ABDULHAMİD HAN
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
O, ihsan-ı ilahiydi
Sülale-i Resulden, Abdülhakim Efendi,
Son asırda yetişen büyük âlimlerdendi.
İlmiyle amil olup, büyük veli idi hem.
Onu anlatmak için, aciz kalır bu kalem.
Binsekizyüz altmışdört miladi senesinde,
Doğmuştur Van şehrinin, Başkale ilçesinde.
Seyyid Fehim Arvasi idi ki hem üstadı,
Yanında ikmal etti, her iki tedrisatı.
Hem zahir, hem batında yetişerek nihayet,
Her iki ilimde de, aldı mutlak icazet.
Tam yirmidokuz sene kalarak Başkale’de,
Yanında çok âlimler yetişti fevkalade.
Çok güzel simalı ve buğday benizli idi.
Alnı geniş ve açık, nurlu ve sevimliydi.
Kaşları, hilal gibi kabarıktı ve ince.
Nur bakışlı gözleri, görünürdü irice.
Yüzü, zayıfça olup, iri yapılı idi.
Hürmet telkin edici bir vakar sahibiydi.
Her hali, muvafıktı aynen islamiyet’e.
Varlığı, bir ihsan-ı ilahiydi millete.
Çok mütevazı olup, (ben) demezdi o asla.
Derdi: (Dahil değiliz biz elbette hesaba.)
Halbuki her ilimde derin bir derya idi.
Hem dahi tasavvufta, büyük evliya idi.
Bir çok fen adamları, hatta profesörler,
Çözülmez sandıkları çetin, zor meseleler,
Olunca, sormak için gelirlerdi dersine.
Tam vakıf olurlardı o şeylerin hepsine.
Hatta sual etmeden ona müşkillerini,
Öğrenip giderlerdi, suallerin hepsini.
Keramet göstermekten kaçındı ömründe hep.
Zira Hak teâlâdan ederdi haya, edep.
Onda, Resulullahın güzel ahlakı vardı.
Sanki o, o devirden bu güne yadigardı.
Resulullahtan gelen o nurlar, aynen yine,
Onun kalp aynasından, aksederdi ehline.
Misafiri çok sever, ziyarete giderdi.
Dostların davetine, hep icabet ederdi.
İstanbul’da vardır ki, en büyük üç evliya,
Onları ziyarete giderdi ekseriya.
Murad-ı Münzavi ve Mehmed Emin Tokati,
Bir de Zeynep Kâmil’de Abdülfettah-i Akri.
Bu kabirlere gidip, ruhlarına okurdu.
Ve ruhani olarak, onlarla konuşurdu.
Abdulkadir Geylani ile de konuşarak,
Alırdı cevabını, bir çok şeyler sorarak.
Derdi: (Kaçırmaktansa tek bir vakit namazı,
Ölmek daha iyidir, budur işin esası.
Bir veli, hiç ben demez, söylemez asla bunu.
Zira söylemek için, bulamaz mevzuunu.)
İstanbul’da, çeşitli camilere giderek,
İnsanlara imanı anlattı vâz ederek.
Derdi ki: (Hak teâlâ, bir kula iman verdi,
Onu verdikten sonra, ne ki ona vermedi?
Ve Allah, bir kula ki imanı vermemiştir,
O olmadıktan sonra, ne ki ona vermiştir?)
. Kimseye söyleme!
Abdülkadir Efendi nam bir pamuk tüccarı,
Var idi ki, o bizzat anlatmıştır şunları:
Efendi Baba ile, Eyüp camiinde, biz,
Bir öğle namazını kılıp çıktık ikimiz.
Ve Hazret-i Halid’in mübarek türbesine,
Girip oturuverdik, sandukanın önüne.
İkimizden başka da, kimse yoktu o günü.
Buyurdu: (Bana sokul, kapat iki gözünü.)
(Peki) deyip kapattım ve gördüm ki o vakit:
Ayak üzre duruyor o an hazret-i Halid.
Uzun boylu, heybetli gördüm kendilerini.
Yaklaşınca, kalktım ve hemen öptüm elini.
Bir şeyler konuştular ikisi yavaş sesle.
Ben bir şey duymuyordum, seyrederdim edeple.
Birazdan (Gözünü aç!) buyurdu yine bana.
Açtığımda gördüm ki, otururuz yan yana.
Sonra çıktık dışarı, ikindi okunurdu.
Efendi bana dönüp, (Neler gördün?) buyurdu.
Arzettim, buyurdu ki: (Hayatta oldukça ben,
Kimseye haber verme, gördüğünü katiyen.)
Abidin Bey isminde, yakınlarından bir zat,
Var idi ki, bu kimse eyledi bir gün vefat.
Teçhiz ve tekfin gibi hizmetleri gördüler.
Sonra, cenazesini kabrine götürdüler.
Efendi’nin evi de, o yol üzerindeydi.
Ve o yoldan yüksekçe bir setin üstündeydi.
Cenaze, tam geçerken o evin hizasından,
Abdülhakim Efendi set üstündeydi o an.
Bir nazar eyleyince cenazeye ayakta,
Tabut, hemen durdu ve bekledi muallakta.
Taşıyanlar, bir hayli ettilerse de gayret,
Bir milim gitmeyince, eylediler çok hayret.
Sonra da, ona doğru döndü tabut havada.
Kısa dua okudu Efendi o arada.
Vakta ki dua bitti, o zaman eli ile,
Bir işaret eyledi: (Haydi götürün!) diye.
Tabut, ancak o zaman yoluna etti devam.
Gördü bu kerameti, cemaatten çok adam.
Bir gün de, otururken bir caminin önünde,
Ona, dilsiz bir çocuk getirdiler o günde.
Oniki yaşındaydı, hiç konuşamıyordu.
Buna, anne babası çare bulamıyordu.
Duydular: (Teşrif etmiş o yere bir evliya.)
Hemen kapıp çocuğu, götürdüler oraya.
Zira itikadları şöyleydi ki onların,
Hürmetine, çok şeyler düzelir evliyanın.
Çocuk gelip el öptü ve oturdu yanına.
Efendi, şefkat ile bir nazar etti ona.
Sonra sual etti ki: (Evladım, adın nedir?)
O, güzelce konuşup, dedi: (Adım Ahmed’dir.)
O günden itibaren başladı konuşmaya.
Onun himmeti ile, kavuştu tam şifaya.
Annesiyle babası, görüp hayret ettiler.
Hatta sevinçlerinden çok gözyaşı döktüler.
. Üç büyük veli
Şakir Efendi diye bir kimse var idi ki,
Yıllarca bu velinin yapmıştı hizmetini.
Bu kişi anlatıyor: Efendi’yle biz yine,
Gitmiştik bir velinin kabir ziyaretine.
Bu zat, Zeynep Kâmil’de Abdülfettah Efendi,
İdi ki, İstanbul’da üç büyük velidendi.
Murad-ı Münzavi’yle, Tokadi Mehmet Emin.
Diğer ikisi idi, bu üç büyük velinin.
Bu zatların kabrini ettiğinde ziyaret,
Edebe, titizlikle ederdi çok riayet.
Ayakkabılarını, kabristan haricinde,
Çıkarıp, öyle girdi bir tevazu içinde.
Sonra bana dönerek, buyurdu: (Yum gözünü!
Açınca, yine bana söyle ne gördüğünü.)
Gözümü kapatınca, uzun boylu ve esmer,
Bir zat gördüm ve bunu, kendine verdim haber.
Buyurdu: (Tıpkı senin söylediğin gibidir.
O, bu yerde üç büyük evliyadan biridir.)
Yeğenleri Faruk Bey anlattı şunu bizzat:
Balkondan taş zemine düşmüştü bizim Nevzat.
Biz bunu haber alıp, süratle indik yere.
Onu, koma halinde zor attık hastaneye.
Daha sonra ayıldı ve bildi kendisini.
Lakin kaybetmiş idi akli melekesini.
Gösterdik çok sinir ve akıl tabiplerine.
Dediler: (Ümit yoktur, gelmez eski haline.)
Efendi’ye giderek, arz ettim hadisatı.
Şefkatli kollarına teslim ettim Nevzatı.
Büyük bir merhametle yanlarına aldılar.
Onu, nazarlarından bir an ayırmadılar.
Mübarek gözlerinden çıkan nur ve şuaya,
Mazhar olup, çabucak kavuştu tam şifaya.
Öyle ki, hiç kalmadı hastalıktan bir eser.
Ve hatta avukatlık yaptı uzun seneler.
Abdülhakim Efendi, yine günün birinde,
Vaz ediyor idi ki Bayezid camiinde,
Bir ara buyurdu ki mevzuyu değiştirip:
(İçinizden biriniz, görse ki eve gidip,
Mesela küçük oğlu, çıkmış evin damına,
Güvercin kovalıyor, bağırmasın hiç ona.
Yavaş ve güzellikle söylesin ki: Evladım!
Gel de in aşağıya, bak sana şeker aldım.
Böylece ürkütmeden içeri alsın onu.
Bundan sonra o ancak azarlasın oğlunu.)
Abdülhakim Efendi, bunu, cemaatına,
Söyleyip devam etti yarım kalan vâzına.
Akhisarlı biri de, bunları dinlemişti.
O vâzın bitiminde, çıkıp eve gitmişti.
Ve oğlunu gördü ki evine vardığında,
Güvercin kovalıyor çıkmış evin damında.
Hem de kiremitlerin ucundaydı evladı.
Tam bağıracaktı ki, o sözü hatırladı.
Buyurdukları gibi davrandı çok yumuşak.
Böylelikle düşmekten kurtuldu o yavrucak.
. Hiç hatırlayamadı
Sohbete gelenlerden İlyas Efendi vardı.
Bu zat, Ayvansaray'da marangozluk yapardı.
Bir gün, yaşlı bir kadın gelerek dükkanına,
Bir kapı ve pencere sipariş verdi ona.
Dedi ki: (Tek odalı bir evim var ki halen,
Oda yaptırıyorum o eve ilaveten.
O ikinci odayı, kiraya vereceğim.
Onun geliri ile, geçinip gideceğim.
Kira paralarından ödemek şartı ile,
Bir kapı ve pencere yapar mısın acele?)
(Yarın gel, konuşuruz) dedi ona cevaben.
Maksadı, Efendi'ye sormak idi esasen.
O gün ikindi vakti, vardı huzurlarına.
Lakin unuttuğundan, sormadı bunu ona.
Fakat o büyük veli, bu İlyas Efendi'ye,
Bakıp, sual eyledi: (İşlerin nasıl?) diye.
(İyi efendim!) deyip, beyan etti halini.
Lakin hatırlamadı yine o sualini.
(Müşteri geliyor mu?) diye sordu kendine.
(Geliyor) dedi ama, hatırlamadı yine.
Abdülhakim Efendi, sordu ki ona tekrar:
(Bir şey sipariş veren oldu mu bu aralar?)
Lakin İlyas Efendi, yine hatırlamadı.
Dedi: (Hayır fendim, bu gün gelen olmadı.)
Yine merhamet edip, buyurdu ki bu sefer:
(Bu gün gelen kadının işini hallediver.)
Bir genç, kışın Bitlis’te giderken atı ile,
Tutuldu dağ yolunda, kuvvetli bir tipiye.
Öyle ki, fırtınadan göz gözü görmüyordu.
Şaşırıp kaldı, zira, bir şey göremiyordu.
Ne ileri, ne geri gidemiyordu asla.
Allah’a sığınarak, dua etti ihlasla:
(Ya Rabbi, bu zamanın Kutb’u hangi veliyse,
O zatı, imdat için, yetiştir bu acize.)
