işkenceye tâbi tutulan ve zulmün her türlüsüne mâruz kalan Hz. Seleme, Iyaş ve Hişâm Medîne'ye hicret emri çıkınca bile esâret zincirinden kurtulamadı. Hattâ bu yüzden Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarına da katılamadı. Öz kardeşi Ebû Cehil, Hz. Seleme bin Hişâm'ı işkenceden işkenceye sokuyordu. Yoruluncaya kadar dövüyor, türlü hakâretler ediyor, aç susuz bırakarak günlerce acı ve ıstırap içine atıyordu. Bütün bu zulümleri yapmasındaki maksadı, "Belki tahammülsüz kalır da, dîninden vazgeçer" düşüncesinden ortaya çıkıyordu. Halbuki Hz. Seleme'de kâinâta meydan okuyacak kadar kuvvetli bir îmân; bitip tükenmez bir Resûlullah sevgisi vardı. Uzun yıllar îmânında en ufak bir tereddüde kapılmadan, usanıp bıkmadan, sabır ve azim içinde, revâ görülen işkencelere aldırmadı. Bu îmân fedâîlerinin acıklı hâlini bilen, onların çektiği sıkıntıyı kendi rûhunda da hisseden Resûl-i ekrem efendimiz, bir ay müddetle her sabah namazında şu duâyı tekrar ederdi: "Allahım, Velîd bin Velîd'i kurtar! Allahım, Seleme bin Hişâm'ı kurtar! Allahım, Iyaş bin Rebia'yı kurtar! Allahım, mü'minlerin zayıf olanlarını kurtar!" Mekke müşriklerinin elinde bulunan bu üç sahâbî birbirlerinin amca çocuklarıydı. Mugîre üçünün de dedesiydi. Velîd bin Velîd, Müslüman olup Mekke'ye gidince hapsedilmiş, Iyaş bin Rebia hicret esnâsında Ebû Cehil tarafından kandırılarak götürülüp işkenceye tâbi tutulmuştu. Bu üç sahâbî de bir aradaydı. Üçünü birbirlerine bağlamışlardı. Hz. Velîd bir fırsatını bularak kaçıp Medîne'ye geldi. Peygamber efendimiz, Velîd'e diğer kardeşleri Seleme ile Iyaş'ın durumunu sordu. Hz. Velîd, onların ayaklarının birbirine bağlı bulunduğunu, şiddetli azâb ve işkence içinde kıvrandıklarını haber verdi. Resulullahın emri ile, Hz. Velîd Mekke'ye gizlice girdi. Mahpuslara yemek götüren bir kadından Hz. Seleme ile Hz. Iyaş'ın bulundukları yeri öğrendi. Geceleyin oraya varan Velîd, bağlandıkları ipi kesti, onları devesine bindirerek Mekke'den çıkardı. Mazlûmların kaçtıklarını öğrenen müşrikler peşlerine düştülerse de, onları ele geçiremediler. Hz. Velîd kurtardığı iki arkadaşıyla birlikte Medîne'ye geldiğinde yürümekten ayak parmakları parçalanmış, kanlar içinde kalmıştı. İki mümtaz sahâbînin kurtulduğunu öğrenen Peygamberimiz çok sevinmişti. Hz. Seleme artık rahattı. Peygamberimizin vefâtına kadar Medîne'de kaldı.
.
Allahü teâlâ rızkımı verir!"
27 Haziran 2006 01:00
Resûlullah efendimiz, İslâmiyeti gizli olarak açıklamaya yeni başlamıştı. Daha birkaç kişi Müslüman olmuştu. Bu sırada Hâlid bin Sa'îd bir rü'yâ gördü. Rü'yâsında, Cehennemin kenarında dururken, babası gelip, kendisini oraya itip düşürmek istedi. Tam o sırada, Peygamberimiz belinden yakalayıp, Cehennemin içine düşmekten koruduğunu gördü. Hemen gidip rü'yâsını Hz. Ebû Bekir'e anlattı, ona de dedi ki: - Hakkında hayırlı olsun! Bu kimse, Allahü teâlânın peygamberidir. Hemen git, O'na tâbi ol! Sen, O'na tâbi olacak, İslâm dînine girecek ve O'nunla birlikte bulunacaksın. O da seni, rü'yâda gördüğün üzere Cehenneme girmekten koruyacaktır. Baban ise Cehennemde kalacaktır! Hâlid bin Sa'îd, rü'yâsının etkisinden kurtulamamıştı. Vakit kaybetmeden hemen, Ecyâd denilen yerde bulunan Peygamber efendimizin yanına gitti. Onun huzuruna varıp dedi ki: - Yâ Muhammed! Sen, insanları neye da'vet ediyorsun? Peygamberimiz cevâben şöyle buyurdu: - Ben, insanı, eşi ve benzeri olmayan tek Allaha ve benim de O'nun kulu ve peygamberi olduğuma inanmaya ve işitmeyen, görmeyen, hiçbir zarar ve fayda vermeyen, kendisine tapınanları da, tapınmayanları da bilinmeyen birtakım taş parçalarına tapınmaktan vazgeçmeye da'vet ediyorum. Bunun üzerine, Hâlid bin Sa'îd hemen, "Ben de şehâdet ederim ki, Allah'tan başka tapılacak ilâh yoktur ve yine şehâdet ederim ki, Sen Allahü teâlânın peygamberisin!" diyerek Müslüman oldu. Şiddetli bir İslâm düşmanı olan babası Ebû Uhayha, Hâlid bin Sa'îd'in Müslüman olduğunu öğrenip, Mekke'nin tenhâ bir yerinde namaz kıldığını haber alınca, çocuklarından Müslüman olmayanları gönderip onu huzuruna getirtti. Ona yeni girdiği dinden ayrılmasını söyledi. Azarlayıp dövmeye başladı. Sopa, başında kırılıncaya kadar vurdu ve sonra bağırdı: - Ey zelîl yaramaz oğlum! İstediğin yere git! Yemîn olsun ki, sana ekmek vermeyeceğim! Hz. Hâlid cevap verdi: - Sen benim nafakamı kesersen, Allahü teâlâ da, elbette bana geçineceğim rızkımı ihsân eder.
.
Onu yataktan kaldırma!"
28 Haziran 2006 01:00
Mekkeli müşriklerin, Müslümanlara zulüm ve işkenceleri her gün artıyordu. Bitmek, tükenmek bilmeyen bu eziyetleri, dayanılmaz hâle gelince, Resûlullah efendimiz, Müslümanların Habeşistan'a hicret etmelerine izin verdi. Orada rahat edebileceklerdi. Hâlid bin Sa'îd, hanımı ile birlikte hicrete çıkacakları sırada, babası çok hastalandı. Yatağa düştü. Bu hâlinde bile, "Bu hastalığımdan kurtulup ayağa kalkarsam, Mekke'de bir tek kimse putlardan başkasına ibâdet edemiyecektir" diyordu. Hz. Hâlid, babasının, hak dîne olan bu düşmanlığının sona ermesi için, "Ey Allahım! Onu yataktan kaldırma!" diye duâ etti. Nitekim bu hastalıktan ayağa kalkamadan öldü. Habeşistan'a hicret için, ilk olarak Mekke'den çıkan Hâlid bin Sa'îd ve hanımı oldu. Kendisi ile beraber Kureyşli Müslümanlardan bir grup da Habeşistan'a hareket etti. On seneden fazla orada kaldı. Oğlu Sa'îd ve kızı Ümmü Hâlid orada doğup büyüdü. Hâlid bin Sa'îd, kardeşi Amr bin Sa'îd ve Hz. Ca'fer bin Ebî Tâlib ile beraber, Habeşistan'dan Resûlullahın yanına Medîne'ye geldi. Hicretin altıncı yılına rastlayan bu dönüşte, Hayber'in fethi gerçekleşmişti. Ganimetlerinden bir hisse de Hz. Hâlid'e ayrıldı. Bundan sonra Hâlid bin Sa'îd önce Umretül-kazâya, sonra sırası ile Mekke'nin fethine, Huneyn harbine, Tâif ve Tebük seferlerine ve bunların yanında, ba'zı küçük seriyyelere iştirak etti. Fakat Bedir ve Uhud harblerine katılmadığı için çok üzgündü. Bu üzüntüsünü, bir ara Resûlullah efendimize açıkladığında, Peygamberimiz ona: - Üzülecek bir durum yok! Başkaları bir hicret etti. Fakat siz, iki hicrete katılmış oldunuz, buyurarak, gönlünü aldı. Hz. Hâlid bin Sa'îd, ilk Müslümanlardan olmak şerefinin yanında, Resûlullahın kâtiplik hizmetini de yapmıştır. Kızı Ümmü Hâlid de, Hz. Hatice, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali ve Hz. Zeyd bin Hârise ve Sa'd bin Ebî Vakkâs'tan sonra altıncı Müslüman olduğunu bildirmektedir. Hz. Hâlid bin Sa'îd, Medîne-i münevvereye döndükten sonra, Resûl-i ekrem efendimiz yazışma ve mektuplaşma işlerini ona verdi. Eshâb-ı kirâmın içinde okuma-yazma bilenlerden biriydi. Mekke'de iken de bu işleri, o yürütürdü. O, yazılacak çeşitli mektupları yazar, gönderir ve yabancılarla yapılan görüşmeleri kaydeder ve buna benzer her türlü işleri yerine getirirdi. Resûlullahın özel kalem müdürü vazifesini îfa ediyordu.
.
Kahramanca savaştı
29 Haziran 2006 01:00
Hz. Hâlid Yemen'de vali iken İslâmiyetten ayrılan ve "Namaz kılarız, fakat zekât vermeyiz" diyen mürtedlerin bastırılmasında önemli vazife görmüştü. Bu temizlik harekâtı tamamlandıktan sonra, İslâm ordusu Şam taraflarına sevkedildi. Bizans ile Yermük'te çetin savaşlar yapıldı. 46.000 kişilik İslâm ordusunun karşısında 240.000 kişilik Rum ordusu vardı. 100.000 düşman askeri öldürüldü. 3.000 Müslüman şehîd oldu. Bu arada halîfe, Hz. Hâlid bin Sa'îd'e, ordunun bir kısmının kumandanlığını verdi. Askerlerin harbe hazırlanması ve ihtiyaçlarının giderilmesi ona âitti. Hz. Hâlid, yardımcı kuvvetlerin kumandanı olarak Filistin'de Remle şehrine yakın Ecnadeyn taraflarına gönderildi. Yolda, askerleri arasında ba'zı ihtilaflar başgösterdi. Tam bu sırada, Bizans kumandanı Mahân da, ordusu ile Hz. Hâlid'e karşı taarruza geçti. Hâlid bu taarruzu geri püskürttü ve yardım istedi. İslâm ordusunun tamamı seferberlik hâlinde olduğundan, Hz. İkrime ve Hâlid bin Velîd derhal Hz. Hâlid'e yardıma geldiler. Tam bu sırada İkrime bin Ebû Cehil'in kuvvetleri yardıma geldi. Bizans komutanı Mahân kaçtı. Hâlid bin Sa'îd, ordusunu Zü'l-Merre'ye getirerek orada konakladılar. Ayrıca durumu, Medîne'de bulunan halîfeye bildirdi. İslâm ordusu ile Bizans Rum ordusu arasında şiddetli çarpışmalar oldu. Bu muhârebelerde Müslüman kadınlar da harp etti. Başkumandan Hz. Hâlid bin Velîd ile bir kolun komutanı Hz. İkrime'nin şaşılacak kahramanlıkları görüldü. Hz. Hâlid bin Sa'îd de, büyük bir cesâret örneği göstererek kahramanca dövüştü. Ordunun diğer askerleri, onun bu hâlini görünce, kendilerine bir canlılık ve cesâret geldi. Şam şehrinin alınmasında ve Fihl muhârebesinde canını ortaya koyarak kahramanca çarpışan Hz. Hâlid bin Sa'îd, 635 yılında İslâm orduları ile birlikte Merc-i Safer denilen yere geldi. Ertesi gün, düşman üzerine saldırıya geçildi. Hâlid bin Sa'îd hemen ön saflara geçerek dövüşmeye başladı. Düşman askerinden birisi, kendisi ile yeke yek dövüşecek bir er istedi. Hâlid hemen oraya çıkıp vuruşmaya başladı. Burada kendisi şehîd oldu. Kocasının şehîd edildiğini gören bir günlük evli hanımı Ümmü Hakîm, hiç feryât ve figân etmiyerek, eline aldığı bir kılıçla düşman üzerine yürüdü. Kahramanca vuruşmaya başladı. Onun bu hâlini gören İslâm askerleri büyük bir şevk ve arzu ile saldırıya geçtiler. Bizanslıları kılıçtan geçirmeye başladılar. Bu arada Ümmü Hakîm de bir kâfir askerini öldürmüştü.
.
Kâ'b bin Eşref'in düşmanlığı
30 Haziran 2006 01:00
Bedir savaşından sonra Mekkeli müşriklerin ölüleri hakkında ağıtlar, şiirler söyleyerek müşrikleri kışkırtan, Peygamberimize ve Müslümanlara dil uzatarak fitne çıkartan, hattâ Peygamberimize suikast tertiplemeye kalkışan Kâ'b bin Eşref adlı bir Yahûdî zengini vardı. Peygamber efendimiz Eshâbına sordu: - Kâ'b bin Eşref'i kim öldürür? Muhammed bin Mesleme dedi ki: - Yâ Resûlallah! Ben onu senin için öldürür, onun sesini kısarım. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz şöyle buyurdu: - Gücün yeterse bu işi yap! Bunun üzerine Muhammed bin Mesleme, evine döndü. Sonra Ebû Nâile, Abbâd bin Bişr, Hâris bin Evs, Ebû Abs ve İbni Cerîr'in yanına gidip, mes'eleyi onlara açtı. Hepsi uygun görerek, "Beraber öldürürüz" dediler. Bundan sonra, birlikte Peygamber efendimize gelerek dediler ki: - Yâ Resûlallah! İzin buyurursanız, biz Kâ'b ile konuşurken, sizinle ilgili olarak onun hoşuna gidecek ba'zı sözler söylemeliyiz. Peygamber efendimiz, onlara buyurdu ki: - Bu husûsta istediğinizi söylemeniz size helâldir. Muhammed bin Mesleme ve arkadaşları, aralarında istişâre yapıp bir plân hazırladılar. Bundan sonra Muhammed bin Mesleme, Kâ'b bin Eşref'in yanına giderek dedi ki: - Şu Muhammed, bizden sadaka istedi. Bize çok vergi yükledi. Onun için senden ödünç bir şey almak için geldim. - O sizi daha da bıktıracak. - İşte ona bir defa uymuş bulunduk. Ona tâbi olmakta devam edeceğiz. Bakalım sonu ne olacak? Şimdi sen bize biraz ödünç hurma ver. - Evet vereyim, fakat bana bir şeyi rehin vermelisiniz. Kadınlarınızı rehin isterim! - Kadınlarımızı sana nasıl rehin verebiliriz? - O zaman oğullarınızı rehin verin! - Onları da rehin veremeyiz. Sana silâhımızı ve zırhımızı rehin verebiliriz. Kâ'b bu teklifi kabûl etti. Onu böylece tuzağa düşürdüler. Artık onu öldürmeleri kolaylaşmıştı.
