 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
Kan ve şarap
1 Ocak 2009 01:00
Hani nerede o uluslararası camia? Irak işgalinde "uluslararası camia" diye bir söz uydurulmuştu. "Uluslararası toplum" da dendi. Güya bu camia ortak bir akılla hareket ederek Irak'a demokrasi götürüyor, diktadan kurtarıyordu. Sanki onu teşkil eden devletler, eşit oya sahiplermiş, biri hayır olmaz deyince her şey duracakmış gibi bir hava veriliyordu. Halbuki fareli köyde kavalcı ve diğerleri vardı. Saddam Hüseyin'i devirme sebeplerinden biri nükleer silah evhamı idiyse diğeri Halepçe realitesiydi. Fikir namusuna sahip tarihçi, yarın "Olmert'in Gazze katliamı en az Saddam'ın Halepçe katliamı kadar hunharcaydı" diye yazacaktır. Amerika Kızılderililere, Lenin Ahıska Türklerine, Stalin Tatar Türklerine, Mao Uygur Türklerine, Hitler Yahudilere, Irak Türkmenlere, Makarios Kıbrıs Türklerine, Fransa Cezayir Araplarına, Miloseviç Boşnaklara, Saddam Kürtlere, Ermenistan Azeri Türklerine, İsrail Filistinlilere aynı kötülükleri yaptı. Bir kısmı soykırım, bir kısmı katliam. Onlar, tarihin birer koyu kara levhası. Utanç vesikası. Faillerin bazısı faşist, bazısı emperyalist, bazısı komünist, bazısı Nazist, bazısı siyonist. Olmert'in işlediği bu seri cinayetler, adına uluslararası camia denen fareli köyde cereyan ettiği halde kimsede çıt yok. Bu mezalim bir vahşet hortlaması, kanlı sahneler ekranlardan fırlayıp fırlayıp odalara, salonlara, masalara düşmekte. Dünyanın karar patronları suskun. Belki yarın kara patronları da suskun olacak. Zulüm ise azgın. Bebekler, çocuklar, kadınlar füzelerle katlediliyor. Gazze'de katliam var. Gazze tarlaya dönüyor. Fakat uluslararası camia kör. İnsanlık umursamaz. Rumlar, Kıbrıs'ta kanlı Noel yapmışlardı. Bir subay ailemizi küvette katlettiler. Şimdi Gazze'de bir başka kanlı Noel suçu ika edilmekte. Yüzlerce masum yavru vahşice öldürülüyor. Teknolojik silahlar, vicdansızlığın sembolü olmuş. Bu vahşet sahneleri tv ekranlarından odalara, salonlara, masalara fırlayıp fırlayıp düşerken yılbaşı gecesi milyonlarca dünyalı, bunlara bir maç gibi, pembe dizi gibi baktı. Şarap dolu kadehlerin birbirine tokuşturulmasıyla katliam sahneleri çakıştı. Bir yanda kan akıyordu. Bir yanda kan renkli şarap. Ey insanlık, yeni seneye girdin diye huzur bekleme. Sen huzuru hak etmiyorsun. Zulmü seyreden ona ortak olur.
.
İmparatorluk ufkundan bakmak
2 Ocak 2009 01:00
Osmanlı imparatorluğunun tarih sahnesinden çekilmesinden sonra Türkiye Cumhuriyeti, ilk ândan itibaren o boşluğu kapatamadı. Boşluk, hem Balkanlarda, hem Kafkaslarda ve hem de Orta Doğu'da oldu. Balkanları, Yugoslavya, Yunanistan ve Sovyetler, Kafkasları Sovyetler ve belki bir miktar da İran, Orta Doğu'yu ise bazı Arap devletleri doldurmaya kalkıştı. Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu'da boşluğu dolduracak, dengeyi kurup adaleti tesis edecek Türkiye'dir. Çünkü bu vazife 1071'den beri bu devletin omuzlarındadır. Vazifesi bir süre gasbedilmiştir. Türkiye, tam 50 yıl dünya politikasının dışında kaldı. 50 yıl kendi bölgesini sadece seyredebildi. 50 yıl imparatorluğun vârisi olarak bölgede birinci derecede söz, yetki ve hak sahibi olduğunu hatırlayamadı. Üst üste çok büyük şoklar yaşamıştı. Öyle bir değil, onlarca şok. Derin narkoz halindeydi. Etraf, herkes düşman gösterilerek uyutulmuştu. Bu şoklardan ayıkması en az 50 yıl aldı. Su, yatağını unutmaz. Nehir devlet Türkiye de yatağını unutmadı. 1980 başlarında başlayan sahne alma rolü giderek hızlandı. Bugün bölgede en fazla söz sahibi aktördür. Her anlamada İsrail'in tek çekindiği Türkiye'dir. ABD, İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya'nın en fazla dikkate aldığı Türkiye'dir. Filistin Olmert'in gaz odasında. Filistinli bebek, çocuk, kadın, işindeki esnaf katlediliyor. Bunu önleyecek, barışı getirecek kuvvet Türkiye'dir. Arap devletleri kotaramaz. İlk cihan harbinden sonra bugün Irak'ta yaptıkları gibi emperyalizm, Orta Doğu'da şeklen devletler kurdu. Bunlardan bazılarının başına da efsunlu liderler getirdi. Şimdi birbirleriye altın klozet yarışındalar. Birbirleriyle konuşmuyorlar. O efsunlu liderler kendi halklarını Türkiye liderleri kadar düşünemezler, hatta tanıyamazlar. Ankara'da oturan liderin omuzlarında 1.5 milyar insanın ağırlığı var. Bizim, imparatorluk kültürüyle, ufkuyla, hoşgörüsüyle, adaletiyle bakmak ve düşünmekten başka çaremiz yok. İmparatorluğumuzu doğuran, yoğuran, besleyen kaynakları yeniden keşfetmemiz lazım. Bölgeye huzur bölgenin sahibiyle mümkün. Ne okyanus ötesi ne okyanus berisi çaredir.. Biz, Ermeni'yle Azeri'yi, Arap'la Yahudi'yi, Türk'le Kürt'ü, Arnavut'la Yunanlıyı, Boşnak'la Sırp'ı bir arada, sulh içinde yan yana dostça yaşatabiliriz. Tarih şahidimizdir. Toprak şahidimizdir. Kavimler şahidimizdir. Onun için başbakanın Şam, Ürdün, Filistin'e gittikten sonra gelip Ankara'da mahalli idarecileri açıklayıp Kahire ve Cidde'yle misyonuna devam etmesi az şey değildir. TRT'nin kendi alt kültürlerimiz Kürtçe, Ermenice vs. ile yayın yapması az şey değildir. Hele hele TRT İNT'in dünya tv'si olması büyük olaydır. Çocuklarımıza imparatorluk ufkundan bakma alışkanlığı kazandırdığımızda her şey biter. Filistinlinin de Boşnak'ın da Uygur Türkü'nün de gözyaşı diner. Denecek olan şudur: Deden yaptı sen de yapabilirsin.
..
Resmî ideolojinin özle barışması
3 Ocak 2009 01:00
Eski topraklarımıza barış götürmemiz, birçok götürmemiz gereken ihtiyaç gibi vazgeçilmez bir mükellefiyetimiz. Tabiatta boşluğa yer yok. Siz, Osmanlı ve Avrasya coğrafyasına barış götürmezseniz, siz, kendi rolünüzü oynamazsanız iyi saatte olsunlar yandan yöreden gelip rol çalarlar. Oyun kurmamız, yazılmış senaryonun figüranı değil de kendi yazdığımız senaryonun rejisörü olmamız, en azından bu cesaretin artık var olması, bu yönde fikirler üretilmesi, çabalar sarf edilmesi güzel, çok güzel. Ama kargaşa sadece hudutlarımız dışında, dünkü kocaman konakta değil, bugünkü çekirdek ailede de devam ediyor. Ne diyoruz? Çok kimlikliyiz. Belki de çok mürai. Birçok değeri yerli yerine oturtamamışız. Çok kere kandırmacalar oynanıyor. Tecahülü ârifin hiç telaffuz edilmeden, bu denli yaşandığı başka bir devir olmamıştır. Bu millet arka arkaya iki yılbaşı birden kutladı Hicri yılbaşı ve Miladi yılbaşı. En resmi, en ideolojik olan bile annesiyle, anneannesiyle Hicri yılbaşını kutladı. Sessiz, şamatasız, cinayetsiz, tacizsiz, nutuksuz bir yılbaşı idrak edildi. Alkol yerlere akmadı, dua göklere ağdı. Bayramlar gibi, kandiller gibi. Çünkü bu millet, daha doğrusu bu milletin de içinde yer aldığı bu ümmet, Peygamberinin baskılar yüzünden doğduğu topraklardan kopmasına bir mim koymuş. Hicri yılbaşının ne denli sıcak kutlandığını GSM operatörleri ânında çıkartabilirler. Hakikaten biri bunu araştırsa. Hicri Yılbaşında kaç tane on milyon mesaj, kaç tane on milyon e-mail teati edilmiş? Bu şu da demek aynı zamanda. Bir terapi, bir ekonomik dinamizm. Sosyal rahatlama. Sevenler, aileler, birbirini aramakta, büyüklerin hatırları sorulmakta. Kim bu topraklarda Hicri Yılbaşı yok diyebilir? Kimse... 1430 yıllık bir hakikat. Cakarta'dan Endülüs'e kadar yaşanıyor. Ama Türkiye'de mümkün mü ailesi içinde Hicri yeni yılı kutlayan bir resmî şahıs aynı şeyi milletiyle de paylaşsın? Bırakın devlet adamını, akşam annesiyle tebrikleşmiş öğretmen sınıfta da çocuklarıyla bu duyguyu paylaşsa. Rihter ölçeğine göre kim bilir kaç şiddette yobaz saldırısı olur. Oysa miladi yılbaşı dünyayla birlikte uyguladığımız bir takvimdir. O bir gerçek. Hicri yılbaşı ise İslam dünyasıyla, inancımızla paylaştığımız gayrı resmî gerçek. Mesele gerçeklerimizin yüzleşmesi. Gerçeklerimizle yüzleşip barışmak durumundayız. Takvimimizle takvimimizi, resmî kayıtla dinî nikâhı, öğretmenle imamı, mesaiyle cuma namazını barıştırmak, buluşturmak gibi onlarca problemimiz var. Resmî ideoloji mi dedik? Hayır bu iki kelime artık yan yana gelmemeli. İdeolojiler uygulamada öldü. Onlar soğuk savaş dönemlerinindi. Meraklıları için ansiklopedilerde yazılı. Devletse vardır. Devlet, gerçekleri görmezden gelemez. Bir devletin reytingi halkını mutlu ettiği kadar artar. Her doğan çocuğun döviz üzerinden borçlandığı bir ülkede istediğiniz kadar kendinizden kaçın.
.
Türkiye'deki her ev bir cenaze evi
6 Ocak 2009 01:00
İsrail sözcüleri hiç sıkılmadan sadece askerî hedefleri vurduklarını söylüyorlar. Halbuki İsrail, camileri vuruyor. Hayır, boş camileri değil, cemaat, namazdayken vuruyor. Bombalarla tahrip edilen, füzelerle yakılan cami sayısı 10'u çok geçti. O camilerde şehit olan, ağır yara alan fakat bu halde bile Allah'ın birliğini haykıran kanlar içindeki mü'minlere bakmak imkânsız. Yürekler dağlanıyor. Camiler askerî hedef midir? Mâbedinde ibadetini yapan sivil, militan mıdır? İsrail, yaralılara koşturan ambulansları vuruyor. Ambulanslar askerî hedef midir? İsrail, tedavi için çırpınan doktorları vuruyor. Doktorlar militan mıdır? İsrail okulları, evleri, mahalleleri, işinde gücünde kadınları, küçücük çocukları, hatta bebekleri vuruyor. Evler, okullar askerî hedef midir? Kadınlar, çocuklar, bebekler militan mıdır? Gazze yanıyor. Gazze aç. Gazze yoksul. Gazze'de ilaç yok, ameliyat malzemesi yok, ekmek yok, su yok, elektrik yok, benzin yok. Çünkü utanmaz dünyada insanlık yok. Bir kimse Hıristiyan veya Yahudi ise insan. Müslüman'sa insan değil. Onun için üstelik de barış ödülü sahibi Şimon Perez, yüzü hiç kızarmadan ateşkesi reddediyor. Eğer Nobel Akademisinde zerrece sorumluluk hissi varsa o ödülü geri alır. Onun için Çek Cumhuriyeti adlı küçük devletin AB dönem başkanı olması hasebiyle dışişleri bakanı, AB adına boyundan büyük laflar ederek "İsrail haklı" diyor. Onun için papucu kafasına yemiş olarak çekip gidecek Bush, İsrail'i asla kınamıyor. Onun için Obama kötü işaretler veriyor. Gazze bir nâmertle bir nâmubarek arasına sıkışmış kalmış vaziyette. Biri vicdansızca, insafsızca, gaddarca vuruyor, diğeri kapıyı açmıyor. Bir de Mahmut Abbas isminde bir zavallı var. O da hayrettir ki aman kapıyı açma diye destek veriyor. Dünya kendi halkına merhametsiz devlet başkanı da görmüş olsun. İş Türkiye'ye düşüyor. Bu toprakların evlatları İstanbul'da Diyarbakır'da Rize'de Adana'da ve yurdun hemen her yerinde haksızlığa, zulme, vahşete, katliama kimsesizliğe, çifte standarda şiddetli bir infial içinde. Çünkü ölen her Filistinli bizim evladımız, bizim kardeşimiz, bizim, anamız, babamız. Bizim her evimiz. 75 milyonun her evi. Bir cenaze evi. Gazze İstanbul'dur, Van'dır, Diyarbakır'dır, Edirne'dir... Filistin Türkiye'dir. Filistin Abdülhamid Han'ın hatırasıdır
.
Türkiye tarihî rolünde
7 Ocak 2009 01:00
İsrail, Hamas'ı Filistin topraklarından kazıyıp atacağım diyor. Peki nerede kaldı demokrasi? Hamas, serbest, demokratik, adil bir seçimle oyların kahir ekseriyetini alarak iş başına gelmiş bir parti. Bunu ne İsrail'in ne de bir başka gücün yok sayması mümkün. Yok sayınca işte sonuç bu oluyor. Kaygı şu. Bu zulüm devam ederse Hizbullah, Lübnan tarafından İsrail'i vurur. İsrail Hizbullah'a saldırır. O saldırınca İran müdahil olur. İran müdahil olunca ABD İran'ı vurur. İran, iş başına geldiğinden beri dünyaya sadece musibet sebebi olan G.W. Bush için bir ukdedir. Irak'ı işgal etti. Ağzına yüzüne bulaştırdı. Bölgeyi karıştırdı. Irak'ı mahvetti. Amerika'nın başına 11 Eylül'ü getirdi, 5 bine yakın Amerikalı genci Irak'ta öldürttü. Bunlardan dolayı başta kendi ülkesi olmak üzere sadece nefret kazandı. Buna rağmen tatmin olmadı. İran'ı vuramazsa bunu bir eziklik sebebi sayacak. O yüzden bazı İsrailli siyaset sadistlerinin kendi ikballeri için vahşeti meşru görmeleri bile haddi zatında Bush'un nihai planının bir basamağıdır. Bu Hitler çılgınlığının önlenmesi lazım. İsrail, zulme devam ederse Hizbullah, er-geç devreye girecektir. Hizbullah, devreye girince yukarıdaki tahminler hakikat olur. O zaman Suriye de bu kargaşanın dışında kalamaz. Bölge tutuşur. Türkiye, savaşan taraf olmasa bile ateşin tâ içinde yer alır. Buna iki bakımdan mecbur. Birincisi, dinî, tarihî, kültürel ve insani sebeplerle. Diğeri coğrafî ve stratejik sebeplerle. Türkiye, şu ân bölgenin konuya dair tek aktörüdür. Bu vahim meseleyi BM Güvenlik Konseyine, AB'ye, ABD'ye, dünyaya, hatta İKT'ye hatta hatta Arap Birliği'ne izah ederek, bunları ikna edip barışı çabuklaştıracak, böylece katliamı durduracak tek devlet. Gerekirse TSK sözcülerimiz de kimse mahallenin kabadayısı havalarına girmesin diye İsrail'i işaret eden açıklamalar yapmalıdır. STK'lar organize olmaktalar. Mitingler onların eseri. Türkiye etkin güçleri, bunu yapmadığı takdirde bölgedeki üstünlüğü İran'a kaptırır... Zira sözde Arap hükümdar, şeyh, reis vs. vs.'si batıdan izin almadan öksüremezler bile. Bundan dolayı TBMM toplantıya çağrılmalı. Ortak kararla bölgede bayrak dalgalandırılmalıdır Ucu görünmeyen günlerdeyiz...
.
İki ideoloji kıskacındaki Türkiye
8 Ocak 2009 01:00
Her haber bir bomba gibi evlerimize düşüyor. Evlerimiz, yüreklerimiz, hayallerimiz yangın yeri. İsrail katliam yapıyor. Bu İsrail değil mi Hitler'i soy kırımla suçlayan? Bundan böyle sivillere karşı terör uygulayan İsrail'in Nazileri, Hitler'i onların zulmünü ağzına almaya, ırkının soykırım yaşadığını hatırlatmaya hakkı olamaz. Yahudi insan da Filistinli insan değil mi? 3 bin civarında yaralı, 500'den fazla şehit var.. İsrailli muhteris politikacılar seçilsin diye. Bölge karışsın diye. Ama zalimin zulmü varsa mazlumun Allah'ı var. Zalim, mazlumun gözyaşında elbette boğulacak. Aynı zulmü Babrak Karmal Afganistan'da yapmıştı. Slobodan Miloseviç Bosna Hersek'te yapmıştı. Hepsi rezil oldu. Hepsi dağıldı. Sovyetler bitti. Kimsenin şüphesi olmasın. Dua bu defa da galip gelecek. Zalimler, destekçileriyle birlikte yer ile yeksan olacaklar. Bu karanlığın bir aydınlık şafağı sökecektir. Bu kanlar, alevler, gözyaşları, bir milleti, bir ümmeti kendine getiriyor. Türk milleti bin saat ders görseydi bu denli tarih şuuru, din idraki, coğrafya muhasebesi yapamazdı. Bomba atan askerin yanında durmuş dua eden haham, herhalde bizimkilere çok şey öğretmiştir. Spor takımı taraftarları bile İsrail'i lanetleme mitinglerine renkleriyle geliyor. Kadın sanatçılar, programlarında şimşekten öfkeler çakıyorlar. Yahudi asıllı iş adamlarımızdan da kınama gelmelidir. İsrail'i Abdülhamid Han'ı devirerek İngilizler getirdi. Amerikalılar devletleştirdi. 1948'den bu yana işgallerle onlarca defa büyüdü. Bölgemizde kurulduktan sonra en az 10 kere genişleyen iki devlet vardır Yunanistan ve İsrail. Megalo idea. Ve.. Arz-ı mev'ud. Bu iki ideolojinin kıskacındaki Türkiye'nin dudağındaki cümle ne olmalı? Osmanlı Milletler Topluluğu, Devlet-i Ebed Müddet, Büyük Türkiye. Bölgeye huzur, Yahudi'nin, Arab'ın, Rum'un, Kürt'ün tekrar bu çatı altına girmesiyle gelir. Başka yol, çare ve imkân yoktur. Bu tek bayrak demek değil. Osmanlı Milletler Topluluğu Devletleri demek. Emperyalizm, sömürür, vurur, yakar, yıkar, talan eder. İslam pınarından emmiş Türk milleti adaletle muamele eder.. * NOT: Lütfen TÜRK KIZILAYI veya diğer yardım kuruluşlarıyla Filistin'e yardım ediniz. Türk Kızılayı'nın hesap no'su bütün bankalarda aynı 28 68. Bu numaraya boş bir SMS gönderdiğinizde 5 TL yardım yapmış olacaksınız.
.
Asker kışkırtmalara dikkatli olmalı
9 Ocak 2009 01:00
Ankara, tarihinin en hareketli günlerini yaşıyor. Ortak görüş şu: Bu bir sıradan dalga değil, bu bir dev dalga. Dün çıkan gazeteler iki hususa vurgu yaptılar. Biri bunun bir dev dalga olduğu gerçeği. Diğeri de bir numaraya çok yaklaşıldığı tahmini. Genelkurmay başkanı riyasetinde yapılan toplantıdan sonra bir açıklama olmadı. Bunun yerine genelkurmay başkanı, başbakan Tayyip Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'le görüştü. Aynı saatlerde bir general de İstanbul'da Emniyet müdürü Celalettin Cerrah'ın makamına gitti. Asker değil de bir holdingten eski-yeni çok önemli isimleri içeri alınsaydı o holdingin işbaşındaki CEO'ları seyirci kalmazdı. Genelkurmay, TSK'nın CEO makamıdır. Yakınları içeri alınmış olanların hassasiyet ve üzüntüsünde olmamaları mümkün değil. İşin bu tarafı insanidir. Hükümet ve Çankaya ile görüşmeleri de problemin karanlık taraflarına nüfuz için olmalıdır. Yoksa suç varsa, suçlu varsa asker buna sahip çıkmaz, çıkamaz. Zaten askerî kişiler askerî makamların bilgisi dahilinde adliyeye sevk edilmektedir. Asker de her aklı başında insan da konuyla alakalı yargı mensuplarının vicdani, insani, hukuki sorumlulukla hareket ettiklerini prensip olarak kabul etme durumundalar. Sıradan bir dava değil. Bir terör davası. En iyi yetişmiş savcılar, hakimler vazife yapmaktalar. Hal böyle iken bu üsluptaki tenkitler son derecede yanlıştır. Aynen o askerî tabirdeki gibi orantısız güç kullanımıdır. Deniz Baykal, çok yanlış yapmıştır. Nitekim vadide bağıran adam gibi öfkesine AK Parti'den sert karşılık almıştır. Çünkü çizilen tablo yanlıştır. Bağımsız mahkeme iktidarın emrinde değil. Mahkeme, iktidardan talimat alarak karar vermiyor. İşimize yarıyorsa mahkeme bağımsız, devam eden davaya müdahale olmaz, değilse veryansın. Bu olmaz. Buna hukuk devleti denmez. Buna güçlünün haklı olduğu diyar denir. Buna rağmen İstanbul baro başkanı hedef ordu gibi inanılmaz bir laf edebiliyor. Onun için TSK kışkırtmalara karşı son derecede uyanık olmalı. Şu âna kadar soğukkanlı gitti. Temasları, meseleyi, anlamaya çalışmaları normaldir. Ama daha ileri gidilmemeli. Aksi halde Türk adliyesinin arkası olanlara gücü yetmediği gibi tehlikeli bir imaj doğacaktır. Son söz... Zamanlama garip olmuştur. Başbakan, İsrail'i Filistin'de yaptığı zulmünden dolayı dünyaya teşhir ederken Filistin orada yalnız kaldı
.
Rol kayması
10 Ocak 2009 01:00
Türkiye, rolünü unutmamalı, dikkati dağılmamalı. Ergenekon olayları, tahmin edilmeyecek çapta büyük dalgalar halinde devam ediyor. Fakat hadise yargıdadır. Kimse peşinen mahkum değil. Suçlu-suçsuz hükmünü mahkemeler verecektir. Ama hukuk herkes için bağlayıcı.. Hiçbir vatandaş sorumsuz, lâyüsel değil. Şeriat gerekirse parmak keser. Onun için hükümetin, dikkatini kaybetmemesi gerekir. Bir tarafta, ekonomik sıkıntılar. Bir tarafta Ergenekon dalgaları. Bir tarafta yaklaşan mahalli seçimler. Bunlar iç olaylar. Bölgesel olansa İsrail-Filistin savaşıdır. Ne gün ve nerede duracağı henüz meçhul. Birleşmiş Milletler çok geç kaldı. Vazifesini vaktinde yapamadı. İki hafta geçtikten, bine yakın Filistinli katledildikten sonra ateşkes tavsiyesinde bulunuyor. İlk ateşkes çağrısı her iki cepheden de reddedildi. Ateşkesin adil olması gerekir. Bir de yapılan çağrı ne kadar samimi? İsrail, bütün canavar aletlerine, bütün gaddar askerlerine rağmen Gazze'yi alamıyor. Acaba bundan dolayı mı bu çağrı bugün yapılmakta? Böyle bir şüphe bile akla geliyor. İsrail'e prestij mi kazandırılmakta? Araplar oralı değil. Büyük devletler umursamaz. Filistin yalnız. Füzeler ateş kusuyor. Kimyasal silah bile kullanıldığı söylenmekte. İş Türkiye'ye emanet. Bu bir Arap meselesidir demek yanlıştır. Bu bizim meselemizdir. Onun için ilk günden yönlendirici rol almamız doğru bir davranıştı. İçerideki birtakım gelişmeler yüzünden bölgeden kopmamalıyız. Üstelik düne göre daha da avantajlıyız. 48 yıl sonra tekrar BM Güvenlik Konseyi üyesi olduk. Dışişleri bakanımız Ali Babacan, burada konuşma yaptı. Filistin halkının ızdırabını anlatmaya çalıştı. Mümkündür ki ateşkes çağrısı da orada bizim bu ikna gayretlerimizin neticesidir. Belki kerhen bu kararı verdiler. Netice itibariyle. İçeride her şey olabilir. Ama bunlar içeridedir. Bir şekilde halli mümkün. Ekonomiye çareler üretilir. Ergenekonu yargı halleder. Dış olaylar farklı. Karışan çoktur. İrade sizde değildir. Şayet hak ettiği şekilde ağırlık koymazsanız yarın sadece seyredersiniz. Fransa mı bölgeyle alakalı Türkiye mi? Elbette Türkiye. Buna rağmen hiçbir müştereği olmayan Fransa Türkiye'den rol çalıyor. Çaldırmayalım.
.
Olmert yargılanmalı
15 Ocak 2009 01:00
Dünyada hukuk varsa, adalet varsa, Ehut Olmert, işlediği insanlık dışı suçlardan dolayı mahkemeye çıkartılmalıdır. Yapanın yaptığı yanına kâr kalmayacaksa her suçlu gibi bu suçlu da cezalandırılmalıdır. Adolf Hitler, intihar etti. Saddam Hüseyin, işgal mahkemesi tarafından idam edildi. Slobodan Miloseviç Adalet Divanı'nda yargılanırken hücresinde ölü bulundu. Olmert, imtiyazlı değil. Hamas masallarıyla kimseyi kandıramaz. Şu barbarlıktan sonra mutlaka adalet önüne çıkartılmalıdır. Bu işte o uluslararası camia denen riyakâr dünyanın borcudur. Onlarınki insanlık suçuysa bununki bin kere insanlık suçu. Naziler, komünistler, sosyalistler, faşistler hesaba çekilirken siyonistler layüsel mi?.. İsrail başbakanı, hukuk bir tarafa savaş hukukunu bile çiğniyor. Bebekler öldürülmekte. Çocuklar öldürülmekte. Kadınlar öldürülmekte. Anne veya baba çocuklarının gözü önünde öldürülmekte. Aileler topyekun yok edilmekte. Evler yıkılmakta. Ambulanslar, okullar bombalanmakta. Çocuklar kansın diye oyuncak şeklinde bombalar atılmakta. Orantısız güç uygulanmakta. Hep ölenler sayılıyor. Yaralı ve sakatın haddi hesabı yok. Bunlar ve daha binlerce zulüm örneği dünyanın gözü önünde cereyan ediyor. Hadi şu sözde hukukun, şu güya adaletin G.W. Bush'a gücü yetmiyor. Peki Olmert'e de mi gücü yetmiyor. Gücü yettiğine hesap sorabilen kuvvete hukuk denebilir mi? Buna dayanarak verilen hüküm adalet olur mu? Yoksa bu çağdaş hukukun gücü asıl Olmert'e mi yetmiyor? Onun için mi pervasız, merhametsiz, vicdansız ve ahlaksız. İnsan hakları mahkemeleri, Lahey Adalet Divanları bugün çalışmayacaksa hiçbir zaman çalışmasın. Bu divanlar, o süslü püslü yargıçlar, işlenen insanlık suçunu görüp de harekete geçmiyorsa yazıklar olsun. Aczi ile, pasifliği ile, hissizliği ile, zavallılığı ile zalimlere cesaret verenlere yazıklar olsun. ABD'ye. AB'ye. AİHM'ye. Lahey Adalet Divanı'na. BM'ye. Güvenlik Konseyi'ne. İslam Konferansı Teşkilatına, Arap Birliği'ne. Onlarca gecekondu Arap devletine. NATO'ya. Kadın hakları derneklerine, çevrecilere, insanım diyen herkese, yerine oturmadan ümitleri kül eden Barack Obama'ya yazıklar olsun. Bir hayat hiç ucuz değilken. Binlerce hayat bitiyor. Nerdesin ey adalet? Hangi çukura düştün?..
.
Türkiye'nin zaferi
20 Ocak 2009 01:00
Netice, Türkiye'nin zaferidir. İsrail'i ateşkese mecbur bırakan, Filistin'i ikna eden Türkiye'dir Ahmet Davutoğlu, bu mealde konuşuyor. Elbette böyle. Türkiye halkı, hükümeti ve devletiyle tarihî misyonuna uygun fevkalade bir mücadele vermiştir. Başbakan Erdoğan, dünya kamuoyu önünde fiilen Filistin'in sözcülüğünü yaptı. Ona sahip çıktı, mevzua dair hep dik durdu. Bazı monşer tipler Başbakanın taraf gibi davrandığını, halbuki Mısır'ın tarafsız kaldığını söylemekteler. Bunlar, aydın zevzekliği. Tayyip Erdoğan, İsrail'le anladığı dilden konuştu. Mısır, orada kardeşleri jenosite tabi tutulurken Gazze Kapısını açmadığı için tarih kendisini affetmeyecektir. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a, Ali Babacan'a, Baş danışman Ahmet Davutoğlu'na, kar-kış, gece-gündüz demeden protesto gösterileri yapan vatandaşlarımıza, yardım toplamak için gayret sarf eden STK'lara, yardım yapan hayırseverlere, hizmeti geçen herkese teşekkür ederiz. Hamas sözcüsünün İstanbul'daki basın toplantısında söyledikleri herhalde duyarlı herkesin tüylerini diken diken etmiştir. Türkiye'yi kasdederek şöyle diyordu: "Daha düne kadar bu büyük ülkenin bir parçasıydık." Bu cümle, baba evinden uzak düşmüş bir mağdur kardeşin feryadıdır. Devletin başındakiler, son asırda ağır bir hata işlediler. Sadece batıya döndüler. Orta Doğu unutuldu. Bu hata, İran'ı Akdeniz'e indirmiştir. Balkanlar, Kafkaslar, Orta Doğu ihtilaflarının çaresi Türkiye'dir. Eğer biz rolümüzü ihmal edersek başkaları sahneye çıkar. Dünkü ihmal, İran'a yaramış, inanç etkinliğiyle Lübnan'a girerek buraya yerleşmiştir. İran bugün Hizbullah eliyle Lübnan'la âdeta federasyona gitmiştir. Bugün de Fransa bizden rol çalmaya bakıyor. Gazze olaylarının yardımı emreden insani boyutu bir yana. Stratejik olarak da Türkiye'nin işin içinde olması gerekirdi. Şükür ki bu defa bu zaruret aynen karşılandı. İsrail, ancak küçük devletlere efelenebilir. Türkiye ile iyi geçinmeye mecburdur. O kan ve barut arasında gözden kaçmış olabilir. Türk askerinin bölgeye inmesi konuşulurken Hüsnü Mübarek, hudutlarımızda yabancı asker istemeyiz dedi. İsrail ise Türk askerine razı olabiliriz diye açıklama yaptı Sömürmekten semirmiş emperyalist batı karışmasın Türkiye bu ihtilafı iki senede çözer. Şimdi yapılacak olan, İsrail'i savaş tazminatı ödemeye zorlamaktır. Ölen, sakat kalan insanlarla zarar gören mal-mülk ne varsa bedeli acilen Filistin'e ödenmelidir.
.
Kara ırkın zaferi
22 Ocak 2009 01:00
Barack Obama, başkanlık merasiminde yaptığı konuşmada bugün Amerikan toplumunun kaydettiği paylaşma olgunluğunu ifade için dünkü aile hayatına atıfta bulundu. Belli ki yoksul bir öğrenci olarak 60 yıl evvel Amerika'ya gelmiş babasına lokantada yemek verilmemesi şuur altındadır. Muhakkak ki onun zirveye yerleşmesinde bu aşağılanma muamelelerinin çok büyük payı vardır. Babası 60 yıl önce lokantadan kovulurken kendisi de 40 yıl önce çok farklı şeyler yaşamamıştır. Bundan dolayı kim bilir yüreğinde ne hınçlar birikmiş, içine ne öfkeler gömmüştür. Bu sebeple bir zencinin ABD başkanlığına gelmesi, her şeyden önce kara ırkın zaferidir. Bunu -hiç şüpheniz olmasın ki- bütün zenciler bu şekilde değerlendiriyorlar. Keza Amerikan radikalleri de bir zencinin başkanları olmasından dolayı hoşnut kalmamışlardır. Fakat bu seçim, nihai olgunluk değildir. Amerikan toplumunun o anlamda kemal noktasına varması bir Müslüman'ı da hazmettiği gün gerçekleşecektir. Şöyle de diyebiliriz: Şayet aynı Obama, Müslüman kalsaydı veya Müslüman olsaydı yine bugün aynı yerde olabilir miydi? Herhalde rahatlıkla evet denemez. Buna mukabil onlar da şöyle diyebilir. Kur'an üzerine yemin edildiğinde sizde ne gün kargaşa çıkmazsa biz de bir Müslüman'ı o zaman başkan seçebiliriz. Bir tarihte köle olarak gelen bir ırk geldiği ülkeyi böylece fethetmiştir. Törene katılanlar da şu bakımdan dikkat çekiciydi. Eski başkanlar Jimmy Carter, George Bush, Bill Clinton oradaydılar. Bizde de Cumhurbaşkanı seçilir. Bu barışık manzarayı hatırlamıyoruz. Artık "AK Saray"da "kara adam" var. İnsanın renginin kara olmasından ne çıkar? Başta Amerika olmak üzere beyaz adamlar kara adama umutlarını bağlamışlar. Karaoğlan'dan dünyayı kurtarmasını bekliyorlar. Bu beklenti Barack Obama'nın kabiliyetinden ziyade enkaz devralmasından ileri geliyor. Amerika en kötü başkanından kurtuldu. Önceki yönetim, Obama'nın kucağına iki bomba bırakarak gitti. Bunlar son dakika manevralarıdır. Ekonomik kriz ve Filistin dramı. Onun için kucaklayıcı bir konuşma yapmaya bilhassa özen gösterdi. 8 yıldır rahatsız olan Müslümanlara yumruklarınızı açın el sıkışmak istiyoruz dedi. Obama azmi, hitabeti, itidali, inandırıcılığıyla kazandı. Tarihî olayın dünyanın hayrına seyretmesini dileriz. 4 yıl sonra tekrar seçilmesi Afganistan, Filistin ve Irak'ta kan, huzursuzluk ve adaletsizliği önlemesiyle mümkün olacaktır. Obama ezberleri bozduğu müddetçe başarır. Seçilmesi ilk ezber bozmadır. Babası lokantadan kovulan adamın oğlu devletin başında.
.
Erkler zirvesi
23 Ocak 2009 01:00
Yasama, yürütme ve yargı mümessilleri Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün riyasetinde bir araya geldiler. Aynı masa etrafında oturan mümtaz zevatın istisnasız tamamının yüzü gülüyordu. Halbuki bunlardan bir kısmı, daha dün kamera önlerinde, mikrofon başlarında kavga etmekteydiler. 16 Mayıs 2007'den beri gerilim ortamındayız. O tarihte Cumhurbaşkanı seçimi yapılacakken hukuku ideolojileştirmiş birinin yol göstermesiyle 367 barikatı kuruldu. Yargı, yıprandı. e-muhtıralar vs. ile 2007 ziyan oldu. Ardından Ergenekon dalgaları geldi. Bunlar, umman dalgası. Sesi, hızı, çarpması büyük. Bu sebeple bu çok cesur operasyon geniş yankılar yaptı. Aslında bir yargı süreci. Fakat mahkemeye intikal etmiş bir operasyon için kundaktaki bebeler hariç herkes konuşmakta. Yıpranmış yargı, dışarıdan müdahalelerle iyice zayıflıyor. Bundan dolayı Cumhurbaşkanının sistemin ahenkle işlemesi gayesiyle devleti teşkil eden kuvvetlerin temsilcilerini toplaması yerinde olmuştur. Kuvvetlerin el ele vermesiyle devlet güçlenir. Kavganın arkada kalmış olmasını temenni ederiz. Diyalog dönemi başladı diye düşünmek istiyoruz. Ana muhalefetin tavır koymasını ise yadırgadık. Muhalefetin görevi yalnızca muhalefet etmek değildir. Muhalefet, doğru ile yanlışı ayırıp birinciye destek olacak, ikincisini tashih edecektir. Ama bu toplantı yargıya müdahaledir deniyor. Tut kelin perçeminden lafı böylesi zamanlar içindir. Yukarılarda rüzgârın sert esmesinden ne zaman kazançlı çıktık. Yakın mazimiz şüphe, kavga, darbe ve yıkım tarihidir. Öyle ki Cumhurbaşkanıyla Başbakanın küs olduğu zamanlar yaşadık. Başbakanlarla ana muhalefet liderlerinin barışık oldukları ise istisnaidir. Sayın Gül, geçen gün bize icranın içine fazla girmek istemiyorum demişti. Doğrusu bu. Ancak şu yapılan icraya veya yargıya müdahale değil, devletin sıhhatli, süratli ve sürekli işlemesi içindir. En mühimi de bu toplantıların devamına karar verilmiş olması. Köşk'ten yapılan açıklamaya gelince. Herkese hukukun üstünlüğüne inanma zarureti hatırlatılıyor. Hukuk usulüne uyulmalı cümlesi ise yargıyı işleten müesseseleredir.
.
Selamlaşma
24 Ocak 2009 01:00
Cumhurbaşkanı ne Çankaya noteridir. Ne Çankaya'nın şişmanı. Ne de muhalefet partilerinin bıraktığı boşluğu tek başına dolduran bir parti başkanı. Ama bunlar söylendi. Çünkü konuşulmuyordu. 7 yıl Çankaya'da oturup da kapıdan dışarı başını uzatmayan Cumhurbaşkanı gördük. Milletin değerleriyle kavga edenler de. Bu ve daha sayılacak birçok sebeple sayın Abdullah Gül'ün TBMM Başkanı, Başbakan ve Yüksek Mahkeme Başkanlarını misafir etmesiyle bu toplantıların devamına karar verilmesini fevkalade önemsiyoruz. Bu hayırlı gelişme orada da kalmadı. Hükümetle asker arasında da haftalık periyodik görüşme süreci başladı. İlkini bu hafta yaşadık. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, Başbakan Tayyip Erdoğan'ı makamında ziyaret etti. Bundan daha tabii ne olabilir? Genelkurmay, Başbakana bağlı. Ülkenin en üst makamdaki askerinin millete hesap vermekle mükellef icranın başına işler, istekler, teklifler vs. hakkında bilgi sunması o kadar olağan ki. Halbuki yeni hayata geçiyor. Zira düne kadar askerle hükümet farklı hatta hasım kurumlar gibi gösterildi. Asker hükümetin üzerinde lanse edildi. Bunun ya ahmakça veya düşmanca yapıldığı düşünülebilir. Askerle milletin arasını açmak için başka bir şeye gerek yoktu. Neyse ki demokratik olgunluğunu bildiğimiz Başbuğ Paşa bu alanda da bir ilke imza attı. Diğer taraftan sayın Cumhurbaşkanı parti başkanlarıyla da görüşmelidir. Bütün taraflar bundan böyle basın veya üçüncü kişiler üzerinden konuşmalılar. Ayrıca Başbakanın yapacağı bir iş daha var. Bunu birçok kere yazdık. Tekrarlayacağız... Devlete hizmet etmiş zevatla senede hiç olmazsa 3 kere görüşülmesi. Veya diğer teklifimizle pekiştirelim, bunların maaşsız olarak sırf istişari mahiyette kontenjan senatörü veya parlamenter olmaları. Yetişmiş, büyük tecrübelere sahip insanları, bir zaman sonra bir köşeye bırakıyoruz. Oysa tecrübeden daha pahalı ne var? Eski cumhurbaşkanları, başbakanlar, icrai bakanlar, sahasında otorite olmuş imzalar, mektep adamlar, önderler. Bunlardan devlet de medya da istifade etmeli. Bugünküler dünküleri hatırlarsa... Yarınkiler de bugünküleri hatırlar.
.
Vahideddin de gelsin mi? -I-
27 Ocak 2009 01:00
Yakın günlerde Nazım Hikmet'e vatandaşlık verildi. Ona vatandaşlık verilmesi şaire bir şey kazandırmadı. Sevenlerinin gözünde yerini daha büyütmedi veya küçültmedi. Bir hükümet kararıyla iç barış için bir adım atılmış oldu. 12-13 yıl önce Nazım'a dair bir başka konu tartışılıyordu. Çok hararetli hakaretler yaşanmaktaydı. Kabri Türkiye'ye nakledilsin veya nakledilmesin. Münakaşa mevzuu buydu. Nakledilse ne olurdu nakledilmese ne olurdu? Yerin altı her yerde aynı. O günlerde buna dair yazılar yazdığımız gibi TGRT'deki Entellektüel Boyut programına da taşıdık. Böyle bir münakaşa o zamanlar olağandı. Çünkü Sovyetler yeni dağılmış, soğuk savaş henüz bitmişti. Onun için bir kısım sağ çok tepkiliydi. Çünkü sağ belli sloganlarla meşgul edilmişti. Reaksiyona alıştırılmıştı.. Nazım Hikmet denince cümleler aynıydı. "Vatan haini", "kaçtı", "kızıl şair", "beni Stalin yarattı" vs... Ama Ağa Camii şiiri saklanıyordu. Benzer ezber sola da belletilmişti. Orada da bir kısım adamlar, Necip Fazıl için "sabık şair", "yobaz", "mürteci" gibi basmakalıp sloganlarla konuşuyorlardı. Arada demir perde vardı. Devlet iki şaire de yasak koymuştu. Mekteplerde tek mısraları yoktu. Sonunda biri yurt dışında sürgün biri evinde sürgün fakat ikisi de ceza kanununa göre mahkum olarak öldü. Sol da sağ da iki tarafın yazarını şairini okumuyor ve tanımıyordu. Beş bin gencin ölmesinin hikâyesi budur. Bakıp görülmeyen günlerdi. Bir zaman sonra tansiyon düştü. Ortalık duruldu. Nazım, Türkiye'ye getirilmedi. Ama bir başka şahıs, bir tarihî zat, bir asker Türkiye'ye geldi. Enver Paşa. Bize kalırsa yanlış yapıldı? Enver Paşa'nın Türkiye'de seveni azdır. Gömülü olduğu Tacikistan'da ise çok seviliyordu. Orada bir kahramandı, yatır gibi kabul ediliyordu. O kabir Tacikistan'la Türkiye arasında bir gönül bağıydı. Bir gün alındı İstanbul'a getirildi, Hürriyet-i Ebediyye tepesine defnedildi. Ne kadar beleş siyaset. Enver Paşa için uğruna öldüğü Türkistan da vatandı. Onu vatanından koparıp getirmek yanlış oldu. Önündeki yoldan her geçişimizde hayıflanırız...
.
Vahideddin de gelsin mi? -ll-
28 Ocak 2009 01:00
Nazım Hikmet'in kabrinin nakledilmesi konuşulduğu günlerde alttan alta bir fikir daha dile geliyordu. "Vahideddin de Şam'dan getirilse..." Vahideddin daha "Sultan Vahideddin" değildi. Hâlâ haindi. Hâlâ vatanı satmıştı. Onun için teklif aleni konuşulmuyordu. Şimdi bu yalanların ipliği pazara çıktı. Ama bugün kimse "kabri getirilsin" demiyor. Herhalde insanların ufku zenginleşti. Şam da bir Osmanlı şehri. Padişah, kendi şehrinde yatmakta. Nakli, eziyetten başka bir şey olmaz. Ailesinin de razı olacağını sanmıyoruz. Enver Paşa için ailesinin kerhen muvafakat verdiğini biliyoruz. Nazım Hikmet için ailesinin evet diyeceği uzak ihtimal. Nakledilse dahi hiçbiri için tarih ve olaylar zinciri değişmeyecek. Üçü de mecburiyetten yurt dışına çıktılar. Son Şeyhülislam, Mustafa Sabri Efendi, Çerkez Ethem gibi daha çok dışarı çıkmışlar, daha çok konuşulacaklar, asılmışlar var. Manzaraya bakınız. Bir zamanlar sınırda bekleyip, içeri kabul edilmek için hasret çeken Enver Paşa devlet töreniyle yurda getirildi. Kundaktaki bebeğe varıncaya kadar hudut harici edilen Osmanoğulları vatana tekrar kabul edildiler. Adnan Menderes'e iadeyi itibar edilerek kabri İmralı'dan Topkapı'ya nakledildi. Nazım'a vatandaşlık verildi. Necip Fazıl, henüz beraat etmemiş olsa da adına okullar, parklar açıldı. Biz... Evet biz. Milletçe... Devletçe... Son iki asırdır çok büyük, çok ağır hatalar işledik. Önce hatalar işlendi sonra özür dilendi. Önce astık, sonra özür diledik. Önce kovduk sonra bağrımıza bastık. Soğuk savaş dönemi ezber dönemiydi. Üniversal yalanlarla gözler boyandı, zihinler karıştırıldı. Ergenekon, batıya taşeronluk yaptı. Milliyetçiler, Moskova'nın çok günahını aldı. Fakat bunları 5 bin öyle 60 bin böyle ölü verdikten sonra anlıyoruz. Bizim, kavgaya değil oturup birbirimizi dinlemeye, birbirimizi anlamaya ihtiyacımız var. Küfredilen, hakaret edilen yıllar, soğuk savaş yılları, kayıp yıllarımızdır. Bu ülkenin çocuklarını kullandılar. Demirperde orada yıkıldı. Burada ise görünmez bir şekilde devam ediyor. Son söz... Biz... Şiir yazanı da, şiir okuyanı da zindana atmış bir sisteme sahibiz
.
Obama ile Amerikan barışı
29 Ocak 2009 01:00
Barack Obama, "Huseyn" orta adını kullanmaktan çekinmedi. İlk telefon görüşmesini Mahmud Abbas'la yaptı. İlk icraatı -bugünün Gulag Adası- Guantanamo'yu kapatmak oldu. İlk tv mülakatını da el Arabiye televizyonuna verdi. Amerikalıların İslam dünyasının düşmanı olmadığını ifade ediyor. Bu dünyanın 20-30 yıl öncesine kadar Amerika'ya dost olduğunu hatırlatıyor. Hayır, o kadar eski değil. Daha 8-9 yıl önce Bill Clinton zamanında bu dostluk vardı. Türk-Amerikan, İslam dünyası-Amerika münasebetlerini mahveden Amerika tarafı oldu. G.W. Bush, bu bölgeye fillerin züccaciye dükkânına girmesi gibi girdi. Amerika, Afganistan'da SSCB'nin durumuna düşmüştür. Irak'taki hâli ise İsrail'in Gazze'deki hâlinin benzeridir. İran ve Suriye'yi yerli yersiz tehdit etmesi, güçlünün kabadayılığı gibi telakki edildi. Böyle bir üslup, Amerikan aleyhtarlığını beslemiş, bu aleyhtarlık sonunda düşmanlığa dönüşerek zirveye çıkmıştı. Türkiye'deki Amerikan muhalifliği tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar yoğundur. Bu, gerek Türkiye'ye ve gerekse bütün İslam memleketlerine karşı güdülen yanlış politikalar yüzünden olmuştu. İslam dünyasının gönlünü almak hiç de zor değil. Bunun için en önce katliamından dolayı İsrail'i kınaması, Filistin'e ekonomik ve siyasi destek vermesi, yıkılıp harabeye çevrilen Gazze'nin inşasına başlaması yeter. Sonra Irak, Afganistan, İran ve Suriye vs. konularında itidalli hareket etmeli. Irak halkının gönlünün alınması şarttır. İlk Orta Doğu gezisini Türkiye'den yapması, İslam dünyasına mesajlarını buradan vermesi devlet adamlığına işaret olacaktır. Barack Obama, selefinin vahim hatalarını silebilmek için köklü işler yapmak zorunda. Bu zaruret görülmeli. Yoksa bazı ümit verici şeyleri sayıp ardından ihtirazi kayıt olarak İsrail Amerika'nın müttefiki kendisini savunma hakkı var denirse önceki söylenenler inandırıcılığını kaybeder. Bu iki devletin müttefik olmaları kendi bilecekleridir. Fakat Amerika konumunu korumak istiyorsa adil olmak zorundadır. Obama, doğuyu da batıyı da tanıyor olmalı. Kendisine sufle edileni söyleyen, güçlü lobilerden işaret alarak rol yapan bir suret değil, şahsiyetli bir başkan olmalı. İnsanlığı hayal kırıklığına uğratmamalı. Bugün ona kredi açılmış durumda. Bu krediyi arttırmak veya azaltmak kendine bağlı. Sömürmek yerine barış, taraf olmak yerine adaleti tercih ederse herkes sever. O sevilince Amerika da sevilir. Tarihe şunu söyletebilecek mi? Yeni dönemlerde Amerikan barışı/Pax Americana yeniden Obama ile kuruldu. Kendi dindaşlarına, tanıdığını babasının dindaşlarına çok görmezse mümkün.
.
Karadeniz'de cenaze namazı
30 Ocak 2009 01:00
Salı ve çarşamba Karadeniz'deydik. Osmanlının Bahr-ı siyah dediği bu iklim, İstiklal Harbinde cansiperâne bir mücadele vererek azgın bir saldırıyı def etti. Bugün de dünyayı yakalama mücadelesi veriyor. Karadeniz Sahil Yolu sanki kadifeden bir şerit. THY engin tecrübesiyle uzakları yakın etmiş. Sabah 08.30'da alandan çıkarken bir de baktık iki güzel genç oradalar. Vali Beyin kültür danışmanı Hasan Dilekoğlu ve koruması Özgür Tekin. Halbuki kimseye bir şey dememiştik. Önce Zorlu Grand Hotel'de kahvaltı yaptık. Ahmet Nazif Zorlu, Manisalı olduğu halde tahsilinin bir kısmını Trabzon'da görmüş. Buraya 5 yıldızlı bir tesis kurmasının sebebi vefa borcundan dolayı. Sonra valilik makamına gittik, aziz dost Nuri Okutan'la kucaklaştık. Taziyelerimizi dile getirdik. Elim çığ faciasında ölen 10 kişiden 9'u Trabzonlu. Vali onlarla yakında meşgul. Bir çay içtik Yomra yoluna koyulduk. Oymatepe Beldesine gideceğiz Sürekli tırmanarak bir saat sonra menzilimize vardık. İsmi geçen belde, 26 yaşında bir genç kız iken çığla hayatını kaybeden Yasemin Aktaş'ın yurdu. Öğle namazını müteakip cenaze namazını eda edeceğiz. Karadeniz'in hususiyeti, her tepede bir beyaz minare yükseliyor. Şair onu demiş: Şahadet parmağıdır göğe doğru minare, Her nakışta o mânâ, öleceğiz ne çare! Yasemin de ölmüş, apansız Vali Bey, "herhangi biri değildi" diyor. Cemaatin bereketinden de belli. Diğer kayıplar için de takdirkâr ifadeler kullanıyor. "Temiz ve gayretli insanlardı" haberini veriyor. En güzel haberi ise müftü Mehmet Bulut Hoca verdi. Hükmen şehitliği anlattı. Namazdan sonra tabut omuzlarımızdaydı. Bir tarafta biz, bir tarafta Nuri Okutan, merhumenin babası ve cemaat... Onu dualarla Rabbinin merhametine tevdi edip acıları paylaştıktan sonra yola koyuluyoruz. Hayret, uzağımızda değil. İnsanı hiç de hesabı olmadan nereden kaldırıp nereye, ne için yolluyorlar? Dudaklarımızda Yunus'tan mısralar: Şu dünyada iki şeye yanar içim göynür özüm, Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi. Oymatepe Belediye Başkanı Metin Şahin, izin vermedi. Karadeniz'de misafir iki lokma yemeden gönderilmez. Yemekten sonra vadiler arasında kurulu Totalsu fabrikasına gittik. Genç iş adamı Kutluhan Aksoy bize geniş malumatlar verdi. Gördüklerimizle iftihar etmemek mümkün değil. Trabzon'a döndüğümüzde güneş ufuktan çekilmeye niyetleniyordu
.
Antalya'nın Kızılelması
5 Şubat 2009 01:00
Hemen her belediye başkanının işi kolay değildir. Ama Antalya belediye başkanının işi daha da kolay değildir. Birçok belediye yalnızca kendi hudutları içindeki insanları memnun etmek durumundadır. Antalya öyle değil. Oraya her ân yurt içi ve yurt dışından uçaklar dolusu insan akar. Dolayısıyla başkan şehrinin sakinlerini, yurt içi misafirlerini ve uluslararası misafirleri memnun etmek gibi bir mükellefiyet altındadır. 2004 Antalya'sı ile 2009 Antalya'sı kıyas kabul etmez derecede farklı. 5 yılda çok şeyler değişmiş. 5 sene evvelki Antalya'da bir yağmur yağmaya görsün. Yollar kirli denize dönerken şimdi 670 km kanalizasyon, 70 km yağmur boşaltma kanalları yapılmış. 2070 yılına kadar su meselesi yok. Raylı sistem 2020 Antalya'sının ihtiyacına göre düşünülmüş.. Düne kadar köprülü kavşak yoktu. Şimdi köprülü kavşaklar, çift yollar, alt-üst geçitler, temizliği ve deniziyle bir marka şehir. Tâ Sultan Alaaddin zamanından eserler saklayan Kaleiçi trafikten arındırılmış. Burası gerçekten görülmeye değer bir çeyiz sandığı. Şimdi dünya kültür mirası listesine alınması için çalışılıyor. Yüzde yüz organik tarım alanları, on binlerce dönüm sera, spor salonları, gösteri havuzları ve onlarca kalem hizmet. Ve Antalya Altın Portakal Festivali. O artık bir dünya etkinliği. Antalya'yı tanıtan filmini birkaç kere seyrettik. Yapılan hizmetleri buraya sığdırmak imkânsız. Bu denli çok ve dua almaya vesile hizmetin altındaki imza doğma büyüme Antalyalı bir Başkana ait, Menderes Türel. Sevilen bir babanın sevilen oğlu. Kaç kişiden babasını dinledik. Ocak sağlam. Ama bu kadar işi o yapmamış gibi mahcup, terbiyeli ve mütevazı. Bu hususiyetlerinden dolayı, hizmetin fevkalade güç olduğu bir ile böylesine başarıyla imza attığı için başbakan Recep Tayyip Erdoğan, aday ilânında ilk onun adını açıkladı. Menderes Türel, Antalya'da kesin kazanır. Gözlemimiz şöyle. Yüzde 10 MHP, yüzde 30 kadar CHP yüzde 50'nin hayli üzerinde AK Parti. Birlikte Davos'u konuştuğumuzda olayın üzerinden iki gün geçmiş olmasına rağmen hâlâ aynı heyecanı yaşıyordu. Sayın Erdoğan'ı kasdederek "böyle bir insanla çalışmaktan dolayı çok mutluyum" dedi. Zaten iki sevdası var AK Parti ve Antalya. Onun için oğlunun ismi Akant... Şimdi... Evet şimdi... Recep Tayyip Erdoğan ve Menderes Türel'e düşen bir vazife var. İşte şuradan ilân ediyoruz. Başbakan, seneye Davos'a gitmesin. Aksine Davos, Antalya'ya gelsin. Seçim sonrası kollar sıvanmalı. Bu mümkün. Hiç şüpheniz olmasın. İşimiz ezber bozmak. Bu Kızılelma, bütün Türkiye'nin ufkunda
.
Lozan'da kaybetmiştik, Davos'ta doğrulduk
6 Şubat 2009 01:00
Prof. Turan Güneş, nüktedan, geniş tabiatlı bir siyasetçiydi. Prof. Hurşit Güneş'le, Prof. Ayşe Güneş'in babaları. Kıbrıs Harekâtı sırasında dışişleri bakanıydı. Türkiye ve İngiltere de Kıbrıs devletinin istiklaline teminat vermiş iki ülkeydi. Bu sebeple ada karışıp da savaşın eşiğine gelince Türk ve İngiliz hariciye vekilleri Zürih'te toplandılar. Maksat harbe mani olmak. Masaya türlü teklifler geliyor. Turan Güneş, bunlara dair mütalaa almak için zaman zaman Başbakan Bülent Ecevit'e telefon açıyor. Yine böyle bir telefon görüşmesinden sonra masaya döndüğünde İngiliz dışişleri bakanı Callahan'ın söylediği söz ciğerlerimize oturmuştu: "Biz karşımızda bir hariciye vekili bulacağımızı sanmıştık, meğer bir telefon ahizesi varmış." O zamanki çekingen, kokmaz-bulaşmaz politikalarımız muhataplarımıza böylesine saygısızlık cesareti verebiliyordu. Yurtta sulh cihanda sulh her türlü ürkekliğin meşru mazereti olmuştu. Bütün dış politika iki slogana dayanmaktaydı. Yurtta sulh cihanda sulh ve NATO'ya-CENTO'ya bağlıyız. Ne bir fikir imali ne bir yürekli adım. İki sloganımız vardı ama sayısız düşmanımız. Yurtta da cihanda da sulhtan yana olduğumuz dillerde pelesenk iken etrafımız çepeçevre düşmandı. Eski üslup diplomatlar o günlerden kalmadır. Davos olayı patlak verdiğinde devrini tamamlamış diplomatlar yüz kızartıcı yorumlar yaptılar. Bazı ufuksuz yazarlar da onlara katıldı. Sonra ne oldu? Hepsi bozguna uğradı. Hadise sırasında Anadolu'daydık. Oradan yazdık, oradan konuştuk. İnsanlar o kadar memnun, herkes öylesine mest ki anlatmak mümkün değil. Bilahare birçok senaryolar çıkartıldı. Hepsi yanlış. Ne plan vardı, ne tuzak kuruldu. Ne de Recep Tayyip Edoğan, bir hesaba dayanarak tavır koydu. Öyle olsa rol yapmış olurdu. Halbuki bu tavır bir insanın yetişme tarzının, inanç karakterinin tezahürü. Reflekslerde planlama olmaz. Düveli muazzama ne der bakiyelerinin İsrail'den bile ödü kopar. Halbuki şahsiyetli dış politika yeri gelince masaya yumruğunu vurup orayı terk etmektir. Bunu şampanya bardağı tutmaktan gayrı mahareti olmayan bu ülke değerlerinden kopuk diplomat da aydın da anlayamaz. Nazenin eller incinir. Şayet merhum Turan Güneş öyle bir ağır hakaret karşısında bay Callahan'a ağzının payını verseydi sonraki gelişmeler çok farklı olabilirdi. İnsanlar da ülkeler de güçlünün yanındadır. Şahsiyet de bir güç şeklidir. Şimdi deniyor ki... -İyi oldu ama bunu iç siyaset malzemesi yapmasın. Öyle bir malzeme yapmaya gerek yok ki. Vatandaş "yeter bugüne kadar dayak yediğimiz, ilk defa başımız dik, neye mal olursa olsun, kaça mal olursa olsun, bundan dönemeyiz, başbakana helal olsun" diyor. Dağlardaki o çıkış, bir şafağın ilk şavkıdır: -Biz varız. Buradayız. Bu bölgedeyiz. Ve bize rağmen bu bölgede kimse bir şey yapamaz. Lozan'da kaybetmiştik. Davos'ta doğrulduk. Doğrulmak tam ayağa kalkmak değildir.
.
Sıra şaha kalkmakta
7 Şubat 2009 01:00
BM ne kadar tarafsızsa, GK, ne kadar tarafsızsa, İsviçre de o kadar tarafsız. İddia o ki İsviçre tarafsız olduğu için ordusu yok, tarafsız olduğu için BM üyesi değil. Gerçekse şu. Adı geçen memleket en taraf devletlerin şifreli kasası. Şayet mutlak tarafsız olsaydı daha şurada bir buçuk sene evvel TTK Başkanı Prof. Yusuf Halaçoğlu ile bir parti başkanını hapse atmaya kalkışmazdı. Neden bunu yapmaya tevessül etmişti? Hepiniz hatırlıyor olmalısınız. Bir Türk bürokratıyla politikacısı mevzubahis memlekette "Ermeni soykırımı yoktur" demişlerdi. Yaptıkları nihayetinde kanaatlerini açıklamaktı. Ama üçüncü dünyalının birinci dünyada kanaat açıklama gibi bir lüksü olabilir miydi? Olamazdı. Olamadığı için de o bîtaraf devlet ceza sistemini işletecekti. Peki hani bir başka cilalı takdim İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi? Bize ve bizden sonra gelen milyonlarca gence hep onu bellettiler. BM'nin anayasası hükmündeki bu beyannameye nazaran kimse şundan, bundan, şundan dolayı kınanamayacağı gibi siyasi kanaati sebebiyle de suçlanamazdı. BM ne ki Beyannamesi ne olsun? Şayet o Beyanname, kelimelerin faziletinden ibaret olmayıp da halis niyetlerin hayat bulması olsaydı dünya Jivkov, Miloseviç, Bush, Şaron gibilerin zulmüne müsaade etmeyeceği gibi son olarak Olmert ve namertlere de müsaade etmeyecekti. Lozan. Montrö. Zürih.. Davos.. Hepsi, İsviçre'de. Hep burada bir fermanlar imzalanmış. Kumarlar oynanmış. Ruletler çevrilmiş. Mevzuatlar aynen ihraç edilmiş. Türk Başbakanın Davos'taki çıkışı bir ezberi bozdu. Bu tarihî çıkış, sadece Türk Milletine değil, Orta Doğu'nun bütün nesillerine birilerine kafa tutulabileceği, birilerine posta konabileceği, birlerinin dize getirilebileceği gösterildi. Evet aynen öyle... Bu milletin çocukları Lozan'ın daha ne olduğunu henüz çözemediler. Lozan zaferdir dendi. Bu bir dikteydi. Montrö ile Boğazımız sıkıldı. Kerhen yürürlükte. Kıbrıs belki Zürih'te yitirildi. Onun için diyoruz ki ezberlere kanılmasın. Orta Doğulu sığ kafalara takılmasın. Onlar bir İsrail devlet başkanının Türk başbakanına telefon açarak özür dileyeceğini rüyada görseler inanmazlar. Ama artık hayaller gerçek oluyor. Rüzgâr, talih, baht tersine dönmekte. Sakarya, düne kadar yüzüstü sürünüyordu. Şimdi doğruldu, ayağa kalktı kalkacak. Sırada şaha kalkmak var. Sakarya bu toprakların öz çocuklarıdır. "Sakarya, sâf çocuğu mâsum Anadolunun". İyi kulak verin. Vadilerde yankılanan, evine dönüş yolundaki şanlı akıncının atının nal sesleridir.
.
O söz Türkiye'ye değil
10 Şubat 2009 01:00
Filistin devlet başkanı Mahmud Abbas, Türkiye'ye gelerek Başbakan ve Cumhurbaşkanıyla görüştü. Aynı takvim içinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de Riyad'da Suudi Arabistan devlet reisi Abdullah bin Abdülaziz'e iadeyi ziyarette bulundu. Bu temaslarda Mahmud Abbas, Türkiye'ye teşekkür etti ve desteğin devamını arzuladı. Abdullah bin Abdülaziz ise Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Davos restiyle Türkiye'nin Filistin'e sahip çıkmasına karşı memnuniyetini dile getirdi. Müslümanların aynı vücudun parçaları olduğu gerçeğini hatırlattı. Ki bu bir Hadis-i şerifin mealen izahıdır. Aynı günlerde BAE'de de 8 Arap ülkesinin hariciye vekilleri bir araya geldiler. Zirve mevzuu Davos'tu. Toplantıya Suriye ve Katar katılmadı. Ortak bildiriyi Birleşik Arap Emirlikleri hariciye nazırı Abdullah bin Zayed okudu. Dedikleri tek cümleyle şu: -Arap olmayanlar, Arapların iç işlerine karışmasınlar. Onlar dahili meselelerimize müdahil olarak içinden çıkılmaz hale getiriyorlar. Bu haber, bazı Türk gazetelerinde "Arapların yeni bir kalleşliği" şeklinde çok sert ve aşağılayıcı bir üslupla sunuldu. Halbuki Türkiye'nin son tavırları bütün Arap memleketlerinde baş tâcı edildi. Türk-Arap dostluğu, şu ân hiç olmadığı kadar sağlam. Orada Türkiye'nin kastedilmediği gayet açıktır. Mesela o dışişleri bakanlarından biri Suudi Arabistan'ın. Devlet reisi cumhurbaşkanımıza "Filistin'le ilgilenmenizden dolayı mes'ut oldum" derken hem de otoriter bir rejimde hariciye nazırının aykırı bir laf etmesi veya öyle bir beyannameye imza koyması mümkün mü? İşaret edilen İran. İran'a karışma diyorlar. Nitekim bu haberi sorumsuzca yapan Türk gazeteleri de aynı şeyi yazmaktalar. İran diyor ama hemen peşinden de Türkiye'ye de imalı göndermeler olduğunu söylüyorlar. Bu anlayışı, habercilik adına, milli menfaatlerimiz adına ayıplıyoruz. Nereden çıkartılıyor bu iddialar?.. Metni okuyorsunuz öyle bir işaret yok. Üstelik haberi veren yabancı bir ajans. Yabancılar üzerinde konuşarak birbirimize sataşıyoruz. Orta Doğuda dostluklar, yakınlıklar kuracağımıza, böylesi hatalar işleniyor. Şu gelişmelerden sonra Türkiye'de Arap turist patlaması olması için çalışmak varken ırkçılık yapılmakta. İktidara karşı olabilirsiniz, ama ülke menfaatlerine zarar veremezsiniz. Siz, birtakım basın unsurlarının size kalleş dediği, ihanet ettin dediği ülkelere gider misiniz? Söz İran'a söylenirken neden niyet okuyuculuğu yaparak üstünüze de alınıyorsunuz? Bu bitmez Arap düşmanlığı neden? Bu kin niye? Birilerinin bu coğrafyanın çocuklarını birbirine düşürdüğü ne vakit görülecek?
.
İslâm dünyasındaki rüzgârı turizmimize kazandırmak
11 Şubat 2009 01:00
Türk turizminin önümüzdeki yaz mevsimine çok iyi hazırlanması şart. Ünlü iktisat tahmin ustaları, bizim dünya kadar sarsılmayacağımızı haber verseler de maalesef iflaslar, işten çıkartmalar, iş yeri kapatmalar yaşanıyor. Bu menfi seyre turizmle engel olmak mümkün. Modern zamanlar turizmine yabancıydık. Tanıştığımızda da yanlış anladık. Hayli uzun yıllar bizde "turist" mayolu kadın şeklinde algılandı. Oysa bugün gelinen nokta farklı, bugün dağ, deniz, ırmak, orman, tabiat, kongre, eğitim, tıp, termal gibi onlarca dalda faaliyet olmakta. Bu anlamda da hayli zenginiz. Bir zamanlar bırakın İspanya'yı Yunanistan'ı geçmek bile hayal edilemiyordu. Şimdilerde o hayaller, aşıldı yepyeni manzaralar ortaya çıktı, bazı şehirlerimiz öne fırladı. Buna rağmen yetmez. İllerimiz birbiriyle yarışmakta. İyi yapıyorlar ama eksik. O yarışı her il bir başka dünya kentiyle yapmalılar. İllerimiz dünya ligine çıkmalı. Bunun için Davos büyük fırsat. Newsweek'in kapak yazısı aynen şöyle: "Fas'tan Malezya'ya İslam Coğrafyasında Türkiye'nin son hamlesi tartışılıyor." Netice, mükemmel. Birkaç katrilyona yapamayacağınız reklam, bir ekonomik formda spontane olarak gelişti. Şimdi İslam Coğrafyasının ilgi odağı Türkiye. Eminiz ki birçok Müslüman, bu yaz, tatil için Türkiye'yi düşünmekte. Öyleyse Kültür ve Turizm Bakanlığı ve turizm birliklerimiz, şirketlerimiz bugünden kolları sıvamalı, bu tatlı rüzgârı Türkiye'ye doğru çevirmeliler. Bir hedefimiz olmalı. Ve herhalde hedefteki rakam, 25 milyondan az olmamalı. Bu yaz en az 25 milyon Afrikalı, Orta Doğulu, Uzak Doğulu Müslüman'ı ülkemizde misafir etmeliyiz. Gönlümüzden geçen 50 milyon, ama 25 milyon bile neredeyse 3 Antalya yıllık turist sayısıdır... Antalya, İstanbul, Bodrum toplamından fazla bir ibre. Böyle bir rüzgârın yarısını bir başka memleket estirseydi neler yapmazdı. Sakın ola ki seçim telaşına dalıp fırsatı ıskalamayalım. Sayın bakan Ertuğrul Günay'a, TÜRSAB başkanı sayın Başaran Ulusoy'a ve herkese sesleniyoruz. 1.5 milyarlık bir âlemden ne yapıp edip 25-30 milyon arası bir turisti getirmeli, memnun etmeli ve ayaklarını alıştırmalıyız. Müslüman turist, maaile gelmekte ve para harcamakta. 2009'u turizm seferberlik yılı ilan etsek yeridir. Hemen şimdi. Haydi!
.
İsrail neyi seçti?
12 Şubat 2009 01:00
İsrail halkı kimi seçti, neyi seçti? Sağduyuyu mu, yoksa kavgayı, uzak-yakın komşularıyla kötü olmayı mı? İsrail'in Gazze saldırısına isyan eden herkes, halkla yönetimi ayırdı. Ama sandıkta söz halktaydı. Seçmen, kimden yana oldu? Livni'yi seçtiğine göre bir şey demeğe gerek yok. Halbuki soğukkanlı düşünmesi gereken İsrail halkıdır. Nihayetinde orada dayanaklarla ayakta. İlanihaye Amerikan desteği süremez. Hiçbir iktidar, halka rağmen istediğini yapamaz. Haydi dün iktidarın bildiğini okuduğu farz ediliyordu. Fakat bundan böyle İsrailli, yönetime hakim olmak durumundadır. Hem Arapların, hem Yahudilerin aynı bölgede sulh içinde yaşamaları gerekir. Tarihi geriye çevirmek mümkün değil. Arapların İsrail'i, İsrail'in Arapları tanımasından başka çıkar yol yok. Arap intihar komandolarının eylemleriyle ölen Yahudi sivile de İsrail devlet terörüyle can veren Filistinli sivile de yazık. Aşırılık her zaman tehlikeli, ancak elinde devlet erki olanların aşırılığın temsilcisi olması daha da tehlikeli. Gazze olaylarında bunu yaşadık. Yahudi halkı Orta Doğuda barış istiyorsa işgal ettiği topraklardan çekilmeli. Filistin toplama kampları gibi. Berlin'de Utanç Duvarı yıkıldıktan 15 sene sonra İsrail, Filistin'i Utanç Duvarıyla tecrit etti. İsrail'in girdiği yol, çıkmaz yol... Bu yolda devam etmesi sadece sertliği ve öfkeyi körükler. Kendisi dengeli hareket etse Hamas veya bir başkasının yanlışlık yapması taraftar bulamaz. Zaten o zaman kim ne için İsrail'le didişsin? Tekrarlamak gerekirse... Kalıcı barış için şart şudur: İsrail, işgale son verecek, Filistin devleti kurulacak, dinini ırkının emperyal ideolojisi şeklinde kullanmayacak. Yoksa Filistinlilerle sürekli, Suriye, İran, Mısır ve nihayet Türkiye ile de arada bir çatışarak bir yere varamaz, düşmanını çoğaltır, huzura ebedi olarak hasret yaşarlar. Daha çok çocuk, kadın, sivil ölür. Daha çok insan sakat kalır. İsrailli iyi düşünmelidir. Son Gazze zulmüyle Türkiye ile çatışır duruma geldiler. Türkiye'de İsrail aleyhtarlığı zirveye çıktı. Bu kendileri için kazanç mıdır, kayıp mıdır? İsrail halkını, Yahudileri vicdan muhasebesine davet ediyoruz. Kimi seçerseniz seçin... Sağduyuyu... Aklı, vicdanı. Bir arada barış içinde yaşamayı seçin. Yoksa her iktidar sizin temsilciniz. Onların vebali sizin boynunuza asılır. Herkesle kötü olan hiç kimse haklı değildir.
.
İdeal başkan
13 Şubat 2009 01:00
Başkan, sabırlı, kültürlü, güler yüzlü, mütevazı, araştırmacı, dinleyen, çözüm üreten ve takip eden olmalı. Rahatı, tatili terk etmeli... Aile hayatına dikkat etmeli. Çoluk-çocuğuna sahip çıkmalı. Ulaşılmayan adam olmamalı. Etrafına özen göstermeli. Şehrin hizmetkârı olduğunu unutmamalı. Vali, kaymakam ve diğer başkanlarla ahenkli çalışmalı. Başkanlığı şahsi zenginliği için fırsat saymamalı. Telefona çıkmamazlık etmemeli. Telefona koruması değil kendisi cevap vermeli. Tenkitlere tahammül etmeli. Partizan olmamalı. İsraftan şiddetle kaçınmalı. Harcadığı her kuruşun vicdanına karşı hesabını vermeli. Suiistimal etmemeli. Suiistimal edilmesine de fırsat vermemeli. Yolsuzluğu arsızlık saymalı. Beldesindeki açtan, toktan, duldan, yetimden şehit evinden haberi olmalı. Düğünden de olmalı cenazede de. Derdini anlatamayan garip-gurebayı kendisi bulmalı. Gösterişe, desinlere, şamataya kaçmamalı. Göz boyamamalı, kalbleri fethetme yoluna gitmeli. Kültürün sahneye pahalı fiyatlarla şarkıcı-türkücü çıkartmak olmadığını bilmeli. Ramazanları çalgı-çigan ayı yapmamalı. Özünü, aslını, menşeini unutmamalı. Her hanenin nabzını tutmalı. Okullarla iç içe çalışmalı. Vazifesinin sadece kanalizasyon açmak, asfalt dökmek, çöp toplamak, kaldırım yapmak olmadığını bilmeli. İhaleleri ahbaplar pazarı yaptırmamalı. Belde insanını kültürle donatmalı. Öncekilerin eksiklerinden de başarılarından da ders çıkartmalı. Şehrini marka şehir yapmaya bakmalı. Şehri, onun döneminde temizliği, yeşilliği ve kültür seviyesiyle diğer şehirlerden ileri gitmeli. Şerefini sandalyeden almamalı. Oturduğu yere şeref vermeli. Halk kalben ne iyi ettik de seçtik diyebilmeli. Nereden karşımıza çıktı dedirtmemeli. Kısacası, başkan, seven, çalışan, gülen, konuşan, okuyan, dinleyen, anlayan, çözüm üreten ve halkın derdiyle hem-dert şahsiyetli bir seçkin olmalı... Yerine liyakat konusunda her akşam kendini sorgulamalı. Bir sonraki seçimde o gitmek istese bile halk bırakmamalı. Şehir ona emanet edilmiştir. Başkan emindir. Başkan insandır. Bu hasletlere sahip başkanın olduğu yer şehirdir. Şehir, medeni insanların yaşadığı yerdir. Böyle başkan var mı? Layık olan varsa olur.
.
Pera Müzesinde iki güzellik
14 Şubat 2009 01:00
Loş bir İstanbul akşamından Tepebaşı'ndaki Pera Müzesine girdiğimizde aydınlık bir sanat atmosferi bizi kucakladı. Bu müze, Suna ve İnan Kıraç'ın yakın zamanlarda İstanbul'a kazandırdığı bir kalıcı eser. Fikrimiz o ki İstanbul müzelerini tanımayan İstanbullu olamaz. Şu güzel şehirde müze ve benzeri mekânlarla ünsiyeti olmayan otel misafiri gibidir. Açılışına katıldığımız bu etkinlik iki tane. Biri "Mekteb-i Sultanîden Galatasaray Lisesine Ressamlar 1868-1968" diğeri de "Kurosawa-Desenler". Galatasaraylı Ressamlar sergisi, Candan Erçetin'in başında bulunduğu Galatasaraylılar Derneği 100. yıl kutlamalarının son faaliyeti. Galatasaray Sultanisi 1 Eylül 1868'de Sultan Abdülaziz'in kararıyla yeniden düzenlenerek açılmış. Maksat devlete bürokrat yetiştirmektir. Enderunun yeni şeklidir. Dünyayı tanıyan mezunlar verecektir. Onun için sergide gezmeye başlayan ziyaretçi, önce bu Hakanın yağlıboya devasa bir resmiyle karşılaşıyor. Eser, son Halife diye bilinen şehzade Abdülmecid Efendinin. Oğlu Şehzade Ömer Faruk Efendi Galatasaray'da okurken okuluna hediye etmiş. Sergide isim yapmış hemen bütün meşhur ressamların tabloları mevcut. Duvarlarda onlarca yağlıboya, suluboya resimler var. En çarpıcı olansa Kaplumbağa Terbiyecisi. Osman Hamdi Beyin insanı hayrete düşüren bu emsalsiz çalışmasının aslını görebilmek gerçekten büyük zevk. Diğer sergi ise bir Japon yönetmenin desenleri. Akira Kurosawa, Japonların Samuray soyundan gelen "İmparator" lakaplı yönetmeni. Yedi Samuray, Rashomon, Ran, Düşler gibi meşhur filmlere imza atmış. Sergideki 87 deseni bazı filmlerinin storyboardlarından seçmeler. Yönetmen, filmleri beyaz perdeye çizmeden evvel beyaz kâğıda nakşetmiş. Bunları yaparken şöyle demiş "film hikâyelerini çizerken bir sürü şey düşünüyorum. Yerin çerçevesi, kişilerin psikolojisi, duyguları, hareketleri, kamera açısı, ışık, kostümler...bunları düşünmezsem görüntüyü yakalayamam." Çizgilerde Van Gogh, Chagall gibi Avrupalı ressamların tesiri hemen görülüyor. Sanat anlayışında ise Dostoyevski, Tolstoy gibi Rus yazarların tesiri olmuş. Pera'da bir kış günü Kasımpatı iki çiçek birden vermiş.. Solmadan görmeli.
.
Mahkemeye sevk etmedikten sonra inandırıcı olmaz
17 Şubat 2009 01:00
Son günlerin gündem teşkil eden maddelerinden biri, İsrail Kara Kuvvetleri Komutanı Tümgeneral Avi Mizrahi'nin uluslararası bir toplantıda yaptığı saldırgan konuşma oldu. Adı geçen, iki hafta aradan sonra Türkiye başbakanına karşı bir şeyler demeyi yeni ancak düşünebilmiş. Şu yaptığıyla büyük bir devlette bir tabura ancak kumanda edebileceğini gösteren bay general, başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a aynaya bak diyor. Anlıyorsunuz, katil sensin demekte. Bu diklenmesini de birtakım hezeyanlarla desteklemeye çalışıyor. Tarihte Ermenileri, şimdi de Kürtleri kestiniz. İsrail'i Filistin'de işgalcilikle itham ediyorsunuz, asıl siz Kıbrıs'ta işgalcisiniz... Bu lafları ilk işittiğimizde sayın Erdoğan'ın bizzat cevap vermesinden endişe ettik. Devâsâ bir ülkenin başbakanı, bir cücenin bir mikrofon sarhoşluğuna muhatap olmamalıydı. Öyle de yapıldı. Onun yerine devlet harekete geçti. Hariciyemiz, elçilerine protesto notası tebliğ ederek malumat verin dedi. Genelkurmayımız, İsrail genelkurmayının sanki ifadesini aldı. Türk genelkurmayına cevapları, kaçak dövüş kıvırtması: -O sözler, kendisine ait, İsrail ordusunu bağlamaz. Herhalde dışişlerimize verecekleri de benzeri savunma olur. Peki adama demezler mi, İsrail ordusu Dingo'nun çiftliği mi ki isteyen, istediği zaman, istediği devlete dişlerini göstersin? Bir hadise yaşanmış, taraflardan cumhurbaşkanı hemen özür dilemiş. Karşılıklı yatıştırıcı beyanlarda bulunulmuş. Aradan iki hafta geçmiş. Özür dileyen cumhurbaşkanın bir subayı kalkmış hakaret üstüne hakaret yağdırıyor. Bu durum, İsrail'in samimiyetini sorgulama ihtiyacını doğurmuştur. Skandalın bir tesadüf olduğunu kabul edecek saf bir Türk vatandaşının mevcut olduğunu sanmasınlar. Kendi görüşüymüş! O zaman iki devlet arasında krize yol açan başına buyruk generalini görevden alarak askerî mahkemeye sevk et! Bunu beklemek hakkımızdır. Bu yapılmadıktan sonra Türk kamuoyunun kanaati değişmez. Eğer hemen görevden alıp mahkemeye sevk ederlerse bir Yahudi fundamantalistinin işgüzârlığıymış diye düşünürüz. Ama beklediğimizin gerçek olması zor görünüyor. Sahibinin sesi konuşturularak iç soğutuldu. Fakat bu sözler not edildi.
.
ABD, Türkiye'nin liderliğini tanıdı
18 Şubat 2009 01:00
Bill Clinton-Barack Obama arası dönem Türk-Amerikan münasebetleri açısından kayıp yıllar oldu. G.W. Bush, Türkiye ve bölgeye dair ne yaptıysa hepsi bu münasebetlere darbe indirdi. Türkiye'de Amerikan muhalifliği her geçen gün biraz daha arttı. Obama, "enkaz devraldık" demiyorsa herhalde nezaketindendir. Davos tavrımızdan sonra İslam Coğrafyası şöyle bir sallandı. Başlar yukarı kalktı. Yüzler güldü. Ama bazı köksüzlerin ödü koptu. O gece ilk iki saat içinde yapılan yorumlar yüz karası fikir sefaletidir. Halbuki bakınız İsrail, bir generali pompalı tüfek gibi kullanmasına rağmen Barack Obama hem Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve hem de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı arayarak bir telefon görüşmesi için çok uzun sayılacak sürelerle fikir alış-verişinde bulunuyor. Bu görüşmelerde bir milletin gönlünü almak vardır. İsrail ne derse desin siz bizim stratejik müttefikimizsiniz teminatı vardır. Fiili bir gerçeğin teslimi vardır. Fiili gerçek şudur. Türkiye Cumhuriyeti bölgesinin lideridir. Bir bölgesel süper güçtür. Biz bunu yıllardır yazıp konuşmaktayız. Kanaatimizi zirveden sokağa kadar herkesle paylaştık. Bazıları bunu göremiyor. Ormanın içinden bakanların sadece önündeki ağacı görmesi gibi dar bir zaviyeye sahipler. Amerikan başkanı Obama, Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül'e Türkiye'nin Orta Doğu, Kafkaslar ve Afganistan'da üstlendiği liderlik rolüne dikkat çekmiştir. Hemen ardından Başbakanımızla yaptığı mülakatta ise şahsınızın liderliği Orta Doğu barışı için hayati değerdedir diyor. Bunlar memnun edici tesbitler. ABD'nin Türkiye'nin liderliğini tanıması. Bu tanıma, İsrail'in ihtilaf çıkartmasından ve Abdullah Gül'ün mükemmel geçen Rusya ve Tataristan incelemelerinden sonra vuku bulmaktadır. Çıkan sonuç şudur: ABD Türkiye olmadan Balkanlar, Kafkaslar, Orta Doğu ve Orta Asya'da bir şey yapamaz, kalamaz, sevimli olamaz. Türkiye'ye mutlak ihtiyacı. Yerimize başkasının ikamesi mümkün değildir. Ermeni tasarısı aleyhimize kullanılamayacaktır. Bugün İslam Coğrafyası üzerindeki ağırlığımız bir asırdır olmadığı kadar yüksektir. Tabii ki AB'ye destek verilecek. Stratejik müttefiklik onarılacak. Bölge liderliğimiz tanınacak. Lozan Muahedesini imzalamayan Amerika, liderliğimizi tanıdı. İsrail, olup-biteni anlayabiliyor mu? Bölgenin karar mercii Ankara'dır.
.
Aldatan kimmiş?
19 Şubat 2009 01:00
Önce liderlerin dikkatli olmalarını, siyasette kirliliğin alıp başını gittiğini yazacaktık. Ama kirlilik hemen her alanda. Siyaset bütünün bir parçası. Belki en fazla göz önünde olanı. Aile bile tehlikede. Ergenekon bir büyük kirlilik. Nereye kadar gidecek, nasıl bitecek meçhul derken birden tahliyeler oldu. Bu tahliyeleri sokaktaki adam bizlerle paylaşmak istiyor. Dediği şu: "Ne oluyor, Ergenekon sulandırılıyor mu?.." Sanıklar aynı şekilde düşüyor ve aynı hastane tahliyelerine esas olacak aynı raporları veriyor. Bugün tahliye olan iki gün sonra tekrar tutuklanıyor. Mahkemeler bizden-sizden diye naklediliyor. Her ne ise. Problem yargıda olduğu için dâvâ bitince tafsilatlı yazmak üzere şimdilik bu kadar. Ne var ki şunu demeli, yargı son teminat, zerrece halel gelmemesi lazım. Bunu da en önce bizzat mensupları, medya, bilirkişiler ve hekimler hassasiyetle korumalı. Rüşvet öteden beri başımızın derdi. Bunu kimse önleyemedi. Belki zaman zaman azaldı, fakat asla bitmedi. Bir hatırlayınız, Fuzuli'nin selamı, rüşvet olmadığı için alınmamış. Vaziyete bakın dosyalar havada uçuşuyor. Bir siyasetçi diğerinin yolsuzluğunu ortaya çıkartmakla meşgul. Öyle ki sözü edilen yolsuzluklar tezgâhtan iki elma çalma şeklinde değil, trilyonlar konuşulmakta. Yarısı doğru olsa yine felaket. Herkes belediye meclisinde görev almak istiyor. Ne fedakârlık ama. Belediye şirketlerinde yönetim kurulu üyesi olabiliyorlarmış. Sonuçta fatura liderlere çıkıyor. Kimse yarın belediye başkanı veya meclis üyesini vs. tanımaz. Onun için yolsuzluğu, suiistimali kim, ne zaman ve nerede yaparsa yapsın gözünün yaşına bakmamalı. Şu manşetler yarınlara kalacak. 10-50 sene sonraki araştırmacılar bu haberlere bakıp bugün için ne diyeceklerdir? Herhalde rahmet okumayacaklar. Lanetle rahmet ne de yakın kelimeler. Maalesef çıkarcı her partiye sızabiliyor. Bunun örneklerini hep beraber gördük. Adliyenin de hastanenin de kışlanın da Bâb-ı alinin de siyaset mecralarının da temiz olması şart. Bu bakımdan her lider teşkilatına tam hakim olmalı. Kim ipe çekilecekse kendileri bizzat bunu yapmalıdır. Merhametten maraz doğar. Öz evladını feda edebilen Sultanlar olmasaydı, bu devlet bugün yoktu. Elimizi nereye atsak kara bulaşıyor. Bir de sahte, riyakârca lider aşkı sergilenmekte ki demeyin gitsin. Bismarc'ın sözünü hatırlamakta yarar var: -Bir mıh bir nala, bir nal bir ayağa bir ayak bir ata, bir at bir kumandana, bir kumandan bir orduya, bir ordu bir millete mal olur. Veya bir izmarit bir koca ormanı yakar. Yahut bir damla necis su, bir tanker zemzemi içilmez yapar. Herkes imtihanda. Yeri gelmişken şu notu paylaşmalıyız... Hacı Ömer Sabancı, neden oraya yazmış, neden şehrin meydanına, fabrikasının duvarına değil bilmiyoruz ama söz güzel. Zincirlikuyu'daki kabrinin giriş kapısı üzerinde şöyle bir cümle var: -Aldatan eşektir.
.
Bahtiyar Vahapzade
21 Şubat 2009 01:00
Sovyetler döneminde iki isim Türk illerinden İstanbul'a kadar ulaşabilmişti. Romancı Cengiz Aytmatov ve şair Bahtiyar Vahapzade. Cengiz Aytmatov, Rus dilinde yazmasaydı, bugünkü ününe belki de 50 yılda ulaşabilirdi. Bahtiyar Vahapzade ise Azerbaycan Türkçe'siyle yazıyordu. Bu büyük şairi demirperdelere rağmen herhalde ilk keşfeden edebiyat tarihçisi Ahmet Kabaklı olmuştu. Merhum Kabaklı Hoca, kurduğu Türk Edebiyatı ismindeki dergide Bahtiyar Vahapzade'nin şiirlerini yayınladığında şairin mısraları bizi alıp çocukluk çağımıza taşıyordu. O günlerde öğrenir olduk, Azerbaycan'ın İstanbul'un yarı nüfusu kadar olduğunu fakat bir şiir kitabının 100 bin bastığını. Cengiz Aytmatov ve Bahtiyar Vahapzade dedik. İkisi de bizim coğrafyamız için yüz akı isimler. İçinden çıktıkları toplum onların değerini bilmiş. Azeriler de Kırgızlar da bu iki şahsiyeti, parlamenter yaptılar. Merhum Vahapzade uzun yıllar mecliste oldu. Böyle isimlerin yer aldığı meclisler elbette irtifa kazanır. İnsanların yalnızca birbirine sataştığı meclislerde fikir yeşermez. Merhum Aytmatov ise uzun yıllar Brüksel'de büyükelçilik yaptı. TBMM'de şu ân kaç edebiyatçı, yazar, fikir adamı var? Biz bilmiyoruz. Edebiyatçı, yazar, şair, romancı olup da yurt dışında devletimizi temsil eden biri mevcut mu? Onu da bilmiyoruz. Herhalde tâ Yahya Kemaller zamanında kaldı. Cengiz Aytmatov ve Bahtiyar Vahapzade'yi arka arkaya denecek kadar yakın aralıklarla kaybettik. Sütunun başından şuraya kadar okuduklarınızın satır aralarında bir hayıflanma, bir eksiklik ihtimal ki bir çığlık olduğunu fark etmiş olmalısınız. Beyaz mürekkeple yazılmış o kelimeleri bir de gün yüzüne çıkartalım: 100 yıldır eğitim ve kültür hayatımız yalnızca Avrupa'ya, Batıya dönük. Ama bir de Türk dünyası var. Bir de İslam dünyası var. Bir de Osmanlı dünyası var. Bu dünyalar bizim medeniyet dairelerimiz Oralarda da şairlerin, hikâyecilerin, romancıların, mütefekkirlerin kaleminden çok şeyler tütmekte. Bir Güney Amerikalı romancıyı okuyalım, tamam, fakat bir Türkmenistanlıyı, Sudanlıyı, Ürdünlüyü de okuyalım.. Cengiz Aytmatov Rusça yazmasaydı fark edemeyecektik. Bahtiyar Vahapzade, Moskova baskılarına rağmen şiirlerini dışarı kaçırtmasaydı, Kabaklı Hoca, fark etmeseydi fark edemeyecektik. Bizim ne de çok fark etmediklerimiz var? Yoksa bütün yaşadıklarımız fark etmediklerimizi fark edememekten mi? Biz bir avuçluk bir coğrafyanın fukarası değiliz. Bizim gönlümüz kıtalar doldurmakta: ELVEDA Diyorum Sefası bitti ömrümün Şimdi dağa çıkarım, düze elveda Düze duman çöker, düze kar yağar Bahara elveda, yaza elveda... Bahtiyar Derinde sızlayıp yaran Kalbini dağlayıp üzer her zaman. Göze hüzün çöker, göze yaş dolar Sevince elveda, düşe elveda... Şimdi özkökünden süzülen benim Özge budaklara dizilen benim Şimdi ne sen sensin ne de ben benim Biz ki biz değiliz bize elveda.
.
Sağlam Diyarbakır
24 Şubat 2009 01:00
Maraş kahraman oldu, Antep gazi, Urfa şanlı. Haklarıydı, haklarına kavuştular. Peki Diyarbakır ne olmalı, hangi sıfatla yüceltilmeli? Diyarbakır bunu hak etmedi mi? Bize göre evet. Diyarbakır, nice senelerdir oyunlara, ihanetlere, işkencelere, ihmallere malzeme ve mekân yapıldı. Birileri "başkent" dedi, 70'li yıllarda oraya girilemedi. Birileri kurtarılmış bölge olarak sundu, 80'lerde 90'larada çok küresel çark döndü. Bir büyük oyun oynandı. Birileri, kan üzerinden, bu yurdun Kürt ve Türkü üzerinden zengin oldu. Onlara Ergenekon dendiğini henüz öğreniyoruz. Bir hatırlayınız, Eşref Bitlis, Gaffar Okkan ve kim Diyarbakırlıyı anlamaya çalıştıysa, kim şalı kaldırmaya kalkıştıysa canından oldu. Olansa Diyarbakır'a Diyarbakırlıya oldu. Hususi teşebbüs gelemedi. Biraz imkân bulan gitti. Çevredense sürekli göç aldı. Her şehrin, dertleri azalırken Diyarbakır'ın derdi her gün daha çoğaldı. Bugüne kadar Diyarbakır'a çok masallar anlatıldı. Diyarbakırlı gündüz gözüyle pembe rüyalar gördü. Filistin engelleri aşabilse, Suriye yapabilse, Kuzey Irak yerinden kalkabilse Türkiye ile bütünleşecekken Diyarbakır, bu mülkün tefriki gayrı kabil bir mübarek parçası kendi özünden koparılmak istendi. Ama. Şimdi öyle anlıyoruz ki. Diyarbakır artık uyandı, Diyarbakırlı kendine geldi, artık masal dinlemeyecek. Maval dinlemeyecek. Safsata dinlemeyecek. AK Parti mitingi bizde bu kanaati uyandırdı. Bırakınız lütfen yok 2004'te şu kadar insan vardı, 2007'de bu kadar, yok Başbakan şunu dedi ama, bunu demedi gibi sözleri. Diyarbakır o gün bir insan seli şeklinde orada mıydı, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanını dinliyor, heyecanla, alkışlarla sloganlarla destek veriyor muydu? Evet! Öyleyse ötesiyle uğraşmayın. Diyarbakır'da devrim oluyor. Diyarbakır, aklıselimle buluşuyor. Diyarbakır'da cumartesi günü bir diriliş yaşandı. Diyarbakırlı kendi Başbakanını dediği ve demediği ile anladı. Gönülden gönle muhabbetler aktı. Görüşümüz o ki. Şayet sayın Recep Tayyip Erdoğan, seçimlerden önce bu şehrimize bir kere daha giderse, son mitingi burada yaparsa AK Parti, Diyarbakır ve elbette Türkiye kazanır. Huzur, kardeşlik kazanır, yarınlarımız kazanır. Yeni bir dönem başlar. O zaman Diyarbakır bir unvanı hak eder. O zaman yarışma yapılır, en layık isim bulunur. Biz şimdiden şu ismi teklif ediyoruz: "Sağlam Diyarbakır". Diyarbakır, "Sağlam Diyarbakır" olmalı. Dicle Üniversitesinin ismi. "Sezai Karakoç Üniversitesi" yapılmalı.
.
Dinden nefret eden, din dersinden yararlanamaz
25 Şubat 2009 01:00
Bir Alevi yurttaş, veli sıfatıyla dâvâ açarak çocuğunun din dersinden muaf tutulmasını istemiş. İdare mahkemesi de talebi kabulle geçici bir muafiyet kararı vermiş. Davacı avukat o hızla herkesi dâvâ açmaya çağırıyor. Bu çağrıyı yaparken de farkında olmadan bir haber veriyor. Bu mahiyette açılmış dâvâların sayısı hepsi hepsi 6-7 kadarmış. 75 milyonluk bir ülke ve 6-7 dâvâ. Din dersleri tâ eskiden beri bir tartışma mevzuu. İktidarlara göre kondu, kaldırıldı, seçmeli yapıldı, mecburi oldu, bazı sınıflarda okutulmayarak daha yukarıdan başlatıldı vs. Esasında "din dersi diyoruz" ama resmi adı Din Kültürü ve Ahlak Dersi. Bir dinler tarihi dersi. Belki derse giren öğretmenin gayretiyle birkaç namaz suresi öğretilir. Ama tatbikat yoktur. Abdest nasıl alınır, namaz nasıl kılınır diye gösterilemez. Kitabı yetersiz, saati yetersiz bir ders. Zaten yeterli olsa, çocuklar bir miktar bir şeyler öğrenip yaşasalar o zaman bunu gören birçok aile imam hatibi düşünmezler. Şimdilerde bu derste aynı zamanda Alevilik de anlatılıyor. Buna rağmen bazı Alevilerden itirazlar var. Tabii ki her Alevi aynı değil. Aralarında farklı inançlar mevcut. Ezici çoğunluk Müslüman'dır, çocuğunun Fatihayı öğrenmesini ister. Çünkü değişmez mutlak bir hakikat var. İnsan yaradılışından gelen özelliğiyle din ihtiyacındadır. İnanmayan bile inançsızlığa inanmış olur. Buna rağmen bazı Alevilerin de aralarında olduğu bir küçük azınlık çocuklarına din dersi verilmesini istemiyorlar. Kendileri bilir. Dinden nefret edene din öğretilmez, İslamiyet zorla sevdirilmez. Bu meselenin hallinde tutulacak doğru yol şudur: İlkokuldan lise sona kadar bir çocuğun, gencin, ilmihalini öğreneceği, namazını kılacağı, orucunu tutacağı, Kur'an-ı kerimini okuyacağı layıkıyla hazırlanmış bir din dersi mecburi olmalıdır. Ancak çocuk ilkokula başlarken veli tercihini yapmalı. Çocuğu bu dersi alacak veya almayacak. Bu noktada iki gerçeği hatırlatmak istiyoruz. Tarihten bugüne gelen iki büyük kusur. Biz gayrimüslim çocukları devşirip dört başı mamur Müslüman insanlar olarak yetiştirmişken bazı Alevilere İslamiyet'i sevdirememiş ve öğretememişiz. Bir kısım Kürt vatandaşlarımıza Türkçe'yi öğretemediğimiz gibi. Diğer gerçek: Din dersi lüzumsuzdur diyenin, anasını-babasını kesen gençlerden, satanistlerden, uyuşturucu felaketinden, artan intiharlardan, boşanmadan, fuhuştan şikâyet etme hakkı olamaz. Dinde zorlama yoktur. Öğrenen tam öğrensin. Öğrenmeyen kendi bilir. Sonra ne çekecekse çeker.
.
Türkiye Barışı
7 Eylül 2009 01:00
> Washington DC Kürt kucaklaşması ve Ermenistan'la ilişkilerimizin düşmanlıktan komşuluğa doğru yönlendirilmesi muhalefet tarafından şiddetle eleştirilmekte. Bugün iktidarda AK Parti değil de MHP veya CHP olsaydı yine bunlar yapılacaktı. Muhalefet, dilediğini söyleyebilir. Devlet mekanizmasını çekip çevirense iktidardır. İktidar, bazen, oy kaybetme, hatta seçim kaybetme pahasına doğru olanı yapar. O doğru olan devletin istikbaline dairdir.. II. Dünya Harbiyle başlayan Soğuk Savaş, 45 yıl sonra bitti. Türkiye içinse daha evvel bitmişti. Bizim açımızdan Soğuk Savaş'ın bitme tarihi 1990 değil, Turgut Özal'ın hükümet etmeye başlamasıdır. 1983'ten evvel Türkiye, içeride şiddetli bir sol-sağ kavgası yaşıyor, günde 25-30 kişi ölüyordu. Dışarıda ise Baascı Irak hariç bütün komşularımızla kavgalıydık. Kavga sözü bazıları için az bile. Yunanistan ile ikide bir it dalaşı, Suriye ile hudut kapışmasına giriyorduk. Özal'la başlayan barış taarruzu sonraki hükümetlerde iniş-çıkışlarla da olsa devam etti. Erdoğan iktidarında zirveye vardı. Özal, içerde 4 eğilimi buluşturdu, dışarıda ülkemizi Bulgaristan'la kapışmaktan alıp dostluklar başlattı, keza Rusya ile 500 yıl içinde ilk defa sıcak ilişkiler doğdu, Erdoğan, bunları devam ettirdiği gibi Suriye ve Yunanistan'la daha evvel hiç olmadığı kadar dostluklar kuruldu . Hatta Kıbrıs Rum tarafıyla bile işler düzelme yoluna girdi. Şimdi Suriye ile giderek vize ortadan kalkıyor. İran ile öncesinde de sıkıntılarımız yoktu ama bazıları laik fanatizm sebebiyle ucuza doğalgaz almayı dahi kabul edemiyorlardı. Tarihten gelen ve soğuk savaşla hızlanan bir berbat manzaranın tam tersine dönmesinin iki istisnası hep sürüp geldi. Biri Ermeni meselesi. Diğeri de Kürt meselesi. Kürt'ün ufuksuz iktidarlar eliyle kötü insan haline getirilip çıkan problemden bir de ur gibi bir terör örgütün doğması, çeyrek asırda 60 bin vatandaşımızın kaybı 5 bin yıllık tarihimizin en büyük facialarından biridir. Ermeni meselesininse arkasında ilk günden beri emperyal devletler var. Onu hep Kafkaslardaki karakol olarak düşündüler. Şimdi yapılan bir sürecin ikmali ve tarihin tashihidir. Kürt Açılımı da değil! Açılım ne demek? Kürt Kucaklaşması. Hangi ülkücü iftar açmak için doğuda bir Kürdün kapısını çalsa kabul edilmez.? Ermenistan hiçbir anlamda Türkiye'nin dengi değildir. Ne Ermenistan ne Rumlar. Devletler, dostları gibi düşmanlarıyla da ölçülürler. Bize düşen onları komşuluk hukukuna riayet eder vaziyete getirmektir. Türkiye, imparatorluk hayatımızın orta direği, murisi ve devamıdır. Diğerlerinin tamamı gülün dış yaprakları. Çoktan Bölgesel Güç olduk Soğuk savaş ve ezberletilmiş sloganlar devri bitti. Kürt bu ülkenin sadık evladıdır. Ermeni de dünkü sadık teb'a idi. Ermenistan'la doğacak yakınlaşmalar diasporaya darbe olacaktır Oyuncak ellerinden alınıyor. Bu yakınlaşmayla Karabağ ihtilafımızı halledebiliriz.. Hem Karabağ kurtulacak ve hem de ileriki zamanlarda Azerbaycan'la kara yolu açılacaktır. Çözümsüzlük asla çözüm değil... Bir Bölgesel Güç'e düşen bölgesine Barış Mührünü vurmaktır. Hadise bir Türkiye Barışıdır. Osmanlı Barışının kaybı ile her şey bitmişti. Her şey yeniden başlıyor.
.
Kuvvetler ayrılığı
8 Eylül 2009 01:00
Yıllarca kuvvetler ayrılığının faziletlerine dair nutuklar dinledik. Fakültedeki derslerimizde araya Franzsızca kelimeler de katılmış fikir salataları sunulurdu. Zira bunları yapanların birçoğu darbenin arka planında yer alan, Başvekil asılmasına giden yolun taşlarını döşeyen ısmarlanmış fikirler ameleleriydi.... Günümüzdeki birçok sürtüşmenin temel sebebi kuvvetler ayrılığıdır. Kuvvetler ayrılığı olmamalı mı? Ne münasebet! Aksini düşünmek diktayı savunmaktır. Olması gereken kuvvetler ayrılığından vazgeçmek değil, kuvvet sahibi her müessesenin hudutlarını iyi tayin etmektir. Bir yüksek yargı kurumu hangi hakla politika yapar? Politika yapacak olan çıkarır cübbesini, girer siyasete... 1960 darbesinin getirdiği anayasa, kuvvetler ayrılığı adı altında icra etme ehliyetini paramparça etti... Bu bölünmüşlük '82 Anayasasında aynen devam ediyor. Vatandaş sandığa gider, tercihini yapar bir parti iş başına gelir. Sokaktaki insan için o iktidar artık her şeyden sorumlu ve her alanda muktedirdir. Biz Hakanlık, Sultanlık, Padişahlık teamülünden gelen bir milletiz. Yerleşmiş bakışımız odur ki icranın başında olan her şeye muktedirdir, yapmıyorsa âcizdir, zavallıdır, gafildir, haindir vs. Halbuki bunu diyen, bilmez ki dedesini Ulus'tan öteye salmayan zihniyet onun iradesinin tam tecellisine kelepçe vurmak için iktidarı küçültmüştür. Sandıktan 220 volt çıkan elektrik Ankara'ya vardığında 40 volta düşer. Türkiye'de bir seçimle iş başına gelmiş iktidarlar olur. Bu doğru. Fakat bir de imtihanla işe girip emeklilikle makamından ayrılan bürokratların meydana getirdiği yan iktidarlar var. Yüksek yargı, iktidarlardır, üniversite iktidardır, asker iktidardır, sendikalar iktidardır, bazı anayasal kurumlar iktidardır, belki Merkez Bankası iktidardır, belki Borsayı oynatanlar iktidardır, basın bile iktidardır. Açıkçası ve basit bir dille davul, seçimle gelmiş iktidarın, onun adına hükümetin, hükümet namına da Başbakanın boynundadır. Tokmağa sıra gelince... tokmak bir tane Başbakanın elinde vardır. Ama onlarca da yanında-yöresinde, önünde-arkasında bulunanlardadır. İktidar olanın aynı zamanda diktatör olmaması lazım. Bu şart üstü şart. Fakat iktidar olanın elinin-kolunun bağlanmaması da lazım. Sandığa karşı, millete karşı, tarihe karşı, hatta başka milletlere karşı seçimi kazanan iktidar hesap verir. Diğerleri konuşur, ister, bağırır çağırır, istediği zaman davul çalar, istediği zaman susar. Öyleyse ortada bir büyük yanlışlık var. Bu yanlışlığın düzelmesi lazım. Bu hata mevcut ve müstakbel bütün iktidarların derdidir. Yapılması gereken anayasa değişikliğidir. Muhalefet ve iktidar iş birliği yaparak anayasayı değiştirmeli, önceliklerden biri de bu kuvvetler ayrılığının makul şekle getirilmesi olmalıdır. Çok şey mi istiyoruz? Değil ama görünen o ki bu iş birliği mümkün olmaz. O zaman da bu sürtüşmeler bitmez. Kavga eden bir siyaset mi? Akıllı Anayasa mı? Kendimize evleri akıllı, anayasaları akılsız dedirtmemeliyiz.
.
Türk hukukunu saksıdan çıkartmak
9 Eylül 2009 01:00
Bir adli yıl daha başladı. Klasik görüntüler bir anlamda tekrarlandı. Atışmalar yine oldu. Polemiğin ağırlık noktası HSYK etrafında dönüyor. Yargıtay başkanı telaffuz etmese de metne girmiş bir de "yandaş yargı" gibi son derecede tehlikeli bir cümle görüldü. Hükümet, AB'ye intibak çalışmaları çerçevesinde üniversite ve adliye başta olmak üzere kurumları kanunlarla olması gereken yere çekmeye çalışıyor. Bunu Hollanda'da gördük. Hükümet, belediyeleri AB standartlarına taşıyordu. Son senelerde birçok adliyemiz yenilendi. Birçok hakim ve savcı kısa dönemli de olsa Avrupa mahkemelerine kursa gönderiliyor. Paradoks şurada, muhafazakârlar reformlar yapmakta, Kemalistler tutuculuk. Adliye binalarımız eskiden bir felaketti. Şimdi Doğubeyazıt'tan Bakırköy'e kadar yenilenmekteler. Lisan bilen hakim ve savcı sayıları çoğalmakta. Ataklarla adli bünyeye iyileşmeler getiriliyor. Bir zaman sonra savcıları, savunma makamının karşısında onunla eşitlenmiş göreceğiz... Adaletin olmazsa olmaz şartı, hükmün doğruluğu ve vaktinde verilmesidir. Bunun veciz ifadesi de meşhurdur. "Gecikmiş adalet, adalet değildir." Adalet tarafsız, sür'atli ve ibretli olacaktır. Ne binaların yenilenmesi ve ne de İngilizce bilen adli personel sayısının artması tek başına yeter. İyi yetişmiş hukukçu ilk şart, onun dayanacağı mükemmel mevzuat da son şarttır. Elinde kâğıt-kalem maaş hesabı yapan hakim, ister istemez hükmedeceği dosyada avukatın kazanacağı parayı düşünecektir. Mevzuatsa toplumla doku uyumu göstermelidir. Adli hayattaki ideolojik sapmadan maaş kifayetsizliğine, mevzuat kaybına ve istinaf mahkemesi yokluğuna kadar bütün negatif unsurların bir tek muhatabı vardır, adliyedeki vatandaş. Bir dava hükme kadar yıllarca sürünüyor ve temyiz safhasında bekledikçe bekliyorsa mağdur vatandaşı adaletin varlığına inandıramazsınız. Reform arayışları iyi. Karşı çıkanların varlığı da beklenen ve bilinen bir gerçek. Fakat tek başına AB yetmez. Neden? Şundan dolayı. Bizim hukuk mevzuatı insan boyu saksılardaki kocaman ağaçlar misalidir. Bazı yerlerde o ağaçları görürsünüz. Ama o ağaç, toprağa, kendi tabii iklimine muhtaçtır. Türkiye'de Ordudan Hacı Bekir Lokumuna kadar her şeyin mazisi vardır ama hukukun mazisi yoktur. Hukuk tarihimiz 1923'ten öteye gitmez. Peki sultanlıklar, imparatorluklar kurmuş bir millet, hukuksuz olarak mı insanlığı asırlarca adaletle yönetti? Bu sorunun cevabını aramak lazım. Mecelle gibi muhteşem bir hukuk abidesi yok sayıldıkça doku uyuşmazlığı devam eder. Kaç hukuk talebesi Ahmet Cevdet Paşayı bilir? Osmanlıca, Arapça, İngilizce bilen, batı hukukundan başka İslam ve Osmanlı hukukundan da haberdar hukukçular ideal hukukçularımız olacaktır. Bunlar bu topraklarda görülür mü? Bu tutuculuk devam ettikçe kolay değil. Halbuki kıyas hukukun olmazsa olmazıdır. O ideal hukukçuları daha 9. sınıftan başlayarak yetiştirmelisiniz. Torunlarınız Türkiye'sini düşünün. 2071 Türkiye'sini. Tarihin derinliklerinden adaletle bugünlere geldik, adaletle zamanın derinliğine devam edebiliriz
.
Suyun öfkesi
10 Eylül 2009 01:00
İstanbul'lu, Paşaelili/Trakya'lı, Marmaralı, deprem uzmanlarına pek aldırış etmese de korku, yine de yüreklerinin bir yerinde geziniyordu. Aldırış etmemeleri gerçekle yüzleşme cesaretsizliğinden. Ama deprem uzmanları eksik kalmışlar. Onları, adına meteorolog mu, su mühendis mi denir, her kimler ise daha başka tabiat mütehassıslarının tamamlaması gerekirdi. Arz kürenin öfkesi beklenirken, onun devinmesinden, devirmesinden kuşkular doğarken su, yaptı yapacağını. Suyun öyle munis durduğuna bakmamalı. Suyun öfkesi deyme öfkeye benzemez. Bir azdı mı, bir kudurdu mu yıkar, söker alır götürür... Bu defa da öyle oldu, su, çifte verilmiş kılıç gibi biçti geçti. Zelzele ve sel... Allah, üçüncüsünden saklasın. Üçüncüsü ne? Fırtına....Hani şu serin havalarda bağrımızı açtığımız rüzgâr var ya!... O işte. Bir küplere bindi mi olur fırtına, olur kasırga, ağaçları devirir, çatıları uçurur. Zelzele, fırtına ve sel...Bunlar, tabiatın öteki yüzü. Hırçın, korkutan zarar veren yanı. Gemlenemezse, zapdedilemezse ocakları söndürür, dostken düşmana dönerler.. Buna mukabil insan oğlunda da akıl var. Zekâ var. Mantık var. Tecrübe diye, sebebe yapışmak diye melekeler var. İnsanoğlu birbirinin mirasçısı. İnsanlar da milletler de birbirlerinden öğreniyor, etkileniyor. Çok alanda olduğu gibi tabiatla da "barış içinde bir arada yaşama" kabiliyetimizi yitirmişiz. Bir neme lazımcılık, bir son dakikaya bırakma tembelliği, bir "benden sonra tufan" illeti almış başını gitmiş. Senden sonra tufan ya ey zalim! Al işte tufan. Vicdanın hangi kör kuyulara saklı? Biz bu değildik. Bu cemiyet, daha az öncesine kadar dualarında bile sele, fırtınaya zelzeleye karşı uyanık olurdu. "Ya Rabbi, bizi, âfât-ı araziyeden ve semaviyeden koru" diye yalvarırdı. Şimdi böyle bir felaket, kimi hangi eğlencesinden alıkoydu? Dile getirilmese de şuurun derinliklerinde deprem korkusu saklıydı. Ama sel apansız çıka geldi. Vurdu geçti. Canlar gitti, mallar gitti, haneler viran oldu. Nakarat aynı, parmaklar suçlu olarak aynı isimleri saymakta. Zaten bunlar her âfet sonrası çekmeceden çıkartılan klişedir. Suçlu ne o ne bu ne şu? Suçlu biziz. Hepimiz suçluyuz. Dere yataklarına devasa binaları dikenler suçlu. Onları yıkmayanlar suçlu. Malzemeden çalanlar suçlu. Tedbirde kusur işleyenler suçlu. Dua etmeyenler suçlu. Projeyi menfaat karşılığı kabul edenler suçlu... Suçluları sayabildiğiniz kadar sayın. Hatta isterseniz bir gecede kanun değişikliği yaparak bir kaçını da Taksim Meydanı'nda sallandırın. Hepsi nafile. Hiç biri ölen anaları, bebekleri, işinde gücünde insanları geri getirmeyecek. O evlere sudan ateş düştü. Su ateş olur mu? Oluyor işte. Ateş oldu, alev oldu, sel oldu ve aldı götürdü. Öfkemiz seller kadar kabarık. Bakmayın böyle sakin sakin yazdığımıza. Bu milleti nasıl da her şeyi ile tahrip etmişler. Tarihinle göz göze gelemezsen sen hiçbir şeyi çözemezsin
.
Nazara mı geldin İstanbul?
14 Eylül 2009 01:00
> Washington DC Amerika'da özendiğimiz, gıpta ettiğimiz hiçbir şey olmadı. Yıllar evvelinde ailemize "İstanbul'da oturan bütün dünyayı gördüm diyebilir" demiştik. Kadere bakınız ki bunun bir değil, en az on kere doğru olduğunu hep beraber yaşadık ve Şair Nedim'i andık. Divan şiirinin büyük ustası, "Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedadır" diye bu şehri meth-ü sena ederken bir edebi mübalağa mı yapıyordu, keramet mi gösteriyordu? Yakın günlere kadar doktorlarımızdan biri Hasan isminde Musullu bir Arap kardeşimizdi. Fizik olarak da bize akraba dedirtecek kadar benziyor. Bir gün bilgisayarımızın ekranında Kandilli'den çekilmiş Rumeli Hisarlı bir Boğaz manzarası gördü. Hasan'ın o ân dediği som samimiyetti. "İstanbul benim kalbim." Sadece Musullu bir Arap değil, burada Amerikalısı, Habeşi, Karaiplisi İstanbullu olduğumuzu öğrenen herkes "ooo!" demeden edemiyor. İstanbul, hayallerini süslemekte. İstanbul, son senelerde çok değişti. Yollar, tüneller, çarşılar, alışveriş merkezleri, yeşil alanlar. Bugün dünyada ne varsa İstanbul'da var. Dünyaya göre eksiği değil fazlalığı olan İstanbul nazara mı geldi her ne olduysa bir sel felaketine uğradı. Vaki olan bir tabii âfet. Benzer âfetler, birçok memlekette olmakta. Oralarda da kayıplar çok yüksek. Sorumluluklar da çok yüksek. Çünkü, âfet üzerinden, felaket üzerinden siyaset yapılmaz. Yara sarılacak günde yara açılmaz. Suçlu tek başına o, şu, bu değil. Hepimiz suçluyuz. Dere yataklarına bina yapanlar da yaptıranlar da devamına izin verenler de bunları gününde yazmayanlar da suçlu. İstanbul'da kaçak kat olmayan bina neredeyse yok. Onları nasıl bir felaket bekliyor düşünen var mı? Şu asırda bodrum kat hâlâ mesken olarak kullanılmakta. Bir deprem veya başka selde onların akıbeti ne olabilir? Talan edilen Boğaz sırtları ne olacak?.. Şu âfet, çok önceden vicdanda, ahlakta, akılda, sorumluluk duygusunda yaşandı. İstanbul, yüz yıldır kayıptaydı. İnsan unsurunu kaybetti. Tabiî dokuyu. Türkçe'sini. Hanımefendisini, beyefendisini... Son senelerde mimari ve bayındırlık olarak kendine yakışana kavuşuyor. Umulmaktaydı ki aşı tutacak, bu zeminde artık İstanbullu da yetişecekti. Ki âfetler çıka geldi. Önce '99 Zelzelesi. Sonra '09 Seli. İstanbul'a nazar mı değdi? Ne oldu, nerede kim incitildi ki, incitilmişti ki on senede bir tabiat darbesi yenmekte? Buyurun size ev ödevi.
.
Kendin yap
15 Eylül 2009 01:00
Ankara, silahlanma atağına geçiyormuş. Haberi dolaylı yoldan duyuyoruz. Amerikan savunma bakanlığı Türkiye, Ürdün ve Fas'a silah satacağını açıkladı. Açıklama, hangi ülkeye hangi cins ve ne kadar silah satılacağı ve bu silahları hangi Amerikan şirketinin imal ettiği gibi malumatı ihtiva etmekte... En büyük satış 12 Milyar dolar tutan patroitler, füze kalkanları vs. ile Türkiye'ye. Şayet bu satış son anda bir mani çıkıp da durmazsa tarihin en büyük silah alışverişini yapmış olacağız. Pentagon, habere bir de şerh düşmüş. Bu şerhte İran Şahap füzelerinin Türkiye'nin orta bölgelerini bile vurabileceği, Türkiye'nin savunmasının Amerika için ehemmiyet arz ettiği dile getirilmekte... Böylece Bush dönemi soğukluğu, Obama döneminde hayli ısınmış oluyor. Amerika, Türkiye'yi memnun edecek her şeyi söyleyecektir. Devletler arası satışta da müşteri memnuniyeti esastır. Böylesine büyük bir alışveriş Amerikan şirketlerine bayram yaptırır. Muhakkak ki benzer iltifatlar, silahı ne yapacaklarsa Ürdün ve Fas'a da çok görülmemiştir. Halbuki İran füzeleri bugün ortaya çıkmadı. Ankara'nın kırk düşünüp bir karar vermesi lazım. Silahlanmalı mıyız? Kime karşı silahlanmalıyız? Niçin silahlanmalıyız? Nasıl silahlanmalıyız? Ordunuz bir ihtiyaçsa silahlanmanız da ihtiyaçtır. Silahsız ordu tüketici sınıftır. Silahlanma kimseye karşı değil, caydırıcı unsur olarak yapılmalı. Komşularınızın silahı varsa en azından onunki ayarında sizin de silahınız olacaktır. Bunlar tamam... İtiraz yok. Son soruya gelince... Nasıl silahlanmalıyız? Sorusuna. Bu "nasıl" meselenin püf noktasıdır. Silahı ithal mi etmeli, kendimiz mi imal etmeliyiz? Hiç şüphesiz ki ikincisi. Orduda uzun yıllar II. Dünya Harbinden kalma hibe tanklar, toplar, tüfekler vardı. Bunların üçte ikisi çalışmazdı. 1975'te Sarıkamış'ta topçu yedek subay olarak askerliğimizi yaparken karşılaştığımız acı gerçeği kendimize kabul ettirmekte zorlandık. Tatbikat yapıyorduk. "Füze başlıklı" toplar getirildi. Bir çok şey anlatılıyor. Ama başlıklar yok. Peki dedik bu başlıklar nerede? NATO'da dediler. Sovyetler bize saldıracak, biz başlıkları o zaman alabileceğiz... Bu alış-verişin karakteristiği savunmamızda parça bağımlılığının devam etmesidir. Satıcı için parçadan kazanç ayrı bir tatlı kâr. Oysa İran füze yapıyorsa Türkiye de yapmalı. Pakistan atom yapıyorsa Türkiye de yapmalı. Bölgesel güç olduğumuzu ilan edip de bunlardan mahrum kalmak olmaz. Bizim füzemiz, atomumuz ne İsrail'e ne Rusya'ya ne İran'a ve ne diğer komşulara karşı. Bunlar büyük devlet olmanın mecburiyetleri. Sadece ekonomide büyük olmamız yetmez. Kendi silahımızı kendimiz yapmalıyız. Orduda profesyonelleşmeyle kazanılacak doğacak kaynak silah üretiminde kullanılabilir. Uzun yıllar dışa bağımlı olmak kâfi dersi vermiş olmalı. 12 Milyar doları gözden çıkartacak acil bir durum da yok. Silahını kendin yap. İran da Pakistan da kendisi yapıyo
.
