ABDULHAMİD HAN
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
Herşey Onun şerefine
Allahü teâlâ’nın Habibi, Sevgilisi,
Mahlukatın en üstün, en güzel, en iyisi.
Allah Onu methetmiş, en çok Onu sevmiştir.
Bütün ins’e ve cinne peygamber göndermiştir.
Allah, her Peygamber’e ismiyle etti hitap.
Ona, (Habibim) diye buyurmuştur iltifat.
Bir âyette, mealen buyurdu ki Rabbimiz:
(Seni, rahmet olarak gönderdik âleme biz.)
Ve yine buyurdu ki: (Sen olmasaydın eğer,
Hiçbir şey yaratmazdım, olmazdı yer ve gökler.)
Her Peygamber, kendinin yaşadığı devirde,
Kavminin, her bakımdan üstünüydü o yerde.
Resul-i zişan ise, dünya yaratılandan,
Ta kıyamete kadar, her devirde, her zaman,
Dünyanın her yerinde gelmiş veya gelecek,
İnsanların hepsinden üstündür, bu bir gerçek.
Kimse üstün olamaz Ondan hiçbir bakımdan.
Onu öyle yaratmış her şeye kadir olan.
Hicretten elliüç yıl önce, Mekke şehrinde,
Rebiül evvel ayı, onikinci gününde,
Pazartesi gecesi ve sabaha karşı hem,
Dünyaya teşrifiyle nurlandı bütün âlem.
Hiçbir şey yaratmadan evvela cenab-ı Hak,
Peygamber-i zişan’ın Nur’unu eyledi halk.
Önce kendi Nur’undan latif, büyük bir cevher,
Yaratıp, o cevherden var oldu başka şeyler.
Görünen görünmeyen, her ne ki varsa hatta,
Hep ondan yaratıldı, ne varsa kainatta.
İlk var olan bu cevher, (Nur-u Muhammedî)dir.
Ruh’un ve her maddenin menşei bu cevherdir.
Sual etti Resul'e Cabir ibni Abdullah:
(Allah, neyi yarattı önce ya Resulallah?)
Buyurdu ki: (Her şeyden evvela cenab-ı Hak,
Senin Peygamberinin Nur’unu eyledi halk.
Yani benim Nur’umu, kendinin Nur’undan hem,
Yarattı ki, o vakit yok idi Lehv ve Kalem.
Ne Cennet, ne Cehennem, yer ve gök, Arş-ü felek,
Yok idi ay ve güneş, yoktu hem ins-ü melek.)
Vakta ki Adem Nebi, topraktan halk olundu,
Bu Nur-u Muhammedî onun alnına kondu.
Kendi ruh’u verilip, etrafını görünce,
Alnındaki parlayan bu Nur’u gördü önce.
Sonra da ilham ile bildirdi cenab-ı Hak.
Ona, Ebu Muhammed diyerek etti hitap.
Dedi ki: (Ya ilahi, bana Ebu Muhammed
Diye hitab edersin, acaba nedir hikmet?)
(Başını kaldır da bak!) buyurdu Hak teâlâ.
Kaldırınca gördü ki, yukarda Arş-ı a’la.
Ve Nur’dan (Ahmed) diye yazı vardı hem dahi.
Hemen sual etti ki: (Bu, kimdir ya ilahi?)
Buyurdu: (Evladından, bir büyük Peygamber’dir.
İsmi, göklerde Ahmed, yerlerde Muhammed’dir.
Eğer O olmasaydı, seni halk eylemezdim.
Yeri, göğü ve hatta hiçbir şey var etmezdim.)
. Nur kâfirden geçmedi
Adem aleyhisselam yaratıldığı anda,
Resulullah’ın Nur’u parlıyordu alnında.
Ondan itibaren de, Resulullah’a kadar,
Nur, temiz alınlardan dolaştı hep bu karar.
Âyet-i kerimede buyuruldu mealen:
(Sen, yani senin Nur’un, hep secde edenlerden,
Dolaştırılıp sana intikal eylemiştir.)
Yani Nur, hiçbir zaman kâfirden geçmemiştir.
Yaratılan ilk insan Adem aleyhisselam,
Peygamber-i zişan’dan zerre taşıdığından,
Nur, emanet olarak kondu onun alnına.
Zühre yıldızı gibi başladı parlamaya.
Bu zerreyle birlikte (Nur) da Adem Nebi'den,
Havva validemize geçti müteakiben.
Hazret-i Havva’dan da, Şit aleyhisselama,
Ondan da geçiverdi onun evlatlarına.
Hep temiz erkeklerden, hep temiz kadınlara,
Temiz kadınlardan da, hep temiz adamlara.
Yani hep müminlerden dolaşarak bu minval,
Nihayet sahibine eylemiştir intikal.
Adem Nebi’nin yaşı, vakta ki erdi bin’e,
Hastalanıp, göç etti ahiret âlemine.
Henüz vefat etmeden, Şit adlı evladını,
Çağırıp, yaptı ona şu son nasihatını:
Buyurdu ki: (Ey oğlum, alnında parlayan Nur,
Muhammed mustafa’ya mahsus olan bir nur’dur.
Bunu muhafazada gayret eyle sen dahi.
En pakize hanıma teslim et emaneti.
Bu hususa çok fazla ver sen de ehemmiyet.
Sen de, çocuklarına böyle eyle vasiyet.)
Hepsi, babalarının tutup vasiyetini,
Çok iyi korudular bu Nur emanetini.
Hep mümin alınlardan geçerek o Nur yine,
Ulaştı en nihayet hakiki sahibine.
Yani Resulullah’ın dedelerinin hepsi,
Mümin ve pek şerefli kimselerdi cümlesi.
Onlardan birisinin, iki oğlu olsaydı,
Veyahut bir kabile, ikiye ayılsaydı,
Resulullah’ın Nur’u, daha şerefli olan,
Oğul ve kabilede bulunurdu her zaman.
Her asırda, Resul'ün dedesi olan zatlar,
Yüzlerindeki nur’dan bilinirdi aşikâr.
Seçkin bir soy vardı ki, işbu Nur’u taşıyan,
Onlar, güzel ve nurlu olurdu başkasından.
Bu nur'la, o kimseler, kardeşlerinden bile,
Ayrılır, daha üstün olurdu o kabile.
Hazret-i İbrahim’in babası Taruh dahi,
Asil bir aileden, temiz bir mümin idi.
Halilullah , dünyaya gelmeden önce fakat,
Oğlunu göremeden imanla etti vefat.
Yine mümine idi validesi Emile,
Oğluna, bu Taruh’tan kalmış idi hamile.
Azer diye kardeşi var idi ki Taruh’un,
Ölünce, bunun ile evlenmişti bu hatun.
Azer , Halilullah’ın değildi öz babası.
Hem amcası olurdu, hem de üvey babası.
. Hazret-i Abdülmuttalip
Peygamber Efendimiz, Kureyş kabilesinden,
Ve Haşimoğulları kolundandır esasen.
Babası Abdullah’tır, onun babası Şeybe.
Bu, Abdülmuttalip’tir, böyleydi ismi önce.
Şeybe’nin babasının ismi de Haşim idi.
Çok asil, pek şerefli, sevilen bir kişiydi.
Alnındaki Nur ile eylemişti temayüz.
O vefat ettiğinde, çocuktu Şeybe henüz.
Arkadaşları ile, bu Şeybe, Medine’de,
Ok talimi yapardı evlerinin önünde.
Onları seyir için gelen bazı büyükler,
Şeybe’nin alnındaki Nur’u görüverdiler.
Dediler ki: (Bu çocuk, ne de çok mübarektir.
Şerefli bir kimsenin oğlu olsa gerektir.)
Çünkü diğerlerinden değişikti her hali.
Alnında parlıyordu o Nur yıldız misali.
Ve ok atma sırası Şeybe’ye geldiğinde,
Herkes ona bakardı büyük merak içinde.
O, yayını gererek oku attı nihayet.
Baktılar, ok hedefe eyledi tam isabet.
Heyecanla dedi ki: (Ben Haşim’in oğluyum.
Elbette hedefini bulur hep benim okum.)
Onun bu sözlerinden, insanlar bildiler ki:
Bu, Mekke’li Haşim’in oğlu imiş meğer ki.
O sırada Haşim de, Mekke’de etti vefat.
Bunun, Muttalip diye kardeşi vardı fakat.
Medine’den Mekke’ye, bir kişi o günlerde,
Gitti ve Muttalip’le karşılaştı bir yerde.
Dedi ki: (Medine’de, senin bir yeğenin var.
Çok zeki ve akıllı, hayran ona insanlar.
Alnında, yıldız gibi parlıyor hem de bir Nur.
Onun, sizden uzakta durması doğru mudur?)
Muttalip bunu duydu ve gitti Medine’ye.
Yeğenini alarak, vasıl oldu Mekke’ye.
Yanındaki Şeybe’yi görünce Mekke’liler,
(Bu çocuk kimin?) diye, ona sual ettiler.
Muttalip de, cevaben her böyle soranlara,
(Benim kölemdir) diye söylerdi hep onlara.
Şeybe’ye , (Benim kölem) dediği için ki hep,
Abdülmuttalip dendi Şeybe’ye bundan sebep.
Misk kokusu duyardı herkes onun yanında.
Resulullah’ın Nur’u parlıyordu alnında.
O Mekke’ye gidince, onun ile beraber,
Geldi Mekke şehrine çok hayır, bereketler.
Her ne zaman Mekke’de olsa idi kuraklık,
Halk, Abdülmuttalib’e geliyordu hep artık.
Bir dua etsin diye, ona yalvarırlardı.
O bir dua edince, hemen yağmur yağardı.
İnsanlar reis seçip, ettiler ona biat.
Onun emri altında buldular huzur, rahat.
O zaman meliklerden kim vardıysa dünyada,
Onun büyüklüğünü tasdik etti onlar da.
Hazret-i İbrahim’in dinine tâbi idi.
Allah’ı mabud bilen, halis bir mümin idi.
Hiçbir puta tapmadı bu sebeple hayatta.
Ve yanlarına bile yaklaşmadı o hatta.
. Zemzem kuyusu
Bir gün Abdülmuttalip, rüya gördü bir gece.
Bir kimse gelip onu, ikaz etti şöylece:
(Kalk ey Abdülmuttalip, kaz zemzem kuyusunu!)
Aynı kişi, üç gece tekrar etti hep bunu.
Dördüncü gece dahi söyleyince bunu hem,
Ona, Abdülmuttalip sordu ki: (Nedir zemzem?)
Dedi: (O, bir sudur ki, bahşetti Hak teâlâ.
Dibine erişilmez, eksilmez suyu asla.
Dönyanın dört ucundan, hacılar gelse şayet,
O, binlerce hacıya yine eder kifayet.
Susuzları kandırır, aç olanı doyurur.
Hatta hasta olanlar içseler, şifa olur.)
Sordu Abdülmuttalip: (Nerdedir o su şu an?)
O kimse tarif edip, gaib oldu ortadan.
Uykusundan uyanıp, o gün sabah olunca,
O yere gitti hemen, oğlu ile doğruca.
Tarif edilen yeri kazmaya başladılar.
Biraz sonra, kuyunun ağzı oldu aşikâr.
Kureyşliler onları ediyorlardı takip.
O zaman dediler ki: (Bak ey Abdülmuttalip!
Babamız İsmail’in kuyusu bu Vallahi.
Ortak eylemelisin bu işe bizi dahi.)
Lakin Abdülmuttalip, derhal karşı çıkarak,
Dedi ki: (Bunu bana bahşetti cenab-ı Hak.)
O zaman Kureyşliler, Onu tehdit ettiler.
(Sen başa çıkamazsın bizim ile) dediler.
(Tek oğlundan başkaca, bir kimsen yoktur senin.
Bize karşı çıkmaya, kâfi gelmez kuvvetin.)
O an Abdülmuttalip, içi çok burkularak,
Şöyle dua eyledi Rabbine yalvararak:
(Ya Rab, bana on oğul edersen eğer ihsan,
Onların birisini, ederim sana kurban.)
Ve sonra düşündü ki: Yalnızım oğlum ile.
Anlaşmaya gideyim ben bu Kureyşlilerle.
Kazmayı bırakarak, dedi: (Ey Kureyş halkı!
Hakeme gidelim ki, bu işte kimdir haklı?)
Onlar dahi bu hakem fikrinde anlaştılar.
Şam’da bir kahin vardı, hemen yola çıktılar.
Kervan sıcak çöllerde giderken yolda fakat,
Susuzluktan kimsede kalmadı güç ve takat.
Öyle bunaldılar ki susuzluktan cümlesi,
Artık bir damla suya, can atar oldu hepsi.
Lakin çöl ortasında, imkansızdı su bulmak.
Hayatttan ümidini kesmiş idi cümle halk.
Lakin Abdülmuttalip, etrafta su ararken,
Devesinin ayağı bir taşa değdi birden.
Taş yerinden oynayıp, su çıktı birden bire.
Yolcular çok sevinip, koşuştular o yere.
Kana kana su içip, buldular yeni hayat.
Ona karşı, çok mahcup oldular hepsi fakat.
Dediler: (Bizim sana, sözümüz yoktur artık.
Elbette o kuyuyu, senin kazman muvafık.
Bu hususta, hepimiz sana hak veriyoruz.
Kahine gitmeye de lüzum yok, dönüyoruz.)
O gün Abdülmuttalip, o Nur’un hürmetine,
Erdi zemzem suyunu çıkarma şerefine.
. Kurbanlık oğul
İşte Abdülmuttalip, o zemzem kuyusunu,
Kazıp da çıkarınca, meşhur zemzem suyu’nu,
Kureyşliler, bu sudan etti çok istifade.
Onun şanı, şöhreti arttı daha ziyade.
Bu hadiseden sonra, yıllar geçti aradan.
Kendisine on oğul ihsan etti Yaradan.
Bunlardan Abdullah’ı, en fazla seviyordu.
Zîra Onun alnında o Nur parıldıyordu.
Bir gece, rüyasında dendi ki kendisine:
(Bir nezrin vardı senin, onu getir yerine!)
Korku ile uyandı sabah Abdülmuttalip.
Bir koç kurban eyledi, rüyayı müteakip.
Lakin gece rüyada, ona, ertesi günü,
Denildi ki: (Kurban et, o koçtan büyüğünü!)
Uyanıp düşündü ki: Var elbet bunda bir sır.
İkinci günü ise, kurban etti bir sığır.
Lakin gece rüyada, kendisine aynı ses,
Şöyle nida etti ki: (Daha büyüğünü kes!)
Sordu ki: (Ondan büyük kurbanlık ne ola ki?)
Dendi ki: (Yıllar önce, bir adağın vardı ki,
On oğlundan birini kurban edecektin ya.
İşte o adağının hükmünü eyle icra.)
Sabah Abdülmuttalip, toplayıp evladını,
Söyledi yıllar önce yaptığı adağını.
Dedi ki: (Birinizi, kurban etmem gerekir.
Bu hususta, sizlerin acaba fikri nedir?)
Bu fikre, hiçbirisi etmedi muhalefet.
Dediler: (Hangimizi istiyorsan kurban et.)
Buna, Abdülmuttalip sevinip, hemen sonra,
On oğlu arasında, çekiverdi bir kura.
İlk kura, Abdullah’a eylemişti isabet.
Lakin ona, hepsinden beslerdi çok muhabbet.
Çünkü Nur, Abdullah’ın alnında parlıyordu.
Üzüldü, sendeledi, gözleri yaşla doldu.
Bir eline bıçağı, birine Abdullah’ı,
Alıp geldi Kâbe’ye, yapmak için adağı.
Lakin akrabaları eylediler itiraz.
Dediler ki: (Oğlunu boğazlama, dur biraz!
Rabbini, başka türlü razı edebilirsin.
Bir kahine danış da, o sana yol göstersin.)
O dahi bir kahine açtı bu vaziyeti.
O sordu: (Bir insanın, sizde nedir diyeti?)
(On devedir) deyince, dedi ki: (On deveyle,
Oğlunuz arasında, kura çekin siz hele.
Oğlunuza çıksa da, onu kurban etmeyin.
On deve ilaveyle, kuraya devam edin.
Kuranız develere çıkıncaya kadar tam,
Böyle hep arttırarak kuraya edin devam.)
Hemen Abdülmuttalip, gelerek Beytullah’a,
On kura çektiyse de, çıktı hep Abdullah’a.
Her kurada on deve arttırıp çekti tekrar.
Develerin sayısı artardı onar onar.
Yüz’e baliğ olunca develer en nihayet,
Kura da, develere eylemişti isabet.
Kesti o yüz deveyi o gün Abdülmuttalip.
Dağıttı fakirlere, kendileri yemeyip.
Resul’ün ecdadından İsmail Peygamber de,
Aynen böyle kurbanlık olmuştu o devirde.
Bir hadis-i şerifte, bu, beyan olunmuştur.
(Ben, iki kurbanlığın oğluyum) buyurmuştur
. Hazret-i Abdullah
İki cihan güneşi Peygamber-i zişan’ın,
Mübarek babaları hazret-i Abdullah’ın,
Dünyaya geldiğinde, bilcümle ehl-i kitap,
O gün, birbirlerine ettiler şöyle hitap:
(İşte, ahir zamanda gelecek son Resul'ün,
Babası olan kişi, dünyaya geldi bu gün.)
Ve beni İsrail’in yanlarında, o vakit,
Bir cübbe var idi ki Yahya Nebi’ye ait,
Şehid olduğu zaman, bu vardı üzerinde.
Ve mübarek kanından, iz vardı çok yerinde.
Hem de kitaplarında şöylece yazardı ki:
(Bu cübbeye bulaşan o kanlar, ne zaman ki,
Tazelenip damlarsa, son gelecek Resul'ün,
Babası olacak zat, dünyaya gelir o gün.)
Vakta ki cübbedeki o kan taze olunca,
Ve damla damla olup, akmaya başlayınca,
İsrail oğulları, buna vakıf oldular.
O zatın doğduğunu yakinen anladılar.
Ve lakin kıskandılar öğrenip hemen sonra,
Kendi kavimlerinden gelmemişti o zira.
Hatta öldürmek için, yaptılar çok suikast.
Nur’un bereketiyle, korunurdu o fakat.
Ne zaman ki Abdullah, erdi büluğ çağına,
Güzellikte, benzeyen hiç kimse yoktu ona.
Bu yüzden, kızlarını, nice namlı kişiler,
Ona vermek üzere, gayrete giriştiler.
Ve nice hükümdarlar vardı ki o gün hatta,
Ona kız vermek için, yarıştılar adeta.
Ve Abdülmuttalib’e gelerek dediler ki:
(Kızımızı oğluna alır isen eğer ki,
Biz her şarta razıyız, yeter ki sen kabul et.)
Lakin Abdülmuttalip, hepsini ederdi red.
Ne zaman ki Abdullah, girdi onsekizine,
Herkes hayran olurdu onun güzelliğine.
Alnında Nur-u Nebi, güneş gibi parlardı.
Onu gören kızların, gönlü ona akardı.
İkiyüz’’e yakın kız, Mekke’ye gelerek hep,
Onunla evlenmeyi ettiler arzu, talep.
Lakin Abdülmuttalip, oğluna en mükemmel,
En kibar ve en asil, huyu ve yüzü güzel,
Bir kız arar idi ki, hem o Halilullah’ın,
Hanif denen dinine bağlı olsun bihakkın.
Hazret-i Abdullah'ta vardı böyle asalet.
Lakin beni İsrail, ettiler onu haset.
Hatta öldürmek için, and içip söz verdiler.
Silahlı yetmiş kişi, Mekke’ye gönderdiler.
Nihayet Abdullah’ın, kırda olduğu bir gün,
Kılıçlarını çekip, saldırdılar topyekün.
Ve lakin Abdullah’ın akrabasından olan,
Vehb bin Abdi Menaf da yakında idi o an.
Birkaç arkadaşıyla ava çıkmıştı o da.
Abdullah’ın halini gördüler o arada.
Lakin karşı koymaya, güç yetiremediler.
Zira yetmiş kişiydi ona hücum edenler.
. Nur Amine’ye geçti
İsrail oğulları, yetmiş kişi hep birden,
Hazret-i Abdullah’a saldırdılar aniden.
Vehb bin Abdi Menaf da, birkaç arkadaşıyle,
Karşı koymak istedi akrabalık aşkıyle.
Lakin kalabalıktı İsrail oğulları.
İyilikle durdurmak istediler onları.
Bu maksatla onlara yaklaşınca velhasıl,
Gördüler ki gaibden bir ordu oldu hasıl.
Yağız atlara binmiş, kılıçlı çok kişiler,
Yıldırım gibi gelip, imdada yetiştiler.
Üstlerine saldırıp, tekbir sedalariyle,
Kılıçtan geçirdiler onları tamamiyle.
Hazret-i Abdullah'ın akrabasından olan,
Vehb ibni Abdi Menaf, hayrette kaldı o an.
Abdullah’ın, gaibden nasıl korunduğunu,
Görüp, hanımına da anlattı gidip bunu.
Ve karar verdiler ki: (Kızımız Amine’yi,
Bu yiğide verirsek, olur uygun ve iyi.)
Abdülmuttalip dahi düşünür idi ki hem:
Amine’yi , oğluma gidip talep eylesem.
Duymuştu zira onun dine bağlılığını.
Hüsn -ü cemali ile, iffet ve hayasını.
Bunları düşünerek bir gün Abdülmuttalip,
Amine’yi , oğluna istedi hemen gidip.
Vehb cevaben dedi ki: (Ey amcaoğlu, zaten,
Bu bapta, biz de böyle düşünürdük esasen.)
Anlatıp bir gün önce gördüğü hadiseyi,
Dedi: (Dün karar verdik, kızı ona vermeyi.
Annesi de bu gece, bir rüya görmüş ki hem:
Nur girmiş evimize, çok parlak ve muhteşem.
Ben de gördüm, dedemiz İbrahim Peygamber’i.
Bana buyurdular ki: Kızınız amine’yi,
Abdülmuttalip oğlu Abdullah’a vererek,
Kıydım nikahlarını, yap sen de neyse gerek.
Bu rüyanın tesiri altındayım bu gün hep.
Diyordum ki: Ne zaman gelirler onlar acep?)
Bunları dinleyince, hemen Abdülmuttalip,
Sevindi, hayret etti Allahü ekber! deyip.
Ve ondört yaşındaki Amine’yi, o sabah,
Onsekiz yaşındaki oğluna etti nikah.
Vakta ki Nur-u şerif geçince annesine,
Kurt kuş müjde verdiler, bunu birbirlerine.
Ve yıkıldı o gece Kâbe’de bütün putlar.
Yağmur yağıp, son buldu uzun süren kıtlıklar.
Öyle mahsul verdi ki Mekke’ye Hak teâlâ,
(Bolluk senesi) diye ad verdiler o yıla.
Resulullah , dünyaya teşriflerinden önce,
Vefat etti Abdullah, bir seferden dönünce.
Yirmibeş yaşındaydı, olunca vuslat-ı Hak.
İşitip, koca şehir üzüntüye oldu gark.
Melekler de üzülüp, dediler ki o anda:
(Ey Rabbimiz, Resul’ün yetim kaldı dünyada.)
Hak teâlâ buyurdu: (Ey benim meleklerim!
Onun koruyucusu ve yardımcısı benim.)
. Başı niçin ağrımış?
Humeyr bin Rebi adlı vardı ki bir hükümdar,
Hükmederdi geniş bir ülkeye o zamanlar.
Lakin mecusi olup, ateşe tapıyordu.
Yanında, dörtyüz bilgin hazır bulunuyordu.
Bu hükümdar, bir zaman geldi Mekke şehrine.
Lakin hürmet etmedi ahali kendisine.
Hemen adamlarına sordu ki şu suali:
(Neden çok kibirlidir bu yerdeki ahali?)
Dediler ki: (Efendim, Arab’dır bu insanlar.
Çok asil, pek şerefli kimsedir hepsi bunlar.
Zira Kâbe denilen bir ev var ki burada,
Allah’ın evi olup, eşi yoktur dünyada.)
Hakikatı onlardan öğrenince hükümdar,
Düşündü: (Bu ev için gururlu demek bunlar.
Öyleyse temelinden yıkayım ben bu evi,
Yıkılsın bunların da gurur ve kibirleri.)
Melikin kafasına bu fikir girdiğinde,
Şiddetli bir ağrı da girdi beraberinde.
Kıvrandı gece gündüz ağrının şiddetinden.
Hatta yaşlar boşandı burnundan, gözlerinden.
Bezdirince bu ağrı nihayet kendisini,
Çağırdı huzuruna bilginlerin hepsini.
Başının ağrısını söyleyip herbirine,
Dedi: (Bir çare bulun şu başımın derdine.)
Bilginler bunun için çalıştılar durmadan.
Lakin bulamadılar derdine çare, derman.
Onlardan bir tanesi, sordu ki hükümdara:
(Kalbinizden bir fikir geçti mi hiç bu ara?)
Dedi: (Gelir zihnime, her düşünce ve fikir.
Senin bu bahsettiğin nasıl bir düşüncedir?)
Bilgin dedi: (Efendim, bu günlerde, gizliden,
Kâbe için bir fikir geçti mi zihninizden?)
Dedi: (Evet, kalbimden geçirdim ki: Bu evi,
Yıkayım da, halkının yıkılsın kibirleri.)
Dedi ki: (Hükümdarım, işte budur muhakkak.
Başınızın derdine tek sebep budur ancak.
Zira o ev sahibi, vakıftır her şeylere.
Aynıdır Ona göre gizli ve aşikâre.
Eğer vaz geçerseniz bu kötü fikrinizden,
Hemen kurtulursunuz bu mühim derdinizden.)
Dinledi o hükümdar onun nasihatini.
O fikirden vazgeçip, düzeltti niyetini.
Ne zaman ki o fikir çıkınca kafasından,
Başındaki ağrı da çıktı hemen ardından.
Çok sevinip, Allah’a iman etti nihayet.
Mekke ahalisine gösterdi saygı, hürmet.
Gurur ve kibirini atarak bir tarafa,
Geldi tevazu ile Beytullah’ı tavafa.
Sonra da çok yemekler yaptırıp sini sini,
Davet etti bilcümle Mekke ahalisini.
O gece rüyasında dendi ki kendisine:
(Nasıl ikram ettinse Mekke ahalisine,
Beyti şerife dahi, eyle tazim ve hürmet.
Üzerini bir şeyle örterek eyle hizmet.)
. Merhaba salih kardeş
Humeyr’e , rüyasında (Kâbe’yi ört!) denince,
Uyanıp ferahladı, gark oldu bir sevince.
Ve o sabah, hasır’dan bir örtü yapıp hemen,
Gidip örttü Kâbe’yi, hiç vakit geçirmeden.
O gece, rüyasında dendi ki ona yine:
(Hasır layık değildir Kâbe’nin üzerine.)
Sabahleyin, hasırı kaldırıp o hükümdar,
Kumaş’tan örtü ile Kâbe’yi örttü tekrar.
Bu sefer rüyasında dendi ki kendisine:
(Bu ev elbet layıktır daha kıymetlisine.)
Sabahleyin onu da kaldırıp bir tarafa,
En kıymetli kumaşla örttü onu bu defa.
Kâbe’nin üzerine her sene örtü yapmak,
Bu melik zamanından kaldı adet olarak.
Sonra da veda edip Mekke ahalisine,
Geldi adamlarıyle Medine beldesine.
Bilginler kendisine ettiler ki şöyle arz:
(Bu yerde kalmamızı ederiz sizden niyaz.
Zira ahir zamanda gelecek son Peygamber,
Yakın bir gelecekte bu yere teşrif eder.
İsmi Muhammed’dir ki o gelecek Resul’ün,
Yayılır her tarafa Onun dini gün be gün.
İsterseniz cümlemiz kalalım bu beldede.
O yüce Peygamber’i bekleyelim bu yerde.)
Hükümdar, bu teklife eyledi muvafakat.
Zira o Peygamber’e meftun oldu o saat.
Sonra bir mektup yazıp o Resul’e hitaben,
Teslim etti o zarfı, birine o gün hemen.
Ve tenbih eyledi ki: (Bu mektup, elden ele,
Dolaşarak ulaşsın o büyük Peygamber’e.)
Şöyle yazmış idi ki mektubunu o günden:
(Bu, gelecek Resul’e yazılmıştır Humeyr’den.
Ey Allah’ın Resul'ü, görmedimse de seni,
İnandım, kabul ettim senin nübüvvetini.
Ben de, senin dinine girdim tam inanarak.
Şimdiden kabul ettim, peygamber’sin sen elhak.
Ümmetinin içine dahil eyle beni de.
Kıyamet günü olur görüşmemiz belki de.)
Mektubu mühürleyip, teslim etti onlara.
Bu mektup, dolaşarak babadan oğullara,
Nihayet Halid bin Zeyd hazretlerine kadar,
Geldi zayi olmadan, elden ele bu karar.
Vakta ki Resulullah hicret eylediğinde,
Medine yakınında konakladı bir yerde.
Medine’li müminler, aldılar bunu haber.
Mektubu, Ebi Leyli nam birine verdiler.
Dediler: (Bu mektubu al ve hemen çık yola.
Allah’ın Resulü’nü yarı yolda karşıla.)
O gidip görüşünce Allah’ın Habibi’yle,
Hitab etti Peygamber ona kendi adiyle.
Buyurdu: (O mektubu çıkar ya Eba Leyli!
Bakalım neler yazmış kardeşim İbni Rebi?)
Ebi Leyli, mektubu çıkarıp verdi hemen.
Resulullah okuyup, razı oldu Humeyr’den.
Hatta çok sevinerek yazdığı bu mektuba,
Üç defa buyurdu ki: (Salih kardeş, merhaba!)
. Fil vakası
Peygamber-i zişan’ın doğumuna, iki ay,
Vardı ki, o günlerde vaki oldu bir olay.
Yemende bir hükümdar var idi ki bir zaman,
Adı Ebrehe olup, değil idi müslüman.
Bu hükümdar gördü ki, her senede bir kere,
İnsanlar, güruh güruh gidiyorlar bir yere.
O bunları görünce, eyledi hayli merak.
Bir gün adamlarını yanına çağırarak,
Sordu ki: (Bu insanlar, böyle yaya, süvari,
Nereye gidiyorlar ve nedir gayeleri?)
Dediler ki: (Bir hane var ki Mekke şehrinde,
Ziyarete giderler onu Hac mevsiminde.
Zira müslümanlarca çok kutsal ve mükerrem,
Ev olup, ziyareti büyük ibadettir hem.)
Sordu ki: (O haneyi ne ile yapmışlardır?)
Dediler ki: (Esası, yalnız taş ve topraktır.
Lakin Hak teâlâ’nın indindeki kıymeti,
Çok olup, bunun için celb eder bu milleti.)
Ebrehe düşündü ki: Onun mukabilinde,
Bir bina yapayım ki ben de San’a şehrinde,
Olmasın o binanın dünyada bir benzeri.
Herkes, ziyaret için tercih etsin bu evi.
Verdi bu vazifeyi en meşhur mimarlara.
Harcadı bunun için, milyarla altın, para.
Bizans imparatoru olan kimseye dahi,
Arz edip, yardımını istedi bizatihi.
Muhteşem bir kilise yaptılar özenerek.
Altın yaldızlar ile süslediler onu pek.
Ve hemen dört bir yana verdiler ki bir haber:
Herkes, bu kiliseyi ziyarete geleler.
Lakin gelen olmadı onun ziyaretine.
Herkes, eskisi gibi Kâbe’ye gitti yine.
Onun bu binasına etmediler itibar.
Hakaret gözü ile ettiler ona nazar.
Bu durum, Ebrehe’nin çok bozdu moralini.
Halbuki tutar mıydı bu, Kâbe’nin yerini?
O günlerde biri de, bu binaya girerek,
Geceledi içerde bir yerde gizlenerek.
Hakaret maksadıyla, binanın her yerine,
Pisleyip, terk eyledi binayı hemen yine.
Bekçiler, sabahleyin vaziyeti gördüler.
Ve hemen Ebrehe’ye bunu haber verdiler.
Ebrehe bunu duyup, gadapandı bir nice.
Aklı başından gidip, sinirlendi iyice.
Dedi ki: (Ben de gidip, Kâbe’yi yıkacağım.
Öyle ki, taş üstünde taş bırakmayacağım.
Bunun intikamını alacağım!) diyerek,
Topladı ordusunu fena hiddetlenerek.
(Mahmude) namı ile bir fil’i vardı onun.
Harplerde, en ilerde, o giderdi ordunun.
O bulunduğu zaman harplerin birisinde,
Ordu galip gelirdi bu filin sayesinde.
Üçyüzbin askeriyle, dörtbin de fil'i vardı,
Hele Mahmude fili, medar-ı iftihardı.
. Kâbe’nin sahibi var
Ebrehe, ordusuyla çıktı bir gün Yemen’den.
Maksadı, Beytullah’ı yıkmaktı gidip hemen.
Geldi koca orduyla Mekke’nin sınırına,
Başladı Beytullah’a hücum hazırlığına.
Önce, bir adamını gönderdi ileriye,
(Kureyş’in mallarını yağma edip gel!) diye.
O, Abdülmuttalib’in şahsi develerini,
Sürerek, Ebrehe’ye arz eyledi hepsini.
Lakin Abdülmuttalip buna vakıf olunca,
Üzülüp, Ebrehe’ye gidiverdi doğruca.
Uzun boylu, heybetli, güzel ve nuraniydi.
Kavmin reisi olup, itibar sahibiydi.
Çadırdan içeriye girince birden bire,
Ebrehe onu görüp, tahtından indi yere.
Kalbinden geçirdi ki: Bu melik şimdi benden,
Her ne talep ederse, yaparım onu hemen.
Hatta (Kâbe’yi yıkma!) dese dahi o bana,
Yıkmam, geri dönerim bu zatın hatırına.
Sonra dedi: (Ey melik, herhangi bir arzuhal,
Üzere geldin ise, yapayım onu derhal.)
Ona, Abdülmuttalip dedi ki: (Erleriniz,
Develerimi almış, lütfen geri veriniz!)
Ebrehe öğrenince onun bu gayesini,
Dedi: (Ulu bir kişi sanmıştım ben de seni.
Kâbe’yi yıkmak için gelmiştim halbuki ben.
Sen, büyük bir meliksin bu yerde hakikaten.
Sana yakışırdı ki, büyük şey dileyesin.
Mesela Beytullah’ı sakın yıkma! diyesin.
Lakin sen istiyorsun üç beş tane deveni.
Senin bu davranışın, hayrete soktu beni.)
O dedi: (Benim olan, bu ikiyüz devedir.
Bu yüzden, beni yalnız onlar ilgilendirir.
Beytullah'a gelince, karışmam ona zinhar.
Zira benim değildir, Kâbe’nin sahibi var.)
Ebrehe sinirlenip, dedi: (Kimmiş sahibi?
Ben o evi yıkıp da, sürerim tarla gibi.)
Abdülmuttalip ise istihza eyleyerek,
Mekke’ye döndü geri (Sen bilirsin) diyerek.
Müminleri toplayıp, yaklaştı Beytullah’a.
Halkasına yapışıp, dua etti Allah’a:
(Ey yerlerin, göklerin tek sahibi Allah’ım!
Herkes, kendi evini korur ve eder yardım.
Bu hane de senindir ve lakin bu ahmaklar,
Orduyla gelmişler ki, bu haneyi yıkalar.
Eğer izin verirsen, bileceğin iş elbet.
Muhafaza edersen, senindir güç ve kuvvet.)
Böylece tazarruda bulunup o müminler,
Sonra da toplu halde, dağlara çekildiler.
Ebrehe, Mahmude’yi koydu ordu önüne.
Sonra da ordusunu sürdü Kâbe yönüne.
Onun asıl ümidi, Mahmude filindeydi.
Zira muvaffakıyet, ona bağlı bir şeydi.
Lakin umduğu gibi olmayacaktı elbet.
Bekliyordu onları, çok korkunç bir akıbet.
. Hepsi helak oldular
Ebrehe, Mahmude’ye bindirdi ki birini,
O, aslen mümin olup, gizlerdi kendisini.
Hem de Nukayl bin Lebib diyorlardı ki ona.
Eğilip, şöyle dedi o filin kulağına:
(Dikkat et, Beytullah’ı yıkmaya gidiyorsun.
Sakın hücum etme ki, yoksa helak olursun.)
Sürdüler Mahmude’yi sonra Kâbe yönüne.
Lakin o yürümeyip, bakıyordu önüne.
Okşadılar gitmedi, vurdular kâr etmedi.
Önüne yem koydular, bir adım yürümedi.
Başka yöne sürdüler, gitti hem de koşarak.
Lakin Kâbe yönüne gitmedi tek bir ayak.
Nukayl’ın o sözüne uymuş idi tabii.
Sanki olduğu yere çakılmıştı mıh gibi.
Hiç böyle değillerdi halbuki diğer filler.
Lakin Mahmude’deydi o gün bütün ümitler.
İşte tam o sırada, deniz ötelerinden,
Garip bir (kuş sürüsü) peydah oldu ki birden,
O yerde, böyle kuşlar hiç de bulunmuyordu.
Her biri, gagasında birer (taş) tutuyordu.
Taşlar, nohut’tan küçük, büyüktü mercimek’ten.
Geldiler dalga dalga bir bilinmez cihetten.
Ebrehe ve ordusu, kaç kişiyse o zaman,
Kuşlar da o kadardı, değildi fazla, noksan.
Evvela Beytullah’ı tavaf eden o kuşlar,
Gelip, o askerlerin üzerinde durdular.
Attılar o taşları onların üzerine.
Bu vazifeyi görüp, gittiler geri yine.
Her bir taş, bir askerin girerek kafasından,
Mermi gibi deler ve çıkardı ayağından.
Miğferli olsa bile, etmiyordu yine fark.
Her taş, vazifesini yapıyordu muhakkak.
Velhasıl Ebrehe’nin askerleri, filleri,
Yalnız Mahmude hariç, helak oldu herbiri.
Ebrehe bunu görüp, kaçtı memleketine.
Ve yolda yakalandı bir cüzzam illetine.
Bir anda, her yerine yayılmıştı işbu dert.
Sonra memleketine vasıl oldu nihayet.
Ve lakin Ebrehe’nin kahrına memur olan,
O kuş da, başı üzre gelmiş idi havadan.
Vazifesi gereği, o da attı taşını.
Deldi taş mermi gibi Ebrehe’nin başını.
Ayağından çıktı ve o dahi oldu helak.
Hakk'a karşı duranın, sonu budur muhakkak.
Ebrehe askerine, müslümanlar geriden,
Bakıp, hiçbir hareket görmeyince birinden,
Dediler: (Öğrenelim vaziyeti bir gidip.)
Akıllı bir zat idi lakin Abdülmuttalip.
Dedi ki: (Bekleyelim, belki de bu kâfirler,
Hareketsiz durmakla, hiyle yapabilirler.
Ben sessizce yaklaşıp, göreyim hallerini.
Şayet geri dönmezsem, takip edin siz beni.)
Gidip şahid oldu ki, cümlesi olmuş helak.
Vermiş cezalarını onların cenab-ı Hak.
. Müjde haberleri
Peygamber-i zişan’ın dünyaya geleceği,
İlk peygamber, hazret-i Adem Nebi’den beri,
Gelen her Peygamber’e, hem de ümmetlerine,
Hep haber verilmiştir istisnasız hepsine.
Musa Kelimullah’ın Tevrat’ında dahi hem,
Yazıyor ki: (O, öyle zattır ki, çok mükerrem,
Himmeti yüksek olup, yardımı ziyadedir.
O, güzeller güzeli, temizler temizidir.
O, sohbette yumuşak, taksimde olur adil.
Kâfirler karşısında çok serttir, aciz değil.
Yaşlıya hürmet eder, şefkat eder küçüğe.
Esirlere acır ve şükreder az bir şeye.
O, hep güler yüzlüdür, kahkaha etmez fakat.
Ümmîdir, hiçbir şeyi etmemiştir kıraat.
Hiçbir şey okumadan, yazmadan tek şey bile,
Ona bildirilmiştir her ilim tamamiyle.
Katı kalpli değildir, kötü huy Onda olmaz.
Çarşı ve pazarlarda yüksek sesle bağırmaz.
Onun ümmeti dahi, çok iyi huyludurlar.
Birbirlerine karşı merhametli olurlar.
Hep Allah’ı anarlar onlar yüksek yerlerde.
Hakk'a davet ederler halkı minarelerde.
Allah’ın Resulü’dür, Onun adı Muhammed.
Onun gelmesi ile, kalplerden gider gaflet.
O, Mekke’de doğar ve hizmet eder dinine.
Medine’den ta Şam’a, geçer Onun eline.
Doğru olan hak dini, yerleştirmedikçe tam.
Dünyadan almam Onu, hayatı bulmaz hitam.
Onun bereketiyle görür kör ve a’malar.
Ve yine duyar olur, işitmeyen kulaklar.)
Zebur’da: (Eli açık, çok cömerttir O yani.
Yumuşak, tatlı sözlü, çok güzeldir, nurani.
O, çok ağlar, az güler, az uyur, çok düşünür.
O, hoş yaratılışlı, hem de güzel yüzlüdür.
Sözleri gönül alır ve ruhları cezbeder.
Kalbi hasta olanın, tabibidir o Server.
Ey Habibim, sıyırıp himmet kılıcını tam,
Alasın benim için kâfirlerden intikam.
Bilcümle kâfirlerin başları, gün gelecek,
Kerametli ellerin önünde eğilecek.)
Hak olan İncil’de de yazar ki: (O, çok yemez.
O, hiç hiyle yapmaz ve kimseyi kötülemez.
O, hiç cimri değildir, cömerttir hem de fazla.
Kendi için, kimseden intikam almaz asla.
O, hiç acele etmez, değildir tembel dahi.
O, çalışanı sever, gıybet etmez kimseyi.
O Muhammed, dünyaya gelseydi bu gün şayet,
Benim nübüvvetime eder idi şehadet.
Gerçi bana, siz dahi şehadet edersiniz.
Çünkü siz, benim ile çoktan berabersiniz.
Ben, bunları şu anda söylüyorum ki size,
Sürçmesin ayağınız düşüp de bir şüpheye.)
. Zulumat ve ab-ı hayat
Peygamber-i zişan’ın doğmasına mukaddem,
Çok müthiş bir zulmete gömülmüştü bu âlem.
İnsanlar azgınlaşmış, unutmuştu Allah’ı.
Yayılmıştı her yere mazlumun ah-ü vahı.
Unutulmuş, Allah’ın gönderdiği hak dinler.
Almıştı yerlerini, beşeri düşünceler.
Musa Kelimullah’ın dini unutulmuştu.
Tevrat yok edilmiş ve tamamen bozulmuştu.
Hazret-i İsa’nın da dini hıristiyanlık,
Bozulup, üç tanrı’ya inanılırdı artık.
İranlılar, şaşkınca ateş’e tapıyordu.
Bin senedir o ateş, hiç söndürülmüyordu.
Arabistan’da dahi, insanlar çok sapıtmış,
Put yerleştirmişlerdi Kâbe’ye üçyüzaltmış.
Beytullah’ın olduğu Mekke’de bile, o an,
Sel gibi akıyordu küfür, günah ve isyan.
Son haddine varmıştı zulüm ve ahlaksızlık.
İftihar vesilesi olmuştu bunlar artık.
Dini, ruhi, siyasi bakımdan Arabistan,
Kopkoyu bir karanlık içindeydi o zaman.
Zaman-ı cahiliye denir ki o devire,
Azgınlık ve şaşkınlık yayılmıştı her yere.
Ne içtimai düzen, ne siyasi bir nizam,
Olmayıp, karışıklık sarmıştı her yeri tam.
İçki, kumar, hırsızlık, zina ve ahlaksızlık,
İcra ediliyordu ne varsa her fenalık.
Kadınlar, bir mal gibi alınıp satılırdı.
Kız çocuğu doğması, zül, ayıp sayılırdı.
Felaket, yüz karası gelirdi bu onlara.
Kızları, diri diri gömerlerdi kumlara.
(Babacığım!) diyerek boynuna sarılsa da,
Acı feryatlar ile, ağlayıp yalvarsa da,
Yine de gömerlerdi onları diri diri.
Hiç bu cinayetlerden sızlamazdı kalpleri.
Bütün bunlardan başka, hazret-i İbrahim’in,
Hanif dinine bağlı, inançlı, temiz mümin,
Kimseler de vardı ki, Allah’a inanırlar.
Ve uzak dururlardı putlardan yalnız bunlar.
Peygamber-i zişan’ın anne, baba, dedesi,
Böyle kimselerdi hep, bilcümle sülalesi.
Lakin o azgınları, ebedi Cehennemden,
Kurtaracak kahraman lazımdı çok geçmeden.
Nitekim doğmasına, az zaman kalmıştı hem.
Onu karşılamaya hazırlanırdı âlem.
İnsanlara, ebedi refahı göstermeye,
Bir merhamet deryası geliyordu bu kere.
Makam-ı mahmud ile Şefaat-i kübra’nın,
Sahibi geliyordu hem dahi gayet yakın.
Hep temiz alınlardan gelen Nur’un sahibi,
O eşsiz büyük insan geliyordu nur gibi.
Allahü teâlâ’nın Habibim dediği zat,
Varlıkların özü ve hülasa-i mevcudat,
Hürmetine her şeyin yaratılmış olduğu,
Âleme rahmet olan bir (Sultan) geliyordu.
. Herşey Onun şerefine
Allahü teâlâ’nın Habibi, Sevgilisi,
Mahlukatın en üstün, en güzel, en iyisi.
Allah Onu methetmiş, en çok Onu sevmiştir.
Bütün ins’e ve cinne peygamber göndermiştir.
Allah, her Peygamber’e ismiyle etti hitap.
Ona, (Habibim) diye buyurmuştur iltifat.
Bir âyette, mealen buyurdu ki Rabbimiz:
(Seni, rahmet olarak gönderdik âleme biz.)
Ve yine buyurdu ki: (Sen olmasaydın eğer,
Hiçbir şey yaratmazdım, olmazdı yer ve gökler.)
Her Peygamber, kendinin yaşadığı devirde,
Kavminin, her bakımdan üstünüydü o yerde.
Resul-i zişan ise, dünya yaratılandan,
Ta kıyamete kadar, her devirde, her zaman,
Dünyanın her yerinde gelmiş veya gelecek,
İnsanların hepsinden üstündür, bu bir gerçek.
Kimse üstün olamaz Ondan hiçbir bakımdan.
Onu öyle yaratmış her şeye kadir olan.
Hicretten elliüç yıl önce, Mekke şehrinde,
Rebiül evvel ayı, onikinci gününde,
Pazartesi gecesi ve sabaha karşı hem,
Dünyaya teşrifiyle nurlandı bütün âlem.
Hiçbir şey yaratmadan evvela cenab-ı Hak,
Peygamber-i zişan’ın Nur’unu eyledi halk.
Önce kendi Nur’undan latif, büyük bir cevher,
Yaratıp, o cevherden var oldu başka şeyler.
Görünen görünmeyen, her ne ki varsa hatta,
Hep ondan yaratıldı, ne varsa kainatta.
İlk var olan bu cevher, (Nur-u Muhammedî)dir.
Ruh’un ve her maddenin menşei bu cevherdir.
Sual etti Resul'e Cabir ibni Abdullah:
(Allah, neyi yarattı önce ya Resulallah?)
Buyurdu ki: (Her şeyden evvela cenab-ı Hak,
Senin Peygamberinin Nur’unu eyledi halk.
Yani benim Nur’umu, kendinin Nur’undan hem,
Yarattı ki, o vakit yok idi Lehv ve Kalem.
Ne Cennet, ne Cehennem, yer ve gök, Arş-ü felek,
Yok idi ay ve güneş, yoktu hem ins-ü melek.)
Vakta ki Adem Nebi, topraktan halk olundu,
Bu Nur-u Muhammedî onun alnına kondu.
Kendi ruh’u verilip, etrafını görünce,
Alnındaki parlayan bu Nur’u gördü önce.
Sonra da ilham ile bildirdi cenab-ı Hak.
Ona, Ebu Muhammed diyerek etti hitap.
Dedi ki: (Ya ilahi, bana Ebu Muhammed
Diye hitab edersin, acaba nedir hikmet?)
(Başını kaldır da bak!) buyurdu Hak teâlâ.
Kaldırınca gördü ki, yukarda Arş-ı a’la.
Ve Nur’dan (Ahmed) diye yazı vardı hem dahi.
Hemen sual etti ki: (Bu, kimdir ya ilahi?)
Buyurdu: (Evladından, bir büyük Peygamber’dir.
İsmi, göklerde Ahmed, yerlerde Muhammed’dir.
Eğer O olmasaydı, seni halk eylemezdim.
Yeri, göğü ve hatta hiçbir şey var etmezdim.)
. Zulumat ve ab-ı hayat
Peygamber-i zişan’ın doğmasına mukaddem,
Çok müthiş bir zulmete gömülmüştü bu âlem.
İnsanlar azgınlaşmış, unutmuştu Allah’ı.
Yayılmıştı her yere mazlumun ah-ü vahı.
Unutulmuş, Allah’ın gönderdiği hak dinler.
Almıştı yerlerini, beşeri düşünceler.
Musa Kelimullah’ın dini unutulmuştu.
Tevrat yok edilmiş ve tamamen bozulmuştu.
Hazret-i İsa’nın da dini hıristiyanlık,
Bozulup, üç tanrı’ya inanılırdı artık.
İranlılar, şaşkınca ateş’e tapıyordu.
Bin senedir o ateş, hiç söndürülmüyordu.
Arabistan’da dahi, insanlar çok sapıtmış,
Put yerleştirmişlerdi Kâbe’ye üçyüzaltmış.
Beytullah’ın olduğu Mekke’de bile, o an,
Sel gibi akıyordu küfür, günah ve isyan.
Son haddine varmıştı zulüm ve ahlaksızlık.
İftihar vesilesi olmuştu bunlar artık.
Dini, ruhi, siyasi bakımdan Arabistan,
Kopkoyu bir karanlık içindeydi o zaman.
Zaman-ı cahiliye denir ki o devire,
Azgınlık ve şaşkınlık yayılmıştı her yere.
Ne içtimai düzen, ne siyasi bir nizam,
Olmayıp, karışıklık sarmıştı her yeri tam.
İçki, kumar, hırsızlık, zina ve ahlaksızlık,
İcra ediliyordu ne varsa her fenalık.
Kadınlar, bir mal gibi alınıp satılırdı.
Kız çocuğu doğması, zül, ayıp sayılırdı.
Felaket, yüz karası gelirdi bu onlara.
Kızları, diri diri gömerlerdi kumlara.
(Babacığım!) diyerek boynuna sarılsa da,
Acı feryatlar ile, ağlayıp yalvarsa da,
Yine de gömerlerdi onları diri diri.
Hiç bu cinayetlerden sızlamazdı kalpleri.
Bütün bunlardan başka, hazret-i İbrahim’in,
Hanif dinine bağlı, inançlı, temiz mümin,
Kimseler de vardı ki, Allah’a inanırlar.
Ve uzak dururlardı putlardan yalnız bunlar.
Peygamber-i zişan’ın anne, baba, dedesi,
Böyle kimselerdi hep, bilcümle sülalesi.
Lakin o azgınları, ebedi Cehennemden,
Kurtaracak kahraman lazımdı çok geçmeden.
Nitekim doğmasına, az zaman kalmıştı hem.
Onu karşılamaya hazırlanırdı âlem.
İnsanlara, ebedi refahı göstermeye,
Bir merhamet deryası geliyordu bu kere.
Makam-ı mahmud ile Şefaat-i kübra’nın,
Sahibi geliyordu hem dahi gayet yakın.
Hep temiz alınlardan gelen Nur’un sahibi,
O eşsiz büyük insan geliyordu nur gibi.
Allahü teâlâ’nın Habibim dediği zat,
Varlıkların özü ve hülasa-i mevcudat,
Hürmetine her şeyin yaratılmış olduğu,
Âleme rahmet olan bir (Sultan) geliyordu.
.
Hazreti Abdülmuttalib’in rüyası
Peygamber-i zişan’ın dünyaya teşrifleri,
Olmadan, görünmüştü pek çok işaretleri.
Doğacağına yakın, nice meşhur insanlar,
Geleceğine dair görmüştü çok rüyalar.
Sonra bu rüyaları, o zamanın en meşhur,
Kahinlerine gidip, tabiri sorulmuştur.
Onlar demişlerdir ki bu rüyalar hakkında:
Ahir zaman Nebisi teşrif eder yakında.
Sevgili dedeleri Abdülmuttalip dahi,
Bu hususta, bir rüya görmüştü bizatihi.
Kendisi anlatır ki: Bir gün uykuya daldım.
Rüya görüp, büyük bir ürpertiyle uyandım.
Oğlum Ebu Talip’le gittik biz bir kahine.
O, yüzüme bakarak, dedi ki: (Bu halin ne?
Ey Kureyşin reisi, ne oldu sana böyle?
Çok mühim bir hadise var ise, hemen söyle.)
Dedim ki: (Evet, henüz kimseye açmadığım,
Dehşetli bir rüyamı size anlatacağım.
Büyük bir ağaç gördüm, ucu göke varmıştı.
Dalları, doğuya ve batıya yayılmıştı.
Ve ondan, öyle bir nur çıkardı ki o anda,
Çok hafif kalıyordu, güneş onun yanında.
O, bazan gözüküyor, bazan kayboluyordu.
Ve o muazzam nur’u, an be an artıyordu.
Kureyş kabilesinden gördüm bazı insanlar,
Ağacın dallarına tutunmuşlardı onlar.
Bir kısmı da, kesmeye ederdi sa’y-ü gayret.
Bir genç ise, onlara mani oluyordu hep.
Çok da güzel bir yüzü var idi ki o gencin,
Ömrümde öyle bir yüz görmemiştim ben hemin.
Ve Ondan yayılırdı etrafa hoş kokular.
Dünya kokularından değildi hem de bunlar.
Ağacın bir dalını tutmak için o saat,
El uzattım ise de, ulaşamadım fakat.)
Rüyamı anlatınca, baktım yüzü değişti.
Gayet heyecanlanıp, sarardı benzi beti.
Dedi: (Bu, veriyor ki bize şöyle bir haber:
Gelir senin sulbünden yakında bir Peygamber.
Doğuya ve batıya malik olsa gerektir.
İnsanlar Ona uyup, dinine girecektir.)
Oğlum Ebu Talib’e sonra nazar ederek,
Dedi: (Bu, o Resul’ün amcası olsa gerek.)
Sonra ilave etti: (Ve ey Abdülmuttalip!
Onun nübüvvetinden sana olmaz bir nasip.
Yani o Peygamber’e nübüvvet geldiğinde,
Sen bulunmayacaksın bu dünya âleminde.
Ağacın dallarına tutunan o kişiler,
Onun dinine girip, Ondan nasiplenirler.)
Bu hadiseden sonra, yıllar geçti aradan,
Hatta Abdülmuttalip göç etti bu dünyadan.
Ve nihayet bir zaman, bi’seti müteakip,
Bunu, Resulullah’a anlattı Ebu Talip.
Rüyayı, kendileri ettiler şöyle tabir:
(Gördüğün büyük ağaç, Muhammed-ül emin’dir.)
.Doğunca secde etti
Hazret-i Amine ki, o Server’in annesi.
Ona nasib olmuştu şereflerin yücesi.
Odur ki, annelerin içinde en bahtiyar,
Doğum hadisesini şöyle anlatıyorlar:
O Server'e hamile olduğum günlerde ben,
Hiçbir acı ve elem hissetmedim bedenen.
Ancak altı ay sonra, uykuyla uyanıklık,
Arasında, bir kimse gelerek bir aralık,
Dedi: (Biliyor musun, sen kime hamilesin?
Hatem-ül enbiya’yı taşıyorsun, bilesin.)
Doğum öncesi dahi, görünce kendisini.
Dedi: (Çocuk doğunca, Muhammed koy ismini.)
Heybetli bir ses duydum doğum anı gelince.
Bana, bir ürperti ve korku geldi bir nice.
Ve beyaz bir kuş gelip, kanadıyle bu sefer,
Beni sıvazlayınca, gitti o ürpertiler.
O anda, hararetten yanıyordum begayet.
Yanımda, bir kâsede gördüm beyaz bir şerbet.
Verdiler, içtim onu, baldan tatlı ve soğuk.
Gitti o hararetim, kalmadı o susuzluk.
Öyle aydınlandı ki bir nur’la sonra evim,
O nur'dan başka bir şey görmüyordu gözlerim.
O anda, etrafımı sardı bir çok hanımlar.
Hizmet ediyorlardı edeple bana onlar.
Boyları uzun olup, parlıyordu yüzleri.
Abdi menaf kızları gibiydiler herbiri.
Bir tanesi, kendini tanıttı edip tazim.
Dedi: (Ben, Firavun’un hanımı Asiye’yim.)
Biri dahi dedi ki: (Ben, İmran kızı Meryem.
Bu gördüklerin ise, Cennet hurileri hem.)
Yine ben, o esnada bir kumaş gördüm ipek.
Gökten yere uzanmış, beyaz ve uzundu pek.
Kendini görmediğim biri de, sonra hemen,
Diyordu: (Onu örtün insanların gözünden!)
Çok kuşlar peyda oldu, sonra gördüm onları.
Ağızları zümrüt'ten, yakut’tu kanatları.
Korkudan terlemişim, o terlerden bu defa,
Çok güzel misk kokusu yayılırdı etrafa.
O haldeyken, gözümden kaldırdılar perdeyi.
Doğudan batıya dek, gördüm o an herşeyi.
Etrafımı, melekler kuşatmış idi ki tam,
Teşrif etti dünyaya Resul aleyhisselam.
Doğar doğmaz, secdeye koydu nurlu başını.
Ve yukarı kaldırdı şehadet parmağını.
Sonra, gökten bir bulut parçası indi beyaz.
Bürüdü o Server’i, duydum sonra bir avaz.
Diyordu: (Şarktan garba, gezdirin ki Onu hem,
İsmi ve cismi ile, tanısın cümle âlem.)
Daha sonra, yanımda üç kişi oldu peyda.
Yüzleri güneş gibi parlıyordu adeta.
Biri, gümüş bir ibrik, biri zümrüt bir leğen.
Birinin de elinde, ipek vardı Cennetten.
Oğlumu, o leğenin içine koydular ve,
Misk ile yıkayarak, sardılar o ipeğe.
Mübarek başına da, sürüp güzel kokular,
Gözüne sürme çekip ve gözden kayboldular.
. Melekler yıkadılar
O Server'in dünyaya teşrifleri anında,
Hazret-i Amine’nin, o an için yanında,
Üç hatun var idi ki, yardıma gelmişlerdi.
Onlar dahi o gece, çok şeyler görmüşlerdi.
Abdurrahman bin Avf’ın annesi Şifa hatun,
Diyor ki: (Ben de vardım, gecesinde doğumun.
Ne zaman ki o Server, teşrif etti dünyaya,
Baktım ki, doğar doğmaz başladı bir duaya.
(Yerhamüke Rabbüke!) dendi Ona gaibten.
İşitiyordum ama, görmüyordum onu ben.
Sonra, bir nur çıkarak verdi ki öyle ziya,
Şarktan ta garba kadar göründü bütün dünya.
Vakta ki o Server’e verildi peygamberlik,
Hiç tereddüt etmeden, iman ettim ben de ilk.)
O Server'in halası, Safiyye Hatun dahi,
Şöyle anlatmaktadır o anı bizatihi:
(Ne zaman ki dünyaya teşrif etti o Server,
Etrafı nur kaplayıp, her yer oldu münevver.
Secde edip, açıkça söyledi ki hem nagah:
(La ilahe illallah ve inni resulullah.)
Yıkamak isteyince doğduğunda Onu biz,
Dendi ki: (O temizdir, hiç zahmet etmeyin siz.)
Göbeği kesilmiş ve sünnet olmuş idi hem.
Doğar doğmaz, Rabbine secde etti mukaddem.
Secdede, hafif sesle bir şeyler söylüyordu.
Kulak verdim: (Ümmetî ümmetî) hep diyordu.)
Abdülmuttalip dahi diyor ki: (Ben o saat,
Kâbe’de ederdim ki Rabbime münacaat,
Kâbe, birden makam-ı İbrahim cihetine,
Doğru secde eyleyip, doğruldu tekrar yine.
Sonra da, Hübel denen bir put, durup dururken,
Yüzünün üzerine devrilip düştü birden.
Ve peşinden bir nida işittim ki şöylece,
Diyordu: (Amine’nin oğlu oldu bu gece.
Doğru yola çağırır, kâfir ve facirleri.
Yayar bütün dünyaya cümle hakikatleri.)
Bu acayip şeyleri, görüp işittiğimde,
Amine’nin evine koşum hayret içinde.
Önce, onun alnına bakıverdim ben derhal.
Nur’u göremeyince, merakla ettim sual.
Dedim ki: (Nur ne oldu, onu göremiyorum?)
Cevabında dedi ki: (Bu gece oldu oğlum.)
Anlattı birer birer olan hadiseleri.
Dedim ki: (Görmüyorum sende doğum eseri.)
Dedi: (Evet, bu gece oğlum oldu hakikat.
En ufak bir sıkıntı hissetmedim ben fakat.)
Dedim ki: (Öyle ise, göreyim torunumu.)
Dedi: (Heyhat, şu anda göremezsin sen onu.
Zira şimdi, melekler ziyaret ediyorlar.
Bu ise üç gün sürer, hayli kalabalıklar.)
Biz böyle konuşurken, biri geldi aniden.
Meleklerden olduğu belli idi halinden.
Dedi: (Doğru söylüyor, tam üç gün müddet ile,
Onu kimse göremez, yakını olsa bile.)
. Müjde haberleri
Vakta ki Resulullah bu dünyaya gelince,
Bir (Yıldız) doğuverdi gökyüzünde o gece.
Görünce bu yıldızı yahudi âlimleri,
Resul'ün doğumundan oldu hep haberleri.
Hatta biri, o sabah çıktı çığlık atarak.
(Ey yahudiler!) diye, koşardı bağırarak.
Yahudiler toplanıp, dediler: (Ne diyorsun?
Ne hadise oldu ki böyle bağırıyorsun?)
Dedi: (Doğdu bu gece, beklediğimiz Ahmet.
Zira Onun yıldızı, bu gece doğdu elbet.)
Ve yine Resulullah doğunca, birden bire,
Kâbe’deki putların, yıkıldı hepsi yere.
Bahusus kâfirlerin bir büyük (Put)u vardı.
Yılda bir, ona gider ve tavaf yaparlardı.
Yine bir gün, o putun yanında toplandılar.
Lakin onu, yüz üstü yere düşmüş buldular.
Kaldırdılar ise de, yine yere kapandı.
Ve bu garip hadise, üç defa tekrarlandı.
Bu sefer etrafına destek verip diktiler.
O sırada gaibden bir nida işittiler.
Diyordu ki: (Bir kimse doğdu ki geçen gece,
Dünyada bütün putlar yıkıldılar böylece.)
Yine mecusilerin taptığı (Ateş)leri,
Vardı ki, sönmüyordu ta bin seneden beri.
Ve lakin Resulullah bu dünyaya gelince,
O muazzam ateş de sönüverdi o gece.
Ve yine o devirde, bir (Save gölü) vardı.
Onu, bazı kâfirler mukaddes sayarlardı.
Vakta ki Resulullah, bu dünyaya gelince,
O gölün suyu dahi kurudu tam o gece.
Yine Şam tarafında, bir de (Semave nehri),
Vardı ki, akmıyordu o da bin yıldan beri.
Vakta ki Resulullah teşrif etti dünyaya,
O gece suyu doldu ve başladı akmaya.
Resul’ün bu dünyaya teşrifinden mukaddem,
Şeytanlar, gökyüzüne çıkabilirlerdi hem.
Ve bir çok bilgileri, göklerden alırlardı.
Kureyş kahinlerine gelip anlatırlardı.
Kahinler, o semavi bilgileri, mutlaka,
Şeytanlardan öğrenip, söylüyorlardı halka.
Lakin Resul-i ekrem gelince yeryüzüne,
Çıkamaz oldu artık şeytanlar gökyüzüne.
Kahinlerin bilgisi kesilince nihayet,
O günden itibaren sona erdi kehanet.
O Server’in dedesi olan Abdülmuttalip,
Torununun dünyaya geldiğini öğrenip,
Bir sevinç ve mutluluk duydu ki öylesine,
Üç gün ziyafet verdi Mekke ahalisine.
Sonra her mahallede keserek çok develer,
Hem insan, hem hayvanat yiyip bayram ettiler.
Ziyafet esnasında, sorarlardı ki ona:
(Niçin Muhammed ismi verdin bu torununa?)
Derdi ki: (Allah’ın ve insanların Onu hep,
Ve çok methetmesini istedim, budur sebep.)
. Kisra’nın sarayı yıkıldı
O zamanda İran’ın kisrası vardı ki hem,
Bir (Saray) yaptırmıştı Medayin’de muhteşem.
Diclenin kıyısında yapılmıştı bu bina.
Sağlam olması için, edildi çok itina.
Lakin Resulullah’ın dünyaya geldiği gün,
Yıkıldı birden bire koca saray topyekün.
Kederinden mahvoldu Acemistan kisrası.
Zira ikinci defa yıkılmıştı binası.
Bütün kahinlerini topladı etrafına.
Sordu ki: (Ne sebepten yıkıldı koca bina?)
Dediler ki: (Efendim, araştıralım biraz.
Sebebini öğrenip, eyleyelim size arz.)
Ve çok incelemeler yapıp o yıkıntıda,
Asla bulamadılar herhangi teknik hata.
Sonra anladılar ki hepsi de bil ittifak,
Bunun yıkılmasına, sebep şudur muhakkak:
Beklenen son Peygamber dünyaya geldi elbet.
Bunun yıkılması da, buna eder delalet.
Şu da muhakkaktır ki, gelince o Peygamber,
Kisra’nın saltanatı tamamen elden gider.
Lakin bu hakikati Kisra’ya haber versek,
Öldürür hepimizi, acaba nasıl desek?
Gelip arz ettiler ki: (Efendim, bu binanız,
Uğursuz bir vakitte yapılmış zannındayız.
Bizim seçeceğimiz bir vakitte eğer ki,
Bir daha yapılırsa, yıkılmaz daha belki.)
Canlarını kurtarmak gayesi ile ona,
Gidip böyle dediler, gerçeğin hilafına.
Onların bildirdiği vakitte, o hükümdar,
Yine yaptırdıysa da, yıkıldı bina tekrar.
Yani üçüncü defa yıkılmıştı sarayı.
Güçlükle kurtardılar su içinden Kisra’yı.
Cümle kahinlerini yanına çağırdı hep,
Dedi: (Yine yıkıldı, söyleyin nedir sebep?)
Dediler: (Doğrusunu verelim size haber.
Teşrif etti dünyaya, Hicaz’dan bir Peygamber.
Yıkıldı bütün putlar, doğmasıyla o zatın.
Hatta gider elinden, senin bu saltanatın.)
İşte, Resulullah’ın teşrif ettiği gece,
Çok büyük hadiseler vaki oldu böylece.
Bu mübarek geceye (Mevlid gecesi) denir.
Leyle-i kadr’den sonra, en kıymetli gecedir.
Hatta bazı âlimler demiştir ki şöylece:
(Kadir gecesinden de kıymetlidir bu gece.)
Bu gece, Resulullah doğduğu için eğer,
Her kim sevinir ise, affolur o kimseler.
O gece vaki olan hal ve mucizeleri,
Okumak çok sevaptır, bu mevlid geceleri.
Ve hatta Resulullah, bizzat kendileri de,
Anlatırdı Eshab’a, bu gece geldiğinde.
Dünyanın her yerinde bulunan müslümanlar,
Mevlid gecelerinde sevinir, bayram yapar.
Sevgili Habibi’nin hürmetine ya Rabbi!
Bizi, Onun yoluna hakkıyle eyle tâbi.
. Hazreti Abdülmuttalib’in rüyası
Peygamber-i zişan’ın dünyaya teşrifleri,
Olmadan, görünmüştü pek çok işaretleri.
Doğacağına yakın, nice meşhur insanlar,
Geleceğine dair görmüştü çok rüyalar.
Sonra bu rüyaları, o zamanın en meşhur,
Kahinlerine gidip, tabiri sorulmuştur.
Onlar demişlerdir ki bu rüyalar hakkında:
Ahir zaman Nebisi teşrif eder yakında.
Sevgili dedeleri Abdülmuttalip dahi,
Bu hususta, bir rüya görmüştü bizatihi.
Kendisi anlatır ki: Bir gün uykuya daldım.
Rüya görüp, büyük bir ürpertiyle uyandım.
Oğlum Ebu Talip’le gittik biz bir kahine.
O, yüzüme bakarak, dedi ki: (Bu halin ne?
Ey Kureyşin reisi, ne oldu sana böyle?
Çok mühim bir hadise var ise, hemen söyle.)
Dedim ki: (Evet, henüz kimseye açmadığım,
Dehşetli bir rüyamı size anlatacağım.
Büyük bir ağaç gördüm, ucu göke varmıştı.
Dalları, doğuya ve batıya yayılmıştı.
Ve ondan, öyle bir nur çıkardı ki o anda,
Çok hafif kalıyordu, güneş onun yanında.
O, bazan gözüküyor, bazan kayboluyordu.
Ve o muazzam nur’u, an be an artıyordu.
Kureyş kabilesinden gördüm bazı insanlar,
Ağacın dallarına tutunmuşlardı onlar.
Bir kısmı da, kesmeye ederdi sa’y-ü gayret.
Bir genç ise, onlara mani oluyordu hep.
Çok da güzel bir yüzü var idi ki o gencin,
Ömrümde öyle bir yüz görmemiştim ben hemin.
Ve Ondan yayılırdı etrafa hoş kokular.
Dünya kokularından değildi hem de bunlar.
Ağacın bir dalını tutmak için o saat,
El uzattım ise de, ulaşamadım fakat.)
Rüyamı anlatınca, baktım yüzü değişti.
Gayet heyecanlanıp, sarardı benzi beti.
Dedi: (Bu, veriyor ki bize şöyle bir haber:
Gelir senin sulbünden yakında bir Peygamber.
Doğuya ve batıya malik olsa gerektir.
İnsanlar Ona uyup, dinine girecektir.)
Oğlum Ebu Talib’e sonra nazar ederek,
Dedi: (Bu, o Resul’ün amcası olsa gerek.)
Sonra ilave etti: (Ve ey Abdülmuttalip!
Onun nübüvvetinden sana olmaz bir nasip.
Yani o Peygamber’e nübüvvet geldiğinde,
Sen bulunmayacaksın bu dünya âleminde.
Ağacın dallarına tutunan o kişiler,
Onun dinine girip, Ondan nasiplenirler.)
Bu hadiseden sonra, yıllar geçti aradan,
Hatta Abdülmuttalip göç etti bu dünyadan.
Ve nihayet bir zaman, bi’seti müteakip,
Bunu, Resulullah’a anlattı Ebu Talip.
Rüyayı, kendileri ettiler şöyle tabir:
(Gördüğün büyük ağaç, Muhammed-ül emin’dir.)
.
Halime hatun
Amine validemiz, bu nurlu yavrusunu,
Dokuz gün, kendileri emzirdi bizzat Onu.
Sonra Süveybe hatun, Server-i âleme ilk,
Yapmakla şereflendi birkaç gün süt annelik.
Bu hatun, hizmetçisi idi Ebu Leheb’in.
Doğumun müjdesini, bu verdi ona ilkin.
Buna sevindiğinden o gece Ebu Leheb,
Mevlid gecelerinde, azabı hafifler hep.
Zira biri, bir gece, rüyada gördü onu.
Ve sordu kendisinden, ne halde olduğunu.
Dedi: (Kabir azabı çekiyorum, gayet zor.
Lakin yılda bir defa, bu azap hafifliyor.
Rebiül evvel ayı, tam onikinci gece,
Resulullah doğunca, sevinmiştim bir nice.
Süveybe, bu müjdeyi verince bana bizzat,
Sevincimden, hemence etmiştim onu azat.
Ve ona demiştim ki: Ey Süveybe, haydi git!
Süt annelik yapıver yeğenime bir vakit.
İşte, bu anlattığım iki husustan sebep,
Mevlid gecelerinde, azabım hafifler hep.
Ve iki parmağımın arasından, serince,
Su çıkar, onu emip ferahlarım bir nice.)
O zamanlar, Mekke’de var idi ki bir adet,
Bu beldede bir çocuk dünyaya gelse şayet,
Beslemek gayesiyle bu yeni bebekleri,
Hemen bir süt anne’ye verirlerdi ekseri.
Çok sıcak olduğundan havası bu beldenin,
Zordu gelişmeleri burada bebeklerin.
Bu yüzden, temiz hava ve suyu tatlı olan,
Yaylalarda, çocuklar beslenirdi bir zaman.
Civar köy hatunları, her yıl adet olarak,
Mekke’den, yeni doğan bebekleri alarak,
Büyütüp beslerlerdi yanlarında bir miktar.
Bundan edinirlerdi çok maddi menfaatlar.
Hem o zaman Kureyş’te, kıtlık vuku bulmuştu.
Anneler, çocukları emziremez olmuştu.
Hatta ot ve ağaçlar, kurumuş idi hepten.
Çok müşkil durumdaydı insanlar bu sebepten.
Beni Sa’d kabilesi vardı ki o zamanlar,
Diğer kabilelerden üstündü bu insanlar.
Şerefte, cömertlikte, mertlik ve tevazuda,
Meşhurdu bu kabile böyle bir çok mevzuda.
Kureyş kabilesinin ileri gelenleri,
Öncelikle bunlara verirdi bebekleri.
Bu köyün insanları böyle ise de, fakat,
Kuraklık, orada da olmuştu büyük afat.
Bu kabileden olan (Halime hatun) dahi,
Şöyle anlatmaktadır halini bizatihi:
(Ben o sene, kırlarda gezerek ot yiyordum.
Bunu bulduğum için, yine şükrediyordum.
Zira bazan ot bile bulmak zor oluyordu.
İşte ben, bu haldeyken, bir de çocuğum oldu.
Bir yandan böyle açlık, diğer yandan bu bebek,
Dayanılmaz bir hale varıyordu giderek.
Yine de boyun eğdim Rabbimin takdirine.
Hiç şikayet etmeyip, şükrederdim hep yine.)
. Biraz acele edin
Halime hatun der ki: (Çok açlık çekiyordum.
Buna rağmen, Rabbime yine şükrediyordum.
Bir ara uyumuşum sahrada dolaşırken.
Rüyamda biri gelip, yanımda durdu birden.
Ve beni daldırarak sütten beyaz bir suya,
Dedi ki: (Ey halime, iç bundan doyasıya.)
İçtim, baldan tatlıydı ve bana sordu hemen.
Dedi ki: (Ey Halime, tanıdın mı beni sen?)
(Tanımadım) deyince, o dedi ki: (Ben senin,
Sıkıntıda ettiğin şükürler’im, bilesin.
Ey Halime, kalk hemen, acele Mekke’ye git.
Orada çok büyük bir nimet var ki şu vakit,
O nimet, biraz sonra, sana olur müyesser.
Hemen kalk ki, Mekke’de seni bekler o cevher.
O, öyle bir nimet ki, dil ile anlatılmaz.
O, öyle bir devlet ki, herkese nasib olmaz.
Onun bereketiyle, rahatlarsın büsbütün.
Bollaşır Onun ile, hem de rızkın ve sütün.)
Uyanınca gördüm ki, bollaşmış sütüm gerçek.
Açlık ve susuzluğum eylemişler beni terk.
Lakin başkalarının, zordu vaziyetleri.
Açlıktan ölüyordu bir bir köyün fertleri.
Onlar benim halimi o sabah gördüler hep.
Dediler: (Ey Halime, hikmeti ne ki acep?
Son derece zayıf ve bitab halde iken dün,
Padişah kızlarına benzersin ama bu gün.)
Ben cevap vermiyordum, rüyada çünkü bana,
Denmişti ki: (Söyleme bunu başkalarına.)
Sonra kabilemizden, o gün bazı kadınlar,
Bir bebek almak için, Mekke’ye yollandılar.
Ben dahi zevcim Haris, hem de dört çocuğumla,
Kabileme katılıp, onlarla düştük yola.
Bir konup bir göçerken, aştık bir dağ ve vadi.
O ara seslendi ki gaibden bir münadi:
(Ey hatunlar, Mekke’de bir çocuk var ki el’an,
kurtulur kabileniz onunla her beladan.
Hızlanın, çabuk gidin, kavuşun bu nimete.
Bakalım içinizden kim erer bu devlete?)
Bu nidayı duyunca beni Sa’d kadınları,
Birden süratlendiler, kaybettim ben onları.
Zira benim merkebim, pek zayıf idi hepten.
Yürümeye takati yok idi zafiyetten.
Hasılı düşe kalka gidiyor isek de biz,
Lakin bizi, bir hayli geçmişti kabilemiz.
Helalim diyordu ki: (Az daha hızlanalım.
Yetişip, bir çocuk da biz almaya bakalım.
Zengin çocuklarını alır erken varanlar.
Bize kalır sadece fakir, garip olanlar.)
Biz arkadan gelirken, bu minval konuşurduk.
Pazartesi gününde, şehire vasıl olduk.
Gördük ki, hakikaten şehre önce girenler,
Zengin çocuklarından almışlar hepsi birer.
Peygamber Efendimiz yetim olduğu için,
Çekmemiş ilgisini asla hiçbir kişinin.
. Mışıl mışıl uyurdu
Onlar vasıl olunca Mekke’ye gecikerek,
Elde edemediler zenginlerden bir bebek.
Hiç istemiyorlardı boş dönmeyi de fakat.
Dediler: (Fakir olsun, alalım bir tek evlat).
Halime hatun der ki: Gönül kırıklığıyle,
Dolaşırken bir çocuk bulmak ümidi ile,
Gördüm bir kimseyi ki, nur yüzlü ve ihtiyar.
Ve baktım, üzerinde bir heybet, azamet var.
Derdi ki: (Emzirecek bir evlat alamayan,
Bir hatun kalmış mıdır acaba aranızdan?)
Yanımda olanlara sordum ki: (Bu zat kimdir?)
Bana söylediler ki: (O, Adülmuttaliptir.
En ulu kişisidir Mekke ahalisinin.
Reisidir hem dahi Kureyş kabilesinin.)
Vardım tazim ederek, o ihtiyar kişiye.
Sordu bana: (Sen kimsin ve adın nedir?) diye.
Dedim: (Beni Sa’dden ve Halime’dir adım.
Malesef emzirecek bir evlat alamadım.)
Dedi ki: (Ey Halime, bende var ki bir evlat,
İsmi Muhammed olup, babası yoktur fakat.
Bir bir teklif eyledim Onu senden gayriye.
Almadı hiçbirisi yetim bir bebek diye.
Eğer kabul edersen bu çocuğu sen fakat,
Bulursun Onun ile, çok büyük bir menfaat.)
O zaman çok sevinip, şükreyledim halime.
Dedim ki: (Danışayım bir gidip helalime.)
Zevcim dahi dedi ki: (Çabuk git, hiç durmadan.
Kabul et o çocuğu, başka biri almadan.)
Yanımda, kardeşimin oğlu vardı, dedi ki:
(Hiç acele etmeyin, yetimi kim alır ki?
Hep zengin çocukları aldı ve gitti çoğu.
Siz ise alırsınız, bir babasız çocuğu.)
Lakin ben aldırmadım onun bu boş lafına.
Hemen şöyle düşündüm o sözün hilafına:
(Babası yok ise de, işte var ya dedesi.
İnşallah doğru çıkar, o rüya neticesi.)
Koşup vardım yanına, yollarda seğirterek.
Dedim ki: (Kabul ettim, nerededir o bebek?)
Mesrur olup dedi ki: (Ey Halime, ne iyi.
Demek ki kabul ettin oğlumu emzirmeyi.)
(Evet, memnuniyetle) deyince kendisine,
Sevinçten vardı hemen, bir şükür secdesine.
Ve (Ya Rab, Halime’yle, evladım Muhammed’i,
Bereketli kıl!) diye, bize dua eyledi.
İletti sonra beni, annesinin yanına.
İsmimi söyleyerek, tanıttı beni ona.
İlk defa gördüğümde ben Amine Hatun’u,
Ay gibi, etrafına nur saçar buldum onu.
Dedi: (Ehlen ve sehlen, nasılsın ey Halime?)
Dedim: (Elhamdülillah, hamdolsun bu halime.)
Sonra da (Gel!) diyerek, gösterdi bir odayı.
Gördüm nurlar içinde Hatem-ül enbiya’yı.
Sevinç ve muhabbetle yanına vardığımda,
Mışıl mışıl uyurdu, sarılı kundağında.
. Onunla huzur geldi
Yeşil, ipek bir örtü üstünde uyuyordu.
Ve etrafa, misk gibi koku yayılıyordu.
Öyle bir muhabbetle doldu ki kalbim Ona,
Gönlüm razı olmadı Onu uyandırmaya.
Elimi göğsü üzre koydum, uyanıverdi.
Ve hemen bana baktı ve tebessüm eyledi.
Annesi, bunu bana vermez düşüncesiyle,
Acele kucağıma aldım bir sevinç ile.
Dedesi bana bakıp, dedi: (Müjdeler olsun!
Senin gibi nimete kavuşmadı bir hatun.)
Amine hatun dahi dedi ki: (Üç gün önce,
Gaibden, kulağıma nida geldi şöylece.
Dedi: Senin oğluna, Beni Sa’dden bir hatun,
Süt verir ki, soyu da Ebu Züveyb’dir onun.)
O böyle söyleyince, dedim: (Doğru efendim!
Ben de Beni Sa’dden ve Ebu Züveyb’denim.
Rüyada bildirildi bu nimet bana önce.
O rüya gerçek oldu şimdi sizi görünce.)
Sonra veda eyleyip, ayrıldım o haneden.
Sevinç ile zevcimin yanına geldim hemen.
O da, kucağımdaki o Nur’u gördüğünde,
Dedi: (Böyle güzel yüz, görmedim ben ömrümde.)
Halime Hatun ile zevci Haris, o zaman,
O Server’le birlikte oldular yola revan.
Ne zaman ki Mekke’den onlar yola çıktılar,
Onun bereketini görmeye başladılar.
Mesela o mecalsiz ve zayıf merkep, o an,
Onun bereketiyle kesildi bir küheylan.
Geldikleri kafile, onlardan hayli önce,
Yola çıkıp, mesafe almış iken bir nice,
Biraz sonra yetişip, hem de geçti o halkı.
Çünkü o taşıyordu Server-i kainat’ı.
İdrakindeymiş gibi bu nimetin o hatta,
Sevinçten raks ederek gidiyordu adeta.
Bana, bazı kadınlar gelir ve derlerdi ki:
(Senin bu merkebine ne gibi hal oldu ki,
Giderken zayıf olup, kalmıştı en geride.
