 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
Kullandılar ve astılar
1 Ocak 2007 01:00
Irak, İngiltere'nin I. Dünya Harbiyle Osmanlı Devleti'nin Bağdat, Basra, Musul ve Halep vilayetlerini dizayn ettiği sun'i siyasi yapının adı. Lübnan ve daha niceleri gibi sömürgeciler tarafından yapay, zorlama usullerle kurulduğu için çalkantılar devam ediyor. Saddam Hüseyin, bir diktatörün adı. Halepçe katliamı gibi birçok ağır cezalık suçu var. ABD, bu diktatörü, 10 yıl süren İran-Irak savaşında sonuna kadar destekledi. O yıllardaki destekle müttefikini şımarttı. Washington, onu Tahran'a karşı kullandı. Tıpkı Taliban'ı Moskova'ya karşı kullanması gibi. Şımaran, kendi ülkesinde türlü zulümler yapan Saddam Hüseyin, giderek komşuları için de tehdit sebebi olmaya başladı. Türkiye ile çok önemli ölçülerde ticaret yapmasına rağmen Ankara, rahatsızdı. Zira muhteris diktatörlerin ne zaman ne yapacağı belli olmazdı. O ortamda Irak, Kuveyt'e saldırdı. Aslında bahane bulup devirmek için Amerika'nın bir taktiğiydi. Meşhur 1991 Körfez Harekâtı yapıldı. Kuveyt'ten geri çıkartıldı. Fakat diktatör devrilemedi. George Bush, bütün gayretlerine rağmen bu başarıyı gösteremedi. Ondan sonra ABD-Irak münasebetleri tamamen bozuldu. Beş sene evvel ortak düşman İran'a karşı omuz omuza olanlar, düşman kesilmişti. Arada uzun bir Clinton barış döneminden sonra bu defa oğul Bush devri başladı. George W. Bush'un iddiası Irak'ın nükleer silah sahibi olmasıydı. Baascı diktatörün nükleer silaha sahip olması Ankara için de tehlike teşkil etmekteydi. Aylarca bu iddia konuşuldu. BM gözlemcileri Irak'ta nükleer silah bulunmadığına dair raporlar yazdı. Buna rağmen Bush, "Haçlı harekâtı" düzenlediği ilanıyla Irak'a girdi. Gaf, evvela bu ilânla başladı. Takvim 2003'ü gösteriyordu. İşgal güçleri, bu talihsiz memlekete adalet, huzur ve demokrasi getireceklerini, halkı bir diktatörün elinden kurtaracaklarını beyan ve taahhüt ettiler. Ne var ki Irak, Saddam'dan kurtuldu ama Kofi Annan'ın ifadesiyle onun rejiminden beter günlere sürüklendi. Ne adalet var, ne can emniyeti, ne huzur. Irak, bataklığa döndü. İnanılmaz vahşetler işlendi. 700 bin civarında Iraklı öldü. Her gün 50 bin Iraklı vatanlarını terk etmek zorunda kaldı. İç harp başladı. Bu arada Saddam Hüseyin'in muhakemesi yapılıyordu. Onlarca suçu hele bunların içinde Halepçe katliamı olduğu halde bunların hiçbiri umursanmadı. Mahkeme reisi bilhassa Kürt bir hakimdi. Irak işgal edilmiş, Kürt aşiret lideri Celal Talabani Irak devlet başkanı yapılmıştı. Ortada ısmarlama meclis, ısmarlama hükümet, emre amade devlet reisi ve güdümlü mahkeme vardı. Yargılanan en zalim diktatör bile olsa mahkemenin tam adil olması şarttır. Hukuk bunu emreder. Diğer safahatı bir tarafa, tek başına temyiz safhası bile hükmü sakatlamaya yeter. Bundan dolayıdır ki AB, idamı "barbarlık" olarak niteledi. Saddam Hüseyin, dün düşman olan Iraklının bile gözünde mağdur ve mazlum hale gelebilir. Hatta zamanla kahramanlaştırılabilir. Bundan böyle gelişecek olaylar için tahminler iyi değil. Irak, Saddam'dan kurtuldu fakat kendisi batıyor. Çeşitli ihtimaller konuşulmakta. Bir kere tam da arefe günü idam yapılmakla yangına benzin dökülmüştür. Buna kim tesadüf diyebilir? Bu idam, muhtemelen Irak için felaketin başlangıcıdır. Direnişçilerin aradan geçen zaman içinde haylice tecrübe sahibi olup çok güçlendiği, işgalcilerin ise mânen çöktüğü ortada. Irak'ın karışması, üstelik çok fena karışması bekleniyor. Ankara, çok yönlü ihtimallerin hesabı içinde. Ne var ki Ankara'nın Cumhurbaşkanlığı seçiminden dolayı krize girmesi bizi tarihin dışına atabilir. ABD ilk fırsatta "idam oldu, diktatör gitti, işim bitti" diyerek bölgeden savuşabilir. O gider fakat yangın devam eder. Ders ortada, adamı kullanıp, gerekirse asarak paçavra gibi atmaktalar. Hadisenin en ibretlik tarafı bu olsa gerek. * Ne gün, neler yazmak zorundayız... Bayramınızı, yeni senenizi tebrik ederiz.
.
AB'ye ne katacaklar?
2 Ocak 2007 01:00
Bütün menfiliklere rağmen AB iki küçük ülkeyi kabul etti. 2007 ile birlikte Bulgaristan ve Romanya AB'ye tam üye oldular. Hayırlı olsun. Böylece Avrupa Birliğinin üye sayısı 27 devleti, nüfus 490 milyonu buldu. Bulgaristan 7.8 milyon, Romanya 21.6 milyon. Aylık asgari maaş 80-90 dolar civarında. Yolsuzluk, adaletsizlik, organize suçlarsa çok ileri durumda. Buna rağmen AB Komisyonunun/Hükümetinin genişlemeden sorumlu komiseri/Bakanı Olli Rehn, bu adaylara kapıların açılması münasebetiyle verdiği beyanatta çok mültefit sözler kullandı. Bu sözlere zikredilen devletlerin yöneticilerinin dahi inandığını söylemek zor. İki eski vilayetimiz 12 yıllık bir süreden sonra 1 Ocak 2007'den itibaren Avrupa Birliğinin tam üyeleri. Sadece dolaşım hakkı tanınmıyor. Denetimlerin de süreceği belirtilmekte. Garabete bakınız ki bizim için müzakereler askıya alınmasa, tren kazaya uğramasa bile istasyonda oyalanılırken daha dün müracaat eden, hiçbir doğru düzgün hazırlığı bulunmayan çok fakir, rüşvet, yolsuzluk ve organize suçlar yatağı memleketler baş tâcı edilmekte. Bunu ne ile izah edersiniz? Ankara, 1959'dan beri beklerken 2004'te kapıyı çalanlar buyur edilmekte. Suçumuz eski Sovyet peyki olmamak mı? Herhalde yarın bütün Balkan devletleri alınır. Böylece bize karşı bir set mi örülüyor dersiniz? Türklere karşı modern bir Çin Seddi mi? Başkaları alınırken hiçbir sıkı eleme, murakabe ve muhasebe yapıldığı yok. Tavizsiz politikalar Türkiye'ye karşı. Biz olanca hüsnüniyetimizi ortaya koyduk. Avrupa ise taassubundan sıyrılamadı. Avrupa, "Hıristiyan Kulübü", belki de "tek Hıristiyan devlet" hayalinden kopamıyor. Peki, bu Bulgaristanlar, Romanyalar vs. AB'ye, Avrupa'ya hatta batıya ne katacaklar? Sağlam ekonomileriyle, şaşmaz adaletleriyle, yüksek kültürleriyle, huzur veren asayiş ve nizamlarıyla, büyük gençlik potansiyelleriyle, emsalsiz iş ve teşebbüs güçleriyle Avrupa Birliği'ne zenginlik, refah ve saadet mi taşıyacaklar? Bu devletlere asla sözümüz yok. Müracaat etmek de iştirak etmek de hakları. Sözümüz, çifte standart güden, kayırmacılık yapan, adaletsiz AB'ye. Gerçi Kıbrıs Rum Cumhuriyetini alma basiretsizliği, hatta tutuculuğu gösteren AB'nin Bulgaristan ve Romanya'yı kabulleri karşısında şaşmamak lazım. Seyahat engeli, denetim devamı gibi düşünceler lafta kalacaktır. AB giderek sulanmakta.
.
Kıbrıs adası kumar masasına dönmüş
3 Ocak 2007 01:00
Kaç ömür uğruna harcadığımız, uğruna o kadar şehit verdiğimiz, bayraklaştırdığımız Kıbrıs'ın bir gün yeşil çuha serili bir kumar masası olacağı hiç birimizin aklına gelmezdi. Kumarhaneler Türkiye'de yasaklanınca devrin başbakan yardımcısı Mesut Yılmaz, 'aman bunlar Bulgaristan'a şuraya-buraya gideceğine Kıbrıs'a gelsin demiş'. İtham, bizzat KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat'a ait. Cumhurbaşkanı Talat, haklı olarak Türkiye'ye sitemlerde bulunmakta. "Kıbrıs, kumar çöplüğüne döndü" diyor. "Bu nasıl analık ki kendine layık görmediğini bize gönderiyor?" diye sormakta. Yine cumhurbaşkanının verdiği bilgiye göre Kıbrıs, kara para aklama merkezi haline gelmiş. Orada sadece beş yıldızlı otellerin kumarhanesi yokmuş. Kumarhaneler mahalle aralarına kadar sirayet etmiş. Ağırlığı bunlar teşkil etmekte. Sisteme göre Kıbrıs'ta para kazanan kumarhaneye gitmesi suçmuş, fakat lafta kalıyormuş. Bir kumarhaneler var. Bir de "bet" denen ve köylere kadar girmiş yerler. Buralara 18 yaşını bitirmişler devam edebiliyorlarmış. Betler -sanki- kumar staj merkezleriymiş. Kumarla polis mücadele etmek durumundaymış. Fakat mali polis olmadığından yetersiz kalmaktaymış. Üstelik bakanından üst bürokratına kadar yetki sahipleri buraların müdavimleriymiş. Adli mekanizma dahi arzu edilen vaziyette değilmiş. Mehmet Ali Talat'ın teklifine katılmak da mümkün değil. Kumarhaneleri beş yıldızlı otellere münhasır kılmayı düşünüyor. Belki çaresizlik içinde ama bununla kötülüklerin önüne geçmek zor. KKTC'nin tecridden kurtulması, dünyanın tanıması, devletleşmesi, AB'ye girmesi gibi evrensel çapta mücadele verirken ahlaksız ve menfaatçiler adayı mahvetmişler. Orada bir kumar uru, kumar kanseri büyümekte. Mesele KKTC hükümetlerini çoktan aşmış. Türkiye'nin el koyması, Kıbrıs hükümetlerini desteklemesi şart.. Hadise, hem ayıp, hem günah. Dünyanın ilgili kurumları yarın rapor verecek. Bu rapora göre Kıbrıs Rum Cumhuriyeti temiz çıkacak, Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kirli. Türkiye'yi ekonomik krize sokanlar, Kıbrıs'ı bu yüz kızartıcı berbat hale getirmişler. Hala Sultan'ın, Kıbrıs Fatihi Lala Mustafa Paşa'nın aziz şehidlerin kemikleri sızlıyor. Hem KKTC'de ve hem de Türkiye'de bu yüzden ne ocaklar sönmekte. Türkiye'ye layık görmediğinizi nasıl KKTC'ye layık görürsünüz? Onlar insan değil mi?
.
Edip Başer'in istifasına hazır olun!
4 Ocak 2007 01:00
Başbakan Tayyip Erdoğan, Lübnan'a giderken uçakta ABD ve Irak'ın terör karşısındaki tutumlarını yermiş. Başbakan, şunu diyor; ABD, PKK'nın para kaynaklarının kurutulacağını söyledi, yapmadı, Kuzey Irak'taki kampların adresleri belli olduğu halde kapatmadı. Biz bu devlete teröre karşı destek verdiğimiz halde o bize yardımcı olmadı. Irak hükümetinin PKK bürolarının kapatıldığına dair verdiği malumat da asılsız çıktı. Böylece altı ay boşa gitmiş oldu. Bayrağa sarılı tabutlar, arka arkaya batıya doğru sevk edilip de ekranlar feryadu figana boğulunca Türkiye, Kürtçü teröristlerin yuvalandığı Kandil Dağı'nı vurmak ve Irak'ın kuzeyi ve Türkiye'nin doğusundaki coğrafyayı temizlemek için kesin tavır almıştı... Tam bu sırada Washington devreye girdi. Âdeta yemin billah ettiler. Demek istediler ki biraz daha müsaade edin, şayet vereceğiniz bu mühlete rağmen bir şey yapamazsak siz yerden göğe haklı olursunuz. Teklifleri koordinatör tayiniydi. Kargaşa evvela koordinatörün unvanında yaşandı. PKK Koordinatörü dendi. Tabiatıyla bu laf herkesi gerdi. Böyle bir kurum, bölücü örgütü dolaylı olarak muhatap almalıydı. Neyse ki tez zamanda "Terörle Mücadele Koordinatörlüğü" adı ile düzeltme yapıldı. Koordinatörün biri Türkiye tarafında, biri Amerika'da idi. Irak da bir koordinatör tayin etti. Kürt muhtar idaresi de heveslendi ama Ankara'nın karşı çıkması üzerine vazgeçildi. Fiiliyatta Türkiye ve ABD'li generaller görevli. Türkiye'yi emekli orgeneral Edip Başer temsil ediyor. Doğrudan Başbakanlığa bağlı. Geçen zaman içinde hiçbir müşahhas gelişme yaşanmadı. Başbakan gibi Edip Paşa da gidişattan memnun değil. Şimdi boş çıktığı anlaşılan hadise, esasen göz boyamaydı. Bir kere daha iyi niyet göstermiştik. Fakat geçen zaman örgütün lehine çalıştı. Ağır kış şartlarını sakin şekilde yaşamış oldular. Baharla birlikte parmakları yeniden tetik çeker... Yakında Edip Paşa'nın istifa etmesi kimseyi şaşırtmasın. Edip Başer'in istifasıyla geriye sayım başlar. Türkiye kaçınılmaz olarak Kuzey Irak'a girecek, örgüt yuvalarını vuracak, herhalde Irak içindeki büroları es geçmeyecektir. Bütün bunlar, idam sonrası karışmış Irak... Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi atışmaların yoğunlaştığı Türkiye şartlarında olacaktır. 2007 tahminlerin ötesinde sıcak geçeceğe benziyor. Mart, bilhassa nisan kurşun gibi ağır olabilir.
.
Kültür ve Sanat Büyük Ödülü Sezai Karakoç'un
5 Ocak 2007 01:00
Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından 1979 yılından beri verilmekte olan Kültür ve Sanat Büyük Ödülünün bu yılki sahibi Sezai Karakoç oldu. Bakanlığın açıklamasına göre bu ödül, Türk kültür ve sanatının gelişmesine, yurt ve dünya çapındaki çalışmalarıyla kültür ve sanatımızın yüceltilmesine katkıda bulunan şahıs, topluluk ve müesseseleri devlet adına ödüllendirme gayesini taşımakta. Kültür ve Sanat Büyük Ödülü, Türk tarihi, Türk edebiyatı, Türk dili, sahne sanatları, arkeoloji, sinema, karikatür gibi dallarda verilmekte. Sezai Karakoç ödüle layık görülürken şöyle değerlendirilmiş... "Karakoç, insanda insani duyguların canlı algılar halinde yaşayarak gittiği büyük şiir yatağında akması, insanlık macerasında ruhun ve milletimizin özelinde yüksek bir ifadeye kavuşmuş olan tarihi yeniden yapılanma fırtınalarını şiirlerinde yansıtması sebebiyle ödüle layık görüldü. Şiirlerinde çarpıcı benzetme ve imgelerle daha önce denenmemiş sentezlere ulaşan bir sanatçı olarak tanınan Karakoç, Türk edebiyat dünyasında mümtaz bir yere sahip bulunmaktadır." Seçici kurulda kimler var? Daha evvel kimler aldı? Ödülün maddi bir tarafı var mı, varsa şanına yakışacak meblağda mı?.. Sezai Bey, bu ödülü alır mı? Bunlar sorular. Fakat her ne olursa olsun. Bu geç kalmış bir ödüldür. Gerçi Sezai Karakoç, gönüllerde ödülünü çoktan almıştı. Buna rağmen yine de devletin ve devlet yoluyla da toplumun böyle bir kalemi görmesi, tanıması şarttı. Kültür Bakanlığı en iyi çalışan bakanlıklarımızdan biri. Bakan Atilla Koç da en gayretli bakanlarımızdan. Tercihlerinden dolayı tebrike layıklar. Sezai Karakoç, bakanlık yazısında ifade edildiği gibi bir "sanatçı" değildir. Sanatçı lafı ne yazık ki ulu orta kullanılarak yere düşmüştür. Sezai Karakoç, bir cins şair, bir büyük mütefekkir, düşünürdür. Daha ortaokul çağındayken doğu batı klasiklerini devirmiş bir insandır. Necip Fazıl'ın yolundadır. Fakat tamamen kendine hastır. Ruh kumaşı aynıdır. Ne kelime, ne üslup, ne ses benzerliği vardır. Özgün bir ustadır. Sezai Karakoç ikinci yeniden de değildir. Bu yakıştırma da yanlıştır. Diyarbakır'ın bu çocuğu, Maraş, Ankara ve İstanbul'la beslenmiştir. İstanbul, Mekke, Medine, Nil, Fırat, Dicle, Gül, Peygamberler, anne, çocuk, I. Dünya Harbi, Osmanlı, Hızır, menkıbeler, kıssalar, Eshab-ı kehf, Leyla, Mecnun... şiirlerinin zengin motiflerinden bazılarıdır. Serbest vezinle yazar. Sezai Karakoç, ancak çağdaş Fransız şairleriyle mukayese edilebilir. Şanssızlık şuradaki o, çağdaş bütün batı şairlerini, kalem adamlarını, romancılarını tanıdığı halde onlar Sezai Karakoç'u bilmezler. Kafkaları, Camusları Türk yazı hayatı ilk defa Sezai Karakoç'tan öğrenmiştir. Eğer bir Marksist olsaydı çoktan dünya onu bilmiş, o da Nobel almıştı. O ise temiz bir mü'mindir. Sezai Karakoç, kavga etmeden, hakaret etmeden fikrini söyler. Şiirleri hem insanı en hassas noktasından yakalar, hem bir ağıttır. Aşk da vardır, yıkılışa dövünmek de. Şiirleri imaj çağlayanıdır. Düşünce yazıları kat be kat tahlil, teklif, tenkid ve terkip. Türk fikir hayatı ilk defa onunla Orta Doğu kavramını tanıdı. Anadolu coğrafyasından ibaret olmadığımızı gayet soğukkanlılıkla işledi. 1965-75 arasında yazdıkları bugünleri gören gözlerin eserleridir. Sezai Karakoç, bir mektep adamdır. Kaç nesle tesir etti. Kozasına kapandı, ipeğini dokudu. Hep inandığı gibi yaşadı. Reklamı, gösterişi sevmedi. Gelecek zamanlar, Sezai Karakoç diye bir devin varlığından daha çok haberdar olacaklardır. Ne mutlu kendini, kalemini, kabiliyetini dâvâsına adamış olanlara. Zerre kadar hayrın bile karşılıksız kalmayacağına iman etmişler için fanilerin takdiri önemli değilse de yenilerin yetişmesine vesile olması bakımından lazım... Ödül töreni hakkıyla yapılmalıdır... Bu ödülle Sezai Karakoç değil, ödül kazanacaktır.
.
Kartal Kapı
8 Ocak 2007 01:00
İstanbul Valisi Muammer Güler'in geçenlerde bir çıkışı olmuştu. Elini-kolunu sallayan herkes istediği ân bu şehre gelip yerleşememeli diyordu. Bunu ilk defa Tayyip Erdoğan vize getirelim diye seslendirmişti. Belediyede yeniydi, erken olmuştu, henüz tanınmıyordu, partisine farklı bakılıyordu o yüzden ortalık fena karışmıştı. Belki o günlerde alınacak böyle bir tedbirle bugün İstanbul nüfusu 10 milyonun altındaydı. Biz 1 milyon 600 binli İstanbulluyuz. Bu sebeple şu keşmekeş aykırı geliyor. 15 yıl sonra valinin bir kere daha dile getirdiği fakat hızlı iç ve dış gündem yüzünden kaybolup giden teklif, Osmanlı İstanbul'unda uygulanıyordu. Halbuki o günkü İstanbul'la bugünkü İstanbul'un nüfusları mukayese bile edilemez. Ne yapılacak? Yerleşik nüfusu 15 milyonlarda. Her sene bir Anadolu kenti, çığ gibi kopup İstanbul'un üstüne düşüyor. Bu netice, beraberinde işsizlik, asayiş, ahlak gibi birçok problemi de getirmekte. Meselenin bir ânda halli imkânsız. Evvela insanları doğdukları yerlerde doyuracaksınız. İstanbul'un idari bakımdan iki veya üç vilayete bölünmesini hiçbir şekilde doğru da bulmuyoruz. Faydası olmadığı gibi yeni yüklere sebep olacaktır. Bunun yerine tabir caizse devlet belediyelerle barışmalıdır. Çünkü belediyeler gelen iktidarlara göre ya destekleniyor veya budanıyor. Halbuki belediyelerin trafik hizmetleri gibi birçok mevzuda takviyesi isabetli olacaktır. Son 15-20 yıldır belediyelerimiz iyi çalışıyorlar. Her partiden belediye iyi çalışmakta. Her partiden başarısız birkaç belediye var. 10 gün önce Kartal Belediye Başkanı Arif Dağlar'ın makamındaydık. İki saat kadar Kartal'ı anlattı. Dosyalar getirdi. Sistemi izah etti. Nerden başlayıp nerelere geldiklerini resmetti. Sosyal hizmetleri gösterdi. İddialarını ortaya koydu. Kartal, eskiden unutulmuş bir İstanbul kıyısı gibiydi. Ne var ki Osmanlı idaresi, İstanbul merkezi dışında yine bu şehrin hudutları içinde ikinci belediye teşkilatını ilk defa 1871 yılında Kartal'da kurmuş. Şehremaneti de Yasin Ağa. Bundan dolayı belediye, açtığı yeni alt geçitlerden birine bu zatın adını vermiş. Kartal isminin nereden geldiğini de sohbet sırasında öğreniyoruz. Kartal, Osmanlı ordusunda gözcülerden biridir. Fetih baskınları sırasında Bizans askerlerini gözleyen neferlerimizden. Böyle bir nöbet esnasında şehit olur. Adı sonradan "Kartal Baba"dır. Arif Dağlar ekibi, kabrini imar ederek ziyarete açmışlar. Bunun bir rivayetten ziyade hakikat olduğu Göztepe isminden de anlaşılmakta. O semtimize de Gözcü Baba'dan dolayı Göztepe denmekte. Kartal, açılan dünya çapındaki mimari yarışmalarla şekillenen sanayi bölgesi, altyapı hizmetleri, limanları çarşıları ve büyük hamleleriyle yepyeni bir şehrin doğumunu haber veriyor. Belediyeye adım attığımızda sade ve huzurlu bir mekâna girdiğinizi hissediyorsunuz. Başkanı ve basın müşaviri Enver Durmuş'u dinledikçe kısmen olsun yapılanları görmektesiniz. Kartal örneğinden hareketle şunu yapamaz mıyız acaba? Hep beraber düşünelim. Osmanlı, neden merkezden sonra ikinci şehremanetini Kartal'a kurdu? O zaman Kartal, olsa olsa köyden biraz büyük bir kasabadır. Belli ki, biz öyle zannediyoruz, Kartal'ı bir İstanbul kapısı olarak düşünmüş. Hükümetin, hükümetlerin İstanbul merkezini hele hele İstanbul'un Avrupa yakasını rahatlatması lazım. Trafik bunaltıyor, kapkaç korkutuyor, uyuşturucu tehdit ediyor. İstanbul'da kaybeden Türkiye'de tutunamaz. Avrupa Kültür Başkentini bölmeyi düşünmek abesle iştigaldir. Belediyeleri takviye edelim. Pendik'i daha evvel görmüştük. Erol Kaya da Kartal gibi fevkalade hizmetler yapmış. Bu sebeple Tuzla, Pendik, Kartal, belki Şile, belki Maltepe, İstanbul'a bağlı olmasa bile Gebze, aynı alan düşünülerek en azından göçü buralarda tutmalı. Merkezdeki nüfusu buralara kaydırmanın çarelerine bakmalı. Artık ortak bir hava meydanları da var. Bu bölgede bazı hizmetlerin daha ucuz olması mümkün. Ev taksitleri, su, elektrik, doğal gaz, otobüs bileti vs. ucuz, vergi düşük olsa nüfus, zaman içinde kendiliğinden yer değiştirir. Arif Dağlar, Erol Kaya'lar ve diğerleri, hakkı teslim için söylemeli, aşkla çalışıyorlar. Belediyeler, şehirleşmeye çok büyük katkılarda bulundu, bulunuyor. Çalışmayanları zaten seçimler eritiyor. Önce etraftaki, İstanbul girişindeki ilçeler çekim merkezi yapılır, İstanbul rahatlatılır sonra tedricen vize veya başka bir tedbirler düşünülür. Bütün belediyelerde gördüğümüz ortak eksikliğe gelince. Kültür ihmali... Hemen itiraz edebilirler. Ancak sahneye şarkıcı çıkartmak kültür hizmeti değil. Kartal belediyesine bir de hatırlatma. Kafkas Kartalı İmam Şamil'in isminin en iyi parka verilmesi, hayatının özet olarak girişe yazılması bir kadirşinaslık olacaktır. Böylece çifte kartalınız olur. İstanbul, aynı zamanda kapılar şehridir. Edirne Kapı, Topkapı, Mevlana Kapı, Silivri Kapı, Aya Kapı, Eğri Kapı, Çatladı Kapı, Yeni kapı, Ahır Kapı vs. Bir de Kartal Kapı olsun.
.
