 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
Trump’ın zaferi, İsrail için sonun başlangıcı olabilir mi?
04:008/11/2024, Cuma
G: 8/11/2024, Cuma
Sonraki haber
Yusuf Kaplan
Yazının başlığı iddialı.
Doğru bu.
Ama işaret ettiği şey de doğru. En azından “Amerika’da neler oluyor?” sorusuna verilen bir cevap var burada. Gazze’den sonra Amerika’da da, dünyada da artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak...
GAZZE ETKİSİ
Amerikan seçimlerinin Trump’ın zaferiyle sonuçlanması tesadüf değil.
Trump’ın zaferi, İsrail’in işlediği insanlık dışı cinayetleri ve soykırımı destekleyen Biden yönetiminin Amerikan halkı tarafından cezalandırmasının bir sonucu.
Gazze etkisi bu.
Gazze’de işlenen zulüm, dünya halklarının vicdanını patlattı, bütün dünya halkları bu zulme destek olan yönetimleri devirecek teker teker…
Gazze, tarihin kırılma ânı.
Unutmayalım: Tarihin kırılma anları, yeniden kurulma zamanlarıdır.
Gazze, tarihin akışını değiştirecek, bütün zorbaların, emperyalistlerin sonunu getirecek inşallah.
Gazze’de dünyanın gözü önünde işlenen soykırım, tecavüz ve katliamlar, dünyanın dirilişine ve emperyalizmin sonunun gelişine vesile olacak.
KÜRESEL SİSTEM VE AMERİKAN YÜZYILI
Küresel sistem diye bir “entite” (“varlık”) var. Bu entite, masal değil, gerçek. Küresel sistem, her şeyden önce kapitalist. Dolayısıyla materyalist ve ruhsuz. Böyle bir sistemden hak, hukuk, adalet, hele de merhamet beklemek, olmayacak duaya âmin demek!
Kapitalist küresel sistem, sömürü üzerine kurulmuş bir sistem. Sömürü yani hırsızlık, çalma-çırpma, işgal ve tecavüz üzerine.
Böylesi bir sistemde adaletten, haktan, hukuktan bahsetmek imkânsız bir hayalin dünyasına dalıp gitmek demek!
Yüzyıl, Amerikan Yüzyılı olarak tarihe geçti. Ve Amerikan Yüzyılı, tarihin en karanlık yüzyılı olarak anılacak artık.
Amerikan Yüzyılı, sanıldığı gibi, Kuzey Amerika kıtasında Avrupa uygarlığının bir eseri olmadı. Aksine, Avrupa da, uygarlığı da Yahudi gücünün esiri oldu. Dolayısıyla Amerikan Yüzyılı, Batı uygarlığı’nın Avrupa’dan başka bir kıtaya taşınmasından ziyade Yahudi hegemonyasının Amerika’da ve bütün dünyada hükmünü icra etmesinin bir imkânı ve ifadesi olarak tarihe geçti.
Elbette ki, Amerika’ya Anglo-Saksonlar tarafından taşınan ve Amerika’yı kuran püriten / fundamentalist kültür, Avrupa’yı kuran ideoloji değil, Avrupa’yı yıkan, Amerika’yı kuran ideoloji ya da -daha doğru bir ifadeyle- zihniyet. Aşırılığıyla zıddına inkılap edecek bir zihniyet bu.
Önce “çalışma”yı ibadet olarak görüp, sonra bu aşırılığından ötürü de zıddına inkılap etmekten kurtulamayan ve kapitalizmin temellerini atan, Yahudileşme temayülünü sağlamlaştıran felsefî temelleri zayıf bir zihniyet bu.
Amerika’yı kuran zihniyet kapitalizmin ve Yahudi gücünün Amerika’da hızla boy vermesine yol açan bir zihniyet.
Küresel sistem, Amerikan Yüzyılı ile birlikte tarihte ilk defa Yahudilerin bütün dünyaya hükmetmelerinin kurumlarını inşa etti. Amerika’da Yahudilerin kontrolünde küresel bir müesses nizam tesis etti.
TRUMP, MÜESSES NİZAMA MEYDAN OKUDU!
İşte Trump, Yahudi gücünün hükmettiği, Amerika’nın her şeyine sirayet eden, çeki düzen veren Yahudilerin kontrolündeki bu müesses nizama meydan okudu. Müesses nizam, çelik gibi sağlamdı ya da her bakımdan Yahudilerin kontrolündeydi Amerika’da.
Trump’ın zaferi, öncelikli olarak, Amerika’nın bütün kurumlarını ele geçiren Yahudi hâkimiyetinin, Amerika’ya yön ve şekil veren konumuna büyük darbe vurabilir.
İkinci olarak, Trump’ın zaferiyle bütün dünyaya hükmeden küresel ölçekteki Yahudi gücü ve hegemonyası büyük sarsıntı geçirecektir. Trump’ın zaferi, en azından Yahudilerin Gazze’deki soykırımını durdurabilir ve Yahudilere hayal bile edemeyecekleri bir darbe vurabilir.
Üçüncü olarak da Yahudi gücüne darbe vurulması dünyanın, özellikle de İslâm dünyasının rahat nefes almasına, toparlanıp kendine gelmesine yol açabilir.
Bu tespitime şöyle bir itiraz yönetilebilir: Dünyanın rahatlamasına, İslâm dünyasının rahat nefes almasına yol açacak bir şeyi Amerikalılar neden desteklesinler ki?
Bu sorunun cevabı ilk bakışta çok açık: Eğer bu zulüm böyle devam ederse, dünya kan gölüne dönüşebilir. Böyle bir şey kapitalistlerin ve tabii ki Yahudilerin işine yarayabilir. Kapitalizm de, Yahudiler de kandan ve kaostan besleniyorlar.
İSRAİL İÇİN SONUN BAŞLANGICI MI?
Ama Amerika böyle gitmez, gidemez. Böyle giderse, ekonomik krize ve kaosun eşiğine sürüklenir. Bu da Amerika’nın parçalanması demektir.
Eğer Amerika, içerdeki ekonomik dengeleri rayına oturtamazsa, doların sarsılan gücünü toparlayamazsa, ülkeyi korumakta bile zorlanır.
Ayrıca Amerika’nın elitleri, Amerika’yı soyup soğana çeviren, köleleştiren Yahudi gücünü devre dışı bırakacak bir fırsatı ilk defa yakalamış oldular. Bu süreç devam ettirilirse, İsrail için sonun başlangıcı anlamına gelebilir.
Vesselâm.
.
Vakıfların dönüşümü: Merhamet yurdunun çöküşü
04:0027/12/2024, Cuma
G: 27/12/2024, Cuma
28
Sonraki haber
Yusuf Kaplan
İslâm medeniyeti vakıf medeniyeti. Vakıf, hakikate vukûfiyetin eseri. Medeniyetimizin bütün alanlarına damgasını vuran bir hakikat yolculuğu aslında. Vakıf sistemi, kapitalizme “alternatif” olabilecek bir iktisadî, kültürel ve sosyal varoluş alanı.
Bugün sizlere MTO’nun en parlak talebelerinden Mehmet Varıcı hocamızın vakıf sistemi ile ilgili nefis bir yazısını paylaşıyorum. Zihin açıcı okumalar.
***
Düşünün, bir zamanlar toplumun kalbi olan vakıflar, şimdi neden sadece birer tabela kurumuna dönüştü? Bir zamanlar açları doyuran, hastalara şifa sunan, mazlumlara kol kanat geren bu yapılar, bugün sadece bağış kampanyalarının gölgesinde yaşam mücadelesi veriyor. Bu dönüşüm, yalnızca bir sistem sorunu mu, yoksa bizim vicdanlarımız mı nasırlaştı?
Vakıflar, İslâm medeniyetinde sıradan bir hayır kurumu değil, adeta hayatın omurgasıydı. Kardeşliğinin en saf tezahürü olan vakıflar, İslâm’ın kardeşlik, dayanışma ve adalet ilkelerinin yalnızca teoride değil, pratikte de hayata geçirildiği bir otosistemdi. Tarihte kurulan medreseler, kütüphaneler ve eğitim merkezleri, yalnızca ilim irfan dağıtmak için değil, aynı zamanda İslâm’ın evrensel mesajını yeni coğrafyalara ulaştırmak için varlık gösterdi. Vakıflar, birer yardım kuruluşu olmanın çok ötesinde bir davanın, bir inancın ve bir ahlak sisteminin taşıyıcısıydı.
Medine dönemine bir bakalım. Ensar ve Muhacir kardeşliği, aslında vakıf kültürünün en güzel örneklerinden biridir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), kardeşliği ve yardımlaşmayı vakıf anlayışıyla topluma yerleştirdi. O dönemde kurulan Mescid-i Nebevi, sadece bir ibadet yeri değildi. Eğitim verilen, yardımlaşmanın ve dayanışmanın hayat bulduğu, toplumsal sorunların çözüldüğü bir merkezdi. İnsanlar buraya sadece namaz kılmaya değil, aynı zamanda öğrenmeye, öğretmeye, yardımlaşmaya ve sorunlarını çözmeye gelirdi. Bu anlayış, İslâm medeniyetinin temel taşlarından biri oldu.
Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde vakıf kültürü, çok daha sistemli bir yapıya büründü. Selçuklular, vakıfları sadece camilerle sınırlı tutmadı; eğitimden sağlığa, sosyal yardımlardan barınmaya kadar geniş bir hizmet ağı oluşturdu. Medreseler, hastaneler, kervansaraylar… Hepsi vakıf kültürünün ürünüydü. Örneğin, bir seyyah kervansarayda konakladığında, ona ücretsiz yemek sunulurdu. Yolcular, vakıf sayesinde hem güven içinde seyahat eder hem de temel ihtiyaçlarını karşılayabilirdi. Bu sistem, sadece bireylerin değil, toplumun tamamının refahını gözeten bir anlayışa dayanıyordu.