Şimdiyse hepimizi bıraktı gerilerde.)
Başka bereketler de olunca bizde vaki,
Onlar da anladılar nihayet hakikati.
Dediler: (Kavuştuğun bu nimet, bu bereket,
Bu çocuk sayesinde geliyor size elbet.)
Halime Hatun der ki: (O günden itibaren,
Artık bolluk içinde yaşar olduk tamamen.
Bir devemiz vardı ki, gayet zayıf, çelimsiz.
Hiç süt alamıyorduk o deveden önce biz.
Aynı deve, o kadar süt verirdi ki sonra,
Kaplarım taşardı da, verirdim komşulara.
Kuraklık olmuş idi bir ara beldemizde.
Mutazarrır olmuştu bundan kabilemiz de.
İnsanlar, o Server’i yanlarına alarak,
Yağmur duası için çıktılar bilcümle halk.
Öyle yağmur yağdı ki, o Server hürmetine,
Kavuştu köy halkı da, Onun bereketine.
. Sekiz aylıkken konuştu
O Server, süt annesi Halime'den, her zaman,
Sol'dan değil, daima emiyordu hep sağ’dan.
Sol’u, süt kardeşine bırakırdı her sefer.
Hem orada, çabucak beslenmişti o Server.
İki aylık olunca, emekledi O hatta.
Üç aylık olduğunda, durur oldu ayakta.
Dört aylık'ken yürüdü duvara tutunarak.
Beş aylık olduğunda, yürüdü tam olarak.
Altı aylık olunca, serian yürüyordu.
Yedi aylık iken de, her yere gider oldu.
Sekiz aylık olunca, başladı konuşmaya.
Kelime-i tevhid’i zikreyledi ilk defa.
Dokuz aylık olunca, konuştu net ve açık.
On aylık olunca da, ok atıyordu artık.
O andan itibaren, O, Allah’ın ismini,
Anmadan, hiçbir şeye sürmüyordu elini.
Sağ eliyle yemeye, ederdi fazla dikkat.
Sol eliyle, hiçbir şey yemez idi O fakat.
Vakta ki yürümeye başlayınca sonradan,
Oyuna katılmaz ve seyrederdi uzaktan.
Hem de buyururdu ki bu mevzuya temasla:
(Biz kullar, bunun için yaratılmadık asla.)
Güneş ışığı gibi bir nur da, Onu yine,
Kaplar ve dağılırdı mübarek bedenine.
Ayrıca (Ay) ile de mükaleme ederdi.
O işaret ettikçe, ay hareket eylerdi.
Ta ki iki yaşına girdiğinde o Hazret,
Gelişmiş, gösterişli bir çocuk oldu gayet.
Başı üzre, devamlı beyaz bir bulut vardı.
Güneşin sıcağından Ona gölge yapardı.
Halime Hatun, Ona, kendi evlatlarından,
Daha iyi bakar ve ayırmazdı yanından.
Bir gün öğlen üzeri, çok sıcakta o Server,
Çıkmıştı, süt kardeşi Şeyma ile beraber.
Lakin Halime Hatun Onu göremeyince,
Nereye gittiğini merak etti bir nice.
Hemen dışarı çıkıp, aradı göz nurunu.
Süt kardeşi Şeyma’nın yanında buldu Onu.
Ve Şeyma’ya dedi ki: (Bu sıcakta ne için,
Çıktınız ki, rahatsız olur bak bu kardeşin.)
O dedi: (Anneciğim, bu kardeşime ama,
Bir bulut, başı üzre gölge yapar daima.
Güneşin sıcağından rahatsız olsak da biz,
Hiç rahatsız olmuyor fakat bu kardeşimiz.)
Halime Hatun der ki: (Bu sahib-i saadet,
Yaşını bitirince, sütten kestim nihayet.
İade etmek için, Mekke’ye revan olduk.
Lakin ondan ayrılmak nasıl olur diyorduk.
Sevgisi, kalbimize öyle çok girmişti ki,
Onu bırakıp gelmek, begayet müşkil işti.
Bahaneler söyleyip Hazret-i Amine’ye,
İzin aldım, az daha bizimle kalsın diye.
O Server sayesinde, elimize velhasıl,
Çok maddi ve manevi nimetler oldu hasıl.
. Hazreti Amine’nin vefatı
Peygamber Efendimiz, altı yaşına kadar,
Muhterem annesinin yanında kıldı karar.
Altı yaşında iken, sevgili annesiyle,
Medine’ye gittiler ziyaret gayesiyle.
Babası Abdullah’ın kabrini de ziyaret,
Etmek için, sefere çıktılar en nihayet.
Medine’ye giderken, ayrıca yanlarında,
Hizmetçileri vardı Ümmü Eymen adında.
Orada bir ay kadar, ikamet ederken hem,
Bir havuzda, yüzmeyi öğrendi Fahr-i âlem.
Bir yahudi âlimi var idi ki orada,
O Server’in halinden birşeyler sezdi o da.
Zira Onda görmüştü nübüvvet alameti.
Yanına yaklaşarak, ismini sual etti.
(Adım Ahmed) deyince, bağırdı ki bu sefer:
(İşte, ahir zamanda gelecek son Peygamber!)
Başka âlimler dahi toplandılar bu yere,
Konuşmalar yaptılar hep bu mevzu üzere.
Derlerdi: (Beklenilen Peygamber işte budur.
Zira alametlerin hepsi bunda mevcuddur.)
Böyle konuşmaları duyunca Ümmü Eymen,
Hazret-i Amine’ye söyledi bunu hemen.
Bir zarar gelmesinden korkarak o Server’e,
Mekke’ye dönmek için, çıktı o da sefere.
Lakin Ebva denilen yere gelince, birden,
Amine validemiz hastalandı aniden.
Kendinden geçiyordu hastalığı artarak.
Ve şunları söylerdi evladına bakarak:
(Ey Abdullah’ın oğlu, ey sevgili evladım!
Seni çok mübarek ve yüce kılsın Allah’ım.
Rüyada gördüklerim doğru çıkarsa eğer,
Sen, Allah tarafından olacaksın peygamber.
Seni, bu put denilen şeylerden, cenab-ı Hak,
Koruyup, muhafaza edecektir muhakkak.)
Sonra rahatsızlığı fazlalaştı iyice.
Şu beytleri söyledi, vefat etmeden önce:
(Her yeni eskir elbet ve ölür her yaşayan.
Her çok olan tükenir, var mıdır hep genç kalan?
Ben dahi öleceğim, yalnızca farkım şudur:
Seni ben doğurdum ki, şerefim işte budur.
Geriye bıraktığım, çok hayırlı bir evlat.
Gözümü kapıyorum, yüzüm ak, içim rahat.
Benim, namım kalacak asırlarca dillerde.
Senin muhabbetinse, yaşar hep gönüllerde.)
Bu sözleri söyleyip, ardından etti vefat.
Anneden öksüz kaldı o an Fahr-i kainat.
Mübarek cenazesi defnedildi o yerde.
Yirmi yaşında idi vefat eylediğinde.
Alıp Fahr-i âlemi oradan Ümmü Eymen,
Mekke’ye avdet için, sefere çıktı hemen.
Birkaç gün devam eden yolculuk neticesi,
Mekke’ye ulaştılar, o Server’le kendisi.
Ve Abdülmuttalib’in giderek huzuruna,
Resul-ü mücteba’yı teslim eyledi ona.
. Ebu Talib’i seçti
Vakta ki bu hizmeti istedi Ebu Talip,
Sevindi, memnun oldu o an Abdülmuttalip.
Ona dönüp dedi ki: (Doğru dersin ey oğlum!
En fazla sen layıksın bu işe, biliyorum.
Lakin ben, Onun ile istişare etmeden,
Asla karar vermedim bir işe hemen hemen.
Zira Ona danışıp yaptığım her işimde,
Hep iyilik ve hayır buldum neticesinde.
Bu işte de, Onunla edeyim bir meşveret.
Hanginizi isterse, tercihim odur elbet.)
Sonra döndü yüzünü Server-i kainat’a.
Konuşurken, sedası titriyordu adeta.
Dedi ki: (Ey göz nurum, ben senin hasretinle,
Ahirete yöneldim, bak yavrum beni dinle.
Benden sonra, sana hep hizmet etmesi için,
Amcaların içinden, hangisini istersin?)
Bu teklif üzerine, o Allah’ın Habibi,
Baktı amcalarına, parlıyordu nur gibi.
Hemen Ebu Talib’in teşrif edip yanına,
Boynuna sarılarak, oturdu kucağına.
Bunu görüp sevindi o an Abdülmuttalip.
Dedi: (Elhamdülillah, dinle ya Eba Talip!
Benim dahi kalbimin arzusu böyle idi.
Sana ısmarlıyorum göznur’um Muhammed’i.
Ana baba şefkati görmemiştir bilesin.
Hatırını kollayıp, sakın incitmeyesin.
Onun babası ile, ananız bir ki elbet,
Sana müyesser oldu neticede bu devlet.
Nasıl koruyor isen bizzat kendi nefsini,
Öyle korumalısın, bu İnci tanesi’ni.
Eğer yetişir isen nübüvvet zamanına,
Hiç tereddüt etmeden iman et sen de Ona.)
Sözlerini bitirip, sonra sual eyledi:
(İşbu vasiyetimi kabul ettin mi?) dedi.
Dedi ki: (Kabul ettim, hem de can-ü gönülden.
Ona layık olmaya çalışırım bu günden.)
Sonra Abdülmuttalip, Allah’ın Resulü’nü,
Oğlu Ebu Talib’e teslim etti o günü.
Dedi ki: (Bundan sonra, kolaydır ölüm bana.
Şimdi müsterih oldum, gamım yok bundan yana.)
Öptü sonra Resul’ün başı ile yüzünü.
Ve Onu koklayarak, söyledi son sözünü.
Dedi: (Ey oğullarım, şahid olun yakinen.
Bundan güzel bir koku koklamış değilim ben.
Şuna dahi hepiniz şahid olun ki hatta,
Bundan daha güzel yüz görmedim ben hayatta.)
Allah’ı zikrederek, eyledi sonra vefat.
sekiz yaşında idi o an Fahr-i kainat.
Sonra Ebu Talib’in girdi himayesine.
Çok iyi hizmet etti o dahi kendisine.
Kendi çocuklarından, Onu daha severdi.
Ona, büyük bir sevgi ve şefkat gösterirdi.
Katiyen uyumazdı O yanında olmadan.
Başlamazdı yemeye, önce O başlamadan.
. Rahip Bahira’nın sevinci
Oniki yaşlarına girdiğinde o Server,
Düşündü Ebu Talip Şam yönüne bir sefer.
Bir zarar gelir diye Ona yad ellerinde,
Götürmek istemedi Onu beraberinde.
Lakin O, devesinin yularını tutarak,
Dedi: (Nasıl gidersin beni yalnız koyarak?
Ne anam ve ne babam, ne de bir acıyanım.
Sen gidersen, burada sıkılır benim canım.)
Bu söz, Ebu Talib’in sızlattı yüreğini.
Onu götürmek için, değiştirdi reyini.
Hazırlığını yapıp, çıktılar bu sefere.
Geldiler daha sonra Busra denen bir yere.
(Bahira) nam bir rahip var idi ki orada,
Büyük bir âlim idi, o zaman Nasara’da.
Ve okumuş idi ki semavi kitaplardan:
(Ahir zaman Nebisi, bir gün geçer buradan.
Hem de o Peygamber’in çok alametlerini,
Öğrenmiş, bekliyordu bir gün teşriflerini.
Belki o Peygamber’le görüşürüm diyerek,
Beklerdi manastırda, gece gün demiyerek.
Yıllardır gördüyse de pek çok kafileleri,
Lakin görememişti malum alametleri.
Nihayet gördü bir gün, bir kervanı ilerden.
Bir de bulut gelirdi, kervanın üzerinden.
Heyecanla irkilip, dikkatle baktı yine.
Taşlar selam verirdi kervandaki birine.
Baktıkça, alametler peşpeşe geliyordu.
Ağaçlar, bir kimseye doğru eğiliyordu.
Bütün bunları görüp, inandı ki o anda:
Beklediği Peygamber geliyor bu kervanda.
Derhal tertip eyleyip, mükemmel bir ziyafet,
Heyecanla onları yemeye etti davet.
Kafile, o Server’i, mallarının yanına,
Bırakıp, gittiler hep onun manastırına.
Dikkat ile bakarak Bahira onlara hep,
Sordu ki: (Kafileden gelmeyen var mı acep?)
Zira geldiği halde kafile tamamiyle,
Bulut yine o yerde duruyordu ayniyle.
Dediler ki: (Gelmeyen, sadece bir kişi var.
Onun nezaretinde duruyor çünkü mallar.)
Bahira , (O da gelsin!) dedi ordakilere.
Çağırdılar, O dahi teşrif etti o yere.
Sordu Ebu Talib’e: (Bu, akrabandan mıdır?)
(Oğlum olur) deyince, dedi ki: (Olmaz, hayır.
Sağ olmasa gerektir babası çünkü Onun.
Bu sebeple bu çocuk, olamaz senin oğlun.)
Ebu Talip dedi ki: (Kardeşimin oğludur.)
Dedi ki: (Tamam işte, bu beyanın doğrudur.)
(Babasına ne oldu?) diye sual edince,
Dedi: (Vefat eyledi, oğlu doğmadan önce.)
Sonra sual etti ki: (Annesine ne oldu?)
(O da öldü) deyince, dedi ki: (Bu da doğru.)
Sorduğu suallere aldığı bu cevaplar,
Karşısında Bahira, sualler sordu tekrar.
. İşte Âlemlerin Efendisi
Bahira , o Server’e baktıkça ferahladı.
Ve Onun, son Peygamber olduğunu anladı.
Ona dönüp, bir yemin verdi putlar adına,
Allah’ın Sevgilisi üzüldü gayet buna.
Dedi: (Bana, putların adıyla verme yemin.
Zira onlardan büyük düşmanım yoktur benim.)
Bahira bu sefer de yemin verip Allah’a,
(Uyur musun?) diyerek, sordu Resulullah’a.
Allah’ın Sevgilisi, buna cevap olarak,
Dedi: (Gözlerim uyur, uyumaz kalbim ancak.)
Daha başka sualler sorduysa da Bahira,
Uygun geldi cevaplar semavi kitaplara.
Sonra, Fahr-i âlem’in mübarek gözlerine,
Bakıp, Ebu Talib’e bir sual sordu yine.
Dedi: (Gözlerindeki bu kırmızılık, acep,
Ara sıra mı olur, bulunur mu yoksa hep?)
Dedi ki: (Devamlıdır, görmedik gittiğini.)
Bu da fazlalaştırdı rahibin ümidini.
Bir alamet kalmıştı, o da mühr-ü Nübüvvet.
Onu dahi görmeyi istedi en nihayet.
Ve lakin edebinin çokluğundan o Server,
Mübarek sırtlarını açmak istemediler.
Ebu Talip dedi ki mübarek yeğenine:
(Bu arzusunu dahi getiriver yerine.)
Onun işaretiyle, sırtını açtı heman.
Mühr -ü Nübüvveti de Bahira gördü o an.
Bütün güzelliğiyle seyretti doya doya.
Heyecanla öptü ve başladı ağlamaya.
Gözlerinden sel gibi yaşlar boşanıyordu.
(İşte, beklediğimiz Resul budur) diyordu.
(Şehadet ederim ki, Allahü teâlâ’nın,
Göndereceği Resul, işte budur bihakkın.
İşte budur âlemin Seyyidi, Efendisi.
İşte budur Allah’ın Habibi, Sevgilisi.)
Sonra Ebu Talib’e dedi ki: (Bu yeğenin,
En son ve üstünüdür bütün Peygamberlerin.
Bunun dini yayılır, bilcümle yeryüzüne.
Son verir önce gelen dinin hükümlerine.
Şimdi hiç götürme ki Şam’a sen bu çocuğu.
Zira yahudilerin düşmandır buna çoğu.
Korkarım, zarar gelir mübarek bedenine.
Malını burda satıp, dön git memleketine.)
Ebu Talip, Rahibin sözüne verdi kulak.
Geri döndü, malları yarı yolda satarak.
Bahira’nın sözleri, ömrünün her anında,
Ta ölünceye kadar çınladı kulağında.
Besledi daha fazla Ona sevgi, muhabbet.
Ve Ona, her işinde eyledi yardım, medet.
Fahr -i âlem, onyedi yaşına girdiğinde,
Çok mümtaz kişi olu, Kureyş kavmi içinde.
Herkese gayet güzel ve iyi davranması,
İyi huylu, yumuşak, doğru sözlü olması,
Güvenilirliğinden dolayı Kureyşliler,
Ona, (Emin Muhammed) lakabını verdiler.
. Ona El-emin derlerdi
Peygamber Efendimiz, henüz gençlik çağında,
Çok takdir edilirdi insanlar arasında.
Onun yumuşaklığı, güzel huy ve ahlakı,
Hayran bırakıyordu kendine cümle halkı.
Şaşılacak derece doğru sözlülüğünden,
(El-emin) lakabıyla meşhur oldu o günden.
O zaman Arablarda, her kötülük, şer vardı.
Koyu bir cahiliyet devri yaşıyorlardı.
İçki, kumar ve faiz, vardı her kötü ahlak.
Putlara taparlardı en kötüsü olarak.
O, bu fenalıklardan, hep uzak duruyordu.
Özellikle putlara hiç yakın olmuyordu.
Kendi koyunlarını, Ciyad dağı yanında,
Güderdi hep çocukluk ve gençlik yıllarında.
Hem temin ediyordu bu yolla geçimini.
Hem de uzak tutardı onlardan kendisini.
Tam yirmi yaşlarında bulunduğu zamanda,
Asayiş diye bir şey yoktu Arabistan’da.
Yani zulüm ve fesat, her yeri kaplamıştı.
Can ve mal emniyeti, malesef kalmamıştı.
Mekke’nin yerli halkı, yolculara çok defa,
Yaparlardı her türlü zulüm, eza ve cefa.
Ticaret veyahut da Beytullah’ı ziyaret,
İçin gelenlere de yaparlardı eziyet.
Türlü haksızlıklara uğrayanlar da ancak,
Merci bulamıyordu hakkını arayacak.
Bu sırada Yemen’den, ticaret maksadıyle,
Biri geldi Mekke’ye, çok mal ve eşyasıyle.
As bin Vail adında biri, zor kullanarak,
Gasp etti mallarını, zulüm ile alarak.
O dahi bu haksızlık ve zulüm karşısında,
Çıkıp feryad eyledi Ebu Kubeys dağında.
Bu vak’ayla iyice karışmıştı ortalık.
Bu, bardağı taşıran son damla oldu artık.
Haşim oğullarıyle diğer kabilelerin,
İleri gelenleri toplanıp etti yemin.
Şöyle ki, (Bundan sonra, hiçbir insana, artık,
Asla yapılmayacak bir zulüm ve haksızlık.
En ufak haksızlığa uğrarsa biri eğer,
Hakkı alınacaktır) diye karar verdiler.
Her türlü haksızlığı önlemek gayesiyle,
(Adalet Cemiyeti) kuruldu böylelikle.
Böyle bir cemiyetin kurulmasında o gün,
Tesiri çok olmuştu genç yaşta o Resul’ün.
Mekke’de tesis olan bu cemiyetle artık,
Önlendi tamamiyle bu zulüm ve haksızlık.
Önceki o asayiş, tekrar kurulmuştu tam.
Hem dahi uzun müddet tesiri etti devam.
Peygamberlikten sonra, bir gün buyurdular ki:
(O günkü sözleşmede bulunmuştum ben dahi.
Öyle bir cemiyette bulunup hizmet etmek,
Bana, yüklü servetten sevimlidir daha pek.
Öyle bir sözleşmeye çağrılsam şimdi şayet,
Elbette, seve seve eder idim icabet.)
. Hatice hatun’un rüyası
Mekke’liler ekseri ticaret yaparlardı.
Çoğu halk, geçimini bu yol ile sağlardı.
O Server’in amcası Ebu Talip de hatta,
Yine ticaret ile uğraşırdı orada.
Resulullah yirmibeş yaşına geldiğinde,
Yoktu Ebu Talib’in fazla malı elinde.
Geçim sıkıntısından kederliydi ve üzgün.
Bu halde o Server’in yanına geldi bir gün.
Dedi ki: (Ey yeğenim, bu fakirlik, bizi de,
Sarstı ve bırakmadı hiçbir şey elimizde.
Hatice binti Hüveylid, öyle zannederim ki,
Bir ticaret kervanı gönderir Şam’a belki.
Bu işe, senin gibi temiz, emin, vefakâr,
Birisini arıyor olmalı bu aralar.
Hatice Hatun ile gidip de bir konuşsak.
Seni, başkalarına tercih eder muhakkak.)
O esnada Atike binti Abdülmuttalip,
Evlerine gelerek, dedi: (Ya Eba Talip!
Muhammed’in tezevvüc zamanı geldi artık.
Bu işin çaresine bakmalı bir aralık.)
Ebu Talip dedi ki: (Ben de bu fikirdeyim.
Gece gündüz zihnimde bunu düşünmekteyim.
Lakin maddi bakımdan, şimdi dardır elimiz.
Bu işi yapmak için, yok başka gelirimiz.)
Atike arz etti ki: (Bir çare düşünürüm.
Münasip görür isen, ben gider görüşürüm.
Hatice, Şam’a giden ticaret kervanına,
Bir kişi arıyormuş, haber salmış her yana.
Ben gidip söyleyeyim bu işi Hatice’ye.
Böylece kavuşulur birkaç kuruş akçeye.)
Evet, Hatice hatun, asil, temiz, mükerrem,
Hüsnü cemalde eşsiz bir hanımdı, duldu hem.
Güzel olduğu kadar, çoktu malı, serveti.
Çoktu aynı zamanda ilim, edep, iffeti.
Bu yüzden rağbet eden pek çoktu kendisine.
Lakin o, hiç kimseyi kabul etmezdi yine.
Çünkü rüya görmüştü o günlerde o bizzat,
Bu yüzden hiç kimseye etmiyordu iltifat.
O gece, rüyasında görünmüştü ki ona:
(Ay), gökten yere inip, giriverdi koynuna.
Ay’ın o parlak nur’u, sonra da koltuğundan,
Çıkıp, bütün âlemi aydınlatmıştı o an.
Hemen akrabasından Varaka bin Nevfel’e,
Gidip rica etti ki: (Tabir et bunu hele.)
Amcasının oğluydu bu Varaka bin Nevfel.
Hıristiyandı fakat, bilgiliydi mükemmel.
Dedi ki: (Ey Hatice, bu, çok büyük müjdedir.
Ahir zaman Nebisi şimdi içimizdedir.
O Resul, alır seni kendi helallığına.
Ve senin zamanında, ilk vahiy gelir Ona.
O Peygamber, Kureyş’ten, beni Haşim’den olur.
Hak dininin nurları, bu âlemi doldurur.
O Resul’ün dinine, ilk giren sen olursun.
Bu, çok büyük bir nimet, sana müjdeler olsun.)
. Onu bizzat göreyim
Varaka, o rüyayı öyle tabir edince,
Buna, Hatice Hatun memnun oldu bir nice.
Kalbi, muhabbetiyle dolarak o Resul’ün,
Teşrif etmelerini bekler oldu o hergün.
Bir gün Atike Hatun geldi onun evine,
Ki, ticaret işini arz etsin kendisine.
Ona diyecekti ki: (Kervanına bir kişi,
Arıyorsan, yeğenim iyi yapar bu işi.)
Lakin o, ticareti, hele ücret sözünü,
Söyleyemez, sıkılır, ter basardı yüzünü.
Hatice validemiz, anlayıp girdi söze,
Dedi ki: (Ey Atike, emriniz nedir bize?)
Arz etti: (Ey Hatice, belki de bilgin vardır.
Benim bir yeğenim var, çok emin, vefakârdır.
İsmi Muhammed olup, Abdullah’tır babası.
Onu, Ebu Talib’e ısmarladı atası.
Kâmil bir yiğit olup, tezevvüc zamanıdır.
Lakin Ebu Talib’in, bu ara eli dardır.
Duyduk ki, Şam yönüne gidecek kervanına,
Bir kişi ararmışsın, bu haber geldi bana.
Bu işe, yeğenimi tayin edersen eğer,
Bilcümle beni Haşim, sana çok dua eder.)
O, Atike Hatun’dan bunları dinleyince,
Rüyayı hatırlayıp, kapıldı bir sevince.
Zira ona, rüyada müjdelenen Nebi’nin,
O Server olduğunu ederdi o da tahmin.
Dedi ki: (Ey Atike, işittim kendisini.
Söylediler bana hem dininin kuvvetini.
Onun kabul etmesi, benim için bir nimet.
Herkesten daha fazla veririm Ona ücret.
Lakin bir göreyim ki, müsait midir buna?
Yani muktedir midir, kervanı korumaya?)
Onun bundan muradı, görüp bizzat zatını,
İyice tanımaktı fiziki evsafını.
Yani Onun sireti, semavi kitaplarda,
Okuduğu evsafa uygun muydu acaba?
Atike , (Hemen gidip getireyim) diyerek,
Ayrıldı o haneden begayet sevinerek.
Hatice Hatunun da sevinç sardı kalbini.
Zira doğru çıkmıştı herhalde bu tahmini.
O gidince, evini süsledi var gücüyle.
Koyuldu beklemeye, bir bayram sevinciyle.
Az sonra Atike’yle, o Allah’ın Habibi,
Teşrif etti o eve ondördüncü ay gibi.
Baktı Hatice Hatun Resul'ün evsafına.
Tıpa tıp uygun buldu Tevrat’ın yazdığına.
Onun nezaketini ve nurlu cemalini,
Görünce, hayran kalıp, sevinç sardı kalbini.
Düşündü ki: O rüya, doğru çıktı herhalde.
Bu sırrı, başkasından saklayayım o halde.
Konuşup, ücreti de tayin ettiler o gün.
Böylece mahzun kalbi, ferahladı Resul’ün.
. Gir onun hizmetine
Hazret-i Hatice’nin, Şam’a gidecek olan,
Ticaret kervanı da, hazırlanmıştı o an.
Meysere adındaki kölesini, o bizzat,
Çağırıp, kendisine verdi şöyle talimat:
(Kervan Mekke içinde başlayınca sefere,
Devenin yularını, teslim et o Server’e.
Yalnız Mekke içinde, ipi O ele alsın,
Ki, Mekke ahalisi, dedi kodu yapmasın.
Lakin tam ayrılınca kervan Mekke şehrinden,
Al devenin ipini, o Server'in elinden.
Sonra şu elbiseyi, hürmetle Ona giydir.
Şu ziynetli deveye, izzetle Onu bindir.
Devenin ipini de, al sen kendi eline.
Bizzat gir tam olarak, Muhammed’in emrine.
Kendini, o Server'in hizmetkârı bil o an.
Ve sakın bir iş yapma, Ondan izin almadan.
Onu, her tehlikeden koruyabilmek için,
Canını esirgeme, budur senin ilk işin.
Fazla oyalanmadan dönün tam zamanında.
Ki, mahcup olmayalım beni Haşim katında.
Eğer dediklerimi aynen ifa edersen,
Seni azad eder ve veririm ne istersen.)
Tarihi büyük kervan, hazırlandı nihayet.
Sefere çıkmak için edecekti hareket.
O ara Mekke halkı, büyük kalabalıklar,
Halinde kadın erkek, hem de genç ve ihtiyar,
Kimi seyir, kimi de yolcu etmek üzere,
Akın akın gelerek, toplanmıştı o yere.
Resulullah’ın dahi bütün akrabaları,
Yani Beni Haşim’in muteber simaları,
Onu uğurlamaya gelmişlerdi o yere.
Lakin Onu görünce, boğuldular kedere.
O an Ebu Talib’in iradesi elinden,
Giderek, gözyaşları boşandı gözlerinden.
Hazret-i Atike de gördü ki o Server’i,
Giyinmiş üzerine hizmet elbiseleri.
Devenin ipini de almış nurlu eline.
Bekliyor, gitmek için yad gurbet ellerine.
O anda, dizlerinin bağı çözülüverdi.
Gözyaşları içinde, ağlayıp feryad etti.
Ve: (Ey Abdülmuttalip, ey Abullah, uyanın!
Kalkın da, şu Server’in haline bir an bakın.)
Deyip, üzüntüsünü dile getirdiğinde,
Ağladı o Server de, göz yaşları içinde.
Buyurdu: (Unutmayın ey dostlar sakın beni!
Yad edin gurbet elde, gam elem çektiğimi.)
Bunu işitenlerin hepsi de ağlaştılar.
Gökteki melekler de, bu hale çok şaştılar.
Yeryüzünde ağlayan halk gibi onlar dahi,
Ağlayıp, şöyle niyaz ettiler: (Ya ilahi!
Bu, senin en sevdiğin, seçtiğin Muhammed’dir.
Ona, Habibim dedin ve lakin bu hal nedir?)
Hak teâlâ buyurdu: (Ey benim meleklerim!
Evet o, Habibim’dir, en çok Onu severim.
Fakat siz bilmezsiniz muhabbetin sırrını.
Asla çözemezsiniz bu işin esrarını.
Bu, öyle makamdır ki, kimse vakıf olamaz.
Öyle gizli iştir ki, kimse bir şey anlamaz.)
. Kuşlar gölge yapardı
Uğurlandı böylece o büyük mutlu kervan.
Ayrılıp, bir huzurla yoluna oldu revan.
Meysere, Hatice’nin talimatı üzere,
Kıymetli bir elbise giydirdi o Server’e.
Çok ziynetli deveye bindirip kendisini,
Aldı kendi eline, devesinin ipini.
Hazret-i Hatice’nin dediği gibi aynen,
Girdi tam hizmetine o andan itibaren.
Yolcular gördüler ki, bu sefer müddetince,
O Server’in başının üstünde, gündüz gece,
Bir (Bulut) gölge yapar Onu takip ederek,
Yine, kuş suretinde bulunur (İki Melek).
Bir ara iki deve, gayet yorulmuşlardı.
Bunun için kervandan geride kalmışlardı.
Onlara, eli ile dokununca o Server,
Bir anda süratlenip, öne geçiverdiler.
Kervan, Busra denilen yere vardı nihayet.
O manastır yanında konakladı bir müddet.
Rahip Bahira ölmüş, yerine, ondan sonra,
Başka biri gelmişti, ismi rahip Nastura.
Bu rahip, Meysere’yi çağırıp sordu bizzat,
Dedi: (Kimdir şu ağaç altında oturan zat?
Zira şimdiye kadar, bu yerde hiçbir zaman,
Peygamberlerden başka olmamıştır oturan.
Hem de O oturunca o ağacın altında,
Kuru iken, yeşerip, yapraklandı anında.)
Meysere, o rahibi tasdik edip ve hemen,
Dedi: (O, bir zattır ki Kureyş kabilesinden,
Şerefli bir kimsedir, gayet asil ve emin.
Onun gibi bir kimse görmedi ruy-i zemin.)
Rahip, hayret içinde sordu ki ona tekrar:
(Kırmızılık var mıdır gözlerinde bir miktar?)
(Evet vardır) deyince, hayreti arttı daha.
Dedi: (Ben, şimdi yemin ederim ki Allah’a,
Bu kimse, ileride Peygamber olacaktır.
En son gelecek olan son Peygamber bu zattır.
Ne olaydı, bu zatın nübüvvet zamanına,
Yetişip, bir hizmette bulunsaydım zatına.)
Busra’nın pazarında mal satarken o Server,
Yine bir yahudiyle karşılaştı bir sefer.
Yahudi, Onda olan bu güzel hasletleri,
Görüp, incelemeye başladı o Server’i.
Yani ahir zamanda gelecek Peygamber’in,
Evsafını, üstünde görerek O Server'in,
Halini daha iyi anlamak gayesiyle,
Dedi ki: (Alış veriş yaparım ben seninle.
Lakin Lat ve Uzza’ya yemin et, inanayım.
O zaman senin ile bir ticaret yapayım.)
Buyurdu: (Ben onlara katiyen yemin etmem.
En çok nefret ettiğim şeylerdir o putlar hem.)
Yahudi feryad edip, seslendi ki bu sefer:
(İşte, ahir zamanda gelecek son Peygamber!
Bilin ki, bu, ilerde Peygamber olacaktır.
Âlemi karanlıktan, nurlara boğacaktır.)
. Misk kokusu gizlenmez
Sevgili Peygamber’in yümn-ü bereketiyle,
Kârlı bir alışveriş yapıldı böylelikle.
Öyle büyük kazançla dönüldü ki seferden.
Bundan daha fazlası olmamıştı evvelden.
Kervan Meruzzahran’a geldiğinde, Meysere,
Müjde götürmesini arz etti o Server’e.
Onun bu teklifini O kabul buyurarak,
Süratle ilerledi kervandan ayrılarak.
Hak teâlâ, üç günlük uzun mesafeleri,
Kısaltıp, bir saatta götürdü o Server’i.
Kervanın dönme vakti yaklaşınca Mekke’ye,
Bir heyecan gelmişti Hazret-i Hatice’ye.
Hizmetçileri ile, sarayın üzerinden,
Kervanın gelmesini beklerdi her gün hemen.
Nefise hatun der ki: (Ben bir gün, Hatice’nin,
Evine gitmiş idim, ziyaret etmek için.
Yine hizmetçilerle, üzerinde sarayın,
Merakla dönmesini bekliyordu kervanın.
Ansızın bir develi gördü ufuk yerinde.
Bir de bulut belirdi başının üzerinde.
Birer kuş suretinde ayrıca iki melek,
Gölge yapıyorlardı Ona kanat gererek.
Ve mübarek alnında bulunan Nur-u Nebi,
Gelirken, uzaklardan parlıyordu (Ay) gibi.
Çok sevindi Hatice Onu gördüğü zaman.
Lakin bu sevincini saklıyordu onlardan.
Gerçi anlamış idi, Onun kim olduğunu.
Ve lakin bilmezlikten gelerekten o bunu,
Dedi ki: (Bir develi görünür şuracıkta.
Gelen kim olabilir acaba bu sıcakta?)
Hizmetçiler dedi ki: (Bu gelen Muhammed’dir.)
Dedi: (Zannetmiyorum, zira tek gelmektedir.)
Dediler: (Ey Hatice, gizlenemez muhabbet.
Siz de bilirsiniz ki, bu gelen Odur elbet.
Yüzünüzün sevinci, bunu izhar ediyor.
Gözlerinizin içi, bu gelen, Odur diyor.
Sen ise, sevincini saklıyorsun bizlerden.
Ve lakin misk kokusu gizlenemez ne etsen.)
Geldi sonra o Server Hatice’nin evine.
Ve müjde mektubunu iletti kendisine.
Hatice Hatun hemen okudu o müjdeyi.
Ve Ona bağışladı o ziynetli deveyi.
Cevabi mektubunu yazarak verdi Ona.
O Server geri dönüp, vasıl oldu kervana.
Bir nice günden sonra, asıl kervan velhasıl,
Nihayet selametle Mekke’ye oldu vasıl.
Meysere, o Server’in üstün hasletlerini,
Kuşların kendisine gölge ettiklerini,
Hazret-i Hatice’ye anlattı hem de içten.
O ise dinledikçe ağlıyordu sevinçten.
Halini gizleyerek dedi ki Meysere'ye:
(Anlatma bu şeyleri benden gayri kimseye.)
Korkusu şu idi ki: Şayi olursa eğer,
Duyanlar, kızlarını Ona vermek isterler.
Halbuki bu şerefe, o ermek istiyordu.
Hakikaten bu devlet ona müyesser oldu.
. Yeter ki siz emredin
Hatice validemiz radıyallahü anha,
Yok idi hatunlardan akıllı ondan daha.
Hem de çok güzel idi onun hüsn-ü cemali.
Asil ve temiz olup, üstün idi her hali.
Malı dahi çok olup, zengindi o zamanlar.
Çok idi bu sebepten ona talip olanlar.
Lakin o, hiçbirine etmedi muvafakat.
Duymadı hiçbirine bir ilgi ve iltifat.
Çünkü rüya görmüştü bu hususta o önce.
Onun tecellisini bekliyordu gün-gece.
Varaka bin Nevfel de müjdelemişti Onu.
Merakla bekliyordu bunun tahakkukunu.
O Server’in halini yakinen de görünce,
Bu işin olmasını isterdi bir an önce.
O Server'in hanımı olmakla şereflenmek
Arzusu, günden güne şiddetleniyordu pek.
Bunu, Nefise Hatun sezip girdi araya.
Geldi bu niyet ile Resul-i kibriya’ya.
Dedi ki: (Zatınızı evlenmekten men eden,
Bir mani varsa eğer, söyleyin bana lütfen.)
Buyurdu: (Maddi yönden, elimiz dar bu ara.
Yani yok elimizde yeterli mal ve para.)
Nefise hatun ise, dedi ki: (Ya Muhammed!
Mal ve cemal sahibi bir hatun ile şayet,
Evlenmek isterseniz, ben hazırım hizmete.
Yeter ki siz emredin, bu iş olur elbette.)
Buyurdu: (O dediğin, acep hangi hatundur?)
Dedi: (Hatice’dir ki, senin de malumundur.)
Buyurdu ki: (Bu işe, kim vesile olacak?)
Dedi ki: (Ben yaparım, sen bunu etme merak.)
Ayrılıp, buldu hemen hazret-i Hatice’yi.
Gidip kendi evinde verdi ona müjdeyi.
Varaka’yı çağırıp Hatice Hatun ise,
Olanları anlatıp, dedi: (Böyle hadise.)
Ayrıca Resulullah Efendimize dahi,
Adam salıp, evine çağırdı bizatihi.
Gidip arz ettiler ki huzuru saadette:
(Bize teşrif ediniz falan gün ve saatte.)
Bu davet karşısında, amcası Ebu Talip,
Ve sair akrabası, oldular çok muzdarip.
Zira Resulullah’ın, davete gitmek için,
Yok idi elbisesi, iç yüzü buydu işin.
Satın almaya dahi, yok idi paraları.
Çaresizlik içinde düşünürken bunları,
Yetişti Hızır gibi hazret-i Ebu Bekir.
Dedi: (Üzülmenize, acaba sebep nedir?)
O Server, Ebu Bekr’e anlatınca durumu,
Dedi ki: (Sizi üzen hadise bir tek bu mu?
Bu iş gayet kolaydır, üzülmeyin katiyen.
Yeter ki siz emredin, hallederim bunu ben.)
Bu sözlerden o Server ferahladı bu kere.
Pek çok dua eyledi, hazret-i Ebu Bekr’e.
Dedi ki: (Sen razı ol ya Rab Ebu Bekir’den.
Zira esirgemedi yardımını hiç benden.)
. Allah’ın emri ile
Nihayet Ebu Talip ve sair akrabalar,
Hazırlıkları yapıp, yola revan oldular.
Hazret-i Hatice’nin daveti üzerine,
Gittiler hep birlikte Onun dünürlüğüne.
Hazret-i Hatice de, hanesinin içini,
Donatıp, çağırdı hep cümle hizmetçisini.
Bu muazzam nimetin şükranesi olarak,
Bütün ziynetlerini onlara etti infak.
Ve yine o Server’in şeref ve hürmetine,
Kavuşturdu onları tek tek hürriyetine.
Az sonra Ebu Talip ve yanında dünürler.
Hazret-i Hatice’nin hanesine geldiler.
Evvela Ebu Talip, izinle girdi söze.
Dedi ki: (Ey cemaat, hamd olsun Rabbimize.
Ki bizi, evladından kıldı Halilullah’ın.
Ve yine muhafızı eyledi Beytullah’ın.
Âlemin secdegahı olan bu kudsi evi,
Bize müyesser kıldı muhafaza etmeyi.
Malumunuz, benim bir yeğenim vardır ki hem,
Onun faziletine, şahittir cümle âlem.
Kureyş’ten her kim ile kıyaslanırsa şayet,
Hepsinden, her bakımdan üstün gelir O elbet.
Kureyş’ten en şerefli, en üstün kimse Odur.
Onun faziletleri sizce dahi malumdur.
Gerçi malı, parası az’sa da bu aralar,
Lakin böyle şeylere olunmaz ki itibar.
Çünkü bu dünyalıklar, bir gölge gibidirler.
Elden ele dolaşıp, sonra gidiverirler.
Bu mübarek yeğenim, Allah’ın emri ile,
Kızınız Hatice’yi istiyor helalliğe.
Bilin ki, Onun şanı yüksek olsa gerektir.
Şimdi istediğiniz mehir miktarı nedir?)
Ebu Talip’ten sonra, Varaka bin Nevfel de,
Onu tasdik edici konuşma yaptı hem de.
Sonra da, Hatice’nin amcası Amr bin Esed,
Söz alıp arz etti ki: (Kabul ettik biz elbet.
Yeğenim Hatice binti Hüveylid’i ben dahi,
Verdim hem Muhammed bin Abdullah’a Vallahi.)
Mehir , bir rivayette yirmi deve idi hem.
Bir rivayette ise, gümüştü beşyüz dirhem.
O gün Peygamberimiz ve Hazret-i Hatice,
Nikahları kıyılıp, evlendiler böylece.
Ve o gün Ebu Talip, deve kesip bir adet,
Düğün için, herkese verdi büyük ziyafet.
Hatice validemiz, bütün mal-ü mülkünü,
Hemen Resulullah’a hibe etti o günü.
Ve dedi ki: (Bu mallar, benim değil, hep senin.
Çekme maişet için minnetini kimsenin.
Bu günden itibaren, ben de sana muhtacım.
Sensin benim herşeyim, sensin benim baş tacım.)
Resulullah , onunla evlendi böylece ilk.
Ve tam yirmibeş sene sürmüştü bu evlilik.
Hatice validemiz hem oldukça hayatta,
Başka bir kadın ile hiç evlenmedi hatta.
. Niçin üzülüyorsun?
Hatice validemiz, Resul’le nişanlıyken,
Şöyle haber gönderdi o Server’e gizliden:
(Etraftan diyorlar ki: Sen bu zenginliğinle,
Nasıl evleniyorsun öyle fakir biriyle?
Bu dedikoduları bertaraf etmek için,
Bizim eve, az bir şey çeyiz gönderir misin?
Ben, o gelen şeyleri, çoğaltıp bendekiyle,
Herkese gösteririm senden gelen mal diye.)
Allah’ın Sevgilisi alınca bu haberi,
İnsanlık icabiyle mahzun oldu kalpleri.
Zira göndermek için hazret-i Hatice’ye,
Hiç de malik değildi az bir mal ve akçeye.
Kimden ödünç alayım? diye düşünür iken,
Hatırına, hazret-i Ebu Bekr geldi birden.
Ve onun dükkanına yürüdü bir an önce.
Kapıda karşıladı, o Resul’ü görünce.
Dedi: (Sevgili dostum, bir şey mi üzdü sizi?
Düşünceli görürüm zira hazretinizi.)
Buyurdu: (Ya Eba bekr, bugün ben Hatice’ye,
Göndermem gerekiyor bir şeyler çeyiz diye.)
O dedi: (Bu iş kolay, niçin üzülüyorsun?
Benim ne malım varsa, yoluna feda olsun.
Az önce haber aldım, bir kervanım gelecek.
Şam’a göndermiş idim, şimdi şehre girecek.
Hepsi yetmiş devedir, yüklüdür çok mal ile.
O kervan sizin olsun, bilcümle emvaliyle.
Kervanı, Hatice’ye gönder çeyiz olarak.
Yeter ki kalbinize toz konmasın en ufak.)
O dediği kervan da, şehire girdi o an.
Dedi: (Bakın göründü, geliyor işte kervan.)
Hazret-i Ebu Bekir durdurdu kervanını.
İpekli kumaşlarla donattı her yanını.
Ve görmeleri için bunu insanların da,
Dolaştırdı kervanı Mekke sokaklarında.
Mekke halkı görünce, yetmiş yüklü deveyi,
Dediler: (Hiç görmedik böyle çok hediyeyi.)
Ateş düştü kalbine Onu kıskananların.
Ve eridi içleri kötü fesatçıların.
Hatice validemiz, yirmibeş yıl, berdevam,
O Server'e hizmette, gösterdi çok ihtimam.
Mesela Resulullah üzülseydi bir şeye,
Eve gelip söylerdi hazret-i Hatice’ye.
Zira yoktu o günler gidecek başka yeri.
Onun tesellisiyle rahatlardı kalpleri.
Derdi: (Ya Resulallah, üzülmesin hiç kalbin.
İtaat edecektir sonunda sana kavmin.)
O, Resul-i ekrem’e çok hizmet ettiğinden,
Allahü teâlâ da hoşnud oldu kendinden.
Peygamber Efendimiz, ona bir gün dedi ki:
(Ey Hatice, Rabbimiz bana emreyledi ki:
Müjde ver Hatice’ye, de ki: Allah, Cennette,
Sana, beyaz inciden köşk verecek elbette.
Olmayacak orada sıkıntısı, kederi.
Artacak ebediyen hem dahi nimetleri)
. Zeyd bin Harise
Zeyd çocukken, annesi onu alıp yanına,
Ziyarete giderken bir akrabalarına.
Yol üstünde haydutlar, Zeyd’i esir aldılar.
Sonra bir panayırda satlığa çıkardılar.
Hazret-i Hatice’nin vardı ki bir yeğeni,
Gördü bu panayıra bir esir geldiğini.
Onu, dörtyüz dirheme hemen satın alarak,
Halası Hatice’ye verdi hibe olarak.
O da hediye etti Zeyd’i Resulullah’a.
Zeyd, artık o Server’den ayrılmadı bir daha.
Resul onu alınca, aynı gün etti azat.
Ve Onu çok severek, edindi hemen evlat.
Lakin onu, babası ediyordu çok merak.
Perişan etti onu, bu ayrılık, bu firak.
Yanıp tutuşuyordu bu evlat ateşiyle.
Hergün Zeyd’i düşünür, ağlardı gözyaşiyle.
Zira henüz çocukken kaybetmişti oğlunu.
Diyar diyar gezerek, arıyordu hep onu.
Bir yıl, o kabileden Beytullah’a geldiler.
Zeyd’i orada görüp, ona haber verdiler.
Babası çok sevinip, kardeşini alarak,
Cebine, bu maksatla hayli para koyarak,
Kölelikten kurtarmak gayesiyle oğlunu,
Sevinç ve heyecanla tuttu Mekke yolunu.
Sonra Resulullah’ın evini öğrenerek,
Çıktı huzurlarına iltifatlar ederek
Dedi ki: (Ey Kureyş’in büyüğü, efendisi!
Ve ey Haşim oğlunun en şerefli kişisi!
Siz ikram edersiniz yolcuya, misafire.
Hürriyet verirsiniz hem köle ve esire.
Duydum ki, yanınızda köle imiş oğlumuz.
Onun azad olması, en yegane arzumuz.
İstediğin parayı vereyim bol olarak.
Yeter ki oğlum Zeyd’i azad et, serbest bırak!)
Resul onu dinleyip, buyurdu ki: (Ey Kişi!
Çağırıp, kendisine soralım biz bu işi.
Sizin ile gitmeyi isterse evladınız,
Bir şey istemiyorum, sizin olsun, alınız.
Lakin sizi değil de, tercih ederse beni,
Veremem hiç kimseye beni tercih edeni.)
Bu cevabı duyunca, bir hayli sevindiler.
(Bizi sen, ihsan ile karşıladın) dediler.
Resul’ün davetiyle Zeyd içeri girince,
Babası onu görüp, gark oldu bir sevince.
Resul Zeyd’e sordu ki: (Kimlerdir bu ikisi?)
Dedi ki: (Biri babam, amcamdır ötekisi.)
Buyurdu: (Bunlar seni, gelmişler almak için.
Serbestsin, ister kalır, ister gidebilirsin.)
O, hemen Peygamber’in yanına sokularak,
Dedi: (Ölene kadar, isterim burda kalmak.
Zira sizden gördüğüm bu şefkati, Vallahi,
Gösteremez oğluna, bir anne baba dahi.
Benim için kölelik, buradan ayrılmaktır.
Ve benim hürriyetim, size köle olmaktır.)
Babası bunu duyup, sürur geldi kalbine.
Ve müsterih olarak, döndü memleketine.
. Kâbe’de hakemlik
Peygamber Efendimiz, yaşı otuzbeş iken,
Henüz Peygamberliği tebliğ edilmemişken,
Kâbe-i şerife’nin tamiri sırasında,
Bir hakemlik yapmıştı kavimler arasında.
Şöyle ki, zaman ile yağan yağmur ve selden,
Kâbe’nin duvarları yıpranmıştı tamamen.
Ayrıca, o yıllarda çıkan büyük bir yangın,
İle tahrib olmuştu her yanı Beytullah’ın.
Kâbe’yi, bu halinden kurtarmak için dahi,
Yıkıp, yeniden yapmak istiyordu ahali.
Kureyş kabileleri bir yerde toplanarak,
Konuşup, bu fikirde eylediler ittifak.
Hazret-i İbrahim’in temellerine kadar,
Duvarları yıkmaya, verdiler hepsi karar.
Yıkım işi bitince, başladılar örmeye.
Ve dört yandan duvarlar başladı yükselmeye.
Dört kabile vardı ki, en meşhur o zamanlar,
Her biri, bir duvarı örmeye başladılar.
Bu işin, çok büyük bir şerefi olduğunu,
Bilerek, bir hevesle yapıyorlardı bunu.
Ve lakin bir ihtilaf başladı biraz sonra.
Tam (Hacer-ül esved)e gelmişti çünkü sıra.
Onu, hangi kabile koyacaktı yerine?
Üstünlük gösterirdi herbiri diğerine.
Her kabile, (Bu şeref bize ait) diyordu.
Hiçbirisi bu işten feragat etmiyordu.
Kavimler arasında çıktı bir anlaşmazlık.
Münakaşa, kavgaya dönüşüyordu artık.
Abdüddar oğulları diyordu: (Eğer ki biz,
Buna nail olmazsak, muhakkak kan dökeriz.)
Çıkmak üzereydi ki bir kavga, tam o saat,
Huzeyfe bin Mugire adında yaşlı bir zat,
Çıkıp nida etti ki: (Ey Kureyş kabilesi!)
İhtiyarın sesine kulak verdi cümlesi.
Dedi ki: (Şu kapıdan ilk önce kim girerse,
Bu işin halli için, hakem olsun o kimse.)
Kabul edip, merakla beklediler bu sefer.
Az sonra, o kapıdan teşrif etti o Server.
Baktılar, doğruluğu ve mutlak eminliği,
En meşhur biri geldi, dediler: (Bu, pek iyi.)
Zira Resul-i ekrem, bi’setten daha evvel,
Emin olması ile tanınmıştı mükemmel.
Bu yüzden, kendisine (El Emin) deniyordu.
Ve herkes. her hususta Ona güveniyordu.
Gelince, vaziyeti anlatıp kendisine.
Dediler: (Hep razıyız bunda senin sözüne.)
O Server (Peki!) deyip, bir yaygı buldurarak,
Ve hacer-ül esved’i üzerine koyarak,
Buyurdu: (Bu örtünün, şimdi dört bir ucundan,
Her kavimden bir kişi, gelsin ve tutsun şu an.)
Hepsinden birer kişi, gelip onu tuttular.
Bitmişti o ihtilaf, hepsi de memnundular.
Taşın konulacağı yere gelinceye dek,
Taşı, o örtü ile kaldırdılar müşterek.
Sonra Resul-i ekrem taşı alıp kendisi,
Mahalline koyunca, memnun oldu cümlesi.
. Ona El-emin derlerdi
Peygamber Efendimiz, henüz gençlik çağında,
Çok takdir edilirdi insanlar arasında.
Onun yumuşaklığı, güzel huy ve ahlakı,
Hayran bırakıyordu kendine cümle halkı.
Şaşılacak derece doğru sözlülüğünden,
(El-emin) lakabıyla meşhur oldu o günden.
O zaman Arablarda, her kötülük, şer vardı.
Koyu bir cahiliyet devri yaşıyorlardı.
İçki, kumar ve faiz, vardı her kötü ahlak.
Putlara taparlardı en kötüsü olarak.
O, bu fenalıklardan, hep uzak duruyordu.
Özellikle putlara hiç yakın olmuyordu.
Kendi koyunlarını, Ciyad dağı yanında,
Güderdi hep çocukluk ve gençlik yıllarında.
Hem temin ediyordu bu yolla geçimini.
Hem de uzak tutardı onlardan kendisini.
Tam yirmi yaşlarında bulunduğu zamanda,
Asayiş diye bir şey yoktu Arabistan’da.
Yani zulüm ve fesat, her yeri kaplamıştı.
Can ve mal emniyeti, malesef kalmamıştı.
Mekke’nin yerli halkı, yolculara çok defa,
Yaparlardı her türlü zulüm, eza ve cefa.
Ticaret veyahut da Beytullah’ı ziyaret,
İçin gelenlere de yaparlardı eziyet.
Türlü haksızlıklara uğrayanlar da ancak,
Merci bulamıyordu hakkını arayacak.
Bu sırada Yemen’den, ticaret maksadıyle,
Biri geldi Mekke’ye, çok mal ve eşyasıyle.
As bin Vail adında biri, zor kullanarak,
Gasp etti mallarını, zulüm ile alarak.
O dahi bu haksızlık ve zulüm karşısında,
Çıkıp feryad eyledi Ebu Kubeys dağında.
Bu vak’ayla iyice karışmıştı ortalık.
Bu, bardağı taşıran son damla oldu artık.
Haşim oğullarıyle diğer kabilelerin,
İleri gelenleri toplanıp etti yemin.
Şöyle ki, (Bundan sonra, hiçbir insana, artık,
Asla yapılmayacak bir zulüm ve haksızlık.
En ufak haksızlığa uğrarsa biri eğer,
Hakkı alınacaktır) diye karar verdiler.
Her türlü haksızlığı önlemek gayesiyle,
(Adalet Cemiyeti) kuruldu böylelikle.
Böyle bir cemiyetin kurulmasında o gün,
Tesiri çok olmuştu genç yaşta o Resul’ün.
Mekke’de tesis olan bu cemiyetle artık,
Önlendi tamamiyle bu zulüm ve haksızlık.
Önceki o asayiş, tekrar kurulmuştu tam.
Hem dahi uzun müddet tesiri etti devam.
Peygamberlikten sonra, bir gün buyurdular ki:
(O günkü sözleşmede bulunmuştum ben dahi.
Öyle bir cemiyette bulunup hizmet etmek,
Bana, yüklü servetten sevimlidir daha pek.
Öyle bir sözleşmeye çağrılsam şimdi şayet,
Elbette, seve seve eder idim icabet.)
.
05 - Bİ'SETİ VE DAVETİ
.İlk vahy’in gelmesi
Otuzyedi yaşında idiler ki o Server,
Gaibden (Ya Muhammed!) diye duydu bir sesler.
Otuzsekiz yaşına girdiğinde de yine,
Bu defa bazı nurlar göründü kendisine.
Peygamberlik gelmesi daha yaklaştığında,
Edib (Kus bin Saide), Ukaz panayırında,
Toplanan insanlara bir müjde veriyordu.
O meşhur hutbesinde, o gün şöyle diyordu:
(Ey insanlar geliniz, alınız ki bir ibret.
Yaşayan herkes ölüp, fani olur akıbet.
Gelin kulak verin ki, bize mühim haber var.
Olacak hadiseden, siz de olun haberdar.
Hak teâlâ indinde, bir din var, hak ve gerçek.
Ve Onun Peygamberi var ki, bir gün gelecek.
Hem de çok yakınlaştı o Resul’ün gelmesi.
Başınızın üstüne düştü hatta gölgesi.
Ona iman edenler, erer sonsuz rahata.
Vay Ona isyan edip, inkâr eden bedbahta.)
O gün Arabistan’da yoktu huzur ve rahat.
Kaplamıştı her yeri, haksızlık, zulüm, fesat.
Her türlü ahlaksızlık, hüner sayılıyordu.
İçki, kumar ve zina, hiç yadırganmıyordu.
Adem Nebi’den beri, dünyada böylesine,
Bir vahşet ve sapıklık olmamıştı bir sene.
Çoğu insan, adeta canavar kesilmişti.
Cemiyet, patlamaya hazır hale gelmişti.
İnsanların huzura kavuşmaları için,
Doğması gerekirdi (Saadet güneşi)nin.
Onun doğması ile, küfür yok olacaktı.
Zulümlerin yerini adalet alacaktı.
Önce sadık rüyalar gösterildi kendine.
Rüyada gördükleri, çıkardı aynen yine.
Bu sadık rüyaları, vahiy’den cüz idi tam.
O Server’in bu hali, altı ay etti devam.
Daha da yaklaşınca asıl vahy’in gelmesi,
Çoğaldı işittiği o (Ya Muhammed!) sesi.
O Server’e, yalnızlık sevdirildi bu kere.
Hira mağarasında, başladı tefekküre.
Bazan Mekke’ye inip, Beytullah’a giderdi.
Ve bir müddet, evinde istirahat ederdi.
Sonra, biraz yiyecek alaraktan yanına,
Giderdi yine yalnız, Hira mağarasına.
Bazan günlerce kalır, Mekke’ye inmezdi pek.
O zaman da, zevcesi götürürdü yiyecek.
Kırk yaşındayken bir gün, Hira mağarasında,
Tefekküre dalmıştı, bir gece yarısında.
Onyedi Ramazan’da, Pazartesi gecesi,
İşitti kendisini çağıran aynı sesi.
Başını kaldırıp da, baktığında etrafa,
(Ya Muhammed!) sesini işitti O bir daha.
Ve her yeri kaplayan bir nur gördü aniden.
Arkasından Cebrail göründü Ona birden.
Resul-i kibriya’ya hitaben (Oku!) dedi.
(Ben okumuş değilim) diyerek cevap verdi.
. Allah’ın adıyle oku
Cibril, kuvvetle sıkıp, (Oku!) dedi bu sefer.
(Ben okumuş değilim) dedi yine o Server.
İkinci defa sıkıp, (Oku!) dedi o yine.
(Ben okumuş değilim) buyurdu kendisine.
Üçüncü defa sıkıp ve sonra bırakarak,
Beş ayet-i kerime okudu ilk olarak.
(Oku Allah adıyla, ki Odur tek yaratan.
O halk etti insanı, pıhtılaşmış bir kandan.
Hak teâlâ, çok kerem ve ihsan sahibidir.
O, bilmediklerini kalem ile öğretir.)
Resul dahi okudu bunları Cebrail’le.
Cihanı aydınlatan o (Güneş) doğdu böyle.
Sonra bir ürperti ve korku ile bu sefer,
Aşağıya inmeye başladı Hayrül beşer.
Dağın tam ortasına gelmişti ki, bu defa,
Cebrail’in sesini duydu yine bir daha.
Durdu ve kulak verdi, diyordu: (Ya Muhammed!
Allahü teâlâ’nın Resulü’sün sen elbet.
Ben ise Cebrail’im) dedi ve ökçesiyle,
Yere vurup, o yerden su çıktı bil vesile.
Durup, abdest almaya başladı ondan melek.
Resul seyrediyordu, onu, dikkat ederek.
Ve sonra bir abdest de, aldı Fahr-i kainat.
Sonra namaz kıldılar birlikte iki rekat.
Selam verip dedi ki Cibril aleyhisselam:
(Ya Muhammed, Rabbimiz ediyor sana selam.
Sana buyuruyor ki: Sen benim, ins ve cinne,
Resulümsün, onları davet eyle dinine.)
Hanesine gelirken Resul aleyhisselam,
Ona, taş ve ağaçlar verirlerdi hep selam.
Gördüğü bu şeylerden, ürpermişti begayet.
Ve bir korku içinde eve geldi nihayet.
Girip, (Beni örtünüz! Beni örtünüz!) dedi.
Rahatlayana kadar, istirahat eyledi.
Anlattı bu şeyleri hazret-i Hatice'ye.
Buyurdu ki: (Kapıldım bir korku, endişeye.
Şundan ki, Mekke halkı vakıf olunca buna,
Dil uzatıp kötüler ve mecnun derler bana.)
Hazret-i Hatice de dedi: (Allah korusun.
Sen, elbet bu ümmetin Peygamber’i olursun.
Zira ihsan edersin yolcuya, misafire.
Çok merhamet edersin muhtaçlara, fakire.)
Varaka bin Nevfel’e gittiler sonra hemen.
Varaka, o Server’i dinleyince tamamen,
Dedi ki: (Ya Muhammed, müjdeler olsun sana!
Kavuşmuşsun Allah’ın büyük bir ihsanına.
Yemin ediyorum ki, sen Hazret-i İsa’nın,
Müjdelemiş olduğu Peygambersin bi hakkın.
Sana görünen melek, Cibril’dir ki o gece,
O, Hazret-i Musa’ya gelmişti senden önce.
Keşke genç olsaydım da, hicrete yetişseydim.
Ve kâfirlere karşı, sana hizmet etseydim.)
Sonra Resulullah’ın elini öpüp bizzat,
Fazla zaman geçmeden eyledi Hakka vuslat.
. İlk tebliğ vazifesi
İlk vahiy geldiyse de Hira’da kendisine,
Daha sonra kesilip, hiç gelmedi üç sene.
Bu arada İsrafil adındaki bir melek,
Bazı şeyler öğretti Ona bazan gelerek.
Üç senenin sonunda, bir gün Hira dağından,
İnerken ses işitti gökyüzü tarafından.
Yukarı baktığında Cibril’i gördü yine.
Oturmuştu nurani bir kürsü üzerine.
Korkuya kapılarak, evine vasıl oldu.
Ve (Beni bir şey ile örtün!) diye buyurdu.
O zaman Hak teâlâ, Müddessir suresinden,
Bir kaç ayet gönderip, buyurdu ki mealen:
(Ey örtüye bürünen Peygamber, bu vahiyle,
Kalk da korkut kavmini Allah’ın azabiyle.
İman etmezler ise, kendilerine de ki:
Azaba uğrarsınız bu yüzden elbette ki.)
Bu emir gelir gelmez Allah’ın Habibi’ne,
Başladı insanları islama davetine.
Cibril aleyhisselam, vahiy getirdiği an,
Bir insan suretinde gelirdi çoğu zaman.
Sahabe’den vardı ki (Dıhye) nam güzel bir zat,
O zatın suretinde gelirdi hem de bizzat.
Bazan ilka ederdi, görünmeden kalbine.
Bazan da rüya ile söylerdi Ona yine.
Bazan da, dehşet saçan uğultuyla gelirdi.
Vahy’in en ağırı da, böyle gelenler idi.
Allah’ın Habibi’nin, o vahiy geldiği an,
Terler dökülür idi, o mübarek alnından.
Vahy’in ağırlığından, deve yere çökerdi.
Gören sahabiler de, bunu hissederlerdi.
İlk vahy’in gelmesiyle, tebliğ vazifesine,
Başlayıp, bu tebliği sürdü yirmiüç sene.
Peygamber Efendimiz, ümmî idi esasen.
Yani ders görmemişti ömründe hiç kimseden.
Hiç kitap okumamış, bir yazı yazmamıştı.
O, Mekke’de doğmuş ve orada yaşamıştı.
Böyle olduğu halde, Tevrat’ta ve İncil’de,
Hatta Yunan ve Roma devirleri içinde,
Yazılmış kitaplarda bulunan bilgilerden,
Haber verdi hem dahi geçmiş hadiselerden.
Rum, İran, Habeşistan hükümdarlarına da,
Mektup yazıp gönderdi, dini tebliğ babında.
Sair sultanlara da, mektuplar göndermişti.
Huzuruna, altmıştan fazla elçi gelmişti.
Bu babta, Rabbimiz de, Kitabında esasen,
Şöyle buyurmaktadır bir ayette mealen:
(Sen bu Kur’an-ı kerim gelmeden daha ilkin,
Bir kitap okumamış, yazı yazmamış idin.
Okur yazar bir kimse olsa idin sen eğer,
Başkasından öğrendin derler idi kâfirler.)
Yine Necm suresinde buyurur ki mealen:
(O, hiçbir şey konuşmaz asla kendiliğinden.
Onun bütün sözleri, elbet vahiy iledir.
Ona, her yapacağı, vahiyle bildirilir.)
.
06 - İLK MÜSLÜMANLAR
.Hazreti Hatice’nin imana gelmesi
Server-i kainat’a gelince peygamberlik,
Hatice validemiz iman etti Ona ilk.
Resul’ün tebliğine, hiç tereddüt etmeden,
(Peki!) deyip, imanla şereflendi ilk hemen.
Abdest almasını da, öğrenip Ondan bizzat,
Sonra namaz kıldılar, birlikte iki rekat.
Hatice validemiz, Resul’ün her emrine,
(Peki!) deyip, severek getirirdi yerine.
Kâfirler alay edip, üzseydi Peygamber’i,
Onun tesellisiyle, rahatlardı kalpleri.
Derdi: (Ya Resulallah, üzülmesin hiç kalbin.
İtaat edecektir sonunda sana kavmin.)
Ondan sonra, Resul’e önce iman eden zat,
Arkadaşı, hazret-i Ebu Bekir’dir bizzat.
O, bir rüya görmüştü, yirmi sene önce tam.
Gökten dolunay inip, parçalandı tamamen.
Ve düştü her parçası bir evin üzerine.
Sonra hepsi birleşip, yükseldi göğe yine.
O sabah, heyecanla uyanıp çıktı evden.
Bir yahudi âlime anlattı bunu hemen.
O dedi: (Bu, karışık rüyadır, tabir olmaz.)
Bu sefer Bahira’ya gitti ve eyledi arz.
O dedi ki: (Kureyş’ten, bir Peygamber çıkacak.
Onun hidayet nur’u, her yere yayılacak.
Sen, Onun hayatında olacaksın veziri.
Vefatından sonra da, olursun halifesi.)
Çok hayrette kalarak onun bu tabirine,
Yirmi sene, bunu hiç anlatmadı birine.
Vakta ki Resulullah tebliğ etti dinini,
Hatırladı hemen o rahibin dediğini.
Koşup geldi Resul’ün huzuruna anında,
Dedi: (Bir şey işittim, bu gün senin hakkında.
Peygamber olduğunu, Kureyş’e der imişsin.
Bu yüzden koşup geldim. bunu anlamak için.
Lakin her Peygamber’in. Peygamber olduğuna.
Delili vardır elbet. delilin nedir buna?)
Buyurdu ki: (Delilim şudur ki bunun için:
Sen, yirmi sene önce, bir rüya görmüş idin.
Bir yahudi âlime, rüyanı eyledin arz.
O dedi: Bu, karışık rüyadır, tabir olmaz.
Ayrılıp gittin hemen ve buldun Bahira’yı.
Dedin ki: Tabir eyle gördüğüm şu rüyayı.
O dedi ki: Kureyşten, bir Peygamber çıkacak.
Hidayetinin nur’u, her yere yayılacak.
Sen, onun tabirine pek çok hayret eyledin.
Ve bunu, yirmi yıldır kimseye söylemedin.)
Hazret-i Ebu Bekir, sevindi buna gayet.
Hemen can-ü gönülden getirdi bir şehadet.
Dedi: (Ya Resulallah, şehadet ederim ki,
Sen, Allah tarafından Resul’sün elbette ki.
Senin Peygamberliğin elbet haktır, doğrudur.
Nübüvvetinin nur’u, bu cihanı doldurur.)
Böylelikle islamda, yetişkin kimselerden,
İlk imana gelmekle, o oldu şereflenen.
. Hazreti Ali’nin imana gelmesi
Hazret-i Hatice’yle, bir zaman Fahr-i âlem,
Namaz kılıyorlardı cemaat halinde hem.
Onları, bu haliyle gördü Hazret-i Ali.
Henüz on yaşındaydı, merak etti bu hali.
Namazın hitamında, sual etti: (Bu nedir?)
Buyurdu ki: (Ya Ali, bu, Allah’ın dinidir.
O Allah ki, birdir ve eş, ortak yoktur Ona.
Seni davet ederim bu Allah’a imana.)
Dedi ki: (Babam ile meşveret eyleyeyim.
Sonra gelip, bu babta size cevap vereyim.)
Buyurdu ki: (Ya Ali, imana gelmez isen,
Bu sırrı, başkasına söyleme yine de sen.)
İki adım atınca, geldi ki hatırına:
(Nasihat eylemişti bu babta babam bana.
Demişti ki: Ya Ali, ne der ise Muhammed,
Hiç tereddüt etmeden tasdik eyle, kabul et.)
Şehadet’i getirip, müslüman oldu hemen.
O oldu çocuklardan ilk önce iman eden.
Resulullah uğrunda yaptı çok fedakârlık.
Onu, kendi nefsine tercih etti o artık.
Zeyd ibni Harise’dir dördüncü iman eden.
Hemen tasdik etmişti, hiç tereddüt etmeden.
Azad olmuş köleler içinde ise bu zat,
İlk iman etmek ile şereflendi o saat.
. Hazreti Osman’ın imana gelmesi
Hazret-i Ebu Bekir, gelir gelmez imana,
Hemen yaranlarının koşup gitti yanına.
Osman, Talha ve Zübeyr, Sa’d ve Abdurrahman,
Hazret-i Ebu Bekr’in arkadaşıydı o an.
Kendisi iman edip, erince hidayete,
İstedi ki, onlar da kavuşsun bu devlete.
Hazret-i Osman der ki: Bir teyzem vardı benim.
Kahindi, bir gün onu ziyarete gitmiştim.
Bana dedi: (Ya Osman, sana, zevce olarak,
Güzel yüzlü, zahide bir kız nasib olacak.
O hanım, senden önce görmemiştir bir erkek.
Büyük bir Peygamber’in hem kızı olsa gerek.
Ve hatta o Peygamber, aramızdadır şu an.
Vahiy nazil olmuştur Ona Allah katından.)
Dedim ki: (Bu şehirde, bilinmiyor hiç böyle.
O halde sen bu sırrı az daha açık söyle.)
Dedi ki: (Muhammed bin Abdullah var ya hani,
O zata Peygamberlik gelmiştir henüz yeni.)
Çok hayrette kalmıştım teyzemin sözlerine.
Hemen koştum acele Ebu Bekir’in evine.
Zira biz, onun ile arkadaştık o zaman.
Durumu anlatınca, bana dedi: (Ya Osman!
Sen akıllı kimsesin, teyzenin sözleri hak.
Cansız put, ilahlığa hiç olur mu müstehak?)
Sonra, beni Resul’e alıp gitti o zaman.
Resul beni görünce, buyurdu ki: (Ya Osman!
Hak teâlâ Cennete ediyor seni davet.
Ben Onun Resulü’yüm. sen de eyle icabet.)
Hemen tasdik eyledim Allah’ın Resulü’nü.
Şehadet’i getirip, iman ettim o günü.
. Yakın akrabayı davet
Resulullah, bi’setin ilk üç yılı içinde,
İnsanları islama davet etti gizlice.
İnsanlar, yavaş yavaş iman ediyorlardı.
Üç senede bu sayı, ancak otuz’a vardı.
İbadet yaparlardı onlar da pek gizlice.
Ve ezberliyorlardı ayetleri indikçe.
Bir müddet sonra ise, nazil oldu bir ayet.
Mealen: (Akrabanı hak dine eyle davet!)
O Server, ifa için Rabbinin bu emrini,
Yakın akrabasının davet etti hepsini.
Onlar, Ebu Talib’in geldiğinde evine,
Bir kap yemek, bir tas süt getirdi önlerine.
Besmele söyleyerek, yedi önce kendisi.
Ve (Buyurun!) deyince, başladı sonra hepsi.
Yemek bir kişilikti, onlar kırk kişiydi tam.
Hepsi yiyip doydular, eksilmedi hiç taam.
Görüp Resulullah’ın işbu mucizesini,
Bir hayret ve şaşkınlık sardı o an hepsini.
İslama davet için, Resul aleyhisselam,
Onlara, bazı şeyler söyleyecekti ki tam,
Davetliler içinden, amcası Ebu leheb,
Kalkıp, Resulullah’a hakaretler etti hep.
Dedi: (Ey akrabalar, şunu diyeyim ki ilk,
Biz, hiç bugünki gibi, büyük sihir görmedik.
Ey kardeşimin oğlu, hatta ben, senin gibi,
Şer, kötülük getiren görmedim başka biri.)
Resulullah, bu sözden mahzun oldu begayet.
Zira en yakınından görüyordu hakaret.
Buyurdu: (Bugün bana, bütün Arabistan’ın,
Yapamayacakları kötülüğü sen yaptın.)
Hiç birisi müslüman olmadan dağıldılar.
Daha sonra onları, çağırdı eve tekrar.
Yemek yendikten sonra, isteyip yine destur,
Buyurdu: (Her türlü hamd, sırf Allah’a mahsustur.
Hak teâlâ’dan gayri, yoktur başka bir ilah.
Eşi ortağı yoktur, yegane, tektir Allah.
Yalan söylemiyorum, hakkı bildiriyorum.
Siz de bu tek Allah'a iman edin diyorum.
Ben dahi o Allah’ın, size ve her insana,
Gönderdiği Resul'üm, iman edin siz bana.
Uyuduğunuz gibi, bir gün öleceksiniz.
Ve uyanır gibi de, hep dirileceksiniz.
Her yaptığınız işten, olacak bir bir hesap.
Görürsünüz karşılık, ya mükafat, ya azap.
Orada iki yer var, ya Cehennem, ya Cennet.
Ya ebedi bir elem, ya da sonsuz bir nimet.)
Amcası Ebu Talip, dedi ki: (Ey yeğenim!
Elimden geldiğince sana yardım ederim.
Bu nasihatlerini dinleyip kabullendik.
Ve bütün sözlerini, gönülden tasdik ettik.
Emr olunduğun şeye, devam eyle her saat.
Bu hususta yardımcın, evvela benim bizzat.)
Diğer akrabalar da, sırf Ebu Leheb hariç,
Hep yumuşak konuşup, üzmediler Onu hiç.
. Bana kim yardım eder?
(En yakın akrabanı davet eyle hak dine!)
Diye vahiy gelince Allah’ın Habibi’ne,
Toplayıp, tebliğ etti dinini onlara hep.
Yine itiraz etti amcası Ebu Leheb.
Hemen ayağa kalkıp, dedi ki haziruna:
(Daha önce davranıp, mani olun siz buna.
Onun dediklerini kabul eder iseniz,
Zillet ve hakarete uğrarsınız hepiniz.)
O Server’in halası Atike Hatun ise,
Dedi: (Böyle konuşmak, yakışır mı hiç bize?
Kardeşimin oğlunun bu dini elbette hak.
Bize layık değildir Onu yalnız bırakmak.
Bugün bütün âlimler diyor ki ittifakla:
Kureyş’ten bir Peygamber gelecektir mutlaka.
Hem de Abdülmuttalip soyundan gelecektir.
O Resul işte budur, sözü hak ve gerçektir.)
Bu sözlere mukabil, yine de Ebu Leheb,
Çirkin konuşmasına devam edip durdu hep.
O zaman Ebu Talip, fena gadaplanarak,
Hemen Ebu Leheb’e bağırdı ki: (Ey korkak!
Ne için yeğenime edersin muhalefet?
Sağ oldukça, biz Onun yardımcısıyız elbet.)
Sonra, Resulullah’a döndürerek yüzünü,
Gayet ferahlandırdı Allah’ın Resulü’nü.
Dedi ki: (Ey yeğenim, insanları Rabbine,
Çağıracağın zaman, haber ver bize yine.
Silahlanıp, seninle hep birlikte gelelim.
Seni, düşman şerrinden muhafaza edelim.)
Sonra Resul-i ekrem, devamla sözlerine,
Dedi: (Davet ederim sizi islam dinine.
Ben sizi, dilde kolay, mizanda ağır basan,
Şu iki kelimeye çağırıyorum şu an.
La ilahe illallah Muhammedün Resulullah.
Buna inanırsanız, bulursunuz tam felah.
Yani Allah’tan başka bir ilah yoktur daha.
Ben dahi, o Allah’ın Resulü’yüm kullara.
Rabbim, bana melekle göndererek bir ayet,
Buyurdu: Akrabanı hak dine eyle davet
Benim bu davetimi hanginiz kabul eder?
Ve hanginiz bu yolda, bana hep yardım eyler?)
Üç defa tekrar etti Resul bu teklifini.
Kimse cevap olarak çıkarmadı sesini.
Yalnız her defasında, bir kimse kalkıyordu.
(İnandım, her yardıma ben hazırım!) diyordu.
Hazret-i Ali idi bu şerefe kavuşan.
Hem henüz çocuk olup, on yaşındaydı o an.
Üçüncüde kalkarak, dedi: (Ya Resulallah!
Senin nübüvvetine inanıyorum Vallah.
Gerçi yaşça, bunların en küçüğü isem de,
Sana yardım ederim, her zaman ve her yerde.)
Peygamber Efendimiz, tuttu onun elinden.
Diğerleri, hayretle dağıldılar evinden.
. Benden yalan duydunuz mu?
Bir vahiy gelmişti ki hazret-i Peygamber’e:
(Davet et insanları islama aşikâre!)
O günden itibaren, Allah’ın Sevgilisi,
Dine, açık olarak davet etti herkesi.
Çıkıp safa dağına, seslendi ki bu kere:
(Ey Kureyş insanları, toplanınız bir yere!)
İnsanlar toplanınca, seslendi ki: (Ey kavmim!
Yalan söylediğimi duydunuz mu hiç benim?)
Hep birden dediler ki: (Duymadık hiçbir zaman.
Sen emin bir kişisin, uzaksın her yalandan.)
Buyurdu: (Ey insanlar, hamd olsun Rabbimize.
Ki, Peygamber eyleyip, gönderdi beni size.
O Allah ki, yerlerin göklerin sahibidir.
O Allah ki, her şeyin malikidir ve birdir.
Rab yoktur Ondan başka, ibadete müstehak.
Her canlıyı yaratan, öldüren Odur ancak.)
Ebu Leheb, hiddetle bağırdı o Server’e:
(Bizi, bunun için mi topladın sen bu yere?)
Ve hemen cemaate döndürerek yüzünü,
Dedi: (Bu divanedir, dinlemeyin sözünü.)
Oraya toplananlar, duyunca bunu ondan,
Hiç iman etmeksizin, ayrıldılar oradan.
Sonradan birer birer artınca müslümanlar,
Bir araya geldiler hemen inanmayanlar.
Gelip Ebu Talib’e dediler: (Sen bilirsin.
Sen, sevip saydığımız kişilerden birisin.
Gözetiriz rızanı bizler her hal-ü kârda.
Lakin senin yeğenin, bak neyler bu arada?
Aba-ü ecdadının dinini terk ederek,
Yeni din ihdas etti Peygamberim diyerek.
Senin ikazlarınla vazgeçmezse O eğer,
Biz hakkından geliriz düşünüp bir çareler.
Aksi halde, Mekke’de ya O olur, ya da biz.
Onun bu işlerine kalmadı takatimiz.)
Ebu Talip, ısrarla koruyordu Resul’ü.
Onun üzülmesine yoktu hiç tahammülü.
O üzülmesin diye, sakladı bunu Ondan.
Yatıştırıp gönderdi, kâfirleri yanından.
Lakin bir müddet sonra, geldiler ona yine.
Dediler: (Bir şey söyle artık şu yeğenine.
Yoksa, çarpışacağız şu andan itibaren.)
Ebu Talip üzülüp, Resul’e geldi hemen.
Başını öne eğip, dedi: (Kuzum, dikkat et!
Kureyş, senin hakkında ediyorlar şikayet.
Sana düşman oldular bu günden sonra artık.
Akraba arasında, kötü şeydir düşmanlık.)
Buyurdu ki: (Ey amcam, eğer ki o kimseler,
Sağ elime Güneşi, sola Ay’ı verseler.
Vazgeçmem, çalışırım elimden ne gelirse.
Hatta canımı bile veririm gerekirse.)
Bu sözleri söyleyip, hızla kalktı yerinden.
Mübarek gözlerine yaş doldu kederinden.
Anladı Ebu Talip Resul’ü üzdüğünü.
Pişman olup, hemence geri aldı sözünü.
Dedi ki: (Sen devam et, asla korkma kimseden.
Hep himaye ederim, hayatta oldukça ben.)
. Akıl dışı bir teklif
Müşrikler anladı ki, Ebu Talip an be an,
Resul-i kibriya’yı koruyor her zarardan.
Ümare nam bir genci, yanlarına alarak,
Hemen Ebu Talib’in hanesine vararak,
Dediler: (Bu gördüğün, Ümare ibni Velid,
Mekke’deki gençlerin içinde tek bir yiğit.
Çok yakışıklı olup, cemali pek güzeldir.
Hem dahi şair olup, ahlakı mükemmeldir.
Bunu sana verelim, bulunsun hep yanında.
Muhammedi bize ver, bunun karşılığında.
Kullan her hizmetinde, sen bu ibni Velid’i.
Biz alıp öldürelim, yeğenin Muhammed’i.)
Ebu Talip, bu söze hiddetlenip begayet,
Şöyle deyip, onları anında eyledi red:
(Önce siz, oğlunuzu verin ben öldüreyim.
Ondan sonra ben size yeğenimi vereyim.)
Bu cevap karşısında şaşıran o kâfirler,
Gayet meyus bir halde, ona şöyle dediler:
(Bizim çocuklarımız, Onun yaptığı gibi,
Yaparsa, sen onları al öldür pek tabii.)
Ebu Talip, onlara hiç yüz göstermeyerek,
Dedi: (Benim yeğenim, mübarek kişidir pek.
Sizin çocuklarınız, toplansalar külliyen,
Yine benim yeğenim, üstündür herbirinden.
Demek ben, oğlunuzu alıp besleyeceğim.
Size, öldürmek için oğlumu vereceğim.
Bu teklif, ne mantıksız, ne akılsızdır cidden.
Bir dişi deve bile, uzaktır böyle işten.
İş artık çığırından çıkmıştır, madem öyle,
Yeğenim Muhammed’in, bilin ki bundan böyle,
Düşmanı her kim ise, ben onun düşmanıyım.
Yapın ne isterseniz, Onu koruyacağım.)
Müşrikler, bir hışımla kalktılar yerlerinden.
Hepsi Ebu Talib’in ayrıldılar evinden.
Ebu Talip, aynı gün, Haşim oğullarını,
Toplayıp, haber verdi bunların yaptığını.
O gün, Resulullah’a yardım etmek babında,
Tam ittifak yapıldı akraba arasında.
Lakin bu ittifaka girmedi Ebu Leheb.
O, müşrikler yanında devamlı bulundu hep.
Ebu Talip dedi ki: (Ey yiğitler, hepiniz,
Yarın, kılıçlarınız belinizde geliniz.)
Ertesi gün, Resul’ü yanlarına alarak,
Kâbe’ye yürüdüler, kimseden korkmayarak.
Beytullah’ın yanında toplanmıştı müşrikler.
Gelip, o kâfirlerin karşısına geçtiler.
Ebu Talip, gür sesle dedi: (İşittim ki siz,
Yeğenim Muhammed’i öldürecekmişsiniz.
Bu ardımdaki gençler, elleri kılıçlarda.
Tek bir işaretimi beklerler şu sırada.