.
Dünya ahlaksızlık kuşatması altında
30 Haziran 2006 01:00
Ahlaksızlık, fuhuş, cinsi sapıklık bütün dünyayı sardı. İnsanlık, büyük bir tehlike altında. Toplumlar cinsi sapıklıklarda, erkek erkeğe evlilik izninden tutun da, 8-10 yaşındaki çocukları bile fuhuş ticaretinde kullanacak kadar âdileşti. Ahlaksızlık, geçmişte pek çok kavmin, milletin yok olmasına sebep olmuştur. Buna, Lut kavminin ve Pompei halkının başına gelenler ibretli iki örnektir. Lut kavmi, Kur'an-ı kerimde; "El-mü'tefikât = Alt üst edilen yer" olarak bildirilen bölgede yaşardı. Bu bölgede, fuhuş ve ahlâksızlık olan söz ve fiiller, herkesin içinde alenî olarak yapılıyordu. En kötüsü; bu yapılan çirkin ve iğrenç hareketlerden kimse kimseyi sakındırmıyor, bu hareketleri yapmayanlar ise, toplumun dışına itilip ayıplanıyordu. Nihayet, Allahü teala bunları, yerin dibine batırarak bu kavmi helak etti. Bu ahlâksız, lanetlenmiş toplumun yaşadığı bölgede, cenâb-ı Hakkın gadabının nişanesi olarak, pis kokulu ve siyah bir su çıkıp göl oldu. İtalya'nın Napoli şehri yakınlarında yaşayan Pompei halkı ise, ahlaksızlıkta, fuhuşta Lut kavmini aratmayacak bir hal almıştı. Vezüv yanardağı 79 yılı Ağustosunun 24'ünde büyük bir gürültüyle patladı. Havadan kızgın taşlar, kaya parçaları ve kızgın lâv yağmaya ve sel gibi akmaya başladı. Çılgın insanlar o anda ne hâldeyse, o şekilde öldü. Bugün dünyanın pek çok yerinde ahlaksızlık, gazete, dergi, TV, internet ile eski halleri aratmayacak şekilde yaygınlaşmasına rağmen buralara bir umumi bela gelmiyorsa, ahir zaman peygamberi Muhammed aleyhisselamın yüzü suyu hürmetine gelmemektedir. Çünkü, Cenab-ı Hakkın, peygamberimizin ümmetine umumi bela vermeyeceğine dair vaadi vardır. Fakat bunlar kendi belalarını kendileri bulmaktadırlar. Örneğin bu tür ahlaksızlıkların yaygın olduğu ülkelerin çoğunda nüfus hızla azalmaktadır, bir müddet sonra yok olacaklardır. Bu ülkelerdeki ahlaksızlığın boyutunu kendileri bildirmektedir. Örneğin, AB'nin istatistik kurumu Eurostat'ın verilerine göre, 25 AB üyesi ülkede her yıl evlenenlerin yarısı boşanmaktadır. Doğumların yüzde 31.6'sı evlilik dışı ilişkiden olmaktadır. Birlik ortalamasında çocuklu ailelerin yüzde 13'ünde anne ya da babadan biri bulunmamaktadır. Yüzde 24'le İngiltere ilk sıradadır. AB'nin nüfus artış oranı 2005 yılında bir önceki yıla göre yüzde 16 gerilemiş durumdadır. AB ülkelerindeki her 100 gençten 30'u AIDS'li. Sadece, Avrupa mı; Amerika'sı, Uzakdoğu'su, Çin'i kısacası bütün dünya bu konularda birbirleri ile yarış içindeler. Bu içler acısı hali, Uzman Psikolog Rukiye Karaköse şöyle yorumlamaktadır: "Aile toplumun sigortasıdır. 'Aile psikolojisi' güçsüz kalmış, dejenere olmuş Avrupa'da, boşuna çocuk psikolojisi kitabı yazmasınlar, ahkam kesmeyi bıraksınlar. Doğan her 3 bebekten 1'i veled-i zina. Babanın olmadığı yerde, sağlıklı aile yapısının olmadığı tek ebeveynli evlerde büyüyen çocuklar, topluma da kızgın büyüyecekler ve manevi duyguları, ahlaki yapıları zayıf olacak." Manevi inancı zayıflamış, hatta yok olmuş milletler freni patlamış otomobil gibi uçuruma yuvarlayıp yok olmaya mahkumdurlar! NOT: Değerli hukukçu, Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci'nin, "İslam Hukuku Tarihi" ve " İslam Hukuku" isimli iki kıymetli eseri yayınlandı. ( Arı Sanat Yayınevi, 0212 5204151) İslam Hukuku hangi esaslar üzerine bina edilmiştir, kaynağı nedir, bu hukuku kısa zamanda dünyaya yayan hususiyetler nelerdir? Bu ve bana benzer merak ettiğiniz konular için iki eseri önemle tavsiye ederim.
.
Hak ettiği cezayı buldu
1 Temmuz 2006 01:00
Muhammed bin Mesleme, plan gereği İslam düşmanı Kâ'b bin Eşref 'i öldürmek için kalesine gitti. Beraberinde, Kâ'b'ın süt kardeşi Ebû Nâile de vardı. Kâ'b onları kaleye çağırmıştı. Kâ'b gelenleri karşılamak için aşağı inerken karısı, "Bu durum bana pek iyi gelmiyor. Sanki bana kan dökülecek gibi geliyor." deyince, "Yok yok zannettiğin gibi değil, onlar Muhammed bin Mesleme ile süt kardeşim Ebû Nâile'dir. O iyi bir gençtir." dedi. Kâ'b böyle söyledikten sonra aşağı indi. Muhammed bin Mesleme, bu arada üç kişiyi kaleye soktu. Bunlar Ebû Abs, Hâris bin Evs, Abbâd bin Bişr idi. Muhammed bin Mesleme arkadaşlarına, " Kâ'b gelince, ona saçını koklayacağımı söyler, başını tutup koklarım. Siz, benim, Kâ'b'ın başını iyice yakaladığımı gördüğünüz zaman, kılıçlarınızla, Kâ'b'a vurunuz. Böylece (Harb hiledir) hadîs-i şerîfine uygun hareket etmiş oluruz." dedi. Kâ'b bin Eşref, güzel giyinmiş bir şekilde güzel koku saçarak, onların yanına gelmişti. Muhammed bin Mesleme, "Şimdiye kadar böyle güzel koku koklamadım" diyerek Kâ'b'ın yanına vardı. Kâ'b gururlanarak cevap verdi: - Dünyanın en güzel kokularını kullanırım. - Güzel kokulu saçını koklamama izin verir misiniz? Kâ'b, müsâade ettiğini söyledi. Muhammed bin Mesleme, onun başını yakalayıp, arkadaşlarına seslendi: - Allah ve Resûlullah düşmanına vurunuz! İlk kılıç vurulduğunda, Kâ'b şiddetle bağırdı, ancak ölmedi. Bunu gören Muhammed bin Mesleme hançeriyle Kâ'b'ın karnını göbeğinden kasığına kadar yırttı. Kâ'b, öyle bir çığlık kopardı ki, çevrelerindeki evlerden bu feryâdı duymayan kalmadı. Kâ'b yere yıkılıp öldü. Fedâîler bundan sonra oradan sür'atle uzaklaştılar. Yahûdîler kaleden inip bir müddet onları ta'kip ettilerse de, yolu şaşırarak bulamadılar. Mücâhidler, Medîne'ye girdiklerinde, Resûlullah efendimiz namaz kılmıştı. Mücâhidlerin tekbîr seslerini işitince, kendileri de, tekbîr getirdiler. Muhammed bin Mesleme, Resûlullah efendimize, Kâ'b'ın öldürüldüğünü haber verdi. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: - Murâdınıza erdiniz. Fedâîler de; - Evet yâ Resûlallah! Alahın ve Resûlullahın bir düşmanı daha hak ettiği cezâyı buldu, dediler.
.
Ülkemizdeki cinsellik istismarı
1 Temmuz 2006 01:00
Günümüzde dünya küçüldü, dünyanın öbür ucunda bir ahlaksızlık, hayasızlık akımı başladıysa, dünyanın diğer ucundaki insanlara TV'ler ve internet ile aynı anda ulaşabiliyor. Dolayısıyla, toplum olarak bu tehlikelerle biz de karşı karşıyayız. Gün geçmiyor ki, medyada taciz, tecavüz haberleri çıkmasın. Özellikle, öğrenim süresince okullarımızdaki bu tür olayların çokluğu fuhşun hangi noktaya geldiğini göstermesi bakımından önemlidir. Taciz, tecavüz olaylarının 12-13 yaşa inmesi tehlikenin boyutunu göstermesi bakımından kaygı verici. Ortaöğretim çağındaki 3 bin 500 genç arasında yapılan bir araştırma, cinselliğin ilköğretim çağlarına kadar düştüğünü gösteriyor. Araştırmaya göre, gençlerin yüzde 80'ni flört yapıyor. Bunların da yüzde 25'i 13 yaş ve altında. Bu tehlikeli gelişme beraberinde birçok olumsuzlukları da getiriyor. Nitekim, Jinemed Hospital Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Teksen Çamlıbel, 18 yaş ve altında kürtaj patlaması yaşandığını belirterek, "Cinsel ilişki yaşının düşmesi, kürtajı artırdı, 18 yaşından küçükler, ailelerinden habersiz gizlice kürtaj oluyor. Ancak bu kürtajlar, birçok sorunu da beraberinde getiriyor. Kalıcı arazlar bırakıyor." dedi. Peki, cinselliğin bu kadar yoğunlaşmasının, toplum için tehlikeli hal almasının sebebi nedir? Öğrenim için gönderilen çocukların derslerinden çok bu işlerle meşgul olmalarının sebebi, bunlara her ortamda cinsellik pompalanmasındır, beyinlerinin meşgul edilmesidir. Televizyon dizilerinde, reklamlarda, internette devamlı cinsellik pompalanmaktadır. Cinsellik, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar ön planda; ekranda, filmde, klipte, defilede, dizide hep başrolde. Bu yetmiyormuş gibi, bir de ailelerin ilgisizliği, hatta teşviki yangını körüklüyor. Sen bir taraftan gençlere her fırsatta cinsellik pompalayacaksın, sokaktaki, okuldaki yaşayışını kontrol etmeyeceksin, ardından kapalı bir ortamda yalnız kalmalarına imkan vereceksin sonra da, bir şey olduğunda şunu bunu suçlayacaksın. Adama demezler mi: Suç sende, atalarımızın, "ateşle barut bir arada bulunmaz!" sözünü hiç duymadın mı? Çünkü bu eğilim, kadın ve erkeğin yaratılışında var. Bu düşünce, bu dürtü sayesinde insan nesli devam ediyor. Bu düşünce, arzu istek olmasa, bugüne kadar insan nesli çoktan tükenmişti. Bu arzuyu yok etmek mümkün olmadığına göre, geriye kontrol altına almak ve meşru ölçüler dahilinde gidermek kalıyor. Hastalık da, tedavisi de belli. Çocuklarımıza, her gün her saat cinselliği hatırlatan, dürten yayınlara, yaşayışlara mani olmak elimizde değil ise de, en azından çocuklarımızı bunlardan uzak tutmak bizim elimizde. Günün her saatinde, nerede, kiminle bilmemiz gerekir. Zaman kötü, çocuklarımıza sahip olamıyoruz, diyerek ipin ucunu tamamen bırakmak onlara yapılabilecek en büyük kötülüktür. Ümitsizliğe kapılmadan elimizden gelen her türlü tedbiri almak zorundayız. Yoksa son pişmanlık fayda vermez! (Çocuk eğitimi, Ailenin önemi gibi konularda, "Huzurun kaynağı Aile" kitabını -Arı Sanat yayınevi- önemle tavsiye ederim.) > Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29 www.mehmetoruc.com
..
