 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
Üstad filmi ve Necip Fazıl Müzesi -l-
21 Haziran 2004 01:00
26 Mayıs 1904'de doğup 25 Mayıs 1983'de vefat eden Necip Fazıl'ın bugün kendisi mâverada fakat fikirleri iktidarda... Kültür ve Turizm Bakanlığı kültür, sanat, fikir ve edebiyat hayatımıza hizmet etmiş yelpazenin her noktasındaki insanlarımıza sahip çıkıp onları daha geniş kitlelere tanıtma, eserlerini yaşatma, vefa gösterip kadir-kıymet bilme cümlesinden olarak doğumunun yüzüncü yılı münasebetiyle bir yılı içine alan bir faaliyetler zinciri dahilinde ilk hizmeti Necip Fazıl Kısakürek için İstanbul AKM'de bir gala geceyle başlattı. Senaryosunu Mehmet Kısakürek'in yazdığı, yönetmenliğini Aybars Bora Kâhyaoğlu'nun yaptığı, yardımcı hizmet ve gayretleri Kısakürek ailesinin üstlendiği Üstad filmi, cumartesi akşamı başbakan, dışişleri bakanı, kültür bakanı, maliye bakanı, tarım bakanı gibi bakan ve siyasilerle bürokrat, sanat, edebiyat, ilim, basın dünyasından kişiler ve halkın iştirakiyle seyirci karşısına çıktı. Filmden önce protokol konuşmaları oldu. Bunlar yasak savan, sıkıcı konuşmalar değildi, yapılanlar protokol değil, gönül konuşmalarıydı. Çünkü, o akşam kürsüye gelen bakanlar, başbakanla hazır olanlardan sivil, resmi, asker emniyet, sanat, edebiyat dünyasından kim varsa Büyük Doğu mektebinden gıdalanmıştı. İlk konuşma Erkan Mumcu'nundu. Mumcu, çok mesajlı, Necip Fazıl'ın deyimiyle 'tiyatral" konuşmasını yapmadan daha evvel seslendirdiği Kaldırımlar şiirini dinledik. Kültür ve Turizm bakanı, daha sonra diğer konuşmacıların dile getirecekleri gibi kendini üstadın fikir sofrasında yer almakla bahtiyar sayıyordu. Bilahare başbakan yardımcısı ve dışişleri bakanı Abdullah Gül o her zamanki sade ve beyefendi üslubuyla kısa bir konuşma yaptı. Gül, "keşke şu günleri görseydi" derken salondaki hemen herkesin samimi hislerine tercüman oldu ve Cenab-ı Allah'tan rahmet dileyerek sahneden indi... Biz Necip Fazıl şiirlerini hakkını vererek okuyabilen iki kişi biliyorduk: Birincisi şairin kendisi. İkincisi o da artık ötelerde olan Yalçın Özer. Yalçın Özer'le yirmili yaşların başında tanıştığımızda Çile şiir kitabının tamamını ezbere biliyordu. Necip Fazıl şiirini en iyi okuyan üçüncü ismi ise o akşam tanıdık, Recep Tayyip Erdoğan. Gala gecesinde konuşmasını yapmadan evvel "Zındandan Mehmed'e Mektup" şiiri başbakanın sesinden yayınlandı. Bundan kendisinin de haberi yoktu. Belli ki tertip komitesi Tayyip Erdoğan'ın daha evvel doldurduğu bir kasetten iktibas yapmıştı. Uzun şiiri fevkalade bir ahenk, vukufiyet ve şairiyle şiirine yakışır estetikte seslendirmiş. Ağlayanlar herhalde yalnızca Emine Erdoğan'dan ibaret değildi. Başbakanın konuşması aynı zamanda tarihe bir dip notu oldu. MTTB, 50. sanat yılı dolayısıyla Necip Fazıl Kısakürek için bir jübile tertipler. Fakat zor beğenen, mükemmeliyetçi Necip Fazıl'ı sahnede kim takdim edecektir? Erdoğan'ın verdiği malumata göre elemeler sonucu iki isim kalır. Sonrasını Başbakanın anlattıklarından mealen nakledelim: Üstad için kibirli, kendini beğenmiş derler, bunun böyle olmadığını şu vak'a ortaya koymakta. Takdimci adayı birinci genç A-4 kâğıdından dört sayfa doldurmuştu. 4 sayfa boyunca onu övmekteydi. Provaların yapıldığı gün ikinci sayfaya gelmişti ki üstad "yeter" diyerek bağırıp ayağa kalktı, fazla meth edilmekten rahatsız olduğu için yüzündeki tiklerin hareketi artmıştı. Bense el büyüklüğünde bir kâğıdın tek yüzünü doldurmuştum, onu okudum. Üstad dinledi ve sonra kendine has tok sesiyle kararını bildirdi 'beni bu genç takdim etsin'... Recep Tayyip Erdoğan'ın deruhte ettiği işin vebali de sevabı da büyüktür. Geldiği noktada nice fikir adamı, din adamı, sanat adamı, gönül adamının hakkı var. Bir emaneti taşımakta... O yüzden dostu, düşmanı, çevreyi çok iyi seçmeleri gerekir. Eğer bu hükümet de iktidar olamazsa bir kere daha kayıp yıllar yaşarız
.
Üstad filmi ve Necip Fazıl Müzesi-ll-
22 Haziran 2004 01:00
Birkaç kelimeyle Üstad Filmi: Bu bir belgesel film. 'Kâhyaoğlu'nu 90'ların başında bir televizyon programında dinlememiz üzerine arayıp bulmuştuk. Boston'da sinema tahsil ediyordu. Daha o yıllarda Necip Fazıl'a alaka duymakta fakat düşünceleri zeminini aramaktaydı. Birçok uzun sohbetlerimiz oldu. Epeydir görüşmüyorduk. 12 yıl sonra bu çalışmasıyla aynı zamanda bize de sürpriz yapmış oldu. Üstad filminin iki de görünmeyen kahramanı var. Biri Mehmet Kısakürek'in tabiriyle "Necip Fazılog" Suat Ak, diğeri ise filmin bütün mali yükünü çektiği halde ortalıkta gözükmeyen, bununla övünmeyen, bunu reklam etmeyen Ömer Aslan. Film, bir drama filmi kadar sürükleyici. Seslendirmeler çok renkli, görüntüler harika. Bir solukta seyredilecektir. Eğer kusur olarak bir nazarlık bulmak gerekirse keşke siyasilere yüklenilmeseydi diyebiliriz. Pirinçteki taş gibi birden dişe dokunuyor. Onların birçoğu hayatta. Diğer husussa filmi Necip Fazıl'a dair müktesebatı olmayanların anlamakta zorlanacağından endişeliyiz. Şifre cümlelerin açılması gerekir. Herhalde dökümanter film olması da bunu mecbur kıldı. Onun için Kültür Bakanlığı, bu noktada kalmamalı. Necip Fazıl'ın eserlerinden diziler, dramalar yaptırması, eserlerini gençlerle buluşturması gerekir. Necip Fazıl Müzesine gelince. Bunu vefatından beri yazıp söylemekteyiz. Hakikaten bu günleri göremedi. O üstü boşalmış masasında, pencereden ceviz ağacının yaprağıyla refakat ettiği tenha odasında "Yandı kitap dağlarım ne garip bir hal oldu/ Sonunda bana kalan yalnız ilmihal oldu" derken bu odada belki de aile dışından tek kabul ettiği isim Turgut Özal'dır. Özal o günlerde sık sık Necip Fazıl'a gelerek kuracağı parti ve yürüyeceği iktidar yolu için kendisinden görüşler almakta, onları sıkı sıkıya not etmektedir. Turgut Özal, başbakan olduğunda Necip Fazıl öleli 6 ay olmuştu. Erenköy'de kiraya oturduğu köşkü satın alınarak müze yapılabilirdi. Olmadı. Sonraki hükümetler zamanında da olmadı. Şimdi bu borç Recep Tayyip Erdoğan'ın. Necip Fazıl'ı istikbale de takdim vazifesi Tayyip Edoğan'a düşmekte. O köşk veya bir başka layık mekân fark etmez. Ancak bu topraklara hizmet uğruna bu denli eza ve cefa çekerek her ânı çileli bir hayata tahammül etme kahramanlığı gösteren Türk fikir ve edebiyatının mümtaz ismi Necip Fazıl adına bir müze ve kültür külliyesi açılması millî bir görevdir. Büyük Doğu Yayınevi de onun bir tarafında hayatiyetini devam ettirebilir. Son bir konuya temas etmeden geçemeyeceğiz. Sanatkârların hassasiyetleri vardır. O hassasiyetlere onlar hayattayken de memattayken de hürmetkâr olmalı. Necip Fazıl, bir dili, bir Türkçe'si olan müstesna üslup sahibi bir mütefekkirimizdir. Türkçe, imanından sonra en taviz verilmez hassasiyetiydi. Bu itibarla üstadın "kurbağa dili" dediği bir Türkçe'yle onu anmaya ve anlatmaya kalkışmanın, Necip Fazıl'ı mezarında muazzep edeceğini hatırdan çıkarmamalı. Kurbağa dilinin Türkçemize hakim olması, Refik Halidleri, Necip Fazılları, Yahya Kemalleri, Halide Edipleri, Peyami Safaları, Yakup Kadrileri, Cemil Meriçleri ve daha onlarca yüzlerce ismi yaşatmaz öldürür. Eser sahibi, asıl eseri ölünce ölür. Kimi andığınız kadar nasıl andığınız da önemli. Herkese hoş görünmeye kalkışmayınız. Bir işi dosdoğru yapınız.
