 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
Bir de Rodos adası var
12 Mart 2001 01:00
Bir Kıbrıs adası ve buna bağlı olarak Kıbrıs meselemiz var ama bir de Rodos adası var. Rodos adası bilinmeden Kıbrıs meselesinin halli mümkün değildir. O takdirde Kıbrıs'ı bütünün içinden çekip tek başına çözmeye çalışmış oluruz. Zaten yarım asırdır yapılmak istenen de bu. Onun için arpa boyu kadar yol alınamıyor. Rodos, Marmaris'e 40 km mesafede tarihi ve stratejik bir yer. 1523'te Kanuni Sultan Süleyman tarafından Sen Jan Şövalyelerinden fethedildi. Ve 400 yıl Osmanlı idaresinde yaşadı. Osmanlı dört asır hüküm sürdüğü adaya dört bin yıl izleri silinmeyecek eserler bina etti. Medrese, cami, çeşme, kütüphane... gibi. Osmanlı Türkleri, Rumlara Kaleiçi'nde ikamet izni vermemişler. Türklerle Yahudilerin burada oturabilmelerine karşılık Rumlar, Kaleiçi'nde yalnızca gündüzleri ticaret için bulunabiliyorlarmış Sebep emniyet. Devrin şartları bunu amirmiş. 1890 Nüfus sayımına göre adada 6825 Türk ve 20250 Rum yaşıyormuş. Nüfus mübadelesi esnasında şehir İtalyanların elinde olduğundan Türkler burada kalmışlar. Günümüze gelince... Bugün Rodos adasında 3500 Türk'ün mevcut olduğu bilgisi eminiz ki herkesi şaşırtacaktır. Şaşılacak bir başka konu ise Türkçe eğitime dair. 1971 yılına kadar ada okullarında Türkçe okutulurken bu tarihte kaldırılmış. Onun için yeni nesil Türk çocuklarından bir çoğu Türkçe konuşamaz duruma düşmüş. Şimdi muhtelif lisanlarda eğitim varken Türkçe yok. Bir üzüntü sebebi. Daha hazin olansa ibadete ilişkin. Minareden ezan okunması yasak. Müezzin ancak cami avlusundan mü'minleri namaza çağırabiliyor. Bizim zamana armağan ettiğimiz en mühim eserlerden biri Hafız Ahmed Ağa Kütüphanesi. Kütüphanede 2500 civarında eser bulunuyor. Bunlardan 1000'i orijinal el yazması. Dünyanın değişik yörelerinden araştırmacılar Rodos'a gelerek bu kütüphaneden istifade ettiği halde Türkiye'den bir kişi bile kapıdan içeri girmemiş. Marmaris'ten deniz otobüse ile bir saatte varılabilen ve ziyaret maliyeti 50 dolar olan bir eski vatana bu kadar uzağız. Peki Rodos'a, hemen yanı başımızdaki bu adaya bu kadar uzağız da diğerlerine daha mı yakınız. Bu adalarla alakalı olarak Türkler ne biliyor? Hiçbir şey. Veya güneş, plaj ve şarap. Bütün bilinenler bundan ibaret. Halbuki... Osmanlı "Cezair-i Bahri Sefid" diyordu onlara; "Akdeniz adaları." O zaman "Ege" diye ayrı bir deniz yoktu. Hepsi Akdeniz'di. Bizim nesiller, bir öncekilerden 12 Ada diye bir dâvâyı işitti. II. Dünya Savaşından sonra İtalyanların işgal altında tuttukları bu adaları asıl sahipleri olan Türklere bırakmak için yaptıkları müracaatı İsmet İnönü'nün affedilmez bir hatayla geri çevirdiğini, bu yüzden teklif sahiplerinin de adaları Yunanlılara bıraktığını devrin yazar ve konuşmacılarından öğrenmiştik. Daha sonra bunları tarih kitapları ile takviye ettik. O zamanlar, 12 Ada gündemdeydi. Sonra unutuldu. Kimse ağzına almadı. Her şey Kıbrıs'a odaklandı. Bütün milli meselemiz bu adanın üçte birinden ibaret oldu. Bir de Yunanlıların maraza çıkartmalarından dolayı Ege problemi diye halkın pek de bilmediği bir ihtilaf zaman zaman ortaya geldi. Böylece Rodos da uzaklaştı Girit de. Diğerleri de. Sislerin arkasında kaldılar. Buralara Türkiye'den giden çok turist ecdat yurdunda gerçekten bir turist yabancılığı ile dolaştı. Evet tekrar ediyoruz. Heybenin bir gözü Kıbrıs'sa diğeri de Rodos'tur. Heybenin bir gözünü doldurup diğerini boş bırakırsanız onu hem yükleyemez ve hem de dengeyi tutturamazsınız. Bilgi kuvvettir. Haklar bilinirse barış kalıcı olur. Savunulan hakkın olduğu yerde adaletten söz etmek kabildir.
Hakikat gazetesi
14 Mart 2001 01:00
"Nereden çıktı bu Hakikat gazetesi?" diyebilirsiniz. Adı üzerinde O, bir gazete; günlük ve yalnızca 4 sayfa. İnanılması ne kadar zor değil mi? Bu kadar mütevazı bir gazete 400 bin satışlı bir gazetede konu yapılmakta. Eğer bir gazete, yayında 53. yılına giriyorsa bu başarıyı fark etmek lazım. Gazete olmak, sayfa sayısı ile alakalı değil ki. O, kâğıttan öte bir şeydir, sayfalara siner, okuyucuyu alır ve götürür. İşte zamana dayanan bu ruh, heyecan, azim ve samimiyettir. İsterse tek yaprak olsun; yarım asır her sabah insanlara bu tek yaprağı ulaştırmak öyle zordur ki. Bir düşününüz her gün mektup yazıyorsunuz. Mümkün mü? İşte gazeteci o mümkün olmayanı zorlayan insandır. İcra edilen, bir sevda mesleğidir. Biz, Hakikat'in isminden başka hakkında bir şey bilmiyoruz. Yığınla gelen postanın arasında dörde katlanmış bir de gazete gördük. Daha doğrusu birinci sayfanın dörtte birini kaplayan 53 rakkamı dikkatimizi çekti. Sağını solunu yırta yırta zımba tellerini çıkartarak açtık. Dediğimiz gibi 4 sayfalık bir Anadolu gazetesi. Sivas'ta çıkıyor. Bir de hoş bir uygulaması var. Bayram tebriği yerine gazete yolluyorlarmış. Aldığımız, aslında gazete olduğu kadar aynı zamanda tebrikmiş de. Gazete doğum gününü şu cümle ile özetlemiş: "53 yıl bir ömür hep imtihan veriyoruz." Bu prensip her gazete hakkında doğrudur. Ancak "gazete" için, kirli kâğıtlar için değil. Bu yüzden sayfa çok da mühim değil diyoruz. Önceki akşam J.P. Müller'in müthiş oyunu 'Kapı Komşu' oyununu görmek maksadıyla Hadi Çaman Tiyatrosu'na girmeden evvel yanımızdaki arkadaşa yol kenarında asılı olan gazetelerden birini gösterdik. Bu gazetelik iddiasındaki kâğıt yığını birinci sayfanın sağ üst köşesinde belden yukarısı çıplak olan bir kadın resmi basmıştı. Arkadaşımıza sorduk; bu gazeteleri çıkartanların kendi aileleri yok mu; kadınları, kızları... Onlar bu gazeteleri evlerine götürmezler mi? Son senelerin hileli yollarından biri. Bazı basın grupları, ikinci-üçüncü derecede yayınlar çıkartarak emellerine hizmet ettirmekteler. Şunu demek istiyoruz. Babıali'de medya yozlaşması tehlikeli bir biçimde tırmanıyor. Matbuattan basına, basından medyaya doğru giderken yükselme değil, düşüş yaşandı, yaşanıyor. Bundan dolayı Anadolu basınını görmek lazım. Gazetesini, dergisini hatta kitabını desteklemeli. Yayıncılık her yerde zor. Anadolu'da daha zor. Anadolu basınını ayağa kaldırmak, Turgut Özal'ın kuvveden fiile çıkartamadığı projelerinden biri. Bunu özel televizyonculukta yaptı. Üniversitelerde de yaptı. Üniversiteler Anadolu'ya yayıldı. Yazılı basında olmadı. O, Babıali kulesinde kuyruğunu yiyen canavar gibi kendi itibarını tüketmekte. Anadolu medyası, hem yokluklarla mücadele etmekte, hem İstanbul gazeteleri ile rekabet etmekte. Buna tahammül, bir kahramanlıktır. Onları kutluyoruz. Onlardan haber aktaran Tv'leri de kutluyoruz. Anadolu basını ne işe yarar? Mahalli bir haberleşme unsurudur. Anadolu günlüğüdür, tabii salname. En değerlisi ise onlar, milli medyaya eleman yetiştirir. 50 seneyi arkada bırakmak dile kolay. Hakikat'i tebrik ediyor, bol sayfalı fakat hep yüz akı imtihanlı zamanlar dileriz.
.
Tencerenin dibi
10 Nisan 2001 01:00
Osmanlının ihlasın zirvede olduğu dönemlerinde değişmez düstur "ya devlet başa ya kuzgun leşe"dir. Bu kaidede devlete bağlılık en som şekliyle ifade edilir. Bu sözde serapa samimiyet mevcuttur. Devlet, asırlarca akından akına bu anlayışın tepeden tırnağa yaşanması ile koşmuştur. Uğruna ölünen bir devlet ve gözünü budaktan sakınmadan canını veren mensupları vardır. Sözün özünde almak değil vermek fikri hakimdir. Daha sonra o asil ölçü, bir rezil kıstasla yer değiştirir "devletin malı deniz, yemeyen domuz." Umulurdu ki geçen zaman, yeni rejimler, modern iktidarlar, bir yere gelip de yöneten iradenin kalbini önceki güzelliğe döndürsün. Ne gezer. Aksine materyalist temayüller makam sahiplerini tamamen 'ben' merkezli olmaya yöneltti. Ve böylece çürüme, yavaşlama yerine hızlandı. Buna paralel olarak daha başka aşağılık tavizler de gündeme oturdu ve bir daha da sökülüp atılamadı. "Bal tutan parmağını yalar", "benden sonra tufan" gibi... Ama bunlarla da kalınmadı. Öteki aşağılıklar da revaç buldu. Bu ikinci hamle ile de birinci tavra dolaylı destek veriliyordu. "Vatan, millet, Sakarya!..." Vatan da millet de vatanın can damarları da istihza konusu olmaktaydı. Bunlar devam ediyor. İtiraf etmeliyiz ki maziden iyilikleri, faziletleri, fedakârlık ahlakını... değil, kötülükleri devraldık. "Ya devlet başa ya kuzgun leşe" diyen kalmadı. "Devletin malı deniz..." fırsatçılarıysa aç kurtlar misali çoğaldı. "Hortumcu", "hortumlamak..." her ne kadar amiyane tabirler olsa da bunlar büyük talanları özetleyen maşeri çığlıklardır. Hırsızlık, rüşvet, dolandırıcılık, suiistimal o noktaya gelmiş ki bunlar kendi zarfları ile tarif edilemez olmuş. Onun için mezkür kelimeler ortaya çıktı. Bütün bu menfilikler ne yazık ki devlette yaşanıyor. "Devlet" dediğiniz ne? Bir hükmi şahsiyet. Malı herkese ait. Zirvedeki insanın da hakkı var onda, "Tüyü bitmemiş" yetimin de. İşte bunlara aldıran yok. Herkes, kesesini doldurmak, herkes, gününü gün etmek peşindeydi. Bunun terk edileceğini beklemek zor. Bir kişi milyon dolarlar harcayarak vekil seçiliyor. 5 yıllık maaşını toplasanız seçim harcamalarını karşılamaz. Peki nasıl oluyor da bunu yapıyor? İşte pespaye bir mazeret. "Tavuk gelecek yerden yumurta esirgenmez." Krizden ne gün çıkılır? Böyle giderse hiçbir zaman. Anlık, aylık, yıllık iyileştirmeler krizin kökten sökülüp atılması değildir. Ruhumuzu bulmamız lazım. Aklımızı, ahlakımızı, vicdanımızı, Allah korkusunu. Bir "haram" kelimesinin yaptığı caydırıcılığı hiçbir müeyyide temin edemez. İster milletvekili olsun, ister bakan, isterse genel müdür. Makama hizmet için talip olan anlayışı hakim kılmak lazım. İhale kapıp "malı götüren" zihniyet değil. O zihniyet etkili olursa işte devletin başına böylece bir çok lüzumsuz havaalanı külfeti açılır. Suiistimalin her türlüsünü işitmiştik. Fakat havaalanı yoktu. Pes doğrusu. Bu kadar olur. "Devletin malı deniz yemeyen domuz" kepazeliği şaha kalkmış durumda. İyi ki kriz oldu da rezalet perdesi bir parça aralandı. Herkes tencere ve herkes bir diğerine karasını haber vermekte. Bu memlekette ayna yok mu? Var. O aynada şunlar görülüyor. Din istismarı, milliyetçilik istismarı, Atatürk istismarı ve çalıp çırpmalar. Kriz geç bile kaldı.
.
Türkiye'nin zencileri...
27 Nisan 2001 01:00
Zenciler, Amerika'da, anavatanları Güney Afrika'da yıllar yılı ikinci sınıf insan muamelesi gördüler. Parlamenter, vali gibi önemli mesleklere seçilemiyor, hatta beyazlarla aynı mekânları paylaşamıyorlardı. Durum değişti mi? Resmî manzara aldatıcı olabilir. Türkiye'nin zencileri ise İmam Hatip Lisesi mensupları. Bir el üstünde tutulan okullar var, bir de böyleleri. Bunlar alalabildiğine aşağılanmakta, hakaretin her çeşidine uğramaktalar. Hani herkes kanun önünde eşitti? Nerede o kanunlar, nerede eşitlik? İHL mezunları, Harbiye'ye giremiyordu. Derken 28 Şubat kaosu ile birlikte üniversiteye çıkan yolları da tutuldu. Anadolu çocuklarıyla onların aileleri karşılaştıkları haksızlıkları dahi sabırla göğüslediler. Maddi, mânevi, psikolojik ağır şartlara rağmen onlar her türlü sıkıntıya dayandılar. Eylem yapmadılar, protestolara girişmediler, açlık grevlerine gitmediler. Bir gün devletin bu çifte standardı ortadan kaldıracağını ümit etmekteydiler. Bunu beklemek haklarıydı. Evlatları İHL'lerde okuyan aileler de vergi vermekteydi. Onların da erkekleri askerlik yapmaktaydı. Onlar da bu ülkenin mensuplarıydı. Oralı olan çıkmadı. Bilakis iddiaları ile çelişerek İHL'li kızların başlarını açmaya yeltendiler. Panzerli, coplu, kalkanlı polislerle küçücük kızlar köşe kapmaca oynadılar. Türkiye, günlerce bu trajediyi yaşadı. Bütün dünya önünde küçük düşülüyor. Derken, başörtülü hanımların bayrak törenlerine bile katılamayacağına dair bir tüzük çıkartıldı. Bu akıl almaz tüzükten vazgeçildiği gün İmam Hatip Liselerinin bir imkânları daha ellerinden alındı. Onlar, bundan böyle polis kolejlerine gidemeyeceklerdi. İHL'lilerin üniversiteye, Harp okullarına, Polis Kolejlerine gitmelerine karşı olanların bir bahaneleri vardır. Adı üzerinde bu müesseseler imam ve hatip yetiştirir. İtiraz şeklen makul görünebilir. Ancak sorulması gereken soru şudur? Vatandaş, onca mahrum bırakmalara rağmen niçin bugün dahi çocuğunu bu okullara göndermekte? Cevabı basit. Dinini-diyanetini öğrenmesi için. Cemiyete dürüst insanlar yetiştirmek maksadıyla. Arkada bir fatiha okuyacak mirasçıları kalsın diye. İHL'lere bu kadar buğz neden? Onların hepsini aynı siyasi görüşte farz etmek gaflettir. Bugün sosyal hayatta bu okulları bitirmiş yüzlerce akademisyen, binlerce öğretmen, hukuk mensubu, binlerce doktor, muhasebeci, zabıta, polis, siyasetçi vs var. Bakanların içinde bile bu okul mezunlarından bulunuyor. Bir istatistik yapılsa görülecektir en az disiplinsizlik işleyen memur İHL'lidir. Buna rağmen neden zenci muamelesi? Üstelik içtimai barışa, konsensüse en fazla muhtaç olduğumuz şu kriz günlerinde. Bir felaket zamanında İmam-Hatip mezunu iş adamlarının yaptıkları yardımlar reddediliyor mu? Öyleyese niçin yolları kapatılmakta? Neden o gençlere istedikleri meslekleri seçme hakkı verilmiyor? Bu Türkiye'ye kötülük değil midir? Kemal Derviş'in dediklerine dikkat: -6 yıl önce Ankara'da bir ders veriyordum. Dersi izlemeye gelen iki kız yan yana oturuyordu. Biri türbanlıydı, diğeri ise mini etek giymişti. Çok iyi arkadaştılar. Böyle de olmalı. Derviş, bunları derken Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa Bumin, sadece başların değil boyunların da açılmasını talep ediyordu. Boş bir istek. Derviş'in şu sözleri böyle düşünenlere en güzel cevap: -Türkiye, Ortadoğu'ya ait derinlemesine İslami bir zümredir. Aynı zamanda Avrupa ve batının bir parçasıdır. Türkiye, iki kültürel boyutu ve Osmanlının çok kültürlü geleneği ile global bir güç olabilir. Zaten öyle anlaşılıyor ki ekonomik kriz bir netice. Mantar gibi "hortumcu" bittiyse neden şikâyetçisiniz? Ne öğrettiniz ne bekliyorsunuz? Onun için yarın kalkıp "İHL mezunları hortumcu olamaz" diye bir kanun yapmayın. Onlar hortumcu olmaz. Zenci omayı, hortumcu, soyguncu, talancı olmaya tercih ederler. Eğer bu zenci okullarını yok etmek istiyorsanız kolayı var. Onlardaki müfredatı diğer liselere aldığınızda vatandaş, bu liselerin kapısına kendi eliyle kilit asar
.
Durmalı ve düşünmeli
10 Mayıs 2001 01:00
Teslimiyet kurtuluştur. Bunu halk kendine has ifadelerle billurlaştırır. "O'ndan gelene boynumuz eğik." gibi. Veya Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerinin "Hak şerleri hayr eyler/Zannetme ki gayr eyler/Arif ânı seyr eyler/Mevlam, görelim neyler/Neylerse güzel eyler" diye tevekkülü mısralaştırma misalinde olduğu gibi. Bunların daha bir çok örnekleri var. Bu misaller, ayettir, hadistir, kelamı kibardır, ata sözüdür, şiirdir. Kıssa ve menkıbeleriyle onlar, halk dağarcığının zenginlikleri. Ne sanılıyor? Krize tahammül bu zenginlikle mümkün olmakta. Dikkat edilirse ekonomik krizin hep maddi cephesi üzerinde duruluyor. Bu kilitlenmeler, çare arayışları hep tavanda cereyan etmekte. Halktan kopuk. Yerli ve milli bağları zayıf. Bir Arjantin'le bir Türkiye aynı değildir. Bir gün AB'ye girilse de aynı olmayacaktır. Hekim bütün hastalarına aynı ilacı mı verir? Hatta aynı hastalıkta bile bunu yapmaz. Devlet millet kaynaşması bir tarafa, tam tersine devlet aydın uzaklığı içindeyiz. Bu millet gibi duyabilmek... Onun gibi duyan, onun gibi düşünür, güler ağlar, sabreder, tahammül eder, tevekkül eder. Yöneticilerimiz, sabır kelimesinden öte dini terminolojiden bir başka kavramı kullanamıyortlar. Sabrı dahi zar-zor dile almaktalar. Sadece kullanma alışkanlıkları olmadığı için değil. Aynı zamanda korkuları da olduğundan. Mesela Kemal Derviş, bir basın toplantısında "..yaşadıklarınızı biraz da tevekkülle karşılayınız" dese... sabah erkenden taksi durağına gittiği gibi camiye de uğrasa kim bilir başına neler gelir. Laikliği çarpıtarak sunmak bu millete en büyük kötülük. Her insan duaya muhtaçtır. Dua eder ve dua ister. En inançsız gibi görünen bile duadan kendini alamaz. İnsan hilkaten buna mecbur. Onun gibi toplumun da mânevî dayanakları vardır. Onlar günü geldiğinde kullanılır. Sabır, tevekkül, teslimiyetle benzerleri. Bir de diğer tarafta olanlar. İsrafın yasak kılınmış olması gibi. Bu zenginliklerden istifade edilemiyor. Bugünkü insan siyasal İslamla laikçilik arasına sıkışmış durumda. Oysa toplumun ruh sağlığı tehlikede. Sosyal barış tehlikede. Böylece ferdler, aileler ve milletin geleceği tehlikede. Maziden tevarüs edilen zenginlikler fark edilemeyip de harcanınca istikbal elden kaçmaktadır. Şu krizin açtığı maddi-mânevî ziyan ne ile ölçülebilir? İntihar, fuhuş, boşanma, cinayet,... gibi krizin yol açacağı sonuçları erkenden haber vermiştik. Onların çoğalmaması derinleşmemesi lazım. Onun için devletin cami unsurundan istifade etmesi gerekir. Bir cuma günü camilere milyonlarca kişi koşmaktadır. Bunun gibi radyo ve televizyonların dini yayınları da faydalı olur. Mesele sadece dış yardım ve yeni kanunlar çıkartmakla çözülemeyecektir. Eğer çimento yapıyorsanız ona lazım olan her malzemenin kullanılması gerekir. Mânevî unsur ihmal edilemez. Edilirse bulunacak her çare ömürsüz olur. Millet, ferdlerden meydana gelir. Tek tek vatandaşları sağlam olan milletler muhkemdir. Sokaklar, uykusuz, dertli, çaresiz, işsiz ve ümidsiz insanlarla dolu. Bu bir tehlikedir. Buna sonderecede duyarlı olmak lazım. Reçete cepte. En ümidsiz kişiye bile "Allah'tan ümid kesilmez!" hakîkati hatırlatıldığında o insan, sanki yeniden dünyaya gelmektedir. Ya "her akşamın bir sabahı vardır..." dediğinizde veya "her şerde bir hayır vardır..." dediğinizde. Veya "...iktisat eden fakir olmaz" dediğinizde. Ekonomik kriz siyasi krize dönüşüyor yahut dönüştü. Bir de mânevî krize dönüşürse... İşte o zaman felaket kapıyı çalar. Onun için durmalı ve düşünmeli. Bu milletle mânevi dünyasını da Amerika kadar tanımadıktan sonra havanda su döversiniz. Millete rağmen değil milletle birlikte hareket ediniz. O zaman size inanır ve sabreder ve tahammül eder ve tevekkül eder.
.
Yürek yakan Kosova
14 Mayıs 2001 01:00
Kosova'nın her Türk'ün hayalinde mübarek bir yeri vardır. Avrupa'da ilk tutunma hamlelerinde 1389'da bir Padişah'ını Kosova Meydan Muharebesinde şehîd vermiştir. Ecdad, bugünleri görürcesine kalıcı olsun için Osmanlı Avrupası'na ulu kan dökmüştür. Arnavutlar başta olmak üzere bölgenin Müslüman unsurları, hatırasına türbe yapılan büyük şehîdle Türklere asırlarca sahip çıktılar. Kendilerini borçlu sayıyorlardı. İslamiyet'i Osmanlılar o diyarlara getirmişlerdi. O kadar ki bu bölgede Türk'le Müslüman kelimeleri eş anlam kazandı. Tıpkı Anadolu'daki gibi. Balkanlarda bugün dahi birine "Türk müsün?" diye sorduğunuzda "elhamdülillah" diye karşılık alırsınız. Arnavut da kendini "Türk" sayıyordu. Boşnak da diğer Müslüman unsurlar da. Osmanlı Türkleri, 1912 Bükreş Muahedesi ile kalblerini kor ateşler yaka yaka bölgeden ayrılmak zorunda kaldılar. Her şey bu ayrılıkla başladı... Bu ayrılıkla bitti. Çok yerde olduğu gibi. Kosova, devlet olma yolunda bir ülke. İki milyon nüfuslu. Merkezi Priştine. Diğer önemli şehri Prizren. Türkler burada daha fazla. Ekseriyeti Arnavutların teşkil ettiği Kosova'da Türklerin 50 bin civarında olduğu tahmin ediliyor. Eğer muhtelif tarihlerde göçler yaşanmasaydı bu sayı bugün 5 katında olacaktı. Fakat Allah'ın hikmetine bakınız ki o 5 kat bir başka şekilde yine tecelli etmiş. Arnavutluk'ta Türkçe bilenlerin sayısı 250 bin dolayında. Bunun iki sebebi var. Tarihi miras ve Türk televizyonları. Bölgede Türk televizyonları rakipsiz bir şekilde takip edilmekte. Ticaret, televizyon yayınları ve 1135 Mehmedciğimizle bölgedeyiz. Yayınlarımız rakipsiz. Televizyonlar, hiç farkında olmadan bütün Osmanlı mülkünde bir hizmete vesile olmaktalar. Bu itibarla böyle bir gerçeğin daha bir şuurunda olarak hizmetlerini gözden geçirmeleri gerekir. Hadise kendilerini aşmıştır. Artık, Anadolu ve Paşaeli/Trakya'dan ibaret çekirdek aile halinde değiliz. Büyük aile yeniden kucaklaşıyor. Belki denebilir ki "kablo veya uydudan bu televizyonlar her tarafta takip edilmekte." Doğru fakat bir farkla. Tesir üç unsur üzerinde olmakta. Yayınların ulaştığı yerlerdeki Türklerde. Müslümanlarda veya eski teb'amız gayrımüslimlerde. Münasebeti düşmüşken bu hayati ehemmiyetteki gerçeğe temas etmeden geçemedik. Perşembe günü Dışişleri Bakanı İsmail Cem'le birlikte Kosova'daydık. Hava Kuvvetlerimize ait bir uçakla indiğimiz Kosova'yı ilk defa ziyaret ediyor ama bininci kere görüyor gibiydik. Bir yanıyla Kütahya'ydı. Bir yanıyla Bayrampaşa veya herhangi bir Anadolu şehri. Kosova'da elçilik yahut Konsolosluk tarzında da hizmet veren Eşgüdüm Bürosu'sunda bilgisayar kursu açılışı vardı. Arabalarımız Koordinasyon/Eşgüdüm Bürosuna yaklaşırken müthiş bir tezahürat, alkış ve sevinç dalgası ile karşılaştık. Ellerde kâğıt ve bez bayraklar vardı. Bazı genç kızlar, başlarını ay-yıldızlı bayraklarla örtmüşlerdi. Dillerde ise hoş bir nakarat şakıyordu. Hızla ve arka arkaya söylendiği için tam anlayamadık. Sadece en son kelime olan "Türkiye"yi yakalayabilmiştik. Bizden defterine hatıra birkaç satır rica eden Kosovalı genç kızdan sözleri tekrarlatarak not aldık. İstanbul Türkçesi ile konuşan Kosovalı Türk, azınlığa düşmenin yürek yanıklığı ile Türkiye sevdasını şöyle dile getiriyordu: Tüm Yolların sonunda Damarımda kanımda Yüreğimde canımda Tür-ki-ye!!!..
.
Kosova'yla dertlenmek
15 Mayıs 2001 01:00
Kosova Türkleri'nin İstanbul Türkçesi ile konuştuklarını bilhassa yazdık. Balkan Türklüğünün tamamı da bu ağızla konuşmakta. Buna rağmen dönüşte Kosova intibalarımızı anlattığımız çevrelerde onların Türkçe bilip bilmedikleri bize soruldu. Ne büyük kopukluk... Kosova, Türkleri kırgın ve gelceğe bakışları düşündürücü. Hakim unsurken azınlığa düşmeyi hazmedemiyorlar. Nasıl hazmetsinler? Sayıları azalmış, Türkçe azınlık dili olmuş. Sokakta konuşulması bile yadırganma yolunda. Halbuki yakın zamanlara kadar işyeri tabelaları Türkçe'ymiş. Sırbistan yönetimin 1989'da yürürlükten kaldırdığı 1974 tarihli Anayasa'da Kosova'da resmi dilin Arnavutça, Türkçe ve Sırpça olduğunu yazmakta. Bugün BM'nin '74 Anayasasının verdiği özerkliğin peşinde olup da o anayasanın ülkeyi teşkil eden taraflara temin ettiği müktesep hakları kabul etmemesinin hiçbir makul tarafı olamaz. Üstelik Sırplar da azınlıkken sadece Türkçe anayasadan çıkartılmakta. Birleşmiş Milletler İdaresi'nin hazırlattığı geçici anayasada Türkçe yok. Türk hariciyesi ve yerli Türkler böyle bir haksızlığa şiddetle karşı çıkmaktalar. Onlarsa bir bahaneye sığınıyorlar... Türkler 74'deki nüfusta değiller... Türk liderlerine de söyledik. Komutan, muharebeyi kaybeden subaya neden mağlup olduklarını sormuş. "10 sebep vardı demiş" mağlup subay ve eklemiş birincisi "barut yoktu." Komutan "kâfi, demiş, diğerlerini saymaya hacet kalmadı!" En büyük mesele nüfustur. Balkan Türklüğü 1877'den beri Türkiye'ye akıyor. 124 yıllık bu bitip tükenmez muhacerat sonucu orada bir avuç kale nöbetçisi kalmış. Gerçi onlar, sayıca az, fakat azim, şuur ve milli hislerle dolu olmak bakımından Türkiye Türklerinin gıpta edecekleri seviyedeler ama ne olursa olsun kararlar sayı üstüne. Bu bakımdan Kosova'da da Makedonya'da da, diğerlerinde de nüfusu arttırmanın çarelerine bakmak lazım. Bu onlardan ve oralardan önce Türkiye için bir zaruret. Neler yapılabilir? En evvel, göçler durdurulmalı. Haklar yerinde korunmalı. Daha evvel göçmüş olup da dönme arzusu taşıyanlar için teşvik edici tedbirler alınmalı. Çekirdek aile fikrinden vaz geçilmeli. Çalışmak için bölgeye Türk işçisi yönlendirilmeli. Türk müteşebbis ve yatırımcısı Balkanlara girmeli Çifte vatandaşlık üzerinde durulmalı. Kosova Türklerinin belki bütün Balkan Türklerinin en büyük kaybı kendi aralarında bölünme. Bir çok partilere bölünüyorlar. Bölünmüş oylar, seçimlerde kayıplar verdirmekte. O zaman da tesirleri zayıflıyor. Kosova televizyonunda Türklere ayrılan zaman günde sadece 5 dakika. Radyoda ise 15 dakika. Bir taraftan bu süreleri çoğaltmaya uğraşırken diğer taraftan yazılı basınla eksikleri telafi yoluna gitmekteler. Kosova'da "Yeni Dönem" isminde haftalık bir gazete ve "Türkçem" diye aylık bir çocuk dergisi çıkmakta. Dünümüz, günümüz ve yarınımızla Balkanlardayız. Buna mecburuz. Onun için. Kosova fatihi Murad-ı Hüdavendigâr'ın göreni ağlatacak sefaletteki türbesi de Vehhabi kıyımına uğrayan Dört Lüleli Camiî de yılların ihmaliyle dolu yiğit kardeşlerimizi de görmemiz gerekiyor. Ankara kavgaları yalnızca Türkiye'ye ziyan vermiyor.
.
Bir türbenin gözyaşları
17 Mayıs 2001 01:00
Kosova Meydan Muharebesi ile 1389'da Balkanlara ebedî mührümüzü vuran Murad-ı Hüdavendigâr'ın Priştine'nin bugün kenar mahallelerinde kalmış olan türbesine gittiğimizde hayret ve hayal kırıklığıyla derin üzüntülere gark olduk. Bakımsızlık tahayyül ötesi. Ne kadirbilmezliktir böyle anlaşılır gibi değil. Başta Türkler olmak üzere hem oradakiler, hem buradakiler kabahatli. Halbuki bırakınız türbeyi, türbe avlusunda ikiye ayrılmış gövdesi ile göğe doğru uzanırken iki yana açılmış dua iki eli hatırlatan muhteşem tarihi ağaç bile başlı başına bir eser. Zannederiz o ağaç Sultan Murad'ı görmüştür. En azından Bursa Belediyesi buralara sahip çıkabilirdi. O olmasa Vakıflar genel Müdürlüğü ne güne duruyor? Konuyu uçakta Dışişleri Bakanımız İsmail Cem'e açtık. Diyanetten bir hey'etin yakında bu maksatla geleceğini; şayet onlar tamir etmezse dışişlerinin bu işi üzerine alacağını haber verdi. Meselenin gönül bağı dışında Diyanetle alakasını pek anlamadık. Lakin vakıflar, hatta Vakıflar Bankası ve Sultanın kendisinin Bursa'da medfun olması sebebiyle Bursa Belediyesini mes'ul görmekteyiz. Türkiye'deki bir çok tarihi eser yıkıma terk edilmiş durumda. Birinci sırayı da Fatih İlçesindekiler alıyor. Hal böyle iken öncelik Kosova'da mı? Öncelik hepsinde. Kosovadakiler kadar kimsesiz Fatih'tekiler de bizim eserimiz, Balkanlardakiler de bütün Orta doğudakiler de. Bir fark var ki o da şu. Türkiye'dekilere dışarıdan müdahale olmamakta. Oralarda ise bir kuşatma harekâtı var. Biz kültürel kuşatma ve yok etme stratejisi ile karşı karşıyayız. Denildiğine göre savaş esnasında İran ve Suudi Arabistan bölge yönetimlerinden birtakım taahhütler alarak yardımda bulunmuş. O taahhütlere dayanarak şimdi ideolojilerine uygun kültürel faaliyetler göstermekteler. Dört Lüleli Cami ilk kurbanlardan biri. Bölgeye giren Vehhabilik, Osmanlı eserlerini tamir bahanesi ile devirerek kendi üslupları ile yerlerine nevzuhur binalar dikmekte. Vehhabiliğin Kafkaslar ve Balkanlara sızma arayışlarına çok dikkat etmek lazımdır. Onun önüne geçmek de sadece siyasi tedbirlerle olmaz. Orta yol İslam'ın fark edilmesi gerekir. Laikliği maksadını aşan bir anlayışla din gibi algılayarak yol kesme vasıtası gibi kullanmak millî menfaatlerimizle çelişmektedir. Bu anlayışın açacağı zararları, yarın hiçbir şekilde telafi edemezsiniz. Bilindiği gibi Osmanlı şia ile tarihi boyunca Vehhabilikle de son bir-bir buçuk asrında mücadele vermişti. Oradaki bir camiyi, bir sebili, bir türbeyi bir kale bekçisi, bir dizdâr gibi görmek lazım. Vahim gelişmeyi de İsmail Cem'e açtık. Suudi Arabistan'da Mekke Kalesi ile Medine Demiryolu dışında Osmanlı eseri bırakılmadığını naklettik. Ve Balkanlardaki oyuna dikkat çektik. Yakında Suudi dışişleri bakanının geleceğini, bütün bunları kendisi ile konuşacağını söyledi. İnancımız o ki büyük sıkıntılar yaşansa da ekonomik krizler bir şekilde aşılır. Yeter ki toprak altımızdan kaymasın. Nüfus olmazsa, eser kalmazsa, toprak mülk olmaktan çıkarsa milletten de devletten de söz edilemez. Misakı milli, dayatmayla kabul ettirilmiş hudutlardır. Bizim bir de tabiî hudutlarımız var. Hayatımız da varlığımız da oralardan başlar. Ve devam eder...
.
Üsküp
18 Mayıs 2001 01:00
Dışişleri Bakanı İsmail Cem, sohbetimiz sırasında son derecede dikkate değer fikirler ortaya koydu. Şöyle diyordu: "Bir ihtilal yaptık ve tarihle aramıza mesafe koyduk. Böyle bir mesafe gerekiyor muydu, gerekmiyor muydu; ayrı mesele ama o mesafe uzun sürdü. Halbuki zaman boyutunda ve mekân genişliğinde düşünmek lazım." Bu bakış bu toprakların nimetleriyle büyümüş namuslu aydının sancısıdır. Hakkı teslim etmek lazım. Tarihe hürmetkâr gördüğümüz, İsmail Cem, bir günde üç günlük temaslarda bulundu. Kosova'daki koşturmalardan sonra yine Hava Kuvvetlerimize ait uçakla Makedonya'nın başşehri Üsküb'e geçtik. Devlet-i aliyye zamanında bir coğrafi bölge olarak topraklarımızda yer alan Makedonya'yı da Kosova gibi I. Balkan Harbi'nden sonra imzalanan Bükreş Andlaşması ile elden çıkartmak zorunda kalmıştık. Bugünkü yerde önce Krallık II. Dünya Harbinden sonra da Yugoslavya Sosyalist Federatif Cumhuriyeti'ni teşkil eden 6 Cumhuriyetten biri kuruldu. Nüfusu 2 milyon. Nüfusun yüzde 4'ünü Türkler teşkil ediyor. Halkın yüzde 30'u Müslüman. Tarih şuurumuzun büyük mimarı Yahya Kemal'in Üsküb'ü 450 bin nüfuslu. TDP/Türk Demokratik Partisi Türklerin en büyük partisi. Daha başka Türk partileri de var. Tabiî partiler çoğaldıkça oylar da bölünmekte. Makedonya Türkleri de Kosova Türklerinin psikolojisinde. Onlar da Türkiye'ye sürekli göç vermişler. Onlar da birer kale beyi gibi. Canları dişlerinde varlıklarını sürdürme mücadelesindeler. Onlar da hakim unsurken azınlığa düşmenin, dilini rahatça kullanamamanın azabını yaşamaktalar. Kendi vatanlarında garip kalmanın melankolisindeler. Kosova gibi Makedonya'da da ticari mallar Türkiye'den. Türkiye televizyonları takip edilmekte. Türkçe burada da tırmanışta... Ne var ki... Yunanistan, sanki Makedonya'yı satın almış. Telekom dahil özelleştirilen Makedon şirketlerini Yunan şirketleri ele geçirmiş. Bu noktadaki kaybımız büyük. Türk şirketleri de bazı firmaları satın alabilirlerdi. Herhalde içerdeki kriz sadece içerde kalmadı. Ziyanı böylesine şümullü. Kosova'da bir mesai müddeti bulunabildik. Üsküp'te ise birkaç saat. O mübarek beldeye indiğimizde geceydi. Bu sebeple İsmail Hami Danişmend'in Rabia Hatun mahlasıyla söylediği "men tâ senin yanında hasretem sana" mısraı misali Üsküp'ün içinde Üsküp'e hasret gece yarılarında devam eden bakanlık, başbakanlık, cumhurbaşkanlığı randevuları sonrası dönüşe geçtik. Kerkük de böyle olmuştu. Ona üstelik çok yakınına varmış fakat gidememiştik. İzin yoktu. Türkçe, Türkler, Balkanlarda Kosova'da, Üsküp'te aynı gönül sızısı ile yaşanıyor. Kerkük'te Suriye'de aynı. O yüzden Bakana "burada Üsküp diyoruz, Irak'ta Kerkük" dedik. 4-5 yıl evvel Türkmenistan halı pazarında 7-8 yaşlarındaki kızının saçlarını tarayan anne, bir taraftan da yavrusunu "Gülcemal"im diye seviyordu. Kosova'ya ilk indiğimizde bizden defterine hatıra yazı isteyen genç kızın ismiyse Gülşen. İki gül fidanı arasında uzayan uçsuz bucaksız bir coğrafyadayız. Bu topraklar gülsüz olmaz. Onun için olsa gerek isimlerde güller açıyor; Gülcemal, Gülnihal, Gülbahar, Gülizar, Güllü, Gülfidan, Gülendam... Gül. Onun için biz, tebessümü bile güle benzetip ona 'gülme' demişiz. Bu sebeple İstanbul bu ara güllerle donatılmakta. İstanbul, çünkü, o coğrafyanın merkezi. Bu gerçek Priştine'den de, Üsküp'ten de Aşkâbâd'dan da öylesine hissediliyor ki. Bir derin rüyada yaşayan İstanbul güllerle yüzlere gülüyor. Üsküp'te yatan Nakiye Hanım'ın oğlu Yahya Kemal Beyatlı ne diyor? "Hafız'ı kabri olan bahçede bir gül varmış/Yeniden açar her gün kanayan rengiyle..." Güllerimizde kanayan bir renk var. Gülmek, güllerimizin hakkıdır. Güllerimiz, analı-babalı yetim. Cücelerle bir yere varılamaz; dev coğrafyaya bakıp devleşen düşüncelerle meseleleri kucaklamak lazım.
.
Elazığ 1. Ekonomi Kurultayı -1-
21 Mayıs 2001 01:00
120 sayfalık hacmiyle bir Elazığ Salnamesi gibi hazırlanmış olan Fırat'ın Sesi gazetesinin 'Elazığ 1. Ekonomi Kurultayı Özel Sayısı'nı incelerken bir de şiire rastladık. Mithat Yılmaz'ın mısraları Elazığ'a dair çok şey söylüyor. Zaten şiirler, az sözle çok mânâ ifade ederler. O yüzden 'şairlerin dilinde hikmet saklıdır' denir. 'Şimdi Harput' şöyle: "Anadolu dedikleyin akla/Her şey çığ çığ gelir./Arkasından bire bin irfanıyla/Elazığ gelir./Bir yol, Harput'a çıkar döne dolana./Hey Harput! Koca Harput!/N'oldu sana böyle yüce Harput?/Şimdi Harput viran olmuş/Şehir, ev-bark, ova yurt değil/Harput'u Harputken görmeliydin/Şimdi Harput Harput değil." Şiirde hüsranla yüzyüze gelmiş psikolojik sebepler bütün çıplaklığı ile mevcut. Küçücük şiirde Elazığ kelimesinin bir kere geçmesine mukabil tam 10 defa 'Harput' denmiş. Daüssıla/nostalji, derinden hissediliyor. Şiir, bir mersiye, bir ağıt. İshak Sunguroğlu'nun 'Elazığ soykütüğü' diyebileceğimiz Harput Yollarında ismindeki 5 cildlik eseri de öğle değil mi? 5 Cildin hülasası iki harf, tek heceden ibaret tek kelime değil mi? "Ah!.." Harput, bölgenin muhteşem bir merkezi iken I. Meşrutiyet yıllarında aşağıya, ovaya inmeye başlamıştır. Bu iniş aynı zamanda bir düşüştür. Cemiyet topyekûn değişmektedir. Daha evvel Tanzimat Fermanı ilân edilmiş, meşrutiyetle beraber şehir yer değiştirme zaruretini hissetmiştir. Tabiî ki şehirden ziyade münevverler. En önce de kışla aşağıya iner. Bir zaman sonra göçler de başlar. Belki bütün Türkiye'de yurt dışına ilk hicret, Harput'tandır. Tâ Amerika bulunur. Bunlar sonradan tiyatrolaştırılır da... 1839 Tanzimat, 1856 Islahat Fermanları, 1876 Meşrutiyeti ve Kanun-u Esasi'nin ilanıyla birlikte çıkagelen yeni bir üslûp; demokratik hayat. O ara Harput'un bir kartalın yuvasından süzülerek ovaya konması gibi yerinden oynaması. Her ne kadar Anadolu'nun fethinden itibaren bir kere dahi düşman girmemiş olsa bile devletin Kafkaslar ve Balkanlarda Ruslarla muharebeye tutuşması, tarihteki en hazin mağlubiyetleri tatmamız. Düşmanın doğuda Erzurum, batıda Yeşilköy önlerine kadar gelmesi. Derken Balkan Harbi, Birinci Dünya ve İstiklal Harpleriyle birlikte yaşanan hazin vak'alar. Şehidler, yaralılar, kayıplar, çöken yuvalar. Ve devrimlerle birlikte kıyafetten sosyal hayata kadar a'dan z'ye her şeyin değişmesi. Bir ân için bir Harputlu gibi düşününüz. Bir ulu şehirken yavaş yavaş onu kaybetmişsiniz. İmparatorluktan mütevazı bir devlete razı olmuşsunuz. Bin yıllık yazınızdan günlük alışkanlıklarınıza kadar neniz varsa bir bir elden çıkmış. Harputlu bu sendromu atlatamadığı için sıkı sıkıya folkloruna yapışmış, onunla tutunmaya çalışmıştır. Sanki folklora kaçmış, ona sığınmıştır. Keban'ın yüksek gerilimi bile onu kendine döndürememiştir. O hep Harput rüyası görmüştür. Hep o günlerin ihtişamını yüreğinde hissetmiştir. Hep onu konuşmuştur. Çünkü her yeni nesil bir mübarek miras gibi hep o hayal günleri dinlemiştir. Harputlu için Harputlu olmak yüksek şereftir. Zamanla yoksul düşmüş, fakat gittiği şehirlerde Harput'un itibarına zerrece ziyan getirmemek için hürmete layık bir dikkat göstermiştir. Sanki daima üzerinde bir emanet ve imtiyaz taşımıştır. Harputlu bir türlü Elazığlı olamazken zaman hızla akıp gitmiş; o, içinde Harput'a vefasını büyütürken diğer vilayetler gelişmiş Elazığ kaybetmiştir. Elazığ'ın hak ettiği kalkınmışlık seviyesinde olamaması maddiden öte psikolojiktir. Halbuki Elazığ, haritadaki şekliyle batıya doğru uçan bir uçak gibidir. Artık, Harput bir ruh, Elazığ bedendir. Bu denge yerine oturmuştur. Ovaya konmuş kartal yeniden havalanmak için kanat çırpmaktadır.
.
Elazığ 1. Ekonomi Kurultayı -2-
22 Mayıs 2001 01:00
Eğer Türkiye bölünmemişse bunda Elazığ'ın büyük payı vardır. Elazığ, doğuyla batı, güneyle kuzey arasında perçin görevi yaparak birliğimizin devamını temin etmiştir. Söz konusu olan yalnızca maddi teminat da değildir. Mânen de aynı ağırlıklı rol ifa edilmiştir. O şüphesiz ki hem bir vazife hem şerefti. Sadakat, ülke için kaçınılmaz bir borçtu. Ne var ki Elazığ, bir mukaddes borcu yerine getirirken kendisi ihmal edildi. Bugün Elazığlı, hak ettiği iktisadî seviyede olmadığını fark etmiştir. Bugün daha gerçekçidir. Artık tarihi ve kültürel sendromu da atlatmıştır. Elazığ Valiliği, Belediye Başkanlığı, Fırat Üniversitesi rektörlüğü, Elazığ Ticaret ve sanayi Odası başkanlığı, Fırat Havzası Gazeteciler cemiyeti, Müteşebbisler ve siyasi partiler, şimdi Elazığ'ın maddi kalkınması için dayanışma halindeler. 1-2 Haziran tarihlerinde Elazığ 1. Ekonomi Kurultayı toplanıyor. 2-10 Haziran günlerinde de Elazığ Ticaret ve Sanayi Fuarı açılmakta... Bunun için sektörler bazında iş bölümüne gidilmiş. Elazığ bir değişim yaşıyor. Düne kadar o bir aydın yetiştiren şehirdi. Öğretmenlik, yazarlık, subaylık, hukukçu, emniyet mensubu olmak... Elazığlının rağbet ettiği mesleklerdi. Bunda öteden beri gelen okumaya düşkünlüğün kültürel birikimi büyük pay sahibidir. Tüccar şehir değildi. Böyle bir alışkanlık yoktu. Şimdi aynı zamanda sanayi ve ticaret şehri olmak hedef alınmış durumda. Olmaması için hiçbir sebep de yok. Elazığ bir iç deniz vaziyetine bürünmüş olan Keban barajına sahiptir. 'iç deniz'in de devreye girmesi ile tarihi ve tabii zenginlikler bir kat daha güzelleşmiştir. Harput Kayabaşında çayını içen bir kimse deniz manzarası karşısında tarih ve tabiatla iç içe olmaktadır. Zaten öteden beri bir huzur beldesidir. Şiir akşamlarının bir gelenek halinde yaşandığı Sivrice manzaraları, Hazar gölü ve yeşili ile batıdaki emsaller ile boy ölçüşecek evsaftadır. Harput, Elazığ sayısız medeniyete beşik olmuştur. Bugün, o medeniyetlerin izine orada rastlamak mümkün. Üzüm, dut, badem ve kayısının en iyisi Elazığ'da yetişir. Dünyanın en güzel mermeri Elazığ'ındır. Buna rağmen Elazığ, DPT'nin belirlediği 2000 yılında metropolitan kent hedefine varamamıştır. Elazığlı'nın GSMH'dan aldığı pay layık olmadığı ölçüdedir. Elazığ'ın Havaalanı yetmemektedir. Bu sebeple bir havalimanına ihtiyacı vardır. Ayrıca doğalgaz ihraç eden ülkelere yakın olduğu halde bu nimetten mahrumdur. Bir teknik üniversite ihtiyacı vardır. Diğer üniversitelerde şu veya bu ölçüde kavga-gürültü yaşandığı halde Fırat Üniversitesi'nde sadece ilim yapılmıştır. Bu itibarla Elazığ, bir üniversite şehri olabilir. Bir kültür şehrinde bir Kültür Merkezi'nin olmaması ise anlaşılacak gibi değildir. En mühim ihtiyaçlardan biri ise yıldızlı otel eksikliğidir. Elazığ'a hizmet, Türkiye'ye hizmettir. Kuvvetli bir Elazığ'ın olduğu bölgede yıkıcı hareketler tutunamaz. Elazığ'da bir heyecan yaşanıyor. Nice zamandır haziran ayına hazırlanmaktalar. Şimdi dünyanın neresinde olursa olsun Elazığlı sanayici, tüccar, aydın, bürokrat ve siyasetçinin memleketine sahip çıkması gerekmekte. Satış mağazası açarak değil üreten fabrikalar kurarak hizmet yapılmalı. Bundan böyle kuru övünme, kuru kuruya 'gada alma' devri kapanacaktır. Elazığlı'ya ciddi mükellefiyetler düşüyor. Sevgi fedakârlık ister. Dün Harput'ta yetişenler İstanbul'dakilerle boy ölçüşüyordu. O halde bugün de dünya ile yarışmalı. Ay bile geçen yıl Harput'ta tutuldu. O tutulmayı bir baht açıklığına işaret sayamaz mıyız?
.
Şebnem
25 Mayıs 2001 01:00
Bir insan düşününüz ki o, aynı zamanda şairdir, yazardır, hikâyecidir, romancıdır, tiyatrocucudur, senaristtir, gazetecidir, yayıncıdır, fikir adamıdır, hatiptir, siyasetçidir. Necip Fazıl'dan söz ediyoruz. O, bunların hepsiydi. Mücadeleli, çileli ve haysiyetle yaşanmış bir hayattan sonra 1983'ün 25 Mayısında vefat etti. Sanki daha dün gibi geliyor. Eser verenler, eserleriyle yaşamaya devam ediyorlar. O, kitaplarından ses kasetlerine varıncaya dek yine mevcut. Zaten ölmek yok olmak değil ki... İnandığı dünya görüşünün tavizsiz müdafii oldu. Nesiller üzerinde, muvafıkları ve muhalifleri üzerinde inanılmaz izler bıraktı... Eğer, böyle bir düşünce adamı gelmeseydi, bugün Türkiye olarak değişik değerlerde değişik yerlerde olurduk. Fikir adamları, içinde yaşadıkları cemiyeti zamanın derinliğinde değiştiriyorlar. Hayatı şekillendiren teknolojik buluşlar mı mütefekkirler mi? Hiç tartışmasız ikincileri. Birinciler, mütefekkirlerin yol açması ile aydınlanmaktalar. Necip Fazıl'ın -faraza- Turgut Özal üzerindeki yönlendirici, şekillendirici emeklerini neyle nasıl tartarsınız; ne var ki bu bir gerçek. Cemiyeti onlar inşa eder.. Hele onlar, Necip Fazıl gibi hem san'atkâr ve hem de mütefekkir ise. Bir şiir yerine göre dünyayı yerinden oynatan bir kaldıraç olur. Bir cümle de öyle, bir çarpıcı tesbit de.. Dehalara mahsus beyin sancıları içindeydi. Erenköy'de oturduğu köşkü, bir mektepti. Beyaz köşk her yaştan, her tahsilden insanla dolup taşardı. Biz, hiç gitmedik, Çatalçeşme Sokağında bulunan Büyük Doğu idarehanesinde bir kere vaki olan dışında şahsi görüşmemiz de olmadı. Bunu bilerek tercih ettik. Şöyle bir prensibimiz vardır. İstinai insanlarla yüz yüze gelip onunla hayalimizdeki halini zedelemek istemeyiz. Karşı karşıya gelindiğinde daha ziyade beşeri yanları ön plana çıkar... Değil mi ki kişi eserindedir. Ondan ötesi kaştır gözdür. Nasıl oluyor da o kadar meziyet, kabiliyet, hüner bir kişide buluşabiliyor? Bir adam, fakat, o, hem şair, hem hatip, hem yazar vs... Bir gelenekten olsa gerek. Eskinin âlimleri de hem tabib, hem matematikçi, hem şairlermiş. Bu batıda da böyleymiş doğuda da. Çok yönlü olan sadece Necip Fazıl değil. Akranları da kısmen öyleydi. Şüphesiz ki yetiştikleri dönemin mükemmel kültürel alt yapısının büyük payı var. Geçen asrın başlarında doğan o nesiller hayattan çekildikten sonra bayağı bir boşluk oldu. Sanki yeni yeni bir hareketlenme görülüyor.. . Merhum Necip Fazıl, münekkide "fikrin jandarması" derdi. O münekkidlerden mahrumuz bugün. Kendi deyişi ile yazı hayatında "keçi boynuzu çiğnenmekte." Sadece yazı hayatında değil, hayatın her cephesinde bir hercü merçtir sürüp gidiyor. Kalite kaybolunca her şey kekremsi bir tad alıyor. Küçüklüğümüzde O'nun Sakarya Destanı'ndaki meşhur mısraı "Öz yurdunda garipsin öz vatanında parya"nın şiir icabı söylediğini sanırdık. Sakarya Destanı'nın yazıldığı zaman 1949'dur. Öz yurtta o gariplik, o paryalık hâlâ devam etmiyor mu? Çok fazla magazinleştiğimizi kabul etmeliyiz. İnsanlık belki de büyük faziletlerini zor şartlara borçlu. Acaba muma mı daha minnettarız, elektriğe mi? Daktiloya, bilgisayara mı, divit kaleme, mürekkebe mi? Konfor, düşmanımız oldu. Lüks yaşamakla çok para harcanabilir. Düşünce kabiliyeti ayrı, kendini bir mum gibi insanlık için eritmek farklı. Necip Fazıl, ömrü boyunca bir tek kulübenin sahibi bile olamadı. Milyonların gönlündeyse yer etti. Allah'ın rızasına insanların duası ile kavuşulur. İnsan insan dedik. O insan ne yapar, ne kadar yaşar? uzun mu uzun sandığı hayatı ne kadardır? Cevabı Necip Fazıl'da: Şebnem gibi doğ ve öl/ Yıldızlı bir gecede.
.
Kriz, inanç ve adaletle aşılır
28 Mayıs 2001 01:00
Son senelerde en çok kullanılan kelime hangisidir acaba; mesela son 10 senede? Böyle bir istatistik imkânı yok. Olsaydı "kriz" çıkardı, belli. Hepimiz aynı arabanın içindeydik. Kaza oldu, yolcuların her biri bir tarafa savruldu. Araba ağır hasar gördü. Yaralanalar, hatta ölenler bile var. Her kazada olduğu gibi ağlaşmalar, derin üzüntüler yaşanıyor. Bir kazada yolun kenarında öylece kalınır mı? Çare bulunmaya bakılır. Ekonomik krizi trafik kazasına, ama kasdî bir kazaya benzetebiliriz. Hayatta tesadüf yoktur. Kriz de tesadüfen olmadı. En beklenmedik zamanda inanılmaz bir insafsızlıkla vurdu. Evet; işin içinde yönetim beceriksizliklerinin olduğu bir vakıa; doğru, lakin kasıtları da unutmamak lazım. Muavenet gemisinin vurulması tesadüf değilse, Eşref Bitlis'in şahadeti tesadüf değilse bu iktisadî buhran veya ekonomik kriz de tesadüf değil. 27 Mayıs da tesadüf değildi... 21. asrın Türklerin asrı olacağını çok önceden ilân ettik. Hata mı ettik? Adriyatik'ten Çin Seddi'ne Türk kuşağı dememeli miydik? Türkiye Bölge ülkesidir denmese miydi? 2010'da dünyanın en gelişmiş 10 memleketi arasına gireceğiz sözü yanlış mı oldu? Devlet adamlarımız, siyasetçiler, böyle konuşarak kötü mü yaptılar? Hayır. İyi ettiler. Bunlar, bir milletin zaman yolculuğundaki kilometre taşlarıdır. Başımıza gelenlerse yola çıkmış insanın kazaları. Yolcu her şeyle karşılaşabilir. Onlar, varılması gereken hedeflerdir, bu ülke insanın yeni zamanlardaki kızıl elması. Nasıl ki bir vakitler İstanbul ve dolayısıyla O'nun fethi kızıl elmaydı şimdi de bu hedefler vaz geçilmez, uğruna baş konulan kızıl elma olmalı Kızıl elmaya kurbansız, ziyansız varılamıyor.. Yeter artık bir birimizi yediğimiz. Millî alt şuurdaki büyük hedeflerden cayalım diye tuzak tuzak üstüne kuruluyor. Üstelik dost diye, müttefik diye kendini gösterenler tarafından. PKK meselesi durduruldu, hemen arkasından kriz çıkartıldı. İlk anki şaşkınlık artık kayboluyor. Şimdi nasıl oldu, niçin oldu sualleri araştırılacak. Hükümetler, baştakiler önemli değil. Hedef devlettir. Türkiye'dir. Bütünüyle bu ülkenin güzel insanlarıdır. Hatta Türk âlemi, hatta İslâm âlemidir. Şartlar oluşturuldu. O şartlardan faydalanarak krize sürüklendik. Ortada tesadüf yok. Bilerek istenerek geriletildik. Bu bir savaş. Savaşlar artık cephede olmuyor. Onlar mertçe savaş. Şimdilerde namertçe savaşılarak sömürülmektesiniz. Hele bir zamanların büyük devletlerindenseniz, lider olma potansiyeliniz varsa, önce bölge, sonra dünya devleti olma ihtimaliniz yüksekse, önünüze büyük hedefler koymuşsanız sizi kendilerine muhtaç hale getirmek için her yolu denerler. Hakikati böylece bilip esas mesele üzerine düşünelim. Ve azmedelim. Biz bu krizi yeneceğiz. Zaten başka çare de yok. Karar şu olmalı. Yamalı giyelim, yavan yiyelim. Yeter ki şerefimizden ve hedeflerimizden vaz geçmeyelim. Onlar hayat-memat meselemizdir. Bu millete bunları anlatınız. Bunları anlatınız ve bir dengeyi kurunuz. Adalet terazisi düzgün tartsın. Varlığı da yokluğu da herkes eşit yaşamalı. Bir tarafta keyif çatanlar diğer tarafta pazar artıklarından sebze toplayan manzaralarla bu olmaz. O zaman cephede ölenlerle harp zenginleri tezadı bir kere daha yaşanır, asıl kriz de o zaman başlar. Kriz sadece dış destekle aşılamaz.
.