Fitnenin böylesi
16 Eylül 2009 01:00
"Alevi şehide Sünni tören" diye manşet atılmış. Teröristlerle çarpışmalarda şehit düşen bir gencimiz için bir cem derneğinde bir toplantı yapılmaktaymış. İddiaya göre bu sırada bir yarbay gelip "tören Ataköy camiinde olacak" diyerek toplantıyı durdurmuş. Dernekteki dede de muhabire dua etmemize mani olundu demiş. Haberde sünni düşmanlığı, asker düşmanlığı ve kışkırtıcılığın iç içe olduğuna işaret etmeye ayrıca gerek yok. Bu memlekette fitnenin her çeşidi görülmüştü. Bir bu yoktu. Bu da sorumsuz bir şekilde ortaya kondu. Şehit kime denir? Allah'tan bayrağa kadar uğruna ölünecek hangi mukaddes değerler varsa onlar için canını vermiş aziz yiğitlere. Türkler Müslüman olduğundan bu yana şehit vermekteler. Haçlılarla çarpışan Selçuklu Türkleri, büyük fetihlerle büyük devlet idealine koşan Osmanlı Türkleri hep şehit verdiler. İstanbul'un Fethinden istiklal Harbine, Çanakkale'den Kore'ye, Kıbrıs'tan Güney Doğu'ya şehitler verdik, vermekteyiz. İslam tarihi şehit destanlarıyla doludur. Türk askeri de zaten aile ocağında aldığı bu ruhla şehitler serdarı Hazreti Hamza'lara Caferi Tayyarlara benzeme arzusuyla çarpışmalarda aslan kesilerek şehit düşmekte. Müslümanlar 1500 Yıldır şehit veriyor. Bu dairenin içinde Türkler de 1000 yıldır şehitler vermekte. O şehitler bugün de Orta Avrupa'dan Sudan'a, Yemen'den Kırım'a büyük coğrafyamızda kale nöbetçileri gibi nöbetteler. Bu kadar asır bu kadar milyon, milyar şehit verildi. Bir güne bir gün kimse kalkıp da şehitliği bölmek gibi bir deli saçmalığı yapmadı. Çünkü şehitlik tektir. Bütün rütbelerin üstündedir. Sevgili Peygamberimize -aleyhisselam-yakın olmaktır. Doğrudan cennete gitme ruhsatıdır. Şehit olmak için kadın- erkek, çocuk- yetişkin, zenci- beyaz, şu bu ırktan olmak gibi bir şart da yoktur. Temiz bir itikada sahip olması yeter. O itikatta bu vatanın evlatlarında vardır. Müslümanları: Alevi-Sünni. Cami-cem evi... Diye bölen projenin son marifetinin şehitleri bölmek olduğu anlaşılıyor. Adım adım bir yerlere gidilmekte. Bu vatanın her hanesinden çıkan her şehit 70 milyonun evladıdır. 70 Milyonun şehididir. Daha doğrusu 1.5 Milyar Müslüman'ın şehididir. Şehitleri bölmeye kalkışmak, inanç nifakları çıkartmak silahlı bölücülükten bin beter tehlikelidir. Bu millete kıyamete kadar sürecek bir büyük kötülük yapmaktır. Kulüp, dernek mensupları şehitler için kendileri toplanabilirler. Ama kamuya açık alan camilerdir. Şehit ebediyete, cennete camiden uğurlanır.
.
Hayret makamı
17 Eylül 2009 01:00
İnsan donabilir, soğuk hava bir kapmaya görsün öyle bir üşütür ki şiddetli tipi, müthiş soğuk, diz boyu kar ve donan insan ve ölen insan. İnsan, nebat ve cemat donar. Fakat bir şey vardır ki o hiç donmaz. İnsan estetik ameliyatlarla şekilden şekle sokulur. Köpekler tuhaf bir yaratık haline gelir. Domates çekirdekleriyle oynanır. Fakat bir şey vardır ki onun genleriyle oynanamaz. İnsan en nihayetinde kopyalanabilir de oldu. Koyun kopyalandı. Karpuz dört köşe şekle sokuldu. Fakat bir şey var ki o kopyalanamaz. Taşlar işlenip yüzüklere kaş olur. Fakat bir şey var ki o avuca alınamaz, tutulamaz, işlenemez. Rüzgâr bile yakalanır o yakalanamaz. İnsanın resmi yapılır, fotoğrafı çekilir, hayvan, canlı cansız her şeyin resmi yapılır, kaplumbağanın da kırlangıcın da resmi yapılır. Batan, doğan güneşin fotoğrafı çekilir. Anne karnındaki ceninin bile artık resmi çekilmekte. Bir şey var ki o resmedilemez, fotoğrafı çekilemez. Onun önünde digitalin, siyah beyazın makara filmin hiçbir hükmü yoktur. İnsan ihtiyarlar ve ölür. Hayvan yaşlanır ve ölür. Nebat/ bitkiler solar ve ölür. Cemat/cansızlar bile, taşlar, kayalar bile ufalanıp yok olur.. Bir şey var ki ihtiyarlamaz, yaşlanmaz, solmaz ve ölmez. O bir şey zamandır. Zaman büyük sır. Niçin kuzey küre yazken, güney küre kıştır? Niçin eski dünya geceyken yeni dünya sabahtır. Neden aylar döner, mevsimler döner? Neden ramazan her sene farklı aya gelir. Leyle-i kadr/kadir gecesi, "bin aydan daha hayırlı ay" diye ululanırken murat edilen hangi 1000 aydır? Şüphesiz ki ahiret ayı. Zaman, bir elmanın iki yarısı gibi. Donmaz, ölmez, görülmez, tutulmaz, fotoğrafı çekilmez. Yarının biri dünya zamanı. Diğeri ahiret zamanı. İnsan beyni daha dünya zamanını anlamadığına göre ahiret zamanını anlayabilir mi? Bunları düşünürken donan beyne kalan sadece hayrettir. Bunun için bir saatlik tefekkür/düşünme, muhakeme etme, kafa yorma ve hayret ve hiçliğe varma bin yıl nafile ibadetten hayırlıdır?.
.
Washington Türk camiî
18 Eylül 2009 01:00
Albenili bir Osmanlı konağı manzarasındaki Türk Büyükelçiliği, Washington DC'nin en iyi caddelerinden birinde. İslam Kültür Merkezi ise onun çok yakınında. İsmi böyle olsa da esas itibariyle çok hoş, klasik Arap mimarisinde minareli bir cami. Bu camiin yapılmasında vaktiyle Ahmet Ertegün ön ayak olmuş. Şimdi Suudi himayesinde. Bizimkiler sahip mi çıkamadılar bilemiyoruz. Denildiğine göre ABD'deki hemen bütün camiler Suudi tesirindeymiş. Bu tesir, Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya'da da giderek artmakta. Buradan Türkiye Cumhuriyeti için çıkacak S.O.S sonucu vardır. Mevzi kaybediliyor. Halbuki dinimiz, asırlarca bir yere girmekte öncülük etmiştir, tutunmakta harç olmuştur, toplayıcılığıyla vatandaşların yabancı toplum içinde eriyip gitmesine izin vermemiştir... Öyleyse Washington Türk Camii nerede? Nerede ve nasıl? Yer ilk anda uzak sayılabilir. Biz de öyle zannettik. Fakat yeni yapılanmada herhalde yakın olur. Nasıl olduğuna gelince, Türk Camii şu an bir baraka... Burayı ilk din müşavirimiz Abdülbaki Keskin, '93'te Türkiye Diyanet Vakfı adına satın almış. 60 Dönüm çok kıymetli bir arsa. Bu arsaya bir külliye yaptırtmak Keskin Hoca'nın rüyasıymış. Ne var ki insanlar fani. 2001'de rahmete kavuşmuş. Sonrasındaysa uzun bir zaman müşavir gönderilmemiş. İş başa düşmüş. Buradaki vatandaşlar 2005'te faaliyete geçmişler. Derme-çatma barakada ibadet yapılırken 2007'de Başbakan Erdoğan, buraya gelmiş. Masaya planlar, tasdik edilmiş projeler açılmış. Başbakan, önceki projeyi bir kenara bırakarak klasik Osmanlı tarzında bir eser yapılması talimatını vermiş. Daha evvel Tokyo Camiini de inşa etmiş olan Yüksek Mimar Hilmi Şenalp'i vazifelendirmiş. Buna göre 60 dönüm üzerine cami, ana okulu, sergi salonu, Türkiye'den gelen talebeler için barınma ve çalışma odaları, lokanta, yüzme havuzu, Türk mahallesi ile devâsâ bir Türk Kültür Merkezi kurulacak. Proje bitme noktasındaymış. Merkez, DC ile Maryland ve Virginia eyaletlerinin ortak noktasında. Şu var ki haydi dense ruhsat ve tasdik gibi sebeplerle hayata geçmesi birkaç yıl sürer. Bir başka din, kültür ve halk içinde kimliğini korumak için böylesi merkezler hayati değer taşımakta. Şu baraka bile hizmet ediyor. Eskilerden Ahmet Akbayrak'ın anlattıkları unutulur gibi değil. Bayramlarda işten zor-güç izin alarak camiye gidiyorlarmış. Fakat manzara hüsran verici. "Bayram dündü, kılındı", veya "bayram yarın kılınacak" sözleriyle yıkılıyorlarmış. Tekrar izin almak mümkün değil. Buradaki resmi Türk zevatını da aralarında görme hasretindeki bu insanların dedikleri bir şükür cümlesi. -Allah devletimizden razı olsun! Şurayı yaptırdı da inancımıza uygun namaz kılıyoruz. Anadolu insanının mayası AB'de de ABD'de aynı. Bir baraka için bile Allah, devletimizden razı olsun diyor. Ya rüya hakikat olursa neler demezler? Onun için eller çabuk tutulmalı. Bu bir kimlik koruma azmidir.
.
Şimal yıldızı
21 Eylül 2009 01:00
> Washington DC Sovyetler, 12 Ağustos 1945'te Kore'nin kuzeyini, Amerika da 8 Eylül 1945'te güneyi işgal etti. 38. paralelin ara hat ilan edilmesiyle Kore, bugüne dek devam eden bölünmüşlüğe maruz kaldı. 25 Haziran 1950'de Kuzey Kore, Güney Kore askerlerinin sınır tecavüzü yaptıkları iddiasıyla 38. paralel boyunca taarruza geçti. ABD, BM güvenlik konseyini toplantıya davet etti. GK, bu saldırıyla Kuzey Kore'nin barışı ihlal ettiği kararına vardı. Kuzey Kore birlikleri başkent Seul'u ele geçirdi. BM 27 Haziran 1950'de üyelerini barışı geri getirmek için bölgeye asker vermeye davet etti. Türkiye dahil 16 devlet, bu davete uyacaktı. Birleşmiş Milletler Kuvvetleri teşkil edildi. Bu gücün komutanlığına Amerikalı general Douglas Mc. Arthur getirildi. TBMM 30 Haziran 1950'de BM'nin yaptığı çağrıyı kabul ederek hükümetin Kore'ye asker göndermesine izin verdi. DP henüz 6 günlük iktidardır. Türkiye, SSCB tehdidi altındadır. Fakat Türkiye Kars, Ardahan ve Boğazlara dair bu tehdide karşı yalnızdır. Ortada komünist Kızıl Orduyu caydırmak için kurulmuş bir NATO vardır. Türkiye bu çatı altına girerek yalnızlıktan kurtulmak istemektedir. Fakat vaki 2 müracaatı reddedilmiştir. Meclisin asker sevkine dair tezkereyi kabulünden sonra yapılan 3. müracaat ise hemen kabul görmüş ve Türkiye, NATO'ya üye kabul edilmiştir. Genelkurmay, Kore'ye 1 komutanlık karargâhı, 1 tugay ile 241. Piyade Alayı'nın gitmesine karar verdi. Birliklerimiz erat ve subaylarla birlikte Ankara stadyumunda cemaatle namaz kılıp dua ettikten sonra merasimle İskenderun'a uğurlandı. İskenderun'dan da uzak denizlere.Tugay'ı taşıyan ilk gemi 25 eylülde son gemi 2 ekimde hareket etti. Süveyş Kanalından Formoza Adası kuzeyine uzanan 21 günlük deniz yolculuğu. Tugay komutanı tuğgeneral Tahsin Yazıcı, karargâh komutanı yarbay Selahattin Tokay, 241. Piyade Alay komutanı ise albay Celal Dora idi. Türk askeri, 1922'den beri harp etmemişti. Sanki bir kere daha Kanal Harekâtı yapılıyordu.. Çok uzun asırlar sonra Çinlilerle çarpışmamız ise sanki değil bir hakikat olacaktı. Birliklerimiz 3 hafta sonra Kore'nin Pusan limanına vardı. Menzil 85 km kuzey batıdaki Taegu şehriydi. Türk tugayı, 8. Amerikan ordusuna bağlandı. Birliğimize North Star/ Şimal Yıldızı kod adı verildi. Daha sonra '60'lı yıllarda Ayhan Işık, bu isimde bir film çevirecek, biz de sıcak Adana akşamlarında gittiğimiz yazlık Çiçek sinemasında hayalle gerçeği karıştıran çocuk yüreğimizin kabarmasıyla Türk bayrağının her yeni tepeye dikilişini alkışlarımızla kutlayacaktık. .............. TEBRİK Ağız tadıyla nice bayramlara efendim. Biz, ailece burada, hastanede, oğlumuz Cüneyd Er'in başında O'nun ayağa kalkmasını, yürümesini, eski günlerimize dönmemizi bekliyoruz. Bir de güzel dualarınızı....
.
Mümtaz Birlik Nişanı
22 Eylül 2009 01:00
TBMM'nin 30 Haziran 1950 Kararıyla 3 haftalık bir deniz yolculuğundan sonra Kore'ye varan Türk tugayına ilk olarak 7 Kasım 1950'de Seul'ün Munson bölgesinin emniyetini temin vazifesi verildi. Tugay, öncelikle 25. Amerikan tümeninin arka bölgesini koruyacaktı. Türk askeri bu tarihten Sovyetlerin ateşkes talebinin kabulü olan 25 Temmuz 1953 tarihine kadar hep sıcak savaşın içinde oldu. Büyük kahramanlıklar gösterdi. Kunuri'de Albay Celal Dora komutasında 8. Amerikan Ordusunun Çinliler tarafından imha edilmesinin önüne geçti. Üsteğmen Mehmet Gönenç, bölüğü ile destanlar yazdı. Komünist Rus-Çin-Kuzey Kore ittifakına karşı Kore, bir vatan gibi savunuldu. Amerikan Kongresi, Mümtaz Birlik Nişanı verdi. 37'si subay, 26'sı astsubay, 650'si er olmak üzere cem'an 721 şehit, 2147 yaralı, 234 esir verdik. 175 kişi kayboldu, 364 kişi hastalandı. Türk tugayı 1960'a kadar Kore'de kaldı. Bu yıl bir bölüğe, 1965'te bir mangaya indirildi, daha sonra o da geri çekildi. Anadolu'ya gelen Mehmetcik'in lakabı hazırdı "Koreli". Tabelaları bu kelime süsledi. Sonrasında Girneli kelimesi gibi. 3 yıl süren sıcak savaşların her biri ayrı ayrı incelenmeye değer. Ne var ki Kore bizim için bilinmezdir. Halbuki o 721 şehidin 426'sı Pusan kasabasındaki Tanggok kabristanındalar. Siz deyin ki Tangök. Onlar orada bizim bilmediğimiz bir hayatla diriler. Kıbrıs'a, Kuzey Irak'a yardıma geliyorlar. Onlar, bugün filmi TRT arşivlerinde olan komutan ve askerlerimiz Ankara stadında cemaatle namaz kılarak yola çıkmış, dualarla uğurlanmışlardı. Allahü teâlâ, o orduyu korumaz mı? Korur.. İşte isbatı: Kore'de 3 yıl her ân muharebe yaşanmaktadır. Ama hayat devam ediyor, ramazanlar, bayramlar da gelip geçiyor. 6 Temmuz 1951 bir ramazan bayramı günüdür. Birliğimiz, o şartlarda orucunu tutmuş, Rabbine karşı kulluk vazifesini yapmıştır. Şimdi sıra bayram namazını eda etmektedir. Bir " Süleymaniye'de Bayram Sabahı" ruhu da orada yaşatılacaktır. Bundan sonrasını bizzat kumandandan dinleyeceğiz. Kunuri kahramanı Albay Celal Dora anlatıyor: -6 Temmuz 1951 günü ramazan bayramının birinci günü idi. Bayram namazını ihtiyat bölgesinin ortasında etrafı kavak ağaçlarıyla çevrili yemyeşil büyük bir çayırlıkta bütün tugayca kılmamızı kararlaştırdıktan sonra içimde bir ürperti hissetmiştim. 5 bin kişi namazda iken maazallah düşmanın bir uçak filosunun taarruzuna uğradığımız takdirde ne büyük bir felaket olacağını gözümün önüne getiriyor ve bir türlü gönlüm razı olmuyordu. General Tahsin Yazıcı'ya taburların kendi bölgelerinde ayrı ayrı namazlarını kılmalarını teklif ettiysem de imam adedinin azlığı yüzünden bu teklifime imkân görülmemişti. O sabah hava çok açıktı. En küçük bir bulut yoktu. Birlikler çayırlık bölgeye gelirken onlarla birlikte bir sis tabakası da çayırlık üzerine çökmeye başlamıştı. Cemaat çoğaldıkça bu sis tabakası da kesafet peyda etmiş ve 10 metre ilerisi görünmez bir hal almıştı. Hikmeti ilahi bu sis yalnız kavaklık bölgesine inhisar etmiş ve bu bölgenin dışında kalan sahada sisten hiçbir emare görülmemişti. Cenabı Hakk'ın, Türk birliğini koruduğunun en büyük nişanesi olan bu sis tabakası içinde namazımızı kıldıktan, duâsını yaptıktan ve bunu müteakip birbirimizle sarmaş dolaş bayramlaştıktan sonra birlikler kendi bölgelerine giderken sis de birden bire ortadan kaybolmuştu. Masal gibi değil mi? Değil. Bu da Allah'ın verdiği nişan... Bu güzel Mehmet, güzel ahlakıyla bir çok Korelinin hidayetine vesile olmuştur. Bugünkü Koreli Müslümanlar o günlerin hatırasıdır. Mehmetciğin çaktığı kıvılcıma daha sonra sahip çıkılsaydı Kore'de Hıristiyanlık değil, Müslümanlık hızla yayılırdı. Bir ramazan bayram günü Amerika'dan Kore tarihimizle alakalı bir unutulmaz ramazan bayramını anlatmak!... Neyi nasıl izah etmeli? ........ TEBRİK Gönül huzuruyla çok bayramlara efendim. Biz, ailece burada, hastanede, oğlumuz Cüneyd Er'in başında O'nun ayağa kalkmasını, yürümesini, eski günlerimize dönmemizi bekliyoruz... Bir de güzel dualarınızı....
.
Sen bir aşksın İstanbul
23 Eylül 2009 01:00
Seni özledim İstanbul. Fatih'i özledim. İstanbul, Fatih'tir, sur içidir. Tarih oradadır, âlim oradadır, evliya oradadır. Fatih'i özledim. Sağ yanımda Fatih Sultan Mehemmed Han kim Sultan Murad Han oğludur. Bir yanımda Yavuz Sultan Selim Han kim Sultan Bayezıd Han oğludur. Yüreğimin yarısı Hırka-yı Şeriftedir. Ol Hırkayı Şerif kim Fahri Kâinat Efendimizin -es'salatü ve's selam- emaneti mukadesesi ve dahi Veysel Karani yadigârıdır. Yarısı Mehmed Emîn Tokadî Hazretleri türbesindedir. Ol dahi tarikat-ı nakşibendiyyenin solmaz nakışlarındandır. Seni özledim İstanbul. Eyüp Sultan'ı özledim. Ol Eyyub Sultan, Hazreti Halid bin Zeyd'dir. Allah Resulünü altı ay öz hanesinde konuk etme şerefi, güneşten bir tac olarak ebediyen anın nurlu başındadır. Kaşgârî Dergâhını özledim. Oradaki mânevî sultanları, himmetleri hazır, tasarrufları daim olsun. Önden giden ahbabı özledim. Eyyub Sultan ol nev' beldedir kim hem devlet ricali andadır hem gönül erbabı. Tek başına bir İstanbul'dur. İstanbul seni özledim. Ruhum, sanki Boğaziçi'nde süzülen bir martıya eşlik etmekte. Bir yanımda Hazreti Hüdayi, bir yanımda Yahya Efendi. Ol üstadlar kim zerre hizmeti dahi derhatır iderler. Şol veçhile ümmitleniriz, eşiklerine baş koymuş olmaklığımızla şu gurbette, şu kazada bu fakiri ve dahi anın evlad-u ıyalini bîkes komayalar. Seni özledim İstanbul. Yakut renkli Topkapı Sarayını özledim, saraylar sarayını. Sultanahmed'i özledim. Süleymaniye'yi, Merkez Efendiyi. Üniversitenin kapısı açık ama tuğrası kapalı kapısını. Anamın, yengemin, biraderimin sahabi ağuşuna tevdi ettiğimiz Eğrikapu'sunu özledim.. Emirgân laleleri bu yıl bensiz öksüz kaldı. Ben onları özledim. Onlar da beni özlemiş olmalı. Felemenk lalesi de lale mi? Taklit aslı tutar mı? Seni özledim İstanbul. Her surunu, her minareni, her kubbeni, her çınarını, her türbeni, her sultanını, her sebilini, her sarayını, denizini güneşini, sergilerini, müzelerini, seni özledim İstanbul. Ben sende yaşar iken seni özlerdim, hasretin hücrelerimde tutuşurdu. Sende sana hasrettim. İmdi aylar var ki sen bir yanda, ben bir yanda. Arada zalim deniz, zalim mesafeler. Ey emsalsiz şehir, ey cömert kent. Ey Peygamberler Peygamberinin muştusuna mazhar olmuş üstün güzellik. Bir kaza sebebiyle kader bizi bir taklit şehre sevk etti.. Bir taklit şehirde bir hastane odasındayız. DC bir özenti şehir. Azıcık Roma, biraz Yunan, bir miktar Konstantinopol. Nerede senin ihtişamın, nerede DC. Sözde bir de cihan devleti merkezi. Oysa bir mahrumiyet beldesi. Bu şehrin şifa aradığımız hastanesinin penceresinden sana bakıyorum. Uzaklardasın. Görünmüyorsun. Ekrandaki resimlerinle avunuyorum. Seni hekimlere terapistlere anlatıyorum, bir sevgili anlatır gibi. Görmeden seni anlamak kimin haddine. Seni özledim. Yağmurlarını, yazını, kışını. Bakır çalığı yapraklarla donanmış sonbaharını. Bayramını özledim İstanbul. Bayram sende yaşamaktır evvela. Bayramlardaysa bayram bayram içre olmaktır. İstanbul dürri yektadır. Payitaht-ı Cihan'dır. Ol şah şehir bu lisandan anlar. Köpük köpük kubbeleri gibi gümbür gümbür Türkçe'si vardır. Kâh boyun urdurur, kâh divit koşturur. Bazen Bakî'dir, ummadığın zeman IV. Murad. Îyd'ın saîd olsun İstanbul. Ve dahi sizin de ahbab-u yârân.
.
Dört açılım
24 Eylül 2009 01:00
Asırlık bir sancı, gündeme alınıyor. Kürt uyuşmazlığı bugünün meselesi değil. Cumhuriyet döneminde Diyarbakır'da idam edilen Abdülkadir Efendi, son Osmanlı Meclis-i Meb'usanında âyan/senato azasıydı. Asılırken Kürt Teâli Cemiyeti başkanıdır. İdam, bir dramdır. Burada ise dram, iç içedir. Gözünün önünde önce oğlu asılır sonra kendisi. Kürt-Ermeni çatışması. Türk-Ermeni çatışması. Türk-Kürt çatışması. Türk-Arap çatışması. Bu çatışmalarda kaybeden bu dört kavmin her biridir. Her biri vahim hatalar işledi. Biri diğerinden daha az ziyanda değil. Düvel-i muazzama, aynı toprağın insanlarını birbirine boğazlatmıştır. Bunun da iki sebebi vardır Hilafet ve petrol. Daha 10 yıl öncesine kadar ancak Güneydoğulu diye yazabiliyorduk. Çünkü 25 yıl öncesinde Kürt, yasayla yok sayılmıştı. Vatani hizmetteki er, evindeki anasına, evindeki lisanla telefon açamıyordu. Kürt de Ermeni de Arap da Türk de çok kötü şekilde kullanılmıştır. Kazanan sömürgeci milletlerdir. Yüzyıl sonra açılım adıyla kucaklaşma arayışları söz konusu. Şüphesiz ki kolay olmayacak. Ama soykırım kılıcı da hep başımızın üstünde sallanmamalı. Yeni 60 binleri toprağa gömmemeliyiz. Sadece 60 bin kaybımız olmadı. Dış borcumuzu sıfırlayacak serveti Güney Doğu'nun dağlarına gömdük. Arap açılımı belki en zoruydu. Fakat ilginçtir Suriye'den başlayarak bu açılım gayet rahat cereyan etmekte. Suriye ile vizelerin kalkması tarihi doğruların avdetidir. Buradan şunu teklif ediyoruz. İsteyen Suriyeli ve her Filistinliye Türk vatandaşlığı verilsin. Türk soylulara çifte vatandaşlık yolu açık olduğu gibi Osmanlı asıllılara da bu kapı açılmalı. Osmanlıyı atlayarak tarihle köprü kurulamaz. Sancılı geçecek olan Kürt ve Ermeni açılımıdır. Ermenilerle ihtilafı halletmenin en pürüzlü noktası. Azerbaycan'daki şaşkın Ermeni işgali. Bu işgal, Dağlık Karabağ elbette masaya yatırılacaktır. Masanın deve dişi konuları soykırım iddiası ile bu işgaldir. Türk tarafı -ki bunu derken Azerbaycan'ı da kast ediyoruz- probleme çok iyi hazırlanarak Bakü'yle kara yolu ile irtibatımızı muhakkak kurmalıdır. Kürt ise özbeöz TC vatandaşıdır. Vatandaşıyla kavgalı olan, dünya ile barış içinde yaşayamaz. Kürt ihtilafında tek vatan, tek bayrak, tek resmî dil, tek ordu dışında her şey teferruattır. TRT Kürtçe yayına başladı da ne oldu? Kürtçe dersaneler hangi yıkıcılığı yaptı? Dört açılım da doğrudur. Tarihidir. Geç kalmıştır. Dört kavim de kazançlı çıkacaktır. Bunlara eş zamanlı yapılacak bir diğer açılım ise İnanç Açılımı'dır. İnanç Açılımı, mağdur dindar kitleye çok görülen haklarının iade edilmesidir. Bunu da Balkan Açılımı takip etmelidir Büyük Türkiye de böylece doğar. Turgut Özal'ın Dört Eğilimi ile dünyaya açıldık. Tayyip Erdoğan'ın Dört Açılımı ile zirveye koşacağız. Yolun açık olsun Türkiye
.
Açılıma Kürt desteği
25 Eylül 2009 01:00
Muhalefet, 'Dörtlü Açılım'a çok şiddetli şekilde karşı çıkmakta. İktidarı âdeta yaylım ateşine tutuyor. Bazıları kendilerini vatanın yegâne sahibi olarak görmekteler. Fanatik milliyetçilerin internette yazdıkları tek kelimeyle çılgınlıktır. Onların dedikleriyle bazı 28 Şubat paşalarının o günlerdeki sorumsuzlukları ne kadar da benziyor. Bazı sivri üsluplu paşalar şöyle diyorlardı: "70 milyon zaten fazla, 20 milyonu kessek ne olur?" Şimdi bu ütopik milliyetçiler, daha doğrusu ırkçılar da benzer hezeyanlar içindeler. Çok tarihî günlerdeyiz. Devlet, kendisiyle hesaplaşıyor. Açılımın bazı maddeleri basında yer aldı. Okullarda sabahları okunan and kaldırılıyor. Bundan böyle evinde Kürt olduğu öğretilen çocuk, her sabah rol icabı Türk olmayacak. Üstelik bu and 12 Mart 1971 darbesinden sonra Türkler için de eziyet haline gelmişti. Sanki batıl bir dinin toplu ayinine dönüştürülmüştü. Koruculardan silahlar toplanıyor. Koruculuk, Hamidiye Alaylarının soluk bir taklididir. Vazifesini yapmış veya yapmamıştır. O hükmü tarih verir. Bir dönem ihtiyaç duyulmuş. Sadakat âdeta maaş bağlanmış. Ama devrini tamamlamıştır. Onların şimdi ne olacağı ise ayrı bir sorudur? İktidar devlet gemisini kayalara çarpmadan açık denizlerde yüzdürmekle mükellef. Muhalefet ise iktidarın yerine talip. Bu demokrasinin intikamcı tarafıdır. Muhalefet, haklı veya haksız hükümeti yıpratmak için ne lazımsa yapacaktır. İktidarın stratejisi Dört Açılımla iç ve dış barışı tesis, muhalefetin stratejisi ise kan kaybına yol açarak iktidarı sandığa çekmek. Bu bütün dünyada böyle mi? Olmamalı. Her şey denebilir. Fakat milli meselelere sıra gelince orada ittifak kurulur. Bir de seçim dönemiyle sonrası farklı olmalı. Bayramlık çocuk particiliği ile olgun demokratik hayat muhaldir. ABD'de de seçim yapılıyor. Demokratlar, Cumhuriyetçiler birbirlerine hayli yükleniyorlar... Fakat daha sonra iktidar, şu anki Obama kabinesinde olduğu gibi diğer partiden milletvekilini alıp bakan yapabiliyor. Bu açılımlar cereyan ederken Türkiye'deki hatta Türkiye dışındaki Kürt unsurunun akl-ı selimle hareket etmemesi hem kendilerine ve hem de Türkiye'ye ziyan verecektir. Kürt ırkçılarının laf anlamaz tutumu Türk ırkçılarının işine yarar. Bütün Kürt okuryazarları, aklın, mantığın, sağduyunun yanında yer almalı. Belediye başkanı, politikacı kim olursa olsun bir Kürt'ün şu süreci baltalayacak, zora sokacak bir beyan veya davranışı olursa buna engel olmalılar... Türkiye'yi iç harbe sürüklemek isteyenlerin elinden kozlar alınıyor. Sivas'tan öteye gidemeyenler Ankara'nın ortasında istedikleri gibi konuşuyorlar. Ucuz politika, siyaset esnaflığı artık bitmelidir... Nesiller ve zamanlar çok değişti. Açılan beyaz sayfaya mürekkep damlamamalı.
.
Hepimiz Osmanlıyız!.. -I-
28 Eylül 2009 01:00
> Washington DC Sene 1952, Başvekil Adnan Menderes, Fransa'ya resmi bir ziyaret yapar. O ziyaret esnasında Hanedan-ı âli Osman'dan bazı kadın âzâların Fransız ordusunda çamaşırcılık yaptığını öğrenir. Buna çok üzülür, kalbi burkulur. Türkiye'ye dönüşünde Çankaya'ya çıkar. Reis-i Cumhur Celal Bayar'dır. Başvekil, ziyaretine dair malumatı arz ettikten sonra Hanedan mensubu kadınların içine düştükleri perişan vaziyeti dile getirir. Merhum Başvekil şunu der: -Bunlar, bu millete 650 sene hizmet etmiş bir ailenin ferdleridir. Şu oldu-bu oldu, doğru yanlış, her ne ise şu ân memleket haricindeler ve vaziyetleri de hepimizin hicaptan yüzünü kızartacak hâldedir. Zât-ı âlilerine şunu teklif ediyorum "vatana kabul edelim, bari kendi ordumuzda aynı işi yapsınlar." Bayar, olanca gaddarlığını takınarak teklifi reddeder "hayır!" Zira "Atatürk, seni sevmek ibadettir!" diyen kıdemli bir ittihatçının böyle bir teklifi kabul etmesi kendini inkâr olacaktır. Cevap üzerine Menderes, masadan boş bir kağıdı kaptığı gibi istifa istidasını yazar ve odayı sür'atle terk eder. Muhatabı, merkepten düşmüş gibidir. Arkasından baka kalır. Kendini toparlar toparlamaz da adamlar koşturur. Galip gelen zarif Menderes'tir. Böylece kısa süre sonra "Hanedanın kadın azalarının yurda kabulüne dair kanun" ismiyle bir kanun çıkartılır. Sadece Hanımlara yol açılmıştır. Bazıları gelirler. Çünkü bu defa da aileler parçalanmaktadır. Çoğu kırgındır. Bazı erkekler ise İstanbul'u uzaktan da olsa bir kere seyredebilmek için Boğazdan transit geçen gemilere binerler. Hanedanın erkek üyelerini kabulü için 1974 yılına kadar beklemek gerekecektir. 1960'lı yılların sonuna doğru Kadir Mısıroğlu OSMANOĞULLARININ DRAMI ismindeki fevkalade kıymetli eserini hazırlamak için yaptığı araştırmalar zımnında Fransa'nın Nice şehrine de gider. Sultan Abdülaziz Han'ın oğlu Şehzade Mahmud Şevket Efendi, burada yaşamaktadır. Çektikleriyle şehzadeyi civanbaht mı, şehzadeyi bedbaht mı olduğu münakaşa mevzuu olacak olan şehzade, yatalak kızı Nermin Sultan'la birliktedir. Ressamlık yaparak hayatını idame ettirmektedir. Muhterem Mısıroğlu ile şehzade Efendi'nin konuşmalarında Şehzadenin şu hükmü, muhteşem bir tarihi tesbittir. Şöyle der: -Erkek âzâlara da izin verecekler. Fakat Saray terbiyesi ile büyümüş nesiller vefat ettikten sonra. Burada anahtar kelime Saray Terbiyesidir. Sene 1974, CHP-MSP iktidarı iş başındadır. Başbakan Bülent Ecevit'tir. Komünist militanlar için af çıkartılacaktır. Demokratik Parti Konya Milletvekili Hasan Korkmazcan ve bir kısım arkadaşlarının teklifiyle çıkacak kanuna bir fıkra daha eklenir. O fıkra, Osmanoğulları'nın erkek evladının da Türkiye'ye gelmesine imkân vermektedir. O sırada birçok kimse bu kanuna muhalefet etti. Anarşist ve komünistlerle birlikte bir af hazmedilemiyordu. İmkân veya izin değil de af. Kim kimi affedecekti? Kim kimi affetmişti?
.
Hepimiz Osmanlıyız!.. -II-
29 Eylül 2009 01:00
Sultan II. Abdülhamid Han'ın başkadın efendilerinden biri hayli yaşlanmış olduğu halde Teşvikiye'de mukimdir. Bir sabah ezan vakti kapıları çalınır. Kapıyı kadın efendinin kızı açar ve açmasıyla birlikte donakalır. Karşısında Başvekil Adnan Menderes durmaktadır. Hemen kendini toparlayarak içeri buyur eder. Başkadın efendi gelenin kim olduğunu sorar? Kızı ne desin? Başvekil dese, o da ne? diyecek Saniyelik bir tereddütten sonra cevabı şu şekilde verir: -Türkiye'nin sadrazamı. "Türkiye'nin Sadrazamı" hal-hatır faslından sonra ikram edilen bir fincan kahveyi içer ve müsaade ister. Ayağa kalkarken koyun cebinden çıkarttığı zarfı önündeki sehpaya yavaşça bırakır "ihtiyaçlarınız için âcizâne hediyemizdir." Menderes niçin asıldı? Şunlardan dersek bize katılır mısınız? Ezanın Arapça okunmasına izin verdiği için. Bu millet isterse Hilafeti de getirir dediği için. Ben Orduyu yedek subaylarla da idare ederim dediği için. Osmanlıyı böylesine sevdiği için. Çeyrek asır önceydi... Fatih'teki Hakikat Kitabevi, o zaman Işık Kitabevi'nin deposuydu. Bir bayram sabahı bu depoyu arkadaşlarla doldurmuştuk.Tam İlmihal kitabının müellifi Hüseyin Hilmi Işık Hocamız, mütebessim bir çehreyle içeri girdiler Bizlerle teker teker bayramlaştılar. Şöyle diyorlardı: "Iydiniz saîd olsun kardeşim". Bayramlaşmadan sonra ilk sözleri şu oldu: "Bizim ilk mürşidimiz ana-babalarımızdır. Sonraki mürşidimiz ise Osmanoğullarıdır. Osmanoğulları olmasaydı şimdi kim bilir neydik?" Bundan 15 yıl kadar önceydi. Hacegân Lokantasında bir velime yemeğindeydik. Eski Van Müftüsü muhterem Kasım Arvasi ile yan yana oturuyorduk. Söz, Osmanoğullarına geldi. Müftü amcamız, bir şey dediler. O güne dek hiç işitmemiştik. "Abdülhakim Arvasi Hazretleri buyurdular ki; 'Osman-oğulları seyyid idiler fakat her ne hikmetse bunu âşikâr etmediler.' Mehmet Said Arvas Hocamız, Hollanda'da bir hadise anlattılar. "Bir gün birisi Timur Han'ı rüyasında görür. Cehenneme götürmektedirler. Tam o esnada Sevgili Peygamberimiz -aleyhisselam- görünür. 'Durun' buyururlar, 'Bu, evlatlarıma çok hizmet etti!' Timur, kurtulur. Said Hocamız, devam ettiler: "Bu hadiseyi bir yerde anlattığımda dinleyen gençlerden biri şöyle sordu; 'Peki efendim, o devirde yaşasaydık Yıldırım'ın mı, Timur'un mu yanında yer alacaktık?' Said Hoca, şu cevabı vermiş: "Tabii ki Yıldırım'ın yanında yer alırdık. Çünkü Abdülhakim Arvasi Hazretleri buyurdular ki; 'Eshabı Kiramdan sonra İslamiyet'e en büyük hizmeti Osmanoğulları yapmıştır..." Bu yüksek şerefi Türk Milletine Hânedân-ı âli Osman bağışlamıştır. Bu aile, 1924'te Türk Milleti adına, fakat Türk milletine rağmen, bu ülkeden 48 saat içinde yurt dışı edildi. Onlardan bazıları yoksul düştü ancak asla ahlaktan düşmediler. En zor zamanlarında bile devlete küsmediler, devlet aleyhine tek kelime etmediler. Şehzade Ertuğrul Osman Osmanoğlu, İstanbul'da vefat etti. Hanedan Reisi bu Osmanoğlunun hususiyeti, Saray Terbiyesi ile büyümüş son kişi olmasıydı. Hanedan'ın, Türk milletinin, Osmanlı Milletler Topluluğu'nun başı sağ olsun. Şehzade Ertuğrul Osmanoğlu'na rahmet niyaz ediyoruz.. Onun ölümüyle Osmanlı bitmedi. Osmanlı, bu milletin şahs-ı mânevisinde mündemiçtir. Çünkü, hepimiz Osmanlıyız. Bu toprakların her unsuru, Türk, Kürt, Arap, Ermeni, Rum, Arnavut, Bulgar... hepimiz. Çünkü biz, Devlet-i Ebed Müddetiz.
.
Yollar köprülere, köprüler medeniyete çıkar
30 Eylül 2009 01:00
Küçüklüğümüzde değişmez gündem maddelerinden biri köprü kavgasıydı. Yerli zihniyet, İstanbul Boğazına köprü yapmak istiyor, ilerici, devrimci ve sosyalistler sara nöbetleri geçiriyordu. Köprü, bu kavga-dövüş arasında bir gerdanlık gibi Boğaziçine asıldı. Asya ile Avrupa tarihte ilk defa kucaklaştı. İnşaatı engellemek için neler söylenmiyordu ki? "Köprü, zenginlere hizmet edecek" safsatasından tutun da "doğunun kasabaları köprüsüzken İstanbul'a nasıl köprü yapılır?" kınamalarına kadar. Yaşımız icabı ilk defa köprü kavgasına şahit oluyorduk. Daha evvel bildiğimiz kavga Deli Dumrul hikâyesinden ibaretti. Geçenden bir akçe, geçmeyenden iki akçe alıyordu. Meğerse bu köprü, yol kavgaları tek parti dönemine kadar uzanırmış. Bunu çok sonraları öğrendik. Adnan Menderes, Vatan Caddesini yaptırtırken İsmet İnönü'nün "tayyare mi indireceksiniz?" dediğini bugün artık herkes bilmektedir. Ama şunu az insan bilir. Bir gün meclis kürsüsünde şöyle köpürür: "Bu Demokrat Partililer, öyle hayalperest insanlardır ki bir gün Boğazın bir yakasından diğerine köprü kuracaklarını söylerlerse şaşmam!" Halbuki sonraları öğrendik, projelerini gördük ki Boğaza ilk köprü fikri Sultan Abdülhamid Han'a aittir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 3. Köprüye muhalefet edenleri eleştirirken ilk köprüye karşı çıkanları bayağı bir hırpaladı. Üç yıl kadar önce bir grup medya mensubu Fer'iye Lokantasında öğle yemeği yiyorduk. Oturduğum yerden köprü görünüyordu. Birand, solumdaydı. Neden icap ettiyse ortaya şunu sordum "merak ediyorum, vaktiyle köprünün yapılmasına karşı çıkanlar, şimdi geçerken acaba ne düşünüyorlardır?" der demez, M. A. Birand, koluma vurdu "sorma, o eşekliği ben yaptım, dedi ve ilave etti, daha beteri var, bir insan başka bir insan asılsın diye yürüyüş yapar mı? Ben Menderes asılsın diye yürüyenlerin en önündeydim. Fakat Kırat Belgeselini de bu sözlerle bitirdim." Sadece Turgut Özal zamanında yapılan ikinci köprü için laf edilmedi. İlk köprünün yazı hayatımızda da bir hatırası var. İsminin Fatih Köprüsü olmasını teklif etmiştik. '76 veya '77'de yazdığımız Pırıltı'nın başlığı Fatih Köprüsüydü. İkinci köprüde hakikat oldu. Daha güzel isim verildi, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü. Rumeli Hisarı'nın yanından geçtiği için isabetli olmuştu. Ancak yol levhalarında FSM'leri gördükçe korkuyoruz ki köprünün adı FSM kalacak diye. Yollar, köprülere, köprüler medeniyete çıkar. Eski şehirlerimizde hayat, surlar içinde, Taş Köprüler etrafında döner. İvo Andriç'in Drina Köprüsü, Balkanlar'da Osmanlı şehir hayatını anlatır. Akan su varsa köprü de vardır. Çünkü insanda ulaşma, varma, aşma arzusu bitmez. Köprü Amerika'da da Avustralya'da var. Yol yoksa, köprü yoksa medeniyet de yoktur. İlk köprüye karşı çıkanlar, bugün kendi kendilerine hakaret ediyorlar. Üçüncü köprüye karşı çıkanlar da yarın Birand'ın pişmanlığına maruz kalabilirler.. Köprüye muhalefet edilmemeli. Medeniyet ortak değerdir.
.
Osmanlı asıllılara Türk vatandaşlığı
2 Ekim 2009 01:00
Türk soylulara olduğu gibi Suriye vatandaşlarından dileyene, Filistinlilerin tamamına ve Osmanlı asıllılara Türk vatandaşlığı verilmesine dair yazdığımız yazının üzerinden daha bir hafta geçmedi. O makalemiz, münhasıran bu mevzua dair değildi. Onun için üzerinde daha çok durulması gerekir. Şimdi birilerinin "yine ne hayallerin peşindesin!" dediğini duyar gibiyiz.. Hamdolsun ki hayal edebiliyoruz. Hamdolsun ki hayallerimizin neredeyse tamamı hakikat oldu. İstikbale dair olanlar da. Osmanlı Milletler Topluluğu, 2023 Türkiyesi, 2071 Türkiyesi gibi hayallerimiz de hakikat olur inşallah. Artık "yurtta sulh, cihanda sulh" çekingenliği bitmiştir. Etliye sütlüye karışmayan ülke içine kapanık pısırık dönemler arkada kaldı. Sovyetler dağılırken devrin Türkiye Başbakanı bunu göremediği gibi haber verenlere de "ama Kızılordu var" demesi o günler yöneticisinin psikolojisine acı bir örnektir. Evet, o teklifimize dair yazımızın mürekkebi daha kurumadan sevindirici bir haberle bahse tekrar döndük. BlackBerry'nin buluş sahibi Mike Lazaridis'e Türk vatandaşlığına girmesini teklif etmişiz. Türkiye Yatırım Ajansı Başkanı Alpaslan Korkmaz'ın verdiği bilgiye göre Lazaridis, hadiseye sıcak bakınca konu, Başbakan Tayyip Erdoğan'a arz edilmiş. Başbakan "hemen gereğini yapın" talimatını vermiş, fakat o noktada maalesef birçok kimsenin karşısına çıktığı gibi askerlik problemi zuhur etmiş. Şimdi hem o engele mantıklı bir çözüm aranıyormuş ve hem de BlackBerry'nin Avrupa'dakinden de büyük bir ARGE merkezinin Türkiye'ye açılması için çalışmalar yapılıyormuş. Bugün 12 bin kişinin istihdam edildiği şirketi bir tarafa şahsi serveti 1.7 milyar dolar olan Lazaridis, İstanbul doğumluymuş. İstanbullu Rum bir ailenin çocuğu. 48 yaşında olduğuna göre belli ki o düzmece 6-7 Eylül Olaylarının sürüklemesiyle Türkiye'den giden bir ailenin mensubu. 777 bin km2 çemberinde sıkışıp kalamayız. Tarih, coğrafya, milliyet ve inanç dörtgeninden istifadeyle yapılması gerekeni yapmak borcundayız. AB, Türk Dünyası Birliği, Kafkas Birliği, Akdeniz Birliği, Osmanlı Milletler Topluluğu'nun hepsi bizim için. Bu sebeple geçen yazımızda Türk Soylulara olduğu gibi Osmanlı asıllılara da Türk vatandaşlığı verilmeli demiştik. Bunu derken hiçbir disiplin olmasın gibi şaşkınca bir teklifi herhalde yapmıyoruz. Kuzey Iraklı Kürt'e de Iraklı Türkmen'e de damarlarında Türk kanı bulunmasından iftihar eden Mısırlı Arab'a da Bosnalı Boşnak'a da bu imkânı verebiliriz. Mühim olan pasaportumuzun şeref vesilesi olmasıdır. Kosova'da, Bosna'da TV antenleri Türkiye'ye dönük. Ne var ki çarşılarında Avro geçiyor. Meselemiz o ki TL'nin Osmanlı coğrafyasıyla nüfuz alanında geçer akçe haline gelmesidir. Halep'te vitrinde gördüğümüz o yazıyı bütün Osmanlı Coğrafyasında yaşamak istiyoruz: "Türk parası geçer"
.
Her zaferin arkasında yalnızlıklar vardır
5 Ekim 2009 01:00
> Washington DC Sayın Erdoğan, Adalet ve Kalkınma Partisi 3. Olağan Kongresinde tekrar genel başkanlığa seçildi. Bu, sayın Erdoğan'ın sadece parti başkanlığa seçilmesi değildir. 3 Kasım 2002'de Başbakanlığa seçilen Recep Tayyip Erdoğan, 3 Ekim 2009'da da liderliğe seçildi. Seversiniz-sevmezsiniz, beğenirsiniz-beğenmezsiniz. Gerçekler şahsi kabullere göre şekillenmiyor. Eğer bir siyasetçi girdiği kongrede 1362 oyun tamamını alıyorsa orada netice fevkaladedir. Kimse Tayyip Erdoğan'ın karşısına rakip olarak çıkamamıştır. Çıksa da hiçbir şansı olamazdı. Bu seçimle Türkiye'nin en güçlüsü olduğu kayıtsız-şartsız tescil edilmiştir. Şimdi, lider sultası diye yazıp konuşanlar olacaktır. Partiler şirket değildir. Bu sebeple ortaklık hisseleri olmaz. Kudretli lider yoksa parti biter. Kimse bir partiden Hacı Bekir Şekercisi'nin ömrünü beklemesin. Buna rağmen kanaatimiz o ki Recep Tayyip Erdoğan, ne gün Çankaya'ya çıkacağının da yerine kimi hazırladığının da hesabını yapmıştır. Böyle bir birlik-beraberlik kongresi Türkiye'nin hayrına oldu. Sandalyelerin havada uçuştuğu bir parti kongresi. Ve o kongrede kan kaybetmiş bir başbakan. Bu başbakan ne içeride ve ne de dışarıda dirayetli olurdu. Seçilen Erdoğan, kazanan Türkiye'dir. Bu kongreyi takip için bize de davetiye gelmiş. İstanbul'dan haberini aldığımızda tebessüm ettik. Bizim kongremiz 8 aydır bir hastane odasında. Neticeleri öğrenince de şunu düşündük. Her zaferin arkasında yalnızlıklar vardır. Liderler yalnız insanlardır. Bugünün Başbakanı, dün, İBB Başkanıydı. Bir gün Taksim-Levent metrosunu basına tanıtacaktı. İstanbul, Tünel'den yüz sene sonra ilk defa metroya kavuşuyordu. Daha raylar döşenmemişti. Başkanla beraber otobüsün önüne oturduk. Otobüsümüz, yer altında yol almaya başladık. O gün orada birkaç belediye memuru, birkaç genç muhabir ve ikimiz vardık. Pınarhisar'da da cezaevi önünde defter imzalatan birkaç görevli duruyordu. O gün cezaevindeki odasında kendisine söylediklerimizi daha evvelki yazılarımızda bulabilirsiniz. İster sevin, isterseniz başka hisler içinde olun. Tayyip Erdoğan bugün Türkiye'nin lideridir. Ona rağmen bir şey yapamazsınız. Hatta ABD, Rusya, İran, İsrail ve Avrupa da bölgede bir şey yapamaz. Sayın Erdoğan, dün, bugünkü zaferinin bedelini ödemiştir. Yalnız kalmak en büyük cezadır. O, bu cezayı defalarca ödedi. Yolunu kesen yargıçlar, paşalar, "Tayyip'i köy muhtarı bile yapmazlar!" diye manşet atan medya silahşörleri bitti. Bazısı tekaüt, bazıları cezaevinde, bazılarını kim hatırlar? O ise bugün bir numara. Davanız varsa, davanızın yoluna baş koymuşsanız, uğruna yalnızlıkların zehrini tatmışsanız zafer sizindir. Zafer sabredenlerindir...
.
Çankaya zirvesi
6 Ekim 2009 01:00
Türkiye'nin varlığının teminatçısı/garantörü olduğu Azerbaycan'ın muhtar/özerk Cumhuriyeti Nahcivan, geçen hafta büyük bir toplantıya sahne oldu. Türkçe konuşan devletlerin liderleri, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı'nın rehberliğinden bir araya geldiler. Bu toplantıdan Türk Konseyi gibi fevkalade ehemmiyeti haiz tarihî bir netice doğdu. Nahcıvan dönüşünde sayın Abdullah Gül, gazetecilerle sohbet ederken "Türk dünyasını buluşturuyorsunuz Türkiye'deki liderler ne olacak?" şeklindeki bir soru üzerine "zemin yokluyorum, liderleri toplayacağım, bu kadar kırıcı olmak kimsenin hayrına değil" mealinde bir cevap vermiş. Hakikaten öyle. Parti liderleri, son aylarda birbirlerinin yüzüne bakamayacak denli ağır konuşmaktalar. Biri bir şey yapıyor, diğeri ona sataşıyor, bu defa sataşılan sataşana sataşıyor. İş, gizli husumete kadar gitti. Sonrasındaysa Cumhurbaşkanını ayakta istikbal etmeme gibi devlet terbiyesine aykırı davranışlar, yasama yılı konuşmasına "yabancı devlet başkanı gibi konuştu" diyecek kadar sorumluluğa uzak beyanlar yaşandı. Halbuki biz dünkü siyasette bu üsluptan çok çektik. Süleyman Demirel ile Bülent Ecevit, cenaze törenlerinde dahi el sıkışmazdı. Alparslan Türkeş, Bülent Ecevit'e "köprü altı zibidisi" derdi. Ecevit de şimdi Devlet Bahçeli'nin yaptığı gibi boyun damarları kabara kabara havayı yumruklardı. Ne kadar esef edilse azdır ki devrin dört liderini 12 Eylül darbesi sakinleştirdi. O günler soğuk savaş dönemiydi. Dünyada yaşananlar ülkemize de yansıyordu. Şimdi ne oluyor? Soğuk savaş çoktan bitti. Öyleyse bu kırıcı, bu kapıları kapatan üslup neyin nesi? Daha evvel de yazdık. Dedik ki gelin yeni bir dil, yeni bir politika geliştirin. İktidarsanız muhalefetin her dediğini reddetmeyin. Muhalefetseniz iktidarın her yaptığını karalamayın. Olmadı. Eski tarz, aynen devam ediyor. Sayın Cumhurbaşkanı, "partilerimiz temelde aynı düşünüyorlar, aralarında metod farkı var" demiş. Nezaket göstermiş. Keşke öyle olsaydı. İdeal olanı söylüyor. Parti başkanlarına maiyetindekiler akıl-fikir veremeyeceklerine, efendim bu dediğiniz hatalı, bu beyanınız ayıp oldu diyemeyeceklerine göre birinin bunu dile getirmesi, aralarında sağduyuyu inşa etmesi lazım. Bunu Banki Moon yahut Barak Obama veya Vladimir Putin yapmayacak. Tabii ki Cumhurbaşkanımız tansiyonu düşürecek. Fakat Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün liderleri toplayacağı zirveye gelirler mi? Gelmeyen hata eder. Çok doğru. Fakat Cumhurbaşkanının önünde ayağa kalkmayanlar, yabancı devlet başkanı gibi konuştu diyenler, davete kolay kolay icabet etmezler. Sayın Gül'ün işi zor. Ancak Çankaya Zirvesi de şart. Bu soğuk savaş polemikleri artık çekilmiyor. Gelenler gelsin. Gelmeyenleri millet, siler. Fikir üretmeyen, konuşmasını bilmeyenler yarın yok olmaya mahkûmdur.
.
Türk Konseyi
7 Ekim 2009 01:00
Türk devletleri Nahcıvan'da bir araya geldiler. Burada alınan en mühim karar, Türk Konseyi'nin kurulmasıdır. Türk Konseyi, bir Türk Yönetim Meclisi'dir. 20 sene evveline kadar Türkiye'nin dışında Türk olduğu çok da bilinmezdi. O zamanlar dış Türkler diyene Turancı veya Kafatasçı, İslam ümmeti diyene de gerici veya ümmetçi damgası vurulurdu. Dünyada 250 milyon Türk varken tek müstakil Türk devleti Türkiye idi. Şimdi ise Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Azerbaycan, BM'ye üye birer bağımsız Türk devletidir. Tacikistan akraba devlet. KKTC nedense sadece Türkiye tarafından tanınan devlet. Bunun dışında Çin'de Doğu Türkistan ve Rusya Federasyonu'da Tataristan büyük nüfuslarıyla özerk Cumhuriyetlerdir. Aynı şekilde Ukrayna'da Kırım Türkleri otonomi sahibidir. Yunanistan'da Türkler kıl payı 3. milletvekilliğini kaçırdılar. Bulgaristan'da iktidara ortaklar. Artık dış Türkler dendiğinde göz ardı edilmemesi gereken bir unsur da Batı Türkleridir. Avrupa'daki Türk nüfusu 5 milyon civarındadır. Sosyal, siyasi, iktisadi ve kültürel varlıklarıyla Avrupa'nın olmazsa olmazları konumuna gelmişlerdir. Avustralya'daki en az yüz bin Türk ise sanki unutulmuştur. O halde bir Türk Konseyi, bütün bu devletler ve muhtar Cumhuriyetler ve otonomi idareleri ve Türk soylu halklarla meşgul olacaktır. Üstelik bahsettiğimiz halklar sadece Türkiye Türkleri de değildir. Türk Konseyi, Türklerin ortak alfabe, ortak Türkçe, ortak inanç, ortak meclis, ortak eğitim, vize gibi derin ve temel meselelerinde karar meclisidir... Dış Türkler Bakanlığı'nın kurulmasını çok yıllar öncesinde teklif etmiştik. Şu gerçek unutulmakta. Bütün Orta Asya Türklüğünün dili Türkçe'nin Çağatay lehçesidir. Azerbaycan'ınki Azeri lehçesi, bizimki Anadolu lehçesi. İstiklalinden hemen sonra Azerbaycan Anayasasında devletin dili Türkçe'dir yazmaktaydı. Bütün Türk dünyasının dili Türkçe'dir. Fakat farkında değiller. Osmanlı devleti zamanında İstanbul'da çıkan bir gazete Bakü'de, Taşkent'te, Kerkük'te, Bahçesaray'da Kazan'da Urumçi'de okunabiliyordu. Bugün de İstanbul Türkçe'si eksen dildir. Türk Cumhuriyetlerinin aralarında Rusça, bizimle buluşmalarda İngilizce anlaşmak kadar abes ne olabilir? Türk Konseyi, Avrupa Konseyi'nin mukabilidir. Aynı şekilde İslam Konferansının da mukabilidir. Bir genel sekreterlik teşkil olunacaktır. Temenni ederiz ki Necmettin Erbakan zamanında kurulan D 8'ler gibi ölü doğmasın. Turgut Özal'ın ölmesi üzerine o da ölen Karadeniz Ekonomik İşbirliği Konseyi gibi olmasın. İslam Konferansı gibi zayıf kalmasın.. Türk Konseyi tarihî bir adımdır. Orta Asya bozkırlarından gelen demir yolu. Ana yurdun zengin toprak damarlarından akıp gelen kara süt. Ve Türk Konseyi üst yapısı. Yapacak çok iş var.
.
Sınır tanımayan iş birliği
8 Ekim 2009 01:00
Şu ân Türkiye Cumhuriyeti Devletinin dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu'dur. Sayın Davutoğlu'nun hariciyemizin başında olması ülkemiz adına bir şanstır. Müktesebatı/bilgi birikimi tam, temsil kabiliyeti fevkalade, muhatabı üzerinde şâyânı itimattır. Tanzimat'tan/1839'dan bu yana gelmiş geçmiş 5 en iyi nazır/bakanımızdan biri. Diğeri şehit Fatin Rüşdü Zorlu'dur. Bir akademisyen. Peki, aynı zamanda bir politikacı mı? Hayır. Akademisyen ve devlet adamı. AK Parti iktidarının dış politikada baş mimarı. Prof. Dr. Davutoğlu'nun STRATEJİK DERİNLİK ismindeki kitabını bu meselelere kafa yoran herkesin okumasında fayda vardır. Şu da ayrı bir gerçek. Eli kalem tutan, eser veren birinin bırakınız bakan olmasını, meclise girmesi bile enderdir. Dışişleri bakanımız, salı günü TBMM'de TSK'ya gerektiğinde sınır ötesi müdahale salahiyeti veren tezkerenin kabulüne dair konuştu. Konuşma terör, komşularımız ve komşular arası iş birliğine dair az, öz ve vecizdi. Problemi, askerî, tarihî, insani ve bölgesel vazgeçilmezlikler perspektifinde ele aldı: -Irak'ın iç huzur ve istikrarı Türkiye'nin iç huzur ve istikrarına eşittir. -Irak ve Suriye'de barış yoksa, bölgemizde barışı sağlamak şansımız yoktur. -Irak'la her alanda sınır tanımayan bir iş birliği geliştirmiş bulunuyoruz. -Askerî harekât, tek başına çözüm değildir. Nihai hedefimiz harekâta ihtiyaç duyulmayan zamanlardır. -Örgütün gayesi, Türklerle Kürtleri çatıştırmaktır. Ahmet Davutoğlu, iki de haber veriyor. Başbakan, Bağdat'a gidecekmiş. Bu birinci haber. Diğeri de kendisinin önümüzdeki hafta, 11 bakanla birlikte Halep'i ziyaret edeceği. Sabah, Halep'te toplanacaklar. Öğleden sonraki oturum ise Gaziantep'te icra edilecek. Ayıntab'ın 1920'den evvel Haleb'in sancağı olduğunu hatırlatmak isteriz. "Tayyip'ten köy muhtarı bile olmaz!" diye manşet atan dünün amiral, bugünün eski yazarının iddiasıyla refakatçi gemisi, Davutoğlu, baş danışman olarak 3-5 yıl evvelinde bugünlerin stratejilerini çizerken bu defa da onu linç etmeye kalkışmıştı. İsrail'le eş zamanlı olarak tarih sahnesine çıkanlar, sadakatlerini ifa edeceklerdi. Zaman doku uyuşmazlığında olanları hep mahcup etti. Ahmet Davutoğlu, 29 Mart '09 Mahalli Seçimlerini müteakiben meclis dışından bakan yapıldığında Amsterdam'da idik. Haberi aldığımızda memnun olduk. Zira gittiğimiz yerlerde millet vardı fakat devlet yoktu. Son yüz yılda millet ve devlet atbaşı bir yere girememişti. Davutoğlu'nun tensibi üzerine muhalefet, AK Parti grubunu kastederek "içlerinde dışişleri bakanı yapılacak bir kişi yok mu?" Demişti. Bu itiraza parti içinden de destek gelmişti. Bunu diyenler acaba şimdi ne düşünüyorlar. Hiç merak etmeyiniz aynı kafadadırlar. Basireti bağlı olanların gözlerini beşer kuvveti açamaz. Davutoğlu'nun konuşmasında telaffuz ettiği "sınır tanımayan iş birliği" cümlesi, siyasî edebiyata salı günü itibariyle girmiştir. Bir formül cümledir. Sınır tanımayan iş birliğini bütün komşularımızla yaşamamız lazım. Bu siyasetle PKK artık bölgede emperyalizmin aracı olmaktan başka bir şey değildir. Bunu bir avuç fanatik dışında Kürtler de görmektedir. Bundan böyle Kürdün temsilcisi eşkıya değil, Ankara'dır
.
Selam
9 Ekim 2009 01:00
Hatıralar, ne kadar da esrarlıdır. Nerede, ne zaman, hangi vesileyle bir sabah güneşinin pencerenizden girmesindeki huzur veya bir akşam güneşinin ufuktan ağır ağır çekilirken içinizde bıraktığı yalnızlık duygusuyla sizi yoklayacağı bilinmez. Oysa siz onu unuttuğunuzu sanmıştınız. Apansız bir sevinç veya buruk haliyle zihninizi doldururlar. Yaşarız, unuturuz, günü gelince hatırlarız. İyi ki unutmalar var. Yoksa bu ağırlığı kaldıramazdık. İnsan, kelimesinin nisyan kökünden geldiği malumdur. Hafıza-yı beşer, nisyan ile maluldür. Küçükken, pek küçükken babamın yol üzerinde sohbet eden birilerini gördüğünde onlara selam vermesini hiç anlamazdım. Belki de o yaşlarımda şöyle düşünüyordum: Babam elin adamlarına neden selam veriyor? Bilmiyoruz, bizim Adana'ya yolumuz düştükçe Asri Mezarlıkta'ki kabrine gidip selam vermemiz dışında bir selam aldığı oluyor mu? Geçtiğimiz Ramazan Bayramı bizi bu yeni dünyada en fazla hüzünlendiren hususlardan biri de o oldu. İstanbul'da ayrıca bayramlarda bilhassa ziyaret ettiğimiz aile büyüklerimiz var. Onlar orada mahzun kaldılar diye kederlendik. Elazığ, Adana, İstanbul.. vatan toprağına sevdiklerimizi günü gelince bırakmışız. Dedem, babamın babası -ki ikisinin de ismi Mustafa- Sarıkamış, Çanakkale, İstiklal Harbi veya o dönem harplerinden birinin şehidi. Dayısı ise 1910'da Harput'tan Amerika'ya ilk gelen kafilede. Buralarda vefat etmiş. Sonradan öğrendik ki babam, tanıdık tanımadık kim olursa olsun karşılaştığı herkese selam vermekle doğrusunu yapıyormuş. Çünkü. -Selamı yayınız! Bir Peygamber buyruğuydu. Sevgili Peygamberimiz -sallallahü aleyhi ve sellem- selamı yayarak barışı, dostluğu, muhabbeti, görgüyü yayıyordu. Hollanda'da da Amerika'da da bundan dolayı sıkça babamı hatırladım. İlkin Amsterdam'da yaşadık. Hastaneye girip çıkıyoruz. Asansörde, koridorda ve her yerde kim olursa olsun hatta çocuklar bile selam vermekteler. Hoşunuza gitmemesi mümkün mü? Hele acılar içindeyseniz. Ama bu yalnızca bize karşı değildi. Herkes, herkese böyle davranıyor, fakat mutlaka güler yüzle hitap ediyordu. Bunun on katını Amerika'da yaşamaktayız. Asansörde, katta, yolda karşılaştığınız herkes selam vermekte. Hatır sormakta. Bugün nasılsınız? Veya her şey yolunda mı? demekte. Ve en ufak bir harekette özür dilenmekte. Sanki güler yüz kursu almış gibiler. Bizde ise özür dilemek yerine tabancaya sarılmak daha kolay geliyor. Güzel huylar, niçin analarımızdan babalarımızdan bu tarafa gelmedi? Kim, bizi asık suratlı yaptı? Aile mi, mahalle mi, mektep mi, iş yeri mi? Neden karşımızdakine bir selamı çok görüyoruz? Neden yolda karşılaştığımız, merdivende burun buruna, asansörde yüz yüze geldiğimizle göz göze de gelmemek için başımızı ya öne düşürüyor veya yana çeviriyoruz?.. Peygamberler Peygamberi, "herkese güler yüz gösterin!" ve "selamı yayın!" ve "ben güzel ahlakı tamamlamak için geldim" buyurdukları halde kim vazifesini yapmadı, ebeveyn mi, imam mı, muhtar mı, öğretmen mi, patron mu, parti lideri mi, kitap mı, sinema mı, gazete mi, televizyon mu? Kim?..
.
Ermenistan'la normalleşmeye doğru
12 Ekim 2009 01:00
> Washington DC 10 Ekim 2009 Cumartesi akşamı 21 suları. Zürih Üniversitesi. Salondaki masada iki adam.. Türkiye dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu, karşısında Ermenistan dışişleri bakanı Edvarda Nalbantyan. Hazirûn, ABD, Rusya, Fransa, İsviçre dışişleri bakanlarıyla AB dışişleri şefi ve Avrupa Konseyi dönem başkanı. Bu mekânda, bu hey'etle tarihe imzalar atıldı. Bu bir normalleşme sürecinin ilk adımıdır. Her şey Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Türk Milli Takımı için Revan'a gitmesiyle başladı. Ermeni ırkıyla ilk ihtilafımız 1915'te çıkmış. Aynı müşterek metne 1921 Kars Andlaşmasıyla imza koymuşuz. Sonra Ermeniler, 88 yıldan bu yana sürekli düşmanlıklar köpürttü.. Orada da kalınmadı. Sovyetlerden sonra Ermeniler, üstüne üstlük bir de Dağlık Karabağ'ı işgal ettiler Bu işgal olanca mantıksızlığıyla devam etmekte. Protokol Zürih'te imzalandı. Yine İsviçre, yine tarih. Lozan Muahedesi, 1923'te Lozan'da imzalandı. Kıbrıs devletini kuran 1959 tarihli andlaşma Zürih'te akdedildi. KKTC'nin kurulmasına yol veren 1974 Kıbrıs Harekâtı'nı durduran görüşmeler, Zürih'te yapıldı. İsviçre, Türkiye için ne kadar şanstır? Veya soykırım yoktur diyeni hapse atan bir devlet ne kadar tarafsızdır? 10 Ekim Protokolüne imzalar kolay atılmadı. Önce beklenmedik bir şekilde kriz çıktı. Kriz çıkmasının sebebi protokolün imzalanmasından sonra Türk ve Ermeni dışişleri bakanlarının yapacakları konuşma metinlerindeki "soykırım" ve "Dağlık Karabağ" ifadeleriydi. Bu beklenmedik kriz, Ahmet Davutoğlu'nun soğukkanlılığı, Hillary Clinton'ın da tecrübesiyle aşıldı. Protokol, Türkiye ve Ermenistan meclislerinin onayıyla andlaşma halini alarak yürürlüğe girecektir.. Peki bu müstakbel andlaşma neleri derpîş etmekte? Türk ve Ermeni dışişleri bakanlarının belli bir düzen dahilinde buluşarak ihtilafları müzakere etmeleri, Ankara ve Revan'da karşılıklı olarak temsilcilikler kurulması, Ermenistan kapısının açılması, soykırım iddiasının tarihçilerin araştırmalarına bırakılması. Bu barışa atılmış ilk adımdır. Bir normalleşme süreci arayışıdır. Türklerle Ermeniler arasında düşmanlığın dostluğa çevrilmesi hamlesidir. Ekonomik kalkınmaya yol verilerek bölge halkının aynı nimetlerden istifade fırsatının doğmasıdır.. Sürecin çok zorlu safhalardan geçeceği şüphesizdir. Erivan'ın Dağlık Karabağ'da Bakü ve Ankara'yı tatmin edecek dürüst bir yola girmesi şarttır. Diasporanın kışkırtmalarından kurtularak aklıselimle hareket ederse dünyaya açılabilir. Türkiye, savaşın eşiğine geldiği Bulgaristan'la bunu başarmıştı, Suriye ile başardı. Şimdi Ermenistan'la da başarmalıyız. Bu protokolle, soykırım kılıcı en azından kılıfına konmuştur. Fakat daha çok yol var.
.
Barışa muhalefet
13 Ekim 2009 01:00
Muhalefet, hırçınlık ve sürekli inatlaşma değildir. Her şeye muhalefet, sağlıklı bir hal olmasa gerek. Devlet, bu milletin istikbali, ne iktidarın tapulu mülkü, ne muhalefetin ve ne de diğer anayasal kurumların. Bu itibarla yarınlarımızın menfaatine yapılan her iş, her teşebbüs makbuldür. İyi, doğru ve güzeli kim yaparsa yapsın... 100 yıllık bir ihtilaf. 1000 yıllık bir didişme. Düveli muazzamanın kapıştırdığı iki ırkın mukatelesi. Çocuktuk bu düşmanlıklar gündemdeydi. Bizim nesiller ve elbette öncekiler ve daha öncekiler hep zannetti ki dâvâlar ancak ve yalnız silahla çözülebilir. Belletenler, böyle belletmişlerdi. Oysa zaman, nice nesle nice kanlar pahasına onu öğretti ki silah en uzak düşünce olmalıdır. Bugün artık silah devri değil. Kültür, edebiyat, eğitim, kalem, iletişim, bilişim, sinema, iş adamlığı, ortaklık, internet, ekonomi, diyalog ve dayanışma devri. Komünizm bundan dolayı çöktü. Kapitalizm de bunlardan dolayı çöküşte. Fetihler, Hollywood'la Bollywood'la sporla yapılıyor. Fetihler, eğitimle ekonomiyle yapılıyor. Fetihler kültürle, kalemle internetle oluyor. Sanayi inkılabını yakalayamayan geçmiş toplumumuz, 23 milyon kilometrekareden 1 milyon kilometrekarenin altına düşen yolu açtıklarının farkında değillerdi. Öyle olunca birbirlerine girip fes-şapka gardıropçuluğunu, makyajda kalmayı devrim sandılar. Devrimiz yetişmiş insan devri. Kafası çalışan. Medeni cesareti çok yüksek olan. Tek başına dünyanın ortasına dikilebilen. Yalnız da kalsa dâvâsından taviz vermeyen ufuklu insan devri. Çaplı, muhtevalı, dolu ve diri insan devri. Dün-bugün-yarın sentezini doğru yapabilen nesillere, her devri, kendi şartları ve doğruları içinde tartan yorumlayan soylu kafalara muhtacız. Bunlara belki de siyasette daha fazla muhtacız. Politika değil ve fakat siyaset yönetme sanatıdır. Ne var ki muhalefetimiz fukara. Kısır dövüşlerin üslubunda. Gırtlak paralamak siyaset olsaydı kanaryalar başbakan seçilirdi. Şu muhalefete baktıkça siyasetin yarınlarına dair endişelerimiz çoğalmakta. Muhalefet... Türkiye muhalefeti... Türkiye muhalefeti, iki kategoriye ayrılmış vaziyette. Türkçü partiler ve Kürtçü parti. Bunlar artık bu devre cevap veremiyor. Zamanın gerisine düşmüş durumdalar. Fransız İhtilali'nin kırıntı fikirleri çoktan Ganj'ın dibini buldu. Kendilerini yenileyemezlerse lafazanlığın dışına çıkıp proje üretemezlerse yarınlarının olmadığını şimdiden haber vermek lazım. Ne var ki yarınlara kim talip? Günü kurtarma ucuzculuğunun yarını olamaz. Milletle doku uyuşmazlığı yaşamaktalar. Ne düğünde, ne dernekte, ne camide, ne sofrada vatandaşlarla birlikteler. Kopuk hayatlar içindeler. Dünya basını Türk ve Ermeni liderlerini gelecek yıl Nobel'e aday gösterirken bizdeki muhalefet, Ergenekon dürtüleriyle kılıçla fetih hülyalarında. Her şeye muhalefet tamam da barışa muhalefeti anlamak imkânsız. Hele hele hainlik demek. Hain ithamını fütursuzca kullanan siyasetçi olamaz Ankara'da siyasi rüşd eksikliği var.
.
Bırakın oynasın çocuk
14 Ekim 2009 01:00
Gençlere tavsiyemiz o ki öğrenmek ve öğrendiğinizi yaşamak gibi bir derdiniz varsa sizden ileri yaşlardaki insanlarla gönül köprüleri kurun. Kitap okumanın da sebebi bir anlamda bu değil midir? Konferanslara bunun için gidilmez mi? Sohbetlerdeki kalb akışları böylece gerçekleşmez mi? Hayat bir çan eğrisidir. Sıfır noktasında başlar ve diğer sıfır noktasında biter. Sizden öncekilerin hayatı, zirveye vardığı andan, ikinci sıfır noktasına doğru yaklaşmaya başladığında sizin için istifade edilecek malzemedir. Çünkü, her hayat, harp ve sulhler, suç ve cezalar, ihtişam ve sefaletler, fareler ve insanlar ve insan ve insan öteleriyle doludur. Her insan fatih-harbiye arasındadır. Önce Halit Refiğ'in ölüm haberini aldık. Sonra Ergun Göze'nin. Biriyle on altı, diğeriyle on dokuz yaş farkımız vardı. Halit Refiğ, Kemal Tahir ekolünden bir yerli solcuydu. Baş başa çok sohbetlerimiz oldu. Ulusal Sinema diye bir nazariyesi vardı. Sinemayı millileştirme projesi. Sanat millileşmeli mi evrenselleşmeli mi? Herhalde evrenselleşme, cihanşümul değerlerler manzumesinde şerefli bir yer alabilme milli pınarlardan beslenmekle mümkün... Halit Refiğ'den bir gün sinemanın tarifini dinlemiştik. Hayır bu tarifi kendisi yapmıyordu. Bu tarif, Sultan Reşad'a aitti. Balkanları ziyaret eden son Osmanlı Padişahı'dır. O ziyarette Kosova'da bir milyonluk bir cemaatle bir Cuma namazı kılınmıştır. O namaz, sanki bir vedadır, adeta bir saladır... Kara tren, bir genç kızın kömür karası saçlarını rüzgârda savurması gibi dumanlarını savura savura istasyona yaklaşıp da durduğunda kalabalık Hakan-Halife'yi görmek için hücum eder. Sinema makinesi yeni bulunmuştur. Bir muhabir, Padişah'ı görüntülemek için yaklaşırken muhafızlar, mani olmak isterler. Padişah da onlara mani olur: -Bırakın oynasın çocuk! Halit Refiğ demişti ki: "Sinemanın bundan daha güzel tarifi olamaz." Belki de en sevdiği eserinin yakılmasıyla muzdarip bir Yorgun Savaşçı'ydı. Düşünen bir kafaydı, namuslu bir fikir adamıydı. Çektiği her film, bir hayalini paylaşmaktı. Kim bilir daha ne hayalleri vardı? Ki ölüm merhaba dedi... Ergun Göze, Tercüman'da Ahmet Kabaklı'dan sonraki en milliyetçi kalemdi. Sonra ikisi de Türkiye gazetesine geçtiler. Peyami Safa, ekolünden gelmekteydi. Nazım Hikmet'e hasım, Necip Fazıl'a yakındı. '70'lerde, '80'lerde anarşi ve terör devrinde kelle koltukta, hayatını tehlikeye atarcasına militan solla mücadele etti. Zaman zaman çok şiddetli polemiklere girmekteydi. Kısa ve keskin yazardı. Son üç çeyreğin dokuma hatası nesiller oldukları için o devir öncülerindeki bazı eksiklikler, takip eden gençliği hep üzmüştür. Tesettürü algılama, eshabı kiramı firesiz kabullenme şartındaki kaçak gibi. Af ve rahmet dileriz. Bir nesil, gün gün eksiliyor. Bu dünyanın kanunu böyledir. Dolar ve boşalır.
.
Obama bu ödülü almamalı
15 Ekim 2009 01:00
Dinamiti bulmasıyla yaptığı ticaretten dolayı milyon dolarlar kazanan Alfred Nobel'in vasiyetine binaen 1901'den beri verilen bu itibarlı ödül, herhalde asrı geçkin tarihi içinde en isabetsiz takdir hakkıyla ilk defa harcanıyor. Nobel Komitesi, 2009 Yılı Barış Ödülü için ABD Başkanı Barack Obama'yı seçti. Gerekçenin özü şu: -Nükleer stokların azaltılması çağrısı ve dünya barışı için gösterdiği çaba. Komiteye göre bunu başka hiç kimse yapamazmış. Neyi? Çağrı ve çabayı... Bu sebeple Obama 10 milyon İsveç kuronuna layık görülmüş. 10 Aralıkta Oslo'da tören var. Obama, bu ödülü kabul etmeli mi? Dünya çapında bir anket yapılsa ezici çoğunluğun hayır diyeceğine zerrece şüphe yok. Esbabı mucibe beylik bir sebebe bağlanmıştır. Daha dokuz aylık bir devlet başkanını sırf yaptığı çağrıdan dolayı Nobel Ödülüne layık görmek son derecede tuhaf bir davranıştır. Komite hata etmiştir. Söz konusu ABD başkanı olmasaydı bu ödül, bu gerekçeyle verilir miydi? Böyle bir ödülün verilmesi ayıp olduğu gibi alınması da garip olur. Zamansız ödüllendirmeyle ileride belki de gerçekten bileğinin hakkıyla mükâfat kazanacak olan bir insanın yolu kesilmiştir. Daha yılını doldurmamış bir başkana ödül... Dünya, şimdi bu hükme tebessüm ediyor. Obama da hey'ete iltifatlarından dolayı teşekkür etmeli ve kararı bir daha gözden geçirmelerini rica etmelidir. Nelson Mandela'nın yaptığını yapamazsa ortaya bir tenezzül meselesi çıkabilir. Mandela da 1992'de Atatürk Barış Ödülünü reddetmişti. ABD Başkanı Bush gibi bir talihsizlikten sonra gelmiştir. Dünya sessizce "Umudumuz Karaoğlan" demektedir. Demekte ve beklemekte. Çünkü gelişini ABD'de başlayan dünya krizi karşılamıştır. İç kamuoyu işsizlik ve sağlık sigortasına kilitlenmiştir. Gerek Amerikan halkı ve gerekse dünya kamuoyu köklü icraatlar beklemektedir. Ermenistan'la protokol imzalanması Türkiye'de onun da hanesine puandır. Ancak İsrail'in hırçınlaşmasını durdurmazsa bu aynı haneye kötü puan olarak da yazılacaktır. Irak'tan çekilme zaten önceki dönemde alınmış bir karardı. İslam dünyasında ABD tırmanışa geçmiştir. Obama'ya sempatiyle bakılmaktadır. Buna rağmen kat'i kanaat için zaman geçmesi bekleniyor. 9 ay, dün bir bugün iki demektir. Komite, en nazik tabirle Obama'ya acemi dostluk göstermiştir. Nobel'e gölge düşmüştür. Kabulüyle Obama da kendi prestijini zedelemiş olabilir. Reddederse bu yönüyle anılır. Ve tabii ki kendisi bilir.
.
İsrail'le komşu olduk
16 Ekim 2009 01:00
Daha evvel Hatay'da gözü olan, daha sonra da terörist başına yataklık eden Suriye ile vizeleri kaldırdık. Sınırlar da bertaraf edildi. Sadece Suriye ile değil Irak ile de aramızdaki çizgiyi I. Harbi Umumi'den sonra Churchill, cetvelle çizmişti. Orta Doğu'nun haritacısı Çörçil, Kafkaslar'ınki eli kanlı katil Stalin'dir. Propaganda filmi, bugün Türk ve Suriyeli bakanların kaldırdığı hudut tiyatrosunu anlatır. Seyretmediyseniz tam zamanıdır. O hudut, binlerce insanın katilidir, binlerce insanı sakat bırakmıştır. Orta Doğu'yu Çörçil, Kafkaslar'ı Stalin huzurdan mahrum etti. Balkanlar'sa düveli muazzamanın mağduru... Suriye ile hudutların kalkması aynı zamanda şu demektir: Masumiyeti şimdi neredeyse herkesçe kabul edilen ve fakat üç çeyrek asır bir zalim iftiraya maruz kalmış olan Sultan Vahdeddin'e, Bilali Habeşi'ye, Muhyiddini Arabi'ye, Selahaddini Eyyubi'ye, Hazreti Zeyneb'e, Hazreti Muaviye'ye vizeyle gidilmeyecek. Ve bu aynı zamanda şu da demektir: Türkiye, İsrail'le komşu olmuştur. Türkiye, Suriye ile sun'i şekilde ihdas edilmiş düşmanlıkları yıkarken Ermenistan ile de bir milli maç temasından hareketle sulh protokolü imzalama noktasına geldi. Bugün, dünkü düşman Suriye ile hemhâl olundu. Beş sene sonra aynısı Ermenistan'la yaşanırsa şaşmayın. Neden Suriye ile bu kadar kolay kucaklaşma gerçekleşti? Çünkü iki taraf halkı aynı toprakların insanları. İhtilaf devletler arasındaydı. Baasçı nasyonal sosyalizm ile Kemalizm çatışıyordu. Halkçılık, Baasçılık gibi nasyonal sosyalizmin üçüncü dünya kopyasıdır. Ermenistan'la da öyle. İhtilaf, resmî ideolojiler arasında. Ergenekon'la Taşnak-Hınçak. İttihat Terakki'yle bu şoven militan partiler arasında. Suriye ile birleşme başlarken, Ermenistan'la sancılı da olsa barış yoluna girerken eş zamanlı olarak İsrail'le sürpriz gelişmeler yaşanıyor. İsrail, Konya'daki hava kuvvetleri tatbikatından çıkartıldı. Başbakan Erdoğan, El Arabiya te-levizyonuna verdiği mülakatta halkımın sesine kulak verdim derken İsrail'in Gazze katliamlarını hatırlatıyor, binlerce sivil ve çocuğun öldürülmesine Türk vatandaşının duyduğu öfkeye dikkat çekiyordu. "One minute" şahane tavrından sonra İsrail hava kuvvetlerinin Konya'ya kabul edilmemesi ikinci bir resttir. Daha büyük rest ise Suriye ile ortak askerî tatbikat kararıdır. Üstelik bunlar devlet kararı. Nitekim açılımlar da devlet kararı. İsrail artık uslanmak zorundadır. Türkiye ile İsrail artık komşudur. Türkiye'de kimse Suriye ile kucaklaşılır, Ermenistan'la el sıkışılırken İsrail'le düşmanlıklar geliştirilsin beklentisinde değil. Hepimiz Osmanlıyız dediğimizde bunun içinde Ermeni de var, Arap da, Rum da Boşnak da Yahudi de. Selanik, Osmanlı'nın ikinci büyük vilayetiydi ve nüfus hemen hemen Yahudi'ydi. Bugün bölgemizde bir İsrail vardır. Yahudi de vardır. Kabul edemediğimiz, vicdanın kabul etmediği zulümleridir. Sapan taşına tankla karşılık verilmesidir.. O Arap çocuklar artık sahipsiz değil.
.
Azeri hassasiyeti
19 Ekim 2009 01:00
> Washington DC Günler, talihin bize küstüğü zamanlardan biridir. Türk yurdu Azerbaycan, İngiliz, Rus ve Ermeni işgali altındadır. Yapılmayan kötülük yoktur. Osmanlı zor vaktindedir. Fakat yüreğinin bir yarısı Yemense diğer yarısı Bakıdır. Bu işgal böyle devam edemez. Onun için Nuri Paşa komutasındaki İslam Türk Kafkas Ordusu, canını dişine takarak Bakı'yı halas etmek içün şehrin üzerine yürür. Kuvvetli bir düşman mukavemetiyle karşılaşır. Fakat aslan parçası Mehmetçik imanından aldığı kuvvetle düşman ordusunu darmadağınık ederek 15 Eylül 1918'de Bakı'ya girer. Azeri Türkü sevinçten serhoş gibidir. Düşmana ağır zayiat verdirilmiştir. Azerbaycan istiklaline kavuşur. Bu istiklalin bedeli 1130 şehittir. Bu 1130 şehidimiz, toprağa düştüğü o günden bu tarafa Hazar Denizine bakan Başkanlık Köşkü ve Türk Camiinin de olduğu tepede rengini kanından alan bayrağının endamlı salınışı altında cennet bahçesi kabrindeki ebedi uykusundadır. İşte bu bayrağın Türk şehitliğinin semalarından indirildiği havadislerini almaktayız. Buna inanamayız. Azeri Türkü, Vefalı Türk'e bu vefasızlığı yapmaz. Azeri Türk'ü neye alındı? Ermenistan'la barış protokolü imzalanmasından tedirginlik yaşadı. Ardından gelen maçta Bursa stadına Azerbaycan bayrağı sokulmamasından rahatsız oldu. Haksız mı? Haksız değil. Bir kere, Türkiye'ye kayıtsız-şartsız itimat etmektedir. En ufak bir harekete dahi bu itimadın verdiği hisle bakmaktalar. Çünkü vatan toprağının beşte biri Ermeni işgali altındadır. Türk yurdu Dağlık Karabağ işgaldedir. Yitik topraklardan gelen kaçkınlarla yerlerinden olan göçkünler senelerden beri çok perişan şartlarda hayat sürmüşlerdir. Onları tren vagonlarında, çadırlarda, yaşadıkları kötü şartlarda ziyaret etmiştik. Görgü şahitlerinin ağzından yazılmış Ermeni mezalimini okumaya her insan tahammül edemez. O yapılanları vahşet kelimesi bile anlatmaya yetmez. Bunlar malum. Bunları her Türkiye Türkü, yüreğinin tâ derununda olanca sızısıyla çekmekte. Zaten Ankara'nın çırpınışı da Azerbaycan-Türkiye hududunu tesis için. Bakı'nın her gönül sızısı Ankara'nın sızısıdır. Bir Azeri Türkünün her elemi Türkiye Türkünün elemidir. Bütün dâvâ kaybedilen hakları geri almaktır. Nitekim Zürih'ten evvel Nahcevan'da Türk liderleriyle içtima kılınmış, Türk Konseyi kurulması kararı alınmıştır. Bilahare, Suriye, derken Irak andlaşmaları gelmiştir. Şimdi Balkan temasları sıradadır. Azerbaycan'a düşen Ankara'ya tam teslimiyetle hiçbir zorluk çıkartmamaktır.. Hedefe vasıl olmak ya harple olur veya sulhle. Şimdi Ermenistan ikinci yola zorlanmıştır. Azerbaycan'ın aleyhine olacak bir muahedeye hiçbir Türk hükümeti asla kol çekmez. İslam, Türklük ve barış remzi Azerbaycan bayrağını stada koymamak hiçbir Türk idarecisinin aklından geçmez. Nitekim Bursa valiliği müsaade vermiş iken Beynelmilel futbol teşkilatı FIFA bu yasağı getirmiştir. Şayet Türk idarecileri bu karara riayet etmeseydi müsabaka tatil edilerek Ermenistan hükmen galip ilan edilirdi. Aynı boyun, aynı soyun kan kardaşları, din kardaşları arasında böyle niza olabilemez. Azerbaycan bayrağı bizim de bayrağımızdır Türk bayrağı da Azerbaycan'ın.. Öyle güman ederiz ki bu hatadan rücu edilir. Yoksa Ahmet Cevat'ın Nuri Paşa Kafkas Ordusu'na yazdığı o Çırpınırdı Karadeniz şiiri incinir. Türkistan'dan esen yeller Şimdi sana selam söyler Vefalı Türk geldi yine Selam Türk'ün bayrağına
.
Düze inmek
21 Ekim 2009 01:00
Kürt militanlar, dağdan iniyor. Açılımın meyvelerinden biri daha gerçekleşme yolunda. Geçmişte bu hükümet dahil çok hükümetin değişik teşebbüsleri oldu. Fakat umulan netice alınamadı. Bu defa gelişmeler iyi. Zorluk şundandı. Kürt meselesi tek başına değil. Olayın Irak, İran, Ermenistan ve Suriye ayaklarıyla düveli muazzama tarafı var. Bu iç problem, dış münasebetlerin olması gereken zemine oturtulmasıyla hiç de beklenmedik bir zamanda ve beklenmedik rahatlıkla çözüme kavuşma yolunda. Kürt militanlar dağdan iniyor. Onlara ister terörist densin, isterse PKK ağzıyla gerilla. Hiçbir şey değişmez. Sonuçta bu ülkenin vatandaşları. Bir şekilde dağa çıkmışlar, şimdi de bir şekilde dağdan iniyorlar. Vah benim kayıp zamanlarıma, insanlarıma. O insanlar ki yirmili yaşların çocukları. Biri Kürt diğeri Türk. Dağdan inenler, mektupla gelmişler. Sorguyu iyi yetişmiş savcılar yapmakta. O mektuplar elbette tahlil edilecektir. Orada maalesef hakikat de var hayal de. Bu devleti yönetenlere yazmışlar. Devlete düşen hakikati kabullenmesi. Dağdan inenlere düşen de hayallerini fark etmeleri. Fotoğraflara dikkatle bakılınca görülür. Yılgın, sefil, bitmiş hayatlar. Üstlerinde güya askerî kıyafet var. Çul-çaput içinde birtakım kızlı-erkekli doğu insanı. Bunların yarını kalmamış. Yarını kalmamış adamın yapamayacağı yoktur. Onlar bu halde iken lider kadronun Amerikan bankalarında hesapları bulunuyor. Dağdan inmeye düze inmek denir. Tarih boyunca zaman zaman bu dağa çıkma-düze inme hadiselerini yaşamışız. Celali isyanları da ayaklanmadır. PKK gibi onlarca sene devleti meşgul etmiştir. Her devirde nifak çıkartma yani anarşi ve eşkıyalık yani terör yaşanmıştır. Şimdi vardığımız noktada terörün durması gibi tarihî bir neticeyle karşı karşıyayız. Devletin devlet olduğu böylesi şartlarda ortaya çıkar. Bu defa da olmazsa çok beklemek gerekebilir. Devlet, hem devletliğini göstermeli hem şefkatini. Derdimiz bu kardeş boğazlaşmasının durması. Derdimiz iç barış ve huzur. Derdimiz milyar dolarların dağa-taşa gömülmemesi. Derdimiz bir ızdırabın bitmesi. Yıl 1970. Yıl 2010. 40 yıldır sol isyan ve Kürtçü isyan yüzünden bu memlekette her gün çok sayıda insan öldü. Bir o kadar da sakat kaldı. Bırakın Kıbrıs'ı, vazgeçin Kore'den. Güneydoğu dolayısıyla ortaya çıkan şehit ve gazi sayısı İstiklal Harbinden sonraki rakamdır. Bu kan durmalı. İç barışı tesis etmek durumundayız. Bu Türk'ün de Kürt'ün de görevi. Dağdaki düze inmelidir.
.
Erdoğan, Nobel Barış Ödülünü hak etti
23 Ekim 2009 01:00
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Nobel Barış Ödülü'nü hak etmiştir. Eğer... Nobel Ödül Komitesi, dünyayı takip ediyorsa, bölgemize ilgisi varsa, ödül seçiminde ideolojik davranmıyorsa, ödülü hak edene vermek gibi bir kaygı taşıyorsa, 60 bin insanın ölmesi onların da yüreğini sızlatıyorsa, çeyrek asırdır süren Türk-Kürt çatışmasında kanın durması onlar için de memnuniyet vesilesiyse... Recep Tayyip Erdoğan, Nobel Barış Ödülünü hak etmiştir. Nobel Komitesi, 2009 Barış Ödülünü Barack Obama için takdir etti. Fakat ödül aynı isimle başkalarına da verilebilir. Veya nizamnameleri buna mani ise 2010'da mümkündür. 2009 Barış Ödülü Obama'yı şaşırttı. Obama'yı zora soktu. O ödülü, niyet okuma usulüyle takdir etmişlerdi. Bu defa fütürolog olmaya gerek yok. Tayyip Erdoğan iktidara geldiğinden bu yana sürekli barışa doğru koşmakta... Kıbrıs, Yunanistan, Balkanlar, Suriye, Ermenistan ve nihayet Kürt açılımı. 25 yıldır dökülen kardeş kanının durması. Terörün bitmesi. Dağdaki silahlı adamın düze inmesi. Bunlar büyük olaylardır. Şahitleri, çok kere tarihin yazıldığını fark edemezler. Ödül kararı verilirken bir kimsenin her halde sadece yakın günlerine bakılmıyordur. İl başkanıyken milletvekilliği engellenen, belediye başkanlığında süresi tamamlatılmayan, okuduğu bir şiir bahane edilerek hapse atılan, parti kurunca atılan manşetlerde köy muhtarı bile olamayacağı yazılarak psikolojisi bozulmak istenen bir dönem devletin bütün imkânlarıyla üstüne gittiği insan Hakka güvenip halka dayanarak bugünlere geldi. Türk'ün, Kürt'ün, bu toprakların çamurunda alın teri olan herkesin bu toprakların sahibi olduğunu yüksek sesle ilân etti.. Bu ülkenin yabancılaşmış aydınları onu anlamadılar Sessiz yığınlarsa anladı. Çünkü... Sessiz yığınların sesi oldu. Arada gönül köprüleri kuruldu. Böylece Kandil söndü, kan durdu. Bundan böyle ağlayan analara ağlayan yeni analar eklenmeyecek. İşte bütün bunların bir kıymeti varsa Nobel Komitesi, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'a Nobel Barış Ödülü verir. 2009 veya 2010 fark etmez. Şu diyeceğimizi Nobel Komitesine de bizim yabancılaşmış aydınlara da anlatmak zor olsa gerek. Ödülünü Allah'tan bekleyen için bu dünyanın ödülü çok da mühim değil: Gönüllerde, hele hele garip-gurebanın gönlünde yer almanın varacağı son nokta Allahü tealanın rızasıdır. Diyarbakırlı ananın, Nevşehirli ananın, Filistinli ananın, Bosnalı ananın, anaların gönüllerinde, dualarında olanın sırtı yere gelmez. Bu ödülle Nobel Komitesi, itibarını kurtarır. Türkiye de şeref defterine bir şeref sayfası daha eklemiş olur.
.
Dokuzuncu aya girdik
26 Ekim 2009 01:00
> Washington DC - Nasılsınız? Herhalde ömrümün hiçbir zamanında şu son aylardaki kadar bu soruya muhatap olmadım. Nasılsın, nasılsınız? Bu soru orta yaşlara kadar kulağımıza hoş gelen armonili bir kelimeydi. Sonrasında giderek bir paylaşma teklifi olduğunu idrake başlar olduk. Şimdilerdeyse dünyanın en çetin sorusu. Sanki cevabı mümkün değil. Soru bize soruluyor. Karşılık şu: -Hamd olsun iyiyiz. -Çok şükür iyiyiz. Başka türlü konuşmak mümkün değil. Şeyh'ül İslam Yahya, bir divan üstadı olarak ne güzel demiş "neler çeker bu gönül, söylesem şikâyet olur" diye. Onlar hikmetle yoğrulmuş sözün hamurkârları. Peki biz şimdi nasıl diyebiliriz ki "herkesin içinde gülüyor tenhada toprağı güldürüyoruz" diye. Halimizi nakle kalksak şikâyet olur. Hayrın da şerrin de kaynağından haberdar olan nasıl yakınabilir. Dostlar sağ olsunlar. Hepsine müteşekkiriz. Teşekkür kelimesi yetmez ama bu gönül imbiklerinden damıtılarak gelen bir mukabeledir. Dostlar, Cüneydimizi merak etmekteler. Onlara hiç olmazsa vesilesi düştükçe malumat arz etmek her halde bir vazife olmalı. Cüneyd kim? Ne oldu? Kazayı bugün bile yeni duymuş olanlar çıkmakta. Hiç malumatı olmayanlar için iki satırla bir hülasa yapmak gerekmekte. THY'nin 1951 Sefer sayılı uçağı 25 Şubatta Hollanda'da düşmüştü. Bugün dokuzuncu aya girdik. Boing imalatı uçakta o sabah oğlum Cüneyd Er de vardı. Doktora çalışması için Leiden'e, üniversitesine gidiyordu. Ankara'dan binmişti. Haber üzerine Amsterdam'daki hastaneye gittiğimizde evladımızı tanıyamadık. Hayatta olarak kurtulmuştu. Fakat en ağır yaralı yolcuydu. Kanlar içinde, sargılar içinde hortumlar içindeydi. Bunları olanca tafsilatıyla 25, 26, 27 Ağustos tarihli Türkiye gazetesinde bir dizi yazı halinde kaleme aldım. 31 ağustos, 1, 2, 3, 4 Eylül tarihli gazetemizde de teşekkürlerimizi dile getirmeye çalıştık. Cüneydimiz 102 Gün AMS hastanesinde kaldı. Bunun 78 günü yoğun bakımda geçti. 78 Günün 45 Günü baygın olarak uyku halindeydi. Sonra sevkimiz Washington DC'ye yapıldı, AMC, Hollanda şartlarının Cüneyd'i tedaviye yetmeyeceğini beyan etmişti. 8 Haziran 2009'da Amerika'nın başkentine geldik Yol boyunca sedyede olan Cüneyd'e bir hemşire refakat etmişti. O günden bu tarafa hep burada, hep NRH hastanesinin bir odasındayız. Ramazan ayını burada geçirdik. 30 Sahurda ise misafirhane denen bir odacıkta yapayalnızdım. Bugün dokuzuncu aya girdik. 9 Ay değil de sanki doksan sene geçti. Zaman üst üste katlandı. Kurşundan yükler oldu. Bugün 241. Gün. Merak edilen soru şu: -Cüneydimiz nasıl? Evvela şunu söyleyelim. Bir kazaya maruz kalmış veya bir derde düçar olmuş birinin nasıl olduğunu en gerçek anlamda anne-babası, ailesi bilir. Hekim, hemşire, terapist işini yapmakta. Kara haberlerden bu günlere geldik. 8 hazirandaki vaziyetiyle bugün kıyas kabul etmez. Sonsuz şükürler olsun. Ne var ki Cüneydimiz, evladımız, hâlâ yürüyemiyor, ayağa kalkamıyor, zaruri ihtiyaçlarını göremiyor vs...yüreğimiz, kızgın demirlerle dağlanmakta. Gün 20 Saat koşturmamız devam ediyor. Milim milim yol almaktayız. İnanıyoruz,. Cüneyd, eskisinden daha sağlam olarak ayağa kalkacak ve çok hizmet edecek. Dualarınıza bugün de şiddetle ihtiyacımız var. Okuduğunuz bu yazıları, aylardır hastane odasında O'nun yanı başında yazıyorum. Daha ne zamana kadar? Bilmiyoruz. Hekimler de bilmiyor. Sırtımızda kurşundan tonlarca ağırlıklarla yol almaktayız. Yunus Emre'miz bu haller için demiş olmalı: Zehirle pişmiş aşı yemeğe kimler gelür? Ne imtihanmış amma! Nasıl soru ama: -Nasılsınız? -Nasılız?
.
Asra bakış
27 Ekim 2009 01:00
Yirminci yüzyıl sadece savaşlar yüzyılı değildi. O kara çağ, aynı zamanda diktatörlükler yüzyılı. Bizde, Rusya'da, Çin'de, Almanya'da, İtalya'da, İspanya'da, Portekiz'de, Bulgaristan'da, Yugoslavya'da, Romanya'da, Mısır'da, Küba'da, hatta Kıbrıs'ta ve daha birçok yerde insanlar bu yüzyıla diktatörlüklerin demir pençeleri altında uyandılar. I. Dünya Harbi imparatorlukları tasfiye etmiş, fakat diktatörlükler zuhur etmiş, "yarı tanrılar" ortaya çıkmıştı. Olimpos'tan geliyorlardı. Mezarları bile Partenon tapınağıyla yarışıyordu. Diktatörlüklerin bazısı II. Dünya Savaşıyla bitti. Bizdeki gibi bazıları demokratik hayata geçti. Veya geçmeye zorlandı. Bazıları yüzyılın bitmesine ramak kalıncaya kadar diktatörlüklerini sürdürdüler. Arkalarında soğuk savaş rüzgârları ve kapitalizmle komünizmin al takke-ver külah sahte kapışmaları vardı. İnsanlık...dünya, 21. Asra diktatörlüklerden kurtulmuş olarak girdi. Ne Yugoslavya kaldı, ne Sovyetler Birliği ve ne de Romanya. Çin 21. Yüzyıla çıkabildi. Küba çıkabildi. Kuzey Kore çıkabildi... Çin şimdi güya komünist. Halbuki kapitalistin tâ kendisi. Mao Tse Tung meğerse dünyaya ne iyilik yapmaktaymış. Çin'in etrafını çevirmiş kimseyi bırakmıyordu. Ondan sonra Çin, parayı, piyasayı, rekabeti ve dünyaya açılmayı keşfetti. Bunu keşfeden adamlar dünyanın dörtte biriydi. Kapılar bir açılınca her yan allak-bullak oldu. Artık ne Hitler var. Ne Lenin. Ne Franko. Ne Çavuşesko. Ne Tito. Hatta ne de Pinoşe. Soğuk savaş döneminin o asık suratlı Moskof tipi yerine bugün Rusya'nın başında cin gibi bir Putin var. Şimdilerde dünyada gerçek manada tek diktatörlük Kuzey Kore'dir. Kore dışında Güney Amerika'dakiler de. Kuzey Afrika'dakiler de Orta Doğu'dakiler de birer tiyatro. 20. Asır harp ve diktatörlükler asrıydı. Kan ve gözyaşı asrıydı. Peki 21. Asır ne olacak? Barış asrı olacak mı, olabilecek mi? 21. Asrı bekleyen ne? Savaş yok, diktatörler yok. Peki ne var? Bu asrın karakteristiği nedir? Tüketim toplumu olmak mı? Neme lazımcılık mı? Diktatörlükler zalimdi. Demokrasi adil mi?..
.
Türk barışı olmadan dünya barışı olmaz
28 Ekim 2009 01:00
Hiç tahmin edilmedik bir zamanda Amerika, anlaşılmaz bir şekilde iktisadi buhrana girdi. Bu buhranın adı dünyada ekonomik krizdir. Bugün, burada halk basbayağı sıkıntıda. Halbuki fütürologların 'Yıldızname'sindeki verilere nazaran ABD Sovyetlerden sonra en iyi dönemini yaşamalıydı. Soğuk savaş bitmişti. Bu savaş için harcanan milyon dolarlar artık harcanmıyordu. Dünya tek kutuplu olmuştu. Fakat gelin görün ki tam pembe şafaklar beklenirken dünyanın âkil adamları boşluğa düştüler. Şimdi kavrıyoruz ki bu süper gücün kaptan güvertesindeki beyaz adamlar da boşluğa düşmüşler. Gaflet, Amerikan derin devletini boşluğundan vurmuştu. Obama intihabındaki tarihî dönüş, bir zaruret mi bir taviz mi?.. Tek kutupluluk... Tek bakkalı olan mahalle. Tek patronun hakim olduğu bir iş kolu. Tek süper gücün güdümündeki bir yerküre. O zaman bu dünya patronunun bir eli yağda bir eli balda olması gerekmez miydi. Kendileri için ayağa gelmiş fırsatı kullanamadılar. Amerika süper güçtü ama bu güç, dengelendiği zaman değer kazanmıştı. Hakiki ve hükmi şahsiyetlerin her iki nev'i için de tek kalmak, rakipsiz olmak ayrı bir imtihan çetinliğidir. Öyle haller vardır ki diğer tarafın yokluğu tek kalanı bitirir. Tek kalmak kendisiyle baş başa kalmaktır. Ya aynalar yumruklanır veya boşluk bunalımı yaşanır. Herhalde ekonomik krizden önce yalnızlık krizi yaşandı. Hiçbir psikolog, bu ruh halini ne gördü ve ne de adını koyabildi. Düşman bir ihtiyaçtı. Diğer taraftan maddi ihtiyaçları da vardı. Onun için Orta Doğuda, Uzak Doğuda şurada buradaydı. Seçilen düşmanlar, düşmanlıklar dengeyi kurtaramadı. Ne Libya, ne Irak, ne Taliban, ne 11 Eylül muamması ve ne de İran. Amerika, Irak'ta kazandığı kadarını da kaybetmiştir. Yıllar evvelinde dediğimiz aynen çıktı: ABD, bugün Irak'ı Tezkere ve Çuval Krizlerine rağmen Türkiye'ye ihale etmiştir. Doğrusu buydu. Doğrunun devamı da vardı. Pakistan-Afganistan, Orta Asya ve Balkanlar, Orta Doğu, Türkiye'ye havale edilmeliydi. Buralarda da yapılan o. Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, zalim Miloseviç'in memleketiyle Türkiye arasında dostluk kapıları açarken aynı gün Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan da Pakistan'da parlamentoya hitap ederek bu kardeş ülkede o rezil darbelerden biri daha yaşanmasın diye birlik tavsiyelerinde bulunuyordu. Dünya barışı, Türkiye'nin geniş coğrafyasında büyük rol alması ve etkin/nüfuz sahibi olmasıyla mümkün. Bu itibarla Dörtlü Açılım sürmeli. Birkaç akılsızın şovu açılımın önünde taş olmamalı. Barışı askıya almak oyuna gelmektir. Halbuki bugün Türkiye, SSCB'nin bıraktığı boşluğu dolduruyor. Rakip olarak değil, düşman olarak değil, dost olarak. Şu son 15 günde yapılanlar eskiden senelere sığmazdı. Türk barışı olmadan dünya barışı olmaz. Bu bir anlamda iki kutupluluğa dönüştür. Düşman kutuplar hırlaşarak paylaşır. Dost kutuplar rızayla paylaşır. Pax Ottomana. Pax Turqıa.
.
Kışladaki örgüt
29 Ekim 2009 01:00
Bu milletin asırlardır kışladaki örgütle başı beladadır. Kötü olarak ne çekmişse, ne yaşamışsa, iyi olarak neyi kaybetmişse hep kışladaki örgüt yüzünden. Onlar aklıevveller güruhudur. Görünmez bir illettir. 28 Şubat kaçak darbesiyle halkı kebapçılara varıncaya dek fişleyerek bölücülük yapıp 10 yılımızı çöpe atan bu cuntadır. Sokaktaki kanlı çatışmaları seyrede seyrede ülkeyi 12 Eylüle sürükleyip kanunla alt kimlikleri yok sayarak Türkçe bilmeyen askerinin anasıyla konuşmasına izin vermeyen, böylece dağdaki örgütün çekirdeğini toprağa düşüren, solcu ve sağcı diye ayırdıkları gençleri hava almaz hapishane koğuşlarına tıkıp onlara her sabah nutuk okutmakla ideolojileri bitireceğini zanneden ve bir 10 yılımızı daha yiyen bu cuntadır. 12 Mart adlı cunta içinde cunta darbesini başımıza sararak yine 10 yılımızı tüketen bu cuntadır. 27 Mayıs adlı adam asma darbesinde bu milletin kalkınma yoluna takoz koyan, arkada Yassıada adlı yüz kızartıcı bir iz bırakan, adalet tarihine kara harflerle geçen "sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor" emrini yargıçlara buyuran, devlet adamlarıyla birlikte lisanımızı ve bir 10 yılımızı daha idam eden bu cuntadır. "Sanıkların idamına gerekçeli kararın daha sonra yazılmasına" diye hüküm veren sözde istiklal mahkemelerinin dinamiği bu cuntadır. 31 Mart düzmece vak'asını tertipleyerek devleti 10 yılda batıran bu cuntadır. Resneli Niyazi adını alıp dağa çıkan haydut ruh bu cuntadır. Ali Suavi namındaki ihtilal delisi bu cuntadır. Sultan Aziz'i hunharca öldüren bu cuntadır. III. Selim'i katleden bu cuntadır. Genç Osman'ı Yedikule Zindanlarında boğan cephe kaçkınları bu cuntadır. Yavuz Sultan Selim'in çadırına kurşun sıkan Yeniçeri bu cuntadır. Bu cunta, tarih boyunca hayatımıza nüfuz etmiş bir zehirli mikroptur. O var oldukça bu milletin iflah olması zordur. Bülent Arınç, doğru söylüyor. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, uzaktan yakından bu eylem planına karışmış kim varsa hepsini açığa almalı, kimsenin omuzuna bakmadan her zanlıyı hakime teslim etmelidir. Suçlu korunamaz. Korunursa çirkef her tarafa sıçrar. "Ya devlet başa, ya kuzgun leşe!" Muhteşem sözü böyle zamanlar için söylenmiştir. Devleti meydana getiren kurumlar, hükümet, meclis, ordu dayanışma içinde hareket ederek bu tarihî fırsatı elden kaçırmayıp bu cerahati deşmelidir. Devlet olmak bu demektir. Cunta çökertilirse dağdaki örgüt biter. Bu devlet, bugün varsa dün, uğruna öz evlatlarını feda eden kahraman üstü kahramanlar yüzü suyu hürmetine vardır. Ya devlet başa ya cunta leşe! Ordu da devlet de bu yükün altından kalkmalı. Haydi Kasımpaşalı delikanlı! Davran!
.
Vakıf insana vefa
30 Ekim 2009 01:00
İslamlaşmasından itibaren Türklerin de içinde olduğu İslam Medeniyeti, bir sivil medeniyettir. Sivil medeniyetin temel unsuru vakıf kurumu, vakıf ruhu, vakıf insandır. Bizim medeniyetimizde vakıf, Sevgili Peygamberimizden -aleyhisselam- bu yana gelmektedir. Ecdadı ekberimiz/ulu atalarımız, Allah'ın rızasını kazanmak, Peygamberin şefaatine kavuşmak som altın niyetiyle sayısız vakıf eserler bırakmasaydı bugün o övündüğümüz Bağdat, Şam, Endülüs, Mısır, Türkistan, Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı medeniyeti olmayacaktı. Son üç çeyrekteki affedilmez hatalardan biri 1970'lere kadar 50 sene boyunca vakfın yasak edilmesidir. Eğer o yıllarda vakıf kurma izni kanunlaşmasaydı bugün vakıf üniversiteleri gibi daha birçok müessese olmayacaktı. Bu kanun, belki, Ezanı Muhammedî'nin hürriyetine kavuşmasından sonraki en kıymetli tasarruftur. Vakıf, mektep, medrese, aile. Bunların sonucu güzel insandır. Güzel insan, manken insan değildir. Güzel insan, güzel eser veren insandır... 1969 yılında kurulan Türkiye Milli Kültür Vakfı, 7-8 Kasım tarihlerinde 40. Kuruluş yıl dönümünü kutlayacak. Bu kutlamaya "40 Vakıf İnsana Vefa" adı verilmiş. İsim çok güzel. Birçoklarını ne yazık ki bugünkü nesillerin unuttuğu vakıf insanlar bu toplantıda anılacak. Vefa, İslam ahlâkının tefriki gayrı kabil bir cüz'ü iken sağ cenah, onları unuttu. Sol zaten hiç tanımıyor. Bu isimlerle ünsiyet kurmayan Türk solu, ancak eciş-bücüş sol olur. Sağ unuttu çünkü muhafazakâr kitle varlıkla imtihan oldu, gaflete kapıldı, rehavete düştü, imtihanı da kendini de kaybetti. Seneler boyu verdiği burslarıyla birçok genç yetiştiren Milli Kültür Vakfı'nın İstanbul Haliç Kongre Merkezi'nde anacağı isimlerden bazıları şunlar. Turgut Özal, Sabahattin Zaim, Yusuf Türel, Necip Fazıl, Ahmet Kabaklı, Mahir İz, Hekimoğlu İsmail, Şule Yüksel Şenler, Erol Güngör, Aydın Bolak, Süheyl Ünver, Fethi Gemuhluoğlu, Cemil Meriç, Tarık Buğra, Yücel Çakmaklı...diğer isimleri gidince görülür. Bizim onlara hatırlayabildiğimiz kadarıyla ilave edeceğimiz isimler de var. Abdülhakimi Arvasi, Hüseyin Hilmi Işık, Süleyman Hilmi Tunahan, Mehmet Zahid Kotku, Said Nursi, Mahmut Ustaosmanoğlu, Fethullah Gülen, Ömer Nasuhi Bilmen, Yahya Kemal, İbnül Emin Mahmut Kemal İnal, Tevfik İleri, Enver Ören, Ayhan Songar, Yalçın Özer, Ömer Öztürkmen, İsmet Miroğlu, S. Ahmet Arvasi, Arif Nihat Asya, Osman Yüksel Serdengeçti, Hamid Aytaç, Süheyl Ünver, Mustafa Düzgünman, Ali Fuat Başgil, Dilaver Cebeci, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Gürbüz Azak, Sezai Karakoç, Kadir Mısıroğlu, Mehmet Şevket Eygi, Yılmaz Öztuna, Yavuz Bülent Bakiler, Cengiz Dağcı, Cengiz Aytmatov, Bahtiyar Vahapzade, Adnan Oktar, Kemal Tahir, Halid Refiğ, Üstün İnanç, Dündar Taşer, Bahattin Özkişi, Mustafa Akad, Aliya İzzet Begoviç, Mustafa Cemiloğlu, Sadık Ahmed... Bizim medeniyetimizde vakıf insan vardı. Önce mefhum/kavram sonra kendisi yok oldu. Mektep insan vardı. Önce kelime/sonra o insanlar kayboldu. Çınarın kökünden yeni ulu çınarlar çıkması ve Osman Gazi'nin Şeyh Edebalı'nın tabiriyle bereketlenen rûyasının ikmali için vakıf insana vefa gerektir. Ki yenileri gelsin. Vefada birinci şart yeni nesillere tanıtmaktır. İnsanın kıymetli olması için ölmesi şart değildir. Bugün öz dokuyla uyuşan bir iktidar varsa onun ardında nice vakıf insanın göz nuru, alın teri, el emeği, maddi ve manevi fedakârlıkları vardır. Vakıf İnsanlar, adına ödüller konmalı, okula, üniversiteye, caddeye, meydana tesise adı verilmeli. Onların buna ihtiyacı yok. Cenabı Hak, zaten mükâfatını verir. Yeni nesillerin ise öğreneceği çok şey var.
.
ABD'de Türk varlığı
2 Kasım 2009 01:00
Washington DC Gayriresmî kayıtlara göre ABD'deki Türk nüfusu 300 bin civarında. Resmî kayıtlara göreyse bunun yarısından fazla. Resmî rakamın üçte iki kadarı Amerikan vatandaşı. Çifte vatandaşlık mümkün. Amerika'ya Türkler 1910'larda gelmeye başlamışlar. İlk gelenler de Harputlu. Çünkü Amerika orta şark siyaseti gereği Harput'a alaka duymaktadır. Burada Fırat Koleji'ni açtıktan başka, Boğaziçi, İzmir, Beyrut, Merzifon ve Tarsus gibi şehirlerimizde de Amerikan kolejleri açar. TTK Yayınlarından bu faaliyetleri anlatan değerli bir eser var. İsmi HARPUT'TA MİSYONERLİK FAALİYETLERİ. Okuduğunuzda hayretler içinde kalacaksınız. Tâ o günden ticaret, siyaset ve misyonerliğin üçü birden gelmiş. Bugünün meselesi bugünden başlamıyor. 1910'lardan günümüze 100 sene geçiyor. O günkü Müslüman teb'anın Amerika tarafından himaye edilerek götürülen Ermeniler arasına sızarak buralara gelmelerinden bu yana varılan nüfus, Amerika'nın 300 milyon olduğu hatırlanırsa oldukça düşüktür. Türkler, çok uzun seneler birbirlerinden habersiz yaşamışlar. Bazı ailelerde sonraki nesillerde Türkçe yok olmuş. Türkçe devam etmeyince birçok kazanç de yitirilmiş. Halbuki Avrupa böyle değil. Batı Türkleri, birçok Türkiye Türkünden daha fazla din, tarih, milliyet ve kültür şuuruna sahip. Türkler, burada çok uzun süreler teşkilatlanamamış. Eğer teşkilatlansalardı soydaş ve dindaş milletleri de yanımıza alarak müessir bir güç olurduk. Ama gelin görün ki, bazı dernekler kasap, bakkal, berber gibi sokaktaki Türk'ü üyeliğe kabul etmeyerek eğitimli insan şartı koymuşlar. Oysa bir hareketin tabanı yoksa yaşamaz. Esnaf, cami, sokak tabanınız yoksa sizin derneğiniz bir kulüptür. Amerika'da 12 binden fazla Türk öğrenci var. Bu sayı önemli mi? Çok önemli. Dünya sırlamasında sekizinciyiz. Bizden önde, Çin, Hindistan, Meksika, Kanada, Kore, Japonya ve Tayvan var. Öğretim üyesi sayımız, Büyükelçimiz Nabi Şensoy'un bize naklettiğine göre tahminen 5 bin. Dünya sıralamasında 15.'yiz. Bunun bin 600'ü birbirinden haberdar haldeymiş. Öğrenciler, ekseriya hem çalışıp hem okumaktalar. Türkler, daha ziyade New York civarındalar. New York'taki Türk Yürüyüşü ve Şikago ve "Vaşington"daki Türk şenlikleri, senede bir kere de olsa gündeme girmekte. Türk derneklerinin çoğu Washington'daki ATAA ile New York'taki TADF'nin çatısı altında toplanmış. Son senelerde Türklerin faaliyetlerine Amerikan resmî makamları ve kongre üyeleri de katılıyormuş. Sefaretimiz, iyi bir ekip halinde çalışıyor. Şu var ki sefaretlerimizin imkân ve yetkilerini arttırarak âdeta ademi merkeziyete/yerinden yönetime gitmek lazım. Lobicilikte alınması gereken çok yol var. TOBB'un konuya el atmış olmasının temenni ederiz ki devamı gelir. Diğer yerler gibi Amerika kıtasındaki en organize Türk gücü Gülen Hareketidir. Üniversiteleri, okulları, iş adamları, televizyon ve gazeteleri ve ciddi nüfus varlığıyla başlı başına bir olay. Muhabbet ve dayanışma içinde hızlı bir şekilde çalışıyorlar. Bu hareketi, Süleyman Efendi Cemaatiyle Menzil Cemaatinin takip ettiği söyleniyor. Ezansız kıtada yapacak çok hizmet var.
.
Davutoğlu-Barzani buluşması
3 Kasım 2009 01:00
Dışişleri bakanımız Ahmet Davutoğlu, geçen hafta Kürdistan özerk idaresinin merkezi Erbil'deydi. Bu resmî ziyaretle ilk defa bir Türk bakan Erbil'e gitmiş oldu. Mesut Barzani son derecede neşeliymiş. Görüşmede yapılan karşılıklı konuşmalar çok dikkate değer. Ahmet Davutoğlu şunları söylemiş: -Birileri bir gün buralara gelip önce kendi istedikleri gibi sınırlar çizdiler. Sonra da gönlümüze sınırlar çizdiler. Bugün sınırlar anlamsızlaşıyor. Avrupa'da da sınırlar var. Fakat bir anlamı yok. Sınırları kaldıramıyorsak anlamsızlaştıralım. Bizim birbirimize yakınlaşmamız lazım. PKK'yı bitirmezsek bu yakınlaşma gerçekleşmez. Kandil'de desteğinize ihtiyacımız var. Erbil'e Türk Başkonsolosluğu açılması iş adamlarımız için bir işaret olacaktır. Mesut Barzani'nin cevabi konuşması da aynı mahiyette: -PKK ya değişir ya biter. Değişmezse Kürt efkârı umumiyesinin büyük baskısı olur. Ne lazımsa yaparız. Türk gençleri ölünce üzülüyorum. Biz Türklerden hep iyilik gördük. Rejim değişince. Bazı evraklar elimize geçti. Onları okuyunca gördük ki Türkler bize ne demişse hep doğru demiş, başkaları ne demişse hepsi yalan. Hükümetiniz, bu açılımla yüz yıllık işi bir yıla sığdırdı. Turgut Özal'ın kırmızı pasaport vererek himayesine alıp yönlendirdiği iki Kürt liderden Celal Talabani bugün Irak'ın devlet başkanıdır. Mesut Barzani de özerk/muhtar idarenin başkanı. Merhum Özal'dan sonra Ankara'da işbaşına gelenler aynı basireti gösteremedi. Bu insanları aşağılaya aşağılaya terör örgütüne sahiplendirdiler. Halbuki o örgüt ateist iken bunlar Şafii Kürtlerdi. Buralara dair asırları bulan yönetim üslubumuz varken bu üslup son üç çeyrekte göz ardı edildi. Osmanlı her bölgeyi kendi özellikleriyle idare ederek uzun ömürlü olmuştu. Ankara'daki ufuksuz yöneticiler 1990'lardan sonra Kuzey Irak idarecileriyle Washington üzerinden konuşmak gibi akıl almaz bir tutum içine girdiler. Onlar, "bizi muhatap alın" dedikçe Ankaralılar onları "aşiret reisi" diye küçümsüyorlardı. Sultan Abdülhamid, Hindistan Müslümanlarına senede bir kere selamı şahanesiyle bir Kur'an-ı kerim hediye gönderdiğinde orada yer yerinden oynardı. Onun için İngilizler, bu Hakan/Halife'yi Yahudi ve Yahudi taşeronu İttihad Terakki militanları eliyle devirdi. Diplomasi dâhisi Sultan Hamid, bugün olsaydı şu anki aynı siyaseti icra ederdi. Türkiye dışişleri bakanı gidip evinde bir akşam yemeği yedi diye Barzani, onurlandırılmış bir insanın sevinci içinde itiraf, taahhüt ve iltifatlarda bulunuyor. Oysa ağızlarından bugüne kadar PKK biter yahut bitiririz kabilinden bir söz çıkmamıştı. Siz bir de Başbakan Tayyip Erdoğan'ın, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün oralara gittiğini düşünün. Neler olmaz. Gitseler mi? Devletin, milletin, ümmetin menfaati neyi icap ettiriyorsa o yapılır. Ankara'da dar düşünenlerle zengin ufukluların mücadelesi var. Önce Gaziantep ve Halep'te Türk ve Suriyeli bakanlarla müşterek toplantı. Ardından vizeyle hududun kalkması. Sonra Bağdat'ta Türk ve Irak başbakanlarının başkanlığında bakanlar kurulu toplantısı. Ardından Türk Bakanın Erbil'i ziyareti. Tabiî ki Irakla da vize ve sınır kalkacaktır. Ankara, şimdi çalışıyor.