Bile bile inkar ettiler
2 Temmuz 2006 01:00
Bedir savaşından sonra Benî Nâdir Yahûdîleri, Peygamberimizi yurtlarına da'vet edip, suikast yapmak istemişlerdi. Bunun üzerine Peygamberimiz onların bu tutumunu öğrendi. Muhammed bin Mesleme'yi çağırarak, "Nâdiroğulları Yahûdîlerine git! Onlara, Resûlullah beni size; Yurdumdan çıkıp gidiniz! Burada benimle birlikte oturmayınız! Siz bana bir suikast plânı kurdunuz! Size on gün süre tanıyorum. Bu müddetten sonra, buralarda sizden kim görülürse, boynu vurulacaktır emrini bildirmek üzere gönderdi, de!" buyurdu. Bu emir üzerine Muhammed bin Mesleme, Nâdiroğulları Yahûdîlerinin yurduna varınca, onlara dedi ki: "Mûsâ aleyhisselâma Tevrat'ı indirmiş olan, Allah aşkına doğru söyleyiniz: Muhammed aleyhisselâm Peygamber olarak gönderilmeden önce, Tevrat önünüzde iken, size geldiğim ve şu meclisinizde bana Yahûdîliği teklif ettiğiniz zaman ben size, "Vallahi ben aslâ Yahûdî olmam" demiştim. O zaman siz de bana cevâben, "Senin dîninden başka din yoktur. Senin anladığın, istediğin, duyup işittiğin Hanîf dîninin aynısıdır! Size gelecek olan Peygamber, hem şerî'at sahibidir, hem savaşçıdır. Gözlerinde biraz kırmızılık vardır. Kendisi Yemen tarafından gelecek, deveye binecek, ihrâma bürünecek, bedeni yumuşak ve kuvvetli, kılıcı boynunda asılı bulunacak, konuştuğu zaman hikmet konuşacaktır dememiş miydiniz?" Yahûdiler bunu itiraf etmelerine rağmen İslâmiyeti kabûl etmemişlerdi. Muhammed bin Mesleme ayrıca Resûlullahın emrini onlara bildirdi. Bunun üzerine Nâdiroğulları yüklerini toplayıp, topraklarını terkederek yurtlarından oldular ve ihânetlerinin cezâsını gördüler. Hayber gazvesinde, Hayber kalelerine yapılan hücumlarda en önde bulunuyordu. Henüz Hayber fethedilmemişti. Muhammed bin Mesleme dedi ki: - Yâ Resûlallah! Bugün çok üzgünüm. Yahûdîler kardeşim Mahmud bin Mesleme'yi şehîd etti. Bunun üzerine Peygamber efendimiz buyurdu ki: - Düşmanlarla karşılaşmayı istemeyiniz. Allahtan sağlık ve âfiyet dileyiniz. Çünkü siz, onlardan başınıza neler geleceğini bilemezsiniz. Düşmanla karşılaştığınız zaman, "Allahım! Bizim de Rabbimiz, onların da Rabbi sensin. Hepimiz senin kudretin altındayız. Onları öldürecek, ancak sensin" diye duâ ediniz, ondan sonra oturunuz. Sizi sardıkları zaman tekbîr getiriniz. Ey Muhammed bin Mesleme! Sana müjde! Yarın, inşâallah, kardeşini öldüren öldürülecek ve Yahûdî savaşçıları, kaçacaklardır. Nitekim buyurdukları gibi de oldu.
.
Kınamalara, kızmalara aldırmadı
3 Temmuz 2006 01:00
Âmir bin Füheyre hazretleri, Tufeyl bin Abdullah'ın çobanıydı. Boğaz tokluğuna, sıkıntılar içinde ona hizmet ediyordu. Günler böyle ıstıraplar içinde geçerken İslâm güneşi, Mekke'de doğdu ve etrafa yavaş yavaş ışıklarını saçmaya başladı. İslâmla müşerref olanlar, Onun ma'nevî lezzetini tattılar. Tadını alan bir daha onu bırakamadı. İnsan, kalbe giren bu İlâhî aşktan ayrılabilir miydi? Bu İlâhî aşka tutulanlardan biri de Âmir bin Füheyre hazretleriydi. Fakat köleydi, kalbinde duyup, vücudunun bütün zerrelerinde hissettiği îmân lezzetini açıklayamazdı. Âmir, "Bu vücut mutlaka birgün toprak olacak, nefsin elinde bir oyuncak olan bu beden mutlak çürüyecek, öyleyse bu dünyada bu kadarcık işkenceye dayanıversin" diye düşündü. Bu düşünce zinciri akıp gitti. Artık Âmir bin Füheyre hazretleri, yüce dînin emirlerini yerine getirmeye başladı. Kınayanın kınamasından; kızanın kızmasından çekinmedi. Bu yüzden çeşitli işkencelere mâruz kaldı. Bilâl-i Habeşî ile birlikte ağır işkencelere uğratılmış, kızgın güneş altında saatlerce bekletilmişti. Bütün bu işkencelere rağmen îmânından zerre kadar ta'vîz vermemiş, hak dînden geri dönmemişti. Bilâhare Hz. Ebû Bekir, onu satın alarak âzâd etti. Bu sırada müşrikler iyice azıttılar. Müslümanlara her türlü işkenceyi, ezâ ve cefâyı yapmaktan geri durmadılar. Nihâyet İlâhî izin geldi. Allahü teâlânın Resûlü, en yakını Hz. Ebû Bekir ile Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicret edeceklerdi. Bu emirle iki sâdık dost yola çıktılar. Sevr mağarası önüne geldiklerinde Mekke çalkalanmakta, her taraf aranmaktaydı. Resûlullaha yardımcı olanın canı tehlikedeydi. Bütün bunlara mukâbil Âmir bin Füheyre hazretleri, Hz. Ebû Bekir'e âit sütlü davarları uygun vakitlerde mağaranın önüne getirdi. Peygamber efendimiz ve Hz. Ebû Bekir'in yiyecek ve içeceğini temin etti. Böylece onlarla beraber hicret etme şerefine de kavuştu. Resûlullah efendimiz, Mekke'den Medîne'ye hicret eden Müslümanları birbirine kardeş yaptığında, Âmir bin Füheyre'yi de Ensâr'dan Hâris bin Evs ile kardeş yaptı. Hicretin dördüncü senesi, Necd Şeyhi Ebû Berâ, Medîne'ye gelip, Resûlullaha mürâcaat etti. Kabîlesine dînî bilgileri öğretmesi için muallimler istedi. Yetmiş kişilik bir heyet hazırlanıp gönderildi
.
Vallahi kazandım"
4 Temmuz 2006 01:00
Hz.Âmir bin Füheyre, Bi'r-i Maûne'de müşriklerin hile ile kalleşce şehid ettikleri eshabın arasındaydı. İslâma hizmet etmek için giderken, uğradıkları saldırıda, şehîd olanlar arasında yer alan, Âmir bin Füheyre'nin vaziyeti daha bir başkaydı. Şehîd edilişi sırasındaki gördükleri hâdiseyi, müşriklerin, kısa akıllarıyla anlamaları, kavramaları zordu. Azgın müşriklerin, sırtından saplamış oldukları mızrak, göğsünü yarıp çıkmıştı. Kanlar fışkırmaktaydı. Bu kan, alelâde bir insan kanı değil, Resûl-i ekremin müsâadesiyle İslâmı ve Kur'ân-ı kerîmi öğretmek için yola çıkmış bir sahâbînin mübârek kanıydı. Cebbâr bin Sülmâ bu anı şöyle anlatır: "Mızrağımın demirinin onun göğsünden çıktığını gördüm. Bu esnada kendisinin, "Vallahi kazandım" dediğini işittim. Kendi kendime, "Adamı öldürdüğüm hâlde, kazandığı ne acaba" dedim. Mızrağımı çıkarıp Dahhâk bin Süfyân'a gittim. Âmir'in sözünü naklettim. Dahhâk, "Onun maksadı, Cenneti kazandım demektir" dedi ben de Müslüman oldum. Müslüman olmama Âmir'den işittiğim söz ve kendisinin göğe yükseltilmesi sebep oldu." Cebbâr ve oradaki müşrikler, Âmir bin Füheyre hazretleri şehâdet şerbetini içtiği zaman, onun semâya doğru kaldırıldığını görmüşlerdi. Böyle garip hâller olup, Âmir bin Füheyre hazretlerinin rûhu da Cennete uçup gitti. "Kurtuldum" sözünü duyan Cebbâr da müşrik topluluğu içinde tek îmâna gelen kimse oldu. Allahü teâlânın hikmetidir ki, hâdise netîcesinde birisi şehîd olmuştur, diğeri ise hidâyete ermiştir. Âmir bin Füheyre şehîd olduğu sırada 40 yaşındaydı. Bi'r-i Maûne'de müşrikler tarafından kuşatılan İslâm irşâd ekibi şehîd olacaklarını anlayınca, dediler ki: "Yâ Rabbî! Resûlullah efendimize durumumuzu haber verecek, burada senden başka kimsemiz yoktur. Selâmımızı ona ulaştır Yâ Rabbî! Yâ Rabbî! " Cebrâil aleyhisselâm gelip durumu Resûlullah efendimize bildirdi ve dedi ki: - Onlar, Rablerine kavuştular, Rableri onlardan râzı, hoşnut oldu ve onları da hoşnut kıldı. Resûlullah efendimiz Cebrâil aleyhisselâmın bildirmesi üzerine; "Ve aleyhisselâm, buyurdular ve hutbeye çıkarak, müşriklerin, Müslümanlara yaptığı bu ihâneti, Eshâb-ı güzînin bu şekilde pusuya düşürülmesini, onların şehîd olduklarını Medîne'de Eshâb-ı kirâma bildirdiler.
.
"Sözleşmeden birleştik"
5 Temmuz 2006 01:00
Hz. Ebû Bekir, daha Müslüman olmamıştı. Çok te'sîrinde kaldığı bir rü'yâ gördü. Gökten dolunay inip, Kâ'be-i muazzamaya gelmiş ve sonra parça parça olmuş, parçalar Mekke'deki her evin üzerine düşmüş, sonra da tekrar bir araya gelip göğe yükselmişti. Fakat, kendi evine düşen ay parçası evde kalmış tekrar göğe yükselmemişti. Hz. Ebû Bekir, evin kapısını kapayarak, ay parçasının çıkmasına mâni olmuştu. Rüyayı bir Yahudi alime anlattı. O, "karışık, itibar edilmez" dedi. Daha sonra, bir zaman sonra ticâret maksadıyla gittiği yerde, râhip Bahîra'ya rü'yâsını anlattı. O şöyle tabir etti: Mekke'de, bu kavimden bir peygamber gelecek, O'nun hidâyet nûru her yere yayılacak. Sen, O hayatta iken O'nun vezîri, vefâtından sonra da Halîfesi olacaksın!.. Hz. Ebû Bekir ne yapacağını şaşırmış hâldeyken, râhip Bahîra sözlerine şöyle devam etti: "Şimdi sen hemen memleketine dön! O'na ulaş! O'na vahiy gelmeye başladığında, git herkesten önce O'na îmân et!" Hemen dönüp Resulullahı buldu, işi sağlama almak için sordu: "Peygamberlerin, peygamber olduklarına dâir delîlleri vardır. Senin delîlin nedir?" Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Peygamberliğime delîl, o rü'yâdır ki, bir Yahûdî âliminden ta'bîrini istedin. O âlim, "Karışık bir rü'yâdır, i'tibâr edilmez" dedi. Sonra râhib Bahîra, doğru ta'bîr etti. Yâ Ebâ Bekr, seni Allahü teâlâya ve Resûlüne îmân etmeğe da'vet ederim. Bunun üzerine, Hz. Ebû Bekir, kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu. Zaten bir gece önce şöyle düşünmüştü: "Baba ve dedelerimizin seçtiği din, hiç aklıma yatmıyor. Zîrâ hiçbir zarar ve fayda vermeye kâdir olmayan bir heykele tapınmak, ibâdet etmek akıllıca bir iş değildir. Bu kadar muazzam bir kâinâtın bir yaratıcısı olması lâzımdır. Fakat bunu kendi aklım ile bulmam mümkün değildir. Yarın gidip durumu Muhammed aleyhisselâma anlatayım. Bu durumu ancak O'na arz edebilirim. Zîrâ, olgun ve akıllı, doğru görüşlü, hiç yalan söylemiyen bir kimsedir. Herkes O'ndan Muhammed-ül emîn diye bahsetmektedir. O, ne yapmamı isterse ona göre hareket ederim." Resûlullah efendimiz de, aynı gece, Hz. Ebû Bekir'i İslâm'a da'veti düşünmüştü. Sabah olunca her ikisi de aynı düşünce ile birbirlerinin evine gitmek üzere evlerinden çıktılar. Yolda karşılaştıklarında, "Sözleşmeden birleştik" dediler.
.
Hemen arkadaşlarına koştu
6 Temmuz 2006 01:00
Peygamber efendimizin huzurlarında Müslüman olur olmaz, Hz. Ebû Bekir'in hatırına hemen yakın arkadaşları geldi: - Yâ Resûlallah, müsâade ederseniz, yakın arkadaşlarımı da huzûrunuza getirip, onların da Müslüman olmalarını arzû ediyorum. Onların da ebedî saâdete kavuşmalarını istiyorum, diyerek arkadaşlarına koştu. Arkadaşlarım dediği, Hz. Osman, Hz. Talhâ bin Ubeydullah, Hz. Zübeyr, Hz. Abdurrahmân bin Avf, Hz. Sa'd bin Ebî Vakkâs ve Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrâh gibi, ileride Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerinden ve Cennetle müjdelenenlerden olacak kimselerdi. Hz. Ebû Bekir, yeni Müslüman olmasının aşk ve şevkiyle, Mescid-i Harâma vardığında, dayanamayıp, müşrikler tarafına dönerek seslendi: "Bütün kâinâtın yaratıcısı olan Allahü teâlâyı bırakıp, niçin gidip, bu âciz putlara tapıyor, onlara yüz sürüyorsunuz. Gelin, Allaha ve O'nun resûlü Muhammed aleyhisselâma îmân edin!" Bunun üzerine müşrikler, hep birlikte üzerine yürüdüler. Kendisini çok fecî şekilde dövdüler. Kabîlesinden gelen ba'zı kimseler, kendisini baygın bir hâlde evine götürdüler. Hz. Ebû Bekir, uzun bir süre kendisine gelemedi. Ayılması için yapılan bütün gayretlerden bir netîce alınamıyordu. Artık, ümitsiz bir şekilde başında beklemeye başladılar. Nihâyet akşam üstü biraz kendine gelir gibi oldu. Gözünü açar açmaz, ağzından çıkan ilk kelâm şu oldu:" Resûlullah, ne yapıyor, O ne hâldedir? O'na birşey oldu mu?" Annesi Ümmülhayr'in, "Yavrum, bir şey arzû eder misin, yiyip içmek ister misin?" teklifine, "O'nun hakkında bana bilgi getirmediğin takdîrde, ne bir lokma yerim, ne de birşey içerim." dedi. Annesine, "Sen Ümm-i Cemil'e git ve de ki: Oğlum Ebû Bekir, senden Resûlullahı soruyor. Acaba ne hâldedir, sor?" dedi. Annesi hemen gidip, Ümm-i Cemil'e durumu anlattı. Daha sonra, annesi ve Ümm-i Cemil'in yardımıyla, yavaş yavaş Hz. Erkam'ın evine vardı. Peygamber efendimizi sağ sâlim görünce çok sevindi, Resûlullaha sarıldı. Artık bütün ağrılarını unutmuştu. Peygamber efendimize dedi ki: "Yâ Resûlallah! Bu benim annem Selmâ'dır. Ona duâ etmenizi istiyorum. O da hidâyete kavuşsun!" Peygamber efendimiz duâ buyurdu. Böylece annesi de, îmân ile şereflendi ve ilk Müslümanlardan oldu
.
