Kur’ân-ı kerîm’in üslûbu ve muhtevası
Kur’ân-ı kerîm, nazm-ı ilâhîdir. “Nazm”, sözlükte “incileri ipliğe dizme”ye denir. Kelimeleri de, inci gibi, yan yana dizmeye nazm denilmiştir. Şiirler birer nazmdır. Fakat Kur’ân-ı kerîm şiir değildir. Nesir de değildir. Onu hiçbir edebî esere benzetmek mümkün değildir. Çünkü ilâhî kelâmdır. Üslûbu ve belâgatı karşısında okuyan herkes hayran ve âciz kalmıştır. Bir kelimesi çıkarılsa veya bir kelime eklense, lafzındaki ve ma’nâsındaki güzellik bozuluyor. Bir kelimesinin yerine koymak için, başka kelime arayanlar bulamamışlardır. Kur’ân-ı kerîm, Arab şâirlerinin şiirlerine benzemiyor. İşitenler ve okuyanlar, tadına doyamıyorlar. Yorulsalar da usanmıyorlar. Onu okumanın ve dinlemenin, nice sıkıntıları giderdiği sayısız tecrübelerle anlaşılmıştır. Kur’ân-ı kerîmi dinlemekle, nice azılı İslâm düşmanlarının kalbleri yumuşamış, îmâna gelmişlerdir. Müşriklerin ileri gelenleri bile, Kur’ân-ı kerîmin üslûbuna hayran olarak, Kur’ân-ı kerîmi dinlemekten kendilerini alamamışlardır.
Nitekim İbn-i İshak şöyle anlatıyor:
Bir gece, Resûlullah efendimiz, evinde namaz kılarken, Ebû Süfyân, Ebû Cehil, Ahnes gibi müşrikler, gizlice bir köşeye yerleşerek Kur’ân-ı kerîmi dinlemeye başladılar. Kur’ân-ı kerîmin te’sirine kendilerini kaptırarak sabaha kadar orada kalıp dinlediler. Sabahleyin tan yeri ağarınca, kimse görmesin diye yerlerinden kalkıp giderken yolda karşılaştılar. Hayretle birbirine bakıp, “Sakın bir defa daha böyle bir şey yapmayalım, şâyet halk bizi görürse içlerine şüphe düşer” deyip evlerine gittiler.
Ertesi gece, bir öncesi gibi gidip dinlediler. Sabahleyin tekrar karşılaştılar. Yine “Dinlemeyeceğiz” dediler. Üçüncü günü tekrar karşılaştılar. Bunun üzerine, “Bu böyle gitmez” deyip bir daha yapmamaya and içtiler. Sabahleyin Ahnes, Ebû Süfyân’a gidip; “Muhammed’den işittiklerin hakkında fikrin ne?” diye sordu. O da; “Öyle şeyler işittim ki, onları anlıyor, ne murâd edildiğini de biliyorum. Fakat öyle şeyler de işittim ki, ne ma’nâsını anlayabildim, ne de ne murâd olunduğunu bildim” dedi. Ahnes de, “Ben de öyleyim” dedi. Beraberce gidip Ebû Cehil’in fikrini sordular. O da, dedi ki:
“Biz ve Abd-i Menâfoğulları (Hâşimoğulları) yarış hâlindeyiz. Onlar yedirdiler, biz de yedirdik. Onlar taşıdılar, biz de taşıdık. Onlar hediye verdi, biz de verdik. Bineklerimiz bir hizâda gidip atbaşı beraber olunca, onlar, “Gökten vahiy gelen Peygamber bizden” dediler. Biz onun gibisine ne zaman erişebiliriz? Vallahi ona asla inanmayız, onu tasdik etmeyiz.”
İşte Kureyşliler, Kur’ân-ı kerîm karşısında böyle şaşkın idiler. Onun te’sirinden kurtulamıyor, fakat kabilecilik vb. sebeplerle İslâma girmiyorlardı.
Kur’ân-ı kerîm’in öğretilmesi
Bilindiği gibi İslâm ilimlerinin temeli Kur’ân-ı kerîmdir. Allahü teâlânın kelâmı, sözlerin en yücesi, dünya ve âhiret saâdetinin kaynağıdır. Onun başka sözlere üstünlüğü, Hadîs-i şerîfte buyurulduğu gibi, Cenâb-ı Hakk’ın bütün mahlûkâta üstünlüğü gibidir.
Bu sebeple müslümanlar ondört asırdan beri, Kur’ân-ı kerîmin nûrunu dünyanın her tarafına yaymaya çalışmışlar, bu uğurda can vermişlerdir. Fethettikleri yerlere muzaffer ordularıyla birlikte, yanlarında Kur’ân-ı kerîm hâfızları ve muallimleri oldukları hâlde girmişlerdir. Asr-ı saâdette gönderilen vâlilerin vazîfelerinden biri de Kur’ân-ı kerîmi öğretmekti.
Kur’ân-ı kerîmin öğretilmesi ile bizzât Peygamber efendimiz meşgul olmuş ve “Sizin en hayırlınız Kur’ân-ı kerîmi öğrenen ve öğreteninizdir” buyurmuştur.
Yine Resûlullah efendimiz: “Herhangi bir topluluk, Allah’ın mescidlerinden birinde bir araya gelip, Allah’ın kitabını okur ve aralarında onu müzâkere ederlerse [onu okumayı öğrenmek için yardımlaşırlarsa], hiç şüphesiz onların üzerine Allah katından huzûr ve sükûn iner. Allahü teâlânın rahmetine garkolurlar ve melekler onları çepeçevre kuşatır. Hak teâlâ, onları, sevgili kulları arasında anar” buyurmuştur.
Peygamber efendimizin teşvikleri ve öğretmesi neticesinde Eshab-ı kirâmdan pek çok hâfız yetişmiştir. Bunlar arasında, dört halife, Übey bin Ka’b, Mu’âz bin Cebel, Ebüd-derdâ, Zeyd bin Sâbit, Temîm-i Dârî, Abdullah bin Mes’ûd, Sâlim Mevlâ Ebû Huzeyfe vb. çok ilerledi. Hattâ Resûlullah efendimiz, bir hadîs-i şerîfinde:
“Kur’ân-ı kerîmi şu dört kişiden alınız, öğreniniz: Abdullah bin Mes’ûd, Übey bin Ka’b, Mu’âz bin Cebel, Sâlim Mevlâ Ebû Huzeyfe” buyurmuştur.
Resûlullahın huzûrunda yetişen Eshâb-ı kirâm, fetihlerle beraber çeşitli şehirlere yayılarak Kur’ân-ı kerîmi müslümanlara öğrettiler. Ebû Mûsâ el-Eş’arî Basra’da, Abdullah bin Mes’ûd Kûfe’de, Zeyd bin Sâbit ve Übey bin Ka’b Hicaz bölgesinde, Ebüd-derdâ ve Muâz bin Cebel Şam’da Kur’ân-ı kerîm öğretimi ile meşgûl olan meşhûr sahabîlerden ba’zılarıdır. Böylece Kur’ân-ı kerîm dünyada en çok okunan, öğretilen ve ezberlenen kitap olmuştur. Daha sonra bu öğretim, Küttâb, Dâr-ül-kurrâ ve Dar-ül hadîslerde sistemleştirilmiştir.
.
.
.
Peygamberimizin mu’cizeleri. Kur’ân-ı kerîmin üstünlüğü
17 — Allahü teâlâ, bir insanda bulunabilecek, görünür görünmez bütün iyilikleri, bütün üstünlükleri, bütün güzellikleri, sevgilisinde toplamışdır. Meselâ, insanların en güzel yüzlüsü ve gâyet nûrânî benizlisi idi. Mubârek yüzü, kırmızı ile karışık beyâz olup, ay gibi nûrlanırdı. Sözleri gâyet tatlı olup, gönülleri alır, rûhları cezb ederdi. Aklı o kadar çokdu ki, Arabistân yarım adasında, sert, inâdcı insanlar arasında gelip, çok güzel idâre ederek ve cefâlarına sabr ederek, onları yumuşaklığa ve itâ’ate getirdi. Çoğu dinlerini bırakıp müslimân oldu ve dîn-i islâm yolunda babalarına ve oğullarına karşı harb etdi. Onun uğrunda mallarını, yurtlarını fedâ edip, kanlarını akıtdı. Hâlbuki, böyle şeylere alışık değildiler. Güzel huyu, yumuşaklığı, afvı, sabrı, ihsânı, ikrâmı, o kadar çokdu ki, herkesi hayrân bırakırdı. Görenler ve işitenler seve seve müslimân olurdu. Hiçbir hareketinde, hiçbir işinde, hiçbir sözünde, hiçbir zemân, hiçbir çirkinlik, hiçbir kusûr görülmemişdir. Kendisi için kimseye gücenmediği hâlde, din düşmanlarına, dîne dil ve el uzatanlara karşı sert ve şiddetli idi. Herkese karşı yumuşak olmasaydı, Peygamberlik heybetinden, büyüklük hâllerinden, kimse yanında oturmağa ve sözünü dinlemeğe tâkat getiremezdi.
Kimseden birşey okumamış, öğrenmemiş, hiç yazı yazmamış iken ve seyâhat etmeyen ve geçmişlerden ve etrafdakilerden haberi olmayan insanlar arasında hâsıl olmuş iken, Tevrâtda ve İncîlde ve bütün başka kitâblarda yazılı şeyleri bildirdi. Geçmişlerin hâllerinden haber verdi. Her dinden, her meslekden ileri gelenlerin hepsini huccet ve burhânlar söyliyerek susdurdu. En büyük mu’cize olarak Kur’ân-ı kerîmi ortaya koydu ki, altıbinikiyüzotuzaltı âyetinden biri gibi söyliyemezsiniz diye meydân okuduğu hâlde, kimse, bindörtyüz bu kadar seneden beri, dünyânın her tarafında bütün islâm düşmanları elele vererek, mallar, servetler dökerek uğraşdıkları hâlde, söyliyemedi. Şimdi de, milyonlar dökerek ve yehûdî, papas, mason güçlerini kullanarak, çalışdıkları hâlde söyliyemiyorlar. Hele o zemân, arablarda, şi’r, edebiyyât, fesâhat ve belâgat, herşeyden ileri gidip en güvendikleri başarıları olduğu hâlde, Kur’ân-ı kerîm karşısında, birşey söyliyemediler. Kur’ân-ı kerîme böyle galebe çalamayınca, çokları insâfa gelip müslimân oldu. Îmân etmeyenleri de, islâmiyyetin yayılmasını önlemek için, döğüşmeğe mecbûr oldu.
Kur’ân-ı kerîmde kimsenin yapamıyacağı, söyliyemiyeceği şeyler sayılamıyacak kadar çokdur. Burada altısını bildirelim:
Birincisi: Îcâz ve belâgatdır. Ya’nî az söz ile ve pürüzsüz ve kusûrsuz olarak, çok şey anlatmakdır.
İkincisi: Harfleri ve kelimeleri, arab harflerine ve kelimelerine benzediği hâlde, âyetler, ya’nî sözler ve cümleler, onların sözlerine ve şi’rlerine ve hutbelerine hiç benzemiyor. Kur’ân-ı kerîm, insan sözü değildir. Allah kelâmıdır. Kur’ân-ı kerîmin yanında onların sözleri, cam parçalarının elmasa benzemesi gibidir. Dil mütehassısları bunu pek iyi görüyor ve teslîm ediyor.
Üçüncüsü: Bir insan, Kur’ân-ı kerîmi ne kadar çok okursa okusun bıkmıyor, usanmıyor. Arzûsu, hevesi, sevgisi ve zevkı artıyor. Hâlbuki, Kur’ân-ı kerîmin tercemelerinin ve başka şekllerde yazmalarının ve diğer bütün kitâbların okunmasında, böyle arzû ve lezzet artması olmuyor. Usanç hâsıl oluyor. Yorulmak başkadır, usanmak başkadır.
Dördüncüsü: Geçmiş insanların hâllerinden bilinen ve bilinmeyen birçok şey Kur’ân-ı kerîmde bildirilmekdedir.
Beşincisi: İlerde olacak şeyleri bildirmekdedir ki, bunlardan çoğu zemânla meydâna çıkmış ve çıkmakdadır.
Altıncısı: Kimsenin hiçbir zemânda, hiçbir sûretle bilemiyeceği ilmlerdir ki, Allahü teâlâ, ulûm-i evvelîni ve âhırîni Kur’ân-ı kerîmde bildirmişdir.
Kur’ân-ı kerîmin mu’cize olduğu (Hakîkat Kitâbevi)nin türkçe ve ingilizce neşr etdiği (Herkese lâzım olan îmân) kitâbında çok güzel îzâh edilmekdedir.
Demek oluyor ki, büyük bir şehrde, herkesin arasında doğup, yetişmiş, kırk sene birlikde yaşayıp, bir kitâb okumamış, seyâhat etmemiş, şi’r söylememiş ve nutk vermemiş iken, birdenbire, kimsenin söyliyemiyeceği ve altısını bildirdiğimiz incelikleri ile, her sözün ve her kitâbın üstünde bir kitâb getiren ve güzel huyları ve üstün hâlleri ile, bütün insanların ve Peygamberlerin “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, her bakımdan en iyisi olan bir kimsenin, Allahü teâlânın sevgili Peygamberi olduğu, akl ve vicdân sâhibleri için, pek açık bir hakîkatdir.
Kur’anda her şey açık değildir |
|
Sual: Hadisler olmadan Kur’anla amel edebilir miyiz? CEVAP: Hadis-i şerifler olmadan Kur’an-ı kerimle amel etmek mümkün olmadığı gibi, mezhepler olmadan da hadis-i şeriflerle amel etmemiz mümkün olmaz.
İmam-ı Şarani hazretleri buyuruyor ki:
İmam-ı Beyheki Delail kitabında şöyle rivayet eder:
Eshab-ı kiramdan İmran bin Husayn (Radıyallahü anh), şefaatle ilgili bazı hadisler nakleder. Oradakilerden biri der ki:
- Siz hadisler bildiriyorsunuz, fakat biz bunlarla ilgili Kur’anda bir şey bulamıyoruz.
İmran bin Husayn hazretleri buyurur ki:
- Sen Kur’anı okudun mu?
- Evet.
- Kur’anda sabah namazının farzının iki, akşamınkinin üç, öğle, ikindi ve yatsının farzının ise dört rekat olduğuna rastladın mı?
- Hayır.
- Peki bunları kimden öğrendiniz? Bizden [Eshab-ı kiramdan] öğrenmediniz mi? Biz de Resulullahtan öğrenmedik mi? Peki Kur’anda kırk koyunda bir koyun, şu kadar devede şu kadar, şu kadar paraya şu kadar dirhem zekat düştüğüne rastladın mı?
- Hayır.
- Öyleyse bunları kimden öğrendiniz? Bizden öğrenmediniz mi? Biz de Resulullahtan öğrenmedik mi? Hac suresinde (Eski evi [Kâbe’yi] tavaf etsinler) âyetini okumadınız mı? Peki orada Kâbe’yi yedi defa tavaf edin diye bir ifadeye rastladınız mı?
- Hayır.
- Allahü teâlânın Kur’anda şöyle buyurduğunu duymadınız mı?
(Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının.)
[Haşr 7]
Hz. İmran daha sonra buyurur ki:
Sizin bilmediğiniz bizim Resulullahtan öğrendiğimiz daha çok şey vardır. (Mizan)
Bir âyet-i kerime meali:
(Size, âyetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıtacak, size kitabı ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek aranızdan, bir resul gönderdik.) [Bekara 151]
İmam-ı Şafii hazretleri, (Bu âyetteki hikmetten maksat, Resulullahın sünnetidir. Önce Kur’an zikredilmiş, peşinden hikmet bildirilmiştir) buyuruyor.
Kur’an-ı kerim açıklamasız öğrenilseydi, Peygamber efendimize, (tebliğ et yeter) denilirdi, ayrıca (açıkla) denmezdi. Halbuki, açıklanması da emredilmiştir. İki ayet meali şöyledir:
(Kur’anı insanlara açıklayasın diye sana indirdik.) [Nahl 44]
(Biz bu Kitabı, hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklayasın ve iman eden bir kavme de hidayet ve rahmet olsun diye sana indirdik.) [Nahl 64]
Bu âyetler, açıklamayı gerektiren âyetlerin bulunduğunu gösterdiği gibi, bunu açıklamaya Resulullahın yetkisi olduğunu da göstermektedir. Kur’an-ı kerimde her bilgi vardır. Ancak açık değildir. Resulullah bunları vahiy ile öğrenmiş ve ümmetine bildirmiştir. İki hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Bana Kur’anın misli kadar daha hüküm verildi.) [İ. Ahmed]
(Cebrail aleyhisselam, Kur’an ile beraber açıklaması olan sünneti de getirdi.) [Darimi]
.
|
.07 Kasım 2003 Cuma
Kur’ân-ı kerîme dâir
“Kur’ân” kelimesi, “okumak ve toplamak” ma’nâlarına gelen “karae” kelimesinden türetilmiş bir isimdir.
Kur’ân-ı kerîmin tarifi
“Kur’ân-ı kerîm”in çeşitli açılardan bir çok târifi yapılmıştır. Bunlar birleştirilerek şöyle bir târif de yapılabilir:
“Allahü teâlânın, Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla, son Peygamber Muhammed aleyhisselâma, 23 senede, Arapça olarak indirdiği, bize kadar ilk nâzil olduğu şekilde tevâtürle (ya’nî her asırda, yalan söylemeleri mümkün olmayan büyük insan gruplarının bildirmeleriyle) gelen ve mushaflarda yazılı olup, okunması ibâdet olan, hiç bir kimsenin bir benzerini getiremediği ve getiremiyeceği son ilâhî kitaptır.”
Kur’ân-ı kerîmin kitap hâlinde yazılmış şekline de “Mushaf-ı şerîf” denir.
Kur’ân-ı kerîm ve diğer semâvî kitaplar
Allahü teâlâ, dünyada bütün insanlara acıyor, onlara, ebedî saâdet yolunu, sonsuz ni’metlere kavuşturucu yolu gösteriyor. Nitekim ilk insan ve ilk Peygamber olan Âdem aleyhisselâmdan beri, her bin senede bir “resûl” vâsıtasıyla insanlara yeni bir din göndermiştir. Her asırda, en temiz bir insanı “nebî” yaparak, bunlarla dinleri kuvvetlendirmiştir. Allahü teâlâ, peygamberlerine “semâvî kitaplar” göndermiş ve bu kitaplarda dînin emir ve yasaklarını bildirmiştir. Bu kitapların küçük olanlarına “suhuf”, büyük olanlarına da “kitap” denilir. Bu kitaplardan bilinenleri 100 suhuf ve 4 kitaptır. Bunlardan 10 suhuf Âdem aleyhisselâma, 50 suhuf Şît aleyhisselâma, 30 suhuf İdris aleyhisselâma, 10 suhuf İbrâhim aleyhisselâma, Tevrât, Mûsâ aleyhisselâma, Zebûr Dâvud aleyhisselâma, İncîl İsâ aleyhisselâma, Kur’ân-ı kerîm ise Muhammed aleyhisselâma gönderilmiştir.
Bu semâvî kitaplardan -Kur’ân-ı kerîm hâriç- diğerleri tahrif edilmiştir. Kur’ân-ı kerîm ise, ilk indirildiği gibi, hiç değiştirilmeden, bozulmadan, zamanımıza kadar gelmiştir. Kıyâmete kadar da böyle olacağı Kur’ân-ı kerîmde bildirilmiştir. Muhammed aleyhisselâma gönderilen Kur’ân-ı kerîm, ilâhî kitapların sonuncusudur.
Kur’ân-ı kerîmin muhtevâsı
Kur’ân-ı kerîmdeki bilgiler üç kısımdır:
Birincisini, Allahü teâlâ hiçbir kuluna bildirmemiştir. Meselâ Allahın zâtının hakikatini kimse bilemez.
2. kısım bilgileri, yalnız Muhammed aleyhisselâma bildirmiştir. Bu yüce Peygamberden (ve onun vârisi olan râsih âlimlerden) başka kimse bunları anlıyamaz. Müteşâbih âyetler böyledir.
3. kısım bilgileri, Peygamberine bildirmiş ve ümmetine öğretmesini emretmiştir. Bu ilimler de ikiye ayrılır: Birinciler, geçmiş insanların hâllerini bildiren (Kısas=kıssalar) ve dünyada, âhırette yaratmış olduğu ve yaratacağı şeyleri bildiren haberler (Ahbâr)dır. Bunlar, ancak Resûlullahın bildirmesi ile anlaşılır. Akılla, tecrübeyle anlaşılamaz. Bunlarda değişiklik (nesh) olmaz. 3. kısım bilgilerin ikincileri, akıl, tecrübe ve Arabî ilimlerle anlaşılabilir. Kur’ân-ı kerîmden ahkâm çıkarmak ve fen bilgilerini anlamak böyledir. Bu 2. kısım bilgiler de ikiye ayrılır. Birincisi, “İmân bilgileri”, ikincisi de “Ahkâm bilgileri”dir. İmân bilgilerinde hiç değişiklik olamaz. Her peygamberin, her ümmetin inanışı hep birdir; inanışları arasında hiçbir ayrılık yoktur.
Ahkâm bilgileri, Allahü teâlânın emirleri ve yasaklarıdır. Yapılması ve sakınılması emredilen ahkâmda değişiklik olabilir. Ancak bu değişikliği, peygamberleri vâsıtasıyla yalnız Allahü teâlâ yapmıştır.
Ahkâm bilgileri başlıca şu kısımlara ayrılır:
1- İbâdet bilgileri: Namaz, oruç, zekât, hac, kurban, cihâd gibi.
2- Münâkehât bilgileri: Evlenme, boşanma, nafaka gibi.
3- Muâmelât bilgileri: Ticâret (alış-veriş), kiralama, vekâlet gibi.
4- Ukûbât bilgileri: Cezâ hukuku gibi.
5- Devletler hukuku ile ilgili hükümler: Savaş esirlerinin durumları, gayr-i müslimlerle ilgili hükümler gibi.
6- Mîrâsla ilgili bilgiler.
Âyet ve hadîs farkı
Kur’ân-ı kerîm sûrelerden; sûreler de âyetlerden meydana gelir. “Âyet”, sözlükte, “alâmet, işâret, nişân, ibret, tanınmaya sebep olan emâre” ma’nâlarına gelir. Bu bakımdan, Allahü teâlânın varlığını ve birliğini anlamak husûsunda “kâinât” da bir “âyet”tir.
Terim olarak ise “Âyet”, “Kur’ân-ı kerîmdeki sûreleri meydana getiren, başı ve sonu belli olan cümle veya cümleciklerden her biri”ne denir. Âyetlerin tâyini, belli edilmesi kıyâsla, akılla yapılamaz. Tevkîfîdir, ya’nî vahiyle, Peygamber efendimizin bildirmesiyle bilinir.
Kur’ân-ı kerîmin üslûbu, hiçbir insan sözüne benzemez. Ondaki “i’câz”, “te’kîd”, “hazif”, “takdîm”, “te’hîr”, “teşbîh”, “istiâre”, “tevriye”, “tecnîs” vb. edebî san’atların üstünlüğü, hayret vericiliği başka hiçbir sözde, şiirde yoktur. Hattâ, ma’nâsı Allahü teâlâdan, lafızları Peygamber efendimizden olan “hadîs-i kudsî”lerde bile yoktur.
Peygamber efendimizin binlerce hadîs-i şerîfi, orijinal lafızlarıyla ezberlenip, yazılmış ve nakledilmiştir. Aslında hadîs-i şerîflerin manası da vahiydir, ancak hadîs-i şerîfin lafzı vahiy değildir. Fakat âyetin hem lafzı, hem de manâsı vahiydir.
İnşâallah bu konuda başka makaleler de yazmak istiyoruz.
Kur'ân-ı Kerîmin İfade Gücü 20 HAZİRAN 1994
İfade yönünden, kelime, harf yönünden Kur'ân-ı kerîmin diğer semavî kitaplardan bir farkı vardır. Tevrât, İncîl ve bütün kitaplar ve sahîfeler, hepsi birden, bir def'ada inmişti. Hepsi, insan sözüne benziyordu ve lafzları mu'cize değildi. Onun için çabuk bozuldu, değiştirildi. Kur'ân-ı kerîm ise, Muhammed aleyhisselâmın mu'cizelerinin de en büyüğüdür ve insan sözüne benzemez. Her şâirin, şiir yazmak, nazım yapmak kâbiliyeti başkadır. Meselâ, Necip Fazıl ve Nâbî'nin şiirlerini iyi bilen usta bir edebiyâtçıya, Necip Fazıl'ın, son yazdığı bir şiirini götürüp, bu, Nâbî'nin şiiridir desek, bu şiiri, hiç işitmemiş olduğu hâlde, okuyunca: "Yanılıyorsunuz! Ben Nâbî efendinin ve Necip Fazıl'ın, uslubunu iyi bilirim. Bu şiir Nâbî'nin değil, Necip Fazıl'ın" demez mi? Elbette der. Kur'ân-ı kerîmin insan sözü olmadığı tecrübe ile de ispat edilmiştir ve her zaman edilebilir. Şöyle ki, bir Arap şairi, bir sahîfede, edebî san'at inceliklerini göstererek, birşey yazmış, bunun arasına birkaç satır hadîs-i şerîf ve başka yerinde de, aynı şeyi anlatan bir âyet-i kerîme koyup, hepsi bir arada, İslâmdan ve Kur'ândan haberi olmıyan, Arabîsi kuvvetli birisine, bir adamın yazısı diye okutturulmuştur. Okurken, hadîs-i şerîfe gelince, durmuş, - Burası, yukarısına benzemiyor. Buradaki san'at daha yüksek, demiştir. Sıra, âyet-i kerîmeye gelince, şaşkın bir hâlde, - Burası hiçbir söze benzemiyor. Ma'nâ içinde, ma'nâ çıkıyor. Hepsini anlamağa imkân yok, demiştir. Yâni az çok edebiyat bilgisi olan, Kur'ân-ı kerîmin farkını hemen anlar. Bugün piyasada bilhassa, Avrupa'da Kur'ân-ı kerîmin pek çok tercümesi vardır. Bu, hakkıyla yapılabilinir mi? Yapılamaz. Kur'ân-ı kerîm, hiçbir dile, hattâ Arapçaya da tercüme edilemez. Sebebi şu: Herhangi bir şiirin, kendi diline bile, tam tercümesine imkân yoktur. Ancak meâli ve îzâhı olur. Kur'ân-ı kerîmin ma'nâsını anlamak için tercümesini okumamalıdır. Bir âyetin ma'nâsını anlamak demek, Allahü teâlânın, bu âyette, ne demek istediğini anlamak demektir. Bu âyetin herhangi bir tercemesini okuyan kimse, murâd-ı İlâhî'yi öğrenemez. Tercüme edenin, bilgi derecesine göre yaptığı meâli öğrenir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde kullarına saâdet yolunu göstermiş ve kendi kelâmını insanların en yükseğine göndermiştir. Kur'ân-ı kerîmin ma'nâsını, yalnız Muhammed aleyhisselâm anlar. Başka kimse, tâm anlıyamaz. Eshâb-ı kirâm, ana dili olarak Arabî bildikleri, edîp ve belîğ oldukları hâlde, ba'zı âyetleri anlıyamaz, Resûlullaha sorarlardı. Kur'ân-ı kerîmi anlamak o kadar kolay birşey değildir. Bunun kolay olmadığını şu misalle anlatmaya çalışayım: Hazret-i Ömer, bir yerden geçerken, Resûlullahın, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk'a birşey anlattığını gördü. Yanlarına gidip dinledi. Sonra, başkaları da, gördü ise de, gelip dinlemeğe çekindiler. Ertesi gün, hazret-i Ömer'i görünce, - Yâ Ömer, Resûlullah efendimiz, dün size birşey anlatıyordu. Bize de söyle, öğrenelim, dediler. Hazret-i Ömer, şöyle cevap verdi: - Dün, Ebû Bekr, Kur'ân-ı kerîmden anlıyamadığı bir âyetin ma'nâsını sormuş, Resûlullah, ona anlatıyordu. Bir saat dinledim, birşey anlıyamadım, dedi. Çünkü, hazret-i Ebû Bekr'in yüksek derecesine göre anlatıyordu. Hazret-i Ömer, o kadar yüksek idi ki, Resûlullah efendimiz, - Ben, peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra peygamber gelmiyecektir. Eğer, benden sonra peygamber gelseydi, Ömer peygamber olurdu, buyurdu. Böyle yüksek olduğu hâlde ve Arabî'yi çok iyi bildiği hâlde, Kur'ân-ı kerîmin tefsîrini bile anlıyamadı. Çünkü, Resûlullah efendimiz, herkese, derecesine göre anlatıyordu. Hazret-i Ebû Bekr'in derecesi, ondan çok daha yüksekti. Fakat, bu da, hattâ Cebrâîl aleyhisselâm dahî, Kur'ân-ı kerîmin ma'nâsını, esrârını, Resûlullaha sorardı.
Kur’ân-ı kerîmin i’câzı (eşsizliği)
Arapların, “Câhiliye Devri”nde parlak bir edebiyâtları vardı. Güzel söz söylemeye çok ehemmiyet verirlerdi. Nesir ve şiir zirvede idi. Aralarından çeşitli şâirler yetişti. Birbirleri ile şiir yarışı yaparlar ve kazananlarla öğünürlerdi. Öyle iken Arab edîbleri, Kur’ân-ı Kerîm karşısında âciz kaldılar. Velîd bin Muğîre, Lebîd, el-A’şâ, Ka’b bin Züheyr gibi şâirler, Kur’ân-ı Kerîm hakkında takdirlerini belirtip âcizliklerini ifâde etmişler, Ümeyye bin Halef yerden toprak alıp saçına-başına saçmış; Utbe bin Rebîa, hayret ve dehşete düşerek; “Ondan öyle şeyler işittim ki, ömrümde benzerini işitmiş değilim. Bu sözler ne şiir, ne sihir, ne de kehânettir” demiştir.
Kabe’nin duvarına yazdılar
O zamandaki bütün güçlü Arap şâirleri, Kur’ân-ı Kerîm karşısında secdelere kapanıyor ve bunun sebebini soranlara da; “Zannetmeyin ki biz Muhammed’e inandığımızdan eğiliyoruz. Bizi secde ettiren, şu sözlerdeki eşsizliktir” diyorlardı.
Yine meşhûr şâir Lebîd bin Rebîa, Peygamber Efendimizin, Allah kelâmıyla insanlara meydan okuduğunu duyunca, işittiği şeylere karşılık vermek maksadıyla ba’zı beyitler yazarak Kabe’nin kapısına astı. O zamanlar Kabe’nin kapısına bir şey asmak ancak büyük Arap şâirlerinden bir kaç kişiye mahsûs bir imtiyâzdı.
Müslümanlardan biri, Lebîd’in bu beyitlerini görünce dayanamadı ve Kur’ân-ı Kerîmden ba’zı âyetler yazarak, Lebîd’in şiirlerinin yanına astı. Ertesi gün Lebîd, Kabe’ye uğradı. Daha henüz müslüman olmamıştı. Kur’ân-ı Kerîm âyetlerini görünce, beyninden vurulmuşa döndü ve “Allaha yemin ederim ki, bunlar, insan sözü değildir. Ben artık müslümanım” diye haykırdı.
Bu büyük Arap şâiri, Kur’ân-ı Kerîmin belâğatı karşısında aczini i’tirâf ederek derhâl şiir yazmayı bıraktı.
Bir gün Hz. Ömer, Lebîd’e:
“Ey Lebîd! Bana biraz şiirlerinden okur musun?” dedi.
Lebîd, Bakara sûresini okudu ve şu sözleri ilâve etti:
“Allahü teâlânın bana, Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini öğrettiğinden beri, artık şiir yazmıyorum.”
Bunun gibi yüzlerce meşhûr Arab şâiri, şiir yazmayı bırakmış ve Kur’ân-ı Kerîm karşısında âcizliklerini belirtmişlerdir.
Dün öyle olduğu gibi, bugün de Batılı ilim adamları hayranlıklarını gizleyememişlerdir.
Batılılar da gizleyemedi!
Batılılardan bazıları, Kur’ân-ı Kerîm hakkında şu itirâflarda bulunmuşlardır:
“Kahramanlar” kitâbının yazarı Prof. Dr. Carlyle diyor ki: “Kur’ân-ı Kerîm okundukça, onun alelâde, gelişi-güzel bir edebî eser olmadığını hemen hissedersiniz. Kur’ân-ı Kerîm, kalpten gelen ve başka kalplere hemen nüfûz eden bir eserdir. Diğer bütün eserler, bu muazzam eser yanında çok sönük kalırlar. Kur’ân-ı Kerîmin göze çarpan ilk karakteri, onun doğru ve mükemmel bir yol gösterici, dürüst bir rehber olmasıdır. İşte bence Kur’ân-ı Kerîmin en büyük meziyeti budur. Bu meziyet, diğer bir çok meziyetlere de yol açmaktadır.”
Bartelemi Sentier de, “Muhammed’in Hayâtı” adlı eserinde şöyle diyor: “Kur’ân-ı Kerîme, Arap dilinin kıyâs kabûl etmez şaheseri gözüyle bakılabilir. Şeklin düzgünlüğü ve güzelliği, bütün âlemin sözbirliği ile belirttiği gibi, konusunun büyüklüğüne eştir. Fikirlerden önce kalpler ona sarılır.”
Bernart Smith ise, aynı ismi taşıyan “Muhammed’in Hayâtı” adlı eserinde: Kur’ân-ı Kerîm, Muhammed’in dâimî mu’cizesidir ve hakîkaten Kur’ân bir mu’cizedir” sözlerini söylemiştir.
[Muhammed aleyhisselâmın hak Peygamber olduğunu bildiren şâhidler, mu’cizeler pek çoktur. Ona tâbi’ olan, onun izinde giden ümmetinin Evliyâsında hâsıl olan kerâmetler de, hep onun mu’cizeleri sayılmaktadır.
Onun mu’cizeleri, zamân bakımından üçe ayrılmıştır:
1) Mübârek rûhunun yaratılmasından, Peygamberliğinin bildirildiği zamâna (yani bi’setine) kadar olanlardır. Bunlara, “İrhâsât” ya’nî, “başlangıçlar” denir.
2) Bi’setten vefâtına kadar olan zamân içindekilerdir. Bu mu’cizelerin üç bin kadar olduğu bildirilmiştir.
3) Vefâtından kıyâmete kadar olmuş ve olacak şeylerdir.]
‘Bizi kendine çekiyor’
Prof. Dr. Edward Monte’nin şu sözleri de çok dikkat çekicidir: “Allahü teâlânın birliğini en temiz, en yüksek, en inandırıcı ve başka bir dîn kitâbının üstün gelemeyeceği bir dil ile anlatan kitâp, Kur’ân-ı kerîmdir.”
Dünyanın sayılı edebiyatçılarından olan Alman Goethe’nin, “Doğu-Batı Dîvânı” adlı eserindeki şu sözlerine de kulak verelim:
“Kur’ân-ı Kerîmin içinde pek çok tekrarlar vardır. Onu okuduğumuz zaman, bu tekrarlar bizi usandıracak sanılıyor, fakat biraz sonra bu kitâp, bizi kendisine çekiyor. Bizi hayranlığa ve sonunda büyük saygıya götürüyor.”
Gaston Kar da diyor ki: “İslâm dîninin kaynağı olan Kur’ân-ı Kerîmde, cihân medeniyetinin dayandığı bütün temeller bulunmaktadır. O kadar ki, bugün bizim medeniyetimizin Kur’ân-ı Kerîmin bildirdiği temel kurallardan kurulduğunu kabûl etmemiz gerekir.”
İngiliz râhibi Beowerth-Simith ise, “Muhammed ve Muhammed’e Bağlı Olanlar” adlı eserinde demiştir ki: “Kur’ân-ı Kerîm üslûp temizliği, ilim, felsefe ve hakîkat mu’cizesidir.”
Bu misâlleri çoğaltmamız mümkündür. Ancak bu sözler, mukaddes kitâbımız Kur’ân-ı kerîmin üstünlüğü, yüksekliği ve eşsizliği hakkında, insâf sâhibi kişilere gerekli işâreti vermektedir. Bu bakımdan biz bu makalemizde, bu sözlerle yetinip diğer bazı makalelerimizde, inşâallah konuyu başka yönlerden ele almak istiyoruz.
14 Kasım 2003 Cuma
Kur’ân-ı kerîmin i’câzı (eşsizliği)
Bundan önceki makalemizde bir nebze Kur’ân-ı Kerîmden bahsetmiştik. Fakat hâlâ Ramazan ayı içerisinde bulunmamız ve Kur’ân-ı Kerîm’in de bu ayda indirilmeye başlamış olması sebebiyle ve ayrıca biz bugünlerde konunun biraz daha ele alınmasında lüzûm gördüğümüz için, bir-iki makalede daha, bu konuyu çeşitli yönlerden ele almak istiyoruz.
Arapların, “Câhiliye Devri”nde parlak bir edebiyâtları vardı. Güzel söz söylemeye çok ehemmiyet verirlerdi. Nesir ve şiir zirvede idi. Aralarından çeşitli şâirler yetişti. Birbirleri ile şiir yarışı yaparlar ve kazananlarla öğünürlerdi. Öyle iken Arab edîbleri, Kur’ân-ı Kerîm karşısında âciz kaldılar. Velîd bin Muğîre, Lebîd, el-A’şâ, Ka’b bin Züheyr gibi şâirler, Kur’ân-ı Kerîm hakkında takdirlerini belirtip âcizliklerini ifâde etmişler, Ümeyye bin Halef yerden toprak alıp saçına-başına saçmış; Utbe bin Rebîa, hayret ve dehşete düşerek; “Ondan öyle şeyler işittim ki, ömrümde benzerini işitmiş değilim. Bu sözler ne şiir, ne sihir, ne de kehânettir” demiştir.
Kabe’nin duvarına yazdılar
O zamandaki bütün güçlü Arap şâirleri, Kur’ân-ı Kerîm karşısında secdelere kapanıyor ve bunun sebebini soranlara da; “Zannetmeyin ki biz Muhammed’e inandığımızdan eğiliyoruz. Bizi secde ettiren, şu sözlerdeki eşsizliktir” diyorlardı.
Yine meşhûr şâir Lebîd bin Rebîa, Peygamber Efendimizin, Allah kelâmıyla insanlara meydan okuduğunu duyunca, işittiği şeylere karşılık vermek maksadıyla ba’zı beyitler yazarak Kabe’nin kapısına astı. O zamanlar Kabe’nin kapısına bir şey asmak ancak büyük Arap şâirlerinden bir kaç kişiye mahsûs bir imtiyâzdı.
Müslümanlardan biri, Lebîd’in bu beyitlerini görünce dayanamadı ve Kur’ân-ı Kerîmden ba’zı âyetler yazarak, Lebîd’in şiirlerinin yanına astı. Ertesi gün Lebîd, Kabe’ye uğradı. Daha henüz müslüman olmamıştı. Kur’ân-ı Kerîm âyetlerini görünce, beyninden vurulmuşa döndü ve “Allaha yemin ederim ki, bunlar, insan sözü değildir. Ben artık müslümanım” diye haykırdı.
Bu büyük Arap şâiri, Kur’ân-ı Kerîmin belâğatı karşısında aczini i’tirâf ederek derhâl şiir yazmayı bıraktı.
Bir gün Hz. Ömer, Lebîd’e:
“Ey Lebîd! Bana biraz şiirlerinden okur musun?” dedi.
Lebîd, Bakara sûresini okudu ve şu sözleri ilâve etti:
“Allahü teâlânın bana, Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini öğrettiğinden beri, artık şiir yazmıyorum.”
Bunun gibi yüzlerce meşhûr Arab şâiri, şiir yazmayı bırakmış ve Kur’ân-ı Kerîm karşısında âcizliklerini belirtmişlerdir.
Dün öyle olduğu gibi, bugün de Batılı ilim adamları hayranlıklarını gizleyememişlerdir.
Batılılar da gizleyemedi!
Batılılardan bazıları, Kur’ân-ı Kerîm hakkında şu itirâflarda bulunmuşlardır:
“Kahramanlar” kitâbının yazarı Prof. Dr. Carlyle diyor ki: “Kur’ân-ı Kerîm okundukça, onun alelâde, gelişi-güzel bir edebî eser olmadığını hemen hissedersiniz. Kur’ân-ı Kerîm, kalpten gelen ve başka kalplere hemen nüfûz eden bir eserdir. Diğer bütün eserler, bu muazzam eser yanında çok sönük kalırlar. Kur’ân-ı Kerîmin göze çarpan ilk karakteri, onun doğru ve mükemmel bir yol gösterici, dürüst bir rehber olmasıdır. İşte bence Kur’ân-ı Kerîmin en büyük meziyeti budur. Bu meziyet, diğer bir çok meziyetlere de yol açmaktadır.”
Bartelemi Sentier de, “Muhammed’in Hayâtı” adlı eserinde şöyle diyor: “Kur’ân-ı Kerîme, Arap dilinin kıyâs kabûl etmez şaheseri gözüyle bakılabilir. Şeklin düzgünlüğü ve güzelliği, bütün âlemin sözbirliği ile belirttiği gibi, konusunun büyüklüğüne eştir. Fikirlerden önce kalpler ona sarılır.”
Bernart Smith ise, aynı ismi taşıyan “Muhammed’in Hayâtı” adlı eserinde: Kur’ân-ı Kerîm, Muhammed’in dâimî mu’cizesidir ve hakîkaten Kur’ân bir mu’cizedir” sözlerini söylemiştir.
[Muhammed aleyhisselâmın hak Peygamber olduğunu bildiren şâhidler, mu’cizeler pek çoktur. Ona tâbi’ olan, onun izinde giden ümmetinin Evliyâsında hâsıl olan kerâmetler de, hep onun mu’cizeleri sayılmaktadır.
Onun mu’cizeleri, zamân bakımından üçe ayrılmıştır:
1) Mübârek rûhunun yaratılmasından, Peygamberliğinin bildirildiği zamâna (yani bi’setine) kadar olanlardır. Bunlara, “İrhâsât” ya’nî, “başlangıçlar” denir.
2) Bi’setten vefâtına kadar olan zamân içindekilerdir. Bu mu’cizelerin üç bin kadar olduğu bildirilmiştir.
3) Vefâtından kıyâmete kadar olmuş ve olacak şeylerdir.]
‘Bizi kendine çekiyor’
Prof. Dr. Edward Monte’nin şu sözleri de çok dikkat çekicidir: “Allahü teâlânın birliğini en temiz, en yüksek, en inandırıcı ve başka bir dîn kitâbının üstün gelemeyeceği bir dil ile anlatan kitâp, Kur’ân-ı kerîmdir.”
Dünyanın sayılı edebiyatçılarından olan Alman Goethe’nin, “Doğu-Batı Dîvânı” adlı eserindeki şu sözlerine de kulak verelim:
“Kur’ân-ı Kerîmin içinde pek çok tekrarlar vardır. Onu okuduğumuz zaman, bu tekrarlar bizi usandıracak sanılıyor, fakat biraz sonra bu kitâp, bizi kendisine çekiyor. Bizi hayranlığa ve sonunda büyük saygıya götürüyor.”
Gaston Kar da diyor ki: “İslâm dîninin kaynağı olan Kur’ân-ı Kerîmde, cihân medeniyetinin dayandığı bütün temeller bulunmaktadır. O kadar ki, bugün bizim medeniyetimizin Kur’ân-ı Kerîmin bildirdiği temel kurallardan kurulduğunu kabûl etmemiz gerekir.”
İngiliz râhibi Beowerth-Simith ise, “Muhammed ve Muhammed’e Bağlı Olanlar” adlı eserinde demiştir ki: “Kur’ân-ı Kerîm üslûp temizliği, ilim, felsefe ve hakîkat mu’cizesidir.”
Bu misâlleri çoğaltmamız mümkündür. Ancak bu sözler, mukaddes kitâbımız Kur’ân-ı kerîmin üstünlüğü, yüksekliği ve eşsizliği hakkında, insâf sâhibi kişilere gerekli işâreti vermektedir. Bu bakımdan biz bu makalemizde, bu sözlerle yetinip diğer bazı makalelerimizde, inşâallah konuyu başka yönlerden ele almak istiyoruz.
.
Kur’anı kerimdeki mecazlar
Her kelimenin belli bir manası vardır. Buna hakiki manası denir. Bir kelime, kendi hakiki manasında kullanılmayıp da, bir bağlantısı, ilişkisi bulunan başka bir manada kullanılınca, bu kelimeye Kinaye veya Mecaz denir. Kinaye, bir şeyi, açık anlamı başka olan kelimelerle anlatmaktır.
Kur’anı kerimde mecazi ifadeler çoktur. Müteşabih âyetler vardır. Bunlara görünen manayı vermek çok yanlış olur. Bilhassa Allahü teâlâ ile ilgili mecazlar, müteşabih olanlar daha önemlidir.
Allahü teâlâ hiçbir mahluka, yani hiçbir şeye benzemez. Çünkü, Kur’anı kerimde buyuruluyor ki:
(Leyse ke mislihi şeyün=Onun benzeri hiçbir şey yoktur.) [Şura 11]
(Sübhanekellahümme=Allahım, Seni noksan sıfatlardan tenzih eder, kemâl sıfatlar ile tavsif ederim.) [Yunus 10]
Peki Allahü teâlâ hiçbir şeye benzemediği halde, sanki benzediğini bildiren âyetlere ne denecek o zaman? Onlara müteşabih âyetler denir. Bunlardan bazısının meali şöyledir:
(Kıyamet günü yeryüzü Allahın kabzasında olur, gökler de sağ eliyle dürülür.) [Zümer 67]
(Yahudiler, Allah’ın eli bağlıdır, dediler. Hayır, Allah’ın iki eli de açıktır.) [Maide 64]
(Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir.) [Fetih 10]
(Doğu da Batı da Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü oradadır.) [Bekara115]
(Allah Arş’a istivâ edendir. Nerede olsanız, O sizinle beraberdir.) [Hadid 4]
(Allah yerin ve göklerin nurudur.) [Nur 35]
Bu âyetlerde bildirilen el, yüz ifadeleri, bir mahlukun eli veya yüzü gibi sanılabilir. Halbuki Allah hiçbir mahluka benzemez. İstiva kelimesi oturmak sanılırsa Allah mahluklara benzetilmiş olur ve yukarıdaki âyetlere aykırı olur. Nerede olursanız sizinle beraberdir ifadesi de mecazidir. Çünkü O mekandan münezzehtir. Son âyette Allah nur sanılır. Halbuki nur da yaratıktır. Kur’anda tevil gereken Kinaye, Mecaz ifade eden birçok âyet vardır. Birkaç örnek daha verelim:
Cima için lems=dokunmak kelimesi kullanılmıştır. (Kadınlara dokununca gusledin, su yoksa teyemmüm edin) [Maide 6], Kadınlar için libas=giysi kelimesi kullanılmıştır. (Kadınlar size, siz de onlara libassınız) [Bekara 187]
Zâlim köylüler için (zâlim köy) denmiştir. (Nisa 75), (Köy halkına sor) yerine, (köye sor) denmiştir. (Yusüf 82) Böyle ifadeler Türkçede de vardır. Mesela, (Şu sınıf tembel, şu sınıf çalışkandır) gibi. Sınıftan maksat öğrencilerdir.
Resulullaha, (Vahfid cenaheke lil mü’minin=Kanadını müminler için indir) buyuruluyor. (Hicr 88) [Resulullahın tek kanadı mı var? Elbette mecazdır. Yani şefkat et, tevazu göster demektir.]
(Körle gören [kâfir ile mümin] karanlıkla aydınlık [Bâtıl ile hak], gölge ile sıcak [cennetle cehennem] bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz. Elbette Allah, dilediğine işittirir. Sen kabirdekilere [inatçı kâfirlere] işittiremezsin, sen sadece bir uyarıcısın.) [Fatır 19-22 Celaleyn, Beydavi] Bu âyette, kâfire kör, mümine gören, cennete gölge deniyor. Resulullah kabirdekilere ne söyleyecek de işittirecek? Hâşâ bu abes, boş söz olmaz mı? Kabirdekileri niye hidayete kavuşturmaya uğraşsın ki? Hemen âyetin devamında, (Sen sadece bir uyarıcısın) buyuruluyor. Demek ki kabirdekilerden maksat, yaşayan inatçı kâfirlerdir. (Beydavi)
.
Kur’an-ı kerim değiştirilemez
Reşat Halife ve onun izinde gidenler, Kur’an-ı kerime itimadı sarsmak için Tevbe suresinin son iki âyeti fazla diyorlar. Kur’anın değiştiğini söyleyen kâfir olmaz mı?
CEVAP: Böyle bir şeyi Müslüman yaparsa kâfir olur, kâfir zaten kâfirdir, tekrar kâfir olmaz. Emirler yasaklar Müslüman içindir.
Önce Kur’an-ı kerimin bugünkü hale nasıl geldiğini bildirelim:
Yemame savaşında, Kur’an-ı kerimi hıfzedenler [ezberleyenler] şehid olup azalmaya başlayınca, Hz. Ömer, halife Hz. Ebu Bekr’e, Kur’an-ı kerimin yazılıp Mushaf haline gelmesini tavsiye etti. Hz. Ebu Bekir de, Resulullahın kâtibi olan Zeyd bin Sabit’e sureleri ayrı ayrı yazdırdı. Sonra, Eshab-ı kiramın ittifakı ile bir heyet tarafından bir mushaf yazıldı. Hz. Osman zamanında bu mushaftan, 6 adet daha yazılarak vilayetlere gönderildi. Bugün bütün İslam ülkelerinde mevcut olan Kur’an-ı kerimlerin tertibi ve şekli bu mushafa tam uygundur. O zamandan beri de bir tek harfi değişmemiştir. (Mirat-ı kâinat)
Kur’an-ı kerimin değiştiğini söylemek birkaç yönden küfür olur:
1- Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerimi hiç kimsenin değiştiremeyeceğini ve bunu bizzat kendisinin koruyacağını bildiriyor: (Rabbinin sözü doğruluk ve adaletle tamamlandı. Onun sözlerini [Kur’anı] değiştirebilecek [hiçbir şey, hiçbir kuvvet] yoktur.) [Enam 115]
(Kur’anı biz indirdik, elbette yine onu biz koruyacağız.) [Hicr 9]
(Kur’an, eşi benzeri olmayan bir kitaptır. Ona önünden, ardından [hiçbir yönden, hiçbir şekilde] bâtıl gelemez [hiçbir ilave ve çıkarma yapılamaz. Çünkü] O, kâinatın hamdettiği hüküm ve hikmet sahibi Allah tarafından indirilmiştir.) [Fussilet 41-42] [Kur’anı Allah indirdiği için, onu bozabilecek birisinin çıkamayacağı açıkça bildiriliyor. Diyelim ki 19’cu, Tevbe suresindeki iki âyeti veya başka âyetleri çıkarıp “Tam Kur’an” diye bir kitap bastırsa, piyasaya sürülünce, hile meydana çıkar ve hiç itibar görmez.]
Bu üç âyet-i kerimeye rağmen, Kur’an değişti demek çok büyük, çok çirkin bir iftira olur.
2- Kur’an-ı kerimi hâşâ Resulullah değiştirdi diyenler de çıkıyor. Bu, âlemlere rahmet olarak gönderilen son resul için çok çirkin iftiradır. Üzerinde durmak bile gerekmez. Bir âyet meali:
(Eğer o [peygamber] bize atfen, [Kur’ana] bazı sözler katsaydı, biz onu kuvvetle yakalayıp şah damarını koparır, helak ederdik, hiçbiriniz de buna engel olamazdınız.) [Hakka 44-47]
Resulullah değiştirdi diyen bu âyeti de inkâr etmiş olur.
3- Daha çok Rafıziler, “üç halife ile eshab değiştirdi” diyorlar. Üç halife, âyet-i kerimelerle övüldüğü gibi, eshabın tamamı da övülmektedir. Hepsinin cennetlik olduğunu bildiren bir âyet-i kerime meali:
([Eshab-ı kiramın] hepsine hüsnayı [Cenneti] vâdettik.) [Hadid 10]
Hepsi cennetlik olan bu kıymetli insanlara nasıl iftira edilebilir ki?
4- Mucize olması bakımından da değiştirilemez. İki âyet meali şöyledir:
(Kulumuza [peygambere] indirdiğimizden [Allah’tan geldiğinden] bir şüpheniz varsa, iddianızda doğru iseniz, Allah’tan gayri şahitlerinizi [bilginlerinizi] de yardıma çağırıp, haydi onun benzeri bir sure meydana getirin! Bunu yapamazsınız, asla yapamayacaksınız da.) [Bekara 23, 24]
(De ki: Bu Kur’anın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler toplanıp, birbirine destek de olsalar, yemin olsun ki yine de benzerini ortaya koyamazlar.) [İsra 88] (14 asırdır, din düşmanları, Allahı yalancı çıkarmak için uğraşmışsa da yapamadılar. 19’cular da bunu yapamaz.]
Kur’ân-ı kerîmdeki bazı ilmî hakikatler
Kur’ân-ı kerîmdeki fen ile anlaşılabilen bilgileri anlatan âyetlere, fen bilgilerine, fenne uygun mânâ vermek câiz ve lâzımdır. Bunu da ancak, hem din, hem de fen ilimlerinde mütehassıs olanlar yapabilirler.
Kur’ân-ı kerîmde, her çeşit ilim verileri objektif bir şekilde zikredilmiş ve bu ilimlerin konuları ve meseleleri, nâzil olduğu çağdaki anlayışa göre değil de, her çağın anlayışına hitap edecek şekilde ifâde edilmiştir.
İşin doğrusu şu ki, fen adamları, İslâm kitaplarını okuyunca, Kur’ân-ı kerîmin her tecrübeyi, her buluşu, daha önceden haber vermiş olduğunu görüp hayran kalıyorlar.
Fenni iyi bilen bir fen adamı, Allahü teâlânın varlığını inkâr edemez. Bazı fen adamlarının dinsiz olmalarına ise, hıristiyan papazlarının ve câhil halkın bâtıl inanışları ve yanlış anlayışları sebep olmuştur. Hıristiyanlığın akla ve ilme aykırı hükümlerini okuyan bazı ilim adamları şüpheye düşmektedirler.
İnsaflı fen adamları, eğer İslâm âlimlerinin, Kur’ân-ı kerîmden çıkardıkları, fenle ilgili bilgileri, bunların inceliğini, doğruluğunu okuyup anlasalar, hepsi de hakîkati görüp, seve seve müslüman olurlar.
“Size gökten rızık indiren O’dur”
Bugünkü makalemizde de, Kur’ân-ı kerîmdeki bazı ilmî hakikatlere değinmek istiyoruz.
1- Mü’min sûresinin 13’üncü âyet-i kerîmesinde meâlen, “Size, [varlığına ve birliğine delâlet eden] âyetlerini, mu’cizelerini gösteren, size gökten rızık indiren O’dur. Bu âyetlerden, işâretlerden Allaha inananlardan başkası ibret almaz” buyurulmuştur.
Buradaki, “gökten rızık indiren” ta’bîri, çok kerreler Mûsâ aleyhisselâm ve kavmi, çölde yolunu kaybettiği zaman, gökten inen “Kudret helvâsı” denilen ve bugün de susuz yerlerde peydâ olan “Manna” adlı şekerli maddeye işâret olabilir diyenler çıkmıştır. Fakat tefsîr kitaplarında, âyet-i kerîmenin, “Size gökten rızık indiren” kısmı, “Size gökten rızkınızın sebebi yağmur ve gayrilerini [kar, rutûbet] indiren Allahü teâlâdır” şeklinde tefsîr buyurulmuştur. Çünkü Allahü teâlâ, bizim rızkımızı hakîkaten semâdan indirmektedir.
Proteinler nasıl oluşuyor?
Bugün en büyük fen adamları, dünyada albüminlerin, proteinlerin nasıl meydana geldiğini şöyle îzâh etmektedirler:
“Yağmurlu günlerde yıldırım ve şimşeklerin tesîrleri ile havadaki oksijen ve azot birleşerek renksiz azot monoksit gazını meydana getirmekte, bu gaz tekrar oksijenle birleşerek, turuncu renkli azot dioksit, diğer taraftan yine yıldırım ve şimşeklerin tesîri ile havadaki rutûbet ve azottan, amonyak meydana gelmektedir.
Azot dioksit ise, rutûbetin tesîriyle nitrik aside dönüşmekte, bu sefer nitrik asit ile amonyak, yine havada bulunan karbonik asitle birleşerek amonyum nitrat ve amonyum karbonat hâsıl olmakta, meydana gelen bu tuzlar, yağmurla yer yüzüne inmektedir.
Yer yüzünde bu tuzlar toprakta bulunan kalsiyum tuzları ile birleşerek kalsiyum nitratı meydana getirmekte, bu tuz da bitkiler tarafından emilerek onların yetişmesine sebep olmaktadır. Bu nebâtâtı yiyen insanlarda ve hayvanlarda, o maddeler muhtelif proteinlere [ki bunların arasında albüminler de vardır] dönüşmekte ve bu hayvanların etlerini, sütlerini, yumurtalarını yiyen insanları beslemektedir.
O hâlde, insanların rızkı, Kur’ân-ı kerîmde bildirilmiş olduğu gibi, semâdan gelmektedir.”
2- Müslüman olan ünlü deniz araştırmacısı Fransız Kaptan Cousto şöyle anlatıyor:
“1962 senesinde Alman ilim adamları, Aden Körfezi ile Kızıldeniz’in birleştiği Mendeb Boğazında, Kızıldeniz’in suyu ile Hind Okyanusu’nun suyunun birbirine karışmadığını bildirmişlerdi.
Biz de, Atlas Okyanusu ile Akdeniz’in sularının birbirine karışıp, karışmadığını tetkîk etmeye başladık. Önce Akdeniz’in kendine hâs sıcaklığı, tuzluluğu ve yoğunluğu ile ihtivâ ettiği canlıları tesbît ettik. Aynı çalışmayı Atlas Okyanusu’nda tekrarladık. İki su kütlesi binlerce seneden beri Cebel-i Târık Boğazı’nda birleşiyordu. Bu vaziyette, iki su kütlesinin karışması ile tuzluluk, kesâfet [yoğunluk] gibi unsurların birbirine eşit, hiç olmazsa yakın olması îcâb ediyordu.
Hâlbuki her iki denizin en yakın kısımlarında bile deniz suyu kendi özelliğini koruyordu. Yani, iki denizin birleşme noktasında bir su perdesi, iki deniz suyunun birbirine karışmasına mâni oluyordu.
Bu hâli anlattığım Prof. Dr. Maurice Bucaille; bunda şaşılacak bir şey olmadığını, İslâmın kudsî kitabı Kur’ân-ı kerîmin bunu açık bir şekilde yazdığını söyledi. Hakîkaten bu hâl, Kur’ân-ı kerîmde dosdoğru açıklanıyordu. Rahmân sûresinin 19. ve 20. âyetlerinde meâlen buyuruluyor ki:
“Hak din İslâmiyeti seçtim”
“İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirlerine geçip karışmıyorlar.”
Âyet-i kerîmenin, tesbit ettiğim engeli, on beş asır önce beyân etmesi karşısında; “Bu âyetin ilmî bir mu’cize ve Kur’ân-ı kerîmin mutlaka Allahü teâlânın kelâmı” olduğuna inandım. Hak din olan İslâmiyeti seçtim. İslâm dîni, manevî gücü ile bana kaybettiğim oğlumun acısına dayanma sabrını verdi.”
Kâinatın yaratılışını tesâdüflerde arayanlar insâfa gelmelidirler.
.
Kur’an-ı kerimin benzeri
Sual: İsra suresinin 88. âyetinde, (De ki, insanlar ve cinler birbirlerine yardımcı olarak, bu Kur’anın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler, yemin olsun ki, yine de benzerini ortaya koyamazlar) deniyor. Amerika’da, Gerçek Furkan adında bir kitap yayınlandığına göre, Kur’andaki ifadenin yanlışlığı meydana çıkmadı mı?
CEVAP: Herhangi bir kitap yazılabilir; ama benzeri yapılamaz. Benzeri demek, (Onun yerini tutabilecek, aynı vasıflara haiz bir eser) demektir. Bir örnek verelim: Yumurta ikizleri olan ikiz kardeş, birbirinin benzeridir. Birini diğerinden ayırmak zor olur. İkiz kardeşe benzeyen bir robot yapılsa, bu, insan gibi iş yapsa, yürüse, konuşsa, gülüp ağlasa, canı ve diğer özellikleri olmadığı için, ikiz kardeşe benzerliği olmaz. Gözü olsa da, insan gibi göremez; kulağı olsa da, insan gibi işitemez. Yapma olduğu her bakımdan sırıtır; hatta böyle bir robot, sıradan bir insana bile benzemez. Buna rağmen, sırf kuru inadından dolayı, biz tam insanın benzerini yaptık demek, ilme ve akla zıt olur. Bu iddiasına, kendi bile inanmaz.
Bunun gibi, Arapça cümleleri kafiyeli ve vezinli olarak yazmakla da, Kur’an-ı kerimin benzeri yapılmış olmaz. Benzeri sayılabilmesi için, aynı icaz ve belagatın bulunması lazımdır. Ancak bu özelliklere sahip bir kitaba, benzeri denebilir. Bugüne kadar, böyle benzeri bir kitap yazılmamıştır, yazılması da mümkün değildir.