MİT Müsteşarı'nın açıklaması
9 Ocak 2007 01:00
Millî İstihbarat Teşkilatı, 80. Kuruluş Yıl Dönümünü idrak etmekte. Bu sebeple Müsteşar Emre Taner, bir basın açıklaması yaptı. Açıklamayı ekrandan duyduğumuz ân, değerlendirmemiz gayri ihtiyari "ilk defa böyle bir şey yapılıyor" sözleri oldu. MİT bir devlet kuruluşu olduğu, hatta 80 değil belki 800 yaşında bulunduğu halde halk indinde esrarengiz bir havada tahayyül edilir, ismi etrafında efsaneler döner. Bu açıklamaya kadar işlerini sessiz yapan bir "ruh" kuruluş gibiydi. Onun için geniş yankılar yaptı. Üzerinde konuşuluyor. Bazı yazarlar alaycı, hatta küçümseyici ifadeler kullanmakta. İlk olup olmamasının hiç ehemmiyeti yok. Bir müsteşar, kendilerini alakadar eden bir mesele hakkında bir seneyi devriye münasebetiyle fikrini, tekliflerini, temennilerini, endişelerini dile getirmekte. Emre Taner'in dedikleri özetle şunlar... Soğuk savaş bitmiş, dünya iki kutuplu olmaktan çıkıp tek kutuplu hale gelmiştir. Komünizmin yıkılacağı bilinmesine rağmen dünya onun yıkılmasına hazırlıksız yakalanmıştır. Bugün dünyaya küresel ekonomi ve küresel teknoloji hükmetmektedir. Önümüzdeki yıllarda birçok ulus devlet de millet de haritadan silinecektir. Türkiye, Kafkaslar, Balkanlar ve Orta Doğu üçgeninde bir havza teşkil etmektedir. Bu havzanın etrafı son derecede hassastır. En sancılı bölge Orta Doğudur. Bu sancılar, Orta Asya'ya doğru da istikamet kazanmaktadır. Bundan böyle genişleme doğuya doğru olacaktır. Ulus devletleri haritadan silecek küresel dalgaya kapılıp sevk eden yerine sevk edilen durumuna düşmemek için dünya siyasetine yön veren aktörlerden olmamız lazım. Bu sebeple güçlü ekonomi, hatasız dış politika, caydırıcı ordu ve yeniden teşkilatlanmış mükemmel bir istihbarat teşkilatına ihtiyaç vardır. Bu dört unsurla tehditleri önleyebilir, fırsatları değerlendirebiliriz... Emre Taner'in gayet oturaklı bir makale üslubuyla kaleme alınmış açıklamasının meali, özü, özeti, hülasası böyle. Bu basın açıklamasında dile getirilenleri 30 yıldır şu sütunda fazlasıyla yazmaktayız. Acaba bazılarını ulus devletler silinecek sözü ile caydırıcı ordu tabiri mi rahatsız etti? O metne Yaşar Büyükanıt Paşa da imza koyar. Kıt akıllılığın âlemi yok. İstihbaratın görevi tehlikeyi haber vermek ve teklifini yapmaktır. Haydi söyleyiniz bakalım... Irak devleti sonrası bölgede nelere hazırız? İşe Irak'ın petrolünün paylaşılmasından başlandı. 1.5 yıl evvel Irak parçalanacak diye burada yazmıştık. Irak gidiyor. Tezkereyi meclisten geçirmeyenler ne kadar kötülük yaptıklarını bari şimdi anlasalar. Hatta Emre Taner'in açıklamasında eksiklik var. Kafkaslar, Balkanlar, Orta Doğu diye sayarken Akdeniz unutulmuş. Güney Kıbrıs, oradaki İngiliz üsleri, Girit unutulmuş. Dolayısıyla üçgen değil dörtgenin ortasındayız. Irak çürük diş gibi, düştü düşecek. Rusya kuvvetlendikçe kuvvetlenmekte. Rusya SSCB dönemini unuttu sanan çok saflık gösterir. AB, Bulgaristan ve Romanya'yı alarak bizi devre dışı bırakıp Karadeniz'den Kafkaslara ve Orta Asya'ya uzanma planında. Yirminci asır petrol asrıydı, şimdilerse su, enerji ve petrol asrı. Diğer taraftan devlet gibi şirketler, uydular, internet, sinema...bunları düşünen değil, düşünmeyen istihbarat müsteşarının teşkilatını kınamalı. Bu açıklama sıcak bir baharın habercisi olabilir mi?
.
"Kerkük Barış Harekâtı"
11 Ocak 2007 01:00
Türkiye, Irak'ta olup-bitenlerden son derecede rahatsız. MİT müsteşarından sonra başbakan da kaygılarını dile getirdi. Başbakan Erdoğan, Kerkük için Karabağ'a atıfta bulunmakta. Müsteşar, Emre Taner'in dile getirdiği "bazı ulus devletler, milletler bitecek" işaretindeki bir numaralı isim Irak. Diğeri Suriye olabilir. ABD Irak'a yeniden 20 bin asker daha sevk ediyor. Irak politikasını değiştirmekte. Sonucun değişmeyeceği gözlemcilerin ortak kanaati. Irak, yokuş aşağı doğru hızla yuvarlanmakta. Arkada kalan yıllar, meşhur tezkerenin TBMM'den geçmemesi dolayısıyla Kuzey Iraklı Kürtlere yaradı. Kürtler devletleştiler. Haylidir onlar, Amerika'ya tam destek, Amerika onlara tam destek vermekte. Gözden kaçan önemli bir gelişme bir Amerikan üniversitesinin yakında Süleymaniye'de açılacak olmasıdır. Yabancı akademisyenler, yarınlar için elit yönetici yetiştirecekmiş. Artık Bağdat bile peşmergelerin kontrolüne veriliyor. Türkiye, bir tarihî hatayla Irak'ta çok şey kaybetti. Bugün tek savunabildiği tez, Kerkük'e dair. Kerkük'te nüfus yapısı altüst. Devamlı olarak Kürt nüfus pompalanmakta. Tabii bu arada tapu daireleri ve nüfus idarelerinde gerekli tahrifatlar yapılıyordur. Kürt nüfus, hakim hale gelince halk oylaması yapılacak. Kerküklü Türkler, son derecede tedirginler. Bir peşmerge saldırısından ürküyorlar. Başbakan Tayyip Erdoğan, Kerkük'te meydana gelecek bir emri vakiye asla seyirci kalmayacağımızı söylemekte. Irak'ta problemler iç içe. Hepsi de bir şekilde bize dokunmakta. PKK terör örgütü burada. Kuzey Irak'ta Kürtler devletleşiyor. Kerkük, özel statü vs. değil doğrudan bu yeni Kürt devletinin şehri, hatta başşehri olma yolunda. Iraklı Araplar birbirine düşmüş vaziyette. Irak'ta kurdurulmuş hükümet âciz. İşgalci güçler her şeyi berbat ediyor. Kerkük, yavaştan yavaşa imdat çığlıkları atmaya başladı. Ne yapacağız, Türkiye Cumhuriyeti devleti ne yapacak? Seyirci mi kalacak? Müdahale mi edecek? Kıbrıslı Türkler için yapılan kurtarma savaşına Kıbrıs Barış Harekâtı denmişti Şimdi de "Kerkük Barış Harekâtı" mı olacak? Amerika'ya, işgalcilere rağmen ne şekilde? Savaş, en son düşünülen ihtimal olmalı. Kardeş kanı dökülsün istemiyoruz. Ancak, hadiseler, gelişmeler ve gerçekler de ortada. Kerkük de düşerse geriye ne kalır? "Ankara'nın güvenliği Kerkük'ten geçer" demiştik 'Üç K'ya dikkat! Karabağ, Kıbrıs, Kerkük... Caydırıcı, ikna edici, dize getirici diplomatik ataklar yapmalıyız. Barış, her şeye rağmen barış. Eğer Kerkük'ü muhafaza edebilirsek, yeni politikalar da yakında iflas edeceğinden Irak bize ihale edilir. Bunu temin etmenin imkânlarına bakmalı. Harp, savaş muharebe ancak mücbir sebeple yapılır. O zaman da Kerkük Barış Harekâtı değil, Kerkük Kurtarma Harekâtı demek en doğrusu olur.
.
Şiir ikliminde kuraklaşma
12 Ocak 2007 01:00
Şiir kitaplarının satmadığını biliyor musunuz? Şiir kitabını yayınevleri basmıyor, basılsa da dağıtım şirketleri kabul etmiyor. Çünkü satın alanı, okuyanı yok. Bu yüzden sanki "ölü şairler ülkesi"yiz. Yaşayan şairlerimiz, bir elin birkaç parmağı kadar. Ölü şairlerimiz de zaten şiirden para kazanmadılar. Çoğu yokluk, yoksulluk içinde ölüp gitti. Bu konuda divan şairleri daha şanslı. Sultanlar, şairleri himaye etmiş, onlara da insanca yaşamışlar. Şiiri, sanatı edebiyatı modern zamanlarda sahipsiz bırakmışız. Sahipsiz kalınca da birkaç inatçı karakter dışında iyi örnekler çıkmadı. Onlar da her şeye rağmen direndiler. Bazıları bekâr kaldı ev-bark göremedi, bazıları, çoluk çocuğuyla kiralarda süründü. Marifet iltifata tabidir, iltifatsız meta zayidir. Bu meşhur sözdeki marifet "eser vermek" demek. Sultanların yaptıkları, bir gelenek olarak cumhurbaşkanları, başbakanlarla devam edemedi. Belki bankalar devam ettirebilirdi. Onlar da yapmadılar. Kitabı bile para kazanma vasıtası olarak gördüler, bankalar, kaliteli ve ucuz kitap basarak kültüre hizmet edeceklerine, en zor şartlarda çalışan yayınevleri gibi davrandılar. Her eserin yazılma, basılma dağıtıla, müşteri bulma derdi var. Fakat şiir kitabının derdi çok daha fazla. İltifat görmeyince şiir gelişmiyor. O zaman ne olmakta? O zaman toplum kekemeleşmekte... Eskiden insanlar, konuşmalarını beyitler, kıt'alar, kıssalar, menkıbeler, ayet ve hadislerle zenginleştirirlerdi. Bir beyitle bir koca kitaplık duygu ve düşünceyi muhatabınızla paylaşırdınız, sohbet lezzetlenir, hayat güzelleşirdi. Şair, şiirle kelimelere hükmeden insandır. En zor yazı ürünü şiirdir. Şiirin divan, hece, serbest olması mühim değil. Mühim olan şiir olması. Şiir zor olduğu için tercüme edilemez. Bir başka dile çevrilen artık yeni bir şiirdir. Eğer yeni bir şiir olmazsa bir şeye benzemez. Her şeye rağmen Mesneviyi Şerif bile tercüme edilememiştir. Ortadaki Mevlâna sevgisi rivayete dayalıdır. Şiir bir iklimdi, uzaklarda kaldı. Şimdi o iklimi nasıl yakınlaştırabiliriz. Biraz bunu düşünmeli. Bir kitabın kapağına "şiirler" yazmakla, "roman" yazmakla o kitap, ne şiir kitabı oluyor, ne roman. Her san'at usta çırak münasebetiyle gelişir. Soylu bir şair, hakiki bir romancı, güçlü bir düşünür kendinden sonraki zamanları etkiler. Erken dönem ve orta dönem cumhuriyeti Osmanlı kültürü etkiledi. Şimdi küresel çağdayız. Bundan sonrasını kim, neyle nüfuzuna alacak, yoğuracak, şekillendirecek. Teknoloji vasıtadır şekil, kalıp ve çerçevedir. O çerçeve ne ile dolacak? Bir zaman sonra bir de bakacağız ki şairlerimiz yok. Şairleri ölmüş. Şiiri yok olmuş bir ülke. Ölü şairler memleketi.
.
Medyada yozlaşma
15 Ocak 2007 01:00
Dördüncü kuvvet, bir anlamda yaygın eğitim. Gündelik hayatın olmazsa olmazları. Cemiyete karşı sorumlulukları var. Buna rağmen onda dehşet verici bir düşüş, gerileme, bozulma, yozlaşma görülüyor. Medyanın derdi, okunma, tiraj, tıklanma, dinlenme ve reytingden evvel bu yozlaşma meselesi olmalıdır. Teknolojide hamle üstüne hamle yapılırken kalitede dibe doğru gidilmekte. Medya, bütün şu enstrümanların, araçların toplu adı, kitap, gazete, dergi, internet, radyo ve televizyon. Kasetler, CD'ler, VCD'ler, videolar vs. bunların yan dalları, versiyonları. Ana ve yan dalarıyla birlikte medyada çok büyük bir yozlaşma, belki de çöküş yaşamaktayız. Rekabet adına, çok okunmak, çok ziyaret edilmek, çok dinlenmek ve çok seyredilmek adına ve neticede para kazanmak adına olmadık yollara, hallere düşülüyor. Medya sorumluluğu bir tarafa atmış vaziyette. Utanma, çok eski zamanların hatırlanmayan değeri gibi. Toplum, dönüp dolaşıp kendi kendini tetiklemekte. Başı televizyonlar çekiyor. Düşülen çukurun adına artık "müstehcenlik" veya "argo" veya "laubalilik" demek yetmez. Her şey onları aşmış vaziyette. Seviyesizlik var, ahlaksızlık var, malayani var, pespayelik var ve birçok varla birlikte sorumsuzluk var. Eğer bugün fuhuş başını almış gidiyorsa... Uyuşturucu dehşetli bir tırmanıştaysa... Tek sorumlu medya değil ama ilk sorumlulardan biri mutlaka o, onun para gelsin de ne yolla hangi şekilde, hangi şartlarda gelirse gelsin anlayışında. TV'ler, hemen bütün yayınlarıyla sorumsuzluk örnekleri sergilemekteler. Hangisi olursa olsun, bir medya unsurunun yayınında yüzde kaçı faydalı? En yaygını, en etkilisi televizyonları ele alalım. 24 Saatlik bir televizyon yayınının kaç saati seyredene bir şeyler katacak cinsten? Tam tersine çok şeyi alıp götürüyor. Zaman öğütme değirmeni haline gelmiş durumdalar. Ekranlar "Sulukule"ye döndü. Sulukule, Fatih'ten temizlenirken bir başka Sulukule olanca kalçası, göbeği ve aşağılık yorumlarıyla evlere süpürülmekte. Okuyan, dinleyen, seyreden, okuduğunu, dinlediğini, seyrettiğini tatbik ihtirasında. Sapıklık almış başını gidiyor. Okul önleri uyuşturucu satıcılarıyla dolu. Siber âlem, kepazeliğin tasallutunda. Sosyal hizmet kurumlar, çığ gibi artan gayri meşru çocuk sayısı önünde şaşkınlıklar yaşamakta. Medya ise bir odağa kilitlenmiş. Sürekli onu kötülemekte, "töre cinayetleri". Cinayet, cinayettir, bunun töresi, yöresi olmaz. Sebep konuşulmadan yalnızca sonuç üzerinde durmak boşa zahmettir. Bugün Türkiye'mizde sosyal, ahlaki, insani her türlü yozlaşmanın arkasında üç sebep varsa biri yozlaşan medyadır. Kitaptan, internete kadar bütün medya asli mânevî fail. Kabahat altın kürk olsa kimse üstüne almaz. Fakat medyaya mutlaka neşter vurulması gerekiyor. Medyanın yerlileşmek, dokuya uymak gibi bir derdi var
.
3 K
16 Ocak 2007 01:00
2007 ve önümüzdeki kim bilir daha kaç yılın müessir faktörleri 3 K olacak. 3 K, Karabağ, Kıbrıs ve Kerkük'tür. Ermenistan, Dağlık Karabağ'ı işgal etmekle Azerbaycan'ın yüzde yirmisini gasp etmiş bulunuyor. Bu yüzden Ermenistan'la problemlerimiz çift yönlü. Biri yakın tarihten gelen tehcir meselesi, diğeri Karabağ işgali. Bu ihtilaflar devam ettikçe Türkiye, kapıları açmayacak, Kafkaslar ve Orta Asya üzerinden gelip, batıya yönelen yol ve petrol hatlarını Ermenistan'ı dışarıda bırakarak yoluna gidecek. Karabağ, sadece Azerbaycan'ın değil aynı ağırlıkla Türkiye'nin de milli meselesi. 3 K'nın diğer problemi Kıbrıs. Kıbrıs, asrı aşkın dâvâmız. Kıta sahanlığımızdaki bir Anadolu parçası kiradayken ilhak edilmesi sonucu bugünlere geldik. Bizi almamak için yıldızlardan bahane ithal etmek gerekse onu bile yapmaktan geri durmayacak samimiyetsiz AB, kendi içinde çekişmeli bir adanın yarsını tam üye yaparak Kıbrıs'ı çözümsüzleştirdi. Neyse ki KKTC var. En nihayetinde AB kendi yoluna, Rumlar kendi yoluna Türkiye ve KKTC de yolumuza gideriz. Zaten mevcut durum da bu şekilde. Herhalde problem ağırlığı bakımından Karabağ daha müşkil bir manzarada. Fakat Karabağ'dan beteri Kerkük'tür. Bush, Amerikan televizyonlarına verdiği mülakatlarda en nihayetinde başarısızlığını itiraf ediyor. Irak'ın işgal öncesine göre daha kötü hallere düştüğünün ilânı Kofi Annan'la başladı G.W. Bush'la devam ediyor. Irak, artık Amerika için ümitsiz vak'a. Bush istifa etmezse seçimlere çok bir şey kalmamış olmasından dolayı Amerikan prestijini kurtarmak için müsaade edilmeyeceğindendir. Teşbihte hata olmaz demişler, Bush'a Amerika'nın Enver Paşa'sı denebilir. Bush, başı önde hatalarını açıkça itiraf etmekte. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'sa dolaylı olarak hatasını telafi peşinde. Türkiye, muhalefet lideriyle TBMM başkanının başını çektiği aleyhtarların red oylarıyla Irak'a giremedi. Türk ordusu, orada yer alsaydı bugün yaşanan hiçbir kötü sonuç doğmayacak, en azından bu çapta olmayacaktı. Bir kere Kürt devleti kurulamazdı. Böyle bir devlet kurulamayınca Kerkük, bugün pamuk ipliğine bağlanmayacaktı. Buna rağmen Baykal'ın teklif ve desteği kaale alınmalıdır. Hükümetin -şayet yoksa- sınır ötesi harekât için yetki almasında bir mahzur olamaz. Nereden bakarsak bakalım 3 K içinde en tehlike arz eden Kerkük'tür. Karabağ işgal altında. Burayı Ermenistan kendiliğinden iade etmez. Türkiye destekli bir Azerbaycan müdahalesi şimdilik tek çare. Ancak gündemde değil. Ne var ki evinden yurdundan olmuş kaçkınlarla göçgünler çok kötü şartlardalar. Kıbrıs'a dair uygulanabilecek son senaryoyu söyledik. Ki o en kötü senaryo bugün cari halde. Kerkük öyle değil. Kerkük, bir Türkmen şehriyken bu hususiyeti siliniyor. Aynı zamanda Irak'ın en yüksek, en kaliteli ve çıkartılma maliyeti en düşük petrol yatakları burada. Irak, dünya petrol kaynaklarının yüzde kırkına sahipse Irak'ın en fazla petrolü de Kerkük'te. Kerkük, Anadolu'dan evvel Türk şehri. Ancak mesele Kerkük ve Türkmen keyfiyetinden ibaret değil. Kürtlerle de din birliğimiz var. Bölge insanının biriyle kan diğeriyle din kardeşiyiz. Üstelik Kerkük, kendinden de ibaret değil. Şu şartlarda Kerkük'e müdahale muhtar Kürt kuvvetleri, Amerikan güçleri ve PKK militanlarıyla çatışma anlamına gelir. Dahası da var. İran'ın nerede yer alacağı belli değil. Yanımızda mı olacak, karşımızda mı? Olanca zorluğuna karşılık tezkereyle kaybettiğimizi oraya takılıp kalmadan bundan böyle muhteşem bir diplomasi taarruzuyla kotarmaya bakmalıyız. Muhataplarımız bilmeli ki Kerkük, Irak'ın iç işi değil. Ankara'nın müdafaasının Kerkük'ten geçtiğine mutlak olarak inandığımıza tam kanaat getirmeliler. Washington bu moral bozukluğundayken devreye girme vaktidir. Hep söyledik, tekrarlayacağız. Irak'ı isteyelim, bu ihaleyi bütün zorluğuna rağmen alalım. Irak'ı gerekirse gevşek bir özerklikle Türkiye'ye bağlatalım. Kürtlere de Araplara da biz sahip çıkalım. Süleymaniye'ye üniversite açılacaksa neden biz açmayalım? Onun için Kuzey Irak'ta iş yapan tüccar ve müteahhitlerimiz tebrike layıktır. Keza şu şartlara rağmen Irak'a çalışmaya giderek ikili münasebetleri devam ettiren vatandaşlarımız da tebrike layıklar. 3 K önümüzde 3 kilit gibi. En zor, en çetin kilit Kerkük.
.
İstanbul konuşulmakta
17 Ocak 2007 01:00
Gündemde sadece Kerkük yok. İstanbul da, kültür başkenti de gündemde. İstanbul hâreli bir şehir, bir güzellikleri bir dertleriyle mevzubahis edilmekte. İşin esasına bakarsak son 25 yıla kadar İstanbul, mahvedildi. İstanbul beyefendisi, hanımefendisi, Türkçe'si kalmadığı gibi İstanbul semtleri de bitti. Osmanlı mirası İstanbul ah bir korunabilseydi. Şimdi Zeyrek'te, Süleymaniye'de, Üsküdar'da Beykoz'da ayakta kalmış birkaç ahşap bina, yıkımdan kurtulmuş birkaç çeşme, birkaç kubbe ve minareyle teselli bulmaktayız. Yangınlar, insafsız kazmalar ve görgüsüz hayatlarla İstanbul semtleri perişan edildi. Şimdi o kapısından vizelerle girilen siteler ne kadar İstanbul? Uydu şehirler ne zaman İstanbullaşır? İstanbul şu aralar yine konuşulmakta. Çünkü başbakan gelenlere vize mecburiyeti ve araba tahdidinden bahsetti. Başbakan, belediye başkanı olduğunda da vizeden söz etmiş, fakat şiddetli tepki görmüştü. Yine kınanmakta. Bunda vize kelimesinin ürkütücü rolü var. Zaten böyle bir kanun çıksa bile Anayasa Mahkemesinden döner. Başbakan Tayyip Erdoğan'ın diğer teklifi ise araba veya plaka tahdidi. Bunlar başbakanın kesin görüşleri olmasa gerek. Fikir egzersizi olabilir, aklı erenleri konuşturarak fikirler elde etme peşinde gibimize gelmekte. Ortada bir problem var. İstanbul'a göç durdurulamıyor. Göç durmayınca beraberinde trafikten kiraya kadar onlarca problem doğmakta. Vize adına "vize" denmeden ne şekilde uygulanır, nasıl bir formül bulunur bilinmez? Belki de uygulanması imkânsız. Buna karşılık araba sayısının bir kanunla dondurulması mümkün. Fakat her mümkün olan makul değildir. Daha ortada taksi plakası derdi varken buna bir de hususi araba plakası eklenemez. Elinde 300-500 plaka tutan taksi ağaları türemiş vaziyette. Üstelik bunlar çok popüler isimler. Böyle bir karar birçok hileli hurdalı işlere yol açacaktır. Yeni ağalıklar, derebeylikler kurulur. Bunlar doğru. Vize bir dert. Plaka tahdidi ayrı bir dert. Ancak dertlerin derdi İstanbul'un trafiği. İstanbullu zamanın büyük kısmını trafikte öldürmekte. Neyse bereket versin ki su, elektrik, doğal gaz sıkıntıları yaşanmıyor. Şayet trafikle birlikte bunlar da olsaydı hayat İstanbul'da işkenceye dönerdi. Uyuşturucu ve kapkaç gibi sıkıntılarsa sürüp gitmekte. 15 milyonluk dev bir şehir. Şehirden öte devlet gibi. Herhalde fethettiğimiz Bizans bugünkü İBB sınırları kadar yoktu. "Herhalde" kelimesi fazla elbette yoktu. Tüneller, metrolar açmaya hız vermeli. Diğerleri havanda su dövmek. İstanbul'a tüneller, tüp geçitler, metrolar, raylı sistemler açacak, taşradakini yerinde doyuracaksınız. Herkes memleketinde doyarsa İstanbul kapkaçtan trafiğe kadar rahatlar.
.
Dik durmaya devam
18 Ocak 2007 01:00
İşgalden beri Kerkük'ün nüfus yapısıyla oynana gelindi. Sürekli olarak şehre Kürt nüfus aktarıldı. Bunların bir kısmı hakîkaten Kerküklüydü. Saddam Hüseyin, onları sürmüştü. Geri döndüler. Fakat bu mazeret vesilesiyle nüfusu altüst eden transferler yapıldı. Şimdi doyma noktasına gelmiş bulunuyor. Bütün bunlar Amerika'nın himayesinde oldu. Washington, tezkerenin geçmemesi intikamını türlü yollarla almaya tevessül etti. Bunlardan biri ve en önemlisi Kerkük'ü Türk şehri olmaktan çıkartıp Kürdistan'a merkez yapmak isteyen Irak Kürtlerine engel olmayarak destek vermek. Diğeri Kandil Dağındaki bölücü örgüt varlığına müsamaha etmek. Sonuncusu da Türk milletinin ciğerini dağlayan malum çuval vak'ası. Kürt nüfus, Kerkük'te kahir ekseriyet haline gelince bu defa referandum gündeme getirildi. Bu referandumla Kürt yönetimi istediği sonucu alma peşinde. Niyet böyle... Fakat Ankara, iktidarı ve muhalefetiyle son derecede kızgın. TBMM gizli gündemle toplanıyor. Başbakan arka arkaya beyanatlar vermekte. Çıkışların hedefi doğrudan Beyazsaray. Sayın Erdoğan, "Kerkük'te olup-bitenlere seyirci kalamayız" diyor ve ekliyor "konuşmak için başkasından izin alacak halimiz yok". Terörle mücadele koordinatörü Edip Başer'in dedikleri Başbakanınkinden de sert. Hatta Edip Paşa, dehşet verici tablolar çizmekte. Buna göre referandum, bombayı ateşleyen fitil olacak. Paşa, "Kerkük, Bağdat olur ve kargaşa Türk sınırlarına kadar yayılır" haberini vermekte. Türk kamuoyunda AB, ABD sempatisi sür'atle düşerken milliyetçilik giderek tırmanmakta. Seçimler de bunu bu yönde tetikliyor. Milli his, aynı ortak sevinç ve öfkeyi duymanın adıdır. Türk mâşerî vicdanı batıya karşı rencide olmuş vaziyette. Fakat ilginç olan şu. Türk tarafı başbakanından muhalefet liderine, ondan koordinatörüne kadar gayet sert açıklamalar yaparken ABD, başkanından dışişleri sözcüsüne ve Ankara büyükelçisine kadar inanılmaz yumuşaklıkta karşılıklar vermekte. Washington sertliğe doğrudan muhatap olmaktansa ısmarlama Irak idaresi ve muhtar Kürt tarafıyla dolaylı cevap vermeyi uygun bulmakta. En son açıklama ABD dışişleri bakanlığı sözcüsü Tom Casey'den geldi. "G.W. Bush, Türkiye ile iş birliğine hazır" diyor. Bu açıklamayı neden Beyazsaray sözcüsü yapmaz, bu bir. İkincisi şimdiye kadar nerelerdeydiniz? Amerika, "işte buradayız" deme babında dün öğleden sonra Mahmur Kampına PKK'lı militan avı için operasyon düzenledi. Baskın bir tiyatro mu, samimi mi, devamı gelecek mi? Bunlar, baskınların devamının gelip gelmemesiyle belli olacak. Ağza bir parmak bal çalıp Türkiye'nin tansiyonunu düşürmek için bir taktik gerçekleştirilme ihtimalini elbette göz ardı edemeyiz. Artık G.W. Bush, bile hatalarını itiraf etmekte. ABD bölge için Türkiye'ye kesin olarak muhtaç. Ankara dik durmaya, devam etmeli. Eğer kararlılığımız devam ederse referandum yapılamaz. Yapılamayacağa da benziyor. Sular bulanmadan durulmaz. Yeter ki seyirci değil, aktör olabilelim. Zaten demokratlar iktidar olunca her şey sil baştan ele alınacaktır. O zaman Türkiye'nin değeri daha çok artacak. Bizim seçimler, ardından Amerikan seçimleri... Bunları yol kazasına uğramadan atlatmaya bakalım.