.
Asrın büyük aktörü
4 Kasım 2009 01:00
Son günlerde üç önemli konuşma yapıldı. İkisi İstanbul'da oldu, biri Washington'da. Konuşmacılar, Amerikalı, Türk ve Mısırlıydı. İkisi müstesna dünya şehri İstanbul'un lüks salonlarından birindeydi, diğeri bir şoför mahallinde. İki konuşma kürsüdeydi, üçüncüsü direksiyon başında. Konuşmacılar, Bill Clinton, Muhtar Kent ve bir şofördü. Eski bir Amerikan lideri, dünyanın bir numaralı meşrubat şirketinin icra ve yönetim kurulu başkanı ve ekmek parası peşindeki Mısırlı bir meçhul şoför. Önce şoförün dedikleri. Çünkü o, çok evvel konuşmuştu. Heyecanla 'One Minute'den söz ederken neden İslam dünyasının başına geçmiyorsunuz diyordu? Kendi mantığında haklıydı. Fakat İslam dünyası birer vagon değildi. Türkiye, lokomotif gibi katarın başına geçemezdi. Peki bu konuşmayı önemli yapan neydi? Türkiye'yi İslam dünyasının başına geçmeye layık görmek. Bir buydu bir de Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Musa'ya duyduğu kızgınlık. "Böyle bir fırsat bir daha ayağa gelir mi? Türkiye başbakanı salonu terk ederken sen de peşinden gitsene!.." Washington caddelerinden bir Mısırlı şoför. Fakat şuur 24 ayar. Taksiler aynı zamanda seyyar konferans salonlarıdır. Bill Clinton'ın dediği malum. "Türkiye 21. Asrın büyük aktörü olacak." Bilmemiz gerekeni bize parayla sattı. Muhtar Kent'i burada ikili sohbette ve kürsüde dinlemiştik. Onları tekrarladı. Önümüzdeki 10 yılda köklü değişiklikler yaşanacağını, Türkiye'nin değişimin merkezinde yer alacağını kendilerinin şirket olarak değişime ayak uyduracak liderler yetiştirme peşinde olduklarını dile getirdi. Bir şoför. Bir şirket yöneticisi. Bir devlet yöneticisi. Üçü de Türkiye'ye dair ortak kanaate sahip. Taban da tavan da aynı fikirde. Peki, denilenlerin tercümesi nedir? -21. Asır Türk asrı olacak! Bu söz kimin? Kimin olduğunu sakın ola ki sınıf öğretmeni adaylarına sormayasınız. Cevaplar sizi çıldırtabilir. Ağır şekilde alay edildiğinizi zannedebilirsiniz. Söz, "sivil, dindar ve demokrat Cumhurbaşkanı" Turgut Özal'ın. Turgut Özal, "21. Asır Türk asrı olacak demişti. Clinton, bunu Özal'dan 25 sene sonra söylüyor. Bilmemiz gerekeni parayla bize satıyor. 1990-2000 arası sele gitti. Türkiye, açılımlarla Türk asrı hedefine varabilir. Büyük düşünenlere muhtacız.
.
Kâbe revaklarını İstanbul'a taşıyalım
6 Kasım 2009 01:00
Keremli Mekke'de Osmanlı atalarımızın son mirası da yok ediliyor. Son miras, Kâbe'nin etrafındaki 500 kubbeli revaklar. Asırlardır sanki hepimize vekâleten gece-gündüz, durup-dinlenmeden Kâbe-yi şerifi tavaf eden göz kamaştırıcı muhteşem bir mimari eser. Ecyad Kalesi ve Osmanlı Kışlası gibi bu mübarek revaklar da yok olma yolunda. 7 bin binayla birlikte revaklar da yıkılacak, Kâbe çevresi yeniden düzenlenecek ve yıkılanların yerine gökdelenler dikilecek. Bin Ladin Şirketler Grubunun yürüttüğü 14 milyar dolarlık projeye 2010'da başlanıyor, 10 yıl içinde bitirilecek. Eskiden Kâbe, muazzam olarak yükselirken şimdi gökdelenler yükselecek. Osmanlının nakış nakış işlediği bu mukaddes topraklardaki eserlerinden sadece üçü kalmıştı. Ecyad Kalesi, Osmanlı Kışlası ve Kâbe Revakları. İlk ikisi o kadar karşı koymaya rağmen yıkılıp yerine otel yapıldı. Aralarında Türklerin de olduğu bazı rahat zenginler buradan devre mülk aldılar, Beytullah'a tepeden bir kayaya bakar gibi bakıyorlar. Öncekiler gitti, Osmanlı Kışlası gitti, Ecyad gitti. Türkiye bir şey yapamadı. Bari revakları kurtaralım. Mimar Sinan eseri bu sütun ve kubbeler yıkılıp inşaat atığı haline gelmesin. Türkiye, bu esere talip olsun. Günümüz teknolojisinde mümkün. Alıp İstanbul'a taşıyalım, ehlinin uygun göreceği bir yere Kâbe'deki gibi inşa edebiliriz. Belki ortaya bir Kâbe maketi de konabilir ama bunun ileride sapmalara yol açmasından endişe ederiz. Miralay Sadık Bey'in fotoğrafı, Kâbe'nin ilk fotoğrafıdır. 1880 yılında çekilmiş. Yıldız fotoğraf arşivinde. Bu ve günümüzde çekilen fotoğraflarda, dedelerimizin Kâbe'ye duydukları tazimden dolayı revakları, daha düşük irtifada inşa ettikleri görülüyor. Kâbe'nin önümüzdeki senelerde alacağı şeklin maket fotoğrafında ise, etrafı gökdelenlerle kuşatılmış. Kabe-yi şerif, boğulmuş, küçücük kalmış. Bu tarz, biz Türklerin, üslup, ihlas ve anlayışına aykırı. Biz Mushaf-ı şerifi yere bacağımızın arasına serip okumadığımız gibi Kâbe'ye de bunu yapmayız. Onun için şimdi Türk devletine şerefli bir vazife düşüyor: O revakları tek tek söküp getirmek. İnşaat döküntüsü yapacaklarına bari bize versinler. Hadim'ül Haremeyn Yavuz Sultan Selim Hân'ın da, Mimar Sinan'ın da Fahreddin Paşa'nın da şehidlerin de, bütün ecdadın da kemikleri sızlıyor. En büyük üzüntüyü ise şüphesiz ki Resulullah -sallallahü aleyhi ve sellem- çekmektedir. Mostar Köprüsü'nü yeniden inşa ederek kurtardık. Dedelerimizin Kâbe'ye duydukları tazimden dolayı ondan daha düşük irtifada yaptıkları bu aziz hatırayı, o inci gerdanlık misali revakları da kurtaralım. Ya kurtaralım, ya kurtaralım.
.
Tevhidi muhakeme
9 Kasım 2009 01:00
> Washington DC Ordu üzerine çok yazmış bir kalemiz. TSK'nın bir dünya markası olduğunu söyleyenlerdeniz. Sadece Türkiye'nin değil, İslam âleminin de ordusu olduğunu ise ilk defa ortaya koyan insanız. Fakat, şunları da yazan biziz: Türk Silahlı Kuvvetleri artık profesyonelleşmelidir. Askerlik, artık bir genç için istikbale giden yolu kesen bir mecburiyet olmamalı. Jandarma üniformalı polistir. Komando eri gibi jandarma erine yapılan masrafa da yazıktır. Şehirleşme yüzdemizin düşük olduğu zamanlardan kalma bu kır polisi/jandarma uygulaması bugün şehirlerin büyüyüp kırları içine alması sebebiyle ihtiyaç olmaktan çıkmıştır. Bir hayli zamandır TSK tartışılıyor. Orduya en büyük zarar kendi içinde verilmekte. Eğer Gülhane komutanı rehabilitasyon için gelecek hasta yakınlarına "klasik örtülülerse olur" diyorsa bunu ne ile izah etmeli? Hastanın, açığı-örtülüsü, müslimi-gayri müslimi olur mu? En felaket hata ise darbelerdir. Bütün Türkiye bir cunta çirkinliğine kilitlendi. Tam da dünyaya açılırken sanki bir tuzakla karşı karşıyayız. Adli tıp kayıtlarıyla sabit ki bir imza bir albaya ait. O albay da tek değil. Tutulacak iki yol var. Ya şüpheli adliyeye teslim edilecek veya kendisi gidecek. Başbakan genelkurmay başkanına teslim et diyor. Ama hiç ses çıkmıyor. O zaman kamuoyundan çıkışlar gelmesi sürpriz sayılmasın. Sağduyunun gereğini yapmak yerine bu çalışmayı kim sızdırdı araştırması gibi aklın almayacağı bir yola girildi. Tenkitler yoğunlaşınca da hukukçu bir general çıkıp bir şeyler anlatmaya çalıştı... Kimse tatmin olmadı. Neden? Çünkü. Emir-komutayla yargı/muhakeme olmaz. Tevhidi tedrisat/eğitim birliği kanunu var. Ve devlet bunda zerrece de esnemiyor. Peki neden tevhidi/muhakeme yok? Yargı neden parçalanmış durumda? Bölünmüş yargıyla hukuk tesis edilebilir mi? Askerî yargı, adliyenin yetki alanına girmemeli. Askerî yargıya ihtiyaç var mı? Polis yargısı yok. Askerî yargı büsbütün olmasa bile çok sınırlı kalabilir. Ancak askeri suçlara bakar. Buna dair küçük değişiklikler oldu ama yetersiz. TSK bazı yükleri üstünden atmalıdır. Jandarmadan vazgeçmeli. Askerî yargıyı, en fazla asliye ceza mahkemesi derecesinde ve yalnızca askerî suçlarla sınırlamalı. Milletvekili lojmanları lağvedildiği gibi asker de vatandaşla iç içe yaşamalı. Astsubaylık kaldırılmalı. Hatta askerî doktor ve hastaneye bile gerek yok. Bütün dünyada bütün kurumlar, bütün hizmetleri kiralama sistemiyle almakta. Parasını verdikten sonra en iyi mekanik, elektronik ve sağlık hizmeti alınır. Bunlar TSK'ya hiçbir şey kaybettirmez, tam tersine kazandırır. Kurumlar mevzuat protokolleriyle değil icraatlarıyla tartılmakta. Genelkurmay başkanı neden diğer ülkelerdeki gibi savunma bakanına değil de başbakana bağlı tartışması çok uzun senelerdir sürüp geliyor. Halbuki Genelkurmay başkanı Cumhurbaşkanına bağlansa vatandaşın sevgisi artmaz. Savunma bakanına bağlansa sevgisi azalmaz. Askerimiz rahat olmalı. Siyaset siyasetçinin işidir. Asker, köklü reformlara imza atmalıdır. Buna da en evvel cunta virüsü kapmışlardan başlamalı. TSK'ya ihtiyaç var. TSK'nın da yeniden yapılanmaya.
.
Sonsuza kadar var olan Türkiye!
10 Kasım 2009 01:00
8 Kasım Pazar '09'da Milliyetçi Hareket Partisi 9. Olağan kurultayı yapıldı. Devlet Bahçeli 6. kere genel başkan. Kurultayın ismi ve ana tema sloganı "Sonsuza Kadar Var Ol Türkiye!" Bu bir slogandan ziyade bir dua. Bu duayı duyup da amin dememek mümkün mü? Şu var ki tutması zor. Heyecansız bir cümle. Halbuki aslı var. O muhteşem altın ibare kullanılsaydı dün ve yarın arasında köprü kurulmuş, kitleler de dalgalandırılmış olurdu: -Devlet-i ebed Müddet... Şöyle yapılırdı: -Türkiye, devlet-i ebed müddet!... 'SON SARAYLI'nın cenazesine gidilmezse tabiî ki akla gelmez. Bir diğer yanlış ise şu. Bahçeli, konuşmasında 2023'te Türkiye'yi lider ülke, 2053'te ise süper güç yapacaklarını söylemiş. 2023 tamam, bunu Tayyip Erdoğan da söylüyor. İtirazımız diğer tarihe. Zira bir ömür boyu bu tarihlere, 2023'lere, 2071'lere dikkat çekip fikri gergef gergef işledik. Süper güç olma tarihimiz 26 Ağustos 2071'dir. Biz bunu böyle yazdık, böyle konuştuk, böyle işledik. 2053 neyin nesi? 26 Ağustos 2071 Türklerin Anadolu'ya gelişlerinin 1000. yılıdır. Gelelim kongreye. Diğer genel başkan adaylarının salona bile girememeleri kabul edilemez. Böylece ilk seçildiğinde Devlet Bahçeliye reva görülenleri bugün ekibi başkalarına yapmış. Alpaslan Türkeş, 1997'de vefat etmişti. Türkeş'in vefatıyla birlikte birçok genel başkan adayı ortaya çıktı. O günkü gündeme bu olay oturdu. Biz de o sırada TGRT'de Entellektüel Boyut ismiyle tv programı yapıyoruz. Bütün adayları tek tek ekrana çıkartıyoruz. Adaylardan biri de Devlet Bahçeli diye bir isim. Davet ettik geldi. Sessiz, sakin, terbiyeli bir insan. O kadar ki ekrana ilk defa çıkacağını söyledi. Hiç mühim değil, herkesin bir tarihte ilk defa çıktığını, heyecanlanmak kadar tabii bir şey olamayacağını söyledik. Sonra kongre yapıldı. Büyük bir kavga çıktı. Bu sebeple de tehir edildi. Derken atılı tarihte yenilendi, Devlet Bahçeli seçildi. O seçildi ama... Bizim başımız derde girdi. O günkü Ülkü Ocakları başkanı, bizi bir ay boyunca ölümle tehdit etti. Dediği şuydu. Tuğrul Türkeş, ne güzel seçilecekti, sen, kimsenin tanımadığı Devlet Bahçeliyi ekrana çıkarttın, o seçildi. Seni öldüreceğiz. Bir ay boyunca çocukları okula gönderemedik. Bahçeli MHP'si Ecevit DSP'si ile koalisyona gittiğinde başbakan yardımcılığı makamında sohbet ederken kendisine şunları söyledim. Partide eşitleriniz ve astlarınız vardır. Astlarınız doğruyu söylersem başım derde girer diye susarlar. Eşitleriniz ise tökezlese de yerine geçsem diye beklerler. İşte telefonlarım. Her zaman istişareye hazırız, dedim. Bir kere bile aramadı. Kardeşi vefat etti, biz aradık telefona çıkmadı. Oğlum uçak kazası geçirdi. Aramayan kalmadı. Bahçeli, hiçbir şekilde aramadı. CHP-MHP koalisyonunu erken seçim talebi ve genel başkanlığı bırakma taahhüdü ile bozan Devlet Bahçelidir. 3 Kasım 2002 Seçimleri böylece yapıldı. Fakat genel başkanlığı bırakmadı. Bugün Bahçeli dendiğinde eli havada bağıran bir adam portresi gözlerde canlanmakta. Oysa soğuk savaş dönemi muhalefeti ile başarı mümkün değil. Deniz Baykal gibi o da bu üslupta ısrarlı. Bugün MHP'nin küskünleri içeridekilerden az değil. Partinin gazetesi yok. Fakat muhaliflerin 50 bin tirajlarda gazetesi, televizyonu var. Oysa MHP ülkeye lazım. Unutulmaz hizmetlerle dolu bir mazisi var. En zayıf dönemi ise iktidarda olduğu zaman. Merhum Türkeş vefatıyla fikrini iktidar yapmıştı. Ana sermaye hâlâ o miras. Şu bir gerçek MHP de Türkiye'nin her tarafında yok. Neredeyse yalnızca Orta Anadolu ve Çukurova partisi. Bunun sebepleri aranmalı. Kimler neden alkışlanıyor, tahlil edilmeli. Parti başkanı gülebilmeli, vatandaşına sarılabilmeli, cumada, bayramda, iftarda onlarla olmalı. Genel başkan kutsal kişi değil, bir fikrin öncü adamıdır. Sadece bağıran, sadece öfke saçan, vefa hissine yabancılaşan, yeni fikirler üretemeyen başkan, geniş kitlelere uzak kalır. Doğru söz, acı olsa da ilaç gibidir.
.
Şabat değil
11 Kasım 2009 01:00
Muhalefetin şu tavrı, -kusura bakmasınlar ama- su katılmamış bir safsatadır. İnsan duyduğunda kulaklarına inanamıyor. Diyorlar ki Hükümet, Demokratik Açılım Paketi'ni neden 10 Kasım günü TBMM'ye getirdi? Bunda kasıt var. Bunu bayrakların yarıya indiği günde kasten yaptılar. Bu yüzden açılımın müzakere edilmesini bile engellemeye çalıştılar. İtiraz sesleri, 10 Kasımdan önce yükselmeye başladı, o gün de devam etti. Bu bir fikri zavallılıktır. Ucuz bir istismardır. Söyleyecek sözü olmayanların çocukça mızmızlaşmalarıdır... -Neden 10 Kasım günü olmaz? -E, çünkü Atatürk'ün ölüm günü... Atatürk'ün ölüm tarihinde yas yapılması, sabahtan akşama kadar evden çıkılmaması şeklinde bir vasiyeti veya bir yazısı mı bulundu? Hayır! Kıskançlığın yol açtığı gülünçlük. Muhalefetin bu özürlü mantığına baktığınızda sanırsınız ki 10 Kasım Şabat'tır. Şabat nedir? Yahudi akidesine göre Tanrı, dünyayı 6 günde yarattıktan sonra yedinci gün dinlenmiş. Onun için Yahudiler cuma günü güneşin batmasından 18 dakika öncesinden başlayarak cumartesi günü akşamı üç küçük yıldız çıkıncaya kadar tatil yaparak dinlenirler. Bu güne Şabat denir. Paraya el sürmez, ateş yakmaz, elektrik kullanmaz, asansöre, arabaya binmezler... bu gün evde Tevrat okur, Tanrıyı tefekkür eder, yalvarır, havra ve sinagoga giderler. Muhalefet 10 Kasımı Şabat mı yapmak istiyor? Böyle görülmemiş bir projeleri var da açığa mı vuramıyorlar? Dünya kuruldu kurulalı bir insan bu kadar istismar edilmedi. Önce hadi paşam demlenelim diyerek sabahlara kadar içirttiniz. Böylece aile hayatını dağıttınız. Böylece siroza yakalattınız. Öldü cenaze namazı bile nasip olmadı. Cenazesini toprağa vermeyerek 10 sene Etnografya Müzesinde beklettiniz. Mumyalamayı da beceremeyerek kimyasal bozulmaya yol açtınız. Kâbe Arab'ın olsun, Çankaya bize yeter gibi yüzlerce dalkavukluk örneği sergilediniz. Koruma Kanunu çıkartarak hakkında serbestçe konuşma özgürlüğünü engellediniz. İlkeleri, 27 Mayısta anayasaya alarak üzerinde serbest konuşma hakkını mahkemelik mevzu yaptınız. TDK sözlüklerine Kemalizm Türk'ün dini diye yazdınız. 50 seneye yakın her 10 Kasım günü gazete başlıklarıyla birinci sayfalarını siyah beyaz çıkarttınız. Mezara çaput bağlayan cahile taş çıkartırcasına Anıtkabir'e şikâyet seansları tertiplediniz. Bu milleti zorla neo pagan kültürüne itmeye çalıştınız. Bunlar dünde kaldı diye düşünürken Türk muhalefeti dünya önünde böyle bir Facebook'luk mizansen ortaya koydu. Bunu diyenlerin Türkiye'ye de dünyaya da söyleyecek sözleri olamaz. Boşa havanda su dövüyorlar. 10 Kasım, Türk'ün Şabatı olmayacak. 10 Kasım, kasım ayının 10. günüdür. O gün her yerde herkes işine bakabileceği gibi Meclis de gündemiyle çalışabilir.
.
Leyla Zana'yı tekrarladılar
12 Kasım 2009 01:00
Tarih, 10 Kasım 2009. TBMM tarihi toplantılarından birinde. Dikkatler meclisin üstünde. Hükümet Demok-ratik Açılım ismiyle bir proje sunma hazırlığında. Kanserleşmiş problemlere çare aranıyor. Türkiye'nin bölge coğrafyasıyla dünyaya çıkan yolları açılmak isteniyor. Parti sözcüleri kürsüdeler. Sataşmalar, gerginlikler olmakta. Tam bu sırada bir hadise yaşandı ki emsalsiz bir sorumsuzluk örneği. İnanılır gibi değil ama görüşmeler devam ederken bazı muhalif vekiller Türkiye Büyük Millet Meclisinde pankart açtılar. Şaşırmamak mümkün değil. Allah, Allah!.. Bu nasıl zekâdır? Burası Beyazıt Meydanı mı, Taksim Meydanı mı, Kızılay Meydanı mı? Hayır değil, burası TBMM genel kurulu. Öyleyse nasıl olur da birileri kendilerini miting meydanında, miting kalabalığı zanneder? Hayır, bu bir zan değil, şuurlu bir kundaklama eylemi. Pankartlarla 10 Kasım şabatlaştırılmak isteniyor. İlkel bir pagan kültürü. Bunların yaptığının Leyla Zana'nın eyleminden farkı ne? SHP ambalajlı CHP 1991'de DEP'i meclise taşımıştı. Bu partinin milletvekili Zana meclisteki and içme töreninde hadise çıkarttığı için yasama dokunulmazlığı kaldırılarak hapse atıldı. Kürsüde Türkçe başlamış, Kürtçe bitirmiş, müdahale üzerine Kürtçe slogan atmıştı. Ayrıca propaganda için başına Kürt sembolü örgü bağlamıştı. Bunları yapmak mahkeme hükmüyle suç sayıldı ve ceza verildi. Peki şimdi bu pankart eylemi ne olacak? Ayrıca Bülent Arınç'ın hatırlattığı olay da var. 1996'da 12 üniversiteli genç dinleme localarında pankart astığı için 6 yıla mahkûm edilmişlerdi. 10 Kasım 2009'da TBMM'ye anarşi girmiştir. Bu vak'a, meclisin mehabetine lekedir. Bugün pankart açılır, yarın daha başka şeyler yapılır. Söyleyecek fikri olmayan slogan atar. Tahlil yapamayan pankartla konuşur.. Sabrı olmayan söver. Sığ olan herkesten şüphe eder. Kürtçü eylem de Kemalist eylem de eşittir. Bunu yapanlar mahkemelerde süründürülsün, hapislerde yeni hayatlar bitirilsin demiyoruz. Gitsin meydanlarda istedikleri kadar pankart taşısın, diledikleri kadar slogan atsınlar. Meclis söyleyecek sözü olanlar içindir. Tavana çiğ köfte atıp yapıştırma bile problem yapılmıştı. Bu çirkinlik hiç göz ardı edilemez.
.
İSMEK Güzel Sanatlar Üniversitesi
13 Kasım 2009 01:00
Böyle bir üniversite var mı? Hayır yok. Fakat olmalı. İSMEK bunu hak etti. İSMEK tabandan gelen bir hareket. İstanbul Büyükşehir Belediyesinin ev hanımlarıyla meslek sahibi olmak isteyen genç kızlara mütevazı şartlarda başlattığı faaliyet bugün milletlerarası çapa ulaşmış vaziyette. İSMEK şimdi el emeği göz nurunun sahasına giren klasik ve modern bütün alanlarda isteyen herkese ücretsiz olarak meslek öğretiyor. Hat, ebru, nakış, dikiş, İngilizce, Osmanlıca, bilgisayar, porselen, giyim vs. vs... Bir meslek edindirme kursu şunu gösterdi ki bu toprakların çocuklarına imkân verildiğinde gıpta edilecek eserler ortaya koyabilmekteler... İSMEK'in Airport AVM'de 20 Kasıma kadar devam edecek bir sergisi var. Bu güzellik görülmeli. Kursiyerlerin son iki yıldır yarışmalarda derece alan eserleri sergileniyor. Türkiye büyüyor. Bu büyüme tek kanatla olamaz. Türkiye, maddesi ve mânâsı ile büyümeli. Şu teklif de bizim bir hizmetimiz olsun: İBB, İSMEK'i vakıf haline getirip İsmek Güzel Sanatlar Üniversitesi'ni kurmalıdır. Fakülte değil, üniversite. Yakın dallar bir araya toplanarak fakülteler, fakültelerden üniversite meydana gelir. Hat, ebru, tezhib, cildcilik gibiler bir fakülte, giyim, kuşam, kumaşçılık ve benzerleri bir fakülte, ahşap işçiliği, ince marangozluk, döşemecilik, bir fakülte, cam işçiliği, porselen, seramik vs. bir fakülte olabilir, fotoğrafçılık bilişim fakültesinde düşünülebilir. Yıldız Porselen fabrikası, Beykoz Cam Atölyeleri, Divan Edebiyatı, Aynalıkavak Ihlamur Kasrı, Belediye Kütüphanesi gibi yerler bu üniversiteye bağlanabilir. Ayrıca çocuk yetiştirme, çocuk eğitimi, pedagojis bir fakülte olur. Divan şiiri ağırlıklı bir edebiyat fakültesi açılabilir. Tasavvuf Kürsüsü ismiyle bir fakülte kurulabilir. Osmanlı Kaynakları adında bir fakülte kurulabilir. Osmanlıca okuma yazma, araştırma ağırlıklı olur. Başbakanlık Devlet Arşivleri araştırma bölümü bu fakülteye bağlanabilir. Bu üniversite, bir güzel sanatlar, edebiyat, kültür ve sosyal ilimler üniversitesidir. Buraya kabulde kabiliyet, maharet ve meleke esastır. Tahsil müddeti 5 yıldır. İlk yıl ağırlıklı olarak Türkçe, Osmanlıca, İngilizce, okutulacaktır. Halka açık kurslar daha da donanımlı olarak üniversite bünyesinde devam edecek, kursu bitirenlere üniversite tarafından mezuniyet belgesi verilecektir. Hayırlı olsun. İBB'nin en büyük eseri bu olur. İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.
.
Açılımı anlatabilmek
16 Kasım 2009 01:00
Kürt açılımı dendi, demokratik açılım dendi, milli birlik projesi dendi, kardeşlik projesi dendi, herkese daha fazla özgürlük projesi diye noktalandı. Bu proje neydi? Hakkında çok konuşuluyor, kavgalar yapılıyor fakat ne olduğu pek de bilinmiyordu. Nihayet hadise meclise geldi. Nihayet şu açılım paketi açıklanacaktı. İçişleri Bakanı Beşir Atalay, projeyi anlattı. Sayın Atalay, bir akademisyen. Bu makama getirildiğinde isabetli bir tayin olup olmadığı konusunda emin değildik. Ama geçen zaman içinde problemlerin üstüne gitme enerjisi, bunları yaparken muhafaza ettiği soğukkanlılığı ve şahsiyetiyle kısa zamanda yerini doldurdu: -18 Yaşın altındakiler çocuk mahkemelerinde yargılanacak, mahalli talep olması halinde eski yer isimleri iade edilecek, Kürt dili enstitüsü kurulacak, Kürtçe üniversitede seçmeli ders olacak, partiler farklı dillerde propaganda yapabilecek, sosyal hayatta dil serbestliği olacak, yol kontrolleri azaltılacak, işkence iddiaları BM denetimine açılacak, bağımsız kolluk şikâyet mekanizması kurulacak, doğu, güneydoğu ve Konya ovası projeleri kısa sürede tamamlanacak. Vatandaş, bunları çok fazla kavrayamadı. Meclisteki gergin hava dikkatleri dağıtıyordu. Buna rağmen müsterihti. Nasılsa Başbakan, çıkıp açılımı madde madde anlatacaktı. Başbakan Tayyip Erdoğan, sırası gelince yerini aldı. Onu bekleyenler, gol bekleyen sabırsız seyirci gibiydi. Oyuncu iyi oynuyordu. Dinleyenler, işte bu kadar demeye hazırlanıyordu. Konuşma güzeldi. Polemiğe diyecek yoktu. Sataşmalara anında cevap veriliyordu. Ama ifadeler geneldi. Meraklar, akan dakikalarla birlikte devam etmişti. Fakat o da ne? Meclis Başkanı bir saatin dolduğunu ek süre vereceğini ve toparlamasını hatırlatıyordu. Halbuki evinde, işinde, kıraathanede olanlar pür dikkat başbakanı beklemişlerdi. Başbakan Erdoğan ise içişleri bakanım anlattı diyerek onun konuşmasına atıfta bulundu. Bir de ev ev dolaşarak açılımı izah edecekleri haberini verdi. Çok ağır ithamlar yapılıyordu. Herkes aydınlanmak istiyordu. Milyonlar ekran başındayken bu fırsat kaçmamalıydı. İktidara geldikleri günden beri yaptıklarının esas itibariyle açılımın başlangıcı olduğu isim isim sayılabilir, şimdi ise bu pakette şunların şunların olduğu anlatılır, daha sonra de şunlara şunlara sıra geleceği söylenirdi. Üstelik sağlanan bir avantaj vardı ki bu hiç görülmüyordu. Bu açılımla Kürtler de üniter yapıyı, Türkçe'nin resmi dil olduğunu, Ankara'nın başkentliğini, Türk bayrağının bu topraklardaki tek bayrak olduğunu kabul ediyordu. Bu kabul, serbest iradeyle gerçekleştiğinden çok anlamlıydı. Belki en çarpıcı taraf buydu. Fakat bu mutabakat adı konarak bu şekle ön plana çıkartılamadı. Meclis bir meselenin olgunlukla görüşülme imtihanını verememişti.. İktidar, bundan böyle de ne uğruna, hangi gayeler için risk aldığını anlatmalıdır. Projenin her şeyden önce ismi bir tane olmalı... Ne denmiş: -Sen ne anlatırsan anlat, anlattığın muhatabının anladığı kadardır. Vatandaşın kafası karışık. Karışık kafa çabuk kanar. Ev ev ve her yerde anlatılmalı.
.
Diplomatik küfür
17 Kasım 2009 01:00
One Minute olayında yaşadığı hezimet, Anadolu Kartalı Tatbikatından tart ve Ayrılık dizisiyle içine düştüğü suçüstü psikolojisinden sonra İsrail'le aramızda bir sürtüşme daha meydana geldi. İsrail meclis başkanı Reuven Rivlin geçtiğimiz günlerde TBMM Başkanı sayın Mehmet Ali Şahin'e seçilmesinden dolayı bir tebrik yazısı göndermiş. Kimden gelirse gelsin tebrik almak şüphesiz ki güzeldir. Mehmet Ali Şahin, bu tebrike de teşekkür eder. Teşekkür ederken de Türk-İsrail parlamentolarının dostça münasebetlerinin devam edeceğini vurgular. Şüphesiz ki bu mektubu başkan Şahin kaleme almadı. Hele bir başkanın zarf üstü yazmak gibi lüzumsuz bir işle meşgul olması hiç mümkün değil. Zarfı görmesi de mevzubahis olamaz. Neticede bir protokol yazışması söz konusu. Bu hadisede anormal ne var? Hiçbir şey yok. İsrail meclis başkanı Bay Rivlin içinse barbarlık var. Çünkü zarfın üstüne alıcının ad ve soyadından sonra şehir olarak Tel Aviv yazılmıştır. Rivlin'e göre bunu böyle yazmak diplomatik barbarlıktır. Mektup yerine ulaşınca İsrailli bürokratlar TBMM başkanlık makamını arayarak zarfa Tel Aviv yazılmasının sebebini sormuşlar. Yanlışlık oldu denmiş. Onlar da tashih edilirse memnun oluruz demişler. Ama Rivlin buna rağmen terbiye hudutlarını hiçe sayarak bu yazışmayı diplomatik barbarlık olarak vasıflandırmış... Ağızdan çıkan lafa bakın. Bir kabilenin meclis başkanı bile bu üslupta konuşmaz. Rivlin resmî bir yazışmanın metninde değil, sadece zarfında yer alan bu basit cümleden dolayı neden deliye dönüp de hezeyan kabilinden sert bir tepki göstermiş? Sebep şu? 1948'de, kurulduğundan bu yana bölgede Nil-Fırat gayesine doğru sürekli genişleyen bu devlet, 1967'de Doğu Kudüs'ü işgal etti. 1980'de işgal altındaki yerleri topraklarına kattı, başkentini de Tel Aviv'den Kudüs'e taşıdı. Türkiye ve daha başka devletler bu emr-i vakîyi/de factoyu kabul etmediler, etmiyorlar. İsrail başına buyruktur. Kabul etmeyen varsın etmesin, meclis Kudüs'tedir. Fakat bizimki dahil bunu reddeden devletlerin sefaretleri Tel Aviv'de bulunmaktadır. Onun için adı geçen kişi, Reuven Rivlin parlamento başkanı Tel Aviv/İsrail ibaresine bu kadar öfke dolu cevap vermiş. İsrail, kılcal damarlarına kadar bu hassasiyet ve bu şuur içindedir. Onun için büyüyor. Bize gelince... Haberi veren gazete bu şekilde yazmayı "gaf" olarak nitelemiş. En ufak rahatsızlık duymamasından dolayı yazıklar olsun. Şayet dışişleri memurları da bu ağır söze rağmen sehven yazılmış, tekrar yazılacak diyorlar, denileni sineye çekiyorlarsa onlara da yazıklar olsun. Şimdi Mehmet Ali Şahin'i merak ediyoruz. Herhalde barbarlık ithamını hazmetmeyecek ve Reuven Rivlin özür dilemeden teşekkür mektubu yenilenmeyecektir. Velev ki zarfta her zamanki gibi ne Kudüs ne de Tel Aviv yazsa bile. Doğrusu özre rağmen cevap verilmemesi en şahsiyetli davranış olur. Teşekkür edilmiştir.
.
İsrail'in yalnızlaşma politikası
18 Kasım 2009 01:00
Bir zamanlar Türkiye, neredeyse komşularının tamamıyla ihtilaflı iken İsrail'le askerlikten ekonomiye kadar çok alanda yakın iş birliği içindeydi. Öyle ki bu yakınlık zaman zaman stratejik dostluk şeklinde dahi telakki edilebilmekteydi. Şimdilerde Türkiye'nin komşularıyla sıfır problem siyaseti hayat bulurken mücavir alan komşumuz İsrail'le kötü olmak gibi bir devlet niyeti düşünmek mümkün değil. Kötü olan İsrail'in Filistin'de, Gazze'de yaptığı ağır zulümlerdir. İsrail yönetimleri, Filistin'e, Filistinliye hep zulmettiler. Amerika'nın da arkasında yer almasından dolayı kimse onu engellemedi. Bu hal, Filistin'i soğuk savaş döneminde SSCB'nin yanına itti. Birtakım Filistinli gençler, milletinin kurtuluşunu Marksist-Leninist olmakta bularak komünist militanlar haline geldiler. Bekaa Vadisi Türkiye başta olmak üzere çevreye komünist militan yetiştiren bir mekân oldu. Arap komünistler de Kürt Komünistler de Türk komünistler de burada silahlı eğitim gördüler. Denize düşen yılana sarılmıştır. Kimsesiz kalan Leyla Halitler, Yaser Arafatlar nesli çareyi Moskova'da bulmuşlardı. Sovyetlerin dağılmasından sonra bu hava da dağıldı. Bu defa da intihar saldırıları başladı. Toprağı elinden alınmış, ekmeği elinden alınmış, hürriyeti elinden alınmış, oğlu, kızı, karısı, kardeşi, soydaşı gözünün önünde öldürülen Filistinli intihar saldırılarına sığındı. Şimdi İsrail'in en büyük savunması bu intihar saldırılarıdır. Yapmakta olduğu Utanç Duvarı'nın mucip sebebi de bu. Oysa tasvibi asla mümkün olmayan o saldırılar bir neticedir. Bir de sebep var. İlliyet rabıtası hukukun temel umdelerindendir. Sebep-sonuç münasebeti kurulmadan ceza verilemez. İsrail başbakanı Netanyahu, başına Yahudi takkesini geçirmiş olarak kürsüde konuşuyor. Tayyip Erdoğan, tarafsızlığını kaybetti, onun için Türkiye, Suriye ile olan ihtilaflarımızda arabulucu olamaz diyor. Şüphesiz öyle. İnsan olan zulüm karşısında tarafsız kalamaz. Tayyip Erdoğan Türkiye başbakanıdır. 72 milyon Türk ve 1.5 milyar Müslüman adına Gazze'de yapılanlara karşı duruyor. Türkiye Filistin'e, Kudüs'e, Gazze'ye, Sina'ya, Şam'a, Mekke'ye, Medine'ye, Musul'a, Bağdat'a Kerkük'e, Erbil'e...seyirci kalamaz. Türkiye bölgede artık karar veren unsurdur. İsrail yönetimleri, Ankara ile iyi geçinmeli. Zekâ bunu emretmekte. Meclis başkanı Türk meclis başkanına barbar derse, cumhurbaşkanı, Türk başbakanını Davos'ta paylamaya kalkışırsa, hükümetleri, Fransa'yı bize tercih ederse bundan hiç şüphe yok ki İsrail zarar görür... Arap da Yahudi de Ermeni de Türk'ün teb'asıydı. Eskiden bir teb'amızın diğerine zulmetmesine müsaade etmezdik. Şimdi de bir komşumuzun diğerine, kuvvetlinin zayıfa zulmetmesine müsaade edemeyiz. Ermenistan'la yüz yıllık bir ihtilafı çözmek için binbir meşakkate katlanan bir Türkiye neden İsrail'le kötü olsun? Bunu Tel Aviv idaresi biraz düşünmeli. İsrail, kendini yalnızlaştırıyor. Kendisi bilir.
.
Şeyh Said'den kim özür dileyecek?
19 Kasım 2009 01:00
Onur Öymen, şecaat arz ederken arı kovanına çomak soktu. Lafının buralara varacağını tabii ki bilmiyordu. İyi oldu. Böylece karanlıkta kalmış bir dönem daha mecburen aydınlanacak. Bizler bunları yıllardır söylüyorduk ama aynı gerçekleri birilerinin söylemesi itiraf olması itibariyle ayrıca önemlidir. Önce Bülent Ecevit, Vahideddin vatan haini değildir dedi. Halbuki Necip Fazıl, bunu dediği için hükümlü olarak ölmüştü. Şimdi de Onur Öymen, dolaylı olarak Dersim ve Şeyh Said isyanlarında katliam yapıldığını söyledi. Dersim'de insanlar mağaralara doldurulup havadan bombalandı. İnsanlar zehirlendi. Aileler sürgün edildi. Garip olanı bu vahşeti yapanların adlarının yakın zamanlarda hava alanlarına verilmesidir. Şimdi kovan karışmış, arılar dışarı çıkmaya başlamış, pandoranın kutusu açılmıştır. Onur Öymen istediği kadar tevile çalışsın, nafile. Tepki büyük. Bu tepki, adı geçen politikacı partiden ihraç edilmediği takdirde CHP'ye büyük darbe indirir. Komik olansa Onur Öymen konuşurken onu alkışlayan Kemal Kılıçdaroğlu'nun pabucu pahalı bulunca Onur Öymen'den gereğini yapma isteğidir. Aleviler yollarda. Aydınlar konuşuyor. Açık oturumlar yapılıyor. Herkesin ortak görüşü şu: Alevilerden özür dilensin. Sözün sahibi de güya özür diliyor. İyi ama bu söz sadece bir kitleye karşı söylenmedi. Onur Öymen, açılım da neymiş, anaların ağlaması da ne, analar ağlıyor diye savaş mı kesilirmiş? Çözüm, Dersim, çözüm Şeyh Said isyanında yapılanların yapılmasıdır diyerek faşist metodları salık veriyordu. Aleviler sokağa döküldü, pankartlarda bıyık takılan Öymen, Hitler'e benzetildi. Gerçi yasak savmak kabilinden dilenen mürai bir özür tarihteki mağduriyetleri iade etmez. Ama özür sadece Dersimlilerin torunu Tuncelililerden değil Şeyh Said'den de dilenmeli. O'ndan, onun torunlarından, onunla beraber asılanlardan, onu bugün de sevenlerden. O konuşmayla bu defa da manen mağdur edilen taraflardan biri için özür istenirken diğeri asla ağza alınmıyor. Sebep Şeyh Said'in Sünni olması mı? Şeyh Said isyanı nedir? Şeyh Said, unvanı üstünde bir din adamı. Nüfuzlu, hatırlı ve taraftarı çok olan bir lider. Bir gün bir düğündedir. Jandarmalar düğünü basarlar. Birkaç kanun kaçağını aradıklarını, alıp götüreceklerini söylerler. Şeyh Said, kumandan beye der ki, bir düğündeyiz, şu düğünün neş'esi kaçmasın. Buyurun misafirimiz olun. Düğünden sonra aradığınız adamları kendi elimle teslim edeceğim. Bu söze kabalıkla karşılık verilir. Silahlar patlar, isyan çıkar. Hadise büyür. El'aziz'de askerî depo yağmalanır. İsyan bastırılır ama çok ölen vardır. Darağaçları kurulur. Bir provokasyon böylesine kanlı biter. O halde bu bir isyan mı? İsyana zorlama mı?.. Daha sonraki yıllarda aynı mantıkla bir başka senaryo yazılır bu defa hain değil bir sahte kahraman daha çıkartılır Mustafa Kubilay! Teraziyi düzgün tutmalı. Şeyh Said'den de özür dilenmeli. Hem Alevi Kürt'ten hem Sünni Kürt'ten. En büyük özürse aldatılan nesillerle iğfal edilen tarihten olmalı. Daha aydınlanacak, özür dilenecek kaç düzine olay var! 31 Mart, İstiklal Mahkemeleri, Menemen, İskilipli Atıf Hoca, şapka giymediği için asılanlar, Mustafa Sabri Efendi, Ali Şükrü Bey, Topal Osman, İzmir Suikastı ve daha neler ve kimler... Tarih, her şeyiyle yaşanmıştır. Dün, geri getirilemez. Fakat namuslu tarih, doğruları söyler... ..... NOT:1. Bakınız: -SON DEVRİN DİN MAZLUMLARI/Necip Fazıl -ALİ ŞÜKRÜ BEY/Kadir Mısıroğlu 2-İnternette seyrediniz: MUTLU OL! BU BİR EMİRDİR!/Sinan Çetin
.
Bu mektup sana
20 Kasım 2009 01:00
> Washington DC Kurbanlar, bayramlar, ezanlar, kubbeler, namazlar ve diğerleri ve bu topraklar insanının hücrelerine işlemiştir. Onlar, ömrümüzün karanfilleridir, kardelenleridir. Yasemin kokulu bu değerlerimiz, onlar, asırların birikimiyle kültürümüzü oluşturarak nihayetsiz bir coğrafyaya yıldız yıldız serpilmişlerdir. O kültür, öylesine ruhumuza nakşolmuştur ki kim namaz kılar? Kim oruç tutar? Kim kurban keser şaşırırsınız. Çünkü... Çünkü, din, kimsenin tekelinde değildir. Allahü teala, herkesin tanrısı, Sevgili Peygamberimiz -aleyhisselam- herkesin Peygamberi. Onları kimin kimden çok sevdiğini, kapkara gecede yol alan kara karıncanın ayak izini gören yüce Allah bilir. Kimin ibadeti makbul? Günahkârın mı, abidin mi, zahidin mi, açığın mı, kapalının mı? Bu dinde bu yolda bu kültürde ümitsizlik yok. Allah kendine bir adım atanı kendine çeker. O, merhametlilerin en merhametlisi. Öyleyse O'na yönelmek için ân bu ân dem bu dem. Kış vardır, bahar vardır, yaz vardır, güz vardır. Sevapların da mevsimi vardır. Sevap geceleri vardır. Sevap gündüzleri vardır. Sevap ayları vardır. İşte onlardan birinde zilhicce ayındayız. Kurban Bayramının eşiğindeyiz. Ramazan kutlu ayının derinliği oruçtur. Bu bayramın anlamıysa kurban kesmek. Kurban kesimini görmeyen, tekbiri işitmeyen, kurbandan mahrum büyüyen, kurban etini tatmayan, kurban havasını solumayan çocuk, genç aile acınası hallerdedir. Kurbandan mahrum olan, merhametten, acımadan yoksun kalır. Bayramı bilmeyen, bayramda o diyar senin, bu diyar benim çoluk çocuk sahil-sepelek dolaşan ileride işlediği vahim hatayı anlayacak fakat iş işten geçecektir. Kurban, bayram, bayram namazı kalbimizi diri tutan güzelliklerimizdir. Bayramın ne olduğunu asıl hapishanede geçirenlere sormalı. Hastanede olanlara sormalı. Gurbette yalnızlığın kıskacındakilere sormalı. Bayramda kapısı açılmayanlara sormalı. Ne hoştur kurban sabahlarının cıvıltıları, koyun melemeleri, boğa möööleri. Kapınızı çalan çocuklar ne hoştur... * Vakıf adam Mehmet Okyay başkanlığındaki İhlas Vakfı'nda bir güzel genç var. Bir hizmet karasevdalısı Serdar Balaban. Bize, tâ buralara kadar mektup yazmış. Bizi sevenler, bizim sevdiklerimiz. Bize inananlar, güvenenler. Haydi diyoruz öyleyse. Durmak vakti değildir. Kolay mı? 2000 gencin yetişme derdi bu vakfı yönetenlerin omuzlarında. Biz ise her fırsatta daha çoğalın diyoruz. Lakin hizmet, parayla yapılmakta. Biz, İhlas Vakfı'na tam güveniyoruz. Siz de güvenin, tereddütsüzce vekâletinizi verin. Aile ortamı havasındaki İhlas Yurtlarında Anadolu ve Türk Dünyasından gelen gençler, mahrumiyetlere düşmeden, ideolojilere kapılmadan tahsil yapmaktalar. Ciddi meblağlarla yürüyen yurt hizmetleri, öğrencilerden alınan küçük katkı payları ve daha çok da hayırseverlerin maddi destekleri ile karşılanmaktadır. Bu çok hayırlı hizmetlere lütfen siz de "İhlas Vakfı'nın vekalet yoluyla Kurban Bağışı kampanyası"na iştirak ediniz. Her okuyucumuzdan 10 kişiden vekâlet almasını rica ediyorum. Çevrenizdekilere sadece kendi günahını görenlere anlatın, kurban farklı niyetlerle kesilmektedir... 1.Vacip olan bayram kurbanı. 2.Adak. 3.Akika: Kendisi, eşi ve çocukları için kesilebilir. Akika, insanları hastalıklardan kaza ve belalardan korumaya vesile olur. 4.Ölmüşleri için... 5. Din büyükleri için kesilenler: Sevgili Peygamberimiz, Dört Büyük Halife, Eshab-ı kiram, Dört Büyük İmam ve evliyanın ruhları için kesilir. Kurban Vekâletini nasıl vereceksiniz? www.ihlasvakfi.org.tr adresinden veya 0212 513 99 00 nolu telefondan geniş bilgi alabilirsini
.
23, Harput
23 Kasım 2009 01:00
> Washington DC Harput, M.Ö. 3000 yılında kurulmuştur. 7. Asırda Hazreti Ömer zamanında Müslümanlar tarafından fethedilmiştir. Bilahare tekrar Bizans'ın eline düşmüşse de 1085 Yılında Türkmen Çubuk Bey tarafından kurtarılmış, 1115'te ise Harput'ta Artukoğlu Belek Gazi tarafından Haleb'e kadar uzanan Artuklu Devletinin kurulmasıyla payitaht olmuştur. Müslüman Türklerden sonra bir daha düşman ayağı girmemiş mübarek bir vatan toprağıdır. Bu dönemle Osmanlı arasında kalan zaman içinde bölgede birçok Türk devlet ve beylikleri görülmüştür. 1515 yılında Yavuz Sultan Selim Han tarafından Şah İsmail'in 7 yıllık işgalinden kurtarılarak memalik-i şâhâneye dahil edilmiştir. Devlet-i Ali Osman'ın şarktaki en mühim beldelerinden biridir. Eyalet merkezliği yapmıştır. Şark-garp, şimal-cenup istikametlerinin kesişme noktasıdır. Edebiyat, san'at ve kültür itibariyle imparatorluğun önemli 3-5 merkezi arasındadır.. Harput'ta yazılan divan şiiri sultan şehir İstanbul ayarındadır. Emperyalizm fitnesi başlayana kadar bir çok din, ırk ve kültür burada asırlarca iç içe ve ihtilafsız şekilde yaşamıştır. 1834 Harput'un kırılma çizgisidir. Bu sene aşağıya, Mezra'ya inmeler başlar. Öyle ki 1862'lere gelindiğinde artık ağırlık Mezra'dadır. Sanayi inkılabı, tren yolunu ovaya getirince askeri birlikler ve halk da ovaya taşınmıştır. Bir adım sonra havada bulutun olmadığı burada, bu tren istasyonunda fark edilecektir. Bizim çocukluğumuzda bile "yukarı şehir-aşağı şehir", "mezra-yukarı şehir" sözleri gündelik hayatın konuşma parçalarıydı. 1862'de Mezra'ya Padişah'ın 5. Cülûs seneyi devriyesi sebebiyle Mamür-et'ül Azîz ismi verilmiştir. Başta Sultan Abdülaziz Han vardır. Derken asrın başından itibaren arka arkaya harpler, sosyal çalkantılar, Cihan Harbi, 1915'ler, Göçler, Kaç Kaçlar, İstiklal Harbi başlar. Harput bütün bunlardan kötü şekilde etkilenen yerlerden olur. 1937 yılı kasım ayında Atatürk, Mamür'et ül Azîz ismini Elazık diye değiştirir. Fakat hey'et-i vekile/Bakanlar Kurulu bir ay sonra aralık ayında bu tuhaf ismi ancak Elazığ yapabilir. Halk ise hep Elaziz dedi. Hatta mahalli şive daha farklıdır. Kaç yıldır hep aklımızdaydı, Elazığ adının değiştirilmesini teklif etmeyi düşünüyorduk. Ama gündem hiç denk düşmedi. Bu bölge insanı, bu sun'i ismi hazmedememiştir. Kimse azık diyarı gibi yakıştırmalara da kanmadı. Bu mânevi eziyet bitmeli... Arık Mamür-et ül aziz mümkün değil, olmaz. 1862'de de yanlıştır, Aziziye olabilirmiş. Elaziz de olmaz, ahali onu da zor telaffuz etti. Şimdilerde Yukarı Şehir'le Aşağı Şehir birleşmiş, Harput, bugün Elazığ'ın mahallesi olmuştur. Buna rağmen bir kartal gibi yukarıda kanatlarını ve pençelerini açmış, olarak âteşli gözleri ve yırtıcı gagasıyla ovanın üzerindedir. Harput, Elazığ'ın ruhudur, Elazığ'lı Harput'luyum der, Harputlu olmakla iftihar eder. Kimliğinde "ilçesi:Harput" yazan çok az Harput'ludan biri olarak teklifimiz şudur: Elazığ adı Harput diye değiştirilsin. Vilayet ve Belediye binası da Harput'a taşınmalı. İnsanlar da kentler de ruhlarıyla yaşarlar. Bu bir hatanın düzeltilmesi, hakkın iadesidir. Harput Hoyratı da onu demiyor mu? Kol at gelene doğru Gül at.
.
Bu merkez sağ, o merkez sağ değil
24 Kasım 2009 01:00
Radikal'in pazar dünkü manşeti şöyleydi: BU BİR TÜR DEVRİM Manşetin üst satırı "merkez sağda bunlar hiç söylenmemişti" şeklindeydi. Alt iki satırda ise şu cümle vardı: "Erdoğan merkez sağ liderlerin girmediği konuları açık bir üslupla dile getiriyor: Maraş'ta, Çorum'da, Sivas'ta, Gazi'de analar ağladı." Gazete, alttaki spotta başbakanın, Dersim isyanı sırasında 20 gencin kurşuna diziliş hikâyesini anlattığını naklediyordu. Fakat aynı zamanda Başbağlar katliamından da söz ettiği ise ikinci spotun en altında yer alıyordu. Evet, bu bir devrim.. Evet, bunlar bu seviyede ilk defa dile geliyor. Birinci husus.. Türkiye'nin etkin yayın grupları 3-5 sene öncesine dek AK Parti'yi asla merkez partisi kabul etmiyorlardı. Bu parti "AKP" ve genel başkanı da "Tayyip"ti. Açık oturumlarda bile bir başbakan için Tayyip aşağı, Tayyip yukarı diye konuşulmaktaydı. Şimdi ise ismi gereği radikal olması gereken bir gazete bile AK Parti'yi merkez parti, başkanını da merkez sağın lideri saymakta. Birinci husus bu değişim ve gelişimdir. İkinci husus. Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, bakanlar, vekiller, il başkanları, belediye başkanları. Bu ülkenin fakir-fukara kesiminin, orta sınıfın, mütedeyyin ailelerinin çocuklarıdır. İmam hatip, düz lise, meslek lisesi vs. gibi sade yerlerden mezun olmuş, köklerine bağlı kalmış, ilk büyük şehir sendromundan sonra büyük rüyaları olmuş, siyasette birilerinin peşine takılmış, sonra hakikatleri görerek kendi ayakları üstünde durmuş, samimiyetlerinden dolayı milletten destek bulmuş Anadolu evlatlarıdır. Onlar bu milleti, bu milletin acılarını sızılarını bilirler. Çünkü kendileri bizatihi milletin bir parçasıdır. Millet de kim samimi, kim değil derinlemesine farkında. Bu insanlar, miting meydanına gelip seçmenle bakışsa bile birbirlerine gönül diliyle diyeceklerini derler.. Üçüncü husus.. Onlar, yıllarca kendilerini merkez sağın temsilcisi gösteren, muhafazakârlardan, dindarlardan oy alan, onlardan oy alırken kürsüde Kur'an tuttuğu eliyle aynı akşam içki kadehi kavrayan merkez sağcılar değiller. Dediklerine inanan, dedikleriyle amel eden insanlar. Aynı şekilde cuma, namaz, bayram, kandil bilmeyen sözde Türk milliyetçisi de değiller. Dördüncü husus. Bu merkez sağ, sol, şu, bu şeklindeki kavramlar. Daha niceleriyle birlikte Fransız ihtilalinin virüsleri. Eğer batılı değerlerle ölçersek AK Parti sosyal demokrat partidir. Bu ülke çocukları için dışımızdaki dünyanın kriterleri yaşama üslubu değildir. Merkez sağ dense ne yazar. Sosyal demokrat dense ne olur. Merkez sağ oldukları artık kabul gören ekibin de içinde olduğu dünyanın mensupları, başka bir ahlâkın, başka bir hesabın, başka bir tarzın insanlarıdır. O ahlâkta hiçbir canlıya zulmedilemez. Kim zulmederse zalimdir. Kim zulüm görmüşse mazlumdur. Başbakanı konuşturan işte bu inanç manzumesidir. Asıl devrim daha sonra. O henüz yaşanmadı. Asıl devrim, bu ülkenin bütün evlatları arasındaki görünmez duvarlar yıkılıp da birbirlerini tanıdıkları zaman yaşanacak. Emperyalizm ve onun yerli ajanları, bu ülke çocuklarını aynı masaya oturtmadı. Konuşsalardı aynı şeyi söylediklerini göreceklerdi. Düveli muazzama ve içimize sokulmuş ajanları, onları konuşturmak yerine ellerine tutuşturdukları silahları konuşturdular.
Eksen oturması
25 Kasım 2009 01:00
Yerli yabancı bazı kaynaklar Türkiye'nin eksen kaymasından endişe etmekteler. Çünkü Türkiye'nin ortaya koyduğu enerji ve katettiği mesafelerden dolayı şaşırmış durumdalar. İçte vatandaşıyla dışta komşusuyla kavgalı bir Türkiye. Sürekli borç alan. Borcu borçla ödeyen bir Türkiye. Laiklik, çağdaşlık, uygarlık gibi kavramları diline pelesenk edip bunlarla ömür tüketen Türkiye. Dur denince duran otur denince oturan Türkiye. Tanzimat'tan bu yana öğretildiği gibi Türkiye. Olduğu gibi Türkiye değil. Terbiye edildiği gibi Türkiye. Düveli muazzama ve onun yerli işbirlikçileri beyaz Türkler. Emperyalizm dış sömürücü. Beyaz Türkler içte sömürücü. Bu ekip dışarıdan ve içeriden kuşatarak bu ülkede kardeş kanı döktü. İç çatışmalar yaşattı. Gençliği birbirine kırdırdı.. Enflasyonu bozuk istikrar unsuru olarak kullandı. On yedinci ekonomi. Bölgesel süper güç. Küresel Güç. 2023'e hazırlanan... 2071'e koşan Türkiye. Geçmişiyle hesaplaşmaya başlayan, her şeyi yerli yerine oturtma yoluna giren Türkiye. İçeride vatandaşına, dışarıda komşularına kucak açan yeni Türkiye, Büyük Türkiye'nin müjdecisidir. Aşağılık kompleksinden kurtulan nesillerle ben de yapabilirim basamağını aşıp ben daha iyisini yapabilirim inancındaki Türkiye. Dünya kapılarını zorlayan müteşebbisler. Tarih şuuraltı sayıklamalarından kurtulup tarihî hakikat olarak yeni devir şartlarına göre yeniden yaşamaya başlayan Türkiye. Bu Türkiye... Ezberleri bozmakta. Onun için eksen kayması gibi lafazanlıklar edilmekte. Bu bir psikolojik muharebe taktiğidir. Bir dikkat dağıtma, perdeleme oyunu. Türkiye'nin ekseni kaymıyor. Türkiye kendine geliyor. Dev, uyanıyor. Dev diriliyor. Eksen yerine oturuyor. Tarihten rövanş alınıyor. 21. Yüzyıl dünya siyasetinde Türkiye hesaba katılmadan hiçbir küresel hesap kurulamaz. Bu tarihin mirası, coğrafyanın emri. Ecdadın hayalidir.
.
Ümmet vizyonu
26 Kasım 2009 01:00
Yurt dışında Afrikalı, Uzak Doğulu veya Orta Doğulu hangi Müslümanla karşılaşırsanız karşılaşın. Sizin Türk olduğunuzu anladığı ân soracağı ilk soru bellidir: -Neden İslam Dünyasının başına geçmiyorsunuz? Bu bir derin hasret. Şu var ki bu işler mekanik çalışmalarla olmaz. İslam Dünyası, I. Cihan Harbi öncesinde coğrafî olarak ve Hilafet etkisiyle âdeta tek bayrak altındaydı. Bu bayrak da Osmanlı Türküydü. Hilafetin gönder direği Hanedan kaldırılmışsa da Hilafet lağvedilmemiştir. Hilafet TBMM'nin kurumsal kişiliğine dercedilmiştir. Temsil salahiyeti, bir bakıma hakîkî şahıstan hükmi şahsa devredilmiştir. Petrol bulunmasaydı Hanedan devrilmeyecek, Hilafet millet meclisinin şahsı manevisinde saklanmayacaktı. Petrol oburluğu, batının doymazlığı o bayrağı düşürmüştür. Düveli muazzama içi çekişmeler Alman-İngiliz kavgasıdır. Mason tuzağındaki İttihad Terakki Almanya'ya sırtını dayamıştı. Mustafa Kemal'se devrin Süper Gücü İngiltere'yi arkasına aldı. İmparatorluğun tarih sahnesinden inmeye zorlanmasıyla İslam Dünyasının neredeyse tamamında ısmarlama rejimler kurulmuştur. O devrin süper gücü İngiltere'nin kurdurduğu bu rejimler istisnasız monarşik idareleridir. İngiltere kurdurmuş, Amerika devam ettirmiştir. İşgal sonrası Irak'ı düşününüz, işgal kuvveti başa bir yönetim ekibi getirmiş. Sonra da hadi masanın öbür tarafına geç andlaşma yapacağız denmiş, uzun süreli imtiyazlar tanıyan andlaşmalar akdedilip mer'iyete girdikten sonra çekilme süreci başlamıştır. İlk Cihan Harbi sonrası İngiltere-Orta şark manzarası da budur. Bayrak düşürülüp, birlik dağıtıldıktan sonra işlenen düşmanlıktır. İslam coğrafyasındaki bu kukla rejim mekteplerinde Türk düşmanlığı, Osmanlıya karşı nankörlük işlenmiş, bazılarında hiç sıkılmadan Osmanlı sömürgeci olarak yeni nesillere okutulmuştur. Şu var ki bizde de uzun süre okullarda Osmanlı dostluğu yapılmamıştır. Hatta bazı dönem ve şahsiyetlere karşı düpedüz düşmanlık beslenmiş, İslam dünyası ise geri ve cahil gösterilmiştir. Hele ilk 50 yılda dehşet verici iki suçlama vardı: Ümmetçilik, Turancılık. Tek parti oligarşisinde Turancı ithamıyla çok Türk milliyetçisi, işkenceler görmüştür. Ümmetçi ve Turancı suçlamaları aynı zamanda bir denge politikasıdır. Ceza Kanununun 141, 142 ve 163. maddeleri çok fikir adamının hayatında zehirli sarmaşıktır. Orta Asya Türklüğü yarısı bile olsa parçalara bile bölünse kurtuldu. Bu bakımdan Turan kelimesi gündemden düştü. Aslında bölgenin adı Türkistan'dır. Rusya ve Çin Türkistan'ı işgal ederek ikiye bölmüşlerdi. Sovyetlerin dağılmasıyla Türk devletleri kuruldu. Doğu Türkistan ise çile çekmeye, idamlar vermeye devam ediyor. Bugün dahi ümmet, yasaklı kelimelerdendir. Hayır kanunla yasaklı değil. Linç kültürüyle yasaklı. Yarı aydın, bu sözü ettirmez. Bırakın dışarıya karşı içeride bile konuşulamadı. Güneydoğumuzda 25 yıl kan aktı. Ama bir kere olsun din kardeşliğine vurgu yapılmadı. Kimse ne yapıyorsunuz? Allah'ımız bir, Peygamberimiz bir, Kıblemiz bir, dinimiz bir. Biz aynı ümmetin mensuplarıyız demedi... Ümmet bir gerçektir. Kelimey-i şahadet getiren ümmet dairesine girer. Ümmetçilik, tek devlet anlamında hayaldir. İslam Konferansı, bir bakıma İslam BM teşkilatıdır. Diğer taraftan Türk Konseyi kuruldu. Bütün bunların tercümesi şudur: Bugün sadece 72 milyon değiliz. 300 milyon Türk ve 1.5 milyar Müslümanız.
.
Bayram açılımı
27 Kasım 2009 01:00
> Washington DC Bayramlar, ruhumuza açan hanımeli kokulu bahar güneşleridir, ısıtır. Sıcacık bir iklimdir, sarıp sarmalar. Yaz sıcağında da olsa zemheri soğuğunda da olsa bayramlar şefkattir. Yüreğimizi ısıtır, bizi ısıtır. Bir Harput gülüdür, kokusu geniz yakan, rengi göz kamaştıran. Bayramlar içe yolculuktur. Düne, bugüne, yarına yolculuk. Masum zamanlara yolculuk. Bayramlar bir laledir. Süleymaniye'de Çini, Yahya Kemal'de şiir. İmamı Gazali'de fıkıh. İmamı Rabbani'de tasavvuf ufku, Şahı Muhammed'de ahlâkın nakışlanması, İmamı Caferi Sadık'ta vefa, Ahmet Namıki Camide himmet, Abdülkadiri Geylani'de tebessüm. Seyyidet Nefise'de zarafet, Cüneydi Bağdadi'de edeb, Aziz Mahmud'da yol, Abdülhakim Arvasi'de ölçü. Bayramlar kendimizi keşfetmektir, tefekkürdür. Hayatı. İnsanları. Mezarları. Komşuyu, arkadaşı, yoksulu keşfetmektir. Şayestedir denilse/Âlem senin mezarın./Hâlâ gelir zeminden/Tekbir-i zar-ü-zarin uğultusunda Fatih Türbesinde huzur, Abdülhak Hamid'e rahmet, Yavuz Selim'de haşmet. Neş'eyi, affetmeyi yaşamaktır. Burun direğinin sızlaması, bazen iki damla gözyaşıdır. Yanık bir Kur'an sesi, meleyen bir kurban sesi, bir çocuğun gamzesi, annelerin geceden hazırlığıdır. Bayramlar, yerli hayatların bizi ayakta tutan Sultanahmet sütunlarıdır. Kâbe'de revak, Kâbe'de aşk, Kâbe'de lebbeyk/Allahümme lebbeyk, Medine'de serapa hasret, alabildiğine sevdadır. Bayramlar kocaman Gümülcine çınarları gibidir. Ufukları sarar, bizi toparlar. Bayramlar merhamet mıknatısıdır. İnsanlığımızı yeniden öğretir. El öpmedir, kucaklaşmadır. Fatihanın enginliğine sığınmaktır. Duanın gök kubbesinden sağanak. Bayramlar biraz da kendimizden uzaklaşıp diğerkâm olmaktır. Cimri yanları yenmek, cömertliği sınamak, paylaşmayı tatmaktır. Biraz Gazze olmak, biraz Urumçi, Giray Han'la Bahçesaray, Kosova'da Sultan Murad, İmam Şamil'le Kafkaslar. Sükûta mahkum Ayasofya, Endülüs'te hançerlenmiş Kurtuba Camiini yaşamak, bayramlar biz olmaktır. Evimizin sıcaklığı, hasretin kavurmasıdır. Bir düğündür. Şükrü hatırlamaktır. Nefsin yılan kabuğu bırakmasıdır. Bayramlar, fikrin okyanus ötesini aşmasıdır. Bir karanfil narinliğidir. Bayramlar gurbettir. Askerde hasret. Hastanede şifa. Ziyarette şenlik Allah'a açılan elde bereket. Bayramlar, azıcık da hüzündür. Bıçak önündeki kurbanlık gibi kadere teslimiyet, Eyüb Peygamber sabrından icazet. Yeri-göğü dolduran o sesi işitmektir: El-hükmü lillah!.. * DOSTLAR, DUA DİLEKLERİYLE BAYRAMINIZI TEBRİK EDİYORUZ.
.
Alibaba'nın hukuku
30 Kasım 2009 01:00
> Washington DC 28 Şubatın bu milletin öz evlatlarına reva gördüğü katsayı engellemesiyle nice bin gencin hayatı karardı. Mağdur oldular. Kırıldılar. Bu muameleyi kendilerine izah edemediler. Eşitler arası haksızlığın en çarpıcı örneği bu katsayı kararıdır. Haksızlık 10 sene devam ettikten sonra nihayet YÖK tarafından kaldırıldı. Zira YÖK de daha birçok kurum gibi yerlileşiyordu. Ne var ki Danıştay çok tartışılacak bir kararla Yüksek Öğretim Kurumu'nun haksızlığı telafi eden bu tasarrufunu iptal etti. İptal gerekçesine göre YÖK bu mevzuda yetkili değilmiş. Oysa aynı mahkeme daha evvel aksine hüküm vermişti, YÖK tek yetkili diyordu. Aynı kürsüden bir yıl içinde zıt istikametlerde iki karar çıktı, ister inanılsın isterse inanılmasın. Kat sayı barikatı güya meslek liseleri için konmuş. Düpedüz hilafı hakikat.. Hedef İHL. Halbuki bugün Başbakan İHL'li. Birçok bakan, birçok milletvekili, birçok üst bürokrat İHL'li. Ne yaptı bu adamlar, başka bir ülke için mi çalıştılar, çalışıyorlar? Öyle olsa tekrar seçilmeleri mümkün olur muydu? Yeni bir seçim olsa kim kazanır? Sosyal huzura bir kere daha çomak sokuldu. Hayaller, idealler bir kere daha yıkılmakta. Sivil toplumlar bir kere daha yollarda. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Eyüp Sultan Camiînde bayram namazını eda edip çıktıktan sonra bir soru üzerine Encümen-i Danîş iptali için "bu karar tamamen ideolojik" tefsirini yaptı. Bir millet için bir mahkeme kararının ideolojik olmasından daha fena hiçbir şey olamaz. Bir memleket ki mahkemesiyle hükümeti çatışıyor. Halbuki devlet, ahenkle çalışmak zorundadır. Devlet, doğru gösteren saat gibi olur. Devlet, bozuk saat gibi işlerse bir gün durur. YÖK şimdi karara itiraz edecek. Usul yerini bulsun, etsin ama... Nafile itiraz. Derhal... Hiç vakit kaybetmeden...iktidar, kanuni düzenlemeye gitmeli. Kimse millet iradesinden daha yüksek olamaz. Vatandaşın vicdanen reddettiği bir kararın kabulü mümkün değildir.. Hukuk, evvela insan vicdanında yansımasını bulmalı. Şeriatin kestiği parmak acımaz deyimi bundan çıkmıştır. İdama giden mahkum bile hakimi eli öpülecek değerde bir hukuk adamı olarak bilmeli. İsyan ettiren adalet adalet olamaz. Şu sokakları dolduran insanlar, mahkeme jürisidir. Onlar, Danıştay kararını tek dereceli olmaktan çıkartıp temyiz ediyorlar. Danıştay, bari YÖK'ün itirazı üzerine olsun hatadan rücû etse, kendisiyle çelişmese kamu vicdanına ters düşmese. Hukuku gerektiğinde ideolojinin emrine giren bir yapı hukuk devleti olabilir mi? Onun için herkes, kanun önünde gerçekten eşit olmalı. Kanuni düzenleme, şart. Şart üstü şart olansa sivil ve yerli bir anayasa yapmaktır. AK Parti'nin en büyük hizmeti yol açmak, adliye binası yapmaktan öte hukuku kaidesine oturtmaktır. Alibaba Çiftliği'nde olmadığımız isbatlanmalı. Memleket isterim. Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun/Kuşların çiçeklerin diyarı olsun/Memleket isterim. Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun/Kardeş kavgasına bir nihayet olsun./Memleket isterim. Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun/Kış günü herkesin evi barkı olsun. Memleket isterim. Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun/Olursa bir şikâyet ölümden olsun. Cahit Sıtkı Tarancı
.
Türk arama motoru
1 Aralık 2009 01:00
HABER KUŞAĞI.COM'da okuyup, sevindik. Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu/BTK başkanı Tayfun Acarer, yerli arama motoru kurulacağını ve 2010'da faaliyete geçeceğini açıklıyor... Niçin Türk arama motoru? İnternet üzerinden yapılan her türlü haberleşme, yabancı ülkelere gidip oradan geldiği için bir güvenlik meselesi olduğu söyleniyor. Ayrıca GOOGLE veya YOUTUBE gibi arama motorlarının Türkiye'nin ihtiyacına cevap vermediği dile getiriliyor. Türkçe harf karakterine dikkat çekiliyor... Hedefe gelince... Türk arama motoru için Türk Cumhuriyetleriyle İslam ülkeleri hedef alınmış. Öncelikle yürekten destekliyoruz. Hayırlı olsun diyoruz. Türk Konseyi ve İslam Konferansı Teşkilatı'nın başrol oyuncusu iseniz, her hafta bir İslam ülkesiyle vizeyi kaldırıyorsanız, 2023 ve 2071 gibi cihanşümul ufuklarınız varsa bunları ilim, kültür, teknoloji, ulaşım ve bilişimle destekleyeceksiniz. THY Yemen'e gidiyorsa, Taşkent'e uçuyorsa, Bosna'ya iniyorsa, TRT-İNT varsa... oralardaki gençler, Türkiye merkezli arama motorunu da kullanma imkânına sahip olmalıdır. Böyle bir imkân yurt dışındaki Türkler için ayrıca değerli olacaktır. Buna rağmen öz bu olsa da hedef, 1.5 değil 6.5 milyar olmalı. Bölgesel değil, evrensel ufuk. Proje güzel fakat geç kalındı. Kullanıcıyı bahsi geçen markalardan vazgeçirmek kolay değil, onlarla rekabet etmek de çok ter döktürecektir. İddialı bir çıkış. Eserin iddiaya denk çapta olması gerekir. Bu işler, daha emekleme çağındayken yarışa girmeliydik. Dile getirilen mahzurlar çok doğru. Çeyrek asır önce İstanbul-Ankara telefon görüşmeleri bile bir problemdi. Bir telefon 15 senede çıkardı. Bunlar yerli Baascılığın yüz karası örnekleridir. Bu gerçekleri ki yaşı 30'un altında olanlar bilmez. Şunu ise çok az insan bilir. 30 sene kadar evvel, Türkiye'den yurt dışına giden bir telefon görüşmesi, faraza İstanbul-Bağdat görüşmesi, Londra üzeriden dolanıp gelirdi. Şimdi de internet yazışıp çizişmeleri arama motorlarının memleketlerine uğrayıp geliyor. İçeride dinleme skandallarıyla uğraşırken dünyanın kafasının içini takip ettiğinden gafil bir hayatlar geçip gitmekte. Bu size neyi hatırlatıyor? Bir düşünün lütfen... Sanmıyoruz... Bulamadınız. Heron adlı insansız keşif uçakları, İsrail imalatı. TSK oradan satın alıp hudutta devriye gezdiriyor. Bu uçakların çektiği fotoğrafların bir kopyasının satan devlete gitmediğinin teminatını kim verebilir? Bunu herhalde TSK da düşündü ki yerli yapıma başladı. Şuna dikkat ettiniz mi? Kısa süre önce bu yerli insansız uçaklardan ikisi Sinop'ta arka arkaya düştü. Maksat şu. Canım yerli malı ne olacak? Dedirtmek, yıldırmak. Peki bu söz size neyi hatırlatıyor? Bunu diyen insanlar bir ömür yerli malı Türk'ün malı diye hançere paralamışlardır. Cevabını biz diyelim. Devrim Otomobilini. Eğer Cemal Gürsel, adlı piyangodan çıkma darbeci, o gün benzin konması unutulmuş otomobilden Türk malı işte ne olacak!... diyerek hışımla inmeseydi Türkiye otomotiv sanayine tâ o zamanlarda girebilecekti. Geç kalmak ve kendimizi hırpalamak kötü iki huyumuzdur. Kelime yerleşir TDK yeni uyanırdı. Eski TDK'dan, ideoloji ile kirlenmiş TDK'dan bahsediyoruz. Batıdan gelen işgale aldırmaz bin yıldır kullanılan kelimeleri sarsarak Türkçe'yi fukaralığa iterdi.. Aman BTK... Zaman israfına tahammülümüz yok. Rekabet, felaket çapta. Bir kere GOOGLE, bir kere YOUTUBE dediniz. Söz, dudaktan döküldü. Ana Posta Projesi kolay. Tavsiyemiz, evvela BTK'nın adına dair. Uzun bir isim Kısaca Bilişim Kurumu kâfidir. İkincisi de arama motoru ismine dair. Bütün İslam dünyasının kullandığı, dünyanın da yabancı olmadığı bir kelime olsun. MERHABA olabilir veya SELAM. Selam kelimesi daha yaygın. İki hece, kolay yazılıyor.
.
Topkapı Sarayı İstanbul'un vitrinidir
2 Aralık 2009 01:00
Türkiye'nin vitrin şehri neresidir? Şeksiz ve şüphesiz İstanbul. İslam coğrafyasının neresi? Elhamdülillah ki İstanbul. Aksini iddia edecek bir Allah kulunu düşünemiyoruz. Peki, Vitrin Şehrin vitrini neresi? Hiç münakaşasız olarak Topkapı Sarayı. Topkapı Sarayı, mânâsı ve maddesiyle asırların paha biçilemez terekesidir. Mânâsı, Emaneti Mukaddese/Kutsal Emanetler Dairesi, maddesi ise Cihannümadır. Biri, Osmanlı'nın kalbi, diğeri, hükmüdür. Mukaddes emanetler Dairesi'nin dış duvarına Urfalı Yusuf Nabi'nin "Sakın terk-i edebden kûy-ı Mahbûb-i Hudâ'dır bu/Nazargâh-i ilâhidir, Makam-ı Mustafâ'dır bu" spontane/doğaçlama olarak söylenmiş nat-ı şerifinin tamamını yazmamaksa ayıpların ayıbı, kusurların kusurudur. Topkapı Sarayı, Sarayburnu sırtlarına sanki cennetten bir yansımadır. Bu sarayın ruhu ise Bâb'üs selâm/Selam Kapısı denilen sarayın esas giriş kapısı üstündeki o muhteşem kelimeyi tevhiddir. Osmanlı'nın kızıl elması işte o kelimedir. Gayrısı bahanedir. Çağdaş yönetim bilimi henüz keşfetmiştir. Başarının üç sırrı vardır. Zaman, mekân, insan. Otağdan imparatorluğa yükselen süreçte Topkapı Sarayı muvaffakiyet unsuru olarak bilhassa seçilmiş 700 bin m2'lik muhteşem bir zemindir. Nazardan nihân olmadığı gibi yukarıdan beri Topkapı Sarayı diye yazıyoruz. Hep de öyle yazdık ve hep de öyle yazacağız. Halbuki çorak resmî söylemde, kanunda, şurada-burada Topkapı Müzesi diyor. Eğer icazet var ise bu yuhalanacak, kovalanacak bir zihniyettir. Bir kere daha soralım. Dolmabahçe, neden saray? Topkapı niçin müze? Dolmabahçe neden TBMM başkanlığına bağlı? Topkapı niçin Kültür Bakanlığı'na? Bu hangi zihniyettir? Hangi intikam hissidir? Nasıl bir hınçtır? Ya ikisi de TBMM başkanlığına bağlansın. Veya ikisi de Kültür Bakanlığına bağlansın demek yanlış teklif olmaz.. Bize kalırsa en doğrusu, bu iki saray diğer saray ve kasırlara beraber bir üst kurul olsun: Saraylar Yüksek Kurulu... Aksini söylemekle ne Topkapı, saray olmaktan ve ne de Ayasofya cami olmaktan çıkar. Vatandaşın vicdanıyla bütünleşmeyen mevzuat, raf işgal eden kitabın tozlu bir sayfasından başka bir şey değildir. Bütün bunları terennüm etmemizin sebebi ismi zikredilen saraya dikkat çekmek içindi. Bu medarı iftihar külliye, kupkuru, ruhsuz ansiklopedik bilgiyle anlatılamaz. Topkapı Sarayını Kaşıkçı Elması, Zümrütlü Hançer ve Nadir Şah Tahtından ibaret görmek, onu turizm bilançosuyla değerlendirmek idraksizlikte zirve yapmaktır. Böyle bir saray ve onun etrafında gecekondu misali depolar. Alın size tezatta eşsiz bir manzara. Askerî depo için memlekette yer mi kalmadı? Lütfen insaf ve lütfen biraz anlayış.
.
İsviçre kabilesi
3 Aralık 2009 01:00
Hani İsviçre çok medeniydi, eşsizdi, tarafsızdı? Medeni Kanun bile oradan alınmıştı. İsmi de bazıları için sadece Medeni Kanun değil, İsviçre Medeni Kanunu idi. Lozan orada bağlanmıştı, Montrö Boğazlar sözleşmesi, Zürih akitleri orada yapılmıştı. İsviçre tarafsızdı. İsviçre asker beslemezdi. İsviçre NATO üyesi değildi. Orada her şey hoş görülür, her şey güler yüzle karşılanırdı. Alpleri, gölleri, şehirleri işsizlikten canı sıkılan hakimleri. İsviçre nerede, biz nerede, onlar ileri biz geriyiz... Bize hep bunlar öğretildi. Bizden öncekilere de o öğretilmişti. Bizden sonrakilere aynısı öğretildi. Hayran olunacak memleket. Hukuku, uygarlığı, karlı dağları, güzel gölleri, kanton yönetimi, saatiyle bambaşka bir rüya. Bunların içinde doğru olanlar şüphesiz ki var. Fakat bir kabile devletinde de doğrular ve insanlığa numune gösterilecek değerler bulunabilir. Oysa İsviçre'nin kara para aklama ve saklama memleketi olduğu hiç dile getirilmedi. Öz devletini soyan kral, şah, cumhurbaşkanı, başbakan, bakan, holding sahibi ve vergi kaçakçısı, gizli hesap adı altında paraları İsviçre bankalarına taşır. Bu herkesçe bilinmekte. Ama kimse "o adamın yaptığı suçsa İsviçre de bu suça ortak olmaktadır" demedi. Halbuki kumarın serbest olduğu prenslikler gibi uyuşturucunun serbest olduğu NL gibi İsviçre de kara para aklama diyarıydı. Bu İsviçre, referandum kepazeliğinden iki sene evvel de soykırım krizine imza atmıştı. Yusuf Halaçoğlu'yla bir parti başkanını tutuklamaya kalkıştı. İsviçre'de bugün de Soykırım olmamıştır demek suçtur. Her İsviçreli ve İsviçre'de misafir her yabancı Türklerin Ermenilere soykırım yaptığını kanun emri gereği kabul etmek zorundadır. Medeni, ileri ve çağdaş İsviçre işte bu. Şimdi minare yapılmasını yasaklayan referandum geriliğinden dolayı İsviçre'ye haçı koynundan çıktı diyeceğiz ama denemez çünkü zaten bayrağında haç var. O halde sürtüşmenin adını koyalım, hilal/ haç mücadelesi . Irkçı partiler referandumu sürüklediler. Referandum gerekçesi de şu, İslam'ın sinsi yayılışını ve onun güç gösterisi olan minareleri engellemek. Minare referandumu, İsviçre'nin makyajsız yüzünü ortaya çıkarttı. Bununla AB'nin Türkiye muhalifi devlet başkanı seçmesi, Karadağ gibi yerlere vizeyi kaldırıp Türkiye için akla hayale gelmedik zorluklar çıkartması arasında ne fark var?. İsviçre özüne uygun olanı yaptı. Ne yapmalı? En doğru teklifi Yeşillerin lideri Kızıl Dani söyledi. -Müslüman zenginler, İsviçre bankalarından paralarını çeksinler. Nerede o şuur? 10 çok büyük zengin veya şirket parasını çeksin 10 tane minareli cami yapılır. Para, modern batının bâtıl dinidir. Kaba ve ilkel bir referandum. Kabile hayatında fanatizm vardır.
.
Erdoğan'ın Washington ziyareti
4 Aralık 2009 01:00
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, pazar akşamı Washington DC'ye geliyor. Ertesi günü öğle Beyazsaray'da Obama ile yarım saatlik bir görüşmesi olacak. Sonrasında basın toplantıları, think thank kulüplerinde konuşmalar, iş yemekleri ve açılışlar olacak. Sayın Erdoğan bu arada artık bir dünya markası olan İHA'nın National Press Building'teki stüdyosunun açılışını yapacak. İHA burada teknik ekipman ve tecrübeli kadrosuyla rakipsiz bir Türk haber ajansı konumunda. Dün öğle sefarette ABD Büyükelçimiz Nabi Şensoy ile beraberdik. Ziyaret öncesi son durumları değerlendirdik. Büyükelçi Şensoy, mesleğin zirvesinde bir isim. Çok sağlıklı teşhisleri var. Hem Türkiye'yi ve hem de Amerika'yı iyi tanıyor. Sefaret, Şensoy'un kaptanlığında harıl harıl bu ziyarete hazırlanmakta. Amerika'daki Türkler, Türkiye'nin vardığı güç itibariyle çok sevinçliler. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın ABD başkanı Barack Obama ile görüşme saatinin sarkacağı kanaatindeyiz. Masada bütünüyle dünya gündemi var. İki süper güç dünya meselelerini görüşecek gibi. Ağır gündem, kısa zaman. Sarkmaması muhal. Amerikan yönetimi artık şunu çok iyi anladı ki Amerika Türkiyesiz ne Orta Doğu ve ne de Orta Asya'da bir şey yapamaz. Bunu Bush bilmiyordu. Zaten biz şu ana kadar G.W. Bush'tan memnun kalmış bir tek Amerikalı görmedik. Her şeyi mahvetti diyorlar. Şimdi ümitler Obama'da. Amerikalıların Obama'ya kredileri sürüyor. Barack Obama da bunun farkında. Fakat bir şeyin daha farkında zaman geçiyor. En büyük derdi, ekonomik kriz. Başbakan Erdoğan gelmeden Amerika'nın Afganistan'a Türk askeri talebinin gündeme oturması bir tesadüf değildir. Amerikan yönetimi kamuoyu için bunu yaptı. Ziyarette öncelikli maddedir.. Her ne kadar Türkiye gündeminden bir şey yok deniyorsa da o bürokratların, danışmanların tesbiti. Liderlerin Türkiye'nin açılımını konuşmayacakları uzak ihtimaldir. Sayın Obama, Bush'un hatalarının farkında. Bush Türkiye'ye de Orta Doğu'ya da filin züccaciye dükkânına girmesi gibi girmişti. Obama karizması bunu yapmayacaktır. Erdoğan, asker sözü verir mi? Vermez. Evet ve hayır da demez. Ev sahibini dinleyecek ve hükümette ve TBMM'de görüşeceğiz diyecektir. Hayırlısı diyeceğini duyar gibiyiz. Dikkat edilirse buraya başbakanımız bir şey istemeye gelmiyor. Kapılarda beklenmeyecek. Paylaşılacak. Büyük devlet olmak güzel şey. Çoktandır bu zevki unutmuştuk.
.
Bâb-ı âli -I-
7 Aralık 2009 01:00
1959'da babam, eve Köylü diye bir gazete getirmişti.1. Sayfada Adnan Menderes'in tam sayfa bir fotoğrafı vardı. Herhalde Londra'daki tayyare kazasından dolayı. İlk hatırladığım gazete budur. O yıldan Karagöz diye bir gazete de aklımda. Yazarları yoktu, o sırada yazar kelimesi de yoktu. Bâb-ı âli gazetelerini 1960'tan bu tarafı hatırlıyorum. Peyami Safa'lara, A. Emin Yalmanlara yetişemedik. İlkokul üçüncü sınıftaydım. Öğretmenimiz Hüsniye Meriç, meydandaki kulübeye Akşam gazetesini almak için beni gönderirdi. Akşam'da Suat Yalaz'ın Karaoğlan'ını tanıdım. Vecihi Ünal da bu gazetede yazardı. Çetin Altan da oradaydı. Okuyor fakat anlamıyordum. Biraz daha sonraki yıllardan Yeni İstanbul'u hatırlıyorum. Osman Turan, upuzun başmakale yazardı. Osman Yüksel Serdengeçti, Nizameddin Nazif bu gazetede idiler. Her gün yazarlardı. Cumhuriyeti hatırlıyorum. Onda da yine İlhan Selçuk vardı. O da Mehmet Barlas gibi her gün yazıyordu. Tercüman'ı hatırlıyorum. Ahmet Kabaklı, Şükrü Baban, Kadircan Kaflı her gün yazarlardı. Milliyet'ten Abdi İpekçi, Burhan Felek, Ulunay ve Hasan Pulur'u hatırlıyorum. Onlar da her gün yazmaktaydı. 1965'te Bâb-ı âli'de Sabah gazetesi neşriyat hayatına başladı. İsmail Oğuz, Sezai Karakoç, Galip Erdem, Mustafa Polat, Ergun Göze vardı. Her gün yazıyorlardı. O sıralarda Hürriyet'te yazar yoktu. Mehmet Şevket Eygi 1960'ın ikinci yarısında Bugün gazetesini çıkarttı. Necip Fazıl başyazı yazardı. Şevket Eygi, Şule Yüksel Şenler her gün yazıyorlardı. Sonraki yıllarda Tercüman'a Nazlı Ilıcak, Mukbil Özyörük, Rauf Tamer dahil oldu, her gün yazıyorlardı . 1970'te Türkiye gazetesi doğdu. Gökhan Evliyaoğlu her gün yazıyordu. 1970'lerin ikinci yarısında Ömer Öztürkmen-İrfan Atagün ikilisi Orta Doğu gazetesini çıkarttılar. Erol Güngör, her gün soğukanlılıkla kaleme alınmış seviyeli başyazılar yazıyordu. Sonraki zamanlarda aynı güzellikte yazıları okuyucu bu defa Türkiye gazetesinde Yalçın Özer'den okuyacaktı. Tarık Buğra, Yılmaz Öztuna, Ömer Öztürkmen, Gürbüz Azak, Zülfü Livaneli, Ömer Lütfi Mete, İsmail Kapan, Hasan Cemal, Güneri Cıvaoğlu, Fehmi Koru, S. Ahmed Arvasi. Ve daha birçok imzalar. İsimler, böylece uzayıp gider. Şair Baki ne güzel demiş. Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş. Kendini bilen herkesin derdi, arkada bir hoş sada bırakmaktır. Sütun doldurup günü kurtarmak isteyenlerse hem kendilerine ve hem de okuyana eziyet etmekteler. Oysa yazmak yaşamaktır. Kalem ve kelam bir hayat tarzıdır. Üslubu olmayan yazar değildir.
.
Bâb-ı âli -II-
8 Aralık 2009 01:00
Renklenmeden evvel gazete ve mecmualara matbuat denirdi. Sonra radyo dahil olarak basın, daha sonra tv ile beraber medya oldu. Gazetelerin, dergilerin mekânı Bâb-ı âliydi. Gazeteciler oraya Bizim Yokuş da derlerdi. Bugün de orada Babıali Yokuşu ve Babıali Caddesi vardır. O günlerde eser sahibi müellif, sütun sahibi muharrir idi. Doğrusu da buydu. Her gün yazanlardan önce Burhan Felek'e sonra da Ahmet Kabaklı'ya Şeyh'ül Muharririn unvanları verildi. Necip Fazıl ise Şair Baki'den sonra Sultan'üş Şüera sıfatına layık görülen ikinci isimdi.. 1990'lara gelindiğinde her ne demekse iki yeni tabir çıktı: Gazeteci-yazar.. Köşe yazarı. Bize göre iki sevimsiz kelime.. Eskiden yazarlar, sütunlarında 7 gün yazarlardı. Sonraları 6 güne, bilahare 5 güne düştü. Bir de eskiden haftada sadece iki veya bir gün yazanlar vardı. Fakat sayıları azdı. Gazeteyi sürükleyenler günlük yazanlardı. Muharrir, yazar vs. ne yapar? Sadece tenkit mi eder? Kaporta düzelten tamirci midir? Hayır sadece tenkit eden, sadece o bunu dedi, şu şunu dedi, diyen de yazar olamaz. Biri huysuz diğeri dedikoducudur. Yağmurda ıslanan gazete gibidir. Yazar, teklif ve fikir üretir. Problemi bütün cepheleriyle kucaklar, düşünülmeyeni bulmaya çalışır. Her sütun sahibi yazar değildir. Yazar, derecesini sayfa numarasından almaz. Öncü olan, yarınlara ışık tutan olayların önünde giden yazardır. Yazar, imzasını namus sayar. Kanaat önderi şu saydıklarımız anlamında isabetlidir. Bugün elinde kalem olan öyleleri vardır ki onlara yazar demek yazarlığa hakaret olur. Bazıları dalkavuktur, bazıları köpeğine karnını kaşıtır, bazıları laiklik bezirgânıdır.. Dünya için Türk basını, çıplaklık bakımından çok kötü örnektir, kanaat önderliğinde ise emsaldir. Bir işin doğru olması için illa dışarıdan gelmesi şart değildir. Ülkemiz bu manada model ihraç etmiştir. Peki bir yazar, ne kadar zamanda yazar? Bir ömür, artı bir yazı süresinde. Aslında ömrün kendisi de bir yazıdır, hayata yazılır. Bir gün. Bir Bâb-ı âliden çıkanlar, bir başka Bâb-ı âliden girerler. O zaman her kelimenin ve her nefesin muhasebesi yapılır. Kalem, kefenle gitmese de mahsulü gider. Hüve'l Bakî.
.
Hukuk, üstünlük yolunda
9 Aralık 2009 01:00
Ast rütbeli subaylardan eski Ege komutanı Hurşit Tolon ve ADD başkanı general Şener Eruygur'a kadar bazı askerler, tutuklu oldukları halde 'Ergenekon Mahkemesi'nde yargılanıyorlar. Sadece onlar değil, toplumun elit tabakasından bazı sivil generaller o mahkemede. Şimdi bir adım daha atıldı: Gizli günlüklerde Ayışığı, Sarıkız, Yakamoz, Eldiven ismi verilen darbe planlarına adı karışmış 2003-2004 Yılı kuvvet komutanları Aytaç Yalman, İbrahim Fırtına, Özden Örnek de topluca mahkemeye celb edilip sivil savcılara 10 saat süreyle ifade verdiler.... Buna bir devrim denmesi herhalde mübalağa olmaz. Unutmayınız, bunları haber yapan dergiler kapatılmıştı.Van savcısı Ferhat Sarıkaya, hayattan kazındı, avukatlık hakkı bile elinden alındı. Bugünse şüpheli baronlar da generaller de savcıya ifade veriyor. Eskiden bunu hayal bile etmek mümkün değildi. Bir albay bile sivil mahkemeye getirilemezdi. Her şüpheli, her sanık hüküm giymez. Her şüpheli tevkif edilmez. Her zanlı mahkum olmaz. Hukukun hukuk olması, kimsenin imtiyazlı muamelesi görmemesi, kimsenin yaptığının yanına kâr kalmaması, adalette eşitliğin vaz geçilmez devlet prensibi olduğunun hatırlanması derdindeyiz. Bunu ne yazık ki 21. YY'da yakalayabilme yolundayız. Hep lafı edildi, hep adaletin mülkün temeli olduğu söylendi. Bu söz adliye binalarına asıldı. Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir hep dendi. Fakat uygulama aynı gerçeği isbatlayamadı. Kuvvetlinin haklı olduğu bir devlettik. Hukukun üstünlüğü sözdeydi. Bazılarına dokunmak imkânsızdı. Darbe yapmak isteyenler yapabilirlerse kurtarıcı olurlardı, yapamazlarsa teşebbüsün üstü örtülürdü. Hukuksa ancak fakire fukaraya, arkası olmayana hükmederdi. Türkiye, şimdi Ergenekon davasıyla başlayan "hukuk açılımı"yla bu kara uygulamayı terk etme yolunda. Artık memleketimizde suça bulaşmış, hakkında şüphe uyanmış herkes yargılanabilecek. Ümit ederiz ki bundan böyle güçlü haklı değil, haklı güçlü olur. O zaman hukuk devletiyiz demek, hukukun üstünlüğüne atıfta bulunmak değeri kazanır. O zaman milletvekilleri yalnızca kürsü dokunulmazlığından yararlanma hakkına sahip olabilirler. Türkiye, bu yolu açan istihbarat birimlerine de gözü pek savcılara da onların ardında duran siyasi iradeye de teşekkür borçludur. Kirli ellerle temiz eller operasyonu yapılamaz. Nitekim yapılamad
.
Madde madde sıralamak gerekirse
10 Aralık 2009 01:00
1- Hüseyin Barack Obama-Recep Tayyip Erdoğan, iyi iki arkadaştır. 2-7 Aralık 2009 Zirvesi, Turgut Özal'dan bu tarafa en itibarlı Washington ziyaretidir. 3-ABD dünya devleti kalabilmesinde Türkiye'nin olmazsa olmaz değere sahip olduğunu kesinkes idrak etmiştir. 4-Erdoğan-Obama zirvesinde şu ân dünya gündemini meşgul eden bir numaralı ihtilaflar, savaşlar, zenginlikler ve yapılması gereken ilmi çalışmalar dahil her ne var ise onların görüşülmesiyle Türkiye'nin bir dünya aktörü olduğu tescil edilmiştir. 5-Türkiye'nin coğrafyasının tek hakimi, bölgesel süper güç, bir dünya dengesi ve yükselen yıldız olduğu şeksiz ve şüphesiz kabul edilmiştir. 6-Obama'nın zayıf tarafının iç ekonomik kriz ve Erdoğan'ı sırtından vuranınsa terör olduğu bir kere daha fark edilmiştir. 7-Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan, Washington'da Türk milletini ve İslam ümmetini vakar ve vukufiyetle temsil etmiştir. 8-Bu temsil vasfıyla buradaki bütün zeminlerde terörün her çeşidini lanetlediği gibi İsrail'i yine eleştirmiş, Amerika'dayım, dersem ne olur gibi ucuz hesaplar yapmamıştır. 9-Böylece İsrail kurulduğundan bu yana Davos'tan itibaren arka arkaya diplomatik mağlubiyetler almaya başlamış, Amerika İsrail için Türkiye ile kötü olmamış ve İsrail efsanesine iğne batırılmıştır. 10-Türk hükümeti, mazlum ve mağdur ve perişan Gazze halkının milletlerarası alanda tek savunucusu olduğunu göstermiştir. 11-Beyazsaray, Ermenistan'a da İsrail'e de Türkiye ile iyi geçinme mecburiyetinde olduklarına dair satır arası diplomasisiyle gerekli mesajları yollamıştır. 12-Başbakan Erdoğan, Amerika'nın merkezinde ABD ve İsrail'e kendileri üretimden vaz geçmedikçe İran'ın nükleer silah üretmesine karşı gelemezler demekten çekinmemiştir. 13-Bu zirve ile görülmüştür ki Hüseyin Barak Obama-Recep Tayyip Erdoğan ikilisi cihan sulhü için bir şanstır. 14-Putin'e karşı Erdoğan karizmasının ABD için bir fırsat olduğu Beyazsaray tarafından anlaşılmıştır.. 15-Türkiye ilk defa AB'ye yarın çok geç olabilir imasında bulunmuştur. Bunlar Model Ortaklığın mahsulleri... Stratejik Ortaklık gibi hüsrana uğramamasını dileriz. Bir şey daha dileriz. Devletlerin dostluğu şahıslarla kaim olmasın. Zira devlette devamlılık esastır. Fakat şu da bir gerçek ki makamlar her zaman sahiplerini bulamıyor.
.
9 ay 10 gün
11 Aralık 2009 01:00
> Washington DC Bir bebeğin dünyaya gelebilme süresi. Neden 9 ay veya 10.5 Ay değil de 9 ay 10 gün? Biz bilmiyoruz. Hekimler belki bazı izahlar getiriyorlardır ama onlar da bilemezler. Cenabı Hak isteseydi aynı vücut teşekkülünü 3 ayda da yaratabilirdi. Kader, insan ufkunun ötesindeki mutlak hakikat. Böyle bir yaradılış süreci, insan hayatının gizemli bir dönüm noktası. Öncesi erken, sonrası geç doğum. Bilenler için tekrar olacak. Mazur görsünler. Bugün dahi duymadım diyenler oluyor. 25 Şubat 2009 Tarihinde Amsterdam'da bir THY uçağı düştü. 9 kişi öldü. En ağır yaralı ise oğlum Cüneyd Er idi. Cüneydimiz, hukuk tahsil etmişti. Avrupa Konseyi'nde çalışıyordu. Leiden Üniversitesi'nde de Bilişim Suçları üzerine doktora yapmaktaydı. Profesörüyle çalışmalarını müzakere etmek için Ankara'dan hareket etmişti. 25 Şubat sabahı o dehşet verici ağır kazayı yaşadık. Milletimiz aynı acı hisler etrafında buluştu. Tıpkı bugün Tokat'ta bu ülkede kardeşlik bağlarının pekişmesine düşmanlık duyan Gladionun şehit ettiği 7 Erimizde olduğu gibi. Onların dünya rütbesi er, fakat ahiret rütbesi her fani rütbenin üstünde. Umarız ki o güzel vatan evlatlarını Sevgili Peygamberimiz -aleyhisselam- şefkatle karşılayarak alınlarına gülden yumuşak buselerini kondurmuşlardır.. Bugün kazanın 288. Günündeyiz. Bunun tam 287 Gününü hastane odasında geçirdik. Cüneydimiz 45 Gün baygın yattı. 78 Gün yoğun bakımda kaldı. 8 Haziranda Washington DC'ye sevkimiz yapıldı. 8 Aralık günü hastaneden taburcu edildik. Sofasız bir bakla oda kiralandı. İlk defa salıyı çarşambaya bağlayan gece başımızı bir ev yastığına koyabildik. Uyku ve istirahati lütfen sormayın. Cüneydimizi 3 ay boyunca her sabah tedavi gördüğü NRH hastanesine götürüp akşam geri getireceğiz. Sonraki 3 ayda ise bu uygulama gün aşırı devam edecek. Daha sonra? Onu biz de bilmiyoruz doktorlar da. Son durumu ne? Henüz kollar ve bilhassa dizler tam açılmadı. Henüz ayağa kalkıp yürüyemiyor. Arabaya binme ve diğer ihtiyaçlarında koltuklarına girerek yardımcı oluyoruz. Buna rağmen yürüteçle yürüme denemeleri başladı. Terapiler devam etmekte. Tekerlekli sandalyede otururken bu cihazı fark etmeyen, kaza geçirdiğini anlayamaz. Şükürden aciziz. Nereden nereye geldik? Aklı, fikri, şuuru, yemek yemesi, konuşması hepsi iyi. Bu ve sayamadığımız diğer iyiliklere duaların gücüyle vardık. İnanıyoruz ki kalan iyiliklere de yine Allah'ın güzel kullarının dualarıyla kavuşacağız. Lütfen bizi sevenler. Sevdiklerimiz.. Herkes.. Var gücünüzle duaya sığınınız. Önümüzdeki yolları, dağları, geceleri de dualarla aşacağız inşallah. Tıp gerekeni yapıyor. Hikmet duada. 9 Ay 10 Gün sonra taburcu olduk. İnanılmaz büyük bir imtihanı ise dileriz ki çok yakında yüz akıyla vermiş olarak huzurlarınıza kavuşuruz. Bugün dünden daha iyiyiz, yarın inşallah bugünden daha iyi oluruz. O ol derse olur. Öl demedi ölmedi. Doktorlar ümidini kesti Allah azze celle bize ümit verdi. Dualarınız için duacıyız.
.
Bu ateşin düşmesi lazım
15 Aralık 2009 01:00
Yurdun çeşitli merkezlerinden ürpertici manzaralar. Vatandaşın malına-mülküne ziyan veren DTP'li göstericiler. Karşı göstericiler. Karşı göstericilerin başında eli tabancalı bıçkın gibi insanlar. Pervasızca fotoğraf vermekteler. Tansiyon, çok manidar bir zamanlamayla çok düşündürücü şekilde yükseldi. Taşkınlıklara karşı milli hisleri galeyana gelenlerin önüne geçerek daha ne duruyorsunuz diye tabanca çekenlerin ajan olduğuna kimsenin şüphesi olmasın. Biz bu filmi '70'li yıllarda sol-sağ kavgalarında çok gördük. Aynı oyun fakat bu defa çok daha tehlikelisi ile sokaklarımızda. Kürtler kışkırtılıyor. Milliyetçiler kışkırtılıyor. Bu şartlarda kalkın ey ehli vatan mitingleri yangına benzin dökmektir. Bu ülkeyi seven parti başkanından talebesine, medya mensubundan sıradan vatandaşa kadar herkesin çok sağduyulu, çok sakin ve çok soğukkanlı olması lazım. Düveli muazzama, emperyalizm, 100 yıldır buna çalıştı. Türkiye'yi iç harbe sürüklemek için her taktik güdüldü. Yapamadılar, muvaffak olamadılar. Türk-Kürt aynı mahallede, aynı apartmanda iç içe yaşamaya devam etti, aynı mektebi, aynı camiyi, aynı kışlayı, aynı çarşıyı, aynı fırının ekmeğini paylaştı. Bugün gelinen nokta ise fevkalade kaygı verici. Ergenekon ve DTP el ele verdi, kapatılma geçekleşti. Ardından çapulculuklar başladı. Aylardır sürdürülen milliyetçi kamçılamayla bu taşkınlıklara cevap veriliyor. Korkutucu olan silah çekilmesidir. Bu silahlar kısa süre sonra patlar. Bir yerlerde kitleler halinde ölümler olur. Sonra o ân gelir. Türkiye, bölgenin yükselen yıldızı haline geldiği, 16. büyük ekonomisi olduğu, itibarı arttığı, dünya aktörü unvanına kavuştuğu için bu netice sürpriz değildir. Aynı nüfus yapısıyla Mozambik gibi bir devlet olsaydık kimse dönüp bakmazdı bile. Bir kere daha işbaşı yapan profesyonel ajanlar, saflıkları kullanacaklar. Milliyetçiyim, vatanseverim, Türkiye ortak değerimdir diyenlerin çok uyanık olması lazım. Gazze'nin hesabının sorulacağı unutulmasın. Bu tehlikeli tırmanışın sonrasında bir parti başkanı öldürülebilir. Bir bakan öldürülebilir. Bir general öldürülebilir. Türkiye'yi seven, herkes uyanık olmalı. Bu bina ateş alırsa herkes yanar. Kürtçü de yanar, Türkçü de yanar. Bu ateş bu ülkeyi komaya sokabilir. Vazifemiz, geç kalmadan uyarmak.
.
Açık konuşma vakti
16 Aralık 2009 01:00
Güneydoğuda vardığın noktada yabancılaşmışsın. Geçen dönemler silaha dayalıydı. Her şeyin askerî tedbirlerle halledileceği kanaati neredeyse herkeste vardı. Başlangıçta hadise 3-5 çapulcunun işi olarak görüldü... Hamaset hakikate baskın geldi. Halbuki meselenin tarihî, sosyolojik, dinî, ideolojik ve düveli muazzama gibi birçok boyutu vardı. Bunlar ne görülmedi. Sürekli dağ-taş bombalandı. Nesiller, top-tüfek sesleri arasında büyüdü. Kitle birimleri arasında müşterek taraflar azalırsa ihtilaflar başlar, biterse düşmanlıklar doğar. Kaç ortak nokta kaldı söyler misiniz? Vatanın bir bölümünde manzara nâhoş. Askerin, memurun kim vazife yapıyorsa onlar işgalci gibi görülmekte. Çekişme stadlara bile sıçrayabiliyor. Buna rağmen bazıları hâlâ Baascı kafayla hareket etmekte. Neredeyse Halepçe'yi örnek gösterecekler. Açılım fırsattı. Bugün de fırsat. Belki de son fırsat. İktidar başlatsa bile bu bir devlet projesi olmalı. Kürtler onu diyorlardı. Biz ayrılık istemiyoruz. Biz kültürel kimliğimiz tanınsın istiyoruz. O kültürel kimlikler haylice tanındı. O kadar tanındı ki Kürtçü şahinler endişeye kapıldılar. Ellerinde koz kalmayacaktı. Bu noktada Ergenekon, hem DTP'yi hem AK Parti'yi vurmak için bir seri uygulamayı tezgâhlamış görülüyor. Son olaylarda asıl hedef DTP değil AK Parti'dir. Şimdi ne olacak? TBMM'de DTP'lilerin istifaları kabul edilecek mi? Kabul edilirse güneydoğuda kahraman olacaklar. Kabul edilmezse yine kahraman olacaklar. Devlet, devleti yönetenler bazı şeyleri bile bile sineye çekecektir. En iyi ilaç zaman. Bazı nesiller kaybedilmiş olacak. Her şeyin bir bedeli var. Mazideki ağır vebalin bugün ağır faturasını ödeyeceksin çare yok. Hasta kanserse ona grip muamelesi yapamazsın. Gerçeği olanca çıplaklığıyla görmelisin. Yoksa... Yoksa köprüler kalmıyor. Yarın atılacak köprü de bulamazsınız. Oysa bütün güneydoğu, Diyarbakır da diğerleri de bu vatanın aziz parçalarıdır. İnsanları da bu milletin hasletlerine sahip güzel insanlar. Sen o insanlarla gönül köprüleri kurmadın ki, bir gün kapılarını açmadın ki, dertlerini dinlemedin ki. Günahların terörü besledi. O insanlar iki arada kaldılar. Sonunda bugün toplum -işte bu çok kötü- biz ve onlar diye öteleme eşiğine geldi. Ya açılımla akıllı politikalarla toprağın muhkemliği temin edilecek.Veya o toprağa veda. Bosna gibi, Bağdat gibi...
.
Özür Açılımı
17 Aralık 2009 01:00
Kenan Evren dönemiydi. Ağzından dökülen kanundu. Atatürk gibi fötr giyinir, onun gibi baston kullanır, kadehi onun gibi tutar, onun gibi tren penceresinden sarkar, onun gibi trenle yurt gezisine çıkardı. Bir defasında Edirne'ye gitmişti. Selimiye Camiini de ziyaret etti. Selatin camii yıllardır tamirdeydi. Paşa sordu: -Bu restorasyon kaç yıldır devam etmekte? -12 yıldır efendim. -Cami kaç yılda yapılmıştı? -4 yılda. -İşte aradaki fark!!! İşaret ettiği, camiin yapıldığı ve tamir gördüğü dönemler arasındaki farktır. O Evren ki tasvirde görüldüğü gibi katıksız Atatürkçü ve her zerresiyle cumhuriyetçidir. "İşte aradaki fark!" çarpıcı bir tesbit. İki yıl kadar evveldi. Bir akşam Harbiye Orduevi'ndeki yemekte masamızda iki de tümgeneral bulunuyordu. Güneydoğuyu konuşurken onlara şunu söyledik: -Osmanlı ecdadımız, birçok, ırk, din, mezhep tarikat, cemiyet ve cemaati 650 yıl adaletle idare etti. Onun torunları olan bizler bir Kürt'ü idare edemedik... İki generalin dedikleri şu oldu: -Doğru söylüyorsun. Günü kurtarma yönetimlerindeki basiretsizlik, alevi yangına çevirdi. Ucuzculuk, ufuksuzluk ve hamaset gerçekleri gölgeledi. Hadise âdeta TSK'ya ihale edildi. Kendileri çözüm yerine laf ürettiler. Bir terör örgütü durduk yere azmanlaşmadı. Sen onlara yanlışlarınla dolaylı destek verdin. Bazılarıysa terörü rant kapısı yaptı. Baskın yapılan köyde karısı-kızı askere arattırılan bir erkek delirirse onu deli eden mi, deliren mi suçludur? Edirne'de işte aradaki fark diyen Kenan Evren Diyarbakır'da aradaki farkı göremiyordu. Dağlara ne mutlu Türk'üm diye yazılmaktaydı. Sloganla terör bitirilecekti... Bir bataklık ve sivrisinek bayatlığından öte dağarcıkta fikir yoktu. Ankara'da ise en kötü film gibi en kötü kanun çıkartılıyordu: -Kürt yoktur! Peki Muhteşem Süleyman'ın "ben ki Kürdistan'ın..." diye devam mefahirini ne yapacağız? Osmanlı levhaları gibi onu da mı mermerle kapatacaksınız? Kalem erbabı, yıllarca Kürt kelimesi ambargosu yaşadık. "Güneydoğulu" diyebiliyorduk. "İmralı'yı muhatap alın" diyen Kürt, bu problemin çözümünden yana değildir. Sürtüşmenin çıkış noktasıyla bugün arasında illiyet rabıtası kurmamak da yüzeyde dolaşmaktır. Aynı köyden, aynı mahalleden Türk, Kürt analar, birbirini öldürsün diye askere evlat yollamıyor. Düşman düne kadar ne Türk'tü ne de Kürt. Sonun başına gelindiğinde çok garip bir şekilde bir yol kazası yaşandı... Şevkler kırılmamalı. Açılım her şeye rağmen devam etmeli. Bir açılım da Özür Açılımı olmalı. Kürtler hatalarını ikrar ederek Türklerden, Türkler de hatalarını ikrar ederek Kürtlerden özür dilemeli. Bu vatan bölünmeyecek, parçalanmayacak, akıllı Türkler ve akıllı Kürtler eliyle bilakis büyüyecektir. Zamanın bizi doğrulamasını istemez misiniz?
.
İrtibat
18 Aralık 2009 01:00
Evvela cumanız mübarek olsun. Sonra Hicri 1431. yılınız. Daha sonra 2010 yılınız. Ve bütün ömrünüz. Hayat dediğimiz çölde bir ânlık bir rüzgâr esintisi. Hollanda'da iken Cemil Bilgiç ağabeyi kaybettiğimiz haberini almıştık. Cemil ağabey, Hamid Aytaç'tan icazetli bir hattattı. Hep güler yüzlüydü. Türkiye gazetesinin efsanevi hizmeti Türkiye Ansiklopedilerinin altında imzası olan fedakâr insanlardandı. İstanbul'da iken hastanede ziyaret etmiştim. İyi ki gitmişim. Annelerin annesi Hanım Anne, ceddi Bosnalara dayanan halis bir mümine, hakiki Osmanlı Hanımefendisiydi. O çok ağır günlerimizde Cüneydimize dair sevindirici haberlerle kalbimize ümit aşıları yaptıktan kısa zaman sonra sîretindeki güzelliklerle beraber veda ettiği haberini aldık. Amerika'ya geldiğimizde de ayrılık haberleri sürdü. Bir gün dediler ki Mustafa Güntekin vefat etti. İçimizden bir şeyler koptu. Cemil ağabey hayatı divitin ucuna sığdırmıştı, Mustafa ağabey makinesinin objektifine. Cemil Bilgiç, Nevşehirli bir Türkmen, Mustafa Güntekin Erzurumlu bir Kürt'tü. Bizim irfanımızda Türk süt, Kürt onda erimiş şekerdir. Mustafa Güntekin içimizde bir sızı iken bir gün medya, Ömer Lütfi Mete'nin öldüğü haberini verdi. Türkiye gazetesinde spor müdürü iken tanışmıştık. Ezber bozan bir beyindi. Rize'nin bu sarp yiğidi Laz olmuş olmamış ne önemi var? Bir Müslüman Türk modeliydi. Daha evvel gidenler Yücel Çakmaklı, Halid Refiğ hangi alt kimliğe sığar. Haber üzerine Washington'dan kayın biraderi, merhum Ekrem ağabeyimin yoldaşı Mustafa Kocamanoğlu'na taziye için telefon açtım. Mustafa ağabey telefonun ucunda 10 yıl gibi 10 saniye donup kaldı. Meğerse o güzel adamı o ân toprağa veriyorlarmış. Bu isimlerin öncesi ve sonrasında daha birçok ölümler oldu. Son ölüm haberi ise bir elmas adama dair oldu. Elmas Dede de ahiret seferine çıkmış. O, sanki bir dağdı. Vakur ve mütevazı ve babacan. Hizmete kara sevdalıydı. Her karşılaşmamızda elini öperdim. Elimi bırakmazdı. "Evlat, derdi, yazılarını okuyorum. Her namazımda ismen duacıyım." Güzel Allah'ın ne güzel kulları var. Allah güzeldir, güzeli sever. ∞ İRTİBAT TELEFONUMUZ: Dostlar defalarca arayıp bulamadıkları olmuş, olmakta. Helallik dileriz. Şimdi inşallah o sıkıntılar biter. Bizi şu numaradan herhalde bulabilirsiniz. 00 1 202 621 98 18
.
Türk medyasının bitmeyen ayıbı
21 Aralık 2009 01:00
> Washington DC Bu gına getiren çıplaklık üçüncü dünyalığa mahsus bir gerilik olmalı. Bir kısım Türk gazeteleri çıplaklıkla malul. Bunu meslek olarak gazetecilik, zaman olarak çağdaşlık, dünya görüşü olarak da laiklik adına yapıyorlar. Diğer hiçbir ülkenin basın organında böyle bir çarpık anlayış da uygulama da yoktur. Bizde istisnaları dışında gazete çıplaktır. Bu gazetelerin ilavesi daha çıplaktır. Dergisi beter çıplaktır. Televizyonu beterden de beterdir. Aynı grubun interneti ise facia durumundadır. "Dinci gazeteler tezgâhta sürünüyorlar." Bu söz çok yakışıksızdır. Ne demek dinci? Aynı zamanda dine hakaret değil mi? Din eşya mı ki alınıp-satılsın? Hakarete maruz kalanlar da kalkıp yapılan müstehcenliğe göre bir sıfat kullansalar hiç hoş olmayan bir münakaşa başlar. Gazetenin kendisi önemlidir. Hangi matbaada basıldığı, nasıl dağıtıldığı okuyucu için sıfır değerdedir. Japonya'da toplam Türk basın tirajının 3 katı basan gazeteler bile elden dağıtım yapıyorlar. Aslında elden dağıtım pahalı bir yoldur. Ortalama 200 gazete için bir eleman çalıştırmak gerekiyor. Hafife alanlar da ellerinden gelse elden dağıtım yapacak ama bu öyle sıradan bir organizasyon değildir. İkinci gerçeğe gelince. Kadın teşhirciliği, mahremiyet tanımamak ve pireyi deve yapma mübalağasıyla meslek icra edenler, bunlara tenezzül etmeden 3 ay çalışsınlar bakalım neler olur?.. Bir şöhretli grubun internet gazetesi, bir sene evvel artık çıplaklık yapamayacaklarını büyük harflerle taahhüt etti. Ama iki hafta dayanamadılar. Neden? Çünkü bazı Türk gazeteleri, okuyucularını uyuşturucuya alıştırır gibi çıplaklık müptelası yaptılar. İnternet gazetelerinin büyük çoğunluğu ise çıplaklıktan öte erotizm çukuruna düşmüş vaziyette. Ne Rusya'da böyle yayın var. Ne Avrupa'da ve ne de Amerika'da. Yurt dışına çıkanlar bilirler. Her Türk gazetesini bir yabancıya "Türk gazetesi" diye gösteremezsiniz. Yüzünüz kızarır. Bu ayıp, bir 60 yıl daha devam etmemeli. Her alanda dünya ile entegre olmak düşünülürken neden medyada bir çarpık yol tutulmuş gidilmekte? Gazete yöneticileri en üst seviyede bir araya gelerek bir mutabakata varıp b
.
Kış kültürü
22 Aralık 2009 01:00
Sevgili Peygamberimizin -aleyhisselam- yüksek hususiyetlerinden biri de az sözle çok mânâ ifade edebilme mucizeleridir. Bu gerçeği nakleden kitaplar "...tertip ve tertil üzere konuşurdu" diye yazmaktalar. Bir misal vermek gerekirse "seyahat et sıhhat bul" hadisi şerifi gösterilebilir. İki kelimeyle bir kitaplık hakikat. İslam âlimleri, Peygamber vârisleridir. Fikri ifade edebilme kabiliyetleri fevkaladedir. İmamı Rabbani Hazretleri "gök her yerde mavidir" buyuruyorlar. Çok sade bir cümle, fakat ummanlar kadar zengin... Gök her yerde mavi. Amerika'da da Türkiye'de de. Şu günlerde Türkiye de Amerika da karlar içinde. Gök mavi, kar beyaz. İnsanın olduğu her yerde yine insan var. Derdi, kederi, hüznü, neşesi, ümidi, çocukluğu, çılgınlığı, umursamazlığıyla insan. Burada da çocuklar kardan adam yapıyor. Yollar kapanıyor. Dilenciler avuç açıyor. Titreten mevsime rağmen bazı şaşkın tv sunucuları, bizdeki şaşkın benzerleri gibi kolsuz kıyafetlerle seyirci huzuruna çıkıyor. Hastalar koridorlarda sıra bekliyor. Dahası kar yüzünden marketler boşalıyor. İnsan her yerde çok kere zavallı, çok kere bencil, çok kere bakıp görmez. Gök her yerde mavi. Kar her yerde beyaz. Karın sessiz, telaşsız, iri iri eleklerde bulutlar elenmişçesine lapa lapa gökyüzünden boşalmasındaki muhteşem ahenk anlatılır gibi değildir. O ân mekân farkı ortadan kalkar. Bu kar nerede, ne zaman yağsa güzeldir. İnsanı alıp insanlığına götürür. Sessiz çığlık, insana yalnızlığını ve mutlak realiteyi anlatır. İnsan ve kâinat ve Allah... Hep düşünmüşümdür. Rusya'da neden büyük romancılar çıkmıştır? Çarlık Rusya'sı. Yol yok, haberleşme yok. Kışlar 8-9 ay. Gök mavi, yer beyaz. Bu mecburiyet, insanın tefekkür tarafını besler. Öyle de olmuş. Karın evlerine mahkum ettiği adamlar cild cild eserler vermişler. Zaten yazar, mahkum demektir. Ya başkası mahkum eder eser verir. Veya kendi kendini mahkum eder. Kar romanlar yazdırmıştır. Ne var ki kar şiiri azdır. Kışın, karın bize söyleyecekleri olduğu kanaatindeyiz. Dedelerimizin, ninelerimizin, çocukluğumuzun kışlarını yeniden keşfetme ihtiyacındayız.. Tıpkı masallar gibi. Dedelerle ninelerle köprüler atıldığı için masalsız büyüyen çocuklar çağı doğdu. "Unutmak için büyük yalnızlığını dünyanın" A. Muhip Dıranas, Kar şiirini yazmış. Türk medyası magazin batağından edebiyat ulviliğine döndüğünde ayıptan kurtulma emareleri başlar. Kış kültürünü zenginleştirmeli. Kış yalnızca kayak demek değil. Kar şiiri yarışması bir iki istidada kapılar açabilir. Kışta her yer donar, fakat gönüller ve düşünceler açılır. Kardır yağan üstümüze geceden/Yağmurlu, karanlık bir düşünceden/Ormanın uğultusuyla birlikte/Ve dörtnala dümdüz bir mavilikte/Kar yağıyor üstümüze, inceden/Sesin nerde kaldı, her günkü sesin
.