Osmanlı döneminde ise vakıflar, toplumsal yapının bel kemiği haline geldi. Camilerin çevresinde inşa edilen külliyeler, adeta küçük şehirler gibiydi. Bu külliyelerde sadece ibadet edilmez, aynı zamanda eğitim alınır, hastalara şifa dağıtılır, yardıma muhtaç olanların ihtiyaçları karşılanırdı. Toplumun her kesimine hitap eden bu entegre yapılar, sadece maddi değil, manevi anlamda da bir köprü işlevi görüyordu. Bugün hâlâ Süleymaniye ve Selimiye külliyelerinin büyüklüğüne ve işlevselliğine hayranlıkla bakıyoruz, değil mi? İşte bu yapılar, vakıf kültürünün eşsiz miraslarıdır.
Ancak her güzel şey gibi bu sistem de zamanla değişti. Sanayi devrimi ve modernleşme, vakıfların o güçlü yapısını ciddi şekilde zayıflattı. Sanayi devrimiyle birlikte ekonomik yapılar ve üretim süreçleri değişti. Artık bireysel ve kurumsal gelirler farklılaştı ve vakıfların bağımsızlıkları ortadan kalktı. Modernleşme hareketleri, bu dönüşümü daha da hızlandırarak vakıfların toplumsal hizmet etme anlayışını zayıflattı. Daha da kötüsü, vakıflar, bu değişimle yüzleşmek yerine ona boyun eğdi. İlke ve ülkülerinden taviz vererek değişime ayak uydurmayı tercih ettiler. Bir zamanlar adalet ve dayanışmayı önceleyen bu yapılar, kapitalist sistemin bir parçası haline gelerek kendi köklerinden koptu. Kâr odaklı düşünce, vakıfların ruhunu zayıflattı ve onları, öz ülkülerinden uzaklaştırarak yalnızca bağış talep eden organizasyonlara dönüştürdü.
Bu durum, vakıfların öz kaynağı olan bağımsızlıklarını yitirmelerine yol açtı. Bağımsızlığını kaybeden bir vakıf; siyasilerin ve bürokratların arka bahçelerine dönüşür ve artık ümmetin tamamına hizmet edemez hale gelir. Ne yazık ki, bugün vakıfların birçoğu, topluma hizmet etmek yerine kendi varlıklarını sürdürme derdine düşmüş durumda. Gerçek ihtiyaç sahiplerine ulaşmaktansa belirli zümrelerin çıkarlarına hizmet ediyorlar. Oysa vakıflar, toplumun tamamını kapsayan bir adalet anlayışı üzerine kurulmuştu.
Şimdi şu soruyu kendimize soralım: Vakıflar, eski günlerde olduğu gibi, nasıl yeniden asli görevlerine dönebilir? Bunun yolu, bağımsızlıklarını yeniden kazanmaktan geçiyor. Vakıfların asıl gücü, dışarıdan gelen desteklerle değil, kendi kaynaklarıyla hareket edebilmelerindeydi. Bir vakıf, kendi ayakları üzerinde durduğunda, toplumun güvenini kazanır. Manevi sorumluluk bilinciyle hareket eden bir vakıf, sadece maddi yardımlar yapmaz; toplumu bir arada tutan adalet ve kardeşlik duygularını da güçlendirir.
Haydi gelin, hep birlikte bu sorumluluğu üstlenelim. Çünkü vakıflar, sadece geçmişin bir mirası değil, aynı zamanda geleceğin bir inşasıdır.
.
Osmanlı Ruhu: İnsanlığın yurdu, umudu ve ufku
04:005/01/2025, Pazar
G: 5/01/2025, Pazar
28
Sonraki haber
Yusuf Kaplan
Batılılar, farklı inançlarla, kültürlerle barış içinde nasıl birarada yaşanabileceğinin formülünü geliştiremediler. Bunun hakkıyla anlaşılamayan ve aşılamayan yegâne formülünü Osmanlı geliştirdi. O yüzden Osmanlı’ya düşman Batılılar. Osmanlı’nın lafı bile fena halde ürkütüyor Batılıları.
Türkiye’nin Suriye’de elde ettiği şaşırtıcı başarı, ister istemez “neo-osmanlıcılık” heyulasının hortlatılmasına yetti. Osmanlı, Batılıların kâbusu. Batı uygarlığı bilfiil / bedenen yaşıyor ama bilkuvve / ruhen öldü. İnsanlığa vereceği bir şey kalmadı kandan, yıkımdan, katliamdan ve gözyaşından başka!
Oysa Osmanlı bedenen / bilfiil öldü ama bilkuvve / ruhen yaşıyor… İnsanlığın yeniden insanca bir dünya kurmasının en son ve en sofistike formülünü Osmanlı geliştirdi. Batı’daki bazı yazarlar bile “Gel ey Osmanlı!” diye boş yere çığlık atmıyorlar!
Kim ki, “neo-Osmalnlıcılık” hortladı diye feryat figan ediyorsa, bilin ki, o kişi, ya beyni sulanmış, İslâm düşmanı, ya da Türkiye’nin gücünün nerede gizli olduğunu bilmeyen salak veya asalak biridir.
OSMANLI RUHU: İNSANLIĞIN YURDU, UMUDU VE UFKU
Osmanlı, dünyanın ruhuydu; adalet, merhamet ve hakkaniyet yurdu, kardeşlik ufkuydu. Osmanlı çekilince dünyadan ruh da çekildi. Dünya ruhsuzluğa mahkûm edildi. Art arda yaşanan cihan savaşlarıyla dünya cehenneme çevrildi.
Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı’yı, dolayısıyla hilâfeti tarihten silmek için hazırlanmıştı. Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı’nın tarihten çekilmesiyle sonuçlandı. Evet, Osmanlı fiilen durdurulmuştu ama ruhen yaşıyordu. Osmanlı’nın ruhu ölmemişti. Ölmesi de mümkün değildi. Osmanlı ruhu, insanlığın ruhuydu. İnsanlığın ruhu, umudu ve yurdu. Osmanlı bilffil / bedenen durdurulmuştu ama bilkuvve / ruhen yaşıyordu.
Tam burada sorulması gereken yakıcı, çıldırtıcı soru şu: Osmanlı ruhu yaşıyor ama Türkiye’nin bir ruhu var mı?
Osmanlı ruhu, Türkiye’nin ruhuna dönüşmesin diye Türkiye’nin hayatından silindi, uzaklaştırıldı, Türkler ruhsuzluğa mahkûm edildi. Türkiye’nin bir ruha sahip olmaması için Türkiye biyolojik olarak yaşıyor ama ruhen ölü, öldürüldü.
Sinan, Osmanlı ruhunun zirvelerinden biridir. Sinan’ın inşasına katkıda bulunduğu Osmanlı ruhu bilffil /bedenen ölü ama bilkuvve / ruhen yaşıyor.
Osmanlı ruhu neydi peki?
Selçuklu’nun ruhunun daha rafine, daha plastik hâliydi.
Osmanlı ruhu, dünyanın ruhuydu: İnsanlığın yurdu, umudu ve ufku.
Fıtratın en öz hâli karakteri olmuştu Osmanlı ruhunu inşa eden inanmış ve adanmış öncülerin.
SÜLEYMANİYE’DE FİKİR, ZİKİR VE ŞÜKÜR ÇİLESİYLE ETE KEMİĞE BÜRÜNEN OSMANLI RUHU
Osmanlı ruhunu en iyi mimari özetler. Mimari, şiirin zirvesidir Osmanlı’da. Osmanlı ruhunun yeşerttiği insan-ı kâmil şahsiyeti, asaletin ve tevazunun bileşkesidir.
Asaletin ve tevazunun bileşkesi, Sinan mimarisinde, özellikle de Süleymaniye’de zirveye çıkmıştır. Selimiye, plastisitenin zirvesidir. Estetiğin.
Süleymaniye ise, insan-ı kâmil’in zirvesidir. Ruhun yani.
Selimiye, estetik nisbetlerin dansıdır. Süleymaniye rûhî / manevî nisbetlerin rabıtası, hakikate katışıksız intisab’nın hâsılası.
Türkiye’nin ruhu Sinan mimarisinde, özellikle de Süleymaniye’de âbideleşmiştir. Süleymaniye’de nisbetlerin ötesine taşan ilâhî nisbet, inziva’da billurlaşır: Süleymaniye’de inziva, hem tevazunun hem de sonsuzluğun işaretidir. Süleymaniye’de asalet ile tevazunun bileşkesi, insan-ı kâmil portresi, zamanı, maddî zamanın ötesine taşır, insanı mülk âleminden melekûtì âleme ulaştırır. Çok yönlü, çok katmanlı bir çilenin meyvesidir bu. Fikir, zikir ve şükür seyrüseferinin...
Fikir çilesi, tefekkürün zirvesi, melekûtî âleme açılarak gerçekleşir.
Mekânı, madde boyutundan soyutlar, manevî bir âleme tebeddül ettirir; bunun elbette bir bedeli vardır: Zikir çilesi’nin neşvünemâ bulması.
Zikir çilesi, insana neyi yitirdiğini hatırlatır.
Şükür çilesi, insanı hakikatle buluşturur. Hakikat, cismanî dünyayı aşmadan lûtfedilmez insana. Maddî gerçeklerin hakikati de.
Cismanî dünya, görünendir, görünenle ilgilidir. Hakikat, görünenin ötesinde gizlenmiştir. Mahcub’tur. Örtülüdür. Setredilmiştir.
Ruhu inşa eden, bir topluma, medeniyete ruhunu armağan eden o ruhu her dâim besleyip büyüten, hakikatin görünen-görünmeyen bütün veçhelerini en leziz şekilde yeşerten hakikat medeniyeti yolculuğunun -başka medeniyetlerde benzeri olmayan- muazzam ve muazzez güzergâhları: Fikir çilesi, zikir neşvesi, şükür meyvesi.
Fikir çilesi, akl-ı selîm’in eseridir.
Zikir neşvesi, kalb-i selîm’in hediyesidir.
Şükür meyvesi ise, zevk-i selîm’in insana lûtfettiği benzersiz lezzetin tâ kendisi.
