 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
Trump’ın zaferi, İsrail için sonun başlangıcı olabilir mi?
04:008/11/2024, Cuma
G: 8/11/2024, Cuma
Sonraki haber
Yusuf Kaplan
Yazının başlığı iddialı.
Doğru bu.
Ama işaret ettiği şey de doğru. En azından “Amerika’da neler oluyor?” sorusuna verilen bir cevap var burada. Gazze’den sonra Amerika’da da, dünyada da artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak...
GAZZE ETKİSİ
Amerikan seçimlerinin Trump’ın zaferiyle sonuçlanması tesadüf değil.
Trump’ın zaferi, İsrail’in işlediği insanlık dışı cinayetleri ve soykırımı destekleyen Biden yönetiminin Amerikan halkı tarafından cezalandırmasının bir sonucu.
Gazze etkisi bu.
Gazze’de işlenen zulüm, dünya halklarının vicdanını patlattı, bütün dünya halkları bu zulme destek olan yönetimleri devirecek teker teker…
Gazze, tarihin kırılma ânı.
Unutmayalım: Tarihin kırılma anları, yeniden kurulma zamanlarıdır.
Gazze, tarihin akışını değiştirecek, bütün zorbaların, emperyalistlerin sonunu getirecek inşallah.
Gazze’de dünyanın gözü önünde işlenen soykırım, tecavüz ve katliamlar, dünyanın dirilişine ve emperyalizmin sonunun gelişine vesile olacak.
KÜRESEL SİSTEM VE AMERİKAN YÜZYILI
Küresel sistem diye bir “entite” (“varlık”) var. Bu entite, masal değil, gerçek. Küresel sistem, her şeyden önce kapitalist. Dolayısıyla materyalist ve ruhsuz. Böyle bir sistemden hak, hukuk, adalet, hele de merhamet beklemek, olmayacak duaya âmin demek!
Kapitalist küresel sistem, sömürü üzerine kurulmuş bir sistem. Sömürü yani hırsızlık, çalma-çırpma, işgal ve tecavüz üzerine.
Böylesi bir sistemde adaletten, haktan, hukuktan bahsetmek imkânsız bir hayalin dünyasına dalıp gitmek demek!
Yüzyıl, Amerikan Yüzyılı olarak tarihe geçti. Ve Amerikan Yüzyılı, tarihin en karanlık yüzyılı olarak anılacak artık.
Amerikan Yüzyılı, sanıldığı gibi, Kuzey Amerika kıtasında Avrupa uygarlığının bir eseri olmadı. Aksine, Avrupa da, uygarlığı da Yahudi gücünün esiri oldu. Dolayısıyla Amerikan Yüzyılı, Batı uygarlığı’nın Avrupa’dan başka bir kıtaya taşınmasından ziyade Yahudi hegemonyasının Amerika’da ve bütün dünyada hükmünü icra etmesinin bir imkânı ve ifadesi olarak tarihe geçti.
Elbette ki, Amerika’ya Anglo-Saksonlar tarafından taşınan ve Amerika’yı kuran püriten / fundamentalist kültür, Avrupa’yı kuran ideoloji değil, Avrupa’yı yıkan, Amerika’yı kuran ideoloji ya da -daha doğru bir ifadeyle- zihniyet. Aşırılığıyla zıddına inkılap edecek bir zihniyet bu.
Önce “çalışma”yı ibadet olarak görüp, sonra bu aşırılığından ötürü de zıddına inkılap etmekten kurtulamayan ve kapitalizmin temellerini atan, Yahudileşme temayülünü sağlamlaştıran felsefî temelleri zayıf bir zihniyet bu.
Amerika’yı kuran zihniyet kapitalizmin ve Yahudi gücünün Amerika’da hızla boy vermesine yol açan bir zihniyet.
Küresel sistem, Amerikan Yüzyılı ile birlikte tarihte ilk defa Yahudilerin bütün dünyaya hükmetmelerinin kurumlarını inşa etti. Amerika’da Yahudilerin kontrolünde küresel bir müesses nizam tesis etti.
TRUMP, MÜESSES NİZAMA MEYDAN OKUDU!
İşte Trump, Yahudi gücünün hükmettiği, Amerika’nın her şeyine sirayet eden, çeki düzen veren Yahudilerin kontrolündeki bu müesses nizama meydan okudu. Müesses nizam, çelik gibi sağlamdı ya da her bakımdan Yahudilerin kontrolündeydi Amerika’da.
Trump’ın zaferi, öncelikli olarak, Amerika’nın bütün kurumlarını ele geçiren Yahudi hâkimiyetinin, Amerika’ya yön ve şekil veren konumuna büyük darbe vurabilir.
İkinci olarak, Trump’ın zaferiyle bütün dünyaya hükmeden küresel ölçekteki Yahudi gücü ve hegemonyası büyük sarsıntı geçirecektir. Trump’ın zaferi, en azından Yahudilerin Gazze’deki soykırımını durdurabilir ve Yahudilere hayal bile edemeyecekleri bir darbe vurabilir.