"O söyledi ise inandım!"
7 Temmuz 2006 01:00
Resûlullah efendimiz Mi'râca çıktıktan sonra, ertesi gün, Kâ'be yanında mi'râcını anlatınca, işiten müşrikler, inkâr edip, alay etmeye başladılar. Müslüman olmaya niyetli olanlar da vazgeçtiler. Müşrikler, "Tamam, bu defa bir koz yakaladık" diyerek Hz. Ebû Bekir'e gidip, "Ey Ebâ Bekr! Mekke'den Kudüs'e gidip gelmek, ne kadar zaman sürer? sordular. "Bir aydan fazla" cevabı alınca da, gülerek, alay ederek ve Hz. Ebû Bekir'in de kendi kafalarında olduğuna sevinerek, "Senin efendin, Kudüs'e bir gecede gidip geldiğini söylüyor" diyerek, Ebû Bekir'e sevgi, saygı gösterdiler. Hz. Ebû Bekir, Resûlullahın mübârek adını işitince; "Eğer O söyledi ise, inandım. Bir anda gidip gelmiştir" deyip içeri girdi. Kâfirler neye uğradıklarını anlıyamadılar. Hz. Ebû Bekir hemen giyinip, Resûlullahın yanına geldi. Büyük kalabalık arasında, yüksek sesle dedi ki: - Yâ Resûlallah! Mi'râcınız mübârek olsun! Allahü teâlâya sonsuz şükürler ederim ki, bizleri, senin gibi büyük Peygambere, hizmetçi yapmakla şereflendirdi. Parlıyan yüzünü görmekle ve kalbleri alan, rûhları çeken tatlı sözlerini işitmekle ni'metlendirdi. Yâ Resûlallah! Senin her sözün doğrudur. İnandım. Canım sana fedâ olsun! Böylece Hz. Ebû Bekr, o gün tereddüde düşen Müslümanların tereddütlerini giderdi, diğerlerinin ma'nevîyatlarını güçlendirdi. Böyle tereddütsüz îmân etmesinden dolayı Resûlullah, o gün Hz. Ebû Bekir'e Sıddîk dedi. Bu adı almakla, bir kat daha yükseldi. Mekke'de müşriklerin, Müslümanlara yaptıkları baskılar ve işkenceler üzerine, Müslümanların çoğu, Resûlullah efendimizin izniyle Medîne'ye hicret etti. Hz. Ebû Bekir de hicret için izin istediğinde, Resûl-i ekrem buyurdu ki: - Sabreyle. Ümîdim odur ki; Allahü teâlâ bana da izin verir. Beraber hicret ederiz. Peygamber efendimizin bu cevapları, Hz. Ebû Bekir'i sevindirmişti. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir hazırlıklara başladı. Hicret için iki deve satın aldı ve o günü beklemeye başladı. Artık Mekke'de sadece; sevgili Peygamberimiz ile Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali, fakîrler, hastalar, ihtiyârlar ve müşriklerin hapse attığı mü'minler kalmıştı. Diğer taraftan Medîneli Müslümanlar, ya'nî Ensâr, hicret eden Mekkelileri ya'nî Muhâcirleri çok iyi karşılayıp, misâfir ettiler. Aralarında kuvvetli bir birlik meydana geldi
.
Yüce Kitabımızı okuyamamanın vebali
7 Temmuz 2006 01:00
Bir Müslümanın, bir Müslüman çocuğunun, yüzünden tecvide uygun olarak kitabımız Kur'an-ı kerimi okuyamaması, namaz surelerini ve dualarını ezberlememesi, imanın, islamın şartları, namaz, abdest gibi zaruri ilmihal bilgilerini bilmemesi kadar yanlış, affedilemez ihmal olamaz. Bu, yapılamayacak, altından kalkılamayacak bir yük de değil. Fakat bir iş, ne kadar kolay olursa olsun, onu yapmakta kararlılık gösterilmezse, ciddi bir şekilde üzerine eğilinmezse netice almak mümkün olmaz. Çok şükür 40'lı yıllarda olduğu gibi bir yasak da yok. Yasak olmadığı gibi bütün cami görevlileri yaz tatilinde çocuklarımıza yüce kitabımız Kur'an-ı kerimi öğretebilmek için seferber olmuş haldeler. Ancak bu yetmiyor, yoğun talep karşısında çocuklarla görevliler yeteri kadar ilgilenemiyorlar. Bunun için anne - baba, camiye göndermekle kalmamalı, bunun takibini de yapmalı; biliyorsa akşamları öğrendiklerini kendisi tekrar ettirmeli, bilmiyorsa tanıdığı birine bunu yaptırmalı. Hatta imkanı olanlar üç beş kuruş verip, özel ders aldırmalı. Camide bir hocanın, 25-30 çocukla uğraşması, bir - iki çocuk ile ilgilenmesi bir değildir. İmkanı olan da olmayan da, Anadolu Liselerine, Fen Liselerine, üniversiteye hazırlık için milyarlarca parayı çekinmeden verirken, çocuğunun dini için 150-200 milyon gibi cüz'i bir parayı çok görmesini anlamak mümkün değil. Çocuğun ahıretine yatırım yapmayıp, sadece dünyası için yatırıp yapmak ona yapılacak en büyük kötülüktür. Bunun vebali büyük olur. Çocuklarına dinlerini öğretmedikleri için onların mürted, dinsiz olmalarına sebep olmuş olur. Bir müslümana vebal olarak bu yeter! Öğrendikten sonra, unutulmamasını da sağlamak öğretmek kadar önemlidir. Çocuklarımızın çoğu öğreniyor daha sonra tekrar unutuyor. Unutmamanın yolu da tekrardan geçer. Bunun için, yaz tatilinden sonra da, az da olsa hergün bir miktar Kur'an-ı kerim okunmasını sağlamak ve takibini yapmak gerekir. En az yılda bir kere hatim indirmeyi prensip edinmeliyiz. Bu o kadar zor bir iş değildir; günde 5-10 dakika ayırıp iki sayfa Kur'an-ı kerim okunduğu takdirde yılda bir hatim yapılmış olur. Güzellikle, tatlılıkla çocuklara namaz kılmaları teşvik edilip bu sağlanırsa, namaz surelerini ve dualarını devamlı tekrar edeceğinden bunların da unutulmaması sağlanmış olunur. Bundan daha da önemlisi, dinin direği dikilmiş olur. Çünkü, hadis-i şerifte, "Namaz dinin direğidir!" buyurulmuştur. Eğer bizden sonra da, çocuklarımızın, torunlarımızın Müslüman kalmalarını istiyorsak, - ki istemek zorundayız, istemeyen dinden çıkar- çocuklarımızla sadece yaz tatilinde değil, yılın 365 gününde ilgilenmemiz, her akşam en azından 15-20 dakikamızı buna ayırmamız şarttır. Bunun mazereti, bahanesi olmaz. Çünkü bundan daha önemli bir iş, vazife olamaz. Bu ilgisizlik, şuursuzluk devam ettiği takdirde, özellikle yurt dışında olan Müslümanların, iki - üç nesil sonra, çocuklarının adlarının, Hans, Corc, Jozef ... olması kaçınılmaz olacaktır. Türkiye'de de, belki isimleri âdet olarak Ahmet, Mehmet, Ali olarak kalacak ancak inançları, yaşayışları bunlardan farklı olmayacaktır. İçeride ve dışarıda İslam düşmanları İslamiyeti yok etmek için, özellikle gençlerin dinden bihaber yetişmeleri için yoğun bir çalışma içindeler. Eğer bizler onlardan daha yoğun bir şekilde, çocuklarımızla ilgilenmez, dinimizi en güzel şekilde öğretmezsek onların çalışmalarına destek olmuş, yani farkında olmadan İslam dinin yıkılmasına yardım etmiş oluruz!.. ------ Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29 www.mehmetoruc.com
.
"Musibetler bana gelsin!"
8 Temmuz 2006 01:00
Resûlullah efendimiz, hicret gecesi Hz. Ebû Bekir'in evine gidip, "Hicret etmeme izin verildi" buyurunca, Hz. Ebû Bekir sevincinden ağladı. Gözyaşları arasında, "Yâ Resûlallah! Develer hazır. Hangisini murâd ederseniz, onu kabûl buyurunuz" dedi. Resulullah efendimiz, "Benim olmayan deveye binmem. Ancak bedeliyle alırım" buyurdu. Bu kesin emir karşısında mecbur kalan Hz. Ebû Bekir, devenin bedelini söyledi. Safer ayının 27'si perşembe günü, Peygamber efendimiz ve Ebû Bekr-i Sıddîk, yanlarına bir miktar yiyecek alarak yola çıktılar. İzleri belli olmasın diye parmaklarına basarak gidiyorlardı. Hz. Ebû Bekir, Resûlullahın çevresinde, bazen sola, bazen sağa, öne, arkaya gidiyordu. Peygamberimiz, niçin böyle yaptığını sorunca dedi ki: - Etraftan gelecek bir tehlikeyi önlemek için. Eğer bir zarar gelirse önce bana gelsin. Canım yüksek zâtınıza fedâ olsun yâ Resûlallah! - Yâ Ebâ Bekr! Başıma gelecek bir musîbetin, benim yerime, senin başına gelmiş olmasını ister misin? - Evet yâ Resûlallah! Seni hak dinle, hak peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, gelecek bir musîbetin, senin yerine, benim başıma gelmesini isterim. Mağara kapısı önüne geldiklerinde, Hz. Ebû Bekir dedi ki: - Allah için yâ Resûlallah, içeri girmeyin! Ben gireyim, orada zararlı bir şey varsa, bana gelsin, mübârek zâtınıza bir keder, bir elem değmesin. Sonra içeri girip, süpürüp temizledi. Sağında, solunda irili ufaklı birçok delikler vardı. Hırkasını parçalayıp, delikleri kapadı, fakat biri açık kaldı. Onu da ökçesi ile kapayıp, Resûlullahı içeri davet eyledi. Peygamber efendimiz içeri girdi ve mübârek başını Hz. Ebû Bekir'in kucağına koyup uyudu. O zaman, Hz. Sıddîk'ın ayağını yılan soktu. Resûlullahın uyanmaması için sabredip, hiç hareket etmedi. Fakat gözyaşı Resûlullahın mübârek yüzüne damlayınca buyurdu ki: - Ne oldu yâ Ebâ Bekr? - Ayağım ile kapattığım delikten, bir yılan ayağımı soktu. Resûlullah efendimiz, Ebû Bekir'in yarasına, iyi olması için mübârek ağzının yaşından sürünce, acısı hemen dindi, şifâ buldu..
.
En hayırlı kimse
8 Temmuz 2006 01:00
Dün, yaz tatilini fırsat bilerek çocuklarımıza, Kur'ân-ı kerim ve zaruri ilmihal bilgilerinin öğretilmesinin lüzumundan bahsetmiştik. Bugün de faziletinden bahsetmek istiyorum. İtikâdı düzgün bir kimse, Kur'ân-ı kerîmi okuyup, sâlih Müslümanların yazdığı ilmihâl kitaplarında bildirildiği gibi amel ettiği, ibâdet yaptığı takdirde büyük sevâblara kavuşur. Kur'ân-ı kerîm okumakla alâkalı olarak sevgili Peygamberimiz buyurdu ki: "Ümmetimin en hayırlısı, Kur'ân-ı kerîmi öğrenen ve öğretendir." "Hoca çocuğa Besmele okur, çocuk da söyleyince, Allahü teâlâ çocuğun anasının, babasının ve hocasının Cehenneme girmemesi için senet yazdırır." "Ümmetimin yaptığı ibâdetlerin en kıymetlisi, Kur'ân-ı kerîmi, Mushafa bakarak okumaktır." "Kur'ân-ı kerîm okunan evden Arş'a kadar nûr yükselir." "Kur'ân-ı kerîm okunan evin hayrı artar, sâkinlerini sıkmaz, melekler oraya toplanır, şeytanlar oradan uzaklaşır. Kur'ân-ı kerîm okunmayan ev, içindekilere dar gelir, sıkıntı verir, bereketsiz olur. Bu evden melekler uzaklaşır, şeytanlar oraya dolar." "Kur'ân okuyun! Kıyâmette şefâat eder." Kur'ân-ı kerîm okurken, bunun Allahü teâlânın kelâmı olduğunu düşünmelidir. Kur'ân-ı kerîme dokunmak için, abdestli olmak lâzım olduğu gibi, onu okumak için de, temiz kalb lâzımdır. Allahü teâlânın büyüklüğünü bilmeyen, Kur'ân-ı kerîmin büyüklüğünü anlayamaz. Kur'ân-ı kerîm okunurken, sessizce ve saygı ile dinlemelidir. Çalgı, oyun arasında, eğlence yerlerinde okumamalıdır. Uygunsuz okunurken, susturmak mümkün değilse, oradan uzaklaşmalıdır. Kur'ân-ı kerîmi okumak, mühim sünnettir. Tecvîd ilmine uygun olarak ve hürmet ile okunan Kur'ân-ı kerîmi dinlemek farz-ı kifâyedir. Okuyanlara verilen sevâbların aynısı, dinleyenlere de verilir. Dinde reform yapmak, dîni bozmak isteyenler, "Kur'ân-ı kerîmin manasını bilmeden okumanın faydası olmaz, manasını bilmeyen meâl okumalı" diyorlar. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel hazretleri buyuruyor ki: "Manasını anlayarak da, anlamayarak da Kur'ân-ı kerîm okuyan cenâb-ı Hakkın rızâsına kavuşur." Ayrıca, dinimizi meallerden öğrenmemiz de mümkün değildir. Zaten ilmihaller, Kur'ân-ı kerimin emir ve yasaklarını bizim anlayacağımız seviyeye getiren kitaplardır. İçlerindeki bilgiler Kur'an-ı kerimin dışındaki bilgiler değildir. Son yıllarda, dinin anlaşılmaması veya yanlış anlaşılması, böylece dinin zarar görmesi için halkımız planlı bir şekilde meale yönlendirilmektedir. Bu yönlendirilmede sinsi İslam düşmalığı vardır. Kur'ân-ı kerîmin nasıl okunacağını, ne maksatla okunacağını, bununla nasıl amel edileceğini Eshâb-ı kirâm, İslâm âlimleri, mezhep imâmlarımız asırlar önce bildirmişler ve 14 asırdır bu şekilde yapılmıştır. Din, fıkıh kitaplarından, ilmihal kitaplarından öğrenilir. Asırlardır, çeşitli dildeki, ırktaki Müslümanlar Arapça bilmedikleri, manasını anlamadıkları hâlde Kur'ân-ı kerîmi okumuşlar, hadîs-i şerîflerde bildirilen faydalara, sevâblara kavuşmuşlardır. Manasını bilmeden okunmaz diyenlerin maksadı Müslümanları, bu faydalardan, sevâblardan mahrûm bırakmaktır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Kur'an-ı kerimi okuyun ve onu ezberleyin! Allahü teâlâ, içinde Kur'an-ı kerim bulunan kalbe, azab etmez." "Hafızasında Kur'an-ı kerimden bir şey bulunmayan, harap bir ev gibidir." "Kur'anı hıfzeden kimse ölünce, Allahü teâlâ toprağa onun etini yememesini emreder. Toprak, 'Ya Rabbi, senin kelamın içinde iken ben onu nasıl yiyebilirim?' diye cevap verir." Neden bahsederse bahsetsin, Kur'an-ı kerimin her âyeti, her harfi şifadır. "İlaçların en iyisi Kur'an-ı kerimdir! "Kur'an-ı kerimden şifa beklemeyen, şifaya kavuşamaz." >
.