Muasır medeniyet maceramız
23 Aralık 2009 01:00
> Washington DC Türkiye'nin bugün yaşadığı sancıların temel sebeplerinden biri ezberlerin bozulmaya başlanmasından ileri geliyor. Olayların adını koyalım: Dersimiz yakın tarihtir. Bugünkü çıkmazlar, dünkü hatalardan kaynaklanıyor. Evet, çok hata, birçok yanlış, bugün artık dönülmez noktada olma kıdemi kazanmıştır. Bir bakıma galatı meşhurdur. Fakat düne dair tahlil gücümüz, sağlıklı yorumlar, bugünü kavrayıp yarınları yerli yerine oturtmamıza yardımcı olacaktır. Uzunluk ölçüsü, ağırlık ölçüsü, harf, rakam, takvim ve daha birçok klasiğimizi bir gecede mahzene kaldırmışlar. Bunu yaparken gerekçeleri şuydu. Dünyanın tercihi de bunlar. Biz de onlar gibi fötr giyer, kilogramla tartılır, metreyle ölçülür, her sabah sakalımızı kazır, sol elle yer, soldan sağa yazarsak medeni oluruz. Medeni dünya, bu rakamları, bu ölçüleri, bu kıyafetleri kullanmakta, çatalı şöyle, kadehi böyle tutmakta. Onlarca yıl bu masalı dinledik ve inandık. Çünkü dünyaya kapalı bir açık hava hapishanesindeydik. Televizyon yoktu. Gazete sanki yoktu. Telefon, varlıklı evlerde danteller altındaki antikaydı. Dışarıya çıkmak, dünyayı tanımak belki hayal edilirdi. Bir Türk'ün dünyaya bedel olduğu, yurtta sulh olduğunda cihanda da sulhün yaşanacağına samimiyetle inanılan zamanlardı. Etraf hain komşularla doluydu. Paris'te doktora yapan her Hoca, hemen nerdeyse her dersine ben Paris'teyken diye başlardı. Talebe de uzak galaksilerdeki Paris'i hayranlıkla dinlerdi. Ama bir de baktık ki Kongolu çocuklar bile su gibi İngilizce öğrenmişler, harf inkılabı yaşamış muasır cumhuriyet çocukları turist karşısında ter döküyorlar. Her değişiklik sen gerisin kaşesini taşıyordu. Köprülerin altından çok sular aktı. Ama vurdu geçti. Aldı geçti.
.
Çağdaş uygarlık düzeyi
24 Aralık 2009 01:00
Bugün bırakın başkasını, hiçbir tv yöneticisi Türkiye'deki kanal sayısını bilemez. Gazeteler, o ilk zaman gazetelerinin 10 katı sayfalara sahip. İnternet tam bir iletişim devrimi. Daha 20'li yaşlardaki çok gencimiz inkılapları yapan bütün kadrolardan kat kat fazla sayıda yurt dışı seyahatlere çıkmış vaziyetteler. Sadece Amerika'da 15 bin yüksek lisans öğrencimiz var. Bunun dünyası ve Avrupa'sı cabası. Dünyanın çukulata devi Godiva, artık Ülker'in. Bu markayı yurt dışında gördükçe seviniyoruz. Coca Cola'nın tepe noktasındaki yönetici Türk. 10 yıl sonra bu şirketi de Türkler alırsa şaşmayın. Kimse bugün yalnızca Ziraat Bankasıyla bağlı değil. Cepteki kart da seyredilen tv de binilen otomobil de kimin? Bilen var mı?.. Böyle olduğu için askerin de uluslararası alanda aktör. Bunları neden yazdık? Çünkü biz burada her gün kendi kendimize bu muhasebeyi yapıyoruz. Japonlar, örflerinden harflerinden, takvimlerinden, zerrece taviz vermeden dünyayı solladılar. Şimdilerde ikinci sollayan dev Çin. Amerika Çin malı işgalinde. Çin de Mao'nun Kültür İhtilaline rağmen ne harfine dokundu, ne takvimine, ne yazısına, ne kilosuna ve ne de metresine. Kore bile öyle. Rusya komünist ihtilal yaşadı. Fakat Lenin de Stalin de Kiril alfabesini değiştirmedi. Yunanistan keza eski Yunandan beri aynı alfabeyle devam ediyor. İsrail, kurulurken 5 bin yıl evveline gitti ve İbraniceyi yerin altından çıkartıp getirerek konuşma ve yazı dili yaptı. Tatil gününe ilişmedi. Bunlar az çok biliniyordu. Fakat ABD bilinmiyordu. Bizde halen de bilinmez. Oysa burada ağırlık ölçüsü pound, uzunluk ölçüsü feet ve inch, uzaklık ölçüsü bloktur vs. vs... Eyaletlerde saat farklıdır. Kanunlar bile farklı. Bizde Van'da saat 17.00'dir. Edirne'de de 17.00.. Kâğıdı da aynı yazarız kasabı da. Peki neden köklerine bağlı kalan bu memleketler kalkındılar da biz, senelerce yüksek enflasyonun pençesinde kıvrandık, IMF ve dünya Bankası kapılarında üzüntüler yaşadık, yerine göre 70 Cente muhtaç olduk?.. Cevap sorunun içinde: Köklerimizden kopmuştuk. Nemiz varsa yıkıp dökmenin adı muasır medeniyet -yahut ters yüz edelim- çağdaş uygarlık değildir. İngiliz'in trafiği sağdan seyrediyor, Japon, abaküs kullanıp çöpleriyle yemek yiyor Milletler, kendi hayatını yaşıyor. Çünkü dünya, problemlere insan merkezli odaklanıyor. Bugünkü mücadelemiz ezberci slogancılıkla düşünebilme melekesi arasındadır...
.
TSK'da iç temizlik zarureti
25 Aralık 2009 01:00
Eski deniz kuvvetleri komutanın askerî mahkeme tarafından mahkum edilmesi. Sonra bu kararı veren hakimin odasında ölü bulunması. Ordu içinde cunta yapılanmasının Adli Tıp raporuyla belgelenmesi. Sebebi hiçbir makul izaha kavuşmamış en az yarım düzine karanlık intiharın yaşanması. Komutanına suikast hazırlığındaki bir yarbayın yakalanıp gözaltına alındıktan sonra serbest bırakılması ve tekrar alınacakken intihar etmesi. Müntehirin cenaze törenine aleyhine suikast hazırlığı yapılan komutanın katılması. O yarbayın intihar haberinin patlaması üzerine çok daha yüksek çapta bir bombayla öncekilerin kısa bir süre bile olsa unutturulup başbakan yardımcısı Bülent Arınç'a suikast hazırlığı yapıldığına dair alınan istihbarat üzerine polisin sayın Arınç'ın evinin çevresinde bir binbaşı ve bir albayı sivil fakat resmî silahları üzerlerinde olduğu halde yakalanması, daha da ilginci albayın elindeki notları yutmak isterken polisin bunları ağzından alması... Bunlar olurken genelkurmay birkaç gün sustu. Tartışmalar alabildiğine alevlenince bir açıklama yaptı. Yapılan açıklamanın susmama adına olduğu belli. Bunlar, orduda cereyan eden garip, tuhaf ve görülüp işitilmedik talihsiz olaylar. Şimdi sabah-akşam bütün tv programları, bütün sütunlar, bütün aile sohbetleri bu akıl almaz vakaları yazıp konuşmakta. TSK'ya karşı psikolojik yıpratma niyetinde olanlar vardır. Fakat şu eleştirilerin hepsi mi kötü niyetli? Biri kiralanmış, diğeri resmî iki araba. Gece vakti. Bir binbaşı, bir albay. Sokaklarda casus izinde. Polis baskın yapınca da eldeki kâğıtlar yutulmaya kalkışılıyor. Casus peşinde olmaları halinde neden delil yok etme telaşına kapılmışlar? TSK'yı itibarını sıkıntıya düşüren bu sürece 28 Şubat'ın keskin paşaları soktular. 28 Şubat TSK içine yeniden darbe, cunta, sivil iktidarı küçümseme virüsünü zerk etti. Bu virüs o hale gelmiş ki intihar salgını devam ediyor. Suikast kirliliğinde ise liste kabarmakta.. TSK bu milletin olmazsa olmaz kurumlarındandır. Bütün bu olup bitenleri çok soğukkanlı bir şekilde değerlendirmeli. Asla şüpheli veya zanlı duruma düşmüş olanlar himaye görmemeli. Mahkeme suçsuz olanı zaten ayırır. Alınganlık, duygusallık bir tarafa bırakılarak TSK bakışları kendi içine çevirmeli. Temizlik yapma zarureti hasıl olmuştur. Bu virüs belli ki urlaşmış. O uru almalıdır. Tabir caizse ordu bu defa darbeyi kendi içindeki kanun tanımazlara karşı yapmalıdır. Bu gidiş iyi değil. Devamı, devlet mekanizmasını işletenlere başka tasarrufları aldırtacaktır. * NOTLAR: 1-Merhum arkadaşımız Mustafa Güntekin'in oğlu Dr. Bilgehan Güntekin, bize gönderdiği bir yazıda soyca büyük Türk milletine mensup olduklarını iftiharla dile getirmiştir. 2-Genç ve çalışkan Öğretmen Hasan İspekter, FACEBOOK'ta a-BKY Kültür Bayrağımızdır isminde bir hizmet başlatmış b- Kim olduğunu bilmediğimiz bir dost da Rahim Er diye sayfa açmış. Her ikisine de teşekkür ederken ilgi duyanların görüşlerini bekleriz.
.
30 Şubat darbesi
28 Aralık 2009 01:00
> Washington DC Siz de duydunuz mu? Şubat ayında darbe olacakmış. Fısıltı gazetesi, iddiayı tâ Washingtonlara kadar taşıdı. Son darbe. 28 Şubat 1997'de yapıldığından geç kalınmış bile. 10 yılda bir darbe geleneğine göre yeni darbenin çoktan olması gerekirdi. Neden? Çünkü. Sen, bütün komşularınla iyi olursan. Suriye'yi resmen Türkiye ile bütünleştirirsen. Irak ve Suriye ile ortak kabine toplantıları yaparsan. Kuzey Irak'ı bir Konya, bir Tokat gibi düşünürsen. Kıbrıs ihtilafını bitirmeye kalkışırsan, Kandil'i, Habur'u tahliyeye yeltenirsen. Kürtlerle müzminleşen, Ermenilerle kronikleşen asırlık problemlere açılım imkânları kazandırırsan. Gazze'ye, arka çıkıp İsrail'e haddini bil dersen. Türkiye'yi 16. ekonomi yaparsan. Türk Konseyi kurarsan. Bölgesel süper güç olursan. Küresel aktörlerden biri hâline gelirsen. Osmanlı Coğrafyasıyla meşgul olursan. Dünyada Osmanlı geri dönüyor imajı uyandırırsan. Güneydoğuda resmî, gayri resmî silah ve uyuşturucu baronlarının menfaatlerine ziyan verirsen. Faili meçhulleri faili malum haline getirmeye azmedersen. Yenileşmenin, büyümenin, tarihle, dinle, coğrafyayla, komşularla öz vatandaşımızla barışmanın önündeki engel Ergenekon zihniyetini hesap vermesi için mahkeme önüne çıkartırsan. Polisi müthiş işler çıkartacak şekilde teşkilatlandırırsan. Savcıyı gözü pek şekilde olayların üstüne gidecek kadar cesaretlendirirsen. Bu ülke çocukları önündeki katsayı engellerini yıkarsan. Bir parti kapatılır, Kürtler sokağa döktürülür. TSK içine politika sokularak fikirleri cuntacılıkla malul birtakım subaylar darbeciliğe soyundurulur. Bazı sendikalar sokağa çekilir. Üniversite karıştırılır. Polis, askere hasım gibi gösterilir. Türk yoğunluklu illerinde bile asker katledilir. İmralı'daki muamma mahkum, birtakım zihinlere "Kürtlerin ulu önderi" imajıyla yerleştirilir. Vatan deyince, bayrak deyince gözleri başka bir şey görmeyen bazı temiz milliyetçiler rahatsız edilir. Vizenin en ayıp olduğu ülkelerin başında gelen Azerbaycan'la bayrak ihtilafından sonra vize krizi yaşanır. Dahası, yarın Bakü-Ceyhan bile sabote edilmeye kalkışılır. Başbakan yardımcısına suikast düzenlenir. Cumhurbaşkanı, Başbakan takip edilir. İktidar partisinde istifa süreci başlatılır, onu bölme planları yapılır. Bunlardan çoğu oldu. Oluyor ve olacaktır. İnandıkları şudur. -Şartlar olgunlaşırsa darbe kaçınılmaz olur. Birileri şartları olgunlaştırmakta. Ki 30 Şubatta darbe yapsın. Günaydın beyler günaydın! O darbe çoktan oldu. Ergenekon davaları, bu enselemeler, bu baskınlar, bu tuttuğu kâğıdı yutturmalar zaten darbedir. Bu bir mazlum milletin hesaplaşmasıdır. Siz varın 30 Şubat hayalleri kurun.
.
Kulağa küpe
29 Aralık 2009 01:00
12 Mart 1971 Muhtırasıyla iktidarın devrilmesi, 1970-80 arasında çıkan sol terör ile 5 bin gencin ölmesi, hazinenin iflaslara sürüklenmesi, 12 Eylül darbesi, malum terör örgütünün zuhuru ve sonraki olaylar... Bütün bunların bir başlangıç noktası vardır. O da şu: 1969 yılında AP/Adalet Partisi'nin ikiye bölünmesi, 41 kişinin ayrılarak Demokratik Parti'yi kurmaları. Bundan sonra Türkiye, koalisyonlara mahkum olmuştur. Halbuki o günkü iktidar partisi yüzde 6 kalkınma hızını yakalamış, Türkiye'yi almış götürüyordu. Bu bölünmeyle kalkınma hızı geriledi. Bir süre sonra darbe geldi. Enflasyon çıldırdı, terör kudurdu. Parlamento dışından teknokratlar hükümeti gibi saçma kabineler kuruldu. Kurtarıcı ithal bakanlar geldi fakat on paralık varlık gösteremediler. Sipariş üzerine başbakan Nihat Erim vurulup öldürüldü, şöhretli gazeteciler kim vurduya gitti. O yıllarda olup bitenleri buraya taşımak imkânsız. Şu var ki tekrar ve kuvvetle ifade edelim ki sonraki bütün menfi hadiselerin sebebi devrin iktidar partisinin bölünmesidir. Gidenler de gönderenler de hatalı. Bu tarihi vak'ayı Tayyip Erdoğan'ın, AK Parti yönetiminin hiç unutmaması lazım. AK Parti gibi hareketlerde önce bir veya birkaç adam ortaya çıkar. Bunlar başlangıçta yok sayılır. Randevu bile alamazlar. Biraz varlık gösterince hakaret görürler Linç yaşarlar. Yine de bu dâvâ adamları düşe-kalka bir yerlere gelirler. O zaman etraf sarılır. Bu defa yok sayanlar, inkâr edenler, hakaret edenler en ön sırada alkış tutarlar. Sövenler övmede birbiriyle yarışır. Partiler, birileri için hizmet yeridir, birileri için menfaat yeri. Menfaati peşinde koşanlar, bir süre beklerler, umduklarına kavuşamayınca önce homurdanır sonra düşman olurlar. Hassas zamanlarda bunlar çok kolay elde edilir. AK Parti yönetiminin çok dikkatli olması lazım. Bazı karakterler başka kapıya yollanmamalı. Tek başına iktidar kolay olunmuyor. Türkiye'nin 1970'ten sonra tanıştığı koalisyon yılları ziyan yıllardır. Kitle partilerinde herkes idealist değildir. Daha doğrusu o çilekeş çekirdek kadro ve sonradan katılan az insan idealisttir. Şu gün AK Parti'nin seyri Türkiye'nin seyridir. Türbülansa girmeye zerrece hakkı yoktur. Unutulmasın ki iç ve dış bütün hasım kalemler, kılıçlar ve parmaklar AK Parti'yi gösteriyor. Bütün şer senaryolar Tayyip Erdoğan'ı yok etmek ve AK Parti'yi dağıtmak üzerinedir. Aman ha! Partide küskünler olmasın. Varsa çoğalmasın. Öfkeyle hareket edilmesin. Ne her yüze gülen dosttur. Ve ne de her yanlışı söyleyen düşman. Hem ülkede ve hem de parti içinde adalet tesis edilmeli. Ülkenin birlik ve beraberliği AK Parti'nin birlik ve beraberliğine bağlı. Her AK Partili büyük, çok büyük sorumluluk altında. "Zehirle pişmiş aşı yemeye kimler gelir?" Kimler olduğu belli: Baştaki bir avuç dost...
.
Kozmik yazı
30 Aralık 2009 01:00
Kozmik, TDK'ya göre "evren ve onun genel düzeniyle ilgili". Buradaki "evren" tabiî ki Kenan Evren değil. Garabete bakınız. Bizim millet, evladına Menderes adını verir. O asılınca bu defa doğan çocuklarına, hokkabaz darbeci Gürsel'in adını koyar. Kimse de sormaz. Sen kime niçin hayransın? Necip halkımızın böyle bir mümtaz tarafı vardır. Aynı halk oğluna Süleyman ismini vermişken darbe üzerine, bu defa yeni doğanlara Evren ismini layık görmüştü. O gün Evren adı verilen, bugün ismini aldığı zata faşist demekte. Bazı aklıevveller vardır, durup dururken bir teklif ortaya atarlar. Cumhuriyet mitingcisi zihniyetindeki bu kimseler derler ki çocuk ergin olunca nüfus kâğıdına dini yazılsın. Hani medeni kanuna göre rüşd 18 yaşın ikmaliyle başlar ya. Sanki bu yaşa gelen delikanlı birdenbire akil adam oluverir. O hesap şöyle mi yapmalı? Çocuk, reşid olunca mı ismi konmalı. Eski Türklerde uygulaması da var. Bebek doğar, gürbüzleşir, büyür, boğayı yere serer ismi Boğaç Han olur. O gün 'Evren Han'a yüzde 95'le anayasası ile birlikte itimatname sunanlar, bugün hem kendini ve hem de anayasasını beğenmiyorlar... Toplumun, çelişkileri, tiyatro tarafları, aczi veya samimiyetsizliği yahut suistimalleri az değil. Şu günler aynı zamanda bu tarafların açığa çıktığı, çürümüşlüğün görüldüğü zamanlar. 1952'de komünist istilaya set çekmek için kurulan Seferberlik/Özel Harp Dairesi, sonraki zamanlarda raydan çıkarak darbeler ve suikastlerle anılır oluyor. Sırları kozmik odada. Ama o sırların bir kısmı kozmik fırında aleve dönüşmüş. Kırmız kitap dedikleri gizli anayasa bu kozmik âlemin mahsulü olmalı. Derin devlet zahir bu odada mukim. Abdullah Çatlılar, Abdullah Öcalanlar buraların keşfi. Önce sahaya sürüp sonra hakimiyeti kaybettikleri adamlar. Nihat Erim, Gün Sazak, Abdi İpekçi, Eşref Bitlis, Gaffar Okkan katliamları şimdi daha iyi anlaşılıyor. 13 Eylül sabahı terörün neden bıçakla kesilir gibi durduğu artık izah edilebilir. Bülent Ecevit, başbakanken birdenbire hastalanmıştı. Şaşırtıcı gelişmeler oldu. Eşi, kocasını yani TC başbakanını hastaneden kaçırarak hayatını kurtarabildi. Kozmik oda, 'Mavi Sakal'ın odası değildir. Devlet içinde devlet olanlar her yanda derebeylik kurmuşlar. Merkezî hükümet Bolu Beyi, kendileri Köroğlu. Onlara göre demokrasi avam içindir. Tek doğru kendi doğrularıdır. Bülent Ecevit'i de harcarlar Bülent Arınç'ı da. MGK'nın sözü taahhüttür. Hudutları içinde her şeye hakim olamayan devlet olur mu? Çomak soktuğunuz kovandaki arılara hakim olamazsanız o arılar sizi mahveder. Bülent Ecevit'in yapamadığını Tayyip Erdoğan yapma kararlılığında.. Kozmik değil, şeffaf yönetime ihtiyaç var. Bu da devletin kendine açılımıdır. Kozmik açılım.
.
Süreci normalleştirerek yönetme
31 Aralık 2009 01:00
28 Şubat dönemiydi. O sıralar bize gelen mektuplardan birini hiç unutmadık. Mektubu yazan, orduya 25 yıl hizmet etmiş bir emekli subaydı. Gün gelmiş, oğullarını vatani göreve yollamışlar. Bir ara da ana-baba birlikte onu ziyarete gitmek istemişler. Otobüsle saatlerce yol aldıktan sonra çocuklarının askerlik yaptığı kışlaya varmışlar. Fakat ne kadar hazindir ki içeri alınmamışlar. Sebep, annenin baş örtülü, babanın sakallı olmasıdır. Baba, o kadar kahırlı, o kadar hüzünlüydü. O dönemlere dair çok vak'a var. Bir tanesi ise insanı insanlığından utandıracak cinsten. Bir kamyon şoförü kamyonuyla kantine yük getirir. Kapıda nöbetçiler içeri almazlar. Sebep kamyonun alın çatısındaki Besmele yazısıdır. Şoför bunlar bozulacak mallar, geri götüremem diye ne kadar dil dökse de kâr etmez. Neyse ki sonunda şahane formül bulunur. Besmelenin üzerine bez örtülür de problem çözülür. Bu hangi zihniyettir? Bu Türkiye'yi dünyaya mahcup eden 6-7 eylül olaylarına muhteşem bir organizasyondu, hedefine de ulaştı diyen Sabri Yirmibeşoğlu zihniyetidir. Bu, Kayseri müftüsünü boynundaki atkıyı kavrayarak çekip yerlerde sürüyen Faruk Gürler zihniyetidir. Bu ramazan günü sigarayı çekip çekip hazırol vaziyetindeki erlerin burnuna üfleyen Turgut Sunalp zihniyetidir. Bu, Kadir Mısıroğlu'nu tabii hakim çevresinden koparıp Eskişehir'e kaçırarak orada manevi işkenceye tabi tutan Muhsin Batur zihniyetidir. Bu, o zihniyetin 28 Şubatta Çevik Bir, Doğu Silahçıoğlu ve benzerleri eliyle devamıdır. 28 Şubat dönemine ait yazılarımız ortada. Hem bu uygulamaları eleştiriyor hem de bir hususa dikkat çekiyorduk. -Kurumlarla yanlış yapanları karıştırmamalı. TSK bir dünya markamızdır. Bunlarsa ifrat davranışlar. Gün gelir tarih önünde hesabı verilir. İşte hesap başlıyor... Millet, orduyu Peygamber Ocağı olarak görmüş, evladını oraya davul zurnayla uğurlamış, şahadet haberini vatan sağolsun diye muhteşem bir tevekkülle karşılamış fakat bir plaket parçası verilirken o şehidin anası, başı kapalı olduğu için ya salona alınmamış veya sahneye çıkartılmamıştır. Bunlar savunulamaz cürümlerdir. Her şerde bir hayır vardır... Şu intiharlar, ıslak imzalar, şüpheli ölümler, kafes operasyonları ve nihayet Bülent Arınç'a suikast hazırlığı, TSK üzerine bir muhasebe vesilesi olmuştur. Ali Babacan bir e muhtıranın 5 milyar doların kaçmasına yol açtığını yeni açıklıyor. Ordu içinde bir zümre koca kitleyi tesirine almıştı. Bunlar akıllarını fikirlerini belli saplantılarla bozmuş kimseler. Gövdeyi kanser gibi kuşatmışlar. Bugün o ayıklanma operasyonu yapılıyor. Onlar askere evlat veren muhafazakâr kitleyi incittiler. Şu gün bir normalleşme yaşanıyor. Hukuk devleti, bütün hücrelerine girebiliyor. Başlangıçta genelkurmay yalpalayan bir açıklama yaptıysa da daha sonra toparlandı ve hukuka aykırı bir şey olmadığını, her şeyin meşru zeminde cereyan ettiğini beyan etti. Bu sonuç, yıllarca asker üzerinden pazarlama yapan bazı madrabaz kalemleri çileden çıkardı. Onlar ve bazı ekran müptelası tekaüt subaylar ne duruluyor, orduya niye sahip çıkılmıyor, asker niye darbe yapmıyor yollu mecnun hezeyanlar içindeler. Oysa suç işlemenin imtiyazı yoktur. Bu buyuran zihniyet her kirli taşın altından çıkmakta. Asırlık veballeri var. Bu memleketin çocuklarını birbirlerine kırdırdılar. Öyleyse kim niçin bunlara sahip çıksın? TSK, ordu, asker bunlar değil ki!.. İtidal ve sükûnetin varlığı ülke adına bir kazançtır. Bir kurumda ağır cezalık suçlar işlenmiş, mahkeme işe el koymuştur. Mesele bundan ibaret.
.
.
Ayıplı dünya
1 Ocak 2010 01:00
Dünya yeni bir yıla giriyor. Bu dünya, bir hafta-on gün kadar evvel, Yahudi ve İslam takvimine göre de yeni yıla girmişti. Yahudiler de Müslümanlar da Hıristiyanlar da yeni bir yıla girdiler. 3 Semavi dinin mensupları da suçlu. Hele hele nefsin kanalizasyon kapaklarını kaldırdığı 31 Aralık gece yarısı kutlamalarındaki yeni yıl çılgınlıklarının sorumsuz mensupları daha bir suçlu. Birleşmiş Milletler diye haddi zatında bir taşeron firma vardır. Gücü patronlara değil de ırgatlara yeter. Bu birleşmiş milletlerin duvarında İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi yazılıdır. Hastane duvarındaki Hasta Hakları veya Misyonumuz ve Vizyonumuz adlı beylik laflar deklarasyonu gibidir: -Kimse, dilinden, dininden, renginden, ırkından dolayı kınanamaz, farklı muamele göremez!. Yalancının yüzü kara olsun mu? Eğer denilenler doğru olsaydı bugün dünyada 1.5 milyonluk bir açıkhava hapishanesi olmazdı. Evet, yeni yıllara girilen bu dünyada, dünyanın gözü önünde Gazze adlı bir hapishane mevcut. 5 yıldır bu hapishanenin gardiyanı İsrail'di. Şimdi Mısır ona ikinci bir gardiyan olarak refakat etmeye başladı. İsrail'in zulümleri yetmezmiş gibi soyadının etkisinden mahrum Hüsnü Mübarek yönetimi de Gazze'nin Refah tarafından Mısır'a açılan yolunu kapatıyor. Tünelleri, kapıları yok ederek, oralara su pompalayarak, çelik örgüler çekerek geçit vermiyor... Maksat Hamas'a baskı yapmakmış. İsrail de Mısır da Hamas'a baskıyla İran'a yüklenmekteler. Gizli hedefse Türkiye. Türkiye'nin bölgeye girişini önlemek istiyorlar. Çünkü Filistinli, Türkleri çok seviyor. Mısır, hiç utanmadan Gazze'ye Yol Açık Konvoyunu engelledi. İyi ki Türkiye-Suriye kardeşliği pekişti. Gazzeli her türlü dünya nimetinden mahrum. Onlara insan olmak çok görülüyor. Çünkü Müslümanlar orada, Gazze'de dünyanın bir bölgesinde 1.5 milyon insan evinde hapis. Dünyalı ise kendi takvimine göre yeni yıla girdi. Kimi elinde kadehle kimi başında kippayla, kimi elinde tesbihle. Şurada ise çocuklar vuruluyor. Analar ağlıyor. Gencecik insanlar ardı ardına şehit oluyor. Onlar da Pasifik'te balina, Avrupa sokaklarında köpek, kutuplarda beyaz ayı mı olsalardı? Olmaz, olamaz, Allah, onları insan olarak yarattı. Önünde sonunda insan gibi yaşayacaklar. Zafer, geç gelse de bir güneş gibi mazlumun üstüne doğar. Son gülen iyi güler. Filistin bir gün gülecektir
.
2010 Avrupalı kültür başkenti İstanbul
4 Ocak 2010 01:00
> Washington DC Rüya hakikat oldu, İstanbul 1 Ocak 2010'dan itibaren Avrupa'nın Kültür Başkenti. Sultan Şehrimiz, iki yıldan bu yana İBB, İstanbul Valiliği, 2010 Tanıtım Ajansı, İstanbul Kültür Müdürlüğü, İstanbul Üniversitesi, sanat ve kültür evleri ve onlarca daha başka birimleriyle bu etkinliklere hazırlanıyordu. Bu unvan, şüphesiz ki ona bir şeref bahşetmez. Fakat Türkiye'nin itibarı için büyük bir imkân. Yarıştı ve kazandı. Unutulmasın ki elde edilen bu başarı, uygulamanın başlamasından ancak 25 yıl sonra yakalanmıştır. Şimdi İstanbul'un bir kültür şelalesi olup akmasını bekliyoruz. Bu gönül güzelliğini yaşamak lazım. Kültür dediğimizde ve İstanbul dediğimizde akla ne geliyorsa onlar yeniden keşfediliyor. İstanbul'un düğünü var. İstanbullu bu faaliyetlere, bu ziyafete asla duyarsız olmamalı. Sadece İstanbullu da değil Anadolu da bu tadı tatmalı. Bunun için eğitim ve kültür bakanlıklarına çok iş düşüyor. Üniversiteler, okullar bu etkinliklere yönlendirilmeli. Bu yıl İstanbul, dünya turist rekoru kırmalı. 2010'da İstanbul, yıllık turist sayısını beş katına çıkartarak 15 milyonu bulmalıdır. Bu yıl Türkiye'nin bir numaralı gündem maddesi bu mevzudur. Suikast, intihar, darbe haberleri, vatandaşı çok gerdi. Bu bir soluklanma ihtiyacıdır. Teklifimiz şu: Konunun ehemmiyetine dikkat çekmek gayesiyle TBMM bir haftalık celselerini İstanbul'da yapmalıdır. Cumhurbaşkanı sayın Abdullah Gül ve Başbakan sayın Tayyip Erdoğan bu toplantılarda açış konuşmaları, Kültür Bakanı sayın Ertuğrul Günay, kamuoyunu aydınlatacak şekilde çok geniş bir sunum yapmalıdır. Şu an halk, hadisenin dışında gözüne, kulağına bir şeyler çalınıyor, o kadar. Halbuki zaman çabuk geçer. Eli çabuk tutmak lazım. Politik gündem, her şeyi esir almış durumda. Esas gündem ise budur. Kanun çıkması yetmiyor. Bu proje halk tarafından sahiplenilmeli. Kültür başkenti olayı, önce İstanbul, sonra Anadolu, sonra da dünya gündemine oturmalıdır. Reklamlar artmalı. Konu yurt dışına reklamlarla duyurulmalıdır. Her Türk vatandaşı bu fırsatı, bu talihi yaşamalıdır. Teşekkürler İstanbul. Biz nankörlük yaptık. Sen lütufkâr davrandın. Sen bir aşksın İstanbul. Şimdi de bereketli bir kültür sağanağı, dünyaya bir ebemkuşağı olacaksın.
.
Taksim'i AKM'ye mahkum ettiniz
5 Ocak 2010 01:00
Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu'nun yenilenmesine karşı çıkanlar, bugün ileri ışık ve ses teknolojisi ve üç döner sahnesiyle ortaya çıkan eser karşısında mahcuplar, özür diliyorlar. Bir yalana kandıklarını itiraf etmekteler. Yalan şuymuş: -Harbiye Tiyatrosu yıkılarak yerine cami yapılacak, yenileme bahane. Zaten bu siyasi kadronun gizli niyetleri var... Aydınlar, bu yalana kanmış ve ellerinde pankartlarla sokağa dökülüp şimdi modern bir eser olarak ortaya çıkan bu teşebbüsü boğmaya kalkışmışlardı. Halbuki adı geçen tiyatro salaşlıktan dökülüyordu. Muhalifler, kendilerinden farklı düşünen diğer kanatla o kadar uzaktaydılar ki bugün özür dileme durumuna düşmeleri işte bu uzaklıktan ileri geliyor. Eylemcilere rağmen Harbiye Kongre Vadisi cümlesinden olarak Muhsin Ertuğrul tiyatrosu, yenilendi. Ama... AKM öylece kaldı. Gürültü fazla çıkmıştı. Oysa AKM, daha fazla yenilenmeye muhtaçtı. Buna rağmen proje sahipleri Harbiye Vadisindeki tiyatroyu kurtarırken istemeye istemeye de olsa AKM'yi feda ettiler. Bu itibarla bugün özür dileyen o tiyatrocular, sinemacılar, siyasetçiler, bir değil iki kere özür dilemek zorundalar. Hatta ikinci özür daha önemli. AKM eski haliyle orada küskün durmakta. Taksim ufku, şimdi 2010 İstanbul'unda bu eski binanın görüntüsüyle kapalı. Tıpkı teneke minareli sözde Taksim Camii ayıbı gibi. Biz şu gün dahi mâbetle sanatı rakip olarak gören bir düşüncenin tasallutundayız. Özür dilemek fazilettir. Öyleyse özür dileyenlere bir görev düşüyor. Şimdi onlar AKM'ye ilk kazmayı vurmalılar. Önünde basın toplantısı yaparak yanıldıklarını, Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosunun yeni halini görünce pişman olduklarını, AKM'nin de acilen yenilenmesi gerektiğini açıklamalılar. Buna rağmen geç kalmış olurlar. Zaten 2010'un Kültür Başkentinde Taksim inşaat iskelesiyle kirletilemez. Bu dünya görüşündeki insanların... Bir nefs muhasebesi yapmaları şart. Kendi ekollerinden daha başkaları zamanında Boğaz Köprüsüne direnmişlerdi. Osmanlıda sanayileşmeye karşı çıkan istemezükçülerin takipçileri bugün açılıma muhalefet ediyorlar. O halde ne yapmalı? Bu sanatçılar, bu siyasetçiler, bu edebiyatçılar sadece özür dilemekle kalmamalı. Onlar da Cemil Meriç, Çetin Altan, Mehmet Barlas, Hasan Cemal, Şahin Alpay, Cengiz Çandar, Oral Çalışlar, Gülay Göktürk, Hasan Kaçan, İsmet Özel ve daha birçok isim gibi kendi yakın tarihlerine çarpı işaretini çekmeliler.
.
Tuna Vilayeti
6 Ocak 2010 01:00
Bulgaristan'ın yine huyu tuttu. Yine Türklerle uğraşmaya başladı. Bir Ay evvel ipe un serme politikasıyla referanduma giderek 3 milyona yakın Türk'ün de vatanı olan Bulgaristan'da haftada 10 dakika Türkçe haberi onlara çok gördü. Bu belli ki bir tahrikti. Türkiye bu tahrike kapılmadı. Bu defa başka bir oyun başladı. 1913 yılında Türkiye'den giden Bulgarların 306 mirasçısı için 10 milyar dolar tazminat istiyormuş. İsteğini de 1925 Ankara Anlaşmasına dayandırıyor. Sabah şerifler hayrolsun! denmez mi? Bir asır niye beklemişler? Belli ki Bulgaristan'ın arkasında başkaları var. Ermenistan rolüne soyunduruluyor. Zamanlamaya bakınız. Ermenistan'la daha sulh olma ihtimali doğar doğmaz devreye onu alıyorlar. Diyor ki ya bu tazminat verilir veya Türkiye'nin AB üyeliğini engelleriz. Türkiye'yi 1959'dan beri bekleten AB dünkü komünist Bulgaristan'ı müracaat eder etmez aldı. Herhalde Karadeniz'e açılma uğruna bunu göze aldılar. AB'yi bu eski komünist blok devletleri yıkacaktır. Bulgaristan ırk olarak Türk bir kavim. Bulgar da Türkçe bir kelime. Fakat Müslümanlıktan mahrumluk onları apayrı bir ırk yaptı. Bulgaristan'ın Osmanlıdaki adı Tuna Vilayeti. Tuna Vilayetinde Bulgar nüfus azınlıkta. Ne var ki '93 Harbi ve Balkan Harbiyle Müslüman nüfus buradan tehditle, vahşetle, zulümle uzaklaştırılmıştır. Türkler çoğunlukken ikinci sıraya düştüler. Bizim tarihimizde 4 mezalim vardır. Moskof, Ermeni, Yunan ve Bulgar Mezalimi. İlk üçü esas itibariyle tarihte kalmışken, 25 sene evvel Todor Jivkov iktidarında gaddarca zulümler işlendi. Belene Adası vahşetleri, Türk çocuklarına zorla Bulgar adı verilmesi, çocuklarımızın sünnetlerinin, gençlerimizin düğünlerinin yasaklanması hep bu dönemdedir.. Türkiye ve Bulgaristan savaşın eşiğine gelmişti. Başbakan Turgut Özal, hadiseyi 300 bin Türk'ü Türkiye'ye getirerek çözdü. Sonraki Bulgar yönetimleriyse Demirel'e Türkiye ile konfederasyona gitme teklifi getirdiler.. Bu olmadıysa da Türkiye Bulgaristan ilişkileri son derecede iyileşti. İş adamlarımız oraya yatırım yapmaya başladılar. Talebelerimiz Sofya'ya üniversiteye gittiler. Muhacirlerimize çifte vatandaşlık verildi vs. Şimdi ise önce Türkçe haber hakkı verilmedi.. Ardından bir asır öncesine giderek tazminat isteği ve tehditler savrulur oldu. Peki aynı yıllarda Bulgaristan'dan zorla göç ettirilen 3 milyon civarındaki Türk'ün hakkı ne olacak? Jivkov zamanındaki mazlum 300 bin Türk'ün hakkı ne olacak? 306 Bulgar'a karşılık 3 milyon 306 bin Türk'ün hakkı var. Ankara Anlaşmasını kendi işlerine geldikleri gibi yorumluyorlar. Komşularıyla sıfır ihtilaf üzerine siyaset yapmaya başlayan Türkiye'ye bu bir ketenpere teşebbüsüdür. Sofya'da hâlâ kafası işler yöneticiler olduğunu düşünmek istiyoruz. AB geçicidir. Fakat Türkiye ve Bulgaristan hep aynı coğrafyadalar. Barış, birlikte yaşamak, paylaşmak onların vazgeçilmezleridir.
.
Devleti çürütmüşler
7 Ocak 2010 01:00
Vay vay, vaay. Adana deyimiyle "abooooo!" Bütün bu yaşanan operasyonların özü, ruhu tek cümledir: -Dün devleti teslim ettiklerimiz, devleti çürütmüşler!.. Kimler sorgulanmıyor, kimler nezarete alınmıyor, kimler intihar etmiyor? Rütbeliler, akademisyenler, gazeteciler, bürokratlar, devlet başkanından albayına kadar bir zamanlar bu ülkede iş başında olan çok, birçok kimse açıktan veya ima yolu ile ağır töhmet altındalar. Cuntalaşma, darbe teşebbüsü, uyuşturucu kaçakçılığı, katliam, sabotaj eylemleri, akla hayale gelebilecek her türlü suç, kışkırtma, kaos çıkartma, terör örgütü kurmalar ve daha neler ve neler. Suçlar her gün safha safha ortaya çıkıyor. Kendilerine devlet teslim edilenler devleti yiyip bitirmişler. Devleti yönetenler, bizatihi devleti zehirlemişler. Olağanüstü tarihî günlerdeyiz. Kozmik Odaya giren hakime, vazifesini yapan savcıya kargo ile mermi gönderilmesi her şeyi izah etmekte. Birileri bu ülkede ilericilik, çağdaşlık, laiklik, milliyetçilik gibi kavramların arkasına saklanarak tam bir yer altı örgütü olarak faaliyet göstermişler. Öcü, komünizm sizi yiyecek demiş kendileri yemişler. Son altmış yılın terör olayları, kundaklamalar, faili meçhul cinayetler çoğunlukla bunların eseri. İnsan şu son manzaraları görünce PKK'nın aslında bir figüran unsur olduğunu anlıyor. Öyle görülüyor ki İmralı muammasının başına vefa duygusundan dolayı kıyamamışlar. Malum terör şebekesini bunlar başlatmış fakat kendi yetiştirdikleri, bir zaman sonra azmanlaşıp canavar haline gelmiş. ASALA'nın elçilerimizi şehit etmesinin bile arkasında bu Ergenekon taifesinin olduğunda artık rahatlıkla şüphe edebilirsiniz. Bunlar, kime, neye, niçin hizmet etmişler net olarak anlamak mümkün değil. İnsan, kendisi, kendi menfaati için bu kadar fütursuz olabilir mi? Tam bir karanlık, tam bir meçhul? Ne böyle vatanseverlik olur ve ne de milliyetçilik. Hangi taşı kaldırsanız altından bunlar çıkmakta. Bu Kurtlar Vadisi hayal mahsulü değil. Her gün bir veya daha fazla şüpheli adliyede boy gösteriyor. Hiç ihtimal verilmeyecek isimler manşetlerde yer alıyor. Bir dönemin kuvvet komutanları insanı hayretlere düşüren ifadeler vermekteler. Süreç sancılı. Memnuniyet verici olansa devletin temizlenmesidir. Sanki IV. Murad dönemini tekrar yaşıyoruz. Bu operasyonların ucu kime, hangi irtifalı tepeye dayanırsa dayansın sonuna kadar gitmeli. Polis, gerçekten her türlü takdirin üzerinde bir gayret gösteriyor. Bu işe bakan yargı mensupları gözü kara bir şekilde çalışıyorlar. Bu kararlılığın devam etmesi lazım. Buna Temiz Eller değil, Temiz Devlet Operasyonu denir. Bu yakalamalar, bu sorgulamalar, bu Ergenekon davaları kalkınma hızından da önemli, içeride ve dışarıda yapılan hamlelerden de. Devlet, bu çürümüşlükten kurtarılmadıktan sonra yapılan her iyi iş, paslı teneke üzerine boya sürmeye benzer...
.
Yolda dövüşe tutuşmak
8 Ocak 2010 01:00
Göç edenin bir hedefi vardır, yolda oyalandıkça menziline varması gecikir. Hele bu yolcular kendi aralarında bir de kavgaya tutuşurlarsa varılacak yer iyice uzaklaşır. Arka arkaya iki istatistik yayınlandı. Biri yerli kuruluştandı, diğeri uluslararası. BM 190 dünya devletinin refah sıralamasını açıkladı. Bu bizi elbette ilgilendirirdi. Türkiye, acaba kaçıncı sıradaydı? Türkiye, 190 devlet arasında 65. sırada Bu ne demek? Bu vatandaşının hayat seviyesi göstergesi. Sosyal hayattan ekonomik varlığa kadar bir dizi medeniyet ölçeği. Yediğin, içtiğin, gezdiğin, gördüğün, harcadığın, banka kartın, telefon kullanman, araba modelin, evin. Her şey... Peki 65. basamak ne demek? Daha ilk üçte bire bile girememişsin demek... Diğer istatistik ise iç bünye ile alakalı. İllerimizi resmediyordu. 10 il en zor yaşanır iller arasında sayılmaktaydı. Doğudaki bu 10 vilayetimizi içimize derin hüzünler çökmüş olarak okuduk. Türkiye'nin bir numaralı meselesi işte bu iki istatistiğin çerçevesine giren tablodur. Önce kendi içinde refahı, sosyal adaleti, ekonomik eşitliği dengeleyeceksin. Doğu-batı uçurumu kalmayacak Fark tabii ki olur. Fark olmaması imkânsız. Uçurum olması anormal. Doğunun belli yörelerinde hayata gözlerini açan çocuğun ilk tanıştığı, kahır ve yoksulluk olmamalı. Evvela bunu telafi etmek. Sonra da veya bununla birlikte şu 65. basamaktan yukarıya tırmanmak maksat olmalı. Dünyanın 17. büyük ekonomisi olmak henüz yetmiyor. Bir insanın sadece gözlerinin güzel olması gibi. Refah seviyesinde de 17. sırada olabiliyor muyuz? Hele ilk 10'un arasında bir yer alsak. O zaman neler olmaz ki! Terör diye bir derdimiz kalmaz. Cunta, darbe, faşizm ukalalığı kimsenin aklına gelmez. AB sana yalvarır. Seninle aynı karede fotoğraf vermek diğer ülkeler için şeref sebebi olur. İtalya, Almanya, Belçika, Amerika ve daha birçok devletin birlik harcı refahtır. Refah, kalkınmışlık kişi başına düşen servetin insanca yaşamaya yakışır düzeyde olması, ayrılma isteklerini, birbirine düşmeyi, demokrasinin vesayet altına girmesini önler. Asgari ücretin 600 lira, bir kısım emekli maaşının 400 lira olduğu bir memlekette. Bunların elektrik, su ve hava gazına yetmediği bir memlekette. Nüfusun onda biri sakat olan bir memlekette. Nüfusun yüzde 5'inin işsiz olduğu bir memlekette. Kavgalar bitmez. PKK biter başkası başlar. Ergenekon ölür, başkası dirilir. Sevgili Peygamberimiz -aleyhisselam- mutlak doğruyu buyuruyorlar: -Borçlu köle gibidir! Bu istatistikler ne görüldü, ne işitildi. Ergenekon faşizmi ve PKK sosyalizmi gündemi tutmuş. Çağın gerisinde kalmış iki ideoloji, bu topraklar insanının çağdaşlarını yakalamasına engel olmakta. Sen köle olduktan sonra ırkı ne olursa olsun. Ya kavgaya devam. Ya birinci sınıf dünyalı olmak! Tercihini yap.
.
Akide şekeri tadında hayatlar
11 Ocak 2010 01:00
> Washington DC Geçen hafta çarşambayı perşembeye bağlayan geceydi. Uyku-uyanıklık arasında Mahmut Genç ağabeyimizle, oğlu değerli kardeşim Abdurrahman Genç'le dakikalar gecenin karanlığında erirken bir hayli meşgul oldum. Kararım şuydu "yarın sabah Mahmut ağabeyi arayacağım." Oysa birkaç gündür hastaymış, işitmemiştim. Sabah olduğunda vefatını haber aldım. Bir mail de Nuh Albayrak gönderme inceliği göstermişti. "Kendisini çok sevdiğinizi bildiğim için yazıyorum, bu sabah Mahmut Genç ağabeyimizi kaybettik". Telefon etmek için güne uyandığınız insanın sesi değil rahmet yankılarıyla karşılaşmanın teessürü nasıl da vuruyor insanı. Bir çınar daha toprağa düşmüştü. Bir yaman atlı daha ufukta kaybolmuştu. /Siz dostlar, ey dostlar! Bir bir süzülürken mâveraya /Biz gurbet yetimi olarak uzakta gözleri yaşlı ellerimiz duada! Mahmut ağabey, bir emanetti. Enver Ören ağabey, emanete hassasiyetle ihtimam gösterdi. Tabii şu da var. Müesseseler isimlerle markalaşır. O, sembol bir isimdi. Haberi alır almaz Enver Ören ağabeye taziye için yazdım. "Hakiki Müslümandı. Bir kere bile herhangi bir kimseye kızdığını görmedik. Bize öğrettiğinizi ölçüyle 'hubbu fillah ve buğdu fillah ile doluydu..." Cevapta "yazdıkların onun için az bile deniyor ve ekliyordu 'inşallah Hocamıza kavuşmuştur". O'nu, o sade ve güzel insanı 1968 yılında tanıdım. O sıralar Babıali'de Sabah diye bir gazete çıkardı. Onu orada tanıdım. Orada aynı zamanda Orhan Çiftlik, Ali Tâbân, Zeki Celeb, ağabeyleri de tanıdım. Belki susarak konuşan rahmetli Ethem Kırçın ağabeyi de.. 1976'dan itibarense kendisiyle yakından çalışmaya başladık. Biz 26 yaşında kalemi eline almaya cesaret etmiş bir delikanlı, o her zamanki olgunluğunda bir ağabey. "Bak diyor, şuna tashih denir, şöyle yapılır vs." Çok çocukluğumuza müsamaha gösterdi. Mahmut Genç, Türkiye gazetesini kuran ilk çekirdek kadronun içindeydi. Gazetesi ve hizmeti 40. yıla girerken aramızdan ayrıldı. Yıllar boyu maaşımızı elinden aldık. Her ay başı haber verme lutfunda bulunduğunda yanına giderdik. Çekmecesini açar ve zarfı uzatırdı. Çok kere maaşın miktarını dahi bilmeden verileni alırken "Allah, yerini doldursun" derdim. Sonra çayımı söylerdi. O arada buyur etmesi üzerine masasından hiç eksik olmayan akide şekeri tabağından bir tane alırdım. Rayihalı akide şekeriyle demli çay ah ne güzel olurdu. Şimdi anlıyorum ki o akideler, akidesi sağlam bir insanın ömür anlamıymış. Maaşların elden değil de havale, eft, hesap numarasının devreye girdiği yeni zamanlarda biz kaza sebebiyle yurt dışına çıktık. Mahmut ağabeyimiz Amsterdam'ı aradı, o acılı günümüzde bir mümin rikkatiyle Cüneydimiz için teselli edici sözler söyledi. Meğer son konuşmamızmış. Bir kere birini çekiştirdiğini görmedim. Bir kere boş bir sözünü duymadım. Bir kere işini ihmal ettiğine şahit olmadım. Hiç kendini ön plana sürdüğü vaki olmadı. Nur içinde yatsın. Yıldırımlar ne de çok düşüyor. Önden gidenler ne kadar da çoğaldı. Toprak ne de sevinçli. Ervah, hasret dindiriyor. Dünya hüznün adı olmalı.
.
Medya faşizmi
12 Ocak 2010 01:00
Dış politikada eksen kayması değil, eksen oturması olduğu gibi, içeride de müesseseler yerli yerine oturuyor, kurumlara gönülsüz de olsalar huzur aşısı yapılmakta. Asker kışlasına çekiliyor, yıpranmalardan kurtulacak.. Medya da herhalde bundan böyle dünya standartlarında medya olacaktır. Türk basınının renkli çığırtkanlıktan, asparagastan, haberi getiren haberciyi hiçe saymaktan, sansasyondan, hükümet yıkma illetinden kurtulması lazım. Sanki demokrasi halkın değil de medyanın patronluğunda. 8 sütuna devasa bir manşet, altı boş kartondan haber devri bitecek. Cunta sadece kışlaya sızmamış. Babıalide de cunta var. Ergenekon davalarında da görülüyor ki bu iki cunta iş birliği halindelermiş. Ne askerî ve ne de sivil faşizm deniyor. Şimdiye kadar neredeydiniz? Komünizm sınıfa dayalı diktatoryal oligarşik yapı. Faşizm ırka dayalı. Bir zümrenin diğerini ezmesi, öğütmesi, şahsiyetini yerlere sermesi tasvip göremez. Şayet dersimiz deyim üretmekse bunlar gibi medya faşizminden de söz edilebilir. Medya Mussolinileri bu millete kök söktürdüler. İnsan haklarına, ferdin varlığına, ahlâka, aileye karşı böylesine umursamaz, layüsel bir medya dünyanın hiçbir yerinde yoktur. Medya faşizan tümörden kurtulmakta. Çığırtkan azınlık haddini hatırlamakta. Ameliyat sancılı geçiyor. Türkiye bir yeniden yapılanma vetiresinde olduğuna göre bu yapılanma bilcümle alanlarda kaçınılmaz bir şekilde yaşanacaktır. Bunu tek başına Tayyip Erdoğan ve AK Parti diye tarif etmemeli. Olay dönemseldir. Kaçınılmazdır. Menderes'le başlayan öze dönüş yolculuğunun zemin arayışıdır. Son dönemlerde sarf edilen şu iki cümle fevkalade önemlidir. Başbakan Tayyip Erdoğan bir konuşmasında "Tarihimizin bize öğrettiği terbiye" dedi. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da "Kimliğimizi medeniyetimizle tarif edebiliriz" şeklinde üçüncü bir yol gösterdi. Toplum, değişimin peşinde. Menderes'le başladı. Demirel'le iniş çıkışlar yaşadı. Özal'la ilk engelleri devirdi. Erdoğan'la özüyle hesaplaşma içinde. Bu kendine açılımın önünde kimse duramaz. Ekran da sayfa da sütun da yerlileşiyor. Asker, kaçınılmaz olarak profesyonelleşerek daha kuvvetli bir ordu meydana gelecektir. Sözde Türk medyası dünya medyasına benzeyerek mesleki adaba kavuştuğunda dördüncü kuvvet olabilecektir.. O zaman kuvvetlerle kuvvetleniriz. O zaman kuvvetler, birbirinin enerjisini tüketemez.
Kurtlar, İsrail vadisine indi
13 Ocak 2010 01:00
İsrail hariciyesi, Türkiye büyükelçisi sayın Oğuz Çelikkol'la görüşerek Kurtlar Vadisi Pusu'dan rahatsızlıklarını dile getirmişler. 72 milyon Türk vatandaşı. 300 milyon Türk dünyası. 1.5 milyar İslam âlemi de İsrail'in Gazze'ye yaptıklarından rahatsız. Dışişleri bakan muavini Danny Ayalon'un naklettiğine nazaran filmin İsrail'i savaş suçlusu göstermesinden, bazı İsrailli doktorların organ kaçakçılığı yaptığını teşhir etmesinden, Mossad'ın bölgeye dair girift faaliyetlerini sergilemesinden tedirginlermiş. Büyükelçimiz, şu mealde konuşmuş olmalı: -Bizde sanat da yayın da serbesttir. Filmler dikta rejimlerinde olduğu gibi önceden izin alınarak çekilmez. Bu bir özel sektör faaliyeti. Kamuoyunda çok beğenildiği gibi ihraç da edilmekte. Resmî bir müdahalemiz mevzubahis olamaz. Hukuk devletinde böyle şeyler mümkün değildir. Sizin film mevzuu olmaktan çıkmanız en doğrusudur. Seyircinin yanlışlara dikkatinin çekilmesi Yahudi aleyhtarlığı değildir. İsrail'in bu ikinci film yakınması. Daha evvel de TRT'de gösterilen Ayrılık Rüzgârı'dan müşteki/şikâyetçi idi. Bilmiyoruz geçen sene Antalya Altın Portakal'da gördüğümüz Limon Ağacı filmi için ne yaptı. Türkiye'de yerli zihniyetin bin yıllık damar üzerinden iktidar olmasıyla "one minute" denmiş takip eden olay ve konuşmalarla da İsrail'in süngüsü düşmüş, bir efsane yıkılmıştır. Psikolojileri öylesine bozuk ki ekrana bile tahammül edemiyorlar. Halbuki orada gösterilen kendileri. Hollywoodlu Yahudi yönetmenlerin onlarca senedir yaptıkları da ortada. Bir film, Yahudiyi mağdur gösteriyorsa Oscar'lık, zulmüne işaret ediyorsa lanetlik. Yok öyle şey kuzum. Onun için Pana Film şirketi haklı. Erkek gibi cevap vermişler. Zaten başka türlü olsaydı şahsiyetlerini inkâr etmiş, filmi de bitirmiş olurlardı. "İsrail, başta Birleşmiş Milletler raporları olmak üzere, birçok uluslararası insan hakları örgütünün hazırladığı raporlarda defalarca savaş suçlusu ilan edildi. İsrailli yetkililerin Filistinli çocuklara olan hassasiyetinin derecesini, başta İsrail halkı olmak üzere, dünya kamuoyu ibretle seyrediyor. Filistinli çocuklar, en temel hakları olan beslenme, sağlık, eğitim gibi haklardan mahrum ediliyor. Birleşmiş Milletler bayrağı altındaki çocukları bombalamaktan çekinmeyen İsrail yönetimi, neden Kurtlar Vadisi dizisinde yaptıklarının anlatılmasından rahatsız oluyor? Kurtlar Vadisi Irak filminde, İsrailli bir doktorun organ kaçakçılığına karıştığını gösteren sahneler de eleştirilmiş ve yalanlanmıştı. Ancak kısa bir süre önce bizzat İsrailli kaynaklar, bu sahnenin doğruluğunu kanıtlayan gerçekleri ortaya çıkardılar. İsrail yönetimi, insanlık dışı uygulamalarının teşhirini diplomatik yollardan engellemeye çalışmak yerine, bir an önce Filistinli çocuklara uyguladığı vahşeti durdurmalıdır. Kurtlar Vadisi, doğruları söylemeye ve yanlışları teşhir etmeye devam edecektir." Sadece Pana Film değil. Diğer filmcilerimizin de hassasiyetlerini bekliyoruz. Ah, feryat, gözyaşı, mezalim, dram... Sinema için malzemedir. Sanat bazılarını rahatsız eder. Bazılarını rahatsızlığı onun başarısıdır.
.
Şimdi de hedef Türkiye Cumhuriyeti mi?
14 Ocak 2010 01:00
Evveliyatla ifade edelim ki önceki yazılarımızda, bu makalemizde ve sonraki yazılarımızda kast ettiğimiz, edeceğimiz Yahudi, asırlardır birlikte yaşadığımız, ülke ticaretinin hareketliliğinde önemli katkısı bulunan insanlar değildir. Hatta İslam âleminde kendi işinde gücünde olanlar da değil. Dünyanın sair yerlerinde zulmü tasvip etmeyenler de değil. Hatta hatta İsrail hudutları içinde olup da vahşeti kınayanlar da değil. Kastımız, ikaz etmeye çalıştığımız Yahudi şovenleridir. Devlet gücünü ele geçirdiğinde terör fırsatı yakaladığını zannedenlerdir. Nil'den-Fırat'a uzanan büyük coğrafyayı işgal etmeyi ideal edinmiş olanlardır. Yahudi ırkını insan, diğer insanları gayrı insan sayanlardır. Kadın, çocuk bebek demeden sivil katliamı yaparak savaşı körükleyenlerdir. Ölçüsüz ve dengesiz güç kullananlardır. Bir yardım konvoyuna bile izin vermeyenlerdir. Barışa kastedenlerdir. Huzuru bozanlardır. İsrail, Kurtlar Vadisi Pusu filminden dolayı kabalaştıktan sonra bu defa da kalkıp her türlü diplomatik nezaketi bir tarafa bırakarak Türkiye'ye karşı çok ağır laflar etti: -İsrail'e en son ahlâk dersi verecek olan devlet, Türkiye'dir. TSK'nın terör örgütü PKK ile mücadelesi ima edilmekte. Türk Ordusu ahlâksızlıkla suçlanmakta. Bu durum karşısında istihbarat kaynaklarımızın PKK'nın arkasında kimlerin ne zamandan beri, nasıl yer aldıklarını dünya kamuoyu ile paylaşması şart olmuştur. Osmanlı devletinde sonun başlangıcı II. Abdülhamid Han'ın tahttan indirilmesi faciasıdır. Onu düşüren devrin Yahudi lobisidir. Ki o dönemde devletleri yoktu, orada-burada parça parça yaşamaktaydılar. Şimdi. Koyu bir din devleti. Tam bir ırk devleti. Kini katık edinmişler. Davos Hezimeti'ni unutmaları imkânsızdır. Bütün fitne mekanizmaları işletilecek, tabiî vatandaşımız olan Filistinlilere sahip çıktıkça olayları tırmandıracaklardır. Adalet istememizi hazmedemiyorlar. Ama unutmasınlar, 190 tane İsrail devleti olsa Türkiye Cumhuriyetinin kılına ziyan veremez. Garip Filistinlilerle, yanı başlarındaki komşu devletlerle Türkiye'yi karıştırmayacak zekâ seviyesine sahip olmalılar. Ham hayal peşinde gitmeleri uçuruma düşmeleriyle biter. Biz herkesle sıfır problem istiyoruz. İsrail ile de. Dileriz bu devletcikte aklı selim iş başına gelir, Bu zulüm ve kan biter. Nerede o TV'lere çıkıp "İsrail stratejik ortağımız" diye konuşan tutiler?
.
Bir insana ses olmak
15 Ocak 2010 01:00
Avrupa'dan sonra Amerika'da da hayatın engellilere göre tanzim edildiğine şahit olduk. Sanki merkezde onlar var. Evin giriş-çıkışından kaldırımlara kadar her şey engelliye göre tanzim edilmiş. Lokantalar, alış-veriş merkezleri hep öyle. Hiçbir yerde lavabo sıkıntısı çekmiyorlar. Hedef bu insanların kendi ihtiyaçlarını kendileri görebilmeleri. Küsmemeleri. Üretime iştiraklerinin devam etmesi. Bizde engelliler çok uzun seneler fark edilmedi. Görme engelli, duyma engelli, işitme engelli, konuşma engelli, zekâ engelli birçok engellimiz var. Bazıları doğuştan, bazıları kazazede. Trafik ve terör engelli sayısını devamlı çoğaltmakta. Nüfusun en az yüzde 10'u engelli. Gerçek bu olduğu hâlde engellimiz, ağır ihmallere uğramış. Rehabilitasyon merkezlerimiz yok. Oralarda tecrübeli terapistler yok. Havuz, araç-gereç yok. Halbuki bu vatandaşlarımızın sosyal hayata intibakı böylece olur. İBB başta olmak üzere istisnasız bütün belediyeler, bina ruhsatı verirken tıpkı modern ülkelerde olduğu gibi engellinin düşünülmüş olmasını şart koşmalı, kendileri de kaldırımları, yolları, umumi tuvaletleri buna göre tanzim etmelidir. Sosyal devlet, aile ile engelliyi baş başa bırakan devlet değildir. Türkiye gazetemizde Engelsiz Sayfayı açan arkadaşlarımız fazlasıyla teşekküre layıktır. İnşallah bu Engelsiz, Çevre, Gençlik gibi sayfalar ileride haftalık ilaveler de olur. Veya hepsi bir ilavede toplanır. Çarşamba günü Engelsiz Sayfamızdan yükselen bir çığlık dikkatimizi çekti. Perizat Altınay isminde İstanbul Araştırmacısı bir okuyucumuz, aynı zamanda Beyazıt Devlet Kütüphanesi'nin de müdavimiymiş. Burada göremeyenler/âmâlar için bir gönüllü grup oluşturarak bir zaman CD'ler doldurmuşlar. Ses kayıtlarını görme imkânına malik olamayanlar dinleyip istifade ediyorlarmış. Fakat gönüllü topluluğu dağılmış. Böyle bir hizmet de bitme noktasına gelmiş... Sıkıntı 3 alandaymış: Seslendiren sıkıntısı. CD temini. CD'nin engelliye gönderilmesi için kargo ücreti... Pes yahu!.. Şu devirde bunların mesele olması tek kelimeyle üzüntü vericidir. Kültür Bakanlığı ne güne duruyor? Kütüphaneler Genel Müdürlüğünün bütçesi yok mu? İBB için bunlar masraf kalemine bile girmez. Biz hem Kültür Bakanımız Ertuğrul Günay'dan ve hem de İBB Başkanımız Kadir Topbaş'tan telefon bekliyoruz. Sağlık Bakanlığı da bu konuya eğilmeli. Türkiye, çevre ülkeler için bir rehabilitasyon merkezi haline getirilmelidir. Perizat Altınay'ın bir de teklifi var. "Yayınevleri kitapları CD ile birlikte yayınlasınlar" diyor. İşte buradan BKY-Babıali Kültür Yayıncılığı yöneticilerine talimat veriyorum. Her kitap için olmasa bile bu fikir, belli başlı kitaplarda hayata geçecektir. Hiçbir mazeret kabulümüz değildir. Hayatın en büyük engeli mazeret üretmektir. İlk fırsatta inşallah kendimiz de seslendirme yapacağız.
.
Dizide doku uyuşmazlığı
18 Ocak 2010 01:00
> Washington DC Bizde birçok yayın gibi birçok dizi de yerli değil. Bir Türk şehrinden yayın yapmak başka, yerli olmak başka. Adına yerli dizi demekle yerli olunmuyor. Ülkemizde ekranıyla, sayfasıyla, yapımcısıyla, yöneticiyle ülke değerleri ve ülke insanı arasında doku uyuşmazlığı var. Dünyanın hiçbir yerinde evlere giren gazete böylesine çırılçıplak fotoğraf basmaz. Dünyanın hiçbir çatı altında bir televizyon, ailenin bir arada olup sohbet ettikleri, televizyon seyrettikleri saatte en hayasızından yatak sahneleriyle odaları kirletmez. Bazı internet siteleri filan dizinin sevişme sahneleri, falan dizinin sevişme sahneleri anonslarıyla ziyaretçi toplama peşinde. Gazetelerle, dergilerle bu milletin ruhunu çürütemediler. Şimdi bunu ekranla yapmaya çalışanlar var. Türk milleti şöhret, servet ve şehvet şeytan üçgeninde. Bir Yahudi bakanın sandalye alçaltması ne ki. Kendini tarif etmiş. Kararlılıkla üzerlerine gidersin mecbur kalıp özür dilerler. Nitekim öyle oldu. O tehlike değil. Tehlike onlara taşeronluk yapan bu sinsi zihniyettir. Şimdi denecektir ki seyirci istiyor biz yapıyoruz. Malum gazete tezgâhtarları da zaten öyle diyordu. Tabii siz fazladan olarak bir de elinde kumanda var değiştirsin diyorsunuz. Sanki her seyirci evliyayı kiramdan. Sen insanı hassas olduğu noktadan vur, sonra da insan hilkatine en aykırı cevapları ver. Uyuşturucu satıcısı gibisiniz. Önce tattırıp sonra müptela yapıyorsunuz. Bir çürüme böyle gerçekleşiyor. Fakat nasıl bir bünyedir ki içerden ve dışardan bin türlü maddi, gayrı maddi yıkım faaliyetlerine rağmen bu millet hayatta, ayakta? Bizde bir takım işsiz taifesi kendilerini önemli adam sınıfına dahil ettirmek, laik, çağdaş, uygar, ilerici ve daha bilmem neci görünmek için her sene belli zamanlarda sansürün kaldırılması yıl dönümlerini kutlarlar. Eğer birileri aileye sızarak çoluk çocuğunun ahlakına, ruh sağlığına, namusuna en tehlikeli teröristten daha tehlikeli şekilde tasallut ediyor da alınan bir tedbir onu engelliyorsa yapılanın adı sansür değil savunmadır. Hayır efendim sansürdür deniyorsa o zaman da yaşasın sansür demekte hiçbir beis yok. Nitekim araştırma verileri de millet, hakkının savunulmasını ve ailesinin korunmasını istediğini isbatlamakta. İpsos KMG araştırma şirketi bir anket yaptırmış. Anket çalışmasının yönetimi Bilgi Üniversitesi'nden Doç. Dr. Halil Nalçaoğlu'da. 34 ilde 16 bin örnek üzerinde çalışılmış. Konulardan biri şu malum kof kız, kof oğlan dizileri. Biraz dün, azıcık bugün, bol hile, çok entrika. Fütursuz içgüdü teşhiri. 16 bin kişinin yüzde 70'i değerlerimize zarar veren yayınlara sansür getirilmesini istemiş. Anket mevzii/lokal referandumdur. Demokrasi halk iradesi ise halk, oturma odasının birileri tarafından kirletilmesinin önüne geçilmesini istemekte. Halk istiyor, kim dinliyor? Halk istiyor, kim ne yapıyor? Halk mı elit mi?
.
Haiti Cumhuriyeti
19 Ocak 2010 01:00
İspanyalı Katolik papaz Bartolome de las Casas, Kızılderili Katliamı adlı okunası kitabında 1508 notları olarak Haiti adasına dair şöyle diyor: "Ben buraya vardığımda ada halkının mevcudu Kızılderililer dahil sadece 60 bindi. 1494'ten 1508'e kadar öldürülen insan sayısı ise 3 milyon. Bu insanlar, işgalcilere karşı verilen savaşlarda, köle iken ve maden işlerinde hayatlarından olmuşlardı. Fakat gelecek nesillerden kim bu yazdıklarıma inanır ki?" O zamanlar adanın yerli halkına Arawaklar denirmiş. Kristof Kolomb'un 1492 keşfinden sonra buraya Hispaniola adı verilmiş. Küba'nın doğusunda yer alan ada diğerleri gibi İspanyollar başta olmak üzere yeni dünyaya akan Avrupalı doymazların güzelliğine ilk hücum ettikleri geçiş noktalarından biri olmuş. 3 milyon veya daha az sayıdaki sakin insan, o doymazların eliyle ölmüş. Ada, o gün bugündür fakir. Batı yarım kürenin en yoksulu. 28 bin km2'ye yakın küçük bir toprak ve 10 milyon nüfus. Adayı Dominik Cumhuriyetiyle birlikte paylaşıyor. Diğer adı Ayiti. Latife gibi gelebilir ama "Ay" Kızılderili dilinde de "ay"dır. Mümkündür ki ismi Türkçe Ayiti olabilir. Karaip denizindeki işbu Haiti yahut Ayiti, bölgede ABD'den sonra ikinci olarak cumhuriyet rejimini seçmiş devlettir. Ne var ki etiket değişikliği ona refahı getirmemiş. İlk işgalci İspanya, işgalciler Hollanda, Danimarka vs. vs... krallık, Haiti, cumhuriyet. Demek ki ne tek başına cumhuriyet fazilettir ve ne de krallık. Fazilet, esas itibariyle insanın insanca yaşayabilmesinde. 6.5 milyar dünyalı yeryüzünde bir de Haiti diye bir yer ve güzel adanın garip insanları olduğunu yeni fark etti. Peki bu dünyanın varlıktan semirmiş milletlerinin darlıktan kaburgası sayılan insanlarını görebilmesi için illa zelzele olması, 50 bin kişi ölmesi, 250 bin kişinin yaralanması, 1 milyonun evsiz kalması mı lazımdı? BM'nin açıklamasına göre tarih bu çapta bir felaket yaşamamış. Adada ölüler gömülemiyor, talan ve yağmalar önlenemiyor. Türkiye, 1 milyon dolar nakdi yardım, 10 ton ilaç 20 ton gıda yardımı yaptı. Kızılay ve Türk yardım ekipleri orada. Dünya Haiti'de gösterdiği fedakârlıklardan dolayı Türkleri kahraman ilan etti. Çünkü Haiti'yi en iyi biz anlarız. Biz, çok depremlerle sarsılmış bir ülkeyiz. Biz halden anlarız. Anlamak lazım. Kim bilir belki Ayiti'li de kendi dilinde tıpkı Anadolu'da olduğu gibi "itin olam abe!" diyordur. Demiyor mu? Demiyorsa dedirtmemeli. İstemek zordur. İstemeden verilen değerlidir. Orada bir insanlık dramı yaşanıyor. Manzara, insanı insanlığından utandıracak kadar kötü.
.
Kara kutular
20 Ocak 2010 01:00
Mehmet Ali Ağca, tahliye edildi. Abdi İpekçi, katliamında 21 yaşında bir üniversiteliydi. Şimdi 52 yaşında. Bu ömrün 30 yılı hapishanede geçti. Mahkum hayatı malum. Hele Ağca gibi biri ise nabız atışı bile takip edilir. Bu şahıs hapisten çıkınca 5 yıldızlı bir otele yerleşti. Muhabirler soruyor? "Ödemeyi kim karşılıyor?" Avukatı "ben" diyor. Allah, Allah! Avukatlar eskiden müvekkillerden ücreti vekâlet alırlardı... 30 sene mahkum yatan bir kimse dışarı çıktığında cebinde otobüs bileti alacak parası olmaz. Ağca nasıl oluyor da bu lükse sahip? Dışarıda şirketleri mi çalışıyordu? Harcamanın kaynağı nedir? Bu soruyu kimse cevaplandıramayacak. Abdi İpekçi'yi kimin öldürdüğünün meçhul kalması gibi. Ağca'nın Maltepe'den kaçırılması gibi. Papaya gerçekten vurmak kastıyla mı, bir dünya ödevi olarak gündem değiştirmek için mi ateş edip etmediğinin bilinmediği gibi. Bir tuhaf üçgen var. Soğuk savaş dönemi Türkiye'sinin saklı gerçeği. Mehmet Ali Ağca, Abdullah Çatlı, Abdullah Öcalan. Biri kullanıldı ve kaçırıldı. Önce yerli sonra yabancı istihbaratın güdümüyle koğuştan Sheraton'a uzanan maceralı bir hayat, sırlarıyla birlikte meraklılarının masalarına bırakıldı. İkincisi kontrolden çıkınca hayatın dışına düştü. Üçüncüsü yerli istihbarattan yabancı istihbarata geçti. Onlar da bir kısım Kürtlere ulu önder olarak empoze ettiler. Hakkında idam cezası infaz edilmesin diye ceza kanunundan idam maddesi ayıklandı. 3 meçhul adam. 4 meçhul adam. Meçhul adamlar. Muamma isimler. Bu meçhul adamların, hayatları karşı karşıya veya yan yanadır. Biri bilmeden diğerini tamamlamış olabilir. Aynı merkezin kaleminden çıkma farklı senaryolar. Henüz kimse ne bu 3 ismi ve ne de diğerlerini kavrayabiliyor. Anlamadan düşmanlık, bilmeden hayranlık. Bilinen, sızdırılan kadar. Herkes için bilme payı yanılma payından az. Bu adamlar kara kutu. Bu kutular çözülür mü? Ağca Ergenekon'un neresinde, Çatlı hangi köşesinde, Öcalan ne yanında? Bunlar iddia edilir mi, üzerine kafa yorulur mu, bir şey elde edilebilir mi? Ergenekon davası salimen biter mi? Savcıları bitirilir mi? Ergenekon mahkemelerinde bu şahıslarla alakalı tekrar davalar açılır mı? Bunlarla alakalı MİT, MOSSAD, CIA arşivlerine girmek mümkün olur mu? Biri sırlarıyla öldüğü, diğer ikisi de ikrarda bulunmayacaklarına göre her konuşulan, her yazılan sadece tahmindir. Konuştukça bir dönemi mozaiklerler. Yakın tarih, bugün için en uzak tarihimizdir. İstihbarat arşivleri, 50 sene gibi uzun bir süre sonra gün yüzüne çıkar. 1970 sonrası geçmişini yadsımış bir yönetimin kargaşa dönemidir. O dönemde misyon yüklenmiş adamlar. Bu adamların zikzakları. Şimdi devlet, tekil yapıdan yeniden cihanşümul dokuya yönelirken onlar safra haline gelmiştir. Devlet adına hesaplaşanlar, devletle hesaplaşma ince hesabındalar...
.
Gündem cinayet
21 Ocak 2010 01:00
Ne kadar da ilginç değil mi? Abdi İpekçi katliamının dublörü M. Ali Ağca'nın tahliye edilmesiyle Hrant Dink cinayetinin yıl dönümü bire bir çakıştı. İki cinayet arasında ortalama 30 yıl olsa da değişen bir şey yok. Şimdi gündemde ne halkın nefret duyduğu Aşk-ı Memnu adlı dizi, ne insanlığın iflas ettiği ada Haiti, ne Gazze var. Var da olması gereken kadar yok. Türkiye gündemi iki cinayete perçinli. Ülke aydınları, bu iki esrarengiz problemi kim bilir kaçıncı yüz keredir konuşarak anlamaya çalışmaktalar. Ülkemiz gündeminin başka bir şey değil de kan olması ne kadar düşündürücü. Bu dram, bu utandıran gerçek, yeni değil. En az 150 yıldır Türkiye gündemi esas itibariyle kandır, cinayet, idam, katliamdır. Bu 150 yılda bunların yaşanmadığı yıl yok gibidir. Gündem, kalkınma hamleleri değil, eğitim değil, edebiyat değil, fikir değil, ekonomi, borsa, şu-bu değil. Esas, gerçek, odak gündem, hakim, baskın gündem kan. İnsanın hayatını kaybetmesi. Yok etme, linç ve tahammülsüzlük kültürü. Cahilin kan davası kindarlığını, mürekkep yalamışı farklı bir üslupla uyguladı. Sultan Abdülaziz'den Turgut Özal'a kadar darbeler, suikastler, sabotajlar, idamlar, katliamlar hiç durmadı. Kafes Operasyonu hangi lanetli taslaktır? Tanzimat'tan sonraki dönem, bir padişahın iki bileğinin kesilerek katledilmesiyle gündem kanlıdır. İttihat Terakki'de cinayetler alıp başını gider. Cumhuriyetin ilk çeyreği bol idam, bol suikast ve çok tahammülsüzlükle doludur. İkinci, üçüncü çeyrekler de hep böyledir. Menderes ve arkadaşlarının idamları. Sol-sağ kavgalarında 5 bin gencin öldürülmesi. Daha sonra Kürtçü terörde 60-70 bin insanın ölmesi. Sanığın yaşının büyütülerek idam edilmesi başka bir memlekette olmuş mudur? Sultan Aziz'den 2010'a kadar kaç Başbakan, kaç, yazar, kaç aydın, kaç din adamı, kaç öne çıkmış insanın öldürüldüğünün listesinin çıkartılması lazım. Adnan Menderes'in idamıyla Nihat Erim'in suikastle ölmesi arasında sadece 10 yıl vardır. Evet... Bizim yakın tarihimiz... Diğer yüzüyle cinayettir, kandır, ölümdür. Cinayet, kan ve ölüm hep gündemi tuttu. Haiti'ye cumhuriyet denmesinin ne anlamı var? Uzun seneler bizim demokrasi Haiti'nin cumhuriyetiydi. Güdümlü anayasa, darbe tehdidi. Ve havayı yaran kurşunlar, yağlı ilmikler, yitirilen hayatlar. 150 yıldır, gündem kan, gündem, cinayet, gündem ölüm. Gündem, gidenlerin ardından konuşarak geçirilen binlerce saat.. Gündem cinayet değil de gündem, hayat olduğunda siz Türkiye'yi görün. Şimdilerde o Türkiye'yi görmek için bir zorlu mücadele veriliyor.
.
Atom bombasından farksız
22 Ocak 2010 01:00
Fatih Camii bombalansaydı, Beyazıd Camii bombalansaydı, uçaklar, İstanbul üzerinde dalışlar yaptıktan sonra yeşil bayraklı, çarşaflı, sarıklı kitleler, Hava Müzesini basıp tahrip etselerdi, sivil kıyafetler giymiş binlerce askerî personel olayları protesto için sokaklara dökülseydi, hava kuvvetlerine bağlı uçaklarımız Ege üzerinde Yunan uçaklarını taciz ederek bir uçağımızın düşmesine yol açsalardı, bu olmazsa kendi pilotlarımız kendi uçağımızı vurup düşürdükten sonra Yunanistan düşürdü yalanını yayıp komşumuzla savaşa tutuşsaydık... Türkiye'ye atom bombası atılmış gibi olurdu. Taraf gazetesi, atom bombası patlattı. Habere göre bunlar iki safhada ve üç isim taşımakta. Karadakiler Balyoz Harekâtı, Çarşaf-Sakal Harekâtı. Havadaki ise Oraj harekâtı. Bunları 29'u general, 162 subay planlamış. Aralarında devrin 1. Ordu komutanı ve hava kuvvetleri komutanı da var. Tarih, 2003. AK Parti henüz iktidar. Maksat iktidarı yıpratıp devirmek. Darbeden sonra kimlerin bakan olacağı, hangi gazetecilerin tutuklanacağı bile belli. 5 bin sayfa tutan delillerden, ıslak imzalardan, CD'lerden, sıkıyönetimden söz edilmekte. Şayet bütün bunlar gerçekse buna çılgınlık denemez. Bunun adı ancak ve yalnız ihanettir. Şu var ki senaryo yeni değil. Bunlar haliyle 31 Mart tertibini, Kubilay olayı tertibini ve 27 Mayıs tezgâhını hatırlatmakta. Zaten musavver/tasavvur edilen darbe için 12 Eylül model alınmış. Şayet bu dehşet yaşansaydı. Türkiye atom bombası düşmüşten farksız olurdu. Oyunu kim, kimler bozdu, Hilmi Özkök mü ortaya çıkarttı bilmiyoruz. Hilmi Paşa, demek ki öğle yemeğini evinden boşuna sefer tasıyla taşımıyordu. Bunlar iddia. İsimler alenen yazılmakta. Hukuk devrede. İftira diyene de mahkeme kapısı açık. Sağduyu sahibi herkes asılsız olmasını temenni eder. Ama sanki imkânsız bir temenni. Peki, belki hükümet üyelerinin bile haberinin olmadığı böyle bir korkunç vak'aya Taraf gazetesi nasıl vakıf oluyor? Bu ve buna benzer bütün hadiseleri Taraf ortaya çıkartmakta. Taraf öyle devasa imkânlara, kadrolara sahip olan bir gazete değil. Arkasında tükenmez bir sermaye de yok. Bir yayınevi, Ahmet Altan'ın bir-iki kitabını çok basarak ucuza satmak gibi bir ticari atak yaptı. Kazanılan parayla bu gazete kuruldu. Başına Ahmet Altan, yardımcılığına kocası Amerikalı bir diplomat olan Yasemin Çongar getirildi. Bu hanımın uzun seneler çalıştığı CNN Türk'ün, Milliyet'in Amerika temsilciliğini bırakıp bir yayınevinin tutup-tutmayacağı meçhul bir gazetesine gelebilmesi ilginçtir. Şimdi, Türkiye gündemini allak-bullak eden manşetler atılmakta, haberler yapılmakta. Kötü mü? Hayır. Habercinin işi, haber vermektir. Bunlar doğruysa büyük hizmet. Ancak bu haberler sadece mangal gibi yürek isteyen cesaretle izah edilemez. Bir küçük tirajlı gazete, bir gücün karşısına dikilebildi. Öyleyse kaçınılmaz soru şudur: Bu haberleri Taraf'a kim teslim etmekte? Taraf, bir büyük projenin zamanlama mahsulü mü? Hem haber mevzuu, hem haber veren düşünülmeye değer.
.
Hırkayı Şerifli olmak şereftir
25 Ocak 2010 01:00
Genelkurmayın safı bellidir. Genelkurmay, milletin emrindedir. Bu millet, yerine göre fakirliğe katlanmış fakat subayını el üstünde tutmuştur. Genelkurmayın içindeki darbe hastalarını temizlemesi milletine karşı vazifesidir. Sahip çıkmak ne kelime, dolaylı koruma, susup ses çıkarmama bile Genelkurmayın hakkı olamaz. Mezhepçi, Siyonist ve Kemalizmi paravan edinmiş bir avuç cuntacı Fatih ve Beyazıt Camilerini bombalama ihanetini planlıyorsa, kendi uçağımızı düşürme, pilotumuzu öldürme zır deliliğini gündemine alıyorsa, İstanbul'un üzerine çökme manyaklığından söz ediyorsa, milletine hakaret ederek onu acımasızca katle hazır olduğunu fütursuzca konuşuyorsa bunun adı en ağır cinsinden ihanettir. Cuntacı konuşuyor " isminden belli zaten, diyor, "Hırkayı Şerif!.." Hırkayı Şerifliyi soykırıma uğratmakla ancak kininin dineceği anlaşılıyor. Bu kimse, eğer Hırkayı Şerifi bilmiyorsa katmerli cahildir. Biliyor da konuşuyorsa bir gayz ve kin içinde olduğu aşikâr. Her iki halde de affı mümkün değil.. Bunlar,bu milletin, imanına, Peygamberine ve Allah'ına da mı düşmanlar? Politik, ideolojik görüşleriyle yüce değerlerimizi de mi karmakarışık etmekteler? Kimse sahip çıkamaz. Harp oyunları yapılıyordu gibi itirazlar sadece gülünçtür. Bu millet binlerce yıldır orduya sahiptir. TSK ile kıyamete kadar yaşayacaktır. Ama kurumlar kimsenin malı değildir. Sen milletin ödediği vergilerle en güzel imkânlara sahip ol sonra da ona imanından dolayı, siyasi tercinden dolayı, oturduğu semtten dolayı düşmanlık göster.. Balyoz, Gün Işığı, Kafes. şu bu. Dağdaki teröristle uğraşamayanlar, camideki mümini, semtteki ahaliyi hedef almışlar. Asker bu darbe virüsü kapmışlara sahip çıktıkça yıpranmakta. Genelkurmay unutmasın. Asla unutmasın. Bugün bu topraklar vatansa, dün bu milleti vakarla yönetenler yerine göre hiç çekinmeden öz evlatlarını feda ettiler. Siz de darbeci, cuntacı, milletiyle ters düşmüş bu tehlikeli adamları aranızdan temizlemelisiniz.Temizlenmelerine yardımcı olmalısınız. Muvazzaf olanları bulup ortaya çıkartarak siz temizleyin. Emekli olanları da üst yargı yoluyla sivil yargının elinden koparmayın. Yersiz bir mesleki taassuba kapılmayın.Beş bin yıllık tarihimiz böyle bir ihanet yaşamadı. Bunu hafife almayın, yok saymayın , dolaylı yoldan sahip çıkmayın, asla ve asla sahip çıkmayın. Bunlar milletiyle savaş hesapları içindeymiş. Gerçek ağır da olsa öylece kabul edin ve gereğini gözünüzü kırpmadan yapın Harp oyunuymuş. Kundaktaki bebek inanmaz.
.
Darbeler dünde mi kaldı?
26 Ocak 2010 01:00
Alevi cemaat sözcüleri teşekkürü hak ettiler. Dedikleri şu. "Dün Sivas'ta Madımak Otelini yaktıranlar bugün de camileri bombalatırlardı. Dün Maraş'ta, Çorum'da katliam yaptıranlar, bugün de kendi uçağımızı düşürürlerdi." Yakın zamanlara kadar aynı kitle, bu faciaları Sünni vatandaşlarımızın yaptıklarına inandırılmıştı. Bunlar 2003'te yaşandı. Üstüne de AK Parti ikinci kez iktidar oldu, işimize bakalım demek yanlıştır. Eğer hadiseler sadece dünle alakalıysa o zaman tarih ilmi lüzumsuz hâle gelir. Zaman iki boyutlu olur. Ele geçen her darbe planı ayrı dehşetteydi ama bu "Balyoz" bir başka. Devrin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök Paşayı öldürmeye kalkmışlar. Şayet darbe gerçek olsaymış, dünya ikinci bir Stalin vahşetine tanık olurmuş. Ses kayıtları ortada. Deliller onlarca klasör. İstanbul'un üzerine çökmekten söz ediliyor. Fatih ve Beyazıt Camilerinin, cuma günü namaz esnasında bombalanması kararı açıklanıyor. Bazı semtler hedef gösteriliyor. Bütün bunlar size neyi hatırlatmakta? Harekât Ordusunu değil mi? Bu zihniyet, Harekât Ordusu'nun devamıdır. Bunlar Türk Ordusundan olamaz. Zorbalar, azınlık oldukları hâlde çoğunluğa tahakküm ederek seçilmiş hükümetleri devirdiler. Harekât Ordusu, 31 Mart Vak'ası, Kubilay Vak'ası, 27 Mayıs 1960'a giden 27-28 Nisan olayları, DP iktidarının üniversiteli gençleri kıyma makinelerinden geçirdiği yalanı. 12 Eylülü yaptırtan kardeş kavgaları. Sol-sağ diye bu ülkenin 5 bin gencinin ölümüne sebep olan karanlık senaryolar. Bazıları için uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ticaretine dönüşen Türk-Kürt çatışmaları. Bunların hepsi, bu suiistimallerin içinde. Bu dosyalarda. Fakat bu dosyalar sivil mahkemelerden aparılıyor. Doğru, tarih 2003'e dair. Peki sonraki yıllarda neler oldu? Hiçbir şey yaşanmadı mı? Başbakan Tayyip Erdoğan, makam arabasından ne ile kurtarılmıştı? Neden başka bir şey değil de balyoz? O balyoz nereden bitti birden bire? Niye birtakım isimler hâlâ yurt dışında kaçak? Eğer, kim sızdırdı? değil de kim yaptı? Soruşturması açılsaydı bu zihniyet düne mahkum edilmiş olurdu. Ama ne var ki yakın zamanlarda ortaya çıkan her darbe soruşturması arkasından önce cılız bir yalanlama, sonra kim sızdırdı soruşturma haberi geliyor. Kim yaptı soruşturması başladığında darbeler dünde kaldı diyebiliriz. Alevî cemaat sözcüleri gibi Sünnî cemaat sözcüleri de benzer açıklamalar yapmaktalar. Düne dair olsa bile her iki taraf da fikir birliği hâlindedir. Aynısının toplum huzuru adına sivil ve asker arasında da olması lazım. Siviller düne dair olsa bile sokağa dökülüp aleyhte gösteri yaparken askerin kim sızdırdı kızgınlığı içine düşmesi hatadır. Dış politikada en iyi çözüm çözümsüzlüktür diyen. Ekonomide yüksek enflasyonla yaşamayı üslup edinen. Halkı birbirine düşürerek çıkan kargaşada meşru hükümeti devirmeyi vatan kurtarıcılığı sayan dünya tanımaz bir dünya görüşünden kurtulma mücadelesindeyiz
.
Avrupa'ya Türk başkan
27 Ocak 2010 01:00
AKPM/Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Başkanlığına AK Parti Antalya milletvekili sayın Mevlüt Çavuşoğlu rakipsiz olarak seçildi. 1968 Doğumlu. Mülkiyeli. İngilizce, Japonca ve Almanca bilmekte. ABD'den master sahibi. Ülkemiz adına büyük muvaffakiyet. Darbe cidaliyle gerilen sinirleri yatıştırmak için bir vesile. Milletlerarası ligde daha çok insanımız yer almalı. İslam Konferansı Teşkilatı genel sekreterliği, Coca Cola yönetim kurulu başkanlığı, iş adamlarımızın dış dünyada devasa taahhüt işlerinin altına girmeleri, TSK'nın yalnızca Adriyatik'ten Çin Seddine değil Kızıldeniz'de Somalili korsanlara karşı huzurun teminatı olması, Afganistan'da bir kere daha komutayı deruhte etmemiz, Kızılay'ın feryadın olduğu her yerküre köşesine yetişmesi, Hizmet Okullarının dünyanın dört bucağında Türkçe'nin ses bayrağını dalgalandırmaları, hatta basket ve futbolda çocuklarımızın batının yıldız takımlarının yıldız oyuncuları olmaları 2071 Cihan Devleti Türkiye'sinin şafak ışıklarıdır. Bunun bir adım sonrası BM genel sekreterliğidir. Muhterem Ahmet Davutoğlu'nu bugünden oraya hazırlamalıyız. Malumatı olmayanlar için küçük bir izahat.. AK/Avrupa Konseyi ile AB/Avrupa Birliği farklı Avrupa kurumlarıdır. 1949'da kurulan AK'nin kurucu asli üyesiyiz. AB'ye ise ilk defa 1959'da Fatin Rüşdü Zorlu imzasıyla müracaat etmiştik. AB ileride başına dert olacakları kuvvetle muhtemel eski doğu bloku ülkelerini kabul etti, Türkiye'ye sürekli şekilde dostluğa yakışmayacak üsluplar gösterdi. Müktesebatı zayıf veya taassup damarı kavi bazı Avrupalı politikacılar, Türkleri Avrupalı saymamaya bile kalkıştılar. Halbuki biz, 1352'de Avrupa yakasına sallarla geçip çıktığımızdan beri Avrupalıyız. Şu farkla ki biz, sadece kara Avrupa'sına ait değiliz. Bizim aidiyetimiz yarım düzine. Bu emsalsiz bir zenginlik. AB bu zenginliği göremiyor. Mevlüt Çavuşoğlu'nun seçilmesi bir iddianın çürümesidir. AB icraî ve iktisadî yapıdır, merkezi Brüksel'dir. AK ise yasama ve hukuki kurumdur. Merkezi Strasbourg'dur. Avrupa Parlamentosu ve AİHM, AK kurumlarıdır. 1949'da kurduğumuz, aidat ödediğimiz bir müessesede iki senede bir başkanlar değişirken biz hep seyretmişiz. Şimdi ise Başkan bir Türk. Avrupa Kültür Başkenti İstanbul'dan sonra Avrupa'ya Türk başkan. Herkes işine baksa, asker askerliğine, siyasetçi siyasetine, hakim mahkemesine baksa Büyük Türkiye daha çabuk gerçek olacak. Gayet mühim bir haber, nüfusumuz her şeye rağmen artmış. Bugün Ankara, 75 milyon iç, 300 milyon dış Türk ve 300 milyon ümmet üzerinde derin etkiye sahiptir. Sırada Türk Konseyi'ni işler hâle getirmek var... TAZİYE 90 yolcusuyla Akdeniz'e gömülen Habeşistan uçağındaki yolcu ailelerinin acılarını derinden paylaşıyorum. Onların ızdıraplarını bir uçak kazazedesi olarak şu gün herhalde en iyi anlayacaklardan biri biziz.
.
Problem
28 Ocak 2010 01:00
Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler Komitesi'nde Hollandalı Hıristiyan Demokrat Ria Oomen-Rujiten tarafından hazırlanan '2009 Türkiye İlerleme Raporu'nda parti kapatılması, askerin sivil mahkemeden alınması, darbe planları gibi meselelere işaret edildikten sonra, TBMM'nin açılımlara imkân veren kanunları yaptığını fakat Anayasa Mahkemesini aşamadığını, problemin meclis değil, Anayasa Mahkemesi olduğunu yazıyor... Bugün varılan noktada şunu diyebiliriz.... Anayasayı değiştirebilen güç, iktidardır. Yürürlükteki Anayasa değişmedikçe, Türkiye huzura muhtaç kalmaya devam edecektir. Anayasa'nın değişmesi için yazılmadık yazı ve söylenmedik söz kalmamıştır. Binlerle ifade edilecek makale yazılmıştır. Aynı miktarda tv programları yapılmıştır. Aynı miktarda konuşmalar olmuştur. Sonuç havanda su dövmektir. Su havanda çalkalandıkça ülke de kargaşa içinde gidip gelecek... Bu anayasa bir darbe kanunu. 12 Eylül 1980 darbesine dayanmakta. Dayanağın da dayanağı var. O da 27 Mayıs Anayasası. 27 Mayıs Anayasası kuvvetli iktidar imkânını berhava etmiş, 12 Eylül Anayasası da bunu aynen korumuştur. Bugün Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ve Ordu iktidara fiilen ortaktır. Yakın tarihe kadar medya da buna dahildi. Vatandaşın oyu kalp paradan öteye gidemiyor. Doğru olanı her kuvvetin kendi alanında olanca parlaklığıyla var olmasıdır. Makul ölçülerde kalınsa kuvvetler ayrılığı ilkesi iktidarların diktatörleşmesini önler. Ama aşırıya kaçılınca iktidarlar mağdur konuma düşmekte. Suçlanan Anayasa Mahkemesini dinlerseniz o da mevzuat neyi emrediyorsa onu yapıyorum diyecektir. Bu ne kadar inandırıcıdır bilemeyiz ama en azından bu mazeret ortadan kalkmalı. AK Parti iktidarı, Anayasa değişikliğini artık var olma veya olmama gerçeği olarak telakki etmelidir... Muhalefetin merhametiyle Anayasa yenilemek imkânsızdır. Muhalefet aldığı beslendiği kaynağı neden ötelesin ki? AK Parti ya bu deveyi güdecek... Veya bu deveyi güdecektir. Daha çok çalışmaları gerekiyor. Çalışan sadece Başbakan ve bir ekip olmamalı. Bütün vekillerin ter topuğundan çıkmalı. Lider yapsın, lider konuşsun, lider düşünsün sen ayağa kalk ceketini ilikle, alkışla, liderle aynı kareye düşmeye bak dönemi bitmeli. Sayın Tayyip Erdoğan bir de içeride açılıma gitmelidir. Anayasa değişikliği ülke çapında topyekun çalışmayla mümkün olabilir. Gök gürültüsünü andıran bir kamuoyu baskısı meydana getirmek şarttır. Muhalefet milletvekillerinden yazarlara, sivil toplum kuruluşlarına ve bütün etkili isimlere kadar adam adama markaj yapılmalıdır. Bundan böyle iktidarın 1'den 10'a kadar sıralanacak öncelikli gündem maddeleri hep aynıdır, Anayasa değişikliği. Sonraki maddeler 11'den başlar.
.
Kulağımda ezan sesi
29 Ocak 2010 01:00
> Washington DC Yunus Emre, Mevlana, Urfalı Nabi, Şeyh Galip, Yahya Kemal, Mehmet Akif, Necip Fazıl, Arif Nihat, Attila İlhan, Yavuz Bülent, Sezai Karakoç ve bu ülke değerlerine sevdalı hangi şair varsa onun mısralarında mutlaka ezan, mutlaka minare mutlaka cami, mutlaka, çini, mutlaka lale vardır. Nazım Hikmet'in Ağa Camii üzerine yazdığı şiiri bundan haberdar olmayan herkesi şaşırtacak güzelliktedir. Yaşadığı, doğduğu toprakların Türkçe'sine, minaresine, mihrabına, ezanına, bayrağına, şehidine, sebiline sevdalanmayan mümkündür ki mısra üretebilir, fakat şair olması, olduğunu sansa bile zamana dayanabilmesi imkânsızdır. Çünkü onu besleyen damar dumura uğramıştır. Bu değerlerden mahrum yazar olamaz, şair olamaz, mütefekkir olamaz, ilim adamı olamaz, devlet adamı olamaz, asker olamaz, adam olamaz. Ezan ve sabah, ezan ve akşam, ezan ve cuma, ezan ve ramazan, ezan ve insan... Zamanın yakuttan taşlarıdır. Bebek doğar, aile büyüğü, onu kucağına alır sağ kulağına ezan, sol kulağına ikamet okur. Ömür, öylesine kısadır ki...var sayın ki ezanla sala arası kadar. Cenaze namazının ezanı, neredeyse bebekken kulağına okunmuş ezandır... Bilal-i Habeşi ezanlarımızın tâc ismidir. Onun için bizim milletimiz Bilal ismini çok sever. Mimar Sinan, ezanı göndere çeken âşıktır. Bu milletin üstünde ezanlar susarsa baykuşlar öter. Ezan hangi dildir? Ezan, namaz, Kur'an diller üstüdür. Ezan ezandır, namaz namazdır, Kur'an da Kur'an. Bunların kaynak dili Arapça ama aslında onların lisanı gönül dilidir. Anadolu'daki ümmi bir ana, Kur'anı Kâbe'ye komşu bir hürmet fukarasından daha iyi anlar... Siz hiç kulağınızda ezan sesleri ile bir gurbet ülkesinin caddelerinde dolaştınız mı? Bu olur mu, olabilir mi? Aylar var ki ezana hasretseniz, hem siz gurbetteyseniz ve hem de gurbet sizin içinizdeyse bunu muhtemeldir ki yaşarsınız. 25 Şubatta bir yıl olacak. Önce Hollanda sonra Amerika. Bir yıl oluyor ki ezan sesinden mahrumuz. O bir yıl sanki uzadı bin yıl oldu. Hoparlörler ezanı Muhammedi'yi incitti. Buna rağmen ezan içimizde bir daüssıla. Yolda giderken, evde çalışırken birden irkiliyoruz. Bir ses. Ezan. Kulak kesiliyoruz. Evet ezan. Ama değil. Nerde okunacak ki? Burada ne ezan var ve ne de ezanın letafeti, ruhaniyeti, cezbesi. Burada çanın dannn, dannnları var. Buna rağmen bir, üç, beş, yüz. Kulağımda ezan sesi. Herhalde bir hasret, bir özlem, bir aşk o sesi duyuruyor, duyar gibi oluyoruz. Tam da ezan vaktinde, tam da öğlende, tam da ikindide. Ezanı duymayan kalb ölü demektir. Bu milleti, bu ümmeti, bu coğrafyayı camiden, minareden ezandan koparmak onu öldürmektir. Bizim şehir ufkumuzun en güzel süsü minare ve kubbedir. Bunları çekin ülke bir enkaza döner. Allah, bu milleti, bu ülkeyi, bu coğrafyayı bu ümmeti camisizlikle, ezansızlıkla cezalandırmasın. Ezansız zamanlar öylesine kekre ki. Ezansız topraklar öylesine gurbet ki. Fatih Camii olmayan bir İstanbul, Hırka-i Şerifi olmayan bir İstanbul, Beyazıt Camii olmayan bir İstanbul, ezan sesi çağlamayan bir İstanbul vatan kalamaz.
.
Peyzaj
1 Şubat 2010 01:00
> WASHİNGTON DC Hatırlıyor olmalısınız, sorumuz nasıldı? "Fatih Camii olmayan bir İstanbul, Beyazıt Camii olmayan bir İstanbul, ezan sesi çağlamayan bir Türkiye vatan olabilir mi?" Olamaz ve kalamaz. Camiler, kubbeler, minareler vatanın tapu vesikalarıdır. Taş, eserde taş olmaktan çıkıp mühre dönüşür. Ezan, hançerden yükselerek bayrak olur, ana duası Mehmetçiğe kefen. Onun için ecdat eserlerinin, nakış nakış işlenmiş olduğu Büyük Coğrafya, Hartum da Kahire de Saraybosna da Gümilcine de Budapeşte de Tiran da Üsküp de Şam da Bağdat da Şarkî Türkistan da Endülüs de elhak ve elhamdülillah el'an da vatandır. Bugün vatan, arzı aşıp kültüre kalbolmuştur. Bayraklar satellite da dalgalanmakta.. Bizim yeşil yamaçlarımızda da kuru bozkırlarımızda da beyaz minareler yükselir. Şehirlerimiz bedesten, kubbe, minare, sebil merkezlidir. Bunlar bizim peyzajımızdır, bu coğrafyada bu resim hakimdir. Onun için AVM'lere mescid kaçınılmaz mecburiyettir, kampanya daha da yankılanmalııdr.. Millet, AK Parti'yi tercih ediyorsa inanç dokularındaki ayniyettendir. Bu toprağın insanı, bu partiyi enflasyonu bitirdiği için yeniden iktidar yapmadı. Bu ülkenin altın imanlı yurttaşının birinci önceliği ekonomik refah değil, ahiret ahengidir. Şu gün mümkün olsa Büyük Coğrafyamızda da sandık masaya konsa Filistin'de, Şam'da, Mekke'de, Medine'de, Kırım'da ve diğerlerinde seçim yapılsa onların da seçeceği isim Recep Tayyip Erdoğan'dır. CHP bunu anlayamıyor. Kaldıysa Türk solu bunu anlayamıyor. Stili hiçbir dünya standardına uymayan Türkiyeli laik bunu anlayamıyor. Bu sebeple Başbakan Erdoğan, aman ha, zinhar ha işçiye açlık grevi gibi ayıplar yaşatılmamalı, küçük tasarruflar büyük davanın tuzağı, kibrit ormanın katili olmamalı. Yaşatacağınız, her halükârda insan olmalıdır. Gençlik soruyor "Mehmetcik "Allah Allah" diye düşmana taarruz ediyorsa kışlada cami niye yok?" Doğrudur. Genç adam, sormalılar. Kanunen taburlarda ilahiyatçı subay kadrosu da vardır. Genç sormalı, sorduğunun takipçisi de olmalı. İstanbul Barosunu silkeleyen Genç Siviller olmuştur. Ezandan kopanlar, bu ülke insanını anlayamaz.. Tarihle kopuklar, dinle köprüleri yok. Ecdadın nefes alıp verdiği her yer vatandır. Sultan Vahideddin'in kabrinin Şam'dan İstanbul'a nakli hata olur. Enver Paşa'nın Tacikistan'dan getirilmesi vahim hata olmuştur. Yavuz'u ecel kendine çekmeseydi, ismi Selim, kendisi kartal o yaman hükümdar cihanı fetheder ve ezan, bir ekvator kuşağı gibi sada sada cihanı sarardı. Bugün fütuhat uydulardan oluyor. Viyana arkada kalmıştır. Dünya, o kadar küçük ki. ★ Emr-i bülendsin ey Ezan-ı Muhammedi. Kâfi değil sadana Cihan-ı Muhammedi. Sultan Selim-i Evvel'i ram etmeyip ecel, Fethetmeliydi alemi Şan-ı Muhammedi Yahya Kemal
.
Gün doğmadan
2 Şubat 2010 01:00
> Washington DC Türk medyası kaliteyi görmez, o yüzden siz de biz de vaktinde haberdar olamadık. 15 Ocak gecesi CRR'de Sezai Karakoç'un hayatını anlatan Gün Doğmadan adlı belgesel filmin ilk gösterimi yapılmış. Film 110 dakikaymış. Seyredenler, filmdeki sinema dilini takdir etmişler. Galaya İçişleri Bakanı Beşir Atalay ile Tarım Bakanı Mehdi Eker de iştirak etmiş. Bakan Atalay, Sezai Karakoç, bir medeniyet adamıdır, bizim neslin üzerinde büyük hakkı var, kendisine minnettarız derken, Bakan Mehdi Eker de Türk edebiyatı, daha evvel hiç bilmediği sembolleri Sezai Karakoç'la tanıdı, o aynı zamanda büyük bir mütefekkirdir, bu film iyi ki hayattayken yapıldı, demiş. Anma gecesinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'ndan da mülakatlar dinletilmiş. Geceye Sezai Karakoç'un kendisi katıldı mı? Anlayamadık. 2006'daki Kültür Bakanlığı Büyük Ödülüne de ne gitmiş ne de ödülü almıştı. O gece Kültür Bakanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı neden orada değillerdi? Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan ve Ertuğrul Günay'ın Sezai Karakoç'a hürmette kusur etmeyeceklerine eminiz. Engeller aşılarak orada olmalıydılar diye düşünüyoruz. Çağın bu büyük mütefekkiri, bir fikri iktidara taşıyan önemli şahsiyetlerdendir. Bugünkü açılımların mimarı 30 yıl öncesinden O'dur. Sonraki nesilleri derinden etkilemiştir. Sezai Karakoç'un üstadı Necip Fazıl altı ay daha yaşasaydı Turgut Özal'la dünya görüşünün iktidar olduğunu görmek gibi bir bahtiyarlığa erecekti. Diyarbakır'ın bu mümtaz evladı ise böyle bir şansa malik oldu.. Sezai Karakoç, bizim neslin efsane ismidir Sezai Bey derdik. 1968-69'larda MTTB yıllarında bir ikindi vaktinde Molla Fenari Camii çıkışında karşılaştık. Hüseyin Ünal ağabey kendini ve beni usulca kenara çekerken "Sezai abi" diye fısıldadı. Geçip-gitti, ne kelam, ne selam. O sıralar İslamın Dirilişi adlı kitabından dolayı polis tarafından aranmaktaymış. Sonraki senelerde Molla Fenari Sokakta çok sık karşılaştık. Geçip gitmeler devam etti. Sezai Karakoç'u her cephesiyle en iyi bilenlerden biri olduğumuz halde aynı mekânda oturmuşluğumuz olmadı. İnsanlar, eserlerindedir. Beşer tarafı, üstün yanını örter. Onu, en iyi izah edenlerden biri Ömer Öztürkmen ağabeyin şu cümlesidir "Sezai deha ile şizofreni arasında gidip-gelir" bunu der, o şiirini okur "biz intihar denen patronu da denedik" ve ıslığını çalar. Bu dahi şairi ilk şiirlerinden biriyle ön plana çıkartmak onu anlamayanların, sığ kalanların, magazin düşkünlerinin işidir. Mona Roza'yı kitaplarına almamıştı. Şurada-burada eksik-yanlış yayınlar çıkınca bu defa kendisi Gündönümü adlı anıt eserine dahil etti. Sezai Karakoç ehli sünnet Müslümandır. Osmanlıdır. Orta Doğulur. Bir İstanbul sevdalısıdır. Necip Fazıl, heyecan, Sezai Karakoç sükûttur. Necip Fazıl, nârâ, Sezai Karakoç kor ateştir. Nobeli çoktan hak etmiştir. Fakat Nobel almamak Sezai Karakoç için bir eksiklik değildir. Nobel vermemek bu kurum için bir ayıptır. Aynı ayıbı, Necip Fazıl, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Cemil Meriç'te de işledi. Nobel almak için ateistlik, yerli düşünceye düşman olmak gibi bir gizli gündemleri ümit ederiz ki yoktur. Sezai Karakoç, İslam kültürünü, Kâab bin Züheyr'i, Şeyh Galib'i, İmamı Rabbani'yi, Abdülhakimi Arvasi'yi bildiği gibi Camus'u, Kafka'yı Kierkegarad'ı, İonescu'yu, Dostoyevski'yi, Puşkin'i, Marx'ı, Hegel'i vs. o ülke entellektüellerinden çok güçlü şekilde anlar ve tahlil eder. Sezai Karakoç'u anlatmak. Ne çok vakit alır. Sütunlar da ne kadar dar. Söze daha yeni başlarken bitiyor. Vefa gösterenlere, yönetmen Ensar Altay'a teşekkür ederiz. 22 Ocakta 77 yaşına giren yeryüzüne armağanımız büyük imzaya daha nice sağlık dolu yıllar dileriz
.
Jüristokrasi
3 Şubat 2010 01:00
Yargı devletinin evrensel tanımı jüristokrasidir, yargıçlar devleti. Yargıçlar devleti, askerler devleti, üniversite devleti, teknokratlar devleti, bürokratlar devleti, medya devleti. Devlet içinde devletler, en merkezde de mavi sakalın odası gibi derin devlet. Millet, çenebazların afyonuyla uyutulurken devlet, milletten çalınmış. Millet, onlar için güdülen sınıftır. Onun yönetme hakkı yoktur. 4 yılda bir oy veriyor, beş yılda bir de eve kapatılarak adam sınıfından sayılıyor ya daha ne ister? Millet var, millet var olduğu için ülke var, millet var olduğu için kurumlar var. Fakat millete devlet yok. Devlet, elitlerin, yargıçların, darbecilerin, beyaz Türklerin olabilir. Fakat milletin olamaz.. O, oğlunu askere vermek, o vergilendirilmiş kazanç kutsaldır yazan binalara girip azarlanarak vergisini ödemek zorunda. Onun çocuklarına imam hatipler bile fazla kendi çocuklarına yurt dışında eğitim hazır. Seçkinlerin çocuğu vatandaşı olsun diye Amerika'da doğacak, Doğu Anadolu'da zavallı genç kadın, doğum için kış günü kızaklarla hastaneye taşınacak. Milletin karısı-kızı ise istediği gibi örtünemeyecek. İsteniyor ki tek parti anlayışı devam etsin. Vatandaş, tahsildara, jandarmaya, baş efendiye, baş kâtibe, yargıca kul köle olsun. O köylü toplum kalacak, hakim sınıfa rüşvet verecek, kuzu kesecek, olmadı tavuk kesecek. Verilen mücadele seçkinle seçilmişler mücadelesi. Onurlu olanla onursal olanın kavgası. Darbeler, milletin iradesini hadım etmek için yapıldı. Cuntanın eylemi silahla, jüristokrasinin müdahalesi mevzuatla yapılmakta. 75 milyon hep beraber Ankara'ya taşınıp meclise girerek hükümet edemeyeceğine göre bunu seçtiği vekiller eliyle yapmakta. Bir rivayete nazaran buna da demokrasi deniyor. Bundan dolayı aslıyla söylemek şartsa TBMM'de hakimiyet bila kaydu şart milletindir serlevhası yazılıdır. O dekor malzemesi, darbe dönemlerinde bile orada hep asılı durmuştur. Köprülerin altından çok sular aktı. Bandrolünde "halk" yazanlar değil halkın çocukları iktidarda. Bu keyfiyet güçlenerek gidecek. Cumhurbaşkanı, Başbakan, bakan, müsteşar hemen hepsinin babası esnaf ve küçük memur. Halkın çocukları halkın iradesini hükümran kılma mücadelesinde. Çok kaleler aşıldı. Jüristokratlar direniyor. Kaleden aşağıya kızgın zeytinyağları boşaltıyorlar. Jüristokrasinin de her kurumun da sağlıklı şekilde yerine oturması ancak ve yalnız anayasanın değişmesiyle mümkün. Seçilmişlerin bir numaralı vazifesi devleti seçkinlerin tasallutundan kurtarmaktır. Hukuk fakültelerinin bu jüristokrasi kavramı üzerine akademik çalışmalar yaptırmaları lazım. Konudan haberdar olanların da Vikipedi Ansiklopedisini ilmen desteklemeleri.
.
GATA, o ayıbı bize karşı da işledi
4 Şubat 2010 01:00
Birçoğunuzun malumu olduğu üzere 25 Şubat 2009'da bir THY uçağı, Amsterdam'a inerken yere çakılmıştı. Bu kazada 9 kişi hayatını kaybetti. Birçok yolcu yaralandı. Ağır yaralılar vardı. En ağır yaralı olansa oğlum Cüneyd Er'di. Cüneydimiz 78 gün yoğun bakımda kaldı. Tedavinin yapıldığı AMC hastanesindeki bir toplantıda Hollanda şartlarının yetmediğinden rehabilitasyon için memleket aranacağı bize tebliğ edildi... O sırada ziyaretimize Türkiye'den fizik tedavi profesörü arkadaşlarımız da gelmişti. Keyfiyete muttali oldular. Türkiye'ye dönünce bu yönde araştırmalar yapmışlar. Onlardan değerli bir arkadaşım telefon açtı. Aramızda şöyle bir görüşme olmuştu: -Rahim Beyim, GATA komutanı arkadaşımdır. Kendisiyle konuştum... -Ama eşimin başı örtülü, baldızımın başı örtülü, bazı ziyaretçi hanımlar örtülü oluyor. AMC sevk yapar mı bilmiyorum, kabul edelim ki yaptı. Örtüden dolayı problem çıkınca üzüntü içinde üzüntüler yaşarız. Konuştuğumuz bu sözleri, o dehşet dolu günlerde unuttum. Ancak arkadaşım bir süre sonra tekrar aradı. Öyle bir talebimiz olmadığı halde Hoca, arkadaşı olan GATA komutanıyla tekrar konuşmuş. Söyleneni bize aynen nakletti: -Klasik örtülülerse olur... Başımdan tonlarca kaynar su döküldü. En galiz küfür, o komutanın sözü kadar zoruma giderdi. Bizimkiler klasik örtülüydü ama gelen ziyaretçileri nasıl teftiş edecektik? Hocaya teşekkür ettim. Vedalaştık. Önce komutanı arayıp gerekeni söylemek istedim. Sonra İlker Başbuğ aklıma geldi. Bir gün nasılsa Genelkurmay'ın resepsiyonlarından birinde karşılaşırız diye düşündüm. O zaman vak'ayı naklettikten sonra "İşte TSK'ya düşman kazandıran anlayış" derim, dedim. Bir iki yazımda buna ima yoluyla temas etmiştim. Şimdi ise olduğu gibi yazmak için vesilesi doğdu... Doktor, önüne gelen hastaya bakmakla mükelleftir. Hastanın dinlisi-dinsizi, sarhoşu, zahidi, zencisi, sarısı, beyazı olmaz. Bunlar onun meselesi değildir. Osman Durmuş'un meclisteki lüzumsuzluğu bu acıyı bize bir kere daha yaşattı... Adı geçen politikacı, 1997'de Emine Erdoğan'ın ziyaretçi olarak GATA'ya alınmaması üzerine işin içine Peygamberliği de katarak aklı sıra Tayyip Erdoğan'la alay ediyor. Ortaya konan seviye ibretliktir. GATA'yı düşünmemekle ne kadar haklıymışız... Başımız derde girermiş. Diyeceğim şudur... TSK'ya ziyan vermek için GATA komutanının, MHP'ye kaybettirmek için de Osman Durmuş'un zihniyeti kâfidir. Kimse düşmanı dışarıda aramasın.
.
Başbakan eşleri
5 Şubat 2010 01:00
Başvekil ve Başbakan eşleri. 1923-1960 arasındakiler Başvekil. 1960'tan sonrakiler Başbakan. Başvekil eşlerinden Mevhibe İnönü için, tanıyanlar hep iyi intibalarını dile getirdiler. Okuduklarımız bu yönde. Bizdeki intiba da öyle, sanki olana rıza mahzunluğunda bir mustarip kadın. Hoşnut kalmadığı bir evlilik başına geçmiş, o da içi kan ağlasa da dışa renk vermiyor. Reşide Bayar, keza faziletiyle zikr edildi. Berin Menderes, bir abide. Bir muhterem Hanımefendi. Emsalsiz bir eş. Yüksek irade, büyük çile, inanılmaz azim, içe akıtılan gözyaşları. Hayatta iken eşi asıldı, iki oğlu şüpheli ölümlerle hayatını kaybetti. Onu anlamak için Berin Menderes'in Yüzüğü adlı yazımızı bulup okumalısınız. Bu yazı sinemacılar için hazır tredmandır. Berin Hanımefendi, tam bir asalet anadır. Nazmiye Demirel, daima ağırbaşlılığını muhafaza etti. İftira atıldığında bile ağzını açıp tek kelime konuşmadı. Sürekli kocasının yanında oldu ama sanki gölge gibi yaşadı. Kimse onun hangi konuda ne düşündüğünü anlamadı. Semra Özal için ne yazalım? Rahşan Ecevit'i size yazmaya gerek var mı? Olcay Baykal, sanki yok. Emine Erdoğan. Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır sözüne katkı verenlerden. Erkek dediğin zaten evlenene kadar anasına, evlendikten sonra hanımına muhtaçtır. Emine Hanım, bir çile kadınıdır. Eşiyle aynı haksızlıkları yaşadı ama onları tevekkül potasında eritebildi..Mikrofon düşkünü olmadı. Kocasını zora sokmadı. Mazbut bir eş, disiplinli ana olarak yoluna devam ediyor. Güzel evlatlar yetiştirdi. O şöhrete, o imkâna gelip de susmak, ketum olmak kolay değildir. Aynı zamanda partilerindeki vekillerin yanlışları olduğunda taviz verilmemesindeki en büyük etkendir. Şüphesiz ki uğruna kavga verilecek kadındır. Kocası, bu hakkı teslim etmiştir. Yapmasaydı haksızlık olurdu. Onu kime benzetmek mümkün? Bizde Berin Menderes. Dışarıda Hillary Clinton. Hillary Clinton'ın eşinin arkasında duruşu muhteşemdi.. Emine Erdoğan, kendinden sonra gelen siyasetçi eşleri için bir rol model olmuştur. Hiç şaşmamalı. Herkes tıynetinin gereğini yapar. Böyle insanlara laf da atılır, taş da atılır.. Kervan ise yoluna devam eder.
.
Süper güç
8 Şubat 2010 01:00
> Washington DC Amerika'da Washington adını taşıyan şehirlerinin en meşhurları iki tane. Biri kuzey batıdaki Washington eyaleti, diğeri de "payitaht" Washington. Bunun sonunda bir de DC.uzantısı var. Bu DC neyin nesi? Bunu merak eden çok kişi olmalı. DC, "District of Colombia". Kolomb Bölgesi demek. Zargan, her ne kadar District/Distrikt kelimesini bölge, kaza, semt, mahalle olarak izah etse de bize göre uygulamada onun ötesinde bir anlamı var, Harem demek. Onun için başkent değil de payitaht dedik. Amerika, cumhuriyet bandrollü, demokrasi işlevli bir imparatorluk. Payitaht, imparatorluk başşehrine denir. DC, Bâb-âli. Bir anlamı da sur içi. Burası bir eyalet değil, 550 bin nüfuslu bir mıntıka. DC'lilerin yarıdan fazla nüfusu zenci. Bölge halkı, vergi verdikleri halde temsilcileri olmamasını araba plakalarına "vergi veren fakat senatoda temsilcisi olmayan DC" diye yazarak uysal bir isyanla kınamaktalar. Seyyar protesto, sadece Türkiye'deki kamyonun arkasında yazan "Bizim için Davos bitti"everensel deklarasyonundan ibaret değil. DC'de Cuma gününden iş yerlerinde sözlü tebligatlar yapılmaya başlandı. Yarın kar geliyor, akşam tv. ve radyolara dikkat edin, mahalli DC idaresi değil, federal hükümet tatil açıklaması yaparsa biz de kapalıyız. Kar Cumartesi öğlende başladı, Amerika'da çok olağanüstü bir olay. Yağacak diye marketler talan edilmese de ona yakın bir hareketlilik yaşanıyor. Safe Way gibi bazı süper marketlerde kapıya polis dikme zarureti hasıl oldu. Bizim için sıradan olan bir tabiat hadisesi burada heyecan mevzuu. Sanki bizdeki 5 şiddetinde bir zelzele, insanlarda ne yaparsa onu yapmakta. Belki de alışma meselesi. Biz kara alışkınız. Çocuklar kar topu oynar, gençler birbirini kar topu yağmuruna tutar. Ağabeyler kardeşlerine kardan adam yapar, anneler karsambaç, şairler kar üzerine şiir yazarlar. Dediklerine göre şurada bir-iki aydır fasılalarla 70 yıldır görmedikleri kadar kar yağıyor. Bizim de kardan yana nasibimiz iyiymiş hani. Askerliği kendi boyumda karlar içinde yaptım. Buraya, veya bir sur içinden diğerine geldik, DC, daha evvel yaşamadığı kadar karı gördü. Cumartesi öğleden sonra insanlar evlerine kapanmaya başladılar. Şimdi yollar boş. Trafik ışıkları, makinenin aptallığını isbata çalışıyorlar. Her tarafta bir beyaz saltanat yaşanıyor. Ne füze, ne uçak, ne otomobil. Hayat tatile girdi. Burada doğru olan ne? Doğru olan ve bizde de tatbiki gereken bir tabiat bereketinin facia haline gelmeden tedbir alınmasıdır. Uydular gelişkin. Önceden tedbir alarak trafik kazaları, yolda kalma, donma ve ölümlerin önüne geçildi. Kar yağıyor, yollar açılmaya çalışılıyor. Fakat kimse lapa lapa yağan karın bir tek tanesine mani olamıyor. Ne ordu, ne Beyazsaray, ne Pentagon, ne Capitol. Ne füze, ne donama, ne bombardıman jetleri. Yumuşacık bir tek kar tanesi bile süper gücün bütün güçlerinden daha kuvvetli. O halde süper güç, o değil. Süper güç, o beyaz dinamizmi dilediği zaman dilediği yerlere dilediği şiddette, dilediği miktarda yağdıran iradedir. DC'de sanki beyaz bir ölüm sessizliği var. İnsanın Obelisk/Dikilitaş'ın önüne dikilerek "neredesiniz?" diye haykırası geliyor. Sanki dört bir yanda bir mutlak irade, muhteşem kudretini beyan etmekte, her kar tanesi bir mühür gibi torağa basılmakta. Değişmez hakîkat odur: -Lâ ilâhe illallah! Süper güç mü dedik? O da ne? Bir izafi değer Aynadaki hayal. Değişmez hakîkat odur: -Lâ ilâhe illallah, Muhammed'ür Resulullah!