Elazığ, ekonomik kurtuluş savaşını başlattı
4 Haziran 2001 01:00
Harput toprakları 1071'den de biraz evvel fethedilmiş. O topraklara o zamandan bu yana -bin şükür ki- hiç düşman girmemiş. Onun için İstanbul gibi dünkü ve bugünkü köklü şehirlerimizle mukayese edilebilecek ilim, irfan, san'at ve mânevî iklim sürüp gelmiş... O kadar asırdır düşmanın giremediği bu yerlere bugün bir düşman girdi. Bu düşman ekonomik kriz. O, her şehir gibi Elazığ'a da sancılı vakitler yaşattı. Bir memlekete 10 asra yakın hiç düşman girmemişse bu nimetin bir külfeti olmalı. Öyleyse iktisadi buhrana karşı kurtuluş savaşı, en önce Elazığ'dan verilmeliydi. Krizi bir şeye benzetmek gerekirse ülkenin istila edildiği kara günlerle mukayese edilebilir. Elazığlı kollektif bir şuurla bunu kavrayarak bir takım etkinlikler tertiplemiş. Cuma, cumartesi ve pazar sabahı oradaydık. İç içe üç zenginlik birden yaşandı. Önce Fırat Havzası Gazeteciler Cemiyeti, mahalli ve ülke çapında bazı isimlere ödüller verdi. Cumartesi sabahı 1. Elazığ Fuarı açıldı. Öğleden sonra 1. Ekonomi Kurultayı yapıldı. Bunlar Elazığ Valiliği, Belediye Başkanlığı, Ticaret ve Sanayi Odası, Fırat Havzası Gazeteciler Cemiyeti ve sivil toplum kuruluşlarının eseriydi. Üçünden de yüz akıyla çıktılar. Fuar ilk defa yapılmasına rağmen fevkalade profesyoneldi. Ziyaretçi sayısı akşam saatlerine doğru kalabalık olmaktan çıkıp izdihama dönüştü. Bazıları, insan selinde birbirlerini kaybediyorlardı. Geceyse aynı zamanda şenlik havasına büründü. Doğu Anadolu ağırlıklı olmak üzere Türkiye'nin bir çok yöresinden iştirakçi firma, envai çeşit mamulü ile oradaydı. Kurultaysa gerçeklerin bütün çıplaklığı ile konuşulduğu gayet olgun ve seviyeli geçti. Tebliğler kitaplaştırılarak kişi ve resmi mercilerin istifadesine sunuldu. Halbuki o da ilk defa tertipleniyordu. Ankara artık fark edilmeli. Elazığ, dünyanın en güzel mermerlerini çıkartan bir diyar. Meşhur vişne mermeri yatakları Alacakaya'da. Mermer fabrikalarını, iplik fabrikalarını, mobilya fabrikalarını, esnafı, çarşıları gezdik. Bunları görüp hayranlık duymamak mümkün değil. Hem tesislerin büyüklüğüne, hem insanlarının terbiyesine ve hem de onlardaki azme. Bir misal her şeyi anlatmaya yeter. Bu mermer fabrikalarından birinin Amerika'da iki tane deposu var. Amerika, Çin, Uzakdoğu gibi ülke ve bölgelere ihracat yapıyorlar. Keza iplik iç ve dış piyasaya satılıyor. Mobilyacılık onlarla yarış halinde. Etkinliklere yurt içi ve yurt dışından Elazığlılar ve Elazığ dostları katılmıştı. Bir kısım milletvekilleri de vardı. Ne yazık ki hükûmetten kimse gelmedi. Eğer ilgili bakanlar olsaydı bu güzel teşebbüsle ateşlenen o gayret, bir kat daha artacaktı. Elazığlı biliyor ki şimdilerde kurtuluş savaşı topla tüfekle değil, ekonomik güçle yapılmakta. Onun için saydıklarımızdan başka alanlarda da üretim ve satış imkânları arıyor. Bunlar güneş enerjisinden daha çok faydalanmaktan tutunuz üzüm sucuğundan, seracılığa kadar çok değişik alanlara kadar uzanıyor. "Tebrizî" ismindeki gül Harput'un sembolü. Sadece görünüş olarak gül değil. Nefis bir kokusu var. Tebrizi gülden harika reçel yapılmakta. Bu gül dahi tek başına Hollanda'nın lalesi gibi Elazığ'ı ayağa kaldırabilir. Şayet lale gibi onu da kaptırmazsak. Çedene kahvesi de öyle, alabalık da, hayvancılık da, Şavak peyniri de, kaplıcaları da, Hazar gölü de, Hazar kayakları da, Harput'un Buz Mağaraları da. Kaynak çok. Devletin birazcık teşvikçi olması gerekiyor. Yoksa Elazığ, bir yabancıyı şaşırtan ölçülerde zengin. Caddeleri sanki İstanbul caddeleri gibi. Zaten bütünüyle bir İstanbul semtine benziyor. Sadece batı illerinde olanlar değil Avrupa'daki her şey de orada mevcut. Elazığ'daki hastane sayısı az vilayetimizde mevcuttur, tam kapasite ile çalışan ve insan haklarına saygılı mükemmel bir üniversitesi var, belki de İstanbul'dan sonra en fazla günlük gazete çıkan ilimiz. Spikerlerimizin bir çoğu da buralı. Elazığ, yurt içi ve komşu devletlerle bağlantıyı temin eden kara ve demiryollarının kavşak noktasında. Devlet bu ilimizden istifade ederek bütün doğu ve güneydoğunun kalkınmasını gerçekleştirebileceği gibi buradan Ortadoğu ve Orta Asya'ya da açılabilir. Toprak var, enerji var, güneş var, dizi dizi imkânlar var, yetişmiş insan var. Yalnızca Ankara yok. Devlet başta Elazığlı iş adamları olmak üzere sermayeyi buralara yönlendirse yepyeni iş kapıları açılır. Huzura gelince; belki Çankaya'dan bile daha huzurlu bir belde. Elazığlı aydın, müteşebbis ve yönetici bütün bu sıraladığımız gerçekleri görmüş ve partiler üstü bir anlayışla mevzubahis faaliyetleri tertiplemiş. Mükafaatını da aldılar. Yorgunlukları zevke ve kalbi huzura dönüştü. Alaka onları dahi şaşırttı. Hamle yapabileceklerine, kendilerinin de ilk adımı atabileceklerine inandılar. Elazığlılara tavsiyemiz şunlar; hız kesmeyiniz. Bir büyük misyonu yüklendiniz. Sizin başlattığınız bu rüzgâr dalga dalga bütün Anadolu'ya yayılarak krizden kurtuluş savaşı zaferle noktalanacaktır. Unutmayınız bu asır Türk'ün asrı olacaktı.
.
Masal gibi
14 Haziran 2001 01:00
Kahire'yi gezerken Ahmed Rufai hazretlerinin ismini taşıyan, türbesinin de bulunduğu camiye de gitmiştik. Ziyaret esnasında beklenmedik bir hadiseyle karşılaştık. İç içe geçen cami odalarından birinde yerden bir karış yükseklikte bir kabir vardı. Alabildiğine sadeydi. "Son İran hükümdarı Şah Rıza Pehlevi'nin mezarı" dediler. Hesap dışı bu karşılaşmayla şaşırmıştık. Hayallerimiz, bizi alıp tâ seneler evveline götürdü. Rıza Pehlevi, çocuğu olmuyor diye İran kanunlarına göre Prenses Süreyya'dan ayrılmış, Farah Diba ile evlenmişti. Bir doğu hükümdarı olduğu halde Avrupa'nın jet sosyetesine dahildi... Şah Rıza, diğer taraftan da Büyük İran ideali peşindeydi. Görkemli törenlerle İran'ın 2500. yılını kutlamıştı. Dünya liderleri, Tahran'da ağırlanmış, herkese parmak ısırttırmak için elden gelen yapılmış, basın, törenleri yaza yaza bitirememişti. Şah yönetimindeki komşumuz, hızla silahlanıyordu. Ancak İran, Türkiye'ye nazaran daha zengin kaynaklara sahipti. Bu sebeple Türkiye için düşündürücü bir rakipti. Zaten devrimden sonra da Irak'la 8 yıl dişe diş mücadeleyi Şah dönemi altyapısı ile gerçekleştirdiler. Şah, zirvede iken muhalifleri de boş durmuyordu. Aleyhte faaliyetini Bursa'ya taşıyan Humeyni, daha sonra Paris'e yerleşti. Henüz televizyonlar böylesine yaygın değildi. O yüzden teyp kasetlerine ağırlık verdi. Rejim aleyhine doldurduğu bir kaset, İran hududundan geçince on binleri buluyordu. Humeyni, Şah'ı devirirken ne atom bombası kullandı ne füze. O, Rıza Pehlevi'yi sözle alaşağı etti. Gün geldi muhalefet öyle güçlendi ki Şah, bir şey yapamaz oldu. En ibretamiz olanıysa kaçacak yer bulamıyordu. Daha düne kadar kendisini ağırlamak için en gözde otellerinin kral dairelerini emrine tahsis edenler şimdi mesafeli durarak O'nu kabul etmiyorlardı. Zar-zor ABD'ye sığınabildi. Orada da göz hapsinde gibiydi. Bir iki sene sonra da sessiz sedasız ölüp gitti. Ziyaretimizde Mısır'da gömülü olduğunu unutmuştuk. Aradan 21 yıl geçmiş. 21 yıl sonra Pehlevi ismi yine gündemde. İran Şahı Rıza Pehlevi ile Ferah Pehlevi'nin 4. çocuğu Leyla Pehlevi Londra'nın lüks otellerinden birinde ölü bulunmuş. Bugün 31 yaşında olan prenses, 9 yaşından beri sürgündeymiş. Babasını kaybettiğinden bu tarafa sürekli depresyon yaşıyormuş. İntihar ihtimali üzerinde durulmakta. İran sarayı, göz kamaştırıcı, dilere destan bir ihtişam. Sonra sığınacak ülke bulamamak, gurbette yapayalnız ölmek. Ölürken ne sosyeteden biri, ne iyi gün dostları. Darmadağınık olan aile... Ve nihayet acı bir haber. İktidarları deviren kuvvetlerin, devirdiklerini daha sonra kollamaları doğru olmaz mı? Sadece onları istihbarat elemanları ile takip mi gerekir? Şu intihar, İran'ın bir ayıbı değil midir? Her ne olursa olsun, Rıza Pehlevi İran için çalışmıştı. Onun için "kavga"dan sonra husumet güdülmemesi gerekir. Peki, Ahmed Rufai hazretleri camiinde kabri ile karşılaşınca O'na fatiha okuduk mu? Evet. Şu günlerde bazı ekran şaklabanları tv programlarında şöyle diyorlar, "İslamiyete en büyük kötülüğü Gazali yapmıştır." Onların mahalle bakkalından söz edercesine "Gazali" dedikleri büyük İslam alimi İmamı Gazali hazretleri. Şah Rıza Pehlevi, iktidar günlerinde İmamı Gazali'nin Kimyayı Saadet ismindeki kitabını bastırıp yaymıştı.
.
Kral
19 Haziran 2001 01:00
Osmanoğulları, padişahından en genç şehzadesine kadar, yurt dışına zorunlu çıkıştan sonra hiçbiri, hiçbir gün, hiçbir yerde hiçbir devlet adamı ve elbette ki Türkiye hakkında hiçbir incitici ifade kullanmadılar. Bu netice inanılmazı başarmaktır ve ancak asaletle mümkün olur. En zor vakitlerinde dahi mensubu oldukları ırkı ve dini en iyi şekilde temsil etmek için ellerinden geleni yaptılar. Halbuki dünyanın dört tarafına savrulmuş ve umumiyetle fakr-u zaruret içindeydiler. Çoğu öylece öldü gitti. Şimdi hayatta ikinci üçüncü nesilden bir avuç hatıra var. Oradan bu güne gelince... Eski Bulgar kralı, 55 yıllık bir sürgün hayatından sonra ülkesine avdet etti, parti kurdu ve girdiği genel seçimlerde yüzde 42'lik yüksek bir oyla zafer kazandı. İnsan "işte demokrasi bu" demekten kendini alamıyor. Dünya tarihinde ilk defa yaşanan olayla bir kral önceki unvanını bırakarak veya onu ikinci plana alarak demokratik yolla başbakanlığa yani Bulgaristan'ı yönetme yoluna giriyordu. Bu haberin çıktığı gün bir başka hanedanla alakalı o mulum haber de sütunlardaydı. İran şahının Londra'da bir otel odasında ölü bulunan kızı Leyla, İran bayrağına sarılı tabutu ile Paris'e doğru yola çıkacaktı. İsmi Bulgaristan da olsa küçücük ve üstelik daha düne kadar demirperdenin en katı memleketlerinden olan bir Avrupalı, dünü hakikaten dünde bırakarak yeni şartlara bakıyordu. Kimse krallığa dönüş için II. Simeon'u icranın başına getirmedi. Diğer taraftan bu politikacı da bundan böyle belki "dr" unvanı gibi "isminin önünde "kral" yazacak ve böylece şöyle bir enteresan etiket ortaya çıkacaktır: "Kral Başbakan Simeon". Kazanan kim? Kazanan her ne kadar ismi geçen kişiyse de aslında Bulgaristan. Tarihi ile barışmış ve tahakkuku istisnai bir keyfiyeti milletine armağan etmiştir. 'Kral' II. Simeon'un seçilmesi gerektiğinde olanlara sünger çekmenin en tipik misali olmuştur. İran'sa bunu başaramadı. Türkiye'nin de başaramadığı gibi. İran, en azından cenazeyi kabul edebilirdi. Hatta merhumenin annesiyle kardeşleri de O'na eşlik edebilirlerdi. Kolay mı hele bir teşebbüs edilseydi bakınız neler olurdu. Bizde olduğu gibi orada da devrimlerin elden gideceğine dair çığırtkanlıklar yapanlar çıkardı.. Bunun gibi eğer bizde "af" diye isimlendirilen kanunla yurda dönen hanedan mensuplarından seçime girenler çıksaydı aynı çığırtkan mayadakiler yine en mantıksız iddialarla ortalığı velveleye verirlerdi. Neyse ki "af"tan evvel vakarlarını muhafaza eden Osmanoğulları, "af"tan sonra da aynı çizgiden şaşmamanın basiretini gösterdikleri için bir sıkıntı yaşanmadı. Bundan sonra da yaşanmayacak. Resmettiğimiz manzara, hoşgörü ve hoşgörüsüzlük örneklerine dair derslerdir. Gerçi bu "hoşgörü" lafının da cılkı çıkartıldı ama o ayrı. Müessesenin kendisi değerlidir. İnsanlar da toplumlar da hoşgörüye her zaman muhtaç. Böylece sertlikler aşılarak yumuşak ve huzurlu iklimlere girilir. Bulgaristan ilginç bir hoşgörü iklimiyle kucaklaşırken, mahzun olan sadece Prenses Leyla'nın cenaze sahipleri değildi. Türkiye'de de nice "prensesler" mahzun müteessir ve mükedder oldu. Çünkü tek kişilik bir tiyatro oyununu sahneye koyuyorlardı. Lise bitirmiş o kızlar heyecanın zirvede olduğu dakikalarda peruk takıp imtihana girebildiler. Jakoben zihniyet, kendi öz çocuklarına bunu reva görüyordu. Dün medya o fotoğraflarla doluydu. Çocukların peruklu ve peruksuz halleri verilmekteydi. Yazdıkları gibi ortada tam bir komedi vardı. Ancak komedi yapan kızlar değildi. Hoşgörüden nasipsizler gülünç duruma düşmekteydiler. Tarih, Simeon gibi, Leyla gibi 'Ayşe'yi de kayda aldı... Zaman en iyi ilaçtır. Sabredebilene. Sabreden 55 yıl sonra bile muzaffer olabiliyor. Yeri gelmişken bir tarihi zarurete de işaret etmeliyiz. "Osmanoğlu" soyisminde bir çok aile mevcut. Halbuki bu tip Türk beylik ve hanedan unvanlarını yalnızca nesep olarak o sülaleye mensuplar kullanabilmektedirler. Bu kanun icabıdır. Öyleyse bir ayıklama yapılması şart. Tarihe hizmet ve yarınki karışıklıkların önünü almak gibi bir hayır işlenmiş olur.
.
Bingöl çobanları da sorumlu değil
28 Haziran 2001 01:00
Nasıl olup bittiği bir türlü izaha kavuşturulamadı. Meçhul sebepler yüzünden batağa gidilmişti. Ülkeyi bir ânda kriz felaketi ile burun buruna getiren ekonomik çöküntüyü düzlüğe çıkartmak için şükür ki akıllarından geçmesine rağmen memorandum kararı almayan hükûmet, çareyi peş peşe zamlarda buldu. 10 aya yakındır zam sağanağı altındayız. Bir tarafta işsizlik. Bir tarafta düşen gelirler. Bir tarafta alınamayan maaşlar. Bir tarafta her dakika yükselen döviz, bunun karşısında eriyen TL ve dur-durak bilmeyen zamlar. Artık onlar da zam yapmaktan sıkılır oldular ki bu defa bankacılık muameleleri, telefon ve yurt dışı çıkışları gibi bazı kalemlere ek vergiler getirdiler. Arada ne fark varsa. Tabii ekonomistlere sorarsanız kafanızı karıştıran ve asla bir şey anlamayacağınız laflarla çok fark olduğunu anlatacaklardır ama ne yazık ki sonuçta vatandaşın cebinden para aparılmakta. Ötesi ne lazım... Üstelik işin felaket tarafı ABD doları baz alınıyor. Mark veya doların baz alınması ne yazık ki bir çok resmi muamele için mevzubahis. Bazı memleketler, dışarıdan gelen ziyaretçilerden "ayak bastı parası" adı altında para alırlar. Bizdeyse bu yeni uygulama ile sanki "ayak bastı" değil de dışarıya "ayak attı" vergisi getirildi. Her ne kadar "yeni uygulama" dediysek de bunun yeni olmadığını bilenler bilir. Bülent Ecevit'in fi tarihindeki iktidarlarında da bunlar yaşanırdı. Dahası da vardı... Türk vatandaşları ancak 3 yılda bir yurt dışına gidebilirdi. Hani petrolün, ampulün, poşetin margarin yağının, unun, şekerin bulunmadığı Karaoğlan vakitleri. Allah verip göstermesin bu ek vergileri yoksa elektriğin dahi kesintilerle dağıtıldığı o her bakımdan kara günlere dönüş mü takip edilecek? Vergi; ek vergi veya zam. Her ne olursa olsun sonuçta haberleşme ve seyahat hürriyeti engellenmekte. Üstelik ek vergi operasyonu köprülerle çevre yollarına getirilen insafsız 'cezalar'dan hemen sonra vaki oldu. Zam ve vergi politikası hükümet etmenin en sıradan yolu. Bunları gerçekleştirmek için ABD'den adam transferine niçin zahmet edildi? Herhangi bir bakan da pekala bunu yapardı. Bir cepten alıp diğerine koymak için ekonomi sihirbazı olmaya ihtiyaç yok... Tam bir düyun-u umumiye hüznü Ne yazık ki kimse bu ek vergileri doğru- düzgün sahiplenmiyor. Cami önüne bırakılmış bebek gibi bir hali var. Ecevit, kendisine mal edilemeyeceğini iddia etmekte. Anlaşılan "ben sorumlu değilim" demekte. Herhalde bu yolla Kemal Derviş'i dolaylı yolla yıpratmak gibi ince ayar bir politika gütmekte. İyi ama hükümetin başı Derviş değil ki. Doğru, ancak; Düvel-i muazzama'nın desteğinden dolayı sözünün üstüne de söz yok. Ne var ki ekonomiden sorumlu bu bakan dahi göğsünü gere gere ek vergilerin arkasında durmamakta. O da kendini Özal şemsiyesi altına attı. Böylece geniş kitlenin yakınlığını korumak istiyor. Evet, Merhum Turgut Özal da zam yapar ama diğer taraftan istihdam imkânları da hazırlardı. Şimdi hem iş yok hem vatandaş inanılmaz bir şekilde eriyip gidiyor. Onun için kriz çıkalıberi ABD'ye yapılan vatandaşlık müracaatı yüzde 900 artmış. Öyle bir müracaat ki siz ona iltica da diyebilirsiniz. Fakirlik sınırının 683 milyonu bulduğu bir Türkiye'de zam üstüne ek vergi. Sanki kadayıf üstü dondurma. Ecevit'le Derviş öyle sunuyor. Kasıtlarından değil. Fakir-fukaranın halinden habersizler. Bu gidiş nereye? Bu gidişin nereye olduğuna parlamentonun karar vermesi gerekirdi. Lakin o da insana hayret verecek bir kaygısızlıkla tatile çıktı. Analı-babalı öksüzlük bu olsa gerek.
.
2023 Türkiye'si
13 Temmuz 2001 01:00
Yıl 1908, günlerden 23 Temmuz. Tarihi bir gün, Resneli Niyazi adlı anarşistin dağa çıkması ile başlayan hadiseler, nihayet II. Meşrutiyet'in ilânı ile noktalanır. Her taraf, bayraklarla donatılmıştır. Kafasında ciğer rengi fesleri ile meşrutiyet münevverleri kürsülerde feslerinin püskülünü sallayan şiddette nutuklarla dört bir yana haykırmaktadırlar. -Hürriyet, adalet, müsavat... Bugünün özgürlük, adalet, eşitlik mefhumlarının aslı olan bu haykırış, tez zamanda madeni paraların arkasına da yazılır. 23 Temmuzda II. Meşrutiyet'in ilan edilmesinin üzerinden çok geçmeden devlet başkanı da devrilecektir. Filozof Rıza Tevfik, Tevfik Sırrı ve Ali Sami'nin tertibi ile bir kargaşa çıkartılır. 31 Mart Vak'ası. Şu gün dahi tartışılmakta. Hakkı teslim eden aydının vardığı sonuç şudur. 31 Martta Sultan Abdülhamid'le dindar çevrelerin bir taksiratı yoktur. Taksirat, saydığımız isimler hangi locaya mensupsa o milletlerin. Alman entrikalarına, İngiliz oyunlarına duvar olan Sultan devrilerek yerine müzmin Alman taraftarı bir iktidar oturtulduğuna göre kaos ve isyanın arkasında kimin ve kimlerin kuvvet mücadelesinin olduğu rahatlıkla tahmin edilebilir. Askerin hassasiyetleri kullanılmıştır. Yıl 1908/9, yıl 2000/1... Ne değişmiş dersiniz. Yine temmuz ayındayız. Yine bir kuyunun dibindeyiz... Cumhuriyet ilan edilmeden evvel aralarında Halide Edib'in de olduğu mandacılar, Amerikan yönetimine girmemizi teklif ettiler. Evet, ne değişti. Bir zamanlar hainlik kabul edilen bu zül fikir bugün ne yazık ki öylesine revaçta ki. ABD kapılarını açsa nüfusun onda biri oralara koşabilir. Veya Türkiye'nin de eyalet olması yönünde sayım yapılsa 'evet' kazanabilir. Bu bir yüz kızartıcı, korkunç bir manzara değil mi? Yüzü kızarması gerekenler o gitme histerisine kapılmışlar değil. Bir asır geçtiği halde Türkiye'yi aynı noktada döndürüp duranlar. Gerçi gidilmese ne fark eder? Amerika, sizin bir şirketinizin yönetim kurulunu dahi bizzat tanzim ediyorsa. Ve o Amerika'nın milli parası sizin resmi olmasa bile milli akçeniz olmuşsa ne fark eder? O zaman istiklal-i tamdan söz edilebilir mi? Geçen yüzyılda aynı kavgalar, aynı nakaratlar yaşandı; sadece şekilde, kalıpta, çerçevede değişiklikler yapıldı; makyaj tazelendi... O kadar. Acaba 2023'te de bir türlü değişmemiş meseleler, pürüzler, çıkmazlar mı konuşulacak? Cumhuriyetin 100. yılı da sadece bayram nutukları ve Atatürk istismarı ile mi geçecek. Gündem yine, enflasyon, başörtüsü, IMF mi olacak? Ne oldu, 75. yılda duvarlara asılan levhalardan gayrı geriye ne kaldı? Hani 21. asır Türk asrı olacaktı? Bunu diyenlerden biri Turgut Özal, vefat etti. Diğeri Süleyman Demirel, hayatta. Demirel, neden sözünün arkasında değil. Sözünün arkasında olmak bir tarafa bu ülkede 40 sene gibi uzun bir zaman zirvede kaldıktan sonra neticede hiç vebali yokmuş gibi sosyal patlamadan dem vuruyor. Şair Erdem Bayazıt gibi "Sebep Ey!" diye haykırmaz mısınız? Karamsarlıktan yana değiliz. Sevmiyoruz da. Lakin neden Demireller, Erbakanlar, Ecevitler hâlâ direnmekteler? Nedir bu hırsı piri? İki tane 10 yıl sonra cumhuriyetin 100. yılı idrak edilecektir. O zaman da aynı kavgalar sürecekse, yine kof nutuklar, boş sloganlar atılacaksa, paramız bir para etmeyecekse... Şimdiden eyvah. Milletlerin hayatında 20-25 yıllar kısa zaman dilimleridir. Onun için planlar, önceden yapılır. Bizde bırakınız, 2023'ü yarını görmek mümkün değil. Ne yarını 1 saat sonrası şüpheli. Milletine huzur, istikbale ümid bırakamayan yönetimlere yazıklar olsun. Böyle giderse 2023'te Tanzanya'nın da arkasına kalırız. Yalanlar, tertipler ve sloganlarla işte varılan manzara. Felaket çapında bir beddua mı aldık nedir... Dün öldü, bugün can çekişiyor. Bari, yarınlarımızı kurtarsak, bari çocuklarımızı kurtarsak
.
Yenilikçilerin çetin yürüyüşü -I-
16 Temmuz 2001 01:00
Bir grup dostla sohbet ediyorduk; içlerinden biri "İsmail Hakkı Karadayı, yenilikçilere katılacakmış" diye bir kulis haberini ortaya atarak yorumumuzu bekledi. Duymadığımızı ama olmayacak bir gelişme gibi de görülmemesi gerektiğini söyledik. Haberi veren mantıktaki aykırılık şu temele dayanıyordu. Karadayı, 28 Şubat'ın genelkurmay başkanıdır. Buna mukabil, yenilikçiler de diğerleri ile birlikte bu hareketin mağdurlarıdır... Öyledir veya değildir; o ayrı bir değerlendirme mevzuuna girer. Biz, başka bir hususun üzerinde durduk. "Sayın Karadayı, olmasaydı 28 Şubat çok kanlı geçebilirdi. Bunu o zaman da yazdık; 28 Şubat'a karşı sert bir mücadele veren Hasan Celal Güzel de bizi arayarak doğru söylüyorsun, hatta daha bilmediklerin de var demişti" dedik. Hakîkaten öyle, devrin genelkurmay başkanı, bir çok alana hakim olmuş mezhepçi cuntaya karşı dikkatli, sistemli ve akıllı bir planı soğukkanlılıkla hayata geçiriyordu. O yüzden cuntacılar, gizli toplantılarında ordunun zirvesindeki bu isme karşı en ağır ifadelerle ileri-geri konuşuyorlardı. İsmail Hakkı Karadayı, rol olarak -belki mizaç dahi öyledir- 12 Mart 1971 Muhtırası esnasında genelkurmay başkanı olan merhum orgeneral Memduh Tağmaç'a benzemektedir. Tağmaç, siyasete girmediyse de aynı ekipte olan I. Ordu Komutanı Faik Türün, Adalet Partisi'nden adaylığını koydu ve İstanbul milletvekili olarak meclise gitti. Halbuki; 12 Mart Muhtırası, Süleyman Demirel başbakanlığındaki Adalet Partisi iktidarına karşı verilmişti. Şayet Tağmaçlar, Türünler olmasaydı, Madanoğlu Cuntası komünist darbe yapacaktı. İsmine "yenilikçi" denen, fakat ismi, amblemi, tüzüğü ve kadrosu ile artık bir ân evvel ortaya çıkması gereken siyasi hareket, İsmail Hakkı Karadayı'yı ikna ederek aralarına katarlarsa bu sonuç, kendi namlarına yüksek bir başarı ve uzlaşma kültürü adına da büyük bir adım olur. Belki yalnızca fikir olarak mevcut böyle bir niyetin realize edilmesinin bir çok müessir unsur hesaba katıldığında çok da kolay olmadığını tahmin etmek için müneccim olmaya hacet yok. Bu noktada ister istemez 12 Eylül 1980 darbesinden sonra kurulan Büyük Türkiye Partisi hatırlanıyor. Adalet Partisi kapatılmış, Zincirbozan'da yarı açık nezaret günleri yaşayan Süleyman Demirel, dışarıdaki arkadaşlarına 'Büyük Türkiye Partisi' isminde bir parti kurdurtmuştu. Partinin başına emekli orgeneral Ali Fethi Esener getirildi. Maksat, ara rejimi kazasız belasız atlatmak iken Adalet Partisi milletvekilleri, hayret verici bir basiretsizlikle meydan okuma yoluna giderek topluluklar halinde BTP'ye iltihak edince Kenan Evren liderliğindeki Askeri Konsey, fena kızarak bu parti kapatılmıştı. Evren'in sonraki ısrarlı izahları hep şu olmuştur: "Esener'i kandırdılar." Böylece O'nu daima ayrı tutarak tenkidlerini yöneltti. "Kandırdılar" sözü tabii ki yakışmıyordu. Yenilikçilerin Karadayı'yı aralarına dahil etmeleri harekete güç katacaktır. Aykırılıkları törpüleme istekleri gözden kaçmıyor..
.
Yenilikçilerin çetin yürüyüşü -II-
17 Temmuz 2001 01:00
Bu, yenilikçilerin aynı zamanda uzun yürüyüşüdür... Sosyolog Nur Vergin, bir TV sohbetinde biraz kızgın bir edayla Cüneyt Ülsever'e şöyle diyordu: "şehir kökenli olmak suç mu, illa köy kökenli mi olmak lazım?" Sanırız ilk defa böyle sual dile gelmekteydi. Bu suale kadar hep aksi seslendirildi. Bu zaviyeden bakıldığında sosyolojik vakıa şu tabloyu sergiler. Necmettin Erbakan, bir kentsoyludur. O ve onlarca benzeri köyden şehire göçün beraberinde taşıdığı öze dönüş arayışındaki bir harekete hamilik yapmışlardır. Hami veya vasi... İşte bu yenilikçi hareket, aynı zamanda himaye ve vesayetten kurtulma çabasıdır. Şuuraltlarında kentsoyluluktaki dejenerasyonu kabullenememektedirler. Meselenin bir de tarihi boyutu var. Tarihi boyut, hep aynı matematik kaideye yakalanmıştır. Kopan kaybeder. Yakın tarihte bir Turhan Feyzioğlu olayı yaşanmıştır. İsmet İnönü-Bülent Ecevit ikilisi 'ortanın solu' diye pembe bir yol haritası çizmeye kalkışınca Kayseri milletvekili Turhan Feyzioğlu, bir grup arkadaşı ile CHP'den koparak Güven Partisini kurdular. Güven Partisi, her ne kadar Süleyman Demirel başkanlığındaki Milliyetçi Cephe hükümetlerinde sandalye sahibi olduysa da zamana dayanamayıp eriyip gitti. Taban bulamamştı. Bir başka örnek de 1969'da Adalet Partisinden ayrılıp Demokratik Parti adıyla bir çatı altına toplanan 41'ler hareketi. Adalet Partisi'nin en iyilerindendiler. Başlarında da Ferruh Bozbeyli vardı. Çatlamış topraklara akan sular misali bir müddet sonra tükendiler. Buna karşılık sağ da bir daha tek başına iktidar olamadı. Yenilikçilerin kritik talihi buradadır. Onlar bir kopuş mudur. Bir fikrin yeniden inşa gayreti mi? İkincisinden yana olduklarında şüphe yok. Bir nesil öncesinin köy çocukları, RP'de, FP'de hayat stajı yapmış gibiler. Artık ısmarlama, klişe düşüncelerle değil, özgün ve gerçekçi, ayağı yere basan projelerle siyaset arayışındalar. Bu onların aynı zamanda ahlak anlayışlarıdır. Sorumlulukları samimiyetlerini beslemektedir. Buna rağmen işleri hiç de kolay değil. Bir kere içinden çıktıkları tabanı elden kaçırmamaları gerekir. İlkelerini merkeze çektikçe klasik tabanın en azından azımsanmayak bir yüzdesi bundan rahatsız olacaktır. Yenilikçi hareketin en fazla zorlanacağı taraf renginin tonudur. Diğer partilerden hangi tonlarla ayrılacak veya aynileşecektir. Aynileştikçe kendilerine duyulan ihtiyaç tartışılır. Bir de hareketin fire verip vermeme keyfiyeti var.. Melih Gökçek, bir fire gibi gözükmekte. Yenilikçilerle birlikte çıkış yaptı, fakat kendi yolunu çiziyor. Daha liberal bir vizyonda. Biraz daha Amerikanvari üslup intibaı alınmakta. Emanetçilik de bir handikap. Eğer Anayasa Mahkemesi, siyaset serbestisi getirirse mesele yok. Gelmezse o zaman işler haliyle çatallaşacaktır. Abdullah Gül'ün ne kadar emanetçi olup olmayacağını şimdiden kestirmek zor. Gül, bir Kutan olmayabilir, Demeçlerinin satır aralarında olmayacağına dair imalar okunmakta. Recep Tayyip Erdoğan'ın önündeki kanuni engelin kalkması bekleniyor. Kalkmayacağına dair menfi bir hava da gelişmemiştir. O takdirde yenilikçi hareket bir kaç zeminde birden mücadele verecektir. Birincisi eski tabanla gönül bağlarını devam ettirmek. O bağları koparmak için Erbakan ve Erbakan bağlıları ellerinden geleni yapacaklardır. İkincisi geniş kitlelere açılma, derin devletle el sıkışma, dışarıyla iyi niyet teatileri, güven arayışındaki millete itimat telkini. Bu noktada pastası küçülen merkez sağ partiler, meydanı boş bırakmayacaklardır... Gökçek ayrı bir baş olursa şansı azdır. Buna rağmen FP kaynaklı gelişim üçe bölünmüş olur. Bu üçün ikisi zamanın derinliğinde birbirini yok edebilir. Yenilikçilerse yelpazeyi geniş tutup toplumu kucakladıkça hareket büyür. Dedik ya çetin ve uzun bir yürüyüş. Patika yollarda başlayıp Ankara'yı bulan adımlar. Siyaset, sadece hareketlenmemiş, renklenmiştir de. Bu renk ve hareket Türkiye için bereket vesilesi olur inşallah. Toplum, büyük bir arayışta. Tesbihin taneleri darmadağınık. Yeni yüz, yeni üslup, samimi insan bekleyişi çok yüksek. Aldanmak, hüsrana yol açtı; aynı bayat lafları bin kere dinlemek gına getirdi.
.
Devşirme -I-
18 Temmuz 2001 01:00
Osmanlı nizamı, Avrupa'nın muhtelif memleketlerinden çocuklar toplar, bunları yetiştirdikten sonra kendilerine devlet kademelerinde vazifeler verirdi. Tabii, müessese, sokaktan tesadüfen adam toplama hadisesi değildir. Mesnedsiz filmlerdeki baskın toplamaları da değil. Garezkâr garplı kalemlerin resmettiği manzara da. Aralarında haylice sadrazamın da olduğu bir çok namlı devlet adamımızı bu devşirme sistemine borçluyuz. Bir başka söyleyişle merhum tarihçi İsmail Hami Danişmed'inki de dahil bazı ırkçı mülahazaların aksine görüş beyanına rağmen hakikat o ki devşirmelik olmasaydı bir çok mümtaz devlet adamına da sahip olamayacak ve onlar eliyle kazandığımız muvaffakiyetler tahakkuk etmeyecekti. Devşirmelik, klasik Osmanlı devri müessesesidir. Daha sonraki zamanlarda görülmez. Zaten daha sonraki zamanlar, III. Selim ve Senedi İttifak çalışması, II. Mahmud ve Yeniçeri Ocağının lağvı, bürokrasi ve ordudaki yenileşme hareketlerine rağmen gerileme durmaz. Devlet hayatı, Tanzimat, Jön Türk dönemi ve Meşrutiyette ise apayrı bir hüviyet kazanır. Osmanlı, devşirdiği kimseleri şer'i şerif üzere yetişsinler diye onları küçük yaşta toplardı. Bunun için iki kaygısı vardı. Biri iman meselesi. Diğeri de Türkçe hassasiyeti. Bu sebeple bazıları hatta delikanlılık yaşında devşirilmesine rağmen devşirme fevkalade dindar ve Türkçeyle ilim ve irfanımıza bihakkın vakıf müstesna insan olarak temayüz etmiştir. Belki arada istenmedik zuhurata tesadüf edilmiş olsa da hüküm, ekseriyete göredir. Bu sıhhatli netice, devletin mezkür müesseseye atfettiği kıymetle izah edilebilir. Ne demek istediğimize bir Sokollu Mehmed Paşa ismi kâfidir. Bugünkü Yugoslavya'nın Sokoloviç köyünden bu sadrazamın bir ân için Türk tarihinde mevcut olmadığını farz ediniz.Tarifi mümkün olmayan boşluklar meydana gelir. Devşirmelik, eski Türklerin inanılmaz çapta güzel bir buluşlarıdır. Hem bulmuş, hem de asırlarca tıkır tıkır işletmişlerdir. Devletin birinci varlığı nüfus unsurudur. Bu unsur, dahilden ve hariçten kazanılır. Nüfus unsurunu değerlendiremeyen devlet, zaman içinde diğer unsurlara da hakim olamaz. Bugün Türk devleti tarihindekinin aksine insan kazanan değil insan kaybeden bir vaziyete düşmüştür. Büyük bir tehdit altındayız.
.
Devşirme -II-
19 Temmuz 2001 01:00
Ay çiçeği güneşe, insan kaliteye yönelir. Köksüzler, Osmanlıyı Avrupa'dan zorla insan devşiren devlet gibi gösterdiler. Halbuki öyle zamanlar vardı ki anaları çocuklarını kendi elleri ile Türk askerlerine teslim ediyorlardı. Maksat daha müreffeh, daha kaliteli bir hayat. Eğer hadiseyi esprisinden tecrid ederek düşünmek gerekirse şunu söylemek mümkün. Ecdadımız, din ve milliyet kaygılarından dolayı devşirmeyi pahalıya mal etmekteydi. Her 10 yılda bir farklı slogan işittik. Ortanın solu, insanca hakça düzen vs. Diğer tarafta da âdil düzen vardı. Sonunda hepsi yok oldu. Bir ömrü ham hayallerle geçirdiler. Varılan nokta perişanlıktır. Türkiye'yi 40 yıldır yöneten sol-sağ-liberal-kapitalist...aslında hiçbir şey olmayan ekip sonunda ülkeyi mandadan beter hale getirdi. Sömürgeleşme başka nasıl olur. Bugün IMF Başkanı Türkiye başbakanı gibi davranıyor. Bu sebeple kendisine minnet duyulmakta. Ya bir de sahip çıkmasa!... Güven bunalımı denip geçiliyor. Dert burada... Yeni nesillerde Türkiye'ye hükmeden otoriteye karşı bir güven kalmış değil. Vatan kavramı, milliyet hissi eskimiş vaziyette. Fedakârlığın dolar üzerinden hesabı çıkartılıyor. Onun için herkes bir tarafa kaçma peşinde. Dış göç bir ticaret şekline dönüştü. Birtakım firmalar, bunu organize etmekteler. Artık İstanbul'un değil, Amerika'nın, Kanada'nın, Almanya'nın, İsveç'in hatta Venezuella'nın hatta hatta Avustralya'nın taşı-toprağı altın. Zaten iliklere işlemiş bir aşağılık kompleksi vardı. Şimdi buna bir de göç paniği eklendi. Türkiye, aileler en az 15 sene emek verip, çuvallar dolusu para harcadıktan sonra yetiştirdiği beyinleri dışarı yollamakta. Türkler, devşirdiklerini küçük yaştan itibaren eğitme gibi bir külfete katlanır, insanı pahalıya mal ederken batılıların öyle bir sıkıntıları da yok. Vasıflı eleman ayağına kadar geliyor. Onlar da lütfen kabul etmekteler.. Son 5 yılın politikaları Türkiye'yi bu hale getirmiştir. Emperyalizm, sadece yeraltı madenlerimizi değil en sistematik yollarla gençliği de sömürmekte. Dış ülkelerde lisans üstü eğitim elbette lazım. Gitmek, görmek, gezmek, araştırma yapmak fevkalade faydalı. Ancak, şu hal vahim bir durum. Çocuklarını Türk askerlerine vermek için yarışan Hıristiyan analar gibi, cemiyet dışarıya kaçma yarışına girmiş. Bu güven bunalımı, iktisadi utanç, bu dayatmacı kepazelik devam ettiği, insan, ilmiyle değil de şekliyle muamele gördüğü müddetçe önüne de geçilmez. 5 yıllık berbat yönetimin 50 yıl devam edecek ziyanı dışarıya devşirme vermektir.
.
Bizans'ta şenlik
23 Temmuz 2001 01:00
İstanbul, Türkler tarafından fethedilirken birtakım Bizanslı din adamlarının meleklerin cinsiyet tartışmasında oldukları tarihin müstehzi anekdotlarındandır. İstihza mevzuu olması kapıdaki gerçekle yaşanan hayal arasındaki tezattır. Bizans'ı düşmeye götüren serüvende etkin amiller sadece böylesi absürd münakaşalar değildir. Şüphesiz ki fütursuz çılgınlıklar da bunda müessirdi. Tafsilatı da tarih kitaplarında mündemiçtir. O çılgınlıklar üç sac ayağından mürekkeptir. Kadın, içki ve sorumsuzluk. Kadın, içki ve sorumsuzlukla ağaran şafaklar sadece düşen Bizans'ta değildir. Konstantinopol'ün işgal İstanbul'unda da yaşanır. Devri tasvir eden romanları okuduğunuzda içki, fuhuş ve gamsız-tasasız insanlarla üst üste maskeler takınmış İstanbul'u bulursunuz. Beyaz Rus yılışıklığı ile işgal kuvvetleri kumandan ve askerleri arasında kaybolmuş köksüz, ruhsuz, cibilliyetsiz ve milliyetsiz bir güruh karşısında dehşete kapılmamanız mümkün değildir. Halbuki payitaht işgal altındadır. I. Cihan Harbi yıllarıdır. Millet aç, çıplak, hastalıklı ve sefil haldedir. Mehmetçikler cephelerde ekin gibi biçilmektedir. Onların geride kalmış ihtiyar ana-babaları ile genç eşleriyse hayvan pisliklerini temizleyerek buldukları arpa ve buğdayları yıkadıktan sonra el değirmenlerinde öğütüp ekmek yapmaktadırlar. Mehmetçikler, o cepheden diğerine vatan için koşup, ekin gibi biçilerek şehid düşerken, arkada bıraktıkları tarihin en büyük trajedilerinden birini yaşarken harp, kahpe bir çarkı da beraberinde çevirerek göz açık fırsatçılardan yeni zenginler türetmektedir. İşte o zenginler, devrin batakhanelerindedir. Onlar için bir Türk'ün milliyeti ile İtalyan, Rus, İngiliz, Fransızınki arasında fark yoktur. Dertleri, çalıp-çırpma ve hayvani taraflarını tatmindir. Rus kızları, Ecnebi içkiler, balolar, danslar, çılgın eğlenceler... 21. Asrın eşiğinde hızla 20. Asrın başındaki manzaraya doğru gidiliyor. Orta sınıf yıkılmıştır. Buna mukabil İstanbul gece hayatı, düşen Bizans ve işgal Konstantinopolü manzarlarında. Yabancı gazeteler bile tehlikeye dikkatleri çekmekte. Onlar dahi sosyal patlama endişesini dile getirmekteler. İstanbul'lu Bizans tarafında mankenli, paparazzili, televoleli bir hayat ne kriz dinlemekte ne geçim sıkıntısı duymakta. Şu ortamda dahi bir esnaf 500 milyonluk vergi borcunu geciktirdiğinde başına musallat olan maliyeyse seyirde. Halbuki barlarda, gece kulüplerinde paralar havada uçuşuyor. Niçin onlara sorulmuyor, "nereden buldun diye?" Namuslu "Mehmetçiğe" niçin ödemiyorsun demek kolay. Mehmetçik, kirasını ödeyemezken, çocuğuna harçlık veremezken gökyüzüne ağan havai fişekler, şampanyayla yıkanan sözde sanatçılar. Görgüsüzlük, haramzadelik, sorumsuzluk... Ve fuhuş, sefahat, yalancı saadetler. Kalça ve göbek kıvrımlarıyla eğlenen Bizans. Eksik sadece Bizans papazları kafasındaki teologlar. Hayır eksik değil. Onlar da TV ekranlarında mukaddes ne varsa yerinden oynatmakla meşguller. Bu Bizans batmaz mı? Adalet, insaf ve ahlakın olamadığı mekânlarda batmak haktır.
.
AİHM kararının tahlili
1 Ağustos 2001 01:00
AİHM, kararını açıkladı; RP, 1998'de Anayasa Mahkemesi'nin kapatma kararını Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 11. maddesine aykırı bulduğu için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne giderek Türkiye aleyhine dava açmıştı. Bu mahkeme 3'e karşı 4 oyla RP'nin talebini reddetti... Dün bir hukuk talebesi bizi aradı. Sorduğu fevkalade dikkat çekiciydi. "Davacının talebini reddeden 4 hakimden biri Türk; o halde böyle bir karar, ne kadar tarafsızdır?" Sual karşısında şöyle düşünülebilir. Vatandaşlık veya milliyet bağı, kan bağı değildir. Hüküm aksine olsaydı o zaman da davalı taraf, benzeri bir itirazda bulunabilirdi. Hukuk talebesi gerçi meseleyi yalnızca adalet adına dile getiriyordu ama; gerek davacının yani davayı kaybeden RP cephesinin ve gerekse davalının böyle bir ihtimali dikkatlere getirme hakkı var mı? Olmalı mı? Hadise, reddi hakim müessesesi ile alakalı. Hakimin dâvâda taraf olması, belli derecedeki akrabaları ile alakalı bulunması veya yargılama sürerken ihsası reyde bulunması ziyan gören tarafa red hakkını tanımakta. Burada böyle bir keyfiyetin varlığı münakaşa konusudur. Türk yargıç Rıza Türmen, milliyetinden dolayı değil kariyeri sebebiyle mahkemede yer almaktadır. Bir başka husus daha var. Davanın kabulüne dair oy veren 3 kişinin içinde de Kıbrıs Rum kesiminden bir yargıç bulunmaktadır. Şayet Türkiye, davayı kaybetseydi, o takdirde kendisine hasmane davranışlar sergileyen bir ülkenin hukukçusu sebebiyle bu kararı kabul etmeyecek miydi? Karara gelince... Mahkemenin kararı ilginçtir, "RP'nin İslami söylemleri sebebiyle şeriatten soyutlanamayacağı" kanaatinde. Mahkeme, ayrıca, gerekçeli kararında "RP'nin sivil barışı ve demokratik hayatı riskli hale getirdiğini de" ileri sürmekte. Birinci cümle "şeriat" diye yola çıkanların yüce Allah'ın emir ve yasaklarını tanıtma ve temsildeki yetersizliklerini ortaya koymakta. İkinci cümleyse son derecede düşündürücü. Barış ve demokrasi için tehlikeli farzedilmek ilama bağlanmışsa orada durup düşünmeli... Yarın başörtüsü için de benzer bir karar çıkabilir.. Tabii yıllarca 'Batı kulübü', 'Hırıstiyan kulubü' diye tarif edilen dünyanın kapısını bir gün hakkaniyet adına çalma tezadı da hafızanın tazelediği bir başka film karesi. Şaşmamak mümkün mü? Milli görüş zihniyeti ne kazandı, İslamiyete ne kaybettirdi? Böyle bir dâvânın aynı zamanda bu tip bir sonuç da verebileceği önceden nasıl kestirilemez? Kendi elleri ile hem kendileri hem güttükleri siyaset için aleyhte kaziye-i muhkeme hazırladılar. Buna "siyaset bilmemek" denir. Karar dolaylı yoldan tesirler icra etmekte. Erbakan cephesinden bir mecburi emeklilik doğdu. Bundan böyle yönlendirme dışında bizzat sahneye çıkması zor görünüyor. Türkeş vefat etti, Demirel emekli oldu, Erbakan yasaklandı. Ecevit; her ân her şey olabilir. Bir devir "perde" diyor... Rıza Türmen veya Loukis Loucaides hukuk adına milliyetlerinden dolayı tartışılacaksa; şu da tartışılabilir. Acaba, mahkeme SP'nin önünü keserek yenilikçilere yol mu vermek istemekte? Her ne kadar medya Tayyip Erdoğan'a daha şimdiden savaş açmış durumdaysa da hiç belli olmaz. Çünkü; AİHM'nin kararı en fazla yenilikçilere yarayacak. Bundan böyle Saadet Partisi'nde hem istifalar olabilir ve hem de istiklal arayışları. Tekrarlamak gerekirse geçen asrın ilk çeyreğindeki nesil şöyle veya böyle icraattan çekiliyor. Şu ân iş başında 50'ler nesli var. Kurtuluşsa 75'lilerin iş başına gelmesi ile olacak. Kavga nesillerinin yerini barış nesli alınca değişim yaşanacak; Türkiye büyüyecek. E-mail: rahim.er@bky.com.tr
.
İşte manzara...
2 Ağustos 2001 01:00
"Ne olacak bu memeleketin hali?" yakın tarihe kadar hoş şakalara mevzu olan, biraz istihza, az avamilik kokan bir sözdü; artık öyle değil. Artık bu cümle kurşundan ağır mânâlarla sancı dağları halini aldı. Bugüne kadar gelişen veya gelişemeyen olaylarla. Artık herkes, ama herkes aynı suale cevap aramak peşinde "ne olacak bu memleketin hali?" Parasının değeri kalmayan, iktidarı müessir olmayan, gençleri dışarı kaçan, milyonları işsizleşen bir garip, bir zavallı, bir kimsesiz, bir çaresiz memleket. Önceki gün Hatay'da yaşanan olayı kısaca tekrarlayalım. Yılmaz Canatar, 40 yaşında iki çocuk babası bir aile reisidir. Klima ticareti yapmaktadır. Bir bankadan kredi alır. 2.5 milyarlık kredi, finans piyasasının insafsızlığı yüzünden 7 milyara ulaşır. Borçlu, alacaklı bankayla müzakereye oturur; taksitlendirme konusunda anlaşırlar. Ancak, alacaklı banka, sözünde durmayarak müşterisinin evine haciz yollar. Hadise de ondan sonra patlak verir. Önceki gün, vatandaş, zaten kapanmış bir RP'den çok, Hatay'daki banka baskını ile meşguldü... Yüksek borç ve faiz altında ezilen Yılmaz Canatar ismindeki esnaf, bir de bankanın aldatmacasına maruz kalınca önce müdürün makamına gider. Muhatabının verdiği cevap, tatmin edici değildir. Bunun üzerine silahını çekerek kendisiyle birlikte yüzbinlerin sesini duyurmak ister. Olay mahalline gelen polislere verdiği yazılı metinse sosyolojik bir vesika mahiyetindedir. Eminiz ki dün bir gazetenin tam metnini verdiği o yazı, şu gün binlerce vatandaşın duvarında asılı durmaktadır. Nitekim eylem yapılan banka önüne gelen halk, Canatar teslim olduktan sonra polisler eşliğinde dışarı çıkarken O'nu alkışlarla karşıladı. Sanki bir kahraman muamelesi görüyordu. Bir vak'a kanunlara göre suç. Maşeri vicdanda alkışlanmaya değer. Bu tezada dikkat etmeli. Onun için haberi veren TV kanalları dahi nerede ise banka baskıncısından özür dileyeceklerdi. Polislerin bile kendisini teselli ettikleri kanaatindeyiz. Demek ki toplumda suç kabul edilmeyen bir fiil suç olamıyor. Yarın mahkeme de en kısa zamanda kurtulsun isteyecektir. Çünkü haksızlık diz boyu... Mağdur olmuş bir insan yaşadıklarına isyan etmekte... Sosyal patlamadan korkuluyor; işte bir başlangıç. Daha fenasını ise aynı günün sabahında uğradığımız bir dostumuzun iş yerinde kendisinden dinlemiştik. Bir arkadaşından işittiklerini nakletti. Beynimizden vurulmuşa döndük. Dostumuzun arkadaşı, bir gün İstanbul'un sahil caddelerinden birinde seyr ederken bir arkadaşının hanımının kaldırım kenarında dikildiğini görür. Hanımın araba beklediğini sanan dostumuzun arkadaşı ona yaklaşır ve merhabalaştıktan sonra gideceği yere bırakmayı teklif eder. Hanım önce tedirgin şekilde kabul etmezse de ısrar karşısında arabaya biner. Bey, sorar; "hayırdır ablacığım, buralarda ne işiniz var?" Kadının gözleri dolu dolu olur, hıçkırarak cevap verir. "Aylar oldu kocam işsiz; iş bulamıyor, tenceremiz kaynamaz oldu. Çoluk-çocuk perişan durumdayız. Kendimi pazarlamaktan başka çarem kalmadı..." İşte buyurunuz... Vahşi batı ve vahşi kapitalizmle gelinen nokta!.. En önce bu hadise ile sarsılmıştık. İş yerine gelince haberlerden Hatay'ı takip ediyorduk. O esnada telefonumuz çaldı. Cild cild kitapları olan bir yazar arıyordu. Halini moral bozukluğu kelimesi anlatmaya yetmez. Ekonomik olarak zora girmişti. O ruh hali ile bir karamsarlık yaşamaktaydı. Çaresizlik içinde ne yapacağını soruşturuyordu. Dilimizin döndüğü kadar bir şeyler anlatmaya çalıştık ama ateş düştüğü yeri yakıyor. Bir günde üç trajedi... Biri bütün dünyanın gözü önünde Anadolu'da cereyan etti. Bir esnaf bir üniversite hocası olgunluğu ile unutulmaz bir ders verdi. İkincisini işittik ve naklettik. Üçüncüsünü bizzat yaşadık. Türkiye'nin gerçek gündemi bunlar ve benzerleri.. Vatandaş, ne RP davasında ne ANAP'ın genel başkanlığında, ne güzellik kraliçeliği yarışında. O açlık-tokluk, o, haysiyet mücadelesinde. Yaz bitince, masraf ayı eylül gelince trajedi derinleşebilir... Şimdi nasıl demezsiniz "ne olacak bu memleketin hali?" diye... Ne olacak bu memleketin hali? Ne olacak? Ne!... Bir tarafta vur patlasın Bizans geceleri, bir tarafta açlık tehlikesi yaşayan bir yazar, kendini pazarlamaktan gayrı çıkar yolu kalmamış bir ev kadını, ekonomik zulme başkaldıran bir esnaf... O halde bir sual daha. Nerede yanlış yaptık?
.
Hoş-baht olduk
3 Ağustos 2001 01:00
Azerbaycan Cumhuriyeti, Latin harflerine geçti. 1 Ağustostan beri Azerbaycan'da çıkan gazeteler Latin harflerini kullanıyorlar. Ders kitapları da Latin harfleriyle hazırlanacak. Artık Azeri televizyonu Rusça film yayınlayamayacak. Şu günlerde Azeri Türkleri 1928'de Türkiye Türklerinin karşılaştıkları zorluk ve sıkıntıların bir benzerini yaşamaktalar. Bu intibak sıkıntılarını kısa zamanda aşacaklardır.. Azerbaycan'ın kararı tarihi olmuştur. Türk dünyasında alfabe birliği, dil birliği, iktisadi birlik şarttır. İsmail Gaspıralı'nın dilde, fikirde, işte birlik tezinin hayata geçmiş şekli. Bu şeklin huzura dönüşmesi de Turgut Özal'ın din ve vicdan hürriyeti, teşebbüs hürriyeti ve fikir hürriyeti ile mümkün olabilir. Gaspıralı ile Özal'ın üç kelimelik dev tezleri bir hilalin iki ucu gibidir. Bu altı kelimeye dikkat edilmeli. Varlığımız bu kelimelerde... Türkiye tek kurşun atmadan, SSCB yıkıldı. O'nun yıkılması ile önünde muazzamm bir saha açıldı. Ne var ki bunları görüp takdir edecek lider yok. İstanbul'da çıkan bir gazetenin diğer payitahtlarda da okunması vazgeçilmez rüyamızdır.. Türkiye, zamanında Latin harflerini tercih ettiği için diğer Türklerin de aynı harfleri kullanmaları kaçınılmaz bir zaruretti ama Ruslar buna izin vermemekteydiler. Yaşanılan hadise, Azerilerin ilk Latin tecrübeleri de değil. Onlar Latin harflerini kabul edince Ruslar hemen Kiril alfabesine geçmeye zorlamışlardı. Vaziyet onu gösteriyor ki Türkler kadar dili ve alfabesi ile oynanmış bir başka millet yoktur. Türk dünyası Türkiye'den farklı olarak bir de q ve x harflerini kullanmakta. Türkiye'nin de bu harfleri alfabeye dahil etmesi lazım. Azerbaycan'dan önce de nisan ayında muhtar Tatar cumhuriyeti Latin harflerine geçmişti. Türkmenistan da aynı harfleri seçti. Kazakistan ve Özbekistan kademeli geçiş yolunda. Azerbaycan Cumhurbaşkanı hürmetli Haydar Alioğlu fevkalade bir hizmet ifa etmiştir. Azerbaycan Anadolu lehçesine en yakın Türk yurdudur. Bu itibarla karar hayırlı olacaktır. Ayrıca Ebülfez Elçibey devrinde olduğu gibi anayasaya Azerbaycan'ın dili Türkçedir yazılmalı. Asgariden "Azerbaycan'ın dili Azeri Türkçesidir" ibaresi münasip görülebilir. İsabetli olan birinci cümledir. Zira Azerice veya Özbekçe vs. müstakil diller değildir. Uygurların da, Tatarların da, Azerilerin de ötekilerinin de dilleri, lisanları Türkçe'dir. Bu ne mânâya gelir? Dünya yüzünde bir Türkçe konuşan milletler zümresi hasıl olacaktır. BM'de Türkçe konuşan devletler yer alacaktır. Türkçe, hakettiği gibi belli başlı dünya dillerinden biri sayılacaktır. BM'nin buna zorlanması gerekir. O da bu altyapı ile olmakta. Bundan böyle soyadlarındaki 'ov' ve 'of'lardan tutunuz 'cumhuriyet' ve 'cumhurbaşkanı' kelimelerine kadar nüfuz etmiş Rusça kelimelerin de ayıklanması yerinde olacaktır. Harf değiştirmek yetmez... Türkçenin de temizlenmesi icap eder. Şimdi Azeri gazeteleri Erzurum'a İstanbul'a gelebilmeli. Türk gazeleri de Bakü'de satılmalı.
.