Üstad Necip Fazıl -1-
23 Mayıs 2012 01:00
Kendisini, bundan 29 sene evvel; yine böyle bir bahar günü (25 Mayıs 1983); yüz binleri bulan sevenlerinin elleri ucunda ebediyete uğurlamıştık. O: "Son gün olmasın dostum, çelengim, top arabam. Alıp götürsün beni tam dört inanmış adam" demişti ama; o 'dört' sayısı, bir ömür boyu verilen çileli mücadelenin sonunda milyonlara baliğ oluyordu... O, iç ve dış kahpe düşmanların tertipleyip tatbik mevkiine koyduğu; "...1960'lara gelindiğinde Türkiye'de Allah diyen kalmayacaktır!" şeklindeki tarihin en karanlık, en şen'i ve en kirli oyununa; cemiyet planında, bir elin parmaklarını geçmeyen sayıdaki mücahitlerle birlikte karşı koyan ve o amansız ve emsalsiz mücadeleyi veren yegane kişiydi. Fatih Camii'nin musalla taşına konan bu adam; ardında saf tutan, kendi ruh ikliminden beslenen ve bağlı olduğu manevi hançereden nefeslenen; Allah ve Peygamber sevdalısı milyonlarca gençle tarihe not düşüyor ve en zirveye diktiği burcunun tepesinden âdeta şöyle haykırıyordu: "... Kafirler istemese de; Allah c.c. nurunu elbette ve muhakkak tamamlayacaktır!" Necip Fazıl'ın nesli, Cihan İmparatorluğu maddesi ve manasıyla batarken doğan (bin dokuz yüzlü yılların başı) talihsiz kuşaklardır. Küfrün, irtidadın, imansızlığın, soysuzluğun ve kahpeliğin kol gezdiği meş'um yıllarda doğan bu kuşaklar; imanlarını kurtarıp selamet sahillerine kavuşmak için; önlerine konan cumudiyeyi (buzdağı) eritmek zorundaydılar. Evet; yine Üstad'ın tabiriyle belirtelim ki; o cumudiye (buzdağı) 3-5 kişinin nefesleriyle eritilerek geçilmiştir! Güzel Sanatlar Akademisi'ndeki görevinden alınmak istendiğinde; tek kelimelik dilekçeyle istifa eden ve; 60 kişilik sınıftansa, bütün bir vatanı sınıf addederek, cemiyet arenasına atılıp mücadele eden bu adam; çoktan muarızlarının boy hedefi olmuştu. Halbuki daha düne kadar; "...Bir mısraı millete şeref verecek düzeyde" deyip tebcil ettikleri ve göklere çıkardıkları Necip Fazıl; Allah deyince; "... Sanatına yazık etti!" denilerek, kendilerince ademe (yokluğa) mahkûm edilmişti. Onlara göre; Kaldırımlar şiirini yazan şairdi; Sakarya Türküsü'nü yazan şair olamazdı. Zira Sakarya Türküsü şiirinde Allah vardı, Peygamber vardı.. O zihniyete göre ise; matbuat umum müdürlüğünün tüm gazete ve mecmualara geçtiği emir gereği: "Allah'tan ve Peygamber'den bahsetmek yasaktı!"
Üstad Necip Fazıl -2-
24 Mayıs 2012 01:00
Küfrün en karanlık devrinde; Üstad'ın yazıp sahneye konan ve Muhsin Ertuğrul tarafından oynanan "Bir Adam Yaratmak" adlı piyesinde Hüsrev (başrol oyuncu-kendisi); Allah'ı, ruhu ve ahireti inkâr edenlere; kendi tabiriyle: "Siz hayat süren leşler! Sizi kim diriltecek?!." dercesine şöyle sesleniyordu: "Allah'ım ben yok olamam! Her şey olurum, yok olamam! Nokta nokta lekelere dönebilirim. Tütün gibi kurutulabilir, ince ince kıyılır, bir çubuğa doldurulur, içirilir, havaya savrulabilirim. Fakat yok olamam! Mademki, bu kadar korkuyorum, yok olamam! Eczane camekanlarında, ispirto dolu bir kavanoz içinde, düşürülmüş bir çocuk ölüsü gibi, yumruk kadar bir et parçasına inebilir, bir şişeye hapsedilebilirim. Fakat şişenin camından yine dışarıyı seyreder, önümden geçenleri görür, bilir ve duyar, kendimi ve Allah'ı düşünebilirim. Razı değilim Allah'ım! Yok olmaya, kalmamaya, gelmemiş olmaya, mevcut olmamaya razı değilim! Bu dünyada bırakamayacağım hiçbir şey yok. Ne deniz, ne ağaç, ne şehir, ne ev, ne kadın, ne de ben. Bu kalıbım, bu zarfım, bu kafesimle ben. Onların hepsini bırakabilirim. Fakat şuurumu, bilmek duymak, var olmak şuurumu bırakamam..." Zulmetin-karanlığın kol gezdiği, mürtedlerin cirit attığı, imansızlığın alkışlandığı, 'çukur' insanların yaşadığı o uğursuz zamanda ve mekanda dava adamı olmak; cemiyet meydanında dikilip mücadele bayrağını açmakla ve davası uğrunda gözünü budaktan esirgememekle mümkündü. Yani kefen giyilmeden; daha açık ifadesiyle ölmeden evvel ölmeden olmazdı! Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin teveccüh ve manevi nazarları ile buhranını yendi ve Hakk'a teslim oldu. Hazret-i Hamza misali küfrün karşısına dikildi ve düşmana korku saldı. Şöhreti elinin tersiyle iterek 'çile'ye talip oldu ve; "Kaçır beni ahenk, al beni birlik;/Artık barınamam gölge varlıkta./Ver cüceye onun olsun şairlik,/Şimdi gözüm büyük sanatkârlıkta" Diyerek, ötelerin ötesine, namütenahi ötelerin namütenahi ötesine talip oldu. En sonunda, herkes gibi o da öldü; ama bakın nasıl: "O visal, can sendeyken canını etmek feda;/Elveda toprak, güneş, anne ve yar elveda!" ... "Evet, ben, bir kapalı hududu aşıyorum;/Ölen ölüyor, bense ölümü yaşıyorum!" ... 'Geliyorum! Tülbent içinde çenem; Eski kütükte senem; Geliyorum! Çeliyorum! Ey nefs, keyfince dayat! Bir çelmelik bu hayat! Çeliyorum! ...Kapımı, buyursun diye o melek; Aralıyorum!' Sevdiklerinle berabersin, ne mutlu! Cennet nimetleri sana afiyet olsun aziz Üstad'ım!
.
Çile'li yıllar -1-
25 Temmuz 2012 01:00
Sevgili okuyucular; mübarek ramazan dolayısıyla siyasi yazılara ara verip, kültür dinamiklerimize yönelmek istiyorum. Bunlardan; edebiyatımızın zirve isimlerinden Üstad Necip Fazıl'ı, kısaca ve ana hatları ile sergilemek istiyorum. Zira, üzerimizde çok ama çok emeği olan Üstadımıza karşı borcumuzu bir nebze olsun ödemek zorundayız... Necip Fazıl, 1905 yılında İstanbul Çemberlitaş'ta dedesine ait büyük bir konakta doğdu. Dedesi Mehmet Hilmi Efendi Osmanlı bürokratlarından yüksek dereceli bir hukuk adamı idi. Sultan Abdülhamid'e yapılan suikastı gerçekleştiren Belçikalı terörist Edward Jorris ile onun avanesi olan yedi Ermeni'nin yargılanıp idam cezasına çarptırıldığı mahkemenin reisliğini yapmıştır. Ayrıca, bir hukuk abidesi olan 'Mecelle'nin yazı heyetinin içinde yer almıştır. Babası Fazıl Bey de bir hukuk adamı; çeşitli yerlerde savcılık ve en son olarak Kadıköy Hakimliğinde bulundu. Babası evin tek erkek çocuğu; bu yüzden hırçın, şımarık ve adı 'deli'ye çıkmış biri... Öyle ki, 18'ine geldiğinde; belki durulur diye evlendirilmeye kalkışılmış ama; onun bu hallerinden dolayı kimse kızını vermek istememiş. Neyse ki, bir dost aracılığı ile Aksaray tarafında oturan fakir, Girit muhaciri, anne ve ikisi erkek üç çocuktan mürekkep bir ailenin kızı olan, 15 yaşlarındaki Mediha Hanım'la evlendirilir. Konağın dahili hakimi (büyükanne) Zafer Hanım, kocasının mevkiinden dolayı mağrur ve kibirli, Batı özentili; yaşlanmaktan ve ölümden çok korkan, asabi ve evhamlı biri... Kibrinden dolayı gelinini konakta kabul etmiyor ve yakınlarda bir ev kiralayıp oturtturuyorlar. Mahcup, mazlum, sessiz, içine kapanık; çocuğundan (Necip Fazıl) başka bir şeyi olmayan ve her şeyden vazgeçmiş ruhuyla, varlığıyla konağın dışında tutulan bir annedir Mediha Hanım... Necip Fazıl, biricik anneciği için; 'Ne aldımsa, annemden, daha düne kadar yaşayan ve seksenini hayli aşkın olarak ölen, hayatı boyunca masum ve mazlum bu kadından aldığıma inanıyorum' demişti. 1924 yılında, çok uzak diyarlarda gurbet yaşayan genç, hırçın ve bohem Necip Fazıl, 'Anneme Mektup' diyerek şu dizeleri yazacaktır: "Son günüm yaklaştı görünesiye, Kalmadı bir adım yol ileriye: Yüzünü görmeden ölürsem diye, Üzülmekteyim ben, üzülmekteyim." Sene 1926; aynı derbeder hayat ve; 'Anneciğim' özleyişi ile yakarırcasına haykırışı: "Ak saçlı başını alıp eline, Kara hülyalara dal anneciğim! O titrek kalbini bahtın yeline, Bir ince tül gibi sal anneciğim! Sanma bir gün geçer bu karanlıklar, Gecenin ardında yine gece var. Çocuklar hıçkırır, anneler ağlar, Yaşlı gözlerinle kal anneciğim! Gözlerinde aksi bir derin hiçin, Kanadın yayılmış, çırpınmak için; Bu kış yolculuk var, diyorsa için, Beni de beraber al anneciğim!.." Ve Üstad, vefat etmeden bir yıl evvel (1982) 'vadeler tamam!' diyerek; o eşsiz dizeleri ile son kez sesleniyor: "Anne girdin düşüme! Yorganın olsun duam, Mezarında üşüme! Anlamam, anlatamam; Düşen düştü peşime, Artık vadeler tamam."