İslam âlimleri de buyuruyor ki:
Kur’an-ı kerim, Muhammed aleyhisselamın mucizelerinin en büyüğüdür ve insan sözüne benzemez. 1400 yıldan beri, dünyanın her tarafında bütün İslam düşmanları el ele vererek, mallar, servetler dökerek uğraştıkları halde, Kur’an-ı kerimin bir âyeti gibi söyleyemediler. Şimdi de, bütün güçleri ile çalıştıkları halde söyleyemiyorlar. Hele o zaman Araplarda, şiir, edebiyat, fesahat ve belagat, her şeyden ileri gidip, en güvendikleri başarıları olduğu halde, Kur’an-ı kerim karşısında, bir şey söyleyemediler. Kur’an-ı kerime böyle galebe çalamayınca, çokları insafa gelip Müslüman oldu
Kur’ân-ı kerîm şifâdır
Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî, 30 kişilik bir seriyye kumandanlığına getirilmişti. Yolda Müslüman olmayan bir Bedevî grubuna rastladılar ve onlara misâfir olmak istedilerse de kabûl edilmediler.
Müslümanlar onların yakınlarında istirahat ederlerken, bu Bedevîlerin reisleri hastalandı. Oradakiler, reislerini kurtarmak için birçok çârelere başvurdularsa da, şifâ hâsıl olmadı. Bedevîlerden bazıları, “Şu karşıda istirahat eden kâfileye gidip, akrep sokmasına karşı yapılacak tedâviyi soralım. Belki bilen vardır” dediler.
Birkaç kimse Eshâb-ı kirâma gelip hallerini arz ettiler. Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri dedi ki:
- Siz bizim talebimizi önce reddettiniz, bizi misâfir kabûl etmediniz. Hastanızı tedâvi ederim. Fakat, buna karşılık olarak sizden bir sürü koyun alırız.
Onlar da kabûl ettiler. Reisin yanına vardılar. Ebû Sa’îd-i Hudrî, yedi defa Fâtiha sûresini okudu. Okuma biter bitmez, reis hemen ayağa kalktı. Artık üzerinde hiçbir hastalık eseri kalmadı. Bedevîler, Eshâb-ı kirâma anlaştıkları sürüyü verdiler. Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri, “Bu sürüyü aramızda paylaşalım” diyen Eshâba dedi ki:
- Hayır! Peygamber efendimize bu hâdiseyi anlatırız, koyunları da kendilerine arz ederiz. Nasıl emir buyururlarsa öyle hareket ederiz.
Sefer dönüşünde, bu hâdiseyi anlattılar. Peygamberimiz;
- Fâtihanın bu kadar tesîrli bir duâ olduğunu sana kim öğretti? buyurarak taltif ettiler. Sonra doğru hareket ettiklerini açıkladılar.
Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî şöyle anlatır: “Bir gün, Peygamberimiz Eshâbına bir şeyler taksim ediyorlardı. Bir adam gelip, “Yâ Resûlallah! Adâlet üzere hareket et!” demez mi?!. Peygamberimiz de, “Ben adâlet etmezsem, kim eder?” buyurdu.
Bu hâdise esnasında Hz. Ömer de orada idi. Bu adama çok kızdı ve Resûlullaha dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Müsâade buyurursanız, şu adamın cezasını vereyim.
Resûlullah ona dönerek buyurdu ki:
- Hayır, bırak! Onun birtakım arkadaşları olacak ki, onlar sizin namazlarınızı, oruçlarınızı beğenmeyecek. Fakat onlar, bir ok, yayından nasıl çıkarsa, dinden öyle çıkacaklardır.
Bu esnâda, “İnsanlar içinde öyleleri vardır ki, sen zekâtı dağıtırken, seni kaşla gözle muâheze ederler” âyet-i kerîmesi nâzil oldu.
Kur’an-ı kerimin mucize oluşu
Sual: Diğer kutsal kitaplar, Allah tarafından gönderildiği halde, niye Kur’an gibi mucize değildir?
CEVAP: Kur’an-ı kerim, Muhammed aleyhisselamın mucizesidir. Allahü teâlâ, âlemlere rahmet olarak gönderdiği sevgili Peygamberine bu mucizeyi verdi ve kıyamete kadar devamlı kıldı.
Musa aleyhisselam zamanında, sihir yani büyü zirvedeydi, Allahü teâlâ Musa aleyhisselama, kâfirlerin sihirlerini bozacak, yaptıklarını yutacak şekilde, asasının ejderha olması mucizesini verdi.
Hazret-i İsa zamanında, tıp zirvedeydi. Hemen her hastalığın çaresi biliniyordu. İsa aleyhisselama, her hastalığı tedavi etme, ölüleri diriltme mucizesi verilmişti.
Peygamber efendimiz zamanında ise, edebiyat zirvede idi. Kur’an-ı kerim, mucize olarak indi. Âyetleri dinleyen, okuyan şairler hayret içinde kalıyorlar, bu insan sözü değil, diyorlardı. Kur’an-ı kerim, 23 senede, parça parça indi. Diğer semavi kitapların hepsi, bir anda indi, insan sözüne benziyordu ve lafızları mucize değildi. Onun için çabuk bozuldu, değiştirildi.
Kur’an-ı kerimde icaz ve belagat vardır. Yani az söz ile ve pürüzsüz ve kusursuz olarak, çok şey anlatılmaktadır. Harfleri ve kelimeleri, Arap harflerine ve kelimelerine benzediği halde, sözler ve cümleler, onların sözlerine ve şiirlerine ve hutbelerine hiç benzemiyor. Kur’an-ı kerimin yanında, onların sözleri, cam parçalarının elmasa benzemesi gibidir. Dil uzmanları bunu pek iyi görüp, hakkı teslim ediyorlar.
Kur’an-ı kerimde, bir vezin ve kalıp vardır. Bazı kelimeler çıksa veya eklense bu ölçü bozulur. Ehli, bunu hemen fark eder. Aruz vezni ile veya hece vezni ile yazılan şiirlerde de, ölçü ve kafiye vardır. Bunlar değişince, şiir değişmiş olur. Hazret-i Mevlana, yazılarının değişmemesi için, eserlerini şiir ile yazmıştır. Kur’an-ı kerimde, bu vezin olduğu için ve ayrıca Allahü teâlânın koruması altında olduğu için, değiştirilmesi mümkün olmaz. Diğer kitaplar için, böyle bir vaat yoktur. Onların, vezinleri de yok idi. İnsan sözü gibi idi. Bu bakımdan kolayca değiştirildi. Şu hatıra gelebilir: Niye Allahü teâlâ, o kitapları öyle indirdi de, Kur’an-ı kerimi farklı indirdi? Mülk Onundur, dilediğini dilediği gibi tasarruf eder, buna hiç kimse karışamaz. Musevilere iç yağını haram edip, Müslümanlara serbest bırakmıştır. Niye bırakmıştır? Hiç kimse, Allahü teâlâya, niye böyle yaptın diye sual soramaz. Hazret-i Âdem zamanında evlilik farklı idi. Niye değiştirdin demeye de hakkımız yoktur. Yaratıcının işine karışamayız.
Bir insan, Kur’an-ı kerimi ne kadar çok okursa okusun bıkmıyor, usanmıyor. Arzusu, hevesi, sevgisi ve zevki artıyor. Halbuki, Kur’an tercümelerinin ve başka şekillerde yazmalarının ve diğer bütün kitapların okunmasında, böyle arzu ve lezzet artması olmuyor. Usanç hasıl oluyor. Yorulmak başka, usanmak başkadır. Allahü teâlâ, niye aynı özelliği diğer kitaplara vermemiştir denilemez. Geçmiş insanların hallerinden birçok şey, Kur’an-ı kerimde bildirilmektedir. İleride olacak şeyleri bildirmektedir ki, bunlardan çoğu zamanla meydana çıkmış ve çıkmaktadır. Kimsenin hiçbir zamanda, hiçbir suretle bilemeyeceği ilimlerdir. Bu özellikleri, Allahü teâlâ, diğer kitaplara vermemiştir.
Misyonerler, (Madem İncil Allah kelamı ise, niye Allah onun değişmesine izin verdi de Kur’anın değişmesine izin vermiyor) diye soruyorlar. Yukarıda açıklandığı gibi, bu Allah’ın takdirine kalmış bir şey. Kur’an-ı kerime verdiği özellikleri diğer kitaplara vermemiştir. Dilediğini hidayete kavuşturur, dilediğini dalalette bırakır. Kimine oğlan verir kimine kız. Kimine de, hiç vermez. Allahü teâlânın takdirine kimse bir şey söyleyemez.
Ebedilik sıfatı
Sual: Kur’an-ı kerimde, kâfirlerin Cehennemde, müminlerin Cennette ebedi kalacağı bildiriliyor. Böyle olunca, Allahü teâlâdan başka şeyler için de ebedilik sıfatı kullanılmış olmaz mı?
CEVAP: Bunların var olmaları, varlıkta durmaları, kendilerinden olmadığı gibi, ebedi olmaları da, kendilerinden değildir. Bunları ebedi yapan Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, “Ol!” derse var olur, “Yok ol!” derse yok olur. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Mahlûkların yok olacaklarına inanmak, yoktan var edildiklerine inanmak gibi imanın şartıdır. (Arş, Kürsi, Levh, Kalem, Cennet, Cehennem ve Ruh denilen mahlûklar yok olmayacak, sonsuz var olacaklardır) ifadesi, bunlar yok olamaz demek değildir. Allahü teâlâ, var etmiş olduğu şeylerden, dilediklerini tekrar yok edecek, dilediklerini de, yalnız kendi bileceği fayda ve sebeplerden dolayı, hiç yok etmeyecek, bunlar ebedi, yani sonsuz var olacaklardır demektir. Allahü teâlâ, dilediğini yapar ve istediğini emreder. Demek ki, âlem yani her şey, Allahü teâlânın dilemesi ve kudretiyle vardır. Var olmaları için ve varlıkta kalmaları için, Allahü teâlâya muhtaçtır; çünkü baki olmak demek, varlığın her an devam etmesi demektir. Başka bir şey olmak demek değildir. Hem var olmak, hem de varlıkta kalabilmek, Allahü teâlânın iradesi, dilemesiyle olur. (3/57)
.
Kur'ân-ı Kerîm Bilgileri 22 HAZİRAN 1994
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde, (Benim kitâbım Arabî'dir) diyor. (Muhammedaleyhisselâma, bu Kur'ânı Arabî dil ile indirdim.) buyuruyor. Allahü teâlânın melek ile indirdiği kelimelerin, harflerin ve ma'nâların toplamı Kur'ândır. Böyle olmıyan kitaplara, Kur'ân-ı kerîm denemez. Bu kitaplara Kur'ân diyen müslümanlıktan çıkar. Kâfir olur. Başka dile, hattâ Arabî'ye çevrilirse, Kur'ân açıklaması denir. Ma'nâsı bozulmadan da, bir harfi bile değişince, Kur'ân olmaz. Hattâ hiçbir harfi değişmeden, okunmasında ufak değişiklik yapılırsa, Kur'ân denmez. Derme çatma tercümeleri okuyan gençler, Kur'ân-ı kerîmi, mitolojik hikâyeler, lüzumsuz, faydasız düşünceler, bayağı sözler sanır. Kur'ândan, islâmdan soğuyup, kâfir olur. Demek ki, gençlerin önüne Kur'ân tercümelerini sürerek, Öztürkçe Kur'ân okuyunuz, yabancı dil olan Arapça Kur'ânı okumayınız, sözlerinin, müslüman yavrularının, şehîd evlâdlarının dinsiz yetişmesini istiyen islâm düşmanlarının yeni bir taktiği, hîlesi olduğu muhakkaktır. Kur'ân-ı kerîmde üç kısım bilgi vardır. Allahü teâlâ bunlardan; Birincisini, hiçbir kuluna bildirmemiştir. İkinci kısım bilgileri, yalnız Muhammed aleyhisselâma bildirmiştir. Bu yüce Peygamberden ve O'nun vârisi olan râsih âlimlerden başka kimse bunları anlıyamaz. Müteşâbih âyetler böyledir. Üçüncü kısım bilgileri, Peygamberine bildirmiş ve ümmetine öğretmesini emir buyurmuştur. Bu ilimler de kendi arasında ikiye ayrılır. Bu ilimlerin birincisi, geçmiş insanların hâllerini bildiren kıssalardır. İkincisi, dünyada ve âhırette yaratmış olduğu ve yaratacağı şeyleri bildiren haberlerdir. Bunlar, ancak Resûlullahın bildirmesi ile anlaşılır. Akıl ile, tecrübe ile anlaşılamaz. Üçüncü kısım bilgilerin ikincileri, akıl, tecrübe ve Arabî ilimler ile anlaşılabilir. Kur'ân-ı kerîmden ahkâm çıkarmak ve fen bilgilerini anlamak böyledir. Bu kısım bilgilerden, mahlûkları inceleyerek, Allahü teâlânın var olduğu ve bir olduğu çıkartılmıştır. Kur'ân-ı kerîmin içindeki bilgilerden ancak bir kısmı bu günkü insanlar tarafından bulunabilmiştir. Halbuki, bu ilmî ve fennî esâslar, 1400 sene evvel Kur'ân-ı kerîmde bildirilmiştir. Meselâ, dünyanın nasıl meydana geldiği hakkındaki modern bilgiler, 50-60 sene öncesine kadar bilinmiyordu. Kur'ân-ı kerîmde Enbiyâ sûresi 30-33. âyet-i kerîmelerinde meâlen, "İnkâr edenler, gökler ve yer küresi birbirlerine yapışık iken onları ayırdığımızı bilmezler mi?" Yâsîn sûresinde meâlen, "Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yaratan O'dur. Bunların her biri bir yörüngede yürür." buyuruldu. Cenâb-ı Hak, modern bilgilerin ancak 50-60 sene evvel meydana çıkarabildikleri dünyanın kuruluş prensibini bundan tam 1400 sene evvel insanlara bildirmiştir. Bugün Modern biyologlar, "Bütün canlılar sudan gelmektedir ve ilk canlılar suda teşekkül etmiştir." demektedirler. Fakat, onların yeni buldukları bu hakîkat, Kur'ân-ı kerîmde 1400 sene evvel açıklanmıştır. Meselâ, "İnkâr edenler, bütün canlıları sudan yarattığımızı bilmezler mi?" (Enbiyâ sûresi: 30) "İnsanı sudan yaratarak soy sop veren Allahtır. " (Fürkân sûresi: 54) "Yerin yetiştirdiklerinden ve kendilerinden ve bilmedikleri bir çok şeylerden çift çift (Ya'nî bol bol) yaratan Allahın ismini üstün tut!" (Yâsîn sûresi: 30) Burada, bitki ve hayvanat bilgilerine, fakat bunların yanında (bilmedikleri şeyler) diye insanların ancak zamanla ve yavaş yavaş bulabildikleri atom enerjisi gibi yeni kaynakları inceleyen ilim adamlarına îmâlar vardır. Nitekim cenâb-ı Hak, Rûm sûresinin 1. ve 4. âyetlerinde meâlen, "Gökleri ve yerleri yaratması, renklerinizin ve dillerinizin ayrı olması, O'nun varlığının delillerindendir. Doğrusu burada bilenler (İlim adamları) için dersler vardır." buyuruyor. Bu sözler bu gün genetik ile uğraşan ilim adamlarına bir işârettir. Demek oluyor ki, (dil ve renk farklarında) henüz bizim bu gün daha bulamadığımız bazı incelikler vardır. Zamanla meydana çıkmaktadır.
.Kur'ân-ı kerîm bilgileri 5 EYLÜL 1995
Kur'ân-ı kerîmde dört şey bildirilmektedir: Îmân, Ahkâm, Kısas ve Ahbâr. İnanılması lâzım olan bilgilerde hiç değişiklik olamaz. Her Peygamberin, her ümmetin inanışı hep aynıdır. İnanışları arasında hiç ayrılık yoktur. İkincisi olan ahkâm, Allahü teâlânın emirleri ve yasaklarıdır. Dört mezheb âlimlerinin fıkıh kitaplarında bildirdiği bilgiler bu emir ve yasaklardır. Kısas demek, geçmiş insanların, ümmetlerin hâllerini, yaşayışlarını anlatmak demektir. Ahbâr ise, geçmişte olmuş ve gelecekte olacak şeyler demektir. Meselâ, canlıların su ile yaşadığı, kıyâmet alâmetleri, Cennette akar suların bulunduğu haber verilmiştir. Kısas ve haberlerde değişiklik olmaz. Bunlar arasında, birkaç türlü anlaşılabilen bir bilgiyi, açıkça bildirilmiş olan başka bilgi ile çatışmayacak şekilde anlamalıdır. Burada akla düşen vazîfe, böyle bilgileri, açıkça anlaşılabilene uygun anlamaktır. His organları ile anlaşılan şeylerin bir sınırı vardır. Bu sınırların dışında olan bilgiler his organlarımız ile anlaşılamaz veya yanlış anlaşılır. Bundan başka, insanların hissetme kuvvetleri çok yerde hayvanlardan daha zayıftır. His organlarımız ile anlıyamadığımız şeyleri, akıl ile bulur, anlarız. Bunun gibi aklın da bir anlayış sınırı vardır. Bu sınırın dışında olan bilgileri, akıl bulamaz ve anlıyamaz. Akıl, erişemediği şeyleri anlamağa kalkışırsa yanılır, aldanır. Böyle bilgilerde akla güvenilemez. Meselâ, Allahü teâlânın sıfatları, Cennette ve Cehennemde olan şeyler, ibâdetlerin nasıl yapılacağı ve din bilgilerinin çoğu böyledir. Akıl bunlara eremez. Bu bilgilerde akıl ile nakil çatışırsa, nakle uyulur, aklın yanıldığı anlaşılır. Fen bilgileri, his organları ile ve bu organlara yardımcı âletlerle gözetliyerek, inceliyerek ve hesâb ederek ve deneyerek anlaşılan bilgilerdir. Bunların hepsi akıl ile, zekâ ile yapılır. Hepsinde aklın bulduğuna güvenilir. Nakil ile fen bilgisinde çatışma olduğu zaman, akla uyulur. Ya'nî nakil, akla uygun olarak açıklanır. Müslümanlığın temeli, Allahü teâlânın birliğine ve Allahın peygamberi olan Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği belli olan ahkâmın, ya'nî emirlerin ve yasakların hepsini Allahtan getirmiş olduğuna inanmaktır. Ya'nî emirleri yapmak ve yasak edilenleri yapmamak îmânın şartı değil ise de, yapmak ve yapmamak lâzım olduğuna inanmak îmânın şartıdır. Bu bilgileri, akıl da, his organları da, fen de anlıyamaz. Îmân bilgilerinde akla, fenne danışılmadan, peygamberler nasıl bildirdiyse, âlimler nasıl açıkladıysa öylece inanılır. Böyle îmânı olmayan, ya'nî müslüman olmayan kimseye (kâfir) denir. Kâfirler, ne kadar iyi iş ve insanlara faydalı buluşlar yapsa da, âhırette azâbdan kurtulamaz. İbâdetler ve bütün iyi işler kıymetli ise de, bunları yapmak, bunlar îmânın yanında ikinci derecede kalır. Îmân temeldir. Îmân ile birlikte olan işlerin dünyada da, âhırette de, faydaları vardır. İnsanı saâdete ulaştırırlar. Îmânsız olan iyi işler insanı dünyada saâdete kavuşturabilir. Âhırette faydası olamaz. Nûr sûresi otuzdokuzuncu âyetinde meâlen, (Kâfirlerin dünyada yaptıkları iyi işleri, insanlara faydalı keşifleri, çölün ilerisinde görünen serâba benzer. Susuz kalan adam onu uzaktan su sanır. Fakat, yanına varınca, umduğunu bulamaz. Kâfirler de, kıyâmet günü, dünyada yaptıkları iyilikleri serâb gibi yapan, ya'nî yok eden Allahı bulur ve hesâbını O'na verir) buyurulmaktadır. İbrâhîm sûresi onsekizinci âyetinde de meâlen, (Allaha îmân etmeyenlerin yaptıkları fâideli işler, fırtınalı bir günde rüzgârın savurduğu küller gibidir. Âhirette o işlerin hiçbir faydasını bulamazlar) buyurulmaktadır.
.
..Arapça bilen anlayabilseydi... 17 Şubat 1998
Kur’an-ı kerimin muhatabı, Peygamber efendimizdir. Onun muhataplığını kabul etmemek, İslâm dinini kabul etmemekle eş anlamlıdır. Allahü teâlâ, insanların dünyada ve ahirette rahat ve huzur içinde olmaları için, yalnız kitap göndermekle kalmayıp, peygamberler de gönderdi. İnsanların, kendi akılları ile, mantıkları ile dünya ve ahiret huzurunu bulmaları mümkün değildir. İnsanlar, dünya ve ahiret saadetini kendileri görebilselerdi, bulabilselerdi, Allahü teâlâ, hâşâ, peygamberleri boş yere ve lüzumsuz göndermiş olurdu. Hiçbir akıl, ahiret bilgilerini bulamayacağı, çözemeyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asırda, dünyanın her tarafına, peygamber göndermiş ve en son ve kıyamete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, peygamber olarak, Muhammed aleyhisselamı göndermiştir. Kur’an-ı kerimin muhatabı Muhammed aleyhisselam olmasaydı, bizim Kur’an-ı kerimi okuyup, dünya ve ahiret saadetini buradan çıkarmamız mümkün olmazdı. Çünkü, Kur’an-ı kerimin muhatabı, Peygamber efendimizdir. Onun muhataplığını kabul etmemek, İslâm dinini kabul etmemekle eş anlamlıdır. Gönderdiği kitabı açıklamak için, eğer peygambere lüzum olmasaydı, Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerimi gönderir, “İndirdiğim kitapta, hayatınızı benim rızama ve irademe uygun bir şekilde yönlendirmek için, ihtiyaç duyduğunuz bütün hükümler ayrıntılı olarak belirtilmiştir. O kitabı alın ve onunla amel edin” buyururdu. Bu durumda, insanlar arasında birtakım kulları elçi olarak seçip, onları, indirdiği vahyi insanlara açıklamakla görevli kılmasına gerek kalmazdı. Allahü teâlâ böyle yapmayıp da, Kitabını, peygamber vasıtasıyla insanlara ilettiğine göre, Onu başka bir kısım meziyetlerle donatması, Kur’anın dışında, diğer insanlara vermediği bazı bilgileri de Ona vermiş olması da gerekir. Aksi hâlde rahatça anlaşılabilecek mufassal bir kitabı, anlayıp, içindeki hükümlerle gereği gibi amel edebilmek için, insanlar neden bir elçiye ihtiyaç duysunlar? Bütün peygamberler, akıl ile bulunacak dünya işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup faydalanmak için çalışmayı emir ve teşvik buyurmuş, kendileri dünya işlerinden her birinin, insanları ebedî saadete ve felakete nasıl sürükleyebileceklerini anlatmış ve Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmişlerdir. İslâmiyette aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan birşey yoktur. Ahiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibadet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce peygamberin gönderilmesine lüzum kalmazdı. Peygamberimizin, kitaplarımızda yazılı ilim, sıhhat, fen, ahlâk, hak, adalet ve bütün saadet kollarını kavrayan ve bindörtyüz seneden beri dünyanın her tarafında gelmiş, ilim, tecrübe ve akıl sahiplerini hürmet ve hayranlıkta bırakan emirlerinde, hiçbir kimse tarafından bir kusur ve hata bulunmamıştır. Tam akıl, şaşmayan, yanılmayan akıldır. Değil aklın erişemeyeceği şeylerde, kendi günlük işlerinde bile, hiç yanılmadığını kim iddia edebilir? Böyle bir iddiaya, kimse inanır mı? Yeryüzünde hiç bozulmayan ve değiştirilemeyecek birşey vardır ki, o da Allahü teâlânın Kur’an-ı kerimi ve Resulullahın hadis-i şerifleri, yani mübarek sözleridir. Hadis-i şerifler olmasaydı... Hadis-i şerifler, rastgele insan sözü değildir ve vahiy ile bildirilmiş sözlerdir. Kur’an-ı kerimin açıklamasıdır. Bu açıklamalar olmasaydı, bizim Kur’an-ı kerimi tam olarak anlamamız mümkün olmazdı. Çünkü, arapça bilmekle Kur’an-ı kerim anlaşılamaz. Anlaşılabilseydi, açıklamaya, peygambere lüzum kalmazdı. Bununla ilgili örnekler çoktur. Mesela, cuma ile ilgili ayette, sadece, “Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrı yapıldığında, Allahı anmaya koşun...” buyurulmaktadır. Eğer Peygamber efendimiz bildirmeseydi, bu ayette zikredilen “Namaz”ın, “Cuma namazı” olduğunu nereden bilecektik? Hangi Kur’an ayetine dayanılarak, bu namazın beş vakit namazdan herhangi biri değil de, “Cuma namazı” olduğunu ve farzının da iki rekat olduğunu bilecektik? Yine Kur’an-ı kerimin herhangi bir yerinde “hutbe”den kesinlikle söz edilmediğine göre, farz olan hutbenin okunacağını nasıl bilecektik?
.
Kur’an-ı kerimde sayı yok mu?
Bazı kimseler; (üç ihlas okumak, 33 kere sübhanallah demek, on gün oruç tutmak gibi sayı bildiren şeylerin hepsi uydurmadır, Kur’anda sayı bildiren hiçbir şey yoktur) diyorlar. Halbuki gerek ayet-i kerime ve gerekse hadis-i şeriflerde sayı bildirilmiştir. Birkaç örnek verelim. Kur’anı kerimde mealen buyuruluyor ki [özet olarak]:
(Kurban kesemeyen kimseye, hac esnasında 3 gün ve döndüğünde 7 gün olmak üzere, 10 gün oruç tutmak gerekir.) [Bakara 196]
(Ölen kimselerin hanımları, [evlenmeden önce] 4 ay on gün iddet bekler.) [Bakara 234]
(Boşanan kadınlar, [evlenmeden önce] 3 aybaşı hali bekler.) [Bakara 228]
(Yeminin kefareti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından 10 fakiri yedirmek veya giydirmek yahut bir köle azat etmektir. Bulamayan 3 gün oruç tutmalıdır.) [Maide 89]
(Ay halinden kesilen kadınlar ile henüz ay hali görmeyenlerin iddetleri 3 aydır; hamilelerin iddeti, doğuma kadardır.) [Talak 4]
(Bir iyiliğe 10 katı sevap, bir kötülüğe ise misli kadar ceza verilir.) [Enam 160]
(Kur’anı peygamber uydurdu diyenlere “Haydi siz de onun gibi 10 sûre getirin” de.) [Hud 13]
Görüldüğü gibi, Kur’an-ı kerimde sayılar vardır. Niye 4 değil de 3 gün oruç, niye 11değil de 10 fakir demeye kimsenin hakkı yoktur. Allahü teala dilediği gibi emreder. Hadis-i şeriflerde de buyuruluyor ki:
(3 gece ateşlenen, günâhlarından anadan doğduğu gün gibi temizlenir.) [Deylemî]
(Ayda üç gün oruç tutan, ayın hepsini oruçlu geçirmiş gibi olur.) İbni Asakir
(Meste mesh müddeti, misâfir için 3 gün, 3 gece; mukîm için bir gün bir gecedir.) [Tirmizî]
(Bismillâhillezî lâ yedurru .... duâsını sabah 3 kere okuyana akşama kadar, akşam okuyana da, sabaha kadar hiç belâ gelmez.) [İbni Mace]
(Bir gün ilim öğrenmek, 3 ay oruç tutmaktan daha hayırlıdır.) [Deylemî]
(Her namazdan sonra; 3 kere “Estagfirullahelazim ellezi la ilahe illa huv el-hayyel-kayyume ve etubü ileyh” okuyanın, bütün günahları affolur.)
(Namaz sonunda, 3 kez Sübhane Rabbike ayetini okuyan çok sevaba kavuşur.) [Taberânî]
(Sabah-akşam 7 kez, “Hasbiyallahü la ilahe illa hu, aleyhi tevekkeltü ve hüve Rabbül-arşil-azim” okuyan dünya ve ahiret sıkıntılarından kurtulur.) [İbni Sünni]
(Cuma namazından sonra, 7 kere “İhlas ve Muavvizeteyn” okuyan, bir hafta kazadan, belâdan ve kötü işlerden korunur.) [İbni Sünni]
(Sabah veya akşam namazını kıldıktan sonra, 7 defa “Allahümme ecirni minennar” diyen, o gün ölürse cehennemden korunur.) [Nesâî]
(Cuma günü 80 salevat getirenin, 80 yıllık günahı affolur.) [Dare Kutni]
(Her namazdan sonra 33 sübhanallah, 33 elhamdülillah, 33 Allahü ekber sonra, “La ilahe illallahü vahdehü la şerike leh lehül-mülkü ve lehül-hamdü ve hüve ala külli şeyin kadir” diyen kimsenin deniz köpüğü kadar günahı olsa da affedilir.) [Müslim]
.
MUCİZELERİN EN BÜYÜĞÜ
Sual: Peygamber efendimizin mucizelerinin en büyüğü nedir?
CEVAP
Kur’an-ı kerimdir. Bugüne kadar gelen bütün şairler, edebiyatçılar, Kur’an-ı kerimin nazmında ve manasında aciz ve hayran kalmışlardır. Bir âyetin benzerini söyleyememişlerdir. İ’cazı ve belagati insan sözüne benzemiyor. Yani, bir kelimesi çıkarılsa veya bir kelime eklense, lafzındaki ve manasındaki güzellik bozuluyor. Bir kelimesinin yerine koymak için, başka kelime arayanlar bulamamışlardır. Nazmı Arap şairlerinin şiirlerine benzemiyor.
Geçmişte olmuş ve gelecekte olacak nice gizli şeyleri haber vermektedir. İşitenler ve okuyanlar, tadına doyamıyorlar. Yorulsalar da, usanmıyorlar. Okuması veya dinlemesi, sıkıntıları giderdiği sayısız tecrübelerle anlaşılmıştır. İşitenlerden kalblerine dehşet ve korku çökenler, bu sebepten ölenler bile görülmüştür. Nice azılı İslam düşmanları, Kur’an-ı kerimi dinlemekle, kalbleri yumuşamış, imana gelmişlerdir. İslam düşmanlarından ve muattala, melahide ve karamita denilen müslüman ismini taşıyan zındıklardan Kur’an-ı kerimi değiştirmeye, bozmaya ve benzerini söylemeye çalışanlar olmuş ise de hiçbiri, arzularına kavuşamamıştır.
Bütün ilimler ve tecrübe ile bulunamayacak güzel şeyler ve iyi ahlak ve insanlara üstünlük sağlayan meziyetler ve dünya ve ahiret saadetine kavuşturacak iyilikler ve varlıkların başlangıcı ve sonu hakkında bilgiler ve insanlara faydalı ve zararlı olan şeylerin hepsi Kur’an-ı kerimde açıkça veya kapalı olarak bildirilmiştir. Kapalı olanlarını, erbabı anlayabilmektedir.
Semavi kitapların hepsinde, Tevrat’ta, Zebur’da ve İncil’de bulunan ilimlerin ve esrarın hepsi Kur’an-ı kerimde bildirilmiştir. Kur’an-ı kerimde mevcut ilimlerin hepsini ancak Allahü teâlâ bilir. Çoğunu sevgili Peygamberine bildirmiştir.
Kur’an-ı kerimi okumak çok büyük bir nimettir. Allahü teâlâ, bu nimeti Habibinin ümmetine ihsan etmiştir. Melekler bu nimetten mahrumdurlar. Bunun için, Kur’an-ı kerim okunan yere toplanıp dinlerler. Bütün tefsirler, Kur’an-ı kerimdeki ilimlerden çok azını bildirmektedirler. Kıyamet günü, Peygamber efendimiz minbere çıkıp Kur’an-ı kerim okuyunca, dinleyenler bütün ilimlerini anlayacaklardır.
Mucize olarak onlara Kur’an yetmez mi?
Kur’an-ı kerim misli olmayan büyük bir mucizedir. Aşağıda beyan edeceğimiz gibi, içinde en derin ilmi ve fenni bilgiler, bütün dünyada bugüne kadar yapılmış medeni kanunlara numune teşkil edecek ilmi ve hukuki esaslar, eski tarihe ait birçok bilinmeyen malumat, insanlara verilebilecek en büyük ahlak esasları, nasihatler, dünya ve ahiret hakkında en mantıki izahat esasları ve bunlara benzer, o zamana kadar hiçbir kimsenin bilmediği, bilemediği, tasavvur bile edemediği hususlar vardır. Bunlar, kimsenin söyleyemeyeceği yüksek bir ifade ile beyan edilmiştir.
Peygamber efendimiz ümmi idi. Yani kimseden bir şey okumamış, öğrenmemiş, hiç bir şey yazmamıştı. Âyet-i kerimede mealen buyuruluyor ki:
([Ey Muhammed “aleyhisselam”! Bu Kur’an-ı kerim sana indirilmeden önce] Sen daha önce bir kitaptan okumuş ve elinle de onu yazmış değildin. Eğer öyle olsaydı bâtıla uyanlar şüpheye düşerlerdi.) [Ankebut 48]
[Müşrikler, Kur’an-ı kerimi, başkasından öğrenmiş veya önceki semavi kitaplardan almış derlerdi. Yahudiler de, Onun vasfı Tevrat’ta ümmi olarak bildirilmiştir, bu ise ümmi değil diye şüpheye düşerlerdi.]
Kur’an-ı kerim, Allahü teâlâ tarafından vahiy edilen muazzam bir eserdir. Şimdi bunu tetkik edelim:
Bir yeni peygamber zuhur edince, onun etrafında toplanan halk, ondan mucizeler bekler. Gerek Musa aleyhisselam, gerek İsa aleyhisselam peygamberliklerini ispat etmek için mucizeler göstermek zorunda kaldılar. Hakikatte bu mucizeler, ancak Allahü teâlânın emir ve müsaadesi ve yaratması ile meydana geldi. Bizim gibi insan olan Peygamberler, kendiliklerinden mucize yapamazlar. Mucize, ancak Allahü teâlâ tarafından yaratılır. Peygamberler ancak, Allahü teâlânın yarattığı mucizeleri insanlara gösterirler.
Allahü teâlâ, Peygamber efendimize en büyük mucize olarak (Kur’an-ı kerimi) vahiy etmiştir. Kur’an-ı kerim, mucize olduğu muhakkak olan en büyük kitaptır. Halbuki insanlar, Muhammed aleyhisselamdan, semadan bir kitap indirilmesini veya bir dağı altuna çevirmesini istiyorlardı. Âyet-i kerimelerde mealen buyuruluyor ki:
(“Ona Rabbinden (başkaca) mucizeler indirilmeli değil miydi?” derler. [Ey habibim] Sen onlara de ki, mucizeler Rabbimin katındadır. [Allahü teâlânın kudreti ve iradesi ile olur. Ne zaman ve nasıl isterse öyle yaratır. Bunları yapmak benim elimde değildir.] Doğrusu ben ancak Onun azabını size tebliğ edici, haber vericiyim. Kur’an gibi bir kitabı sana indirmiş olmamız, onlara [mucize olarak] yetmez mi? Elbette inanan kavim için, onda rahmet ve ibret vardır.) [Ankebut 50,51]
O halde, Muhammed aleyhisselamın en büyük mucizesi, Kur’an-ı kerimdir. (Bu Allah kitabı değildir, onu Muhammed yazmıştır) diyebileceklere karşı da, Allahü teâlâ, yukarıda meal-i şerifini bildirdiğimiz, Ankebut suresinin kırksekizinci âyetinde cevap vermiştir. Böyle şüphelere mahal bırakmamıştır.
Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselamın ümmi, yani okuma yazma öğrenmemiş olduğunu bildirmiş ve bu sebepten Kur’an-ı kerimin ancak Allahü teâlâ tarafından vahiy edilebileceğinin anlaşılmasını dilemiştir.
Allahü teâlâ, Nisa suresinin 82. âyetinde mealen, (Hâlâ Kur’an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer Allah’tan başkasından gelmiş olsaydı, onda birçok tutarsızlık bulurlardı) buyurulmuştur. Allah kelamı olmadığını öğrendiğimiz bugünkü (Kitab-ı mukaddes)de, Tevrat ve İncillerde pek çok ihtilaflar vardır. Bu da, bunların asılları bozularak sonradan, insan eliyle yazılmış olduklarını ispat etmektedir.
Şimdi, Kur’an-ı kerimin büyük bir mucize olduğunu beraber görelim.
Bir kitabın mucize olması için, onun çok belagatli bir lisanla yazılmış olması, kimsenin o zamana kadar bilmediği, duymadığı hakikatleri, hikmetleri ortaya koyması ve eserin hiçbir kimsenin yapamayacağı bir tarzda tertip edilmiş bulunması lazımdır.
Kur’an-ı kerimin lisanının belagati hakkında çok misal verilmiştir. Bu husus, esasen bütün dünya tarafından kabul edilmiştir. Kur’an-ı kerimin belagatini inkâr eden tek insan yoktur.
Kur’an-ı kerimde, o zamana kadar hiç bilinmeyen hususlar zikredilmiş midir? Bunu tetkik edelim:
Bugün dünyamızın nasıl meydana geldiği hakkında büyük ansiklopedilerde ve fen adamlarının kitaplarında şu malumat vardır:
(Milyarlarca sene evvel, bütün kâinat [Evren] bir tek parçadan ibaret idi. Bu tek parçanın ortasında birdenbire büyük bir infilak oldu ve bu tek parça birçok parçalara ayrıldı. Parçaların her biri başka bir cihete doğru gidiyordu. Nihayet, bu parçaların bazıları birbirleriyle birleşerek muhtelif seyyareler [gezegenler] ve ayrı ayrı galeksiler [saman yolları], güneşler ve peykler [aylar] meydana getirdiler. Artık Fezada [uzayda] bu ilk patlamaya karşı bir mukavemet kalmadığından, bu seyyareler ve uydular ve bunların içinde bulundukları galeksiler fezada kendi mahreklerinde [yörüngelerinde] devr etmeye [dönmeye] ve yüzmeye devam ettiler. Dünya, içinde güneşin de bulunduğu bir galeksidir. Kâinatta sayılamayacak kadar çok galeksiler vardır. Kâinat, gittikçe genişleyen bir manzume [sistem]dir. Galeksiler yavaş yavaş dünyadan uzaklaşmaktadır. Çünkü, Kâinat, genişlemektedir. Bir kere, süratleri ziyanın süratine varırsa, artık öteki galeksileri görmemize imkan kalmayacaktır. Şimdiden, daha kuvvetli teleskoplar yapmaya mecburuz. Zira, bir müddet sonra, onları göremiyeceğimizden korkmaktayız) diyorlar.
Kendileri ile görüştüğümüz fen adamlarına, (Bu neticeye ne zaman vasıl oldunuz?) dediğimiz zaman, (Şöyle böyle 50-60 seneden beri, bütün dünya fen adamları bu kanaatlerde birleşmiştir) demektedirler. 50-60 sene, dünya hayatında çok kısa bir fasıladır.
Şimdi hemen bu hususta âyet-i kerimelerde ne buyurulduğuna bakalım:
(İnkâr edenler, gökler ve Erd küresi birbirlerine yapışık iken onları ayırdığımızı bilmezler mi?) [Enbiya 30]
(İnkâr edenlere bir delil de, gecedir. Biz, ondan gündüzü sıyırıp çekeriz de onlar karanlıklara gömülürler. Güneş, kendisi için belirlenen yerde akar (döner.) [Yasin 37,38]
Demek oluyor ki, Allahü teâlâ, fen adamlarının ancak 50-60 sene evvel meydana çıkarabildikleri dünyanın yaratılışını bundan tam 1400 sene evvel insanlara bildirmiştir.
Şimdi yine fen adamlarına dönelim:
Biyologlar: (Bugün hayatın nasıl meydana geldiğini şöyle açıklıyoruz: Dünyanın ilk havasında amonyak, oksijen ve karbonik asit vardı. Yıldırımların tesirleri ile bunlardan amino-asitler meydana geldi. Milyarlarca sene evvel, ilk defa su içinde protoplazma husule geldi. Bunlardan ilk amibler meydana çıktı. Hayat suda başladı. Sudan karaya çıkan canlılar, havadan amino-asitleri alarak proteinli bünyeler meydana getirdiler. Görüldüğü gibi, bütün canlılar sudan gelmektedir ve ilk canlılar suda teşekkül etmiştir) diyorlar.
Şimdi, âyet-i kerimelerde ne buyurulduğuna bakalım:
(İnkâr edenler, bütün canlıları sudan yarattığımızı bilmezler mi?) [Enbiya 30]
(İnsanı sudan [meniden] yaratarak erkek ve kadın akrabalar yapan Allah’tır.) [Furkan 54]
(Yerin yetiştirdiklerinden, insanların kendilerinden ve henüz mahiyetini bilmedikleri şeylerden bütün çiftleri yaratan Allahü teâlâ her türlü ayb ve noksandan münezzehdir.) [Yasin 36]
Burada, nebatatı ve hayvanatı tetkik edenlere ve bunların yanında (Bilmedikleri şeyler) buyurarak, insanların ancak zamanla ve yavaş yavaş bulabildikleri, atom enerjisi gibi, yeni kaynakları inceleyen ilim adamlarına imalar, işaretler vardır. Nitekim âyet-i kerimede mealen buyuruluyor ki:
(Gökleri ve yerleri yaratması, renklerinizin ve lisanlarınızın ayrı olması, Onun varlığının âyetlerinden [işaretlerinden]dir. Doğrusu burada âlimler [anlayış sahipleri] için ibret vardır.) [Rum 22]
Demek oluyor ki, (lisan ve renk farklarında) henüz bizim bugün daha bilemediğimiz bazı incelikler vardır. Bunlar zamanla meydana çıkacaktır.
Şimdi, dünyanın sonu hakkındaki malumatımızı tetkik edelim. Fen adamları, (Dünyanın muhakkak sonu gelecektir. Nitekim, kâinatta bazen bir seyyare parçalanıp ortadan kaybolmaktadır. Bizim tetkiklerimize göre, dünyamız, önceden kat’i olarak hesap edemediğimiz bir zaman sonra, muvazenesini kaybederek param parça olacaktır) demektedirler. Halbuki bunu Kur’an-ı kerim bize 1400 sene evvel bildirmiştir. Âyet-i kerimelerde mealen buyuruluyor ki:
(Yer dehşetle sarsıldıkça sarsıldığı, yeryüzü ağırlıklarını dışarıya çıkardığı zaman.) [Zilzal 1,2]
(Size, [varlığına ve birliğine delalet eden] âyetlerini, mucizelerini gösteren, size gökten rızk indiren Odur. Bu âyetlerden, işaretlerden Allah’a inananlardan başkası ibret almaz.) [Mümin 13]
Buradaki (gökten rızk indiren) tâbiri, çok kereler Musa aleyhisselam ve kavmi, çölde yolunu kaybettiği zaman, gökten inen (Kudret helvası) denilen ve bugün de susuz yerlerde peyda olan Manna adlı şekerli maddeyi işaret olabilir denilmiştir. Halbuki bu açıklama yanlıştır. Tefsir kitaplarında, âyet-i kerimedeki (Size gökten rızk indiren) mealindeki kısım, (Size gökten rızkınızın sebebi yağmur ve gayrilerini [kar, rutubet] indiren Allahü teâlâdır) şeklinde tefsir buyurulmuştur. Çünkü Allahü teâlâ, bizim rızkımızı hakikaten semadan indirmektedir.
Bunu biraz izah edelim. Bugün, en büyük fen adamları, dünyada albüminlerin, proteinlerin nasıl meydana geldiğini şöyle izah etmektedir: (Yağmurlu günlerde yıldırım ve şimşeklerin tesirleri ile havadaki oksijen ve azot birleşerek renksiz azot monoksit gazını meydana getirmekte, bu gaz tekrar oksijenle birleşerek, turuncu renkli azot dioksid, diğer taraftan yine yıldırım ve şimşeklerin tesiri ile havadaki rutubet ve azottan, amonyak meydana gelmektedir. Azot dioksid ise, rutubetin tesiriyle nitrik aside dönüşmekte, bu sefer nitrik asit ile amonyak, yine havada bulunan karbonik asitle birleşerek amonyum nitrat ve amonyum karbonat hasıl olmakta, meydana gelen bu tuzlar, yağmurla yer yüzüne inmektedir. Yer yüzünde bu tuzlar toprakta bulunan kalsiyum tuzları ile birleşerek kalsiyum nitratı meydana getirmekte, bu tuz da nebatat [bitkiler] tarafından mass edilerek [emilerek] onların yetişmesine sebep olmaktadır. Bu nebatatı yiyen insanlarda ve hayvanlarda, o maddeler muhtelif proteinlere, [ki bunların arasında albüminler de vardır] tehavvül etmekte ve bu hayvanların etlerini, sütlerini, yumurtalarını yiyen insanları beslemektedir.)
O halde, insanların rızkı, Kur’an-ı kerimde bildirilmiş olduğu gibi, semadan gelmektedir.
Şimdi bir de Musa aleyhisselam zamanında tanrılık iddiasında bulunan Firavun’un, (ibret için) ne olduğuna bakalım:
“(Ey Firavun!) Senden sonra geleceklere ibret olman için, bugün senin bedenini (cansız olarak) kurtaracağız. İşte insanlardan bir çoğu, hakikaten âyetlerimizden gafildirler.” [Yunus 92]
Firavun, eski Mısır hükümdarlarına verilen isimdir. Mısır’a hakim olan 26 firavun sülalesi vardı. Her sülalede çeşitli firavunlar asırlarca hükümdarlık etti. Musa aleyhisselam zamanındaki firavun, tanrılık iddiasında bulundu. Kendisine secde etmeyenlere ve Musa aleyhisselama inananlara işkence ve zulümler yaptı. Bu firavun dört yüz sene yaşamış, bir defa baş ağrısı görmemişti. Eğer bir defa başı ağrısaydı, bu saygısızlık hatırına gelmezdi.
Musa aleyhisselam, Mısır’a gelip Firavunu dine davet etti. Firavun kabul etmedi. Yanındaki veziri Hâmân’a sordu. O da; “Musa, büyük sihirbazdır. Bizi aldatıp, memleketimizi elimizden almak istiyor.” dedi. Böylece Firavunun imana gelmesine mani oldu ve iman eden hanımı Âsiye’nin de şehid olmasına sebep oldu.
Musa aleyhisselamın mucizelerine Firavun inanmadı, kâfirlerin suları kan oldu, kurbağa yağdı, cilt hastalıkları oldu. Üç günlük karanlık devam etti. Firavun bu mucizeleri görünce korktu. Musa aleyhisselam ile inananların Mısır’dan gitmesine izin verdi. Sonra Firavun bu iznine pişman oldu. Askerlerle arkasına düştü. Kızıldeniz’in Süveyş kısmında askerleri ile birlikte boğuldu.
Firavunun, Musa aleyhisselama ve ona inanan kimselere karşı yaptığı işler hakkında Bekara, Kasas, Tâhâ, Şuarâ, Tahrim, Gâfir (Mü’min), A’râf, Yunus, Zuhruf, Duhan, İsrâ, Sâffât, Ankebut surelerinde bilgi verilmektedir.
Üç bin seneden fazla bir zaman önce ölen bu Firavunun cesedi, mumyalanmış olarak değil, ibret-i âlem için mumyasız olarak korunmuştur, tam bir ibret vesikası olarak vücudu hiç bozulmamış, etleri çürümemiş ve tüyleri dahi dökülmemiş şekilde ve secde eder vaziyette bulunmuştur. Firavunun bozulmamış bu cesedi şimdi Londra’daki British Museum’da teşhir edilmektedir.
Son olarak, Kur’an-ı kerimin Muhammed aleyhisselamın en büyük mucizesi olduğuna dair, herkesin bildiği bir olayı, bir hakikati burada tekrar hatırlatalım:
Müslümanlığı tercih edenlerin arasında denizaltı araştırmaları ile bütün dünyanın yakından tanıdığı, dünyanın en meşhur denizaltı kâşiflerinden Fransız ilim adamı Kaptan Kusto yer alıyor.
Televizyonda yayınlanan Yaşayan Deniz programı ile okyanusların sırlarını bir bir gözler önüne getiren Kaptan Kusto, İslam dinini tercih etmesine asıl sebep olan vak’anın, Atlas Okyanusu ile Akdeniz sularının birbirine karışmadığını tespit ettikten sonra, bunun 1400 sene önce dünyaya indirilen Kur’an-ı kerimde beyan buyurulduğunu görmesi olduğunu bildirdi.
Kaptan Kusto, İslam dinini tercih etmesine sebep olan hadiseyi şöyle anlattı:
(1962 senesinde Alman ilim adamları, Aden körfezi ile Kızıldeniz’in birleştiği Mendeb boğazında, Kızıldeniz’in suyu ile Hind Okyanusunun suyunun birbirine karışmadığını bildirmişlerdi. Biz de, Atlas Okyanusu ile Akdeniz’in sularının birbirine karışıp, karışmadığını tetkik etmeye başladık. Evvela, Akdeniz’in kendine has sıcaklığı, tuzluluğu ve kesâfeti ile ihtiva ettiği canlıları tespit ettik. Aynı tetkikatı Atlas Okyanusunda tekrarladık. İki su kütlesi binlerce seneden beri Cebelitarık boğazında birleşiyordu. Bu vaziyette, iki su kütlesinin karışması ile tuzluluk, kesâfet gibi unsurların birbirlerine müsavi, hiç olmazsa yakın olması icap ediyordu. Halbuki, her iki denizin en yakın kısımlarında bile deniz suyu kendi hassasını koruyordu. Yani, iki denizin birleşme noktasında bir su perdesi iki deniz suyunun birbirine karışmasına mani oluyordu. Bu hâli anlattığım [İslamiyet'i seçerek müslüman olan] Profesör Maurice Bucaille, bunda şaşılacak bir şey olmadığını, İslam’ın kudsi kitabı Kur’an-ı kerimin bunu açık bir şekilde yazdığını söyledi. Hakikaten bu hâl Kur’an-ı kerimde açıklanıyordu. Bunu öğrenince Kur’an-ı kerimin (Allahü teâlânın kelamı) olduğuna inandım. Hak din olan İslamiyet’i seçtim.)
Birbirine karışmayan iki denizin bulunduğu hususunda birkaç âyet-i kerime vardır:
(Birinin suyu tatlı ve susuzluğu giderici, diğerinin ki tuzlu ve acı iki denizin arasına bir engel, aşılamaz bir serhat koyan Odur.) [Furkan 53]
(İki deniz, birbirine bitişik iken, [Rabbinizin koyduğu engel ile] birbirine karışmaz.) [Rahman 19, 20]
(....iki deniz arasına perde koyan...) [Neml 61]
(İki denizden biri tatlıdır, harareti keser, içimi kolaydır. Diğeri de tuzludur, boğazı yakar.) [Fatır 12]
Yukarıdaki bilgileri, (Kur’an-ı kerimde bildirilen şeyler, fen bilgilerine uymuyor, Muhammed “aleyhisselam” arkadaşlarıyla kendi yazdı) diyenlere cevap olarak yazıyoruz.
İslam âlimleri, tefsir ilminin mütehassısları, âyet-i kerimeleri, zamanlarındaki fen bilgilerine göre tefsir etmişlerdir. Biz burada, Kur’an-ı kerimin her asırdaki fen bilgilerine uygun olduğu gibi, en yeni keşiflere de muvafık olduğunu göstermek istiyoruz. Her âyet-i kerimenin birçok, hatta sonsuz manası vardır. Çünkü, Allahü teâlânın bütün sıfatları gibi, kelam sıfatı da sonsuzdur. Bu manaların hepsini, ancak Kur’an-ı kerimin sahibi, yani Allahü teâlâ bilir. Bunların çoğunu sevgili Peygamberine bildirmiştir. Bu mübarek Peygamberi de, münasip gördüklerini Eshabına haber vermiştir. Yukarıda verdiğimiz malumat, o manalar deryasından birkaç damla olabilir kanaatindeyiz.
Şimdi biz, bütün bu fen adamlarına, (Acaba bu hakikatleri bundan tam 1400 sene evvel, okuma yazma öğrenmemiş olan bir zat düşünebilir miydi?) diye soracak olsak, onlar: (Böyle şey olur mu? Bugün, bu hakikatlere varmak için, insanlar sayısız kitaplar okumuşlar, sayısız tecrübeler yapmışlar ve ancak asırlardan sonra, bu hakikatlere varmışlardır. Bu tecrübeleri yapabilmek için, uzun seneler okumak, muazzam laboratuvarlar kurmak, birçok hassas aletleri hazırlamak ve kullanmak icap eder) diyeceklerdir.
O halde, okuma yazma öğrenmemiş olan ve tamamen cahil bir muhitte yetişen bir zatın, böyle muazzam ilmi hakikatleri kendiliğinden bulup ortaya koyması düşünülebilir mi? Elbette ki düşünülemez. O halde, Kur’an-ı kerimin Muhammed aleyhisselam tarafından yazıldığı iddiasını yapmak hiçbir bakımdan doğru değildir. Bugün, birçok gayretlerden sonra, elde edilen hakikatleri bize 1400 sene evvel bildiren bir kitab, ancak Allahü teâlânın Kitabı olabilir. Böyle muazzam bir kudret, insanlarda olamaz. Ancak Allahü teâlâda vardır. Yukarıdaki hususları dikkat ile okuyan herkes, buna inanacaktır. Buna inanmamak taassup, inatçılık ve cahillik olur. Muhammed aleyhisselam Kur’an-ı kerim surelerini neşr ederken, ancak Allahü teâlânın kendisine vahiy ettiği sözleri nakil ediyor, bunları O da, diğer insanlarla birlikte öğreniyordu.
Resulullah efendimiz hakkında, bütün dünyanın ancak hürmet duyduğunu ve mutaassıp birkaç papazdan başka hiç kimsenin aleyhinde hiçbir söz söylemediğini bir kere daha tekrar edelim. Aşağıda Almanya’da Stuttgart şehrinde 1888 [h.1305] senesinde, neşr edilmiş olan Kürschner ansiklopedisinin (Muhammed ve İslam dini) hakkındaki yazısını beraber okuyalım. Bu yazıyı bir ansiklopediden almamız, bu gibi kitapların, tamamen her hususu yanlış yazamayacaklarına göre, bazı hususları doğru yazmak mecburiyetinde kalmaları sebebi iledir. Bizi burada asıl alakadar eden kısım, Peygamber efendimizin ahlakı ve meziyetleri hakkında kullanılan sözlerdir. Daha bundan yüz sene evvel, İslam dini hakkında hıristiyan ilim adamlarının neler düşündüğünü de bildirdiği için, bu parçayı tamamen tercüme ederek sizlere sunuyoruz:
(Muhammed “aleyhisselam”ın künyesi, Ebülkasım bin Abdullahdır. İslam dininin müessisidir. 20 Nisan 571 tarihinde Mekke’de doğmuştur. Küçük yaşından beri ticaret ile meşgul olmuş, çok seyahatler yapmış, halk ile temas etmiş, her şeyi öğrenmeye heveslenmiştir. Daha genç yaşında, zengin bir tüccardan dul kalmış olan ve işlerini takip için kendisini yanına almış bulunan, Hatice ile evlenmiştir.
610 senesinde, kendisinin Peygamber olduğuna ve Allah tarafından kendisine vahy geldiğine inanmış ve tek Allah mefhumunu, birçok putlara tapan Araplara tebliğ için, büyük bir gayret ile faaliyete geçmiştir. Muhammed “aleyhisselam”, Allah tarafından bu vazifenin kendisine verildiğine bütün kalbi ile inanıyordu. Mekke halkının büyük kısmı kendisinin aleyhinde olduğu, fikirlerini şiddet ile red ettiği, hatta kendisini öldürmek istedikleri halde, mücadelesini, faaliyetini durdurmadı. Nihayet, kendisine karşı çıkanların fazla tazyiki üzerine, 622 senesinde Mekke’den ayrılarak Yesrib [Medine] şehrine gitti. Müslümanlar bu harekete (Hicret) adını verirler ve takvimlerini bu tarihe göre başlatırlar.
Muhammed “aleyhisselam”, Medine’de birçok taraftar buldu. Bir putperestlik dini olan eski Arap dinini tamamen ıslah, onlara Allah’ın bir olduğunu ispat etmek istiyordu. Muhammed “aleyhisselam”ın bildirdiğine göre, hak din olan İbrahim “aleyhisselam”ın dininde bildirdiği esaslar ile, Musa ve İsa’nın “aleyhimesselam” bildirdikleri dinlerin esasları birdi. Fakat sonradan bu dinlerin içerisine bozuk itikadlar, inanışlar karıştırılarak tahrif edilmiş, yahudilik ve hıristiyanlık şeklini almıştı. Muhammed “aleyhisselam”, bütün bu dinlerin birbirinin temadisi, devamı olduğunu ve en temizlenmiş şeklinin ise, ancak İslamiyet olduğunu herkese anlatıyordu.
(İslam) demek, (kendini tamamen teslim etmek) demektir. İslam dininin kitabı, Kur’an-ı kerimdir. Diğer dinlerin kitaplarında yalnız manevi hususlardan bahis olunurken, Kur’an-ı kerimde aynı zamanda, içtimai, iktisadi ve hukuki hükümler de mevcuttur. İnsanlara dünyada neler yapmaları lazım geldiği hakkında, hatta medeni kanun şeklinde olan hükümler çoktur. Aynı zamanda, nasıl ibadet edileceği, nasıl oruç tutulacağı, vücudun nasıl yıkanacağı hakkında emirler bulunduğu gibi, diğer insanlara ve başka dinden olanlara karşı nasıl hüsn-i muamele edileceği hakkında da malumat vardır. Kur’an-ı kerim, müslüman olmayan zalim hükümetlere karşı mücadeleyi emreder. Bütün esası tek Allah’a ibadet etmektir. Dini resimleri, heykelleri men eder. Şarabı ve domuz etini yasaklar. Musa ve İsa’yı da “aleyhimesselam”, Peygamber olarak kabul eder. Fakat, bunların derecelerinin son Peygamber olan Muhammed “aleyhisselam”dan daha aşağı olduğunu bildirmiştir.
İslam dinini kabul edenler ve Onun emirlerine uygun olarak yaşayanların ahirette, içinde dünya zevkleri, nehirler, meyveler, ipekli sedirler bulunan Cennete gideceklerini ve orada kendilerine genç ve güzel huriler verileceğini müjdeler.
Muhammed “aleyhisselam”, gayet güzel huylu, güler yüzlü, kibar tavırlı ve çok dürüst bir zat idi. Daima hiddet ve şiddetten kaçmış, hiçbir zaman zulüm yapmamıştır. Müslümanların daima iyi huylu, güler yüzlü olmasını istemiş, Cennete iyi huy ve sabır ile gidileceğini bildirmiştir. Doğru sözlülüğü, merhameti, fakirlere yardımı, misafirperverliği, şefkati, daima Müslümanlığın esas temelleri olduğunu beyan etmişti. Daima kanaat ile yaşamış, debdebe ve gösterişten kaçınmıştır. Müslümanlar arasında hiçbir sınıf farkı tanımamış, en fakir bir müslümanın bile hatırını saymıştır. Büyük bir zaruret olmayınca, zora başvurmamış, bütün meseleleri tatlılık ile, anlaşma ile, nasihat ve izah ile hal etmeye uğraşmış ve çok kereler bunda muvaffak olmuştur. 630 tarihinde tekrar Mekke’ye dönerek, bu şehri kolayca feth etmiş ve çok kısa zaman içinde, yari vahşi Arapları, dünyanın en medeni insanları hâline getirmiştir.
İslam dini, her birinin hakkını tanımak şartı ile, bir erkeğin dörde kadar kadınla evlenmesine izin vermektedir. Muhammed “aleyhisselam”, 8 Haziran 632 tarihinde vefat etmiştir.) (Kürschner Ansiklopedisi)
Ansiklopedinin bu yazısını okuduğumuz zaman, şu kanaate varıyoruz:
Bunu hazırlayan tarihçi, İslam dininin Allahü teâlânın dini olduğuna tam inanmasa bile, bu dinin mükemmel bir din olduğunu ve tek Allah’a inanmayı emrettiğini, vahşi Arapları medeni yaptığını kabul etmekte, hele Peygamber efendimizden, pek büyük bir meth ve sena ile bahsetmektedir. İşte, ne mükemmel bir insan olduğunu bütün dünyanın tasdik etmek mecburiyetinde kaldıkları Muhammed aleyhisselama, son derece dürüstlüğü ve sadakati sebebi ile, en büyük düşmanları, azgın kâfirler dahi (Muhammed-ül-emin) [Kendine güvenilir Muhammed] derlerdi. Bu kudsi vazifeyi, her türlü müşkilata rağmen, devam ettirdi.
.
Âyet-i kerimelerde mealen buyuruluyor ki:
(Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.) [Enbiya 107]
(De ki, ey insanlar, ben, Allah’ın hepiniz için gönderdiği Resulüyüm.) [Araf 158]
(Rabbinin sana verdiği nimetlerle mecnun değilsin. Senin için bitmeyen, sonsuz mükafat vardır. Elbette sen en büyük ahlak üzeresin.) [Kalem 2-4]
(Biz seni bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmez.) [Sebe 28]
(Alemlere [Cin ve insanlara ilahi azap ile] korkutucu [uyarıcı] olarak Furkanı [Kur’anı] kuluna [Muhammed aleyhisselama] indiren [Allah’ın şânı] ne yücedir.) [Furkan 1]
(De ki, insanlar ve cinler birbirlerine yardımcı olarak, bu Kur’anın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler, yemin olsun ki, yine de benzerini ortaya koyamazlar.) [İsra 88]
(Muhammed “aleyhisselam”, kendi arzusu ile konuşmaz. [Çünkü O, tevhidi ilan ve şirki yok etmek ve dini yaymak ile emr olunmuştur.] Onun [din işlerinde] konuşması ancak vahiydir.) [Necm 3,4]
(De ki, ben de ancak sizin gibi bir insanım. (Şu var ki) bana İlahınızın sadece tek bir ilah olduğu vahiy olunmuştur. [Zatında benzeri, sıfatlarında şeriki, ortağı yoktur.] Rabbine kavuşmak isteyen bir kimse, amel-i salih, faydalı iş işlesin ve Rabbine kulluk etmekte hiç şerik [ortak] koşmasın.) [Kehf 110]
Bütün bu zikrettiğimiz hususlar, beyan ettiğimiz hakikatler, tertibindeki ilahi nizam, Kur’an-ı kerimin dünyanın en büyük mucizesi olduğunu, inansın inanmasın herkese gösteriyor.