Ordu
13 Ağustos 2001 01:00
Yahya Kemal Beyatlı'nın Türk milletini tarif şeklinde tarih, uğuldayan bir ırmak gibidir. "Ordu-milletlerin en çok dövüşen, en sarpı." Burada üç unsur silsilesine şahid olmaktayız. Ordu-millet, milletlerin en fazla dövüşeni olmak ve sarp dağlar gibi aşılmazlık. Asıl tarifse kelimenin kendisinde, "ordu-millet". Bir millet düşününüz ki her ferdi askerdir, ordusu da bu ferdlerin yekunundan meydana gelmektedir... Büyüklerinden askerlik hatırası dinlemeden büyümüş bir Türk vatandaşı tasavvur etmek mümkün değil. Anadolu köylerinde erkeklerin hayatı ikiye ayrılır asker öncesi ve asker sonrası. Orada asker olmak adam olmaktır. Askere gitmemiş bir genç, reşid kabul edilmez. Çünkü askerlik Anadolu insanının okuludur. Onun için bir ömür bu hatıralarla yaşanmıştır. Düne kadar böyleydi. Sonra nesiller değişti. Tahsiller gelişti. Ulaşım şartları kolaylaştı. Askerlikler kısaldı. Asker mektupları telefonlarla yer değiştirdi. Bunlar arkada kaldı. Daha başka hakikatler de var. Kırgızistan devlet başkanının adı "Asker"dir. Onunki gibi Anadolu'da bir çok kimsenin ismi de "asker". Bir çok kimse de "Paşa" ismini taşır. Bunlar başka milletlerde var mı? 'Asker' ismi yaşanan sosyal değişimlerle kalmadı gibi. 'Paşa' da kanunen yasaklanması ve aynı sosyal değişimler yüzünden azalmış vaziyette. Buna mukabil millet belki de şuuraltı hasretini veya kendini güvende hissetme arzusunu "kahraman" gibi isimlerle "er" gibi soy isimlerinde yaşatmaya devam ediyor. Savaş ve Barış da dolaylı da olsa askerlikle alakalı. Gariptir teamülümüzde isim olarak "harp", "sulh" yoktur. Cumhuriyetten sonraysa erkek evlada savaş, barış... konmuştur. Bütün dünya bir milletin üstüne gelirken o milletin mensupları, çocuklarına bu ismi veriyorsa orada kendini müdafaanın psikolojik tesirlerini gözden kaçırmamak gerekir. Nakil ve tasvir ettiklerimizden bir çoğu unutuldu. İki sıfatsa hep yaşadı.. Mehmetçik ve Peygamber Ocağı... Mehmetçik, ismini Peygamberimizden alır. Bu bütün askerin müşterek ismidir. Askerine Peygamberinin ismini layık gören bir başka millet yoktur. O askerin yaşadığı mekâna Peygamber evi, Peygamber ocağı diyen bir millet de. Askerliğin askerlik olduğu dönemlerde bir delikanlı aynı zamanda askerlik muhabbeti ile büyütülür, sanki staj görür, adeta asker ocağını özlerdi. Onun için künyeler, kumandan isimleri unutulmamıştır. Biz neden ordu millet olduk? Mecburduk. İslam öncesinde Çinlilerle komşuluğumuz, İslam sonrasında İslamı yayma ve müdafaa memuriyetimiz, bizi böyle bir şekillenmeye götürdü. Onun için bu millet dinini, vatanını, namusunu koruyan askere 'Mehmetçik' dedi. Kışlasına da 'Peygamber Ocağı'. Onun için hangi devir gelirse gelsin, hangi teknoloji kullanılırsa kullanılsın üç güzel unsurun terki mümkün değildir. "Allah Alah!" diyerek muharebe, 'Mehmetçik' ve 'Peygamber Ocağı'. Bunlar ordunun ruhudur. Şimdi orduya bir sorumsuzluk yakıştıranlar var, bir de düşmanlık besleyenler. Bunların ikisi de yanlış. Ne zamanki ordu siyasete bulaşmışsa devlet kaybetmiştir. Büyük mağlubiyet ve toprak kayıplarımızın çoğunun arkasında bu vardır. 19. Asırda paşaların birbirlerine karşı duydukları husumetin hezimetlerde büyük payı vardır. Daha sonraysa darbeler, sancılı zamanlar yaşattı. Her alanda değişim olduğuna göre askerde de değişim yaşanıyor. Daha da hızlanması lazım. Dünyanın sayılı hassas noktalarından birindeyiz. Profesyonel orduya geçmemiz lazım. Sayıca belki bugünkünün yarısı, fakat teknolojik bakımdan en modern silahlarla donatılmış Türk ordusu. Ordunun, hangi halde olursa olsun, milletin yüksek teveccühünü koruması gerekir...
.
Utanç duvarı...
14 Ağustos 2001 01:00
13 Ağustos 1961 sabahı uyanan Almanlar, yapılmakta olan bir duvarla Berlin'in ikiye ayrılmakta olduğunu gördüler. Bu duvar, sonraki yıllarda hür dünya ile komünist dünyayı birbirinden ayıran sembol haline geldi. Fırsatını bulan 'Demokratik Almanyalı'lar duvarı aşarak batıya, yani hürriyete, yani insanca yaşamaya kaçtılar. Bazılarıysa kaçışı başaramadı. Projektörlere yakalandılar. Şapkalarında, yakalarında orak-çekiç bulunan kızıl rütbeli askerler, onları insafsız makinalı tüfek tarrakaları ile taradılar. Hürriyet özlemcileri, duvarın dibine öylece yığılıp kaldılar. Bir yanda sızan kan vardı. Diğer yanda kavrulup kül olan ümidler. Onların sayısı iki yüzmüş. Daha fazla olması lazım. Bugün belki de bir devlet politikası olarak miktar az gösteriliyor. Berlin duvarının başka bir ismi daha vardı 'Utanç Duvarı'. Komünizm, insanı insandan saklama utancını işliyordu. O yüzdendir ki bu sembol duvarın yıkılması, aynı zamanda komünizmin ve dolayısıyla Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerinin de çöküş seneyi devriyesi kabul edildi. Şimdi Almanlar, doğulusu-batılısı ile o 200 kayba ağlıyorlar. Onlar, Utanç Duvarı dibinde can verenlere göz yaşı dökerken komünizmin değil, Sovyetlerin çöktüğü iddiasındaki iki ülkeden birinin başındaki diktatör Fidel Kastro 75. yaş gününü kutlamakta. Oysa, o 200 kişinin hayatından olmasında Kastro'nun da mânevî mes'uliyeti var. Çökenin, yıkılanın komünizm değil, onun kötü bir tatbik şekli olan Rus modelinin olduğu iddiasındaki diğer ülkeyse Çin. Çin, her ne kadar iktisadi sistemde serbest piyasaya geçse de rejimde yine Mao takipçisi. O yüzden fikir adamları, gazeteciler hapisteler. Türkiye'ye gelince... Biz de bir yıl dönümündeyiz. 17 Ağustos denen bir felaketi unutmamız mümkün mü? Üstelik kaybımız da en az 50 bin. Öyle iki-üç yüz değil. Zelzelede şehid olanlar öbür âleme göçtüler. Depremzedelerse hâlâ mağdur. Hâlâ yazın kavurucu sıcağını, kışın titreten soğuğunu sac barakalarda geçiriyorlar. Onların sırtından kazanılan ihale zenginliklerinden söz ediliyor. Suiistimaller dile getiriliyor. Böylesi vicdansızlıklar yapılır mı? Eğer yüreklerde utanç duvarları yükseliyorsa olur. Onun için depremzedeler Ankaralarda hak arıyorlar. Bir ayıp soruluyorsa bundan âlâsı olmaz. Ne para, ne diploma, ne makam!... İnsan olmak önemli. Yoksa duvarlar yükselir. Bir de "Çin" dedik. Çin'le bizim ne münasebetimiz olabilir? Olmaması lazım. Ama var. Dünyada en fazla gazeteci ve fikir adamının hapishanede olduğu birinci ülke Çin ikincisi Türkiye. Duvarla insan arasında ne de kopmaz bağlar varmış..
Bilim'den İman'a
20 Ağustos 2001 01:00
Çalışkan insanı sevmemek ne mümkün? Hele bu insan bir ilim adamı ise!.. Prof. Dr. Cevat Babuna, ülkemizin en çalışkan ve en velud akademisyenlerinden biri. 1925'te Köprülü'de doğmuş. 1950'de İstanbul Üni. Tıp Fakültesinden mezun olmuş. 1954'ten itibaren gözde Amerikan üniversitelerinde kadın hastalıkları ve doğum alanında ihtisas yapmış. North Western Üniversitesi'nde öğretim üyeliğinde bulunmuş. 1957'de Chicago Maternite Center başkanlığına seçilmiş. 1960'ta yurda dönerek mezun olduğu fakültede öğretim üyeliğine başlamış. Doçentlik unvanını kazanması 1965. Profesörlüğe yükselmesi 1970. Kürsüsünde iki dönem anabilim dalı başkanlığı yaptı.10 Yıl Türkiye Jinekoloji Dernekleri Federasyonu Başkanlığı'nı ifa ettikten sonra 1997'de İnternational Federation of Ginecolıgy and Obstetrics / FİGO'nun icra kurulu üyeliğine seçildi. Eserleri ve 300'ün üzerinde makalesi, yurt içi ve yurt dışında yüzlerce konferansı olan Prof. Dr. Cevat Babuna, 4 Nisan 1999'dan bu tarafa TGRT'de yayınlanan Huzura Doğru programında Bilim ve Din münasebetlerini anlatmakta. O, ilmin haysiyet bayrağını şerefle taşıyan bir kıymet. Hoca, anlattıklarıyla insan ve kâinatın yaratılışı konusunda şaşırtıcı, hayrete düşürücü, çarpıcı bilgiler vermekte. Meselâ... "Siz bu satırları okurken gözlerinizde neler yaşanıyor farkında mısınız? Okumanızın bir-iki saniyelik dilimini ele alalım. Binlerce enzim, gözlerinizin görebilmesi ve gördüklerinize bir mânâ kazandırılması için çalışırlar. Bu faaliyet olmasaydı bir-iki saniyede okuduğunuz cümleyi ancak bir-iki senede toparlayabilirdiniz." Tefekkür etmek, düşünmek İslâm dininde başlı başına bir ibadet. Bir saatlik tefekkür bir yıllık nafile ibadetten üstün. Suç olmak şöyle dursun, bu güzel dinde düşünmeye ibadet pâyesi verilmekte. İşte muhterem Cevat Babuna Hoca, kitaplarında, makalelerinde, derslerinde, konferanslarında programlarında insana ilmin hikmetine yaklaşma hazzını yaşatmakta. Cevat Babunalar kolay yetişmiyor. İlim, bir çile işidir. Ne yazık ki son 20 yılda ilmî sahada dehşetli bir bozulmaya şahit olmaktayız. Bu sebeple Cevat Babunalar'ın yazıp söylediklerini can kulağı ile okuyup, can kulağı ile dinlemeliyiz. Böylesi ilim adamları insanı fakirleştirmez, zenginleştirir. Onları dinledikten veya okuduktan sonraki sizle önceki siz arasında mutlaka fark hissedeceksiniz. Böylece hadisi şerifin emri de yerine gelir, iki gününüz bir olmaktan kurtulur. Elimizde Prof. Dr. Cevat Babuna'nın son çıkan kitabı var. BİLİM'DEN İMAN'A. Onu okumalısınız. Kitap, gençlere, annelere, olgun yaştakilere, herkese hitap ediyor. Bir rehber eser. Vazgeçilmez bir başucu kitabı. Tekrar tekrar okunmaya layık. Cehalet, karanlık kitapla aşılır. Şu az "okuyan millet" kusurundan kurtulmaya azmetmeliyiz. Bilim'den İman'a, BKY/Babıali Kültür Yayıncılığı, 0212-454 21 65, 454 21 69, Faks:454 21 71
.
Üzeyir Garih
27 Ağustos 2001 01:00
Müessif haberi alınca bir çok ihtimaller düşündük; sonunda, Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun Azerbaycan'da bulunması, O'nun Azerbaycan Harbiyesi'nin mezuniyet merasimine iştirak ettiği, Türk "ulduzları"nın semaya 'Azerbaycan' yazdığı, bu münasebetle sık sık ve iftiharla "iki devlet tek millet" dendiği bir günde cinayeti bu yakınlaşmadan rahatsız olanların işlettiği fikri kendini bize kabul ettirdi. Ondan az evvel şöyle düşünüyorduk... AK Parti ve Recep Tayyip Erdoğan da Anayasa Mahkemesi yolunun açılması ile yavaştan yavaşa gündemden düşecek. Sırada ne var acaba? Bu suali zihnen sorarken aldığımız haber, dış destekli bir cinayeti en kuvvetli ihtimal olarak göstermişti. Sonraki gelişmelerle 'adi cinayet' dendi... Acaba öyle mi? Hakikaten öyle olabilir. Cemiyetin başına çok ciddi dertler açma yolunda potansiyel tehlike teşkil eden sokak çocukları, tamamen insiyaki olarak ve bir telefona tamaen Üzeyir Garih'i öldürmüş olabilirler. Bu bir ihtimal. Diğer ihtimaller de var... Bütünüyle Cezayi ehliyete sahip olmayan bir tinerci çocuk, tetikçi olarak kullanılmış olabilir. Kim tarafından... Burada da iki şık ortaya çıkıyor.. Kuvveli olanı, Türkiye'nin huzuruna kasteden, O'nu laik-anti laik, gerici-ilerici, Türk-Kürt... gibi tefrikalarla birbirine düşürerek bölge ve dünyada hak ettiği yeri almasına mani olmak isteyen dış mihraklar. Veya... Daha zayıfı... Şimdi anlaşılıyor ki Üzeyir Garih'in Müslüman olma yüzdesi yüksektir. O, zamanında İspanya'dan Türkiye'ye göçmüş bir Musevi ailesinin çocuğudur. Haham lisesini bitirdikten sonra da İTÜ'ye girerek mühendis çıkar. Yahudi din adamı yetiştiren bir mektepte Musevi dini üzere tahsil yaptığı halde her hafta cumartesi günü Eyüp Sultan Mezarlığı'na giderek burada Nakşibendiyye Şeyhi Küçük Hüseyin Efendi'nin kabrini ziyaret eder. Cumartesi, Musevilerin kutsal günü olmasına rağmen havraya değil, İslam Kabristanına gitmektedir. İş ortağı İshak Alaton bu durumu şöyle açıkladı. "O, hayattan sonraki hayata inanan bir mü'mindi". Evet, her şeriatin mensubu o dinin müminidir. Doğru, fakat Alaton, vâkıf olduğu bir esrar perdesini böyle orta bir yolla aralıyor olabilir. Nitekim Lili Garih'in söyledikleri de dikkate alınmalı. Eşinin dediğine göre Garih, her cumartesi öğlen üzeri iki saat kadar ortadan kaybolmakta ama bunu kendisine da söylememektedir. Nereye gittiği şimdi anlaşılıyor. Böyleleri, içinde yaşadıkları şartlar icabı İslam olduklarını belli edemedikleri için, ecdat, onlara "gizli din taşıyan" diyordu. Evi, zamanında Beşiktaşlı Yahya Efendi'nin mekânıymış. Bunu çok kısa bir zaman evvel öğrendik. Yahya Efendi, Üveysi, takipçileri Nakşi idi. Küçük Hüseyin Efendi, vefat ettiğinde Üzeyir Garih, 1 yaşındaydı. Babası Ezra Garih, o zatın bendelerinden biri olabilir. Veya kendisi sonradan ihtida etmiştir. Denizde kopan şiddetli bir fırtınayı sağ-salim atlattıktan sonra nezr ettiği yıllanmış şarabı huzuruna getiren Apostol'un hediyesini şerbete döndüren, kendisini İslama çevirerek Ali yapan Yahya Efendi hazretleri, dergâhında oturan Üzeyir Garih'i de ruhaniyeti ile hidayete kavuşturmuş olabilir. Her şeyin doğrusunu Cenab-ı Hak bilir. Şayet böyle ise onun bu ziyaretlerinde rahatsız olanlar da çıkmış olabilir. Demek ki bu öldürme hadisesinde 3 şık var. Sıradan bir adi cinayet. Dış şüphe ve diğeri. Her ne olursa olsun. O, şimdi hayatta değil. 72 yaşındaydı. Bir şekilde elbette bu dünyaya veda edecekti. Mühim olan arkasında bıraktığı hoş sada. Bugün herkes "iyi insandı" diyor. Kendisiyle Entelektüel Boyut Programı'nda tanışmıştık. Koruma kullanmıyordu. Bir tek şoförü vardı, onu da "arkadaşım" diye takdim etti. Sohbetimizden bir sözünü unutmadık. "Korumanın silahının hangi gün kime çevrileceği belli olmaz". Koruma kullansaydı belki bu cinayet işlenmezdi. Caydırıcı olurdu. Şu var ki gerçekten gizli din taşıyorduysa zaten kimse şahid olsun istemeyeceği için mezarlığa yine yalnız gidecekti. O'nu orada Can Kıraç'ın iki kere görmesi ise tamamen tesadüf. Üzeyir Garih'le daha sonra da farklı zamanlarda merhabalaşmamız oldu. En son Türkmenistan'da bir otelde baş başa yemek yedik. O günkü bir sözünü de unutmadık. "Lazım olduğunda nakde çeviremediğin mal senin değildir". Hem iş adamı, hem fikir adamıydı. Eli kalem tutan nadir müteşebbislerimizdendi. Türkiye sevgisiyle, insan sevgisiyle doluydu. Tecrübelerini paylaşan ve sonraki nesillere aktaran bir insandı. Servet ve şöhretine mukabil alçakgönüllü bir kişiydi. Maktul Üzeyir Garih, İslam dini üzre öldüyse Allah rahmet eylesin. O takdirde bu ölüm şekline göre şahadetine hükmedilir. Musevi olarak öldüyse toprağı bol olsun... Vahşete terk edilmiş bir sorumsuzun hissizce salladığı insafsız bıçak darbeleriyle bir ses kesildi. O ses dinleniyordu.
Sanığın yakalanması
5 Eylül 2001 01:00
Üzeyir Garih cinayeti faili meçhuller sınıfına dahil edilmek üzereydi. Artık Yener Yermez haberleri, "sır", "muamma" gibi kelimelerle birlikte verilmeye başlanmıştı. Neyse ki yakalandı...Bu bir başarı mıdır? Bir şey demek zor. Ancak ilk gün Fuat Nalkesen diye 13 Yaşında bir çocuğun katil olarak ilân edilmesi, önceki gün de ismi cinayete karışan 4 kadın olayının yaşanması. Üstelik serbest bırakılanlardan birinin o güne kadar Pınar Konuşkan diye tanıtılmış olması.. Bunlar meselenin üzüntü verici yanları. Onun için medyada polisi haylice hırpalayıcı haberler çıktı. İçişleri Bakanı'nın tatminkâr bir açıklama yapması gerekir. İyi ki mahkemeler var. Üstelik içeri alınıp serbest bırakılan sanık ve şahitler gördükleri muameleleri de çıktıkları canlı yayınlarda tafsilatıyla anlatmaktalar. O arada medya da ayıp etti. 'Ayıp' burada en hafif kelimedir. Serbest bırakılan 4 kadından damlardan kaçamayıp da muhabir, kameraman ve şoför eline düşenlerden tutuklarını zorla televizyonlarını götürmeye kalkıştılar. Böylece habercilerle yardımcı hizmet verenler, nezarete alınıp mahkemece serbest bırakılmış bir kısım vatandaşları hürriyetlerini gasp ettiler. Mânevi eza ve cefa verdiler. Eğer habercilik buysa o habercilik orada kalsın. Önce insanlık lazım. Yener Yermez'in yakalanmasına gelince... Şu hususlar dikkat çekmekte. Kaçış şekli kafa bulandırmıştır. Uzunca bir aradan sonra bulunması da şüpheler doğurdu. Cinayetin sadece para yüzünden vuku bulduğunu beyan etmesi de inandırıcı gelmiyor. Bir asker için az sayılmayacak parayla yakalandı. Şu darlıkta tüccarlar bile bu kadar parayı bulmakta sıkıntı çekiyor. Sanıksa 10 gün kaçak yaşadıktan sonra 30 milyon lira ile ele geçmiştir. Cinayetten sonra 4 vilayet değiştirdiği öğrenildi.Yakalandığı ân üzerinde sivil kıyafet vardı. Eğer resmi kıyafetle kaçıp sivil kıyafet almışsa bu zaman zarfında yeme-içme, barınmadan, seyahat giderlerinden başka kıyafete de harcama yaptığı anlaşılmaktadır. Bunlar da haylice yekûn tutar. Üzerinde kalan 30 milyondur? Öyleyse cinayetin bir finansörü mü var? Her nedense Yener Yenmez, bize en baştan beri hep Mehmet Ali Ağca'yı hatırlattı. Dileriz sonraki gelişmelerle benzemesin. Hatırlanacağı gibi O'nun Eyüp Sultan semtine sık gitmesi de bir ayrı şüphe konusudur. Şimdilik Üzeyir Garih'i öldürdüğünü kabul etti. Şimdilik diyoruz belli olmaz. Dışarıdan yönlendirilen biriyse ifadeleriyle zikzaklar çizip her şeyi muammalaştırdıktan sonra bir gün Türkiye firarla uyanabilir. Kaçar veya kaçırtılabilir. Sanık Yener Yermez'in dediğine göre olay bir fuhşa müdahaleden dolayı çıkmamıştır. Garih'ten para istemiş. Alamayınca da bıçağına sarılmıştır. Öyle ıssız bir yerde kendisinden para isteyen bir gözü dönmüşe Üzeyir Garih para vermez miydi? Diğer soru. Hadise hakikaten para yüzünden meydana geldiyse sanık, neden maktulün içinde dolarlar bulunan cüzdanıyla kredi kartları ve kol saatinine ilişmedi? Pınar Konuşkan'ın ifadesi de alındıktan sonra Yener Yermez'in ne kadar doğru söylediği ortaya çıkabilir. Çıkabilir diyoruz. Zira Pınar Konuşkan da -uzak bir ihtimal olsa da- yarın sanık değil de şahit sayılabilir. Diğer kızlar gibi O'nu da hadiseyle ilişkilendiren bir takım semt mensubu vs'dir. Bizde şahitler öyle kolay bulunmazken bu vak'ada yer alanlar, televizyonlara koşarak, hatta hayatlarını bile riske ederek amme adına hizmet vermekteler. Bu taraf da gözden kaçmamalı. Bir senaryo sahneleniyor olabilir. Neler olabilir? Mesele adi bir cinayet çıkabilir. Veya Ağca davasında olduğu gibi 20 yıl da geçse esrarını koruyabilir. Sorulması gereken son soru şudur. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ali Müfit Gürtuna, İstanbul mezarlıklarının güvenlik işlerinin de kendilerine devri için defalarca müracaatta bulunduğunu söylemektedir. O müracaatların her defasında geri çevrildiğini iddia etmekte. Hal böyle ise bunu yapan makamlar bu cinayete dolaylı olarak iştirak etmemişler midir? Bu ihmalin hesabı verilmeyecek midir? Bütün mesele Üzeyir Garih gibi bir iş adamını kaybetmemekteydi. Kaybettikten sonra ne çıkar? Zaten cezaların ibret unsuru da ortadan kalkmış durumda. Yoksa o öldürmüş veya diğeri. Şurada ölmüş veya diğer tarafta.
.
.
Neva Şalom'da...
29 Ağustos 2001 01:00
Neva Şalom, İstanbul Kuledibi'nde bir sinagog. Bizim mescidler kadar bir yer. 1998'de bir katliama sahne olmuştu. Bu yüzden ismi, hafızalara yabancı gelmez. Dün, 12:15-13:20 Arası Üzeyir Garih için oradaydık. Cenaze merasiminde bulunmak, kitabını "çok aziz üstadım" diye başlayan bir mektupla bize yollama nezaketi gösteren bir insana dostluk borcumuzdu. Dünkü havayla Osmanlı mahalle hayatından bir in'ikası yaşadık. Orada sadece Museviler yoktu. Müslümanlar, Ermeniler, Rumlar da vardı. Bu komşuluk hukuku, bin yıllık hayatımızın bir rengi. Bayramlarda, sevinçlerde olduğu gibi, vefatlarda, kederlerde de dayanışma içindeydik.. Ticarette olduğu gibi. Dün böyleymiş. Demek ki onlar, bugünkülerden biraz daha ilerdeymişler. Bundan dolayı bir bakıma kaybettiklerimizin peşindeyiz. Kayıp değerlerimizi kâh Paris'te arıyoruz, kâh New York'ta vs. Oysa kayıplarımız, çatı katımızda, annemizin çeyiz sandığında, babamızın kütüphanesinde, ninemizin hatıralarında... Merak edeni çok olacaktır... Sinagog'da ayin nasıl yapıldı? Anlatalım... Herkes, hazır olduktan sonra, sahne arkasındaki kapıdan hahamlar ve diğer ruhaniler gözüktü. Onlar, kapıyı açıp sahneye gelmeden "dikkat kabilinden" hüzünlü bir müzik dokunuşu oldu. Bunun üzerine herkes ayağa kalktı. İş dünyasının, siyasetin medyanın önde gelenleri oradaydılar. Ve herkes ayaktaydı. Daha doğrusu, diğerleri zaten ayaktaydı. Müzikle uyarı üzerine balkondakiler ayağa kalktılar. Sonra hususi kıyafeti içinde, sakalsız, bıyıksız şişman bir din adamı, ilahi okudu. Bu sırada yaşlı, sakallı olanından gencine kadar diğer ruhaniler, sahnedeki koltuklarında oturuyorlardı. Ardından İshak Alaton bir konuşma yaptı. Bu bir iş konuşmasıydı. Asla dini meselelere temas etmedi. İyi de etti. Haddini bilen insan öyle davranır. Üzeyir Garih'le birlikte 1954'te iş hayatına atıldıklarını, her şeye sıfırdan başladıklarını, büyük şirketler arasında görünmek, çok zengin olmak yerine itibarlı olmayı hedef aldıklarını anlattı. Sık sık ortağının cömertliğine atıfta bulundu. O konuşma, iş kurmak isteyenlerin istifade edeceği kalitede söz, tecrübe nasihatlerle doluydu. Mesela şu dedikleri ne kadar değişik bir tartma şekli "sayısız hata yaptık, fakat başarılarımız kadar hatalarımıza da sahip çıktık".. İshak Alaton'dan sonra daha yaşlı bir din adamı mikrofona geldi, o mikrofona yaklaşırken oturanlar yine ayaktaydılar.. Müzmerler okudu. Sonra ilahi okuyan şahıs tekrar ilahi söyledi. Böylece merasim bitti. 20 dakika sürmüştü. Usul tarafına gelince... Sinagog'a girerken sehpada bir yazı vardı. "Lütfen hanımlar, üst kata çıksınlar." O ayağa kalkanlar, aralarında Semra Özal'ın da olduğu işte bu ayrı oturtulmuş hanımlardı. Musevilerin başında Yahudi takkeleri vardı. İshak Alaton dahil takkeyle dolaşıyorlardı. Takkelerin bazısı siyah, bazısı renkliydi. Mavi olan da vardı. O renk herhalde bir rütbe işaretiydi. Alaton'un konuşması hariç ilahi ve Tevrat'tan okumalar hep İbranice yapıldı... Bunlar olurken bir soruyu kendimize sormak istemedik. Öyle bir soru sorduğumuzda cevabında şu çıkacaktı. "Azınlıklara tanıdığımız hakları kendimize çok görüyoruz". Naklettiklerimiz karşısında izahtan varesteyse de bir kere daha resmedelim. Camilerdeki cenaze namazlarında hanımları bir başka yere almaya kalkışan bir imam, o akşam haber bültenlerinde linç edilir. Ertesi gün de gazete rotatifleri ölüsünün üstünden geçer. Keza bunun gibi bir başka lüzumsuzluk da şu. Son zamanlarda, nev zuhur, abdestsiz-namazsız ilericilik mukallidi akademisyenliği tedarikleme sözde ilahiyatçı birtakım kimseler, kadınları da namaz saflarına dahil etme gayretkeşliği içindeler. Hava öylesine bedbinleşti ki. İslamların cenaze namazlarında mü'minlerin takke takmaktan ürker olduklarının şahidiyiz. Halbuki orası ibadet mekânı. İbranice de öyle... Kimse, "neden Türkçe okunmuyor?" demedi. Her Musevi yurttaşımız, o dili anlamıyordu. Bizdeyse birtakım çevreler Kur'an-ı kerîm illa Türkçe olacak diye tutturuyorlar. Yunus Emre'nin şiirleri Türkçe. Buna rağmen onlar dahi Türkçe'ye çevrilemez. Açıklama ve yorumu/tefsiri yapılabilir. Ölüm şekli bahane... Mühim olan ömür defterine son noktayı şerefle koymak. Bizim bir ilahimiz her şeyi ne güzel hülasa etmekte... "Az-yaşa, çok yaşa sonun kara toprak!.." İsmin ister Üzeyir olsun isterse Ahmet...
.
Krizin öğrettikleri...
31 Ağustos 2001 01:00
Köyden kente göç, 1950'lerde yolların hayata girmesiyle çoğaldı... Kente gelen insanın ilk yaşadığı gündelik şaşkınlıklardan biri yiyip-içtikleriyle alakalı oldu. O, -meselâ- karpuzun taneyle, unun kiloyla satılmasına şaşırmıştı. Aynı şaşkınlığı bir zaman sonra işçi olarak gittiği Avrupa'da bir kere daha yaşadı.. Orada şaşkınlık konuları daha da küçülmüştü. Karpuz, dilimle, elma taneyle satılıyordu. Hatta biber bile. Burada "kaç kuruşluk adamsın?" diye kaba laflar edilirken orada bir feniğin büyük para olduğu keşfedildi. O insanlar, kiler kültüründen geliyordu. Yazdan hazırlıkların yapılıp, kışlık kavuna varıncaya kadar ihtiyaç maddelerinin saklandığı bir adetleri vardı. Şeker çuvalla alınırdı. Et, kavurma haline getirildikten sonra küplerde saklanırdı. Mahalle sakalarının ortalıktan el etek çekip de suyun evlerde musluklardan aktığı, elektriğin bir düğmeyle odalarımızı ısıttığı zamanlar, sonraki medeniyet geçişleri oldu. Elektrikle beraber tel dolabın yerini buz dolabı aldı. Sobaysa geleneği en inatla sürdüren oldu. Daha ötelere gitmiyoruz... Kilden sabuna, külden deterjana, kininden reçeteye dönüşen hayatlara. Ekmeğin tandırlarda yapılıp bir ay saklanarak yendiği günlere de. Her devir kendisiyle, kendi şartlarıyla, zevkleriyle, hayatı ve mensuplarıyla güzel. Şimdi bunlar hikâye kitaplarıyla, romanlarda, 1950-60'ların filmlerinde ve hatıralarda kaldı. Motorlu taşıtların yerini dünkü faytonlar alamaz. Bilgisayar terk edilerek daktiloya dönmeyi kim arzular? Ama, krizin öğrettikleri var. Telefonda konuşma uzadıkça paranın arttığı fark edildi, Lüzumsuz yanan elektriğin, fuzuli yere akan suyun faturayı kabarttığı öğrenildi. Her zaman otomobile binmenin şart olmadığı görüldü. Kısacası bir devirden bir devire çok hızlı geçilmişti. Şimdi anlaşılıyor ki o yeni devrin temeli borca dayanıyormuş. Önce kriz kelimesi öğrenildi sonra da krizin öğrettikleri. Kriz, onu öğretti ki "el kesesinden beylik olmaz." Kriz bir şey daha öğretti, "insan ne oldum değil, ne olacağım" demeli. Yamalı elbiseyle büyüyenler, imkânlara kavuşunca başka adamlar olmuştu. Öğrenilen bir şey daha var, israfın haram olduğu kafalara dank etti.. Krizin öğrettikleri bunlardan ibaret değil. Köyü, köyün kıymetini tekrar hatırlattı. Dahası var. Kriz, kiracının nimet olduğunu da öğretti. Neydi o mülk sahiplerinin hali? Kiracıyı köle sanıyorlardı. Kira dövizle, teminat TL. İnsafsız artışlar. Şimdi kiralık yerlerden geçilmiyor. Demek ki insan varsa mülk para eder. Böylece bir fayda daha göreceğiz. O kötü inşaat anlayışı da bitecek, her evin altına bir dükkân yapma alışkanlığı son bulacak. Bir ders gerekiyormuş, ağır oldu, acı oldu inşallah kendisi kısa tesiri uzun olur. Onun için dededen-babadan tevarüs ettiğimiz bazı alışkanlıkları terk etmeliyiz. Onlar ayıp değil. Zaruret. Ayıp, şuna-buna el açmakta. Ayıp, yük olmakta. İktisat eden mahrum kalmaz. Onun için elma, armut, şeftali ve benzerlerini taneyle, üzümü salkımla, eczaneden hapı tek tek almalıyız. Bu misaller çoğalabilir. Haddinden fazla akan her musluk israf, yanan her ampul parayı da yakmaktadır. Devlet, çek, senet, döviz mevzuatına sıkı tedbirler getirmeli, aileler de aile fertlerine. Herkes ayağını yorganına göre uzatmak zorunda. Bir de yazın gölgenin hoş olmadığını fark etmeyi. Şu şartlardaki bir memlekette cumartesi tatili israftır, bu kadar tatil de. Senelik tatiller uzun. Adliye bile 45 gün tatil yapıyor. TBMM, uzun-upuzun tatil yapıyor. Kriz tatil anlayışımızdan, kullandığımız sabunu harcama miktarına kadar her şeyi tekrar gözden geçirmemiz gerektiğini öğretti. Eğer... Bu kriz bir şerse... ..."Hayrihi ve şerrihi minallahi teâlâ.." Amentü'de "hayır ve şer yüce Allah'tandır" diye iman etmiyor muyuz?. Onun için derya dil insanlar şöyle demişler. "Muntazamdır cümle ef'alin senin aklı ermez hikmetine kimsenin"..
.
Umuda yolculuk
4 Eylül 2001 01:00
Afgan mültecilerin iltica maceralarına "umuda yolculuk" ismi verildi. Umut, yolcuları Avustralya'ya kabul edilmek için her yolu denediler. Kendilerini denize atma tehdidini dahi kullandılar. Sökmedi. Aksine Avustralya hükümeti, kara sularına izinsiz girildiği iddiasıyla o zavallılara müdahalede bile bulundu. Sonuçta, insan tacirlerinin yol göstericiliğinde pembe hayallerle denizlere açılanlar Papua Yeni Gine'de karaya ayak bastılar. Papua Yeni Gine, bir zaman evvel reklamlarımızın eğlenceli ismi olduğundan bizlere yabancı değil. Mültecilerin okyanusun ortasındaki bu minnacık adada kalmayacakları kesin. Buna mecburlar. Ekmek parası ve daha insanca bir hayat için yine buluşacaklar. Yine pazarlıklar yapılacak ve yine Avustralya diyecekler. Kiminle yapacaklar bunları. Kimlerle oralara geldilerse. İnsan tacirleri ile gelmişlerdi. Onlarla devam edecekler. Başka çareleri yok. Çaresiz insan ne yapar... Sonunda neyi var neyi yoksa satar savar ve insan tacirlerine teslim olur. Tarihte bir zamanlar köleler vardı. Kölelerin de tacirleri. Şimdi haber editörleri nezaketen 'insan taciri' diye yazıyorlar. 'Köle tacirleri' deseler kim ne diyebilir? Doğrusu mülteci. Türkçe'de mülteci yerine kekremsi bir ifade ile "sığınmacı" dendiği de oluyorsa da tutmuyor. Mülteciler, savaş, kötü muamele ve açlık gibi sebeplerle yaşadıkları toprakları terk ederek, kamyonlarla, TIR'larla, gemilerle sonu ya ışığa ya ölüme çıkan maceralara atılıyorlar. En şiddetli sebep açlık. Yani iş ihtiyacı, yani parasızlık... Bu sahnelere Türkiye üzerinden Ege ve Akdeniz'de de sık sık rastlanıyor... Şimdi şöyle durup bir düşünelim. İnsan tacirleri nerelerde cirit atıyor? İslam ülkelerinde. Ya Kuzey Iraklı Müslüman Kürt veya Afganlı Müslüman Türk, Müslüman Afgan. Veya bir başka üçüncü dünyalı Müslüman unsur. Nereden nereye kaçmak istiyor? Türkiye üzerinden İtalya'ya. Türkiye üzerinden İngiltere'ye, Fransa'ya, Hollanda'ya İsveç'e . Hindistan üzerinden Avustralya'ya. vs. vs. Safahat'ta şairimizin "Kimi Hindu, kimi yamyam kimi bilmem ne bela..." diye yerdiği diyarlara hasret çekilmekte. Siz, hiç bir Avrupa ülkesinden Türkiye'ye gelmek için iltica eden, kendini yeni zamanlar köle tacirlerine teslim eden insan işittiniz mi? Son yıllarda Afrikalı bazı zenciler geliyor, bir de Rusyalı kadınlar. İstisnai olarak da Taliban mağdurları. Kim refahtan kaçar? Ve kim sefalette kalır? Dünya refahı adil paylaşmadıkça bu kaçışlar, bu ilticalar, bu ölümler, bu gözyaşları durmayacaktır. Üstelik meşru yollardan Amerika'ya gidişler de bu hareketin iki derece üstte cereyan eden bir parçası. Orada insanlar topluca sevk ve idere edilmekte. Gençlerimizin Amerika'ya can atmaları ise ferden cereyan ediyor. Hepsininki aynı; umuda yolculuk. Kuzey Iraklı Kürt de, Taliban'dan kaçan Afganlı Türk de Amerikalı olmak için her fedakârlığa katlanan Türk delikanlısı da... Hepsi refah için, daha iyi şartlarda yaşamak için bir yolculuğa çıkıyor. İnsanın cebindeki pasaportun, cebindeki nüfus cüzdanının o insana yabancılaşması kadar kötü ne olabilir... Koyun cebinizdeki pasaportunuz, pantalon cebinizdeki para kadar kıymetlidir. Zavallı İslam ülkeleri. Zavallı sahipsizler...
.
Gençlere...
10 Eylül 2001 01:00
Onu görmemen mümkün değil. Kalkınmış ülkeler, sana tepeden bakıyorlar. Sen sana tepeden bakan o ülkelere canını atmak için uğraşıyorsun. Bir zamanlar, o ülke insanları sana hayrandı, şimdi sen onlara hayransın. Bir zamanlar, onlar senin memleketini öve öve bitiremiyorlardı. Şimdi sen onları övüyorsun. Avuç avuç dağıtırken avuç açan oldun. Kimse avuç açana gıpta ile bakmaz. Kötü yöneten kötü insanlarla bu memleket kötürüm hale getirildi. Bundan dolayı sadece sen değil, senin çocukların da değil senin torunların bile bugünden borçlu. Sadece paran değil ismin de itibarsız oldu. Bin türlü yalanla ortaya koydukları şunlardan ibaret. Kifâyetsiz ekonomi, kifâyetsiz eğitim, kifâyetsiz siyaset. Üç asırdır yokuş aşağı gidiyorsun. Bu düşüşün durması sana bağlı. Her milletin bir serveti var bu milletin serveti sensin. Bu yüzden dikkat et sen bozulmak isteniyorsun. Yıkılmak isteniyorsun. Ruhen genlerinle oynanıyor. Mankurt yapılmak isteniyorsun. Hedefleri, millî, ailevî, tarihî, edebî, harsî ve dînî... ne varsa senin onlara yabancılaşman. O yüzden bunları küçümsüyor, alay ediyor, yeriyorlar. Okullar sana çok şeyi veremiyor. Ebeveyn de öyle. Mahalle de öyle. Bütün yük yine sana kalmakta. Sen, seni kendinden, arkadaşından, milletinden hatta insanlıktan sorumlu tutmalısın. Bunun için de kendini yetiştirmelisin. Yük olan değil, yük çeken olmalısın. Yol gösterici rehber ve kurtarıcı olmalısın. Ülkemi ben kurtaracağım demelisin. Hedefin yüksek, elinde tuttuğun meşalenin aydınlığı gür olmalı. Bu meş'aleyi çoğaltmalısın. Başı dik bir milletin bugün başı önünde. Ne Orta Asya'nın, ne Kafkasların, ne Orta-Doğunun, ne Anadolu'nun, ne Balkanların başı dik. Onlara başlarını eğdiren sebep ne olabilir? Bu sebepler sürüyle. İşte sen onları araştıracak, tahlil edecek, yalanları aşarak seni bekleyen bu bölge insanlarının elinden tutacaksın. Bu saydığımız coğrafya istendiği kadar siyaseten ayrılsın. Tarih onları tekrar birleştirir. Onların birlikten öte şansları yoktur. İnsan doğar, büyür ve ölür. Bu bütün canlılar için böyledir. At da, ot da doğar büyür ve ölür. Seni attan ve ottan ayıran bir fark olmalı. O, taşıyacağın yüksek fikirlerdir. O yoldaki gayretlerindir. Hiçbir kahraman ilk günden kahraman sayılmadı. Er-geç bir mesleğin olur. Bizim dediğimiz meslek değil, maksattır. İşte insanı attan ve ottan ayıran fark bu maksattır. Kafanı, keseni ve kalbini zenginleştirmek zorundasın. Onun için de çok çalışmak borcundasın. Derlen, diril, toplan ve ayağa kalk. Bu ölü toprağı yeter. Ayaklarının altında aşağılık duygusu, kartal bakışlarıyla ufuklara doğru bakıp geçmişin ve geleceğin hesabını yapan ipek kalpli, çelik iradeli genç!.. O genç sen misin? Hasretinde olduğumuz o genç, sen olmalısın. Zil çalıyor. Sınıfına koş ve o genç, sen ol!.. İstersen olursun. Yeter ki iste. Bu zincirler kırılmalı.
.
Son Amerikan filminin ismi "Elveda Huzur"...
19 Eylül 2001 01:00
Amerikanizmi yayma yollarının başta geleni sinema filmleri. Bu filmlerle bütün dünyaya Amerikalı gibi düşünme ve yaşama alışkanlığı zerk edilmekte. Estetik anlayış keza, aşk keza, kültürel iktibaslar keza. Şimdi vizyonda yeni bir Amerikan filmi var. Tam da Hollywood cinsinden... Bir sabah mesai henüz başlamaktadır. Bir kısım çalışanlar, kahvelerini henüz ısmarlamış, bir kısmı metrodan çıkmakta, bir kısmı asansördedir. New York'un Dünya Ticaret Merkezi denen mağrur ikizlerinden biri aniden sarsılır. Bina alev almış, ne oldu denirken bir uçağın çarptığı sanılmıştır. Bir ân bu bir kaza olarak görülür. Hayır bu bir kaza değildir. Sadece 18 dakika sonra ikinci bir yolcu uçağı da diğer binaya saldırır. O kadar da değil. Aynı ânda ABD'nin askerî beyni Pentagon da hücuma uğrar. Beyazsaray'sa son dakikada kurtulur. Ve sonuç 30 bin civarında zavallı insan yanmak dahil türlü azaplı yollarla ölür. Bu filmin senaryosu yazılmadı. Senaryo yazılmadan uçak, intihar, saldırı, alev, ateş ve dumanla bir film çevrildi. Prodüktör kim belli değil, rejisör kim belli değil. Hatta aktörler bile belli değil. Belli olan sadece figüranlar. 11 Eylül sabahı bir kısım yolcularla işine varmş veya varmak üzere olan insanlar zorla bu dramanın elemanı haline getirildiler... Bu yüzyılın değil, belki dendiği gibi hakikaten bin yılın filmi. En büyük sebep büyüklük kompleksi. Dünya aslında yeni bir Titanic faciası yaşadı. Bu gemiyi inşa edenler denize indirdikten sonra sahilde geriye çekilerek pipolarından iki derin nefes alıp şu unutulmaz lafı ettiler. "Bu gemiyi Tanrı bile batıramaz". O gemi daha ilk seferinde battı. ABD dolarlarında "Tanrı bizi korusun" yazmakta. Bu söz anlamını yitirmiş, varılan büyüklük kompleksi ile ters anlama kaymıştı. Artık okunan şuydu. "Biz Tanrı'nın korumasına muhtaç değiliz". İşte sonuç. 12 Eylülden itibaren Amerikan kliniklerinin daha fazla ziyaretçisi olduğunu tahmin etmekteyiz. Bundan böyle Amerikalı psikolog ve psikiyatristler hiç boş kalmayacaklardır. Az evvelki misale dönelim. Titanic filmi iki yıl kadar evvel çevrildi. Geminin batmasıysa çok daha evvelden olmuştu. Bazıları bu terörist saldırıyı Pearl Harbour'a benzetiyorlar. Onun filmi ise bir ay evvel sinemalardaydı. Acaba o film teröristlere ilham kaynağı olmamış mıdır? Şunu demek istiyoruz. Birinde önce gemi battı sonra filmi yapıldı. Diğerinde önce filmi yapıldı sonra terör sahnelendi. Bunlar tesadüf mü ? Bu açıdan bakılırsa başka ibretlik manzaralar da bulunabilir. İşte en çarpıcı olanı. SSCB'nin çökmesinde iki müessir unsur şunlardır. Kızılordu, Afganistan'a girdi. Dört bir yana dehşet salıyordu. Büyüktü. Mağrurdu. Efsaneydi. Devletler karşısında titriyordu. Efgan, figanlar ülkesi gariplerinin karşılarında kaç hafta dayanacağı tartışılmaktaydı. Ama gün geçtikçe gözler fal taşı gibi açıldı. Kızıl imparatorluk bir avuç mücahid karışısında zorlanıyordu. Sonunda canlarını zor kurtardılar. Diğer unsur o Alman gencin binlerce mili aşarak Moskova'daki Kızılmeydan'a inmesiydi. Bunlar korkacak hiçbir şey olmadığını, ortada bir hayaletin varlığını göstermişti. Şimdi ABD tehir takdime uğradı. Önce uçaklar vurdu. Sonra kendisi Afganistan'a gidiyor. Gerçi şu bir vakıa. Bugünkü Afganistan, dünkü mazlum ülke değil. Halk yine mazlum ve mağdursa da yönetim farklı. Dün Müslümanlar, şöyle veya böyle kardeşlerinin yanındaydılar. Talebân'ın yanında kim yer alır? Orası meçhul ama ABD'nin işi yine de çok çetin. Ölümü göze almış bir insandan daha keskin bir silah yoktur. Hiç şüphe yok ki ABD bu silahlarla dolu. ABD'nin Talebân'a, Üsame bin Laden kuvvetlerine taarruz ettiği ân başta kendi toprakları olmak üzere bütün dünyadaki Amerikan tesis ve menfaatleri tehlike altına girecektir. Bundan sonra Amerika'da metroların, marketlerin, benzin istasyonlarının, bankaların kundaklanması sürpriz olmaz. Daha tehlikeli gelişmeler de beklenebilir. Amerikalının peşinde suikast, sabotaj, yangın gibi musibetler eksik olmayacak gibi görünüyor. 11 Eylül günü Amerikalı huzura veda etmiştir. Walker Bush, bazılarınca "kasaba politikacısı" olarak niteleniyor. Neden bu hadiseler Bill Clinton zamanında değil de Walker Bush devrinde oldu suali de izahsız bir meraktır. Kasaba politikacısıdır veya değildir ama babası ve selefi çapında olmadığı Haçlı Seferi gafı veya şuuraltı niyetiyle isbatlandı. Her ne kadar o gafını tamire çalıştıysa da ok da yaydan çıktı. Bundan sonra Amerika'daki yabancılar da rahat olmayacaklardır. Onlar, doğup yetiştikleri vatanlarını 'yaşanmaz' ve hakir görüyorlardı. Bundan sonra ne yapacaklar, sürekli horlanmayı taşıyabilecekler mi? Bir zaman sonra kendilerini tashih edebilirler. O, kendi bilecekleri iş. Mühim olan şu savaş derdi. Bir kartal bir sineğe saldıracaktır. Hiç belli olmaz; "sinek", "kartal"ı kaldırıp yere vurur, biz de tozunu görebiliriz. Yunus Emre'nin böyle bir şiiri vardır. Bir sinek bir kartalı kaldırdı vurdu yere, ben de gördüm tozunu, der. Tabiî ne sinek vardır ne kartal. Şiir ortamında mecazlar dolaşıyor. Kartal azameti, sinek hesaba alınmayan zavallıyı temsil etmekte. Ne gariptir ki ABD, harekâtına "asil kartal" adını koydu. Öyleyse kader perspektifinde 'Efganistan'a da "sinek" rolü düşüyor. Sinek, kartalı yere vurur veya vurmaz. Onu bilemeyiz. Bir gerçek var ki bu film uzun metrajlıdır. Finale gelince. Kasabanın kocaman hasır şapkalı, çifte tabancalı şerifi istediği kadar "Wanted" yazılı nişan levhasına ateş etsin kasabalı bir zaman sonra onu azledecektir... Unutulmasın. Bundan böyle huzur en pahalı meta. Amerikalı olan için de olmayan için de. "Elveda Huzur" interaktif teknolojide. Seyirciler de filmde rol alıyor.
.
Orta Asya'ya dikkat
26 Eylül 2001 01:00
Komünizm döneminde Orta Asya, meçhulümüzdü. Bölgenin tamamına birden "Batı Türkistan" diyorduk. Batı Türkistan'ın Sovyetlerin hakimiyeti altında olmasına karşılık Büyük Türkistan'ın diğer yarısı Doğu Türkistan da bugün olduğu gibi o zaman da Çin işgalindeydi. Türkistan, zamanımızda Kazakistan'da Hoca Ahmed Yesevî'nin türbesinin de bulunduğu bir küçük şehrin adı. Buna rağmen bölgeye Türkistan demek daha isabetli olur herhalde. Henüz terminolojinin oturmadığı açıkça görülmekte. Bugün dahi Türkî cumhuriyet mi, Türk cumhuriyeti mi, Orta Asya mı, Türkistan mı gibi ırkî ve coğrafî ifadeler tartışılmakta. Sovyetlerin yıkılması ile biz Türkiye Türkleri, Orta Asya'da Türkistan isminde yekpâre bir devletin ortaya çıkacağını sanmıştık. Aslında bu gönlümüzün arzusuydu. Ancak öyle olmadı. Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Tacikistan isminde ayrı devletler istiklallerini ilân ettiler. Bu devletlerle ilk ânda 70 yıllık hasretten doğan hissi yakınlaşmamız, kısa zamanda daha aklî zemine oturdu. Atlarla gelip, uçaklarla döndüğümüz topraklara bir devlet için öncelikli ihtiyaçlar olan hukuk, siyaset, ticaret gibi alanlardaki tecrübelerimizi taşıdık. En büyük hizmetiyse Anadolu'yu İslamlaştırmak için "diyar-ı Rum'a/Roma diyarına gelen Alperenlerin torunları, aynı hizmet aşkıyla dedelerinin çıktıkları topraklara ellerinde bir çantayla giderek yaptılar. Şimdi bu devletlerden bazılarının komşusu durumundaki Afganistan bir savaşın eşiğinde. Zaten Afganistan'ın kuzeyi Büyük Türkistan'ın bir kısmına dahildir. Bölgede, halklar, diller, kültürler birbirine karışmış durumda. Diğer taraftan Türkiye'ye gelince; Türkiye, Türk Cumhuriyetlerinin tanınmasıyla Türkistan veya Orta Asya'nın kapısı olarak kabul edildi. Bu rolü, hem kendi kendine biçti ve hem de batı dünyası öyle gördü. Sovyet nüfuzunun bölgede kırılmasının ardından Türk nüfuzu önem arz etti. Şimdi, Kırgızistan ABD'ye hava sahasını açtı, Tacikler üs verebilecekler, Özbekler de kara harekâtında topraklarını kullandıracaklar. Bu karar doğrudan Washington'la adı geçen devlet başkentleri arasındaki müzakerelerle alınmadı. ABD konuya ilişkin olarak doğrudan Moskova'yı muhatap saydı. İzni oradan istedi. Daha sonra nezaketen Türk liderlerinden de yarım ağızla bir söz alınmış olabilir. Hakikat ise dediğimiz gibi. Hadise, yoğun haber trafiği arasında gözden kaybolan Türkiye ve bölge devletleri için son derecede dikkat edilmesi gereken bir gelişmedir. Diplomasi dilinde çok mânâ ifade eder. Nitekim, Rusya, bu itibardan aldığı güçle Çeçenlere yüklenmeye başlamıştır. Zaman içinde kavganın çıkış sebebi zavallı insanların kanı olmaktan uzaklaşıp yerini gaz, petrol, maden, pamuk gibi menfaatlerin paylaşılmasına bırakabilir. Öyle de olacaktır. Dahası; Washington-Moskova dayanışması Orta Asya'ya yerleşerek Pekin'e karşı durabilirler. Türkiye açısından tatsız bir manzara. Turgut Özal veya Türkeş hayatta olsaydı Türkiye Orta Asya'da hesap dışı kalmazdı. Defteri yine mi ziyanla kapatacağız? Dikkatler yakına çevrilmiş durumda. Biraz da Orta Asya, Türkistan görülmeli. Şuna da bilhassa dikkat etmeli. Fırsattan istifade Rusya, bölgeye yeniden yerleşebilir. Amerika'nın rızasıyla bölgeyi yeniden "fetheden" bir Rusya'yı oradan çıkarmak ne kadar zor olur. Üstelik bölge, Rusça ve yer yer Rus nüfus sebebiyle hâlâ tam olarak ayıklanamamıştı.
.
Ruh
28 Eylül 2001 01:00
Terörle başlayan hadiseler, ülkelerini küçük görenler için ilahi bir ders oldu. Doğup büyüdükleri, ataları yaşamış topraklara tepeden bakma, onu geri, iptidai, yaşanmaz sayma, dudak bükerek karalama tavrı batının doğu karşısında üstünlüğü ele geçirmesinden sonra doğu veya net bir tarifle İslam veya daha bir yakın plana alırsak Türk münevverinin, aydınının, okumuşunun hastalığıdır. Kendini üstünle eşitleyeceğine, bunun yollarını arayacağına onu taklidi tercih eder. Onun gibi olmak ister. Ona benzer, ona benzemek onun en büyük mutluluğudur. Öyle ki batı karşısında on binlerce şehid verir. Sonra kalkar ona öykünür. O, bir zarfta eşitlenmedir. Gardrop ve mevzuat benzerliğidir. Doğu insanının namı diğer Müslüman münevverin yahut kadraja alınmış portresi ile Türk aydınının onmaz illeti. Nesilden nesle devredip gider. Çünkü yarı aydınlık da öylece sürüp gider. O hastalığın ismi aşağılık kompleksidir. Bu kompleksin dürtüsüyle batı adına ütopyada yaşar. Hayranlık duyduğu dünya, on dokuzuncu asırda Avrupa'dır. O dönemde rüyayı Fransa temsil eder. Hayranlar lokomotifi, Aziziye fesli, sarkık pos bıyıklı, sakallı, yorgun bakışlı Tanzimat münevveridir. Yirminci asrın ilk dörtte birinde Almanya'dır. Serapa hayal görülür. İttihad Terakki'nin bıyık uçları yukarı kalkık, kalıp fesli, jilet gibi elbiseler içinde dimdik duran filinta maceraperestleri, baş roldedir. Almanya'yla geri kalmış ahaliyi tenvir etme derdindedirler. Ayakları yere basmaz. Ol veçhile bir koca devleti yele verirler. Cumhuriyetin ilk çeyreğinde hayran bakışlar İngiltere'ye çevrilir. Bu defa aydın kibrine şahid olunur. Yabancı sefaret mensuplarıyla turistler görmesin diye köylü -köylü olmayan yoktu- büyük şehirlerin -topu topu 1.5 taneydi- merkezlerine sokulmazdı. Münevverin umumiyetle bıyığını kazımıştır, saçları biryantinli ve yapışırcasına arkaya doğru taralıdır. Üstünlük dili Fransızcadır. Sık sık Fransızca kelimeler kullanılır. Adet, esasen Tanzimattan beri böyledir. Bir ara Hitler'le birlikte Almancılık yeniden rüzgâr aldıysa da Hitler'in intiharıyla o da öldü. Eğer nazi diktatör muvaffak olsaydı, o hayranlık da bayrak dikecekti. 1950'den sonra Amerikancılık başladı. Ve öylece gidiyor. Kıyafetler malum, bıyıklar malum, dil malum, sinema malum, kola malum, köfte malum. Kafalar malum... Adalet orada, hakkaniyet orada, nizam orada, hürriyetler orada. Hava, su, güneş bile orada... Hiç bu geri memleketlerde ömür tüketilir mi? Buralarda kalınır mı? Buralarda bu pis, cahil, fakir insanlarla birlikte yaşanır mı? Zaten buralar rüşvetçi, hırsız, ahlaksız dolu. Bu düşünceyi ve daha nicesini doğu aydını, yani İslam aydını yani Türk aydını iptila haline getirmişti. Üstelik o, gayri Müslime hayranlığın fıkhi müeyyidesini de bilmekteydi. O överken... O hayranlığını söylerken... O karalarken Amerika'nın hiç sınanmadığını bilmiyordu. İşte ABD kader tarafından sınandı. Ve kaybetti. O mazlum insanları kastetmiyoruz. Burada dediğimiz başka bir şey. Hakkaniyetin, hürriyetin, adalet duygusunun izafi olduğu anlaşıldı. Her şeyin nasıl da "biz ve onlar" bencilliğine mihraklandığı ortaya çıktı. Azınlık, Osmanlı padişahını şikâyet etti. Padişah da bir "kul" gibi kadı huzuruna çıktı. Kadı, padişah geliyor diye ayağa kalkmadı. İltimas yapmadı. Davayı padişah değil, haklı olan kazandı. Kader kavşağındaki ABD'ye gelince, suçu başkasına atma eğiliminde. Halbuki kabile hukukunda bile suçun şahsiliği ilkesi bilinir. Suçlu kim belli değil. Suçun sübut bulması galiba mümkün de olmayacak. Nerede kaldı o hayran olunan, hasta olunan, oturma izni için bile kucak dolusu para dökülen Amerikan medeniyeti? Yel değirmenlerine saldırırcasına savaş olmaz. Merak ediyoruz. Ülkelerine dudak büken, fakat şimdi yabancı, potansiyel suçlu, tehlikeli....duruma düştükleri Amerika'da aşağılanan doğulu, yani İslam aydını yani Türk aydını şimdi ne hallerde, hangi psikolojide? İş yerinde, otobüste, uçakta, metroda, sokakta, apartmanda horlanmaktalar. Onlara sevgiyle bakılmıyor. Herhalde iki arada bir deredeler. Ne kadar yanlış kıymetlendirmeler içindeydiler. Orayı benimsemek, kültür değiştirmek yerine öğrendiklerini, aldıklarını bu topraklara taşısaydılar ne iyi olurdu. Şuna hayret ediyoruz. Ölesiye hayranlar şunu hiç düşünmüyorlar mı? Dedeleri ahmak mıydı? Onlar neden yüzyıllardan beri gerek fethetmek için ve gerekse elde tutmak maksadıyla bu topraklar uğruna milyonlarca şehid ve gazi verdiler? Vatansız olunmaz. Ezan sesiyle karılmamış toprak, yaban elleridir. Şunu da tasrih etmekte fayda var. Ne Avrupa'ya karşıyız ne Amerika'ya. Oralarda tahsil, yüksel tahsil için bulunanlarla iş kurmuş veya alınteri dökmekte olanlar iftihar vesilemizdir. Onlar, ülkeye bir şeyler katmak için çabalıyorlar. Oradaki bazılarının milliyet hisleri buradaki bazılarından daha şuurlu. Bizim meselemiz başka. O başka, yazının ruhunu teşkil etmekte.
.