Üçüncü olarak da Yahudi gücüne darbe vurulması dünyanın, özellikle de İslâm dünyasının rahat nefes almasına, toparlanıp kendine gelmesine yol açabilir.
Bu tespitime şöyle bir itiraz yönetilebilir: Dünyanın rahatlamasına, İslâm dünyasının rahat nefes almasına yol açacak bir şeyi Amerikalılar neden desteklesinler ki?
Bu sorunun cevabı ilk bakışta çok açık: Eğer bu zulüm böyle devam ederse, dünya kan gölüne dönüşebilir. Böyle bir şey kapitalistlerin ve tabii ki Yahudilerin işine yarayabilir. Kapitalizm de, Yahudiler de kandan ve kaostan besleniyorlar.
İSRAİL İÇİN SONUN BAŞLANGICI MI?
Ama Amerika böyle gitmez, gidemez. Böyle giderse, ekonomik krize ve kaosun eşiğine sürüklenir. Bu da Amerika’nın parçalanması demektir.
Eğer Amerika, içerdeki ekonomik dengeleri rayına oturtamazsa, doların sarsılan gücünü toparlayamazsa, ülkeyi korumakta bile zorlanır.
Ayrıca Amerika’nın elitleri, Amerika’yı soyup soğana çeviren, köleleştiren Yahudi gücünü devre dışı bırakacak bir fırsatı ilk defa yakalamış oldular. Bu süreç devam ettirilirse, İsrail için sonun başlangıcı anlamına gelebilir.
Vesselâm.
.
Vakıfların dönüşümü: Merhamet yurdunun çöküşü
04:0027/12/2024, Cuma
G: 27/12/2024, Cuma
28
Sonraki haber
Yusuf Kaplan
İslâm medeniyeti vakıf medeniyeti. Vakıf, hakikate vukûfiyetin eseri. Medeniyetimizin bütün alanlarına damgasını vuran bir hakikat yolculuğu aslında. Vakıf sistemi, kapitalizme “alternatif” olabilecek bir iktisadî, kültürel ve sosyal varoluş alanı.
Bugün sizlere MTO’nun en parlak talebelerinden Mehmet Varıcı hocamızın vakıf sistemi ile ilgili nefis bir yazısını paylaşıyorum. Zihin açıcı okumalar.
***
Düşünün, bir zamanlar toplumun kalbi olan vakıflar, şimdi neden sadece birer tabela kurumuna dönüştü? Bir zamanlar açları doyuran, hastalara şifa sunan, mazlumlara kol kanat geren bu yapılar, bugün sadece bağış kampanyalarının gölgesinde yaşam mücadelesi veriyor. Bu dönüşüm, yalnızca bir sistem sorunu mu, yoksa bizim vicdanlarımız mı nasırlaştı?
Vakıflar, İslâm medeniyetinde sıradan bir hayır kurumu değil, adeta hayatın omurgasıydı. Kardeşliğinin en saf tezahürü olan vakıflar, İslâm’ın kardeşlik, dayanışma ve adalet ilkelerinin yalnızca teoride değil, pratikte de hayata geçirildiği bir otosistemdi. Tarihte kurulan medreseler, kütüphaneler ve eğitim merkezleri, yalnızca ilim irfan dağıtmak için değil, aynı zamanda İslâm’ın evrensel mesajını yeni coğrafyalara ulaştırmak için varlık gösterdi. Vakıflar, birer yardım kuruluşu olmanın çok ötesinde bir davanın, bir inancın ve bir ahlak sisteminin taşıyıcısıydı.
Medine dönemine bir bakalım. Ensar ve Muhacir kardeşliği, aslında vakıf kültürünün en güzel örneklerinden biridir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), kardeşliği ve yardımlaşmayı vakıf anlayışıyla topluma yerleştirdi. O dönemde kurulan Mescid-i Nebevi, sadece bir ibadet yeri değildi. Eğitim verilen, yardımlaşmanın ve dayanışmanın hayat bulduğu, toplumsal sorunların çözüldüğü bir merkezdi. İnsanlar buraya sadece namaz kılmaya değil, aynı zamanda öğrenmeye, öğretmeye, yardımlaşmaya ve sorunlarını çözmeye gelirdi. Bu anlayış, İslâm medeniyetinin temel taşlarından biri oldu.
Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde vakıf kültürü, çok daha sistemli bir yapıya büründü. Selçuklular, vakıfları sadece camilerle sınırlı tutmadı; eğitimden sağlığa, sosyal yardımlardan barınmaya kadar geniş bir hizmet ağı oluşturdu. Medreseler, hastaneler, kervansaraylar… Hepsi vakıf kültürünün ürünüydü. Örneğin, bir seyyah kervansarayda konakladığında, ona ücretsiz yemek sunulurdu. Yolcular, vakıf sayesinde hem güven içinde seyahat eder hem de temel ihtiyaçlarını karşılayabilirdi. Bu sistem, sadece bireylerin değil, toplumun tamamının refahını gözeten bir anlayışa dayanıyordu.