Kalbinden geçirince bu genç bu münacatı,
Gördü yanıbaşında, nur simalı bir zatı.
Dizginlerini tutup, bir eliyle işaret,
Ederek, kendisine verdi bir istikamet:
(Bu taraftan gidersen, ulaşırsın şehire!)
Dedi ve göz önünden kayboldu birden bire.
Gaybdan gelen bu zatın şekl-i şemailini
Tuttu ve hatırında sakladı hayalini.
Otuz seneden fazla geçmişti ki aradan,
Bu kişi, İstanbul’a gelmiş idi bir zaman.
Bayezid camiinde dinlerken vâz, nasihat,
Gözüne hiç yabancı gelmedi vâz eden zat.
Düşündü ki: Bir yerde gördüm ben bu kimseyi.
Lakin hatırlamadı o günkü hadiseyi.
Abdülhakim Efendi vâzını müteakip,
Giderek, o kimsenin kulağına eğilip,
Buyurdu ki: (Bitlis’te, hani otuz yıl önce,
Tipi mi hatırına geldi beni görünce?)
O zat gözyaşlarına hakim olamayarak,
Hürmetle öptü hemen, eline sarılarak.
. Ben hiç’mişim
Tahir Efendi diye, sevdiklerinden bir zat,
Vardı ki, şu vakayı anlattı kendi bizzat:
Dedi ki: Ben Kerkük’te görmüştüm iyi tahsil.
Arabi, farisiyi öğrenmiştim bittafsil.
Tefsir, hadis, fıkıh’ta var idi hayli bilgim.
İlim meclislerinde hem de söz sahibiydim.
Bir gün, arkadaşlardan birisi bana geldi.
Dedi ki: (Bir âlim var, Abdülhakim Efendi.)
Onun faziletinden bahsedip sonra bana,
Ertesi gün de gelip, götürdü beni ona.
Düşündüm ki: Ben dahi âlimim onun gibi.
Kerkük’te her mecliste, ben idim söz sahibi.
Gittiğimiz yerde de, böyle olmalı hatta.
Bilgili oluğumu, bilmeli hem o zat da.
Bunları düşünerek, huzura vasıl oldum.
Kendisine çok yakın sandalyeye oturdum.
Abdülhakim Efendi, başladı konuşmaya.
Etrafa, inci gibi ilim, hikmet saçmaya.
Ömrümde duymadığım şeylerden bahsetti hep,
Yanında oturmaya eyledim ondan edep.
Az sonra, sandalyeden yavaşça yere indim.
Orada oturmaya çünkü layık değildim.
Sonra geri çekilip, oturdum az geride.
Çünkü layık görmedim kendime o yeri de.
Az sonra, o yeri de fazla görüp, oradan,
Az daha geri çıktım, hiç elimde olmadan.
Gide gide oturdum dışkapı kenarında.
Anladım ki, (hiç)mişim ben o zatın yanında.
Yine Tahir Efendi anlattı ki bir kere:
Bir gün Efendi Baba şöyle dedi bizlere:
(Evliya huzuruna, dolu giden, boş döner.
Lakin dolu dönülür, boş gidilirse eğer.)
Bunları söyleyerek buyurdular ki bana:
(Evde kitap kalmasın, dağıt başkalarına.)
(Peki) deyip, huzurdan ayrılıp eve vardım.
Lakin kitaplarımı vermeye kıyamadım.
Emrine hiç uymamak olmasın diye fakat,
Zorla, bir ikisinden edebildim feragat.
Sonra yatsıyı kılıp, yattıysam da yatağa,
Rüyada, Efendi’yi görüp kalktım ayağa.
Zira buyurdular ki bana rüyada iken:
(Tahir, kitaplarını çıkardın mı evinden?)
İki rekat bir namaz kılıp yattım yatağa.
Lakin yeni uykuya geçmiş idim ki daha,
Yine rüyama girip ve yanıma geldiler.
Korktum, zira o anda gayet celalliydiler.
Bana buyurdular ki o hiddetle bir daha:
(Evde mi saklıyorsun kitapları sen hala?)
Fırlayıp abdest aldım, yine durdum namaza.
Daha sonra, evimde ne kadar kitap varsa,
Tamamını toplayıp, o gece attım evden.
Bu, çok hayırlı oldu hakkımda hakikaten.
Zira o, öncelikle benden alıp onları,
Bol bol ihsan ettiler kendinde olanları.
. Ne için okutmuş?
Halid Turan Bey vardı, sevdiği ahbabından.
Şöyle bir hadise de, geçmiş onun başından.
Kendisi anlatıyor: Efendi’nin evine,
Bir gün, yalnız olarak gittim ziyaretine.
Ben oturur oturmaz, kütüphanelerinden,
Bir kitabı çekti ve bir yer açtı içinden.
Sonra bana uzatıp, açık olan o yeri,
Buyurdu ki: (Al Halid, oku şu sahifeyi.)
Kitap arabi idi, (Peki) dedim ben hemen.
Başladım okumaya gösterdiği o yerden.
Lakin yanlış okudum bazı kelimeleri
O, hemen düzeltirdi yanlış olan yerleri.
O sahife bitince, dedi: (Oku bir daha!)
(Peki) deyip, yeniden başladım okumaya.
Yine yanlış olunca, düzeltiyordu hemen.
Sonunda, hiç yanlışsız okudum mükemmelen.
O zaman buyurdu ki: (Okuman oldu iyi.
Şimdi dahi Türkçe’ye çevir bu sahifeyi.)
Başladım çevirmeye yine (Peki) diyerek,
Lakin zorlanıyordum, kolay da değildi pek.
Takıldığım yerlerde, o yardım ediyordu.
İyi anlamam için, gayret sarfediyordu.
Sahifenin sonuna gelince en nihayet,
Buyurdu ki: (Al baştan, tercümeyi tekrar et.)
Okuyup mana verdim yine o satırları.
Onun yardımı ile düzelttim hataları.
Velhasıl çok mükemmel anlayıncaya kadar,
O gün, o sahifeyi okuttu tekrar tekrar.
Lakin hiç bilmiyordum niçin okuttuğunu.
Kendilerine dahi, sormadım o gün bunu.
Fakat biliyordum ki, vardır bir sebep, hikmet.
Dedim ki: (İleride anlarım bunu elbet.)
Velhasıl yirmi sene geçince vefatından,
Bir zaman, Ankara’da açıldı bir imtihan.
Kütüphane müdürü alınacakmış meğer.
Düşündüm: Bu, belki de bana olur müyesser.
Müracatımı yapıp, girince imtihana,
Arabi bir kitabı verdiler o gün bana.
Dediler: (Şu kitaptan, herhangi bir sahife,
Aç oku, daha sonra çevir onu Türkçe’ye.)
Ben dahi o kitaptan, rastgele bir yer açtım.
Velakin açar açmaz, hayret ettim ve şaştım.
Çünkü tam da o yerdi, tanıdım sahifeyi.
Hatırladım yirmi yıl önceki hadiseyi.
Efendi, ta o zaman onu verip elime,
Okutturmuştu bana, hem kelime kelime.
Ben, hemen bir çırpıda okudum sahifeyi.
Şaşırıp dediler ki: (Okuman gayet iyi.)
Sonra tercüme ettim o yerleri mükemmel.
Takdiren dediler ki: (Tercümen de çok güzel.)
Kazandım imtihanı Efendi sayesinde,
Kütüphane müdürü oldum neticesinde.
İmtihandan çıkınca, eyledim bir tefekkür.
Kendimi tutamayıp, ağladım hüngür hüngür.
. Ameliyat olmadı, ama...
Sevdiği kimselerden Sabri Bey var idi ki,
O da, şu hadiseyi anlatır bizatihi:
Bir gün rahatsızlandım ve gittim hastaneye.
Apandisit teşhisi kondu muayenede.
Bayram olduğu için, yapmayıp ameliyat,
Bir başka hastaneye sevkettiler o saat.
Çıkıp, o hastaneye gitmeden daha önce,
Efendi’ye uğrayıp, haber verdim hemence.
Ellerini öpüp de oturunca, o derhal,
Bana, (Sen hasta mısın?) diyerek etti sual.
(Evet) deyip, gösterdim o ağrının yerini.
Tam onun üzerine dokundurdu elini.
(Burası mı?) diyerek, o yeri ovdu biraz.
Onun bereketiyle gitti benden o maraz.
O, mübarek elini dokununca o yere,
Apandisit ağrısı kayboldu birden bire.
Kırkbeş sene oluyor o günden itibaren,
Apandisit ağrısı görmedim bir daha ben.
Yine o anlatır ki: Abdülhakim Efendi,
Bir ara, teyemmümden bana hep bahsederdi.
Hatta bizzat kendisi, bir tuğla getirerek,
Nasıl olacağını gösteriyordu tek tek.
Ben de, kendi kendime derdim ki: Niye acep,
Efendi, teyemmümü anlatıyor bana hep?
Teyemmüm, su olmayan yerlerde lazım olur.
Biz ise şehirdeyiz, su her yerde bulunur.
Böyle kendi kendime düşündümse de bunu,
Yıllar sonra anladım ne için olduğunu.
Efendi hazretleri göç etti bu dünyadan.
Ve sonra otuz sene geçmişti ki aradan,
Ellerimde ekzema ve yaralar çıktı hep.
Hatta baş parmağımı kestiler bundan sebep.
Doktorlar, sıkı tembih ederlerdi ki bana:
(Su değdirmeyeceksin el ve parmaklarına.)
Sevdiklerinden biri, bir gün huzurlarına,
Gelerek, şu şekilde bir sual sordu ona:
(Seyyid Abdülkadir-i Geylani mi yüksektir?
İmam-ı Rabbani mi? Merak eder bu fakir.)
Abdülhakim Efendi, cevaben o kimseye,
Başladı Abdülkadir Geylani’yi övmeye.
Buyurdu: (Gavs-ül a’zam idi ki bu büyük zat,
Anında yetişirdi istese her kim imdat.
Öyle çok kerameti vardı ki onun hatta,
Duasıyla, ölüyü döndürürdü hayata.
Kendi zamanındaki bilcümle evliyanın,
Fevkinde bulunduğu, kesin idi bu zatın.
Ve kıyamete kadar, her veliye feyiz, nur,
Onun vasıtasıyla erişir, vasıl olur.
Mübarek cemalini görseydi biri elhak,
Allahü teâlâyı hatırlardı muhakkak.
Dört yüz kişi yazardı vâzını muntazaman.
Birbirinin sırtında yazarlardı çok zaman.)
Böylece bu veliden bahsedip uzun uzun,
Çok kerametlerini anlattı önce onun.
Sonunda buyurdu ki: (Bütün bunlara rağmen,
İmam-ı Rabbani'nin aşıkıyım ama ben.)
. Ot, ağaç olamaz
Var idi o zamanlar, bir de Tahir Efendi.
Efendi Babanın da çok sevdiklerindendi.
Bu kişi anlatıyor: Ben bir gün, Efendi’ye,
Gitmiştim sohbetinden istifade etmeye.
Lakin yolda giderken, düşündüm ki: Gideyim.
Ve Efendi Baba'ya şunu arz eyleyeyim:
Diyeyim ki: Efendim, tasavvuf yolunda biz,
Kendi gayretimizle asla yükselemeyiz.
Bir himmet ve teveccüh buyurun da bizlere,
Biz dahi yükselelim yüksek mertebelere.
Ben böyle düşünerek huzuruna varınca,
Baktım ki, oturuyor ön bahçede yalnızca.