SÜNNET-İ SENİYYE YA DA SÖZ, ÖZÜNE KAVUŞTUĞUNDA GİDER KALBE YERLEŞİR…
Söz özüne kavuştuğunda gider kalbe yerleşir, insana ve varlığa ruh üfler, hayatı benzersiz bir hayata dönüştürür, hakikat medeniyetinin en güzîde örneklerini yeşertir.
Her zaman söylediğim gibi: Hakikat herkese lûtfedilmez. Hakikat hak edene lûtfedilir. Hakikati hak etmek için çilesini çekmek ve bedelini ödemek gerekir. Çilesi çekilen, bedeli ödenen söz öz hakikat katına yükselir, hayatı hakikatle donatır, adaletin, hakkaniyetin ve merhametin yurdu, umudu ve ufku hâline getirir.
Mekke süreci, hakikatin yurdudur. Medine süreci hakikatin umudur. Mekke ile Medine süreçlerinin bileşkesi olan Medeniyet süreci ise hakikatin ufku.
Hakikat medeniyetinin hem vasatı hem de vasıtası, hem mahall’i hem de hâl’i Sünnet-i Seniyye’dir:
Sünnet-i Seniyye, Hakikat Medeniyeti’nin Kur’ân’da çeşitli yerlerde ve çeşitli şekillerde ifade edilen hakikatin görünür-görünmez bütün veçhelerinin, bütün süreçlerinin hayata aktarılmasının hem vasatını hem de vasıtasını oluşturur.
Söz, Öz’üne de, Göz’üne de (Basiret, Kalp Gözü’ne) Sünnet-i Seniyye ile kavuşur.
Özüne ve gözüne kavuşamayan söz hayata değemez. Hayata değemeyen söz, bir dünya inşa edemez; hayatı hakikatle donatamaz, insanın kalbine inşirah sunamaz, tabiatla insan arasında leziz bir denge, bir iletişim ağı ve bağı kuramaz.
Neden?
Çünkü Kur’ân asıldır, Sünnet-i Seniyye usûl. Aslolan hakikate vusûldür. Usûl yoksa füsûl (sapma, savrulma) vardır.
Bu cümlenin daha şiirsel ve saf Türkçeyle ifadesi şöyledir: Kur’ân kaynaktır, Sünnet-i Seniyye ırmak. Aslolan hakikate varmak. Irmak gürül gürül akacak ki, kaynak hayat fışkıracak…
Burada insanın hakikat yolculuğunda Kur’ân’ın Yaratıcı Ruh’un menbaı, Sünnet-i Seniyye’nin ise kurucu kaynağın mecrası olduğunu söyleyeceğim.
Kur’ân ile Sünnet-i Seniyye arasındaki irtibat / ilişki nasıl tezahür ediyor?
Üç aşamada tezahür ediyor: Akval süreci, Ef’âl süreci, Ahvâl süreci. Bu mesele, müstakil bir yazının konusu elbette.
*
Not: Bu yazı, Cins Dergi’nin bu ayki sayısında yayımlanan “Türk Ruhu: Dünyanın Ruhu” başlıklı yazının kısaltılmış bir versiyonudur.
.
Trump’ın gelişi, Siyonistlerin gidişi mi?
04:0024/01/2025, Cuma
G: 24/01/2025, Cuma
36
Sonraki haber
Yusuf Kaplan
Amerika’da ilginç bir dönüşüm yaşanıyor: Trump’ın gelişi, hem de gürültülü bir şekilde yeniden başkanlık koltuğuna geçişi, Amerika’da bir milat olabilir mi?
YAHUDİ GÜCÜ, NEDEN ABD’DEN ÇİN’E TAŞINIYOR?
“Neyin miladı?” diye soracaksınız, elbette ki.
Bu soruya şöyle cevap vermeye çalışayım: Amerika son bir asırdır, Yahudi gücü’nün kontrolünde olan bir ülke. Yahudiler, 1850’li yıllardan itibaren İkinci Sanayi Devrimi’nin başlangıcıyla birlikte Amerika’ya kesinkes yerleşmeye başladılar. Birinci Dünya Savaşı’nda geliştirdikleri silahlarla silah endüstrisine hâkim olduklarını, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da Amerikan devletini her bakımdan ele geçirecek güce ulaştıklarını gösterdiler.
Amerika’nın bütün kurumlarına hâkim oldular. Özel sektöre de ekonomik olarak hâkim oldular. Böylelikle Amerika’nın ekonomisinden medyasına, akademyasından kültür endüstrisine, Silicon Vadisi’nden Hollywood’una, Pentagon’undan (Savunma Bakanlığı’ndan) CIA’yine kadar bütün kurumlarına yerleştiler.
Amerika, aslında Yahudi imparatorluğuna dönüştü zamanla. Amerika, maddî gücün zirvesine ulaşan bir süpergüç olarak dünyanın en büyük ekonomik, teknolojik, stratejik ve askerî gücü konumuna ulaştı.
Amerika’ya, bütün kurumlarına ve müesses nizama sahip olan Yahudi gücü, aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı’ndan harab-u türab olarak çıkan Avrupa’ya, özellikle de Almanya’ya da, İkinci Dünya Savaşı’ndan zaferle çıkan Sovyetler Birliği’ne de derinlemesine yerleşti ve hâkim oldu.
Yahudi gücünün Avrupa’ya nasıl olduğunu Gazze’deki benzeri görülmemiş çirkeflik boyutlarına ulaşan soykırıma hiçbir Avrupa ülkesinin karşı çıkmaması ürpertici gerçeğiyle görmüş olduk.
Yahudi gücünün ulaşmak istediği tek güç Çin’di. Deng Hisao Ping döneminden itibaren de, 1980’li yıllarda şeytan kılıklı adam Henry Kissenger’ın kataküllileriyle Çin’e de sirayet ermeye, Çin’i ekonomik açıdan istila etmeye başladı.
Şu an gelinen noktada Çin, hem Yahudi gücünün hem de İngiliz emperyalizminin küresel kapitalist sistemin liderliği konusunda savaştıkları en büyük ve en örtük savaş arenası dünyanın.
Yahudiler, Çin’e yerleştikçe, Amerika’dan çekilmeye, Amerika özgürlüğüne kavuşmaya başlayacak.
Trump’ın zaferi, Yahudi gücüne, Yahudilerin / küreselcilerin kontrolündeki müesses nizama karşı kazanılmış bir zaferdir.
Şöyle sorular soruluyor: Hocam, Trump, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak kabul etmedi mi? Şimdi de Yahudi yerleşimcilerin Filistinlilerin evlerine ve topraklarına el koyma hakları olduğunu ilan ermedi mi?
Bendeniz, bunların, Trump’ın Yahudilere karşı verdiği taciz olduğunu düşünüyorum. Trump, Filistin’le milistinle ilgili değil. “Bana ne? Ne yaparlarsa yapsınlar!” diyor. “Beni ilgilendiren Amerika. Amerika’daki Yahudi hâkimiyetinin kırılması!” diye düşünüyor.
TRUMP’IN GELİŞİYLE, KÜRESEL SİSTEM’DEKI YAHUDİ HEGEMONYASI KIRILACAK MI?
Trump, işbaşı yaptı.
Trump’ın başa gelmesi, ABD’deki -Yahudilerin kontrolündeki- müesses nizam’ı sarsıntıya uğratabilir.
Bu, Yahudilerin yeni bir ekonomik “Babil sürgünü” yaşamalarına yol açabilir. Yeni adres, Çin elbette ki.
Yahudiler, Amerika’dan sonra Çin’e yerleştiler zaten önceden.
Çin ekonomisini şekillendiriyorlar.
Yahudilerin Çin’e yerleşmeleri kapitalizmin liberal kapitalizmden otokratik kapitalizme geçişi ve kendisini yeniden üretmesi anlamına gelir.
Bu, Çin’in kapitalizmin yörüngesine girmesi ve kapitalizm hapishanesine tıkılması ile sonuçlanacak, kapitalizmin 5000 yıllık Çin medeniyetini yutmasına yol açacak…
Özetle…
*Trump’ın gelişi, Amerika’daki Yahudi hegemonyasının kırılmasıyla sonuçlanabilir.
*Trump’ın zaferi, İngilizlerin küresel sistemdeki güçlerini artıracaktır.
*Trump’ın gelişi, Rusya ve Avrupa ülkeleri üzerindeki Yahudi hegemonyasının kırılmasına, başta Almanya ve Rusya olmak üzere Avrupa’nın her bakımdan Yahudi boyunduruğundan kurtulmasına ama ekonomik sıkıntı yaşamasına yol açabilir.
Trump’ın gelişi, Yahudi hegemonyasının kırılmasına, İran’ın bölgedeki yürüyüşünün durdurulmasına yol açacağı için, Türkiye’nin önünün açılması anlamına gelebilir.
..28. yılında 28 Şubat darbesi ve üç büyük ihaneti!
04:0028/02/2025, Cuma
G: 28/02/2025, Cuma
46
Sonraki haber
Yusuf Kaplan
Türkiye’nin ekonomisine yön veren kapitalist ağababaları, ülkenin seçilmiş hükümetine ayar veriyor. Sanki bir darbenin ayak sesleri gibi açıklamalar yayınlıyor.
28. yılında 28 Şubat darbesine yakından bakmak ve benzer darbelerin vuku bulmasının önüne set çekmek gerekiyor.
28 Şubat bitti diye kendimizi kandırmayalım.
28 Şubat fiilen bitti ama bizi de zihnen bitirdi. Sözgelişi, başörtüsü mücadelesini kazandık ama tesettürü kaybettik. 28 Şubat’ın yol açtığı, yaşattığı travmanın kaçınılmaz sonucuydu bu.
Türkiye, iki asırdır çok büyük travmalar yaşıyor...
İki asırdır, bu ülkede “ipler”, bu ülkenin has çocuklarının elinde değil -hâlâ!
Türkiye, Fırat Kalkanı’yla birlikte bağımsızlığına kavuşma yolunda ilk tarihî adımı attı. Ama yolun başındayız henüz...