Osmanlı döneminde ise vakıflar, toplumsal yapının bel kemiği haline geldi. Camilerin çevresinde inşa edilen külliyeler, adeta küçük şehirler gibiydi. Bu külliyelerde sadece ibadet edilmez, aynı zamanda eğitim alınır, hastalara şifa dağıtılır, yardıma muhtaç olanların ihtiyaçları karşılanırdı. Toplumun her kesimine hitap eden bu entegre yapılar, sadece maddi değil, manevi anlamda da bir köprü işlevi görüyordu. Bugün hâlâ Süleymaniye ve Selimiye külliyelerinin büyüklüğüne ve işlevselliğine hayranlıkla bakıyoruz, değil mi? İşte bu yapılar, vakıf kültürünün eşsiz miraslarıdır.
Ancak her güzel şey gibi bu sistem de zamanla değişti. Sanayi devrimi ve modernleşme, vakıfların o güçlü yapısını ciddi şekilde zayıflattı. Sanayi devrimiyle birlikte ekonomik yapılar ve üretim süreçleri değişti. Artık bireysel ve kurumsal gelirler farklılaştı ve vakıfların bağımsızlıkları ortadan kalktı. Modernleşme hareketleri, bu dönüşümü daha da hızlandırarak vakıfların toplumsal hizmet etme anlayışını zayıflattı. Daha da kötüsü, vakıflar, bu değişimle yüzleşmek yerine ona boyun eğdi. İlke ve ülkülerinden taviz vererek değişime ayak uydurmayı tercih ettiler. Bir zamanlar adalet ve dayanışmayı önceleyen bu yapılar, kapitalist sistemin bir parçası haline gelerek kendi köklerinden koptu. Kâr odaklı düşünce, vakıfların ruhunu zayıflattı ve onları, öz ülkülerinden uzaklaştırarak yalnızca bağış talep eden organizasyonlara dönüştürdü.
Bu durum, vakıfların öz kaynağı olan bağımsızlıklarını yitirmelerine yol açtı. Bağımsızlığını kaybeden bir vakıf; siyasilerin ve bürokratların arka bahçelerine dönüşür ve artık ümmetin tamamına hizmet edemez hale gelir. Ne yazık ki, bugün vakıfların birçoğu, topluma hizmet etmek yerine kendi varlıklarını sürdürme derdine düşmüş durumda. Gerçek ihtiyaç sahiplerine ulaşmaktansa belirli zümrelerin çıkarlarına hizmet ediyorlar. Oysa vakıflar, toplumun tamamını kapsayan bir adalet anlayışı üzerine kurulmuştu.
Şimdi şu soruyu kendimize soralım: Vakıflar, eski günlerde olduğu gibi, nasıl yeniden asli görevlerine dönebilir? Bunun yolu, bağımsızlıklarını yeniden kazanmaktan geçiyor. Vakıfların asıl gücü, dışarıdan gelen desteklerle değil, kendi kaynaklarıyla hareket edebilmelerindeydi. Bir vakıf, kendi ayakları üzerinde durduğunda, toplumun güvenini kazanır. Manevi sorumluluk bilinciyle hareket eden bir vakıf, sadece maddi yardımlar yapmaz; toplumu bir arada tutan adalet ve kardeşlik duygularını da güçlendirir.
Haydi gelin, hep birlikte bu sorumluluğu üstlenelim. Çünkü vakıflar, sadece geçmişin bir mirası değil, aynı zamanda geleceğin bir inşasıdır.
.
Osmanlı Ruhu: İnsanlığın yurdu, umudu ve ufku
04:005/01/2025, Pazar
G: 5/01/2025, Pazar
28
Sonraki haber
Yusuf Kaplan
Batılılar, farklı inançlarla, kültürlerle barış içinde nasıl birarada yaşanabileceğinin formülünü geliştiremediler. Bunun hakkıyla anlaşılamayan ve aşılamayan yegâne formülünü Osmanlı geliştirdi. O yüzden Osmanlı’ya düşman Batılılar. Osmanlı’nın lafı bile fena halde ürkütüyor Batılıları.
Türkiye’nin Suriye’de elde ettiği şaşırtıcı başarı, ister istemez “neo-osmanlıcılık” heyulasının hortlatılmasına yetti. Osmanlı, Batılıların kâbusu. Batı uygarlığı bilfiil / bedenen yaşıyor ama bilkuvve / ruhen öldü. İnsanlığa vereceği bir şey kalmadı kandan, yıkımdan, katliamdan ve gözyaşından başka!