.
..
Çile'li yıllar -2-
26 Temmuz 2012 01:00
Necip Fazıl ilk eğitimini, övgüyle ve hayranlıkla bahsettiği büyükbabasından aldı; beş yaşında iken okuma-yazmayı öğrenmişti. Tek erkek evladın tek erkek çocuğu olan Necip Fazıl, ailenin nesebinin devamını sağlayacak kişi olarak üzerine titreniyor ve özellikle de dedesi tarafından şımartıldıkça şımartılıyordu. İlk acıyı, kendinden bir yaş küçük kız kardeşi Selma'nın ölümü ile yaşadı. Kız çocuğu olması hasebiyle; evin içindeki Selma'nın durumu ile annesininki aynı idi. Soyun devamlılığını sağlayacak Necip'e ne kadar çok ilgi gösteriliyorsa; Selma da o kadar unutuluyor ve kenara itiliyordu. Kız kardeşi ile arasında geçen şu olay, içinde bir ukde olarak kalacak ve yıllar sonra bunu 'Kafa Kâğıdı'nda yazacaktır: "Ağabeyini yeni elbiseler ve pabuçlar alındığı zaman, boynu bükük, uzaktan bakar ve hiç ses çıkarmaz... Ayaklarında (bebe) iskarpinler ve sırtında satrançlı palto... Ona, sanki öleceği biliniyormuş gibi bu ömür yeterlidir, zira kız çocuktur ve büyükbabamın kıymet bareminde kız çocukların değeri düşüktür... Bir gün, elimde büyükbabamdan kopardığım bir lira çeyreği, Selma'nın karşısına dikiliyorum. -Bak elimde ne var? Ve, iki parmağımın arasındaki pırıltılı madeni gösteriyorum. O da bana ısırılmış bir elma uzatıyor ve; -İşte, diyor; bende de bu var! Onu bana ver de, ben de sana bunu vereyim! Biraz ısırdım ama ziyanı yok! Bu masum eda o kadar hoşuma gidiyor ki, hemen lira çeyreğini uzatıp elmayı alıyorum ve kızın, gözleri altında, masum ve mesut bakışını seyrediyorum. Entipüften, hafifçe bir hadise değil mi? Fakat bana öyle dokundu, içime öyle işledi ki. Kızın ölümünden sonra, yıllar boyu hayli dövündüm: -Niçin altını verdim de, elmayı da ona bırakmadım?" Büyükbabası Necip Fazıl'a daha okula gitmeden 'elifba'yı okutur ve gazete ve dergileri takip ettirir. 5-6 yaşlarında abur-cubur romanla tanışır; okudukları arasında 'Para Kuvveti', 'Güzel Prenses', 'Mişel Zevako' ve 'Aleksandr Duma'nın bütün eserleri, 'Şövalye dö Rogesten', 'Lükres Borjiya', 'Güliver' gibi kitaplar vardır. Taşkın ve hırçın halleri ile kabına sığmayan ve ele avuca gelmeyen Necip, ilkokul için önce Fransız Frerler Mektebine verilir; 'papazlar, bana pek tatsız ve haşin geldi' deyip okula alışamaz. Oradan alınıp Amerikan Kolejine yazdırılır. Buradan da yaramazlıklarından ve okuldan kırmalarından dolayı atılır. Bundan sonra Büyükdere'deki Emin Efendi mahalle mektebine verilir. Bir süre sonra da Serasker Rıza Paşa yalısındaki Rehber-i İttihad mektebine başladı. Yatılı olan bu okula da alışamadı; okulun yemeklerini şikayetle buradan da alındı. Bir süre için Büyük Reşit Paşa Numune Mektebine ve seferberlik sebebiyle de Gebze'nin Aydınlı köyündeki köyün ilkmektebine devam etti. Oradan İstanbul'a dönülür. İsviçre'den verem tedavisinden dönen ve öksürükleri yeniden nükseden annesi ile birlikte tebdil-i hava için Heybeliada'ya gönderilir. Zira okuduklarının tesiriyle o da zayıflamış ve süzülmüştü. Orada da okuma tutkusu bütün hızıyla devam etti: "... Oniki yaşıma kadar süren bu ölçüsüz, abur cubur okuma hastalığı bende o hale gelmişti ki, on, onbir yaşıma doğru 'Pol ve Virjini' , 'Graziyella', 'La-Dam-o-Kamelya' ve 'Zavallı Necdet' gibi hissilik ve edebilik iddiasındaki eserlere kadar tırmanan alakam, nihayet hastalığa dönmüş, gecelerimi ve gündüzlerimi bir ağ gibi sarmıştı.
Çile'li yıllar -3-
1 Ağustos 2012 01:00
Necip Fazıl'ın doğup büyüdüğü dönem; devlet ve millet hayatımızın en netameli, buhranlı, kasırgalı zamanlarıdır. Zira çökmekte olan; maddesi ve manasıyla bütün zamanların kaydettiği muhteşem bir imparatorluktur. Ve; bu dev yapının yıkılması, bir önceki asrın başlarından başlamış ve yüz seneyi aşkın sürmüştür. Böyle devasa bir yıkıntının altında kalmayan ve bundan; olumsuzluk olmak şartıyla, kademe kademe etkilenmeyen ne bir insan, ne bir nebat ve ne de bir cemaat mevcut değildir. Her şey ve herkes bu çöküntüden nasibini almış ve Necip Fazıl'ın çocukluk günlerine gelindiğinde; ortalık 'mahşer' yerini andırıyordu! Zira, çıkılmaz bir noktadan, dipsiz ve inilmez bir kuyuya iniliyordu! Başından değil elbet ama, yaşından çok büyük ve ağır kitapları okuyor; okudukça okuduklarının dünyalarında kayboluyordu: "(Pol ve Virjini)yi Heybeliada'da Papaz Mektebi tarafındaki çamlar altında sabahtan akşama kadar okuyup, gözlerim yaş dolu oracıkta kaldığımı, güneş battıktan sonra beni arayıp bulduklarını ve zorla eve götürdüklerini hatırlıyorum." Okuduğu bu kitapların onun ruhunda dinmez fırtınalar oluşturduğu aşikârdır. Heybeliada, çocuk Necip Fazıl için âdeta bir dönüm noktasıdır. Nitekim; "İlk aşkım, hayat ve ölüme dair ilk düşüncelerim, ilk (metafizik) arayış ve çırpınışlarım orada filizlenir" demiştir. Şairliği, 12 yaşlarında hasta yatan annesinin; "Senin şair olmanı ne kadar isterdim!" sözüyle depreşti âdeta.. Üstad bu halini "Çile"nin önsözünde şöyle yansıtır: "Annemin dileği bana, içinde besleyip de 12 yaşıma kadar farkında olmadığım bir şey gibi göründü. Varlık hikmetimin ta kendisi..." O gün kararını verir: "Şair olacağım!" İlkokulu, 8'inci kez okul değişikliği ile nihayet; Heybeliada Numune Mektebinde bitirir. Ve; evet ve; "Olanca desteğim, koruyucum, kürkünün içinde barındırıcım, sema, toprak, güneş, dünya, Allah, Peygamber, bütün bir kâinat öğreticim büyükbabam..." dediği dedesi, Mehmet Hilmi Efendi'yi kaybetti. Necip Fazıl, 13 yaşını yeni ikmal etmiş ve takvimler 19 Mayıs 1919'u göstermektedir. 13 yaşındaki Necip Fazıl'ın kaybettikleri, yalnızca ve elbette; "bütün bir kâinat öğreticim" dediği dedesi değildi. Anayurdu, sırtlanların hücumuna uğramış ve fiilen işgal edilmişti. Dert ve belalar sökün edince ardı arası kesilmez misillü; üstüne üstlük; baba-oğul ilişkileri yok denecek kadar olan babası, annesini boşadı. Necip Fazıl, çocuk yaşlarında hem devlet sarayını ve hem de öz hanesinin konağını, madde ve manasıyla kaybetmişti. Fakir, fakirliği kadar derin, sessiz ve ince anneciğiyle baş başa ve yapayalnız kalırlar
.
.
Çile'li yıllar -4-
2 Ağustos 2012 01:00
Necip Fazıl, 11 yaşında, imtihanla Mekteb-i Fünunu Bahriye-i Şahane'ye (Bahriye Mektebi) girdi. Hamdullah Suphi Tanrıöver, Yahya Kemal Beyatlı ve Hamdi Aksekili gibi önemli şahsiyetler derslerine girmekte ve mahut Nazım Hikmet'le de aralarında iki sınıf bulunmaktadır. (Nazım iki sınıf yukarıdaydı). Bu okula alışmakta hiç zorluk çekmedi; şiir çalışmalarını aralıksız sürdürdü; öyle ki, okulda adı "şair"e çıkmıştı. "Ne oldumsa bu mektepte oldum" dediği Bahriye Mektebinde tasavvufla ilk ilişkisini kuran ve ona Semerat-ül Fuad ve Divan-ı Nakşi kitaplarını evinden getirtip veren edebiyat hocası İbrahim Aşki Bey; Necip Fazıl'ın ruhuna istikbalde infilak edecek dinamiti ilk ateşleyen kişidir. Ayrı mektepte İngilizcesini de geliştirerek Batılı; doğulu ve yerli kitapları harmanlıyor; birçoğundan en ufak bir haz ve tat alamazken bazılarının ise derin tesirinde kalıyordu. Ama, İbrahim Aşki Bey ve onun getirdiği kitaplar çok farklı idi; âdeta ruhunun topoğrafyasını altüst ediyordu! Nitekim; "Mektebin camiindeki minareden sabah ve yatsı ezanları okunurken yatağımdan doğruluyor, elimle başımı kapatıyor ve anlatılmaz bir haşyet duyguları içinde yüzüyordum... Baş meselem Allah... Koltuğumun altında, yaprakları öd ağacı ve gül yağı kokan 'Semarat-ül Fuad' ve yumurta akıyla parlatılmış esmer kağıt üzerine yazma 'Divan-ı Nakşi' rıhtım boyunca dalgalara karşı düşünce. Darağacına çekilen Mansur'un menkıbesi, tac ve tahtını yele veren İbrahim Ethem'in macerası ve dünyayı bütün nakışları ile perde üzerindeki gölgelere benzeten Nakşi şair, ruhumu akşam ıssızlığına çevirmişti" diyecektir. Son sınıfa geldiğinde, Harb-i Umumi hezimetle sona ermiş; Balkanlar dahil İmparatorluk toprakları elden çıktığı gibi, Anavatan konumundaki Anadolu ve Trakya toprakları da baştan başa işgal edilmişti. Ülkeyi yangın yerine çeviren sorumlu üçlü çete ise; (Enver, Talat, Cemal Paşalar) sırra kadem basıp; çoktan kaçıp gitmişlerdi. Elvan elvan olan bütün bu dertlerin, Necip Fazıl hangi birisine ve nasıl yansındı?!. Okulun son sınıf imtihanlarını verip mezun olmayı beklerken, eğitim süresi bir yıl uzatılmaz mı? İlave sınıf imtihanlarında kağıtlara "bilmiyorum" deyip boş kağıt verince kaydı silindi. Okulu dava ederek 1920 senesinde diplomasını aldı. Sivil hayata dönüş günlerini kendi ağzından dinleyelim: "Bahriye Mektebinden çıkınca birdenbire kendimi, köprü üzerinde, küçük dayımın yaptırdığı sivil elbise içinde buldum. Sokaklarda elvan elvan, biçim biçim, İngiliz, İtalyan, Fransız askerleri, gittikçe açılan (tango) çarşaflı kadınlar, İstanbul'un içine birer fuhuş şeytanı halinde düşen beyaz Ruslar, nereye gideceklerini ve ne yapacaklarını şaşırmış beyaz sarıklı hocalar, yere eğik astragan zabit kapakları ve fesler, hummasız ve meselesiz kafalar üzerinde kırmızı fesler. Hiçlere doğru uğul uğul akan bir cemiyet...