.
Terörle mücadele koordinatörlüğü çare üretme merkezi olabilir
19 Ocak 2007 01:00
Emekli MİT müsteşar yardımcısı Cevat Öneş'in mülakatını fevkalede dikkate değer bulduk. Diyarbakır bölge müdürlüğü de yapması dolayısıyla Güneydoğu'yu çok iyi tanıyan kıdemli istihbaratçıya kulak verilmesi gerekir. Sayın Öneş'in söyledikleri mealen şöyle: Adına Kürt meslesi veya Güneydoğu meselesi diyelim neticede böyle bir problemimiz vardır. 22 Yıl evvel PKK eylemleri başlarken doğanlar, bugün seçmen yaşına gelmiştir. Ölen asker de dağda ölen terörist de bu memleketin evladıdır. Her nevi kayıp kayıp bu ülkeden olmakta. Mesele 80 yıldır devam ediyor. Demek ki bir hal tarzı bulamamışız. PKK Irak'taki üç bin kişiden ibaret değil. Kendine taban bulmuş, dışarıda da teşkilatlanmıştır. Kürt esasına dayalı parti yerine Türkiye'nin partisi hüviyetiyle varlık gösterilmeli. ABD ile bütünleşmiş Kuzey Irak, Türkiye'ye dair siyasetler de üretecektir. Geniş bir kitlenin seçim barajı sebebiyle mecliste temsil edilememesi düşündürücüdür. Bu millî dâvânın çözümü partiler üstü anlayışla mümkün. Bölge bu denli karışırken bizim bu ihtilafı kendi içimizde çözmememiz onu beynelmilel çapa taşır. Bu da yurdumuz için ağır sıkıntılara yol açar. Evvela Mehmet Ağar Konuştu. DYP genel başkanı sayın Ağar'ın konuşması bölücü şiddetle hayatlarını peş peşe kaybeden askerlerimiz üzerine Kuzey Irak'a girdik-gireceğiz günlerinden hemen sonraydı. Terörle Mücadele Koordinatörlüğü de bu katliamlar üzerine kuruldu. Mehmet Ağar, zamanında terörle, anarşiyle gözü pek mücadeleyi vermiş görevlilerden biri. Buna rağmen dedikleri, çekilip sündürülerek niyetinin dışına fırlatıldı. Sanki Ağar, federasyon kuralım gibi laflar etmiş şeklinde algılayanlar oldu. Mehmet Ağar, acı gerçeği görmemizi istiyor. Şart olan elbette dağdakini indirmek. Devlet çözüm üretir. Silah tek çare değil. Tek bayrak, tek resmi dil, tek istiklal marşı tek coğrafyadan taviz vermeden kendini farklı hisseden bir kısım vatandaşlarımızı nasıl kazanabiliriz? Bu soru herkesin. Sabır, itidal soğukkanlı bir tutumla bu korkutucu hastalığı tedavi etmeliyiz. Vatanını, milletini sevmekle kuru hamaseti karıştırmamalı. Türkiye Barışını Arıyor diye bir platform da düzenlendi. Bu arayış yankısını bulmadı, tam tartışılmadı, dört duvar arasını aşamadı. Şimdi Abdullah Öcalan da avukatlarıyla 164 milletvekiline mektup yollamış. Neden 550 değil de 164 denebilir, soru haklıdır da. Ancak her türlü teklifin tahlil edilmesi, incelenmesi gerekiyor. Hisler, mecburen dizginlenecek. Kıdemli bir MİT mensubunun konuşması da bu günlerde denk geldi. Gözden kaçmamalı. MİT müsteşarı Emre Taner'den sonra bu defa bir emekli istihbaratçı konuşmakta. Emekli generaller gibi emekli istihbaratçıların da habersiz konuşacakları uzak ihtimaldir. Bir taraftan seçime gidiyoruz. Güneydoğulu seçmen temsil edilememe sancısında. Bu sancılanmanın nasıl bir doğuma yol açacağı meçhul. Bir taraftan Kandil dağı rahatsızlığımız var. Bir taraftan Kerkük giderek alevlenmekte. Türkiye'de muhalefet âniden aşırı milliyetçi kesildi. O halde çözüm, çözüm, çözüm. Biri şu olabilir, teklifimizi yazıyoruz. Terörle Mücadele Koordinatörlüğü, hemen güçlendirilmesinin ardından bu meseleye kafa yoran Türk, Kürt, sivil toplum temsilcisi, parlamenter, kanaat önderi, belediye başkanı kim varsa onlarla bir araya gelerek diyalog, tartışma, teklifler ışığında çare üretmelidir. Bir Kürt aydını bir Belçikalı, Hollandalı değil, Edip Başer Paşa dinlemeli. Diyalogsuzluktan yakın mesafeler uzak oldu. Bir çok noktada beklide aynı şeyler söylenmekte. Bu çekişme, bu kan, bu ölümler Türkü de yordu Kürdü de. Sürüp gitmesi bu topraklarda yaşayan kimseye fayda getirmez. Küçülmek, bölünmek, kopmak emperyalistlerin emeli. Kürt de alet olmamalı Türk de. Acı da olsa bağra taş basıp geçmişi dünde bırakarak yeni ve temiz günler başlatmalıyız.
.
Hrant Dink vak'ası...
22 Ocak 2007 01:00
Hrant Dink cinayetinin zanlısı, kısa süre içinde yakalandı. Sanığın, mevta toprağa verilmeden, TBMM'de kapalı oturum başlamadan, Amerikan meclisi Ermeni soykırım tasarısını görüşmeden, batı medyası bize yüklenmeden evvel yakalanmış olması çok sevindirici bir neticedir. Yakalama sürecinde iki mühim nokta var. İdarenin fotoğraf dağıtarak risk alması. Baba Ahmet Samast'ın evladını bizzat ihbar etme gibi bir basiret gösterebilmesi. Aksini düşünelim. Fotoğraf dağıtılmasaydı ne olurdu? Sanık kaçırtılmış olabilirdi. Mehmet Ali Ağca'nın hem de askerî cezaevinden İran'a kaçırıldığını hatırlatmak isteriz. Babanın acısını ise anlamak lazım. Ortada kamera kayıtları var. İtiraf da mevcut.. Buna rağmen Ogün Samast maznundur, zanlıdır, sanıktır, şüphelidir. Suç mahkeme kararıyla kesinleşecek, mahkûm sıfatını o zaman alacaktır. İnceliğe dikkat. Ortada görgü şahidi yok. Vurulma ânına dair fotoğraf da yok. Her şey, kaçma sahneleri, yakalanma kurşun sıkılmasından sonraya ait. Birileri cinayeti işledikten sonra Ogün Samast'ın eline tabancayı tutuşturmuş olamaz mı? İtiraf dahi hedef şaşırtmak için olabilir. Ortada birçok sorular var. Evvela, bu çocuk 17 yaşından fazla gösteriyor, ona dikkat etmeli. Biyolojik yaşı tesbit edilmeli. Mahkeme kararıyla yaş kaydında değişiklik yapılmış mı? Araştırılmalı. Sonra, işsiz, 17 yaşındaki bir genç, büyük bir bedeli olan tabancayı nasıl satın alabilir? Tabanca kullanmak ustalık ve soğukkanlılık ister. Nerelerde talim yapmış. Atış derslerini kimden almış? Anadolu'dan gelen bir kimsenin İstanbul gibi devâsâ bir metropolde Agos gazetesi idarehanesini eliyle koymuş gibi bulması imkânsızdır. Belli ki birçok kereler gidilip gelinmiş, keşifler yapılmış. Bu keşifler tek başına yapılamaz. Şüphelerin devamı var. Otobüs geç kalktı diye bir zanlı terminalde bağırır-çağırır mı? Bu da akli dengesi hakkında araştırma yapmayı gerektiriyor. Neden Trabzon'a, evine döner, neden beresini atmaz, 32 saat sonra bile tabancasını hâlâ yanında taşır? Her üniversite mezununun Hrant Dink'in fikir yapısını bilmeyeceği, oralı olmayacağı gerçekken bir ortaokul bitirmişin muhalif bir aydının düşüncelerini takip ve tahlil etmesi ne kadar inandırıcıdır? Bir başka soru? Neden hep Trabzon? Biz bu soruyu çok evvel de sormuştuk. Bu ilimizde F tipi cezaevi olmadığı halde bazı tutuklu yakınları burada kışkırtıcı eylemler yaptı, Trabzonlu onları bizzat cezalandırmaya kalktı. Ardından bir Katolik papaz yine yaşı küçük biri tarafından Trabzon'da öldürüldü. Bir Amerikan yiyecek firması orada bombalandı. Türkiye'nin başına sarılmak istenen gaileler vardır. Bunlar şartlara göre sırayla ileri sürülür, diğerleri sırada bekletilir. Ermeni meselesi ile Kürtçülük gündemde. Mezhepçilikle Pontusçuluk yedek. Gelişen şartlara göre bunlar yer değiştirilebilir. Bütün bunlar düşünüldüğünde yukarıdaki şüphelerin ihmal edilemeyeceği anlaşılır. Ogün Samast, en fazla tetikçidir. Arkada uluslararası kuvvetler olduğu ortak aklın kanaati. Nitekim İstanbul'a gidip geldikten sonra etrafına para dağıttığı söyleniyor. Çankaya tartışılırken, Irak berbatlaşırken, Türkiye, Kuzey Irak'a dair hesaplar yaparken, Kerkük'e müdahale konuşulurken, Ermeni soykırım iddiaları kongrede kanunlaşmak için bahane ararken, AB ile muhabbet giderek soğukluğa dönüşürken rahatsız olan Türkiye, kapalı celse için TBMM'yi toplarken.. Ve milliyetçilik, rüzgâr alırken bu cinayet işlendi. Ne tesadüf değil mi? Müteveffanın toprağa verilmesiyle TBMM'nin kapalı oturumu aynı güne denk geliyor. Hain niyetliler bir kere daha emellerine nail olamadılar. Hrant Dink'le İstanbul Platformunda İstanbul'a dair projeler üretmek için aynı masa etrafında buluşmuştuk. Efendi ve itidalli bir insandı. Ölümüne yandık. Azınlıklar zenginliğimizdir. Zenginliklerimizle imparatorluk olduk. Artık bir avuç kalmış azınlığa sahip çıkmalıyız. Şu haberlere, konuşmalara bakıp hayıflanmamak mümkün değil. Hrant Dink, bu kadar kıymetliydiyse neden mahkemelerde süründürdünüz. Bir insanın değerinin anlaşılması için mutlaka mağdur veya mazlum veya maktul mü olması lazım? Son ders, her şey şüpheli olabilir fakat sanığın internetten fena etkilendiği kesin. İnternetin yıldırım hızıyla ıslah edilmesi şart üstü şarttır. Bundan sonra ne olacaktır? Büyük ihtimalle sanığın yaşı küçük olduğundan denerek yayın yasağı gelecek. Çünkü gerçekler zülfü yâre dokunacak. Kaçırımla ve öldürülmeye dikkat. Cinayetlerin devamına ise daha fazla dikkat. Müteveffa Dink'in korunma ihmali tekrarlanmamalı. Dışarıyla ilgilenmeyelim diye içerde kaos üretilmeye devam edecektir. Su uyur, düşman uyumaz.
.
Osmanlı modeli
23 Ocak 2007 01:00
Hrant Dink'in katli sonrasında aydınlar bir kere daha kendini sorgulama gibi bir zaruret duydular. Aydın, bizde çıkmazda, teşhis koyuyor, fakat tedaviye gidemiyor. İşte azınlıklar meselesi bir kere daha gündeme geldi, konuşuluyor. Vesilesi böylesi kötülükler olmasın ama birçok kereler daha gelecek. Bir dünkü devlet hayatımıza bakalım bir de bugüne. Dün, Sırp'tan, Bulgar'a, Arap'tan, Arnavut'a kadar onlarca ırk, onlarca mezhep, onlarca kabile, aşiret vardı. Devlet bütün bunlarla imparatorluktu. İmparatorluk hayatından 35 devlet çıktı. Bugünkü coğrafyanın 25 katı toprağa sahiptik. Bugün kaç tane farklı ırk var? Kürtler ve birkaç tane Ermeni, Rum ve Yahudi. Kürtler, üstelik de kardeşimiz. Asla azınlık olmadıkları halde ne yazık ki manzara ortada. Yahudiler, 40'lı yıllarda varlık vergisiyle, Rumlar, 50'li yıllarda yalan habere dayalı çapulculuklarla dışarı kaçırtıldı. Ermeniler, çok evvelden, 15'lerde gitmişti. Saf ırk gibi yekpâre toplum yanlışlığına düştük. Bu sebeple emin olunuz son zamanlarda ülkemizde zenciler görünce seviniyoruz. Misafirsiz ev, akrabasız aile, komşusuz bina olur mu? Böyle bir yapıya döndük. Fakirleştik. Renklerimiz azaldı. Bir ara, bir ara dediysek 50 sene öncesinde değil, 4 sene evvel bütün akrabalarımızla düşmandık. Türkiye, düşünebileceği bütün sistemleri neredeyse denedi. Irka dayalı milliyetçilikten, hatta kafatası heveskârlığından bugünlere kadar geldik.. Tek parti, çok parti. Şu, bu her yol denendi. Marksist partiler kuruldu. Ne var ki bir türlü yerine oturmayan bir şeyler var. Sükûnu, yerine oturmuşluğu ne darbeler temin edebildi, ne sokak gösterileri, ne hapishaneler, ne adam asmalar. Babalarımız, dedelerimizin çocuklarıydı. Babalar, dede durumunda olan Osmanlı'yı reddettiler. Ancak reddi miras eylemek kesemizi borçtan, başımızı dertten kurtarmadı. Babalarımız, bizden evvelki, nesiller Osmanlı'yı başka, Türkiye Cumhuriyetini başka telakki ediyorlardı. Dışımızdaki dünya için ikisi aynıydı, birbirinin devamıydı. Tek taraflı öğretilere, resmi ideolojiye rağmen son devirlerde köke dönüşte bir kıpırdanma, meraklı bir uyanış var. Şuur altlarında bir şeyler olmakta. Osmanlı'ya öz evladının hakareti kimseyi kandırmadı. Dünkü borçları da ödettirdiler. Ermeni tehcirinin bedelini de. Üstelik tehcirin borcu onca şehit verdiğimiz halde hâlâ bitmedi Osmanlı modelini tanımamız lazım. Bu bizim özgün modelimiz. Osmanlı ne yaptı da 6 buçuk asır bir koca dünyayı adaletle yönetebildi? Bunun sırrının peşine düşmeliyiz. Hukuki altyapı neydi? Bürokrasi nasıl inşa edilmişti? İlmi seviye nerelerdeydi? İdari usuller nasıl işliyordu? Ve daha birçok araştırma mevzuları. Başbakanlık Osmanlı Devlet Arşivlerindeki evraklar, Amerikalı, İsrailli, Japon... araştırmacılar tarafından incelenmekte. Onlar kendilerine yarayanı alıp uygulamaya koymakta. Biz neden yapmıyoruz? Tarihle alakamız kuru hamaset olamaz. Ortada özgün bir model var. O modeli didik didik etmeliyiz. Ah çekilen asırların güzelliklerini yarınlara taşımak da bizim vazifemiz. Osmanlı'yı tanıdıkça kültürümüz zenginleşecek, hoşgörümüz artacak, kendimize güven duygusu pekişecektir.
.
Suçlu maddeler
24 Ocak 2007 01:00
Bir vakitler TCK'da bazı maddeler vardı. "Bir vakitler" dediysek evvel zaman içinde değil, şunun şurasında birkaç zaman öncesine kadar. Hayatı tanımaya başladıktan sonra gözümüzün önünde hep bu maddelerin rakamları uçuştu. Dehşet salan bu maddeler 141, 142 ve 163'tü. 141 ve 142. Maddeler güya komünizmle, 163 de teokrasiyle mücadele için vardı. Korku salan maddeler bunlardan ibaret değildi. Bir de 159. Madde yürülükteydi. Türk Ceza Kanunu, faşist İtalya döneminden kopyalanmıştı. Ceberut iktidar anlayışına dayanıyordu. Turgut Özal 159 dışındakileri kaldırdı. Muhafız maddeler kalkmış, fakat ülke ne komünist olmuştu ne de teokratik idare gelmişti. Toplum, 50 yıl öcülerle korkutulmuştu. 141 ve 142 kalksa da 159 devam ediyordu. 141 ve 142'den sonra dikkatler 159'a kaydı. 159 ancak Türk malı TCK devrinde kalktı. Maddeler ters yüz edilmiş, bazı maddeler değiştirilmiş, aynı raylar üzerindeki vagonlar yenilenmiş ve ceza kanunu oldu da bitti sevinciyle millileşmişti. 159 da bu devrede ortadan kalktı. Lakin yok olmamış yeni ceza kanununda 301. madde şeklinde düzenlenmişti. Hrant Dink'in ceza aldığı işte bu 301. Maddedir.. Şimdi 301'in kaldırılmasından söz edilmekte. Acaba bu maddenin kalkması için bir cinayet işlenmesi, bir insanın canını kaybetmesi, bazı cahil gençlerin hayatlarının mahvolması, bir eşin dul, ailelerin gözü yaşlı kalması mı gerekirdi? Zaten ortaya çıkan toplumsal mutabakat, ittifak halinde yapılan yayınlar ve caddelerin almadığı on binlerin yürüyüşü ile o madde iptal edildi. Bari kalksa da savcı ve hakimlere vicdani eziyetler çektirilmese. Mahkemeler, Türk Milleti adına hüküm verir. Türk milletinin tasvip etmediği maddelerle Türk milleti adına verilen hükümlerle adalet tecelli eder mi? 141, 142, 163 çok dehşetliydi. Nice okur-yazara hayatı zindan etti. Ömürler tükendi, yuvalar çöktü. Cemiyet hayatından altın yapraklar kopup gitti. Arada bir 159 çalıştı.. Bugün kitapları vitrinleri süsleyen, hatta okullarda dağıtılan çok yazar 141, 142 ve 163 mağdurdur. Hrant Dink, 301'den yargılanmasaydı herhalde öldürülmezdi. Aykırı aydın, herkes gibi düşünmeyendir. Medeniyet, aykırı fikirlere çok şey borçludur. Farklı düşüneni cezalandırmak yerine dinlemeli.
.
Diaspora tahrik ediyor
25 Ocak 2007 01:00
Hrant Dink toprakta, tetikçi tutuklandı, azmettirenler sorgulanıyor. Maktulün ailesi de ağlıyor, onu vuranla azmettirenlerin aileleri de. Suçlu kim? Suçlu yalnızca 17 yaşındaki bir çocukla ondan birkaç yaş büyük birkaç delikanlı değil. Trabzon hiç değil. Trabzon'a dair çarpıtılmayı ilgiyle takip ediyoruz. İlk günden yazdık. Trabzon üzerine oyunlar oynanmakta. Bunu görmek varken neredeyse cezalandırılacak. Tetikçi, azmettirici hayat tecrübesi olmayan çocuklarla Trabzon'un işsizlik gibi problemlerini ön plana çıkartmak, bunları sürekli konuşmak, asıl suçluları gözden saklar. Onların saklanmasıyla da bu ihtilaf sürüp gider. Esas suçlu, Ermeni diasporasısıdır. Batının en gelişmiş şehirlerine yerleşmiş lüks içinde hayatını idame ettiren bir takım Ermeniler. Bu adamların teşkil ettiği gruba "Ermeni diasporası" deniyor. Bir teki ne Ermenistan'da yaşar ne bir Anadolu vilayetinde. Hatta İstanbul'da bile kalmayabilirler. İşleri güçleri kin... Diaspora, sürekli Türk düşmanlığı yapmakta. Konferanslar, kitaplar, filmler hazırlatarak, kulisler yaparak, rüşvetler yedirerek dünya kamuoyunu soykırıma inandırmaya uğraşmakta. Maksatları meclislerden aleyhimize kanunlar çıkartmak, Türkiye'yi dünyadan koparmak, yalnızlaştırmak. Bu kindar faaliyetlerinin Ermenistan'a hiçbir faydası yok Türkiye Ermenilerine de faydası yok. Her ay bir devlet, "Türkiye 1915'te soykırım yapmıştır" diye karar çıkartırsa itham edilen devletin çocukları rahatsız olmaz mı? Ermeni Diasporası dünyayı burnundan tutmuş sürüklüyor. Bu yüzden, ülkesi şurasından burasından çekiştirildiği, devleti biteviye kötülendiği, milleti katil ilân edildiği için savunma refleksiyle Türkiye'de millî bir reaksiyon yükselmeye başladı. Bir memleket düşününüz... 85 Yıl evvel imparatorluktur. Bu imparatorluk, kurtlar sofrasında bir ânda Anadolu'ya sığınmak zorunda kalıyor. Fakat yine kendini tehlikeden kurtaramıyor. Son 40 Yıldır elde kalan son vatanı da parçalamak için her şey yapılmakta. Milli duygulardaki patlamanın sebebi budur... Zaten istenen de buydu. Gerçek azmettirenlerin, asıl katillerin Ermeni diasporası, Ermeni ırkçıları olmadığını kimse iddia edemez. Tetikçiler kullanıldıklarını bile anlamayabilirler. Diaspora susmadıkça saldırlar devam ettikçe beterinden korkarız. Çünkü ortada kin var. Kin, düşmanlık üretmekte. Bu diasporanın kirli yüzünü teşhir Türkiye'nin borcu olmalıdır.
.
İsmail Cem
26 Ocak 2007 01:00
Kamuoyu, İsmail Cem'i 1974'te TRT Genel Müdürü olması ile tanıdı. Gerçi daha evvel günlük yazıları vardı ama asıl şöhreti, TRT'nin başına gelmesi ile başladı. O TRT bu TRT değildi. '70'lerin TRT'si daha sola yatkındı, daha ideolojik ve katıydı. Bir tekel kurumuydu. Bülent Ecevit, CHP-MSP koalisyonu ile Başbakan olunca TRT'yi İsmail Cem İpekçi'ye teslim etti. Tayin, büyük gürültü kopardı. Bir vatandaşın TRT Genel Müdürü olabilmesi için devlette asgari 10 yıl çalışmış olması gerekiyordu. İsmail Cem İpekçi'ninse bir gün bile devlet hizmeti yoktu. Başbakan, bu engeli gözükara bir mevzuat değişikliği ile aştı. Aynı zamanda toplumun keskin hatlarla kamplara bölündüğü günlerdi. Yeni TRT Genel Müdürü yeterince tanınmasa da ortanın solundaki Karaoğlan'ın tasarrufu ile iş başına gelmesi, hakkında bir karar vermek için yetiyordu. Gürültünün ikinci sebebi soyadından dolayı idi. Nitekim bazı sağ kalemler, soyadını sebep sayarak İsmail Cem İpekçi'yi yaylım ateşine tuttular. Ateş, öyle az-buz sürmedi. Tenkîdler icraata dönük olmaktan çok "İpekçi" kelimesine matuftu. Genç Genel Müdür şaşırttı. Hızlı Karaoğlan tarafından getirilse de O, yumuşak bir tavır ortaya koydu... Ve baktı ki işin tadı kaçtı; O da mahkemeye gitti. Hayır; kimseyi şikâyet için değil. İpekçi soyismini nüfus kütüğünden sildirmek maksadıyla. İkinci ismi "Cem"i soyisim olarak aldı, İsmail Cem oldu. Daha doğrusu Cem İpekçi, İsmail Cem oldu. İsmail Cem, daha sonra yazı hayatına tekrar döndü. Siyasete girdi. CHP'den DSP'ye transfer oldu. Sürekli kendini geliştirdi. Sorgulayıcılık tarafını öne çıkardı. Zaten iyi bir tahsil yapmıştı. Tahsilini okur-yazar tarafı ile olgunlaştırdı. Çektiği fotoğraflarla sergiler açtı. Siyasette bakanlığa kadar yükseldi. İlk olarak Kültür Bakanı oldu. Kültür Bakanı iken TGRT'de yayınlanan Entellektüel Boyut Programı'na katıldı. Konu "entellektüel, entel, aydın, münevver farkı" idi. Konuşması çok takdir gördü. O program hâlâ zevkle hatırlanmaktadır. İkinci bakanlığı dışişlerinde oldu. Belki pek açığa vurulmadı ama dışişlerinde ne kadar başarılı olabileceği biraz da merak konusu idi. En fazla bu bakanlıkta başarılı oldu. İdeolojik yaklaşımlardan, ön yargılardan uzak durarak sağduyu ile hareket etmeyi yeğliyordu. Nitekim, 54. Hükûmetten sonra adeta reddedilen D-8'ler üyeliğimizin devam edeceğini de "Entellektüel Boyut"ta yönelttiğimiz bir soru üzerine ilk defa dile getirdi. İsmail Cem, kendini disipline ederek sabır, yumuşaklık ve diyalog kurabilme hasletlerine kavuşmuş bir Türk aydını. Farklı düşüncelere saygılı. Sivriliklere, aşırılıklara düşmemeye özenli. Onun için yabancı meslektaşları ile de dostluklar kurabildi. Herhalde en önemlisi Yunanistan Dışişleri Bakanı Yorgo Papandreu ile olandır. Türk-Yunan münasebetlerindeki ılımlı hava bu iki insanın gayreti ile doğmuştur. Okuyan, araştıran, tarihe ilgi duyan, karşısındakini dinleyebilen, aykırı fikirlere tahammülü olan, buna mukabil bağırıp çağırmayan, pireyi deve yapmayan, popülist davranmayan, zik-zaklar çizmeyen siyasetçilere ihtiyacımız var. Bu babda çok zengin değiliz. İsmail Cem, o nadirlerden biri. Bu sebeple AB'ye aday kabul edilmemizin yıldızı oldu. Aday kabul edildikten sonra hasıl olan bazı tereddütleri izale için yaptığı konuşmalardaki üslûbu ise hakkı teslim edenlere mahsus güzellikte idi. İsmail Cem diyordu ki: -Biz Avrupa'ya aynı zamanda Müslümanlığımızla gidiyoruz, Asyalılığımızla gidiyoruz, zengin tarihimizle gidiyoruz... Böylece uzayıp giden sözler, bir büyük değişimin eşiğindeki millî şahsiyeti zedelememek için lazımdı... O bakımdan konuşma hayırlı olmuştur. AB'ye girmeli, fakat kimliğimizden kopmamalıyız. Bu son noktadan mes'eleyi şöylece tefsir de kabil... Liderler, oldum olası yerlerine adam yetiştirmemekle itham edilirler. Acaba... Sayın Ecevit, alttan alta Cem'i kendi yerine mi hazırladı, Hüsamettin Özkan'ı İsmail Cem'i gizlemek için mi yanından ayırmadı? Yoksa şartlar kendiliğinden mi böylece gelişti? Şüphesiz ki karşılıklı. İsmail Cem, ortaya bir cevher koydu, Genel Başkanı da fark etti. Neticede kaliteden kazanan Türkiye'dir. Türkiye'ye kazandıracak seviyeli politikacıların sayısının artması gerekir. Dışişlerinin başında bir İsmail Cem olmasaydı belki Helsinki'de de refüze edilmiştik. Şimdiyse AB'ye kesin üyeliği konuşuyoruz. AB, asıl ileride anlaşılacak. Sosyal hayatta, ticarette, iktisatta, siyasette, insanca yaşama haklarında sayısız faydalarını göreceğiz. Teşebbüs hürriyeti, din ve vicdan hürriyeti ve fikir hürriyetine umulur ki tekrar ve tam mânâsı ile ve kalıcı olarak kavuşabiliriz. (16 Aralık 1999 Türkiye Gazetesi) Değerli arkadaşım güle güle. Öbür dünyada da bu dünyadaki gibi yüzündeki tebessüm eksik olmasın. Yüce Allahtan sana rahmet diliyorum.