Oysa Osmanlı bedenen / bilfiil öldü ama bilkuvve / ruhen yaşıyor… İnsanlığın yeniden insanca bir dünya kurmasının en son ve en sofistike formülünü Osmanlı geliştirdi. Batı’daki bazı yazarlar bile “Gel ey Osmanlı!” diye boş yere çığlık atmıyorlar!
Kim ki, “neo-Osmalnlıcılık” hortladı diye feryat figan ediyorsa, bilin ki, o kişi, ya beyni sulanmış, İslâm düşmanı, ya da Türkiye’nin gücünün nerede gizli olduğunu bilmeyen salak veya asalak biridir.
OSMANLI RUHU: İNSANLIĞIN YURDU, UMUDU VE UFKU
Osmanlı, dünyanın ruhuydu; adalet, merhamet ve hakkaniyet yurdu, kardeşlik ufkuydu. Osmanlı çekilince dünyadan ruh da çekildi. Dünya ruhsuzluğa mahkûm edildi. Art arda yaşanan cihan savaşlarıyla dünya cehenneme çevrildi.
Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı’yı, dolayısıyla hilâfeti tarihten silmek için hazırlanmıştı. Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı’nın tarihten çekilmesiyle sonuçlandı. Evet, Osmanlı fiilen durdurulmuştu ama ruhen yaşıyordu. Osmanlı’nın ruhu ölmemişti. Ölmesi de mümkün değildi. Osmanlı ruhu, insanlığın ruhuydu. İnsanlığın ruhu, umudu ve yurdu. Osmanlı bilffil / bedenen durdurulmuştu ama bilkuvve / ruhen yaşıyordu.
Tam burada sorulması gereken yakıcı, çıldırtıcı soru şu: Osmanlı ruhu yaşıyor ama Türkiye’nin bir ruhu var mı?
Osmanlı ruhu, Türkiye’nin ruhuna dönüşmesin diye Türkiye’nin hayatından silindi, uzaklaştırıldı, Türkler ruhsuzluğa mahkûm edildi. Türkiye’nin bir ruha sahip olmaması için Türkiye biyolojik olarak yaşıyor ama ruhen ölü, öldürüldü.
Sinan, Osmanlı ruhunun zirvelerinden biridir. Sinan’ın inşasına katkıda bulunduğu Osmanlı ruhu bilffil /bedenen ölü ama bilkuvve / ruhen yaşıyor.
Osmanlı ruhu neydi peki?
Selçuklu’nun ruhunun daha rafine, daha plastik hâliydi.
Osmanlı ruhu, dünyanın ruhuydu: İnsanlığın yurdu, umudu ve ufku.
Fıtratın en öz hâli karakteri olmuştu Osmanlı ruhunu inşa eden inanmış ve adanmış öncülerin.
SÜLEYMANİYE’DE FİKİR, ZİKİR VE ŞÜKÜR ÇİLESİYLE ETE KEMİĞE BÜRÜNEN OSMANLI RUHU
Osmanlı ruhunu en iyi mimari özetler. Mimari, şiirin zirvesidir Osmanlı’da. Osmanlı ruhunun yeşerttiği insan-ı kâmil şahsiyeti, asaletin ve tevazunun bileşkesidir.
Asaletin ve tevazunun bileşkesi, Sinan mimarisinde, özellikle de Süleymaniye’de zirveye çıkmıştır. Selimiye, plastisitenin zirvesidir. Estetiğin.
Süleymaniye ise, insan-ı kâmil’in zirvesidir. Ruhun yani.
Selimiye, estetik nisbetlerin dansıdır. Süleymaniye rûhî / manevî nisbetlerin rabıtası, hakikate katışıksız intisab’nın hâsılası.
Türkiye’nin ruhu Sinan mimarisinde, özellikle de Süleymaniye’de âbideleşmiştir. Süleymaniye’de nisbetlerin ötesine taşan ilâhî nisbet, inziva’da billurlaşır: Süleymaniye’de inziva, hem tevazunun hem de sonsuzluğun işaretidir. Süleymaniye’de asalet ile tevazunun bileşkesi, insan-ı kâmil portresi, zamanı, maddî zamanın ötesine taşır, insanı mülk âleminden melekûtì âleme ulaştırır. Çok yönlü, çok katmanlı bir çilenin meyvesidir bu. Fikir, zikir ve şükür seyrüseferinin...
Fikir çilesi, tefekkürün zirvesi, melekûtî âleme açılarak gerçekleşir.
Mekânı, madde boyutundan soyutlar, manevî bir âleme tebeddül ettirir; bunun elbette bir bedeli vardır: Zikir çilesi’nin neşvünemâ bulması.
Zikir çilesi, insana neyi yitirdiğini hatırlatır.
Şükür çilesi, insanı hakikatle buluşturur. Hakikat, cismanî dünyayı aşmadan lûtfedilmez insana. Maddî gerçeklerin hakikati de.