Tanzimat’tan 28 Şubat’a kadar bu toplum, dışardan dayatılan, içerde celladına âşık edilen elitler tarafından uygulanan travmatik ameliyatlarla hizaya getirilmeye, “adam edilmeye”, ehlileştirilmeye, mankurtlaştırılmaya çalışılıyor...
200 yıllık modernleşme (münhasıran laikleşme) tarihimiz, esas itibariyle Türkiye’nin içerden teslim alınması tarihidir; dışardan fiilen sömürgeleştirilmeyen bu toplumun içerden zihnen sömürgeleştirilmesi, epistemik / zihnî köle yapılması serencamı.
ÜÇ BÜYÜK İHANET!
28 Şubat, yeniden mazlumlara, İslâm dünyasına öncülük edecek müslüman Türkiye’nin gelişinin durdurulması girişiminin son ürpertici perdelerinden biridir.
28 Şubat, üç büyük ihanetin adıdır:
Birincisi, “irtica tehdidi” palavrasıyla, toplumun İslâmî kimliğinin yok edilmesi ihanetidir.
İkincisi, 28 Şubat, Türkiye’nin parçalanmasının zihnî, sosyo-kültürel temellerinin atıldığı bir ihanetin adıdır.
Üçüncüsü, İslâm’ın protestanlaştırılması ihanetinin dönüm noktasıdır.
İhanet kelimesini, öyle ulu orta kullananlardan hazzetmem. Ama yaşananları, ihanet’ten başka bir şeyle izah etmek zorlaşıyor, maalesef.
TÜRKİYE’NİN İSLÂMÎ KİMLİĞİNİN YOK EDİLMESİ İHANETİ
İki asırdır gökkubbemiz çöktü; bütün dünyayı kan gölüne çeviren emperyalist Batılılar, İslâm dünyasını da işgal ettiler, talan ettiler, paramparça ettiler ve fiilen / siyaseten köleleştirdiler!
Batılıların sömürgecilik ve emperyalizm tarihi sürecinde, İslâm dünyası üzerinde uygulamaya koydukları -Şark Meselesi çerçevesinde hayata geçirilen- iki büyük strateji vardı: Birincisi, tarih yapan bir aktör olarak İslâm’ı (yani İslâm medeniyetini) tarihten uzaklaştırmak. Bunu, Osmanlı’yı, Türk dünyasını, Hindistan’ı, Arap dünyasını paramparça ederek başardılar.
İkincisi, Müslümanları İslâm’dan uzaklaştırmak... Kabaca yüzyıldır bu stratejiyi uyguluyorlar değişik şekillerde....
28 Şubat postmodern darbesi, Müslümanları İslâm’dan uzaklaştırma projesinin son perdesidir.
Düşünün...
1990’da Soğuk Savaş bitirilmiş. Hem de alelacele!
Niçin?
Osmanlı’nın durdurulması, Hindistan’ın parçalanmasıyla tarihten uzaklaştırıldığı düşünülen İslâm Fas’tan Malezya’ya kadar, Müslümanların hem emperyalistlere karşı direniş mücadelelerinde hem de yeniden diriliş mücahedelerinde belirleyici yegâne güç, yegâne sarsılmaz kaynak konumuna yükselmiş...
Batılıları çıldırtan bir gelişme bu!
İslâm dünyasında uygulanan, nasyonalist ve sosyalist projelerin çökmesi, (Nasır’ın, 6 günde İsrail ordularının Mısır ordusunu yerle bir etmesiyle bitmesi), İslâmî söylemlerin çığ gibi büyümesiyle sonuçlanınca emperyalistler paniğe kapıldılar ve Soğuk Savaş’ı resmen bitirerek, “terörle savaş” maskesiyle -kendi icat ettikleri örgütleri- kullanarak “İslâm’la postmodern savaş” sürecini başlattılar.
Küresel sistem İslâm’la savaşırken, Türkiye’deki sivil ve askerî oligarşi, irtica dediği İslâm’ı Türkiye’nin bir numaralı güvenlik tehdidi olarak konumlandırmaktan çekinmedi.
Böylelikle küresel sistemin kölesi olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi.
Oysa benimsenen proje, bu topraklara, bu toprakların çocuklarına ihanetti: Bu toplumun tarih yapmasını mümkün kılan ruhköklerini kurutmak amacıyla imam-hatipler kapatıldı, Kur’ân Kursları 15 yaş öncesi çocuklar için yasaklandı, başörtülü kızlara üniversitenin kapıları kapatıldı!
Bunu, sömürgeciler bile yapamazdı!
Oysa imparatorluk bakiyesi ve nüfusun % 98’inin resmen müslüman olduğu bir ülkede, toplumun ortak kimliği, müslüman kimliği pekiştirilmeliydi; fakat tam tersi yapılarak İslâmî kimlik aşağılandı, toplumu mankurtlaştıracak adımlar atıldı her alanda.
Toplumun İslâmî köklerini kurutmak, bu topluma yapılabilecek en büyük ihanetti.
Bunun faturasını bu toplum daha sonra çok ağır ödeyecekti...
TÜRKİYE’NİN PARÇALANMASI İHANETİ!
İşte ikinci büyük ihanet tam bu noktada devreye girdi: Toplumun İslâmî kimliğini aşağılayarak, laik kimliği her alanda dayatmaya kalkışmak, etnik kimliklerin kaşınmasıyla ve etnik kimliklerin İslâmî kimliğin önüne geçmesiyle sonuçlandı.
Bu, Türkiye’nin parçalanmasının tohumlarını eken büyük bir ihanetin başlangıç noktasıydı.
Oysa yapılması gereken şey, tam tersine, İslâmî duyarlıkları, kimliği, söylemleri pekiştirmekti: Bunun için de gerekli tarihî malzemeyi seferber etmek gerekiyordu. Meselâ, Türklerle Kürtler ne zaman ki, omuz omuza vermişler, işte o zaman hem emperyalistlerin oyunlarını püskürtmüşler hem de müşterek bir medeniyet dünyasını birlikte inşa etmişler. Kardeşliklerini tarihe nakşetmişler.
İslâmî kimliğin ve duyarlıkların bastırılması, laik kimliğin ve duyarlıkların dayatılması, kaçınılmaz olarak etnik kimliklerin, İslâmî kimliğin önüne geçmesine, bu da, Türkiye’nin parçalanma sürecinin tohumlarının ekilmesine yol açtı.
Özetle: Bu ülke, böyle bir ihanet görmedi!
Hem irtica diyerek İslâmî kimlik, duyarlıklar bastırıldı; hem etnik kimlikler kaşınarak ülke bölünmenin eşiğine fırlatıldı; hem de toplumun İslâmî ruhkökleri bastırılarak İslâm’ı protestanlaştıracak tehlikeli bir proje icat edildi.
İSLÂM’IN PROTESTAN-LAŞTIRILMASI
Kemalizm’in projesi, İslâm’ı hayattan uzaklaştırmak ve yeniden hayata yön verecek bir güce ulaşmasının önünü tıkamaktı. Bunun yolu İslâm’ı sekülerleştirmekten yani protestanlaştırmaktan geçiyordu.
FETÖ marifetiyle İslâm siyasetten ve hayatın her alanından uzaklaştırıldı; önce Erbakan’a darbe yapıldı ve FETÖ’nün önü 28 Şubatçı generaller tarafından açıldı; ardından İslâmî duyarlıkların aşındırılması süreci hızlandırıldı. FETÖ marifetiyle Erbakan Hoca’nın inşa ettiği Müslüman siyasî bilinci linç edildi!
İşte size 28 Şubat’ın üç büyük ihaneti!
Eğer bu üç büyük ihanet derinlemesine sorgulanmazsa, bu ülke, bu tür ihanetlerden hiç
bir zaman kurtulamaz ve belini aslâ doğrultamaz!
Sözün özü: Türkiye’nin iki asırdır içine sürüklendiği çıkmaz sokak, bu ülkenin ruh köklerinin yok olmasının eşiğine sürüklenmesi oldu. Böyle giderse bu topum İslâm’ı kaybetme ve hatta terk etme felaketine sürüklenmekten kurtulamaz. Eğer bu toplum İslâm’ı kaybederse bu ülke kolaylıkla leş kargalarına peşkeş çekilir -Allah muhafaza!
Türkiyesiz bir dünya kurulamaz!
04:0010/03/2025, Pazartesi
G: 10/03/2025, Pazartesi
Fransızların etkili haftalık haber yorum dergisi Le Point, “Yeni Dünya Düzeni” başlıklı bir kapak yayınladı. Kapakta ABD Başkanı Trump, Rusya Devlet Başkanı Putin, Çin Devlet Başkanı Xi JinPing ve Türkiye Devlet Başkanı Erdoğan vardı.
DİJİTAL BİR DÜNYADA NASIL BİR KÜRESEL DÜZEN?
Bu dört liderin yeni kurulacak dünya düzeninin kurucuları olduğu söyleniyordu, özetle.
Dört benzemez, nasıl ortak bir dünya düzeni kurabilirler ki? Bu çok akla, mantığa uygun bir şey değil. Dört farklı medeniyet coğrafyasının temsilcilerinin ortak bir masa etrafında buluşmaları ve tam bir kaosun eşiğine sürüklenen dünyayı belli bir noktada ortak bir stratejinin etrafında toparlamaları sözkonusu olamaz mı, diye bir soru geliyor akla. Ama bu soru çok yanlış bir soru.
İnsanlığı değil, sadece kendi çıkarlarını düşünen ABD, Rusya ve Çin’in Yalta’da Roosevelt, Churchill ve Stalin’in kurdukları bir anlamda “saldırmazdık paktı” olarak adlandırılabilecek bir anlaşmanın izini sürdükleri de söylenebilir mi acaba, diye bir soru geçmiyor değil insanın zihninden.
Bu soru da çok anlamlı ve gerçeklerle örtüşen bir soru değil. ABD, İngiltere ve Sovyetler’i aynı masanın etrafında toplayan Yalta Konferansı iki büyük cihan savaşı sonrasında kurulmuş, paylaşım masası’ydı.
Şu ana kadar böyle bir savaş yaşanmış değil.