.
Ekonomik zafer
29 Ocak 2007 01:00
İKT/İslam Konferansı Teşkilatı açıklıyor. Teşkilat mensubu 57 devletin şirketleri gelir sıralamasına göre tasnif edilmişler. Buna göre ilk 100'e girenlerin 25'i Türk şirketi. Dörtte bire Türkler hakim. Bu bir ekonomik zaferdir. İş adamlarımız, savaş demeden, elverişsiz şartlar demeden dünyanın dört bir tarafına girmekteler. Onlardan bazısı Türkiye'de de büyük şirket sahipleri. Bazıları beş kuruşsuz olarak yurt dışına çıkıp gurbet şartlarında dağları devirmiş Ferhatlar. Zenginlerimiz bildiklerimizden ibaret değil. Dediğimiz gibi yabancı memleketlerde vuruşa vuruşa kendine yer edinmiş olanlar olduğu gibi "taşra"da da Anadolu aslanları var. Artık zenginlerimiz 3-5 meşhur isim ve şirketten ibaret değil. Zaten en büyükler de kendilerinden ibaret kalmadılar. Yabancı ortaklıklarla dünyayla entegre oluyorlar. Bir taraftan KOBİ'lerle ayağa kalkışı görmekteyiz. Bir taraftan sermayenin tabana yayılarak yerlileşme keyfiyetini. Diğer taraftan da meşhurlarımızın dünya ligine çıkmasını. Bir yandan yerlileşme söz konusu olurken bir yandan da sermayenin evrenselliği gerçeğini yaşamaktayız. Bu da çift yönlü. Hem yabancı sermaye gelmekte, hem yabancı sermayeye gitmekteyiz. Geçenlerde Hilton Oteli'nde 8. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'i dinliyorduk. Sayın Demirel, o konuşmada üç çok mühim gerçeği dile getirdi. "ABD dahil bugün tam bağımsız devlet kalmamıştır. Buna sebep iletişim devrimidir." "Devlet adamı sokağa değil, akla riayet eder." "Diplomaside son yoktur". Süperler dahil "tam bağımsız devlet" artık sadece hatıradır. Bu itibarla "Tam bağımsız Türkiye!!!" diye sol yumruklarıyla havayı döverek sokaklarda yürüyüp slogan atan dünün gençleri bugün, orta yaşlarında heba olmuş gençliklerine ağlamaktalar. Çünkü hayat hükmünü icra ediyor. Demirperde sadece iki Almanya arasında yoktu. Bizimle dünya arsında da Demirperde, utanç perdesi vardı. O Berlin duvarıyla birlikte bizim görünmeyen duvar da çöktü. Çöküşle birlikte gözünü budaktan esirgemeyen iş adamlarımız dünyaya doğru koşmaya başladılar. Bugün sermayenin bir cephesiyle yerlileşmesi, bir cephesiyle evrenselleşmesi bundan dolayı. Bir Türk dünyaya lafla değil, parayla bedel oluyor. Savaşa çok fena takılıp kaldık. Halbuki diğer taraftan ekonomik savaş cereyan etmekte. En azından bölgemizdeki bu diğer savaşta zafer Türk müteşebbisinin. Şu ateş içinde bile Kuzey Irak'ta, Bağdat'ta, Sudan'da bile iş yapan, çalışan eser veren, Türk bayrağını dalgalandıran insanlar günümüz akıncılarıdır. Devir kültür ve sermaye devridir. Bunlara hakim olan, dünyaya mührünü vurur.
.
Kanun huzur içindir
30 Ocak 2007 01:00
Kanun, cemiyetin bütün fertleriyle bir arada huzur ve barış içinde yaşamaları için yapılır. Bunu temin edemeyen kanun, ne kadar iyi niyetle düşünülmüş olursa olsun kaleme alınışında, anlaşılmasında, tefsirinde veya tatbikatında bir eksiklik, boşluk var demektir. Kanun deve kuşu gibi olamaz. Kanun, kanundur. Kanunun kanun olabilmesi için hangi milletin yazılı belgesi ise o dilin en mükemmel örneği olması şarttır. Kanun maddeleri aynı zamanda hukuk dilinin ihtişamını sergilerler. İfadeleri bozuk, okuyana göre farklı anlaşılan, kelimeleri ihtiyaca cevap vermekten ziyade politik ve ideolojik olan kanun metinleri faydadan ziyade zarar getirir. Yeni TCK ve bilhassa yeni Medeni Kanun hukuk Türkçe'sine kıymıştır. Bilhassa MK hukuk dilini, tabirlerini mahvetmiştir. Artık 10 yıl önceki hukukçuyla bugünkü hukukçu anlaşamaz olmuşlardır. TBMM'nin özellikle Medeni Kanun'un dilini ıslah etmesi hukuktaki kopukluğun önüne geçmesi milli bir vazifesidir. Post modern darbe döneminde vazedilen kanun, şüphesiz ki aşırılıklar taşımakta. Elbette eskiyen, artık bir tek kişinin bile anlamadığı bazı kelimeler değişecekti. Ne var ki köşe taşı gibi hukuk metinlerinin vazgeçilmezi kelimeler yok edildi. Neden tıpta Latince alabildiğine saltanat sürerken hukuk Türkçe'si bu hale sürüklenmiştir? Gelelim günün sorusuna: 301 külliyen mi ortadan kalksın, yoksa değiştirilsin mi? Bu madde artık yara almıştır. Eski sevimsiz 141, 142 ve 163 ile birlikte anılmakta. Hoş çağrışımlar içinde değil. Diğer taraftan her canlı varlık gibi Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin de kendini koruma hakkı vardır. Her devlet gibi o da gerekli mevzuatı tanzim edebilir. Diğer taraftan Türklük ve Türk milleti ifadeleri arasında da bir fark görmüyor, fark görülmesini yersiz buluyoruz. Mesele şudur, fikir hürriyetinin önünü açmak, yahut fikir hürriyetini serbestçe kullanma hakkını engellememek. Bu görüş, elbette hiç kimseye Türklüğe, Türk milletine veya milletimizin aziz saydığı değerlere hakaret hakkı vermez. Bu mevzudaki şaşmaz ölçü silaha, zorbalığa, teröre başvurmadan düşünceyi dile getirmektir. O halde yapılması lazım gelen iki korunan, devletle, fikir sahibinin çatışmasına mani olmaktır. Devletin kendini, kendini meydana getiren maddî-mânevî unsurları muhafaza ve müdafaa hakkı ne kadar makulse bir aydının Türklük, Türk milleti gibi değerlerle çatışmayacağını düşünmek de o kadar makul görülmeli. Aklı başında biri neden aziz veya kutsal kıymetlerimizle uğraşsın? Sövmek, aşağılamak, hakaret etmek başka, tahlile dayalı, yol gösterici, tarafsız eleştiri başka. Ayırdedici farkı, sağlam bir hukuk fikri, mantığı ve dili ortaya koyabilir. 301 kurtarılabilir mi? Bilmiyoruz. Yeniden kale alınsa bile tartışmalar bitmez. Tıpkı anayasa gibi yamalı bohçaya dönmesindense üzerinde mutabakata varılmış yeni bir kanun yeni bir sayfa olacaktır. Kanun maddeleri üzerinden kavgalar onlarca senemizi heba etti. O yola tekrar girmekten korkarız.
.
Bernard Lewis'in iddiaları
31 Ocak 2007 01:00
Prof. Bernard Lewis, İsrail'de çıkan Jerusalem Post ismindeki bir gazeteye mülakat vermiş. Lewis, tarihçi. Dünyaca tanınmış bir isim. Eserleri İslam Tarihi, Orta Doğu ve Müslümanlarla batı ilişkilerine dair. Bu şarkiyatçıyı/oryantalisti korkular sarmış. Taşıdığı korkuları da Avrupa'yla paylaşıyor. Bernard Lewis, vaki göçler ve demokrasinin sunduğu imkânlar sebebiyle İslamiyet'in çok geçmeden Avrupa'da hakim güç haline geleceğini haber vermekte. Bunu haber veriyor ve Avrupa'yı ikaz ediyor. Lewis'in iddiasına göre bu yükseliş karşısında Avrupalılar kendine güven duygusunu kaybetmekteler. Ona göre Avrupalıların kendi kültürlerine saygıları tükenmiştir. İddialarını daha da ileriye götürmekte. Profesör, Avrupalıların çok kültürlülük ve siyaseten doğruluk adına İslami değerlere teslim olduklarını söylüyor. Prof. Bernard Lewis, Avrupa'nın geleceğinin "İslamlaşan Avrupa mı, yoksa Avrupalılaşan İslam mı?" sorusuna bağlı olduğunu söylüyor. Bu tezin zaman içinde çok konuşulacağını sanıyoruz. Eğer gazete yalanlanmazsa haberde çok talihsiz ifadeler yer almakta. Şunlar sorulacak sorulardan birkaçıdır. Lewis, demokrasinin Avrupalılara farklı, Müslümanlara farklı mı uygulanmasından yana? Çok kültürlülüğe kapalı mı? Siyasetin dürüstçe uygulanması yanlış mıdır? Hakikaten Avrupalıda kendi kültürüne saygı bitmiş midir? En çok dikkat edilmesi gerekense Avrupa'nın geleceğine dair sorusu. İslamlaşan Avrupa mı? Avrupalılaşan İslam mı? Son soru külliyen yanlış. İslamiyet bütün müesseseleriyle orijinaldir. Devirden devire, kıtadan kıtaya göre değişmez. Asyalılaşan İslamiyet, Afrikalılaşan İslamiyet, Amerikalılaşan İslamiyet olamayacağı gibi Avrupalılaşan İslamiyet de olmaz. Olamaz. Mümkün değil. Öyle bir şey İslamiyet olmaz zaten. Müslümanlardaki değişimle dini birbirine karıştırmamak gerekir. Avrupa'nın İslamlaşmasına gelince... Bunu da kimse bilemez. Hakikaten gerek Hıristiyanlığın aslını yitirmiş olması, Avrupalı aydında kabul görmemesi, Avrupa'da nüfus artışının durma noktasına gelmesi, gerekse Türkiye, Orta Doğu ve Kuzey Afrika'dan Müslüman göçler alması Avrupa'nın nüfus profilini değiştirmiştir. Bugün 50 yıl önceden farklı. Bir 10 sene sonra profil daha da değişecektir. 10 sene sonra Almaya başta olmak üzere Avrupa hükümetlerinde birkaç Müslüman bakan yer alacaktır. Ancak, bunlar Lewis'in söylediği gibi radikal yollarla olmamakta. Radikalizme bir kayış yok. Eğer öyle olsaydı bizzat kendisi "İslamın Avrupalılaşması" sorusunu sormazdı. Müslümanların ilerlemeleri İslamiyet'in yükselişi olarak kabul edilmekte. Dile getirmeseler de fetihlerle yapamadığımızı göçlerle gerçekleştirdiğimiz kaygısına düşmekteler. Güney Kıbrıs, Bulgaristan ve Romanya AB'ye alınırken Türkiye için bahane üstüne bahane üretmelerinin derindeki amilleri Bernard Lewis'in sözlerinde saklıdır. Prof Lewis, kendi dindaşlarını paylamakta. Çanlar çalmakta.
Üstün zekâ meselesi
2 Şubat 2007 01:00
İnsan zekâsı farklı mı? Üstün zekâlı insan var mı? Faydalı olan normal zekâ mı, üstün zekâ mı? Şüphesiz ki üstün zekâ var. Zekâ geriliği bir hastalık olarak malum ve meşhur olduğu halde üstün veya ileri zekâ neden olmasın? Bunları çok uzun bir aradan sonra yeni yeni konuşuyoruz. Halbuki tarihimizde meselâ Enderun uygulaması üstün zekâlıların bulunup çıkartılmasına bir örnektir. İmam-ı Gazali, üstün zekâlı bir dahiydi. Mimar Sinan, keza öyle. İnsanların renkleri, boyları aynı olmadığı gibi akıl, zekâ, mantık, hafıza ve bunlara dayalı olarak işleyen muhakemeleri de aynı değil. Burada haliyle şu akla gelecektir. Çocuk, üstün zekâlı olarak mı doğar yoksa insan, o zekâ seviyesine kendi çabalarıyla mı ulaşır? Bir kısım çocukların üstün zekâlı olarak dünyaya geldikleri belli. Ancak bazı vasat zekâlıların gayret ederek zekâlarını çok daha yukarılara çıkarttığı da bir realite. Öyleyse şöyle bir tasnif mümkün. İnsanlar normal zekâlılar ve üstün zekâlılar diye ayrılabilir. Acaba cemiyetleri normal zekâlılar mı sürüklemekte, üstün zekâlılar mı? Önce milletler, sonra insanlık, normal zekalıya mı muhtaç, üstün zekâlıya mı? Her birinin yeri ayrı. Herkes bir iş için yaratılmış. Hadise şurada. Normal zekâlı bir şekilde toplumla uyum halinde hayatını sürdürür ve üretime katkıda bulunur. Üstün zekâlı ise sıra dışıdır. Normal üstüdür. Burada önce aileye, sonra okula düşen görev çocuğu keşfetmektir. Çocuk üstün zekâlı mı, hiperaktif mi, haşarı mı? Üstün zekâlılar az, fakat insanlık, sonsuza akan hayatında medeniyet dediğimiz gelişmişliği büyük ölçüde bu istisnai insanlara borçludur. Haliyle devletler, müstesna olanlara ne kadar fazlaca sahiplerse sonsuza akan hayat yolunda öne fırlama imkânları da o kadar fazla olur. Korku şurada. Ne çocuk kendinin üstün zekâlı olduğunu bilir, ne ebeveyn, ne öğretmen ve müdür. Hatta çok kere üstün zekâlı çocuk, akıllı-uslu oturan çocuktan daha fazla hırpalanır. Onu bulup ortaya çıkartmak devletin vazifesidir. Devlet, bu alanda uzunca bir zaman hiç bir şey yapmamıştır. Enderun Mektepleri kapandıktan sonra o yol da kapanmış. İnceliği gözden kaçırmamak lazım. Tarihte yokuş aşağı gidince kurumlarımız ve dolayısıyla imkânlarımız da körelmiş. Biz Enderun'u kapatıp milletimizin hizmetinden çekerken hemen ardısıra batı da modern devşirme imkânları geliştirmiştir. Bugün bile süper güçler dünyanın dört bir tarafından üstün zekâlı beyinleri toplamaktalar. Atalarımız, eğitimi çocuk 4 yıl 4 ay 4 günlük iken başlattıkları halde biz 7 yaşa yükselttik. Onun için hadisenin okul öncesinde ele alınması fikri, tezi arayışı gayet yerindedir. MEB'de okul öncesi genel müdürlüğü kurulması isabetlidir. Ebeveynin eğitimi öz evladını tanımaya yetmeyebilir. Sınıf öğretmenlerine, rehber öğretmenlere, psikologlara iş düşmekte. Bir kere daha tekrarlayalım ki esas iş devletin. Okul, okul aile, aile çocuk taraması aypılmalı. Yasak savarak değil, üzerine düşerek zekâ testleri uygulanmalı. Yoksa boşa akan ırmak gibi bazı zekâlar heba olup gitmeye devam eder. Böylece topluma kazandırıp istifade edilecek insanlar kaybedilip hırçın, geçimsiz, toplumun dışına düşmüş hastalıklı tipler olabilir. Veya bir şekilde beyin göçü yaşanır. Bunlar temenni, olması gereken ve beklenti. Fakat zaman frenlenemez. Genç, kimseden bir şey beklemeden kendi kendini keşfetmelidir. Bu da kendine güven duygusuyla olur. Genç, kendi yolunu kendisi açabilmelidir. Ne yazık kayıp nesillerimiz çok. Kim bilir nice üstün zekâlı genç nice lüzumsuz yerde heder olup gitmekte.
.
Kavga hiç hayır getirmedi
5 Şubat 2007 01:00
28 Şubat bir kavga dönemiydi. Toplumun bir kesimi diğer kesiminin üstüne üstüne gidiyordu. Aklı selim, mantık ve makul davranış unutulmuştu. Kebapçılara varıncaya kadar fişlenmeler yaşanıyordu. O günler, o kadar yakın ki işlenen abeslikleri tek tek sayıp-dökmek fazladan olur. Kavga, hırçınlık, kamplaşma ve kebapçı fişlenmesine kadar giden çılgınlıklar sebebiyledir ki seçmen, dönemin iktidar ortağı partilerini sandığa gömdü. AK Parti'yi başa getirirken yalnızca ona olan muhabbetinin değil, diğerlerine karşı doğmuş kızgınlığın payı büyük oldu. 28 Şubat 1997 Post Modern Darbesi, 17 Ağustos 1999 zelzelesi ve 19 Şubat 2001 ekonomik krizi. Bu iktidar bunlardan sonra 3 Kasım 2002 tarihinde seçim zaferi kazandı. Şu gün vatandaşı memnun eden sadece ekonomik istikrar değildir. Ondan daha önemlisi huzurunun yerinde olması. 2007 yaklaşırken elimiz yüreğimizdeydi. Huzurumuzun çok görüleceği bir gerçekti. Önce cumhurbaşkanlığı seçimi bir panik atmosferine sokuldu. Sonra Kerkük krizi tırmanışa geçti. Avrupalı fanatikler yüzünden AB çatal kazık haline geldi. Bunlar olur, seçimler yaklaşır, Kuzey Irak'a, Kerkük'e müdahalemiz konuşulurken bir meşhurun öldürüleceğini bilmek için kâhin olmaya gerek yoktu. Doğan kaosta ne yazık ki jandarma ve polis birbiriyle sürtüşme noktasına getirildi. Hrant Dink öldürülmüş, birtakım sloganlar atılmış. Zanlı farklı muamele görmüş. İkiz kardeş hükmündeki şehirler bile akılsız sloganlarla birbirine düşer olmuştu Bunların önünde ve ardında siyasetin kızışması var. Çok nadir konuşan Devlet Bahçeli, başbakana çok ağır laflar etti. Perde böyle açıldı. Halbuki MHP geleneğinde başbakan kim olursa olsun devleti temsil ettiği için ona karşı kullanılan üslup dikkatlidir. Sık sık konuşan Deniz Baykal'sa sertliği körükledi. Sayın Bahçeli'nin "Çankaya'ya çıksa bile indiririz" şeklindeki yersiz beyanları sayın Baykal'da dinmez demeçler sağanağına dönüştü. Başbakanın Çankaya'ya çıkmayacağını göremiyorlardı. CHP lideri daha sonra Kerkük'ü çok kaşıdı. Kerkük bir devlet meselesidir. Çok taraflıdır. Haydi denince halli mümkün değildir. Zor bir noktaya gelmişiz. Probleme makro planda sahip çıkmak varken onun üzerinden iktidar avcılığına tevessül edilmekte. Bunlar yanlıştı. Muhalefet elbette alkış makinesi değil. Elbette eleştirecek. Lakin tenkitle hakaret farklı şeyler. Türkçe'de "bekâra karı boşamak kolay" diye meşhur bir deyimimiz vardır. Neticede muhalefet sussa, alkışlasa, zehir zemberek konuşsa, tehditler savursa da o bekâr. Hesabı iktidar verecek. İktidar, kendi döneminden mes'ul. Bu yüzden muhalefet, her fırsatı değerlendirerek iktidarın sinirlerini tahrip etme peşinde!.. Sayın Erdoğan'ın huzur ortamının bozulmaması için çok dikkatli olması gerekir. Sertliğe sertlikle mukabele etmesi şart değil. Hatta hiç cevap vermese ne olur? Karşılıklı ağız dalaşından doğan tedirginlik dalga dalga ekonomiye, huzura, sokağa yayılır. Türkiye'de vatandaş 70'li yılları, 90'ların 28 Şubatlarını, anayasa kitapçığı fırlatmalarını bir daha asla yaşamak istemiyor. Kebapçı fişlemelerinin, başörtüsü çekişmelerinin tarihe havale edilmesi arzusunda. AB'de zor günlerdeyiz. Kerkük ve Kuzey Irak'ta daha zor günlerdeyiz. Irak giderek felakete sürüklenmekte, bu yangın bir gün bize sıçrayabilir. Cumhurbaşkanlığı bir zihniyet ihtilafına dönüştürülmek isteniyor. Yabancı ajanlar mekik dokumakta. Yükselen milliyetçilik, bir kere daha tetiğe alet olmakta. Sömürgecilerin elinden gelse memleketimizi de Irak yapacaklar. Geçenlerde İsrail basını Türkiye ve İran'ı yeni süper güçler olarak ilân etti. Fakat cemiyetin dikkati Ogün Samast, Yasin Hayal gibi hayalperest gençlere çekildiğinden bunlar güme gitti. Bu iddia başlı başına masaya yatırılmaya muhtaç Kavga hiçbir zaman hayır getirmedi. Kavga eden, köpüren, bağıran, masa yumruklayan politikacı günümüzde sevimsiz adamdır. Böyle kimseler sandıkta kaybedecektir. Onun için Baykal, Bahçeli, Yazıcıoğlu... herkes, yepyeni üsluplar geliştirmeliler. Onun için Recep Tayyip Erdoğan, teferruata dalıp esası kaybetmekten korkmalı. Huzur ve ekonomik istikrarı koruma görevinin kendine ait olduğunu hiç ama hiç unutmamalı. Kavgalardan yorulmuş bir millet şurada 4 yıldır başını dinlerken seyrinden bıktığı filmi yeniden görmek istemiyor. Birazcık sevgi, az sevgi... Ne olur sevgi, hoşgörü ve hayırda yarış anlayışı..
.
Ya devlet başa ya kuzgun leşe
8 Şubat 2007 01:00
"Derin devlet" laflarıyla "devlet" kavramının yıpratılmasından korkarız. "Devletçi" zihniyette olmak başka, devletin üzerine titremek başka. Devlet, hele hele şu stratejik noktadaki Türk milleti için olmazsa olmazlardandır. Allah, kimseyi devletsiz bırakmasın. Devletin suistimal edilmesi, devlet imkânlarının kötüye kullanılmasıyla devlet düşmanlığı birbirine karıştırılmamalı. Ailesiz kalmanın, eşsiz-dostsuz kalmanın, sokakta kalmanın, hürriyetsiz kalmanın, devletsiz kalmanın ne demek olduğunu ancak çeken bilir. Bu dediklerimizin anlamını Filistinlilere sorun. Doğu Türkistanlılara sorun. Iraklılara sorun. Devlet, çatıdır. Çökerse herkes altında ezilir. Devletin çökmesi milletin tutsak, vatandaşın şerefinin beş paralık olmasıdır. Bunun som idrakinde olan ecdadımız zor zamanlarda "ya devlet başa ya kuzgun leşe" diyerek devleti kurtarmıştır. Devlet kelimesi birçok deyim ve atasözüne konu olmuştur. "Din-ü devlet, mülk-ü millet". "Devletin daim olsun". "Devletlu sultanım". "Devlet-i ebed müddet" gibi. Bizim millet hayatımızda devlet önünde mahviyet vardır. Avrupa'da, ise kral, "devlet benim" der. Elbette gelinen çağla, devlet anlayışı, ferdin hukuku kavramları gibi alanlarda çok şeyler gerçekleşti. Elbette ve elbette önce insan, önce insanın hakları. Önce birey. Zaten devlet de onun için değerli. İnsanı, insanın hakkını korumak, hukuku adil biçimde taksim etmek için üstün bir erke, güce, kudrete ihtiyaç vardır, devlet üzerinde ittifak edilen bu mânevî kudretin adı. Hal böyle olduğu halde şu günlerde izler birbirine karıştı. Ortalık toz duman. Herkes konuşmakta. Hakaretler havada uçuşuyor. "Katil devlet" ithamları işitiliyor. İşte bu ortamda birden "derin devlet" münakaşası alevlendi. Derin devlet var mı? Nedir, nasıl olur, nerede ikamet eder? "Derin devlet" bir çete mi, devletin kendini savunma mekanizması mı? Bakınız hep demişizdir, bir müessesenin aslı ile bozulmuş şeklini birbirine karıştırmamalı. Her ne kadar "derin devlet" bir müessese, kurum değilse de varlığı inkâr edilemez. Devletin zor zamanlarında, hukukla, meşru yollarla netice alamadığı durumlarda kendini müdafaa ve devamlılığını temin etmek için müracaat ettiği bir mekanizmadır. Asala teröristlerinin elçilerimizi ekin biçer gibi biçtiği bir zamanda onlara anladıkları dille böyle cevap verilmiştir. Böylesi çetin zamanlarda devlet için çalışan kadroların fikir, karar ve icra organlarında devletin ilgili bütün kuruluşlarından temsilciler olur. Tahsisat-ı mesture/örtülü ödenek aynı zamanda bu maksat için vardır. Bu mekanizmada yer alanlardan bazılarının sonradan bağlarını koparıp kendi başlarına asıp-kesmeleri "devlet benim" diyen kralın gururuyla mağrurlanmaları ise "derin devlet"in çürümüş, tefessüh etmiş, kokuşmuş halidir. Enver Paşa'nın Babıali baskını denen toplantı halindeki kabineyi basması, kan dökmesi buna bir örnektir. Yakın zamanlarda da vaktiyle "derin devlet"te hakîkaten hizmetler yapmış bazılarının mafyalaşması, uyuşturucuya kadar bulaşması da keza aynı örnekler cümlesindendir. Bunlar, bazen kendilerini meşru devlet kurumlarının da üstünde görerek kendilerince devlete nizam vermeye kalkışırlar. Ne de olsa devlet onlardır. Devlet, zaruret halinde nadiren ihtiyaç duyulan "derin devlet" ile derin devletin imkânlarını, yetkilerini, nüfuzunu kendine yontan, devlet sırtından semiren, kendine etraf edinerek devlet içine çöreklenen çeteleri birbirine karıştırmamak lazım. Onlar derin devlet vs. değil. Doğrudan doğruya zorbadır. Çetedir. Mafyadır.