İslamı temsil meselesi
2 Ekim 2001 01:00
Şu terörist saldırıdan sonra düşünülmesi gereken bir mesele de İslamı temsildir. Bunun üzerinde çok durulması hayli kafa yorulması lâzım. Bir temsil boşluğu var. Gerek siyasi ve gerekse ferdi planda İslamı kim temsil edecek? Hangi devlet? Hangi kişi... Veya kişiler? İslamı temsil, bir ihtiyaç mı? Evet, ihtiyaç. Temsil mekanizması aynı zamanda birliği temin ederdi. O yok. Temsil de yok, birlik de yok. İslâm, fakat hangi İslam? Bir Müslümanlık olarak bilinen yol var; Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamı, 4 büyük halifesini, istisnasız olarak O'nun eshabını, 4 büyük mezhebi, onların yolundaki âlim ve evliyayı tanıyıp seven. Şeriat, tarikat, hakikat vakıasını yerli yerine oturtan, herkesin, her canlının ve her inanç sahibinin haklarına hürmetkâr orta yol İslamı, ehli sünnet ve cemaat Müslümanlığı. Her türlü aşırılığa, fitne yani bozgunculuğa, karşı olan... İdareye itaati telkin eden İslâm. Buna karşılık harici var, mutezile var, cebriye var, şia var, vehhabi var. Ve son bir asırda hızlanan, başlangıcı İbni Teymiyye'ye dayanan faaliyetler. Cemaleddini Efganiler, Abduhlar, Reşid Rızalar, Seyid Kutuplar, Hamidullahlar, Mevdudiler vs. Ve sahte şeyhler uydurma tarikatler, dejenere mutasavvıflar. Derken Talibân ve Üsame bin Ladinler... Hepsi 1.5 milyarlık İslam dünyasında ve koskoca bir coğrafyada. Bunlardan hangisi İslamı temsil edecek? Hangi kıyafetteki kişi veya kişiler? Entarili, sarıklı sakallı mı, yoksa İslamiyeti kalıp işi değil de kalb işi olarak görenler mi? Kim? Tarihin hiçbir döneminde İslâmı temsil etmemiş olan İran mı? Hac ve petrol zengini Suudi Arabistan mı? Perişan Afganistan mı? Laik Türkiye mi? İslamı kim veya kimler, hangi kişiler, hangi müesseseler ve hangi devlet temsil edecek? Net konuşmaktan ürken Türkiye Diyaneti mi? İran ayetullahları mı? Afganistan uleması mı? Müslümanlar şaşırtıldı, şaşkınlığa düşürüldü. Bunu batılı yöneticiler yaptılar. İslam inanç ve amelini bozan kişi veya gruplara ya destek oldular veya saf, temiz hakiki İslama kasıtlarından böylelerini yetiştirdiler. Şimdi Batı kendi yetiştirdiği silahlarla vurulmakta. Bunu böylece bilmeli. Çünkü İslamı temsilsiz bıraktılar. Tabiat, boşluk kabul etmiyor. Doğan boşluk, bir takım nâehil kimseler tarafından doldurulmak istenmekte. Muhatap, diyaloğun ana unsuru, Avrupa, Amerika farkında değil ama İslam adına muhatap bulmaktan mahrumlar. Bir diğer söyleyişle Müslümanlar kendilerini, haklarını, doğrularını, tezlerini, iddialarını Avrupa, Amerika... dünya devlet ve kurumları nezdinde temsil edecek mümessile sahip değilller. Hadisenin can alıcı noktası budur. Boşluk ehli tarafından doldurulmadıktan sonra kavga bitmez. Boşluk kavgaya yol açacak. çıkan kavga ile mazlumlar artacak, bu da yeni düşmanlıklar doğuracak. İnsanlık bugün nasıl kurşun sıkacağını düşünmekten çok, niçin bu hallerin zuhur ettiğini araştırmak zorundadır.
.
TSK iyi gidiyor...
3 Ekim 2001 01:00
Amerika'da meydana gelen terörist eylemlerden sonra Türk Silahlı Kuvvetleri komuta kademesinin yaptığı açıklama ve konuşmalar fevkalade isabetli oldu. Rahatladık. ABD, çok sayıda insan ve büyük maddi kayıplara uğradığından Kuzey Atlantik Paktı'nın 5. Maddesine yeni bir anlam yükledi. Buna göre üye ülkeden birinin saldırıya uğraması hepsine yapılmış sayılacaktı... Türk Ordusu, Hurşit Tolon Paşa vasıtasıyla buna gayet cesur bir şekilde ihtirazi kayıt koydu: -Saldırı dışarıdan yapılmış olmalıdır. Bu görüş, meseleye yeni bir boyut getirdi. ABD'den vaki olan bir tecavüzle 5. Madde yürürlüğe konamayacaktı. Nitekim ABD dün, saldırının el Kaide örgütüyle Talibân tarafından yapıldığına dair iddialarını ihtiva eden bir dosya sundu. NATO da bunu 5. maddeyi işletmek için kâfi gördü. ABD istiyor diye 5. Madde alelacele tefsire tabi tutularak bir ülke vurulmamıştır. Gerçi NATO hızlı bir şekilde delilleri kabul etti ama geçen zaman içinde problemin biraz daha soğukkanlı bir şekilde değerlendirilme imkânı da oldu. Şimdi bu durumda saldırı NATO mensubu bütün devletlere yapılmış farz edilecek. Bu faraziyeden hareketle nelerin olacağını zaman gösterir. Nelerin olmayacağı ise belli. Türkiye, hava sahasını açacağını açıkladı. Fakat asker vermeyeceğini net bir dille beyan etti. Bunun gibi TBMM resepsiyonunda da Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu Afganistan'ın ABD'yi yutacağını vurgulanmaktaydı. Söylenen bir bataklığa dikkat çekmeye dairdi. "Kara harekâtına girmemelisiniz. Girerseniz çıkamazsınız. Biz asker vermeyiz." Daha şahsiyetliyse Orgeneral Kıvrıkoğlu'nun terör konusunda ABD'den ileri olduğumuzu hatırlatmasıydı. Ancak, aynı gün Ankara'da bir Amerikan hey'eti de temaslarda bulunuyordu. Dedikleri trajikomikti. Aradan 10 yıl geçtiğini unutmuşlar gibi Körfez harbindeki tazminatımızı ödemeyi teklif ediyorlardı. Buna mukabil bir istekleri vardı: -Askeri desteğinize ihtiyacımız var!... Amerikan askerinin kanı Türk askerinin kanından daha kırmızı değil. Niyet belli. Afgan topraklarında birileri ölecekse onlar nazlı Amerikan askerleri değil de bizim Mehmetçikler olmalı. Üstelik Müslüman Müslümana kırdırılarak. Delil dosyasında neler var, objektif bir bakışla o deliller 5. maddeyi devlete özel tarzda hizmete koymaya kâfi midir? Bunlar şimdilik bilinmese de kısa zamanda anlaşılır. Ne var ki o arada ABD yapacağını hayata geçirir. TSK'nın sıkı durması lazım. Şu güne kadar iyi gittiler. Ağırbaşlı tavrı bundan sonra da korumalılar. Baskıya da hazır olmalılar.. Peki savaş olur mu? Savaş değil, operasyon demek daha doğru. Operasyon iki kademeli yapılmadıktan sonra netice alınamaz. İkinci kademe kara harekâtıdır. ABD buna tek başına cesaret edemiyor. Onun için yanısıra başka ülkeleri de sürüklemek istiyor. Şimdilik gözü kapalı destekçisi İngiltere. Vurdu vuracak diye bekleniyor. Yine de belli olmaz. Müslümanların mukaddes üç ayları, ardından Hıristiyanların kutsal günleri bunları takiben derin kış şartları.. Beyazsaray tâ mayısa kadar bekleyebilir... Buna rağmen dikkat üzre olmak lazım. TSK bu meselede eşitler arası münasebetlerle birlikte bir miktar da tecrübeli olan olmayan farkıyla daha üst konumda. Askerlik savaş sanatıdır. Doğru. Lakin ne için ve kimin için ölüneceği iyi tayin edilmeli. ABD NATO'ya hangi bilgi ve vesikaları verirse versin. Bu bir karışık ve karanlık meseledir. Tarih, hadiselerin üzerinden 100 yıl geçince aydınlanabilmekte. Amerika'da meydana gelen terörist eylemlerden sonra Türk Silahlı Kuvvetleri komuta kademesinin yaptığı açıklama ve konuşmalar fevkalade isabetli oldu. Rahatladık. ABD, çok sayıda insan ve büyük maddi kayıplara uğradığından Kuzey Atlantik Paktı'nın 5. Maddesine yeni bir anlam yükledi. Buna göre üye ülkeden birinin saldırıya uğraması hepsine yapılmış sayılacaktı... Türk Ordusu, Hurşit Tolon Paşa vasıtasıyla buna gayet cesur bir şekilde ihtirazi kayıt koydu: -Saldırı dışarıdan yapılmış olmalıdır. Bu görüş, meseleye yeni bir boyut getirdi. ABD'den vaki olan bir tecavüzle 5. Madde yürürlüğe konamayacaktı. Nitekim ABD dün, saldırının el Kaide örgütüyle Talibân tarafından yapıldığına dair iddialarını ihtiva eden bir dosya sundu. NATO da bunu 5. maddeyi işletmek için kâfi gördü. ABD istiyor diye 5. Madde alelacele tefsire tabi tutularak bir ülke vurulmamıştır. Gerçi NATO hızlı bir şekilde delilleri kabul etti ama geçen zaman içinde problemin biraz daha soğukkanlı bir şekilde değerlendirilme imkânı da oldu. Şimdi bu durumda saldırı NATO mensubu bütün devletlere yapılmış farz edilecek. Bu faraziyeden hareketle nelerin olacağını zaman gösterir. Nelerin olmayacağı ise belli. Türkiye, hava sahasını açacağını açıkladı. Fakat asker vermeyeceğini net bir dille beyan etti. Bunun gibi TBMM resepsiyonunda da Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu Afganistan'ın ABD'yi yutacağını vurgulanmaktaydı. Söylenen bir bataklığa dikkat çekmeye dairdi. "Kara harekâtına girmemelisiniz. Girerseniz çıkamazsınız. Biz asker vermeyiz." Daha şahsiyetliyse Orgeneral Kıvrıkoğlu'nun terör konusunda ABD'den ileri olduğumuzu hatırlatmasıydı. Ancak, aynı gün Ankara'da bir Amerikan hey'eti de temaslarda bulunuyordu. Dedikleri trajikomikti. Aradan 10 yıl geçtiğini unutmuşlar gibi Körfez harbindeki tazminatımızı ödemeyi teklif ediyorlardı. Buna mukabil bir istekleri vardı: -Askeri desteğinize ihtiyacımız var!... Amerikan askerinin kanı Türk askerinin kanından daha kırmızı değil. Niyet belli. Afgan topraklarında birileri ölecekse onlar nazlı Amerikan askerleri değil de bizim Mehmetçikler olmalı. Üstelik Müslüman Müslümana kırdırılarak. Delil dosyasında neler var, objektif bir bakışla o deliller 5. maddeyi devlete özel tarzda hizmete koymaya kâfi midir? Bunlar şimdilik bilinmese de kısa zamanda anlaşılır. Ne var ki o arada ABD yapacağını hayata geçirir. TSK'nın sıkı durması lazım. Şu güne kadar iyi gittiler. Ağırbaşlı tavrı bundan sonra da korumalılar. Baskıya da hazır olmalılar.. Peki savaş olur mu? Savaş değil, operasyon demek daha doğru. Operasyon iki kademeli yapılmadıktan sonra netice alınamaz. İkinci kademe kara harekâtıdır. ABD buna tek başına cesaret edemiyor. Onun için yanısıra başka ülkeleri de sürüklemek istiyor. Şimdilik gözü kapalı destekçisi İngiltere. Vurdu vuracak diye bekleniyor. Yine de belli olmaz. Müslümanların mukaddes üç ayları, ardından Hıristiyanların kutsal günleri bunları takiben derin kış şartları.. Beyazsaray tâ mayısa kadar bekleyebilir... Buna rağmen dikkat üzre olmak lazım. TSK bu meselede eşitler arası münasebetlerle birlikte bir miktar da tecrübeli olan olmayan farkıyla daha üst konumda. Askerlik savaş sanatıdır. Doğru. Lakin ne için ve kimin için ölüneceği iyi tayin edilmeli. ABD NATO'ya hangi bilgi ve vesikaları verirse versin. Bu bir karışık ve karanlık meseledir. Tarih, hadiselerin üzerinden 100 yıl geçince aydınlanabilmekte.
.
Sonbahar ölümleri
5 Ekim 2001 01:00
Güz mevsiminin tekin olmadığı bir kere daha anlaşıldı. Son zamanlarda o kadar çok eş-dost, akraba-arkadaş...Veda etti ki. Bazılarının hastalandığını hiç işitmedik, bazılarının cenazelerine yetişemedik. Onlar sanki sonbaharın girmesini bekliyorlardı. Çınar yaprakları gibi, düşen bir gül gibi bu dünyadan ayrıldılar. Genç olanları vardı. Orta yaşta olanlar, yaşlılar. Aslında herkes genç ve aslında herkes ihtiyar. Bu bir his meselesi. Bir zamanlar ülkemizde ortalama yaş 40 sayılırmış. Daha 40'lı yıllarda. Doğrusu şu geçen asrın ilk yarısı her yönüyle felaketleri yaşatmış. Sıtmalar, veremler, vebalar...gencecik insanları alıp alıp götürmüş. Daha evvelinde de bitip tükenmez harpler kırmış. Ölümler vardır; "düşman başına" diyemezsiniz. Bir ömür korkunç biter. Ölümler vardır. Yumuşacık, sessiz-sedasız bir vedadır. Bir insan, kimseyi rahatsız etmeden ötelere süzülür. Ölenlerin her ne olursa olsun bu dünyaya doyduklarını sanmayız. Hele arkada yavruları varsa. O yavruların da gidenlere doymadıkları gibi. Yaşlı ölümü sıralıdır. Genç ölümüyse bir fidanın boynunu bükmesi. Bir de âlimin ölümü vardır. Âlimin mürekkebi, şehidin kanıyla tartılacak, âlimin mürekkebi ağır gelecek. Bu âlimi alakadar eden taraf. Bir de dünyada kalanları alakadar eden taraf var." Âlimin ölümü, âlemin ölümü"dür. Gerçekten öyle. Her âlimin eksilmesi ile dünyada tat biraz daha azalmakta. Onun için âlimin yerini doldurmaya bakmak, yenilerinin yetişmesi için çareler düşünmek bir mecburiyet. Bu sonbaharda toprak ananın kucağına son teslim ettiğimiz kişi, Prof. Dr. Orhan Karmış Hoca oldu. O'nu tarife ne hacet. Zaten kendisini tanıyorsunuz. Hakîkî ilim ehli ve hakîkî din adamıydı. Ne siyaset, ne şöhret ve ne de menfaat için ilmine toz kondurdu.. Olgun başaklar gibi başı önündeydi mütevazı ve ilmiyle amildi. Sevgili Peygamberimiz -sallallahü aleyhi ve sellem- "ölüm dehşettir" buyuruyorlar. Ve en iyi vâiz, nasihatçi. İnsan, bir ölüm haberiyle sarsıldığında ilk düşündüğü Resulullahın da dünyasını değiştirmiş olduğudur. Ölüm kötü olsaydı, O, ölümü kabul etmezdi. Ölü yakınları, bunları ve dünyanın faniliğini hatırlar ve ıslak gözlerle teselli bulur, dualar, hatimler ve hediyelerle sevinirler. Mü'minin ölümü bazen insanı şaşırtmakta. Cenaze evi, bir düğün evine dönüşebilmekte. Müslümanın ölüm kültürü bile başlı başına zenginliktir. Hastanın ölümünden, kabre verilmesine ve arkadan taziyelere kadar her şey yerli yerince işler. İnsan, bu mükemmel işleyişi, sevgi ve dayanışmayı görünce ister istemez inançsız insanın zavallılığı aklına gelmekte. İnkârla mutlak doğru değişmez ki. Ölüm sevgiliyi sevgiliye kavuşturan bir köprü. Son değil başlangıç. Bir rüyanın bitip, hayatın başlaması. Onun için İslâmiyeti tanımayan mü'minin ölüm anlayışını kavrayamaz. Müslüman ana, can yavrusunu askere uğurlarken "haydi yolun açık olsun, ölürsen şehid, kalırsan gazi ol!" der. Bu hem ak pürçekli ananın duası, hem temennisi, hem emridir. Şehid rütbelerin en ulusuna kavuşur. Şehid anası da bir ulu tâcâ. İslâm savaş kültüründe cepheden kaçma yoktur. Baba, eve sokmaz, ana sütünü helal etmez. Mü'min, ölüm karşısında tam mütevekkildir. Zira şu bir düsturdur. O'ndan geldik, yine O'na gideriz. Bunu bilmeyenlerin İslâm dünyasını çözmeleri imkânsızdır. Sonbaharda yapraklar sararıp yere düşerken bazı hayatlar da toprağa düşer. Sonra kış gelir. Kar bir kefen gibi kabir taşlarını ve kabirleri örter. Sonra bahar gelir, kabir toprağında çiçekler yükselir. Bazısı gelinciktir, bazısı papatya. Zaman akar, eller yıldızlara değercesine dua için uzanır. İnsan, ölüleri ve sağlarıyla birlikte yaşar. Rahmet dört bir yanı sarmıştır.
.
Kâinatta tesadüf yoktur
8 Ekim 2001 01:00
Henüz 10. ayına girdiğimiz yeni yüzyılla milenyumdan umulanla bulunan apayrı oldu. Türkiye, krize yakalandı. Dünya teröre. Oysa 31 Aralık 2000'in gelişi, gün gün geriye sayılarak sabırsızlıkla beklenmişti. Gregoryen takvimle 21. Asır ve 3. Bin başlayacaktı. Dünya; en azından kendini batılı kabul eden dünya, takvim değişikliğini büyük bir şenlikle karşıladı. 2000'i 2001'e bağlayan gece yarısı yer kürenin dört bir yanından televizyon naklen yayınları oldu. Saat farkıyla yeni zamana en evvel giren memleketler şanslı sayıldılar. Havai fişekler atıldı. Danslar yapıldı. İçki, sular gibi aktı. Yılbaşı çılgınlıklarına milenyum sarhoşluğu eklendi. İnsanlık huzur, saadet ve refah arayışındaydı. Beklenen gelecek bunu vaad ediyordu. Daha doğrusu insan, ona böyle bir misyon yüklemiş, sonra da kendi masalına inanmıştı. Hepsinin hayalden başka bir şey olmadığı bugün çok acı bir şekilde görülmekte. Veya Türkiye kendi derdine, batılılar da kendi acılarına düştüklerinden kimse o rüyayı hatırlayamamakta. Demek ki "zeman yine ol zeman, devran yine ol devran". Zaman esrarını korumakta. Güneş doğudan doğup batıdan batmakta. Ay her gece görünmekte. Yıldızlar çıkmakta. Fırtına esmekte. Bebeler doğmakta. Kuzular melemekte. İyiler iyilik, kötüler kötülük düşünmekte. Yağmurlar yağmakta tabutlar taşınmakta. Tıpkı binlerce yıl öncesinde olduğu gibi. Bütün o zıplamalar, ateş dansları, kendinden geçmeler boşunaymış. Zaten takvim dediğiniz ne ki? Ve dahi zaman ne? Bunlar var farz edilen doğrular. İslam takvimi ayrı, Hıristiyan takvimi ayrı, Çin'inki ayrı. Tercih edilen takvime göre varılan neticeler değişmekte. Bazısında bir yıl 360 gün bazısında 5 gün daha fazla. Diğerinde daha değişik. İnsanlık, izafi olana bel bağladı. Uyanıkken gördüğü düşlerle kendini oyaladı. Derin hayal kırıklığına uğradı. Ne Türklere. Ne Araplara. Ne Avrupa ve Amerika'ya bu yeni zaman bir şey vermedi. Kimi krizde, kimi terörde, kimi korkuda. Bir başka gerçek... Krizin ve terörün sahne oyuncularına dikkat ediniz. Türkiye, Rusya, İngiltere, Çin ve ABD. Bunlardan sonuncusu süper güç. Ya diğerleri? Onlar da kendi devirlerinin süper güçleri. Namı diğer cihan devletleri. Medeniyet kurmuş bu cihan devletleri ya iktisadi buhran veya tedhişle boğuşmaktalar. Dünkü kavgalar da bunlar arasındaydı. XX. Asra aynı cilayı çeken de yine onlardı. Yarın bir kere daha cephelere ayrılarak birbirlerine düşebilirler. Alkışı veya laneti bir kenara bırakıp Sormak lazım. Eskisi ve yenisiyle medeniyetler kurmuş bu milletler nerede hata ettiler ki başlarına bunlar geldi? Bu acıların. Korkuların. Dertlerin... Bu azabın hesabını kim verecek? Kâinatta tesadüf yoktur. Bir yerde, hata edildi. Ardından musibetler sökün etti. Havaya atılan taş yukarıda asılı kalmaz. Yeni yüzyıl, yeni bin yıl, perdeyi yokluk ve savaş; gözyaşı ve kanla açtı? Niçin? Bırakınız izafi kavramları da bu sualin cevabını bulunuz. Stratejistleriniz, silah tüccarları için yönlendirme kitapları telif eden şöhret yapılmış yazarlarınız, her alandaki uzmanlarınız asıl buna kafa yorsunlar. Ve bir şeye daha kafa yorsunlar; evvela bu gerçeği keşfedip sonra düşünsünler, bir mazlumun bir damla gözyaşının nelere muktedir olduğunu. Hiçbir teknolojik varlık insanı aşamıyor. Beşerî, ilahîyi aşamaz. Bunu göremezseniz hiçbir yeni zaman size mutluluğu taşıyamaz.
.
Bir maceranın peşinde sürüklenmek
9 Ekim 2001 01:00
Birkaç Talibân askeri, ellerinde silahlar karşılarında iki sivil. O askerler, bu sivilleri kurşuna dizecekler. Suçlularmış. Kurşuna dizilecek kişiler kendilerini kurşuna dizecek askerlerle onların elindeki silahlara korkuyla bakıyorlar. Derken tetiğe basılıyor ve iki zavallı adam yere yıkılıyor. Dini bilgisi en zayıf olanlar bile bilir ki kurban kesilirken kurbanlık hayvanın bile gözleri bağlanır. Naklettiğimiz hadisede ise her ne olursa olsun iki insan en gaddar şekilde öldürülüyor. Keza topuğu görünüyor diye bir kadın sokak ortasında bağırtıla bağırtıla kırbaçlanıyor. Bunları tv'de seyretmiş olmalısınız. İşte Talibân bu... Bir marjinal grup. Afganistan'ı ele geçirmiş, sığ idraklerine göre İslamı uyguluyorlar. Onların inançta ateşleyicileri Vehhabilik, Mevdudicilik vs. gibi reformist hareketler ki bu hareketlerin kaynağı da gerçeğe bakarsanız tarihin derinliğinde yine batı. Talibân'ın Sovyetlere karşı hazırlanmalarının ABD eliyle olması gibi. Amerika, 11 Eylül tarihinde ağır bir saldırı yaşadı. Bu ülke maddi-mânevi büyük kayıplara uğradı. Beyazsaray, terörist hareketi Üsame bin Ladin'in yaptığını iddia etmekte. Olabilir. Zira O'nu da kendileri yetiştirdiği için herkesten daha iyi tanıyor olabilirler. Talibân, suçlu ilân edilen kişiyi vermeyince nihayet 7 Ekim 2001 Günü tarih oldu. ABD, dün Afganistan saatine göre gece yarısından önce Kâbil, Kandehar gibi Afgan şehirlerindeki havaalanlarıyla hassas noktaları vurmaya başladı. Talibân'ı devirmek ve Kuzey İttifakını iktidara getirmek isteniyor. Üsame bin Ladin'inse Hindukuş dağlarında olduğu zannediliyor. Oraya dönük olarak bir faaliyet yok. Maalesef Afgan halkı ziyan görüyor. Onlar iki ateş arasında. Bitmiş, tükenmiş bir ülke, Ruslardan sonra iç harpten, onlardan daha sonra Talibân'dan çekti. Şimdi de ABD güdümlü harekâtla bomba, füze, mermi yemekte. Zavallı, Afganistan, zavallı, Afganlılar. Şunu Amerika nasıl izah edecek? Bin veya beş bin kişilik bir komando tabur yahut alayı ile Üsame bin Ladin'in peşine düşmek varken neden yoksul toprakların bombalanması? Talibân'ı devirme iddiası inandırıcı olmaz. ABD, her yıl değişik coğrafyalarda ince taktiklerle birkaç idareyi alaşağı etmekte. Burada da aynı metodu izleyebilirdi. Yapmadı. Sebep, kendi kamuoyunu tatmin. O yüzden "terörizmle savaş" diyor. Oysa terörle savaşılmaz mücadele edilir. Bize kalırsa Washington, ihtilafa benzin dökmüştür. Daha ilk geceden ortaya yeniden bir Afgan dramı çıktı. Afganistan'a atılan bombadan çok zar... ABD kumar oynuyor. Bir metod hatası içinde. Bu yolla mazlumları ve muhaliflerini çoğaltacaktır. Herhalde düşmanı Ladin de boş durmaz. O'nun da her türlü çılgınlığı yapması mümkün. 11 Eylülden bu tarafa az bir zaman geçmemesine rağmen ABD öfkesini yenemedi. Beyazsaray bir bakıma popülist davrandı. Ve 7 Ekim Pazar günü mukabil saldırıyı başlattı. Savaş çıkmamalıydı. Üzgünüz. Çok kan dökülebilir. Dram tekrarlanıyor. Talibân'ı devirebilirler. Bu mümkün. Fakat Üsame bin Ladin'i yakalamak kolay olmayabilir. Belki uzun bir zaman bunu başaramayacaklar. O zaman Amerika'nın prestiji ne olur? Amerika mağdur olarak kalsaydı kendisi için daha iyi olurdu. Dünya için de iyi olurdu. Ankara, son derecede dikkatli olmalı. Asla bir figüran durumuna düşmemeli. Sonuçta Amerika-İngiltere ikilisinin başını çektiği bir eylemle bölge hakimiyet altına alınmak isteniyor. Hedef budur. İç kamuoyunun tatmini gibi meseleler dahi ikinci derecedendir. Bu yüzden Türkiye, tarihi günlerde tarihi rol oynayacak derecede dirayetli, basiretli ve akıllı hareket etmelidir. ABD, zarı atmış ve bir maceranın peşine düşmüştür. Yeni bir Vietnam mı, yeni bir Afganistan mı, yeni dünya düzeni mi?
.
Kurtlar sofrası; oyun içinde oyun
10 Ekim 2001 01:00
Amerika, son 10 yılda tek süper güç olma avantajını yakaladı. Bu belki de kendisinin hiç tahmin etmediği bir neticeydi. Böyle bir neticeye kavuştuktan sonra da onu elden kaçırmamak için her yolu mubah sayabilir. Bazı memleketlerdeki post modern darbeler ve buna bağlı olarak sürdürülen operasyonlar, Pakistan'da önce Ziya'ül Hak'ın suikastle ortadan kaldırılması, bu yakınlarda askeri müdahale ile iktidarın değişmesi hep aynı merkezin aynı niyete dayalı çalışmaları olarak akla yatkın geliyor. Üsame bin Ladin ve Taliban adı verilen kimseler önce araç olmuşlar şimdi de bahaneler. Araç olarak Rusya'nın Afganistan'ı işgaline karşı kullanıldılar. Amerika, onları neden bahane saysın? ABD'nin dünya liderliğini devam ettirebilmesi birtakım mali ve stratejik imkânları daha ele geçirmesine bağlı. New York'taki iki ticaret kulesi vurulmuştur, doğru, Pentagon da vurulmuştur bu da doğru. Fakat bir doğru daha var. Süper imkânlara sahip süper gücün ülkesine girip aylarca, belki yıllarca çalışmalar yapan teröristleri fark etmemesinin mümkün olmadığı da doğru. Hiç mi şüphelenen olmadı? Terörist eyleme sanki göz yumulmuştur. Kuvvetle muhtemel ki Beyazsaray veya Amerikan derin devleti eylemi tesbit etti, ama kontrollü kaos fikri gereğince onlara müdahale etmedi. Yanıldıkları nokta sonucun tahminlerini aşması. Onları serbest bırakması bugünler içindi. Böylece ABD'nin meşru müdafaa hakkı doğacaktı. Ortada bir şey yokken Afganistan'ı ele geçirmeye kalkışmak tecavüz olacakken maşa adamlarla bir mağdurun öfkesine dönüştürülmüştür. Yoksa hangi mantıkla şu saldırılar izah edilebilir. Terörün bütün dünyadan kazınması gibi kimsenin itiraz etmeyeceği bir gerekçe ileri sürülmekte. Pekâlâ, İngiltere, İspanya, İtalya, Fransa gibi yerlerde de teröristler, Kolombiyalarda vs. de de uyuşturucu kaçakçıları var. Oralar da bombalanacak mı? Bush'un harekâtın başladığı günkü beyanatında bir cümle son derecede düşündürücüydü. Dünya devletlerine seslenip kimsenin tarafsız kalamayacağı tehdidini savuruyordu. İçlerindeki terörist örgütler sebebiyle Batılı ülkeler bombalanmayacaktır. Buna mukabil, Çeçenistan'ın, Keşmir'in, Moro Müslümanlarının, Filistin'in, Kuzey Irak'ın, Libya'nın, Sudan'ın başına tonlarca ateş yağabilir. ABD kendi liderliğini pekiştirirken dolaylı olarak İslam toplumları da sindirilmekte. Daha şimdiden on binlerce Müslüman mülteci meydana geldi. Bu sayı yarın milyonları bulabilir. Sivillerin evleri başına yıkılırken bir taraftan da sözde gıda paketleri atılmakta. Süt tozunu unutmamışlardır. İyi de nerede pişirecek, nerede oturup yiyecekler? Medeniyetler arası savaş bu değilse nedir? Türk hükümeti parlamentodan asker yollamak için izin istiyor. Türkiye'nin menfaati tarafsız kalmakta. Ağırlığını hakem rolü oynayarak devam ettirmekte. Türk milleti, Müslümanın Müslümana silah çekmesini hazmedemez. NATO veya başka bir adla oluşacak birlik kuvvetlerinin ismini zikrettiğimiz yerleri bombaladığını ve Mehmetçiğin de onların arasında yer aldığını bir düşününüz. Tam bir felaket olur. Batı emperyalizminin oyuncağı durumuna düşmekten sakınmak lazım. Amerika 50-100 yıl gibi bir geleceği için miadını doldurmuş iki-üç kule ile 5-10 bin kişisini feda etmiş olabilir. Türkiye, 50 sene evvel, Kore'ye asker yollama pahasına NATO'ya kabul edilmişti. Eğer şimdi de küresel güç, yeni dünya düzeni, gibi parlak etiketler taşıyan harekât yahut savaşlara Avrupa Birliğine katılmak uğruna evlatlarını gönderecekse yanlış yapar. Belki de yarın Almanya Amerika, Almanya Fransa, Fransa İngiltere gibi devletler arasında Asya'nın, Güney Asya'nın, Ortadoğunun paylaşılması için çıkacak sürtüşmelerle AB diye bir varlık kalmayacaktır. Aktörlere şöyle bir bakınız, Amerika, İngiltere, Rusya, Almanya, Fransa, İtalya. Osmanlı'nın "düveli muazzama" dediği kadro. Aynen I. Dünya Harbi manzarası. Yalnızca Osmanlı noksan O gün, bizdeki iktidarda Enver, Talat, Cemal Paşa üçlüsü vardı. Bugün Ecevit, Bahçeli, Yılmaz... Tarih tekrar etmekte. Ne benzerlik değil mi? O gün bir gemi bombalaması ile kavgaya sürüklenip imparatorluğu elden çıkarttığımız unutulamaz. Bugün de bizim adımıza bir-iki komşumuza atılacak füzelerle başımız derde sokulabilir. Kurtlar sofrası açıldı. Tertiplenen oyunlarla mazlumlar yenilecek. Oyuna gelmemeliyiz. Bombayı atan Amerikal, süngü tutan Türk olmasın. Gurkalar peşindeler. Son söz: Enver Paşa, değil Sultan Abdülhamid siyaseti takip edilmeli... İyi ama; Ecevit, O'nu değil Mithat Paşa'yı sever.
.
Asker verip para almak
11 Ekim 2001 01:00
Amerika'nın 'yan kuruluşu' IMF, Türkiye'ye para vermedi. Kemal Derviş de boş döndü... Türk askeri cephede yerini almadıktan sonra para vermeyecekler. Ne kadar acı... Açıkçası şu. Amerikan askeri kıymetli. Onlar ancak gol atan bir futbolcu gibi yukarıdan bomba yağdıracaklar. Türk ve Afgan çocuklarıysa göğüs göğüse kapışacaklar. İki tarafın da ismi Ahmet olacak, Hasan olacak. İki taraf da ölüsüne "şehid" diyecek. Diğerleri adam öldürmeyi spor saymanın sadist zevkini yaşayacaklar. Buna razı olamayız. Türk milleti 1968'den bu yana gencecik evlatlarının tabutlarını taşımaktan yorgun düşmüştür. Önce sağ-sol kavgalarıyla bu ülkenin delikanlıları birbirine kırdırıldı. Yıllarca onların tabutu taşındı. Sonra Kürt-Türk kavgasıyla kayıplar verildi. Her gün tabutlar taşındı. Bu millet, 30 yıldan fazla her Allahın günü tabut taşıdı. Zaman oldu bir günde 30 kişi kaybedildi. Zaman oldu aynı gün 30 Mehmetçiği birden şehid verdik. Analarımızın göz pınarlarında yaş kalmadı. Onlar ağlaya ağlaya yaşlandılar. Şimdi kızları sırada. Bu defa yeni analar ağlayacak. Doğru ABD'nin yaptığı veya kabul ettiği değildir. Hükümet tezkeresindeki o 'ABD, terörle mücadelede daima Türkiye'nin yanında yer almıştır' tezine katılamıyoruz. Vicdanımız başka şeyler söylüyor. Diplomasi her zaman hakikatle örtüşmez. Türkiye ASALA'yla, PKK'yla, diğerleriyle mücadele ederken onlara destek olan zavallı Afgan halkı değildi. Teröre sonuna kadar karşıyız. O, insanlığın yüz karasıdır. Talebân ve Üsame bin Ladin'e de karşıyız. Ama, terörle kurrallarıyla mücadele edecek yerde nizami harp açan Amerika'nın şu tavrına da karşıyız. Amerika samimi bulunmuyor. Hesabı, planı başka. Kime karşı ve niçin? Evet, evlatlarımızı kime karşı ve niçin ateşe atacağız. Mânâ belirsiz maksat belirsiz. Bir macera. Sonu karanlık bir bataklık. Bunu kabul edemeyiz. Türk milleti kahir ekseriyeti ile böyle bir talebe de böyle bir karara da şiddetle karşı. Hava sahamız, limanlarımız açık, üsler ellerinin altında, irtibat subayları da verdik,. Daha ilerisi olmaz. Cephede kurşun sıkıcak, bomba atacak, er, subay, pilot, komando vermemeliyiz. Bir kere daha söylemekte fayda var. Bu bir bataklıktır. Ne kadar süreceği belli değil... Maksat Talebânı devirmekse Amerikan silahlı kuvvetleri yeterdi. Türkiye, etliye sütlüye karışmayan, kokmaz-bulaşmaz bir politika gütmesin. Türkiye, faal bir şekilde hakem olsun, arabulucu olsun. En kötü anlaşma en iyi savaştan daha iyidir. Buna mukabil taraf olursak başımıza yeni gaileler açabiliriz. Yarın Ankara, İstanbul gibi büyük şehirlerimizde terör eylemleriyle kitlevi kayıplara uğrarsak bunu kim telafi edecektir? Amerika mı, İngiltere mi , IMF mi? Ekonomide dibe vurmuş bir ülke, ne savaşı kaldırabilir ve ne yeni terör eylemlerini. Kendi yerlerine ölmesi için adam arıyorlar. Gençlerimize kıyacak mıyız? Yine mi bayrağa sarılı tabutlar!.. Yoksa "üzülmeyin, onları Afgan dağlarına gömeceğiz" mi diyorsunuz? Bakınız bir yanlış kararla Enver Paşa, Allahu Ekber Dağlarına 90 bin askerimizi gömmüştü. Şimdi de uzak memleket dağlarının karları gencecik fidanlarımıza kefen yapılmasın. Asker verip para almaya hayır. Para vermesinler. Ticaret yapalım, iş yapalım. Korkarız ki, Amerika'yla O'nun içerdeki etkin taraftarları yurdumuzu iflah olmaz bir yola itiyorlar.
.
Washington'dan Çin Seddi'ne
12 Ekim 2001 01:00
Bir zamanlar Türk devlet adamları, "Adriyatikten Çin Seddi"ne" diyorlardı. Turgut Özal ve Süleyman Demirel'in "Adriyatik'ten Çin Seddi'ne Büyük Türkiye!" Sloganları hepimizi heyecanlandırmıştı. "Büyük Türkiye" ibaresini ilk defa tarihçi Yılmaz Öztuna kullandı. Bunu siyasi literatüre taşıyan Süleyman Demirel oldu. Sene '70'lerdi. Demirel, Başbakandı. Sonra '80/90'larda Başbakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı döneminde Turgut Özal, "Adriyatik'ten Çin Seddi'ne Büyük Türkiye" dedi. Bilahare bu sözü Başbakanlığı döneminde Süleyman Demirel de kullandı. Bir milletin şuuraltı özlemi yöneticilerinin dilinde hayat buluyordu. Bu sözlerle hayaller tutuştu.. Biz bir imparatorluğun çocuklarıydık. 23 milyon km2'ye hükmetmiş nesillerin evlatları için 777 bin km2 bir kasaba toprağı gibi geliyordu. Kasdedilen külterel bir nüfuz alanıydı. Toprak zaptı gibi bir niyet yoktu. Arnavutluk kıyılarından Doğu Türkistan'a kadarki kültürel kuşak üzerinde söz sahibi olmamız sorgulanıyordu. O kuşak Türkiye'nin tabiî interlantıdır. Tanımadığımız Afganistan'da bile 8 milyon Türk var. Dikkatli bir bakış, televizyonlara çıkan AfganlılarınTürkçe konuştuklarını atlamayacaktır. Bunların hepsi ne kadar güzel. Ama... Şimdi anlıyoruz ki biz o sözlerle heyecanlanırken dostumuz, müttefikimiz vs diye bildiğimiz devletler, rahatsız olmuşlar. Başımıza bir çok derdin sarılmasında bir ideale uyanmamızın payı yok mudur? Galiba var. Biz unutsak da batı muhteşem mazimizi unutmuyor. Süleyman Demirel'in Cumhurbaşkanlığından bu tarafa artık o söz zinhar telaffuz edilmemekte. Edilmeyebilir, Mühim olan söz değil icraat. Ne var ki icraatta sefalet noktasına geldik. Bugün "Amerika ne diyorsa doğrudur, ne yapıyorsa haklıdır" zavallılığıyla baş başayız.. Bizim rüyalarımız, ABD'nin hakikati oldu. Biz, Adriyatik'ten Çin Seddi'ne derken... ABD, nasıl çıktığı, kim tarafından yapıldığı, neden önlenmediği garip bir şekilde belirsiz bir terörist katliamı gerekçe göstererek Washington'dan Çin Seddi'ne yerleşmek üzere. Beyazsaray, onun için Afganistan'ı döverek etrafa korku salıyor. Bunlar olurken birtakım makyajlar da yapılmakta. "Koalisyon güçleri", "NATO kuvvetleri" gibi.. Ortada bir Anglo-Sakson yayılmacılık söz konusu. Asıl aktör de George Bush değil. Ondan ziyade Tony Blair. Kafa İngiltere Krallığı, gövde, Amerika. Adriyatik'ten Çin Seddi'ne Büyük Türkiye telaffuz edilse de edilmese de var. Lakin var olan yok sayılıp, yok olan dayatılıyor. XX. asır çetin başlamıştır. Sömürgeci zihniyet şaha kalkarken Ankara'da siyasi kudret boşluğu yaşanıyo
.
Düşman
22 Ekim 2001 01:00
Asya'yı kanatlarını açmış, bir kartala benzetirsek bu kartalın bir kanadı Doğu Türkistan, bir kanadı Kafkaslardır. Kartalın başıysa Anadolu. Düşman isimlendirilmiştir: Müslüman. Fırsat, bu fırsat. Çin, Doğu Türkistanlıları terörist ilân ediyor. Rusya, Çeçenistan'ı. ABD yarım asır boyunca dünyada terör rüzgârları estiren bu iki devlete katlanıyor. Kartalın kanatları tehlikede. Kartal, kanatlarını kaybederse, uçamaz. Kanatsız kartal, bir köşede dalıp dalıp eski günleri hatırlamaktan öte bir iş yapamaz. Doğu Türkistan ve Kafkaslarda her an her şey olabilir. Bu tehlike, Rusya tarafından Balkanlara da sıçratılacaktır. Rusya'da rejimler değişir. Rus milletinin emelleri hap aynı kalır. Onlar Çar Deli Petro'nun vasiyetini unutmayacaklardır. Değişmez gayeleri, sıcak denizlere inmektir. Önlerindeki sıcak sular, Akdeniz'dir. Onun için Türkiye'nin güçlenmesini, kartalın kanatlarını açmasını arzulamazlar. Bunu Çin de istemez. Doğu Türkistan, Türklerin ana yurdudur. Oradaki Müslüman Türklerle buradakiler bir elmanın iki yarısı. Çin, Türkiye'nin oralarla meşgul olmasına tahammül edemez. Doğu Türkistan 30 milyon civarında bir ülke. Çin'in kırkta biri kadar. Ne var ki yer altı zenginliklerine sahip. Afganistan gibi daha doğrusu bütün İslam memleketleri gibi onun da başına gelenler işletemediği serveti yüzünden. Hıristiyan, Musevi kökten dinciliği ile Rus ve Çin şovenizmi düşmanı göstermiştir. Düşman, Doğu Türkistan. Çeçenistan, Filistin. Düşman, Filipinler'de Moro Müslümanları, Keşmir'de Müslümanlar, Güney Afrika'da Müslümanlar, Balkanlar'da Müslümanlar. ABD sadece ikiz kulelerini kaybetmedi. Bugün ABD'nin prestiji de onmaz yaralar almıştır. Beyazsaray, resmen açıkladı. Duraklama dönemine girdiler. Duraklama dönemine girmiş Amerika'nın cihan devleti sorumluluğu da tehlikede. NATO kalkanı ardına saklanan Anglo-sakson niyeti dünyada böylesine muhayyel düşman mihraklar oluşturulmasına zemin hazırladı. Son hünerleri şu. Afganistan'a CIA ajanları sokarak Afganlıyı Afganlıya kırdırma hazırlığındalar. Onu, Türk askerine yaptıracaklardı. Kanmadık. Bunun üzerine kendi askerlerini harcamamak için 'parçala ve yut' politikasını tekrar gündeme getirdiler. Artık Taliban vs. demode bahane. Süper gücün, dünya liderinin adil olması lazım. Evet ABD, 11 Eylül'de korkunç bir saldırıya uğramıştır. 7 bin civarında evladını kaybetmiştir. Ama bu ağır neticeye rağmen bir cihan devleti, delil, iz, işaret olmadan nasıl oluyor da sırf intikam saikiyle bir ülkeye taarruz ediyor, oraya tonlarca bomba yağdırıyor, sivilleri katlediyor, yetmiyor o ülkeye ajanlar sokarak iç savaş çıkartmak istiyor? Zemin, Putin, Şaron Bush'tan yüz buluyorlar. Manzara kaygı vericidir. Düşman, istiklalini isteyen Müslümanlar. Müstakil kalmak isteyen Müslümanlar. Düşman, yer altı yer üstü zenginliklere sahip İslam ülkeleri. Şimdi "düşman Afganistan" iç savaşa sürükleniyor. Bir zamanlar o iç savaşı Türkiye'ye yaşattılar. Önce sol-sağ kavgaları. Sonra Kürt-Türk. Bugün sırada Afganistan var, yarın bir başka İslâm ülkesi.
.
Hoparlör, her minareden sökülmeli
23 Ekim 2001 01:00
Diyanet İşleri Başkanlığı bir karar aldı. Tartışılan kararı şöyle nakledebiliriz. Birbirine yakın camilerden büyüklerde ezan hoparlörden okunacak küçüklerde ise müezzinler minareye çıkarak... Karar, bazı din adamlarıyla onların güdümündeki bir kısım kimseleri rahatsız etti. Ezanı yasaklama şeklinde anladılar ve anlattılar. Gerekçeleri de şu. Mü'minler ezanı nasıl duyacaklar? Mübalağaya tenezzül edilmemeli. Bir kere ortada ezan yasaklatma diye bir tasarruf yok. Hadise gayet basit ve yukarıda yazdığımızdan ibaret. Ezanı duyma meselesine gelince. İsteyen duyar. Boşuna mı demişler "namazda gözü olanın ezanda kulağı olur" diye. Üstelik fıkıh şartı, ezanı herkesin duyması değil, vaktin girmesidir. Hoparlörün, hatta minarenin olmadığı devirlerdeki Müslümanların namazları namaz olmadı mı? Cami büyük de olsa, mescid de olsa minareden herhangi bir alet kullanılmadan okunan ezandır. Hoparlörle, megafonla, boruyla... okumaksa bid'attir. Bid'at -burada- ibadette sonradan ortaya çıkartılan ve o ibadetin mahiyetini değiştirerek özünden uzaklaştıran tatbikattır. Hoparlörle ezan okuma, mikrofonla namaz kıldırma, Müslümanın ibadetine sonradan katılmış, dinde reform yapma günlerinden kalma ve sonradan sığ Müslümanların dört elle sarıldıkları caiz olmayan amellerdir. Hepsi de bid'attir. İş çığırından da çıkmıştır. Minarelerden bangır bangır etrafa yayılan elektronik ses, herkesi rahatsız etmektedir. Halbuki ezan, yüce bir hadisedir. Ehl-i îmânı namaza, diğerlerini îmâna herkesi tefekküre çağırır. Derinlikli insanlar onu böyle anlar ve huşu ile dinler. Hoparlörden yayılan ezan benzerleri kimde huşu uyandırmaktadır? Diğer taraftan başka bir sıkıntı da cami içlerinde yaşanıyor. Yarım saf cemaate mikrofon açılmakta. Davudi sesli imam efendinin hoparlör gümbürtüsüyle yaptığı kıraatle kubbe inip inip kalkmaktadır. Cemaate vaktinde yetişemeyenin vay halini. O sırada müezzinin kırk türlü teganniyle okudukları, namaz kılan mü'minleri sanki işkenceye maruz bırakmaktadır. Benzeri aynen mevlidlerde de yaşanıyor. Mevlid bir tarafta huzurla ifa edileceğine avaz avaz seslerle milletin namazı bozulup günah işlenmektedir. Diğer taraftan meselenin bir de israf tarafı var. Ne gariptir ki camilerde bile israf yaşanıyor. Hoparlörler israf, mikrofon israf onları çalıştıran anfiler israf. Aydınlatmada da israf var. İsrafa düşmemek için yeni yapılan camilerin mesela 5 yüz metre gibi bir aralıktan daha yakın olmaması gerekir. Diyanet cesaretli olmalı. İlimsiz cemaatle tembel personelden korkarak icraat yapılamaz. Gözünüzü kırpmadan büyük-küçük her caminin minaresinden hoparlörleri sökmelisiniz. Keza aynı hayırlı çalışmanızdan mihrap ve minberlerdeki mikrofonlar da nasibini almalı. Hoparlör, camilerde yalnızca vâz-u nasihat için kullanılabilir. Bunlarla namaz kılınamaz. Cuma cemaatinde imamın sesi ara münadilerle arka saflara ulaşabilir. Yeter artık din adına işlenen dine aykırı bu dejenere hal. Kimse merak etmesin ezan duyulur. Allah'a şükür, memleketimizde bereketli miktarda cami mevcut. Üstelik dediğimiz gibi bir beldede ezan okunmuş ve onu birkaç kişi işitmişse kâfi. Takvim ve saat imkânı olmayan mü'min bile havanın durumuna bakarak 'zann-ı galib'iyle hareket der. Diyanet populist davranmasın. Geri adım atmasın. Yıllardır müezzinleri minareye çıkartamıyordu. Minare merdivenleri örümcek bağladı. Ezan okunmayan minare süs müdür? Halbuki müezzinler minareye çıkıp ezan okumak için maaş almaktalar. Aralarında hakiki ihlas sahibi, cemaate, bir şeyler öğretmek için kendini paralayanlar olduğu gibi bir kısım akademisyenler benzeri bazı imam ve müezzinler asli işlerini ikinci plana iterek ticaretle iştigal etmekteler. Böylelerine tabii ki minare merdivenlerini döne döne tırmanmak, bilmeyene Kur'an-ı kerîm öğretmek, kendini geliştirmek için okumak külfet gelecektir. Hoparlör ve mikrofon ibadetlerimizden kalkmalı mâbedlerimiz huzur, sükûn ve temizliğe kavuşmalı. Müezzin minareye çıkmalı
.
Türkmenbaşı'na kızmalı mı?
24 Ekim 2001 01:00
Türkmenistan'ın 'payitahtı' Aşkâbâd'a indiğinizde mutlaka şaşırırsınız. Bu ilk seferinizse Orta Asya bozkırlarında böylesine modern bir ülkeyle karşılaşacağınızı hayal etmemişsinizdir. İlk şaşkınlığınıza günler geçtikçe yeni şaşkınlıklar eklenir. Bunlardan biri Türkiye'nin ağırlığıdır. Havaalanı dahil şehirler, müteahhitlerimiz tarafından imar edilmiştir. Marketler, Türk mallarıyla doludur. Binlerce kilometre ötede bunları görmek insanı inanılmaz derecede mutlu etmektedir. Türkmenbaşı'nın fotoğraf ve heykel bolluğuysa şaşkınlıktan da öte insanda yadırgama duygusu uyandırmaktadır. Nereye dönseniz O'nunla karşılaşırsınız. Türkmenler, Sapar Murat diyorlar. Biz Sefer Murat diyebiliriz. Sefer Murat Türkmenbaşı, Türkmenistan'ın harcıdır. Aşiretler O'nunla birleşmiş durumda. Bu aşiret meselesi sadece Afganistan'ın değil bölgenin meselesi. Türkmenbaşı, dengeyi iyi kurmuş. Türkmenistan, Türkiye dostu. Zira Sefer Murat Türkmenbaşı samimi bir Türkiye dostu. Zaten Türkmenler Türkiye Türkleri ile aynı ırk. Azerilerden sonra bize en yakın Türkçe onlarınki. Türkmenistan'ı Orta Asya'daki küçük Türkiye sayabiliriz. Seven ne yapar? Sevdiğinin daha iyi olmasını ister. Onun için takdir ettiği gibi temennilerini de dile getirir. Türkmenbaşı da öyle yapıyor. Zamanın Enerji Bakanı Cumhur Ersümer'e "Mavi Akım" konusunda haylice yüklenmişti. Serzenişleri, 'Niçin Ruslar'dan pahalıya alıyorsunuz? Biz gazı daha ucuza satıyoruz, Ruslar, bizden siz, onlardan alıyorsunuz. Doğrudan Türkmenlerle alışveriş yapsanız daha menfaatinize olmaz mı?' şeklindeydi. Bunun bizim açımızdan mazereti olabilir. Ama O insan Türkiye'yi kayırdığı için böyle konuşmuştu. Aynı üslubu bu defa da Dışişleri Bakanı İsmail Cem'e karşı tekrarladı. Ankara'yı 'Batıya yaranmakla' suçluyor. "Biraz da Orta Asya'ya gelin" diyor. Osmanlı-Avrupa münasebetlerine dair söyledikleriyse Osmanlıyı tanımadığından kabulü hiç mümkün değil. İnsaflı davranmak lazım. Evet; bir bakanın yüzüne karşı ülkesini üçüncü ülkelere yaranmakla suçlamak diplomasi kaidelerine tamamen aykırıdır. Lakin Türkmenbaşı kendisini bizden ayrı saymıyor. Neticede 'gelin' diyor. 'Burada ne işiniz var?' demiyor. Nezaketi zorlayan bu konuşmaya en iyi cevabı susarak İsmail Cem vermiştir. Daha sonra konuyu kurcalamak isteyen gazetecilere de "bizi sevdiği için öyle konuşuyor" diyerek meseleyi tatlıya bağlamıştı. Buna rağmen dün bazı gazeteler, bize bu kadar yakın bir devlet başkanını çok ağır bir dille yererek birinci sayfalarına taşıdılar. Keşke olmasaydı. Gülü seven dikenine katlanır. Orta Asya'yı seviyorsak oranın üslubuna da katlanacağız. Kasıt yok. Düşmanlık yok. Tarz öyle. Türkler, gözünü budaktan, sözünü dudaktan esirgemezler. Üstelik O küçük kardeşimiz. Hoş görmek lazımdı. Türkmenbaşı'na kızmayalım. Aksine bize niçin kızdığını iyi tahlil edelim. Gitmemiz bekleniyorsa gitmeliyiz. İş adamlarımız gitsin, devlet adamlarımız gitsin. Türkmen TV'si kabloludan Türkiye'de takip edilebilsin. Davet var; fakat biraz sertçe. Veya Türkmence. Uzun bir yürüyüşteyiz. Bu yürüyüş sakatlanmamalı.
.
Dünya liderliği kavgası
25 Ekim 2001 01:00
Amerikan yetkilileri savaşın -eğer bu bir savaşsa- insan ömrünü aşacağını beyan ediyorlar. Ne dehşet verici, ne kadar rahatsız edici bir haber. Sanki müjde vermekteler. Halbuki diğer taraftan Pakistan devlet başkanı, işin ramazana kadar bitirilmesi için rica üzerine ricada bulunuyor. Çünkü problemin çıkmazındaki devlet onlar. Halk, ayrı istikamette resmi görüş ayrı. Savaşın -eğer bu bir savaşsa- insan ömrünü aşacak kadar sürüp gideceğini tahmin etmiyoruz. Terörle mücadele hep programda olur, o ayrı. Ama bombalama, baskın, kara harekâtının 10 yıllar boyuna varacağını iddia etmek galiba maksatlı, göz korkutmak, taraftar bulmak için. Diğer yandan ne yazık ki harekâtın ramazanda da devam edeceğine dair ilk işaretler geliyor. Türkiye, hakikaten yeni dönemin yükselen yıldızı olabilir. Bu karmaşada doğuya da batıya da yakın olan tek devlet Türkiye Cumhuriyeti. Türkiye, devreye girerek ramazan ayında savaşı durdurursa Türkleri Müslümandan saymayan Taliban da belki biraz aklını başına toplar. Yüzyılın ilk sıcak çatışmasının bir de liderlik mücadelesi var. Bu mücadelenin ismi konmuyor. Fakat alttan alta dalaşılmakta. 11 Eylül terör saldırıları Almanya'da planlanmış. Peki Almanya da bombalanacak mı? Denilen şu. Saldırılar, Afganistan'da kararlaştırıldı. Almanya'da planlandı. Amerika'da uygulandı. Öyleysa bir kere daha sorulabilir. Almanya da bombalanacak mı? Elbette hayır. Zira O da kuvvetli bir devlet. Üstelik, Almanya, oyunu çok ince taktiklerle oynuyor. PKK orada, Kaplancılar orada, Ladinciler orada. Kimi mevcut veya müstakbel rakip görüyorlarsa onun iç düşmanlarına yataklar sermekteler. Belki Fransa'nın da vardır, İtalya'nın da, hatta İran'ın bile. Buna rağmen Almanya terörist devlet değil. Şüphesiz öyle. Ancak yıkıcı güçlerin ülkesinde yaşamaları da bir tesadüf değil. Almanya-Türkiye mücadelesi tarihin bir döneminde mutlaka ortaya çıkıyor. Almanya-ABD kapışması bir kere İkinci Cihan Harbinde oldu. Almanya'nın mağlubiyetiyle bitti. Ne var ki Almanya, bunu içine de sindiremedi. Onun gözleri hep yukarılarda. Doğu Almanya'yı bu maksatla satın aldı. Payitahtını yeniden Berlin'e nakletti. Bu kadar toprakları ne yapalım bize fazla diyen aklı evvellerimizin kulakları çınlasın. Yeni zamanlar mücadelesi sadece Washington-Çin yoklaması ile geçmeyecektir. Washington-Berlin hırlaşması da hesapta. Hatta bu pek yakın da olabilir. Almanya'daki planlama bütün dehşeti ile gözler önüne serilebilir. Teröristler, Almanya'da sigaralarını tüttürerek plan-proje üretirken Alman istihbaratı herhalde derin uykularda değildi. Bu savaş -eğer o bir savaşsa- bir süper güç mücadelesidir. Almanya, kendini Amerika'nın yerine ikame etmeye uğraşıyor. O yüzden Almanya, AB'yi güdümüne almaya çalışmakta. O yüzden Amerika, Türkiye'nin AB içinde yer almasını istemekte. O yüzden Amerika, İngiltere'yi yanında tutmakta. Harekât, ramazana biter mi? Zor. Türkiye, devreye girip savaşı geçici bile olsa durdurabilir mi? Belki; inşallah. Savaş -eğer o bir savaşsa- insan ömrünü aşar mı? Kim bilir. Kesin olan ne peki? Bu savaşın -eğer o bir savaşsa- bir gün, şu veya bu şekilde bir Alman-Amerikan çatışmasına dönüşeceğidir. Eğer o bir savaşsa, hiçbir savaş çıktığı noktada kalmaz. Bu bir kaide. İkinicisiyse; savaşta zulmeden daima kaybeder. Amerika her nasılsa hiç şaşırmadan her gün şaşırarak bir yeni sivil merkezi vurmakta. Evet; o da bir tesadüf değil, şaşırmak; avutma, yıldırma siyaseti sahnede. Sonu meçhul bir mücadele her ân genişleyebilir. Aktörleri farklılaşabilir. İslâm ülkelerine düşen Türkiye'yle birlikte olmaktır. Türkiye'ye düşen başa güreşmek. Başka çare yok. Kader bize bu vazifeyi takdir etmiş.
.
Türkiye, Ramazan için araya girmeli
26 Ekim 2001 01:00
Devletimizin Amerika'nın Afganistan taarruzuna dair tavrı, kriz içindeki kazancımızdır. Baştan beri hep onu müdafaa ettik. Türkiye, asla sıcak savaşa girmemeli, çarpışmak için asker yollamamalı. Barış içinse var olmalı, kurulacak bir barış gücünde liderliğe oynamalı. Hadisenin ortasında bulunmalı fakat hakim bir hakem olmalı. Türk devlet erkânı, siyasetçisi, bürokratı, askeriyle bu müdahalede yalpalamadılar. Amerika'daki saldırıların ilk günlerinde batılı bazı mes'uliyet sahiplerinin daha hiçbir şey belli değilken "İslami terör" diye konuşma densizliğini göstermelerine Türkiye yöneticilerinden net reddiye sesleri yükselmesi millette kalbî ferahlığa yol açtı. Netice itibariyle, Anglo-sakson cezalandırmaya Türkiye askeriyle destek vermemiştir. Bu yerindedir. Barış gücü için her ân hazırdır. Bu da isabetli. Terörün literatürde bir tarife bağlanması konusunda yönlendirici etkisi devam etmektedir Bu da fevkalade. Şimdi sıra dirayetli bir hakem görevi üstlenmekte. Buna Amerika da muhtaç. ABD-İngiltere güçleri, operasyonda 3. haftaya girerken sadece şehirleri bombalama ve sivilleri hayatından etme dışında bir varlık gösteremediler. O Sudan'dan Endonezya'ya yakıp-yıkma tafraları, haçlı seferi babalanmaları çoktan unutuldu. Bir kara harekâtı da giderek ihtimal olmaktan çıkmakta. I. Bush, Körfez Harbinde 36 devleti yanına almış ve buna "dünya ile birlikte hareket" demişti. II. Bush'sa sadece İngiltere'yi ikna edebildi. Ama artık o da mızmızlanıyor. Yerine göre evlatlarını feda edemeyen milletler, zafer kazanamazlar. Rahata alışmış asker de muharip olamaz. Şu operasyonda Amerika iki erini kaybetti diye bütün Amerika, zavallı çocuklarına ağlıyormuş. Peki 1000 kişiye yakın sivil Afgan öldü. Onlar insan değil mi? Sahi şu fok balıkları için timsahın gözyaşlarını döken sosyete dulları nerelerdeler? Şüpheniz olmasın onlar, Afgan resimlerine bakamadıkları için meseleden haberdar değillerdir. Amerika, istemese de sivilleri öldürmek ve zaten harap, dökülen şehirleri yıkmak dışında bir şey yapamayacak. Güya Usame bin Ladin'in peşindeki Pentagon, O'nun saklanabileceği yerlere asla yanaşmıyor. Kolay mı 7 bin metre yükseklikteki dağlarda çarpışmak. Bunu taşeron askerlere havale etmek istediler ama tutmadı. Amerikan beceriksizliği Talibân'a meşruiyet kazandıracak. Ladin'i de kahraman yapabilirler. Bu gidiş ona. Dolayısıyla kule enkazından kurtulan Bush, başarısızlık enkazının altında kalabilir, post modern darbeyle iktidara sarı-zenci sentezi Powell gelebilir. Bir söz vardır, "Yiğit bin yaşar, fırsat bir düşer" diye. Kader, önümüze çok zor zamanımızda bir fırsat çıkardı. Şu âna kadar çizgimiz iyi. Ancak bundan böyle daha kararlı, cesur ve dinamik bir şekilde hakemliğe yönelmeliyiz. Bunun için de: Önce ne yapıp edip Ramazan ayında operasyonu kestirmeliyiz. Bayram da olduğu için ateşkesin müddeti, 45 günlük olmalı. 45 günde soğuyan savaşı daha sonra tamamen durdurmalıyız. Türkiye aydınlarının dediği gibi, terörün gücüne de gücün terörüne de karşıyız. Amerika terörün gücüne yandı. Afganistan'sa gücün terörü ile hallaç pamuğu gibi atılmakta. İkinci adım da Kâbil'e sağduyu sahibi bir iktidar kazandırmaktır. Zaten Zahir Şah'ın da aralarında olduğu ittifak güçlerine ait mümessiller Türkiye'de -muhtemelen- İstanbul'da toplanacaklar. Ancak orada da hadiselerin peşinden sürüklenmemeliyiz. Her nedense Washington, kuzey İttifakı'na mesafeli. O yüzden onlar da bir varlık gösteremiyorlar. Veya diğer rivayet doğru. Kuzey İttifakı, bizim Körfez'deki kaybımızdan ders almış olmalılar. Amerika'ya "önce para" diyorlarmış. Bütün bunların içinde en kıymetli unsur, mübarek Ramazan ayının 1.5 milyarlık Müslümana zehir edilmesini önlemektir. Türkiye çok kararlı bir biçimde Beyazsaray'la temasa geçerek bu ayda ateşi mutlaka durdurmalıdır. Bunun için, gerekiyorsa iç dinamikler de harekete geçirilmeli. Mitingler, medya desteği gibi. Ateşi durduran Türkiye, bölgede, İslâm âleminde ve dünyada büyüyecektir. Bunu yapacak güçteyiz. Gözden kaçmasın. Bu münasebetle dünya, Amerika-Almanya, Almanya-İngiltere, Amerika-Çin, Türkiye-Rusya, Türkiye-Çin, Türkiye-Almanya, hatta Türkiye-Amerika el ense yoklamalarına sahne oluyor. Bizim tek şanssızlığımız, miadını doldurmuş koalisyonun başta kalmaya direnmesidir. Gaflete bakınız ki Afganistan'da insanlar açlıktan ölürken TBMM'de birtakım politikacılar lokantada sandalye kapma mücadelesi veriyorlar.