Âyet-i kerimelerde mealen buyuruluyor ki:
(Allah, Resulünü, hidayet ve hak din, İslamiyet’le gönderdi. İslam dinini, diğer dinler üzerine üstün kıldı. [Muhammed aleyhisselamın hak] Peygamber olduğuna şahid olarak Allah yeter.) [Feth 28]
(Müşrikler istemeseler de, İslam dinini diğer bütün dinlerden üstün kılmak için resulü Muhammed aleyhisselamı, [sebeb-i hidayet olan] Kur’an ve İslam dini ile birlikte gönderen Allahü teâlâdır.) [Saf 9]
Kur’ân-ı kerîm şifâdır
Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî, 30 kişilik bir seriyye kumandanlığına getirilmişti. Yolda Müslüman olmayan bir Bedevî grubuna rastladılar ve onlara misâfir olmak istedilerse de kabûl edilmediler.
Müslümanlar onların yakınlarında istirahat ederlerken, bu Bedevîlerin reisleri hastalandı. Oradakiler, reislerini kurtarmak için birçok çârelere başvurdularsa da, şifâ hâsıl olmadı. Bedevîlerden bazıları, “Şu karşıda istirahat eden kâfileye gidip, akrep sokmasına karşı yapılacak tedâviyi soralım. Belki bilen vardır” dediler.
Birkaç kimse Eshâb-ı kirâma gelip hallerini arz ettiler. Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri dedi ki:
- Siz bizim talebimizi önce reddettiniz, bizi misâfir kabûl etmediniz. Hastanızı tedâvi ederim. Fakat, buna karşılık olarak sizden bir sürü koyun alırız.
Onlar da kabûl ettiler. Reisin yanına vardılar. Ebû Sa’îd-i Hudrî, yedi defa Fâtiha sûresini okudu. Okuma biter bitmez, reis hemen ayağa kalktı. Artık üzerinde hiçbir hastalık eseri kalmadı. Bedevîler, Eshâb-ı kirâma anlaştıkları sürüyü verdiler. Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri, “Bu sürüyü aramızda paylaşalım” diyen Eshâba dedi ki:
- Hayır! Peygamber efendimize bu hâdiseyi anlatırız, koyunları da kendilerine arz ederiz. Nasıl emir buyururlarsa öyle hareket ederiz.
Sefer dönüşünde, bu hâdiseyi anlattılar. Peygamberimiz;
- Fâtihanın bu kadar tesîrli bir duâ olduğunu sana kim öğretti? buyurarak taltif ettiler. Sonra doğru hareket ettiklerini açıkladılar.
Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî şöyle anlatır: “Bir gün, Peygamberimiz Eshâbına bir şeyler taksim ediyorlardı. Bir adam gelip, “Yâ Resûlallah! Adâlet üzere hareket et!” demez mi?!. Peygamberimiz de, “Ben adâlet etmezsem, kim eder?” buyurdu.
Bu hâdise esnasında Hz. Ömer de orada idi. Bu adama çok kızdı ve Resûlullaha dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Müsâade buyurursanız, şu adamın cezasını vereyim.
Resûlullah ona dönerek buyurdu ki:
- Hayır, bırak! Onun birtakım arkadaşları olacak ki, onlar sizin namazlarınızı, oruçlarınızı beğenmeyecek. Fakat onlar, bir ok, yayından nasıl çıkarsa, dinden öyle çıkacaklardır.
Bu esnâda, “İnsanlar içinde öyleleri vardır ki, sen zekâtı dağıtırken, seni kaşla gözle muâheze ederler” âyet-i kerîmesi nâzil oldu.
.
KURANI KERİİMİN MUCİZE OLUŞU
Sual: Kur'an-ı kerimin mucize oluşunu açıklar mısınız?
CEVAP
Peygamber efendimiz, kimseden bir şey öğrenmemiş, hiç yazı yazmamış iken ve geçmişlerden ve etraftakilerden haberi olmayan insanlar arasında hâsıl olmuş iken, Tevrat’ta ve İncil’de ve bütün başka kitaplarda yazılı şeyleri bildirdi. Geçmişlerin hallerinden haber verdi. Her dinden, her meslekten ileri gelenlerin hepsini huccet ve burhanlar söyleyerek susturdu. En büyük mucize olarak Kur'an-ı kerimi ortaya koydu. Allahü teâlâ, Resulüne buyuruyor ki:
(Sen bundan [Kur'an-ı kerim gelmeden] önce bir kitap okumuş ve onu yazmış değildin. Eğer öyle olsaydı bâtıl yoldakiler, [Kur'anı başkasından öğrenmiş veya önceki semavi kitaplardan almış] derler ve [Yahudiler de, Onun vasfı Tevratta ümmidir, bu ise ümmi değil diye] şüpheye düşerlerdi.) [Ankebut 48]
Kur'an-ı kerimde kimsenin yapamayacağı, söyleyemeyeceği şeyler sayılamayacak kadar çoktur. Birkaçı şöyle:
1- İcaz ve belagattır. Yani az söz ile pürüzsüz ve kusursuz olarak, çok şey anlatmaktır. Bütün şairler, edebiyatçılar, Kur'an-ı kerimin nazmında ve manasında aciz ve hayran kalmışlar, bir âyetin benzerini söyleyememişlerdir. İcazı ve belagati insan sözüne benzemez. Yani, bir kelimesi çıkarılsa veya bir kelime eklense, lafzındaki ve manasındaki güzellik bozulur. Bir kelimesinin yerine koymak için, başka kelime arayan bulamamıştır.
2- Harfleri ve kelimeleri, Arap harflerine ve kelimelerine benzediği halde, âyetler, yani sözler ve cümleler, onların sözlerine ve şiirlerine hiç benzemiyor. Kur'an-ı kerimin yanında onların sözleri, cam parçalarının elmasa benzemesi gibidir. Dil mütehassısları bunu pekiyi görmektedir.
Allahü teâlâ, her asırda en az bir kişiyi Peygamber olarak göndermiş, ona çeşitli mucizeler vermiştir. Mesela, Hazret-i Musa zamanında sihir, büyücülük çok ilerlemişti. Hazret-i Musa asasını yere koyup büyük bir ejderha olmuş, sihirbazların ellerindeki aletleri, ipleri yutmuştur.
Hazret-i İsa zamanında tıp çok ileri idi. Hazret-i İsa mucize olarak, körleri iyi etmiş, ölüleri diriltmiştir.
Bizim Peygamberimizin zamanında ise edebi söz ve yazı sanatı çok ileri idi. Yarışmada birinci olan şiir, yazı ve konuşmalar Kâbe duvarına asılırdı. Kur'an-ı kerim gelince bunlar indirilip yerine, gelen âyetler kondu. İnatçı kâfirler hariç herkes Kur'an-ı kerimin Allah’ın kelamı olduğuna inandı.
Kur'an-ı kerimde, (Bu Kur'an, Allah kelamıdır. İnanmıyorsanız, bir âyeti kadar siz de söyleyin! Söyleyemezsiniz) buyuruluyor. Bütün düşmanlar el ele verip, yıllarca uğraştıkları halde onun benzerini bugüne kadar söyleyemediler. Söylemek de mümkün değildir.
3- Bir insan, Kur'an-ı kerimi ne kadar çok okursa okusun bıkmıyor, usanmıyor. Arzusu, hevesi, sevgisi ve zevki artıyor. Hâlbuki Kur'an-ı kerimin tercümelerinin ve başka şekillerde yazmalarının ve diğer bütün kitapların okunmasında, böyle arzu ve lezzet artması olmuyor. Usanç hâsıl oluyor. Yorulmak başkadır, usanmak başkadır.
4- Geçmiş insanların hallerinden birçok şey Kur'an-ı kerimde bildirilmektedir.
5- İleride olacak şeyleri bildirmektedir. Bunlardan çoğu meydana çıkmış ve çıkmaktadır.
Mesela, Rum suresinin 3. âyetinde mealen, (Rumlar, en yakın bir yerde mağlup oldu. Hâlbuki onlar, bu mağlubiyetten sonra birkaç yıl içinde [on yıla varmadan] galip gelecektir) buyuruldu.
Bu âyet, Rum Kayseri Herakliusun on yıldan az zamanda, İran şahı Husrev Perviz ordusuna galip geleceğini önceden haber vermektedir. Aynen vaki oldu.
Kur’an-ı kerim mahluk değildir
Sual: Kur’an-ı kerim neden mahluk değildir?
CEVAP
Muteber kitaplarda buyuruluyor ki:
(Mutezile diyor ki: "İnsan, ihtiyari, yani istekli hareketlerini kendi yaratır. Allahü teâlâ, kullarına faydalı işler yapmaya mecburdur. İyilere sevap, kötülere azap vermesi gerekir. Allah’ın sıfatları yoktur. Kur'an, harf, kelime ve sestir. Bunlar ise, mahluk, sonradan yaratılmıştır. İnsan iyi, kötü, bütün işlerini kendi yaratır. Allahü teâlâ, kötü şeyleri, günahları yaratır demek, doğru değildir." Mutezilenin bu sözleri yanlıştır. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Sizi de işlerinizi de yaratan Allahü teâlâdır.) [Saffat 96]
İş sahibi, işi yaratan değil, bu işi yapandır. İnsan mahluk olduğu gibi, küfrü, imanı, ibadeti ve isyanı da mahluktur.) [Milel ve nihal]
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki,
(İmam-ı a'zam Ebu Hanife ile imam-ı Ebu Yusuf, Kur’an-ı kerim mahluk mu, değil mi diye altı ay konuştuktan sonra sözbirliğine vardılar ve Kur’an-ı kerime mahluk diyenin kâfir olacağını bildirdiler. Kelam-ı nefsiyi gösteren, kelam-ı lafziyi anlatan harfler, kelimeler, sesler, elbette mahluktur, hadistir. Bütün mahluklar içinde, Allahü teâlâya en yakın olan, en kıymetli olan, Kur’an-ı kerimin harfleri ve kelimeleridir. Kelam-ı lafzi ve kelam-ı nefsi ise ezeli ve kadimdir.) [c.3/89]
Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerimi, harf ve kelime olarak gönderdi. Bu harfler mahluktur. Bu harf ve kelimelerin manası, kelam-ı ilahiyi taşımaktadır. Bu harflere, kelimelere Kur'an denir. Kelam-ı ilahiyi gösteren manalar da Kur'andır. Bu kelam-ı ilahi olan Kur'an mahluk değildir. Allahü teâlânın, başka sıfatları gibi, ezeli ve ebedidir. Kur’an-ı kerim, Allahü teâlânın kelamıdır, mahluk yani, sonradan yaratılmış değildir. Zât-ı ilahinin sıfatıdır. Kur’an-ı kerim, bu kelimelerden, seslerden çıkan manalardır. Kelimeler, sesler, kelam-ı ilahi değildir. İnsanın kelamı da kalbdedir. Sözlerimiz bunu meydana çıkaran tercümandır.
Her dirinin kemali, üstünlüğü, kelam sıfatı iledir. Kelam sıfatı olmazsa, kusurlu olur. Allahü teâlâ da, diri olduğu için, kelam sahibi olması gerekir. Bütün peygamberler, bütün kitaplar, Allahü teâlânın kelam sıfatı vardır, dedi. Musa aleyhisselamın ağaçtan işittiği kelime ve ses, kelam-ı ilahi idi. Hafızın sesi ise kelam-ı ilahi değildir. Bu sesin sadece manaları, kelam-ı ilahidir. Allahü teâlâ, mahlukların sözünü harfsiz, sessiz işitir. Harfsiz, sessiz olan kendi kelamını, Arabi dil ile indirdi. Kelam-ı ilahide bir değişiklik olmadı.
İnsan çeşitli elbise ile, çeşitli surette görünür, fakat insanda bir değişiklik olmaz. Allahü teâlânın kelamı, mahlukların kelamı gibi, kelime ve sese muhtaç değildir. Fakat bu kelime ve sesler değiştirilirse, kelam-ı ilahi değiştirilmiş, bozulmuş olur. Kur’an-ı kerim, bu kelimelere, bu sese mahsustur. Allahü teâlâ, kelamını bu kelimelere, seslere kendi yerleştirmiştir. (Emali şerhi)
Kur'an-ı kerim Allah kelâmıdır
Bağdat valisi Sırrı paşa (Sırr-ı Furkan) kitabının, İstanbul'da [hicri 1312] de basılan, birinci cild, üçüncü baskısı, yetmişbeşinci sayfasında buyuruyor ki:
Bu kitabımı yazmadan bir sene önce, Diyar-ı Bekr şehrinde, bir Cuma günü, şehrin ileri gelenleri ile oturuyorduk. Arabi dilinde ve din bilgisinde derinliği ile tanınmış olan meşhur Keldani papazı Abdi Yesu da aramızda idi. Misafirim olan Musul valisi Muhammed Reşid paşaya yanımdakileri takdim ederken, Abdi Yesu için de (Arab edebiyatında pek derindir) demiştim. Bunun için belagat üzerinde çok konuşuldu. Sonraları dilden, kavimciliğe geçildi. Bu sırada, vaktiyle, Beyrutlu bir İsevi ile aramızda geçen bir konuşmayı, bunlara anlattım: Herkes kendi kavminin büyükleri ile öğünür. Siz de Arab oğullarısınız. Size sorsalar ki, büyük devlet kurmak, ilim, sanat ve belagat bakımından en büyük adamınız kimdir? Ne cevap verirsiniz, demiştim. Beyrutlu Hıristiyan da, hemen: Muhammed aleyhisselam demeye mecburuz demişti, dedim ve Abdi Yesu’ya dönerek, size sorsaydım, ne derdiniz, dedim.
Abdi Yesu — Evet, büyük devlet kurmak, medeniyete hizmet bakımından, Arabın en büyük, en meşhur adamı Odur derim. Fakat, Muhammed aleyhisselamın, Arabın en fasih konuşanı olduğunu kabul etmem. Çünkü, bunu gösterecek bir eseri yoktur. Kur’anı gösterirseniz, Kur’an Onun sözü değildir diyorsunuz. Kur’anın çok fasih, pek belig olması, Onun fasih ve belig olmasını göstermez. Evet O, belig ve fasih idi. Fakat, Onun gibi, başkaları da vardı. Mesela, Ali’nin sözleri gösteriyor ki, bu da, Onun gibi fasih ve belig idi. İslamiyet'ten önce Ümri-ül Kays ve Kus bin Saide’nin şöhretlerini hepimiz biliyoruz. Hatta, Kus bin Saide’nin hutbesini, Muhammed aleyhisselam da beğenmişti, dedi.
Bu sözü dinleyenler, birbiri ile konuşmaya, bir gürültü sezilmeye başladığından, ayağa kalkıp, şimdilik kimseden yardım istemiyorum. Lütfen rahat olunuz, dedim. Herkes sustu. Şöyle cevap verdim:
Şu anda, din hissimizi, taassubumuzu bir yana bırakıp, ilmi ve ciddi konuşalım! Kur'an-ı kerim için siz ne dersiniz? Kur'an-ı kerim kimin sözüdür?
A.Y. — Kur’anı, Muhammed “aleyhisselam” arkadaşları ile yaptı.
S.Paşa — Geçenlerde, valilik emrim okununca, siz Arabca bir dua yapmıştınız. O duayı başkası yazıp size verdi deseler, susar mısınız?
A.Y. — Susmam, ben yaptığımı söylerim.
S.P. — Niçin?
A.Y. — Çünkü bu duayı ben hazırladım.
S.P. — Hakkınız var. Beş beytli bir gazel yazan kimse bile, bir beytinin çalındığını görse, çalanın cezalanmasını ister. Herkes eseri ile öğünür, değil mi?
A.Y. — Evet.
S.P. — Sizin o duanızdan daha güzeli yapılabilir mi?
A.Y. — Evet, yapılabilir.
S.P. — Sizin duanızla, Kur'an-ı kerim arasında fesahat, belagat bakımlarından fark var mı?
A.Y. — Elbet, hem de pekçok.
S.P. — Arab edibleri ve dost ve düşman ilim adamları uğraşarak, Kur'an-ı kerim gibi söyleyememeleri, Kur’anı yazanlar için büyük bir şeref olmaz mı?
A.Y. — Elbet olur.
S.P. — Böyle, yüksek bir eseri, sahibi başkasına bağışlar mı? Muhammed aleyhisselam, (Bu Kur’an, Allah kelamıdır. İnanmıyorsanız, bir âyeti kadar siz de söyleyiniz! Söyleyemezsiniz!) derdi. O kadar düşman oldukları, elele verip uğraştıkları halde söyleyemediler. Kimisi belagati, icazı görür görmez iman etti. Kimisi, insan bunu söyleyemez diyerek, ister istemez tasdik etti. Muhammed aleyhisselam, bunu birkaç kimse ile birlikte yapmış olsaydı, düşmanlar da bir araya gelerek, bunun gibi yapabilirdi. Çünkü, Müslümanlarda olduğu gibi, kâfirler arasında da, kuvvetli edib, fasih kimseler vardı. Sonra, bununla meydan okurken, malı, mülkü, mevkisi ve hükümeti yoktu ki, yardımcılarını bunlarla susturdu denilsin. Kur'an-ı kerim, Tevrat, Zebur ve İncil gibi, topluca meydana konmadı ki, yardımcıları, bu eserlerin böyle kıymetli olacağını önceden düşünememişlerdi, sonradan pişman oldularsa da, iş işten geçmişti denilsin. Kur'an-ı kerim yavaş yavaş yirmiüç senede indi. Her âyet gelince, herkes hayran kalıyordu. Yardımcıları olsaydı, ne kadar sabırlı, fedakâr olsalar da, kendi eserlerinin, böyle şan ve şerefini görüp de, yirmiüç sene seslerini çıkarmaz, susabilirler mi idi?
A.Y. — Sözün doğrusu, Kur’anı, Muhammed “aleyhisselam”, yalnız kendi yapmıştır.
S.P. — Kur'an-ı kerimi siz, nasıl buluyorsunuz?
A.Y. — Çok fasih, pek belig, hikmet dolu.
S.P. — Demek, bunu yapan hakim olmalı.
A.Y. — Evet.
S.P. — Demek ki, Muhammed aleyhisselam hakim idi.
A.Y. — Şüphesiz hakim idi.
S.P. — Yalan söyleyen hakim olur mu?
A.Y. — Olmaz.
S.P. — Muhammed aleyhisselamın hakim olduğunu söylüyorsunuz ve hakim, doğru söyler diyorsunuz. Zaten, bütün Hıristiyanların, Onun doğru olduğunu bilmesi lazımdır. Çünkü, Mardin köylerinden birinde bulunan “Deyri Zaferan” adındaki büyük kilisede, nasaranın Arabi yazılmış tarihi mukaddes kitabından birinde, (Muhammed aleyhisselama peygamberliğinden evvel herkes, emin olan Muhammed derdi. Çünkü, doğruluğu ile meşhur idi) okumuştum. İşte, o doğru sözlü Muhammed aleyhisselam, bize haber verdi ki, (Kur'an-ı kerim, insan sözü değildir. Allah kelamıdır). Buna ne dersiniz? Hayır inanmam derseniz, Onun hakim olduğuna da inanmamış olursunuz. Hakim idi, sözünde duruyorsanız, Onun sözüne de inanmanız lazım gelir.
A.Y. — Doğrusunu istiyorsanız, Muhammed “aleyhisselam” Peygamber idi. Fakat yalnız Arabların Peygamberi idi.
S.P. — Teşekkür ederim. Şüphe bulutları sıyrılıp, hakikat ışıkları parlamaya başladı. Hakim yalan söylemez dediniz. Peygamber hiç yalan söyler mi? O hiç söylemez. Öyle ise, Muhammed aleyhisselamın bütün insanlara, her millete de Peygamber olduğuna inanmanız lazımdır. Çünkü, O bize; (Ben bütün insanların ve Cinnilerin hepsinin Peygamberiyim) diye haber veriyor. Buna ne dersiniz?
Birkaç saniye durduktan sonra, kalkıp gitti ve bir daha yanıma gelmedi.
(Herkese Lazım Olan İman) kitabının (Müslümanlık ve Hıristiyanlık) ve (Kur'an-ı Kerim ve İnciller) ve (İslam Dini ve Diğer Dinler) kısımlarında ve (Cevap Veremedi) kitabında Hıristiyanlık dini üzerinde geniş bilgi vardır.
Kur’an-ı kerim değişmemiştir
Sual: İbni Sebeciler, “Kur’anı ilk üç halife değiştirdi” diyorlar. “Ben bir resulüm” diyen Reşat Halife de, Tevbe suresinin son iki âyeti değişti diyor. Bunlara nasıl cevap verebiliriz?
CEVAP
Kur’an-ı kerime inanan insan böyle bir iddiada bulunamaz. Çünkü Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Rabbinin sözü doğruluk ve adaletle tamamlandı. Onun sözlerini [Kur’anı] değiştirebilecek [hiçbir şey, hiçbir kuvvet] yoktur.) [Enam 115]
(Kur’anı biz indirdik, elbette yine onu biz koruyacağız.) [Hicr 9]
(Kulumuza [Resule] indirdiğimizden [Allah’tan geldiğinden] bir şüpheniz varsa, iddianızda doğru iseniz, Allah’tan gayri şahitlerinizi [bilginlerinizi] de yardıma çağırıp, haydi onun benzeri bir sure meydana getirin! Bunu yapamazsınız, asla yapamayacaksınız da.) [Bekara 23, 24]
(De ki: Bu Kur’anın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler toplanıp, birbirine destek de olsalar, yemin olsun ki yine de benzerini ortaya koyamazlar.) [İsra 88] [14 asır geçtiği halde, birçok din düşmanı, hâşâ Allahü teâlâyı yalancı çıkarmak için uğraşmışsa da bunu yapamadılar.]
(Eğer Kur’an, Allah’tan başkasından gelmiş olsaydı, içinde pek çok tutarsızlık [tenakuz, çelişki] bulunurdu. Bunu düşünemiyor musunuz?) [Nisa 82]
(Kur’anı kendisi uydurdu mu diyorlar? De ki: O halde Allah’tan gayri çağırabildiklerinizi [yardıma] çağırın da siz de onun gibi uydurulmuş on sure getirin.) [Hud 13]
(Eğer o [peygamber] bize atfen, [Kur’ana] bazı sözler katsaydı, biz onu kuvvetle yakalayıp şah damarını koparır, helak ederdik, hiçbiriniz de buna engel olamazdınız.) [Hakka 44-47]
(Kur’an, eşi benzeri olmayan bir kitaptır. Ona önünden, ardından [hiçbir yönden, hiçbir şekilde] bâtıl gelemez [hiçbir ilave ve çıkarma yapılamaz. Çünkü] O, kâinatın hamd ettiği hüküm ve hikmet sahibi Allah tarafından indirilmiştir.) [Fussilet 41-42] [Kur’anı Allah indirdiği için, onu bozabilecek birisinin çıkamayacağı açıkça bildiriliyor.]
Kur’an-ı kerim, Resulullah efendimizin en büyük mucizesidir. İçinde bütün dünyada bugüne kadar yapılmış medeni kanunlara örnek teşkil edecek ilmi ve hukuki esaslar, eski tarihe ait birçok bilinmeyen malumat, insanlara verilebilecek en büyük ahlak esasları, nasihatler, dünya ve ahiret hakkında, o zamana kadar hiçbir kimsenin bilmediği, bilemediği, tasavvur bile edemediği hususlar vardır. Bunlar kimsenin söyleyemeyeceği bir ifade ile beyan edilmiştir. Müşrikler, mucize isteyince de buyuruldu ki:
(Kur’an gibi [eşsiz] bir kitabı sana indirmemiz, [mucize olarak] yetmez mi?) [Ankebut 51]
“Bu Allah’ın kitabı değildir” diyebileceklere karşı da, böyle şüphelere yer bırakılmamıştır. Allahü teâlâ, Resulünün böyle bir kitap yazacak kudrette olmadığını ve Kur’anı kendisinin vahiy ettiğini teyit etmektedir. Esasen Resulünün özellikle ümmi, [okuma yazma öğrenmemiş] olmasını ve bu sebepten Kur’anın ancak Allah tarafından vahiy edilebileceğinin anlaşılmasını istemiştir. Bir âyet meali:
([Ey Resulüm, bu Kur’an sana indirilmeden önce] Sen bir kitaptan okumuş ve elinle onu yazmış değildin. Eğer öyle olsaydı müşrikler, [Kur’anı başkasından öğrenmiş veya önceki semavi kitaplardan almış] derler ve [Yahudiler de, Onun vasfı Tevrat’ta ümmidir, bu ise ümmi değil diye] şüpheye düşerlerdi.) [Ankebut 48]
Bu eşsiz mucize olan Kur’an-ı kerime uyabilmek için, Kur’anın muhatabı olan Peygamber efendimize uymak ve şerefli sözlerini [hadis-i şeriflerini] kabul etmek lazımdır.
Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Resule itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur.) [Nisa 80]
(De ki, “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin!”) [Al-i İmran 31]
(De ki, “Allah’a ve Peygambere itaat edin! Eğer [uymayıp] yüz çevirirlerse, [kâfir olurlar.] Elbette Allah kâfirleri sevmez.) [Al-i İmran 32]
Kur’an-ı kerim değiştirilemez
Sual: Tevbe suresinin son iki âyeti fazla diyen, Kur’anın değiştiğini söyleyen kâfir olmaz mı?
CEVAP
Böyle bir şeyi Müslüman yaparsa kâfir olur, kâfir zaten kâfirdir, tekrar kâfir olmaz. Emirler yasaklar Müslüman içindir.
Önce Kur’an-ı kerimin bugünkü hâle nasıl geldiğini bildirelim:
Yemame savaşında, Kur'an-ı kerimi hıfzedenler [ezberleyenler] şehid olup azalmaya başlayınca, Hazret-i Ömer, halife Hazret-i Ebu Bekir’e, Kur'an-ı kerimin yazılıp Mushaf haline gelmesini tavsiye etti. Hazret-i Ebu Bekir de, Resulullahın kâtibi olan Zeyd bin Sabit’e sureleri ayrı ayrı yazdırdı. Sonra, Eshab-ı kiramın ittifakı ile bir heyet tarafından bir mushaf yazıldı. Hazret-i Osman zamanında bu mushaftan, 6 adet daha yazılarak vilayetlere gönderildi. Bugün bütün İslam ülkelerinde mevcut olan Kur'an-ı kerimlerin tertibi ve şekli bu mushafa tam uygundur. O zamandan beri de bir tek harfi değişmemiştir. (Mirat-ı kâinat)
Kur’an-ı kerimin değiştiğini söylemek birkaç yönden küfür olur:
1- Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerimi hiç kimsenin değiştiremeyeceğini ve bunu bizzat kendisinin koruyacağını bildiriyor:
(Rabbinin sözü doğruluk ve adaletle tamamlandı. Onun sözlerini [Kur'anı] değiştirebilecek [hiçbir şey, hiçbir kuvvet] yoktur.) [Enam 115]
(Kur'anı biz indirdik, elbette yine onu biz koruyacağız.) [Hicr 9]
(Kur’an, eşi benzeri olmayan bir kitaptır. Ona önünden, ardından [hiçbir yönden, hiçbir şekilde] bâtıl gelemez [hiçbir ilave ve çıkarma yapılamaz. Çünkü] O, kâinatın hamd ettiği hüküm ve hikmet sahibi Allah tarafından indirilmiştir.) [Fussilet 41-42] [Kur’anı Allah indirdiği için, onu bozabilecek birisinin çıkamayacağı açıkça bildiriliyor. Diyelim ki 19 cu, Tevbe suresindeki iki âyeti veya başka âyetleri çıkarıp Tam Kur’an diye bir kitap bastırsa, piyasaya sürülünce, hile meydana çıkar ve hiç itibar görmez.]
Bu üç âyet-i kerimeye rağmen, Kur’an değişti demek çok büyük, çok çirkin bir iftira olur.
2- Kur’an-ı kerimi hâşâ Resulullah değiştirdi diyenler de çıkıyor. Bu, âlemlere rahmet olarak gönderilen son Resul için çok çirkin iftiradır. Üzerinde durmak bile gerekmez. Bir âyet meali
(Eğer O [Peygamber] bize atfen, [Kur’ana] bazı sözler katsaydı, biz onu kuvvetle yakalayıp şah damarını koparır, helak ederdik, hiçbiriniz de buna engel olamazdınız.) [Hakka 44-47]
Resulullah değiştirdi diyen bu âyeti de inkâr etmiş olur.
3- Daha çok Rafıziler, üç halife ile eshab değiştirdi diyorlar. Üç halife, âyet-i kerimelerle övüldüğü gibi, eshabın tamamı da övülmektedir. Hepsinin Cennetlik olduğunu bildiren bir âyet-i kerime meali:
([Eshab-ı kiramın] hepsine hüsnayı [Cenneti] vaad ettik.) [Hadid 10]
Hepsi Cennetlik olan bu kıymetli insanlara nasıl iftira edilebilir ki?
4- Mucize olması bakımından da değiştirilemez. İki âyet meali şöyledir:
(Kulumuza [Peygambere] indirdiğimizden [Allah’tan geldiğinden] bir şüpheniz varsa, iddianızda doğru iseniz, Allah’tan gayri şahitlerinizi [bilginlerinizi] de yardıma çağırıp, haydi onun benzeri bir sure meydana getirin! Bunu yapamazsınız, asla yapamayacaksınız da.) [Bekara 23, 24]
(De ki: Bu Kur'anın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler toplanıp, birbirine destek de olsalar, yemin olsun ki yine de benzerini ortaya koyamazlar.) [İsra 88] [14 asırdır, din düşmanları, hâşâ Allahü teâlâyı yalancı çıkarmak için uğraşmışsa da yapamadılar. 19 cular da bunu yapamaz.]
Kur’an-ı kerime şerh koymak
Sual: İbni Sebeci, (İbni Abbas anlatır: Ömer, hutbesinde dedi ki: Hepiniz biliyorsunuz ki, Allah recm âyetini gönderdi. Hepimiz bu âyeti ezberledik. Ayrıca, Resulullah recm cezasını tatbik etti, biz de tatbik ettik. Benim endişem şudur: Aradan uzun zaman geçince, bazıları, "Kitabullah’ta recm cezası yoktur” diyerek inkâr edebilir. Eğer insanlar, "Ömer Allahü teâlânın kitabına ilavede bulundu" demeyecek olsalardı, recm âyetini yazardım) mealindeki olayı anlattıktan sonra, “Bak Ömer dedikodudan korkmasa idi, Kur’ana ilaveler yapacakmış. Kur’ana ilave yapabilecek birisi, nasıl Müslüman olur?” diyor. Bu konuya bir açıklık getirir misiniz?
CEVAP
Bu olay anlatıldığı gibi mi, yoksa değişik mi? Böyle kabul ederek cevap veriyoruz:
1- Hutbede bildirildi dendiğine göre, demek ki eshab-ı kiramın hemen hepsi orada idi. Çünkü Cuma namazı ayrı camilerde değil, tek camide kılınıyordu. İbni Sebecilerin kendisini sevdiklerini söyledikleri İbni Abbas hazretleri bunu rivayet ediyor. O da orada idi. Hazret-i Ali de orada idi. Hiç kimse bu söze itiraz etmediğine göre, olay aynen Hazret-i Ömer’in dediği gibidir. Burada itiraz edilecek bir husus yoktur. İbni Sebeci’nin itiraz etmesi onun art niyetli olduğunu gösterir.
2- Hazret-i Ömer’in recm âyetini yazardım demesi, Kur’ana ilave değildir. Hazret-i Ömer, (Kur'an-ı kerimin sonuna haşiye olarak, dip not olarak durumu izah eden bir açıklama koyabilirdim, ama, bunu istismar edecek olanlar, bak Ömer Kur'ana ilave yaptı derler diye bu açıklamayı koymadım) demek istemiş olabilir. Çünkü Hazret-i Ömer, şu mealdeki âyeti bilmiyor muydu: (Eğer O [Peygamber] bize atfen, [Kur’ana] bazı sözler katsaydı, biz onu kuvvetle yakalayıp şah damarını koparır, helak ederdik, hiçbiriniz de buna engel olamazdınız.) [Hakka 44-47]
Âlemlere rahmet olarak gönderdiği Habibine böyle buyuran Allahü teâlâ Hazret-i Ömer’e ne yapmaz ki? Hazret-i Ömer’in böyle bir şeyi düşünmesi bile imkansızdır.
Aynı zihniyetteki kimseler, (Ömer’in böyle bir şerh koyma düşüncesi, Kur’ana gölge düşürmez mi) diye sorabilirler. Hayır asla mahzuru olmazdı. Çünkü Hazret-i Ali, âyetlerin altına Resulullah efendimizin yaptığı açıklamaları koyardı. Hatta bundan dolayı İbni Sebeciler, (Hazret-i Ali’nin Mushaf’ı ayrıdır) derler. Ayrı bir Mushaf yok, açıklamalı Mushaflar vardır. Hazret-i Ali açıklama koyunca suç olmuyor da, Hazret-i Ömer koyarsa niye suç olsun ki?
Hepsi Cennetlik olan eshab-ı kiram yanlış iş yaparsa ortada din mi kalır? Çünkü, Kur’anı da, hadisleri de onlar bildirdiler. Onun için böyle sualleri gündeme getirmek bile yersizdir.
.
Kur’an-ı kerimde sayı yok mu?
|
Sual: (3 İhlas okumak, 33 kere sübhanallah demek, 10 gün oruç tutmak gibi sayı bildiren şeylerin hepsi uydurmadır, Kur’anda sayı bildiren hiçbir şey yoktur) diyene ne cevap vermeli?
CEVAP
Gerek âyet-i kerime ve gerekse hadis-i şeriflerde sayı bildirilmiştir. Birkaç örnek verelim. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki [özet olarak]:
(Kurban kesemeyen kimse hac günlerinde 3, memleketine döndüğü zaman 7 olmak üzere oruç tutar ki hepsi tam 10 gündür.) [Bekara 196]
(Ölen kimselerin hanımları, [evlenmeden önce] 4 ay 10 gün iddet bekler.) [Bekara 234]
(Boşanan kadınlar, [evlenmeden önce] 3 aybaşı hâli bekler.)[Bekara 228]
(Yeminin kefareti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından 10 fakiri yedirmek veya giydirmek yahut 1 köle azat etmektir. Bulamayan 3 gün oruç tutmalıdır.) [Maide 89]
(İffetli kadınlara zina isnat edip de, sonra [ispat etmek için] 4 şahit getiremeyenlere 80 sopa vurun.) [Nur 4]
(Azat edecek köle bulamayanın, ailesiyle temastan önce peş peşe 2 ay oruç tutması gerekir. Buna gücü yetmeyen, 60 miskini doyurur. Bu kolaylık, Allah’a ve Peygamberine inanmış olmanızdan ötürüdür; bunlar, Allah’ın koyduğu sınırlardır; inkâr edenler için can yakıcı azap vardır.) [Mücadele 4]
(Ay hâlinden kesilen kadınlar ile henüz ay hâli görmeyenlerin iddetleri 3 aydır; hamilelerin iddeti, doğuma kadardır.) [Talak 4]
(Bir iyiliğe 10 katı sevap, bir kötülüğe ise misli kadar ceza verilir.) [Enam 160]
(Kur’anı Peygamber uydurdu diyenlere “Haydi siz de onun gibi 10 sure getirin” de.) [Hud 13]
Daha başka bir çok sayı bildiren âyetler de vardır.
Görüldüğü gibi, Kur’an-ı kerimde sayılar vardır. Niye 4 değil de 3 gün oruç, niye 11 değil de 10 fakir, niye 50 değil de 60 miskin demeye kimsenin hakkı yoktur. Allahü teâlâ dilediği gibi emreder. Zaten maksadı bozuk olan, ne bildirilseydi bu sefer aksini sorardı, niye öyle de böyle değil derdi.
Hadis-i şeriflerde de buyuruluyor ki:
(3 gece ateşlenen, günahlarından anadan doğduğu gün gibi temizlenir.) [Deylemi]
(Ayda 3 gün oruç tutan, ayın hepsini oruçlu geçirmiş gibi olur.)[İbni Asakir]
(Meste mesh müddeti, misafir için 3 gün, 3 gece; mukim için 1 gün 1 gecedir.) [Tirmizi]
(Bismillâhillezi lâ yedurru ...... duasını sabah 3 kere okuyana akşama kadar, akşam okuyana da, sabaha kadar hiç belagelmez.) [İbni Mace]
(1 gün ilim öğrenmek, 3 ay oruç tutmaktan daha hayırlıdır.)[Deylemi]
(Her namazdan sonra; 3 kere "Estağfirullahelazim ellezi la ilahe illa hüv el-hayyel-kayyume ve etubü ileyh" okuyanın, bütün günahları affolur.) [İbni Sünni]
(Namaz sonunda, 3 kez Sübhane Rabbike âyetini okuyan çok sevaba kavuşur.) [Taberani]
(Sabah-akşam 7 kez, "Hasbiyallahü la ilahe illa hü, aleyhi tevekkeltü ve hüve Rabbül-arşil-azim" okuyan dünya ve ahiret sıkıntılarından kurtulur.) [İbni Sünni]
(Cuma namazından sonra, 7 kere "İhlas ve Muavvizeteyn" okuyan, bir hafta kazadan, beladan ve kötü işlerden korunur.) [İbni Sünni]
(Sabah veya akşam namazını kıldıktan sonra, 7 defa "Allahümme ecirni minennar" diyen, o gün ölürse Cehennemden korunur.)[Nesai]
(Cuma günü 80 salevat getirenin, 80 yıllık günahı affolur.) [Dare Kutni]
(Her namazdan sonra 33 sübhanallah, 33 elhamdülillah, 33 Allahü ekber sonra, "La ilahe illallahü vahdehü la şerike leh lehül-mülkü ve lehül-hamdü ve hüve alâ külli şeyin kadir" diyen kimsenin deniz köpüğü kadar günahı olsa da affedilir.) [Müslim]
|
Kur’an-ı kerimde nesh vardır
|
Sual: Kur’anda nesh var mıdır?
CEVAP
Elbette vardır. Nesh, emir ve yasakların yürürlükten kaldırılması veya değiştirilmesi demektir. Allahü teâlânın, Hazret-i Âdem’den itibaren gönderdiği dinlerin hepsi itikatta aynı, amelde ise farklıydı. Sonra bütün dinleri nesh edip, İslamiyet’i göndermiştir. Kur’an-ı kerim 23 senede indi. Bu zaman zarfında bazı hükümler tedrici olarak indi. Mesela, içki önce haram değildi. Bir âyet inip fayda ve zararından bahsedilmiş, zararı daha fazladır denilerek bırakılması istenmiş; fakat kesin olarak haram edilmemişti. Daha sonra kesin olarak haram edildi. Bir âyet-i kerime meali:
(Biz, daha iyisini veya onun gibisini getirmeden, bir âyeti nesh etmez veya unutturmayız.) [Bekara 106]
Hâşâ, bu âyet-i kerime lüzumsuz yere inmemiştir. Nesh var ki, böyle bildirilmiştir. İslam âlimlerinin kitaplarında bu hususta çok açıklama vardır. Türedilerin, nesh yok demelerine itibar etmemelidir.
Sual: Allah’ın, koyduğu bir hükmü, daha sonra değiştirmesi, akla uygun mudur? Nesh var mıdır?
CEVAP
Bütün hak dinlerde, iman bilgileri yani Amentü’nün esasları bozulmadan önce aynı idi. İmanda değişiklik olmaz. İki âyet meali:
(Kur’an, önce gelmiş olan kitapları tasdik edicidir.) [Bekara 97]
(Tevrat’ı tasdik eden Kur’ana inanın!) [Bekara 41]
Nesh, Peygamber kıssaları ile Cennet ve Cehennemi bildiren âyetlerde olmaz. Yalnız, emir ve yasaklarda olur. Nesh; emir ve yasakları değiştirmek demek değil, bunların yürürlük zamanlarının bittiğini haber vermektir. Kur’an-ı kerim, Tevrat ve İncil’i nesh edip yürürlükten kaldırdı. (Beyan-ül-hak)
Dinin emir ve yasakları tedrici olarak bildirildi. Mesela Bekara suresinin 219. âyetinde, önce içkinin büyük günahı yanında, bazı faydalarının da bulunduğu bildirildi. Daha sonra haram edildi. (Maide 91)
Nesh hakkında iki âyet meali:
(Biz, daha iyisini veya onun gibisini getirmeden bir âyeti nesh etmez veya unutturmayız.) [Bekara 106]
(Ya bize bundan başka bir Kur’an getir, yahut onu değiştir diyenlere de ki, Onu kendiliğimden değiştiremem.) [Yunus 15]
Demek ki nesh edilen ve unutturulan âyetler vardır. Hadis-i şerifle de olsa, nesh yine Allahü teâlânın emri iledir. Çünkü Resulullahın dine ait sözleri vahiydir:
(Onun sözü vahiyden başka değildir.) [Necm 4]
Neshin çeşitleri şunlardır:
1- Âyetin, âyet ile neshi:
Bekara suresinin 180. âyetinde, ölüm hastasının ana, baba ve yakınları için vasiyette bulunma şartı vardı. Nisa suresinin 11. âyetinde, herkesin ne kadar miras alacağı bildirilmiş ve böylece vasiyet şartı kaldırılmıştır. Nisa suresinin, (Yeminlerinizin bağladığı kimselere de hisselerini veriniz) mealindeki 33. âyetine göre, akraba olmayan iki kişi yeminleşir ve biri diğerine mirasçı olurdu. Ama Enfal suresinin, (Yakın akrabalar vâris olmaya daha uygundur)mealindeki 75. âyeti ile neshedildi. (Ebu Davud)
Nur suresinin, (Zina eden ancak zina edenle evlenebilir)mealindeki 3. âyeti, Nur suresi 32. âyeti ile ve İbni Mace’nin bildirdiği(Önceki zina, nikahı haram kılamaz) hadis-i şerifi ile nesh edildi. Dört mezhepte de, zina eden, zina etmeyenle ve zina etmeyen, zina edenle evlenebilir. (Cessas)
2- Âyetin, sünnet ile neshi:
Bekara suresinin (Ölüm gelince, ana baba ve yakınlara vasiyet farzdır) mealindeki 180. âyeti, [Buhari’deki] (Vârise vasiyet yoktur)hadis-i şerifi ile nesh edildi.
Zekat verilmesi bildirilen 8 sınıftan biri olan Müellefe-i kulub, iman etmesi veya kötülükleri önlenmek istenilen kâfirler ve yeni iman etmiş olan zayıf Müslümanlar idi. Hazret-i Ebu Bekir zamanında, Beyt-ül-mal emini olan Hazret-i Ömer, [Kütüb-i sittenin hepsinde bulunan] (Zekatı Müslümanların zenginlerinden al, fakirlerine ver) mealindeki Muaz hadisini bildirip, (Müellefe-i kulub’a zekat verilmesini Resulullah nesh etti) dedi. Eshab-ı kiramın hepsi, bunu kabul etti. Nesh edilmiş olduğuna ve bunlara zekat verilmemesi gerektiğine icma hasıl oldu. (Redd-ül Muhtar)
3- Sünnetin âyet ile neshi:
Beyt-ül-makdis’e doğru namaz kılınırken, Bekara suresinin, (Yüzünü artık Mescid-i Haram [Kâbe] tarafına çevir) mealindeki 144. âyeti ile nesh edildi. Kıble Kâbe oldu.
4- Sünnetin sünnet ile neshi:
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Kabir ziyaretini yasaklamıştım, bundan sonra ziyaret edin!) [İbni Mace]
(Cehennemde en hafif azap Ebu Talib’e yapılır. Ayaklarında ateşten iki nalın olacak, bunların sıcaklığından beyni kaynayacaktır.) [Müslim]
Bu hadis-i şerif, imam-ı Kurtubi ve imam-ı Süyuti’nin bildirdiği (Amcam Ebu Talib, diriltildi ve iman etti) mealindeki hadis-i şerif ile nesh edilmiştir.
(Bazı âyetlerde olduğu gibi, hadislerimden de birbirini nesh eden olur.) [Deylemi]
Şimdi, Allah’a ve Resulüne dün böyle diyordun bugün niye değiştirdin, çelişki içindesin mi denir?
Hatta, Allahü teâlâ öteki dinlerde haram olan bazı şeyi bu ümmete helal kılmış, helal olanları da haram kılmıştır. Hâşâ Allah’a niye böyle yaptın denebilir mi? Nitekim Âdem aleyhisselamın çocukları ikiz olmayan kız kardeşleri ile evlenmişlerdir. O zaman mubah kılmıştı, bugün ise yasakladı. Din Allah’ın değil mi? İstediğini yapamaz mı? Mesela, Mütayı da üç defa mubah kılmış, üç defa da yasaklamıştır. Buna çelişki denir mi? Mütayı sonradan yasakladı diye Allah ve Resulü suçlanır mı?
Sual: Nesh edilen ahkâmla amel edilir mi?
CEVAP
Hayır.
.
Kur’anda Yahudi ve Hıristiyanlar
|
Sual: Kur’anda Yahudiler ve Hıristiyanlar hakkındaki âyetlerde özellikle neler bildiriliyor?
CEVAP
Yahudiler hakkındaki âyetlerden bazıları şunlardır:
1- Tevrat’ı değiştirdiler. (Bekara 79)
2- Peygamberleri öldürdüler. (Âl-i İmran 183)
3- Hazret-i İsa’yı öldüremediler. (Nisa 157)
4- Fesat çıkardılar. Allah’a cimri dediler. (Maide 64)
5- Hazret-i Meryem’e iftira ettiler. (Nisa 156)
6- İman edenlere en şiddetli düşmanlık edenler Yahudi ve müşriklerdir. (Maide 82)
7- Üzeyir Allah’ın oğlu dediler. (Tevbe 30)
8- Kıskançlık ve maddi çıkar yüzünden Kur’ana inanmadılar. (Bekara146)
9- Çoğu iman etmeyecektir. (Bekara 100; Nisa 155)
10- Allah’ı inkârlarından dolayı lanete uğradılar. (Bekara 88-89)
Kur’ana göre Hıristiyanlar
1- Meryem oğlu Mesihe, Allah diyenler, kâfir olmuştur. (Maide 72)
2- Allah üç ilahtan biridir diyenler kâfir olmuştur. (Maide 73)
3- Meryem oğlu Mesih bir Peygamber, anası da sadık bir kadındır. (Maide 75)
4- İsa Mesihe Allah’ın oğlu dediler. (Tevbe 30)
5- Yahudilere göre, Hıristiyanlar Müslümanlara daha yakındır. (Maide82)
Yahudi ve Hıristiyanların ortak yönleri:
1- Bilginlerini, rahiplerini Rabler edindiler. (Tevbe 31)
2- Yahudi bilginleri ve Hıristiyan rahipleri halkın mallarını yediler. (Tevbe 34)
3- Allah’ın oğullarıyız dediler. (Maide 18)
4- Bile bile hakkı gizlediler. (Âl-i İmran 71)
5- Allah çocuk edindi diye iftira ettiler. (Bekara 116)
6- Allah’ın âyetlerini inkâr ettiler. Âl-i İmran 70)
7- Allah’a iftira ettiler. (Âl-i İmran 78)
8- Yahudi ve Hıristiyanlar, birbirinin dostlarıdır. (Maide 51)
9- Resulullah, dinlerine girmedikçe, Yahudi ve Hıristiyanlar ondan razı olmazlar. (Bekara 120)
10- Dinlerinde aşırı gittiler. (Nisa 171)
11- Kitaplarındaki bilgileri gizlediler. (Maide 15)
12- Ehl-i kitap, “Cennete ancak Yahudi ve Hıristiyanlar girecek” dediler. (Bekara 111)
13- Ehl-i kitap ve müşriklerden olan inkârcılar, Cehennem ateşinde ebedi olarak kalırlar. Onlar, halkın en şerlileridir. (Beyyine 6)
Bu âyet-i kerimelerden açıkça anlaşılıyor ki, Yahudiler Tevratı değiştirdiler. Hazret-i Musa’nın dini değişince Allahü teâlâ, İncil ile Hazret-i İsa’yı gönderdi. Hazret-i İsa’nın dini de bozulunca, İncil, İnciller haline gelince, Allahü teâlâ, İslamiyet’i göndermiştir.
|
|
Âyetlere tarihsel demek
|
Sual: Bir arkadaş, "Ben tarihselliğe inanırım. Bana göre, Kur’anın dörtte biri Arap örf ve âdetlerinden ibarettir. Bunlara ilahi hüküm diye bakılamaz. Miras hükmü de bunlardan biridir. İnanmadığım bir şeyi ben karıma, kızıma nasıl anlatabilirim" dedi. Bu dini değiştirmek değil midir? İslamiyet kıyamete kadar geçerli değil midir? Hâşâ Allahü teâlâ yanlış şeyler mi bildirdi?
CEVAP
O kişinin, ya aklından, ya dininden zoru var. Akıl hastası değilse misyonerdir. Tarihsellik diye İslamiyet’i yıkmaya çalışanlar çıksa da, bu dine inanan ve onu yaşayan halis Müslümanların olacağını Peygamber efendimiz bildirmektedir. Dini yıkmaya önce hadislerden başladılar, işlerine gelmeyen hadislerin kimine uydurma, kimine zayıf dediler. Şimdi de, Kur’andaki âyetler o zaman içindi, şimdi geçersizdir demeye başladılar. Hatta, (O zamanki Yahudi ve Hıristiyanlar kâfir idi, şimdikiler değildir. O zaman Müslüman olmak için La ilahe illallah Muhammedün Resulullah demek şart idi, şimdi sadece La ilahe illallah diyen Müslümandır. Böyle inanana İsevi Müslüman denir) dediler. Bunlar, İslamiyet’i içten yıkmak için hazırlanmış oyunlardır.
O kişi, karısına, kızına miras hükmünü anlatamasa da, anlatanlar çıkar. Anlatan çıkmasa bile, Kur’anda bir hüküm varsa, buna inanmak şarttır. İnanmayan, bu hükümler o devre aitti diyen nasıl Müslüman olur? Böyle düşünmek, Allah’a ve Onun kudretine inanmamanın başka şeklidir. Hâşâ Allah, geleceği bilmez mi? Yirminci asrı, otuzuncu asrı bilemez mi? Bu miras hukuku, Arap toplumu içindir, yirminci asırda, miras şöyle olacaktır demekten aciz mi? Kur’an-ı kerime, dolayısıyla Allahü teâlâya nasıl böyle dil uzatılabiliyor? Hâşâ Allah, Arap toplumu için yanlış hükümler mi bildirdi? Arap toplumu, tefecilikle, faizcilikle uğraşıyor, içki içiyor, putlara tapıyor, kız çocuklarını diri diri toprağa gömerken, bunları yasaklamadı mı? Allah kimden korkacak da, doğru hükmü bildirmeyecektir?
Faideli Bilgiler kitabında deniyor ki:
(İslamiyet'te kadın, mirastan hiçbir şey almaya muhtaç bırakılmamıştır. Onun bütün ihtiyaçlarını, kocası, babası, erkek kardeş ve amca gibi mahrem yakınları, çalışıp, kazanıp, ona vermeye mecbur tutulmuştur. Erkeklerin, bu güç vazifelerinden dolayı, mirasın hepsini almaları lazım gelirken, İslamiyet kadınlara, erkeğe verilenin yarısını da onlara vermektedir. Erkek, kadına bakmaya mecbur, kadının ise, kendine bile bakması lazım olmadığı halde, İslamiyet kadını kayırmakta, ona ayrıca miras da vermektedir. [Hiç bir yakını yoksa, kadının ihtiyaçlarını Beytülmal karşılar.] İslamiyet'te kadınların çok kıymetli oldukları, buradan da anlaşılmaktadır.)
Böyle bir fitne ortamında, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarına sarılmaktan başka çare yoktur. Mızraklı ilmihal’i bile okuyup amel eden kimse, imanını kurtarabilir. Başka kitaplara bile ihtiyaç kalmaz. Mızraklı ilmihal, Cennet yolu ilmihali adı ile İslam Ahlakı kitabının içinde bulunmaktadır. İslam Ahlakı kitabını okuyan, dinini bid’at ve hurafelerden koruyabilir.
O arkadaş, Kur’an-ı kerimdeki âyetler için, (Bunlara ilahi hüküm diye bakılamaz) diyor. (Kur’anda bildirilen namaz, oruç, zekat, hac gibi ibadetler de, o zamanki insanlar içindi, bugünkü modern insanın bunlara ihtiyacı yok) diyen tarihselciler de vardır.
Böyle bir ortamda, medyada konuşanlara, şahsi sözlerini din gibi anlatanlara uymayıp, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarına yapışarak din gemisini kurtarana kaptan denir. Ne mutlu onlara.
|
İslam harfleri
|
Sual: Kur’andaki harfler Arap harfleri değil mi, bunlara niye İslam harfleri deniyor?
CEVAP
Şu anda kullandığımız Latin harflerine, Türk harfleri denmesi, onları Latin harfi olmaktan çıkarmadığı gibi, Arapların İslam harflerini kullanmaları da, bunların Arap harfleri olmasını gerektirmez. Osmanlılar ve daha önceki Müslüman Türkler, toplam bin yıla yakın İslam harflerini kullanmıştır. İran ve daha başka ülkelerde de, İslam harfleri kullanılmaktadır. Arapların kullandığı harflerin İslam harfleri olduğuna dair, çok vesika vardır. Birkaçı şöyledir:
1- Üç hadis-i şerif meali şöyledir:
(Allahü teâlâ Arşı yaratınca, üzerine Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resulullah yazdı.) [İ.Rafii]
(Allahü teâlânın Levhi mahfuzda yazdığı ilk şey, Bismillâhirrahmanirrahimdir.) [Deylemi]
(Yer gök yaratılmadan iki bin yıl önce, Cennetin kapısında Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resulullâh yazılmıştır.) [Ukayl, İ.Neccar]
2- Âdem aleyhisselam Cennetteyken, Cennetin her yerinde ve Arş üzerinde, (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resulullah) yazılı gördü. Muhammed aleyhisselamın, Allahü teâlânın en sevgili kulu olduğunu, bundan anlamıştı. Bunlar, oralarda İslam harfleriyle yazılıydı. O harfler, insan yapısı değildir. Dünya ve Âdem aleyhisselam yokken, o harfler vardı. Bütün kitaplar ve sahifeler, İslam harfleriyle gönderilmiştir. (Mir’at-ül-Haremeyn)
3- Âdem aleyhisselam ve her şey, Muhammed aleyhisselamın şerefine yaratılmıştır. Arş, gökler ve Cennetlere, İslam harfleriyle mübarek ismi yazılmıştır. (Mevahib-i ledünniyye)
4- Hud aleyhisselama gelen kitap da, İslam harfleriyle idi. (Hadika, Letaif-ül-işarat)
5- Mushafı hiç okumayıp, hayır ve bereket için evde bulundurmak sevabdır. Bir kâfirin ismini yazıp, buna hakaret edilmez; çünkü İslam harflerine hürmet gerekir. (F. Hindiyye)
6- Levh-i mahfûzda, ilk yazılan, Besmeledir. Âdem aleyhisselama ilk gelen, Besmeledir. Cennet davetiyesinin imzâsı Besmeledir. (S. Ebediyye)
İslam harflerine hürmet
Sual: Yere serilen halı veya başka bir şeyde, İslam harfleriyle yazılmış bir yazı olsa, yazının üstü, okunamayacak şekilde boyanırsa, bunu yere sermek caiz olur mu?
CEVAP
Evet, caiz olur.
İslam harfleriyle karıştırmak
Sual: İslam harfleriyle Latin harfleri karışık yazılabilir mi?
CEVAP
İslam harfleriyle Latin harflerini karışık yazmak caiz olabilirse de, âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerde, karışık yazılmaz.
Lisan ve harfler
Sual: S. Ebediyye’de, (Bütün semavi kitaplar İslam harfleriyle gönderilmiştir) dendiği halde, Herkese Lazım Olan İman kitabında, Tevrat’ın aslının İbranice, İncil’in ise Süryanice olduğu bildiriliyor. Burada bir çelişki yok mu?
CEVAP
Hayır, çelişki yoktur. Lisanla harfler farklıdır. Fransızca konuşanlar da, İngilizce veya Almanca konuşanlar da Latin harflerini kullanıyorlar.
Türkler de, şimdi Latin harflerini kullanıyorlarsa da asırlarca İslam harflerini kullandı; ama dilimiz yine Türkçeydi, Arapça değildi. İranlılar da İslam harflerini kullanıyorlar; ama dilleri Arapça değil, Farsçadır. Dil ile harfleri karıştırmamak lazımdır. İslam harfleriyle inmişse de, Tevrat’ın dili İbranice, İncil’in dili Süryaniceydi.
|
|
Kur’an-ı kerimle ilgili çeşitli sorular
|
Sual: Kur’an Kadir gecesi mi indi, yoksa Berat gecesi mi?
CEVAP
Tefsirlerdeki bilginin özeti şöyledir:
Levh-il mahfuza inişi Berat gecesinde oluyor, dünya semasına indirilmesi ise Kadir gecesinde oluyor. İlk inişi Kadir gecesinde olmuştur. 23 senede indi. Bir âyet meali:
(Apaçık olan Kitaba and olsun ki, biz onu [Kur’anı] mübarek bir gecede indirdik. Her hikmetli iş o mübarek gecede ayırt edilir.)[Duhan 3-4]
Bu âyetin açıklamasında buyuruluyor ki:
Kur’an-ı kerim, Levh-il mahfuza bu gece indirildi.
Dünya semasına indirilmesi ise, Kadir gecesinde oldu. Bir âyet meali şöyledir:
(Biz onu [Kur'anı] Kadir gecesinde indirdik.) [Kadr 1]
Sual: Mucize mahluk olur. Kur'an mahluk değilken nasıl mucizedir?
CEVAP
Kur'an-ı kerim, istisna olarak mahluk olmayan mucizedir.
Sual: Kur'anda Fatiha suresinden sonra âmin diye bir kelime yok. Âmin diyenler Kur'ana kelime ilave etmiş olmuyorlar mı? Bu yanlışlığın sebebi nedir?
CEVAP
Ortada bir yanlışlık var. Bu yanlışlık yalnız Kur'an diyerek hadis-i şerifleri inkâr edenlerdedir. Kur'an-ı kerimden hangi şeyi anlayabiliriz ki? Mesela namazı bozan şeyler Kur'anda yazıyor mu? Namazın farzları ve nasıl kılınacağı var mı? Namazın sünnetleri, mekruhları ve vacibleri Kur'anda yazar mı? Namazın kaç rekat kılınması gerektiği yazılı mı? Bunları ve her şeyi Allahü teâlâ Peygamber efendimize bildirmiştir, O da bize bildiriyor. Peygamber efendimiz, Fatiha'dan sonra âmin demek gerekir buyuruyor. Âmin demek sünnettir. Esas yanlışlık, Kur'an meali okuyup da Kur'anda âmin kelimesi yok demektir. Her Müslümanın fıkıh kitabı okuması lazımdır. En güzel, en faydalı fıkıh kitabı ise Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye’dir.
Sual: Nahl suresinin (Allah bilemeyeceğiniz daha nice şeyler yaratır) mealindeki 8. âyetindeki "Bilemeyeceğiniz şeyler"den maksat nedir?
CEVAP
"Bilemeyeceğiniz şey" buyuruluyor. Bilebilseydik öyle buyurulmazdı. Ancak tahminler yapılmaktadır. "Bilemeyeceğimiz şeyleri" bazı müfessirler, "Acayip garaib" diye tefsir etmişlerdir. Bugün, ilk hatıra gelen şeyler füze, TV, bilgisayar ve diğer teknik cihazlar olabilir. Daha başka şeyler de bulunacak demektir. (Tibyan)
Sual: Bazı kitap satıcıları Mushafları aşağı yerlere koyuyorlar. Bu saygısızlık değil mi?
CEVAP
Kitap satıcılarının, öyle yapmaları Kur’an-ı kerime hürmetsizlik olur. Kur’an-ı kerim öğretilmesine, okunmasına sebep olmak niyetiyle kitapçıların, Kur’an-ı kerimi bastırıp, Mushaf olarak satmaları caiz ve sevap olur. Aldığı satış parası helal olur; fakat böyle niyetin alameti vardır ki, mal oluş fiyatına yakın, az bir kârla satmalıdır. Geçimi başka kitaplardan sağlanıyorsa, Mushaf’ı kârsız satmalıdır.
Sual: Kur'an-ı kerimi yattığımız odada başucumuza asıyor bu şekilde yatıyoruz. Ayrıca bu odada ve diğer odalarda dini levhalar da var. Bunun mahzuru var mı?
CEVAP
Yatak odasında Mushaf (Kur’an-ı kerim) ve dini levha bulunmasının mahzuru olmaz.
Sual: Kur’an-ı kerimin mealini okumak hatim yerine geçer mi?
CEVAP
Hatim yerine geçmez.
Sual: Mealden dinimi öğrenmeye çalışıyorum, uygun mu?