.
Çile'li yıllar -5-
8 Ağustos 2012 01:00
Babası, konakta yalnız kalan mağrur ve bir o kadar da 'özentili' babaannesiyle mirası tüketirken başka bir kadınla evlenir. Üniversiteye (Dar-ül fünun) kaydolacağı günü sabırsızlıkla bekleyen Necip Fazıl, anneciği ile birlikte, küçük dayısının fakir yuvasına sığınır. Yeni mekana bir türlü alışamaz; büyük dayısının Erzurum'a tayininin çıkması üzerine, hep beraber oraya gitmeye karar verirler. Üniversitenin eşiğindeki Necip Fazıl, Anadolu ve Erzurum'la, bu denli yarı sürgün hayatıyla tanışır. Babasının ölümünü Erzurum'da öğrenecek; ilgisiz maddi bir babadan olduğu kadar, manevi olan 'baba' mefhumundan da büsbütün mahrum kalacaktır. Babanın bu ilgisiz tavrını ve onu kazanmadan kaybedişin travmasını, yıllar yılı; 'beyin zarında sülük' gibi taşıyacak ve onu ebediyen kaybedişinden 24 sene sonra, 'Babadan Oğula' diyerek bakın nasıl şiirleştirecektir: "Eve dönmez bir akşam; Ve gün yüzlü çocuğu, Sorar: nerede babam? Bakarlar, oldu bitti; Gelir derler çocuğa Baban attaya gitti. Uzar gider bu atta; Ve neler neler olmaz! Ve kim bilir ve hatta: Bir mahşer gerisinde Babası döner bir gün Oğlunun derisinde." 17 yaşında, İstanbul'a küçük dayısının yanına döndü ve Dar-ül fünun Edebiyat Medresesi Felsefe Şubesi'ne girdi. Okul hocalarından M. Şekip Tunç ile dost oldu ve bu dostluğu yıllar boyu sürdürdü. Okulun yurdunda kalarak, okul ve Bab-ı ali çevresinde yeni dostluklar geliştirdi. H. Ali Yücel, A.Kudsi Tecer, A. Hamdi Tanpınar'la tanışıp arkadaş oldu. Vakit Gazetesine muhabir olarak girdi; orada R. Nuri Güntekin, Abdülhak H. Tahran, A. Emin Yalman ve Nizamettin Nazif gibi kalem erbabıyla tanıştı. Şiirlerini yayınlatmak için İkdam Gazetesinde çalışan Yakup Kadri'ye gidip, şiir defterini önüne kor ve; "Bu defterde benim şiirlerim.. Lütfen bir göz atar ve beğenirseniz, 'Yeni Mecmua'da neşrine delalet edersiniz" diyerek çekip gider. Sabırsızlıkla mecmuanın çıkışını bekledi ve sayfalarını süratle karıştırıp, kendisine ait 'Sevgilim' şiirini gördü. Dergide devrin en ünlü edebiyatçıları yazıyordu; şiirinden etkiyenen ünlü şair Ahmet Haşim: "Çocuk, bu sesi nereden buldun sen?" demek zorunda kalacaktı. N. Fazıl 19 yaşında iken cumhuriyet ilan edilir. 1924 yılında açılan Avrupa için öğrencilik imtihanını kazanır ve; ver elini Paris... Sorbon Üniversitesi... Lokantada tanıştığı bir Türk'ten 'poker' oyununu öğrenir ve tutkulu bir şekilde kumara dadanır. Bakın nasıl: "Bütün bir mevsim, Paris'te gündüz ışığını görmedim. Paris'te gündüz nasıldır, haberim olmadı. Gün doğarken yatıyor, gecenin başlangıcında da hafakanlarla yatağımdan fırlayıp kulübe koşuyorum..." ..... NOT: Geçen haftaki "Çile'li yıllar -3-" başlıklı makalemde "ne bir insan, ne bir nebat ve ne de bir cemaat mevcut değildir" cümlesindeki "cemaat" kelimesi "cemat" olacaktır. Düzeltir özür dileriz.
.
Çile'li yıllar -6-
9 Ağustos 2012 01:00
Bir yıl sonra, Türkiye'den gönderilen öğrenci müfettişi tahsisatını keser ve ülkeye dönmesi için, kendisine yol harçlığı verilir. Son bir ümitle, o parayı da son kuruşuna kadar kumara kaptırır ve beş parasız olarak kendini Paris sokaklarında bulur. O günkü halini kendi ağzından dinleyelim: "Pırıl pırıl bir cadde.. Paris kaynıyor. O genç şair, şehrin kapkara çatıları, esrarlı bacaları ve her an göz kırpan ışıkları altında, kaybolmuş bir çocuk gibi kimsesiz ve on parasız. Ve, 'Işık Beldesi' olarak anılan Paris'te, hiçbir yerden hiçbir ümit kıvılcımı göstermez bir karanlıkta." Başı, yere-kaldırımlara mıhlı; yalnızlığı, kâinat çapındaki yalnızlığı, tüm zerreleriyle yaşayarak ve "kaldırımlar"ın yakıcı havasını soluyarak oteline gitti. Aynanın karşısına geçip, simsiyah tırnaklarıyla yanaklarını kanatırcasına tarayarak ağlamaya başladı ve; "Allah'ım! Beni kendi kendimden kurtar!" diye yakardı. İstanbul'a döner; ilk şiir kitabı "Örümcek Ağı"nı 1925'te yayımlar. Şiirleri ve yaşantısıyla dikkatleri üzerine çeken N. Fazıl, kısa sürede Bab-ı ali çevrelerinin vazgeçilmezi halini alır; orijinal fikirleri ve deha çapındaki zekâsıyla muhataplarını silindir gibi ezip geçer. Necip Fazıl'ın o günkü halini en iyi anlayanlardan birisi, yakın dostu Ahmet Hamdi Tanpınar'dır: "Birkaç defa düşündüm; her hayat davetinin önünde, yelesi taze ve keskin bir bahar kokusuyla kabarmış bir küheylan gibi, burun delikleri açılıp kapanarak şahlanan bu genç adam, kendini şiirin dar nizamına sokmamış olsaydı, acaba ne olurdu? Belki zaferini terennüm eden tunç boruların akislerini, ufkun dört köşesinden üstümüze bir altın yağmuru halinde yağdıran bir kahraman, belki köksüz bir adam, belki de daha büyük bir ihtimalle sadece bir deli.." "Bohem"liğin zirvesini yaşarken (24 yaşında) 1928 yılında, ikinci şiir kitabı olan "Kaldırımlar"ı yayınlar. Bu kitapla birlikte şiiri de zirve yaptı; başta edebiyat muhitleri olmak üzere, etrafında oluşan takdir hâlesi onu "Kaldırımlar Şairi" olarak anıyordu. Yalnızlığını yenmek, tutulduğu illetten kurtulmak için birkaç kez memuriyeti (yabancı ve yerli bankalarda muhasebecilik ve teftiş elemanı) ve o memuriyetle birlikte Anadolu'nun çeşitli şehirlerinde ikameti denedi. Herkes bir şeyini veya bir şeylerini kaybeder; lakin, Necip Fazıl'ın kaybettiği ise, madde ve manasıyla bütün bir kâinattı. Yoksa; kumarı zaten kaybetmek için oynuyordu! Kendi tabiriyle; ve işte, yeri geldi: ----- "Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında; Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum, Yolumun karanlığa saplanan noktasında, Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum. Başını bir gayeye satmış kahraman gibi, Etinle, kemiğinle, sokakların malısın! Kurulup şiltesine bir tahtaravan gibi, Sonsuz mesafelerin üstünden aşmalısın!"
.