.
Askerî müdahale, hiçbir zaman meşru olamaz
9 Şubat 2010 01:00
İlber Ortaylı, bir Siyaset Okulu'nda konuşma yapmış. Altını imzalayacağımız fikirleri olduğu gibi kabulü asla mümkün olmayanlar da var. Bizde yaşanan sinsi oyun şudur: Din, bazı ilahiyatçı profesörler eliyle tahrip edilmek istendiği gibi tarih de bazı tarihçi profesörler eliyle tahrip edilmek istenmiştir. Bunları sadece 28 Şubatta darbe döneminde görmedik. 3 çeyrektir var. Ama şükür ki tahrip olan onlar oldu. Sn. Ortaylı'nın devamları olmasını asla istemeyiz. Değerli bir Hoca olarak bilindi. Hep de öyle kalmalı. Tayini çıktığında Yılmaz Öztuna'nın Türkiye gazetesindeki başyazının ser levhası "İlber Ortaylı Topkapı Sarayında" idi. Nitekim biz de makamına giderek kendisini tebrik etmiştik. Ortaylı Hocanın eksikliği şudur. Yazmaktan ziyade konuşur. Piyasadaki kitapları kalem mahsulü değildir. Sohbetleri banda alınır, çözülür ve satışa sunulur. Bir işporta tezgâhı.. Kendisine bunlardan bahisle eserleriniz dediğimizde elini sallayarak "ne eseri canım, onlar kitap mı?" demişti. Yanlışı da şu. Hoca küçümser üsluptadır. İlim, kendinden eminlik tarafını fazlaca beslemiştir. Mevzubahis konuşması çok büyük ihtimalle irticalen olmuştur. Bir kısmı da sorulara cevaptır. Bunun kamuoyuna yansıması tek konuşma gibidir. Dediklerinden asker millet olduğumuz, Avrupa'nın asker düşmanlığını körüklediği doğrudur. Ordumuzun eğitim verdiği doğrudur. Ordumuzun marka olduğu doğrudur. Ancak, sivil siyasetin yönetemediği noktada askerî müdahalenin kaçınılmaz olduğu görüşü çok tehlikelidir. O zaman TBMM lüzumsuzdur. Bir hükümet yönetemezse TBMM başka hükümet çıkartır. Hocanın dediği, şartları oluştuğunda darbe kaçınılmaz olur sözünün tekrarıdır. 27 Mayısa Sıddık Sami Onar, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Hüseyin Nail Kubalı fetva vermişlerdi. Yeni darbelere İlber Ortaylı mı fetva veriyor? diye soran olursa ne cevap verecektir? Milletimizin okumadığı yolundaki serzenişi doğrudur. Ne var ki milletimizde tarih şuuru yok fikri hatadır. Türk milletinin tarih şuuru, çok tarih profesöründen daha fazladır. Öyle olmasaydı İlber Ortaylı sevilmezdi. Açılım boş laftır sözü ise tamamen politiktir. Bu işler belediyeciliğe benzemez demesine gelince bu hiçbir nezaket kalıbına sığmaz. Prof. İlber Ortaylı, iktidarın bir bürokratıdır. Önce istifa edip sonra patronlarını tenkit edebilirdi. Hem makamında kalıp hem de muhalif bir mekânda iktidarı belediyecilik yani yol, kaldırım, çöp işlerinden yukarıya çıkamamış olmakla itham etmesi herhalde istifayla biter.. Tarihçilerimize ne oluyor? 1 yıl evvel Prof. Halil İnalcık, Osmanlı'nın kuruluş merkezi Söğüt ve kuruluş tarihiyle oynamaya kalkıştı, şimdi de Prof. İlber Ortaylı, şartlar olgunlaşırsa darbe meşru olur anlamında icazet veriyor. Hayırdır inşallah!..
.
Kaçan ne?
10 Şubat 2010 01:00
Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül'ün Hindistan ziyaretine giderken uçakta habercilerle yaptığı sohbeti şu noktalarda toplamak mümkün: -Yeni bir Anayasa yapılması hususunda toplumda geniş mutabakat vardır. -Fakat çeşitli sebeplerden dolayı bu fırsat kaçırılmıştır. -TBMM'yi küçümsemek yanlıştır. TBMM meselelerin çözüm yeridir. -Milli Güvenlik Siyaset Belgesi bir zarurettir. Başka memleketlerde de mevcut. Zaman zaman Anayasanın üstünde görülme hatası işlenmiştir. Ancak bir kanun bile değildir. Bugünkü ihtiyaçlara göre yeniden yazılması gerekir. -Türkiye'nin gerçek gündemi her gün konuşulanların üstünde olanlardır. İçeriye kapanıp oturmak yanlıştır. Büyük gelişmeler kaydetmekteyiz. Büyük zenginlerimiz doğmaktadır. Bu tesbitlerin her biri haber değerinde. Her biri ayrı makale mevzuu. Nitekim basında mümkün mertebe tamamı görülmeye çalışıldı. Dediklerinin esası ise anayasa değişikliğine dair olandır. En fazla o konuşuldu, konuşuluyor ve konuşulacak. Can acıtanı o. Cumhurbaşkanının da dediği gibi bu toplum bütün renkleriyle birlikte 1982 Anayasasının değişmesini istemekte. Ne var ki aynı toplum, meclis içi ve dışı unsurlarıyla bir masa etrafında toplanarak bir darbe anayasasını değiştirebilme olgunluğunu gösteremedi. Bu da herhalde ayıp olarak yeter. Önümüzdeki genel seçimler 22 Temmuz 2011'de. Bu senenin sonbaharından itibaren Türkiye yavaş yavaş seçim sathı mailine/eğik düzlemine/havasına girer. 2011 İlkbaharında seçim çiçekleri açar. O halde bu yaz tatilini de çıkartırsak 2010 için yasama faaliyeti olarak 6 ay gibi net bir zaman kalmakta. Anayasa yenilemeye dair ne yapılacaksa bu zaman zarfında yapılacaktır. Mümkün değil mi? Yapılamaz mı? Mümkün ama 10 senedir bir araya gelemeyenler son 6 veya 10 ayda mı fikir birliği edecekler?. İnsan ister istemez yazıklar olsun demekten kendini alamıyor. Şu durumda olsa olsa kısmi değişiklikler söz konusu. O da yama üstüne yama demek. Bu neden böyle oldu? Soğuk savaş dönemi politikaları terk edilmediğinden. İktidar mı diyor? Baştan aşağı karala, asla yaklaşma, anlaşma, taviz verme? En iyi çözüm, çözümsüzlüktür. 1982 Anayasasının değişememesinin iki sebebi bu iki cümledir. İktidarı peşinen mahkûm etmek ve çözümsüzlüğü istikrar kabul etmek. Ha Kıbrıs, ha Anayasa ABD'de Anayasa 250 Senelik. Üstelik de üç-beş yaprak. Bizde ise küçük bir kitap hacminde. Ve üçüncü anayasa. Türkiye'de ortalama olarak 10 yılda bir darbe yapıldı 30 yılda bir Anayasa. 1876'dan bu yanaysa 6. Anayasanın peşindeyiz. Bu hesaba göre özlenen anayasaya 2012'de kavuşmak mümkün olabilir. Aslında kaçan, insanca yaşama fırsatı. Birileri bu memleketi kasten Yargıçlar Saltanatına mecbur ediyor. Yeni anayasa bir değil birçok saltanatı lağvetmeli. Yoksa ne gereği var. Bakınız en son örnek. 1.5 milyon lise mezununun istikbali bir ideoloji için göz kırpmadan harcanıyor. Belediyeciler ve Yargıçlar. Siviller ve Hâlâskâr zâbitanlar. -Bu memlekete yeni bir Anayasa lazımsa onu da biz yaparız! Siz bu sesi hiç duymadınız mı?
.
Baroya hiç yakışmadı
11 Şubat 2010 01:00
İstanbul Barosu'nun tarihi neredeyse bir buçuk asra dayanacak. Üye sayısı itibariyle Tokyo ve New York gibi dünyanın sayılı birkaç barosundan biri. Türkiye'nin '70'lerdeki gerilim yıllarında yaşanan vahim hatalardan o da payını almıştı. Orhan Apaydın başkanlığındaki İstanbul Barosu Marksist ideolojinin etkisine sokuldu. Çok sonraki yıllarda Baro ancak orta yola çekilebildi. Bizim de fakülteden hocamız olan o zarif insan Prof. Dr. Selahattin Sulhi Tekinay başkanlığındaki Baroya sağduyu hakim oldu. Çok tartışılan Baronun itidal çizgisine çekilmesi kurumun hayrınaydı. Hep bu yolda olduğuna inanmak isterdik. Ama bir olay hiç olmadı, bu can sıkıcı tutum, İstanbul Barosuna yakışmadı. 70'li yıllar ideolojisindeki Baro bunu yapabilirdi ama çağdaş bir baro, bu hatayı işlememeliydi. Baro farkında mı? Yarınlara dair fikirler ve hayaller içindeki bir buçuk milyon gencin dünyaları, üç gün önceki, beş gün önceki, bir hafta önceki kadar ümit dolu, neşe dolu cıvıl cıvıl değil. Danıştay, YÖK'ün katsayı kararını ikinci kere iptal etti. Bu ikinci iptal İstanbul Barosu yüzünden. Hiç de kendini alakadar etmezken YÖK tasarrufu aleyhine dava açtı, Danıştay da davayı kabul etti. Şimdi karar mağdurları sadece katsayı haksızlığıyla yolları kesilen gençler değil. YÖK başkanı her ne kadar yatıştırıcı açıklamalar yapsa da üniversite imtihanının yapılma zamanı zihinlerde şüphelere yol açmış, gençler tedirgin ve huzursuz olmuş, ders çalışma şevkleri yara almıştır. Baronun öncelikli işi toplum vicdanını kanatan, binlerce mağduriyete yol açmış bir uygulamanın devamı yolunda taraf olmak değildi. Baro, toplumsal mutabakattan yana olmalıydı. Baronun öncelikli mecburiyetleri var. İşsiz avukatların derdine derman, emekli avukatlara destek olmak, ilmi çalışmalarını duyurmakta zorlanan hukukçu akademisyenlere hami, başarılı hukuk talebelerinin yüksek lisans ve doktora çalışmalarına omuz vermek, yoksul hukuk talebelerine tatmin edici burslar tanımak... Baro yanlışlıklara düşerek rahatsızlıklara meydan vermemeliydi. En azından bazı kesimlerde darbe taraftarıymış intibaına yol açmamalı, bir avuç gencin kurduğu çiçeği burnundaki Genç Siviller Hareketi karşısında zora düşmemeliydi. Bu hareketin eylemlerine karşı bazı mensupları otel basmak gibi nahoş manzaralar sergilememeliydi. Bunlar, elinde terazi tutanların tarafsızlıktan uzaklaşmaları yüzünden oluyor. Halbuki kurumlar yıpranmamalı. Kurumlar kimsenin mülkü değil. Yönetenler orada bir dönem iş başında olur sonra nöbeti devrederler. O dönemde tam bir hassasiyet ve dikkat gerekir. Baro ve katsayı problemi. Hangi ilişki var arada? Katsayının sembolik değerle çekilmesinden Baronun ne ziyanı olabilir?.. İptal edildi ne çıkarı var? İdeolojik katılıklardan çok çektik. Baro, toplumun her kesimine açık olmalı. Avukatların derdiyle dertlenmeli. Doktrine esaslı eserle kazandırmalı. Dünya çapında büyük hukukçular yetiştirmenin yoluna bakmalıdır. Osmanlı devletinde güneş gurup halindeyken bile Ahmet Cevdet Paşa çapında bir dahi yetişmişti. Bugün bir Ebul Ula Mardin, Ali Fuat Başgil var mı? Selahattin Sulhi Tekinay'ın Sulhi Dönmezer'in yeri neden boş kaldı? Katsayı. Baro. İptal. Bu zafer değil. Baro, kınanacak, yarın mahcup edecek işlerle uğraşmamalı. New York Barosuyla, Tokyo Barosuyla kemiyet cephesiyle değil, çıkartılan işlerle kıyas edilmeli.
.
İlber Ortaylı
12 Şubat 2010 01:00
Ogünkü yazımızda şunlar da vardı: Bazı insanlar da kurumlar gibi her şeye rağmen yıpratılmamalı. Temenni ederiz ki bir basın toplantısı yapar, sözlerim cımbızlanmış der ve dediklerini de isbatlar. Sn. Ortaylı, böyle şeylerle uğraşacağına Topkapı Sarayı'na hangi hizmetleri yaptığını anlatsa daha iyi ederdi... Bunları ve daha bazı cümleleri makaleyi sütuna sığdırabilmek için mecburen çıkarttık. Askerî Müdahale Hiçbir Zaman Meşru Olamaz ismindeki yazımızdan söz ediyoruz. Prof. Dr. İlber Ortaylı'nın dedikleri medyaya şu başlıklarla aksetti: -Türk milleti asker millettir. -Avrupa Türkiye'de ordu düşmanlığını körüklüyor. -Sivil siyaset yönetemezse darbeler kaçınılmaz olur. -Açılım boş laftır.. -Bizim milletimiz az okur, tarih şuuru yoktur. -Bu işler belediyecilik yapmaya benzemez. Dediklerinden ilk ikisine aynen katıldığımızı beyan etmiştik. Milletimizin okumadığı tezine katıldık, tarih şuuru olmadığını ise kabul etmedik. Hükümet edenleri belediyecilik seviyesinde görmeyi ise ayıpladık. Yazımızda ağırlıklı olarak ise darbeler ve geçmiş üniversite profesörlerinin darbe fetvacılıklarına temas ettik. Hiçbir şart altında darbelerin meşru olamayacağını yazdık. Asıl tartışma da İlber Ortaylı'nın bu sözüne dair oldu. NTV MSNBC sayfasında bile tırnak içinde de olsa "Darbeci Hoca" NTV'ye konuştu diye haber yapıldı. Hoca farkında değil, bu yaftayı kendi kendine yapıştırdı. Açılımla alakalı ise bu politik bir sözdür. Bir bürokrat bunu diyemez dedik. Düşüncelerimizi kaleme alırken bir İlber Ortaylı portresi de çizdik. Anlatmaktan ziyade eser vermesi daha iyi olur vs. dedik. Tarz olarak da hep Hoca dedik, Sn. dedik ve unvanını kullandık. Ama Hoca, NTV'ye konuşurken bizim için kendine yakıştıramadığımız bir üsluptaydı. Kendisi de çok iyi bilir ki biz bir sütunu nasılsa ele geçirmiş bir insan değiliz. Biz 34 yıldır bu gazetede, dergilerde, internette yazmakta, eserler telif etmekte, radyo ve tv'de program yapmaktayız. Bizim ortaya koyduklarımız Hoca'nın çalışmalarından az değildir. Fakat ona da bize de tevazu yakışır. Neden daha evvel kendisini takdir ettiğimiz yazılar için tek kelime teşekkür edilmedi de şimdi sızlanılıyor? Sütunumuz kendisine açıktı. Tavzih yollayabilirdi. TV'ye çıktıysa orada olmayan biri hakkında daha ölçülü olmalıydı. Biz ne burada ve ne de ekran ve mikrofonlarda hiçbir gün, hiç kimse hakkında şahsiyet yapmadık, ismi geçenin yüzüne söyleyemeyeceğimizi sütün, ekran ve mikrofona taşımadık. Ne hocanın ne bizim ve ne de benzer konumdakilerin her dediğimiz mutlak doğrudur. İnsan hata edebilir. Meramını iyi anlatamayabilir. İki gün önceki bir yazımızda "Halaskâran Zabitanlar" diye yazmışız. Zabitan zaten çoğul bir kelime. Fikir adamı, hata ederse özür diler, eksik kalmışsa telafi eder. Ortaylı Hoca'nın konuşmasını da dinledik. Dediklerinden gayet açık şekilde şartlar olgunlaşırsa darbeler meşru olur anlamı çıkıyor. Hoca darbe mi istiyor? Hayır, yaptığı münevver fütursuzluğu. Kendinden eminliğin taşması. Konuşunca elbette tenkitler olacaktı. Konuşan Cezayir Sokağındaki bakkal değil. Biz dediklerimizi aynen tekrarlıyoruz. Hoca ile dilediği zeminde tartışmaya hazırız. Kanalı da kendisi seçsin. Programda düzeltme yapmak yerine yer yer mugalataya düştü.. Ne var ki eksik ve yanlışlarına rağmen İlber Ortaylı bir markadır. Harcanamaz. Böylesi isimler kolay yetişmiyor, katlanmak gerekir. Büyük adamların hatası da büyük olur. Başımıza gelenler de hep bundan olmadı mı?.. Hoca huysuzlanma yok. İşimiz murakabe.
.
Facebook'ta paylaşmak
15 Şubat 2010 01:00
Hesapta Facebook'ta görünmek de varmış. Bir zaman önceydi, şimdi İETT basın müşaviri olan Ömer Birpınar, arayarak Facebook'ta adımıza bir "Fan Club" kurulduğu haberini verdi. Haliyle görmek istedik. Olmazmış. Önce kaydolmak lazımmış. Gerekli merhaleyi geçtikten sonra bu lütufkâr insanları gördük. Bugün de hareketi kimin başlattığını bilmiyoruz. Ama onlar varlıklarıyla kalbimizdeler. Bizi sevenleri biz daha çok seviyoruz. Bize dua edenlere biz daha çok dua ediyoruz. Fırsat buldukça gelişmeleri görmek için sayfayı takip ettik. Bu arada tahmin etmediğimiz bir gelişme oldu. Adı geçen sitede yazışma hesabımız olunca teknik olarak "arkadaşlık" dedikleri dostluk teklifleri gelmeye başladı. Bu tekliflere karşı sustuk. Ne var ki bir süre sonra hatırını kıramayacağımız isimler gelmeye başladılar. Bir gün Dr. Nezih Berksoy kapımızı tıklattı. Bu ismi gibi nezih dosta kapı açmamak olmazdı. Ona kapıyı aralayınca başka dostlar da göründü. Bunlardan bazısı "Hayranlar Kulubü" dedikleri Fan Kulübündeki isimlerdi. O zaman ortaya şöyle bir manzara çıkıyordu: Bizi sevenlerden bazıları hem bize ait sayfada yer alıyor hem Fan sayfasında, diğerleri ise yalnızca sevenler sayfasında kalıyordu. Bunu haksızlık olarak düşündük. Bunun üzerine Fan Kulübündeki vefalı dostları kendimiz bizzat sayfamıza davet ettik. Bunu yaparken kendi fotoğrafı yerine sembol kullananları, mahlas ismi taşıyanları hariç tuttuk. Eğer isimleri ve resimleriyle görünürlerse onlar da buyursunlar. İnternet yeni bir yayın mecrası. Yerine oturması zaman alacak. Çocuktum, radyo yeni yayılıyordu. Babam, radyodaki bazı çalınanları dinlememi istemezdi. Sonraki senelerde tv geldi. Tv şirketi kurarken arkamızda çok teneke çalındı. Şimdi de internet devri. İnternette böylesi paylaşım siteleri gündemde. Yarınki dünya internetin. Bu bir medya unsuru. Bu sitelerin zararlı yanları malum. Üstüne mi gitmeli, mesafeli mi durmalı? Mesele bu. Bu sitelerle mekânlar ortadan kalktı. Buralara bugün kim imzasını atarsa yarınlarda onların eseri yükselecek. Yunus Emre ne demiş? Sevelim sevilelim Dünya kimseye kalmaz. Akla giren çıkar. Kalbe girenler kalır. Kabirden öte geçmeyen sevgi/aşk kalpazanlıktır. Şöhretin, servetin, ticaretin karıştığı sevgi riyakârlıktır. Onun için bizde sevgili bir yastıkta kocanan bir ömür güzelliğinin adıdır. Onun için bizde her gün anneler günüdür, her gün babalar günüdür. Bizde sevgi borsa emtiası değildir. Facebook'taki bu yeni zemini bir dershane gibi, bir gönül meclisi gibi görmeli. Zaman zaman bir arya gelinir. Bilmediklerimizi öğrenir, bildiklerimizi paylaşırız. Türkiye gazetesindeki sütunumuzun ilkesi Entelektüel Boyut. Haber Kuşağı'nın ilkesi "doğru haber- dürüst yorum". BKY'nin ki "bky-kültüre açılan kapı". Facebooktaki ise "Gönül Kapısı" olsun. İmzamızın olduğu her yerde disiplinden vaz geçilemez. Bu sebeple Facebook'ta da disiplinler hakim olacaktır. Değerlerimizden taviz vermemiz mevzubahis olamaz. İnsanlığa başıboş değil.. Başı da gönlü de dolu insanlar lazım. Nerde kime yol levhası olmak gerekir bilemeyiz. Sevenlerimizin sevenleri çok olsun. Hoş geldiniz.
.
Siyasette taassup
16 Şubat 2010 01:00
Taassubun her çeşidi kötü ama siyasetteki daha bir kötü. Bazıları partiyi mezhep gibi görmekte. Taassup, aklıselimle, itidalle davranmayı engelleyen fikri bir saplantıdır. Taassuba hayatın hiçbir kurumunda yer olamaz. Bir iftira olarak İslamiyet'le taassubu telif etmek isteyen mutaassıplara en iyi cevabı "kaba softa ham yobaz" tarifiyle Abdülhakim Arvasi Efendi Hazretleri vermekteler. Dar koridor inanç sahibi vardır. Fakat taassupla İslamiyet'in alakası yoktur. Buna rağmen kendini İslamiyet'e mal eden taassuplar gelişmiştir. Ehli sünnet -sünni- itikad dışı bütün temayüller bu çerçeveye girer. Oysa ezeli güzellik dar alanda kısa paslaşmalar değil, ufukları aşan hamleler bütünüdür. Bir yerde inanç manzumesi veya fikri oluşum varsa orada bir zaman sonra sapmalar da olmakta. O bakımdan orta yol hayırlıdır, caddeyi kebir/avenue seyr edilecek güzergâhtır. Sapmalar ve buna dayalı taassup, çok kere de rağmen olmakta. Amentüye rağmen, düşünceye rağmen, Peygambere rağmen, lidere rağmen. Musa ve İsa Peygamberle ona ümmetlik nisbeti kuranlar arasında hangi dünya ve ahiret bütünlüğü olabilir. Taassup çok kere içinden çıktığı hareketi sakatlar, topallatır, yön değiştirmesine yol açar. Fransız ihtilalinden bu yana dünyanın kabul ettiği idare tarzı demokrasidir. Kökü tâ eski Yunan'a kadar dayanmakta. Çok tartışıldı ve tartışılıyor. Üçüncü dünya ülkelerinde demokrasi ile cumhuriyet, kavramlar kargaşasında yek diğeri ile karıştırılmakta. Oysa Libya güya cumhuriyet, İsveç ise krallıktır. İsveç, İspanya, Hollanda tam demokratken Libya gibi ülkelerde demokrasi fantezidir. Bizde demokrasi tarihini kabaca şu dönemlere ayırmak kabil: 1876-1908 1908-1918 1945. 1923 1945 veya '46 arası dönemde sadece cumhuriyet vardır. Serbest Fırka ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkaları talimatla kuruldukları halde daha doğum hastanesinde ortadan kaldırılmışlardır. Demokrasinin olmazsa olmaz şartı çok partili hayattır. En az iki parti gerekiyor. İki partinin en kuvvetli örneği ABD siyasi hayatıdır. Burada da şu günlerde yüz yılın karından sonra siyasette de eğlenceli bir manzara var. Seçimi Obama'ya kaptıran cumhuriyetçilerin içinden matrak bir hareket zuhur ederek kendi lider ekiplerini "ti"ye almak maksadıyla "Tea Party"sini kurdular, Çay Partisi. Partilerin toplumu olgunlaştırma ve yönetime dair açık eğitim verme gibi bir ödevi olmalı. Parti, partizan üreten fabrikaya dönüşürse bundan cemiyet çeker. Parti başkanı, yöneten ekip ve kadroları hassas olmalıdır. Aksi halde avam sanrılara kapılarak çabucak taassup girdabına düşmekte. Böyle hallerde durum Cola Turka Beşiktaş-Telekom basket maçına dönüyor. Siyasi tercih varlığını unutup âdeta bir külte dönüşmekte. Ondan sonra bu taassuptaki adam için vay gele partine eleştiri getirenlere. Sanki mukaddeslerine sataşılmıştır. O zaman böyle partizanların Hindistan'daki öküz severlerden farkı kalmamakta!..
.
Başbuğ daha sivil
17 Şubat 2010 01:00
Genelkurmay Başkanımız sayın İlker Başbuğ'u tanırız. Başbuğ, sivil ve demokrat bir insandır. Kurumlar arası hiyerarşiye bağlı, eleştiriye açık bir asker. Kâğıt parçası gibi yanılmalar çevreden kaynaklanmıştır. Sabrımız taşmasın sözü de meramı aşan bir cümledir. Nitekim bu hataları çabuk fark etmiş ve toparlanmıştır. Bir kere şunu kabul etmeli. Yıllardır bunu yazıp söylüyoruz. Topluma mal olmasından dolayı da memnunuz. Kurumlarla orada hata edenleri, suç işleyenleri karıştırmamalı. TSK ister mevcut haliyle devam etsin isterse profesyonel hayata geçsin milletin olmazsa olmaz müesseselerindendir. Sanayimiz ne kadar büyük olacaksa ordumuz da o kadar büyük olacaktır. Bu tartışılmaz bir gerçek. Ordu-millet gerçeği de öyle. Fakat diğer taraftan şu da gerçek. Cemiyetlerde her çeşitten insan vardır. Ay Işığından, Ergenekon'undan Balyozuna kadar muvazzaf ve emeklisiyle birtakım maceraperest askerler kanunsuzluk eylemlerine katılmıştır. Başbuğ'a da Genelkurmay'a da bunu duymak önceleri bu çok ağır geldi. Zannedildi ki bu failler tesbit ve teşhir edilirken topyekun TSK, topyekun genelkurmay ve onların başı olan Başbuğ yerilmekte. Böyle yapan fırsatçılar olabilir. Fakat asıl demokrat kitle hadiseyi tefrik etmektedir. Onun için kim sızdırdı soruşturmaları yanlıştı. Kim sızdırdı yerine kimler yaptı diyerek TSK'ya laf getirenlerin peşine düşülmeliydi. Şimdi bu yapılacak. Asker Türk milletinin bir parçası. Toplumda hangi hatalar yaşanıyorsa orada da yaşanıyor. Danıştay'da olanlar askerde de tekrarlanabiliyor. Sayın Başbuğ'un GATA olayı ile alakalı keşke olmasaydı demesi bile toplumda sempati ile karşılanmıştır. Bu millet askeriyle ters düşmek istemiyor. Olacak iş mi ziyarete gelen insanı kıyafetinden dolayı geri çevirmek? Veya şehit anasına baş örtüsü yüzünden üzen muamelede bulunmak. Bunlar aşılmalı. Bunlar bir dönemin saplantıları. Başbuğ o demecindeki sözleriyle havayı yumuşatmıştır. Şimdi bildiklerini milletle paylaşmaktan söz etmekte. Bunu bir intikam veya öfke saikiyle değil de saklı kalmışları göz önüne getirme şeklinde düşünerek hatta aklanma da değil bir aydınlatma faaliyeti olarak görmeli. İlker Başbuğ Paşa, Hilmi Özkök Paşa'dan sonra şans olmuştur. Başbakan sayın Erdoğan'ın da kendisine özel önem verdiğini anlıyoruz. Bazıları ne kadar kışkırtsa, hadi ne duruyorsun niye masaya yumruğunu vurmuyorsun hafifliğine düşse bile İlker Başbuğ onlara aldırmadı. Doğrusu da buydu. Sabretmek iyidir. Söz konusu olan darbecilerse, cuntacılarsa buna selametimiz noktasından sivil ve askeriyle hepimizin karşı olmamız gerekir. Fakat öyleleri öyle konuşma yapıyor ki Başbuğ onlara nazaran bin kere sivil, bin kere demokrat. Bir cunta virüsü birçoklarına bulaşmış. Sivil olmak kıyafetle değil, kafayla ilgili. Başbuğ ve ekibine esaslı bir yeniden yapılanma planı uygulamak tarihî bir görev olarak düşüyor.
.
Ankara'yı boş bırakmayın
19 Şubat 2010 01:00
Sarsıntı şiddetli, fildişi kuleler yıkılıyor. Ortalık savaş alanı. İlkler yaşandı. 3. Ordu komutanı ifadeye çağrıldı. İki oramiral sivil savcıya gidip ifade verdi. Erzincan başsavcısı İlhan Cihaner, tuzun kokması demek olan Ergenekon üyesi olmak, tehdit ve şantaj gibi ithamlarla tutuklandı. HSYK bu savcı hakkında soruşturma yapan özel yetkili savcı Osman Şanal ve diğer üç savcının yetkilerini iptal ederek yargı sürecine züccaciye dükkanına girer gibi girdi. Yargıtay başkan ve savcıları kurula kayıtsız şartsız destek verdiler. Danıştay bile hariçten müdahaleye kalkıştı. Adalet Bakanı Sadullah Ergin, vakur bir duruşla HSYK'nın yetki gasbına işaret etti. Restleşmeler sürüyor. Soru şu, bu bir İkinci Şemdinli Vakası mı? Evet şüphesiz bu İkinci Şemdinli Vak'asıdır. Birinci vak'ada Van savcısı Ferhat Sarıkaya iddianamesine Yaşar Büyükanıt'ın adını yazdığı için sanki hayattan kazındı. Bu sefer de özel yetkili savcı 3. Ordu Komutanını ifadeye çağırmaktan başka Erzincan başsavcısını adeta suçüstü yaparak tutuklattı. Şu ayrıntıya dikkat ediniz. Savcı, sadece tutuklama talebinde bulunabilir. Kararını veren mahkemedir. Adı geçen savcının tutuklama kararına karşı yapılan itiraz reddedilmiştir. O halde tutuklama ve itiraza red kararı veren mahkeme üyeleri için de şiddet beklenebilir. Adalet Bakanlığı müsteşarı Ahmet Kahraman Washington'da ziyaretimize geldiğinde kendisine Ergenekon'u çok şümullü tuttuklarını bunun altından nasıl kalkacaklarını sormuştuk. Aldığımız cevapla soyadını tesadüfen taşımadığına şahit olduk. Siyasi irade belli ki bu işe baş koymuş vaziyette. Dönüşü olmayan bir yoldalar. Bu milletin inanç sahibi bütün evlatları iradenin tam olarak arkasında durmalıdır. Birileri neleri tek tek kaybettiklerinin farkındalar. Sırça sarayları, fildişi kuleleri, saltanatları bitiyor. Sadece yetki gasbı olsa çok şey değil. Devlet gasbedilmişti. Mücadele devletin asli sahiplerine dönmesi mücadelesidir. Jüristokrasi adlı yazımızın daha mürekkebi kurumadı. Bir bürokrat akademisyene şartlar olgunlaştığında darbeler meşru olur anlamına gelen konuşmayı yaptırmaları çok yeni. Birkaç hafta içinde AK Parti'yi kapatmak için dava açılması kimseyi şaşırtmasın. Korkuları şu. -1 yıl kaldı. Ne yapsak millet onlardan yana. Anketler yüksek, borsa yüksek, dış politikada itibar yüksek. Enflasyon ise düşük. Böyle giderse 22 Temmuz 2011'de seçimi tekrar alacaklar. Onlar bir dönem daha iktidar olursa biz biteriz. Elimizi çabuk tutalım. İşin özü budur. Şartları olgunlaştırma peşindeler. Cumhurbaşkanı da Başbakan da hatta belki Genelkurmay başkanı da hedefte. Yargı gücünü bir idam ipi kullanma peşindeler. Ayrıca ses getirecek, gündemi sarsacak, iktidarı köşeye sıkıştıracak suikastlar olabilir. Bundan böyle sayın Abdullah Gül ve bilhassa sayın Tayyip Erdoğan mecbur kalmadıkça Ankara'dan ayrılmasınlar. Ankara'nın dumanı meşhurdur. Kurt dumanlı havayı sever.
.
Sonbaharda erken seçimle birlikte Anayasa referandumuna gidilmeli
22 Şubat 2010 01:00
> Washington DC Amerika'da alt seviyede işler gören bazı çalışanlar var. Sefil bir manzaradalar. Bu işçiler Nijerli. Vatandaşları acınacak haldeki Nijer'de geçen hafta bir binbaşı darbe yaparak devletin başındakileri içeri tıktırdı.. Nijer kafalıların şöyle dövündüklerine şüpheniz olmasın. "Elin yamyamları başardı, biz yapamadık". Bu zihniyet çok eskilerden beri devam etmekte. III. Selim, Sultan Abdülaziz, Sultan Vahideddin, Adnan Menderes ve Turgut Özal'ı şehit eden bunlardır. 23 Ocak 1913'de Hey'et-i vekile, bugünkü İstanbul Vilayet Binasında toplanmışken silahlı baskın yaparak sadrazam Kâmil Paşa'nın kafasına tabanca dayamak suretiyle istifa ettiren, baskında bir çok kimseyi öldüren aynı zihniyettir. O tabancayı tutan el ise üsteğmen Kaddafi gibi birden bire paşalığa yükselen Enver'e aittir. Bir İttihatçı zihniyet orduyu da yargıyı da faşistleştirme peşinde. Yerli değerlere bağlı olanlarla, çağı yakalamak isteyenlerle Kur'an-ı kerim kıraat etmekte olan Sultanın iki bileğini kestiren Hüseyin Avniler, Mithat Paşalar, Babıali Baskınını yapan Yakup Cemiller, 31 Mart Vak'asını tertip eden Ali Samiler, düzmece mahkemelerin reisleri 3 Ali'ler, tek parti rejiminde bu milletin evlatlarını Köy Enstitülerinde şeflik ideolojisinden geçirerek komünistleştirenler, 27 Mayısa fetva veren Sıddık Samiler, Yassıada'da kumandanken Başvekil dahil devrik kabine mensuplarına aşağılık zulümleri yapan Tarık Güryayların takipçileri arasında bugün kıyasıya mücadele var. Artık her şeyi ve her yolu mubah saymaktalar. İpler çok fazla gerildi. İşçiler de isyana zorlanıyor. Huzur olmadan hizmet yapılamaz. Maksat bağcı dövmek değildir. Muhafazakârları Sudan'a sürmek isteyenler gibi bunları Nijer'e sürelim de diyemeyiz. Bu ülkeyi kötüleriyle birlikte yönetmeli. Kabiliyeti olanlar ıslah olacak. Diğerleri ufalanıp kaybolacaklar. Yargıyı da orduyu da devleti de cuntacılardan kurtarma günü bugündür.. Bunların kurtulmasıyla istikbalimiz kurtulacak. Bunun için yetki sahibi olmak lazım. Yetkiyi Anayasa veriyor. Anayasayı değiştirmeden yapılacak yargı reformu sınırlı kalır. Şimdilerde meclisin basılması dahil şerrin envai çeşidi beklenebilir. Soğukkanlılığı elden bırakmayarak her şeyi hukuk yoluyla halletmeli. Teklifimiz şudur: Ekim ayında erken seçime gidilsin. Masaya iki sandık konsun. Biri seçim sandığı. Diğeri yeni anayasayı referanduma sunan sandık.
.
Cesur olan kazanacak
23 Şubat 2010 01:00
Avukat, akademisyen, savcı, hakim ve adliye personeliyle yurdumuzda birkaç yüz bin kişilik bir hukukçu kitlesi mevcut. Her alanda ve her yerde olduğu gibi bu kitle içinde de sayıları ancak birkaç bin kişi aktiftir. Bunlar öyle bir hakları olmadığı halde o koca kitle adına sahnede sokakta ve ekrandalar. Bilmeyen sanır ki bütün o koca kitlenin tamamı bu ön plandakiler gibi düşünmektedir. Bunlar, baroda, adliyede, yüksek yargıda, her nerede olursa olsun risk alarak, gözü kara davranarak, sesini çıkartmaktan ürken sessiz yığınları sindirmekteler. Bu ülkenin Doğubeyazıt'tan Edirne'ye kadar bütün hukukçularını kınama vaktidir? Neredesiniz? Hangi odadasınız? Olan bitenler sizi hiç mi ırgalamıyor? Tuzunuz o kadar mı kuru? Birtakım insanlar ideolojileri adına seçilmiş iktidarı devirmek için her türlü militanlığı yapmaktalar. Hukuk adına hukuksuzluklar işleniyor. Şerde, fitnede tam bir ağız birliği içindeler. Fakat geniş kitlede çıt yok. Onlar hayatlarından memnun. Akşam evlerine gidiyor. Olayları ayaklarını uzatarak tv'den seyrediyorlar. Rahatları yerinde. Çok avukat baro seçimlerine bile gitmiyor. Bu ülkede bir bu şarlatanlar var bir de onları seyredenler. Birilerinin eski baro başkanı olmaktan öte bir sıfatı yok. Bakıyorsunuz her saat bültenlerde ağzını doldura doldura konuşuyor. Bir başkası Yargıtay'dan 15 sene evvel tekaüt olmuş fakat sanırsınız BM genel sekreteri. Barolarda bütün avukatlar bunlar gibi mi düşünüyor? Hayır. Adliyeler aynı kalıbın mahsulü mü? Hayır. Yüksek yargı mensupları tornadan çıkmış gibi mi? Asla. Üniversitelerde herkes bunlar gibi mi konuşuyor? Hayır. Türkiye'de yine bir azınlık zorbalığı yaşıyoruz. Ceberut bir azınlık büyük çoğunluğu sindirmiş gidiyor. Türkiye'de bir asırdır geniş kitle tutsaktır. Öz değerlere bağlı kitle bir asırdır hırpalandığından o şoku bir türlü üzerinden atamıyor. Cemaat denince ürküyor. Kim cemaat mensubu değil. Hangi gazete, hangi kulüp hangi işveren. Masonlar da cemaat, dindarlar da. Fakat ilki çağdaşlık diğeri mürtecilik. Siz bir de liberallerle eski Marksistlerin şu yaptıkları gözü kara salvoların olamadığını düşünün.. O zaman iktidar sende olduğu halde neler olmazdı. Bu ne rahatlık, rehavet ve çekingenlik? Neden kanunların verdiği hakları kullanmıyorsunuz? Kapınıza da dayansalar yine susacak mısınız? Allah'tan ki Genç Siviller var. Bravo bu korkusuz gençlere.. Onlar her türlü desteğe layıktır. Taksim, Genç Sivillere emanet.
.
TSK için fırsat
24 Şubat 2010 01:00
Fırtına çok sert esiyor. Generaller, amiraller, ordu komutanları, kuvvet komutanları, muvazzafı ve emeklisiyle gözaltına alınanlar, tevkif edilenler olmakta. Bu nedir, olaya nasıl bakmalı? Ordumuzun komuta karargâhı olan Genelkurmay için hayati soru budur. Genelkurmayın, önünde iki yol var: Ya hissi davranacak, şüphelilerin arkasında yer alacak veya hukukun üstünlüğüne inanarak müstakil yargının vereceği kararı şeriatin kestiği parmak acımaz diyerek hadiseyi ordunun her bakımdan bir arınma işlemi olarak değerlendirecek. Tarih boyunca her rütbe, sınıf ve kademede suça, entrikalara bulaşmış insanlar olmuştur. Yakın tarihimizde de ordunun içinde türlü suçlarla kirlenmiş insanlar oldu. Fakat onlar izahı mümkün olmayan bir mantıkla hep kahraman olarak gösterildi. Bu belki de önce cihan harplerinin sonra da soğuk savaş döneminin anormal bir algılama biçimiydi. Köprülerin altından çok sular aktı. Şimdi kurumlar yerine oturuyor. Türkiye, kabuk değiştiriyor. Kimse lâyüsel değil. Darbe taşeronu sivil hesap vermek zorunda olduğuna göre, apoletli medya mensupları hesap verdiği ve vereceği gibi hukuk devletinde kanunsuzluğa bulaşmış, darbeciliği meslek edinmiş asker de yargı mensubu da mahkemede hesap verir. Vermezse orada devlet yoktur. Devlet gibi devlet vardır. Şu darbe planlarının binde birini polis yapsaydı başına neler gelmezdi? Bir eylem polis tarafından işlendiğinde suç, asker tarafından işlendiğinde kahramanlık olursa orada anormallik vardır. Bu operasyonlarla o anormallikler ortadan kaldırılmakta. Sular önce bulanacak sonra durulacak. Kim suçlu, kim değil? Bunun hükmünü mahkeme verecek. Mahkemenin beraat ettirdiği temizdir. Mahkemenin mahkum ettiği suçludur. Suçlu nerede olursa olsun yaptığı yanına kâr olamaz. Artık ordunun şu fikri saplantıdan kurtulması lazım: Cumhuriyetin bekçiliği? Cumhuriyeti koruma ve kollama görevi! Hayır mevhum/hayali düşmanlara karşı bekçilik olmaz. Kimsenin devletin rejimiyle bir alıp veremediği yok. Askerin görevi huduttadır. Savaş zamanında da cephede vatanı müdafaa etmek. Gözaltılar, tutuklamalar bir cerrahi operasyondur. Onun için kışkırtmalara, pohpohlamalara kapılmamalı. Tam tersine Genelkurmay bir komisyon kurarak olayların ışığında soğukkanlı bir değerlendirme, bir öz eleştiri yapmalı. Değme hasım kimselerin TSK'ya yapamayacağı kötülüğü onun öz bağrından çıkan cuntacılar yaptı. Terör karşısında varlık gösteremeyenler meşru iktidarlara silah doğrultma hazırlığındaymış. Bunlardan hesabı herkesten evvel Genelkurmay sormalı. Biz bugün de devletsek. Bunda yeri gelince öz evlatlarını bile hiç tereddüt etmeden ölüme gönderen geleneğin muazzam payı vardır. Kimse devlet değil. Devletten üstün de değil. Fakat nice paşa, bu memlekette nice zamanlar devlet benim tafrasıyla dolaştılar. Endişe edecek bir durum yok. Kurumlar temizleniyor. Genelkurmay bu krizi aklıselimle yönetirse. TSK olaydan güçlenerek çıkacaktır.
.
Bir yıl oldu
25 Şubat 2010 01:00
> Washington DC THY'nin Boeing 737 Tekirdağ uçağının 25 Şubat 2009 günü Schiphol Havaalanına çakılmasının üzerinden tam bir yıl geçti. 365 gün önce bugün öğleden evvel kaptanlar dahil 9 kişi ölmüştü. En ağırı oğlumuz, ciğerpâremiz, Cüneydimiz olmak üzere birçok yolcu da yaralanmıştı. Bugün o kazanın, o dehşet dolu günün yıl dönümü. Arkada kalan bu bir yılda neler yaşadık, nasıl yaşadık? Anlatmak mümkün mü? O uçak aslında üstümüze düştü, dağlar üstümüze devrildi. Hislerimizi zaman zaman sizlerle paylaştık. Fakat ne kadar anlatabildik, ne kadarını paylaşabildik? Sizler çok şey anlamışsınızdır ama ateş gerçekten düştüğü yeri yakıyor. 25 Şubat 8 Haziran arası Amsterdam'da AMC hastanesinde kaldık. Oradan sevkimizle 8 Haziranda buraya nakledildik. 8 Haziran-8 Aralık arası Washington DC'deki NRH hastanesinde yatıp-kalktık. Amsterdam ve DC'de 284 gün 24 saatimiz hastanede geçti. 31 Ağustos-8 Aralık arası yazılarımı hastanede Cüneydimizin yanı başında yazdım. 8 Aralıktan bu yana ise oğlumuz her gün evden hastaneye taşınıyor. 365 gündür tedavi ve terapiler devam etmekte. Kaza zamanına göre şükürler olsun bugün çok iyi. Ama 24 Şubattaki, kazadan önceki Cüneyd Er'i ayakta, sapasağlam, aslanlar gibi görmek için daha zamana ihtiyacımız var. Allahü teâlânın bunu da lutfedeceğine dair inancımızı hiç kaybetmedik.. Hekim kararıyla daha en az yarım sene buradayız... Sonrasını tedavinin seyri tayin edecek. Sabrı katık edindik. Çok zor, anlatılması imkânsız, doktorlarda ümitlerin olmadığı günlerden bugünlere geldik. 365 gündür gözlerimiz hep yaşlı yüreğimiz şerha şerha. Tahammülü çok zor bir durumda. ayakta kalabildiysek bunun iki sebebi var. Sizlerin dua ve alakanız ve merhametlilerin en merhametlisi olan yüce Allah'a olan tevekkülümüz. Hepinize müteşekkiriz. Bizimle beraber koştunuz. Yorulmadınız. Bugün oldu dualarınız devam ediyor. Arıyorsunuz, ziyaretimize geliyorsunuz. Fedakârlığınızı, insanlığınızı unutamayız. Biz yeryüzünün neresinde olursa olsun bütün sevenlerimize Allah sizden razı olsun diyoruz. Lütfen dualarınız hız kesmesin. Hekim hastane ilaç görünen sebepler. Dualarsa rahmet ve merhamet kapılarını açıyor. Kimin duası bunu yapıyor? Dua eden bile bilmez. 365 gündür ailece Cüneydimizin yanındayız. Hizmetine ancak yetebiliyoruz. Yavrumuz 30. yaşına hastanede girdi. Biz evliliğimizin seneyi devresini gurbette buruk tebessümlerle hatırladık. Büyük bir çile ve büyük bir imtihan... İnşallah bu imtihandan yüz akıyla çıkarız. Hadisenin birinci yılının onulmaz dertler tabibi, üstünler üstünü Sevgili Peygamberimizin -sallallahü aleyhi ve selem- muhteşem doğum günlerine, Mevlid-i Nebevi'ye denk gelmesini, Cüneydimizin tez vakitte noksansız olarak şifasına kavuşmasına bir işaret, bir beşaret ve şüphesiz ki bir rahmettir diye düşünüyoruz. Es'salat'ü ve's selamu Aleyke ya Resulallah. Es'salat'ü ve's selamu aleyke ya Habiballah. Esselatü ve's selamü aleyke ye Seyyid'ül evvelîn ve'l ahirin... Öncekilerin ve sonrakilerin... Göktekilerin ve yerdekilerin en üstününe nihayetsiz selamlar olsun. Cenab-ı Hak'tan Sevgili Peygamberi hatırına bu kazada ölenlere rahmet, Cüneydimize ve bütün yaralılara acil şifalar diliyoruz. Mevlidiniz mübarek, dualarınız makbul olsun.
.
Adaletin kendisiyle imtihanı
26 Şubat 2010 01:00
Olaylar karmakarışık. İddialar dehşet verici. Vesikalar çuvallar dolusu. Bu kadar gizli-açık şahit. Bu kadar avukat. Bu kadar yayın ve mahkemeler. Başka ülkelerin topraklarından petrol çıkar, elmas çıkar, altın çıkar. Bizim topraklarda suikast silahları çıkıyor. O silahları gömen ve gömdürenlerin ses kayıtları ise bir bir ortaya çıkıyor. Hâlâ nasıl kanımız donmuyor şaşmak lazım. Okul çocukları, şen şakrak... Birçoğu hayatlarında belki de ilk defa bir müzeye gidiyorlar. Tamamı ise yine ilk defa artık bir müze eşyası bile olsa bir denizaltına girecekler. Giriyorlar. Görevliye amca şu ne? Diye soru sordukları bir esnada meydana gelen dehşetli bir patlama ile o çocuklardan onlarcası paramparça oluyor. Şükür ki... Böyle bir acıyı yaşamadık. Ama birileri yaşatacakken enselendiler. Cuma günü cemaat içerideyken Fatih Camiinde, Beyazıt Camiinde bombalar patlatmak hangi insanlığın, hangi vicdanın eseridir. Yalan deniyor. Çuvala sığmayan mızrağa yalan demek esas yalan olur. Oralarda bomba patlasaydı, binlerce insan ölüp binlercesi yaralansaydı. Tertip gereği yine yeşil bayraklı, sarıklı sakallı sahtekârlar sokakları doldursaydı bu müze sabotajından da beter olurdu. Şükür bu âfet de yaşanmadı. Ayışığı, Sarıkız, Kafes ve Balyoz'un yaşanmadığı gibi. Bu senaryoların her biri ayrı ayrı korkunç. Kendilerini üstün insan görenlerin millete karınca muamelesi yapmaları. Buyuran sfenksler ve onların buyruğundaki piramit köleler.Tarihe çok kötü bir miras bıraktılar. Bunlar yüz karası. İşte şimdi tam zamanı. Neyin? Hani hep lafı edilir ya "kanun önünde eşitlik". O yalanı sahiye tebdil etmenin vaktidir. İstihbarat. Polis. Savcı. Sorgu Hakimi. Medyanın sorumlu kanadı. Alkışlanacak bir cesaret ve gayretle çalışmakta. Gözlerini budaktan esirgemiyorlar. Şimdi hadise yargıda. Mahkemelerin de sözlerini dudaktan esirgememeleri ve kim olursa olsun adaleti ne bir milim fazla ne bir milim eksik hakkıyla tatbik etmeleri gerekir. Hükümdarla hamalın eşit olduğu iki yer vardır. Camideki saf ve adliyedeki divan. Bu memlekette kanun, düne kadar güç yetirilene işliyordu. Buna rağmen hukuk devleti fantezisi herkesin ağzındaydı. Şimdi gerçek eşitlik olacak. İmtiyazsız, sınıfsız bir toplumun yolu adliyeden geçer. Adaletin mazereti yoktur. Adalet dağıtamayan devlet, şeklen devlettir. Delil çok, sanık fazla, baskı yüksek. Tehdit alabildiğine. Hiçbiri mazeret olamaz.. Layıkıyla adalet, olmazsa olmaz şarttır. Hassas, tarafsız, hızlı ve ibretlik ceza. Adil hüküm, mahkemenin eseridir.
.
28 Şubat tarihin çöp sepetinde
1 Mart 2010 01:00
> Washington DC İstanbul, I. Cihan Harbinden sonra işgal de gördü. Daha başka vilayetler de. İşgalciler, Şehzadebaşı'nda karakol basıp uykudaki bir manga erimizi şehit etmek dahil bir çok kötülük işlediler. Fakat işgal kuvvetleri mâbedlerimizi yıkmaya-yakmaya kalkmadılar. Kirletmediler. Levhalarını yerinden sökmediler. Kitabelerini murçlarla kazımadılar. Bunları tek parti faşizmi yaptı. Sultanahmet gibi dünya kültürüne mal olmuş bir benzersiz camiyi bile asker koğuşu haline getirdiler. Atlar camiyi kirletti. Ayasofya'nın minarelerini yıkmaya teşebbüs ettiler. Anlatmakla bitmez. Bu zihniyetin son affedilmez suçu 28 Şubattır. O 28 Şubatta en kanlı darbelere denk baskılar uygulandı. Şu sütunlardaki hürriyetlerimize kadar uzandılar. Facia çapındaki ihanetleri ise şimdilerde ortaya çıkıyor. Camileri bombalamak. Bazıları hâlâ inanmıyorsa ahmaklığındadır. Daha başka hangi vesika o göremeyen gözlere uzatılsın? Fatih ve Beyazıt Camilerini kimlerin bombalayacağı sicil numaralarına varıncaya dek ortaya dökülmüş vaziyette Camileri bombalayarak, yakıp-yıkmayı işgalci düşman askerleri bile düşünmediler. Fakat -hâşâ- Türk askeri değil, o ocağa nasılsa sızmış darbe vebasıyla malûl cuntacılar, bunu düşündüler. Hayır düşünmediler, eylem için fırsat kolladılar. Çünkü onlar, bu milletin halis pınarlarından değil sahte ideolojilerden besleniyorlardı. Aynı zihniyet 27 mayıs darbesini yapıp bir Başvekille iki vekili asmış. Fakat baskıyı orada bırakmayarak bu darbeyi bayram yapmıştı. Şimdiki nesiller bilmezler. 1960-80 arası Türkiye, içi kan ağlayarak bu ihanet bayramını kutlamıştı. Kendilerini seçkinler seçkini bir havas zümre, halkı güdülmeye mahkum sürü olarak gören bu zorba zihniyet, kim iktidara gelirse gelsin asıl iktidar olarak perde arkasında etkisini daima devam ettirdi. Müesseseler onun elindeydi. Ama büyük atalar ne güzel demiş, son gülen iyi güler. Şimdi ağlaşıyorlar. Bu zihniyet, hiçbir zaman böylesine zavallı duruma düşmedi. Tarih, onlardan hesap soruyor. Bin yıl süreceği iddia edilmiş maskara bir darbe 10 yıl sonra çöktü. 28 şubat çöplükte. Çöpçülere tavsiyemiz ağızlarına-burunlarına maske taksınlar. ... SAMİ ÖZEY Ballı gün dostları, sayın Enver Ören'i terk ederken, bazıları icraya bile verirken o kriz zamanlarındaki toplantılarda sağduyulu bir insan, söz sırası kendine geldiğinde ayağa kalkıp İhlas'ı ve O'nun bânisini o kadar özden anlatıyordu ki o dar anlayışlar dışındaki bu konuşmacıyı takdir etmemek mümkün değildi. İhlas'ın sanki gönüllü elemanı bu adamı hiç unutmadım. Bize öyle geldi ki samimiyet onun hücrelerine sinmiştir. Bu vasıftaki bir kalem erbabının ufku gözlerken bordasında Türkiye yazan ihlas gemisine atlamış olmasını tebriklerle karşılıyoruz.
.
Hâkî renkli dayak
2 Mart 2010 01:00
Bizim tahsil yıllarımızda bir genç ancak liseye başlayınca başındaki saçla tanışabilirdi. İlk mektep ve orta mektep erkek talebesinin saçı 3 numara makineye vurulurdu. Lisede ise müdürün veya işgüzar muavin hanımın elinden makas yahut saç makinesi eksik olmazdı. Bir gencin doluğu/favorisi veya perçemi birazcık uzun olsa müdür veya yardımcısı o genci arkadaşlarının içinde mahcup durumlara düşürürdü. Hatta bazen saçından bir yol açılarak o vaziyette eve gönderilirdi. Şu ân 40 üstü yaşlardaki yetişkinler, bunlara dair onlarca hatıraya sahiptir. Bunların derlenmesi, sinemalaştırılması gerekir. Peki bütün bu vahşet neden yaşanıyordu? Neden 15-18 yaş arası bir gencin ömrünün baharında iken hayalleri, ümitleri yıkılıyordu, belki taşrada hâlâ yıkılmakta? Cevabı çok basit. Disiplin için. Hayır, bu ne disiplindir ve ne de terbiye. Ama ne yazık ki bu bir gerçektir ve bir sürecin devamıdır. Öncesi ve sonrası vardı. Aileden başlıyor okulda devam ediyor, askerde şaha kalkıyor, hayatta drama dönüşüyordu. Dünyanın en kalitesiz sözlerinden biri bizim deyimler sözlüğündedir. Utanmaz sırıtkanlık, şöyledir. Sözüm ona kadını tarif eder. Buna göre kadının "karnından sıpa, sırtından sopa eksik olmayacaktır." O çocuk, annesinin babası tarafından dövülmesiyle hayatla tanışır. Kendisi de kardeşini döver. Annesi ve babası onu döver. Mahallede çocuklardan gücü yeten diğerini döver. Okulda öğretmen döver. Karakolda polis döver. Askerde onbaşı döver, çavuş döver, astsubay döver, bölük komutanı döver. Burada üstüne üstlük bir de yakası açılmamış, duyup işitilmemiş en galiz kelimelerle küfürlerle paspasa çevrilir. Sosyal hayatımızın son üç çeyreği bir deforme dönemdir. Dayak, küfür, aşağılama toplumun üç malzemesidir. Derinlemesine bir sosyolojik tahlil yapıldığında 28 Şubatın da diğerlerinin de arkasında işte bu çarpıklıkla buluşulur. Dayakla küfrederek, aşağılayarak terbiye etmek. Neden? Hüküm bellidir: Bu defa bu aşikâr hüküm lügatlerde değil, fakat kibirli küstahların ağzındadır. Söz şu "bu millet adam olmaz!" Halk, kendilerini seçkin sananların işaret, ima ve tehditlerine göre değil de kendi aklıselimiyle hareket ettiği için. O zaman adam olmayan bir milleti dayakla adam etmekten başka çare yoktur. Ama buna dayak denmiyor post modern darbe deniyordu. Neye inanacağını, günde kaç vakit namaz kılacağını, kimi seçeceğini, kimi seveceğini, nasıl giyineceğini bu terbiyeciler tayin edecekti. Çünkü bu halk, başıboş bırakılamazdı. Halk cahildi. Onu gütmek gerekirdi. Darbeler bu yüzden oldu. Darbelerde sokaklara dökülen tanklar, öğretmenin elindeki saç makinesi, karısını döven adamın tekmesi, karakoldaki polisin copu, kışladaki askerin yumruğudur. Dayak, insan için değildir. Hayvan için de değildir. Dayak yüz karasıdır. Darbe, hâkî renkli dayaktır.
.
Mihriban
3 Mart 2010 01:00
Herhalde dünyada en küçük tarlalar bizim köylerimizdedir. Mirastan mirasa bölünerek neredeyse bir mendil ebadına düşecekti bir kanun çıkartılarak ekber evlat faktörü mevzuata girdi. Neden? Türk milletinde, belki doğulu halklarda, mirasçı kardeşler geçinemez. Komşular geçinemez. Hani o kan davalarının sebebi nedir? Biri kız meselesi, diğeri komşu kavgası. Sanılanın aksine aydınlar geçinmez. Siyasilerimiz hiç geçinemez. Tarihe bir parça aşina olanlar bilir ki tarihimiz kardeş veya baba-oğul kavgalarıyla doludur. Devletin en kuvvetli olduğu zamanlarda bir tefrika çıkar ve bölünmeyle biter. Hayır sadece Beyazıt-Cem kardeşler ihtilafı ve Cem dramı değil, Yıldırım-Timur boğazlaşması ve Yıldırım hayıflanması da değil. Onlarca misal var. Onun için bizde meclis uzlaşmaya zemin olamıyor. Uzlaşarak anayasa yapmak. Uzlaşarak yargı reformu yapmak. Uzlaşarak askerî reform yapmak. Nafile ümitler. Hayır uzlaşamazsınız. Ne yapacaksan yapacaksın! Çünkü bizde şu gün bile ve üstelik İslamiyet'in asırlardır süren aksine telkinlerine rağmen uzlaşma ve paylaşma kültürü layıkıyla gelişmemiştir. Veya belki de varken yitirdik. Hayat tarzımızda kendini haksız görme tevazuu yoktur. Özür dileme fazileti yer etmemiştir. Halbuki.. Oysa ki. Karşımızdakini bir dinleyebilsek. O zaman ne kadar da diğerimiz olduğunu görürüz. Hayır! Biz konuşmayız. Ya yumruklar, ya kurşunlar, ya dedikodular veya gıybet konuşur. Bu da, bu üslup da, bu kavga da senelerimizi alıp götürür. Asıl erozyon budur işte. Bu huy, devlet kaybından zaman kaybına ağır faturalar çıkartır. Ya tam susturacağız ya kan kusturacağız diye slogan atıyor! Bunu diyen Kürt kardeşiyle oturup konuşsa ne kadar da ruh ikizi olduğunu görecek. Ama olmuyor bu yapılamıyor. Ne oldu, Kürtçe tiyatro oynanınca tsunami mi koptu? Dediklerimize somut kanıt Mihriban türküsü. Cumhurbaşkanlığı basın Müşavir Ahmet Sever için dostları bir araya gelmişler. Neş'e içinde Mihriban türküsünü söylerken "sevgiliiim" diye iki yana sallanıyorlar. O türküyü söyleyenlerin çoğu işte ortalama gündelik ölçütlerdeler. Atatürkçü, laik vs. Peki ne var bunda. Var olan türküde. O türkü Abdurrahim Karakoç'un. Karakoç ne laik, ne başka bir şey. O şiiri ilk defa "Mektup Yazdım Hasana, Ha Hasana Ha Sana" ismindeki bir kitapta yayınlamış, biz de 18 yaş Adana'mızda yasemin kokuları arasında okumuştuk. Bu şiir, yok farz edilme cinayetine maruz kalmış bir şairindir. Halbuki o şairdir. Eseri ortada. Bugün de Vakit'te fevkalade dörtlükler yazıyor. Peki Mihriban şiirinin bestesi kimin? Musa Eroğlu? O kim? Bir alevi saz sanatçısı. Abdurrrahim Karakoç'la hiç karşılaşmadık. Ama Sarıkamış akşamlarında Musa Eroğlu'yla sohbet lezzetleri damıtmıştık. Dememiz o ki bir Sünni şiir yazıyor, bir Alevi besteliyor, laik yurttaşlar da bir kutlamada onu söylüyorlar. Ama kimse kilimin desenlerinin farkında değil. İşte problem orada. Güzelliklerimizi fark edemeyince çirkinliklerimiz baskın güç oluyor. Zorba yanımız kasıp kavuruyor.
.
Ermeni tiyatrosu
4 Mart 2010 01:00
Her sene nisan ayında Ermeni dayatması Amerikan meclisine gelir. Her sene mart ve nisan aylarında gündem Ermeni tasarısıdır. Parlamenterlerimiz Washington'a taşınır. Bu kısır döngü onlarca senedir devam etmekte. Bazı yıllar tansiyon bayağı yükselir. Ankara, sertleşir. Amerikan yönetimi sorumluluğunu ortaya koyar ve temsilciler meclisinden geçen tasarı senatoda bir başka bahara kalır. Ortada sanki bir tiyatro vardır. Bir trajedi yıllardır sahnelenmekte. Reji, Ermeni diasporası. Fakat oyunun gişe hasılatından nemalananlar var. Şu gün böyle bir tiyatronun Amerikan Kongresinde sahne alması mümkün mü? Obama idaresinin böyle bir tasarıyı ıskalaması kendi kalesine gol atmasıdır. O tasarı geçerse Obama'nın geleceği çok netameli bir hal alır. Şu gün Barak Obama içeride sağlık sigortası, dışarıda da İran, Irak, Afganistan'a dair yapacağı işlerle bir sonraki seçimi kazanacak veya kaybedecek. Başarısı büyük ölçüde bu iki unsura bağlıdır. Balkanlar'dan Asya'ya kadar kesinkes Türkiye ile çalışmak zorunda. Bölgede yıldızı yüksek, ismi parlak bir Türkiye var. Bu şartlarda Ermeni lobisi hatırına Obama'nın Türkiye'yi öfkelendirecek bir sakatlığa seyirci kalması mümkün değil. Bu oyun her sene tekrarlanacak mı? Hadise, Amerika'daki Ermeniler için biraz nostalji, biraz hobi, biraz inat, biraz intikam şovenliğidir. Ermeniler, Osmanlıda teb'amız,/vatandaşımız, bugün ise komşumuzdur. Tarihin bir döneminde yine batılı devletlerin kullanmaları yüzünden bir kısım Ermeniler devletin kendi hudutları içinde bir yerden bir yere nakledilmiştir. Bunun adı tehcirdir. Ermeni'nin soykırım/jenosit dediği ise karşılıklı vuruşmadır/mukatele. Bir kavgada silahlar patlarsa iki taraftan da ölenler olabilir. Peki bunlar neyin peşinde? Toprak almak vs. ham hayal olduğuna göre Türkiye'yi tazminata mahkûm ettirmek derdindeler. Uluslararası mahkemelerde milyon rakamıyla iddia ettikleri kayıpları namına tazminat rüyaları görüyorlar. Türkiye ve Ermenistan devlet başkanlarının karşılıklı ziyaretleriyle başlayan süreçte bir yakınlaşma başlamışken Ermenistan anayasa mahkemesi her şeyi bozdu.. Buna rağmen Türkiye'nin barış yolunda yılmaması lazım. Büyük olan Türkiye'dir. Ayrıca Amerika'da organize olmak gerekiyor. Yahudi, Rum ve Ermeni. Üçü de bizim eski unsurlarımız. Fakat ABD'de organize olmuşlar. Rum ve Ermeni lobisi devrine göre bize karşı el ele vermekte. Biz ise Yahudi lobisinden medet ummak zorunda kalmış, hatta vaziyet medetten de öte yer yer mecburiyet haline gelmiş. Vaktiyle Direklerarası'nda şurada-burada Osmanlıyı dejenere eden tiyatroları kuranlar Ermenilerdi. Tiyatroculuk özlerinde var. Yeni nesil Ermenilerin sağduyuya dayalı bir yol tutmaları kendi menfaatlerine uygun olur. Yoksa bu tiyatro bitmez.
.
Ürkek dış politikanın mirası
5 Mart 2010 01:00
> WASHINGTON DC Ülke hiperaktif bir çocuk gibi. Kabına sığmıyor. Gündem dolu dolu. Ekonomi, iç politika, dış politika, temaslar, açılışlar, davalar, iddialar. Türkiye, büyüyor. Osmanlı Coğrafyası dirilişte. Artık, kimse Türkiye olmadan interlandımızda siyaset yapamaz. Ülkemizin dışarıdaki intibaını yaşamak için yurt dışına 3 gün çıkmak kâfi. Hükümetin muhalefet lider kadrolarını da dış seyahatlere götürmelidir. Gündem, gündem içinde.. Bugün, içinde yaşanılan zamandan ibaret değildir. Bugün, biraz dün, biraz yarın. Bir memnun eden gündem var, iktisadi istikrar onun eseri. Bir de bu Ergenekonlar, yargı öfkeleri, referandum kavgaları, anayasa küflenmesi vs. Bunlar, yol açarken kepçelerin çıkarttığı taşlardır. O taşlar, yoldan temizlenecek. 26 Ağustos 2071 Süper Güç Türkiye günlerine ilerleyeceğiz. Hukuk bir gün ayıplarından âzâde olabilir. O zaman 1 numaralı maznun açığa alınacakken Sarıkamış'ta tatbikat yönetemez. Dün ne vardı? Düveli muazzamanın güdümünde üçüncü dünyalı silindir şapkalıların cücelikleri. İnisiyatif almaktan aciz, yurtta sulh cihanda sulh ört ki görünmiyem politikası. Bir Türk cihana bedeldi. Ama cihana bedel o adamın cebindeki para değildi. Parası gibi sözü de hiçbir dünya başkentinde geçmezdi. Bu kısır idrakte yalnızca şu üç gaile vardı. Kıbrıs, Ermeni tehciri, Kürt kardeş kavgası. Bir adanın üçte birine dair anlayış şuydu, en iyi çözüm çözümsüzlüktür Ermeni meselesi ise bir arşiv malzemesiydi. Dosya senede bir mahzenden çıkartılır, mevsimlik işçi gibi çalışılır, sonra aynı tozlarıyla yerine konurdu. Diğeri iç meselemiz olan Kürt problemiydi. İsyan figüranlarına üç-beş çapulcu diyenler sonunda bir şey yapamaz duruma gelerek olayı kilitlediler. Eğer bugün Ermeni meselesi çıkmazdaysa, Ermeni tulûatçıları Türkiye ile köşe-kapmaca oynamanın sadist zevkindeyse, yıllar yılı Yahudi lobisi taşeronluğuyla problem halledilmeye çalışılmışsa bunun sorumlusu ufuksuz, cesarete yabancı dünkü dış politikadır. Sonunda ne yurtta sulh oldu ne de cihanda. Negatif bir sonuç karşısında elçi çekmek vs. küstüm oynamıyorum alınganlığı olur. Şurada bir lobi oluşturamamışız. Var olan Türkler de kopmuş tesbihin taneleri gibi. Kıbrıs, Kürt meselesi ve Ermeni sancısı aynı klasörün dosyalarıdır. Olayların üstüne gitmeli. Mevsimlik işçi gibi değil 24 saat 365 gün çalışmak şarttır. Her şeye sıfırdan başlamak gerekiyor.
.
Yunanistan'a teklifler
8 Mart 2010 01:00
> Washington DC Yunanistan zorda. Zora mı düşürüldü, yönetim beceriksizliği mi, devasa suistimaller mi var? Bilemiyoruz. AB de ABD de Yunanistan'a karşı oldukça soğuklar. AB belki bundan sonra ortaklıktan ihraç müessesesini de işletecektir. İleride bir kısım eski Demirperde üyelerinin AB'yi zora sokmaları sürpriz olmaz. Türkiye'nin telaş etmesine gerek yok. Şu gün nasıl ki Avrupa'daki Türk nüfus, kıtanın gençleşme sebebiyse yarın da Türk ekonomisi, tez elden üyeliğe kabul edilen devletçikler yüzünden zora girecek AB ekonomisine zindelik kazandıracaktır. Bu coğrafyada Türk milleti ortada güneş, Kürt, Arap, Ermeni, Rum, Bulgar ve diğerleri etrafta yıldızlardır. Bugünkü onlarca ırk, onlarca devlet asırlarca aynı bayrak altında adaletle bir arada ve huzur içinde yaşadılar. Bölgemizde üç ana unsur vardır. Türkiye, Rusya, İran. Diğerleri talidir. Rusya ve İran ile komşu olarak kalmak durumundayız. Tarihteki en büyük husumetleri bu komşularla yaşadık. Bugün artık dostuz. Komşuluğumuz devam edecek. Fakat eski Osmanlı teb'ası daha yakındır. Onlarla Osmanlı Milletler Topluluğu'yuz. Biz 10 küsur sene evvel çevremizle Konfederasyona gitmemiz gerektiği teklif etmiştik. Orada Irak da Bulgaristan da Arnavutluk da İsrail de Azerbaycan da vardı. Önünde sonunda olacak da budur. Dere yatağını bulur. Coğrafyanın tabiî şartları bunu emrediyor. 19. Asır ve 20. Asır başında Düveli Muazzama bu coğrafyanın terekesini çok kötü şekilde tahrip etti. Anlık, geçici dönemlik başarılar başarı değildir. Aynı şekildeki başarısızlıklar da başarısızlık sayılmaz. Filistin ne kadar Türkiye ile olmak zorundaysa Yunanistan da diğerleri de aynı ihtiyaçta. Sömürgeci Düveli Muazzama zihniyetinin, Çörçillerin, Lozanların, Stalinlerin dayattığı bozuk yapılanmanın şimdiden sonra aklı selimle düzelmesi günündeyiz. Bu noktada Yunanistan'ın soğukkanlı düşünmesi lazım. Fikrimiz zordaki komşumuzu incitme planı değildir. Şunları teklif ediyoruz. Yunanistan, Batı Trakya'yı Türkiye'ye satabilir. İki kulaç ötemizdeki adaları da bize satabilir. Rum tarafıyla birlikte KKTC'yi tanıyabilir. Bunları yapmakla Yunanistan'ın bir kaybı olmaz. Nitekim Rusya da Almanya'ya Doğu Almanya'yı satmıştı. Komşu devlet, 12 Ada, Kıbrıs Batı Trakya'yı iade ederek safra atabilirse, ekonomik olarak kazanır. Kıbrıs ayrı statüde. Tabii ki bu teklif masada olgunlaşır. Nitekim Bild de adaları sat diye yazdı. Fakat Atina kızdı. Hayır, kızmamalı. Taşıyamayacağın büyüklük, yüktür, batırır.
.
Kadının kölelik çağı
9 Mart 2010 01:00
Bir asırdır güya kadın hakları savunuldu. Gerçekte ise kadın üzerinden İslamiyet'e saldırıldı. Bu bir asırlık taktiktir. Daha uzun süre ise garp dünyasında yaşanmıştır. Şarklı münevver oradan alarak aynı taktiği kendi halkına karşı uygulamıştır. Bugün de sürüp gitmektedir. Halbuki kadının asıl haksızlığa uğraması modern zamanlardadır. Bunu biraz tahlil gücü olan yakalar. Her sabah Washington caddelerinde görüyorum, içim eziliyor. Birtakım kadınlar, kanalizasyon işçisi, asfalt işçisi, inşaat işçisi. Ne kadın kalmış ve tabiatı ile ne de erkek olmuşlar. Bir öncelikleri, farklılıkları imtiyazları yok. Kimsenin acıdığı da yok. Eşitlik denmiyor muydu? Alın size eşitlik. Bahsettiğimiz manzara sadece Amerika'da değil Avrupa'da da eşitliği kurmuş. Şoförlük, kadının en hafif mesleği. Kadın modern zamanlarda köleleştirildi. Seks köleliği. İş köleliği. İstismar köleliği. Bizde bir kısım medya diğer tarafı hiç göstermedi. Kadına dair konuştukları kuma, kafes, dayak ve son zamanlarda töre cinayetlerinden ibaret kaldı. Ya diğerleri? Onlar neden saklanır. Hayır göz önündedir ama idraklerin üzerine şal atılır. Batıda, burada nikâhsız hayatlar almış başını gitmiş. Bizde bazı dizilerde yapılan nedir? Sanat adı altında kadın bir sömürü çarkının ucuz malzemesidir. Komünizm yıllarca suçlandı. İsnat edilen suç kadının ortak mülkiyet yapılmasıydı. Bunu komünizm ne kadar istedi, ne kadar yapıldı meçhul. Ancak kapitalizm fazlasıyla gerçekleştirdi. Ortak mal için illa ortak yatak şart değil. Bir dizi, bir yatağı bütün erkeklere taşıyor. Zina sadece ten temasıyla değil. Şu gazetelerde, mecmualarda çıplak resimler neden vardır? Tiraj için. Dizi reyting, fotoğraf tiraj, internet ziyaretçi, sahne hasılat için. Dünya kurulduğundan beri kadın hiç bu denli sömürülmedi. Modern zamanlar kadını köleleştirdi. Baba veya koca dayağı ne kadar kötüyse kadının sahnede, dizide, sayfada istismarı da o denli kötüdür. İslamiyet, kadına layık olduğu hürriyeti, layık olduğu itibarı verdi. İslam hüviyeti taşıyan bazılarının hataları dine mal edilemez. İslamiyet iffetli genç kız dedi. Nikâh dedi. Canım anne dedi. Hanım anne dedi. Cici anne dedi. Büyük anne dedi. Anne duası dedi. Aile dedi. Yuva sıcaklığı dedi. Aile saadeti dedi. Gaddar komünizm de vahşi kapitalizm de üçüncü dünyalı şehveti de kadını çok hırpaladı, aşağıladı. Kadını kurtaran cemiyetler yarınki dünyada var olacaktır. Zarif ve narin varlık olan kadın namustur. Kadını kaybeden millet, istikbalini kaybeder... * ELAZIĞ'IN ACISI BİZİM ACIMIZ Elazığ depremi hepimizi kalbimizden vurdu. Acımız çok büyük. Şehidlerimize yüce Allah'tan rahmet, ailelerine sabır dilerken bütün değerli hemşehrilerime geçmiş olsun diyorum. Acıları acımızdır. Bu, son gördükleri keder olur inşallah. Böyle bir günde işinin ehli bir vali ve belediye başkanının ilimizde vazife yapıyor olması müsterih olma sebebimizdir. Hiçbir hususta bir eksiklik bırakılmayacağına eminiz.
.
Kerpiç damların isyanı
10 Mart 2010 01:00
> Washington DC Harput'ta 50 sene evvel o kerpiç damlardan çıkmıştık. 50 sene sonra o kerpiç damlar bir yer kıpraşmasıyla toprağa karışıyor. Çöken tavanların, yıkılan duvarların altında düzinelerce ölü, onlarca yaralı. Harput/Elazığ bugün bile o kerpiç damlara mecbur kalmamış olmalıydı. O kerpiç damlar çoktan açık hava müzesi yapılmalıydı. Biz 50 sene evvelini biliyoruz. Daha yüz sene evveli de var. 150 sene evvel Elazığ kurulduğundan beri var olan o kerpiç damlar şimdi çoktan hatıra olmalıydı. Zelzelenin olduğu ilk andan beri olayı yakından takip ediyorum. Bu deprem yüreğimizden vurdu. Ocaklar söndü. Genç fidanlar toprağa devrildi. Hemşerilerimi herhalde en iyi anlayanlardan biri biziz. Kaya gibi sağlam İslam itikadı odur ki yıkılan dam altında kalan mü'min şehiddir. Allahü teâlâdan şehidlerimize rahmet, yaralılara şifa diliyoruz. Elazığ. Doğunun/Güneydoğunun Kale Beyidir. Siz, çeyrek asırdır ülkenin kanını sülük gibi emen şu terör zamanlarında bir de o Kale Beyi'nin gül yüreği ve bükülmez bileğiyle şafağın bekçisi olmadığını düşünün. Harput/Elazığ olmasaydı bugün Türkiye bu haritayı muhafaza edemeyecekti Ama. Bu Elazığ. Hak ettiğine hiçbir zaman kavuşamadı. Bazı eski iktidarlar üvey evlat muamelesi yaptılar. Elazığlı ise küçük hesapların adamı olmadı. Menfaatine yontma ahlakını tanımadı. Onun için bu TOKİ'ler, bu yatırımlar, Karakoçanlara, Kovancılara, diğer merkezlere bugün gitmemeliydi. Harput'un/Elazığ'ın hatırlanması için illa bir zelzele kopmamalı, kerpiç damlar isyan etmemeli, hoyratlar feryat feryat yükselmemeliydi. Tesellimiz o ki şehrin başında Muammer Erol isminde halk çocuğu bir vali, aynı ruh dokusundan Süleyman Selmanoğlu isminde bir reis ve gönlü ile o kerpiçlerin çığlığını duyabilen Tayyip Erdoğan diye bir Başbakan var. Dileriz ki bu son acı olsun. Ve dileriz ki bu ülkenin diğer taraflarındaki vatandaşlar, artık Harput/Elazığ'a da gitsin, bakir toprakların mis kokusunu duysunlar, civanmert insanları tanısın, orciğini tatsın, Karaçalı suyundan içsin, 'Keban Denizi'nde balığın lezzetine varsın, Osman Bedreddin hazretlerinin manevi huzurunda yenilensinler. Yetsin artık, bazıları için Elazığ, Erzurum, Erzincan, Van.. galaksiler kadar uzak olmasın. Harput onlara New York'tan, Paris'ten yakın olmalı.. Harput'lum başkalarını bilmeyiz ama biz sizinleyiz. Yanınızdayız. Dualarımızdasınız. Derdiniz derdimizdir.
.
AB tedirgin
11 Mart 2010 01:00
Avrupa Birliği, kendi IMF'sini kurma arayışında. Genişlemeden sorumlu komisyonun etkin ismi Olli Rhen, AB'nin kendi IMF'si denebilecek bir para mekanizması kurma fikrinde olduğu haberini teyit etti. Sebep Yunanistan örneği, sebep Yunanistan'dan dolayı AB para dolaşımının IMF'nin nüfuz alanına girmesini engellemek. Yunanistan ekonomisi batmış gidiyor. Yakında bankalar yağmalanırsa kimse şaşmasın. Başbakan Yorgo Papandreu, ABD'de borç peşinde. Burada Türkiye ile iki eski düşmanın nasıl dost olacaklarını göstereceklerini, Kıbrıs'ta anlaşmayı başbakan Tayyip Erdoğan'ın tesis edeceğini söylüyor. Türkiye ve Kıbrıs'a dair Washington'da kendine bir şeyler dendi ki bu açıklamayı yaptı. Böylece Obama idaresi, hakemin oyunu uzatması yüzünden Ermeni tarafının 91. dakika golünü telafi gibi bir düşüncesi muhakkak ki var. Fakat Ankara'nın arşivi mavi boncuk dolu. AB'de patron devletlerin Yunanistan'ı aldıkları Türkiye'yi ise dışarıda bıraktıklarına dair pişmanlıklar şüphesiz ki bugün vicdanlarını kemiriyordur. Fakat itiraf etme samimiyetine sahip değiller. Yunanistan, hiç beklenmedik bir anda battı. Onu kurtarmaya çalışacak bir AB de batabilir mi? Batmasa da iyi sarsılır. Onun için IMF'sini kurarak üye ülkeleri teftiş etmeyi düşünüyor. Yoksa elin IMF'si bunu yapacak. Galiba AB için çanlar çalıyor. Daha sırada Bulgaristan, Romanya, Baltık ülkeleri, Balkan ülkeleri şu-bu var. Eski Demirperde'liler AB'yi çözebilir. Belki Sovyetleri batıran unsurlardan biri de onlardı. Haydi sıra dışı bir soru: -Büyük Orta Doğu Projesinin Balkan ayağı mı gündemde? İngiliz'in Adalarda, Trakya'da yaptığı hatalı çizim mi tashih ediliyor? Bazen büyük olaylar, kedi patileriyle gelir. Sovyet Rusya da öyle dağılmamış mıydı? Bir gece ansızın. AB geceyi uykusuz geçirmekte haklı. Ağzımızdan yel alsın ama, birden çöken bir AB hüsranı. O gün seyreyleyin tsunamiyi.
.
IMF mandası bitti
12 Mart 2010 01:00
Harbi Umumiden/I. Dünya savaşından sonra memleketin selameti için arayış içinde olanlardan bir zümre münevver de Amerikan mandası istemişti. Buradaki manda sığırgillerden o uzun boynuzlu, çamurlu suları seven mahzun hayvan değil. Hani bazı insanlar aklını kaybettiğinde, başına başka bir hal geldiğinde; onun malını mülkünü kendisinin idare etmesi mümkün değildir. Mahkeme mağdura bir vekil tayin eder. Bu tayin edilene vasi, bu sisteme/müesseseye de vesayet denir. Bu vesayete Fransızca'da mandate/manda deniyor. Türkiye, harpten sonra manda idaresine girmediyse de resmî tarihin kurtuluş savaşı kahramanı olduğunu yazdığı İsmet İnönü eliyle 1947'de IMF mandası altına girdi, 27 Mayıs darbesinden sonra 1961'de IMF ile bağlar pekiştirildi. Adnan Menderes'in idam tarihiyle IMF'nin santra vuruşunu yapmasının denk gelmesi ne kadar da düşündürücüdür. Sene 1947, sene 2010. Türkiye 63 senedir IMF mandasında. Şimdi, yeni, henüz Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti'nin artık yoluna IMF'siz devam edeceğini açıkladı. IMF bir vesayet/manda kurumuydu. Ne yapardı? Çok basite irca ederek izah edersek yaptığı şuydu: Türkiye'ye kredi verenler, "dünyanın kırk türlü hali var" işkillenmesiyle bir de paralarına muhafız tayin ediyorlardı. Bir kefalet, bir vesayet, bir yeddi emindi. Birilerine para verebilirsiniz diyor. Verilen paraları da harcama yerlerine varıncaya kadar denetliyordu. Askerî yardımlarda satın aldığımız silahların kullanma iznine paralel bir uygulama. Silahın da paran da manda altındaymış Bunu artık gör ve anla!. Yarım asır sonra ekonomik bağımsızlığımıza kavuşuyoruz. Ekonomik olarak bağımlı olan siyasi bakımdan istiklal sahibi olamaz. AB, Yunanistan yüzünden kendi mandasını ihdas etme paniğindeyken bizim mandasız günlere girmemiz şayanı hayret bir olaydır. Solcularımızın şükür secdesine varmaları lazım. Bilmiyorlarsa da öğrensinler. Eskiden sokak yürüyüşlerinde eksik olmayan pankartlardan biri de "IMF'ye hayır!" idi. İşte o IMF'ye sol bir iktidar değil. Atatürkçü bir iktidar değil, Ergenekoncu bir iktidar değil. Muhafazakâr, liberal, demokrat bir iktidar hayır dedi. Ekonomik bağımsızlık, Tam Bağımsız Türkiye, IMF'ye hayır! Solun yerli fakat keşfedilmemiş sloganlarıydı. Bunları sloganlıktan alıp hayata intibak ettiren bu iktidar oldu. Ayrıca IMF haberinin olduğu gün Başbakan, bir konuşmasında "reformlara mutlu azınlık mani oluyor" diyordu. Mutlu azınlık da sol bir jargondu. Hadise, paradan 6 sıfırın atılması, enflasyonun tek haneye düşmesi gibi önemli. Fakat ister misiniz bugünün bazı solcuları, Atatürkçüleri, Ergenekoncuları, laikçileri, çağdaş uygarlık düzeyinde olanları, muhalefet partileri "hayır IMF gitmesin, IMF'nin gitmesi laikliğe aykırıdır desinler?" Biz kefil değiliz. Diyebilirler.
.
İsveç'in anladığı dil
15 Mart 2010 01:00
> Washington DC İsveç'in işgüzârlığı malum. Parlamentoları Ermeni ihtilafına "soykırım" dedi. Ne olacak şimdi Türkiye'nin hali? Ne olacak? Hiçbir şey. İsveç, ateş olsa cirmi kadar yer yakar. Hadise tipik bir nankörlüktür. Vaktiyle krallarını Rusların elinden kurtardık. İsveç yüzünden Prut Harbine girdik. Üstelik kral, borcunu İstanbul'da demirbaş listesine yazdırarak öylece gitti. Hâlâ ödeyecekler. O paranın bugünkü değeriyle tahsil edilmesi hakkımızdır. 100 sene evvelki Ermeni haklarından söz ediliyorsa 200 sene evvelki alacağımız da baki. Tarihte Osmanlı Türkünün ekmeğini yiyip de ihanet etmeyen, vefasızlık göstermeyen, nankörlük yapmayan millet yok gibi. İşte "Demirbaş" dedikleri kaçak kral Şarl. İşte Françesko nam "vali". İyiliğe iyilikle mukabele bir asalet meselesidir. İnsan hayatında da devlet hayatında da ne yazık ki iyilikler çok kere ya vefasızlık veya nankörlük görmekte. Onun için Hazreti Ali'ye falan kimse aleyhinize konuşuyor dendiğinde şu çarpıcı karşılığı vermiş: - Ama ben ona iyilik yapmadım ki? İşte o muhteşem söz. Alın duvarınıza levha yapın: -İnsanda vefa, dünyada beka olmaz. Ne diye kendimizi yoruyoruz? Herkesin anladığı bir dil var. O dil konuşulursa biz yorulacağımıza bizi rahatsız edenler yorulur. Vaktiyle bir Müslüman, bir Yahudi'ye borçludur. Evleri de karşı karşıya. Adam geceler boyu uyuyamıyor. Bir gece hanımı soruyor, bey sana n'oluyor? Biliyorsun, Mişon'a olan borcun vadesi doldu. Çok üzülüyorum, laftan anladığı yok. Kadın bunun üzerine hışımla pencereye koşup kanatları açar ve karşıya bağırıyor. Mişon efendi, Mişon efendi! Mişon, az sonra uyku sersemliğiyle pencerededir. Ne var? Borçlunun hanımı cevabı yapıştırır, bizim sana borcumuz yok! Der ve pencereyi küt diye kapatır. Kocası şaşkındır. Kadın kısa konuşur: - O düşünsün!. Boşa nefes tüketmiyelim. Kim bu densizliği işliyorsa al tedbirini o düşünsün. Bak defterlerine? İsveç'ten ne alıyor, ona ne satıyoruz? Tesbit ettin mi? Aç pencereyi: -Heyy! Demirbaş Şarlın çocukları!!! Bundan sonra senden otomobil, beyaz eşya, çelik hiçbir şey almayacağız, alış-veriş merkezini de kapatıyoruz, size hiç bir Türk malı da satmayacağız!!! Böyle bir karar verdiğinde Electro Lux, IKEA, Volvo İsveç parlamenterlerine dünyayı dar ederler. Batılı insanın bildiği tek dil vardır! Para.
.
Yargı reformu
16 Mart 2010 01:00
Devlet hayatında kuvvetler ayrılığı elbette. Fakat bu ayrılığın iktidarları milletin iradesine vekâlet edemez duruma düşürmesi yanlışların en büyüdür. Önceki gün Adalet Bakanlığından bir hey'etle enine boyuna bu meseleleri müzakere ettik. Ortak dert, Türkiye'nin sancılardan, kavgalardan kurtulup huzur iklimlerine, eşitler hukukuna varabilmesi. Meclisin başına Anayasa Mahkemesi. İcranın başına Danıştay. İktidarın başına Yargıtay. Darbeciler, kurumları niyetlerinin nöbetçisi gibi düşündüler. Anayasaları ona göre sipariş ettiler. Anayasa Mahkemesi hariç diğerleri Şûrâyı Devlet ve Mahkemeyi Temyiz adıyla Tanzimat hukuk sisteminde de var. İktidarın diktatoryal bir güç haline dönüşmesi nasıl yanlışsa. Askeriyenin başına buyrukluğu nasıl mümkün değilse. Yargının da yargıçlar iktidarına dönüşmesi de öylesine talihsizliktir. Devlet adı verilen teşkilat, mekanizmalar bütünüdür. Kurumları ahenk içinde çalışan devlette başlar ağrımaz. Türkiye'de ise 1960'tan bu yana kurumlar çatışması yaşanıyor. Bundan kurtulmak Anayasanın değişmesiyle mümkün. İdeolojilerin geriliği ayağımızda prangadır. Hukuk mevzuatının, Yargıtay'ın, Danıştay'ın, Askerî yargının, HSYK'nın, Baroların yeniden yapılanması lazım. Dünyayla yarışmak tek başına ekonomik gelişmeyle mümkün olamaz. Reformların çağın gereği, hukukun temizliği, en nihayetinde insana hizmet için yapılması gerekir HSYK yön tayin edicidir. Dokuya uyum sağlaması şarttır. Ordunun profesyonelliğe geçmesi şart olduğu gibi, yargının da tabanla bütünleşmesi şart. Elitler yönetimi değil, milletin tercih ve tasvibi esastır. Koskoca bir adalet teşkilatı ve 5 kişilik bir kurul. Varlıkları kerhen kabul edilen Adalet Bakanıyla müsteşar hariç tutulursa HSYK, 3'ü Yargıtay ve 2'si Danıştay'dan olmak üzere 5 kişiden meydana geliyor. Aralarında kürsü hakimi yok. Yargıtay, Danıştay üyeleri olmalı fakat alt derece mahkemelerindeki savcı ve hakimler, medya temsilcileri, baro temsilcileri, üniversite temsilcileri, hukuk fakülteleri öğrenci temsilcileri de bulunmalı. Türkiye, yeri gelince başkanlık sistemini tartışıyor. Yargıya ise dokunmak mümkün değil. Yüksek yargıyı neden halk seçemesin? Neden, iktidarlar başarısız olduğunda sandığa gömülsün de başarısız yargı sorumsuz olsun, yıllarca bekledikten sonra zaman aşımına uğrayan dosyanın hesabı verilmesin? Yargı reformu şarttır. Zümreler iktidarı değil. Oy veren insanın iktidarı. Vergi veren insanın, adalet bekleyen insanın iktidarı.
.
Devlette kavga olmaz
17 Mart 2010 01:00
Çok yakın tarihe kadar asker konusunda iki zıt görüş vardı. Bugün de terk edilmiş değil. Birinci taraf orduyu tepeden tırnağı hasım sayıyordu. Hastalıklı bir ordu düşmanlığıydı. Diğer taraf ise orduyu kutsallaştırıyordu. Onun etrafında bir efsane yayıyordu. Asker asla hata işlemezdi. Orduda hata olmazdı. Asker tenkit edilemezdi. Askerin her dediği doğruydu. Bunların ikisi de yanlıştı. Ne ordu düşmanlığı ve ne de orduya ruhani bir sınıf hüviyeti kazandırma çabası. TSK devlette kurumlardan biriydi. Vazgeçilmezdi. Ama insanın olduğu her yerde hata işlenebildiği gibi mevcudu yüz binlerle ifade edilen bir teşkilatta da hata, hatta suç işleyenler hatta hatta ihanet edenler çıkabileceği de bir gerçekti.. Sanıyoruz TSK üzerine medyada en fazla fikir imal eden sütunlardan birisi burasıdır. Sayın İlker Başbuğ'un bugün dediğini biz tâ 28 Şubat ortamından bu yana yaza geliyoruz: -Kurumlarla şahıslar birbirine karıştırılmamalı. Şeyh uçmaz mürit uçurur diye bir söz vardır. Orduya sorumluluklar üstü kutsallık izafe eden önce medya içindeki birtakım şarlatanlar olmuştur. Genelkurmay başkanını son açıklamasında hayli rahatlamış bulduk. Kolay değil muvazzaf veya emekli askerler mahkemeye sevk ediliyor. İddialar dehşet çapında. Bunun en azından psikolojik sarsıntısı olur. Önceleri Başbuğ dahil, komutanlar çokça hissi davrandılar, alınganlıklar oldu. Halbuki o zaman da yazmıştık. Bu TSK için bir fırsattır. Cunta vebasına bulaşmış her asker dünyanın her yerinde mahkemeye sevk edilir. Son toplantıda Başbuğ, akıl almaz yanlışlıklar yapan Diyarbakırspor'un ligde kalmasına varıncaya kadar pozitif düşünceler sergiliyor. En önemlisi sözü kurumlarla şahısları ayrı tutma gerçeğinin sindirilmiş olması. İkincisi de devlette herkesin kendi işini yapması fikrinin bir mutabakat metni gibi beyan edilmesi. Hatta bunu oldukça veciz bir cümleyle açıkladı: Devlette kavga olmaz. Ortalığın toz-duman içinde kaldığı geçen günlerde Hilmi Özkök'ten sonra İlker Başbuğ'un gelmiş olmasının şans olduğunu yazmamız bazılarını şaşırtmıştı. Sanırız şimdi haklı olduğumuzu kabul edeceklerdir. Genelkurmay başkanı bu tavrıyla hizmet etmiştir. Basına verdiği özel beyanatlar ve bilhassa bu sohbeti iyi olmuştur. Rütbesi her ne olursa olsun hiçbir zanlı asla himaye görmemelidir. Devletin katılmadığı bir tatbikatı zanlı bir komutanın yönetmesi yanlıştı. Komutan eşlerinin Anıtkabir ziyaretiyle politikaya bulaşmaları yanlıştı. Mahkemeye sevki gerekenler için postal sürümek yanlıştı. Son olayları asker, kendisiyle yüzleşme, kendisiyle hesaplaşma adına bir vesile saymalı. Evhama gerek yok. Bu millet ordusunun yanında. Ama hatalarının karşısında. Vahim hatalar arka arkaya ve yıllarca işlendi. TSK'ya düşen başına bu gaileleri açanları ayıklamaktır. Bizim ordumuzdan beklediğimiz işte şu sınır nöbetçisi robotlar gibi hamleler yapması ve mutlaka ve mutlaka profesyonelliğe geçmesidir. TSK milletin doku değerine ters yerde olamaz. Aklıselim galip geldi. İyi şeyler olacağı kanaatindeyiz. Bu soğukkanlı muhakemenin yüksek yargıda da görülmesi ülkemize çok şey kazandıracaktır.
.
Çanakkale'yi anlamak
18 Mart 2010 01:00
Tarih sadece hamaset değildir. II. Mahmud'dan bu yana geçen zamanın güçlü tahlillere ihtiyacı var. 1826'da Yeniçeri Ocağı bombalanır. Olayın adı vak'ayı hayriyedir. Hakikaten hayırlı oldu mu? Ordu bozulmuştu, doğru, yeniçeri cepheden kaçıp geliyordu doğru. Fakat bu vak'adan sonra muharebelerde ard arda mağlubiyetler yaşadığımız doğru. En acısı da Mısır'a tayin ettiğimiz valinin ayaklanarak Anadolu ortalarına kadar yürümesi, isyancıları durdurmak için ecnebi devletlerden yardım istemek zorunda kalmamızdır. 1826'nın biraz gerisinden alırsak III. Selimden, Senedi İttifak'tan biraz sonrasından alırsak Tanzimat'tan, 1839'dan bugüne şırınga edilmiş bütün dogmatik tarihe şüpheyle bakarak tepeden tırnağa yeniden ele alınması gerekir. Tarih tahlildir. Ölçüsüz hamaset de husumet kadar zararlı. Çanakkale, artık soğukkanlılıkla ele alınmalı. Kim geldi, niçin geldi? Nasıl bir mücadele verdik? Mücadele veren askerin arka planı? Başkomutan kimdir? Komutanlar kimlerdir? Gelen işgalci askerlerin niyetlerindeki tarihî haçlı boyutu nedir?. Devrin Türkiye ve dünya coğrafyası. Türkiye ve dünya siyaseti. O günkü iç politikamız. Bu politikanın Çanakkale'ye yansımaları. 1915-1923 çizgisi. 1915'te Çanakkale'de zafere imza atan Osmanlı 8 sene sonra tasfiye mi edildi, değişim mi yaşadı? Ve yüzlerce soru. Resmî tarihe, o tarihin şekillendirmelerine fayda çıkmayacak diye Çanakkale uzun süre göz önünde saklandı. Veya çarpıtıldı. Devir kendi zamanındaki gerçeklerle değil bugüne uyarlanarak nabza şerbet verildi. Şimdi ise bir çadır tiyatrosu şenliğine dönüşme tehlikesi var. Muhafazakâr kitle, onlarca sene Çanakkale'yi referans aldı. Çanakkale, herkesindir.. Çanakkale'ye de Sarıkamış'a da en fazla sahip çıkması gereken kurumlardan biri Genelkurmay iken bu kurumumuz her iki harpte de kabul edilmiş sayıları aşağı çekmede taraf olmuştur. Çanakkale'de 253 bin, Sarıkamış'ta 90 bin üzerinde ittifak edilen sayılardır. Bunların on bin altı on bin üstü neyi değiştirir? Rakamların soğuk yüzü şehidlerin mübarek simaları değildir. Kat'i hakikat şudur: Bir devrin bütün okumuş nesilleri Çanakkale'ye gömülmüştür. 1915'te Çanakkale kazanılmış fakat insan unsuru kaybedilmiştir. Çanakkale tabiî ki zafer. Fakat bir taarruz değil, müdafaadır. Belki Sarıkamış olanca hüsranına rağmen taarruzdur/saldırı. Bizim son taarruzumuz 1897 tarihindedir. Bu tarihte askerimiz rahat durmayan Yunanistan üzerine yürümüş, ordularımız Atina'ya girecekken Avrupa devletlerinin telaşla araya girmesiyle son fütuhat hayat bulamamıştır. İşte bu Teselya Harbi, resmî tarihe yaramadığı için unutturulmuştur. Daha nelerin ve kimlerin unutturulduğu gibi. Namuslu tarihçilerin artmasına ihtiyaç var. Tarih Kurumunun sahaya inmesine ihtiyaç var. Sosyal liselerin çoğalmasına ihtiyaç var. Yarının tarihçilerini ilk öğretimden itibaren yetiştirmemiz lazım. Ekonomiyi IMF'li de IMF'siz de yönetebilirsiniz. Ama ilahiyattan tarihe, oradan hukuka kadar bütün sosyal değerleri ancak yabancılaşmamış haysiyet sahibi kafalarla dünya gündemine taşıyabilirsiniz. Dini, tarihi, nüfusu ve ekonomisi zengin olmayan, büyük devlet olamaz. Çanakkale bir milleti asırlarca besleyecek kadar mânevî zenginliğe maliktir. Dünya sinema profesyonelliğinde bir Çanakkale filmi çekemeyen Türkiye düne ve yarına karşı özür dilemekten kurtulamaz. Ezberlerden kurtularak Çanakkale'yi layıkıyla tahlil edebilen Güneydoğuyu ve bölge ihtilaflarını çözebilir.
.
Darbecileri yargılamak
22 Mart 2010 01:00
Anayasa değişiklik paketi hayat bulduğunda bundan Türkiye kârlı çıkacaktır. O düzenlemeler, AK Parti tüzüğünde değil Türkiye Cumhuriyeti anayasasında yapılmakta. Muhalefet partilerinin olayı iktidar partisine mal ederek buna göre yorumlamaları yanlıştır. Değişiklik için geç kalındı itirazı doğru. İyi ama geç kalındı diye vaz mı geçilmeli? Kör-topal bir anayasa ile yola devam etmek daha mı iyi? Ayrıca bir anaysa geciktiyse bunun tek mes'ulü AK Parti mi? O konuda AK Parti ne kadar sorumluysa diğer partiler de o kadar sorumlu. Yeni bir Anayasa yapmakta gecikmiş bir parlamento bu değişikliği kabulde ihmal göstermemelidir. İş başındaki partiler iktidarları kendilerine tapulama gücüne sahip değildir. Böyle bir niyet de olamaz. Bugün anayasa yapan iktidar yarın iktidarda olmayabilir. O gün iktidar olan muhalefet bizzat kendinsin engellediği maddelerin eziyetine maruz kalabilir. Muhalefet partilerinin daha rahat ve daha geniş düşünmeleri lazım. Aslında Anayasasının tamamını değiştirmek bile tamamını değiştirmek olmayacaktı. Çünkü bazı şekli maddeler var ki onlar tabudur. Onlar üzerinde konuşmak mümkün olduğunda bu ülke demokratik bir hayata kavuşmuş olacaktır. AK Parti, gündeme sadece bir teklif paketi getirmedi. Bir de bahsettikleri sürprizle karşılaştık. 12 Eylül darbecilerine mahkeme yolunu açacak geçici 15.Madde de Anayasadan çıkıyor. Öncekiler değişiklik/ mezkür madde ise çıkarma/ ihraç. MHP süreye dair itiraz etmekte. CHP paketin tamamını karşı 15. Madde içinse hemen, şimdi, derhal gibi mübalağalı kelimeler kullanıyor. Bu ne demektir? Bu millet 12 Eylül Anayasasından başka düsturla yönetilmeye layık değildir demek. O itirazda hiçbir samimi taraf göremiyoruz. Geçici madde için böyle konuşması ise güya sol tabana mesaj vermek için. 12 Eylülde darbe yaptıktan sonra dünyanın en zengin generali konumuna yükselen paşalar batının büyük dergilerinde kapaktan ifşa edilirken siz sustunuz. Onları yazdı diye ölüme gönderilen Yalçın Özer için kimse kılını kıpırdatmadı. Olmaz öyle şey. Tuluat kumpanyasında değiliz. 15. maddeyi getir diğerleri sana kalsın! Halbuki bütün darbeciler yargılanmalı. Tâ Abdülhamid'i devirenlere kadar bütün silahlı zorbalar tarih divanına çekilmeli. En yakında 28 Şubat 12 eylül ve 27 Mayıs var. 12 Eylül için galiba yol açılıyor. 28 Şubatçılar Ergenekon davasıyla dolaylı da olsa, kısmen de olsa mahkeme önündeler. Ama 27 Mayıs için CHP asla destek olmaz. O gün İsmet İnönü, hırçın ve kışkırtıcı muhalefetiyle asli manevi faildir. MHP'nin destek olması ise bir tarih talihsizliğinden dolayı zordur. Darbecilerin yargılanması, tarihin temizlenmesidir. Temiz bir tarihle yarınlara ışık tutulabilir. Paslı ayna gösteremez.
.
TSK'nın tarafsızlığına aykırı
23 Mart 2010 01:00
Genelkurmay başkanımız sayın İlker Başbuğ'un işinin kolay olmadığını biliyoruz. Sıkıntılarını anlamamak mümkün değil. Bir taraftan kurumuna leke getirmeyecek, öte taraftan kurum içinde yanlış yapanları ayıklayacak, emekli olanlarla bile ilgilenecek. Karine aksi sabit oluncaya kadar herkesin suçsuzluğu olduğuna göre bir komutanın kışlasında vazife yapmış mesai arkadaşlarıyla en azından suçları sabit oluncaya kadar meşgul olması yadırganmamalı. Bunlar tamam. Fakat bir şey var ki o tamam değil. O yadırganır. TSK birtakım mesajlar vermek ihtiyacında olabilir. Web sayfaları da her zaman yetmez. O zaman elbette kamuoyu oluşturmak için medya unsurlarından faydalanacaktır. Ne var ki bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de medya organları değişik dünya görüşlerini aksettirirler. Onun için TSK gibi büyük bir müessese, milletine medya üzerinden mesaj verecekse bunu yalnızca bir dünya görüşünün mümessilleriyle yapamaz. Yapılırsa ben bu gruba yakınım intibaı doğar. Muvazzaf bir genelkurmay başkanı ilk defa bir tv programına konuk oldu. Bir değerli adımdır. Ama karşısındaki hanım o kadar taraflıydı ki bizzat Başbuğ, yer yer onun sözlerini dengelemek zorunda kaldı. Şimdi merak edilen şudur? İlker Başbuğ neden üçüncü keredir aynı medya grubuna konuşmaktadır? Aynı şekilde diğer taraftan bir gruba konuşması da hata olurdu. Doğrusu şudur. Bir açık oturum yapılırdı. O oturuma muvazaa izlenimi vermeyen söz sahipleri çağrılır, her şey tartışılarak konuşulurdu. Yönlendirici soru, kışkırtıcı tavır. Bu olmaz. Fakat oldu... Yalnızca iktidara muhalif bir kesimin gazete, gazeteci ve televizyonuna konuşmak. Hükümete hınç duyan üsluptaki birine misafir olmak. Kabulü mümkün değildir. Yapılan TSK'nın tarafsızlık ilkesine aykırı. Sorular paket içinde sorulduğu için zaten sayın Genelkurmay Başkanı da şöyle işte doğrusu tam da bu dedirtecek bir söz söyleme fırsatı bulamadı. Sonuçta şu manzara çıktı. Asker alıngan. Duygusallık etkisi bırakmak yeter mi? Öyleyse yapılacak olan TRT'de bir açık oturum tertipleyerek her kesimden yazar çağrılıp onlarla her şeyi açıkça, dirayetle, enine boyuna konuşmaktır. Bu sivil anlayış olur. Bu demokratik üslup olur. Bu yeni zamanlar TSK'sının olgunluğunu gösterir.
.
Yargıda kuşatılma vehmi
24 Mart 2010 01:00
Anayasa, sivilleşme sürecinde. 13'ünün özünü teşkil ettiği 26 Madde ile 1982 Anayasası köklü şekilde değişiyor. Bir darbe anayasasından daha sivil, daha demokrat ve daha çağdaş bir anayasaya geçiş herkesi kahir ekseriyeti memnun ederken bazıları farklı yerde. Gayrı memnun belli başlı iki zümre var. İki muhalefet partisi. Yüksek yargı. Partileri anlamak mümkün. Bizde partilerin yek diğerine muhalefeti topyekûn red üslubuyla yapılması bir siyasi maluliyettir. Yüksek mahkeme temsilcilerini anlamaksa mümkün değil. Yargıtay başkanı, değişikliğin anayasaya aykırılığını iddia etmekle kalmıyor, yargının kuşatıldığından söz ediyor. Hakimler savcılar kurulu başkanı ise önce direnmekten bahis açmıştı. Bu o kadar sakil bir sözdü ki Yargıtay başkanı bile öyle şey olur mu neye direneceğiz? Meclis kanun çıkarttıktan sonra uyacağız demişti ki doğrusu bu sözlerdi. Fakat bu defa daha aradan bir hafta geçmeden aynı Yargıtay başkanı az evvelki tuhaf çıkışla gündemde. HSYK başkanı ise bu defa direnme haberi vermese de yargıyla alay edildiği gibi ciddiye alınması zor sözler sarf etmekte. Yargı sert, çok sert. Bu keskinlik neden? Bu insanlarla görüşme yapılmadı mı? Konuşulmadı mı? Böyle bir çalışmaya en fazla yüksek yargının destek vermesi gerekmez miydi? Anayasa bir kanun metnidir. Onu hukuk olarak doğrudan veya dolaylı uygulayanlar, toplumun bir darbe anayasası ile yaşama ayıbından kurtulması için önderlik yapmalıydılar. Tam tersine. Değişiklik anayasaya aykırı gibi, yargı kuşatıldı gibi insanın kulaklarına inanamadığı çıkışlara şahit olunmakta. Yürürlükten kaldırılmakta olan bir anayasaya aykırılık nasıl olur? TBMM'nin kabul ettiği teklif, Cumhurbaşkanı tarafından imzalandığında eski maddeler kalacak mı ki aykırılık olsun? Dalga geçme ibaresi ise zaten üzerinde durulmaya değmez. Fakat yargı kuşatıldı ne demek? Hangi düşman kuvvetleri gelip mahkemelerimizi kuşatmış? Değişiklikleri yapanlar, destek olanlar düşman mı? Biz hukukçularımızdan yorum beklerdik. Hukukçuya yakışan içtihattır. Yol açmaktır. Fikir üretmektir. Yakışık almayan bu iddialar yerine mukabil teklifleriniz neler onları söylemelisiniz. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, kanun, 367'nin üstünde veya altında hangi oyla kabul edilirse edilsin imzaladığı an hemen referanduma sevk etmelidir. Millet iradesini ortaya koysun. İstemezse millet istemesin. Buna değişiklik isteyenler bir şey diyemez. Millet kabul ederse de herkes sussun. Milletin aynen kabul edeceğini bile bile bu evham neden
.
Kuvvetler birliği
25 Mart 2010 01:00
Kontenjan senatörlüğünü hatırlıyor musunuz? Peki senatoyu hatırlıyor musunuz? 27 Mayıs 1960'ta askerî darbe oldu. Yaygın bir yanlışlığı düzeltmeli. Darbeyi bir zümre punduna getirip yapar. İhtilalse geniş kitlelerin yaptığı inkılabın adıdır. 1789 Fransa'sındaki ihtilaldir. 1979 İran'ındaki de ihtilaldir. 27 Mayıs, 12 Mart 12 Eylül, 28 Şubat darbedir. İhtilal defacto referandumdur. Türkiye senato ile Meşrutiyette tanışmıştı. Parlamento ikiye ayrılıyordu. Meclis-i Meb'usan ve Âyân. Âyân meclisi, senatodur. Senato ikinci kere 1961 Anayasasıyla yasama hayatına girdi. Kontenjan senatörlüğü de bu suretle görüldü. Adam asanlar maaşlı makamlı şekilde meclise iltica ettiler, dokunulmazlık zırhına bürünmüşlerdi. Onları kurtarmak için senatörlük müessesesi ihdas edilmişti. Şu farkla ki diğerleri seçime girip belli bir dönem için seçilirken bu hak darbecilere ömür boyu tanınmıştı. Milletimiz haksızlığa karşı hıncını ince bir alayla ortaya koydu. Anayasadaki adları Tabiî Senatör iken vatandaş onlara Tükenmez Senatör dedi. Kontenjan senatörlüğü aslında lazımdı. Bugün de lazım. İsim, imza, eser sahibi ülke seçkinleri, eski cumhurbaşkanları, başbakanlar vs. bu yolla meclise yollanabilir. Fakat bozuk niyetli bir başlangıç olduğu için hafızalardan silindi. Anayasa Mahkemesi de ilk defa 1961 Anayasasıyla kuruldu. Dış dünyada vardı. Fakat bize meclisi kontrol niyetiyle getiriliyordu. Danıştay Abdülaziz zamanından beri var olduğu halde bu defa iktidarın başına bir kılıç gibi asılıyordu. "Sosyal devlet" kavramı da ilk defa o anayasada yer aldı. Niyet yine halis değildi. Sosyalist dizayn içindi. Kuvvetler ayrılığı fiilen 1924 Anayasasında da vardır. 1961 Anayasası bunu icranın hükümet edebilme imkânını zayıflatacak şekilde düzenledi. Partiler, seçime giriyor, hükümet değişiyor fakat iktidar olamıyordu. 1961 Anayasasını yapanlar talimat aldıkları darbecilerin Demokrat Parti düşmanlığı yüzünden yerli fikirlerin iktidar olma ihtimaline karşı kuvvetler ayrılığını çok keskin hatlarla şekillendirdi. Bölücülük fikren ve fiilen anayasada başladı. Bu haddini aşmış kuvvetler ayrılığı uygulamasına 1982 Anayasasında pansuman kabilinden bazı küçük tashihler yapıldıysa da sakatlık hep devam etti. Kuvvetler ayrılığı sık sık çatışmaya yol açmakta. Buradaki ayrılık arzusu iş bölümü içindir. Ayrılık, gayrılık için değildir. Birlik olmadan kuvvet olmaz. Birliği, dirliği, huzuru bozan kuvvet olur mu? O olsa olsa azap olur. Yarım asırlık bir hata düzeltiliyor. Saltanatlar çöküyor. Ağalıklar bitiyor. Türkiye asıl şimdi Hukuk Devleti olacak.
.
Kader kavşağı
26 Mart 2010 01:00
Türkiye, 1876'dan 1982'ye kadar geçen zaman içindeki bütün anayasalarını olağanüstü şartlarda yaptı. Sultan Abdülaziz şehid edildi, darbeciler pazarlıkla Sultan Abdülhamid'e geçit verdiler. Kanunu Esasi o vaziyette yapıldı. 1876'dan 1921'e kadar bu ilk anayasa mer'idir. 1921 Kanunu Esasisi yine fevkalade şartların mahsulüdür. Meclisi Mebusan Ankara'da toplanmıştır. Hükümet İstanbul'dur. İşgal vardır. İstiklal mücadelesi verilmektedir. 1924 Teşkilatı Esasiye Kanunu, apansız değişen rejimin devlet metnidir. 1961 ve 1982 Anayasaları darbe mahsulüdür. Tarık Zafer Tunaya, bir gün derste anlatmıştı. 27 Mayıs darbesi olunca İstanbul ve Ankara'daki Anayasa Prof. ve doçentlerini toplayıp bir subayın makamına götürürler. Subayın onlara verdiği talimat şudur: -Haydi iki saat içinde bir anayasa yapıp getirin! İlk defa devlet reisi öldürülmeden, devlet değişmeden, başvekil asılmadan, gençler idam edilmeden, sokaklarda kan gövdeyi götürmeden hayat normal seyrinde devam ederken bir anayasa millet dokusuyla buluşuyor. Gerçi çalışma anayasanın tamamına müteallik değil. Fakat kanunların bir lafzı bir de ruhu vardır. 1982 Anayasası aydınlık bir ruha kavuşuyor. 2010 Anayasası yapılsaydı elbette çok daha makbul olurdu...ama bu da bir anlamda o. O olduğu için bazı çevreler zıvanadan çıkmak üzereler. İnşallah sevincimiz yarıda kalmaz. Allah yazdıysa bozsun. Anayasa değişikliği teklifiyle Başbakan Tayyip Erdoğan'a suikast ihbarı eş zamanlı oldu. Emniyet, en üst seviyeden alarmda. Bir iç hesaplaşma kalleşliği yaşanması hatırdan uzak tutulamaz..Recep Tayyip Erdoğan'ın başına bir kaza gelmesi II: Abdülhamid Han'ın Ergenekoncular tarafından hal edilmesindekine benzer çok kötü neticeler doğurur. Sultanın siyasetten el çektirilmesi Balkanlar, Kafkaslar, Orta Doğu başta olmak üzere bölge dengelerini altüst etmişti. İttihatçı Ergenekoncular Yahudilerle iş birliği içinde bu ihaneti tezgâhladılar. Kaderin cilvesine bakınız ki sayın Erdoğan'ın da bugün mazlumlar adına Yahudi devletiyle arası iyi değildir. İsrail başbakanı Netanyahu'nun Beyazsaray'dan âdeta kovulmasındaki birinci sebep olarak da başbakanımızı göreceklerdir. İntikam bazılarının gıdasıdır. Allah muhafaza buyursun öyle bir şey olursa yüz sene öncesinde olduğu gibi bölge yine beşik gibi sallanır, her şey karmakarışık olur. Bu ne demektir? Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül.. bu ülke çocukları bir yola baş koymuşlardır. Ya devlet başa ya kuzgun leşe denmektedir. Kurumlar kuzgunlardan kurtulunca millet huzur bulacaktır. Vatandaş insan muamelesi görecek. Bu ülke insanı serbest dolaşan esir hükmünden çıkacaktır. Uslanmayanla uzlaşma olmaz. Taviz vermeden yola devam!.. Değişiklik bir ân evvel hayat bulmalı.
.
Arap Birliği'ndeki Türkiye
29 Mart 2010 01:00
> Washington DC Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Libya'nın Sirte şehrinde toplanan 32. Arap Birliği Konferansında bir konuşma yaptı. Her kelime, Osmanlı çocuğu Müslüman bir Türk'ün hassasiyetiyle telaffuz edildi. İslam Konferansı genel sekreteri Amr Musa ve Libya reisi Muammer Kaddafi ayakta alkışladılar. Amr Musa, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanına Konferansta gözlemci olan Türkiye'nin asil üye olması için teklif getirdi. Şüphesiz ki bu hareketiyle Davos'ta sayın Erdoğan One Minute dedikten sonra toplantıyı terk ederken yerinde oturup kalma basiretsizliğini telafi gibi bir maksat da gütmüştür ama tek sebep bu değil. Haberi okuyanlar haliyle olayı hatırlamışlardır. Bir şey daha hatırlandı. Bir eski başbakanın Kaddafi'den gördüğü ciddiyetsizlik karşısında lazım gelen tavrı koyamaması ve bu aczin binlerce mağduriyete yol açan 28 Şubatın sebeplerinden olması. Kaddafi, askeri tahsilini Türkiye'de yapmıştır. Buradan mı darbe ilhamı mı aldı her ne ise muhterem bir aile olan Sunusileri devirerek daha üsteğmen iken Libya'nın başına oturdu. Tuhaflıklarıyla günden oldu. Türkiye'yi inciten laflar etti. Bu kimse şimdi Türkiye'yi ayakta alkışlıyor. Ne kadar samimidir zor inanılır. Neden? Çünkü bir, geçmişteki söz ve davranışları iki, Türkiye Başbakanının İtalya Başbakanıyla birlikte çağrılması. Ömer Muhtar'ın ve binlerce şehidin kemikleri sızlamıştır. Bu onlara anlatıldığında kuvvetle muhtemeldir ki siz de işgalciydiniz onlar da diyeceklerdir. Her Araplık iddiasındaki şunu bilsin ki Türklere hangi Arap işgalci derse evvela Sevgili Peygamberimizi -aleyhisselam-rahatsız eder. Arap Birliğinde İtalya'nın ne işi olabilir? Arap Birliği bugüne dek ne varlık gösterdi? İşte bakınız Filistin için, Kudüs için, Gazze için kalbinden kopan feryatlarla konuşan yine bir Osmanlı evladı Müslüman bir Türk. Bu konuşmayı tabii ki ayakta alkışlasınlar. Ve tabii ki o İslam Konferansı, Flitsin için bu güne kadar yarım adım olsun atmış olmalıydı. Bırakınız İsrail'e dur demeyi Mısır Gazze'ye giden sağlık ekiplerine bile izin vermezken bu konferans dilsiz kaldı. Tayyip Erdoğan, Kudüs'ü başkent ilan İsrail'in yaptığına çılgınlık derken bu gamsız adamlar elbette alkış zahmetine katlanmalıydılar. Türkiye davete ne cevap vermeli? Başbakan Erdoğan, o cevabı memnuniyetle diyerek verdi? Türkiye önceleri laikçi yobazlık yüzünden İslam Konferansına da gözlemciydi. Biz Arap değil fakat Müslüman'ız. Her Arap memlketindeki her kum tanesinde kanımız ve terimiz var. 22 Ülke 1945'ten beri bir arya gelmiş fakat bir şey yapamamışlar. Neden çünkü başlarında Türkiye yok. Türkiye, Endonezya'dan Fas'a kadar bütün İslam aleminde noksansız şekilde mevcut olmalıdır. Adriyatik'ten Çin Seddi'ne mevcut olması gerektiği gibi. Asıl açılım dünyaya açılım. Küresel aktör böylece olunuyor.
.
Almanya'da Türkçe eğitim
30 Mart 2010 01:00
Türkiye'de Almanca eğitim veren liseler var. Ayrıca İstanbul Erkek Lisesi de çok uzun senelerdir Almanca eğitim vermekte. Buna karşılık Alman hükümeti, -hayrettir ki- Almanya'da Türk lisesi açılmasına karşıdır. Türkiye'nin AB üyeliğine muhalif oldukları gibi. Başbakan Tayyip Erdoğan'ın sözlerinden anlıyoruz ki talepleri üzerine Almanlara üniversite kurmaları için Beykoz'da 120 dönüm arazi de tahsis etmişiz. Almanya, Türkiye'de liseler kuracak, hastaneler açacak. Türkiye, kendi resmî liselerinden bazısında Almanca eğitim yapacak. Fakat sıra Türkiye'ye gelince ona geçit verilmeyecek. Biz imtiyaz tanıyacağız onlar, imtiyazlı ortaklık diyecekler. Bunun adı adaletsizliktir. Almanya, Türkiye'ye üç kere borçludur: İlki, biz bir Alman kara sevdası uğruna bir imparatorluğu kaybettik. Bu hak, kıyamete kadar ödenemez. Almanya, İttihat Terakki'nin tecrübesiz aktörlerini çok kötü kullandı. İkincisi, Türkiye II. Dünya Harbine girmedi ama, vatandaşı bir savaşa girmekten bin beter çileli şartlarda yaşadı. Buna sebep devrin Almanya'sıdır. Üçüncüsü, II. Dünya Harbinden mahvolmuş vaziyette çıkan Almanya'yı mamur eden esas güç Türk işçisinin büyük fedakârlığıdır. Milyonlarca Türk, Alaman sokaklarında, iş yerlerinde gençliklerini bıraktılar. Türkiye'nin bu yaptıkları hiç karşılığını görmedi. Bugün de Türk milleti Almanya'yı yabancı bir ülke gibi görmez. AB'ye girme sürecinde en büyük destekçimiz Almanya olması gerekirdi. Aksi oldu. Hep Türkiye'yi kösteklediler. Onu rakip gibi gördüler. Terörle mücadelesinde bile destek olmadılar. Bugün Türkler, Almanya'da dinamizmin adıdır. Buna mukabil Almanya'daki Türklerin birçok meseleleri var. Bunlardan en önemlisi bilhassa üçüncü nesildir. Onlardan bazısı orta yerde kalmıştır. Türkiye, o insanları orada öylece bırakamaz. Yaşadıkları ülkeyi, kültürünü tanıyacaklardır. Fakat köklerinden de kopmayacaklardır. Köklerden kopmamanın iki şartı din ve dildir. Türklerin "cami" denen bazı küçük mescidleri var. Ama anladığımız manada camiye sahip değiller. Türkçe konuşmaları serbest, gazete çıkartıyorlar vs. Ama kurumsallaşmaları lazım. Bu da iyi bir eğitim görmeleri, kendileriyle barışık yaşamaları, ailelerinin parçalanmaması, nesiller arasında uçurumlar doğmamasıyla mümkün. Türk lisesi tek çare değildir. Ama önemli bir denge aracıdır. Almanları, Türklerin kendilerini sevdiği kadar Türkleri sevmeye çağırıyoruz. Almanya'da din de dil de. Ezan sesi de ses bayrağımız Türkçe de. Dalgalanmalı
.