.
Milliyetçilik, kürdü sevmeye engel mi?
9 Şubat 2007 01:00
Geçenlerde aldığımız bir mail, bir site adı veriyor ve bakmamızı rica ediyordu. Site, Hitler tesirinde fazlaca kalmış, Yahudi düşmanlığıyla şöhret bulmuş kelimenin tam mânâsıyla ırkçı bir eski bir fikir adamının yolunda gidenlere aitti. Bu internet sitesinde Kürde "kardeş" diyenlere edepsizce bir hakaret savruluyordu. Biz bir çok kereler gerek hudutlarımız içinde ve gerekse hudutlarımız dışında yaşayan Kürtlere "kardeş" dedik, demeye de devam edeceğiz. Mü'min mü'minin kardeşidir. Özbek, kan kardeşimizse Kürt de din kardeşimizdir. Azerbaycan'la iki devlet tek milletsek, Suriye, Cezayir, Ürdün'le de iki devlet tek ümmetiz. Osmanlı, Türk milliyetçiliğinin lafını etmemiş fakat ufkunu gerçekleştirmiştir. Osmanlıda milliyetçi mefhumu mevcut değildir. 19. Asrın sonlarına doğru entellektüel hayatımıza "nasyonalizm" kavramı girmiştir ki Fransızca'dan gelme bu kelimeyle "milliyetçilik" kast ediliyordu. Nasyonalist, Ziya Gökalp'le birlikte Türkçü kavramına yol açtı. Türkçü de millîciye. Kuvvvayı milliye, millîcidir. O zamanki yazılı metinlerde millicîler kelimesini görürsünüz. Milliyetçi, henüz literatüre girmemiştir. İnönü zamanında, 40'larda bile Türkçülerin tabutluklara kapatılmasından söz edilir. O esnada yine sosyolog Gökalp'ten tevarüs eden Turancılık ütopyası vardır. Türkçülük ve Turancılık hem Türkiye'de ve hem SSCB ve Çin'de suçtur. Mesela burada şöyle bir soru sorsak eminiz ki içinden çıkılmaz? Türkçülükle Turancılık farklı ideolojiler midir? Milliyetçilik, önce tek başına kullanılmadı. Milliyetçi-Mukaddesatçı. Veya. Milliyetçi- Muhafazakâr dendi. 27 Mayıs 1960 sonrası günlerdeyiz. Merhum Alparslan Türkeş, Hindistan Sürgünün'den dönmüş, CKMP'nin başına geçmiştir. Etrafına topladığı gençler kamplarda eğitim görmektedir. Bu gençler henüz ülkücü sıfatını alamamıştır. Onlara basında ihtizsa ile "komando" denmektedir. Milliyetçi, milliyetçilik, ülkücülük 1970'lerde çıraklık dönemini, 1980 ve Türkeş'in yine mahkumiyet hayatından sonraysa ustalık ve olgunluk dönemini yaşadı. Milliyetçilerin başbuğu, önderi unvanını alan Türkeş, başkanlığındaki MHP koalisyon şeklinde de olsa iktidar olmuştu. Türkeş ve ekibi akıp giden zaman içinde ifrata kaçan tarafları törpülediler. '60'larda dindarlara "ecmainci" gibi hakaretamiz sıfatlar yakıştıran Türkçüler 80'ler, 90'lar MHP'sinde yoktu. Ayrıca, şunu herkesin düşünmesi lazım. Türk fikir ve siyaset sahnesine Alparslan Türkeş diye bir isim çıkmasaydı. Bu insan, bir takım kurmasaydı, vatansever gençleri ülkücü akım etrafında toplamasaydı Türkiye komünist rejimin, hem de kızıl komünizmin pençesine düşer miydi, düşmez miydi? Çok büyük ihtimalle düşerdi. Ne var ki 12 Eylül 1980 Darbesi suyu getireni de testiyi kıranı da aynı sehpaya çıkarttı. İkisine de yazık oldu. İkisi de bu memleketin evladıydı ama yıkanla koruyan aynı muameleyi görmemeliydi. 1970'lerden sonra ülkücülerde artık İslamî motif, bir nakış halinde kalblere yer etmektedir. S. Ahmed Arvasi gibi bir sosyolog fikir önderi MHP'nin MKYK'sında yer almıştır. Gençlerle ilgilenmesini Türkeş bilhassa istemektedir. Türkeş, vefatıyla fikrini iktidara getirdi. MHP yine koalisyonla iktidar olmuştu. Devlet Bahçeli'nin temkinli, soğukkanlı yönetiminde hatta MHP'nin merkez sağa yerleşip yerleşmediği bile geniş kitleler tarafından tartışılılır oldu. MHP, milliyetçiler, ülkücülük, neredeyse bir asırlık bir fikri, fiili mücadele, arayış, hata, isabet, düşme kalkma sonunda yüzde 19'lara varan oy rağbetine ulaşabilmiştir. Bugün muhalefette olmanın verdiği bir rahatsızlıkla aşırılıklara dikkat etmeli. Sözlere, sloganlara, beyanatlara iyi bakmalı. Geniş kitle ürkektir. Milliyetçilik, ne dar manada Türkçülüktür ne de hele hele ilkel kafatası yobazlığı. Sevgili Peygamberimiz -sallallahü aleyhi ve selem- "kişi kavmini sevmekle kınanamaz" buyuruyorlar. Bu sevginin sınırı diğer kavimdir. Yoksa herkes kendi üstünlüğünü isbata kalkışır. Milliyetçiliğin yükselen değer olduğu bir gerçek. Fakat bunun çok sebebi var. Bu sebeple milliyetçilerin fikir üretmeleri şarttır. Ne söylerseniz söyleyin anlattığınız karşınızdakinin anladığı kadardır. Bakalım, önce Diyarbakır'dan hangisi vekil çıkartacak? MHP mi BBP mi? Diyarbakır'dan vekil çıkardığında milliyetçilik kıvamına ermiş demektir. Kürt de Arnavut da diğerleri de Türk'ün kardeşidir. Milliyetçilik sevmeye, kardeş saymaya engel değil. Ermeni, Rum vs. de vatandaşımızdır. Anlayışın bu olduğunu saf kan ırk milliyetçiliğinin, kafatasçılığın reddedildiğini açık, net ve herkesin anlayacağı dilde anlatmak lazım.
.
"Musul'u tek Irak'a verdik!"
12 Şubat 2007 01:00
Dışişleri Bakanımız Abdullah Gül'ün ABD'de söylediği bu söz, kelimenin tam mânâsıyla müthiştir. Sayın Gül, "biz, Musul'u 1926'da tek Irak'a verdik" dedi. Bu cümle, son senelerin en dikkate değer çıkışlarından biridir. Şu anlama gelir: Musul, Kerkük, Süleymaniye ve o çevredeki diğer şehirler, 1926'ya kadar bizimdi. Önce Osmanlı Türkleri olarak bizimdi, sonra da Türk milleti olarak bizim. Zayıf, harpten yeni çıkmış bir dönemde "Anadolu" adlı ana gövdeden İngiliz entrikalarıyla kopartıldı. Bu yüzden, bu şehirlerimizi içimiz kan ağlayarak cetvel çizimiyle kurulmuş Irak'a bırakmak zorunda kaldık. Bakanın cümlesindeki "tek"ten kasdı "yekpâre" veya diğer adıyla "üniter" demek. Türkiye, devlet siyaseti olarak öteden beri Irak'ın kurulduğu günkü gibi yekpâre/tek parça/üniter yapıda kalmasından yanadır. Bölgedeki gidişatsa siyasetimizden farklı seyretmekte. Mevzubahis vilayetler, tezkere çekişmesinden dolayı biraz da Ankara'dan intikam almak saiki ile büsbütün otonom Kürt devletine bırakılma ihtimaliyle yüz yüze. Türkiye, bu sebeple "Musul'u tek Irak'a verdik" hatırlatmasını yapıyor. Dikkat edilmesi gereken "verdik" demesidir, "bıraktık", "terk ettik", "bağışladık", demiyor. "Şartlar icabı emaneten vermiştik, o şartlar ortadan kalkarsa geri alma hakkımız doğar" deniyor. Sayın Gül'ün sözleri bu kadar açık. İrdelediğimiz sözler, televizyonda yer aldı. Gazetelerse âdeta yok saydı. Belki de çıplak fotoğraflardan arta kalan yer olmamıştı! Aynı toplantıda Türkiye Cumhuriyeti'nin bakanı, soykırım iddiasına dair karşı tezlerimizi dile getirmiş, iddia tarihindeki Osmanlı hariciye nazırıyla Londra sefirinin Ermeni olduğu bilgisini vermiş. "Soykırım varsa onlar nasıl hayatta kalmış" diye haklı bir soru da yöneltmişti. Türk basını, devam sayfalarındaki satır aralarını saymazsak layıkıyla bir değerlendirme yapamamıştır. Ne var ki medyanın bir hadiseyi fark etmemesi onu ortadan kaldırmaz.. Üst seviyeden tarihî hakîkate işaret edilmiştir. Bu, Türkiye'nin rızasına rağmen gelişecek olaylara seyirci kalmayacağının işaretidir. Vaziyet o ki kapalı kapılar ardında kıran kırana bir mücadele sürmekte. İktidarın iki numaralı, hariciyenin bir numaralı siması ABD başkentiyle bazı metropollerinde Amerikan yönetimine, baskı gruplarına Ermeni meselesi, bölücü terör meselesi, Kürt meselesi, Kuzey Irak meselesi, Irak meselesi, Kıbrıs meselesi, AB meselesi gibi çetrefil meseleleri izaha çalıştı. Ağırlık önce Ermeni soykırım iddiaları sonra Kuzey Irak ve Irak oldu. Ne kadar anladılar göreceğiz. Eğer Amerikan meclisi, Ermeni iddialarına hak verirse hiçbir şey anlamadıklarını anlayacağız. Abdullah Gül, son söz olarak dönüşte "tanırlarsa Türk Amerikan dostluğu kalıcı darbe alır" dedi. Daha başka ne desin? Sayın Gül, siyasi, diplomatik ve tarihi doğruları tek tek sıraladı. Şimdi aynı doğruları bu defa Genelkurmay Başkanımız sayın Yaşar Büyükanıt anlatmaya çalışacak. Fakat korkarız anlamak istemeyecekler. Hüsnüniyetli gayretlerimize rağmen üstümüze bir kere daha çamur atılabilir. Ne yapalım, dünyanın sonu olmaz.. Zaten ne ilk ne de son. Herkes kendi yoluna gider. Bakarsınız yolun sonu Musul'a da çıkar
.
Putin'in çıkışından hareketle yarınki dünyaya bakış
13 Şubat 2007 01:00
Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin, ABD'ye karşı ilk ciddi çıkışını yaptı. Bunun bir mesaj olduğu kanaatindeyiz. Putin, esasında diplomasi diliyle hayli ağır konuştu. Dediği şu; "Amerika, dünyanın efendisi olmak istiyor". Kısa fakat vurucu bir cümle. "Efendisidir" demiyor, "seni dünyaya efendi yaptırmam, boşuna heveslenme" demek istiyor. Washington, gecikmeden cevap verdi. Sözden rahatsızlığını dile getirdi. Hayli gocunmuştu. Rusya'nın örtülü bir biçimde İran'a destek olduğunu iddia etti. İmparatorluk yaşamış milletlerin bunu unutması kolay olmaz. Türk milleti unutmadı. Milliyetçiliğin yükselişi hep olumsuz sebeplere bağlanmakta. Halbuki tarihe merakın giderek artmasının da payı var. Tarihe merak da imparatorluk çocukları olmamızdan. Bizim gibi Ruslar da imparatorluk neslinden geliyor. Evvela Çarlık Rusya'sı, sonra "Sovyet Rusya'sı". SSCB her ne kadar resmen imparatorluk değildiyse de o bu şekilde telakki edilmekteydi. Rusların "Sovyet İmparatorluğu"nu terk etmeleri şunun şurasında 15 yıllık hadisedir. Sovyetler Birliği, Mihail Gorbaçov tarafından yumuşak bir inişle piste indirilip tarihe teslim edilmesinden sonra bir süre sıkıntılı günler yaşadı. Boris Yeltsin, Rusları çok korkuttu. Alkole düşkündü, gemiyi yüzdüremiyordu. Böyle bir şahıstan sonra Putin'in Rusya Federasyonu'nun başına geçmesi onlar için şans oldu. Putin, önce adı sanı bilinmez zayıf, çelimsiz biri olarak görüldü. Batı için kolay lokmaydı. Ancak, kazın ayağının öyle olmadığını gördüler. Bu çok da kaale alınmayan adam, Rusya'yı toparlamaya başladı. Putin, Rusya'yı toparlar toparlamaz eski Sovyet peyklerine yöneldi. BDT/Bağımsız Devletler Topluluğunu "kuvveden fiile çıkartmak/düşünceden eyleme geçirmek" emelinde olduğu her halinden belliydi. AB/Avrupa Birliği'nin Bulgaristan ve Romanya dahil Avrupa kıtasındaki Sovyet bakiyesi devletleri sağına-soluna bakmadan apar topar birliğe davet etmesinde bu fikrin çok büyük payı vardır. AB gemisine atlayan eski sömürgeler yarınlarını kurtarmaktalar. Türk Cumhuriyetleri ne olacak? Türk Cumhuriyetlerinde çok mühim miktarda Rus nüfus yaşamakta. Avrupa, kendi adamlarını Rusya'ya yeniden kaptırmadığı gibi, Türkiye Cumhuriyeti de kardeş Cumhuriyetlerin istikballerini düşünmelidir. Ezcümle... Ruslar, önemli millettir. Tarihe damgasını vuranlardandır. Bugün yeryüzünün tek süper gücün güdümünde olmasını hazmedemiyorlar. Diğer taraftan, rakipleri Çin'in adının süper güç adayı olarak zikredilmesini ise hakaret gibi telakki etmekteler. Önümüzdeki 10 yıl içinde Rusya-İran blokuna karşı, ABD-Çin blokunun sürtüşmelere gireceğini söylemek mümkündür. O zaman Türkiye'nin yeri neresi olur? ABD hesabını buna göre yapmalı. Türkiye'nin yerinin neresi olacağı, Beyazsaray'ın bugün Türkiye'yi gözden çıkartıp çıkartmamasına bağlı olacaktır. Türkçe'de bir söz vardır, "sev seni seveni yer ile yeksân ise..." der. Türkiye haliyle kendini sevenle olacaktır.
.
Aşk yürekte kor ateş
15 Şubat 2007 01:00
Şehvetin, hayvaniliğin her şeyi kirlettiği bir dünyada "Sevgililer Günü"nden bahsetmek tezatla buluşmak olmuyor mu? Aşk, bir yüce duygu, insanın süzülmüş yanı. İnsanın kendi kendisiyle buluşması, çatışması ve mağlubiyeti. Aşk karşılıksızdır. Aşk pazarlık mevzuu olamaz. Aşk ölçülemez tartılamaz. Anlatılamaz. Şimdilerde aşk kaldı mı ki sevgiden, sevgililer gününden dem vurulmakta. Önce yirminci asır, ondan beter de "milenyum çağı" denen felaket asrı aşkı katletti. Eğer sevgi, sevgililer günü, sevmek, sevdalanmak bir güne mahsussa 15 Şubatta ne olacak? Sevgiler ölecek mi? Sevgililer yabancılaşacak mı? Gerçek sevgi bir günlük değildir. Mezara kadar da değildir. Her türlü beşeri zaaf ve menfaatten âzâde olarak cennete kadardır. Aşk, ebedidir. Ten tene kavuşuncaya kadar yaşanan maceralara aşk deniyorsa o aşklar günümüzde televizyon ekranlarında bitiyor. Eğer, Sevgililer Günü 14 Şubattan ibaretse o bir günlük sevgi demektir? Hani "bir gecelik aşk" diye ucube bir magazin lafı var ya tıpkı onun gibi. Bir gecelik şehvetler, tek günlük sevgiler. Materyalizmin vahşi kapitalizmi, onun da merhametsiz endüstrisini getirmesi ile ah doğu insanı neleri kaybetti, neleri. Esasında 14 Şubat'ı layıkıyla yaşayanlar diğer zamanlarda da sevgileri sürüp gitmekte olanlardır. Tiyatro yapmakla aşkı yaşamak farklıdır. Aşk yürekte kor ateştir. Sevmek cesaret ister. Sevmek bir parça Ferhat olmak bir parça Mecnunluktur. Kor ateşi yüreğe düşürmek ne demek? Sevgililerin en sevgilisinin.. Allah'ın sevgilisinin. Sevgili Peygamberimizin -aleyhisselam- buyurdukları burada hatırlanmaz mı? Aşk onun hazreti Hatice validemize, Ayşe validemize duydukları engin muhabbet değil mi -radıyallahü anhüma- Sevgililer sevgilisi ne diyorlar? Ahir zamanda imanı muhafaza edebilmek, imanlı kalmak avuçta kor ateş tutmak gibi olacaktır. Yani hem elde kor ateşi tutacak hem de yanmayacaksınız. Hem kalbde kor ateş olacak hem de harama düşmeyeceksiniz. Pespayeliğe tenezzül etmeyeceksiniz. Beşeri aşk, insanı ya ilahi aşka götürür veya ateşe. İnsanın büyük imtihanıdır. İsterdik ki 50 yıldır evlilikleri aşkla devam eden 12 çift bulunsun ve bunlar ödüllendirilsin. Aile bakanlığı, belediyeler, medya bunu yapabilmeliydi. Olay o kadar ticarileşti ki kim bu tarafını akıl edebilsin ? Halbuki iyi örneklere ne kadar da ihtiyaç var. Boşanmalar en ağır depremden daha beter şekilde cemiyetimizi tehdit etmekte. Sebep 'kasık' isteklerinin 'aşk'la karıştırılması. Bir gecelik aşklar, bir haftalık sevgiler karakolda bitiyor, ekranda kepazeleşiyor. Sevgililer Günü adıyla meselenin haylice esnaflaşması buna sebep olmuyor mu, özendirmiyor mu, teşvik etmiyor mu dersiniz? Ah reklam, ah para ah. Sen neleri yerle bir etmedin ki? Evliliğini bir ömür sürdüren gerçek sevgilileri aşkla selamlıyoruz. İyi ki onlar var. Onlar oldukça aşklar da cemiyet de var olacak. Çünkü aşk sabırdır.
.
Kürt liderlerle görüşmek
16 Şubat 2007 01:00
Terörle Mücadele Koordinatörü Edip Başer, icap ederse Kuzey Iraklı Kürt liderlerle görüşebileceğini açıklıyor. Ama bundan dolayı eleştiri alabileceğini, kararı tek başına veremeyeceğini de sözlerine ekliyor. Demek ki "terörü bitirmekle mükellef bir müessesenin başındaki insan" diye tarifi mümkün üst düzey görevli, böyle bir diyaloga inanıyor olsa da cesaretini kıran tereddütleri var. Sayın Başer, hiç tereddüt etmemeli. Doğru neticeler, cesur hamlelerle kazanılır. Bu açıklama üzerine bazı gerçekleri dile getirmek lazım. "Kuzey Irak" denen artık, Irak bayrağının göndere çekilmesinin bile yasak olduğu "otonom" bir devlet. Halihazır şartlarda Kürdistan'ın fiili lideri Mesut Barzani. Zaman zaman Türkiye'yi rahatsız eden çıkışları oluyorsa da bu sözleri fazla büyütmemek lazım. Cevap vermeyi bile istisnalar dışında fazladan sayarız. Kuzey Irak'ta liderler Mesut Barzani ve Celal Talabani'den ibaret değil. Başkaları da var, kendini hâlâ Osmanlı sayan gruplar ve onların liderleri mevcut. Bu isimleri desteklemek, ön plana çıkartmak gerekli. Bu bir realite. Diğer hakikatse şu, bizim Türkiye olarak meselemiz, Kuzey Irak Kürdü ile veya Irak Kürdü ve dünyadaki diğer Kürtlerle değil. Bunu iyi anlatmak lazım. Onlar bizim din kardeşimiz, akrabamız, aynı kültürü paylaştığımız, asırlarca birlikte yaşadığımız güzel insanlar. Bizim meselemiz vatanımızı bölmek isteyen emperyalizm maşası sosyalist eşkıya ile. Eğer Irak veya Kuzey veya dünyanın diğer Kürtlerini itersek, bu anti Kürtçülük olur. Böyle vahim bir hata, bölücü terör örgütüne en büyük iyiliktir. Neden görüşmeyelim? İnsan kardeşiyle, komşusuyla oturup konuşmaz mı? Sürekli incitici, aşağılayıcı manşetler atar, iter, horlarsak, bundan sömürgecilerle onların bölge distribütörü yararlanacaktır. Otonom, muhtar veya müstakil Kürt devletinin Türkiye'ye yakın olması, yakın durması Türklerle Kürtlerin menfaatinedir. Onun için şu "vaktiyle biz kırmızı pasaport vermiştik" başa kakmasından da vaz geçerek gerçekçi politikalar takip etmeliyiz. Kuzey Irak, Kıbrıs gibi Anadolu'nun bir parçasıdır. İnsanı ve coğrafyasıyla parçamızdır. Küçük kardeşimizin hırçınlıklarına tahammül edip yanımıza almalıyız. Bunları yapmazsak, konuşmazsak, anlatmazsak, dinlemezsek yarınlarımıza en büyük kötülüğü yaparız. Kandil Dağına yuvalanmış birkaç bin Kürt'le koca kitleyi karıştırmalı. Bu itibarla, sabırla, incelikle teenniyle diplomasiyi kullanmalı, sıcak müdahaleyi düşünmemeliyiz.. Kerkük Türkmen'ini himaye ettiğimiz gibi Kuzey Irak'lı Kürdü de himaye etmeliyiz. Kuzey Irak'lı Kürde sahip çıkmazsak, Kosovalı Müslüman'la meşgul olmamızın meşruiyeti tartışılır. Milliyetçilik Kürdü sevmeye engel değil. İmparatorluk zaviyesinden meselelere bakmalı. Dar ırk açısıyla bakılırsa bir süre sonra hiçbir şey görülmez. Bir süre sonra ufuk kararır da ondan. Büyük Türkiye için büyük düşünülmeli.
.
Zamana yenilen hukuk, suça iştirak eder
19 Şubat 2007 01:00
17 Ağustos 1999 Depreminden sonra açılan binlerce dosya zamanaşımı sebebiyle düştü/sukut etti. Suçlular cezalandırılamadı, mağdurlar teselli bulamadı, hukuk, işini hakkıyla ifa etmenin şerefine kavuşamadı. Deprem, öyle oldu ki aynı aileden bir kişi hariç, bütün fertleri alıp götürdü. Felaket gece gelmişti. İnsanlar uykudaydı. Sonradan anlaşıldı ki yıkımın ağır olmasının sebebi, malzeme hırsızlığı, usulsüz ihaleler, insafsız müteahhitler. Eşlerini, evlatlarını, annelerini-babalarını kaybedenler, gözyaşları içinde mahkemelere gittiler. Dosyalar, üst üste yığıldı. Davacılar içinde avukat tutabilen vardı, tutamayan vardı. En sıradan bir işlem için muhakeme uzayıp gitmiş. Sene 1999, sene 2007. Bu kadar alenî. Bu kadar göz önünde bir dâvâ, nasıl bu kadar sürünerek sonunda batar. Halbuki o insanlar, acılarını dindirmek için adalete sığınmışlardı. Marmara depremi, hem mal, hem can kaybına yol açtı. Can kaybı da resmi açıklamalar gibi değil. O zaman 40 bin kişinin öldüğü ifade edilmekteydi. Maddî ve mânevî böylesine devâsâ kayıp karşısında hukukun çaresiz kalması, adaletin bir nebzecik olsun yerini bulamaması, hangi mazeretle izah edilebilir? Devlet olmanın temel vazifelerinden biri adalet dağıtmaktır. Aksi halde insanlar, birbirinin yakasına yapışır, cemiyet altüst olur. Nitekim çek-senet mafyaları adaletin icra kanadının tıkanmasından dolayı zuhur etmiştir. Müruru zaman, zaman aşımı tercüme hukukun müesseselerinden biri. Malum berbat aflar gibi bu da tartışılmalı. Nasıl ki meclis, vatandaşın yerine katili, caniyi, dolandırıcıyı affedemezse, mahkeme de vatandaşın rızasına rağmen "vakti geçti, eskidi, bitiremedim, çaresizim" diyerek bir dosyayı mahzene indiremez. Geçen hafta zaman aşımı mağduriyetleri arka arkaya geldi. Önce oğlunu, kızını menfur cinayetlerde kaybetmiş olanların gözyaşlarına şahit olduk, sonra Marmara zelzelesi mağdurlarının feryatlarına. Haydi 40-50 bin değil de resmi ifadelerdeki gibi, hatta daha azını yazarak 15 bin ölü diyelim. Bir küçük vilayet nüfusu. Bu kadar ziyan, binlerce yıkılan hane ve iç burkan bu sonuç. Adalet, vaktinde tecelli eden mahkeme hükmüne denir. Geç gelmiş adalet, itibar görmez. Onun için devletin en öncelikli meselesi hukuku hızlandırmaktır. Ayrıca bu gibi vak'alar için suç yeniden tarif edilmeli. On binler ölüyor, suçun adı "tedbirsizlik ve dikkatsizlikle ölüme sebebiyet vermek" sanki iki arabanın çarpışması... İnsan hayatı bu kadar ucuz mu gerçekten? Zaman aşımı mutlaka gerekliyse 25 yıldan az olmamalı. Sorumsuz siyasetçi oy için affetsin. Hukuk, kerhen affetsin. Vatandaşı kim koruyacak? Lütfen, kendinizi şu feryat eden insanların yerine koyup biraz düşünün. Bugün ister müteahhitler, ister magandalar yüzünden olsun binlerce evin bacasından ah yükseliyor. Hakime vicdan azabı yaşatan hukuk, hukuk değildir. Hukuk, her ne olursa olsun suça iştirak edemez.