Yaklaşıp selam verdim ve öptüm ellerini.
Lütfedip, yanlarına oturttu hemen beni.
Bir manolya ağacı vardı hemen o yerde,
Çimenler büyümüş ve açmış idi güller de.
Ben oturur oturmaz, yüzüme nazar edip,
Sonra da, eli ile manolyayı gösterip,
Buyurdular ki: (Tahir, bak şu ne ağacıdır?)
Cevaben arz ettim ki: (Efendim manolya'dır.)
Sonra gülü gösterip: (Bu ne?) diye sordular.
Cevaben arz ettim ki: (Efendim gül’dür onlar.)
Çimenleri gösterip sordu ki: (Şunlar nedir?)
Ben, (Çimen'dir) deyince, buyurdu ki: (Ey Tahir!
Su, hava ve toprağı aynı da bunların hep,
Ne için herbirinin boyları farklı acep?
Mesela şu çimene, çok gübre ve ilacı,
Verseler, hiç acaba olur mu gül ağacı?
Güle dahi verseler çok su, gübre ve ziya,
Ve çok da uğraşsalar, olur mu hiç manolya?)
(Hayır, olmaz) deyince, buyurdu ki: (Ey Tahir!
Öyleyse bu farklılık, istidatlardan gelir.
İnsanlar, ne kadar çok uğraşsa da bunlara,
Çimenler gül olamaz, gül de olmaz manolya.)
Sonra bana baktılar, başımı öne eğdim.
Dedim ki: (Kusurumu bağışlayın efendim.)
Habil Efendi diye vardı ki bir terzisi,
Pek çoktu Efendi’ye bağlılığı, sevgisi.
Ona, öyle ihlasla bağlıydı ki o hatta,
Böyle halis bağlılık, az bulunur hayatta.
Bir gün ziyaretine giderken Efendi’nin,
Düşündü ki: Gidince, sorayım şunu ilkin.
Diyeyim ki: Efendim, istemiyorum ama,
Çok kötü düşünceler geliyor hatırıma.
Hiç kurtulamıyorum ben bu vesveselerden.
İmanıma bir zarar gelir mi bu şeylerden?
Bunları düşünerek, vardı huzurlarına.
Girince, sohbetini kesti ve baktı ona.
Ve hemen buyurdu ki: (Bir müslümanın, eğer,
Hatırına gelirse çok fena düşünceler,
Onun kötülüğüne bir işaret değildir.
İmanının kuvvetli olduğuna delildir.)
Henüz sual etmeden almıştı cevabını.
Efendi, daha sonra tamamladı vâzını.
. Boşa emek vermeyiz
Ziya Bey var idi ki onun sevdiklerinden,
Pek çok istifadesi olmuştu kendisinden.
Öyle çok severdi ki o bu zatı ihlasla,
Biraz üzülmesine dayanamazdı asla.
Bunu, üstadı dahi gayet iyi bilerek,
Üzüntülü şeyleri duyurmazdı ona pek.
Tembih buyururdu ki o zaman ehibba’ya:
(Duyurmayın bu şeyi, sakın Ziya Ağa’ya.)
Bilseydi üstadının çünkü üzüldüğünü
O da, teessüründen mahvolurdu o günü.
Maddi durumu dahi olduğundan müsait,
İhsanda bulunurdu üstadına çok vakit.
O Allah adamına pek çok ihsan ve ikram,
Yapıp, teveccühünü kazanmıştı onun tam.
Türlü vesilelerle sevindirirdi onu.
Ahiret sermayesi bilirdi zira bunu.
Abdülhakim Efendi, onun ihsanlarına,
Öyle çok memnun olur, sevinirdi ki buna,
Mübarek ellerini duaya kaldırarak,
Şöyle niyaz ederdi Rabbine yalvararak:
Derdi ki: (Hazinende ne varsa ya ilahi!
İhsan et tamamını Ziya kuluna dahi.)
İşte o, bu velinin kavuşup himmetine,
Yükseldi tasavvufun yüksek derecesine.
Halk içinde Hak ile bulunurdu ki her an,
Onun büyüklüğüne, bu idi büyük nişan.
Abdülhakim Efendi, onu çok seviyordu.
Ona, gayriden fazla ilgi gösteriyordu.
Mesela sohbetlerde, arabi kitaplardan,
Okutup, izahını yapıyordu ardından.
Kitabı, Ziya Bey’e okuturdu ekseri.
Bunu merak ederdi bazı talebeleri.
Bir gün, bir tanesinin geldi ki hatırına:
Ne için kitapları okutuyor hep ona?
Halbuki çok değildir onun lisan bilgisi,
Benden fazla değildir arabi, farisisi.
Zira ben, medresede okumuş olduğumdan,
Arabi malumatım ileridir çok ondan.
Buna rağmen sebep ve hikmeti ne ki acep,
Bana okutmuyor da, ona okutuyor hep?
O kişinin kalbine gelince bu düşünce,
O büyük evliyayı rüyada gördü gece.
Baktı, Ziya Bey dahi otururdu yanında.
Hem de âlim sarığı vardı onun başında.
Sohbet ediyorlardı pek samimi ve yakın.
Çekindi, gidemedi yanlarına onların.
Abdülhakim Efendi, bu kimseye bakarak,
Buyurdu ki: (Ey filan, bu fikirleri bırak!
Yanlış ve zararlıdır bu şekilde düşünmek.
Zira biz, na-ehil'e vermeyiz boşa emek.)
Uyanıp, pişman oldu öyle düşündüğüne.
İnandı Ziya Bey’in manen üstünlüğüne.
Bir defa da Ziya Bey, rüyada üstadını,
Görüp, öptü mübarek elinin ayasını.
Sabahleyin uyandı ve gitti huzuruna.
Elini öpmek için, yaklaşınca yanına,
Elinin ayasını uzatarak o veli,
Buyurdu: (Öp şimdi de, gece öptüğün gibi.)
. ŞİİRLERLE MENKIBELER
İtiraz etme bize
Abdülhakim Efendi, sevdikleriyle bazan,
Deniz sahillerine giderdi zaman zaman.
Rumeli kavağı ve Altın kum sahiline,
Veyahut giderlerdi bazan Beylerbeyi’ne.
Vapurun üst ve arka kısmında otururdu.
Karşısına, sevdiği birini oturturdu.
İslamın timsaliydi mübarek vücutları.
Hiçbir hali, olmazdı kıl kadar dinden ayrı.
Bir gün teşrif ettiler, yine Beylerbeyi'ne.
Oturdular sahilin tenhaca bir yerine.
Sohbet ettikten sonra, biraz da serinlemek,
Maksadıyla, denize girmişti ki mübarek,
O sırada bir kişi, uzaktan gördü onu.
Tanıdı büyük âlim ve veli olduğunu.
İtiraz etti fakat, bu haline o kimse.
Düşündü ki: Evliya, hiç girer mi denize?
O kimsenin kalbine gelince bu itiraz,
Girdi onun içine bir sıkıntı ve maraz.
Öyle düşündüğüne, duydu büyük nedamet.
Ve özür dilemeye karar verdi nihayet.
Mahcubiyet içinde, mübarek huzuruna,
Gitti, fakat hiçbir şey demeden henüz ona,
O veli, kendisine buyurdu ki: (Ey kimse!
Yanlış düşünüyorsun, itiraz etme bize.)
Bir kısım camilere giderek bu büyük zat,
İlim, hikmet saçardı ederek hep nasihat.
Bir kişi duydu onun böyle vaz ettiğini.
Dinlemek arzu etti, gidip onun dersini.
Öğrenmek istediği vardı ki meseleler,
Onları, bir kağıda yazdı hep birer birer.
Hepsi on husus idi, yazıp koydu cebine.
Ve geldi namaz vakti, Bayezid camiine.
Maksadı, dersten sonra, görüp o büyük zatı,
Sorup öğrenmek idi bu dini hususatı.
Camiye girdiğinde, gördü ki tam o saat,
O, kürsiye oturmuş ediyordu nasihat.
Girip de oturunca caminin gerisine,
Abdülhakim Efendi ara verdi dersine.
Buyurdu ki: (Bu dinde, var ki bazı hususlar,
Bazıları bunları öğrenmek istiyorlar.
O dini hususlardan, birincisi şöyledir.
Onun, dinimizdeki cevabı da böyledir.
İkincisi şu olup, şöyledir cevabı da.)
Böyle izah etti hep, onların onunu da.
Onun merak ettiği on din meselesini,
Söyleyip, birer birer izah etti hepsini.
O sual ve cevaplar bulunca böyle hitam,
Buyurdu: (Dersimize edelim şimdi devam.)
İşi hallolmuş idi böylece o kişinin.
Lakin anlamamıştı hikmetini bu işin.
On sual daha yazıp, ertesi hafta yine,
Gelip oturuverdi, caminin bir yerine.
Abdülhakim Efendi onları da tek be tek,
Söyleyip, cevapladı uzun izah ederek.
Çıkarken, buyurdu ki yaklaşıp o kimseye:
(Şimdi vakıf oldun mu bu yirmi meseleye?)
. Sultanın daveti
Abdülhakim Efendi, Beşiktaş Sinanpaşa,
Camiinde vâz edip, çıkarken dışarıya,
Baktı, kapı önünde, bir saray arabası.
Kibar bir bey yaklaşıp, şu oldu ona arzı:
(Sultan Vahideddin Han, size selam ediyor.
Ve sizi, iftar için saraya çağırıyor.)
Sultanın gönderdiği hususi arabaya,
Binerek, iftar için teşrif etti saraya.
İstanbul’un en mümtaz hoca, vaiz, imamı,
O iftar yemeğine çağrılmıştı tamamı.
Çok mükellef bir yemek yenildikten sonra da,
Başmabeynci, şunları arz etti o arada:
(Sultan, bilcümlenize önce selam ediyor.
Sonra da, şu hususu istirham buyuruyor.
Şu an düşmana karşı, bütün Anadolu’da,
Çarpışan halkımıza ediniz hayır dua.
Kuva-yı milliye'nin galip gelmesi için,
Müstecap duanızı bekliyor hepinizin.
Halkı teşvik ediniz, milli mücadeleye.
Ki, eli silah tutan, koşup gitsin cepheye.
Para ve silahca da, Kuva-yı milliye'yi,
Takviye etmek için, teşvik edin milleti.
Bu düşman işgalinden, vatanın kurtulması,
Hususunda, Sultanın budur sizden ricası.)
Abdülhakim Efendi, sarılıp bu davaya,
Çok insan göndermiştir, o gün Anadolu’ya.
Sultan Vahideddin Han, Topkapı sarayında,
Hırka-i saadeti ziyareti anında,
Yanında olsun diye, gönderip birisini,
Davet etti saraya Hakkın bu velisini.
Diğer ileri gelen devlet adamlariyle,
Bir çok din adamı da, mevcut idi haliyle.
Abdülhakim Efendi, bu davete icabet,
Buyurarak, saraya teşrif etti nihayet.
Yanına, yardımcısı Şakir Efendi’yi de
Alarak gelmişti ve bekliyordu geride.
Biraz sonra, padişah Sultan Vahideddin Han,
Gelip geçti vakarla, cemaat arasından.
Hırka-i saadetin bulunduğu odanın,
Kapısına gelince, duruverdi ansızın.
(Abdülhakim Efendi nerededir?) deyince,
Herkes, birbirlerine bakıştılar hemence.
Kimse tanımıyordu bu isimde birini.
Sorarak, gerilerde buldular kendisini.
Herkes yol açıyordu bu Allah adamına.
Teşrif etti birazdan, Padişahın yanına.