Cismanî dünya, görünendir, görünenle ilgilidir. Hakikat, görünenin ötesinde gizlenmiştir. Mahcub’tur. Örtülüdür. Setredilmiştir.
Ruhu inşa eden, bir topluma, medeniyete ruhunu armağan eden o ruhu her dâim besleyip büyüten, hakikatin görünen-görünmeyen bütün veçhelerini en leziz şekilde yeşerten hakikat medeniyeti yolculuğunun -başka medeniyetlerde benzeri olmayan- muazzam ve muazzez güzergâhları: Fikir çilesi, zikir neşvesi, şükür meyvesi.
Fikir çilesi, akl-ı selîm’in eseridir.
Zikir neşvesi, kalb-i selîm’in hediyesidir.
Şükür meyvesi ise, zevk-i selîm’in insana lûtfettiği benzersiz lezzetin tâ kendisi.
SÜNNET-İ SENİYYE YA DA SÖZ, ÖZÜNE KAVUŞTUĞUNDA GİDER KALBE YERLEŞİR…
Söz özüne kavuştuğunda gider kalbe yerleşir, insana ve varlığa ruh üfler, hayatı benzersiz bir hayata dönüştürür, hakikat medeniyetinin en güzîde örneklerini yeşertir.
Her zaman söylediğim gibi: Hakikat herkese lûtfedilmez. Hakikat hak edene lûtfedilir. Hakikati hak etmek için çilesini çekmek ve bedelini ödemek gerekir. Çilesi çekilen, bedeli ödenen söz öz hakikat katına yükselir, hayatı hakikatle donatır, adaletin, hakkaniyetin ve merhametin yurdu, umudu ve ufku hâline getirir.
Mekke süreci, hakikatin yurdudur. Medine süreci hakikatin umudur. Mekke ile Medine süreçlerinin bileşkesi olan Medeniyet süreci ise hakikatin ufku.
Hakikat medeniyetinin hem vasatı hem de vasıtası, hem mahall’i hem de hâl’i Sünnet-i Seniyye’dir:
Sünnet-i Seniyye, Hakikat Medeniyeti’nin Kur’ân’da çeşitli yerlerde ve çeşitli şekillerde ifade edilen hakikatin görünür-görünmez bütün veçhelerinin, bütün süreçlerinin hayata aktarılmasının hem vasatını hem de vasıtasını oluşturur.
Söz, Öz’üne de, Göz’üne de (Basiret, Kalp Gözü’ne) Sünnet-i Seniyye ile kavuşur.
Özüne ve gözüne kavuşamayan söz hayata değemez. Hayata değemeyen söz, bir dünya inşa edemez; hayatı hakikatle donatamaz, insanın kalbine inşirah sunamaz, tabiatla insan arasında leziz bir denge, bir iletişim ağı ve bağı kuramaz.
Neden?
Çünkü Kur’ân asıldır, Sünnet-i Seniyye usûl. Aslolan hakikate vusûldür. Usûl yoksa füsûl (sapma, savrulma) vardır.
Bu cümlenin daha şiirsel ve saf Türkçeyle ifadesi şöyledir: Kur’ân kaynaktır, Sünnet-i Seniyye ırmak. Aslolan hakikate varmak. Irmak gürül gürül akacak ki, kaynak hayat fışkıracak…
Burada insanın hakikat yolculuğunda Kur’ân’ın Yaratıcı Ruh’un menbaı, Sünnet-i Seniyye’nin ise kurucu kaynağın mecrası olduğunu söyleyeceğim.
Kur’ân ile Sünnet-i Seniyye arasındaki irtibat / ilişki nasıl tezahür ediyor?
Üç aşamada tezahür ediyor: Akval süreci, Ef’âl süreci, Ahvâl süreci. Bu mesele, müstakil bir yazının konusu elbette.
*
Not: Bu yazı, Cins Dergi’nin bu ayki sayısında yayımlanan “Türk Ruhu: Dünyanın Ruhu” başlıklı yazının kısaltılmış bir versiyonudur.
.
Trump’ın gelişi, Siyonistlerin gidişi mi?
04:0024/01/2025, Cuma
G: 24/01/2025, Cuma
36
Sonraki haber
Yusuf Kaplan
Amerika’da ilginç bir dönüşüm yaşanıyor: Trump’ın gelişi, hem de gürültülü bir şekilde yeniden başkanlık koltuğuna geçişi, Amerika’da bir milat olabilir mi?
YAHUDİ GÜCÜ, NEDEN ABD’DEN ÇİN’E TAŞINIYOR?
“Neyin miladı?” diye soracaksınız, elbette ki.
Bu soruya şöyle cevap vermeye çalışayım: Amerika son bir asırdır, Yahudi gücü’nün kontrolünde olan bir ülke. Yahudiler, 1850’li yıllardan itibaren İkinci Sanayi Devrimi’nin başlangıcıyla birlikte Amerika’ya kesinkes yerleşmeye başladılar. Birinci Dünya Savaşı’nda geliştirdikleri silahlarla silah endüstrisine hâkim olduklarını, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da Amerikan devletini her bakımdan ele geçirecek güce ulaştıklarını gösterdiler.