CEVAP
Uygun değil. Mealden tefsirden din öğrenilmez. Ehl-i sünnet âlimlerinin kıymetli kitaplarından hazırlanan ilmihallerden öğrenmeli. Bunun için size Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye kitabını tavsiye ederiz. Bu kıymetli eseri www.hakikatkitabevi.com adresinden de okuyabilirsiniz.
Sual: Ayrıca bir Kur’an-ı kerim ihtiyacım var, hangisini önerirsiniz? Mealli olması uygun mu?
CEVAP
Mealli olması uygun değil. En iyi hangisini okuyorsanız onu alın.
Sual: Mushaf satıcıları küçük Kur'an, büyük Kur'an diyorlar. Mushafa Kur'an demek caiz mi?
CEVAP
Kur’an Allah sözü demektir. Mushaf Allah’ın sözlerinin yazıldığı kitap demektir. Büyük Kur'an küçük Kur'an, eski Kur'an yeni Kur'an olmaz. Yani Allah’ın sözlerinin büyüğü küçüğü, eskisi yenisi olmaz. Ama Mushafın yenisi eskisi, küçüğü büyüğü olur. Kur'an mahluk değildir, fakat Mushaf kağıt olarak mahluktur. Mahluk yaratılmış demektir.
Sual: Arabada torpido gözünde fermuarlı kılıf içinde Kur’an-ı kerim bulunduruyorum, gözdeki diğer eşyaların üzerinde duruyor, ancak arabada daha yüksekte bir yerde tutma imkanım da yok. Torpido gözü bel hizasında duruyor, böyle bulundurmamız uygun mu?
CEVAP
Uygundur.
Sual: Deri kaplı, fermuarlı küçük Mushafla helaya girmek caiz mi?
CEVAP
Evet caizdir.
Sual: Mushafı yükseğe açık olarak koymak caiz mi?
CEVAP
Evet.
Sual: Hâfız idim. Boş zamanım olursa, hıfzımı takviye edeyim mi?
CEVAP
Evet.
Sual: Mushafın kenarına İslam harfleriyle yazı caiz mi?
CEVAP
Evet.
Sual: İçinde Mushaf bulunan çantayı, dizden aşağıda taşımak caiz mi?
CEVAP
Hayır.
Sual: Çok küçük Mushaflar var. Bunları kolye olarak kullanmak günah mıdır?
CEVAP
Kur'an-ı kerimi okunamayacak kadar küçük harflerle yazmak, böyle küçük Mushafı almak günahtır. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimi okumak, dinlemek, emirlerini öğrenip yapmak için gönderdi. Kur'an-ı kerimi okunamayacak kadar küçük yazmak, ona hakaret etmek olur. Halife Hazret-i Ömer, böyle küçük yazan birisini cezalandırmıştır. (Halebi)
Böyle Mushafları almak, taşımak, hıristiyanların putları gibi altın veya gümüş mahfaza içinde boyna takmak, faydasız ve günahtır.
Sual: Namazda okunan Kur’an mı yoksa dışında okunan mı daha sevaptır?
CEVAP
Namazda okunan daha sevaptır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Namazda okunan Kur'an, namaz dışında okunan Kur'andan daha sevaptır.) [Cami'ussagir şerhi]
Sual: Kur'anın ikinci suresine Bekara denmesinin sebebi nedir?
CEVAP
Bekara, sığır, inek manasındadır.
Musa aleyhisselam zamanında Beni İsrail’den bir genç, kendisinden başka mirasçısı bulunmadığı halde, malına tamah ederek zengin amcasını öldürür. Ölüsünü de gizlice başka bir köye bırakır. Ertesi günü Hazret-i Musa’ya gidip, zengin şahsı bu köylülerin öldürdüğünü söylerler. Onlar da kendilerinin öldürmediğini söyleyince, Cenab-ı Hak, bir inek kesip bir parçası ile ölüye vurulursa, ölü dirilip katilin kim olduğunu söyleyeceğini Hazret-i Musa’ya bildirir.
Kavmi, böyle bir şeyin olamayacağını zannederek, Hazret-i Musa’ya, (Sen bizimle alay mı ediyorsun?) derler. O da, bir Peygamberin alay etmeyeceğini söyler ve (Cahillikten Allah’a sığınırım) buyurur.
Hazret-i Musa’ya kesilecek ineğin vasfını sorarlar. O da bildirir. Değeri üç altın etmesine rağmen, istenilen vasıflar bu inekte bulunduğu için, derisi dolu altın verilerek ineği satın alıp keserler.
Kesilen ineğin bir parçasını ölüye vurunca, ölü dirilip, (Beni öldüren yeğenimdir) der ve tekrar ölür. Köylüler katili yakalayıp öldürürler. Böylece iki köy arasındaki çekişme de sona erer. Bu husus, Bekara suresinin 67-73. âyet-i kerimlerinde bildirilmektedir.
Son âyet-i kerimenin devamında mealen (İşte Allah ölüleri böyle diriltir, düşünüp de gerçeği anlamınız için size [kudretini, peygamberine verdiği mucizeleri] gösterir) buyurulmaktadır.
Firavunlar devrindeki Mısır’da, sığır mukaddes bir hayvandı. ŞimdiHindistan’da olduğu gibi ineğe tapılırdı. Allah’tan başka şeylere tapınılmayacağını göstermek ve böyle bâtıl inançları yıkmak gayesiyle bildirilen mucize gösterilmiştir.
Bekara suresinde Hakla bâtıl anlatılmaktadır. Öküzle sürülen saban, toprağı yarıp ikiye ayırdığı gibi, Hakkı, bâtıldan ayırması bakımından da bu sureye Bekara ismi verildiği bildirilmiştir.
Sual: Bizim camiye birisi gizlice gelip, Mushaflardaki Tevbe suresinin son iki âyetini karalıyor. Oraya da bu Kur’andan değil diyor. Bunu kimler yapabilir ki?
CEVAP
Resulüm yani peygamberim diyen Reshat Khalife isimli Mısırlı birisi, 19 sayısının katlarına uymuyor diye, o iki âyeti inkâr ediyor. Bu inkârıyla, ya, (Kur’anı biz indirdik, onu değişmekten biz koruyacağız) mealindeki âyet-i kerimeyi de kabul etmemiş oluyor veya kabul ediyorsa, Allahü teâlânın Kur’an-ı kerimi koruyacağına güvenmemiş oluyor. Bu sapık adama inanan ahmağın birisi onu karalamış olabilir.
Sual: Çok yıpranmış, yırtılmış Mushafı yakmak caiz midir?
CEVAP
Eskimiş, istifade edilmez hâle gelmiş Mushafı, çürüyüp, toprak oluncaya kadar açılmayacağı emin olan yerdeki toprağa gömmek gerekir. Böyle bir yer bulunamazsa, yakıp külünü gömmek veya külünü denize, ırmağa atmak caizdir.
Mushaf arasına çiçek koymak
Sual: Mushaf arasına, çiçek, gazete parçası koymak caiz midir?
CEVAP
Mushaf arasına çiçek koymak caizdir, hürmetsizlik sayılmaz. Gazete parçası koymak hürmetsizlik olur. Latin harfleri, İslam harfleriyle karışmış olur.
Sual: Kur’an yazılı CD’leri, Kur’an öğrenmek için hazırlanan CD’leri veya Mushafları, kâr kazanmak için satmak caiz mi?
CEVAP
Bunları satmak, Kur'an-ı kerim öğretilmesine, okunmasına sebep olmak niyeti ile olursa, caiz ve sevab olur, fakat böyle niyetin alameti, bunları, maliyetine yakın, çok az bir kârla satmaktır. Başka geliri de varsa, Mushafı kârsız satmalıdır. Kâğıt, işçilik ücreti ve masraflarını almak caizdir. (S. Ebediyye)
Sual: Bilimde dinozorlardan ve buzul çağıyla birlikte soylarının tükenmesinden bahsediliyor. Kur'anda böyle bir şeyden bahsediliyor mu?
CEVAP
Kur’an-ı kerim, tarihten, biyolojiden, teknolojiden, tıptan kısmen bahsetse de, o, tarih, coğrafya, tıp veya biyoloji kitabı değildir. Bunlardan detaylı şekilde bahsetmez. Herkesin Âdem aleyhisselamdan geldiğini bildirir, o kadar.
Kıraat ve tilavet
Sual: Kıraat ve tilavet ne demektir?
CEVAP
İkisi de, Kur’an-ı kerim okumak demektir. Genelde kıraat, namaz içinde okumak; tilavet ise namaz dışında okumak anlamında kullanılır.
Sual: Kur'an-ı kerim, Mushaf haline nasıl geldi?
CEVAP
Kur'an-ı kerim, 23 yılda, parça parça nazil oldu. İnen ayetler, çeşitli şeylere yazıldığı gibi, müminler tarafından da hemen ezberleniyordu. Ancak Yemame savaşında, Kur'an-ı kerimin hepsini ezberleyen 70 hâfız şehit olunca, (Kur'an-ı kerimi ezberden bilenler azalıyor) diye telaşlanan Hazret-i Ömer, halife Hazret-i Ebu Bekir'e, Kur'an-ı kerimin toplanıp yazılmasını tavsiye ve rica etti. Hazret-i Ebu Bekir de, Muhammed aleyhisselamın kâtibi olan Zeyd bin Sabit'e Kur'an-ı kerim surelerinin ayrı ayrı kâğıtlara yazılmasını emretti. Sonra bir heyet, Kureyş lehçesiyle bir Mushaf yazdı. Hazret-i Osman zamanında bu Mushaf'tan, 6 adet daha yazılarak vilayetlere gönderildi. Bu suretle, Resulullahın vefat edeceği yıl, Cebrail aleyhisselamla beraber iki defa okumuş oldukları Kur'an-ı kerim yazıldı. Buna uymayan nüshaları imha edildi. Bugün bütün İslâm ülkelerinde mevcut olan Mushafların tertibi ve şekli Mushaf-ı Osmani'ye tam uygundur. O zamandan beri bir tek harfi değişmemiştir.(Mir'at-ı kâinat)
Sadakallahül-azîm demek
Sual: (Kur’an-ı kerim okuduktan sonra, sadakallahül-azîm demek bid’attir. Çünkü manası, en doğrusunu Allah bilir demektir) deniyor. Bu yanlış değil mi?
CEVAP
Sadakallah, Allah doğru söyledi demektir.
Sadaka Resulullah, Resulullah doğru söyledi demektir.
Sadakallahül-azîm, (Azîm olan, büyük olan Allah doğru söyledi) demektir.
Kur’an-ı kerim Allahü teâlânın sözü olduğuna göre, Allah doğru söyledi demek, bid’at olmaz. Asırlardır âlimlerimiz böyle söylemişlerdir.
Sûrelerin yerleri
Sual: Kur'an-ı kerimdeki sûrelerin ve âyetlerin yerlerini kim tespit etmiştir? Niye iniş sırasına göre konmamıştır?
CEVAP
Sûrelerin sırasını Peygamber efendimiz bildirmiştir. Halife hazret-i Osman da, bildirildiği şekilde, yazdırdığı altı Mushaf’ta bu sûreleri yerlerine koydurmuştur. (Rehber Ansiklopedisi)
Resulullah’ın dine ait her sözü vahye dayanır. Bir âyet-i kerime meali şöyledir:
(Resulüm, kendi arzusuyla konuşmaz. Onun [dini hükümlere ait her] sözü vahiydir.) [Necm 3, 4]
Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Yemin ederim ki, ben size ancak Allahü teâlânın emrettiğini emrediyor, nehyettiğini nehyediyorum.) [Taberanî]
Farklı kaviller varsa da, âyetler gibi sûrelerin yerleri de vahye dayanmaktadır.
Kur’ân-ı kerîm, nazm-ı ilâhîdir... |
|
Cenab-ı Hak tarafından gönderilen ilahî kitaplarda bildirilen emir ve yasakların tatbikinde Peygamberlerin izahlarının şart olduğunu, bunda zaruret bulunduğunu açıkladıktan sonra, şimdi de Peygamberimiz Muhammed aleyhisselama gönderilen kitabımız Kur’an-ı kerim üzerinde durmak istiyorum. Kur’an-ı kerim nedir, anlamak mümkün mü, kimler anlayabilir? Bu konuların üzerinde duralım:
Kur’ân-ı kerîm, nazm-ı ilâhîdir. Nazm, lügatte, incileri ipliğe dizmeğe denir. Kelimeleri de, inci gibi, yanyana dizmeğe nazm denilmişdir. Kur’ân-ı kerîmin kelimeleri arabîdir. Fakat, bu kelimeleri yanyana dizen, Allahü teâlâdır. Bu kelimeler, insan dizisi değildir.
Cebrâîl aleyhisselâm her sene bir kere gelip, o âna kadar inmiş olan Kur’ân-ı kerîmi, Levh-il-mahfûzdaki sırasına göre okur, Peygamber efendimiz dinler ve tekrar ederdi. Âhırete teşrîf edeceği sene, iki kere gelip, tamamını okudular. Muhammed aleyhisselâm ve Eshâb-ı kirâmdan çoğu, Kur’ân-ı kerîmi tamâmen ezberlemişti. Bazıları da, bazı kısmları ezberlemiş, birçok kısmlarını yazmışlardı. Muhammed aleyhisselâm, âhırete teşrîf ettiği sene, Hz. Ebû Bekir ezber bilenleri toplayıp ve yazılı olanları getirtip bir heyete, bütün Kur’ân-ı kerîmi, kâğıt üzerine yazdırdı. Böylece, “Mushaf” denilen bir kitâb meydana geldi.
Kur’ân-ı kerîm, hiçbir dile, hattâ Arapçaya da tercüme edilemez. Herhangi bir şiirin, kendi diline bile, tam tercümesine imkân yoktur. Ancak meâli ve îzâhı olur. Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını tercümesinden anlamak mümkün değildir. Bir âyetin ma’nâsını anlamak demek, Allahü teâlânın, bu âyette, ne demek istediğini anlamak demektir.
Bu âyetin herhangi bir tercümesini okuyan kimse, murâd-ı ilâhîyi öğrenemez. Tercüme edenin, bilgi derecesine göre yapdığı meâlini öğrenir. Bir câhilin, bir dinsizin yaptığı tercümeyi okuyan da, Allahü teâlânın dediğini değil, tercüme edenin, anladım sanarak, kendi kafasından anlatmak istediğini öğrenir.
Kur’ân-ı kerîmin hakîkî manâsını anlamak, öğrenmek istiyen bir kimse, din âlimlerinin kelâm ve fıkh ve ahlâk kitaplarını okumalıdır. Bu kitapların hepsi, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden alınmış ve yazılmıştır. Kur’ân tercümesi diye yazılan kitaplar, doğru mana veremez. Okuyanları, bunları yazanların fikirlerine, düşüncelerine ve maksatlarına esîr eder ve dinden ayrılmalarına sebep olur.
|
Anlamadan Kur’an okumak |
|
Sual: İslamcı yazarlardan birisi, (Mukabele okumak ve dinlemek uygun değildir. Kur’anı okuyanın ve dinleyenin anlaması şarttır. Papağan gibi okumak fayda yerine zarar verir) diyor. Kur’anı herkesin anlaması mümkün olmadığına göre, her milletten Müslüman olanlar var. Arapça bilmeyenlerin Kur’an okuması günah mıdır?
CEVAP: Kur’an-ı kerimi, lisanı Arapça olanlar bile anlayamaz. Hatta evliyanın ve ulemanın en büyükleri olan Eshab-ı kiram bile, âyetlerin manalarını Resulullaha sual ederlerdi. Bir hadis-i şerif meali:
(Kur’an-ı kerim Allahü teâlânın metin [sağlam] ipidir. Manalarının hepsi anlaşılmaz. Çok okumak ve dinlemekle eskimez.) [İbni Mace]
Kur’an-ı kerimin, çok veciz olup, bitmez tükenmez manalarının bulunduğu, bütün manaları bildirilse bile, yazmak için kağıt ve mürekkep bulunamayacağı bizzat Kur’an-ı kerimde bildirilmektedir. Mealen buyuruluyor ki:
(De ki, Rabbimin [İlmini, hikmetini bildiren, hayrete düşüren] sözleri için, denizler mürekkep olsa, bir o kadar daha deniz ilave edilse, denizler tükenir, Rabbimin sözleri tükenmez.) [Kehf 109 - Beydavi]
Demek ki, her Arapça bilen, Kur’an-ı kerimi anlayamaz. İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki:
(İmam-ı Ahmed bin Hanbel, Cenab-ı Hakkın, (Anlayarak da anlamayarak da Kur’an-ı kerim okuyan, benim rızama kavuşur) buyurduğunu bildirmektedir.) [İhya]
İslam âlimlerinin en büyüklerinden, Hanbeli mezhebinin reisi imam-ı Ahmed hazretleri böyle buyururken, hâlâ herkesin Kur’an-ı kerimi anlayarak okuması gerektiğini söylemek ne büyük gaflettir.
? Günahı gizlemeli
Sual: Bazı kimseler, “Allah’ın bildiği kuldan saklanmaz” diyerek, oruç tutan Müslümanlara saygısızlık yapıyorlar, açıktan oruç yiyorlar. Açıktan oruç yemek günah değil mi?
CEVAP: Evet günahtır. Günahı, açık da, gizli de işlemek caiz olmaz. Fakat nefsine, şeytana uyarak günah işleyen, günahını gizlemeli! Günahı gizlemek faydalıdır: Cenab-ı Hak, (Günahı gizleyin) buyuruyor. Peygamber efendimiz de, (İnsan günahını dünyada gizlerse, Allahü teâlâ da, Kıyamette, bu günahı kullarından saklar) buyurdu. (Müslim)
Allahü teâlâ açıktan, çekinmeden günah işleyenlere daha çok buğz eder. Fakat üzülerek günahını gizleyenleri, gizlediği için affedebilir. Hadis-i şerifte, (Bir günaha düşen, günahını gizlesin! Allahü teâlânın örtüsünü onun üzerinde bulundursun!) buyuruldu. (Müslim)
Günah işlerken halktan olsun utanmalı! Başkasını kendi hakkında konuşturmamak, gıybetini ettirmemek için günahı gizlemeli! Çünkü (Haya imandandır) buyuruluyor. (Buhari)
Kötü örnek olmamak, başkalarının da günah işlemesine cesaret vermemek için de günahı gizlemeli! Ancak, gizli de olsa günah işlemekten sakınmalıdır!
|
Müteşabih naslar |
|
Sual: Yed, vech, istiva, nüzul gibi kelimeler için keyfiyetini, yani nasıl olduğunu bilmeyiz ama, Allah’ın eli vardır, yüzü vardır, oturur, iner çıkar demekte bir sakınca var mıdır? İnsan görüp işitiyor, Allah da görüyor, insanın eli olduğu gibi Allahın da eli vardır, ama onunkinin keyfiyetini bilemeyiz demekte mahzur var mıdır?
CEVAP: Bu müşebbihe fırkasının inancıdır. Bu, Allahı mahlukata [yaratıklara] benzetmek olur. Yaratan yaratıklara asla benzemez. El yüz, bir organı anlatır. Bir hadis-i şerif meali:
(Allahü teâlâ, hatıra gelen her şeyden uzaktır.) [Diya-ül kulüb]
Bir âyet-i kerime meali de şöyledir:
(Leyse kemislihi şey’ün [Onun benzeri hiçbir şey yoktur, o hiçbir şeye benzemez.]) [Şura 11]
Eli var, ayağı var demek, kalbi var demek, gözü, kulağı var demek, onu bir şeye, yaratıklara benzetmek olur. Hatırımıza gelen her şeyden münezzehtir.
Tatarhaniyye fetva kitabında, Milel ve Nihal kitabında ve bütün Ehl-i sünnet kitaplarında Mücessime ve Müşebbihe fırkalarının, (Allah, Arş üzerinde oturur, iner, yürür, eli vardır) gibi şeyler söylediklerinden dolayı kâfir oldukları yazılıdır.
Allahü teâlânın görmesi göz ile değildir, işitmesi kulak ile değildir. Kur’an-ı kerimde geçen Yedullah kelimesindeki yed, hiçbir zaman organ olan el anlamında değildir. Vech, yüz anlamında değildir. İstiva da oturmak anlamında değildir. İstiva, sahip olmak, malik olmak, emri altında olmak demektir. Diğerleri de böyledir. Selef-i salihin denilen eski âlimler, (Allahın eli vardır ama bilmeyiz) dememişler, (Yedullahın ve diğer müteşabihlerin keyfiyetini Allah bilir) demişlerdir. Selefi denilen kimseler, selef-i salihin gibi söylemiyorlar, (Keyfiyetini bilmeyiz ama Allah’ın eli vardır) diyorlar. Selef-i salihin böyle söylemiyor. (Yedullahın keyfiyetini bilemeyiz) diyor. Aradaki farkı anlamalı, küfre düşürücü benzetmelerden uzak durmalıdır.
Sevgililer Günü
Sual: Sevgililer gününü kutlamak ve hediye alıp vermekte sakınca var mıdır?
CEVAP: Bu bir âdettir, sakıncası yoktur, yani evliler, karı koca, birbirlerine hediye verebilirler. Ancak şimdi “sevgili” denince gayri meşru olan sevgiyi, nikâhsız dost hayatı yaşamayı kastediyorlar. Bu ise asla caiz olmaz. Âdette olan şey caizdir ama, o âdet dine aykırı ise kutlanmaz.
Hediye çorap
Sual: Bir arkadaş, (Namazda giymek üzere bu çorabı sana hediye ettim) dedi. Ben o çorabı namazda giymesem, başka zamanlarda giysem haram olur mu?
CEVAP: Hayır haram olmaz. Hediyesi sahihtir, şartı batıldır. O çorabı namazda hiç giymeseniz de, hatta başkasına hediye etseniz de mahzuru olmaz. Yani o mal artık sizindir, istediğiniz gibi kullanabilirsiniz.
|
Kur’ân-ı kerîmi anlamak |
|
Bazıları, Peygamber efendimizin sözlerini Kur’an-ı kerimden ayrı göstermeye çalışıyorlar. Hâlbuki Peygamber efendimiz, Allahü teâlânın vahyettiğini bildirmiştir. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(O, [Resulullah] kendisine vahyedilenden başkasını söylemez.) [Necm 4]
(Ona[Muhammed aleyhisselama] tâbi olun ki, doğru yolu bulasınız!) [Araf 158]
(Resule itaat eden, Allaha itaat etmiş olur.) [Nisa 80]
Şu hâlde doğru olarak Allahın dinine uymak için, Resulüne uymak gerekir. Resulullahın sünneti, yani hadis-i şerifler olmasaydı, namazın kaç rekat olduğu, nasıl kılınacağı, zekât nisabı, orucun, haccın farzları, hukuk bilgileri bilinemezdi. Şu hâlde Kur’andan kendi anladığımıza değil, Peygamber efendimizin Kur’an-ı kerimden anlayıp, bize bildirdiklerine uymamız şarttır. Kur’an-ı kerimi Peygamber efendimizden sonra en iyi anlayanlar, eshab-ı kiram ve diğer âlimlerdir. O hâlde, Allahın dinine uymak için, âlimlerin sözbirliği hâlinde bildirdikleri hükümlere uymak gerekir. Kur’an-ı kerimi, herkes değil, ancak hakiki âlimler anlar: (Bu misalleri, âlim olanlardan başkası anlıyamaz.) [Ankebut 43]
Hikmet nedir?
Asırlardan beri âlimlerimizin bildirdikleri itikada, ibadete sarılmamız şarttır. Kur’an-ı kerim, Peygamber efendimize inmiştir. Muhatabı odur. Eshab-ı kiram, Peygamber efendimize, Kur’an-ı kerimin açıklamasını suâl ederlerdi. Açıklamayı gerektirmiyen ayetler hariç, her ayetin açıklamasını bilen yalnız odur. Resulullah efendimizin bildirdiğinden başka türlü açıklamak yanlış olmakla kalmaz, Allaha ve Resulüne iftira olur. Hiçbir kimse, Peygamber efendimizden daha iyi bildiğini söyliyemez. Çünkü Allahü teâlâ (Size kitabı, hikmeti getiren ve bilmediklerinizi öğreten bir peygamber gönderdik.) buyuruyor. Demek ki, Peygamber efendimiz, Kitabın [Kur’an-ı kerimin] dışında, bir de hikmet getirmiştir. Ayrıca, Kur’an-ı kerime rağmen, insanların bilmediği şeyleri de öğretmiştir. Allahü teâlâ hikmet ehlini de övmüştür: (Allah, hikmeti kime dilerse, ona verir. Kime de hikmet verilmişse, muhakkak ona çok hayr verilmiştir.) [Bekara 269]
Hikmet, fen manasına geldiği gibi, fıkıh ilmi anlamına da gelir. Peygamber efendimiz, İbni Abbas hazretleri için, (Ya Rabbi, bunu fakih kıl, hikmet sahibi eyle ve buna Kur’an-ı kerimin bilgilerini ihsan eyle) buyurdu. Peygamber efendimiz, fıkıh bilgilerini de eshab-ı kirama öğretmiştir. Peygamberimizin öğrettiklerine sünnet dendiği için, öğrettiği fıkıh ilmine sünnet de denir.
Kur’anı insanlara açıkla
İmam-ı Şafiî hazretleri, (Bu ayetteki hikmetten maksat, Resulullahın sünnetidir. Önce Kur’an zikredilmiş, peşinden hikmet bildirilmiştir) buyuruyor. Kur’an-ı kerim açıklamasız öğrenilseydi, Peygamber efendimize, (tebliğ et yeter) denilirdi, ayrıca (açıkla) denmezdi. Hâlbuki, açıklanması da emredilmiştir:
(Kur’anı insanlara açıklayasın diye sana indirdik.) [Nahl 44]
(Biz bu Kitabı, hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklayasın ve iman eden bir kavme de hidayet ve rahmet olsun diye sana indirdik.) [Nahl 64]
Bu ayet-i kerimeler, açıklamayı gerektiren ayetlerin bulunduğunu gösterdiği gibi, bunu açıklamaya Resulullah efendimizin yetkisi olduğunu da göstermektedir. Kur’an-ı kerimde her bilgi vardır. Ancak açık değildir. Peygamber efendimiz bunları vahiy ile öğrenmiş ve ümmetine bildirmiştir.
Hz. Cebrail, Peygamber efendimize gelip, beş vakit namazın her şeyini bizzat tatbiki olarak öğretmiştir. Peygamber efendimiz de, (Namazı benim kıldığım gibi kılın) buyurmuştur. Kur’an-ı kerimden namazın kılınış şeklini öğrenmemiz mümkün değildir.
.
Anlamadan Kur’an okumak |
|
Bazı kimseler, manasını bilmeden Kur’an-ı kerimi okumanın, hafız olmanın faydası olmadığını söylüyorlar. Kur’an-ı kerimi, ana dili Arapça olanlar bile inceliklerini anlayamaz. Hatta evliyanın ve ulemanın en büyükleri olan Eshab-ı kiram efendilerimiz bile, ayetlerin manalarını Resulullah efendimize sorarlardı. Kur’anı kerimi herkes kolayca anlayabilseydi, yetmiş iki sapık fırka meydana çıkmazdı. Bu sapık fırkaların liderleri de Arapçayı çok iyi biliyorlardı. Buna rağmen birbirlerinden çok farklı anlamışlardır. Mesela kimisi, kader diye bir şey yok, insan kaderini kendi çizer demiş, kimisi de, tam tersine, insan yaptığı işlerden sorumlu değildir, hepsini Allah yaratıyor demiştir. Resulullaha tâbi olan hakiki âlimler ise, ikisini de reddetmişlerdir. Kader Allahtan olmakla beraber, insan yaptığı işlerden sorumludur demişlerdir. Kur’an-ı kerimdeki manaların hepsini anlamanın mümkün olmayacağını bizzat peygamber efendimiz bildirmiştir. Bir hadis-i şerifte, (Kur’an, Allahın metin ipidir. Manalarının hepsi anlaşılmaz. Çok okumak ve dinlemekle eskimez.) buyuruldu.
Kur’an-ı kerimin çok veciz olup bitmez tükenmez manalarının bulunduğu, bütün manaları bildirilse bile, yazmak için kâğıt ve mürekkep bulunamayacağı bizzat Kur’an-ı kerimde bildirilmektedir: (De ki, Rabbimin [İlmini, hikmetini bildiren, hayrete düşüren] sözleri için, denizler mürekkep olsa, bir o kadar daha deniz ilave edilse, denizler tükenir, Rabbimin sözleri tükenmez.) [Kehf 109]
Her Arapça bilenin, Kur’an-ı kerimi anlayacağını zannedenlerin hata ettiklerini yukarıdaki ayet-i kerime ve hadis-i şerif açıkça bildirmektedir. İmam-ı Gazalî hazretleri buyuruyor ki: (İmam-ı Ahmed bin Hanbel hazretleri bildiriyor ki: Rüyamda Allahü teâlâya, “Senin rızana nasıl kavuşulur?” diye suâl ettim. “Kur’an okumakla” buyurdu. Ben de “Anlayarak mı, yoksa anlamadan da okuyarak mı?” diye sordum. Allahü teâlâ “İster anlayarak olsun, ister anlamadan olsun, Kur’an okuyan, bana yaklaşır, rızama kavuşur. “ buyurmuştur.)
İslâm âlimlerinin en büyüklerinden, dört büyük imamdan biri olan İmam-ı Ahmed hazretleri böyle buyururken, hâlâ herkesin Kur’an-ı kerimi anlayarak okuması gerektiğini söylemek ne büyük gaflettir. Nasıl olup da, (Kur’anı anlayamıyorsan okuma, hafız olma, sureleri ezberleme!) denebiliyor? Halbuki Kur’an-ı kerimi ezberlemek, hafız olmak için manasını anlama şartı yoktur. Herkes kendi kafasına göre konuşursa ortaya bir din anarşisi çıkar. Nakli esas almayanların sözlerine ve yazılarına itibar edilmez.
Hafız olmak
Kur’an-ı kerimi hıfzetmenin, yani ezberlemenin sevabı çok büyüktür. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Kur’an-ı kerimi okuyun, ezberleyin! Allahü teâlâ, içinde Kur’an-ı kerim bulunan kalbe, azap etmez.)
(Kur’an hafızları ehl-i cennetin ârifleridir.)
(Hafızasında Kur’an-ı kerimden bir şey bulunmayan, harap bir ev gibidir.)
Elbette Kur’an hafızlarının haramlardan kaçıp ibâdetleri yapması gerekir. Aksi takdirde büyük vebal altına girmiş olurlar. Bazı kimseler de, okumasını bilmeyenin evinde Kur’an bulurdurmasının uygun olmadığını söylüyorlar. Bunların sözleri de yanlıştır. Çünkü Kur’an-ı kerimi, okumasını bilmese de, bereketlenmek için evinde mushaf-ı şerif bulundurmak sevaptır. (Hindiyye)
Kur’an-ı kerimi anlamak! |
|
Kur’an-ı kerimi tam olarak yalnız Muhammed aleyhisselam anlamıştır. Ondan başka hiç kimse tam anlıyamaz. Eshab-ı kiram, ana dilleri Arapça olduğu hâlde, bazı ayetleri anlayamayıp, Peygamber efendimize sorarlardı. Resulullah, Kur’an-ı kerimin tefsirini Eshabına bildirmiştir. Eshab-ı kiramın bildirdiğinden başka türlü söyleyenler, dalalete, hatta küfre düşer. Tefsir, yoruma değil, nakle dayanır. Muhammed Masum-i Faruki hazretleri buyuruyor ki: (Bir gün Peygamber efendimiz, Hz. Ebu Bekir’e ince marifetleri, onun seviyesine göre anlatıyordu. Yanlarına Hz. Ömer gelince, konuşma uslubunu onun da anlıyacağı şekilde değiştirdi. Hz. Osman gelince, yine konuşma şeklini değiştirdi. Hz. Ali de gelince konuşmasını, hepsinin anlıyacağı tarzda değiştirdi. Resulullahın her defasında konuşma uslubunu değiştirmesi, oradaki zatların istidatlarının farklı oluşlarından meydana gelmiştir.) [Mek. Masumiyye 59]
Kur’an-ı kerimi, Arapça bilen de tam anlıyamaz. Dil ayrı, ilim ayrıdır. Türkçe bilen, tıp, hukuk, fen bilgisini anlayabilir mi? Hadis-i şerifte, (Kur’an, Allahın metin ipidir. Manalarının hepsi anlaşılmaz.) buyurulmuştur. Kur’an-ı kerim çok veciz olup, bitmez tükenmez manalarının bulunduğu, bütün manaları bildirilse bile, yazmak için kâğıt ve mürekkep bulunamıyacağı bizzat Kur’an-ı kerimde şöyle bildirilmektedir: (De ki, Rabbimin [İlmini, hikmetini bildiren] sözleri için, denizler mürekkep olsa, bir o kadar daha deniz ilave edilse, denizler tükenir, Rabbimin sözleri tükenmez.) [Kehf 109]
Anayasayı anlamak için hukukçulara gidiliyor. Hâlbuki bunları da insan yazmıştır. Bir kanundan bile herkes aynı şeyi anlamazken, Allahın kelamını nasıl anlıyabilir? Kur’an-ı kerimi anlıyabilmek için, tercümelerine değil, tefsirlere bakmak gerekir. Yusuf suresinin, (Anlayabilmeniz için, Kur’anı Arapça olarak indirdik) mealindeki 2. ayet-i kerimesi, tefsirlerde özetle şöyle açıklanıyor: (Kur’an-ı kerimi herhangi bir lisan ile değil, en geniş, en açık, en ahenktar olan Arapça olarak indirdik. Eğer iyi düşünürseniz, bu Kitabın ulviyetini, kendisinin bir şaheser, sözlerinin, bütün insanlığa hitap ettiğini görür, müslüman olmayı en büyük bir vazife, en yüksek bir saadet telakki edersiniz. Ey Araplar, Kur’an-ı kerim, sizin dilinizle indi. Edebiyatçıların, şairlerin sözlerine benzemediğini gördünüz. Bunun insan sözü olmadığını, İlâhî bir kelam olduğunu düşünürseniz, anlarsınız.)
Demek ki ayetteki anlamak, bunun ilahi kelam olduğunu anlamaktır. Yoksa ahkamını anlamak değildir. Eğer öyle olsaydı, (Ey Resulüm, Kur’an-ı kerimi insanlara açıkla) buyurulmazdı. (Nahl 44)
Fussilet suresinin, (Eğer biz Kur’an-ı kerimi yabancı bir dilde okunan bir kitap kılsaydık. Diyeceklerdi ki, ayetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalıydı. Muhatapları Arap olduğu hâlde, Arapça olmıyan bir kitap mı geldi) mealindeki 44. ayet-i kerimesinin açıklaması da şöyledir:
Kur’an-ı kerim [İbranice, Yunanca değil] sizin lisanınızda, yani Arapçadır. Siz Arap olduğunuza göre, ifadelerinin vecizliğinden, şaheserliğinden bu Kur’an-ı kerimin İlâhî bir kelam olduğunu anlarsınız. Yoksa, (Arapça bildiğinize göre, Kur’anın hükümlerini de anlarsınız) denmiyor. Herkes Kur’andan aynı şeyi anlasaydı, 72 sapık mezhep meydana çıkmazdı. İmanı, farzları ve haramları öğrenmek farzdır. Bunlar, ancak fıkıh kitaplarından öğrenilir. Fıkhı, âlimler, ayet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden çıkarmışlardır. (Hadika s. 324)
Namazların kaç rekat olduğunu, bayram ve cenaze namazlarının nasıl kılınacağını, zekât nisabını, orucun ve haccın farzlarını, hukuk bilgilerini, Resulullah açıklamasaydı Kur’an-ı kerimden anlamak mümkün değildi. İmran bin Hasin hazretleri, (Bize yalnız Kur’andan söyle!) diyene, (Ey ahmak, Kur’andan her şeyi anlamak mümkün mü? Mesela namazların kaç rekat olduğunu bulabilir miyiz?) buyurdu. Hz. Ömer’e de, (Farzlar seferde kaç rekat kılındığını Kur’anda bulamadık.) dediler. Cevaben, “Biz, Kur’anda bulamadığımızı, Resulullahtan gördüğümüz gibi yapıyoruz. O, seferde dört rekatlık farzları, iki rekat olarak kılardı.” buyurdu. (Mizan)
|
|
|
|
Anlamadan Kur’an okumak |
|
Sual: (Mukabele okumak ve dinlemek uygun değildir. Kur’anı okuyanın ve dinleyenin anlaması şarttır. Papağan gibi okumak, fayda yerine zarar verir) diyenler oluyor. Her milletten Müslüman olanlar var. Kur’anı herkesin anlaması mümkün olmadığına göre, Arapça bilmeyenlerin Kur’an okuması günah mıdır?
CEVAP: Kur’an-ı kerimi, lisanı Arapça olanlar bile anlayamaz; hatta evliyanın ve ulemanın en büyükleri olan Eshab-ı kiram bile, âyetlerin manalarını Resulullaha sual ederdi. Bir hadis-i şerif meali:
(Kur’an-ı kerim Allahü teâlânın metin [sağlam] ipidir. Manalarının hepsi anlaşılmaz. Çok okumak ve dinlemekle eskimez.) [İbni Mace]
Kur’an-ı kerimin, çok veciz olup, bitmez tükenmez manalarının bulunduğu, bütün manaları bildirilse bile, yazmak için kâğıt ve mürekkep bulunamayacağı bizzat Kur’an-ı kerimde bildirilmektedir:
(De ki, Rabbimin [ilmini, hikmetini bildiren, hayrete düşüren] sözleri için, denizler mürekkep olsa, bir o kadar daha deniz ilave edilse, denizler tükenir, Rabbimin sözleri tükenmez.) [Kehf 10]
Demek ki, her Arapça bilen, Kur’an-ı kerimi anlayamaz. İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki:
İmam-ı Ahmed bin Hanbel, Cenab-ı Hakkın, (Anlayarak da anlamayarak da Kur’an-ı kerim okuyan, benim rızama kavuşur) buyurduğunu bildirmektedir. (İhya)
İslam âlimlerinin en büyüklerinden, Hanbelî mezhebinin reisi imam-ı Ahmed hazretleri böyle buyururken, hâlâ herkesin Kur’an-ı kerimi anlayarak okuması gerektiğini söylemek ne büyük gaflettir!
.
|
|
*Düşmanların yeni stratejisi!..
Son yıllarda, İslamiyete inansın inanmasın, saygısı olsun olmasın Ramazanlarda, tefsir, meal kitapları vermek âdet oldu. Neden başka kitap değil de mesela, fıkıh kitabı, ilmihal kitabı değil de illa meal, tefsir? Bunu hiç düşündünüz mü? Belki çokları bunun farkında değil, tiraj almak için yapıyor ama bu yapılanlar Batının, Hıristiyan dünyasının yönlendirmesidir. Nasıl mı şimdi onu izah etmeye çalışalım: Batı devletleri, özellikle de İngilizler, kaba kuvvetle, İslamiyeti yok etme savaşında bir yere varamayacaklarını anladılar. Bunun için, 18. Asrın başından itibaren taktik değiştirerek İslamiyeti içeriden yıkmaya karar verdiler. İçeriden yıkabilmeleri için birlik beraberliğin bozulması, parçalanma olması gerekiyordu. Bunun için de İslamiyeti asli unsunlarından uzaklıştırıp, yoruma açarak tartışmaya açtılar. Yıllar süren araştırmalarda gördüler ki, İslamiyetteki birlik beraberliği sağlayan en başta peygamber sevgisi; Müslümanların Muhammed aleyhisselamı malından, canından herşeyinden daha çok sevmesi. İkincisi ise, İslamiyeti ayakta tutan, nesilden nesile bozulmadan ulaştıran İslam âlimleri ve mezheplerdir. Bu tespitten sonra, Peygamber efendimizi ve onun varisi olan İslam alimlerini gözden düşürmeye çalıştılar. "uydurma" "Kur'ana aykırı" gibi iftiralarla hadis-i şeriflere olan güveni sarstılar. Peygamber efendimizi "Postacı" olarak gördüler, tanıttılar. Kur'an-ı kerimi getirdikten sonra O'nun işi bitti dediler. Özellikle de İslam âlimleri ve mezhepler konusuna ağırlık verdiler. Çünkü Peygamber sevgisini veren alimlerdi. Alimler bertaraf olunca Peygamber sevgisi de olmayacaktı. Biliyorlardı ki, Ehli sünnet alimleri ve mezhepler ortadan kalkınca İslamı koruyan kale yıkılmış olacaktı. Bu yeni stratejiyi uygulamak için önce, Hempher, Lawrenc gibi, müslüman kılığına soktukları ajanları kullandılar. Mesela, Hempher, hatıratında, 1700'lü yıllarda bu vazife ile beş bin İngiliz ajanının islam ülkelerinde faaliyet gösterdiğini yazmaktadır. Şimdi ise, bu ülkelerde satın aldıkları veyahut da yönlendirdikleri kimselerle bu faaliyeti sürdürmektedirler. İşte son yıllarda ısrarla dininizi buradan öğrenin diye milletin önüne koydukları, tefsir ve meal kampanyası, Peygamber Efendimizi, alimleri ve mezhepleri saf dışı etme gayretleri bu yeni stratejinin bir parçasıdır. Alimler ve mezhepler saf dışı olunca, Kur'an-ı kerimi istedikleri gibi yorumlayıp, müslümanları parçalamak daha kolay olacaktı. Nitekim öyle oldu. Asırlardır yapılan bu tahribatı bir nebze de olsa tamir etmek gayesiyle, bir süre Peygamberimizden ve O'nun varisi olan Ehli Sünnet Alimlerinden, mezheblerden, bunların öneminden bahsetmek istiyoruz.
.
.23 Kasım 2001 01:00
.
Ahir zamanda olduğumuz için hakiki âlim kalmadı gibi... Dini konularda her kafadan bir ses çıkıyor. Sanki dini bozmak için sözbirliği yapılmış. Din düşmanlarının, müslümanları aldatarak, İslâmiyeti içerden yıkmak için, din adamı şekline girmeleri, daha Eshâb-ı kirâm zamanında başladı. Bunlar, her asırda câhilleri aldatıp dinden çıkardılar ise de, İslâmiyete zarar yapamadılar. Çünkü, her asırda çok sayıda fıkh âlimi ve tasavvuf büyükleri vardı. Bu hakîkî din adamları, sözleri ile ve yazıları ile müslümanları uyarıyor, aldanmalarını önliyorlardı. Şimdi, din âlimi azaldığı için, din düşmanları meydanı boş buldular. Din adamı olarak ortaya çıkıp İslâmiyete saldırıyorlar. Müslümanların, bu sinsi düşmanları, tanıyabilmeleri için, İslâm âliminin nasıl olacağını bilmeleri lâzımdır. Bu konuda büyük âlim Muhammed Mâsum-i Fârûkî Serhendî hazretleri buyuruyor ki: İslamiyete uymıyan ve sapık yola kaymış olan, bid'at sahibi ile ve fâsık, kötü kimselerle arkadaşlık etmeyiniz! Bid'at sahibi olan din adamlarının yanlarına yaklaşmayınız! Yahyâ bin Muâz-ı Râzî , "Üç kimseden kaçınız. Yanlarına yaklaşmayınız" buyurdu. Bu üç kimse, gâfil, sapık din adamı ve zenginlere yaltakcılık eden hâfız ve dinden haberi olmıyan tarîkatçılardır. Din adamı olarak ortaya çıkan bir kimse, Resûlullahın sünnetine uymazsa, yâni İslâmiyete yapışmazsa ondan kaçmalı, yanına yaklaşmamalı, kitaplarını almamalı, okumamalıdır. Onun bulunduğu köyde bile bulunmamalıdır. Ona ufak bir yakınlık, insanın dînini yıkar. O, din adamı değil, sinsi bir din düşmanıdır. İnsanın dînini, îmanını bozar. Şeytandan daha çok zararlıdır. Sözü yaldızlı ve pek tesîrli olsa da ve dünyayı sevmiyor görünse de, yırtıcı hayvanlardan kaçar gibi, ondan kaçmalıdır. İslâm âlimlerinden Cüneyd-i Bağdâdî buyurdu ki, "İnsanı Saâdet-i Ebediyyeye kavuşturacak tek bir yol vardır. O da, Resûlullahın izinde bulunmaktır". Yine O buyurdu ki, "Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdığı kitapları okumıyan ve hadis-i şeriflerin gösterdiği yolda olmıyan din adamına uymayınız! Çünkü, İslâm âlimi, Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin gösterdiği yolda olur". Yine o buyurdu ki, "Selef-i sâlihîn, doğru yolda idiler. Sâdık idiler. Allahü teâlânın sevgisine, rızasına kavuşmuşlardı. Onların yolu, Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin gösterdiği yol idi. Bu doğru yola sımsıkı sarılmışlardı..
.
Üç kimseden kaçınız!"
23 Kasım 2001 01:00
Ahir zamanda olduğumuz için hakiki âlim kalmadı gibi... Dini konularda her kafadan bir ses çıkıyor. Sanki dini bozmak için sözbirliği yapılmış. Din düşmanlarının, müslümanları aldatarak, İslâmiyeti içerden yıkmak için, din adamı şekline girmeleri, daha Eshâb-ı kirâm zamanında başladı. Bunlar, her asırda câhilleri aldatıp dinden çıkardılar ise de, İslâmiyete zarar yapamadılar. Çünkü, her asırda çok sayıda fıkh âlimi ve tasavvuf büyükleri vardı. Bu hakîkî din adamları, sözleri ile ve yazıları ile müslümanları uyarıyor, aldanmalarını önliyorlardı. Şimdi, din âlimi azaldığı için, din düşmanları meydanı boş buldular. Din adamı olarak ortaya çıkıp İslâmiyete saldırıyorlar. Müslümanların, bu sinsi düşmanları, tanıyabilmeleri için, İslâm âliminin nasıl olacağını bilmeleri lâzımdır. Bu konuda büyük âlim Muhammed Mâsum-i Fârûkî Serhendî hazretleri buyuruyor ki: İslamiyete uymıyan ve sapık yola kaymış olan, bid'at sahibi ile ve fâsık, kötü kimselerle arkadaşlık etmeyiniz! Bid'at sahibi olan din adamlarının yanlarına yaklaşmayınız! Yahyâ bin Muâz-ı Râzî , "Üç kimseden kaçınız. Yanlarına yaklaşmayınız" buyurdu. Bu üç kimse, gâfil, sapık din adamı ve zenginlere yaltakcılık eden hâfız ve dinden haberi olmıyan tarîkatçılardır. Din adamı olarak ortaya çıkan bir kimse, Resûlullahın sünnetine uymazsa, yâni İslâmiyete yapışmazsa ondan kaçmalı, yanına yaklaşmamalı, kitaplarını almamalı, okumamalıdır. Onun bulunduğu köyde bile bulunmamalıdır. Ona ufak bir yakınlık, insanın dînini yıkar. O, din adamı değil, sinsi bir din düşmanıdır. İnsanın dînini, îmanını bozar. Şeytandan daha çok zararlıdır. Sözü yaldızlı ve pek tesîrli olsa da ve dünyayı sevmiyor görünse de, yırtıcı hayvanlardan kaçar gibi, ondan kaçmalıdır. İslâm âlimlerinden Cüneyd-i Bağdâdî buyurdu ki, "İnsanı Saâdet-i Ebediyyeye kavuşturacak tek bir yol vardır. O da, Resûlullahın izinde bulunmaktır". Yine O buyurdu ki, "Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdığı kitapları okumıyan ve hadis-i şeriflerin gösterdiği yolda olmıyan din adamına uymayınız! Çünkü, İslâm âlimi, Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin gösterdiği yolda olur". Yine o buyurdu ki, "Selef-i sâlihîn, doğru yolda idiler. Sâdık idiler. Allahü teâlânın sevgisine, rızasına kavuşmuşlardı. Onların yolu, Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin gösterdiği yol idi. Bu doğru yola sımsıkı sarılmışlardı
.
Din âlimi olmanın şartları
13 Kasım 2001 01:00
Din âlimi olmak için, edebiyat ve fen üzerinde, fen ve edebiyat fakültelerinden diploma almış olanlar kadar bilgi sahibi olmak, Kur'an-ı kerimi ve mânalarını ezberden bilmek, binlerle hadis-i şerifi ve mânalarını ezbere bilmek, İslâmın yirmi ana ilminde mütehassıs olmak ve bunların kolları olan seksen ilmi iyi bilimek, dört mezhebin inceliklerine vâkıf olmak, bu ilimlerde ictihâd derecesine yükselmek, tasavvufun en yüksek derecesinde kemâle yetişmiş olmak lâzımdır. Böyle bir âlim şimdi nerede? Şimdi, din adamı tanınanlar, mükemmel Arapça bilenler, acaba bu büyüklerin kitaplarını okuyabilir ve anlayabilir mi? Şimdi böyle bir âlim meydana çıksa idi, kimse dîne saldıramaz, hayâsızca iftirâlar savuran kahramânlar(!) kaçacak yer arardı. Eskiden medreselerde, câmilerde, zamanın fen bilgileri de okutulurdu. İslâm âlimleri fen bilgilerini öğrenmiş olarak yetişirdi. Sultan Abdülmecîd zamanında, mason Reşid Paşanın, İngiliz sefîri ile berâber hazırladığı ve 1839'da ilân ettiği tanzimat kanunu, fen derslerinin medreselerde okutulmasını yasakladı. Böylece, din adamlarının câhil olmalarına ilk adım atıldı. Hakîkî din âlimi, vaktiyle çok vardı. Bunlardan biri, İmam-ı Muhammed Gazâlî'dir. Din bilgilerindeki derinliğine, ictihâdda derecesinin yüksekliğine, eserleri şâhittir. Bu eserleri okuyup anlayabilen, onu tanır. Onu tanıyamayan, kendi kusurunu ona yüklemeye yeltenir. Âlimi tanımak için, âlim olmak lâzımdır. O, zamanının bütün fen bilgilerinde de, mütehassıs idi. Bağdat Üniversitesinin rektörü idi. O zamanın ikinci dili olan Rumcayı iki senede öğrenmiş, eski Yunân ve Roma felsefesini, fennini incelemiş, yanlışlarını, yüz karalarını kitaplarında bildirmiştir. Dünyanın döndüğünü, maddenin yapısını, ay, güneş tutulmasının hesaplarını, daha nice teknik ve sosyal bilgileri yazmıştır. İslâm âlimlerinden biri de, İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkî'dir. Bunun din bilgilerindeki derinliği ve ictihâd derecesinin yüksekliği, hele tasavvuftaki, vilâyetteki kemâli, aklın, idrâkin üstünde olduğunu, dinde söz sahibi olanlar, ittifakla söylediği gibi, Amerika'da yeni çıkan kitaplar da, bu saadet güneşinin ışıkları ile aydınlanmaya başlamıştır. İmâm-ı Rabbânî, zamanının fen bilgilerinde de mütehassıs idi. Oğlu Muhammed Mâsum'a, (Şerh-ı Mevâkıf) kitabını okuturdu. Şerif Ali Cürcani'nin bu kitabında, dünyanın batıdan doğuya doğru döndüğü isbât edilmekte, atomu, maddenin çeşitli hâllerini, kuvvetleri ve psikolojik olayları bildirilmektedir
.
Resûlullaha uymak nasıl olur?
26 Kasım 2001 01:00
Resûlullaha uymak nasıl olur? İslam büyüklerinden Muhammed Mâsum-i Fârûkî Serhendî hazretleri bu soruya şöyle cevap veriyor: Günah işleyince, hemen tevbe etmelidir. Gizli işlenen günahın tevbesi gizli olur. Açık işlenmiş günahın tevbesi açık olur. Tevbeyi geciktirmemelidir. Kiramen kâtibîn melekleri, günahı hemen yazmaz. Tevbe edilirse, hiç yazılmaz. Tevbe edilmezse yazarlar. Câfer bin Sinân buyurdu ki, "Günaha tevbe etmemek, bu günahı yapmaktan daha fenadır". Hemen tevbe etmiyen de, ölmeden önce tevbe etmelidir. Verâ ve takvâyı elden bırakmamalıdır. (Takvâ) açıkça yasak edilmiş olan şeyleri, (Verâ) şüpheli şeyleri yapmamaktır. Yasak edilenlerden sakınmak, emrolunanları yapmaktan daha faydalıdır. Büyüklerimiz buyurdu ki, "İyiler de, kötüler de, iyilik yapar. Fakat, yalnız sıddîklar, iyiler, günahtan sakınır". Hadis-i şerifte, "Kıyâmet günü Allahü teâlânın huzuruna kavuşanlar, verâ ve zühd sahipleridir" buyuruldu. Yine hadis-i şerifte, "Verâ sahibinin namazı makbûl olur". "Verâ sahibi ile birlikte bulunmak ibâdettir. Onunla konuşmak sadaka vermek kadar sevaptır" buyuruldu. Kalbinin ürperdiği işi yapmamalıdır. Nefsine uyma! Şüphe ettiğin işlerde kalbine danış! Hadis-i şerifte buyuruldu ki, "Nefse sükûnet ve kalbe ferahlık veren iş, iyi iştir. Nefsi azdıran, kalbe heyecan veren iş günahtır". Yine hadis-i şerifte, "Helâl olan şeyler bellidir. Haramlar da bildirilmiştir. Şüpheli olanlardan kaçınız. Şüphesiz bildiklerinizi yapınız!" buyuruldu. Bu hadis-i şerif gösteriyor ki, şüphe edilen ve kalbi sıkan şeyi yapmamalı. Şüphe edilmiyeni yapmak câiz olur. Bir hadis-i şerifte, "Allahü teâlânın, Kur'an-ı kerimde helâl ettiği şeyler helâldir. Kur'an-ı kerimde bildirmediği şeyleri affeder" buyuruldu. Şüpheli bir şeyle karşılaşınca, eli kalb üzerine koymalı. Kalb çarpması artmazsa, o şeyi yapmalı. Eğer, fazla çarparsa yapmamalıdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki, "Elini göğsüne koy! Helâl şeyde kalb sâkin olur. Haram şeyde çarpıntı olur. Şüpheye düşersen yapma! Din adamları fetvâ verseler de yapma!". ¹manı olan, büyük günaha düşmemek için, küçük günahtan kaçar. Bütün ibâdetlerini, iyiliklerini kusurlu bilmelidir. Allahü teâlânın emirlerini tam yapamadığını düşünmelidir.
.
Resulullahın yolunda bulunmak...
24 Kasım 2001 01:00
Resûlullahın yolu, Selef-i sâlihînin yoludur. Selef-i sâlihîn, ilk iki asrın müslümanlarıdır. Yâni, selef-i sâlihîn deyince, Eshâb-ı kirâmın hepsi ile Tâbiînin ve Tebe'i tâbiînin büyükleri anlaşılıyor. Dört mezhep imamı, bu büyüklerdendir. O hâlde, Resûlullahın yolu, dört mezhebin fıkıh, akâid ve tasavvuf kitaplarında bildirilmiş olan yoldur. Dört mezhebin kitaplarından ayrılan kimse, Resûlullahın yolundan ayrılmış olur. Böyle olduğunu, Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliği ile bildirmiştir. Her asırda bulunan tasavvuf büyükleri ve fıkıh âlimleri, Selef-i sâlihînin yolunda idi. Hepsi islâmiyete bağlı idi. Resûlullaha vâris olmakla şereflenmişlerdi. Sözlerinde, işlerinde ve ahlâklarında, islâmiyetten kıl kadar ayrılmamışlardı. Resûlullaha uymakta gevşek olanları, Onun ışıklı yolundan ayrılanları din adamı sanmamalıdır. Onların yaldızlı sözlerine ve ateşli yazılarına aldanmamalıdır. Yahudiler, hıristiyanlar ve budist, berehmen denilen Hind kâfirleri de, tatlı ve yanık sözlerle, hîleli mantıklarla, kendilerinin doğru yolda olduklarını, insanları iyiliğe, saadete çağırdıklarını bildiriyorlar. Ebû Amr bin Necîd buyurdu ki, "Kendisi ile amel olunmayan ilmin, sahibine zararı, faydasından daha çoktur". Bütün saadetlerin yolu islâmiyettir. Kurtuluş yolu, Resûlullahın izinde olmaktır. Hak ile bâtılı ayıran alâmet, Resûlullaha uymaktır. Onun dînine uymıyan her söz, her yazı ve her iş kıymetsizdir. Hârika, açlıkla ve riyâzet çekmekle hâsıl olur. Yalnız müslümanlara mahsûs değildir. Evliyânın büyüklerinden Ebû Sa'îd Ebülhayr hazretlerine sordular. Filanca kimse su üstünde yürüyor. Buna ne dersiniz? Bunun kıymeti yoktur. Ördek ve kurbağa da suda yüzer dedi. Filan adam havada uçuyor, dediler. Sinek ve çaylak da uçuyor. Sinek kadar kıymeti var dedi. Filan kimse, bir anda şehirden şehre gidiyor dediler. Şeytan da, bir solukta şarktan garba gidiyor. Böyle şeylerin dînimizde kıymeti yoktur. Merd olan, herkesin arasında bulunur. Alışveriş yapar, evlenir. Fakat, bir an Rabbini unutmaz, günah işlemez buyurdu. Hadis-i şerifte, "Günah işlemek, insanı küfre sürükler" buyuruldu.
.
Resulullahın yolunda olmak...
3 Aralık 2001 01:00
Resulullah efendimizin yolunda olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerine tabi olmak lazımdır. O büyük ve dindâr insanların bildirdikleri îtikattan, îmandan kıl kadar ayrılanların, kıyâmette azâbdan kurtulmaları imkânsızdır. Böyle olduğu akıl ile, Kur'an-ı kerim ile ve hadis-i şerifler ile ve din büyüklerinin kalb gözleri ile görmeleri ile anlaşılmaktadır. Yanlışlık ihtimali yoktur. Bu büyüklerin kitaplarında bildirdikleri doğru yoldan kıl kadar ayrılanların sözleri ve kitapları, zehirdir. Hele dünyalık toplamak için, dîni âlet edenlerin ve kendilerine din adamı ismini verip, her akıllarına geleni yazanların, söyleyenlerin hepsi, din hırsızıdır. Bu kitapları okuyanların îmanlarını çalarlar. Bunlara aldananlar, kendilerini müslüman sanıp namaz kılar. Hâlbuki, îmanları çalınmış, gitmiş olduğundan namazları ve hiçbir ibâdetleri ve iyilikleri kabûl olmaz ve âhırette işe yaramaz. Bu tür sapık kimselerin peşinde gidenler, nefsine düşkün, nasipsiz kimselerdir. Ehli sünnet alimlerinin bildirdikleri nefislerine ağır gelir. Nasipli temiz kimseler de Ehli sünnet alimlerinin kitaplarından, lezzet, tad alırlar. Herkesin, cibilliyetinde, aslında ne varsa o ortaya çıkar. Nitekim güneş, hem çamaşır yıkayan adama, hem de çamaşırlara, aynı şekilde, parlamakta iken, adamın yüzünü yakıp karartır, çamaşırlarını ise beyazlatır. Bunun gibi, elmaya ve bibere aynı şekilde parladığı hâlde, elmayı kızartınca tatlılaştırır. Biberi kızartınca acılaştırır. Tatlılık ve acılık hep güneşin ışıkları ile ise de, aralarındaki fark, güneşten değil, kendilerindendir. Allahü teâlâ, bütün insanlara çok acıdığı için ve bir ananın yavrusuna olan merhametinden daha çok acıdığı için, dünyanın her tarafındaki, her insanın, her âilenin, her cemiyetin ve milletin her zamanda ve her işlerinde nasıl hareket etmeleri lâzım geleceğini, dünyada ve âhırette rahat etmeleri ve saadet-i ebediyyeye kavuşmaları için, işlerini ne yolda yürütmeleri ve nelerden kaçınmaları lâzım geldiğini peygamberi Muhemmed aleyhisselema bildirdi. Ehl-i sünnet âlimleri, bunların hepsini, keskin görüşleri ile bulup, milyonlarca kitap yazarak, bütün dünyaya bildirdi. Demek ki, Allahü teâlâ, insanları işlerinde başı boş bırakmamış, islâmiyetin girmediği bir yer kalmamıştır
Âhırette azaplardan kurtulmak için
4 Aralık 2001 01:00
Ahırette azaplardan kurtulmak, ancak Muhammed aleyhisselâma tâbi olmaya bağlıdır. Onun gösterdiği yolda giden, Allahü teâlânın sevgisine kavuşur. Ona tâbi olan, Allahü teâlâya sâdık kul olmak saadetine erer. Dünyaya gelmiş olan yüzyirmidört binden ziyâde Peygamberin en büyükleri, Ona tâbi olmayı istemiştir. Mûsâ aleyhisselam Onun zamanında bulunsaydı, O büyüklüğü ile berâber, Ona tâbi olmayı severdi. İsâ aleyhisselâmın gökten inip, Onun yolunda yürüyeceğini herkes bilir. Onun ümmeti olan müslümanlar, Ona tâbi oldukları için, bütün insanların hayırlısı ve en iyileri oldu. Cennete gireceklerin çoğu bunlar oldu ve Cennete herkesten önce gireceklerdir. Muhammed aleyhisselâma tâm ve kusursuz tâbi olabilmek için, Onu tâm ve kusursuz sevmek lâzımdır. Bunun alâmeti de, Onun düşmanlarını düşman bilmek, Onu beğenmeyenleri sevmemektir. Muhabbete müdâhene, yâni gevşeklik sığmaz. Âşıklar, sevgililerinin dîvânesi olup, onlara aykırı birşey yapamaz. Aykırı gidenlerle uyuşamaz. İki zıt şeyin muhabbeti bir kalbde, bir arada yerleşemez. Bu dünya nîmetleri geçicidir ve aldatıcıdır. Bugün senin ise, yarın başkasınındır. Âhırette ele girecekler ise sonsuzdur ve dünyada iken kazanılır. Bu birkaç günlük hayat, eğer dünya ve âhıretin en kıymetli insanı olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi olarak geçirilirse, saadet-i ebediyye, sonsuz necât, kurtuluş umulur. Yoksa Ona tâbi olmadıkça, herşey, hiçtir. Ona uymadıkça, her yapılan hayır, iyilik, burada kalır, âhırette ele birşey geçmez. Kur'an-ı kerimdeki emirlerini ve islâmiyetin hükümlerinin hepsini akla uydurmaya, akla beğendirmeye kalkışan, Peygamberlik makamının derecesini anlamamış ve inanmamış olur. Böyle, islâmiyeti akıl ile, felsefe ile îzâha ve inandırmaya çalışan kitapları okumamalıdır. Allahü teâlânın feyzleri, nîmetleri, ihsânları, yâni iyilikleri, her an, insanların iyisine, kötüsüne, herkese gelmektedir. Herkese mal, evlat, rızık, hidâyet, irşâd ve selâmet ve daha her iyiliği fark gözetmeksizin göndermektedir. Fark, bunları kabûlde, alabilmekte ve bazılarını da almamak sûretiyle, insanlardadır. Nahl sûresinin otuzüçüncü âyetinde meâlen: "Allahü teâlâ, kullarına zulmetmez, haksızlık etmez. Onlar, kendilerini azâba, acılara sürükleyen bozuk düşünceleri, çirkin işleri ile kendilerine zulüm ve işkence ediyorlar" buyurulmuştur
.