Çile'li yıllar -7-
15 Ağustos 2012 01:00
Şöhretin ve bunalımın zirvesindeki Necip Fazıl; krizini yenebilmek için, sürekli mekân değiştirir; ama ne mümkün.. Her şeye ve herkese yeten Necip Fazıl, ne çare ki, kendine yetemiyor ve bir türlü buhranını yenemiyor. Her adım atışında nefsi, dünyalar büyüklüğünde önüne dikiliyor ve onu, tutulduğu illetlerle alt ediyor. Geceler boyu uyuyamıyor; hiçbir teskin edici ilaç, ruhundaki infilakları dindirip onu huzura ve uykuya kavuşturamıyor. Anneciği, onun intihar etmesinden korkuyor ve silahını saklıyor. Onca kalabalıklar, şöhret, eller üstünde tutulma ve onca üstün zekâ ve o zekânın ürünü eserler. Hiçbirisi; hiçbir şey ve hiç kimse onun ruhundaki fırtınaları dindirmeye ve beynindeki milyonlarca kıymığı söküp atmaya yetmiyor. 'Kaldırımlar' şairi, 'Çile'sini biriktirip: 'Tam otuz yıl saatim işlemiş bin durmuşum; Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum!' dediği ana (1934) geldi. İstanbul Şehir Hatları Vapurunda karşısına ilk defa çıkan ve bir daha hiç görmeyeceği bir insanın (kendisinin Hızır diye tanımladığı meçhul adam) işaret ve ikazına muhatap oluyor: ' ... Senin ilacın, kurtarıcın ve irşad edicin Eyüp Sultan'da Seyyid Abdülhakîm Arvasî hazretleridir!' Efendi Hazretleri ile ilk temas ve ruhuna 'temel çivisinin çakılması!..' Kendisinden dinleyelim: 'Belki üç, belki beş saat süren o günden, o günkü konuşmalardan hatırladığım yalnız bir ahenk çağlayanı, başka bir şey bilmiyorum. Sonra sonra, seyrek de olsa dokuz yıl süren temaslarım içinde, bahislerin hemen bütün köprübaşlarını kelimesi kelimesine hatırlıyorum da o günden, o günkü konuşmalardan bende (kloroform) tesiri gibi bir kendinden geçme hissinden başka bir şey hatırlamıyorum.' 'Kaldırımlar' şairi, kömürden elmasa doğru; 'Çile' şairi olmaya yüz tutacak ve 1939'da bir volkan misali patlayacaktır: "Gaiplerden bir ses geldi: Bu adam, Gezdirsin boşluğu ense kökünde! Ve uçtu tepemden birdenbire dam; Gök devrildi, künde üstüne künde!.. .. Atomlarda cümbüş, donanma şenlik; Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur. İç içe mimari, iç içe benlik Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur! .. Kaçır beni ahenk, al beni birlik; Artık barınamam gölge varlıkta. Ver cüceye onun olsun şairlik, Şimdi gözüm büyük sanatkârlıkta. .. Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök! Heybem hayat dolu, deste ve yumak. Sen, bütün dalların birleştiği kök; Biricik meselem sonsuza varmak." ..... NOT: Geçen haftaki yazımda Abdülhak H. Tarhan'ın ismi "Abdülhak H. Tahran" olarak çıkmıştır. Düzeltir özür dileriz.
.
Çile'li yıllar -8-
16 Ağustos 2012 01:00
'Çile' şairi, yeni ve çileli bir hayatın eşiğindeydi artık. Muhsin Ertuğrul'un isteği üzerine ilk tiyatro eseri olan 'Tohum'u yazdı. Hemen akabinde yazdığı 'Bir Adam Yaratmak' adlı piyes, yine Muhsin Ertuğrul tarafından İst. Şehir Tiyatrolarında sahnelendi. Hemen her kesim tarafından müthiş ilgi gören eser; yazarını takdir ve iltifat yağmuruna tutturdu. Haber Gazetesi'ne, kısa bir süre sonra da Son Telgraf Gazetesine girdi. Köşe yazılarındaki isabetli teşhis, tespit ve tahminleriyle herkesi hayrette bırakıyor ve onlara; 'bu adam ne dese çıkıyor!' dedirtiyordu. Ankara Devlet Yüksek Konservatuarı Batı Edebiyatı bölümünde, daha sonra da, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi'nin Yüksek Mimari kısmında ve Robert Kolejin son sınıflarında edebiyat hocalığı yaptı. 1941'de Fatma Neslihan Hanımefendi ile evlendi. Necip Fazıl'ın izdivacını duyan Faruk Nafiz, kendisine: 'Senin gibi bir ejderhayı zapt edebilmek için ne gibi bir melek olabilmelidir?' demişti. Abdülhakîm Efendi Hazretlerinin kalpleri delen ve vücut kimyalarını değiştiren nazarlarına mazhar olup Hakk'a teslim olan Necip Fazıl, yıllar yılı içinde biriktirdiği ve bir türlü dindiremediği fırtınaları; 'Büyük Doğu' ile meydan yerine çekecek ve en gür seda ile haykırışlarına devam edecektir. Muarızları, önce hayretten küçük dillerini yutacak ve sonra da; 'bir mısraı millete şeref verecek düzeyde' dedikleri Necip Fazıl için; 'sanatına yazık etti' ve 'sabık şair' diyeceklerdir. 40'lı yıllar; 2. Dünya Savaşı dünyayı kasıp kavururken; savaşa girmemesine rağmen Türkiye'de hayat savaştan beterdir. Küfür ve irtidat, tüm şubeleriyle Türk insanının ufkunu tutmuş; resmî ağızlar, mevkutelere (medyaya) gönderdikleri tebligatta; 'Allah'tan ve ahlaktan bahsetmek yasaktır!' denilecektir. Küfrün karşısına, olanca haşmet ve şiddetiyle dikilecek ve hakkı en gür seda ile haykırıp; 'Büyük Doğu'nun kapağına: 'Allah'a itaat etmeyene itaat edilmez!' düsturunu yazacak kişi, Necip Fazıl'dan başkası olmayacaktır. Kılıçlar çekilmiştir; bir yanda, küfür ve irtidadın her şubesini temsilen -ki Üstad'ın tabiriyle- 'buzdağı-cumudiye', diğer yanda ise tek başına mücadele bayrağını, en zirve burcunda dalgalandıran Necip Fazıl Kısakürek. Öyle ki; çıkan her 'Büyük Doğu' nüshası, küfrün karanlıkları üzerine şimşek gibi çakıyor ve âdeta atom bombası tesiri icra ediyordu! Seneler senesi küfrün karanlığında bırakılan ve Hakk'a ve hakikate susamış Türk insanı, matbaanın kapısında sabırsızlıkla bekliyor ve çıkan mecmualara hayat iksiri gibi sarılıyordu. Zifiri karanlıkta çakan bu kıvılcım, devrimbaz kodamanlar tarafından derhal söndürülmek istenmiş ve bizzat Maarif Nazırı tarafından, Necip Fazıl'a üniversitedeki işinden el çektirilmek istenmiştir. Bunun üzerine Necip Fazıl: "Elli kişilik bir sınıftansa, bütün vatana hitap edici kürsüyü, yani 'Büyük Doğu'yu tercih ettiğini" ihtaren bildirip istifa edecektir..
.
Çile'li yıllar -9-
22 Ağustos 2012 01:00
44 senesi... Küfür, tüm şubeleri ile cemiyetin ufkunu tutmuş; hak ve hakikat namına tek bir yaprak olsun kıpırdamamaktadır. Necip Fazıl'a da işten el çektirildiği gibi, dergisi de kapatılır ve hakkında; 'rejimi devirmek yolunda propaganda' suçundan dava açılır. Mukaddes davanın yılmaz savunucusu Necip Fazıl'ı; ne ardı ardına açılan davalar, ne çıkarmakta olduğu Büyük Doğu Mecmuası'nın sürekli kapatılması ve ne de zindanlara atılıp mahkûm edilmesi susturamamış; yapılan onca zulümden daha da bilenerek küfrün karşısına dikilmiş ve hakikati haykırmıştır. 1949 yılında; Türk insanını ve Türk yurdunu 'inilmez bir kuyu gibi' addettiği derekede Sakarya ile bütünleştirerek ve bu denli itilmişliğe, horlanmışlığa, aşağılanmışlığa, biricik anneciğinden de benzerlikler görerek; o destanlık öyküyü şu dizelerle taçlandıracaktır: "Ne ağır imtihandır, başındaki Sakarya! Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya? .. Vicdan azabına eş kayna kayna Sakarya Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya! .. Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader; Aldırma, böyle gelmiş bu dünya böyle gider! Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz Sen kıvrıl ben gideyim Son Peygamber kılavuz! Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya!" 1950 ile birlikte şeklen demokrasiye geçilmiş ancak; memleketin en ücra köşelerindeki muhtarından, uzatmalı çavuşlara kadar askerî ve sivil bürokrasi iliklerine kadar CHP'nin renkleriyle bezenmiş olmasıyla gerçek iktidarı, sürekli ellerinde bulundurmuş ve gelip geçen onca hükümetlere, boyunlarında davul taşımaktan başkaca iş bırakılmamıştır. Bundan dolayıdır ki; Necip Fazıl, on yıllık DP iktidarının iki yılını hapislerde geçirmiştir. 60 İhtilali de Necip Fazıl'a zindanı boylatacak; Yassıada'da yargılanmasının ardından Toptaşı Cezaevinde 1.5 yıl hapis yatacaktır. Tahliye edilir edilmez Son Posta ve Yeni İstiklal gazetelerinde başmakale ve günlük fıkralarını sürdürür. 1963'e gelindiğinde; yurdun muhtelif yerlerindeki sivil toplum kuruluşlarından davetler alır ve böylece; Anadolu'yu bir baştan öbür başa kuşatacak konferans çığırını açar. Bu satırların yazarı olan bendeniz, tıpkı, okul arkadaşım olan Başbakanımız Tayyip Erdoğan gibi; Üstad'ın konferanslarında takdimciliğini yapardık. Sakarya'daki takdimimden mest olan Üstad'ın kürsüye gelip ve bana; 'seni çok beğendim evladım!' deyişini muazzez bir hatıra olarak saklarım. 'Çile' şairi, üstün şiir idrakinin yanında; son derece tesirli konuşmasıyla aynı zamanda müthiş bir hatiptir. Tıklım tıklım dolan salonlar sokaklara taşar ve onca kalabalık Üstad'ı âdeta nefes almadan dinlerdi! Ve; bir ömür boyu, aradığı 'ideal neslin' maya tutması için çırpındı.
.