Amerika’nın bütün kurumlarına hâkim oldular. Özel sektöre de ekonomik olarak hâkim oldular. Böylelikle Amerika’nın ekonomisinden medyasına, akademyasından kültür endüstrisine, Silicon Vadisi’nden Hollywood’una, Pentagon’undan (Savunma Bakanlığı’ndan) CIA’yine kadar bütün kurumlarına yerleştiler.
Amerika, aslında Yahudi imparatorluğuna dönüştü zamanla. Amerika, maddî gücün zirvesine ulaşan bir süpergüç olarak dünyanın en büyük ekonomik, teknolojik, stratejik ve askerî gücü konumuna ulaştı.
Amerika’ya, bütün kurumlarına ve müesses nizama sahip olan Yahudi gücü, aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı’ndan harab-u türab olarak çıkan Avrupa’ya, özellikle de Almanya’ya da, İkinci Dünya Savaşı’ndan zaferle çıkan Sovyetler Birliği’ne de derinlemesine yerleşti ve hâkim oldu.
Yahudi gücünün Avrupa’ya nasıl olduğunu Gazze’deki benzeri görülmemiş çirkeflik boyutlarına ulaşan soykırıma hiçbir Avrupa ülkesinin karşı çıkmaması ürpertici gerçeğiyle görmüş olduk.
Yahudi gücünün ulaşmak istediği tek güç Çin’di. Deng Hisao Ping döneminden itibaren de, 1980’li yıllarda şeytan kılıklı adam Henry Kissenger’ın kataküllileriyle Çin’e de sirayet ermeye, Çin’i ekonomik açıdan istila etmeye başladı.
Şu an gelinen noktada Çin, hem Yahudi gücünün hem de İngiliz emperyalizminin küresel kapitalist sistemin liderliği konusunda savaştıkları en büyük ve en örtük savaş arenası dünyanın.
Yahudiler, Çin’e yerleştikçe, Amerika’dan çekilmeye, Amerika özgürlüğüne kavuşmaya başlayacak.
Trump’ın zaferi, Yahudi gücüne, Yahudilerin / küreselcilerin kontrolündeki müesses nizama karşı kazanılmış bir zaferdir.
Şöyle sorular soruluyor: Hocam, Trump, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak kabul etmedi mi? Şimdi de Yahudi yerleşimcilerin Filistinlilerin evlerine ve topraklarına el koyma hakları olduğunu ilan ermedi mi?
Bendeniz, bunların, Trump’ın Yahudilere karşı verdiği taciz olduğunu düşünüyorum. Trump, Filistin’le milistinle ilgili değil. “Bana ne? Ne yaparlarsa yapsınlar!” diyor. “Beni ilgilendiren Amerika. Amerika’daki Yahudi hâkimiyetinin kırılması!” diye düşünüyor.
TRUMP’IN GELİŞİYLE, KÜRESEL SİSTEM’DEKI YAHUDİ HEGEMONYASI KIRILACAK MI?
Trump, işbaşı yaptı.
Trump’ın başa gelmesi, ABD’deki -Yahudilerin kontrolündeki- müesses nizam’ı sarsıntıya uğratabilir.
Bu, Yahudilerin yeni bir ekonomik “Babil sürgünü” yaşamalarına yol açabilir. Yeni adres, Çin elbette ki.
Yahudiler, Amerika’dan sonra Çin’e yerleştiler zaten önceden.
Çin ekonomisini şekillendiriyorlar.
Yahudilerin Çin’e yerleşmeleri kapitalizmin liberal kapitalizmden otokratik kapitalizme geçişi ve kendisini yeniden üretmesi anlamına gelir.
Bu, Çin’in kapitalizmin yörüngesine girmesi ve kapitalizm hapishanesine tıkılması ile sonuçlanacak, kapitalizmin 5000 yıllık Çin medeniyetini yutmasına yol açacak…
Özetle…
*Trump’ın gelişi, Amerika’daki Yahudi hegemonyasının kırılmasıyla sonuçlanabilir.
*Trump’ın zaferi, İngilizlerin küresel sistemdeki güçlerini artıracaktır.
*Trump’ın gelişi, Rusya ve Avrupa ülkeleri üzerindeki Yahudi hegemonyasının kırılmasına, başta Almanya ve Rusya olmak üzere Avrupa’nın her bakımdan Yahudi boyunduruğundan kurtulmasına ama ekonomik sıkıntı yaşamasına yol açabilir.
Trump’ın gelişi, Yahudi hegemonyasının kırılmasına, İran’ın bölgedeki yürüyüşünün durdurulmasına yol açacağı için, Türkiye’nin önünün açılması anlamına gelebilir.