Allahü teâlâ bizimledir"
9 Temmuz 2006 01:00
Resûlullah efendimiz ve Ebû Bekr-i Sıddîk içeride iken, müşrikler, iz takip ederek mağaranın önüne geldiler. Mağaranın ağzının bir örümcek tarafından örüldüğünü ve iki güvercinin de yuva yaptığını görünce, "Bu örümcek, ağını, Muhammed doğmadan önce örmüştür" diyerek içeri bakmadan geri döndüler. Müşrikler kapı önünde münâkaşa ederken, içeride Hz. Ebû Bekir endişeye kapılmıştı. Kâinâtın sultânı efendimiz, "Yâ Ebâ Bekr! Üzülme! Şüphesiz Allahü teâlâ bizimledir" buyurarak onu rahatlattı. Mağarada üç gece kalıp, pazartesi gecesi yola çıktılar. Hz. Ebû Bekir, hazerde ve seferde Resûlullahtan hiç ayrılmadı. Ona her zaman arkadaşlık etti. Her zaman, malını, canını fedâ etmeye hazır hâlde yanında beklerdi. Bedir Savaşında bir ara, İslâm askeri zorlanmaya başladı. Bunun üzerine, Peygamber efendimiz, Sa'd ve Sa'îd hazretlerini gönderdi. Sonra Hz. Ebû Zer'i gönderdi. Daha sonra da Hz. Ömer'i gönderdi. Bir saat geçtiği hâlde, zorlanma devam ediyordu. Bunu gören, Hz. Ebû Bekir, kılıcını çekip atına binmek isteyince, Peygamber efendimiz elinden tutup buyurdu ki: - Yanımdan ayrılma yâ Ebâ Bekr! Bedenime ve kalbime gelen her sıkıntı, senin mübârek yüzünü görmekle hafifliyor. Seninle kalbim kuvvetleniyor. Peygamber efendimiz, Hz. Ebû Bekir'i ağlarken görünce buyurdu ki: - Yâ Ebâ Bekr, ağlama! Arkadaşlığı ve malı, bana, senden daha bereketli olanı yoktur. Hz. Ebû Bekir, diline hâkim olmak, lüzûmsuz hiçbir şey konuşmamak için mübârek ağzına taş koyardı. Mecbûr kalmadıkça aslâ dünya kelâmı konuşmazdı. Hadîs-i şerîfte, "Ebû Bekir'in îmânı, bütün mü'minlerin îmânı ile tartılsa, Ebû Bekir'in îmânı ağır gelir" buyuruldu. Peygamber efendimizin ilk halîfesi ve peygamberlerden sonra insanların en üstünü olmak fazîleti, üstünlüğü, sadece Hz. Ebû Bekir'e nasîb olmuştur. O, dîni kuvvetlendirmek, Peygamber efendimizi memnûn etmek için malını vermekte, düşmana karşı cihâd etmekte, hep önde olmuştur. Hadîd sûresinde meâlen buyuruldu ki: "Mekke-i mükerremenin fethinden önce, malını veren ve cihâd eden kimseye, fetihten sonra malını dağıtan ve cihâd edenden daha büyük derece vardır. Allahü teâlâ hepsine Cenneti vadetti." Bu âyet-i kerîmenin, Hz. Ebû Bekir'in fazîletini ve derecesinin yüksekliğini gösterdiğini âlimlerimiz söz birliği ile bildirmişlerdir.
.
Aralarındaki fark!..
10 Temmuz 2006 01:00
Tebük Gazâsında, Resûlullah, herkesin yardım yapmasını emir buyurunca, herkes malının bir kısmını getirip verdi. Hz. Ömer, her zaman en çok yardımı yapan Hz. Ebû Bekir'i, bu defa geçeyim diye, malının yarısını alıp getirdi. Sonra Hz. Ebû Bekir de malını getirip teslîm etti. Peygamber efendimiz sordu: "Yâ Ömer, evine ne kadar mal bıraktın?" " Yâ Resûlallah, bu kadar da eve bıraktım" cevabı üzerine, Hz. Ebû Bekir'e dönüp sordu, "Yâ Ebâ Bekr, sen evine ne bıraktın?" "Yâ Resûlallah, evime bir şey bırakmadım. Tamamını buraya getirdim. Onlara Allah ve Resûlünü bıraktım." Resûlullah efendimiz Hz. Ömer'e dönerek buyurdu ki: "İkinizin arasındaki fark, cevaplarınız arasındaki fark kadardır." Hz. Ebû Bekir'in, Peygamber efendimizin vefâtından sonra da çok büyük hizmetleri oldu. Zîrâ Peygamber efendimiz vefât edince, Eshâb-ı kirâmın aklı başından gitti. Mescidde ağlaşmaya başladılar. Hiç kimsenin inanası gelmiyordu. Hele Hz. Ömer tamamen kendinden geçmiş bir hâlde idi. Peygamber efendimizin mübârek yüzüne bakıp diyordu ki: "Resûlullah bayılmış, fakat baygınlığı çok ağır." Ölüm sözünü ağzına almadığı gibi, kimsenin de söylemesini istemiyordu. Dışarı çıkıp dedi ki: "Kim 'Resûlullah öldü' derse, kılıcımla boynunu vururum!" Hz. Ebû Bekir ile Hz. Abbâs'ın Eshâb-ı kirâm arasında bir ağırlığı vardı. Eshâb-ı kirâmı ancak bunlar teskin edebilirdi. Bunun için beraber mescide gittiler. Hz. Ebû Bekir buyurdu ki: - Ey insanlar! Resûlullahın, "Ben vefât etmeyeceğim" dediğini içinizde duyan var mı? - Hayır, böyle bir söz duymadık. Sonra Hz. Ömer'e dönüp sordu: - Yâ Ömer, bu husûsta sen bir şey duydun mu? - Hayır duymadım. Sonra Eshâb-ı kirâma dönüp buyurdu ki: - Hiç kimse, Resûlullahın vefât etmeyeceğini söyleyemez. Cenâb-ı Hakka yemîn ederim ki, Resûlullah ölümü tatmış bulunmaktadır. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde, "Muhakkak, sen de öleceksin, onlar da ölecektir" buyurmaktadır. Resûlullah, İslâmiyetin bütün hükümleri tamamlandıktan sonra, aramızdan ayrıldı. Artık kendimize gelip, defin işlerini tamamlayalım. Bu sözlerden sonra Eshâb-ı kirâmın akılları başlarına geldi..
.
Yetmiş bin kişiye şefaat
11 Temmuz 2006 01:00
Sevgili Peygamberimiz bir gün Eshâb-ı kirâm ile sohbet ederken, "Şehîdliğin fazîletlerini" anlatıyorlardı. Şehîdlerin şefâati hakkında buyurdu ki: - Kıyâmet gününde şehîdler, mahşer yerine gelirlerken, orada bulunan Peygamberler ayağa kalkarlar. Onlar, çocukları, akrabâları ve dostlarından 70 bin kişiye şefâat ederler. Bu sözleri işiten Hz. Nevfel, Resûlullah efendimizden, şehîd olmak için duâ istedi. Resûlullah efendimiz de duâ ettiler. Bir müddet sonra, muhârebeye çıkıldı. Peygamber efendimiz de aralarında bulunuyordu. Ve bu muhârebede Hz. Nevfel şehîd düşerek, arzûsuna kavuştu. Peygamber efendimiz ve Eshâbı, muhârebeden dönüyorlardı. Karşılamaya gelenler arasında, Hz. Nevfel'in hanımı, çocukları ve yaşlı annesi vardı. Yaşlı annesi, "Gazânız mübârek olsun" dedikten sonra Resûlullaha, oğlunu sordu. Peygamber efendimizin gözleri nemlendi. Oğlunun şehîdlik haberini vermeye mübârek kalbi dayanamadı. Elleriyle arka tarafı işâret edip, yoluna devam etti. Hz. Nevfel'in annesi, Peygamber efendimizin hemen arkasından gelen, Allahın arslanı Hz. Ali'ye ve diğerlerine de aynı şekilde oğlunu sordu. Hepsi de şehîdlik haberini veremeyip, arkayı işâret ettiler. En son gelen Hz. Ebû Bekir idi. Kadıncağız büyük bir ümitle sevgili Peygamberimizin azîz arkadaşına yaklaşarak aynı şeyleri sordu. Hz. Ebû Bekir kendi kendine düşündü: "Yâ Rabbî! Ne kadar zor bir durumdayım. Eğer doğruyu söylersem, mahzûn kalbleri üzmüş olacağım. Bunu yapmaktan sevgili Peygamberimiz çekindi. O'na nasıl aykırı davranabilirim. Sen bana öyle bir şey ilhâm et ki, bu gariplerin yüreği daha fazla yanmasın Allahım!" Daha sonra, Hz. Ebû Bekir, bütün kalbiyle, Yâ Allah!.. Yâ Nevfel!.. diye bağırdı. İşte o sırada, yaydan fırlamış ok gibi bir atlı, yıldırım hızıyla yanlarına yetişerek dedi ki: "Buyur yâ Sıddîk, beni mi çağırdın?" Sonra, Cebrâil aleyhisselâm gelip, Peygamber efendimize şunları söyledi: - Yâ Resûlallah! Hak teâlânın selâmı var. "Eğer Peygamberin mağara arkadaşı Sıddîk, bir kere daha (ALLAH) deseydi, yüceliğim hakkı için, bütün şehîdleri diriltirdim. Çünkü, Ebû Bekir, câhiliyye devrinde bile yalan söylememiştir" buyurdu. Bu hâdiseden sonra, Hz. Nevfel senelerce yaşadı. Nihâyet, "Yemâme" cenginde tekrar şehîdlik şerbetini içti.
.
Karşılığını veremedik!"
12 Temmuz 2006 01:00
Bir gün Resûlullah efendimiz, Eshabı ile mescidde otururken Cebrâil aleyhisse?lâm gelerek, Resûl-i Ekrem'e, Hz. Ebû Bekir' in bir saat ibâdeti yetmiş yıllık ibâdet yerini tutar, dedi. Resûl-i Ekrem, bir şey söy?lemeyip Hz. Bilâl'e, Ebû Bekir'i çağır?masını emir buyurdu. Hz. Ebû Bekir'e haber gidince, hemen yola çıktı. Resûlullah Hz. Ebû Bekir'i karşıdan görünce, karşıla?yıp, yanına oturttu. Evde ne yapıyordun diye sordu. Hz. Ebu Bekir şöyle cevap verdi: Hatırıma şu gelmişti: "Hak teâlâ Cenneti ve Cehennemi yarattı. Her ikisini de dolduracağını diledi (takdir etti). Hak teâlâdan, vücudumu Cehennemi doldu?racak kadar büyük yapmasını diledim. Böylece hem Hak teâlânın takdiri yerine gel?miş, hem de bütün insanlar Cehenneme girme korkusundan kurtulmuş olurlar cevabını verdi. Eshab-ı kirâm, Hz. Ebû Bekir'in bu yüksek arzulu duasını çok beğenip, O'na hayır dua ettiler. Resûl-i Ekrem bir gün de: "Bugün içi?nizde oruçlu olan var mıdır?" buyu?runca; Hz. Ebû Bekir, ben oruçluyum dedi. "İçinizde kim, bugün cenazede bulundu?" buyurdu. Hz. Ebû Bekir, ben bulundum dedi. Yine: "İçinizden kim, bugün bir fakire yemek verdi?" buyurdu. Hz. Ebû Bekir, ben verdim ceva?bını verdi. Sonra: "İçinizden kim, bugün hasta yokladı?" buyurdu. Hz. Ebû Bekir, ben yokladım dedi. Bunun üzerine Resûl-i ekrem, "Bu kadar hasletlerin bulunduğu kimse, muhakkak Cennete girer" buyurdu. Cennete girmekten mak?sat, kötü işlere yapılan cezayı görmeden, hesapsız Cennete girmektir, denilmiştir. Resûlullah efendimiz bir hadîs-i şerifte buyurdu ki: "Bize her nimet verene, iyilik edene mükâfatını verdik. Fakat Ebû Bekir'in iyiliğinin, ikramının karşılığını veremedik. O'na, Hak teâlâ hazretleri, kıyamette ikramda bulunacak, mükâfatını vere?cektir. Bana Ebû Bekir'in malının ver?diği fayda gibi hiç kimsenin malının faydası olmadı. Dost edinseydim, Ebû Bekir'i edinirdim. Fakat ben Hak teâ?lânın dostuyum." Hz. Ömer "Hz. Ebû Bekir, bizim Seyyidimiz, büyüğümüz, hayırlımızdır. Resûl-i Ekrem'e hepimizden çok sevgilidir" buyurmuştur. Hz. Ebû Bekir, Resûlullahın vefatından sonra, her geçen gün biraz daha zayıflı?yordu. Bir gün kızı Âişe-i Sıddıka hazretleri bu zayıflamanın sebebini sordu. Ceva?bında: "Beni, Muhammed aleyhisselâmın ayrılığı böyle zayıflattı" buyurdu.