Bir dünya sultanıyla, bir ahiret sultanı,
Sultan-ül enbiya'nın mübarek hırkasını,
Ziyaret etmek için, içeriye girdiler.
Büyük bir hürmet ile, ziyaret eylediler.
Sultan Vahideddin Han, teberrük olsun diye,
Herkese, birer mendil o gün etti hediye.
Abdülhakim Efendi hazretlerine dahi,
Bir değil, iki mendil vermişti bizatihi.
Vakta ki sona erdi bu mübarek ziyaret,
O, Şakir Efendi’nin yanına etti avdet.
O ikinci mendili ona verip o zaman,
Buyurdu ki: (Bunu da, gönderdi sana Sultan.)
. Harbe girmeyiz, ama...
Necip Fazıl anlatır: Bindokuzyüz kırkbir’de,
Ben, yazı yazıyordum gazetenin birinde.
İkinci dünya harbi patladığı zamanlar,
Hatta sınırımıza dayanmıştı Almanlar.
Bir an meselesiydi harbe iştirakimiz.
Muhakkak gözü ile, bakıyorduk buna biz.
Günlük yazılarımda bunu savunuyordum.
(Muhakkak biz de harbe gireceğiz) diyordum.
Çünkü hadiselerin seyrinde öyle bir hal,
Vardı ki, bize göre, yoktu başka ihtimal.
Efendi’nin yanına gitmiştim o günlerde.
Bunu savunmuş idim, o mübarek yerde de.
Beni, büyük sabırla dinleyip o büyük zat,
Sonra da bana bakıp, buyurdu ki o saat:
(Hayır, harbe girmeyiz, yanlış bu düşünceler.
Fakat pahalılık ve yokluk gelir bu sefer.)
Zaman sonra, hepimiz gördük ki hakikaten,
Buyurdukları gibi vukua geldi aynen.
Harbe girmedik ama, geldi bir pahalılık.
Öyle ki, halkın gücü kalmadı buna artık.
Benim o tahminlerim boş çıktı tamamiyle.
O zatın buyurduğu, vaki oldu ayniyle.
Hak teâlâ veriyor onlara bu bilgiyi.
Onlar da, bu bilgiyle görüyor ileriyi.
Onun sevdiklerinden var idi ki Cevat Bey,
Onun dahi başından geçmişti şöyle bir şey:
Kendisi anlatıyor: Sakarya savaşında,
Ben dahi üsteğmendim bir birliğin başında.
Ric'at emri verilmiş, ordu çekiliyordu.
(Ankara boşalıyor) haberi geliyordu.
Efendi, bu fakire buyurdu ki o vakit:
(Cevat, acil olarak hemen Ankara’ya git!
Ordu komutanına çık ve de ki o zaman:
Beni, kendi halinde gönderdi bir müslüman.
Dedi ki, göstersinler biraz daha metanet.
En son bizim olacak elbet muvaffakıyet.)
(Peki Efendim!) deyip, ben gittim Ankara’ya.
İlettim bu haberi vazifeli paşaya.
O müjdeyi alınca, memnun oldu begayet.
Ve ric'atı durdurup, daha çok etti gayret.
Ben de gidip, bilfiil katıldım ordumuza.
Harbe girip savaştım, sonra omuz omuza.
Yara alıp, savaştan çıktım gazi olarak.
Bize çok yardım etti, bu harpte cenab-ı Hak.
O büyük evliyanın buyurdukları gibi,
Harpte muvaffakıyet, bizim oldu tabii.)
Ya Rabbi, çok sevdiğin bu veli hürmetine,
Kavuştur bizi onun halis muhabbetine.
. Rahmet-i ilahiydi
Abdülhakim Efendi, çok büyük bir veliydi.
Ve bütün insanlara, rahmet-i ilahiydi.
Onun her hareketi olurdu ilim ile.
Ayrılmazdı sünnetten kıl ucu kadar bile.
Bir an gafil değildi, Allahü teâlâdan.
Onu gören, Allah’ı hatırlıyordu o an.
Onun yeme içmesi, oturması, kalkması,
Hep islama uygundu gülmesi, ağlaması.
Lokmayı küçük alır, hem yavaş, hem az yerdi.
Ve sırt üstü yattığı katiyen görülmezdi.
Bir ömrü müddetince, ayrılmadı sünnetten.
Derdi ki: (İstikamet, üstündür kerametten.)
Eyüp Sultan semtinde, bir Hüseyin Efendi,
Vardı ki, şu kıssayı anlatıyordu kendi.
Derdi ki: Ben vaktiyle, kadiri şeyhi idim.
Var idi etrafımda hem yüzlerce müridim.
Bir gün de işittim ki: Abdülhakim Efendi,
Diye bir âlim gelmiş, veliymiş hem de kendi.
Düşündüm ki: Gideyim, göreyim onu bizzat.
Bakayım benim kadar ilmi var mı hakikat?
Eyüp-Gümüşsuyu'nda olan hanelerine,
Gidip, ben de katıldım o gün bir sohbetine.
Baktım, hiç duymadığım ilim ve marifetler.
Anlatıyor çok yüksek ince sır ve hikmetler.
O sözler tesiriyle, bir hoş oldum adeta.
Elimde olmayarak, hayran oldum o zata.
Hemen karar verdim ki: Bu sohbet sonunda ben,
Arz edip, talebesi olayım ben de hemen.
Çünkü ben, bu halimle, değil ki mürşid olmak,
Talebeliğe bile değilmişim müstehak.
Nihayet sohbet bitti, herkes gitti evine.
Sırf ikimiz kalınca, dedim ki kendisine:
(Efendim, hakikatı edeyim ki itiraf,
Ben, kendimi yıllarca şeyh bilirdim, ne tuhaf.
Şimdi sizi görünce, bildim ki değilmişim.
Meğer ben, eşşeyh değil, malesef eşşekmişim.
Kabul buyurursanız, bu günden itibaren,
Kapınızda hizmetçi olmak istiyorum ben.)
Abdülhakim Efendi, tebessüm eylediler.
(Estağfirullah) deyip, beni kabul ettiler.
Şakir Efendi der ki: Bir sabah, Efendi’yle,
Sabah namazımızı kıldık kendileriyle.
Beni imam yaptılar Efendi Hazretleri.
Ve cemaat oldular, yanımda kendileri.
Biz namazı kılarken, zevcem dahi dışarda,
Çay yapıp, bardakları getirdi o arada.
Namazları kılınca, sofaya geçiverdik.
Çok sayıda bardağı görünce hayret ettik.
Ben dışarı çıkarak, sordum ki ailemden:
(İki bardak yerine, çok bardak koydun, neden?
Halbuki Efendi’yle ikimiz varız evde.
Ne için fazla bardak hazırladın tepside?)
Dedi ki: (Ne bileyim, siz kılarken namazı,
Arkada, size uyan kimseler vardı bazı.
Onları da hesaba katmış idim çay için.
Ben dahi hikmetini anlamadım bu işin.)
. Camiden beytullaha
Abdülhakim Efendi, Bayezid camiinde,
Nasihat ediyordu, hem de Hac mevsiminde.
O mübarek yerleri, Kâbe, Mina, Arafat,
Anlatırken, zevk ile dinliyordu cemaat.
Buyurdu: (Ey insanlar, şimdi Hac mevsimidir.
Yüzbinlerce müslüman, şimdi bu yerlerdedir.
Tahmin ediyorum ki, şu anda, hepinizin,
Kalpleri yanıyordur Beytullah aşkı için.
Öyleyse şimdi biraz, yumun gözlerinizi.
O mukaddes yerlerde, düşünün kendinizi.)
O böyle buyurunca, camideki cemaat,
Herbiri, gözlerini kapadılar o saat.
Onlardan herbirisi yumunca gözlerini,
O mübarek yerlerde gördü kendilerini.
Kimi, sa’y yapıyordu Safa ile Merve’de,
Vakfeye durmuş idi kimi Müzdelife’de.
Kimisi, Beytullah’ta hem tavaf yapıyordu.
Kimisi de, Mina’da şeytanı taşlıyordu.
Herbiri, bir aşk ile, bu mübarek yerleri,
Gezerek yapıyordu bütün vazifeleri.
Birazdan gözlerini açınca o cemaat,
Gördüler ki, camide otururlar o saat.
Abdülhakim Efendi, torunu Behik Bey’e,
Sormuştu: (Büyüyünce ne olacaksın?) diye.
O dahi cevabında dedi ki: (Dedeciğim!
En çok kaptan olmaktır şu andaki tercihim.)
Buyurdu: (Sen olursun, iyi muhasebeci.
Erkek, akşam olunca, erken eve gelmeli.)
Aradan yıllar geçti o günden itibaren.
Behik, muhasebeci olmuştu hakikaten.
Bir Hüseyin Efendi vardı Eyüp Sultan’da.
Kendisi Kadiri’de şeyh idi zamanında.
Vakta ki ziyarete gidince bu veliye,
Ona hizmetçiliği, tercih etti şeyhliğe.
Bu Hüseyin Efendi, yalnız ve fakir idi.
Dostları yardım eder, onunla geçinirdi.
Bir piyango bileti alarak bir gün bu zat,
Gizlice cüzdanına sakladı onu bizzat.
Kimseye söylemedi bu işi yaptığını.
Çünkü herkes bilirdi, caiz olmadığını.
Düşündü ki: Bu bilet, kumardır gerçi, ama,
Belki bir ruhsat vardır, yalnız odun almama.
Eğer para çıkarsa, alacağım sırf odun,
İnşallah bu kadarcık mahzuru olmaz bunun.
Ya Rabbi, bu hususta söz veriyorum sana,
Sırf odun alacağım, sarf etmem başkasına.
Bunu, sen biliyorsun, bilmiyor başka biri,
Özrümü kabul edip, af eyle bu fakiri.
O gün bilet cebinde, Efendi’nin yanına,
Gidince, o büyük zat buyurdular ki ona:
(Ya Hüseyin Efendi, piyango biletiyle,
Almak caiz değildir, sadece odun bile.)
Çıkınca, yırtıp attı piyango biletini.
Daha iyi anladı onun faziletini.
. Vefatı
Abdülhakim Efendi, hiçbir suçu olmadan,
İzmir’e götürüldü, tevkifen İstanbul'dan.
Çarptırılması için planlanan cezaya,
Götürüldü sonra da, İzmir’den Ankara’ya.
Yollarda uğradığı işkence ve hakaret,
Sonunda, halsiz kalıp, hasta oldu nihayet.
Biraderzadeleri esseyyid Faruk Bey’in,
Evinde hasta yattı böylece onsekiz gün.
Git gide zayıflayıp, bunun neticesinde,
Etten eser kalmadı, mübarek bedeninde.
Birkaç gün kalmıştı ki vefatına nihayet,
Bir şey konuşmuyordu o sahib-i saadet.
Bir gün önce dalgındı, tebessüm ediyordu.
Baş ucunda olana, bakıp şöyle diyordu:
(Arş-ı a’layı gördüm, ne güzel, ne güzeldir!
Şu an aklım başımda, şuurum yerindedir.)
Binüçyüz altmışiki yılı Zilkade'siydi.
Ve bindokuzyüzkırküç, Kasım yirmiyediydi.
Bir cumartesi günü, güneşin doğmasına,
Tam onsekiz dakika vardı ki henüz daha,
Sabah, altıbuçuğu gösterirken tam saat,
Şehiden vefat edip, eyledi Hakka vuslat.
Şevk ile raks eyledi, sallandı yer o gece.
Ve aşık, maşuk'una vasıl oldu böylece.