.
Cennet mübarek olsun
29 Ekim 2001 01:00
Zor; çok zor onları anlatmak İslam âlimlerini anlatabilmek ne haddimize. Görmek ayrı tanımak ayrı. Gördük; fakat ne kadar tanıdık? Âlimin kıymetini yine âlim bilir. Bize düşen sevmeye çalışmak. Sermayemiz sevgi. Kurtuluş ümidimiz şefaat. Âlimler, Peygamber vârisleridir. Sevgili Peygamberimiz'den -aleyhisselam- akıp gelen silsilenin son temsilcisiydi. Ahir zaman nebisinin hakiki ve kâmil bir vârisiydi. Hep ilim öğrenmek ve öğretmekle meşgulken hiçbir şeyi kendine mal etmedi. Bütün müktesabatını hocalarına izafe ederdi. Onların lügatinde "ben" yoktur. Hocasına olan emsalsiz aşkıyla kalbimiz titrerdi. Sanki birkaç dakika evvel ayrılmışlardı. Daima güler yüzlü idiler, daima cömert. Beyefendilikte zirveydi. Son İstanbul beyefendisiydi. Dünyanın, dünya malının yanında zerrece değeri yoktu. Bir tek mevzuda taviz vermezdi. İslamiyet. İslamiyete kıl ucu kadar halel gelmesine, ilave, çıkartma, değişiklik yapılmasına tahammül edemezlerdi. Kendini ilim uğruna odasına ve masasına mahkum etmiş gibiydi. Saniyesini boşa harcamadı. Hep çalışıyor. Ömrü, öğrendiklerine vesika aramakla geçiyordu. Eserleriyle, bir küçücük odadan dünyaya ışık yaydı. Bir çok dildeki kitaplarıyla İslamiyet'in bozulmadan hakiki haliyle devam etmesini temin etti. Milyonlarca insanın yanlış yollara sapmasını önledi. Bâtıl inanışların İslamiyet olarak takdimine engel oldu. Evvelkiler gibi üç ölçünün takipçisiydi. İlim. Amel. İhlas. Öğrenmek, yaşamak ve sadece Allah için yaşamak. İlmin olmadığı yerde cehalet vardır. Yaşanmayan ilim ziyan olur. Allah için yaşanmazsa kıymeti yoktur. O zaman herhangi bir çıkar söz konusudur. Âlimin ölümü âlemin ölümüdür demişler. Muhakkak ki öyle. Gemilere yol gösteren bir deniz feneri sönerse o denizdeki gemiler ne yapar? Neyse ki bunun tedbirini almıştı. Başlangıçta ya sohbet yolunu tutacaktı veya eser verme. İkincisini tercih etmişler. Sohbette sınırlı sayıda kimse müstefid olur ve öğrendikleri de onlarla beraber giderdi. Şimdiyse kendileri aramızdan ayrıldıkları halde eserleri yaşadığı için o fener hep aydınlatacak. Bu sebeple kendisine gelmek isteyenlere "beni görmek isteyen eserlerimizi okusun" derdi. Araştırmak, tefekkür ve yazmaktan insanlara ayıracak vakti olmuyordu. Şimdi masasında kalemi, mürekkebi, kâğıtları öksüz kaldı. Âlimin ölümü her zaman âlemin ölümü olmuyor. Ama mürekkep, kalem kâğıt hep öksüz kalıyor. 4 Ocakta hastaneye yatmıştı. 26 Ekimde aramızdan ayrıldı. 9 ay küsur günle ahirete doğdu, adeta. Cenaze namazına on binler iştirak etti. Onlar, sessiz, vakur, aydınlık yüzlü mü'minlerdi. Dudaklar susmuşken kalbler konuşuyor gibiydi. En ufak bir taşkınlık, en küçük bir mübalağa görülmedi. Tam bir tevekkül, tam bir teslimiyet vardı. Evet, âlimler göçünce mürekkep öksüz kalıyor. Bir âlimin yeri kim bilir ne zaman dolar? Dolar mı? O yüzden mürekkebin acısı büyüktür. Eserlerse hep yaşar. Onlar sadakayı cariyedir, akıp giden iyiliktir. Onlar yaşadıkça âlimin derecesi artar. Merhaba sevimli toprak. Gözün aydın cennet..
.
İngiltere'de suça ceza
31 Ekim 2001 01:00
Bütün dünyada bir temel hukuk kaidesi vardır. Suçlar şahsîdir. Buna "suçların şahsîliği prensibi" denir. Batı-doğu gelişmiş hukuk sistemlerinde ceza mantığının temelinde bu prensip mevcuttur. Buna göre suçu kim işlemişse yalnızca o muhakeme edilir, o cezalandırılır. A'nın yerine B veya akrabalık derecesi her ne olursa olsun evladın yerine baba, babanın yerine evlat, kardeşin yerine kardeş, kocanın yerine kadın cezalandırılamaz vs. Aksini düşünmek zaten mümkün değil. Hayat hakkına, insan haklarına aykırı olur. O yüzden suçların şahsîliği ceza hukukunun baş tâcı maddelerinden biridir. Bu prensip İngiltere'de de bilinir. Çünkü meşhur iddia o ki İngiltere'de hakimler vardır. İngiltere'de gerçekten hakimler vardır ve o hakimler her bakımdan geniş yetkilerle donatılmışlardır. İngiltere'de hukukun da hakimlerin de varlığını herkes bilir. Bilmeyen? Bilmeyen galiba birtakım İngiliz kabine üyeleri.. Dünkü açıklamaları ile hayrete düştük. Beyanlarına göre sayıları 200 ila 1000 kişi arasında değişen Müslüman İngiliz, Afganistan'a gitmişler. Bunlar şimdi Amerkan-İngiliz kuvvetlerine karşı savaşıyorlarmış. İngilizler, bunlara "dön" çağrısında bulunuyor. Ve ekliyorlar. "Adam öldürmekten yargılanacaksınız!" Buna kendi pencerelerinden bakarsanız tutarlı bulabilirsiniz. Peki, devamındaki cümleye ne denir? "Dönmediğiniz takdirde buradaki akrabalarınız zarar görebilirler!" İngiliz bakan dil altından şu tehdidi savurmuş oluyor. 'Ya dönersiniz veya arkada bıraktıklarınızı cezalandırırız!" İyi de ne malum Afganistan'da çarpışmaya giden şahsın orada ölmediği. Öldüğü için dönemeyen birinin yerine hangi hukuk ölçüsüyle İngiltere'de kalan akrabası zarar görür? Yahut ölmemiş olsun. Belki akrabalarının gitmesine rızası yoktu? Nasıl cezalandıracaksınız? "Hayır senin de rızan vardı!" gibi bir ilkellik mi güdülecek? Olmaz böyle şey. O zaman İngiltere'de hukukun varlığından söz edilebilir mi? Böyle bir hadise karşısında İngiltere'de hakimler hayatlarının imtihanını vereceklerdir. Karşılarına gelen insanları onlar da aynı siyasi düşünceyle cezalandıracaklar mı, yoksa suçsuz kimseleri gönderen iradeyi ayıplayacaklar mı? Bu fark adaletin varlığını ortaya koyar. Hakimin olması yetmez. Mühim olan adaletin varlığı.
.
Ankara-Kâbil hattı
1 Kasım 2001 01:00
Neden MGK'dan sonra ikinci bir toplantı yapıldı? Neden Ecevit'in tarifiyle 'Amerika'dan gelen yeni bilgiler' MGK'da görüşülmedi? Salı akşam üstü 4.5 saatlik MGK toplantısından sonra liderler zirvesi, güvenlik zirvesi ismiyle değiştirilerek başbakanlıkta bu defa 3 saat süren ikinci bir toplantı yapılıyor. Dikkat çekici taraf, Genelkurmay başkanının da o toplantıya dahil olması. Sızdırılmamaya çalışılan 'yeni bilgiler' neler olduğu bilinmese de iki önemli haberle karşılaşıyoruz. Birincisi CIA'nın "dikkatli olun Üsame bin Ladin saldırabilir" ihbarı. İkincisi de ABD'nin Florida Tampa'da görev yapan Tuğgeneral Ümit Şahintürk vasıtasıyla Ankara'dan resmen asker istemesi. Şunlar sorulabilir. Neden birtakım hassas malumat için ayrıca bir araya gelme zarureti hasıl olmuştur? Hazır toplanmış MGK vardı. Bilgiler MGK bittikten sonra mı intikal etmiştir? Değilse sebep ne? Diğer soru. Amerika'nın asker istediği kamuoyuna bile intikal etmişken Cumhurbaşkanı neden bu talepten habersizdi? Cumhurbaşkanına milletvekilleri gibi icra da tavır mı koymaktadır? O kadar hayati değer taşıyan konular nasıl olur da en son Çankaya'ya bildirilir? Başka sorular da var... Saldırı ihbarını neden Amerikan resmi makamları değil de istihbarat birimi CIA bildirmektedir. Haberin asılsızlığı karşısında CIA'nın sorumluluğu nedir? Daha önemlisi CIA Ankara'yı sıcak savaşa çekmek için kurnaz taktikler mi geliştirmektedir? Amerika asker isteğini neden doğrudan değil de oradaki bir askerimiz vasıtasıyla dolaylı yoldan yapmaktadır? Ve ilginç sonuç... Daha cumhurbaşkanının haberi yokken hükumet 50 kişiye kadar askeri Afganistan'a yollama kararı alıyor. Bir başka ilginçlikse CIA'nın ihbarı üzerine birtakım ürkek yüreklerin "aman ateşle oynamayalım; Afgan zirvesi başka ülkede yapılsın!" sözleridir. Böyle cesaretsiz şahıslarla bir yere varılamaz. Hem Afgan zirvesi Türkiye'de olmalı. Hem onların emniyeti temin edilmeli. Bin Ladin'in vurması da daha ziyade senaryo. Zaten dediklerinin doğruluğu şüpheli. Saldıracağını öğrenmişler ama nereye saldıracağını öğrenememişlermiş... Asker gönderme meselesine gelince. Gidecek asker sayısı askeri terminoloji ile söylemek gerekirse birtakım kadardır. İyi yetişmiş bu subay ve astsubayların kuzey Afganistan'a gitmesi arzulanıyor. Gitmeli mi? Evet, onlar, Kuzey İttifakını yetiştirmek maksadıyla istenmektedir. Bir kara harekâtı olmadığı için zaten sıcak çatışmalara katılması söz konusu değil. Bir İslam ülkesinde, üstelik 8 milyonu Türk olan bir yerde ve Türklerin asırlarca yönettiği bir bölgede 'ameliyat' yapılırken kenarda seyirci kalamayız. Nitekim Ankara'ya gelen haberler bu ikisinden ibaret değil. Washington, prestij için harekâıtı Irak'a kaydırmayı da sayıklamaktadır. Buna Türk Genelkurmay Başkanı kararlı bir şekilde karşı çıktı. Afganistan'da kara harekâtına girişmek yerine Kuzey ittifakının desteklenmesinin daha yerinde olacağı fikri de Hüseyin Kıvrıkoğlu'na aittir. Her ân her şey olabilir. Onun için TBMM ile Çankaya, Başbakanlıkla Çankaya ve bunların birbiri arasında kopukluklar olmamalı. En azından acaba ve şüphelere yer bırakılmasın. Ankara-Kâbil hattı, Belgrad-Ankara hattının devamıdır.
.
BKY kitapları
2 Kasım 2001 01:00
Atalar, 'yiğit düştüğü yerden kalkar' demiş. Onlar demişse muhakkak ki öyledir. Kelamları, derin tecrübelerin mahsulü. Bu millet kitapla düştü veya kitaptan düştü. Yine kitapla kalkacak. Bu bir kanun. Gerçi bir söz daha var. Sevimsiz ve iç burkucu. "Okumayan milletiz". Doğru ama kabahat kimde? Sadece okumayanda mı? Yayıncı acaba kendini ne kadar sorguluyor. Okuyucunun fikir ve gönül zevkine birebir hitap ediliyor mu? Ne acıdır ki milletin okumasını isteyenlerin kendileri bizzat bu ülke insanlarını okumadan soğuttular. Yine bir aydın yabancılaşması gerçeği. Okumama meselesinde galiba suç sadece okumayanda değil. Bugüne kadar hep öyle takdim edildi ama ortada bir uyuşmazlık var. O tesbit edilemedi. Kimse onun üzerinde durmadı. Üstelik bir de mesele bu merkezden alınıp yine o aşağılayıcı şablona oturtuldu. "Biz adam olmayız!" Hayır!.. Mükemmel adam oluruz. Yeter ki milletin önüne düşen aydınlar milletle aynı frekansı taşısınlar. Evet kitap dedik. Krize rağmen yayınevleri kültür soframıza birbirinden değerli eserler getirmekteler. Onlardan biri de BKY. Son çıkan BKY kitapları şunlar... Onları tanıtmayacağız. Her kitaptan bir paragraf alacağız. Bir damla, deryanın bütün hususiyetini gösterir. KENDİNİ ARAYAN İNSAN... Yazan S. Ahmet Arvasi. Seçkin düşünür şöyle diyor: "Bütün insan grupları bir çok kavramlara sahiptir. Her grubun bir sözlüğü, söz hazinesi vardır. Bu söz hazinesini fertler ve gruplar nereden ve nasıl devşirirler?" ARİF NİHAT ASYA'NIN SEVGİ MEKTUPLARI... Yavuz Bülent Bakiler'in imzasını taşıyor. Bakiler'in takdim yazılarından iki cümle. "Balzac diyor ki 'millet, edebiyatı olan topluluktur'. Ve diğeri. "Arif Nihat Asya'nın Sevgi Mektupları, 61 yaşında. Çok uzun yıllar sadece iki kişinin mahremiyetinde kalan bu zarif, bu güzel, bu ürpertili mektuplar gün ışığına ilk defa 2001'de çıkıyor". Aşkta sevgi ve seviye misali. HUZURA DOĞRU... Osman Ünlü'nün eseri. Bu da ilk defa kitaplaşıyor. "Ayet-i kerimede Allahü teala, kesin bir ifade ile buyuruyor ki 'hanımlarınıza yumuşak davranınız'. Çünkü bir kadın kocası nezdinde emanettir". BİLİMDEN İMANA... Prof Dr. Cevat Babuna. Bu eser de ilk defa gün yüzüne çıkıyor. Daha evvel de temas etmiştik. Atlamış olanlara bir kere daha hatırlatmak istedik. "Bir insan bünyesine iyi bakmaz mesela alkollü içecekler kullanırsa ihtiyarlık bunaması denen 'alzheimer' hastalığına yakalanır". ERMENİ SOYKIRIMI KOMEDYASI... Sefa Koyuncu imzasını taşımakta. Ermeni terörünü ilk defa bu üslupla anlatan bu eser de ilk olarak çıkıyor. "3 Kasım 1839'da Tanzimat Fermanı'nın ilanından sonra Ermenilere geniş hürriyet veren 'Nizamname-i millet-i Ermeniyun' adlı bir yönetmelik de kabul edilir. Bu ferman ve yönetmelik Osmanlı İmparatorluğu için sonun başlangıcıdır". ENDÜLÜS GERÇEĞİ VE TÜRKİYE'NİN GELECEĞİ... Nuri Yücel Mutlu'nun kâğıda dönüşen alın teri. O da ilk defa yayın hayatında. Bir Türkiye sevdalısının ülkesi için taşıdığı kaygılara O'nun penceresinden bakacaksınız. Çarpıcı benzetmelerle Türkiye ve Endülüs karşılaştırması yapmakta. Tarihin tekerrür etmemesi için çırpınan bir yazar. "Endülüs'ün ilmî ve sosyal hayatında rastlanan ve bugün bize ters gelen bir olay 1109 yılında Kurtuba'da meşhur İslam alimi Gazali'nin İhya'ü-ulumi'd-din adlı eserinin yakılarak ortadan kaldırılmasıdır" YEL ÜFÜRDÜ SU GÖTÜRDÜ.... Mahir Kaynak. Bu kitap da ilk defa BKY'de çıkmıştı. Mahir Kaynak'ın hatıraları. Kitap yeni fakat satışta değil. Okuyucu bunu merak etmekte. Topluca cevap verelim. Bu kitap için şu an sayın Prof. Kaynak ve biz İstanbul Ağır ceza mahkemesinde yargılanmaktayız. Yazar için 9, bizim için 7.5 yıl hapis istenmekte. Eser, toplatılmış durumda. Beraati bekleyeceğiz. Bunlarla diğer BKY kitaplarını bulunduğunuz çevredeki kitapçılardan temin edebilirsiniz. Bulamadığınız takdirde 0212. 454 21 65 nolu telefondan istemeniz mümkün. Hafta sonuna kitapla girmelisiniz. Okumadan düşülen yerden kalkmak imkânsız
.
Yeni zamanlar yeni sınırlar...
7 Kasım 2001 01:00
11 Eylül vahşetini takip eden tarihlerdeki yorumlarımızda unutulmaması gereken bir noktaya temas ederek, saldırının bahane, gayenin liderliği Çin'e kaptırmamak olduğunu, arka planda Çin-ABD çekişmesi yaşandığını yazmıştık. Daha sonra veya eş zamanlı olarak yerli yabancı bir çok kalem de aynı kanaati paylaştı. Hatta kulelerin inşaat ömrünü doldurduğunu, bu yüzden eylemin bizzat Amerika tarafından yapıldığı söylendi. Amerika'nın cihan devleti olma avantajını mesela bir asır daha elinde tutabilmek uğruna 6 bin kişiyi pekala gözden çıkarabilir. Nasıl olur? Şöyle olur. Düşünürler ki "liderliğimizi korumak için bir dünya savaşına girsek ne kadar kayıp verirdik?" Herhalde daha az olmazdı. Üstelik 6 bin rakkamına da 60 binlerden geldiler. Belki o kadar da değil. 11 Eylül bir muammadır. Ama yaptığımız tahlillerin ışığında bakarsak o artık muamma olmaktan çıkmakta. El Kaide, bin Ladin, Taliban, bunlar manivela. Veya şöyle diyelim. Avcının aynı anda vurmak istediği kuşlar dizisi. Çin'in önünü çevirmek için Orta Asya'ya yerleşilecek.. Asya-Pasifik kapısı, Afganistan ele geçirilecek vs. Bu tahminimiz ne kadar inandırıcı? Cumartesi akşamı TRT-2'de Atilla İlhan'ın bu mevzuya dair müthiş bir sohbeti yayınlandı. O sohbeti ya TRT-2 tekrar vermeli. Veya ne yapıp ederek kasetini bulmalısınız. Atilla İlhan, bir savaşı nakletti. O savaş sanal ortamda Çin'le ABD arasında cereyan etmiş. Bunu yaptıran ABD. Savaşın geçtiği daha doğrusu geçeceği sene 2017. Her iki devletin şu ânki seyri sıralanarak 2017'ye varılıyor, bu tarihte aralarında kavga kopuyor ve Amerika kaybediyor. İşte 11 Eylül'ü hazırlayan sonun başlangıcı o hayali çatışmadır. Ondan sonra senaryolar yazılıyor. Bu tezi doğrulayan son haberse The New York Times'ta. Hayır tahmin ve senaryolar o gazetede doğrudan bu şekilde verilmiyor. Ama dikkat kesilmemiz gereken telkinler yapılıyor. Telkini yapan adı geçen gazetenin tanınmış yazarlarından William Safir. Safir, 1994'te vefat eden eski Amerikan başkanlarından Richard Nixon'la sözde bir telefon görüşmesi yapıyor. Üstelik bir zamanlar kendisinin konuşma metinlerini kaleme aldığı başkan da cehennemdeymiş. Güya O'nunla cep telefonuyla konuşuyormuş. Mizah. O suretle düşüncelerini dile getiriyor. Aynen Rıza Nur'un Hatırat'ındaki taktik. Daha doğrusu kendi düşüncelerinden çok belki de gazetesinin yakın olduğu Bush hükümetinin arzularına yelken açmakta. Beyazsaray böylece dünya kamuoyunu hazırlıyor. Buna göre Türkiye, Kuzey Irak'ı ilhak etmeli, sonra da Musul ve Kerkük'e girmeliymiş. Bu suretle iki kazanca birden kavuşacakmışız. Birincisi doğumuzla bütünleşmiş Kuzey Irak'la birlikte Kürt probleminden kurtulmak. İkincisi, artık Türkiye'nin vilayeti olan Musul ve Kerkük'ten günde iki milyon varil petrol elde edeceğimiz için AB, Türkiye'yi yerden temennelarla aralarına kabul edecektir. ABD'nin kârı? ABD'de Saddam diktatörlüğünün devrilmesiyle Ankara'nın Bağdat'ta kuracağı ılımlı bir hükümetle rahat edecektir. Üstelik Safir'e veya kendi sözlerini söylettiği yahut da bu tip fikirleri olduğu için Water Gate'le kısa zamanda devrilen Nixon'a ait temel görüşle Irak, bir İngiliz uydurmasıdır. Bunun gibi İsrail de uydurmadır. Uydurulan devletlere yakında Filistin de katılacaktır. Onun için harita değişecektir. The New York Times gazetesinin yazarına göre "yeni zamanlar, yeni sınırlar" denklemi ortaya gelecektir... Yukarıda iki küme fikir oluştu. Birincisinin ikincisiyle ne alakası var? Çok alakası var. Bakınız, birinci aya girildi hâlâ Afganistan'da değişen bir şey yok. Üstelik bizim bordo bereli komandoların gitme arefesinde Amerikan dışişleri bakanı kendilerinin böyle bir kuvvet istemediği gibi garip bir laf etti. Ne zaman? Tam Tük medyasında bordo berelilerin Üsame bin Ladin'i yakalayacaklar diye mesnetsiz haberinin çıktığı gün. Bir ihtimal de olsa ya yakalarlarsa!.. Şanssızlık onların dışişleri bakanını bizim cumhurbaşkanını muhatap almasıdır. Kendi seviyesinden bir devlet görevlisi cevap verebilirdi. Artık 11 Eylül'ün nasıl çıktığı çok önemli değildir. Her şeyi tayin edecek olan neden yapıldığıdır. Peki. Türkiye kendisi için hiç de fena olmayan o rüya senaryoyu velev dostlarıyla birlikte olsun hayata geçirecek kudrette midir? Evet ama. Bu nasıl zamanlama ki vatandaşı açken bunlar gündeme geliyor. Acaba ekonomik kriz de meselenin bir başka boyutu mu? Türkiye üzerinde de başka güçler mi çarpışıyor? Bilmiyoruz ama şu bir gerçek. Proje, vaad, ne kadar parlak olursa olsun. Ankara'nın olanca dikkatiyle hareket etmesi lazım. Hatta belki asker göndermekten bile vaz geçilmeli. Öyle görülüyor ki baharla birlikte her şey değişebilir. Savaş yanıbaşımıza kayabilir. Biz de eli mahkum olarak harbe girip kendimizi bir ânda Kerkük'te, Musul'da bulabilir, Kuzey Irak'ı Anadolu'ya katabiliriz. Nasılsa İngiliz cetveliyle çizilmiş uydurma haritalar ortadan kaldırılıyor. Elbette; lakin doğumuz-batımız, kuzeyimiz-güneyimiz uydurma çizimlerle dolu. İnşallah bunlarla avutularak Orta Asya'da, Afganistan'da yeni uydurmalara gidilmez. Peki; fakat neden William Safir'den bir hafta evvel de eski büyükelçi Kaya Toperi Turgut Özal dönemine atıfla aynı sınırlara dair yakın tarihe perde araladı? Bunlar tesadüf mü?
.
Kahrolsun diye bağırmak
9 Kasım 2001 01:00
İslam ülkelerinin hali perişan. Önce bunu görmek, olanca soğukkanlılığı ile meseleyi düşünmek lazım. Zaten 'İslam ülkesi' olmaları da lafta. Ya tam sömürge halindeler veya yarı sömürgeler. Hemen hepsi dışarıya muhtaç. "Dışarıya muhtaç hale getirilmişler" sözü de makul değil. Çoktan bayatladı. Olmasalardı. Muhtaçlığa müsaade etmeselerdi. Muhtaçlık ya iktisadi, ya ilmi veya teknolojik. Petrolü yok ediniz ortada zengin İslam ülkesi kalmaz. Bir başka devletin hem parasını alıp hem ona karşı eşit duramazsınız. İslam ülkeleri, üç asırdır ele-güne el açmakta. Şekiller ve kalıplar içinde dönüp duruyoruz. Kıyafet veya kelimelerde şekildeyiz. Literatürü şöyle bir tarayınız. Son zamanlarda birinci ve ikinci gelecek iki kelime laiklik ve krizdir. Veya kriz ve laiklik. Biri hüsran diğeri kavga konusu. Halbuki müesseseler barış için davet edilir. İğneyi kendimize batırmadan çuvaldızı başkalarına uzatmaktan geri durmuyoruz. Daima düşman sahibiyiz. Düşmansa... düşmana kızmaya ne hakkımız var? O zaten düşmandır. Düşman bizi kayıracak değil. Düşman değilse abesle uğraşıyoruz demektir. Geri kalmış ülkelerin müesseseleri gibi insanları da kendinden emin değildir. Oralarda fikir üretmekten ziyade husumet veya hamaset üretilir. Bedavacılık, bir kolaycılık hayata hakimdir. Dedikodu esastır. Zira vakit boldur. Damarlarda kıskançlık kanları dolaşır. Eğer geri kalmış diyar insanlarının enerjileri faydaya çevrilse kaç bin watlık güç elde edilir. Evet, şuna-buna kafa tutacağımıza bakışları kendimize döndürmeliyiz. Manzara çok düşündürücü. Her İslam ülkesi muhtaç. Hiçbiri birinci sınıf bir dünya devleti değil. 10. Sınıf bile değil. Ya kendi içlerinde darbe, hizip vs kavgalarındalar veya komşu komşuya kavgalılar. Ama hepsinin müşterek tarafı kalkınmış memleketlere muhtaçlık. Onların önünde ceket iliklemek. Batının ihaneti!.. Ancak bu yeni değil ki. Kırk kere anlaşıldı. O anlaşılalı devirler geçti. Peki o kadar zaman içinde ne yapıldı? Üstelik aleyhimize olarak kendilerini kayırıyorlarsa ihanet midir? Bunların muhasebesi çıkartılmalı. Derinlemesine tahlil gerekiyor. Yoksa bugün Afganistan, yarın bir başka İslam diyarı. Bugün Amerika yarın bir başka batılı güç. Kızılması gereken kim? Kızmanın faydası ne? Kızmak mı, çare mi aramak? Çare sokaklarda değil. Çare, çalışmakta. Çare yazı masasında, fabrikada, laboratuvarda. Yarışta. Hırsta. İnanmışlıkta. Çare üretmekte. "Kahrolsun!" diye bağırmakla sadece nefes tüketilmiş olunur. "Kahrolsun!" denecekse. Önce kahrolsun tembellik, kahrolsun kendinden razılık, kahrolsun neme lazımcılık diye bağırmalı. Veya düşünmeli. Düşünmeli ve geceyi gündüze katmalı. Yoksa bu zillet, bu aşağılık yarınki nesillere miras kalır. Kim farkında? Alınan bir miras aynen devrediliyor...tereke aynı. Borçlar aynı. Alacaklılar aynı. Muhtaçlar aynı.
.
Alfabenin zenginleşmesi yolunda
1 Aralık 2001 01:00
Daha evvel de birçok kereler yazdık. Alfabe batıdan ve doğudan sıkıştırılmakta. Batıdan internet kaynaklı zorlama var. Doğudan x ve q harfleriyle... Mesele şu günlerde yeniden tartışma masasında. Siyaset, iktisat, Afganistan harekâtı gündeme hakim olduğu için layıkı veçhile alaka bulamamakta. Halbuki hadise doğrudan Türkçeyi, anadilimizi ilgilendirmekte. Söz konusu olan -dediğimiz gibi- üç harf. Bu üç harften w, batı kültürüyle temasımızda bir ihtiyaca cevap verecektir. X, Türk dünyasıyla anlaşmamızda ortak sese temel olacak q de Ortadoğu ve dünkü dünyamızı doğru okumamıza yardımcı olacaktır. Belki bunlara bir de Azerbaycan ve diğerlerinde kullanılan tersine veya yayvan e'yi de katabiliriz. İnternetin hayatımıza girmesiyle birlikte karşımıza defacto olarak w çıktı. Kalemle kâğıtla meşgul herkes Çift V'siz gün geçirmiyor. X, kalın h harfini karşılamakta. Q de kalın k'nın yerine ikame olacaktır. Mevzuya dair dört ayrı duruş var. Yavuz Bülent Bakiler ve biz, bu üç harfin alfabeye dahil edilmesine taraftarız. Yılmaz Öztuna'nın da aynı kanaati paylaşacağını tahmin ediyoruz. Bazı eserlerinde zaten kullanıyor. Taha Akyol, alfabeye almak yerine zikredilen harflerin okullarda öğretilmesini teklif etmekte. Haluk Şahin'se tespiti yaptıktan sonra W harfini işaret ederek soruyor.'Bu harfi nasıl okuyacağız?' Çünkü İngiliz telaffuzu farklı, Fransızınki farklı. Dördüncü gruba gelince; bunlar, 1928 formatına sıkı sıkıya bağlılar. Biraz dünyaya kapalı zümre. Çağın zaruretlerinin nerelere dayandığını görememekteler. Bu kadar sertliği anlamakta zorlanıyoruz. Aradan üç çeyrek asır geçmiş. Neden korkulur? Hayat yerinde durmuyor. Teknolojiyle akraba ve komşu kültürler, bir hamle yapmamızı gerektiriyor. Alfabenin zenginleşmesi lazım. Bu mevzuda ve iki ayrı dal halinde Kültür Bakanlığı ve veya Milli Eğitim önderlik yapmalı. Birincisi işaret edilen harflerin alfabemize alınması, harf sayısının çoğaltılarak Türk alfabesinin zenginleştirilmesi. İkincisi de 7, 8, 9 ve 10. sınıflara haftada iki saat bile olsa Osmanlıca ders konması. Eğer Osmanlıca tabirinden çekiniliyorsa Eski Metinleri Okuma dersi de denebilir. Yahut Türkçe ve Edebiyat dersleri müfredatına dahil edilir. Dili zengin olanların ekonomileri de varlıklı olmakta. Bunlar birbiriyle alakalı. Ama en önemlisi dil zenginliği. Geçici gündemler, kalıcı meseleleri ihmal ettirmemeli. Ve bazı tutumlar, zaruretlerin önünde duvar olmamalı.
.
Muhammed Salih'e hürriyet
11 Aralık 2001 01:00
Prag denince hep o kızıl işgali hatırlarız; Başbakan Dupçek, demokrasiye yönelince SSCB, 1968 baharında tanklarla Çekoslovakya'nın başkenti Prag'a girmiş, dünyanın gözü önünde Dupçek'i alaşağı ederek hapse koymuştu. Artık Çekoslovakya da Sovyetler Birliği de yok. Birincisi 'Çek' ve 'Slovak' Cumhuriyeti diye ikiye ayrıldı. İkincisi zaten eşyanın tabiatına aykırı olduğu için yıkıldı. Ayrılıktan sonra Prag, Çek Cumhuriyeti'nin merkezi olarak kaldı. Çeklerin cumhurbaşkanı ünlü tiyatro yazarı Vaclav Havel. Havel, komünist dönemde muhalif olmasından ötürü Pankrats hapishanesine atılmış bir insan. Zikredilen hapishanenin yeni misafiriyse Özbekistan ERK Partisi Genelbaşkanı Muhammed Salih. Salih'in kısa kronolojisi şöyle. 1989'da Sovyetlerin dağılmasıyla 1990'da ERK Partisini kurdu. 1991'de Kerimov'a karşı cumhurbaşkanı adayı oldu. Seçimi eski lider kazandığı halde rakibinin aldığı yüksek oydan rahatsızlık duydu. ERK'e baskılar başladı. Ana muhalefet lideri, milletvekilliğinden istifa etmek zorunda kaldı. Partisinden bazı isimler hapse atıldı. Muhammed Salih, aldığı bir ihbar üzerine 1993'te Türkiye'ye geçerek hayatını kurtardı. 1994'de Cumhurbaşkanı Demirel, Kerimov'la barışmasını istedi, Demirel'i kırmadı. Türkiye cumhurbaşkanı, aynı yıl Davos'ta Kerimov'a da aynı teklifi yaptı, red cevabı aldı. Cevap şaşırtıcıydı. "Süleymanağa Salih'i en iyisi bize iade edin". Bunun üzerine iki lider arasında şu tarihi konuşma geçer. Demirel, "iade etsek ne yapacaksınız?" Kerimov, kısa bir tereddütten sonra şöyle bir karşılık verir "kurşuna dizeceğim". Demirel, cevaptan rahatsız olarak "ne sen böyle bir şey dedin, ne de ben işittim" der ve masayı terk eder. Bu konuşmayı Muhammed Salih, Moskova tv'sinin bir haber programında bizzat anlatmıştır. Rakibini Türkiye'den alamayan Kerimov, bunun üzerine kızar ve Türkiye'de tahsilde olan 10 bin Özbek talebeyi geri çeker. Ayrı devlet aynı millet iki ülke münasebetlerinin bozulmasını istemeyen Muhammed Salih, Almanya'ya gider. Daha doğrusu Türkiye, sınır dışı eder. Ama Özbek gizli servisi tarafından Almanya'da da sıkıştırılır. Her ân bir suikaste gitmesi mevzubahistir. İsveç'ten iltica talebinde bulunur ve oraya yerleşir. Muhammed Salih, geçtiğimiz günlerde Prag'da faaliyet gösteren Radyo Liberty'nin davetlisi olarak bu şehre gelir. Fakat Çek polisi tarafından kırmızı bültenle aranan bir terörist olduğu gerekçesiyle tutuklanarak Pankrats'a konur. Havel, tiyatro yazarı, Salih'se şairdir. Biri dünkü muhalif, diğeri bugünkü. Biri Pankrats Hapishanesi'nin eski mensubu diğeri yeni. Dolayısıyla Salih'i en iyi anlayacak olan da çek devlet başkanıdır. Durumunu inceledikten sonra şu açıklamayı yapar "Muhammed Salih'in insan hakları mücadelesi verdiğine ve suçsuz olduğuna eminim". Uluslararası Af Örgütü ve diğer sivil kuruluşlar devredeler. Buna rağmen Salih içerde. Yakasına şöyle bir suç iliştirilmiştir. 1999'da Taşkent'te meydana gelen eylemde bombalar patlar, ölenler olur. Kerimov, suçlu olarak İslami Hareket Partisi başkanı Tahir Yoldaş'la Muhammed Salih'i ilân eder. İddiaya Salih'i de katmasının sebebi yüklüce bir parayla ele geçirdiği bir fotoğraftır. Salih ve Yoldaş 1988'de İstanbul'da bir araya geldiklerinde bu buluşma bir de hatıraya dönüştürülür. Bilahare bir kere de Kandehar'da görüşürler. İşte bu iki temas Salih'i de Vehhabi harekete katarak radikal göstermek için sebep olarak kullanılır. Buradan hareketle de 'iktidarı zor kullanarak ele geçirecekler' cümlesinden olarak kırmızı bültene dahil edilir. Kerimov, ne yapıp etmiş ve muhalifini terör suçlusu saydırmıştır. Hatta güya ERK, Üsame bin Ladin'den de para desteği görmüş. Muhammed Salih'in bu iddialarla zerrece alakası yok. O bir Türk ziyalısı, aydın, entelektüel. Ülkesine demokrasinin gelmesi için demokratik yollarla mücadele eden birr siyasetçi. Ne Vehhabilikle alakası var ve ne de terörle. Dünyanın 11 Eylül münasebetiyle teröre karşı hassaslaştığı bir zamanda ERK partisi lideri asılsız bir iddiaya dayanılarak hürriyetinden edildi. İadesi isteniyor. Çekler imtihandalar. Vaclav Havel yönetimindeki ülkenin Muhammed Salih'i serbest bırakması gerekir. Özbekistan'a iade ederlerse ne olacağı belli. Özbek devlet reisi, onu 1994'te Demirel'e açıklamış bulunuyor. Bu arada Türkiye de imtihanda. İçerdeki hürriyet kahramanın kızı Ümide Salih, bize yazdığı mektupta Türk medyasının konuya duyarsız kalmasından şikâyetçi. Kibarlık göstermiş, devlet adamlarımız da alakasız. İmtihanda olan iki ülke daha var. Özbekistan ve ABD. ABD'nin iğvalara kapılmaması lazım. Salih, hürriyetine kavuşturulmazsa Afganistan'a insanların hürriyeti ve demokrasi için gittiğine kim inanır? Ceza ise Muhammed Salih zaten çekmekte. Bir vatanperverin topraklarından çıkmak zorunda kalmasından, çoluk-çocuğuyla gurbette ve takip endişesi içinde yaşamasından büyük ceza mı olur?
.
Muhammed Salih'in romanı
12 Aralık 2001 01:00
Prag denince bir de bir okuyucumuzu hatırlarız; onu ve bize yolladığı kartpostalları. O Kartpostallardaki Prag'da çatılar karlarla kaplıydı. Okuyucumuzla internet ortamında tanışmıştık; Türkçe'yi kendi kendine öğrenmişti; ihtimal ki yabancı lisanını geliştirmek için yazıyordu. Sovyet tankları, 1968'de Çekoslovakya'nın başşehrine girdiğinde kış değil bahar vardı. O yüzden işgal günleri Prag Baharı diye ünlendi. Ülkesi bir emperyalist güç tarafından işgale uğramış Başbakan Dupçek'in mahzun yüzü hâlâ gözlerimizin önünde. İşgal bir filmin tekrar çekilmesi gibiydi 1956'da da Macaristan'a girmiş, Macarlar ayaklanmışlardı. Prag Baharında da öyle oldu. Çek ve Slovak gençler, tankların önünde etten duvarlar oluşturdular. Olanca enerjileriyle işgali kınıyor, Kızılordunun savuşup gitmesi için protesto gösterileri yapıyorlardı. Onlar; o gençler, protesto gösterisi yapıp sloganlar atarken orak-çekiçli tanklardan etrafı süzen Türkistan'lı gençler de onlara bakıyorlardı. Şaşırmışlardı. Bir ân olanları kavrayamadılar. Onlara Çekoslovakya'ya barış adalet ve insanlık götürdükleri öğretilmişti. Peki öyleyse neden böyle karşılanıyorlardı? Birçok asker herhalde aynı düşünüyordu ama 18 yaşındaki bir Özbek Türk'ü yaşıtı gençlerin çırpınışıyla derinden sarsılmıştı. Bir yanlışlığa sürüklendiklerinin şuuruna vardı. Çanakkale muharebelerinde de öyle olmamış mıydı? İngilizler, Hind Müslümanlarnı "sizi Osmanlıları kurtarmaya götürüyoruz" diyerek silah altına alıp Çanakkale'ye taşımışlardı. Onlar, Türkleri kurtarmak için kurşun attıklarını sanıyorlardı. Tâ ki bir sabah 'düşman' dedikleri cephelerden ezanı Muhammedi sesi yükselene kadar. O zaman kandırıldıklarını anladılar. Türkistanlı gençler de kurtarmaya geldikleri memleketin insanları ile yüz yüze gelince hakikati fark ettiler. Aldatılmışlardı. Ne var ki bunu kimseye diyemezlerdi. Rejim, müsaade etmezdi. Babası gözleri önünde öldürülen Cengiz Aytmat(ov)oğlu'nun içindeki ıstırabı kâğıda dökmesi gibi. O 18 yaşındaki Özbek Türkü de öyle yaptı. Kendini şiiire edebiyata verdi, sadece Çolpan'ı değil, Necip Fazıl'ı Yahya Kemal'i, Kafka'yı... da öğrendi. 1988'e gelindiğinde Özbekistan Yazarlar Birliği Genel Sekreteriydi. 1989'da daha Sovyetler ayaktayken Moskova'da SSCB Yazarlar Birliği Kurultayı'na davet edildi. Orada yaptığı konuşmada Sovyetler için "dikta imparatorluğu" tabirini kullanma cesaretini gösterdi. Komünistler, bunu duymazdan geldiler. Komünist Parti üyeliğine davet edildi. Özbek fikir adam, daveti şu sözlerle reddetti. "Komünizmin güneşi, ters yönden doğmuştur; doğduğu yerden de batacaktır." Gerçekten bu konuşmadan kısa süre sonra o güneş kızıl eriye eriye ufkun derinliğine gömülüp kayboldu. Prag Baharını zehir eden işgalde bir tankın üstünde kendi kendini sorgulayan 18 yaşındaki genç, 20 yıl sonra da Moskova'nın göbeğinde rejimi sorgulamış ve tahmini aynen tecelli etmişti. Peki sonra ne oldu o genç? 2001'in bitmesine yakın bir tarihte 7 yıldan beri sürgün yaşadığı Norveç'ten Radio Liberty'nin davetlisi olarak Prag'a geldi. Aradan tam 33 yıl geçmişti. Tanklarla girdiği bir şehri bu defa bir sivil olarak ziyaret edecekti. 33 yıl ötede kalmış hayalleriyle dolaşacağı mekânları tekrar buluşturacak, bir yalana alet edilmiş olmaya yeniden içlenecekti. Olmadı. Muhammed Salih, Prag Havaalanı'na indiği ân İnterpol koluna yapıştı. Çıkmak zorunda kaldığı ülkesi Özbekistan yönetimi, yakasına kırmızı bir etiket iliştirmişti; orada 'terörist' yazıyordu. Pankarts Cezaevi'ne kondu. Şimdi Prag polisi, Taşkent'ten gelecek dosyayı bekliyor. Dosya geldiğinde Muhammed Salih Medeni(of)oğlu'nu Özbekistan'a iade edecek. Sonrası malum. Bir duvar dibi. Tüfekli birkaç asker. Karşılarında dimdik duran olgun yaşta bir insan. O insan, gözlerinin bağlanmasını da kabul etmez. Dünya da bu cinayeti kabul etmemeli. Prag kartpostallarına bir kere daha bakacağız; belki de çatıların rengi değişmiştir.
.
Dua Günü'nün düşündürdükleri
14 Aralık 2001 01:00
Papa, Vatikan'dan Hıristiyan âlemine çağrıda bulunarak Müslümanlarla birlikte bir gün oruç tutmalarını istedi ve ramazanın bu son cumasını "dua günü" ilân etti. Çağrıya Ermeni patriği Mutafyan'dan da müsbet cevap geldi. O da '... kendi usullerimize göre Müslümanlarla birlikte biz de bir gün oruç tutacağız' dedi. Türk Ermenileri Patrikliğinden bir haber olmasa da gam değil; Ereneroller, katıksız Türk milliyetçileri, olabilir ki bizim gibi ve bizimle birlikte 30 gün oruç tutmuşlardır. Tutarlar veya tutmazlar; bunlar bu dünyada kişinin iradeyi cüz'iyesi çerçevesine giren ameller. Ortodoks Patrikliğindense bir ses çıkmadı. Tabiî bu mevzuda fikir beyan etmemeleri eksiklik değil. Bunlar nihayet nezaket davranışlarıdır. Zira İslâm âmentüsü, bütün peygamberlere îmân mecburiyeti va'z etmiştir. Bir kişinin Müslümanlığı, bütün peygamberlere de inanmasına bağlı. Amentü, ayrıca Sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafa'nın -aleyhisselam- yüce Allah'ın kulu ve resulü olduğuna şeksiz-şüphesiz inanmayı da mecbur kılar. İmânın bu şartları, bütün insanlık için riayeti vazgeçilmez kanunlardır. Bir süre yiyip içmemenin dinen makbul olmasının yolu bu. Ama; -dediğimiz gibi- davranış, iyi geçinme, nezaket ve sevinci paylaşma duygusu yönünden insânidir. Yoksa her ân dua edililir. Dua zaman ve mekân şartına tabi değil. Mes'elenin bir de tarihî akışı var. Selefimiz Osmanlı'da Şeyh'ül İslâm'a hurmet edildiği, onun devlet protokolünde bir yeri ve rütbesi olduğu gibi mâmeleki şâhânedeki diğer din büyüklerinin de pâyeleri vardı. Bugün belki yadırganır, oysa Osmanlı'da gayri müslim din adamlarına 'muhterem peder' diye hitap edilirdi. Şu gerçeği bir kere daha hatırlamakta fayda var. Ermenistan'la ihtilaflarda Ermeni Patrikliğinin, Rumlarla hatta Ruslar dahil Slavlarla sürtüşme dönemlerinde Fener Patrikliğinin mânevî etkisinden faydalanmamız akıl gereğidir. Her nedense bizde Papa bütün Hıristiyanlığın mümessili olarak takdim edilir. Halbuki Ortodokslar, bundan müstesnadır; onların merkezi Fener Patrikliği. Su katılmamış laiklik gütmek adına milli menfaatlerimize zarar veren tutumları tekrar inceleme günü çoktan geçmektedir. Patrikhane'den istifade edeceğimize görmezden gelmek doğru olabilir mi? "Fener, Fatih Kaymakamlığına bağlı bir memurluktur" diye incitici ifade kullanmakla ne kazandık? Türk yetkililer, öyle derken Yunan başbakanları, bakanları orayı ziyaret ettiler, nikâh kıydırdılar. Bir gücü, Ankara yerine Atina kullanmakta. Evet, Ermeni ve Rum dînî liderlikleri elimizdeki kozlardır. Az coğrafyada sözleri geçmiyor. Doğrudan imkânımızı kaybettik; bari dolaylı olanları görelim. Halbuki TBMM, Halife, vatan harici edilirken şahsında topladığı mânevi kudreti bir şekilde Diyanet Başkanlarıyla temsil ettirseydi vaziyetimiz bugünkünden çok daha başka olurdu. Kılıç kuşanana göredir. Hırıstiyanlıkta bile sınırlı temsil ehliyetinde olmasına rağmen Papa'nın zaman zaman bir 'Halife'gibi de davrandığının farkında mıyız? Bu itibarla Balat'ta yapılacak olan 1267 evden dolayı da kimse rahatsız olmasın. Biz, bir imparatorluğun varisiyiz. Elbette bu topraklarda çok din, dil, ırk, folklor yaşayıp gidecek. Yeter ki temel değerlerde sapma olmasın. '365 GÜN DUA' Her Müslümanın her gün ihtiyaç duyduğu duaları Mehmet Oruç, fevkalade başarıyla kitaplaştırdı. Kendisini tebrik ediyoruz. Bu eserden çok şey öğreneceğiz. Kitapçılarda bulabilirsiniz
.
Türkiye, keşfedilmeyi bekliyor
19 Aralık 2001 01:00
Bir Doğubeyazıt var; anlatmakla olmaz, görmek lazım. Şehre hakim bir noktada harika mimarisiyle İshak Paşa Sarayı. Oradan seyrine doyulmayan başı bulutlarda heybetiyle Ağrı Dağı.. Doğubeyazıt, güzel değil mi ki hatırlanmaz, gidilmez? Tavsiye edilmez, yatırım yapılmaz. Sarıkamış... Tıpkı bir İsviçre'dir diyeceğiz ama tabiat zenginliğinde İsviçre dağları, Sarıkamış dağlarıyla boy ölçüşemez. Ormanının bir eşi Finlandiya'da. Kayak merkezleri, karlarla kaplı yamaçlar, buzlanmış yollarda dolaşan kızaklar, Ruslardan kalma binalar. Orada mevsimler boyu beyazın saltanatı hüküm sürer. Toprağı özlersiniz. Karda keklik izleri vardır. Sekiz ay sonra tabiat silkinir, envai çeşit açar. O renk renk, çeşit çeşit çiçeklerden yayılan rayihayla bayılır gibi olursunuz. Sarıkamış'ı görmek lazım. 90 bin askeri şehid verdiğimiz Allahuekber Dağları'nı seyrede ede tarihe bir yolculuk yaparsınız. Neden Sarıkamış hatırlanmaz? Oraya yatırımlar yapılmaz? Buzdan evler kurulmaz? Müzeler açılmaz? Sarıkamış tavsiye edilmez? Ahlat, Selçukludur. Van Gölü'nün kenarındaki bu tarihi şehir, tam bir açık hava müzesi. Kümbetler, Selçuklu mezarları, mezartaşları, yazıları, şiirin taşa, taşın aşka dönüşmüş halidir. Eskiler, ölümü ne kadar güzelleştirmiş. Ahlat, Van Gölü'nün kenarında. Bir 'deniz', tabiat ve tarih şehri. Ahlat'ın ne kusuru var ki hatırlanmaz, yatırım yapılmaz. Harput, hem Selçukludur, hem Osmanlı. Hem fıkıhtır, hem tasavvuf. Hem tabiattır, hem tarih. Cömertlik, misafirperverlik, ilim-irfan zenginliği orada. Mekteplerimizde yer çekimine aykırılık olarak Pizza Kulesi öğretilir. Halbuki âlâsı bizde var. Onun için Harput'taki Ulucami'yi görmek lazım. Kiremitli minare asırlardır öylece eğri durur. Eserin kendisiyse diğerleri gibi bir san'at şâheseridir. İmam Efendi hazretlerini, Arapbaba'yı, Fatih Ahmed Baba'yı ve diğerlerini ziyaret ettiğinizde türbedarların dağarcık zenginliği ve duadaki hünerlerine şaşırırsınız. Türkçe'nin bir başka lezzeti Harput'tadır. Türbe ziyaretlerinden sonra Kayabaşı'nda oturup çayınızı içerken 'Keban Denizi'nin uysal bir kedi gibi ayak dibinize kadar sokulduğunu görürsünüz. Ova, önünüzde göz alabildiğine uzanır. Bu sırada karşıki tepelerden yanık bir maya sizi dalgınlığınızdan uyandırır; güzel sesli bir Elazığ delikanlısı, elini kulağına atmıştır. O ses, sizi yüreğinizden yakalar. Harput suçlu mu? O'nun günahı ne ki hatırlanmaz, yatırım yapılmaz? Hakkı teslim edilmeyen yerler o kadar çok ki... İnsanın adeta zaman tüneline girdiği Urfa öyle, Siirt öyle, Diyarbakır öyle. Türk ev tipinin üç numune şehri Safranbolu, Göynük, Bursa bile öyle. Yeşilin çağlayanlaştığı Karadeniz keza öyle. Bunlar ve sayamadığımız onlarcası ile Anadolu kasabaları, şehirleri anlayışsızlık kurbanı. Bunlara Adana'yı da katabiliriz. Tarsus'u mutlaka ilave ederiz. Onlar neden hakkıyla hatırlanmaz? Belki ihtimal vermezsiniz ama binlerce yıllık tarihe mekân İstanbul'un Fatih'i dahi öyle değil mi? Fatih ilçesi, Fatih ve Yavuzselim camilerinin çevresi bugün bir İstanbul yetimidir. O'nun ihmali bir yüz karasıdır. Her fikir Antalya üzerine kurulamaz. O zaman kendi elimizle kendimizi fakirleştiririz. O şirin kentimizden gayrı beldemiz yok mu? Yabancılar sadece denize girmek için gelmiyor. Artık turizm anlayışını sudan çıkarmak lazım. Turistin asıl aradığı bu saydığımız yörelerde. Son Osmanlı İstanbul'da, ilk Osmanlı Bursa'da, Selçuk'lu Konya'da, Ramazanoğlu Adana'da, Şebinkarahisar'da, Kars'ta, Erzincan'da, Van'da, Hakkâri'de. Onun için iç, dış ve inanç turizmini kuzeye, güneye ve doğuya doğru yaymamız lazım. Edirne Selimiye'den başlayan yolculuk, Doğubeyazıt İshak Paşa Sarayın'a kadar uzanmalı. Sadece yabancı gezginler için değil, yerliler de öyle. Turizm firmaları, vatanperverlik göstermeliler. İnsanları, İtalya'ya, Fransa'ya, İngiltere'ye... değil, öze yolculuğa çıkarsınlar. Dışarıya değil, içeriye özendirsinler. Hükümetlerin yatırım ve teşvikleri de bu yönde olmalı.
.
Divan edebiyatı
22 Aralık 2001 01:00
Havuz problemleri, hız problemleri çok mu kolay? Logaritma cetveli, kimya formülleri bir okuyuşta mı zihne giriyor? Fizik, geometri...kök söktürmüyor mu? Biyolojide anlatılanlar, coğrafyada ezberletilen dünya nehir ve dağları, tarihte firavunlar, Babil hükümdarları...Bir sürü rakkamlar, uzunluklar, isimler, karakterler...Bunlar hiç de kolay öğrenilmiyor. Hatta kabiliyeti olmayan için resim ve beden eğitimi dersi de öyle. Peki bunlar zor diye müfredattan kaldırılmak isteniyor mu? Deli derler adama. Divan edebiyatıysa kaldırılmak isteniyor. "Failatun, failatun failun" ve benzeri kalıpları öğrenmek kolay değilmiş. Zor olmadığı iddia edilemez. Ama her yaşın zorluğu farklı. Okula yeni başlayan çocuk için de harfleri öğrenmek zor. Lisan öğrenmek basit mi? Ne kadar gramer ve kelime öğreniliyor. Fakültelerde bile öyle. Mesela o sevimsiz Roma Hukuku'nun kime ne faydası olacak? Liseye gelmiş bir genç de divan edebiyatını öğrenecektir. Sonra şu var. Divan edebiyatı, ağırlıklı olarak liselerin edebiyat bölümlerinde okutulmakta. İlim pazardan satın alınmaz ki. Kral çocuğu da hamal çocuğu da çalışarak öğrenir. İltimasın geçmediği tek saha orasıdır. Çalışmayan mahrum kalır. Şu günlerde ortalıkta bir haber dolaşıyor. Millî Eğitim Bakanlığı, divan edebiyatını müfredattan kaldıracakmış. Zira bizim miladımız, İslamiyet değil, cumhuriyetmiş. O yüzden okullarda bundan böyle çağdaş Türk edebiyatı öğretilecekmiş. Okullarımızda çağdaş Türk edebiyatı öğretilmiyor mu? Hepsi değil. Solda da sağda da bazı yazarlara karşı tavır var. Tavrın terk edilerek edebi değer sahibi herkesin ders kitaplarına girmesi fevkalade isabetli olur. Ancak onlara yer açılacak diye Fuzuli, Baki, Nedim, Şeyh Galib gibi sayısız kıymetin terki asla ve asla tasvip edilemez..Tersine en azından edebiyat bölümlerine ve en azından seçmeli ders olarak Osmanlıca konmalı. Divan edebiyatı sevdirilmeli. Bu millet yerden bitmedi. Ne demek "cumhuriyet miladımızdır"? Buna çağdaş hurafe derler. Beş bin yıllık mazimiz ne olacak? Eğer eski edebiyatçılarımız okul kitaplarından sökülüp çıkartılacaksa tez zamanda dozerler Sultanahmet'e, Süleymaniye'ye de dayansın. Binlerce tarihî eseri de yıkalım. Zor meselesine gelince. Bir Ahmet Hamdi Tanpınar kolay mı anlaşılacaktır? Sürrealist şairler, kök söktürecekler. Kolay olsa edebiyat olmaz. Divan edebiyatına kimse ilişemez. Buna kimsenin gücü yetmez. Tarih başlangıcımızın cumhuriyet olduğunu iddia etmekse bayat bir dalkavukluktur. Söyleyenin cehaletini ortaya koyar. Divan edebiyatı, Selimiye kadar zarif, Moğulova kemeri kadar sağlamdır. O ihtişamın önünde devir devir bazıları, nedense aşağılık duygusuna kapılmaktadır. Bir hastalık işte. Anlaşılmayanı yok etmeye kalkışanlar Picasso'dan ne anlarlar acaba? Anlayamadıkları tabloları da parçalamayı mı teklif edecekler? İspanyol ressamı kavrayamayabilirler. Lakin inkâr etseler de kendi güzelliklerimizi anlar hatta zevk de alırlar. Şu ustalar, şu Türkçe nasıl inkâr edilir? İşte Fuzuli: Beni candan usandırdı cefadan yâr usanmaz mı? Dost bîperva, felek bîrahm, devran bîsükûn Derd çok hemderd yok düşmen kavî talih zebûn Bu da Bakî: Gül gülse daim, ağlasa bülbül acîb değil Zira kimine 'ağla' demişler kimine 'gül'. Çağdaş edebiyata yapılan haksızlığa son verilsin. Bu doğru. Ama bir haksızlık telafi edilirken bir başka haksızlık işlenmesin. Üstelik divan şairleri zamana karşı imtihanlarını vermiş zirve insanlar. Çağdaşlardan kaçı o imtihandan geçecektir. Onu asırlar gösterir..
.