.
"Dostu dosta kavuşturun!"
13 Temmuz 2006 01:00
Hz. Ebû Bekir son hastalığında buyurdu ki: "Halifeliği kime bırakacağım hususunda istihare ettim. Hak teâlâdan, rızâsına uygun olmasını diledim. Bilirsiniz, yalan söylemem. Hiçbir akıllı kimse de, Hak teâlâya kavuşma zamanında kendisine iftira edilmesini istemez ve Müslümanları aldatmayı uygun bulmaz..." Bu sözler üzerine, orada bulunan Eshâb-ı kirâm, "Ey Allahın Resûlünün halifesi! Senin doğruluğunda şüphemiz yoktur. Söyleyeceklerini söyle" dediler. Şöyle buyurdu: "Gecenin sonuna doğru uyumuşum. Resûl-i Ekrem'i rüyada gördüm. İki beyaz elbise giymişti. O elbiselerin eteklerini ben tutuyordum. O sırada elbiseler yeşil olup, parlamağa başladı. Bakanların gözlerini alırdı. İki yanında, uzun boylu, gayet güzel yüzlü, nûr elbiseli ve bakanlara neşe veren iki kimse vardı. Resûl-i Ekrem selâm verip musafeha etmekle beni şereflendirdi. Mübarek elini göğsüme kovdu. Üzüntüm gitti. "Yâ Ebâ Bekir! Seni çok özledik, kavuşma zamanı yaklaştı" buyurdu. Ben de, "Seni özledim, yâ Resûlallah" dedim. "Bu ümmet için âdil, sâdık, yerde ve gökte herkesin rızâsını kazanmış, zamanın en temiz olan Faruk'u (Hz. Ömer'i) halife seç!" buyurdular. Yanındakileri göstererek: "Bunlar, dünyada vezirlerin, vefatın zamanında yardımcıların, Cennette komşularındır. Bana senin isminin gökte melekler arasında, yerde halk arasında Sıddîk olduğunu haber verdiler" buyurdu. Yâ Resûlallah, anam-babam sana fedâ olsun, bu iki kişiyi tanıyamadım ve onlar gibi kimse de görmedim, dedim. "Bunlar Cebrâil ve Mikâil'dir" buyurdular. Sonra gittiler. Uykuda o kadar ağlamışım ki, evdekiler uyanmışlar. Sonradan bana söylediler. Yüzüm gözyaşlarından ıslanmış, evdekilerde baş ucumda ağlıyordu. Hz. Ebû Bekir, ölüm hastalığında çocuklarını Hz. Âişe'ye, iki oğlan, iki kız olarak ısmarladı. Hz. Âişe, benim bir kız kardeşim var, ikincisi hangisidir? diye sordu. "Hanımım hâmiledir. Kızı olacağını zannediyorum" buyurdu. Hakikaten vefatından sonra, hanımının bir kızı oldu. Hz. Âişe anlatır: Babam vefat edince, Eshab-ı kirâm nereye defnedelim, diye tereddüde düştüler. O halde uyumuşum. Kulağıma, "Dostu dosta kavuşturun" diye bir ses geldi. Uyandım, Eshab-ı kirama anlattım. Onlar da aynı sesi işittiklerini söylediler. Hatta mescidde namaz kılanlar da, işittik dediler. Artık müşavereye lüzum kalmamıştı. Habib-i Ekrem'in yanına defnettiler.
.
"Her iyilikte öndeydin!"
14 Temmuz 2006 01:00
Hz. Ebû Bekir vefat edince, Medine'de herkes ağladı. Hz. Ali, işitince ağlayarak geldi, kapı önünde durup şunları söyledi: "Yâ Ebâ Bekir! Sen, Resûlullahın sevgilisi, arkadaşı, dert ortağı, sırdaşı ve müşâviri idin. Önce İslâma gelen sensin. Senin imânın, hepimizin imânından daha saf oldu. Senin yakînin, daha kuvvetli, Allah'tan korkun daha büyük oldu. Herkesten zengin, herkesten daha cömert sen idin. Resûlullaha en şefkatli, en yardımcı, sen idin. Resûlullah ile sohbetin, hepimizin sohbetinden daha iyi idi. Hayır sahiplerinin birincisi sensin. Senin iyiliklerin, hepimizinkinden çoktur. Her iyilikte öndeydin! Resûlullahın huzurunda, senin derecen en yüksek oldu. O'na en yakın, sen oldun. İkrâmda, ihsanda, güzel huylarda, boyda, yaşta, O'na en çok benzeyen, sen oldun. Allahü teâlâ, sana, çok mükâfat versin ki, Resûlullahı herkes yalanlarken sen, doğru söylüyorsun, inandım dedin. Sen, O'nun kulağı ve gözü gibi idin. Allahü teâlâ seni, Kur'ân-ı kerimde (sıdk) ismi ile şereflendirdi. Resûlullaha, en sıkıntılı zamanlarında yardımcı oldun. Sulhta, O'nun huzurunda, harplerde, O'nun yanında idin, O'nun ümmetinin halifesi, O'nun dininin koruyucusu idin. Câhiller dinden çıkarken, sen Îslâm dinine kuvvet verdin. Herkes şaşırdığı zaman, sen kükremiş arslan gibi ortaya çıktın. Mü'minlere şefkatli, af edici baba idin. İslâm'ın ağır yükünü sen taşıdın. İslâm'ın hakkını herkes elden kaçırırken, sen yerine getirdin. Sen rüzgârların oynatamayacağı bir dağ gibi idin. İşin doğruluk idi, ilim idi. Sözün mertçe, doğruyu bildirmek idi. Kötü düşüncelerin, bozuk inançların kökünü kazıdın. Hak dinin ağacını diktin. Güçlükleri, Müslümanlara kolaylaştırdın. Küfür ve mürtedlik ateşini söndürdün. Allah'ın dinini, sen doğrulttun. İslâma, imâna sen kuvvet oldun." Sonra o kadar çok ağladı ki, mübarek gözlerinden sel gibi yaşlar aktı. Sonra: "Allahü teâlânın kazâ ve kaderine razı olduk. Verdiği elemleri kabul ettik. Yâ Ebâ Bekir! Resûlullahtan ayrılık acısından sonra, bize senin vefatından daha acı bir musibet gelmedi. Allahü teâlâ, seni Muhammed aleyhisselâmın huzuruna kavuştursun! Bize, senden ayrılma acısı için sabırlar ve ecirler versin! Bizleri, senden sonra, azmaktan, sapıtmaktan korusun" buyurdu.
.
Dört sınıf insanın ibretlik hali
14 Temmuz 2006 01:00
Resûlullah efendimiz, her gün, sabah namazını kıldırdıktan sonra, cemaate dönüp; "Hasta olan kardeşimiz var mı? Ziyaretine gidelim" buyururdu. Hasta yoksa; "Cenazesi olan var mı? Yardıma gidelim!" buyururdu. Cenaze olursa, yıkanmasında, kefenlenmesinde yardım eder, namazını kıldırır, kabrine kadar giderdi. Cenaze yoksa; "Rüya gören varsa anlatsın! Dinleyelim, tabir edelim!" buyururdu. Cündüb oğlu Semûre hazretleri anlatır: Resulullah efendimiz bir sabah namazından sonra hastası, cenazesi olan olmayınca, "Bu gece rüyâ göreniniz var mı?" diye sordu. Biz, "Hayır!" diye cevap verdik. Resûlullah, "Fakat bugün ben rüyâ gördüm" dedi ve anlatmağa başladı: Rüyamda iki kişi gelerek elimden tuttular. "Yürü!" dediler. Kendileriyle beraber yürüdüm. Beni engebesiz bir arâziye götürdüler. Orada iki kişiye rastgeldik. Birisi çökmüş bir vaziyetteydi. Diğeri de ayakta duruyordu. Bunun elinde iri ve sert bir kaya parçası vardı. Bu kayayı, önünde çökmekte olanın kafasını olanca hızıyla indirerek onun kafasını yarıyor, sonra da yuvarlanan kayanın peşinden giderek alıp geliyordu. Fakat adamın yarılan kafası eski hâline gelmeden geri dönmüyordu. Döndüğünde aynı hareketi yine yapıyor ve bu işleme böylece devam edip gidiyordu. Beni götürenlere, "Sübhânallah bu da ne?" dedim. Bana, "Yürü!" dediler. Onlarla beraber yürüdüm. Biraz gidince bir adama rastgeldik. Başını yaslayıp yatmıştı. Başka birisi de onun yanında ayakta duruyordu. Elinde demirden kancalar vardı. Bu kancaları yerdekinin ağzının bir yanından takıyor, tâ başının geri tarafına kadar avurdunu yırtıyordu. Bir tarafını bitirince diğer tarafına geçiyor, aynı hareketi o yanına da yapıyordu. Bir tarafını yırtarken diğer tarafı eski hâline geliyor, bu sefer o, o tarafına geçerek aynı işleme devam edip gidiyordu. Beni götürenlere "Sübhânallah, bu da ne?" diye sordum. Bana, "Yürü!" dediler. Biraz gidince bir binâ ile karşılaştık. Bu binanın üst tarafı bir fırın ağzı gibi dar idi. Alt tarafı da genişti. İçine şöyle bir göz attım. Bir de ne göreyim, orası çıplak erkek ve kadınlarla doluydu. Altlarından da kendilerine doğru bir ateş bir alev geliyor. Alev vurduğu zaman, neredeyse dışarıya fırlayacak şekilde yükseliyorlar, alev çekilince yine içine dönüyorlar. Alev tekrar aşağıdan yukarı doğru hücum ettiği zaman hep birden bağrışıyorlar ve bu işlem böylece devam edip gidiyordu. Ben bunu görünce, "Sübhânallah, bunlar da kim?" dedim. Beni götürenler, "Yürü!" dediler. Beraberce yürüdük. Geniş bir nehre geldik. Bu nehrin kan kırmızısı suyu vardı. İçinde bir adam yüzmekteydi. Nehrin kenarında da başka bir adam duruyor ve yanına yaklaşınca, ağzına bir taş atıyordu. Ben yine, "Sübhânallah, bu da ne?" dedim. Beni götürenler, "Yürü!" dediler. Sonra da gördüğüm bütün bu acâyip şeyleri şöyle izâh ettiler: Taşla başının yarılmakta olduğunu gördüğün ilk adam, önce Kur'ân-ı kerime sarıldığı hâlde sonradan onu bir kenara iten, onun esaslarına riâyet etmeyen ve beş vakit farz namazı kılmayan kişidir. Kafasının arka tarafına kadar avurtlarının yırtılmakta olduğunu gördüğün şahıs, sabahtan akşama kadar bir sürü yalan söyleyen ve bu yalanları etrafı kaplayan kişidir. Fırına benzer evdeki gördüklerin, zînâ eden erkek ve kadınlardır. Suyu kan rengindeki nehirde yüzmekte olduğunu gördüğün şahıs, tefecilik yapan kişidir. ------ Tel: 0 212 - 454 38 20 Faks: 0 212 - 454 38 29 www.dinimizislam.com
.
Akıllıca işlerin en güzeli
15 Temmuz 2006 01:00
Hazret-i Ebu Bekir'in her sözü, dinleyenin ve okuyanın kalbine tesir etmektedir. Buyurdu ki: "Takva akıllıca yapılan işlerin en güzelidir. Hakka âsî olmak ahmakça yapılan işlerin en çirkinidir. Verilen emâneti yerine getirmek en üstün doğruluktur. Hiyânet olarak da, en önde yalandır." Bir defasında bilmeden şüpheli bir şey yiyip hemen anlayınca zorla istifra edip, midesini boşalttı ve sonra şöyle dua etti: "Allahım, bilmeden yaptım. Çıkarabildiğim kadarını çıkardım. Beni bundan ve damarlarımda kalanlardan sorguya çekme!" Birine nasihat veriyordu. Sonunda şöyle buyurdu: "Ey kardeşim, sana yaptığım tavsiyeyi aklında tut ve kaybolmamasına dikkat et! Ölümü özüne sevdir. Nasıl olsa gelecek." Çok kerre dilini parmağıyla tutar ve: "Başıma gelen her şey bunun yüzündendir" derdi. Binekte iken devesinin yuları düşse, verin demez, deveyi çöktürür kendisi alırdı. Sebebini sordular, "Resûlullah bana, insanlardan bir şey isteme diye emretti" buyurdu. Ordu kumandanlarını bir yere gönderdiği zaman, onlara: "Kadınları öldürmeyiniz, çocuklara dokunmayınız, ihtiyarlara dokunmayın, meyveli ağacı kesmeyiniz, mamur yerleri tahrip etmeyiniz, haddi tecâvüz etmeyiniz, korkmayınız ve gıdadan başka bir maksatla koyun ve deve kesmeyiniz ve manastırlarına çekilmiş insanlara zarar vermeyiniz" diye emirler ve nasihatler verdi. Bir hutbesinde buyurdu ki: "Ey insanlar, Allahtan af ve afiyet isteyiniz. Çünkü mümine, İslâm'dan sonra af ve afiyetten daha hayırlı bir şey verilmemiştir." "Allah sevgisini hâlis olarak tadanı, bu sevgi; dünyayı istemekten alıkoyar ve bütün insanlardan uzaklaştırır." "Ömrünü faydasız, boş şeylerle geçiren, tarlaya tohum ekme vaktini kaçırmış olur. Vaktinde tohum ekmeyen ise, hasat zamanında pişman olur." "Ne söyleyeceğine ve ne zaman söyleyeceğine dikkat et!" "Müslümanlardan hiçbiri, diğerini hakir görmesin! Zira Müslümanların küçüğü, Allah yanında büyüktür." "Allahü teâlâdan, kendisini, kıyamet gününde cehennem ateşinden korumasını isteyen bir kimse, müminlere karşı çok merhametli ve ince kalbli davransın!"