.
Adaletin bu kadar tartışılması fazla
20 Şubat 2007 01:00
Bir savcı, bir ilçede bir iş adamından rüşvet istemiş. Bu bir iddia. Bakanlık müfettişleri devrede. Bu vesileyle şu gerçek bir kere daha gözler önüne seriliyor. Adalet, adalet mensubu, hukuk, hatta bakan bile artan bir yoğunlukla devamlı tartışılmakta. Her şeyin münakaşa ve müzakeresi yapılabilir. Fakat hukuk ve onun doğru biçimde tecellisi olan adaletin böylesine şaibelere, ithamlara suçlamalara muhatap olması düşündürücüdür. Bakınız ötesi lazım değil, son bir haftadır, zamanaşımının sebebiyet verdiği kitlesel mağduriyet, 301, adalet bakanı ve en son olarak da rüşvet istediği söylenen bir savcı manşetlerde. Hukukun, adliyenin, adliye personelinin bozulması tuzun kokmasıdır. Hadiseye bir veya birkaç hakim veya savcının kanunsuzluğa tevessül etmesi şekline düşünülmemeli. Her meslekte o mesleğin verdiği imkânları fırsat bilip bunu menfaate çevirmeye kalkışanlar olabilir. Ancak kişiye has suiistimalden söz etmiyoruz. Ferdi suçlar müeyyidesini görür. Ne var ki bugün Türkiye'de yaşanan, yalnızca münferit birkaç vak'a değil, adalet gemisi su alma tehlikesiyle karşı karşıya. Binlerce ailenin mağduriyetine yol açan zaman aşımını ne ile izah edersiniz? Devletin devamlılığını temin eden müesseseler vardır. Bunlardan başlıcaları dışişleri, içişleri, adalet ve maliye bakanlıklarıyla, ordudur. Adalet mensupları, zaman zaman çok büyük fedakârlıklara katlanarak vazife yapmışlardır. Aslında bu fedakârlık hâlâ devam etmekte. Buna rağmen yargı, hukuk, kanun, çeşitli yüksek mahkemeler haber mevzuu olmaktan çıkmıyor. Davalar en azından devam ederken yayın yasağı vardır. Aksi olup serbest olsaydı acaba nasıl bir manzara yaşardık? Adaletin yıpranması devleti zedeler. Devlet, adalet dağıtmakla, mahkemeleri eliyle haklıyla haksızı ayırmakla mükelleftir. Bunu yapamayan devlet inandırıcılığını kaybeder. Adalet, devlete güvenin teminatıdır. O halde hukuk sisteminin büyüteç altına alınması lazım gelir. Mağdur bir ömür tekerlekli sandalyede, fail 25 gün sonra serbest. Bu tezadı aşmalıyız. Bu tezadı sokaktaki vatandaşa kimse izah edemez. 301 bir insan eseridir. Artık ne kadar sıvansa da boya kabul etmez. Elbette değerlerimizi muhafaza için kalkan maddeler olacak. Ancak sil baştan gerekiyor. Yargılama, tahliye, af, suçun tarifi gibi hukuku ilgilendiren maddelerle adliye personelinin özlük hakları ve ekipmanlarının çok esaslı bir şekilde, siyaset üstü bir anlayışla ele alınması lazım. Adalet zavallı konuma düşemez. Mahkeme çaresiz olamaz. Hakim, eli-kolu bağlı seyredemez. Bu millet, bin yıl boyunca "şeriatın kestiği parmak acımaz" demiş. Adalete böylesine inanmış. O inancın zayıfladığının farkında mısınız?
.
Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığı meselesi
21 Şubat 2007 01:00
Bugünlerde gittiğimiz hemen her meclisle aynı suale muhatap olmaktayız "Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı olacak mı?" İşin garibi, aynı suali AK Parti'li vekiller de sormaktalar.. Konu üzerinde biraz duralım... Tayyip Bey'in kalbinde cumhurbaşkanı olma arzusu var mı? Çok kuvvetli ihtimalle evet. Bu dönem o makama çıkamazsa bir daha mümkün değil gibi. Bunun farkında. Fakat bir şeyin daha farkında. Köşke çıkacağını açıkladığı ândan itibaren partisi oy kaybetmeye başlayacaktır. Bu oy kaybıyla seçime girdikleri takdirde kurduğu partinin tek başına iktidar olması çok zor. O takdirde sandıktan koalisyon çıkar. Ortak hükümet, Çankaya'yla sürtüşebilir. Bu birinci husus. İkinci hususa gelince. Hadise oy kaybından ibaret kalmayacaktır. Oy kaybıyla eş zamanlı olarak kan kaybı da kaçınılmaz. Bizzat partisinden görevliler, "parti parçalanma sürecine girer" demekten çekinmemekteler. O zaman şu söylenebilir... Tayyip Erdoğan tabiî ki Çankaya'ya layıktır. Ancak, partisinin küçülmesi, hele hele dağılması ihtimali karşısında "benden sonra tufan" diyemez. Bizim bildiğimiz, tanıdığımız Recep Tayyip Erdoğan bunu demez. Çünkü partisinin müesseseleşmeye ihtiyacı vardır. Etrafımıza bakalım. Karizmatik kişilere bağlı partiler, kurucuları tarih sahnesinden çekilince bittiler. Bugün AK Parti'nin Tayyip Beyin karizmasıyla gittiğini herkes görebilmekte. Aksi halde ne olur? Memleketimiz, yeniden koalisyon sancıları yaşar. Partiler, yeni transferlerle karmakarışık olur. 25 senede bir yakaladığımız istikrar bozulur. Her şey sil baştan hale gelebilir. Sayın Erdoğan, bütün bunları düşünecek sağduyuya sahiptir. Bu sebeple partisinin ve ülkenin istikbalini maceraya terk etmemek için kalben arzu etse bile Cumhurbaşkanlığında fedakârlık edecektir kanaatindeyiz. Kimi Cumhurbaşkanı yapar? Sözünü dinleyecek, oraya çıkınca değişip pürüz çıkartmayacak, köşeli olmayan, devlet tecrübesi bulunan, başka kurumların da yadırgamayacağı isimler Vecdi Gönül, Yaşar Yakış gibi... Görüldüğü gibi Cumhurbaşkanlığı bugün Türkiye için bir meseledir. Ama, Tayyip Bey bir şey daha düşünüyor olmalı. Bugün böylece savılır, sonrasında Başkanlık sistemine gidilir.
.
Gemi su alıyor
22 Şubat 2007 01:00
Makro planda problemlerle meşgulüz. Bunlardan bazıları, AB, Irak, Cumhurbaşkanlığı meselesi, seçimler, BM Güvenlik Konseyi üyesi olmamız, en azından şimdilik bölgesel güç haline gelebilmemiz. Bunlar iyi, bunlar lazım. Hemhudut olduğumuz bir komşumuzda olup-biten ne varsa bizi alakadar eder. Bir dünya aktörlüğü terki mümkün olmayan ufkumuz vs. Ne var ki bu makro plandaki işler kadar bir de mikro planda cereyan eden sıradan, basit vak'alar var. Kapkaç gibi, uyuşturucu gibi, katliam gibi, fuhuş gibi, kumar gibi, boşanma gibi, hukukun aczi gibi. Belki bu "gibi" sıralamasını okuyanlar "geriye ne kaldı" diye soracaklar. Şüphesiz ki haklılar, saydıklarımızdan sonra geriye ne kaldı, ne kalıyor? O halde bunlardan hangisi makro, hangisi mikro? Fidan gibi bir genç, vahşi bir çete sürüsü tarafından evinin önünde bıçaklanarak öldürülüyor. Adalet, yerli-yersiz aflar ve zamanaşımı dramıyla doğru taratamıyor. Mahalle futbolu bile kansız oynanmıyor. Hakim, mahkeme salonunda kafası duvara vurularak darp ediliyor. Uyuşturucu ilköğretim okullarına kadar yayılıyor. Ekran ve renkli sayfaların teşvikiyle fuhuş, hem yaygınlaşıyor, hem sıradanlaşıyor, Kurtardığımızı iddia ettiğimiz Kıbrıs, Türk kumarcılar tarafından batırılıyor. Dolaysısıyla gemi su alıyor. Sosyal hayat, manevi hayat, ahlak hayatı çökmekte. İnsanlar sinerken tabancalar, bıçaklar konuşuyor. Özde aile bulunuyor. En sağlam yapımız aileydi. Oradan başladılar vurmaya. Elli yıldır aileye ateş edilmekte. Kızı vurdular, delikanlıyı vurdular, bıkıp usanmadan saldırdılar. Modernleşme, iletişim kolaylığı, kontrolsüz göç dalgaları, tüketim toplumu haline gelme, reklamların, modanın büyülü dünyası, dünyanın küçülmesi gibi sebepler çöküşü hızlandırdı. O halde gözümüzü dört açıp gerçeği görelim. Küçük/mikro sandığımız asıl büyük dâvâmızdır. Bitmiş bir milletin devlet hayatı sağlam olamaz ki küresel güç haline gelerek dünyada sözü geçsin, komşularıyla ilgilensin. Vuran unsurların bazıları çağın vebaları, bazılarıysa düşmanın biyolojik ve psikolojik savaşı. Bu savaş sıcak savaşlardan daha çetindir. Hukukun, idarenin ve daha beteri ebeveynin âciz kaldığı bir çürümeyle karşı karşıyayız. Çürüme hızlandıkça su yükseliyor. Bu topraklar çok millete mezar olmuştur. "Biz büyük milletiz, hiçbir şey olmaz" demeyerek iş, işten geçmeden tehlikeyi fark etmeliyiz. Zamanında o yok olmuşlar da "biz büyük milletiz" diyorlardı. Tedbir alınmazsa tehlike çok yakınımızda. Asıl büyük derdimiz küçük gibi görülenler.
.
Irak'ı terk ediyorlar
23 Şubat 2007 01:00
Tony Blair, Avam Kamarası'nda açıkladı. İngiltere, Irak'taki kuvvetlerini 2008 sonuna kadar çekip bu ülkede hiç asker bırakmayacakmış. İşgal başladığında 40 bin askerle Saddam Hüseyn'i devirmeye, Iraklılara demokrasi, barış ve insan hakları götürmeye gitmişlerdi. Geçen zaman içinde hiçbir şey öyle gelişmedi. Bugün Irak'ta 7 bin askerleri var. Bunun yaklaşık üçte birini yazın çekecekler, kalanı da peyderpey. Böylece seneye aday olmayacak olan başbakan Blair kendi kamu oyuna pürüzsüz bir miras bıraktığı iddiasıyla veda edecek. Danimarka da sembolik sayıdaki askerlerinin tamamını götürüyor. İspanya, çok evvelden aynı işi yapmıştı. Bugün ismini dahi hatırlamadığımız fakat kendilerine "koalisyon güçleri" denen aslında ise figürandan başka bir şey olamayan devletlerin ise artık esamesi bile okunmuyor. Cümlesi sıkıyı görünce ya sırra kadem bastı veya iyiden iyiye saklanıp, gizlendiler. Çok görmemek lazım. ABD'nin en sıkı müttefiki İngiltere asker çekerse diğerleri mazur olur. Üstelik İngiltere, bu işi Beyazsaray, 20 Bin asker takviyesi yaptığı zaman gerçekleştirmekte. Binaenaleyh Amerika, dostları tarafından yalnız bırakılmaktadır. İşgalciler, Irak'ı terke etmekte. Çünkü her şey ortada. ABD, düşünürlerin, kanaat önderlerinin, stratejistlerin en baştan da ifade ettikleri gibi Vietnam'dan beter bir batağa saplanmıştır. G.W. Bush hem memleketinde hem dünyada puan kaybediyor. Müttefiklerinde Amerikan düşmanlığı yükselmekte. Irak tehlikeli biçimde iç harbe sürüklenerek kargaşaya düşürüldü. Bu talihsiz yerde fitne alevlenmiş, kardeş kardeşe düşman edilmiştir. Ölenler Iraklılarla Amerikalılar. İngilizler sükûnetin hakim olduğu Basra'da bulundukları halde gidiyorlar. Nihayetinde Amerika da gidecek. Eli mahkûm, başka çaresi yok. İki ay evvel Bush, yeni Irak politikasını açıkladığında bütün âkil adamlar, "dağ fare doğurdu" demişlerdi. En son yapabilecekleri asker sayısını arttırmaktı. Yaptılar, tutmadı. Bu bölgede Amerika'yı "Kürdistan" kurtaramaz. Bunu kendileri de biliyor. Aksini savunmak hakaret olur. Onun için ne yapıp edip Türkiye ile iyi münasebetlere girecekler. Diğer bir ifadeyle zaman zaman söylediğimiz gibi Irak'ı bize ihale edecekler, ya doğrudan veya NATO üzerinden. Onun için sıkı durmamız çok plan geliştirmemiz, çok ihtimal üretmemiz ve çok cevap hazırlamamız lazım. Şimdi ders çalışma vakti. Seçimler perde olmamalı. Kürtlerle ağız dalaşı veya başka bir şekilde sürtüşmek gibi yanlışlığa düşmemeli.
.
Merhaba Osmanlı
26 Şubat 2007 01:00
Devlet-i aliyyeyi Osmaniye. Osmanlı devleti. Osmanoğulları devleti. Bu devletin kendine layık gördüğü muhteşem bir unvan vardır. "Devlet-i ebed müddet". Ebediyete, sonsuza kadar devam edecek devlet. Veya dünya durdukça duracak. Unvan da devlet kadar muhteşem. Devlet-i ebed müddet ufkunu yitirmememiz lazım. Onu kaybettiğimizde bilin ki felaket çağımız başlamıştır. Terkibe dikkat ediniz, "devlet-i ebed müddet" deniyor, devlet-i ebed müddet-i Osmaniyye" denmiyor. Ebediyen, sonsuza dek, dünya durdukça ayakta kalacak olan "devlettir". Osmanlının bir hususiyeti de Türk'te devlet idrakini şuurlaştırmasıdır. Bu şuurun olanca parlaklığıyla kavranmasından sonradır ki gerektiğinde "ya devlet başa, ya kuzgun leşe" denmiş, "nizamu âlem içün"/ yerkürenin dirlik ve düzeni için evlat vermek dahil katlanılmadık fedakârlık kalmamıştır. Her şey, "din-ü devlet, mülk-ü millet" uğruna. Bir dönem Selçuklu Sultanlığı idik. Bir zaman Osmanlı Padişahlığı. Şimdi Türkiye Cumhuriyeti. Nüfus aynı, bayrak aynı, esas müesseseler aynı, yurt aynı, dil aynı, din aynı.. Kalan teferruat. Öyleyse devlet-i ebed müddetten murat edilen "devlet" devam etmekte. Bunu dolaylı şekilde ispatlamak da mümkün. Eğer rejim değişikliğiyle devlet hayatı bitseydi bugün Ermeni gailesi gibi bir derdimiz olmazdı. "Hadise 1915'te cereyan etmiştir. Cumhuriyet rejimine geçiş ise 8 yıl sonra. 1915'te, olanlardan bize ne?" diyebiliyor muyuz, desek bile dünya kaale alır mı? O halde Osmanlı dönemi. Beylik, erken Osmanlı, yükseliş devri, duraklama, gerileme vakti ve Tanzimat gibi safhalarıyla birlikte bizim için artık bir mekteptir. Aile hayatı, mahalle hayatı, içtimai hayat, hukuk hayatı, devlet hayatı, eğitim gibi onlarca belki yüzlerce mevzu için ders alınması icap eder. Ki Osmanlı ufkunu, vizyonunu kaybetmeyelim. Osmanlı, imparatorluk, süper güç, cihan devleti yüksekliğinden bakıyordu. Devlet reisi, Şâh-ı cihândı. Yabancı devlet krallarına "Sen ki Fransa vilayetinin kralı" diye yazılıyor, bir koca devlet ancak bir il olarak kabul ediliyor, şairleri devrin memleketlerini dünya merkezi İstanbul'un bir taşına feda ediyor/ "bir sengine yekpâre acem mülkü fedadır", Hıristiyan âlemin medar-ı iftiharı Ayasofya, arka arkaya yükselen Şehzadebaşı, Süleymaniye, Selimiye, Sultanahmet camileriyle tekrarbe tekrar geçiliyordu. Devlet reisinin Halifeyi ruy-i zemin/yer yüzünün halifesi, Sultan'ül berreyn/karaların sultanı ve Hakan'ül Bahreyn/denizlerin hakanı gibi unvanları vardı. Devlet-i ebed müddet fikrinin dirilişini yaşamak zorundayız. Bu bizi ayakta tutacak, kendimize güven duygusunu aşılayacak mayadır. Osmanlı için battı, çöktü, bitti gibi ifadeler kullanmayız. İstanbul, Dersaadet, Dar'ül Hilafe, Asitane Türklerin elinde kaldığı sürece bu sözün değeri olamaz. Osmanlı, Selçukludan devraldıklarını zenginleştirerek Türkiye Cumhuriyetine inkılap etti. Aynı bayrağın nöbetçileri değişti. Zaten Avrupalı, Osmanlıya "Türkiye" diyordu. Onların söylediği resmileştirildi. Eğer bu dirilişi yaşar, bu ufku tekrar yakalarsak. Bugün önümüzde sıra dağlar gibi yükselen, 12 Ada, Kıbrıs, Kürt kışkırtması, Ermeni ihtilafı ve benzerlerinin küçük meseleler olduğu görülecektir. Osmanlı, yok olmadı, bitmedi, tükenmedi. Devlet değişim yaşadı. Diğer unsurlar aynen sürmekte. O halde bu coğrafyayı teşkil eden herkes, Türk, Kürt, Laz, Ermeni, Rum... hepimiz Osmanlıyız. Merhaba Osmanlı... Merhaba büyük baba Büyük anne... Sana gelmekte geç kalmışız. Özür dileriz, affet bizi. Çünkü bize sen öldün diye öğretmişlerdi. İşte geldik, anlat bize ne biliyorsan, ne gördüysen, zaferlerini ve pişmanlıklarını anlat
.
28 Şubat
27 Şubat 2007 01:00
Kaç kişi hatırlar bilemeyiz fakat hafızalarımızı tazelemekte fayda var, Kemal Derviş, BM'ye giderken TBMM'de bir konuşma yapmıştı. Derviş yaptırdıkları araştırma sonucunda 1990-2002 yılları arasındaki zamanın boşa gittiğini açıklıyordu. Bu 12 yıllık zamanın 5 yılı 28 Şubat adı verilen post modern darbe dönemine aittir. Neticede silahsız da olsa o bir darbedir. Meşru yollarla gelmiş bir koalisyon iktidarı istifaya zorlanmış ve yerine talebe uygun bir hükümet kurulmuştur. 28 Şubatın bir sebepleri var. Bir uygulamaları. Bir de sonuçları. Sebebi, tek cümleyle acemi politikalardır. Yersiz demeçler, başbakanlıkta verilen mânâsız davetler vs. Gerçeklerden uzak siyaset yapmak çok ziyanlara yola açtı. O siyaseti yapanlar da kaybolup gittiler. 28 Şubat uygulamalarına gelince... Bir şey haddini aşarsa zıddına inkılap eder diye bir söz vardır. İmam hatipleri arka bahçe görmek, rektörleri kız talebeye selama durdurmak, Sincan'da tiyatro ne kadar yanlıştıysa 28 Şubattan sonraki hafiyelik sistemi, öğrencilerin istikbaliyle oynamak, bazı televizyon programlarının kaldırılması, bazı kalemlerin susturulması da o kadar yanlıştı. Neredeyse fişlenmedik vatandaş kalmadı. İş casusluk oyunlarına döndü. Üstünde Besmele yazılı erzak kamyonları resmi yerlere sokulmadı. 28 Şubatta televizyonda bildiriler okunmadı. Hasan Mutlucan türküler söylemedi. Sadece Sincan'da birkaç tank birkaç yüz metre yürüdü. Buna da "balans ayarı" dendi. Hesaplı, planlı ve programlı bir müdahaleydi. Ne var ki memleketin balans ayarı bozuldu. Bugün hâlâ 2.5 milyon işsiz varsa bunda 28 Şubatın büyük payı mevcuttur. Ne oldu? Sonuçta bu cemiyetin türlü kesimleri birbirine karşı kötü düşündü, kötü yazdı, kötü söyledi. Araya husumetler girdi. Bu bir siyasi krizdi. Kansız olması, tutuklamalar yapılmaması sebebiyle post modern de dense krizdi. Orada kalmadı, sosyal krize de dönüştü. Jurnaller çok kötü çalışıyordu. Derken bütün bu olumsuz dalga büyüdü büyüdü ekonomik krizlere yol açtı. Araya bir de 17 Ağustos depremi dehşet verici günler yaşandı. Şimdi kalkmış 28 Şubat'ın yıl dönümünden bahsediyorlar. Ne yıl dönümü? Allah, o günleri bir daha göstermesin. 28 Şubat ülkeye ne kazandırdı? Arkada ne bıraktı? Hangi darbe, hayra, iyiliğe güzelliğe sebep oldu ki 28 Şubat da sebep olsun? İşte bizzat Kemal Derviş'in dedikleri. Boşa geçmiş bir zaman, çeşit çeşit haksızlıklar, kapanan iş yerleri, iflaslar, milyonlarca işsiz ve başbakanıyla cumhurbaşkanı kavga edip küsen Türkiye... Belki şu denebilir... 28 Şubat, zorla da olsa bir kısım muhafazakâr çevrelere gerçeklerle tanışma fırsatı verdi. Nerede siyaset yaptıklarını görebilen bir kısım insanlar geçmişlerine sünger çekerek eski gömleklerini çıkarttılar. Mevzubahis post modern darbe olmasaydı AK Parti iktidarı kurulamazdı. Bunlar yanlış değil. Ama yine de darbeleri meşrulaştıramaz. Alınacak dersse şudur. Toplum kesimleri kendi içinde diyalog kuramayınca işin için tank, silah, zorlama girmekte.
.
Adalet Divanıymış
28 Şubat 2007 01:00
Hollanda'da faaliyet gösteren Uluslararası Adalet Divanı 60 yıllık tarihinde ilk defa bir devleti jenositten/soykırımdan yargıladı... Sonuç, sanık Sırbistan beraat etti, mahkeme, dünya kamuoyu vicdanında mahkum oldu. Boşnakların Sırbistan devleti aleyhine 1992-95 arasında ırklarına karşı soykırım yaptığı gerekçesiyle Lahey Adalet Divanında açtığı dâvâ, önceki gün hükme bağlandı, karar, Srebrenitsa'da soykırım, diğer yerlerdeyse katliam yapıldığı şekilde. Suçun varlığı kısmen de olsa kabul ve ilân edildiği halde nasıl oluyorsa ortada suçlu yok... Mahkeme, Sırbistan, soykırım yapılacağını biliyordu, önlemeye gücü vardı, buna rağmen önlememiştir diyor, ancak soykırımcıların Sırbistan'ın vatandaşları olmadığı gerekçesiyle beraatine karar veriyor. Karar, böylesine paradokslar taşımakta. Halbuki Bosnalı Sırpların hâlâ kaçak olan liderleri Radovan Karadziç ile Sırp kuvvetleri komutanı Ratko Mladiç Sırbistan devlet başkanı Slobodan Miloseviç'le el ele vermiş Müslümanları kitleler halinde öldürerek Bosna-Hersek'ten temzileyip 'Büyük Sırbistan'ı kurmaya uğraşıyorlardı. Bunu mahkeme de kabul etmekte. Kabul etmediğiyse soykırım canilerinin Sırp hüviyet cüzdanı taşımamaları. Bu ayıp, bu mahkemeye yeter. Birleşmiş Milletler Teşkilatı, böyle bir mahkemeyi hemen lağvetmelidir. Yazık ona her yıl yapılan masraflara. Bunlar güya dünyanın en seçkin hukukçuları. İsmi de "Adalet Divanı". Adaletsiz karar suça iştiraktir. Sadece Srebrenitsa'da bir gecede her yaştan 8 bin erkek şehit edildi. Şunun şurasında 10 yıllık bir hadise. Bosna'da vuku bulan dehşet verici soykırım sahneleri, diğer zulümler, canavarlıklar herkesin aklında. Boşnaklar, Müslüman oldukları için Avrupa ağzını açıp Sırplara tek kelime etmedi, cinayetleri, vahşetleri durdurmadı. Avrupa, duymayarak, görmeyerek işlediği ağır kusurunu bir mahkeme kararıyla olsun telafi etseydi, yüreği yanık insanlar, bugün hiç olmazsa tazminat alacaklardı. Ne yazık ki tersi oldu. İnsaf sahibi sadece 2 hakim varmış. Karar, ikiye karşı 13 oyla Boşnaklar aleyhine. Bir de tarihi bir şeref belgesi açıklıyorlarmış gibi 3 saat boyunca hükmü okumuşlar. Böylece, Sırbistan, bir mahkeme yardımıyla tazminat ödemekten kurtuldu. Davacı tarafsa yine mağdur oldular. Kararın niyetini en güzel şekilde eşini, oğlunu ve babasını bu savaşta kaybetmiş olan Srebrenitsa Şehidleri Deneği Başkanı Münire Subasiç açıkladı: -Avrupa, Müslümanlara karşı olduğunu bir kere daha gösterdi. Avrupa, kıtanın ortasında Müslüman devlet istemiyor. Mesele bundan ibaret.
.