..28. yılında 28 Şubat darbesi ve üç büyük ihaneti!
04:0028/02/2025, Cuma
G: 28/02/2025, Cuma
46
Sonraki haber
Yusuf Kaplan
Türkiye’nin ekonomisine yön veren kapitalist ağababaları, ülkenin seçilmiş hükümetine ayar veriyor. Sanki bir darbenin ayak sesleri gibi açıklamalar yayınlıyor.
28. yılında 28 Şubat darbesine yakından bakmak ve benzer darbelerin vuku bulmasının önüne set çekmek gerekiyor.
28 Şubat bitti diye kendimizi kandırmayalım.
28 Şubat fiilen bitti ama bizi de zihnen bitirdi. Sözgelişi, başörtüsü mücadelesini kazandık ama tesettürü kaybettik. 28 Şubat’ın yol açtığı, yaşattığı travmanın kaçınılmaz sonucuydu bu.
Türkiye, iki asırdır çok büyük travmalar yaşıyor...
İki asırdır, bu ülkede “ipler”, bu ülkenin has çocuklarının elinde değil -hâlâ!
Türkiye, Fırat Kalkanı’yla birlikte bağımsızlığına kavuşma yolunda ilk tarihî adımı attı. Ama yolun başındayız henüz...
Tanzimat’tan 28 Şubat’a kadar bu toplum, dışardan dayatılan, içerde celladına âşık edilen elitler tarafından uygulanan travmatik ameliyatlarla hizaya getirilmeye, “adam edilmeye”, ehlileştirilmeye, mankurtlaştırılmaya çalışılıyor...
200 yıllık modernleşme (münhasıran laikleşme) tarihimiz, esas itibariyle Türkiye’nin içerden teslim alınması tarihidir; dışardan fiilen sömürgeleştirilmeyen bu toplumun içerden zihnen sömürgeleştirilmesi, epistemik / zihnî köle yapılması serencamı.
ÜÇ BÜYÜK İHANET!
28 Şubat, yeniden mazlumlara, İslâm dünyasına öncülük edecek müslüman Türkiye’nin gelişinin durdurulması girişiminin son ürpertici perdelerinden biridir.
28 Şubat, üç büyük ihanetin adıdır:
Birincisi, “irtica tehdidi” palavrasıyla, toplumun İslâmî kimliğinin yok edilmesi ihanetidir.
İkincisi, 28 Şubat, Türkiye’nin parçalanmasının zihnî, sosyo-kültürel temellerinin atıldığı bir ihanetin adıdır.
Üçüncüsü, İslâm’ın protestanlaştırılması ihanetinin dönüm noktasıdır.
İhanet kelimesini, öyle ulu orta kullananlardan hazzetmem. Ama yaşananları, ihanet’ten başka bir şeyle izah etmek zorlaşıyor, maalesef.
TÜRKİYE’NİN İSLÂMÎ KİMLİĞİNİN YOK EDİLMESİ İHANETİ
İki asırdır gökkubbemiz çöktü; bütün dünyayı kan gölüne çeviren emperyalist Batılılar, İslâm dünyasını da işgal ettiler, talan ettiler, paramparça ettiler ve fiilen / siyaseten köleleştirdiler!
Batılıların sömürgecilik ve emperyalizm tarihi sürecinde, İslâm dünyası üzerinde uygulamaya koydukları -Şark Meselesi çerçevesinde hayata geçirilen- iki büyük strateji vardı: Birincisi, tarih yapan bir aktör olarak İslâm’ı (yani İslâm medeniyetini) tarihten uzaklaştırmak. Bunu, Osmanlı’yı, Türk dünyasını, Hindistan’ı, Arap dünyasını paramparça ederek başardılar.
İkincisi, Müslümanları İslâm’dan uzaklaştırmak... Kabaca yüzyıldır bu stratejiyi uyguluyorlar değişik şekillerde....
28 Şubat postmodern darbesi, Müslümanları İslâm’dan uzaklaştırma projesinin son perdesidir.
Düşünün...
1990’da Soğuk Savaş bitirilmiş. Hem de alelacele!
Niçin?
Osmanlı’nın durdurulması, Hindistan’ın parçalanmasıyla tarihten uzaklaştırıldığı düşünülen İslâm Fas’tan Malezya’ya kadar, Müslümanların hem emperyalistlere karşı direniş mücadelelerinde hem de yeniden diriliş mücahedelerinde belirleyici yegâne güç, yegâne sarsılmaz kaynak konumuna yükselmiş...
Batılıları çıldırtan bir gelişme bu!
İslâm dünyasında uygulanan, nasyonalist ve sosyalist projelerin çökmesi, (Nasır’ın, 6 günde İsrail ordularının Mısır ordusunu yerle bir etmesiyle bitmesi), İslâmî söylemlerin çığ gibi büyümesiyle sonuçlanınca emperyalistler paniğe kapıldılar ve Soğuk Savaş’ı resmen bitirerek, “terörle savaş” maskesiyle -kendi icat ettikleri örgütleri- kullanarak “İslâm’la postmodern savaş” sürecini başlattılar.