Vira bismillah
31 Mart 2010 01:00
Anayasa teklifi mecliste. Haydi hayırlısı olsun. Şimdiye dek Hükümet taslak üzerinde çalışıyordu. Şimdi TBMM safhası başladı. Müzakereler olacak. Usta Hoca Burhan Kuzu kaptanlığındaki Anaysa Komisyonu uykusuz geceler geçirecek. Teklif 28 maddeye çıktı. İlk umulmadık madde/sürpriz 12 Eylül darbecilerini yargılamaya imkân verecek olan geçici 15. maddenin kaldırılmasının da pakete alınmasıydı. Bu çok konuşuldu. Muhtemelen ondan daha çok konuşulacak olansa son dakika sürprizidir. Anayasa, suç işlemeleri halinde genelkurmay başkanlarıyla kuvvet komutanlarının da Yüce Divan'da muhakeme edilebilmelerine icazet vermekte. Buna sürpriz deniyor. Aslına bakarsanız bu şeklen hukuk devleti olan ülkelerde sürpriz. Kim olursa olsun suç işleyen herkes hakkında dava açılabilir. Anayasaya göre cumhurbaşkanı, meclis başkanı, başbakan, bakanlar, vekiller Yüce Divana verilebilmekte ama bazı rütbeli zevat bundan müstesna olmakta. Böylece bir hata düzeltilerek normalleşme sürecine gidilmektedir. Belki denecektir ki sütununuzdan bunu demek kolay, sizinle alakalı olsa böyle yazmazdınız. Hayır. Biz şu an Yargıtay'la davalıyız. Bir makalemiz sebebiyle hakkımızda önce ceza sonra tazminat davası açtılar. Alt dereceli mahkeme, aleyhimize 50 bin TL tazminata hükmetti. Dosya temyizde. Başka yazarların da benzer birçok davaları mevcut. Değişiklik teklif paketi yüce mecliste. Şu günlerde arka plan, kulisler ve muhalefetin şiddetlenmesi beklenmelidir. Şimdi olanca güçleriyle anayasa faktörünü devreye sokacaklar. Onu son dal olarak görenler var. Yüksek mahkeme eski başkanı Mustafa Bumin, Çankaya yemeğinden çıktığında buna fetva vermiştir. Hukukçu olmak için statükocu da olmak şart mı? Çok daha önemli sorumuz şudur? Referanduma rağmen, millete rağmen de Anayasa Mahkemesi anayasa değişikliğinin şu veya bu maddesini veya tamamını iptal edecek mi? O zaman hüküm kimin adına verilecektir? Hani Anayasa Mahkemesi esasa giremezdi? Giremez, girmemeli. Maddeler esnetilerek çarpıtılmamalıdır. TBMM hazırlıklı olsun, bazıları mevzi kaybı gibi abes bir kaygı içindeler. Korkulu rüya görmektense uyanık oturmak iyidir. Birileri için hayır olan bazılarına şerdir. O ürkecek, bu korkacak, şu darılacak diye geri durulursa Türkiye üçüncü dünyada kalmaya devam eder. Demokrasi sadece sandığa gitmek sanılır. Hukuk ıslah olmadan yapılacak her şey pansuman tedavidir. Onun için. Gemi denize indirilmiştir. Denizciler biraz da korkusuz olur. Vira Bismillah! Rast gele
.
Darbeci parti
1 Nisan 2010 01:00
12 Eylül darbesinden sonra. Emir-komutayla iki parti kurulmuştu. Amerika'da iki parti vardı. Demokrasinin tılsımı iki partili hayattaydı. Partilerden biri Halkçı Partiydi. Güya solu temsil edecekti. Bu partinin başına Necdet Calp isminde bir isim getirilmişti. Bu zat, İsmet İnönü'nün kalemi mahsus/özel kalem müdürüymüş.. Meşhur 1983 Seçimlerinden evvel TRT'de bir açık oturum yapıldı. TRT'de diyoruz. Sanki başka tv mi vardı? Açık oturumda Turgut Özal'la Necdet Calp karşı karşıya geldi. ANAP lideri, projelerini açıklama meyanında Boğaz Köprüsünü satmaktan da söz etti. Necdet Calp, karşısındakini Sülün Osman sanmış olabilirdi. Bunu işitir işitmez masaya yumruğunu vurarak hışımla "sattırmam!" diye bağırdı. Turgut Özal'sa sükunet içinde cevap verdi "bal gibi satarım". Seçimler yapıldı. ANAP kahir ekseriyetle kazandı. 4 Eğilimi birleştirmiş Turgut Özal, Başbakan oldu. Boğaz Köprüsü hisseleri satıldı. Borsa açıldı. Türkiye, hızlı adımlarla çağı kovalamaya başladı. Halkçı Parti de onun başındaki insan da silinip gittiler. Bugün bazı siyasi partiler "sattırmam!" mantığındalar. Onlar da bu defa "değiştirmem!" diyorlar. Değiştirmem dedikleri bir darbe anayasası. Darbeciler, 11 Eylülde 30 kişi ölüp 30 yer kundaklanırken darbe yapmış, darbe sabahından itibaren peynirin bıçakla kesilmesi gibi terör bitmişti. Darbecilerse suçluları bulmuştu. Süleyman Demirel, Bülent Ecevit ve Alparslan Türkeş. Darbeciler, liderleri hapse yolladı. Alparslan Türkeş uzun seneler içeride yattı. Bu isimlerin partileri bugün darbeci anayasaya sahip çıkıyorlar. Değişime, dönüşüme, yenileşmeye neredeyse kazan kaldıracaklar. Projeleri yok. Teklifleri yok. Ağızlarında o söz "değiştirmem!" Bunu diyen kabul etse de etmese de darbeci parti olmakta. Darbeci Baro hesap verir de darbeci parti hesap vermez mi? Vermeseydi Halkçı Parti ve onun refiki/partneri MDP hesap vermezdi. Onlar sandıkta halka hesap veremediler. Devir artık meydan nutuklu, bol bağırmalı, nutuk devri değil. İletişim çağındayız. Anadolu'nun en kervan geçmez köylerindeki bir vatandaş bile ülke problemlerinin nabzını tutmakta. Bu sebeple: Darbeci parti hesap verecek! Teşekkürler Genç Siviller.
.
Sırbistan'ın özrü
2 Nisan 2010 01:00
Sırbistan parlamentosu, 1995'te Sırp ordusunun Srebrenitza'da yaptığı katliamdan dolayı resmen özür diledi. 1991-95 savaşında Sırplar, burada 8300 Müslüman Boşnak'ı öldürmüşlerdi. Bu katliam, Avrupa'da II. Dünya Harbinden sonraki en büyük toplu cinayet olmuştur. Olay daha evvel AP/Avrupa Parlamentosu tarafından soykırım olarak ilan edildi. Şimdi bu gelişmeye nasıl bakmalı? -Ne iyi işte, Sırplar değişmiş, onlar da zulmü tanıdılar, özür diliyorlar! diye mi bakmalı? Karar, insani bir intiba verme arzusu gütse de satıhta kalmamak lazım. Özür dilenmiş fakat soykırım kabul edilmemiş, 8.300 şehidin mirasçılarına tazminat verileceğine dair hiçbir şey denmemiştir. Bu ılımlı tavırla Sırp meclisi parçayı gösterip bütünü gözden saklamak istemektedir. Sırpların katlettiği Boşnak sayısı Srebrenitza'dakilerden ibaret değildir. Bosna 250 bin şehit vermiştir. 40 bin Boşnak kadın tecavüze uğramıştır. 1.5 milyon Bosnalı, kaçkın ve göçgündür. 15 yıl sonra adalet hisleri, her nedense hücceten/birdenbire uyanan mezkür parlamento, bunlardan hiç söz etmiyor. Radovan Karadziç, Lahey'deki Adalet Divanında yargılanıyorsa da Ratko Mladiç, hâlâ saklanmaktadır. Devrin Sırp devlet başkanı Slobodan Miloseviç ise dava devam ederken muamma bir şekilde hapishanede ölü bulunmuştu. Avrupaî Osmanî'deki çok mühim bir şehrimiz olan Belgrad'daki 250 camiden son ayakta kalan Kale Camii de bu savaş sırasında sabote edilmiştir. Kararla Sırbistan'a AB yolu açılmak isteniyor. Bu aklı onlara AB'den dostları mı verdi? Şimdilik belli değil. Ayrıca şuna hassasiyetle dikkat etmeli beynelmilel bir tezgâhla karşı karşıya da olabiliriz? Ne demek istiyoruz? Karar, 24 Nisana üç hafta kala alınmıştır. Çok mümkündür ki bazıları Ankara'ya dönüp işte bakın Sırplar da özür diledi, haydi siz de bir adım atın diyebilirler. Bugün demeseler de bunu yarın malzeme olarak kullanmaları mümkündür. Boşnak Türk'tür. Oralarda bugün de Müslüman'a Türk deniyor. Katliamda Boşnakları katlettiklerinde Sırp telsizlerinden "Türkleri vurduk!" diye çılgın sevinç sesleri yükseliyordu. Biz. "Türkler". Sadece Çanakkale'de değil, Bosna'da da 250 bin şehit verdik. 1915-1995! Bu 500 binin hesabını kim verecek?
.
Hakimin tartışıldığı yerde adalet olamaz
5 Nisan 2010 01:00
> Washington DC Hassas nokta şudur, gündemdeki tahliyeden dolayı bir karar değil bir hakim tartışılmakta. Hakimin tarafsız olması şarttır. Hakimler, birinci derecede akrabalarının davalarına bakamazlar. Karar anına kadar ihsası reyde bulunamaz yani düşüncelerini dahi hissettiremezler. Buna vücut dili dahildir. Bir sanığın anlattıkları üzerine hakim dayanamayıp ağlasa o davadan çekilmek zorundadır. Bunlar ve daha onlarca kaideyle adalet tesisine çalışılır. Devletler mümkündür ki ordusuz olabilir. Mümkündür ki milli marşsız da olabilir. Fakat bayraksız ve adaletsiz olamazlar. Bayrak, para ve adalet. Devletin mutlak vazifelerinden biri adalet tevziidir. Adalet olmayan yerde, keyfilik, zorbalık, kargaşa ve derebeylik vardır. Kendisi şüpheli hale gelen bir hakim, şüphelileri yargılarsa orası adalet sarayı değil tiyatro salonu olur. Bir hakimin tarafsızlığına gölge düşmüşse aslı olsun olmasın, -ki ateş olmayan yerden duman çıkmaz- şaibe altında kalmışsa, ağır ithamlarla manşetlerde, ana haber bültenlerinde ve makalelerdeyse orada hakime itimat müessesesi yıkılmıştır. Günlerce mahkemeye gelmeyen şüpheliler Oktay Kuban'ın nöbetçi olduğu gün kendiliklerinden duruşmada boy göstermişler, bu hakim içerde tutulanlar dahil hepsini bir kalemde tahliye etmiştir. Sanki bir tertiple hapishaneden hastaneye adam kaçırtılmıştır. Bizim hakim iyi hakim taraftarlığı doğmuştur. Balyoz planı-tahliye planı şeklinde yorumlar yapılmıştır. Bir hakim elbette tahliye kararı verebilir. Zaten aslolan tutuklama değildir. Zaten beraatı zimmet yani aksi sabit oluncaya kadar masuniyet esastır. Ama olan bitenler ortada. Şahitler, vesikalar, ses kayıtları yerlerde sürünüyor. Birileri devletin kendilerine verdiği imkânları cami bombalamak, cemaat öldürmek, nifak çıkartmak için kullanmak istemişler. Cumhuriyet savcıları gece-gündüz çalıştıktan sonra şüphelilerin tevkif edilmelerini istediler. Delil imha ihtimali kuvvetli bulunarak müstakil mahkeme talebi kabul etti. Fakat bir gün bir nöbetçi hakim punduna getirip iki düzineye yakın şüpheliyi serbest bıraktı. Şimdi savcılar tekrar şüpheli toplama peşindeler. Devlet bir hakim karşısında çaresiz mi? Ancak HSYK yerinden alabilir. Alır mı? Almaz. Ama hakim re'sen çekilebilir. Daha ne yapsın! Şu olay dahi Anayasanın değişme zaruretini göstermekte. Tuz koktu, ey Gazi Hünkâr!
.
TRT'nin büyük açılımı
6 Nisan 2010 01:00
> Washington DC TRT tarihin en parlak dönemini yaşıyor. Hepimiz yıllar boyu bu müesseseyi kadrolarının fazlalığı, kanallarının lüzumsuzluğu ve hantallıkla suçladık. Bu fikir düne gelinceye kadar doğruydu. TRT iki yıldan bu yana ise heyecan verici hamleler içinde. Türkiye'miz, Türkçe'miz ve istikbalimiz adına iftihar ediyoruz. Bir özel televizyonların çıkması üzerine zor durumlara düşmüş, fazla kadro ve seyredilmez kanallarıyla yük olmuş TRT'yi düşünün, bir de bugün dünya markası olmuş bir yayın kurumunu. TRT son hamlesini Arapça kanalıyla yaptı. 22 Arap ülkesi, 350 milyon nüfus TRT ekranlarından Türkiye'yi sevecek. Bu yaz Müslüman turist patlamasına hazır olun. Bizim İslam dünyası ile en büyük derdimiz köprülerin çökmüş olmasıydı. Doğrudan anlaşma imkânlarımız yoktu. 1930'ların başına kadar okullarımızda Arabî ve Farisî dersleri vardı. Sonrasında batılı tezgâhlarla araya soğukluklar girdi. Türkiye'de Araplar, Arap ülkelerinde Türkler kötülendi. Bugün bunlar aşılıyor, yalanlar çöpe atılıyor. TRT önce Kürtçe yayına başladı. Aslında çok ama çok geç kalınmıştı. Saha bölücü saplantıların elindeydi. Bu saha, bu yayınla önemli ölçüde geri alındı. Kürtçe'den başka dil bilmeyen vatandaşlarımıza problemleri kendi ana dilleriyle ifade imkânı doğdu. Önceleri köşe kapmaca bölücü tv'lerin peşinde koşuluyordu. Sonra TRT-İnt, TRT-Türk yapıldı. TRT Euronews ile ortak oldu. TRT Çocuk kuruldu, TRT2, TRT Haber şekline dönüştü. Amerika dahil dünyada unutulmuş, Türkiye değerleriyle kopma tehdidi karşısındaki vatandaşlarımızla onların çocuklarına yayın hazırlığına geçildi. Reklamsız yayın gündeme geldi. En son olarak da TRT Arapça Ehlen ve Sehlen yayına girdi. Şimdi Büyük Türkistan için Türk lehçeleriyle Farsça ve Rusça yayın hayata geçmelidir. TRT yayıncılığın altı atlısıyla koşmak durumunda. Türkçe, İngilizce, Arapça, Rusça, Farsça, İspanyolca. Bugün yayıncılık dünkü orduların yaptığını yapmaktadır. Bir odada hazırladığınız fikirler, dünyanın her tarafında hiç bilmediğiniz odalarda insanlarla buluşuyor. Türkiye her alanda kendine dönüyor. Bugün artık TRT bayrak taşıyıcımız olmuştur. Türkiye dirilişi yaşıyor. Osmanlı Coğrafyası, Türk Dünyası ve İslam Âlemî. Ah bunu herkes anlayabilse. Ama maalesef bazı dar anlayışlar parti taassubunu aşamıyor. Bravo İbrahim Şahin, tebrikler TRT kadroları. TRT yılın kurumudur. İbrahim Şahin yılın bürokratı. Sesin gür olsun TRT! Sen ismine layık oldun.
.
Nükleer barış
7 Nisan 2010 01:00
> Washington DC Nükleer Zirvesi, 300 metre kadar yakınımızdaki DC sergi salonunda yapılacak. Diğer etkinliklerde olduğu gibi salon önü yine protesto gösterilerine sahne olabilir. Barack H. Obama, "enkaz devraldım" demedi. Esasta ise öyleydi. Seçmen onu büyük ümitlerle getirmişti. Obama ise dışarıda imzasını atamıyor, içeride beklentiler geriye sayıyordu. Psikoloji bu iken sağlık sigortası hayata geçti. Obama böylece itibarını tekrar hareketlendirdi. Dışarıya gelince İran, Filistin/İsrail, Irak, Afganistan gerçeği var. Bush bu bölgede Amerika'nın başını derde soktu. Ekonomisi zora düştü.. Başta Türkiye olmak üzere bölgede Amerikan aleyhtarlığı zirveye çıktı. Obama, içeride sağlık sigortası zaferini çok zorlanarak da olsa kazandı. Peki bu sancılı bölgede ne yapabilecek? Hem İsrail ve hem de Filistin'i birlikte memnun etmek kolay mı? Irak, Afganistan çıkmazında bir kere daha batağa saplanmak, İran'la bir daha burun buruna gelmek var. Bu yüzden Türkiye çok önemli. Bu yüzden Kongrenin basiretsizliği Türk Amerikan ilişkilerine soğuk su olmuştur. Türkiye olmadan bölgede hiçbir şey kalıcı olamaz. Bugün Türkiye kesinkes Bölgesel Süpergüçtür. Beyazsaray bunu okuyabiliyor. Onun için başbakan Erdoğan'ın toplantıya katılması temin edildi. Nükleer toplantısı bu perspektifte yapılıyor. Bir anlamda NATO zirvesi. Herhalde esas gündem mikrofonlardaki pembe nutuklar olmayacak. Onlar temennilerdir. Tedbirlerse farklı. Bir tarafta NATO'lular. Bir tarafta İran, Kuzey Kore ve yeni Kastro Hugo Chavez. Ama bunların hiçbiri kutbun diğer adı değil. O Rusya'dır. Amerika'da Obama karizması neyse orada da Putin karizması odur. Putin, tekrar Rus gururunu yoklamıştır. Acaba şöyle bir söz çok mu şüphecilik olur. Tam da Washington'da NATO'lular toplanırken neden birdenbire Moskova'da "Kara Dullar" ortaya çıktı da küçük 11 Eylül provaları yapılmakta? Rusya, bugün de Washington için hesaba katılan en önemli unsurdur. O halde nükleer savaş mı? Nükleer barış mı? Barack Obama, nükleer barışın peşinde olmalı. Eğer kabul edecekse Nobel barış ödülünü hak etmelidir. Diyebiliyor mu şu şu noktalardaki atom bombalarını imha ediyoruz diye? Öylece bir çığır açılır, belki dünya bir barış dönemine girer. İçeride sağlık sigortası, dışarıda da barışın mimarlığı Obama'yı unutulmaz kılar. Dünya o kadar gerildi ki. Yerküre bile huysuzlanıyor.
.
Üç Türkiye
8 Nisan 2010 01:00
Acaba bizde ne gün insanlar bir fikir etrafında buluşup farklı fikirlerini dostane bir şekilde dile getirebilecekler? Siyaset dün aynen böyleydi. Bugün dünkü üslupta, herhalde yarın farksız olmayacak. İsrail'in derekesi tescilli dışişleri bakanına niçin kızmalı ki? Ya o da benim söylediklerim, muhalefet liderlerinizin dedikleri yanında yunmuş-yıkanmıştır derse ne cevap verebilirsiniz? Bizde kimse kimseye ağır konuşmaz mı diyeceksiniz? Sanki üç Türkiye var: Birinci Türkiye. Dışarıdan görünen Türkiye. Dışarıda itibar gören Türkiye. Sık sık cumhurbaşkanı bir yerde, başbakan bir yerde, dışişleri bakanı başka yerde. Her memlekette gayet verimli görüşmeler oluyor. İslam dünyası, Türkiye'ye cumhuriyet döneminde hiç olmadığı kadar yakın. Hatta hayran. Komşularla münasebetlerimiz seviyeli. Türk dünyasıyla kardeşliğimizin şuurundayız.. Şu pompalanan Ermeni meselesi olmasa hariçte neredeyse problemimiz yok denecek. Eskiden Türkiye, ancak İstanbul isminin yardımıyla Amerikalılara anlatılabilirdi. Şimdi ise nasıl bu kadar iyi tanıyorlar? diye şaşarsınız. İkinci Türkiye. Ekonomik Türkiye'dir. İç politikadaki onca kavga, gürültü, darbe haberleri, cübbeli isyanlarına rağmen borsa, tarih yazıyor. Enflasyon iyi seyrediyor. AB sarsılıyor. Yunanistan iflasta. Fransa sancılarda. ABD sıkıntılar yaşıyor. Türk ekonomisi tam yol yoluna devam etmekte. Türkiye'nin nasıl bir bolluk-bereket içinde olduğunu görmek için şöyle bir haftalığına dışarı çıkılsa kâfi. Üçüncü Türkiye'ye gelince. İşte o sabah-akşam âsâbınızı bozan haber mevzuları. Curcuna, kaos. Ses kime ait olursa olsun. Bir Türk subayı nasıl bu kadar vicdansız ve iz'ansız ve insafsız olabilir? 10 milyon dolar karşılığı başbakanı öldürme, genelkurmay başkanının uçağını düşürme ve camilerde cemaati katletme teklifinde bulunuyor. Bunu hangi düşman düşünebilir?. İç manzara böyle. Her icraatın karalandığı, yargının her gelişmeye karşı durduğu, tv dizilerinin dil altından ahlâksızlığın her çeşidini teşvik ettiği bir Türkiye. Dışarıdaki mükemmel imaj ve iktisadi sağlamlığa iç huzur da katılabilse bizi tutabilene aşk olsun. Bugün meselemiz ne Ermenidir, ne Yunan ne Rusya. Bizim meselemiz biziz. Koşanlar ve etekten çekenler. Dünyaya açılanlar ve içeriye kapananlar. 50 yıl sonrasını düşünenler. Ve düne takılıp kalanlar. Böyle bir illetli yanımız var
.
Ertuğrul Ağaçları
9 Nisan 2010 01:00
Abdülaziz Han döneminde yaptırılan Ertuğrul Fırakatyeni 79 metre boyundaydı. Elektrikle aydınlanan modern bir gemiydi. 1887 yılında Japon İmparatorunun yeğeni bir savaş gemisiyle İstanbul'u ziyaret edince Abdülhamid Han, iadeyi ziyaret yapılmasını emretmişti. İmparatora mücevherli imtiyaz nişanı ve diğer hediyeler götürülmekteydi. Fırkateyn temmuz 1889'da İstanbul'dan yola çıktı. Mürettebat sayısı 56 subay, 591 er ve sivil teknisyenlerle 655 kişiydi. 7 Haziran 1890 tarihinde Yokohama Limanı'na vardı. İmparatorun karşılama merasimi muhteşemdi. Japon sularında kaldığı üç ay boyunca etrafındaki binlerce Japon kayığını dolduran Japonlara 50 kişilik bandomuz mehter konserleri verdi. 15 Eylülde vatana avdet etmek üzere dostlarına veda ettiler. Fakat gemi Kuşimoto açıklarına vardığında tayfuna yakalandı. Kayalar insafsızdı. Bu defa hayata veda edilmişti. Tarih 16 Eylül 1890. Sadece 69 bahriyelimiz kurtulabildi. Amiral Osman Bey de dahil diğer bütün mürettebat şehit oldular. Hayatta kalanlar İmparatorunun talimatıyla iki askerî gemi ile İstanbul'a gönderildi. Ertuğrul Fırkateyni'nin hazin sonu Türk-Japon milletlerini birbirine yakınlaştırdı. Japonlar şehitlerimizin hatırasına 1891 yılında Kuşimoto'da zarif bir abide, 1974'te de bir müze kurdular. Türk Müzesi'nde Ertuğrul Fırkateyni'nin maketi, asker ve komutanların fotoğrafları bulunmaktadır. Vikipedia Ansiklopedisinden hülasa ettiğimiz bu malumat niye? Bir kere günlerden cuma. İkinci olarak bir haber. Kozyatağı Botanik Bahçesindeki Japon Kirazları açmış. 3 yıl evvel Japon Hükümeti, Ertuğrul faciasındaki her şehidimiz için bir kiraz ağacı hediye etmiş. O ağaçlara Washington DC'de Cherry deniyor. Açmalarına da blossom. O günler sanki bayram olarak yaşanmakta. İmparator tarafından ABD'ye hediye edilen bu ağaçlar, devlet korumasında. Onları, çiçek verdiği günlerde on binlerce insan ziyaret ediyor. Kozyatağı'ndaki bu hatıraya Ertuğrul Ağaçları denmesini teklif ediyoruz. İkinci teklifimiz Ertuğrul Fırkateyninin limanı olan Haliç kıyısında görkemli bir abide yapılmasıdır. Haliç boydan boya Ertuğrul Çiçekleriyle donatılmalı. Bir de inanmakta zorlanacağınız malumat. Yazın sıcağında bile bir Türk, Kuşimoto'daki bu abideyi ziyaret etse gökten yağmur boşalıyormuş. Onlar şehitlerimizin sevinç gözyaşları olmalı. Farkında mısınız?Kuşimoto, Pusan, Preveze derken Pasifik Okyanusundan Atlas Okyanusuna dek yeryüzü boyunca şehitler verip durmuşuz. Günlerden cuma. Bedir'den Kuşimoto'ya şehitlerimiz dua tayfunlarıyla yıkanmalı. * ERTUĞRUL BURSASPORU'NUN ŞAMPİYON OLMASI İÇİN DE ELLER SEMAYA AÇILMALI.
.
İsyanlar, düşmeler, şüpheler ve zirve
12 Nisan 2010 01:00
> Washington DC Geçen hafta dünya üç önemli sarsıntıyı birden yaşadı. ilk yarısında Barack Obama ve Vladimir Putin karalarını ihtiva eden bir kâğıda imza atarak onu tarihi vesika haline getirdiler. Nükleer silahları tedricen azaltacaklardı. Daha evvelse Obama nükleer silaha malik olmayan devletlere bu silahın kullanılmayacağını açıklamıştı. Bunlar iyi haberler ama bilhassa ilki ne kadar hayat bulur bilemeyiz. Zaman içinde bırakınız azaltmayı bir diğerini suçlayarak tırmanma bile olabilir. Haftanın ikinci yarısında ise bir isyan ve bir kaza yaşandı. İkisi de nükleer zirve eşiğinde meydana geldi. Türk Cumhuriyetlerinin en küçüğünde muhalefet isyan ederek meclisi bastı. Kan döküldü. Ölümler oldu. Sokak kaynadı. Rus mu? Kıpçak Türkü mü/ Kırgız olduğu belli olmayan bir kadın kestirmeden Cengiz Aytmatov'un memleketinin başına oturdu. Bu meclis basmalı, hükümet asmalı isyan bize Enver Paşa'nın Babıali cürmünü hatırlattı. Nitekim bazı ırkçılar çok heyecanlanarak internet üzerinden isyanı kutsallaştırmaya kalkıştılar. Doğrusu şu vehim de kalbimizi yalayıp geçmedi değil. Acaba Türkiye muhalefetinden bir grup oralarda yangın çıkartarak buralara mı sıçratmak istemekteler. Çünkü kitle psikolojisi saridir/bulaşıcı hastalık gibidir. İsbatı ortada. Kırgızistan patırtısından iki gün sonra Tayland benzer sahneleri yaşadı. Bu vehim neden bizi rahatsız etti? Bazı radikal milliyetçiler Haydar Aliyev'i devirmek için Bakü'de tam icraata geçerlerken Süleyman Demirel'in telefon etmesiyle o eski KGB ikinci başkanı kurt adam Aliyev ayıktı.. Kırgızistan Issık Gölün ıssız memleketi üs ve nükleer silah mağdurudur. Amerika'nın buradaki varlığı imparatorluk Putin'i kışkırtıyor. Önce Çeçen eylemi. Sonra Kırgız devrimi. Son hadise ise hayli dramatik oldu. Osmanlının Lehistan dediği Polonya'daki korkunç uçak kazası vicdanı olan herkesi teessüre gark etti. Devletin başı ve üst seviyedeki asker ve sivil idareciler gittiler. Tabiatı ile 25 Şubat 2009 THY kazasını hatırladık. Sovyetlerin Lehlilere kıydığı Katyn katliamındaki mazlumları anmak için gidiyorlardı. Rusya aynı ekibin resmi ziyaretine izin vermemişti. DC'de gündem nükleer, Afganistan, Irak, İran ve tabii Filistin iken devreye Kırgızistan ve Polonya girdi? Altı da kaynayan dünya nükleer barışa muhtaç Zirvenin yapılacağı yerin tam 50 metre önündeki parkta aç insanlar yatıyor. İnsanlık kurşun değil, ekmeğe muhtaç.
.
İsrail'den hesap sorulması
13 Nisan 2010 01:00
> Washington DC Gatakullilerle hapishaneden hastaneye kaçırılan Ergenekoncular az kalsın aziz TSK'yı İsrail'in emrine vereceklerdi. İsrail'e göbekten bağlı bir TSK peşindeydiler. İşte ses kayıtları ortada. Cümle aynen öyle değil mi? "İsrail modelinde olduğu gibi" Nedir o İsrail modeli? Hiçbir insaf tanımadan Filistinlileri imha etmek. Ergenekoncular da bu modelden hareketle Müslüman Türk milletine karşı savaş hazırlığındaymışlar. Planlar bir bir ortaya çıkıyor. Cemaati kıyıma uğratacak, camileri bombalayarak yerle bir edeceklermiş. Şimdi böylesi inanılmaz melanetliklere fikir kaynaklığı yapan İsrail'e hesap sorulacak. Nerede? Washington'da. Ne zaman Nükleer Enerji Zirvesinde. Kim soracak? Türkiye adına Başbakan Tayyip Erdoğan. İslam Ümmeti adına da yine Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Tayyip Erdoğan. Sorulacak olan Ergenekoncularla vaki muhabbetin sırrı değil, İsrail'in nükleer gücü. Atom bombası varlığı. Bunu sayın Erdoğan zirveye hareket etmeden evvel açıkladı. Türkiye diyor ki biz bölgede kimsensin nükleer silaha sahip olmasını kabul edemeyiz. Bu ister İran olsun isterse İsrail. Fakat hep İran üzerinde durulmakta. İsrail ise görülmemekte. Bu çifte standart yüzünden Başbakan, Nükleer Enerji Zirvesine ev sahipliği yapacak olan Atom Araştırması Kurumuna İsrail'in nükleer silahları hakkında malumat soracağını söyledi. İsrail bunu önceden haber aldığından buraya gelme cesareti gösteremedi. Tam bir suçluluk psikolojisi içinde. Zaten ABD ile de arası iyi değil. Başkan Obama iki hafta evvel İsrail başbakanı Netanyahu'yu Beyaz Saray'da ayaküstü kabul ederek geri göndermiş, birlikte fotoğraf çekilmelerine bile izin vermemişti. İsrail, mazlum bir millete yarım asırdır yapmadığını bırakmadı. Ona ilk defa Türkiye "one minute!" dedi. Orta Doğu artık çobansız köy değil. İsrail'in efelenmesi zavallı kadın ve çocuklara karşı. Şimdi Atom Araştırması Kurumu imtihanda. Bu kurum Irak, İran, Pakistan gibi devletlere karşı tavizsiz davranıp İsrail'e göz yumarsa kendisinin de bu zirvenin de hiçbir anlamı kalmaz. Türkiye'nin bu tavrıyla zirve aynı zamanda bir mahkemedir. Sanık sandalyesinde İsrail vardır. Gıyabında yargılanacaktır. İddia makamında Atom Araştırması Kurumu vardır. Jüri zirveye iştirak eden devletlerdir. Mağdur, Filistin halkı, müdahil ise Türkiye'dir. Savunma makamı boştur. Havanda su dövülmesin. Adalet bekleniyor.
.
Türkiye'nin keşfi
14 Nisan 2010 01:00
> Washington DC Irak işgali ve 11 Eylülle başlayan terör saldırıları, Amerika başta olmak üzere dünyanın söz sahibi devletlerine Türkiye gerçeğini kabul ettirdi. Amerika ve ötekiler Türkiye'yi âdeta yeniden keşfediyorlar. Bir kere anlamış olmalılar ki suçta genelleme olamaz. Bu en basit hukuk kaidesidir. Terörist kimse odur. Aidiyet üzerinden genelleme yapmak bizatihi teröre katkıdır. Terör, mazlum milletlerin asırlarca batılı güçler tarafından sömürülmelerinin, işgal ve talan edilmelerinin eseridir. Bumerangın dönüşüdür. Normal yollardan ümidini kesenler farklı yollara başvurmuşlardır. Terörü besleyen Garbın müstemleke kültürüdür. Sömürü düzeni yeryüzünde nasırlaşmıştır. İslam terör kaynağı değildir. Hiçbir semavi din de değildir. Batı dünyasında Papalık var. İhtiyaç olduğunda Hristiyan dünya adına meselelerine sahip çıkıyor, açıklama yapıyor, itiraz ediyor vs. İslam dünyası ise o ortak yüksek sesten mahrum bırakıldı. Batının baskısıyla Hilafet müessesesi gündemden çekildiğinden bir boşluk doğdu. Bir düşünülmeli. Herhangi bir terör eylemine karşı Hilafet kurumunun vereceği reddiye fetvası nasıl bir etki yapardı? Bugün dünya o etkinin yokluğunun neticelerine maruz. İslam dünyasında dengeleyici bir müessese olmayınca ortaya önce kargaşa çıkmış sonra da kendinden menkul sözde ruhsatlarla ele silah alınmıştır. Bu noktada cemaatlerin hizmetini unutmamak lazım. Onların itidalli hayat üslubu olmasaydı dünya bugün felaket manzaralarındaydı. Türkiye bütün İslam dünyasının bileşke noktasıdır. Türkiye bütün İslam dünyasının tabii dere yatağıdır. Türkiye bütün İslam ırmaklarının aktığı denizin adıdır. Türkler, İslam'la tanıştıklarının hemen ertesinden bu yana İslam coğrafyasının kalkanı ve sözcüsüdür. Genlere, dimağlara işlemiş bu itikadi, siyasi ve içtimai hakikati yok saymak dünyaya yüz yıllık bir ziyan yaşatmıştır. Osmanlı Türklerinin başına büyük dertler açılmasaydı belki de dünya faşizm ve komünizm belalarına uğramazdı. Onlar Osmanlı sonrası ilahi cezalar gibi gelmiştir. Cezaların sonuncusu terörizmdir. Ondan kurtulmak Türkiye'nin elektromanyetik dalga boyunun artmasına bağlı. İnandırılmak istenenin aksine Hilafeti lağvetmedi. TBMM'nin mânevi sorumluluğunda.. Şu ân bu manevi sorumluğun dirilişi yaşanıyor. Türkiye, evinin çatı katını ve bodrum katını keşfetti. Türkiye yalanların sırrını çözmeye başladı. Dünya, Türkiye'yi keşfediyor. Zirve bu keşfin örtülü adıdır
.
Tokat-Samsun-Washington hattı
15 Nisan 2010 01:00
Silvio Berlusconi, Deniz Baykal ve Ahmet Türk. Dünyanın her yerinde politikacıya saldırı olmaktadır. Hatta yalnızca politikacıya da değil ön planda olan herkese. Bu bir doğru. Fakat kurcalanması gereken öbür doğrular da var: Ahmet Türk'ün burnunu kıran kahveci genci tanıyan yaşlı-başlı insanları dinlediğinizde saf, işinde-gücünde bir esnaf tasviri ortaya çıkmakta. Samimi hislerle dolu işte bu yapıdaki toy kimselerin zihinleri kolayca iğfal edilmektedir. Aldatılmış genç hatalıdır. Şimdi yargıdadır. Herhalde o da yakında itiraflarda bulunacaktır. Fakat bir hatalı daha var. Tecrübeli bir siyasetçi olan Sırrı Sakık, yangına benzin dökme heyecanına kapılmıştır. Ağzından çıkan sözleri kulağının duymaması bir başka hatadır... O kahveci gençle Hırant Dink cinayetindeki benzerlikler herkesin dikkatini çekti. Belli ki kurulmuş. Dikkat çekilmeyen ise daha büyük bir gerçektir. 7 Aralık '09 günü Tokat Reşadiye'de 7 Mehmetçik şehit edilmişti. O gün Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Barack Obama'yla randevusu vardı. Türkiye'yi sarsan haber, Beyaz Saray'da görüşmeleri öncesinde kendisine verildi. Başbakan bu psikolojiyle masaya oturdu. 12 Nisan 2010... Başbakan Erdoğan, yine Obama ile görüşmek üzere... Bu defa da aynı gün Samsun'da Ahmet Türk'ün burnu kırıldı, Türkiye'den huzursuz edici haberler geldi. Bunu tesadüf olarak mı görmeli? Ergenekon'un sinsi bir planı olarak mı? Bu ne menem tesadüftür ki Başbakan, tam zirve toplantılarına girecekken arkadan bir kötü haber alma mecburiyetinde kalıyor. Bunu tezgâhlayan kafalar için Türkiye'nin kazanması mühim değildir. Tayyip Erdoğan kaybetsin yeter. Ufukları, çapları basiretleri bu kadar. Neyse ki hadise mevzii bazı taşkınlıklar dışında büyümedi. Başbakanın araması, başbakan yardımcısının ziyarete gitmesi, içişleri bakanının ilgi ve sözleri, Cumhurbaşkanının kınaması yaraya merhem olmuştur. Kaba kuvvet her zaman herkese kaybettirir. Kavgaya değil, oturup konuşmaya ihtiyaç var. Fakat beyinler yıkanıyor. Bir kişi yumruk atıyor. Bin kişi eline sağlık diyor. Başbakan, Beyaz Saray'a adım attığı anda bunlar yapıldı. Sanılmasın ki orada kalır. Bir süre unutturma planları çalışır, sonra Anayasa oylaması veya referandum gibi ciddi bir eşikte yine benzer tertipler yaşanır. Bunları artık, Türk-Kürt herkes görmeli. Açılım evvela gözlerde olmalı.
.
Ortak payda Sevgili Peygamberimiz
16 Nisan 2010 01:00
Diyarbakır esnafının Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle gül tatlıları dağıtacağını işitince ne kadar çok memnun olduk. Ortak payda Sevgili Peygamberimizdir. -sallallahü aleyhi ve selem- Onu tanımak, onu sevmek, onun yolunda olmak. Onu ebedi rehber bilmek. Çare O. Çare ancak ve yalnız O. Türkiye iç kavgada Türk'ü ve Kürt'üyle 70 bin kayıp verdi..Emperyalizm 70 bin kaybı ortak paydayı unutturmak adına harcattı. Nihai hedef şuydu. Türkleri dinsizleştirerek, Kürtleri dinsizleştirerek bunları ırk üzerinden birbirine kırdırmak. Yeni nesiller üzerinde uzun vadeli çalışmalar yapıldı. 70 bin kaybımız oldu. Mânen ölense belki 700 bin. Bu toprakların insanlarını bin yıldır çelikten daha sağlam bağlarla bağlayan yegâne kuvvet İslamiyet'tir. Türk, Kürt, Arap.. hepsi aynı Allah'a iman etmiş, aynı kitaba tabi olmuş, aynı Peygamberi son Resul olarak kabul etmiştir. Mevlid Kandilinde Türk, Kürt , Arap, Çerkez, Boşnak, Tatar.. mevlid okuyor. Kâinatın Efendisine olan aşkını kendi diliyle terennüm ediyor Allah, Peygamber, kitap.. bir asırlık projeyle bu toprakların insanlarına unutturulmak istendi. Orta çağ kanunu, gerici, softa, yobaz. Ve daha sayılamayacak kadar çok aşağılamanın arkasında varlık hikmetimiz değerlere düşmanlık yapıldı. Mutlak değerler, fani değersizlerle yer değiştirilmek istendi. Şehit kanlarıyla yoğrulmuş topraklara fitne zakkumları ekildi. Sevgili Peygamberimizle araya mesafeler kondu. Kitleler merhametten mahrum bırakıldı. Bugün dinin mirasıdır. Varılan nokta çok endişe vericidir. Samsun adliyesinde olanlar. Ankara kabristanında yaşananlar. Şehit vermeyi durduramama. Benzerleriyle birlikte teessür sebebi. Kim bir şehit ailesinin acısını tarif edebilir? Veya bir Kürt ananın ızdırabını? Problem büyük. Çareyi Diyarbakır esnafı gönül diliyle haber verdi. Diyarbakırlının da Karslının da Samsunlunun, Adanalının İzmirli, Edirnelinin de kıblesi aynı. Bunlar sadece 73 milyonun değil. Bir buçuk milyarın ortak servetidir. Kurşun, yumruk, zamanlama tuzağı ve sonu gelmez ay yıldızlı tabuta sarılı mübarek şehitler. Türkiye'nin kaybı Türk'ün de Kürt'ün de Çerkez'in de kaybıdır. Türkiye'nin kaybı İslam coğrafyasının kaybıdır. Sevgili Peygamberimizi sevene el kaldırılamaz, kurşun sıkılamaz, ona bir kabir çok görülemez. Bir İspanyol atasözü "Bir ağacın kıymeti köklerine bağlıdır" diyor. Köklere kezzap döküldü. Yakın objektif tarih tahlile muhtaç. Sevgiye varmak, Sevgili Peygamberimizi sevmekle mümkün. Sevgili Peygamberimize gül kokulu selamlar olsun. Merhameti bizle olsun. Çare O. Yalnız ve ancak O. Ya çareye tevessül. Veya birlikte rahmet veya ayrılıkta azap. Şu an o azabı yaşıyoruz
.
Muhsin Yazıcıoğlu'nu kim öldürdü?
19 Nisan 2010 01:00
25 Mart günü Kahramanmaraş'ta bir helikopter düştü. Şiddetli kar yağışı vardı. Göz gözü görmüyordu. Helikopter, BBP genel başkanıyla arkadaşlarını ve İHA muhabiri İsmail Güneş'i taşımaktaydı. Yapılan açıklamada Helikopterin kesif kar yağışı sebebiyle bir dağa çarptığı duyurulmuştu. Fakat helikopter ve yolcular bulunamıyordu. Bir hafta sonra donmuş cesetlere varıldı. Türkiye haberi İsmail Güneş'ten öğrenmişti. O efendi genç nereden bilebilirdi ki yaptığı son mesleki çalışma kendi ölüm haberi olacaktı. Hadise işitilir işitilmez, dağ-taş askerlerle doldu, dağı-taşı Muhsin Yazıcıoğlu'nu sevenler doldurdu fakat kazazedeler bulunamadılar. Bulunduklarında 5 kişinin donmuş cesetleriyle karşılaşıldı. Tek başına İsmail Güneş'in verdiği mücadele filmlere konu olacak cinstendir. Niçin bulunamadılar? Çünkü oldukları yerin tam aksi istikamette aranıyorlardı. Peki neden kazanın olduğu yerin tam aksi istikamette arama yapılıyordu? İddia şuydu. Helikopterdeki ELT cihazı sinyal vermiyormuş. Şimdi ise Jandarma Genel Komutanlığı hem ELT cihazının ve hem de İsmail Güneş'in cep telefonunun sinyal verdiğini açıkladı. Böyle olduğu halde yine iddialara göre ısrarla yaralıların olduğu yerin tam zıt tarafı gösterilmiş. Arama yanlış mahalde yapıldığı için de vaktinde kurtarma olamamış. Jandarma her iki sinyalin Başbakanlık Acil Yönetim Merkezi tarafından Genelkurmay Başkanlığına verildiğini kendilerinin Genelkurmay'dan gelen bilgilere göre sahayı taradıklarını açıklıyor. Genelkurmay tarafından 9 kere aynı noktanın gösterildiği ise yine haberler arasında çıktı. Bunlar merhumun eşi Gülefer Yazıcıoğlu'nun bu yiğit mücadelesinin eseri. Şimdi anlaşılıyor ki ortada bir kaza yok. Ortada bir cinayet var. O halde soru şudur: Muhsin Yazıcıoğlu'nu kim öldürdü? Biz Jandarma'nın açıklamasını şöyle tahlil ediyoruz. Güvenlik güçlerinden Başbakanlığa doğru bilgi gitmiş, bu bilgiler oradan da Genelkurmaya naklolmuştur. Fakat bu arada bilgilerde tahrifat yaşanmıştır. Devlet adaleti tesis kurumunun adıdır. Devlete düşen her ne pahasına olursa olsun bu ihaneti tesbit etmektir. Kim nerede, ne zaman ne yaptı da netice bu oldu? Kazadan sonra ortaya çıkan iddialardan biri Muhsin Yazıcıoğlu, Ergenekon aleyhine şahadette bulunmuş onun için başına bu kaza getirildi şeklindeydi. İletişimin mega güçlü olduğu bir çağda. Termal kameraların vs. vs. mevcut olduğu bir zamanda yaralılara ulaşıma engellendi. ELT çalışmadı diyelim, İsmail Güneş'in cep telefon şarjı da mı hemen bitti? Az evvel haber geçmişti. Bu cinayet aydınlanırsa Ergenekon için de esaslı ip uçları ele geçebilir.
.
Özal-Erdoğan karşılaştırması
20 Nisan 2010 01:00
Anayasa paketi genel kurula indi. Artık bütün politik yoğunluk paket üzerindedir.. Tayyip Erdoğan, çok ses getirecek Başkanlık Sistemini telaffuz ederek dikkatleri başka tarafa çekmek istemiş olabilir. Bu taktiği Turgut Özal, başarıyla uygulardı. Beklenmedik bir zamanda ortaya bir söz atar, herkes onu tartışırken kendisi sessiz sedasız bir devrim gerçekleştirirdi. Özal, dört eğilimi birleştirerek bir yumuşamaya gittiği gibi kadrolarını da bu ekiplerden çıkartmıştır. Erdoğan bu noktada daha şanslıdır. Özal'dan itibaren yetişen ekipler onun için hazır kadrolar olmuştur. Özal, 12 Eylül darbesinden hemen sonra geldi. Darbeciler su başlarını tutmuşlardı. Erdoğan da yine bir darbeden sonra geldi. O da darbeci zihniyet tarafından kerhen kabul gördü. Gitmesi için de darbeciler her türlü yer altı faaliyeti sürdürdüler. Özal, ekonomik iyilik ve bayındırlık faaliyetlerine ağırlık verdi. Edoğan ilaveten milli eğitim ve sosyal iyileştirmelere de ağırlık kazandırdı. Turgut Özal dış politika ve dış temaslarda önemli bir oyuncuydu. Tayyip Erdoğan fiilen dış işleri bakanı gibi çalışıyor. Özal 70 Sente muhtaç günlerin borçlarını ödemek gibi bir mecburiyet altındaydı. Erdoğan, Türkiye Ekonomisini 16. Basamağa yükseltti. Özal, Çankaya ile ihtilaflıydı, Erdoğan da ilk döneminde bu azabı yaşadıysa da şimdi tam ahenk içindeler. Özal yüksek yargıya dokunamadı. Üniversiteye dokunamadı. Medyada insafa tabiydi. Erdoğan ise şimdi medyada yalnız değil. Özal'ın gönül dostu bir ekonomik teşekkülü yoktu. O günkü TÜSİAD olanca dişliliği ile karşısında veya belki zaman zaman yanındaydı. Bugün bu kuruluş dünkü gücünde olmadığı gibi Erdoğan'ı destekleyen en azından üç tane ekonomik teşkilat vardır. Edoğan'ı eşi ve çocukları zor duruma düşürmediler. Özal dönemindeki gibi papatyalar savurganlığı olmadı.. Turgut Özal ufuk adamıydı. Bilgisayar'ı Türkiye'ye taşıdı. Fakat interneti göremedi. Kafaları değiştirdi. Zihinleri şaşırttı. Farklılıklara dikkat çekti. Şayet Turgut Özal gelmeseydi belki Tayyip Erdoğan da kendini yeniden hesaba çekerek toplum önüne yeni bir kimlikle çıkamazdı, değişemezdi. Bugün değişimlere imza atan Başbakan değişimi önce kendinde yaşadı. Özal-Erdoğan arası 15 yıl kayıp günlerimizdir. Erdoğan Özal'ın yolundadır. Merhumun eserlerine, işlerine, fikirlerine sahip çıkılmasından dolayı müsterih uyuduğunu tahmin ediyoruz.
.
Başbakanın konuşmalarını kim yazıyor?
21 Nisan 2010 01:00
Tiyatro oyuncusu Haluk Kurdoğlu, Mesut Uçakan'ın Reis Bey filminde seyirciyi şaşırtmıştı. Hiç tanışmadığı halde sesten tipe kadar aynen Necip Fazıl'dı. Kurtlar Vadisindeki Polat'ın sesi, Polat'ın kendi karakteri kadar önemlidir. Sanatçılar, bir başka kimliğe bürünür ve o olur, üçüncü kişiyi duyar ve yaşarlar. Başbakanın konuşmasını yazanlar, bize bunları hatırlattılar. Konuşmayı kim yazmış olursa olsun. Zaman, mekân ve tarih kimin dediğine bakıyor. Taraf, geçenlerde Allah prompterdan ayırmasın diye bir manşet atmıştı. Başbakan önündeki şeffaf levhada akan yazılardan kopup da devreye elekten geçmemiş sözler girdiğinde kopan fırtınaya işaret ediyordu. Bu konuşmayı hazırlayanlar her gün makaleler yazmaktalar. Metinlerin dili iyi, akıcılık da iyi, muhteva zengin. Buna Tayyip Erdoğan'ın hitabet mahareti de eklenince ortaya dinlenebilir konuşmalar çıkmakta. Bunları yazmamın üç sebebi var. İlki, gündem sadece meclisteki 333 evet oyundan ibaret değil. Yazar farklı gerçekleri de gündeme taşımalı. Malumu ilan yazarlık değildir. İki, bir hakkı teslim etmek için. Karargâh hizmeti zordur. Her yaptıkları beğenilir cinsten olacaktır. Başka şansları yok. Şüphesiz ki Başbakan, ana fikri vermekte, metinleri tashih etmekte ama yine de üçüncü kişi olma gerçeği ortada.. Son sebep de at binicisine göre kişner: O nutuk metinleri ne kadar temiz Türkçe ile kaleme alınırsa milletin dili o kadar temiz kalır. Ne kadar mübalağadan, hakaretten uzak ve sağduyulu ise millet de o kadar rahattır. Ecevit, iki satır açıklamayı bile daktilosunda kendisi yazardı. 70'li yıllarda Türkçe'nin tahrip olmasında büyük rolü vardır. Uzunca bir dönem yapmacık dil saplantısı içindeydi. Başbakanın konuşma metinlerini yazanların hiçbirini tanımıyoruz. Fakat onların Türkiye'nin ufkuna da huzuruna da hizmet ettikleri kanaatindeyiz. Birçok konuda başbakan gibi düşünüp onun adına fikir üreterek belli disiplinler içinde kâğıda derc ediyorlar. İyi karargâh yüz ağartır. Her parti karargâhına dikkat etmelidir. İki satır bir şey yaz getir mealinde bir şey diyen baştan kaybeder. Orası partinin beynidir. Onlar kâtip değil, yerine göre muharrir, yerine göre sanatçı yerine göre fütürolog hatta belki mütefekkirdir.. Sanki Türkçe'den Türkçe'ye eş zamanlı/simultane tercüme yapmaktalar. Kendi adlarına eser vermezler. Ama hizmet müşterektir.
.
Kaygılar Anayasa Mahkemesinden yana
23 Nisan 2010 01:00
Görünen o ki Anayasa değişiklik paketi TBMM'den geçecektir. Ne var ki çıkacak sayı referandumu mecbur kılacak görünüyor. Gerçi biz referanduma gitmeye gerek kalmayan bir çokluğa ulaşılsa da Cumhurbaşkanının kanunu referanduma sevk etmesinin daha isabetli olacağını düşünmekteyiz. Halkın kabulüyle kimsenin zerrece itiraz hakkı kalmayacaktır. Problemin doğma noktası şurasıdır: Değişiklik kanunu mecliste görüşüldükten sonra Cumhurbaşkanı tasdik edince neler olacaktır? Köşkün kanunu referanduma sunacağı malum. Ama malum olmayan bir şey var ki o kaygıların kaynağıdır? -Anayasa Mahkemesi ne yapacaktır? Daha doğrusu CHP'nin mahkemeye başvurmasıyla adı geçen mahkemenin duruşu ne olacaktır? O noktada bir boşluk var. Bu boşluk zarara, belki felakete dönüşebilir. CHP'nin referandumdan önce mi, sonra mı iptal davası açacağı ise meçhuldür. Herhalde Çankaya'dan hemen sonra elde dilekçe yeldir-yepelek yargıçlara koşacaklardır. İşte bu noktada Anayasa Mahkemesinin sorumluluk şuuru ortaya çıkıyor. Bir kere esasa girme yetkisi yok, bunu hatırlamalı. İkincisi böyle bir yetkisi olmadığı halde mevzuatı kanırtarak zoraki şekilde kanuna dolayısıyla yasama organının iradesine müdahale etmemelidir. Ayrıca bu mahkemenin kuruluş kanunu gereği yürütmeyi durdurma yetkisi de yoktur, onu da yapamaz. Yaparsa hukuk değil keyfilik olur. Hepsi bir tarafa bu davada Anayasa Mahkemesi taraftır. Kendisiyle alakalı yeniden yapılanma mevzubahistir. Hal böyle olunca yani kanun kendisinin teşkil tarzını yeniden tanzim etmişken kalkıp bu konuda söz söylemesi, yürütmeyi durdurması, iptal veya başka bir tasarruf yapması kesinlikle hukuku çiğnemek olacaktır. Peki CHP 110 vekili bulabilecek mi? Zor görünüyor. MHP destek vermiyor ama mahkemeye gitmeyeceğini açıkladı. BDP, CHP'ye destek olur mu? Bilmiyoruz. Fakat bildiğimiz şu. Olursa resmen intihar eder. Baro, şu veya bu kuruluşun beni şu yanı ilgilendiriyor diye yüksek mahkemeye gitme hakkı var mı? Olmasa bile bir şekilde kanun mahkeme kapısından içeri girsin yeter, siz dava açın yeter ki zihniyeti ortalıkta dolaşırsa o zaman kaos doğar. Dünyaya mahcup oluruz. Gelecek nesillere hesap verilemez. Türkiye, mahkeme eliyle 3. dünyalı kalmaya mahkum edilmiş olur. Haydi Anayasa Mahkemesi! Bu kaygıları boşa çıkart. Vakarını, hukuk ahlakını koru. Küçük hesaplara tenezzül etme. Ayak oyunlarına alet olma. Sen millet adına karar veren bir mahkemesin. Milletinle ters düşme. Milleti mutlu azınlığa ezdirme.
.
Farklılıklar zenginliğini kötü harcamışız
26 Nisan 2010 01:00
> Washington DC Başbakan Tayyip Erdoğan, "Türkiye'de 100 bin kaçak Ermeni var, onları gönderebiliriz" deyince dünya ayağa kalktı. Bu sayıyı telaffuz ediyoruz ama belki de daha fazla. Adı üzerinde kaçak. Kim nasıl sayacak? Şöyle bir senaryo tahayyül etsek, bütün Ermenistan, ekmek parası için usuldan usula Türkiye'nin şehirlerine gelseler ne yaparız? Görülüyor ki bir şey yapamayız. Neden? Çünkü kim olursa olsun biz karşımızdakini açlığa mahkum edemeyiz. Bizim hayatımızda böyle bir vurdumduymazlık yok. Selahaddini Eyyubi haçlılarla çarpışırken bir ara tedavi için hekimlerini düşman saflarına gönderdi. Benzer misaller sayısız. Âlicenab millet iltifatına hatır için kavuşmamışız. Yüz bin ve belki de daha fazla Ermeni, derenin denize koşması gibi Türkiye topraklarına sığındılar. Sadece onlar mı? Eminönü Zenci mahallesine döndü. Devrim sonrası İran'dan hicret edenler ile Halkalı farklı bir yapıya dönüştü. Kuzey Iraklı Kürtler muhakkak ki Ermenilerden daha az değil. Ülkemizdeki Gürcü, Arap, Azeri, Özbek, Rus, Yunanlı, Balkanlı gibi kaçakların sayısı tahmin ederiz bir milyondan aşağı değildir. Bu ne demek? 3 milyona dayanmış işsizine iş bulmak için resmi kadrolarını esneten bir devlet, o işsizlerin üçte bir kadar bir nüfusu sofrasına davet ediyor. Kötü mü yapıyor? Hayır. Kim, yurdunu-yuvasını bırakıp başka yere gider? Göç mecburiyettir. Fakat göç aynı zamanda zenginliktir. Avrupa vaktiyle yabancı işçi almasaydı bugün topyekûn Yunanistan olmuş olabilirdi. ABD'de 10 milyon olduğu zannedilen bir kaçak işçi nüfusu mevcut. Bu kaçaklar Amerikan ekonomisinin gölge güçleridir. Peki buna rağmen Amerika, hangi akla hizmet her sene hiç aksatmadan Yeşil Kart uygulamasıyla değişik ülkelerden göçmen getirtiyor. Çünkü... Burada bir yer yüzü dengesi kurulmuş. Amerika o dengeyle var. O denge ile hayatı alabildiğine zenginleştirmiş. Bugün burada kimse şu nüfus unsuru fazla diyemez. Bu hangi anlama geliyor.? Zımnî imparatorluk. Amerika bu nüfus stratejisiyle süper güç olmuş. Biz bir asırdır yalanlarla gözü boyanmış nesilleriz. Neredeyse her doğru karalanmış. Her yalan doğrulanmış. Farklılıklar zenginlikken onu çok kötü harcamışız. Jivkov zaliminden dolayı Bulgaristan'dan ayrılmak zorunda kalan Türklerin en azından Marmara bölgemizdeki hizmetleri unutulabilir mi? Her işe.. Ve her şeye... İmparatorluk ufkuyla bakmak zorundayız.
.
Büyük felaket iki taraf için -l-
27 Nisan 2010 01:00
> Washington DC Amerikan başkanları her sene 24 Nisanda Ermenilerin gönlünü alacak, Türkleri de kırmayacak konuşmalar yaparlar. Kebap ve şiş dikkati. Bu üslûp âdeta bir devlet veya başkanlık klasiği olmuştur. Ermeniler buradaki lobileri ve Ermenistan'la başkanlara jenosit dedirtmek, Amerika'daki Türklerle Türkiye de dedirtmemek için uğraşırlar. Bu problem her yılın ilk aylarından itibaren hariciyemizi bir hayli meşgul eder. O gün Ermeniler, ellerinde bayrak ve pankartlarla sefaretimizin karşısına yığınak yaparlar Türkler de elerinde bayraklarımızla binamızın önünde saf tutarlar. Ne hazindir ki o bayrak tutan çocuklarımızdan bazısı Türkçe bilmez. Ruhlar bu gerginlikte iken başkanlar konuşur. Barack Obama'nın jenosit/soykırım demeyeceği belliydi. Diyemezdi. Hiçbir başkan da diyemez. Obama, Nobel Barış Ödülüne layık görülmüş bir devlet adamıdır. Böyle bir cümle Türk-Amerikan münasebetlerini dinamitlemek olur. Başkan Obama'nın konuşmasındaki "gerçeklerin samimi ve adil bir şekilde ortaya çıkartılması gerektiği" mütalaasına katılıyoruz. 1915'lerin tarihin karanlık bir dönemi olduğu da doğrudur. Fakat 1.5 milyon Ermeni'nin katledildiği iddiası, yetkin tarihçiler tarafından tekzîp edilmektedir/yalanlanmaktadır. Böyle bir nüfusun o gün için mevcut olması imkânsızdır. Obama'nın Ermenice ibareyle hadiseyi -yine- büyük felaket olarak tavsifi/nitelemesi ise eksik bir ifadedir. Ortada bir dramın varlığı hakikattir. Ancak bu felaket iki tarafa da şamildir. Önce Müslüman ahali/Türkler sonra Ermeniler içindir. Ermeniler Devleti aliyyenin sâdık bir teb'ası iken, bu unvanla zikredilirlerken devrin emperyalist devletleri -devleti muazzama- bu teb'ayı/vatandaşları metbu/tabi olduğu idareye karşı kışkırtarak ayaklandırmıştır. Vaadlere kanmış Ermeniler, Müslümanlar üzerine yürüyerek bu masum halkı aklın hayalin almayacağı şekilde kundaktaki bebeklere, ana karnındaki ceninlere kadar öldürmüş, sabah namazında camide ibadetini yapan siviller yakılmış, köyler, nahiyeler ateşe verilmiştir. Toplu katliamların, cinayetlerin yani Ermeni Mezaliminin yüzlerce ibretlik misali vardır. Bu yüzden tehcir devrin bir zaruretidir. Katliama cevap verme ise meşru müdafaadır. Fakat bunlar Barack H. Obama'ya kim tarafından, ne zaman ve nasıl anlatılacaktır? Türkiye'nin ABD'de muazzam bir lobi faaliyetine girişmesi azami ölçüde şarttır...
.
Büyük felaket iki taraf için -Il-
28 Nisan 2010 01:00
> Washington DC Ermeni meselesine dair bizde kabul edilen görüş, mukateledir/karşılıklı boğazlaşma. İki tarafın da kaybı büyüktür. İki taraf da çok acı çekmiştir. Ermeniler göçüp giderken Anadolu halkıyla Ermeni komşuları kucaklaşıp ağlamış, asırlar süren sıcak komşuluklar gözyaşlarıyla noktalanmıştır. Onun için sayın Başkan, Büyük Felaket iki taraf içindir. Ermeni diasporası dışarıdan karışmasa, politikacılar onların oylarına tenezzül etmese Türk ve Ermeni devletleri, Türk ve Ermeni halkı şu veya bu şekilde bu acıyı paylaşacaktır. 100 bin Ermeni aç kalınca eski komşularına sığınıyor, bir başka yere değil. Çare karşılıklı bayrak yakma yanlışlığı da değil, çare aynı masa etrafında toplanıp bir diğerini dinlemektir. Ermeniler Türkçe'yi güzel konuşurlar. İkinci nesil bazı Türkler Türkçe bilmezken üçüncü nesil Ermeniler bile Lübnan, Arjantin ve ABD'de fasih şekilde Türkçe konuşmaktalar. Deyim nasıldı? -Kanı kanla yumazlar, kanı suyla yurlar... Ermeniler bu sözü bilirler. Maksat barışı tesis ise bundan böyle, "iki tarafın da yaşadığı Büyük Felaket" denmesi adilâne olacaktır. Çünkü gerçekten Churchill'lerin "bir damla petrol, bir damla kandan yeğdir" diyerek çıkarttıkları Harbi Umumi dönemi tenvire/aydınlatılmaya muhtaçtır. İngilizlerle Almanlar topraklarımızda kuvvet mücadelesi yapmış, bundan Müslümanlarla Ermeniler ziyan görmüştür. Tarihi gailenin/dramın hülasası bu cümledir. Ermeni ırkçıları, Berlin'de Talat Paşa'yı şehit etmiş ama asıl sebebe dair hiç fikir yürütmemişlerdir. Küçük devletler hep kullanılır. Avcı, büyük balık için küçük balığı yem yapar. Bu tabiat olayı devlet hayatında da bire bir tekrarlanır. Yalnızca Hampartsum Gelenyan "Güvercinim Harput'ta Kaldı" demiyor. Sözümüzün izahı TTK'nın Harput'ta Misyonerlik Faaliyetleri isimli kitabında. Türkiye konuyu çözmek için kararlı. Fakat Ermenistan yine popülizme kaydı. Müzakereleri dondurduğunu açıkladı. Bu ne demektir? İkinci 100 bin Ermeni de Türk şehirlerine ekmek için gelecek. Kendisi de bir Anadolu Türküne fizik olarak fevkalade benzeyen Robert Koçaryan'ın sağduyu ile hareket etmesi beklenirdi. Ermenistan, şu çağda tarihî bir vak'ayı kan davası haline getirerek açık hava hapishanesine dönmüştür. Türkiye'ye karşı kin, Azerbaycan'a işgal. Bu saplantıları terk etmeyen Ermenistan'ın fakirlikten kurtulması imkânsızdır.
.
Bu oyun, o oyun
29 Nisan 2010 01:00
Samsun'da bir siyasetçiyle başlayıp, il başkanları ve sanayi bakanıyla devam eden burun kırılmaları, Siirt'te bir facianın bir yıl sonra âniden hatırlanması, İzmir'de seri cinayetler, Manisa'da Siirt benzeri yeni olaylar ve Giresun gibi kanlı terör örgütüyle hiç alâkası olmayan bir ilde tuzaklar kurulup asker şehit edilmesi. Bunları, tv dizisinde gördüğünü hayatta arayan çocukların çılgınlığı. Bir ruh hastasının dehşet salması..Veya baharla birlikte dağdan inen teröristlerin, buradayız mesajını vermeleri, şeklinde açıklayamazsınız. Bazıları için doğruluk payı olabilir. Fakat asıl sebep daha başka. O asıl sebebi esasında herkes bilmekte. Bunların eş zamanlı olması tesadüf değildir. Anayasa değişikliğinin üstüne gelmesi de tesadüf değildir. Bütün mücadele yolları tükenmiştir. Camileri bombalamak isteyenler. Cemaati öldürmeyi planlayanlar. Semtlerde 31 Mart Vak'aları peşinde olanlar bir yargıcın tezgâhına rağmen tekrar içerideler. Ergenekon tarihinde hiç alamadığı kadar darbe yedi. Anayasa değişikliğiyle jüristokrasinin beli kırılıyor. Mutlu azınlık, sessiz çoğunluğa karşı baş kesme durumunda. Türkiye, siyasi, sosyal ve mali yapısıyla kabuk, el ve sınıf değiştiriyor. Alakasız yerde patlak veren terör, vatandaşın namus duygusunu kanatacak olay ve haberler, dehşet saçan seri cinayet vampirlikleriyle örgütün siparişleri teslim etmesi aynı ihanet planının parçalarıdır. Genelkurmay'ın, Jandarmanın istihbaratı yok mu? Kanaat önderlerinin öğrenip haber verdiklerini bu birimler neden görmediler, niçin haber vermediler? Bir ordu önce askerinin güvenliğini teminat altına almalı. Bu ülke çocukları daha ne güne kadar bozuk para gibi harcanacak? Biz önceden yazdık. Ankara'yı boşaltmayın dedik. Bakanlar dahil suikastlar gelebilir diye uyardık. Nitekim Bülent Arınç'a kurulmak istenen tuzak o günlerde yaşandı, başbakana suikast ihbarı ise üç hafta önce ortaya çıktı. İspanya'da canı yanan boğa matadorun bir anlık gafletinden istifadeyle onu kanlar içinde yere çaldı. Bizde kırmızı şalı görenler saldırmaktalar. Saldırıların devam edeceği bellidir. İç harbi bile göze alırlar. Bize göre Taksim ve 1 Mayıs ateşle oynamaktır. Tuhaf olan bu anayasal değişiklikleri ancak hayal edebilecek bölge partisinin dolaylı olarak seçtiği saftır. Halbuki Ahmet Türk daha ilk anda bile bunlar tertiptir deme basiretini göstermişti. O parti içindeki bilek güreşini gözden kaçırmamalı. Dikkat çekici olan gelen ihbarlardır. Deniyor ki malum örgüt Ergenekon'un silahlı gücüdür, iktidarla TSK'ya karşı savaşmakta..
.
İstikbal E 7'lerin
30 Nisan 2010 01:00
Uluslararası bir bankanın CEO'su Michael Geoghegan, Hong Kong'taki bir ekonomik forumda son yılların en önemli ekonomik konuşmalarından birini yaptı. Gelişmiş 7 ülke G 7'lerin 2010'a kadar dünya ekonomisini yönlendirdiğini. Fakat artık onların devrini tamamladığını, çok yakında yerlerini E 7'lerin alacağını söylüyor. G 7'leri saymaya gerek yok. Onlar, dünyanın patronu. BM onların elinde. Etkin kurumlar kontrollerinde. İkinci Dünya Harbinin galiplerinin hükümranlığı. Harp doğu ve batı diye iki blok ortaya çıkardı. Doğuyu Sovyet bloku temsil ediyordu. Komünizm çöktü. Şimdi vahşi kapitalizm de gidici. Ekonomist Geoghegan, E 7'leri Çin, Türkiye, Brezilya, Endonezya, Rusya, Hindistan ve Meksika diye açıklamış. Bu ülke müteşebbislerinin batılı müteşebbislerin anlayışlarıyla alışılmış kuralları altüst ettiklerini söylüyor ve ilave ediyor. Buralarda siyasi istikrar var. Ülkeler büyük. Nüfus genç ve dinamik. Küresel hedefi olan her şirket bu pazarları dikkate almalıdır. Bu, şu anlama geliyor. Adı geçen memleketlerde yerli düşünceler işe hakim olmakta. Türkiye örneğinden hareket edersek muhafazakâr kitle hakimiyet kazanıyor. Dün mağdur durumda olanlar, bugün aktör oluyor. Bu solun bir zamanlar peşinde olduğu ekonomik bağımsızlıktır. Batının uydusu iş birlikçi kaleler bir bir düşüyor. Bizdeki bunun kavgası. Yerli olanla köksüz olan çatışmakta. Ergenekon bir taşerondur. Bu örnek üç aşağı beş yukarı diğer E 7'ler için de söz konusu. Kadın, komünizmde sabahın 06'sında cadde süpürüyordu. Kapitalizmde de sabahın 08'inde yer altından geçen elektrik şebekesini onarıyor. Bu hafta Barack Obama, Beyaz Saray'da 9 Türk müteşebbisini kabul etti. Dünya ligindeki bu iş adamlarımızdan başarılarının sırrını dinledi. Başkan aynı toplantının seneye Türkiye'de tekrar edilmesini istedi. Bu haberi Hong Kong'taki mütalaa ile birlikte değerlendirmeli. Obama'nın nükleer zirvede Başbakan Erdoğan'la ikinci kere görüşme isteğini de. Türkiye'de de dünyada da kesin olarak bir şeyler olmakta. Türkiye'de yönetim bunun farkında. Zikredilen ülkeler ilgi alanımızda. Olayın bizi alakadar eden bir başka yanı E 7'lerdeki Müslüman nüfustur. Türkiye ve Endonezya Müslüman. Ayrıca Hindistan, Çin ve Rusya önemli Müslüman nüfusa sahipler. İçerideki şu perişanlıklar yaşanmasa. Şu muhalefet birazcık kapıdan ötesini görse, medya birazcık dünya medyasına benzese çok şeyler olacak. Soğuk savaş dönemi tam olarak bitme sürecinde. BM'nin yapısı da değişecek. Dünya değişiyor. Çok şey değişiyor
.
Büyük Türkiye'nin küçük adamları
3 Mayıs 2010 01:00
> Washington DC Yine her yerde askerlerimiz ölmeye başladı. Tesadüf demek için insanın muhakeme kabiliyetini yitirmiş olması lazım. Evet "Bu Oyun, O Oyun". Her gün 3-5 eve yangın düşüyor. Her gün anaların, babaların, eşlerin, kardeşlerin dünyası yıkılıyor. Anayasayı değiştirmemek için ne lazımsa yapacaklar. Yol ağızlarını tutma peşindeler. Dilimiz varmıyor ama daha kötü günler de yaşanabilir. 33 yıl önce Taksim'i kana bulayan işte bu zihniyetti. Ama o bugün idrak edilmekte. Daha o failler bulunamadı. '77 Taksim'i bir faili meçhuldür. Tuhaflığa bakınız Taksim'de kan dökülmedi diye sevinilmekte. Normal, anormal ölçülerle tartılmakta. 1 Mayısta Taksim'de kan dökülmedi, doğru, fakat 1 Mayıs'ta yurdun çeşitli yerlerinde toprağa düşen ne? İçerdeki manzara böyle. Dışarıda ise başka bir Türkiye var. Türkiye içerde başka dışarıda başka. Halk başka, bu yurdun köksüz aydını başka. Halk gönül gözüyle, arif tarafıyla olması gereken yerde Kadir Tobaş'ın elinden mikrofonu kapıp millete hitap eden, ekranda onlarca okur-yazardan çok daha sağlıklı yorumlar yapan Canan Hatun bu milletin feraset sembolüdür. Köksüz aydınlarsa körü körüne bir düşmanlık içinde. İktidarın şahsında bu milletin yerli değerlerine düşmanlar. Kahbe Bizansın mirasçıları. Bu ülkenin öz evlatlarını iş başında görmektense Fransız, İngiliz, Alman, Rus Amerikan buyruğunda olmak onlara daha yeğ geliyor. Türkiye dışarıda büyük. Tahmininizden daha büyük. Amerika'da Türkiye tanınmaz, nerede olduğu bile bilinmez. Yurdumuzda oldum olası böyle bir kanaat vardır. O kadar biliyorlar ki dinleyince şaşarsınız. Türkiye'ye gıpta ile bakmaktalar. Türkiye'de hayal edilen Amerika burada yok. Ama burada hayal edilen Türkiye orada hakikat olarak var. Birazcık ilgilenen biliyor: Yunanistan acınacak halde Portekiz, Yunanistan'ı takip tehlikesinde. İspanya'da ziller çalmakta, İtalya tedirgin. Türkiye'de bu kadar hançere rağmen ekonomi taş gibi sağlam. Büyük Türkiye'nin küçük adamları bunu anlayamıyor. Onun için kara senaryolar yazıyorlar. Onun için bu ülkenin 20'li yaşlarındaki aslan gibi evlatları düşman karşısında değil ihanet karşısında şehit oluyor. 1 Mayısta kan akmadı. Hayır akıttılar. 1 Mayıs 2010'da da ocaklar söndü.
.
Gerçekten Demokratik Tam Bağımsız Türkiye
4 Mayıs 2010 01:00
68 Kuşaklarının, 78 Kuşaklarının yaşadığı dünya, sloganlar dünyasıdır. Bugün "açılım" adıyla yapılmak istenen nedir? O işte, Gerçekten Demokratik Tam Bağımsız Türkiye. Ama bu defa sloganlarla hareket edilmiyor. 68-78 Nesillerinde her şey kodluydu. Bıyıklar, parkalar, postallar, kelimeler. Bu cümle sosyalistlerindi. Bu ülkenin kaç çocuğu kim bilir elinde bu pankart, ağzında bu slogan olduğu halde yürürken öldürüldü. İlgili literatüre dair iki sayfa okumamışlar birilerini komünistlikle itham ediyordu. Sağcılar okumamıştı, peki devrim şarkıları söyleyerek yürüyüş yapanlar okumuş muydu? Hayır onlar da okumamıştı. Buna rağmen sağ-sol kavgalarının yaşandığı dönemler Türkiye'sinde gençler kitaba daha düşkündü. 12 Eylül farklı dünya görüşündeki olanları bir sabah kollarından tuttuğu gibi içeri tıktı. Artık aynı 4 metrekarede idiler. Şimdi kitapları da farklı değildi. Emir-komutayla Nutuk ezberliyorlardı. 68-78 Nesilleri köyden şehre, küçük kentten İstanbullara yüksek tahsile gelmiş Anadolu'nun kız ve oğlanlarıydı. Aslında hepsinin savaşı aynıydı. Geri kalmışlığa, sömürüye, ezilmeye, üçüncü dünyalı kalmaya isyan ediyorlardı. Fakat yanlışları diğerini dinlememek oldu. Bir masa etrafında bir çay içimlik süre oturup muhabbet edemediler. Etselerdi tabuları yıkılacaktı. Buna fırsat verilmedi. Bizimkiler ve ötekiler vardı. Bizimkiler her zaman haklı, ötekiler her zaman yanlıştı. Ekonomik özgürlük sözünü sosyalist jargon o yıllarda geliştirmişti. Gerçekten Bağımsız Tam Demokratik Türkiye sloganını hayata geçirme peşindeydiler. Şüphesiz ki bu bir fikirdi. Ama ne sol onu fikir bazında sunabiliyor ve ne de sağ ne denmek istediğini kavrayabiliyordu. Halbuki biz gerçek bağımsızlığa da tam demokratikliğe de muhtaçtık. Ama o gün genç insanlar bunu göremiyordu. Beyinlere çipler yerleşmişti. Cumhuriyet demokrasi idi ve her şeye yeterdi. Diğer tarafa kapalı kalmaktan dolayı 40 yılı kaybettik. Fikir sloganlaştırılıp toplum ürkütüldü. Oysa sağlam dayanaklarla konuşulsaydı belki daha o günlerden Gerçekten Demokratik Tam Bağımsız Türkiye üzerine açılımlar olabilirdi. Türkiye'de çok küçük gerçek bir sol var. Bir de tatlı su solcuları. Birinciler açılımın şuurunda ve yanındalar. Diğerleri sandık tiyatrosu yapıyorlar. Bu "Kemalî"lerin solla da sağla da alakaları yok.
.
Mücadele firesiz olmaz
5 Mayıs 2010 01:00
Her ne olursa olsun bir anayasa nihayetinde kanundur, bir kanun değişikliğindeki zorlu mücadeleye de savaş diyecek hâlimiz yok. Ancak bu bir deyimdir ve durumu en güzel o deyim ifade etmektedir. Savaş firesiz olmaz. Savaşta ölenler de olur yaralananlar da. Ucuz adamlar da. Yapılacak olan soğukkanlılıkla yola devam etmektir. Bu anayasa değişikliği üç madde demekti. Önem sırasıyla şöyle. Anayasa Mahkemesinin yeniden şekillendirilmesi, HSYK'nın yeniden tanzimi ve siyasi partilerin kapatılmasını zorlaştırmaya dair düzenleme. Sonuncu madde sürpriz şekilde 327 oyda kalarak düştü. Böylece iktidar partisinin içinde beklentisi olanlar, küskünler ve başka hesaplar peşindekilerin varlığı ortaya çıkmıştır. Bunların bir düzine kadar olduğu anlaşılmakta.. Bu hasis menfaatçilerin kimler olduğunun önceden fark edilip gerekli tedbirlerin alınmaması şüphesiz ki bir zaaftır. Bununla beraber bir musibet bin nasihatten evladır. Muhakak ki yaşanan bu istenmedik hadiseden netice çıkartacaklardır. Aslolan bundan sonrasına bakmaktır. Diğer iki madde geçerse kapatma problemi dolaylı da olsa halledilmiş olur. İleride düşen madde müstakilen tekrar gündeme getirilebilir. Peki ya diğer iki maddenin akıbeti, onlardan bir veya her ikisi de geçemezse? Hassas soru budur. Eğer o iki maddeden sadece biri geçerse nahoş bir durum ortaya çıkar. Fakat ikisi de düşerse seçim 22 Temmuz 2011'den muhtemelen ekim 2010'a çekilir. Sandığa gidilirse olur? İhanet muhtırasına uğramış AK Parti kendi tahminini bile aşacak bir oy alır. Bu bir tarihî hesaplaşmadır. Fire olur. Hain çıkar. Fakat güneş her gün yeniden doğmaktadır.
.
Bıyık
6 Mayıs 2010 01:00
İttihadu Terakki döneminde bıyıklar Alman tarzıdır. Mahmut Şevket Paşa, Enver Paşa, Cemal Paşa, Mustafa Kemal Paşa ve daha başka paşalar Alman zabitleri gibi yukarı doğru sipsivri bıyıklıdırlar. Göğüsleri salipli, Osmanlı devlet armalı vs. madalyalarla doludur. Fütühat dönemlerinde böylesi teferruatlara tenezzül edilmezken Tanzimat sonrası nişanlar, madalyalar beratlar çağı başlar. Cumhuriyetin ilk yıllarında ise bıyıklar sakallar kesilir. Alman unsurunun yerini İngiliz tesiri almıştır. Kafalarda harman yeri misali kocaman fötrler vardır. Napolyon gibi veya mason selamlaşmasıyla ellerden biri yeleğe sokulur, diğerinde asa vardır. '40'ların başında Hitler fırtınası eser. Saçları yana doğru taralı bu çılgın adamın bıyıkları da farklıdır. Daha evvel böyle bir bıyık tarzı yoktur. Aynı zamanda çizmeli ve külot pantolonludur. İnönü, Hitler'in sadece bıyıklarını değil, külot pantolon, çizme ve führer/milli şef unvanını da taklit etmiştir. Bazen taklit çaprazdır. Psikolojide bunun şüphesiz ki bir adı vardır. Kurtuluş savaşında canımıza kastedenlerin tarihleri daha sonra bu milletin evlatlarına ezberletilmiş, onların nesi varsa aynen alınmıştır. İsmet İnönü badem bıyık bırakmış, başvekilden sokaktaki vatandaşa kadar taklit başlamıştır. 1908-18 arası sivri bıyıklar, 1918-23 arası kalpaklar ve sivri bıyıklar, 1923-40 arası fötr şapkalar, 1940-50 arası badem bıyıklar alameti farikadır. 1950-60 arası Amerikan dönemiyle birlikte tekrar bıyıksızlık başlar. 1960 darbesinde darbenin monte lideri Cemal Gürsel de badem bıyıklıdır. Bununla 27 Mayısın asli manevi faili İsmet İnönü'ye örtülü bir bağlılık mesajı vermiş olabilir mi? 1960-80 arası sol gençler Stalin, Mao ve komünist liderlerin bıyıklarını taklit ederler, tepki olarak da eski Türklerdeki gibi Ülkücü bıyıkları bırakılır. Sünnet bıyıklı gençler de bu dönemde yeni yeni görünmeye başlarlar. Şimdiye kadar 4 tane bıyıklı Cumhurbaşkanı iş başına gelmiştir. İnönü-Gürsel Badem bıyıklı, Özal-Gül sünnet bıyıklıdır. Tek parti döneminde belki de faşist Hitler taklit edilerek işgalden kurtulmak istenmiş, ekmekler karneye bağlanmıştı. Kefen bezi bulunmayan zamanlardır. İnönü'nün paralara kendi resmini koymasına gelince. O konuda doğru olanı yapmıştır. Sağ iktidarlar buna dair İnönü'ye söylediklerinde haklı değillerdir. Zaten koruma kanununu da DP çıkartarak tabulaşmaya yol vermese de sağlamlık kazandırmıştır...
.
Şehidin emanetini düşünmek
7 Mayıs 2010 01:00
Bu milletin şehit vermediği bir takvim günü var mı acaba? 26 Ağustos 1071'den 7 Mayıs 2010'a kadar bu millet, hemen her gün şehit vermiştir. Cezayir'den Kore'ye, Japonya'ya, Kırım'dan Yemen'e kadar şehitler verdik. Şehidi bir mert düşmana karşı verirsiniz bir de namertlere karşı. Mertlerle karşı karşıya gelirsin. Göğüs göğüse çarpışırsın, ateş edersin, her ne yaşanacaksa meşru zeminde o cereyan eder . Namertler karşınıza çıkamazlar. Onlar, yola mayın döşer, köy yakar, arkadan vururlar. Son çeyrek asırdaki şehitlerimizi on binli rakamlarla ifade ediyoruz. O halde, arkada da on binlerle ifade edilecek dul ve yetimler var. Bunların envanteri çıkartıldı mı? Kaç şehit nişanlısı bir daha evlenmedi? Bu kahraman kızlar hangi şartlarda hayatlarını idame ettiriyor? Kaç şehidin taze eşi bir gül yetiştirir gibi yıllar yılı gözyaşı dökerek evladını yetiştirme mücadelesinde? Şimdiye kadar bir liste yapılmadı mı?.. Şehitlerimizin. -Analarının. -Eşlerinin. -Yavrularının. -Babalarının künye dökümünün tanzim edilmesini istiyoruz. Başkasını bilmeyiz, her şehit haberiyle biz de bir kere derin yaralar almaktayız. Her şehit haberi bir evi aleve, ateşe, tufana veriyor. Şu asalete bakınız. Eşi-anası. Babası-dedesiyle. Bacısı-kardeşiyle bu millet, en meçhul ölümlerde bile "vatan sağ olsun" diyor. Onun tepkisi gözyaşı ve bu söz. Bu hak asla ve kat'a ödenemez. Feda edilen iki kilo patates değildir. 20'li yaşlarında evlatlar karanfil kanlarıyla toprağa düşüyor. Bir ailenin tek evladını şehit verdiğini bir düşünün. Evladını görmeden şehit düşen Mehmetçiğin eşini düşünün.. Geride kalanlar. Onlar, devletin namusuna emanettir. Milletin şerefine emanettir. Onlar, ev sıkıntısı yaşamamalı. Onlar, geçim derdi çekmemeli. Şehitlerin yavrularına gelince, bu çocuklar en iyi okullara, diledikleri yerlere imtihansız girebilmeli. Onların boynu bükülmemeli. Ne imtihanıymış? Onların babaları, evlatları adına imtihanların en büyüğünü verdiler. Bir dulun, bir yetimin ahı dünyaları başımız yıkar. Önce envanter sonra himaye ve destek. Sadaka değil, destek. Bu vazife Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı'nın olmalı. Ona göre bütçesi olmalı. Emanetlerden bu bakanlık sorumlu tutulmalı. Şehitler huzur içinde yatarlarsa vatan sağ olur.
.
Türk Edebiyatı dergisi
10 Mayıs 2010 01:00
> Washington DC Şeyh'ül Muharrirîn Ahmet Kabaklı, vefat ederken dört miras bıraktı. Kitapları, Türk Edebiyatı dergisi, Türk Edebiyatı Vakfı ve Çarşamba Sohbetleri... O günlerde düşünmüştük. Bunlar nasıl devam edebilir, hizmete kim talip olur? Aziz kardeşim Servet Kabaklı, bu kaygıları yersiz çıkarttı. Değme evladın yapamayacağını yapabilme yiğitliğini gösterdi. Onun gayretleriyle: Türk Edebiyatı Vakfı yaşadı. Çarşamba Sohbetleri devam etti. Hocanın kitapları eskisinden daha iyi basıldı. Türk Edebiyatı dergisi öncekilerden katbe kat güzel oldu. Türk Edebiyatı 439 sayıdır devam ediyor. İlk sayısını bugün gibi hatırlıyorum. 38 yaşında bir mektep. Beşir Ayvazoğlu ortaya okunabilir pırıl pırıl bir dergi koyarken, müessesenin kıdemli neferi Belkıs İbrahimhakkıoğlu büyük dedesi gibi "Hak şerleri hayreyler" diyerek diğer gönüldaşlarla beraber hizmet ediyor. Dergide bir edebiyat ve fikir dergisinde olması gereken her şey var. Bu dergi ve o ocak, baştan sona fedakârlıkların eseridir. Kabaklı Hoca ömrünü verdi. Servet Kabaklı, aşevi işletip oraya destek oldu. Bizi kurtaracak sosyal ve edebi ilimler iken ne yazık ki gerçekler fark edilemiyor. Yazarınız varsa düşünürünüz, sinemanız, gazeteniz, radyonuz, televizyonunuz, seviyeli politikacınız ve dünyada isminiz olur. Bu dergiler, bu yayınevleri, yazar yetiştirir. Yazar, daha ziyade okul sıralarından değil, bu sayfalardan, bu sohbetlerden çıkar. Milli Eğitim Bakanlığının, Kültür Bakanlığının, Belediyelerin, büyük şirketlerin önemli hizmetlerinden biri de Türk Edebiyatı gibi dergilere sahip çıkmaktır. Belki bir nebzecik destek oluyorlardır. Fakat sembolik dergi veya kitap alımlarıyla hedefe varılamaz, o çilekeş insanlar nefes alamaz. Milli Eğitim, her ay 10 bin başarılı talebeye bir Türk Edebiyatı dergisi hediye etse 10 sene sonra yeni yazar ve edebiyatçı adayları çığ gibi büyür. Edebiyat dergilerimiz en az 50 bin sattığında biz dünyada birinci sınıfa yükseliriz. Ders kitabı bedava veriliyor. Fakat ders kitabı kurudur. Onu dergi ve diğer kitaplarla donatıp yeşertmek lazım. Düşündürecek, edebi zevk ve ufuk aşılayacak ders kitabı değildir. Her alanda açılım oldu, açılımların açılımı ise fikir, sanat ve edebiyatta yapılmalıdır. Onlar yoksa diğerleri de kalmaz. Bu dergiler, bu yayınevleri, insan fidanlığıdır, fidanlar çoğalmalıdır. Elimde Türk Edebiyatı, sanki bir dostla konuşuyorum. Dergide birbirinden güzel yazılar var. Bunları bu ülke çocukları okuyamıyorsa birleri sorumludur. Acaba kim? Kim sorumlu? Yoksa sen mi?
.
Kim?
11 Mayıs 2010 01:00
Kaset, CHP'nin bir iç hesaplaşmasıdır? Bu bir ihtimal. Büyük kongrelerine iki hafta var. Peki doğru mu? Bir şey diyemeyiz. Peşin hükümlü olamayız. İstisnai günlerdeyiz. Kaset kasırgasını Mustafa Sarıgül'ün sayın Baykal'ı dizlerinden vurduracağına dair iddia, bir kat daha rüzgârlandırdı. Millet, Anayasa değişikliğinin zevkine varamadan bu skandallara şahit oldu. Peki suikast iddiası doğru olabilir mi? Bir kere bunu açıklayan kişi toplumda yıpranmış bir isimdir. İkincisi sayın Sarıgül tam da partileşme sürecine girerken böyle bir şey yapmak gibi çılgın bir harekete tevessül eder mi? Etmemeli. Belki işlenip Sarıgül'e yıkılacaktı. Bir küçük ayrıntı var ki ona dikkat edilmedi. Hiç alakası da olmayabilir. Tesadüf de olabilir. Deniz Baykal için bir hafta evvel bir haber çıktı. Baykal diz kapağı kemiklerinde erime olduğunu açıkladı. Haber, Baykal hasta şeklinde çıktı. Sabah sporunu bıraktığı da kaydediliyordu. Her iki iddianın da asılsız olmasını canu gönülden dileriz. Yoksa çok şey kaybedilmiş demektir. Evli bir kadın, evli bir genel başkan ve bu olay. Ve birinin yerine gelmek için adam vurdurma. O iddialar orada kalsın, mahkemeler derinleşsin... Biz, meseleye farklı bir boyuttan bakıyoruz. Belki bunlar bir teferruat. O teferruat veya tali unsurları birileri ki bu birileri çok kuvvetle muhtemeldir ki solu birleştirerek başına yeni bir isim getirmek istiyorlar. Eğer sol demek lazımsa Türkiye solu, Sarıgül hareketi ile birlikte üçe bölünecektir. Parçalanmış bir solun veya CHP varlığının AK Parti karşısında tutunması imkânsızdır. AK Parti'nin bir kere daha iktidar olacağı bellidir. İş başında olmaktan dolayı bir miktar oy kaybetse bile bu böyledir. Onun yeniden iktidar olması bu milletin tam olarak tarihî eksenine dönmesi bir zihniyetin ise bitmesi olacaktır. Onun için... Mehmetçiklerin leblebi ucuzluğuyla harcanması ayrı bir stratejidir. Hem asker, hem de iktidar zora sokulmak istenmekte. Kaset ve suikast ise siyasi strateji. Sayın Erdoğan, partililerine ima yoluyla bile konuşmayın talimatını niçin verdi dersiniz? Mutlaka bildiği var. Onun bildiği muhtemelen üzerinde durduğumuz mevzudur. Kaset bir zandır. CHP iç hesaplaşması da dudak büktürecek cinstendir. Bunlar malzemedir. Asıl niyetse daha büyük. Hem Baykal ve hem de Sarıgül harcanarak statükonun yahut isterseniz adına sol deyin işte onun başına yeni bir isim getirilmek isteniyor? O kim? Şimdilik belli değil. Yakında ortaya çıkabilir. Süleyman Demirel böylece sürpriz şekilde seçilmişti. Kemal Derviş böyle gelmişti.
.
TBMM zorlu bir işi başardı
12 Mayıs 2010 01:00
Anayasa değişiklik paketi yasama meclisinden geçti. Bu değişikliğin kazançlısı hangi partidir? Kazanan yalnız millettir. Her türlü bürokratik imtiyazlarla jüristokratik oligarşi bundan böyle tarihe gömülüyor. Bundan böyle vatandaşın Anayasa Mahkemesinde dava açabilmesi bile tek başına büyük tasarruftur. Artık her sene AİHM üzerinden trilyonlar tazminat olarak ödenmeyecektir. Şüphesiz ki millete hukuki menfaatler temin ettiği, onun insan olma haysiyetine hürmet ettiği için de AK Parti kazançtadır. Referandumdan geçtikten sonra ülkemiz dünden çok daha demokrat ve daha çok özgür olacaktır. Bir darbe anayasası sivil iradeyle değişmiştir. Darbeciler yargılanabilecektir. Bu anayasa değişikliğinin ne anlama geldiği ileride daha iyi anlaşılır. Türkiye bir ayıptan kurtulmuştur. Bir sessiz devrim yaşandı. Demek ki meclisimiz anayasa yapabiliyormuş. Bir rüşd/siyasi erginlik isbatlandı. Bazı tuhaf zekâların arzu ettikleri gibi Kurucu Meclis abesliklerine düşülmedi. Bu süreçten büyük zararla çıkansa malum yerel parti. En çok kendileri kapatıldığı halde hiç olmazsa parti kapatmanın zorlaştırılmasına bile destek vermediler. İki sebebi var. Terör reisinden talimat almaları. Ve kapatılmalardan gıdalanmaları. Kapatılmayınca tabela partisine dönüşürler. Bunu bilmekteler. Seçmen, her partiye aktif ve pasifiyle hükmünü verdi. Tıraş zamanı saçlarının rengini görecekler. Hakkı teslim adına söylemek lazım ki Anayasa değişikliğinin iki de yıldızı oldu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Burhan Kuzu. Başbakan, idealin sahip ve fikrin ısrarlı takipçilerindendir. Sayın Erdoğan'ın en karakteristik hususiyetlerinden biri kararlılığıdır. İnandığını hayata geçirmede taviz vermemesi muvaffakiyetinin arakasındaki sebeplerdendir. Anayasa değişikliğini baştan beri zaruri görmesi ayrı konu. Onun kadar mühim olan diğer husus parti kapatmaya dair 8. maddenin düşmesi üzerine ortaya koyduğu hem kararlı ve hem de itidalli tavrıdır. Eğer Başbakan öfkelenseydi partide fırtına kopardı. Serbest iradelerini kullanmışlardır diyerek kırılan kolu yen içinde tutulabilmesi HSYK ve Anayasa Mahkemesi değişikliğini temin etmiştir. Yoksa bu anayasa değişikliği millete ömür olurdu. İkinci yıldız Burhan Kuzu'dur. Paket, komisyona gelmeden önce yazdığımız gibi Burhan Hoca artık tecrübeli bir kaptandır. O şimdi hem değerli bir akademisyen hem de duayen siyasetçidir. Değişiklik paketinin gerçekleşmesinde en ağır yükü Burhan kuzu çekti. Tayyip Erdoğan, Burhan Kuzu ve diğer emek sahiplerinin öncülüğünde TBMM tarihî bir hizmete imza attı. Hizmetin çapını tarih ölçer. Gün dalgındır. Bazen de nankör.
.
Referandumu konuşalım
13 Mayıs 2010 01:00
Önümüzdeki zamanların en önemli konusu referandum olacaktır. TBMM vazifesini yüz akıyla yaptı. Anayasa değişikliği gerçekleşti. Metin, şimdi Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün masasında. Sayın Gül, hukukçuların zaten meseleyi en baştan beri yakından takip ettiklerini söyledi. Bu, Köşkte bekleme olmayacağının haberidir. Cumhurbaşkanının imzalamasıyla değişiklik Resmi Gazete'de yayınlanacak. Böylece referandum takvimi başlayacaktır. Bir daha görüşülmek üzere meclise iade prosedürüne ihtimal yoktur. Cumhurbaşkanı kanun metnini imzalayınca muhalefetin mahkemeye koşacağı anlaşılıyor. Gidecek olan CHP'dir. Şu ara sarsıntı içindeler. Gündem değiştirmek için bilhassa yapacaklardır. Fakat sayıları yetmiyor. Ya MHP destek verecek veya bölge partisi. MHP mahkemeye gitmeyeceğini beyan etmişti. Bölge partisi ise mümkündür ki Ergenekoncu bir renk ortaya koyabilir. Kanaatimiz o ki gayrı hukuki bir eylem de olsa CHP'nin sayıyı bulduğu an dilekçeyi vereceği yönündedir. Halbuki görmek istemedikleri şudur, Cumhurbaşkanının imzalamasıyla kanun yürürlüğe girmiyor. O imza ile referandum süreci başlayacaktır. Ancak referandumdan/halk oylamasından sonra dava açılabilir. Esasında onun da çok anlamı yok. Millet faraza değişikliğe hayır derse mahkeme neyi iptal edecektir? Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu, cuma günü bizi aradı. Uzun uzadıya bunları değerlendirdik. Zaten âli mahkemenin esasa girme yetkisi yok. Tehiri icra/yürütmeyi durdurma hakkı da yok. Ancak usule dair hüküm verebilir. O da ancak referandumdan sonra. Seçmen, şayet referandumda değişiklik paketini reddederse mahkemenin görüşeceği mevzu düşer dedik. Ya kabul ederse ne olacaktır? O zaman da mahkeme millet iradesinin üstüne çıkarak iptal kararı veremez. Çünkü millet asil, mahkeme vekildir. Vekilin iradesi asilin tercihine tabidir. Yani, ortada referandum varsa Anayasa Mahkemesi yoktur. Kaldı ki Anayasa Mahkemesi bu düzenlemede taraftır. TBMM hakkında karar vermiştir. Bir mahkeme tarafsa kendisi karar verebilir mi? Bu itibarla önüne gelecek iptal dilekçesini iade etmesi gerekir. Veya referandum sonuna kadar bekletmek zorundadır. Referandum burada bekletici meseldir/meseleyi müstehire. Lafla hukuk devleti olunmuyor. Hukuka riayetle hukuk devleti olunur. Bu süreç onun da isbatı olacaktır.
.
Rusya ile tarihin dönemecinde
14 Mayıs 2010 01:00
Abdullah Gül'ler, Tayyip Erdoğan'lar, bizler, bizim nesiller için Rusya affedilmez düşmandı. Moskof dendi mi akan sular dururdu. Böyle okumuş, böyle dinlemiş, böyle öğrenmiştik. Ki onlar dramatik doğrulardı. Komünistler Moskova'ya diye bağırılan çığlıklar zamanıydı... Bunun dört sebebi vardı: Birincisi Çarlık Rusya'sıyla bitip tükenmez harplerimizdi. Onlar birer büyük faciadır. Sonuncusu meşhur Sarıkamış Harekâtıdır. Bunlardan bir-ikisi mesela Sarıkamış ortak yapım olarak muhteşem bir film şeklinde çekilemez mi? İkincisi komünist istila niyetidir. Stalin'in zor zamanımızda Kars, Ardahan ve Boğazlar üzerine iştahlanması ürküntüler meydana getirdi Ulu Türkistan'ı yitirdikten başka Anadolu'yu da kaybetme tehlikesi belirmişti. Üçüncüsü, Türkler Rusları, Ruslar Türkleri asla tanımıyordu. Rus dendi mi Moskof, o dendi mi komünist o da dendi mi kana doymaz bir canavar tahayyül ediliyordu. Dördüncü sebep batılı devletlerin şartları kendi lehlerine bir sihirbaz marifetiyle kullanmalarıdır. Öyle ki o günlerimizde kan dökülme adına her ne olursa hepsi Rusya'dan bilindi. Türkiye kullanıldığını geç anladı. Çünkü arada demirden perde vardı. Soğuk savaş vardı. Kore'de Mehmetçikleri feda etme karşılığı NATO'ya girmiştik. Bunun tek sebebi vardı. Rusya'ya karşı yalnız kalmamak. Derken gün geldi... Soğuk savaş bitti. Perde yıkıldı. Öbür yanda yokluklar içinde kavrulan insanlar, İstanbul'a doluşmaya başladılar. Bavul bavul mal alıp memleketlerine götürüp satıyorlardı. Bizdeki bolluk onların hafsalalarını çatlatmaktaydı. Buradan Laleli diye bir piyasa doğdu. Bu defa münasebetler tavandan değil tabandan gelişmişti. Sonraki her güzel adım bu Esnaf Hareketi'nin bereketidir. Artık Rusya ile sadece inşaat, ticaret, petrol ve doğalgazda ortak değiliz. Şimdi nükleer enerjide de ortak olduk. Vize bitti. Rusya federasyonu ile stratejik ortak olduk. Stratejik ortaklığı kader birliği diye tercüme edebiliriz. Hadise bu kadar tarihî, büyük ve değerlidir. Bu dostluk çok pahalıdır. O halde dış politikada ebedi dostluk ve düşmanlıklar yoktur sözü doğrudur. Komşunun komşuya muhtaçlığı da doğrudur. Diğer doğru ise uyanık olma mecburiyetidir. Çok fena kullanıldığımız için '70'lerde 5 bin fidanı toprağa verdik. Mümkündür ki Ermenistan Meselesini bile Moskova üzerinden çözebiliriz. Rusya ile elem dolu bir maziden sonra tarihin dönemecindeyiz. Bu dönemeci savrulmadan alırsak çok şeyler olur. Fakat yine de dikkat edilmeli. Aliağa ve İskenderun'la Rusya'ya ilk dostluk elini uzatan Menderes bunun bedelini hayatıyla ödedi. Dış politikada çok iyi gidiyoruz. Sırada Yunanistan var.
.
CHP ağır imtihanda
17 Mayıs 2010 01:00
> Washington DC İstifa tiyatrosu üzerine salya-sümük ağlaşanlar, CHP binası önüne yatak yorgan serilip açlık grevi yapanlar. Vatandaş bunları anlamakta zorlanıyor. Acaba birileri oyuna mı getiriyor, yoksa zekâları mı bu kadar? CHP nihayet Müslüman olan bir ülkenin partisi. CHP'li de aileye sahip. O da aile namusuna malik. Zina onun için de pis bir günah. Peki öyleyse bu rezaletler ne? Muvazaalı bir istifa her şeye yeter mi? O kadın da istifa etmemeli miydi? Bir şeyin şüyuu vukuundan beterdir. Hadisenin mahkeme anlamında isbatı belki mümkün olmayabilir. Fakat kamu vicdanı hükmünü vermiştir. Peki bu CHP ak saçlıları. Kara sakallıları. Bazı belediye başkanları nerede yaşıyorlar? Bir genel başkan ne yapsa caiz midir? Suçlu sadece bu suçun tarafları değildir. Bir sekreter istifade uğruna meclise taşınmıştır. Bu düpedüz suiistimaldir. Onun hesabının sorulması gerekmez miydi? CHP bunu sormalıydı? Demeliydi ki ey başkan ismin nasıl olur da bizim yüzümüzü kızartacak bu işlere bulaşır. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Şöyle otur ve hesap ver bakalım. Biz sana partiyi uçkur ihtiyacı için mi emanet ettik. CHP üst kademesi bunu yapmadı. Böylece CHP taban ve tavanı birbirinden kopmuştur. Taban CHP'li namusuna, iffetine, aile kutsalına bağlıdır. Ülke değerlerinden kopmuş içten pazarlıklı partili tiplerle sokaktaki CHP'li arasında taban tabana zıt anlayış vardır. Her şeyi bir komplo kelimesi arkasına sakladılar. Atalar ne demiş? Sen herkesi kör âlemi sersem mi sanırsın? Evli bir kadın, evli bir erkek, bir sürü unvan etiket ve bu netice. Olayı ceza kanunu suç saymayabilir. O onun büyük ayıbı. Fakat bu millet böyle bayağı bir fiili affedemez. CHP ağır imtihanda. Ya bir iç oligarşinin baskısına boyun eğerek pişkinlik gösterecek veya hesap soracak. Ya bitecek veya yoluna devam edecek. İki haftadır bir tuluat kumpanyası sahneleniyor. Kaset düzmeceymiş? Kim kanar? Bir genel başkan böyle bir suç işlediyse onu ortaya çıkarmayan istihbarat birimleri zaten suça ortak olmuş olurdu. Hangi istihbarat birimi bu hizmeti gerçekleştirdiyse teşekküre layıktır. Bunu yapan bakkal çırağı değil. Herkes ak saçlılar gibi vicdanını menfaatine paspas yapmamıştır. İlk anda sis bombaları atıldı. Şimdi şok geçiyor, sis dağılıyor. Sıra ana muhalefetteki sessiz çoğunlukta. Sessiz çoğunluk galiba fena patlayacak.
.
Bursa'nın sağlam şampiyonluğu
18 Mayıs 2010 01:00
Her ne kadar sporla fazla bir haşır neşirliğimiz yoksa da 1959'dan beri Beşiktaşlıyım. "Beştaş" Üç Büyükler'in en yerlisidir. Ne var ki bu Beşiktaş, Ertuğrul Sağlam'a haksızlık yaptı. O'nu tasvibi mümkün olmayan bir şekilde yolladı. Bu hareket, Beşiktaş'a yakışmamıştı. Haksızlığı hiçbir zaman hazmetmedik. Ertuğrul Sağlam'ın başında bulunduğu Bursaspor'un şampiyon olması çok gönlün dileği oldu. Şüphesiz ki Ertuğrul Sağlam, hep efendiliğini koruyarak işine baktı. Bir intikam hissinin değil, rekabet azminin içindeydi. Hoca ve çocukları hırsla lige asıldılar. Ve zafer onların oldu. Ertuğrul Sağlam ve Şenol Güneş sporda yerli unvanlardır. Artık bir taht çöktü, tarih değişti. Bundan böyle Üç Büyükler yok. Eşitler var. Bursaspor, Trabzon'dan sonra yeniden Anadolu İhtilali yaptı. Bursa "Anadolu mudur?" Bursa taşra mıdır? Bursa, bugün İstanbul'un dış mahallesi hâline gelmiş olsa da bazıları için Kadıköy'den ötesi taşradır. Bu yüzden kaybeden bazı taraftarlar büyük şehir görgüsüzlüğü ile taşkınlıklar yaptılar. Türkiye'de her alanda öze dönüş var. Ticarette, siyasette. Basında. Sporda. Ahlâkta. MÜSİAD, TÜSİAD'a, AK Parti CHP'ye, Anadolu sermayesi İstanbul sömürüsüne karşı ne ise basında yerli ruh, kozmopolitliğe karşı ne demekse Bursaspor'un ipi göğüslemesi, şampiyonluğu tescilli markaları gibi görenlere karşı odur. Ertuğrul Sağlam'ı can ve gönülden tebrik ediyoruz. Üftade Hazretleri, Emir Sultan Hazretleri hemşehrilerini, Ulu Cami cocuklarını kutluyoruz. Bu zorlu şampiyonluğun arkasındaki mütevazı kuvvet Bursa Valisi Sayın Şahabettin Harput, Belediye Başkanı ve herkesin saadetini paylaşıyoruz. Bursa'da zaman şimdi daha güzel. Çınarlar daha bir vakur. Bir ilke imza atmak Osmanlı Bursa'ya yaraşırdı. Bu imza... Bir tuğradır.
.
Sıfır problem stratejisi hedefe ulaştı
19 Mayıs 2010 01:00
Hükümetin komşularla sıfır problem stratejisi üç yıl önce dile getirildiğinde çok dudak büküldü. Öyle şey olur muydu? Bu mümkün müydü? Böyle düşünenler haksız değillerdi. Düşmanlıktan beslenerek, kargaşa üreterek var olmanın mümkün olduğuna inanmış nesillerdi. Demek ki oluyormuş. Üstelik de içeride "Sivil İç Savaş" devam ederken dışarıda çok büyük hamlelere imza atıldı. Anayasa değişiklik paketi görüşülürken The Wall Street Journal bu manşeti birinci sayfadan atmıştı. Şu son 10 günde yapılanlar bile bir iktidarın yüzünü ak etmeye yeter. Rusya ile 500 yıldır ilk defa böylesi andlaşmalar yapıldı. Vizeler kalktı. Stratejik ortaklıklar akdedildi. Bu komşumuz hem Osmanlı, hem Türkiye Cumhuriyeti döneminde düşmandı. Ne zamandan beri? İlk günden 1990'lara kadar. Çok ihatalı Rusya andlaşmalarını Yunanistan akitleri takip etti. Yunanistan'la da bir ilk gerçekleşti. Bu devlet de 1826 Yunan İsyanından 15 Mayıs 2010'a kadar düşmandı. Onları İran takip etti. Başbakan ve Türk hey'eti yurda uğramadan Tahran'a indiler. İran'la dünya için inanılmaz başarıldı. Türkiye ve Brezilyanın dahli ile komşumuz elindeki işlenmiş Uranyumu yeddi emin olarak Türkiye'ye göndermeyi kabul etti. Evet Farslılarla Kasr-ı Şirin'den / 1689'dan bu yana sıcak çatışmamız yoktu ama soğukluk beş yıl öncesine kadar hep vardı. Bu imzaların daha evvelinde Suriye var. Suriye artık eskiden olduğu gibi sanki Şam Vilayetimiz/eyaletimiz. Irak da öyle. Öbür taraftan Filistin ve Kuzey Irak yine bu çerçevede mütalaa edilmelidir. Komşularla sıfır problem stratejisi fazlasıyla tutmuş ve büyük bir prestij kazandırmıştır. Bunun sadece iki buçuk istisnası var. Ermenistan, İsrail ve Kıbrıs Rum tarafı. Bunların da şöyle hallolacağı görülüyor. Erivan'ı Washington'dan ziyade Moskova ikna edecektir. Ermeni meselesini Moskova destekli çözme ihtimali ortaya çıkmıştır. Beyaz Saray İsrail'den yıldı. Onu Türkiye'nin hedefleri istikametinde şekillendirmesi akıl icabıdır. Kıbrıs bundan böyle Ankara ve Atina'yla halledilir. Böylesi bir manzarada terör örgütünün yaşama şansı yoktur. Zaten meclisteki partileri de yüzük kaşındaki zehiri içti. Sıfır problemin arkasında sayın Erdoğan ve sayın Davutoğlu var. Elbette kalbi takdirlere layıklar. Tarih yazıyoruz. Kesinkes Bölgesel Süper Gücüz. Dünya sahnesinde aktörüz. Bu sonucu görmemek için sıfır insaf sahibi olmak lazım. Halbuki kazanan Türkiye. Kazanan bölge Kazanan dünya.
.
Hiçbirine jübile yapılmadı
20 Mayıs 2010 01:00
Türk siyaset tarihinde bugüne kadar hiçbir siyasetçiye jübile yapılamadı. Buna ya politik iştihaları engel oldu. Veya rakibin kini. Yahut şartlar. Daha hiçbir siyasetçi ben buraya kadar hizmet ettim, bundan sonra yerime aday şunlardır, aralarından birini seçin diyemedi. Sevenleri tarafından muhteşem bir jübile yapılamadı. İttihatçıların sonu hüsrandır. Ne yazık ki ya Rus veya Ermeni kurşunlarıyla öldüler. İsmet İnönü'nün ilk mektep kitaplarında bize öğretildiği gibi Mustafa Kemal'le öyle can ciğer kuzu sarması olmadıkları şimdi şimdi öğreniliyor. Atatürk, eski arkadaşının bir şekilde ölmüş olduğuna kanarak ahirete göçtü. İnönü, CHP genel sekreteri Bülent Ecevit tarafından bir kongrede alaşağı edildi. Artık kulakları duymaz olmuştu. Yaşı gelmiş geçmişti. Yakışanı çoktan birini işaret olmalıydı. Hırsı piri buna engel oldu. Genel başkanlık elinden alınınca küplere binip CHP'den istifa etti. Böyle bir neticeyi hayal bile edemezdi. Adnan Menderes'in yolunu darağacı kestiği için tabiatı ile bu değerlendirmenin dışındadır. Şu var ki Menderes, Celal Bayar'a rağmen oradaydı. Bayar, halk sevgisine karşı duramadığından Menderes'e rıza gösteriyordu. Süleyman Demirel, kızım dediği halde Tansu Çiller seçilince köprüleri attı, küstü. Turgut Özal, Köşk'e çıkarken yanlış ata oynadı. Mesut Yılmaz'la fena aldanmıştı. Kahretti. Ömrü yetseydi Çankaya'dan inip parti kurarak eski ekibiyle, eski partisiyle mücadele edecekti. Bülent Ecevit, genel başkanlığı sadece eşiyle paslaştı. Bitmiş vaziyetlere geldiği günlerde bile yerine halef düşünmedi. Siyasetçiler yerlerine adam yetiştirmediler. Aksine rakip görülen biçildi. Acaba böylesi mi doğrudur? Bunun dünyadaki örnekleri nelerdir? Partiler, bir kurum olarak güçlenemediyse, umumiyetle partiler ömürlü olamadıysa bu dediğimiz unsurun büyük payı vardır. Genel başkanlar, işlerini bir şirket yönetimi gibi düşünüp bir gün yerlerini boşaltsalardı, onlara muhteşem teşekkür geceleri yapılsaydı ne iyi olurdu. İcradan danışma makamına geçemediler. Her birinin sonu başka hüzün oldu. Fakat Deniz Baykal'ın yaşadıkları ibret içinde ibretler taşıyor. Üç günde rüzgâr tam tersten esmeye başladı. İstifa karşısında kendini yerden yere atan mürailer şimdi tam numara aleyhtarlar. Haydi deyimi bir kere daha tekrarlayalım: Dünyada beka, insanda vefa olmaz.
.
Yiğit kadın
21 Mayıs 2010 01:00
Hayat, keşke değil, kendisidir, ne ise odur. Keşkeler, sadece bir hayıflanma ifadesi, derin bir nefes alma...Ne başlangıcı vardır, ne sonu. Keşke Menderes asılmasaydı. Keşke o akıllı adam Turgut Özal dost seçebilseydi. Keşke kudretli albay Türkeş vefat etmeden gerekli işareti yapsaydı da sonraki kavga ve küskünlükler yaşanmasaydı. Bu keşke kapıları o kadar çok ki eğer çalmaya devam ederseniz Deniz Baykal'ın kapısına geliyorsunuz. Keşke Baykal, nefsine esir düşerek bugünkü riyakârlıkları, sahtekârlıkları, vefasızlıkları görmeseydi. Emin olunuz "CHP Ağır İmtihanda" adlı yazımızı içimiz burkularak kaleme aldık. Ne kadar sakınsanız da olmuş bir hadise var. Şimdi Deniz Baykal'ın trajedisi karşısında da aynı buruk duygular içindeyiz. Böyle olmamalıydı. Hatasını örtmek için komplo gibi kelimelere tenezzül etmemeliydi. Suçu başka yerlerde aramamalıydı. Dediğine inanmadığı halde bir de böyle hata işleyince Tayyip Erdoğan'dan çok ağır karşılık gördü. O cevap, yenir yutulur gibi değildi. Zaten büyük ölçüde o karşılık il başkanları gözünde Baykal'ı bitirdi. Şu ayrılma biçimine bakınız. Herhalde o da İnönü gibi CHP'den istifa edecektir. Baykal da genel sekreterinden vuruldu. Siyasette vefa olmadığını o da Özal gibi çok geç öğrendi. İlk defa bir genel başkan kadın meselesinden dolayı yerini kaybetti. Şimdi herhalde komplo değil ihanet yaşadığını anlıyordur ama iş işten geçti. Dosyacılar son kurşunu kendisi için saklamışlardı. Neden daha evvel değil de hemen kongre öncesi? Bu tesadüf olabilir mi? Baykal bunu takip edeceğine, iç temizliğe gideceğine hata üstüne hata işledi. İnsan, ister-istemez Deniz Beyin şu sıra evinde eşiyle konuşmalarını düşünüyor. Mağdur, yahut mağrur bir kadın ve mahcup yahut onun karşısında ezik bir koca. Her şeye rağmen vefa gösteren o mağdur kadın, Olcay Baykal, olanları bilirken bir güne bir gün tek cümle demeç vermedi. Kamera önüne çıkmadı. Kıskançlık hislerine düşmedi. İntikam almak istemedi. Tam tersine, kendini gizledi, her şeyi sineye çekti. Bunu çok az kadın yapabilir. Baykal'a yiğit diyenler var... Şayet ortada bir yiğit varsa: O da kimsenin, hiçbirimizin tanımadığı Olcay Baykal'dır. 2002 Kasım ayıydı. Ankara'da CHP genel merkezindeki makam odasındaydık. Sadece ikimizdik. Sayın Baykal'a bir ara "bir gün hayatınız yazıldığında eşi hanımefendi hiçbir gün ön plana çıkarak Deniz Baykal'ı zora sokacak bir şey yapmadı denecektir" dediğimde "bunu akşam Olcay'a anlatacağım" demişti. Tantanalı bir hayattan mahcup günlere. İbret alana her gün ibret var. O menkıbeyi hatırlamanın tam günü: Abdülkadiri Geylani hazretlerine -himmeti hazır olsun- genç bir müridi şöyle demiş "Efendim, insanlar sizi ne kadar çok seviyor!" Hazreti pîr buyurmuş ki: "Evladım boş ver insanları, insanlar, bugün sever, yarın söverler. Allah seviyor mu? Sen onu söyle!" Mutlak dost, ancak ve yalnız Allah'tır.
.
Oyunun tahlili -I-
24 Mayıs 2010 01:00
> Washington DC Sahnede bir oyun var. Deniz Baykal, bir günahından dolayı harcandı. Harcanması günahkâr olduğu için değil. Olay yeri gelince kullanıldı. Operasyon, AK Parti'nin şahsında Türkiye'ye karşı. Türkiye, bölge devletliğini de aşıp dünya oyun kuruculuğuna gidiyor. Bu bir yerleri rahatsız edecekti. Onun için bel altı savaşı başladı. Başbakan, Davos'tan atom bombasına kadar haklı gerekçelerle İsrail'i eleştiriyor. Fakat suçlamanın muhatapları bir şey yapamıyor, bir efsane yalpalıyordu. Yurt içinde icraatlar sağlam gidiyor, halk başbakanı çok seviyor. İslam âlemi de Türkiye başbakanını çok seviyor. Dünya liderleri ile münasebetleri fevkalade yüksek. Ona bir şey yapılamayınca dış servisler çirkin, hırçın ve iftiralara dayalı politika üretemeyen ana muhalefete yöneldiler. Bu kaset olayı böylece çıktı. BDP'nin en çok kendine yarayacakken parti kapatmayı zorlaştıran maddeye destek vermemesi tesadüf değildir. Kılıçdaroğlu'nun ilk günden baraj vaadi bunun neticesidir. Olayın Rusya ve İran'la enerji anlaşma ve arabuluculuklarına denk gelmesi de öyle. Avrupa'da bazı devletler ekonomik sıkıntılar yaşarken Türkiye ekonomisinin dünyada konuşulduğu günlere denk gelmesi de keza yine öyle. Kemal Kılıçdaroğlu aday olmayacağını tekrar tekrar açıkladı. Baykal'a en fazla genel sekreter Önder Sav -Peygamberimize dil uzatmaya kalkışan şu Podgorni soğukkanlılığındaki adam- sahip çıktı. Sonra tam ters istikamete dönerek bu defa teşkilatı Kılıçdaroğluna yönlendirdi. Şimdi Kemal Kılıçdaroğlu yalnız kalınca kendi kendine ben neymişim de haberim yokmuş diyordur. Halbuki o bir aktör değil. Kasetle beraber ortaya çıkan tiyatroda her hangi bir oyuncu. Bu alevi ve Zaza politikacı, Onur Öymen'in Alevilere yönelik faşizan tavsiyesi karşısında mağdur Alevileri savunan en ufak bir varlık gösterememişti. Mazide de bir sermaye yok. 1992-99'lu yıllarında SSK genel müdürü olduğunda SSK yüzde 350'lerde zarar etmiş, bir çok da yolsuzluklar yaşanmıştı. Onun bütün sermayesi iki tv programında rakiplerinin düşük performansda olmalarından ibaret. Böylece başbakan olunsaydı Necdet Calp, muradına ererdi. Kemal Kılıçdaroğlu'nun CHP'nin başında kalıcı olacağını düşünmüyoruz. Bütün sır şurada. O aday olmayacağım derken kendisini bir aslan olduğuna kim inandırdı? Bu ikna edenin bulunmasıyla işin sırrı çözülecektir. Tabii ki kuvvetli, bir muhalefetten Türkiye kazanır. Başbakanlığa layık, temsil kabiliyetine sahip, kültürel donanımı yüksek bir ana muhalefet lideri Türkiye'nin kazancıdır. Ama mevzubahis kişide bunların hangisi var? Hatta Kemal Kılıçdaroğlu, hangi yönü ile Deniz Baykal'dan ileridir? Baykal liderdi. Kılıçdaroğlu ısmarlama bir genel başkan. Kongrede yeni olarak ortaya hangi fikir ve projeyi koyabildi? Hâlâ gardrop devrimciliği. Bitpazarından alınmış intibaı veren kasket takarak halkçı olma ucuzluğu. Hâlâ ideolojik sol ve bunun bayat söylemleri. Bir de Atatürk istismarı. Bir fani bu kadar mı rahatsız edilir? Merdiven altı kızlarını görüp de bütünü yok sayma aldatması. Kerhen verilen destek bu kadar olur.