Onu öldürürseniz, o takdirde ben dahi,
Tek birinizi bile sağ bırakmam Vallahi.)
Müşrikler, bu sözlerden korkup dona kaldılar.
Hiçbir cevap vermeden, oradan dağıldılar.
. Eziyet, işkence, zulüm
Ertesi gün müşrikler, gelip Kâbe dibinde,
Atıp tutuyorlardı Resul'ün aleyhinde.
Az sonra, Resulullah teşrif etti oraya.
Hep birden saldırdılar Resul-i kibriya’ya.
Ve hatta içlerinden, en azılı ve bedbaht,
Bir kâfir var idi ki, Ukbe bin Ebi Muayt,
Peygamber-i zişan’ın yapıştı yakasına,
Ve sıkmaya başladı sanki boğarcasına.
Yetişti o esnada, Hazret-i Ebu Bekir.
Ve gördü ki, vaziyet gayet tehlikelidir.
Onu, bu kâfirlerden kurtarmak maksadıyle,
Daldı aralarına, hemence can havliyle.
Dedi: (Rabbim Allah’tır diyen bir kimseyi siz,
Öldürecek misiniz, sizin Peygamberiniz.)
Onlar, Resulullah’ı bırakarak bu kere,
Saldırıya geçtiler Hazret-i Ebu Bekr’e.
Başına ve yüzüne vurdular tekme tokat.
Ve Utbe bin Rebia adındaki bir bedbaht,
Ayakkabılarıyla vurarak yüzüne hem,
Kan içinde bırakıp, verdi büyük bir elem.
Tanınmayacak hale gelmişti ki mübarek,
Birden Teym oğulları yetişti seğirterek.
Onu, o kâfirlerin alarak ellerinden,
Kendisini böylece kurtardılar ölümden.
Bir çarşafın içinde, götürdüler evine.
Bayılmıştı, bir müddet gelemedi kendine.
Babası ve Teym’liler, bu mübarek kişinin,
Uğraştılar, kendine gelebilmesi için.
Ancak akşama doğru kendisine gelince,
(Resulullah nasıldır?) diye sordu ilkönce.
Validesi Ümmül Hayr dedi ki: (Ey evladım!
Ne yemek istiyorsan, hemen hazırlayayım.)
Buna cevap olarak, dedi: (Ümmü Cemil'den,
Resul'ün durumunu, öğrenin gidip hemen.)
O, Hazret-i Ömer’in olurdu hemşiresi.
Bir bilgi almak için ona gitti annesi.
Üzüldü Ümmü Cemil durumu öğrenince.
Yine onun yanına geldiler aynı gece.
Sordu Ümmü Cemil’e hazret-i Ebu Bekir:
(Şu anda Resulullah acaba ne haldedir?)
(Hayattadır) deyince, dedi: (Elhamdülillah!
Peki şimdi ne yapar, nerdedir Resulullah?)
Ümmü Cemil dedi ki: (Erkam’ın evindedir.
Şükür hayatta olup, sıhhati yerindedir.)
Dedi: (Resulullah’ı görmedikçe ben bizzat,
Ne yer, ne de içerim, geçse de hayli saat.)
Gece, herkes uyuyup, çekilince el ayak,
Güçlük ile doğrulup, onlara dayanarak,
Yavaş yavaş yürüyüp, vardı Resulullah’a.
Onu sıhhatli görüp, şükreyledi Allah’a.
Koklayıp öptü Onu, sevgiyle sarılarak.
Kalbi, Onu görünce müsterih oldu ancak.
. Ebu Leheb ve karısı
Ukbe bin Ebi Muayt ve bir de Ebu Leheb,
Bunlar, Resulullah’a sıkıntı verirdi hep.
Hatta Resulullah’ın hanesi, o demlerde,
Bunların evlerinin arasındaydı hem de.
Bunlar fırsat buldukça, eziyet yaparlardı.
Kapısının önüne işkembe atarlardı.
Amcası Ebu Leheb, bununla yetinmeyip,
Ona taş atıyordu, komşu eve gizlenip.
Karısı Ümmü Cemil, kalmazdı ondan geri.
O da, öte beriden toplayıp dikenleri,
Geçeceği yollara dökerdi onları hep.
Ki, Allah’ın Resul'ü incinsin bundan sebep.
Bir gün de Ebu Leheb, pislik getirip yine,
Dökecekti Resul’ün kapısının önüne.
Lakin Hazret-i Hamza, görüp aldı elinden.
Getirdiği pisliği, başına döktü birden.
İşte Ebu Leheb’le, karısı Ümmü Cemil,
Böyle yaptıklarından oldular hor ve zelil.
Zira Tebbet suresi inince haklarında,
Daha da kudurdular bu düşmanlıklarında.
Karısı, işitince bu vahy’in indiğini,
Aramaya başladı Allah’ın Habibi’ni.
Kâbe’de olduğunu birisinden duyarak,
Yürüdü o tarafa, hiddetten kudurarak.
Sonra, yerden eline alarak koca bir taş,
Resul'ün arkasından yürüdü yavaş yavaş.
Hazret-i Ebu Bekir, Resul'ün huzurunda,
Bulunup, sohbetini dinliyordu o anda.
Bir ara, fark etti ki hazret-i Ebu Bekir,
Ümmü Cemil, elinde taş ile gelmektedir.
Heyecana kapılıp, dedi: (Ya Resulallah!
Bu size, bir fenalık yapabilir mazallah.
Hemen çekilseniz de bir köşeye siz yine,
Korkarım ki, bir zarar verecek hazretine.)
Ve lakin Resulullah gizlemedi kendini.
Buyurdu: (Ya Eba Bekr, göremez hiç o beni.)
Kadın gelip dedi ki hazret-i Ebu Bekr’e:
(Az önce görüyordum, kayboldu birden bire.)
Öfkeden kudurarak, dedi: (Ya Eba Bekir!
Çabuk söyle, ne oldu, arkadaşın nerdedir?
Duydum ki hicv eylemiş o kocamı ve beni.
O şairse, biz dahi şairleriz, ne yani.
Onun nübüvvetini, biz kabul etmiyoruz.
Getirdiği dini de, asla istemiyoruz.
Yemin ediyorum ki, görseydim Onu şayet,
Şu taşı, kafasına vuracaktım ben elbet.)
Ona dönüp, dedi ki hazret-i Ebu Bekir:
(O, şair değildir ve seni hicv etmemiştir.)
Bir şey yapamamanın ateşiyle yanarak,
Çekilip gitti sonra, oradan ayrılarak.
Hazret-i Ebu Bekir, arz etti ki Resul'e:
(Nasıl oldu, o kadın görmedi sizi böyle?)
Buyurdu: (O kör oldu, yalnız benim hakkımda.
Artık beni göremez, olsa da yakınımda.)
. Cezasını buldu
Hazret-i Peygamber’in mübarek kızlarından,
Hazret-i Ümmü Gülsüm ve Rukayye, o zaman,
İkisi de, sözlü ve nikahlıydı o ara.
Ve lakin düğünleri yapılmamıştı daha.
Bunlar, Ebu Leheb’in oğullarından olan,
Utbe ve Uteybe’yle nikahlılardı o an.
Henüz Tebbet suresi olmuştu yeni nazil.
Ebu Leheb kızarak, hemen buna mukabil,
Oğulları Utbe ve Uteybe’ye, o melun,
Dedi ki: (Kızlarını boşayın siz de Onun.
Boşayın ki, düşsün o bir sıkıntı içine.
İstediğiniz kızı, alırım size yine.)
Onlar da boşadılar hemen (Peki) diyerek,
Hatta alçak Uteybe, ileriye giderek,
Peygamber-i zişan’ın varıp hemen yanına,
Çok hakaret ederek, şöyle söyledi Ona:
(Ben, senin dininden ve senden hoşlanmıyorum.
Ve işte bu sebepten, kızını boşuyorum.
Artık ne sen beni gör, ne ben seni göreyim.
Ne sen bana gel artık, ne ben sana geleyim.)
Bununla da kalmayıp, saldırdı üzerine.
Yakasına yapışıp, çok şeyler dedi Ona.
Ve öyle sıkı tutup çekti ki gömleğinden,
O mübarek gömleği yırtıldı o yerinden.
Resulullah beddua eylediler o saat:
(Ya Rab, bir canavarı eyle buna musallat.)
Bu Uteybe alçağı, babasının yanına,
Dönüp, bu olanları anlattı o gün ona.
Ebu Leheb dinleyip, dedi ki ona fakat:
(Onun bu duasından içim hiç değil rahat.)
Bir müddet sonra ise, çağırıp bir gün onu,
Şam’a, ticaret için gönderdi bu oğlunu.
Konakladı kafile Zerka denen bir yerde.
Dolaşmaya başladı bir arslan o çevrede.
Uteybe, o arslanı görünce korktu fena.
Dedi: (Eyvah, o arslan muhakkak geldi bana.
Muhammed’in duası, her halde kabul oldu.
Arslan beni yiyecek, vah, Uteybe mahvoldu.)
Onu, gayet yüksekçe bir yere yatırdılar.
Gecenin yarısında, o arslan geldi tekrar.
Birer birer koklayıp kafiledekileri,
Ve buldu en nihayet o melun Uteybe’yi.
Üzerine sıçrayıp, karnını yardı hemen.
Çok feci parçaladı onu bir çok yerinden.
Uteybe, verir iken en son nefeslerini,
Diyordu ki: (Muhammed öldürdü elbet beni.
Size ben zaman zaman diyordum ya, Muhammed,
İnsanların, en doğru söyleyenidir elbet.)
Melun, alçak Uteybe, bunları diye diye,
Can verip yakalandı, azab-ı ebediye.
Sonra, Ebu Leheb de işitti hadiseyi.
Ki, arslan parçalamış evladı Uteybe’yi.
Dedi: (Size demiştim, Uteybe’nin hakkında.
Onun bu bedduası, çıkacak pek yakında.)
. ŞİİRLERLE MENKIBELER
Ejderha ve ateş kuşusu
Bir gün de Ebu Cehil, otururken Kâbe’de,
Orada bulunurdu Kureyş kâfirleri de.
Onlara hitab edip, dedi: (Ey Kureyşliler!
Halk, müslüman oluyor her gün birer ikişer.
Muhammed, dinimizi heryerde ayıplıyor.
Ve bizim taptığımız putlara bâtıl diyor.
Akılsız gözü ile bakıyor bizlere hep.
Onun bu davranışı, üzmez mi sizi acep?
Yeminle söylerim ki huzurunuzda şu an,
Bunun intikamını alacağım ben Ondan.
Yarın, büyük bir taşı elime alacağım.
O secdeye gidince, başına vuracağım.
Beni, onlara karşı korumasanız da siz,
Ben bu dediğim işi yapacağım şüphesiz.)
Müşrikler dediler ki bunun karşılığında:
(Sen bunu yap, biz senin bulunuruz yanında.
Yemin ediyoruz ki, koruruz seni elbet.
Yeter ki aramızdan ölüp gitsin Muhammed.)
Ertesi gün, eline büyükçe bir taş aldı.
Beytullah’a gelerek, beklemeye başladı.
Vakta ki Resulullah, gelip durdu namaza.
Ebu Cehil kâfiri, duramadı bir lahza.
Kalktı hemen hışımla, elinde koca bir taş.
Bir köşeye gizlenip, yaklaştı yavaş yavaş.
Az sonra, Resulullah secdeye vardığında,
Daha da ilerleyip, durdu hemen ardında.
Ve o taşı kaldırıp, vuracaktı ki birden,
O anda birden bire o taş düştü elinden.
Birşeyden korkmuş gibi titriyordu elleri.
Ve hemen geri dönüp, terk eyledi o yeri.
Kâfirler merak edip, sordular ona derhal:
(Niçin taşı vurmayıp, geri kaçtın, ne bu hal?)
Dedi ki: (Hiç sormayın, yaklaşınca ben Ona,
Kocaman bir ejderha hücuma geçti bana.
Öyle çok heybetli ve büyük idi ki başı,
Ondan korkup, düşürdüm elimdeki o taşı.
Görmemiştim ömrümde, öyle korkunç bir hayvan.
Elimde olmaksızın firar ettim oradan.)
Bir gün de Beytullah’da, sordu ki müşriklere:
(Muhammed, namaz için gelecek mi bu yere?)
Onlar (Evet) deyince, sordu yine o günü:
(Namaz kılıp, toprağa koyacak mı yüzünü?)
Onlar, bu suale de deyince hemen (Evet.)
Dedi: (Onun hakkından geleceğim ben elbet.
O namaza durunca, gizliden gideceğim.
Başını, ayağımla secdede ezeceğim.)
Ertesi gün o Server, namaza durdu gelip,
O, gitti arkasından, gizlice ilerleyip.
Çok yaklaşmış idi ki sevgili Peygamber’e,
Korkarak uzaklaştı oradan birden bire.
(Ne için kaçtın?) diye ona sorduklarında,
dedi: (Ateş kuyusu hasıl oldu anında.
Alevlerin, üstüme saçıldığını gördüm.
Korkup, hemen oradan acele geri döndüm.)
. Resul ile alay edenler
Kainatın Sultanı, bir gün Kâbe’de iken,
Cibril aleyhisselam yanına geldi birden.
Dedi ki: (Senin ile istihza edenlerin,
Hakkından gelmek için, emir aldım ve geldim.)
Beş kişi idiler ki bu kâfirler o zaman,
İstihza ederlerdi Resul’le utanmadan.
Biraz sonra, beşi de, hikmet-i ilahiyle,
Onların önlerinden geçtiler sıra ile.
Herbirisi geçerken, Cebrail, o kişinin,
Baktı bir azasına, helak olması için.
Kiminin bacağına, kiminin göz ve ayak,
Gibi azalarına baktı çok sert olarak.
Daha sonra dedi ki Resul-i kibriya’ya:
(Bu beş kişi, yakında uğrarlar bir belaya.)
Her kimin neresine baktı ise o zaman,
Hepsi helak oldular, hep o azalarından.
(As bin Vail eslemi), bunlardan biri buydu.
Oğlu ile birlikte, merkeple gidiyordu.
Biraz sonra bu kâfir, merkepten iner iken,
Ayağının birine, battı sivri bir diken.
Kısa zaman içinde çok feci oldu hali.
Şişti bütün bacağı deve boynu misali.
Ağrı ve sancısından bağırır, böğürürdü.
Derdi ki: (Muhammed’in Rabbi beni öldürdü.)
(Esved bin Muttalip)ti, ikinci kâfir ise,
Bir ağacın altında otururken bu kimse,
Birden görme hassası gitti iki gözünden.
Cibril geldi yanına, o anda gökyüzünden.
Başını, vura vura o ağaç gövdesine,
Gönderdi pis ruhunu esfel-i safiline.
Kölesine derdi ki: (Fırlasana yerinden.
Gelip de kurtarsana, beni bunun elinden.)
O derdi ki: (Kimseyi görmüyorum ben fakat.
Seni, kimin elinden kurtarayım şu saat?)
(Esved bin Abdi Yağves), bunların üçüncüsü.
Siyah oldu aniden gövdesi, habis yüzü.
Akşam eve gelince, değişmişti tamamen.
İğrenç ve gayet korkunç bir hale girdi birden.
Zevcesi, çocukları onu tanımadılar.
Bu yüzden kendisini içeri almadılar.
Gadabından, başını kapıya vura vura,
Ebedi cehenneme vasıl oldu o ara.
(Haris ibni Kays) idi, biri o kâfirlerden.
Bir gün hararetlendi tuzlu balık yemekten.
Ne çok su içtiyse de, kanmıyordu ne var ki,
Zira onun, bu yoldan olacaktı helaki.
Suya kanayım diye, içti içti habire.
Öyle ki, en sonunda çatladı birden bire.
(Velid bin Mugire)ydi beşincisi bunların.
Bu, önünden geçerken okçu dükkanlarının,
Ok girdi bacağına dükkanların birinden.
Çıkarmadı o oku, gurur ve kibirinden.
Kan kaybından o dahi kendini etti helak.
Böylece Cehenneme gitti sonsuz olarak.
. Allah birdir diyordu
Resulullah, dinini aşikâre olarak,
Tebliğe başlayınca, kâfirler toplanarak,
Buna mani olmaya sa’y-ü gayret ettiler.
Olmayınca, eziyet etmeye kastettiler.
Lakin Resulullah’ı korurdu Ebu Talip.
Bu sebeple kâfirler, ondan korkup, çekinip,
Fazla yapamazlardı Resul'e eza, cefa.
Lakin kimsesizlere yaparlardı çok defa.
Mesela (Süheyb) ile, bir de (Habbab) ve (Ammar),
Yaparlardı bunlara dayanılmaz cefalar.
Biri de (Bilal) idi bu zayıf müminlerin.
Kölesiydi Ümeyye adında bir kâfirin.
Oniki kölesinden, bunun tavrı ve hali,
Hoşuna gittiğinden çok severdi Bilal’i.
Puthaneye nöbetçi yapmıştı onu hem de.
Lakin iman etmişti Bilal de o günlerde.
Orada, gizli gizli ibadet ediyordu.
Putları da yatırıp, secde ettiriyordu.
Ümeyye bunu duyup, çıkıştı ki Bilal’e:
(Sen de mi iman ettin, çok şaşırdım bu hale.)
Ümeyye kâfirine dedi ki o da hemen:
(Evet, gerçek mabuda ibadet ederim ben.)
Bilal’in cevabından, gadaplandı Ümeyye.
Başladı insafsızca eza cefa etmeye.
Tam öğle sıcağında, onu, çıplak olarak,
Kumların üzerine, sırt üstü yatırarak,
Derdi ki: (Muhammed’in Allah’ını inkâr et!
Bizim putlarımıza yap sadece ibadet.)
Bazan da onu gömüp kızgın kumun içine,
(Muhammed’in dininden dön!) derdi kendisine.
Bilal, bu cefaları çekerdi de ruz-ü şeb,
Yine de (Birdir Allah! birdir Allah!) derdi hep.
Bazan da soyundurup, diken üstünde onu,
Sürütüp, parça parça ederdi vücudunu.
Buna dahi sabredip, dönmez idi dininden.
(Allah birdir) sözünü düşürmezdi dilinden.
Ümeyye kâfiriyse, görüp bir gün bu hali,
Yatırdı kızgın kuma hiddet ile Bilal’i
Çıkıp, dizleriyle de bastırdı sinesine.
Öyle ki, halel geldi bir müddet nefesine.
Kıpırdamaya bile kalmayınca mecali,
Bırakıp gitti artık, (öldü) diye Bilal’i.
Kendisine gelince, etti ki hemen sual:
(Şimdi Lat ve Uzza’ya inandın mı ey Bilal?)
Son derece halsizdi, çıkmıyordu nefesi.
Ve hatta bitkinlikten çıkmıyordu hiç sesi.
Parmağını kaldırıp, işaret eyleyerek,
Söyledi imanını (Allah birdir!) diyerek.
Hazret-i Bilal der ki: (Ümeyye, çok defalar,
Gece beni bağlayıp, ederdi çok cefalar.
Yine sıcak bir günde, gelip beni alarak,
Yatırdı kızgın kuma, hem de çıplak olarak.
Göğsümün üzerine, taş koydu ağırından.
O anda bayılmışım taşın ağırlığından.)
. Sende vicdan yok mudur?
Kendime geldiğimde, baktım ki güneş batmış.
Üstümdeki kayayı, kaldırıp biri atmış.
Dedim ki: (Ya ilahi, çok şükür bu halime.
Zira halel gelmedi imanıma, dinime.)
Sonra, kendi kendime söylendim ki ben hemen:
(Hepsi hoş ve güzeldir elbette Haktan gelen.)
Yine bir gün o zalim, elbisemi çıkarıp,
Kalın deve ipini, boynuma sıkı sarıp,
Mekke çocuklarına verdi ipin ucunu,
Yerlerde sürükletti günlerce vücudumu.
Öyle ki, param parça oldu bütün bedenim.
O gün Allah’tan başka, yoktu yardım edenim.
Bir gün Resul-i ekrem, oradan geçiyordu.
Bilal, taşın altında (Allah birdir!) diyordu.
Buyurdu ki : (Ya Bilal, seni, bu Allah demen,
Kurtarır bu insafsız kâfirlerin elinden.)
Oradan hanesine gelince biraz sonra,
Hazret-i Ebu Bekir gelip girdi huzura.
Ona dahi anlatıp o günkü gördüğünü,
Bildirdi Bilal için pek çok üzüldüğünü.
Hazret-i Ebu Bekir, gitti hemen Bilal’e.
Görünce, kendisi de çok üzüldü bu hale.
Baktı ki, kızgın kumun içine yatırmışlar.
Üstüne de büyükçe bir kayayı koymuşlar.
Çok üzülüp dedi ki o zalim Ümeyye’ye:
(Niçin azab edersin bu zavallı köleye?
La ilahe illallah derse eğer bir insan,
Cezaya mı layıktır, yok mudur sende vicdan?
Zavallının üstünden kaldır at şu kayayı.
Ve sat bana. vereyim istediğin parayı.)
Dedi: (Dünya dolusu versen de çok paralar,
Yine satmam Bilal'i, vermişim kati karar.
Lakin onu, bir şartla sana verebilirim.
Yardımcın Amir ile, Bilal’i değişirim.)
Çok iyi becerirdi (Amir) de ticareti.
Onu elde etmekti Ümeyye’nin niyeti.
(Kabul!) deyip, değişti Amir’i Bilal ile.
Kurtardı bu cefadan Bilal’i böylelikle.
Buna çok sevinmişti o Ümeyye kâfiri.
Dedi ki: (İyi oldu, aldattık Ebu Bekr’i.)
Hazret-i Ebu Bekir, memnun idi daha da.
Zira kurtarmış idi, Bilal’i bu arada.
Onun kurtulmasını Resul de çok isterdi.
Resul’ü sevindirmek, dünyalara değerdi.
Ve hemen Bilal ile el ele tutuşarak,
Geldi Resulullah’a sevincinden uçarak.
Dedi: (Ya Resulallah, Bilal’i, Ümeyye’den,
Amir ile değişip, satın aldım bugün ben.
Zira gördüm ben dahi onun bu cefasını.
Siz dahi isterdiniz onun kurtulmasını.
İşte ya Resulallah, müjde vereyim size,
Azad ettim Bilal’i, sizin şerefinize.
Şu anda köle değil, hür’dür o bizim gibi.
Rahat etsin kalbiniz ey Allah’ın Habibi!)
Resulullah, çok fazla sevindi bu habere.
Ve çok dua eyledi hazret-i Ebu Bekr’e.
. Demirden gömlek
(Habbab ibni Eret) de, ilk iman edenlerden.
Çok eziyet görürdü, o dahi kâfirlerden.
Ümmü Enmar adında birinin kölesiydi.
Bu kadın müşrik olup, onun efendisiydi.
Kimsesiz olduğundan hem de Habbab bin Eret,
Müşrikler, kendisine yapardı çok eziyet.
Soyup elbisesinden kâfirler bazan onu,
Dikenle tararlardı mübarek vücudunu.
Demirden bir de gömlek giydirip ona bazan,
Sonra bekletirlerdi güneşte uzun zaman.
Bazan yassı taşları, güneşte kızdırarak,
Ve çıplak vücuduna kuvvetle bastırarak,
Derlerdi ki: (Dininden dön acele ey Habbab!
Sırf bizim putlarımız, Lat ile Uzza’ya tap!)
O ise, (La ilahe illallah) deyip her an,
Hiç taviz vermez idi dininden, imanından.
Müşrikler, onun için bir gün ateş yaktılar.
Çıplak, sırtı üzeri ateşe yatırdılar.
O derdi ki: (Ya Rabbi, görüyorsun halimi.
Kâfirler tarafına kaydırma sen kalbimi.)
Gündüzleri, bu minval eza gören bu Habbab,
Gece, efendisinden görürdü ayrı azap.
O dahi bir demiri ateşte kızdırarak,
Dağlardı onu hergün, başına bastırarak.
Bir gün hazret-i Habbab, Sevgili Peygamber’e,
Bu acıklı halini arz eyledi bir kere.
Gösterip başındaki yanık izlerini hep,
Müstecap duasını eyledi Ondan talep.
Resul çok üzülerek çektiği bu azaba,
Dedi ki: (Ya ilahi, yardım eyle Habbab’a.)
Anında kabul oldu Onun bu temennisi,
Bir derde yakalandı onun o efendisi.
Müşrikin habis başı, şiddetle ağrıyordu.
Bunun ızdırabıyla inleyip ağlıyordu.
Çare bulamadılar bu başının derdine.
Nihayet bir tanesi dedi ki kendisine:
(Ateşte kızdırarak bir demir parçasını,
Her gün dağlatacaksın o demirle başını.)
Çaresizlik içinde Habbab’ı çağırarak,
Dedi: (Dağla başımı, bir demir kızdırarak.)
Artık o, bir demiri hergün kızdırıyordu.
O kâfirin başına bastırıp dağlıyordu.
Bir gün de bu sahabi, gitti As bin Vail’e,
Ondan alacağını istedi rica ile.
O ise müşrik olup, şöyle dedi kininden:
(Vermem alacağını dönmez isen dininden.)
Dedi: (Ben hayatta ve öldükten sonra dahi,
Bu din üzerindeyim, vaz geçemem Vallahi.)
As bin Vail kâfiri, istihza eyleyerek,
Mübarek sahabiye sinsi sinsi gülerek,
Dedi: (Öldükten sonra, madem dirileceğim,
Sana olan borcumu, orada ödiyeyim.)
Bu sözü üzerine nazil oldu bir ayet.
Azapla müjdelendi, o kâfir en nihayet.
. Zinnire hatun’un ihlası
Müşrikler işkencede, yaşlı genç, kadın erkek,
Gibi ayırımlarda bulunmazlar idi pek.
Kimi bulurlar ise, ilk iman edenlerden,
Ona çok işkenceler yapıyorlardı hemen.
Bir de (Zinnire Hatun) var idi ki, kimsesiz.
O da, iman etmekle şereflenmişti henüz.
Müslüman olduğunu haber aldıklarında,
Ona da, işkenceye başladılar anında.
Boğazını sıkarak, derlerdi: (Dön dininden!)
O, bayılıp düşerdi, nefesi bittiğinden.
Bilhassa Ebu Cehil yapıyordu böyle hep.
Hatunun, görmez oldu gözleri bundan sebep.
Ebu Cehil dedi ki ederek hem istihza:
(Gördün mü, gözlerini kör etti Lat ve Uzza.)
Zinnire Hatun ise, dedi: (Ya Eba Cehil!
Hayır, asla bu senin dediğin gibi değil.
Lat ve Uzza putları, hiçbir işe yaramaz.
Kendine tapmayanı, tapandan ayıramaz.
Ve lakin benim Rabbim, gözlerimin nur’unu,
İadeye kadirdir, yapabilir O bunu.)
Onun bu dileğini, gerçekten cenab-ı Hak,
Kabul edip, gözleri açıldı tam olarak.
Ve hatta eskisinden görürdü daha iyi.
Bunu, o kâfirlerin gördüler hepsi dahi.
Lakin inatlarından imana gelmediler.
Açık mucizelere, (Bu, sihirdir) dediler.
Onlar, Resulullah’a baş gözüyle bakarak,
İman edemediler, çok fena aldanarak.
Hatta aralarında toplanıp ara ara,
Derlerdi: (Şaşılmaz mı Ona inananlara?
Muhammed’in bu dini doğru olsaydı şayet,
Onlardan daha önce, biz inanırdık elbet.
Bakın Ona uyanlar, fakir kölelerdir hep.
Onlar, bizden önce mi doğruyu buldu acep?)
Sahabe-i kiram’ın çektiği ızdıraba,
Pek çok üzülüyordu o Resul-i mücteba.
İslamın yayılması, öğrenilmesi için,
Emniyetli bir yere ihtiyaç vardı ilkin.
Erkam hazretlerinin var idi ki bir evi,
Onu seçti bu işe Allah’ın Peygamber’i.
Bu, Safa tepesinin, tam doğu cihetinde,
Yüksekçe bir yerdeydi, dar bir sokak içinde.
Kâbe görülüyordu rahatlıkla oradan.
Ve çok elverişliydi emniyet bakımından.
Kontrolü yönünden de, zira gelen gidenin,
Yeri, gayet uygun ve müsaitti bu evin.
Resulullah bu evde, gündüz oturuyordu.
Eshabına islamı her gün anlatıyordu.
Müslüman olacaklar, gelirlerdi bu eve.
Ve şereflenirlerdi imana gelmek ile.
Allah’ın Habibi’nin, kalplere deva olan,
Mübarek sohbetini, o mübarek ağzından,
Nefes almaz şekilde, edeple dinlerlerdi.
Hatta yutarcasına, bir bir ezberlerlerdi.
. İlk şehid
Sahabe’den (Ammar bin Yasir) anlatır hem de:
Bir gün, Dar-ül Erkam’a gitmiştim o günlerde.
O gün Resulullah’ı bir göreyim diyordum.
Huzurunda müslüman olmayı istiyordum.
Gittiğimde, Süheyb’e rastladım oralarda.
Beni görüp sordu ki: (Ne ararsın burada?)
Gayemi söyleyince, o dedi ki: (Ben dahi,
Aynı bu maksat ile gelmiş idim Vallahi.)
İkimiz beraberce, girdik huzurlarına.
İman edip katıldık, müminlerin safına.
Müşrikler haber aldı Ammar iman edince,
Çok ağır işkenceler yaptılar ona nice.
Derlerdi ki: (Allah’ı inkâr et, dön dininden!
Yalnız Lat ve Uzza’ya tap, kurtul elimizden.)
O da, her defasında onları ederdi red.
Derdi ki: (Rabbim Allah, Peygamberim Muhammed.)
Müşrikler, bu cevaba sinirlenerek yine,
Sıcak kaya koyardı göğsünün üzerine.
Bazan kuyu içine, insafsızca atarak,
Öldürmek isterlerdi onu suda boğarak.
Bir gün, Resulullah’ın gelerek huzuruna,
(Takatımız kalmadı) diye arz etti Ona.
Resulullah üzülüp, buyurdu: (Sabrediniz!)
Sonra iki elini açıp Peygamberimiz,
Buyurdu ki: (Ya rabbi, Ammar ailesinden,
Cehennem azabını tattırma birine sen.)
Validesi (Sümeyye), sonra babası (Yaser),
Ve kardeşi (Abdullah), hepsi iman ettiler.
Müşrikler, nasıl cefa yaparlarsa Ammar’a,
Daha ziyadesini yaparlardı bunlara.
Bunlara da (İslamı inkâr edin!) derlerdi.
Onlar, her defasında bunu reddederlerdi.
Derlerdi: (Derimizi yüzseniz de bizim siz,
Yine de bu hususta dinlemeyiz sizi biz.
Ve hatta dilim dilim bizi doğrasanız da,
Yine göremezsiniz bizi siz aranızda.)
O insafsız kâfirler, Yaser ailesine,
Çok feci işkenceler yaparken böylesine,
Allah’ın Sevgilisi oradan geçiyordu.
Hallerine acıyıp, hemen şöyle buyurdu:
(Ey Yaser ailesi, sabredip sevininiz.
Şüphe yok ki Cennettir mükafat yerleriniz.)
Yine bir gün kâfirler, Yaser ailesine,
Dayanılmaz cefalar edip o gün hepsine,
Hazret-i Yaser ile oğlu Abdullah’ı hem,
Okla şehid ederek verdiler büyük elem.
Ebu Cehil alçağı, Sümeyye Hatunun da,
İple ayaklarını bağlayıp en sonunda,
İplerin uçlarını, iki ayrı deveye,
Bağlatıp sürdü sonra, ters istikametlere.
Bu korkunç işkenceyle, vücudu parçalanan,
Sümeyye hazretleri, ilk şehid oldu o an.
Bunu, Resulullah ve Eshabı öğrenince,
Daha sıklaştırdılar saflarını iyice.
. ŞİİRLERLE MENKIBELER
Ebu Zer-i Gıfari
Artık islamın nur’u, Mekke’nin haricinde,
Yayılmaya başladı kabileler içinde.
Ulaştı Beni Gıfar kabilesine dahi,
Duydu bunu o yerde (Ebu Zer-i Gıfari)
Biraderi Üneys’e dedi ki o gün hemen:
(Git, o Resul hakkında bilgi getir Mekke’den.)
Üneys gelip görünce Allah’ın Resulü’nü,
Hayran ve aşık olup, geri döndü o günü.
Ebu Zer, neticeyi sorunca kardeşine,
Dedi: (Öyle bir zatın rastlamadım eşine.
Emrediyor herkese, hep hayır ve iyilik.
Böyle yüce bir zatı gördüm ben ömrümde ilk.)
Ebu Zer-i Gıfari, bu haber üzerine,
Biraz azık alarak, geldi Mekke şehrine.
Tek maksadı, görmekti Allah’ın Habibi’ni.
Korkudan, hiçkimseye anlatmadı halini.
Zira müslümanlara, kâfirler o zamanlar,
Yaparlardı çok feci, dayanılmaz cefalar.
Resul'ü görmek için, bekledi uzun müddet.
Lakin nasib olmadı, akşam oldu nihayet.
Hazret-i Ali görüp, davet etti evine.
Yatıp, sabah olunca, Kâbe’ye geldi yine.
Artık üçüncü gece, sordu ki Ebu Zer’e:
(Nereden, ne maksatla teşrif ettin bu yere?)
Dedi ki: (Söyleyeyim, hiç kimseye demezsen.)
Dedi: (Korkma, halini kimseye söylemem ben.)
Dedi: (Duydum, bu yerde var imiş bir Peygamber.
Geldim ki, kendisinden edineyim bir haber.)
Hazret-i Ali ona, dedi: (Bu, büyük nimet.
Ben Ona gidiyorum, sen de beni takib et.
Benim girdiğim eve, peşimden sen de gel gir.
Ve lakin sokaklarda, müşrikler görebilir.
Böyle bir tehlikeyi sezer isem ben şayet,
Yere eğilir gibi yaparım bir işaret.
O zaman beni geçip, yürü eve girmeden.
Böylece kurtulursun, öyle bir tehlikeden.)
O da onu takiben, yürüyüp girdi eve.
Ve kavuştu böylece Sevgili Peygamber’e.
(Esselamü aleyküm!) diyerek verdi selam.
Aldı bu selamını Resul aleyhisselam.
Sonra, (Sen kimsin?) diye, sual ettiler hemen.
Dedi: (Ben bir kimseyim, Gıfar kabilesinden.)
(Ne zamandır burdasın?) diye sual edince,
Dedi: (Buralardayım, üç gündüz ve üç gece.)
Allah’ın Sevgilisi, sonra da şöyle sordu:
(Peki, seni üç gündür kim yedirip doyurdu?)
Dedi: (Yemek yemedim, zemzem içtim sadece.
Bir açlık ve susuzluk hissetmedim zerrece.)
Peygamber efendimiz, buyurdular ki: (Zemzem,
Mübarek bir sudur ki, doyurur açları hem.)
Anlattı Ebu Zer’e sonra islamiyet’i.
İman etti o hemen, okuyup şehadet’i.
. ŞİİRLERLE MENKIBELER
Puta tapılır mı?
Ebu Zer-i Gıfari, vakta ki etti iman,
İstedi ki, kavuşsun bu devlete her insan.
O, müslüman olmanın sevinciyle bu kere,
Söyledi imanını Kâbe’de aşikâre.
Müşrikler bunu duyup, üstüne saldırdılar.
Bayılıncaya kadar, taş ve sopa vurdular.
Sonra hazret-i Abbas, görüp bu olanları,
Ebu Zer'i kurtarıp, ikaz etti onları.
Dedi: (Öyle bir yerde oturur ki bu adam,
Ticaret kervanınız önünden geçiyor tam.
Buna böyle eziyet, işkence ederseniz,
Bir daha siz oradan nasıl geçeceksiniz?)
Müşriklerin elinden kurtulunca Ebu Zer,
Resul'ün huzuruna koşup gitti bu sefer.
Resulullah buyurdu: (Dön, git memleketine.
O yörenin halkını, çağır islam dinine.)
Bu emir üzerine, yurduna etti avdet.
İnsanları toplayıp, islama etti davet.
Dedi ki: (Hakiki din, islamiyet’tir ancak.
Ve bir tek ilah vardır ibadet yapılacak.
O hakiki ilah da, Allah’dır ki, O birdir.
Ve hazret-i Muhammed, Onun Peygamberidir.)
Bir çoğu, bu sözlere edince hep itiraz,
Kabile reisleri, dedi ki: (Susun biraz!)
İsmi Haffaf idi ki, gür sesle bağırarak,
Dedi: (Dinleyelim ki, daha ne anlatacak?)
Ebu Zer-i Gıfari, şöyle dedi o zaman:
(Kardeşlerim, vakta ki ben müslüman olmadan,
Bir gün, nuhem putunun yanına gitmiş idim.
Önüne süt koyarak, geriye çekilmiştim.
Biraz sonra, bir köpek geldi onun önüne.
Sütü içip, o putun pisledi üzerine.
Baktım, mani olmaya yoktu putun mecali.
O gün gözlerim ile, gördüm ben işbu hali.
Pis bir köpeğin bile, böyle büyük hakaret,
Eylediği bir puta, edilir mi ibadet?
İşte o taptığınız putun hali böyledir.
Bu, apaçık delilik değildir de, ya nedir?)
Herkes başını eğmiş, öylece dinliyordu.
İçlerinden birisi, kalktı ve şöyle sordu:
(Senin bu bahsettiğin Peygamber neler diyor?
Onun getirdiği din, neleri emrediyor?)
Dedi: (O buyurur ki, hakiki ilah birdir.
O, herşeyin sahibi ve mutlak malikidir.
İyi, güzel ahlaka çağırıyor herkesi.
İnsanları huzura erdirmektir gayesi.
Diyor ki: Hiç kimseye yapmayın bir haksızlık.
Zira fena şeylerdir, her türlü ahlaksızlık.
İçki, kumar, zinaya yaklaşmayın ki zinhar,
Çünkü insanlar için, çok zararlıdır bunlar.)
Bunları söyleyince, insaf etti çoğu halk.
Reisleri Haffaf ve Üneys başta olarak,
Onun bu sözlerini tasdik edip o zaman,
Çoğu, can-ü gönülden oldular hep müslüman.
. ŞİİRLERLE MENKIBELER
Tufeyl bin Amr’ın imanı
Peygamber Efendimiz, demeyip gündüz gece,
Halkı, islamiyet’e çağırırdı öylece.
Mekke’li müşrikler de, uğraşırlar idi ki,
Boşa gitsin Onun bu çalışma ve gayreti.
Birini görselerdi Onunla konuşurken,
Buna, mani olmaya çalışırlardı hemen.
Dışarıdan Mekke’ye gelenleri görünce,
Gidip, kötülerlerdi Resul'ü ona önce.
Zira Resulullah’ı kim görse idi bir an,
Sözlerini dinleyip, olurdu Ona hayran.
(Tufeyl bin Amr-i Devsi) adında bir kimse de,
Bir iş için, Mekke’ye gelmişti o günlerde.
Hemen onun yanına giderek o müşrikler,
Ona, Resul hakkında çok şeyler söylediler.
Dediler ki: (Geldin sen bizim bu ülkemize.
Lakin bir tehlikeyi haber verelim size.
Burada, Muhammed bin Abdullah diye biri,
Vardır ki, çoktur Onun şaşılacak halleri.
Söylediği sözlerde, sihir tesiri vardır.
Öyle ki, oğulları babasından ayırır.
Onun bu sözlerini, bir defa olsun, duyan,
Çok beğenip, hemence ediyor Ona iman.
Onun fikirleriyle, bu memlekette artık,
Aileler içinde başladı bir ayrılık.
Evladı babasından, kardeşi kardeşinden,
Ayırıyor kadını kocasından, eşinden.
Korkarım ki, bu bizim başımızdaki bela,
Sizin kavminize de olabilir mübtela.
Sana nasihatimiz şudur ki: Aman sakın,
Dediğimiz kişiye, olmayasın hiç yakın.
Okuduğu şeyleri, Kâbe yanında eğer,
Duyacak olsan bile, verme kıymet ve değer.
Hatta kurtulmak için böyle büyük beladan,
Daha fazla kalmayıp, çekip git buralardan!)
Kendisi anlatır ki: (Bu hususta, o kadar,
Fazla söylediler ki, korktum ve verdim karar.
Dedim ki: Öyle ise, Onu hiç görmeyeyim.
Ve Onun sözlerini, asla dinlemeyeyim.
Hatta pamuk tıkadım kulağıma hemence.
Ki, Onun sözlerini duymayayım böylece.
Bir gün Kâbe’de iken, baktım O da orada.
Okuduğu şeyleri, işittim o arada.
Lakin okudukları, hoşuma gitti benim.
Hemen kendi kendime düşünüp şöyle dedim:
(Ben, iyiyi kötüyü ayırt edemeyecek,
Kimse miyim ki, Ondan, bana zarar gelecek.
Sözleri faydalıysa, dinler, kabul ederim.
Çirkin ve zararlıysa, dinlemez, terkederim.)
Bir tarafta gizlenip, başladım dinlemeye.
Ab-ı hayat sunardı sözleri gönüllere.
Hiçbir çirkin tarafı yoktu o kelamların,
Haksız olduklarını anladım ben onların.
Dedim ki: Akşamleyin, O eve gittiğinde,
Gidip bir konuşayım kendisiyle evinde.
. Tatlı dil, güler yüz
Tufeyl bin Amr-i Devsi, anlatır ki kendisi:
Kâbe’den eve gitti, Allah’ın Sevgilisi.
Ben de gittim peşinden, Onu edip çok merak.
Ve girdim içeriye, önce izin alarak.
Dedim ki: (Ya Muhammed, ben buraya gelince,
Kavmin, senin hakkında söylendiler bir nice.
Öyle korkuttular ki beni senin hakkında,
Dediler ki: Bulunma hiç Onun yakınında.
Okuduğu şeyleri, dinleme hiçbir vakit.
Ve hatta buralarda fazla durma, çekip git.
Onların sözlerinin, çok tesirinde kaldım.
Hatta kulaklarıma, her gün pamuk tıkadım.
Okuduğun şeylerin, bir miktarını ancak,
Bana da işittirdi Kâbe’de cenab-ı Hak.
Bir söz işitmemiştim, ben ondan daha güzel.
Tesir etti kalbime, ne tatlı, ne mükemmel.)
Anlattı Resulullah bana islamiyet’i.
İman edip, kazandım ebedi saadeti.
Dedim: (Ya Resulallah, Devs’tir benim kabilem.
Kavmimde itibarım yüksektir bir hayli hem.
Müsade ederseniz, geri avdet edeyim.
Kavmimin halkına da, islamı bildireyim.
Ve lakin Rabbim bana, bu yolda bir keramet,
İhsanda bulunursa, kolay olur bu davet.)
Peygamber Efendimiz, açarak ellerini,
Şöyle bir dua edip, gönderdi hemen beni:
(Ya ilahi, buna bir keramet eyle ihsan.
Ki, kavmini daveti, olsun kolay ve asan.)
Daha sonra ayrılıp, beldeme vardığımda,
Aniden parlak bir nur peyda oldu alnımda.
Niyazda bulundum ki Rabbimden ben bu kere:
İşbu nur’u, alnımdan, nakletsin başka yere.
Kabul etti duamı Âlemlerin Sahibi.
Nur, kamçımın ucunda parladı kandil gibi.
Gece, yaklaştığımda kabilemin yurduna,
Halk hayretle bakardı, o keramet nuru’na.
En nihayet evime vasıl olduğumda ben,
Babam gelip, boynuma sarıldı önce hemen.
Yaşı ilerlemişti, dedim ki kendisine:
(Ben artık müslümanım, girdim islam dinine.
Evvelki dinin üzre kalır isen ey babam,
Biter benim seninle olan ilgim, alakam.)
Dedi ki: (Ey evladım, niçin böyle diyorsun?
Senin dinin ne ise, benim dahi o olsun.)
Kelime-i şehadet getirip sonra hemen,
O gün müslüman oldu, hiç tereddüt etmeden.
Daha sonra hanımım, gelip girdi yanıma.
Yine aynı şeyleri söyledim hanımıma.
O da iman edince, sevinip en nihayet,
Bilcümle Devs’lileri, imana ettim davet.
Lakin inanmayınca onlar bu tek Allah’a,
Şikayette bulundum gidip Resulullah’a.
Buyurdu: (Dön kavmine, güleryüz ve tatlı dil,
Gösterip davet eyle, yumuşak ol, sert değil.)
(Peki ya Resulallah) diyerek ettim avdet.
Halkı, güler yüz ile eyledim dine davet.
. Ona sihirbaz dediler
Çeşitli şehirlerden, halk yılda birkaç defa,
Mekke’ye gelirlerdi, Beytullah’ı tavafa.
Peygamber Efendimiz, o gelen kimseleri,
Karşılayıp, islamı anlatırdı ekseri.
Azılı müşriklerden Velid ibni Mugire,
Kureyş kâfirlerini toplayarak bir yere,
Şöyle hitab etti ki: (Ey Kureyş cemaati!
Yine geldi Kâbe’yi ziyaret etme vakti.
Arap kabileleri, her taraftan, yakında,
Gelir ve toplanırlar Muhammed’in yanında.
O tatlı sözlerini dinleyip meylederler.
Hayran ve tâbi olur ve dinine girerler.
Bu hususta, acele, tedbir düşünmeliyiz.
Münasip bir şey bulup, iftira etmeliyiz.
Bir ağız olmalıyız fakat biz yine bunda.
Yalancı olduğumuz çıkabilir sonunda.)
Dediler ki: (Sen bizden daha tecrübelisin.
De, onu söyleyelim, ne ise fikrin senin.)
Dedi: (Siz teklif edin, vereyim ben de karar.)
Dediler: (Kahin desek, inanır mı insanlar?)
Velid itiraz edip, dedi ki: (Hayır, olmaz.
Ona kahin der isek, buna kimse inanmaz.
Ben yemin ederim ki, kahin değil O zinhar.
Zira yalan söylüyor kahin denen insanlar.
Onların uydurduğu o sözlerin yanında,
Muhammed'in sözleri, belli olur anında.
Hem de hiç yalan bir söz söylemiyor Muhammed.
Böyle dersek, hiç kimse inanmaz bize elbet.)
Dediler ki: (Ey Velid, ne diyelim öyleyse?
Acaba mecnun desek, inanır mı halk bize?)
Velid, bu teklife de, hemen etti itiraz.
Dedi ki: (Böyle dersek, bize kimse inanmaz.
Yemin ediyorum ki, O, hiç mecnun değildir.
Okuduğu o sözler, buna açık delildir.)
Dediler: (Şair desek, inanır mı insanlar?)
Dedi: (Hayır, buna da inanmaz kimse zinhar.
Zira ben, şiiri de biliyorum gayetle.
Onun sözü, şiire benzemez katiyetle.)
Müşrikler dediler ki Velid’e son olarak:
(Peki sihirbaz desek, inanır mı buna halk?)
Velid, bu fikre dahi, hemen etti itiraz.
Dedi ki: (Olmaz, hayır, demeyelim sihirbaz.
Onun hali, benzemez sahirlerin sihrine.
Böyle dersek, insanlar inanmaz bize yine.)
Dediler ki: (Sen söyle, çaresini bu işin.
Zira sen, içimizde en akıllı kişisin.)
Dedi ki: (Ey insanlar, ben de şaştım bu işe.
Lakin dur! demeliyiz bu zararlı gidişe.)
Başını öne eğip, düşündü biraz bunu.
Dedi: (Yine diyelim sihirbaz olduğunu.
Bu, öyle sahirdir ki diyelim biz onlara,
Benzemez bildiğiniz normal sihirbazlara.
Babil diyarlarında bulunur bu sahirler.
Onlardan öğrenerek, söylüyor bazı sözler.)
. Ona sihirbaz dediler
Çeşitli şehirlerden, halk yılda birkaç defa,
Mekke’ye gelirlerdi, Beytullah’ı tavafa.
Peygamber Efendimiz, o gelen kimseleri,
Karşılayıp, islamı anlatırdı ekseri.
Azılı müşriklerden Velid ibni Mugire,
Kureyş kâfirlerini toplayarak bir yere,
Şöyle hitab etti ki: (Ey Kureyş cemaati!
Yine geldi Kâbe’yi ziyaret etme vakti.
Arap kabileleri, her taraftan, yakında,
Gelir ve toplanırlar Muhammed’in yanında.
O tatlı sözlerini dinleyip meylederler.
Hayran ve tâbi olur ve dinine girerler.
Bu hususta, acele, tedbir düşünmeliyiz.
Münasip bir şey bulup, iftira etmeliyiz.
Bir ağız olmalıyız fakat biz yine bunda.
Yalancı olduğumuz çıkabilir sonunda.)
Dediler ki: (Sen bizden daha tecrübelisin.
De, onu söyleyelim, ne ise fikrin senin.)
Dedi: (Siz teklif edin, vereyim ben de karar.)
Dediler: (Kahin desek, inanır mı insanlar?)
Velid itiraz edip, dedi ki: (Hayır, olmaz.
Ona kahin der isek, buna kimse inanmaz.
Ben yemin ederim ki, kahin değil O zinhar.
Zira yalan söylüyor kahin denen insanlar.
Onların uydurduğu o sözlerin yanında,
Muhammed'in sözleri, belli olur anında.
Hem de hiç yalan bir söz söylemiyor Muhammed.
Böyle dersek, hiç kimse inanmaz bize elbet.)
Dediler ki: (Ey Velid, ne diyelim öyleyse?
Acaba mecnun desek, inanır mı halk bize?)
Velid, bu teklife de, hemen etti itiraz.
Dedi ki: (Böyle dersek, bize kimse inanmaz.
Yemin ediyorum ki, O, hiç mecnun değildir.
Okuduğu o sözler, buna açık delildir.)
Dediler: (Şair desek, inanır mı insanlar?)
Dedi: (Hayır, buna da inanmaz kimse zinhar.
Zira ben, şiiri de biliyorum gayetle.
Onun sözü, şiire benzemez katiyetle.)
Müşrikler dediler ki Velid’e son olarak:
(Peki sihirbaz desek, inanır mı buna halk?)
Velid, bu fikre dahi, hemen etti itiraz.
Dedi ki: (Olmaz, hayır, demeyelim sihirbaz.
Onun hali, benzemez sahirlerin sihrine.
Böyle dersek, insanlar inanmaz bize yine.)
Dediler ki: (Sen söyle, çaresini bu işin.
Zira sen, içimizde en akıllı kişisin.)
Dedi ki: (Ey insanlar, ben de şaştım bu işe.
Lakin dur! demeliyiz bu zararlı gidişe.)
Başını öne eğip, düşündü biraz bunu.
Dedi: (Yine diyelim sihirbaz olduğunu.
Bu, öyle sahirdir ki diyelim biz onlara,
Benzemez bildiğiniz normal sihirbazlara.
Babil diyarlarında bulunur bu sahirler.
Onlardan öğrenerek, söylüyor bazı sözler.)
. Azap ayeti indi
Mekke müşriklerinin ileri gelenleri,
İslama düşmanlıktan durmazlardı hiç geri.
İman etmek isteyen kimselere de nahak,
Mani oluyorlardı, türlü hiyle yaparak.
Resul’ün okuduğu Kur’an ayetlerini,
Dinlemek, tehlikeye atmak idi kendini.
Mani oluyorlardı müşrikler çünkü buna.
Yaklaştırmıyorlardı kimseyi yakınına.
Lakin gece olunca, bu sefer kendileri,
Gidip dinliyorlardı gizlice ayetleri.
Fakat aydınlanınca sabahleyin ortalık,
Görüp, birbirlerini ayıplarlardı artık.
Habersiz gelirlerdi çünkü birbirlerinden.
Zira utanırlardı bu hareketlerinden.
(Bir daha böyle bir şey yapmayalım) derlerdi.
Ve lakin dinlemeden yine edemezlerdi.
Yine birbirlerine hiç haber vermeyerek,
Gelir ve dinlerlerdi, bir yerde gizlenerek.
Lakin sabah olunca, görüp birbirlerini,
Yine ayıplarlardı herbiri diğerini.
(Bu, son olsun!) diyerek, ayrılırlardı hemen.
Lakin yapamazlardı yine de dinlemeden.
Böyle olduğu halde, uyup nefislerine,
İman edemediler Allah’ın Resulü’ne.
Korkup, başkalarının ayıplamalarından,
İmana gelmediler kötü inatlarından.
(Muhammed sihirbazdır) diyerek onlar hatta,
Zorla mani oldular, başka insanlara da.
Velid ibni Mugire diye bir kâfir vardı.
İftira edenlere, bu, önderlik yapardı.
(O sihirbazdır) diye iftira attığında,
Ayet-i kerimeler geldi onun hakkında.
Müddessir suresinde, onbirinci ayetten,
İtibaren şöylece buyuruldu mealen:
(Bana havale eyle Velid’i ey Habibim!
Zira ondan intikam almaya ben kadirim.
O münkiri yaratıp, dünyalık verdim ona.
Malsız iken, kavuştu pek çok dünya malına.
Ona, nice bağ bostan, mallar ihsan eyledim.
Hem sonra kendisine, oğullar dahi verdim.
O, bunları bahşeden Allah’a inanmıyor.
Hem de nimetlerinin artmasını istiyor.
Hayır, onun arzusu asla olmayacaktır.
Onun malı, evladı arttırılmayacaktır.
Çünkü o, Resulümün Peygamber olduğunu,
Kalben anladıysa da, inkâra kalktı bunu.
Kur’an-ı kerime de, sonra dil uzatarak,
Dedi: İnsan sözüdür o sözleri muhakkak.
Halbuki konuşurken kavmiyle önce bunu,
Biliyordu harika bir kelam olduğunu.
O, inkârcı kavmini, tatmin etmek üzere,
Önceki bu sözünü değiştirdi bu kere.
Ben onu, Cehenneme atacağım ebedi.
Yanar da, bedeninde bir zerre kalmaz eti.)
. içbiri gözümde yok
Resulullah, islamı bildirdiği günlerde,
Bir toplantı yaptılar Kureyşliler bir yerde.
İçlerinden birini, Resul’e gönderdiler.
(Çağır da, Onun ile konuşalım) dediler.
Toplantı mahalline geldi Peygamberimiz.
Dediler: (Şunun için çağırmıştık seni biz.
Birkaç sözümüz vardır, söyleşelim seninle.
Ona göre bir karar verelim, şimdi dinle.
Diyoruz ki: Şu senin söylediğin sözleri,
Söylemedi hiç kimse, bize yıllardan beri.
Dinimize bâtıl der, putları kötülersin.
Küfür ve dalaletle bizi itham edersin.
Bundan, senin muradın nedir, bunu bilelim.
makam ve saltanatsa, hemen temin edelim.
Yok eğer fakirlikse, sebep böyle yapmana,
Söyle de, bol miktarda mal verelim biz sana.
İster reis yapalım başımıza seni gel.
Tabibe götürelim, aklında varsa halel.
Velhasıl muradını, ne ise söyle bize.
Onu temin edelim, sataşma dinimize.)
Buyurdu ki: (İstemem ne makam, ne reislik.
Hiç biri gözümde yok, ne para, ne zenginlik.
Rabbim beni sizlere, Peygamber gönderdi ki,
Size müjdeleyeyim ebedi saadeti.
Eğer inanırsanız, vahiy ile ayete,
Yarın kavuşursunuz ebedi saadete.
Yok inanmaz iseniz, yine siz bilirsiniz.
Sonsuz Cehennem olur, ahirette yeriniz.)
Duyunca bu cevabı onlar Resulullah’tan,
Şu acayip sözleri ettiler utanmadan.
Dediler ki: (Allah’ın Resulü’yüm diyorsun.
Kendini, çok ulu bir kişi zannediyorsun.
Görürsün, Mekke şehri kurulmuş dar bir yere.
Etrafı dağla kaplı, suyu yoktur bir kere.
Havası sıcak olup, çoraktır toprakları.
Bunun için bu yerde, zordur geçim şartları.
Rabbine dua et de, gitsin tepe ve dağlar.
Gelsin onun yerine, akarsular, ovalar.
Biz ziraat yapalım bu yerlerde güzelce.
Geçim sıkıntısından kurtulalım böylece.)
Buyurdu ki: (Ben asla bunun için gelmedim.
Geldim, sonsuz huzuru size müjdeleyeyim.)
Dediler: (Öyle ise, dua et, ecdadımız,
Kusay bin Kilab’a dek, cümle atalarımız,
Dirilip de kalksınlar, hepsi mezarlarından.
Senin dediklerine, inanırız o zaman.)
Buyurdu ki: (Ey Kureyş, siz neler söylersiniz.
Beni, bu şeyler için göndermedi Rabbimiz.)
Kâfirler dediler ki: (Madem ki böyle dersin,
Gökten melek gelsin de, seni tasdik eylesin.
Görelim, nasıl imiş sana gelen o melek?
O zaman inanırız, biz de onu görerek.)
Buyurdu ki: (Ey kavmim, iyi anlasanıza.
Ben, böyle şeyler için gelmedim aranıza.)
. O, herşeye kadirdir
Kâfirler dediler ki: (Sen nasıl Peygambersin?
Herkes gibi yer içer, sokaklarda gezersin.
Yok sair insanlardan ayrı bir üstünlüğün.
Bizden fazla değildir, zira malın ve mülkün.
Dua et, Rabbin sana versin çok hazineler.
O zaman çok bulunur, sana iman edenler.
Verince Rabbin sana böyle hazineleri,
Geçim sıkıntısından kurtulursun sen dahi.)
Buyurdu: (Bu değil ki, gönderilmem hikmeti.
Geldim ki bildireyim, size islamiyet’i.)
Müşrikler dediler ki: (Madem ki ya Muhammed!
Rabbin, her isteğini yapabiliyor elbet.
Şu göğü parçalayıp, düşürsün üstümüze.
O zaman inanırız, söylediğin bu söze.)
Buyurdu ki: (Rabbime aittir bu iş ancak.
O isterse, bunu da yapabilir muhakkak.
Benden istediğiniz şeylerin cümlesine,
Kadirdir Hak teâlâ, hatta ziyadesine.
Ve lakin sizin benden talep eylediğiniz,
Şeyleri istememi emretmedi Rabbimiz.)
O zaman dediler ki kâfirler Ona yine:
(Sen bizim arzumuzu getirmedin yerine.
Öyle ise biz dahi, sana iman etmeyiz.
Yine eskisi gibi, biz ecdat dinindeyiz.
Gökten azap göndersin, söyle de Rabbin bize.
Bizi helak eylesin, eğer muktedir ise.)
Buyurdu: (Rabbim buna, elbette muktedirdir.
Lakin bunu yapar mı, yapmaz mı, kendi bilir.)
Dediler: (Öyle ise, kalmadı takatımız.
Senin helakinedir, bizim ittifakımız.
Seninle mücadele etmeye verdik karar.
Sana inanmıyoruz, istediğin yere var.)
Pek fazla üzülmüştü Resulullah bu sözden.
Hiçbir şey buyurmayıp, kalkıp gitti o yerden.
Üzüntülü olarak gelince Beytullah’a,
Kışkırttı Ebu Cehil, küffarı biraz daha.
Dedi: (Ey Kureyşliler, sonu geldi bu işin.
Var mısınız benimle, Onu öldürmek için?
Bilin ki, bu hususta pek katidir niyetim.
Zira artık kalmadı hiç sabır ve takatim.
Ahd ettim ki, O yarın, Kâbe’ye geldiğinde,
Namaz kılıp, secdeye varıp eğildiğinde,
Koca bir taşı alıp, başına indireyim.
Kendimi ve kavmimi, Ondan halas edeyim.)
O böyle dediyse de, olamadı muvaffak.
Çünkü hıfz ediyordu Resul’ü cenab-ı Hak.
Hak teâlâ, Resul’e gönderip birkaç ayet,
Teselli ediverdi Habibi’ni nihayet.
Mealen buyurdu ki: (Sana, kağıt halinde,
Yazılı bir Kitabı, gökten indirseydik de,
Hem dahi tutsalardı elleriyle de bizzat,
İnanmayacaklardı ederek yine inat.)
. Onu Allah diriltecek
Müşrikler, haklarında gökten ayet inince,
O düşmanlıklarını arttırdılar iyice.
Bilhassa Übey ibni Halef ve biraderi,
Pek çok üzüyorlardı Sevgili Peygamber’i.
Çürümüş bir kemiği, bir gün alıp eline,
Geldi o bahtsız Übey, Allah’ın Habibi’ne.
Dedi ki: (Ya Muhammed, şu çürümüş kemiği,
Bir gün, senin Allah’ın diriltecek öyle mi?
Yani toz halindeki şu kemiği, sen yarın,
Dirilteceğini mi sanıyorsun Allah’ın?)
Sonra da ufaladı elinde hemen onu.
Ve yine Ona doğru üfleyerek tozunu,
Dedi ki: (Ya Muhammed, hiç olur mu böyle iş?
Bu, çürüdükten sonra, kim diriltebilirmiş?)
Peygamber Efendimiz buyurdular ki: (Evet.
Rabbim, o kemikleri diriltir yarın elbet.
Öldürür hem seni de, onu da cenab-ı Hak.
Sonra seni diriltip, Cehenneme sokacak.)
Bu hadise üstüne, Hak teâlâ da hemen,
Bir ayet göndererek buyurdu ki mealen:
(De ki: O kâfirleri, hiç yok iken yaratan,
Ahiret gününde de diriltir yine yoktan.
Şu gökleri ve yeri yaratan Hak teâlâ,
Onu yaratmaya da muktedirdir pekala.)
Mus’ab bin Ümeyr
Ailesi, asil ve zenginiydi Kureyş’in.
Naz ve niyaz içinde büyüdü bunun için.
Resul'ün sözlerini işitince nihayet,
Kalbinde, Ona karşı hasıl oldu muhabbet.
Ona kavuşmak için yanıp tutuşuyordu.
Nihayet iman edip, hidayete kavuştu.
Dininden dönsün diye, bir mahzene attılar.
Kendisini, günlerce aç susuz bıraktılar.
Kızgın güneş altında, yaptılar çokça azap.
Ki, Resul’ün dininden vazgeçer belki Mus’ab.
Lakin o, sabrederek bu zor işkencelere,
Asla taviz vermedi imanından bir zerre.
Halbuki önceleri, çok müreffeh olarak,
Büyürdü ki, haline imrenirdi cümle halk.
Allah ve Resulü’ne vakta ki etti iman,
Günlük nafakasını babası kesti o an.
Türlü işkencelere tâbi tuttu oğlunu.
Dünya nimetlerinden tam mahrum etti onu.
Bir gün geldi Resul’e, çok perişandı hali.
Şöyle anlatmaktadır bunu hazret-i Ali:
Bir gün oturuyorduk Resul-i zişan ile.
Geldi Mus’ab bin Umeyr, hal-i perişan ile.
Gözleri yaşla doldu Resul-i mücteba’nın.
Ve bize buyurdu ki: (Şu müslümana bakın!
Onu, anne babası besledi fevkalade.
İslamın sevgisiyle işte geldi bu hale.)
. Ben şehadet ederim ki...
Henüz başlamıştı ki islam ilk yayılmaya,
Bin gün Halid bin Sa’id gördü şöyle bir rüya:
Cehennem kenarında otururken bu kişi,
Babası onu itip, düşürmek istemişti.
O anda Resulullah, yakalayıp belinden,
Kurtardı kendisini, Cehennem ateşinden.
Uyandı uykusundan ederek hem de feryat.
Ve dedi ki: (Vallahi, bu rüya bir hakikat!)
Evden çıkıp, rastladı Hazret-i Ebu Bekr’e.
Rüyanın tabirini ona sordu ilk kere.
O dedi ki: (Bu rüyan, elbette hakikattır.
Allahü teâlâ’nın Peygamber’i o zattır.
Sen git Ona tâbi ol, bu rüyadaki gibi.
O seni, Cehennemden kurtaracak tabii.
Baban ise, malesef mahrum olup imandan,
Kurtulamayacaktır Cehennem azabından.)
Rüyanın tesiriyle, hemen Halid bin Sa'id,
Gitti Resulullah’a kaybetmeden hiç vakit.
Sordu ki: (Ya Muhammed, maksadın nedir senin?
Sen, bu Kureyş halkını neye davet edersin?)
Buyurdu: (Tek Allah’a çağırırım ben halkı.
Ki, asla o Allah’ın yoktur eşi, ortağı.
Muhammed, o Allah’ın kulu ve Resulü’dür.
Bu taptığınız putlar, ne işitir ne görür.
Kendisine tapanla, tapmayanı bilemez.
Hiç kimseye ne fayda, ne de zarar veremez.
Bu taş parçalarına edilmez hiç ibadet.
İşte ben, insanları ederim buna davet.)
Bunları dinleyince Halid Resulullah’tan,
Şehadet’i söyleyip, oldu hemen müslüman.
Lakin onun babası olan Ebu Uhayha,
Kâfir olup, düşmandı Peygamber ve Allah’a.
Feci halde döverek Halid hazretlerini,
Dedi ki: (Terk et hemen, Muhammed’in dinini.
Zira O, kavmimize eyledi muhalefet.
Bize, hatta putlara ediyor hep hakaret.)
O dedi ki: (Versen de bana cefa ve elem,
Hazret-i Muhammed’in dinini terk edemem.
Yemin ederim ki O, doğru söylemektedir.
Ölürüm de, dinimden dönmem mümkün değildir.)
Babası sinirlenip, daha da oldu gaddar.
Sopayla dövdü onu, kırılıncaya kadar.
Evinin mahzenine, aç susuz terkederek,
Dedi: (Vermeyeceğim sana ekmek ve yemek.)
O dedi: (Nafakamı kessen de ne farkeder?
Hak teâlâ, rızkımı elbette ihsan eder.)
Hastalandı babası daha sonra aniden.
Lakin islamiyet’e olan adavetinden,
Dedi: (Bu hastalıktan kurtulursam ben şayet,
Herkes, putlarımıza yapacaktır ibadet.)
Halid bunu duyunca, dua etti Allah’a:
(Ya Rabbi, kurtulmasın babam Ebu Uhayha!)
Duası kabul olup, kalkamadı yataktan.
Ve birkaç gün içinde, öldü o hastalıktan.
. Öldürmeye gitti, ama...
Çoğalınca gün be gün, Sahabe’nin sayısı,
Çoğaldı bu sebepten kâfirlerin kaygısı.
Çünkü Resulullah’ı, insaf ehli bir insan,
Bir defa görmek ile, oluyordu müslüman.
Kureyş kâfirleri de, farkındaydı bu işin.
Kati karar verdiler Onu öldürmek için.
Seçtiler bu işe de, Utbe bin Rebia’yı.
Gidip öldürecekti Resul-i kibriya'yı.
Dediler ki: (Ey Utbe, hazırlan bu iş için.
Onu öldüreceksin, budur senin ilk işin.
Önce sokul yanına, bir şey belli etmeden.
Sonra, bir fırsatını bularak öldür hemen.)
Utbe, (Peki) diyerek, evden çıktı o günü.
Başladı aramaya Allah’ın Resulü’nü.
Resulullah, Kâbe’de meşgulken ibadetle,
Utbe Onu gördü ve dedi ki pek hiddetle:
(Ya Muhammed, kendini sen ne zannediyorsun?
Ve niçin aramıza tefrika sokuyorsun?
Yeni din ihdas edip, yerersin dinimizi.
Küfürle itham edip, kötülersin hep bizi.
Eğer fakirlik ise, böyle yapmana sebep,
Sana çok mal verelim, uğraşma bizimle hep.
Reislik istiyorsan, seni reis yapalım.
Aklında halel varsa, tabibe baktıralım.
Velhasıl bu hallerin acaba sebebi ne?
Söyle de, ona göre bakalım çaresine.)
Buyurdu ki: (Ey Utbe, bittiyse sözün şayet,
Rabbimin kelamından dinle sen birkaç ayet.)
Utbe pek öfkeliydi ve lakin buna rağmen,
Onun bu teklifine, (Peki) dedi zahiren.
Aslında hiç dinlemek istemiyordu, fakat,
Siyaset icabiyle (Olur) dedi o saat.
Fussilet suresinin başından itibaren,
Okuyunca, Utbe’nin değişti kalbi birden.
Okudukça, Utbe de, zevk ile dinliyordu.
Mananın lezzetinden, kendinden geçiyordu.
Sonunda buyurdu ki: (Benim sözüm bu kadar.
Serbestsin, bundan sonra istediğin yere var.)
Utbe döndü geriye, dedi ki: (Ey ahali!
Zannettiğiniz gibi değildir Onun hali.
Ben Ondan, gayet güzel, tatlı sözler işittim.
O sözlere benzer söz, asla işitmemiştim.
Size şunu derim ki, üzmeyin asla Onu.
Bırakın hali üzre ve bekleyin sonunu.)
Dediler ki: (Ey Utbe, sen ne için gitmiştin?
Muhammed’in sihrine aldanıp geri geldin.)
Dedi: (Öldürmek için gitmiş idim ben, ama,
Dinleyip, hayran oldum okuduğu kelama.
Asla insan sözüne benzemiyor o sözler.
Ben inanıyorum ki, Muhammed doğru söyler.
Velhasıl ben fikrimi söyledim işte size.
Siz yine amel edin bildiğiniz ne ise.)
.
07 - HABEŞİSTAN'A HİCRET
.Hazreti Hamza’nın müslüman oluşu
Resulullah, kavmini bir yere toplayarak,
Anlatınca islamı aşikâre olarak,
Kötü şey söylediler bir çoğu hiddetinden.
Sonra da, üzerine saldırdılar hep birden.
Vurup hırpaladılar Allah’ın Resulü’nü.
Ve kana boyadılar mübarek nur yüzünü.
O mübarek saçları, oldu karma karışık.
Yine de sabrederek, vermedi bir karşılık.
Sadece buyurdu ki: (Vurursunuz bana siz.
Lakin Resul gönderdi, beni size Rabbimiz.)
Allah’ın Sevgilisi çok incindi onlardan.
Ayrılıp, Beytullah’a teşrif etti oradan.
Ve mübarek başını, sinesine eğerek,
Oturdu bir köşede, hayli içerleyerek.
Henüz Hazret-i Hamza, olmamıştı müslüman.
Dağa, ceylan avına çıkmış idi o zaman.
Bir ceylanın ardında giderken gizlenerek,
Geri dönüp konuştu, ceylan dile gelerek.
Dedi ki: (Sen okunu atarsın bana, ama,
Atsan daha iyidir Mekke’de o adama.
Çok incitti o kâfir, kardeşinin oğlunu.
Bana atacağına, git, ona at okunu!)
Ceylanın sözlerine taaccüp eyleyerek,
Döndü hemen evine, hayli merak ederek.
Hatunu ağlıyordu, geldiğinde evine.
Niçin ağladığını sorunca kendisine,
Dedi ki: (Yeğenine, o insafsız kâfirler,
Her gün ettiklerinden, fazla eza ettiler.)
Ve bir bir anlatınca o cefa ve ezayı,
Büsbütün keder sardı amcaları Hamza’yı.
Dedi ki: (Ebu Talip, yok mu idi o zaman?)
Dedi: (Deve gütmeye gitmiş idi sabahtan.)
Sordu yine: (Nerdeydi, amcası Ebu Leheb?)
Dedi ki: (O insafsız, düşmanlık ederdi hep.
Hatta diğerlerini, o teşvik ediyordu.
Öldürün şu yalancı sihirbazı! diyordu.)
Sordu yine: (Ya Abbas, yokmuydu o da yine?)
Dedi: (Yalnız o yardım ederdi yeğenine.
Onu korumak için, pervane oluyordu,
Durun, merhamet edin, insafsızlar! diyordu.)
Duydu hazret-i Hamza ondan bu olanları,
Kabardı birden bire akrabalık damarı.
(Bunun intikamını onlardan alana dek,
Yemek içmek Hamza’ya haram olsun!) diyerek,
Kılıcını kuşanıp, aldı yayı eline.
Geldi o kâfirlerin toplantı mahalline.
Kâbe’yi, hürmet ile tavaf etti evvela.
Sonra meydan okudu, hidddetle o küffara:
(Kardeşimin oğluna, eza ve cefa eden,
İçinizden kim ise, karşıma çıksın hemen!
Boyunu bir göreyim, o çıksın da önüme.
Nasıl eza edermiş, o benim yeğenime?
Haberim olsa idi, bu işten benim eğer,
Vallahi hepinizi keserdim birer birer.)
. Aldım intikamını
O kâfirler, Resul’e yapınca böyle eza,
Zevcesi kanalıyla duydu hazret-i Hamza.
Pür hiddet kâfirlerin yanına geldi hemen.
Kılıcı omuzunda, yay’ı elindeydi hem.
Kâfirler, gördü onun silahlı geldiğini.
Korku sardı bir anda, hepsinin kalplerini.
Ebu Cehil herkesten önce verdi beyanat.
Dedi ki: (Ben eyledim, yok kimsede kabahat.)
Haykırdı ki: (Ey zalim, ne idi ki sebebi,
O şerefli kimseye yaptın bu eziyeti?
Yeğenim olduğunu bilmez misin ey alçak!
Kendisine güvenen dokunur Ona ancak.)
Elindeki yay ile vurarak sonra birden,
Melunun kafasını yardı birkaç yerinden.
Saldıracaklardı ki Hamza’ya diğerleri,
Mani oldu hemence, Ebu Cehil kâfiri.
Dedi: (Dokunmayınız, Hamza bunda haklıdır.
Bizim dün yaptığımız, apaçık haksızlıktır.)
Hazret-i Hamza’nın da müslüman olmasından,
Korkup, o kâfirlere böyle dedi o zaman.
Geldi hazret-i Hamza, oradan ayrılarak,
Allah’ın Resulü’nü, evinde buldu ancak.
Yaklaşıp selam verdi ve oturdu yanına.
Resul cevap vererek şöyle buyurdu ona:
(Yalnız bırak bunu ki, hayatta yok kimsesi.
Ne babası var Onun ve ne de validesi.
Ne candan bir amcası, ne de bir kardaşı var.
Na yarı, ne yoldaşı, ne bir arkadaşı var.)
O dedi ki: (Ey oğul, aldım intikamını.
Vurup yere akıttım, Ebu Cehl’in kanını.
Üzülme, müsterih ol, bundan sonra o alçak,
Her zaman karşısında, artık beni bulacak.)
Buyurdu ki: (Ey amcam, sen iman etmeyince,
Ben müsterih olamam, mühim olan bu bence.)
Dedi ki: (Peki oğul, ne istersen yapayım.
Yeter ki seni bugün, biraz rahatlatayım.)
Buyurdu: (Sen kalırsan eğer küfür içinde,
Yarın yanar vücudun, Cehennem ateşinde.
Beni sevindirmeyi istiyorsan sen şayet,
Peygamber olduğuma etmelisin şehadet.)
Ve hemen kendisine, son gelen ayetlerden,
Bir miktar okudu ki, şöyle idi mealen:
(Yerlerde ve göklerde ve bunlar arasında,
Ne varsa, hepsi Onun mülküdür esasında.)
O dedi ki: (Ey oğul, bizim, binbeşyüz kadar,
El ile yaptığımız, bir sürü putumuz var.
Hiç birisi, bir karış yere malik değildir.
Sen dersin ki, yer ve gök, cümlesi Rabbimindir.)
Ve hemen oracıkta getirip şehadet’i.
Kazandı böylelikle ebedi saadeti.
Dedi: (Kati olarak inandım ki ben şuna,
Secde layık değildir, o Rab’dan başkasına.
İnandım ki sen dahi, Onun Peygamberisin.
Bizleri bâtıl yoldan, Hakka davet edersin.)
. Dağılın yeryüzüne
Müşrikler, müminlere ettikçe eza, cefa,
Müminlerin sayısı artıyordu çok daha.
Kâfirler bunu görüp, daha da azıttılar.
Bu işkencelerini, daha çok arttırdılar.
Eshab’ın çektikleri bu cefalara fakat,
Pek çok üzülüyordu o Server-i kainat.
Zira bu işkenceler, arttıkça artıyordu.
Buna, mübarek kalbi hiç dayanamıyordu.
Bir gün buyurdular ki Sahabe-i güzine:
(Ey Eshabım, dağılın şimdi siz yer yüzüne.
Ümit ediyorum ki, yakında cenab-ı Hak,
Sizleri, bir araya toplar yine muhakkak.)
Onlar sual etti ki Resul-i mücteba’ya:
(Ne tarafa gitmemiz münasiptir acaba?)
Mübarek eli ile eyleyerek işaret,
Habeş memleketini gösterdi istikamet.
Buyurdu ki: (Gidiniz, siz Habeş toprağına.
Oranın hükümdarı, zulüm yapmaz halkına.
Bir kurtuluş kapısı açılıncaya kadar,
O doğruluk yurdunda, bir müddet kılın karar.)
Bu hicret kararıyla, Resulullah o zaman,
Kurtarmış oluyordu, Eshabını ezadan.
Mekke’li müşriklerle mücadeleyi artık,
Tek başına yapmayı görüyordu muvafık.
Zira O doğduğunda, (Ümmetî! vâ ümmetî!)
Demişti ki, pek çoktu onlara merhameti.
Onun müsadesiyle Eshap hazırlanarak,
Hicrete başladılar, Mekke’den ayrılarak.
Sevgili Peygamberden ayrıldıkları için,
Çok üzülüyorlardı, hepsi de için için.
Hazret-i Osman ile hazret-i Rukayye de,
Bulunuyorlardı bu ilk giden kafilede.
Hazret-i Osman için, o gün Nebiyyi zişan,
Buyurdular ki: (Osman, hiç şüphe yok ki şu an,
Lut Peygamber’den sonra, zevcesiyle birlikte,
Hicret eyleyenlerin ilkidir böylelikle.)
Sahabe-i kiram’ın kimi binek alarak,
Kimi de hiç bineksiz, yani yaya olarak,
Vatan ve evlerini bırakarak, bir gece,
Mekke’den ayrıldılar, kâfirlerden gizlice.
Tüccarlarla anlaşıp verdiler belli ücret.
Gemilerle Habeş’e ulaştılar nihayet.
Müşrikler, Sahabe’nin böyle gidişlerine,
Vakıf olup, atlarla düştüler peşlerine.
Ve lakin boşa gitti onlardaki bu gayret.
Gidip, meyus şekilde ettiler geri avdet.
Habeş hükümdarının ismi (Necaşi) idi.
Adil, merhametli ve insaflı bir kişiydi.
Gayet iyi davrandı, giden Muhacirlere.
Yerleştirdi onları, ülkesinde bir yere.
Müslümanlar orada, tam himaye gördüler.
Huzur ile Allah’a ibadet eylediler.
Lakin müslümanların, hicret etmelerinden,
Kâfirler, endişeye kapıldılar hep birden.
. Hazreti Ömer’in müslüman oluşu
Peygamber Efendimiz, o günlerde bir gece,
Allahü teâlâ’ya dua etti şöylece:
(Ya Rabbi, bir kişiyle kuvvetlendir bu dini.
Vesile kıl bu işe, şu zatlardan birini.
Ömer ibnil Hattab’la, yahut Amr bin Hişam’la,
Bu islam aziz olup, yayılsın ihtişamla.)
Ertesi gün Ebu Cehl, yani Amr ibni Hişam,
Kureyş kâfirlerini toplayarak bir akşam,
Resul'ün aleyhinde bir konuşma yaparak,
Onu öldürmek için kışkırttı son olarak.
Dedi ki: (Abdullah’ın yetimi, aramızdan,
Çıkarak, dinimizi kötülüyor durmadan.
Hatta aşağılar da, bütün putlarımızı,
Onun bu davranışı, sıkmaz mı canınızı?
Diyor ki: Ecdadınız, Cehenneme gitti hep.
Siz dahi Cehenneme gidersiniz nihayet.
İşte ben, bu gün size derim ki açık açık,
Onu öldürmedikçe, huzur yok bize artık.
Bu işi becerene, yüz deve, ikiyüz at,
Ve sayısız altınlar vereceğim mükafat.)
Hemen hazret-i Ömer ayağa fırlayarak,
Dedi ki: (Hattaboğlu becerir bunu ancak!)
Onun bu cevabını iyi karşıladılar.
(Haydi, görelim seni!) deyip alkışladılar.
Kabarmıştı o anda cahiliyet damarı.
Bu işi yapmak için, çıktı hemen dışarı.
Allah’ın Habibi’ni öldürmek maksadıyla,
Kılıcını alarak, pür hiddet çıktı yola.
Nuaym bin Abdullah da geliyordu ilerden.
Onu böyle görünce, merakla sordu hemen.
Dedi: (Ey hattaboğlu, bu şiddet, bu hiddetle,
Nereye gidiyorsun, ne maksat ve niyetle?)
Dedi ki: (Aramıza tefrikayı getiren,
Putları kötüleyip, bizlere ahmak diyen,
Muhammed’in katline giderim bir an önce.
Bu ayrılık işine son vereyim böylece.)
Nuaym dedi: (Ya Ömer, güç bir işe gidersin.
Sen, Onu öldürmeye nasıl cüret edersin?
Zira çok seviyorlar Onu, iman edenler.
Bir pervane misali, etrafında dönerler.
Zarar gelmesin diye, Onun tek bir kılına,
Et'ten duvar örmüşler adeta etrafına.
Hem sonra gelsen bile bu işin üstesinden,
Nasıl kurtulacaksın Haşimiler elinden?)
Kızdı hazret-i Ömer onun bu sözlerine.
Kılıcını sıyırıp, yürüdü üzerine.
Dedi: (Yoksa sen de mi onlardansın ya Nuaym?
Eğer bu doğru ise, senin de işin tamam.
Önce senin işini bitireyim!) dedi ve,
Kılıcını kaldırıp, kastetti öldürmeye.
Onu böyle görünce, Nuaym fena korkarak,
Arz etti ki: (Ya Ömer, sen şimdi beni bırak.
Müslüman olmuşlardır enişten, kız kardeşin.
Daha mühim değil mi, bu haber senin için?)
. Boynumuzu kessen de
Daha da hiddetlendi buna hazret-i Ömer,
Dedi ki: (Doğru mudur söylediğin bu haber?)
Nuaym dedi: (Ya Ömer, bana inanmıyorsan,
Git hemen evlerine, inanırsın o zaman.
Lakin sana diyeyim bunun kolay yolunu,
Git, kendi elin ile boğazla bir koyunu.
Eğer yemezler ise, senin kestiğin eti,
Bil ki, kabul etmişler onlar islamiyet’i.)
Hiddetinden o anda, kan sıçradı beynine.
Ayrılıp gitti hemen kardeşinin evine.
Varıp, kapılarını vuracak idi ki tam,
İçerden kulağına geldi tatlı bir kelam.
Koyuldu dinlemeye o sözleri pür dikkat.
Bunlar, insan sözüne benzemiyordu fakat.
Meğer Taha suresi inmişti o günlerde.
Onu, hazret-i Habbab okuyordu içerde.
Hem hazret-i Ömer’in gelmesi korkusundan,
Kilitlemişler idi kapıyı arkasından.