Belki de şunu söylemek mümkün aslında: Günümüzde savaşın mahiyeti, biçimi, aktörlerin savaşı sürdürme yöntemleri çok değişti. Hem dijital savaşlar var hem de vekâlet savaşları.
Dijital ticaret savaşları, dijital kültür savaşları vesaire.
Dijital savaşlar, kısmen sürüyor, kısmen bitti, kısmen de şekil değiştirerek yeni savaşlara dönüşüyor.
KAPİTALİZM, KRİZLERDEN, KANDAN BESLENEN BARBAR BİR SİSTEM
Küresel ölçekte sürdürülen asıl savaş, kapitalist Batı uygarlığının küresel hegemonyasının sarsılmaması için verilen savaştır. Savaşın yönetmi, aracı ne olursa olsun, asıl görünmeyen savaş budur. Küresel kapitalist Batı hegemonyasının önündeki en büyük engel İslâm dünyasıdır. Çin veya Rusya değil, Türkiye’dir küresel sistemin önündeki en büyük engel.
Küresel sistem, Çin’i kapitalist sisteme eklemledi, Çin küresel kapitalist Batılı sistemin önünde doğrudan bir tehdit olmaktan çıktı, artık dolaylı bir tehdit Çin. Dolaylı, dolayısıyla kontrol edilebilir bir tehdit. Biraz da bilinçli icat edilmiş bir güç, Çin gücü.
Bilinçli icat edilmiş diyorum, çünkü kapitalizm rekabet üzerinden, özellikle krizlerden beslenerek varlığını sürdüren çarpık ve ruhsuz bir sistem. Kapitalizm; krizlerden beslenen, kandan beslenen, çatışmalardan ve savaşlardan beslenen insanı, hayatı, her şeyi aşağılayan ve sömüren aşağılık bir sistem. Uygarlık filan değil, düpedüz uygar barbarlık.
KAPİTALİZM YER, YÖN VE ANLAM DEĞİŞTİRDİ
Çin kapitalizme eklemlendi, uyutuldu, yutulacak. Çin’in alternatif bir medeniyet fikri sunma imkânları yok edildi, Çin metamorfozu yedi, mankurtlaştırıldı.
Her zaman yeri geldiğinde söylediğim gibi, kapitalizm yer, yön ve anlam değiştiriyor: Batı’dan Doğu’ya, Atlantik’ten Pasifik’e taşınıyor, sözümona demokratik uyuşturma biçimlerinden otokratik kontrol biçimlerine dönüşüyor. Aslolan kapitalizmin varlığını sürdürmesi. Çin, Hindistan, Japonya, kapitalizme çabuk eklemlendiler. Ve kendi ruh köklerini kuruttular, kültürel olarak intihar ettiler. İslâm dünyası, Türkiye, kapitalizme tam olarak entegre edilemediler.
Batı modernitesi kurulurken doğrudan İslâm medeniyetinden aşı almıştı Batılılar. Postmodern hegemonya biçimlerinin temelleri atılırken bu kez İslâm dünyasına bir şekilde diz çöktürüldü, İslam dünyası atlandı. İslâmın dışındaki Doğu dünyasından aşı alındı. Bunun iki temel nedeni vardı: Birincisi, İslâm dünyası durdurulmuştu, bir şekilde. İkincisi de, kültürel olarak Çin, Hint ve Japon kültürleri hem daha kolay etkisiz hâle getirilerek kolaylıkla u/yutulabilirdi hem de kapitalizmin ihtiyacını duyduğu rekabeti hızlı bir şekilde sunabilirdi.
O yüzden Batılılar, küresel kapitalist sistemi, dolayısıyla Batı hegemonyasını sürdürmenin İslâm dünyasını bir şekilde etkisiz hâle getirerek Çin, Hindistan ve Japon kültürlerini mankurtlaştırıp (canlı cenazeye dönüştürüp) harekete geçirmekten geçtiğini gördüler.
TÜRKİYE’NİN ÖNÜNÜ AÇARAK TÜRKİYE’NİN ÖNÜNÜ KESEBİLİRLER Mİ?
Fakat İslâm dünyası durdurulmuştu ama Çin, Hint ve Japon kültürleri gibi metamorfoza uğratılıp dönüştürülememişti. Er ya da geç dirilip ayağa kalkabilirdi. Bunu bin yıl İslâm medeniyetinin hem kurucu, hem konumlandırıcı (istikametini şaşmaz bir şekilde sürdürmesini sağlayıcı) hem de korucuyu dinamikleri aynı anda hayata ve harekete geçiren Türkiye, İslâmî ruh köklerini hatırlayacak olursa, Müslüman Türkiye yapabilirdi yeniden.
Türkiye, maddî bakımdan (ekonomisi ve savunma sanayisi açısından) beklenmedik bir devrim yapmıştı; bu devrimi, yarın, manevî (entelektüel, kültürel vb.) bakımdan da yapacak bir atağa kalkabilirdi. Onun için Türkiye’nin kontrolden çıkmaması ve eksen oluşturacak, oyun kuracak şekilde ayağa kalkmaması için yeni kurulacak küresel sistemde önünün açılması kaçınılmazdı.
Aslında Türkiye’nin küresel sistemin kurulmasında önünün açılması demek Türkiye’nin kendine özgü bir eksen oluşturarak sistem-kurucu rolünün önünün kesilmesi demekti. Seküler, ruh köklerini yitirmiş, küresel sisteme eklemlenen ama mankurtlaştırılarak kaba güç olarak büyütülecek yani dünyaya söyleyecek hiç bir sözü olmayacak canlı cenazeye dönüşecek, İslâm›sız Türklük, İslâmsız Kürtlük ve İslâmsız İslâm projeleriyle İslâm’ı protestanlaştırmış, hayattan uzaklaştırarak ruhsuzlaştırmış, tek kelimeyle u/yutulacak ve kontrol altında tutulacak bir Türkiye’nin önünün açılması demek bu.
TÜRKİYESİZ BİR DÜNYA KURULAMAZ!
Bir de madalyonun öteki tarafına bakarak okumak mümkün Le Point’in kapağını. Tek cümleyle şöyle okuyabiliriz: Türkiye’siz bir dünya kurulamaz. İster küresel sistemin güdümünde olsun, isterse oyun-kurucu rolünü medeniyet atılımına dönüştürecek, geleceğin Müslüman Türkiye’sinin inşasında olsun, Türkiye olmadan bir dünya kurulamaz.
Birinci seçenek, Türkiye’nin kullanışlı bir “aset” (“araç”) olarak kullanılması ve manen, bir süre sonra da fiilen ölümü demektir; bu toprakların leş kargalarına peşkeş çekilmesiyle sonuçlanacak tehlikeli bir çıkmaz sokaktır bu. Bunu, Batılıların kölesi olan, zihni işgale uğrayan, celladına âşık tasmalı çekirgeler marifetiyle yapabilirler; ki, bu seçeneğin çok güçlendiğini, alarm zillerinin çalması gerektiğini hatırlatmak isterim.
İkinci seçenek de potansiyel olarak çok güçlü: Hem bizim için hem de dünyanın geleceği açısından adalet, hakkaniyet ve merhamet ilkeleri üzerinden işleyecek yeni bir dünya kurmamızın, dünyaya taze, diriltici bir medeniyet fikri sunmamızın yolu bizim kendimiz olarak, kendimiz kalarak ayağa kalkıp yürümeye ve koşmaya başlamamızdan geçiyor…
Vesselâm.
.
.Çift kanatlı bir maarif modeli: Sakarya Hafızlık İHO
04:0014/03/2025, Cuma
G: 14/03/2025, Cuma
İbni Sina 10 yaşında Kur’ân’ı ezberlediği için İbni Sina olmuştu. 18 yaşına geldiğinde dil ilimlerinden fikha, usûl ilimlerinden tıbba ve felsefeye dâir öğreneceği bütün ilimleri öğrenmişti.
Bu ülkede 28 Şubat rezaleti ve cinayeti yaşandı: 15 yaşına kadar çocukların Kur’ân okumaları yasaklandı. İhanettir bu. Bu ülkeye yapılabilecek en büyük ihanetlerden biri. Biz İbni Sina’ları, İbn Haldun’ları, Büyük Sinan’ları yetiştirmemizi Kur’ân’ı eğitimin ana kaynağı yapmamıza borçluyuz.
Kur’ân, fıkhın da kaynağı, fiziğin de; matematiğin de kaynağı, metafiziğin de. Yeniden dünya çapında büyük öncüler yetiştirmek istiyorsak kurucu kaynaklarımıza dönmek zorundayız. Bugün burada böyle bir örnek çalışmanın hikâyesini anlatan güzel bir yazı sunuyorum. Bugün MTO’muzun parlak isimlerinden ve kalemlerinden matematik öğretmeni Mehmet Varıcı hocamızın, görev yaptığı okulda müşahhas olarak yaşadıklarından ve gözlemlerinden yola çıkarak İmam Hatip orta okullarında verilen hafızlık eğitimine, boyutlarına, kazandırdıklarına ve diğer eğitimlerden farklarına dâir yazdığı güzel bir makaleyi paylaşıyorum sizlerle.
***
HAFIZLIK OKULU: MESULİYET AŞKININ IŞIĞI
Eğitim, insanın zihnine ve ruhuna dokunan bir yolculuktur. Bir tarafı bilgiyle, diğer tarafı irfanla beslenen çift kanatlı bir serüven... Sakarya Hafızlık İHO’da bu yolculuğa şahit olmak, bir eğitimci olarak bana bambaşka ufuklar açtı. Burada sadece ders anlatmıyor, sadece sınavlara hazırlamıyor, aynı zamanda hayatın kendisini inşa eden bir sistemin içinde yer alıyorum. Günün son derslerinde öğrencilerin genellikle zihnen ve bedenen yorgun düştüğünü bilirim. Fakat burada bir şeyler farklı. Saatler ilerlese de, öğrencilerin gözlerindeki ışık sönmüyor. Yorulmuyorlar mı? Elbette yoruluyorlar. Ama bu yorgunluk onların dikkatlerini dağıtan bir yük olmuyor; bilakis, öğrendikleri her yeni şey, zihinlerindeki taşları daha sağlam yerine oturtuyor.