.
Oyunun tahlili -ll-
25 Mayıs 2010 01:00
Dine saygılı adam deniyor. Neredeyse yemin-billah edilecek. Dine saygılı adam anasının cenazesini camiden kaldırmadı. Peki o "Recep bey aşağılaması ne?" recep ayına duyulan husumetin gayrı iradi yansıması mı? Deniz Baykal'a göre sayın Kılıçdaroğlu CHP'ye ne getirdi? Efendim dün bir bugün iki? Hayır! Kongre kâfidir. Perşembenin gelişi çarşambadan belli olur. Deniz Bey konuşunca dinleniyordu. Karpuz tezgâhında seyyar satıcı bağırtısıyla ne dinlenebilir? Üstelik kongre düzensizliği de gelen tarafsız insanları hayrete düşürdü. Ona "Gandi" diyorlar. Bundan da zevk duyanlar var. Neden bu toprakların bir insanı olmak değil de yabancılara özenti? Sen Gandi Kemal dersen birileri de Dandi Kemal der. Bunlar hoş sıfatlar değil. Bir de sessiz güç yakıştırması. Ne kadar acınası ilticalar. Kemal Kılıçdaroğlu için fazla hava verildi. Balon havada patlayabilir. Hayal kırklığı ve çatlamalar uzak olamaz. Gürsel Tekin mi daha güçlü Kılıçdaroğlu mu? Kılıçdaroğlu bir lider şahsiyetine sahip değil. Bu gerçek ayıp ve kusur da değil. Herkes lider doğmaz. Ayıp olan yerini tayin edememek. Uluslararası planlamayla bir operasyon yapılmıştır. Onu oraya getirmiş olanlar bir süre sonra götürürler. Ki daha Deniz Baykal faktörü de var. Milletvekillerinin yarısı yanında. Sayın Baykal, yaşadıklarını herhalde affetmeyecektir. Yaralı kurdun intikamı acı olur. Kahırlı tebessümlerle takip ettiği döneklikleri hazmetmesini beklemek mümkün değil. Siyasette 24 saat uzun bir zamandır. Bunu bizzat bu süreç isbatladı. Rahşan Ecevit'ten medet uman yeni zamanlar CHP lideri! Yazık. CHP bir kere daha imtihanı veremedi. Kılıçdaroğlu'nun Türkiye'yi temsilen yurt dışında canavar gibi liderlerin karşısında Sezgin Burak'ın "Hüdaverdi" tiplemesi gibi yıkık duruşunu tahayyül bile etmek istemeyiz. Hani Ecevit, "AB aile fotoğrafı" için Brüksel'e gitmiş fakat liderlerin arasında yok olmuştu. Yine hatırlıyorsunuz değil mi? Bülent Ecevit'in hem de heyheyli Karaoğlan iktidarında Türkiye 1 sente muhtaç olmuştu. Herkes aklını başına toplasın. Yarın dövünmek para etmez. Türkiye, geleceğimiz yabancı servislerin oyununa ve bazı ikbal düşkünlerinin hevesine harcamasın. CHP kendi içinde ne yaparsa yapsın. Fakat Türkiye'ye kıymasın. Eski bir CHP'li olan, bu partiyi hücrelerine kadar bilen Ertuğrul Günay geçenlerde ne demişti? -CHP'nin yapacağı en isabetli icraat, kendini feshederek Cumhuriyet Müzesi olmasıdır. Hindistan Müslümanlarının İstiklal Mücadelesine gönderdiği yardım kaynaklı Atatürk mirası trilyonlarca kârı İş Bankasından alarak ortalıkta dolaşmak kolay. CHP'den batılı anlamada sol parti, CHP'den iktidarı zorlayan güçlü bir ana muhalefet olmuyor. Bir burjuva partisi nasıl sol olur? Öbür türlüsü Baas solculuğu.
.
Yoldaş medya
26 Mayıs 2010 01:00
Medyanın birinci görevi dürüstlük olması gerekmez mi? Bir medya organının da tuttuğu parti olabilir ama bunu ölçü tanımaz hale getirmek gibi bir hakkı asla olamaz. Yoldaş medya Kemal Kılıçdaroğlu'nun seçilmesinde halkı kandırdı. İnanmadıkları bir insanı bir yerlerden aldıkları işaretlerle mübalağalı bir şekilde halka sundular. Bunu o şahsı sevdiklerinden değil AK Partiden nefret ettiklerinden yaptılar. Yoldaş medya, AK Parti'den niye nefret eder? Bu iktidarın getirdiği ekonomik refah ve imkânlardan en önce onlar istifade ederler. Buna rağmen nefretleri eksilmez, artar. Çünkü onların dünyanın hiçbir ülkesinde olmayan bir ideolojileri vardır. Bunun adı din düşmanlığıdır. Sıkıştıklarında biz de Müslümanız derler. Ne var ki din neyi emrediyorsa tam aksini söyler ve tam aksini yaparlar. İslamiyet yani bu milletin ruhuyla gizli bir savaşları vardır. Ne halleri varsa görsünler, kimsenin kendilerine karıştığı yok, deseniz de onlar bu hürriyetle yetinmezler. Kendileri Beyaz Türk'tür diğerleri zenci. Onun için kahredici çoğunluğun değer olarak kabul ettiği hiçbir şeyi meşru saymazlar. İki tane silahları vardır. Bir fani ve laiklik. Bunları ikame kutsal olarak dayatırlar. Bir türlü AK Parti'yi yıkamadılar. Aksine onlar, yıkmaya çalıştıkça bu parti güçlendi. 27 Mayıstaki gibi Orduyu da sokağa dökemediler. Kanaatleri o ki Anayasa değişikliğiyle yüksek yargı da düzene girerse bu onlar için küçük kıyamet olacaktır. Artık gazete, radyo, televizyon, ajans, internet ve medya adına ne varsa yalnız değiller. Bunu da görüyorlar. Hatta tükenme korkusundalar. Arsanın asıl sahipleri geldi. Ankara'nın asıl sahipleri Ankara'nın kılcal damarlarında.. Bu yüzden zencileri hazmedemiyorlar. O zencilerin babaları sakallı, eşleri örtülü. Kendilerinin alnı yere geliyor. Böyle olunca ne önemi var dünyanın 17. Büyük gücü olmanın, İran'ı ikna edip büyük bir başarı kazanmanın? Onlar peşin hükümlü. Onlar, küflü tek parti zihniyetli. Bu sebeple aslında pek tutmadıkları birini masa üstüne çıkarak alkışlama ayıbını işlediler. Bu yoldaş medya bu milleti fikren ve ahlaken zehirleyen bir unsurdur. Dünyanın hiçbir yerinde âdeta beyaz kadın ticareti yapan bir medya yoktur. Bu medya, bu millet için uyuşturucudur. Peki bu ülkede çıkan ama bu ülkenin her değerine amasız düşman yabancı medya her zaman olduğu gibi yine kendine düşeni yaparken Yerli Medya ne yapıyor? Onarlın da gazeteleri, televizyonları ve öteki imkânları var. Neden yoldaş medya azınlık olduğu halde daha etkili? Sesi daha çok çıkıyor. Yoldaş medya vazifesini yapıyor. Yerli medya ise vazifesini yapamıyor. Bu Türkiye'nin çok büyük bir problemidir. Yandaş medya diye iftira atılan Yerli Medyanın kendini hesaba çekme ihtiyacı vardır.
.
2010'da bir soğuk savaş dönemi politikacısı
27 Mayıs 2010 01:00
İslam öncesi cahiliye devrinde müşrikler hamurdan put yapar, acıkınca da onu yerlermiş. Yoldaş Medya, yolsuzluklarıyla köşeye fena halde sıkışmış vaziyette. Bu itibarla put yontma ihtiyacındaydılar. Sahte kahramanlar zincirine bir yenisini ekleyerek onun rüzgârından, güneşinden gölgesinden istifadeyle iktidara kafa tutacaklardı. Şanslarına bakın ki talih önlerine böyle bir isim çıkarttı. Onlar ellerindeki malzemenin çapını pekâlâ biliyorlar. Fakat elleri mahkum. Şartlar böyle gelişti. Ne CHP Kılıçdaroğlu'nu taşıyabilir ve ne de o, Yoldaş Medya'yı tatmin eder. Genel başkanlık beni aşar diyerek yerini bilmesi kendisi için de partisi için de iyi olurdu. Ne var ki put ihtiyacında olanlar ayağını yerden kestiler. Zeplini fena havalandırdılar. Onu şişirenler taş gibi aşağı düşürmesini de bilirler. Netice önceden belliydi ama bu kadar kötü başlangıç yapacağını Gürsel Tekin bile tahmin etmemiştir. Önder Sav'ın kendi kendini yediğinden şüphe etmeyiniz. Deniz Baykal, şüphesiz ki içten içe gülüyor. Her aklı başında Türk vatandaşı dengeli bir ana muhalefet partisi olmasını, bu partinin başında dünya liderleriyle boy ölçüşebilecek şahsiyette bir genel başkanın bulunmasını canu gönülden ister. Aksini düşünmek demokrasiyi inkâr olur. Bu anlamda Kemal Kılıçdaroğlu'nun duracağı son noktayı bilmeden CHP'nin başına geçmesi partisi, Türkiye ve şahsı için bir şanssızlık olmuştur. Öyle görünüyor ki Kemal Kılıçdaroğlu çağı algılayamamış. Ucuz politika esnaflığını kaliteye tercih etti. Hiçbir proje, hiçbir yeni fikir ve teklif ortaya koyamadı. Bundan sonra da zor. İşe düşmanlıkla başladı. 40 sene sonra Ecevit dublörlüğüne soyunarak ülkeye hiçbir katkı yapılamaz. Sözleri, batılı siyasetçilerininki gibi sosyal demokrat muhtevalı değil, suyunun suyu Marksist kırıntılardır. Sayın Kılıçdaroğlu'nu bir portre olarak bütünüyle ele aldığınızda karşınıza maalesef üçüncü sınıf bir soğuk savaş dönemi politikacısı çıkıyor. CHP bu çapta mı kahtı ricale uğramıştı? Umut Onur olmaz mıydı? Gürsel Tekin daha mı yanlış olurdu? Yangından mı, denizden mi mal kaçırıldı? Cicim ayları geçtikten sonra çok hararetli bir olağanüstü kongreye hazır olun. Bu parti böyle giderse parçalanır. Ana muhalefet, ya parçalanacak veya liderini seçecektir.
.
Darbeler müzesi
28 Mayıs 2010 01:00
1908 darbesinin, 27 Mayısın, düne kadar gelen darbe adına yapılmış ne eşkıyalık varsa hepsinin nesebi gayrı sahihtir. Anayasayı ihlal ettiler, devirdiklerini anayasayı ihlal ettiği iddiasıyla ısmarlama mahkemelerde yargılayarak Mendereslerde olduğu gibi astılar. Darbeler, bu memlekete hep ve daima ve mutlaka zaman kaybettirdi. İmkân kaybettirdi. İtibar kaybettirdi. Hatta imparatorluk kaybettirdi. Abdülhamid Han'a karşı 1908 darbesi olmasaydı Türkiye, I. Cihan Harbine girmeyecek, imparatorluk elimizden gitmeyecekti. Rızaya dayalı bir tasfiye olsa bile en kötü ihtimalle bugünkü topraklarımızın asgariden iki katı elimizde kalacak, petrol bölgelerini muhafaza edecektik. Bugün Ergenekon zanlısı olması hasebiyle Türkiye'ye girmeyen Bedrettin Dalan, belediye başkanı iken bu kadar projeyi nasıl yapıyorsunuz diye bir sual tevcih edildiğinde Menderes'in dosyalarını raftan indirip tatbik ediyorum karşılığını vermiştir. Merhum Başvekilin idamından 25 sene sonra Turgut Özal zamanında İstanbul'a yapılan şehircilik iyileştirmelerinin kısmi azamisi Adnan Menderes dönemine ait tasarılardır. Eminönü'nden bakıldığında Eyüp Sultan Camiinin görülmesi gibi bir hayali varmış. Herhalde onca çabaya rağmen daha bu hayale varılamadı. Eğer 27 Mayıs olmasaydı Turgut Özal'ın yaptıklarını Menderes gerçekleştirecek, bizim gördüklerimizi babalarımız daha evvelden yaşamış olacaklardı. 27 Mayıs bir İngiliz tezgâhıdır. 1969'da Adalet Partisinin ikiye bölünmesiyle ardından sol-sağ kavgalarının, anarşinin kopması yine yabancı servislerin eseridir. 12 Eylülü zaten açıkça "bizim oğlanlar yaptı" diye ilan ettiler. 28 Şubat öyle, E Muhtıra öyle. Hepsinde yabancı parmak vardır. Hepsinde katı kafalı, kıt zekâlı, şeytani ihtiraslı, dar ufuklu politikacı, akademisyen, medya mensubu, yargıçlar ve askerler birer kirli tutak olarak kullanılmıştır. Cumhuriyet öncesi darbelerle İmparatorluğu... Sonrası darbelerle istikbalimizi kaybettik. Nazi bıyıklılar ve faşist kafalılar bu darbelerin asli manevi failleridir. Aradan ne kadar zaman geçmiş olursa olsun bu darbelere kalemini, kelamını, cübbesini, kürsüsünü, rütbesini bulaştırmış herkes yargılanmalıdır. Menderes'in kabrinin yanına veya karşısında yolun diğer tarafına yahut Vatan Caddesi başındaki talebe yurdunun yerine bir DARBELER MÜZESİ açılmalıdır. Bütün darbe mağdurlarına, şehidlere rahmet diliyorum. * KILIÇDAROĞLU'NU VURABİLİRLER Kemal Kılıçdaroğlu'nun etrafındaki korumayı zayıf buluyorum. Onu vurabilirler. Hiçbirimizin henüz düşünmediği böyle bir ihtimale Haber Kuşağı'nda Ali Ulurasba bu mealde cümlelerle dikkat çekiyor. Sayın Ulurasba'yı tebrik ediyorum. Son derecede haklı. Önceden tedbirli olmak gerek. Onu oraya getiren ince oyun ve yabancı servisler pekâlâ bu suikastı yapabilirler. Faili meçhullere bir yenisi eklenmiş olur. Allah korusun böyle bir şey Türkiye'nin başını çok ama çok ağrıtır. O da dolaylı darbe olur. * MİT'E İSABETLİ TAYİN MİT Başkanlığına Hakan Fidan getirildi. Çok isabetli bir tayindir. Arkasında büyük hizmetler vardır. Dostumu canu gönülden kutluyor, üstün başarılar diliyorum.
.
Uluslararası insani güç
31 Mayıs 2010 01:00
> Wahington DC İnsani Yardım Vakfı/İHH her türlü teşekküre layıktır, her türlü sevgiye layıktır, her türlü desteğe layıktır. Bir avuç güzel insan, bir avuç gönüllü insan, bir avuç insan gibi insan. İnsanlığı yüzü kara olmaktan kurtaran bir avuç merhamet numunesi... Bu toprakların has çocukları. Destanlar yazıyorlar. Hizmet yolunda şehit verdikleri Afganistan, Bosna ve diğerleri bir tarafa Filistin için şu yaptıklarına bakınız. Bir asır önceki Çanakkale kahramanlıkları tekrarlanıyor. Filistin'e daha evvel 7 kere yardım götürebildiler. Bunu İsrail'e rağmen yaptılar. Sonuncusu bu yılın başında oldu. O sivil "Seferi Hümayun"un adı "Filistin'e Yol Açık" idi. Çok zorlandılar. Mısır bile anlayışsız davrandı. Fakat Bülent Yıldırım liderliğindeki İHH her taşı yollarından temizleyerek hedeflerine vardılar. Şimdi ise uluslar arası bir sivil organizasyonun altına imza atarak 10 gemilik bir filoyla bir çok ırk ve dinden binlerce insanı bir araya getirerek Gazze'ye doğru yola çıktılar. 1.5 milyonluk açık hava hapishanesine 5 bin ton ilaç, gıda ve inşaat malzemesi götürüyorlar. Bu defaki seferin ismi "Yükümüz İnsani Yardım, Rotamız Filistin!" Yılmayan gayretlerle bu defa ortaya uluslar arası bir insani güç çıktı. O kadar ki hey'ette Yahudi bile var. İsrail tedirgin. İnsani bir yardıma bile müdahale tehdidi savuruyor. Destek gördüğü tek yer ise emsali bir sözde devlet, Rumlar. Güzel olansa Avrupalı parlamenterler ve her din ve ırktan insanın bu gemilerde olması değil. İç ve dış basın da aynı gemilerde. Avrupa Parlamentosu'nun İsrail'in tehditlerine karşı diplomatik üslupla bir ağız payı vermesi de çok yerinde oldu. Diğer taraftan İsrail'in hırçınlığına mukabil İHH sözcüleri son derecede aklı başında ve soğukkanlı konuşuyorlar. İHH sitesine baktım. Kimlerin destek olduğunu inceledim. Ve çok hayıflandım. Bir tane bile şöyle iri kıyım isim ve şirketimiz yok. Onlar buna rağmen her engeli ve her zorluğu aşarak sivil inisiyatifte dünya liginde oynamayı başarıp uluslar arası böyle bir çığlığı Akdeniz ufuklarında koparabildiler. İHH'nın elektronik adresi www.ihh.org.tr'dir. Buradan seferi canlı yayınlayacaklardı. İsrail, bu yayına mani oldu. Ankara şunun farkındadır. Ancak biz yine de yazacağız. Şu yolculukta İHH ve bütün iştirakçilerle gemiler Türk milletinin şerefine emanettir. İsrail'e tavsiyemiz şu. Yükü insani yardım olan bu gemilerin yolunu kesme hatasını işleme! Yoksa bir Vakfa mağlup olursun. Merhamet silahtan güçlüdür.
.
Bu saldırı Türkiye'yedir
1 Haziran 2010 01:00
İsrail'in her şeye rağmen bu kadar küçüleceğini hiçbirimiz tahmin etmiyorduk. Bir sivil toplum kuruluşu olan İHH öncülüğünde Türkiye ve diğer devletlerden yolcu gemileri Gazze'ye yardım malzemesi götürüyordu. Mavi Marmara ve filodaki diğer yolcu gemilerinde sadece ilaç, gıda ve inşaat malzemesi vardı. Gemilerde insan olarak da Türklerden başka Avrupa parlamentosundan parlamenterler ile 1 yaşındaki çocuklardan 88 yaşındaki rahibe kadar birçok ırk ve dinden sivil aktivistler ve gazeteciler bulunuyordu. İsrail, askerleri havadan ve denizden bombalar ve silahlarla işte bu yardım gemisine saldırdı. Yolcu gemimiz hem de uluslararası sularda iken taarruza maruz kaldı. Sivillere gerçek mermilerle saldırdılar. Üzerlerinde bir çakı bile olmayan insanlar katledilmek istendi. Türkiye, yaralılar ve şehitler verdi. Bu taarruz Türkiye'yedir. Bu saldırı insanlığadır. Bu saldırı Avrupa Parlamentosunadır. Bu saldırı BM'yedir. Bu saldırı ABD'yedir. Türkiye ve elbette dünya bu terörün en üst seviyede hesabını sormalıdır. Silahsız insanlara herkes saldırabilir. Bu haydutluk, bu kabadayılık cezasız kalmamalıdır. İskenderun'da 6 erin şehit edilmesiyle uluslararası sularda kendi kara toprağımız olan yolcu gemilerimize saldırılması herhalde tesadüf değil. Bu haydutluk. Bu korsanlık. Bu terör... Bu kudurganlık öncelikle ve hedef olarak Türkiye'nin namusuna, şerefine, haysiyetine, Türk Silahlı kuvvetlerine ve Türkiye Cumhuriyetinin öz varlığınadır. İsrail, varlığımızı ve her değerimizi hiçe saydı. Türkiye, her neye mal olursa olsun. Bedeli ne olursa olsun. Bu vahşete en üst seviyede karşılık vermelidir. Savaş açmak şart değil ama öyle elçi çekmek gibi klasik metodlar burada sökmez. Bundan böyle kesinlikle askeri ve ticari münasebetlerimiz yürüyemez ve muhafaza edilemez. İsrail yaptığı bu sorumsuzlukla devlet olmadığını, devlet yaldızı altında sürekli zulüm işlediğini bir kere daha göstermiştir. Dün Filistinlilere yapılanlar şimdi de Türklere ve insanlığa yönelmiştir. Türk komandoları, gidip gemilerimizle hayatta kalan insanları alıp getirmelidir. TSK Somalili haydutlara karşı bunu başarmıştı. Türkiye hükümet ve muhalefetiyle tek ve demir yumruk olmalıdır. Diğer taraftan vatandaşlarımız, soğukkanlı olmalı, asla ve asla Yahudi asıllı vatandaşlarımızla İsrail elçilik ve temsilciliklerine dokunmamalıdır. Herkes imtihanda... BM bir işe yarayıp yaramadığı imtihanındadır. Keza ABD Başkanı Barack Obama da imtihandadır. İKT imtihandadır. Arap Birliği imtihandadır. Herkes ya bu zalimin yaptığına karşı sessiz kalacak veya ona yeter artık denecektir. Demelidir. Çünkü dünya imtihanda. Bir yanda İsrail var bir yanda dünya. Kim kuvvetli? Zorbalık mı insanlık mı? Bu olayın neticesinde insanlığın yüzü ya ak olacak veya kara. İsrail BM'den ihraç edilmelidir.
Başa döndük
2 Haziran 2010 01:00
Osmanlı İmparatorluğu, Sultan Abdülhamid Han'ın Filistin'i Yahudilere vermemesi sebebiyle başlayan ve iki geminin Karadeniz'e açılması ile gelişen I. Dünya Harbiyle tarih sahnesinden çekilmişti. İsrail'in Akdeniz'de elini kana bulamasıyla başa döndük. Tarih tekerrür, bize rövanş kapısı aralanıyor. 50-100 yıl devletlerin hayatında uzun bir zaman değildir. Sivil toplum kuruluşu İHH Uluslararası İnsani Güç'le birlikte açık hava hapishanesine dönmüş olan Gazzeli mazlumlara yardım için giderken tarafsız sularda İsrail'in terörüne maruz kaldı. Saha bu defa Karadeniz değil Akdeniz'dir. Birinci dünya harbinde Kanal Harekâtında verdiğimiz şehitlerden sonra ilk defa 30 Mayıs 2010'da yine Filistin için şehit vermiş olduk. Meselenin bu tarih boyutu mühimdir. Onu bir kenara yazalım. Bedel ödenmeden büyük devlet olunmaz. Kürtçü terör örgütü İskenderun'da askerî birliğimize havan toplarıyla saldırıp 6 askerimizi şehit etmesinin ardından İsrail de uluslararası sularda sivil insanlarla ilaç ve ekmek taşıyan Mavi Marmara adlı yolcu gemimizi basıp katliam yapmıştır. İsrail'in müttefikleri Kürtçü terör örgütüyle Kıbrıs Rum kesimidir. O devlet, bunu niye yaptı? "One minute" hezimetiyle Nükleer zirvede Tayyip Erdoğan'ın İsrail'de atom bombası var haberini vermesinin, Suriye ile vizenin kalkmasının, İran'la yapılan anlaşmanın öcünü almak için. O gemilerdekilerin şahsında Tük milletine, Türk hükümetine, Türk başbakanına ve Türkiye Cumhuriyeti devletine taarruz etmiştir. Sadece bize saldırmadı sözü doğrudur ama niyeti ancak ve yalnız biziz. Diğerleri bizimle oldukları için rahatsız edildiler. Daha sonra korsanlığını müdafaa için ortaya koyduğu her iddia ise düpedüz yalandır. Bu şehitler, bir devletin Akdeniz'de kabadayılık yapmasıyla verilmiştir. Şimdi halk, bu küstahlığın layık olduğu karşılığı görmesini bekliyor. Hükümet kamu vicdanını nasıl rahatlatacaktır? Şehitlerin kanı yerde kalacak mıdır? Güvenlik Konseyini, NATO'yu, İKT ve AB'yi vs. toplayabilmek fevkalade yüksek başarı. Ama kınıyoruz denmesi yetmez. Kuru laflara çoktan doyduk. Saldırganın maksadına nail olduktan sonra özür dilemesinin de hiçbir anlamı yoktur. İsrail hükümeti istifaya zorlanmalıdır. Gerçeği görmek lazım. Türkiye şehit ve esir vermiştir. Eğer bize düşmanlık yapan taraf, denk bir misilleme görmezse Türkiye'nin karizması çok kötü şekilde çizilir. Tarih bunu affetmez. Başbakan Benjamin Netanyahu ve savunma bakanı Ehud Barak tıpkı Miloseviç ve Karadziç gibi uluslararası mahkemede yargılanmalıdır. Onlar artık savaş suçlusu. Bu kavga burada bitmez. Başa dönüldü. Bölgede çok şey değişecek. Bugün dün değildir. Yarın bugün olmayacaktır. Cüceler bazen devlere saldırır. Dev, dev olduğunu göstermelidir.
.
Aydın hezeyanı
4 Haziran 2010 01:00
İsrail, korsan bir baskınla aktivistlerle gazetecileri götürmüş, o vicdan sahibi fedakâr insanlar işkencelerden geçerken beride aileleri de mânevi ızdıraptalar. Onlar kan ve gözyaşı döküyor. Bu sırada ekranlarda zekâ seviyesi insanı hayrete düşüren bazı emekli generaller, mütekait monşerler, fikri derinlikten ne kadar nasibi olduğu şüpheli gazeteciler ve bunlara mümasil kimseler. Sözde aydınlar, lafta aydınlar, güya aydınlar, değerlerimize en ağır hakaretleri yapıyorlar. Önce serseri benzetmesi. Onu sanki düzeltmiş gibi yaptıktan sonra da Türkiye Cumhuriyetinin Osmanlı Devletiyle bir alakası olmadığını iddiaya kalkışmak. Bu millete yapılacak iki büyük kötülük vardır ki affı mümkün değildir. 1-Türk Milletini Sünni ekseninden kaydırmak. 2-Tarih zemininden devirmek. Birincisi için 28 Şubat döneminde çok uğraştılar. Bazı uydurma Prof.'lar Sünni itikat ne diyorsa tam aksini millete dayatmaya çalıştılar. Fakat bu asil millet onların dediklerini ayakları altına aldı. Şimdi bin yıldan beri olduğu gibi yine ehli sünnet yolunda yani orta yol Müslümanlığıyla yoluna devam ediyor. Allah'ın izniyle kıyamete kadar da devam edecek. İkincisine ise şimdi tevessül sayıklamasındalar. Beyin yıkamak istiyorlar. Doğrusu ellerindeki tv ve basın imkânlarını kendi ucuz ideolojileri adına çok iyi kullanıyorlar. Dedikleri tek cümleyle hep aynı. Türkiye'nin Osmanlı ile alakası yoktur. Bu iki çarpıtma bütün tarih boyunca bu millete yapılmış ve yapılacak en büyük ihanettir. Osmanlının Selçuklu ile alakası yoktur demek gibi. Bizim devletimiz, Devleti Ebed Müddettir. Değişen rejimdir. Devlet aynı ruhla devam etmektedir. Bu devletin Osmanlı ile alakamız yoktur iddiası Türkiye'yi köksüz, tarihsiz, talihsiz ve mazisiz bırakmak içindir. Onu büyümesini engelleme maksadına matuftur. Bizim Gazze ile Filistin'le ne alakamız varmış. Arap devletleri dururken biz neden öne düşüyor muşuz. Niye yüz binler Gazze için sokağa dökülürken Güneydoğu şehitlerine aynı hassasiyet gösterilmiyormuş. Bunlar fikir değil hezeyandır. Değilse gaflet, sefalet veya ihanettir. Belki de her üçü. İsrail, silahlarla hayranları mikrofon, manşet ve ekranlarıyla vuruyor. İsrail de bu çapsız aydınlar da mutlaka kaybedecek. Soruyorlar, nasıl oluyor da bir anda Taksim'e on binler yığılıyor. Bir milli dâvâ bir maç kadar mühim değil mi? Bu çakma aydınlar azınlığa düşmenin paniğindeler. Salonlarına almadıkları sakallı, baş örtülü gönüllüler, dünya ligine çıkmış sivil inisiyatifle tarih yazıyorlar. Şaştıkları işte bu! Halbuki onlar şaşsa da üzülse de çok şey değişiyor. Daha da değişecek. Bir öze dönüş sürecindeyiz. Her alanda ve her anlamda. Merhaba yeni zamanlar! Merhaba şehitler! Gaziler hoş geldiniz.
.
İsrail hezimete uğradı
7 Haziran 2010 01:00
Gazze gönüllüleri 32 ayrı ülkedendi. Hayatta kalanlar şimdi kendi memleketlerinde şahit oldukları vahşeti anlatıyorlar. Amerika'nın eski Irak büyükelçisi Edward Peck de gördüklerini ekrandan Amerikalılarla paylaşıyor. Dehşet manzaraları dünya gündeminde. İsrail istediği kadar Amerika'nın arkasına saklansın. Yardımseverlere yaptıkları 21. Yüzyılın en büyük ayıplarından biri olarak kayıtlara geçti. Nazizmin de Stalinizmin de günümüzdeki temsilcisi İsrail hükümetidir. Ne var ki o sadece bu hükümet değil. Hükümetleri hep böyle. Hangi iktidar gidip gelirse gelsin vahşet politikası değişmiyor. Filistin'e, Gazze'ye uyguladıkları aç bırakma ve yok etme hareketleri asla unutulamaz. Sivil bir yolcu gemisine yaptıkları bu haksızlık onların her anlamda balonlarını patlattı. Bir kere en yetişkin askerleri silahsız siviller karşısında zavallı duruma düştüler. Barış elçileri tesirsiz hale getirdikleri komandoların silahlarını denize attıkları gibi kendilerini de pekala derin sulara gömebilirlerdi. Tam tersine onlara çay ikram ettiler, yaralarını sardılar. Yaralı Yahudi askerleri Endonezyalı doktor tedavi etti. Tedavi ettikten sonra bir yaralıyı komandolara teslim için götürürken o merhametten nasipsizler doktora ateş açıp şehit ettiler. Çocuklara, kadınlara, sağlık personeline, din adamına, haberciye hiçbir savaşta el kalkmaz. Bunlar ise askerlerini tedavi eden doktorun da habercinin de fidan gibi bir gencin de hayatına kıydılar. Habercilere bile işkence ettiler. Anlatılanlar, insanın tüylerini diken diken ediyor. Dinlerken İslamiyet'in ilk çıkış zamanında müminlerin müşriklerden gördüğü eza ve cefaları hatırladık. Hep aynı manzara. Çünkü Sevgili Peygamberimizi -aleyhisselam- inkâr edenler tek millettir. Kaşla göz arası bu kadar zulüm, maddi manevi işkence yapabildiler. Ya Türkiye ağırlığını koymasaydı? Gazze'den bize ne diyen ufuksuzlar iş başında olsaydı? O zaman ölü sayısı artabilirdi. Bu bir ihtimal. Fakat şu kesin ki çok kimse İsrail zindanlarında çürürdü. Türk hükümeti üstün bir gayretle çalıştı. Çalıştı ve mükâfatını aldı. Netice Türkiye için zaferdir.. İsrail içinse dünya çapında hezimet.. İsrail 1948'den bu yana ilk defa böylesine ağır bir mağlubiyet aldı. Suçluların cezalandırılması için Ankara, herhalde canilerin peşini bırakmayacaktır. Bizim şehitlerimiz 9 kişi değil. Şehitlerimiz kaç Müslüman öldüyse o kadar. Ölülerimiz kaç kişi vefat ettiyse onların miktarınca. Kader bir yeni haritayı haber veriyor. Çok şeyin değişeceği günlere hazır olmalıyız. Bunlar kabuğu kırmanın sesleri. Türkler, bu toprakların insanlarıyla, Kürt, Arap, Arnavut, Boşnak, Türkmen, Çerkez, Azeri, Sudanlı ve öteki kardeşleriyle birlikte yeniden tarih sahnesinde. Bölge, sağlıklı dengesine... Bu coğrafya adalete... Dünya huzura kavuşacak... Şehitlere rahmet. Yaralılara şifa. İştirakçilere tebrik dileklerimizle.
.
Sınıfta kalanlar
8 Haziran 2010 01:00
İsrail'in rehinelerden bir kısmını öldürüp bir kısmını yaralaması üzerine dünya ayağa kalktı. Beyaz Saray'ın önünde, New York'ta, Tel Aviv'de bazı Yahudiler İsrail aleyhine protesto gösterileri yaptılar. Türkiye meydanları adam almadı. Yunanistan'da dahi bizim lehimize, İsrail aleyhine mitingler oldu. Türkiye şehit ve yaralılar verirken, 19 yaşındaki Furkan Doğan ölürken, gazeteci Cevdet Kılıçlar bir kare daha fazla görüntüyü vicdanlara ulaştırmak için hayatını feda ederken bazıları sınıfta kaldılar. Kimlerdi onlar? Bazı köşe yazarları, bazı programcılar: Onlar, İsrail'in adamları gibi çalıştılar. Yazdıkları, söyledikleri yarınları için bir kara leke olarak arşivlere girdi. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve Basın Konseyi. Her zaman olduğu gibi varla-yok arasında kaldılar. Basın Konseyi Ekşi Ltd. Şti. gibi bir şey. Türkiye Gazeteciler Cemiyetine ne demeli? Böyle bir kuruluş neden kanarya sevenler derneğinden daha etkin bir varlık gösteremez? O saldırıda onlarca meslek mensubunun hayatı tehlikeye girdi, bir basın mensubu şehit oldu? Peki TGC o esnada ne yaptı, uluslararası medya nezdinde ne gibi teşebbüsleri oldu? Kim, hangi şehidin evine gitti, maddi-manevi destekte bulund?.. İsminin gölgesinde kalmış iki teşekkül var İstanbul Barosu ve TGC. Muhalefet partileri sınıfta kaldı: Böylesi dâvâların ideolojisi, partisi olmaz. Fakat heyhat ki seciye aynı damardan devam ediyor? O ne demek? Osman Gazi, Plevne'de canhıraş bir müdafaadadır. Son mermisine kadar mukavemet eder. Elîm akıbet yaklaşırken de etraftaki diğer birliklerden yardım talebinde bulunur. Yardım istenen paşalar ne yapar? Çok kahredici bir şey. Derler ki Osman Paşa'ya muavenet edersek gider İstanbul'da Sadrazam olur. Şimdi de niyet farksız. Biz Tayyip Erdoğan'ı haklı bulursak referandumu da seçimleri de alır. Bu ne demektir? Başbakan kazanmasın, varsın Türkiye de kaybetsin. Diğer sınıfta kalanlar kimler? Ne adına ve ne de soyadına layık Hüsnü Mübarek. Bu hadise Benjamin Netanyahu ve Hüsnü Mübarek'in iktidarını zayıflatmıştır. Onlar mes'uldür. Önce 7 akılsız adam gidecektir sonra da herhalde Mısır'ın uzatmalı reisi. Sınıfta kalanlar bunlardan ibaret değil: Arap Birliği bir kere daha sınıfta kaldı. Yine tabela derneğinden farksız oldu. İslam Konferansı Teşkilatı ne yazık ki ses getirecek hiçbir şey yapamadı. Türk Konseyi -şayet kurulduysa- buradayım diyemedi. Arap dünyası, mevzii bazı gösteriler dışında aynı kepaze nemelazımcılığına devam etti. Türk dünyası ondan geri kalmadı. İslâm âlemi, minarenin alemi gibi sadece seyretti.
.
Genelkurmay'ın dikkatine
9 Haziran 2010 01:00
Farkında olunmalı. Bazı emekli generallerin TSK'-ya verdiği zararı kimse vermiyor. Onlar, ekranlara çıkıp konuştukça milleti TSK'dan soğutmaktalar. Bunları kamuoyu oluşturma adına Genelkurmayın çıkartıp konuşturduğu şeklindeki bir iddiaya inanmak istemiyoruz Önce Necati Özgen'i dinleme talihsizliğine uğradık: Karşısında Orta Doğu'dan bir gazeteci vardı. Gazeteci, siz Osmanlının torunusunuz dedikçe emekli general, yerinden zıplıyordu. "Hayır, biz laikiz!" Laik olmak geriye doğru soyu olmamayı mı icap ettirir? Aynı general, bir başka programda ise sunucu ne derse desin "ama Mustafa Kemal dedi ki" diye söze başlayıp tutarsızlıktan tutarsızlığa düştü. Her şeye laiklik, her şeye Mustafa Kemal demek fikri iflasın adıdır. Sen ne diyorsun, görüşün, tezin, teklifin ne? Necati Özgen'den sonra Osman Pamukoğlu'nu dinleme azabını yaşadık: Bir insan bu kadar mı İsrail hayranıdır? Nasıl müdafaa ediyor, nasıl savunuyor? Olursa o kadar olur. Bu abesliği işlerken bir taraftan da güya sözüne destek için şunu diyordu: "Örgütün öldürdüğü gençlerin gömülmediği köy mezarlığı kalmadı." Ne denir? Gözün aydın! Bu devlet, hazinenin çok önemli bir bölümünü emrinize verdi. Asker verdi, silah verdi, uçak verdi, makam verdi, rütbe verdi, yetki verdi, verilmedik hiçbir şey bırakmadı!.. Peki siz terörü yok etmekle vazifeli generaller neden başarmadınız? Bölücülerle mücadele sizin vazifenizdi. Bölgede vazife yapıp da bir varlık gösterememiş olanların şikâyete hakları olabilir mi? Hesap verecekler, hesap sormaya yelteniyor. Bu iki emekli generalin biri Osmanlıyı reddediyor, diğeri İsrail'i müdafaa ediyor. Her ikisinin ortak tarafı ise Arap düşmanlığı. Kukla Arap rejimleriyle buraların asırlarca bir arada yaşadığımız ve bugün de Türk milletine hayran ahalisini birbirine karıştırmak kasıt değilse gaflettir. Artık çok er bile günümüz dünyasında stratejiden haberdardır. Bunlar konuştukça hayaller yıkılmakta. Türkiye bölgesel süper güç olmuştur. Bunu kavramaya yetmiyorlar. Ülkemiz, bölgenin bütün halklarını kucaklamakta. Mutlak doğru budur. Siyasi irade bunu yaparken birilerinin kalkıp ilk mektep münazarası seviyesindeki laflarla tekere çomak sokması istikbalimize kötülüktür. Diyeceğimiz şudur. Bu gibi eski mensuplarınız konuştukça TSK yıpranır. Genelkurmay Başkanlığı, nasıl bir tedbir alırsa alır. Bu onun bileceği bir iş. Fakat birtakım emeklilerin konuşma ihtiyaçlarını tatmin için seyirci önüne çıkıp ölçüsüzlükler yapmasına karşı bir çare bulmalıdır. En azından, emekli general oldukları ekranda ne söylensin ne de yazılsın. Sıradan bir vatandaş olarak ne diyeceklerse desinler. O zaman sözleri kendilerini bağlar.
.
Düşmanlık İslam'a
10 Haziran 2010 01:00
Sözde Türk aydınlarının hastalıklarından biri de Arap düşmanlığıdır. Sözde Arap aydınlarının illeti ise Türk düşmanlığı. Her iki taraf da bu şekilde yetiştirilmiştir. Osmanlı sonrasında İslam dünyasında yazılan tarih kitapları tek elden çıkmış gibidir. Türkiye'dekilerde Araplar kötülenir, Araplardakinde Türkler. Türkiye'dekilerde Araplar ihanetle suçlanır. Araplarda Türkler işgalle. Bazı Arap devletlerinde bugün de Türklerden kurtuluş bayramları var. Kurtuluş sandıkları İngiliz'in buyruğuna girmektir. Bazı Arap devletlerinde Türk zulmüne dair anıtlar ayaktadır. 18. asrın başından itibaren bütün Orta Şark/Orta Doğu casus ve misyoner kaynar. İngiliz imparatorluğu önce Hindistan İslam devletini yıkar. Sonra Osmanlı ülkesine girer. Müslümanlar arasına fitne tohumları ekilir. Casus Lawrence akıl almaz hilelerle türlü tezgâhlar kurar. Bazı İttihat Terakki Paşalarının bazı Arap şehirlerindeki zulümleri, idamları hatta ahlaksızlıkları tarihle biraz meşgul olanlar tarafından bilinmektedir. Keza I. Dünya Harbinde bazı yozlaşmış Araplar, İngilizlerin güdümünde en berbat utanmazlık numuneleri göstermişlerdir. Bugün çekilenlerin arkasında büyük ahlar vardır. Peygamber müdafii, Medine Müdafii Fahreddin Paşa ve kahraman askerlerinin destanı bir türlü Türkiye gündemine oturmamıştır. Hem yöneten Türkler... Ve hem de yönetilen Araplardan bazıları çok ağır hatalar işlemişlerdir. Bu bir vakıadır. Fakat halklar masumdur. Genelleme yaparak bunu topyekûn Türklere ve topyekûn Araplara mal etmek art niyetin tâ kendisidir. Ümmete sabotedir. Aydın ihaneti, aydın karartması, aydın cehaleti bu anlamda bir asırdır devrede. İki tarafta da bir asırdır beyinler yıkandı. Bazı Arap denilenler körü körüne Türk düşmanlığı yaparken bizdekiler ikiye ayrılmakta. Bir kısmı düşmanlık budalasıdır. Diğerleri ise sinsidir. Sinsilerin asıl niyetleri farklıdır. Arap sadece bahane. Düşmanlık İslam'adır. Laikliği de Atatürkçülüğü de hatta düne kadar Avrupalılığı da bu gaye ile kullandılar. Şu günlerde ezberler bozuluyor. İki tarafta da öz eleştiriler yapıldı. Yerli aydınlar yetişti. Arap dünyası sanki tek ses, tek özür iken bizde çatlak sesler çıktı ve çıkacak. Onlar yalnızca dinimizin düşmanıdır. Kendilerine sorsanız biz de Müslüman'ız derler. Ancak İslamiyet neyi emrediyorsa ona nefretle muhaliflerdir. Bundan böyle İsrail onlara bütün yatırımları yapacaktır. Tel Aviv'in asıl silahı içimizdeki adamları olacaktır. Okurken, dinlerken seyrederken bu şekilde bakın. Senin dilinle konuşsa da senin gönlünde değil. Ne Kudüs'ü bilirler ve ne de Gazze'yi. Senden çok İsrailli onlara yakındır. Onlar müstemleke beyinlidir. Onlar besleme aydındır. Besleme aydın ve besleme basın bu memleketin kanser urudur.
.
Hayalsiz insanlar
14 Haziran 2010 01:00
İnsanın türlü fukaralıkları vardır. Paradan yana ve diğerleri. Paraya dair fukaralıklardan ve diğerlerinden çokça söz edilir ama hayalden yana fukaralık üzerinde hiç durulmaz. Hatta hayal, insanda kınanır. Hayalperest denir ve dudak bükülerek geçilir. Halbuki hayal sadece aşıkların yakan ateşi değildir. İnsanda hayal melekesi olmasaydı belki tasavvuf, tekamülünü kaydedemezdi. Hayal, hayatı tetikler. Alın hayali insandan o, su akmayan bir sebil gibi olur, güzeldir ama kurudur. Adına ister münkir deyiniz, isterse inançsız veya ateist, onlar hayalsizdir. Onlar, maverayı, öteyi, hayattan sonrasını hayal edemezler. Etmemek için kendilerinden kaçarlar. Hayatları mekaniktir. 24 saatleri mekanik. Zaman onlar için tek düzedir, yeknesaktır, bir kısır döngüdür. Hayat, itiraf etmeseler de angaryadır. Paylaşılan değildir. Saklanandır. Hayalsiz fukaralar, hayatlarını paylaşmaz, kaçırırlar. Hayalsiz insan ben merkezlidir. Hodgamdır, bencildir, diğerkamlıktan nasipsizdir. Önce Recep... O bir ay, ama, öyle-böyle değil, ipekten ay. Recep, Receb-i şerif, itibarlı ay. O gelir ve hayal kapıyı aralar, sırada Şaban vardır, Ramazan vardır. Yalın kelimelerle anılmazlar bizim irfanımızda haziran der gibi denmez, mübarek denir, muazzam denir, şerif denir. Aylar da şehirler de zaman da mekan da kutsanır. İkisi sanki şehr-i ramazanla bir anlamda bütünleşir. Haram aylar, yasak aylar, yasakların memnu kılındığı, kılıçların kına konduğu, barışın beyaz güvercinler misali bulutlara dokunduğu aylar. Yüce kelimesinin görklü, ulu vasfını anlatmaya yetmediği Rabbimizin, Sevgili Peygamberimizin ve ümmetin ayları. Mümin, Recep ayının som altın misali aralanmış kapısından girerken hayalleri onu bir sonrasına, olduğu noktanın verasına taşır. Hayal, amentüyü denize indirir. İlk gündür fakat ufukta başka zenginlikler vardır. İlk ayı ve ilk günleri, Şaban, Ramazan ve Bayram takip eder. Sonrası da vardır. Kurban vardır, Kurban Bayramı vardır. Hac vardır. Ne Şehr-i Ramazan açlıktan kurtulma şölenidir ve ne de Kurban Bayramı hayvan kesme ilkelliği. Aksini düşünenler sadece iman donanımından değil hayalin ufka koşan soylu atlarından da yoskundurlar. Hayallerin düşmesiyle zenginlikler bitip yalnızlıklar başladı. Zamanımızdaki mücadele aynı zamanda hayali olanlarla olmayanların savrulmasıdır. Kuru akla tutsak olmuşların, gönlü genişlerin yolunu kesme şakiliğidir, bu bir sosyal terörüdür. Hayaller kuruduğu için şairler nesli kesildi. İnsanlara servetlerini. İnsanlara hayallerini iade edin. Hayat zenginleşsin.
.
Hem Gazze hem Kırgızistan
15 Haziran 2010 01:00
Önce Türkistan vardı. Büyük Türkistan, Çin ve Rus işgalleriyle paylaşıldı. Şarki ve Garbi Türkistan diye böldüler. Doğu Türkistan bugün de Çin işgali altında. Pekin, yer altı kaynakları zengini bu Uygur Özerk bölgesine Çinli nüfus iskan etmekte. Batı Türkistan, SSCB zamanında amansız komünizan baskı altında yaşadı. Sovyetlerin inkırazından sonra bölgede 5 ayrı devlet ortaya çıktı: Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan ve Tacikistan. Çörçil'in masa başında Orta Doğuyu haritalara ayırma politikasının benzerini Stalin de o bölgelerde yapmıştı. Kapitalizm için de komünizm için de hedef aynıdır, böl, parçala ve yut. Rus komünistleri 70 yıl boyunca Asya Türklerinin dini, dili ve örfüyle uğraşmıştı. Aynı kökün dallarını farklı milletler ve farklı diller diye işlediler. Orta Asya'nın Türk unsurları, birbirine karşı soğutuldu. Bugün Kırgızlar, Özbekleri vura-kıra kovuyorlar. 10 yıl evvel de Özbekler, Osmanlı Türkü Ahıskalılara aynısını yapmışlardı. Kırgızistan'da Rusya'nın da ABD'nin de üsleri var. İkisi için de çok stratejik bir coğrafya. İki aydır Kırgızistan, yüksek ateşler içinde. Garip bir darbe yaşandı. Ardından bu berbat durum ortaya çıktı. Dendiğine göre referandumu engellemek için bu yangın çıkmış. Bizzat Kırgız hükümeti, müdahale için Moskova'dan asker istedi. Sanki Babrak Karmal Afganistan'ı doğuyor. Rusya talebi reddetti. Fakat kendi askerî birliklerini korumak için paraşütçüler indirdi. Bunlar olurken Türkiye, Kırgızistan'ı yok mu sayacak? Bu mümkün mü? Tabii o zaman içeride birileri yine Kırgızistan'da ne arıyoruz? der. Tıpkı bugün Gazze'de ne arıyorsunuz? dedikleri gibi. Orta Doğu da Orta Asya da suni şekilde bölünmüştür. Türkiye'de faşist kafalar, onlarca sene bir tarafla alakadar olanlara Turancı diğer tarafa dönenlere Ümmetçi diye çamur attılar. Bugün, Türkiye, bölge lideri ve dünya aktörüdür. Şayet suçsa dünkü o suçların bugün işlemesi yüksek siyaset gereğidir. Şuculuk buculuk değil, reel politika ve âli menfaatlerimiz uğruna yapılması gereken yapılacak. Endonezya'dan Fas'a kadar Müslümanlarla Doğu Türkistan'dan Girit'e dek Türklerle yakından meşgul olmak zorundayız. Hükümet, Kırgızistan'la alakalı formüller üretmelidir. Türkiye'nin olması gereken her yerde işi var. Dün, Turancı ve Ümmetçi diye yerli aydınları zindanlara atanların yolunda olanların kafaları bu ufku asla kavrayamaz.
.
Rütbeli darbeden cübbeli darbeye gidilmesin
16 Haziran 2010 01:00
Bir hukukçu salahiyetiyle yazıyorum, Anayasa Mahkemesi, üstelik kendisinin de içinde bulunduğu, binaenaleyh taraf da olduğu Anayasa Değişiklik Paketine asla esastan bakamaz. Bunu bütün hukukçular, ifade etmekte. Anayasa Mahkemesi, CHP'nin arka bahçesi değildir. Doğrusu, davayı getirenlerin koltukları altına dosyayı sıkıştırmasıydı. Bu yapılmadı, şekli tedkik için dava kabul edildi. Mezkûr mahkeme, davaya esastan bakarsa yetkisini aşmış, bizatihi mahkeme hukuksuzluk işlemiş olur. Başbakan Tayyip Erdoğan, geçen günkü bir konuşmasında bu mahkeme için 'Ana Muhalefet Mahkemesi' dedi. Sayın Başbakan, bu cümleyi kullanırken herhalde çok da memnun değildi. Ancak yanlışlıklar yapıldıkça ağır eleştiriler artarak devam edecektir. Milletin mutlak temsilcisi TBMM'dir. Anayasa Mahkemesi dahil bütün mahkemeler vekildir. Mahkemeler millete hükmetmez, millet adına hükmeder. Onun için, Anayasa Mahkemesi Raportörü Doç. Dr. Osman Can, haklıdır, hal tarzı göstermektedir. Dediği iki noktada toplanıyor. Birincisi bu mahkeme, davaya esastan bakamaz. İkincisi hududunu aşarak esastan karar verirse TBMM bu karara direnmelidir, çünkü yok hükmündedir. Evet, aynen öyle, yok hükmünde olur. Böyle kararlara hukukta yok denir, keenlemyekun/hiç meydana gelmemiş addedilir. Yok olan, hiç işlememiş sayılan bir karara uyulamaz. Dolayısıyla TBMM Başkanlığı böyle bir karar geldiğinde onu geldiği yere iade etmekle mükelleftir. Bunlar yaşanırsa ne olur? Toplum gerilir, e-mahkeme olayı zuhur eder, tatsızlıklar yaşanır. Vebal ve vecibe Anayasa Mahkemesi Başkanına düşmekte. Sayın Haşim Kılıç, riskse risk almalı, faziletse faziletini ortaya koymalı. Bir bu kadar daha orada kalmayacak, dün eşiyle alakalı atılan malum gazete manşetlerini hatırlamalı, herkesi değil, milleti memnun etme kaygısını yaşamalı. Haşim Kılıç ne yapabilir? Gayet basit: 12 Eylül tarihindeki referandumu, yine hukuk diliyle söyleyelim meseleyi müstehire/bekletici mesele sayar ve referandum yapıldıktan sonra mahkeme kararını verir. İki ay beklemekle ne kaybedilir? Milletin ne karar vereceğini önceden kimse bilemez. Şayet referandumu reddederse zaten mahkemenin yapacağı bir şey kalmaz. Tasvip ve tasdik ederse yine mahkemenin yapacağı bir şey kalmaz. Onun için lüzumsuz gerginlikler yaşanmasın. Mahkeme yıpranmasın. Rütbeli Darbeler Devri bitti derken sakın ola ki Cübbeli Darbeler Devri başlamasın. Demokratik olgunluğu her alanda ve her anlamda ve herkes için yaşatmalıyız. Bir Anayasa Mahkemesi, bir darbe anayasası için koruma ve kollama görevi üstlenemez.
.
Ölü doğan lider
17 Haziran 2010 01:00
Gürsel Tekin, birkaç yıl evvel, bizi iftara davet etmişti. İtiraf etmeli ki CHP ve iftar fikri ilk anda tezat gibi gelmişti. İşte bir adam bu tezadın üzerini çiziyordu. Onun için kabul edip otele gitmiştik. İlk intibamız Gürsel Tekin'in farklı bir CHP'li tip olduğuydu. Nitekim bir sözümüz üzerine verdiği beklenmedik tepkiyle bizi şaşırtmıştı. CHP'yi mütekaitler kıraathanesine çeviren malum kimselerden bir ikisinin adını vererek bunlar vitrininizde oldukça bir varlık gösteremezsiniz deyince okkalı bir çift sözle haklı olduğumuzu teyit etti. Sonra Gürsel Tekin, partisi adına dikkat çeken çalışmalara imza attı. CHP aristokrat tavanının anlamayacağı işler yapıyordu. En ses getirense Kemal Kılıçdaroğlu'nun İstanbul belediye başkan adaylığında onu sürüklemesiydi. Gürsel Tekin olmasa Kılıçdaroğlu'nun o oyları alması imkânsızdı. Ne var ki CHP polit bürosu, halk çocuğu Gürsel Tekin'e karşıydı. Son olayda da benzeri yaşandı. Tekin, Kılıçdaroğlu'na destek vermeseydi genel başkan seçilmesi zora girerdi. Buna rağmen arkadaşı ona vefa göstermedi. Kendisini parti başkanlığına kadar taşıyan partnerini ilk fırsatta harcadı. Bunu yaparken de hesaplı arka plan Önder Sav'la çalıştı. Eğer genel başkan, Önder Sav'dan talimat aldıysa kötü, ona talimat verdiyse bu da o kadar kötü. Böylece Gürsel Tekin PM'ye girdi fakat MKYK'ya sokulmadı. İşin kötüsü bu arada İstanbul il başkanlığını da kaybetti. Böylece Gürsel Tekin bir anda mağdur duruma düştü. Fakat Tekin, içinde pes etmedi. Hem Kemal Kılıçdaroğlu'na ve hem de Önder Sav'a karşı savaştı. Kılıçdaroğlu, daha ilk anda mağluptur. Hiç göz doldurmamıştı. Önder Sav'ın bir anda ve yıldırım hızıyla Deniz Baykal'ın yanından çark ederek destek vermesiyle seçildi. Şatafatlı bir kongre oldu. Bazı gazeteciler bile masa üstüne çıkıp alkış tuttular. Ancak geçen şu kısa süre bir ölü doğumu haber veriyor. Bir lider ölü doğmuştur. Hiçbir konuşması hiçbir şey demiyor. CHP yakında cicim aylarından çıkar. Olağanüstü kongre çok uzak olmayabilir. O kongrede mücadele herhalde Gürsel Tekin ve Süheyl Batum arasında yaşanır. Belki onlar kapışırken Deniz Baykal, aradan çıkabilir. Kemal Kılıçdaroğlu ise yıpranmış olduğundan hayali kasketli fotoğrafıyla CHP duvarında yerini alır.
.
Daha dava bitmeden sanık, hakimi mahkum ettirdi
18 Haziran 2010 01:00
Zannediyoruz dünyada bir ilk yaşandı... Ergenekon sanığı Mehmet Haberal, aleyhindeki dava devam ederken kendisini muhakeme eden hakimleri şikâyet etti. Davacı Prof. hakimlerin kasten tahliye kararı vermedikleri iddiasında. İddiasına delil olarak da kendisine sorulan 180 soru içinde Ergenekon adlı örgütü kurma suçuyla alakalı bir şey bulunmamasını gösteriyor. Yargıtay'ın davaya bakan hukuk dairesi, sanık davacının iddiasını haklı bularak dokuz hakimden her birini 1500 TL cezaya mahkum etti. Mahkum olan yani Haberal'ın dediğine göre kasıtlı davranan hakim sayısı bir, üç, beş değil, tam dokuz kişi. Bir-iki kişi olsa belki kasıtlı davrandılar sözü inandırıcı olabilirdi. Fakat bu kadar yüksek sayı ve bu karar. Dosya şimdi Yargıtay Hukuk Dairelerine gidiyor. Orası tasdik ederse bu cezalar, hakimlerin maaşından kesilecek. Kararın esasına giremeyiz. Henüz kesinleşmedi. Biz hadisenin psikolojik tarafına işaret etmeye çalışacağız: Bir kere, bundan sonraki duruşma safahatı -taraflar aynı olursa- mağrur sanık, mahcup hakim şeklinde cereyan edecektir. Hakimler de insan. Kararın onları sarsmadığını kimse iddia edemez. Zaten herhalde davadan çekileceklerdir. Sanıkla hakim arasında husumet doğmuştur. Onlar çekilmese bile sanıklar bunu ister. Anlattığımız hakimlerle alakalı psikoloji. Bir de diğer sanıklar var. Onlar da şimdi sıraya gireceklerdir. Onlar da zafer kazanmak isteyecektir. Haklı-haksız dizi dizi dava açılacaktır. Bir kargaşanın doğacağı belli. Böylece, yani mevzuatın verdiği gedikler yüzünden ne yaşanıyor? Mahkeme de hakim de mehabetini kaybediyor. Hakime ve mahkemeye inanç zedelenirse adaletten söz edilemez. Davanın açılma sebebi Ergenekon örgütünü kurmak. Peki, 10-20 değil 180 soru içinde neden müsned/atılı suçla alakalı bir soru yoktur? Bu cümle, soyut olarak doğrudur. Ama herhalde mahkemenin de bir işleme planı vardı. Dava devam ediyor, doğru. Karışmamak lazım, doğru. Ancak adalet tarihine bir olay geçiyor, bu da doğru. Sanık, yargılama devam ederken hakimlerin topunu birden dize getiriyor. Bizi alakadar eden mahkemelerin şahsiyeti. Asıl kaybeden adalet oldu dersek yanılmış mı oluruz? Hukuk Dairelerinin kararı ne olursa olsun bu netice değişmez. Bir tarafta Anayasa Mahkemesi hakimi Fulya Kantarcıoğlu'nun Alevi dedesi diye bilinen Seyfi Oktay'dan talimat aldığına dair iddialar, bir tarafta bu gerçekler. Herkes adalet için hassas olmalı.
.
Tırmanışın zamanlaması
21 Haziran 2010 01:00
> Washington Dc Terör, denen kanlı eylemler sanki kudurdu. Hem de ne zaman? Açılımların başladığı, kangrenleşmiş ihtilafın biteceğine dair ümitlerin yeşerdiği bir dönemde. Bitti denecekti ki eyvah! dendi. Bu vahşi terör yüzünden Türkiye, insan unsurunu, kardeşlik duygusunu, ekonomik varlığını, değerli zamanlarını kaybetmekte. Günümüz savaşlarında bile bu kadar kayıp verilmiyor. Bizzat genelkurmay başkanı, terörün artabileceğine dikkat çekerken nasıl olur da 250 terörist gelip karakol basabilir? Bunun mantıklı bir izahı olması lazım. Bir meçhul elden söz edilmekte. Başbakan da o elden söz ediyor. Kimdir o elin sahibi, hangi devlet veya devletler? Kimse, kimlerse açıklanmalı. Zira sondan bir önceki safhadayız. Buradan bir adım sonrasını telaffuz etmek istemiyoruz. O meçhul el, çok şeyimizi kaybettirdi. Şimdi de bin yıllık kardeşliği iç düşmanlığa çevirme çabasında. Bu kara manzaraya varılacağının ilk kötü işaretleri, BDP'nin kapatmayı zorlaştıran anayasa değişikliğine karşı çıkma şaşkınlığının ardından ergenekon partisiyle birlikte Anayasa mahkemesine gitmesiyle alındı. Aynı tarihlerde İmralı sakini, ya beni muhatap alırsınız veya neticesine katlanırsınız şeklinde laflar etti. Sonra işaretler arttı. Bu eylemin zamanlaması çok manidardır. Ülke referandum sürecindedir. Hakkaniyet uğruna İsrail'in devlet terörüne karşı mücadele verilmektedir. ABD'nin yanlış talebine karşı BM'de aleyhte oy kullanılmıştır. Bunlar dış sebebler. Bir de iç sebepler var: Saldırı Yargıtay'ın kabulü mümkün olmayan hukuki tasarruflara imza attığı günlere denk gelmiştir. Önce, Mehmet Haberal'ı yargılayan hakimleri daha dava devam ederken tazminata mahkum etti. Ardından da 'taş plak' üzerinden dosya birleştirmesine giderek çetrefil Ergenekon sanıklarını saldı. İçerde Ergenekoncuların tükenme noktasına geldikleri. Dışarda İsrail'in hiç olmadığı kadar yalnızlaştığı. BM'de şahsiyetli bir duruş sergilendiği.. Mesut Barzani'nin Ankara ve İstanbul'u ziyaret ettiği. Suriye, hatta Yunanistan'la yakınlaşmaların yaşandığı. Hepsinden daha mühimi ise. Türkiye'nin sınırlarını aşıp dünya ligine çıktığı zamanda bunlar yaşanmaya başlandı. İmparatorluk mirasçısı bir devlet, önce bölgesinde süper güç oldu. Sonra da arzın ta öbür ucuna kadar uzanarak Brezilya ile bile buluştu. Güney Amerika sanki tekrar keşfedildi. Rusya ile hiç olmadığı kadar dostluklar doğdu. Afrika'da nüfuzunu hissettirmeye başladı. Türkiye, referanduma gidecektir. O bu hazırlıktayken referanduma gidecek olan Kırgızistan alt-üst edildi. Buradan Türkiye'ye mesajlar verilmiş olma ihtimali yoktur denebilir mi? Kanlı katiller örgütünün taşeron olduğu, sipariş üzerine çalıştığı artık net. Fakat, hain saldırı, kökünü kazıyacağız gibi sözlerin artık bir değeri yok. Açılımlardan vaz geçmeden, çözüm üretmeliyiz. Kimin ne fikri varsa ortaya koymalı. 16. büyük ekonomi olursan bedel ödetirler. 70 Cente muhtaç olmaya devam etseydin böyle bir meselen olmazdı.. Buna göre her müessese haddini bilerek milli irade eksenli olarak ne yapılacaksa yapılmalıdır.
.
Şer kuvvetler iktidara karşı omuz omuza
22 Haziran 2010 01:00
AK Parti iktidarı, 8 yıldır bir değişim ve dönüşüm sürecinde. İçeride ve dışarıda yapılan muazzam işler ortada. Hiç mi hatası yok? İcraat olan her yerde hata olur. Fakat hüküm ekseriyete göre verilir. Türkiye'de bir halkın iktidarı var. Bir de azınlık ideolojisinin iktidarı. AK Parti, milletin, halkın iktidarıdır. Diğeri Ergenekon partisi. Ergenekon partisi, taylı jüristokrasi, Kemalciler, Kürtçüler, mezhepçiler, tahrif olmuş Tevratçılar şimdilerde hepsi omuz omuza. Onların bir tek hedefleri var, bu iktidarı devirmek. Ne enflasyonun tek haneye düşmesi umurlarında, ne 100 bin civarında çocuğumuzun yurt dışında okuduğu gerçeği, ne 16. büyük ekonomi olmamız, ne açılan yollar, ne kazanılan sağlık kolaylıkları, ne paranın para olması, ne IMF'nin gönderilmesi, ne bölgede ve Türkiye'de elde edilen büyük itibar. Değil mi ki bu insanlar Allah diyor. Değil mi ki alınları secdeye geliyor. Değil mi ki anaları, eşleri, kızları, örtülü. Değil mi ki babaları sakallı. Değil mi ki Mason ve Siyonist derneklerinde kayıtları yok. Onlar, ancak belediye hizmeti yapabilir, ancak kanalizasyon açabilir, asfalt dökebilir fakat asla iktidar olamazlar. Olsalar da dedeler hakimiyetindeki taylı jüristokrasi, Selanik kaynaklı matbuat, dış sermaye güdümlü sivil toplumlar onlara cephe alır. Hele Orta Doğuya ilgi duyarlarsa. Hele mağdur Filistin'e sahip çıkarlarsa. Hele İslam âlemine dönüp bakarlarsa. Hele emperyalizmin sömürü düzenine çomak sokarlarsa. Hele devlet terörü yapsa, Türk vatandaşlarını öldürse bile İsrail'e bir çift laf ederlerse onların yaşama şansları olamaz. Kanlı terör örgütü bunların emrindedir. İmralı'daki de Ankara'daki de aynı Ergenekonun imalatıdır. Hakkari'deki 11 şehit yeni bir 31 Mart vak'asıdır. Sebep Mavi Marmara'dır. 31 Martta düğmeye Selanik'ten bu defa Tel Aviv'den basıldı. Nihai hedeflerinde Tayyip Erdoğan var. Ey milletim!.. Sultan Abdülaziz'i harcattın. Sultan Abdülhamid'i harcattın. Adnan Menderes'i harcattın. Turgut Özal'ı harcattın. Şimdi sırada Recep Tayyip Erdoğan mı var? Yine mi susacaksın? Yine mi tokat için ensen hazır? Yine mi neme gerek diyeceksin? Şer kuvvetler omuz omuza. Sen neredesin? Başkalarının bozuk da olsa bir dünya görüşleri var. Senin hiçbir şeyin yok mu? Sesin yok mu, klavyen yok mu, telefonun yok mu? Yoksa cesaretin mi yok? Sahip çıkılması gerekenlere sahip çık. Her türlü kamuoyu oluşturma araçlarını çok amansız bir şekilde kullan. Tarihin kader kavşağındasın. Ya olacaksın, ya yok olacaksın. Şehitleri istismar ederek inancını sarsmaya çalışacaklar. Kritik eşik anayasa paketidir. Anayasa değişiklik paketinin yüksek kabulle geçmesi için şimdiden kolları sıva.. Karşındakiler her türlü yalana başvuracaklar. Propagandanın her çeşidi yapılacak. Onlara kanma. Tekrar ediyorum. Kader kavşağındasın. Sen de ataların gibi de! Bir erkek ses yükselsin: -Ya devlet başa, ya kuzgun leşe! Bunları diyebilecek aslan yürekliler beri gelsin, diğerleri yatak odalarına gidebilirler.
.
Terörle mücadele polise bırakılabilir
23 Haziran 2010 01:00
Bu teklife hemen itiraz edilecektir: -TSK zorlanırken TPT/Türk Polis Teşkilatı nasıl başa çıkacak? Şüphesiz ki bu hiç de boş bir soru değil. Şu artık son hadiselerle neredeyse bir ortak görüş haline geldi: -Bu mücadele için ihtisası terörle mücadele olan kuvvetlere ihtiyaç vardır. Nizami orduyla bu problem halledilemiyor. Diğeri ve bundan da daha mühim fikir ise -ki bunu en çok savunan kalemiz diyebilirim- TSK profesyonel orduya geçsin. Bu iki tez de kıymetlidir. Ancak Genelkurmay başta olmak üzere milletçe TSK'ya yüklediğimiz bir yanlışlığın farkında olmalıyız. TSK dış düşmanla mücadeleyle mükelleftir. Nizami orduya karşı nizami ordu. İşgal, hava saldırısı vs. gibi taarruzlara dişe diş karşılık vermek. Fakat Kürtçü kanlı eylemelerin 1984'te baş göstermesinden bu yana bir hata sürüp gidiyor. Polisin güçlendirilerek yapması gereken bir milli mücadeleyi ordu ifa etme peşinde. Bu uğurda çok mücadele etti, çok şehit verdi. Ne var ki Mehmetçiğin çatıştığı o insanlar, adına hain diyelim, terörist diyelim, çapulcu diyelim, ne dersek diyelim onlar maalesef TC vatandaşıdır. Çapı ne kadar büyük olursa olsun olay iç asayiş meselesi. Bu isyana asker değil polis el koymalıydı. Peki neden olmadı? Bu soruyu artık sormalı ve çok açık şekilde cevaplandırmalıyız. Sebeplerden biri ordudaki yanlış anlayıştır. Nedir o yanlış anlayış? Devleti biz kurduk, her şeyi biz koruyup kollarız. Terörle de biz mücadele ederiz, beğenmediğimiz iktidarlarla da, sevmediğimiz ideolojilerle de... Her tarafa yetişmeye çalışan şirket de kurum da zayıflar ve yıpranır. TSK demeli ki benim işim dış düşman, ben ona karışırım. Onun dışında şunun baş örtüsü, bunun sakalı, onun niyeti beni alakadar etmez. Halbuki TSK jandarma eliyle ehliyet kontrolü bile yapıyor. Diğer hata geçmiş iktidarların bu yönde fikir üretememeleri. Şunu şöyle yapamaz mıyız fikrinin gündemde pek yer almaması. Bu kopyala ve uygula mantığı da siyasi hatadır. Bir hata daha var: Polise askerlik için bile kolaylık gösterilmemesi. Polisin sanki rakip gibi görülmesi. TSK ile TPT arasında dile getirilmeyen kurumlar arası soğukluk. Bunların hepsi masaya yatmalıdır. Asker daha fazla yıpranmamalı. Polise bir yıllık bir hazırlık zamanı tanıyarak ona ihtisas kadroları hazırlama fırsatı verdikten sonra terör TPT'ye bırakılmalıdır. Zaten şehirlerde polis bakıyor. Geçmişte büyük başarıları var. Hava desteğini yine TSK vermeli. Polis, kara gücü olarak bu mücadeleyi yüklenmeli, her türlü teçhizatla da donatılmalıdır. TSK 27 Mayıs'ta yıprandı. 12 Marta yıprandı. 12 Eylülde yıprandı. 28 Şubatta yıprandı. E-muhtırada yıprandı. Ergenekona davalarında yıprandı. Terörle mücadelede yıpranma yolunda... Halbuki Türk Ordusu Kore'de destanlar yazdı, Kıbrıs'ta destanlar yazdı. Kosova, Afganistan, Aden'de hayranlıklar uyandırdı. Teröre karşı başarılı olmadı mı? Zaman zaman çok yüksek başarılar elde etti. Ancak kat'i netice alınamadıysa sebepleri var. Şartlar farklı, unsurlar farklı. Bu itibarla biz hem TSK'nın profesyonel orduya geşmesini ve hem de terörle mücadeleyi kardeş kuruluşu TPT'ye bırakmasını teklif ediyoruz. Buna bir iş birliği de denebilir. Türkiye bölgenin süper gücü olmuşken dünyada faal rol alırken TSK'nın yıpranması vahim bir paralelliktir. Sadece ekonomimizle değil, yenilenmiş ordu, edebiyat, fikir hayatı, spor her varlığımızla büyük devlet olacağız. Böylece TSK'da insan unsuru azalacak fakat vasıf çok yükselecektir. O zaman Heron gibi oyuncaklar için başka yere mecburiyet ortadan kalkar. İsrail Heron vermezse... ABD istihbaratı paylaşmazsa... Bunları artık duymamalıyız. Kimse bize hizmet yükümlülüğünde değil. Büyük düşünen devlet büyük olur.
.
Hedef partiler değil
24 Haziran 2010 01:00
İktidarda kim olursa olsun, 7 kocalı örgüt, bugünkü söylem ve eylemlerini yine fazlasıyla yapacaktı. MHP genel başkanı, eli kanlı katiller için silahlı taşeron, iktidar için de siyasi taşeron diyor. Çok çirkin, çok yakışıksız ve çok yersiz bir cümle. Devlet Bahçeli, Bülent Ecevit'in yardımcısı iken ona saygısından yanında sigara bile içmezdi. Bunu sadece merhum Ecevit'in şahsına olan hürmetinden yapmıyordu. O, devletimizin başbakanıydı. Bu sebeple Devlet Bey, ocaktan aldığı terbiye gereği böyle davranıyordu. Sayın Bahçeli, hangi haklı gerekçeyle Bülent Ecevit'e layık gördüğünün zerresini Tayyip Erdoğan'a çok görmektedir? Yaptığı tarif, iktidar partisiyle terör örgütünü eşitlemekte. Bu hiçbir insafa sığmaz. Türkeş, vefat edene kadar MHP'nin tarihi CHP ile mücadele tarihidir. O kadar ki merhum Başbuğ, bir keresinde Bülent Ecevit'e o kadar kızmıştı ki ona 'köprü altı zibidisi' demişti. Halbuki AK Parti ve MHP tabanı hemen hemen müşterektir. Çok yerde aynıdır. İkisinin de kıblesi aynıdır. Biri belki 5 vakit kılar, diğeri cumaya gider. Ancak ikisinde de vatan, devlet, bayrak, tarih, kültür, İstiklal Marşı ve İslamiyet ortak değerlerdir. Buna rağmen hükümeti dış güçlerin taşeronu olarak ilan asılsız bir yakıştırmadır. Hiçbir Türk hükümeti taşeron değildir. Bu ihanet olur. Böyle bir iftira hiçbir TC Hükümetine yapılamaz. Seçimle gelen, ister AK Parti olsun, İster MHP, isterse komünist partisi. Sonuçta bu memleketin partisidir. Makul eleştiriler hizmet olur. Ama söze sınır tanımamak sadece zarar verir. Kem söz muhataba varmaz. Şu var ki AK Parti ezber bozdu. Kürtçü-Türkçü bölücülüğünün dışında üçüncü bir yolu takip etti, Orta Yol'u tercih etti. Tarihi zemine döndü. Coğrafyayı keşfetti. Açılımlara başladı. Düveli muazzama, büyüyen Türkiye'yi çekemiyor. Rol kaptırmak istemiyor. Orta Asya, Orta Doğu, Kafkaslar, Balkanlar ve Akdeniz'de sözü geçen, dünyada tanınan bir Türkiye'yi kabullenemiyor. Ona Lozan'la bir rol biçilmişti. Tozlu sahnede hep o piyes tekrarlansın istedi. Devlet Bahçeli, CHP'nin dublör başkanı konumuna düşmemeliydi. Mevzubahis olan devlet ve ülke bütünlüğüdür. Terör, şu bu partiyi değil, devleti ve ülkeyi hedef almış. Teröristler vatana saldırırken, muhalefetin de hükümete saldırması kime hizmettir? Kime
.
Kurtulmuş da Sarıgül'ün yaptığını yapabilmeli
25 Haziran 2010 01:00
SP Genel Başkanı Numan Kurtulmuş'la bir seminerde konuşmacı olmamız dışında bir görüşmemiz olmadı. Ancak yakından tanımasak da bu toprakların manevi mayasına malik olduğunu hem hâlinden hem de soy isminden okuyoruz. Daha 9 yaşında iken dedesinin eseri baş ucu kitabımdı. O kitaptan, üzerimizde hiç olmazsa bir kelimelik bile bir hak vardır. Bu itibarla yazdığımız bu anlayışın dostane çerçevesindedir. Numan Kurtulmuş, Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ve daha birçok isim, aynı ekibin kadrolarıydı. Bir gün bir sert rüzgâr esti kadronun ağırlıklı kısmında yeni arayışlar başladı. Aslına bakarsanız o arayış daha evvelden parti içinde de başlamıştı. Bir kongrede Abdullah Gül şöyle kenarından tutarak aday olduğu halde handiyse genel başkan seçilecekti. Çünkü mevcut genel başkan, toplumun bütünüyle dostluklar kuramıyordu. Dememiz o ki AK Parti kurmaylarıyla Saadet Partisi'nin başta sayın Numan Kurtulmuş olmak üzere kurmayları eski yakın dostlardır. Bundan dolayı genel toplamda aralarında niyet farklılığı düşünülemez. Onun için herkes aleyhte konuşsa bile Numan Kurtulmuş bu hükümet ve Başbakan aleyhine konuşmamalı. Dedikleri doğruysa hangi hükme, değilse hangi hükme tabi olduğunu sayın genel başkan iyi bilir. Üstelik inanmadığını söylemez. Doğrusunu konuşmak lazımsa Numan Kurtulmuş'un yeri bugün AK Parti'de bir bakanlıktı. Ne yaparsınız ki hadiseler böyle gelişti. Ama SP'nin yapmak istediği neyi AK Parti ihmal etti? Baş örtüsü denebilir. Bu konuda bizatihi tesettürlü hanımların firasetleri örnek alınmalı. Onlar gönül dili ile her şeyin farkındalar. Bir fayda aranıyorsa SP, AK Parti'yi daha merkezde gösteriyor, denebilir. Ancak artık iktidar partisinin öylesi tariflere ihtiyacı kalmadı. O zaman tablo nedir? Tablo vebaldir... SP, Numan Kurtulmuş bir bölen olmamalı. CHP oylarını 1.5-2 puan yükseltse, SP de seçimlerde yüzde 5-7 gibi bir miktarda oy alsa bu netice kime yarar? SP'nin doğrudan veya koalisyon ortağı olarak iktidar olması mümkün görünmüyor. Onun için CHP'nin önüne attığı koalisyon zarfına hemen dalmamalı. Bir maksada alet olmamalı. SP'nin AK Parti'den alacağı her oy, kendine değil karşısındaki zihniyete yarayacaktır. Dünya görüşünü bütün şubeleriyle iktidar yapan partiye zarar verdirip CHP ve MHP koalisyonuna yol vermek bir Ergenekon projesidir. Bu nasıl görülemez? Öyleyse bu noktada sayın Kurtulmuş'a bir nefs muhasebesi yapmak düşmekte. Bir davaya zarar vermek mevzubahistir. Numan Kurtulmuş, Mustafa Sarıgül'ün yaptığını yapabilmelidir. Sayın Sarıgül, mensup olduğu dünya görüşü adına her şeyi elinin tersiyle iterek bir basın toplantısıyla kendim değil dünya görüşüm iktidar olsun, ben yokum biz varız mealinde konuşmuş ve şahsı ve kadrosuyla birlikte CHP'ye destek olacaklarını açıklamıştır. Bu bir fedakârlık mı? Evet, fedakârlıktır. Öyleyse bunu sayın Kurtulmuş da yapmalı. SP genel başkanı, kınanma kaygısına kapılmasın. Methedilen birliktir, ayrılık değil. Ama o da gömlek çıkarttı, gömlek giydi laflarının dar aralığındaysa zaten diyecek bir şey kalmaz. O zaman seçmen hakem olur.
.
Amerika'da gündem
28 Haziran 2010 01:00
Washington DC Eskiden Amerikaya gidip gelenler derlerdi ki Amerika'da halk Türkiye'nin nerede olduğunu bile bilmiyor. Şimdi durum öyle mi? O zaman buraya gelenler, koskoca bir ülkenin meçhul olması karşısında muhakkak ki üzülüyorlardı. Biz ise işittiğimiz takdirkar sözlerden iftihar ediyoruz. Küçük ve imkansız bir devletin vatandaşı olmak çok zordur. Geçenlerde bir grup insan bir aradaydık. İçimizden biri Angola'dan bir muhasebeciydi. Mevzu internet bağlantısı vs gibi çağdaş iletişim imkanlarına geldi. Söz, Angolalı arkadaşımızdaydı. Zorluklarını anlattı. İçimden dua ettim. Sonrasında bize bir şey sorulmasa diye. Çünkü mahcubiyet yaşayan birine karşı memleketimizle övünmüş gibi olacaktık. Şimdi Amerika'da Türkiye çok iyi tanınıyor. Ekonomik kudreti de siyasi nüfuzu da İslam alemindeki rolü de gayet iyi kavranmış vaziyette. Eskiler bilinmemekten yakınıyordu, biz ise tanınmanın detaylarıyla hayrete düşüyoruz. Olmadık yerde bir Amerikalı Baba Hannuş yemeğinden söz ederse ne dersiniz? Burada futbola Soccer/sakır denmekte. Kendi maçlarına futbol diyorlar. Alt kat komşularımızdan biri orta yaşlarda bir insan. Şirketi adına çalışma yapmak için Rusça öğreniyor. İltifat oslun diye beni 'sakır' müsbakasına davet etti. İki ay kadar evveldi. DC ile Şikago'nun maçı varmış. Kalb kazanmak adına kıramadık. Hani futboldan anlasak dert değil ama ortada bir hatır var. Gittik. Nasıl da soğuk bir gün inanılır gibi değil. Zaten DC'de 3 şey inanılmaz çapta soğuk, sıcak ve çıplaklık. Nerde bizdeki maçların coşkunluğu nerde burası? Aileler maça değil de çoluk-çocuk pikniğe gider gibi. Sahada futbolcular koştururken ben paltoya gömülmüş vaziyette daha ziyade insanların yüzünden sosyolojik tahliller yapmaya çalışıyorum. Stad mı? Karagümrük stadına yakınca. DC maçı kaybetti. Dişlerimiz çarpa çarpa arabaya koştuk. Geçenlerde tanıdık bir bayan yekten bize 'sakır'ı sevip sevmediğimizi sordu. Amerikan futbolunu soruyor sandım. Hayır, dedi Türkiye'de. Takımımı kasdediyormuş. Cevabı alınca, benim bir arkadaşım var dedi, Bursaspor'lu. Amerika'da Bursa-spor'lu Amerikalı. Şaşırmaz mısınız? Futbol olarak farklı bir oyunu bilen. Avrupa futboluna 'sakır' diyen. Stada bile stad demeyen bir Amerika. Bu Amerika, Gana'ya yenilerek Dünya Kupasına veda etti. Buradan ne çıkar? Çıkacak olan şu. Sanata ve eğlenceye hükmedilemiyor. Spor nihayetinde bir eğlence. Veya öyle idi. Şimdilerdeyse bir endüstri. Amerika Gana'ya yenildi. Fakat Amerikalının çok umurunda olacağını sanmıyoruz. Amerika'nın gündeminde iki konu var. Biri, BP petrol kuyusunun Meksika körfezini kirletmesi. Amerika'nın terörü de bu. Hakikaten dehşet saçıyor. Başları basbayağı dertte. Her haber buna dair, her yorum artarak devam eden petrol kirlenmesiyle alakalı. Diğeri ise piyasaların durgunluğu ve bunun yol açtığı işsizlik. Buna rağmen Barack Obama, enkaz devraldım demiyor. Halbuki sıkıntısı az değil.
.
Demokrasimize Abant teşhisi
29 Haziran 2010 01:00
Abant Platformu 22. kere toplandı. Ülke seçkinleri bir aradaydı. Bu faaliyetin çeyrek asra varmasına bir şey kalmadı. Bir Düşünce Kulübü gibi fikirler imal etmekte. Amerika'da Think Tank Kulüplerinin etkinliği hayli yüksektir... 3 günlük bir toplantı sonunda platform bir beyanname yayınladı. Bildirge şehir meydanlarımıza asılacak kadar veciz olmuştur. Şu gün bu toplumun karşı karşıya olduğu problemlere temas etmekte, çözüm yollarını göstermektedir. Askerî bürokrasi, yargı bürokrasisi, hak ve hürriyetler hepsi dile getiriliyor. Konuşulan, tartışılan içinden çıkılamayan ne varsa onlar üzerinde durulmakta, çareler gösterilmekte ve uyulmadığı takdirde sonuçlarına dikkat çekilmektedir. Üzerinde ittifak edilen görüş şudur: -Türk demokrasisi vesayet altındadır. Demokrasimizin başlangıcını ister 1876 kabul edelim, isterse 1946. Hangi takvimden bakılırsa bakılsın aradan uzun bir zaman geçmiştir. Yani ortada genç, taze, körpe, tecrübesiz kelimeleriyle izah edilecek bir demokrasi yoktur. Bir demokrasi ki rejim değişikliği yaşamış, defalarca askerî darbe yemiş ve onlarca kere mahalli ve umumi seçim geçirmişse orada bilge demokrasiden söz edilmesi gerekir. Ne var ki buna çok uzağız. Çünkü demokrasimiz kendi iradesiyle hareket edemiyor. Vesayet altında. Vesayet bir hukuki müessesedir. Kendini idareden aciz olanları üçüncü kişilerin idaresine bırakır. Demokrasi nedir? Halkın yönetime iştiraki. Halk yönetime nasıl iştirak edecek? Seçimle. Her dönem seçimler yapılıyor. Halk iradesini ortaya koyuyor. Bu halkın tercihidir. Kimi isterse onu seçer. Sol sağ, liberal. Kimi dilerse onu iktidar yapar. Fakat oldum olası rütbeli kuvvetler, cübbeli kuvvetler ve oligarşik kuvvetler buna engel oluyor. Zira bir kısım aydınlar için halk, iradesini ortaya koyabilme ehliyetine sahip değildir. Onun için güdülmesi, yönlendirilmesi gerekir. Abant Bildirgesi, bu tezi reddediyor. Bildirgenin hem hukuk fakültesi Anayasa derslerinde ve hem de kamuoyu oluşturma araçlarında madde madde tahlil edilmesi gerekir. Eğer itibar edilecek olan bu ülkenin entelektüel tabakası ise işte neredeyse oradaydılar ve olanca sorumluluklarıyla bir fikir inşa etmişlerdi. Şüphesiz ki kimsenin şu veya bu kurumu incitmek gibi bir niyeti olamaz. Maksat ortalama bir asırlık bir mirastan elde edilen tecrübelerle önümüzdeki devasa ihtilafları en akılcı ve kalıcı tarzda çözmektir. Bunu bir cemaat faaliyeti gibi takdim yakışıksızdır. Kaldı ki öyle olsa bile ne zararı olabilir. Nitekim 2010 yılı içinde çok önemli iki hizmet Abant'la taçlandırıldı. Diğerleri Ergenekonla mücadele ve Türkçe'nin dünyada ses bayrağımız olarak yükselmesiydi. Teşhis doğrudur. Demokrasimiz vesayet altında. Öyleyse gösterilen çıkış yollarına sivil, asker, siyasetçi, yargı medya, Kürt, Türk herkesin uyması iktiza eder. Sonuçta kazançlı çıkacak olan istikbalimizdir. Ortak akla ihtiyaç var. * Dünkü yazımızda soccer/sakır kelimesi irademiz dışında score şeklinde çıkmıştır. Hatayı düzeltiyorum.
Diyarbakır'dan yükselen sağduyu sesi
30 Haziran 2010 01:00
Kanlı terör örgütünün arka arkaya işlediği cinayetler üzerine Diyarbakır'da tam 90 sivil toplum kuruluşu bir araya gelerek bir bildiri yayınladılar. Neşredilen bu beyanname aklıselimin sesidir. Cinayetler lanetleniyor. Örgüte şartsız olarak silah bırak deniyor. Türkiye ortak akla davet ediliyor. Bu sesin yükseldiği toplantıyı organize edenleri, oraya imza koyanları, bildiriyi çıkıp milletin huzurunda okuyanları kalbden takdir ve tebrik etmek lazım. Onların yaptığı bir kahramanlıktır. Ne yazık ki bu taşeron örgüte kananlar var. Fakat görüldüğü gibi esas nüfus unsuru, esas ağırlık birlik, beraberlik ve devletten yanadır. Onların bu cesur çıkışları anında komşu vilayetlerde de yankısını buldu. Oralarda da teröre lanet sesleri yükseldi, benzer açıklamalar yapıldı. Terörden hepimiz ziyan görüyoruz. Batıda şehitler veriliyor. O şehitlerimizle içimiz yanıyor. Fakat en fazla ziyan Güneydoğu'dadır. 1-Güneydoğulu örgütün baskısı altındadır. Kısmen bile olsa halkı sindirmiştir. 2-Güneydoğu asıllı iş adamı bile memleketine, bölgesine gidip yatırım yapmamaktadır. Bölge maddi yoksulluklar içindedir. 3-Şehit sadece batıda verilmiyor. Güneydoğulu aileler de şehit veriyor. Şehitlerimizin yarısı olmasa bile üçte bir gibi yüksek bir miktarı bu bölge çocuklarımızdır. Bu 90 sivil toplum kuruluşunun her şerri göze alarak böylesi bir çıkış yapmaları hakikaten kahramanlıktır. Onların bu sağduyulu çağrıları Abant Platformunda benimsendiği gibi bütün Türkiye'de de takdir topladı. İşte Güneydoğu, Diyarbakır, Siirt, Batman ve diğerleri. Asla genelleme yapmamak lazım. Onlar da bir Adana, Samsun ve Edirneli gibi düşünüyor. Dertleri problemleri var. Onlara eğilmek lazım. Son senelerde bölgeye yapılan kalkınmaya dönük bütün teşvik ve yatırımlar aynen devam etmeli. Ayrıca Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, tez elden bu 90 kuruluş temsilcisini kabul etmeli. Başbakan ve Cumhurbaşkanı ilk fırsatta bölgeye ziyarete gitmelidir. Bölgeyi örgütle karşı karşıya bırakmamak lazım. Ne yazık ki bölgeden Ankara'ya gelmiş temsilcilerin çoğu bölgeyi, bölge insanını değil örgütü temsil ediyor, ideoloji iliklerine işlemiş. Bugün bu kahramanlığı gösterenler lazım gelen desteği göremezlerse yarın çözülme zorunda kalırlar. Üzerlerine daha fazla baskı uygulanır. Kapıları işaretlenir. Birer ikişer göçmek zorunda kalırlar. Bir tarafta askerî tedbirler. Diğer tarafta ticari, sosyal tedbirler alınmalı. İşsizliğin beli kırılmalı. Aman sakın ola ki bu Diyarbakır bildirisi gündem kesafeti içinde kaybolup gitmesin.
.
Hanımağa doğru söylüyor
1 Temmuz 2010 01:00
Güler Sabancı, dağda ölenler de bizim çocuklarımız, çocukları dağda ölen aileler de bizim ailelerimiz, dedi. Böyle bir cümle tabii ki ilk defa dile gelmiyor. Fakat bunun Türkiye'nin en büyük şirketlerinden birinin başında olan bir tepe yönetici tarafından telaffuz edilmesi ayrıca değerli. Yoksa bizzat biz burada 'iki taraf da ölüsünü şehit sayıyor' diye bir tenakuza dikkat çekmiştik. Hadise çok basittir: Düşman, bu yurda ırk üzerinden fitne sokmuştur. Bu fitne kıvılcımı önce aleve, sonra orman yangınına döndü. İhmal edilmiş, hor görülmüş Kürt'ü alıp onun üzerinden bu topraklara ihanet tezgâhları kurdular. Bütün mesele bu oyunu bozmakta. Defalarca yazdık. Biz, daha imparatorluk coğrafyasının kaybını hazmedemedik ki bir bölgemizin elden çıkışına razı olalım. Her şeye rağmen şefkat en iyi çaredir. Örgütün elinden tabanı almak lazım. Hâlâ vakit geçmiş değil. Bazı sorumsuzlar, Kürt anaları askere evlat vermesin diye onları kışkırtmaya da başladılar. Bu noktada Hanımağa'nın dedikleri anlam kazanıyor. Bunu her şeye rağmen, bütün acılara rağmen dalga dalga büyütmek lazım. Mahsun Kırmızıgül'ün. Güneş'i Gördüm filmi bu kavgayı analar bitirecek diye son buluyor. Ana unsurunu güçlü şekilde devreye sokmak lazım. Bir Tv , Güler Sabancı ile evlatlarını kaybetmiş iki Türk, iki Kürt anasını ekrana çıkartsın. Hatta yaparsa Hanımağa programı icra etsin. O analar, Hanımağa, iç barış için, çocukların dağdan inmesi için, sağduyu için, silahların susması için, iktidar-muhalefet ittifakı için çağrı yapsınlar. Yüreklerini, çığlıklarını, akıllarını ortaya koysunlar. Bu silahların susması, bu kanın durması lazım. Kürt kardeşlerimiz bilsin ki hiçbir Türk, hiçbir gün onları ayrı ve öteki görmedi. Ne var ki gerçek böyle de olsa olay çok büyümüştür. İsrail'in örgütü bugün dünden daha çok eğitmediğini kim söyleyebilir? Yarın malum terör örgütü, Kandil çevresinde veya sürgünde hükümet ilan etse İsrail'in onu tanımayacağını kim iddia edebilir? Bu yönde telkinler olmadığı ne malum? Bugün eminiz ki Hanımağa'ya çok hakaret telefon ve maili gitmiştir. Sakıp Ağa da '90'larda çözüme dair rapor hazırlattığında az kalsın vatan haini ilan edilecekti. O günlerde basiretle bakılsaydı, bugün bu çocuklar gencecik yaşta ölmezdi. Kim ne düşünüyorsa söylesin. Kim ne biliyorsa yazsın. Yoksa daha çok terörist çoban zannedilip vurulmayacak, daha çok köylü de terörist zannedilip vurulacaktır. Askerî tedbirler alınsın. Asker profesyonelleşsin. Ekonomik tedbirler ihmal edilmesin. Ama mutlaka anaların kalbine dönük, onların iradesini hakim kılacak tedbirler de alınsın. Analar, oğullarını askere değil dağa göndermesin. Oğlunu eylemlerden ite kaka söküp alan yürekli analar çoğalsın. Bir anayı en iyi diğer ana anlar.
.
Hangi dizi ne kadar bozdu?
2 Temmuz 2010 01:00
TV yayın mevsimi bitti. Sıra hesap-kitapta. Zenginin malı, artık eskisi gibi züğürdün çenesini yormuyor. Zenginin parasının muhasebesi Forbes dergisinde tutuluyor. Bu meşhur mecmua yazdı, bizde haber oldu. Şu dizi bu kadar, şu, şu kadar kazandı. İmalatçı/yapımcı şu kadar milyon kâr elde etti. Yurdumuzda çevrilen dizilerin artık Brezilya pembe dizilerinin pabucunu dama attığı bir gerçek. O pembe dizileri Amerikan kadını bilmiyor. Yıllar yılı bizim evlerimizin vazgeçilmezleri arasındaydı. Türkiye'de çekilen dizilerin senaryo, dil, yönetim/reji, ışık, mekan, kostüm, oyuncuların tabiiliği gibi alanlarda çok büyük mesafeler aldıkları bir vakıa. Şiveler insanı şaşırtacak kadar sahici. Kalem tamam. Teknik tamam. Çekim tamam. Rol tamam. Reyting tamam. Para tamam. Peki o halde bu dizilerle iftihar ediyor muyuz? Hayır!.. Asla! Mümkün değil! Maktulün altın kaplama tabancayla vurulması cinayeti sevimli yapmaz. Daha şimdiden mailler dolaşmaya başladı. Vatandaşa hanımını boşayarak genç eş alması için teşvikin her çeşidi yapılmakta. Çünkü... Halid Ziya'nın, Yakup Kadri'nin ve diğerlerinin eserlerinden çıkartılan senaryolarda esere ne kadar sadakat gösterildiği hususunda ciddi şüphelerim var. Esere sadakat gösterilse bile satırlar ekranda görüntüye dökülerek namus, hayâ ve iffetin çok da umursanacak kıymetler olmadığı telkinleri yaşanmıştır. Hangisi daha çok ziyan verdi? Yabancı pembe diziler mi, yerli diziler mi? Pembe diziler bunların yanında o kadar sıradan kalıyor ki. Bu diziler sadece bize değil etrafımıza da çok zarar verdi. Müslüman Türk ailesinde sinema için de televizyon için de tek ölçü vardır: Ailenin utanmadan birlikte seyredebilmesi. Dededen, nineden toruna kadar aile gönül huzuruyla ekran başında veya beyaz perde karşısında olabilmeli. Aman şimdi ne çıkacak korkusuyla seyredilen dizi veya film, elbette ve elbette ve elbette bizden değildir. Bu anlamda sınıfı geçen daha başka diziler de vardır ama bizim bildiğimiz Kurtlar Vadisi. On yıl boyunca hep zirvede olması yüksek bir başarıdır. Gelişecek siyasi olayları âdeta önceden haber vermesi ayrı muvaffakiyet. Asıl önemi ise yerli değerlerimize, örf ve ahlâkımıza gösterdiği özendir. Fakat o güzelim Harput şivesini neden olumsuz bir tipe konuşturdukları izaha muhtaçtır. '60'lı yıllarda Yılanların Öcü filmi Adana'ya gelmişti. Bir duyduk ki halk, Ünal Sineması'nı alt-üst etmiş. Hayır ortada dağıtılacak bir sahne yok. Fakat hayalin ima yoluyla işletilmesi bile öfkelere sebep olmuştu. Bir şu para mı, yoksa ev mi bastığı tartışılır dizilere bakınız, bir de mazideki insanın hassasiyetine. Mevzubahis dizilerde mide bulandırıcı cinsten sürekli entrika, dalavere, aldatmalar yaşanıyor. Yatak odası sahneleri fütursuzca gözler önünde. Seyirci hiç fark ettirilmeden -af edersiniz- röntgenci yapıldı. Bu sahnelerin, genç kız ve genç erkek hayallerine girmesi tam bir facia ise de bir başka büyük facia daha var. O sahnelerdeki oyuncular. Onların ana-babaları, kardeşleri nasıl tahammül eder, nasıl, rıza gösterir. O yataktan çık, öbür yatağa gir! Tabii sorsanız cevap hazır. İki şey diyeceklerdir. -Ekmek parası... -Sen kalbe bak, ne var bunda? Ben profesyonelim. Yapımcıların müdafaası ise hazır: -Ne yapalım, başka türlüsü tutmuyor! Doğru, Türkiye'de soyunmayan gazete satmadığı gibi, açılmayan dizi de gitmiyor. Alın size zehir gibi, ağu gibi hakikat. Nereden nereye gelindi? Neler kaybedildi? Çare nedir? Vay ahlâksızlar diye başlayarak hakaret etmek çare değildir. Çare, bu milletin varlık dokusuna, inancına, aile hayatına, yerli değerlerine uygun, evrensel ölçülerde ekran ve beyaz perde eserleri üretmek, bunu yapan yönetmen ve yapımcıları desteklemektir. Bu konuda Kültür Bakanlığına, Belediyelere, Holdinglere vazifeler düşüyor.
.
Türkiye'nin Kırgızistan başarısı
5 Temmuz 2010 01:00
Geçen haftanın ikinci yarısında Türkiye, dışişleri Bakanımız sayın Ahmet Davutoğlu'nun şahsında Kırgız kardeşlerimizin gönlünü fethetti. Bayan Cumhurbaşkanı Roza Otunbayeva, Kırgız meclisinde and içerek vazifesine başlayacaktı. Prof. Davutoğlu, hemen hususi bir uçakla Bişkek'e giderek bu merasimi takip etti. O törendeki tek dünya ülkesiydik. Ardından da Başbakan birinci yardımcısı Almazbek Atambayev ile kardeşane bir görüşme yaptılar. Türkiye, kargaşa sırasında uçaklarla giden acil desteklerden başka, bu ziyaretle Kırgızistan'a 10 Milyon dolar da nakdi yardım yaptı. Ayrıca iç kavganın hırpaladığı güneydeki Celalabad ve Oş şehirlerinde TİKA eliyle 11 Milyon dolarlık konut inşa anlaşması yapıldı. Sayın Atambayev'in daha başka ricaları da olmuş. Onlardan biri Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Kırgızistan'ı ziyaret etmesi. Diğer isteği ise Kırgızistanın'ın bize olan borçlarının silinmesi. 50 Milyon dolar borçları varmış. Şöyle diyeceğiz. 21 değil, 71 Milyon dolar verdik. Hem Gazze, hem Kırgızistan demiştik. Yazımızın mürekkebi kurumadan bu ziyaret hayata geçti. Davutoğlu Hoca için Tanzimattan bu yana gelmiş en önemli 5 hariciye vekilimizden biridir demiştik. Hoca, yüksek gayretleriyle bizi yanıltmadı. Filistin'de ne işimiz var? diyenler, aynı soruyu Kırgızistan için de soracaklar mı? Büyük devlet böyle olunur. Dünkü vilayetinde insanlar doğranırken İsrail gücenir diye bakmazsan, soydaş bir ülke karıştırılırken büyük devletlerden ürkersen dünyada on paralık değerin olmaz. Sultan Abdülhamid'den bu yana en atak dış politikayı güdüyoruz. Müdafaa değil kazanma esası ana fikir. Atak ve şahsiyetli. BM'de ABD'ye hayır oyu verilince bizim laikçilerin ödü patladı. Halbuki o bir karşı tavır değil, menfaatlerimizin ön plana alınmasıydı. Sözünü tutanı rakibi de takdir eder. Afaganistan ve Irak'ta ABD işi Türkiye'ye havale ederse kimse şaşırmasın. İsrail de Türkiye'ye eksenli hareket edecek. Bazı kıt veya kasıtlı görüşlülerin iddia ettiği gibi eksen kaymıyor, tarihi eksen ana omurga yerine oturuyor. Bir dev tarih sahnesine çıkıyor. Ah şu iç politika ucuzlukları olmasa. Sayın Başbakan ve sayın Cumhurbaşkanı Orta Asya'yı ziyaret etmeliler. Çünkü Kırgızlar, Kazaklarla hudut ihtilaflarının hallini de Ankara'dan bekliyorlar. Özbeklerle Kırgızları da biz barıştırabiliriz. Önce Brüksel'de İsrail sanayi bakanı Binyamin ben Elizer'den gelen ziyaret teklifiyle gerçekleşen müzakerelerin Telaviv'de telleri koparması, hemen peşinden Bişkek ziyareti... Bunlar iyi işler. Bunların partisi olmaz. Yakında İsrail'de kabine dağılırsa şaşmayın. Güçlü devlet, hem oyun kurar. Hem oyun bozar...
.
Fulya Hanım kantarın topuzunu kaçırmasın
6 Temmuz 2010 01:00
> Washington DC Biz, 4 Temmuz gecesi bu makaleyi kaleme alırken Kongre binası Capitol ile başkanlık ikametgâhı Beyaz Saray arasında, Mall denen devasa resmi binaların da bulunduğu alanda Monument/ Dikilitaş etrafında Amerika'nın 1776'da bugün İngilizlerden kurtuluşu şerefine havai fişekler rengârenk patlıyor. Halk, hınca hınç orada. Alaimisema bize gösterildiğinde gayri ihtiyari Haliç'te her gün var dedik... 1776-2010... ABD, çeyrek milenyuma merdiven dayamış vaziyette. Osmanlı'nın üçte bir ömrünü yakalamış. Bize Amerika'yı bir cümle ile nasıl izah edersin diye sorulsa hukuk devleti deriz. Hemen itiraz yükselebilir, Irak, Afganistan vs. Bu itirazlar haklıdır. Fakat onlar, Amerikan hükümetlerinin dünyaya dönük icraatlarıdır. Bizim burada kastettiğimiz iç barıştır, vatandaşla devlet arasındaki saygılı ahenk. Seçildikten sonra Başkan herkesin başkanıdır. Seçimde herkes tercihini yapar ve sonra işine bakar. Bizde ise ana muhalefet partisinin başına oturtulan adam, devleti temsil eden başbakana hiç çekinmeden 'kalpazan' diye hitap ediyor. Bu niye böyle? Neden Amerika'da halk devletiyle barışık da bizde aksi? Ne alakası var diyeceklere AİHM'de devlet aleyhine açılan binlerce davayı hatırlatırız. Burada böyle bir şey herhalde hatıra gelmez. Bunun hikmeti, hakimlerin, hukukun üstünlüğünü hakim kılmalarıdır. Devleti devlet yapan hukuktur. Hukuku hukuk yapan da hakim. Bu insanlar bizdeki mecburi askerliği bile bir türlü anlayamıyorlar. Onu anlamazken bir Anayasa Mahkemesi mensubunun, bir eski Adalet Bakanıyla tarafsızlığını şaibe altına sokacak şekilde cereyan eden konuşması ortalığa döküldüğü halde bırakın istifayı, artık hasım olduğu o konuşmayla sabit olan bir iktidar aleyhine açılan davaya bakmakta hiçbir mahzur görmediğini nasıl izah edebiliriz? STK'lar gösteri yaparak Fulya Kantarcıoğlu, Anayasa Değişiklik Paketine bakacak davadan çekilsin diyorlar. Yüzde bin kere haklılar. Vatandaş sokağa çıkmadan bu irade beyanı olmalı, hukukun hatırına yargıç Kantarcıoğlu, bu tarafsızlığı göstermeliydi. İşin esasına bakarsanız AYM bu davaya bakamaz. Dava edilen anayasa değişikliğinde bizatihi Anayasa Mahkemesi hakkında düzenlemeler var. Dolayısıyla mahkeme kendi hakkında karar verecek. Onun için zaten bu davaya bakmaması gerekir. Haydi diyelim ki bu istek çok ileridir. Onun için bunu ummak zor. Ama lütfen ihsası reyde bulunmuş bir üye artık çekilsin ve yerine gelecek yedek üye açıklansın. Türkiye'nin meselesi kahvehanelerde dumanaltı olmanın yargı yoluyla teminat altına alınması değildir. Hukuk dumanaltı oluyor. Hukuk karartılmamalı. Devletin bekası, hukukun üstünlüğüne bağlıdır. Kanatarcıoğlu, re'sen çekilmiyor kantarın topuzu mu kaçıyor? O zaman Haşim Kılıç, toplasın mahkemeyi, bu üye hakkında hüküm versinler.
.
CHP devleti değil, hukuk devleti
7 Temmuz 2010 01:00
CHP'nin tek parti zihniyetinde şekillenen ana fikir, hiçbir gün bu partiden uzaklaşmadı. Bu ana fikir şudur. Devlet benim devletim, yargı benim yargım, halk benim inşa ettiğim ulustur. Bu nedir? Bunun adı şudur: Devlet Benim! Ona tabii ki devletlu, haşmetlu, sadaretlu, şevketlu, fehametlu 'Devlet' hazretleri demeyeceğiz. Bu parti, sultanlar için kullanılan bu devlet unvanlarından zerrece hazzetmez. O, Sultanlardan hazzetmez. Hani hep şikayet edilir, muhalefetsiz iktidar olmaz diye. Bu denir ve CHP'nin gerçek bir ana muhalefet, hakiki bir sosyal demokrat olması umulur. Bu nafile bir bekleyiştir. Unutulmasın, CHP partiden önce zihniyettir, ideolojidir. Partiden çok katı bir fikir kulubüdür. İsmindeki halk kelimesi aldatmasın. Kastettikleri inşa umudunda oldukları ulustur. Bizim anladığımız halk, bu zihniyet için avamdır. Eğer bu dediklerimiz doğru olmasaydı bu CHP, iktidarın yaptığı anayasa değişikliğini eksik bulur ve ne münasebet neden bir darbe anayasasının bazı maddeleri, niçin tamamını değiştirmeyelim? derdi. Böyle yapmak yerine kısmi değişikliklere bile husumet duyarak onu alelacele AYM'ye taşıdı. Dedik ya bu zihniyet için AYM aslında buyruğuna riayetle mükellef bir yargıçlar kuruludur. Şimdi Anayasa Mahkemesi yalnızca hukuk imtihanında değil aynı zamanda istiklal imtihanında. AYM, CHP'nin noteri değil. CHP, anayasa değişikliğinin şekil yönünden iptaline dair AYM'de dava açtı. Dava şekil yönünden görüşülmek üzere kabul edildi. Ancak millet kaygılı. Zira daha evvel Cumhurbaşkanlığı seçimindeki sümmettedarik 367 şartıyla baş örtüsü kararlarında zorlama mantıklarla şekli aşıp esasa girildi. Şimdi görülecek dava için fazla bir araştırmaya gerek yok. Raportör Dr. Ali Rıza Çoban, çok esaslı bir mütalaa hazırlamıştır. Hukuk doktorunun raporu şu maddeleri ihtiva etmekte: 1-Değişikliğe dair yasalaşma süreci devam etmektedir. 2-AYM, AY'nin 148. Maddesine nazaran, ancak teklif, oylama çoğunluğu, ivedilikle görüşülme yasağına şekil yönünden riayet edilip edilmediğine dair karar verebilir. 3-Dava dilekçesinde yer alan şekil aykırılığı iddiası bu 3 durumdan hiç birine uymamaktadır. 4-Değişiklik paketinde AY'nin 4. Maddesindeki 'teklif dahi edilemez' maddesinde sayılan hususlarda bir çalışma yer almamaktadır. 6-Bu itibarla davanın usul yönünden reddedilmesi gerekir. Bu dava, Türkiye'nin hukuk devleti veya CHP devleti olup olmadığının göstergesi olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti Devletin CHP'nin devlet benim vesayetinden kurtulması gerekir. Böylece CHP'ye partilerden bir parti olduğu öğretilecektir. Bu zihniyet, Büyük Türkiye'nin ayağındaki prangadır.
.
Başbuğ'un konuşması
8 Temmuz 2010 01:00
Değişim dönemlerinin yöneticisi olmak zordur. Değişimin getirdiği büyümenin sancılarını yaşıyoruz. Bu bir vakıa, azan terörün kan dökücülüğü ayrı bir vakıa. İlker Başbuğ, sakin, itidalli ve ölçüp biçerek konuşan bir komutandır. Ne var ki artık kimse her yöneticinin yaptığını olduğu gibi kabul etmiyor. Sayın Cumhurbaşkanı Twitter'dan şahsi mesajlarını veriyor. Açıp bakınız kendisine neler denmekte. Yaşadığımız çağ şeffaf çağdır. Asker, müsterih olmalı, millet askerine farklı bakmıyor. Ama aynı millet hesap sorulmasını da istiyor. Sayıştay, Danıştay sadece sivil müesseseler için var olmamalı. Sayın Başbuğ, 'gizli konuşmaları polis sızdırdı' diyor. Polisin görevi bu değil mi? Bir yerde suç hazırlığı varsa. Polis onu takip edecektir. Takip sonunda ortaya çıkan isimlere en ziyade müsaadeye mazhar suçlu muamelesi yapabilir mi? Genelkurmayda o hata hep işlendi, bugün de tekrarlanıyor. Kim yaptı? Yerine kim sızdırdı? Sorusu sorulmakta. Bu yanlış. Kanunları ihlal eden kim olursa olsun maksadını mahkemeye anlatmalııdr. Sayın Başbuğ, neden aynı temayülün basın organlarına konuşmaktadır? Bunun izahı ne olabilir? Neden GK Web sitesinden CHP genel başkanının resmi ve ismi konurken ülkenin Başbakanının ismi, daha kötüsü resmi konmaz? Neden -niyet böyle olmasa bile- mahkeme manen baskı altına alınır? Şüphesiz ki sayın İlker Başbuğ da gizli güçlerin terör üzerinden bu iktidarı düşürme çalışmasında olduklarını biliyordur. Bu itibarla çok hassas bir dönemde verdiği bu mülakat zamanlama yanlışlığına düşmüştür. Bir kaç gündür bir tümgeneralin konuşmaları ekranlarda. Konuşma kalblere hançer gibi işlemekte. İsterdik ki Genelkurmay başkanımız bu şahıs hakkında hemen kovuşturma açtırsın. Kandillerimizden bile nefret eden birinin TSK'da olması o ocağa hakarettir. Acı gerçeği TSK ana gövdeyi tenzih ederek kabul edelim. Yeniçerinin bozulma dönemlerinde tefessüh etmiş/bozulmuş bir kısım asker, cepheden kaçarak İstanbul kaldırımlarında hovardalık yapıyorlardı. Şimdi bazı isimler terörle mücadele edeceklerine fikri hovardalık yapmaktalar. Terörle değil milletin seçtiği iktidarlar ve milletin dini-imanıyla savaşmaktalar. Düşman aranıyorsa TSK'nın en büyük düşmanı bunlardır. Milletin, kurbanına, namazına, örtüsüne ve her değerine saldıran bu adamlar, 'Allah Allah!' diye taarruz eden Mehmetçiği sevk idareye ne mezun ve ne de layıktır. O tümgeneral, bu millete yapılabilecek en büyük hakareti yapmakta. Bu suçu ister polis ortaya çıkarsın, isterse inzibat. Ne fark eder? Suç yakalayana göre değişmez.
.
Söz biter, söz başlar
9 Temmuz 2010 01:00
Teröristleri köylü sanmak vahamettir. 50 metre ötede kekik toplayan köylüyü terörist sanmak daha büyük vahamettir. Anayasa değişim paketinin seçim barajını düşürmemesi eksikliktir. Bu hata konuşulmazken BDP vekillerine dağa gidin demek doğru değildir. Mecliste layıkıyla temsil edildiğinde problemler diyalogla çözülme şansını yakalayabilir. 90'larda meclisten kovulmaları sonraki olayları tetikledi. Şimdi bu vekiller topluca istifa edip dağa çıksalar iyi mi olur? Gün hesap kitap günü. Nerde ihmal, hata, ihanet var? Bunlar sorulmalı ve sayım-döküm yapılmalı. Nitekim bir dönem için terör bitti algımız yanlış oldu itirafı doğrudur. Başka yanlışlar da var. Şehidin tesettürlü anasına dışlayıcı muameleler yapılıyordu. Pimi çekili bomba askerin eline verilerek kayıplara yol açıldı. Taksirli ölümler 'olur böyle kazalar' diyerek örtüldü. O çocuklar emanet değil mi? Bunlar ve daha niceleri şu haddini ve kendini bilmez bazı rütbelilerin bu millete, onun değerlerine sövmesine kadar her şey masaya yatırılmalı. Hiç bir kanı temiz, sütü temiz kimse askerimizin hain bölücü önünde başarısız olmasını istemez. Her kurumda iki yüzlüler, hainler, çapsızlar çıkar. Hiç bir kurum mensubu tabiat üstü değil. Bu sebeple ne mahkemelere müdahale edilsin ve ne de vazifesini yapan polise. küsülsün. Aksine zanlıları bulup çıkarttığı için polise teşekkür edilmeli. Nitekim şu da teslim etmeli. Bu kadar emekli veya muvazzaf subay içerdeyse, hesap veriyorsa bunda İlker Başbuğ'un tarafsızlık anlayışının rolü vardır. Şartlar bütün kurumları şeffaflaştırıyor. TSK bunun dışında kalamaz. TSK profesyonelleşecek. Asker kendi işine bakacak, darbeciliği meslek edinmişler tabii ki ayıklanacaktır. Genelkurmay, ortaya konan yazı ve konuşmaları başka niyetlere bağlamasın. Onlardan istifade etmeli. Bazen kelimeler tükenir, buna sözün bittiği yer deriz. Ne var ki tarihin kader kavşağındayız. Söz bitse de yeni sözler bulacağız. Konuşacağız. Silahlar değil, insanlar konuşsun. Aynı evden ikinci şehidi vermeye başladık. Üstelik de Kürt asıllı bir ailemiz, kardeşlerimiz. İş zor, ancak her şeye rağmen aklı selim şart. Analar ağlamamalı. Onlar gülerse anavatan güler.
.
Evet kararı CHP'yi sallar
12 Temmuz 2010 01:00
Anayasa Mahkemesi'nin 'havet' dediği değişiklik paketi 12 Eylül'de milletin huzuruna çıkacak. Siyasi partiler şimdiden kolları sıvadılar. Partiler evetçiler ve hayırcılar şeklinde ikiye ayrılıyor. Kılıçdaroğlu, fütursuz vaadler içinde. Çok desteksiz konuşuyor. Yakında Tunceli'ye deniz getireceğim derse şaşılmaz. Halbuki artık SSK müdürü değil, tayinle gelmiş olsa da ana muhalefetin başındaki bir politikacı. Kaderin cilvesine bakınız ki 12 Eylül darbesinden 30 yıl sonra aynı gün bu defa o darbe ve o darbecilere hesap sorulacak süreç başlıyor. İsabetli olanı 12 Eylül Anayasasının tamamını değiştirmekti. Bunda zaruret vardı. Ama maalesef Türkiye'ye bir sivil teşkilat kanunu yapma itibarını çok gördüler. Mecburen kısmi fakat çok mühim maddeler değiştirildi. İttihatçı bakiyesi Ergenekon, kısmi değişikliğe bile karşı çıktı. Darbeci ruhuna itaat etti. Devlet benim diyen CHP yeldir-yepelek Anayasa Mahkemsine seğirtti. Türkçü Ergenekondan başka Kürtçü Ergenekonda da değişikliğe muhalif. AYM'nin kendisi bizatihi davada taraf iken önüne gelen davaya bakabildi. Raportörü de kaale almadı. Eski bir adalet bakanının yönlendirmesindeki bir üye çekilmeden bu karar verildi. Dahası karar bir kere daha yetki tecavüzü ile esasa girilerek verilmiş oldu. Ancak bu defa STK'larla sağduyulu medya işi şansa bırakmadı. Onun için mahkeme gün saklayarak karar verebildi. Ancak 'havet' diyebildi. Ha-vet hayır ve evetin ürkekçe birleştirilerek lastikli bir şekilde söylenmesidir. Bu defa bir fark da STK'ların ilamı AİHM'ye taşıyacak olmalarıdır. Kazanma şansı şüpheli olsa bile isabetli olur. Ferden vatandaşlar, bu karar beni mağdur etti diyerek dava açabilirler. İktidar partisine bu yaz tatil lükstür. AK Parti tam bir seferberlik içinde olmalıdır. 12 Eylül yine bir darbe tarihidir. Bu defaki hukuk darbesi. Kılıçdaroğlu'nun ilk ve en zor imtihanıdır. Milletin sağ duyusundan kimse şüphe etmesin. Çifte bayram uzakta olmasa gerek. Bu millet yine şaşmaz bir isabetle ve en gür sesiyle evet diyecektir. AK Partiden 12 Eylül mağduru o yiğit ülkücülere kadar herkes evet diyecek. Değişikliğe, milletin yolunun açılmasına karşı çıkanlar hüsrandan kurtulamayacaktır.. Kararın CHP'yi sallayacağından şüpheniz olmasın. Tatlısu milliyetçilerinin de keyfi bozulacak.
.
İstikbalini oylayacaksın -I-
13 Temmuz 2010 01:00
Washington DC 12 Eylül'de referandum var, halk oylaması. Bunu biliyorsunuz... Fakat şunu bilmeyebilirsiniz. Daha evvel yazmıştım. Ama, et'tekrarü ahsen, velev kane yüzseksen. 180 kere bile olsa tekrar güzeldir. 14 Mayıs 1950'de yapılan genel seçimleri Demokrat Parti kazandı. Çeyrek asrı aşkın zamandır CHP iktidardaydı. Tek parti faşizan uygulamaları millete kök söktürmüştü. Ekmek, tuz, bez, gaz, kömür, defter, kalem gibi temel ihtiyaç maddeleri millete karne ve kuyruklarla veriliyordu. İlaç zaten yoktu. Bilinen tek ilaç Kinin denen sarı bir acı haptan ibaretti. Bugünün dilencisinin üstündeki kıyafet o günkü orta halli vatandaştan daha iyidir. Diğer taraftan Ezanı Muhammedi, İslami okunuşundan çıkartılmış, Sultanahmet gibi camiler ahır yapılmış, Kur'an öğrenilmesi yasaklanmış, gazetelerde dini yazı çıkmasına müsaade edilmemiş, çeşme ve bina gibi yerlerin kitabelerinden ayetler, hadisler Arapça harfli diye murçlarla kazınmıştı. Bugün bile İstanbul Üniversitesinin giriş kapısı üzerinde TC yazan kısmın üstündeki yuvarlak mermer, bir Tuğra'yı kapatmaktadır. Sadece onu kapatmadılar. Üniversitenin, Süleymaniye Camiine açılan kapısını da talebe namaza gidemesin diye kapattılar. Devlet arşivlerini hurda kağıt fiyatına yabancı devletlere sattılar. Bulgaristan o evraktan kendi arşivini teşkil etti. Adnan Menderes ve arkadaşları 1945'te DP'yi kurdular. Bu muahlefet partisi 1946 seçimlerine katıldı. Ancak Milli Şef diktası dünya durdukça siyasetin yüz karası olarak kalacak bir metodla açık oy, gizli tasnifle oyları sayarak DP'yi eleyip tekrar iktidar olmuştu. 14 Mayıs 1950'de aynı hileyi tekrarlayamadı. Türkiye'ye İnönü'ye rağmen demokrasi getirten dış dünya, dikkat kesilmişti. Bu defa sandıkta hile yapamamışlardı. Fakat iktidar mührünü Adnan Menderes'e vermiyorlardı. Bir kısım CHP'li kodaman şöyle demekteydi. 'Ne yani, biz şimdi iktidarı Hasolara Memolara mı vereceğiz? O -afedersiniz- Haso'lar Memo'lar bu vatanın öz evlatlarıydı. Ama onlar Ulus'tan öte Ankara'nın içine sokulmuyordu. Çünkü kılık kıyafetleri felaketti. Harplerde ölebilir, vergi verebilir ama Başkente giremezlerdi. Ama mecburen iktidar el değiştirdi, jandarma ve tahsildar zulmü bitti. 1973 Seçimlerinde AP genel başkanı Süleyman Demirel, meydanlarda şöyle bağırmaktaydı: -CHP demek, zam demektir, garne demektir, guyruk demektir! Bunları duyuyor ama dudak büküyorduk. Bu devirde böyle şey olur mu diye düşünmekteydik. Dersimizi çok ağır aldık. Margarin yağı, benzin, elektrik, poşet, ilaç, mama, muslukta su ve daha neler yok oldu. Peki hükümet ne yapıyordu? Sol militanlarla kadrolaşma. Daha güven oyu almamış hükümet devlet kadrolarını hallaç pamuğu gibi attı. Sadece 2 ayda öğretmen yetiştirerek milli eğitime militanlar yerleştirildi. Bu kadrolaşmalar sonraki yıllarda Mehmet Moğultay'lar, Seyfi Oktay'larla hızlanarak devam etti. Ülkücü gençlik, ama gerçek ülkücü gençler, tatlı su milliyetçileri değil, o yıllarda patır patır şehit edildi. Kalanlar da 12 Eylülde zindanlara tıkıldı. Sen bir anayasa maddesini değil, istikbalini, geleceğini, yaşama hakkını oylayacaksın. Böyle düşün buna göre hareket et.
.