Kapıya, şiddet ile vurdu hazret-i Ömer.
İçerde sure ile Habbab’ı gizlediler.
Açtılar korku ile kapıyı en nihayet.
Baktılar ki o gelmiş, kılıç ile pür hiddet.
Kız kardeşi, görse de çok kızgın olduğunu,
Yine (Hoş geldin!) deyip, içeri aldı onu.
Girdi hazret-i Ömer haneden içeriye.
Sordu hemşiresine (Ne okurdunuz?) diye.
Ne için geldiğini anlamıştı o kati.
Doğuyu söylemeyip, gizledi hakikati.
Dedi ki: (Aramızda var idi bir mesele.
Onu konuşuyorduk az önce zevcim ile.)
Lakin hazret-i Ömer, inanmadı pek buna.
Dedi ki: (Öyle ise, bir koyun getir bana.)
Ve kendi eli ile keserek onu hemen,
Pişirdi az bir miktar, o koyunun etinden.
Sonra da ikisini yemeye etti davet.
Lakin onlar, davete etmediler icabet.
Anladı ki, girmişler bunlar islamiyet’e.
Başladı kardeşine cefa ve eziyete.
Dedi ki: (Doğru imiş, işittiğim o haber.
Siz de, Onun sihrine aldanmışsınız meğer.)
Sonra, zevci Said’i yakasından tutarak,
Fırlatıp yere attı, fena gadaplanarak.
Kız kardeşi, zevcini kurtarmak gayesiyle,
Geldiyse de, yıkıldı bir tokat darbesiyle.
O öfkeli tokatın şiddeti ile hemen,
Kan akmaya başladı o mübarek yüzünden.
Kardeşi Fatıma’nın canı fena yanmıştı.
Ve hatta o tokatla, kanlara boyanmıştı.
Lakin o, imanından aldığı kuvvet ile,
Şöyle feryad etti ki: (Ya Ömer, beni dinle!
Niçin Hak teâlâ’dan korkmaz ve utanmazsın?
Ve Onun gönderdiği Resul’e inanmazsın?
Ben ve zevcim inandık Allah’ın bu dinine.
Boynumuzu kessen de, dönmeyiz bundan yine.)
. Sana müjdeler olsun
Okudu şehadet’i kız kardeşi açıktan.
Çöktü hazret-i Ömer oraya şaşkınlıktan.
Dedi ki: (Okur iken, kim vardı senin ile?)
Kız kardeşi dedi ki: (Yalnızdık zevcim ile.)
İnandıramamıştı Ömer ibnil Hattab'ı.
Hiddetle bir odaya girip buldu Habbab’ı.
Dövmeye başlayınca, yetişti Said hemen.
Lakin hazret-i Ömer güçlüydü ikisinden.
Koştu hemen Fatıma, girdi aralarına.
Lakin bir tokat ile, boyandı yine kana.
Çok incindi Fatıma, onun bu vurmasından.
Kan akmaya başladı hem yüzü, hem ağzından.
Gördü hazret-i Ömer kardeşinin kanını.
Kaldırdı üstlerinden, eza ve cefasını.
Bir köşeye oturup, daldı bir tefekküre.
Sessizlik çöküverdi. odaya birden bire.
Vakit ilerlemişti, üzgün ve yorgundular.
Herbiri, bir tarafa çekilip oturdular.
Ve lakin biraz sonra, kızkardeşi Fatıma,
Abdest alıp, Kur’andan başladı okumaya:
(Yerlerde ve göklerde ve bunlar arasında,
Olanların tamamı, Onundur esasında.)
Okuyunca Fatıma Kur’andan bu ayeti,
Ömer ibnil Hattab’ın fazlalaştı hayreti.
Dedi: (Duydum hayretle okuduğun kelamı.
Yerle gök arasında olanların tamamı,
Muhammed’in Rabbinin mülkü mü ya Fatıma?
Bizim putlarımızın bir şeyi yoktur ama.
Senin bu okuduğun, gerçek ise, ne iyi.
Mütala eyleyeyim ver de o sahifeyi.)
(Bu, öyle kitaptır ki) dedi ona Fatıma,
(Ancak temiz olanlar dokunur buna ama.)
(Peki ne yapmalıyım?) diye sual edince,
Dedi: (Gusül abdesti almalısın ilk önce.)
Gusül almak üzere, kalktı hemen yerinden.
Dedi ki: (Ya Fatıma, değişti kalbim birden.)
Başladı okumaya sureyi edeplice.
Okudukça, islama bel bağladı iyice.
(Sadece Allah vardır, ibadet yapılacak.
Ve en güzel isimler Onundur hem de ancak.)
Dedi ki: (Hakikaten ne kadar doğru hepsi.
Silindi kalbimdeki küfür, inkâr perdesi.
Ya Fatıma, ben şuna inandım ki muhakkak,
İbadet olunmaya, bu Rabdır tek müstehak.)
Kelime-i tevhid’i okudu sonra hemen,
Fırladı sonra Habbab bu sevinçle yerinden.
Dedi: (Müjde ya Ömer, bir gün Fahr-i kainat,
Şöyle dua etmişti, Hak teâlâ’ya bizzat.
Demişti ki: Ya Rabbi, bu dini eyle tenvir.
Ebu Cehil veyahut Ömer’le kuvvetlendir.
Şimdi, senin hakkında kabul oldu bu dua.
Bundan büyük bir nimet, dünyada yoktur daha.)
. İlet beni Resul’e
Artık hazret-i Ömer, bir anda değişmişti.
Resul’ün muhabbeti kalbine işlemişti.
Hemen dedi: (Ya Habbab, ilet beni Resul'e.
Zira yanıyor kalbim sırf Onun sevgisiyle.)
Bu hadiseden sonra, bir müddet geçti zaman.
Yandı, tutuştu kalbi, Onun iştiyakından.
Kavuşturması için hemen Resulullah’a,
Gece, sabaha kadar dua etti Allah’a.
Ve hazret-i Said’den sual etti o sabah.
Dedi: (Nerde bulunur şu anda Resulullah?
Çabuk ulaştır beni, şerefli huzuruna.
Hizmetinde bulunup, köle olayım Ona.)
Allah’ın Sevgilisi, o dakika, o saat,
Bir evde, Eshabına ediyordu nasihat.
Eshap, her gün görmekle Onun nur cemalini,
Hem dahi işitmekle tesirli sözlerini,
Sonsuz lezzet ve zevkle, kalpleri parlıyordu.
Halden hale dönerek, ruhlar ferahlıyordu.
Said dedi: (Ya Ömer, Resulullah şu anda,
Sohbet buyurmaktadır Eshabı arasında.
Sahabe’den hazret-i Erkam’ın evi vardır.
Öyle zannederim ki, şu anda oradadır.)
Hazret-i Said ile, hazret-i Ömer, hemen,
Resul’e varmak için çıktılar o haneden.
Büyük bir aşk içinde giderlerken ikisi,
O şerefli hanede, Allah’ın Sevgilisi,
Küffarın cefasından kurtulmak gayesiyle,
İnziva ediyordu bir avuç Eshabiyle.
Evin geliş yoluna, bir gözcü koymuşlardı.
Hepsi, Onun uğruna, can-siper olmuşlardı.
Zira hazret-i Ömer, Ebu Cehl’in vadine,
Aldanıp, çıkmış idi, o Server’in katline.
Ümit ve sevinç ile bekleşirken kâfirler,
Müminler üzüntüde, endişede idiler.
Lakin onların kalbi, sohbetiyle Resul’ün,
Temizlenir, nurlanır, şad olurdu gün be gün.
Onların tek arzusu, şu idi ki nihayet:
Halkı, açık olarak etsinler dine davet.
Derlerdi ki: (Ölmeden, söyleseydik bir kere,
Kelime-i tevhid’i birlikte, aşikâre.)
O kadar artmıştı ki onların bu arzusu,
Nihayet arz ettiler Resul’e bu hususu.
Dediler ki: (Ne olur, bize izin veriniz.
Çıkalım bu haneden, bir kerecik hepimiz.
Söyleyelim Tevhid'i yüksek bir seda ile.
Gam değil ondan sonra, hepimiz ölsek bile.)
Buyurdu: (Ey Eshabım, asla gam çekmeyiniz.
Bu babta ümitli ve kavi olsun kalbiniz.
Hazret-i İbrahim’i, Nemrud’un ateşinden,
Ve dahi İsmail’i, bıçağın kesmesinden,
Nasıl kurtardı ise, vaktiyle cenab-ı Hak,
Kurtarır bizi dahi bu cefadan muhakkak.
Yardımı, bizim ile birliktedir Allah’ın.
Bekleyin, biraz sonra ne olacak bir bakın.)
. Yol açın kendisine
Resulullah, Eshabın münkesir hallerini,
Öğrenip, bir köşede kaldırdı ellerini.
İmamesini alıp, bir kenara koyarak,
Şöyle niyaz eyledi, Rabbine yalvararak:
(Ya Rabbi, otuzdokuz kişi ki bu müminler,
Sana iman getirmiş kullardır hepsi birer.
Halas et sen bunları kâfirlerin şerrinden.
Kurtar bu müminleri korku ve endişeden.
Şanı yüksek biriyle, kuvvetlendir bu dini.
Sevindir nusretinle, bu bir avuç mümini.)
O anda nazil oldu Cebrail yeryüzüne.
Müjde getirmiş idi, Allah’ın Resulü’ne.
Dedi: (Ya Resulallah, sen bir dua etmiştin.
Rabbinden, bu din için yardımcı istemiştin.
Kabul etti Rabbimiz senin o dileğini.
Bir kimseyi seçti ki, sağlam eder bu dini.
Rabbimiz buyurdu ki: Ey benim meleklerim!
Bir araya toplanıp, emrime kulak verin.
Saf çekin Beytullah’tan, ta Erkam’ın evine.
Bekleyin, elinizde nurdan tabaklar ile.
Dul olan hatunlara, odun taşımak için,
Kendini, Habibi’me siper etmesi için,
Bir kimseyi seçtim ki, Ömer’dir onun namı.
Takviye ederim ben, onun ile islamı.
Düşün onun önüne, yol açın kendisine.
Cennet cevherlerini saçın onun üstüne.
Rabbimiz, meleklere böylece verip emir,
Ömer ibnil Hattab’ı size göndermektedir.
Ya Muhammed, karşı çık, istikbal et Ömer’i.
Zira şimdi yoldadır, yakındır gelmeleri.)
Az sonra heybet ile, geldi Ömer bin Hattab.
Silahlı geldiğini gördüler cümle Eshap.
Onu böyle görünce, korkuya kapıldılar.
Hemen Resulullah’ın etrafını sardılar.
Lakin Hazret-i Hamza, dedi: (Ey ehl-i iman!
Gelen bir kişidir ki, kuvvetliyiz biz ondan.
Eğer hayra geldiyse, hoş geldi, büyük devlet.
Eğer şerre geldiyse, şu kılıç kâfi elbet.
Zira o, kılıcını çekmeden henüz daha,
Başını, şu kılıçla uçururum bir anda.)
Sonra çıktı kapıya, etti ki şöyle hitap:
(Sen ne zannediyorsun bizi ey ibni Hattab?
Biz, Abdülmuttalib’in evladıyız, güçlüyüz.
Bi-iznillah demiri çiğneyip püskürtürüz.
Ar ve namus uğruna, akmıştır çok kanımız.
Resulullah uğruna fedadır canlarımız.
Zafer bulacağını eğer zannediyorsan,
Aldandığını bil de, geri dön, git buradan.)
İşitti Resulullah Hamza’dan bu sözleri.
Buyurdu ki: (Yol verin, giriversin içeri.)
Tebessüm buyurarak istikbal etti o an.
Buyurdu: (Bırakınız, ayrılınız yanından!)
Girdi Hazret-i Ömer kılıcı omuzunda.
Diz çöktü edep ile, Resul'ün huzurunda.
. Kırk olduk senin ile
Eğdi yere başını Resul’den utancından.
Yere düştü kılıcı, hatta omuz başından.
Sonra kolundan tutup, o şerefli Peygamber,
Hemen buyurdular ki: (İmana gel ya Ömer!)
O da, temiz kalp ile, söyleyip şehadet’i,
Resul’ün huzurunda imanla şereflendi.
İman etmesi ile, hem Hazret-i Ömer’in,
Kırk’a çıktı sayısı o anda müminlerin.
Eshap, sevinçlerinden tekbirler getirdiler.
Tekbir sedalarıyla gökleri inlettiler.
Onun imanı ile, yeni güç buldu Eshap.
Zira çok kuvvetli ve güçlüydü İbni Hattab.
(Şu anda kaç kişiyiz?) diye sordu Resul’e.
Buyurdu ki: (Ya Ömer, kırk olduk senin ile.)
Hazret-i Ömer der ki: İman ettiğim zaman,
Gizli gizli ibadet yapardı her müslüman.
Buna çok üzülerek, sordum ki o Server’e:
(Bizler değil miyiz ki, hak ve doğru üzere?)
Buyurdu ki: (Ya Ömer, elbette, hiç şüphesiz,
Yemin ediyorum ki, hak üzerindesiniz.)
Dedim ki: (Öyle ise, durmayalım bu evde.
Çıkalım, bildirelim dinimizi her yerde.
Lat ve Uzza denilen putlara, bi-gayri hak,
İbadet olunur da aşikâre olarak,
Onsekizbin âlemin Rabbine, müslümanlar,
Niçin gizli olarak ibadet yapıyorlar?
Madem ki hak mabuda ibadet ediyoruz,
Aşikâre yapalım, kimden çekiniyoruz?
Serbestçe ibadete, kâfirlere nazaran,
Biz, elbet daha haklı ve layıkız her zaman.
Allahü teâlâ’nın dini bu memlekette,
Küfre üstün ve galip gelecektir elbette.
Kureyş, bize insaflı davranırsa, ne a’la,
Taşkınlık yaparlarsa, çarpışırız onlarla.)
Ona cevap olarak, Peygamber Efendimiz,
Buyurdu ki: (Ya Ömer, sayıca çok azız biz.)
Dedi: (Ya Resulallah, seni bize gönderen,
Allahü teâlâ’ya yemin ederim ki ben,
Kimseden çekinmeden, bu dinimizi artık,
Müşriklerin önünde yapalım açık açık.)
O gün Resul-i ekrem, kabul etti bu fikri.
Ve iki saf halinde topladı müminleri.
Hazret-i Ebu Bekr’i başkan yaptı birine.
Hazret-i Hamza’yı da geçirdi diğerine.
Cümlesinin önüne, geçti Hazret-i Ömer.
Kırk bahtiyar sahabi, Kâbe’ye yürüdüler.
Hepsi adımlarını sertçe yere vurarak,
Gittiler, toprakları un gibi tozutarak.
Kılıçlar ellerinde, yürüdüler heybetle.
Taşmıştı gönülleri iman ve muhabbetle.
Müşrikler, beklerdi ki Kâbe’de şu haberi:
Hattaboğlu gitmiş ve katletmiş Peygamber’i.
Lakin bu manzarayı görünce, birden bire,
Düştüler çok büyük bir üzüntü ve kedere.
. Beni bilen biliyor
Kâbe’de beklerdi ki o kureyş kâfirleri,
Gelsin Resulullah’ın katledilme haberi.
O anda gördüler ki, bir gurup gelenler var.
Önde Hazret-i Ömer, ardında Müslümanlar.
Zannettiler ki: Ömer, bütün müslümanları,
Toplayıp esir etmiş, getiriyor onları.
Lakin cin fikirliydi o alçak Ebu Cehil.
Görünce anladı ki, bu geliş öyle değil.
Korku ve endişeye kapılarak bu sefer,
Uzaktan seslendi ki: (Bu ne haldir ya Ömer?)
Hazret-i Ömer ise, hiç aldırış etmeden,
Kelime-i şehadet getirdi önce hemen.
Ebu Cehil işitip, oldu şaşkın ve bitab.
Sonra hazret-i Ömer, eyledi şöyle hitap:
(Beni bilen biliyor, bilmeyen de bilsin ki,
Hattab oğlu Ömer’im, seçtim islamiyet’i.
Yerinden tek bir adım kıpırdarsa eğer kim,
Bilsin ki karısı dul, evladı olur yetim!)
Kureyşliler, onun bu sözlerine şaştılar.
Bir anda dağılarak, hemen uzaklaştılar.
Dediler: (Gitti Ömer, Muhammed’in katline.
Öldürmek şöyle dursun, köle olmuş kendine.)
Böyle deyip, geriye döndüler hepsi tekrar.
Ve Hazret-i Ömer’in üstüne saldırdılar.
Karşı koydu o dahi, onların herbirine.
Tutup o müşrikleri, çarptı birbirlerine.
Sonra Ebu Cehil’i tuttu ve yere vurdu.
Heybetli cüssesiyle üzerine oturdu.
Sonra parmaklarını sokunca gözlerine,
(İmdat!) diye bağırdı kâfir diğerlerine.
Ona yardım etmeye gelerek hepsi birden,
Güçlükle kurtardılar, onu onun elinden.
Allah’ın Sevgilisi, Eshabıyle ilk kere,
O gün namaz kıldılar Kâbe’de, aşikâre.
Müminlerin kalpleri, şad olmuştu ilk o gün.
Geldi hazret-i Ömer, huzuruna Resul'ün.
Dedi: (Ya Resulallah, acep zat-ı aliniz,
Kâbe içerisine girmek ister miydiniz?)
(Evet) deyip, onunla ele ele tutuşarak,
Beytullah’ın içine girdiler ilk olarak.
Kâbe’nin içerisi doluydu putlar ile.
Resulullah, onları gösterip asa ile,
Okudu bir ayet ki, şöyle idi mealen:
(Hak gelince bir yere, bâtıl gider o yerden.)
O putlara hitaben hazret-i Ömer dahi,
Düşünmeden, şunları söyledi bizatihi:
(Ey putlar Peygamber’dir bu Muhammed-ül emin.
Siz dahi şahid olup, Allah’a secde edin!)
O böyle söyleyince, o anda bütün putlar,
Yüz üstüne gelerek, hep secdeye vardılar.
O an Hak teâlâ’dan bir ayet geldi hemen.
Mana-yı şerifi de, şöyle idi mealen:
(Ey Peygamber’im, sana, kâfi ve yetişirler,
Allah ve müminlerden sana tâbi kişiler.)
.
08 - HABEŞİSTAN'A İKİNCİ HİCRET
.Önce hediye verin
Eshab’ın, ilk Habeş’e giden Muhacirleri,
Bir gün işittiler ki şu asılsız haberi:
Güya müslümanlarla müşrikler barışmışlar.
Hatta aralarında bir anlaşma yapmışlar.
Dediler: (Madem öyle, yurdumuza dönelim.
Resul’ün hizmetiyle gidip şereflenelim.)
Müsade isteyerek hükümdar Necaşi’den,
Tekrar Mekke yurduna geldiler hepsi birden.
Lakin öğrendiler ki Mekke’de o gelenler:
Yanlış ve asılsızmış duydukları o haber.
Vakta ki o müminler, dönünce evlerine,
Müşrikler, işkenceye başladılar hep yine.
Hatta zulümlerini gittikçe arttırdılar.
Müminler azlık olup, pek çaresiz kaldılar.
Bir gün Hazret-i Osman, Allah’ın Resulü’ne,
Dedi: (Gittiğimizde bizler Habeş mülküne,
İyi ticaret yeri gördük o memleketi.
Çok kazanç hasıl eder bir aylık ticareti.
Rabbimiz hicret yeri tayin edene kadar,
Müslümanlar orada bir müddet kılsa karar.
Böylece kurtulurlar cefasından Kureyş’in.
Bize çok lütfu oldu hükümdar Necaşi’nin.)
Buyurdu: (Tekrar gidin Habeşistan iline.
Ki, mahfuz olasınız Allah’ın ismi ile.)
Dedi: (Ya Resulallah, Habeşistanın halkı,
İyi olup, kolayca teslim ederler hakkı.
Teşrif buyurursanız siz de Habeş iline,
Seve seve girerler onlar islam dinine.)
Peygamber Efendimiz buyurdu ki cevaben:
(Huzur ile rahata memur edilmedim ben.
Hicret için, Rabbimden şimdi emir beklerim.
Nasıl emrolunursa, öyle amel eylerim.)
Velhasıl Peygamber’in müsadeleri ile,
Yola çıktı tam yüzbir kişilik bir kafile.
Cafer bin Ebi Talip, kafilenin başına,
Emir olup, vardılar tekrar Habeşistan’a.
Olunca müşrikler de, bu durumdan haberdar,
Hemen aralarında bir toplantı yaptılar.
Dediler: (Gitti onlar Habeşistan mülküne.
Biz de elçi salalım bu yerin melikine.)
Bu işe, Abdullah’la, Amr bin As’ı seçerek,
Vazifelendirdiler şöyle tenbih ederek:
Dediler ki: (Siz şimdi gidince Necaşi’ye,
Hediye dağıtmakla başlayın önce işe.
Melikle konuşmadan ve lakin siz evvela,
Görüşün önce din ve devlet adamlarıyla.
Ve hediyelerini onların önce verin.
Necaşi’ninkiniyse en son takdim eyleyin.
Hediye verme işi ne zaman biterse hep,
Giden Muhacirleri melikten edin talep.
Lakin müslümanların, Necaşi ile bizzat,
Gidip görüşmesine vermeyin sakın fırsat.
Çünkü görüşürlerse müminlerle Necaşi,
Hakikati anlayıp, bozabilir bu işi.)
. Size teslim edemem
İki elçi, Habeş’e gelip adım attılar.
Devlet adamlarına hediye dağıttılar.
Onlara dediler ki: (Bizim diyarımızda,
Bazı garip insanlar türedi aramızda.
Bunlar, bizim ve sizin, hiç de bilmediğimiz,
Bir din uydurdular ki, onlar için geldik biz.
Alıp da ülkemize götürelim onları.
Zira hep oradadır yakın akrabaları.
Hükümdarınıza da söyleyin ki siz yarın,
Bize teslimlerine izin versin bunların.)
Patrikler, (Peki olur) deyince de bu sefer,
Hükümdar Necaşi’nin huzuruna gittiler.
İltifatlar ederek, dediler ki: (Ey melik!
Sizin huzurunuza geliyoruz şimdi ilk.
İçimizden bir takım garip bazı kişiler,
Sizin bu ülkenize iltica eylemişler.
Kendi öz dinlerini terk ettikleri gibi,
Sizin dininize de girmediler tabii.
Bir din uydurmuşlardır kafalarına göre.
Onu ne siz, ne de biz, bilmiyoruz bir kere.
Bunların, ülkemizde akrabaları vardır.
Bizleri de bu yere, onlar yollamışlardır.
Ve onların şudur ki, sizden istirhamları:
Teslim eyleyesiniz bize o insanları.)
Onlar böyle deyince, patrikler söz alarak,
Dediler ki: (Efendim, bunların sözleri hak.
Onları teslim edin siz bunların eline.
Ki, alıp götürsünler kendi ülkelerine.)
Lakin kabul etmedi bunu melik Necaşi.
Dedi: (Yapmam Vallahi dediğiniz bu işi.
İltica eylemişler bunlar bana nihayet.
Öyleyse ben bunlara eyleyemem ihanet.
Bunlar, tercih etmişler, beni başkalarına.
Gayriye teslim etmek, yakışır mı hiç bana?
Onları da saraya şimdi davet ederim.
Diyecekleri varsa, onları da dinlerim.
Bunların dedikleri gibiyse onlar eğer,
O zaman beis yoktur, alıp gidebilirler.
Lakin öyle değilse, korurum, teslim etmem.
Ülkemde kaldıkça da, iyilik ederim hem.)
Semavi kitapları okumuştu Necaşi.
Bu zaviyeden bakıp, hayra yordu bu işi.
Zira biliyordu ki: Gelecek son Peygamber,
Çok yakın bir zamanda, o yerde zuhur eder.
Kavmi yalancı deyip, inanmaz o Hazret’e.
Ve mecbur bırakırlar ülkesinden hicrete.
Mekke’li elçilere sordu sonra Necaşi:
(Kimdir bu insanların inandıkları kişi?)
(Muhammed’dir) deyince, Necaşi duydu bunu.
Anladı bu kişinin Peygamber olduğunu.
Lakin belli etmeyip, sual etti bu sefer:
(Nedir dini mezhebi, O neye davet eder?)
Dediler ki: (Mezhebi yoktur ki o kişinin.)
Bu cevap, hayretine gitti çok Necaşi’nin.
Dedi: (Bir topluluk ki, mezheplerini bilmem.
Bunu öğrenmedikçe, size teslim edemem.)
. Bunlar köle midir?
Necaşi, elçilere dedi ki son olarak:
(Müslümanlar ile de görüşmem lazım ancak.
Hemen bir meclis kurup, onları çağırayım.
Onların da fikrini sorup araştırayım.
Yani yüzleştireyim, sizleri bir güzelce.
Hepinizin durumu belli olsun böylece.)
Sonra âlimlerini topladı bir araya.
Ve o müslümanları davet etti saraya.
Onlar, aralarında bir müşavere edip,
Dediler: (Reisimiz, Cafer bin Ebi Talip.
Sadece o konuşsun hepimizin namına.)
Deyip, vasıl oldular melikin sarayına.
Gördüler ki, bir divan toplanmış, büyük de pek.
Girip selam verdiler, hiç secde etmeyerek.
Sordu melik: (Sebep ne, secde etmemenizin?)
Dediler: (Biz secdeyi yaparız Allah için.)
Necaşi makul görüp, sual etti: (Peki siz,
Ülkeme, ne maksat ve gaye ile geldiniz?
Tüccar da değilsiniz hem de siz ey ahali.
Peygamber dediğiniz o zatın nedir hali?)
Cafer bin Ebi Talip dedi ki: (Ey hükümdar!
Ben şimdi bu hususu edeyim size ikrar.
Eğer doğru söylersem, beni tasdik eyleyin.
Yok eğer söylediğim yalansa, yalan deyin.
Lakin herşeyden önce, emredin, şu adamlar,
Yalnız biri konuşsun, diğerleri sussunlar.)
Melikin emri ile, onlar da toplanarak,
Amr bin As’ı seçtiler, konuşmacı olarak.
Sonra melik Necaşi, müminlerden tarafa,
Dönüp dedi: (Ey Cafer, sen beyan et ilk defa.)
Hazret-i Cafer dahi dedi ki: (Ey hükümdar!
Benim, herşeyden önce, diyecek üç sözüm var.
Şu adama sor ki, biz, köle ve esir miyiz?
Ki, sahiplerimize teslim edileceğiz.)
Necaşi ona dönüp, sual etti ki: (Ey Amr!
Söyle bana, hür müdür, köle mi yoksa bunlar?)
(Köle değil, hürdürler) deyince Amr cevaben,
Cafer dedi: (Ey melik, şunu da sor ki hemen,
Birinin kanını mı döktük biz haksız yere,
Ki, teslim edilelim, kanı dökülenlere?)
Necaşi Amr’a dönüp, sual etti bu sefer:
(Bunlar, nahak birinin kanını mı döktüler?)
Cevaben, (Hayır, asla!) deyince Amr ibni As,
Cafer dedi: (Ey melik, şunu da sor ki esas,
Birinin malını mı gasbettik haksız yere,
Ki, teslim edecekler, bizi o kimselere?)
Necaşi Amr’a dönüp, dedi: (Şuncağızların,
Var mı gasbettikleri bir miktar para, altın?)
Amr yine cevabında dedi ki: (Ey hükümdar,
Hayır, hiçbir kimsenin malını almadılar.)
Habeşistan mülkünün hükümdarı Necaşi,
Amr’a dönüp dedi ki: (Anlamadım bu işi.
Hiçbir kabahatları, suçları yok dersiniz.
Öyleyse siz bunlardan peki ne istersiniz?)
. Bize işkence ettiler
Amr bin As, Necaşi’ye arz etti ki: (Ey melik!
Onlar ve biz, bir dinde ve bir mezhepte idik.
Lakin terk eylediler bu dinimizi onlar.
Muhammed’in dinine girip tâbi oldular.)
Melik dedi: (Ey Cafer, sizler, bulunduğunuz,
Dini niçin terk edip, başkasına uydunuz?
Benim dinimde dahi olmadığınız belli.
Peki, sizin bu dinin nedir aslı, temeli?)
Cafer bin Ebi Talip arz etti ki: (Ey melik!
Biz, daha önceleri, cahil bir millet idik.
Puta tapar ve yerdik ölmüş hayvan etleri.
Ve işlerdik malesef, türlü rezaletleri.
Kuvvetliler, daima zayıfları ezerdik.
Merhamet nedir bilmez, güçsüze zulm ederdik.
Akrabalarımızla kesmiş idik ilgiyi.
Komşularımıza da, davranmazdık pek iyi.
Allah, bize Peygamber gönderinceye kadar,
Bu kötü vaziyette kaldık hep aynı karar.
Bize Resul gönderdi Hak teâlâ nihayet.
Allah’ın birliğine, O bizi etti davet.
Dedi: Babadan görme taptığınız putların,
Size, mahşer yerinde faydası olmaz yarın.
Onlara ibadeti bırakın ki muhakkak,
Zira onlar, değildir ibadete müstehak.
Siz, sakın emanate hıyanetlik etmeyin.
Hısım akrabaların haklarını gözetin.
Sakının pek ziyade, günahtan, kan dökmekten.
Kaçının ahlaksızlık ve yalan söylemekten.
Asla el uzatmayın yetimlerin malına.
Ve iftira atmayın iffetli bir kadına.
Allahü teâlâ’ya koşmadan eş ve ortak,
Ona ibadet yapın, halisane olarak.
Biz de Ona, kalp ile inandık, iman ettik.
Her ne emretti ise, tam yerine getirdik.
Ve O, bize her neyi kıldıysa yasak, haram,
İman edip, hepsinden ictinab eyledik tam.
Bu sebepten kavmimiz bize düşman oldular.
Ve bizi, dinimizden dönmeye zorladılar.
Puta taptırmak için, yaptılar çok eziyet.
Ve bize eylediler işkence, türlü mihnet.
Bizi sıkıştırdıkça sıkıştırdılar daha.
Asla göstermediler az bile müsamaha.
Bizimle dinimizin arasına girdiler.
Ve bizi, dinimizden ayırmak istediler.
Biz ise, yurdumuzu, yuvamızı terk ettik.
O Resul'ün izniyle, senin yanına geldik.
İşkencelerden kaçıp, can attık bu ülkene.
Komşuluğuna girip, sığındık himayene.
Ey melik, şimdi bizim şöyledir ki zannımız,
Sizin bu yurdunuzda, biz zulme uğramayız.
Selam verme işine gelince de ey melik!
Resul’ün selamıyle biz sana selam verdik.
Biz, birbirimize de, veririz böyle selam.
Bize böyle öğretti Resul aleyhisselam.
. O, Allah’ın Resulü’dür
Cafer hazretlerini dinleyince Necaşi,
Daha açık olarak idrak etti bu işi.
Dedi ki: (Sen Allah’ın gönderdiği bir ayet,
Biliyorsan, bana da eyle onu tilavet.)
Hazret-i Cafer, ona, (Peki) deyip cevaben,
Başladı okumaya Ankebut suresinden.
Necaşi dinleyince başladı ağlamaya.
Ve hatta gözlerinden başladı yaş akmaya.
Ve dedi ki: (Ey Cafer, bu ne tatlı bir kelam.
Mümkünse okumaya az daha eyle devam.)
Cafer bin Ebi Talip, okudu biraz daha.
Necaşi duygulanıp, dedi: (Bunlar bî-baha.
Vallahi bu kelamlar ne güzel, ne doğrudur.
Ve bu, aynı kaynaktan fışkıran tek bir nur’dur.
Hazret-i Musa ile, İsa’ya da muhakkak,
Aynı bu kelamlardan gönderdi cenab-ı Hak.)
Sonra o elçilere dönerek dedi ki: (Siz,
Nasıl geldiniz ise, aynen geri gidiniz!
Vallahi ben bunları, size teslim edemem.
Haklarında bir zerre kötülük düşünemem.)
Necaşi’nin yanından çıktılar o elçiler.
Ertesi gün tekrardan izin alıp girdiler.
Dalkavukluk ederek, dediler: (Ey hükümdar!
Onlar, İsa hakkında çok kötü söylüyorlar.
Onları huzuruna tekrardan çağırarak,
Ne düşündüklerini öğreniver sorarak.)
Müminler, huzuruna girince Necaşi’nin,
Sordu: (Siz ne dersiniz hazret-i İsa için?)
Cafer bin Ebi Talip, dedi: (Peygamberimiz,
Bize nasıl dediyse, aynısını söyleriz.
O, Allah’ın kulu ve Resulü’dür elbette.
Bunu, Allah böylece bildiriyor ayette.
O, hazret-i Meryem’e, Allahü teâlâ’nın,
İlka buyurduğu bir, kelimedir bi hakkın.
Nasıl Adem Nebi'yi, topraktan yarattıysa,
Babasız yaratmıştır, hazret-i İsa’yı da.)
Necaşi bu cevabı beğenip, kabul edip,
Hemen yerden eline, bir çöp aldı eğilip.
Dedi: (Ben, şimdi size söylerim ki Vallahi,
Aynen böyle söylüyor, Hazret-i İsa dahi.
İsa Nebi’nin sözü, aynıdır sizinkiyle.
Arada, şu çöp kadar ayrılık yoktur bile.
Sizleri ve yanından geldiğiniz o zatı,
Tebrik ederim ki O, söylüyor hakikatı.
İnandım ki o kişi, Resulü’dür Allah’ın.
İncil’de de yazılı geleceği o zatın.
Vallahi buralarda olsaydı eğer o zat,
Gidip, ayaklarını yıkardım Onun bizzat.
Gidiniz, şu ülkemin el değmemiş yerinde,
Yaşayınız huzur ve bir emniyet içinde.
Verseler dağlar kadar bana altın ve para,
Yine sizden birini, uğratmam bir zarara.)
Kureyş elçilerinden gelen hediyeleri,
(İhtiyacım yok) deyip, hepsini verdi geri.
Elçiler, meyus halde, melikin huzurundan,
Elleri boş olarak ayrıldılar o zaman.
.
09 - HÜZÜN YILLARI
.Müminleri muhasara
Müşrikler, her ne kadar ettilerse de gayret,
Yine yayılıyordu her yerde islamiyet.
Müminlerin sayısı, gün be gün artıyordu.
Resul’e sevgileri daha çoğalıyordu.
Eziyet görseler de Kureyş kâfirlerinden,
Yine de hiçbirisi, dönmüyordu dininden.
Mekke’nin haricinde yaşayan kabileler,
İmana geliyordu artık hep birer birer.
Yani islamın nur’u, Mekke’nin haricine,
Çıkıp, ulaşıyordu kabileler içine.
Melik Necaşi’nin de imana geldiğini,
Muhacir müminlere ihsan eylediğini,
Duyunca da müşrikler, çılgına döndüler tam.
Bürüdü kalplerini, müthiş kin ve intikam.
Bunların acısını çıkarmak için bir gün,
Toplanıp, şu karara vardılar hep topyekün:
(Muhammed bin Abdullah, nerede görülürse,
Hemen öldürülecek, ne zaman, kim görürse.)
Kâfirler, bunun için çok yeminler ettiler.
Bütün gayretlerini hep buna sarfettiler.
Bu ölüm kararını öğrenen Ebu Talip,
Yeğenini düşünüp, oldu gayet muzdarip.
Derhal Beni Haşim’i toplayıp, verdi emir.
Dedi: (Onu korumak, bize ilk vazifedir!)
Onlar, (Peki) dedi ve Allah’ın Resulü’nü,
Şı’b-ı Ebu Talib’e çağırdılar o günü.
Yani Ebu Talib’in olduğu mahalleye,
Çağırdılar, orada ikamet eylemeye.
Resulullah, bilcümle Eshabı ile hemen,
O gün, o mahalleye yerleştiler tamamen.
Beni Haşim, Resul’ü alıp aralarına,
Sanki et'ten bir duvar ördüler etrafına.
Onu korumak için, seferber oldular hep.
Yalnız bu ittifaktan, ayrıldı Ebu Leheb.
O, sair müşriklerle olup bir ve beraber.
Onu öldürmek için kesildi bir cengaver.
Müşrikler gördüler ki, Resul ve Sahabesi,
Aynı bir mahalleye, toplanıp gitti hepsi.
Tekrar aralarında hemence toplandılar.
Konuşup, bu sefer de şöyle karar aldılar:
(Onlar ile kız alıp vermek, hiç olmayacak.
Hiçbir şey satılmayıp, bir şey alınmayacak.
Asla gidilmeyecek onların yanlarına.
Hiç uğranılmayacak hatta diyarlarına.
Onların kapısını, hiç kimse açmayacak.
Onlardan kimse ile, kimse konuşmayacak.
Bir barışma isteği, gelse bile onlardan,
Kabul edilmeyecek, geçse de uzun zaman.
Muhammed’i, bizlere teslim edene kadar,
Geçerli sayılacak yazılan işbu karar.)
Yazıp imza attılar kâfirler sonra buna.
Ve götürüp astılar, Kâbe’nin duvarına.
. Yiyecek ambargosu
Mekke müşriklerinin, Resul’ü öldürme’ye,
Ve Onun Eshabiyle asla görüşmemeye,
Dair kararlarını, Mensur adlı bir bedbaht,
Cehennemlik eliyle, kağıda yazdı, fakat,
Peygamber Efendimiz, hadiseyi duydular.
Üzülüp, o meluna beddua buyurdular.
Onu yazan elleri kurudu bundan sebep.
Müşrikler bunu görüp, şaşkına döndüler hep.
Bununla gelecekken insaf ve intibaha,
Bilakis ondan sonra, azgınlaştılar daha.
Onların oturduğu o mahalleye giden,
Yollara, birer bekçi diktiler o gün hemen.
Ve tembih ettiler ki: (Biri, bu mahalleye,
Yiyecek götürürse, sokmayın içeriye!)
Oraya, dışarıdan satıcı gelse eğer,
Mani oluyorlardı hemence o bekçiler.
Derlerdi: (Malınızı satmayın burda sakın!
Daha yüksek fiyatla, onları bize satın.)
Daha fazla parayı görünce onlar hemen,
Satarlardı orada, mahalleye girmeden.
Böylece müslümanlar yiyeceksiz kaldılar.
Bu hal, her yıl sürerdi Hac mevsimine kadar.
Geleneklere göre zira bu mevsimlerde,
Kan dökmek ve fenalık yapılmazdı Mekke’de.
Haşim oğulları da bu durumu bilerek,
O vakitler, Mekke’ye rahatlıkla girerek,
Yiyecek ihtiyacı ne ise bir senelik,
Alış veriş yaparak, ederlerdi tedarik.
Lakin bir müslümanı, bir tüccarın yanında,
Görselerdi, müşrikler yetişerek anında,
Derlerdi: (Ey tüccarlar, bu müslümanlara siz,
Mal satarken, fiyatı bir hayli yükseltiniz.
Öyle ki, o fiyata bir şey alamasınlar.
Size, bundan dolayı asla gelmez bir zarar.
Çünkü satılmayarak kalır ise malınız,
Daha yüksek fiyata, biz almaya hazırız.)
Onlar da, bu mallara yüksek fiyat derlerdi.
Müslümanlar alamaz, geriye dönerlerdi.
Bu hüzün yıllarında, Peygamber Efendimiz,
Ve hazret-i Sıddık’la, Hatice validemiz,
Bilcümle mallarını, bu yolda harcadılar.
Yine kâfi gelmeyip, aylarca aç kaldılar.
Elde avuçta olan paralar da bitince,
Otları, yaprakları yediler binnetice.
Çocuklar, annelerden yiyecek istiyordu.
Açlıktan feryatları göğe yükseliyordu.
Onların seslerini kesmek için, anneler,
Derileri, ateşte pişirip yedirdiler.
Hatta Peygamberimiz ve Eshabı, açlıktan,
Hepsi, karınlarına taş bağladı o zaman.
Müşriklerden birisi, onlara acıyarak,
Yiyecek getirseydi, şiddetli yerdi dayak.
Velhasıl geliş gidiş yolları kesilmişti.
Müslümanlar, gayet güç bir duruma girmişti.
. Güve’nin yaptığı iş
Bu şiddetli zulümle, beklerdi ki müşrikler,
Açlıktan, yola gelsin böylece Haşimiler.
Amcası Ebu Talip, o Resul’ü, mecburen,
Getirip, müşriklere teslem eylesin hemen.
Müminlerse, tersine işbu düşüncelerin,
Üstüne titrerlerdi bilakis o Server’in.
Onun kılına bile zarar gelmesin diye,
Başvuruyorlar idi her çare ve tedbire.
Herhangi su-i kastı önlemek için dahi,
Muhafızlar beklerdi, yattığı o mahalli.
Peygamber Efendimiz, hiç kimseden korkmadan,
İslamı yaymak için, çalışırdı durmadan.
Açlık ne olduğunu, o müşriklerin dahi,
Anlamaları için, dedi ki: (Ya ilahi!
Şunlara da, Yusüf’ün, yedi kıtlık yılına,
Benzer bir kıtlık verip, sen yardım eyle bana.)
Böyle dua edince Resulullah hüznünden,
Bir damla bile yağmur yağmadı gökyüzünden.
Öyle ki, susuzluktan kavruldu, yandı toprak.
Kalmadı bir yeşil ot, hatta yeşil bir yaprak.
Neye uğradığını şaşırdı o müşrikler.
Hatta açlıklarından hayvan leşi yediler.
Feryada başladılar onların da çocuğu.
Hatta o müşriklerin, açlıktan öldü çoğu.
O zaman akılları başlarına geldi hep.
Gelip, Resulullah’tan ettiler dua talep.
Ebu Süfyan geldi ve dedi ki yalvararak:
(Diyorsun ki, âleme geldim rahmet olarak.
Allah’a inanmayı, bize emrediyorsun.
Akraba haklarına dikkat edin diyorsun.
Yılardır şu toprağa yağmur düşmemektedir.
Kuraklık ve açlıktan, kavmin hep ölmektedir.
Bunun için, Rabbine sen bir dua ediver.
Elbette Allah senin, duanı kabul eder.
Sen, böyle bir duada bulunursan eğer ki,
Biz de iman ederiz bu dine elbette ki.)
Peygamber Efendimiz, yine merhametinden,
Ellerini kaldırıp, bir dua etti hemen.
Resul’ün bu duası kabul oldu anında.
Yağdı bol bol yağmurlar Mekke’nin her yanında.
Böylece kuraklıktan kurtuldu o müşrikler.
Lakin küfürlerinde, yine ısrar ettiler.
Eski zulümlerine başladılar tekrardan.
Hak teâlâ, Resul’e vahyetti ki o zaman:
(Müşriklerin Kâbe’ye astığı sahifeyi,
Bilirsin ya, ben ona gönderdim bir güve’yi.
O kurt, o sahifenin sırf (Allah) ismi hariç,
Bütün yazılarını yedi ve kalmadı hiç.)
Bu vahy’i alır almaz o şerefli Peygamber,
Bunu, Ebu Talib’e aynı gün verdi haber.
(Rabbinden mi öğrendin?) deyince Ebu Talip,
Resul (Evet) buyurdu, suali müteakip.
O zaman Ebu Talip dedi ki: (Ya Muhammed!
Ben inanıyorum ki, doğrudur sözün elbet.)
. Abluka sona erdi
Ebu Talip duydu ki Resulullah’tan bizzat:
O adi ahdnameye bir kurt olmuş musallat.
Allahü teâlâ’nın ismi hariç, bir güve,
Yazıları kemirip, yok etmiş tamamiyle.
Giyinip, aceleyle Kâbe’ye vardı hemen.
En azılı müşrikler, gördü onu ilerden.
Şöyle hasıl oldu ki onlarda zann-ı galip:
Muhammed’i teslime geliyor Ebu Talip.
Halbuki o yaklaşıp, dedi: (Ey Kureyşliler!
Yeğenim, biraz önce verdi ki şöyle haber:
O yazmış olduğunuz sahife var ya sizin,
Ona, bir ağaç kurdu musallat olmuş ilkin.
Sonra o yazıları, sırf (Allah) ismi hariç,
Tamamını yemiş ve bir yazı kalmamış hiç.
Bizim aleyhimizde yazdığınız o adi,
Kağıdı getirin de, görelim onu haydi!
Eğer bu doğru ise, ederim ki ben yemin,
Onu koruyacağız, durdukça ruy-u zemin.
Siz dahi bunu görüp, insaf edin de hemen,
Vaz geçin yaptığınız bu feci işkenceden.)
Müşrikler, Beytullah’ın duvarında asılı,
O menfur sahifeyi indirdiler hasılı.
Ve açıp gördüler ki, doğruymuş hakikaten.
(Allah) isminden gayri, yazılar gitmiş hepten.
Ne diyeceklerini şaşıran o kâfirler,
Muhasara zulmüne, böylece son verdiler.
Lakin vaz geçmediler o düşmanlıklarından.
Daha sert davrandılar eski yaptıklarından.
Ve lakin yapsalar da türlü zulüm, eziyet,
Yine yayılıyordu her yere islamiyet.
Kâfirler, var gücüyle baltalarken bu işi,
Daha çok parlıyordu her gün islam güneşi.
Onların müminlere uygulamış olduğu,
Üç yıllık ablukanın, nihayet son bulduğu,
Günlerdi ki, Necran’dan bir gurup hıristiyan,
Resul’ü görmek için gelmişlerdi o zaman.
Bunlar, islamiyet’i yeni işitmişlerdi.
Hemen Resulullah’ı görmeye gelmişlerdi.
Resul ile, Kâbe’de görüşen bu kimseler,
Ona, islam hakkında çok sual yönelttiler.
Çok mükemmel cevaplar alıp Resulullah’tan,
Allah’ın Resulü’ne oldular hepsi hayran.
Resulullah, onları islama etti davet.
Hepsi de, seve seve getirdiler şehadet.
Resul’den izin alıp, geriye dönerlerken,
Ebu Cehil, onlara dedi ki gelip hemen:
(Siz ne ahmaksınız ki, Onu bir kez gördünüz.
Hemence tâbi olup, dininizden döndünüz.)
Dediler: (Biz hak dini, yeni bulduk nihayet.
Cenab-ı Hak size de, nasib etsin hidayet.
Sizin gibi bir iki cahilin sözüyle biz,
İyi bilin ki asla, dinimizden dönmeyiz.)
. Ay’ın ikiye ayrılması
Melun Ebu Cehil’le, Velid ibni mugire,
Resul’ün huzuruna sokularak bir kere,
Dediler ki: (Gerçekten Peygamber’sen sen eğer,
Şu semadaki Ay’ı ikiye ayırıver.
Yarısı, Ebu Kubeys dağının üzerinde,
Yarısı da gözüksün, Kuaykıan üstünde.)
Onlara buyurdu ki Peygamber Efendimiz:
(Eğer bunu yaparsam, iman eder misiniz?)
Onlar (Evet) deyince, o Server-i kainat,
Allahü teâlâ’ya dua etti o saat.
Duası kabul olup, Cibril aleyhisselam,
Peygamber-i zişan’a gelerek verdi selam.
Dedi ki: (Ya Muhammed, müminlere hemence,
Haber ver, mucizeyi seyretsinler bu gece.)
Resulullah, Mekke’li eşrafı toplayarak,
Buyurdu: (Ay bu gece, ikiye ayrılacak!)
Ayın ondördü olup, (Ay) yuvarlak idi tam.
Gösterdi mucizeyi Resul aleyhisselam.
Mübarek elleriyle işaret eyleyince,
Ay ikiye ayrıldı mucize gereğince.
Yarısı Ebu Kubeys, yarısı Kuaykıan,
Dağları üzerinde göründü hem de o an.
Bir müddet öyle durup, sonradan birleştiler.
Bu hali, gözleriyle gördü cümle müşrikler.
Birkaçının ismini söyleyip Resul o an,
Buyurdu: (Şahit olun ey filan ve ey filan!)
Sonra da Eshabına seslenip bizatihi,
Yine buyurdular ki: (Şahid olun siz dahi!)
Müşrikler, mucizeyi gördüler pek aşikâr.
Lakin iman etmeyip, ettiler yine inkâr.
Başkalarına dahi hem mani olmak için,
Dediler: (Bir sihridir, bu bize Muhammed’in.)
Sonra da dediler ki: (Evet, bu bir sihir’dir,
Fakat herkese de mi, bu sihir tesirlidir?
Bir de başka yerlerden gelenlere soralım.
Onlar da görmüş müdür, bunu bir anlayalım.
Şahit olmuşlar ise, onlar dahi bu şeye,
O zaman inanırız, biz de bu mucizeye.
Nübüvvet iddiası hak olur Onun artık.
Yoksa, işbu hadise bir sihirdir apaçık.)
Dışarıdan Mekke’ye gelenlerden sordular.
Başka yere adamlar gönderip sordurdular.
Hepsi de ittifakla dediler ki: (Vallahi,
Ayın yarıldığına şahit olduk biz dahi.
Ayın ondördü olup, tam tepsi gibiydi ay.
O gece, hadiseyi gördük hem gayet kolay.)
Kime sordular ise o müşrikler bu işi,
Yine aynı şekilde cevap verdi her kişi.
Lakin inanmadılar Onun nübüvvetine.
İnkârcıların başı, Ebu Cehil’di yine.
Dedi: (Ebu Talib’in yetiminin bu sihri,
Başladı yerden sonra, göklere de tesiri.)
Onun bu sözlerinden, ifsat olur idi halk.
Onun için ayetler gönderdi cenab-ı Hak
. Hüzün senesi
Hak teâlâ Resul'e, (Kasım) adlı bir evlat,
Vermişti ki, onyedi aylıkken etti vefat.
Bu hadiseden sonra, yıllar geçti aradan.
Diğer oğlu (Abdullah), o da göçtü dünyadan.
Mübarek gözlerinden, gözyaşları akarak,
Bir gün şöyle buyurdu, dağa doğru bakarak:
(Ey dağ, benim başıma gelen şey, sana şayet,
Gelseydi, dayanamaz, yıkılırdın sen elbet.)
Hazret-i Hatice de, olup çok müteessir,
Dedi: (Ya Resulallah, onlar şimdi nerdedir?)
Şöyle buyurdular ki ona Nebiyy-i zişan:
(Ey Hatice, elbette Cennettedirler şu an.)
Her iki oğlunun da, vefat etmesi ile,
Kâfirler sevindiler buna ziyadesiyle.
Ebu Cehil ve bazı müşrikler, hem bu ara,
Bunu fırsat bilerek, yaptılar çok yaygara.
Dediler: (Muhammed’in oğlu kalmadığından,
Nesli kesilmiş olup, ebter oldu O şu an.
Neslini sürdürecek, yok bir erkek evladı.
Ölünce, unutulur kendisinin de adı.)
O zaman Hak teâlâ, sevgili Habibi’ne,
Bir sure göndererek, kuvvet verdi kalbine.
Buyurdu ki: (Biz sana, kevser verdik, mukaddes.
O halde Rabbin için, namaz kıl ve kurban kes.
Sana ebter diyenin, kendisi zürriyetsiz,
Namsız ve haysiyetsiz bir kişidir şüphesiz.
Senin ise pak neslin, hem şan ile şerefin,
Hep devam edecektir, ta kıyamete değin.
Sana, ahirette de, hiç akla gelmeyecek,
Nice büyük şeref ve nimetler verilecek.)
. Hazreti Hatice’nin vefatı
Resul’ün dert ortağı, zevcesi ve sırdaşı,
Ve yirmidört senelik bir hayat arkadaşı,
Olan asil ve temiz, o Hazret-i Hatice,
Vefat etti aniden, hicretten üç yıl önce.
Ramazanda, altmışbeş yaşında etti vefat.
Elleriyle defnetti Onu Fahr-i kainat.
Onun ayrılığına pek fazla üzülmüştü.
Hatta Ebu Talip de, aynı sene ölmüştü.
Resulullah o sene fazla üzüldüğünden,
(Senet-ül hüzn) denildi, o seneye bu yüzden.
Hazret-i Hatice’nin o senede vefatı,
Üzüntüye boğmuştu Server-i kainat’ı.
Zira herkesten önce, o iman eylemişti.
Resul-i mücteba’yı, ilk o tasdik etmişti.
Herkes düşman olurken Allah’ın Habibi’ne,
Teselli veriyordu, Onun nurlu kalbine.
Hem dahi nesi varsa malı, mülkü, serveti,
İslamiyet uğrunda, harcadı, feda etti.
Ayrıca, gecesini katarak gündüzüne,
Severek hizmet etti, Allah’ın Resulü’ne.
Resul’ü, bir kerecik bile hiç üzmemişti.
Ve hatta hatırından bile geçirmemişti.
. Ebu Talib’in vefatı
Sevgili oğulları (Kasım) ile (Abdullah),
Vefat ettiklerinde, üzüldü Resulullah.
Onların vefatına olmuşken çok muzdarip,
Peşinden, hastalandı amcası (Ebu Talip).
Bunu duyan Kureyşli müşrikler dediler ki:
(Ebu Talip hastaymış, ölebilir de belki.
Gerçi o, Muhammed’i himayede çok gayret,
Ettiyse de, biz yine eyleyelim ziyaret.
Zira Arabistan’da, insanlar gurup gurup,
İmana geliyorlar, islamiyet’i duyup.
Hamza gibi, bir dengi ve emsali olmayan,
Ve yine Ömer gibi, çok güçlü bir pehlivan,
Muhammed’e uyarak, müslüman oldular hep.
İslam kuvvetleniyor her tarafta ruz-ü şeb.
Müminlerin sayısı, gün be gün çoğalıyor.
Ve onların sesleri, bir âlemi tutuyor.
Bu vaziyete göre, ya biz Ona uyarız,
Yahut da, gerekecek cenge hazırlanmamız.
Gidip Ebu Talib’e edelim de bunu arz.
O bulsun aramızı, yoksa bu, böyle olmaz.
Taarruz etmeyelim bizler Onun dinine.
O dahi saldırmasın badema bizimkine.)
Böylece konuşarak müşriklerden bir gurup,
Gelip, Ebu Talib’in yastığına oturup,
Dediler: (Biliyoruz senin büyüklüğünü.
Ve kabul ediyoruz mutlak üstünlüğünü.
Korkarız senden sonra, bizim ile Muhammed,
Uğraşır da, arada devam eder husumet.
Geldik, barıştırasın, bizi birbirimizle,
Ve artık uğraşmasın Muhammed dinimizle.)
Ebu Talip, Resul’ü davet edip yanına,
Kureyş’in teklifini, arz etti aynen Ona.
Resulullah buyurdu: (Ey Kureyş, eğer ki siz,
Bana, bir tek kelime söyleyiverirseniz,
Siz hakim olursunuz Arab’a bu diyarda.
Size boyun eğerler, Arab olmayanlar da.)
Ebu Cehil dedi ki: (O kelime ne ise,
On mislini söyleriz, yeter ki bildir bize.)
Buyurdu: (La ilahe illallah söyleyiniz.
Ve bir de taptığınız putları terk ediniz.)
Müşrikler, (Bunu kabul edemeyiz) diyerek,
Bir hışımla kalkarak, ettiler o yeri terk.
Ebu Talip dedi ki: (Onlardan istediğin,
Gayet yerinde idi, doğruyu söylediydin.)
Resul, Ebu Talib’in söylediği bu sözden,
Ümitlenip ve ona buyurdular ki hemen:
(La ilahe illallah de bir defa ey amca!
Ki, şefaat edeyim, ahirete varınca.)
Dedi: (Onu söylersem, benim için der ki halk:
Ölümden korkusundan iman etti muhakkak.
Beni, böyle diyerek ayıplamalarından,
Korkuyorum) dedi ve mahrum oldu imandan.
Öleceği sırada birşeyler dedi, fakat,
(İşitmedim!) buyurdu onu Fahr-i kainat
. Taiflileri imana davet
Mekke’deki müşrikler ,Resul’den çok mucize,
Görseler de, imana gelmiyordu hiç kimse.
Hatta müslümanlara eza ve işkenceler,
Yaparlardı ki, buna üzüldü Hayr-ül beşer.
Bir gün düşündüler ki: (Bir gideyim Taif’e.
Belki kabul ederler İslamı o taife.)
Ve Zeyd bin Harise’yi yanlarına aldılar.
Mekke yakınındaki o diyara vardılar.
Orada Abd-i Yalil, Habib ve Mes’ud diye,
Oranın eşrafından rastladı üç kimseye.
Onlarla konuşarak islama etti davet.
Lakin onlar, Resul’e ettiler çok hakaret.
Dediler -hâşâ- (Allah, Peygamber gönderecek,
Senden başka birini bulamadı mı acep?
Senin bu söylediğin şeyleri, kendi kavmin,
Kabul etmediler de, şimdi bize mi geldin?
Buraya gelmek için, izin aldın mı bizden?
Çabuk terket burayı, git bizim ülkemizden!)
Peygamber Efendimiz, bir cevap vermeyerek,
Onların yanlarından ayrıldı üzülerek.
Gitti mahzun bir halde Sakif kabilesine.
Ve anlattı islamı o yer ahalisine.
Bir ay, o insanları islama etti davet.
Ve lakin tek bir kişi eylemedi icabet.
Hem istihza ettiler, hatta yuhaladılar.
Gençleri toplayarak, Onu taşa tuttular.
Hazret-i Zeyd, Resul’e siper etti kendini.
Korudu o taşlardan Allah’ın Habibi’ni.
Resul’ün etrafında pervane dönüyordu.
Ona zarar gelmesin diye çırpınıyordu.
Taşlar, Hazret-i Zeyd’in başına, ayağına,
Geliyordu, lakin o, aldırmıyordu buna.
O, hep Resulullah’ı yalnız düşünüyordu.
(Canım, Onun uğuna feda olun!) diyordu.
Vücuduna, peş peşe gelen taşlardan sebep,
Zeyd’in bütün bedeni, kan içinde kaldı hep.
O zalimlere karşı, avazı çıktığınca,
Bağırıyor idi ki bu arada ayrıca:
(Yapmayın, taş atmayın, Resulullah’tır bu zat!
Sizi, islam dinine davete geldi bizzat.
Parça parça edin de siz beni ey insanlar!
Lakin Resulullah’a vermeyin asla zarar.)
Buna rağmen o taşlar, aşarak Zeyd’i dahi,
Resul'ün vücuduna erişirdi nihai.
Mübarek ayakları kan içinde kalarak,
Ayrıldılar oradan gayet mahzun olarak.
İleride bir bağda, oturup dinlendiler.
Sonra yaralarını, kanlarını sildiler.
Ve Resul, namaz kıldı orada iki rekat.
El kaldırıp, Rabbine eyledi münacaat.
O bağ, Utbe ve Şeybe adlı iki kardeşin,
Olup, vakıf idiler içyüzüne bu işin.
Yani Resulullah’ın başına gelenleri,
Görmüştü ikisi de, hem de başından beri.
. Çok hakaret ettiler
Resulullah o bağda, yaralı, yorgun, üzgün,
Dururken, bağ sahibi onları gördü o gün.
Merhamete gelerek, kölesi Addas ile,
Hemen bir salkım üzüm gönderdi o Resul’e.
Besmele çekti Resul o üzümü yer iken.
Bunu duyup, şaşırdı o üzümü getiren.
Dedi ki: (Senelerdir, ben bu diyarlardayım.
Dediğin bu kelamı, hiç kimseden duymadım.)
Sordu Resul Addas’a: (Sen neredensin?) diye.
(Ninevalıyım) dedi, Addas da o Nebi’ye.
Buyurdu ki: (Yunüs’ün memleketindenmişsin.)
Sordu Addas: (Yunüs’ü, sen nereden bilirsin?)
(O, benim kardeşimdir) buyurdu Fahr-i cihan.
(O dahi benim gibi Peygamber’di o zaman.)
Addas dedi: (Bu tatlı sözlerin ve bu yüzün,
Sahibi yalan demez, sen Allah Resulü’sün.)
Sonra can-ü gönülden getirerek şehadet,
Resul’ün huzurunda iman etti nihayet.
Dedi: (Ya Resulallah, yıllardır buradayım.
Ve bu yalancılara kölelik yapmaktayım.
Utanmadan, herkesin haklarını yiyorlar.
Sıkılmadan herkesi, her gün aldatıyorlar.
Hiç iyi tarafları yoktur bu zalimlerin.
Ben nefret ediyorum bunlardan bunun için.
Dileğim şöyledir ki, geleyim senin ile.
Ben de şerefleneyim, gece gün hizmetinle.
Cahil ve ahmakların yapmak istedikleri,
Fenalıklara karşı, atılayım ileri.
Mübarek vücudunu korumak için hemen,
Kendimi feda etmek istiyorum bedenen.)
Peygamber Efendimiz, tebessüm buyurarak,
Ona, şöyle buyurdu gayet memnun olarak:
(Sen, efendilerinin kal şimdilik yanında.
İşitirsin adımı, kısa zaman zarfında.
O zaman yanıma gel!) buyurup ona bizzat,
O yerde, biraz daha eyledi istirahat.
Ve Mut’im bin Adi’nin himayesi altında,
Gelip girdi Mekke’ye, gece karanlığında.
İnsanları, hak yola eyledi yine davet.
Küffar da, işkenceye ettiler yine gayret.
Rabbimiz buyurdu ki vahyedip kendisine:
(Etraf kabilelerden Kâbe ziyaretine,
Gelen insanlar ile, görüşüp konuşarak,
Onları dine çağır, islamı anlatarak.)
Resulullah, o zaman Mekke’nin civarında,
Kurulan Zülmecaz ve Ukaz panayırında,
Gelen kabilelerle görüşüp en nihayet,
Onları, güzellikle islama etti davet.
Kimse kulak asmadı lakin bu davetine.
Çok ağır hakaretler ettiler Ona yine.
Birisi inanacak olsa bile onlardan,
Kureyş’in müşrikleri, yetişerek arkadan,
İftira atarlardı Allah’ın Resulü’ne.
Derlerdi: (Yalancıdır, inanmayın sözüne!)
. Kimse inanmıyordu
Rivayet edilir ki Rebia bin Abbad’dan:
Mina’ya gitmiş idik, babam ile bir zaman.
O vakit gençtim henüz gittiğimde Mina’ya.
Rastladık bir pazarda, Resul-i kibriya’ya.
İnsanlara derdi ki: (Ey filan oğulları!
Atın şu taptığınız cansız olan putları.
Allahü teâlâ’ya, koşmadan şerik, ortak,
İbadet eyleyiniz Ona halis olarak.
O hakiki Allah’ın Resulü’yüm ben dahi.
Size söylediklerim, hakikattir Vallahi.)
Peygamber-i zişan’ın peşinden, şaşı gözlü,
Bir adam gelirdi ki, hem saçları örgülü,
Derdi ki: (Ey insanlar, o size yalan diyor!
Sizi, putlarımıza tapmaktan men ediyor.
O sizi, uydurduğu bir dine eder davet.
Sakın inanmayın ki, yalancıdır o gayet.)
Onun kim olduğunu, babamdan sordum o gün,
Dedi: (Ebu Leheb ki, amcasıdır Resul’ün.)
Yine anlatıyor ki Tarık bin Abdullah da:
Gördüm Resulullah’ı Mekke’de bir pazarda.
Halka seslenirdi ki: (Ey insanlar, duyunuz!
La ilahe illallah diyerek kurtulunuz.)
Ve Onun arkasından, biri öne atılıp,
Eline geçirdiği taşları Ona atıp,
Derdi ki: (Ey cemaat, sakın inanmayınız!
O, bir yalancıdır ki, Ondan çok sakınınız.)
Mübarek ayakları kanamıştı da hatta,
Yine bulunuyordu halka o tebligatta.
Onlardan birisine sordum ki: (Bu genç kimdir?)
Dedi: (Abdülmuttalip evladından biridir.
Allahü teâlâ’nın Resulü’dür mutlaka,
Gelip, islamiyet’i anlatıyor bu halka.)
Yine sual ettim ki: (Taş atan kimdi acep?)
Dedi ki: (O kişi de, amcası Ebu Leheb.
O nereye giderse, arkasından gidiyor.
O yalancıdır deyip, halkı ifsad ediyor.)
Yine anlatıyor ki Müdrik ibni Münib de:
Mina’da bulunurken babam ile birlikte,
Bir genç, o kimselere diyordu: (Ey cemaat!
La ilahe illallah deyin de bulun necat.)
O, böyle söylese de, kimse dinlemiyordu.
Herkes o genç kişiye, hakaret ediyordu.
Kimi tükürüyordu Onun güzel yüzüne,
Kimi toprak alarak, saçıyordu üstüne.
O sıra küçük bir kız, su elinde gelerek,
Başladı ağlamaya Onu böyle görerek.
O kimse suyu içip, söyledi ki o kıza:
(Korkma, düşüremezler onlar beni tuzağa.)
Onlardan birisine, onları sordum hemen.
O dahi bana bakıp, şöyle dedi cevaben:
(Genç, Abdülmuttalib’in torunu Muhammed’dir.
Su getiren çocuk da, Onun kızı Zeyneb’tir.)
.S iz kabul ettiniz mi?
Said bin Yahya adlı birisi anlatır hem:
Ukaz panayırında, bir gün Resul-i ekrem,
Beni Amir kavmine dedi ki: (Ey insanlar!
Bir himaye görür mü sizlere sığınanlar?)
Dediler: (Bize asla, hiç kimse laf atamaz.
Hatta ateşimizden habersiz ısınamaz.)
Buyurdu: (Tanıtayım kendimi öyle ise.
Allah’ın gönderdiği Peygamber’im ben size.
Onun bana verdiği tebliğ vazifesini,
Rahatça yapmam için, korur musunuz beni?)
(Sen kimlerdensin?) diye, onlardan biri sordu.
(Ben, Abdülmuttalib’in torunuyum) buyurdu.
Dediler: (Senin kavmin, itibarlı kişiler.
O halde onlar seni korumalı idiler.)
Buyurdu ki: (Bilakis, reddetti onlar beni.
Onlardır münkirlerin hatta önde geleni.)
Onlar bunu öğrenip, dediler: (Ey Muhammed!
Bizler seni ne kabul ve ne de ederiz red.
Ancak sen, peygamberlik tebliğ vazifesini,
Aramızda icra et, koruruz bizler seni.)
O sırada, o kavmin önde gelenlerinden,
Beyhara adlı biri, döndü pazar yerinden.
Sordu ki: (Bu zat kimdir, aranızda ne gezer?)
Onlar da, (Muhammed bin Abdullah’tır) dediler.
(Allah’ın Peygamber’i olduğunu söylüyor.
Onu korumamızı bizden rica ediyor.)
(Siz kabul ettiniz mi?) diye sual edince,
Dediler: (Kabul ettik insanlık gereğince.)
Dedi: (Ey Beni Amir, bana kulak veriniz!
Bu yaptığınız nedir, acep bilir misiniz?
Siz, aranıza alıp yardım etmekle buna,
Göğsünüz hedef olur Arabların okuna.
Siz, bütün Araplarla savaşacak mısınız?
Buna evet derseniz, o halde ahmaksınız.
Eğer Onda bir hayır görseydi kendi kavmi,
Kendileri korurdu Onu önce, değil mi?
Lakin onlar reddedip, etmemişlerken insaf,
Siz, Onu korumaya kalkarsanız, ne tuhaf.)
Dönerek daha sonra Allah’ın Habibi’ne,
Dedi ki: (Aramızdan ayrılıp dön kavmine!
Yemin ediyorum ki, kabilem arasında,
Olmasaydın, boynunu vurur idim anında.)
Allah’ın Sevgilisi, kalbi çok incinerek,
Ayrıldı yanlarından devesine binerek.
Lakin o hain adam, seğirterek peşinden,
Allah’ın Resulü’nü düşürdü devesinden.
Bunu, müslümanlardan bir hanım gördü fakat.
Resul’e sevgisinden, eyledi şöyle feryat:
(Allah’ın Habibi’ne yapılan doğru mudur?
Onu, şu alçaklardan kurtaracak yok mudur?)
Koşup geldi üç kişi amca oğullarından.
Allah’ın Resulü’nü kurtardılar onlardan.
Peygamber Efendimiz, dua etti onlara:
(Ya Rab, bereketini ihsan eyle bunlara.)
Dua bereketiyle, o nasipli kişiler,
O gün, iman etmekle şerefleniverdiler.
.
10 - MİRAC MUCİZESİ
.Hiçbiri gözümde yok
Resulullah , gördüğü her kavme, kabileye,
Varıp bildiriyordu, (Hak Mabud birdir) diye.
Ve onlara derdi ki: (Ediniz bana yardım.
Ki, Allah’ın dinini kullara anlatayım.)
Ve lakin hiçbir kimse, imana gelmiyordu.
Himaye ve yardıma, kimse yanaşmıyordu.
Ayrıca, yaparlardı türlü zulüm, işkence.
Böyle sıkıntılarla geçerdi gün ve gece.
Her nereye gitseydi, görüyordu eziyet.
Kime ne söyleseydi, işitirdi hakaret.
Zeyd bin Harise ile, islamın tebliğine,
Taif’e gittiyse de, hakaret gördü yine.
O alçak Taif’liler, Onu yuhaladılar.
Gençleri toplayarak, hatta taşa tuttular.
Mübarek bacakları incinip yaralandı.
Zeyd’in başı yarılıp, kanlar içinde kaldı.
Kalbi çok incinmişti o gün Taif ehline.
Üzgün ve yorgun halde, Mekke’ye döndü yine.
Her yeri düşman idi lakin Mekke şehrinin.
Gidecek bir yer yoktu o gece Resul için.
Doğruca, amcasının kızı Ümmü Hânî’ye,
Gidip çaldı kapıyı, ses geldi (Kim o?) diye.
Dışardan seslendi ki: (Amcan oğlu Muhammed.
Misafir geldim sana, kabul edersen şayet.)
O, kapıyı açarak, dedi ki: (Senin gibi,
Şerefli misafire can feda elbette ki.
İnşallah hayır vardır, böyle geldin geceden.
Keşke geleceğini bildirseydin önceden.
Bir şeyler hazırlardım ona göre yiyecek.
Ne yazık, yok bir şeyim şimdi ikram edecek.)
Allah’ın Sevgilisi, teşrif etti içeri.
Buyurdu ki: (İstemem bu dediğin şeyleri.
Hiçbiri gözümde yok, Rabbim görür, işitir.
Ona ibadet için, bir yer bana yetişir.)
Ümmü Hânî, Resul'e (Peki) dedi ve hemen,
Getirip arz eyledi, Ona ibrik ve leğen.
Gelen bir misafire bir ikramda bulunmak,
Ve onu, düşmanların zararından korumak,
Arapların nezdinde, en şerefli ve büyük,
Vazife sayılırdı, hatta bir yükümlülük.
Bir evde, misafire zarar ziyan olması,
O ev sahibi için, olurdu yüz karası.
Ümmü Hânî düşündü: Bunun düşmanları var.
Öldürmek istiyorlar hatta Onu düşmanlar.
O halde, şerefimi muhafaza edeyim.
Onu, sabaha kadar koruyup gözeteyim.
Alarak babasının kılıcını anında,
Dolaşmaya başladı evinin etrafında.
Allah’ın Sevgilisi, o gün çok incinmişti.
Kâfirlerden çok azar, hakaret işitmişti.
Abdest alıp başladı, Rabbine yalvarmaya.
Mübarek gözlerinden, başladı yaş akmaya.
Ve kulların imana gelmesi için dahi,
Dua edip, Rabbine yalvardı bizatihi.
Lakin yorgun, üzgün ve çok açtı geldiğinde.
Hemen uyuyuverdi, hasırın üzerinde.
. Git, Habibim’i getir!
O zaman emretti ki Rabbimiz Cebrail’e:
(Bu gece, Habibim'i git bana davet eyle!
Önce, kanatlarına doldur cennet cevheri.
Bu gece, tak beline bir de hizmet kemeri.
Sonra git, bu müjdeyi haber ver Mikail’e.
Uğraşmasın bu gece, hiç erzak taksimiyle.
Sonra da, İsrafil’e gidip haber ver bunu.
Yere koysun bu gece, elindeki Sur’unu.
Cümle meleklere de gidip söyle bu şeyi.
Duyursunlar her yere, bu geceki müjdeyi.
Oradan da Malik’e varıp de ki şöylece:
Cehennem kapısını kapatsın o bu gece.
Rıdvan’a da söyle ki, tezyin etsin Cenneti.
Takınsın huriler de, bu gece her ziyneti.
Kaldırılsın bu gece, kabirdeki azaplar.
Hareket etmesinler bu gece su ve rüzgar.
Dalsın cümle melekler, bir neşe ve sevince.
Zira davet eyledim Habibim’i bu gece.
Ey Cebrail, Cennetten al yanına bir burak.
Ve ayrıca, yetmişbin melaike alarak,
Sevgili Habibim’in, acele yanına git.
Bir hasır üzerinde uyuyor O şu vakit.
Zira çok fazla üzdüm Onun nazik kalbini.
Çok yordum, çok incittim mübarek bedenini.
Bu halde, yine bana el açıp yalvarıyor.
Ve yine benden başka, hiçbir şey düşünmüyor.
Ey Cebrail, git getir Sevgili Habibim’i.
Gelsin de görsün O da, Cennet nimetlerimi.
Ona ve ümmetine hazırlamış olduğum,
Nimetleri, bu gece görsün O da bil umum.
Onu sevmeyenlere, hakaret edenlere,
Söz ve yazılarıyle Onu incitenlere,
Hazırlamış olduğum o çetin azapları,
Gelsin de, Cehennemde görsün hep ayrı ayrı.
Habibim’i , bizzat ben teselli edeceğim.
Onun nazik kalbini, ben sevindireceğim.)
Cibril, Hak teâlâ’dan böyle emir alarak,
Girdi hemen Cennete almak için bir burak.
Kırk bin adet burak’ı hazır buldu anında.
Resul’ün ismi vardı, herbirinin alnında.
Onlardan birisini alacaktı ki, fakat,
Bir burak’ın haline, eyledi durup dikkat.
Zira o, bir kenara çekilmiş ağlıyordu.
Gözlerinden sel gibi yaşlar akıtıyordu.
Yaklaşıp, sual etti niçin ağladığını.
Dedi: (Resulullah’ın ben duyalı adını,
Muhabbeti, kalbime giriverdi o günden.
Ben, Onun aşkı ile ağlarım her gün hemen.)
Burakların içinden, Cibril onu seçti ve,
Geldi Resulullah’ın bulunduğu o eve.
Baktı ki, bir hasırın üzerinde o Server,
Mışıl mışıl uyuyor, durakladı bu sefer.
İnsan şeklinde idi geldiğinde oraya.
Kıyamadı Resul'ü dürtüp uyandırmaya.
. Vakitsiz niçin geldin?
Cibril aleyhisselam Resul’e geldiğinde,
O, uzanmış uyurdu bir hasır üzerinde.
Hiç kıyamadığından dürtüp uyadırmaya,
Ayağının altını öpüverdi o ara.
Bulunmadığı için meleklerde kalp ve kan,
Onların a’zaları soğuk olur her zaman.
Hazret-i Cibril’in de, o soğuk dudakları,
Uyandırdı bir anda Resul-i kibriya’yı.
Cebrail’i tanıyıp, birden meraklanarak,
Ona, şöyle buyurdu Rabbinden çok korkarak:
(Vakitsiz niçin geldin ey Cebrail kardeşim?
Yoksa, Rabbime karşı bir hata mı işledim?
Acep gücendirdim mi Rabbimi bir şey ile?
Bana, acı haber mi getirdin gece ile?)
Duyunca bu sözleri Cibril Resulullah’tan,
Dedi: (Müjde getirdim sana Hak teâlâ’dan.
Ey bütün mahlukatın en üstün, en iyisi!
Ey yüce Yaradan’ın Habibi, Sevgilisi!
İyilikler menbaı, üstünlükler kaynağı,
Bütün Peygamberlerin medar-ı iftiharı,
Ey şerefli Peygamber, Rabbin selam ediyor.
En büyük nimetleri, sana ihsan ediyor.
Seni davet ediyor kendisine, lütfen kalk!
Haydi buyur gidelim, dışarda hazır burak.)
Peygamber Efendimiz, kalkıp abdest aldılar.
Hazret-i Cibril ile, Beytullah’a vardılar.
Cibril, yardı Resul’ün göğsünü bilvesile.
Ve kalbini çıkarıp, yıkadı zemzem ile.
Hikmet ve iman dolu bir tas alıp, tamamen,
İçine boşaltarak kapattı yine hemen.
Sonra koydu başına, nurdan bir imameyi.
Giydirdi üzerine nurdan bir de cameyi.
Taktı yakut bir kemer hem mübarek beline.
Zümrütten bir asa’yı verdi sonra eline.
Mübarek ayağına sonra da o Habib’in,
Yeşil renkli zümrütten giydirdi bir de nalin.
Ve beyaz bir hayvanı göstererek bu sefer,
Dedi: (Buna binin ki, melekler sizi bekler.)
Allah’ın Sevgilisi, (Peki) deyip o zaman,
Gördü yanı başında çok sevimli bir hayvan.
Tam binecek idi ki, vazgeçip durdu birden,
Baktı, yaşlar akıyor hayvanın gözlerinden.
Onun bu ahvalini ederek hayli merak,
Buyurdu ki: (Ne için ağlıyorsun ey burak?)
Dedi: (Ya Resulallah, zat-ı şerifinize,
Hizmet nasib olacak, hamd olsun Rabbimize.
Lakin kıyamet günü, binmezsen bana eğer,
Ne olur benim halim, buna oldum mükedder.
İsterim, o gün dahi beni tercih edesin.
O gün de, benden gayri hayvana binmeyesin.)
Baktı, gayet üzgün ve mahzun idi o hali.
Onun bu sözlerinden, duygulandı bir hayli.
Buyurdu ki: (Ey burak, üzülme, ol müsterih.
Kıyamet gününde de ederim seni tercih.)
. Sen üzülme yeter ki
Sevindirdi burak’ı Allah’ın Sevgilisi.
Ve lakin bu sefer de, mahzun oldu kendisi.
Hak teâlâ, Cibril’e buyurdu ki: (Sor hele.
Niçin mahzun duruyor Habibim şimdi böyle?)
Cibril sual edince, cevaben buyurdu ki:
(Tam burak’a binerken, hatırıma geldi ki:
Zayıf ümmetimin de, yarın mahşer yerinde,
Böyle burak olur mu acaba önlerinde?
Elli bin sene süren arsa-i Arasat’ta,
Ümmetimin halleri nasıldır o saatta?
Bunca günahlarını, yaya nasıl çekerler?
Sırat’ı, o yüklerle acep nasıl geçerler?
Otuz bin yıl sürecek o Sırat köprüsü’ne,
Giderken, binerler mi böyle burak üstüne?)
Rabbimizden bir ferman geldi ki: (Ey Habibim!
Onlara, o yolları bir an gibi ederim.
Hem sonra onlara da, mahşerde elbette ki,
Buraklar gönderirim, sen üzülme yeter ki.)
Peygamber Efendimiz, bu müjdeyi Rabbinden,
Alınca, ferahlayıp buraka bindi hemen.
Süratli bir hayvandı, hatta bir adımında,
Gözün gördüğü yere basıyordu anında.
Evvela Medine’ye, sonra Tur-i Sina’ya,
Uğrayıp, ulaştılar son Mescid-i Aksa’ya.
Cebrail, bir kayayı delerek parmağıyle,
Hemen bağlayıverdi o burakı o yere.
Bazı Peygamberlerin ruhları, o arada,
İnsan şekline girip, toplanmıştı orada.
Cemaatle namaza, ettiler sonra ikdam.
Lakin kim olacaktı, geçerek öne imam?
Adem, Nuh ve İbrahim adlı Peygamberlere,
İmamlık yapmaları söylendi sıra ile.
Lakin o Peygamberler, özür dileyerekten,
İctinab eylediler imamete geçmekten.
Cibril, Habibullah’ı sürüp hemen ileri,
Dedi ki: (Sen var iken, geçemez başka biri.)
Peygamber Efendimiz, imam olup o saat,
Namaz kılıverdiler birlikte iki rekat.
Sonra Resul-i ekrem, o burak üzerine,
Binerek, yularını aldığında eline,
Cebrail arz etti ki: (Serbest bırak yuları!
Zira o, iyi bilir gideceği yolları.)
Kendisi buyurur ki: Göklere ilerledim.
Bazı garip şeyleri müşahede eyledim.
Gördüm bazı kimseler yere ekin ekerler.
Tohumlar, hemencecik başak oluverirler.
Cibril şöyle söyledi bunların hikmetini:
(İhlasla yapanlardır bunlar ibadetini.)
Bazısının başını ezerlerdi ki yine,
Gelirdi hemencecik tekrar eski haline.
Sual ettim Cibril’den: (Nedir bunun hikmeti?)
Dedi: (Terk edenlerdir Cuma ve cemaati.)
Bir kimseler gördüm ki, aç ve çıplak idiler.
Ateşe atarlardı onları zebaniler.
Yine sual ettim ki: (Kimlerdir bunlar acep?)
Dedi: (Zekat vermeyen zengindir bunlar da hep.)
. Çok garip şeyler gördüm
Resulullah buyurdu: Mirac’a uruc ettim.
Çok garip hadiseler müşahede eyledim.
Gördüm bazılarını, yemek var önlerinde.
Lakin onu yemeyip, leş yerlerdi yine de.
Cibril’den sual ettim, dedi ki: (Bu kişiler,
Haram işleyenlerdir, var iken helal işler.)
Gördüm bazısını da, sırtında hayli yük var.
Halka seslenirler ki, biraz daha koyalar.
Cibril dedi: (Bunlar da, hiyanet edenlerdir.
İnsanların hakkını alıp vermeyenlerdir.)
Gördüm yine göklerde, bir garip kimseleri.
Kesip kendi etinden, yerlerdi kendileri.
Cibril dedi: (Bunlar da, gıybet edicilerdir.
Birinden ötekine söz getiricilerdir.)
Çok kadınlar gördüm ki, simsiyahtı yüzleri.
Ateşten elbiseler giymişlerdi her biri.
Cibril dedi: (Bunlar da, zina edicilerdir.
Hem de kocalarını gücendiricilerdir.)
Bir cemaat gördüm ki, Cehennem ateşinden,
Vücutları yanar da, dirilirdi peşinden.
Sordum ki: (Ey Cebrail, bunların suçları ne?)
Dedi: (Asi olmuştur, bunlar ebeveynine.)
Oradan geçtiğimde, gördüm birçok melekler.
Hepsi, Hak teâlâ’ya ibadet etmekteler.
Dikkat ettim, huşu ve hudu ile her melek,
Kıyamda dururlardı, bir tesbih söyleyerek.
Cibril bana dedi ki: (Ya Resulallah, bunlar,
Halk olunandan beri, hep kıyamda dururlar.
Kıyamete kadar da dururlar aynı minval.
Olmaz bu meleklerde kıyamdan başka bir hal.
Allahü teâlâ’dan niyaz eyle, dua et.