Vakıf yoluyla tuzak
27 Aralık 2001 01:00
Soygun düzeni dolu dizgin. Vatandaşın hangi devlet dairesine hangi sebeple işi düşse rızasına muhalif olarak kendisinden para alınmakta. Muamelenin icrası için vezneye para yatırmak gerekiyor. Sanıyorsunuz ki o muameleden dolayı verilmesi gereken harç-pul vs. bedeli. Para yattıktan sonra makbuza bakıldığında 'bağış' yazdığı görülüyor. Mesela 10 milyon ÖDENİYOR, bunun iki milyonu resmi bedelse kalanı bağış. Vicdana bakınız... Herkes bağış yapmaya muktedir mi? Üstelik sormadan, izin almadan hediye, sadaka, teberru vs. olur mu? Adı, adliye, tapu... her ne olursa olsun resmi dairelerde iş yapmak isteyenin ilk karşılaştığı bu vakıf şebekesi. Daha doğrusu şebekeyi bulması imkânsız. Onlar adına ortada bir vezne, bir de makbuzlarla onu kesen kimseler bulunuyor. İşte rakkamlar açıklanmakta. Devlet, kendi resmi dairelerinde ve kendi memurları vasıtasıyla kurulmuş bu ne idüğü belirsiz, kime hizmet ettiği meçhul sözde vakıfları kontrol edemez olmuş. Ticaret erbabını kafaya takarak ikide bir 'kayıt dışı ekonomi' diyenler görsünler. Bundan âlâ kayıt dışı ekonomi olur mu? Ortada dönen rant yarım katrilyona yaklaşmış vaziyette. Bu trilyonlar kime gitmektedir, nerelere harcanıyor? Vakıfla zererce münasebeti bulunmayan menfaat ocaklarının kapatılması lazım. Hem de tez zamanda. Vakıf... Dile kolay. O sadece Allah için olur. Harcı, haraca çeviren mekanizmaya 'vakıf' denemez. Menkıbe... Hazreti Süleyman'ın -aleyhisselam- mucizelerinden biri de kuşlarla konuşmaktı. Bir gün hüthüt kuşuyla konuşurlarken kuş O'na dedi ki 'istersem şu sarayı başına geçiririm.' Peygamber irkildi. Şaşırmıştı 'nasıl olur, şu ufacık cirminle ne mümkün?" diye karşılık verdi. Hüthüt, "bir vakıf malından bir çırnak çamur getirir sarayının çatısına sürerim, tâcın tahtın yer ile yeksân olur" dedi. Bu zulüm, sayısız vakıf eser bırakmış ecdadın ahından küçük bir numune. İstanbul'un yüzde 65'i vakıfmış. Ne oldu? Çalındı-çırpıldı, talan edildi, kapanın elinde kaldı. Ne vakfın satılmazlığı dikkate alındı ne vakıf şartnamesi. Her şey yenilip yok edildi. Ruhlara azap çektirildi. Halbuki onları vakfedenler, dünya durdukça kalsın istemişlerdi. Bir ânda bütün kuyumculardan altınları kaldırırsanız ertesi günü onların yerini aynı vitrinlerde sarı tenekeler alır. Üstlerinde yine altın yazacaktır. Ortada sadece kelime benzerliği vardır. Kamu alanındaki hiçbir vakıf vakıf değil. Özel alandaki vakıflaraysa devletten rahat yok. Bu kadar tezatı anlamak için Türkiye'de yaşamak lazım.
.
Irak gailesi
28 Aralık 2001 01:00
Körfez Harbi sırasında Türkiye, Irak'a girmeli miydi girmemeli miydi? Bu mesele, aradan geçen 10 yılı aşkın bir zamana rağmen konuya duyarlı çevrelerde aynı sıcaklığıyla tartışılmaya devam ediyor. Devrin genelkurmay başkanı Necip Torumtay, harekâta muhalif kaldığından istifayı tercih etti. Cumhurbaşkanı Turgut Özal'sa vesilesi doğmuşken Irak'a girip I. Cihan Harbi ve sonrasındaki müzakerelerde bizden koparılmış Musul, Kerkük ve etrafındaki vilayetleri geri almamızı istiyordu. Olmadı; şimdi anlaşılıyor ki o istifa, aynı zamanda başkumandan olan cumhurbaşkanı üzerinde karamsarlık oluşturmuştu. Baştan projenin istirdat üzerine kurulu olması itibariyle ondan vaz geçilmesi kalan her gelişmeyi çıkmaz sokaklara sürükledi. Nitekim Körfez Harbi'nden ziyanla çıktık. Sonrasındaki kayıplarımızsa daha büyük oldu. Bir Kerkük-Yumurtalık boru hattının senelerce kapalı kalması, Habur'un bir türlü açılmayıp ihracatımızın önemli yollarından birini kendi elimizle felç etmemiz, başta güneydoğu olmak üzere işsizlik ve fakirleşmede derin etkiler meydana getirdi. O etkilerin daha sonraki krizlerde pay sahibi bulunduğu da inkâr edilemez. Bugüne gelince; bugün, Irak artan bir tempoyla yine gündemde. Hiçbir gün gündemden düşmemişti de. Galiba 'yeni dünya' düzeni dedikleri oluşumun bir parçası olarak Afganistan'a paralel bir şekilde -hepsi de Müslüman- birtakım diğer devletlerle birlikte Irak bir kere daha dikkatlere sunuldu. Cevabı bulunamayan soru odur. "Amerika, neden Körfez Harbi'nde Saddam Hüseyn'i devirmedi?" Devirmedi mi, deviremedi mi? Bugün dahi Irak diktatörünün çevresinde Amerikan ajanlarının olmadığı söylenebilir mi? Herhalde devirmemeden ziyade ikame değerin bulunamama sıkıntısı var. Saddam Hüseyn, şu veya bu şekilde birlik ve otoriteyi kurmuştur. O'nun aşağı alınması, bir dağılmaya ve peşinden istiklal ilanları, bölge devletlerinin işin içine karışması ve yeni bir dünya kavgasına kadar karışıklıklara yol açabilir. Bu noktada bugünkü Türkiye politikası, Amerika'nın bu görüşüyle birleşmekteyse de 11 Eylül sonrasında gelişen yeni fikri yapılanmayla Washington, o tezini terk etmiş görünüyor. Afganistan müdahalesi yapılırken bile The New York Times'da William Safire imzasıyla çıkan yorumu hatırlayacaksınız. O günlerde hayli ses getirdi. II. Bush ve ekibinin de gayesi buydu. Üzerinde konuşulacak kehanetlerle dünya kamuoyunu hazırlamak. Buna göre Türkiye Musul'a girecek, diğer taraftan da kuzeyde Türkiye kontrolünde özerk bir Kürt devleti kurulacak, Türkiye Kürtleri de bunlarla yakın münasebet içinde olacaklar. Türkiye, en başta genelkurmay olmak üzere bu görüşe şiddetle karşı. Türkiye'nin yeni 'tebliğ'i şu: -Körfez Harbinden zararla çıktık, bir maceraya daha atılamayız. -Irak'a müdahale, bir Kürt devletinin doğmasına yol açar, buna müsaade etmeyiz. Biz müsaade etmediğimiz gibi diğer bölge devletleri de müsaade etmezler. Bir müdahalenin Kürt devletine davetiye çıkartacağını Ankara, mutlaka istihbarat bilgilerine dayanarak söylüyordur ama buna rağmen görünürde böyle bir işaret yok. Herhalde dile getirilmeyen gerçek asıl şu; Irak'a müdahale Saddam Hüseyn kuvvetlerinin Türkiye'ye saldırmasına yol açma tehlikesi. Bu ne demek? Zaten kriz ekonomisi yaşayan yurdumuzun bir de savaş ekonomisine sürüklenmesi. O ise felaket olur. Kaldıramayız. İhracat, ticaret, alışveriş yapmak, sınırları kaldırıp veya gevşetip para sirkülasyonunu hızlandırmak varken kitle imha silahlarıyla insanı insanın kurdu yapmak yanlış. Peki ya Ecevit, Beyazsaray'da bu yönde ikna edilirse. Nitekim Afganistan müdahalesinde en başta 'asker vermiyeceğiz' diyorduk. Kıldan ince köprülerden geçiyoruz. Irak gailesi, Irak hailesine dönüşmesin.
Japon kızı
29 Aralık 2001 01:00
Erkek suratlı biri; ne kadar kız olduğu meçhul, kendisini güzel kabul edecek insan sayısı da herhalde bir hayli azdır. İşte bu kız, bir alay Türk delikanlısını karşısına dizdi ve onların beğenilme ihtiraslarına rağmen hiç birini kendisine denk görmeyerek hepsini ters yüz etti. Delikanlılar geldikleri gibi evlerinin yolunu tuttular. Delikanlı diyoruz ama ne delikanlısı.. Bu mudur delikanlılık. Bu bir menfaat düşkünlüğü. Bu bir yozlaşma... Kuyruğa girmiş gençlere mikrofon uzanıyor "Japon kızla neden evlenmek istiyorsun?" Cevap orada bulunmak kadar kötü, "parası için". Daha iç burkanıysa o gençleri arabasını otomobil pazarında satışa çıkarırcasına görücüye götüren bazı babaların olması. Onlar, hiç ter dökmeden kameralara "oğlumu getirdim" diyorlardı. Oysa evlenmek isteyen vs. yok. Ortada bir japon tv'sinin magazin programı söz konusu. Şimdi Japon medyası, kim bilir Türklerle nasıl alay ediyordur. Japon kızı faraza ciddi olsaydı bile... Ehli kitap bile değil. Dahası; nedir, kimdir orası da bilinmiyor. Kimse meselenin fakirlikten dolayı olduğunu iddia etmesin. Evet, bir fakirlik var ama o para fakirliği değil. Ailelerin iyi diploma, iyi yemek, iyi giyinmek hedefine çocuk, delikanlılık yaşına gelince bir de nefsani azgınlık katılıyor. Böylece estetik, zevk, insani davranış, aile kaygısı, ahlaki mecburiyetler akla bile gelmiyor. Onun içindir ki son zamanlardaki boşanma dâvâları hiçbir devirde tanımadığımız rakkamlara ulaştı. Yavuz Sultan Selim, hazreti Ömer meşrep âdil ve cengaver bir hükümdar Lakin hükmünün geçmediği yerler de var. Bu sebeple 'beni bir gözleri ahuya zebun etti felek' diye şiir yazabiliyor. Âşık, ahu gözlü bir güzel önünde âciz kalışından dert yanmakta. Burada ise bütün dert, çekik gözlü, bir japon dişisinin parasına kavuşmak. Para üzerine kurulan evlilikler, para kadar ömürlüdür. Para biter, her şey biter. Halbuki İsmail Hâmi Danişmend Rabia Hatun Şiirleri'nde şöyle der. "Men tâ senin yanında hasretem sana." Hasreti büyüten yakınlık sırlarının saklı olduğu sandıkları kaybettik. İnsanın kendisini değil de parasını veya memleketini veya ondan elde edilecek menfaati sevmek!.. Ne kadar düşündürücü; çünkü küçültücü. Oysa insan eserdir; en büyük eser. Eseri seven müessire kavuşur; bir gün fani Leyla'nın iki kaşının arasında ebedi kudretin nuru yakalanır. "Bir özge candır Leyla". Parası için aynı çatının paylaşılacağı Japon kıza karşı bu duygular doğar mı?
.XXXXXXXXXXX
Sıkıntı, ikinci bir süper gücün olmayışından
1 Ocak 2002 01:00
BM genel sekreteri Kofi Annan, Amerika'ya rağmen ilginç bir çıkış yaptı. Annan, "Irak, BM denetçilerinin çalışmalarını engellemiyor, bizimle işbirliği halindeler" diyor ve ekliyor: "Bu sebeple Irak'a yönelik askeri bir harekât için makul bir sebep yoktur. Denetçilerin raporunu beklemek gerekir." Bu açıklamayla herhalde Ankara da kısmen olsun ferahlamıştır. Dedikleri,Türkiye'nin tezine paralel fikirler. Makul olan şudur: Denetçiler işlerini bitirsin, raporları tedkik eden BM ne karar verecekse ona göre hareket edilsin. Amerika bugüne kadar hep şu iddiadaydı.. Irak, BM denetçilerini kabul etmiyor. Veya çalıştırmıyor. Şimdi bunların varit olmadığı birinci ağızdan en net şekilde dile gelmekte. -Çalışıyoruz, engel yok aksine iş birliği var. Hakikaten bir engelleme yapılsaydı Beyazsaray için haklı bir sebep çıkabilirdi Peki Amerika, kafasına koyduğundan vaz mı geçecek? Çok zor. ABD uzun vadeli menfaatleri için bu harekatı yapıyor. Mesele Saddam Hüseyn değil. O da harekât başladıktan sonra Üsame bin Ladin gibi, Molla Ömer gibi kayıplara karışabilir. Dünya bir zorba tavırla karşı karşıya. O da şundan ileri geliyor. Mahallenin kabadayısı rakipsiz kalmıştır. SSCB'nin bıraktığı boşluk doldurulamadı. SSCB içi saman dolu devâsâ bir maket gibi apansız yıkılınca dünya iki kutuplu olmaktan sıyrılıp tek kutuplu hayata geçti. Önceleri bu tek kutupluluk pek memnuniyet verici geldi ama zamanla kazın ayağının öyle olmadığı görüldü. Şimdi karşısına çıkacak kimse kalmayan mahallenin kabadayısının astığı astık kestiği kestik. Nârâ üstüne nâra atmakta: -Kızılderililere jenosit uygulayan ben, I. Dünya Harbi'nin galibi ben, II. Dünya Harbinin galibi ben, İsrail'i kurduran ben, Kore'nin galibi ben, Sovyetleri yıkan ben, Bosna'ya giren ben, Taliban'ı deviren ben!.. Çıksın karşıma o Saddam!.. Var mı bana yan bakan? Tam "anamı kesen ben, babamı kesen ben!" Tulumbacı külhaniliği. Tabiî efelenirken Vietnam'ı atlıyor. Orası Amerika için bir bataklık olmuştu da ondan. Bu zorba tavrın önlenmesi nasıl olacak? Kimse savaş istemiyor. Irak'ın komşuları istemiyor. Dünya istemiyor. Dünyanın aydınları istemiyor. Fakat savaş çok büyük ihtimalle çıkacak. Dün barışın teminatı olarak görülen devlet, bugün savaş sebebi. Üstelik yalnızca Irak da değil. Türkiye, Orta Doğu ve Orta Asya da kendini işgalci bir iştah karşısında tedirgin ve tehlikede hissediyor. Sıkıntılar ikinci bir süper gücün olmayışından. Denge bozuldu. O boşluğun dolması lazım. İkinci güç, diğer kutup kim olabilir? Kafa yormaya değer bir soru...
.
Euro ne kadar ömürlü olur...
2 Ocak 2002 01:00
Marklar, Franklar, Florinler... tarih oldu. Avrupalı müşterek para birimine geçmenin keyfini çıkartıyor. Bundan böyle 12 Avrupa devletinin parası aynı. Bir başka söyleyişle 12 devlet, millî paralarından feragat ettiler. Millî paradan feragat aynı zamanda millî hakimiyetten de feragat anlamına geliyor. Bunun bir adım sonrasında bayraklar indirilip yerine Avrupa bayrağının asılmasıdır. Gidiş de ona doğru. Tabii ülkelerin kendi bayraklarının üstünde tek bayrak dalgalanınca sınırlar da sembolik birer kapıdan ibaret kalacak. Buna rağmen yine de belli olmaz. Bir bakarsınız bu şenlik günleri bir ânda biter. Euro'nun önünde iki engel olabilir. Biri, AB'nin kendi içinden yükselen milliyetçi tavırlar, diğeri de dışarıdan. İçeriden gelen tehlike özellikle Almanya'dan doğabilir. Ondan sonraki sırada ise Fransa yer alır. Dışarıda zuhur edecek tehlike Amerika'dır. Bilmiyoruz, şöyle bir tahmin ne kadar geçerli olur. Euro'nun istikbali Amerikan dolarını tehdit edip etmemesine bağlıdır. Avrupa'nın bu güçlü parası, doları sıkıştırır mı? Şöyle diyelim. Dolar, en azından Mark günlerindeki kadar rahat olmayacaktır. Rahatı kaçtığı ölçüde de finans dünyasında sürtüşme çıkar. Şayet dolar için ciddi bir tehlike söz konusu olursa Euro'nun akıbeti kötüye gidebilir. O zaman ya en zayıf veya en kuvvetli devletler 'ben vazgeçtim tekrar kendi parama dönüyorum' diyerek Avrupa'nın siyasi birliğe gidiş şansını baltalayacaktır. Bunlar olmaz mı? Olma ihtimali olmama ihtimalinden daha kuvvetlidir. Neticede ortada bir menfaat birliği var. Kimin menfaati zedelenir yahut kimin kazancı daha öne geçerse zarar eden veya haktan eşit yararlanamayan, 'bundan böyle ben yokum' diyecektir. Öbür taraftan işaret ettiğimiz gibi daima bir Amerikan faktörü olacaktır. Peki Euro, doları geçip birinci sıraya çıkamaz mı? İmkân bulursa elbette. İşte püf noktası burada zaten. Amerika böyle bir tehlike sezdeği ân AB'yi çökertmek için her yolu mubah sayacaktır herhalde. Türkiye'ye gelince. Bütün iyimser tahminlere karşılık yurdumuzdaki hakim kanaat, AB'ye alınmayacağımız yönünde. Hakîkaten öyle mi olacak? Bilinmez. Yalnız şu var ki Türkiye girdi girecek derken paradan başlayan çözülüşle ortada AB diye bir teşkilat kalmayabilir. Yahut bir başka tahmin. Euro ile mücadelede huysuzlanan ABD, Türk ekonomisine sahip çıkarak dolaylı bir şekilde TL'yi güçlendirebilir. Bizim için sosyolojik olarak düşündürücü nokta, Türkiye'de rollerin yer değiştirmiş olmasıdır. Bir tarihte AB'ye girmeyi reddedenler, bugün hararetli taraftar. O gün girmeyi vazgeçilmez şart kabul edenlerse karşı. Euro'nun ömrü, AB'nin de ömrünü tayin edecektir. Bu arada TDK'ya hatırlatma. 'Yuro mu', 'Öro mu' yoksa mesela Avrupa kelimesini kısaltarak söylemek gibi bir kelime telaffuzu mu? Yabancı kelime yerleştikten sonra karşılığı teklif edilse de zayıf kalıyor.
.
File dediğiniz nedir ki!..
3 Ocak 2002 01:00
Meseleyi bir gericilik-ilericilik ideolojisine dönüştürmeyi bırakalım da cemiyeti asıl ilgilendiren yanına, sosyolojik-psikolojik cephesine bakalım. Yılbaşı eğlenceleri toplum için bir gösterge görevi de yapıyor. 31 Aralık/ 1 Ocak gecesi kim nerede nasıl eğlendi? Bu sorunun cevabı ertesi sabahtan başlayarak televizyon ve gazetelerin ana haber konusu yapıldı. Sanki insanların temel derdi o. Kim nerede nasıl eğlenirse eğlensin çok mu önemli? Ortada bir eğlenceden ziyade dejenerasyon var. Hâdise, vur patlasın-çal oynasın şamatasına dönüşmüş vaziyette. Şampanya banyoları, kumar partileri en hızlısından akıl almaz çılgınlıklar. Hani kriz ekonomisindeydik? Evet o var. Peki bunlar ne? İşi görgüsüzlük ve nemelâzımcılık haline sokanlar için bir sıkıntı yok. Kriz alınteriyle kazananları vurdu. Diğerleri herhalde ona yabancılar ki böylesine su gibi harcayabilmekteler. Sözümüz elbette ölçülü bir şekilde yeni yıl kutlayanlara olamaz. Zaten onlar da bu mes'uliyetsizliği hazmedemiyorlardır. Önümüzdeki manzaralar, hiç hoş değil. Onların yaygınlaştırılması, özene bezene haber yapılması da yanlış. Bunlar nice evde hangi geçimsizliklere yol açıyor biliniyor mu? Toplum, iki ayrı uca doğru çekilmekte... Bir millet, yerde sürünenler ve havada uçanlardan ibaret olabilir mi? Patlatılan şampanyalar, israfın alıp başını gitmesi... bir avuç insanla onların sırtından geçinenleri mutlu edebilir. Ya çoğunluk, evine et, ekmek, süt götüremeyenler... Onlara ne diyeceksiniz? Tezada bakınız. Her iki haber de basında aynı gün ve aynı sayfalarda yer alıyor. Bir tarafta müsriflere, yurtdışını kapı-komşu yapanlara, görgüsüzlere dair fotoğraflar, bir tarafta hazineden sorumlu bakanın hayalleri... Kemal Derviş, şöyle diyor: "Bir gün vatandaşların pazara çıktığında filesini gönlünce doldurmasını görmek istiyorum". Dolayısıyla vatandaş, yani fakir-fukara, yani, emekli, dul, yetim, küçük ve orta halli esnaf file dolduramıyor. Onların; yoksul ve orta tabakanın file bile dolduramadığı bir Türkiye... File dediğiniz nedir? Birkaç kilo sebze-meyve. Bu Türkiye'de diğer taraftan ışıltılı otellerde, gece kulüplerinde gazinolarda dolarlar havada uçuşuyor, dansözler, mankenler fırdolayı dönüyor, alkol su gibi akıyor... Meseleyi yılbaşına taraftar olanlar-olmayanlar, çağdaş olanlar-olmayanlar diye ele almak ilkellik olur. Bu sosyal adaletsizliğe, bu gelir dengesizliğine dikkat etmek lâzım. Bu işin sonu nereye gider? En tehlikeli olan vicdanların nasır bağlamasıdır. Şu kadar, aç, sefil, yoksul, aşsız-işsiz varken bu çılgınlıktan hiç rahatsız olmamak neyle nasıl izah edilecektir? Şu kış günü, paltosuz, ayakkabısız binlerce çocuk o para yiyenlerin ve onları birer kahraman gibi sunanların hiç mi aklına gelmez? IMF'den 5 kuruş almak için bin türlü taviz veren bir ülkede bu israfın yaşanması doğru olabilir mi? Böylesi bir bencillik tehlikelidir. 'Benden sonra tufan' zihniyeti toplumun mahrum kesimlerinde derin psikolojik rahatsızlıklar yapıyordur. Devlet, problemi vergi cezasıyla savuşturamaz. Bu bir hastalıktır. İdeolojik yaklaşımları bir tarafa bırakınız da müsrif, görgüsüz ve cahil fakat paralı bu insanları nasıl tedavi edersiniz ona bakınız. Eğer çare bulamazsanız bu tahrikçiler yüzünden hapishaneler daha fazla dolar.
.
Üç ders
4 Ocak 2002 01:00
Edebiyat fakültesi mezunu olup da edebiyatla zerrece meşguliyeti olmayanları gördük. Tarih bitirip de tarihle hiçbir dostluk kuramamışların sayısı belirsiz. Bir gencin sadece okullardaki din derslerini görüp de yanlışsız namaz kılabileceğine de ihtimal veremiyoruz... Üç ders, din dersi, tarih ve edebiyattır. Yer çekimi dünyanın her tarafında aynı. Dolayısıyla iktidara kim gelirse gelsin fizik dersinde değişiklik yapamaz. Matematik de öyle. Kimya da. Hatta coğrafya bile. Edebiyat, ilahiyat ve sosyal dersler öyle değil. Bunlar, öğretenlerin veya yönetenlerin zihniyetlerine göre şekil alabilmekte. Dürüst niyetli öğretenlerle yönetenlere muhtacız. Saydığımız fakültelere boşta kalmamak için girmiş öğrencilerin oralardan tarihçi, edebiyatçı olarak çıkmaları imkânsızdır. Öyleyse bu derslerde iyileştirmeye gitmek prensip olarak yerindedir. O kadar yıl din dersi gören bir genç bir Müslüman için zaruri olan bilgileri öğrenebilmelidir. Tarih tahsil eden tarih muhakemesi kazanabilmeli, edebiyat okuyanda da bir parça edebiyat zevkine tesadüf edilebilmeli. Tarih, her şeyden önce bir kıyas ilmidir. Meseleler arasında illiyet mantığı kurabilmektir. Tarih öğretiminin düşünebilme melekesi kazandırması şarttır. Tek başına ezber yetmez. Hatta Ortaylı Hoca'ya rağmen şöyle diyebiliriz. Bilgiyi hafızaya mal etmekle kuru ezbercilik farklıdır. Binaenaleyh, tarih, ezber ilmi değil tefekkür sanatı olmalı. Tarihçi lazım olduğunda bir andlaşmayı açıp okuyabilir. Tarihe yorum getirmekse onun bilgi birikimiyle alakalıdır. Edebiyat, güzel sanatlara açılan kapıdır. Lisana hakimiyettir. Estetiği tanıma ilmidir. Gönül genişliğidir. Peki bütün bunlar gerçek hayatta ne kadar mevcut. Az sayıdaki idealist öğretmenin gayretlerine bağlı. Onlar da türlü yıpratma yollarıyla yıldırıldıkları için çok kere sinip köşelerine çekilmekteler. Zira bu derslere düşkün olan öğretmenler peşinen bir klişe ile damgalanmakta. Öyleyse ismi geçen derslerin yeniden ele alınması bir zaruret. Hayati soru şu: Kim tarafından, nasıl ve ne zaman? Bu işlere "miladımız cumhuriyetle başlar" diyerek başlarsanız, baştan her şey şüpheyle karşılanır. Ondan sonra her üç derste de iyi niyetli bir çalışmanın varlığına inanmak son derecede zorlaşır. Edebiyat derslerinde günümüz edebiyatçılarının da okutulmasına aklı başında kimse karşı çıkamaz. Tarihte düşünceye önem verilmesi sadece takdir edilir. Ama "din kültürü ve ahlak dersleri bizatihi öğrenciler tarafından yazılacak, yazılmasına da başlandı" derseniz sadece asap bozarsınız. İyi niyetinizden de ciddi şekilde şüphe edilir. Fizik kanunlarına, kimya formüllerine müdahale edilmediği gibi, din, tarih, edebiyat ve felsefe grubu dersleri karşısında da objektif olmalı. İlmin bir haysiyet ve namusu vardır. O, bunu emretmekte. Bu üç ders, iktidardan iktidara, bakandan bakana değişirse bu millete en büyük kötülük yapılmış olur. İdeolojinin çirkin yüzü bu derslerin zevkli vadilerinden uzak durmalı.
.
3 kapı 3 kilit
5 Ocak 2002 01:00
F Tipi cezaevlerini protesto ettiklerini söyleyen mahkûmların açlık grevleriyle bu grevlerin yol açtığı ölümler sürmekte. Ölenlerin sayısı 87 olmuş. Önümüzdeki günlerde birkaç ölüm daha bekleniyormuş F Tipi bahane olabilir. Dışarıdan talimat alınması da doğrudur. Bununla beraber başka doğrular da var. Devlet, devletliği gereği içerideki mahkûmun hayatını da düşünecektir... Her şeyden evvel bahane ortadan kaldırılmalı. Bu konuda Adalet Bakanlığı'yla mahkûmlar arasında bir inatlaşmanın olduğu anlaşılıyor. Onun için barolar, devreye girmişler. Önümüzde İstanbul, Ankara, İzmir ve Antalya barolarının ortak bir deklarasyonu bulunuyor. Bu dört baro, önceki akşam eski Sultanahmet Cezaevi, bugünkü Four Seasons Hotel'de bir toplantı yaparak geniş açıklamalarda bulundular. Barolar, '3 Kapı, 3 Kilit' diye özetledikleri bir formülle çözüm teklif etmekteler. İşte dedikleri... -Adalet Bakanlığı, F tipi cezaevlerinin mimarisinde, yapısında, güvenliğinde hiçbir değişikliği gerektirmeksizin, üçer kişinin kaldığı yanyana üç odanın kapısını açarak dokuz kişinin o birim içinde bir arada olabilmelerini, belli saatlerde var olan ortak mekânlardan yararlanmalarını sağlayacağını açıklasın, açlık grevindekiler, bu açıklamayı tecridi sona erdirme olarak kabul etsinler ve açlık grevini sona erdirsinler. Üç kapı kilidinin açılması onlarca hayat kurtaracaktır. Baroların koğuş sistemine taraftar olmadıklarını, tecride karşı geldiklerini, arabulucu ve taraf da olmadıklarını İstanbul Barosu Başkanı Dr. Yücel Sayman vasıtasıyla bilhassa açıkladılar. Cezaevleri birer infaz kurumudur. Oralarda insanlar ölüyorsa birer hukuk kuruluşu olan baroların bunlarla meşgul olması vazifeleri icabıdır. Mahkumlar, teklifi kabul ettiklerini bildirmişler. Şimdi aynı kabulün Adalet Bakanlığı'ndan da gelmesi bekleniyor. Teklif, bir cümleyle şu, üç odada kalan 9 kişi günün belli saatlerinde bir araya gelme imkânına kavuşacaklardır. Bir araya gelmek mutlaka yıkıcılık için olmaz. Belki konuşa konuşa doğruyu bulacak, pişman olacak, birbirlerine nasihat edeceklerdir. Fikir, geceye katılan herkese makul geldi. Haddi aşan ceza, adaletsizliktir. Tecrid, mahkûmu bir kere daha mahkûm etmektir. Tecrid yaşayan bir insanda ruh sağlığı kalamaz. Bir memlekette çocuklar soğuktan, cezaevlerinde de mahkumlar açlık grevinden ölüyorsa orada çok büyük ayıp yaşanıyor demektir. İnsan hayatı bu kadar sıradan olmamalı. Ölüm, çözüm değildir. Mahkumlar, 3 kapı , 3 kilit formülünü kabul ettiyse Adalet Bakanlığı bu imkânı değerlendirmelidir. Onun için de bakanlıkla barolar diyalog halinde olmalı. Diyalogda kopukluk görülüyor.
.
Ecyad'la ağlayan ecdat
8 Ocak 2002 01:00
Osmanlı idaresinin 4 asır evvel Kâbe-yi şerîfi beklemek için hizmete açtığı Ecyad Kalesi nihayet yerle bir. Ecyad'la ecdadın kemikleri sızladı. Bir Türk garnizonu tarihten silinirken Türkiye'de sorumlu çevrelerde doğalgaz faturası kadar reaksiyon uyandırmaması esef edilecek bir hadisedir. Ankara'dan ses-seda yükselmeyince İslam Konferansı Teşkilatı ve Unesco'dan da bir tepki gelmedi. Tarihi kaleyi otel yapma gerekçesiyle yıkmışlar. Bahaneleri böyle. Sanki uçsuz bucaksız topraktlarda otel yapacak yer kalmamıştı. Üstelik Kâbe'nin tepesine otel dikmek ne demek? Edeple bağdaşır mı? Evet; sadece bâhâne. Hac ibadeti öncesi Türk hacı adaylarına nisbet yapıldı... İnsan inanamıyor ama gerçeğin tâ kendisi. Bütün Arabistan yarımadasında bizden kala kala 3 eser kalmıştı. Kâbe'nin revakları, Ecyad Kalesi ve Medine tren istasyonu. Şimdi bu üç hatıra ikiye indi. Bir ara revakları da yıkmak için teşebbüs etmişler. İstasyon da bakımsızlıktan yıkıma terk edilmiş durumda. Türk milleti, o topraklara sadece hizmet etti. Almadan verdi. İdarecilerini kendi aralarından seçti, ihtilaflarına bile karışmadı. Her sene İstanbul'dan kervan kervan hediyeler yollandı. Devrin şartlarını bir düşünelim. Osmanlı Türkleri o devirde bölgeden ne menfaat elde etmiş olabilirler. Bugün bölgenin tek zenginliği olan petrol dahi o zamanlar mevcut değildi. Mukaddes mekânlara olan hürmetten, Peygamberimize -aleyhisselam- bağlılığımızdan dolayı oralardaydık. Sistemli bir Osmanlı Türk düşmanlığıyla karşı karşıyayız. Bu Ecyad Kalesi'ni daha evvel yazmıştık. Onda kötü son ne yazık ki tecelli etti. Bir trajediyi daha kaleme almıştık. Aynı zihniyet, Balkanlar'da da Osmanlı eserlerini yıktırmakta. Bari tamir aldatmasıyla kazma indirilen onlar kurtarılsa. Plâna dikkat etmek lâzım. Mimari eserlere tüketilirken diğer taraftan Türkistan, Kafkaslar ve Balkanlara Vehhabilik inancı ihraç edilmekte, haylice de mesafe alınmışa benziyor. Talibânın itikadi ve mali itici gücünün ne olduğu iyi düşünülmeli. Çeçenistan da bu yüzden gitti. Çeçenler otonomdan da öte devletleşmiş, kimse de kendilerine karışmıyordu. Bir gün birden Dağısta'a saldırı çıkmasıyla Rusya devreye girdi ve olanlar oldu. Birtakım birlikleri Dağıstan üzerine kışkırtan Vehhabi misyonerleriydi. Acı olan şu... Ecyad Kalesi'nin Türkiye'de de edebiyat ve tarih kalelerine taarruzlar olurken yıkılmış olması. Bu gidişle Kâbe de, Hücre-yi Saadet de tehlikede demektir. Muhtemel keyfilikleri önlemek için Suudi Arabistan kurulurken varılan milletlerarası bir andlaşmayla Mekke ve Medine'nin yönetimi aralarında Türkiye'nin de bulunduğu bir grup İslâm ülkesine bırakılmıştı. Sahip çıkan olmadığından, en azından Ankara'nın lakayd kalmasından ötürü muahede hayata geçemeyip kâğıt üzerinde kaldı. Türkiye, kâğıtlara, evraka, arşive dönüp bakarak hafızasını tazelemezse, yeni nesillerde tarih şuuru gelişmezse başına çok felaket gelir. Bir gün Mostar, bir gün Ecyad, bir gün Caber Kalesi... Ve Türkiye toprakları. Şunu bilelim ki ecdadı ağlatırsak iflah olamayız.
.
Güle güle...YALÇIN ABİ
9 Ocak 2002 01:00
1997'de Türkiye gazetesinde son yazısını yazdığında havada sallanan bir beyaz mendili hatırlatan o kısacık yazının başlığı "Elveda"ydı. Meğerse o vedanın cevabını bir başka türlü verecekmişiz... Güle güle aziz dost, güzel insan... güle güle. Zaten sen, en acı zamanlarında bile gülerdin. Gülmek, üslûbundu. Zarif bir tebessüm sana ne çok yaraşırdı. Güle güle... Yalçın Özer'den söz ediyoruz. Kim derdi ki bir gün O'nun vefat haberiyle sarsılacaksın, cenazesine gitmek dahi mümkün olmayacak, O, toprağa verilirken sen yüzlerce kilometre beride O'nun hakkındaki fikir ve hissiyatını kaleme almaya çalışıcaksın. Hayat ne kadar kısa... İlk tanıştığımız ân bugün gibi gözlerimizin önünde. Halbuki 32 sene olmuş. Türkiye gazetesi temsilcisi olarak Ankara'ya gidene kadar her günümüz neredeyse bir geçiyordu. Talebelik yıllarımız, Türkiye'nin sancılı zamanlarıydı. Sabahlara kadar okuyup araştırdık. Aşk derecesinde birbirimizi seviyorduk. O sevgiyi anlatmak imkânsız, o yazılmaz, yaşanır. Dr. Yalçın Özer, çok müstesna bir beyindi. Türkiye, asırlar içinde yetişecek bir fikir adamını kaybetti, kıymetini bilemediği, bir kalemi sustu. O, kendini susturmak isteyenlere ölümüyle en mânâlı cevabı verdi. Sabırlı, hoş görülüydü ve iyi huylu bir insandı. Son derecede nazikti. O sabırlı, hoş görülü, nazik insan, sıra memleket ve vazgeçilmez değerlerimize gelince asla taviz vermezdi. Onlara bütün hücreleriyle bağlıydı... Eğilmedi, bükülmedi, küçük hesapların adamı olmadı. Yalçın Özer, hâlis bir Müslümandı. Genç bir yaşta arkasında binlerce sevenini bırakarak "elveda" dedi. Enver Ören Beyin dediği gibi "bir yıldız daha kaydı". Güle güle aziz dost, mekânın cennet olsun. Hayatın güzeldi, ölümün de güzel oldu. Miras olarak tertemiz bir isim bıraktın. En büyük servet bu değil mi zaten? Son yazısında "Elveda" demişti demesine ama bir gün sütununa çıkıp geleceği bekleniyordu. Şartlar, normalleşecek O da okuyucusuna kavuşacaktı. Olmadı; kısmet değilmiş. Ayrılmak kavuşamamak değil. Ölmek yok olmak değil. Ömür ki bir kurak çöl/ Onu bir tek güne böl/Şebnem gibi doğ ve öl/Yıldızlı bir gecede. Bu şiiri ne severdi... Yıldızlı bir gece ve kayan, kaynaşan yıldızlar.
.
Başka İstanbul yok... Olamaz da!..
18 Ocak 2002 01:00
İstanbul, bütün Türkiye'ye göre vücuttaki baş hükmündedir. Baş, varsa vücudun diğer uzuvları kıymetlidir. Baş yoksa diğerleri ne kadar güzel olursa olsun bir ehemmiyeti olamaz. İstanbul, sadece atalarımız döneminde değil, Bizans'ta da 'payitaht'tır. O önce asırlarca Doğu Roma İmparatorluğu'na merkezlik yapmış, sonra da Osmanlı İmparatorluğuna. Şairler, nâsirler, seyyahlar, diplomatlar İstanbul'u anlata anlata bitirememişlerdir. Kur'an-ı kerîm, en iyi hatla İstanbul'da yazılmıştır. Türkçe, mükemmelliğe İstanbul'da varmıştır. Cemiyet, 'İstanbul beyefendisi', 'İstanbul hanımefendisi'ne İstanbul'la kavuşmuştur. İstanbul, medeniyetler beşiği olmuş, sayılamayacak çok zenginlikte zirve şahsiyetler yetiştirmiştir. Edebiyatta Baki, Nedim, Galib... Mimaride Mimar Sinan, Mimar Mehmedağa... İlimde İbni Kemal Paşa, Zembilli Ali Efendi, Ebusuud Efendi, Ahmed Cevdet Paşa, tasavvufta Aziz Mahmud Hüdayi, Beşiktaşlı Yahya Efendi, Merkez Efendi, Sümbül Efendi...gibi. Bunlar aynı zamanda İslamın mümessiliğini de deruhte etmişlerdir. İstanbul'un -kimsenin şüphesi olmasın- taşı da toprağı da altındır. Bunu iş bulmak, para kazanmak şeklinde zarurete dönük olarak ifade etmek yanlış olur. O inanç, Şair Nedim Efendi'nin şu iddiasının bir başka türlü dile getirilmesidir. "Bir sengine yekpâre acem mülkü fedadır". Hangi şehire nasip olur içinde yaşayanların ona hayranlığı bitip tükenmesin. İstanbul dün böyleydi. Bugün de öyle. İstanbul, başkentler başkentidir. Ankara, Türkiye Cumhuriyeti'nin, İstanbulsa evet; elbette, Adriyatik'ten Çin Seddine, Kırım'dan Yemen'e uzanan uçsuz bucaksız bir coğrafyanın merkezi. O, başkentler üstü. San'at, medya, ticaret, sanayiinse el'an da başşehri. Devletin veya İstanbul Belediyesi'nin yıllarca yaşadığı Erenköy'deki köşkü satın alarak müze yapmayı bir türlü düşünmediği İstanbul sevdalısı Necip Fazıl ne kadar güzel söylüyor: Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar... İstanbul, bu; rakipsiz, emsalsiz, kıdemli ve görkemli...kısacası Sultan Şehir. İstanbul varsa Türkiye var. İstanbul, Türkiye'nin vitrini, misafir odasıdır. İstanbul'la boy ölçüşmeye kalkışmak, çizgiyi zorlamak olur. İstanbul'a hizmet ibadettir. O'na hizmeti engellemekse en kötü hal. Allah, kimseyi İstanbul'a hizmeti engelleme bedbahtlığına düşürmesin. Başına kim bilir neler gelir? İstanbul'a hizmetin önüne duvar olanlar, hazreti Halid Eba Eyyub el Ensari'yle Sultan Fatih II. Mehmed Han'ı karşılarına alırlar. Ve daha kim bilir kimleri? Bu felakete de ancak "düşman başına" denebilir.
Yazarlar hapishanesi
26 Ocak 2002 01:00
Türkiye, yağmurdan kaçarken doluya tutulmak üzere. Türk Ceza Kanunu'nun 159 ve 312. maddeleri neden gündeme geldi? Özgürlüklere, demokratik haklara ulaşılmış bir ülke için. Bu maddeler, zarar veriyordu. Hatta yabancılar karşısında mahcup ediyordu. Yumuşatılmaları lazımdı. Onun için uyum yasaları paketiyle onlar da ele alındı. İyi niyetli adımlardı. Toplum için düşünenler, ümidlendiler. Hâdise, AB'ye girmek için Avrupa normlarına ayak uydurma çabalarıydı. Artık düşünen yazan, konuşan, tartışan insanların başında demoklesin kılıçları sallanmayacaktı. Özlenenler gerçekleşecek, Türkiye'de de aydınlar layıkıyla hürriyetlere kavuşacaklardı. Artık konuşurken de yazarken de sansür üstüne sansüre lüzum kalmayacaktı. Ham hayallere kapılmışız. TCK'nın 159 ve 312. maddeleri daha katı, daha muğlak ve içinden çıkılmaz hale geliyor. Şimdiden büyük bir tedirginlik oluştu. Değişikliğe uğrayan metinler Adalet Komisyonu'ndan geçti. Dışarıya sızan bilgiler kaygı verici. Komisyon üyeleri, metinler üzerinde gerekli değişiklikleri yapacakken "resmi görüştür" notuyla gelen bir yazıyla metnin aynen geçmesi istenince ağırlaştırılmış maddeler, virgülüne dokunulmadan Genel Kurul'a sevk edilmiş. İddiaya bakınız. 163'ün kaldırılmasıyla boşluk doğmuşmuş. Onun için bu maddeler şartmış, benzeri maddeler bütün dünyada varmış vs. Eğer, adı geçen maddelerin antidemokratikliği ıslah edilmezse Türkiye, bir zaman sonra yazarı en fazla hapiste olan ülke haline gelecektir. Hükümet bir tarafa, bir bakanı, bir devlet kuruluşunu hatta onların herhangi bir mensubunu eleştiren yandı. Kamu düzeninin bozulma 'olasılığı' gibi kaypak bir ibareyle cemiyetin temeline dinamit konacaktır. İnşallah... Sağduyu hakim olur da ayaklar yere basar. Böylesi tehditler ortadan kalkar. Mesleği gereği, en en fazla eleştirenler 'Kanaat Önderi' denen yazarlardır. Onlar, kamu adına düşünür, yazar, teklif ve tenkid eder...di. Eğer 159 ve 312 komisyondan geçtiği gibi Meclis tarafından da kabul edilirse. Oraya da "resmi görüştür" talimatı gelirse fikir hayatımız büyük bir darbe yiyecektir. Doğrular yazılamayacak. Herkes cesur olamayacak. Sütunlarda suya sabuna dokunmayan yazılarla keçi boynuzu kemirilecektir. Vicdanından geldiği gibi doğruyu konuşup yazanlarsa demir parmaklıkların arkasını boylayacaklar. Böylece Türkiye bir rekor kıracaktır. Dünyada yazarı en fazla hapiste olan ülke Türkiye olacaktır. Mahkum yazarlar, büyük ihtimalle aynı zındana atılacaktır. Oraya halk, haliyle 'Yazarlar Hapishanesi' diyecektir. Faşizmin geçen asrın ilk yarısında kaldığını sananlar yanılmışlar. Bari Yassıada şimdiden hazırlansa... Düşünmeyen, konuşmayan, doğruyu söyleyemeyen yoksul, kısır, kavruk Türkiye'ye buyurunuz. AB böyle bir Türkiye'yi niçin arasına alsın. Yazarları ya hapiste veya mesleği bırakmış yahut köşesinde günü kurtarmak için kıvranan bir memleket çağdaş değildir ki. Buyurunuz... "İşte çağdaş Türkiye!..." Yazarları, aynı elbiseler üzerlerinde, kafaları kazınmış, elleri birbirlerine kelepçeli olduğu halde Yassıada'ya yollarken 9. Senfoni'yi çalabilirsiniz.
.
Satanizm girdabında gençlik
9 Şubat 2002 01:00
Ayaklar, yeni yeni suya ermeye başladı. Satanizm tehlikesi şimdi farkediliyor. Diyanet henüz tehlikeye dikkat çekiyor, milli eğitim, lütfen okullara ikaz mektupları yollamakta. Gençlikteki o boşluğun ana amili milli eğitim değilmiş gibi. Bütün mânevi çeşmeler kurutulunca ne bekliyordunuz. Eğer bugün birtakım bedbahtlar, susuzluklarını gidermek için su yerine kezzap içiyorsa kabahat yalnızca onlarda mı? Laikliğin böylesine çarpıtılarak din aleyhtarlığı yapılan bir başka ülke yok. Din adına yobazlar eksik olmadığı gibi aynı yobazlığı çadaşlık adına yürütenler de var. Bunların ikisi iki taraftan çemberi tamamlıyor. Belki 'ya anne-babalar' diyeceksiniz... Ebeveyn, modern şehir hayatında ikinci planda kalmıştır. Hele şu 8 yıllık 11 yıllık eğitimlerden sonra anne-babanın rolü neredeyse çocuk bakıcılığından ibarettir. Çocukları tamamen eğitim sistemi şekillendirmekte. Onun için sorumlular milli eğitim bakanları, başbakanlar, hükumetler ve eğitim bürokrasisidir. Ve tabii ki Meclistir. Kısacası milleti yönetenlerdir. Bu insanların vicdanlarıyla hesaplaşmaları lazım. Gençlik vahşileşiyor. Ne demek arkadaşının kalbine kazık çakmak? Ne demek kedi kanı içmek? Ne demek şeytana tapmak? Bu asil milletin çocukları böyle mi olacaktı? Allah'a giden yollar kapatılınca ne beklenirdi başka? Yönetenler hiç mi düşünmez... Allah'a kulluğu çok gördünüz. Başıboş kalan genç insanlar gidip sapıkların tuzağına düştüler. Kolay mı bu acıya dayanmak. Ateş düştüğü yeri yakar. Çocuğu satanizm felaketine kapılanların halini kim, nasıl, neyle anlıyor ne yapıyor? Diyanetle milli eğitimin görevi şikâyet değildir. Tesbit bile değildir. Neyi tesbit edecekler. Her şey ortada. Diyanet, mavi boncuk dağıtmaktan vazgeçmeli, milli eğitim de kaskatı uygulamalardan. Bir gençlik elden gidiyor. Zaten bin türlü tehditle yüz yüzeydiler. Alkol, uyuşturucu, fuhuş... derken satanizm. Bilgi yarışmaları iyi oldu. O programlar, sosyal cehalete ayna tutmakta. En az 30 yaşındaki insan 'rüku' kelimesini bilmiyor. Akademisyen olmuş biri Arafat'tan habersiz. Eminiz on binlerce genç Peygamberinin isminden gafil. Bunu hiç mübalağasız söylüyoruz. Sınıflarda anket yapınız. Guslün ne olduğunu kaç genç izah edecektir görülür. Öyle kışın böyle baharı olur. Türk gençliği, satanizm girdabında. Belki yüzde biri öyle ama hızla çoğalıyor. Bakınız alternatif batıl bir din haline geldiği açıklanmakta. Mâneviyatsız, işte böylesine perişan hallere düşüyor. Devletin meseleye sağduyuyla yaklaşması şart.
.
Medeniyetlerin İstanbul ahengi...
12 Şubat 2002 01:00
11 Eylül terörü bütün dünyayı şaşırttı. O şaşkınlıkla birlikte yeni tahminler de tetiklendi. Birazcık kan kokuyordu onlar. En ünlüsü, 'Medeniyetler Çatışması' adını taşıyanıydı. Kehanete göre artık, medeniyetler, şifa bulmaz şekilde hasımdılar. Çatışma kaçınılmazdı. Amerikan merkezli yaşatılan dehşet de bunun ilk habercisiydi. Medeniyetler; yani İslâm-Hırıstiyan, doğu-batı medeniyeti kavgaya tutuşacaktı. Başka çare yoktu. Bu yeniden Haçlı seferleri günlerine dönülmesi demekti. Aklı selim, lafı dahi insanları ürperten böyle bir tahminin önlenmesini emretmekteydi. Hakîkaten batı halkları, 11 Eylül 2001 eylemi üzerine İslâm dininden olanlara karşı sert tavırlar sergilemeye başlamışlardı. Fanatizm, kendi cinsinden karşılık buluyordu. Gerek Avrupa ve gerekse Amerika ve öteki Hırıstiyan ülkelerde milliyeti her ne olursa olsun Müslümanlar incitilmekteydi. Yer yer hırpalandıkları bile oluyordu. Medeniyetler çatışması bir faraziye. Kötü bir faraziye nasıl hayata geçmiş görülebiliyorsa iyi bir faraziye de pekâlâ yaşama şansına kavuşabilirdi. Münferit planda karşılaşılan öfkeli sataşma ve hakaretlerse geçici olmalıydı. Medeniyetler, geçmiş dönemlerde az kayıp vermemişti. İç içe girmiş, sınırları bile sembolik olmaya doğru giden bir küresel dünyada medeniyetler namına milletlerin çatışması bütün zamanların en kanlı boğuşmalarını davet ederdi... Öyleyse kaostan kurtulmak, felaket çığırtkanlığının önüne geçmek gerekti. Bunu da yapsa yapsa Türkiye yapardı. Türkiye, bir kere doğuyla batının buluşma noktasındaydı. Engin bir din, tarih ve kültür birikimi vardı. Kan ve gözyaşanın hemen her devirde, hemen her çeşidini çok acı biçimde çekmişti. Onun için Türk Dışişleri, İsmail Cem'in ekip liderliğinde, 2001 Ekiminden bu yana, doğuda ve batıda, katıldığımız her beynelmilel toplantı zemininde medeniyetlerin unsurlarını bir araya getirerek diyalog masalarında buluşturmak lazım geldiğini muhataplarımıza anlattık. Bu süreç Katar'dan Belçika'ya, Ankara'dan New York'a dek sürdü. Ve ikna çabaları semeresini verdi. Israrlı koşturma, ülkemizi büyük bir yansımaya sahne yaptı... 13'ü Avrupa'dan olmak üzere 44 Dışişleri bakanı İstanbul'da, yanısıra onlarca üst düzey bürokrat. Afganistan, Irak, Güney Kıbrıs bile burada. Yalnızca onlar değil, dünyanın sayılı entellektüelleri de misafirimiz. Medeniyetlerin İstanbul uyumu, İstanbul buluşması dün akşam Çırağan'daki 'hoşgeldiniz' yemeğiyle başladı. Salı ve çarşama günleri İstanbul yine unutulmaz zamanlara sahne olacak. Toplantılarda ortak meseleler, medya siyaset ilişkileri ve öteki kavramının kimlik ve varlık yokluk problemi tartışılacak. Şa kadarını söyleyelim... Bizim, 'Medeniyetlerin İstanbul Ahengi' dediğimiz uluslararası bu toplantı, bütün cumhuriyet tarihindeki en ihtişamlı organizasyonlardan biridir. Şu iki güne, siyasetten kültüre, turizmden ticarete çok şey sığdırmalıyız. Önemli bir tarih. Büyük bir fırsat. Medeniyetler kendisi olmaktan çıksınlar denmiyor. Beklenen barış içinde yaşama arzusu. Onun için bu buluşma lazımdı.. Dünya barışına İstanbul'dan pencereler açılıyor.
.
İstanbul ruhu
13 Şubat 2002 01:00
İleride 12-13 Şubat tarihlerine haylice atıflar yapılacağını tahmin etmekteyiz. Medeniyetler Ahenginin mensupları, doğulu ve batılı konuşmacılar, söz birliği etmişçesine 'İstanbul Ruhu'ndan söz ettiler. O ruh kendiliğinden oluşmuştu. Misafirlerimize düşen bunu görebilmekti. Yabancı delegasyonun hemen hepsini dinledik. Tamamı söze teşekkürle başladı. Zamanlama ve İstanbul'un seçilmesindeki isabet müşterek kanaatti. Herkeste bir içini boşaltma arzusu sezdik. Batılı kültür, kendini sanki mağdur hissetmişti, doğulu kültür de mahcup. Birileri bir gün ortaya çıkıp İslamiyet adına bir yerlere saldırmış ve binlerce sivilin ölümüne sebep olmuşlardı. Mağdurluk ve mahcupluk O saldırıdan sonra İlk zamanlardaki karşılıklı suçlamalar böylesi bir diyalogla ortak çözüm arayışına dönmüştü. Toplantıda bunu görüyorduk. Herhalde dikkatli gözlemciler kaçırmamışlardır. Müslüman temsilciler anlaşmışlar gibi neredeyse aynı dili konuşuyorlardı. Dediklerini birkaç noktada toplamak mümkün. İslamla terör bir araya gelemez. İslam âlemi bir kültürler mozayiğidir. Bu unsurlar, yüzyıllarca barış içinde bir arada yaşamışlardır. Aynı zamanda kültür taşıyıcılığındaki rolü itibariyle İpek Yolu, tekrar hayata geçmelidir. Bunu Azerbaycan da Kırgızistan da dile getirdi. İslam ülkelerinin haklı vurgularından biri de medeniyetlerin kesişme noktasında bulundukları vakıasıydı. Türkiye zaten öyle. Türkiye'nin tabii parçaları olan KKTC ve Azerbaycan da aynı doğruları seslendirdiler. Arap ülkeleri, Ortadoğunun kanayan yarasını gözler önüne sererek sık sık Filistin'i hatırlattıkları gibi Filistin delegesinin 'vatanım işgal altında' sözü de iç burkucuydu. 71 ülkenin iştirakiyle Birleşmiş Milletler'in neredeyse yarısı İstanbul'da buluştu. Çırağan Sarayı'nın aynı zamanda bizim ilk meclisimiz olduğunu hatırlatalım. Yöneten devlet olmak Türk milletinin, tarihten gelen şuuraltı arzusudur. Onun için toplantı moral sebebi olduğu gibi iç manzara da göz okşayıcıydı. Başkanlık kürsüsünün arkasında her iki tarafta üç bayrak bulunuyordu. Ortada Türk bayrağı, bir tarafında AB diğer tarafında İKO Bayrağı. Belki de bu haleti ruhiyeden dolayı Cumhurbaşkanı Sezer, konferansı Türkçe konuşmayla açtı. İsabet de etti. Diger Türk hatipler de öyle yapmalıydılar. Nasılsa ânında tercüme olmakta. Bu gibi zirveleri Türkçe'nin önünü açmak için de vesile bilmeliyiz. Diğer taraftan Ecevit'in öğle yemeğindeki kısa konuşması da ilginçti. Başbakan, yumuşak sayılamayacak cümlelerle söze başladı. Belki de sertlik tarihi doğruluktan geliyordu. Batılı düşünce adamlarına ait ırkçı iddiaların altını çizdi. Onlara göre medeniyetlerin buluşması imkânsızdı. Başbakan, bunun müstemlekeci anlayışın, asırlarca doğuyu sömüren batılı zihniyetin çarpık bakışı olduğunu dile getirdi. Medeniyetlerin İstanbul buluşması, o iddialara fiili bir cevap mahiyetinde oluyordu. Tarihi toplantının fikrî ve zihnî panelistleri Hasan bin Tallal, Bernard Lewis, Edvard Said ve Hassan Hanefi Hassanien gibi isimler. Sayın Hassanien'le aynı masadaydık. Amerika'nın Irak'a müdahale yapması durumunda Türkiye'nin tavır koyup koymayacağını sordu. Masadakilerden, ümidsiz karşılık alınca Mısırlı düşünürün sözü işte o bahsettiğimiz şuurlatı arzunun bir başka misyonuna delalet etmekteydi. Aynen şunu dedi: "Ama Türkiye, en büyük İslam ülkesi!"
.
Öteki
14 Şubat 2002 01:00
Peygamberimizin bir hadisi şerifi hemen herkesce bilinir. "Acemin Araba, Arabın aceme bir üstünlüğü yoktur; üstünlük ancak takvadadır." Irkçılığa bundan daha iyi set çeken hangi prensip olabilir? Cümledeki 'acem' bugün 'öteki' diye sorgulanan. Arap da başkalarını 'öteki' diye tarif eden... Medeniyetler Buluşması'nın en verimli çalışmalarından biri "Öteki kimdir? Sahiden öteki diye biri var mı?" Sorgulaması oldu. Kavram ilkin Edward Said tarafından akademik dünyaya kazandırılmış. Öteki kavramına siyasilerin yaklaşımıyla kültür adamlarının kabulü ayrı. Keza, Avrupalılarla Ortadoğulular da farklı bakmakta. Hatta kültürel bir dinamiz içinde bulduğumuz Afrikalılar, daha değişik yelpazedeler. Zihinler hazırlıksız... Ötekinin var olduğu kabul ediliyor. Ama ötekinin kimliği tartışmalı. Lüzumu da tartışmalı. Zihinler hazırlıksız olduğu gibi kavram, mefhum da henüz ham. Zaten olgunlaşma işte o kelimede tarifini buluyor. 'Takva' kemalde, olgunlukta zirve insanı tarif etmekte. Elinden, dilinden kimseye ziyan gelmeyen, herkese faydalı olan. İnsanı ve onun hakkını aziz bilen. Hiçbir canlıyı incitmeyen. Bu nihai tarife ne kadar yaklaşılır bilemeyiz. Ötekinin kimliğinden çok ne yaptığı üzerinde durulmak istendi. Kimlik de genişletilme arzusunda. İnsanla sınırlı bırakılmak istenmiyor. Dolayısıyla İslami çerçeveye dahil olunma şansı yüksek. Sadece diğer dinler, kültürler, ırklar, sınıflar... değil, çevre, hatta hayvanlar bile bu düzlemde kabul görüyor. Kavramın modern zamanlara yeniden girmesi bir kazanç. Kimi 'öteki benim' diyor. Değiri 'öteki varsa ben de varım' diyor. Öbürü ötekiyi muhalif olarak görüyor. Bunlar yerine oturacak. İşte o tesbit bunun işareti. Ötekinin kim olduğundan çok ne yaptığı daha panel devam ederken varılan doğruydu. Bir adım sonrasıysa hiç düşünülmedik alandı. İnsanın ve/veya insanların ne yaptığından da öte niçin yaptığı meselesinin gündeme taşınması gerekir. Bir de niyet hadisesi var. Öteki kavramını, öteki mefhumunu şekillendirirken meselenin tarihi ve manevi boyutu da göz önünde tutulmalı. Ötekisiz dünya mümkün mü? Hayli zor. Hatta imkânsız. Varoluş böyle. Yeter ki dayatmalarla ötekiler oluşturulmasın. Ve ötekilerin hukuku tanınsın.Öteki de beriki kadar insan kabul edilsin. Anahtar kelime hukuktur. Onun ruhu da adalet. Dünyanın bütün zamanlarında farklı dilleri konuşanlar olacaktır. Komşuluk olacaktır. Şu yahut bu şekilde hudutlar olacaktır. Çalışan çalıştıran olacaktır. Asker sivil olacaktır. Burada aranan kimsenin kimseyi kullanmaması, aşağılamaması, ezmemesi, vicdanlara tahakküm etmemesi, renklere göre muamele yapmaması. Soyuta kaçınca hayata dair olanlar ortadan kaybolmakta. Hakikaten en lüzumlu olan diyalog. Diyalogda da dinlemek. Edward Said, neticede İslami literatürün malı olan bir adalet, hakkaniyet ve insaflı davranış ihtiyacını tartışma ortamına kazandırdı. Öteki-beriki. İnsan gayrı insan. İnsan ve muhit. İnsan ve kendini tanıma cehdindeki insan. Öteki ve beriki renktir, zenginliktir. Mozaik sözü boşuna devreye girmedi. İstanbul Ruhu'nun şu zihni gayreti bile insanlık adına kazanç olmuştur. Belki de bir Kamerunlu, bir Gineli, bir Mali'li BM dışında böylesine geniş bir platformda düşüncelerini açıklayabildiler.
.