Çile'li yıllar -10-
23 Ağustos 2012 01:00
Üstad Necip Fazıl'ın konferansından çıkan kişi; tahsil kademesi ne olursa olsun; iman, aşk, vecd, bilgi ve heyecanla dolardı. Korkulan, teğet dahi geçilip dillendirilmeyen en netameli konuları, fütursuzca dile getiriyor; yarım asrı aşkındır yalan-dolan ve iftiralarla bezeli Türk insanının ufkunu örten simsiyah karanlıkları, şimşek parıldaması ile aydınlatıyordu. 'Ey düşmanım! Sen benim ifadem ve hızımsın! Gündüz, geceye muhtaç, bana da sen lazımsın!' diyerek; binbir çeşit düşmanı arenaya çağırıyor ve hepsinin ama hepsinin pestilini çıkarırcasına, üzerlerinden silindir gibi geçiyordu. Üstad, Türk edebiyatında şiirin 'poetika'sını (felsefesini-hikmetini) ilk yazan şahsiyettir. Bakınız; ona göre şair kimdir: 'Şair, sanatı üzerinde düşünen, ne yaptığının yanı sıra niçin ve nasıl yaptığının ilmine muhtaç ve üstün marifetinin sırrına müştak bir tılsım ustasıdır.' Edebiyatın tüm enstrümanlarını büyük bir maharetle çalan ve tek kişilik bu orkestranın şefliğini üstlenen Necip Fazıl, 'Gençliğe Hitabe'sini ve birkaç şiirini bir plağa okur; plağın takdim yazısında şu satırlar yer alır: 'BU SESİ TANIYORSURUZ... Evet... Bütün ömrünüzde bir kere bile yüzünü görmemiş, bir kere bile kendisini yüz yüze dinlememiş -ve farz-ı muhal- bir tek satırını okumamış olsanız da, siz bu sesi tanıyorsunuz; tanımak zorundasınız! Yarım yüzyıldır yüreklerimizin kapısına dayanıp: 'Genç adam, düşün! Evvela insanoğlunun düşünmekten büyük haysiyeti olmadığını düşün!' diyerek bizi kendimize uyandırmaya, sarsmaya, silkelemeye, doğrultup ayağa kaydırmaya çalışan ve yine yarım yüzyıldır âdeta bu mazlum milletin vicdanıymışçasına 'Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti!' diye 'kan terleyen' bu çileli kafayı mutlaka tanıyorsunuz; tanımak zorundasınız! Onu kimbilir hangi bilinmez çiçeklerle bezenmiş maverai halılarını dokuduğu o rüya diyarındaki altın tezgahının başından kaldırıp (agora)mızın tozlu sokaklarına çektiğimizden beri çalmadığı kapı, seslenmediği kulak, ırgalamadığı yürek, örselemediği zeka kaldı mı? İzbe hapishane köşelerinden tıklım tıklım üniversite anfilerine, çöpçüsünden cumhurbaşkanına kadar bütün cemiyet kadrosunu, tutuşturduğu ateşin ışığına çağıran ve bu münadinin yarım yüzyılı aşan çilesine karşı bunca sağır, dilsiz ve nasipsiz olmanız mümkün mü? Öyleyse bu sesi tanımak zorundasınız! Ve işte bu ses, bir 'nar-ı beyza' halinde yüreklerimize düşen o çilenin sesidir..." Bu çileli sese göre şiir ise; 'Mutlak Hakikat'i arama işidir. Mutlak hakikat Allah'tır. Ve şiirin, ister O'na inanan ve ister inanmayan elinde, ister bilerek ve ister bilmeyerek, O'nu aramaktan başka vazifesi yoktur. Şiir, 'Allah'ı sır ve güzellik yolundan arama işidir.' Sanat ise, buyurun: 'Anladım işi, sanat Allah'ı aramakmış; Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış' Şiir sanatının icra edildiği lügat ise, buyurun: 'Tutuşturanlar, lügat kitabını elime, Bilsin: Allah'dan başka bilmiyorum kelime.'
.
Çile'li yıllar -11-
29 Ağustos 2012 01:00
Felsefede 'sezgicilik'in kurucucu olan Bergson, Sorbonne Üniversitesi'nde Necip Fazıl'ın hocasıdır. Bergson'a, kendisinden sonra ekolünü devam ettirecek kim ya da kimler var diye sorulunca şu cevabı verir: 'Felsefeyi bilen Necip Fazıl adında bir Türk vardı. O da derbeder bir yaşantı içindeydi!' Yıllar sonra; bir mahkemede yanlışlar üzerine iddiasını kuran savcıya Üstad, yanlışlarını hukuk mantığı açısından birer birer sıralarken kendisinin Sorbonne'da okuduğunu da ilave eder. Meğer, savcı da Sorbonne'da hukuk tahsili yapmamış mı?!. O da bu halini dillendirince; Üstad: 'Belli ki, sen orada yalnızca kanun maddelerini ezberlemişsin.. Bense, hukukun felsefesini yaptım!' der. Manevi kurtarıcısının işaretini aldığında 30 yaşındadır ve 'Nokta.. Nokta..' diye ifadelendirdiği Kafkas kökenli asil bir kadına sırılsıklam âşıktır. Manevi buhranına bir de aşk illeti arız olmuştur. Onca istek, hamle ve mektuplarına rağmen bir türlü ulaşamaz ve hatta yüz bulamaz! Beşeri aşkın zirve hali onu çıldırma noktasına getirdi; buhranını yenerek gerçek aşka kavuştu. Bakın nasıl? Ona yazdığı son mektubunda; 'Artık siz benim için lüzumsuz bir şeysiniz. Size erişememenin inkisarı içinde asıl erişilmesi gerekenin kim olduğunu dehşetle görüyorum. Siz bana ne verseniz neticede verebilmek kudretinde olmadığınızın ihtarcısından başka bir şey olamazsınız. Siz bir hayal, bir gölge, bir benzeyiş, bir remzden ibaretsiniz. Siz, mutlak yokluğunuz içinde, malikiyetin mahrumluğa dönen şekliyle karşıma mutlak varlığı, Allah'ı çıkardınız!' deyip o illetten kurtulur. Ve, işte kendi ifadesiyle; 'yeri geldi': 'Beni kimsecikler okşamaz madem Öp beni alnımdan, sen öp seccadem!' Ve: "Ne hasta bekler sabahı, Ne taze ölüyü mezar. Ne de şeytan bir günahı, Seni beklediğim kadar. Geçti istemem gelmeni, Yokluğunda buldum seni; Bırak vehmimde gölgeni, Gelme, artık neye yarar?" Öleceği yıl (1983) kadını çerçeveleyip, son noktayı koyar: "Dipsiz hasrete tuzak; En yakınken en uzak. Tadı zehrinde erzak; Kadın. Bir işaret, bir misal; Ayrılık remzi visal. Allah'a yol bir timsal; Kadın."
.
Çile'li yıllar -12-
30 Ağustos 2012 01:00
Davalar, mahkemeler; ölümüne kadar, Üstad'ın peşini bırakmadı. 1968 yılında yazıp Bugün Gazetesinde tefrika ettiği 'Vatan Haini Değil Büyük Vatan Dostu Vahiduddin Han' kitabından dolayı 1.5 yıl hapse mahkûm oldu. 73 Affı ile kurtuldu derken, 76 senesinde, kitabın yeni baskısı yapılınca aynı cezaya tekrar çarptırıldı. Adliye kayıtlarında; Üstad'ın cazaevlerine 'borçlu' gittiği ibaresi yer alıyor! Ancak; gerçek manada ve gerçek hayatta; kimin borçlu-kimin alacaklı olacağı, Mahkeme-i kübra'da belli olacaktır! Zira, Üstad; bu hususu çok önceleri şiirin kaydına geçirmişti: "Buluştururlar bizi, elbet bir gün hesapta; Lafını çok dinledik, şimdi iş inkılapta! Bekleyin, görecektir, duranlar yürüyeni; Sabredin, gelecektir, solmaz, pörsümez Yeni! Karayel, bir kıvılcım; simsiyah oldu ocak! Gün doğmakta, anneler ne zaman doğuracak?" 1978'de Büyük Doğu'yu son kez çıkardı. 1981'de evine kapandı ve bir daha dışarı çıkmadı. Son çiçeğe dururcasına, son nefesine kadar yazdı. 70'i aşkın eserlerinin son iki örneğini (İman ve İslam Atlası ve Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu) bu dönemde yayımladı. Ölmeden önce son şiiri olan 'Zehir'i yazdı ve doğduğu gün olan 25 Mayıs günü ruhunu teslim etti. Nur içinde yatsın... Önce; yazdığı son şiiri ve ardından da vasiyeti olan Gençliğe Hitabesi'nden bir bölümü yazarak; 'Çile'li yılları şimdilik noktalıyoruz. "Çocukken haftalar bana asırdı; Derken saat oldu, derken saniye. İlk düşünce, beni yokluk ısırdı; Sonum yokluk olsa bu varlık niye? Yokluk, sen de yoksun, bir var bir yoksun! İnsanoğlu kendi varından yoksun. Gelsin beni yokluk akrebi soksun! Bir zehir ki, hayat özü faniye." "... İşte bu gençliği, bu gençliğin ilk filizlerini karşımda görüyorum. Şekillenmesi, billurlaşması için 30 küsur yıldır, devrimbaz kodamanların viski çektiği kamış borularla kalemime ciğerimden kan çekerek yırtındığım, paralandığım ve zindanlarda çürüdüğüm bu gençlik karşısında, uykusuz, susuz, ekmeksiz, başımı secdeye mıhyayıp bir ömür Allah'a hamd etme makamındayım. Genç adam! Bundan böyle senden beklediğim şudur: Tabutumu öz ellerinle musalla taşına koyarken, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dava taşını da gediğine koymayı unutma ve bunu tek vasiyetim bil! Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes! Ey kahbe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!.." Miladi senenin 2012'sinin bu gününde; düne ve bugüne bakarak; "annelerin doğurup doğurmadığına" sizler karar verin sevgili okuyucularım ve lütfen Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in aziz ruhuna bir 'Fatiha' okuyun!