Senin ümmetine de versin böyle ibadet.)
Niyaz ettim Rabbimden, duamı etti kabul.
Beş vakit namazdaki o kıyam, işte budur.
İkinci gökte ise, gördüm çok melekleri.
Bunlar dahi kâmilen rükudaydı herbiri.
Cibril dedi: (Bunlar da, rükudadır her saat.
Halk olunandan beri bilmezler başka taat.
Allahü teâlâ’ya dua eyle sen yine.
Nasib etsin Rabbimiz bunu da ümmetine.)
Bunu da niyaz ettim Rabbimden bizatihi.
Kabul edip, namazda farz kıldı bunu dahi.
Üçüncü gökte dahi gördüm birçok melekler.
Herbiri, saf halinde hep secde etmekteler.
Hep bu halde idiler halk olunandan beri.
Yok idi bunların da başka ibadetleri.
Cibril dedi: (Bunların taati böyledir hep.
Bunu, ümmetine de Rabbinden eyle talep.)
Yine Hak teâlâ’ya eyledim dua, niyaz.
Beş vakit namazlarda bunu da eyledi farz.
Beşinci kat gökte de, gördüm birçok melekler.
Her biri, teşehhütte ibadet etmekteler.
Cibril dedi: (Bunların, hep böyledir taati.
İste, Rabbin sana da versin bu ibadeti.)
İstedim, kabul etti Rabbim bu niyazı da.
Farz kıldı bunu dahi, her beş vakit namazda.
. Ümmetim zayıftır
Sonra gördüm bir melek, oturmuş kürsüsünde.
Üzüntülü ve gamlı bir hal vardı üstünde.
Etrafında o kadar melekler var idi ki,
Sayılarını ancak Hak teâlâ bilirdi.
Gayet nurani idi sağındaki melekler.
Giymişlerdi hepsi de, hep yeşil elbiseler.
Solundakiler ise, korkunç ve çirkindi pek.
Ateşler saçıyordu ağzından her bir melek.
O taht üzerindeki meleğe ettim nazar.
Gözleri vardı onun, baştan ayağa kadar.
Çok taaccüp eyledim o meleğin haline.
Sordum kim olduğunu Cebrail-i emine.
Dedi: (Ya Resulallah, bu Azrail’dir, fakat,
Yüzüne bakmak için, herkeste olmaz takat.
Dünya lezzetlerine son veren bir melektir.
İşi, sırf mahlukların ruhunu kabz etmektir.)
Sonra yanına varıp, tanıttı beni bizzat.
Dedi ki: (Ey Azrail, Habibullah’tır bu zat.)
O, başını kaldırdı tebessüm eyleyerek.
Sonra kalktı ayağa, beni tazim ederek.
Ve dedi ki: (Merhaba, müjdeler olsun size.
Yaratmadı Rabbimiz sizden aziz bir kimse.)
Sordum o önündeki açık duran defteri.
Dedi ki: (Bunda yazar herkesin ecelleri.)
Sordum : (O elindeki tuttuğun sayfa nedir?)
Dedi ki: (Ecellerin bir günlük listesidir.)
Önündeki ağacı görüp sual eyledim.
Dedi: (Ya Resulallah, onu da arz edeyim.
Onun her yaprağında, bir kulun vardır ismi.
Yazılıdır üstünde said midir, şaki mi?
Ömrü bitse, o yaprak döner gazel rengine.
Sararır, sonra düşer bu defter üzerine.
Kabzederim ruhunu elimi uzatarak.
Bu işte, benim için fark etmez yakın uzak.)
Dedim ki: (Ey Azrail, her kişinin ruhunu,
Nasıl kabzediyorsun, izah et bana bunu.)
Dedi ki: (Ey Allah’ın Sevgili Peygamber’i!
Vazifem ruh almaktır halk olunandan beri.
Lakin yetmişbin melek bana hizmet ederler.
Hepsine de yardımcı var binlerce melekler.
Bir kişinin eceli, gelirse eğer sona,
Onlar gidip çekerler ruhunu boğazına.
Sonra da o ruhları, yerimden uzanarak,
Bizzat ben kabzederim, gayet kolay olarak.)
Dedim ki: (Ey Azrail, ümmetimin her biri,
Zayıf ve güçsüz olup, azdır tahammülleri.
İsterim ki, onlara yumuşak davranasın.
Ruhlarını rıfk ile, incitmeden alasın.)
Dedi: (Ya Resulallah, rahat olsun kalbiniz,
Zira hitab eder ki hergün bana Rabbimiz:
Ümmet-i Muhammed’in ruhlarını alırken,
Yumuşak ol, onları hiç incitme katiyen.
Bu yüzden, ümmetine şefkatim çoktur benim.
Annelerinden bile, fazladır merhametim.)
. Merhaba salih oğul!
Sonra altıncı göğe yükseldik o arada.
Musa Peygamber ile karşılaştık orada.
Bana, (Merhaba!) deyip, çok hayır dua etti.
Sonra yedinci göğe Cibril beni iletti.
Hazret-i İbrahim’i gidip gördüm o ara.
Dayanmış duruyordu o da Beyt-i mamur’a.
Yaklaşıp selam verdim, o dahi cevap verdi.
(Merhaba salih oğul, salih Peygamber!) dedi.
Sidretül münteha’ya vardık en son olarak.
Onun güzelliğini, mümkün değil anlatmak.
Cibril aleyhisselam karar kıldı orada.
Beni ileri sürüp, eyledi kendi veda.
Dedim: (Buraya kadar, oldun da bana delil,
Yalnız mı bırakırsın, şimdi beni ey Cibril?)
Baktım, bir ızdıraba, korkuya düştü birden.
Titremeye başladı Allah’ın heybetinden.
Dedi ki: (Ya Muhammed, buradan ileriye,
Bir adım daha atsam, yanarım tamamiyle.)
Allah’ın Sevgilisi, Sidretül münteha’dan,
Daha ilerisine yükseleceği zaman,
Ona, Cennet yaygısı geldi Refref adında.
Allah’ın zikri ile meşguldü her anında.
Güneşten parlak idi, geldi ve verdi selam.
Oturdu üzerine Resul aleyhisselam.
Çok yüksek makamlara bir anda yükseldiler.
Ve yetmişbin perdeden geçip ilerlediler.
İki perde arası, uzak idi begayet.
Kürsi , Arş ve ruhları geçtiler en nihayet.
Her perdeden geçerken, bir ses işitiyordu:
Ve (Korkma ya Muhammed, daha yaklaş) diyordu.
Öyle yakın oldu ki âlemlerin Rabbine,
Erişti (Kabe kavseyn) makam-ı alisine.
Hiç anlaşılamayan ve anlatılamayan,
Şekilde, Rabbimize çok yakın oldu o an.
Zamansız ve mekansız ve cihetsiz olarak,
Gördü Hak teâlâ’yı olmadan göz ve kulak.
Hiç gözsüz ve kulaksız, vasıtasız, ortamsız,
Rabbi ile konuştu, olmadan dil ve ağız.
Resulullah , Mirac’da Rabbini gördü, fakat,
Ahiret görmesiyle gördü, budur hakikat.
Çünkü çıktı o gece, zaman ile mekandan.
Ezel ile ebed’i, orada buldu bir an.
Başlangıcı ve sonu, o Allah’ın Habibi,
O mirac gecesinde, gördü bir nokta gibi.
Cennetlik olanların, binlerce sene sonra,
Cennete gidişine şahit oldu o ara.
Eshap’tan Abdurrahman bin Avf’ın, beş yüz sene,
Geciktiğini gördü ve sordu kendisine.
Yani dünyadan çıkıp, oldu ehl-i ahiret.
Ahiret âleminde hasıl oldu bu rüyet.
Çünkü buna, bu dünya değildir hiç münasip.
Bu, ancak ahirette, Cennette olur nasip.
. Ümmetimi isterim
Mirac’a çıktığında Peygamber Efendimiz,
Ona selam vererek, buyurdu ki Rabbimiz:
(Ey Habibim, bu gece benim misafirimsin.
Öyleyse dile benden, ne ki arzu edersin?)
Peygamber Efendimiz, hiç tereddüt etmeden,
(Ümmetimi isterim) diye arz etti hemen.
Yediyüz defa sordu Resul’e bunu Allah.
(Ümmetimi isterim) dedi hep Resulullah.
Hak teâlâ buyurdu: (Ey Habibim, neden hep,
Israren ümmetini edersin benden talep?)
Dedi ki: (Ya ilahi, isteyen sen, veren sen.
Şimdi, bana bağışla ümmetimi tamamen.)
Hak teâlâ buyurdu: (Ey benim Peygamber’im!
Ümmetinin hepsini affetmeye kadirim.
Ve lakin o takdirde, benim rahmetim ile,
Senin izz-ü şerefin, belli olmaz ayniyle.
Bir kısmını, bu gece sana bağışlayayım,
Diğer iki kısmını, mahşere bırakayım.
Kıyamette onları edersin benden talep.
Ben dahi kalanını, bağışlarım o gün hep.
Ta ki benim rahmetim, olsun açık, aşikâr.
Senin dahi izzetin, olsun belli ve izhar.)
Peygamber Efendimiz, hadis-i şerifinde,
Buyurdu: Ey Eshabım, ben Mirac gecesinde,
Allahü teâlâ’dan ettim ki şöyle talep:
Ümmetin hesabını, bana ısmarlasın hep.
Buyurdu: (Şöyledir ki, senin bundan muradın:
Kimse vakıf olmasın, günahına onların.
Benim ise muradım, şöyle ki bu hususta:
Sen dahi görmeyesin onlarda kusur, hata.
Onların işlediği çirkin, kötü ahvali,
Herkes gibi sen dahi bilme, olma muttali.
Sen ki, Peygamberisin onların ey Habibim!
Ben ise, ümmetinin Halıkıyım, Rabbiyim.
Onları, yeni görüp, ettin sen müşahede.
Bense nazar ederim, ta ezelden ebede.)
Sonra da buyurdu ki: (Ey yüce Peygamber’im!
Ümmetinin hepsine, şefkatim çoktur benim.
Onlarla söyleşmeği sevmeseydim ben eğer,
Hiç hesaba çekmezdim onları yevm-i mahşer.
Muhatap eylemişim, kendime ümmetini.
Onun için hesaba çekerim herbirini.
Yakın gel ey Habibim, maksut, benim ve sensin.
Her ne ki halk eyledim, yarattım senin için.)
Sonra da buyurdu ki Resul'e cenab-ı Hak:
(Aç mübarek gözünü, ayağın altına bak.)
Resulullah , eğilip aşağı baktığında,
Bir avuç toprak gördü ayağının altında.
Buyurdu: (Ey Habibim, kainatta ne ki var,
Mübarek ayağının tozudur hepsi onlar.
Ey Sevgili Habibim, nedir ol ki diledin?
Bir avuç toprağa mı, şimdi minnet eyledin?
Bir dost eteğindeki tozu bağışlamaktan,
Ümmetini affetmek, kolaydır bana şu an.)
. Merhaba salih oğul!
Sonra altıncı göğe yükseldik o arada.
Musa Peygamber ile karşılaştık orada.
Bana, (Merhaba!) deyip, çok hayır dua etti.
Sonra yedinci göğe Cibril beni iletti.
Hazret-i İbrahim’i gidip gördüm o ara.
Dayanmış duruyordu o da Beyt-i mamur’a.
Yaklaşıp selam verdim, o dahi cevap verdi.
(Merhaba salih oğul, salih Peygamber!) dedi.
Sidretül münteha’ya vardık en son olarak.
Onun güzelliğini, mümkün değil anlatmak.
Cibril aleyhisselam karar kıldı orada.
Beni ileri sürüp, eyledi kendi veda.
Dedim: (Buraya kadar, oldun da bana delil,
Yalnız mı bırakırsın, şimdi beni ey Cibril?)
Baktım, bir ızdıraba, korkuya düştü birden.
Titremeye başladı Allah’ın heybetinden.
Dedi ki: (Ya Muhammed, buradan ileriye,
Bir adım daha atsam, yanarım tamamiyle.)
Allah’ın Sevgilisi, Sidretül münteha’dan,
Daha ilerisine yükseleceği zaman,
Ona, Cennet yaygısı geldi Refref adında.
Allah’ın zikri ile meşguldü her anında.
Güneşten parlak idi, geldi ve verdi selam.
Oturdu üzerine Resul aleyhisselam.
Çok yüksek makamlara bir anda yükseldiler.
Ve yetmişbin perdeden geçip ilerlediler.
İki perde arası, uzak idi begayet.
Kürsi , Arş ve ruhları geçtiler en nihayet.
Her perdeden geçerken, bir ses işitiyordu:
Ve (Korkma ya Muhammed, daha yaklaş) diyordu.
Öyle yakın oldu ki âlemlerin Rabbine,
Erişti (Kabe kavseyn) makam-ı alisine.
Hiç anlaşılamayan ve anlatılamayan,
Şekilde, Rabbimize çok yakın oldu o an.
Zamansız ve mekansız ve cihetsiz olarak,
Gördü Hak teâlâ’yı olmadan göz ve kulak.
Hiç gözsüz ve kulaksız, vasıtasız, ortamsız,
Rabbi ile konuştu, olmadan dil ve ağız.
Resulullah , Mirac’da Rabbini gördü, fakat,
Ahiret görmesiyle gördü, budur hakikat.
Çünkü çıktı o gece, zaman ile mekandan.
Ezel ile ebed’i, orada buldu bir an.
Başlangıcı ve sonu, o Allah’ın Habibi,
O mirac gecesinde, gördü bir nokta gibi.
Cennetlik olanların, binlerce sene sonra,
Cennete gidişine şahit oldu o ara.
Eshap’tan Abdurrahman bin Avf’ın, beş yüz sene,
Geciktiğini gördü ve sordu kendisine.
Yani dünyadan çıkıp, oldu ehl-i ahiret.
Ahiret âleminde hasıl oldu bu rüyet.
Çünkü buna, bu dünya değildir hiç münasip.
Bu, ancak ahirette, Cennette olur nasip.
. Cennet hurileri
Hak teâlâ, Mirac’da buyurdu: (Ey Habibim!
Senden daha kıymetli bir kimse halk etmedim.
Cennete girmeyince sen yarın ahirette,
Sair enbiya dahi, giremezler elbette.
Ve hem de ümmetinin girmedikçe her biri,
Öteki ümmetlerin yasaktır girmeleri.
Ey Habibim, sana ve senin ümmetin için,
Neler hazır eyledim, görmeği ister misin?)
Allah’ın Sevgilisi buna (Evet) deyince,
Rabbimiz, Cebrail’e emir verdi hemence:
(Cenneti, Habibim’e gösteriver şimdiden.
Ta ki mübarek kalbi kurtulsun endişeden.)
Resulullah , Cibril’le çıkıp geliverdiler.
Melekler, kendisini istikbal eylediler.
Ellerinde hulle ve nur ile dolu olan,
Tabaklarla, her biri bekliyorlardı o an.
Cebrail arz etti ki: (Bunlar, Adem Nebi’den,
Seksen bin sene önce yaratıldı kâmilen.
Ellerindeki şeyi saçmak üzere, bunlar,
Böyle sabırsızlıkla burada bekliyorlar.
Cennetin eşiğine basar basmaz siz ayak,
Üstünüze saçarlar bunları tabak tabak.)
Cennette vazifeli Rıdvan da sonra hemen,
Karşıladı Resul’ü iltifat ederekten.
Resulullah buyurdu: (Cennete girdiğimde,
Akan bir ırmak gördüm, hem de orta yerinde.
Bir yerden çıkardı da, su ve süt, şerbet ve bal,
Yine birbirlerine etmezlerdi intikal.
Kenarları zeberced, cevahirdi taşları.
Otları zaferan ve anberdi balçıkları.
Gümüş bardaklar vardı, etrafında bir nice.
O kadar ki, gökteki yıldızlar adedince.
Irmağı, Cebrail’den sordum meraklanarak.
Dedi: (Ya Resulallah, Kevser’dir işbu ırmak.
Hak teâlâ yaratıp, vermiştir bunu sana.
Bu ırmaktan akar hep, Cennette her bostana.)
Irmağın kenarında gördüm bazı çadırlar.
İnci ile yakuttan hepsi yapılmıştılar.
Cibril arz eyledi ki: (Tamamı hep bunların,
Özel menzilleridir senin hanımlarının.)
Çadırların içinde var idi ki huriler,
Güneş ve Ay misali parlardı hepsi birer.
Cümlesi avaz edip, enva-i nağmelerle,
Terennüm ederlerdi şunu güzel seslerle:
(Bizler hep sevinçliyiz, üzülmeyiz hiçbir an.
Biz hep donanmışızdır, olmayız asla uryan.
Biz hepimiz gençleriz, katiyen yaşlanmayız.
Biz hep iyi huyluyuz, asla gadaplanmayız.
Bizler hep böyleyizdir, neşeli ve pür sevinç.
Hep hayatta oluruz ve bizler ölmeyiz hiç.)
Öyle güzel yüzleri vardı ki onların hem,
Eğer bütün ömrümce anlatsam, bitiremem.
Baktım ki, önlerinde birer de hizmetçi var.
Cibril dedi: (Ümmetin içindir hepsi bunlar.)
. Cennet hurileri
Hak teâlâ, Mirac’da buyurdu: (Ey Habibim!
Senden daha kıymetli bir kimse halk etmedim.
Cennete girmeyince sen yarın ahirette,
Sair enbiya dahi, giremezler elbette.
Ve hem de ümmetinin girmedikçe her biri,
Öteki ümmetlerin yasaktır girmeleri.
Ey Habibim, sana ve senin ümmetin için,
Neler hazır eyledim, görmeği ister misin?)
Allah’ın Sevgilisi buna (Evet) deyince,
Rabbimiz, Cebrail’e emir verdi hemence:
(Cenneti, Habibim’e gösteriver şimdiden.
Ta ki mübarek kalbi kurtulsun endişeden.)
Resulullah , Cibril’le çıkıp geliverdiler.
Melekler, kendisini istikbal eylediler.
Ellerinde hulle ve nur ile dolu olan,
Tabaklarla, her biri bekliyorlardı o an.
Cebrail arz etti ki: (Bunlar, Adem Nebi’den,
Seksen bin sene önce yaratıldı kâmilen.
Ellerindeki şeyi saçmak üzere, bunlar,
Böyle sabırsızlıkla burada bekliyorlar.
Cennetin eşiğine basar basmaz siz ayak,
Üstünüze saçarlar bunları tabak tabak.)
Cennette vazifeli Rıdvan da sonra hemen,
Karşıladı Resul’ü iltifat ederekten.
Resulullah buyurdu: (Cennete girdiğimde,
Akan bir ırmak gördüm, hem de orta yerinde.
Bir yerden çıkardı da, su ve süt, şerbet ve bal,
Yine birbirlerine etmezlerdi intikal.
Kenarları zeberced, cevahirdi taşları.
Otları zaferan ve anberdi balçıkları.
Gümüş bardaklar vardı, etrafında bir nice.
O kadar ki, gökteki yıldızlar adedince.
Irmağı, Cebrail’den sordum meraklanarak.
Dedi: (Ya Resulallah, Kevser’dir işbu ırmak.
Hak teâlâ yaratıp, vermiştir bunu sana.
Bu ırmaktan akar hep, Cennette her bostana.)
Irmağın kenarında gördüm bazı çadırlar.
İnci ile yakuttan hepsi yapılmıştılar.
Cibril arz eyledi ki: (Tamamı hep bunların,
Özel menzilleridir senin hanımlarının.)
Çadırların içinde var idi ki huriler,
Güneş ve Ay misali parlardı hepsi birer.
Cümlesi avaz edip, enva-i nağmelerle,
Terennüm ederlerdi şunu güzel seslerle:
(Bizler hep sevinçliyiz, üzülmeyiz hiçbir an.
Biz hep donanmışızdır, olmayız asla uryan.
Biz hepimiz gençleriz, katiyen yaşlanmayız.
Biz hep iyi huyluyuz, asla gadaplanmayız.
Bizler hep böyleyizdir, neşeli ve pür sevinç.
Hep hayatta oluruz ve bizler ölmeyiz hiç.)
Öyle güzel yüzleri vardı ki onların hem,
Eğer bütün ömrümce anlatsam, bitiremem.
Baktım ki, önlerinde birer de hizmetçi var.
Cibril dedi: (Ümmetin içindir hepsi bunlar.)
. Ağladı Resulullah
Resulullah , görünce Cennetin tamamını,
Bir de görmek istedi Cehennem azabını.
Buyurdu ki: Mirac’da, altıncı kat göküne,
Geldik Cebrail ile Cehennemin önüne.
İçeriye girerek, gördüm o azapları.
Ki, lisanla anlatmak mümkün değil onları.
Orada bir heybetli melek gördüm içerde.
Hiç öyle ulu melek görmemiştim bir yerde.
Dağlar gibi ateşler çıkıyordu ağzından.
Dumanlar fışkırırdı burnuyla boğazından.
Korku geldi kalbime gördüğümde ben onu.
Sual ettim Cibril’den onun kim olduğunu.
Dedi ki: (Bu, Malik’tir, burasıdır hep yeri.
Ve asla gülmemiştir halk olunandan beri.)
Ben dedim ki: (Ey Malik, bir ricam vardır senden.
Cehennemin içini göster bana tamamen.)
Dedi: (Ya Resulallah, baş üstüne bu emrin.
Lakin onu görmeye tahammül edemezsin.)
Sonra kalktı ve açtı Cehennem kapısını.
Ve gösterdi alt alta yedi tabakasını.
Baktım, her tabakada artar azap ve elem.
Birinci tabakaya (Cehennem) denir ki hem.
Azabının şiddeti, hepsinden azdır fakat.
Bu dünya ateşinden ziyadedir kat be kat.
İkinci, (Sair) dir ki, bu dahi çok sıcaktır.
Burada, yahudiler azap olunacaktır.
Üçüncü tabakanın adına (Sakar) derler.
Azap görür burada hıristiyan kimseler.
Dördüncü, (Cahim)dir ki, begayet şiddetlidir.
Güneş ve yıldızlara tapanların yeridir.
Sonra, (Hutame)dir ki beşinci tabaka da.
Budist ve mecusiler azap görür burada.
Altıncı tabakası, (Lazy) ki, sıcaktır pek.
Hiç dini olmayanlar burda azap görecek.
(Haviye) denilir ki yedince tabakaya,
En azılı kâfirler girecektir buraya.
Azabının şiddeti, hepsinden daha çoktur.
Mürted ve münafıklar burda azab olunur.
Malik, (Cehennem) için, en hafiftir deyince,
Bu, kimler için? diye merak ettim bir nice.
Ve Malik’e sordum ki: (Kimleredir bu azap?)
Malik başını eğip, vermedi hemen cevap.
Ben tekrar sordumsa da, sükut etti o yine.
Eğilip bir şey dedi sonra da Cebrail’e.
Cevabında Malik’e dedi ki fakat Cibril:
(Senden cevap bekliyor ey Malik benden değil.)
Ben dedim ki (Ey Malik, beyan et ki şimdi sen,
Kurtuluş tedariki mümkün olsun şimdiden.)
Dedi: (Ya Resulallah, Cehennem'dir ki bu yer,
Buraya, ümmetinden girer yalnız asiler.
Şimdiden öğüt ver ki günah işleyenlere,
Yarın kıyamet günü girmesinler bu yere.)
Bunları arz ederken Malik Resulullah’a,
Resulullah , hüznünden başladı ağlamaya.
. Elli vakit namaz
Peygamber Efendimiz, Cehennemi görünce,
(Burada kimler yanar?) diye sordu hemence.
Kendi ümmeti için olduğunu öğrenip,
Ağlamaya başladı, olup gayet muzdarip.
Gökteki melekler de, ağladılar hep o an.
Bir hitab-ı ilahi geldi Hak teâlâ’dan.
Buyurdu: (Ey Habibim, benim katımda, senin,
Pek büyük ve alidir, izzetin ve şerefin.
Hatırını hoş tut ki, duan kabul olunur.
Her ne ki niyaz etsen, katımda makbul olur.
Şefaat makamını veririm ki ben sana,
Senden başka kavuşan, olmadı bu ihsana.
O gün pek çok asiyi, şefaatinle senin,
Affeder, bağışlarım, ta ki (Yeter) diyesin.
Ey Habibim, her kim ki emrime muti olur,
Azaptan emin olup, rahmetime kavuşur.
Sana ve ümmetine, gece gündüz her daim,
Elli vakit namazı farz kıldım ey Habibim!)
Resulullah buyurdu: Bu makamdan sonra ben,
Rücu edip, Hazret-i Musa’ya vardım hemen.
Dedi ki: (Hak teâlâ, sana ve ümmetine,
Ne gibi bir ibadet farz kıldı her bir güne?)
Dedim ki: (Her gece ve gündüz, taat olarak,
Elli vakit namazı, farz kıldı cenab-ı Hak.)
Dedi ki: (Ya Muhammed, geriye dön de yine,
Hafifletmesi için, niyaz eyle Rabbine.
Çok gelir ümmetine, elli vakit ibadet.
Onlar bunu yapmakta, zorlanırlar begayet.)
Avdet edip, Rabbime ettim ki şöyle niyaz:
(Ya Rabbi, ümmetimden hafiflet et bunu biraz.)
Beş vakit tenzil etti Rabbim bu ibadetten.
Dönüp, Musa Nebi’ye söyledim bunu hemen.
Dedi ki: (Ya Muhammed, tekrardan dön Allah’a.
Dile ki, bunu dahi hafifletsin az daha.
Zira senin ümmetin, yapamaz bunca amel.
Ben, beni İsrail’i denedim daha evvel.)
O böyle söyleyince, döndüm yine geriye.
Arz eyledim: (Bunu da biraz hafiflet) diye.
Hafifletti Rabbimiz, beş vakit daha namaz.
Gelip Musa Nebi’ye eyledim bunu da arz.
Rabbim’le Musa Nebi arasında, böylece,
Bu tahfif hususunda, gidip geldim bir nice.
Nihayet Hak teâlâ buyurdu: (Ey Habibim!
Elli vakit namazı, beş vakite indirdim.
Lakin her namaz için, on namaz ecri vardır.
Kılanlar, elli vakit namaz ecri kazanır.
Kim bir iyi ameli, kast edip, yapamasa,
Onun için, bir sevap yazılır hiç olmazsa.
Lakin onu yaparsa, ona, bir’e mukabil,
Defterine on sevap kaydedilir, bir değil.
Bir günahı kastedip yapmazsa, günah olmaz.
Yaparsa, tek bir günah yazılır, on yazılmaz.)
Dönüp, Musa Nebi’ye söyledim bunu böyle.
Dedi: (Dön, biraz daha kolaylık talep eyle.)
Dedim ki: (Bu hususta, çok talepte bulundum.
Bunun için, Rabbimden artık utanıyorum.
. O dediyse, doğrudur
Resulullah , mirac’da nimetlere bir nice,
Kavuşup, avdet etti dünyaya aynı gece.
Yani Mekke şehrine teşrif etti göklerden.
Sonra, Ümmü Hânî’nin evine geldi hemen.
Baktı ki, yattığı yer henüz soğumamıştı.
Ümmü Hânî uyumuş, haberi olmamıştı.
Hatta abdest suyunun hareketi, leğende,
Henüz durulmamıştı yerine geldiğinde.
Beytullah’ın yanına giderek Resulullah,
Anlattı mirac’ını kâfirlere o sabah.
Ve lakin inanmayıp, eylediler itiraz.
Dediler: (Bir gecede, göklere gitmek olmaz.)
O gün, inatlarından toplandılar bir yere.
Dediler: (Söyleyelim biz bunu Ebu Bekr'e.
Bakalım bu habere, o ne cevap verecek?
Zira o, akıllı ve tecrübelidir de pek.)
Tam kanaat getirip, inanmayacağına,
Büyük bir ümit ile, gittiler hemen ona.
Dediler: (Ya Eba Bekr, Mekke’den Kudüs'e dek,
Ne kadar zaman sürer, bir defa gidip gelmek?)
Dedi ki: (Bir kaç defa, o yolda ettim sefer.
Çok iyi biliyorum, bir aydan fazla sürer.)
Kâfirler sevinerek, dediler ki: (Doğrudur.
Tecrübeli adamın cevabı böyle olur.)
Gülerek, sevinerek, hatta alay ederek,
Ona, şöyle dediler çok güvenç göstererek:
(Ama senin efendin diyor ki: Ben, bu gece,
Göklere gidip geldim, doğru mudur bu sence?)
Hazret-i Ebu Bekir, o Server'in adını,
İşitince, onlara verdi şu cevabını:
(O dediyse inandım, evet, gidip gelmiştir.
Zira o, ömründe hiç yalan söylememiştir.)
Sonra elbisesini giydi ve çıktı evden.
Acele o Resul'ün yanına koştu hemen.
Kalabalık içinde, yükselterek sesini,
Şöyle tasdik eyledi mirac mucizesini:
(Miracınız mübarek olsun ya Resulallah!
Malım, canım, herşeyim fedadır sana Vallah.
Sonsuz hamd ve şükürler olsun ki Rabbimize,
Her şeyden habersizken, tanıttı seni bize.
Ya Resulallah, senin, doğrudur her kelamın.
İnandım miracına, fedadır sana canım.)
Kâfirler, bu sözleri işitip çok şaştılar.
Resul'ü, mahcup, hacil etmeye uğraştılar.
Dediler ki: (Kudüs'e gidip geldim diyorsun.
Göklere gittiğini iddia ediyorsun.
Peki söyle bakalım, mescitte kaç pencere,
Ve kaç tane kapı var, onu söyle bizlere.)
Allah’ın Sevgilisi, bunlara, birer birer,
Doğru cevaplarını anında söylediler.
Bunları dinledikçe hazret-i Ebu Bekir,
Derdi: (Ya Resulallah, evet, aynen öyledir.)
.
11 - HİCRET-İ PEYGAMBERİ
.
.Birinci Akabe
Bi’setin onbirinci senesinde, o Server,
Kâbe’de, bir gurupla, karşılaşıverdiler.
Ve sual ettiler ki: (Sizler kimlerdensiniz?)
Dediler: (Medine’den ve Hazrecilerdeniz.)
Bunlar, altı kişiydi, Resulullah o zaman,
Onlar ile oturup, konuştu kısa bir an.
Kur’an -ı kerimden de okuyup birkaç ayet,
O altı Hazreçliyi islama etti davet.
Onlar, yahudilerden işitmişler idi ki:
Yakında bir Peygamber gelecek elbette ki.
Kendi aralarında konuşarak o saat,
Dediler: (O gelecek Peygamber işte bu zat.)
Kelime-i şehadet getirip sonra hemen,
Derhal iman ettiler, hepsi can-ü gönülden.
Peygamber-i zişan’dan alarak sonra izin,
Döndüler Medine’ye, islamı yaymak için.
Bu mesut altı kişi, Medine’ye gelerek,
Halkı, islam dinine çağırdılar tek be tek.
Öyle ki, bu gayretler sonunda, Medine’de,
Konuşulur olmuştu islamiyet her evde.
Müslüman olmuşlardı tamamen Hazreciler.
Ve hatta Evs’den dahi vardı iman edenler.
Es’ad bin Zürare ve oniki kişi daha,
Geldiler ertesi yıl, Hac için Beytullah’a.
O zamanlar Mekke’de, çok gergin hava vardı.
Kâfirler, müminlere eziyet yaparlardı.
Sevgili Peygamber’le, kim görüşseydi eğer,
Yapıyorlardı ona, çok feci işkenceler.
Allah’ın Resulü’yle, onlar dahi gizlice,
Bir araya geldiler Akabe’de bir gece.
Dediler ki: (Biz sana, her hususta teslimiz.
Her ne emir verirsen, yerine getiririz.)
Tam bağlılıklarını söyleyip Ona bizzat,
O gün, Resulullah’a, ettiler hepsi biat.
Es’ad bin Zürare’yi, Resulullah, hepsine,
Emir yapıp, gönderdi Medine beldesine.
Bu oniki bahtiyar, Medine’ye gelerek,
Halka, islamiyet’i anlattılar gezerek.
Bu halis müminlerin yaptığı bu davetle,
Yayıldı islamiyet Medine’de süratle.
Önceden düşman iken, Evs ile Hazreciler,
Müslüman olur olmaz, oldular hep can ciğer.
İslamı daha iyi öğrenmek için dahi,
Muallim istediler. Resul’den bizatihi.
Sahabe’den Mus’ab bin Umeyr adında bir zat,
Vardı ki, Resulullah gönderdi onu bizzat.
Gitti Hazret-i Mus’ab Medine beldesine.
Es’ad bin Zürare’nin yerleşti hanesine.
Onun ile birlikte, ev be ev dolaştılar.
Resul’ün sevgisini halka aşıladılar.
Hatta Resulullah’ı, düşmanların şerrinden,
Koruyacaklarına, söz aldılar hepsinden.
Böylece, Resul ile yapılacak biata,
Zemin hazırladılar çalışarak adeta.
. Güleryüz, tatli dil
Dini öğretmek için Medine’li müminler,
Hazret-i Peygamber’den muallim istediler.
İşte bu maksat ile, Allah’ın Peygamber’i,
Gönderdi Medine’ye Mus’ab ibni Umeyr’i.
Mus’ab , bu emir ile oraya geldiğinde,
Es’ad bin Zürare’nin mekan tuttu evinde.
Bu evi, kendisine edinip bir merkez üs,
İslamı yaymak için çalıştı gece gündüz.
Müsait kimseleri, o eve getirerek,
İslamı anlatırdı güler yüz göstererek.
Ev, adeta bir dergah gibi çalışıyordu.
O eve kim girerse, imanlı çıkıyordu.
Bir reisi vardı ki, lakin o kabilenin,
İman ile müşerref olmamıştı o hemin.
Bu, Sa’d bin Mu'az ki, vakıf oldu bu işe.
Mani olmak istedi bu hayırlı gidişe.
Lakin ev sahibiyle akraba olduğundan,
Bir şey diyemiyordu kendisine doğrudan.
Bu maksatla dedi ki Üseyyid bin Hudayr’e:
(Mani ol git şu evde, Mus'ab ibni Umeyr’e!
Mekke’den, şehrimize ne için gelmiş o zat?
Onu görüp, haline vakıf ol gidip bizzat.
Es’ad , teyzemin oğlu olmasaydı eğer ki,
Sana hiç söylemezdim bu işi elbette ki.)
Üseyyid , mızrağını alarak çıktı evden.
Mus’abın bulunduğu o eve vardı hemen.
Konuşmaya başladı girer girmez hiddetle.
Dedi ki: (Niçin geldin buraya, ne niyetle?
Yalan şeyler söyleyip, halkı aldatıyorsun.
Bilinmeyen bir dine onları sokuyorsun.
Olmak istemiyorsan eğer ki hayatından,
Acele ayrılıp git bizim vatanımızdan.)
Mus’ab , yumuşaklıkla eyledi ki şöyle arz:
(Safa geldin, hele gel, şuraya otur biraz.
Önce bizi dinleyip, vakıf ol gayemize.
Beğenirsen kabul et, mani ol yoksa bize.)
Onun bu nazikane ve yumuşak halini,
Görmek, yumuşatmıştı Üseyyid’in kalbini.
(Doğru söyledin) deyip, mızrağını, bu kere,
Saplayarak, oturdu gösterdiği bir yere.
Mus’ab , güler yüz ile bir güzel sohbet etti.
Anlattı tatlı tatlı ona islamiyet’i.
Kur’an -ı kerimden de okudu birkaç ayet.
Üseyyid dinleyince, duygulandı begayet.
(Bunlar, ne güzel şeyler) dedi kendi kendine.
Sordu: (Ne yapmak lazım, girmek için bu dine?)
Mus’abın dediğini, o da tekrar ederek,
İman etti orada, şehadet getirerek.
Ve dedi ki: (Bu yerde, var ki Sa’d bin Mu'az,
O iman eder ise, iman eder cümle nas.)
Sonra, huzur içinde ayrılarak o evden,
Sa’d ibni Mu'azın yanına geldi hemen.
Sa’d, onu uzaktan görür görmez dedi ki:
(Değişik geldi bana Üseyyid'in sireti.
Ve size, yemin ile söylerim ki ben keza:
O, gittiği yüz ile gelmiyor yanımıza.)
. Sürur senesi
Üsseyyid’e sordu ki Sa’d bin Mu'az hemen:
(O Mekke’li adamı kovdun mu o haneden?)
O dedi ki: (Ey Sa’d, gittim onun yanına.
Sözlerini dinleyip, çok hayran oldum ona.
Bana, öyle hoş şeyler okudu ki ya Sa’d!
Onların tesiriyle bir hoş oldum o saat.)
O dedi ki: (Ne için gitmiştin o eve sen?
Dönüp geldin geriye, hiçbir şey halletmeden.
Bari ben gideyim de, halledeyim bu işi.
Acele bu diyarı terk eylesin o kişi.)
Bir hışımla kalkarak, vardı hemen o eve.
Girerek, çok hiddetle başladı söylenmeye.
Ve Hazret-i Mus’aba dedi ki: (Az bana bak!
Bu diyardan çekil git, yoksa fena olacak.)
Lakin Mus’ab bin Umeyr, onu, güler yüz ile,
Karşılayıp dedi ki: (Sakin ol, otur hele.)
Gayet nazik olarak dedi: (Ey ibni Mu'az!
İstersen, gayemizi eyleyeyim sana arz.
Sözlerimiz, hoşuna gider ise, ne a’la.
Aksi halde, bu yeri terk ederiz, pekala.)
Bu yumuşak sözleri, sakinleştirdi Sa’di.
Dedi: (Ne okuyorsan, bana da oku haydi.)
Mus’ab , islamiyet’i anlattı ona önce.
Sa’d da çok duygulandı, Mus’abı dinleyince.
Kalbinde, tatlı tatlı bir şeyler oluyordu.
Sanki temiz bir şeyle, kalbi yıkanıyordu.
Sonra Kur’an okudu, Mus’ab tatlı sesiyle.
Kendinden geçiyordu, o bunun tesiriyle.
Okuması bitince, dedi ki ona ilkin:
(Ne yapmam gerekiyor imana gelmek için?)
Kelime-i tevhid’i öğrendi sevinerek.
O da iman eyledi, şehadet söyleyerek.
Artık onun kalbini, sardı bir neşe, sevinç.
Bu huzurla, yerinde duramıyor idi hiç.
Derhal koştu evine ve aldı abdestini.
Topladı etrafına cümle kabilesini.
Üseyyid bin Hudayr’ı dahi alıp yanına,
Şöyle hitab eyledi Eşhel oğullarına:
(Nasıl biliyorsunuz beni siz ey insanlar?)
Onlar, hep bir ağızdan şöyle cevapladılar:
Dediler: (Elbette sen, bizim reisimizsin.
Canımızı istesen, veririz senin için.
Bize ne emredersen, getiririz yerine.
Sana mutlak tâbiyiz, muntazırız emrine.)
Dedi ki: (Öyle ise, olsun ki haberiniz,
Ben şimdi müslümanım, siz de iman ediniz!
İman etmez iseniz eğer ki tek Allah’a,
Hiç görüşmeyeceğim sizin ile bir daha.)
O böyle söyleyince, bilcümle kabilesi,
Hiç itiraz etmeden, imana geldi hepsi.
Kırdılar putlarını, hem kendi elleriyle.
Çınladı yer gök o gün tekbir sedalariyle.
Bu hadiseden sonra. cümle Medineliler,
Evs ve Hazrec, tamamen hep imana geldiler.
Buna, Resulullah da pek çok sevindiğinden,
(Sürur senesi) dendi bu seneye bu yüzden.
. İkinci Akabe biatı
Onüç yıl geçmişti ki, bi’setten itibaren,
Müşriklerin o zulmü sürüyor idi aynen.
Hatta işkenceleri, son haddine varmıştı.
Öyle ki, dayanılmaz bir hale ulaşmıştı.
Ve lakin Medine’de, Es’ad ibni Zürare,
Ve Mus’ab bin Umeyr’in üstün gayretleriyle,
İslamla şereflendi, Evs ile Hazreciler.
O imanla, huzur ve sevinç içindeydiler.
Mekke’de eza gören cümle müslümanlara,
Kucaklarını açmış, beklerlerdi o ara.
En büyük arzuları şu idi ki: o Server,
Hicretle, Medine’ye teşrif ediverseler.
Hepsi, mal ve canını, Onun için ruz-ü şeb,
Feda edeceğine söz vermişler idi hep.
Nihayet hac mevsimi gelmiş idi o sene.
Onların bu aşkları, çıkmıştı zirvesine.
Mus’ab bin Umeyr ile birlikte hem o zaman,
Yetmişüç erkek ile İki kadın müslüman,
Medine’den Mekke’ye gelip Hac eylediler.
Resul’le, Akabe’de bir araya geldiler.
Görüşüp konuşarak, o Server’e, ayrıca,
Hicret etmelerini ettiler arz ve rica.
Peygamber’in amcası, Hazret-i Abbas dahi,
Hazır bulunuyordu orada bizatihi.
Dedi: (Bu, biliniz ki, kardeşimin oğludur.
İnsanlardan en fazla sevdiğim kişi Odur.
Siz Onu tasdik edip, hem tâbi olduysanız,
Ve alıp götürmeye, kati kararlıysanız,
Beni tatmin edecek söz vermeniz lazımdır.
Zira O, biliniz ki, bizim evladımızdır.
Şimdi siz, şu hususu düşününüz iyice:
Arab kabileleri size hücum edince,
Onlarla savaşacak güce sahip misiniz?
Eğer sahip iseniz, bu işe girişiniz.
Bunu siz, aranızda konuşunuz iyice.
Ayrılığa düşmeyin, sonra zora gelince.
Onu, tam layıkıyle koruyacak iseniz,
Ne a’la, yanınızda götürün, yoktur beis.
Yok, oraya gidince, Onu yalnız başına,
Bırakacak iseniz, götürmeyin boşuna.)
Onun sözü bitince, Es'ad ibni Zürare,
Resul’den izin alıp, başladı şu sözlere:
(Ya Resulallah bizler, kalbimizle büsbütün,
İman edip hem size tâbi olduk topyekün.
Sizin emriniz ile, bütün akrabalardan,
Alakamızı kesip, uzaklaştık onlardan.
Size kucak açmakta, olduk bütün ve birlik.
Bu şerefli görevi, vacib ve lazım bildik.
Kendi çocuğumuzu nasıl koruyor isek,
Sizi dahi öylece koruruz, bu bir gerçek.
Ve sizi, kanımızın son damlasına kadar,
Koruyacağımıza yeminle verdik karar.
Bu babta, aramızda tam mutabakat vardır.
Dilimiz ne söylerse, kalbimiz de aynıdır.)
. Hepsi biat ettiler
Es’ad bin Zürare’nin konuşmasından sonra,
Abdullah bin Ubade hitab etti onlara.
Dedi: (Ey Hazreçliler, Resul’ü, ne için siz,
Kabul ettiğinizi iyi bilir misiniz?)
Onlar, (Evet biliriz) cevabını verdiler.
O, sözüne devamla dedi: (Ey Hazreçliler!
Sizler Onu hem sulhta, hem savaş zamanında,
Koruyacak mısınız her tehlike anında?
Mallarınız zarara girse de tam olarak,
Ve akrabalarınız olsa da cümle helak.
Sevgili Peygamber’i, eğer ki yardımcısız,
Bırakacak iseniz, şimdiden bırakınız.
Böyle yapar iseniz, biliniz ki elbette,
Helake uğrarsınız, dünya ve ahirette.
Eğer Onun uğrunda, gitse de mallarınız,
Ve öldürülseler de, cümle yakınlarınız,
Eğer bütün bunları, Ona feda etmeyi,
Aklınız kesiyorsa, düşünün götürmeyi.
Böyle yapar iseniz, dünya ve ahirette,
Bu, daha hayırlıdır sizin için elbette.)
O böyle söyleyince, bilcümle Hazreçliler,
Hepsi de, ittifakla onu tasdik ettiler.
Dediler ki: (Vallahi, biz Peygamberimizi,
Hiç yalnız bırakmayız, öldürseler de bizi.
Mal ve can bakımından, olsak da hayli mağdur,
Ondan ayrılamayız, ölmek var, dönmek yoktur.)
Bu sözleri, cümlesi kabul etti gönülden.
Allah’ın Resulü’ne söz verdiler o günden.
Ve Es’ad bin Zürare dedi ki ilk olarak:
(Ben, Allah ve Resul'e söz veririm ki mutlak,
Onu koruyacağım her zaman mal ve canla.
Ve biat ediyorum Peygamber-i zişan’a.)
Müsafeha eyledi o böyle söyleyerek.
Sonra diğerleri de, biat etti tek be tek.
Resulullah uğrunda, böylece o gün onlar,
Hepsi, mal ve canını, hep ortaya koydular.
İki de kadın vardı aralarında, fakat,
Onlar ile, sadece söz ile oldu biat.
Resulullah onlardan, söz aldı ki bir daha:
(Bir şeyi şerik, ortak koşmayınız Allah’a.
Hiç hırsızlık ve zina, iftira etmeyiniz.
Kız çocuklarınızı, asla öldürmeyiniz.
Yalan söylemeyin ki, çirkindir bu da gayet.
Ve hayırlı işlere, etmeyin muhalefet.)
Onlar, Resulullah’la ederken o gün biat,
Akabe tepesinden, geldi şöyle bir feryat:
(Ey Kureyş, Muhammed ve Medine’li müminler,
Sizinle savaş için, ittifaka girdiler.)
Resulullah buyurdu: (Duyduğunuz bu feryat,
Akabe şeytanıdır, eylemeyin iltifat.)
Sonra o müminlere, bunu müteakiben,
Buyurdu: (Yerinize dönünüz şimdi hemen.)
Medine’den Resul’ün yanına gelmek ile,
Onlar, Muhacirinden oldular böylelikle.
. Hicret başlıyor
Müminler, bu ikinci Akabe biatiyle,
Sığınacak bir ülke bulmuştu böylelikle.
Lakin bunu duyunca, o Mekke’li müşrikler,
Onlara işkenceyi, çok şiddetlendirdiler.
Öyle ki, müminlere, Mekke’de hayat sürmek,
Tahammülü imkansız bir hal aldı giderek.
Huzurlarına gidip Allah’ın Habibi’nin,
Müsade istediler, Mekke’den göçmek için.
O günlerde idi ki, bir ara Resulullah,
Eshabının yanına teşrif etti bir sabah.
Buyurdu: (Ey Eshabım, bana, hicret yeriniz,
Bildirildi ki, o yer Medine’dir biliniz.
Oraya hicret edin Allah’ın izni ile.
Birleşin, gidip diğer din kardeşlerinizle.
Rabbimiz kardeş yaptı, size o müminleri.
Huzur bulacağınız yurt kıldı hem o yeri.)
Resul’ün izni ile, artık o memlekete,
Müminler, bölük bölük başladılar hicrete.
İtina ederlerdi ve lakin onlar şuna:
Ki, Mekke’li müşrikler varmasınlar farkına.
Dikkat çekmemek için, geceleri, sessizce,
Küçük kafilelerle giderlerdi gizlice.
Neden sonra, bu işi anlayıp o müşrikler,
Mani olmak üzere, saldırıya geçtiler.
Görebildiklerini çevirip yollarından,
Döverek, sonra hapse atarlardı ardından.
Buna rağmen müminler, katlanıp hep bunlara,
Düştüler hicret için, bölük bölük yollara.
Lakin Hazret-i Ömer, kılıcını kuşanıp,
Yanına, oklarını ve mızrağını alıp,
Müşriklerin önünde yürüdü Beytullah’a.
Öylece tavaf etti Kâbe’yi yedi defa.
Sonra o müşriklere seslendi gür sesiyle.
Dedi: (İşte, dinimi korumak gayesiyle,
Ben de, Allah yolunda muhacir oluyorum.
Ve bilin ki, Medine yurduna gidiyorum.
Evet, karısını dul, çocuklarını yetim,
Bırakmak istiyorsa aranızda eğer kim,
Ve bana mani olmak istiyorsa kim eğer,
Şu vadinin ardında, önüme çıksın o er.)
Ve yirmi müslümanı alıp sonra yanına,
Gittiler güpe gündüz Medine yollarına.
Ömer ibnil Hattab’tan korkularından onlar,
Bu giden kafileye, hiç dokunamadılar.
Göçün, ardı arkası artık kesilmiyordu.
Sahabe, akın akın hep hicret ediyordu.
Ebu Bekr-i Sıddık da, bu ara hicret için,
Gelip, talep edince Resul’den bir gün izin,
Buyurdu ki: (Sabreyle, bana dahi Rabbimiz,
İzin verir, hicrete, seninle gideriz biz.)
O, şaşkınlık içinde eyledi hemen sual,
Dedi: (Ya Resulallah, var mı böyle ihtimal?)
Allah’ın Sevgilisi, buyurdu: (Vardır, evet.)
Hazret-i Ebu Bekir, sevindi buna gayet
. Onu göremediler
Resul’ün izni ile, müminler hepsi hemen,
Hicretle, Medine’ye ulaştılar tamamen.
Mekke’de kaldı yalnız, o Resul-i mücteba.
Hazret-i Ebu Bekir ve Aliyyül Mürteza.
Bir de, fakir ve hasta, ihtiyar bîçareler.
Ve bir de, müşriklerin hapsettiği kimseler.
Lakin Medine’liler, Muhacirleri bir bir,
Çok iyi karşılayıp ettiler hep misafir.
Muhacirin ve Ensar, birleşerek velhasıl,
Arada, çok kuvvetli bir birlik oldu hasıl.
Bir telaşa kapıldı bunu duyan müşrikler.
Dediler: (Muhammed de, oraya hicret eder.
Ve bir islam devleti kurulursa oraya.)
Bunu görüşmek için, geldiler bir araya.
İhtiyar kılığına girerek şeytan dahi,
Bu fesat güruhuna katıldı bizatihi.
Çok çeşitli teklifler oldu ise de, yine,
İltifat olunmadı ve lakin hiçbirine.
Şeytan, konuşmalara, en sonra olup dahil,
Dedi: (Bu tekliflerin hiçbiri çare değil.
Çünkü güler yüz ile, tatlı dil var ki Onda,
Aldığınız her tedbir, bozulur en sonunda.)
Ebu Cehil dedi ki: (Öyle ise biz hemen,
Birer kişi seçelim, her bir kabilemizden.
Bir gece, Muhammed’in hanesini sarsınlar.
Kılıç vurup, kanını yerlere akıtsınlar.
Hem kimin öldürdüğü karışır bu sebepten.
O ölünce, biz dahi kurtuluruz bu dertten.)
Şeytan bunu beğenip, mesrur oldu gayetle.
Hemen teşvik eyledi bu fikri hararetle.
Bu hazırlıkta iken müşriklerin herbiri,
Hak teâlâ, Resul’e gönderdi hicret emri.
Cebrail, olanları haber verdi anında.
Dedi ki: (Yatmayasın bu gece yatağında.)
Resulullah , hazret-i Ali’ye geldi hemen.
Buyurdu ki: (Ya Ali, hicret edeceğim ben.
Rabbimizin emriyle, yat uyu yatağımda.
Örtüver üzerine, şu benim hırkamı da.
Halkın bana verdiği şu emanetlerini,
Yarın, sahiplerine teslim et herbirini.
Kavi tut hatırını, endişe etme zinhar.
Zira sana onlardan, asla gelmez bir zarar.)
Sardı gece kâfirler, o Resul'ün evini.
Gaye, öldürmek idi Allah’ın Habibi’ni.
Resulullah , Yasin-i şerifi okuyarak,
Ve bir avuç toprağı, kâfirlere saçarak,
Çıktı gece evinden, izzet ve saadetle.
Geçti aralarından, sıhhat ve selametle.
O an bir uyku sardı, küffarın herbirini.
Asla göremediler, Resul’ün gittiğini.
O topraktan, her kime isabet etti ise,
Bedir’de öldürüldü müşriklerden o kimse.
Resulullah , geçerek küffarın önlerinden,
Hazret-i Ebu Bekr’in evine geldi hemen.
. Ben de beraber miyim?
Yattı Hazret-i Ali Resul’ün yatağına.
Fedaya hazır idi nefsini her an Ona.
Hazret-i Cebrail’le Mikail’e, o zaman,
Şöyle bir emir geldi Hak teâlâ katından:
(Bu gece, arslanımın yanında bulununuz!
Onu, düşmanlarının şerrinden koruyunuz.)
Geldi Cibril-i emin, durdu başı ucunda.
Bekledi Mikail de gelip ayak ucunda.
Resul'ün çıkmasını beklerken gece küffar,
Biri gelip sordu ki: (Burda ne işiniz var?)
Dediler: (Muhammed’i bekliyoruz şimdi biz.
Çıkar çıkmaz saldırıp, hemen öldüreceğiz.)
Dedi: (O, çoktan çıktı, yemin ederim size.
Ve bir avuç toprağı saçtı üzerinize.)
Kâfirler, başlarına götürüp ellerini,
Buldular o saçılan toprağın eserini.
Hemen hücum ettiler o haneye anında.
Gördüler, Ali yatar Resul'ün yatağında.
Ondan, Resulullah’ı hemen sual ettiler.
(Bilmiyorum) deyince, dönüp geri gittiler.
Zira çekinirlerdi Aliyyül Mürteza’dan.
Korktular bunun için, fazla bir şey sormaktan.
Hazret-i Ebu Bekr’in evine gidip küffar,
Kapıyı, hızlı hızlı çalmaya başladılar.
Kızı Hazret-i Esma, kapıya çıktı derhal.
Onlar, Resulullah’ı ettiler ondan sual.
O cevap vermeyince, dövdüler fena halde.
Ve dediler: (Etrafa dağılalım o halde.)
Resul’ü bulmak için, Mekke’de dört döndüler.
Lakin bulamayınca, hep çılgına döndüler.
Velhasıl Resulullah, hazret-i Ebu Bekr’e,
Gelip hicret emrini, ona dedi bu kere.
Buyurdu: (Ya Eba Bekr, bana da hicret için,
Rabbimiz tarafından verildi bugün izin.)
O sual eyledi ki Resul-i mücteba’ya:
(Ben de beraber miyim sizin ile acaba?)
Resulullah , cevaben buyurdular ki: (Evet.)
Hazret-i Ebu Bekir sevindi buna gayet.
Ve hatta bu sevinci, oldu ki öyle içten,
Ağlayıp, gözlerinden yaş aktı bu sevinçten.
Dedi: (Ya Resulallah, hazır develerimiz.
Siz istediğinizi, lütfen kabul ediniz.)
Buyurdu: (Arzu etmem hediyeyi bu saat.
Develerden birini, bahasıyla bana sat.)
Hazret-i Ebu Bekir, bu kesin arzu ile,
Develerden birini, satıverdi Resul'e.
Kılavuzluk için de Abdullah bin Ureykıt,
Adındaki birini, gidip buldu o vakit.
Dedi: (Bu develeri, al, fakat üç gün sonra,
Getir Sevr dağındaki falanca mağaraya.)
. Korkma ya Eba Bekir!
Safer yirmiyedisi ve Perşembe günlerden.
Peygamber Efendimiz, Ebu Bekir'le hemen,
Yanlarına bir miktar yiyecek de alarak,
Başladılar hicrete, o evden ayrılarak.
Bilmemesi için de, bunu o müşriklerin,
Arka penceresinden atladılar o evin.
Belli olmasın diye, hem de ayak izleri,
Parmakları ucuna basarlardı ekseri.
Hazret-i Ebu Bekir, Resul’ün çevresinde,
Dönerek gidiyordu korku içerisinde.
Bazan sağda, bazan da solunda yürüyordu.
Resul’ün etrafında pervane dönüyordu.
Allah’ın Sevgilisi, sordu: (Ya Eba Bekir!
Bu minval yürümende, acaba hikmet nedir?
Sebep ne ki, bir sağdan, bir soldan yürüyorsun.
Bir ileri, bir geri, yer değiştiriyorsun?)
Dedi: (Ya Resulallah, korkarım ki sizlere,
Herhangi bir cihetten bir zarar gelir diye.
Onun için bir sağdan, bir soldan yürüyorum.
Bir zarar gelecekse, bana gelsin diyorum.)
Buyurdu ki: (Üzülme, Rabbimiz bizimledir.
Bize zarar yapmaya olamazlar muktedir.)
Nihayet mağaraya vardılar selametle.
Ve lakin Resulullah, yorulmuştu gayetle.
Nalinleri dar olup, yolda parçalandı hep.
Mübarek ayakları, kanadı bundan sebep.
Yürüyecek mecali kalmamıştı velhasıl.
Güçlükle mağaraya oldular gece vasıl.
Mağara kapısına gelince en nihayet,
Sıddık arz eyledi ki: (Bana müsaade et.
Gireyim sizden önce, akrep, yılan olmasın.
Haşeratın zararı sizlere dokunmasın.)
Sonra girdi içeri Resul izin verince.
İçerde, sağlı sollu delikler gördü nice.
Acele gömleğini yırtıp parçalayarak,
Tıkadı delikleri, bir tane kaldı ancak.
Çıplak ökçesini de, koyarak o deliğe,
Dedi: (Ya Resulallah, buyurun içeriye!)
Allah’ın Sevgilisi, Besmele okuyarak,
Teşrif etti içeri, gayet yorgun olarak.
Ve mübarek başını, Sıddık’ın kucağına,
Koyup uyuyuverdi, fazla yorgun olunca.
O sırada Sıddık’ın ayağını koyduğu,
Delikteki bir yılan ısırdı birden onu.
Canı yandı ise de bu acıdan begayet,
Resul uyanır diye, etmedi hiç hareket.
Lakin göz yaşlarına mani olamamıştı.
Ve Resul'ün yüzüne, bir damla damlamıştı.
Resulullah uyanıp, sual etti hemence:
(Ya Eba bekr kardeşim, ne oldu biraz önce?)
Dedi: (Ya Resulallah, delikteki bir yılan,
Isırdı ayağımı, yaş geldi acısından.)
Mübarek tükürüğünü sürdü Resul yaraya.
Anında iyi olup, kavuştu tam şifaya.
.. Biz de sana aşığız
Hazret-i Sıddık ile, o gece Resulullah,
Karanlık mağarada ettiler o gün sabah.
Resulullah , Sıddık’ı gördü sabah gömleksiz.
Hemen sual etti ki : (Nerede gömleğiniz?)
Dedi: (Ya Resulallah, gördüm ki mağarada,
Akrepler ve yılanlar geziyordu ortada.
Beni görüp, kaçtılar hepsi deliklerine.
Gömleğimi yırtarak, tıkadım herbirine.)
Allah’ın Sevgilisi, bunu ondan dinledi.
Ellerini kaldırıp, hayır dua eyledi.
Sıddık’ın ayağını ısırınca o yılan,
Resulullah buyurdu: (Ayağını çek ordan!)
Hazret-i Ebu Bekir, çekince ayağını,
Hemen delik ağzında, gördüler o yılanı.
Koca bir yılan idi, çok heybetli ve iri.
Azarladı yılanı Allah’ın Peygamber’i:
(Ey yılan, korkmaz mısın âlemlerin Rabbinden?
Hem de utanmaz mısın Onun Peygamber’inden?
Eziyet ediyorsun benim arkadaşıma.
Izdırap veriyorsun. bu yar ve yoldaşıma.)
Yılan, dile geldi ve dedi: (Ya Resulallah!
Sen, bütün varlıkların Peygamberisin Vallah.
Sana aşık olanlar, değil yalnız insanlar.
Aşıktır sana kuşlar, karıncalar, yılanlar.
Önceden biliyordum ben geleceğinizi.
Ve en büyük arzum da, görmekti bir an sizi.
Bu sıkıntılı yerde, gece gündüz demedim.
Senelerdir, sabırla yolunuzu bekledim.
Girdiniz güneş gibi karanlık mağaraya.
Sıddık mani olunca, kalmadı bende haya.
Yüzünü görmek için, bu suçu işledim ben.
Özrümü kabul edip, affedin beni lütfen.)
Resul, kabul buyurdu yılanın bu özrünü.
Sürdü hemen yaraya, mübarek tükrüğünü.
Hazret-i Ebu Bekir, oldu hemen şifayab.
Kalmadı yarasında bir acı ve ızdırap.
O ara müşrikler de, iz takip ede ede,
Gelip karar kıldılar, mağaranın önünde.
Ve lakin görür görmez, bir örümcek ağını,
Ve bir güvercinin de, hem yuva yaptığını,
Dediler: (Eğer onlar girselerdi bu yere,
Ağ yırtılır, hem yuva bozulurdu bir kere.)
Ve hemen iz sürücü Ebu Kürz’e döndüler.
(Sen izleri böyle mi sürüyorsun?) dediler.
Dedi: (İzler geliyor işte bu mağaraya.
Ya yere girdi bunlar, ya uçtular havaya.)
Bir tanesi dedi ki: (Öyle ise, biriniz,
Mağaranın içine girip göz gezdiriniz.)
Bir başkası dedi ki: (Hadi gidin oradan.
Bu ağ belki örülmüş, ta Muhammed doğmadan.)
Onlar, kapı önünde konuşurken bu minval,
Hazret-i Ebu Bekir, endişe etti derhal.
Dedi: (Ya Resulallah, onlardan bir tanesi,
Eğilip bakmış olsa, burada görür bizi.)
Resulullah buyurdu: (Korkma ya Eba Bekir!
Korkma ki, Hak teâlâ bizimle beraberdir.)
. Hicret başlıyor
Resul ile, hazret-i Ebu Bekir, orada,
Üç gündüz ve üç gece kaldılar mağarada.
Hazret-i Ebu Bekr’in, Abullah adındaki,
Oğlu, gündüz Mekke’de ne oluyorsa vaki,
Ve küffardan duyduğu haberleri, öylece,
Gelip, Resulullah’a bildirirdi her gece.
Amir bin Füheyre de, gelerek geceleri,
Süt getirir ve hem de silerdi o izleri.
Dördüncü gün o Server, Kusva nam devesine,
Binip, Ebu Bekr’i de bindirdi terkisine.
Öbür deveye ise, Abdullah bin Ureykıt,
Ve Amir bin Füheyre bindi ki, tam o vakit,
Mahzunluk çöktü birden o Server’in gönlüne.
Çevirdi devesini Beytullah’ın yönüne.
Buyurdu ki: (Ey Mekke, Vallahi sen Allah’ın,
Katında, en hayırlı bir yer ve bir vatansın.
Bana, senden hayırlı yurt yok sana kıyasla.
Çıkarılmasa idim, çıkmazdım senden asla.
Kavmim, beni zor ile çıkarmasaydı eğer,
Vallahi senden gayri, tutmazdım bir yurt ve yer.)
O an Cibril-i emin, Sevgili Peygamber’e,
Gelip sual etti ki: (Müştak mısın bu yere?)
Resul, (Evet) deyince, getirdi ki bir ayet,
Allah’ın Sevgilisi mesrur oldu begayet.
Hak teâlâ, Resul’ü teselli ediyordu.
Tekrar döneceğini Ona müjdeliyordu.
Hicret için, sefere başladılar nihayet.
Yolculuk, rahat sakin geçiyordu begayet.
Müşrikler, didik didik Onu arıyorlardı.
Ve lakin hiçbir yerde, hiç bulamıyorlardı.
Olamayacaklardı onlar bunda muvaffak.
Zira koruyor idi Resul’ü cenab-ı Hak.
Az sonra, Kubeyd denen bir mahale geldiler.
O yerde konaklayıp, istirahat ettiler.
Orada, Ümmü Mabed adında, çok akıllı,
Ve cömert bir hanımın, bir de çadırı vardı.
Peygamber Efendimiz, ücretini vererek,
Almak arzu ettiler ondan hurma ve ekmek.
Lakin o, arz etti ki: (Olsaydı keşke eğer,
Parasız, ben sizlere çekerdim ziyafetler.
Bir geçim sıkıntısı ve kıtlık var ki bizde,
Hiçbir şey bırakmadı malesef elimizde.)
Resulullah, kenarda, gördü yatan bir koyun.
Ve sual eyledi ki: (Var mıdır sütü bunun?)
Dedi: (Yoktur efendim, kaldı kemik ve deri.
Hatta mecalsizlikten, sürüden kaldı geri.)
Resul izin isteyip, sağdı onu eliyle.
Kap isteyip, süt ile doldurdu tamamiyle.
Önce Ümmü Mabed’e, bir tasla etti ikram.
Sonra, diğerleri de içti ve doydular tam.
Kendileri de içip, içtikleri süt kadar,
Kadına para verip, oradan ayrıldılar.
Sonra Ümmü Mabed’in beği geldi evine.
O sütleri görünce, sevinip dedi: (Bu ne?)
Dedi ki: (Evimize, geldi bir mübarek zat,
Onun bereketidir gördüğün bu süt bizzat.)
Biraz tarif edince, dedi ki: (Öyle ise,
Kureyşin beklediği Peygamber’dir o kimse.)
. Birden kuma gömüldü
Hazret-i Peygamber’le, hazret-i Ebu Bekr’i,
Asla bulamayınca o kureyş kâfirleri,
Çaresizlik içinde bir yerde toplandılar.
Görüşüp, bu hususta yeni karar aldılar.
Dediler ki: (Onları kim nerede görürse,
Ve hemen yakalayıp, acilen öldürürse,
Yahut esir alırsa diri yakalayarak,
Yüz deve alacaktır, o mükafat olarak.)
Süraka bin Malik de duydu bu yüz deveyi.
Dedi ki: Yüz deveye malik olmak ne iyi.
O böyle düşünürken, biri itip kolundan,
Dedi ki: (İki kişi, gider sahil yolundan.
Halen falan tepeye belki erişmişlerdir.
Zannederim gidenler, aranan kişilerdir.)
Süraka , çok sevindi bunu öğrendiğine.
Lakin sevindiğini belli etmedi yine.
Dedi ki: (O gidenler, filan filandır bence.
Zira onlar, buradan geçmişlerdi az önce.)
Sebebi şu idi ki, böyle söylemesinin,
Vadedilen yüz deve, olsun hep kendisinin.
Bindi hemen atına, bir anda uzaklaştı.
Az sonra, Resul ile Ebu Bekr’e yaklaştı.
Hücum edecekti ki arkadan o Server’e,
Atı tökezlenerek, aniden düştü yere.
Yüz devenin hırsıyla, tekrar bindi atına.
Bundan ibret almayı getirmedi aklına.
Yaklaştı tekrar yine, Sıddık’la Peygamber’e.
Bu hal, çok korku verdi, hazret-i Ebu Bekr’e.
Allah’ın Sevgilisi, sordu: (Ya Eba Bekir!
Görürüm üzülürsün, acaba sebep nedir?)
Dedi: (Ya Resulallah, düşman geldi arkadan.
Korkarım hazretine bir zarar gelir ondan.)
Buyurdu ki: (Düşmandan korkma ya Eba Bekir!
Zira dost, her saniye bizimle beraberdir.)
Sonra dua buyurdu: (Ya İlahel âlemin!
Süraka’nın şerrinden, sen bizi eyle emin.)
O anda Süraka da yaklaşmıştı ki, birden,
Atının ayakları, kuma battı aniden.
O zaman vakıf oldu işin hakikatine.
Yalvardı can havliyle Allah’ın Habibi’ne.
Dedi: (Şimdi inandım, sen elbet Peygamber’sin.
Beni bu kum içinden, sen kurtarabilirsin.)
O zaman Resulullah eyledi şu duayı:
(Ya Rab, doğru diyorsa, halas et Süraka’yı.)
Bir anda kurtularak, çıktı kumun içinden.
Ve yanında ne varsa, Resul’e verdi hemen.
Lakin kabul etmeyip, buyurdular ki ona:
(İhtiyacım yok benim, senin bu mallarına.
İstediğim şudur ki, gizleyesin yerimi.
Kimseye demeyesin, bu yoldan gittiğimi.)
Süraka (Peki) deyip, döndü hemen geriye.
Aynı yoldan giderken, rastladı çok kimseye.
Dedi ki: (Buralarda, onları çok aradım.
Nam ve nişanlarının, izine rastlamadım.)
Onlar dahi: (Süraka doğru söylüyor) diye,
Atlarını çevirip, dönerlerdi geriye.
. Hazreti Ali’nin hicreti
Hazret-i Peygamber’le, Ebu Bekir-i Sıddık,
Amir bin Füheyre ve Abdullah bin Üreykıt,
Sekiz Rebiül evvel, Pazartesi gününde,
Oldular kuşluk vakti, sabah Kuba köyünde.
Resulullah burada, ilk mescidi yaptılar.
Ve Kuba vadisinde, ilk Cumayı kıldılar.
(Temeli, takva üzre kurulan mescit) diye,
Hak teâlâ katından, geldi hem bir methiye.
Bu arada Mekke’de, Ali bin Ebi Talip,
O gün emanetlerle, Kâbe yanına gelip,
Resul’ün makamına oturup nida etti:
(Herkes, emanetini gelsin ve alsın!) dedi.
Artık Mekke şehrinde kalan Eshab-ı kiram,
Hep hazret-i Ali’ye gelip sığındılar tam.
Ve Mekke’de kaldıkça Resulullah’ın evi,
Mekan tuttu orada, yine hazret-i Ali.
Resul haber saldı ki hem hazret-i Ali’ye:
(Eşyalarımı alıp, Medine’ye gel!) diye.
Bu emri alır almaz hazret-i Peygamber’den,
Kureyş kâfirlerinin yanına geldi hemen.
Dedi ki: (Medine’ye gideceğim ben yarın.
Bir şey diyecekseniz, yarına bırakmayın.)
Herbiri, başlarını aşağı indirdiler.
Korkudan bir kelime cevap veremediler.
Lakin hazret-i Ali, yükleyip eşyaları,
Giderken, karşısına çıktı Kureyş küffarı.
Dediler: (Gidemezsin, geri dön yüklerinle!
Aksi halde hepimiz, cenk ederiz seninle.)
Allah arslanı Ali, devesinden inerek,
Yürüdü üstlerine, hiddetle kükreyerek.
O anda, korku düştü kalplerine küffarın.
Allah’ın yardımıyla oldular darmadağın.
Yine hazret-i Ali, binerek devesine,
Çıktı müteveccihen, Medine beldesine.
Sonra çıktı yoluna Mikdad adında biri.
Kılıcını çekerek dedi: (Hemen dön geri!)
İndi yine deveden, yürüdü üzerine.
Bir hamlede yıkarak, çıktı göğsü üstüne.
Hemence öldürmeyip, imana etti davet.
O dahi kabul edip, nasib oldu hidayet.
Hem büyük bahadırı oldu müslümanların.
Hem de, büyüklerinden oldu cümle Eshab’ın.
Sonra hazret-i Ali, devam etti sefere.
Ve nihayet Kuba’da, yetişti o Server’e.
Şişmiş ayaklarından, kanlar akıyordu hep.
Ve hatta varamadı huzura bundan sebep.
O Server haber alıp, teşrif etti yanına.
Haline çok acıdı ve sarıldı boynuna.
Mübarek elleriyle, narin ayaklarını,
Okşayıp takdir etti, bu fedakârlığını.
Ellerini kaldırıp, bu amcazadesine,
Çok dualar eyledi, sonsuz saadetine.
Bu fedakârlığının üstüne, sonra hemen,
Bir ayet nazil oldu, kendisini metheden.
. Geliyorlar! Geliyorlar!
Allah’ın Sevgilisi, düşmanların şerrinden,
Hicret maksadı ile, çıktı Mekke şehrinden.
Medine’li müminler, duyunca bu haberi,
Sevinçle beklediler, Sevgili Peygamber’i.
Zira ziyadesiyle özlemişlerdi Onu.
Büyük bir heyecanla, gözlediler yolunu.
Gözcüler koydular ki, geleceği yollara,
Teşrifini, anında haber versin onlara.
Bütün Medine’liler, yaşlı genç, kadın erkek,
Gözlerini, ümitle çöl ufkuna dikerek,
Kızgın çölün, nasılsa serin suya hasreti,
Öylece beklediler onlar da o Hazret’i.
Herbirinin kalbinde, şu arzu vardı ki tek:
Acaba Resulullah ne gün teşrif edecek?
Büyük sabırsızlıkla beklerken böyle onlar,
Aniden, (Geliyorlaar!) diye bir ses duydular.
O noktaya, dikkatle baktığında her biri,
Gördüler Sıddık ile Hazret-i Peygamber’i.
(Resulullah göründü, işte geliyor!) diye,
Büyük müjde, bir anda yayıldı Medine’ye.
Dediler: (Müjde müjde, Resulullah geliyor.
Sevinin ey insanlar, Habibullah geliyor.
İşte, teşrif ediyor sebeb-i necatımız.
Sevinin, bayram yapın, geliyor baş tacımız.)
Kadın erkek, yaşlı genç, sevindiler, coştular.
Karşılamak üzere, Ona doğru koştular.
O gün tekbir sesleri, çıkıyordu göklere.
Ve sevinç gözyaşları, akıyordu yerlere.
Benzeri görülmemiş bayram yaşanıyordu.
Herkes, hep bir ağızdan, şunları söylüyordu:
(Seniyyetül veda’dan, ay doğdu üstümüze.
Bu, ne büyük bir devlet, hamd olsun Rabbimize.
Hoş geldin şehrimize, ey Allah’ın Habibi!
Bize, daha sevinçli gün olmaz bunun gibi.)
O anda müslümanlar, merak ederdi ki hep:
Resul, kimin evine teşrif eder ki acep?
Kusva’nın yularından, tutarak bir çokları,
Kendi hanelerine çağırırdı onları.
Resulullah , bakarak onların ahvaline,
Buyurdu ki: (Deveyi, koyun kendi haline.
Açın onun yolunu, zira devem memurdur.
Emrolunduğu yere gelince, kendi durur.)
Bıraktılar, hepsini bir merak sardı ancak,
Ki, deve, hangi evin kapısında duracak?
Deve, (Eba Eyyub)un evi önüne kadar,
Yürüyüp, tam o eve gelince kıldı karar.
Hemen Halid ibni Zeyd Eba Eyub Ensari,
Sevinç ve heyecanla koşuverdi ileri.
Allah’ın Resulü’nün huzuruna gelerek,
Evini, eli ile Resul’e göstererek,
Dedi ki: (İşte evim, işte şu da kapısı.
Buyur ya Resulallah, hazırdır her odası.)
Resul’e mihmandarlık, ne saadet, ne nimet.
O gün, Eba Eyyub’a nasib oldu bu devlet.
.
12 - MEDİNE-İ MÜNEVVERE DEVR
.Siz yukarı buyurun!
O Server, Medine’ye teşrif ettiklerinde,
Kaldılar Halid bin Zeyd Ensari’nin evinde.
Eve teşrif edince o Hüdanın Habibi,
Bir neşeye gark oldu bu talihli sahabi.
Artık o, geceleri kılıcını alarak,
Muhafızlık yapardı, etrafı kollayarak.
İki katlı bir evdi onların haneleri.
Alt katı tercih etti Allah’ın Peygamber’i.
Lakin hazret-i Halid, değildi hiç müsterih.
Ki, niçin Resulullah alt katı etti tercih?
En son dayanamayıp, geldi huzurlarına.
Dedi ki: (Anam babam, feda olsun yoluna.
Sizin aşağı katta ikamet etmenize,
Gönlümüz razı değil, ağır gelir bu bize.
Ne olur, bir üst kata, siz teşrif buyurunuz.
Biz aşağı inelim, böyle rahat oluruz.)
Buyurdu ki: (Ya Halid, bundan olma muzdarip.
Bizim altta olmamız, daha uygun, münasip.
Zira ziyaretçiler gelir beni görmeye.
Burası daha iyi onlarla görüşmeye.)
Hazret-i Halid der ki: (Peygamber Efendimiz,
Böyle arzu edince, razı olduk buna biz.
Bir testimiz vardı ki, kırıldı düşüp birden.
İçindeki dolu su, yere aktı kâmilen.
Sular, aşağıya da sızar ve akar diye,
Biz, hanımla bir hayli kapıldık endişeye.
Yok idi o zamanlar, pek maddi varlığımız.
Tek yorganımız vardı her gün kullandığımız.
Bastırdık hemen onu suların üzerine.
Ki, bir zarar vermesin, Allah’ın Resulü’ne.
Biz evde yürürdük ki, gayet yavaş olarak,
Bu yüzden dökülmesin aşağı toz ve toprak.)
Ve yine Ebu Eyub anlatır ki: Bir kere,
Yemek götürmüş idim, hazret-i Peygamber’e.
İki kişilik idi götürdüğüm o yemek.
Zira Resulullah’la, Ebu Bekir vardı tek.
Bana buyurdular ki: (Haber ver Sahabe’ye.
Ensar’dan otuz kişi gelsin yemek yemeğe.)
Ben şöyle düşünerek durakladım o ara:
Getirdiğim bu yemek yeter mi ki onlara?
Düşüncemi anlayıp, buyurdu ki: (Ya Halid!
Ensar’dan otuz kişi davet eyle, haydi git.)
(Peki ya Resulallah!) diyerek o Server’e,
Gittim ve otuz kişi davet ettim yemeğe.
Onar onar oturup, bol bol yiyip doydular.
Yemekte bir azalma olmadı zerre kadar.
Sonra buyurdular ki: (Ya Halid, git de yine.
Altmış kişi davet et, yemek ziyafetine.)
Çağırdım, hepsi geldi, yediler o yemeği.
O altmış kişinin de doydular hepsi iyi.
Sonra üçüncü defa buyurdu ki o Server:
(Ya Halid, doksan kişi davet eyle bu sefer.)
Davet ettim, geldiler, yediler o yemekten.
O doksan kişinin de doydular hepsi hemen.
Misafirler gidince, yemeğe ettim nazar.
Gördüm ki, bir azalma olmamış zerre kadar.
. El ele, gönül gönüle
Peygamber Efendimiz, gelince Medine’ye,
Çok sıkı bir bağlılık husule gelsin diye,
Muhacir müminlerle, onlara yardım eden,
Ensar’ı, kardeş yaptı birbirlerine hemen.
Lakin hazret-i Ali kalınca en sonraya,
Unutuldum zannedip, geldi Resulullah’a.
Üzüntülü bir halde arzeyledi derdini.
Dedi: (Ya Resulallah, unuttunuz mu beni?)
Buyurdu ki: (Ya Ali, unutmadım elbette.
Sen, benim kardeşimsin dünya ve ahirette.)
Böylece, yurtlarını terk eden Sahabe’nin,
Mahzunluğu, bir miktar azalıp oldu teskin.
Medine’de yaşayan o müslümanlar zira,
Hepsi, bağırlarını açmışlardı onlara.
Onları evlerine misafir etmişlerdi.
Ve her türlü yardımı esirgememişlerdi.
Her Medine’li Eshap, bağını, bahçesini,
İkiye ayırmıştı nesi varsa hepsini.
Onların yarısını, ayırıp kendisine,
Vermişti diğerini, muhacir kardeşine.
Hem veriyor ve hem de, çok sevinç duyuyordu.
Bu, dünya tarihinde ilk vaki oluyordu.
Adem Nebi’den beri, çok göçler oldu elbet.
Lakin hiç olmamıştı böyle ulvi bir hicret.
Yani birbirleriyle böyle sıkı kaynaşma,
Ve böyle muhabbetli ve candan kucaklaşma,
Ancak islam dininin getirdiği kardeşlik,
Ruhu ile dünyada mümkün olmuş idi ilk.
Bu hal, Resulullah’ın bir kere sohbetiyle,
Elde ediliyordu, bir tek teveccühüyle.
O mübarek kalbinden fışkıran nurlar, hemen,
Eshab’ın kalplerine akıyordu tamamen.
O, deryalar misali feyzleri, cümle Eshap,
Kalplerine akıtıp, olurlardı feyizyab.
Ensar ve Muhacirin, Resul'ün etrafında,
Gönül gönüle verip, toplandılar anında.
Hicret hadisesiyle müslümanlar nihayet,
İlk adım atıyordu olmak için bir devlet.
Lakin Medine’de de, vardı yine müşrikler,
Onlar, Resulullah’a gayet düşman idiler.
Vaktaki müminlerin güzel anlaştığını,
Ve el ele vererek, sıkı kaynaştığını,
Görünce, çok korktular tehlikeyi sezerek.
Mekke’li müşrikler de, üzüldüler buna pek.
Hatta Medine’deki müşriklere hitaben,
Çok tehdit mektupları yazdılar şöyle hemen:
(Muhammed’i, o yerden yurt dışı etmezseniz,
Veyahut yakalayıp, hemen öldürmezseniz,
Gelir, biz öldürürüz bilcümle halkınızı.
Ve hizmetçi yaparız, hem kadınlarınızı.)
Medine’li müşrikler, korkup hemen anında,
Abdullah bin Ubey’in toplandılar yanında.
Talimatına göre bu münafık kişinin,
Anlaştılar, Resul’e bir zarar yapmak için.
. Mescid-i Nebi
O Server, Medine’ye hicret edip gelince,
Bir mescit inşasını arzu etti hemence.
Böyle düşünür iken, Cibril aleyhisselam,
O Resul'ün yanına geldi ve verdi selam.
Dedi: (Ya Resulallah, emrediyor ki Rabbin.
Taş ile kerpiçten bir, mescid inşa edesin.)
Bu emr-i ilahiyi alır almaz o Server,
Mescid için, bir arsa düşündüler bu sefer.
Kusva’nın ilk olarak çöktüğü o arsayı,
Hemen arzu ettiler gidip satın almayı.
Ve lakin sahipleri dediler ki: (Onu biz,
Satmak değil, hediye etmek arzu ederiz.)
Peygamber Efendimiz kabul eylemediler.
Arsanın bedelini fazlasıyle verdiler.
Arsanın tesviyesi yapılırken bir yandan,
Döktüler kerpiçleri hemen öbür taraftan.
Temel atılmak için, gelindi bir araya.
İlk taşı, Resulullah koydular bu binaya.
Sonra buyurdular ki: (Sen de ya Eba Bekir!
Benimkinin yanına koymak için taş getir.)
Hazret-i Ömer’e de buyurdu ki: (Ya Ömer!
Sen de, onun yanına taş getir de koyuver.)
Hazret-i Osman’a da buyurdu ki: (Ya Osman!
Sen de, onun yanına taş getir de koy şu an.)
Ve hazret-i Ali’ye buyurdu ki: (Ya Ali!
Getir, Osmanınkinin yanına koy sen dahi.)
Mescidin inşasında, başta Fahr-i kainat,
Bütün Eshab-ı kiram çalıştı hepsi bizzat.
Resulullah, sırtında kerpiç götürüyordu.
Eshabından birisi, bu halde Onu gördü.
Dedi: (Ya Resulallah, müsade ederseniz,
Onu ben taşıyayım, siz zahmet etmeyiniz.)
Lakin O buyurdu ki öyle diyen Eshab’a:
(Ben, sizden daha fazla muhtacım bu sevaba.)
Mescidin inşasında, daha fazla herkesten,
Peygamber Efendimiz çalıştı hakikaten.
En ağır kayaları, hem de tek başlarına,
Alıp götürürlerdi ustaların yanına.