Türk barışı
2 Mart 2007 01:00
Eyalet, aynı bayrağı taşıyan aynı ülkenin bölgelere ayrılmasıdır. Her bölgenin kendi bayrağı vardır veya yoktur. Eyaletin merkezi olur. Bir meclisi ve hükümeti bulunur. Eğer üniter/yekpâre devlete "merkeziyetçi yönetim" dersek, eyalete "ademi merkeziyetçi/yerinden yönetim" diyebiliriz. Federasyon, federe devletlerden meydana gelir. Adı üzerinde, burada eyalette olduğu gibi hükümet değil, devlet mevzubahistir. Devletin bayrağı, dili, marşı, başkenti, sınırları vs. vardır. İki veya daha fazla devlet federal bir devletin çatısı altında toplanmıştır. Devletler, içişlerinde bağımsızdır, dışişlerinde ise federal devlete tabidir. Üçüncü bir devletle andlaşma yapma hakkı federal devletindir. Konfederasyonda ise tamamen bağımsız devletler vardır. Her devlet, merkezi, parası, milleti, bayrağı, dili vs. ile müstakildir. Bu müstakil devletler kendi iradeleriyle bir araya gelmişlerdir. Devletler federasyon veya federe devletlerin aksine başka memleketlerde elçilik açabilirler. Milletlerarası teşkilatlara üye olabilir veya kalabilirler. Halbuki federal yapıda bunları çatı devlet/federal devlet yapabilir. Federal yapıda federe devletin ayrılma, kopma hakkı yoktur. Konfederasyonda ise tabi devlet dilediği zaman ayrılabilir. İlk ikisi için çok gelişmişinden az gelişmişine kadar türlü örnekler vardır. Ne var ki bunlar birbirinden farklı ve çeşitlidir. Konfederal sistem için İngiliz Milletler Topluluğunu, Bağımsız Devletler Topluluğunu ve AB'yi misal verebiliriz. Türkiye'nin 7-8 Bölge valiliğine ayrılması 12 Eylül döneminde gündeme gelmişti. Kopmadan korkuldu. Fakat tuhaftır ki bu tehlikenin en fazla ihtimal taşıdığı bölgede olağanüstü valilik kuruldu. Şimdi eş zamanlı olarak Rice "Kürdistan", Evren, eyalet sistemi" dediler. Bunun işbirliği mi, tamamen tesadüf mü olduğu ileride ortaya çıkar. Belki Kenan Evren, ne demek istediğini henüz tam olarak izah edemedi. Ama 12 Eylül rejiminde Kürtler mevzuatla yok sayılmıştı. Askerdeki bir genç ailesine telefon ettiğinde "Türkçe konuş" diyerek telefon kesiliyordu. Bizler, "Kürt" diye yazamıyor bunun yerine "güneydoğulu" diyorduk. Buna rağmen vurmadan dinlemek lazım. Evreni de dinlemeli Mehmet Ağar'ı da. Herkese hain denirse çözüm yolu bulunamaz. Türkiye, kendi çözümünü, hal tarzını, kandan kurtulma çarelerini arıyor. Eyalet sistemi şablon halinde Türkiye'ye uygulanamaz. Sonuç tehlikeli olur. Yunanistan, Bulgaristan, Mısır gibi bölgeler böyle kopmuşlardı. Biz 10 Yıl evvel konfederasyon teklifinde bulunmuştuk. O yazılarımız arşivlerde mevcut. Türkiye'nin liderliğinde, bölge devletlerinin iştirakiyle Konfederal bir yapılanmaya gidilebilir. Bu tabiî ki kendimize has olacaktır. Bir karakteristik hususiyetinin olması lazım. Buna Bosna- Hersek'ten, Irak, Suriye, İsrail'e kadar olan devletler dahil olacaktır. Zaman içinde bu fikrimizi daha da geliştirerek Osmanlı Milletler Topluluğu kurulmasını teklif ettik. Çare ne eyalet sistemidir, ne federal sistem. Özgün bir konfederasyon, üzerinde düşünülecek ve zamanla olgunlaştırılacak en sağlıklı ve tarihi gerçeklere uygun yoldur. Irak kalacaksa Irak, Yunanistan, Ermenistan konfederasyona dahil olacaklardır. Elbette bu bir talimatla gerçekleşmez. Ancak tatbiki de mümkün. Böylece "devleti ebed müddet" fikri devam eder, bölgeye Pax Ottoman'ın yerine Pax Turca/Türk Barışı gelir. Ankara, çekinmeden büyük düşünmeli Onlarca ırk, millet, ulus, aşiret, mezhep, tarikat, din, dil sahiplerini bin yıl gül gibi bir arada tutup adaletle idare etmiş bir millet bugün de aynısını yapabilir. Buna evvela kendimiz inanmalıyız. Biz inanırsak başkaları da inanır.
.
Kadın hiç bu kadar istismar edilmemişti
5 Mart 2007 01:00
8Mart Dünya Kadınlar Günü. Bu hafta kadınlara dair bir şeyler söylenecek. Sonra da geçip gidilecek, söylenenler arkada birer cilalı cümle olarak kalacak, iş merasimden ibaret olacak. Sevgililer günü, anneler günü ayrı ayrı kutlandığına göre buradaki kadın eş olan kadınlar gibi düşünülse de hakikat öyle değil, bütünüyle kadınlar kast ediliyor. Onları önemseyen, değerlerini hatırlatmaya çalışan bir tarih, bir takvim günü. Ama ne annelerin, ne babaların ne kadınların yalnızca senede bir gün kadir, kıymeti bilinmeli. Değerler yaşamalı Yaşanmalı. Takvime bağlı değer, zamanın öbür dilimlerinde harcanmış olur. Kadın, insan cinsinin iki temel rüknünden biri. Erkek kadına, kadın erkeğe, çocuk her ikisine, cemiyet her üçüne, millet bütününe, devlet bunların tamamına muhtaç. Özde, çekirdekte ise kadın var. Her kadın müstakbel bir annedir. Anne, topluma şekil veren mânevi mimar. İsveç Kraliyet Akademisi üyelerinin fark ederek Nobel'le ödüllendirme fırsatına kavuşamadıkları için üzülmeleri gereken Sezai Karakoç'un şöyle bir mısraı vardır "Bir kadını al onu yont yont anne olsun/ Her kadın acıma anıtı bir anne olsun." Şair, kadının keşfedildiğinde onda annelik tarafının ve merhamet vasfının karakteristik baskın unsur olduğuna dikkat çekmekte. Kadının macerası çok uzun, insanlık tarihiyle eş. Bazen sultan, baş tacı, aziz anne, bazen en süfli, en bayağı, en aşağılık yerlerin alınıp satılan metaı. Bazen hanımefendi, bazen nefsin oyuncağı. Devri cahilliyede diri diri toprağa gömülen bahtsız da kadın, devrin âriflerinin âlimlerinin kendisine fikir danıştıkları sultan hanımların sultanı Hz. Ayşe de kadın. Kadın bazen prenses, kraliçe, sultan oldu devlet yönetti. Bazen beşinci sınıf muamele gördü. Bazen saraylarda "al şale bürünüp de yürüdü" şairlerin mısralarını tutuşturdu, bazen Anadolu'nun kara bahtında ondan da kara günler, haller, ömürler sürdü, katlanmaz çilelere tahammül etti. Hayat, kadın üzerine, ev, aile, cemiyet kadın üzerine. Kahramanlar sadece bir kadından doğmamış, onun cesaret mayasını da aynı kadın, anne yoğurmuştur. Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır" sözü gerçeğin tâ kendisidir. Evlat, çocuk genç, yarınlara imza atacak nesiller, annenin eseridir. Bugün hürriyetimizi de vatanımızı da "haydi oğlum ya şehit ol, ya gazi!" diye kınalı kuzusunu askere gönderen aslan yürekli analara borçluyuz. Babanın evlat üzerindeki etkisi yüzde onsa annenin kalanıdır. O bir dönem vahşice toprağa gömüldü, bir asrı aşkın bir zamandan beriyse şehvet çukuruna gömülmekte. Boşanma, fuhuş vs zirve yapmış vaziyette. Hiçbir cahillik döneminde. İnsanlığın hiçbir geri devrinde kadın böylesine sömürülmedi, istismar edilmedi, suistimal edilmedi, kötüye kullanılmadı. Kadın, bir vakitler köle pazarlarına, esir çarşılarında alınıp satılan bir maldı. Yüzyılı aşan bir zamandan beriyse artan bir hızla üstü başı paralanmakta. Kadının esrarlı, gizemli, bir tarafı kalmadı. Saçı da anlamını yitirdi, teni de. Kadın sinemada soyulmakta, tv'de soyulmakta, gazetede soyulmakta, dergide soyulmakta, kitapta soyulmakta, sahnede, podyumda soyulmakta. Fakat nedendir bilinmez kadın, kadınlar ve kadın dernekleri bu halden müşteki değiller. Halbuki çağdaşlık adına kadına bu yapılanlar onun cinsellik yanını ön plana çıkartarak kendisine karşı işlenen en büyük hakarettir. Kadının insan tarafı sürekli ihmal edilerek hep istismar edilmekte. Ona diplomalar verdin, lisanlar verdin, sokağı-meydanı verdin fakat ruhunu mahvettin. Oysa denge kurulmalıydı. Her şey yerli yerince olmalıydı, kadın, tüccarların insafına terk edilmemeliydi. Kadınlar gününde bunlar dile gelirse bir görev ifa edilmiş olur. Gerçekler saklanarak yapılan kutlama evet, dediğimiz gibi bir merasimden öteye geçemez, icra edilir ve unutulur, seneye tekrarlanır. Kadın, kendi gününde biraz durup düşünmeli, belletilmiş sloganları aşmalı. Yüzüne patlayan magazin flaşını biraz da yüzüne çalınan kara olarak görebilmeli, bu ahlak kokuşmasından, çıplaklık sömürüsünden kurtulmanın çarelerini aramalıdır.
.
Cumhuriyet tehlikede mi?
6 Mart 2007 01:00
Yurdumuzda cumhuriyet idaresinin tehlikede olduğunu iddia etmek Türkiye'ye iyilik değil, kötülüktür. Ne cumhuriyet tehlikede ne de ortada cumhuriyet düşmanları var. Cumhuriyetin tehlikede olduğunu iddia edenler ya saf, ya kasıtlı veya cahil. Cumhuriyet niçin tehlikede olsun? Bugün hemen 75 milyonun tamamı devlet rejimi olarak cumhuriyeti kabullenmiş, içine sindirmiştir. Demokrasi keza öyle. Laikliğin biraz uzun zaman alması ise cumhuriyet aydınlarının kabahatidir. "Laikçilik" yaparak onu dine, dindarlara karşı bir tehdit unsuru olarak kullandılar. Samimi Müslüman'ın laiklikle de bir derdi olamaz. Buna rağmen epeyce bir zamandır kazanlar kaynatılmakta, Cumhurbaşkanlığı seçimi bahanesiyle cumhuriyetin tehlikede olduğu yazılıp reklam edilmekte. Geçenlerde Mevlana ile alakalı bir toplantıda Hazreti Mevlana'nın turistik bir figür olarak kullanıldığını, tefekkür tarafının ihmal edildiğini dile getirdikten sonra "Mevlana'ya yapılacak en büyük iyilik hazreti Mevlana'yı Mevlevilikten kurtarmaktır" dedik. Aynen bunun gibi İslamiyet'i İslamcılardan, Atatürk'ü de Atatürkçülerden kurtarmak lazım. Sözümüz samimi insanlara değil. Ama hemen her alanda sömürünün varlığı bir hakikat.. Din alanında da tarikatçılıkta da Atatürkçülükte de siyasette de. Ne İslamcıların sunduğu İslamiyet gerçek İslamiyet, ne Mevlevilik gibi bazı yolların tanıttığı Mevlana veya Ahmet Rufai veya Hacı Bektaş-ı Veli, Ahmedi Yesevi aslı gibi, ne Atatürkçülerin çizdiği Atatürk portresinin kendisiyle bir alakası var, ne siyasi liderler iktidardayken etraflarında oluşan çemberin bağlılıkla. Bazıları saf veya cahil bazıları alabildiğine kurnaz. Bu kurnazlar, bu Atatürk sömürücüleri, akılları fikirleri, bakışları cumhuriyetin ilan yıllarında, 1923-30 Aralığında tutmaya bilhassa çalışmaktalar. Bu çok yersiz bir değerlendirmedir. Bir millet düşünün 650 hatta 1000 Yıl bir rejimle yönetilmişken kısa bir sürede farklı bir yönetime geçiyor. O geçişte sarsıntıların, sancıların, çalkantıların olmaması mümkün mü? Bakınız kaç merhale aşılmış, kaç yıllar arkada kalmış? 1923'te Cumhuriyet ilân edildi. 1937'de laiklik ilkesi kabul edildi, 1946'da çok partili demokratik rejim hayata geçti. 1921, 1924, 1961 ve 1982 olmak üzere dört ayrı kere anayasa yapıldı. Bu zaman zarfında 58 kere cumhuriyet hükümeti kuruldu. Hemen her fikirden başbakan geldi. Cevdet Sunay, cumhurbaşkanı seçilirken Besmele okudu diye yer yerinden oynadı, laikçiler tozu dumana kattılar. Daha sonra Cuma namazına gitmeyen cumhurbaşkanları yadırganır oldu. Önceleri sadece dini nikâha itibar edilirken bilahare bunun yanı sıra resmi kayıtlar da önemsenip kabullenildi. Misaller düzinelerle anlatılabilir. Şunu demek istiyoruz. Toplum, millet, zaman köşeli yanları törpüledi. Onun için tarihi süreç seyrinden bakıldığında ne Tayyip Erdoğan'ın Çankaya'ya çıkması rejim için tehlikedir. Ne Emine Erdoğan'ın. Ne Abdullah Gül'ün. Ne Ali Bardakoğlu'nun. Bu dumanı yakanlar kurtlara hizmet ederler. Yanı başımızda kanlı bir işgal sürmekte. İşgalin arkasındaki güçlerle Türkiye zaman zaman karşı karşıya geliyor. Milli coğrafyamız tartışmaya açılmakta. Hal böyle iken bu tip mübalağalarla acaba Kürtçülere destek mi olunmakta, dikkatler başka tarafa mı kaydırılmakta? Zira benzer şamatalar Menderes, Demirel, Özal iktidarlarında da vardı. İsmet İnönü, Süleyman Demirel'e "Saidi Nursinin halifesi" lakabını takmıştı. Şimdi gelin bu sözü imbikten geçirin bakalım, zerre gerçek payı var mı? Bir çok sebep olabilir, lakin hadise en hafif yorumla şudur, tiraj almak için cumhuriyet ve Atatürk kullanılmakta. Ramazanda Kur'an-ı kerîmi fasikül fasikül dağıtanlarla bunu yapanlar aynı tarz menfaatçiler. Bugün Cumhuriyet tehlikede diye çığlık atanların dedeleri de "kalkın ey ehli vatan din elden gidiyor!" diye sancağı şerifi alıp meydanlara üşüşüyorlardı.
.
Medyanın prestiji
7 Mart 2007 01:00
Medya, basın, dördüncü kuvvet, fakat bu dördüncü kuvvetin prestiji nerelerde? Yapılan anketlerde medyanın itibarının, -saygınlığının, prestijinin dileyen dilediği kelimeyi seçebilir- hiç de memnun edici seviyelerde olmadığı her defasında görülmekte. Üstelik bu dördüncü kuvvet meselesi televizyonlardan önceki tesbit. Şimdi en azından kendi içinde daha bir sağlamlaşmış olması gerekirdi. Ne var ki fiili durum hiç de öyle değil. Vatandaş, gazeteyi okuyor, televizyonu seyrediyor ama iş inanmaya gelince şüpheyle bakıyor. Eskiden "gazete yazıyor" dendi mi her şey biterdi. O gazeteler ne renkliydi, ne çok sayfalıydı ve ne de bu kadar yüksek imkânlara sahipti. Bilişim, iletişim devriminden en fazla medya faydalandıysa da aynı sür'at aynı ilerleme muhtevaya yansımadı, aksine gerileme yaşandı ve yaşanmakta. Bugün okuyucu köşe yazarından ileride. Seyirci programcıdan hem daha güzel konuşuyor hem daha donanımlı. Halbuki eski gazeteciler üstelik alaylıydı. Şimdilerde iletişim fakülteleri devrede. Bu çapraz durum muhakkak ki araştırılması lazım gelen bir mevzudur. Kaç muhabir iyi bir hazırlık yaparak işine başlamakta, kaç köşe yazarı işini ciddiyetle, layıkıyla yapmakta, kaç programcı günlerce hazırlanmakta? Haberler sadece karamsarlık yayıyor. Vahşi katliam haberleri ön planda. Medyada oldum olası yanlış bir anlayış vardır, "iyi haber haber değildir" denir. Olay, kötüyse haber olur. Bu da ister istemez muhabiri de muhatabı da negatifliğe iter. İster televizyonda, ister, gazetelerde, isterse radyo ve internette haberlere bir bakınız içiniz kararır, onları okuyan bir yabancının Türkiye hakkında iyi şeyler düşünmesi mümkün değil. Hadise şundan ibaret, cinayet, hırsızlık, vurdu kırdı, kapkaç haberleri, politik kavgalar ve çıplak manken fotoğrafları. Tek ciddi haberler ekenomik hayata dair olanlar. Spor da kendi içinde magazin havasında. Kültürse yok denecek kadar az.. Ekran, yüz kat daha fazla magazinle kirli. Televizyonlar, manken ve ısmarlama sevgili şarlatanlıkları ve artık gına getirten güneydoğu dizileriyle dolu. Aynı berbat mantık internet gazetelerin de yaşanıyor onlar da kasaplar çarşısı manzarasında. İnternet gazetelerinden derli toplu olan bir elin parmaklarını bulmaz. Radyolardan da pek azı ele avuca gelebilir. Dergiler üzerinde durmuyoruz. Zira o alanda hep gerilerde kaldık. Şimdi merak ediyoruz, uluslar arası ünlü dergilerin Türkçe basımları kaç satacak? 4 Milyon basan News Week, bizde 40 bin satabilir mi? Medyanın kendini sorgulaması, yenilemesi ve nerede hata yaptığını keşfetmesi gerekir. Bu hem mesleki bir borç hem de kendi prestiji için vazgeçilmez bir mecburiyetidir. Hem medya kendini sorguya çekmeli ve hem de iletişim fakülteleri. Bugünün fakülte mezunu dünün orta mektep mezunu seviyesinde değilse bunun hesabını kim verecek? Türkçe konuşamayan spiker, doğru cümle kuramayan köşe yazarı, dağarcığında hiçbir şey olmayan programcı ve karamsarlık yayan kötü ve seviyesiz, yoz haberler. Fikir ve değer olmasa teknoloji kendi başına iyiliğe hizmet edemez.
.
Hapishane duvarı
8 Mart 2007 01:00
Hapishaneler de nihayetinde bu dünyanın, hayatın bir parçası. Hiç olmasalardı ne kadar iyi olurdu. Veya mevcut olsalar bile boş kalmaları. Fakat bunlar sadece iyi dilek. Hapishaneler de insanlık tarihi kadar eski. İnsanlık tarihinde suç vardır. Suç varsa ceza vardır. Ceza varsa infaz vardır. İnfaz mekânı da cezaevleridir.. Bizim halkın dilinde hapishanenin adı kısaca "mapusane"dir. Ayrıca argosuyla "dam" denir. Orada yatmanın ne demek olduğunu anlatmak içinse "zından" tabiri kullanılır. Yusuf aleyhisselamın kuyuya atılmasından kinaye hapse düşen bazıları ise zındanı medrese gibi görmüşlerdir. Muhakkak ki daha bir çok isimleri bulunuyor. Cezaevi, ceza ve tevkif evi gibi isimlerse resmi adlar. Bu adlara son senelerde F Tipi denen bir model eklendi. Bir de hapishanenin ayrılmaz parçaları gardiyanlar vardı eskiden. Şimdi unvanları değişti. Hapishane türküleri vardır insanı yüreğinden vurur, seferberlik çığlıkları gibidir. "Görülmüştür" kaşeli mektuplar vardır, asker mektuplarına benzer. Boncukla işlenmiş tesbihler ve "maşallah" yazılı saçaklar hapishane aksesuarlarıdır. Meşhur sözleri "Allah kurtarsın!" cümlesidir. Bilhassa yeni düşenler için söylenir. Koğuş ağaları, ağalığın içerdeki devamıdır. Velhasıl dediğimiz gibi cezaevleri mutasavvıflar için zaten kendisi de bir hapishane olan bu dünyanın bir parçasıdır, tıpkı hastaneler gibi. Üstelik "içeri" düşmüş olan her, hükümlüyü peşinen mahkum etmemeli. Bir kararın mutlak isabetli olduğunu cezayı veren hakim bile söyleyemez. Şahit yanıltabilir, başkasının suçu üste alınır, rüşvet döner, evrak yetmez vs. ayrıca kendi aralarında kategorileri vardır. Irz düşmanı, kapkaççı ile namusu için veya fikrinden dolayı hapse düşenler bir görülemez. Bir de hapse düşüp de ıslahı nefs edenler var. Bir mektup hatırlıyoruz, batıdaki illerimizden birindeki bir cezaevinden geliyordu. Mahkum şöyle demekteydi "buraya düşene kadar kitabı tanımıyordum, tanısaydım buraya düşmezdim. Kitabı burada tanıdım. Şimdi kütüphane kuruyoruz bize kitap yollayın". Evet, hapishanede ilmini irfanını arttıranlar, namaza-niyaza başlayanlar, üniversite bitirenler de oluyor. Tersi de görülmekte. Orada suç kursuna gitmiş gibi tecrübe kazanarak çıkanlar da olabilmekte. Nerden icap etti bu hapishane yazısı? Hapishane, akıl hastanesi, fakir-fukaraya bakan kamu hastaneleri, Darülaceze ibretlik yerler, arada bir olsun gündemin baskısından kurtulup buraları hatırlamalı, yazmalı, konuşmalı. Bu birinci sebep, ikinci sebepse salı günkü bir toplantı. İstanbul Kültür Müdürlüğü, Four Season Otel'de İstanbul Küresel Başkent konulu bir toplantı tertiplemişti. Burası eski Sultanahmet Cezaevi. Bina, orta dönem Osmanlı eseri. Bir cezaevinden bir saray doğmuş adeta. İnsan oradayken ister istemez vaktiyle bu cezaevinde yatmış eski mahkumları hatırlıyor. Kim bilir kaç yazar, şair, fikir adamı bugün bizlerin serbestçe toplanıp konuştuğumuz şu salonlarda çile çektiler? Kaç eser bu duvarlar arasında yazıldı? Şu da kaderin bir cilvesi tabii. Belki aynı insanlar buralara düşmeselerdi Türk edebiyatı o meşhur eserleri kazanamayacaktı. Öyleyse kimlerin gelip geçtiği araştırılarak bu eski hapishane, yeni uluslar arası otelin duvarlarından birine vaktiyle burada yatmış olan edebiyatçıların, fikir adamlarının isimleri, eserlerinden parçalar yazılmalı, belki müze otel gibi olmalı veya bir salonu o isimlerle eserlerle birlikte müze yapılmalı. Bunu otel yöneticilerine teklif ettik. Sizlerle de paylaşmak istedik. Ömrünü eser vererek tüketenleri unutmamalıyız.
.
Türkiye-Azerbaycan diasporası
12 Mart 2007 01:00
Türkiye-Azerbaycan Diasporası I. Forumu 9 Mart '06tarihinde Bakü'de yapıldı. Bu muvaffakiyet, 7 Haziran 2006 Antalya toplantınsın hedefine varmasıdır. Milletlerin ana vatanlarından çeşitli sebeplerle uzakta yaşayan vatandaş ve soydaşları vardır. Bu insanlar, dünyanın muhtelif memleketlerine dağılmışlardır. Aynı şekilde Türkler de öz yurtlarından ötede çeşitli devletlerde yaşamaktalar. Sırf Türkiye Türkleri 5 Milyonu bulmakta. Bunun 2-3 katı da diğer ülke Türkleri vardır. Bu kitleyle yakından ilgilenmek, onları teşkilatlandırmak hem kendileri hem de topyekûn Türk milletinin menfaatinedir. Zira yurt dışındaki vatandaş ve soydaşlarımız, yaşadığı yerlerde parlamenterdir, iş adamıdır, çalışandır, akademisyendir vs. Orada bir nüfus teşkil etmekteler. Dolayısıyla harekete geçmeleri kamuoyu oluşturur. Lobi ve kulis faaliyetleri lehde gelişmelere sebep olur, aleyhte gidenleri tersine çevirebilir. Onun için hep düşünmüş, eski tarihlerde yazmışızdır "Dış Türkler Bakanlığı kurulsa mı acaba?" diye. Gerçi dışişleri bakanlığı var. Fakat dediğimiz bakanlığın işi yalnızca dış Türkler olacak, TİKA da ona bağlanır. Yıllardır Ermeni diasporasından şikâyet etmekteyiz. Bir ufak memleketin bir avuç taraftarı zaman zaman Türkleri zora sokacak neticelere imza atmaktalar. Bunun karşısında hep müdafaa vaziyetinde kaldık. Halbuki en iyi müdafaa taarruzdur. Onun için kendi diasporamızı kurup karşı atağı başlatmak en isabetlisiydi. Diasporanın ilk forumu Bakü'de icra edildi. Seneye ikincisi İstanbul veya Ankara'da, üçüncüsü Lefkoşe'de yapılmalı. Bu münasebetle gördük ki dış dünyada çok dinamik bir Türk nüfus var. Bu nüfus, en kuzeyden en güneye yer kürenin her tarafına yayılmış vaziyette. Bunlardan Azeri Türklerinin yüreği yanık. Çünkü Dağlık Karabağ'ı işgal altında, Azerbaycan'ın beşte biri istila edilmiş. Bu elem verici durum Kıbrıs ve Kerkük kadar bizim derdimizdir. Azerbaycan Türkü'nün bütün ümitler Türkiye'de, Ankara'ya güveniyor, Türk ordusuyla heyecanlanıyor. Azerbaycan'daki Türkiye muhabbeti ancak yaşanarak anlaşılır. Diaspora da aynı heyecan içinde. Merhum Haydar Aliyev, "biz, iki devlet, tek milletiz" diye çok veciz bir tarif yapmış. Bugün "biz, tek millet tek devletiz" dense erken mi konuşulmuş olur? Aynı gün büyükelçiliğimiz, adımıza layık bir sefaret binasına nakletti. Yapılan merasimde başbakan Erdoğan'la cumhurbaşkanı Aliyev'in Cumhurbaşkanı Talat da hazır olduğu halde Türk bayrağını birlikte göndere çekmeleri görülecek manzaraydı. Bayrak direği ve bayrak Fatih Sultan Mehmed Köprüsü'nün çıkışındakinin eşidir. Global dünyada milletler kendi parçalarına daha kolay sahip çıkabilirler. Onun için bu güzel başlangıç tekâmül ederek devam etmeli. Zamanla diğer Türk Cumhuriyetlerini de içine almalıdır. Böylece ismi Türk diasporası olur. O zaman dünya parlamentolarında kolaya kolay Türk milletinin menfaatlerine zarar verebilecek bir karar çıkamaz. Buna tereddütsüz inanmak ve ona göre çalışmak lazım. Forumda her Türk Cumhuriyetinden değişik kademelerde temsilciler kendi lehçeleriyle konuştu, hepimiz anladık. Bir kere daha dile getirelim ki Türk dünyasının acilen ifa etmesi gereken temel vazifelerden biri İstanbul Türkçesi'ni müşterek dil olarak kullanmaktır. Alfabe birliği neredeyse tamam. Dil birliği ise biraz daha zaman alacak gibi. ... Bu vesileyle şu "diaspora" kelimesi üzerinde de biraz durmalı. Kelime, İtalyanca. TDK "karşılığında "kopuntu" demiş. "Türk Kopuntusu" diye konuşmak hakaret şeklinde anlaşılabilir. Mânevî kopmuşluk murat edilmiyorsa da yerinde değil. Parça, kol, taraftar gibi bir kelime kullanmak daha isabetli olacaktır. Kelimeyi değil, mânâyı tercüme etmeli. Hem "forum" hem de "diaspora"nın Türkçelerini bulmalıyız. "Türkiye-Azerbaycan Kolu I. Meclisi" denseydi nasıl olurdu?