Hafızlık, onlara yalnızca bir metni ezberlemeyi değil, zamanı yönetmeyi, sabretmeyi ve iradelerini güçlendirmeyi öğretiyor. Bu okulda disiplin, zoraki kurallardan doğmuyor. Öğrenciler birbirlerine, öğretmenlerine ve en önemlisi kendilerine karşı sorumluluk hissediyorlar. Onların yüzlerinde gördüğüm saygı, içselleştirilmiş bir ahlakın yansıması... Kur’an’ın ahlâkı. Kendi içlerinde oturmuş bir dengeyle hareket eden bu çocuklar, disiplinin dayatmayla değil, anlayışla şekillendiğini gösteriyorlar. Başarı, bu okulda tek yönlü bir kavram değil. LGS gibi akademik sınavlarda gösterdikleri yüksek performans, sadece iyi öğretim tekniklerinden değil, hafızlığın onlara kazandırdığı zihinsel berraklıktan da besleniyor. Sınavlarda çıkan bir matematik sorusunu çözerken, ezberledikleri yüzlerce sayfanın düzenini koruyan o zihin devreye giriyor belki de. Belki de her şey, aynı sabır ve odakla çalışmayı öğrenmekten ibaret...
Bu okulun koridorlarında mezun öğrencilerin adımlarını sık sık duyarız. Mezun olanların dönüp dolaşıp yeniden burada buluşması, bu okulun yalnızca bir eğitim yuvası değil, bir aidiyet alanı olduğunu gösteriyor. Buradan mezun olanlar, hocalarını unutmaz. Çünkü burada öğretmenler, ders saati bitince öğretmeyi bırakmazlar. Hoca-talebe ilişkisi, belli bir sınıf saatinin sınırlarınahapsedilemeyecek kadar köklü bir bağdır burada. Eğitim, yalnızca anlatılanlarla değil, yaşananlarla da aktarılır.
ZİHİN, BEDEN VE RUH EĞİTİMİ
Peki ya sosyal hayat? Spor, sanat, kültürel faaliyetler? Hafızlık sürecinde öğrencinin sadece kitaplar ve defterler arasında sıkışacağını düşünenler yanılıyor. Burada öğrenciler kendilerini her yönüyle geliştiriyorlar. Spor salonlarında ter döküyor, münazara kulüplerinde fikirlerini yarıştırıyor, sahnede bir tiyatro oyunuyla seslerini duyuruyorlar. Çünkü insan, yalnızca bir yönüyle gelişmez; ilim kadar sanat, ibadet kadar hareket, zihin kadar beden de eğitilmeli...
Sakarya Hafızlık İHO’da hiçbir şey statik değil, sürekli gelişiyor. Eğitimciler olarak biz de kendimizi yenilemek için çalıştaylar düzenliyoruz. Hafızlık ve akademik başarının nasıl daha iyi entegre edilebileceğini, öğrencilerin motivasyonunu nasıl daha da artırabileceğimizi tartışıyoruz.
Eğitimin durağan olmadığına inanıyor, yeni yollar arıyoruz.
AİLELERİN HAYATINA DA DOKUNAN BİR EĞİTİM
Ancak bu yolculuğun en önemli yol arkadaşlarından biri de ailelerdir. Hafızlık, yalnızca okul sınırları içinde kalan bir süreç değil; aksine, evde devam eden, aileyle şekillenen bir hayat tarzıdır. Ailelerin desteği olmadan bu sürecin sağlıklı ilerlemesi mümkün olmaz. Bazen bir öğrencinin gözlerindeki ışık, annesinin sabah kahvaltıda ettiği dua ile daha da parlar. Bazen bir babanın hafızlık sürecine olan inancı, çocuğunun azmini pekiştirir.
Hafızlık eğitimi, öğrencinin sadece zihnine değil, ailesinin hayatına da dokunur. Bir annenin, çocuğunun ezber yaptığı her âyeti dikkatle dinlediği, babaların çocuklarına destek olabilmek için Kur’ân’ı daha dikkatli okumaya başladığı birçok hikâye duydum burada. Hafız bir evladın yetişmesi, aslında bir ailenin de manevî anlamda yeniden doğuşu gibidir. Bu süreç, ebeveynleri de bu öğrenme sürecine dâhil eder; çocuklarıyla birlikte onlar da gelişir, onlar da değişir.
Ailelerin tutumu, öğrencinin hafızlık sürecine devam edip edemeyeceğini büyük ölçüde belirler. Bazı öğrenciler, evde bu bilinçle yetiştiği için okula geldiğinde çok daha hazırlıklı olurken, bazıları ise ailelerinden yeterli desteği göremediği için sürece uyum sağlamakta zorlanabiliyor. İşte burada öğretmenler ve rehberlik servisi devreye giriyor. Velilerle yapılan görüşmeler, bilinçlendirme seminerleri ve bireysel rehberlik çalışmaları sayesinde aileler, sürecin bir parçası haline getiriliyor. Çünkü bu okulda bir öğrencinin başarısı, yalnızca onun gayretine bağlı değildir; öğretmenler, aileler ve idareciler hep birlikte bu yükü paylaşırlar.
Sakarya Hafızlık İHO, bana eğitimde ideal dengeyi mümkün kılabileceğimizi gösterdi. Akademik başarı ve manevi eğitim birbirine rakip değil, aksine birbirini tamamlayan unsurlar olabilir. Sakarya Hafızlık İHO’da gördüğüm şey, çift kanatlı maarif modelinin gerçeğe dönüşmüş hali.
Bilgiyle yükselmek ve irfanla kök salmak... İşte gerçek eğitim bu.
.İki asırlık dış kuşatmayı yardık, iç kuşatmayı da yarmak zorundayız!
04:0024/03/2025, Pazartesi
G: 24/03/2025, Pazartesi
Bir ülkenin iç dinamikleriyle dış dinamikleri arasında uyumsuzluk olursa, o ülkenin uçuruma yuvarlanması mukadderdir.
Türkiye, iç dinamikleri ile dış dinamiklerini rayına oturmayı, tarihî misyonuna uygun bir çerçeveye getirmeyi başarabilmiş değil henüz.
İmparatorluk dağıldı, Osmanlı tasfiye edildi, Türkiye belirsizliğe mahkûm edildi. Tarihî misyonu terkedildi, Türkiye tehlikeli sularda yol almaya sürüklendi…
İDDİASIZ TÜRKİYE›DEN İRADESİZ TÜRKİYE›YE…
Burada kurduğum cümlelerde bir şey dikkatinizi çekmiştir umarım: İki asırlık Türkiye’den bahsederken, tarihi şekillendiren tarih-yapıcı, oyun-kurucu ruhu güçlü bir iradesi olan ülkeden değil, tarih yapma iradesi yok edilmiş bir nesne’den söz ediyoruz.
Türkiye iki asırdır, iradesini yitirdi. Türkiye’nin kaderine Türkiye’nin kendisi çeki düzen vermiyor. Önce bunu bileceğiz. Türkiye’nin iradesini yitirmiş başka iradelerin bizim hakkımızda tayin ettikleri yollarda oraya buraya sürüklenen bir figürana, (Batı ittifakının koruyucu kalkanı rolünü üstlenen) güdümlü bir cephe ülkesine dönüşen bir ülke olduğu gerçeğini teslim edemezsek, bırakınız tarihi yeniden bizim yapabilmemizi bu topraklardaki varlığımızı bile idame ettiremeyiz.
Öte yandan, iradesiz bir Türkiye, iç dinamiklerinin eninde sonunda ülkeyi kaosun, çıkmaz sokakların, iç çatışmanın eşiğine sürüklemesini önleyemez.
İradesiz Türkiye, iddiasız Türkiye›dir, iddialarını yitirmiş bir yok-ülke›dir. İddialarını yitiren bir ülkenin rüyalarını yitirmesi, hayallerini bitirmesi, hadım edilmesi ve çorak ülkeye, yok-ülkeye, canlı cenazeye dönüşmesi kaçınılmazdır.
TÜRKİYE’NİN SÖZÜ: EHL-İ SÜNNET AKÎDESİ VE İRFÂNÎ DERİNLİĞİ
Türkiye’ye iddiasını da, iradesini de verecek tek kaynak insanlığın her zamankinde daha fazla ve daha şiddetle ihtiyaç hissettiği, adalet, hakkaniyet, merhamet ilkelerine dayanan, hâkim olduğu coğrafyalarda ve zaman dilimlerinde yeryüzünde benzeri olmayan bir medeniyet tecrübesi yeşerten Ehl-i Sünnet Akidesi ve İrfanî derinliğinin kazandırdığı tarih yapma iradesidir.
Başka bir ifadeyle, bizim bu dünyaya söyleyeceğimiz şey Ehl-i Sünnet’in Yaratıcı, İnsan ve Kâinât arasındaki ilişkileri muhkem bir şekilde düzenleyen varlığın hiyerarşik düzenin ve dengesini koruyan, toplumlar arasındaki ilişkileri karşılıklı hak, hukuk, adalet ilkeri çerçevesinde tanzim eden, yeryüzünde üç yurdu (darülislâm, darüsselâm ve darülinsan) benzersiz bir şekilde inşa etmeyi başarabilen ve Batı tecrübesi gibi şiddete dayalı ilişki biçimleri geliştirmek yerine hikmete dayalı ilişki biçimleri geliştiren, varlıklar arasında, farklı dinler, inançlar, etnisiteler, toplum kesimleri arasında dengeyi, karşılıklı iletişimi, alış-verişi önceleyen, yok edici değil varedivi, yıkıcı değil kurucu, imha edici değil inşa ve ihya edici tek evrensel medeniyet tecrübesinin dünyaya sarsıcı, kalıcı ve uzun soluklu bir dille takdim ve teklif edilmesidir.
ÇIKMAZ SOKAK VE ÇIKIŞ YOLU
Türkiye’nin dünyaya söyleyeceği bir sözü yok şu an. Modern Türkiye, Müslüman Türkiye’nin tarih yapan ruh köklerinin sökülüp atılması, bu toplumun bütün kurumlarından İslâm’ın diriltici ve ruh üfleyici dinamiklerinin tasfiye edilmesi esası ile yola konulmuştu.