Eshap böyle görünce Sevgili Peygamber’i,
Daha büyük bir aşkla çalışırdı herbiri.
Hatta Ammar bin Yaser, herkes bir taşır iken,
Taşıyordu kendisi, iki kerpici birden.
Kerpicin birisini, Sevgili Peygamber’in,
İkincisini ise, taşırdı kendi için.
Peygamber Efendimiz görünce onu böyle,
Sırtını okşayarak mübarek elleriyle,
Şefkat ve muhabbetle buyurdu ki: (Ey Ammar!
Herkes için bir ecir, sana iki ecir var.)
Yapılıp bitirildi mescit kısa zamanda.
Resulullah için de, yapıldı iki oda.
Mescit tamamlanınca, o Server-i kainat,
Kendi hanelerine taşındılar o saat.
. Kütüğün inlemesi
Resulullah hutbeyi, önce minber yerine,
Dayanarak okurdu bir hurma kütüğüne.
Adı (Hannane) idi bu hurma kütüğünün.
Cansız idi ve lakin, aşıkıydı Resul’ün.
Sonra, üç basamaklı bir minber yaptırarak,
Oradan okudular hep devamlı olarak.
Ama ilk seferinde oldu ki bir hadise,
Buna şahid oldular, Eshap’tan çoğu kimse.
Bir Cuma günü idi, olunca vakti salat,
Mescid-i Nebevi’de toplanmıştı cemaat.
Vakta ki Resulullah, hutbe okumak için,
Yine minberlerine çıkmışlardı ki ilkin,
Eskiden dayandığı kuru hurma ağacı,
İnlemeye başladı o anda acı acı.
Bir hamile devenin ağlayışı gibi hem,
Seslice ağlıyordu, hüzünlü ve pür elem.
Bütün Eshab-ı kiram, hayret içerisinde,
Duydular bu sesleri, hepsi mescit içinde.
Cansız hurma kütüğü ağlayıp inliyordu.
Bilcümle Sahabe de, bu sesi dinliyordu.
Hayret içerisinde kalmıştı o an herkes.
Hatta kesilmiyordu bu inilti ve bu ses.
O zaman Resulullah, inerek minberinden,
O hurma kütüğünün yanına geldi hemen.
Mübarek elleriyle okşadılar bir müddet.
Kütüğün ağlaması, kesildi en nihayet.
Eshap, kuru kütüğün bu aşk ve sevgisini,
Görünce, bir ağlama aldı o an hepsini.
Hem de Enes bin Malik buyurdu ki bu babta:
(Mescit bile sarsıldı bu sesten o gün hatta.)
Bir başka sahabi de dedi: (Bu iniltiden,
O kütük hem çatladı, hem oynadı yerinden.)
Ve yine yemin ile buyurdu ki o Server:
(İnip de, o kütüğü okşamasaydım eğer,
Bana karşı hasret ve hüznünden leyl-ü nehar,
O, hep ağlayacaktı ta kıyamete kadar.)
Sonra da o kütüğe dönüp Fahr-i kainat,
Teselli etmek için buyurdu ki o saat:
(İster seni dikeyim bahçendeki yerine,
Tekrar dal ve budak sal, gel önceki haline.
İster, seni dikeyim Cennete ebediyen.
Hep Allah’ın dostları yesin meyvelerinden.)
Kütük dile gelerek, arz etti dileğini,
Dedi: (Ya Resulallah, Cennete dikin beni.
Hiç çürümeyeceğim bir yerde olayım ben.
Hep Allah’ın dostları, yesin meyvelerimden.)
Resul ve yanındaki Sahabe’nin cümlesi,
Gayet açık olarak işittiler bu sesi.
Sonra buyurdular ki kütüğe Fahr-i âlem:
(Senin bu isteğini yaparım, çekme elem.)
Sonra da Eshabına olarak müteveccih,
Buyurdu: (Ahireti, dünyaya etti tercih.)
. İlk ezan
Müminleri camiye, namaza davet için,
Belirli bir usul ve işaret yoktu ilkin.
(Essalatü camia!) nida ediliyordu.
Bunu duyan müminler, namaza geliyordu.
Peygamber Efendimiz Eshabiyle bu kere,
Bu hususu görüşüp, eyledi istişare.
Kimisi (Çan çalalım) dedi ise de, fakat,
Kabul buyurmadılar bunu Fahr-i kainat.
Buyurdu: (Hıristiyan adetidir bu yalnız.
Hiç münasip değildir onlar gibi yapmamız.)
Kimi (Boru çalalım) diye teklif ettiler.
Buyurdu ki: (Onu da çalıyor yahudiler.)
Kimi ateş yakmayı Resul'e teklif etti.
Buyurdu ki: (Ateş de, mecusiler adeti.)
Bir kaçına, rüyada öğretildi bu ezan.
Arz ettiler, beğenip kabul etti o zaman.
Bilal-i Habeşi’yi çağırıp huzuruna,
Ezan okumasını, vazife verdi ona.
Çok gür ve pek tesirli var idi ki bir sesi.
Ezana başlayınca, ağlatırdı herkesi.
Resulullah, mescitte, eşine rastlanmayan,
Sohbet buyururlardı Eshap’la çoğu zaman.
Rabbinin bahşettiği feyz-ü bereketleri,
Eshabının kalbine akıtırdı ekseri.
Bu sohbet şerefine nail olunca onlar,
Yüksek derecelere bir anda kavuştular.
Sohbet bereketiyle, cümle Eshab-ı güzin,
Canlarını verdiler, Resul-i zişan için.
Öyle çok sevdiler ki, hem de birbirlerini,
Canından fazla sevdi, birisi diğerini.
Öyle olmuşlardı ki onlar bu muhabbette,
Methetti Hak teâlâ, onları çok ayette.
Resul’ün huzurunda dikkat ederlerdi hep.
Hiç hareket etmeden, dururlardı pür edep.
Kuşlar, ağaç zannedip, konardı üstlerine.
Onlarda kımıldama olmazdı asla yine.
Peygamberlerden sonra, böylece hepsi onlar.
Mahlukatın efdali, en üstünü oldular.
Hepsinin derecesi, oldu yüksek ve a’la.
Meth-ü sena eyledi onları Hak teâlâ.
Mealen buyurdu ki: (İlk iman edenlerden,
Muhacir ve Ensar’ın önce gelenlerinden,
Ve bu yoldakilerden razıdır cenab-ı Hak.
Onlar dahi Allah’tan razıdırlar muhakkak.
Cennetler hazırladı Allah bu kimselere.
Yarın huzur içinde, girerler bu yerlere.
Cennetlerin altından, nehirler akmaktadır.
Bunlar, o Cennetlerde, sonsuz kalacaklardır.)
Başka ayetlerde de, buyurdu ki mealen:
(O Resul'ün yanında bulunanlar, tamamen,
Sert ve şiddetlidirler kâfirler karşısında.
Lakin şefkatlidirler, kendi aralarında.
Ve bunlar, çoğu zaman rüku ve secdededir.
Çok secde ettikleri, yüzlerinden bellidir.)
. Eshab-ı suffe
Resulullah, mescidin duvarına bitişik,
Hurma dalları ile yaptırdı bir gölgelik.
Ve emir buyurdu ki: (Mekke’den hicret eden,
Malı mülkü olmayan fakir Muhacirlerden,
Bekarlar, bu çardakta ikamet eylesinler.
Allahü teâlâ’ya hamdü sena etsinler.)
Sayıları on ila dörtyüz olan bu zevat,
Resul'ün sohbetinde bulunurdu çok saat.
Bunlar, ya huzurunda olurlardı Resul’ün,
Yahut da ibadetle meşgullerdi gece gün.
Hem ilim öğrenirler ve Kur’an okurlardı.
Hadis-i şerifleri hıfza çalışırlardı.
Oruçlu olurlardı gündüzleri çok zaman.
İbadet ve taattan ayrılmazlardı bir an.
Bunlar, yeni müslüman olan kabilelere,
Muallim olarak da giderlerdi çok kere.
Bu pek faziletli ve mübarek sahabiler,
Bir irfan ordusunun eriydi hepsi birer.
Peygamber Efendimiz, onları çok severdi.
Onlarla sohbet eder, oturup yemek yerdi.
İşte bu faziletli, ilim ehli insanlar,
Eshab-ı suffe diye, tanındı o zamanlar.
Peygamber Efendimiz, bir gün suffe ehline,
Bakıp, şefkat ettiler o fakir hallerine.
Buna rağmen yine de, huzurlulardı gayet.
Gönül rahatlığıyla yaparlardı ibadet.
Resulullah, bu seçkin, fakir sahabilerin,
Her ihtiyaçlarını ederdi önce temin.
Hazır ettikten sonra onların yemeğini,
Ancak düşünüyordu, kendi ehl-i beytini.
Bu Eshab-ı suffe’den biri, Ebu Hüreyre,
Şöyle anlatmaktadır halini o bir kere:
Der ki: Yemeksizlikten çok zaman aç kalırdım.
O zamanlar taş alıp, karnıma bastırırdım.
Yine böyle bir taşı bastırmışken karnıma,
Aniden Resulullah teşrif etti yanıma.
Halimi anlayarak, bana gülümsediler.
(Benimle gel) buyurup, eve doğru gittiler.
Ben dahi peşlerinden gittim emirleriyle.
Hane-i saadete vardık kendileriyle.
O anda evlerinde, bir bardak süt var idi.
Buyurdu ki: (Eshab-ı suffeyi çağır haydi!)
Çağırdım, hep birlikte huzura vasıl olduk.
İzin alıp girerek, bir yerlere oturduk.
Bana buyurdular ki: (Gel ya Eba Hüreyre!
Bu sütü, sıra ile içir bu kimselere.)
(Peki) deyip, o sütü aldım Resulullah’tan.
Verdim ehl-i suffenin herbirine sıradan.
Herbiri, doya doya o sütten içiyordu.
Sonra, bana bardağı iade ediyordu.
Hepsi içip doyunca, alıp içtim ben dahi.
Bir kap süt, hepimize kâfi geldi Vallahi.
Sonra Resulullah da içtiler saadetle.
Süt hiç eksilmemişti, gördüm bunu hayretle.
. Kim misafir edecek?
Bir gün suffe ehlinden, Resul'ün huzuruna,
Biri gelip, açlıktan şikayet etti Ona.
Dedi: (Ya Resulallah, üç gündür hiç yemedim.
Açlıktan hiç kalmadı, yürüyecek takatim.)
Acıdı Resulullah o garibin haline.
Hemen haber gönderdi kendi hanelerine.
(Evimizde, erzaktan, bir nesne varsa şayet,
Bir fakir müslümanı edeyim eve davet.)
Zevceleri cevaben, arz etti ki: (Su hariç,
Evimizde, yiyecek bir nesne kalmadı hiç.)
Gönderdi Resulullah onu diğer zevceye.
O da, aynı cevabı verdi o haberciye.
Bu sefer Eshabına buyurdu ki: (Bu fakir,
Çok açmış, kim bu gece eder onu misafir?)
Malesef onların da, ona ikram edecek,
Yok idi evlerinde, o kadar bir yiyecek.
Buna rağmen birisi dedi ki o Server'e:
(Onu, müsadenizle götüreyim ben eve.)
Düşündü ki: Bizde de, bize yetecek kadar,
Yemeğimiz var ama, bu işin kolayı var.
Biz ve çocuklarımız, bu akşam hiç yemeyiz.
Mevcut olan yemeği, ona ikram ederiz.
O böyle halisane, güzel niyet ederek,
O fakiri evine götürdü sevinerek.
Hanımına sordu ki: (Yemeğimiz ne kadar?)
Dedi ki: (Çocuklara yetecek miktarda var.)
Dedi: (Resulullah’ın var ki bir misafiri,
Doyurmamız gerekir bu akşam o fakiri.
Çocukları avut da, sofraya gelmesinler.
Yahut erken uyut da, yemek istemesinler.)
Hanım dedi: (Elbette, biz mühim değiliz hiç.
Biz onu doyurursak, buluruz huzur, sevinç.
Hem de Resulullah’ın misafiriymiş o zat.
Sevap kazanmak için, bu bize büyük fırsat.)
Bir hamlede sofrayı hazırladı odaya.
Dedi ki: (Misafiri buyur eyle sofraya.)
Ve lakin bir kişilik yemekti hazırlanan.
O mübarek sahabi, düşündü ki o zaman:
Yemeğin azlığını görürse o misafir,
Rahatlıkla yemekten belki utanabilir.
Kalkıp söndüreyim ki bu odanın mumunu,
Görmesin tek kişilik az yemek olduğunu.
Mumu düzeltir gibi yaparak en nihayet,
Söndürüp, misafiri sofraya etti davet.
Karanlıkta o fakir, yedi bir iştah ile.
O, yer gibi yaparak, yemedi lokma bile.
Görmüyordu misafir, yiyor mu, yemiyor mu?
Zaten o, bu niyetle söndürmüştü o mumu.
O fakir, rahatlıkla yiyip kalktı doyarak,
Ev sahibi, sofradan çekildi aç olarak.
Ertesi gün, gelince Resul'ün huzuruna,
Allah’ın Sevgilisi buyurdular ki ona:
(Dün sizin o fakire olan şefkatinizden,
Ötürü, Hak teâlâ çok razı oldu sizden.)
. Selman-ı Farisi
Gün geçtikçe islamın nur’u yayılıyordu.
Resul'ün sevgisiyle, kalpler parıldıyordu.
Onun hasreti ile, bekleyen susamış halk,
Bir arayış içinde Medine’ye koşarak,
Huzur buluyorlardı, görmekle Onu bir an.
Şerefleniyorlardı etmekle Ona iman.
Bunlardan birisi de Selman-ı Farisi’ydi.
Bu zatın babası ve annesi mecusiydi.
Bu mübarek sahabi, doğmuştu İsfehan’da.
İkiyüzelli sene ömür sürdü dünyada.
Ehl-i beytten sayılan bu büyük, mübarek zat,
Hayatını şöylece anlatır kendi bizzat:
Doğdum ben İsfehan’ın Cey denen bir köyünde.
Ve en zengin insanı, babamdı o köyün de.
Bir hayli fazla idi, arazimiz, malımız.
Çoktu bundan ötürü, köyde itibarımız.
Ben, babamın tek oğlu idim ki, bundan sebep,
Kız gibi yetiştirdi ev içinde beni hep.
Bana olan sevgisi olunca pek ziyade,
Dışarıya çıkmama, etmezdi pek müsade.
Kendi mecusi olup, ateşe tapınırdı.
Bu dinin icabını bize de yaptırırdı.
Bu mecusi dinini, teferruatıyla tam,
Ve eksiksiz olarak, öğretti bana babam.
Devam üzre bir ateş yanardı evimizde.
Ona secde eder ve tapardık hepimiz de.
Malik olduğu için çok bahçe ve bağlara,
Beni de, bir gün alıp, götürdü oralara.
Dedi ki: (Ey evladım, gez şu bağı, bostanı.
Benden sonra senindir, mallarını gör, tanı.)
(Peki) deyip, giderken bir gün o araziye,
Rastladım yol üstünde olan bir kiliseye.
İnsanlar, içeride yapıyordu ibadet.
Böyle şeyi, ilk defa görünce ettim hayret.
Zira bizim dinimiz, buna benzemiyordu.
O anda, kalbimde bir tereddüt hasıl oldu.
Bizim ibadetimiz, tapınmaktı ateşe.
Bir türlü ermiyordu, zaten aklım bu işe.
Görünce kilisede ibadet edenleri,
Düşündüm ki: Bunların, daha doğru dinleri.
Tarla ve bahçemizi gezmekten vaz geçerek,
Seyrettim hep onları, sabahtan akşama dek.
Sonra, yaşlı birine sual ettim: (Hey baba!
Bu dinin asıl yeri nerededir acaba?)
O, (Şam’dadır) deyince, yine sual ettim ki,
(Şam’a gitsem, beni de kabul ederler mi ki?)
O zat (Evet) deyince, sordum ki ben bu sefer:
(Sizden, Şam'a gidecek var mıdır bir kimseler?)
(Yakında olabilir) deyince bana o zat,
Çok sevindim ve lakin ilerlemişti saat.
Karanlık basmış idi, korkarak eve vardım.
Babam hemen sordu ki: (Neredeydin evladım?
Vaktinde gelmeyince, hayli kaldık merakta.
Aramadığımız yer kalmadı köyde hatta.)
. Bana Rabbimi tanıt
Dedim ki: (Babacığım, dediğin o bağlara,
Bu sabah çıkıp gittim, dolaşırken bir ara,
Rastladım yol üstünde kilisenin birine.
Merak edip, hemence girdim içerisine.
Baktım, bir çok insanlar ediyorlar ibadet.
Onların bu halleri, hoşuma gitti gayet.
Onlar, görmedikleri, herşeye kadir olan,
Kudretli bir Allah’a ediyorlar hep iman.
Ben onları görünce, anladım ki muhakkak,
Onların bu dinleri, bizimkinden daha hak.)
Babam bunu duyunca, bana dedi: (Ey oğlum!
Bu düşüncen çok yanlış, sana doğru diyorum.
Baban ve ecdadının dini daha doğrudur.
Onların hallerine aldanma, doğru budur.)
Dedim ki: (Hayır baba, ben öğrendim herşeyi.
O din, bizim bu dinden daha doğru ve iyi.
Onlar inanıyorlar, hak olan bir Allah’a.
İnandım ki o dinden, iyi din yoktur daha.)
Babam bana çok kızıp, ayak ve ellerimden,
Bağlayıp, bir odaya hapsetti beni hemen.
O halimde ben yine, Şam’ı düşünüyordum.
Oraya girmek için, çareler arıyordum.
Ve bir gün öğrendim ki, köyümüzden ta Şam’a,
Bir kervan gidecekmiş, hem de o gün akşama.
Ellerimi çözerek, gizlice kaçtım evden.
Şam’a giden kervana, katıldım gidip hemen.
Şam’a vasıl olunca, hıristiyan dininin,
En büyük âlimini öğrendim hemen ilkin.
Sevinç ve heyecanla, gidip buldum âlimi.
Huzuruna varınca, arz eyledim halimi.
Dedim ki: (İzin verin, kalayım evinizde.
Olayım gece gündüz sizin hizmetinizde.
Yeter ki, öğreneyim hıristiyan dinini.
Tanıtın bir de bana, âlemlerin Rabbini.)
O kabul eyleyince, hizmetine girdim tam.
Böyle onun yanında, bir müddet ettim devam.
Kilise işlerini idame ediyordum.
Ve hıristiyanlığı ondan öğreniyordum.
Lakin bir müddet sonra, anladım ki ben bizzat,
O, dedikleri gibi değilmiş iyi bir zat.
Zira fakirler için aldığı akçeleri,
Fakirlere vermeyip, yığıyordu ekseri.
Yedi küp doldurmuştu altın ve gümüşlerden.
Ve hatta benden gayri, yok idi bunu bilen.
Bir müddet sonra bu zat, göçtü ebediyete.
Geldi hıristiyanlar, defin için hizmete.
Dedim ki: (Neden buna ilgi gösterirsiniz?
Bu, hürmet edilmeye layık değil, biliniz.)
Bana inanmayınca, söyledim hakikati.
O zaman inandılar onlar da bana kati.
(Bu, techiz ve tekfine layık değil) diyerek,
Cenazesini alıp, ettiler bir yere terk.
O âlimin yerine, geçti başka birisi.
Onun, dünya malıyla yok idi bir ilgisi.
. Son peygamber geliyor
Bu yeni hıristiyan âlimi sevdim gayet.
Zira dünya malına vermezdi ehemmiyet.
Dünyadan ahirete döndürmüştü yüzünü.
Taatte geçirirdi, gece ve gündüzünü.
Yanında uzun zaman kalıp sevdim o zatı.
Birlikte yapıyorduk, ibadet ve taatı.
Ona hizmet ederdim, zevk ile ve severek.
Ahiret adamıydı, dünyayı etmişti terk.
Bir gün ona dedim ki: (Ey kıymetli efendim!
Yıllardır yanınızda bulunup hizmet ettim.
Allah’ın her emrine edersiniz itaat.
Haramdan kaçmaya da, edersiniz pek dikkat.
Lakin bir gün gelir de, siz vefat ederseniz,
Bana, hangi âlimi tavsiye edersiniz?)
Dedi ki: (Ey evladım, Şam’da yok böyle bir zat.
Musul’daki âlime tâbi ol gidip bizzat.)
O vefat ettiğinde, vardım Musul iline.
O âlimi bularak, koyuldum hizmetine.
O da, evvelki gibi çok zahid idi, fakat,
Onun da ömrü bitip, eyledi bir gün vefat.
Ona dahi ölmeden arz edince halimi.
Söyledi Nusaybin’de bulunan bir âlimi.
Musul’dan ayrılarak, ulaştım Nusaybin’e.
O âlimi bularak, katıldım hizmetine.
Çok derin âlim olup, zahid idi begayet.
Onun dahi vefatı yakın oldu nihayet.
Dedim ki: (Ey efendim, siz vefat ederseniz,
Beni, hangi âlime acep gönderirsiniz?)
Dedi: (Amuriye’de bir âlim var ki evlat,
Hıristiyan dininde, çok azdır böyle bir zat.)
O vefat ettiğinde, gittim Amuriye’ye.
Ki, o âlim Rabbimi tanıtsın bana diye.
O âlimi bularak, yıllarca ettim hizmet.
Onun dahi vefatı yakınlaştı nihayet.
Dedim ki: (Göçerseniz siz de ebediyete
Kime gönderirsiniz bu fakiri hizmete?)
Dedi ki: (Buralarda yok öyle âlim bir zat.
Ahir zaman Nebisi yakında gelir fakat.
Arab’dan çıkacaktır o Peygamber Vallahi.
Onu müjdelemiştir, İsa Peygamber dahi.
Alameti şudur ki, O, kavminin şerrinden,
Hurması bol bir yere, hicret eder şehrinden.
Sadaka almaz ama, kabul eder hediye.
Sırtında bir ben vardır, mühr-ü nübüvvet diye.)
Çok hoşuma gitmişti o âlimin sözleri.
O günden çok sevmiştim, dediği Peygamber’i.
Artık Arab iline gitmeği istiyordum.
O Resul'e yetişip, iman etsem diyordum.
Bu arzular içinde günler geçti aradan.
Duydum: Arab iline gidecekmiş bir kervan.
Bir hayli mal vererek o kervan sahibine,
Dedim ki: (Beni dahi, götür Arab iline.)
Kabul edip, beni de kafileye aldılar.
Sonra ihanet edip, köle diye sattılar.
. İşte ilk alamet
Beni o yahudiye satınca o kimseler,
Gördüm çok o diyarda hurmalık ve bahçeler.
Düşündüm ki: Beklenen o Peygamber, her halde,
Gelse gerek, işte bu hurması bol mahalde.
Lakin ben, o beldeye edemedim muhabbet.
O yahudi kimseye, hizmet ettim bir müddet.
Sonra o sattı beni, başka bir yahudiye.
O dahi beni alıp, getirdi Medine’ye.
Bu yeri görür görmez, çok ısındım, pek sevdim.
Sanki ben, bu beldeyi önce görmüş gibiydim.
Dedim: İşte burası, hurması bol olan yer.
O Peygamber, herhalde, bu yere teşrif eder.
Geçiyordu günlerim artık hep Medine’de.
Bağ bahçe işlerini yapıyordum bu yerde.
Lakin ben, teşrifini beklerdim bir kişinin.
Sabırsızlanıyordum Ona kavuşmak için.
Rabbimi tanımaktı muradım benim asıl.
O Resul'ü görmekle olacaktı bu hasıl.
O yüce Peygamber’i bekliyordum gece gün.
Onun hasreti ile yanıyordum büsbütün.
Bir gün, o yahudinin bahçesinin birinde,
Hurma topluyor idim, bir ağaç üzerinde.
Altta, efendim ile, yavaş sesle bir kişi,
Bir şeyler konuştular, merak ettim bu işi.
Kulak verip dinledim, diyordu ki: (Mekke’den,
Kuba’ya biri geldi, geçen sabah erkenden.
Peygamber olduğunu ediyor halka izhar.
Evs ve Hazreçliler de Ona inanıyorlar.)
Ben bu sözü duyunca, kendimden geçtim o an.
Ve hatta sevincimden, düşecektim ağaçtan.
Hemen aşağı inip, dedim ki o kimseye:
(Ne diyorsun, kim gelmiş, ne diyormuş herkese?)
Sahibim sinirlenip ve bir tokat vurarak,
Dedi: (Ne yapacaksın, sen kendi işine bak!)
O gün akşam olunca, bir miktar hurma aldım.
Arayıp, o Resul’ün huzurlarına vardım.
Görünce ilk olarak cemalinin nurunu,
Tahmin ettim beklenen Peygamber olduğunu.
İkram etmek üzere, aldığım hurmaları,
Ona takdim ederken, arz eyledim şunları:
(Bu hurma sadakadır, lütfen kabul ediniz.
Fakirlerle birlikte, afiyetle yiyiniz.)
Eshabını çağırıp, buyurdu: (Yiyin bundan!)
Ve lakin hiç yemedi kendisi o hurmadan.
Dedim ki: ilk alamet, işte bu olsa gerek.
Zira kabul etmedi sadakayı mübarek.
Teşrif ettiklerinde Medine beldesine,
Az hurma daha alıp, huzura vardım yine.
Hurmaları çıkarıp Ona takdim eyledim.
Dedim ki: (Bu hurmalar, hediyedir efendim.)
Çağırdı Sahabe’yi huzuruna bu sefer.
Baktım, yedi kendi de Eshabiyle beraber.
Yirmibeş tane idi o hurmalar Vallahi.
Çekirdekleri saydım, fazlaydı bin’den dahi.
Dedim ki: İşte budur, o ikinci alamet.
Bir işaret kaldı ki, o da (Mühr-ü nübüvvet.)
. İmanla şereflendim
Ertesi gün, Resul’ün yanına gittim yine.
O ise gidiyordu, bir mevtanın defnine.
Mühr-ü nübüvvet’ini görmekti arzum o gün.
Bu niyetle, yanına yaklaştım o Resul’ün.
Muradımı anlayıp, kaldırdı gömleğini.
Görmekle şereflendim, Mühr-ü nübüvvet’ini.
Kendimi tutamayıp, o mührü öptüm hemen.
Ağlayıp, ırmak gibi yaş aktı gözlerimden.
Bu son alameti de görünce en nihayet,
İman edip, bana da nasib oldu hidayet.
Başımdan geçenleri anlattım Peygamber’e.
Dinleyip, çok taacüp eyledi o hallere.
Ve emir buyurdu ki bana hemen o Server:
(Eshab-ı kiram’a da bunları anlatıver.)
Sahabe’nin cümlesi, toplandı o arada.
Başımdan geçenleri anlattım onlara da.
Lakin Arab dilini bilmiyordum o zaman.
Anlaşabilmek için istedim bir tercüman.
Dil bilen bir yahudi, gelmiş idi o yere.
Selman’ın sözlerini söylerdi Peygamber’e.
Lakin Resulullah’ı metheden sözlerini,
Kast ile değiştirip, söylerdi hep tersini.
Derhal Cibril-i emin inerek yeryüzüne,
Bildirdi bu durumu Allah’ın Resulü’ne.
Bunu, kendisine de söyledikleri zaman,
Şehadet’i getirip, o da oldu müslüman.
Ve Selman-ı Farisi girince de bu dine,
Köleliğe, bir müddet devam etti o yine.
Allah’ın Sevgilisi buyurdu ki bir zaman:
(Kendini kölelikten azad eyle ya Selman.)
Gidip efendisine söyledi bunu, fakat,
O buna, bir şart ile eyledi muvafakat.
Dedi: (Hemen dikersen, üçyüz hurma fidanı,
Ve ne zaman gelirse, meyve verme zamanı,
Ayrıca kırk ukiyye bana altın verirsen,
Ancak azad edersin, kendini kölelikten.)
Ayrılıp geldi hemen Resul'ün huzuruna.
Yahudinin şartını arz etti aynen Ona.
Eshaba emretti ki Peygamber Efendimiz:
(Kardeşiniz Selman’a siz de yardım ediniz.)
Üçyüz hurma fidanı buldular hemen ona.
Çağırdı Resulullah onu huzurlarına.
Buyurdu ki: (Ya Selman, hazırla çukurları.
Bizzat ben elim ile, dikeceğim onları.)
O dahi çukurları kazıp hazır edince,
Resul-ü mücteba’ya haber verdi hemence.
Mübarek elleriyle, Resul, o fidanları,
Gelip, çukurlarına, diktiler ayrı ayrı.
Sonra da, ellerini kaldırıp o arada,
Meyve vermesi için dua etti o anda.
Resul’ün bereketi ve duaları ile,
O yıl meyve verdiler fidanlar tamamiyle.
. ŞİİRLERLE MENKIBELER
Kurtuldu kölelikten
Hem Selman-ı Farisi anlatır ki kendisi:
Bir gün, beni sorarak arıyordu birisi.
Diyordu: (Kırk ukiyye altını, sahibine ,
Verip de kavuşacak kimdir hürriyetine?)
Baktım, pek tanıdığım kimselerden değildi.
Bana, yumurta kadar bir altın verip gitti.
Alarak o altını o kimsenin elinden,
Allah’ın Resulü’nün yanına gittim hemen.
Dedim: (Ya Resulallah, bilmediğim bir kimse,
Bana, şöyle bir altın verdi o her kim ise.)
Buyurdu ki: (Götürüp, yahudiye ver bunu.
Eda et böylelikle ona olan borcunu.)
Dedim: (Ya Resulallah, bu altın hafif biraz.
Onun istediğinden zannederim daha az.)
Allah’ın Sevgilisi aldı onu eline.
Sürüverdi mübarek dilinin üzerine.
Buyurdu ki: (Al şimdi, yahudiye götür ver.
Zannederim bu altın, borcunu eda eder.)
Götürüp verdiğimde, yahudi tarttı onu.
Gördü istediğinden, hem ağır olduğunu.
Resul-ü mücteba’nın bu mucizesi ile,
Kendimi kölelikten kurtardım böylelikle.
Vakta ki kölelikten, azad etti kendini,
Sepet örüp, satmakla sağlardı geçimini.
Kârının bir kısmıyla, kendi geçiniyordu.
Kalanı, fakirlere hediye ediyordu.
Çok ibadet ederdi gece karanlığında.
İbadetsiz gecesi, geçmedi hayatında.
Bazı gece, Resul’ün huzuruna giderek,
Sohbet ediyorlardı, başbaşa sabaha dek.
Öyle dalmış idi ki Resul’ün sevgisine,
Hiç tatlı gelmiyordu başka şey kendisine.
Tamamen ahirete çevirmişti gönlünü.
Rabbine ibadetle geçirdi bir ömrünü.
Dünyaya, zerre kadar vermezdi ehemmiyet.
Zira onun gözünde, var idi sırf ahiret.
İmana kavuşunca, Eshab-ı suffe denen,
Ehl-i ilim zatlardan biri oldu o hemen.
Kinde kabilesinden, bir kızla evlenmişti.
Evlendiği hanımın hanesine gelmişti.
Baktı ki, duvarlarda, süsler var, etti hayret.
Dedi: (Ancak Kâbe’ye yakışır böyle ziynet.)
Daha sonra gördü ki, evinde çok eşya var.
Hanımına sordu ki: (Kimindir bu eşyalar?)
(Bize ait) deyince, dedi: (Yolculuktayız.
Yolcuya lazım olan kadar olsun malımız.)
Bir hizmetçi kadını, gördü hem de o vakit.
Sordu ki: (Bu hizmetçi kadın da kime ait?)
(Senin ve ehlinindir) deyince de bu sefer,
Dedi ki: (Bana böyle emretmedi o Server.)
Bana buyurdular ki: (Nikahlı hanımından,
Başka kadın, evinde bulundurma ya Selman!)
Sonra kalkıp, başladı gece ibadetine.
Ağlayıp, göz yaşıyle dua etti Rabbine.
. Abdullah bin Selam
Resul’ün o mübarek, nurlu yüzünü, bir an,
Görüp, aşık olanlar çok var idi o zaman.
Şerefli sohbetini, bir kere dinleyince,
Hayran olup, müslüman olanlar vardı nice.
Abullah bin Selam’dı, biri bu kimselerden.
Yahudi âlimiydi henüz iman etmeden.
Kendisi anlatır ki: Ben İncil ve Tevrat’ı,
Babamdan okuyarak, öğrendim hakikatı.
Yani ahir zamanda bir Peygamber gelecek,
Diye, küçük yaşımda öğrenmiştim, bu gerçek.
Onun sıfatlarını, hallerini bittamam,
Tevrat’tan okuyarak öğretti bana babam.
Lakin bana derdi ki: (Gelecek o Peygamber,
Harun Nebi neslinden gelecek olsa eğer,
İnanır, tâbi olur, ederim çok itibar.
Başka soydan gelirse, inanmam Ona zinhar.)
Lakin o, Resulullah Medine’ye gelmeden,
Bir gün vefat eyledi, Ona iman etmeden.
Daha sonra Mekke’de, Onun Nübüvvetini,
Ve bunu, aşikâre ilan eylediğini,
Duyunca, iman ettim o Resul’e hemence.
Zira geleceğini bilirdim daha önce.
Lakin bu imanımı saklayıp sükut ettim.
Ve Onun, Medine’ye teşrifini bekledim.
Vakta ki teşrif etti o Resul Medine’ye,
Koştum hemen görüp de iman edeyim diye.
Mübarek cemalini, ilk defa görür görmez,
Düşündüm ki: Bu yüzün sahibi yalan demez.
Kalabalık içine karışmıştım o gün ben.
Nübüvvet nur’u ile tanıdı beni hemen.
Ve şöyle buyurdu ki görünce beni ilkin:
(Medine’nin âlimi İbni Selam sen misin?)
(Evet, benim) deyince, bana, (Yaklaş!) buyurdu.
Yanına yaklaşınca, şöyle bir sual sordu:
(Benim geleceğimi, ismimi, Allah için,
Tevrat’ta okuyup da öğrenmemiş mi idin?)
Ben, (Okumuştum) deyip, arz ettim: (Efendim, siz,
Allah’ın sıfatları nedir, söyler misiniz?)
Benim bu sualimin karşısında o Server,
Hemen cevap vermeyip, bir miktar beklediler.
Cibril aleyhisselam inerek yeryüzüne,
Bir sure inzal etti Allah’ın Resulü’ne.
Okudu Resulullah o İhlas suresini.
Ben, edeple dinleyip, tasdik ettim hepsini.
Dedim: (Ya Resulallah, sen doğruyu söylersin.
Ve bizi, bâtıl yoldan, Hakk'a davet edersin.
Şehadet ederim ki, Allah’tır asıl ilah.
Sen de Onun kulu ve Peygamberisin Vallah.)
Şehadet’i getirip o Server’in önünde,
Ona iman etmekle şereflendim o günde.
. Savaş için müsade
Medine’ye hicretin olacağı günlerde,
Başkan seçilecekti o ara Medine’de.
Hazrec kabilesinin bir reisi vardı ki,
Medine’ye hükümdar, o olacak gibiydi.
Abdullah bin Übey’di ismi de o kişinin.
Bu iş gerçekleşmedi hicret olduğu için.
Çünkü halk, üçer beşer müslüman oluyordu.
Ve herkes, hakikati artık öğreniyordu.
O saadet güneşi, Mekke’den Medine’ye,
Teşrif ediyor idi, islamı yaysın diye.
Medine’de Evs ile Hazrec kabileleri,
Müslüman oluyordu gurup gurup herbiri.
Hakiki saadeti görünce o insanlar,
Abullah bin Übey’e etmediler itibar.
Onun hükümdarlığı gerçekleşemeyince,
O da, müslümanlara düşman oldu gizlice.
Muhacir ve Ensar’a, fena diş biliyordu.
Lakin düşmanlığını hiç belli etmiyordu.
Bir yandan kendi gibi inançsız kimselerden,
Münafıklar zümresi teşkil ettirdi hemen.
Bunlar, müslümanlara, (Müminiz) diyorlardı.
Lakin arkalarından, alay ediyorlardı.
Hem nifak tohumları ekmeğe başladılar.
Bunun için gece gün durmadan çalıştılar.
Mekke’li müşrikler de, haber alıp bunları,
Tahrik ediyorlardı hep bu münafıkları.
Bunlar, islam nuru’nu, çalışıp gündüz gece,
Söndürmek istiyordu, tamamen bin an önce.
Resul’ün vücudunu ortadan kaldırmanın,
Yolunu ararlardı, hem de bugün ve yarın.
Onlar, böyle düşmanlık yapıyorlardı, ama,
Sulh yoluna giderdi Resulullah daima.
Sahabe-i kiram da, hiç ses çıkarmıyordu.
Ve lakin sabırları taşmaya başlıyordu.
Kâfirlerin haddini hemen bildirmek için,
Artık bekliyorlardı cenge ruhsat ve izin.
Diyorlardı: (Ya Rabbi, şu Kureyş kâfirleri,
Hepsi inkâr ettiler Sevgili Peygamber’i.
Sana ve Resulü’ne, hiç iman etmediler.
Hatta Resulullah’ı, öldürmek istediler.
Peygamber Efendimiz, bu küffarın şerrinden,
İzninle, Medine’ye hicret etti şehrinden.
Şimdi, senin yolunda, bu küffarla cenk için,
Bekliyoruz zatından, bir müsade ve izin.)
Böyle dua ederken Sahabe’nin cümlesi,
Emir bekliyor idi, Hüdanın Sevgilisi.
Ve geçmemiş idi ki, çok bir vakit aradan,
Cenk emrini getirdi Cibril Hak teâlâ’dan.
Mealen: (Size karşı harp açanlar ile, siz,
Yalnız Allah yolunda çarpışıp harp ediniz.
Fakat haddi aşıp da, gitmeyiniz ileri.
Size saldırmazlarsa, saldırmayın siz dahi.
Savaştıklarında da, yaşlı, çocuk ve kadın,
Gibi biçareleri öldürmeyin siz sakın.)
. İlk ganimet
O Server, Medine’de asayişi sağlamak,
Ve düşmanın halini tahkik edip anlamak,
Maksat ve gayesiyle seriyyeler emretti.
Yani küçük askeri birlikler tertib etti.
İşbu seriyyelere katılan sahabiler,
Olurlardı bazan beş ve bazan da dörtyüz er.
Ani saldırılara olmak için ihtiyat,
Nöbet tutma usulü, koydu Fahr-i kainat.
Müşrikleri, ticari ve iktisadi yönden,
Zayıflatmak için de, bir tedbir aldı hemen.
Bunun için, Suriye dış ticaret yolunu,
Kesmek için, gönderdi bir seriyye kolunu.
Otuz kadar Eshaba, emir verdi o ara.
Ve hazret-i Hamza’yı başkan yaptı onlara.
Buyurdu ki: (Kork yalnız Allahü teâlâ’dan.
Ve emrin altındaki erlere iyi davran.
Yalnız Allah yolunda, bu gazaya çıkınız.
Allah’ı tanımayan küffarla çarpışınız.)
Abdullah bin Cahş’ı da, bir gün sekiz kişinin.
Başına emir seçip, gönderdi gaza için.
Bir de mektup vererek, buyurdu: (Ey Abdullah!
Sen, Necdiye yolunu tut kendine güzergah.
İki gece gidince, aç oku bu mektubu.
Buyurulana göre hareket et, işin bu.)
(Peki ya Resulallah!) dedi ve çıktı yola.
İki gece gidince, bir yerde verdi mola.
Resul'ün mektubunu açıp etti kıraet.
Yazıyordu: (Allah’ın ismiyle et hareket.
Arkadaşların ile birlikte yol alasın.
Senin ile gitmeye, asla zorlamayasın.
Nahle vadisindeki Kureyş kervanlarını,
Gözetip, bildiresin bize durumlarını.)
Mektubu bitirince, öpüp koydu başına.
Ve şöyle hitab etti sekiz arkadaşına:
(Kim şehid olmak için can atıyorsa eğer,
O gelsin, diğerleri dönüp gidebilirler.
Sizi zorlamıyorum benim ile gelmeye.
İsteyen gelebilir bu hizmeti görmeye.
Aranızda hiç kimse gelmese de hem dahi,
Ben yalnız, tek başıma gideceğim Vallahi.)
Dediler: (Ey Abdullah, seninle biz de varız.
Allah’a, Resul'e ve sana itaatkârız.
Her nereye gidersen, geliriz senin ile.
Biz senden ayrılmayız Allah’ın izni ile.)
Sonra da, hep birlikte yürüdüler ileri.
Gizlenip, gözlediler geçen kafileleri.
Bir ticaret kervanı, geçiyordu o ara.
Dini tebliğ ettiler mücahitler onlara.
Dediler ki: (İmana gelmezseniz eğer siz,
Haberiniz olsun ki, sizinle cenk ederiz.)
Onlar red edince de, savaşa başladılar.
Birisini öldürüp, bir çok esir aldılar.
Kervanın bütün malı, kaldı mücahitlere.
Gidip beşte birini, verdiler o Server’e.
Resul de, kalanını onlara taksim etti.
Bu, küffardan alınan henüz ilk ganimetti.
. Mescid-i kıbleteyn
Resul'ün Medine’ye teşrifi üzerinden,
Onyedi ay geçmişti o günden itibaren.
Lakin Resul ve Eshap, Kudüs-ü şerifteki,
Beyt-i makdis’e dönüp, namaz kılarlar idi.
Kuba ve Medine’de yapılan mescidlerin,
Kıblesi, buna göre yapıldı çünkü ilkin.
Ve lakin yahudiler, bunu fırsat bilerek,
Bir fitne çıkardılar, dedi kodu ederek.
Dediler: (Ne acayip ve ne gayr-i tabii.
Dini bizden apayrı, kıblesi bizim gibi.)
Bu sözleri, Eshap da işitiyordu, ancak,
Bir şey söylemezlerdi buna cevap olarak.
Küffarın bu sözleri, Allah’ın Resulü’nün,
Mübarek kulağına nihayet geldi bir gün.
Temiz, nazik kalpleri, incindi bu sözlerden.
Cebrail geldiğinde, söyledi ona hemen.
Buyurdu: (Ey Cebrail, arz eyle ki Allah’a,
Namazlarda yüzümü çevirsin Beytullah’a.
Zira yahudilere ait bu Beyt-i makdis.
Kıble için, Kâbe’yi eylesin bana tahsis.)
Cibril aleyhisselam dedi ki: (Ya Muhammed!
Bunu, Hak teâlâ’dan talep eyle, dua et.)
Cibril, Resulullah’a eyleyince böyle arz.
Allah’ın Sevgilisi Rabbine etti niyaz.
Ve Bekara suresi, yüzkırkdördüncü ayet,
Allah’ın Resulü’ne nazil oldu nihayet.
Ve şöyle buyurdu ki mealen cenab-ı Hak:
(Ey Habibim, biz seni görüyoruz muhakkak.
Vahy’in gelmesi için, dua eylediğini,
Ve bizden ayrıca bir, kıble istediğini.
İşte ey Peygamberim, bunun için seni biz,
İstediğin kıbleye hemen çevireceğiz.
Bundan sonra yüzünü, döndür Kâbe yönüne.
Ey müminler, namazda siz de dönün bu yöne.)
Resulullah, Eshaba namaz kıldırıyordu.
O namaz esnasında, bu ayet nazil oldu.
Öğlenin farzı idi ve bitmemişti daha.
Getirdi bu ayeti Cibril Resulullah’a.
O Server, alır almaz Rabbinin bu emrini,
Beytullah’a çevirdi, namazda yönlerini.
Sahabe-i kiram da, Peygamber’e uyarak,
Hep Kâbe’ye döndüler, birden toplu olarak.
O namazın yarısı, Beyt-i makdis’e doğru,
Yarısı da, Kâbe’ye doğru kılınmış oldu.
Bu vak’a, bu mescidde vukua geldiğinden,
Onun ismi, (Mescid-i kıbleteyn) oldu hemen.
Peygamber Efendimiz ve bütün müslümanlar,
Artık Kâbe’ye doğru namazları kıldılar.
Hem sonra Resulullah, hiç vakit geçirmeden,
Kuba’da ilk yapılan mescide gitti hemen.
Onun mihrabını da, mübarek elleriyle,
Yaptı ve duvarları değişti tamamiyle.
13 - BEDİR GAZASI
.
.Bekleyelim dönüşünü
Müminler, Medine’de hayli kuvvetlenince,
Bu, korkuya düşürdü kâfirleri iyice.
Kervan gönderselerdi bir yere onlar eğer,
Muhafız askerler de gidiyordu beraber.
Bin develik bir kervan, tertib ederek yine,
Çıktılar o günlerde, Mekke’den Şam yönüne.
O kervanın başında, var idi Ebu Süfyan.
Ve lakin henüz iman etmemişti o zaman.
Kervanı taarruzdan korumak maksadıyle,
Kırk kadar da muhafız giderdi kervan ile.
Kervanın kârı ile, silah alınacaktı.
Müminlerle savaşta bu kullanılacaktı.
Allah’ın Sevgilisi, bunu haber aldılar.
Hemen iki kişiyi, keşf için yolladılar.
Gidip öğrendiler ki, kervan geçmiş az önce.
Dönüp, Resulullah’a söylediler böylece.
Buyurdu: (Bekleyelim Şamdan dönüşlerini.
O zaman bitirelim bu küffarın işini.)
Kervanın dönüşünü öğrenmek için ise,
Keşif kolu olarak gönderdi iki kimse.
Buyurdu: (Kırılırsa küfrün mukavemeti,
Bulamazlar islama saldıracak kuvveti.)
Bu, müslümanlar için bir fırsat idi artık.
Resul'ün emri ile, yapıldı her hazırlık.
Şehirde, yedi kişi görevli bırakarak,
Ve üçyüzbeş kişiyi yanlarına alarak,
Ramazan-ı şerifin onikinci gününde,
Çıktılar Medine’den, gayet sıcak bir günde.
Medine’de, emirle kalanlarla beraber,
Üçyüzonüç kişiydi bu şanlı sahabiler.
Bedir, Mekke, Medine ve Suriye’ye giden,
Yolların birleştiği bir yerdi hakikaten.
Şam'dan dönen kervanlar, oradan geçiyordu.
Onun için Bedir’e yürüyordu bu ordu.
İştirak etmek için bu Bedir savaşına,
Gençler, yalvarıyordu Peygamber-i zişan’a.
Hatta Ümmü Varaka, kadın olduğu halde,
Gelip, Resulullah’a yalvardı pek ziyade.
Dedi: (Ya Resulallah, müsade ederseniz,
Sizin ile gelmeği istiyorum bendeniz.
Yaralı olanlara bakarım ben orada.
Böylece şehid olmak nasib olur bana da.)
Buyurdu: (Kur’an oku, sen evde oturarak.
Şehidliği, sana da lütfeder cenab-ı Hak.)
Sa’d bin Ebi Vakkas anlatıyor ki: Benim,
Onaltı yaşlarında vardı bir biraderim.
Bizim ile gazaya gitmeği çok isteyen,
Çocukları, o Server çevirirdi seferden.
Ben, kardeşim Umeyr’e baktım, saklanıyordu.
Resul onu farkedip, (Sen geri dön!) buyurdu.
Üzülüp, gözyaşıyle ağlayınca ziyade,
O zaman Resulullah etti ona müsade.
Halbuki kılıcını kuşanamadığından,
Onu, kendi beline, ben takmıştım o zaman.
. Siz yaya yürümeyin
Üçyüzbeş sahabiden müteşekkil bu ordu,
Medine’den çıkarak, Bedir’e gidiyordu.
Hazret-i Mus’ab ile Mu’az ve Ali, o gün,
Mübarek sancağını taşırlardı Resul'ün.
Yanlarında iki at ve yetmiş deve vardı.
Kalplerinde şehidlik, alev alev yanardı.
Üç kişi'ye, bir deve düşüyordu o ara.
Bu yüzden, sıra ile binerlerdi onlara.
Hatta bu yürüyüşte, o Hüdanın Habibi,
Nöbetleşe binerdi deveye Eshap gibi.
Yaya gitmek sırası o Resul'e gelince,
Sahabe çok üzülüp, derlerdi ki hemence:
(Ya Resulallah, sana, canımız olsun feda.
Siz deveden inmeyin, biz yürürüz az daha.)
Ve lakin Resulullah, yine yere inerek,
Kendisini, onlardan hiç farklı görmeyerek,
Buyurdu: (Ey Eshabım, bilin ki, yürümekte,
Siz, benden daha güçlü değilsiniz elbette.
Sevap ve mükafatta, ben de sizin gibiyim.
Yani bundan müstağni, ihtiyaçsız değilim.)
Resulullah ve Eshap, kavurucu sıcakta,
Böyle gidiyorlardı, oruçlulardı hatta.
İslamı yaymak için, her şeye katlanarak,
O Resul'ün peşinden, giderlerdi coşarak.
Çünkü bunun sonunda, şehid olmak ve Cennet,
Hem Allah ve Resul'ün rızası vardı elbet.
Peygamber Efendimiz, Eshabının haline,
Bakarak, onlar için dua etti Rabbine:
(Allah’ım, yayandırlar, bunlara binecek ver.
Açık ve çıplaktırlar, onları giydiriver.
Allah’ım onlar açtır, doyur bu müminleri.
Fakirdirler, zengin et sen bu mücahitleri.)
Şanlı Bedir ordusu yürürken ilerlere,
Küffarın kervanı da yaklaşmıştı Bedir’e.
Ebu Süfyan, onların gelmekte olduğunu,
Öğrenince, çok büyük bir korku sardı onu.
Endişeye düşerek kervanı için hemen,
Değiştirdi yolunu, Bedir’e erişmeden.
Salimen varmak için Mekke'ye bir an önce,
Başka yola girerek, yol aldı gündüz gece.
Acilen gönderdi ki Mekke'ye bir kimseyi,
Önce varıp, Kureyşe anlatsın hadiseyi.
O gelip, gömleğini ön ve arddan yırtarak,
Haber verdi bu şeyi, Mekke’de bağırarak.
Gayet heyecanlıydı dedi: (Ey Kureyşliler!
Müslümanlar, kervana saldırıya geçtiler.
Eğer yetişirseniz kurtarabilirsiniz.
Aksi halde, vaziyet çok kötü bilesiniz.)
Mekke’liler, bu zatın toplanıp etrafında,
Harp hazırlıklarına başladılar anında.
Bir tarafta, islamı ihya için gidenler,
Öbür yanda, bu dini yıkmayı isteyenler.
İki taraf, gelerek birbirlerine karşı,
Olacaktı tarihin en mühim bir savaşı.
. Zalimler korkak olur
Kureyş, kervanlarının halini öğrenince,
Harp hazırlıklarına başladılar hemence.
Tam yediyüz develi ve yüz atlı, tamamen,
Yüzelli de piyade, toparladılar hemen.
Gidip Ebu Leheb'e, (Sen de katıl!) deyince,
Korkusundan (Hastayım) deyiverdi hemence.
Yani bahane edip hastalığı o zaman,
Yerine, başkasını gönderdi korkusundan.
Ümeyye bin Halef de, islam düşmanlarının,
En insafsızlarından birisiydi pek azgın.
Gevşek davranıyordu bu kâfir de o sıra.
(Zalimler korkak olur) buyurulmuştur zira.
Haber vermiş idi ki o Sevgili Peygamber:
(Bir gün benim Eshabım, Ümeyye’yi katleder.)
O, bunu bildiğinden, düştü büyük telaşa.
Ve gitmek istemedi, bir özürle savaşa.
Ebu Cehl’e dedi ki: (Yaşlı ve çok şişmanım.
İzin ver, ben bu harbe gidip savaşmayayım.)
O ise, korkaklıkla edince onu itham,
Çaresizlik içinde dedi ki: (Peki, tamam!)
Pek çoğu zırhlı idi, bu harbe katılanlar.
Vardı hem yanlarında, güzel sesli kadınlar.
Çalgı aletleriyle, içki de almışlardı.
Kuvvetlerine bakıp, pek çok şımarmışlardı.
Dediler ki: (Bu kadar güçlü bir ordu ile,
Yeneriz, bin kişilik bir topluluğu bile.
Kaldı ki müslümanlar, üçyüz kişiler yalnız.
Biz onları öldürüp, mallarını alırız.)
Ve lakin hepsinin de, bir tek maksadı vardı.
O da, islamiyet’i ortadan kaldırmaktı.
Azgın müşrik sürüsü, şarkı ve çalgılarla,
Gurur kibir içinde, çıktılar sonra yola.
Ve lakin o arada, kervan ve Ebu Süfyan,
Bedir tehlikesini atlatmıştı o zaman.
Bedir’den uzaklaşıp, bir hayli yol almıştı.
Mekke’ye varmak için, az mesafe kalmıştı.
Tehlike geçtiğini, gidip haber vermeye,
Gönderdi Ebu Süfyan, bir kimseyi Mekke’ye.
O, gelip bildirdi ki: (Kurtulduk tehlikeden.
Artık geri dönünüz siz dahi bu seferden.
Yani savaşmak için, gitmeyin Medine’ye.
Çünkü lüzum kalmadı, haydi dönün geriye!)
Ve lakin Ebu Cehil, o gurur ve kibrinden,
Bunu kabul etmeyip, vazgeçmedi fikrinden.
Dedi ki: (Hayır olmaz, bir defa çıktık yola.
Gider ve savaşırız, elbet müslümanlarla.
Hem üç gün ve üç gece, Bedir’de konaklarız.
Şarap içer, eğlenir, develer boğazlarız.
Etraf kabileler de, bakarak böyle bize,
İmrenirler bu üstün ve güçlü halimize.
Hiç kimseden korkmayıp, çekinmediğimizi,
Görür, iyi anlarlar güç ve kuvvetimizi.)
O, kâfir güruhunu coşturup böyle o gün,
Dedi: (Ey Kureyşliler, haydi şimdi yürüyün!)
. Siz niçin gelirsiniz?
Haberci geri dönüp, geldi Ebu Süfyan’a.
Ebu Cehl’in halini, söyledi aynen ona.
O, ileri görüşlü ve tedbirli idi hep.
Asla tasvip etmedi bu işi bundan sebep.
Dedi: (Eyvahlar olsun, yazık oldu Kureyş’e.
O, baş olmak fikriyle girişiyor bu işe.
Eğer müslümanlara rastlar ise cenk için,
Şimdiden diyeyim ki, vay haline Kureyş’in.)
O ara Resulullah, sevgili Eshabiyle,
Bedir’e yaklaşmıştı halis bir gaye ile.
Orduda, Medine’li müşriklerden ikisi,
Vardı ki, gördü hemen Allah’ın Sevgilisi.
Ve onlara sordu ki o Resul-i mücteba:
(Siz bizimle ne için gelirsiniz acaba?)
Dediler ki: (Biz dahi cenk eder, savaşırız.
Sonunda, ganimetten biz de bir pay alırız.)
Birisi Hubeyb olup, Resul sual etti ki:
(Sen, Allah ve Resul'e iman ettin mi peki?)
Hubeyb (Hayır) deyince, buyurdu ki o zaman:
(Gelmesin bizim ile, dinimizden olmayan.)
O ısrar eyledi ki: (Ben savaşçı bir erim.
Ganimet almak için, harp etmeyi isterim.)
Allah’ın Sevgilisi, yine (Olmaz!) deyince,
Hubeyb, bu teklifinde ısrar etti bir nice.
Revha denen mevkiye gelindiğinde fakat,
Gitti Resulullah’ın huzuruna o bizzat.
Dedi: (Ya Resulallah, ben, Allah’a ve sana,
İman edip, kavuştum halisane imana.)
O zaman Resulullah, sevinip pek ziyade,
Onun da gelmesine eylediler müsade.
Şanlı islam ordusu ve şerefli Peygamber,
Bedir’e yaklaşınca, aldılar ki bir haber:
Mekke’liler, büyük bir ordu kurmuş bu ara,
Bedir’e geliyorlar, kervanı kurtarmaya.
Sevgili Eshabını toplayıp Resul hemen,
İstişare eyledi, hiç vakit geçirmeden.
Zira kendilerinden, kat kat büyük bir ordu,
İslamı yıkmak için, savaşa geliyordu.
Peygamber Efendimiz, önce Muhacirine,
Sordular: (Bu hususta, uygun olan sizce ne?)
Hazret-i Ebu Bekir, hem de hazret-i Ömer,
(Bu düşman ordusuyla çarpışalım) dediler.
Sonra Mikdad bin Esved, dedi: (Ya Resulallah!
Onu getir yerine, ne emrettiyse Allah.
Sen nerede olursan, orada biz de varız.
Biz, senin bir an bile, yanından ayrılmayız.
Allah ve Resulü’nün yollarında hem dahi,
Canımız ve başımız feda olsun Vallahi.
Habeşistana desen, gideriz yine elbet.
Etmeyiz sana asla, en ufak muhalefet.
Hazırız her emrini yapmak için burada,
Anam, babam ve canım, olsunlar sana feda.)
Ferahladı o Server onun bu sözlerinden.
Hayır dua eyledi bu sahabiye hemen.
. Yeter ki siz emredin
Peygamber Efendimiz, Muhacirlerden sonra,
(Fikriniz nedir?) diye, sual etti Ensar’a.
Sa’d bin Mu'az kalkıp, dedi: (Ya Resulallah!
Allah ve Resulü’ne iman ettik biz Vallah.
Elbet hak ve doğrudur her getirdiğin senin.
İtaat hususunda, söz verdik sana kesin.
Bizler, o sözümüzden, asla geri dönmeyiz.
Her nereye gidersen, biz dahi emrindeyiz.
Başımız üzerinde tutarız her emrini.
Yeter ki bildir bize, ne ise dileğini.
Denize dalsan bile, biz de hemen dalarız.
Hiçbirimiz, bir adım bundan geri kalmayız.
Hatır-ı şerifinde ne varsa, bize emret.
Tutarız can ve başla, etmeyiz muhalefet.
Bizim bir tek gayemiz, seni sevindirmektir.
Böylelikle rızana ve sevgine ermektir.
Yoluna feda olsun, malımızla canımız.
Çekinmeyiz düşmandan, savaşta sabırlıyız.)
Bu söze katıldılar hepsi can-ü gönülden.
Uğrunda can vermeye, söz verdiler o günden.
Resulullah buyurdu: (Ey Eshabım, gün bu gün.
Allah’ın lütfu ile şad olarak yürüyün.
Zira ben, kâfirlerin, bu savaş meydanında,
Ölecekleri yeri, görüyorum şu anda.)
Müminler bu müjdeyi, Hakkın Sevgilisi’nden,
Alınca, bir aşk ile yürüdüler izinden.
Bedir’in yakınına vardıklarında onlar,
Bir kısım Sahabe’ye, şu emri buyurdular:
(İşte, şu ilerdeki tepenin yakınında,
Bilgi edinirsiniz, o müşrikler hakkında.)
Hazret-i Ali ile, birkaç kişi gittiler.
İki kişiyi utup, Resul’e getirdiler.
Resulullah sordu ki: (Kureyş nerelerdedir?)
Dediler: (Şu tepenin hemen gerisindedir.)
Sonra, (Kaç kişilerdir?) diye sual edince,
Cevaben dediler ki: (Bilmiyoruz iyice.)
Sordu yine: (Bir günde, kaç deve kesiyorlar?)
(Bir gün dokuz, bir gün on) diye arz etti onlar.
O zaman Resulullah, şöyle buyurmuşlardır:
(Öyle ise binden az, dokuzyüzden fazladır.)
Sordu ki: (Kimler vardır, Kureyş ulularından?)
Onlar da, birkaç kişi söylediler o zaman.
(Utbe, Şeybe, Ebu Cehl...) diye saydıklarında,
Eshabına dönerek buyurdu ki o anda:
(Ey sevgili Eshabım, öyleyse Mekke ehli,
Ciğerparelerini size feda eyledi.)
Sonra hazret-i Ömer, Resul'ün emri ile,
Gitti, Kureyşlilerle andlaşmak gayesiyle.
Dedi: (Ey Kureyşliler, Allah’ın Peygamber’i,
Buyurur ki, bu işten vaz geçip dönün geri.
Sizden başkalarıyla çarpışmak, zira bana,
Sizlerle çarpışmaktan, makbuldür elbet daha.)
Ebu Cehil dedi ki: (Bunu kabul etmeyiz.
İntikam almadıkça, asla geri dönmeyiz.
Ta ki bu beldelerde, bizim kervanımıza.
Cesaret edemesin bir kimse taarruza.)
. Nereye konalım?
O gece Resulullah, şanlı Eshabı ile,
O müşriklerden önce, ulaştılar Bedir’e.
(Karargahı nereye kuralım?) diye hemen,
Peygamber Efendimiz sorunca Sahabe’den,
Henüz otuz yaşında olan Habbab bin Münzir,
Dedi: (Ya Resulallah, bura uygun değildir.
Münasip görürseniz, yürüyelim ileri.
Biz harpçi kimseleriz, biliriz bu yerleri.
İlerde bir kuyu var, suyu tatlı ve boldur.
O bölgeye konmamız, bizce daha uygundur.
Sair kuyuların da, hepsini kapatalım.
Sonra, kendimiz için bir tek havuz yapalım.
Düşmanla çarpışırken, susadıkça hemen biz,
Gelip, havuzumuzdan rahatça su içeriz.
Kureyş kâfirleriyse, hiç su bulamamaktan,
Mağdur ve çok perişan hale gelir o zaman.)
Cibril aleyhisselam, o anda indi yere.
Bunun doğruluğunu, bildirdi o Server’e.
Resulullah buyurdu: (Ey Habbab, iyi fikir.
Doğru olan görüş de, senin bu dediğindir.)
Sonra ayağa kalkıp, Eshabıyla beraber,
O kuyunun başına, hep birlikte geldiler.
O tatlı suyu olan kuyudan gayrisini,
Taş ile doldurarak, kapattılar hepsini.
Bir de havuz yaparak, su ile doldurdular.
Hatta içmek için de, kaplar bile koydular.
Sa’d bin Mu'az dahi, Fahr-i kainat için,
Bir gölgelik yapmayı isteyip, aldı izin.
Sonra Resul-i ekrem, şerefli Eshabiyle,
Gezdi harp sahasını bir keşif maksadiyle.
Zaman zaman durarak, buyurdu: (Yarın sabah,
Filan kâfir, şurada öldürülür inşallah.)
Kâfirlerin, vurulup düşeceği yerleri,
Gösterdi birer birer Allah’ın Peygamber’i.
Hazret-i Ömer der ki: (Dikkat ettim, o sabah,
Nerelere işaret ettiyse Resulullah,
Ve kimlerin ismini söyledilerse eğer,
Onlar, tam o yerlerde yerlere serildiler.
Hatta ne az geride, ne de ilerisinde.
Tam buyurduğu yerde öldürüldü hepsi de.)
Kainatın sultanı sevgili Resulullah,
Üç guruba ayırdı Eshabını o sabah.
Muhacirlere ait sancağı, o gün yine,
Mus’ab ibni Umeyr’in teslim etti eline.
Evs’in sancağını da, sonra Fahr-i kainat,
Sa’d ibni Mu'az’ın eline verdi bizzat.
Hazrecilerinkini, Habbab bin Münzir aldı.
Hepsi, sancaklarının altlarında toplandı.
Peygamber Efendimiz, ordusunu tamamen,
Saf haline getirip, nizama soktu hemen.
Sağ kanada, kahraman Zübeyr bin Avvam geçti.
O guruba, bu yiğit kumanda edecekti.
Yine Resulullah’ın emriyle sol kanada,
Mikdad bin Esved geçti, etmek için kumanda.
. Nasıl savaşalım?
Peygamber Efendimiz, Sahabe-i kiram’a,
Emredip, ordusunu koydu bir intizama.
Yani mücahidlerin, saf halinde, muntazam,
Olmasını emretti, sıra dahilinde tam.
Mübarek ellerinde, bir çubuk tutuyordu.
Eshabını, onunla nizama sokuyordu.
Sahabe-i kiram’dan, Sevad ibni Gaziyye,
Çıkmıştı bir aralık saftan az ileriye.
Göğsüne, o çubukla hafifce dokundular.
Ve ona, (Hizaya gel ya Sevad!) buyurdular.
Dedi: (Ya Resulallah, elem duydu bedenim.
Ben dahi o çubukla size vurmak dilerim.)
Onun bu sözlerine, Eshap hayret ettiler.
(Allahü ekber!) deyip, hep tekbir getirdiler.
Bir âdet var idi ki, zira Arabistan’da,
Tekbir getirilirdi fevkalade anlarda.
O, kısas istiyordu zira Resulullah’tan.
Kısas istenir miydi hiç Fahr-i kainat’tan?
Gömleğini açarak, buyurdular ki derhal:
(Ey Sevad, haydi bana kısas yap, hakkını al.)
O, görünce Resul'ün nur saçılan göğsünü,
Sevinç ve muhabbetle, öpüp sürdü yüzünü.
(Ne için böyle yaptın?) diye sorunca ona,
Dedi ki: (Anam babam, feda olsun yoluna.
Öyle zannederim ki, ben şehid olacağım.
Ve yüksek zatınızdan, bu gün ayrılacağım.
İstedim, dudaklarım değsin bedeninize.
Böylece, bir bereket erişsin bendenize.
Bununla, ahirette şefaat olunayım.
Cehennem azabından, böyle halas olayım.)
Peygamber Efendimiz, bundan duygulandılar.
Ve hazret-i Sevad’a çok dua buyurdular.
Sonra Fahr-i kainat, sordular Sahabe’ye:
(Düşman ile ne tarzda çarpışalım biz?) diye.
Kalktı Asım bin Sabit önce izin alarak.
Tutuyordu elinde, ok ve yay, bir de mızrak.
Dedi: (Ya Resulallah, Kureyşliler, yüz metre,
Bize yaklaştığında, ok atalım ilk kere.
Taş atım sahasına girerse onlar eğer,
Hemen, taş atışına tutalım biz bu sefer.
Mızrak mesafesine gelince yine onlar,
Mızrakla savaşalım, kırılıncaya kadar.
Daha yaklaşırlarsa eğer ki bize düşman,
Kılıçları sıyırıp, çarpışalım o zaman.)
Beğendi bu fikrini onun Fahr-i kainat.
Ve hemen Eshabına, verdi şöyle talimat:
(Yerinizi bırakıp, sakın ayrılmayınız!
Ben emir vermedikçe, harbe başlamayınız.
Düşman, ok mesafesi yaklaşır ise eğer,
Fırlatın okunuzu, etmeyin lakin heder.
Daha yaklaşırlarsa, elinizle taş atın.
Daha da yaklaşınca, mızrakları fırlatın.
En son, göğüs göğüse gelindiği zaman da,
Kılıçları sıyırıp, çarpışın o son anda.)
. Savaş başlıyor
Kumluk olduğu için karargah kurulan yer,
Güçlük çekiyorlardı yürümekte gaziler.
Allah’ın Sevgilisi, buna dua edince ,
Öyle yağmur yağdı ki o bölgeye o gece,
Kaygan olan o zemin, sertleşti hem de gayet.
Bu, müslümanlar için oldu büyük bir rahmet.
Resulullah, Eshabı namaza kaldırdılar.
Ve sabah namazını, cemaatle kıldılar.
Sonra da Eshabına, cihad ile şehidlik,
Hakkında hitab edip, savaşa etti teşvik.
Onyedinci günüydü Ramazan-ı şerifin.
Günlerden Cuma idi ve güneş doğdu hemin.
Biraz sonra, tarihin en mühim, en amansız,
Ve en büyük savaşı olacaktı hilafsız.
Bir yanda Fahr-i âlem, Allah’ın Sevgilisi,
Ve yanında, bir avuç şerefli sahabisi.
Hepsi, can ve başını koyarak orta yere,
Resul'ün aşkı için, gelmişlerdi Bedir’e.
Öbür tarafta ise, Allah’ı inkâr eden,
Ve Onun Habibi’ni yok etmeği dileyen,
Azgın, taşkın, inatçı, kâfir güruhu vardı.
İki ordu Bedir’de karşılaşacaklardı.
O kâfir sürüsünün içinde hem de o gün,
Akrabaları vardı Allah’ın Resulü’nün.
Kâfirler bin kişiydi, üçyüzbeş er'e karşı.
O gün ilk olacaktı iman-küfür savaşı.
O sırada kâfirler, karargahtan çıktılar.
Harp sahasına doğru, akmaya başladılar.
Çoğunun üzerleri, kaplı idi zırhlarla.
Techiz edilmişlerdi binek ve silahlarla.
Ve yaklaşıyorlardı gurur, kibir içinde.
İslamı yıkmak idi gayesi hepsinin de.
Onların bu halini görünce Resulullah,
Hazret-i Sıddık ile çadıra girdi nagah.
Mübarek ellerini yukarı kaldırarak,
Şöyle dua eyledi Rabbine yalvararak:
(Ya Rabbi, işte küffar gururla geliyorlar.
Sana meydan okuyor, beni yalanlıyorlar.
Ya ilahi, vakta ki vadetmiştin ki bana,
Muzaffer eyleyesin beni hasımlarına.
İşte, Kureyş geliyor yıkmak için bu dini.
Bu gün getir yerine bana olan vadini.
Bu bir avuç mümini, eğer helak edersen,
Bulunmaz yeryüzünde, hiç sana kulluk eden.
Ya Rabbi, vadettiğin o yardımı nasib et.
Yoksa, bu günden sonra yok olur islamiyet.)
Hazret-i Ebu Bekir teselli ediyordu.
(Üzülme, Hak teâlâ yardım eder!) diyordu
. Allahü ekber! Allahü ekber!
Resulullah, geçerek ordusunun başına,
Bir ayet-i kerime okudu Eshabına.
Mealen şöyleydi ki: (Siz ey iman edenler!
Karşılaşır iseniz bir düşman ile eğer,
Sabır ve sebat edip, Hakkı çok zikrediniz.
Çünkü sabredenlerle beraberdir Rabbiniz.)
Eshap, bu (Zikrediniz!) emrini aldığında,
Hep birlikte tekbirler getirdiler anında.
Başlamak üzereydi savaşa iki ordu.
Heyecan, son haddine gelmiş bulunuyordu.
Lakin şöyle bir âdet var idi ki o zaman:
Harp edecek ordular, henüz karşılaşmadan,
Önce, iki taraftan yiğitler çıkıyordu.
Karşılıklı olarak, bunlar çarpışıyordu.
Bu ilk çarpışmalarla, taraflar, yavaş yavaş,
Harbe ısınırlardı, olmadan henüz savaş.
Müşriklerden birisi, çiğneyip bu âdeti,
Bir ok atıp, Eshap’tan birini şehid etti.
Bu hareket, güç geldi Sahabe-i kiram’a.
İçleri, volkan gibi başladı kaynamaya.
O sırada üç kâfir ileriye çıktılar.
Üçü de, en azılı islam düşmanıydılar.
Bunlar, (Utbe) ve (Şeybe), iki birader idi.
Üçüncüsü, Utbe'nin oğlu olan (Velid)di.
Bunlar, mücahidlere şöyle nida ettiler:
(Bizimle çarpışacak içinizde var mı er?)
Mücahidlerden (Ebu Huzeyfe) hazretleri,
Kılıcını sıyırıp, derhal çıktı ileri.
Utbe, babası idi hem de bu sahabinin.
Fırladı, babasıyla çarpışma yapmak için.
Ve lakin Resulullah, ona mani oldular.
(Dur ya Eba Huzeyfe, sen gitme!) buyurdular.
Sonra, Afra hatunun iki oğlu, beraber,
(Muaz) ile (Muavvez) adlı iki birader,
İleriye çıktılar, onlarla çarpışmaya.
Bir de çıktı ileri, (Abullah bin Revaha.)
Müşrikler, (Siz kimsiniz?) diye sual ettiler.
Onlar, (Biz Medine’li müminleriz) dediler.
Müşrikler seslendi ki: (Sizinle yok işimiz.
Biz, kendi kavmimizden kimseleri isteriz.
Ya Muhammed, sen bize, kavmimizden bize denk,
Bahadırlar gönder ki, onlarla edelim cenk.)
O zaman Resulullah, üç yiğit sahabiye,
Dua edip emretti: (Siz geri dönün!) diye.
Sonra da, Eshabını süzerek ayrı ayrı,
Buyurdu ki: (Kalkınız, ey Haşim oğulları!
Allah’ın bu dinini söndürmek için gelen,
Şu kâfirlere karşı, çarpışın çekinmeden.)
Sonra, isimleriyle çağırdılar tek be tek:
(Kalk ya Ali, ya Hamza, ya Ubeyde!) diyerek.
Resul'ün emri ile, bu üç büyük sahabi,
Çıktılar ileriye, hemen arslanlar gibi.
Kılıçları sıyırıp, mertçe ilerlediler.
Üç azılı kâfirin karşısına geçtiler.
. Baba oğluna karşı
Resul'ün emri ile, bu üç büyük sahabi,
Küffarın karşısına dikildi arslan gibi.
Kureyş'ten o üç kişi, sordular: (Siz kimsiniz?
Dengimizseniz eğer, sizinle cenk ederiz.)
Onlar, kendilerini tanıttılar tek be tek:
(Ben Hamza'yım, Ali'yim, Ubeyde'yim!) diyerek.
Dediler: (Bizim gibi, siz de şereflisiniz.
Sizinle çarpışmayı kabul ettik şimdi biz.)
Mücahidler, onları imana etti davet.
Lakin onlar reddedip, etmediler icabet.
O zaman üçü birden, kılıçları çektiler.
Müşriklerin üstüne, saldırıya geçtiler.
Hazret-i Hamza ile, Allah arslanı Ali,
Bir anda öldürdüler Utbe ile Velid’i.
Ubeyde de, Şeybe’yi yaraladı o ara.
Ve lakin kendisi de, Şeybe'den aldı yara.
Hazret-i Hamza ile Ali bunu gördüler.
Yetişip, bir hamlede Şeybe’yi öldürdüler.
Hazret-i Ubeyde’nin yaralı ayağından,
Dışarı, kan ve ilik akıyordu durmadan.
Lakin hiç aldırmayıp o yine bu haline,
Şöyle sual eyledi Allah’ın Habibi’ne:
(Ya Resulallah sana, feda olsun her şeyim.
Bu halimle ölürsem, ben şehid değil miyim?)
Resulullah da, (Evet, sen şehidsin) dediler.
Cennetlik olduğunu ona müjdelediler.
Harp bitip de dönerken, o hazret-i Ubeyde,
Şehiden vefat etti, Safra denen bir yerde.
Üç mühim adamını kaybeden o müşrikler,
Moralleri bozuldu ve şaşkına döndüler.
Ve lakin Ebu Cehil, bu morali düzeltmek,
Maksadıyla dedi ki: (Bu, mühim değildir pek.
Onlar acele edip, çarpışmaya girdiler.
Bu sebeple, boş yere onlar katledildiler.
Yemin ediyorum ki, o müslümanları biz,
İple bağlamadıkça, geri dönmeyeceğiz.)
Kahraman mücahidler, bu müşrik güruhunu,
Cezalandırmak için, sabırsızlanıyordu.
O sırada bir kişi, müşrikler tarafından,
Kureyş'in en cesur ve ok atıcılarından,
Çıktı ve karşısına er istedi o saat.
Hazret-i Ebu Bekr’in oğlu idi bu, fakat.
Müşriklerin safında bulunuyordu o an.
Çünkü henüz imana gelmemişti o zaman.
Müminlerin safından, derhal biri fırlayıp,
Dikildi karşısına, kılıcına davranıp.
Bu dahi, ilk imana gelmekle şereflenen,
Hazret-i Ebu Bekr-i Sıddık idi gerçekten.
Yani karşıdakinin babası idi bu zat.
Oğlunun karşısına çıkmıştı kendi bizzat.
Onunla çarpışmaya atılmıştı ileri.
Ve lakin Resulullah, çağırdı onu geri.
Buyurdu: (Ya Eba Bekr, şunu iyi bilesin.
Sen, benim gözüm ile kulağım yerindesin.)
. Kara olsun yüzleri!
Resulullah eğilip, bir avuç kum alarak,
Onları, kâfirlerin üstüne savurarak,
Buyurdu ki: (Yüzleri kara olsun küffarın!,
Kalplerine korku sal ya Rabbi sen onların.)
Sonra Eshaba dönüp, verdi bir hücum! emri.
Şanlı Eshap, bir anda atıldılar ileri.
Tekbir sedalarıyla oklar fırlatılmaya,
Taşlar, sonra mızraklar başladı atılmaya.
O gün hazret-i Hamza, iki kılıç alarak,
Çarpışırdı, küffarı birbirine katarak.
Hazret-i Ömer ile, Allah arslanı Ali,
Vuruşurlardı o gün birer arslan misali.
Sa'd bin Ebi Vakkas bir de Zübeyr bin Avvam,
Kâfirleri şaşkına döndürüyorlardı tam.
Abdullah bin Cahş ile, hem de Ebu Dücane,
Savaşıyorlar idi kavi ve çevikane.
Her sahabi, geçilmez birer kale olmuştu.
Ve tekbir sedaları, âlemi doldurmuştu.
Allahü teâlâ’nın varlığı ve birliği,
Kâfirlerin beynine inerdi balyoz gibi.
Resulullah, (Ya Hayyü, Ya Kayyum!) diyerekten,
Allahü teâlâ’ya yalvarırdı yürekten.
Hazret-i Ali der ki: (Hepimiz, Bedir günü,
Öyle görmüş idik ki Allah’ın Resulü’nü,
İçimizde en yiğit, en cesur, en kahraman,
Ve en cesaretlimiz, Resulullah’tı o an.
En yakın O dururdu müşriklerin safına.
Sıkıştığımız zaman, sığınırdık biz Ona.)
Müşrikler, Ebu Cehl’i tam ortaya aldılar.
Birini, onun gibi giydirip donattılar.
Abdullah bin Münir’di bu nasipsizin adı.
Onun, Hazret-i Ali başını kesip aldı.
Sonra da, Ebu Kays’ı yaptılar böyle aynen.
Hazret-i Hamza dahi öldürdü onu hemen.
Hazret-i Aliye de, bir müşrik saldırmıştı.
Kılıcı, kalkanına saplanıp da kalmıştı.
Hazret-i Ali dahi, Zülfikârı çekerek,
Öyle kılıç çaldı ki ona (Allaah!) diyerek.
Zırhlar örttüğü halde müşrikin vücudunu,
Zırhı ile birlikte, ikiye biçti onu.
Hazret-i Hamza dahi vurunca o kâfire,
Miğferiyle beraber, kellesi düştü yere.
Peygamber Efendimiz, bu iki sahabiyi,
Görüp, kendilerini methetti bizatihi.
Ve onların hakkında buyurdu ki o günde:
(Onlar, arslanlarıdır Allah’ın yeryüzünde.)
Hazret-i Ukaşe de, yanında o Resul'ün,
Çarpışırken, kılıcı kırıldı birden o gün.
Resulullah, yerden bir hurma dalı aldılar.
Hazret-i Ukaşe'ye, o dalı uzattılar.
Dediler: (Ya Ukaşe, al, bununla devam et.)
O dal, bir kılıç oldu, büyüktü hem de gayet.
Uzun, parlak ve keskin, hem kalındı bir miktar.
Savaştı o kılıçla harbin sonuna kadar.
. Ne güzel, ne güzel!
Resulullah, bir yandan bizzat çarpışıyordu.
Bir yandan da Eshabı teşvik buyuruyordu.
Diyordu ki: (Yeminle söylüyorum muhakkak,
Bu gün, Hak teâlâ’nın rızasını umarak,
Sabır ile çarpışıp, ölen her mücahidi,
Rabbimiz, Cennetine koyacaktır ebedi.)
Bunu, Umeyr bin Hümam işitince Resul’den,
Çok sevinip, (Ne güzel, ne güzel!) dedi hemen.
(Cennete girmem için, şehid olmam kâfiymiş.)
Diyerek, kâfirlere saldırdı daha müthiş.
Daha çevik çarpışıp, eyledi hem de gayret.
Şehadet nimetine kavuştu en nihayet.
Daha şiddetlenince Bedir muharebesi,
Birer arslan kesildi, Sahabe’nin cümlesi.
Bir mümine, üç müşrik birden saldırıyordu.
Buna rağmen, hiçbiri savaştan yılmıyordu.
Bir ara, şiddetlendi hücumları küffarın.
Güç oldu vaziyeti, o an müslümanların.
O zaman Resulullah, hazret-i Sıddık ile,
Kumanda çadırına girdi bir sıkıntıyle.
Secdeye kapanarak, yalvardı ki o zaman:
(Ya Rabbi, vadettiğin yardımı eyle ihsan.)
O an Enfal suresi, dokuzuncu ayeti,
Gelerek, o Resul'ün kalbini fetheyledi.
Ve mübarek başını kaldırarak secdeden,
(Müjde ya Eba Bekir!) buyurdu ona hemen.
(Rabbimizin yardımı, bize geldi bu günde.
İşte şu, Cebrail’dir, kum tepesi üstünde.
Atının dizginini tutmuş ya Eba Bekir,
Silahlanmış olarak, emir beklemektedir.)
Rabbimizin emriyle, Cebrail bizatihi,
Hazret-i Mikail’le, İsrafil de hem dahi,
Bin’er melek alarak üçü de yanlarına,
Peygamber-i zişan'ın geldiler yardımına.
Sarı sarık sarmıştı, Cibril aleyhisselam.
Diğer meleklerinki beyaz idi bittamam.
Arkaya sarkık idi uçları da o ara.
Ve hepsi binmişlerdi beyaz, yağız atlara.
Resulullah, Eshaba buyurdu ki: (Melekler,
Takınmışlar herbiri nişan ve alametler.
Ey Eshabım siz dahi, melekler gibi şu an,
Yapınız kendinize bir alamet ve nişan.)
Zübeyr bin Avvam ile, bir de Ebu Dücane,
Sarı ve kırmızıdan yaptılar bir nişane.
Meleklerin savaşa girmesiyle, aniden,
Sahabe’nin lehine değişti durum birden.
Onlar, henüz vurmadan kılıcı kâfirlere,
Başları, bir top gibi düşüyordu yerlere.
Resul'ün etrafında, tanınmayan kimseler,
Savaşır ve bunları görürdü sahabiler.
Hazret-i Sehl diyor ki: (Bir kâfirin ardından,
Kılıcımı kaldırıp, henüz ona vurmadan,
Bakardım ki, kellesi düşüyordu yerlere.
Bu hale, herbirimiz şahid olduk çok kere.)
. Ebu Cehil’in öldürülmesi
Küffarın sancaktarı Ebu Aziz bin Umeyr,
Esir edildiğinde, çok üzüldü kâfirler.
Ebu Cehil, Kureyşe vermek için cesaret,
Şiirler söylüyor ve ediyordu çok gayret.
(İşte bu günler için doğurdu beni anam!)
Diyerek, gençler gibi ederdi cenge devam.
Hem Ubeyde bin Said kâfiri de o ara,
Durmadan saldırırdı o gün müslümanlara.
Atının üzerinde, meydanda dönüyordu.