İstikbalini oylayacaksın -II-
14 Temmuz 2010 01:00
14 mayıs 1950'den sonra bu iktidarı sahibine vermeme hadisesi bir kere daha yaşandı Bunu da yazmıştık. Ama hafızayı beşer nisyan ile maluldür. İnsan hafızasının özrü unutmaktır. ANAP 1983'te iktidarı kahredici bir çoğunlukla kazandı. Tıpkı DP gibi. Ama Kenan Evren, Turgut Özal'a Başbakanlık mazbatasını bir ay bekleterek verdi. Devlet bir ay patinaj yaptı. Peki bir ay sonra niçin verdi? Kendisi aynen tv'de anlattı. Şöyle diyordu. 'Karısı yanımda rakıyı susuz içti. Buna kandım. Nerden bilecektim. Meğerse şu kadar boyu olan Turgut Özal'ın bir o kadar da yerin altında boyu varmış. Bilseydim, iktidarı teslim etmezdim'. O gün ANAP iktidar olmasaydı bugün vatandaş cebinde 1 dolar çıktı diye yine mahkemelerde sürünürdü. Cebinde bir paket yabancı sigara çıkan insanın yargılandığını bizzat gördüm. İşte 1950, 1973 ve 1983 Manzaraları. 2010'da olmak sakın ola ki sizi kandırmasın. CHP 1925'te, 1945'te 1975'te 1995'te ne ise bugün de odur. Asla demokrat olamaz. 1960 darbesini yaptıran zihniyet bugün de darbe mahsulü bir anayasayı savunuyor. Vatandaşa insanca yaşama hakkını çok görüyor. O asla gerçek hukuka saygı göstermez. Adı halk partisidir fakat halkı Haso Memo olarak görme illeti şifa bulmamıştır. 80 senede vardığı tekamül ancak merdiven altındaki başörtülü kızları görmekten ibarettir. Bülent Ecevit'e sordum, 'hapse girerken CHP genel başkanıydınız, içerde iken DSP'yi kurdunuz. Neden CHP'yi terk ettiniz?' CHP kendine nahsus bir partidir, bazı şeyleri değiştiremedim, dedi. CHP geni değişmez. Özünde mezhepçilik de vardır. Bunu ben değil 27 Mayıs'ın asli manevi suçlusu Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar, İdare Hukuku kitabında söylüyor. Hangi partiden olursan ol! Bil ki 12 Eylüle kadar en mühim gündem madden referandumdur. Bil ki sen bu referandumda istikbalini oylayacaksın. Ya yarınlarını kurtaracak veya onu yele vereceksin. Ya özgürlüğün, kalkınmanın, gelişmenin dünya ile bütünleşmenin yolunu açacak veya ülkenin etrafına duvarlar çevirerek açık hava hapishanesine döneceksin. Ya bölgende lider ve dünyada aktör olacaksın veya bayat sloganlarla yerinde sayacaksın. Yine IMF'lerin güdümüne gireceksin. Yine enflasyon yüzde 70-80'lere fırlayacak. Çağ gelip geçecek, evlatların kaybedecek. Deden kaybetti. Evlatların kaybetmesin. Etrafında 70'i aşmış insanları bul ve halk partisini dinle. Bu partinin siciline dikkat etmeli. Huylu huyundan vaz geçmez. CHP'nin lider değiştirmesi ne yazar? O kendini değiştirmedikçe lider sadece sahne oyuncusudur. Kaldı ki cümle alem Kılıçdaroğlu'nun değil Podgorni soğukluğundaki Önder Sav'ın şef olduğunu bilmekte. Bu referandumda bir vatandaş olarak sen imtihandasın. Kaybeden AK Parti değil sen olursun İstikbalin olur. Evladın olur. Uyuma!
.
CHP iktidarında basın hürriyeti
15 Temmuz 2010 01:00
12 Eylülde neyin oylanacağını zihinlere iyice yerleştirmek lazım. CHP'yi hakkıyla bilen nesiller neredeyse kalmadı. Kitap okusalar bilecekekler. Okumadan aydınlanma nasıl olur? Moskova'da bebeği sırtına bağlı kadının yürüyen merdivende kitap okuduğunu sizlerle paylaşmıştım. Washington DC'de kırmızı ışıkta bekleyenlerin de yine kitap okuduklarına şahit olmaktayım. Amerika'da kitap satan mağazalar birer sosyal mekan. Bu bizde olmadığı için tek parti faşizanlığından haber yok. Mazi hafızası yitirilmiş. Biri kafaya kasket geçirerek üçüncü sınıf Ecevit kopyacılığı yaptı grafiği yükseliyor. Böyle beleşçilik nerede var? Aldığı gömleğin markasından habersiz politikacı, yarın vatanın en ücra köşesinden nasıl haberdar olabilir? Hafızaları tazelenmeli şuurlar bilenmeli. Tek parti iktidarında Matbuat Umum Müdürü/Basın Yayın Genel Müdürü Vedat Nedim Tör'dür. Muhalifleri soy adını amalığa kinaye ile söylerler. Bu bürokrat bir gün matbuata bir tamim yollar. Şöyle demektedir. Son zamanlarda bazı gazetelerde Allah'tan ve Peygamberden bahsedildiği müşahede edilmiştir. Bu neşriyat, gençlerin ahlakı üzerinde menfi tesir husule getireceğinden dikkatli olunması rica olunur. Hadise şudur. Bir gazete, Peygamberler Tarihi diye bir tefrikaya başlamıştır. Böyle bir dizide ne olur? Nuh Tufanı vs. Hükümet buna tahammül edemez. İhtarın tercümesi şudur. Dehal yayını durdurun yoksa canınıza okuruz. Nitekim, o tarihlerde İsmet İnönü'nün fotoğrafı sayfanın alt yarısında basıldı diye gazete kapatılmıştır. Menderes de Turgut Özal da Süleyman Demirel de gazetelerden çok çektiler. Buna rağmen hoş görülü idiler. Onlar için yazılıp çizilenin yüzde birinin tek parti devrinde görülmesi muhaldir. Bir gün Necip Fazıl, Büyük Doğu mecmuasının kapağına kocaman bir kulak çizimi koyar. Altında şu yazılıdır: -Başımıza kulak istiyoruz! Milli Şef, Reisicumhur duyma engellidir. Buradan hareketle bir hiciv yapılmakta. O sayı hemen toplatılır, dergi kapatılır, Necip Fazıl hapse atılır. Halk ise intikamını sözlerle almaktatdır. Sağır der, pilli şef der vs. Bunlar dünde mi kaldı? Hiç öyle değil! CHP 1973'te seçimleri kazandığında Güniz Sokak'ta Başbakan Demirel'in evi önüne yığılan yüzlerce CHP'li fincanı taştan oyarlar şarkısnı tahrif ederek bir ağızdan Nazmiye Demirel için seviyesizce bir tezahüratta bulunuyorlardı. TRT Önünde ise Erol Evgin ve Jülide Gülizar'ın başını çektiği ekip bir taraftan halay çekerken bir taraftan da 'Şaban kümese!' diye bağırıyorlardı. Genel Müdür Şaban Karataş ziraat profesörü idi. Sana söven, kandilini yeren, Kurbanını aşağılayan asker bürokrat, noksansız şekilde hangi ruhu taşımaktadır? Onları hangi zihniyet yoğurmuştur?
.
Vakıf satan CHP
16 Temmuz 2010 01:00
Milli, dini, tarihi değerlerine affedilmez duygularla düşman olanlar sivil, asker, kim olursa olsun bu bürokratlar aynı tezgahın dokumalarıdır. Onları, Tek Parti tezgahları Halk Evleri, Köy Enstitüleri, materyalist eğitim yetiştirmiştir. Komünizm, belki Rusya için, belki Çin için hayal olarak kaldı. Fakat Türkiye'de katıksız şekilde tatbik edilmiştir. Şu var ki bizdekinin adı şeflik rejimiydi. DP, AP ve ANAP zamanında da iktidar yine CHP olmuştur. Bu ülkede, oyları alan başka, iktidar kalan başkaydı. Bu tezat gerçek bugün dahi yüzde yüz değişmemiştir. Sermaye CHP'liydi. Basın CHP'liydi. Aydın CHP'liydi. Üniversite CHP'liydi. Yargı CHP'liydi. Eğitim kadroları CHP'liydi. Asker zaten CHP'liydi. Tablo şimdilerde AK Parti iktidarında dünden de gelen birikimlerle değişime başladığı için kavga çıkmıştır. Zor kabul edilen, kürsüden Cumhurbaşkanım veya Başbakanım diye hitap edilmeyen sadece Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan değildir. Ana muhalefet genel başkanı İsmet İnönü, kızgınlıktan boyun damarları çıkmış, gözleri dışarı fırlamış olarak Başbakan Süleyman Demirel'e 'Said-i Nursi'nin halifesi!! diye bağırıyordu. Süleyman Demirel, ilk defa 1965'te başbakan olmuştu. O sene 30 Ağustos gibi bir resmi merasimde Başbakan Demirel geldiğinde asker oralı bile olmadı. Az sonra İsmet İnönü görününce onu ayakta alkışladılar. Senin manevi değer ve varlık olarak bildiğin her şey, bu zihniyet için yok edilmesi gereken unsurlardır. Ecdat Cami yaptırırken onların masraflarını karşılamak için altlarına veya çevrelerine dükkanlar da kurmuştur. Bunlar vakıf eserlerdir. İslam nizamında Vakıf eser satılamaz. Ecdadın vakfiye külliyesi Evkaf/Vakıflar İdaresinin faizli bankacılık sistemine dönüştürülmesine girmeyeceğiz. Anlatacağımız işte o vakıf dükkanlar. Bu gelir kaynağı dükkanlar, Tek Parti zamanında Milli Şef'in emriyle satılığa çıkarıldı. O gün bu dükkanları alabilecek imkan ve yaşta olanlar Osmanlı doğumlu. Neyin ne olduğunu biliyorlardı. Satışı caiz olmayan bir mülkün alımı da caiz değil. Bu sebeple o mülkleri gayrı müslimler almıştır. İraddan mahrum kalan camilerde ise imamlar, Cuma günleri mecburen para toplamak durumuna katlanmışlar. Böylece caminin manevi varlığı örselenmiştir. Şimdiden bir haftanın tamanını referanduma ayırdık. Bir zihin tazelemesi yapmak istedik. Araba devrildikten sonra akıl veren çok olur. Önceden yazdık ki ona göre çalışılsın. Her vatanseverin ter topuğundan çıkmalı. Bu mücadele parti mücadelesi değil. Bu bir zihniyet mücadelesi. Yarın fırsat bulunsa nerde kalınmışsa yıkıma oradan devam edilir. Dinini, tarihini, coğrafyasını, milletini, milliyetini sevenler bu tarafa. Siz, yeri göğü inletircesine Evet! deyiniz. İlk hayır'ı Şeytan söylemişti. Şeytanı sevindirmeyin...
.çeyrek asırlık ömründe CHP şu ülkede hangi hizmetin altına imza atmıştır? Ne baraj, ne yol, ne fabrika, ne eğitim, hiçbir büyük hizmetin altında CHP imzasını göremezsiniz. Çünkü o hizmet partisi değil, ideoloji partisidir. Fikrini halka rağmen dayatır. Onun sırça köşkteki elitlerine göre halk avamdır. Avam da güdülecek kitledir. Bu ideoloji, insanları kategorize eder. Gericiler-ilericiler, laikler-anti laikler, açıklar-örtülüler, köylüler şehirliler yani bizimkiler ve ötekiler. Liberalizmin L'si alnında İmanın 6 şartına kinaye 6 ok yazılı kapıdan içeri giremez. Kemal Alemdaroğlu, İÜNİ'de rektör iken Nur Serter muavini idi. Bu ikilinin kızlar için ikna odası adı altında uyguladıkları mankurtlaştırma çalışmaları unutulmamış olsa gerek. O dönem, psikolojik terör günleriydi. Binlerce talebe tahammül edilmez icraatlara maruz kaldı. Çoğu hayallerini keybetti, birçoğu hayata küstü. Eski rektör Alemdaroğlu, daha sonra Ergenekon sanığı oldu. Şimdilerde sanki silinmiş gibi izi-tozu yok. Nur Serter ise sahneden hiç inmedi. CHP de onu mükafatlandırarak milletvekili yaptı. Arkasındayız demek istedi. Dışı sakin, içi iknacı bu bayan, bir CHP iktidarında Milli Eğitim Bakanıdır. O zaman milli eğitim camisanın nasıl bir çöküntüye uğrayacağını bilmek için keramet sahibi olmak şart değil. Bugün dahi ekranlarda 28 Şubat bakiyesi hıncını aynen ifade etmekten kendini alamayan bayan Nur Serter'in eğitim bakanı olduğunda ikinci Hasan Ali Yücel, ikinci Mustafa Üstündağ devri başlar. Dün akşam Avrupalı bir yüksek hakim misafirimizdi. Divan'daydık. Türkiye'deki adli kurumlar üzerine projelerde görevli diplomat misafirimize yemeğimizi yerken şunu dedim. Batıda laikler ve sosyal demokratlar ilerici ve medeni, muhafazakârlar tutucudur, Türkiye'de muhafazakârlar ilerici ve medeni, laikler ve sosyal demokratlar tutucudur. Bu biraz da riskli bir sözdü. Misafirimizin cevabını merak ettim. Türkiye bürokrasisini, bilhassa yargı bürokrasisini çok iyi tanıyan dostumuz çok doğru dedi, aynen öyle. Çünkü bizde laiklik, hâlâ gerçek laiklik değildir. Dinsizlik denemediği için laiklik denmiş. Sosyal demokratlıksa bir kaporta boyası hükmündedir, aslıyla zerrece alakası yok. İnönü döneminden başlayarak CHP her şeyi Kemalizm ideolojisi üzerine bina etmiştir. O nedir? Onun ne olduğunu devrin Türk Dil Kurumu Sözlüklerinde okumak mümkün. Kemalizm maddesine baktığınızda kelimesi kelimesine şunu göreceksiniz. Kemalizm: Türk'ün dini. CHP'nin ruh
.
Bu referandum genel seçimler kadar önemli
20 Temmuz 2010 01:00
Türkiye, tarihi ile barışıyor, coğrafyasını yeniden keşfediyor, cihan devleti olma rüyaları görüyor, yeni nesiller ezberleri bozuyor. Kırgızistan'da yoksullara evler yapıyoruz, Sudan'da su yolları açıyoruz. Afrika'yı yeni fark ettik. Burada çok sayıda elçilikler açmaktayız. Balkanlarla sıkı münasebetler içindeyiz. Bosna'nın, Kosova'nın adı konmamış garantörüyüz. Hem Azerbaycan'dayız ve hem de Balkanlarda. Kazakistan'la hiç bu kadar yakın olmamıştık. ABD ile stratejik ortağız. Ama Rusya ile de dostuz. Komşularımızla sıfır problem siyaseti tuttu. Bosna'ya el sürdürmezken Sırbistan ile de vizeleri kaldırdık. Artık ne Yunanistan düşman ve ne de Kardeş Suriye. Amerika ile paralel siyaset güderken Brezilya'yı da yanımıza alarak İran'la -Amerika muhalif olsa bile- kontratlar imzalayabiliyoruz. Türkiye, Orta Doğuda, İslam âleminde 1910'dan bu yana hiç bu kadar itibar görmedi. İslam ülkeleri başkentleri Ankara'nın gözünün içine bakıyorlar. İslam uleması, Türkiye ile alışveriş yapılması için müşterek beyanname neşrettiler. AB kendini sorguluyor. Mümkündür ki yakında zımnen de olsa haksızlığını itiraf edebilir. Şimdiden sonra AB'ye mecbur ve mahkûm değiliz. Türkiye, zaten birçok ortaklıkta lider. Bugün şeksiz ve şüphesiz bölgemizde süper gücüz. Ülkemiz, şimdilerde 16-17. büyük ekonomidir. Niyetimiz, 2023'te ilk 10'un arasına girmektir. Hedefimiz ise 2071'de yeniden süper güç/cihan devleti olmak. Bu noktaya gelmişken hep bugünler için el altında tutulan terör örgütü, dikenli bir tel gibi ayaklarımıza dolaştırıldı. Dikkatinizden kaçmamış olmalı. Bu problem ne zaman azdı? İki hadise üzerine. Birincisi Türkiye'nin mazlum ve mağdur Filistin ile ilgilenmesi ve diğeri de Anayasa'da demokratikleşmeye gidilmesi. Şayet iktidarın arkasında sağlam durulursa Kürt meselesi çözülür, terör mağlup edilir. İşte dağdakinin anladığı dilden konuşacak bir askerî teşkilatlanmaya gidiliyor. Dış tezgâhlara ve katil örgüte rağmen Türkiye, zirveye doğru istikrarlı bir yolculukta. Bu yürüyüşü durdurmak, Türkiye'nin önünü kesmek için her şeyi yapacaklardır. Bu yürüyüşün hız kesmemesi lazım. Referandumda hayır demek frene basmaktır. CHP bu arabayı süremez, O'nun devlet yönetme ehliyeti yoktur. CHP devlet yönetmez, devleti yandaşlarına parseller. Kemal Gürüz, Kemal Alemdaroğlu, Kemal Anadol şimdi de Kemal Kılıçdaroğlu. Bunların mensup olduğu zihniyetle Türkiye, büyümez küçülür. Referandumda 'hayır' diyen, terör örgütü ve İsrail'le paralel düşmüş olacaktır. Safını seç! Büyük Türkiye mi? Küçük Türkiye mi?
.
CHP hayal fukarasıdır
21 Temmuz 2010 01:00
DP iktidara gelmiştir. Adnan Menderes, hamle üstüne hamle yapmaktadır. İstanbul, şantiyeye dönmüş, Anadolu yollarla tanışmıştır. Yollar açılınca, köylü, şehir gerçeğini keşfetmiştir. Süleyman Demirel, Turgut Özal, Necmettin Erbakan, Bülent Ecevit başta olmak üzere sonraki zamanların birçok siyaset, sanayi ve ticaret adamı, Demokrat Partinin tanıdığı imkânlarla ABD, İngiltere ve Almaya gibi ülkelere tahsile gitmişlerdir. Bunların çoğu köylüdür. Açılan yollar aşılarak önce İstanbul'la tanışılmış, sonra zeki olanlar Amerikalara kadar gitmişlerdir. Turgut Özal'ın enerji danışmanı Prof. Dr. Metin Lokmanhekim, şimdi Dr. Enver Ören'in enerji danışmanıdır. Ondan dinlemiştim: -Menderes iktidarındayız. İTÜ'de asistanım. Başvekil seni Ankara'ya çağırıyor diye kalemi mahsustan bir haber aldım. Merak ettiğim için de kalkıp gittim. Beni Adnan Beyin huzuruna aldılar. Hal hatırdan sonra neden davet ettiğini izah etti. Evladım dedi, Konya ovasını sulamak istiyoruz. Su motoru yapar mısınız? Yaparız dedim. Ne kadar zamanda? diye sordular. Düşündüğümden biraz uzun zaman verdim. İstanbul'a geldim. Hocalarımın da desteği ile istenen motoru 3 ayda imal ettik. Randevu alarak Ankara'ya gittim. Sayın Başvekile arz ettim. O kadar memnun oldular ki benden bir arzun var mı? deme lütfunda bulundular. Efendim, mümkünse Amerika'da doktora yapmak istiyorum dedim. Bunun üzerine bir çek yazıp bana uzattılar. Tereddüdümü görünce bu hazinenin değil, benim şahsi çekim diye açıklama yaptılar... Lokmanhekim Hoca, çeki alarak ABD'ye gider. Aradan zaman geçer. Genç asistan tahsilindedir. O sırada 27 Mayıs darbesi olur. Menderes'in kasasında bu çekin koçanı da bulunur. Darbeciler suç unsuru olarak onu da yazarlar. Adnan Menderes ve Metin Lokmanhekim hakkında dava açılır. Bir zaman sonra Metin Hoca beraat eder. Çekin, Menderes'in şahsına ait olduğu sabit olmuştur. Ama onun ne davadan ne beraattan haberi vardır. İşte bu Menderes, hummalı bir hizmet faaliyetindedir. O, sabah erkenden birdenbire Vatan Caddesi veya Saraçhane Caddesi gibi yeni açılan güzergâhlarda işçilerle toprak üstünde kahvaltıya otururken hırsı piri ile malul İsmet İnönü, Meclis kürsüsünde hiddet ve kinle haykırmaktadır: -Bu DP'liler öyle hayalperest insanlardır ki bir gün Boğaziçi'nin bir yakasından diğerine köprü yapacağız derlerse şaşmam! Siz de şaşmayın. Çünkü CHP'de hayal etme melekesi kifayetsizdir. Hayal edemeyen, imal edemez. Eğer referandumu ihmal edersen hayallerin sönecektir. O zaman yarınlara dair hayaller hakikat olamaz. Aksine bugünkü hakikatler, uzak hayaller olur. Referandumu kazanan genel seçimi kazanır.
.
CHP inanç dokuna muhaliftir
22 Temmuz 2010 01:00
Kemal Kılıçdaroğlu, diyesiymiş ki bre partidaşlarım, bre yoldaşlarım sakın ola ki aman ha, zinhar ha ramazan ayında içki içmeyin. Hani, mübarek 3 Aylarda içki içmeyin demiyor. Hiç içki içmeyin de demiyor. İddiaya göre ramazanda içki içmeyin, iftar sofralarına oturun demişmiş. Bir anlamda bundan daha tabii ne olabilir? Bir genel başkan, üstelik kendini çok aşan ümitlerle partinin başına devşirildi. Her genel başkan gibi onun da hedefi iktidar. Bu sebeple sayın Kılıçdaroğlu'nun oy getirecek mavi boncuk dağıtmalarına ihtiyacı var. Şu yorum, bir bakış açısı. Diğer bakış açısına gelince... 3 Aylara, oruca, iftara, ramazana, cumaya, İslamın emir ve yasaklarına orta çağ âdeti diye bakan, birer dernek oldukları halde camiye inat cemevlerine dini mahiyet vermeye çalışan bir zihniyetin sırf oy almak için rol icabı içki içmiyor gibi yapması, oruçsuz olduğu halde iftar sofrasına oturması düpedüz din istismarı, en daniskasından laiklik ihlali değil midir? El cevap: Aynen öyledir! Ramazanda içki içmeyin, vatandaşla iftar sofralarına oturun sözü Kemal Kılıçdaroğlu'na atfen ortalığa çıkar çıkmaz polit büro, derhal genel başkanın ağzına kırmızı Maraş biberi sürdü. Şükretsin ki vatandaşlar dendiği şayiası yayıldı. Ya bir de genel başkan demiş ki müminlerle birlikte siz de o gün olsun oruç tutun, iftar edin ve camilerimize teravihe gidin şeklinde bir haber çıksaydı? Abariii!!! Ol vakit CHP'de deprem yaşanırdı. Nitekim o kadar sıradan bir politik söz üzerine bile acilen yalanlama yapıldı. Genel başkanımız, böyle bir şey demedi dendi. O mutlaka denmişti de kameralar önünde söylenmemişti. Onun için Kemal Bey de iddiayı rahatlıkla tekzip etti. Bu olay iki ay içinde ikinci yalanlamadır. Birincisi, üniversiteye başörtüsüyle gitme meselesiyle alakalı gelişmeydi. Kılıçdaroğlu, onu biz çözeriz demiş, bir gazetede de manşet yapmıştı. Anında yalanlandı. Kemal Beyin ayağına basıldı, o da yalanladı. Halbuki CHP'ye oy patlaması yaptırırdı. Fakat şaşmayın. İktidarın tapusu bile verilse CHP ilkelerinden asla taviz vermez. Her partide genel başkan, genel başkandır. CHP'de genel başkan genel başkanlardan biridir. Şunu bilmemek ahmaklıktır. CHP'nin, senin 14 asırlık inanç dokunla başı hoş değildir. Çıkış gayesi onları bu topraklardan atmak içindir. Eğer kısmen olsun kavuştuğun din hürriyetini kaybetmek istiyorsan 12 Eylülde Referanduma ya gitme veya hayır de... Referandum bir parti oylaması değildir. Bir öze dönme veya dönmeme oylamasıdır.
.
CHP iktidarında din eğitimi
23 Temmuz 2010 01:00
Tek parti devrinde tam bir devlet terörü estirilmiştir. Kur'an-ı kerim, öğrenimi gizli gizli yapılırdı. Köy veya mahallede çocuklar, samanlık gibi kuytu yerlere toplanır, bir kişi de yola gözcü olarak konurdu. Jandarma gelince çocuklar ve hoca kaçarlardı. Şayet gözcüye rağmen baskın olursa o hocanın vay başına gelene! Sakalından tutup yerlerde sürümeden tutun da Elifba cüzlerinin paramparça edilip ayaklar altında ciğnenmesine kadar. Devrin Ergenekon başları, Kur'an-ı kerimi gökten indiğine inanılan hurafe diye ima ile kötülüyorlardı. Aynı şekilde ezan asli haliyle okunduğunda müezzin yakalanırsa o da dipciklenirdi. Bunlara dair onlarca şahitten acı hadiseler dinlemiş bir insanım. General Faruk Güventürk'ün 1960'ın ikinci yarısında Kayseri'de müftüyü boynundaki atkıdan tutarak yerlerde süründürmesini ise o zamanki gazetelerde okuduk. Jandarma tabii bu Kur'an baskınlarından sonra köy muhtarına uğrardı. Aç gitmeleri mümkün mü? Kuzular devrilir, yoksul köylü ziyafet çıkartırdı. 1945'ten sonra Amerika'nın dayatmasıyla çok partili hayata geçildi. 1946'dan itibaren CHP hızla kan kaybederken DP gelişmektedir. Artık köylerde cenaze kaldıracak imam bulunmaz olur. Baskın yapa yapa din adamının kökünü kuruturlar. CHP erirken bile İnönü tavizsizdir. Parti ileri geleneleri derler ki: Paşam, parti düşüyor, fakat siz de miting kürsülerinde hiç dinden bahsetmiyorsunuz? Ne olursunuz gelin biraz farklı konuşun... Kuleli Askerî Lisesi'nde okurken kumandanlar görsün diye seccadesini koridora serip namaz kılan Kürümzade İsmet Paşa, bu defa söz der. Kürsüye çıkar. Partililer merakla beklerler. Acaba din adına ne diyecek? Ama nutuk biter Paşa iner. Söylenen yeni bir şey yoktur. Parti idarecileri, hayal kırıklığı ile yanına gelirler. Hani Paşam, dinden-imandan bahsedecektiniz?.. İsmet İnönü çıkışır. Bahsettim ya! Hey'et şaşırır. Biz duymadık derler. CHP genel başkanı, 'kürsüden inerken halka Allahaısmarladık dedim ya' der. Tek Parti, 1949'da politik istismarla İmam Hatip Lisesi açmak mecburiyetinde kalmıştır. Bunu yapmaktan maksat, bakın biz size din mektebi de açtık diyerek bir yıl sonra yapılacak genel seçimlere hazırlanmaktır. Diğer maksadı ise din adamı altında kendi bildikleri gibi insan yetiştirmek. Nitekim onlardan birini biz gördük. 1968'de Adana Erkek Lisesi'nde din dersimize gelen Ankara İlahiyat mezunu Vahap öğretmen geneleve gitmenin mahzurlu olmadığını sınıfımızda söylemişti. O devirde yalnızca Ankara'da İlahiyat Fakültesi vardı. Profesörlerinin bazısı da çok meşhur ateistlerdi. CHP aynı CHP'dir. Şap kaynatılarak ne zaman şeker olursa CHP de o zaman değişir. 12 Eylülde CHP kalıntılarını silen Anayasa Değişiklik Paketine evet diyerek insanca yaşama hakkını devam ettireceksin.
.
CHP iktidarlarında ramazan ayları
26 Temmuz 2010 01:00
> Washington DC Bugün hâlâ Selatin Camii Şerifleri başta olmak üzere birçok mabedimizde 5 kg'lık piknik tüpleri bulunmaktadır. Bu bombadan farksız şeyler oralarda ne arar? Ramazan nedir? 30 gün farz orucun eda edildiği ay. Ne yapılır? Gece iftara kalkılır, gündüz oruç tutulur, 5 vakit namaz, ilaveten yatsının ardından Teravih Namazı kılınır. İşte o bomba misali tüpler bu sebeple mabedlere girmiştir. Anlaşılmadı değil mi? Haklısınız. CHP 1973-74 ve 1977-78'de iktidara geldi. Bırakınız o Tek Parti azap yıllarını, bu yıllarda bile iktidarın icraatları yüzünden ramazanların tadı kaçtı, sevinçler boğazlara düğümlendi. Her defasında sahurlarda elektrikler kesildi. Sahurlarda sular akmadı. Gündüz sular ve elektrik bir gitti, bir geldi. İftar hazırlıkları hanımlar için işkenceye dönüştü. Camiler akşam namazından itibaren karanlığa gömüldü. Türlü çareler düşünüldüyse de sonunda piknik tüpleri keşfedildi. Cemaatle namazlar onların uğultuları arasında kılındı. İşte şimdilerde bile camilerde mihrabın yakınlarında gördüğünüz bu tüpler, o tüplerdir. Hâlâ oralarda durmakta, tarihe şahitlik yapmaktalar. Bu dediklerimiz, o devri yaşayan herkesin malumudur. CHP belediyelerinde ve CHP iktidarlarında istisnasız olarak her sahurda elektrikler yanmazdı, sular akmazdı. Bu 30 gün mü böyleydi? Tabii kesik kesik. Bazen saatlerce veya gün boyu, yahut gece boyu devam ederdi. Ama daha felaketi var. Bundan daha felaketi ne olabilir? Bazı şehirlerde, bazı semtlerde sahurda elektrik olsa bile iktidar güdümlü sosyalist militanlar yüzünden ya ışık en az yakılır veya pencereler karartılırdı. Çünkü sahura kalkanların evleri kurşunlanırdı. O günlerde sabah namazına gitmek cesaret isterdi. Cebinden takke çıktığı için çok kimse hırpalanmıştır. Bunlar masal değil. Bunlar yakın tarihin yüz karası sayfaları. Bunları bilmek doğru karar vermeye yarar. Biz partizan değiliz. Yazdığımız her kelimenin yer üstünde de yer altında da hesabı olduğunun şuurundayız. Bazılarının ıslahı mümkün değildir. Onların kalbi mühürlü. Sevgili Peygamberimiz -aleyhisselam- bugün hayatta olsa ve 'evet' diyeceksiniz diye emir buyursalardı bile onlar yine hayır derdi. Onun için bazı CHP'liler ve CHP'lileşenler hayır diyecektir. Fakat sağduyulu kahir ekseriyete sahip bir büyük millet var. Onlar bizi anlıyorlar. Özendiği, taklit ettiği, kasketini giyip daktilosunu ihmal ettiği Ecevit devri ramazanlarında işte bunlar yaşandı. Eksik anlattık, fazla anlatmadık. Kılıçdaroğlu'nun zamanında yaşanacak da yine odur. Evet de ki tarih tekerrür etmesin!
.
Vekil öğretmenlerin çığlığı
27 Temmuz 2010 01:00
Değerli Milli Eğitim Bakanımız Nimet Çubukçu ve sizler aşağıda çığlıklarla dolu bir mektup okuyacaksınız. Mektup sahibi bir asil vatan evladı. O da binlerce vekil öğretmen gibi 28 Şubat'taki Ergenekon zulmünün mağdurlarından. Bu mağduriyetin biz de acilen son bulmasını beklemekteyiz. DSP-ANAP-MHP iktidarındaki bu CHP Tek Parti ideolojisi, bu gençlere hayatı zehir etti. Kadirşinas ahlaktaki sayın Bakanın, bu ezik kalblerin sahiplerini güldüreceğine inanmak istiyoruz. Âdetimiz olmadığı halde o mektubu aynen buraya derc etmekte ve müjdeli haberi beklemekteyiz. İşte kulak verilecek ses: - Pedagojik Formasyon veya kısaca formasyon, öğretmen olabilmek için gerekli olan eğitim adı. 1998'e kadar Fen-Edebiyat Fakültesi mezunları, bu eğitimi üniversitede okurken 4 yıllık eğitim içinde 3. sınıftan itibaren alabiliyordu. Fakat daha sonra "tezsiz yüksek lisans" adı altında verilmeye başlandı. Buna göre 4 yıllık fakülte bittikten sonra tekrar okuduğun branşla alakası olmayan bir sınava gireceksin, eğer gerekli puanı tutturursan 1.5 yıl daha okuyup bu eğitimi alabilecektin. İşte Fen-Edebiyatların mağduriyeti burada başladı. Çünkü bu eğitimi almak için tekrar bir sınava girmek ve belli bir puanı tutturmak zorunda kaldılar ve üstelik de girdikleri, branşlarının dışında bir sınavdı. Bu zamana kadar bu sistem böyle devam etti. Bu hükümet zamanında tekrar eskiye dönüldü yani tekrar okurken 3. sınıftan itibaren bu eğitim verilecekti. Öyle de oldu. Fakat bu sefer de mezun olan ve eski sistem yüzünden formasyon alamayan ve atama bekleyen on binlerce fen- edebiyatlılar mağdur oldu. YÖK mezunlara 4 üzerinden 2.5 diploma şartı getirdi. Diploma notu 2.5 olmayan mezun bir fen-edebiyatlı artık bu eğitimi alamayacak ve bütün hayalleri yıkılacak. Milli Eğitim Bakanlığı, hem formasyon olmadan sizi tayin etmem, öğretmem yapmam diyor, hem de bu insanlara kadrolu öğretmen fiyatının yarısına ücretli-vekil öğretmenlik adı altında öğretmenlik yaptırıyor. Bakan Nimet Çubukçu'nun kendi açıklamasına göre Türkiye'de yaklaşık 55-60 bin ücretli-vekil öğretmen var. Türkiye genelinde öğretmen sayısının yaklaşık 600 bin olduğu göz önüne alınırsa önemli bir miktar. 10 öğretmenden biri vekil. Öğretmen gitmeyen veya öğretmen açığı olan okullara bu ücretli vekil öğretmenler gönderiliyor. Yıl boyunca canlarını dişlerine takıp çalışan bu insanlar okul bitti mi "tamam sizin de işimiz bitti" dercesine kapının önüne konulup maaşları ve sigortaları kesiliyor. Yazın kendilerine başka bir iş aramak zorunda kalıp okullar açıldığında tekrar ücretli-vekil öğretmenliğe başvuruyorlar. Bu yıllardır böyle devam etmekte. Bu haksız bir şekilde vekil öğretmen kalmaya mahkum edilmiş formasyon mağdurları da aile geçindiriyor. Unutmamak gerekir ki bu eğitim sevdalıları, yıllarca bu işi yapıp mesleğin bütün inceliklerini öğreniyorlar. Yeni mezun kadrolu bir öğretmenden çok daha fazla tecrübeye sahipler. Ama ne yazık ki Milli Eğitim, bu insanlardan hâlâ formasyon istiyor.
.
Tek parti zihniyetinde yol
28 Temmuz 2010 01:00
Yol, medeniyete çıkar, yol yoksa medeniyet de yoktur. Onun için yol çok önemli. Köprü ise yolları kavuşturur, karşı yakaları buluşturur. Adnan Menderes zamanıdır: Cumhuriyetin ilanından 30-35 yıl gibi bir zaman geçmiştir. İstanbul'a ilk defa imar hizmetleri gitmektedir. O güne kadar Şapka İnkılabı gibi üstyapı devrimlerinden bayındırlık gibi altyapı hizmetlerine fırsat olmamıştır. Başvekil Adnan Menderes, İstanbul sahillerini Surların deniz tarafından bir uçtan bir uca yollarla donattığı gibi şehrin içine de Vatan ve Millet gibi caddeler açmaktadır. Açılan birçok yol içinde Vatan Caddesi oldukça geniştir. Şu kadarını söyleyelim: Geniş sanılan o cadde olsa olsa en dar Amerikan yolu kadardır. Gerçek, dünya kıyaslamasında bu iken işbu Vatan Caddesi açılırken müzmin muhalefet partisi CHP genel başkanı İsmet İnönü, tenkit için kürsüye çıkar. Dediği, tarihe bir mahcubiyet cümlesi olarak geçecektir: -Tayyare mi indireceksiniz? Az evvel Amerika'nın yollarına işaret ettik. Afedersiniz eksik oldu. Eski Sovyet peyki Türk Cumhuriyetlerinde bile mesela Taşkent'te yollar yine geniş ve evet icabında uçak inecek kadar fonksiyoneldir. Muhalefet niye böylesine hırçındı? Menderes'e kadar devletin başındakiler yurt dışına gitmemiş veya gidememişti. Mustafa Kemal'i veliahd Mehmed Vahdeddin yaveri olarak Almanya'ya götürmüştü. Sonra Atatürk'ün 15 yıllık reisicumhurluğunda bir dış ülkeye ziyaret yaptığını hatırlamıyoruz. '23-'50 Arasında fazla bir ziyaretçi trafiği de yoktur. Akıllarda kalan İngiltere Prensi, İran ve Afgan Şahları gibi isimlerdir. İsmet İnönü zamanında da vaziyet aynıdır. Bu dünyayı hakkıyla tanımama bugün artık kabul edelim ki çok ciddi manada zaman kaybettirmiştir. Yol yapılmasına muhalefet bundandır, köprü kurulmasına düşmanlık yine bundan. İnönü'nün Vatan Caddesi'ne karşı durmasından 10 küsur sene sonra Haşim İşcan, İstanbul belediye reisidir. Tarih 27 Mayıstan sonradır. O zaman bütün İstanbul tek belediye. Sonraki dönemlerde İstanbul'da bir şehir efsanesi gibi yıllarca Haşim İşcan efsanesi yazılıp konuşuldu. Besleme basın, şimdilerde Kılıçdaroğlu'nu masa üstüne çorapla çıkıp alkışlama örneğinde olduğu gibi bir Haşim İşcan diyor sonra dönüp tekrar methü sena ediyordu. Bu CHP'li reis ne yapmıştı? Daha ne yapsın? Saraçhane'deki alt geçidi yaptı. Bir de Veznecilerle Bakırcılar Caddesi arasındaki tüneli. İkisi de mimari garabetidir. Daima pis ve karanlıktır. Üstüne üstlük keskin idrar kokulu. Son senelerde buralar biraz ıslah edilmeye çalışıldı ama yetmiyor. CHP'yi herhangi bir parti zanneden yanılır. Orada esas olan ideolojidir. Ama nasıl bir ideoloji? Kenan Evren, Atatürk gibi tren penceresinden sarkar, onun gibi baston tutardı. Kılıçdaroğlu da Ecevit gibi kasket giyiyor. Bundan olsa gerek, hakiki Ülkücülere etmediği hakareti lügatlerde bırakmayan Rahşan Ecevit onun yanına koştu. Bu millet, 1960-1980 arası Bülent Ecevit'ten beşinci sınıf bir sosyalizm teranesi dinledi: -Toprak işleyenin, su kullananın. O Ecevit, köprünün de amansız aleyhtarıydı. Bir CHP iktidarının ilk 6 ayında Türkiye, 50 sene geriye gider. İnanmayan büyüklerine sorabilir
.
Tek parti zihniyetinin köprü düşmanlığı
29 Temmuz 2010 01:00
Unkapanı Köprüsüyle Beyoğlu, Galata ile Beşiktaş ve Sarıyer tarafına geçmenin mümkün olduğu, arabalı vapurların Harem-Üsküdar arasında, Şirketi Hayriye'den kalma bol kara dumanlı vapurların da Karaköy'den Kadıköy'e, Beşiktaş ve Eminönü'nden Üsküdar'a işlediği bir hayat. İstanbul buydu. Bu İstanbul'da Haliç Köprüsü, Mecidiye, Aksaray gibi üst geçitler yoktu. Boğaz Köprüsü yapılmasa Haliç Köprüsü de olmayacaktı. '70'lerde Eminönü'nden Harem'e veya Anadolu'dan Avrupa yakasına geçecek kamyonlar , Eminönü iskelesinden Yenikapı'ya kadar kuyruk olurdu. Karşıda da durum aynıydı. Çilekeş şoförler, akşamdan itibaren bekler, yaz aylarında mallar bozulur, meyveler çöpe dökülürdü. Şehir hatları vapurları ise en yakın mesafeye beklemeler hariç yarım saatte, Adalar'a 1.5 saatte giderdi. Bu hayata alışmış insanların, Boğaziçi'ne köprü fikrini anlamaları imkansızdı. Tek parti zihniyeti ucuz popülist söylemler çıkmazındaydı. Onlar için dünya markamız İstanbul'a bu ulaşım yeterdi. Onun için mikrofonları paralarcasına Boğaz Köprüsüne hayır! diyorlardı. Şimdi Türkiye'nin önünü kısmen açacak Anayasa değişikliğine hayır! dedikleri gibi. Bir de gerekçeleri vardı. Köprü, Boğaza yapılacağına Zap Suyuna yapılsın diye. Elbette şarkın yüz karası salaş tahta köprüleri ateşe atılmalıydı. Ama oranın ihtiyacı İstanbul'u ihmal hakkı vermezdi. En fazla 5 bin kişinin yaşadığı bir belde 2 milyon nüfusa tercih edilemezdi. En fazla bağıranlardan biri de Karaoğlan lakaplı Bülent Ecevit'ti. Birinci Boğaz Köprüsü, AP iktidarınındı. İlahi cezaya bakınız ki köprünün açılışını yapmak Başbakan Bülent Ecevit'e nasip oldu. Demirel, 12 Mart Muhtırası üzerine şapkasını alıp gitmişti. Karaoğlan, düşman olduğu eserin kurdelesini kesme manevi azabını yaşadı. O ve aleyhtar bütün CHP'liler. Şu gün yaşı 60'ın üzerindeki hemen bütün sol kalemler o köprü aleyhine çarşaf çarşaf makale kaleme almıştır. 4 yıl kadar evveldi. Antalya'nın daha sonra Antalyalı tarafından değeri bilinmemiş belediye başkanı Menderes Türel'in bir öğle yemeğinde misafiriydik. Mekan Feriye Lokantası. Mehmet Ali Birand solumda oturuyordu, karşımda Fehmi Koru, Nazlı Ilıcak ve daha bir iki isim vardı. Boğaz Köprüsü, kısmen görünüyordu. Konu başkaydı, hararetle konuşuluyordu. Ben başka bir şey dedim. Dedim ki: -Merak ediyorum, vaktiyle şu köprünün yapılmasına karşı çıkanlar şimdi üzerinden geçerken ne düşünüyorlar? Birand koluma vurdu: -O eşekliği ben yaptım dedi. Ama daha büyüğü var. Bir insan, bir insan asılsın diye yürüyüş yapar mı? Menderes asılsın diye yürüyenlerin en önünde ben vardım! Merakla dinlerken M.A. Birand ilave etti, fakat Demokrat Parti Belgeselini de ben bu sözlerle bitirdim. Şimdi, adı geçen bu yazar, o ağır tecrübeden olsa gerek referanduma evet diyeceğini ilan etti. Köprü yapılmasın diye küfredenler. Menderes asılsın diye yürüyenler. Sonraki yıllarda böylesi acı itiraflarda bulundular. Yarın ıslah edilmiş Anayasanın açtığı özgürlük kapısından geçip insanlık nimetlerine kavuşanlar acaba bugünleri için ne diyeceklerdir? Biz, referandumun ezici çoğunlukla geçeceğine inanıyoruz.
.
Gözyaşı Medeniyeti
30 Temmuz 2010 01:00
Başbakan Tayyip Erdoğan, 12 Eylül Darbesi'nden sonra Konsey üyelerinin idam ettirdiği gençlerden Mustafa Pehlivanoğlu'nun mektubunu okurken hislenip ağladı. 22 Yaşında bir genç. Fakat 72 yaşındaki insan olgunluğunda. Som altın kalbi, din ve vatan muhabbetiyle dolu. Anne babasından helallik diledikten sonra Cenabı Hak'tan nişanlısına mes'ut bir yuva kurmasında yardımcı olması için niyazda bulunuyor. Bir genç, bir genci seviyor. Sonra gençlerden erkek olan hapse düşüyor. Darbeci 5 generalin komutasındaki ısmarlama mahkemenin verdiği karar ise ne yazık ki idamdır. O genç, bu defa sevdiği kızın bir başka erkekle mesut bir yuva kurabilmesi için idam şafağında mektup yazıyor, dua ediyor. O devrin ülkücüleri slogan ülkücüsü değildi. Çakma ülkücü hiç değillerdi. Tek Parti zihniyetinin idrakindeydiler. Şimdi ise o güzel gençlik, CHP'lileştirilme tehlikesiyle karşı karşıya. Başbakan işte o mektubu okurken ağladı. Kim olsa ağlardı. O satırlar, insan olan herkesi ağlatır. İnsan güler. İnsan ağlar da. Münafıklarsa sadece çatık kaşlıdır. Bunu Sevgili Peygamberimiz -aleyhisselam- haber vermekteler. Çünkü, Gözyaşı rahmettir. Gözyaşı, cehennem ateşini söndürme sebebidir. Aczin teslimiyete dönüşmesidir. Bizim medeniyetimiz gözyaşı medeniyetidir, merhamet medeniyetidir. Merhametten mahrum, gözyaşından mahrumdur. Bizde Yemen'e giden askerimizin de gurbete giden yolcunun da gelin edilen genç kızın da arkasından ağlanmıştır. Ağlamak, deyimlerimizin türkülerimizin sermayesidir. 'Ağlarsa anam ağlar, gayrısı yalan ağlar'. 'Ağlama yar ağlama -anam- kara yazma bağlama...' Henüz bir ay olmadı, Ömer Öztürkmen ağabeyin haylice rahatsız olduğunu işittim. Ömer Öztürkmen bir çağdaş düşünür. Hem doğuyu hem batıyı bilir. Kerküklü bir Türkmen Beyidir. Dr. Enver Ören ve Sezai Karakoç'tan yaşça büyük olduğu hâlde birinin gönlüne diğerinin mısralarına meftun bir metafizik kaygılar adamıdır. Şairdir. Bir Cuma Sabahı Malazgirt'te 54 Bin Er, Mehter Marşı'nın güftesi O'na aittir. Hafız'ın 'Ya Resulallah! Kıtmir, Eshabı Kehf'in köpeği olduğu için cennete girdi. O, Eshabı Kehf'in köpeği ise ben de senin köpeğinim.' Beytini lisanı Farisi ile Ömer ağabeyden dinlemeli. Hastalığının çile döneminde olduğunu işitince Washington DC'den BKY genel yayın müdürü Murat Tazegül'ü aradım ve hemen Ömer Öztürkmen ağabeyin GÖZYAŞI MEDENİYETİ kitabını basmalarını söyledim. Kitap Ömer ağabeye yetişmeliydi. Yolcuya hediye gerek. Tazegül ve BKY ekibi aslanlar gibi koşturdular kitap fırından çıktı. O kitabı buraya sığdırmak mümkün değil. Bizi bize anlatan eser. Medeniyetimizin başka medeniyetlere üstünlüğünü isbatlayan belge. Gözyaşının değerini kalblere işleyen fikri bir işçilik. AK Parti için bundan daha önemli fırsat olabilir mi? Kendisi de bir tefekkür adamı olan AK Parti Gnl. Bşk. Yrd.cısı Doç. Dr. Hüseyin Çelik'in bu eserden en az 100 bin tane aldırıp muhalifleri başta olmak üzere her yere dağıtmaları hem medeniyetimize, hem Ömer Öztürkmen'e ve hem de Recep Tayyip Erdoğan'a vefa olur. Yeni Ömer Öztürkmenler yetiştirilmek isteniyorsa böyle. Yoksa seçim kazanılır... İktidar başkaları kalır.
.
Kimse Ahmet Arvasi Bey'den daha fazla milliyetçi değildir
2 Ağustos 2010 01:00
Washington, DC Seyyid Ahmet Arvasi Bey, ülkücülerin üzerinde çok hakkı olan bir mütefekkirdir. Türk milletini aşk derecesinde severdi. Değerlerimizden zerrece taviz vermezdi. Çeşitli öğretmen okullarında öğretmen yetiştirvdikten sonra İstanbul'a gelmişti. Ancak 1977-78 CHP iktidarı bu büyük insan için azap yılları oldu. Fikirtepe Öğretmen Okulunda çalışırken CHP hükümeti, diğer milliyetçileri çil yavrusu misali dağıttığı gibi Seyyid Ahmet Arvasi'yi de Tunceli'ye sürdü. Bu tayinin maksadı açıktı, O'nu vurdurmak. Zaten hayli zamandır Erenköy'deki evinden çıkamıyordu. Çıksa öldürülecekti. Dr. raporlarıyla yerini muhafaza edebildi. Nihayet 1979'da emekli oldu. Merhum, hapis hayatından sonra Bab-ı aliye, Enver Ören Beye geldikçe bizim Yeşilay Han'daki büromuzu da teşrif ederlerdi. Orada birebir bir çok sohbetlerine nail olma şansını elde ettim. Bir gün şunu anlattı, 'dolmuşta gidiyorum. Öğlen ajansı saati. Radyo açık. Bir haber dikkatimi çekti. MHP genel idare kurulu üyeleri belli oldu' dedi ve isimleri saydı. Bir de ne göreyim benim adım da var'. Belli ki Bağbuğ Türkeş, dostuna söyleme gereği bile duymadan onu partinin yönetimine getirmiş. Zira şunu da bizzat Arvasi Hoca'dan o sohbetlerimizde öğrenmiştim. Türkeş Bey, bir gün Arvasi Hoca'ya ülkücü gençleri kasdederek 'bu çocuklara lütfen dinlerini-diyanetlerini öğret' der. Aralarındaki muhabbet böylesine derindir. Derken 12 Eylül 1980'de askeri darbe olur. MHP, GİK üyeleri de içeri alınır. Bu meyanda Ahmet Arvasi Bey de alınır ve Mamak'a götürülür. Bu zindanda ne yazık ki işkenceler görür. Bir kalem adamı, bir kelam adamı çağdaş Türkiye'nin büyük mütefekkiri işkencelere maruz kalır. Neler yapmışlar? Sohbetlerimizde bize sadece şu kadarını anlattı. Söz aynen kendilerine aittir. Ruhaniyetinden af dileyerek yazıyorum: -Beni Mamak'ta demir kafes içinde maymun teşhir eder gibi teşhir ettiler! Daha ne yapsınlar? Başka bir şey yapmaya veya başka bir şey nakline gerek var mı? Ülkücülerin fikir üstadı, MHP'nin fikir rehberi Ahmet Arvasi Bey, şüphesiz ki ve asla ve kat'a partizan değildi. Merhum Türkeş de bir genel başkan fakat partizan değildi. Ne demek istiyoruz? Ahmet Kabaklı merhumdan bizzat dinlemiştim. MHP genel başkanı Türkeş, Kabaklı Hoca'nın DYP'den milletvekili adayı olmasında aracı olmuş ve seçim konuşmalarını desteklemişti. S. Ahmet Arvasi'ler, Başbuğ Türkeşler için ehemmiyetli olan dünya görüşünün iktidar olmasıydı. Onun için Turgut Özal zamanında Ahmet Arvasi Hoca, 'Turgut Bey' der başka şey demezdi. S. Ahmet Arvasi, okulda ve hayatta binlerce genç yetiştirdi. O gençler geometrik hızlarla arttılar. Eğer bir tarihte Türkiye komünist olmadıysa bir çoğu şehit olan o gençlerin büyük payı vardır. Bugün Ahmet Arvasi Bey, hayatta olsaydı kesinkes şu anayasa referandumunda evet oyu kullanırdı. Aksini düşünmek abesle iştigaldir. Sadece o mu, Alparslan Türkeş de öyle, Gün Sazak da öyle, Erol Güngör de öyle. Buraya Muhsin Yazıcıoğlu gibi birçok başka güzel isim daha yazılabilir. Onlar köktü. Onlar bedel ödemiş, çile çekmiş milliyetçiydi. Bugün ülkücülerin, milliyetçilerin sloganları bir tarafa bırakarak, partizanlığı bir tarafa bırakarak ciddi bir muhasebe yapmaları aklı selimle hareket etmeleri şart üstü şarttır. CHP'ye yamanıyorlar. Tehlikenin farkında olmalılar. MHP'den kovulmuş milliyetçiler de bunun farkında olmalı. Hayır! demek, köklere ihanet, ülkücülere karşı affedilmez kinler taşıyan Rahşan Ecevit'e evet demektir. Hayır demek, Başbuğ Türkeş'i hapseden mahkeme kararına alkıştır. S. Ahmet Arvasi'yi demir kafese kapatanlara 'eline sağlık' demektir.
.
CHP hep kaybettirdi
3 Ağustos 2010 01:00
Ali Fuat Başgil, haysiyet abidesi bir hukuk Hocasıydı. 27 Mayıs 1960 Darbesinden sonra Adalet Partisinden senatör seçildi. Cemal Gürsel'in karşısında Cumhurbaşkanlığına adaylığını koyunca öylesine ölüm tehditleri almaya başladı ki kendini İsviçre'ye zor attı. Bir muhafazakâr demokrattı. Aldığı tehditlerle bi'lmecburiyye İsviçre'ye gitmesi Sultan Vahidettin'in Ankara mahreçli ağır haberlerle yurt dışına çıkartılması birbirine çok benzer. İsviçre'nin hayatımızda derinden etkileri vardır. Türkiye Cumhuriyeti, her ne kadar 29 Ekim 1923'te ilan edilmişse de hukuken 24 Temmuz 1924'te Lozan'da tescil görmüştür. Tarihçi Kadir Mısıroğlu'nun Lozan Zafer mi Hezimet mi? İsmindeki kitabında İsmet İnönü'nün bir fotoğrafı vardır. O fotoğrafta takmış-takıştırmış bir casus kadın, Türk murahhas/delege hey'eti reisinin kolundadır. İtalya, I. Harbi Umumi'de 12 Ada'yı bizden gasbetti. Fakat II. Harbi Umumi'den sonra Türkiye'ye şu teklifi yaptı. 12 Ada'yı tahliye ediyoruz. Buyurun size iade edelim. Ayağa gelmiş bu müthiş fırsatı Milli Şef İsmet İnönü, 'yurtta sulh, cihanda sulh' politikasıyla kabul etmedi. 12 Ada'yı kim bilir nerelerde zannediyordu. Bir gece İzmir sahilindeyken az ötede parlak ışıkları maiyetindekilere sorar, 'o ışıklar nedir?' '12 Adalar Paşam'. -Pek yakınmış yahu, der. Medeni Kanun İsviçre'den iktibas edildi. Kıbrıs devleti de 1959'da İsviçre'de doğdu. CHP de ilk defa İsviçre'de iktidar yapıldı. O da ne demek? Necmettin Erbakan, 1969'da AP'ye girmek istedi. Süleyman Demirel veto etti. O da kızarak MNP'yi kurdu. Fakat bir zaman sonra AYM bu partiyi laiklik maddesine aykırı davrandığı gerekçesiyle kapattı. Prof. Erbakan İsviçre'ye gitmek zorunda kaldı. 12 Mart 1971 Cuma günü asker iktidara Muhtıra verdi. Darbe yapıldı. CHP'li Nihat Erim emir komuta ile önce bitaraf sonra Başbakan yapıldı. Darbeciler, kafa kafaya verip şu hükme vardılar. Anayasa Mahkemesi, Milli Nizam Partisini kapatmakla CHP'ye kötülük yaptı. Halbuki, Erbakan'ın MNP'si CHP karşısında AP'yi bölmekteydi. İçlerinde en keskini hava kuvvetleri komutanı Muhsin Batur'du. Onu İsviçre'ye yolladılar. Bu general Erbakan'a Türkiye'ye gelip parti kurması halinde kuracağı partinin kapatılmayacağına dair teminat verdi. Erbakan döndü, ülke MSP ile tanıştı. Milli Selamet Partisi 1973 genel seçimlerinden kazandığı 41 milletvekiliyle gerçekten sağı böldü. CHP ile birlikte koalisyon hükümeti kurdular. Dürüst diye bilinen Ecevit CHP'si eksiği AP'den 11 vekil satın alarak kapattı. Erbakan, muhafazakâr kitleden 'niye CHP ile birlik oldun?' yönünde şiddetli eleştiri alınca CHP'lileri şöyle tarif etti: 'Onlar namaz kılmayan kardeşlerimiz!' Şimdi CHP'nin şefi Önder Sav, sadece Kemal Kılıçdaroğlu'na değil kardeşlerine de rehberlik yapmakta. O İsviçre, Zürih şehriyle de 1974'te Kıbrıs Harekâtı sonrası müzakerelere de sahne oldu. CHP I. Dünya Harbinde Musul'u, II. Dünya Harbinde de 12 Ada'yı kaybetti. CHP hep kaybettirdi. Hep asker ve sivil bürokratların partisi oldu. CHP kuvvetini Hak'tan değil, Halk'tan değil tepeden bakmacı bürokrasiden aldı. CHP'nin bugün hayır istemesine gerek yok. Bürokrasi zaten hayırcı. Halk ise evet diyecek. Hem de ezici çoğunlukla. Referandum sonrası hayırcı partilerde şenliğe hazır olun
.
Tek Parti zihniyetinde halk kendi malını kendinden çalmak zorundadır
4 Ağustos 2010 01:00
Tek Parti zihniyeti bir bütündür, zamanlar, zeminler değişir o devam eder. 31 Mart Vak'ası da, Menemen olayı da , Ticanilik de Aczmendilik de hep onun tertibidir. Bir suyumu bulandırdın hikâyesidir. Bu zihniyette asıl düşman Müslüman halktır. Tezgâhtan geçmesi şarttır. Milletin ezanına karışır. Namazına karışır. Kurbanına karışır. Çocuğuna karışır. Tek Parti CHP zihniyeti bir Jandarma ve tahsildar rejimidir. Tahsildarlar köye gelir, tarlaya bakar ve bu sene şu kadar buğday vereceksin derdi. Köylü kendi malını kendinden çalmak zorunda kalırdı. Hak aramak imkânsızdı. Zaten şehre nasıl gidebilsindi ki. Bir köyde bir ortak ceket, bir kasket bir şalvar olurdu. Uysun uymasın kim 'hökümata' gidecekse o onu giyer, en alt bürokratın önünde el pençe, şapka elde iki büklüm dururdu. CHP iktidarında halk ancak azarlanırdı. Bir kurban olayı vardır ki film yapılsa yeridir. Kurban trajedisini yakın zamanlarda defalarca bizzat yaşadık. THK o devirlerde malum zihniyetin himayesindeydi. Vatandaş, dişinden-tırnağından artırır, kurban keser THK derileri elinden alırdı. 12 Eylül rejimi bir de hukuki mevzuat çıkarttı. Artık kılıf da hazırdı. THK'ya kurban derisi vermeyen suçluydu. Yakalanan failler, bayram günü karakolu boylar, göbekli komisere hesap vermek zorunda kalır, çok kere de nezarete atılırdı. 1940'lar CHP zihniyetinde millet kendi mahsulünü köşe-bucak kendinden saklarken aynı zihniyetin devamı 12 Eylül'de bu defa kestiği kurbanın derisini kaçırıyordu. İnsanlar, kendi aralarında konuşurlardı. Kime ne? Bu kurban benim değil mi? Derisini ister toprağa gömer, istersem istediğim yere veririm. Ama bunu ancak kendi arasında konuşabilirdi. Zaptiyeler sık sık kurban kesim yerlerini basardı. Bazı Kemalistler kendileri de koyun keser ancak ihbar da yaparlardı. Kesim yerlerine baskın olsa bile bir şey bulamazlardı. Halk, birkaç deri bırakır, diğerlerini gizli yollardan hayır derneklerine ulaştırırdı. Bugün bu ülkeyi yöneten insanları, bu dernek idarecileri işte o derilerin gelirleriyle yetiştirdiler. THK bir dernek. Vatandaşın kurdukları da dernekti. Birincisi Tek Parti zihniyetinin himayesindeydi. Onun için zaptiyenin tabanca ve tüfeğiyle korunuyordu. Anlatacak ne çok şey var. Sanmayın ki bunlar mazide kaldı. Çok kanun yerli yerinde. Onun için Anayasa'nın değişmesi, sivilleşmesi, yerlileşmesi ve milletle hemahenk olması lazım. Bu uygulamalar, bir CHP iktidarında tazelenmiş makyajlarla yeniden karşınızdadır. 'Evet' demekten başka şansın yoktur.
.
Çok bilinmeyenli yakın tarih
5 Ağustos 2010 01:00
Son asrımız, çok bilinmeyenlidir. En fazla aydınlanmaya ihtiyaç duyulan son yüz yıldır. Daha, Lozan'ın ne olduğu netleşmemiştir. Lozan, İsmet İnönü'nün üzerinde yükseltildiği bir heykel kaidesidir. Tarih 24 Temmuz 1923. Bu tarihten tam 50 sene sonra Cumhuriyetin 50. Yılında İstanbul'dakiler başta olmak üzere evlerde kitaplar aranır. Silahlı askerler, başlarında bir üsteğmen veya yüzbaşı ev ev tarama yaparlar yasak yayın peşindedirler. Okuma alışkanlığından kopmuş, evinde kütüphane kurma zevkinden uzak kalmış bir millet, sanki kitaba sahipmiş de yasak kitap araştırması yapılıyor. Postallarla evlere girilir şaşkın bakışlarla raf, dolap, çekmece aşağı dökülür, karıştırılır, özür dilenir ve gidilirdi. Neyi arıyorlardı? Bazı sosyalist kitaplar. Risaleyi Nur . Hayat ve Hatıratım. Aslında aranan Dr. Rıza Nur'un Hayat ve Hatıratım ismindeki biyografik eseriydi. Rıza Nur, Lozan'da Türk delegesidir. Cumhuriyet döneminin maarif vekilidir. Yazdığına göre devlete 'Türkiye' adı verilmesi onun teklifidir. Saltanata karşı fakat Türklerin geniş menfaatleri için Hilafete taraftardır. Yine kendi beyanına göre dinsizdir. Cumhuriyeti kuran ekibin içindedir. Ancak kanun değişmez, devrimler daima evlatlarını yer. Bu cumhuriyet döneminde de böyle olmuştur. Rıza Nur, daha birçok isim gibi dışarı kaçmak zorunda kalır. İzmir Suikastı sebebiyle muhalifler toplanmaktadır. Eserine Paris'te başlar. Üç kimseyle arası iyi değildir. II. Abdülhamid'den hazzetmez. Karısından nefret eder. Mustafa Kemal'e düşmandır. Üç cildlik kitapta lüzumundan fazla teferruat vardır. Esas olan ikinci cilddir. Mustafa Kemal hakkında yazdıkları da bu cilddedir. Çok ağır, burada nakli mümkün olmayan şeyler vardır. Kitap, British Museum'da yayın izni başlayınca bir tarih araştırmacısı tarafından 1960'ların ikinci yarısında Osmanlı Türkçe'sinden Latin harflerine aktarıldı. Tabii hemen yasaklama ve toplatılma kararı çıktı. Eğer bir kitabın satılmasını isterseniz onu yasaklatın. Yasak üzerine el altından satılır oldu, okunmasa da evlere girdi. Çok yayıldı. İşte 12 Mart 1971 Muhtırasından sonraki darbe rejiminde postallı ve tüfekli insanlar evlerde bu kitapları arıyorlardı. Halbuki bir eski arkadaşı, ağır bile olsa eleştiri yapıyordu. Hatıra kitapları, tarihi yazmakta malzemedir. Tarihçi, onları okur, değerlendirir, kıyaslar ve hükmünü verir. Tek Parti zihniyeti böyledir. Neyi seveceğinize, sevmeyeceğinize, neye ihtiyacınız olduğuna o karar verir. Turhan Feyzioğlu diye bir politikacı vardı. Kopma parti de kurdu. Tek Parti kaynaklıydı. Darbe dönemlerinde hasretle başbakanlık beklerdi. 12 Martta göze girmek için 'Atatürk milliyetçiliği' diye bir söz çıkardı. Devrin yetkin akademisyenleri her ne kadar şahıs milliyetçiliği olmaz dedilerse de bu cümle anayasaya girdi. Yine 12 Mart döneminde ilkokullardaki anda 'ey bugünlerimizi sağlayan ulu Atatürk!' diye bir cümle ilave edildi. Bir pagan kültürü dayatmasıydı. Atatürk, çağın en fazla suistimal edilen şahsiyetlerinden biri ve belki de birincisidir. Darbeciler hep onun arkasına sığındılar. CHP dişe dokunur bir iş yapmadan onun mirasını yiyerek bugünlere geldi. Şimdi hayırcılar, aynı klasik suistimal içindeler. Sermayesiz insanlar başkasını sermaye yaparlar. Referandumdan evet çıkınca Türkiye'nin ufku açılacak.
.
Hafıza yenilemek
6 Ağustos 2010 01:00
TRT yayınlamıştı. Siyah-beyaz bir belgesel film. Mehmetçik, Kore'ye gidiyor. Yola çıkacak askerî birliklerimiz, önce Ankara Stadyumunda cemaatle namaz kılmaktalar. Namazı birliklerimize komuta edecek olan general Tahsin Yazıcı kıldırmakta. 27 Mayıs askerî darbesi olunca erkanı harbiyeyi umumiye reisi/genelkurmay başkanı Rüştü Erdelhun, astlarından sille-tokat kötü muamele gördü. CHP tarihi boyunca üç kuvvete dayanmıştır. Asker. Üniversite. Adliye. 1950'den itibaren sağ iktidarlar, neredeyse bütün genel seçimleri kazandılar. Bazılarında CHP âdeta ezildi. Ama iktidar, seçimi kazananlar değil, Tek Parti zihniyeti oldu. Tek Parti zihniyeti, darbelerin bazen teşvikçisi, bazen destekçisiydi. Aslını ararsanız 27 Mayıs fitili yıllar evvelinde İsmet İnönü'nün Adnan Menderes'i tehdit ettiği o cümleyle başlamıştı. Şöyle diyordu: 'Seni ben bile kurtaramam!' Bu ne demekti? Tercümesi şudur. Zinde kuvvetlere işaret etmekteydi: 'Daha ne duruyorsunuz?' 27 Mayıs'ın darbecilerden sonra tarih önüne başı önünde çıkacak isimlerin başında Yassıada komutanı albay Tarık Güryay gelir. Bu adamın Menderes başta olmak üzere zanlılara yaptıkları daha hakkıyla kaleme alınmamıştır. Üniversitenden olanlardansa Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar, Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu ve Hüseyin Nail Kubalı gibi isimlerdir. Yargıdaki meşhurlarsa Yassıada Savcısı Ömer Altay Egesel, mahkeme reisi Salim Başol'dur. 'Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor' diyen ısmarlama vicdan. 27 Mayıs 1960 tarihî dönemeçtir. Bu kanlı darbe üzerine ordu, üniversite ve yargı boşaltılmış, karşı görüş sahipleri yaşı, rütbesi, ilmi ne olursa olsun emekli edilmişti. Her üç kuruma da âdeta tek tip dünya görüşü hakim olmuştu. Hatta o zamanlar ordudan atılanlar haklarını aramak için EMİNSU/Emekli İnkılap Subayları adı altında bir de dernek kurmuşlardı. Ama ne mümkün! Üniversiteden ise yanılmıyorsak 142 kişi kovulmuştu. Adliye aynı manzaradaydı. Bu uygulamanın benzeri 12 Eylülde de oldu. Sonra askeriyede en büyük kıyım 28 Şubatta yaşandı. İrticayla irtibatlı diye yıllar içinde yüzlerce subay evine yollandı. Bu tasarrufa karşı dava açma hakkı yoktu. 1970'li yıllardı. İmran Öktem isminde bir Yargıtay Başkanı kelimenin tam manasıyla fitne çıkardı. Durup dururken 'Tanrı'yı insan yaratmıştır!' diye deli saçması bir laf etti. Türkiye ayağa kalktı. Protestolar yapıldı. Gün geldi bu kepaze sözün sahibi öldü. İmam, ben namazını kıldırmam dedi. Sonra ne oldu? CHP'li İstanbul Belediyesi, milletin imanına hakaret eden bu kimse unutulmasın diye İstanbul Adliyesi'nin olduğu sokağa onun adı verildi, sürüp gidiyor. Hukuk varsa huzur vardır. Hukukun olmadığı yerde keyfilik ve zulüm kol gezer. Bu Anayasa değişiklik paketiyle sen, bir vatandaş olarak ilk defa hukuk önünde hesaba katılacaksın. İlk defa olarak aleyhine gördüğün her şeyi dava edebileceksin. Güçlülerin buyruğu bitiyor. Haklıların hukuku başlayacak. YAŞ kararlarına karşı dava açılabilmesi, vatandaşın Anaysa mahkemesinde dava açabilmesi, Anayasa Mahkemesi ve HSYK'nın demir leblebi olmaktan çıkması yetmez mi? 12 Eylül 2010 bir tarihî dönemeçtir. Millet, bir Beyaz Devrim yapacak.
.
102'lere kim yardım ve yataklık yaptı?
9 Ağustos 2010 01:00
102'ler hakkında 20'li yaşlarında genç bir hakim değil, en tecrübeli mahkemelerden birinde karar verildi. 10. Ağır Ceza Mahkemesi, tutuklama ve yakalatma kararı çıkarttı. Ağır ceza mahkemelerinde 3 Hakim, 1 Savcı vardır. Ortalama 50'nin üzerindedir. Heyecanlarıyla değil akıl, mantık ve tecrübeleriyle hareket ederler. Yaptıkları tasarrufun zanlı için hangi tesir ve neticeler doğuracağını çok iyi bilirler. Diğer bir gerçek, mahkemelerin verdiği karara 'hüküm' denir. Hükmetme lazimesini, millet adına mahkemeler yerine getirir. Hüküm, üstüne bir şey denemeyen son sözdür. İşte bu 10. Ağır Ceza mahkemesi bir 'hüküm' verdi. Hükmüne göre bazısı muvazzaf general, bazısı kuvvet komutanı, bazısı emekli subay olmak üzere 102 yüksek rütbeli asker tutuklanacaktı. Bu maksatla kolluk kuvvetlerine yakalama talimatı verildi. İki hafta içinde ancak iki kişi yakalanabildi. Diğerleri en yakın ordu evlerine iltica ettiler. YAŞ görüşmeleri bu zanlıların tutuklanmadan yargılanmaları direnmesine sahne oldu. Denen şuyu, bu insanlar, rütbe sahibi kimseler, kaçacaklar mı ki tutuklanıyorlar? Daha kötüsü vazifeli mahkemenin acilen yakalanmasını istediği Hasan Iğsız adlı general, ısrarla KKK'ya tavsiye ediliyordu. Mahkeme ne demiş, ne önemi vardır? Zaten bir başka sanık da içişleri bakanına nisbet yaparcasına daha evvel törene katılmıştı. Tutuklanma, sadece kaçma tehlikesi için midir? Şan-şöhret sahibi olmaları sanıklara delilleri yok etme imkanını fazlasıyla vermekte. Bu yüzden mahkeme o hükmü vermişti. İddialar çok ağırdı. Ses kayıtları ve deliller ortadaydı. Balyoz adını verdikleri askeri bir isyana teşebbüs içindeydiler. Milletin her değerine küfrediyorlardı. Ne yapıp edilerek bir takım adli manevralarla tutuklama kararı kaldırıldı. Bu defa davaya bakan mahkeme 19 sanığın ifadelerinin acilen alınması için getirilmeleri kararını verdi. Ne var ki bu karar da tatbik edilemedi? Turp gibi sağlam 19 sanık aynı gün, aynı saatte aniden hastalandılar. Kim diyor? Doktorlar. Sanki askerle karavana yerken aynı anda zehirlenmişlerdi. Bu bahaneye hangi akıl fukarası inanır? Peki buradan çıkan sonuç ne? Sonuç ortada: Bazı orduevi idarecileri, bazı komutanlar ve bazı doktorlar, mahkemenin aradığı faillere yardım ve yataklık yapmışlardır. Eğer asker, kışla, lojman orduevi üçgeninde yaşarsa kendini üstün insan olarak vehmeder. Doktor da Allah üzerine değil de denize döktüğünü iddia ettiği adamların ceddine ait metin üzerine yemin ederse o rapor böylesine gerçek dışı olur. Devlette bazı kurumlar topyekun. Bazıları kısmen çürümüş vaziyette. 12 Eylül bir tarihi fırsattır. Devlet yeniden yapılanacak. Referandum, hükümet değil, devlet meselesidir. Millet, yığın yerine insan muamelesi görecek. Bugün, hakimin hükmü ancak sokaktaki insan için geçerli. İmtiyazlılar, seçkinler hukukuna tabi. Genç ülkücüler bunu nasıl görmüyorlar? Hayret ki hayret.
.
Heron, vicdanlardaki ortak isyanın adı
10 Ağustos 2010 01:00
Her yerin, herkesin bir gündemi var, konuştuğu ana mevzu. Siyasetin referandum, askerin terfi, tüccarın ihracat, esnafın işsizlik... Bir de evlerin gündemi var. Ailede bir gündem var. Ailenin gündemi Heron'un çektiği fotoğraflar. TSK'da bir ihanet yaşandığı açık ve net. Fakat failler kimdir bunu bilmiyoruz. 20 milyona yakın aile işte bunu konuşuyor, bunu soruyor. 3 haftaya yakındır tv'ler teröristleri tespit eden o heronları gösterdikçe bu hanelerde isyan rüzgârı esiyor. TV'ler, onlarda konuşan vatandaşlar, şehit ebeveynleri 'genelkurmay açıklama yapsın' diyor. Fakat çıt çıkmıyor. Hantepe'de teröristlere hediye edilen 7 Mehmetçiğin kanı yerde mi kalacak? O heron görüntülerini, o 7 Mehmetçiğin ölüme terk edilmesinin hesabını kim verecek? Kim bu katiller? Niçin cevap yok? Bu suskunluk neden? O heronlar, teröristleri görmüşken, bulmuşken oldukları yere ayna tutmuşken neden hava kuvvetlerine ait jetler havalanmadı, onları vurmadı, hainleri cezalandırmadı? Bunu engelleyen kimdir? Evlerdeki soru işte budur. Eğer, heronların istihbaratına itibar edilmeyecekse, geçtiği bilgiler görmezden gelinecekse, bölücülere göz yumulacaksa onlara neden milyon dolarlar ödenir? Şehit verilmeyen gün yok. Bir süre sonra korkarız ki vatan sağ olsun diyen kalmayacak. Herkes ana-baba evladı. O çocuklar TSK'ya emanet. Emanet niçin sahipsiz? Her şeyi yaparsın, her tedbiri alırsın buna rağmen ölüm vaki olur, şehit dersin. Ama şimdi gözler kan ağlıyor. Ağlayan sadece o şehit ana-baba ve yakınları değil. Yirmi milyon hane de onlarla beraber ağlıyor. Artık tedbir alınmadığı fikri konuşulmaya başlanmıştır. Bir üsteğmen, yarbaya 'şu heronları çekin çok zayiat veriyoruz' diyor. Zayiatına acıdığı Düveli Muazzamanın taşeronu PKK. Ne o iki hain subayın kim olduğu ortaya çıkıyor. Ne haklarında ne yapıldığı açıklanıyor. Ne de hainleri gün gibi ortaya çıkaran heronların verdiği bilgiler üzerine kılını kıpırdatmayan sorumlular için tek kelam ediliyor. Bu suskunluk yeter. Bu suskunluk fazla. Vatandaşın kestiği kurbanı Mekke müşrikleri gibi vatandaşın üstüne atmayı kuran, kurban ibadeti yapanlara 'hanzo' diyen küfürbaz generale bir şey yapılmıyorsa, mahkemenin aradığı sanıklar orduevlerinde saklanıyorsa heron görüntülerine kayıtsız kalanlara da ses edilmeyecek mi? Vatandaşın evladı dağdaki eşkıya ile çatışmaya gönderilirken kurban ve Kandil düşmanı general, kendi evladına adres olarak Londra ve New York'u gösteriyor. Bu general tank saçından kalın dokunulmazlık zırhlarında mı kalacak? Olmuyor... TSK kendi eliyle kendini yıpratıyor. Bu devletin olmazsa olmaz bir kurumu ciddi şekilde yara alıyor. Heron, vicdanlardaki ortak isyanın adı olmuştur. Siz ne konuşursanız konuşun 20 milyon evde konuşulan budur. Vicdanlardaki bu isyandır. Bu sorulara cevap vermedikten, gereğini yapmadıktan şüphelileri kendi eliyle savcıya teslim etmedikten sonra kim komutan olmuşsa olmuştur. Vatandaşa ne! O feryatlar içindeki şehit anasına ne! O taş kesilen babaya ne?
.
Gurbet ramazanları
11 Ağustos 2010 01:00
>Washington DC Yahya Kemal Beyatlı, vatan toprağında Osmanlı şuurunun yeniden neşvü nema bulmasında unutulmaz emekleri olan Kendi Gök Kubbemiz'dir. Kendini şair zanneden bazı mısra fasoncularının dalkavukluğu meslek edindikleri bir dönemde inanmadığı tek kelimeyi kâğıda dökmemiştir. Ezansız Semtler, Üsküb'ün İstanbul'a vedia olarak verdiği Yahya Kemal'in zamanın eskitemediği bir makalesidir. Bazen bir makale, bir cilde bedeldir. Yahya Kemal, Paris'e kendinden kaçarak gitmiş, fakat kendine yakalanmıştır. Paris, şairin idrakine düşen bir yıldırımdır. Heybeliada Deniz Lisesi'nden talebesi, ilerinin Necip Fazıl'ı Ahmet Necib gibi ulu mürşid Abdülhakim Arvasi Hazretlerinin nazarlarına muhatap olma talihine kavuşabilseydi kim bilir neler olurdu? Ama, kader ikliminde keşkeler kehkeşanlar kadar uzaktır. Süleymaniye'de Bayram Sabahı şiiri, bin sığ ilahiyatçının sevdiremeyeceği kadar İslam olma bahtiyarlığını kalblere işleyen bir altın manzumedir. Bu şiirin Süleymaniye Camii'nin avlusuna çift taraflı bir mermere 20 cm iriliğinde harflerle bir abide olarak dikilmesi yerinde olur. Necip Fazıl Kısakürek'in Canım İstanbul şiirinin yine aynı şekildeki bir mermere hakkedilerek Taksim, Eminönü, Kadıköy, Üsküdar ve Büyükada meydanlarına dikilmesi gerektiği gibi. Nazım Hikmet Ran'ın Ağa Camii şiirinin İstiklal Caddesine, Ağa Camii'nin duvarı dibine dikilmesi gerektiği gibi. Sezai Karakoç'un Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine şiirinin Edirnekapı ve Topkapusu girişlerinde yükseltilmesi gerektiği gibi. Sevgili Peygamberimizin -sallallahü aleyhi ve sellem- İstanbul'u fetheden kutlu kumandan ve kutlu askerleri muştulayan Hadis-i şerifi, Fatih Türbesi Haziresine girişteki kapı üstünde bir güvercin ürkekliğinde durmaktadır. Bu Hadis-i şerif, Fetih Ordusunun şehre ilk girdiği kapılarda çift taraflı mermerlerde altın yaldızlı harflerle aslı ve Latin harfleriyle birlikte teberrüken yükselmeli, Saraçhane Parkı Fatih Anıtı yanında bu güzelliğin zevki gelen nesillere tattırılmalıdır. İmamı Busayri Hazretlerinin Kasideyi Bürde'si de Hırkayı Şerif Camii önünde mermere nakşedilmelidir. Yusuf Nabi'nin Sakın Terki Edebdenki şiiri Topkapı Sarayı'ndaki Emaneti Mukaddese Dairesinin önünde yine altın yaldızlı harflerle mermer bir abidede olarak yükselmelidir. İstanbul 2010 Kültür Başkenti. Kısa süre sonra bitecek olan bu nöbet, bu çalışmalarla taçlanır. Bunlar, kalıcı, rahmete dönücü hizmetler olur. O günkü İstanbul'un ezansız semtlerini mevzu edinen makaleyle başlamıştık. O kadar mı? Mabedsiz şehirlerimiz de oldu. Muzdariplerden Osman Yüksel Serdengeçti'nin eserlerinden biri de Mabedsiz Şehir'dir. 50 yıl önceki Ankara'yı anlatır. Ankara, Turgut Özal gelene kadar bir Eti, bir Hitit şehriydi. Ezansız İstanbul semtleri, Mabedsiz Eti şehri, İstanbul'un Fethini müjdeleyen mucize, tıbba şaşkınlık perendeleri attıran Kasideyi Bürde ve ağaçların anıtlaştığı bir zamanda abideleşmemesi kadirbilmezlik emsali sayılacak şiirler. Eğer, gurbetteyseniz... Eğer, bir ramazan ayı daha kanatlarını açmış bir tavus kuşu ihtişamıyla gelmişse. Eğer, bir kere daha kubbe, minare, mahya ve ezandan mahrumsanız. Hayalleriniz ve fikirleriniz bunlarla hercü merc olur... Muhasebe vaktidir dersiniz. Ol vakt kâğıda 'be'nin noktasını kor ve ummana dalarsınız...
.
Ey Gazze'nin kara gözlü çocuğu!
12 Ağustos 2010 01:00
Ey Gazze'nin kara gözlü çocuğu, yabancı askerler babanı alıp götürürken sen gözyaşları, sen feryatlar içinde eteğinden çeke çeke babanı onların elinden koparmaya çalışıyordun. Boyuna bakmadan o miğferli, o postallı, o silahlı askerlerle boğuşuyordun. Ey Gazze'nin kara gözlü çocuğu, sen bu kahramanlığı yaparken, sen tek başına bir destan yazarken sadece ve sadece 5 yaşındaydın. Fakat sen nasıl bir çocuktun ki! Fakat sen hangi ninnilerle büyümüştün ki! Fakat çeliğine nasıl bir kudret aşılanmıştı ki! Fakat sen arkadaşlarınla neler oynamıştın ki işgal askerlerine tek başına karşı duruyor, onların itip-kakmalarına aldırmadan babana destek oluyordun. Sen babanın suçlu olduğuna asla inanmıyordun, senin baban dünyanın en dürüst insanıydı. Baban, bahçenizi sulamak, orada sen ve annen ve kardeşlerin için domates, biber salatalık yetiştirmek için dedelerinin topraklarından, tapusu sandığınızda olan mülkten, öz mülkünden sizin tarafa su çevirmişti. İşgalciler işte bunu suç saydılar. Halbuki dünyanın kuruluşundan beri o topraklar sizin. Yabancılar, oraya önce korka korka adım attılar. Sonra her sabah bir adım daha ilerlediler. Sonunda senin milletine avuç içi kadar yer kaldı. Su hayattır. Su varsa hayat devam eder. Torak hayat demektir. Toprak varsa vatanın vardır. Güneş hayat demektir. Güneş varsa büyürsün. Seni sudan, seni topraktan, seni güneşten mahrum ettiler. Baban bu zulme isyan etti, baban bu zulme göğsünü gerdi ve çocuklarım için su getireceğim dedi. Bu yüzden babanı alıp götürdüler. Ey Gazze'nin kara gözlü çocuğu! Ey dünyanın en küçük büyük kahramanı! Senin adın ne? demiyeceğim. Senin adın Amr, senin adın Yasir, senin adın Huzeyfe, senin adın Ammar. Sen her kahramandan bir parça, her mazlumdan bir görüntüsün. Sen senden önceki şehit ve mazlum kardeşlerinden bir yüzsün. Ey Gazze'nin kara gözlü çocuğu! Eğer, biz seni ekranda kuru vah vah acımalarıyla seyrettiysek bize hakkını helal etme! Eğer, seni görüp bir futbol maçı kadar ilgilenmediysek hakkını hiç helal etme! Eğer, ramazanları, iftarları zekatları, sadakaları bir paylaşma güzelliği olarak değil de bencillik şeklinde yaşayıp da seni ve senin gibi on binleri. Seni... Ey Ammar! Seni ve Iraklı kardeşlerini, Doğu Türkistanlı dindaşlarını unutuyorsak, ramazanı, o eşsiz ve emsalsiz ayı bir nedamet, bir şuurlanma, bir silkelenme değil de gaflet ve rehavet günlerine çeviriyorsak, sen, bize ahirette de hakkını helal etme. O zaman biz sana ve kardeşlerine ve dindaşlarına layık değiliz demektir. Biz çok şey yitirmişiz demektir. Ey Gazze'nin kara gözlü çocuğu! Ey yarının bugünden yetişen yiğidi, gel şöyle gözlerinden öpeyim Sen, sizler var oldukça zafer elbette Filistinlilerin olacaktır. İstersen Bosnalı çocuklara sor. Bu devran hep böyle devam etmez, zulüm abad olmaz yavrucuğum!
.
Karantina günleri
13 Ağustos 2010 01:00
'30'lu-'40'lı yıllarda hacca gidilir miydi? Sovyetler zamanında bile Rusya'nın bazı bölgelerinden sembolik sayıda Müslüman, hacca gittiklerine göre Tek Parti rejiminde de gidenler olmuştur. Gerçi vatandaş da hâl mi kalmıştır? Önce dünya savaşları, sonra sosyal savaşlar her şeyi bitirmiş. Cami, ezan, cemaat, minare hangi değer varsa terör çapında zorbalıkların uygulandığı bir zamanda hacca gitmek de herhalde cesaret isterdi. Her devirde Anayasada din ve vicdan hürriyeti, inanç hürriyeti, seyahat hürriyeti vardır ama uygulamaya gelince hava değişir? Tek Partinin '50 öncesini görmediysek de 70'li yıllar iktidarını yaşadık. O yıllardaki tatbikatlar eski günleri için karinedir. '70'lerde ne yapılırdı? Anlatacağız ama zor inanacaksınız. '70'ler CHP iktidarında hacca gidiş, geliş, şehre kabul, hediye taşıma yüz kızartıcı muamelelere maruz kalırdı. Bir kere hacca gitme imkânı sınırlandıkça sınırlanırdı. Bu arada radyo ve gazetelerde de alabildiğine propaganda olurdu. Bas bas bağırırlardı. Paralarımız Araplara yediriliyor diye. Bunu diyenler, zerre kadar fırsat bulunca ok gibi Paris'e Londra'ya fırlarlardı. Hacca gitmek çok zordu. Adaylara döviz verilmemesi için el altından bankalara genelge yollanmıştı. Bütün bunlara rağmen, vatandaş, bin türlü çileye katlanarak yine de hacca gidince dönüşte burnundan getirilirdi. Günlerce karantina hayatı yaşarlardı. Bir yere sahra çadırı kurulur. Etrafına zaptiyeler dikilir, garip Müslümanlar da güneşin veya soğuğun altında beklerlerdi. Güya Arabistan'da salgın hastalık varmış. Kötü adamların kötü usullerle kötü ruhları çıkartma yalanları gibi karantinada hastalıkları ortadan kaldırırlardı. Bu arada zemzemler dökülür, hurmalar atılır, hacılar da her fırsatta azar üstüne azar yerdi. Halbuki bu insanlar, yaşını başını almış garibanlardı. Çoğu köylü ve taşralıydı. Bir ömür üç kuruşu bir araya getirip bu vesileyle yurt dışına çıkarlardı. Çıktıkları çıkacakları bundan ibaretti. Askerlik, hastalık ve hac sebebiyle yaşadıkları yerlerden çıkarlardı... Tek Parti zihniyeti, sırf aşağılamak, sırf ezmek, sırf yıldırmak için onlara vebalı muamelesi yapardı. İşte CHP'nin sicilinden bir sayfa daha... Böylesi günleri sen de yaşamak istemiyorsan 12 Eylülde referanduma evet de. CHP iktidarları, karartma ve karantina günleridir.
Toprağa verilmeyen elektrik
16 Ağustos 2010 01:00
> Washington DC 1950'de bütün Türkiye'de sadece 13 köyde elektrik vardır. İstanbul Silahtarağa'da, İzmir'de ve Adana'da bir miktar elektrik üretilmektedir. O tarihte baraj olarak yalnızca Ankara'da Çubuk, Niğde'de Gebere vardır. Elektrik, şehirlerde dizel motorlarla üretilmektedir. Işığı, haydi bilemediniz lüks lambası kadardır, geceleri belli saate dek tavandan sarıya yakın loş bir aydınlık saçan tek ampul sarkar. Muayyen bir saatte ise bu gürültü makinesi susar fakat şehir de sükunete kavuşurdu. Demokrat Parti, Cumhuriyet Halk Partisi'nden böyle bir yoksul Türkiye devralmıştı. Adnan Menderes iktidarıyla birlikte memleket, yolla tanışmaya başladığı gibi barajlarla yani elektrik ve sulamayla yani medeniyetle de tanışmaya başladı. Hayatımıza ev dışında yollar, ev içinde kablolar girdi. Duvarlarda elektrik anahtarı denen siyah mekanizmalar yer etmeye başladı. Elektrik yaygınlaştıkça tavandan tel dolaplar yavaş yavaş indi, buzdolapları evlere girmeye başladı. Buzdolabı o yıllarda kadınlar için rüya malzemesidir. Bulaşık makinesi, çamaşır makinesi hayal ötesidir. Baraj inşaatında en büyük hamlemiz 1966'da temeli atılan Keban'dır. İktidarda Adalet Partisi vardır. Aynı iktidar adına Süleyman Demirel, 1967'de de Karakaya Barajının temelini atar. Bu barajlar hamlesinden en fazla kimlerin memnun olması gerekir? Elektrik mühendisleri değil mi? Ama hayır! Çok şaşırtıcıdır fakat aynen vaki. EMO/ Elektrik Mühendisleri Odası, baraj yapılmasına şiddetle muhalefet ettiler. Dedikleri aynen şuydu: -Ne yapacaksınız bu kadar elektriği, toprağa mı vereceksiniz? Bu bilgiç fakat zavallı tavrın ortaya konduğu zamanda bırakın köyleri, ilçelerde bile layıkıyla elektrik yoktu. Köylerde zaten yoktu. Hatta olma hayali de yoktu. Geniş yol yapılmasına tayyare mi indireceksiniz diye karşı çıkan zihniyet, şimdi de elektrik üretimine, kalkınmanın göstergelerinden olan kişi başına düşen kilovat saat elektrik üretiminin artmasına engel olma hırçınlığındaydılar. Aynı zihniyet bir adım sonra köprü yapılmasına muhalefet edecektir. Bu zihniyet, parti olarak CHP idi. Tabanı ise Barolar, Mühendis Odaları, Tabib Odaları gibi meslek kuruluşları ve talebe dernekleriydi. CHP'nin ileri karakollarıydı. Onları besleyen kaynak CHP ideolojisiydi. Düşünebiliyor musunuz? Menderes'le başlayan, Demirel'le devam eden Özal'la zirveye ulaşan o barajlar yapılmasaydı bugün hangi manzaradaydık? Bugün Türkiye'nin yarısı karanlık, evlerinizdeki, mutfaklarınızdaki, iş yerlerinizdeki cihazların da yarısı yoktu. Halbuki şu gün elektrik hizmetlerinde gelinen son nokta nedir? Toplu taşıtlar elektriğe geçiyor, açılan ihalelerle elektrik kaynaklarının intifa/ faydalanma hakkı satılarak hazineye çok değerli imkânlar kazandırılıyor. Buradan çıkan sonuç ne? Elcevap: CHP ufuksuzdur. O zihniyet '70 öncesinde ne yapacaksınız elektriği toprağa mı vereceksiniz derken '70'lerde iktidara gelince elektriksiz hayat başladı. Evler karanlığa gömüldü, sanayi şalter indirdi. CHP ne yaptı? Bulgaristan'dan, evet yanlış okumuyorsunuz o devirde bir taşra komünist devleti olan Bulgaristan'dan elektrik ithal etti. Bütün bu verdiğimiz misallerden de çıkartılacağı gibi bir mevzuda CHP ne diyorsa oraya bir mim konsa yeridir. Referanduma muhalefet mi ediyor? Öyleyse bu Anayasa Değişiklik Paketi tercihe layıktır.
.
Vefasızlığa reddiye
17 Ağustos 2010 01:00
Kim, hangi imkâna sahipse şüphesiz ki üzerinde kendinden öncekilerin hakkı vardır. Dünyanın şu en güzel topraklarında oturuyorsak bunda ecdadımızın her ferdinin her birimizin üzerinde ödenmez hakları vardır. İster kanaat önderi ol, ister ihracatçı, ister ev hanımı, isterse parti başkanı. Herkes için, her birimiz için bizden öndekilerin emekleri, uykusuz geceleri, büyük fedakârlıkları vardır. Bundan dolayıdır ki İslam semasında bir altın mahya yazılıdır. -Kula teşekkür etmeyen, Allahü tealaya şükretmiş olamaz! Bu muhteşem ölçü bir mahkeme ihtarı değil. Karşısında ürpermiyorsak kendimizden şüphe etmeliyiz. 'Zaten hakkımdı, çalışıp-çabalayıp elde ettim' diyemezsin. Doğru, çalıştın. Fakat, üzerinde yükseldiğin omuzlar var, üzerinde yükseldiğin hayatlar var. Hür bir bayrak altındaysak, 26 Ağustos 1071'den beri kim bilir milyon şehidin, kaç milyon gazinin kaç yüz milyon geçmiş neslin hakkı var. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, geçenlerde partililere şöyle dedi: -Birtakım eski ülkücüler çıkıp konuşmaktalar. Onların dediğine itibar etmeyin, fakat bir tarafa yazın! Eğer bir söz itibara değmezse neden bir tarafa yazılacak? Sevgili Peygamberimiz -aleyhisselam- buyuruyor ki 'söyleyene değil, söze bakılır.' Kim demiş olursa olsun. Doğru mu, işe yarar mı? O zaman alır ve istifade edersin. Dediklerine itibar etmeyin denen ülkücüleri dikkatle dinliyoruz. Onlar yurdun her tarafından ekranlara çıkıp konuşmaktalar. Her biri davasının diyetini ödemiş kahraman. Onlardan bazısı şehit oldu, rütbelerin en yükseğine kavuştu. Bu konuşanlar gibi bazısı 7 sene, 10 sene, 15 sene hapis yattılar. Onlar, Allah, Peygamber, Ezan, Bayrak ve Devlet uğruna... onlar, bu asiller asili dava uğruna toprağa, hastaneye veya hapishaneye düşerken yirmili yaşlardaydılar. İlk vefasızlığı devletten gördüler. Devleti yıkmak isteyenlerle aynı muameleye maruz kaldılar. Hapisten çıkınca da kendilerini sahipsiz buldular. Kapılar yüzlerine kapandı. Buna rağmen ne yiğitlermiş ki küsmediler. Onlar mı? Onlar hayır, eski ülkücü değil, onlar som 24 ayar ülkücü. Ülkücü işte onlar. Dün istikametleri doğru olduğu gibi bugün de dedikleri doğru. Siyaset din değildir. Önce milletin menfaati gelir. 1982 Anayasası topyekun değişmeliydi. Olmadı, yapılamadı. Kısmen gerçekleşti. Ama bu kısmi değişiklik bile bu ülke insanına insanca yaşama hakkı kazandırıyor. Ülkeme, istikbalime ve evladıma kim kazandırırsa kazandırsın. Orada ne partiye bakılır ne şahsa. Eskimez ülkücüler, tercihlerinin 'evet' olacağını açıklıyorlar. Herkesin mührü mavi mürekkeptir, onlarınki kanlarının rengini taşır. Bugün saçları vicdanlarının rengini almış o yiğitler toprağa, hastaneye veya hapishaneye düşerken onların üstünden yükselenlerin yapacağı vefasızlık, herkesten önce Cenabı Hakkı rahatsız eder.
.
Yüzde 5 oy kullanamıyor
18 Ağustos 2010 01:00
Elektronik ve internet, mekan farkını ortadan kaldıran imkânlar. Şimdilerde nüfus kağıtlarında vatandaşlık numarasının yer alması anında elektronik kolaylıklardan faydalanmak için. Referandumda da ana nirengi noktası vatandaşlık numarası. YSK başkanı resmi mercilerden verilmiş, vatandaşlık numarası taşıyan her hüviyet kaydı ile tercih yapılabileceğini açıklamıştı. Öyleyse elektronik kolaylıklar ve vatandaşlık numarasına rağmen neden yüzde 5 seçmen oy veremeyecek? Nereden çıktı bu yüzde 5? 50 milyon seçmenimiz var. Bu sayının 3 buçuk milyonluk dağılımı şöyle. 500 bin polis, asker ve memur, tayin sebebiyle oy kullanamayacaklar. Bunlara YSK izin vermedi. 1 milyon talebe de yaz tatili ve/veya bayram sebebiyle memleketlerinde olacaklarından onlar da memurların durumundalar. 2 milyon da yurt dışında yaşayan seçmen var. Bunlardan ancak ve yalnız Türkiye'ye ziyarete gidenler gümrük kapılarında tercihlerini kullanabilecekler. Halbuki memleketine ziyarete gidenlerin sayısı olsa olsa yüzde 20'dir. Amerika için bu sayı yüzde 2'yi zor bulur. Gümrük kapılarında oy verecekler ve diğer başka sebeplerle o 3 buçuk milyonun 1 milyonunu yok sayarsak geriye net 2 buçuk milyon kalır. 50 milyon seçmenden 2 buçuk milyonu diğer bir ifadeyle yüzde 5'i referandumda vatandaşlık hakkını kullanamayacaklar. ABD'de Türkler, günlerdir konsolosluklarda oy kullanma ümidindeydiler. Fakat bizatihi sefaret memurları, diplomatlar da hepimiz gibi bir haktan mahrum kalmaktalar. Halbuki, konsoloslar veya müsteşarlar nezaretinde oy kullanılamaz mı? Bir sefarete bu kadar güven yüklemek fazla mı olur? 3 buçuk veya kırparak söylediğimizde net 2.5 milyon seçmen, oy veremeyecekse o zaman YSK'ya sormak lazım? Vatandaşlık numarası üzerinde sıkı sıkıya durmanızın ne anlamı kaldı? İster Kars'taki talebe, ister Helsinki'deki işçi, ister Kazakistan'daki tüccar, isterse Washington'daki kazazede. Seçmen nerede vatandaşlık numarasını ibraz ediyorsa orada sandığa gidebilsin. Türkiye içinde de gündelik hayatın aksamasına gerek yok. Çok yakın zamana kadar nüfus sayımı sokağa çıkma yasağıyla yapılırdı. O şüpheci, Tek Parti zihniyeti artık bitsin. Artık seçim mahalli diye bir olay olmamalı. Muhtar evrakı, askı vs. bunlar arkada kalmalı. YSK henüz vakit varken bu hatadan rücu etmelidir. Ayrıca siyasi partiler de yüzde 5'i görmeliler. YSK'nın hak mahrumiyetine yol açan kararına karşı itiraz veya AYM'de dava açma imkânını araştırmalılar. * PAKİSTAN DA BİZİM Deprem hatırasıyla kavruk Marmara Bölgesi nasıl bizimse, kardeş Pakistan da bizim. İçeride gündem çok dolu olunca Pakistan'la meşgul olma fırsatı doğmadı. Halbuki orada tarihin büyük dramlarından biri yaşanıyor. Herkesten yardımcı olmalarını bekliyoruz
.
CHP'ye genel başkan dayanmaz
19 Ağustos 2010 01:00
Bu sözümüzün arkasında başka sebep aranmasın. Bu, bir sosyolojik tesbittir. CHP genel başkan harcayan bir partidir. Geleneğinde vardır. Bu realite, şimdiye kadar hiç yazılmamıştır. Sağ partilerde genel başkan ya kurarak veya alarak işi sonuna kadar götürmüştür. Menderes, Demirel, Türkeş, Özal, Çiller hep böyledir. CHP ise farklıdır. Kemal Atatürk'ü saymayınız. Çünkü, onun emsali yoktur. Bilindiği gibi, partilerde genel başkanlara 'patron' denir. Genel merkezlerde 'patron içeride mi?', 'patron kızdı' gibi cümleleri çok duyarsınız. En çok kullanılan 'beyefendi', ondan da fazla 'patron'dur. Kemal Atatürk, CHP için tam anlamıyla patrondur. Onu saymazsak CHP kalan bütün genel başkanlarını saf dışı bırakmıştır. Hadi Erdal İnönü, Murat Karayalçın, Altan Öymen gibi ara dönem CHP'leri veya CHP'nin tabela değiştirmek zorunda kaldığı zamanlar genel başkanlarını aynı akıbete uğramış olsalar bile bir kenara bırakalım. CHP dendiğinde genel başkan olarak akla gelen isimler, İsmet İnönü, Bülent Ecevit ve Deniz Baykal'dır. İsmet İnönü'yü büyük kongrede genel sekreter Bülent Ecevit devirdi. Bu imkânsızı başarmak gibi bir şeydi. İnönü, hayatının en büyük öfkesini yaşadı, kızdı, köpürdü, oyuncağı elinden alınmış çocuklara döndü ve CHP'den istifa edip Pembe Köşke kapandı. Sonra da çok yaşamadı. Bülent Ecevit, 12 Eylülden sonra hapiste iken eşi vasıtasıyla DSP'yi kurdu. Çıktığında bir sohbetimizde kendisine sordum. 'CHP'nin genel başkanı olarak hapse girip, içeride başka parti kurdunuz. Neden partinizi terk ettiniz?' 'CHP kendine has bir partidir, bazı şeyleri değiştiremedim' dedi. Zannediyorum özdeki alevi çekirdek kadroyu kastediyordu. Herhalde onları aşamamıştı. Şimdilerde ise hiç beklenmedik bir zamanda Deniz Baykal istifa etti. Baykal, hançeri yanlış adreslerde aradığını yeni yeni anlıyor. Günah büyüktür. Ancak, bu Baykal'ın sırtından hançerlendiği gerçeğini ortadan kaldırmaz. '50 yıllık arkadaşım' dediklerinin nasıl fırsatçı olduklarını çok acı bir şekilde yaşadı. Son darbe ise referandum ekibine kendisinin ve arkadaşlarının alınmamasıdır. Artık Deniz Baykal'ın canı burnundadır. Son hareket, son damla olmuştur. 12 Eylülden önce 40 arkadaşıyla birlikte DSP'ye geçmesi veya başka parti kurması sürpriz olmaz. En geç referandum sonrası mümkündür. Ancak referandum öncesi koparak kendine ihanet edenlerin burnunu sürtmek gibi bir maksat da güdebilir. O zaman ne olur? Kemal Kılıçdaroğlu biter. Zaten lider çapında olmayan Kılıçdaroğlu, ya istifa eder veya parti eriyerek Mustafa Timisi'nin alevi BP'sine dönüşür. Eğer Baykal, dışarıdan DSP ile gelerek tekrar CHP'nin başına geçmezse bu da CHP'nin sonu olur. Baykal, bunu yapabilse bile CHP artık iflah olmaz. 12 Eylül'den sonra muhalefet partilerinde depreme hazır olun. Sular bir süre belki bulanacak, sonrasında yepyeni bir zamana gireceğiz. En mühimi Tek Parti Zihniyeti için sonun başlangıcı olacak.
.
Cuma, ramazan, İş Bankası ve Pakistan
20 Ağustos 2010 01:00
Pakistan'a dair bir şey demeye gerek var mı? Sular altındaki bir ülkenin çaresizliğin en beterine maruz kalmış çoluk-çocuk, yaşlı ve kadınlarını, imkânsızlıktan kıvranan babalarını görüyorsunuz. Muhtemeldir ki o görüntüler siz sofra başındayken ekranlara geliyor. Siz iftardasınız. Siz sahurdasınız. Siz davettesiniz. Siz şölendesiniz. Fakat bir millet boğuluyor bir millet dehşet verici tabiat şartlarıyla boğuşuyor. Onların insan olması yeter. Ancak hem insan, hem de dindaşın. Dindaşın olması yeter. Ama hem dindaşın hem kara gün dostun. Yeryüzünün neresinde olursa olsun Türkler, Pakistanlı kardeşlerine maddeten ve manen, para, iktisadi varlık ve dualarıyla destek olmalıdır. Fatih'te bir cami vardır, ismi 'Sanki Yedim Camii'. Bu camiyi yaptıran zat, 'sanki yedim' diyerek biriktirdiği parayla cami inşa etmiş. Bir cami her devirde büyük parayla meydana gelir. O zat, canı baklava istese kendi kendine 'sanki yedim' der ve kaç para ise onu bir tarafa ayırırmış. Böyle böyle birkaç yıl içinde bir cami parası toplamış... Selin perişan ettiği Pakistan'ın birkaç yıl beklemeye tahammülü yok. Şimdi herkesin 'sanki yedim' demesi gerekiyor. 9 yaşındaki çocuk kumbarasını 90 yaşındaki yaşlı çıkınını yoklamalı. Teklifimiz şu: Bu ramazan ayında, bu sevapların sağanak sağanak yağdığı zamanlarda herkes maaşının onda birini Pakistan'a yollasın. Kimse maaşının onda birini bağışlamakla hiçbir şey kaybetmeyecektir. Bu teklifimiz vatandaşlara. Diğer taraftan şirketlerimiz var. Onların da fedakârlık günlerindeyiz. Peki İş Bankası ne, o niye yazının başlığında? Herkesin Pakistan'a yapacağı yardım bir iyiliktir. İş Bankası ise bu yardımı yapmakla mükelleftir. Niçin? İstiklal Harbimiz, Anadolu'da Milli Mücadele devam ederken Hind/Pakistan Müslümanları aralarında para toplayarak, kadınlar bileziklerini vererek elde edilen ciddi meblağı Anadolu'ya Mustafa Kemal Paşa'ya yollamışlardır. İş Bankasını kuran sermaye bu paradır. Bu itibarla bugün de bu güçlü bankamızın esaslı bağışlarla bu mağdur halka elini uzatması gerekir. Haydi Türk milleti! Önder ol! İslam âlemini harekete geçir. Ümmet damarı işlerse bu sular çabuk atılır. Sanki yedik! Sanki giydik! Sanki aldık! Vatandaşımız, şirketimiz ve bankamızla kardeşlerimizin yanında yer alalım. Kardeşlerimiz, şu mübarek günlerde daha fazla acı hissetmesinler. Sadece Pakistanlı anne ve çocuklar ağlamasın. Bir damla gözyaşı da siz dökün. Acıyı paylaşın, ekmeğinizi bölüşün. Kim ki bu yazıyı okur da yardımda bulunursa onlar iki cihanda da darlık yüzü görmesin..
.
Bu leke temizlenmek için Işık Koşaner'i bekliyor
24 Ağustos 2010 01:00
Suçlular bulunacağına ne yazık ki karargâh, her defasında 'kim sızdırdı?' diye sordu. Halbuki millet, şehit ebeveynleri 'kim yaptı?' diye soruyordu. Göz mesafesindeki teröristleri çoban sanıp ilişmeyen, kekik toplayan köylüleri de terörsit sanıp öldüren sorumsuzluklarla daha evvelki benzerlerinden söz ediyoruz. Yapanlar askerî mahekemeye sevk edileceğine 'kim sızdırdı?' diye soruluyordu. Kim sızdıracaktı? Vicdanı olanlar. Kim sızdırdı? Mantığıyla yapılan uygulamalar milleti hesaba katmamanın mahsulüdür. Nasıl olsa ana-babalar, evlatlarını askere yolluyor, bu gençler orada tedbirsizliklerle kurşunlara teslim ediliyor, tabut içinde evlatlarını teslim alan ana-babalar ise 'vatan sağolsun!' diyorlardı. Hantepe'nin öncesinde bu süreç vardır. Birkaç kere yazdığımız bir tarihî vak'ayı bir kere daha dile getirelim. Ne yazık ki bu hırs, 150 yıldır değişmemiş. Plevne muhasara/kuşatma altındadır. Gazi Osman Paşa direnir, destanlar yazar. Fakat bir noktaya gelir ki mühimmat ve erzak sıkıntısı iyiden iyiye hissedilir. Teslim olmamak için en yakındaki birliklerden yardım talep eder. Destek istenen paşalar, aralarında konuşur ve şu karara varırlar: "Osman Paşa'ya yardım edersek gider İstanbul'da sadrazam olur." Hantepe faciasında "II. Ordu Komutanı Necdet Özel'e yardım edersek gider Ankara'da genelkurmay başkanı olur!" şüphesi seziliyor. 20 Temmuzda Hantepe'ye terörsitler baskın yaptı. 7 evladımız şehit oldu, 17 evladımız yaralandı. Karargah sustu. Heron görüntüleri ortaya çıkınca yine 'kim sızdırdı?' diye sordu, sızdırma ihtimali olan 30 personelin evlerine şafak baskınları düzenlendi. Ama artık mızrak çuvala sığmıyordu. Onun için basın olayın üstüne üstüne gitti. Cam gibi görüntüler ekranlarda yayınlanıyordu. Bu defa farklı bir şey de oldu. Şehit ana-babaları genelkurmayın önünde basın toplantısı yaptılar, kameralara konuştular, haklarını aramaya başladılar, mesuliyet sahiplerinin hesap vermesini istediler. Fakat Karargâh susuyordu. Sustu, sustu, sustu tam 21 gün. Üç hafta sonra bir açıklama yapıldı. Yapılmasa daha iyiydi... Vaki açıklama sıradandı. Sis ve toz bulutu olduğu için Hantepe'ye helikopterler inememiş. Bir de hainlerin elinde doçka ağır silahları varmış. Gün ağarması beklenmiş. Ondan sonra uçaklar gelmiş o sahayı bombalamış. Şimdi 73 milyon soruyor: Uçaklar, neden 21 dakika içinde çatışma mahalline uçmadılar? Neden sıradan bir açıklama için bile 21 gün beklendi? Açıklama hiçbir şehit anasının babasının yarasına zerrece merhem olmamıştır. İnandırıcı olmayan açıklama hayal kırıklığı uyandırmış, itimatları sarsmıştır. İlker Başbuğ dönemi bu talihsiz açıklamayla kapandı. Şimdi vazife yeni genelkurmay başkanı Işık Koşaner'e düşüyor: Işık Paşa! 30 Ağustosta vazifeyi deruhte ettiğin ilk anda daha yerine oturmadan bu hadisenin şüphelilerini mahkemeye sevk etmelisin. Senin için terazi bu olayın aydınlanması olacaktır. Bu millet, yerine göre öz evladını feda eden Padişahların dahi siyasetiyle 650 yıllık bir imparatorluğa sahip oldu. Kimse hesaptan münezzeh değildir. Hesap sor Işık Koşaner Paşa! Bu çocuklar taş parçası değil, can parçası.
Her 'Evet' sanki bir 'Fatiha'!
25 Ağustos 2010 01:00
Şehit Başvekil Adnan Menderes'in 3 oğlu vardı. Büyük oğlu Yüksel Menderes, 12 Mart darbesinden bir sene sonra 1972'de evinde tüp gaz zehirlenmesinden, ortanca oğlu Mutlu Menderes, 12 Eylül darbesinden iki sene evvel, 1978'de bir arabanın Ankara'da kaldırımda kendisine çarpması üzerine vefat etmişlerdi. Aydın Menderes kalmıştı. Aydın Bey, daha ilk temayüz ettiği yıllarda bile entellektüel tarafıyla hemen dikkat çekti. Meselelere güçlü tahliller yapıyor ve hal tarzları ortaya koyuyordu. Ne var ki o da 1997'de başlayacak 28 Şubat darbesinden hemen önce 1996'da bir trafik kazası geçirdi. 3 kardeşin başına gelen 3 hadise düşündürücü değil mi? Tıpkı Adnan Kahveci kazası gibi, tıpkı Turgut Özal vefat ederken koca Cumhurbaşkanlığı Köşkü'nde hekim ve sıhhi imdat arabası olmaması ve daha ne faili meçhuller gibi... Onların hepsi, kalın demir kapılar ardındalar. Unutmayınız, daha bu memlekette Sultan Aziz'in ölüm şekli tartışılmaktadır. Geçirdiği kazadan bir zaman sonra Aydın Beyle rehabilitasyon merkezinden TGRT'deki Entellektüel Boyut Programımızda canlı yayın yapmıştık. Sohbetimiz esnasında ailenin, kendilerine nasıl bir dinî tahsil aldırdıklarını sordum. "Beni Kur'an öğrenmeye gönderirlerdi, babam, işe giderken annem, her sabah babamın ardından okurdu" dedi. Tesellimiz o ki muhterem Aydın Menderes, bugün de aynı güçlü beyniyle sütun sahibi bir yazar olarak fikri faaliyetlerine devam etmektedir. Geçen gün bir cümlesiyle iliklerimize kadar titredik. O sözün kaybolup gitmemesi lazım. Aydın Menderes, şöyle diyordu: -Her 'Evet!' babama bir Fatiha. 'Evet'e Fatiha diyorlar şeklinde' bir çarpıtma yapanlar olabilir. Bu bir konuşma cümlesidir. Cümlede saklı bir 'sanki' kelimesi vardır. Aydın Menderes, bu müstesna fikir ve devlet adamımız, daha 14 yaşından itibaren dram üstüne dram yaşadı, babasının idamı, arka arkaya ağabeylerini kaybetmesi, annesi Berin Hanım'ın bu hadiseler üzerine mücessem/cisimleşmiş bir ızdırap hâline gelmesi ve en sonunda kendi kazası... Onun ta ciğerlerinden sökülüp gelen bu feryadı her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının duyması lazım. Bu ailenin istisnasız herkesin üzerinde hakkı var. Sese tekrar kulak verelim: -Her 'Evet!' babama bir Fatiha... Bu darbe anayasasına 12 Eylül 2010'da neden 'evet' denmesi gerektiği, bundan daha muhteşem hiçbir cümle ile izah edilemez. Her evet, Menderes başta olmak üzere kabrindeki "darbe şehitleri"ni ferahlandıracaktır. Bu Anayasa, Mendereslerin, Kahvecilerin, Özalların ve bütün faili meçhullerin önünde bir demir kapıdır. 'Evet'ler birleşip, yüzde 70'ler dolayında sağlam bir anahtar olacak ve bu kapıyı açacaktır inancındayız.
.
New York'ta cami tartışması
26 Ağustos 2010 01:00
> Washington, DC New York'ta yıllardır Fatih Camii var. Bu caminin hadimi, Süleyman Efendi Cemaati. Washington DC'de bir zaman sonra Washington Türk Camii bir külliye olarak yükselecek. Yine Washington DC'de İslam Kültür Merkezi güzel minareleriyle göz alıyor. Süleyman Efendi Cemaatinin Amerika genelinde onlarca merkezde Kur'an-ı kerim hizmetleri olduğu gibi Gülen Cemaatinin de onlarca yerde eğitim merkezleri, mescidleri, yayın kuruluşları, keza Menzil Cemaatinin mescid ve çalışma mekanları bulunuyor. Aynı şekilde diğer İslam memleketlerinden Müslümanların da cami ve hizmetleri mevcut. Amerika'da gayriresmî olanlarla birlikte 10 milyon civarında Müslüman mevcut. Bu rakamı yerli Müslümanlarla birlikte daha yukarıya çekmek mümkün. 300 milyonluk ülkenin yüzde 5'i Müslüman denebilir. Türkler bir milyon denebilir. Bazı Müslümanlar ülkelerinden kopmuşlar. Bazıları ise burada doğup büyüdüğü halde, mesela bazı Türkler, İstanbul'da yetişmiş gibi gayet güzel Türkçe konuşmaktalar. Bunun sırrı şu, İslamiyet, mensuplarının din ve huzurlarını koruduğu gibi ana dilleri de muhafaza ediyor. Bu doğru aynen Avrupa için de vaki. Bunları neden yazdık? Amerika Müslümanlarla yeni tanışmıyor. Öyleyse neden New York'ta Sıfır Noktaya yakın yere cami veya tam adıyla İslam Kültür Merkezi yapılma projesi halkı giderek artan bir tartışmanın içine çekmekte? Şu adı geçen cemaatler, daha bazı benzerleriyle birlikte ABD başta olmak üzere kıtada cami, kültür merkezi, okul, televizyon ve gazete olarak dinî ve sosyal hayatlarını kaç nesildir devam ettirmekteler. Çünkü sünni Müslümanlardan kimseye zarar gelmemiştir. Gelmez de. Ehli sünnet/sünni itikatta insan hayvan, dinli dinsiz, müslim, gayrimüslim kimseye zarar vermek caiz değildir. Hak sadece Mülümanlar arası değildir. Hak, Müslüman olanla olmayan arasında da bir müessesedir. İhlali iki dünyada da mahkemeyi şart kılar. Öyleyse özgürlükler ülkesi, denilen ABD'de bir dinî külliye yapılma isteği neden bu kadar saldırı ve hakaret mevzuudur? Karşı çıkanların bazısı fanatik Hıristiyanlar. Bazısı ise gözleri korkmuş olanlar. 11 Eylül muammasında kalınmadı, sonrasında da arada bir nefret uyandıran eylemler sürdürüldü. Bu yüzden bir kısım Amerikalıların zihninde Müslüman eşittir terörist hükmü yer etmiştir. Bu o kadar yanlış ki. Bu dünyada Müslümanın olamayacağı tek şey terörist olmaktır. İslam adına ortaya çıkan bu eylemciler ne? Onlar, batılı emperyalistlerin vaktiyle İslam topraklarına ektikleri fitne tohumlarının mahsulüdür. İslama dair sanılıp da İslamla ilgisi olmayan akidelerin marjinal bağlıları. İşte bunlara bakarak İkiz Kulelerin yerine yakın bir külliye/kompleks inşasına mani olmaya çalışmaktalar. Dava, protesto, tartışma her yol deneniyor. Halbuki New York Belediyesi izin verdi. Anıtlar Kurulu izin verdi. Başkan Obama destek verdi ama aşırılarla gözü korkmuş olanlar, başka toplumlarla barışık yaşamayı hazmedemiyorlar. Halbuki ABD tek millet değil. Danimarka bile minareli ve ezanlı bir yeni hayata hazırlanırken modern New York dar anlayışların kuşatmasında. Barack Obama için denilenlerle bu cami inşası arasındaki zamanlama ayniyetini gözden kaçırmamalı. 'O bir Müslüman!' inancındaki Amerikalı sayısı yüzde 25'i buldu. Bu topraklarda hak eden bir Müslüman başkan olamayacaksa hangi özgürlükten söz edilir. İslamafobyanın hortlatılması düşündürücüdür. ABD, ekonomik sıkıntılarına, Irak, Afganistan çıkmazlarına bir de fanatikleri eklerse işi zor. Obama'yı bile hedefe oturtabilirler.
.
Yüreğe can suyu
27 Ağustos 2010 01:00
Sosyal paylaşım sitelerinde bir kısım yazılıp çizilenlere bakınca üzülüyor, Allahım, bu ne gamsızlık, demekten kendimi alamıyorum. Ne kadar da süfli şeyler, dillere dolanmakta. Fidanlar ilk dikildiğinde, fidan toprakla kaynaşsın diye bir miktar su verilir. Bu suyun adı 'can suyu'dur. Kalb adlı manevi varlığın mekânı yüreği besleyen can suyu var. Yüreğin can suyu merhamettir. Eğer, şu ramazan günü, şu insanın kendiyle hesaplaştığı aşk mevsiminde, yüreğinin bir yarısında Filistin diğer yarısında Pakistan, bir yarısında bir şehit annesinin kayaları çatlatacak çaptaki acıları diğer yarsında bir yetimin gözyaşları yoksa vicdanını can suyundan yana yoklamalısın. Sen insansın, sen âyet-i kerimenin tarifiyle 'eşrefi mahlukatsın', yaratılmışların en onurlusu olansın, sen, şiirin üstadı Şeyh Galib'in söyleyişiyle 'hoşça bak zatına kim zübdeyi âlemsin'. Âlem-i sagir/ufak kâinatsın. Âlem-i kebirin bir damlaya yansımasısın. İnsanın kendi kendine yaptığı kötülüğü kimse ona yapamaz. Bunu hep tertip ve tertil üzere konuşan, yani, konuşması billurdan kelimelerin tesbih tanelerinin ipe dizilişi gibi muntazam ötesi güzellikte olan Sevgili Peygamberimiz -sallallahü aleyhi ve sellem- haber vermekteler. Peygamberler başbuğunun şaşmaz hükümleri şudur. 'Bir kimsenin kendi kendisine yaptığı kötülüğü cümle âlem bir araya gelse yapamaz.' Elinde bir çakmak, elinde bir kibrit, vaktini, ömür sermayeni tutuşturuyorsun, zaman, yanıp kavruluyor. Zaman senin iç dünyanın çamları, çınarları, ormanı. Tabiatta yanan ormanlara hayıflanırken kendi yaktığın ormanlar önünde kahkahalar atıyorsun. Çağın eksikliği, İmam-ı Rabbani Hazretlerini henüz keşfetmemiş olmasındadır. Sahib'üz zeman/zamanın sahibi, bin yılın yaman atlısı... İslamiyet, mektuplarla neşrolmaya/yayılmaya başlamıştı. Son Peygamber, İran Kisrasına, Bizans İmparatoruna, Kıpti Kralına rüzgârı atlarına kanat yapmış süvarilerle mektuplar yollayıp onları ve kavimlerini, onları ve kıtalarını, onları ve insanlığı ebedi saadete çağırdılar. İmam-ı Rabbani Hazretlerinin mektupları, Şanlı Peygamberin yerkürenin ortasına diktiği nurdan manzumeyi idrak rehberi. Çağın aradığı her değer, bu büyük Peygamber vârisinin mektuplarında. İmam-ı Rabbani liyakatini başında sultani bir sorguç gibi taşıyan Ahmet Faruki Serhendi Hazretleri... Tek başına bir külliye. Tek başına bir üniversite. Haceyi beşeriyyet/ insanlığın öğretmeni. Peki nerede İmam-ı Rabbani Hazretlerinin doğum günü kutlamaları, vefat günü tefekkürü? Nerede O'na dair paneller, sempozyumlar, uluslararası toplantılar, yüksek lisanslar, doktoralar?
Çatı katında şarkı söylemek!
30 Ağustos 2010 01:00
| | |