Bu yol çıkmaz sokaktı. Bizi bize de, dünyaya da yabancılaştıran, bizi bizden de dünyadan da uzaklaştıran, bizim bütün rüyalarımızı yok eden, bizi ruhsuz bir çorak ülkeye mahkûm eden, sonunda mankurtlaşmaktan kurtulamayan Türkiye’nin böylesine yok edici bir kapana kıstırılması.
Oysa tam da dünyanın bizdeki adalet, hakkaniyet ve merhamet illerini harekete geçiren medeniyet ruhuna ve tasavvuruna her zamankinden daha fazla ihtiyaç hissettiği bir belirsizlikler çağının tam ortasına fırlatılmış durumdayız.
Türkiye, medeniyet iddialarımızı ve dinamiklerimizi kuşanarak bölgenin çekim merkezi hâline gelmeyi başardı, Türkiye dış politikada, coğrafyamızda elde ettiği bu başarıyı, içeride de yakalamanın yollarını araştırmak zorundadır. Eğer içeri durulmazsa, iç dinamikler, bizim medeniyet dinamiklerimiz etrafında halkalanamazsa, dışarıdan geliştirilen kuşatmayı yarmayı başaran Türkiye içerden kuşatılmaktan kurtulamayacak!
Türkiye’nin, içeriye çeki düşen vermesi, toplumun bütün kesimlerini bizim kuşatıcı, kucaklayıcı, adalet, hakkaniyet ve merhamet ilkeleri üzerinden işleyen benzersiz medeniyet dinamiklerimiz etrafında yeniden halkalanması, tahkim edilmesi, kenetlenmesi gerekiyor.
Eğer Türkiye içeriden başlatılan bizim ruh köklerimizi kurutan tarih yapma irademizi ve iddialarımızı yok eden bizi palyaçoya çeviren, bizim iki asırdır kaygan zeminlerde patinaj yapmamızdan başka bir işe yaramayan çok yönlü kuşatmayı yaramazsa, yok olmaktan kurtulamaz.
Sözün özü: Dışarıdan teslim alınmayan bir ülke, içeriden teslim alınmak isteniyor. Türkiye’nin karıştılmasına, cehenneme çevrilmesine aslâ izin verilmemeli, fiilen işgal edilmeyen bu Türkiye’nin zihnen işgal edilme süreci daha fazla vakit geçirilmeden sona erdirilmeli, ülkemizde her şey bizim kuşatıcı, kucaklayıcı medeniyet dinamiklerimiz etrafında yeniden tanzim edilmelidir.
Bu, dayatılarak değil, çok iyi anlatılarak ve yaşanarak gerçeğe dönüştürülebilir ancak. Vesselâm.
.Müslüman kimliği ve camilerin ahvali
04:0028/03/2025, Cuma
G: 28/03/2025, Cuma
Bugün farklı bir konu ve farklı bir yazıya ayırıyorum sütunumu:
Camiler. Camilerle ilgili ihmal edilen veya görülemeyen çok çarpıcı meselelere çarpıcı bir dille parmak basan bir yazıyla baş başa bırakıyorum sizleri. MTO’muzun en parlak talebelerinden Mehmet Varıcı hocamızın zihin açan güzel bir yazısını paylaşıyorum. Zihin açıcı okumalar…
***
İslâm’da temizlik, yalnızca fiziksel bir arınma değil, aynı zamanda ruhun arınması ve ibadet için hazırlık anlamına gelir. Ne hikmettir ki, ilmihâl kitapları önce iman esaslarını ele alır, sonra ibadetleri anlatmaya koyulur ve bu bölümü su ile başlatır. Çünkü su, yalnızca bir madde değil, bir ilahi lütuftur; hem bedenin hem de ruhun temizlenme vesilesidir. Düşünelim: Abdestsiz bir namaz nasıl geçersizse, temizlenmemiş bir vicdan da aynı derecede eksik değil midir? Bedenin ve mekânın temizliği ibadetin ayrılmaz bir parçası olarak görülmüş, İslâm bu noktada insanın sadece iç dünyasını değil, yaşadığı çevreyi de temiz tutmasını bir sorumluluk olarak yüklemiştir. Kur’an’da defalarca vurgulanan suyun arındırıcı gücü, aslında hayatın kendisine dair de bir metafor sunar. O hâlde, camiler bu bilincin yansıdığı en temiz, en düzenli, en titizlikle korunan mekânlar olmalıdır. Peki, gerçekten öyle mi?
Modern dünya, Müslümanları temizlik konusunda eleştiriyor.
Haksız mı? Batı toplumlarında, akademik çevrelerde ve seküler dünyada Müslümanların hijyen konusunda yeterince hassas olmadığına dair yaygın bir kanı var. İslâm temizliği emrettiği hâlde, neden bazı Müslüman toplumlar kirli ve düzensiz görüntülerle anılıyor? Ne hazindir ki, sokakların bakımsızlığı, toplu ibadet alanlarının hijyenik olmaması, ortak kullanım alanlarının perişan hâli bu eleştirileri boşa çıkarmayı zorlaştırıyor.
Üstelik, sadece bireysel temizlik değil, kamuya açık alanların, özellikle camilerin, bu konuda en büyük çelişkilerden birini barındırdığı da acı bir gerçek. Oysa, namazdan önce abdest farz kılınmışsa, ibadet alanlarının temizliği de aynı titizlikle ele alınmalı değil midir?
Camilerin durumu ortada. Çoğunun avlusu, abdesthanesi, tuvaleti ve halıları ne yazık ki bu ilahî titizliği yansıtmaktan uzak. Bazı camilerde, abdesthanelere adım atar atmaz sizi ıslak zeminler, kötü havalandırma ve yıllardır el sürülmemiş gibi görünen duvarlar karşılar. Tuvaletlerin durumu mâlum; çoğu yer yer dökülmüş fayansları, eskiyen muslukları ve mahremiyet hissini yok eden düzensiz tasarımlarıyla içler acısı bir hâlde. Halılar deseniz, bazen ne zaman yıkandığını kestiremeyeceğiniz bir toz kokusuyla karşılaşmak kaçınılmaz. İslâm bu mu? Peygam-berimiz (s.a.v.), mescidi bizzat süpüren kadına hürmet gösterirken, biz nasıl oluyor da ibadet alanlarımızın temizlikten mahrum kalmasına göz yumabiliyoruz?
Ve bir başka mesele: Tuvalet ve abdesthanelerin tenha, izole, bazen ürkütücü köşelere konumlandırılması. Çoğu camide, bu mekânlara gitmek için basık bir koridordan geçmek, birkaç karanlık merdiveni inmek gerekir. Hele akşam vakti, tek başına bir cami tuvaletine girmek, pek çok insan için cesaret isteyen bir işe dönüşebilir. Peki, ibadetin temizlenmeden yapılamadığı bir dinde, neden bu kadar temel bir ihtiyacın karşılandığı alanlar ikinci sınıf muamele görüyor? Tuvaletler neden caminin uzak, tenha bir köşesine itilmiş? Abdest alma yerleri neden bir eziyete dönüşmüş?
Hani temizlik imandandı?
Ve o abdest alma yerleri... Adeta “Burada abdest almak istemeyin!” dercesine tasarlanmış bazı alanlar... Kimisi, muslukları erişemeyeceğiniz kadar uzağa yerleştirilmiş, kimisi oturduğunuzda üzerinize su sıçrayacak şekilde düzenlenmiş. Hele ayak yıkama meselesi... Birçoğunda öyle bir dizayn yapılmış ki, ya başınızı eğip üzerinize su sıçratmayı göze alacaksınız ya da başınızı dik tutup tamamen kuru kalmayı. İkisi de mümkün değil.
İbadet öncesi bir hazırlık, neden bu kadar zahmetli bir sürece dönüşmek zorunda? Oysa İslâm, hem ruh hem de beden temizliği için kolaylığı esas alır. Ama camilerde bazen sanki her şey zor olsun diye tasarlanmış gibi.
Bütün bunların sorumluluğu kimde? Cami dernekleri bu işin neresinde? Birçok cami derneği, caminin inşaatı ve maddi kaynakların sağlanması konusunda büyük çaba gösterirken, temizlik ve bakım gibi asıl süreklilik isteyen işleri ihmal ediyor.
Yeni bir cami yapmak büyük bir hizmet, fakat bir camiyi yaşanabilir, bakımlı ve temiz tutmak da en az onun kadar büyük bir sorumluluk değil mi? Camiler yalnızca namaz kılmak için değil, Müslümanların hayatlarını İslâmî ölçüler çerçevesinde düzene koydukları yerlerdir. Eğer bir cami kirli, düzensiz ve bakımsızsa, bu sorumluluk sadece cemaatin değil, öncelikle cami yöneticilerinindir. Bağış toplamayı iyi bilen cami dernekleri, acaba bu bağışların ne kadarını caminin sürekliliğini sağlamak için kullanıyor?
Bu noktada, Diyanet İşleri Başkanlığı’na ve Müslüman mütefekkirlere büyük bir sorumluluk düşüyor. Artık cami mimarisinde sadece görsellik değil, işlevsellik de ön planda tutulmalı. Tuvalet ve lavaboların konumu, abdesthanelerin yapısı her yaştan insana hizmet edecek şekilde tasarlanmalı. İnsan anatomisi, psikolojisi, mekân kullanım alışkanlıkları göz ardı edilmemeli. Bu alanlarda ileri düzeyde teorik ve pratik araştırmalar yapılmalı. Diyanet, mühendis, mimar, psikolog ve ergonomi uzmanlarından oluşan bir kadroyla yeni standartlar belirlemeli. Çünkü bu mesele sadece cami mimarisiyle ilgili değil,
Müslüman kimliğinin mekânda nasıl yansıtıldığıyla da doğrudan ilgili.