.
Örnek bir anne portresi
15 Temmuz 2006 01:00
Aileyi ayakta tutmada, sabrın, tahammülün ve hoşgörünün önemi büyüktür. Geçmişte bunlar kuvvetli olduğu için boşanmalar çok azdı. Günümüzde ise bunlar her gün biraz daha zayıfladığı için boşanmalar hızla artmaktadır. Geçmişle bugünün mukayesesini yapabilmek için, bir Osmanlı kadınının haleti ruhiyesini 1860 doğumlu oğlunun kaleminden sizlere sunmak istiyorum: Anam pek mübârek bir kadındı. Kendi hâlinde sessiz, ev işi ve çocuklarıyla meşgul olan bir anneydi. Gayet zeki ve işbilirdi. Her sözünde bir hikmet vardı. Bana daima nasîhat eder, beni fazîlete teşvik ederdi. Namuslu olmayı, kimsenin hakkını yememeyi, yalan söylememeyi, elden gelirse iyilik etmeyi ve emsâli fazîletleri söyler, beni eğitirdi. Beni fazîlete sevk eden özellikle onun bu terbiyesidir. Öyle sözleri vardır ki; bu kadar tahsil ettim, üniversite bitirdim, o sözler hâlâ bende kıymetini kaybetmemiştir. Hayatımda bana düstur olmuşlardır. Annemin bir gün namazını bıraktığını bilmiyorum. Eve alınan kibritleri, üzerindeki canlı resimleri kazımadan eve sokmazdı. Hem ev işlerini yaptı, hem beş çocuğunu büyüttü. Hem de babamın dükkânının işini görürdü. Ayakkabıcı olan babamın, kunduraların yüzlerini evde makine ile hep o dikmiştir. Babam sert mizaçlı bir adamdı. Onu yumuşaklıkla güzelce idâre ederdi. Babasından mîrâs kalan boynundaki gerdanlık altınları babama sermâye olarak vermiş olan annem, bunu ağzına bile almazdı. Babam bazen ona sertlik gösterirdi. Annemin ona bir defacık olsun karşılık verdiğini görmedim. Bir defa, artık üniversite son sınıflarına gelmiştim. Babam anamı azarladı ve biraz da hırpalayıp gitti. Babam haksızdı. Bu haksızlığa isyân eder bir hâle geldim. Anam bir odaya çekildi. Biliyordum ki; ağlamak için çekildi. Bana pek dokundu. Yanına gittim; baktım ağlıyor. Dedim ki: "Ana! Bu nedir? Daha ne vakte kadar çekeceksin? Ben artık büyüdüm. Başımda yerin var. Seni başımda taç gibi taşırım. Sen de ona söyle! Artık yeter, de! Nedir senden çektiğim bu, de!" Bu hâlde bile bana cevabı şu oldu: "Oğlum bu nasıl söz! O benim erkeğimdir. Kadınların erkeklerine itâat etmeleri vazîfeleridir. Onların Cenneti kocalarının ayağı altındadır. Ben ona nasıl karşılık veririm?" Bu yüksek fazîlete hayran oldum. Bana onun bir dersi de bu oldu. Akşam babam geldiği vakit, anam sanki hiçbir şey yokmuş gibi babama muameleler etti, sözler söyledi, hizmet etti. Babam da hatasını anladı, daha iyi oldu. Hakîkî bir ana olan bu kadın bütün çocuklarını büyük bir şefkatle severdi. Yemek, elbise gibi şeylerde bizi birbirimizden aslâ ayırmazdı. Ah ne yazık ki; İttihatçılar beni yurt dışına attıkları vakit ölmüştü. Ölüm döşeğinde "Ah, yavrum! Bir kerecik olsun görmeyerek ölüyorum" diye diye vefât etmiş. Bu içimde hicrândır. Ve bu hicran mezarıma kadar gidecektir. Onun mübârek yüzünü, elini bir daha öpemedim. Onu bir daha kucaklayıp "A, benim sevgili anam!" diyemedim. Duâsını alamadım. Mebus olduğum zaman istememiş, kabûl ettim diye üzülüp ağlamıştı. Ve: "Sen doğru adamsın başına bin belâ gelir. Seni kaybetmek istemiyorum" demişti. Sonra hapis, sürgün, sokakta vurulmak, idâm cezâsı, vs... Her şey başıma geldi. Hapishanelerde anamın bu sözlerini acı acı hatırladım. Nihayet dediği gibi beni kaybederek hasretle öldü... > Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29 www.mehmetoruc.com
.
Kötülüğe mani olunmazsa...
16 Temmuz 2006 01:00
Hazret-i Ebu Bekir, oğlu Abdurrahman'ı, komşusu ile münâkaşa ederken gördü ve oğluna gücenerek: "Oğlum, komşu ile münakaşa yapma! Şu gördüğün insanlar dağılır gider ve sen yine komşunla baş başa kalırsın" dedi. Bir hutbesinde: Ey insanlar! Allahü teâlânın "Ey iman edenler, siz kendinize bakınız, siz doğru yolda bulundukça, yoldan çıkanların size zararı olmaz" (Mâide sûresi 105) âyeti celîlesini okuyorsunuz, fakat onu yerine koymuyor, başka mânâda kullanıyorsunuz. Zira ben, Resûl-i Ekrem'in şöyle buyurduğunu işittim: "İnsanlar kötülüğü görüp mani olmadıkları zaman, Allahü teâlânın, onların hepsini azaba uğratmasından korkulur..." Bir gün Eshab-ı kirama hitaben buyurdu ki: "Allahü teâlâ size dünyayı fethettirecek, kapılarını açacaktır. Siz, ihtiya?cınızdan fazlasını almayınız!" "Bilmiş olun ki, sabâh namazını kılan kimse, Allahın himayesindedir. Allahın hakkını küçümseme, zira yüzüstü seni Cehenneme atar." "Allahü teâlâya olan hâlis sevginin zevkine varan, dünyalıktan vazgeçer ve bütün insanlardan yüz çevirir." Hz. Ömer'e şöyle tavsiye buyurdu: "Hak ağırdır. Ağır olduğu kadar da acıdır. Ve aynı zamanda faydalıdır. Bâtıl ise hafif ve aynı zamanda belâlı ve zararlıdır. Eğer tavsiyeme uyarsan, senin için; henüz erişemediğin ve mutlak surette sana ulaşacak olan ölümden sevimli bir şey olamaz. Kişinin kelâmı, aklının beyânı, fazile?tinin tercümanıdır." "Bütün hamd ve senalar Allahü teâlâya mahsustur. O'na hamd eder O'ndan yardım dilerim. O'ndan af niyaz eder, O'na inanır, O'na güvenirim. Hidayeti Allah'tan bekler, sapıklık düşüklük, şüphe ve körlükten O'na sığınırım. Allah'ın dürüst yürümeyi nasip ettiği kişi dosdoğru yol alır, onun saptırdığı ise ne bir dost, ne de bir mürşid bulabilir. Bütün varlığımla inanırım ki, Allah'tan başka, ilâh yoktur. O tektir ve şeriki yoktur. Mülk ve saltanat O'nundur, hamd O'nadır. Dirilten de öldüren de O'dur. Ve O, hiç ölmeyen diridir. Dilediğini yüceltir, dilediğini alçaltır. Bütün hayırlar O'nun elindedir, O, her şeye gücü yetendir. Bütün varlığımla inanırım ki, Muhammed Mustafa, O'nun kulu ve Peygamberidir. "O'nu hak ve hakikat olan dini tebliğ vazifesiyle göndermiştir ki, Hak din diğer dinlere galip gelsin. Putperestler beğenmeseler de bu böyledir." (Tevbe 33)
.
"O'nun sayesinde kardeş oldunuz!"
17 Temmuz 2006 01:00
Hazreti Ebu Bekir bir hutbesinde buyurdu ki: Ey mü'minler, Allah sizin gönüllerinizi birbirinize ısındırdı. O'nun nimeti sayesinde sizler kardeş haline geldiniz. Daha önceleri bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz. Sizi oradan çıkaran O oldu. İşte, Allah size işaretlerini böyle apaçık gösterir ki, doğru yola kavuşabilirsiniz. O halde ey imân edenler! Allaha ve O'nun Resulüne tam uyun! Allahü teâlâ: "Resule uyan, Allah'a uymuş demektir. Eğer yüz çevirirlerse ey Peygamberim, bu onların bileceği bir şeydir. Biz seni onların başına bekçi göndermedik" buyurmaktadır. (Nisâ, 80). Ey imân edenler! Size her işte, her durumda Allahü teâlâdan korkmanızı nasihat ederim. Hoşunuza giden işler kadar, size zor gelen durumlarda da hakikate sarılın. Şunu bilin ki, doğru söz dışında hiçbir kelam hayır ve yarar getirmez. Yalan söyleyen, yaradılış hikmetini saptırmış, bunu yapan ise, helâk olmuştur. Ey insanlar! Büyüklenmekten sakının. Topraktan yaratılıp, yine toprağa dönecek olan bir varlığın kibirlenmesi de, ne demek oluyor?!. Bugün var, yarın yok olan bir varlığın kendini beğenmesi ne kadar anlamsız!.. Ey insanlar! Çalışın ve nefislerinizi, içinde yer alacakları ölüm ötesi için hazırlayın. Önünüzde çözümü zorlaşan şeyleri Allah'ın ilmine havale edin. Öbür âleme geçmeden önce bir şey hazırlayın ki, oraya vardığınızda karşınıza çıksın. Çünkü Allahü teâlâ, "Mahşer gününde herkes, dünyada hayır ve kötülük olarak yaptığı her şeyi hazır bulacak ve isteyecek ki, kötülüklerle arasında uzak bir mesafe bulunsun. Allah size kendinden korkmanızı emreder. Allah kullarını çok esirgeyicidir." (Âl-i İmran, 30). O halde, Allahtan korkun, O'nun emir ve yasaklarına iyice kulak verin. Sizden önce gelip geçenlerden de ibret alın. Ve unutmayın ki, Rabbinizin huzuruna mutlaka çıkarılacak ve küçük-büyük bütün davranışlarınızın karşılığını bulacaksınız. Kendinizi iyi tanıyın, sadece kendi noksanlarınızla meşgul olun. Yardım istenilecek tek kudret sâhibi Allahü teâlâdır. O'nun dışında hiçbir güç ne yapabilir, ne bozabilir. Allahım! Kulun ve Peygamberin Muhammed Mustafa'ya, salât ve selâmların en seçkiniyle salât ve selâm et! Bizleri de o âlemlerin Efendisine salât ve selâm etmekle şereflendir, yücelt! Bizleri, ona gönül verenler arasında haşret!
.
"İlk dinlediğimde hayran oldum!"
18 Temmuz 2006 01:00
Hz. Hamza'nın Müslüman olması ile, Mekkeli müşriklerin telâş ve endîşeleri had safhaya varmıştı. Çünkü parmakla gösterilen kahramanlardan biri Müslüman olmuş, Resûlullahın saflarında yer almıştı. Bu beklenmedik hâdise, müşrikleri, büsbütün çileden çıkardı. Hz. Ömer bu sırada daha Müslüman olmamıştı. Bir gün, Resûlullah efendimizi, gördüğü yerde öldürmek niyetiyle evinden çıktı. Sevgili Peygamberimizi Mescid-i Harâm'da namaz kılarken buldu ve namazın bitmesini isteyerek, dinlemeye başladı. Habîb-i ekrem efendimiz, El-Hâkka sûre-i şerîfini okuyordu. Hattâboğlu Ömer, Peygamber efendimizin okuduklarını hayranlıkla dinliyordu. Ömründe böyle güzel sözler duymamıştı. Bunu kendisi, sonradan şöyle anlatır: "İlk defa dinlediğim bu sözlerin belâgatına, düzgünlüğüne, derli topluluğuna hayrân olmuş, niçin geldiğimi unutmuştum. Bu hâdiseden sonra, kalbimde İslâma karşı bir istek hâsıl olmuştu." Bu hâdisenin, Hz. Ömer'in Müslüman olmasında mühim te'sîri olmuştur. Çünkü kalbini yumuşatmış, Müslüman olmasına zemin hazırlamıştır. Hz. Hamza'nın Müslüman olmasından üç gün sonra, Ebû Cehil, müşrikleri toplayıp dedi ki: - Ey Kureyş! Muhammed, putlarımıza dil uzattı. Bizden önce gelen atalarımızın Cehennemde azâb gördüklerini, bizim de oraya gideceğimizi söyledi! Onu öldürmekten başka çâre yoktur! Onu öldürecek kişiye, yüz kızıl deve ve sayısız altın vereceğim! Bir anda Hattâboğlu Ömer yerinden fırlayarak, "Bu işi Hattâboğlu'ndan başka yapacak yoktur" dedi. Hattâboğlu Ömer, kılıcını kuşanarak yola düştü. Giderken Nu'aym bin Abdullah'a rastladı. Ona, "Milletin arasına nifâk sokan, kardeşi kardeşe düşüren bir kimseyi öldürmeye gidiyorum" dedi. Onun, "Yâ Ömer, güç bir işe gidiyorsun. Onun Eshâbı çevresinde pervane gibi dönmektedir. Ona bir şey olmasın diye titremektedirler. Onun yanına yaklaşıp, zarar veremezsin!" sözleri üzerine, Hz. Ömer kılıcına sarıldı: "Yoksa sen de mi onlardansın? Önce senin işini bitireyim" dedi. O da "Sen benimle uğraşacağına, kardeşin Fâtıma ile enişten Sa'îd'in yanına git! Onlar, çoktan Müslüman oldular. Sen önce kendi yakınların ile uğraş!" deyince, onları öldürmek niyeti ile evlerinin yolunu tuttu...
.