O gün Keçiören’de yapılıp teçhiz, tekfin,
Namazı kılınarak, Bağlum’a oldu defin.
Bu Bağlum, Ankara’nın kuzeyinde bir yerdir.
Suyu ve havasıyle, güzel bir nahiyedir.
Eskiden bu beldeye, sel, yağmur, dolu gibi,
Sık sık vaki olurken bir afet-i tabii,
Bu büyük evliyanın defni ile beraber,
Görülmez oldu artık, böyle büyük afetler.
Bu Allah adamının teşrifiyle, bu yöre,
Bolluk ve berekete kavuştu birden bire.
Abdülhakim Efendi, çok büyük insan idi.
O, bütün insanlığa ilahi ihsan idi.
Çeşitli camilerde nasihatler ederek,
İstanbul’un halkına faideli oldu pek.
Buyururdu ki: (Edep, hududa riayettir.
En büyük edep ise, islama tabiyettir.
Keramet, kerametin gizlenmesidir asıl.
Velinin isteğiyle, keramet olmaz hasıl.
Bir veliden keramet görülüyorsa şayet,
Onun iradesinin dışındadır o elbet.
Bu vakitlerde bile, utanır ki o kadar,
Hatta bir genç kız gibi sıkılır, hicab duyar.
İmana malik olan, neye malik değildir?
Olmayan kimse ise, acep neye maliktir?
Bir mümin, diğerine küfür isnad ederse,
O küfür, ona döner, o küfürde değilse.
Fadlı ile tecelli etsin bize Rabbimiz,
Adli ile tecelli ederse, yanarız biz.
Bizim meclisimizde, bir miktar oturanlar,
Konuşulmasa bile, çok şeyleri anlarlar.
Öyle ki, din bahsinde âlim geçinenlerin,
Hatalarını, bir bir, ayırır sözlerinin.)
Bu büyük evliyanın hürmetine ya Rabbi!
Resulünün yoluna eyle bizi tam tâbi.
.
.
Seyyid Abdülhakim-i Arvasi “Rahmetullahi teâlâ aleyh”
Hicri bin iki yüz seksen bir yılı,
Başkale’de doğdu, asrın yıldızı,
Altın silsilenin otuz dördüncü,
Mübarek halkası oldu efendim.
Nur deryası bu zat çocuk yaşında,
İlme sevdalanıp, düşmüş yollara.
Müküs’de, Nehri’ de ve de Irak’ta,
İlm ile yoğrulup, pişti efendim.
Bir ramazan ayı, Nehri’den geldi,
Fahri kâinat’ı rüyada gördü,
Çok ihsanlar oldu, çok sırra erdi,
Erenler içinde birdir efendim.
Rüyasında birçok hikmet var idi,
Babası önemli şeyler bildirdi,
Dedi, seni Resul, mezun eyledi!
Mübarek müjdeyi aldı efendim.
Bu tabirden sonra on yıl boyunca,
Gecesi geçmedi, yorgan altında!
Âşık olmuş idi kitaplarına,
Hep ilimle geçti ömrü efendim.
Daha on dördüne yeni girmişti,
Kabul etti onu Fehim Arvasi.
İstihare ile tövbe, ilk emri,
Sıdk ile emrine girdi efendim.
Bir rüya görmüştü istiharede,
Bizzat yıka dendi, Seyyid Fehim’e,
Cevazımat-ı hams, çeşmelerinde!
Yıkandı nur oldu, nurlu efendim.
Tekrar verdi yine kendini ilme,
Dört elle sarıldı, girdi bir kalbe,
Aşk ile bağlandı Seyyid Fehim’e,
Gönül tabibini, buldu efendim.
Zahiri ilimde, ilmi batında,
Hem tasavvuf, fıkıh, hem de kelamda,
Mütehassıs oldu cümle dallarda!
İcazetlerini aldı efendim.
Mezun olup döndü şirin Arvas’a,
Büyük bir azimle, kurdu medrese,
İlmi yaymak için başladı derse,
İlim peteğinin balı efendim.
Bu güzide yerde yirmi dokuz yıl,
Yetiştirdi bir çok, âlim ve fadıl.
Seveni çok idi alırdı gönül,
Muhabbet bağının gülü efendim.
Hac için derslere verdi bir ara,
Nice zaman sonra, vardı Hicaz’a.
Hicaz’da ilk durak kutlu Medine,
Medine’de mola verdi efendim.
Medine’de kabr-i şerife geldi,
Resulün aşkıyla, kendinden geçti.
Edeple, hürmetle ziyaret etti,
Cennet bahçesine girdi efendim.
Bir akşam Ravza’da namazdan sonra,
Yirmi beş yıl önce gördüğü rüya,
Tecelli etmişti nurlu mekânda!
Şükredip secdeye vardı efendim.
Hac farizasını eyledi ifa,
Hüzünle ayrıldı, zor etti veda,
Tekrar vasıl oldu şirin Arvas’a,
Arvas, yollarına baktı efendim.
Arvas’ta ders verdi bir müddet daha,
Sonra karışıklık, olmuştu peyda.
Evlerini dahi ettiler yağma!
Ermeni zulmünü gördü efendim.
Cihan görmemişti böyle bir zulmü!
Ne varsa yaktılar, kalmadı külü.
Çare yoktu artık, hicret göründü,
Dini için hicret etti efendim.
Çeşitli zorlukla, perişan halde,
Vardılar Ravandız denilen yere.
Doksan günden sonra önce Erbil’e,
Sonra da Musul’a vardı efendim.
Musul’a kadarki hicret yolunda,
Seksen dört mümini, verdi toprağa!
Nasıl sabredilir bunca acıya?
Sabrın meyvesini tattı efendim.
Musul’da bir müddet kaldıktan sonra,
Ayrılmak üzere ettiler veda.
Kalan altmış altı efradı ile,
Adana iline geldi efendim.
Adana’dan sonra Eskişehir’e,
Ancak varabildi, yirmi kişiyle!
Buradan kimini Konya iline,
Uğurlayıp yola çıktı efendim.
O yıl nisan ayı ortalarında,
Nihayet vardılar, ol Payitaht’a.
Burada Kaşgari adlı dergâhta,
İmamlık görevi aldı efendim.
Dergâhta başladı hizmetlerine,
Medresede görev verildi bir de,
Sultan Vahideddin Han’ın emriyle,
Buraya müderris oldu efendim.
Hem vaaz ederdi birçok camide,
Hem derse girerdi bu medresede.
Gayesi hizmetti ehl-i sünnete,
İman ve İslam’ı yaydı efendim.
Senelerce sohbet etti ders verdi,
Sohbetiyle çoğu, kemale erdi,
Bir vesile ile hep namaz derdi!
Olmadı namazsız, günü efendim.
Acırdı kullara, himmet ederdi!
Nice dert çekenler, O’na gelirdi!
Dertliler, derdine şifa bulurdu,
Şifanın kaynağı nurdur efendim.
Çok kitap okudu çok kitap yazdı,
Lakin Mektubatı ayrı tutardı,
O mektuplara aşkla bakardı,
Ahmet Faruki’ye âşık efendim.
Siyasetten uzak durur girmezdi,
Kanuna nizama karşı gelmezdi,
Yalan dolan nedir asla bilmezdi,
Tertemiz bir hayat sürdü efendim.
Çıkardılar buna rağmen fitneyi!
Çektirdiler nice zorlu çileyi.
Ankara’da geçti, o son günleri!
Ebedi âleme, göçtü efendim.
Sevenleri mahzun, çok üzgün idi,
Defni İstanbul’a yapmak istendi!
Lakin bu istekler geri çevrildi,
O anda yetişti himmet efendim.
Kim olduğu meçhul, nerden gelmişti?
Aksakallı biri kapıya geldi!
Bu zata uygun yer, Bağlum’dur dedi!
Sonra da sır olup gitti efendim.
Damadı İbrahim beyin evinde,
Her türlü vecibe, yapıldı orda.
Nurlara gark olan, şirin Bağlum’da,
Sonsuz yolculuğa çıktı efendim.
Çiçeklerin dahi, boynu büküktü,
Sevenleri ardından gözyaşı döktü.
Bağlum dedikleri, bir garip köydü,
Garipler köyüne kondu efendim.
Bağlum’da kazılan kabrine girdi,
Sonra telkin vermek sırası geldi,
Muhterem hocamız Hilmi Efendi,
En son telkinini, verdi efendim.
Kabr-i şerifleri, nurla doludur,
Bağlum sevenlerin, uğrak yeridir.
Efendimiz âlim, hem de velidir,
Cennete götüren, yoldur efendim.
.
Seyyid Abdülhakim-i Arvasi
Son asırda yetişen, zahir ve batın ilimlerinde kamil ve dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, büyük âlim ve ruh bilgilerinin mütehassısı büyük velidir. Babası Seyyid Mustafa Efendidir. 1865 yılında Van'ın Başkale kazasında doğdu. 1943‘de Ankara'da vefat etti. Kabirleri Ankara’nın Bağlum nahiyesindedir.
Babası Seyyid Mustafa Efendi ve bütün dedeleri, zamanlarının âlim ve fadılları idiler. İmam-ı Ali Rıza bin Musa Kazım soyundan olup, seyyid oldukları Irak'taki şer'i mahkeme defterlerinde yazılıdır. Arvasi ailesi, altı yüz seneden beri ilim yaymakla ve en üstün insanlık meziyetlerinde numune olmakla tanınmış ve halk arasındaki ayrılıkları gidermekte, milli birliği sağlamakta büyük vazifeler üstlenmiş ve bunları devam ettiregelmişlerdir.
İlk tahsilini babasının huzurunda gördü. Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri Nehri'de gördüğü bir rüya üzerine tahsiline daha büyük ehemmiyet verdi. Bu rüyayı şöyle anlatmaktadır:
Nehri isimli kasabada din ve fen ilimleri üzerine tahsil görüyordum. Ramazan ayını ailemle birlikte geçirmek üzere memleketime döndüm. Henüz ilk mektep kitaplarını tahsil ettiğim zamanlardı. Ramazan ayının on beşinci Salı gecesi, rüyada Allah'ın Resulünü gördüm. Yüce bir taht üzerinde risalet makamında oturmuşlardı. Onun heybet ve celali karşısında dehşete düşmüş, yere bakarken, arkamdan bir kimse yavaş yavaş sağ tarafıma yanaştı. Göz ucuyla kendisine baktım. Kısaya yakın orta boylu, sakallı, aydınlık alınlı bir zat... Bu zat sağ kulağıma işitilmeyecek kadar hafif bir sesle, fıkıh ilminin hayz meselelerinden bir sual sordu: "Hayz zamanında bir kadının, camiye girmesi uygun değilken, iki kapılı bir caminin bir kapısından girip öbür kapısından çıkmakta şer'an serbest midir?" Allah Resulünün heybetlerinden büzülmüştüm. Suali tekrar sormaması için gayet yavaşça ve alçak bir sesle; "Dinin sahibi hazırdır, buradadır" diye cevap verdim. Maksadım, onun huzurunda kimsenin din meselelerine el atamayacağını anlatmaktı. Resulullah efendimiz, ses işitilemeyecek bir mesafede bulunmalarına rağmen cevabımı duydular. Durmadan;"Cevap veriniz!" diye üst üste iki defa emir buyurdular.