.
Necip Fazıl
26 Mayıs 2005 01:00
Necip Fazıl Kısakürek, sadece şair değildir. Onu yalnızca şair olarak tanıtmak küçültmeye teşebbüstür. Hem şair, hem mütefekkir, hem tiyatro yazarı, hem senaryo yazarı, hem romancı, hem hikâyeci, hem deneme yazarı, yayıncı ve gazetecidir. Ayrıca, üstün bir hatip, projeleriyle siyasetçi, teşkilatçı, polemikçi, nükte ve aksiyon adamı. Şiirinin edebiyat semasında ilk parladığı dönem. Ona "bir mısraı bir millete şeref vermeye yeter" diyenler, daha sonra "sabık şair kendine yazık etti" diyeceklerdir. Çünkü "Allah" demenin suç sayıldığı bir dönemdir. Necip Fazıl, "Allah" demeye başlamıştır. O yüzden göklere çıkartılan bir san'atkâr, bir zaman sonra yok farz edilmiştir. Necip Fazıl, gördüğü bütün ihanetlere, nankörlüklere, vefasızlıklara rağmen fikrinde ve yolunda sabırla, sebatla ve inatla direnme kudretini göstermiştir. Ademe/yokluğa mahkum edilmiş. Adı mektep kitaplarından kazınmış. Cemiyette unutulsun diye her şey yapılmış fakat o tek kişilik bir ordu halinde eserler vermeye devam etmiştir. Tam bir dâvâ ve gönül adamıdır. Necip Fazıl, tek parti devrinin mağdurudur. İsmet İnönü'yle sürekli çekişmiştir. Tek parti döneminde üstelik de "Türklüğe hakaret" gibi abes üstü abes bir suçlamayla hapse atılması bu devir için tek başına kâfi ayıptır. Hapis hayatı ömrünün onda biri, fakülte hayatının iki katı kadardır. Adnan Menderes'le, dosttur, Süleyman Demirel'le devir devir yakınlaşıp uzaklaşmalar yaşamıştır. Alparslan Türkeş'le samimi yakınlıkları vardır. Turgut Özal onu zaten "üstad" kabul eder. ANAP şekillenirken Özal, Necip Fazıl'ın fikirlerinden istifade etmiştir. Fakat ne var ki ömrü Turgut Özal'ın iktidar olmasına yetmemiştir. Kendisi dünyasını değiştirmiş, fikirleri iktidara gelmiştir. Sadece bu tarafıyla değil, kendine yarım asır evvel "sabık şair" diye yafta yapıştırmaya kalkanlar da "Perdeler" şiirini dinleyince "sen sabık değil, hakiki şairsin" diyerek geç de olsa, güç de olsa yenmiş bir hakkı yeniden teslim etme zorunda kalmışlardır. Necip Fazıl, Türkçe'nin büyük şairidir. Mazlum bir milletin inançlarının kalkanıdır. Fikir namusu şahikadadır. Eserleri gerçekten bir millete şeref verecek kalitededir. İngilizce yazsaydı bugün bütün dünya kendisini tanırdı. Veya şöyle diyelim, Cengiz Aytmatov, Rusça yazmasaydı şimdi Kırgızların bildiği mahalli bir romancı kalırdı. Hazreti Mevlana Farsça yazmasaydı belki de tanınmazdı. O halde Kültür Bakanlığına görevler düşüyor. Bakanlık, şaraplı, çengili dans, folklor, festivalden ziyade böylesi kalıcı işlere imza atmalı. Necip Fazıl'ın kitaplarından hiç olmazsa 10 tanesi dünya dillerine çevrilmelidir. Bugün başlansa gelecek ölüm yıldönümüne yetiştirilir. Aynı şekilde Milli Eğitim Bakanlığı da 100 Temel Eser arasına Çile'yi almış olmakla vazifesini ifa etmiş sayılmaz. Yukarıda bazı siyasilerle nispetini dile getirdik. Bugünkü iktidarı, Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Hüseyin Çelik diye tek tek sıralamaya gerek yok. Onların tamamı Necip Fazıl merhumun deyimiyle Büyük Doğucu'dur. O pınardan içerek yetişmişlerdir. Bu sebeple şüphesiz ki Necip Fazıl'a karşı derin borçları var. Bu borç nasıl ödenir? Dünya şu vasıfların onda birine sahip edebiyatçılarına, san'atkârlarına, mütefekkirlerine karşı hangi minnettarlıkla mukabele ediyorsa onun yapılması gerekir. Eserleri dünya dillerine çevrilmeli, eserleri okullarda okutulmalı, Necip Fazıl müzesi, kütüphanesi kurulmalı ve muhakkak surette bir üniversiteye ismi verilmelidir. Bunları yapmak Necip Fazıl Kısakürek'e bir şey kazandırmaz. O, müdafaa ettiği fikirler uğruna son nefesini mahkum olarak vermiş bir kahramandır. Hapishanede ölmediyse aldığı bir doktor raporu yüzündendir. Halbuki iddiası artık bütün tarihçiler tarafından yazılıyor. Ömrü çilelerle geçti. Her dâvâ adamı gibi bir mum misali kendini yakarak çevresini aydınlattı. Bu sebeple Necip Fazıl adına yapılacaklar bir milletin, emek verdiği nesillerin vefasını ortaya koyar. Bir milleti yönetenlerin kalitesini gösterir. Böyle isimler zor yetişir. Çok yetişmesi için hayatlarında da mematlarında da değerleri bilinmeli. İlk Sultan'üş şüara Baki, kıymet bilinmemekten şikâyetçiydi. Aynı şikâyeti ikinci Sultan'üş Şüara Necip Fazıl'da da gördük. Değerlerini futbolcu, şarkıcı, mankenden ibaret gören milletler, dünya ailesinde yer alamaz. Dostoyevsky'nin, Balzac'ın, Shakespeare'nin karşısına koyacak isimleriniz yoksa siz de yoksunuz. Kültürel kalkınması olmayan milletlerin kalkınması güdük kalır. Bugün keçi boynuzu kemirenler yerine fikir üreten mütefekkirlerimiz olsaydı, ne Huntington meydanı boş bulurdu, ne Ermeni ırkçıları. Hatta PKK bile bu çapa varamazdı. Kalem ve kelam büyük ihmale uğramıştır. Bu büyük hatanın terki gerekir. Dünkü kahramanları hürmetle analım, fakat yeni kahramanlar yetişecek zeminleri de hazırlayalım.
.
İhanet
22 Temmuz 2005 01:00
İhanet, insan soyunun işlediği en âdi fiillerden biridir. Eşe, arkadaşa, şirkete, vatana... karşı olabilir. Bu fiili işleyene hain denir. Zıddı sadakat veya kahramanlıktır. Son günlerde bir "hain" furyasıdır gidiyor. Furya, "Vahdettin hain değil miydi?" sorusuyla başladı, hız kesmeden devam ediyor. Tartışmanın çıkma sebebi, Bülent Ecevit. Eski başbakan, ilerlemiş yaşında Osmanlı tarihi yazmaya karar vermiş. Kitap bitmek üzereymiş. Ecevit tarih kitabında "Vahdettin hain değildi" diyormuş. Kendisiyle yapılan röportajda da son padişaha hiçbir zaman hain demediğini ayrıca dile getiriyordu. Bunun üzerine klasik CHP'liler, klasik solcular, bazı laikçiler Ecevit'i topa tutmuş durumdalar, demediklerini bırakmıyorlar. Bazı hususların üzerinde durmak gerekiyor: Bir kere, tarih kitabı yazmak ihtisas ister. Ecevit'in aktif siyasetten çekilmesiyle bu kitabı yazdım dediği zaman süresinde Osmanlı tarihi yazılamaz. Olsa olsa nakil yapmıştır. Buna rağmen böyle bir tartışma çıktı. Niçin? Sebebi çok basit, reklam. Kitabın çıkacağı medya grubu, ince bir taktikle konuyu reklam malzemesi yaptı. Kitap çıkınca satış patlaması yapabilir. Trilyon harcansa bu reklam olmazdı. İkinci husus, Ecevit, belki Sultan Vahdettin için doğrudan doğruya hain dememiştir ama muhaliflerine "bunlar Vahdettinci" gibi ithamlar yaptı gibimize geliyor. Hafızamız bizi yanıltsa bile şu soruya ne cevap verecektir? Bu yaşa kadar neredeydi? Filozof Rıza Tevfik, Sultan Abdülhamid'e karşı 31 Mart Vak'asını düzenleyenlerden biridir. Zaman kendisine ne kadar hata ettiğini gösterir. Hastanede son nefesini vermeden önce Necip Fazıl'a haber yollar. Misafiri gelir, ona bir kâğıt uzatır. Bu bir şiirdir, sonradan meşhur olan "Sultan Hamid'in Ruhundan İstimdat". Ecevit'inki de o misal. Üstelik Ecevit'in Türkçe'si tarih kitabı yazmaya elverişli değildir. Ayrıca tarih kitabı da şiir kitabı kalitesindeyse orada kalsın. Buna rağmen niyet ne olursa olsun meselenin tartışılması faydalı olmuştur. Bir diğer husus. Mustafa Kemal Paşa'yı Anadolu'ya Sultan Vahdettin'in gönderdiğini bütün tarafsız tarihçiler 50 senedir yazmaktadır. "İhanet ettiği" iddiası ise bir yakıştırmadır. Böylesi ithamlar, bir dünya klasiğidir. Rejimler değişince yeni rejimler kök salabilmek için önceki rejim ve kişileri suçlarlar. Yoksa adama "neden devirdin?" diye sorulur. Vahdettin'in vatanı terk etmesine gelince, hata olmuştur. Evet, ölüm tehditleri alıyordu, dönme ümidiyle gitmişti ama yine de İngiltere'ye iltica ederek gitmesi yanlıştır. Hata ile ihaneti karıştırmaksa ahmaklıktır. Bugün dahi bir Türk devlet adamına galiz ifadelerle saldıranlar Nazım Hikmet mevzubahis olunca farklı kampta ve kanaatte yer almaktalar. Sistem bir tarafa bir padişah için "hain" diğer tarafa da bir şair için "hain" dedirtti. Sağcılar da Nazım için yıllarca hain deyip durdular. Oysa Nazım Hikmet Ran yurt dışına çıkmasaydı öldürülecekti. Kimsenin kimseye "yerinde kal seni öldürsünler" demeye hakkı olamaz. Bu noktada Padişahla şair aynı çizgidedir. Buna rağmen biz, aynı zamanda halife de olan Vahdettin keşke yerinde kalsaydı, İstanbul'u terk etmeseydi diyoruz. Bir de ilginç bir taraf var. Bülent Ecevit malumu ilan edecek. Kitabı şimdiden büyük bir satış şansı yakaladı. Halbuki aynı meselede Necip Fazıl, bir kitap yazdığı için mahkum olarak öldü. Necip Fazıl Kısakürek, "Vahidüddin" isimli eserinden dolayı yargılanıp mahkum oldu, kitap yasaklandı. Yargıtay kararı tasdik etti. Yazar, ancak Ayhan Songar'ın hapse giremez raporuyla bir kere daha hapishaneye atılmaktan kurtuldu. Eğer rapor almasaydı içerde ölecekti. Bizim Vahdettin için keşke gitmeseydi dediğimiz gibi eminiz ki bazıları da Necip Fazıl için "keşke bir doktor raporuna sığınıp kurtulacağına hapiste ölseydi" dediğini duyar gibiyiz. Hadiseler kendi zamanlarında değerlendirilir, keşkelerle değişmez. Doğru tarih hadisenin üzerinden bir asır geçtikten sonra yazılabilir. Dünya budur. Bazıları tarih yapar, bazıları tarih yazar, bazıları para kazanır. Bütün mesele her hal-ü kârda namuslu olmak. En başta da fikir namusu gelir. En büyük ihanet fikir ihanetidir. İhanetin bu türlüsünde bir kişi veya kuruma değil yüzyıllara kötülük yapılır.