Müjde yâ Ömer!"
19 Temmuz 2006 01:00
Tâhâ sûresi yeni nâzil olmuştu. Hz. Ömer'in eniştesi Sa'îd ile kız kardeşi Fâtıma bunu yazdırıp, Hz. Habbâb bin Eret adındaki sahâbîyi evlerine getirmiş, okuyorlardı. Hattâboğlu Ömer, kapıdan bunların sesini duydu. Kapıyı çok sert çaldı. Onu, kılıcı belinde kızgın görünce, yazıyı saklayıp, Hz. Habbâb'ı gizlediler. Sonra kapıyı açtılar. Hattâboğlu Ömer, "Siz de O'nun sihrine aldanmışsınız!" diyerek, Hz. Sa'îd'i yakasından tutup, yere attı. Kardeşi, kocasını kurtarayım derken, onun yüzüne de öfkeli bir tokat indirdi. Yüzünden kan akmaya başladığını görünce, kardeşine acıdı. Fâtıma'nın canı yanmış, kana boyanmış idi. Fakat îmân kuvveti, kendisini harekete getirip, Allahü teâlâya sığınarak dedi ki: - Yâ Ömer! Niçin Allahtan utanmaz, âyetler ve mucizeler ile gönderdiği Peygamberine inanmazsın? İşte ben ve zevcim, Müslüman olmakla şereflendik. Başımızı kessen de bundan dönmeyiz. Sonra yüksek sesle Kelime-i şehâdeti okudu. Hattâboğlu Ömer, kız kardeşinin bu îmânı karşısında birden yumuşadı ve yere oturdu. Yumuşak sesle, "Hele şu okuduğunuzu çıkarın" dedi. Kardeşi Fâtıma, âyet-i kerîme yazılı sahifeyi getirdi. Ömer bin Hattâb güzel okurdu. Tâhâ sûresini okumaya başladı. Kur'ân-ı kerîmin fesâhatı, belâgatı, manaları ve üstünlükleri kalbini gitgide yumuşattı. "Göklerde ve yeryüzünde ve bunların arasında ve yedi kat toprağın altındaki şeyler hep O'nundur" (Tâhâ: 6) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyunca, derin derin düşünceye daldı. Biraz daha okudu. "Allahü teâlâdan başka ibâdet edilecek, tapılacak hak bir ilâh, bir mabut yoktur. En güzel isimler O'nundur" (Tâhâ: meâlindeki âyet-i kerîmeyi de dinledikten sonra dedi ki: "Hakîkaten, ne kadar güzel, ne kadar doğru." Habbâb bu sözü işitince, gizlendiği yerden fırladı ve tekbîr getirdikten sonra müjdeyi verdi: "Müjde yâ Ömer! Resûlullah efendimiz Allahü teâlâya duâ ederek, 'Yâ Rabbî! Bu dîni, Ebû Cehil yahut Ömer ile kuvvetlendir' diye dua etti. İşte bu devlet, bu saâdet sana nasîb oldu." Bu âyet-i kerîme ve bu duâ, Hattâboğlu Ömer'in kalbindeki düşmanlığı sildi, süpürdü. Hemen; - Resûlullah nerede? Beni, O'na götürür müsünüz? dedi. Zîrâ kalbi, Resûlullaha tutulmuştu. Resulullahı görmek üzere hemen yola koyuldu.
.
Yol verin, içeri gelsin!"
20 Temmuz 2006 01:00
Resûl-i Ekrem efendimiz, Hz. Erkâm'ın evinde Eshâbına nasîhat ediyordu. Hattâboğlu Ömer'in geldiği, Erkâm'ın evinden görüldü. Kılıcı da yanında idi. Heybetli, kuvvetli olduğundan, Eshâb-ı kirâm, Resûlullahın etrafını sardı. Hz. Hamza dedi ki: "Ömer'den çekinecek ne var, iyilik ile geldi ise, hoş geldi. Yoksa o kılıcını çekmeden başını uçururum." Resûlullah efendimiz de "Yol verin, içeri gelsin!" buyurdu. Cebrâil aleyhisselâm, daha önce, Ömer bin Hattâb'ın îmân etmek için geldiğini ve yolda olduğunu haber vermişti. Resûlullah efendimiz, onu, tebessüm buyurarak karşıladı. Ömer bin Hattâb, Resûlullahın önünde diz çöktü. Temiz bir kalb ile Kelime-i şehâdeti söyledi. Eshâb-ı kirâmın, sevinçten söyledikleri tekbîr sesleri göğe yükseldi. Hz. Ömer, Müslüman olduktan sonraki hâlini şöyle anlattı: "Müslüman olduğum zaman, Eshâb-ı kirâm, müşriklerden gizlenir ve ibâdetlerini gizli yaparlardı. Bu duruma çok üzüldüm ve Resûlullaha suâl ettim: "Biz niçin gizleniyoruz? Vallahi biz, dîn-i İslâmı, küfre karşı açıklamaya daha haklı ve daha lâyıkız. Allahü teâlânın dîni, Mekke'de, hiç şüphesiz üstün gelecektir. Kavmimiz bize karşı insaflı davranırlarsa ne âlâ, yok taşkınlık etmek isterlerse, kendileriyle çarpışırız. Yâ Resûlallah! Seni hak Peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, hiç çekinmeden ve korkmadan, oturup İslâmı anlatmadığım bir müşrik topluluğu kalmayacaktır. Artık ortaya çıkalım..." Kabûl buyurulunca, iki saf hâlinde dışarı çıkıp, Harem-i şerîfe doğru yürüdük. Safların birinin başında Hamza, diğerinin başında da ben vardım. Sert adımlarla, toprağı un edercesine, Mescid-i harâma girdik. Kureyşli müşrikler, bir bana, bir Hz. Hamza'ya bakıyorlardı..." Hz. Ömer'in bu gelişi üzerine, Ebû Cehil ileri çıkıp, "Yâ Ömer! Bu ne hâldir?" deyince, Hz. Ömer hiç aldırış etmeden Kelime-i sehâdet getirdi: - Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh! Ebû Cehil ne diyeceğini şaşırdı. Donup kaldı. Hz. Ömer bu müşrik gürûhuna dönerek dedi ki: "Ey Kureyş! Beni, bilen bilir! Bilmeyen bilsin ki, ben Hattâboğlu Ömer'im. Karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen yerinden kıpırdasın! Kımıldayanı, kılıcımla doğrayıp yere sererim!" Bunun üzerine Kureyşli müşrikler, bir anda dağılıp, oradan uzaklaştılar. Böylece, ilk defa Harem-i şerîfte açıktan namaz kılındı. Devamı yarın
.
"Vücudumun her zerresi dile gelse..."
21 Temmuz 2006 01:00
Zamanında din ve fen bilgilerinde zirvede olan büyük İslam âlimi İmam-ı Gazali hazretleri, "Astronomi ve anatomi bilmeyen, Allahü tealanın varlığını ve kudretini anlayamaz" der. Bugün, hayatta kalmamızda önemli bir yeri olan duygu organlarımız üzerinde biraz durmak istiyorum... Etrafımızı beş duyu organımız ile tanıyoruz. His organlarımız olmasaydı, hiçbir şeyden haberimiz olmayacaktı. Kendimizi bile bilemeyecektik. Yürüyemeyecek, bir şey yapamayacak, yaşayamayacaktık. Anamız, babamız olamayacak dolayısıyla biz de var olamayacaktık. Bir canlının yaşayabilmesi için beş duyu organı şarttır. Bunlar olmasa, canlının, cansız bir cisimden, bir kaya parçasından farkı olmayacaktı. Çünkü, bu hislerimizden biri eksik olduğunda, diğerleri bunu tamamlar, yardımcı olur. Meselâ, gözleri görmeyen kimse, bastonla, dokunma organları ile bu eksikliği kısmen de olsa ihtiyacını görecek kadar giderir. Kendini tehlikelerden korur, yolunu bulur. İşitme organı ile, sesin tahlilini yapar. Uzaklığı, yakınlığı tayin eder, ne sesi olduğunu ayırt eder. Kulağı işitmeyen kimse, gözünün yardımıyla, işâretlerle merâmını anlatır. Zaten, bir his organı yok ise, diğer organlar veya bu organlardan biri normalin üzerinde faaliyet gösterme kapasitesine sahiptir. Çok daha hassastır. Dokunma duygusu hiç olmayan, yemeği ağzında çiğneyemez, diliyle dolaştıramaz, yutamaz. Çünkü, ağzında bir şey olduğunu hissetmez. Yürüyemez, çünkü yürüyebilmesi için, yere bastığını hissetmesi lâzımdır. Her canlının hayatını devam ettirebilmesi için, çiftleşmesi şartı vardır. Bu olmazsa hayat biter. İşte bu fiiliyatın olabilmesi için, beş duyu organı şarttır. Bu duygular yok ise, bir araya gelmenin, üremenin, çoğalmanın imkânı yoktur. Bu duygu organlarımız, muazzam birer cihazdır. Bu kadar gelişmiş teknolojiye rağmen, duygu organlarının tam olarak yerini alacak cihazlar geliştirilememektedir. Geliştirilenler ise, normal bir organın çok az bir fonksiyonunu yerine getirebilmektedir. Allahü teâlâ kâinattaki her şeyi en güzel ve en faydalı olarak yarattı. Meselâ, dünyamızı güneşten yüzelli milyon kilometre uzakta yarattı. Daha uzakta yaratsaydı, hiç sıcak mevsim olmaz, çok soğuktan ölürdük. Daha yakın yaratsaydı, çok sıcak olur, hiçbir canlı yaşayamazdı. Dünya belli bir güzergâh takip ederek, güneşin etrafında dönmekte, yolundan hiç sapmadan muntazam olarak dolaşmaktadır. Diğer gezegenler de, kendilerine tayin edilen yoldan, güzergâhtan hiç sapmadan boşlukta seyir etmektedirler. Bunların hepsinin kendiliğinden olduğunu, rastgele yol aldıklarını kim iddia edebilir. Birisi böyle bir iddiada bulunsa, bunun aklından şüphe edilmez mi? Teneffüs ettiğimiz havaya baktığımızda da rastgele bir karışım olmadığını görürüz. Etrafımızı saran hava hacminin % 21'i oksijendir. Oksijen hücrelerimize kadar girip, oraya gelmiş olan gıda maddelerini yakarak, bize kuvvet, enerji veriyor. Oksijenin havadaki miktarı daha çok olsaydı, hücrelerimizi de yakar, hepimiz kül olurduk. Miktarı % 21'den az olsaydı, gıdâlarımızı yakamazdı. Enerjisizlikten yine, hiçbir canlı yaşayamazdı. Bütün bunlara tesadüf denebilir mi? Diyenlere aklı başında insan gözü ile bakılabilir mi? Cenab-ı Hakka bu nimetlerin karşılığı olarak durmadan şükür etsek, yapılması gereken şükrün binde birini bile yapmış olamayız. Acizliğimizi, zavallılığımızı görüp Allahü tealanın merhametine, ihsanını sığınmaktan başka yapılacak bir şey yok. Şair ne güzel söylemiş: Vücudumun her zerresi, gelse de dile/Şükrünün binde birini yapamaz bile... ------ Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29 www.mehmetoruc.com
.
"Boynumuz kıldan incedir!.."
21 Temmuz 2006 01:00
Hazreti Ömer, haksızlık karşısında çok hiddetli olduğu gibi, adâletin yerine getirilmesinde de o kadar şefkâtli idi. Bu yüzden adâleti ile meşhûr olmuştur. Bir gün at satın almak istedi. Atı tecrübe etmek niyetiyle biniciye verdi. Ata binen kimse, koştururken, at tökezleyip kazâya uğradı. Hz. Ömer atı satıcısına geri vermek istediğinde, satıcı almadı. Sonunda durum, Kâdî Şüreyh hazretlerine intikal etti. Kâdî, "At, sahibinin izniyle mi koşturuldu?" diye sordu. Hz. Ömer, "Hayır, ben denemek için koşturdum" deyince, "Şâyet at sahibinin rızâsı ile tecrübe edilseydi, sahibine iâde edilebilirdi. Fakat, siz sahibinden izin almadığınız için geri veremezsiniz, atı almak mecbûriyetindesiniz" hükmünü verdi. Hz. Ömer; "Hak ve adâlet husûsunda boynumuz kıldan incedir" deyip atın bedelini verdi. Onun zamanında, Müslümanlar İslâmiyeti İran içlerine kadar yaydılar. İranlı meşhûr kumandan Hürmizân, teslîm olmamak için çok direndi, fakat hayatının tehlikeye girdiğini görünce teslîm oldu. Hz. Ömer, huzûruna çıkartılan Hürmizân'a, "Bize söyleyeceğin bir şey var mıdır?" diye sorunca şunları söyledi: "Ey büyük halîfe, önceleri biz İranlılar siz Arabları öldürüyor, zorla mallarınızı ellerinizden alıyorduk. Ne zaman ki, Allah size peygamber gönderdi. Ondan sonra bizim üstünlüğümüz sona erdi. Siz azîz, biz zelîl olduk." Hz. Ömer, Enes bin Mâlik'e sordu: "Ne yapalım bunu?" Cevap verdi: "Öldürmeyelim! Çünkü arkasında büyük bir kalabalık vardır. Belki onlar, ileride Müslüman olabilirler. Öldürmememiz lâzımdır. Çünkü, "Konuş sana benden zarar gelmez" diye söz de vermiştin." Hz. Ömer, kim tarafından söylenirse söylensin, doğru sözü hemen kabûl ederdi. Enes bin Mâlik hazretlerinin bu sözleri üzerine, onu öldürmekten vazgeçti. Birçok sahâbînin şehîd olmasına sebep olan Hürmizân'ın hayatını bağışladı. Bir müddet sonra da, Hürmizân Müslüman oldu. Ayrıca onun vesîlesi ile birçok kimse îmâna geldi. Hz. Ömer eski can düşmanını bile maaşa bağladı. Çünkü adâlet bunu gerektiriyordu. Adâlet, şahsî fikrin, hissiyâtın üzerinde idi. Devamı yarın
.
"Şerefi başka yerde aramayın!"
22 Temmuz 2006 01:00
| | |