Ertesi gün, öğle namazı vaktinde pederimin camiye geliş yolları üzerinde durdum. Kendilerine bir şeyi arz edeceğimi hissederek yanıma geldiler. Rüyamı anlattım. Yüzlerine büyük bir sevinç dalgası yayılırken; "Seni müjdelerim! Âlemin Fahri seni mezun ve din bilgilerini tebliğe memur buyurdular. İnşâallah âlim olursun! Bütün gücünle çalış" diyerek rüyamı tabir etti. Babama; "Kâinatın efendisi huzurunda, bunca din meselesi dururken bana hayz bahsinden sual açılmasının ve cevabının tarafımdan verilmesi hakkındaki Resulullahın emrinin hikmeti nedir?" diye sordum şu cevabı verdi:
"Hayz, fıkıh bilgilerinin en zoru olduğu için, böyle bir sual, senin ileride din ilimleri bakımından çok yükseleceğine işarettir.”
Bu rüyadan sonra, on sene müddetle, Cuma gecelerinden başka hiç bir geceyi yorgan altında geçirdiğimi hatırlamıyorum. Sabahlara kadar dersle uğraşıp insanlık icâbı uykuyu kitap üzerinde geçirdim. İnsan gücünün üstünde denilebilecek bir gayret ve istekle çalıştım.
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri, öğrendiği fıkıh, tefsir gibi ilimlerin yanında kendisini mânevi yoldan yetiştirecek bir rehbere kavuşma arzusu ile yanıyordu. Diğer taraftan Seyyid Tâhâ-i Hakkâri'nin halifesi Seyyid Fehim-i Arvasi, rüyasında Allahü teâlânın Resulünü gördü. Peygamber efendimiz kendisine; "Abdülhakim'in terbiyesini sana ısmarladım" buyurmuştu.
Nihayet Seyyid Abdülhakim Arvasi, 1878 (H.1295) yılında Seyyid Fehim-i Arvasi hazretlerinin huzuruna kavuştu ve hocasından aldığı ilk emir, tevbe ve istihare oldu. İstiharede şöyle bir rüya gördü:
Seyyid Tâhâ hazretleri, camide, talebesi Seyyid Fehim'e şu emri veriyordu: "Abdülhakimi al, elbisesini soy, cevâzimât-ı hams çeşmelerinde kendi elinle tamamen yıka! Sonra ikimize de imam olsun!.. Seyyid Fehim hazretleri onu alıp cevâzımât-ı hams çeşmelerinde yıkıyor, o da elini onun omuzuna koyarak, sağ ayağını kendisi için serilmiş olan seccadeye bırakıyordu.
Bu rüya onun talebeliğe kabul edildiğine dair gayet açıktı. Tabire muhtaç kısmı sadece cevâzımât-ı hams tabiri idi. Cevâzım cezm'in çoğulu olup kat'i, kesin demektir. Hams yani beş adedi ise âlem-i emrin, latifenin tasfiyesine işaret olduğu açıktı. Rüyanın başka tabire muhtaç olmayan açıklığı ayrı bir ilahi lütuf ve sonsuz bir ihsandı.
Seyyid Abdülhakim Arvasi, gördüğü bu rüyanın tesiri ile büyük bir aşkla ilim tahsil edip, ilimde ilerlediği gibi, Seyyid Fehim hazretlerinin sohbet ve teveccühleri ile gönlünü nurlandırdı.
Yüksek tahsilini zamanın en büyük âlim ve evliyası Seyyid Fehim Arvasi hazretlerinin huzurunda tamamladı. 1300 hicri sene başında ilm-i sarf, nahv, mantık, münazara, vad', beyan, meani, bedi', belagat, kelâm, usul-i fıkıh, tefsir, tasavvuf, ulum-i hikemiyye yani hikmet-i tabi’iyye (fizik, biyoloji), hikmet-i ilahiyye, riyaziyye (yani matematik, geometri), hey’et (astronomi) gibi zahir ilimlerde icazet (diploma); tasavvufun Nakşibendiyye, Kadiriyye, Kübreviyye, Sühreverdiyye ve Çeştiyye yollarından hilafet aldı. Başkale'de otuz yıl kadar tedris ve irşad ile meşgul oldu. Yani ders okuttu ve insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı.
1914 (H. 1332)te Birinci Dünya Harbi çıkıp Ruslar Doğu Anadolu'yu işgal edince, Başkale'den hicret edip, Irak'a, oradan Adana, Eskişehir ve 1919 (H. 1337)da İstanbul'a geldi. Eyüp Sultan'da önce yazılı medreseye, sonra Gümüşsuyu Tepesindeki Mürteza Efendi Dergahına yerleşti ve Kaşgari Hanekahı meşihatına tayin olundu. İslam halifelerinin ve Osmanlı Sultanlarının sonuncusu olan Sultan Vahideddin tarafından Medrese-i mütehassısin denilen İlahiyat Fakültesinde tasavvuf müderrisi yani ordinaryüs profesörü olarak 8 Zilkade 1919 (H. 1337) tarihli ferman ile tayin edildi.
Anadolu'da çarpışan Kuvay-ı Milliyenin galip gelmesi için para, mal ve dua ile yardım edilmesi, eli silah tutanların onlara katılmaları için milleti teşvik ederek çok kimseyi Anadolu'ya gönderdi. Çok yardım yapılmasına sebep oldu. Uzun zaman irşad, vaaz ve tedris ile meşgul olup hayatının sonuna doğru İzmir'e gönderildi. Zor şartlar altında İzmir'de kaldığı sırada ihtiyarlığın da verdiği takatsizlikle hastalandı. Ankara'ya getirildi. Ankara'ya geldikten birkaç gün sonra 27 Kasım 1943 (H. 1362) tarihinde sıkıntılarla dolu dünyadan ahirete intikal etti. Ankara'nın kuzeyinde bulunan Bağlum nahiyesinde defnolundu. Kabri ziyaret edilmekte, huzurunda yapılan dualar kabul olunmaktadır.
Seyyid Abdülhakim Arvasi vücutça gayet mutedil ve kusursuzdu. Buğday tenliydi. Alnı geniş ve açıktı. Kaşları birer hilal gibi olup, kabarık ince ve ölçülüydü. Nur bakışlı gözleri iriceydi. Burnu ahenkli ve normalden büyükçeydi. Yüzü zayıfça olup sakalı sıktı. Bedeni iri yapılı olup, insana mutlak surette hürmet telkin edici bir vakar ve heybeti vardı.
Her hâli ve hareketi ile İslamiyet’e uyardı. Çok mütevazı olup; "Ben" dediği işitilmemişti. Çok heybetli ve temkin sahibiydi. Çok misafir severdi. Yardım yapmaktan hoşlanırdı. Ziyaretlere gider, davetlere icabet ederdi.
Seyyid Abdülhakim Arvasi din bilgilerinde ve tasavvufun ince marifetlerinde derin bir derya idi. Üniversite mensupları, fen ve devlet adamları, çözülemez sandıkları güç bilgileri sormaya gelir; sohbetinde, dersinde bir saat kadar oturunca, cevabını alır; sormaya lüzum kalmadan o bilgi ile doymuş olarak geri dönerdi. Teveccühünü, sevgisini kazananlar, sayısız kerametlerini görürdü. Çok mütevazı, pek alçak gönüllüydü. Eyüp Sultan, Fatih, Bayezid, Bakırköy, Kadıköy, Beyoğlu'nda Ağa Cami-i şerifleri kürsilerinde senelerce ilim neşretmiştir. Sultan Selim Cami-i şerifi yanındaki Süleymaniyye Medresesinde, tasavvuf müderrisi (profesörü) iken Er-Riyad-üt-Tasavvufiyye kitabını yazmıştır. Tasavvuf hakkında risale büyüklüğünde müteaddid mektupları vardır. Mevlid okunmasının ve tesbih kullanmanın başlangıç ve meşruiyeti hakkında bir risale, Rabıta-i Şerife Risalesi, Sahâbe-i Kirâm ve Ecdad-ı Peygamberi risaleleri, İslam Hukuku, Keşkul ve Sefer-i Ahiret isimli eserleri, Arabi, Farisi ve Türkçe şiirleri pek kıymetlidir.
Yetiştirdiği seçkin din adamlarının en selahiyyetlisi; çeşitli din ve fen kitaplarının yazarı, eczacı, kimyager ve emekli öğretmen albay Hüseyin Hilmi Işık beyefendidir. 1929'dan 1943 senesine kadar o büyük zattan ders almış, Arabi ve Farisi tercümeler yaparak gençliğe hizmet için çalışmıştır. Türkçe, Arabi, Farisi, Almanca, Fransızca ve İngilizcenin yanında, başka dillerde de çeşitli din kitapları neşretmiştir. Bütün ilim ve feyzini, Abdülhakim Arvasi'den aldığını eserlerinde belirtmektedir.
25 yıl önceki rüyadaki şahıs
Seyyid Abdülhakim Efendi, 1897 yılında hac vazifesi ile Hicaz'a geldiğinde önce Medine'ye gelip Peygamber efendimizin kabr-i şerifini ziyaret etti. Yanında Hacı Ömer Efendi isimli eşraftan bir zat vardı. Onunla beraber bir gece, mübarek Ravza'da akşam namazından sonra, yüzünü saadet şebekesine döndürmüş, son derece edep ve hürmet içerisinde beklerken, sağ tarafında oturan Hacı
Ömer Efendi kulağına eğilip yavaşça:
"Refikam, şu anda özür sahibidir. Peygamber Mescidini ziyarete gelemez. Bâb-üs-Selâm'dan girerek Peygamber huzurunda bir selam verip, Bâb-ı Cibril'den çıkmasına şer'an müsaade var mıdır?" dedi.
Seyyid Abdülhakim hazretleri o anda 25 yıl önceki rüyanın hatırına gelmesi ile korkuyla sarsıldı. Hacı Ömer Efendinin yüzüne bir daha baktı. Evet 25 yıl önce rüyasında gördüğü şahıs da bu şahıstı.
Yavaşça:
"Bu sualin cevabına mezun olmak şöyle dursun, bilakis memurum!" buyurdu. Ancak rüyada olduğu gibi Resulullah efendimizin huzurunda bulunduğundan cevap vermekte mazur olduğunu bildirdi. Bâb-ı Rahme'den dışarı çıktıktan sonra hem meseleyi cevaplandırdı ve hem de rüyayı tafsilatı ile anlattı.
Sultanın dua ve yardım istemesi
Sultan Vahideddin Han kendilerini çok sever, takdir ederdi ve dualarını isterdi. Nitekim Abdülhakim Efendi hazretleri şöyle anlattı:
Memleketin işgal altında bulunduğu ve kurtuluş savaşının başladığı günlerdi. Beşiktaş'ta Sinanpaşa Câmiinde vaaz edip çıkıyordum. Kapı önünde duran bir saray arabasından, kibar bir bey inip; "El melikü yakraükesselâm ve yed'uke iletta'âm" yani "Sultan sana selam ediyor ve seni iftara çağırıyor" dedi. Araba ile saraya gittik. İstanbul'un seçilmiş vaizleri, imamları çağırılmıştı. Yemekten sonra ser müsâhib geldi. Sultanın selamı var. Hepinizden rica ediyor. Anadolu'da kâfirlerle çarpışan kuvây-ı milliyenin galip gelmesi için dua etmenizi ve Anadolu'daki mücahidlere para ve dua ile yardım etmeleri, eli silah tutanların onlara katılmaları için milleti teşvik etmenizi rica ediyor, dedi. Bu emir üzerine çok kimseyi Anadolu'ya gönderdim. Çok yardım yapılmasına sebep oldum.