Allahı seviyorsanız bana tâbi olunuz!'
1 Aralık 2001 01:00
Cenâb-ı Hak, Resulü Muhammed aleyhisselama tâbi olunmasını, Ona uyulmasını çok sever. Ona uymanın ufak bir zerresi, bütün dünya lezzetlerinden ve bütün âhıret nîmetlerinden daha üstündür. Hakîkî üstünlük, Onun sünnet-i seniyyesine tâbi olmaktır ve insanlık şerefi ve meziyyeti, Onun dinine uymaktır. Ona tâbi olmak, yâni Ona uymak, Onun gittiği yolda yürümektir. Onun yolu, Kur'an-ı kerimin gösterdiği yoldur. Bu yola "Dîn-i islâm" denir. Ona uymak için, önce îman etmek, sonra müslümanlığı iyice öğrenmek, sonra farzları edâ edip haramlardan kaçınmak, daha sonra, sünnetleri yapıp mekruhlardan kaçınmak lâzımdır. Bunlardan sonra, mubâhlarda da Ona uymaya çalışmalıdır İman etmek, Ona tâbi olmaya başlamak ve saadet kapısından içeri girmek demektir. Allahü teâlâ Onu, dünyadaki bütün insanları saadete dâvet için gönderdi ve Sebe' sûresi, yirmisekizinci âyetinde meâlen, "Ey sevgili Peygamberim ! Seni, dünyadaki bütün insanlara ebedî saadeti müjdelemek ve bu saadet yolunu göstermek için, beşeriyyete gönderiyorum" buyurdu. Böyle olduğunu kitabının çok yerinde bildirmiştir. İmrân sûresi, otuzbirinci âyetinde meâlen, "Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki, eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da, sizi sevmesini istiyorsanız, bana tâbi olunuz! Allahü teâlâ bana tâbi olanları sever" buyuruldu. Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı kerimde, Nisâ sûresi, sekseninci âyetinde, Muhammed aleyhisselâma itaat etmenin, kendisine itaat etmek olduğunu bildiriyor. O hâlde, Onun Resûlüne itaat edilmedikce, Ona itaat edilmiş olmaz. Bunun pek kat'î ve kuvvetli olduğunu bildirmek için, âyet-i kerimede "Elbette muhakkak böyledir" buyurdu ve bazı doğru düşünmiyenlerin, bu iki itaati birbirinden ayrı görmelerine meydan bırakmadı. Allahü teâlâ, yine Nisâ sûresinin yüzellinci ve yüzellibirinci âyet-i kerimelerinde meâlen, "Kâfirler, Allahü teâlânın emirleri ile Peygamberlerinin emirlerini birbirinden ayırmak istiyorlar. Bir kısmına inanırız; bir kısmına inanmayız diyorlar. İman ile küfür arasında bir yol açmak istiyorlar. Onların hepsi kâfirdir. Kâfirlerin hepsine Cehennem azâbını, çok acı azâbları hazırladık" buyurmaktadır.
Allahı seviyorsanız bana uyun!"
9 Aralık 2001 01:00
Muhammed aleyhisselamın bütün sözleri ve bütün hareketleri, insanların olgunlaşmalarına rehberlik etmekte, imanlarının ve işlerinin doğru ve faydalı olmalarını sağlamakta ve kalblerindeki hastalıkların tedavisine ve kötü ahlâklarının giderilmesine ışık tutmaktadır. Peygamberlik de, bu demektir. Peygamberleri sadece semavî kitabı tebliğ eden, getiren sıradan bir insan olduğunu zannetmek, peygamberlik makamının ne olduğunu bilmemektir veya dini yıkmak için sinsi bir oyundur. Kur'an-ı kerimi, insanların anlaması için, peygamberimizin açıklamakla görevlendirildiğini bildiren birçok ayet-i kerime vardır. Çünkü, herşey Kur'an-ı kerimde açıkça bildirilmemiştir. Bütün hükümleri, herkesin anlayabileceği tarzda açık-seçik olsaydı, Hz. Peygamber tarafından insanlara açıklanması emri abesle iştigal olurdu. Allahın Kitabı böylesi olumsuz özelliklerden berîdir. Ayetler herkesin anlayabileceği şekilde açık olsaydı, hâşâ Allahü teâlânın, açıkla emri lüzumsuz olurdu. Peygamberimiz bu görevini yaparken, Kur'an-ı kerimin dışında gelen vahiylere göre de yapıyordu. Böyle olmasaydı. Kur'an-ı kerimi açıklamak gibi bir görevi bulunan Hz. Peygamber, Kur'an-ı kerime ilişkin, Kur'an dışında ve fakat yine Kur'an tarafından verilen bir yetkiye dayanarak bir kısım şeyler söyleyip, açıklamalar yapmadan bu emri nasıl yerine getirecekti? Kur'anın Kur'anla açıklanması, onun anlaşılması için yeterli olsaydı, ayrıca Hz. Peygambere, onu "açıklama" emrinin verilmesine ne gerek vardı? Hz. Peygamberin açıklamalarına ihtiyaç duymaksızın, herkes Kur'anı rahatça okuyup anlayabilirdi. Hz. Peygamberin bildirdiklerine itaat ve Onun söylediklerinin bağlayıcı kabul edilmesi, bizzat yüce Allahın emridir. "Kim Resule itaat ederse, Allaha itaat etmiş olur", "De ki: Allahı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın" ayetleri, bunu açık olarak bildirmektidir. Peygamberimizin açıklamalarını, hadis-i şerifleri dikkate almayıp, Kur'an-ı kerimdeki bilgilerin hepsini akla, mantığa uydurmaya, akla beğendirmeye kalkışan, peygamberlik makamına inanmamış olur. Böyle, İslâmiyeti akıl ile, felsefe ile, demagoji ile izaha ve inandırmaya çalışan kitaplardan, şahıslardan uzak durmalıdır.
.
Dünyalık için dinlerini verenler...
2 Aralık 2001 01:00
Bütün insanlara önce lâzım olan şey, kendi anladığı veya sapık kimselerin anladığı gibi değil "Ehl-i sünnet" âlimlerinin kitaplarında bildirdikleri gibi, bir îman etmektir. Çünkü, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın yolunu bildiren, Kur'an-ı kerimden murâd-ı ilâhîyi anlayan, hadis-i şeriflerden murâd-ı peygamberîyi çıkaran bu büyük âlimlerdir. Kıyâmette kurtuluş yolu, bunların gösterdiği yoldur. Allahü teâlânın Peygamberinin ve Onun Eshâbının yolunu kitaplara geçiren, değiştirilmekten ve bozulmaktan koruyan, "Ehl-i sünnet" âlimleridir. Dört mezhepte ictihâd derecesine yükselmiş olan âlimlere ve bunların yetiştirmiş oldukları büyük âlimlere "Ehl-i sünnet" âlimleri denir. Ehl-i sünnetin reîsi ve kurucuu, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe Nu'mân bin Sâbittir. Evliyanın büyüklerinden olan Sehl bin Abdüllah Tüsterî diyor ki: "Eğer Mûsâ ve İsâ aleyhimesselâmın ümmetlerinde, İmam-ı a'zam Ebû Hanîfe gibi bir zat bulunsaydı, bunlar yahudiliğe ve hıristiyanlığa dönmezdi". Her bid'at sahibi, dört mezhebi bırakıp Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde mânaları açık olmayan îtikat bilgilerinde, yanlış tevil yaparak, yanlış mâna çıkardığı için, hak yoldan ayrılmıştır. Hâlbuki, Peygamberimiz buyurdu ki, "Kur'an-ı kerimden kendi aklı ile, kendi düşüncesi ve bilgisi ile mâna çıkaran kâfirdir". Bunun için, namazdan, îmandan haberi olmıyanların, para kazanmak için, piyasaya sürdükleri, uydurma tefsîrlerinin, yaldızlı reklâmlarına aldanmamalı, bunları almamalı, okumamalıdır. Dinlerini bu şekilde dünyaya satanlar hakkında, Bekara sûresinde meâli, "Câhiller, ahmaklar, dünyadaki zevk ve lezzetlere kavuşmak için, dinlerini, îmanlarını verdi. Âhıretlerini satıp, dünyayı, şehvetlerinin istediklerini aldılar. Kurtuluş yolunu bırakıp, helâke koştular. Bu alış verişlerinde birşey kazanmadılar. Bunlar, ticâret ve kazanç yolunu bilmedi. Çok ziyân etti" olan onaltıncı âyet-i kerimesi gönderildi. Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden çıkarılan ilimler içinde, kıymetli ve doğru olan, yalnız "Ehl-i sünnet" âlimlerinin anladıkları ve bildirdikleridir. Ehl-i sünnet âlimleri, bu ilimleri, Eshâb-ı kirâmdan öğrendi. Bunlar da, Resûlullahdan öğrendiler. Her mülhid, her bid'at sahibi ve her câhil, tuttuğu yolun, Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere uygun olduğunu sanır ve iddiâ eder.
Akıl ve âhıret bilgileri...
6 Aralık 2001 01:00
Ahıret hallerini akıl ile anlamak mümkün değildir. Âhıret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce Peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. İnsanlar, dünya ve âhıret saadetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ, hâşâ Peygamberleri boş yere ve lüzûmsuz göndermiş olurdu. Hiçbir akıl, âhıret bilgilerini bulamıyacağı, çözemiyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asırda, dünyanın her tarafına, Peygamber göndermiş ve en son ve kıyâmete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, Peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir. Bütün Peygamberler, akıl ile bulunacak dünya işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup faydalanmak için çalışmağı emir ve teşvîk buyurmuş, kendileri dünya işlerinden her birinin, insanları ebedî saadete ve felakete nasıl sürükleyebileceklerini anlatmış ve Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmişlerdir. Allahü teâlânın sonsuz kudretinin inceliklerini meydana çıkaran, bugünkü teknik bilgilerden ve tecrübelerden haberi olmayan ve islâm büyüklerinin kitaplarını okuyup anlamak şöyle dursun, bunların ismlerini bile işitmemiş olduğu, sözlerinden anlaşılan, bir câhilin, filozof un , tâm olmayan aklı ile, ortaya attığı bir düşünce, nasıl olur da, Allahın Peygamberinin sözlerinden üstün tutulur? Peygamberimizin kitaplarımızda yazılı ilim, sıhhat, fen, ahlâk, hak, adalet ve bütün saadet kollarını kavrayan ve bindörtyüz seneden beri dünyanın her tarafında gelmiş, ilim, tecrübe ve akıl sahiplerini hurmet ve hayranlıkta bırakan ve hiç birisinde kimse tarafından bir kusur ve hata bulunmamış olan, emirleri ve sözleri, bir câhil sözü ile nasıl lekelenebilir? Bundan daha büyük bedbahtlık ve zavallılık olabilir mi? Tam akıl, şaşmıyan, yanılmayan akıldır. Etrâfa düşünceler savuran bu câhil, değil aklın erişemiyeceği şeylerde, belki kendi günlük işlerinde, hiç yanılmadığını iddiâ edebilir mi? Böyle bir iddiâya, kimse inanır mı?
Akılla bulunamayan şeyler...
12 Aralık 2001 01:00
Her ümmet, peygamberine tâbi olmakla kurtuldular. Allahü teâlâ, insanlara dünyada ve ahirette faydalı olan şeyleri, zararlılarından, peygamberleri aracılığı ile ayırt etti. Eğer bu şerefli peygamberler gönderilmeseydi, insan aklı, Allahü teâlânın var olduğunu anlayamazdı. Allahü teâlânın büyüklüğünü kavramaya ulaşamazdı. Peygamberlerin haber verdikleri; Allahü teâlânın üstün sıfatlarının var olduğu, peygamber gönderdiği, meleklerin günahsız olduğu, öldükten sonra dirilmek olduğu, cennette sonsuz nimetler, iyilikler ve cehennemde azaplar bulunduğu ve İslâmiyetin bildirdiği daha nice şeyler, akıl ile anlaşılamaz. Bunlar, peygamberlerden işitilmedikçe, insanların kısa akılları ile bulunamaz. Yunan felsefecileri ve diğer felsefeciler, "Akıl hiç şaşmaz, herşeyin doğrusunu anlar" dediler. Aklın herşeye ereceğini, sınırsız olduğunu sandılar. Aklın eremediği şeyleri de, akıl ile çözmeye kalkıştılar. Hâlbuki akıl, dünya bilgilerinde bile yanılıyor. Ahiret bilgilerini nasıl doğru olarak anlasın. Akıl kuvvetlerinin varamadığı şeyler, peygamberlerin bildirmeleri ile öğrenilir. Allahü teâlânın nimetlerine nasıl şükredileceğini bilmek için de, yine peygamberler lazımdır. Ona karşı saygısızlık olan birşeyi, şükretmek ve saygı sanabilir. Şükredeyim derken, saygısızlık yapabilir. Bunlar İlâhî kitaplardan da tam olarak öğrenilemez. Öğrenilen bilgiler eksik kalır. Mesela, Peygamber efendimiz bildirmeseydi, açıklamasaydı, Kur'an-ı kerimi okuyup, Allahü teâlânın emrettiği şekilde ibadet etmemiz mümkün olmazdı. Kur'an-ı kerimde, "Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır (mal) bırakacaksa, anaya, babaya, yakınlara münasip şekilde vasiyette bulunmak, Allahtan korkanlar üzerine bir borçtur" buyurulmaktadır. Bu ayette ana, baba ve yakınlara vasiyet şart kılındığı hâlde, yüce Allah, Hz. Peygamber vasıtasıyla böyle bir vasiyeti neshetmiştir. Bu konudaki hadis-i şerif şudur: "Bilin ki, Allah, her hak sahibine hakkını vermiştir. Artık mirasçı lehine vasiyet yoktur." Keza Kur'an-ı kerimde, "Ey iman edenler! Namaza kalktığınız zaman..." buyurularak, namaza kalkıldığı zaman, abdest alınması emir buyurulmuş. Eğer Hz. Peygamber açıklamasaydı, buradan her namaz için ayrı abdest almanın lazım olduğu anlaşılırdı. Ancak Hz. Peygamber vasıtasıyla bir tek abdest ile birkaç namazın kılınabileceği gösterilmiştir. Hatta Hz. Peygamberin bir tek abdest ile beş vakit namazı kıldığı sabittir.
.
Arapça bilen anlayabilseydi...
10 Aralık 2001 01:00
Peygamberlerin görevi kendisine gönderilen İlahi kitabı ümmetine, açıklamak, izah etmektir. Burada muhatap Peygamberlerdir. Bunun için Kur'an-ı kerimin muhatabı, Peygamber efendimizdir. Onun muhataplığını kabul etmemek, İslâm dinini kabul etmemekle eş anlamlıdır. Allahü teâlâ, insanların dünyada ve ahirette rahat ve huzur içinde olmaları için, yalnız kitap göndermekle kalmayıp, peygamberler de gönderdi. İnsanların, kendi akılları ile, mantıkları ile dünya ve ahiret huzurunu bulmaları mümkün değildir. İnsanlar, dünya ve ahiret saadetini kendileri görebilselerdi, bulabilselerdi, Allahü teâlâ, hâşâ, peygamberleri boş yere ve lüzumsuz göndermiş olurdu. Hiçbir akıl, ahiret bilgilerini bulamayacağı, çözemeyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asırda, dünyanın her tarafına, peygamber göndermiş ve en son ve kıyamete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, peygamber olarak, Muhammed aleyhisselamı göndermiştir. Muhammed aleyhisselam olmasaydı, bizim Kur'an-ı kerimi okuyup, dünya ve ahiret saadetini buradan çıkarmamız mümkün olmazdı. Çünkü, Kur'an-ı kerimin muhatabı, Peygamber efendimizdir. Onun muhataplığını kabul etmemek, İslâm dinini kabul etmemekle eş anlamlıdır. Gönderdiği kitabı açıklamak için, eğer peygambere lüzum olmasaydı, Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimi gönderir, "İndirdiğim kitapta, hayatınızı benim rızama ve irademe uygun bir şekilde yönlendirmek için, ihtiyaç duyduğunuz bütün hükümler ayrıntılı olarak belirtilmiştir. O kitabı alın ve onunla amel edin" buyururdu. Bu durumda, insanlar arasında birtakım kulları elçi olarak seçip, onları, indirdiği vahyi insanlara açıklamakla görevli kılmasına gerek kalmazdı. Allahü teâlâ böyle yapmayıp da, Kitabını, peygamber vasıtasıyla insanlara ilettiğine göre, Onu başka bir kısım meziyetlerle donatması, Kur'anın dışında, diğer insanlara vermediği bazı bilgileri de Ona vermiş olması da gerekir. Aksi hâlde rahatça anlaşılabilecek mufassal bir kitabı, anlayıp, içindeki hükümlerle gereği gibi amel edebilmek için, insanlar neden bir elçiye ihtiyaç duysunlar? Bütün peygamberler, akıl ile bulunacak dünya işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup faydalanmak için çalışmayı emir ve teşvik buyurmuş, kendileri dünya işlerinden her birinin, insanları ebedî saadete ve felakete nasıl sürükleyebileceklerini anlatmış ve Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmişlerdir.
Peygambersiz anlamak mümkün mü?
11 Aralık 2001 01:00
İslâmiyette aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan birşey yoktur. Ahiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibadet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce peygamberin gönderilmesine lüzum kalmazdı. Tam akıl, şaşmayan, yanılmayan akıldır. Değil aklın erişemeyeceği şeylerde, kendi günlük işlerinde bile, hiç yanılmadığını kim iddia edebilir? Böyle bir iddiaya, kimse inanır mı? Yeryüzünde hiç bozulmayan ve değiştirilemeyecek birşey vardır ki, o da Allahü teâlânın Kur'an-ı kerimi ve Resulullahın hadis-i şerifleri, yani mübarek sözleridir. Hadis-i şerifler, rastgele insan sözü değildir ve vahiy ile bildirilmiş sözlerdir. Kur'an-ı kerimin açıklamasıdır. Bu açıklamalar olmasaydı, bizim Kur'an-ı kerimi tam olarak anlamamız mümkün olmazdı. Çünkü, Arapça bilmekle Kur'an-ı kerim anlaşılamaz. Anlaşılabilseydi, açıklamaya, peygambere lüzum kalmazdı. Bununla ilgili örnekler çoktur. Mesela, cuma ile ilgili ayette, sadece, "Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrı yapıldığında, Allahı anmaya koşun..." buyurulmaktadır. Eğer Peygamber efendimiz bildirmeseydi, bu ayette zikredilen "Namaz"ın, "Cuma namazı" olduğunu nereden bilecektik? Hangi Kur'an ayetine dayanılarak, bu namazın beş vakit namazdan herhangi biri değil de, "Cuma namazı" olduğunu ve farzının da iki rekat olduğunu bilecektik? Yine Kur'an-ı kerimin herhangi bir yerinde "hutbe"den kesinlikle söz edilmediğine göre, farz olan hutbenin okunacağını nasıl bilecektik? Peygamberin rehberliği şarttır. Peygambersiz de dini yaşamanın mümkün olduğunu sanmak, peygamberi devre dışı bırakmak, en büyük cehalettir. Cehalet değilse hıyanettir. Ahirette azaplardan kurtulmak, sonsuz saadete kavuşmak, ancak Muhammed aleyhisselama tâbi olmaya bağlıdır. Onun gösterdiği yolda giden, Allahü teâlânın sevgisine kavuşur. Ona tâbi olan, Allahü teâlâya sadık kul olmak saadetine erer. Dünyaya gelmiş olan yüzyirmidörtbinden fazla peygamberin en büyükleri, Ona tâbi olmayı istemiştir. Hz. Musa, Onun zamanında bulunsaydı, o büyüklüğü ile beraber, Ona tâbi olmayı severdi. Hz. İsa'nın gökten inip, Onun yolunda yürüyeceğini herkes bilir. Onun ümmeti olan müslümanlar, Ona tâbi oldukları için, bütün insanların hayırlısı ve en iyileri oldu.
.
Hadisi bırak, Kur'andan söyle" diyenler
13 Aralık 2001 01:00
Zamanımızda "Bize Kur'an yeter. Peygamberin sözleri, mezheplere, fıkıh kitaplarına ihtiyaç yok" diyenler çoğalmaya başladı. Bunlar Kur'ana da inanmıyorlar aslında. Böyle bozuk görüşlü kimselerin çıkacağını Peygamber efendimiz, bir mucize olarak onbeş asır önce bildiriyor. Buyuruyor ki: "Yakında "Kur'anın dışında uyulacak bir şey tanımam" diyenler çıkacaktır." (Ebu Dâvud). "Bir zaman gelir, beni yalanlıyan çıkar. Şöyle ki, bir hadis söylenince "Resulullah böyle şey söylemez. Hadisi bırak, Kur'andan söyle" der." (Ebu Yala) "Resulün haram kılması, Allahın haram kılması gibidir." (Tirmizî) Kur'an-ı kerimde, Peygamber efendimizin âlemlere rahmet olarak gönderildiği ve Allahın büyük lütfu olduğu bildirilmekte, ona iman ve itaat gerektiği defalarca tekrar edilmektedir. Kur'an-ı kerime uyanın, Onun Resulüne de uyması gerekir. Resulüne uymazsa, Kur'an-ı kerime de uymamış olur. Nitekim Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: "Resulüm, biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." "Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allahın ayetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizliyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulundu. Hâlbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idi." "Andolsun içinizden size öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatli, merhametlidir." "Ey Resulüm, Rabbin sana (Ahırette çeşitli nimetler ve şefaat izni) verecek, sen de hoşnut, razı olacaksın" mealindeki Duha suresi 5. ayet-i kerimesi inince, Resulullah efendimiz, "Ümmetimden bir kişi Cehennemde kalsa razı olmam" buyurdu. Her müslümanın, bu büyük nimet olan Resulullahın kıymetini bilip onun yolundan gitmesi, onun yolunda malını, canını feda etmesi gerekir. Çünkü ayet-i kerimede, "Peygamber, müminlere kendi canlarından üstündür." (Ahzab 6) Resulullaha iman farzdır Allahü teâlâ, iman edilmesinde de, kendisine itaatte de, Resulünün adını kendisiyle birlikte bildirmiştir. Resulünün adı kelime-i şehadette Allahın adı ile birlikte yer almıştır. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: "Allaha ve ümmi Peygamber olan Resulüne iman edin!" "Allaha ve Resulüne itaat edin
"Bildirdikleri vahiyden başka bir şey değildir"
14 Aralık 2001 01:00
Resulullah efendimizin görevi Kur'an-ı kerimi tebliğ etmekle bitmemiştir. Ümmetinin nasıl bir yol takip edeceklerini bizzat göstermiştir. Peygamber efendimizin doğru yolu gösterdiği, onun bildirdiklerine güvenmek gerektiği Kur'an-ı kerimde açıkça beyan edilmektedir: "Elbette sen onları sırat-ı müstekime (doğru yola) çağırıyorsun." (Müminun 73) "Ona itaat ederseniz doğru yolu bulursunuz." (Nur 54) "Peygamberin emrettiğine uyun, yasak ettiğinden sakının!" (Haşr 7) "Onun bildirdikleri vahiyden başka bir şey değildir." (Necm 4) Allahü teâlâ, Peygamber efendimizi, saymamızı, ona salât etmemizi emrediyor: "Allah ve melekleri, Resule salât ediyor, [onun şerefini gözetiyor ve şanını yüceltiyor ey iman edenler, siz de salât edin!" (Ahzab 56) "Ey iman edenler, Allah ve Resulünün önüne geçmeyin. Allahtan korkun, seslerinizi, Peygamberin sesini bastıracak şekilde yükseltmeyin, birbirinizle konuştuğunuz gibi onunla yüksek sesle konuşmayın. Yoksa farkında olmadan amelleriniz boşa gider." (Hucurat 1, 2) Resulüne iman ve itaat olmadan Allaha iman ve itaat olmaz. Çünkü Allahü teâlâ, kendine itaati, birçok ayette, Resulü ile birlikte zikretmiştir. Mesela buyuruyor ki: "Resule itaat eden, Allaha itaat etmiş olur." (Nisa 80) "Resul, size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının!" (Haşr 7) "De ki, Eğer Allahı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin!" (A. İmran 31) "De ki, Allaha ve Peygambere itaat edin! Eğer (Peygambere uymayıp) yüz çevirirlerse, (kâfir olurlar) Elbette Allah kâfirleri sevmez." (A. İmran 32) Allahü teâlâ, Peygamber efendimize itaati emrettiği gibi, ona muhalefeti, isyanı da yasaklamıştır: "Kim Allaha ve Resulüne isyan eder ve hududullahı aşarsa Allah onu, temelli kalacağı Cehenneme sokar." (Nisa 14) [Hududullah, Allahın emir ve yasakları]
Gerçek muhatap Resulullahtır
15 Aralık 2001 01:00
Bir insan sanki Kur'an-ı kerim kendisine inmişcesine okuyup mana veremez. Verdiği mana gerçeği yansıtmaz. Çünkü, Kur'an-ı kerim, Peygamber efendimize inmiştir. Muhatabı odur. Eshab-ı kiram, Peygamber efendimize, Kur'an-ı kerimin açıklamasını suâl ederlerdi. Açıklamayı gerektirmeyen ayetler hariç, her ayetin açıklamasını bilen yalnız odur. Resulullah efendimizin bildirdiğinden başka türlü açıklamak yanlış olmakla kalmaz, Allaha ve Resulüne iftira olur. Hiç bir kimse, Peygamber efendimizden daha iyi bildiğini söyliyemez. Çünkü Allahü teâlâ buyuruyor ki: "Size kitabı, hikmeti getiren ve bilmedikerinizi öğreten bir Peygamber gönderdik." (Bekara 151) Demek ki, Peygamber efendimiz, Kitabın [Kur'an-ı kerimin] dışında, bir de hikmet getirmiştir. Kur'an-ı kerimde her bilgi vardır. Ancak açık değildir. Peygamber efendimiz bunları vahy ile öğrenmiş ve ümmetine bildirmiştir. Bir ayet-i kerime meali: "Onun sözleri vahiydir." (Necm 4) Hz. Cebrail, Peygamber efendimize gelip 5 vakit namazı bizzat tatbiki olarak öğretmiştir. Peygamber efendimiz de "Namazı benim kıldığım gibi kılınız" buyurmuştur. (Buharî) Allahü teâlâ, Peygamber efendimize, Kur'an-ı kerimi açıklama yetkisi verdiği gibi, Kur'anda açık olmayan hususlarda hüküm koyma yetkisini de vermiştir: "Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıkta seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükme içlerinde bir burukluk duymadan tam manasıyla kabullenmedikçe, iman etmiş olmazlar." (Nisa 65) "Allah ve Resulü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış kadın ve erkeğe, o işi kendi isteğine göre, tercih etme, seçme hakkı yoktur." (Ahzab 36) "O Peygamber ki, iyiliği emredip kötülükten meneder; onlara güzel şeyleri helal, çirkin şeyleri haram kılar." (Araf 157) "Bir işte anlaşamazsanız, bu işin hükmünü Allahtan [Kur'an-ı kerimden] ve Resulünden [Sünnet-i seniyyeden] anlayın!" (Nisa 59) Bu "anlayın emri" âlimler içindir. Âlim olmıyan, âlimlerin Kur'an-ı kerim ve hadis-i şeriflerden anladığı hükme uyar. Kur'an-ı kerimde (Bilmiyorsanız âlimlere sorun) buyuruluyor. (Nahl 43)
Emrettiğini alın yasak ettiğinden kaçının!'
16 Aralık 2001 01:00
Peygamber Efendimizin emirleri ile Allahü teâlânın emirleri birbirinden ayrılamaz. Çünkü, ayet-i kerimede "Resule itaat eden, Allaha itaat etmiş olur." (Nisa 80) buyuruldu. Peygamber efendimiz de aynı mealde buyuruyor ki: "Bana itaat eden, Allaha itaat etmiş olur, bana isyan eden de Allaha isyan etmiş olur." (Buharî) Şu hâlde doğru olarak Allahın dinine uymak için Resulüne uymak gerekir. Resulullahın sünneti yani hadis-i şerifler olmasaydı, namazın kaç rekat olduğu, nasıl kılınacağı, zekât nisabı, orucun, haccın farzları, hukuk bilgileri bilinemezdi. Kur'andan kendi anladığımıza değil, Peygamber efendimizin Kur'an-ı kerimden anlayıp bize bildirdiklerine uymamız şarttır. Nitekim Allahü teâlâ mealen buyuruyor ki: "Peygamberin emrettiğini alın, yasak ettiğinden kaçının!" (Haşr 7) Kur'an-ı kerimi Peygamber efendimizden sonra en iyi anlayanlar, Eshab-ı kiram ve diğer âlimlerdir. Hadis-i şerifte de buyuruldu ki: "Bana uyan Cennete girer, isyan eden giremez." (Buharî ) O hâlde, Allahın dinine uymak için, âlimlerin sözbirliği halinde bildirdikleri hükümlere uymak gerekir. Zaten Allahü teâlâ da bilmediklerimizi âlimlere sormamızı emrediyor. (Nahl 43) Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Şunu kesin olarak biliniz ki, bana Kur'an ve onun bir misli daha verilmiştir. "Yalnız Kur'andaki helalı helal, haramı haram kabul edin" diyecek bazı kimseler çıkacaktır. İyi bilin ki, Resulullahın haram kıldığı şeyler de Allahın haram kıldığı gibidir." (Tirmizî, Darimi) Mesela, kendiliğinden ölmüş hayvanın etini yemek haramdır. Çünkü Kur'an-ı kerimde (Meyte ve kan size haram kılındı) buyuruldu. (Maide 3). Meyte, dinin emrine uyulmadan öldürülen veya kendi kendine ölen, yani leş olan hayvandır. Eğer bu ayet-i kerimeyi Peygamber efendimiz açıklamasaydı, kendi kendine ölen her hayvanı yemek haram olduğu gibi, balığı da yemek haram olarak anlaşılırdı. Peygamber efendimiz, "Denizin suyu temizdir, meytesi helaldir" buyurarak deniz meytelerinin helal olduğunu bildirmiştir. Meyte ve kandan istisna olarak yenenleri de Peygamber efendimiz bildirip, "Size iki meyte ve iki kan helal kılındı. İki meyte balıkla çekirgedir, iki kan ise, karaciğerle dalaktır" buyurmuştur. (İbni Mace, Ebu Dâvud) Resulullah efendimiz bunları açıklamasaydı bu ve buna benzer kapalı hükümler nasıl bilinecekti?
.
Resulullaha iman nasıl olacak?
17 Aralık 2001 01:0
Müslüman olabilmek için Muhammed aleyhisselâmın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, akla, tecrübeye ve felsefeye danışmaksızın, tasdîk ve itikât etmek, inanmak şarttır. Böyle inanmayıp ta, akla uygun olduğu için tasdîk ederse, aklı tasdîk etmiş olur. Resûlü tasdîk etmiş olmaz. Veyâhud, Resûlü ve aklı birlikte tasdîk etmiş olur ki, o zaman Peygambere itimâd tam olmaz. İtimâd tam olmayınca, îmân olmaz. Çünkü, îmân parçalanamaz. İnanılması lâzım şey için, tecrübî ilimlere danışıp, tecrübeye uygun ise, inanır, tecrübe ile ispat edemeyince, inanmaz veyâ şübheye düşerse, o zaman, tecrübesine inanmış olup, Resûle inanmamış olur ki, böyle îmân, kâmil değil, zâten îmân olmaz. Din bilgileri, felsefe ile ölçülmeğe kalkışılırsa, bu sefer filozofa inanılmış olup, Peygambere inanılmış olmaz. Evet, Allahü teâlânın var olduğunu ve Muhammed aleyhisselâmın, Allahın Peygamberi olduğunu anlamakta, aklın, felsefî ve tecrübî ilimlerin yardımı büyüktür. Fakat, bunların yardımı ile Peygambere inanıldıktan sonra, Onun bildirdiği şeylerin herbiri için akla, felsefeye ve tecrübî ilmlere danışmak doğru olmaz. Çünkü, akıl ile, tecrübe ve felsefe yolu ile elde edilen birçok bilgilerin, zamanla değişmekte, yenileri bulununca, eskilerinin atılmakta olduğunu gösteren misâller, literatürlerde az değildir. O hâlde: İmân, Resûl-i Ekrem efendimizin, Allahü teâlâ tarafından, Peygamber olarak, bütün insanlara getirdiği ve bildirdiği emirlerin hepsine itimâd ve itikâd etmektir. Bu emirlerin, bilgilerin herhangi birine inanmamak veya şüphe etmek küfürdür. Çünkü, Resûle inanmamak veyâ itimâd etmemek, Resûle yalancı demek olur. Yalancı Peygamber olamaz. Akıl, göz gibidir, din bilgileri de ışık gibidir. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremiyor. Allahü teâlâ, görme âletimizden faydalanmamamız için, güneşi, ışığı yaratmıştır. Güneş olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Evet, gözünü açmayan veya gözü bozuk olan, güneşten faydalanamaz. Fakat, bunların güneşe kabâhat bulmağa hakları olmaz. Aklımız da, yalnız başına maneviyâtı, faydalı, zararlı şeyleri anlayamıyor. Allahü teâlâ, aklımızdan istifade etmemiz için, Peygamberleri, islâmiyet ışığını yarattı. Peygamberler, dünyada ve âhırette râhat etmek yolunu bildirmeseydi, aklımız bulamaz, işe yaramazdı
.
Nakil bilgileri akıl ile anlaşılamaz
5 Aralık 2001 01:00
Bozuk fırkaların, bozuk mezheplerin ortaya çıkmalarının esas sebebi "Peygamberliği" anlıyamamalarıdır. Peygamberlik makamını nakil yolu ile değil akıl ile anlamaya çalışmalarıdır. Halbuki, akıl ile anlaşılan şeyler, his uzuvları ile anlaşılanların üstünde olduğu ve bunların yanlışını çıkardığı gibi, yâni his uzuvlarımız, akıl ile anlaşılan şeyleri anlıyamıyacağı gibi, akıl da, Peygamberlik makamında anlaşılan şeyleri kavramaktan âcizdir. İnanmaktan başka çâresi yoktur. Akıl, anlıyamadığı şeyleri nasıl ölçebilir. Bunların doğru ve yanlış olduğuna nasıl karar verebilir? Nakil yolu ile anlaşılan, yâni Peygamberlerin söyledikleri şeyleri, akıl ile araştırmaya uğraşmak, düz yolda güç giden, yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamaya benzer. Yokuşa doğru at, kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya yıkılıp canı çıkar. Yâhut, alışmış olduğu düz yola kavuşmak için sağa, sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyalar harap olur. Akıl da, yürüyemediği, anlayamadığı âhıret bilgilerini çözmeye zorlanırsa, ya yıkılıp, insan aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünya işlerine benzetmeye kalkışarak, yanılır, aldanır ve herkesi aldatır. Akıl, his kuvveti ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmaya yarayan, bir mi'yârdır, bir âlettir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara eremiyeceğinden, şaşırıp kalır. O hâlde, Peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan başka çâre yoktur. Görülüyor ki, Peygamberlere tâbi olmak, aklın gösterdiği bir lüzumdur ve aklın istediği ve beğendiği bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmaya kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmiyen yerlerde, pervâsızca yürümeye ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her ân uçuruma, girdâba düşebilirler. Dîn-i islâmda aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan birşey yoktur
.
Kur'ân-ı kerîm, nazm-ı ilâhîdir...
18 Aralık 2001 01:00
Cenab-ı Hak tarafından gönderilen ilahî kitaplarda bildirilen emir ve yasakların tatbikinde Peygamberlerin izahlarının şart olduğunu, bunda zaruret bulunduğunu açıkladıktan sonra, şimdi de Peygamberimiz Muhammed aleyhisselama gönderilen kitabımız Kur'an-ı kerim üzerinde durmak istiyorum. Kur'an-ı kerim nedir, anlamak mümkün mü, kimler anlayabilir? Bu konuların üzerinde duralım: Kur'ân-ı kerîm, nazm-ı ilâhîdir. Nazm, lügatte, incileri ipliğe dizmeğe denir. Kelimeleri de, inci gibi, yanyana dizmeğe nazm denilmişdir. Kur'ân-ı kerîmin kelimeleri arabîdir. Fakat, bu kelimeleri yanyana dizen, Allahü teâlâdır. Bu kelimeler, insan dizisi değildir. Cebrâîl aleyhisselâm her sene bir kere gelip, o âna kadar inmiş olan Kur'ân-ı kerîmi, Levh-il-mahfûzdaki sırasına göre okur, Peygamber efendimiz dinler ve tekrar ederdi. Âhırete teşrîf edeceği sene, iki kere gelip, tamamını okudular. Muhammed aleyhisselâm ve Eshâb-ı kirâmdan çoğu, Kur'ân-ı kerîmi tamâmen ezberlemişti. Bazıları da, bazı kısmları ezberlemiş, birçok kısmlarını yazmışlardı. Muhammed aleyhisselâm, âhırete teşrîf ettiği sene, Hz. Ebû Bekir ezber bilenleri toplayıp ve yazılı olanları getirtip bir heyete, bütün Kur'ân-ı kerîmi, kâğıt üzerine yazdırdı. Böylece, "Mushaf" denilen bir kitâb meydana geldi. Kur'ân-ı kerîm, hiçbir dile, hattâ Arapçaya da tercüme edilemez. Herhangi bir şiirin, kendi diline bile, tam tercümesine imkân yoktur. Ancak meâli ve îzâhı olur. Kur'ân-ı kerîmin ma'nâsını tercümesinden anlamak mümkün değildir. Bir âyetin ma'nâsını anlamak demek, Allahü teâlânın, bu âyette, ne demek istediğini anlamak demektir. Bu âyetin herhangi bir tercümesini okuyan kimse, murâd-ı ilâhîyi öğrenemez. Tercüme edenin, bilgi derecesine göre yapdığı meâlini öğrenir. Bir câhilin, bir dinsizin yaptığı tercümeyi okuyan da, Allahü teâlânın dediğini değil, tercüme edenin, anladım sanarak, kendi kafasından anlatmak istediğini öğrenir. Kur'ân-ı kerîmin hakîkî manâsını anlamak, öğrenmek istiyen bir kimse, din âlimlerinin kelâm ve fıkh ve ahlâk kitaplarını okumalıdır. Bu kitapların hepsi, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden alınmış ve yazılmıştır. Kur'ân tercümesi diye yazılan kitaplar, doğru mana veremez. Okuyanları, bunları yazanların fikirlerine, düşüncelerine ve maksatlarına esîr eder ve dinden ayrılmalarına sebep olur
Hz. Cebrâîl de Resûlullaha sorardı
19 Aralık 2001 01:00
Kur'an-ı kerim İslamın anayasasıdır. Her şey anayasada bulunmaz. Anayasalarda, temel esaslar, genel prensipler bulunur. Teferruatlar, uygulamalar kanun, yönetmelik gibi diğer kaynaklarda bildirilir. Mesela, anayasamızda, "Herkes mali gücüne göre vergi vermekle yükümlüdür" ifadesi geçer; fakat ne oranda, nasıl alınacağı, kanunla, yönetmelikle belirlenir. Mesela, köylüye âit bir kanunu, hükûmet, doğruca köylüye göndermez. Çünkü, köylü okuyabilse bile, anlıyamaz. Bu kanûn önce, vâlîlere gönderilir. Vâlîler, iyi anlayıp, îzâhını ekliyerek, kaymakamlara gönderir. Kaymakamlar, bu açıklamalar yardımı ile kanûnu iyi anlıyabilir ve muhtârlara anlatır. Muhtâr, yalnız okumakla anlıyamaz. Muhtâr da, ancak, köylü dili ile, köylüye söyler. İşte, Kur'ân-ı kerîm de, ahkâm-ı ilâhiyyedir. Kanûn-ı rabbânîdir. Herkesin anlaması mümkün değildir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde kullarına saadet yolunu göstermiş ve kendi kelâmını insanların en yükseğine göndermiştir. Kur'ân-ı kerîmin manâsını, yalnız Muhammed aleyhisselâm anlar. Başka kimse, tam anlıyamaz. Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân, ana dili olarak arabî bildikleri, edîb ve belîğ oldukları hâlde, bazı âyetleri anlıyamaz, Resûlullaha sallallahü aleyhi ve sellem sorarlardı. Meselâ Hz. Ömer, bir yerden geçerken, Resûlullahın, Hz. Ebû Bekir'e birşey anlattığını gördü. Yanlarına gidip dinledi. Sonra, başkaları da, gördü ise de, gelip dinlemeğe çekindiler. Ertesi gün, Hz. Ömer'i görünce, "Yâ Ömer, Resûlullah, dün size bir şey anlatıyordu. Bize de söyle, öğrenelim" dediler. Çünkü, dâimâ, "Benden duyduklarınızı, din kardeşlerinize de anlatınız! Birbirinize duyurunuz!" buyururdu Hz. Ömer , "Dün Ebû Bekir, Kur'ân-ı kerîmden anlıyamadığı bir âyetin manâsını sormuş, Resûlullah , ona anlatıyordu. Bir saat dinledim, birşey anlıyamadım" dedi. Çünkü, Ebû Bekr'in yüksek derecesine göre anlatıyordu. Hz. Ömer, o kadar yüksek idi ki, Resûlullah, "Ben, Peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra Peygamber gelmiyecekdir. Eğer, benden sonra Peygamber gelseydi, Ömer Peygamber olurdu" buyurdu. Böyle yüksek olduğu halde ve Arabîyi çok iyi bildiği hâlde, Kur'ân-ı kerîmin tefsîrini bile anlıyamadı. Çünkü, Resûlullah, herkese, derecesine göre anlatıyordu. Ebû Bekir'in derecesi, ondan çok dahâ yüksekti. Fakat, bu da, hattâ Cebrâîl aleyhisselâm dahî, Kur'ân-ı kerîmin manâsını, esrârını, Resûlullaha sorardı.
Yanlış anlamak şüphe hasıl eder
20 Aralık 2001 01:00
Kur'ân-ı kerîmin manâsını yalnız Muhammed aleyhisselâm anlamış ve hadîs-i şerîfleri ile bildirmişdir. Kur'ân-ı kerîmi tefsîr eden Odur. Doğru tefsîr kitâbı da, Onun hadîs-i şerîfleridir. Din âlimlerimiz, uyumıyarak, dinlenmiyerek, istirâhatlarını fedâ ederek, bu hadîs-i şerîfleri toplayıp, tefsîr kitâblarını yazmışlardır. Bu tefsîr kitâblarını da anlıyabilmek için, otuz sene durmadan çalışıp, yirmi ana ilmi, iyi öğrenmek lâzımdır. Bu yirmi ana ilmin kolları, seksen ilimdir. Ana ilimlerden biri, "Tefsîr" ilmidir. Bu ilimlerin ayrı ayrı âlimleri ve çok kitapları vardır. Bugün kullanılan bazı arabî kelimeler, fıkıh ilminde başka manâya, tefsîr ilminde ise dahâ başka manâya gelmekdedir. Hattâ aynı bir kelime, Kur'ân-ı kerîmdeki yerine, aldığı edâtlara göre, başka manâlar bildirmekdedir. Bu geniş ilimleri bilmiyenlerin, bugünkü Arapçaya göre, yaptıkları Kur'ân tercümeleri, Kur'ân-ı kerîmin manâsından bambaşka birşey oluyor. Kur'ân-ı kerîmin manâsından, rumûzundan, işâretlerinden, herkes îmânının kuvveti kadar, birşey anlıyabilir. Tefsîr, anlatmakla, yazmakla olmaz. Tefsîr, din büyüklerinin kalblerine doğan bir nûrdur. Tefsîr kitâbları, bu nûrun anahtarıdır. Çekmeceyi anahtarla açınca, mücevherler meydana çıktığı gibi, o tefsîrleri okumakla, kalbe bu nûr doğar. Seksen ilmi iyi bilenler, tefsîrleri anlayıp, bizim gibi din câhillerine bildirmek için, çeşidli derecedeki insanlara göre, binlerle kitâb yazmışlardır. Yeni yazılan Türkçe tefsîrlerin, en kıymetlisi sanılanlarında bile, şahsî düşünceler bulunmakta, okuyanlara zararı, fâidesinden çok olmaktadır. Hele islâm düşmanlarının, bid'at sâhiblerinin, Kur'ân-ı kerîmin manâsını bozmak için yaptıkları tefsîr ve tercüme kitapları, birer zehirdir. Bunları okuyan genç zihinlerde, bir takım şüpheler, itirâzlar hasıl oluyor. Zâten din bilgisi az olanların, islâmiyyeti öğrenmek için, tefsîr ve hadîs-i şerîf okuması uygun değildir. Çünkü, Kur'ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfi yanlış anlamak veya şüphe etmek insanın îmânını giderir. Yalnız Arapça bilmekle, tefsîr ve hadîs anlaşılmaz. Arapça bilenleri, din âlimi sanan, aldanır. Beyrut ve başka yerlerde ana dili Arapça olan, Arap edebiyâtını iyi bilen, çok papaz var. Fakat, hiçbirinin islâmiyetden haberi yok.
Dinsizliğe sebep olanlar!..
21 Aralık 2001 01:00
Kur'an-ı kerimi okuyup anlamak mümkün olmadığına göre ne yapacağız, dinimizi nasıl ve nereden öğreneceiz? 1400 yıldır, nereden nasıl öğreniliyorsa yine öyle öğreneceğiz. Kur'ân-ı kerîmin hakîkî manâsını anlamak, öğrenmek istiyen bir kimse, din âlimlerinin kelâm ve fıkh ve ahlâk kitâblarını okumalıdır. Bu kitâbların hepsi, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden alınmış ve yazılmıştır. Kur'ân tercümesi diye yazılan kitâblar, doğru manâ veremez. Okuyanları, bunları yazanların fikirlerine, düşüncelerine ve maksatlarına esîr eder ve dinden ayrılmalarına sebep olur. Kur'ân-ı kerîmin, latin harfleri ile yazılmasına da imkân olmuyor. Çünkü bu harflerde, Kur'ân-ı kerîm harflerinin hepsinin karşılığı yoktur. Bunun için, manâ bozuluyor. Okunan, Kur'ân olmaz, manâsız bir ses yığını olur. Meselâ, "ehad" yerine "ehat" derse, namaz fâsid oluyor, bozuluyor. Bugün, çok kimsenin, böyle bozuk tercümeleri ve latin harfi ile yazılmış, ne olduğu belirsiz kitâbları "Türkçe Kur'ân" diye gençliğin önüne sürdükleri, her tarafta dağıttıkları görülüyor. Dağıtırken de "Arapça Kur'ân, yabancı dildir. Onu okumayın! Öz dilimizle bunu okuyun" diyorlar. Böyle söyliyenlere dikkat edilirse, çoğunun namaz kılmadığı, oruç tutmadığı, harâmlara, hattâ dinsizliğe dalmış bulunduğu, müslümânlığa, yalnız lâf ile bağlı olduğu anlaşılıyor. Bu kimseler, televizyonlarda, radyolarda, barlarda Beethoven'in 9 Senfonisini, Mozart'ın Figarosunu ve Molier'in şiirlerini niçin Almanca, İtalyanca, Fransızca söylüyorlar ve dinliyorlar? Bunlar yabancı dildir. Öztürkçe söylemek lâzımdır demiyorlar? Bu senfonileri, komedileri Türkçeye tercüme etmiyorlar. Çünkü, Türkçeye tam çevrilemiyeceğini biliyorlar. Türkçesinden, nefisleri zevk alamıyor. Türkçelerine Beethoven'in, Şopen'in eseri denilemiyor. İşte müslümânlar da, bu kitaplardan Kur'ân-ı kerîmin zevkini alamaz, rûhlarını besliyemez. Son devir İslam büyüklerinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri buyurdu ki: "İstanbul'da, Bâyezîd Umûmî Kütübhânesi, Şeyhul-islâm Veliyyüddîn Efendi kısmında, binyediyüzaltı numaralı kitâbın 224'üncü sahîfesinde diyor ki: "Kur'ân tercümesi, Kur'ân değildir. Çünkü Kur'ân, ma'lûm mûciz olan nazmdır. Tercüme edilince, bu özelliği kaybolmaktadır. Bir şiir tercüme edilince, şiir olmaktan çıkar"
.
.
Art niyetli olmayanlar gerçeği görüyor
22 Aralık 2001 01:00
Kur'an-ı kerimin başka dile çevrilemeyeceğini, çevrilse bile gerçek manasını vermeyeceğini az çok ilmi olan, bu konuda art niyetli olmayan herkes söylemekte ve yazmaktadır. Mesela, Diyânet İşleri Başkanlığı tarafından hâzırlanıp 1961'de neşredilen, "Kur'ân-ı kerîmin Türkçe meâli" adındaki tercümenin önsözünde bu husus çok güzel dile getirilmişdir. O zamanın Diyânet İşleri Başkanı H. Hüsnü Erdem imzâsını taşıyan bu önsözde diyor ki: "Kur'ân-ı kerîm gibi ilâhî belâgat ve îcâzı hâiz bir kitap, yalnız Türkçeye değil, hiçbir dile hakkıyle çevrilemez. Eski tefsîrlerin ışığı altında verilen ma'nâlara da tercüme değil, meâl demek uygundur. Kur'ânın yalnız ma'nâsını ifâde eden sözleri, Kur'ân hükmünde tutmak, namazda okumak ve aslına hakkıyle vâkıf olunmadan ahkâm çıkarmak câiz olmaz. Hiçbir tercüme, aslının yerini tutamaz. Kur'ân-ı kerîmde, muhtelif ma'nâlara gelen lafzlar vardır. Böyle bir lafzı tercüme etmek, çeşitli manâlarını bire indirmek olur ki, verilen tek ma'nânın, murâd-ı ilâhî olduğu bilinemez. Bunun için, Kur'ân tercümesi demeğe cesâret edilemez. Kur'ân-ı kerîmi tercüme etmek başka, tercümeyi Kur'ân yerine koymağa kalkışmak başkadır." Önsözden sonra yapılan açıklamalarda da şöyle diyor: "Bu ilâhî, beşer üstü ve mûciz kitâbın tam hakkını vererek aynen Türkçeye çevrilmesi mümkün değildir. Bu i'tibârla, en isâbetli yol, âyetleri kelime kelime aynen tercüme etmek yerine, Arapça aslından anlaşılan manâ ve meâli Türkçe ile ifâde yolu olsa gerektir. Kur'ân-ı kerîmin nazm-ı celîlini, aslındaki îcâz ve belâgatini muhâfaza ederek tercüme etmek mümkün değildir. Fakat, meâl olarak tercümesi mümkündür. Bir dilden başka bir dile yapılan tercümelerde, her iki dilin husûsiyetlerini hakkıyle belirtmeğe imkân yoktur. Bugün, bu dillerin herbirinde otuz kadar tercümeleri vardır. Ancak çeşitli eğilimli kimselerin yaptıkları tercümelerde, pek yanlış, hattâ garazkârâne olanlar vardır. Kur'ân-ı kerîmi başka dillere tercüme etmek câizdir. Fakat, tercümeden islâm dîninin ahkâmının hepsi öğrenilemez. Hadîs-i şerîflerle, icmâ' ve kıyâs yolu ile sâbit olan hükmler de vardır. Bunlar, tafsîlâtı ile, fıkh kitaplarından öğrenilir..." Bundan birkaç sene önce İstanbul'da yapılan bir "Kur'an-ı kerim mealleri ve tercümeleri sempozyumu"nda, Kur'an-ı kerimin 230'dan fazla, tercüme ve mealinin bulunduğu bunların hepsinin başka başka olduğu, hiçbirinin diğerinin aynısı olmadığı görüldü. Hal böyle olunca, İslamiyetin emir ve yasakları doğru olarak nasıl öğrenilecek?
Maksatları Kur'andan uzaklaştırmak
23 Aralık 2001 01:00
Allahü teâlânın melek ile indirdiği kelimelerin, harflerin ve manâların toplamı Kur'ândır. Böyle olmıyan kitâblara, Kur'ân-ı kerîm denemez. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde, "Benim kitâbım Arabîdir" diyor. "Muhammed aleyhisselâma, bu Kur'ânı Arabî dil ile indirdim" buyuruyor. Bunun için tercümelere Kur'ân diyen müslümânlıkdan çıkar. Başka dile, hattâ Arabîye çevrilirse, Kur'ân açıklaması denir. Manâsı bozulmadan da, bir harfi bile değişince, Kur'ân olmaz. Hattâ hiçbir harfi değişmeden, okunmasında ufak değişiklik yapılırsa, Kur'ân denmez. Kur'ân-ı kerîmin başka dillere yapılan çevirmelerine Kur'ân denmez. Bunlara, Kur'ân-ı kerîmin meâli, yanî açıklaması denir. Bunlar, mütehassıs olan ve iyi niyyetli, hâlis müslümânlar tarafından hâzırlanmış ise, Kur'ân-ı kerîmin ma'nâsını anlamak için okunabilir. Buna birşey denmez. Bunlar, Kur'ân diye okunamaz. Bunları, Kur'ân diye okumak, sevâb olmaz. Günâh olur. Müslümânlar, Kur'ân-ı kerîmi, Allahü teâlânın indirdiği gibi okumalıdır. Ma'nâsını bilmeden okumak da sevâbdır. Manâsını anlıyarak okumak, elbette dahâ çok sevâb ve dahâ iyidir. Kur'ân-ı kerîmi anlamak için, şimdiki Arapçayı değil, Kureyş dilini bilmek lâzımdır. Kur'ân-ı kerîmi anlamak için, yıllarca dirsek çürütmek, çalışmak lâzımdır. Biz, böyle çalışıp anlıyan, islâm âlimlerinin yazmış oldukları tefsîrlerden, açıklamalardan okuyup anlamalıyız. Derme çatma tercümeleri okuyan gençler, Kur'ân-ı kerîmi, mitolojik hikâyeler, lüzûmsuz, fâidesiz düşünceler, bayağı sözler sanır. Kur'ândan, islâmdan soğuyup, kâfir olur. Demek ki, gençlerin önüne Kur'ân tercümelerini sürerek, "Öztürkçe Kur'ân okuyunuz, yabancı dil olan Arapça Kur'ânı okumayınız!" demek, müslümân yavrularının, şehîd evlâdlarının dinsiz yetişmesini istiyen islâm düşmanlarının yeni bir taktiği, hîlesi olsa gerektir. İbni Hacer-i Mekkî hazretleri, (Fetâvâ-i fıkhiyye) kitâbında, "Kur'ân-ı kerîmi Arabîden başka harf ile yazmak ve başka dile tercüme edip, Kur'ân-ı kerîm yerine bunu okumak, sözbirliği ile harâmdır. Selmân-ı Fârisî hazretleri Fâtihayı İrânlılara Fârisî harflerle yazmadı. Tercümesini de yazmadı. Fâtiha sûresinin Fârisî tefsîrini yazdı. Arabîden başka harf ile yazmak ve böyle yazılmış Kur'ânı okumak harâmdır. Kur'ân-ı kerîmi Arabî harflerle, okunduğu gibi yazmak sûreti ile değişdirmek bile, sözbirliği ile harâmdır. Kur'ân-ı kerîmi başka harflerle veyâ tercümesini yazmak, okumak, öğrenmesini kolaylaşdırır demek doğru değildir. Kolay olsa bile, câiz olmasına sebeb olamaz.
Kur'ân-ı kerîmi anlamak...
24 Aralık 2001 01:00
Kur'an-ı kerimi Arapça bilen veya tercümesini, mealini okuyan anlayabilir mi? Kur'ân-ı kerîmi, lisanı Arapça olanlar bile anlıyamaz. Hattâ Eshâb-ı kirâm efendilerimiz bile, âyetlerin mânâlarını Resûlullah efendimize sorarlardı. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Kur'ân, Allahın metin ipidir. Mânâlarının hepsi anlaşılmaz. Çok okumak ve dinlemekle eskimez." Kur'ân-ı kerîm ilmi, içinde akıllara durgunluk verecek sayısız hâller bulunan engin bir denizdir. Öyle yüksek ve sarp bir dağdır ki, ondaki hakîkatleri öğrenmek, her sırrına erişmek imkânsızdır. Bu ilmin sayılamayacak kadar kolu, erişilemiyecek kadar dalı vardır. Bu konuda Mevdûât-ül-ulûm'da 8 temel ilim ile, 72 yardımcı ilim hakkında bilgi verilmektedir. Bugün çok kimse, bu ilimlerin ismini bile duymamıştır. Bu bakımdan Kur'ân-ı kerîmi anlamak, O'ndan hüküm çıkarmak başlı başına bir ihtisas işidir. Herkes Kur'ân-ı kerîmi anlasa, O'ndan hüküm çıkarabilseydi, hadîs-i şerîflere lüzûm kalmaz, Cenâb-ı Hak da meâlen, "Peygamber size ne emrettiyse onu yapın, neyi yasak etmişse, ondan sakının" buyurmazdı [Haşr 7] Nahl sûresinin kırkdördüncü âyetinde meâlen, "İnsanlara indirdiğimi onlara beyân edesin!" buyuruldu. Beyân etmek, Allahü teâlâdan gelen âyetleri, başka kelimelerle ve başka sûretle anlatmak demektir. Ümmetin âlimleri de, âyetleri beyân edebilselerdi ve kapalı olanları açıklayabilselerdi Allahü teâlâ Peygamberine, sana vahy olunanları teblîğ et derdi. Beyân etmesini emretmezdi. Resûlullah, Kur'ân-ı kerîmde kapalı olarak bildirilenleri açıklamasaydı ve mezheb imâmları da bunları bizim anlayacağımız şekle getirmeseydi hiçbirimiz anlıyamazdık. Meselâ Peygamber efendimiz, abdesti nasıl alacağımızı hadîs-i şerîfleri ile bize bildirmeseydi, nasıl abdest alacağımızı Kur'ân-ı kerîmden çıkaramazdık. Namazların kaç rek'at oldukları ve orucun, haccın, zekâtın hükümleri ve kayfiyyetleri ve nisâb miktarları ve şartları ve farzları ve sünnetleri, Kur'ân-ı kerîmden çıkarılamazdı. Kur'ân-ı kerîmde kısa ve kapalı olarak bildirilen hükümlerin hepsi böyledir. Ya'nî, bunlar hadîs-i şerîflerle bildirilmeseydi, hiçbirini anlayamazdık. Mezheb imâmları da hadîs-i şerîfleri açıklamışlardır. Mezheb imâmları çok büyük âlimdir. Bu âlimler, Resûlullahın vârisleridir. Eğer herkes Kur'ân-ı kerîmi doğru anlasaydı 72 sapık fırka meydana çıkmazdı.
Tefsir, nakil yoluyla yapılır
25 Aralık 2001 01:00
Kur'an-ı kerimi tefsir etmek, çok tehlikeli, riskli bir iştir. Çünkü tefsir Cenab-ı Hak adına konuşmak, yazmak demektir. Kur'ân-ı kerîmi kendi görüşüne, kendi aklına göre tefsîr eden kâfir olur. Nitekim âyet-i kerîmede meâlen buyuruldu ki: "Hakkında bilgin bulunmayan şeyin, biliyorum zannıyla ardına düşme!" [İsra 36] Hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki: "Kur'ân-ı kerîmden, kendi aklı, kendi düşüncesi ve bilgisi ile, ma'nâ çıkaran kâfirdir." Bunun için bir kimse bir âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken, açıklarken, daha önceki müfessirlerden işitilmiyen şekilde yalnız kendi aklına göre verdiği mana doğru ise hatâ etmiş olur. Verdiği mana yanlış ise kâfir olur. Hz. Ebû Bekr, peygamberler hâriç insanların en üstünü olmasına rağmen, buyurdu ki: "Kur'ân-ı kerîmi kendi reyimle, kendi görüşümle tefsîre kalkarsam, beni hangi yer taşır, hangi gök gölgeler" Bu bakımdan tefsîrin nakil yoluyla yapılması lâzımdır. Bunun için Resûlullah efendimizden, Eshâb-ı kirâmdan gelen haberlere, önceki âlimlerin yapmış oldukları açıklamalara ve tefsîr usûlüne bakmadan, âyet-i kerîmelerin geliş sebeplerini bilmeden, nâsih ve mensûh âyetleri araştırmadan tefsîr yapmaya kalkanlar sapıtmışlar, ya küfre düşmüşler veya sapıtmışlardır.Ehil olmayan kimselerin İslâm âlimlerinin yazdıkları tefsirlerden nakletmeleri lâzımdır. İmâm-ı Birgivî buyurdu ki: "Nasih ve mensuhu, icma bulunan hükümleri ve Ehl-i sünnet i'tikâdını bilmiyen kimseler, sırf Arabi bilgisine göre tefsîr yapanlar hata ederler ve Kur'ân-ı kerîmi kendi görüşüyle tefsîre kalkışmış olurlar." Kendi aklı ve görüşleri ile bozuk tefsîr yapanlar beş türlüdür. 1- Tefsîr için lâzım olan bilgileri bilmeyen câhiller. 2- Müteşâbih âyetleri tefsîr edenler. 3- Sapık fırkadakilerin ve dinde reformcuların, bozuk düşünce ve isteklerine uygun tefsîr yapanlar. 4- Delîl ve senet ile iyi anlamadan tefsîr yapanlar. 5- Nefse ve şeytana uyarak yanlış tefsîr yapanlar.