Küresel sistem İslâm’la savaşırken, Türkiye’deki sivil ve askerî oligarşi, irtica dediği İslâm’ı Türkiye’nin bir numaralı güvenlik tehdidi olarak konumlandırmaktan çekinmedi.
Böylelikle küresel sistemin kölesi olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi.
Oysa benimsenen proje, bu topraklara, bu toprakların çocuklarına ihanetti: Bu toplumun tarih yapmasını mümkün kılan ruhköklerini kurutmak amacıyla imam-hatipler kapatıldı, Kur’ân Kursları 15 yaş öncesi çocuklar için yasaklandı, başörtülü kızlara üniversitenin kapıları kapatıldı!
Bunu, sömürgeciler bile yapamazdı!
Oysa imparatorluk bakiyesi ve nüfusun % 98’inin resmen müslüman olduğu bir ülkede, toplumun ortak kimliği, müslüman kimliği pekiştirilmeliydi; fakat tam tersi yapılarak İslâmî kimlik aşağılandı, toplumu mankurtlaştıracak adımlar atıldı her alanda.
Toplumun İslâmî köklerini kurutmak, bu topluma yapılabilecek en büyük ihanetti.
Bunun faturasını bu toplum daha sonra çok ağır ödeyecekti...
TÜRKİYE’NİN PARÇALANMASI İHANETİ!
İşte ikinci büyük ihanet tam bu noktada devreye girdi: Toplumun İslâmî kimliğini aşağılayarak, laik kimliği her alanda dayatmaya kalkışmak, etnik kimliklerin kaşınmasıyla ve etnik kimliklerin İslâmî kimliğin önüne geçmesiyle sonuçlandı.
Bu, Türkiye’nin parçalanmasının tohumlarını eken büyük bir ihanetin başlangıç noktasıydı.
Oysa yapılması gereken şey, tam tersine, İslâmî duyarlıkları, kimliği, söylemleri pekiştirmekti: Bunun için de gerekli tarihî malzemeyi seferber etmek gerekiyordu. Meselâ, Türklerle Kürtler ne zaman ki, omuz omuza vermişler, işte o zaman hem emperyalistlerin oyunlarını püskürtmüşler hem de müşterek bir medeniyet dünyasını birlikte inşa etmişler. Kardeşliklerini tarihe nakşetmişler.
İslâmî kimliğin ve duyarlıkların bastırılması, laik kimliğin ve duyarlıkların dayatılması, kaçınılmaz olarak etnik kimliklerin, İslâmî kimliğin önüne geçmesine, bu da, Türkiye’nin parçalanma sürecinin tohumlarının ekilmesine yol açtı.
Özetle: Bu ülke, böyle bir ihanet görmedi!
Hem irtica diyerek İslâmî kimlik, duyarlıklar bastırıldı; hem etnik kimlikler kaşınarak ülke bölünmenin eşiğine fırlatıldı; hem de toplumun İslâmî ruhkökleri bastırılarak İslâm’ı protestanlaştıracak tehlikeli bir proje icat edildi.
İSLÂM’IN PROTESTAN-LAŞTIRILMASI
Kemalizm’in projesi, İslâm’ı hayattan uzaklaştırmak ve yeniden hayata yön verecek bir güce ulaşmasının önünü tıkamaktı. Bunun yolu İslâm’ı sekülerleştirmekten yani protestanlaştırmaktan geçiyordu.
FETÖ marifetiyle İslâm siyasetten ve hayatın her alanından uzaklaştırıldı; önce Erbakan’a darbe yapıldı ve FETÖ’nün önü 28 Şubatçı generaller tarafından açıldı; ardından İslâmî duyarlıkların aşındırılması süreci hızlandırıldı. FETÖ marifetiyle Erbakan Hoca’nın inşa ettiği Müslüman siyasî bilinci linç edildi!
İşte size 28 Şubat’ın üç büyük ihaneti!
Eğer bu üç büyük ihanet derinlemesine sorgulanmazsa, bu ülke, bu tür ihanetlerden hiç
bir zaman kurtulamaz ve belini aslâ doğrultamaz!
Sözün özü: Türkiye’nin iki asırdır içine sürüklendiği çıkmaz sokak, bu ülkenin ruh köklerinin yok olmasının eşiğine sürüklenmesi oldu. Böyle giderse bu topum İslâm’ı kaybetme ve hatta terk etme felaketine sürüklenmekten kurtulamaz. Eğer bu toplum İslâm’ı kaybederse bu ülke kolaylıkla leş kargalarına peşkeş çekilir -Allah muhafaza!
|
Bugün 277 ziyaretçi (388 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|