Bir defasında da Sultan Vahideddin Han, Ramazân-ı şerif ayında Hırka-ı seâdetin bulunduğu odayı ziyaret edecekti. Seyyid Abdülhakim Efendi'yi de davet etti. Diğer ileri gelen devlet adamları ve din adamları da oradaydı. Bu vakanın devamını hizmetlerini gören Şakir Efendi şöyle nakletmektedir:
Sultan tam Hırka-i seâdetin bulunduğu odanın kapısına gelince, Abdülhakim Efendi nerededir? diye sordu. Oradaki kalabalık birbirlerine bakıştılar. O isimde birini tanımıyorlardı. Arkaya doğru haber verdiler. Efendi hazretleri, benim ismim Abdülhakim der demez, sultan sizi bekliyor diyerek, hemen yol açtılar. Sultan kendilerini bekleyip yan yana biri dünya, biri ahiret sultanı olarak, Sultanü'l-enbiya Peygamber efendimizin seâdetli hırkalarının bulunduğu odaya girdiler. Beraberce ziyaret ettiler. Çıkınca Sultan bereket sayarak orada olanlara birer mendil, ona ise iki mendil hediye etmişler. Ben dış kapıda Efendi'yi bekliyordum. Geldiler ve ziyaretlerini anlattılar. (Sultan herkese bir mendil verdi, bana iki tane verdi. Biri senindir) buyurup birini bana verdiler.
Abdülhakim Arvasi hazretleri siyasete hiç karışmamış, siyasi fırkalara bağlanmamıştır. Bölücülüğe karşıydı. Talebeleri kendisine tekkelerin kapatılması ile ilgili olarak sorduklarında:
"Hükümet, tekkeleri değil, boş mekanları kapattı. Onlar kendi kendilerini çoktan kapatmışlardı" demiştir. Bu muazzam görüş, o günlerin umumi manada tekke ve dergah tipine ait teşhislerin en güzelidir.
Kanunlara uymakta çok titiz davranır, konuşmalarında da bunu tavsiye ederdi.
Abdülhakim Efendinin yemesi, içmesi, yatması, kalkması, konuşması, susması, gülmesi, ağlaması hep İslamiyet’e ve Resulullah efendimizin hâline uygundu. Onun yemesini gören sanki âdet yerini bulsun diye yiyor zannederdi. Az yer, lokmaları küçük alır ve yavaş yerdi. Yakınları onu otuz senedir kaylule yaparken veya yatarken bir defa olsun sırt üstü veya sol tarafına dönüp yatmadığını söylemişlerdir. Hep sağ yanı üzerine yatar, sağ elinin içini sağ yanağı altına koyar, öyle yatardı. Her hâli istikamet üzere idi. "İstikamet yani Allahü teâlânın beğendiği doğru yol üzere olmak kerametin üstündedir" sözünü sık sık tekrar ederdi.
Çok mütevazı, pek alçak gönüllü idi. Ben dediği hiç işitilmemişti. İslam âlimlerinin adı geçtiği zaman:
"Bizler o büyüklerin yanında hazır olsak sorulmayız, gaib olsak aranmayız." Ve, "Bizler o büyüklerin yazılarını anlayamayız. Ancak bereketlenmek için okuruz" buyururdu. Halbuki kendisi bu bilgilerin mütehassısı idi.
Abdülhakim Arvasi hazretlerinin kıymetli sözlerinden bazıları:
"Her peygamber, kendi zamanında, kendi mekanında, kendi kavminin hepsinden, her bakımdan üstündür. Muhammed aleyhisselam ise her zamanda her memlekette, yani dünya yaratıldığı günden kıyamet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek, bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiç kimse, hiçbir bakımdan Onun üstünde değildir. Bu olamayacak bir şey değildir. Dilediğini yapan, her istediğini yaratan, Onu böyle yaratmıştır. Hiçbir insanın Onu methedecek gücü yoktur. Hiçbir insanın Onu tenkit edecek iktidarı yoktur."
"Hak teâlânın hakimliğini tanıdığınız, emaneti ve emniyeti bozmayarak çalıştığınız zaman, birbirinizi ne kadar sevecek, birbirinize ne kadar bağlı kardeşler olacaksınız. Sizin o kardeşliğinizden Allah’ın merhameti neler yaratacaktır. Kavuştuğunuz her nimet, hep Hakk'a imanın hasıl ettiği kardeşliğin neticesi ve Allahü teâlânın merhamet ve ihsanıdır. Gördüğünüz her musibet ve felaket de; hep kızgınlığın, nefretin ve düşmanlığın neticesidir. Bunlar ise hakkı tanımamanın, zulüm ve haksızlık etmenin cezasıdır."
"Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür."
"Evliyanın sözünde rabbani tesir vardır."
"İnsanı kaplayan sıkıntıların birinci sebebi, Hakk'a karşı şirk ve müşrikliktir. İlim ve fen ilerlediği halde, insanlığın ufuklarını sarmış olan fesat karanlığı hep şirkin, imansızlığın, vahdetsizliğin ve sevişmezliğin neticesidir. Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe, ızdırap ve felaketten kurtulamaz. Hakk'ı tanımadıkça, Hakk'ı sevmedikçe, Hak teâlâyı hakim bilip, Ona kulluk etmedikçe, insanlar, birbiri ile sevişemez. Hak'dan ve Hak yolundan başka her ne düşünülse, hepsi ayrılık ve perişanlık yoludur."
"Müslümanların öğrenmesi lazım olan bilgilere Ulum-i İslamiyye (Müslümanlık Bilgileri) denir. İslam dininin emrettiği bu bilgileri Resulullah aleyhisselam ikiye ayırmıştır. Biri, "ulum-i nakliyye", yani din bilgileri; diğeri "ulum-i akliyye" yani fen bilgileridir, buyurmuştur. Din bilgileri, dünyada ve ahirette, huzuru, saadeti kazandıran bilgilerdir.
Bunlar da ikiye ayrılır: "Ulum-i aliyye" yani yüksek din bilgileri ve "ulum-i ibtidaiyye" yani alet ilimleri. İslam ilimlerinin ikinci kısmı olan akıl bilgilerinin yani tecrübi ilimlerin iyi öğrenilmesi, ince ve derin din bilgilerinin kolay ve açık anlaşılmasına yardım eder. Riyazi fizik öğrenmek, din bilgilerini kuvvetlendirir. Astronomi, aritmetik ve geometri, dine yardımcı bilgilerdir. Tecrübi fizikteki (tecrübe ve isbat edilenlere esasen uymayan) birkaç yanlış teori ve hipotezden başka hepsi dine uymakta, imanı kuvvetlendirmektedir. İlahi fizik (metafizik) bilgilerinden, çürük, bozuk olanları dine uymaz. Bu ilimler öğrenilince, din bilgilerinin akli ilimlere uyan ve akli bilgilerle çözülmeyen yerleri ve sebepleri meydana çıkar ve akla uygun sanılmayan, aklın erişemediği meselelerin inkâr edilemeyeceği anlaşılır."
"Kur'an-ı kerimden ve Resul aleyhisselamın hadis-i şeriflerinden sonra en kıymetli kitap, İmam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat kitabıdır. Hanefi mezhebinde en mükemmel ve en kıymetli fıkıh kitabı, İbni Abidin'in Dürrül-Muhtar haşiyesidir. Şafii’de Tuhfet-ül-Muhtac kitabıdır."
"İslam dini, Allahü teâlânın, Cebrail ismindeki melek vasıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselama gönderdiği, insanların, dünyada ve ahirette rahat ve mesut olmalarını sağlayan, usul ve kaidelerdir. Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslamiyet’in içindedir. Eski dinlerin görünür görünmez bütün iyiliklerini, İslamiyet, kendinde toplamıştır. Bütün saadetler, muvaffakiyetler ondadır. Yanılmayan, şaşırmayan, akılların kabul edeceği esaslardan ve ahlaktan ibarettir. Yaradılışında kusursuz olanlar onu reddetmez ve nefret etmez, İslamiyet’in içinde hiçbir zarar yoktur. İslamiyet’in dışında hiçbir menfaat yoktur ve olamaz."
"Son zamanlarda, tekkeler cahillerin eline düştü. Dinden, imandan haberi olmayanlara şeyh denildi. Din düşmanları da, bu şeyhlerin sözlerini, oyunlarını ele alarak dine hurafeler karışmıştır, dedi. Halbuki bozuk tarikatçıların sözlerini, işlerini din sanmak, bunları tasavvuf büyükleri ile karıştırmak, çok yanlıştır. Dini bilmemek, anlamamaktır. Dinde söz sahibi olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerini tanımak, o büyüklerin kitaplarını okuyup, iyi anlayabilmek ve bildiğini yapmak lazımdır. Böyle bir âlim bulunmazsa, din düşmanları, meydanı boş bulup, din adamı şekline girer. Vaazları ile, kitapları ile, gençlerin imanını çalarak millet ve memleketi felakete götürürler."
"Temiz ve yeni elbise giyiniz. Gittiğiniz yerlerde, ahlakınızla, sözlerinizle, İslam’ın vakarını, kıymetini gösterdiğiniz gibi, giyiminizle de saygı ve ilgi toplayınız."
"Çeşitli, lezzetli yemeklerle ve tatlı, soğuk şerbetlerle bedenlerinizi rahat ve hoş tutunuz."
"Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları diyoruz. Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız lazımdır. Mesela buğday hasıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lazımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın bu âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü teâlâ sevdiği insanlara iyilik, ikram olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak için bunlara, âdetini bozarak sebepsiz şeyler yaratıyor."
"Tek vakit namazımı kaçırmaktansa, bin kere ölmeyi tercih ederim."
"Namaz, aman namaz, nerede ve ne şart altında olursa olsun mutlaka namaz kılın."
“En büyük edep, ilahi hududu muhafazadır, gözetmektir."
"Allahü teâlâ bir kuluna iman vermişse ona daha ne vermemiştir. İman vermemişse ona daha ne vermiştir!”
"Bizim meclisimizde bulunanlar, sükut içinde otursalar ve sükuttan başka bir şey görmeseler bile, din bahsinde âlim geçinenlerin hatalarını keşfederler, bir bir çıkarırlar."
“Kur'an-ı kerim şifadır. Fakat şifa, suyun geldiği boruya tâbidir. Pis borudan şifa gelmez.”
“Gerçek keramet, kerametin gizlenmesidir. Bunun dışında görünenler, velinin irade ve ihtiyarı ile değildir. İlahi hikmet öyle gerektiriyor demektir.”
“Allahü teâlâ sırrını eminine verir. Bilen söylemez, söyleyen bilmez.”
“Ahmaklık, hatada ısrar etmektir.”
“Din bilgileri, dünyada ve ahirette, huzuru, saadeti kazandıran bilgilerdir.”
“Allahü teâlâ dilediğini yapar. İster sebepli ister sebepsiz, dilediği gibi azap veya lütfeder. Güzel ve doğru Onun dilediğidir.”
“Allahü teâlâ bize rahmetiyle muamele etsin. Adaletiyle muamele ederse yanarız.”
“Riya olmasın diye cemaatten kaçanlar ayrı bir riya içindedirler.”
“İlim cehli izale eder, yok eder, ahmaklığı değil.”
“Cemiyetteki ruh hastalıklarının sebebi, iman eksikliğidir.”
Talebelerinden bazıları o ilim deryası büyük veliden şu sözleri ve menkıbeleri nakletmişlerdir.