.
Necip Fazıl'ın suçu neydi?
25 Kasım 2008 01:00
Üstad tarihçi Yılmaz Öztuna'nın cumartesi günleri Türkiye gazetesinde çok istifadeli sohbetleri çıkmakta. Öztuna Hoca, yedi göbekten İstanbulludur, İstanbul Türkçe'sini fevkalade güzellikte yazıp konuşan bir imzadır. Eline kalemi erken yaşta almış, erken yaşta eser vermiştir. Muhafazakâr kitle dışında mütehassıs tarihçi sıfatıyla II. Abdülhamid Han hakkında en namuslu yazan insandır. Bu hususiyetlerine binaen şu günlerde farklı biçimde tartışılmakta olan Atatürk'e dair söyleyecekleri merak mevzuuydu. Cumartesi bunu ifa etti. O sohbetlerinde iki husus nazarı dikkatimizi celp etti. Biri "Mustafa Kemal Bey"in rütbelerdeki çok hızlı ilerleme seyriydi. Kaymakam/Yarbaylıktan, Miralay/Albaylığa, Albaylıktan Mirliva/Tuğgeneralliğe, oradan Paşa/Orgeneralliğe ve Müşir/Mareşalliğe çıkmıştı. Bu taraf, bu sırayla herhalde ilk defa ortaya kondu. Sadece Enver Paşa böyle bilinirdi. Diğeri de Yarbay Mustafa Kemal Beyin, bizzat Hakan Halife tarafından Samsun'a gönderildiği gerçeğiydi. Artık bunu herkes söyleyip yazıyor. "Bandırma ismindeki kırık bir gemiyle İstanbul'dan gizlice uzaklaştı" gibi lafların palavra olduğu şimdi herkes tarafından bağıra-çağıra söylenmekte. Muhterem Yılmaz Öztuna da bunu dile getirmiş, fakat daha başka bir şey de söylemişti ki aynı zamanda manşetti. "Mustafa Kemal, Padişahın duasını alarak Samsun'a gitti" deniyordu. Bu manşeti görünce gayri ihtiyari şunu düşündük: -Necip Fazıl'ın suçu neydi? 1970'lerin sonlarına doğru, Necip Fazıl Kısakürek'in bir gazetede bir dosyası tefrika/dizi yazı yapılmaya başlandı, "Vahidüddin:Vatan Haini Değil, Büyük Vatan Dostu". Dosya sonra da kitaplaştı. Piyasaya çıktı. Kitapta bir şey yoktu. Şu bildiklerimiz tekrarlanmaktaydı. Ama o günler, evinde -mesela- Karl Marx veya Dr. Rıza Nur kitabı bulunanların karakolu boyladığı, faşizmin kol gezdiği günlerdi. Muharrir mahkemeye verildi. Atatürk'e hakaretten muhakeme edildi, mahkum oldu, karar derecattan geçerek kesinleşti. Lütfen dikkat buyurunuz, "Vahideddin kaçmadı, yanında bir şey götürmedi, Mustafa Kemal'i kendisi Samsun'a yolladı" demek Atatürk'e hakaret sayılıyordu. '50'lerde Ticaniler onun için piyasaya sürülüp Koruma Kanunu çıkartılmıştı. Halbuki, bugün bütün bunları, çok daha fazlasıyla televizyonlarda, sütunlarda herkes konuşmakta. Öyleyse yine soralım: -Necip Fazıl'ın suçu neydi ki mahkum olarak öldü? Bu kitaptan dolayı büyük şair, büyük mütefekkir, evet cezaevine girmedi ama mahkumken son nefesini verdi. Yargıtay da cezayı tasdik edince içeri atılmaktan başka yol kalmamıştı. Tek yol vardı, hekim raporu. Talebesi ve üstad fotoğraflarının büyük estetikçisi Prof. Dr. Ayhan Songar üst üste raporlar tanzim ederek dünya çapındaki şairimizin hapisteyken ölmesinin önüne geçti. Fakat mahkum olarak ölmesini kimse önleyemedi. Doğrular, bir vakit geliyor anlaşılıyor. Ne var ki o anlaşılana kadar da çok kıymetler, çok Çile'ler çekiyor.
.
Necip Fazıl Yılı
27 Mayıs 2011 01:00
ANAP iktidarının ilk döneminde şairin Erenköy'de oturduğu köşkün satın alınarak Necip Fazıl Müzesi yapılmasını teklif etmiştik, olmadı. 5 yıl kadar evvel Sakarya Valiliği'nin Sakarya Nehrinin kıyısına veya şehir meydanına bir anıt dikerek üzerine Sakarya Destanı'nı kazıtmasını teklif etmiştik, bu da olmadı. Bir buçuk yıl kadar önce İBB'nin İstanbul'un nerelerine Necip Fazıl şiirlerini mermer anıtlara kazıtarak dikmesi gerektiğini teklif ettik, o da olmadı. Bunların olması merhuma bir şey kazandırmayacaktı. Yine de zaman geçmiş değildir. Muhafazakâr taraf, bu hususta inanç varlığının aksine olarak diğer kitleye göre ihmalkârdır. Şayet Necip Fazıl, yaradılış gayesine dönüş yapmasaydı şimdi Nobel sahibiydi. Bizde sol, laik, artık adına ne denecekse o kesim, Ahmet Hamdi Tanpınar'ı keşfetti ve bir bakıma sağın elinden aldı. Aynı kesim, Cemil Meriç'i de keşfederek, O'nu da aldı. Peyami Safa'yı aldı. Daha Necip Fazıl'ı keşfedemedi. Ama yeni nesiller, keşfediyor. İnternetten görüyorum, muazzam bir alaka var. Temenni ederim ki şimdilerde Osmanlıya karşı yapıldığı gibi kuru kuruya hayranlık olmaz. Zaten kendisi de bu durumlardan 'anlaşılmadan benimsenmek' ve 'tanınmadan dışlanmak' sözleriyle şikâyetçi. 26 Mayıs 1904'te dünyaya geldi. Yirmili yaşlarda eser vermeye başladı, ömrünün sonuna kadar yazdı ve anlattı. 25 Mayıs 1983'te vefat etti, fakat bir gün sonra doğum tarihi olan 26 Mayısta toprağa verildi. 6 ay sonra, kasım ayında Turgut Özal Başbakan oldu. Necip Fazıl Fikriyatı'nın iktidara gelişi ANAP'la başlar. Bugünse AK Parti iktidar kadroları, O'nun takipçisidir. Şu günkü müreffeh Türkiye imkânının büyük imzalarından biridir. Necip Fazıl, bir mazlum ve mağdurdur. Sistem var gücüyle bu 'Yalnız Dâhi'nin üstüne gitmiştir. Aleyhine kesinleşmiş mahkeme kararıyla mahkum olarak öldü. Vahidüddin Vatan Haini Değil, Büyük Vatan Dostu ismindeki kitabından dolayı ceza aldı. İsmi böyle koymak, Atatürk'e hakaret sayıldı. Temyiz vs. kâr etmedi. Hapse girmesini Dr. Ayhan Songar'ın raporları engelledi. Necip Fazıl nedir? En evvel ve en sonra mütefekkir... Şairliği, hikâye yazarlığı, tiyatro yazarlığı, muharrirliği, hatipliği ve ne varsa hepsi bu ana damardan beslenir. Yüksek fikri gerilim ve coşkun hissiyat terkibi eserlerinin kimyasıdır. Türkçe, dilinde çağlayandır. Peki diğer kesim Necip Fazıl'ı keşfetsin mi? Mütefekkir ve san'atkâr, bütün insanlığın ortak değeridir. Değerleri kimse kimsenin elinden alamaz. Keşfedildikçe çoğalırlar. Vefatının 30. yılı Necip Fazıl Yılı ilân edilebilir. Kültür Bakanlığı şimdiden bütün eserlerini basmaya başlamalı. 5 büyük şiirinin yazıldığı yıllarda Necip Fazıl kutlamaları yapılabilir. Çile Yılı, Canım İstanbul Yılı gibi... > Şayet Necip Fazıl, yaradılış gayesi-ne dönüş yapmasaydı şimdi No-bel sahibiyd
.
|
Bugün 544 ziyaretçi (1509 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|