İslâm dini, yalnızca inançtan ibaret değildir. O, günlük hayatın her alanına dokunan, hayata nüfuz eden dinamik bir sistemdir. İslâm’da reform arayışları ve önerileri, İslâm’a yapılan büyük bir saygısızlık ve saldırıdır. Oysa, asıl ihtiyaç duyulan şey, İslâm’ı modernleştirmek değil, Müslümanların onu hakkıyla yaşayabileceği ortamlar inşa etmek ve var olanları özüne döndürmektir. Camiler, temizliğin, düzenin, estetiğin ve huzurun buluştuğu mekânlar olmalı. Çünkü bir caminin hâli, o topluluğun İslâm’a ne kadar hürmet ettiğini gösterir. Eğer camilerimiz bu hâlde ise, dönüp kendimize şu soruyu sormamız gerekir: Biz gerçekten İslâm’ı hakkıyla yaşıyor muyuz?
.Manacılığın modern maskesi
04:007/04/2025, Pazartesi
G: 7/04/2025, Pazartesi
MTO’muzun en parlak talebelerinden Mehmet Varıcı hocamızın camilerin hayatımızdaki ve günümüzdeki rolüyle ilgili makaleleri, sizlerden güzel ilgi gördü. Varıcı hocamız, camilerle ilgili yazdığı yazıları bu yazıyla taçlandırıyor. Zihin açıcı okumalar.
En sağlam engeller en görünmeyen olanlarıdır.
Bir ülkeyi işgal etmek için her zaman tanklara, uçaklara ve ordulara gerek duyulmaz. Kimi zaman sırıtan suratlarla, “demokrasi” diyerek, “özgürlük” vaat ederek gelir kuşatma. Kurtuluş Savaşı’nda meydanlarda reddettiğimiz manda ve himaye, bugün farklı yüzlerle aramızda dolaşıyor gibi. Kim bilir belki de esaret, fil eğitiminde kullanılan zincirler gibi ta en baştan boynumuza sinsice dolanmıştır. Sermayenin kalelerini tutanlar ve siyaset sahnesinin yeni aktörleri, yabancı vakıfların fonlarıyla devşirilirken, haberdar mıyız iç cephedeki çatışmalardan? Görünmez ellerle şekillenen bu sahnede, aslında neyi ve kimi alkışlıyoruz? Bu sorular cevap bekliyor; çünkü zincirler ancak görüldüğünde kırılır.
Asıl mesele, ülkeyi yönetenlerin sadece siyasi liderler olmadığı gerçeğidir. Öyle ki siyasetin gizli aktörleri çoğu kez gölge sahnesinde görünmez eller tarafından yetiştirilir, beslenir ve yönlendirilir. Uluslararası kuruluşların, Batılı vakıfların ve “sivil toplum” maskesi altındaki yapıların uzun yıllara yayılan sabırlı planları, tam da burada devreye girer. Rockefeller’ın sağlık projeleriyle başlayan, Ford Vakfı’nın eğitim burslarıyla devam eden, Alman siyasi vakıflarının sessizce yürüttüğü mühendislikle pekişen bu süreç; bugün siyaset dünyamızın ve ekonomi çevrelerinin kritik aktörlerini kendi ekseninde şekillendirmiştir. Artık Batı’nın gücüne ve sermayesine hayran “modern devşirmeler” yetiştirmek için devşirme yasaları gerekmiyor; zihinlere yerleştirilen hayranlık yeterlidir. Bu hayranlık, bağımsızlık söylemlerini içi boş sloganlara dönüştürür; milli çıkarları, Batılı başkentlerin gündemine teslim eder.
Bugün ekonomik bağımsızlık iddiasındaki büyük sermaye gruplarının temsilcileri, hükümetle yaşanan her gerilimde yabancı yatırımcının endişesinden bahsediyor. Bu endişe kimin endişesidir, hangi çıkarları korur hiç sorgulanmıyor. En güçlü şirketlerin buluştuğu derneklerin, Türkiye’nin çıkarlarından çok uluslararası sermayenin çıkarlarını dillendirmesi tesadüf olabilir mi? Bu kurumların yüksek perdeden dile getirdikleri hukuk ve demokrasi talepleri, özünde dış baskıyı davet eden, millî politikaları itibarsızlaştıran mesajlar taşımıyor mu?
Muhalefetin önde gelen temsilcileri, hak ve özgürlük taleplerini Washington’da, Brüksel’de, Berlin’de ifade ettiklerinde acaba kendi milletlerinin sesiyle mi konuşmaktalar? Yoksa içeride alamadıkları desteği, dışarıdan mı beklemekteler? Ülkenin kuruluş felsefelerinden biri olan “manda ve himaye kabul edilemez” söylemi, büyük bir tezatlık barındırıyor. Çünkü tarih bize şunu gösteriyor: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçerken de, bağımsızlık iddiasının gölgesinde bile devşirme mekanizması işliyordu. Robert Koleji gibi kurumlar, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçişte Batılılaşma projelerinin merkezinde yer almıştı. Burs programları aracılığıyla seçilen en parlak gençler, Batı’nın liberal dünya görüşüyle şekillenmiş ve Türkiye’nin siyasi ve ekonomik elitlerini oluşturmuştu. Rockefeller Vakfı’nın sağlık ve eğitim projeleri, Cumhuriyet modernleşmesinde yerel kültürü ve İslâmî değerleri zayıflatan derin etkiler bırakmıştı. Yani bağımsızlık iddiasının altında, fark edilmesi zor bir dönüşüm süreci çoktan başlamıştı.
Bugün de aynı görünmez mekanizma farklı yüzlerle işlemeye devam ediyor. Meydanlarda bağımsızlık yemini eden bir milletin bugünkü siyasal aktörleri ve büyük sermaye temsilcileri, siyasi ve ekonomik sorunları çözmek için yabancı güçlerden destek beklemeyi normalleştir görünüyor. İç cephe dediğimiz şey, tankla, tüfekle yıkılacak taştan bir duvar değildir. Güven duygusunun zedelendiği yerde iç cephe çöker. İşte yabancı vakıfların fonları, projeleri ve eğitim programları aracılığıyla devşirilmiş siyasetçilerin ve patronların, o güven duvarına bilerek ya da bilmeyerek indirdikleri ağır darbelerin sesi kulaklarımızda neden çınlamıyor?
Üstelik Türkiye’nin tarihî süreci dikkatle incelendiğinde, bağımsızlık iddiasına rağmen kapalı kapılar ardında mandacılığın sessizce kabul edildiğini ve sürdürüldüğünü gösteren dönemler yaşandı bu ülkede. Mandacılıktan kurtulmaya çalışan hükümetlerin ve siyasi hareketlerin yaşadıkları zorluklar, buna en net örneklerdir. Bu süreçte yaşanan 27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubat, 17-25 Aralık ve Gezi olayları gibi kritik dönüm noktaları, uluslararası güçlerin ve içerideki işbirlikçilerinin, bağımsız hareket etmek isteyen siyasi iradeye karşı verdikleri mesajlar içeriyor. Türkiye’nin ekonomik ve teknolojik girişimleri her seferinde benzer engellerle karşılaştı. Vecihi Hürkuş’un çabalarıyla ortaya çıkan uçak fabrikalarının kapatılması, Devrim otomobillerinin sessizce rafa kaldırılması, bugün TOGG gibi millî projelerin hedef alınarak boykot edilmeye çalışılması, tarihî süreçte birbirini tamamlayan girişimler...
Bugün Türkiye’nin önündeki en büyük tehlike, mandayı açıktan teklif edenler değil, onu görünmez iplerle ülkeye bağlayanlardır. Zihinlerde başlatılan mandacılık, eğer fark edilmezse, bir süre sonra ekonomi ve siyasetteki hamlelerin dışarıdan yönlendirilmesi olarak somutlaşır. İmza atılan bazı uluslararası anlaşmaların, yapılan ekonomik yatırımların, savunulan politikaların Türkiye’nin mi yoksa başkalarının mı çıkarına hizmet ettiği sorusu, açık yüreklilikle sorulmalıdır. Eğer bu soru sorulmazsa, ekonomik büyüme, demokratikleşme ve özgürleşme adı altında dışarıdan uzanan bağımlılık zincirleri daha da güçlenir.
İşte tam bu noktada kritik bir eşikte duruyoruz. Gerçek bağımsızlık, ancak zincirleri görebilenlerin sahip olabileceği bir ayrıcalıktır. Manda ve himaye, artık eskisi gibi açıkça teklif edilmiyor; bunun yerine siyasi ve ekonomik bağımlılık, daha modern, daha şık, daha “insani” yöntemlerle inşa ediliyor. Vakıfların cömertliğiyle şekillendirilen zihinler, dışarıdan fonlanan derneklerin parıltısıyla körleşen gözler ve bağımsızlık iddiaları içinde bağımlılığı kabullenen söylemler, iç cephenin savunma hatlarını her geçen gün daha da aşındırıyor.
Oysa iç cephe çökerse, dışarıdan gelecek saldırılara gerek kalmaz. Bu ülkenin bağımsızlığı, ekonomik ve siyasi olarak sağlam tutulmadıkça, meydanlarda edilen bağımsızlık yeminleri sadece bir söylem olarak kalır. Unutulmamalıdır ki görünmeyen zincirler ancak görülünce koparılır, görünmeyen eller ancak fark edilince geri çevrilir.
Bugün ülkenin dört bir yanında, fabrikalarında, üniversitelerinde ve siyaset kürsülerinde bir karar vermek zorundayız: Ya tarihî bir bilinçle bağımsızlık idealine sahip çıkacağız ya da sessiz sedasız yeniden bir mandacılığın esaretine düşeceğiz. Tercih, her zamanki gibi milletindir. Ancak bu tercih yapılırken dikkat edilmesi gereken bir gerçek var: İçimizdeki truva atları ve gölge mühendisleri, yeni bir mandacılığı alkışlar eşliğinde sahneye koymaya çoktan başladı bile.
O hâlde, uyanık kalmalı ve zincirleri görmeli. Aksi halde boynumuza dolanan zincirlerin paslı zehri kanımızı emmeye devam eder..
.
|
Bugün 333 ziyaretçi (1374 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|