Tercüme ve meâlden din öğrenmek!
26 Aralık 2001 01:00
Kur'ân-ı kerîm, tefsîr, tercüme ve meâllerinden din öğrenilmez. Hattâ âyet-i kerîmelerin ma'nâları tam anlaşılmadığı için, bunlar zararlı da olabilir. Kur'ân-ı kerîmin tefsîrinden her müslümanın bilmesi lâzım olanlarını, kelâm, fıkıh âlimleri ve tasavvuf büyükleri bildirmişler, bunları kitaplarına yazmışlardır. Bu sebeple, kelâm, fıkıh ve tasavvuf kitapları da birer tefsîr kitabıdır. Dîn, bunlardan öğrenilir. Ayrıca fazla teferruata girmeden i'tikâd, ibâdet ve diğer yapılacak işlere ve ahlâka dâir kitaplar da yazılmıştır ki, bunlara ilmihâl kitapları denir. Bu kitaplarda, her müslümanın bilmesi lâzım gelen bilgiler anlatılır. Her müslümanın bu bilgileri bilmesi farzdır, lâzımdır. Ehil olmadan, din bilgilerini doğrudan Kur'ân-ı kerîmden, tefsîr kitaplarından ve meâllerden öğrenmeye çalışmak yanlış olup, insanın dalâlete, bozuk yollara düşmesine, i'tikâdının ve imânının sarsılmasına sebep olur. Eskiden, tefsir okuyabilmek için yıllarca ilim tahsil edilir, sonra tefsir okuyabilir diye icazet, diplama alınırdı. İmâm-ı Şa'rânî hazretleri buyuruyor ki: "Hadîs-i şerîfler, Kur'ân-ı kerîmi açıkladı. Mezheb imâmları, hadîs-i şerîfleri açıkladı. Diğer âlimler de, mezheb imâmlarının sözlerini açıkladı. Namazların kaç rek'at olduğunu, rükû' ve secdede okunacak tesbîhleri, bayram ve cenâze namazlarının nasıl kılınacağını, zekât nisâbını, orucun ve haccın farzlarını, hukuk bilgilerini, Peygamber efendimizin açıklaması olmadan Kur'ân-ı kerîmden anlamak mümkün değildir." İmrân bin Hasin hazretleri, "Bize yalnız Kur'ân'dan söyle!" diyene, "Ey ahmak, Kur'ân-ı kerîmden her şeyi anlamak mümkün mü? Meselâ namazların kaç rek'at olduğunu bulabilir miyiz?" buyurdu. Hazret-i Ömer'e de, "Farzlar seferde kaç rek'at kılınır? Kur'ânda bulamadık." dediler. Cevâben, "Allahü teâlâ bize Muhammed aleyhisselâmı gönderdi. Biz, Kur'ân-ı kerîmde bulamadıklarımızı, Resûlullahtan gördüğümüz gibi yapıyoruz. O, seferde dört rek'atlık farzları, iki rek'at olarak kılardı. Biz de öyle yaparız" buyurdu. Peygamber efendimiz de, "Âlimlere tabi' olun" buyuruyor. O hâlde, Allahü teâlânın emrine uyarak, âlimlere tâbi' olmamız, uymamız şarttır. Fıkhı bilmeden dîne uymak mümkün olmaz. Çünkü dînin temeli fıkıhtır. Âlimlerimiz; "Fıkıh, kelâm bilgilerini öğrenmeden tefsîr ve hadîs ile uğraşmak iflâs alâmetidir" buyurmuşlardır.
Kur'ân-ı kerîmin ifade gücü
27 Aralık 2001 01:00
İfade yönünden, kelime, harf yönünden Kur'ân-ı kerîmin diğer semavî kitaplardan bir farkı vardır. Tevrât, İncîl ve bütün kitaplar ve sahîfeler, hepsi birden, bir defada inmişti. Hepsi, insan sözüne benziyordu ve lafızları mu'cize değildi. Onun için çabuk bozuldu, değiştirildi. Kur'ân-ı kerîm ise, Muhammed aleyhisselâmın mu'cizelerinin de en büyüğüdür ve insan sözüne benzemez. Her şâirin, şiir yazmak, nazım yapmak kâbiliyeti başkadır. Meselâ, Necip Fazıl ve Nâbî'nin şiirlerini iyi bilen usta bir edebiyâtçıya, Necip Fazıl'ın, son yazdığı bir şiirini götürüp, bu, Nâbî'nin şiiridir desek, bu şiiri, hiç işitmemiş olduğu hâlde, okuyunca: "Yanılıyorsunuz! Ben Nâbî'nin ve Necip Fazıl'ın, üslubunu iyi bilirim. Bu şiir Nâbî'nin değil, Necip Fazıl'ın" demez mi? Elbette der. Kur'ân-ı kerîmin insan sözü olmadığı tecrübe ile de ispat edilmiştir ve her zaman edilebilir. Şöyle ki, bir Arap şairi, bir sahîfede, edebî san'at inceliklerini göstererek, birşey yazmış, bunun arasına birkaç satır hadîs-i şerîf ve başka yerinde de, aynı şeyi anlatan bir âyet-i kerîme koyup, hepsi bir arada, İslâmdan ve Kur'ândan haberi olmıyan, Arabîsi kuvvetli birisine, bir adamın yazısı diye okutturulmuştur. Okurken, hadîs-i şerîfe gelince, durmuş, "Burası, yukarısına benzemiyor. Buradaki san'at daha yüksek" demiştir. Sıra, âyet-i kerîmeye gelince, şaşkın bir hâlde, "Burası hiçbir söze benzemiyor. Ma'nâ içinde, ma'nâ çıkıyor. Hepsini anlamağa imkân yok" demiştir. Yâni az çok edebiyat bilgisi olan, Kur'ân-ı kerîmin farkını hemen anlar. Mana içinde mana çıkan, böyle muazzam bir deryayı herkes anlayabilir mi? Bugün piyasada bilhassa, Avrupa'da Kur'ân-ı kerîmin pek çok tercümesi vardır. Halbuki, Kur'ân-ı kerîm, hiçbir dile, hattâ Arapçaya bile tam tercüme edilemez. Sebebi şu ki: Herhangi bir şiirin, kendi diline bile, tam tercümesine imkân yoktur. Ancak meâli ve îzâhı olur. Kur'ân-ı kerîmin ma'nâsını anlamak için tercümesini okumamalıdır. Bir âyetin ma'nâsını anlamak demek, Allahü teâlânın, bu âyette, ne demek istediğini anlamak demektir. Bu âyetin herhangi bir tercemesini okuyan kimse, murâd-ı İlâhî'yi öğrenemez. Tercüme edenin, bilgi derecesine göre yaptığı meâli öğrenir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde kullarına saâdet yolunu göstermiş ve kendi kelâmını insanların en yükseğine göndermiştir. Kur'ân-ı kerîmin ma'nâsını, yalnız Muhammed aleyhisselâm anlar. Başka kimse, tam anlıyamaz. Eshâb-ı kirâm, ana dili olarak Arabî bildikleri, edîp ve belîğ oldukları hâlde, bazı âyetleri anlıyamaz, Resûlullaha sorarlardı. Onların anlayamadığını biz mi anlayacağız?
Tefsir, meal okuma merakı!
28 Aralık 2001 01:00
Zamanımızda, herkes evine bir tefsîr kitabı veya meal almak istiyor. Dinini bu tefsîrleri okuyup buradan öğrenmek istiyor. Bu mümkün mü? Değil, çünkü, tefsîr kitaplarını da anlıyabilmek için, en az otuz sene durmadan çalışıp, yirmi ana ilmi, iyi öğrenmek lâzımdır. Bu yirmi ana ilmin kolları, seksen ilimdir. Ana ilimlerden biri, (Tefsîr) ilmidir. Bu ilimlerin ayrı ayrı âlimleri ve çok kitapları vardır. Bugün kullanılan ba'zı Arabî kelimeler, fıkıh ilminde başka ma'nâya, tefsîr ilminde ise daha başka ma'nâya gelmektedir. Hattâ aynı bir kelime, Kur'ân-ı kerîmdeki yerine, aldığı edâtlara göre, başka ma'nâlar bildirmektedir. Bu geniş ilimleri bilmiyenlerin, bugünkü Arapçaya göre, yaptıkları Kur'ân tercümeleri, Kur'ân-ı kerîmin ma'nâsından bambaşka birşey oluyor. Bugün yeni yazılan Türkçe tefsîrlerin hepsinde şahsî düşünceler bulunmakta, okuyanlara zararı, faydasından çok olmaktadır. Bunun için hiçbir tefsiri tavsiye etmiyoruz. Hele İslâm düşmanlarının, bid'at sahiplerinin, Kur'ân-ı kerîmin ma'nâsını bozmak için yaptıkları tefsîr ve tercüme kitapları, birer zehirdir. Bunları okuyan genç zihinlerde, birtakım şüpheler, i'tirâzlar hâsıl oluyor. Din düşmanları kasıtlı olarak, dini yıkmak için piyasaya meâller sürmektedirler. Zaten ilk meâli neşreden gayri müslim bir yayınevidir. Dini, tefsîrden öğrenmeye kalkışmak, ilkokul çocuğunun eline, yüksek matematik kitabı koyup buradan matematiği öğren demekten daha abestir. Meselâ, tıp ilmi kıymetlidir. Fakat bir kimse, eline bir tıp kitabı alıp okuyarak tıbbı öğrendim diyerek, göz ameliyatı yapmaya kalkarsa, hastanın gözünü çıkarmış olur. Böyle bir kimseye, tıp kitabı okuyarak doktorluk yapmak uygun değil demek, tıb ilmine karşı çıkmak değildir. Bunun gibi, bir kimsenin, meâl veya tefsîr okuyarak, dini hükümler çıkarmaya kalkışması çok yanlıştır. Bunu ancak müctehid âlimler yapabilir. Bugün artık böyle müctehid bir âlim de yeryüzünde kalmamıştır. Bugün din ancak fıkıh kitaplarından ilmihallerden öğrenilir. Kur'ân-ı kerîmin ma'nâsını yalnız Muhammed aleyhisselâm anlamış ve hadîs-i şerîfleri ile bildirmiştir. Kur'ân-ı kerîmi tefsîr eden O'dur. Doğru tefsîr kitabı da, O'nun hadîs-i şerîfleridir. Arapça bilen az çok birşeyler anlar, fakat, bu anladığı doğru mu, yanlış mı bu önemli.
Manasını bilmek gerekmez!..
31 Aralık 2001 01:00
Müslümanları Kur'an-ı kerimden uzaklaştırmak, onun bereketinden, feyzinden mahrum bırakmak için, "Manasını bilmeyen, boşuna Kur'an-ı kerim okumasın, mealini okusun" deniliyor. Halbuki, asırlardır, çeşitli dildeki, ırktaki Müslümanlar Arapça bilmedikleri, ma'nâsını anlamadıkları hâlde Kur'ân-ı kerîmi okumuşlar, hadîs-i şerîflerde bildirilen faydalara, sevaplara kavuşmuşlardır. Ma'nâsını bilmeden okunmaz diyenlerin maksadı Müslümanları, bu faydalardan, sevaplardan mahrûm bırakmaktır. Kur'ân-ı kerîmin nasıl okunacağını, ne maksatla okunacağını, Eshâb-ı kirâm, İslâm âlimleri, mezhep imâmlarımız asırlar önce bildirmişler ve 14 asırdır bu şekilde yapılmıştır. Bütün bunları bir tarafa atıp, yeni usûller, yeni hükümler çıkarmaya kalkanların kötü niyetleri ortadadır. Bunları iyi niyetli zannetmek saflık olur. Bilerek veya bilmiyerek böyle bozuk fikirlere inanmak, öncülük etmek, dînin yıkılmasına yardım etmek olur. Kur'ân-ı kerîmi okuyup Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun îmân eden, hidâyet üzere olur. Doğru yolda bulunur. Allahü teâlâya kavuşturan doğru yolu bulur. Cehennem azâbından kurtulur. Hatta bunun sevâbı dedelerine, çocuklarına ve torunlarına te'sir eder. İtikâdı düzgün bir kimse Kur'ân-ı kerîmi okuyup, sâlih müslümanların yazdığı, ilmihâl kitaplarında bildirdiği üzere amel ettiği, ibâdet yaptığı takdirde büyük sevaplara kavuşur. Meâl yazılmasının 60-70 yıllık bir geçmişi vardır. Eğer meâl okumak önemli olsaydı, İslâm âlimleri asırlar öncesinden bunu yazarlardı. İslâm âlimleri, meâl okumanın zararlarını bildikleri için, Kur'ân-ı kerîmin ma'nâsını, ya'nî hükümlerini, emirlerini, yasaklarını fıkıh kitaplarında herkesin anlayabileceği şekilde yazmışlar; bereketlenmek, sevap kazanmak için de Kur'ân-ı kerîmi aslından okumayı tavsiye etmişlerdir. Müslümanlar, dinlerini bu kitaplardan öğrenmişlerdir. Kur'an-ı kerimin ölüye de diriye de faydası vardır. İmam-ı Ahmed bin Hanbel hazretleri buyurdu ki: "Kabristana girince, Fatiha, Kul-euzüler ve İhlas surelerini okuyunuz! Sevabını ölülere gönderiniz! Sevabı hepsine vasıl olur." Hadis-i şerifte "Müslüman bir hasta yanında Yasin-i şerif okunursa, Rıdvan ismindeki melek Cennet şerbeti getirir. O kimse, suya doymuş olarak ruhunu teslim eder. Doymuş olarak da kabre girer, suya ihtiyacı olmaz." buyuruldu.
Kur'ân-ı kerîmin tefsîri...
1 Ocak 2002 01:00
Tefsîr, lügatte, "örtülü ve kapalı olan şeyi ortaya çıkarmak, açmak, beyân etmek" demektir. Istılahta tefsîr, insan gücü dâhilinde, Kur'ân-ı kerîm âyetlerindeki Allahü teâlânın murâdını anlamak demektir. Kelâm-ı ilâhî olan Kur'ân-ı kerîmde murâd-ı ilâhîyi anlayıp, bildiren âlimlere müfessîr denir. Te'vîl ise, lugatte, rücû' etmek, dönmek demektir. Istılahta ise, çeşitli ma'nâlar arasından uygun olanı seçmek demektir. Tefsîr rivâyet ile, te'vîl dirâyet ile yapılır. Kur'ân-ı kerîm, sonsuz bilgiler, hükümler, hikmetler ve fazîletler kaynağıdır. Allahü teâlâ onu insanların en yükseği olan sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma indirmiştir. Bu sebeple Kur'ân-ı kerîmi tam olarak yalnız Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem anlamış, kapalı ve anlaşılması zor âyet-i kerîmeleri, Eshâb-ı kirâma tefsîr etmiş, açıklamışlardır. Cebrâil aleyhisselâm dahî, Kur'ân-ı kerîmin esrârını, gizli ve ince ma'nâlarını Resûlullaha sorardı. Resûlullah efendimiz Kur'ân-ı kerîmin bildirilmesi îcâb eden kısmının tefsîrini eshâbına bildirdi. Böyle olduğunu İmâm-ı Süyûtî bildirmektedir. Onun için Kur'ân-ı kerîmin esas tefsîri bizzat Peygamber efendimizin açıklamaları, ya'nî hadîs-i şerîfleridir. Nitekim âyet-i kerîmede meâlen buyuruldu ki: "İnsanlara indirdiğimi onlara beyân edesin." [Nahl 44] Beyân etmek, Allahü teâlâdan gelen âyetleri, başka kelîmelerle ve başka sûretlerle anlatmak demektir. Ümmetin âlimleri de âyetleri beyân edebilselerdi ve kapalı olanları açıklayabilselerdi, Allahü teâlâ Peygamberine, sana vahy olunanları teblîğ et der, beyân etmesini emretmezdi. Resûlullahtan bu tefsîrleri öğrenen Eshâb-ı kirâm, mufessîrlerin ilk kuşağını meydana getirir. Başta Hulefa-i râşidîn olmak üzere, İbn-i Mes'ûd, Übey bin Ka'b, Ebû Mûsel Eş'arî, Ebû Hüreyre, Enes bin Mâlik ve Abdullah bin Abbâs Kur'ân-ı kerîmin tefsîri husûsunda önde gelen sahâbilerdendir. Bilhassa Abdullah bin Abbâs, Eshâb-ı kirâmın en âlimlerinden biri olarak tanınmıştır. Âyet-i kerîmelerle ilgili açıklamalarının pek yüksek olduğunu tefsîr âlimleri bildirmiş, tefsîrlerini bunlarla süslemişlerdir. Ancak ona âit tefsîr kitabı yoktur. Yalnız tefsîr âlimleri onun bu açıklamalarının tefsîrlerinden nakletmişlerdir. Tefsîr ilmindeki yüksekliğinden dolayı kendisine; Tercümân-ül Kur'ân, Hibr-ül-Ümmet, Reîs-ül-Müfessirîn lâkapları verilmiştir.
.
Fıkıh kitapları Kur'ânın tefsiridir
2 Ocak 2002 01:00
Eshâb-ı kirâm, Resûlullahtan öğrendikleri Kur'ân-ı kerîmin tefsîrini, müfessîrlerin ikinci kuşağını teşkil eden Tâbiînin büyüklerine öğrettiler. Tabiînin büyükleri de, bu tefsîrleri, Tebe-i tâbiîne ulaştırdı. Bunlar da müfessîrlerin üçüncü kuşağını meydana getirir. Bu kuşakta bulunanlar tefsîre dâir rivâyetleri topladılar. Kur'ân-ı kerîmin tefsîrine dâir Peygamber efendimizden ve sahâbe-i kirâmdan gelen rivâyetler fevkalâde bir tarzda kitaplara geçirildi. Sonra gelen âlimler de yine kendilerine ulaşan bu rivâyetlerle Kur'ân-ı kerîmi tefsîr ettiler. Böyle rivâyetlerle yapılan tefsîre rivâyet, me'sûr ve naklî tefsîr denir. İmâm-ı Taberî'nin Câmi-ül-beyân'ı, Begavî'nin Meâlim-üt-Tenzîl'i, Kurtubî'nin Câmi-ul Ahkâm'ı rivâyet tefsîrlerinden ba'zılarıdır.İlk asırda i'râb, belâgat gibi lisan bilgileri Araplarda meleke hâlinde bulunduğundan, bunları anlatan bir kitaba ihtiyaç yoktu. Fakat zamanla fetihler sebebiyle hudutlar genişledi.Yabancı milletlerle irtibat netîcesinde, Arabî lisânının yanlış kullanılması ve bozulması durumu ortaya çıktı. Diğer taraftan Arap olmayanların Arabîyi öğrenebilmeleri için bu lisânın gramerini bilmeleri îcâb ediyordu. Onun için arabî lisânına dâir kitaplar yazıldı. Bunun yanında tefsîr olan Resûlullahtan gelen rivâyetler esas alınarak, Kur'ân-ı kerîmin lisân ve daha başka bilgilerle de açıklamaları yapıldı. Bu îzâhlara, açıklamalara te'vîl denildi. Böyle yapılan tefsîrlere de dirâyet tefsîrleri denildi. Te'vîllerin doğruluğu, nakle, ya'nî Peygamberimizden gelen tefsîrlere uygunluğu ile anlaşılır. Tefsîr kitaplarını yazan âlimler, tefsîre uygun te'vîlleri de yine tefsîr olarak kabûl etmişlerdir. Te'vîl, nakle ve din bilgilerine uygun olmazsa tefsîr değil, yazanın kendi düşüncesi olur. Nitekim hadîs-i şerîfte; "Kur'ân-ı kerîmi, kendi görüşü ile açıklayan hatâ etmiştir" buyrulmuştur. Bunun içindir ki, Kur'ân-ı kerîmde ma'nâsı açık olmayan yerlerden, yalnız akla güvenip, yanlış te'vîl yapılarak, yanlış ma'nâlar çıkarılması netîcesinde yetmiş iki bid'at ve dalâlet fırkası ortaya çıktı. Bunlar, sırf akla güvenme, ona göre hareket etme yolu olan felsefenin de te'sîrinde kalarak, âhiret hâllerini dahî kısa akıllarıyle îzaha kalkıştılar. Hâlbuki ehl-i sünnet âlimleri nakli esas alıp, aklı onu îzâh etmekte yardımcı saydılar. Kur'ân-ı kerîmi bu esâsa bağlı olarak tefsîr ettiler. Dînî hükümlerin çoğunu ictihâd ederek bu yolla elde ettiler. Bu îtibârla kelâm, fıkıh ve ahlâk kitapları da Kur'ân-ı kerîmin tefsîridir.
.
Yanlışı bir yana, doğrusu bile zararlı!
4 Ocak 2002 01:00
Tefsîr yazanın onbeş ilimde mâhir olması lâzım geldiğini bildirmiştik. Bunları bilmeyenlerin hadîs ve tefsîr okumağa kalkışması, mide hastasının, kuvvetlenmek için, baklava, börek yemesine benzer. Hâlbuki, bu hastanın, önce perhîz yapması, sonra, kuvvetli yemeğe başlaması lâzımdır. Ana ilmleri okumayanlar, din öğrenmek için, Kur'ân tercümesi, tefsîr, hadîs okumağa kalkışırsa, bunları kavrayamaz. Yanlış anlayarak, dînini, îmânını da kaybeder. Ana yuvasından almış olduğu ve senelerce, titizlikle sakladığı kıymetli îmânını gayb eden birkaç ilerici kimse ile karşılaşdım. Bunların dinden çıkmalarına sebep olan, zihnlerindeki şüphenin nasıl meydâna geldiğini sordum. Tefsîr okuyunca, Kur'an-ı kerim hakkında şüphelerim hasıl oldu. Kur'an-ı kerime olan saygımı kaybettim, dedi. Bunun için hiçbir tefsiri tavsiye etmeyiz. Uydurma, anlamadan yazılan tefsîrleri ve tercümeleri bir yana bırakalım, meşhûr tefsîrler bile, ehlinden başkasına zararlı oluyor. Kur'ân-ı kerîmin tefsîrini anlıyabilmek için, temel bilgileri iyi öğrenmek lâzımdır. Bu ilmleri bilmeden tefsîr, hadîs okumağa kalkışan, îmânını kaybeder. (Berîka) kitâbının binikiyüzdoksanyedinci sahîfesinde, "Tefsîr kitâblarına tâbi' olmamız emr olunmadı. Fıkh âlimlerine tâbi' olmamız emr olundu" buyurmakdadır. (Birgivî vasiyetnâmesi) şerhinde diyor ki, "Kelâm ve fıkh âlimlerimiz, tefsîrden, hadîsden anladıklarını, bizim gibi din câhillerine, açık, kolay öğretmek için, binlerce (Fıkh) ve (İlm-i hâl) kitâbı yazmışlardır. İslâmiyyeti doğru öğrenmek için, o fıkh ve ilm-i hâl kitâblarını okumakdan başka çare yoktur". Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri, (Tuhfet-üs-sâlikîn) kitâbında, İmâm-ı Gazâlî'den alarak buyuruyor ki, "Üç kimse, Kur'ân-ı kerîmin ma'nâsını anlıyamaz: Birincisi, Arabîyi iyi bilmiyen ve tefsîr okumamış olan câhil. İkincisi, büyük bir günâha devâm eden fâsık. Üçüncüsü, i'tikâd bilgilerinden birini yanlış anlayıp, anladığına uymadığı için, hak sözü kabûl etmiyen bid'at sâhibi. Ehl-i sünnet i'tikâdından ayrılmak büyük günâhtır. Bunun için bid'at sâhibi olan Kur'ân-ı kerîmin ma'nâsını anlıyamaz. Çünkü bid'atin zulmeti kalbi karartır. Görülüyor ki, Ehl-i sünnet mezhebinde olmıyan, Arabîyi çok iyi bilse de, Kur'ân-ı kerîmi doğru anlıyamaz. Yanlış anladıklarını yazarak, herkesi felâkete sürükler.
.
Usul hatası önemlidir
5 Ocak 2002 01:00
Kur'ân-ı kerîmin ma'nâsını anlıyabilmek için, ilm-i lügat, ilm-i metn-i lügat, ilm-i bedî', ilm-i beyân, ilm-i me'ânî, ilm-i belâgat, ilm-i üsûl-i tefsîr gibi çeşitli ilimleri iyi öğrenmek, sarf, nahv, mantık gibi âlet olan bilgilerde derinleşmek, âyet-i kerîmelerin ma'nâ-yı zâhirîsi, ma'nâ-yı zımnîsi, ma'nâ-yı murâdîsi, ma'nâ-yı iltizâmîsini ve her âyet-i kerîmenin, ne zamân, ne sebeple ve kimler için nâzil olduğunu, âyet-i kerîmelerin hangi hadîs-i şerîflerle ve nasıl açıklandığını iyi bilmek lâzımdır. Ancak, böyle bir islâm âlimi Kur'ân-ı kerîmi tefsîr edebilir. Ya'nî, kelâm-ı ilâhîden murâd-ı ilâhîyi anlıyabilir. Bugün bu ilimlerin isimlerini bile sayamayanlar, tefsir meal yazmaya kalkışıyor! Böyle bilgisi olmıyanların, Kur'ân-ı kerîmden ma'nâ çıkarmağa kalkışması, ilk mekteb talebesinin üniversite kitâbı okumasına, kimyâ deneyleri yapmağa kalkışmasına benzer. Böyle nice zevallının, deneylerde kurban gitdiklerini gazetelerde çok okuyoruz. Tefsîr okuyabilmek ve anlıyabilmek için de, Arabîyi ve âlet ilmlerini iyi bilmek lâzımdır. Bu ilmleri hiç bilmiyenler, tefsîrden de birşey anlıyamayız. Lise ve bir fakülte diploması almış bulunduğumuza güvenerek, câhil olduğumuz tefsîr ilmine dalmağa kalkışırsak, aldanır, helâk oluruz. Bizim gibi mukallidlerin, tefsirden fıkıh bilgisi öğrenmesi imkansızdır. Cehenneme gidecekleri bildirilen 72 fırkanın âlimleri, tefsirlerden yanlış mana anladıkları için, sapıttılar. Âlimler sapıtınca, bizim gibi cahillerin tefsirden ne anlıyabileceğimizi düşünmeliyiz! Doğru yazılmış tefsirleri okuyanlar, böyle felakete düşerse, dinde reformcuların tefsirlerini okuyan acaba ne olur? Tefsir, akla değil, nakle dayanır. Âlimlerinin, Peygamberimizden ve Eshab-ı kiramdan alarak yaptıkları tefsirlere aykırı tefsir yazan, küfre düşer. Hadis-i şerifte, "Kur'an-ı kerimi kendi görüşüne göre tefsir eden kâfir olur" buyuruldu. (Mek.Rabbani m.234) Mezhepsizler, bu inceliği anlıyamadıkları için veya işlerine gelmediği için, "Herkes Kur'an okumalı, dinini bundan kendi anlamalı, mezheb kitaplarını okumamalı" diyerek, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarının okunmasını yasak ediyorlar. Tefsir, murad-i ilahiyi anlamak demektir. Usul hatası önemlidir. Kendiliğinden verdiği mana doğru olsa bile, meşru yoldan çıkarmadığı için, hata olur. Verdiği mana yanlış ise, kâfir olur.
.
Tefsirden din öğrenilmez!
6 Ocak 2002 01:00
Hangi tercüme olursa olsun, hiçbir Kur'an tercümesinden din öğrenilemez. Dinini öğrenmesi için bir kimsenin eline, en uygun tercümeyi vermek, okyanus ortasında bulunan insana bir tahta parçası vermekten daha kötüdür. Çünkü bu tahta parçası ile insan sahile çıkamıyacağı için ölür, imanlı ise Cennet gider. Fakat tercüme ile din öğrenmeye kalkışan, imanını kaybedip Cehenneme düşebilir. Bir kimse, bir ayet-i kerimeyi tefsir ederken, açıklarken, daha önceki müfessirlerden işitilmiyen şekilde, yalnız kendi görüşüne, kendi aklına göre açıklama yaparsa kâfir olur. İşte bu sebepten dolayı, peygamberler hariç, insanların en üstünü olmasına rağmen, Hz. Ebu Bekr-i Sıddık, "Kur'an-ı kerimi kendi reyimle, kendi görüşümle tefsire kalkarsam, beni hangi yer taşır, hangi gök gölgeler?" buyurmuştur. Peygamber aleyhisselamdan gelen bilgileri, aynen nakleden islâm âlimlerinden farklı bildirmek, dini bozmak demektir. Kur'an-ı kerimi en iyi bilen Peygamber efendimizdir. Onun açıklamaları bellidir. Bundan daha başka şekilde açıklamak, dini değiştirmek olur, reform olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Ümmetime en çok tehlikeli olacak kimse, Kur'an-ı kerimi yersiz tevil edendir." [Taberânî] Bizim gibilerin, tefsirden din öğrenmesi mümkün değildir. Mesela abdestin farzı, Hanefide 4, Şafiîde 6, Maliki ve Hanbelide daha fazladır. Tefsirden abdestin farzını bile öğrenmemiz mümkün değilken, itikadi konuları öğrenmemiz nasıl mümkün olur? İslâm âlimleri yıllarca çalışarak, Kur'an-ı kerimden çıkardıkları hükümleri, kitaplara yazmışlardır. Bir müslüman, hangi mezhebde ise, mezhebine ait kitapları okur, dinini öğrenir. Zaten her müslümanın, bir ilmihal kitabı okumakla, dinine ait lüzumlu bütün bilgileri öğrenmesi mümkündür. Tıp kitabı okuyarak hastalıklara teşhis koymak, tedavi ve ameliyatlara girişmek milyonda bir ihtimal de olsa belki mümkün olabilir, fakat Kur'andan din öğrenmek mümkün olmaz. Her işi ehlinden öğrenmek gerekir. Fıkıh kitaplarını "Tabu" olarak gösterenler, "Dini Kur'andan, tefsirden öğrenin!" diyenler, eğer cahil değilseler, din anarşisi meydana çıkarmak için çalışan art niyetli kimselerdir.
.
Tefsirde nakil esas alınmazsa...
7 Ocak 2002 01:00
Bazıları "Kur'anı her çağda, o asrın teknolojisinin, ilminin ışığında yeniden tefsir etmek ve Allahın muradını açıklamak gerekir." diyerek Kur'an-ı kerimi asra uydurmaya çalışıyorlar. Tefsir, moda kitabı değildir. Her çağa, her asra göre değişik tefsir olmaz. Dinimiz eksik mi ki tamamlanacaktır? Yoksa fazlalık mı var ki çıkarılacak? Dinde eksiklik ve fazlalık olmadığı için değişik, yeni bir tefsire ihtiyaç olmaz. Çünkü dine yeni birşey eklemek bid'at olur. Dinimizin emrilerini değiştirmek kadar büyük sapıklık olur mu? Her çağa, her asra göre değişik tefsir yazmak demek, dini her asırda, bozmak demektir. Kur'an-ı kerimin manasını Muhammed aleyhisselam anlamış ve hadis-i şerifleri ile bildirmiştir. Doğru tefsir kitabı Onun hadis-i şerifleridir. Tefsir âlimleri, tefsirlerini Peygamber efendimizden ve Eshab-ı kiramdan naklederek meydana getirdiler. Bunların tefsirleri asra uygundur. Kur'an-ı kerimin emirleri, her asırdaki insan için aynıdır. Önceki asırlar için başka, sonraki asırlar için başka manası yoktur. Tefsirde nakil esas alınmazsa, dinde anarşi çıkar, din yıkılır. Allahü teâlâ ve Onun Resulü Muhammed aleyhisselam, kıyamete kadar hayat şekillerinde ve fen vasıtalarında yapılacak değişikliklerin, yeniliklerin hepsine şamil olan hükümleri bildirdiler. Müctehidler de bunların hepsini açıkladılar. Sonra gelen müceddid âlimler, bu hükümlerin yeni olaylara nasıl tatbik edileceklerini, tefsir ve fıkıh kitaplarında bildirdiler. Her asırda, her insana gereken iman ve ibâdet aynıdır. Asra göre iman esasları ve ibâdet şekli değiştirilemez. Bundan yarım asır önce, İlahiyat Fakültesi profesörlerince namaz kılma şeklinin değiştirilmesi düşünülmüş, camilere "Asra göre modern ibâdet aletleri" konulması teklif edilmiş, bazı yerlerde tatbik edilerek caminin içine sıralar konulmuştu. Camiye ayakkabı ile giriliyordu. Yere değil oturdukları yerden sıralara secde ediyorlardı. Halk tepki gösterince bundan vazgeçmişlerdi. Asra göre, çağa göre tefsir yazanların böyle bir düşünceleri yoksa, İslâm âlimlerinin bildirdiklerinde değişiklik yapmadan aynı şeyi naklediyorlarsa, o zaman "Asra Göre Tefsir" demenin manası yoktur. Eğer değişiklik varsa, zaten muteber değildir. İlmin ve Fennin Işığında Tefsir diyenler de vardır. İlim ve fen, dinden ayrı mıdır da ilmin ışığı deniyor? Ecnebiler, din ile ilmi ayrı zannettikleri için böyle yazıyorlar. Ecnebiyi taklid eden reformcular da aynı şeyi söylüyorlar
Kelime kelime tercüme yapılamaz!
8 Ocak 2002 01:00
Kelime kelime Kur'an-ı kerim tercümesi, meali yapılamaz. Çünkü, birçok kelimeler, her ilmde, başka ma'nâya kullanılır. Meselâ, zâlimler kelimesi tefsîr ilminde, kâfirler demektir. Fıkh ilminde, başkasının hakkına saldıran kimselere denir. Tesavvufta ise, ayrı ma'nâsı vardır. O hâlde, bir ilme âit bir kitâbı okuyup anlıyabilmek için, önce kelimelerin bu ilmdeki husûsî ma'nâlarını bilmek lâzımdır. Bunun için, birkaç sene Mısır'da, Bağdad'da bulunup da argo lisânı Arapça öğrenenlerin ve eline bir cep lügati alıp da, Kur'ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri tercümeye kalkışan yeni din âlimlerinin(!), para kazanmak için yaptıkları tercüme ve tefsîrler, bozuk ve zararlı olmaktadır. Böyle yapmakla asra göre tefsir, meal yazılmış olmaz. Asrımızdaki insana göre kitap yazılacaksa, İslâm âlimlerinin kitapları aynen alınır, günümüzde kullanılan kelimelerle, buluşlarla açıklanabilir. Mesela; müşrikler Peygamber efendimize, "Mescid-i Aksanın kaç kapısı, kaç penceresi vardı?" gibi suâller sormuşlardı. Fakat Resulullah efendimiz Mirac'a giderken etrafına bakmadığı için bunları görmemişti. Cebrail aleyhisselam Mescid-i Aksayı gözünün önüne getirince bakıp sorduklarına cevap verdi. Bu hadise anlatılırken, "Televizyonda görür gibi görmüştü." denebilir. Bu şekildeki bir açıklamaya da "Asrın Tefsiri" veya "Çağdaş Tefsir" denmez. Mecelle'nin Dürer-ül-hükkam şerhinde "Zamanın değişmesi ile, örf ve adete dayanan hükümler değişebilir. Nassa, dayanan hükümler zamanla değişmez." deniyor. İmam-ı Rabbanî hazretleri de buyuruyor ki: "Bazıları, yapacakları değişikliklerle, dini düzelteceklerini, olgunlaştıracaklarını zannediyorlar. Ortaya bid'atler çıkarıyorlar. Bid'atlerin zulmetleri ile sünnetin nurunu örtmeye çalışıyorlar. Bunlar, dinin noksanlıklarını tamamladıklarını iddia ediyorlar. Bilmiyorlar ki din noksan değildir. Kâmildir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: "Bugün sizin için dininizi ikmal eyledim. Üzerinize olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâmiyeti vermekle razı oldum." (Maide 3). Dini noksan sanıp, tamamlamaya, (asra göre, çağdaş tefsir yazmaya) çalışmak bu ayet-i kerimeye inanmamak olur."
.
Tefsirler ve İsrailiyyat
9 Ocak 2002 01:00
Bazıları, eski tefsirerdeki İsâiliyyatları atmamız lazımdır, diyorlar. Müfessirler, Peygamber efendimizin, "Âlimler, peygamberlerin vârisleridir" buyurduğu büyük âlimlerdendir. Tefsîrlerini, bu yüksek mertebenin sâhipleri olarak, büyük bir din gayreti ve hassâsiyeti içerisinde yazdılar. Böyle olduğu hâlde o büyüklerinde, " İsrâiliyyât vardır" denilerek lekelenmeğe kalkışmak onların büyüklüğünü anlamamak demektir. İsrâiliyyât, ya ehl-i kitâbın bizzât ağzından, yâhut onların ele geçen kitaplarından nakledilen rivâyetlerdir. İslâmiyetin ilk zamanlarında, fitne ve fesâda sebep olur endişesiyle, İsrailoğullarına âit haberlerin nakil ve kitaplarının okunması yasaklanmıştır. Sonradan dînî akîdeler ve hükümler iyice yerleşince o mahzûr kalkmış, İsrâiloğullarına âit hâdiselerin nakli mubâh kılınmış, izin verilmiştir. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "Benden işittiklerinizi, başkalarına anlatın! Benî İsrâilden de bahsedin. Ancak kasten bana yalan isnât eden Cehennemde azâb görecektir." "İsrâiloğullarından ba'zı şeyleri anlatmanızda vebâl yoktur. Çünkü onlarda, anlattıklarınızdan daha acâyip şeyler görülmüştür. Ancak yalan olduğu bilinenler müstesnâdır." Bu hadîs-i şerîflerle verilen izin de ibret alınabilecek kıssalara dâirdir. Yalan olduğu bilinen haberlerin nakliyse câiz değildir. Tefsîr ilminde müctehid mertebesine yükselen âlimler, eserlerinde eğer İsrâiliyyâta yer vermişlerse, bunu câiz olduğu için yapmışlardır. Câiz olmasaydı yapmazlardı. Bununla berâber, onlar bu işi yapmakla, İsrâiloğullarına âit haberlerden nelerin nasıl alınabileceğine dâir de kendilerinden sonrakilere güzel bir numûne ve ölçü vermiş olduklarını da dikkate almak lâzımdır. Bu sebeple, İsrâiliyyât bulunduğunu söyleyerek, bu mevzûları bilmiyenler arasında bu tefsîrlerin ve sâhiplerinin kıymetini düşürmek gâyet hatâlı bir iştir.
.
Hadis-i şerifler ve Kur'an-ı kerim
17 Ocak 2002 01:00
Hadis-i şeriflerin Kur'an-ı kerimi teyit edici özelliği: Bazı hadis-i şeriflerin hükmü Kur'an-ı kerimin hükmünü teyit edici mahiyettedir. Kur'an, bahse konu hükmü tesbit ve vaz etmiştir, esas delil odur; Sünnet ise teyit edici delildir. Mesela Hz. Peygamberin, "Bir müslümanın malı, onun gönül rızası olmadan (başkasına) helal değildir" anlamındaki hadisi, "Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. (Ancak) karşılıklı rızaya binean yapılan ticaret olursa başka" (4/9) ayetinin getirdiği hükmün aynısını ifade etmektedir. Ayrıca Allahü teâlâya ortak koşulmasının yasaklanması, namazın kılınması, orucun tutulması, zekâtın verilmesi, hacca gidilmesi... gibi hususları emreden hadisler de Kur'an'ın bu konulardaki emirleri ile aynı durumu arzeder. Hadis-i şeriflerin Kur'an-ı kerimi beyan edici özelliği: Burada Hadis-i şerifler, açıklanmaya ihtiyaç gösteren Kur'an nasslarının açıklayıcı hükümler ihtiva etme özelliğiyle karşımıza çıkar. Sünnet'in bu özelliği şu üç noktada kendini gösterir: Birincisi, Kur'an'ın mücmel yani kapalı, açıklanmaya ihtiyaç olan müşkil yani anlaşılması zor ifadelerini beyan eden Hadisler. Mesela namaz vakitlerini ve rek'at adetlerini, namazda neyin nasıl okunacağını, zekât verilmesi gerekli olan ve olmayan malları, zekâtın ve zekâta ait nisapların miktarını belirleyen hadisler bu türdendir. Çünkü bunlar, Kur'an'daki, "Namazı kılın", "zekâtı verin" şeklinde mücmel olarak yer alan ayetlerden maksadın ne olduğunu açıklayan hadislerdir. Böyle ayetlerin, açıklanması, izah edilmesi Peygamber Efendimize, "(İndirdiğimiz hükümleri) onlara iyice açıklasın diye biz her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik" (14/4), "Sana da Zikr'i (Kur'an'ı) indirdik ki, kendilerine indirilen insanlara açıklayasın; ta ki düşünüp anlasınlar." (16/46) gibi ayetlerle emredilmektedir. Hz. Peygamberin vazifesi sadece Kur'anı getirmektir -haşa- "Postacılıktır" diyenlere sormak lazım: Mesela, tercüme, meal okumakla Kur'an-ı kerimi anlamak mümkün ise, Hz. Peygamber tarafından insanlara ayrıca ve tekraren açıklanması emredilen ayetler luzumsuz olmaz mı? Kur'an-ı kerime böyle bir şey söylenebilir mi? Allah'ın Kitabı böylesi olumsuz özelliklerden arınmış değil midir?
.
Lawrenc'in İslam düşmanlığı
19 Ocak 2002 01:00
Sık sık adı gündeme getirilen ve filmlere, kitaplara konu olan Lawrenc kimdir, hedefi neydi buna değinmek istiyorum bugün... Lawrenc (Thomas Edward Lawrenc); Binlerce Osmanlı askerinin ölümüne sebep olan İngilizlerin Orta Doğu'daki meşhur câsusudur. Hıristiyanlığın koyu bir taassuba sâhip Cizvit Tarikatına mensuptur. Acımasız Müslüman düşmanlığı da buradan geliyor. İngilizlerin, Orta Doğu'ya sömürgeci yayılma siyâseti istikametindeki faaliyetlerine katılıp, 1910 yılında Türkiye'ye geldi. Fırat Nehri kıyısında arkeolojik araştırmalar adı altında, petrol etüdü, siyâsî ve etnolojik bilgiler topladı. Mezopotamya, Suriye, Filistin ve Mısır'ı gezip, Arapçayı ve İslâm âdetlerini öğrendi. Yüzbaşı rütbesiyle, İngiliz İstihbârât Teşkilâtı olan İntelligence Service'te câsus olarak çalıştı. Vazifesi, İttifak Devletleri safında harbe sokulan Osmanlı Devleti hâkimiyetindeki Arap ülkelerinde isyan çıkartmaktı. Yüzyıllardır Osmanlı hâkimiyetinde barış, sükûn ve huzur içinde yaşayan Araplara, kavmiyetçiliğin dînî bağlardan daha önemli olduğu propagandasını yaptı. Arap liderleriyle görüşüp onlara, Osmanlı Devletinden kurtulma zamanının geldiği istikâmetinde telkinlerde bulunuyordu. Vehhabî Abdülaziz bin Sü'ûd ile münâsebet kurup, onun yakın adamı oldu. Abdülaziz bin Sü'ûd'a, İngiltere'den külliyetli miktarda para, silâh, cephâne, teçhizât ve levâzım malzemesi sağladı. İttihatçı subayların Arap ülkelerindeki zulüm ve ahlâksızlıklarını kendine malzeme yapıp, bölgeyi Osmanlı Devletine karşı ayaklandırdı. Lawrens, gerilla harpleri yaptırarak Türk kuvvetlerine çok zarar verdirdi. Türk kuvvetlerinin Hicaz'a ulaşımını sağlayan Şam-Hicaz demiryolunu kısmen tahrib ettirdi. Demiryolu istasyonlarına gece baskını yaptırdı. Osmanlıya bağlı Hicaz ahâlisi dışında Vehhabîleri ve âsileri Türk düşmanlığı ile körükleyip, Mekke ve Medine'de de hiyânetlere sebeb oldu. Arap âlemini Osmanlılardan ayırıp, İngiltere'nin sömürgesi hâline soktu. Dünyaya Arap kahramanı olarak tanıtılıp, bağımsızlık dâvâsı adı altında Müslümanlara, meşru devlete karşı isyan tohumları ekti. Bugünkü Arap aleminin ders kitaplarına bile giren Osmanlı düşmanlığının sebebi budur. Lawrenc, Birinci Dünyâ Harbinden sonra Osmanlı Devleti yıkılınca, vazifesini tamamlamış olarak İngiltere'ye döndü. Ortadoğu'ya empoze ettiği fikirleri Arap milliyetçiliği ötesinde yayıldı. Arap âleminde, aynı din, dil, ülke ve ırka mensûb olmalarına rağmen birbirine düşman pekçok devlet kuruldu. İsrâil Devletinin kurulmasına fırsat verdirip, Arap âlemini birbirine düşman hâline getirdi. Bugün Orta Doğu'da, barış huzur bir türlü sağlanamıyorsa; aynı bölgenin, aynı dinin mensupları birbirini boğazlıyorsa bunun tek müsebbibi Lawrenc ve dolayısıyla İngilizlerdir. 1944'te Japonya'da vefât eden Abdürreşîd İbrâhîm 1910'da İstanbul'da basılan "Âlem-i islâm" kitabında bu gerçeği şöyle dile getiriyor: "Her zaman Müslümanların başına gelen felaketler, hangi perde ile örtülürse örtülsün, hep İngilizlerden gelmiştir. İngiliz siyasetinin temeli, İslâmiyeti yok etmeye dayanır. Bu siyasetin sebebi, İslâmiyetten korkmalarıdır. Müslümanları aldatmak için, satılmış vicdansızları kullanmaktadırlar. Bunları, "aydın" "ilerici" "çağdaş" din âlimi olarak tanıtırlar. Sözümüzün hülâsası, İslâmiyetin en büyük düşmanı İngilizlerdir."
.
Hz. Peygamberin hüküm koyması
20 Ocak 2002 01:00
Sünnet'in, Kur'an-ı kerimde yer alan bazı hükümleri neshedici özelliği: Kur'an-ı kerimde "Birinize ölüm geldiği zaman eğer bir hayır (mal) bırakacaksa anaya, babaya, yakınlara münasip şekilde vasiyette bulunmak Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur" (2/180) buyurulmaktadır. Bu ayette ana, baba ve yakınlara vasiyet meşru kılındığı halde Yüce Allah Hz. Peygamberin diliyle böyle bir vasiyeti neshetmiştir. Bu konudaki hadis şudur: "Bilin ki Allah her hak sahibine hakkını vermiştir. Artık mirasçı lehine vasiyet yoktur." (Buhari) Keza Kur'an'da, "Ey iman edenler! Namaza kalktığınız zaman..." (5/6) buyurularak namaza kalkıldığı zaman abdest alınması emir buyurulmuş ve abdestin nasıl alınacağı ayrıntılı olarak zikredilmiştir. Bu ayetin zahir ifadesi, namaza her kalkıldığında abdest alınması gerektiğini göstermektedir. Ancak Hz. Peygamberin Sünneti ile bu hüküm neshedilmiş ve bir tek abdest ile birkaç namazın kılınabileceği gösterilmiştir. Hatta Hz. Peygamberin kendisinin bir tek abdest ile 5 vakit namazı kıldığı sabittir. Kur'an'ın mutlak hükmünü kayıt eden sünnet: Buna örnek olarak da şu ayeti zikredebiliriz: Hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının nasıl cezalandırılacağı bildirilmiş, fakat detayı bildirilmemiştir. (5/38) Uygulamanın nasıl yapılacağını Hz. Peygamber hükme bağlayarak bu ayetin mutlak ifadesini kayıtlamıştır. Sünnet'in, Kur'an'da yer almayan bazı konularda hüküm koyucu özelliği: Hz. Peygamberin hüküm koyması kendi arzu ve isteğine göre değildir. Çünkü, Hz. Peygamberin teşri, kanun koyma alanı dahil dinin tebliği bağlamındaki her hareket ve sözünün ilahî kontrol altındadır. Hatta Hz. Peygambere itaat ve O'nun söylediklerinin bağlayıcı kabul edilmesi bizzat Yüce Allahın emridir. "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz onun çözümünü Allah'a ve Resulü'ne havale edin..." (4/59), "Kim Resul'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur" (4/80), "De ki: Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın" (3/31) gibi ayetlerde bu açıkça bildirilmektedir. Peygambere itaat emri sadece Sahabeyi bağlayıcı bir emir de değildir. Sahabe Allah'ın hükümlerini öğrenmek için Hz. Peygamberin varlığına muhtaç iken yirmibirinci yüzyılda müslümanların buna ihtiyacı yok mudur?
"O'nun her sözü vahiy iledir"
21 Ocak 2002 01:00
Kur'an'da herşeyin açık olduğunu, hadis-i şeriflere ihtiyaç olmadığını söyleyenlere şunları sormak lâzım: 1- Kur'an'da yalnızca sütanne ve süt kızkardeşlerle evlenmek yasaklanmıştır. O halde süt kızlarla evlenmek caiz midir? 2- Kur'an-ı kerimde açık hüküm bulunmadığına göre, bir kadınla hala veya teyzesini aynı nikâh altında tutmak caiz midir? 3- Kur'an'da alışveriş yapıldığı zaman şahit bulundurulması emredilmektedir. Bu durumda pazar yerlerinde veya benzeri ortamlarda yapılan tüm şahitsiz alış-verişler gayri meşru mudur? 4- Ninenin mirastaki payının miktarı nedir? 5- Fıtır sadakası ve vitir namazı gayri meşru mudur? 6- Nikâh akdi şahitsiz yapılabilir mi? 7- Şuf'a hakkının hükmü nedir? 8- Katil, kasten öldürdüğü kimsenin mirasçısı olabilir mi? 9- Gayrimüslim akraba mirastan pay alabilir mi?.. Buna göre Hz. Peygamberin Kur'an dışında hüküm koyduğunu söylemek şirk ise, o halde yukarıda zikrettiğimiz hususlarda Hz. Peygamber in Sünneti ile amel eden bütün ümmetin müşrik olması gerekir. Halbuki Ümmet-i Muhammed, Hz. Peygamberin bu noktadaki tasarrufunun da yine bizzat vahye dayandığına inanır. Çünkü ayet-i kerimede, "O, (yani Peygamber efendimiz) kendiliğinden konuşmaz. Onun (dini emirlerdeki) her sözü vahiy iledir." (Necm 3-4) buyurulmuştur. Bu, vahiy konusunda, yine bizzat vahiy tarafından yapılan bir tasarrufun ifadesidir. Bir diğer deyişle Yüce Allah , Hz. Peygambere vahiy yoluyla ilettiği Kur'an'da yer alan bazı hükümler dışında, yine Hz. Peygambere vahiy yoluyla -Kur'an dışında- ilettiği Sünnet vasıtasıyla da birtakım hükümler vaz etmiştir. Yani Sünnet'in Kur'an'da yer almayan bazı konularda müstakil teşri, hüküm koyma kaynağı olduğunu söyleyenler, bunu vahiyden ayırarak yapmamakta, Hz. Peygamberin bu noktalardaki uygulamalarının da yine vahiy kaynaklı tasarruflar olduğunu söylemektedirler. Halbuki Ümmet-i Muhammed'den bir tek fert gösterilemez ki, Hz. Peygamberin, hüküm koyma fonksiyonunu Yüce Allah'tan aldığı bir vahye dayanarak değil de kendi arzu ve istekleri doğrultusunda icra ettiğini söylemiş olsun.
.
Vahiy Kur'an-ı kerimden ibaret midir?
22 Ocak 2002 01:00
Peygamber Efendimizin, Kur'an-ı kerim dışında da vahiy aldığı konusuyla ilgili oldukça açık sahih hadisler mevcuttur ve sadece bu hadislerden hareketle Hz. Peygamberin Kur'an dışında vahiy aldığını rahatça söylemek mümkündür. Kur'an-ı kerim, önceki peygamberlerin Yüce Allah'tan aldıkları vahiylere bir sınır getirmemiştir. O peygamberler vahy-i celî (açık vahiy) yanısıra rüya, ilham veya başka yollarla da Yüce Allahtan vahiy almışlardır. Şu halde bu durum Hz. Peygamber hakkında niçin kabul edilmesin? Esasen Yüce Allah'ın Kadir-i Mutlak olduğu konusunda herhangi bir kuşkusu bulunmayan kimse, O'nun peygamber olarak seçip görevlendirdiği kişiye, dilediği şeyi dilediği şekilde vahyetme/iletme tasarrufuna da bir sınırlama getirmenin kimsenin haddine olmadığından da kuşku duymamalıdır. Hz. Peygamberin Kur'an dışında vahiy aldığını gösteren Kur'an ayetleri var mıdır? Sorusuna, yine bizzat Kur'an'dan hareketle "Evet" demek durumundayız. Yüce Allah şöyle buyuruyor: 1- "Kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab'ı ve Hikmet'i talim edip, bilmediklerinizi öğreten bir Resul gönderdik." (2/151) 2- "... Allah'ın ayetlerini eğlenceye almayın. Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini, size öğüt vermek üzere indirdiği Kitab'ı ve Hikmet'i hatırlayın. Allah'tan korkun..." (2/231) 3- "Andolsun ki, içlerinden, kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyan, kendilerini temizleyen, kendilerine Kitab'ı ve Hikmet'i öğreten bir peygamber göndermekle Allah, mü'minlere büyük bir lütufta bulunmuştur..." (3/164) 4- "Allah'ın sana lütfu ve esirgemesi olmasaydı, onlardan bir güruh seni saptırmaya yeltenmişti. Onlar yalnızca kendilerini saptırırlar, sana hiçbir zara veremezler. Allah sana Kitab'ı ve Hikmet'i indirmiş, bilmediğin şiyleri öğretmiştir. Allah'ın lütfu sana gerçekten büyük olmuştur." (4/113) 6- "Çünkü ümmîlere içlerinden, kendilerine ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab'ı ve Hikmeti öğreten bir Peygamber gönderen O'dur...." (62/2) Bu ayetlerde geçen "Kitap" kelimesinin Kur'an olduğu üzerinde herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Yine "Hikmetin" Kur'an-ı kerim dışında bir kaynak olduğu da kesin
.
Peygambersiz din olur mu?
24 Ocak 2002 01:00
Hz. Peygamberin Kur'an-ı kerim dışında da vahiy aldığını gösteren ayetlere bir diğer örnek de şudur: Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu Mescid-i Haram'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren Allah bütün noksan sıfatlardan münezzehtir..." (17/1) Zikrettiğimiz bu ayette Yüce Allah, Hz. Peygambere birtakım ayetler göstereceğini bildirmektedir. Hatta mezkûr ayetin ifadesine göre Hz. Peygamberin Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya götürülmesinin sebebi de budur. Burada cevaplandırılması gereken bazı sorular bulunmaktadır: Kur'an'ın zikrettiği bu "birtakım ayetler" nelerdir? Hz. Peygamber o gece nelere şahit olmuştur? Bunların Hz. Peygambere gösterilmesinin sebebi ne olabilir? Hz. Peygamber o gece gördüklerini bir sır olarak saklamış mıdır, yoksa bunları insanlara anlatmış mıdır? Eğer gördükleri arasında mü'minleri ilgilendiren hususlar olduysa ve bunları sır olarak sakladıysa bu O'nun peygamberlik görevini yerine getirirken kusurlu veya ihtimalli davrandığı anlamına gelmez mi? Yine eğer böyleyse "O peygamber gaybın bilgilerini saklayacak, kendinde tutacak değildir" (81/24) ve "Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan. O'nun elçiliğini yapmamış olursun..." (5/67) gibi ayetler Hz. Peygamber hakkındaki gerçekleri ifade etmiyor mu? O gece olanlar için "bunlar insanlara ulaştırılması gerekmeyen şeyler olabilir" diyebilir miyiz? Bu soruya evet diyeceksek, o zaman bu olayın Kur'an'da kapalı bir şekilde zikredilmesinin ne anlamı olabilir. Üstelik, İsra süresinin ilk ayetinde bu olay, Yüce Allahın tesbih, ta'zim ve temcidiyle zikredilmektedir ki bu da olayın önem ve büyüklüğünü gösterir. Yukarıdaki soruya hayır diyeceksek, mademki o gece olup bitenler insanları ilgilendirmektedir ve dahi Kur'an bu konuda bir şey söylememektedir, o halde bunlar insanlara nasıl ulaştırılmıştır? Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber olmasaydı, din eksik kalırdı. Dinin kemali için Peygamber Efendimize ihtiyaç vardır. Peygambersiz din olmaz!
.
Kur'an dışındaki vahiy...
25 Ocak 2002 01:00
Hz. Peygamber 'in Kur'an-ı kerim dışında da vahiy aldığını gösteren ayetlere bir diğer örnek de şudur :"Hatırlayın ki, Allah size iki taifeden birinin sizin olduğunu vaad ediyordu. Siz de kuvvetsiz olanın sizin olmasını istiyordunuz..." (8/7) Bu ayette ve devamında Yüce Allah, mü'minlere (Sahabe'ye) hitaben iki taifeden birinin kendilerinin olduğunu ve hangisini tercih edecekleri konusunda seçimin kendilerine bırakıldığını bildirmektedir. Müslümanlar dilerlerse kervana saldırıp ticaret mallarını ele geçirecekler, dilerlerse Mekke'den hareket eden Kureyş ordusuna saldırarak onları mağlup edeceklerdir. Her iki durumda da Yüce Allah mü'minlere zafer ve kazanç vaad ettiğini bildirmektedir. Burada konumuz açısından önemli olan nokta şurasıdır: Yüce Allah müslümanlara hitaben "Hatırlayın ki, Allah size iki taifeden birinin sizin olduğunu vaad ediyordu" buyurmaktadır. Yani bu ilahî vaat müslümanlara Yüce Allah tarafından daha önce yapılmıştır. Oysa Kur'an'da daha önce müslümanlara iki taifeden birisinin kendilerine müyesser kılınacağına dair vaat ifade eden bir ayet yoktur. Bu da göstermektedir ki, sözkonusu vaat Cibrîl aleyhisselam vasıtasıyla Hz. Peygambere Kur'an dışı bir vahiyle bildirilmiştir. Yine Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır: "Hatırlayın ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da, "Ben peşpeşe gelen bin melek ile size yardım edeceğim" diyerek bu duanızı kabul buyurmuştu." (8/9) Oysa Kur'an'da Yüce Allah 'ın onların yardım isteğine bu şekilde bir hitapla karşılık verdiğini bildiren bir ayet mevcut değildir. Dolayısıyla Yüce Allah'ın, müslümanların duasına bu şekilde karşılık verdiği hususu Cibrîl aleyhisselam tarafından Hz. Peygambere Kur'an dışı bir vahiyle bildirilmiştir. Bu ayetler, Hz. Peygamberin Kur'an dışında da Yüce Allah'tan vahiy aldığını göstermektedir. Daha önce de belirttildiği Sünnet'in özellikle dinin tebliğine taalluk eden kısmının vahiy kaynaklı olduğu görülmektedir. Bu bakımdan gerek teşri, yani hüküm bildiren faaliyetleri alanında, gerek Kur'an ayetlerinin tefsirinde ve gerekse kayba ait haberler vb. ile ilgili hususlarda Hz. Peygamberden sadır olan sözler ve davranışlar vahiyle irtibatsız değildir ve bu yönüyle de mü'minleri bağlayıcıdır.
.