Talebelerinden Hâfız Hüseyin Efendi anlatır:
Tahsilimi İstanbul'da yaptım. Arabi ve Farisi'yi iyi bilirdim. Her toplulukta söz sahibiydim. Bir gün beni Abdülhakim Arvasi hazretlerine götürdüler. Maksadım orada da söz sahibi olmaktı. Kendisine çok yakın bir sandalyeye oturdum. Sohbete başladı. Hemen sonra sandalyede oturmaktan haya edip, yere indim. Sohbette, hiç bilmediğim, duymadığım şeyleri anlatıyordu. Yakınında yere oturmaktan da haya edip biraz geri çekildim. Biraz daha biraz daha derken nihayet kendimi kapının önünde buldum. Nerede ise kapıdan dışarı çıkacak hâle gelmiştim. Ben yıllarca şeyhlik postunda oturmuş talebeleri olan biriydim. Seyyid Abdülhakimi görünce ancak talebe olacağımı anladım ve talebelerime:
"Seyyid Abdülhakim Efendiyi görünce, tanıyınca şeyhliğin ne olduğunu anladım, eteğine yapışmaktan başka işim kalmadı" dedim. O büyük zata talebe olmakla şereflendim.
Otuz yıl boyunca yanından ayrılmayan yakını Şakir Efendi anlatır:
Bir sabah dergahın mescidinde namaz kılıyorduk. Efendi ile ikimizdik. Her zamanki gibi beni imam yaptılar. Mescidin giriş kısmı baştan başa camekân olduğundan girişteki sofa şeklinde oturma yerinden mescidin içi apaçık görülürdü. Biz namaza hazırlanırken zevcem de gelip sofa kısmında çaylarımızı hazırlamaya koyulmuştu. Namaz ve dua bitince, sofaya geçtik. Gördük ki semaverin etrafında iki çay bardağı yerine bir sürü bardak. Zevceme, bu kadar bardağa lüzum olmadığını söyleyip, niçin ikiden çok bardak getirdin, deyince, şu cevabı aldım: "Hayret! Arkanızda büyük bir cemaat vardı. Şimdi dağılmış."
Talebelerinden İlyas Efendi anlatır:
Bir gün yaşlı bir kadın marangoz dükkanıma gelip; "Bir odalı evim var. İkinci bir oda yaptırıyorum. Kiraya verip onunla geçineceğim. Bedelini kira parasından vermek üzere, bana bir kapı ve pencere yapar mısın?" dedi. Yarın gel, konuşuruz dedim. Maksadım, Seyyid Abdülhakim Efendi'ye gidip danışmaktı. İkindi vakti dergâhlarına gittim. Hâlimi sordular. "Müşteri geliyor mu?" dediler. "Geliyor" dedim. Fakat sormak için gittiğim kadını unutmuştum. "Sipariş veren oluyor mu?" dediler. "Bugün yok" dedim. "Kadın müşterileriniz oluyor mu?" buyurdular. Gene hatırlamadım. Bunun üzerine; "Bugün gelen kadının işini gör!" buyurdular. Ancak o zaman hatırlayabildim.
Bir gün Bayezid Camiinde vaaz verirlerken konu ile hiç ilgisi olmadığı halde; "Sizden biriniz, eve gidip, çocuğunu çatıya kiremitler üzerine çıkmış, güvercin kovalar görürse, bağırmadan, güzellikle, yavrum bak sana neler getirdim, şeker aldım, desin, onu tutup içeri aldıktan sonra azarlasın" buyurdu. Vaazı dinleyen Akhisarlı bir zat içinden şimdi bunun da ne ilgisi var diye geçirdi. Vaazdan sonra evine gidince baktı ki çocuğu evin damına çıkmış, kiremitler üzerinde güvercin yakalamak peşinde, nerede ise kenardan düşecek halde. Çocuk küçük olup üç-dört yaşındaydı. Hemen Abdülhakim Efendinin nasihatlerini hatırladı ve öyle yaptı. Çocuk düşmekten kurtuldu.
Necib Fazıl Kısakürek anlatır:
Sene 1941... Almanlar sınırımızda. Ben, bir gazetede çıkan yazılarımda da üstüne bastığım gibi, İkinci Dünya Harbine girmemizin bir an meselesi olduğuna kâniim. Bu meseleyi huzurlarında savunuyorum. Lütfen dinliyorlar. Etraflarında yakınlarından birkaç kişi ve avukat Mahmud Veziroğlu isminde kendisini sevenlerden bir zat... Harbe sürüklenmek mecburiyetimizi riyazi bir vâkıa hâlinde gösteriyor ve anlatıyorum. Sonuna kadar dinledikten sonra buyurdular ki: "Harbe girilmez. Yalnız Birinci Cihan Harbinde olduğu gibi pahalılık olmasa, vesika usulü çıkmasa." Buyurdukları gibi oldu. Harbe girmedik. Fakat pahalılık, vesika usulü milleti kavurdu. Mahmud Bey, bana bu kerameti sık sık tekrar eder ve; "Müthiş, müthiş!.. herkes harbi beklerken; "Harbe girilmez" ve kimse vesika usulünü beklemezken "O olacak" buyurmaları büyük keramet" derdi.
Faruk Bey anlatır:
Bundan yıllarca evvel, oğlum Nevzad, o zamanlar oturduğumuz apartman katının balkonundan aşağıya, beton bir zemin üzerine düştü. Çocuğu koma hâlinde bir hastaneye yetiştirdik. Ayıldı. Fakat akli melekelerini kaybetmiş haldeydi. İstanbul'a götürdük. Bütün mütehassıs sinir ve akıl doktorlarına gösterdik. Hemen hepsi ümit göremediklerini söylediler. Bir Rum doktor erken bunama teşhisini koydu ve şifası yok hükmünü bastı. Büluğ çağındaki çocuğumu, büyük amcası Abdülhakim Efendinin kollarına teslim ettim. Çocuk tekkede kırk gün kaldı. Bu müddet içinde, onu nazarlarından ayırmadılar. Sadece; "Mahzunum, mahzunum!" diye içlenerek işi, Allahü teâlâya havale ettiler. Kırk gün sonra Nevzad, hiç bir zaman sahip olmadığı maddi ve manevi bir sıhhate kavuştu. Hukuk Fakültesini bitirdi. Uzun yıllar DSİ'de avukatlık yaptı, oradan emekli oldu. Abdülhakim Efendi, biraderzadeleri olan Faruk Işık Efendiyi çok severdi. Birini methetmek isteseydi; "Faruk hariç hepimizden iyidir" derdi. Kabri, Abdülhakim Arvasi'nin ayak ucundadır.
Bayezid Camiinde; Erzincan zelzele felaketinden bir hafta kadar önce: "Allahü teâlâ, zinanın aşikâr olduğu yerlere zelzele ile ceza verir. Erzincan gibi" buyurmuşlar. Kimse o esnada bu manayı anlayamamış, ama bir hafta sonra, duyanlar bu büyük bir kerametti, anlayamadık demişlerdir.
Talebelerinden Tahir Efendi anlatır:
Abdülhakim Efendi hazretleri buyurdular ki: "Evliyanın huzuruna dolu giden boş, boş giden dolu döner." Bir gün bana; "Tahir Efendi, evinde kitap kalmasın, kitapları evden çıkar, başkalarına ver" buyurdular. Eve gittim. Kıymetli kitaplarıma kıyamadım. Emirleri yerine gelsin diye, birkaç kitap verdim. Yatsıdan sonra yattım. Abdülhakim Efendiyi gördüm. "Tahir, kitapları evden çıkardın mı?" buyurdular. Kalktım. Abdest aldım. İki rekat namaz kıldım. Yine yattım. Daha uyuyamamıştım. Abdülhakim Efendi geldi. "Hâlâ kitapları evde mi saklıyorsun?" buyurup, celâllendi. Korktum. Hemen kalkıp, bütün kitaplarımı evden çıkardım. Geldim yattım. Ancak uyuyabildim. Sonradan anladım ki, bizi terbiye etmek için, kitaplardan uzaklaştırıp, bende olanları alıp, kendinde olanları bize vermek için bu yolu seçmişlerdi.
Ne zaman Abdülhakim Efendi hazretlerine gitsem, Ziya Bey yanında otururdu. Ziya Beye bir kitap verir, okuturlar ve izah ederlerdi. Bir gün yine öyle bir sohbette, Ziya Beye kitap okutup, kendileri izah ediyordu. İçimden, benim Arabi ve Farisim Ziya Beyden iyidir. Niçin hep ona okuturlar da, bana hiç okutmazlar diye geçti. O gece rüyada Abdülhakim Efendinin huzurunda idim. Gene Ziya Beye bir kitap vermişler, okutuyorlardı. Ama Ziya Beyi sarıklı, âlim kıyafetinde gördüm. Abdülhakim Efendi, Ziya Beyi bana gösterip; "Biz, boşuna emek vermeyiz" buyurdular. Uyanınca o düşünceme çok pişman oldum.
Bir gün Abdülhakim Efendiye gidiyordum. Yolda, kendi kendime, Abdülhakim Efendiye arz edeyim, evliyalıkta yükselmek büyük iş, bizim küçük gayretimizle elde edilmez, himmet buyursunlar teveccüh eylesinler de, o yüksek makamlara beni kavuştursunlar diye düşünüyordum. Vardım. Bahçede yalnız oturuyorlardı. Selam verip ellerini öptüm. Yüzüme bakıp; "Tahir, şu ağaç ne ağacıdır?" buyurdu. "Manolya" dedim. "Şu nedir?" buyurdu. "Gül" dedim. "Ya Tahir, bunların suyu bir, havası bir, toprağı bir de, niçin boyları farklıdır? Mesela şu çimene ne yapılsa gül ağacı olabilir mi, gül de, manolya kadar büyür mü?" buyurdu. "Hayır efendim" dedim. "Demek ki, farklılık istidatlarından kabiliyetten geliyor. Ve demek ki, çim; ot, gül gibi, gül de manolya gibi olmaz!" buyurup tekrar bana baktılar. "Kusurumu bağışlayın efendim" dedim.
Diş hekimi emekli albay Sabri Bey anlatır:
Abdülhakim Efendi, arada bir bana, teyemmüm nasıl yapılır diye göstererek öğretirdi. Kendi kendime, şimdi su olmayan yer yok, acaba neden bu kadar teyemmüm üzerinde duruyor derdim. Vefatından otuz sene sonra, ellerimde yara çıktı. Hatta bir başparmağımı kestiler. Doktorlar ellerine su vurmayacaksın dediler. Üç sene teyemmümle yani onların gösterdiği şekilde teyemmüm ederek namaz kılmak zorunda kaldım.
Halid Turhan Bey anlatır:
Bir gün ziyaretlerine gitmiştim. Kütüphanelerinden bir kitap çekip, bir yerini açıp bana verdiler ve; "Buyurun, okuyun!" buyurdular. Arapça idi. Okumaya çalıştım. Yanlış okuyunca düzeltirlerdi. Bir daha okuttular ve gene yanlışlarımı düzelttiler. Sonra; "Türkçeye çevirin!" buyurdular. Takıldığım çok ibareler oldu. Yardım ettiler, hatta kendileri tercüme ettiler. Bir daha okutup, bir daha tercüme ettirdiler. İyice anlamıştım. Vefatlarından yirmi sene kadar sonra, kütüphane müdürlüğü için, Ankara'da imtihana girdim. İmtihanda elime bir Arapça kitap verdiler ve bir yerini açıp, okuyun dediler. Bir de ne göreyim, Abdülhakim Efendinin verdiği kitap ve açtıkları sayfa değil mi? Okudum, tercüme ettim. İmtihanı kazandım. Kütüphane müdürü oldum. Ama imtihandan çıkınca, Efendinin bu büyük ve açık kerametini görünce hüngür hüngür ağladım.
.
Bugün 198 ziyaretçi (959 klik) kişi burdaydı!