(Ben, büyük karınlıyım) diye övünüyordu.
Bu, Zübeyr bin Avvam’la karşılaştı bir ara.
Baştan ayağa kadar bürünmüştü zırhlara.
Gözlerinden başkaca, görünmezdi bir yeri.
Görüverdi aniden, o, hazret-i Zübeyr’i.
Lakin kâfir heybetli, hem de kuvvetliydi pek.
O gün meydan okurdu at üstünde dönerek.
Aldı hazret-i Zübeyr mızrağını eline.
Nişan alıp, sapladı tam kâfirin gözüne.
Sonra gidip, güçlükle çıkardı mızrağını.
Gönderdi Cehenneme o habisin canını.
O kadar kahramanlık gösterdi ki o günde,
Yara almadık yeri kalmadı vücudünde.
Abdurrahman bin Avf da, çok gayret ediyordu.
Küffarı, bir vuruşta yere deviriyordu.
Bu sahabi diyor ki: Ben, Bedir savaşında,
Bulundum bir aralık iki genç arasında.
Onlar beni süzerek, sordular ki: (Amca, siz,
Kâfir Ebu Cehil'i tanır, bilir misiniz?)
Ben, (Evet, tanıyorum) deyince iki gence,
Dediler: (Bize onu gösteriniz hemence.)
Dedim ki: (Göstereyim, az sabırlı olunuz.
Lakin Ebu Cehil’i niçin soruyorsunuz?)
Dediler: (İşittik ki, çok üzmüş Peygamber’i.
Söylermiş kendisine ağır, küfür sözleri.
Ahdettik, o kâfiri bu cenkte öldürmeden,
Asla ayrılmayalım muharebe yerinden.
Ya onu öldürürüz, ikimiz ölür ya da.
Bundan başka gayemiz yok bizim bu dünyada.)
Gençlerin bu sözleri, hoşuma gitti benim.
Hemen Ebu Cehil’i uzaktan gözetledim.
Baktım, Kureyş içinde Ebu Cehil kâfiri,
Dönüp dolaşıyordu bir ileri, bir geri.
Söyledim: (Ey civanlar, şu öteye beriye,
Telaşla giden şahıs, Ebu Cehil'dir) diye.
Ve ilave ettim ki: (İşte, Efendimizi,
Çok üzen şu kâfirdir, göreyim haydi sizi!)
Derhal kılıçlarına sarılıp maharetle,
Onu gözetlemeye koyuldular dikkatle
Bunlar, Afra hatun'un oğulları idiler.
Muaz ile Muavvez, iki biraderdiler.
Bir anda, sert bir yaydan fırlayan ok misali,
Yahut av peşindeki, birer şahin timsali,
Fırlayıp, kâfirlerin üzerinden aştılar.
Bir anda, Ebu Cehl’in yanına yaklaştılar.
. Bu ümmetin Firavun’u
Muaz, Afra hatunun iki oğlundan biri.
Gayesi, öldürmekti kâfir Ebu Cehil’i.
Bir ok gibi fırlayıp, yaklaştı o kâfire.
Kılıcını çekerek, saldırdı birden bire.
Bacağına, şiddetli bir kılıç çaldı birden.
Yere düştü bacağı, hemen kesik yerinden.
Gördü oğlu İkrime, yetişti imdadına.
Zira henüz Bedir'de gelmemişti imana.
O sırada Muaz’ın biraderi Muavvez,
Kardeşine yardıma yetişti görür görmez.
Üzerine çullanıp, kılıç ile habire,
Cansız düşene kadar vurdular o kâfire.
O ara Resulullah, Eshaba buyurdular:
(Acaba Ebu Cehil ne oldu, kim bir bakar?)
Gidip aradıysa da, Eshap’tan bazı zevat,
Kâfiri, cenk yerinde bulamadılar fakat.
Abdullah bin Mes’ud da, onun ne olduğunu,
Öğrenmeye gitti ve yaralı buldu onu.
(Ebu Cehil sen misin?) diyerek sordu ona.
Sonra, bir ayağını bastı habis boynuna.
Sakalından çekerek, eyledi şöyle tahkir:
(Ey Allah’ın düşmanı, oldun mu hor ve hakir?)
Ebu Cehil, cevaben dedi ki: (Sen ne dersin?
Niçin hakir olayım, Allah seni hor etsin.
Sen ey koyun çobanı, pek sarptır çıktığın yer.
Sen bana haber ver ki, kimdedir bu gün zafer?)
İbni Mes'ud dedi ki: (Bu gün muzafferiyet,
Allah ve Resulü’nün tarafındadır elbet.)
Başından çıkarırken habisin miğferini,
Dedi: (Ey Ebu Cehil, öldüreceğim seni.)
Ebu Cehil, cevaben dedi ki: (Şu bir gerçek,
Senin beni öldürmen, bana çok güç gelecek.
Hiç olmazsa boynumu, şu göğsüme yakın kes.
Ki, ölünce başımı, heybetli görsün herkes.)
Gösterdi ölürken de kibir ve gururunu.
İbni Mes'ud, tutarak o habisin boynunu,
Kesmek istediyse de başını o kâfirin,
Kendi kılıcı ile kesemedi ve lakin.
Sonra Ebu Cehil’in kılıcını alarak,
Onun kılıcı ile başını kesti ancak.
Daha sonra, kâfirin zırhıyla silahını,
Çelik miğferi ile, alıp kesik başını,
Getirip koyuverdi o Server'in önüne.
Ve şöyle arz eyledi Allah’ın Resulü’ne:
(Anam babam fedadır sana ya Resulallah!
Bu baş, Allah düşmanı Ebu Cehl’indir Vallah.)
Peygamber Efendimiz, buna çok sevindiler.
Eshap’la, ölüsünün yakınına gittiler.
Buyurdu ki: (Allah’a hamd olsun ki ey kâfir!
O, bu gün kıldı seni, böyle zelil ve hakir.
Ey Allah’ın düşmanı, şu gerçek ki esasen,
Elbette bu ümmetin Firavunu idin sen.)
. Ölüler işitirler mi?
Resulullah, sardırıp yaralı gazileri.
Sonra, tesbit ettirdi şehid olan erleri.
Muhacir ve Ensar’dan, cem'an ondört mücahid,
Din-i islam uğrunda, oldular o gün şehid.
Küffardan yetmiş kişi lakin öldürülmüştü.
Hatta yetmiş kişi de yine esir düşmüştü.
Cenaze namazları kılınıp şehidlerin,
Sonra, kabirlerine edildi bir bir defin.
Müşrik ölülerinden, yirmidört tanesini,
Kör bir kuyu içine doldurdular hepsini.
Diğerlerini ise, bir çukura atarak,
Sonra, üzerlerine attılar taş ve toprak.
Şerefli Eshabiyle, üç gün sonra o Server,
O çukurun başına geldiler hep beraber.
O azgın müşriklerin adlarını tek be tek,
Hatta babalarının ismiyle söyleyerek,
(Ey Ümeyye bin Halef, ey Utbe bin Rebia!
Ey Ebu Cehl bin Hişam!) diyerek etti nida.
(Siz, Peygamberinize karşı ne mütecaviz,
Ve Ona eza eden, ne kötü kavimdiniz.
Sizler yalanladınız benim nübüvvetimi.
Başkaları inanıp, tasdik etti dinimi.
Siz beni, zor kullanıp çıkardınız şehrimden.
Başkaları, bağrına bastılar beni hemen.
Siz, kıtal eylediniz benim ile ruz-ü şeb.
Başkalarıysa bana, yardım eylediler hep.
Ben, kavuştum Rabbimin vadettiği zafere.
Siz de kavuştunuz mu azap ve elemlere?)
Böyle hitab edince o Sevgili Peygamber,
Bir şeyi merak edip, sordu hazret-i Ömer.
Dedi: (Ya Resulallah, bu sözleri şimdi siz,
Şu ruhsuz leşlere mi acaba söylersiniz?)
Peygamber Efendimiz, buyurdu ki: (Ya Ömer!
O Allah ki, gönderdi beni hak bir Peygamber.
O Allah hakkı için diyorum ki, beni siz,
Onlardan daha fazla duyucu değilsiniz.)
Velhasıl o müşrikler, kurtarıp canlarını,
Kaçarken, bırakmıştı bilcümle mallarını.
Hepsi, müslümanların geçmiş oldu eline.
Pay etti Resulullah, onu gazilerine.
Bedir’deki zaferi, o Sevgili Peygamber,
Hemen Medine’ye de istedi etsin haber.
Abdullah bin Revaha ve Zeyd bin Harise’yi,
Gönderdi ki, acilen versinler bu müjdeyi.
İkisi, ayrı yerden Medine’ye girdiler.
Kapı kapı dolaşıp, zaferi bildirdiler.
Abdullah bin Revaha, şairiydi Resul'ün.
Şöyle bildiriyordu müjdeyi halka o gün:
(Ey Ensar müjde, müjde, sevinin herbiriniz.
Sağ ve selamettedir Peygamber Efendimiz.
Müşrikler öldürüldü ve esir edildiler.
Var hem de içlerinde çok şöhretli kişiler.
Hem Rebia ve Haccac oğulları, bittamam,
Öldürüldü Bedir’de, Ebu Cehl Amr bin Hişam.)
. Şehid ise gam değil
Zeyd bin Harise ile Abdullah bin Revaha,
Müjdeyi getirdiler dönmeden Resul daha.
İnanamıyorlardı bazı Eshab-ı güzin.
Diyorlardı: (Sahi mi, gerçek mi bu dediğin?)
Derlerdi ki: (Elbette, bu, gerçektir Vallahi.
Yarın teşrif ederler Peygamberimiz dahi.)
Sahabe, bu habere çok sevindiler, fakat,
O gün Rukayye hatun etmişti hem de vefat.
Sevgili kızı idi, bu hatun o Server'in.
Namazı kılınarak, aynı gün oldu defin.
Bu üzüntü üstüne, duyunca bu haberi,
Ferahladı Eshabın mahzun olan kalpleri.
Peygamber Efendimiz, Eshabiyle beraber,
Zafer için, Allah’a hamd ve şükreylediler.
Sonra da, esirleri yanlarına alarak,
Medine’ye döndüler, Bedir’den ayrılarak.
O zaman Medine’de kalan vazifeliler,
Kadın, çocuk ve yaşlı, bilcümle sahabiler,
Bedir’in müjdesiyle şad olarak o günü,
İstikbale çıktılar, Allah’ın Resulü’nü.
Harise’nin annesi, Rebi hatun da o gün,
Gelmiş ve bekliyordu teşrifini Resul'ün.
Lakin oğlu Harise, harpte şehid olmuştu.
Şehadet haberini bu hatun da duymuştu.
Derdi ki: (Dönmedikçe gazadan Resulullah,
Oğlum Harise için ağlamam şimdi Vallah.
Dönünce, o Server'e, önce sual ederim.
Harise şehid midir, Cennette midir? derim.
Eğer O, Cennettedir buyurur ise, ne gam.
O zaman oğlum için, sabreder, hiç ağlamam.
Şayet Cehennemdeyse, işte bu, beni yakar.
Ağlarım, gözlerimden kan gelinceye kadar.)
Resulullah, az sonra gazadan döndü geri.
Harise’nin annesi, hemen vardı ileri.
Dedi: (Ya Resulallah, evladım Harise'nin,
Kalbimdeki sevgisi, malumundur hem senin.
Şehid olup, Cennete girmiş midir Harise?
Asla ağlamayayım eğer hal böyle ise.
Yok, Cennette değilse, bunu ben öğreneyim.
Ağlayıp, gözlerimden kanlı yaşlar dökeyim.)
Peygamber Efendimiz, bu hatunun haline,
Acıyıp, bir cevapla sürur verdi kalbine.
Şöyle buyurdular ki ona Nebiyyi zişan:
(Bir değil, birden fazla Cennettedir o şu an.)
Hatun dedi: (Madem ki Cennettedir Harise,
Onun için, üzülüp ağlamam öyle ise.)
Kainatın sultanı, bir kaptan su alarak,
Parmağını, o suya daldırıp çıkararak,
İçirdi o hatuna o sudan bizatihi,
İçirdi daha sonra, kız kardeşine dahi.
Resulullah ayrıca, bu sudan alıp yine,
Sürdü o ikisinin hem baş ve yüzlerine.
O günden itibaren, o hatunla kızının,
Yüzleri nurlu oldu, ömürleri de uzun.
. O altınlar ne oldu?
Alınan esirleri, Resulullah hemence,
Pay etti Eshabına, Medine’ye dönünce.
Yine emir verdi ki, Eshaba daha sonra,
İyi muamelede bulunsunlar onlara.
Esirler hakkında bir, vahiy olmadığından,
İstişare eyledi, Eshabiyle o zaman.
Müşavere sonunda, verdi ki şöyle karar:
Fidye karşılığında, onları bırakalar.
Mal varlığına göre, sonra her bir esirin,
Verecekleri fidye, oldu tesbit ve tayin.
Lakin malı, parası olmayan esir varsa,
Fakat o, okumayı, yazmayı biliyorsa,
On kişiye, okuma yazma öğretecekti.
Böylece serbest olup, kurtulabilecekti.
Esirler arasında ve lakin o Resul'ün,
Amcası Abbas dahi, bulunuyordu o gün.
Buyurdu ki: (Ya Abbas, kendin ile Ukayl'in,
Fidyesini öde ki, iyidir senin halin.)
Dedi: (Ya Resulallah, ben müminim bir kere.
Kureyş, beni zor ile getirdiler Bedir'e.)
Buyurdu: (Allah bilir iman eylediğini.
Doğruysa, Hak teâlâ, verir onun ecrini.
Ve lakin görünüşte, aleyhimizdesin sen.
Kurtuluş fidyesini, vermelisin bu yüzden.)
Dedi: (Ya Resulallah, hiç malım yok ki benim.
İstediğin fidyeyi, ben nereden vereyim?
Evet, sekizyüz dirhem, elimde vardı yalnız.
Ganimet malı diye, onu da siz aldınız.)
Buyurdu ki: (Ya Abbas, bana böyle diyorsun.
Peki o altınları, niçin söylemiyorsun?)
Abbas hayret içinde, dedi: (Hangi altınlar?)
Peygamber efendimiz, buyurdular ki tekrar:
(Hani sen ayrılırken, Mekke'den Bedir için,
Hanımın Ümmül Fadl'a, onları vermiş idin.
O zaman yanınızda, kimse yoktu odada.
Altınları verirken, dedin ki o arada:
Bu seferde, başıma ne gelecek, bilemem.
Bir felaket olur da, geriye dönemezsem,
Şu kadarı senindir, şu kadarı da Fadl'ın.
Bunlar da Ubeydullah, Kusem ve Abdullah'ın.
İşte ona verdiğin, o altınlar ne oldu?)
Diye sual edince, Abbas'ın rengi soldu.
Dedi ki: (Ya Muhammed, yemin ederim ki ben,
O gün o altınları, hanımıma verirken,
Yanımızda hiç kimse, yok idi asla o gün.
Sen, bunları nereden ve nasıl biliyorsun?)
(Hak teâlâ bildirdi) deyince Resulullah,
Dedi ki: (Öyle ise, hak Peygamber’sin vallah.
Şehadet ederim ki, Allah’ın Resulü’sün.)
Ve şehadet getirip, müslüman oldu o gün.
Resulullah, Mekke'de vazife verdi ona.
Göz kulak olacaktı, müminlere orada.
Hem de olup biteni, hemen öğrenecekti.
Ondan, Resulullah’ı haberdar edecekti.
. Esirlere iyi bakın!
Kureyş kâfirlerine, o Sevgili Peygamber,
Savaşı müteakip gönderdiler ki haber:
(Kurtulmalık fidyesi ödemek şartı ile,
Götürebilirsiniz esirleri Mekke’ye.)
Yalnız Resulullah’a çok eza cefa eden,
Nadr bin Haris’in boynu, vuruldu o gün hemen.
Bir de, Resulullah’ın, hicretten daha önce,
Beytullah’ta, namaza durduğunu görünce,
Bekleyip o Server'in secdeye indiğini,
Sonra, alıp ölmüş bir deve işkembesini,
Mübarek arkasına koyan alçak ve bedbaht,
Bir kâfir var idi ki Ukbe bin Ebi Muayt,
Bu habisin boynu da vuruldu o gün yine.
O zaman Resulullah, hamd eyledi Rabbine.
Sonra, onun leşinin yakınına gelerek,
Şöyle hitab eyledi hem de yemin ederek:
(Allah’ı, Resul'ü ve Kur'anı inkâr eden,
Senin kadar kötü bir kimse bilmiyorum ben.)
Esirler, sahipleri gelip alana kadar,
Sahabe-i kiram’ın yanlarında kaldılar.
Peygamber-i zişan’ın emriyle, uzun süre,
Çok iyi muamele yapıldı esirlere.
Onlardan bir tanesi, anlatıyor ki bizzat:
(Esir olduğum evde, huzurluydum ve rahat.
Şefkatle muamele ediyorlardı bana.
Beni de alırlardı her gün sofralarına.
Ekmek az olsa idi, bana veriyorlardı.
Kendileri, ekmeksiz, sırf hurma yiyorlardı.)
Başka bir esir dahi anlatır şöyle aynen:
(Müslümanlar, Bedir'den Medine’ye dönerken,
Kendi hayvanlarına bindirdiler bizleri.
Onlar, yaya olarak yürüdü kendileri.)
Bedir musibetini duyunca Mekke’liler,
Bir anda şok geçirip, şaşkın hale geldiler.
Hiç beklemedikleri, akıllardan geçmeyen,
Bir netice var idi orta yerde gerçekten.
İlk haberi getiren kimseye, bundan sebep,
İnanmadı kâfirler ve hatta Ebu Leheb.
Sonra Ebu Süfyan da, onu müteakiben,
Gelince, Ebu Leheb ona da sordu hemen:
(Ey kardeşimin oğlu, hele anlat bakalım.
Nasıl oldu, bu işi almadı benim aklım.)
O dedi ki: (Hiç sorma, şuna emin olunuz.
Bağlandı sanki bizim ellerimiz, kolumuz.
İstedikleri gibi davrandı bize onlar.
Çoğumuzu öldürüp, çok da esir aldılar.
Ben, Kureyşten kimseyi kınamıyorum fakat,
Ellerinden geleni yaptılar çünkü kat kat.
Lakin biz o sırada, beyaz atlara binmiş,
Yerle gök arasında, hem de beyaz giyinmiş,
Bazı kimseler ile karşılaştık ki o gün,
Onlara karşı koymak, değildi asla mümkün.
Görüp tanıdığımız kimseler değildiler.
Çok kalabalıklardı, pek de kuvvetliydiler.)
. İşte onlar meleklerdi!
Ebu Süfyan, Mekke’ye geldiğinde Bedir'den,
Kureyşliler, başına üşüştüler hep birden.
Büyük merak içinde sordu ki Ebu Leheb:
(Bu hezimet doğru mu, ne oldu buna sebep?)
O dedi ki: (Sormayın, o gün öyle kimseler,
Bizimle savaştı ki, tanıdık değildiler.
Beyaz atlara binmiş, beyaz giymişlerdi hep.
Biz de anlayamadık, kim idi onlar acep?)
Dinleyenler içinde, vardı ki bir müslüman,
Korkudan, imanını gizliyordu o zaman.
Bu mümin, Ebu Rafi adında birisiydi.
Hem hazret-i Abbas’ın o zaman kölesiydi.
O da, Ebu Süfyan’dan bunları dinleyince,
Mümin olduğu için, memnun oldu bir nice.
Sevincinden, herşeyi birden unutuverdi.
Dedi ki: (İşte onlar, Vallahi meleklerdi!)
O zaman Ebu Leheb, çok kızdı bu sözlere.
Onu tokatlayarak, kaldırıp çarptı yere.
Hazret-i Abbas’ın da hanımı oradaydı.
Onun bu yaptığını görüp dayanamadı.
Müslüman olmuş idi çünkü o da önceden.
Kalınca bir kütüğü alarak hemen yerden,
Vurdu Ebu Leheb’in başına şiddetlice.
Kafası yarılarak, kanlar aktı bir nice.
Adı Ümmül Fadl idi, dedi: (Ya Eba Leheb!
Kimsesi yok diye mi döversin onu acep?
Güçsüz gördün diye mi yaptın bu hareketi?)
Deyip, Ebu Leheb'e hakaretler eyledi.
O, hiç cevap vermeden, hem kanları akarak,
Dönüp gitti evine, hor ve hakir olarak.
Yedi gün, dışarıya çıkmadı evden artık.
Sonra, ona Rabbimiz verdi ki bir hastalık,
Kara kızıl derlerdi bu derde o zaman halk.
Öldü bu hastalıktan sonra zelil olarak.
Onu defnetmediler oğulları üç gece.
Ve kokmaya başladı beklemekten öylece.
Yanına yaklaşılmaz bir hale geldi hepten.
Uzak duruyorlardı insanlar bu sebepten.
Çünkü son zamanlarda, çok iğrenç bir hal aldı.
Hatta oğulları da, ona yaklaşamadı.
Kureyşlilerden biri, buna sabrı taşarak,
Onun oğullarını yanına çağırarak,
Dedi ki: (Yazık size, utanmıyor musunuz?
Ne için babanızı hemen gömmüyorsunuz?
Onu, bu hali ile koydunuz, koktu bakın.
Bari ücra bir yere götürüp onu atın.)
Oğulları dedi ki: (Söylediğin hakikat.
Onun hastalığından korkuyoruz biz fakat.)
Dedi: (Hele siz gidin, ben dahi geleceğim.
Bu hususta sizlere, ben yardım edeceğim.)
Leşi evden çıkarıp, bir yere bıraktılar.
Ve uzaktan, üstüne taş ve toprak attılar.
Böylece, ebediyen azap ve elem dolu,
O Cehennem çukuru kabrine girmiş oldu.
. Ayakları parçalandı
Esirler arasında var idi ki bir kişi,
O, Halid bin Velid’in öz be öz kardeşiydi.
Gerçi o vakitlerde, Halid ibni Velid de,
Henüz erememişti iman ile tevhid’e.
İşte Halid bin Velid, kardeşi bu Velid’i,
Kurtarmak gayesiyle Medine’ye geldiydi.
Lakin ondan, kurtuluş fidyesi istediler.
(Onu ödemedikçe bırakmayız) dediler.
O da, Resulullah’a (Paramız yok) deyince,
O Server, şu teklifi yaptı ona hemence:
(Babanızın zırhını, kılıç ve miğferini,
Ver de, karşılığında kurtar biraderini.)
Halid, bu istenilen fidyeyi verdi hemen.
Ve kardeşini alıp, çıktılar Medine’den.
Mekke’ye varmak için, yürüdüler ileri.
Ve lakin az gidince, kardeşi döndü geri.
Ve doğruca gelerek Peygamber-i zişan’a,
Şehadet’i getirip, o gün geldi imana.
Tekrardan yola çıkıp, Mekke’ye vasıl oldu.
Onu, Halid bin Velid görünce şöyle sordu:
(Müslüman olacaktın ey Velid madem ki sen,
Bari önce olsaydın, fidyeyi ödemeden.
Baba hatırasını elimizden çıkarttın.
Buna sebep ne idi, ne için böyle yaptın?)
Dedi ki: (Kureyşliler, derlerdi ki o vakit:
Esaretten korktu da, müslüman oldu Velid.)
Halid, sinirlenerek o zaman kardeşine,
Hapsetti onu hemen, bir hücrenin içine.
O hücrede İyaş ve Seleme adlarında,
İki müslüman daha kalırdı aynı anda.
Bir fırsatını bulup, Velid kaçtı o yerden.
Yine Resulullah’ın yanına vardı hemen.
Resulullah, İyaş ve Seleme’yi sordular.
Dedi: (Onlar, şiddetli işkence çekiyorlar.)
Resulullah üzülüp, buyurdu ki Eshaba:
(Bu iki müslümanı kim kurtarır acaba?)
Velid öne atılıp, dedi ki: (Ben gideyim.
Size, o ikisini kurtarıp getireyim.)
Tekrar geldi Mekke’ye ve gizledi kendini.
Sonra, o müminlerin öğrendi yerlerini.
Tavansız bir odada, hapislerdi o vakit.
Düşündü: Bu iş için, gece daha müsait.
Ölümü göze alıp, gece olunca hemen,
Duvardan içeriye atladı ses etmeden.
İplerini çözerek, bindirdi devesine.
Devenin yularını, aldı kendi eline.
Resul'e varmak için, yaya ve yalın ayak,
Gizlice düştü yola, Mekke’den ayrılarak.
Çöllerin kavurucu sıcağında, böylece,
Yalın ayak ve yaya, gitti üç gün, üç gece.
Lakin çöl sıcağına, o hiç aldırmıyordu.
Onu, Resul'ün aşkı, firakı yakıyordu.
Parçalanıp kanadı ayakları begayet.
Gelip, Resulullah’a kavuştu en nihayet.
. Zehirli kılıç
Umeyr ibni Veheb ki, cahiliye devrinde,
Küffar tarafındaydı, meşhur Bedir harbinde.
Bir oğlu esir olup, firar etti kendisi.
Bu hususta Safvan’la, konuştular ikisi.
Safvan dedi: (Ya Umeyr, Bedir'den sonra bana,
Yaşamanın bir tadı, kalmadı benden yana.)
Umeyr dedi: (Vallahi, bu sözün tam yerinde.
Oğlum hala esirdir, müslümanlar elinde.
Eğer borcum olmasa, düşünmesem maişet,
Onun intikamını, alırdım gidip elbet.)
Safvan dedi: (Ya Umeyr, maişet ve borcunu.
Üstüme alıyorum, hiç düşünme sen bunu.
Bu hususta yapacak birşeyin varsa şayet,
Hiç durma, Medine'ye şimdi eyle hareket.)
Umeyr memnun olmuştu, kalktı hemen yerinden.
Dedi: (Kurtulamazlar, artık benim elimden!)
İntikam hırsı ile, duramazdı yerinde.
Lakin bilmez idi ki, ne yazar kaderinde?
Esir aldığı için, müminler evladını,
Almaya gidecekti, onun intikamını.
Kılıcını sıyırıp, zehirledi iyice.
Eteğinin altına, yerleştirdi gizlice.
Binerek devesine, daha sonra pür hiddet,
Medine beldesine, ulaştı en nihayet.
Tam mescidin önünde, inerdi ki deveden,
Hazret-i Ömer görüp, tanıdı onu hemen.
Üstün firasetiyle, tanıyıp kendisini,
Tahmin etti kötü bir niyetle geldiğini,
Hiçbir şey söylemedi kendisi lakin ona.
Yanına yaklaşarak, giriverdi koluna.
Hazret-i Ömer ile, Eshap’tan diğerleri,
Resul'ün huzuruna, çıkardılar Umeyr’i.
Ona sual etti ki, şanı büyük Peygamber:
(Mekke'den Medine'ye, niçin geldin ya Umeyr?)
Dedi ki: (Ya Muhammed, geldim ki Medine'ye,
Oğlumu bağışlarsan, götüreyim Mekke'ye.)
Buyurdu: (Eteğinin altında gizlediğin,
O zehirli kılıcı, peki niye getirdin?
Sonra sen Safvan ile, Mekke'de bir konuda,
Nasıl anlaşmıştınız, beyan eyle onu da.)
Umeyr çok şaşırmıştı, başı düştü önüne.
Hidayet ışıkları, doluyordu gönlüne.
Ne konuştular ise Safvan'la, teker teker,
Bütün tafsilatiyle, söyleyince o Server,
Mahcubiyet içinde, değişti hali birden.
Dedi: (Hak Peygamber’sin, iman ettim şimdi ben.)
O anda getirerek, Kelime-i şehadet,
Resul'ün huzurunda, iman etti nihayet.
Ve dedi ki: (Önceden, Allah’ın Resulü’nün,
Dinini söndürmeye, çalışırken gün be gün,
Şimdi, aynı gayretle, islam için, gün gece,
İhlasla çalışırım elimden geldiğince.)
14 - Hz. FATIMA'NIN EVLENMESİ
.Sen neyi bekliyorsun?
Resulullah’ın kızı Fatıma hazretleri,
Yeni onbeş yaşına bastığı günler idi.
Girdi bir hizmet için, Resul'ün huzuruna,
Resulullah, o ara nazar etti kızına.
Ve hemen müşahede etti ki o aralık,
Evlenecek bir çağa erişmiş kızı artık.
O günden itibaren, Kureyşten çokları hep,
Gelip, Resulullah’tan ettiler onu talep.
Eshap’tan da çokları istediyse de, fakat,
O Server, hiçbirine eylemedi iltifat.
Ve hatta bu hususta buyurdular ki yine:
(Bağlıdır onun işi Rabbimizin emrine.)
Bir gün Ömer Faruk’la, hazret-i Ebu Bekir,
Görüşüp dediler ki: (Acaba hikmet nedir?
İstedi Fatıma'yı, Ali'den gayri gençler.
Ama yine vermedi hiçbirine o Server.
Haydi gidip soralım, biz bu işi Ali'ye.
Fatıma’yı, Resul'den istemez, acep niye?
Yoksa talep etmeye var mı bir mani hali?
Soralım, ne sebepten bekliyor böyle Ali?)
Bunu öğrenmek için, gittiler hemen ona.
Gördüler, su veriyor bir kimsenin bağına.
Selam verip, onunla müsafahalaştılar.
Daha sonra oturup, bu mevzuyu açtılar.
Dediler ki: (Ya Ali, öndesin her hayırda.
Yüksek mertebedesin Resulullah yanında.
Fatıma’yı, çokları istedi, biliyorsun.
Kimseye verilmedi, sen neyi bekliyorsun?
Zannederiz bu devlet, sana nasib olacak.
Bunun sebebine de, yapışmak lazım ancak.
Bu hususta, Eshabın arzusu böyledir hep.
Resul'den Fatıma'yı bir de sen eyle talep.)
Ali bin Ebi Talip, duyunca bu sözleri,
Sevinip, yaşla doldu o mübarek gözleri.
Dedi ki: (Benim dahi böyledir arzum, ama,
El darlığı manidir böyle geri durmama.)
Ona, şöyle dedi ki hazret-i Ebu Bekir:
(Resulullah katında, bu, hiç mühim değildir.
Mani olmaz bu işe, maddi sıkıntı hali.
Var hane-i Resul'e, talep eyle ya Ali.)
O dahi (Peki) deyip onun nasihatına,
Geldi Resulullah’ın mübarek kapısına.
Çaldı ve girmek için beklerken içeriye,
Evden Ümmü Seleme seslendi (Kim o?) diye.
Allah’ın Sevgilisi buyurdu ki: (Aç hemen.
Zira makbul, mübarek bir kişidir o gelen.
Çünkü o, çok seviyor hem Rabbini, hem beni.
Allah ve Resulü de, çok sever bu geleni.)
O, açmaya giderken, dedi ki: (Emredersin!
Lakin o, kim ola ki, hakkında böyle dersin?)
Buyurdu: (Amcam oğlu ve kardeşim Ali'dir.
Kapıyı çabuk aç ki, himmeti çok âlidir.)
Ümmü Seleme der ki: (Kapıya koştum hemen.
Az daha düşecektim, yüz üstü acelemden.)
. Niçin geldin ya Ali?
Peygamber-i zişan’ın kapısını çalarak,
Girdi hazret-i Ali içeri, utanarak.
Sevgili Peygamber’in, oturdu huzurunda.
Hiçbir şey konuşmaya gücü yoktu o anda.
Peygamber Efendimiz, ona şöyle sordular:
(Niçin geldin ya Ali, bir ihtiyacın mı var?)
O, mahcubiyetinden başını öne eğdi.
Ne için geldiğini, bir türlü diyemedi.
Dedi: (Ya Resulallah, malumdur hazretine.
Vermişti babam beni, zatının hizmetine.
Hazretinden gördüğüm iyilik ve ihsanlar,
Öyle çok ki, yapamaz bunu başka insanlar.
Bendeniz her hususta, muhtacım hazretine.)
Bu kadar arz eyledi ve sükut etti yine.
Anladı Resulullah ne için geldiğini,
Ve lakin söylemeye hicab eylediğini.
Buyurdu ki: (Herhalde, Fatıma'yı istersin.
Ve lakin söylemeye, benden hicab edersin.)
Allah’ın Sevgilisi, ona böyle deyince,
O, (Evet) diyebildi, utanmıştı iyice.
Bunu, Fatıma’ya da duyurdu Resul hemen.
Hazret-i Fatıma da, sükut etti cevaben.
Buyurdu ki: (Ya Ali, senin, para edecek,
Neyin var mehr olarak, Fatıma’ya verecek?)
Dedi: (Ya Resulallah, yanımda şimdi benim,
Sadece bir atım var, bir de zırhlı gömleğim.)
Buyurdu ki: (Ya Ali, lazım olur sana at.
Ve lakin zırhlı olan gömleğini götür sat.)
Hemen (Peki) diyerek Allah’ın Habibi’ne,
Gönderdi birisiyle, zırhı pazar yerine.
O gün hazret-i Osman, yaparken pazarını,
Görüp tanıdı hemen Mürteza'nın zırhını.
Onu satan tellala sordu ki varıp derhal:
(Sahibi, bu zırh için ne istiyor ey tellal?)
(Dörtyüz dirhem) deyince, dedi ki o tellala:
(Bunu ben, bu fiyata alıyorum pekala.)
Parasını ödeyip, o zırhı aldı hemen.
Yanına, dörtyüz dirhem koyarak ayriyeten,
Götürüp verdi o gün, hem hazret-i Aliye.
Dedi: (Layık değildir, bu zırh senden gayriye.
Bu dörtyüz dirhemle de, hallet düğün işini.
Kusuru oldu ise, affet bu kardeşini.)
Ali bin Ebi Talip o zırhı aldı yine.
Geldi Resulullah’ın mübarek hanesine.
Durumu arz edince, gayet memnun oldular.
(Cennette arkadaşım, Osman'dır) buyurdular.
Bilal-i Habeşi’ye, o paradan birazcık,
Vererek buyurdu ki: (Ya Bilal, çarşıya çık!
Biraz gülsuyu ile, biraz da bal satın al.
Ve bir kapta ezerek, bal şerbeti yap derhal.
Zira Fatıma ile Ali’nin nikahları,
Yapılacak, davet et Muhacir ve Ensar’ı.)
Bilal-i Habeşi de dışarıya çıkarak,
Bu nikah haberini bildirdi dolaşarak.
Mescid-i Nebeviye, cümle Eshab-ı kiram,
Geldiler ve mescidin içi dışı doldu tam.
. Arş-ı a’lada nikah
Ne zaman ki Fatıma büluğuna erişti.
Resul'ün hatırına, şu düşünce gelmişti:
(Fatıma'nın annesi olsa idi hayatta,
Şimdi hazır olurdu çeyizi şu saatta.)
Resul'ün hatırına bu düşünce gelince,
Hak teâlâ katından, geldi Cibril hemence.
Dedi: Ya Resulallah, buyurdu ki Rabbimiz:
(Habibim, bu hususta üzülmesin, zira biz,
Ne lazım geliyorsa Fatıma'ya çeyizlik,
Cennet hazinesinden, hepsini temin ettik.)
Daha sonra Cebrail, huzurdan ayrılarak,
Az sonra geldi yine, eli dolu olarak.
Doldurmuş bir siniyi, Cennet yemekleriyle,
Ve yanında, bin adet Cennet melekleriyle.
Arkasından Mikail, yanısıra bin melek.
Geldi o da elinde, bir sini dolu yemek.
Geldi İsrafil dahi elinde yemeklerle.
Yanında, en seçilmiş bin adet meleklerle.
Hazret-i Azrail de, az sonra geldi hemen.
Geldi bin melek dahi, onu müteakiben.
Resul'ün huzurunda, tazim edip durdular.
Resulullah sordu ki: (Ya Cibril, nedir bunlar?)
Dedi: Ya Resulallah, buyurdu ki Rabbimiz:
(Fatıma'yı, Ali'ye münasip görürüz biz.
Kıydım nikahlarını Arş-ı a’la altında.
Bir nikah da o kıysın, Eshabı arasında.)
Duyunca Resulullah, bu müjdeyi Cibril’den,
Vardı hemen secdeye, sürur ve sevincinden.
Buyurdu: (Ey Cebrail, nikah, Arş-ı a’lada,
Ne şekilde yapıldı, anlatıver bana da.)
Dedi: (Ya Resulallah, peki, emredersiniz.
O nikah gecesinde, emreyledi Rabbimiz.
Açıldı kapıları, sekiz adet Cennetin.
Her çeşit ziynetiyle süslendi nikah için.
Kapandı Cehennemin kapıları da hemen.
Ne kadar melek varsa, yer ve gökte tamamen,
Arş-ı a’la altında, Tuba’nın gölgesinde,
Emr-i ilahi ile toplandılar hepsi de.
Sonra, bir rüzgar ile, Cennetin ağaçları,
Sallanıp, birbirine değince yaprakları,
Öyle tatlı nağmeler hasıl oldu ki ondan,
Duysaydı, kaybederdi kendini cin ve insan.
Sonra, kuşlar başladı ötüp nağmeleşmeye.
Öyle ki, hep melekler gark oldular neşeye.
Bu sevinç ve bu neşe, zirveye çıktığı an,
Bir nida geldi bana Hak teâlâ katından:
(Ya Cibril, vekili ol sen arslanım Ali'nin.
Fatıma’ya, bizzat ben vekilim nikah için.
Ey melekler, sizin de şahitliğiniz ile,
Zevceliğe verdim ben Fatma'yı Ali'ye.)
İşte ya Resulallah, bu nikah, gökyüzünde,
Bu şekilde yapılıp, tamam oldu o günde.)
. Benim arzum bu değil
Hazret-i Fatıma’yı, ona, Fahr-i kainat,
Dörtyüz akçe mehr ile teklif eyledi, fakat.
Fatıma hazretleri başladı ağlamaya.
Dedi: (Razı değilim bu mehirle nikaha.)
Hak teâlâ katından Cibril gelip dedi ki:
Ey Allah’ın Habibi, Rabbimiz emretti ki:
(Razı olmadı ise Fatıma bu mehrine,
Arttırıp, dörtbin akçe teklif edin kendine.)
Gelip teklif ettiler kendisine bu mehri.
Yine kabul etmedi Fatıma hazretleri.
Geldi Cibril dedi ki: Emrediyor Rabbimiz:
(Yine razı değilse, dörtbin altın veriniz.)
Gelip, dörtbin altını teklif ettiler, fakat,
O, bu altınlara da etmedi hiç iltifat.
Dedi ki: (Mehir için, benim arzum bu değil.)
O anda gökyüzünden geldi yine Cebrail.
Dedi: Ya Resulallah, emretti Hak teâlâ:
(Bizzat gidip sorunuz, ne istiyor pekala?)
Vardı hemen yanına, temiz kerimesinin,
Buyurdu ki: (Ey kızım, nedir ki arzun senin?)
Dedi ki: (Babacığım, kızların mehirleri,
Altın ile gümüşten olmaktadır ekseri.
Ben, Allah Resulü’nün madem kerimesiyim.
Benim mehrim, onlardan farklı olsun isterim.)
Fahr-i âlem sordu ki: (Ey kızım, öyle ise,
Nasıl mehir istersin, muradın söyle bize.)
Dedi ki: (Babacığım, kıyamet gününde, sen,
Kaç günahkâr mümine şefaat edeceksen,
Ben de, hanımlarına şefaat eyleyeyim.
Benim mehrim bu olsun, dünyalığı nideyim?)
Resulullah, kızından duyunca o gün bunu,
Bildirdi Cebrail’e bu yüksek arzusunu.
Cibril gelip dedi ki: (Arz ettim Rabbimize.
Kabul edip, gönderdi beni hazretinize.)
Bu sefer de Fatıma, arz etti: (Babacığım!
Bir isteğim daha var, onu da ister canım.
Sizin, mahşer gününde şefaat eylemeniz,
Ayet-i kerimeyle sabittir hiç şüphesiz.
Lakin benim, mahşerde etmem için şefaat,
Yoktur şimdi elimde bir vesika, bir berat.)
Buyurdu ki: (Ey kızım, Rabbime arzedeyim.
Ne ferman buyurursa, sana haber vereyim.)
Cebrail, bunu dahi arz ederek Allah’a,
Bir Cennet ipeğiyle geldi Resulullah’a.
Arasında bir beyaz kağıt vardı Cennetten.
Üzeride, şu yazı yazılmıştı kudretten:
(Fatımat-üz Zehra’nın isteği üzerine,
Bu yazılı vesika, verildi kendisine.
Mahşer günü, günahkâr hanımlara şefaat,
Edeceğine dair, verilmiştir bu berat.)
Resulullah, alarak bu beratı eline,
Getirip teslim etti temiz kerimesine.
Nihayet beratı da alınca pederinden,
Buyurdu: (Bu nikaha razı oldum şimdi ben.)
. Zevceni ister misin?
Hazret-i Ali der ki: İşbu nikah gününden,
Çok zaman geçtiyse de, söz olmadı düğünden.
Birşey buyurmayınca o Server bizatihi,
Hicabımdan ağzımı açamazdım ben dahi.
Ama Resul-i ekrem, tenhada bazan bana,
Şöyle buyururdu ki: (Ya Ali, müjde sana.
Zira senin hatunun, ne iyi birisidir.
O, cümle hatunların bil ki seyyidesidir.)
Bir gün hazret-i Ukayl dedi ki ona bizzat:
(Bu akd-i izdivaçtan memnun olduk biz, fakat.
Muradımız odur ki, bu iki bahtiyarlar,
Şöyle, birbirlerine daha yakın olalar.)
Dedi: (Evet, ben dahi böyle istemekteyim.
Lakin Resulullah’tan çok hicab etmekteyim.)
Sonra kalkıp gittiler o Server'in evine.
Az sonra rastladılar yolda Ümmü Eymen’e.
Peygamber-i zişan'ın dadısıydı bu hatun.
Bu hususta, fikrini sordular bir de onun.
O dedi: (Bu iş için, lüzum yok gelmenize.
Bunu haber veririm, öğrenerek ben size.)
Ve onların yanından ayrılıp Ümmü Eymen,
Ezvac-ı tahiratın yanına vardı hemen.
Onlar da toplanarak, çare için bu işe,
Geldiler hep birlikte, hazret-i Aişe’ye.
Hazret-i Hatice'yi anarak dediler ki:
(O, şu anda hayatta olsa idi eğer ki,
Olmazdı bizler için, bugün böyle endişe.
Çünkü o, daha iyi eğilirdi bu işe)
Peygamber Efendimiz duyunca bu sözleri,
Ağlayıp, yaşla doldu o mübarek gözleri.
Buyurdu: (Öyle hatun nerede hakikaten.
O beni tasdik etti, herkes inkâr ederken.
Hatta benim yoluma, sarf etti her varını.
Din-i islam uğrunda verdi bütün malını.
Rabbimiz buyurdu ki: Söyle ona, elbette,
Onun için, zümrüdden köşk yapıldı Cennette.)
Sonra, Resulullah’a o mübarek hanımlar,
Dediler ki: (Ali'nin size arzuhali var.)
O zaman buyurdu ki: (Çağırın, gelsin hemen.)
O gelince, hanımlar çıktılar hepsi evden.
O girdi içeriye, mahcup idi bir hayli.
Buyurdu ki: (Zevceni ister misin ya Ali?)
Dedi ki: (Anam babam, canım sana fedadır.
Müsade ederseniz, muradım bu yoldadır.)
Esma binti Umeys’e buyurdu ki o vakit:
(Fatıma’nın evini, hazır eyle hemen git.)
Esma, (Peki) diyerek o eve gitti hemen.
Üç adet minder yaptı, hasır ile deriden.
O gün yatsıdan sonra, Resul-i ekrem dahi,
Gelip, yapılanları gördüler bizatihi.
Üç minder ve bir halı, yastık ve su kırbası.
İki el değirmeni, bir testi, bir su tası.
Bir havlu, bir elbise, bir sedir, bir de yorgan.
Ev eşyası ve çeyiz, ibaretti bunlardan.
. Fatıma mübarektir
Resul'ün emri ile yapıldı her hazırlık.
Evin eşyaları da, tamamlanmıştı artık.
Emretti Resulullah hem hazret-i Aliye:
(Biraz yağ, biraz hurma, satın alıp gel) diye.
Beş dirhem ile hurma, dört dirhemle yağ aldı.
Resul-i mücteba’nın huzurlarına vardı.
Aliyyül Mürteza’ya, sonra Fahr-i kainat,
Buyurdu: (Sofra getir, deriden olsun fakat.)
O deriden sofrada, hurma, yağ ve yoğurdu,
Mübarek elleriyle karıştırıp yuğurdu.
Bir çeşit yemek yapıp, buyurdu ki o zaman:
(Ya Ali, var dışardan getir kimi bulursan.)
O, çıkıp dışarıda, gördü çok kalabalık.
Gelip Resulullah’a arz etti bunu artık.
Buyurdu: (İçeri al onları onar onar.)
Allah’ın izni ile, hepsi yiyip doydular.
Yediyüz kişi idi gelenlerin cümlesi.
O azıcık yemekten, yedi ve doydu hepsi.
Bu velime yemeği yendikten sonra ise,
Buyurdu ki: (Ya Ali, siz gidin evinize.)
Hazret-i Ali der ki: (Üç gün geçti aradan.
O Server, hanemize teşrif etti tekrardan.
Bana buyurdular ki: (Ya Ali, su getir az.)
(Peki) deyip, hemence getirip eyledim arz.
(Biraz iç, biraz kalsın) diye emreylediler.
Ben içtim, kalan suyu üzerime serptiler.
Tekrar, (Su getir) diye emretti yine bana.
Onu dahi getirip, arz ettim hemen Ona.
Bana yaptığı gibi, ona da yaptı aynen,
Sonra da, dışarıya gönderdi beni hemen.)
O dışarı çıkınca, çağırdı Fatıma’yı.
Ondan sual eyledi Aliyyül Mürteza’yı.
Fatıma arz etti ki: (İyi halleri çoktur.
Bütün üstün sıfatlar, kendisinde mevcuttur.)
Ve ilave etti ki: (Babacığım ve lakin,
Bazıları diyor ki, çok fakirdir helalin.)
Buyurdu ki: (Ey kızım, inanma buna aman.
Asla fakir değildir senin erin ve baban.
Cümle hazineleri arz ettiler babana.
Lakin dönüp bakmadı, bir kerecik o yana.
Erkeklerden, ilk önce iman eder erindir.
Eshabımın içinde, ilimde en derindir.
Rabbimiz, ehl-i beytten seçti iki kimseyi.
Bunlardan biri baban, helalindir diğeri.
Ey kızım, sakın ola isyan etme erine.
Ve asla muhalefet eyleme bir emrine.)
Çağırdı daha sonra, Aliyyül Mürteza’yı.
Ve ona ısmarladı Fatımat-üz Zehra’yı.
Buyurdu ki: (Fatıma mübarektir ya Ali!
Allah’ın rızasına muvafıktır her hali.
Hem benden bir parçadır, onu incitmeyesin.
Yoksa ben incinirim, bunu böyle bilesin.)
Hazret-i Ali dahi, üzmedi Fatıma'yı.
O da hiç incitmedi, Aliyyül Mürteza’yı.
.
15 - UHUD GAZASI
.O kâfiri kim öldürür?
Bir yahudi vardı ki Ka'b bin Eşref adında,
Fitne çıkarıyordu müslümanlar hakkında.
Resul'ün aleyhinde şiirler söylüyordu.
Kâfirleri, islama karşı kışkırtıyordu.
Bu kâfir, Medine'den Mekke’ye gitti bir gün.
Çok şiirler söyledi aleyhinde Resul'ün.
Kureyşi tahrik edip, dedi ki: (Bedir'in, siz,
İntikamını almak arzu etmez misiniz?
Muhammed'le çarpışıp, öcümüzü alalım.
Bilin ki, bu savaşta sizinle ben de varım.)
Bununla da kalmayıp, Resul hakkında, bizzat,
Tertipledi gizlice bir plan ve suikast.
Lakin o, herekete geçmeden henüz daha,
Haber verdi Cebrail, bunu Resulullah’a.
Peygamber Efendimiz, alınca bunu haber,
Sevgili Eshabına buyurdu ki bu sefer:
(Şu Ka'b ibni Eşref'i kim öldürür ki acep,
O, bizi öldürmeye çalışıyor çünkü hep.)
Muhammed bin Mesleme adında bir pehlivan,
(Ben öldürürüm) deyip, hazırladı bir plan.
Eshap’tan birkaç kişi alaraktan yanına,
Peygamber-i zişan’ın geldi huzurlarına.
Dedi: (İcab ederse, aleyhinizde sizin,
O kâfire, birşeyler dememe var mı izin?)
O Server buyurdu ki: (Harp hiyledir, biliniz.
İstediğiniz şeyi söyleyebilirsiniz.)
Muhammed bin Mesleme, alınca buna izin,
Gitti hemen yanına, o Ka'b yahudisinin.
Dedi: (Bizim Peygamber, hepimizden, bu ara,
Çok vergi aldığından, maddeten düştük dara.
Bu arkadaşlarımla geldik ki sana bizzat,
Senden, ödünç birşeyler istiyelim şu saat.)
Ka'b buna çok sevinip, dedi ki: (Ne olacak.
O sizi, bundan sonra daha fazla sıkacak.)
Muhammed bin Mesleme, dedi ki: (Çok haklısın.
Bir defa uyduk ona, sana danışmaksızın.)
Ka'b, gayet memnun oldu bunları işitince.
Onların sözlerine inanmıştı iyice.
Dedi ki: (Siz bekleyin, ben para getireyim.
Ne kadar isterseniz, size ödünç vereyim.)
Az sonra, paralarla geldi kapı dışına.
Kokular sürünmüştü vücuduna, başına.
Muhammed bin Mesleme, yaklaşıp ona hemen,
Dedi: (Ne hoş kokular geliyor böyle senden.
Koklayabilir miyim bu kokudan azıcık?)
Diyerek, saçlarını tutarken yavaşçacık.
İşaret eyledi ki hem arkadaşlarına:
(Ben tutayım, siz vurun kılıç ile başına.)
Koklar gibi yaparak, tuttu birden saçını.
Onlar, kılıç vurarak kopardılar başını.
Sonra o mücahidler, hiç vakit geçirmeden,
Gece karanlığında ayrıldılar o yerden
Gelip, haber verdiler bunu Resulullah’a.
O Server çok sevinip, onlara etti dua.
. Bedir’in intikamı için
Müşrikler, Bedir’deki bozgundan ders ve ibret,
Almayıp, onlar için olmuştu büyük bir dert.
Unutamıyorlardı hiç onun acısını.
Zira kaybetmişlerdi çoğu akrabasını.
Kureyşte itibarlı kim varsa o gün eğer,
Hepsi öldürülmüştü Bedir’de birer birer.
Şam ticaret yolunun konrtrolü de yine,
Geçince tamamiyle müminlerin eline.
Çileden çıkmışlardı müşrikler bu sebepten.
İntikam ateşiyle yanıyorlardı hepten.
Ebu Süfyan, seferden büyük kârla dönünce,
Bu kârın yarısını, dağıttılar ilk önce.
Kalan yarısını da, ayırıp bir kenara,
Harpte kullanmak için, vardılar bir karara.
Bedir'de yakınları öldürülen kimseler,
Diyordu: (Onlar bizi, öldürdü birer birer.
Biz de, müslümanlardan almalıyız intikam.
Çok kuvvetli bir ordu toplarsak, bu iş tamam.
O büyük ordu ile, Medine’ye varırız.
Bedr'in intikamını çok şiddetli alırız.)
Ebu Cehil, Utbe ve Şeybe gibi kâfirler,
Öldürüldüğü için, (Ebu Süfyan)dı lider.
Yüzbin altın kâr ile dönülmüştü seferden.
Bu paranın yarısı, ayrıldı önce hemen.
Yani müslümanlarla yapılacak savaşta,
Lazım olan silahlar alınacaktı başta.
Kureyşliler, topyekün gayret sarfediyordu.
Her yerden savaş için asker toplanıyordu.
Hatipler ve şairler, nutuklar söyleyerek,
Milleti kızıştırıp, savaşa ettiler sevk.
Kadınlar, def dümbelek çalarak, aynen yine,
Yardım ediyorlardı işbu gayelerine.
Onların maksadı ve gayeleri, bir tekti.
O da, islamiyet’i yıkmak ve yok etmekti.
Civar kabileleri, tek be tek dolaşarak,
Harp için üçbin kişi topladılar çabucak.
Bunların yediyüzü zırhlı idi kâmilen.
Üçbin deve, üçyüz de at vardı ayriyeten.
Çalgıcı kadınlar da iştirak ediyordu.
Nağmelerle orduyu cenge hazırlıyordu.
Bu muazzam ordunun başında da o zaman,
Baş kumandan olarak var idi Ebu Süfyan.
Hanımı Hind de yine, kadınların başında,
Gelip bulundu bizzat bu Uhud savaşında.
O dahi, müşrikleri hep tahrik ediyordu.
(Müminlerden intikam alacağız) diyordu.
Kaybetmişti Bedir’de baba ve kardeşini.
Onların ızdırabı yakıyordu içini.
Bazısı, kadınların karşıydı gelmesine.
Hind ise, kızıyordu böyle söylenmesine.
Onlara diyordu ki: (Siz Bedir'den kaçtınız.
Şimdi bizden utanıp, kaçamayacaksınız.)
Daha nice sözlerle, susturdu onları hep.
Harbe, kadınları da böylece eyledi celb.
. Küfür ordusu hazır
Bedr’in intikamını almak için, kâfirler,
Derhal üçbin kişilik ordu tertiplediler.
Cübeyr ibni Mut'im’in bir kölesi de hatta,
Vardı ki, pek mahirdi ok ve mızrak atmakta.
Her attığını vuran nişancıydı bu kişi.
Yakardı Cübeyr’i de bir intikam ateşi.
Amcasını, Bedir’de öldürdüğünden sebep,
Hazret-i Hamza için intikam beslerdi hep.
Bu, kölesi Vahşi’ye dedi ki o gün bizzat:
(Hamza'yı öldürürsen, ederim seni azad.)
Yine Ebu Süfyan’ın hanımı Hind de, aynen,
Ateş püskürüyordu Hamza’ya bu sebepten.
Zira onun babası Utbe nam kâfiri de
Yine hazret-i Hamza öldürmüştü Bedir'de.
Hind, görünce Vahşi’nin atıcı olduğunu,
Dünyalık vadederek, yanına çekti onu.
Dedi ki: (Sen Hamza'yı öldürür isen eğer,
Vereceğim sana çok altın ve mücevherler.)
Velhasıl hazırlıklar tamamlandı Mekke’de.
Büyük Kureyş ordusu, başladı harekete.
Lakin hazret-i Abbas, çıkmadan ordu daha,
Kureyşin ahvalini yazdı Resulullah’a.
Dedi: (Üçbin kişilik bir ordu topladılar.
Üçbin develeriyle, ikiyüz atları var.
Bunların yediyüzü, zırhlıdır tamamiyle.
Yanıyorlar Bedir'in intikam ateşiyle.
Hepsi silahlı olup, kadınlarla beraber,
Şu anda toparlanıp, tam gelmek üzereler.)
Böyle bir mektup yazıp, güvendiği birine,
Verip gönderdi hemen, Allah’ın Habibi’ne.
Resulullah, Abbas’tan alınca bu haberi,
Gönderdi keşif için, bir iki Sahabe’yi.
Onlar, düşman hakkında bilgiler öğrenerek,
Gelip, Resulullah’a bildirdiler dönerek.
Ve hazret-i Abbas’ın yazdığı bilgi ile,
Bunların öğrendiği, uygundu birbiriyle.
Peygamber Efendimiz, haberi aldığında,
Savaş hazırlığına başladılar anında.
Baskın tehlikesine karşı, birer ikişer,
Medine çevresine, diktirdi nöbetçiler.
Eshap, evdekilerle derhal vedalaşarak,
Resul'ün etrafında toplandılar koşarak.
Peygamber Efendimiz, o Cuma namazını,
Kıldırıp, Eshabına yaptı nasihatını.
Buyurdu: (Ey Eshabım, Allah için, ihlasla,
Cihad’dan daha üstün bir amel yoktur asla.
Her kim, fisebilillah çarpışıp ölse eğer,
En yüksek mertebeye yükselir o kimseler.
Kavuşup o kişiler, şehidlik rütbesine,
Ererler ebediyen, Cennet nimetlerine.
Savaşta her zorluk ve güçlüğe katlanarak,
Çarpışana, Rabbimiz yardım eder muhakkak.
Düşmanla savaşmakta niyetimiz bir tektir.
O da, Hak teâlâ’nın ismini yüceltmektir.)
. Gençler heyecanlıydı
Peygamber Efendimiz, Eshabıyle bir kere,
Cengin yeri hakkında, eyledi istişare.
Buyurdu: (Kılıcımı, bu gece rüyada ben,
Hızla yere çalınca, kırıldı ağzı hemen.
Bu, bazı Eshabımın, bu cenkte en nihayet,
Şehid olacağına etmektedir işaret.
Rüyada, kılıcımı tekrardan çarptım yere.
Eski düzgün haline geldi kılıç bu kere.
Bu da, müslümanların, toparlanıp tekrardan,
Yardım geleceğine işarettir Allah’tan.)
Peygamber Efendimiz, sordular Sahabe’ye:
(Düşmanı, biz nerede karşılayalım?) diye.
Eshabın büyükleri, tek tek izin alarak,
Dediler: (Savaşalım Medine’de kalarak.)
Demek istediler ki: (Kalarak müdafada,
Burada savaşalım küffarla bu defa da.)
Hazret-i Ebu Bekir, Ömer, Sa'd bin Muaz,
Bu tarzda savaşmayı Resul'e ettiler arz.
Esasen böyle idi Resul'ün arzusu da,
Böyle düşünüyordu O dahi bu mevzuda.
Lakin Bedir harbinde olmayan gençler vardı.
Onlar, meydan savaşı arzu ediyorlardı.
Zira Bedir harbine katılmış olanların,
Aldıkları sevabı, bilirlerdi bi hakkın.
Onların kazandığı sevaba imrenerek,
Çarpışmak isterlerdi, üstlerine giderek.
Derlerdi ki: (Kâfirler, gelmesin üstümüze.
Meydanda savaşalım şöyle göğüs göğüse.
Medine’den dışarı çıkmazsak zira eğer
Korkudan çıkmıyoruz zanneder o kâfirler.
Biz, meydan harbi için beklerdik böyle günü.
Gösterelim onlara müminlerin gücünü.)
Hazret-i Hayseme de, yaşlı olduğu halde,
Dedi: (Ya Resulallah, bu fikir fevkalade.
Müşrikler, her taraftan asker toparlayarak,
Gelirler üstümüze, gayet mağrur olarak.
Bizi, evlerimizde gelip kuşatacaklar.
Sonra da, arkamızdan çok laflar atacaklar.
Bu hal, o müşrikleri daha şımartacaktır.
Gurur ve cüretleri, daha da artacaktır.
Onların karşısına çıkmazsak bizler eğer,
Arab kabileleri, bize göz dikecekler.
Oğlum, Bedir cenginde kavuştu şehadet’e.
O, benden daha önce erişti bu devlete.
Bedir'e gitmek için, o gün kura çekmiştik.
Kura ona çıktı ve o kavuştu buna ilk.
Dün, oğlumu rüyada gördüm nimet içinde.
Gezip dolaşıyordu Cennet bahçelerinde.
Ve bana diyordu ki: Babacım, acele et.
Şehid olacakları bekliyor şimdi Cennet.
Dua buyurunuz ki, ben de şehid olayım.
Firdevs Cennetlerinde oğluma kavuşayım.)
Peygamber Efendimiz, dinleyerek onu da,
Ricasını kırmayıp, eyledi ona dua.
. Cuma günü çıktılar
Resulullah, Eshap’la yaparak müzakere,
Karar verdi, Medine dışında cenk etmeye.
Çünkü genç sahabiler, pek heyecanlılardı.
Bir meydan savaşını çok arzuluyorlardı.
Buyurdu: (Ey Eshabım, sabrederseniz eğer,
Size, bu gazada da Rabbimiz yardım eder.
Bize düşen, ihlasla savaşıp sabretmektir.
Tek gayemiz, Allah’ın ismini yüceltmektir.)
Daha sonra, ikindi namazını kılarak,
Eve gitti, Eshabın yanından ayrılarak.
Hazret-i Ömer ile Ebu Bekir de varıp,
Resul'ün hanesine girdiler izin alıp.
Allah’ın Sevgilisi, sararak sarığını,
Giyindi daha sonra üzerine zırhını.
Kılıcını alarak, mübarek omuzuna,
Hem dahi kalkanını yerleştirdi sırtına.
O sırada dışarda, Sahabe’nin cümlesi,
Resul'ün gelmesini bekliyorlardı hepsi.
O arada yaşlılar, dediler ki gençlere:
(Niçin bırakmadınız bunu siz o Server'e?
Size layık odur ki, bu hususta siz yine,
Resul'e teslim olup, uyasınız emrine.
Çünkü Resulullah’ın her işi vahiyledir.
Nasıl yapacağını, Allah ona bildirir.)
Onlar böyle deyince, pişman oldu o gençler.
Ve o fikirlerinden, o anda vaz geçtiler.
Geldi Resul o sıra Eshabının yanına.
Baktılar, kılıcını asmış omuzlarına.
Genç Eshap’tan birisi, dedi: (Ya Resulallah!
Canımız, herşeyimiz fedadır sana Vallah.
Bu babta söz söylemek, bizim ne haddimize.
Siz nasıl isterseniz, tâbiyiz elbet size.
Medine’de kalmayı istiyorsan, kalırız.
Sana muhalefetten Allah’a sığınırız.)
Buyurdu: (Ben fikrimi izhar ettim, fakat siz,
Kendi isteğinizde mübalağa ettiniz.
Ve lakin bir Peygamber, kılıcını eline,
Alınca, harp etmeden geri koymaz yerine.
Allah’ın hükmü neyse, o zuhur eder elbet.
Sözümü dinlerseniz, sizindir galibiyet.
Allah deyip, sabır ve sebat gösterirseniz,
Elbette size yine, yardım eder Rabbimiz.)
Eshap, bin kişi olup, küffardan azdı yine.
İki at mevcut olup, Resul bindi birine.
Ve üç sancak bağlayıp Resulullah o ara,
Birini teslim etti Üseyyid bin Hudayr’a.
Diğer ikisini de, Habbab bin Münzir ile,
Mus'ab ibni Umeyr’e verdi kendi eliyle.
Sağ yanda Muhacirler, sol yanda ise Ensar,
Bir Cuma, ikindide Medine'den çıktılar.
Bayrama gider gibi, bin zevk ve safa ile,
Yürüdüler ileri, tekbir sedalarıyle.
. Siz biraz geri durun!
Sahabe-i kiram’dan, Amr bin Cemuh Ensari,
Vardı ki, sakat idi ayaklarından biri.
Buna rağmen bakmayıp, bu özürlü haline,
Dört oğluyla giderdi, her gazaya o yine.
Uhud’a gitmeği de çok istedi o zaman.
Menetti oğulları, onu işbu gazadan.
Dediler ki: (Sakatsın, sen gelme, otur evde.
Dördümüz savaşırız, biz senin yerine de.)
Dedi ki: (Cenk etsin de o Allah’ın Habibi,
Olur mu, oturayım ben evde kadın gibi.)
Ordu gittikten sonra, kalktı hemen yerinden.
Hanımına elveda edip çıktı evinden.
Ve dua eyledi ki Rabbine bu bahtiyar:
(Ya ilahi, evime döndürme beni tekrar.)
Tez vakitte yetişti, o, islam ordusuna.
Vardı Resulullah’ın mübarek huzuruna.
Resul, ona müsade etmedi önce, fakat,
İhlasını görünce, eyledi muvafakat
O, çekip kılıcını, girdi cenk meydanına.
(Siz biraz geri durun!) dedi oğullarına.
Bir yandan cenk ediyor, diyordu ki bir yandan:
(Cennete çok müştakım oğullarım ben şu an.)
O sakat hali ile, cenk edip en nihayet,
Nasib oldu ona da, özlediği şehadet.
Dört oğlundan biri de, şehid oldu peşinden.
İşitti bu haberi hanımı Medine’den.
Devesine binerek, düştü Uhud yoluna.
Rastladı yerde yatan, helaliyle oğluna.
Her ikisini alıp, deveye bindirerek,
Medine’nin yolunu tuttu kederlenerek.
Hazret-i Aişe’ye rastladı yolda bir an.
Sordu ona Aişe: (Ne haber var Uhud'dan?)
Dedi: (Elhamdülillah, sağdır Peygamberimiz.
Ondan gayri ne bela gelse de, dert etmeyiz.)
Sordu yine Aişe: (Bu cesetler kimindir?)
Dedi ki: (Biri oğlum, biri de helalimdir.)
O sırada devesi, çöktü dizi üzeri.
Çok uğraştı ise de, yürümedi ileri.
Buyurdu ki: (Bu deve, ne için çöktü acep?
Yükün fazlalığıdır belki de buna sebep.)
Dedi ki: (Bundan fazla yük vururdum buna ben.
Hiç böyle yapmamıştı, çok garip hakikaten.)
Kaldırıp tevcih etti, Medine cihetine.
Lakin deve gitmeyip, oturdu yere yine.
Bir de Uhud yönüne deveyi sürdü bir an.
Bu sefer direnmeyip, süratle gitti hayvan.
Kadın, şaşkın bir halde Uhud’a döndü yine.
Gelip arz ettiğinde Allah’ın Habibi’ne,
Buyurdu ki: (Helalin, evinden ayrılırken,
Bir şey söylemiş miydi, bu gazaya gelirken?)
Arz etti ki: (Evet ya, demişti ki: ilahi!
Cenkten sonra, evime döndürme beni geri.)
Buyurdu: (Bunun için gitmedi deven senin.
Cennette arkadaştır, oğlun ile helalin.)
. Ben şehid olacağım!
Önde Sa'd bin Muaz ve Sa'd bin Ubade,
Sonra Muhacirin ve Ensar olduğu halde,
Tekbir sedalariyle çıktı islam ordusu.
Vardı her sahabide şehid olma arzusu.
Yolda, bir birlik ile karşılaştılar birden.
Altıyüz kişi idi bunlar yahudilerden.
Ganimet davasında olan bu yahudiler,
Resul'ün ordusuna katılmak istediler.
Peygamber Efendimiz, sual etti Eshaba:
(Bu kişiler, müslüman olmuşlar mı acaba?)
(Hayır ya Resulallah) diyerek edince arz,
Allah’ın Sevgilisi buyurdu: (Hayır, olmaz.
Geri dönmelerini söyleyiniz onlara.
Küffarın yardımını istemeyiz biz zira.)
O gün akşama kadar, durmadan yol aldılar.
Şeyhayn denilen yerde, durup konakladılar.
Mücahidler buraya gelince yorgun halde,
Geçirmek istediler geceyi bu mahalde
Resulullah orada, teftiş etti erleri.
Gördü çocuk yaştaki bir çok sahabileri.
Kavuşabilmek için şehidlik rütbesine,
Onlar da katılmıştı bu ordunun içine.
Bunların arasında, (Rafi bin Hadic) vardı.
Büyük görünmek için, bir çareler arardı.
Ayak parmaklarının ucunda yükselerek,
Küçük olmadığını istiyordu göstermek.
Resulullah farkedip, onu da küçük diye,
Göndermek isteyince oradan Medine'ye,
Biri, (Ya Resulallah, Rafi iyi ok atar.)
Deyince, onu dahi almaya verdi karar.
O, cenge katılmayı istiyordu pek içten.
Resul kabul edince, uçtu artık sevinçten.
O da, büyükler gibi savaşacaktı artık.
Bu ise, onun için en büyük bahtiyarlık.
İslam düşmanlarıyla, o da savaşacaktı.
Neticede ya şehid, ya gazi olacaktı.
Bir çocuk, gördü onun kabul edildiğini.
O da gelip Resul'e arz etti dileğini.
(Semure bin Cündeb)ti bu çocuğun da adı
Bu cenge katılmaktı onun da tek muradı.
O da, bu maksat ile yanardı için için.
Düşünüp, çaresini şöyle buldu bu işin.
Dedi: (Ya Resulallah, ben büyüğüm Rafi'den.
Zira yenebilirim güreşte onu hemen.
İstersen, ikimizi güreştiriniz derhal.
Eğer onu yenersem, beni de orduya al.
Ben de gelip, düşmanla çarpışayım diyorum.
Zira şehid olmayı, çok arzu ediyorum.)
Peygamber Efendimiz, tebessüm buyurdular.
Onları güreştirip, kendi hakem oldular.
Neticede Semure galip geldiği için,
Peygamber Efendimiz, ona da verdi izin.
Korumaları için Medine'dekileri,
Diğer çocukları da, gönderdi sonra geri.
. İki ordu karşılaştı
Şeyhayn denilen yere geldi islam ordusu.
Orada dinlenmekti, o Server'in arzusu.
Yatsı namazı için, vakit girdiği zaman,
Bilal, yanık sesiyle okudu çıkıp ezan.
Resulullah, yatsıyı kıldırıp Eshabına,
Çağırdı Muhammed bin Mesleme’yi yanına.
Buyurdu: (Elli kişi, yanına al hemence.
Ta ki sabaha kadar, nöbet tutun bu gece.)
Geri kalan gaziler ve Server-i kainat.
O gece, hep birlikte ettiler istirahat.
Peygamber Efendimiz, sabah fecir sökünce,
Uyanıp kalktı hemen Eshap’tan daha önce.
Sonra Uhud dağına yürüyüp geldi ordu.
Müşriklerin ordusu, artık görünüyordu.
Sabah namazı için, okundu sonra ezan.
Saf saf olup, namaza durdular hep o zaman.
Resulullah, ikinci bir zırh daha giydiler.
Ve mübarek başına, bir miğfer geçirdiler.
Münafıkların başı, Abdullah bin Übey de,
Üçyüz münafık ile konuşarak bu yerde,
Dedi: (Biz, kendimizi öldürmeye mi geldik?
Düşman kalabalıkmış, hiç tahmin edemedik.)
O münafıkların da zihnini çelip tek tek,
Medine'ye döndüler, orduyu terk ederek.
Yediyüz kişi kaldı o an islam ordusu.
Yok idi hiç birinin, ölümden bir korkusu.
Hepsi, gönül birliği yapmış kahramanlardı.
Resulullah uğrunda, hepsi baş koymuşlardı.
Hatta şehid olmaktı onların tek gayesi.
Bunu, en büyük rütbe biliyorlardı hepsi.
Bu cenkte, kanlarının son damlasına kadar,
Resul'ü korumaya, verdiler kesin karar.
Resulullah, orduyu nizama soktu hemen.
Zira başlayacaktı çatışma çok geçmeden.
Sağ kanada, Ukaşe edecekti kumanda.
Ebu Seleme’yi de, geçirdi sol kanada.
Sa'd bin Ebi Vakkas, Ebu Ubeyde ile,
Ön safta yer aldılar, okçu birlikleriyle.
Zırhlıların başına, geçti Zübeyr bin Avvam.
Hazret-i Hamza ise, orta yerde durdu tam.
İslamın beyaz renkli sancağını, o Server,
Mus'ab ibni Umeyr’e teslim etti bu sefer.
O sırada Hanzala, Medine’den gelerek,
Mücahidler safına katıldı seğirterek.
Bu mübarek sahabi, o gece evlenmişti.
Süratle evden çıkıp, bu savaşa gelmişti.
Müşriklerin ordusu, müslümanlardan evvel,
Gelip mevzilenmişti tam bu yerde mükemmel.
Orduya, Ebu Süfyan ediyordu kumanda.
Zira henüz imana gelmemişti o anda.
Sağ kanada, Halid bin Velid oldu kumandan.
Sol kanat, İkrime’nin emrinde idi o an.
Zira her ikisi de, Uhud günü, malesef,
Henüz olmamışlardı islam ile müşerref.
. Allahü ekber
Gönülleri, imanın nur’uyla dolu olan,
Bu yolda şehid olmak arzusu ile yanan,
Müminler, yerlerinde hiç duramıyorlardı.
Hücuma geçmek için, emir bekliyorlardı.
İyice yaklaşmıştı ordular birbirine.
Ve herkeste heyecan, varmıştı son haddine.
Bir tarafta, Allah’ın dinini yaymak için,
Ve bu yola baş koymuş, bir avuç mücahidin.
Öbür yanda, islamı yok etmek arzulayan,
Kâfir güruhu vardı, imandan mahrum olan.
Yok idi müminlerde fazla silah, teçhizat.
Çoğunda bulunmazdı ne bir zırh, ne de bir at.
Üstlerinde bir gömlek, bir kılıç ellerinde.
Ama iman ve ihlas vardı gönüllerinde.
Kâfir ordusu ise, müminlerin dört katı,
Olup, herbirisinin vardı zırhı ve atı.
Ama mahrum idiler o imandan malesef.
Bu yüzden, savaşlarda oldular bir bir telef.
Ordular, birbirine yaklaşmıştı ki, birden,
Develi biri çıkıp, yürüdü müşriklerden.
Vücudu, tamamiyle zırhla örtülüydü hep.
Seslenip, karşısına bir yiğit etti talep.
Dedi ki: (Kendisine güvenen varsa eğer,
Benimle çarpışmaya, karşıma çıksın o er!)
Devenin üzerinde, dönüp dört bir tarafa,
O gün, bu talebini tekrar etti üç defa.
O böyle seslenince, müminlerin safından,
Uzun boylu bir yiğit, ileri çıktı o an.
Zübeyr bin Avvam idi bu mübarek sahabi.
Kâfirin üzerine yürüdü arslan gibi.
Kâfir, develi olup, zırhlı idi ayrıca.
Onun ise, elinde kılıç vardı yalnızca.
Kâfirin karşısına, gitti yaya olarak.
Onu öldürmeliydi bir yolunu bularak.
Sıçrayıp çıktı hemen, devesinin ardına.
Ve sımsıkı sarıldı arkadan boğazına
Çetin bir mücadele başlamıştı o saat.
Seslendi Resulullah: (Onu tut, aşağı at!)
Resul'ün emri ile, deveden attı onu.
Ve üstüne çökerek, kesiverdi boynunu.
Eshap bunu görünce, sevinip hamd ettiler.
Ve tekbir sesleriyle gökleri inlettiler.
Sonra da, müşriklerin sancağını taşıyan,
Talha bin Ebu Talha meydana çıktı o an.
O dahi seslendi ki: (Kendisine güvenen,
Var ise, çarpışmaya karşıma çıksın hemen.)
Kâfir de, gururlu ve kibirliydi bir hayli.
Onun da karşısına, çıktı hazret-i Ali.
Kâfir, baştan ayağa bürünmüştü zırhlara.
Allah arslanı Ali, tekbir aldı o ara.
Öyle kılıç çaldı ki sancak tutan kâfire,
Başı kopup, sancağı düşüverdi yerlere.
Resulullah ve Eshap, tekbirler aldı o an.
İnledi yer gök o gün tekbir sedalarından
. Müşrikler öldürüldü
Henüz harb başlamadan, müşriklerden iki er,
Müminler tarafından hemen öldürüldüler.
Biri, sancaktar idi, o da öldürülmüştü.
Sancağı yere düşüp, toprağa sürülmüştü.
Osman bin Ebi Talha meydana koştu hemen.
Düşen sancaklarını, kaldırdı alıp yerden.
O dahi seslenerek müslümanlardan yana,
Kendine çok güvenip, er istedi meydana.
Halbuki biraz önce, kendisine güvenen,
İki müşrik, anında öldürülmüştü hemen.
Zübeyr bin Avvam ile, Allah arslanı Ali,
Şimdi öldürmüşlerdi mağrur iki kâfiri.
Bu da, gururlanarak yine er isteyince,
Hazret-i Hamza çıktı karşısına hemence.
Kaldırdı kılıcını, hiç fırsat vermeyerek.
Öyle kılıç çaldı ki ona (Allaah!) diyerek,
Giydiği o çelik zırh, tam ikiye bölündü.
Sancak yere düşerken, kâfir de düşüp öldü.
Bu, üçüncü müşrikti anında öldürülen.
Dördüncüsü yürüdü meydana sonra hemen.
Adı, Ebu Said’di, geldi yaya olarak.
Düşen sancaklarını, o yerden kaldırarak,
Bağırıp mağrur halde müslümanlardan yana,
O da, çarpışmak için er istedi meydana.
Baştan ayağa kadar, zırhlarla kaplı idi.
(Benimle çarpışacak yürekli kim var?) dedi.
Halbuki ondan önce, böyle büyüklenerek,
Üç kişi can vermişti, birer kılıç yiyerek.
Peygamber Efendimiz, Allah’ın arslanına,
Buyurdu ki: (Ya Ali, çık şunun karşısına.)
Çıktı hazret-i Ali, kaldırdı kılıcını.
Çalıp böldü ikiye, kağıt gibi zırhını.
Müşrik, cansız olarak yıkıldı bir tarafa.
Dönüp, hazret-i Ali tekrardan girdi safa.
Müşriklerin sancağı, yine yere düşmüştü.
Bununla, dördüncüsü böyle öldürülmüştü.
Kaç kişi çıktıysa da, o gün er meydanında,
Hepsi de, bir hamlede öldürüldü anında.
Müminler çok sevinip, hamd ve şükr ediyordu.
Ve tekbir sedaları göğe yükseliyordu.
Bu durum, gerideki o müşrikleri ise,
Düşürdü çok büyük bir üzüntü ve yeise.
Hatta kadınlar bile, hayıflanıyorlardı.
(Size yazıklar olsun, yuh olsun!) diyorlardı.
Kadınlar, müşriklere cesaret vermek için,
Bu Uhud savaşına gelmişlerdi ve lakin,
Görünce erkeklerin peş peşe öldüğünü,
Hakaretler ettiler onlara Uhud günü.
(Haydi, ne durursunuz, hücum edin!) diyerek,
Tahrik ediyorlardı onlara şevk vererek.
Savaş için heyecan, dorukta idi o gün.
Emrini bekliyordu mücahidler Resul'ün.
. Yerinizi terketmeyin!
Geldi karşı karşıya Uhud’da iki ordu.
Her biri, diğerini tam görebiliyordu.
Ayneyn adlı bir tepe var idi ki sol yanda,
Tepede, dar bir geçit vardı aynı zamanda.
Resulullah, gösterip dağda o gedik yeri,
Ayırdı okçulardan, o yere elli eri.
Abdullah bin Cübeyr’i, emir tayin ederek,
Gönderdi o gediğe ehemmiyet vererek.
Okçular, Abdullah bin Cübeyr ile birlikte,
Giderek, yerlerini aldılar o gedikte.
Resulullah da gidip, verdi şu kesin emri:
(Benden emir gelmeden, terk etmeyin bu yeri.
Her ne olursa olsun, yerinizde durunuz,
Bu gedikten gelecek düşmanı durdurunuz.
Harpte galip gelsek de, ben emir vermedikçe,
Ayrılmayın, ben size haber göndermedikçe.
Düşman bizi öldürse, siz de bunu görseniz,
Ayrılıp, yine bize yardıma gelmeyiniz.
Kuşlar, cesedimizi kapışsa da sonradan,
Gelmeyin yanımıza, benden emir almadan.
Yahut bizim, düşmana galip geldiğimizi,
Ve onları çiğneyip, hatta ezdiğimizi,
Görseniz de, bu yerden yine ayrılmayınız.
Yani her halükârda yerinizde kalınız.
Bu gedikten gelirse düşman süvarileri,
Ok atarak, geriye püskürtün gelenleri.
Atılan oka doğru, gelemez süvariler.
Bu yeri emniyete alırsak, bize yeter.)
Sonra da buyurdu ki: (Ya Rabbi, ben şu vakit,
Bunları dediğime, tutarım seni şahit.)
Mühim olduğu için, Allah’ın Peygamber’i,
Onlara, tam üç defa tekrar etti bu emri.
Allah’ın Sevgilisi, daha sonra o yerden,
Ayrılarak, ordunun başına geçti hemen.
Ordular, karşılıklı gelmiş duruyorlardı.
Lakin güç bakımından, çok dengesizlik vardı.
Zira küfür ordusu, sayı, silah, teçhizat,
Yönüyle, müminlerden güçlü idi kat be kat.
Hatta küfür ordusu, o gün müslümanlardan,
Dört mislinden ziyade kuvvetliydi o zaman.
Kâfirler tarafında, çok gürültüler vardı.
Kuvvetlerine bakıp, kibirleniyorlardı.
İntikam hırsı ile, gözü dönen kadınlar,
Def, dümbelek çalarak, şarkılar söylüyorlar,
Erkekleri, savaşa teşvik ediyorlardı.
Ayrıca putlarından, yardım istiyorlardı.
Mücahidlerde ise, çıkmıyordu fazla ses.
Dualar ediyordu Rabbine hemen herkes.
Dinin korunması ve yayılması için hep,
Allah’ın yardımını ediyorlardı talep.
Peygamber Efendimiz, seslenip o arada,
Teşvik buyuruyordu Eshabı bu cihada.
Mücahidler, yek vücut ve yek kalp olmuşlardı.
Her birisi bu yola, can ve baş koymuşlardı.
. Nihayet harp başladı
Başlamak üzereyken Uhud muharebesi,
Kaldırdı bir kılıcı, Allah’ın Sevgilisi.
O kılıç üzerinde, var idi şu yazılar:
(Korkaklıkta ar vardır, yiğitlikte itibar.)
İşte Resul-i ekrem, bu kılıcı alarak,
Mübarek eli ile havaya kaldırarak,
Şöyle buyurdular ki Eshabına hitaben:
(Ey Eshabım, acaba kim alır bunu benden?)
Onu almak üzere, uzanınca çok Eshap,
Resulullah bu sefer, eyledi şöyle hitap:
(Bu kılıcın hakkını vermek üzere, şu an,
Bu şartla, bu kılıcı kim alır aranızdan?)
Eshap, Resulullah’ın bu sözünü duydular.
Ellerini indirip, hepsi geri durdular.
Zübeyr bin Avvam ise, arz etti ki: (Bendeniz,
O kılıcı alırım müsade ederseniz.)
Hazret-i Ebu Bekir ve başkaları yine,
İstediler ve lakin vermedi hiçbirine.
Sonra Ebu Dücane gelip sual etti ki:
(Peki ya Resulallah, bunun hakkı nedir ki?)
Buyurdu: (Onun hakkı, kırılıncaya kadar,
Durmadan kâfirlere vurmaktır aynı karar.
Şehid olana kadar, onunla çarpışmaktır.
Ve asla kâfirlerin önünden kaçmamaktır.)
Sonra Ebu Dücane dedi: (Ya Resulallah!
Ben, bu hakkı yerine getiririm inşallah.
Bu kılıcı, bu şartla alıyorum) diyerek,
Alıp girdi meydana, beyitler söyleyerek.
Çalımlı ve gururlu bir tarzda yürüyordu.
Üstünde bir gömlekten başkaca birşey yoktu.