Bir asırlık yıkma plânı
26 Ocak 2002 01:00
Hıristiyan âleminin, Müslümanları birbirine düşürerek yok etmek için takip ettikleri yol, Ehli sünnete karşı ekoller yetiştirmektir. Bu bölme, parçalama işini nasıl yaptıklarını isterseniz kendi ağızlarından dinleyelim: İngiliz câsûsu Hempher hatıratında marifetlerini bakınız nasıl anlatıyor: Sömürgeler Bakanlığına yeni emirleri almak için gittiğimde sekreter elimden tuttu, iki devlet sırrı vereceğini bildirerek bir odaya götürdü. Yuvarlak bir masanın etrafında bazı kimseler oturuyordu. Onların birincisi, Osmanlı padişahının kıyafetinde idi. İkincisi, İstanbul'daki Şeyhul-islâmın kıyafetinde idi. Bu şekilde değişik dini kurumları temsil eden kimseler vardı. Sekreter, "Bunlar oralardaki asıllarını temsîl ederler. Onların ne düşündüklerini anlamak için, asılları gibi yetiştirdik. Biz İstanbul'la alâkalı elimize geçen bilgileri, bunlara bildiriyoruz, dedi. Ben, Şeyh-ul-islâmın da nasıl düşündüğünü biliyorum, dedim. Sekreter,"O zaman buyur, onun da numunesi ile görüşebilirsin" dedi. Şeyh-ul-islâmın benzerinin yanına yaklaştım ve ona dedim ki: "Halifeye itâat etmek farz mıdır?" "Evet" dedi. "Delilin nedir?" diye sordum. "Cenâb-ı Allahın bu âyetini duymadın mı? "Allaha, Onun Peygamberine ve sizden olan ülül emre itâ'at ediniz" Bunları Ahmed efendiye de, dahâ önce sormuş ve aynı cevapları almıştım. Sonra, sekretere sordum: "Bu benzer kimseleri hazırlamanın sebebi nedir?" Bana, "Biz bu üsûl ile onların düşüncelerini öğreniyoruz. Zarar verilecek, yıkılacak şey ne kadar iyi bilinirse o kadar iyi netice alınır. Müslümanların, dinlerinin ve mezheplerinin hak olduğuna dâir getirecekleri delîlleri bilirsen, onların delîllerini çürütebilecek karşı deliller hazırlaman mümkün olur ve o karşı delillerle onların inançlarını sarsabilirsin" dedi. Sonra, adı geçen temsili kimselerin askerlik, mâliye, eğitim ve dinî sahalarla alâkalı aralarında geçen mütâlaa ve plânların neticelerini ihtivâ eden, bin sayfalık bir kitap verdi. Üç haftalık tatilim içinde, baştan sona kadar dikkat ile mütâlaa ettim. Kitâb, çok hayret edilecek cinstendi. Zira, ihtivâ ettiği mühim cevaplar ve ince mütâlaaları gerçeği gibiydi. Kanaatimce, temsili kimselerin cevapları da, asılları ile cevaplarına yüzde yetmişten fazla mutâbık idi. Bu kitâbı okuduktan sonra, Osmanlı İmparatorluğunun bir asırdan daha az bir zaman içinde yıkılması plânlarının hazırlandığını, bunda başarılı olunacağını yakînen anladım. Sekreter bana, "Buna benzer diğer odalarda, şu anda sömürdüğümüz veya sömürmeyi plânladığımız devletler için de, böyle masalar vardır." dedi. Sekretere, "Bu kadar titiz ve muktedir adamları nereden buluyorsunuz?" dedim. "Bütün İslam ülkelerindeki ajanlarımız, devamlı bize bilgi veriyorlar. Gördüğün bu temsili kimseler işlerinde uzmandırlar. Tabiîdir ki, sen falanca adamın bildiği bütün özel bilgilerle donatılırsan, onun gibi düşünebilir ve onun verdiği hükümleri verebilirsin. Zira, artık sen, onun numunesi durumundasın" diye cevap verdi. ( "İngiliz Casusunun itirafları" Hakikat Kitabevi- 0212 523 4555) Sekreterin verdiği ikinci önemli devlet sırrını da başka bir zaman ele alalım... TEŞEKKÜR Ramazanın son haftası yayınlanan "365 gün DUA" kitabı adeta kapışılarak, bir haftaya varmadan birinci baskısı bitti. Temin edememiş olanlar üzülmesinler; tekrar gözden geçirilip, gerekli düzeltmeler yapıldıktan sonra ikinci baskısı yapıldı. Duaların orijinal metinleri, daha rahat okunabilmesi için hattata yeniden yazdırıldı. Kitap, Arı Sanat Yayınevi'nden (0212 5204151) ve kitapçılardan temin edilebilir. İslâm büyüklerinin kıymetli eserlerinden istifade ederek derlediğim bu duâ kitabına karşı gösterdiğiniz, samimi takdire şayan ilgi ve teveccühleriniz için siz değerli, kadirşinas okuyucularıma teşekkür ediyorum
.
Apaçık sapıklığa düşenler!
27 Ocak 2002 01:00
Yüce Allah şöyle buyurur: "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin; Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin." (4/59) Bu ayette emir buyurulan "Allah'a itaat", Kur'an'da yer alan emir ve yasaklara uyulmak suretiyle yerine getirilir. Burada bir anlaşmazlık söz konusu değildir. Peki Peygamber'e itaat nedir ve nasıl yerine getirilecektir? Ayeti kerimede, hem Allah'a itaat, hem de Peygamber'e itaat ayrı ayrı geçmesi, Allah'a itaatin adresinin Kur'an, Peygamber'e itaatin adresinin ise Sünnet olduğunu işaret etmektedir. Allah'a itaatten maksat Kur'an'da yer alan emir ve yasaklara ; Peygamber'e itaatten maksat, bu emir ve yasakları insanlara açıklayan, gerektiği zaman Kur'an'da yer almayan emir ve yasaklar getiren Peygamber'in Sünneti'ne; Ulu'l-emr'e itaat de Kur'an ve Sünnet'le çizilen çerçevenin dışına taşmamak, bu iki kaynağın öğretisine aykırı olmamak kaydıyla emir, yetki ve ilim sahibi kimselerin söylediklerine itaattir. Ayetin son kısmı da Hz. Peygambere karşı gelmekten sakındırmakla bu hususun altını yeniden çizmesi dolayısıyla dikkat çekicidir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman mü'min bir erkek ve mü'min bir kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulü'ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." (33/36) Bu ayette Allah ve Reslünün tespit, tayin ve emrettiği bir hüküm bulunduğunda mü'minlerin artık kendi isteklerine göre hareket etme ve bu hükümden başkasını seçme diye bir özgürlüğünün bulunmadığı açıkça ifade edilmektedir. Resulüne karşı gelenler, Allah'a ve Resulü'ne itaati emreden Kur'an ayetlerini çiğnemiş olmaları dolayısıyla kendilerini apaçık bir sapıklığa mahkûm etmiş olacaklardır. Bu ve benzeri ayetlerde Allah ile birlikte Resulünün de zikredilmiş olması tesadüfi değildir. Zira Hz. Peygamber hayatta olduğu sürece teşri, hüküm koyma süreci devam etmiştir. Bu süreç boyunca mü'min erkek ve kadınlar, sadece inmekte olan Kur'an emirlerine karşı değil, Hz. Peygamberin emirlerine karşı da itaat ve inkıyatla riayetkâr davranmışlardır. Ve bu, bütün ümmet hakkında geçerli bir durumdur.
.
Âlimlerin dindeki yeri
28 Ocak 2002 01:00
İslamiyetin nakil dini olduğunu, yani dini bilgilerin Allahü teâlâdan vahiy yolu ile Peygamber Efendimize geldiğini, dini tebliğde muhatabın O olduğunu, Kur'an-ı kerimin gerçek tefsirini sadece O'nun yapabileceğini bildirmiştik. Nasıl ki, Kur'an-ı kerimin muhatabı peygamber Efendimiz ise, Kur'an-ı kerimin tefsiri olan, Hadis-i şeriflerin muhatabı da alimlerdir. Bizler, doğrudan Kur'an-ı kerimden hüküm çıkartamayacağımız gibi, hadis-i şeriflerden de doğrudan hüküm çıkartamayız. Bizler alimlerin çıkarttığı hükümlerle ancak amel edebiliriz. Mahkemelik bir işimiz olduğunda, hemen ilgili kanuna, Anayasaya müracaat etmeyip avukata başvuruyor isek; sağlık problemimiz olduğunda, uzman doktara müracaat edip, onun bilgisinden tecrübesinden istifade ediyorsak, dinimize ait emir ve yasaklarda konunun uzmanı olan, fıkıh alimlerine müracaat etmemiz gerekir. Akıl da mantık da bu yolu gösterir. Sağlık problemimizi tıp kitaplarından kendimiz halletmeye kalktığımızda canımızdan olduğumuz gibi, dinimize ait meselelerde de, âlimleri devre dışı bırakıp doğrudan Kur'a-ı kerim ve Hadis-i şeriflerle halletmeye kalkarsak, dinimizi, imanımızı kaybederiz. Bunun için dinimizde alimin yeri nedir, önemi nedir? Biraz da bunun üzerinde durmak istiyorum. Kur'an-ı kerimi anlamak için, onun açıklaması olan hadis-i şeriflere ihtiyaç olduğu gibi, hadis-i şerifleri de anlamak için âlimlere ihtiyaç vardır. Zaten Peygamber efendimiz, İslâma, Kur'ana tabi olmak isteyenin bir âlime, bir mezhebe bağlanmasını emrediyor. "Âlimlere tabi olun!" buyuruyor. Allahü teâlâ da, âlimlere uymayı emrediyor, "Âlimlere sorun!" ve "Peygamberin emrettiğini yapın, yasakladığından sakının!" buyuruyor. (Nahl 43, Haşr 7) Ahmed Tahtavi hazretleri, Kur'an-ı kerimdeki, "Allahın ipine sarılın!" emri, "Fıkıh âlimlerinin, bildirdiklerine uyun!" demektir, buyurdu. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: "Bu misalleri ancak âlim olanlar anlar." (Ankebut 43) "Bilmiyorsanız âlimlerden sorun!" (Nahl 43) "Bunun hükmünü peygambere ve ülül-emre (âlimlere) sorsalardı, öğrenirlerdi." (Nisa 83) Ayet-i kerimesinde geçen ülül-emrin âlim demek olduğu tefsirlerde yazılıdır. Peygamber efendimiz de "Ülül-emr, fıkıh âlimleridir" buyurdu.
.
Cahilliğin kurbanı olmamak için
29 Ocak 2002 01:00
İslâm âlimleri, kalb, ruh mütehassıslarıdır. Herkesin bünyesine uygun ruh ilaçlarını, hadis-i şeriflerden seçerek bildirmişlerdir. Peygamberimiz dünya eczahanesine yüzbinlerce ilaç hazırlıyan baş tabib olup, evliya ve âlimler de, bu hazır ilaçları, hastaların dertlerine göre dağıtan, yardımcı tabibler gibidir. Hastalığımızı bilmediğimiz, ilaçları tanımadığımız için, yüzbinlerce hadis-i şerif içinden, kendimize ilaç aramaya kalkarsak alerji hasıl olarak, cahilliğimizin cezasını çeker, fayda yerine zarar görürüz. Bunun için âlimlere uymamız gerekir. Kendi hastalığını ve kalbindeki hastalığın ilacını bilmiyen cahillerin hadis-i şeriflerden kendine uygun olanları seçip alması imkansız gibidir. Âlimlere uymak, dört mezhebden birine uymak demektir. Asırlardan beri bütün İslâm âlimleri, dört mezhebden birine uymuşlar ve müslümanların da uymalarının gerektiğini bildirmişlerdir. Bunlara uymakta icma, ittifak hasıl olmuştur. İcmadan, cemaatten, topluluktan ayrılan helak olur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "İki kişi, bir kişiden, üç kişi, iki kişiden iyidir. O hâlde cemaatle birlikte olun! Allahın rızası, rahmeti, yardımı cemaattedir. Cemaatten ayrılan Cehenneme düşer." (İbni Asakir) "Cemaatten ayrılan, yüzüstü Cehenneme düşer." (Taberânî) "Ümmetimin âlimleri, hiçbir zaman dalalette birleşmezler." (İbni Mace) Bunun için her müslümanın dört hak mezhebden birine uyması şarttır. Dört mezhebden birine uymıyan Ehl-i sünnetten ayrılır. Ehl-i sünnetten ayrılanın da sapık veya kâfir olacağı S. Ahmet Tahtavi hazretlerinin Dürr-ül-muhtar haşiyesinde yazılıdır. Abdülgani Nablüsi hazretleri de, "Bugün dört mezhebden başkasına uymak caiz değildir. Kur'an-ı kerimin manasını öğrenmek isteyen, Ehl-i sünnet âlimlerinin kelam, fıkıh ve ahlâk kitaplarını okumalıdır!" buyuruyor. Kur'an-ı kerimi ancak Resulullah efendimiz anlamış, hadis-i şeriflerle açıklamıştır. Bu hadis-i şerifleri de, ancak Eshab-ı kiram ve müctehid imamlar anlayabilmiş, müslümanlar da bu âlimlerin anladıklarına tabi olmuşlardır. Şu hâlde, Kur'andan, hadisten ve bunların tercümelerinden din öğrenmek mümkün olmaz. Her müslüman dinini Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından hazırlanan ilmihallerden öğrenmelidir!
.
Âlimler peygamberlerin varisleridir
30 Ocak 2002 01:00
Doğruyu yanlıştan, hakkı batıldan ancak Ehl-i sünnet âlimleri ayırt edebilir. Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde bu âlimler övülmüşlerdir. Bunların sözleri senettir. Bunlar peygamberlerin varisleri, vekilleridir. İctihadlarında isabet etmeseler de yine sevap alırlar. Bunlara tabi olanlar da kurtulur. Muhammed Hadimi hazretleri buyuruyor ki: "Dindeki dört delil, müctehid âlimler içindir. Bizim için delil, mezhebimizin bildirdiği hükümdür. Çünkü biz, ayetten ve hadisten hüküm çıkaramayız. Bunun için, mezhebimizin bir hükmü, ayet ve hadise uymuyor gibi görünse de, mezhebimizin hükmüne uyulur. Yahut başka bir ayet veya hadisle değişmiştir, yahut tevil edilmesi gerekir. Bunları da ancak müctehid âlimler anlar. Bunun için tefsir ve hadis değil, âlimlerin kitaplarını okumamız gerekir." Ehl-i sünnet âlimleri çok yüksek insanlardır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Âlimin âlim olmıyana üstünlüğü, peygamberin ümmetine üstünlüğü gibidir." (Hatib) "Âlimin abide üstünlüğü, dolunayın, yıldızlara olan parlaklığı gibidir." (Ebu Nuaym) "Âlim, abidden yetmiş derece üstündür. Bid'at ortaya çıkınca âlim, halkı ikaz eder. Abid bid'atten habersiz, ibâdetle meşgul olur. Bu bakımdan da âlim, abidden kıymetlidir.) [Deylemî] "Âlimlerin mürekkebi, şehidlerin kanı ile tartılır, âlimlerin mürekkebi, ağır gelir." (İ. Neccar) "Allahü teâlâ, âlimleri almak suretiyle ilmi ortadan kaldırır. Âlim kalmayınca da, cahiller bilmeden yanlış fetva verir, hem kendilerini, hem de başkalarını sapıtırlar." (Buharî) "Âlim, Allahın emin olduğu, güvendiği kimsedir." (Deylemî) "Âlimler, yeryüzünün kandilleri, peygamberlerin halifeleri, benim ve diğer peygamberlerin varisleridir." (Ebu Nuaym) "Kıyamette abide Cennete gir, âlime ise halka şefaat için bekle! denir." (İ. Maverdi) "Âlimlere tabi olun! Onlar, dünyanın ışığıdır." (Deylemî" ........ NOT: Bu köşede, tefrika olarak yayınlanıp, daha sonra kitap haline getirilen; Peygamber Efendimizin bizlere örnek olan hayatını, güzel ahlâkını sade bir üslup ile anlatan "Kâinatın Efendisi" kitabının 2. baskısı yapıldı. Mevcudu kalmadığı için, alamamış olanlara arz olunur. Kitap, "Arı Sanat Yayınevi"nden temin edilebilir. (0212 5204151)
31 Ocak 2002 01:00
Nisa suresinin "Bir işte anlaşamazsanız bu işin hükmünü, Allah ve Resulünden anlayın!" mealindeki 59. ayet-i kerimesini İslam âlimleri, "Bir işte anlaşamazsanız, bu işin nasıl yapılacağını âlimler, Kur'an ve sünnetten anlasınlar, âlim olmıyan ise, âlimlere uyarak yapsın!" şeklinde açıklamışlardır. Alimin önemi bu ifadeden de açıkca anlaşılmaktadır. Dinimizi doğru olarak öğrenmek için Ehl-i sünnet âlimlerinin sözbirliği ile kabul ettikleri fıkıh kitaplarını okumak gerekir. Ehl-i sünnet âlimi olan hakiki din adamlarının kabul ve tasdik etmediği kitaplardan ve sözlerden din bilgisi öğrenmeye kalkışmamalıdır! Her din kitabına yahut âlim görünen ve din adamı denilen herkesin sözüne veya kitabına uyarak ibâdet yapmak caiz değildir. Ehl-i sünnet olmayan din adamlarının kitaplarına ve sözlerine uymamalıdır! Muteber kitaplardan toplanmış, tercüme edilmiş İlmihali okumalıdır! Böyle tercüme edilmemiş, kafadan yazılmış ilmihal kitaplarını ve uydurma tefsirleri okumak insanı dünya ve ahıret felaketlerine sürükler. Âlimin dindeki yerini, kıymetini bilmiyenler "Elimizde Kur'an var iken âlime ne lüzum var" diyorlar. Kur'an-ı kerimi herkes kolayca anlasa idi, Peygambere ihtiyaç kalmazdı. Hadis-i şerifler, Kur'an-ı kerimin açıklaması mahiyetindedir. Hakiki âlimler de, hadis-i şerifleri açıklamışlardır. Arapça bilen herkese âlim denmez. Hakiki âlim, Kur'an-ı kerimi, hadis-i şerifleri açıklıyan salahiyetli, yüksek insandır. Sünneti, bid'ati bilir. Hakkı bâtıldan ayırır. Selef-i salihin itikadındadır. Yani Ehl-i sünnet vel-cemaat itikadındadır. Çok ilmi olduğu hâlde, hakkı bâtıldan ayıramıyan, hakiki âlim değildir. Yetmiş iki sapık fırkanın önderleri de derin âlim idi, hakkı bâtıldan ayıramadıkları, Ehl-i sünnetten ayrıldakları için dalalete düşmüşlerdir. Mesela Vasıl bin Ata, Hasan Basri hazretlerinin talebesi iken, hocasına itiraz edip, Ehl-i sünnetten ayrılarak Mutezile fırkasını kurdu. İbni Teymiyye'nin de ilmi çok idi. Selef-i salihinin yani Ehl-i sünnet âlimlerinin sözbirliğinden ayrıldı. Vehhabi sapık fırkasının kurulmasına sebep oldu. Bugünkü mezhepsizlerin de önderi durumundadır. Bugün hangi isim altında faaliyet gösterirlerse göstersinler bütün bozuk akımların akıl hocası İbni Teymiyyedir.
.
Gerçek âlimler çok azalmıştır
1 Şubat 2002 01:00
İslâm âlimlerinin en büyüklerinden olan İmam-ı Rabbanî hazretleri, dörtyüz yıl önce buyurdu ki: "İslâm âlimleri, bugün garip oldu, azaldı. Şimdiki tarikatçıların yoluna bid'at karıştığı ve bu yol bozulduğu için, Resulullahın sünnetine sarılmış olan büyük âlimleri, bu millet tanımaz oldu. Bu bilgisiz kimseler, milletin kalbini, bu bid'atlerle kazanmaya çalıştılar. Böyle yapmakla, dini yayacaklarını, hatta İslâmiyeti olgunlaştıracaklarını sandılar. Hâşâ öyle değildir. Bunlar dini yıkmaya çalışıyorlar. Allahü teâlâ bunları doğru yola kavuştursun! Şimdi büyük âlimlerden pek az kalmıştır. İslâmiyeti sevenlerin, bu âlimlerin talebelerine yardım etmeleri, onların yolunda gitmeleri gerekir." Hadis-i şeriflerde, "Kıyamete yakın ilim azalır, cehalet artar.", "İlmin azalması âlimlerin azalması ile olur. Cahil din adamları, kendi görüşleri ile fetva vererek fitne çıkarırlar, insanları doğru yoldan sapıtırlar." ve "Her asır, önceki asırdan daha bozuk olur. Böylece kıyamete kadar hep bozulur" buyuruldu. Alimlerin kalmadığı, azaldığı zamanlarda onların kıymetli kitaplarından istifade etmelidir. İnsanların en iyileri olan âlimlerin yazdıkları kitapları beğenmeyip, bozuk asırdaki bozuk adamlara ve onların bozuk kitaplarına aldanmaktan sakınmalıdır! İmam-ı Malik hazretleri buyurdu ki: "Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan dinden çıkar, zındık olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmıyan bid'at ehli yani sapık olur. Her ikisine kavuşan hakikate varır." Dinimizde âlimin kıymeti büyüktür: Hadis-i şerifte, "Âlimler, Peygamberlerin varisleridir" buyuruldu. Kur'an-ı kerimde âlimlerin önemi şöyle bildiriliyor: "Allahtan en çok korkan ancak âlimlerdir." (Fatır 28) Hadis-i şeriflerde ise âlimin önemi ile ilgili buyuruldu ki: "Âlimlere tabi olun! Çünkü onlar, dünya ve ahıretin ışıklarıdır." (Deylemî) "Âlimler, kurtuluş yolunu gösteren birer rehber ve kılavuzdur." (İ. Neccar
.
İslamiyeti bize ulaştıran âlimlerdir
2 Şubat 2002 01:00
Ehl-i sünnet âlimleri çok yüksek insanlardır. Dinimizi, bozulmadan günümüze ulaşmasını sağlayan bunlardır. Evliyânın büyüklerinden olan Sehl bin Abdüllah Tüsterî hazretleri "Eğer Mûsâ ve İsâ aleyhimesselâmın ümmetlerinde, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe gibi bir zât bulunsaydı, bunlar Yahûdîliğe ve Hıristiyanlığa dönmezdi" buyurmuştur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Allahü teâlâ, âlimleri almak suretiyle ilmi ortadan kaldırır. Âlim kalmayınca da, cahiller bilmeden yanlış fetva verir, hem kendilerini, hem de başkalarını sapıtırlar." (Buharî) "Bir âlim ölünce, İslâmda bir gedik açılmış olur. Kıyâmete kadar bu boşluk kapanmaz." "Âlimin ölümüne üzülmiyen, münafıktır. Bir âlimin ölümünden daha büyük musibet yoktur. Bir âlim ölünce, gökler ve göklerde olanlar, yetmiş gün ağlarlar." Kur'an-ı kerimde "Allahın ipine sarılın!" buyuruluyor. Ahmed bin Muhammed Tahtavi hazretleri buyuruyor ki: Kur'an-ı kerimdeki (Allahın ipi)nden maksat, cemaattır. Cemaat da, fıkıh ve ilim sahipleridir. Fıkıh âlimlerinden bir karış ayrılan dalalete düşer. Sivad-ı A'zam, fıkıh âlimlerinin yoludur. Fıkıh âlimlerinin yolu da, Peygamber aleyhisselamın ve Hulefa-i raşidinin yoludur. Bu yoldan ayrılanlar, Cehenneme gider. Kurtuluş, Ehl-i sünnet vel cemaat fırkasındadır. Fırka-i sünnet vel cemaat fırkasındadır. Fırka-i naciyye, bugün dört mezhebde toplanmıştır. Bu zamanda bu dört hak mezhebden birine tabi olmıyan, bid'at sahibi olup Cehenneme gider. Tasavvufun, vilâyetin yüksek tabakalarında bulunan Evliyâ da, ilmi olmıyan, aşağı derecelerdeki müslümânlar gibi, bir mezhebe tâbi olmuşlardır. Bistâmî, Cüneyd, Celâleddîn-i Rûmî ve Muhyiddîn-i Arabî hazretleri gibi evliyâ, herkes gibi, bir mezhebe tâbi' olarak yükselmişlerdir. Mesela, Abdülkâdir-i Geylânî hanbelî idi. Ebû Bekr-i Şiblî, mâlikî idi. İmâm-ı Rabbânî ve Cerîrî, hanefî idi. Hâris-i Muhâsibî, şâfi'î idi Fıkıh kitaplarına yapışmak, bir ağaç dikmek gibidir. Evliyâya hâsıl olan haller bu ağacın meyveleri gibidir. Meyve elde etmek için, ağaç dikmek şarttır. İslâmiyete uyulmazsa, tesavvuf ve evliyâlık hâsıl olamaz. Böyle iddiâda bulunanlar, zındıkdır, dinsizdir. Böyle kimselerden, arslandan kaçmakdan daha çok kaçmalıdır. Arslan, insanın yalnız canını alır. Bunlar ise, dînini ve îmânını alır.
.
Âlimin ölümü âlemin ölümüdür
3 Şubat 2002 01:00
Bütün insanlara önce lâzım olan şey, "Ehl-i sünnet" âlimlerinin kitâblarında bildirdikleri gibi, bir îmân ve i'tikâd edinmektir. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın yolunu bildiren, Kur'ân-ı kerîmden murâd-ı ilâhîyi anlayan, hadîs-i şerîflerden murâd-ı peygamberîyi çıkaran bu büyük âlimlerdir. Kıyâmette kurtuluş yolu, bunların gösterdiği yoldur. Allahü teâlânın Peygamberinin ve Onun Eshâbının yolunu kitâblara geçiren, değişdirilmekden ve bozulmakdan koruyan, "Ehl-i sünnet" âlimleridir. Dört mezhebde ictihâd derecesine yükselmiş olan âlimlere ve bunların yetiştirmiş oldukları büyük âlimlere "Ehl-i sünnet" âlimleri denir. Ehl-i sünnetin reîsi ve kurucusu, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe ve iki imâm, Ebû Mensûr Mâ-türîdî ve Ebûl-Hasen-i Eş'arîdir. Dînimiz ilme ilim adamına çok önem vermiştir. Yaratılış gayesine uygun yaşamak, dînimizin emrettiği faydalı işleri yapmak, zararlı şeylerden kaçmak, ilim sâhibi olmakla mümkündür. Bunun için ilme ve ilim adamlarına hürmet etmek boynumuzun borcudur. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "İlim öğrenmek, kadın-erkek her müslümana farzdır." "İlim Çin'de de olsa, talep ediniz!" "Hikmet, [fen ve san'at] mü'minin kaybettiği malıdır. Nerede bulursa alsın!" "Beşikten mezâra kadar ilim öğreniniz çalışınız!" "Bilerek yapılan az bir ibâdet, bilmiyerek yapılan çok ibâdetten daha iyidir." Kur'ân-ı kerîmde buyuruldu ki: "Allah îmân edenleri yüceltir; bunlardan kendilerine ilim verilmiş olanları ise, kat kat derecelerle yükseltir." "De ki, hiç bilenlerle bilmiyenler bir olur mu? Bilen elbette kıymetlidir." "Kulları arasında Allahü teâlâdan en çok korkan âlimlerdir." Hadîs-i şerîflerde de buyuruldu ki: "Âlimler Peygamberlerin vârisleridir." "Yer ve gök ehli, âlim için Allahtan mağfiret diler." "Bir âlimin ölmesi, bir şehir halkının ölümünden daha büyük ziyândır." "Dinde âlim olanı, Allah korur ve ummadığı yerden rızkını verir.
.
Herkes doğru yolda olduğunu zanneder
4 Şubat 2002 01:00
Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkarılan ilimler içinde, kıymetli ve doğru olan, yalnız "Ehl-i sünnet" âlimlerinin anladıkları ve bildirdikleridir. Ehl-i sünnet âlimleri, bu ilmleri, Eshâb-ı kirâmdan öğrendi. Bunlar da, Resûlullahtan öğrendiler. Her mülhid, her bid'at sâhibi ve her câhil, tuttuğu yolun, Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun olduğunu sanır ve iddiâ eder. Bu hâlde, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkarılan her ma'nâ, makbûl ve mu'teber değildir. Ehli sünnet imamların ve yüzlerce talebelerinin ve bunların da yetişdirdiği binlerce büyük insanın yazdığı milyonlarca kitâb, Peygamberimizin yolunu, bütün dünyâya doğru olarak yaymış, tanıttırmıştır. Bugün islâm dînini, duyamıyacak, hür dünyâda bir şehir, bir köy ve bir kimse kalmamıştır. İslâmiyyeti işitince, doğru olarak öğrenmek istiyene, Allahü teâlâ, bunu nasîb edeceğini vaat buyurmuşdur. İslam büyüklerinin nasihatları, vasiyetleri hep ilim üzerine olmuştur. Lokman aleyhisselâm, oğluna nasihatında buyurdu ki: "Âlimlerle otur, hikmet sâhiplerinin sözlerini dinle! Muhakkak ki, Allahü teâlâ bahar yağmuru ile toprağa hayat verdiği gibi, ölü kalbleri hikmet nurları ile diriltir." İlim, Cennete giden bir yol, gurbette arkadaş, yalnızlıkta sırdaştır. İlim, iki cihânda kurtuluş, düşmana karşı siperdir. İnsan için hayâ, gözler için ziyâdır. İlim öğrenmek ve öğretmek çok mühimdir. Kur'ân-ı kerîmde buyuruldu ki: "Allahü teâlâ ilim verdiği âlimlerden de Peygamberlerden aldığı misâk gibi, ilimlerini saklamayıp insanlara açıklamaları için, söz almıştır." "Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et!" Hadîs-i şerîflerde de buyuruldu ki: "En güzel hediye, hikmetli bir sözü iyice anlayıp, din kardeşine anlatmaktır. Bu aynı zamanda bir senelik ibâdete de karşılıktır." "Muhakkak ki, melekler, yer-gök ehli, yuvadaki karıncalar ve denizdeki balıklar, insanlığa iyiliği öğretenlere duâ ederler." "Heves edilecek iki kimse vardır: Birincisi Allahü teâlânın kendisine verdiği ilimle amel edip başkasına da öğreten, ikincisi de, Allahın verdiği serveti hayra sarfedendir." "Bir saat ilim öğrenmek veya öğretmek, gece sabaha kadar ibâdet etmekten daha sevâbdır."
.
Doğru ilim gerçek âlim kıymetlidir
5 Şubat 2002 01:00
Ehl-i sünnet âlimlerinin, o büyük ve dindâr insanların bildirdikleri i'tikâddan, îmândan kıl kadar ayrılanların, kıyâmette azaptan kurtulmaları imkânsızdır. Böyle olduğu akıl ile, Kur'ân-ı kerîm ile ve hadîs-i şerîfler ile ve din büyüklerinin (Basîretleri) ile ya'nî kalb gözleri ile görmeleri ile anlaşılmakdadır. Yanlışlık ihtimâli yokdur. Bu büyüklerin kitâblarında bildirdikleri doğru yoldan kıl kadar ayrılanların sözleri ve kitâbları, zehirdir. Hele dünyâlık toplamak için, şöhret olmak için dîni âlet edenlerin ve kendilerine din adamı ismini verip, her akıllarına geleni yazanların hepsi, din hırsızıdır. Bu tür insanların, kitaplarını ve dergilerini okuyanlar dinden çıkar da haberi olmaz. Bunlara aldananlar, kendilerini müslimân sanıp namaz kılar. Halbuki, îmânları çalınmış, gitmiş olduğundan nemâzları ve hiçbir ibâdetleri ve iyilikleri kabûl olmaz ve âhırette işe yaramaz. Dinlerini dünyâya satanlar hakkında, Bekara sûresinde meâli, "Câhiller, ahmaklar, dünyâdaki zevk ve lezzetlere kavuşmak için, dinlerini, îmânlarını verdi. Âhıretlerini satıp, dünyayı, şehvetlerinin istediklerini aldılar. Kurtuluş yolunu bırakıp, helâke koştular. Bu alış verişlerinde birşey kazanmadılar. Bunlar, ticâret ve kazanç yolunu bilmedi. Çok ziyân etti" olan onaltıncı âyet-i kerîmesi gönderildi. Bunun için dinimiz doğru ilme, doğru din adamına çok önem vermiştir. Dinimizin nezdinde ilim ve âlim çok kıymetlidir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: "Doğru ilim sahibi olan ve ilmi ile amel eden bir âlim ile Peygamberler arasında bir derece fark vardır. Bu bir derece, peygamberlik makamıdır." "Âlimlere hürmet eden, Allaha ve Resûlüne hürmet etmiş olur." "Âlimlerimize kıymet vermiyen bizden değildir." "Âlim veya ilim talep edenden başkası benden değildir." "Fitne, insanları fırtına gibi savurduğu zaman, âlim ancak ilmiyle kendini kurtarır." "Namazın kabul olması için, âlimler imam olsun. Çünkü âlimler, sizinle Rabbiniz arasında elçidir." "Âlimin, çok ibâdet edene üstünlüğü, ondördüncü gecede, ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir." "Âlimler birer rehberdir
.
Âlime verilen değer
6 Şubat 2002 01:00
Dinimizinde âlimlere çok değer verilmiştir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: "Âlim ile oturmak, yüzüne bakmak ibadettir." "Âlim ile beraber olun, diz dize oturun. Çünkü Allahü teâlâ, yağmurla ölü toprağı dirilttiği gibi, ölü kalbleri de hikmet nuru ile diriltir." "Âlimi ziyaret eden beni ziyaret etmiş olur." "Âlim Allahın sultanıdır. Ona dil uzatan helâk olur." "Âlimlerin mürekkebi şehitlerin kanı ile tartılmış ve mürekkep ağır gelmiştir." "Âlime hakaret edeni, Allahü teâlâ, herkesin içinde hakir, rezil eder." "Âlimin sesinden yüksek sesle konuşanı, Allahü teâlâ, dünya ve ahirette hakir eder." "Allahü teâlâ, sizden ilmi almak için ilmi ile amil olan âlimleri kaldırır. Cahiller kalır. Dinden suâl edenlere, kendi akılları ile cevap verip, insanları doğru yoldan ayırırlar." "Âlim ölünce, denizdeki balıklar bile kıyamete kadar ona istiğfar ederler." "Bir âlimin ölmesi, bir şehir halkının ölümünden daha büyük ziyandır." "Bir zaman gelir, âlimler ölür, din âlimi kalmaz. Câhiller din adamı yerine geçirilir. Onlar da bilmeden fetva verip, herkesi, doğru yoldan çıkarırlar." "Ümmetimin âlimleri, İsrâîl oğullarının Peygamberleri gibidir" "Bir kimse, ilim talebi ile yola düşerse, Allahü teâlâ, Cennet yollarından birini ona kolaylaştırır." "Ya âlim, ya öğrenci, ya dinleyici veya bunları seven olun. Yoksa helâk olursunuz." Zamanımızdaki tehlikelerden; sahte şeyhlerden, aydın din adamı kılığındaki sinsi din düşmanlarının şerrinden kurtulmanın yolu ehli sünnet âlimlerine tabi olmak, onların fıkıh, ilmihal kitaplarından dini öğrenmektir. Elinde ehl-i sünnet ölçüsü olanları, kimse kandıramaz. İlmin olmadığı, âlimin bulunmadığı yerde, din de kalmaz. Nitekim, hadis-i şerifte, "İlim bulunan yerde müslümanlık vardır. İlim bulunmayan yerde müslümanlık kalmaz" buyuruldu.
.
İlim üstaddan öğrenilir
7 Şubat 2002 01:00
Muhafız ve rehbersiz çöl yollarına çıkan kimse, kendini tehlikeye atmış olur. Onun sonu, sâhipsiz yetişen bir ağacın hâline benzer. Ağaç, bakıp sulayan olmazsa, çabucak kurumaya mahkûmdur. Hattâ bu ağaç, imkân bulup büyüse de, aşılanmamış olduğu için iyi meyve vermez. Bundan dolayı müslümanların dayanağı da âlimlerdir. Irmak kenarında yürüyen bir âmânın, rehberine tutunduğu gibi, insan da âlime sarılmalı ve her hâliyle onun sözünü dinlemelidir. Hadis-i şerifte, "Bir âlim, bir şehirden gelip geçse, âlimin o yere ayak basmasının hürmetine, oradaki kabristandan kırk gün azâb kaldırılır." buyuruldu. Bir insanın, ilim öğrenebilmesi ve doğru yolu bulabilmesi için, bir öğreticiye ihtiyâcı vardır. Çünkü hadîs-i şerîfte, "İlim üstâddan öğrenilir." buyuruldu. Kur'ân-ı kerîmde ise, "Eğer bilmezseniz, bilenlerden sorun!" buyuruldu. Alimin ehemmiyetinin büyüklüğü buradan da anlaşılmaktadır. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için de sebeplere yapışmak, bir âlimin gösterdiği yolda gitmek lâzımdır. Nitekim, Kur'ân-ı kerîmde "Ey îmân edenler, Allahtan sakının ve O'nun rızâsına kavuşmak için, vesîle, vâsıta arayınız!" buyuruluyor. Bu âyet-i kerîmeden de bir öğreticiye ihtiyâç olduğu anlaşılmaktadır. Bir kimsenin rehberi olmazsa, şeytan ona rehber olur. Şeytan rehber olunca da, kendisine tâbi olanı uçurumdan uçuruma atar. Büyük İslam âlimi İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir nasihatında buyuruyor ki: "İki şey sizde varsa hiç üzülmeyiniz! Biri, bu parlak dînin sâhibine uymak, ikincisi, ilim öğrendiğiniz zâtın büyüklüğüne inanmak ve onu sevmek. Allahü teâlâya sığınınız ve O'na yalvarınız ki, bu iki ni'mette gevşeklik olmasın. Bu ikisi, olunca, başka şeylerin düzelmesi kolaydır. Öğreten zâta uymak, insanı çok şeylere kavuşturur. Onun yolundan sapmak çok tehlikelidir." Ana-baba, çocuğunu dünya ateşinden koruduğu gibi, âlimler de halkı âhıret ateşinden korur. Âhıret ateşinden korumak ise daha mühimdir. Bu sebeptendir ki, alimin hakkı, ana-baba hakkından üstündür. Ana-baba geçici olan şu hayatın varlığına, âlim ise, ebedî saâdetin teminine vesîledir. Âhırette ebedî hayatı kazandıracak olan ancak âlimdir. Alim demek âhıret ilimlerini ve dünya ilimlerini öğreten kimse demektir. "İlim talebesi, ilme ve ilim öğreten âlime hürmet etmedikçe, öğrendiği ilmin faydasını göremez." buyurulmuştur.
.
Misyonerlerin sinsi oyunları
8 Şubat 2002 01:00
Bütün İslam ülkelerinde olduğu gibi, ülkemizde de "misyonerlik" faaliyetleri son zamanlarda yoğun bir şekilde sürmektedir. Büyük şehirlerimizde apartman dairelerini "gizli kilise"lere dönüştürme plânları işin vahametini göstermektedir. Çok şükür ki, Devletimiz, bu gayrimeşru "gizli kilise" faaliyetine el koydu, yakın takibe aldı Bu faaliyet esnasında, memleketimizde ve diğer Müslüman ülkelerde her türlü melanet işlenmekte; cahil insanları tuzaklarına düşürebilmek için akıl almaz vaatlerde bulunmaktadırlar. Türk devletlerinde, komünizm zulmü sebebiyle İslamiyetten uzaklaştırılmış sadece "Müslüman" olduğunu bilen, dinle ilgili hiçbir şey bilmeyen, geçim sıkıntısı ile kıvranan binlerce insan 40-50 dolar maaşla Hıristiyan yapılmaktadır. Tarih boyunca doğru şeyler kendiliğinden, meşru bir şekilde, bozuk inançlar ise gizlilik içinde çeşitli örgütler tarafından cahil, çaresiz insanlar aldatılarak, istismar edilerek yayılmıştır. Müslümanlar hiçbir zaman, hiçbir kimseyi, hiçbir milleti dolaylı veya doğrudan Müslüman olmaya zorlamamışlardır. İslamiyeti anlatmışlar, kendileri de İslamiyeti yaşayarak örnek olmuşlar, insanları inançlarında serbest bırakmışlardır. Çünkü, dinimizde zorlama, aldatma yoktur. Hıristiyanlar ise tam tersine, önce savaşla, zorla, zulüm ile; sonra, hile ile sinsice bozuk inançlarını yaymaya çalışmışlardır. Bu sebeple Haçlı Seferleri tertip edildi. Asırlarca süren kanlı savaşlar oldu. Bu savaşlarda Hıristiyanlar, gayelerine erişemedikleri gibi Müslümanların ilerlemesine de mâni olamadıklarını görünce, bu işi barış yoluyla ve tatlılıkla, aldatarak, kandırarak sinsice yapmağa karar verdiler. İşte, bugünkü Hıristiyan misyonerliğinin kökü bu düşünceden kaynaklanıyor. Misyonerler gayelerine erişmek için her türlü vasıtayı mubah gören bir zihniyete sâhiptirler. Bu yüzden, Afrika ve Asya milletlerini yıllar boyunca sömüren müstemlekecilerin ve emperyalistlerin en büyük yardımcıları Hıristiyan papazları olmuştur. Yerli halkı kendi dinlerine sokabilmek için, kanlı ve vahşi gayri insânî usullere başvurmaktan çekinmemişlerdir. Misyonerler, girdikleri memlekette sadece kendi dinlerini yaymakla meşgul olmadılar. Çünkü biliyorlar ki, mahallî kültürleri yıkmadıkça, hiçbir yerli, Hıristiyanlığı kabul etmez. Onun için misyonerler evvelâ oradaki milleti meydana getiren maddî ve manevî kıymetler manzumesini soysuzlaştırmakla işe başlarlar. Tahrip ettikleri millî duyguların enkazı üzerine kendi inançlarının binasını yükselteceklerini düşündüler. Ellerindeki bütün imkânları bu yolda kullandılar. Ayrıca, milletleri sömürerek, politik ve ticârî hayatlarına hâkim olma yoluna girdiler. İngiliz misyonerlerinden birisine ihtiyar bir Afrikalının verdiği şu cevap bu durumu çok açık ifâde etmektedir: "Siz buraya geldiğinizde bizim toprağımız vardı. Şimdi sizin toprağınız, bizim de 'Kutsal kitabımız' var!" Maalesef yıllardır yapılan zehirli propagandalar, vaadler sebebiyle Afrika'da, son zamanlarda da Türk devletlerinde Hıristiyanlık hızla yayılmaktadır. İslamiyet için canını bile vermekten çekinmeyen şehidlerin, âlimlerin, evliyaların çocukları artık boyunlarında -bazıları süs için de olsa- haç taşımaktadırlar. Bizim çocuklarımız, halkımız böyle olmaz demeyelim; onların babalarının, çocuklarının bu hale düşecekleri hiç akıllarına gelir miydi? Gün bugündür; geç kalmadan gereken tedbirleri hemen almak zorundayız. Bunun için, dinimizi iyice öğrenmek, yaşamak ve gençlerimize onların anlayacağı lisan ile öğretmek mecburiyetindeyiz. Hiçbir kap boş kalmaz. Biz doldurmazsak birileri muhakkak doldurur!
.
İlme âlime hürmet gerekir
8 Şubat 2002 01:00
İlme âlime önem vermek, hürmet etmek gerekir. Aksi takdirde bunlar devam etmez. Hazret-i Şa'bî anlatır: "Bir gün binmesi için, Zeyd bin Sâbit'e katırını yaklaştırdım. O sırada Abdüllah bin Abbâs gelerek üzengiyi tutmak istedi. Bunu gören Zeyd, "Ey Resûlullahın amcazâdesi, üzengiyi bırak!" dedi. İbni Abbâs, "Biz âlimlere bu şekilde muamele ile emrolunduk" dedi. Bunun üzerine Zeyd, İbni Abbâs'ın elini öpüp "Biz de, Resûlullahın Ehl-i beytine hürmet etmekle emrolunduk" diye mukabelede bulundu." Hazret-i Ali'nin "Bana ilimden bir harf öğretenin kölesiyim" buyurması, âlime hürmetin ehemmiyetini göstermektedir. Bir harften maksat, ilimden bir mes'eledir. İmâm-ı Şâfiî hazretleri, bir çobanı görünce ayağa kalkmış. Yanındakiler, "Bu çobana hürmetinizin sebebi nedir?" diye suâl etmişler. O da, "Bu zât bana kitaplarda bulamadığım ilimden bir mes'eleyi öğrettiği için, yâni benim hocam olduğu için hürmet ediyorum" buyurmuştur. Hakîkatı bulmamıza sebep olanlara, bize çok lüzûmlu ilimleri öğretenlere gösterilecek hürmetin ehemmiyetini idrak etmek lâzımdır. İmâm-ı a'zâm Ebû Hanîfe hazretleri, hocasının evi tarafına ayağını uzatmazdı. Halbuki, aralarında yedi sokak uzaklık vardı. Şimdi ne böyle alim kaldı ne böyle talebe. Alim olmak kolay değildir. Çünkü, din âlimi olmak için, zamanının edebiyat ve fen üzerinde, fen ve edebiyat fakültelerinden diploma almış olanlar kadar bilgi sahibi olmak, Kur'an-ı kerimi ve mânalarını ezberden bilmek, binlerle hadis-i şerifi ve mânalarını ezber bilmek, islâmın yirmi ana ilminde mütehassıs olmak ve bunların kolları olan seksen ilmi iyi bilmek, dört mezhebin inceliklerine vâkıf olmak, bu ilimlerde ictihâd derecesine yükselmek, tasavvufun en yüksek derecesinde olmak lâzımdır. Böyle bir âlim şimdi nerede? Şimdi, din adamı tanınanlar, acaba bu büyüklerin kitaplarını okuyabilir ve anlıyabilir mi? Şimdi böyle bir âlim meydana çıksa idi, kimse dîne saldıramaz, hayâsızca iftirâlar savuran kahramânlar(!) kaçacak yer arardı. Eskiden medreselerde, câmilerde, zamanın fen bilgileri de okutulurdu. İslâm âlimleri fen bilgilerini öğrenmiş olarak yetişirdi. Sultan Abdülmecîd zamanında, mason Reşîd Paşa'nın, İngiliz sefîri ile berâber hazırladığı 1839'da ilân ettiği Tanzîmât Kanûnu, fen derslerinin medreselerde okutulmasını yasakladı. Böylece, din adamlarının câhil olmalarına ilk adım atıldı.
.
.
.
Mezhebe Uymanın Önemi 3 EYLÜL 1994 Bir kimsenin bir mezhebe uyması demek, o kişinin şöyle düşünmesi demektir: "Benim, dinimin emir ve yasaklarını dinin dört kaynağından çıkartmam mümkün değildir. (Meselâ, Hanefî mezhebinde olan bir kimse) Ben İmâm-ı a'zam hazretlerinin ilminin üstünlüğüne inanıyorum. O'nun bildirdiği bütün hükümlerin, Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun olduğuna itimat ediyorum. Bunun için de İmâm-ı a'zam hazretlerini kendime rehber ediniyorum, dinde ne bildirdiyse doğru kabûl ediyorum." Zaten ibâdetlerini, i'tikâdını belli bir mezhebe göre yapmıyanın îmânını muhafaza etmesi çok zordur. Uçurumun hemen kenarındaki insan gibidir. En ufak bir rüzgârla kendini uçurumun dibinde bulur. Çünkü, kişinin kendi başına dinin bütün emir ve yasaklarını Kur'ân-ı kerîmden çıkartması mümkün değildir. Bunun için âkıl ve bâlig olan müslüman evlâdının, önce "Kelime-i şehâdet" söylemesi ve bunun ma'nâsını öğrenip, inanması lâzımdır. Sonra da Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olan i'tikâd, yâni îmân edilmesi lâzım olan bilgileri öğrenip, bunlara inanması lâzımdır. Sonra da, Ehl-i sünnetin dört mezhebinden birinin kitaplarında yazılı olan fıkıh bilgilerini, yâni islâmın beş şartını ve helâl, harâm olan şeyleri öğrenmesi, bunlara inanması ve uygun yaşaması lâzımdır. Bunları öğrenmek ve uymak lâzım olduğuna inanmıyan, önem vermiyen "mürted" olur. Yâni Kelime-i şehâdet getirerek müslüman olduktan sonra, tekrar kâfir olur. Dört mezhebin i'tikâdı birbirinin aynıdır. Dört mezhebten birinin îmân ve fıkıh bilgilerine tâbi olan uyan bir müslümana "Ehl-i sünnet" veya "Sünnî" denir. Dört mezhebin, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan emir ve yasaklara uymakta, zaten hiç ayrılıkları yoktur. Yalnız, açıkça bildirilmiyenleri anlamakta ayrılmışlardır. Şöyle bir benzetme yapacak olursak, hacıların, biri hava yolu ile, diğeri kara yolu ile, bir diğeri de deniz yolu ile Kâ'be-i şerîfe götürülmesi gibidir. Neticede her biri aynı yere gitmektedir ve hedef aynıdır. Hepsi aynı yerde buluşmaktadır. Ayrılık şekildedir. Aslında ayrılık yoktur. Biri Kâ'beye diğerleri başka yere gitmemektedir. Bu kadarcık ayrılıklar da, Allahü teâlânın müslümanlara rahmetidir. Sağlıkları, çalıştıkları ve yaşadıkları yerler başka başka olan insanlara hangi mezhebe uymak kolay gelirse, onun "Fıkıh" kitaplarına göre ibâdet ederler. Tek bir mezheb olsaydı, herkes buna uymağa mecbur olurdu. Bu da, çok kimseye güç gelirdi. Hattâ imkânsız olurdu. Dört mezhebin herhangi birine uyan müslümanlar, birbirlerini kardeş bilirler. Bunların tarih boyunca, dövüştükleri hiç görülmemiştir. Mezhebcilik yapmazlar. Yâni diğer üç mezhebi kötülemezler. Dördünün de Cennete götüren yol olduğuna inanırlar. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, hergün sabah namazını câmide kılıp, öğleye kadar suallere cevap verirdi. Öğleden önce, oturduğu yerde (Kaylûle) yapardı. Güneş zevâle, tepeye yaklaşınca kaylûle yapmak, yâni biraz uyumak sünnettir. Öğle namazından sonra, yatsıya kadar, talebeye ilim öğretirdi. Yatsıdan sonra evine gelip, biraz dinlenir, sonra câmiye gider, sabah namazına kadar ibâdet ederdi. Bu hâli, sözlerine güvenilir birçok kıymetli kimse haber vermiştir. Bu dört mezhebin müctehidleri imâm-ı a'zam hazretlerinin, talebeleri, çocukları gibidir. Hepsinin üstadı o'dur. Harama, helâle, hatta şüphelilere çok dikkat ederdi. Kûfe şehrinin köylerini haydutlar basıp, koyunları kaçırmışlardı. Bu çalınan koyunlar şehirde kesilip, halka satılabilir düşüncesi ile, o günden sonra yedi sene, Kûfe'de koyun eti alıp yemedi. Çünkü, bir koyunun, en çok yedi yıl yaşayacağını öğrenmişti. Harâmdan bu derece korkar, her hareketinde dinin emir ve yasaklarını gözetirdi.
O zaman vay hâlimize! 30 MAYIS 1995 M ORUÇ
Ehli- sünnet âlimleri, söz birliği ile her müslümanın dört mezhebden birine tâbi olmasının, ibâdetlerini buna göre yapmasının şart olduğunu bildirmişlerdir. Zaten dört mezhebde îmân bilgileri aynı olup, ibâdete ait bilgilerde farklılıklar vardır. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan emir ve yasaklara uymakta, hiç ayrılıklar yoktur.
Yalnız, açıkça bildirilmiyenleri anlamakta ayrılmışlardır. Bu kadarcık ayrılıklar da, Allahü teâlânın müslümanlara rahmetidir. Sıhhatleri, çalıştıkları ve yaşadıkları yerler başka başka olan insanlara, hangi mezhebe uymak kolay gelirse, o mezhebin Fıkh kitaplarına, ilmihâl kitaplarına göre ibâdet ederler. Tek bir mezheb olsaydı, herkes buna uymaya mecbûr olurdu. Bu da, çok kimseye güç gelirdi. Hattâ, o mezhebe uymak imkânsız olurdu. Dört mezhebin herhangi birine uyan müslümana, Ehl-i sünnet denir. Bunlar birbirlerini kardeş bilirler. Târîh boyunca, mezheb mensuplarının birbirlerine düşmanlıkları hiç görülmemiştir. Ehli sünnet mensupları, mezhebcilik yapmaz. Kendi mezhebinden başka diğer üç mezhebi kötülemezler
. Dördünün de Cennete götüren yol olduğuna inanırlar. Mezheblere inanmayan bozuk fikirli ve sapık inanışlı kimselerin zararı, kâfirlerin zararından daha fazla olmaktadır. Bunlar, hakîkî islâm âlimlerinin bildirdiklerine uymayan inanışlarını ve tamamen keyfî olan hukuk anlayışlarını tatbîk etmeye kalkarak, dünyada İslâm dîni hakkında kötü kanâatler doğmasına sebep olmaktadırlar. Hâlbuki dînimizde (Hükümlerden, nass ya'nî âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf ile ve icma' ile sâbit olmayanlar, zamanla değişir) hükmü vardır
. Allahü teâlâ, bunun için derin âlimlere, ya'nî müctehidlere ictihad yapma kuvveti vermiştir. Sonra gelen âlimler, 1000 sene önce yapılan ictihâdlar arasından, zamana uygun olanları seçip, kitaplara yazmışlardır. Önce, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri doğru îmânın ne olduğunu öğrenmelidir. Sonra, bu öğrendiğimize uygun olarak inanmalıyız. Îmânı bozuk olan, Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşamaz. Onun rahmetinden, yardımından mahrûm kalır. Eğer böyle hakîkî müslüman olur ve faydalı işler yaparsak,
Kur'ân-ı kerîmin (Tîn) sûresinde beyân buyurulduğu gibi, Allahü teâlâ bizden râzı olacak, bize yardım edecektir. Eğer îmânımızı düzeltmez ve dînimize uymaz ve hayırlı iş görmez, sapık, bozuk inanışlar uğruna döğüşür veya kendi şahsî menfaatlerimiz için gayr-ı meşrû' yollara saparsak, Allahü teâlâ bizi aşağıların aşağısı yapacaktır.
O zaman, vay hâlimize! Doğru itikat, doğru fıkıh bilgisi ancak ilmihâl kitaplarından öğrenilir. Halk için yazılmış olan ve herkesin bilmesi ve yapması gereken kelâm, ahlâk ve fıkıh bilgilerini kısaca ve açıkça anlatan kitaplara (İlmihâl) kitapları denir. Her müslümanın, evinde mutlaka ilmihâl kitabı bulundurması, dinini ilmihâl kitâbından öğrenmesi lâzımdır. İlmihâl kitabını alırken de rastgele almayıp, dînini bilen, seven ve kayıran mübârek insanların nakli esas alan ilmihâl kitaplarını tercih etmelidir. Böyle kitapları alıp, çoluğuna ve çocuğuna öğretmek, her müslümanın birinci vazîfesidir. Kendilerine din adamı ismini ve süsünü veren câhil ve sapık kimselerin sözlerinden ve yazılarından din öğrenmeğe kalkışmak, kendini Cehenneme atmaktır
Bir mezhebe uymak ne demek? 12 OCAK 1996
Bir kimsenin bir mezhebe uyması demek, o kişinin şöyle düşünmesi demektir: "Benim, dinimin emir ve yasaklarını dinin dört kaynağından çıkartmam mümkün değildir. (Meselâ, Hanefî mezhebinde olan bir kimse) Ben İmâm-ı a'zam hazretlerinin ilminin üstünlüğüne inanıyorum. O'nun bildirdiği bütün hükümlerin, Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun olduğuna itimat ediyorum.
Bunun için de İmâm-ı a'zam hazretlerini kendime rehber ediniyorum, dinde ne bildirdiyse doğru kabûl ediyorum." Zaten ibâdetlerini, i'tikâdını belli bir mezhebe göre yapmıyanın îmânını muhafaza etmesi çok zordur. Uçurumun hemen kenarındaki insan gibidir.
En ufak bir rüzgârla kendini uçurumun dibinde bulur. Çünkü, kişinin kendi başına dinin bütün emir ve yasaklarını Kur'ân-ı kerîmden çıkartması mümkün değildir. Bunun için âkıl ve bâlig olan müslüman evlâdının, önce "Kelime-i şehâdet" söylemesi ve bunun ma'nâsını öğrenip, inanması lâzımdır. Sonra da Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olan i'tikâd, ya'nî îmân edilmesi lâzım olan bilgileri öğrenip, bunlara inanması lâzımdır. Sonra da, Ehl-i sünnetin dört mezhebinden birinin kitaplarında yazılı olan fıkıh bilgilerini, ya'nî islâmın beş şartını ve helâl, harâm olan şeyleri öğrenmesi, bunlara inanması ve uygun yaşaması lâzımdır. Bunları öğrenmek ve uymak lâzım olduğuna inanmıyan, önem vermiyen "mürted" olur. Ya'nî Kelime-i şehâdet getirerek müslüman olduktan sonra, tekrar kâfir olur.
Dört mezhebin i'tikâdı birbirinin aynıdır. Dört mezhebden birinin îmân ve fıkıh bilgilerine tâbi olan, uyan bir müslümana "Ehl-i sünnet" veya "Sünnî" denir. Dört mezhebin, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan emir ve yasaklara uymakta, zaten hiç ayrılıkları yoktur. Yalnız, açıkça bildirilmiyenleri anlamakta ayrılmışlardır. Şöyle bir benzetme yapacak olursak, hacıların, birinin hava yolu ile, diğerinin kara yolu ile, bir diğerinin de deniz yolu ile Kâ'be-i şerîfe götürülmesi gibidir. Neticede her biri aynı yere gitmektedir ve hedef aynıdır. Hepsi aynı yerde buluşmaktadır. Ayrılık şekildedir. Aslında ayrılık yoktur. Biri Kâ'beye diğerleri başka yere gitmemektedir.
Bu kadarcık ayrılıklar da, Allahü teâlânın müslümanlara rahmetidir. Sağlıkları, çalıştıkları ve yaşadıkları yerler başka başka olan insanlara, hangi mezhebe uymak kolay gelirse, onun "Fıkıh" kitaplarına göre ibâdet ederler. Tek bir mezheb olsaydı, herkes buna uymağa mecbur olurdu. Bu da, çok kimseye güç gelirdi. Hattâ imkânsız olurdu. Dört mezhebin herhangi birine uyan müslümanlar, birbirlerini kardeş bilirler. Bunların tarih boyunca, dövüştükleri hiç görülmemiştir.
Mezhebcilik yapmazlar. Ya'nî diğer üç mezhebi kötülemezler. Dördünün de Cennete götüren yol olduğuna inanırlar. Bu dört mezhebin müctehidleri imâm-ı a'zam hazretlerinin, talebeleri, çocukları gibidir. Hepsinin üstâdı O'dur. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, hergün sabah namazını câmide kılıp, öğleye kadar suâllere cevap verirdi. Öğleden önce, oturduğu yerde Kaylûle yapardı. Güneş zevâle, tepeye yaklaşınca kaylûle yapmak, ya'nî biraz uyumak sünnettir. Öğle namazından sonra, yatsıya kadar, talebeye ilim öğretirdi. Yatsıdan sonra evine gelip, biraz dinlenir, sonra câmiye gider, sabah namazına kadar ibâdet ederdi. Bu hâli, sözlerine güvenilir birçok kıymetli kimse haber vermiştir
.
..Mezhebe uymanın önemi 14 ŞUBAT 1997
Tek bir mezheb olsaydı, herkes buna uymaya mecbur olurdu. Bu da, çok kimseye güç gelirdi. Hattâ imkânsız olurdu. Bir mezhebe tâbi olan, diğer üç mezhebi kötülemez. Dördünün de Cennete götüren yol olduğuna inanır. Akıl ve bâlig olan Müslüman evlâdının, önce "Kelime-i şehâdet" söylemesi ve bunun ma'nâsını öğrenip, inanması lâzımdır. Sonra da Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olan i'tikâd, ya'nî îmân edilmesi lâzım olan bilgileri öğrenip, bunlara inanması lâzımdır. Sonra da, Ehl-i sünnetin dört mezhebinden birinin kitaplarında yazılı olan fıkıh bilgilerini, ya'nî islâmın beş şartını ve helâl, harâm olan şeyleri öğrenmesi, bunlara inanması ve uygun yaşaması lâzımdır. Mezheblerin farklılığı ile ilgili şöyle bir benzetme yapacak olursak; hacıların, birinin hava yolu ile, diğerinin kara yolu ile, bir diğerinin de deniz yolu ile Kâ'be-i şerîfe götürülmesi gibidir. Netîcede her biri aynı yere gitmektedir ve hedef aynıdır. Hepsi aynı yerde buluşmaktadır. Ayrılık şekildedir. Aslında ayrılık yoktur. Biri Kâ'beye, diğerleri başka yere gitmemektedir. Tek mezheb olsaydı Tek bir mezheb olsaydı, herkes buna uymaya mecbur olurdu. Bu da, çok kimseye güç gelirdi. Hattâ imkânsız olurdu. Dört mezhebin herhangi birine uyan Müslümanlar, birbirlerini kardeş bilirler. Bunların tarih boyunca, dövüştükleri hiç görülmemiştir. Mezhebcilik yapmazlar. Ya'nî diğer üç mezhebi kötülemezler. Dördünün de Cennete götüren yol olduğuna inanırlar. Bir kimsenin bir mezhebe uyması demek, o kişinin şöyle düşünmesi demektir: "Benim, dînimin emir ve yasaklarını dînin dört kaynağından çıkartmam mümkün değildir. (Meselâ, Hanefî mezhebinde olan bir kimse) Ben İmâm-ı a'zam hazretlerinin ilminin üstünlüğüne inanıyorum. O'nun bildirdiği bütün hükümlerin, Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun olduğuna itimat ediyorum. Bunun için de İmâm-ı a'zam hazretlerini kendime rehber ediniyorum, dinde ne bildirdiyse doğru kabûl ediyorum." Zâten ibâdetlerini, i'tikâdını belli bir mezhebe göre yapmıyanın îmânını muhafaza etmesi çok zordur. Uçurumun hemen kenarındaki insan gibidir. En ufak bir rüzgârla kendini uçurumun dibinde bulur. Çünkü, kişinin kendi başına dînin bütün emir ve yasaklarını Kur'ân-ı kerîmden çıkartması mümkün değildir. Allahü teâlâ, mü'minlere merhamet ettiği için, ba'zı işlerin nasıl yapılacağını, Kur'ân-ı kerîmde açık bildirmedi. Açıkça bildirilse idi, öylece yapmak farz olurdu. Farzı yapmıyanlar günâha girer, kıymet vermiyenler de kâfir olurdu. Mü'minlerin hâli güç olurdu. Açık olmayan hükümleri, insanların durumuna, iklime, coğrafi durumlara göre bildirme işini Peygamberine bıraktı. Peygamberi Muhammed aleyhisselâm da hadîs-i şerîflerle her işi teferruatına kadar bildirmedi. Böyle işleri, açık bildirilmiş bulunanlara benzeterek yapma işini âlimlere bıraktı. Din âlimleri arasında, işlerin nasıl yapılabileceğini, böyle benzeterek anlıyabilenlere, (Müctehid) denir. Müctehid, bir işin nasıl yapılacağını anlamaya çalışırken yanılırsa, günâh olmaz. Sevâb olur. Uğraşmasının sevâbını kazanır. Çünkü, insana gücü, kuvveti yettiği kadar çalışması emrolundu. Müctehid yanılırsa, çalışması için bir sevâb verilir. Doğruyu bulursa, on sevâb verilir. Eshâb-ı kirâmın hepsi büyük âlim, ya'nî müctehid idiler. Bunlardan sonra gelenler arasında, ilk zamanlar ictihâd yapabilecek büyük âlim çok idi. Zamanla, bunların çoğu unutularak, Ehl-i sünnet içinde, yalnız bu dört mezheb kaldı. Bir işin yapılmasında güçlük bulunursa, ya'nî kendi mezhebine göre yapmasına imkân olmıyan bir işi, başka mezhebe uyarak yapmak câiz olur. Eshâb-ı kirâm hangi mezhebde idi demek, alay kumandanı, hangi bölüktendir? Yâhut, fizik öğretmeni, okulun hangi sınıfı öğrencisidir demeye benzemektedir. Bir mezhebe tabi olmayanın durumu Dört mezhebden birini taklîd etmiyen kimse, Ehl-i sünnet olamaz. Buna (Mezhebsiz) denir. Mezhebsiz kimse, ya yetmişiki bozuk fırkadan birindedir, yâhut kâfir olmuştur. Böyle olduğu, (Bahr) de, (Hindiyye) de ve (Tahtâvî) nin Zebâyıh kısmında ve (İbni Âbidîn)in Bâgîler kısmında yazılıdır. (El-besâir) kitabının elliikinci sahîfesinde ve Ahmed Sâvî tefsîrinde, Kehf sûresinde de böyle yazılıdır.