Lokomotif
15 Şubat 2002 01:00
Medeniyetlerin İstanbul Buluşması birkaç gerçeği birden gözler önüne serdi. Afrika'da büyük bir uyanış var. Siyah adam, yüzyıllardır 'öteki' muamelesi küskünlüğünden sıyrılmış, batılıyı sorgulamakta. Azımsanamayacak bir entellektüel birikim içindeler. Sordukları sorularla batılı aydını hiç olmazsa düşünmek zorunda bıraktılar. İlber Ortaylı da buna işaret etti. Ortaylı Hoca dedi ki... "Hep 'Fransız edebiyatı' diyoruz... Siz asıl Afrika edebiyatına bakın." Kastımız -hatta- Kuzey Afrika'da değil. Orta ve Güney Afrika'nın kara derili, ışıltılı kalbli insanları. Bu insanlar batılının yani Avrupalının, Amerikalının kendilerini anlamadığını, anlamak gibi bir gayretlerinin de olmadığından yakınmaktalar. "Biz onların her birinin lisanlarını öğrenmekteyiz. Onlarsa bizim memleketlerimizin nerede olduğunu bile bilmemekteler" derken haklılar. Türkiye, dahi çok zaman bunu yaşamıyor mu? Afrikalılar gibi Ortadoğulularda da uyanış ve entellektüel mesafe katediş haylice fazla. Düşünürlerini, diplomatlarını yetiştirmişler. Hiç kimse ne Afrikalının mavili, yeşilli zıbınıyla beresine ve ne de Ortadoğulunun beyaz entarisiyle egeline aldanmasın. Marifet kıyafette değil, kafada. Üstelik o kıyafetler de çok seyrekleşmiş. Siyahi ırktan olanlar gibi Ortadoğulu Araplar da İstanbul Ruhunda kendilerini ifade imkânı buldular. Sonuç bildirgesinde Filistin'den 'devlet' diye söz edilmesi ve İsrail işgalinin sona ermesi üzerinde durulması bunun mahsulüdür. Eğer Türkiye olmasaydı, Afrikalılar ve Araplar bu imkânı bulamayacaklardı. Balkanlı, Kafkaslı, Orta Asyalı milletler de keza bu vesileyle seslerini en rahat biçimde duyurabildiler. O kadar ki bütün bu toplam kuvvet, AB'yi dahi Amerika'ya karşı etkiledi. İsrail'in kınanması bir şarttı, elde edildi. Diğer şart da ABD'nin terör tarifini tek başına yapmaması. Bundan sonra o da olabilir. O halde... Afrikalı, Ortadoğulu, Balkanlı, Kafkaslı ve Orta Asyalı, Türkiye'yle olmak zorunda. Onun gibi Türkiye de bu saydıklarımızla. Bir kere daha görüldü ki Türkiye, bütün bu milletler, bütün bu coğrafya için lokomotif ülkedir. Lokomotif olmadan katar olduğu yerde kalır. Katarsız lokomotif de tek başına fazla bir şey değildir. Gövdesiz gibi olur. Diğer taraftan doğu-batı arasında olmamız, medeniyetlerin buluşma ve kesişme noktasında yer almamız ayrı bir avantaj. Bu avantajı görmemiz ve faydaya dönüştürmemiz lazım. 'İstanbul Ruhu' bürokratik hantallığa düşmeden kurumsallaşmalı. Başrolünde olduğumuz önceki kurumlar D7'ler ve Karadeniz Ekonomik İşbirliği Konferansları da dinamik bir hayata kavuşmalı. Arif Nihat Asya, şiirinde taşıdığımız değerden habersiz olmamızdan şikâyetçi. Olmamak mümkün mü? Varlıkta darlık içindeyiz.
.
Yeni üst kimlik, Türk'tür...
26 Şubat 2002 01:00
Türkiye gündeminin şu günlerdeki iki önemli maddesi, Kürtçe eğitim ve idam cezasının kaldırılması meselesidir. Her ikisi de Kürt problemiyle doğrudan alakalı. Her iki meselenin de halli hayli zor. Halledildi zannedilirken beklenmedik başka dertlere yol açabilir. Öylece bırakılması da sürekli tahrik sebebi olacaktır. Yine de karamsar olmamalı. Osmanlı, Anadolu'yu tek bayrak altına toplarken beyliklerin hemen hepsi birden boyun eğmediler. Mesela Karamanoğlu Beyliği, Papalıkla işbirliğine kadar gitmişti. Fetret başlayınca toparlanma kolay olmuyor. İki büyük Türk Hükümdarı Yıldırım'la Timur arasındaki ihtilaftan sonraki fetretle meydana gelen çatlak bir ânda yapıştırılamadı. Şu gün dahi bir değişimin sancılarının sürmesidir. İmparatorluktan milli devlete Hilafetten laik sisteme, merkezî otoriteden demokrasiye geçilmiştir. Bu geçişin bütün sonuçlarıyla bittiği iddia edilemez. İmparatorlukta ümmet esaslı tasnif mevzubahisti. Teb'a, müslim ve gayri müslim diye ikiye ayrılıyor, fark sadece hukuki muameleyle tayin ediliyordu. Bulgar, Romen, Macar, Makedon, Rum, Sırp vs. gayri müslim unsurları teşkil ederken Arap, Kürt, Çerkez vs. de müslim 'anasır/unsurlar'ı meydana getiriyordu. Türk, hem müslim unsurdandı, hem de kurucu ana unsurdu. Lakin imtiyazlı değildi. Cumhuriyet devleti kurulurken Lozan Andlaşmasıyla da bir bakıma müslim ve gayri müslim sınıflandırması yapıldı. Türkiye Cumhuriyeti, dahilinde kalan gayri müslimlere ekalliyet/azınlık statüsü verildi. Diğerleri aynı eşit haklara sahipler. Bunlar Türk de olabilir Kürt de Arnavut da Arap da... Şurada bir tesbiti ilk defa dile getirmiş olacağız. Eğer 27 Mayıs 1960 Askerî darbesi olmasaydı daha sonraki yıllarda Kürtçülük diye bir yıkım hareketiyle karşılaşılmayacaktı. 27 Mayıs, cemiyetin yaşadığı tabiî konsensüsü tepetaklak etmiştir. 1961 Anayasası haklarda suiistimallere açık kapı bıraktı. 1980 Darbesiyse zararlar, telafi edilmeye çalışırken bu defa başka türlü ifrata kaçılarak Kürdü yok saymak gibi bir yanlışlığa düşüldü. Türkiye'de Kürtçülüğün tırmanmasında bu iki darbenin günahı büyüktür. Elbette sorumlu tek başına onlar değil. Doğunun, güney doğunun ihmali, sürgün yeri olarak kullanılması, bazı resmi veya sivil memurların halka kötü davranması ve en mühimi yabancı kışkırtmaların çok büyük rolü vardır ama 27 Mayıs, kapıyı aralamış; 12 Eylül, yangına benzin dökmüştür. Vaziyet o ki Kürt ırkının Türkiye Cumhuriyetine vücut veren diğer ırklardan kopması imkânsızdır. Bu coğrafyadaki unsurların bir arada yaşamaları, bu dinin, bu toprakların ve müşterek tarihin kesin emridir. Şu Kurbanda güneydoğuda Kilis ve Halep halkından 15 bin akrabanın buluşup müşterek bayram yapmaları, herkese ders olmalı. Demek ki İngiltere'nin cetvelle çizdiği hudutlar, mutlak gerçekleri ortadan kaldıramıyor. 15 bin insanın bir kısmı Suriye, bir kısmı Türkiye vatandaşı. Onun gibi bu hakikat, Urfa'yla Suriye, Hakkari'yle Irak, Kars'la Azerbaycan, Rize'yle Batum, Edirne, Kırklareli, Tekirdağ'la Bulgaristan, Yunanistan arasında mevcut. Türkiye Cumhuriyeti, İmparatorluğun devamı devlettir. Bugün de bölgenin eksen ülkesidir. Kürt, Arap, Laz, Çerkez, Bulgar, Rum, Ermeni vs. vs. vs... Onlarca ırk, dil kültür... aynı üst kimlik altında yaşamışlardır. Arap'la Yahudi, ancak Türk yönetiminde kavga etmez. Onun için öncelikle Türkiye'nin kendi iç kavgalarını bitirmesi lazım. Hukuk, tarih, din, coğrafya ve kültür esaslı doğrularda buluşmak kaçınılmaz zarurettir. Kanunla bir takım imkânların verilmesi veya verilmemesinin çok da önemi olamaz. Kanunlar, bir gün vaz edilir, bir başka gün kaldırılır. Esasta anlaşmak lazım. Hükümetlerin dönüp büyük mirasa bakıp ibret alması gerekir. İmparatorluk, milyonlarca kilometre karede yüzlerce ırk, dil ve dinden teb'ayı asırlarca nasıl idare etmiş? Ankara, bu esrarı çözdüğü zaman her şey düzelir. Bir ütopya peşinde koşan Kürt sözcülerinin de ayakları suya ermeli. Şöyle düşünmeliler. Dünkü üst kimlik 'Osmanlı'ydı. Osmanlının tabiî mirasçısı Türkler olduğuna göre bugün o kelime Türk kelimesiyle yer değiştirmiştir. Bundan gocunmak yanlış. Benzerleri de var. Amerika'da da birçok kavim mevcut. Üst kimlik Amerikalı olmak. Rusya'da, İngiltere'de, Almanya'da, Hindistan'da İspanya'da... her tarafta böyle. Azınlığa talip olmak hissi ve hatalı davranıştır. Bölünme arzusu kavgayı, kavga fakirliği getirdi. Bu bir fasit dairedir. Bundan vazgeçmeli. Kişi başına milli gelir arttığında bu tip istekler rağbet bulmayacaktır. O zaman, azınlıklar gibi kendi hususi eğitim ve dilini öğrenmek veya öğrenmemek kimseyi alakadar etmez. İdam meselesine gelince idamı icap ettirir suç işlenmeyeceği için böyle bir ceza da konuşulmayacaktır. Ormanla değil ağaçla meşgul olundukça on yıllar ziyan olup gider. Bugüne gelince; daha ilk cümlede beyan ettik. Her iki madde de pürüzlü. Onun için politikacıların bunu bir menfaat malzemesi olarak kullanmadan dikkatle ele alıp çaresine bakmaları gerekir. Partiler, parlamento, hükümet ve devlet çare merci olduğuna göre problemi yoluna koymak da onlara aittir. Daha ağır görevleriyse yeni üst kimliği benimsetmek. Benimsenemez mi? Türk de Kürt de Arnavut da Arap da Rum da, Ermeni de... ABD Sefaretlerine koşup yalvar yakar Amerikan üst kimliğini talep ettiğine göre neden olmasın? Veya Amerika'nınki niçin bu kadar arzulu istenmekte? Fert başına düşen millî gelir meselesi, paranın kıymeti gerçeği..
.
Darbeler ve insanlar...
28 Şubat 2002 01:00
Bundan böyle tarihimizde, takvimlerimizde artık bir 28 Şubat gerçeği de var. Padişahların tahttan düşürülmesine 'hal', düşürülmüş padişah 'mahlu hakan' denirdi. Cumhuriyet döneminde yerini kaybetmiş devlet adamları 'sabık' kelimesiyle anılıyordu. 'Sabık başvekil' gibi. 'Darbe' sözü herhalde daha ziyade 1960'dan sonra kullanılır oldu. Mamafih Sultan Abdülaziz'in halline de darbe dendiyse de bu daha sonraki tarihçilerin tavsifidir. Bu münasebetle bir kargaşaya berraklık getirmeli. Halkın, yapanlara iştirak ettiği eylemlere 'ihtilal' halkın dahil olmadıklarına 'darbe' denir. Bu anlamda bizde ihtilal var mıdır? Darbeninse sayısı belirsiz. Mesela 1789 Fransız halk hareketi ihtilaldir. Aydınların önderliğinde ihtilal yapılmıştır. Zaten, doğu, özellikle İslam milletlerinde hele hele sünni itikadın hakim olduğu memleketlerde ihtilal mümkün değil gibidir. Zira buralarda ul'ül emr'e, devletin başındaki yöneticiye itaat esastır. Buna mukabil doğu ve İslam topraklarında darbeler, saray entrikaları haylice fazladır. Hele işin içine kadın da karışmışsa bir şeyler mutlaka olur. Kısacası bizim bir ihtilal an'anemiz yoktur. Darbeler yönündense kirlilik fazla. İslam öncesi, Büyük Selçuklu, Selçuklu, Beylikler dönemine gitmeden sadece Osmanlı dönemine bakılsa hayıflanılacak ne çok vahim cinayete şahid olursunuz. II. Osman darbeyle hal edilip Yedikule Zındanlarında boğdurulmuş, III. Selim keza hunharca öldürülmüş, Sultan Abdülaziz Han, Kur'an tilavet ederken rahlesi başında iki bileğinden kesilmek suretiyle intihar süsü verilip hayatına kıyılmıştır. Sonra 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül geliyor. Sultan Aziz'in serencamı, İttihadçıları, Sultan Abdülhamid'e karşı daha itinalı davranmaya mecbur etti. Adnan Menderes'in haksız biçimde katli sonraki darbecileri ellerini kana bulamaktan ürküttü. Bir ara o hale geldi ki her 10 senede bir darbe yapılan bir toplum olmuştuk. Bu bir büyük ayıptı. Turgut Özal'la birlikte kavuşulan hürriyet havası, dünyaya entegrasyon, batıya açılma, kendine güven, ticari hayattaki hamleler ile birlikte artık darbeler devrinin kapandığına inanıldı. Gerçi 10 sene dolarken takvime endişeyle bakıldı ama darbe olmayınca da rahat nefes alındı. Bir kötü gelenek tarihin çöp sepetine atılmıştı. Olmadı. Atamamıştık. 1997'nin 28 Şubatında metod olarak yumuşak, fakat sonuçlarıyla keskin bir başka darbe daha yaşadık. Ona 'Post Modern' darbe denildi. 28 Şubat haksız mıydı? Belki her darbenin az çok haklı tarafları vardır. Zaten külliyen nâhak yere tepki doğmaz. Mesela Libya çöllerindeki bir çadırda Türkiye, Türk milleti, Türk tarihi aşağılanırken devrin Türkiye başbakanın pasifliği kabul edilir bir kusur değildir. Bunun gibi daha birçok hatalar, suçlar olabilir.
.
Eti de senin değil kemiği de
6 Mart 2002 01:00
Bir özel okul sahibi anlatmıştı. Geçen yaz Antalya'da iken bindikleri sandalın sahibi dikkatlerini çekmiş. Kürekteki adam, bir kayıkçı esnafından çok -anlatanın ifadesiyle- "tipik bir öğretmen"miş. Biraz açıldıktan sonra sormuşlar; sandalcı, önce anlatmak istememişse de tekrarlanan soruya cevap vermek zorunda kalmış. "Evet, demiş, öğretmenim". Neden öğretmenken sandalcılık yapıyormuş diye soracak biri çıkmaz herhalde? Zevkinden veya denize âşkından değil zahir. Biraz sohbet koyulaşınca sandalcı öğretmen, meslektaşı ve ağabeyi yerindeki diğer öğretmene dert yanarak. "En çok da talebelerimin gelip 'hocam şöyle biraz açılalım' diyerek sandala bindikten sonra dönüşte onlardan para almak zoruma gidiyor" demiş. Kolay değil. Öğrencisini denizde ücretle gezdirmek. Bunu yapan veya yapmak zorunda kalan bir öğretmen sınıfta çocuklara ne anlatabilir yahut hangi manevi güçle onların karşısında öğretmene yaraşır örnek halle ayakta kalır? Naklettiğimiz malumatı dünkü bir haber üzerine hatırladık. İzmir'de bir geç kalma hadisesinden dolayı bir öğretmen öğrencisine tekmeyele vurup dalağını patlatmış. İddia böyle. Ve tabii bu zan altındaki insan bir öğretmen de olsa tutuklanmış. Bu adli vak'ayla yukarıdaki hatıranın ne alakası var? Çok alakası var. Bire bir de çakışıyor. Evladı hükmündeki çocuğu tekme-tokat dövüp dalağını patlatıp hastanelik eden öğretmen mazur mu? Hayır.. Adam dövmek kötü. Onda hayati tehlikeye sebebiyet verecek darp ve yaralama daha kötü. Bu bir çocuk olursa ondan da kötü. Öğretmen tarafından işlenirse en kötü. Bahsi geçen eğitimci işte bu kötülükleri işlemiştir. Doğru ama olayların bir de sebebi var. Hangi birini sayalım? Sınıfların ürküten kalabalağı. Birçok öğrencide artık lütfen görülen hürmet duygusu. Ve en vahimi öğretmenin sandalcılık yapmak zorunda kalması. Büyük ihtimalle meslekten de atılacak bu öğretmen geçinebilmek için ikinci bir iş yapıyordu. Mesela gece çalışıyordu. Hatta belki garsondu. Evine geç gelmiş, uykusuz kalmıştı. Veya gelen insafsız faturalardan birini ödeyemediği için telefonu yahut tabii gaz kesilmişti... Bunlar veya başkası ne fark eder? Vakıa şu. Öğretmen bin türlü dertle boğuşuyor. Eğitim Bakanlığıysa ideolojik dayatmayla meşgul.. Hâlâ kaymakamların kafasına fötr şapka takması, kadınların da başlarını açmasını kendine vizyon olarak seçen gülünç zihniyettten hangi derde derman beklenebilir? Nihayet öğretmen de insan. Gerilip gerilip işte bir gün en berbat şekilde patlıyor. Buradan hasta çocuğun ebeveynine sesleniyoruz. Öğretmenden davacı olmamalılar. Acıları büyük; yakışanıysa bu. Öğrenci, davacı olmak gibi bir şeyi hiç düşünmesin.. Polis ve adliye de dengeyi kuracaktır. Çirkin olay, o öğretmenden çok eğitim dünyasını ideolojik manivela olarak görenlerde. Mevcut olay için hatırlanacak gibi olmasa da mağdur taraf, yine de fedakârlıkta bulunmalı. Hatırlanması gereken söz şu. "Öğretmenin vurduğu yerden gül biter." Uymasa da bu söz hatırlanmalı. Bir de o darbı mesel. "Eti senin kemiği benim". Haydi herkes itirafta bulunsun. Ana-babalar, çocukları, öğretmene karşı pek fazla sahipleniyorlar. Halbuki onlar da ana-baba. Bu gerçek kabul ettirilmeyince; çocuğun kulağı çekilse ebeveyn, ertesi gün öğretmene hesap sormaya koşuyor. Zavallı öğretmen. Artık karşındaki şu çocukların ne eti senin ne kemiği. Halbuki bu düsturun hayatta olduğu zamanlarda sen de onları kendi etinden kemiğinden bir parça biliyordun
.
Müslümanlar ne kadar da vurdumduymaz
12 Mart 2002 01:00
Yirminci yüzyıl, Müslümanların kanının aktığı yüzyıl oldu. Yirminci yüzyıl, Müslümanlara hiç de iyi gelmedi. Müslüman derken bütün Müslümanları kastediyoruz; hangi renk, ırk ve dilden olursa olsun, tamamı. Zaten ırkın ön plana çıkartılmasıyla Müslümanın Müslümana alakası azaldı. Irkın dinin yerine ikame edilme niyetiyle öne çıkartılması da ondokuz ve yirminci yüzyılda oldu. Yapanlar da yabancılar; batının felsefecileri, devlet adamları. Din kardeşliğinin zayıflamasıyla beraber soğukluklar da başladı. Bu kötü gidişat halen de devam etmekte. Yirmi birinci yüzyılda da Müslüman kanı dökülüyor. Soğukluk da olanca hayret vericiliğiyle sürüp gitmekte. Müslümanların Bosna'da, Kosova'da... Balkanlar'da yaşadıkları çok yeni. Onların çektiğini herkes hatırlar. Tabii kimsenin oralı olmadığını da. Çeçenistan'da da öyle olmuştu. Daha evvel Kıbrıs'ta Rum katliamı vardı. Onu Türkiye'nin müdahalesi durdurdu. Keşmir'de neler olup bittiğini bilemiyoruz. Dünya ajanslarının naklettiği ölçüde haberimiz olmakta. Şu günlerdeyse iki ayrı noktada Müslüman kanı akmakta. Müslümanlar, dövülmekte, hakarete uğramakta veya katledilmekte. Bunlardan biri Hindistan, diğeri Filistin müslümanları. Hindistan Müslümanlarına vefa borcumuz olmalı. Türk Kurtuluş Hareketi'ni onlar, kadın-erkek demeden ellerinde avuçlarında ne varsa toplayabildikleri kadarını toplayarak Ankara'ya yollamak suretiyle maddeten ve mânen desteklediler. Şu gün Hindistan'da oluk oluk Müslüman kanı akmakta. Filistin ise daha düne kadar bir parçamızdı. Filistin artık seyri mümkün olmayan ağır bir dram halini almıştır. Şaron marjinalliği, aklı başındaki Yahudileri bile çileden çıkartır biçimde olanca hızıyla devam ediyor. Bazen onlarca olmak üzere her gün Filistinliler can veriyor. Bu ölenlerin çoğu gençliğinin baharındaki çocuklar. 'Kasap' lakaplı İsrail başbakanının Filistin'de dikta rejimi uyguluyor. Astığı astık, kestiği kestik. Bütün dünyanın tanıdığı Yaser Arafat'ın karargâhını bile vurmakta. 11 Eylül üç devlete yaradı. Çin, İsrail ve Rusya. O vesileyle Çin, Doğu Türkistan'ı terörist ilan etti. Rusya Çeçenistan'ı, İsrail de Filistin'i. Bunlar yaşanırken. Ve dünyanın mesela Moro gibi daha birçok yerinde Müslümanlar ya kurşundan veya Somali'de olduğu gibi açlıktan ölürken diğer Müslümanların kılı kıpırdamıyor. Savaş mı açılsın? Savaştan öte diplomasi çağındayız. Ne Türkiye ne Türk Cumhuriyetleri ve ne de Arap ülkeleri İslam dünyasında olup bitene layıkıyle ilgi göstermekteler. Bazıları hiç oralı olmuyor, bazısıysa savuşturma kabilinden bir-iki laf etmekte. İnsanı insan yapan ana hususiyetlerden biri olan diğerkâmlık yani başkasını da düşünme hassasiyeti, işte bahsettiğimiz o ondokuz ve yirminci asırlarla birlikte sönükleşti. Bugün de gerileyerek devam ediyor. Hani din kardeşliği? İnsan hakları nerede peki? Sadece batılılar mı insan? Doğrusu, insan olarak yaratılmış herkes, insandır. Hakları da korunmaya layıktır. Dünyanın gözü önünde Hindistan'da, Filistin'de Müslüman kanı akıtılmakta fakat Müslüman olanı da olmayanı da oralı olmuyor. Müslüman olmayanı bir dereceye kadar anlamak mümkün. Ya Müslüman olanlara ne demeli? Onların gamsızlığı neyle izah edilebilir. Bu vurdumduymazlık devam ettikçe felaketler bitmez. Anaların feryadını, çocukların çığlığını duymayanların başına her şey gelebilir.
.
Emanetin sahibini bekleyenler
17 Mart 2002 01:00
Bir gerçeği unutmamak zorundayız. Öyle yapmadığımız takdirde önümüzdeki problemleri çözmemiz imkânsız. Birçok alandaki tıkanma da bundan ileri geliyor. Biz, bir büyük kültürün, o kültürün yapıcısı bir büyük imparatorluğun çocuklarıyız. Şuuraltlarımız bu değişmez doğruyla dolu. Misakı milliyi beton duvarlar farz edemezsiniz. Misakı milli zaruretin mahsulüdür. Karşımızda olanlar da yanımızda bulunanlar da bizi tarihi hüviyetimizden tecrid ederek düşünmüyorlar. Düşünmezler, düşünemezler. O gaflet yakın tarihe kadar Türk aydınına şırınga edilmekteydi. Şimdilerde uyanma yönünde bir kıpırdanış farkediliyor. Günümüz gazetelerinin okunabilirlik nisbetlerini tayin etmek imkânsız. Hele bir yazarın kendisini kaç kişinin okuduğunu bilmesi hiç mümkün değil. Gazeteler, satılan nüshalar kadar okunmuyor. Bir de internet okuyucuları var. Hatta saat farkından dolayı Avustralya, Amerika gibi bazı memlekettekiler İstanbul'daki okuyucularımızdan önce bize ulaşabilmekteler. İnternet üzerinden birçok dostlarımız oldu. Avustralyalı bir okuyucumuzdan bayramdan önce aldığımız bir elektronik postadan hacca gideceğini öğrendik. Vazifesini yaptıktan sonra da Sidney'e dönüşünde iki hatırasını bizimle paylaştı. O iki küçücük gibi görünen dev hatıra da tıpkı şu gün bile Nijerya'da cuma günleri sultan II. Abdülhamid Han'ın isminin hutbede okunması kadar ürpertici. Onca misyonerlik faaliyetine rağmen bu netice akıl alır gibi değil. Bize yazılanlar şöyle.. Avustralya'daki vatandaşımız, arkadaşlarıyla birlikte hac seferine çıkınca program icabı bir gün Endonezya'nın başkenti Jakarta'da kalmaları icap ediyor. Jakarta'ya inip otellerine vardıktan bir süre sonra şehri dolaşmaya çıkarlar. Namaz vakitlerinden birinde de merkezdeki İstiklal Camii'ne giderler. Namazdan sonra cami imamıyla tanışılır. Bu 25 yaşında bir din görevlisidir. Bizimkilerin Türk olduklarını öğrenince yüzlerine bakarak büyük bir merakla şunu sorar? -Emaneti ne zaman alacaksınız? Ne cevap verdiklerini merak edebilirsiniz. Siz olsaydınız ne cevap verirdiniz? Onlarınki de benzeri sözler olmalı. Haremi şerife, Mekke'ye varınca da bu defa tanıştıkları bir Sudanlı Müslüman onları şaşırtır. Sudanlı, sanki Endonezyalı imamla daha evvelden konuşmuştur. O da Türkleri sorgular: -Emaneti ne zaman alacaksınız? Emanet ne? Emaneti bırakanlar kim? Alınacak zaman ne vakit? Emanet... Emanet... Emaneti taşımaya liyakati kaybedince o şeref elimizden kayıp gitti. Liyakati kazanınca da tekrar sahip olabiliriz. Onun için tarihe de coğrafyaya da, siyasi meselelere de AB'ye de, kullandığımız Türkçe'ye de bu perspektifi ihmal etmeden bakmak mecburiyetindeyiz. Kökten kesilmiş ulu bir çınarın taze sürgünleriyiz. Afrika'nın merkezindeki Nijerya ve Sudan'dan Pasifik'in ortasındaki Endonezya'ya kadar gözler bu sürgünde. Sadece onlar mı? Emanetin sahibini bekleyenler her tarafta.
.
Musevî vatandaşlarımızın dikkatine
9 Nisan 2002 01:00
Hazreti Musa'nın şeriatine mensup Yahudi asıllı vatandaşlarımıza mühim vazifeler düştüğü kanaatindeyiz. Biz, onlarla asırlardır aynı yurdu paylaşmaktayız. Bundan da bir şikâyetimiz yok. Rumlar gibi... Ermeniler gibi Musevîler de bu cemiyetin bir parçası. Yahudiler, memleketimizin en zenginlerinden. Türkiye, onlara iki kere sığınak oldu. Birincisinde İspanyol zulmünden kaçıyorlardı. İkincisinde Nazi zulmünden. Kendileri de doğrusu bu tarihleri unutmadılar. Osmanlıya ilticalarının 500. yılında ecdadımıza minnettarlıklarını ifadeden hiç yüksünmediler. Bu bir vefaydı. Türkiye, bir imparatorluğun devamı. Bu itibarla imparatorluk kavimleriyle zenginleşerek hayat süreceğiz. Musevîlerle hiçbir dönemde öyle muharebe sayılacak cinsten bir çatışmamız da olmadı. Ermeni ve Rumlarla da olmamasını çok isterdik. Fakat ne yazık onların içinden bazıları Doğuda ve Ege'de memleketimizi işgal eden düşmanla işbirliği yaptılar. Bu yüzden mecburen tehcir siyaseti gelişti. Bununla beraber o günler artık tarih malzemesi. Hatta eve dönen insan misali son senelerde eski azınlıkları aramızda görmekten dolayı memnunuz. Bizim azınlıklarımız şimdiki kadar değildi ki. Bulgarlar, zenciler, Ruslar başkaları da vardı. Vatanımız, Balkanlı, Kafkaslı, Orta Şarklı, Türkistanlı ırkların beşiğiydi. Şimdi onlarla tekrar bir arada olma sürecindeyiz. Türk milletinin bakışı böyle. O halde şu Filistin Dramı'nda Türk Musevîlerinin harekete geçmesi lazım. Hiçbir din, zulme rıza göstermez. Hiçbir din mensubu zalimlerle olamaz. Şu gün Filistin'de bir taraf, diğer tarafı eziyor, öldürüyor, yok ediyor. Bebekler katledilmekte, analar kahrolmakta. Tesirleri asırlarca geçmeyecek düşmanlık tohumları ekilmekte. Şaron adlı bir despot, Yahudi ırkına tarihin en büyük kötülüğünü yapıyor. Orada iki taraf bulunuyor. Bir taraf Musevî, diğer taraf Müslüman. Bir taraf Türk Musevileriyle dindaş diğer taraf da bizimle. Müslüman Türkler, zulümler önünde artık dayanamaz hale geldiler. Artık öfkelerini sohbet toplantılarında değil, mitinglerde de haykırmaya başladılar. Buna devam da edecekler. Peki Musevi Türkler ne yapıyor? Neden susmaktalar? Şaron katilinin zulmü tasvip mi edilmekte? Buna evet demek o vatandaşlarımıza hakaret olur. Azınlık da bu ülkenin yüksek hasletlerinden nasibini almıştır. Onların soykırıma yakın böylesi bir vahşeti kabul ettiklerine inanamayız. O halde susmamalılar. Susmaya devam ederlerse haklarında şüpheler uyanacak. Bakınız internet ortamında Yahudi mallarına boykot çağrısı yapılıyor. Aleyhine kampanya yapılan şirketler dünya markaları. Bush'tan yüz bulan Şaron'un zulümden vazgeçmeyeceği görülüyor. Zulüm, kıtal ve vahşet devam ettikçe öyle bir gün olur ki Müslüman halkı kimse durduramaz. O zaman bazı yerli markalar kara listeye alındığı gibi -Allah korusun- yeni 6-7 Eylüller de gündeme gelebilir. Bunları yaşamamak için Musevi vatandaşlarımız, derhal harekete geçerek Şaron'un ırkçı saldırılarını şiddetle kınadıklarını açıklamalılar. Onunla da kalmasınlar. Amerikan ve Avrupa Yahudi lobilerini de yanlarına almalılar.. O kadarla kalmayıp yardım kampanyaları başlatmalılar. Musevi vatandaşlarımız şunu düşünecek kadar zekidirler. Araplar ilk defa İsraili tanıyacaktı. Dünya da Filistin'i devlet olarak tanıma hazırlığındaydı. İşte o sırada her şey oldu. Sebep petrol. Sebep silah sanayii. Sebep Ortadoğu'nun huzura hasret kalması.
.
Doğu Türkistan, işgal edilmiş memleket... -1-
18 Nisan 2002 01:00
İhtiyar Asya kıtasının bir ucunda Doğu Türkistan yer alıyor, diğer ucunda da Türkiye. Her iki ülkenin de komşularından görmediği zulüm kalmadı. Biri Çin'den çekti, diğeri Rusya'dan. Her iki komşu da zaman zaman Türk illerini işgale kalkıştılar. Çin sarı komünizmi benimsedi. Rusya kızıl komünizmi. Rejimlerini terk ettiler, fakat emellerini terk etmediler. Rusya'nın gözü Türkiye'nin üzerinde oldu. Kars ve dolaylarını 50 seneye yakın işgal altında tuttu. Kafkasları bizden kopardı. Doymadı, Stalin zamanında tekrar Kars, Ardahan ve Boğazları istedi. Çinse daha beterini yaptı. Değişik iktidarlar zamanında Doğu Türkistan'ı istila etti. Doğu Türkistan zaman zaman istiklaline kavuştu. İşgal tekrar etti. Son olarak 1949'da Mao döneminde Doğu Türkistan'ı topyekun topraklarına kattılar. Daha evvel de Rus komünizminin 1917-20'lerde Batı Türkistan'ı ihtilalde kendilerine yardım etmeleri halinde bağımsızlıklarını tanıyacaklarına dair verdikleri sözü tumayarak topraklarına dahil etmeleri gibi. Kısacası Türkistan denen yekpâre ülke önce Rusya ve Çin adlı iki emperyalist güç arasında paylaşıldı ve Doğu Türkistan ve Batı Türkistan/Şarkî Türkistan-Garbî Türkistan isimlerini aldılar. Sonra da Doğu Türkistan Çin, Batı Türkistan da SSCB tarafından işgal edildi. SSCB'nin çökmesiyle birlikte batı Türkistan kurtuldu. Ancak 5 ayrı devlete bölünmüş olarak. Bazılarında ciddi miktarda Rus nüfus kalmış vaziyette. Bu devletlerin bir kısmı çok küçük. Üzerinde Rus nüfuzu çok kuvvetli olanlar var. Parçalanmış olan Batı Türkistan, kolay lokma olabilme tehlikesinde.. Her devletin halkı kendini ayrı bir millet olarak farzetmekte, bazıları Türk milletinin parçası olduklarını Türkçe konuşa konuşa reddedebilmekteler. Kızıl emperyalizm 70 yıl müddetle beyinleri yıkamış. Millî ve mânevî benlikleri mahvetmiş. Şimdi Batı Türkistan veya Orta Asya üzerinde alttan alta Amerika-Rusya Federasyonu mücadelesi yaşanıyor. Doğu Türkistan'a gelince bugün dahi işgal altında. Tarihin görmediği korkunç zulüm, ve meşhur Çin işkencelerine maruz kalmaktalar. Buna rağmen bütün Türkistan'da İslamiyet ve Türklük şuuru en yüksek olan Doğu Türkistanlılardır.
.
Neden Amerika'dan geliyorlar...
7 Mayıs 2002 01:00
Mehmet Ali Bayar ismi, önce Mehmet Ali Aybar'ı hatırlatmıştı. Sahiden; bugün, Aybar'ı kaç kişi bilir? Hani o bir zamanların meşhur Türkiye İşçi Partisi. Aralarında Çetin Altan ve daha nice marksist entellektüelin -o günlerde daha bu kelime yoktu, ilericilik adına münevver yerine aydın deniyordu- olduğu meşhur TİP. TİP, bir avuç milletvekiliydi; fakat iktidardaki Adalet Partisi'ne dolayısıyla Demirel'e kök söktürüyorlardı. İşçilerin sınıf iktidarını kurma hayallerindeki o parti, unutulup gitti. Zaten aralarından pek azı düşüncelerini bugünlere taşıdı. Aynı zamanda Nazım Hikmet Ran'ın yeğeni olan Aybar, TİP'in genel başkanıydı. TİP'i hatırlayanlar 50'li yaşlarında olanlar. Ne gariptir. Mehmet Ali Bayar, Mehmet Ali Aybar'ı hatırlattığı gibi teşebbüsü de Güven Partisi'yle çakışıyor. Yaşı 40'ın altında olanların "o da ne?" dediklerine eminiz. CHP'de ortanın solu rüzgârı esip, parti önce yavaştan yavaşa sonra da bütünüyle Bülent Ecevit'in kontrolüne girince -hakimiyetine değil- bir grup Atatürkçü partiden koptular. Ilımlı isimlerdi. Başlarında da Kayseri milletvekili Prof. Turhan Feyzioğlu vardı. CHP'nin meşhurlarındandı ancak risk almamasıyla tanınmıştı. Turhan Feyzioğlu da sinema oyuncusu Turan Feyzioğlu ile karıştırılırdı. Turhan Feyzioğlu ve arkadaşlarının partilerinin ismini açıkladıkları günün ertesi sabah, Necip Fazıl Kısakürek'in Bugün gazetesindeki 'sermakale'sinin başlığı şöyleydi: 'Güven Kasabı'. Bu keskin hiciv, kısadan izahtı. Turhan Feyzioğlu, ara dönemleri çok sevdi. Bir kerecik olsun başbakan olmak için yanıp tutuştu, siyasi literatüre "Atatürk milliyetçiliği" diye bir tabir soktu ama ancak ve ancak Milliyetçi Cephe hükümetinde Süleyman Demirel'in yardımcılığına kadar yükselebildi. Sonra da o kadro elenip gitti. O kadar uzağa gitmeye lüzum var mı? Şimdi 20'li yaşlarının saltanatını süren gençlerden hangisi 10 sene önceki Yeni Demokrasi Hareketi'ni hatırlar? O gençlerden 10'unu çevirip "YDH" size neyi çağrıştırıyor diye sorsanız?" Acaba, kaçı, Cem Boyner'le bir münasebet kuracaktır. 1 Bilemediniz 2 kişi ancak çıkar. Halbuki "Beymen'le kimin arasında ilgi kurarsınız?" deseniz; 10'un en az 8'i "Cem Boyner" diyecektir. Bir parti bir giyim firması kadar köklü olamazsa onun yaşama şansı yoktur. Boyner, siyasette, ticaretteki başarısını gösterememiştir. İsmi Mehmet Ali Aybar'la karıştırılan Mehmet Ali Bayar'ın AP'li bakanlardan Nuri Bayar'ın oğlu olduğunu daha sonra öğrendik. Bir diplomatmış. Efendi ve çalışkan biri olduğu belli. Ama siyaset sipariş üzerine yürümez. Birileri bir gün kalkıp üstelik yerini dolduran bir diplomatı istifa ettirip iki manşet eşliğinde Türkiye'ye taşıyor. O da daha ilk adımda Kur'an-ı kerîm öpüyor, bayrak kokluyor vs. Koç kesip -adına da hiç alakasız bir şekilde kurban demezler mi?- kanını alnına neden sürmediler acaba? Bunlar çok yersiz davranışlar. Politik malzeme yapılma isteği de çok gerilerde kalmıştır. Görünen o ki halkın tabiriyle 'Şemsiye Partisi' Bayar'la birlikte makyajlanıp iyi halliler partisi, tuzu kurular, sermayedarlar partisi olacaktır. Halkın uzağında, kökü bu toprağa uzamayan bir heves hareketi. Doğruyu söylemeli... Bayar'a yazık olmuştur. O belki de hakikaten ileride mükemmel bir siyasetçi olacaktı. Onun için bu yurdun şartlarında pişmesi gerekirdi. Hiç bir hazırlık olmadan paraşütle Ankara'ya inmek olmaz, olamaz... kimse Demirelleri, Özalları karıştırmasın. Onlar, Anadolu'yu, Anadolu köylüsünü, köyü, kasabayı, esnafı, çiftçiyi, işçiyi, memuru, dulu yetimi, yoksulu biliyorlardı, halka halkın diliyle hitap edebiliyorlardı. Halk kendinden bir parça görmediğine oy vermez. Üstelik siyaset alanı parsellenmiş durumda. Bayar, şunu yapsaydı isabet olurdu. Kendine yakın bir partiye dahil olur, siyaseti ve Türkiye'yi tanır, ondan sonra bu yola girebilirdi. Siyasetçi bir aileden gelmesi yetmez. İlla ki bu toprakların hamuruyla, çamuruylu karılacak. Kemal Derviş, enflasyonu yüzde 3'e düşürse, TL'yi dolardan kıymetli yapsa... Bir ay sonra da siyasete soyunsa şansı hiç değişmez. Bir kere halk hükmünü vermiştir. 'İthal bakan'. Derviş de Bayar da 'yabancı' sayılıyor. Çünkü halk, şuuraltıyla reaksiyon göstermekte "neden Amerika'dan geliyorlar?" Diyeceksiniz ki "kredi de oradan geliyor." Evet öyle ama işte o zıt kavramları çözdüğünüz zaman bu milleti tanırsınız. Üstelik lider olmak öyle zor ki. Lokomotif olmak... Ne demektir o? O, çok büyük bir hadise. Lider, asırlar içinde çıkar.
.
Türkçe'nin bayramı...
14 Mayıs 2002 01:00
Türkçe'nin, ana dilimizin de bir günü var. 13 Mayıs da Türkçe'nin bayram günü. Anneler günü, cihanşümul bir hadise olduğu için bu kadar heyecanla kutlanıyor Türkçe ise... dil bayramı yalnızca Karaman ilimizde yapılmakta. Türkçe, sadece Karamanlı'nın mı meselesi? Değil, fakat acı gerçek bu. Ondan da ilgili veya meraklısı dışında kimin haberi var? Milliliğinden dolayı milletlerarası alanlara taşınamayacağına göre Türkçeye onu konuşanların sahip çıkması, gereken değeri vermeleri lazım. Yabancılar, gelip Türkçenin dertlerini, sıkıntılarını veya zevklerini tartışacak değiller. Bunu bizim yapmamız lazım. Ama Karamanlıların vefası dışında faaliyet olarak bir de BKY-Babıali Kültür Yayıncılığı, dil bayramı münasebetiyle "Türkçe'nin Sözlüğü" ismiyle hacimli bir eser çıkarttı. O kadar. Onun dışında, bir çalışmadan haberdar değiliz. Türkiye'nin meselesi hayat pahalılığından ibaret olamaz. Enflasyon denen hayat pahalılığının korkutan tarafı nedir? Milli paranın itibardan düşmesi. Para itibardan düşerken Türkçe itibar mı kazanıyor? Hayır. Türkçe de giderek yabancı istilası altına girmekte. Dili ve parası yabancı, dini bozulma tehlikesindeki bir millet, herhalde birtakım aleyhte tuzakların hedefidir. Beyinler, Arapça-Farsça'dan kurtuluyoruz diye yıkanırken diğer taraftan İngilizcenin hücumuna uğradı. Bir gönüllü müstemlekecilik yaşadık. Ruhlar aç kaldı, aç kalan ruhlarda aşağılık hisleri meydana geldi ve ardından yabancı hayranlığı başladı. Ondan sonra da batı dillerine özenti. Bu toprakların aydını, bir garip. Dönem dönem bu garipliklerini tekrarlıyor. Ortadoğu dilleriyle de batı dilleriyle de. Karamanoğlu Mehmet Bey'in bu milleti var eden ana unsurlardan diline sahip çıkarak her yerde Türkçe'nin konuşulacağını ferman eylediği tarih, üzerinde dikkatle durulmaya değer. Bir ara dönem... Anadolu Selçuklu devleti, takatten düşmüş, Osmanlı, kurulmamıştır. Bey, biliyor ki siyasi kudret kaybolurken dil de zayıflarsa bir millet yok olabilir. Fermanın tarihi, 13 Mayıs 1277'dir. Yüce devletin kurulmasına daha 22 yıl var. İmparatorluk şafağında Anadolu'dan Türkçe'ye dair yükselen bu ses Karamanoğlu Mehmet Bey'in vasiyeti sayılsa yeridir. O hassasiyet Osmanlı devletinde de aynen devam etmiştir. İmparatorlukta resmi dil, hep Türkçe'dir. Osmanlı Türkleri, Karamanoğlu Mehmet Beyin vasiyetini yerine getirmişlerdir. Kapuda, divanda, mecaliste... hep Türkçe konuşulmuştur. Bugün de Türkçe, resmi lisan. Ne var ki birçok sahada Türkçe ya yok veya varlığı tehlike altında. Bilişim işkolu başta olmak üzere, ticaret, eğitim hatta sokak en önce sayılabilir. Türkçe, büyük bir tehlike yaşıyor. Aksanlar Amerikan Türkçesiyle konuşulmakta. En alakasız yerlerde bile Amerikan özentisi bir düşman mızrağı gibi göğsümüze batmakta. Dikkat edilecek şudur. Para zayıftır. Mânevi değerler zayıflamıştır. Türkçe, büyük bir çırpınış içindedir. Nüfus artış hızı 50 yıl sonrası için tehlike arz etmektedir. Ülkenin sahipleri bir gün azınlığa düşebilirler. Peki Türkiye'nin 50 yıllık planı var mı? Kısır çekişmelerden büyük hesaplara zaman kalmıyor ki. Kör döğüşü, görülmesi gerekenleri gözden saklamakta. Zaten hemen her yerde yaşanan o kargaşanın da sebebi bu değil mi? Bir ân kendi kendimize kalıp şöyle esaslı bir muhasebe yapmamıza fırsat bırakılmıyor. Onun için Türkiye hudutları dahilide yapılan her toplantının dili Türkçe olmalıdır. Ankara'daki bir toplantıda bile kendi delegemizin masasında "Turkey" yazdığını görüyoruz. Türk devlet başkanları, başbakanları kendi aralarında ne İngilizce, ne Rusça konuşsunlar. Onların ortak ana dilleri Türkçe'dir.
.
Kuvayı Milliye ruhu
19 Mayıs 2002 01:00
Millî Mücadelenin diğer ismi milli mücahadedir. Devleti aliyye devam etmekte olduğundan hilafet makamı ve şeyhül islamlık müesseseleri ayaktadır. İşgalci düşmana karşı cihad ilan edilir. Eli silah tutan herkes kıyama davet edilmiştir. Mustafa Kemal Paşayı Samsun üzerinden Anadolu'ya sevk eden de bu kıyam ve isyan ateşidir. Onun riyasetinde Erzurum ve Sivas'ta kongrelerin toplanması, Ankara'da ilk meclisin küşatı da aynı ruhun eseridir. Vilayetlerde milis kuvvetleri teşkil edilmekte, camilerde iradeyi seniyye ile kuvayı milliyenin muzaffer olması için dualar okunmaktadır. O işgal günlerinde vatan sathında mübarek bir rüzgâr esmiştir. Bu rahmet rüzgârı, herkesi harekete geçirmiş ve bir millet yedi cephede birden cihana karşı dövüşerek istiklalini kazanmıştır. Yedi cepheden birden taarruz eden âdâyı müsliminin ismi düveli muazzamadır. Cephenin birinde asrın en fenni imkanlarıyla mücehhez ordular. Diğer tarafta maddeten fakir fakat imânen zengin Türk ordusu. İnsanlar vardır. Bir de o insanların bağlı olduğu kıymetler... Vatan, bayrak, namus. Kuvayı milliye ruhuyla vatan daha azizleşmiş, bayrak daha mukaddesleşmiş, namus daha kavileşmiş, istilacı küffara karşı hınç, galeyân halini almıştır. Kuvayı milliye nesilleri... Dedelerimiz... ninelerimiz serapa fedakârlıktır. Onlar abidevi şahsiyetlerdir. Sabrın ve azmin isimsiz kahramanlarıdır. Kuvayı milliye devrini tanımak lazım. O devri okumalı ve tahlil etmeli. O günler, bu günlerin tarihidir. Tarihi bitaraf okumalı. Devrin ferdî husumetlerini bugünlere taşımak fayda getirmez. O ruhu unutmamak lazım. Tarih bir küldür. Menfi de vardır müsbet de. Kayıp da kazanc da. Kuvayı milliyenin maddi mânevî unsurları bilinmek zorunda. Devrin şahsiyetlerinin hatıratını muhakkak okumalı. Devre dair, İstiklal Harbimizle alakalı ne varsa bilmek mecburiyetindeyiz. Öncesinden; Balkan ve I. Cihan Harbinden alarak İstiklal Harbinden geçip, I. Meclis, II. Meclis, Cumhuriyet, inkılaplar, Cumhuriyet Halk Fırkası ilk serbest seçimler ve çok partili hayat tecrübesi. Bunlar namusuyla, vicdanıyla haysiyetiyle tedkik edilmeli. Türk İstiklal hareketi, ümmeti Muhammed'in üzerinde ittifak ettiği son cihaddır. Bunları, düşünmeli, tahlil ve terkip etmeli. Bu cümleden olarak lise ve üniversitelerdeki inkılap tarihi derslerinin kifayet ve tatmin etmediğini de ifade etmek lazım. Bizde tarih ilmi, övmek, sövmek ve madde ezberciliğine mahkumiyet illetini bir türlü aşamıyor. Onun için hakiki tarihçiler fevkalade nadir. Milli bayramlar, şekilcilikten ibaret. Şekil ruhla bezenmedikten sonra kendini tekrarı aşamaz. Şu noksanlık kabul edilmeli. Yakını ve uzağıyla tarih meçhulleşmiştir. Mevcut nesillere dedelerinin ve ninelerinin Kuvayı milliye zamanı milad öncesi kadar uzaktır. O mubarek ruhun yaşaması lazım
.
"Hasta Adam"
23 Mayıs 2002 01:00
Osmanlı devletinin adı Devleti aliyye... yüce devlet.. Bu yüce devlete Avrupalılar, son dönemlerde "hasta adam" derler. İncitici yakıştırma batıda tutar. Cihan devleti, hasta adam muamelesi görür. Bir intikam ihtirasının yakıştırması. Lakin ne kadar asılsız sayılabilir? İktisadi hayatı, Galata Bankerleriyle dışarıya bağımlı hale gelmiş bir ülke... Ne tesadüftür. Aynı Avrupalı, aynı dönemlerde devletin başındaki hükümdara da "Kızıl Sultan" iftirasını atar. Ermeni asıllı bir Fransız tarihçisinin bu rencide edici tarifine de dört elle sarılırlar. Sadece dışarıda değil. İçerdeki Abdülhamid muhalifleri de onu benimser hatta sonraki senelerde çok uzun müddetle bir Türk hakanı Türk çocuklarına bu yalanla okutulur. Şu günlerde bir hasta adam süreci daha yaşamaktayız. Bu defa hasta olan devlet değil... Gerçi enflasyonu gemi azıya almış, parası itibarsız, ekonomisine IMF, Dünya Bankası, onların komiserleriyle gönderdikleri mutemetlerin yön verdiği bir yerde hastalık olmadığını iddia etmek ne kadar ikna edici olur bilemeyiz ama yine de bardağın dolu tarafını görmeye mecburuz. Devlet değilse de sistem hasta. Doğru bakış da bu. Devlet, üzerinde ittifak edilen gayrı maddi varlık. Bir mânevî güç. O gücü işleten otorite de sistem. Sistemin başında bugün her şeye rağmen Bülent Ecevit bulunuyor. Meselenin püf noktası da burası. Osmanlı, hasta adam vaziyetine gerileyince ona bu lakabı takanlara tam aksi bir muamelede bulunmuştu. Avrupa, "hasta adam" diye dudak bükerken, biz, onlara "düveli muazzama" diye takdirlerimizi esirgemiyorduk.. Biz diyorsak da lafın gelişi. Biz değil, içimizdeki yabancılar; münevverler, Tanzimat ilericileri.. Ecevit, ülkemizin siyaset ve devlet adamıdır. El'an da başbakan. Hastalık da Allah'tan. Kimse hastalığından dolayı kınanamaz. İnsanî olmaz. Hastaya şifa dilemek asgari görgü kaidesidir. Ne var ki meselenin bir millete bir de düveli muazzamanın yerini almış olan kalkınmış ülkelere yansıma biçimi var. Millet, bir muamma. Ortak irfanla hadiseleri tahlil edip hükmünü veriyor. Ona da çok kere suallerle gelmekte. Şimdi milletin sorduğu tek cümle: -Ecevit'i orada bir tutan mı var... Buna net cevap verecek birinin olduğunu sanmıyoruz... Dışarıya akseden şekle gelince. Ekonomisi hasta bir ülkenin bir de başbakanı hastalanmıştır. Bundan dolayı da dış seyahatler ve yabancı devlet ve hükümet erkânına verilen Ankara randevuları iptal edilmekte. Korkumuz şu... Başbakanın hastalığı yüzünden dünya, bir süre sonra Türkiye'yi yeniden hasta adam imajıyla birlikte hatırlayabilir. Ellerinde gerekçeler, kozlar da var. Düveli muazzamanın yerini de IMF, Dünya Bankası, süper iradeler dururken Galata Bankerleri de iç borç halini almıştır. Üstelik bu kozları onlara AB'ye girme sancısı yaşanan günlerde veriyoruz. Son söz: Hani 21. Asır Türk asrı olacaktı... Bu manzarayla mı? Onun için... Önce vekâlet, sonra Ecevit'in çekilmesi, sonra da seçim kaçınılmazdır. Kimsenin Türkiye'yi yatağa düşürmeye hakkı yok.
.
Mevlid bayramı
24 Mayıs 2002 01:00
Miladi 571 yılı nisanının 20'si...Hicri takvimle Rebi'ul evvel ayının 12. Pazartesi gecesi sabaha karşı. Zamanlar içinde bir mubarek zaman, ânlar içinde bir muteşem ân. Kadir gecesinden sonraki en kıymetli gece. Sevgili Peygamberimizin, sallallahü aleyhi ve sellem, dünyaya geldikleri sene, ay ve gün ve vakit. Mekân kutlu Mekke şehri. 40 yaşında nebi, 43 yaşında resul olan şanlı peygamberin doğduğu gece. İnananların bayramı... O'nun doğumunu, melekler annesine muştuladılar. Amine hatun, üzüntü ve sıkıntı çekmeden bir mânevî iklimde doğum yaptı. Bebekliğinden itibaren emsallerinden farkı görüldü. Çocukluğu, ilk gençliği ve gençliği üstün meziyetlerle dolu. Nebiliğinden önce bile "emin" sıfatına kavuştu. Muhammed'ül emin...bir çok kimse bu hasleti yüzünden Müslüman oldu. O, diyorsa doğru diyordu. O hep emindi, inanılırdı, güvenilirdi, dürüsttü, örnek ve üstün ahlak sahibiydi. Herkes, bu vasıflarını teslim etti. Daha doğrusu üstünlüğünü kabul etmeyen yoktu. İtiraz iki zümrede oldu. Biri Mekke soylularında, diğeri Yahudi ırkında. Yoksa herkes son bir peygamberin geleceğinde müttefikti. İlahi kitaplar, işaret ve tesbitler, ahir zaman peygamberinin teşrifini müjdeliyordu. Onun için devrin insanlığı dikkatle O'nu beklemekteydi. Buna rağmen o iki zümrede muhalefet şu sebepten ortaya çıktı. Birinciler, kendileri gibi asilzâdeler dururken bir öksüz ve yetime peygamberlik gelmiş olmasını hazmedemediler. Kibir putuna tutsaktılar. Diğerleri, Yahudilirse kendi ırklarından birinin peygamberlikle görevlendirilmemiş olmasına tepki duyuyorlardı. Bu iki muhalif tavır da yüce iradeye itirazdı. Nitekim önce nübüvvetin, sonra risaletin ilânından sonra savaşlara; Bedirlere, Uhudlara, Hendeklere... seriyye ve gazalara yol açtı.. Şirk, Allah'a ortak koşan çarpıklık, insanlığı hidayetin önüne set olmaya kalkışıyordu. Halbuki yüce Allah öyle dilemişti. O, hem habib, hem resuldü. Ezelde; başlangıcı olmayan zamanlar ötesi zamanlarda, zamansızlıkta O'nu kendine sevgili seçmiş ve aşk makamının aşılmaz tecellisi sonucu kâinatı, canlı-cansız, ins-cin her ne var ise O'nun yüzüsuyu hürmetine halketmişti. Okyanusların en dip derinliklerinden fezanın en meçhul yüksekliklerine, en meşhurundan en meçhulüne gezegenlere varıncaya kadar insan, hayvan, cansız; mevcudiyetini O'na borçlu. Bu gece O'nun mevlid, doğum vakti. O ihtişamlı seher, zamanın döne dolaşa tekrarladığı ulu armağan. Allahü teâlanın O'nun vasıtasıyla kullarına en büyük ihsanı Kur'an-ı kerîmdir.. Kur'an-ı kerîm ve ehli beyti O'nun mirası.. . Şimdi aydınlık Medine şehrindeki mubarek kabrinde insanın bilemeyeceği bir hayatla diri. Mevlid kandili, bir çok ülkede bayram, sabahlara kadar kutlanıyor. İnsanlığın modern zamanların bunaltıcı havasından yıldığı bir dönemde mevlid, en rahatlatıcı sebep. İnsan, bir parça kendini dinlemeli, uzlete, itikâfa, bir köşeye çekilmeli. Kendi kendiyle hesaplaşmalı. O'nu ne kadar tanıdığını, ne kadar sevdiğini, bir mü'min olarak ne derecede temsil ettiğini riyasızca kendi kendine itiraf etmeli. O'nun doğum gecesi, güzellikler için ne iyi vesile. Bu geceden sonra yarınlara yepyeni bir insan olarak doğabilenlere ne mutlu. O, ezelden ebede, başlangıçsız zamanlardan sonsuz zamanlara. En... Üstün insan... En güzel insan.. En yüksek Peygamber... O'na selam, yolunda gidenlere rahmet olsun. İnsanlık, tez zamanda düştüğü bu bataklıktan, karanlıktan kurtulup sahile, ayıdınlığa kavuşsun.
.
Hamidiye 100 yaşında
25 Mayıs 2002 01:00
Her canlı gibi insan da suya muhtaç. İslam cemiyetlerinde suyun çok ayrı bir yeri var. İslam medeniyeti, aynı zamanda bir su medeniyetidir. Bu medeniyette temizlik, vazgeçilmez bir yaşama biçimidir. Üstelik o temizlik, zaman zaman ilahi buyruk gereği yapılır. Abdest, gusl abdesti suyla alınır. Bebek doğunca suyla yıkanır, hasta ölünce suyla gasledilir. Türklerin hayatı suyla haşır-neşirdir. Ecdadımız, kadını-erkeğiyle sayılamayacak kadar çok sebil inşa etmişlerdir. Sebep yine İslam medeniyeti. Sevgili Peygamberimiz -aleyhisselam- buyuruyor ki "günahı çok olan, çok su dağıtsın.." Hiçbir mü'min, kendini günahsız görmez. Onun için ecdat, masraflarını karşılayarak vakıflar inşa etmiş. Onların hemen yanı başında da sebillerden billur sular akıtmıştır. Sultanahmet Çeşmesi, bir sebildir. Aynı şekilde en ücra köyde de bir sebile rastlamak mümkün. Suyla yaşamak seçkin zevklerin gelişmesine de vesile olmuştur. Suya dair en güzel şiirler Türkçe'dedir. Fuzuli'nin Su Kasidesi, vadisinde çağıldayan bir şaheserdir. Peygamber aşkı suyla dile getirilir. Orada sanki su keser. Su şiirleri, sebillerde, çeşmelerde suyla alakalı ayetlerle beraber aynı zamanda hüsnü hat sanatına da fevkalade örnek teşkil ederler. Önceki nesillerde suya dair yüksek bir damak zevki gelişmiştir. Osmanlı Türkleri, İstanbul efendileri, hanımefendileri su dolu kalaylı maşrapadan bir yudum aldıklarında onun menbaını hemen bilirlerdi. Karakulak, Çırçır, Hamidiye, Kayışdağı... gibi. Dünkü hayatımızda yalnızca "Terkos" kelimesi yoktu. Fatih Sultan Mehmed Han'ın 30 Haziran 1453 tarihli fermanı suya dairdir. Arz üzerine eski yollar tamir edilerek şehre su getirilmesini irade buyurur. Nüfusun arttığı devirlerde su sıkıntısının yaşandığı olmuştur. Sultan II. Abdülhamid Han, İmparatorlukta yeniden yapılanmanın mimarıdır. Demiryolundan su ihtiyacına, eğitime kadar hemen her sahada büyük hamleler gerçekleştirir. 1898-99'da İstanbul ahalisine yeni bir su imkânı sunulması için proje çalışmaları başlatır. Neticede Kemerburgaz'da düşük sertlikte leziz bir su bulunur. Projeyi İTÜ'nün halefi Hendese-i Mülkiye'de su dersleri veren Hulusi Bey hazırlamıştır. Bu suya "Hamidiye Suyu" ismi verilir. Bu vesileyle yapılacak sebilleri de Sultan bizzat çizer. Onlardan biri Hamidiye Camii'nin bahçesindedir. 1899'da projesi bitirilen Hamidiye Suları, 26 Mayıs 1902'de Kemerburgaz'dan adam boyu künkler ve pompa istasyonlarıyla İstanbul'a ulaşır ve sebillerden akmaya başlar. 1979'da Belediyeye devredilerek şirketleşen Hamidiye Suları şimdi, IBWA/ Avrupa Şişelenmiş Su Birliği tarafından 5 dalda ödüle layık görülmüş bulunuyor. O, artık bir dünya markası. 26 Mayıs 2002 İstanbul çeşmelerinden Hamidiye Suyu'nun 100. akma yılı. Bu münasebetle İstanbul Büyükşehir Belediyesi, İSKİ ve Hamidiye Kaynak Suları Aş, zengin etkinlikler içindeler. Hamidiye Camii'nin avlusundaki sebilden 100 adet döktürmüşler. 99'u İstanbul semtlerine dikilecek. 1'i de Viyana Belediyesinin isteği üzerine oraya gönderiliyor. Viyana'daki o sebilden Barış Suyu akacak. Ayrıca Fotoğraf Sergileri, Su Şiirleri Gecesi... gibi faaliyetler de var. Ümit ederiz Hamidiye Sebillerinin eskilerinden de sular akar. Onu da bekliyoruz. Ayrıca eskiden olduğu gibi şişelerin üzerinde vakfın bânisi sultanın tuğrası yeniden yer alır. Bu da vefa gereği lazım. Dünden bugüne hizmeti geçenler su gibi aziz olsunlar... Su, sevaba akar.