.
Gel de idam cezasını arama
13 Mart 2007 01:00
Herkesin ucuz krediyle araba sahibi olması güzel ama herkes buna layık mı? Ayağı yerden kesilen bazılarının aklı da başından gitmekte. Pazar günü Haramidere'ye inen yoldayız, arkamızdan bir araba gelmekte, daha onun herhangi bir isteğine mahal kalmadan işaret vererek sol şeritten orta şeride geçmeye başladık. Buna rağmen kendisine yol verdiğimiz araba sürücüsü arabasıyla ensemizde bitti korna üstüne korna çalmakta. Aynı gün aynı yolda dönüş halindeyken radyomuz açık, konuşmacı, Pera Müzesi'nden söz ediyor, hâlâ gitmemiş olmamıza hayıflanırken bir de müjdeli haber aldık, yine Şişhane bölgesinde Sevgi ve İnan Kıraç'lar bir İstanbul Enstitüsü kurmuşlar, herkese açıkmış. Bir ara sayın İnan Kıraç mıydı, bir başkası mıydı anlayamadık, şu mealde bir şey dedi "İstanbul'da yaşayanların üçte ikisinin İstanbul'la bir alakası yok!.." Çok doğru. İstanbul'da yaşamak bir nimetse bu nimete layık olmak lazım. İstanbul Boğazı dünyanın en medeni mekânlarından biri. Araba sahibi olmaksa hâlâ herkese nasip olmamakta. Hem İstanbul'da yaşayacaksın, hem Boğaziçi'ne gideceksin hem de senden yol isteyenleri tutup tutup denize fırlatıp öldüreceksin. Tavuk bile bu kadar kolay öldürülemez. Hayatına son verilen bir insan. Bu ne canavarlıktır, ne gaddarlıktır? Boğaza huzur bulmak için gidildiği halde bakmışlarsa da bir şey görememişler. Yol vereni kornayla taciz etmek, yol isteyeni denize itmek. Bunu yapanların nüfus kâğıdında Müslüman yazmakta. Hangi din, hangi örf, hangi görgü, hangi millet, böylesi rezilliklere müsamaha etmekte? Lüks, imkân, ihtişam, hiç biri fakat hiç biri insanlık öğretmiyor. İstanbul'da yaşamak da artık bir şey değil. İstanbul'da yaşamak başka, İstanbullu olmak başka. Üçte ikinin İstanbul'la alakasının olmaması doğru. AB'ye uyum olacak diye, şuna buna hoş gelsin diye TCK cezaları sembolik hale geldi. İdam cezasının kalkması için koro halinde yazıp çizdik. Peki aynı ânda iki evladını birden kaybeden bir anneye, eşini kaybeden kadına o kayıpları kim geri getirecek? Giden gelmeyecek, ateş düştüğü yeri senelerce cayır cayır yakacak, fakat mahkûm bir zaman sonra cezanın yarısını yel aldı, yarısını sel aldı denerek salıverilecek. Böyle infaz olmaz. Cezanın gayesi ibrettir. Caydırıcılıktır. O cezayı görüp başkalarının suç işlemeye niyet etmekten çekinmeleri içindir. Halihazırda suçlu cezalandırılacağına mükâfatlandırılıyor. Kasten adam öldüren hakkıyla cezasını çekmeli. İdamsa idam. Bir kişiyi asarsın, fakat bir cemiyeti kurtarırsın. Son zamanlarda suçlarda tsunami yaşanmasının arkasındaki sebep ceza ve ceza usul kanunlarının, ceza mevzuatının yetersiz kalmasıdır
.
20 Mart 20:00'de savaşa dur de!..
14 Mart 2007 01:00
Irak'ta her şey karmakarışık olmuş durumda. Artık yalnızca işgal yok, yalnızca işgalciler öldürmüyor. Iraklılar da birbirlerine düşmüşler. Hadise, o kadar karışmış vaziyette ki kimin kimi niçin öldürdüğünü uzmanlar bile izahta zorlanmaktalar. Irak'ta ısmarlama kurulmuş da olsa bir hükümet var. Fakat hükümet işgali bitiremediği gibi. Öyle bir niyeti de olmadığı gibi. İç savaşı, kardeşin kardeşi katletmesini de durduramıyor. Amerika'da acze düşmüş vaziyette. Belki şu sıralar çıkıp gitmesi bile çare değil. Hatta çıkıp gitse hiçbir otorite ve kontrol kalmayacağı için iç savaş, kargaşa iyiden iye azarak Şatt'ül Arap nehri, Hülagü işgalinde olduğu gibi insan kanıyla kıpkırmızı akacak. Manzara hakîkaten dramatik, hakîkaten elem verici. Türkler dahil herkes sadece seyretmekte. Türkiye, sürekli olarak Kuzey Irak, Kürtler ve PKK ile meşgul edilerek daha ötesine bakmasına fırsat verilmiyor. Neden dünya bu kadar suskun? Günde ortalama 100 kişi ölüyor. Ölen ve yaralanıp sonradan can verenlerle milyona doğru yol alınmakta. Milyonlarca iç ve dış göç var. "Ana gibi yâr, Bağdat gibi diyar olmaz" denen o harika şehir bugün harabe.. Dünyalı ise suskun. Şartlar ne olursa olsun, susmaması gereken Türkiye'dir. Orada ölenler bu bölgenin insanı, komşumuz, kardeşimiz, akrabamız. Irak'a ilk bombanın atıldığı tarih 20 mart 2003. İşgal, bu 20 Martta yeni bir seneye daha giriyor. Bu sebeple bazı sivil toplum kuruluşları, sendikalar, barolar 20 Mart Saat 20.00'de meş'aleler yakarak "Savaşa Dur De!" sloganıyla işgali ve savaşı protesto edecekler. Bu protesto geniş katılımlı olmalı. Eyleme sol-sağ gibi ideolojik renkler karışmamalı, hedef doğrudan doğruya savaş aleyhtarlığıdır. Konuşmalar, sloganlar, fikirler işgali, iç savaşı durdurmak için yapılmalı, atılmalı, üretilmeli. Böylece Irak halkının, dulun yetimin, mağdurun, çaresizin sesi dünyaya duyurulmalı. O insanlardan birkaç kişi de getirtilerek kürsüye çıkartılırsa iyi olur. Herkes kendi çevresinde bu eyleme katılabilir. Maksat, kanunların tanıdığı bir hakkı kullanarak dünyanın dikkatini çekmek, Irak'taki katliamın durmasını temin etmek. Şu yaşananlar dünyanın yüz karasıdır. Irak'ta her gün 100 kişi ölürken dünya, medeniyetten söz edemez, uygar, çağdaş ve ileri olduğunu iddia edemez. Ne medeniyeti, tek taraflı medeniyet mi olur? 2000 arkada bırakılırken milenyuma giriliyor diye şenlikler yapılmıştı Meğerse milenyum ne uğursuzmuş.. Ne kadar yalanmış. İnsanlık ne kadar aldatılmış. Savaş ölüm demek, iç savaş, işgalden beter. Kadınlar, çocuklar zavallı insanlar ölüyor. Onun için işgal bitmeli. Savaş durmalı.
.
İstanbullu Bill Clinton
15 Mart 2007 01:00
Sene 1960'lı yılların başıdır, Amerika'da devlet başkanı John F. Keneddy'dir. Daha sonra silah tüccarları tarafından tertiplendiği kuvvetle tahmin edilen bir suikast ile hayatını kaybeden Keneddy, sevilen bir devlet adamıdır. Bizde de sevilmiştir. Bir gün başkan, halkın arasındayken orta mektep çağlarındaki bir genç, kalabalığa sokularak Keneddy'ye kadar yaklaşır ve onunla el sıkışır. O heyecanla evinin yolunu tutar. Annesine der ki "anne ben, Amerikan devlet başkanı olacağım!" Dul anne afallar, "oğlum, der, bu da nerden çıktı?" Çocuk, sözünü tekrarlar "anne ben devlet başkanı olacağım" Anne, "oğlum babanla boşandık, ne kadar zor geçindiğimizi biliyorsun, halimiz ortada sense hayallerle meşgulsün!" diyerek vaziyetlerini hatırlatsa da genç, azimle sözünü tekrarlar "anne ben Amerikan devlet başkanı olacağım". Bu genç Bill Clinton'dur. Daha o yaşta kendine çizdiği yolda yürür, hukuk tahsili, valilik derken başkan. Bill Clinton, Demokrat Parti'liydi. Amerika'nın tıpkı etkisinde kaldığı John F. Keneddy gibi en başarılı başkanlarından biri oldu. Zamanında Amerikan bütçesi fazla verdi. Türkiye John F. Keneddy gibi Bill Clinton'ı da sevdi. Fakat Clinton'a rahat verilmedi, Amerika'nın en derin devleti başına Monica adında Yahudi bir stajyer kız musallat etti. Mahkemelere düştü. Bütçe taştı ama Clinton'un cüzdanı delindi. Şu var ki Hillary Clinton isminde çok sabırlı bir eşi vardı. Bir büyük artısı daha vardı. Clinton eskiden beri okuyan bir insandı. Başkan olmadan evvel yılda 300 kitap okumuşluğundan söz edilmekte. Başkanlığı bıraktığında borçlu bir insanken sonrasında zengin bir adam oldu. Nasıl? O, diğer başkanlar gibi bir köşeye çekilmedi. Çiftlikle meşgul olmadı. Bill Clinton entellektüel faaliyetlere başladı, entellektüel sermayesini çalıştırdı, parayla konferanslar verdi. Şu ân dünyanın en pahalı konuşmacısı. Müktesebatını/bilgi birikimi, tecrübesini, fikrini, ufkunu pazarlamakta. Bill Clinton, böylece paralar kazanıp zengin oldu. Şimdi Türkiye'den, İstanbul'dan bir inşaat şirketi, Aşçıoğlu İnşaat, Clinton'a bir teklif götürmüş, "gel Türk Kızılayı yararına bir konferans ver sana 1 Milyon dolar değerinde bir daire hediye edelim!". Eski başkan teklifi incelemeye almış. Türk Kızılayı, TİKA/Türk Kalkınma ve İşbirliği Ajansı ve THY son senelerde bütün dünyada yükselen yıldızlarımızdır. Bunlar bayrak taşıyıcılarımız. Bilhassa Osmanlı Milletler Topluluğu başta olmak üzere ulaşmamız gereken her tarafa koşmaktalar. Her üçü de çok emin ve çok ehil ellerde. Şöyle bir itiraz yapılabilir. "Şirket, neden 1 Milyon doları veya daireyi doğrudan Kızılay'a vermiyor, reklam yapmakta!" Elbette reklam yapmakta., bir ticari kuruluş. Ancak akıllı bir buluş. Muhakkak hesabı yapılmıştır. Bill Clinton'un İstanbul'da bir evinin olması, bazı zamanlarını İstanbul'da geçirmesi ne kadar iyi olur. Kongre turizmi Türkiye'nin turizm sektöründeki en öncelikli gelişme planlarından biridir, bunu başbakan Tayyip Erdoğan da Pazar günü Noval ve İbis otellerinin açılışında dile getirdi. Bill Clinton'ı İstanbullu yapmakla kongre turizmi arasında paralellikler, iş birlikleri de kurulabilir. Proje, "reklam yapıyor", "Kızılay'ı menfaatine alet ediyor" şeklinde basit bir mantıkla yorumlanabilir, o da bir bakış, fakat bu zihniyeti terk etmeli. Tam tersine, bunu küresel düşünebilme kabiliyeti olarak görmeli. Kalkınmamız, küresel oyun kurucularımızın artmasıyla ivme kazanacaktır. Eğer, genç Bill, ısrarla bir fikri takip etmeseydi, Clinton olmazdı.
.
Elazığ, okuma seferberliğini başlattı
19 Mart 2007 01:00
Yurdumuzda bir eksiklik, öteden beri hep söylendi durdu, "okumuyoruz" . Çocuktuk, bu söz vardı, bu gün de işitmekteyiz. Bu bir kötü halin tesbiti, bir şikâyet ama şikâyetler çare üretilmezse hiçbir işe yaramaz, sadece yıpratır. Okumama tembelliğine ilk neşteri vali Nuri Okutan, Sakarya ilinde vurmuştu, o burada güzel hizmetlere imza attı. İnşallah bu hizmetler yeni vali Hüseyin Atak döneminde de artarak devam eder. Nuri Okutan, Sakarya'daki çalışmalarından dolayı haksız laflarla yaralanmak istenen doğu Karadeniz'in kalesi Trabzon'a taltifen tayin edildi. Vali Okutan, devlet millet kaynaşmasında örnek insanlardan biridir. Trabzon'un yüzünün yakında güleceğine inanmaktayız. Batı'da, Adapazarı'nda bir illete, bir tembellik hastalığına neşter vurulmuştu. Doğu'da Elazığ'daysa bir meş'ale yakıldı, büyük bir seferberlik başlatıldı. Vali Muammer Muşmal, henüz 15 aylık bir Elazığlı. Bu kısa süreye rağmen Elazığlı, Harputlu, şimdi Kırşehir valisi olan Lütfullah Bilgin gibi onu çok sevmiş, o da sanki doğma büyüme buralı. Elazığ'ı keşfetmiş, eksiğini gediğini görmüş. Şüphesiz ki kalkınma evvela kültürel gayretle mümkün. Genç, cevval, halkla iç içe, güler yüzlü, çalışkan ve alçak gönüllü bir idareci. İlin yöneticilerini toplamış, tartışmış konuşmuşlar sonunda bir okuma seferberliğine karar verilmiş. Projenin adı "Elazığ okuyor". Bizzat valilik projeyi yazılı metinle şu şekilde tarif etmekte "ilk ve orta öğretim kurumlarında okuyan öğrencilerle bu okullarda görev yapan yönetici ve öğretmenlere okuma alışkanlığını kazandırmak, okuma alışkanlığını geliştirmek. İyi bir okuma kültürüne sahip olabilmek için çözüm yolunu ortaya koymak. Okumayı engelleyici sebeplerin ortadan kaldırılmasına yardımcı olmak. Okul kütüphanelerini güncelleştirmek. Her öğrenciyi sürekli kitap okuması için teşvik etmek. Öğrenci velilerini de bu sürece katmak. 'Elazığ Okuyor' sloganı ile okuma kültürünü yaymak. Kültürlü bir şehir olmak için bütün sivil toplum kuruluşlarının desteğiyle geniş halk kitlelerine ulaşmak Sonuçta okuyan ve yazan bir il olmak" Bu gayeye varmak için de hemen hemen 50 maddelik bir yol haritası çıkartılmış. Bu haritanın merkez noktasında okullarda her gün öğretmen öğrenci ve yöneticilerin iştirakiyle 20 dakikalık bir okuma zamanının ayrılması var. Bu uygulama çok mühim. Burada bir tevazuun yol açabileceği muhtemel bir yanlış anlamayı tashih etmek lazım. Elazığ, okuma, okur-yazar ve kültür birikimi olarak Türkiye ortalamasının üzerindedir. Ne var ki Elazığlı, valilik bunu az görmekte, çıtayı yükseltmekte. Esasında bu proje, bir anlamda daha büyük bir projenin parçası. Bir ay evvel İstanbul'da yine valilik, üniversite, sanayi ve ticaret odası gibi kuruluşların iştirakiyle "Elazığ buluşuyor yarınları konuşuyor" ismiyle bir toplantı daha yapılmıştı Elazığ'da 120 Bin öğrenci mevcut, "Elazığ okuyor" hamlesiyle hedef bu 120 Bin çocuk ve gencin her birine bir kitap vermek, onlarda okumayı bir hayat şekline dönüştürerek yarınlar konuşulurken, yarınların hakkıyla donanımlı, dünyayla yarışan nesillerini yetiştirmek. Fikrin ortakları, valilik, belediye, özel idare, emniyet müdürlüğü, müftülük, kaymakamlıklar, kültür turizm müdürlüğü, ilçe milli eğitim müdürlükleri, mahalli basın, dershaneler. Meş'alenin tutuşturulması, seferberlik beyannamesinin okunması 15 Mart 2007 Günü FAKM'de oldu. İş günü olmasına rağmen salon lebaleb doluydu, hayli dinleyici ayakta kalmıştı. İstanbul medyasından isimler düşüncelerini dile getirdiler. Heyecan zirvedeydi. Açıkoturumda bizim teklifimizle Belediye başkanı Süleyman Selmanoğlu, şehrin en görkemli yerine bir Kitap Anıtı dikilmesini kabul etti. Böylece Elazığ, bir ilki gerçekleştirecek. "Elazığ Okuyor" aslında şunu demekte, "Elazığ yine okuyor". Zira Elazığ, Harput'tur. Harput, bir eyalet merkeziydi, bugünkü birkaç il ona bağlıydı. 2-3 Asır evvel orta doğunun her bakımdan en büyük ve gelişmiş merkeziydi. Harput o dönem bir küçük İstanbul'du, divan şiirinin yazılabildiği, yüksek miktarda ilim adamlarının yetiştiği nadir beldelerden biriydi. Bugün yapılmak istenen kayıp yılları telafi çalışması, torunu dedeye layık kılma arayışıdır. Niyet halis, gaye mübarek, heyecan yüksek, hedef yüce. Dileriz, temenni ederiz ve rica ederiz ki proje türlü sebeplerle sakatlanmasın. Çünkü her deste kâğıt eser değil. Çocuğun gencin eline onu şaşırtacak hurdalık kâğıt demeti değil, ona kalite kazandıracak eser vermeliyiz. Meş'aleden, bu şerefli çalışmadan kıvılcımların diğer vilayetlerimize, ilçelerimize de sıçramasını, Nuri Okutanların, Muammer Muşmalların çoğalmasını öbür valilerimizin, belediye reislerimizin, kaymakamlarımızın, şirketlerimizin de aynı maksatla harekete geçmelerini, karanlığı, cehaleti kovmakta geç kalınmamasını umarız. Elazığ valiliği şehri afiş ve pankartlarla donatmıştı, onlardan biri, denilmek istenen her şeyi içine almaktaydı: "Okumak hayat tarzınız olsun!" Bu söz 75 Milyonadır, okumak hayat tarzınız olsun, üslubunuz olsun, okumadan durmayın demek. Okumak, bilmek, yaşamak, üretmek bize çağ atlatacak formül budur.
O ruh
20 Mart 2007 01:00
Eğer Çanakkale düşseydi, düşman, Çanakkale'yi aşsaydı İstanbul, işgal edilecek, kuvvetle muhtemeldir ki bugün Türkiye Cumhuriyeti olmayacaktı. Veya Orta Anadolu'da bir küçük devletçik kurulmuş olabilecekti. Böyle bir düşüş, bizi sıradan bir Afrika devleti durumuna sürükleyecekti. Çanakkale Zaferi bu kadar büyük. Eşsiz bir müdafaa ve muhteşem bir netice. Dünya, emperyalist devletler tayyaresi, kruvazörü, topu, tankı ve çekirge misali sürüler halindeki ordularıyla üstümüze saldırırken askerimiz nasıl oldu da galip gelebildi? Hatırlarsınız, belki de en yakınınızda bir yerlerdedir. Çanakkale'de çarpışmış iki asker yan yana durmuş iki Mehmetçik. Biri zayıf uzun boylu, diğeri zayıf orta boylu. Üstleri, kıyafetleri lime lime ama kendileri, başları dimdik. Düşman, Çanakkale'ye kaputları, konserveleriyle gelmişlerdi. Askerimizse peksimetle idare ediyordu. 93 Harbi gibi, Balkan harbi gibi, Sarıkamış gibi bu defa da yarı çıplak, yarı aç savaşıyordu. Üstlerindeki işte ortada. Buna rağmen kıyas kabul etmez teknik üstünlük ve ordu farkına rağmen Çanakkale nasıl kazanıldı? Bu harikaya nasıl imza kondu? Sorulması gereken soru, tahlil edilmesi gereken hikmet budur. Harbin hikâyesi elbette bilinecek, fakat bir de onun sırrı var. Bu sır, Türk'ün îmânından beslenen ruhudur. O ruh, Malazgirt'te vardı. İstanbul'un Fethinde vardı. Sarıkamış'ta vardı. Çanakkale'de vardı. Kurtuluş savaşında vardı. Kore'de Kıbrıs'ta vardı. Vatan ve Allah düşmanı teröristle çarpışırken var. Bütün zaferlerimizde, harplerimizde, müdafaalarımızda ve taarruzlarımızda bizi besleyen, üşütmeyen, acıktırmayan, yıldırmayan, çaresizliklerden çekip alan o ruhtur, bu ruhtur. Dün bu ruhla var olduk, bu ruhla mevcudiyetimizi koruduk. Yarınlara bakabilmemiz. Devlet-i ebed müddet olarak kıyamete kadar devam edebilmemiz ruhumuza sahip çıkmamızla mümkün. Düşman Türkiye'yi bölmeden evvel ruhumuzu tahrip etme dâvâsında. Asıl tehlike budur, bu tehlikeyi görmeyenin konuşmaya hakkı olamaz. İki bayrağımız var, ay-yıldızlı al bayrağımız ve Ezan-ı Muhammedi adlı ses bayrağımız. Şehidlik mefhumunu da iki bayrağımızı da besleyen o ruhtur. Ruhsuz ceset ölüdür. Yüce Allah, bu milleti ruhundan mahrum etmesin.
.
'Yeni gün' kara gün olmasın
21 Mart 2007 01:00
Nevrûz, Hind-Avrupaî dil grubuna mensup olan Farsça'da "yeni gün" demek, nev yeni, rûz gün karşılığı. Nev, daha bir çok Farisî kelime gibi Osmanlı Türkçe'sinde de vardır. "Esti nesimi nevbahar/Açtı güller subhdem". Osmanlı, Bursa'nın kazasına Yenişehir, onun hemen altındaki vilayete de Nevşehir demiş. Eş anlamlı iki isim. "Nev" İngilizce'deki "new"in ikizi. Belki Rûz'un aslı rose/roz, gül. O zaman nevruz, yeni gün değil de yeni gül olur. Tutmuş, kabul görmüş mânâsı yeni gün karşılığıdır. Nevrûz, tarihçe itibariyle İslam öncesi ateşperest İran'dan intikal eden bir eğlence, şenlik vaktidir. Bahara kavuşmaya sevinmedir. Anadolu Türklerinde böyle bir adet mevcut değilken Azerbaycan ve Orta Asya Türkleri arasında yaygındır. Türkiye'nin nevruzla tanışması kavgalı dövüşlü, coplu, yasaklı oldu. Bölücü örgüt bu günü kendisi adına kullanmaya kalkkıştı. Öyle olunca zaten yabancı bir kültürden gelen tanımadığımız bu nevrûza karşı cephe alındı. Sonra bunun yalnızca bir kısım Kürtler değil, bir kısım Kürtler ve Farslar arsında da yaşadığı görülünce önce müsamaha edildi, sonra "ben daha çok nevrûzcuyum, nevrûz bambaşka bir gündür" havaları eser oldu. Bugün tabiatın kış çetinliğinden kurtularak yumuşadığı, kurdun-kuşun uyandığı bahar eyyamıdır. Baharın başlangıcı herkese göre farklı. Bazıları için 1 Mayıs, bazıları için Hıdırellez. Ne hikmetse bunların her biri farklı gruplar tarafından farklı şekillerde yorumlandı. 1 Mayıs, üstelik de resmen İşçi ve Bahar Bayramı iken yıllar boyu komünistlerin dehşet saldıkları, çoğu kanlı biten berbat günler oldu. Hıdırellez, ismini Hızır ve İlyas'tan aldığı halde bu da başka taraflara çekildi ama dar bir çevrede kaldı. En sonunda nevrûzla tanıştık. Fakat onunla tanışmamız da tıpkı 1 Mayısta olduğu gibi tüyler ürpertici olmuştu. Kabul etmeli ki bu konuda devlet taviz vermiştir. Bazı vatandaşlarının nevrûzu mesele yapması üzerine diğer Türk ülkelerinde de yaşandığını hesaba katarak onlara karşı durmak yerine neş'elerine ortak olmuştur. Böylece bölücü örgütün elinden bir silah alınmak istendi. Nitekim bu sene genelkurmay da nevruz şenliklerini kutlamakta. Her ne ise neticede bugün Türkiye'de nevruz var. Her aklı başında insan, yurdumuzu seven herkes, bir fitne çıkmaması, kan akmaması için üzerine düşen sorumluluğu asla unutmamalıdır. 70'li yıllarda 1 Mayıslar'dan, '80'lerde nevrûzdan çok çektik. Bu günlerde kepenkler kapanır, sokaklar tenhalaşır, mektepler kapanır, sokaklar gösteriler, sloganlar, kurşun sesleri, kaçmaca kovalamacalarla kirlenirdi. O günler korku günleriydi. Terör ideolojiden besleniyordu. Yaşananlardan ders alınmış olmasını temenni ederiz. Hareketler niyetleri ortaya koyacaktır. Yeni gün, kara gün olmasın. Bir damla bile kan akmasın. Bir damla kan, bin damla göz yaşının sebebidir.
.
İşgal altında dört yıl
22 Mart 2007 01:00
| | |