.
Doğruyu bulmak için
12 Mart 2002 01:00
Dört mezhebin hâli, bir şehir halkının hâline benzer. Bu halk, önlerine çıkan bir işin nasıl yapılacağı kanûnda bulunmazsa, o şehrin eşrâfı, ileri gelenleri toplanıp, o işi kanûnun uygun bir maddesine benzeterek yaparlar. Ba'zan uyuşamayıp, ba'zısı devletin maksadı, beldeleri tamîr ve insanların râhatlığıdır der. O işi, rey ve fikirleri ile, kanûnun bir maddesine benzetir. Bunlar, hanefî mezhebine benzer. Ba'zıları da, devlet merkezinden gelen me'mûrların hareketlerine bakarak, o işi, onların hareketine uydurur ve devletin maksadı, böyle yapmaktır derler. Bunlar da, Mâlikî mezhebine benzer. Ba'zıları ise kanûnun ifâdesine, yazının gidişine bakarak, o işi yapma yolunu bulur. Bunlar da, Şâfi'î mezhebi gibidir. Bir kısmı ise, kanûnun başka maddelerini de toplayıp, birbiri ile karşılaştırarak, bu işi doğru yapabilmek yolunu arar. Bunlar da, Hanbelî mezhebine benzer. İşte şehrin ileri gelenlerinden her biri, bir yol bulur ve hepsi, yolunun doğru ve kanûna uygun olduğunu söyler. Kanûnun istediği ise, bu dört yoldan biri olup, diğer üçü yanlışdır. Fakat, kanûndan ayrılmaları, kanûnu tanımadıkları için, devlete karşı gelmek için olmayıp, hepsi kanûna uymak, devletin emrini yerine getirmek için çalıştıklarından, hiçbiri suçlu görülmez. Hatta, böyle uğraştıkları için, beğenilir. Fakat, doğrusunu bulan dahâ çok beğenilip, mükâfât alır. Dört mezhebin hâli de böyledir. Allahü teâlânın istediği yol, elbette birdir. Dört mezhebin ayrıldığı bir işde, birinin doğru olup, diğer üçünün yanlış olması lâzımdır. Fakat, her mezheb imâmı, doğru yolu bulmak için uğraştığından, yanılanlar af olur. Hattâ sevap kazanır. Çünkü, Peygamber efendimiz, "Ümmetime, yanıldığı ve unuttuğu için cezâ yoktur" buyurdu. Bu ayrılıkları ba'zı işlerde olup, ibâdetlerin çoğunda, yani Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin açık olarak bildirdikleri ahkâmda ve inanılacak şeylerde, aralarında tam birlik bulunduğundan, birbirini kötülemezler.
.
Bazı hükümler açık bildirilmedi
11 Mart 2002 01:00
Allahü teâlâ ve Peygamberi, mü'minlere merhamet ettikleri için, ba'zı işlerin nasıl yapılacağı, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açık bildirilmedi. Açıkca bildirilse idi, öylece yapmak farz ve sünnet olurdu. Farzı yapmıyanlar günâha girer, farza ve sünnete kıymet vermiyenler de kâfir olurdu. Mü'minlerin hâli güç olurdu. Böyle işleri, açık bildirilmiş bulunanlara benzeterek işlemek lâzım olur. Din âlimleri arasında, işlerin nasıl yapılabileceğini, böyle benzeterek anlıyabilenlere, "Müctehid" denir. Müctehidin, bir işin nasıl yapılacağını anlamak için, son gayreti ile uğraşarak görüşüne, doğruya en yakın zannına göre amel etmesi, kendine ve ona uyanlara vâcib olur. Ya'nî, âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler, böyle yapmağı emir etmektedir. Müctehid, bir işin nasıl yapılacağını anlamağa çalışırken yanılırsa, günâh olmaz. Sevap olur. Uğraşmasının sevâbını kazanır. Çünkü, insana gücü, kuvveti yettiği kadar çalışması emrolundu. Müctehid yanılırsa, çalışması için bir sevap verilir. Doğruyu bulursa, on sevap verilir. Eshâb-ı kirâmın hepsi büyük âlim, yanî müctehid idiler. Bunlardan sonra gelenler arasında, ilk zamanlar ictihâd yapabilecek büyük âlim çok idi. Bunların her birine nice kimseler uyardı. Zamanla, bunların çoğu unutularak, Ehl-i sünnet içinde, yalnız bu dört mezheb kaldı. Sonraları, olur olmaz kimseler çıkıp da, müctehidim diyerek, bozuk fırkalar çıkarmamaları için, Ehl-i sünnet, bu dört mezhebden başka mezhebe uymadı. Bu dört mezhebden herbirine, Ehl-i sünnetten milyonlarla kimse uydu. Dört mezhebin i'tikâdı bir olduğundan, birbirine yanlış demez, bid'at sâhibi, sapık bilmezler. Doğru yol, bu dört mezhebdedir deyip, her biri kendi mezhebinin doğru olmak ihtimâli dahâ çoktur bilir. İctihâd ile anlaşılan işlerde, islâmiyetin açık emri bulunmadığı için, bir adamın mezhebi yanlış olup da, diğer üç mezhebden birisinin doğru olmak ihtimâli var ise de, herkes "Benim mezhebim doğrudur, yanlış olmak ihtimâli de vardır ve diğer üç mezheb yanlıştır, doğru olmak ihtimâli de vardır" demelidir. Böylece, harac, sıkıntı olmadıkca, bir işi bir mezhebe göre, başka bir işi de başka mezhebe göre yaparak, dört mezhebi karıştırmak câiz olmaz. Bir kimse, dört mezhebden hangisini taklîd ediyor ise, yanî hangi mezhebi seçmiş ise, o mezhebdeki bilgileri öğrenmesi; harac, sıkıntı olmadıkca, her işinde o mezhebe uyması lâzımdır.
.
Mezhep imamlarının yolu
9 Mart 2002 01:00
Mezhep imamlarının takip ettikleri yol şöyleydi: Mezheb imâmlarının hepsi, bir soru ile karşılaştıkları zaman, bunun cevâbını, önce Kur'ân-ı kerîmde ararlardı. Kur'ân-ı kerîmde açıkca bulamazlarsa, hadîs-i şerîflerde ararlardı. Hadîs-i şerîflerde bulamazlarsa, "İcmâ'"da ararlardı. İcmâ'da da bulamayınca, bu soruya benzeyen başka sorunun, Kitap, sünnet ve icmâ'da bulunan cevâbına "Kıyâs" ederek, benzeterek, ictihâd edip cevâbını bulurlardı. Bin seneden beri bütün Müslümanlar, âlimler, sâlihler, velîler, hep bu dört mezhebden birine uydular. Hiçbiri, kendinin müctehid olduğunu iddiâ etmedi. Yeni türeyen mezhebsiz bir din adamına aldanıp da, mezhebden ayrılmamalıdır. Dört mezhebin hiçbiri, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden kıl kadar ayrılmamıştır. Hepsi, Müslümanlara, Kitap ile sünneti açıklamışlardır. İslâm âlimleri, Müslümanların dört mezhebden birini taklîd etmelerini emir ediyor. Böylece, kâfir olmak veyâ bid'at sâhibi olmak gibi, iki tehlikeden kurtulmalarını istiyorlar. Çünkü, bir câhil, bir mezheb imâmını taklîd etmezse, delîlsiz kalarak yoldan çıkar. "Mîzân-ül-kübrâ" kitabında buyuruyor ki, "Sünnet, ya'nî hadîs-i şerîfler, Kur'ân-ı kerîmi açıklamaktadır. Mezheb imâmları, sünneti açıklamışlardır. Din âlimleri de, mezheb imâmlarının sözlerini açıkladılar. Kıyâmete kadar da böyle olacaktır. Sünnet, ya'nî hadîs-i şerîfler olmasaydı, sular, tahâret, namazların kaç rek'at oldukları, rükü' ve secdede okunacak tesbîhleri, bayram ve cenâze namazlarının nasıl kılınacağını, zekât nisâbını, orucun, haccın farzlarını ve nikâh, hukuk bilgilerini, hiçbir âlim, Kur'ân-ı kerîmde bulamaz ve öğrenemezdi. İmrân bin Husayn'a birisi, "Bize yalnız Kur'ândan söyle!" deyince: Ey ahmak! Kur'ân-ı kerîmde, namazların kaç rek'at olduğunu bulabilir misin dedi. Hazret-i Ömer'e, farzların seferde kaç rek'at kılınacağını Kur'ân-ı kerîmde bulamadık dediklerinde, "Allahü teâlâ, bize, Muhammed aleyhisselâmı gönderdi. Biz, Kur'ân-ı kerîmde bulamadıklarımızı, Resûlullahdan gördüğümüz gibi yapıyoruz. O, seferde, dört rek'at farzları iki rek'at kılardı. Biz de, öyle yaparız" buyurdu. Din imâmlarının hiçbir sözü, islâmiyetin dışında değildir. Çünkü herbiri, hem hakîkatte, hem de ahkâm-ı islâmiyyede âlimdirler
.
Doğru ve yanlış ictihâdlar
4 Mart 2002 01:00
Dinimizin emir ve yasaklarının hepsi Kur'ân-ı kerîmden çıkmaktadır. Kur'ân-ı kerîm, bütün Peygamberlere gönderilmiş olan, bütün kitaplardaki ahkâmı ve dahâ fazlasını kendisinde toplamaktadır. Kur'an-ı kerimdeki ahkam üç kısımdır: Birinci kısım, ilim ve akıl sahiplerinin anlıyabileceği açık hükümler. Kur'ân-ı kerîmdeki ikinci kısım ahkâm açıkça anlaşılmaz. İctihâd yolu ile meydâna çıkarılabilir. İctihadda, Eshâb-ı kirâmdan biri, Peygamberimize uymayabilirdi. Fakat bu ahkâm, Peygamberimiz zamânında hatâlı ve şüpheli olamazdı. Çünkü, Cebrâîl "aleyhisselâm" gelerek, yanlış olan ictihâdlar, Allahü teâlâ tarafından hemen düzeltilir, hak ile bâtıl birbirinden hemen ayrılırdı. Peygamberimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" âhırete teşrîfinden sonra meydâna çıkarılan ahkâm ise, böyle olmayıp, doğru ile yanlış ictihâdlar karışık kaldı. Bundan dolayıdır ki, vahiy zamanında ictihâd olunan ahkâmı, hem yapmak, hem de inanmak lâzımdır. Peygamberimizden sonra ictihâd olunan ahkâmı da yapmak lâzım ise de, icmâ' hâsıl olmıyan ictihâdlarda şüphe etmek, îmânı gidermez. Kur'ân-ı kerîmde bulunan ahkâmdan üçüncü kısmı, o kadar derin ve gizlidir ki, bunları anlayıp çıkarmağa insan gücü yetişemiyor. Bunlar, Allahü teâlâ tarafından bildirilmedikçe, anlaşılamaz. Bu da ancak Peygamberimize gösterilmiş, bildirilmiştir. Başkasına bildirilmez. Bu ahkâm da, Kur'ân-ı kerîmden çıkarılıyor ise de, Peygamber tarafından açıklanmış olduklarından, bunlara (Sünnet) denir. Birinci ve üçüncü kısm ahkâmda kimse, Peygamberden "sallallahü aleyhi ve sellem" ayrılamaz. Bütün Müslümanların, bunlara inanması ve tâbi' olması lâzımdır. Ahkâm-ı ictihâdiyyede ise, her müctehidin kendi çıkardığı hükme tâbi' olması lâzımdır. Peygamberimiz uzak memleketlere gönderdiği Eshâb-ı kirâma, karşılaşacakları mes'elelerde, Kur'ân-ı kerîmin hükmü ile hareket etmelerini, Kur'ân-ı kerîmde bulamazlar ise, hadîs-i şerîflerde aramalarını, burada da bulamazlar ise, kendi re'y ve ictihâdları ile amel etmelerini emir buyururdu. Kendilerinden dahâ âlim, daha yüksek olsalar bile, başkalarının fikir ve ictihâdlarına tâbi' olmaktan men' ederdi. Hiçbir müctehid ve Eshâb-ı kirâmdan hiçbirisi başkalarının ictihâdlarına bozuk demedi. Kendilerine uymıyanlara, fâsık ve sapık gibi kötü şeyler söylemedi.
..
İslam âlimini felsefeciden ayıran fark
20 Şubat 2002 01:00
Ehli sünnet âlimleri, dinin bildirdiklerini herşeyin üzerinde tutmuşlar, Felsefeciler ise aklı herşeyin üzerinde tutmuşlar. Felsefeciler, herşeyi akıl ile anlamaya, akla uydurmaya kalkışan ve yalnız aklın beğendiğine inanan kimselerdir. Bunlar, aklın erebileceği şeylerde doğruyu bulabilir ise de, aklın kavrıyamadığı, erişemediği birçok şeylerde yanılıyor, aldanıyorlar. Nitekim, eski Yunan felsefecilerinin sonra gelenleri, öncekilerinin yanlışlarını çıkarmış, birbirlerini beğenmemişlerdir. İslâm âlimleri, zamanlarına kadar olan fen bilgilerini okuyup ve seksen bilgiyi iyi öğrendikten sonra, islâmiyetin gösterdiği yolda, kalblerini açarak, nefslerini temizliyerek, aklın erişemediği bilgilerde de doğruyu bulmuşlar, hakîkate varmışlardır. İslâm âlimlerine filozof demek, bunları küçültmek olur. Felsefeciler, yanılıcı olan aklın esîri, mahkûmu kimselerdir. Bunlar tecrübe etmeyip, akıl ile söylediklerinde ve deneyleri açıklarken vehmlerine kapıldıkları zamanlarda aldanıyor, zararlı oluyorlar. Bunun için ve aklın üstüne çıkamadıkları için, bunlar, islâm âlimi gibi yüksek olamaz. Aklı olmıyan delidir. Aklını kullanmıyan sefîhdir. Akla uygun iş yapmamak sefâhettir. Aklı az olan da ahmaktır. Yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip, aklın ermediği şeylerde yanılan kimse, felsefecidir. Aklın erdiği şeylerde ona güvenen, aklın ermediği, yanıldığı yerlerde, Kur'an-ı kerimin ışığı altında akla doğruyu gösteren yüksek insanlar da, islâm âlimleridir. O hâlde, islâmiyette felsefe yoktur, islâm felsefesi, islâm filozofu yoktur. Felsefenin üstünde olan islâm ilimleri ve felsefecilerin üstünde olan islâm âlimleri vardır. Akıl, göz gibidir, din bilgileri de ışık gibidir. Yâni insanın aklı, gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremiyor. Allahü teâlâ, görme âletimizden faydalanmamız için, güneşi, ışığı yaratmıştır. Güneşin ve çeşitli ışık kaynaklarının nûru olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, Peygamberlerin gösterdiği yolda gitmedikçe, hiçbir fert, hiçbir cemiyet mesûd olamaz. Ne kadar neşeli, sevinçli görünseler de, içleri kan ağlamaktadır. Dünyada da, âhırette de rahat ve mesûd yaşayanlar, ancak, Peygamberlere, onun varisi olan Ehli sünnet âlimlerine uyanlardır. Rahata, saadete kavuşmak için, müslüman olduğunu söylemek, müslüman görünmek yetişmez. Müslümanlığı iyi öğrenmek ve emirlere, yasaklara uymak lâzımdır.
.
İctihad nedir, müctehid kime denir?
21 Şubat 2002 01:00
Günlerdir; İslamın anayasası olan Kur'an-ı kerimin esas muhatabının, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselam olduğunu, gerçek tefsirini ancak onun yapacağını bildirdik. Peki, Kur'an-ı kerim tefsiri, açıklaması olan Hadis-i şerifleri anlayabilir miyiz, bunlarla amel edebilir miyiz? Bu da mümkün değil, çünkü nasıl ki, Kur'an-ı kerimin muhatabı Peygamber Efendimiz ise, hadisi şeriflerin de muhatabı Eshab-ı kiram ve islam hukukçusu olan müctehid alimlerdir. Şimdi ictihad nedir, müctehid nedir, biraz da bunun üzerinde durmak istiyorum. Bilindiği gibi, edille-i şerriyye yani dinimizin kaynağı dörttür. Bunlar, Kur'an-ı kerim, Sünnet (hadis-i şerifler), İcmaı ümmet ve Kıyas-ı fukahadır. Sünnet, icma ve kıyas, Kur'an-ı kerimde bulunmıyan şeyleri eklemek değildir. Bunlar, Kur'an-ı kerimin içinde kapalı olarak bulunan bilgileri meydana çıkarmaktadır. Müctehid, bir işin nasıl yapılacağını, Kur'an-ı kerimde açık olarak bulamazsa, hadis-i şeriflere bakar. Bunlarda da açıkça bulamazsa, bu iş için, İcma var ise, öyle yapılmasını bildirir. Bunların dışında kalan herşey bid'attir. Büyük âlim Muhammed Hadimi hazretleri Berika kitabında buyurdu ki: "Edille-i şerıyyenin dört olması, müctehidler içindir. Mukallidler, yani dört mezhebden birinde olanlar için delil, senet, bulunduğu mezhebin hükmüdür. Çünkü, mukallidler, nasstan (ayet ve hadisten) hüküm çıkaramaz. Bunun için, bir mezhebin bir hükmü, nassa uymuyor gibi görünse de, yine o mezhebe uymak gerekir. Çünkü nass, ictihad isteyebilir, tevili gerekebilir, neshedilmiş olabilir. Bunu da ancak müctehid anlar." Dini bozmak, dinde reform yapmak istiyenler, dinimizdeki dört delilden ikisini inkar edip sadece "Kitap ve sünnet" diyorlar. Hatta bazıları, son zamanlarda daha ileri gidip, sünneti de kabul etmiyorlar. Tek kaynak Kur'an diyorlar. Bunların asıl maksadı Kur'an-ı kerimi inkardır. Edille-i şerıyyeden, dindeki dört delilden üçü inkar edilince, herkes kendi anladığını doğru kabul edecek, herkesin anladığı din olacak. Böylece insan sayısı kadar din meydana gelecek. Bir kargaşa yaşanacak. Maksatları İslâmiyeti yıkmaktır. Fakat buna muvaffak olamıyacakları Kur'an-ı kerimde bildirilmektedir. Mealen "Onlar, ağızları ile Allahın nurunu (Allahın dinini, kitabını, delillerini) söndürmeye yelteniyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de, Allah nurunu tamamlayacaktır" buyuruluyor. (Saf 
.
Mezheplerin kaynağı olan kıyas
22 Şubat 2002 01:00
Ehli sünnete göre mezhepler, dinin dört kaynağı olan Kıyas üzerine bina edilir. Kıyas, bir şeyi başka şeye benzetmek demektir. Fıkıhta, nasstan (Kur'an-ı kerimden, Hadis-i şeriflerden) anlaşılamıyan bir şeyin hükmünü, bu şeye benziyen başka şeyin hükmünden anlamak demektir. Kıyas, Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin, derin, örtülü manalarını meydana çıkarmaktır. Eshab-ı kiram da kıyas yapar, onların da ayrı mezhebleri var idi. Beydavi tefsirinde kıyas ve icmaın, İmran suresinin 108. ayetinde emredildiği yazılıdır. İbni Abidin hazretleri, "Kıyas ile anlaşılan bilgileri kabul etmiyen, doğru yoldan saparak bid'at ehli olur, muhakkak Cehenneme girer" buyuruyor. Kıyasın delil olduğu aklen ve naklen sabittir. (Fatebiru) ayet-i kerimesine, "Bilmediklerinizi, bildiklerinize kıyas edin" manası verilmiştir. Bu ayet-i kerimenin, kıyasın caiz ve gerektiğini bildirdiği, Beydavi tefsirinde yazılıdır. Araf suresinin, "Allahü teâlâ, rüzgarı, rahmeti olan yağmurdan önce, müjdeci gönderir. Rüzgarlar, ağır olan bulutları sürükler. Bulutlardan ölü olan toprağa su yağdırır, o yağmurla yerden meyvalar çıkarırız. Ölüleri de mezarlarından böyle çıkaracağız" mealindeki 57. ayet-i kerimesi de kıyasın hak olduğunu isbat etmektedir. Bu ayette, ihtilaflı olan bir şeyi, sözbirliği ile anlaşılmış olana benzetmek bildirilmektedir. Çünkü, Allahü teâlânın yağmur yağdırdığını ve yerden ot çıkardığını, hepsi biliyordu. Öldükten sonra dirilmenin hak olduğunu, yeryüzünün kuruduktan sonra tekrar yeşillenmesine benzeterek isbat etmektedir. Kıyası, ictihad yapma yetkisi olan müctehidler yapabilir. İctihâd, gücü, kuvveti yettiği kadar, zahmet çekerek, uğraşarak çalışmak demektir. İctihâddan maksat, âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden, mânaları açıkça anlaşılmıyanları, açıkça bildiren diğer ahkâm-ı şer'ıyyeye kıyâs ederek, benzeterek, bunlardan yeni hükümler çıkarmaya uğraşmak, çalışmak demektir. Meselâ anaya, babaya itaati emreden âyet-i kerimede,"Onlara, öf sıkıldım demeyin!" buyuruluyor. Dövmekten, söğmekten bahis buyurulmamıştır. Âyet-i kerimede, yalnız bunların en hafîfi olan "öf" kelimesi açıkça bildirildiğine göre, müctehidler, dövmenin, söğmenin ve hakâret etmenin elbette haram olacağını ictihâd etmişlerdir
.
Müctehid olabilmenin şartları
23 Şubat 2002 01:00
Müctehidlerin kıyası nasıl yaptıklarına bir örnek de şudur: Kur'an-ı kerimde şarap içmek yasak edilmiş, başka içkiler bildirilmemiştir. Şarabın haram olmasının sebebi, hamr kelimesinden de anlaşılacağı üzere, tahmîr-i akıl, yâni aklı karıştırdığı, giderdiği içindir. Bundan dolayı müctehidler, şarabın haram olmasındaki sebep, herhangi bir içkide bulunsa haramdır, diye ictihâd etmişler. Her sarhoş eden şeyin haram olduğunu emir buyurmuşlardır. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde, ictihâd ediniz! diye emrediyor. Birçok âyet-i kerimelerden, ilimleri derin olan yüksek derecedeki âlimlerin ictihâd ile emrolundukları anlaşılmaktadır. Bunu için ehliyyeti ve liyâkati olanların ictihâd etmesi farzdır. İctihâd makamına lâyık olabilmek için, birçok kayd ve şartlar vardır. Evvelâ Arabî yüksek ilimleri tam bilmekle berâber, Kur'an-ı kerimin hepsi ezberinde olmak, sonra, âyet-i kerimelerin mâna-i murâdîsini, mâna-i işârisini, mâna-i zımnî ve iltizâmîsini bilmek gerekir. Ayrıca âyet-i kerimelerin, indiği zamanları ve sebepleri ve ne hakkında geldiklerini, nâsih, mensûh olduklarını ve bunlar gibi diğer yönlerini bilmek gerekir. Ayrıca, kütüb-i sitte ve diğer hadis kitaplarında bulunan hadis-i şeriflerin hepsini ezberden bilmek ve her hadisin ne zaman ve ne için söylendiğini ve şümûl derecesini, hangi hadisin diğerinden evvel veya sonra olduğunu, âit oldukları cihetleri, hangi vak'a ve hâdise üzerine söylendiklerini ve kimler tarafından nakil ve rivayet edildiklerini ve bunların her birinin hâl tercümelerini bilmek gerekir. Ayrıca, fıkıh ilminin üsûl ve kâidelerine vâkıf olmak, oniki ilmi, âyet-i kerimelerin ve hadis-i şeriflerin rümûz ve işaretlerini ve mânevi tefsîrlerini anlayıp kavrıyabilecek ayrı bir irfâna, nûr-i îman ve itmi'nân ile dolu münevver bir kalb ve vicdâna sahip bulunmak lâzımdır. Bu yüksek vasıflar ve özellikleri, fazîletleri taşıyan, akılları kuvvetli kimseler, ancak Peygamberimizin asr-ı saadetinde ve Sahâbe-i kiramın zamanında ve Tâbiîn ve Tebe'i tâbiîn devrinde bulunabiliyor, sohbet bereketi ile yetişiyordu. Zaman ilerleyip, Asr-ı saadetten uzaklaşıldıkça, fikirler bozulmuş, dağılmış, bid'atler türemiş, üstün, kıymetli kimseler yavaş yavaş azalmış, dördüncü asırdan sonra, bu sıfatlara sahip bir âlim ortada kalmamıştır. Bunda âlimler ittifak etmişlerdir.
.
Peygamberler de ictihâd eder mi?
24 Şubat 2002 01:00
Haşr suresinin ikinci ayetinde,"Ey akıl sahipleri! Akıl erdiremediğiniz mes'elelerde, onları bilen ve derinliklerine tam ermiş olanlara tâbi olunuz" buyurulmaktadır. Burada tabi olunması emredilen kimseler, müctehidlerdir. İctihâd makamına varmış bulunan bu yüksek kimseler, kendi ictihâdlarına göre hareket etmek mecbûriyetindedir. Başka müctehidlerin ictihâdlarına tâbi olamazlar. Hattâ Peygamberlerin zamanlarında da, sahâbîlerden biri, kendi Peygamberinin ictihâdına uymıyan ictihâdda bulunursa, kendi ictihâdına göre hareket ederdi. Burada bir suâl sorulabilir. Peygamberler de ictihâd eder mi idi? Evet, onlar da, Allahü teâlânın açıkça bildirmediği emirleri, açık bildirilmiş olan emirlere kıyâs ederek, benzeterek ictihâd ederlerdi. Fakat ictihâdlarda hatâ edip yanılmak ihtimali olduğundan, ictihâdlarında hatâ ederlerse, Allahü teâlâ, derhâl Cebrâîl aleyhisselâmı göndererek, hatâları vahiy ile düzeltilirdi. Yâni Peygamberlerin ictihâdları hatâlı kalmazdı. Meselâ, Bedir gazasında alınan esîrlere yapılacak şey için, Server-i âlem bazı Sahâbe-i kiram ile birlikte bir türlü, Ömer ise, başka türlü ictihâd etmişlerdi. Sonra, âyet-i kerime gelerek, Allahü teâlâ, Hazret-i Ömer'in ictihâdının doğru olduğunu bildirdi. Bunun gibi (Abese) sûresi de, bir ictihâd hatâsını düzeltmek için nâzil olmuştu. Peygamber efendimizin vefâtları sırasında, hokka ve kalem hakkındaki emirlerinin anlaşılmasında Hz. Ömer'in ictihâdı, yine böyledir. Eshâb-ı kirâmdan sonra meşhûr dört imam ve bunların mezheplerine göre ictihâd eden imam-ı Ebû Yûsüf, imam-ı Muhammed, imam-ı Züfer, ibni Nüceym, imam-ı Râfi'î, imam-ı Nevevî, imam-ı Gazâlî ve benzerleri gibi yüksek âlimler yetişti. Asr-ı saadetten uzaklaştıkça, hadis-i şerifleri nakil ve rivayet eden oniki silsilenin, yâni haber verme zincirinin halkaları arttı. Hadis-i şeriflerin hangi silsileden ve hangi kimselerden alınacağı, düşünülecek bir mes'ele oldu ve çok güç ve belki imkânsız oldu. Bundan dolayı, dördüncü asırdan sonra, ictihâd edebilecek bir âlim yetişemez oldu. Bütün müslümanlar, bu dört imamdan birine tâbi olup, o imamın mezhebine uymaya mecbûr oldu.
.
İctihad kapısını zorlayanlar!
25 Şubat 2002 01:00
İslamiyeti yıkmak için uğraşanlar, kitaplarında ve konferanslarında "ictihâd kapısı kapandı" sözüne saldırıyor. Gerçek müctehidleri kötüleyip, cahillikle suçlayarak bunları safdışı bırakmak istiyorlar. Bunların yerine, kendilerini açıkca söylemeseler de müctehid ilan ediyorlar. Çürük ve boş kafalarından, ağızlarına sızan hezeyânları, dinleyicilere gülünç olmaktan başka tesîr yapamıyor. Çünkü aklı başında çok kimse, böyle söyliyenlerin maksatlarını artık anlıyabiliyor. İctihad kapısını açmaktaki gayelerinin, mezhepsizliği meşrulaştırmak "dini yok etmek için yeni kapı açmak" olduğunu görebiliyorlar. Çünkü, mezhepsizlik dinsizliğe bir köprüdür. Geçmişte ehli olan kimselerin yaptığı İctihâdlar, bir ibâdet olduğundan, yâni Allahü teâlânın emri olduğundan, hiçbir müctehid, diğer bir müctehidin ictihâdına yanlış demez, onu kötülemez. Çünkü, her müctehide, kendi ictihâdı haktır ve doğrudur. Meselâ, imam-ı Şâfi'î, Hanefî mezhebinde olmadığı hâlde, "İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfenin re'y ve ictihâdını beğenmiyene, Allahü teâlâ lânet etsin!" yâni merhamet etmesin buyurmuştur. Server-i âlem uzak memleketlere gönderdikleri Sahâbe-i kirâma, güçlük karşısında kalınca, âyet-i kerimelere mürâcaat etmelerini, orada bulamazlarsa, kendi re'y ve ictihâdları ile hareket etmelerini emir buyururdu. Kendilerinden daha yüksek ilimli ve fikirli olsalar dahî, başkalarının fikir ve ictihâdına uymamalarını emir buyururdu. İşte bunun gibi, imam-ı Ebû Yûsüf ve imam-ı Muhammed de hocaları, üstâdları olan imam-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin fikir ve re'yine tâbi olmayıp, kendi ictihâdları ile hareket ederlerdi. Hâlbuki, İmâm-ı a'zamın ilmi, fikri, onların üstünde idi ve onların üstâdı idi. Dört mezhep arasındaki farklar da, bundan ileri gelmektedir. Meselâ Hanefî mezhebinde kan akınca abdest bozulduğu hâlde, imam-ı Şâfi'înin ictihâdında bozulmuyor. Şâfi'î mezhebinde bulunan biri, elinden kan akınca, abdest almadan namaz kılarsa, hiçbir hanefî, ona abdestsiz namaz kıldı diyemez. Çünkü onun tâbi olduğu mezhep imamının ictihâdı böyledir. Hanefî mezhebinde bulunan bir kimse, yabancı bir kadının derisine dokunduktan sonra, abdestini yenilemeden namaz kılsa, hiçbir şâfi'î de, o hanefînin abdestsiz namaz kıldığını söyliyemez. Birbirine uymıyan sözleri, hep ictihâdları olup, hiçbiri diğerinin sözüne yanlış, bozuk dememiştir.
.
Cahillerin dinde söz sahibi olması
1 Mart 2002 01:00
Kıyâmet alâmetlerinin, şimdi çoğu çıkmış, her yere yayılmıştır. Bu alâmetlerden biri, câhiller çoğalacak, ilim adamları azalacaktır. Câhiller, dinde söz sâhibi olup, herkese yanlış yol göstereceklerdir. Bunun için Müslümanlar uyanık olmalıdır. Her söze güvenmemelidir. Hutbelerde, kitaplarda ve gazetelerde, "Ehl-i sünnet" âlimlerini ve bunların kitaplarını bildirmeyip, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden, kendi kafalarına göre mânâ çıkaranlara inanmamalıdır. Mezhebsizler, yâ bid'at sâhibi sapıktır, yâhut kâfirdir. Bunların her ikisi de, her zaman din adamı kılığına girerek Müslümanları aldatmışlar, doğru yoldan çıkarmışlardır. Mezhebsizlerin bildirdikleri âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere, Ehl-i sünnet âlimlerinin nasıl mânâ verdiklerini aramalı, işin doğrusunu öğrenmelidir. Bunun için de, güvenilen, fıkıh "İlm-i hâl" kitaplarını okumalıdır. "Ehl-i sünnet" âlimleri, âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin hepsini incelemiş, kılı kırk yararak doğru mânâlarını bulmuşlar. Kitaplara yazmışlardır. Şimdi biraz Arabî bilen din câhilleri, kendilerini müctehid sanıyorlar. Biz fakülteyi de bitirdik, diploma aldık diyerek islâm âlimlerini küçük görüyorlar. Hâlbuki, bir zamanda yaşamış olan müctehidlerin "İcmâ" ya'nî sözbirliği ile bildirmiş oldukları birşey, dinde zarûrî olan şeylerden ise, ya'nî câhillerin bile işittiği, her yere yayılmış bilgilerden ise, bu şeye inanmak da, uymak da farzdır. Böyle icmâ'a inanmıyan kâfir olur. İnanıp da uymıyan, fâsık olur. İcmâ' ile bildirilmiş olan şey, zarûrî bilinen şeylerden değil ise, buna inanmıyan kâfir olmaz. "Bid'at sâhibi" sapık olur. Uymıyan yine fâsık olur. Günâh işlemiş olur. İbni Melek, "Usûl-i fıkh" kitâbında, icmâ' bahsinde diyor ki, "Bir zamanda yaşamış olan müctehidler, birşeyin nasıl yapılacağında, sözbirliğine varamamış, başka başka söylemişler ise, bunlardan sonra gelen âlimlerin bunların sözlerinden birine uyması lâzımdır. Başka türlü söylemeleri câiz değildir, bâtıldır. Böyle olduğunu bütün âlimler sözbirliği ile beyân buyurmuşlar, icmâ' hâsıl olmuştur
.
Eshâb-ı kirâmın mezhebi
13 Mart 2002 01:00
Ehli sünnet dışı bozuk fırkalar ve onların kitaplarını okuyanlar, "Mezhebler ikinci asırda meydâna çıktı. Eshâb ve Tâbi'in, hangi mezhebde idi? Mezheplere lüzum yok. Arapça bilen herkes Kur'an-ı kerimi okuyup buna göre amel edebilir. Arapça bilmeyen de mealinden okuyup öğrenir..." gibi sözlerle işin aslını bilmeyen cahilleri etki altına alarak kafalarını karıştırmak istiyorlar. Mezhebin ne olduğunu bilen bunlara güler geçer. Bunların art niyetli olduklarını anlar. Mezheb imâmı demek, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmiş olan din bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan işiterek toplıyan, kitâba geçiren büyük âlim demekdir. Açıkca bildirilmemiş olan bilgileri de, açık bildirilmiş olanlara benzeterek meydâna çıkarmıştır. "Hadîka" kitâbında diyor ki; "Bilinen dört imâm zamanında, başka mezheb imâmları da vardı. Bunların da mezhebleri vardı. Fakat, bunların mezheblerinde olanlar azala azala bugün hiç kalmadı." Eshâb-ı kirâmın herbiri müctehid idi. Hepsi de, derin âlim, mezheb imâmı idi. Herbiri kendi mezhebinde idi. Hepsi de, mezheb imâmlarımızdan dahâ üstün, dahâ çok bilgili idi. Mezhebleri dahâ doğru, dahâ kıymetli idi. Fakat, bunların kitâbları olmadığı için, mezhebleri unutuldu. Dört mezhebden başkasına uymak imkânı kalmadı. Eshâb-ı kirâm hangi mezhebde idi demek, alay komutanı hangi bölüktendir? Yâhut, fizik öğretmeni, okulun hangi sınıfının öğrencisidir demeğe benzemektedir. Kur'ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri anlamak için Arabî bilmek lâzım ise de, yalnız Arabî bilmek kâfî değildir. Kâfî olsaydı, Beyrut'taki Arab Hıristiyanların herbirinin, birer İslâm âlimi olması lâzım gelirdi. Çünkü onların içinde Mısır'daki dinde reformculardan daha kuvvetli Arabîsi olanlar, Arab lisânının mütehassısları, "Müncid" isimli meşhur Arapça lügat kitâbları yazanlar var. Bunların hiçbiri, Kur'ân-ı kerîmi anlıyamamış, îmân etmek şerefine bile kavuşamamıştır. Kur'ân-ı kerîm, Eshâb-ı kirâma hitâb ediyor. Onların nûrlu kalblerine ve selîm akıllarına hitâb ediyor. Kureyş lisânı ile davet ediyor. Eshâb-ı kirâm, Resûlullahın sohbetinde yetiştikleri ve bütün ümmetin üstünde kemâl sâhibi oldukları hâlde, Kur'ân-ı kerîmi anlayışları ayrı ayrı oldu. Anlıyamadıkları yerler de oldu. O büyükler böyle âciz kalınca, bizim gibilerin hâli nice olur?
Mezheplerin kaynağı olan kıyas
22 Şubat 2002 01:00
Ehli sünnete göre mezhepler, dinin dört kaynağı olan Kıyas üzerine bina edilir. Kıyas, bir şeyi başka şeye benzetmek demektir. Fıkıhta, nasstan (Kur'an-ı kerimden, Hadis-i şeriflerden) anlaşılamıyan bir şeyin hükmünü, bu şeye benziyen başka şeyin hükmünden anlamak demektir. Kıyas, Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin, derin, örtülü manalarını meydana çıkarmaktır. Eshab-ı kiram da kıyas yapar, onların da ayrı mezhebleri var idi. Beydavi tefsirinde kıyas ve icmaın, İmran suresinin 108. ayetinde emredildiği yazılıdır. İbni Abidin hazretleri, "Kıyas ile anlaşılan bilgileri kabul etmiyen, doğru yoldan saparak bid'at ehli olur, muhakkak Cehenneme girer" buyuruyor. Kıyasın delil olduğu aklen ve naklen sabittir. (Fatebiru) ayet-i kerimesine, "Bilmediklerinizi, bildiklerinize kıyas edin" manası verilmiştir. Bu ayet-i kerimenin, kıyasın caiz ve gerektiğini bildirdiği, Beydavi tefsirinde yazılıdır. Araf suresinin, "Allahü teâlâ, rüzgarı, rahmeti olan yağmurdan önce, müjdeci gönderir. Rüzgarlar, ağır olan bulutları sürükler. Bulutlardan ölü olan toprağa su yağdırır, o yağmurla yerden meyvalar çıkarırız. Ölüleri de mezarlarından böyle çıkaracağız" mealindeki 57. ayet-i kerimesi de kıyasın hak olduğunu isbat etmektedir. Bu ayette, ihtilaflı olan bir şeyi, sözbirliği ile anlaşılmış olana benzetmek bildirilmektedir. Çünkü, Allahü teâlânın yağmur yağdırdığını ve yerden ot çıkardığını, hepsi biliyordu. Öldükten sonra dirilmenin hak olduğunu, yeryüzünün kuruduktan sonra tekrar yeşillenmesine benzeterek isbat etmektedir. Kıyası, ictihad yapma yetkisi olan müctehidler yapabilir. İctihâd, gücü, kuvveti yettiği kadar, zahmet çekerek, uğraşarak çalışmak demektir. İctihâddan maksat, âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden, mânaları açıkça anlaşılmıyanları, açıkça bildiren diğer ahkâm-ı şer'ıyyeye kıyâs ederek, benzeterek, bunlardan yeni hükümler çıkarmaya uğraşmak, çalışmak demektir. Meselâ anaya, babaya itaati emreden âyet-i kerimede,"Onlara, öf sıkıldım demeyin!" buyuruluyor. Dövmekten, söğmekten bahis buyurulmamıştır. Âyet-i kerimede, yalnız bunların en hafîfi olan "öf" kelimesi açıkça bildirildiğine göre, müctehidler, dövmenin, söğmenin ve hakâret etmenin elbette haram olacağını ictihâd etmişlerdir
.
Müctehid olabilmenin şartları
23 Şubat 2002 01:00
Müctehidlerin kıyası nasıl yaptıklarına bir örnek de şudur: Kur'an-ı kerimde şarap içmek yasak edilmiş, başka içkiler bildirilmemiştir. Şarabın haram olmasının sebebi, hamr kelimesinden de anlaşılacağı üzere, tahmîr-i akıl, yâni aklı karıştırdığı, giderdiği içindir. Bundan dolayı müctehidler, şarabın haram olmasındaki sebep, herhangi bir içkide bulunsa haramdır, diye ictihâd etmişler. Her sarhoş eden şeyin haram olduğunu emir buyurmuşlardır. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde, ictihâd ediniz! diye emrediyor. Birçok âyet-i kerimelerden, ilimleri derin olan yüksek derecedeki âlimlerin ictihâd ile emrolundukları anlaşılmaktadır. Bunu için ehliyyeti ve liyâkati olanların ictihâd etmesi farzdır. İctihâd makamına lâyık olabilmek için, birçok kayd ve şartlar vardır. Evvelâ Arabî yüksek ilimleri tam bilmekle berâber, Kur'an-ı kerimin hepsi ezberinde olmak, sonra, âyet-i kerimelerin mâna-i murâdîsini, mâna-i işârisini, mâna-i zımnî ve iltizâmîsini bilmek gerekir. Ayrıca âyet-i kerimelerin, indiği zamanları ve sebepleri ve ne hakkında geldiklerini, nâsih, mensûh olduklarını ve bunlar gibi diğer yönlerini bilmek gerekir. Ayrıca, kütüb-i sitte ve diğer hadis kitaplarında bulunan hadis-i şeriflerin hepsini ezberden bilmek ve her hadisin ne zaman ve ne için söylendiğini ve şümûl derecesini, hangi hadisin diğerinden evvel veya sonra olduğunu, âit oldukları cihetleri, hangi vak'a ve hâdise üzerine söylendiklerini ve kimler tarafından nakil ve rivayet edildiklerini ve bunların her birinin hâl tercümelerini bilmek gerekir. Ayrıca, fıkıh ilminin üsûl ve kâidelerine vâkıf olmak, oniki ilmi, âyet-i kerimelerin ve hadis-i şeriflerin rümûz ve işaretlerini ve mânevi tefsîrlerini anlayıp kavrıyabilecek ayrı bir irfâna, nûr-i îman ve itmi'nân ile dolu münevver bir kalb ve vicdâna sahip bulunmak lâzımdır. Bu yüksek vasıflar ve özellikleri, fazîletleri taşıyan, akılları kuvvetli kimseler, ancak Peygamberimizin asr-ı saadetinde ve Sahâbe-i kiramın zamanında ve Tâbiîn ve Tebe'i tâbiîn devrinde bulunabiliyor, sohbet bereketi ile yetişiyordu. Zaman ilerleyip, Asr-ı saadetten uzaklaşıldıkça, fikirler bozulmuş, dağılmış, bid'atler türemiş, üstün, kıymetli kimseler yavaş yavaş azalmış, dördüncü asırdan sonra, bu sıfatlara sahip bir âlim ortada kalmamıştır. Bunda âlimler ittifak etmişlerdir.
.
Müctehide uymak şart
11 Ekim 2003 01:00
Müctehidlerin Kitab ve Sünnetten çıkardıkları ahkâma, yani İslâmiyete uygun işlere, ahkâm-ı islâmiyyeye uymak lâzımdır. Bu ahkâm, helâl, harâm, farz, vâcib, sünnet, müstehab, mekruh ve şübheli olan işler demektir. Bu ahkâmı öğrenmek de lâzımdır. Müslümanlar iki kısımdır: Ya (Müctehid)dir veya (Mukallid)dir. Müctehid olmıyan her Müslümana mukallid denir. Mukallidlerin, Kitabdan ve sünnetten, müctehidlerin çıkarmış olduğu hükümlere uymıyan hüküm çıkarmaları câiz değildir. Kendi çıkardığı hükümlere göre yapacağı işleri kabûl olmaz. Her mukallidin bir müctehide uyması, yani bir mezhebe girmesi lâzımdır. Bulunduğu mezhebin âlimlerinin çoğunun uyduğu hükümlerine uymalıdır. Ruhsattan, izin verilen işleri yapmaktan sakınmalı, azîmet ile amel etmelidir. Kendi mezhebine uymakla berâber, başka mezheblere de uymağa çalışmalıdır. Böylece müctehidlerin sözbirliğine uyulmuş olur. Meselâ, imâm-ı Şâfi'î "rahimehullah" abdest alırken, niyet etmek farz demiştir. Hanefîler de, abdest alırken niyyet etmelidir. Bunun gibi, uzuvları yıkarken sıra gözetmek ve birbiri ardına çabuk yıkamak lâzımdır. İmâm-ı Mâlik, abdest uzuvlarını oğmak farz demiştir. Elbette oğmalıdır. Her işi, dört mezhebe de uygun yapmağa çalışmalıdır. Her Müslümanın hilâftan kurtulmasının, yani dört mezhebe de uygun ibâdet etmesinin en iyi yol olduğu sözbirliği ile bildirilmiştir. İtikadı ve ameli doğrulttuktan, bu iki kanadı ele geçirdikten sonra, Allahü teâlâya yaklaştıran yani sevgisine kavuşturan yolda ilerlemek sırası gelir. Zulmânî ve nûrânî konakları aşmağa başlanabilir. Fakat şunu iyi bilmelidir ki, böyle konakları aşarak yükselebilmek ancak, yolu bilen, yolu gören, yol gösteren, kâmil (yetişmiş) ve mükemmil (yetiştirebilen) bir rehberin teveccühü ve tasarrufu yani idâre etmesi ile olabilir. Bunun bakışları, kalb hastalıklarına şifâ verir. Bunun için önce, bir rehber aranır. Böyle bir kimse bulamadığı zamanlarda vefat etmiş bir büyük rehber edinilir. Allahü teâlâ, lutf ve ihsân ederek, bunu tanıtırsa, bunu tanımağı en büyük nimet bilmelidir
Müslümanları felakete sürükleyenler
17 Mart 2002 01:00
İmam-ı Şarani hazretleri "Mîzân-ül-kübrâ" kitabında buyuruyor ki : Allahü teâlânın kalblerini kararttığı ve mühürlediği bu kötü din adamlarına "Bid'at ehli" yanî mezhebsiz din adamı denir. Bunlar, i'tikâdları ve amelleri, Kur'ân-ı kerîme ve Hadîs-i şerîflere ve İcmâ'ı ümmete uymıyan kimselerdir. Bunlar doğru yoldan sapmış olup, Müslümanları da felâkete sürüklemektedirler. Bunlara uyanlar, Cehenneme gideceklerdir. Selef-i sâlihîn zamanında ve sonra gelen din adamları arasında böyle bozuk olanlar çok vardı. Müslümanlar arasında bunların bulunması, insanın bir uzvunun kangren olmasına benzer. Bu yarayı yok etmedikce, sağlam kısımlar da felâketten kurtulamaz. Bunlar, bulaşıcı hastalık mikrobu taşıyan hastalar gibidir. Bunlara yaklaşanlar zarar görür. Bunların zararına yakalanmamak için yanlarına yaklaşmamak lâzımdır. İmâm-ı Kurâfî buyuruyor ki: "Eshâb-ı kirâm, sözbirliği ile bildirdiler ki, hazret-i Ebû Bekir'den ve hazret-i Ömer'den fetvâ alıp da, bunları taklîd eden bir kimse, başka işlerini başka Sahâbîlere de sorar ve öğrendiği ile amel ederdi. Huccet, delîl soran olmazdı. Ya'nî, Tâbi'înden yeni îmân etmiş olanların, Eshâb-ı kirâmdan yalnız birinin mezhebini taklîd etmesi mümkin değildi. Çünkü, Eshâb-ı kirâmın mezhebleri tedvîn edilmiş, büyük mezheb olarak kitâblara geçmiş değildi. Her zaman aynı Sahâbînin yanında bulunup da, herşeyi ona sorup, işittiklerini yapmak da, pek az kimseye nasîb oldu. Rast geldikleri sahâbîye sorup, öğrenip, yapmak mecbûriyeti vardı. Zarûret olunca, her mezhebe uyulur. Tâbi'în, delîllerini hiç aramazlardı. Şimdi ise yeni îmân edenlerin, aynı mezhebdeki âlimlerden huccet, delîl aramadan sorup öğrenerek amel etmeleri, aynı mezhebde olan âlimleri bulamazlarsa, her âlimden sormaları, sonra bir mezhebi öğrenip, bu mezhebi taklîd etmeleri lâzım olduğunu âlimler sözbirliği ile bildirmişlerdir.
.
"Allahü teâlânın ipine sarılınız!"
18 Mart 2002 01:00
Büyük âlim allâme seyyid Ahmed Tahtâvî hazretleri buyuruyor ki: "Tefsîr âlimlerine göre, 'Dinde fırkalara ayrıldılar' âyet-i kerîmesi, bu ümmette meydâna gelecek olan, i'tikâd, îmân bilgilerinde, bid'at sâhiplerini haber vermektedir. Hazret-i Ömer'in haber verdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah hazret-i Âişe'ye, "Dinde fırkalara ayrıldılar âyet-i kerîmesi, bu ümmette meydâna gelecek olan (i'tikâd, îmân bilgilerinde) bid'at sâhiblerini ve nefslerine uyanları haber veriyor" buyurdu. En'âm sûresinin 153'üncü âyetinde meâlen, "Doğru yol budur. Bu yolda olunuz! Fırkalara bölünmeyiniz!" buyuruldu. Ya'nî, Yahûdîler ve Hıristiyanlar ve başka sapıklar doğru yoldan ayrıldılar. Siz de, bunlar gibi bölünmeyiniz! Âl-i İmrân sûresinin yüzüçüncü âyetinde meâlen, "Hepiniz, Allahü teâlânın ipine sarılınız! Fırkalara bölünmeyiniz!" buyuruldu. Tefsîr âlimleri, Allahü teâlânın ipi, cemâ'at, birlik demektir dediler. Fırkalara ayrılmayınız emri, böyle olduğunu göstermektedir. Cemâ'at de, fıkıh ve ilim sâhipleridir. Fıkıh âlimlerinden bir karış ayrılan, dalâlete düşer. Allahü teâlânın yardımından mahrûm kalır, Cehenneme gider. Çünkü, fıkıh âlimleri doğru yoldadırlar. Muhammed aleyhisselâmın sünnetine yapışan ve Hulefâ-i râşidînin ya'nî dört halîfenin yoluna sarılan bunlardır. Sivâd-ı a'zam, ya'nî Müslümanların çoğu, fıkh âlimlerinin yolundadır. Bunların yolundan ayrılanlar Cehennem ateşinde yanacaklardır. Ey mü'minler, Cehennemden kurtulmuş olan tek fırkaya tâbi' olunuz! Bu da, "Ehl-i sünnet vel-cemâ'at" denilen fırkadır. Çünkü, Allahü teâlânın yardımı ve koruması ve tevfîkı bu fırkada olanlaradır. Allahü teâlânın gadabı ve azâbı bu fırkadan ayrılanlaradır. Bu fırka-i nâciye, bugün amelde, ibâdetlerde dört mezhebde toplanmıştır. Ehli sünnete göre, bu dört mezhebden birine tâbi' olmayan kimse, bid'at sâhibidir ve Cehenneme gidecektir. Bid'at sâhibi olanların hepsi de, kendilerinin doğru yolda olduklarını iddia ediyorlar. Bu iş, kuru iddia ile hayâle dayanarak isbât edilmez. Bu yolun mütehassıslarının ve hadîs âlimlerinin bildirmeleri ile anlaşılır. Bunların bildirdikleri ve bulundukları yol hak yoldur.
.
Eshabımın sözüne uyunuz!"
19 Mart 2002 01:00
Mezheb imamı demek, Kur'an-ı kerim ve hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmiş olan din bilgilerini, Eshab-ı kiramdan işiterek toplıyan kitaba geçiren büyük âlim demektir. Açıkça bildirilmiş olanlara benzeterek meydana çıkaran derin âlimlerdir. Eshab-ı kiramın herbiri müctehid ve mezheb imamı idi. Her biri kendi mezhebinde idi. Hepsi de, mezheb imamlarımızdan daha üstün idi. Mezhebleri daha kıymetli idi. Fakat, bunlar kitablara yazılmadığı için, mezhebleri unutuldu. Bazı cahiller hazret-i Peygamberin mezhebini neydi diye soruyorlar. "Peygamberin, sahabenin mezhebi nedir?" demek, "Ordu kumandanı, hangi bölüğün eridir?" veya (okuldaki öğretmen, hangi sınıfın talebesidir?" demeye benzer. Çünkü sahabenin her biri bir mezheb imamı, hatta mezheb imamlarının hocaları idi. Resulullah efendimiz de kâinatin hocası idi. Hadis-i şeriler, Kur'an-ı kerimi, mezheb imamları da sünneti açıklamışlardır. Âlimler de, mezheb imamlarının sözlerini açıklamışladır. Hadis-i şerifler olmasaydı, namazların kaç rekat olduğu, nasıl kılınacağı, rükû ve secdede okunacak tesbihler, cenaze ve bayram namazlarının kılınış şekli, zekât nisabı, orucun, haccın farzları, hukuk bilgileri bilinmezdi. Sünneti müctehid âlimler açıklamış, böylece mezhebler meydana çıkmıştır. Peygamberimiz de bu âlimlere uymamızı emrediyor: "Kur'an-ı kerime tabi olmak, hepinize farzdır. Onu terk etmek için hiçbir özür olamaz. Kur'an-ı kerimde bulamadığınız işlerde, sünnetime uyunuz. Sünnetimde de bulamazsanız, Eshabımın sözüne uyunuz." Tâbiinin büyük âlimlerinden Abide bin Amir hazretlerine, Kur'an-ı kerimden bir ayetin hükmü sorulduğunda, "Bu hususta Allahü teâlâdan korkun. Kur'an-ı kerimin manasını hakkıyla bilenler bizden önceydi. Onlar şimdi yok. Onlar bu konuda ne bildirmişlerse bu âyetin manası da odur" buyurdu. "Mezhebe uymam Kur'anla amel ederim" demek, "Kanunlara uymam, yalnız Anayasaya göre hareket ederim" demek gibi yanlıştır. Çünkü Anayasada bütün hükümler, bütün cezalar bildirilmemiştir. Anayasa, kanunlara havale etmiştir. Kanunlardan başka tüzükler, yönetmelikler de çıkmıştır. "Anayasa varken, kanuna lüzum yok" demek ne kadar yanlış ise, "Kur'an varken, mezhebe lüzum yok" demek, bundan daha yanlıştır.
.
Mezhebler rahmettir...
20 Mart 2002 01:00
Bir müctehidin ictihad ederek elde ettiği bilgilerin hepsine, o müctehidin mezhebi denir. Eshab-ı kiramın hepsi derin âlim, birer müctehid idiler. Din bilgilerinde, siyaset, idarecilik ve zamanlarının fen bilgilerinde ve tasavvuf marifetlerinde birer derya idiler. Bu bilgilerinin hepsini, Resulullahın kalblere işliyen, ruhları çeken sözlerini işitmekle, az zamanda edindiler. Herbirinin mezhebi vardı. Mezhebleri az veya çok farlı idi. Tabiinin ve Tebei tabiinin arasında da müctehidler vardı. Bu müctehidlerin ve Eshab-ı kiramın mezheblerinden yalnız dördü kitaplara geçip, dünyanın her yerine yayıldı. Diğerlerinin mezhebleri unutuldu. Bu dört mezhebin imanları Eshab-ı kiramın ortak olan imanıdır. Bunun için dördüne de Ehl-i sünnet denir. İmanları arasında esasta ayrılık yoktur. Birbirlerini din kardeşi bilirler. Birbirlerini severler. Birbirlerine uymıyan işlerinde, zaruret olunca, birbirlerini taklid ederek yaparlar. Allahü teâlâ, mezheblerin böyle ayrı olmalarını istemiştir. Bu ayrılığın, müslümanlara Allahü teâlânın rahmeti olduğunu, peygamberimiz haber vermiştir. Çünkü, dört mezheb arasındaki ufak tefek başkalıklar, müslümanların işlerini kolaylaştırmaktadır. Her müslüman, vücud yapısına, yaşadığı iklim şartlarına ve iş hayatına göre, kendisine daha kolay gelen mezhebi seçer. İbadetlerini ve her işini, bu mezhebin bildirdiğine göre yapar. Allahü teâlâ dileseydi, Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde, herşey açıkça bildirilirdi. Böylece, mezhebler hasıl olmazdı. Kıyamete kadar, dünyanın her yerinde, tek bir nizam olurdu. Müslümanların halleri, yaşamaları güç olurdu. Kur'an-ı kerimi hadis-i şerifler, hadis-i şerifleri de mezheb imamları açıklamıştır. Kanunlar, Anayasanın gösterdiği istikamette hazırlanmış, mezhebler de, Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin gösterdiği istikamette teşekkül etmiştir. "Ben İslâma göre hareket ederim, mezhebe uymam" demek, "Ben devletin emrine uyarım. Fakat, kanunu, polisi, hakimi dinlemem" demeye benzer. Çünkü İslâma uymak demek, dört hak mezhebden birine uymak demektir. İslâm ayrı, mezheb ayrı değildir.
.
Resulullahın yolu
21 Mart 2002 01:00
Peygamberimizin yolu, Kur'an-ı kerim ile hadis-i şerifler ile ve müctehidlerin ictihadları ile gösterilen yoldur. Bu üç vesika, bir de, İcma-ı ümmet vardır ki, Eshab-ı kiramın ve Tabiinin sözbirliğine denir. Bir hüküm üzerinde, dört mezhebin ictihadları arasında icma hasıl olursa, bu icmaa da inanmak gerekir, inanmıyan küfre girer. (Mektubat c.2, m. 36) İslâm âlimleri yanlış bir şey üzerinde ittifakta bulunmazlar. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Ümmetim dalalet üzerinde birleşmez." (İ. Ahmed). Bu dört vesikaya Edille-i şerıyye denir. Bunların dışında kalan her şey bid'attir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacak, bunlardan yalnız biri Cennete girecektir. Bunlar, benim ve Eshabımın yolunda olanlardır." (İbni Mace) Bu ayrılık, usulde, imanda olan ayrılıktır. Eshab-ı kiramdan sonra, yeni müslüman olanlardan bir kısmının imanıları bozuldu. Eshab-ı kiramın doğru imanından ayrıldılar. Dalalet fırkaları meydana geldi. Bu bozuk fırkalara, bid'at fırkaları denir. Bunlar, bazı nassları tevil ederek yanıldıkları için kâfir değildir. Fakat, islâmiyete zararları, kafirlerin zararlarından çok oldu. Birbirleri ile ve Ehl-i sünnet ile çekiştiler. Harp ettiler. Çok müslüman kanı döküldü. Müslümanların yükselmelerini, ilerlemelerini baltaladılar. Bid'at fırkalarını, Ehl-i sünnetin dört doğru mezhebi ile karıştırmamalıdır. Dört mezheb, birbirlerinin doğru yolda olduğunu söyler ve birbirini severler. Bid'at fırkaları ise, müslümanları parçalamaktadır. Bu dört mezhebin birleştirilemiyeceğini, islâm âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. Allahü teâlâ, mezheblerin birleştirilmesini değil, ayrı olmalarını istiyor. Böylece, islâm dinini kolaylaştırıyor. Kur'an-ı kerimde, "Ey iman edenler! Allahın dinine sarılın. Birbirinizden ayrılmayın!" (Al-i İmran 100). Ebüssüud Efendi hazretleri burayı açıklarken, "Ehl-i kitabın parçalandığı gibi parçalanıp da doğru imandan ayrılmayın! Cahiliyye zamanında birbirleriniz ile dövüştüğünüz gibi bölünmeyin!" buyurdu. Doğru yolun, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği iman olduğunu, Peygamberimiz haber verdi. Müslümanların bu birliğinden ayrılan, bu ayet-i kerimeye uymamış olur. Bu yolda birleşir, birer kardeş olduğumuzu bilip birbirimizi severek, dünyanın en büyük, en kuvvetli milleti olur, dünyada rahata, huzura, ahırette de sonsuz saadede kavuşuruz. (Hadika s. 696)
.
|
|
|
|
|
.
|