Onun bu salınarak yürüyüşü, aslında,
Pek hoş karşılanmadı Sahabe arasında.
Resulullah o zaman, Eshabına dönerek,
Buyurdu: (Doğru değil bu çalımla yürümek.
Gururlu yürümesi, elbette bir müminin,
Gelmesine sebeptir gadab-ı ilahinin.
Ancak düşmana karşı harp edildiği saat,
Çalımlı yürümeye, vardır izin ve ruhsat.)
O an Halid bin Velid, emrindeki kuvvetle,
Hücuma geçti birden, sürat ve hararetle.
Yerinde duramayan Eshab-ı kiram’a da,
Verdi hücum emrini Resulullah o anda.
Tekbir sedalarıyla doldu birden o meydan.
Herkes, göğüs göğüse çarpışıyordu o an.
Önde Hazret-i Hamza çarpışırken o ara,
O gün, iki kılıçla saldırırdı küffara.
Halid ibni Velid’in süvari kuvvetleri,
Ok atışları ile püskürtüldü hep geri.
Halid bunu görünce, bir kavis çizerekten,
Dağdaki dar geçide, dolaşıp geldi hemen.
Hazret-i Abdullah’la, elli kadar sahabi,
Derhal karşı koydular onlara arslan gibi.
Pek şiddetli olarak, ok atışları ile,
Onun kuvvetlerini püskürttüler geriye.
. Kılıcın hakkını verdi
Artık Uhud savaşı kızışmıştı iyice.
Çarpışırdı taraflar, olanca güçleriyle.
Lakin kalabalıktı küfr ordusu o vakit.
En az dört müşrik ile çarpıştı her mücahid.
O gün hazret-i Hamza, tekbirler getirerek,
Saldırırdı düşmana beyitler söyleyerek.
(Ben, harplerde Allah’ın arslanıyım!) diyordu.
Önüne çıkanları, vurup deviriyordu.
Safvan ibni Ümeyye, onu gördü bir ara,
Ve sordu (O kim?) diye yanında olanlara.
Müşrikler dediler ki: (O dediğin, Hamza'dır.
Her iki elinde de, bir kılıçla savaşır.)
Safvan hayret içinde dedi: (Ben, bugüne dek,
Görmedim onun gibi bir savaşçı gözü pek.)
Resulullah, bir kılıç göstererek Eshaba,
Buyurmuştu (Kim bunu benden alır acaba?)
Almak istemişse de onu hazret-i Zübeyr,
Lakin onu, Zübeyr'e vermemişti o Server.
Sonra Ebu Dücane gelip talep etmişti.
Resul, uygun görerek ona teslim etmişti.
İşte Zübeyr bin Avvam üzgündü bundan sebep.
Derdi ki: (Niçin onu, vermedi bana acep?)
Gidip gözetledi ki, o Ebu Dücane’yi.
O kılıcın hakkını verir mi acep iyi?
Arkasından gitti ve baktı, Ebu Dücane,
Çarpışır o kılıçla seri ve çevikâne.
Savaşırken, bir yandan tekbir getiriyordu.
Önüne gelenleri, vurup deviriyordu.
O ara, müşriklerin önde gelenlerinden,
Zırhlı birisi ile karşılaştı aniden.
Müşrik, iri cüsseli ve kuvvetli idi pek.
Ve meydan okuyordu at üstünde dönerek.
Her tarafı zırhlarla kaplı idi tamamen,
Gözünden başka yeri görünmezdi katiyen.
O, Ebu Dücane’ye hücum etti evvela.
O ise, bu hücumdan kurtuldu kalkanıyla.
Kılıcı gömülmüştü kalkanına çarparak.
Lakin çıkaramadı, onu çok uğraşarak.
Sonra Ebu Dücane çekerek kılıcını,
Kopardı bir hamlede o müşrikin başını.
Sonra da karşılaştı, başka bir müşrik ile.
Öldürdü onu dahi, bir kılıç darbesiyle.
Kimse duramıyordu önünde müşriklerden.
Her önüne çıkanı, deviriyordu hemen.
İlerledi böylece, küffarı kıra kıra.
Erişti en arkada tef çalan kadınlara.
Gördü Ebu Süfyan'ın hanımı Hind’i hemen,
Kılıcını indirip, vazgeçti öldürmekten.
Kadınların kanına girmedi o kılıçla.
Geri dönüp çarpıştı, daha büyük bir hınçla.
Onun savaşmasını, gördü Zübeyr bin Avvam.
Dedi ki: (O kılıcın hakkını veriyor tam.
O Server, o kılıcı vermiş ki bir kişiye,
Kılıç, onun elinde yarıyor tam bir işe.)
. Görülmemiş kahramanlık
Sa'd bin Ebi Vakkas, hazret-i Talha, Zübeyr,
Allah arslanı Ali ve Mus'ab ibni Umeyr,
Geçilmez birer kale olmuşlardı her biri.
İslamı yüceltmekti yegane gayeleri.
Peygamber-i zişan da, çarpışıyordu bizzat,
Hücum üstüne hücum yapıyordu her saat.
Ve hatta Resulullah, safların en önünde,
Düşmanla, tek başına çarpışırdı o günde.
Küffarın tek gayesi vardı ki Uhud günü.
O da, öldürmek idi Allah’ın Resulü’nü.
Onu korumak için, Eshap da o aralık,
Görülmemiş şekilde yaptılar fedakârlık.
Halka teşkil ettiler Resul'ün etrafında.
Karşılık verirlerdi her hücuma anında.
Ona gelen ok, kılıç ve mızraklara, her an,
Bizzat vücutlarıyla oldular birer kalkan.
Ona gelmesin diye, en ufacık bir zarar,
Hep Onun etrafında oldular et'ten duvar.
Çoğu, Onun önünde, ok ve kılıç yiyerek,
Tek tek şehid düştüler, takatları biterek.
Zübeyr bin Avvam idi onlardan birisi de.
Allah için ölmekti onun tek gayesi de.
Uhud günü, öyle çok yaptı ki kahramanlık,
Kalmadı vücudunda bir yer, yara almadık.
Eshap’tan Abdullah bin Amr şehid oldu o an.
Şehadet şerbetini, ilk o içti Eshap’tan.
Sahabe, onun şehid olduğunu görünce,
Herbiri, birer arslan kesildiler hemence.
Ebu Ubeyde idi, biri o arslanlardan.
Korudu vücuduyla Resul'ü her zarardan.
Öyle çok gösterdi ki bu harpte kahramanlık,
Daha ziyadesine, yetmedi gücü artık.
Düşmanın hücumundan korumak için o gün,
Dönerek savaşırdı, etrafında Resul'ün.
Kâfir İbni Kamia, kılıcını kaldırıp,
Resul'ün nur yüzüne, vurdu birden saldırıp.
Lakin çarptı kılıcı, yüzündeki zırhına.
Saplandı demir halka, mübarek yanağına.
Ebu Ubeyde gelip, çıkardı dişleriyle.
Lakin iki dişi de, çıktı o halka ile.
Hazret-i Ali der ki: O gün, Uhud harbinde,
Onaltı darbe yedim, yere düştüm birinde.
O sırada, nur yüzlü biri tuttu kolumdan.
Kaldırıp söyledi ki: (Saldır, kalma yolundan!)
Allah’ın Resulü’ne arz edince bu hali,
Buyurdu ki: (O kişi Cebrail'di ya Ali!)
Utbe bin Ebi Vakkas, Allah’ın Resulü’ne,
Attığı taşın biri, çarpınca nur yüzüne,
Şehid oldu bir dişi, Resul-i mücteba'nın.
Mübarek kanı akıp, düşmeye oldu yakın.
Lakin ondan, tek damla henüz yere düşmeden,
Cibril aleyhisselam yetişip tuttu hemen.
Dedi: (Bir damla kanın, düşseydi bu toprağa,
Yeryüzünde tek bir ot, bitmezdi artık daha.)
. Müjdeler olsun sana
Kızıştığı sırada Uhud muharebesi,
Birer arslan kesildi Sahabe’nin cümlesi.
Sa'd bin Ebi Vakkas diyor ki: Bu savaşta,
Çok yara almış idi Abdullah ibni Cahş da.
Bir ara, heyecanla yanıma geldi benim.
Dedi: (Dinle ey Sa'd, sana bir şey diyeyim.
Sen dua et, ben âmin diyeyim bu duana.
Sonra da ben edeyim, sen de âmin de bana.)
(Peki) deyip, evvela ben yaptım şu duayı:
(Ya ilahi, sen koru Resul-ü mücteba’yı.
Kuvvet ver benim dahi bileğime, gönlüme.
En zorlu kâfirleri, çıkar benim önüme.
Onlar ile cenk edip, hepsini öldüreyim.
Sonra, gazi olarak tekrar geri döneyim.)
O, bütün kalbi ile duama (Âmin) dedi.
Peşinden kendisi de şöyle dua eyledi:
(Ya ilahi, küffardan sen koru Resulü’nü,
Benim dahi koluma, kuvvet ver bu cenk günü.
En çetin kâfirleri, gönder benim karşıma.
Kuvvetle dövüşeyim onlarla tek başıma.
Gücüm bitene kadar, durmadan çarpışayım.
Çok kâfiri öldürüp, ben de şehid olayım.
Burnumu, kulağımı kessinler en sonunda,
Kanlar içinde gelip, durayım huzurunda.
Ey Abullah, ne yaptın kulağını, burnunu?
Diye sen sorduğunda mahşerde bana bunu,
Diyeyim ki: Ya Rabbi, onlarla ben dünyada,
İşledim sana karşı bir hayli kusur, hata.
Ben onları yerinde, iyi kullanamadım.
Bu yüzden huzuruna getirmeye utandım.
Onları, Resulü’nün bulunduğu bir harpte,
Bırakıp öyle geldim huzuruna bu halde.)
Buna, âmin demeye varmadı dilim benim.
Lakin söz verdiğimden, mecburen (Âmin) dedim.
Daha sonra ikimiz, kılıçları çekerek,
Daldık küffar içine, (Allah Allah!) diyerek.
Abdullah, son derece çevik harb ediyordu.
Önüne kim çıkarsa, vurup deviriyordu.
Ve lakin kırılınca kılıcı bir darbeden,
Gelip, Resulullah’a arz etti bunu hemen.
Ona, bir hurma dalı uzatıp Resulullah,
Buyurdu ki: (Bununla devam et ey Abdullah!)
Dal, birden kılıç oldu bir mucize eseri.
Abdullah, o kılıçla savaştı daha seri.
Son anda yaralandı muhtelif yerlerinden
Kanlar fışkırıyordu o ara her yerinden.
Lakin o, bakmıyordu fışkıran o kanlara.
Son kuvvetine kadar kılıç vurdu küffara.
Ve lakin kan kaybından, mecalsiz kaldı gayet.
Bir müşrikin okuyla, şehid oldu nihayet.
Gözü dönmüş kâfirler, görünce böyle onu,
Hücum edip kestiler, kulağıyla burnunu.
Dedim ki: (Ey Abdullah, mübarek olsun sana.
Şehid olup kavuştun, o en büyük arzuna.)
. Melekler yıkadı
Öyle şiddetlendi ki Uhud cengi bir ara,
Müminler, kaplan gibi saldırırdı küffara.
Onlardan birisi de, Hanzala bin Amir’di.
Şehid olmak, onun da en büyük emeliydi.
Bekar olup, henüz genç olduğundan yaşı da.
Bulunamamış idi, o Bedir savaşında.
Lakin bir müddet sonra, Abdullah bin Übey’in,
Kızı Cemile ile nikahlandı o bir gün.
Ve bir hafta sonra da, düğün oldu nihayet.
Hanzala, heyecanlı ve sevinçliydi gayet.
Zira Uhud savaşı var idi ertesi gün.
O, bunun heyecanı içindeydi büsbütün.
O, yarınki savaşı hayal ediyordu hep.
O anki sevincine, bu idi asıl sebep
Hele şehid olursa, ne büyük saadetti.
O, gerdek gecesinde hep bunu hayal etti.
Lakin cenge, vaktinde yetişemezsem diye,
Kapıldı sabahleyin korku ve endişeye.
Kılıcını kaparak, acele çıktı evden.
Ve lakin gusletmeyi unuttu aceleden.
Hanımı da, bir rüya görmüştü henüz yeni.
Melekler, gökyüzüne çekiyordu beyini.
Uyanıp, o rüyayı etti ki şöyle tabir:
(Hanzala şehid olup, ruhu göğe yükselir.)
Hanzala, çok acele koşturdu ki Uhud'a,
Bir an önce yetişip, hazır olsun orduda.
Resulullah, son anda safları düzeltirken,
O da koşup, süratle bir safa girdi hemen.
Gönlünde şehid olmak arzusu yatıyordu.
Bu istek ve emeli, git gide artıyordu.
Müşriklerin ordusu, bozuldu çok geçmeden.
Sonunda, hep kaçmaya başladılar bu cenkten.
Şanlı Eshap, küffarın peşlerine düştüler.
Kovalayıp, çoğunu yetişip öldürdüler.
O sırada küffardan, Şeddad bin Esved adlı,
Bir kâfir, Hanzala’yı sırtından mızrakladı.
Fışkırırken kanları, o mızrağın yerinden,
İkinci mızrağını sapladı yine birden.
Bu ikinci darbeyle, yıkılıp düştü yere.
Şehadet şerbetini içmiş idi bu kere.
O Server buyurdu ki bu savaş sonrasında:
(Hanzala'yı gördüm ben, yerle gök arasında.
Öyle ki, etrafında vardı birçok melekler.
Onu, Cennet suyuyla yıkayıp gaslettiler.)
Ebu Üseyyid ise, dedi: (Gördüm ben dahi,
Hanzala'nın başından, su damlardı Vallahi.)
Resul'ün emri ile, zevcesi Cemile’ye,
Soruldu: (Hadisenin hikmeti nedir?) diye.
Dedi: (Düğün gecesi, o, başka âlemdeydi.
Ertesi gün olacak cengin hayalindeydi.
Harbe yetişemezsem, halim ne olur? diye,
Sabahleyin erkenden, düştü bir endişeye.
Savaş heyecanıyla geçirdi o geceyi.
Acele evden çıkıp, unuttu gusletmeyi.)
. Tek tek şehid oldular
Başta Resulullah ve bütün Eshab-ı kiram,
Büyük bir mücadele verdiler Uhud’da tam.
Resul'ün himmeti ve Allah’ın yardımıyle,
Bozguna uğratıldı müşrikler tamamiyle.
Çaresizlik içinde kalan düşman, ansızın,
Kaçmaya başladılar, arkaya bakmaksızın.
Müşrik kadınları da, ederek feryat, figan,
Onlara yetişmeye çalışırlardı o an.
Geride bırakarak, hep ağırlıklarını,
Kaçarak kurtardılar, güçlükle canlarını.
Mücahidler, onların düşerek peşlerine,
Yetişip, bir çoğunu öldürdüler hep yine.
Kat be kat üstün iken, sayı, silah yönünden,
Şimdi kaçıyorlardı müminlerin önünden.
Perişan olmuşlardı, müşrikler bu savaşta.
Kaçmaya başladılar, reisleri en başta.
Hatta birbirlerini adeta çiğneyerek,
Bu savaş meydanını ederlerdi şimdi terk.
Ebu Süfyan bin Harb de, kaçıyordu ki hızla,
Arkasından koşarak, yetişmişti Hanzala.
Atının ayağına, bir kılıç vurdu hemen.
Atı çöküp, kendisi yere düştü üstünden.
Ve bütün gücü ile, bağırdı: (Gelin, gelin!
Hanzala'nın elinden beni halas eleyin.)
O, seslendi ise de böyle feryad ederek,
Onlar, ilgilenmedi onunla yine de pek.
Zira hep can derdine düşmüşlerdi cümlesi.
Ardlarına bakmadan, kaçıyorlardı hepsi.
Ayneyn geçidindeki, elli okçu mücahid,
Bu durumu onlar da, görür görmez bu vakit,
Savaşın bittiğini kuvvetle zannederek,
Vazife yerlerini, bazısı eyledi terk.
Ve lakin emirleri Abdullah ibni Cübeyr,
Onlara seslendi ki: (Gitmeyin ey müminler!)
Onlar ise zannedip, savaşın bittiğini,
Dinlemeyip gittiler, Abdullah’ın emrini.
Onların gittiğini, gördü Halid bin Velid.
Zaten o, bu durumu bekliyordu o vakit.
Kureyş'in okçu birlik komutanı idi ki,
Kaçırmadı fırsatı o da pek tabii ki.
Geçitteki erlerin gittiğini görünce,
Emrindeki birlikle, hücum etti hemence.
Abdullah bin Cübeyr’i dinleyen mücahidler,
Oniki kişi olup, derhal safa geçtiler.
Önce, bitene kadar sadaktaki okları,
Müthiş ok yağmuruna tuttular hep onları.
Düşman süvarileri çok yaklaşınca ise,
Kılıçla çarpıştılar artık göğüs göğüse.
Lakin hücum edenler, çok kalabalıklardı.
Hatta, bir’e, yirmibeş gibi bir nisbet vardı.
Müminler, kanlarının son damlasına kadar,
Çarpışıp, en sonunda hepsi şehid oldular.
Birbiri arkasından, mübarek vücutları,
Yere düşüp, Cennete kanat çırptı ruhları.
. Bana doğru geliniz!
Savaş kazanılmışken, tersine döndü birden.
Zira Halid bin Velid saldırmıştı geriden.
Geçitteki erleri şehid eden müşrikler,
Arkadan, müminlere saldırıya geçtiler.
Bir anda peyda olan bu düşmanı görünce,
Toparlanamadılar mücahidler hemence.
Çünkü bırakmışlardı bir çoğu silahını.
Bir anda şaşırdılar görünce bu düşmanı.
Kaçan müşrikler dahi, durumu öğrenerek,
Saldırıya geçtiler, derhal geri dönerek.
Harp meydanı, bir anda yeniden karışmıştı.
Müminler, iki ateş arasında kalmıştı.
Hem önden, hem arkadan sıkıştırınca düşman,
Zor duruma düştüler, mücahidler o zaman.
Eshabın irtibatı kalmadı birbiriyle.
O şaşkınlık içinde, dağıldılar haliyle.
Sonra, müslümanlarla kâfirler karıştılar.
Hatta birbirlerini vurmaya başladılar.
Hazret-i Ali der ki: Küffar hücum edince,
Dağıldı müslümanlar şaşkınlıktan bir nice.
Düşmanlar arasında kalmıştım ben o zaman.
Yanımda, bir tek kişi yoktu müslümanlardan.
Kâfirlerin çoğunu, öldürdüm çarpışarak.
Lakin Resulullah’ı eyledim pek çok merak.
Etrafıma bakınıp, Onu göremeyince,
Üzülüp, endişeye kapıldım ben iyice.
O anda düşündüm ki: Allah’ın Peygamber’i,
Küffarın karşısında, bir adım gitmez geri.
Her halde Hak teâlâ, bizim günahımızdan,
Habibi’ni, semaya kaldırdı aramızdan.
Öyle ise ben dahi çarpışıp, bir an önce,
Şehid olup, Resul'e kavuşayım böylece.
Kılıcımın kınını, kırdım böyle diyerek.
Hücum ettim küffara, tekbirler getirerek.
Düşmanı kıra kıra ilerlerken o yerde,
Birden Resulullah’ı gördüm benden ilerde.
Kâfirler arasında, O da yanız başına,
Kılıç savuruyordu hiç durmadan düşmana.
Kendini hücumlardan müdafa ediyordu.
Yine de tek bir adım, geriye gitmiyordu.
Bir yandan çarpışırken, bir yandan seslenerek,
Eshabını, yanına çağırıyordu tek tek:
(Ey filan ve ey filan, bana doğru geliniz!
Bana doğru gelene, Cennet var bilesiniz.)
Hazret-i Ebu Bekir, Talha bin Ubeydullah,
Ali bin Ebi Talip, Ebu Ubeyde bin Cerrah,
Abdurrahman ibni Avf, Sa'd bin Ebi Vakkas,
Ebu Dücane ile, sonra Sa'd bin Muaz,
Hatta Asım bin Sabit ve Üseyyid bin Hudayr,
Ve yine bunlar gibi, bir nice bahtiyarlar,
Derhal koşup gelerek, Resul'ün etrafında,
Canlı kale duvarı oldular hep anında.
Onu, düşman şerrinden korumak maksadiyle,
Asla ayrılmadılar yanından bir an bile.
. Ben Veheb’ten razıyım
O gün Halid bin Velid, saldırınca geriden,
Harb meydanı, bir anda karışmıştı yeniden
Resulullah, Eshaba edince o gün nida,
Koşup halka oldular etrafında bir anda.
Abbas bin Ubade de, nida etti bir ağız.
Dedi: (Ey müslümanlar, geliniz, toplanınız!
Resul'ün tembihini dinlemedik biz elbet.
Bu yüzden başımıza erişti bu musibet.
Çok şükür hayattadır Peygamber Efendimiz.
Koşup, Resulullah’ın etrafına geliniz.
Bizim kusurumuzdan, Ona zarar gelirse,
Rabbimizin katında mazeret kalmaz bize.)
Abbas bin Ubade’nin sesini, mücahidler,
Duyup, Resulullah’ın etrafına geldiler.
Harice bin Zeyd ile, Abbas ibni Ubade,
Yanlarında, Evs ibni Erkam olduğu halde,
Tekbirlerle küffarın arasına daldılar.
Resulullah uğrunda, çok kılıç salladılar.
Harice hazretleri, tam ondokuz yerinden,
Diğer ikisi dahi, çeşitli yerlerinden,
Yaralanıp, üçü de dermansız kaldı gayet.
Şehadet şerbetini içtiler en nihayet.
Diğer Eshab-ı güzin, o sıkıntı anında,
Koşup halka oldular, Resul'ün etrafında.
Küffarın tek gayesi var idi Uhud günü.
O da, öldürmek idi Allah’ın Resulü’nü.
Bu sebeple, topyekün toplanarak oraya,
Resul ve Eshabını, aldılar ablukaya.
Vurup öldürmek için nihayet o Server’i,
Gitgide daralttılar sonra da o çemberi
O çok kritik anda, müşriklerden bir gurup,
Hücuma geçti birden, Eshaba kılıç vurup.
Allah’ın Sevgilisi, görüp o gelenleri,
Buyurdu: (Kim durdurur, şu hücum edenleri?)
Vehb ileri fırlayıp, dedi: (Ya Resulallah!
Anam babam ve canım, fedadır sana Vallah.)
Sonra da yalın kılıç, daldı düşman içine.
Gönderdi bir çoğunu, Cehennem ateşine.
Resulullah görünce, onun bu gayretini,
Buyurdu ki: (Cennetle müjdelerim ben seni.)
Alıp ortalarına kalabalık bir gurup,
Onu şehid ettiler, mızraklarıyle vurup.
Sa'd bin Ebi Vakkas, kılıcını kaparak,
Yardıma gitti ona, peşinden fırlayarak.
Görülmemiş şekilde gösterdi kahramanlık.
Hücum eden küffarı, püskürttü o aralık.
Bir çoğunu öldürüp o hücum edenlerden,
Dönüp, Resulullah’ın yanına geldi hemen.
Ve lakin hazret-i Vehb, çarpışıp çok mükemmel,
Şehadet şerbetini içmişti daha evvel.
Din için, Allah için, Resulullah uğrunda,
En yüce varlığını, canını etti feda.
O Server buyurdu ki: (Ben razıyım Vehb'den.
Allah’ın rızası da, üstünde olsun hepten.)
. Ben ondanım, o benden
Kâfirler, müminleri ablukaya aldılar.
Sonra da o çemberi gitgide daralttılar.
Kâfirlerin gayesi, o gün yine bir tekti.
O da, bir fırsat bulup Resul'ü öldürmekti.
Lakin bu, zordu gayet, zira Eshab-ı kiram,
Resul'ün etrafında, halka olmuşlardı tam.
Ona gelen her türlü hücumlara, her saat,
Siper oluyorlardı bedenleriyle bizzat.
Buna rağmen müşrikler, fırsat bulup bir ara,
Yaklaşmışlar idi ki Resul-i kibriya’ya,
Peygamber Efendimiz, görür görmez bu hali,
Buyurdu ki: (Şunlara hücum eyle ya Ali!)
O, kılıca sarılıp, derhal hücum ederek,
Düşmanın üzerine saldırdı kükreyerek.
Amr ibni Abdullah’ı öldürdü vurup hemen.
Diğerlerini ise, kaçırttı hep o yerden.
Bir aralık kılıcı, ikiye bölününce,
O Server, zülfikârı verdi ona hemence.
Yine hücum olmuştu, o ara müşriklerden.
Buyurdu ki: (Ya Ali, bunları def et benden.)
Yine hazret-i Ali, çekerek Zülfikârı,
Dağıttı bir hamlede, hücum eden küffarı.
Bunu görüp Cebrail geldi Resul katına.
Aliyyül Mürteza’yı eyledi meth-ü sena
Peygamber Efendimiz, buyurdu ki cevaben:
(Ey Cibril, elbette ki ben ondanım, o benden.)
Cibril aleyhisselam, bu sözün üzerine,
(Ben de ikinizdenim) diye arz etti yine.
O sırada, bir nida duyuldu ki aşikâr:
(Yiğitlerden Ali ve kılıçlardan Zülfikâr.)
Müşrikler anladı ki, Eshabı katletmeden,
O Server'i öldürmek, mümkün değil katiyen.
Onlar, bu hakikati öğrenerek iyice,
Uzaktan ok atmaya başladılar hemence.
Müşriklerin hedefi, Resulullah’tı bizzat.
Lakin Eshab-ı kiram, vermiyordu hiç fırsat.
Resul'ün etrafında, et'ten bir duvar gibi,
Kale oluşturdular otuz kadar sahabi.
Ona gelen oklara, o mümtaz sahabiler,
Kendi bedenlerini ettiler kalkan, siper.
Bir çoğu, Ona gelen oklara karşı durup,
O Resul'ün önünde, şehid oldu vurulup.
Eshaba buyurdu ki Peygamber Efendimiz:
(Siz dahi ok atarak mukabele ediniz.)
Mücahidler, bu emri alır almaz Resul’den,
Düşmana ok atmaya başladı hepsi birden.
Çok keskin nişancıydı Sa'd bin Ebi Vakkas.
Ok atma hususunda kazanmıştı ihtisas.
Oturup, sadağından her bir oku çekişte,
Diyordu ki: (Ya Rabbi, bu, senin okun işte.
Senin düşmanlarına atıyorum bunları.
Sen isabet ettirip, helak et şu küffarı.)
Bunu duyup dedi ki Peygamberimiz dahi:
(Sa'dın bu duasını kabul et ya ilahi!)
. Feda olsun canımız
Savaş kazanılmışken, karışmıştı ortalık.
Müminler, zor durumda kalmıştı o aralık.
Resul'ün etrafını, otuz kadar sahabi,
Çevirdiler anında, geçilmez duvar gibi.
Bu sebeple müşrikler, bir hayli uğraştılar.
Yine Resulullah’a hiç yaklaşamadılar.
Mecburen ok atmaya başladılar o ara.
Mukabele ederdi müminler de onlara.
Sa'd bin Ebi Vakkas hazretleri de o gün,
Düşmana ok atardı, emri ile Resul'ün.
Fırlattığı her bir ok, ederdi hep isabet.
Zira ona, Peygamber dua ediyordu hep.
Yine mücahitlerden, hazret-i Ebu Talha,
Siper etti kendini o gün Resulullah’a.
O Server'in önüne, gererek vücudünü,
Korudu her hücumdan Allah’ın Resulü’nü.
Ayrıca, ok atarak isabetli olarak,
Korkuturdu küffarı, kavi nara atarak.
O Server buyurdu ki: (Bağırsa Ebu Talha,
Kâfirlere tesiri, yüz erden çoktur daha.)
Onun dahi her oku, ediyordu isabet.
Zira ok fırlatmakta, mahirdi o da gayet.
Attığı her bir oku, merak edip o Server,
Öğrenmek istiyordu neticeyi her sefer.
Başını kaldırıp da, bakmak arzu edince,
Korkuya kapılırdı Ebu Talha bir nice.
Derdi ki: (Anam, babam ve ben sana fedayız.
Mübarek başınızı kaldırıp bakmayınız.
Size bir düşman oku değer ise mazallah,
Bu, bütün cihan için felaket olur Vallah.
Biz, bedenlerimizle, sana birer kalkanız.
Feda olsun yoluna, bir değil, bin canımız.
Düşman bizi geçmeden, sana yakın gelemez.
Bizi öldürmedikçe, seni hiç öldüremez.
Hepimiz teker teker can veririz de, yine,
Seni teslim etmeyiz, asla düşman eline.)
Uhud’un muharebe yapıldığı meydanda,
Amansız bir çarpışma sürüyordu o anda.
Kimi atlı, develi, kimi yaya olarak,
Saldırırdı hasmına, son gücü kullanarak.
Toparlanamamıştı Sahabe henüz daha.
Otuz kadar sahabi, koşup Resulullah’a,
Kale duvarı gibi, etrafında durdular.
Ona gelen oklara, birer kalkan oldular.
Onların tek gayesi var idi ki o günü,
Düşmandan korumaktı Allah’ın Resulü’nü.
Ona gelen hücumu uzaklaştırmak için,
Can feda ederlerdi, o gün Eshab-ı güzin.
Hazret-i Hamza ise, o gün o hengamede,
Küffarla çarpışırdı, Resul’den ayrı yerde.
Hatta iki eline, birer kılıç alarak,
Saldırırdı küffara, aralıksız olarak.
Tekbir sedalarıyla saldırırken o yine,
Korkular salıyordu, kâfirlerin kalbine.
. Feda etti kendini
Kâfirler saldırınca islam askerlerine,
İki taraf, bir anda karıştı birbirine.
Öyle ki, tanımadı bir kimse diğerini.
Vurmaya başladılar hatta birbirlerini.
O ara seslendi ki Eshaba Efendimiz:
(Ben Allah Resulü’yüm, bana doğru geliniz!)
Eshap’tan otuz kişi, duyup Onun sesini,
Koşarak çevirdiler, bir anda çevresini.
Resulullah’a doğru saldırınca kâfirler,
Hemen sual etti ki: (Bunları kim def eder?)
Talha bin Ubeydullah fırladı öne hemen.
Hücum edip kaçırttı kâfirleri o yerden.
O kadar fedakârlık yaptı ki o gün Talha,
Tarihte böyle mertlik görülmedi bir daha.
O gün devam üzere, kılıcını çekerek,
Resul'ün etrafında savaşırdı dönerek.
Bir sağa, bir de sola, bir arkaya, bir öne,
Nerden hücum gelirse, koşuyordu o yöne.
Resul'ün bir kılına gelmesin diye zarar,
Feda etti kendini, tükeninceye kadar.
Eshap’tan Sa'd der ki: (O günün her anında,
Hep Talha’yı görürdük, Peygamber’in yanında.)
Resul de buyurdu ki: (Uhud günü, devamlı
Sağ yanımda Cebrail, solumda Talha vardı.)
Çok keskin bir nişancı vardı ki müşriklerden,
Resul'ü nişan alıp, bir ok attı ilerden.
Tam isabet ederken, o ok Resulullah’a,
Karşı tuttu elini ona hazret-i Talha.
Ok eline çarparak, hep param parça etti.
Ona, bunu yaptıran, Resul'e muhabbet’ti.
Delik deşik olmuştu her yeri vücudünün.
Yine de ayrılmadı yanından o Resul'ün
O gün, altmıştan fazla derin yara alarak,
Sonunda yere düştü, çok takatsız kalarak.
Yere yığıldığını görür görmez o Server,
Seslendi ki: (Talha'ya yardım et ya Eba Bekr!)
Onun yardımı ile, açar açmaz gözünü,
Acele sordu hemen, Allah’ın Resulü’nü.
Hayatta olduğunu öğrenince, bu sefer,
Dedi ki: (Öyle ise, gam değil başka dertler.)
Resulullah, sürerek mübarek ellerini,
Tamamen mesheyledi, Talha’nın bedenini.
Sonra dua etti ki Allahü teâlâ’ya:
(Ya ilahi, yeniden güç kuvvet ver Talha'ya.)
O anda, sapasağlam hemen kalktı yerinden.
Mızrağını alarak, cenge girdi yeniden.
Vücudunun her yeri delik deşik olmuştu.
Hatta yara sayısı, yetmişbeş’i bulmuştu.
Allah’ın Resulü de, çok yorgundu o anda.
Yetmiş kılıç darbesi vurmuşlardı ona da.
Harpten sonra, Resul'ü sırtlayıp yorgun argın,
Uhud kayalığına çıkardı yarı baygın.
Sevindi Resulullah, onun yardımlarına.
Ve (Talha-tül Hayr) diye bir lakap verdi ona.
. Şehidlerin serdarı
Yiğitlerin serdarı Hazret-i Hamza, o gün,
Bir arslan kesilmişti kâfirlere büsbütün.
Tam otuzbir kâfiri öldürüp kendi bizzat,
Birçoklarını ise, vurarak etti sakat.
Bir ara müşriklerden, Siba bin Ümmü Envar,
Hazret-i Hamza ile birden karşılaştılar.
(Bana karşı koyacak bir kimse var mı?) diye,
Kâfir meydan okudu, bu yiğit sahabiye.
O an hazret-i Hamza, birden hiddetlenerek,
Yürüdü üzerine, kılıcını çekerek.
(Meydan mı okuyorsun Allah ve Resulü’ne?)
Diyerek vurup onu, düşürdü yüz üstüne.
Ve çöktü üzerine, ona göz açtırmadan.
Bir vuruşta, başını ayırdı vücudundan.
Kalkıp devam eyledi çarpışmaya anında.
Sonra gördü Vahşi’yi, bir kayanın ardında.
Mızrakla, kendisini alıyordu ki nişan,
Derhal onun üstüne yürüdü hiç durmadan.
Ve lakin bir çukura rastladı birden bire.
Kayıp, arka üzeri düşüverdi o yere.
Fakat zırhı, karnında, bir miktar açılmıştı.
Vahşi de, bu fırsatı görüp kaçırmamıştı.
Fırlattı mızrağını, hiç vakit geçirmeden.
Mızrak, karnından girip, arkadan çıktı birden.
O mübarek sahabi, (Allah!) deyip o ara,
Derhal şehid olarak, çöküverdi oraya.
Böylelikle şehadet şerbetini içmişti.
Resulullah uğrunda, feda-yı can etmişti.
O ara, müşriklerden Asım bin Ebi Avf da,
Harbe teşvik ederdi küffarı bir tarafta.
Derdi: (Ey Kureyşliler, biraz daha dayanın.
Muhammed'le savaştan, sakın geri durmayın.
Asla kurtulmamalı Muhammed bu savaşta.
Eğer o kurtulursa, ben öleyim en başta.)
Kâfirleri, Resul'e düşmanlığından sebep,
Öldürmeleri için teşvik ediyordu hep.
Duydu Ebu Dücane kâfirden bu sözleri.
Fırlayıp buldu hemen, anında bu kâfiri.
Bir kılıç darbesiyle, başını kesti hemen.
Cehenneme gönderdi, canını ebediyen.
Mabed adlı bir kâfir, almak için hıncını,
Arkadan, var gücüyle salladı kılıcını.
Lakin Ebu Dücane sezerek bunu hemen,
Yere çöküp kurtuldu, öldürücü darbeden.
Sonra kalktı o yerden, gayet seri olarak.
Öldürdü o kâfiri, bir kılıç savurarak.
Kureyş kâfirlerinin gayeleri bir tekti.
O da, bir fırsat bulup, Resul'ü öldürmekti.
Ve lakin mücahidler, etrafında Resul'ün,
Bir pervane misali dönüyorlardı o gün.
Onun kılına bile, zarar gelmesin diye,
Can feda ederlerdi her biri o Server'e.
Müşrikler, gurup gurup hücum ediyorlardı.
Lakin Resulullah’a ulaşamıyorlardı.
. Etrafında pervane oldular
Kureyş müşriklerinin var idi tek maksadı.
O da, Resulullah’ı ortadan kaldırmaktı.
Hücum ediyorlardı bütün güçleri ile.
Ulaşamıyorlardı yine de o Resul'e.
Zira otuz mücahid, etrafında Resul'ün,
Bir pervane misali dönüyorlardı o gün.
Kendi vücutlarını yaparak birer kalkan,
Allah’ın Resulü’nü koruyorlardı her an.
Derlerdi: (Ey Allah’ın Resulü, biz hepimiz,
Mübarek vücuduna karşı birer siperiz.
Düşman, sana varamaz bizleri geçmedikçe.
Ve seni öldüremez, bizi öldürmedikçe.)
O ara, müşriklerden bir gurup hücum etti.
Zira tek gayeleri, Resul'ü öldürmekti.
Resulullah, Eshaba buyurdu ki o zaman:
(Şunların hücumunu kim def eder buradan?)
Ensar'dan beş sahabi, kılıçları çekerek,
Atıldılar ileri, tekbirler getirerek.
O Resul'ün önünde, her biri, arslan gibi,
Savaşıp şehid oldu, onlardan dört sahabi.
Beşinci, yaralanıp hem de ondört yerinden,
Kan kaybından tükendi ve yere düştü birden.
Allah’ın Sevgilisi, muttali oldu buna.
(Onu, bana getirin!) buyurdu Eshabına.
Mübarek sahabiyi yanına yatırdılar.
Ve kendi dizlerini, ona yastık yaptılar.
Başı, Resulullah’ın kucağında olarak,
Şehid kardeşlerine, o da etti iltihak.
O sırada müşrikler, toparlanıp bir daha,
Saldırıya geçtiler, yine Resulullah’a.
Allah’ın Sevgilisi, Eshabına hitaben,
Buyurdu ki: (Bunları, kim def eder bu yerden?)
Talha bin Ubeydullah öne çıktı en başta.
Resulullah sordu ki: (Kim vardır senden başka?)
(Ben de hazırım) dedi, bir mücahit Ensar'dan.
Buyurdu ki: (Bunları, sen def eyle buradan.)
(Peki ya Resulallah!) diyerek o mücahid,
Kahramanca çarpışıp, sonunda oldu şehid.
Müşrikler, başka yönden saldırdılar bu sefer.
Resul yine sordu ki: (Bunları kim def eder?)
Yine, herkesten önce Talha bin Ubeydullah,
Dedi: (Ben def ederim onu ya Resulallah!)
Resulullah sordu ki: (Kim vardır senin gibi?)
Derhal öne fırladı Ensar'dan bir sahabi.
Resul, o sahabiye, (Sen karşı koy) buyurdu.
O dahi müşriklerle çarpışıp şehid oldu.
Resul'ün etrafında bulunan sahabiler,
Çarpışıp şehid oldu böylece birer birer.
Talha bin Ubeydullah kalmıştı en sonunda.
Yine şehid olmaktı tek gayesi onun da.
Resul'ün etrafında, pervane dönüyordu.
Nerden hücum gelirse, o yöne gidiyordu.
Delik deşik olmuştu vücudunun her yeri.
Yine de aldırmayıp, korurdu o Server'i.
. Ya Mus’ab, ileri!
Müşriklerden dört kişi, Allah’ın Resulü’nü,
Öldürmek hususunda yemin etti o günü.
Lakin Resulullah’ın etrafında, Eshap’tan,
Sadece birkaç kişi bulunurdu o zaman.
Önünde, sancaktarı Mus'ab bin Umeyr vardı.
Resul'ün beyaz renkli sancağını tutardı.
Ayrıca, üzerine giyindiği zırhlardan,
Mus'ab, Resulullah’a çok benzerdi o zaman.
Sağ eliyle, mübarek sancağı tutuyordu.
Sol eliyle, düşmana kılıç savuruyordu.
İbni Kamia adlı bir müşrik de, o ara,
Geldi atlı olarak, bürünmüştü zırhlara.
Maksadı, öldürmekti Server-i kainat’ı.
Bu yüzden, ona doğru süratle sürdü atı.
Hazret-i Mus'ab ile, Nesibe hatun, o an,
Korurlardı Resul'ü, onun hücumlarından.
Kılıçlarını çekip, saldırdılar kâfire.
İkisi iki yandan kılıç vurdu habire.
Lakin zırhtan ötürü, hiç tesir etmiyordu.
Kâfir, Resulullah’ı öldürmek istiyordu.
Hazret-i Nesibe’ye bir kılıç vurdu birden.
Omuzu parçalandı, o darbe tesirinden.
Yürüdü daha sonra Mus'abın üzerine.
İndirdi kılıcını sancak tutan eline.
Eli kopup, sancağı öbür eline aldı.
Yine islam sancağı, havada dalgalandı.
Lakin İbni Kamia, saldırıp ona yine,
Bu sefer kılıcını, indirdi sol eline.
Her iki eli dahi, kesilmişti Mus'abın.
Yine de düşürmedi sancağını islamın.
Ona, pazularıyla sımsıkı sarılarak,
Yine dalgalandırdı yere bırakmayarak.
Kâfir, mızrak sapladı Mus'aba bu sefer de.
O zaman yere düşüp, şehid oldu o yerde.
Mus'ab, Allah yolunda düşüp verdi canını.
Lakin düşürmediler melekler sancağını.
Mus'abın suretine girip hemen bir melek,
Kaldırdı o sancağı, yere düşürmeyerek.
Onu böyle görünce, Allah’ın Peygamber’i,
Buyurdu ki: (Ya Mus'ab, yürü daha ileri!)
Melek, Resulullah’a arz etti ki cevaben:
(Ey Allah’ın Resulü, o Mus'ab değilim ben.)
O, böyle arz edince Resul-i kibriya’ya,
Resul verdi sancağı, Aliyyül Mürteza’ya.
Mus'ab, Resulullah’a fazla benzediğinden,
Onu öldürdüğünü zannetti kâfir birden.
Acele müşriklerin arasına giderek,
(Muhammed’i öldürdüm!) dedi böbürlenerek.
Kâfirler, bu habere pek sevinip, şaştılar.
Bu sevinçle kudurup, daha azgınlaştılar.
Hadisenin aslını bilmeyen müminler de,
Düştüler çok büyük bir üzüntüye ve derde.
Bir matem havasına bürünmüştü ortalık.
Elleri, ayakları tutamaz oldu artık.
. Harp hiyledir
Mücahidler, Resul'ün şehadet haberini,
İşitince, bir keder sarmıştı herbirini.
Hazret-i Ömer dahi, haberi işitince,
Elleri iki yana düşüverdi hemence.
Eshap’tan Enes bin Nadr, görünce böyle onu,
Sorup öğrendi hemen, sebep ne olduğunu.
Dedi: (Şehid olduysa, Peygamber Efendimiz,
Onsuz ne yapacağız dünyada öyleyse biz?
En iyisi, çarpışıp biz de şehid olalım.
Böylece bir an evvel, Resul'e kavuşalım.)
Kılıcının kınını, kırdı böyle diyerek.
Daldı küffar içine, tekbirler getirerek.
Resul'ün aşkı ile savaştı sert ve şedid.
Çok kâfiri öldürüp, sonunda oldu şehid.
Bir çoğu dağılmıştı Sahabe-i kiram’ın.
Hem de şehid olmuştu, çoğu müslümanların.
Müşrikler, bu durumdan ederek istifade,
Azıp kudurmuşlardı eskisinden ziyade.
Lakin bir müddet sonra, Resul'ü sağ gördüler.
Şaşırıp, bir hınç ile üstüne yürüdüler.
Ve kılıçları ile vurarak o Resul'e,
Onu şehid etmeye uğraşırlardı böyle.
Resul'ün üzerinde, iki zırh olduğundan,
Pek tesir etmiyordu darbeler Ona o an.
Lakin çok taş atmıştı Utbe bin Ebi Vakkas.
O Server, o taşlardan muzdarip oldu esas.
Kanadı o taşlarla, alt dudağı Resul'ün.
İki alt dişleri de, kırıldı hatta o gün.
Kâfir İbni Kamia, Peygamber-i zişan’a,
Vurmuştu kılıç ile o mübarek başına.
O darbeyle, Resul'ün miğferi parçalandı.
Hatta iki halkası, şakaklarına battı.
Ve yine bu kâfirin darbesiyle o zaman,
Yaralandı o Server mübarek omuzundan.
Giydiği iki zırhın sıkletiyle, bu kere,
Derince bir çukura düştü yanı üzere.
İbni Kamia için, buyurdu ki o zaman:
(Eylesin Hak teâlâ, seni zelil, perişan.)
Kâfir, gördü Resul'ü hareketsiz bir halde.
Öldürdüğünü sanıp, sevindi pek ziyade.
(Muhammed’i öldürdüm, bu iş bitti!) diyerek,
Gitti Ebu Süfyan’ın yanına seğirterek.
Maksada kavuşmanın hazzıyla o aralık,
İlgilenmiyorlardı Resulullah’la artık.
Zira Resulullah’ı, öldü sandıklarından,
Çekilip gitmişlerdi o çukurun yanından.
Yeni bir şevk kazanan o müşrikler, bu kere,
Topyekün saldırdılar birden mücahidlere.
O çukura düşünce Peygamber Efendimiz,
Bile bile, bir müddet kaldı hiç hareketsiz.
Müşrikler, o Server'i hareketsiz gördüler.
Böylece öldü sanıp, orayı terk ettiler.
Lakin taktik icabı, o halde yatmışlardı.
Zira (Savaş hiyledir) diye buyurmuşlardı.
. Bir tek ok’un yaptığı
Peygamber Efendimiz, kılıç darbeleriyle,
Ve giydiği zırhların ağırlık tesiriyle,
Düşmanların kazdığı çukura düşmüşlerdi.
Kâfirler, o Server'i öldü zannetmişlerdi.
Zira Resul-i ekrem, onları aldatarak,
Kalmış idi orada, hareketsiz olarak.
Onu, öldü zannetti müşrikler böylelikle,
Ayrılıp gitmişlerdi, oradan hep birlikte.
Eshap’tan Ka'b bin Malik bağırdı o arada:
(Müjde ey müslümanlar, Resulullah burada!)
Kahraman mücahidler, bu sesi işitince,
Yeniden hayat bulup, gark oldular sevince.
Hazret-i Ali ile Talha bin Ubeydullah,
Oraya koştular ki, yaşıyor Resulullah.
Büyük sevinç içinde, ikisi iki yandan,
Tutup, Resulullah’ı çıkardılar oradan.
Sahabe-i kiram’dan Malik bin Sinan dahi,
İçti Resulullah’ın yüzünden sızan kanı.
O Server buyurdu ki: (Kanım, kimin kanına,
Karışırsa, Cehennem ateşi değmez ona.)
Peygamber-i zişan’ın ölmediğini gören,
Müşrikler, Ona doğru hücuma geçti hemen.
Lakin mücahidler de, Ona doğru koştular.
Etrafında, geçilmez kale oluşturdular.
Birer aslan kesilip, herbiri ayrı ayrı,
Oradan, gerilere püskürttüler küffarı.
Sonunda, o Server'e yaklaşarak, bir zarar,
Yapamayacağını anlayınca düşmanlar,
Bir zarar vermek için Allah’ın Resulü’ne
Çıkmaya başladılar Uhud dağı üstüne.
O Server'in yanında, vardı Sa'd hazretleri.
Ona buyurdular ki: (Onları çevir geri!)
Lakin onun, tek ok’u mevcut idi o zaman.
Onu, sadaktan alıp düşmana attı o an.
Resul'ün emri ile, onu atmış idi ki,
Ok isabet ederek, devirdi bir müşriki.
Elini, sadağına götürdü tekrar yine.
Yok iken, bir ok daha geliverdi eline.
O oka, dikkatlice baktı Sa'd hazretleri.
Gördü ki, fırlattığı o tek ok gelmiş geri.
Fırlattı onu dahi müşrikler üzerine.
Müşriklerden birisi, düşerek öldü yine.
Elini, sadağına götürdü sonra hemen.
Bir ok daha aldı ki, aynı ok’tu gerçekten.
Onu dahi atarak, öldürdü bir kâfiri.
Aynı ok, sadağına anında geldi geri.
Sa'd bin Ebi Vakkas, o bir tek ok’la, o gün,
Öldürdü çok kâfiri duasıyla Resul'ün.
Müşriklerin, peşpeşe adamları ölünce,
Artık dağa çıkmaktan vazgeçtiler böylece.
Velhasıl o bir tek ok, bir mucize eseri,
Bir müşrik ordusunu çevirdi yoldan geri.
Hatta yarıya kadar çıkmışken o müşrikler,
Derhal aşağı inip, geriye çekildiler.
. Kâfirler mağlup oldu
Übey bin Halef adlı bir müşrik var idi ki,
Atını, o Server'e doğru sürdü o şaki.
Dedi ki: (O peygamber olduğunu söyleyen,
Kim ise, çarpışmaya karşıma çıksın hemen.)
Müşrikin bu sözünü, duydu Eshab-ı kiram,
Birisi, ona doğru yürüyor idi ki tam,
Müsade buyurmadı o Server ona fakat,
Kâfirin karşısına, kendisi çıktı bizzat.
O an Übey alçağı, atını mahmuzlayıp,
Resul'ün üzerine yürüdü nara atıp.
Dedi ki: (Ya Muhammed, sen kurtulursan eğer,
Bana nasib olmasın sağ kurtulmak bu sefer.)
Baştan ayağa kadar bürünmüştü zırhlara.
Resulullah’a doğru hücum etti o ara.
Peygamber Efendimiz, mızrağını alarak,
Kâfiri nişan alıp, attı ani olarak.
Mızrak uçup, kâfirin tam boynuna saplandı.
Sığır gibi böğürüp, atından yuvarlandı.
Kaburga kemikleri kırıldı bu sebepten.
Müşrikler onu alıp, götürdüler o yerden.
Yolda, (Muhammed beni öldürdü!) diye diye,
Can verip, yuvarlandı azab-ı ebediye.
Peygamber Efendimiz, Eshabiyle o saat,
Uhud kayalığına çıkmağı etti murat.
Lakin çıkamadılar, zira çok yorulmuştu.
Vücuduna, yetmiş’ten çok kılıç vurulmuştu.
Giydiği iki zırh da, ağırlaşmıştı kat kat.
Bu yüzden tırmanmaya, bulmadı güç ve takat.
Talha bin Ubeydullah, Onu sırtına alıp,
Çıkardı kayalığa, kuvvetini toplayıp.
O Server, yorgunluktan, öğle namazını da,
Oturdukları yerde etmişti o gün eda.
Gelip İbni Beltea, Allah’ın Resulü’nü,
Yaralı halde görüp, çok üzüldü o günü.
Dedi: (Ya Resulallah, fedadır canım sana.
Kim yaptı sana bunu, haber ver lütfen bana.)
O Server buyurdu ki: (Utbe bin Ebi Vakkas,
Taş ile bana vurup, dişimi kırdı esas.)
Nereye gittiğini sual etti Resul’den.
O Server, işaretle gösterdi onu hemen.
Hatip ibni Beltea, (Peki) deyip bu defa,
Kılıcını sıyırıp, koşturdu o tarafa.
Ve araya araya Utbe’yi buldu o an.
Bir kılıçla, başını ayırdı vücudundan.
Sonra, kesik başını alarak geldi yine,
Koydu Resulullah’ın ayakları dibine.
Dedi: (Ya Resulallah, bu, Utbe'nin başıdır.
Size eza edenin cezası işte budur.)
Peygamber Efendimiz, buna çok sevindiler.
Ve (Allah razı olsun) diye dua ettiler.
Müşrikler, Sahabe-i kiram’ın karşısında,
Yine yenilmişlerdi bu Uhud savaşında.
Yetmiş ölü vererek, meydanı terk ettiler.
Yine Mekke’ye doğru, kaçıp geri gittiler
. Ağladı Resulullah
Vaktiyle Resulullah düşünce o çukura,
Kâfirler, öldüğünü zannettiler o ara.
İblis, fırsat bilerek bağırdı ki şöylece:
(Ey insanlar, Muhammed öldürüldü az önce!)
Medine’ye erişti iblisin bu sedası.
Hazret-i Fatıma da işitti bu avazı.
Hemen iki elini başına götürerek,
Çok ağladı, gözünden kanlı yaşlar dökerek.
Hiçbir şeyin değeri yoktu artık gözünde.
Yetimlik eserleri zahir oldu yüzünde.
Aişe, Ümmü Süleym ve dahi Ümmü Eymen,
Gibi hanımlar dahi, Uhud'a koştu hemen.
Ve hazret-i Fatıma, Resul-i kibriya’yı,
Hayatta görür görmez, bıraktı ağlamayı.
Yaralı olduğunu farketti ama birden.
Tekrardan ağlamaya başladı kederinden.
Teselli etti onu, o Server bizatihi.
Su getirdi kalkanla hazret-i Ali dahi.
Babasının yüzünün kanlarını, Fatıma,
Kalkandaki su ile yıkadıysa da ama,
Yüzünden akan kanlar, bir türlü dinmiyordu.
Fatıma hazretleri, buna üzülüyordu.
Bir hasır parçasını, alıp yaktı sonradan.
Külünü, o yaraya bastırınca, durdu kan.
Sonra harp meydanına hep birlikte gittiler.
Ölü, yaralıları bir bir tesbit ettiler.
Müşrikler, şehidleri kesip biçmişler idi.
Bazısını tanınmaz hale getirmişlerdi.
Peygamber Efendimiz, şehidleri gördüler.
Onların hallerine, pek fazla üzüldüler.
En seçkin sahabiler şehid edilmişlerdi.
Ve Uhud toprağında, yere serilmişlerdi.
Küffarın, şehidlere yaptıklarına fakat,
Tahammül getirmeye, yok idi güç ve takat.
Ağladı Resulullah, derin üzüntüsünden.
Yaş aktı uzun müddet, hem de iki gözünden.
Buyurdu: (Ben bunların, Allah yolunda elbet,
Öldüklerine, yarın edeceğim şehadet.
Yemin ediyorum ki, kıyamet günü bunlar,
Mahşere, yaraları kanayarak gelirler.
Kanları, kan renginde olsa da ahirette,
Kokusu, miskten güzel olacaktır elbette.)
Sonra sual etti ki: (Hamza nerelerdedir?
Onu göremiyorum, acaba hali nedir?)
Sonra onu buldurup, yanına yaklaştılar.
Çok müthiş manzarayla birden karşılaştılar.
Zira burnu, kulağı kesilip atılmıştı.
Hatta karnı yarılıp, ciğeri alınmıştı.
Mübarek gözlerinden yaşlar aktığı halde,
Hitab etti Hamza'ya, üzgündü fevkalade.
Buyurdu ki: (Ey Hamza, hiçbir zaman, hiçbir fert,
Görmedi ve görmez hiç, böyle feci musibet.
Ey Allah ve Resul'ün arslanı olan Hamza!
Sana, rahmet eylesin Hak teâlâ her lahza.
. Ondan gelene razıyım
Peygamber Efendimiz ve şanlı mücahidler,
Şehid olan Eshabı, önce tesbit ettiler.
Ve hazret-i Hamza’nın halini görür görmez,
Ağladı Resul ile, Eshap’tan hemen herkes.
Zira kesmişler idi burnunu, kulağını.
Bununla da kalmayıp, yarmışlardı karnını.
Resulullah ve Eshap, bu üzüntüde iken,
Bir kadını gördüler, telaş içinde gelen.
Safiyye Hatun idi, o gelen üstün kadın.
Halası oluyordu hem de Resulullah’ın.
Peygamber-i zişan’ın şehadetini, o da,
Medine’de işitip, koşturmuştu Uhud’a.
Kızkardeşi olurdu, hem hazret-i Hamza’nın.
Ayrıca, annesiydi Zübeyr ibni Avvam’ın.
İşitip o Server'in şehid edildiğini,
Koşa koşa, Uhud’a attı hemen kendini.
Resulullah, halası Safiyye’yi görünce,
Zübeyr ibni Avvam’a buyurdu ki hemence:
(Anneni geri çevir, görmesin şehidleri.
Kardeşini görürse, dayanamaz yüreği.)
Resul'ün bu emrini tebliğ etmek üzere,
Koştu hazret-i Zübeyr, annesi Safiyye’ye.
O ise, heyecanla sordu ki ona hemen:
(Ey oğlum, bana önce haber ver Peygamber’den.)
Dedi ki: (Anneciğim, şükür elhamdülillah.
Sağ ve selamettedir şu anda Resulullah.)
Ferahladı ise de alınca bu haberi,
Yine görmek istedi, gözüyle Peygamber’i.
Hazret-i Ali dahi, gelmişti yanlarına.
Gösterdi o Server'i bu mübarek hatuna.
Safiyye, sağ ve salim görünce Peygamber’i,
Sevinip ferahladı, kalmadı bir kederi.
Daha sonra, kardeşi Hamza’yı etti merak.
Onu görmek istedi, şehidlere bakarak.
Lakin hazret-i Zübeyr, durdurdu annesini.
Dedi: (Resulullah’ın bakmana yoktur izni.)
Safiyye hatun ise, dedi ki: (Ey evladım!
Hamza'nın ahvalinden ben dahi haberdarım.
Bu hale, Allah için uğradı elbet o da.
Daha beterlerine razıyız biz bu yolda.
Allahü teâlâ’dan ne gelirse, razıyız.
Ne ki Ondan geliyor, sabredip katlanırız.)
O böyle söyleyince, gitti hazret-i Zübeyr.
Annesinin sözünü, Resul'e verdi haber.
Resulullah, duyunca onun bu dediğini,
Buyurdu: (Öyle ise, görsün biraderini.)
Safiyye hazretleri, alınca buna izin,
Cesedinin başına geldi aziz şehidin.
Baş ucunda oturup, sessiz sessiz ağladı.
Takdire razı olup, sabıra bel bağladı.
Bir hırka getirmişti, dedi: (Bunu alınız!
Biraderim Hamza'yı, bu hırkaya sarınız.)
Hazret-i Safiyye'den aldılar o hırkayı.
Onunla defnettiler Seyyid-üş-şüheda’yı
. Ne mutlu onlara
Peygamber Efendimiz, savaşı müteakip,
Şehid olan Eshaba, oldular çok muzdarip.
Hepsini, Eshabiyle gezdiler birer birer.
Ve Mus'ab bin Umeyr’in baş ucuna geldiler.
Bu zat, sancaktarıydı Allah’ın Resulü’nün.
Büyük kahramanlıklar göstermişti hep o gün.
En son şehid olmuş ve kesilmişti elleri.
Yaralar içindeydi vücudunun her yeri.
Kan gölü halindeydi etrafı bu şehidin.
Üzüldü Resulullah, onun bu hali için.
Bir ayet-i kerime okudu sonra hemen.
Şöyle buyuruyordu Hak teâlâ mealen:
(Öyle yiğit müminler vardır ki, bu gün onlar,
Allah’a verdikleri sözde sabit durdular.
Onlardan bazıları, Hak teâlâ yolunda,
Kahramanca çarpışıp, şehid oldu sonunda.
Bazısı da, çarpışıp şehidlik bekliyorlar.
Verdikleri o sözü, değiştirmedi onlar.)
Peygamber Efendimiz, şehidlere hitaben,
Sonra buyurdular ki: (Şahidim ki şuna ben,
Siz, kıyamet gününde uyanınca, muhakkak,
Haşrolunacaksınız yine şehid olarak.)
Sonra da, Eshabına buyurdu ki: (Şimdi siz,
Bu aziz şehidlere, gelip selam veriniz.
Yemin ediyorum ki, onlar da kıyamette,
Cevap vereceklerdir bu selama elbette.)
Mus'ab ibni Umeyr’e, kefenlik aradılar.
Lakin onu örtecek bir şey bulamadılar.
Gerçi kendi kaftanı var idi onun bizzat.
Mübarek vücudunu örtmüyordu o fakat.
Başına çekselerdi, ayağı açılırdı.
Ayağına çekseler, başı açık kalırdı.
Peygamber Efendimiz, buna şahid oldular.
Sahabe-i kiram’a şu emri buyurdular:
(O kaftanla örtünüz onun baş tarafını.
Ve ızhır otlarıyla, örtün ayaklarını.)
Velhasıl hayatını, islam için harceden,
Ve yine bu uğurda, feda-yı can eyleyen,
Bu mümtaz sahabiye, kefen bulunamadı.
Bir yarım kefen ile, bu dünyadan ayrıldı.
Diğer sahabiler de, namazları kılınıp,
Kanlı elbiselerle, yerlerinden alınıp,
Sonra, ikişer üçer, o mübarek şehidler,
Nurlu kabirlerine bir bir defnedildiler.
Uhud'da, yetmiş şehid verilmişti o zaman.
Altısı Muhacir ve altmışdördü Ensar'dan.
Çoğunun akrabası, şehid olmuş idi hep.
Kalpleri yaralıydı Eshab’ın bundan sebep.
Resulullah, onları teselli eylediler.
Buyurdu ki: (Vallahi, Eshabımla beraber,
Ben de, şehid olarak, Uhud dağı bağrında,
Kalmayı çok isterdim, bu şehidler yanında.
Onlar, şehid olarak dünyadan ayrıldılar.
Allahü teâlâ’nın rızasına vardılar.)
. Ne mutlu onlara
Peygamber Efendimiz, savaşı müteakip,
Şehid olan Eshaba, oldular çok muzdarip.
Hepsini, Eshabiyle gezdiler birer birer.
Ve Mus'ab bin Umeyr’in baş ucuna geldiler.
Bu zat, sancaktarıydı Allah’ın Resulü’nün.
Büyük kahramanlıklar göstermişti hep o gün.
En son şehid olmuş ve kesilmişti elleri.
Yaralar içindeydi vücudunun her yeri.
Kan gölü halindeydi etrafı bu şehidin.
Üzüldü Resulullah, onun bu hali için.
Bir ayet-i kerime okudu sonra hemen.
Şöyle buyuruyordu Hak teâlâ mealen:
(Öyle yiğit müminler vardır ki, bu gün onlar,
Allah’a verdikleri sözde sabit durdular.
Onlardan bazıları, Hak teâlâ yolunda,
Kahramanca çarpışıp, şehid oldu sonunda.
Bazısı da, çarpışıp şehidlik bekliyorlar.
Verdikleri o sözü, değiştirmedi onlar.)
Peygamber Efendimiz, şehidlere hitaben,
Sonra buyurdular ki: (Şahidim ki şuna ben,
Siz, kıyamet gününde uyanınca, muhakkak,
Haşrolunacaksınız yine şehid olarak.)
Sonra da, Eshabına buyurdu ki: (Şimdi siz,
Bu aziz şehidlere, gelip selam veriniz.
Yemin ediyorum ki, onlar da kıyamette,
Cevap vereceklerdir bu selama elbette.)
Mus'ab ibni Umeyr’e, kefenlik aradılar.
Lakin onu örtecek bir şey bulamadılar.
Gerçi kendi kaftanı var idi onun bizzat.
Mübarek vücudunu örtmüyordu o fakat.
Başına çekselerdi, ayağı açılırdı.
Ayağına çekseler, başı açık kalırdı.
Peygamber Efendimiz, buna şahid oldular.
Sahabe-i kiram’a şu emri buyurdular:
(O kaftanla örtünüz onun baş tarafını.
Ve ızhır otlarıyla, örtün ayaklarını.)
Velhasıl hayatını, islam için harceden,
Ve yine bu uğurda, feda-yı can eyleyen,
Bu mümtaz sahabiye, kefen bulunamadı.
Bir yarım kefen ile, bu dünyadan ayrıldı.
Diğer sahabiler de, namazları kılınıp,
Kanlı elbiselerle, yerlerinden alınıp,
Sonra, ikişer üçer, o mübarek şehidler,
Nurlu kabirlerine bir bir defnedildiler.
Uhud'da, yetmiş şehid verilmişti o zaman.
Altısı Muhacir ve altmışdördü Ensar'dan.
Çoğunun akrabası, şehid olmuş idi hep.
Kalpleri yaralıydı Eshab’ın bundan sebep.
Resulullah, onları teselli eylediler.
Buyurdu ki: (Vallahi, Eshabımla beraber,
Ben de, şehid olarak, Uhud dağı bağrında,
Kalmayı çok isterdim, bu şehidler yanında.
Onlar, şehid olarak dünyadan ayrıldılar.
Allahü teâlâ’nın rızasına vardılar.)
. Bizi dünyaya döndür
Resulullah, defnedip Uhud şehidlerini,
Teselli eylediler, Sahabe-i güzini.
Buyurdu: (Hak teâlâ, ruhunu şühedanın,
Kursaklarına koydu, yeşil renkli kuşların.
Cennet ırmaklarına gelirler, su içerler.
Yemişlerinden yiyip, etrafı seyrederler.
Cennet nimetlerinin lezzetini görünce,
Onların hatırına şöyle gelir ilk önce:
Keşke kardeşlerimiz, bizlere bahşolunan,
Şu güzel nimetleri bilselerdi de şu an,
Düşman ile cihaddan, hiç çekinmeselerdi.
Seve seve savaşıp, can feda etselerdi.)
Rabbimiz buyurur ki o şehid olanlara:
(Sizin bu halinizi, bildiririm onlara.)
Bir ayet-i kerime gönderip sonra hemen,
Aynen şöyle buyurdu bu ayette mealen:
(Hak teâlâ yolunda şehid olanları, siz,
Diğer insanlar gibi, ölü zannetmeyiniz.
Hak teâlâ katında, diridir elbet onlar.
Cennet nimetleriyle her an rızıklanırlar.
Ve derler ki dünyada kalan mücahidlere:
Korku ve hüzün yoktur, burada şehidlere.)
Rabbimiz, şehidlere buyurur: (Ey kullarım!
Canınız ne isterse, söyleyin, tattırayım.)
Şehidler de cevaben derler ki: (Ey Rabbimiz!
Bunlardan daha üstün bir nimet bilmeyiz biz.
İstediğimiz şeyi, yiyoruz fazla fazla.
Ve lezzetleniyoruz her türlü tad ve hazla.
Biz ancak, tek bir şeyi isteriz ki zatından,
Dünyaya döndür bizi, ahiret hayatından.
Yine, düşmanlarınla cenk edip savaşalım.
Din uğrunda can verip, tekrar şehid olalım.)
Peygamber Efendimiz, bunları anlattılar.
Eshabının kalbini, böyle ferahlattılar.
Yapılacak başka şey kalmamıştı ki artık,
Dönmek için, yapıldı gerekli her hazırlık.
Allahü teâlâ’nın dinini yaymak için,
Gelmişlerdi Uhud’a Ensar ve Muhacirin.
Öyle kahramanlıklar gösterdi ki her biri,
Bunların, olmamıştır tarihte bir benzeri.
Arslan gibi dövüşüp Resulullah önünde,
Küffara bir ders daha vermişlerdi o günde.
Peygamber Efendimiz, Eshabiyle nihayet,
Uhud’dan, Medine'ye eylediler hareket.
Biraz sonra gelince, tam Harre mevkiine,
Getirdi Resulullah, Eshabı saf haline.
Ellerini açarak, dedi ki: (Ya ilahi!
Bütün hamd ve senalar, sanadır bizatihi.
Kalbimizi, imanla süsle ve onu sevdir.
Küfür ve azgınlıktan, bizleri nefret ettir.
Bizi yaşat ve öldür, hep müslüman olarak.
Salihler zümresine, bizleri eyle ilhak.)
Resul'ün duasına, bilcümle sahabiler,
Hepsi, can-ü gönülden (Âmin! Âmin!) dediler
. Sen hayatta oldukça
Peygamber Efendimiz ve şanlı sahabiler,
Böylece Medine’nin yakınına geldiler.
Kadınlar ve çocuklar, dökülmüştü yollara.
İstikbal ederlerdi gelenleri o ara.
Hepsi merak ederdi Allah’ın Resulü’nü,
Ve görmek isterlerdi, mübarek nur yüzünü.
Cihanı aydınlatan cemalini görünce,
Allah’a hamd ve sena eylediler ilk önce.
Sağ ve salim görünce Allah’ın Resulü’nü,
Giderdi herbirinin merakları ve hüznü.
Sa'd ibni Muaz’ın annesi Kebşe Hatun,
O Server'i düşünüp, duruyordu pek mahzun.
Oğlu Amr da ölmüştü, harpte şehid olarak.
Lakin o, Peygamber’i ediyordu çok merak.
Az sonra o Server’i sağ ve salim görünce,
Merakı zail olup, kapıldı bir sevince.
Huzuruna giderek, dedi: (Ya Resulallah!
Anam, babam ve canım fedadır sana Vallah.
Allah’a hamd olsun ki, sağ salim gördüm seni.
Sen hayatta olunca, düşünmem gerisini.)
Sormadı oğlu Amr’ı Allah’ın Habibi’ne.
O Server, şöyle deyip teselli etti yine.
(Ey Sa'dın validesi, sana müjdeler olsun.
En yüksek mertebeye yükseldi senin oğlun.
Şehidlerin cümlesi, Cennette toplandılar.
Onlar, birbirleriyle hep arkadaş oldular.
Şehidlik rütbesine kavuşan bu cemaat,
Ederler mahşerde hem, ev halkına şefaat.)
Resulullah ve Eshap, henüz Uhud'da iken,
Sümeyra Hatun dahi, gelmişti Medine’den.
Onun da düşündüğü, tek bir şey vardı o gün.
Öğrenmek istediği, hayatıydı Resul’ün.
Gelip gördü yerlerde, şehid olan erleri.
Baktı, aralarında yatıyordu pederi.
Babasının ölümü, dokunmadı pek ona.
Bir Fatiha okuyup, devam etti yoluna.
Bir şehid daha gördü, babasından ilerde.
Yaklaşınca gördü ki, kocasıymış o er de.
Ve lakin bu hatunun, derdi bunlar değildi.
Onun tek düşündüğü Allah’ın Habibi’ydi.
Devam edip, yerlerde gördü yine şehidler.
Baktı ki, bunlar dahi kardeşleriymiş meğer.
Fatihalar okuyup, seğirtti ilerlere.
Resulü soruyordu gördüğü kimselere.
Gördü en son sağ salim Allah’ın Resulü’nü.
Unuttu birden bire cümle üzüntüsünü.
Dedi: (Ya Resulallah, babam, kocam, kardeşim,
Şehid düşmüşlerse de, gam değil benim için.
Benim derdim sen idin, hamd olsun Rabbimize.
Sen hayatta oldukça, dokunmaz onlar bize.
Sana birşey olsaydı, o zaman mahvolurduk.
Senin ayrılığınla, yanar da kavrulurduk.
Ağlayıp, gözümüzün yaşları hiç durmazdı.
Yaralı kalbimize, teselli bulunmazdı.)
. Bilseler yapmazlardı
Aişe-i Sıddıka radıyallahü anha.
Birşeyi merak edip, geldi Resulullah’a.
Şöyle sual etti ki: (Ey Allah’ın Habibi!
Hiç Uhud’da çektiğin sıkıntı, elem gibi,
Üzüntü ve kederin oldu mu başka günler?
Zira küffar, Uhud’da amcanı öldürdüler.
Mübarek iki dişin kırıldı hatta o gün,
O günden sıkıntılı olmuş muydu bir günün?)
Resulullah, cevaben buyurdu: Ya Aişe!
Hakikaten Uhud’da oldu büyük endişe.
Buna rağmen, bunlardan daha acı olan var.
Uhud'dan şiddetliydi Akabe’de olanlar.
Kureyşten bir guruba gitmiş idim bir ara.
Peygamber olduğumu söylemiştim onlara.
Ümidim şöyleydi ki, inanıp sözlerime,
Hemen iman ederler, benim nübüvvetime.
Lakin kabul etmeyip, ezaya başladılar.
Kötü şeyler söyleyip, üstelik taşladılar.
Ayaklarıma kadar, uzanıp aktı kanım.
O gün kime gittimse, hakarete uğradım.
Namaz kılıyordum ki, bir gün de Beytullah’ta,
Melun Ebu Cehil de bulunurdu orada.
Başkaları da gelip, yanına oturdular.
Bana, hakaret yollu laflar edip durdular.
O sırada bir kimse, bir deve işkembesi,
Oraya bırakarak, geri gitti kendisi.
Ebu Cehil, eliyle o şeyi göstererek,
Orada olanlara şöyle dedi gülerek:
(Şu kanlı işkembeyi, kim alıp da o yerden,
Koyar başı üstüne, Muhammed secdedeyken?)
Onların arasında, Ukbe bin Ebi Muayt,
Onun dediği şeyi, yaptı bana o bedbaht.
Bir müddet kalkamadım bu sebeple secdeden.
Onlar ise, öyle çok zevk aldı ki bu şeyden,
Kahkahalar atarak, bir hayli gülüştüler.
Öyle ki, birbirleri üzerine düştüler.
Birisi, Fatıma’ya haber vermiş o ara.
O gelip, o pis şeyi alıp attı kenara.
Bütün bunlara rağmen, dedim ki: (Ya ilahi!
Hoştur senden ötürü bu hakaretler dahi.
Ve lakin hakikati bilmiyor bu kimseler.
Bilseler yapmazlardı, onlara hidayet ver.)
O anda geldi bana, Cibril aleyhisselam.
Dedi ki: Hak teâlâ, eyledi sana selam.
Buyurdu ki: (Ben Ona gönderdim ki bir melek,
Habibim ne dilerse, yerine getirecek.)
Sonra geldi o melek, dedi ki: (Emret bana.
Ben müvekkel meleğim, Mekke’nin dağlarına.
İster bitiştireyim, arasını dağların.
Kahrolsun her birisi, Mekke’de olanların.)
Dedim ki: (Hayır hayır, onları etme helak.
Zira ben, âlemlere geldim rahmet olarak.
Mümkündür ki, onların neslinden çok kimseler,
Gelir ve onlar bana, halis iman ederler.)
.
.
16 - BENİ NADİR YAHUDİLERİ
.Çıkıp gidin yurdumdan!
Nadiroğulları ki, Medine civarında,
Yaşayan bir yahudi kavmiydi o zamanda.
Hicri dördüncü yılda, bu alçak yahudiler,
Resul'e bir suikast yapmaya yeltendiler.
Halbuki Resulullah, bu yahudiler ile,
Bir saldırmazlık akdi yapmış idi vaktiyle.
Cibril aleyhisselam, bunun ile beraber,
Gelip bu teşebbüsü, Resul'e verdi haber.
O Server öğrenince, hemen bir tedbir aldı.
Onların teşebbüsü, çok şükür akim kaldı.
Lakin o andlaşmayı bozunca yahudiler,
Peygamber Efendimiz, buna çok üzüldüler.
Eshap’tan Muhammed bin Mesleme’ye, o vakit,
Buyurdu: (Nadiroğlu yahudilerine git.
De ki, haber gönderdi size Peygamberimiz.
Buyurdu ki: Yurdumdan başka yere gidiniz.
Burada, huzur ile oturmayıp yan yana,
Bir suikast planı kurdunuz zira bana.
Size, on günlük süre tanıyorum bu günden.
İşbu müddet zarfında, çıkın gidin mülkümden.
On günden sonra sizden, kim görülürse eğer,
Boynu vurulacaktır, bunu böyle bileler.)
Muhammed bin Mesleme, bu emri bildirince,
Korkudan, hazırlığa başladılar hemence.
Lakin yahudilere, münafıkların başı,
Abdullah ibni Übey dedi ki buna karşı:
(Sakın müslümanlardan endişe etmeyiniz.
Yurdunuzu bırakıp, bir yere gitmeyiniz.
Onların sözlerinden korkuya kapılıp da,
Hiçbir yere gitmeyin o yurdu bırakıp da.
Savaş hazırlığına başlayın hemence siz.
Biz de varız burada, siz yalnız değilsiniz.
Yardıma geliyoruz iki bin kişi ile.
Onlar, sizi o yerden kovamaz hiç de bile.)
Onlar bu münafığın, bu sözüne aldanıp,
Bir yere gitmediler, vatanlarında kalıp.
Peygamber Efendimiz, alınca bunu haber,
Yürüdü üstlerine, Eshabiyle beraber.
Nadiroğullarının yerleri, hemen hemen,
Dört kilometre kadar, uzaktı Medine’den.
Allah arslanı Ali, sancağı taşıyordu.
Bu kale üzerine yürüdü o gün ordu.
O kaleyi kuşatıp, muhasara ettiler.
Yeniden bir korkuya kapıldı yahudiler.
Yardım da gelmeyince münafıklardan hatta,
Kapana kısıldılar fare gibi adeta.
Yirmi günün sonunda, bunaldılar begayet.
Ve teslim bayrağını çektiler en nihayet.
Bütün silahlarıyla, altın, gümüşlerini,
Hatta eşya namına mevcut her şeylerini,
Tamamen müminlere bırakıp, terk ederek,
Kalelerinden çıkıp, o yeri ettiler terk.
Bir kısmı Şam’a gitti, bir kısmı da Hayber’e.
Yurtları, tamamiyle kaldı hep müminlere.
.
.
.O, benim annemdi
Hicri dördüncü yılda, o Server'in torunu,
Vefat edip, eliyle kabrine koydu onu.
O, hazret-i Osman'ın, hazret-i Rukayye'den,
Abdullah adındaki oğluydu ayriyeten.
Altı yaşında idi o vefat ettiğinde.
O Server çok üzüldü, onu kaybettiğinde.
Namazını kıldırıp, kabrine koydu bizzat.
Ağlayıp, gözyaşları kabre aktı o saat.
Dikti mezar taşını, mübarek elleriyle.
Eshaba buyurdu ki o gam ve kederiyle:
(Kim yufka yürekli ve merhametliyse eğer,
Allahü teâlâ da o kula rahmet eder.)
Hem hazret-i Ali’nin validesi de yine,
Bu yılda vefat edip, vasıl oldu Rabbine.
Fatıma binti Esed adındaki bu hatun,
Ölünce, Resulullah üzülüp oldu mahzun.
Hatta onun hakkında, o gün Server-i âlem,
Buyurdu: (Ahirete göç etti bugün annem.)
Zira Abdülmuttalip vefat ettikten sonra,
Büyüdü Resulullah, bu hatunun yanında.
Vakta ki bildirildi Resul'e Peygamberlik,
Hiç tereddüt etmeden, inanıp etti tasdik.
Ona hürmet ederdi, o Server bundan sebep.
Hatta anne yerinde tutuyordu onu hep.
O vefat ettiğinde, ona merhametinden,
Mübarek gömleğini çıkarıp üzerinden,
Orada olanlara buyurdu ki: (Alınız.
Onu, kefen olarak bu gömleğe sarınız.)
Namazını, kendisi kıldırıp etti eda.
Kabre kadar gitti ve içine girdi hatta.
Cenaze namazında, yetmişbin meleğin de,
Hazır bulunduğunu bildirdi akabinde.
Kabrinden çıktığında, gözleri yaşlı idi.
Mübarek gözyaşları, kabrine akmış idi.
Hatta hazret-i Ömer, dedi: (Hiçbir kimseye,
Yapmadığınız şeyi, yaptınız ona niye?)
Buyurdu: (Ebu Talip, vakta ki etti vefat,
Ben, bu hanımcağızın yanında sürdüm hayat.
Ebu Talip’ten sonra, bu hanımcağız kadar,
Bana hayrı dokunan kimse yoktur aşikâr.
Kendi öz çocukları dururken, gün ve gece,
O, beni doyururdu onlardan daha önce.
Kendi çocuklarının üstleri tozlu iken,
O, benim saçlarımı tarardı hergün hemen.
Cennet elbiseleri giysin diye daimi,
Verdim kefen olarak, ona ben gömleğimi.
Ve kabir hayatına alışması için de,
Yanına uzanarak, yattım kabri içinde.)
Sonra da, ellerini açarak Fahr-i âlem,
Dedi: (Mağfiret etsin Allah seni ey annem!
Kendin açken, yemeyip, bana yediriyordun.
Yine kendin giymeyip, bana giydiriyordun.
Ya Rabbi, sen annemi eyle af ve mağfiret.
Günahını bağışla ve kabrini genişlet.
Benim ve hakkı için geçmiş Peygamberlerin,
Kabul eyle duamı ya ilahel âlemin!)
.
.
18 - RECİ VAKASI
Kâfirlerin ihaneti
Sahabe-i kiramın meşhur okçularından,
Olan Asım bin Sabit, Uhud harbinde, bir an,
İki ok fırlatmıştı, iki müşrik kardeşe.
İkisi de düşerek, ölmüş idi peşpeşe.
Bunların anneleri, Sülafe binti Sa'd,
Bu sebeple, Asım’a düşman oldu o saat.
Bunun intikamıyla yanardı için için,
Ve hemen, şu vaatte bulundu bunun için:
Dedi: (Onun başını, kim getirirse bana,
Yüz deve vereceğim karşılığında ona.)
Lihyanoğullarından , yine Halid bin Süfyan,
Öldürüldü Uhud'da, müminler tarafından.
Bunun intikamını almak için, onlar da,
Bir plan düşündüler haince o arada.
Güç yetiremeyince müslümanlara mertçe,
Birtakım hiylelere başvurdular namertçe.
Hemen aralarından birkaçı toplanarak,
Medine’ye gittiler, sonra elçi olarak.
Resulün huzuruna çıkıp onlar böylece,
Dediler ki: (Müslüman olduk biz kabilece.
Lakin islamiyet’i iyi bilemiyoruz.
Bu yeni dinimizi öğrenmek istiyoruz.
Yine zenginlerimiz, zekat vermek istiyor.
Ama nasıl verilir, kimse birşey bilmiyor.
İşte bütün bunları öğretmek için, bize,
Bir gurup muallimler gönder kabilemize.)
O an Resulullah da, Mekke’deki Kureyş’in,
Halini tetkik edip, araştırması için,
Vazife vermiş idi, on kadar sahabiye,
Küffar , harp hazırlığı içindeler mi? diye.
Lihyanoğullarının , gelince bu heyeti,
Gönderdi onlar ile, bu hazır kafileyi.
Buyurdu ki: (O yere, gidip tetkik ediniz.
Bu haber doğru ise, gelip haber veriniz.)
Onlar, bu heyet ile yollara koyuldular.
Bir sabah, Reci denen su yanında oldular.
Gündüzleri gizlenip, gece yol alırlardı.
Zira hep oralarda, düşman kavimler vardı.
Yine gizlenmek için, oradan ayrıldılar,
Yakındaki bir dağın üzerine vardılar.
O elçi heyetinden bir tanesi, tam o an,
Gitti bir bahaneyle ayrılıp yanlarından.
Lihyanoğullarına gidip hemen o ara,
Gizlendikleri yeri, haber verdi onlara.
Onlar da bekliyordu zaten böyle bir haber.
Silahlanıp, o yere gittiler hep beraber.
Kâfirler, tam ikiyüz kişilik bir kuvvetle,
Kuşattılar o dağı, hiyle ve ihanetle.
Asım bin Sabit ile birlikte o an Eshap,
Aldatıldıklarını anladılar derakab.
Onlarla çarpışmaya, verdiler hemen karar.
Kılıçları sıyırıp, kınlarını kırdılar.
Sayıları on olan bu seçkin sahabiler,
Arslan kesiliverdi o anda hepsi birer.
Bugün 152 ziyaretçi (191 klik) kişi burdaydı!