.
Fetihte Fatih
29 Mayıs 2002 01:00
Kâinatın Efendisi'ne -aleyhisselam- ait mukaddes Hırka, Fatih semtindeki Hırkayı Şerîf Camii'ndedir. Hırka, Osmanlı Türkleri zamanında bu camiin yanında bulunan ve bugün ilçe milli eğitim müdürlüğü olarak kullanılan Karakol tarafından korunurdu. İstanbul'u fetheden Kutlu Emir, vefatından bugüne ismiyle zikredilen camiin bahçesindeki türbededir. İki zirve isim de aynı bahçede yatıyor. Mecelleyi Ahkâmı Adliye nam muhteşem abidenin hazırlayıcısı Ahmed Cevdet Paşa ve Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa. Mısır, Arabistan. Ürdün Filistin ve Suriye'nin Fatihi, hilafetle emaneti mukaddeseyi yurdumuza nakleden yavuz hükümdar Yavuz Sultan Selim Han'la yenilenme hareketinin unutulmaz ismi Abdülmecid Han ise Haliç'e nâzır Yavuzselim Camii haziresindeler. Fatih, fetihten önce mühim bir semtti. Bizans'ın meşhur aileleri Haliç kıyılarındaki sahilhanelerde ikamet ederlerdi. 29 Mayıs 1453'ten son zamanlara kadar bu ehemmiyetini muhafaza eyledi. Sultan ibn'is Sultan Mehemmed Han-ı Sani daha pek genç yaşta Konstantiniyye'yi zapteylediğinde Ayasofya'yı İslamla şereflendirmekle kalmadı. Nüfusu da Türkleştirme cihetine gitti. Bu cümleden olarak devlet, "Fatih"e Karaman'dan, onun eteklerindeki bölgeye de Aksaray vilayetinden nüfus iskan eyledi. Devletin merkezi Topkapusu Sarayı, hükümet merkezi de Babıâli olduğundan yakınlığı münasebetiyle Fatih ilmiye/akademisyenler, seyfiyye/askerler kalemiyye/bürokratların da merkeziydi. İmparatorlukta en temiz Türkçe bu mühitte konuşulurdu. Her bakımdan seçkindi Kaza, evliya ve ulema merkezidir. Nakşibendiyye büyüklerinden Mehmed Emin Tokadi hazretleri meşhur Zeyrek'tedir. Fatih semti, aynı zamanda Ortodoks dünya için de pek ehemmiyetlidir. Ortodoksluğun ruhani merkezi Fener Mahallesindeki Patrikhanedir. Tarihi Darüşşafaka Lise binası, ismini verdiği cadde üzerindedir. Fatih'in envanterini çıkartmaya en az 5 cildlik hacimli kitap gerekir. Tarihi insanlık geçmişi kadar eskidir. Şurada sözünü ettiğimiz "Fatih" denince akla gelendir. Yedikule Sahillerinden Haliç kıyılarına kadar yayılmış ilçeyi kastetmiyoruz. Bu sahada da Bizans'tan, Osmanlıdan çok sayıda eser mevcut olmakla birlikte esas nüve, resmettiğimiz merkez: Hırkayı Şerif Camii, Fatih Camii ve Yavuzselim Camiiçevresi. Bu alan bugün inanılmaz derecede ihmale uğramıştır. Ne ağaçlandırmadan hakkını alır, ne sokak, cadde ve kaldırımları inşa edilir, ne temizliği yapılır. Fatih, Haliç Caddesi, Darüşşafaka Caddesi, Yavuzselim Yokuşu, Çarşamba, Fener, Balat, Draman... modern şehircilik hizmetlerinden mahrumdur. Darüşşafaka Lisesi'yle önündeki Mekke Kadısı Kazasker Ahmed Raşid Efendi'ye ait türbe yıkıma terk edilmiştir. Ne yazık ki Ziraat Bankası bu liseyi türbe dahil olmak üzere satın aldıktan sonra unutmuş, ikazlara da kulağını tıkamıştır. Lisenin çatısı çökmeye başladığı gibi bahçesi de çöplük olma yolundadır İstanbul'da hiçbir semt ihmale gelemez. Fatih semti hiç gelmez. Burası aynı zamanda turizm merkezidir. Kadir Has Üniversitesiyle Haliç Üniversitesi, Çapa, Cerrahpaşa,Tıp Fakülteleri Fatihte'dir. Surlar, su yolları büyük kısmıyla orada. Fatih semtinin önem ve değerini isbata kalkışmak gereksiz. Bu, güneşin faydasını izaha benzer. Belediyenin, İl Turizm Müdürlüğünün, Vakıfların, Anıtlar Yüksek Kurulunun, Valiliğin, sivil toplum kuruluşlarının vs. el ele vererek semte sahip çıkmaları icap eder. Ortada bir kasıt elbette yok İhmalse mevcut. İhmale yol açan sebeplerden biri ilçenin coğrafi genişliğidir. Cerrahpaşa'nın bir sokağına yapılan masraf da Fatih Belediyesinin bütçesinden çıkıyor. Onun için bugünkü Fatih ilçesini ikiye ayırmak lazım. Adnan Menderes Anacaddesi ortada hudut olsun. Batısı Fındıkzade, doğusu Fatih. O zaman mesele büyük nisbette hallolur. Bakırköy küçüldükten sonra güzelleşti Aynısını Fatih'te de yapmalı. Fatih'in kalkınmasını engelleyen diğer faktörse Çarşamba Pazarıdır. Fatih, kendi haline terk edilerek Fetih kutlanamaz.
.
MHP, ne yapmak istiyor?
30 Mayıs 2002 01:00
'AB'ye ilk müracaatımızı yapan DP/Demokrat Parti'dir. Sene 1959. Eğer 1960 Darbesi olmasaydı, Menderes iktidarı, devam edecekti. O takdirde bugün Avrupa Birliği'ndeydik. Malum darbenin görünmeyen zararlarından biri de budur. Milli Görüş hareketi, Erbakan ağzından hep AB'ye tavır koydu. İddiaya göre 'AB' bir Hırıstiyan kulübüydü. Türkleri Hırıstiyanlaştırma planıyla karşı karşıyaydık. Son iki partileri hariç devamlı bu fikrin takipçisi oldular. Çıkmaza düşme sebeplerinden biri bu siyasettir. 1978'de 'AB' Yunanistan'la birlikte Türkiye'yi de ortaklığa davet ederken devrin başbakanı Ecevit, "onlar ortak, biz pazar olacağız" endişesine kapılarak daveti reddetti. O gün Türkiye, davete icabet edip Avrupa'nın ortağı olsaydı sonraki yıllarda bazı badirelere sürüklenmeyecektik. '80 Darbesi yapılmayacaktı. AB mensubu bir ülkede Türkiye'yi 12 Eylül'e götüren anarşi, yaşanmayacaktı. Kürt bölücülüğü ile karşılaşmayacaktık. Kabaca şöyle bir hesap yapılabilir. AB'ye girmemek bize 35 bin insan kaybı ve 200 milyar dolar zarara yol açmıştır. Kazanılamayanlar ayrı. AB, bir tarihte Türkiye'yi davet etmişti. Şimdiyse onun peşinde olan Türkiye'dir. Ülkemiz, üye değil, aday da değil. Aday adayı. Tam üyelik müzakerelerini başlatmak istiyor. Bu maksatla mevzuatını yeniden düzenliyor. Son zamanlarda AB, gündemin en mühim maddesi. Daha da tırmanacak. Şu günler iyi değerlendirilmezse bir fırsatın kaçırılma korkusu var. Her gün toplantılar, açık oturumlar yapılmakta, her gün beyanatlar verilmekte. Elimizi çabuk tutmamız için yapılan ikazlar lüzumsuz sayılamaz. Zamanında Menderes hükumeti, NATO'ya girmeseydi şu gün Rusya'nın bu teşkilata dahil edilmesi şartları kararlaştırılırken Ankara sadece seyirci kalırdı. Şimdiyse birinci dereceden tarafız. Söz hakkımız, veto yetkimiz bulunuyor. Kuzey Atlantık Paktı'na, Kore'ye asker verme fedakârlığıyla kavuştuk. Nimetlerini şimdi topluyoruz Sadece askeri alanda değil sporda bile. Türk Milli Takımı Seul'de kendi seyircisi önünde gibi. İmkânlar, fırsatlar, fedakârlıklarla hatta bazen bile bile bağra taş basarak elde edilebiliyor. Bir gün şöyle bir tehlikeyle karşı karşıya kalabiliriz. Bırakınız Almanya'yı, Fransa'yı, İtalya ve İngiltere'yi... Macaristan, Romanya, Bulgaristan, Kıbrıs Rumları hatta Azerbaycan AB'de ve milli gelirleri vatandaşımızın 5-10 katlarındayken Türkiye dışarıda kalmış olabilir. O günler dünyasında NATO, AB'nin silahlı gücüdür. Bu kuvvet, komünist Rusya'ya karşı kurulmuştu. Şimdi Rusya aynı teşkilata dahil oluyor. Öyleyse yarınki dünyada NATO'nun kazanacağı fonksiyonu görmek mümkün. O vakit Türkiye, NATO'da zor barınır. Buna kimsenin şüphesi olmasın. Zaten öyle bir dünyada Türkiye, iyice fakir düşmüş bedbaht bir dünyalı kalır. MHP, meselenin tarihi seyrini ve istikbalini nasıl görmüyor? Mukayeseleri nasıl yapamıyor. Şunu da anlamak hayli zor... Devlet Bahçeli, açıklamasını yapmak için neden Çin'i seçti? MHP'den beklenen Çin'e gitmiş bir genelbaşkanın Doğu Türkistan derdine derman olmasıdır. O derde dair hiçbir açıklama yokken AB külliyen reddediliyor. Şartlar bu anlama gelmekte. Keşke uygulanabilir maddeler ileri sürülseydi. Öcalan'ın F tipine naklini istemenin meşru mazeretleri vardır. KADEK'in terör listesine alınma talebi de doğrudur. Ancak uluslararası andlaşmalarla bağlı olduğumuz AİHM karalarını hiçe saymak mümkün değil. Nitekim asker de tavrını netleştirdi. Bu kurum da ömürboyu ağırlaştırılmış, affı mümkün olmayan müebbetten yana olduğunu açıkladı. Yalnız kalmış bir MHP ne yapmak istiyor? Herhalde... Kızgınları, küskünleri, gücenmişleri bu yolla tatmin etmeyi düşünmekte. Kaçan oyları böylece tekrar toparlamak arzusunda. Çıkışın başka türlü izahı çok zor. Bahçeli, şartlarında ısrarcı olursa bir MHP-ANAP sürtüşmesi çıkabilir. O takdirde başbakanın hastalığıyla dağılmayan hükumet bu sebepten dolayı bitebilir. MHP belki de bunu yapmak istiyor. "Prensiplerimizden taviz vermemek uğruna hükümetten çekildik" demek için bunu yapıyor olabilir. Hadise o kadar basit değil. Kayıp büyük, vebal ağır olur. Şayet varsa dövüşerek çekilme stratejisi bu yükü kaldıramaz. Çünkü bir zaman sonra da tarih, 27 Mayıs gibi, Ecevit gibi, Erbakan gibi Bahçeli'yi de yargılar. Türkiye, basit bir Balkan veya Kafkas veya Akdeniz veya Ortadoğu veya Asya ülkesi değil... Bunlarla birlikte Avrupa devleti olmak zorunda. Bize artık bölge devleti olmak bile yetmez. Dünya devleti olma AB'den geçer.
.
Türklerin Rumeli'ye çıkışının 650. yıldönümü
31 Mayıs 2002 01:00
Türkler, ilk defa 31 Mayıs 1352'de şehzâde Süleyman Paşa komutasında sallarla Çanakkale sahillerinden Rumeli'ye geçmişlerdir. Çimpe Kalesi'ne çıkan Osmanlı kuvvetleri, burayı üs olarak kullanıp Avrupa fütuhatına başladılar. İlk olarak 1354 tarihinde Gelibolu şehri ele geçirildi. Sultan Murad-ı Hüdavendigâr'ın 10 yıl sonra 1362'de Edirne'yi zaptetmesini takiben Rumeli Eyaleti kuruldu. Beylerbeyliğine de Lala Şahin Paşa tayin edildi. Eyalet merkezi, Edirne'nin ardından Sofya'dır. 1683'e gelince Manastır merkez oldu. Fetihlerle Balkanlar Türkleşti. İslamiyet, yerli halk arasında da sür'atle yayıldı. Buna sebep Osmanlı Türklerinin güzel ahlakı, adalet ve örnek hayatlarıdır. İlim ve irfanımız Edirne, Üsküp, Prizren, Saraybosna, Kosova, Bosna, Sofya Filibe, Varna, Atina, Selanik, Gümilcine gibi yüzlerce şehir, kasaba ve köyde yayılıp kökleşti. Rumeli topraklarını Türkleştirmek maksadıyla Anadolu içlerinden buralara nüfus iskân edildi. Onlardan askeri sınıfta yer alanlara Evlad-ı Fatihan ismi verildi. Evlad-ı Fatihan, hudut boylarında vazife yaptılar. Vergiden muaftılar ve bazı imtiyazları vardı. 1697'deki bir yoklamada sayıları 1116 Hanede 16.582 kişi olduğu tesbit edilmiştir. Teşkilat, 1845'te neşredilen bir fermanla kaldırıldı. 1864'teyse eyalet sistemi yerine vilayetler kurulmuştur. Böylece Rumeli'de Tuna, Bosna, İşkodra, Yanya, Manastır, Selanik, Kosova ve Edirne vilayetleri oluşturuldu.. Rumeli koşumuz, uzun ve şerefli bir yolculuktur. Koşu tâ Viyana'ya kadar sürer. 1293/1876'daysa müthiş bir felaketle karşılaşırız. 1912 Balkan Harbiyse ikinci büyük felakettir. 1682 Viyana bozgunu,1876 ve 1912 Mağlubiyetleri geri dönüşün kilometre taşlarıdır. Nüfus 1876 ve 1912'de katliamdan kurtulmak için sel gibi payitaht İstanbul'a akmıştır. Buradan doğu Anadolu'ya kadar yerleştirilirler. Buna rağmen Rumeli'de çok ciddi bir nüfus kalır. Şu var ki aileler parçalanmıştır. Sıkıntılar artar. Kalanlar da göçmek isterler. Cumhuriyet hükümetleri ısrarlara dayanamaz ve kapıları açarlar. Rumeli içimizdeki büyük yaradır. Mithat Paşa'nın lüzumsuz inadıyla 1293/1876 Muharebesine girilmesiydi, sonraki felaketler, başa gelmeyecek, milyonlarca kilometre kare vatan toprağı elden çıkmayacaktı. Yukarıda sıraladığımız vilayetlerden bugün sadece Edirne, Türkiye topraklaırnda. Oysa bir Selanik'in kaybı daha dündür 1920. Rumeli Türkleri, temiz insanlar. Çalışkanlar. Oralarda yerli kültürümüzü her cephesiyle zenginleştirerek devam ettirmişlerdir. Şu ân dahi Rumeli'de kalanlar da buralara göçenler de o kültürü devam ettiriyorlar. Dayanıp kalanlara şükran borçluyuz. Kolay değil. Mülk sahibiyken azınlık oldular. Azınlık psikolojisine tahammül sabır ister. Türklerin Rumeliye geçişi Amerika'nın keşfinden 150 yıl önceye tesadüf etmektedir. Mânâsı çok büyük. Onun için 39 Rumeli dernek ve vakfı bir araya gelerek çok yönlü etkinlikler tertiplemişler. Mesela. Gelibolu ziyareti. Rumeli tarih, sanat, edebiyat ve mimarisinin inceleneceği 650. yıl sempozyumu. Askeri ve stratejik açıdan Balkanların tartışılması. Balkanlardaki Türk siyasetinin masaya yatırılması, Rumeli pikniği, tiyatro, resim sergisi, defile, kermes...gibi.. Ata yurdundaki nüfusun çoğalarak devam etmesi lazım. Onların temsilcisi oldukları kültürümüzün de yaşaması gerekiyor. Bu Türkler, bugün Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, Makedonya, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Kosova, Sancak, Batı Trakya gibi devlet ve idarelere dağılmış bulunuyorlar. Memleketleriyle Türkiye arasında dostluk köprüleri kurmaktalar. Onun için onların unutulmaması şart. Bunu teminle mükellef birinci unsur da zamanında gelmiş olan dedeleri, babaları veya kendileridir. Bu sebeple Türklerin Rumeliye Çıkışı'nın 650. Yıldönümünün kutlanması çok değerli bir teşebbüs... İstanbul'un Fethinin hemen ardından yapılması yerinde olmuştur. Böylece lisanı hal ile şunu diyoruz. AB daha dünkü kuruluş. Biz 650 yıldır Avrupa'dayız. .......... www.turklerrumelide650.com info@turklerrumelide650.com
.
İsraf sel gibi...
1 Haziran 2002 01:00
Semt pazarlarını bilirsiniz. Pazar kalkıp, pazarcı esnafı, oradan ayrıldığında bazı fakir hanımların, döküntüleri karıştırıp nafakalarını arama sıkıntısına düştükleri hep görüldü. 'Milenyum' diye girilen yeni bin yılda onlar, kalmayacağına, hiç değilse azalacağına arttı. Eskiden çer-çöp arasından sağlam domates, biber arayan o kadınlarının sayısı 3-5 idiyse bugün birkaç misli. Sebep, kriz. Ekonomik kriz çok belleri büktü. Nice namuslu aile reisi, ev kadını, bugün gözyaşını içine akıtmakta. Gördüğünden geri kalmış binlerce haysiyetli vatandaş, sabırla hayata dayanıyor. Kriz çıkınca devlet, tasarruf tedbirleri almıştı. O kararlara göre kamu kurum ve kuruluşları israftan kaçınacaktı. Lafta kaldı... Hayaldi, yalan oldu. Mevzubahis kuruluşlar, dün olduğu gibi bugün de bir yağma hayatı sürmekteler. O kokteyllere, resepsiyonlara bir gidiniz de israfın sel olup akmasını gözlerinizle görünüz. En sudan sebeplerle geceler tertiplenmekte, ödül, şu-bu adı altında herkese mavi boncuk dağıtılmakta. Bir riyakâr hayat ve ucuz şark kurnazlığı. Bu gecelerde "açık büfe" ismi altında yemeğin envai çeşidi oluyor, alkollü içeceklerin hepsi mevcut, meyvenin, tatlının bin türlüsü tepsiler, tabaklar dolusu. Şık beyler, dekolte bayanlar bu gecelerin müdavimleri. Yedikçe yiyor, içtikçe içiyorlar. Nasılsa bedava. "Beleş sirke" baldan tatlıdır demişler. Bu masraflar, kimin kesesinden? Harcamayı, kamu kurum ve kuruluşunun başında olanlar, kendi keselerinden yapmıyorlar. Hiç mümkün mü? Öyle civanmertler artık mevcut değil. Mesela böyle bir daveti veren bakandan rica etseniz; dilenmemek için utana-sıkıla semt pazarında nafaka arayan fakir kadınlardan üçüne-beşine birer haftalık geçimlerine yetecek bir parayı bin dereden su getirerek vermez. O para, kendi cebinden çıkacaktır. Sıra milletin parasından harcamaya gelince eksiklerin ne olduğuna bakılır. Kriz devam ediyor. Halk, her gün biraz daha fakirleşiyor. Bir kesimse Pompei'nin Son Günlerinde gibi. "Kriz" diye bir sözün ortalıkta dolaştığını işitiyorlarsa da ne olduğunun farkında değiller. Hatta mübalağa yapıldığını bile iddia etmekteler. O kesimin başını kamu kurum ve kuruluşları çekmekte. Özel sektörün dahi buna hakkı yokken o kuruluşlar inanılmaz israflar içindeler. Niyete, maksada gelince... hiç de halis değil. O yerin başında olan şahsın görevdeki ömrünü 3 gün daha uzatmak. Bu kokteyl, resepsiyon müsrifliğine tez zamanda son verilmeli. Bir tarafta semt pazarlarında utandıran manzaralar, diğer tarafta saraylarda salonlarda göz kamaştıran debdebeler. Bu adaletsizlik gök kubbeyi bir gün çökertir. Yetimin yoksulun hakkı yenerek iflah olunmaz.
.
Sıcak yaz
1 Haziran 2002 01:00
Mevsimler değişmedi; değişiklik insanlarda. Şehirleşme kültürü arttıkça ağaç, yeşilin güzelliği ve temiz çevre daha bir fark ediliyor. Şehirlerimizde arzu edilen miktarda olmasa bile 10 yıl önceye göre ağaç sayısı çok daha fazla. Dolayısıyla ağaç yağmuru çekiyor, yağmur yeşili arttırıyor. Hazirana rağmen serinliğin devam etmesi, yağmurların dinmemesi bundan. Sonraki yıllarda Yazlar daha serin ve yağmurlu olabilir. Ülkemiz için kullanılan o meşhur cümle "yazlar sıcak ve kurak, kışlar ılık ve yağmurlu" ileriki yıllarda coğrafya kitaplarından çıkartılabilir. Köyde yaşayan için yeşil, pek de hasret konusu değildir. Köy insanı, kendini bildiği yaştan itibaren yeşille, akar suyla, dağla tabiatla iç içedir. Şehirli bunlardan mahrum. Şehirleşme başladığında yeni nüfus, şehir kültürünün parçası olan ağacı, çiceği fark edemedi. Onlar biraz da yabancısıydı. Köyde meyvalı ağaçlar vardır. Elma, ayva vs. gibi. Tarlalar ekilip biçilir. Su başlarında salkım söğütler saçlarını suya daldırır, tarla kenarlarında kavaklar, yıldızlara dokunmak ister. Dağ yamaçlarıysa meşelerle, makilerle bazı yerlerde çamlarla doludur. Bir de patika yollar boyunca iğdeler havaya genzi yakan hoş rayihalar katar. Buna karşılık çınar şehre mahsustur, her köyde görülmez. Keza at kestanesi, akasya, ıhlamur da öyle. Köyde gül, daha ziyade bahçe çiti görevi yapar. Şehrin mor salkımı, filbahrisi, hanımeli benzeri kokulu ağaçları köyde pek yoktur. Onun için köyden gelenler önceleri kavakları ve söğütlerini de beraber getirdiler. Koyun ve keçilerini getirdikleri gibi. Sonra bunlar terk edildi. Şimdi kavaklar kesiliyor. Kavak belki de şehirle uyuşmadı. Veya uyuşan cinsi seçilemedi. Yoksa şehre ilk defa kavak dikilmiyor. Şehir kültürü yerine oturdukça medeniyet gelişecektir. Düne göre haylice mesafa alınmıştır. Daha da alınacak. Alınması gereken mesafeler arttıkça yaşanabilir çevre alanı çoğalacak, yeşil artacak, hava daha temiz, deniz daha berrak olacaktır. O zaman yazları tamamen yağışlı bir ülke olabiliriz. Şimdilik belediyeler, ağaçlandırma yapıyor. Aslında vatandaşın da belediyeye yardımcı olması lazım. Mahalleli sokağını, caddesini, parkları, ortak bahçeleri ağaçlandırmalı. Yalnızca yazlığı düşünmek bencillik olmaz mı? Yazlıkta en fazla bir ay geçiyor, mahallede bir yıl. Belediyeler, şehirleri hakkıyla ağaçlandırdıktan sonra bakışların şehirleri çevreleyen çıplak dağlara dönmesi gerekir. Çok az vilayetimizde etraf dağlar zümrüt gibi. Bilhassa doğuda onlar, insanı hayrete düşürecek kadar ağaçsız. Bu ağaçsız dağlar, büyük kusurumuz, ayıbımızdır. Avrupa'da böyle bir manzara göremezsiniz. Batıda evler, mahalleler orman içine kurulmuş gibi. Yetmez. Balkonlar, pencereler kırmızı köpüklü sardunyalarla göz alıcı bir renktedir. O zevk, eskiden bizim hayatımıza da hakimdi. O hanımlar, yağ kutularına küpeliler, mercanlar, fesleğenler, zambaklar, lâleler diker, kedileri gibi, çocukları gibi onları seve-okşaya büyütürlerdi. Şimdilerde balkonlar, pencere önleri, apartman bahçeleri haylice fakir. Medeniyeti hanımlar zenginleştirir. Dünkü kadınlar, çiçeği sadece saksıya dikmemişlerdi. Onlar, asırdan asra devam etsin diye göz nurları ve sabırlarla yemeni çevrelerine de taşımışlardı. Herkese biraz gayret düşüyor. Ağaçla zenginleşecek, çiçekle güzelleşecek, yeşille huzur bulacağız. Bereketli yağmurlarla ömürler uzayacak. 600 yıllık-700 yıllık çınarlar, yurdumuzdan başka hangi memlekette var?
.
Elazığ buluşması...
4 Haziran 2002 01:00
Elazığ, vilayet nüfusu 600 bine yaklaşan bir şehrimiz. Doğu-batı yollarının kavşak noktası. Bu yıl, "Elazığ Ticaret ve Sanayi Fuarı"nın ikincisini yaşıyor. Fuar alanı tıklım tıklım. Katılımcılar fevkalade memnunlar. Ayrıca Elazığ, Elazığspor'un Süper Lig'e çıkması dolayısıyla da sevinçli, Elazığ, Türkiye'yi aydınlatan şehir. Yurdumuz büyük ölçüde Keban barajından gelen elektrikle aydınlanmakta. Şehir, baraj suyu ve Hazar Gölü ile bir yarımadaya dönmüş. Baraj gölünde arabalı vapur çalışıyor. Fırat Üniversitesi, 18 bin öğrenci kapasitesi ve eğitim kalitesi ile bir kısım batı üniversitelerinden çok ileride. Üniversite hastanesi bazı özel hastanelerden mükemmel. Üniversitenin çam ormanı her şeye değer. Dünyanın en kaliteli mermeri Alacakaya'da çıkmakta. "Elazığ Vişnesi" denen mermer Elazığ'ın dünyaya armağanıdır. Elazığspor'un iki renginden biri olan bordo, bu mermere işarettir. Diğeri deniz mavisiyse "iç deniz"in sembolü. Ferro-krom tesisleri Elazığ'dadır. Elazığ çilekte de emsalsiz. O meşhur kokulu Osmanlı Çileği, üretildiği köyün ismine izafeten Kuyulu Çileği olarak Elazığ'da yetişiyor. Paşa Armudu yendiğinde parmaklar birbirine yapışacak gibi olur. Bu armut, Elazığ topraklarına mahsustur. Elazığ'da vişne apayrı güzelliktedir. Kirazı kirazdır. Elazığ'ın Öküzgözü ve Boğazkere Üzümü üzerine üzüm olamaz. Mollaköy Kavunu, kavunun tâ kendisidir. Elma yine ayrı bir lezzettedir. Dut tazesi, kurutulmuşu ve dut-unu'yla yenir. Leblebisi ayrı güzelliktedir. Karakovan balı enfestir. Hormonsuz, tabiî gıdanın merkezi Elazığ'dır. İçliköfte, Bulgurluköfte, Harput Çorbası, Tırnak Ekmeği ve Peynirli Pide Elazığ'ın damak zevkine şahane örneklerdir. Peynir, lor, çökelek, Şavak... diye her çeşidiyle uzar gider Alabalığın en lezizi Elazığ 'denizleri'ndedir. Elazığ'da kurulan turşu sofraların vazgeçilmez çeşnisidir. Patlıcan salamurasının kokusu metreler ötesinden alınır. Çedene Kahvesi Elazığ'a mahsustur. Yöreye şöyle bakabiliriz. Elazığ, 3 turizm koluna birden açık. İnanç turizmi. Mutfak turizmi. Ve tabiat turizmi... Bu 3 turizmin üçünü birden aynı iklimde bulmak her zaman mümkün olmaz. İnanç turizmine çağrı yapan meşhur Harput'tur. Bir kartal kadar vakur, bir evliya gibi munis "Yukarı Şehir", Selçuklu ve Osmanlı mimari eserleriyle sanki bir açık hava müzesidir. Orada evliya ve ulema kabirleri, menkıbeleriyle birlikte ayrı bir zenginlik ve huzur vesilesidir. Mutfak kültürünün bir kısım ürünlerinden bir nebzecik bahsettik. Tadıldığında az yazıldığı görülecektir... Tabiata gelince. Yemek yiyip çay içilebilecek Harputkalesi, temmuz sıcağında buzlarla karşılaşacağınız Harput Buzluk Mağaraları, dünyayla yarışacak manzarasıyla Hazar Gölü, şifalı içme ve Kaplıcaları. Daha başka değerler de var. Kadınların başlarına örttükleri yemeniler bin türlü motifiyle el emeği göz nurunun nadide örneklerini teşkil ederler. Halı, nakış nakış, çeşit çeşittir. Hediyelik eşya her seçime hitap etmekte. Bir mekânda yalnız başına tabiat veya yalnız başına tarih, noksandır. Bunlar, Elazığ'da birbirini tamamlayan ahenk içinde. Harput-Elazığ, 1000'li yıllardan itibaren Türklerin elindedir. Düşman hiç girmemiştir. O yüzden yerleşik kültür çok kuvvetlidir. Âlimi, evliyası, ârifi, hikmet ehli, şairi, münevveri çok olmuştur. Bugün de Elazığlılar misafirperver ve yedirip içirmeyi çok seven hoş sohbet insanlar. Şehir, son asırda daha ziyade bürokrat ağırlıklı kişiler yetiştirmiştir. Öğretmen, subay, hekim, hakim ve emniyet mensubu... Yakın zamanlara kadar çevre iller gibi sanayi ve ticarete layıkıyla ehemmiyet vermemiş. Şimdilerde bu eksikliğini fazlaca hissetmiş bulunuyor. Onun için ciddi bir kalkınma hamlesi içinde. Elazığlı önce bölge şehri... Sonra da ülkenin yükselen yıldızı olma azminde. Hayret edilecek bir hakîkattir ki... Elazığ ne keşfedilebilmiş... Ne de O, kendini reklam etmiş. İşte bu fuarlar bir telafi faaliyetidir. Harput Gülü'ne gelince. Ona yörede "Tebrizî Gül" derler. Kırmızı renkte.. Kokusu, müthiş.. O güzelliği tarif asla mümkün değil. Şu kadarını diyebiliriz. Harput Gülü'nü bir kere koklayan o kokuyu ömür boyu unutamaz. Açmaya başlayınca durup dinlenmeden döker. Harput Gülü'nden yapılan reçel, pembe rengi ve hoş kokulu lezzetiyle her türlü takdire layıktır. Türkiye, iç turizmini hakkıyla ayağa kaldırmış değil. İlleri, insanları birbirinden habersiz. Sanki yaya veya merkep ve develerle aylarca yol alınan zamanlardayız. Memleketimiz, sahip olduğu serveti, vatandaşına da turistlere de hâlâ tam mânâsıyla tanıtamadı. Elazığ'ı gören turistlerin çoğu her sene gelecektir. Üstelik hava yoluyla da kara yoluyla ulaşmak çok kolay. Elazığ, sesi de gönlü de güzel insanlar diyarı. Hükümetlerin Elazığ'ın meselelerine kulak vermesi bütün doğuyu kalkındıracaktır. Hangi mesele denirse... İşte sadece biri. Doğalgaz boru hattı, ilin 24 km kuzeyinden geçerken bu topraklara neden uğramadığını Elazığlı kendine izah edemiyor.
.
Sivas, Susurluk ve Başbağlar...
4 Temmuz 2002 01:00
Önceki gün bazı yayın organlarında Sivas olayları yer alıyordu. Yine öfke vardı, kin vardı, lanet vardı. Ülkemizin böyle bir olay yaşamasına, o olayın her yıl tekrar tekrar gündeme taşınmasına bütün gün sessiz bir iç gündem halinde hayıflandık. Dış gündemimizde hükümeti, Ecevitlerin ibretlik sonlarını, başbakan yardımcılarının istifa etmemekteki veballerini, AB'yi, Milli Takım futbolcularına sorumsuzca bağış yapılmasındaki sakatlığı konuşuyorduk ama içten içe diğer gündemimiz Sivas'tı. Sivas yarasının gün boyu kanaması yetmezmiş gibi akşam da TRT'2 de üstelik bir edebiyat sohbetinde mesele son derecede dramatik bir biçimde işlenip durdu. Dinimizde ölçüler şunlardır. İnsan veya hayvan hiçbir canlının suda boğulması ve ateşte yakılması caiz değildir. Caiz değildir, haramdır, yasaktır ve yapanın cezalandırılmasını gerektirir demek. Diğer taraftan, bir fiilin suç olup olmadığına ancak ve yalnız mahkemeler karar verebilir. İslamiyette de temel hukuk kuralları caridir. İhkakı hakkın yani mağdur veya mazlum olduğuna inanan birinin kendi hakkını bizzat almaya kalkışması yasaktır ve ayrıca suçtur. Hüküm verme hakkı, muhakeme sonucu hakime aittir. Devlet başkanı bile böyle bir salahiyete sahip değildir. Beraati zimmet asıldır yani yargılamayla aksi sabit oluncaya kadar herkes suçsuzdur. Zan ile yakin hasıl olmaz... Bu da şu demek, şüpheden sanık faydalanır. O halde geçmiş yıllarda da defalarca yazdığımız gibi ister Sivas'ta ister Filistin'de, ister Doğu Türkistan'da veya Almanya'da. İnsanın hangi sebeple olursa olsun yakılması vahşettir. Zulümdür, suçtur. Böyle bir hadise insanlıktan zerrece nasibi olan hiç kimseyi memnun edemez. Peki Sivas hadisesi nedir? Sivas hadisesinin ne olduğu, bir grup şair, yazar, aydını kimlerin otelde diri diri yaktığı anlaşılmamıştır. Anlaşılması da kolay değildir. Şu kadarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Hangi fikir ve yolda olursa olsun bu ülkenin hiçbir ferdi öyle bir vicdansızlığı yapacak kadar zalimleşemez. Madımak Oteli'ndekileri birkısım vatandaşlar ateşe verdiyse, Başbağlar köylüleriyle köyünü de intikam saikiyle diğer vatandaşlarımız mı yaktı? Böyle bir iddiada bulunmak mümkün mü? İki itham da yanlış. Madımak Oteli'ni de, Başbağlar Köyü'nü de yabancı ajanlar tutuşturdu. Ajanlar, tâ 1820'lerden beri bu coğrafyada cirit atmakta. SSCB'nin dağılmasıyla oradaki ajanların çoğunun güneye kaydığını unutmamalı. Bu ülkede her dönem bir şekilde fitne çıkartarak huzurumuz bozuldu. O ateşle kin tohumları ekildi. Ne yazık ki o tohumları yeşertenler Türkiye'nin birkısım kısa görüşlü aydınları. Bu nasıl aydınlık ki gözünün biri ve kalbinin yarısı kapalı? Eğer mesele kınamaksa neden sadece Sivas olayları kınanır da Başbağlar unutulur, hatta hiç hatırlanmaz? Yoksa Başbağlar köylüleri şair, yazar ve sanatçı olmadıkları için kaale mi alınmamakta? Orada da köyle beraber bebekler, kadınlar, yaşlılar, hatta ahırdaki hayvanlar yakıldı. Evet, önceki gün yatana kadar bu meseleyle meşguldük. Dün de yine onunla meşgul olduk. Dün, Ertuğrul Özkök, köşesinde çekine çekine bu yanlışlığa temas etmiş. Çekinmesine hiç gerek yok. Hatanın terki gerekiyor. Böyle giderse Kerbela gibi bitmez bir kin ve nefret ortaya çıkacak. Halbuki Peygamber Efendimiz, -aleyhisselam- Veda Haccı'nda kan davasını yasaklamış ve ilk olarak da kendi akrabalarının kan davalarını ortadan kaldırmıştı. Buna rağmen Kerbela şehidlerinin dramı aşırılar tarafından asırdan asra devam ettirildi. Kin, kan davası, husumet sürdürmek bizim toplumumuzun itikad yapısına aykırıdır. Bu itibarla Sivas'ın zanlı şehir olmaktan çıkartılması lazım. Böyle bir imaj bulaştırılmış bir şehrin kederini bu yaz yaşadık. Susurluk'tan geçerken insan, ister istemez şehrin güzelliği ile haberlerde işlenenleri karşılaştırıyor. Orası da kaç yıl boyu töhmet altında kaldı. Ertuğrul Özkök'e bir noktada katılmıyoruz. Bu şekilde anmayalım, tarihi şehrimiz Sivas'ı incitmeyelim, anma gününü şölene çevirelim diyor. Bize kalırsa ikisi de lüzumsuz. Şölen olunca da lanetler tekrarlanacak, kinler tazelenecek. Biz, ölülerini her zaman hayırla yâd eden bir milletiz. İncitmemeye gelince. Sadece Sivas değil, Susurluk da incitilmesin. Başbağlar da incitilmesin. Sivas ve Susurluk dillere pelesenk yapılarak rahatsız edilmekte, Başbağlar'sa hiç hatırlanmayarak
.
Çavuşesku hatırlatması
5 Temmuz 2002 01:00
Vatandaşlarla olan sohbetlerimizde Çavuşesku'yu hatırlattıklarına şahit oluyoruz. Üstelik gayet terbiyeli tonlarda seslendirilen "çekil" ricalarına bayatlamış bir nakaratla "bulun 276'yı düşürün beni" cevabıyla meydan okuyan anlayış, bakınız hangi çağrışımlara yol açıyor. Ne kadar tehlikeli olduğunu izaha gerek var mı? Korkarız bir adım sonra daha da tehlikeli mırıldanmalar başlar. O zaman dikkat kesildiğinizde şunu işitirsiniz. "Şartları oluştuğunda darbeler meşru olur." Kimsenin böylesi olmadık düşünceleri hortlatmaya hakkı yoktur. Ne demek "aksırsam piyasalar etkileniyor?" Aksıracak hal mi kalmış? İstifa etmeyerek piyasaların etkilenmesini önlüyormuş. Korkunun ecele faydası yok. O etki bir gün yaşanacak. Bari bir ân önce ne olacaksa olsun. Üstelik piyasalar bundan daha öte müteesir olmaz. Borsa düşeceği kadar düştü, döviz yükseleceği kadar yükseldi. İşsizler tümen tümen, açlar bölük bölük. Maç rüyası da bitti. Artık herkes acı gerçeklerle yüz yüze. Alınamayan maaşlar, ödenemeyen çekler, senetler, tutulamayan vaadler. Kabaran haciz dosyaları, iflaslar. Onun için bütün medya, bütün sivil toplum kuruluşları, bütün sektörleriyle iş dünyası, sendikalar, yalvar-yakar istifa istiyor. Bunların hepsi mi kasıtlı? Hepsi mi yanlış düşünüyor? Üstelik her ne hikmetse herkes aynı kaygıda. "Aman başbakan incinmesin!" Evet incinmesin ama, ya halk, halkın bırakın incinmeyi içinde kor ateş yanıyor. Şu ân Başbakan Bülent Ecevit, bu tavrıyla yapayalnız bir insan. Kendi partisi bile homurdanmakta. Siz bakmayın bazı öne çıkıp tafralar savuran menfaatçi tiplere. Ecevit'e kayıtsız- şartsız destek veren iki kişi var. Biri Rahşan Ecevit, Biri Devlet Bahçeli. MHP genel başkanı, Ecevit'i eleştirenlere söylediği fevkalade sert sözlerle şaşırttı. Takip edebildiğimiz kadarıyla Bahçeli'nin siyasi hayatında benzeri bir üslup yok. Halbuki herkesten önce, sağduyu gereği, ortaklarını yerinden ayrılmaya Bahçeli'yle Yılmaz'ın ikna etmeleri lazımdı. Hatta "yoksa biz gidiyoruz..." denmeliydi. Bu yapılmıyor. Mesut Yılmaz, hem hükümette, hem değil biçiminde politika yaparken, Devlet Bahçeli, sımsıkı sadakat yolunda devam ediyor. Bahçeli, Rahşan Ecevit'in MHP ve ülkücüler hakkındaki hakaretlerine bile böylesi bir cevap vermemişken şimdi Ecevit'e kol kanat geriyor, o'nun ne kadar sağlıklı olduğunu savunuyor. Acaba aynı durum kendi başına gelseydi, Ecevitler ne yaparlardı? Bu nasıl mantıktır, anlaşılması imkânsız?! Bülent Ecevit de bir fanidir ve o da bir gün şu veya bu şekilde dünyasını değiştirecektir. Ne olacak o zaman? Devlet de devam edecek, piyasalar da. Ne günlere kaldık ey gazi Hünkâr! Peki şu hastane doktorlarının hiç mi kabahati yok? Hipokrat yemini denen metinde "vazife yapamayan, hükümet adamları, bu vazifelerini yapamasalar da reklam için kullanılabilirler" diye bir madde mi var? Bir başbakan sanki reklam filminde oynatılıyor. Doğru değilse doğru raporu yazınız. 70 Milyonluk bir ülke bu muameleye layık değil.
.
Yıkılan hayaller
6 Temmuz 2002 01:00
Yine bir buçuk milyon civarında genç üniversite imtihanına girdi. Bu gençlerin çok azı bir fakülte kapısından adım atabilecek. Bu çok azın da daha azı 4 veya 5 yıl sonra bir mesleğe başlayabilecekler. Her fırsatta herkes genç nüfusumuzun çokluğuyla övünüyor. Bu övünme 21. Asır Türk asrı olacak denebildiği dönemde yerindeydi. Şimdi o gençler perişan olurken kim nasıl övünebilir? Gençler ya işsiz veya ailesiyle problemli veya bir imkân bulup yurt dışına kaçmakta. Üniversite kapısına gelen yahut üniversiteyi bitiren bir gencin ailesine de devlete de ağır rakkamlarla bir maliyeti var. Sonuçsa yüzde 90-95'iyle hüsran. Şunun için yüzdeyi yüksek tuttuk. Bugün gençler ve onların alileleri resmî bir aldatmaca karşısında. Kaç diplomanın hayatta geçerliliği var? Şu haberle çarpılacaksınız. Diplomaların bir kısmının zaman israf belgesi olduğunu biliyorduk ama bu kadarını hayal dahi edemezdik. Geçen gün bir polis yüksek okulunda bize şu bilgi verildi. Polis yüksek okulları iki yıllık ve mezunları düz polis olmakta. Lise mezunları, üniversiteye girdiklerinde isteyenler hayata kısa yoldan atılmak istiyorlarsa iki yıllık okullar meyanında bu okulları da tercih edebilmekteler. buraya kadar her şey normal. Anormal olana gelince. İşte o çok acı. Eğer malumatı kendisine inanıp-güvendiğimiz bir dost vermeseydi şüpheyle karşılardık. Polis yüksek okullarını tercih eden gençlerin en az yüzde 40'ı daha evvel 4-5 yıllık fakülteleri bitirmiş eski mezunlarmış. Kimler? Makina mühendisleri, ziraat mühendisleri vs. Okul yöneticileri de gelişme karşısında şaşırdıkları için sebebini sorduklarında şu cevabı alıyorlarmış. -Fakülteyi bitireli yıllar oldu, iş bulamadık, mecbur kaldık. Eğer bir memlekette makina mühendisi de bu yola başvurmak zorundaysa orada kesinlikle bozuk bir eğitim düzeni vardır. Sırf ideolojik taassup sebebiyle meslek okulları mahvedildi. Türkiye'nin önümüzdeki dönemlerde şiddetle ara insan açığı olacak. Bir tarafta bu açık, diğer tarafta 25 yaşına gelmiş, okur-yazar işsizler. Tabii bunlardan ilim haysiyetinden habersizlerin haberi yok. Onun için gençlere tavsiyemiz şunlar: Üniversiteye girmek için girmeyiniz. Girdiğiniz dalın hayatta geçerlilik durumuna bakınız. Bir yeri asla gönülsüzce seçmeyiniz. Öyle yapacağınıza dişinizi sıkıp bir yıl daha çalışınız. Yine olmazsa ticarete yöneliniz. Bugün ticarrette zirvede olan bir çok ismin tezgâhlardan yetiştiğini unutmayınız. Zenaat, ticaret çok kere diplomadan daha geçerlidir. O makina mühendislerinin, ziraat mühendislerinin ve ötekilerin hayallerinin yıkıldığının görüyor gibiyiz. Karşımıza yeni yıkılmış hayaller yığılmasın. Gençliğin hayallerinin yıkılması ülkenin geleceğinin yıkılmasıdır.
.
Vefasızlığın profili
7 Temmuz 2002 01:00
Hüsamettin Özkan'ın Ankara politik arenalardaki lakabı "yapışık"tı. Daima Bülent Ecevit'le olması, ikizi gibi dolaşması, gölgesi gibi yanından ayrılmaması rakipleri tarafında böyle bir iğneli lakabın üretilmesine yol açmıştı. Tarif, çok da haksız değildi ve Ecevit-Özkan münasebeti ancak mübalağa edilmiş böyle bir yakıştırmayla izah edilebilirdi. Bülent Ecevit'e inanılmaz bir muhabbetle bağlıydı. O'nu bir genel başkandan öte baba gibi seviyordu. Nitekim bu sevginin ne türlü yırtıcılığa dönüştüğünü 19 Şubat 2001 tarihinde bütün Türkiye gördü. İddiaya göre Reisicumhur Ahmet Necdet Sezer, Başbakana anayasa kitabını fırlatmıştı. O, kitabı fırlatınca Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan da ânında aynı kitabı devletin başına fırlatmış ve bir de hakaret savurmuştu. - Nankör kedi. "Nankör, biz seni bu makama getirdik, karşılığı bu mu olacaktı?" demek istiyordu. 125 gram ağırlığındaki bir kitapçık ve iki kelime, Yüzyılın en büyük krizini çıkarttı. Ülkeye maliyeti ne 125 trilyonla ölçülebilir ne de başka rakkamlarla. Kısaca "Hüsam" da denen politikacı, kendini şöyle savundu: - Ecevit'i babam gibi seviyorum. Hadise karşısında dayanamadım. Özkan sevgisinde samimiydi. Ecevit, olmasa rüyasında bile göremeyeceği yerlere gelmişti. Büyük bir sadakatle ikinci adamlık görevini ifa etmekteydi. Pek konuşmazdı. Konuştuğu zaman da ettiği laf şuydu: - Ecevit'le geldim, onunla giderim. Biri genç, diğeri yaşlı iki politikacı. Genç adam, önünde daha uzun bir zaman olmasına rağmen Ecevit'le beraber sahneden çekileceğini söyleyebiliyordu. Bütün bunlar, yerli yersiz, doğru yanlış Hüsamettin Özkan'ın vefa tarafıdır. O, liderine aşkla, sevdayla itaat ediyor, îmâsını emir sayıyordu. Fakat politikada vefa olur mu? Hayatta vefa kalmamışken kaygan bir zeminde vefa ne gezer! Hüsam, birilerinin gözünde ne de olsa taşralıydı. Gözlerinde konağın seyisiydi. Kendine biçilmiş bir rol vardı. Onları yapmakla vazifeliydi. Bir taşralı safiyetiyle kullanıldığını aklının ucundan geçirmiyordu. Hele kıskanıldığını asla. Tabiî ki yanılıyordu. Ortada Rahşan Ecevit denen bir fenomen vardı. O, Bülent Bey'i hiç kimsenin hiçbir sebeple kendinden daha fazla sevmesine tahammül edemezdi. Aynı kişi üzerinde toplanan iki sevgi alttan alta çekişmekteydi. Bu çekişme, bugünlerde gizlenmez oldu ve nihayet taşralı çocuk kapının önüne bırakıldı. Sebep, kahredici cinsten. Başbakana çekil çağrıları yapılırken Hüsam, neden bu çağrıyı yapanlarla mücadele etmemişti? Bir başbakan yardımcısı gazeteler, televizyonlar, radyolar, odalar, sendikalar, sivil toplum kuruluşlarıyla nasıl baş etsindi? Hayır edecekti. Mesela 100 tane anayasa kitapçığı satın alıp, çekil diyenlere fırlatabilirdi. Kargoyla göndermesini de bilmiyor muydu? Her kitapçığa kocaman harflerle "nankör kedi" diye yazar ve kargoya verirdi. Zavallı saf Hüsam, rolünü şimdi anlamıştır herhalde. O hücumlara hücumla mukabele etmekle mükellefti. Bu yapılmayınca yağlı ip, boynuna geçirildi. 57. Cumhuriyet Hükümetindeki bir başbakan yardımcısını o hükümetin başbakanı bile kurtaramadı. Hüsam'ı Rahşan Ecevit'in elinden kurtarmak kocasının haddine mi? Türkiye'yi aynı kadının ilan ettirdiği afla serbest bırakılan sapıkların, serserilerin elinden kurtaran oldu mu? Hüsamettin Özkan olayı bütün Türk politik hayatı için ibretlik bir hadisedir. Politikanın vefasızlığını bundan daha mükemmel ne izah edebilir? Hayatını, istikbalini, dostluklarını genel başkana endeksledi. Cumhurbaşkanıyla dahi onun için kötü oldu. Şimdi bir garip yalnız adam. Ne gideceği bir parti var, ne bir kapı. Halbuki iki ihtiyar, yollarına devam ediyorlar. Herhalde en fazla da ipini çekmek için seçilen çok partili, çok niyetli, çok lafazan adamdan dolayı kederlidir. "Hâşâ kuluna zulmetmez Hudası; herkesin çektiği kendi cezası"
.
Cem, liderlik imtihanında
12 Temmuz 2002 01:00
Mayıs 2001 Dışişleri Bakanı İsmail Cem'le birlikte Kasa uçağındayız, hedef Kosova ve Makedonya. Uçakta üst düzey dışişleri bürokratlarıyla haberciler var. Cem'le yan yana koltuklarda konuşuyoruz. Bir eski başbakan hakkında olduğu gibi mevcut başbakan hakkında da toplumda yoğun bir şekilde fıkralar anlatılmakta. İki kişi bir araya gelse biri diğerine yeni bir başbakan fıkrası nakletmekte. Durumu bakana açıyor ve soruyuruz: -Artık fıkralara konu olan bir insan. Ne yapıyorsunuz, genel başkanlığa aday olmayı düşünmüyor musunuz? İsmail Cem kelimesi kelimesine şöyle dedi: -Valla bizim parti öyle bir yer ki Bülent Bey, çekilmedikçe veya 'ben yokum' demedikçe kimse aday olmaz, olsa da şansı olmaz. -Peki, çekilse veya başka bir gelişme olsa ama bu defa da Rahşan Hanım aday olsa? -Hayır, o zaman kesin olarak varım. İsmail Cem, kimseyi ürkütmeden kendini DSP genel başkanlığına hazırlıyordu. Daha evvel de yazdık. Umumi kaidedir. Kopan kaybeder. Siyasi tarihte misali çok. Cem, bunu çok iyi bilen ve bir istifanın getireceği sonuçları tartabilen kabiliyette bir insan. Onun için istifa sağanağına rağmen ağırdan aldı. Kopmadan, DSP'de kalarak yönetim değişikliğini gerçekleştirmenin imkânlarını yokladı ama olmadı. Böyle bir imâ dahi görmedi. Hüsamettin Özkan, Kemal Derviş, İsmail Cem... Halk bu üçten en fazla son ismi tanımakta. Yeni oluşumun partileşeceği belli. İsmail Cem'in genel başkanlığı altında yeni bir parti kuracaklar. Niçin İsmail Cem? Çünkü, iç ve dış kredisi yüksek. Bir orta Anadolu kentinden vekil seçilebiliyor ve bunu iki dönem tekrarlama başarısı gösteriyor. Dışişleri bakanlığı döneminde de çok iyi bir performans sergiledi, düşmanlıkları değil dostlukları işledi. İstifa gerekçesini istifa haberinden bir gün sonraya saklaması dahi ayrıldığı insanlara karşı ayaküstü incitici bir ifade kullanmamak ve haklılığının gerekçelerini hazırlamak için. Kendisini TRT genel müdürlüğü, kültür bakanlığı ve dışişleri bakanlığına Bülent Ecevit'in getirdiğini unutmayacak, DSP'de kalanlarla köprüleri atmayacaktır. Parçayı bütünleştirme hedefine kilitlenecektir. Zira önünde handikap olarak kopan kaybeder gerçeği hep var. Onun için yeni hareketi heyecan değil bir idealin üzerine bina etme niyetinde. Bir geleneği devraldığı takdirde kopmamış olacakları kanaatinde. O zaman sadece tabela değişir. Tıpkı AKP gibi. AKP, kopmadı, bir mahkeme kararından sonra serbest kalan bir kısım vekiller, yeni bir siyasi yapı inşa ettiler. DSP'den ayrılanlar için de başkaca bir şans kalmadı. Genel başkan, hasta. Yaşlılığı bile belki önemli değil. Yaşlı olur fakat dinçtir. Sayın Ecevit öyle değil. Her şey ortada. Sağduyu onu çekilmeye ikna edemedi. Bunun üzerine maşeri yargı, Ecevit'in çekilmesine hükmetti. Onun için hareket destek görüyor. Önümüzde neler var? Bir çok ihtimaller. Avrupai manada sol politika güden Cem'in partisi, en fazla CHP'yi zorlayacaktır. Belki CHP yakaladığı bir şansı bu hareketle çok ciddi bir oranda kaybedebilir. Diğer taraftan, İsmail Cem'in mutlaka ve mutlaka Özal misyonunu da gözardı etmemesi lazım. Liberal sol dünya görüşüyle Özalizmi uzlaştırmak zorundadır. Ayrıca... Önümüzdeki günlerde hükümetin de seçime kadar yeni şekiller kazanması veya tamamen dağılması da söz konusu. Bir ihtimal Tansu Çiller'in dahil olmasıyla koalisyon kan tazeler veya bu olmaz dağılır, belki de Cem'in başbakanlığında yeni bir hükümet kurulur. Bütün ihtimaller mümkün. Cem, liderlik imtihanında. Geniş bir yelpazeyi kucaklaması ve muhakkak kopma imajını yenmesi lazım. Bunları yaparsa Türkiye, bir lider kazanır. Arkadan gelen nesiller de siyasetten bakanlığa, bakanlıktan liderliğe geçilebildiğini görür ve siyaseti severler.
.
Siyasetçide Türkçe
27 Ağustos 2002 01:00
Bir Osman Bölükbaşı artık yok, bir Adnan Menderes yok, hatta bir Süleyman Demirel bile 'yok'. Bunlar ve onlarla birlikte nesildaşları, Türkçe'yi güzel kullanırlardı. Demirel, bir dönem üstelik tam da zirvedeyken Türkçe'sini bozduysa da sonradan tekrar toparlamıştır. Önceki politikacılarda Türkçe, hitabet, üslup, hiciv, kinaye, sür'at intikal çok önemliydi. Hemen çok politikacı mükemmel Türkçe konuşurlardı. Sağlam kelime dağarcığı, muhkem bir üslup, kıvrak, berrak ve akıcı bir Türkçe ile millete hitap ederek nutuk çeken o insanları vatandaş, sıkılmadan, yorulmadan saatlerce dinlerdi. O hitabetlerde aynı zamanda vücut dili de konuşur, zekâ şimşekler çakar, polemiklerle atak üstüne ataklar tazelenirdi. Sataşmalar bile zarif bir üslupla yapılırdı. Şimdilerde iyi hatip olarak Kâmran İnan ve Yılmaz Karakoyunlu'yu hatırlıyoruz Yılmaz Beyin hatip olmasında edibiyatçılığının mühim bir tesiri var. Zaten öncekilerin Türkçe'sinin güzelliği de okur-yazar olmalarındandı. Laf ebeliği boş laf konuşmaktır. Hitabetteyse dolu dolu fikirler vardır. Fikri okur yazar olmak besler. Bazı ihtisas şirketlerinin milletvekili adayları için konuşma kurslar tertiplemelerine sevindik. Fevkalade yerinde olmuş. Bu kurslarda Türkçe'yi düzgün kullanma, vücut dili, diksiyon gibi dersler verilecekmiş. Keşke önceki hatiplerin arşivlerden nutukları çıkartılsa da örnekleriyle birlikte anlatılsa. Bir de öncelikle muhteva üzerinde durulsa. Bu çok hayırlı bir gelişme. Kim düşündüyse teşekkür ederiz. Keşke her aday yazılsa. Kazansalar da kaybetseler de kârda olurlar. Zira herkes her ân bir şekilde konuşmakta. Hiç farkında mısınız günde kaç kere "yanlış anladınız" diyerek birilerinden özür dilemekte. Bu, meramı hakkiyle anlatamamaktan ileri gelmekte. Partiler, aday adaylığı için sertifika mecburiyet koşsalar Türkçe'ye büyük hizmet olur... Vekil sadece giyim-kuşamı, aldığı maaş vs. ile toplum önünde değil. O, hele şu gün hemen her dakika ekranda. Yetişen gençler üzerinde büyük tesirleri olmakta. Bu hareket zamanla bir okul haline de gelebilir. O zaman kanuni düzenleme de yapılabilir. Böyle bir okulu bitirmeyen milletvekili seçilemez. Şu unutulmamalı. Aydın olmak sadece yabancı dil bilmekle mümkün değil. Düşünmek ve konuşmak. Neyi nasıl düşünmek? Nerede nasıl ve miktarda konuşmak? Temiz Türkçe, siyaset ilmi. Bunlardan haberdar olmak aydınlarımızın yol haritasıdır.
.
Turist
30 Ağustos 2002 01:00
Her şerde bir hayır vardır. 11 Eylül saldırıları üç bakımdan Türkiye lehine oldu. Birincisi, bu vesileyle ABD, tediyesi kararlaştırılmış krediler için IMF'ye yeşil ışık yaktı. Türkiye'nin konumu ve önemi şiddetle anlaşılmıştı. Eğer o kredileri alamasaydık kriz daha ağır ve daha uzun olabilirdi. İkincisi, Türk askeri Afganistan'a gitmekle kalmadı bir zaman sonra komutayı da deruhte etti. Üç unsurumuzun daimi surette milletlerarası planda olması gerekiyor. Diplomasi, ticaret ve askeri güç. Kâbil, o anlamda yeni bir alandır. Askerimizin Orta Afrika'dan Balkanlara, Kudüs'ten Afganistan'a kadar uzayan geniş coğrafyada yer alması bizim dünyada var olduğumuzun isbatıdır. Üçüncüye gelince... O, kendiliğinden ortaya çıktı. Allah'ın bir lütfu. Hesap-kitap ediliyordu. Şu kadar batılı turist gelecek. Şu kadar para kalacak vs. Batılı turist ne yazık ki umulan sayıda gelmedi, hesaplar alt-üst oldu. Normaldir. Çünkü tek kapıdan müşteri beklenmekte. Tek kapı, iki mekân ve magazinel bir anlayış. Turizm denince bakanlık için de, yatırımcı için de iki merkez var. Antalya ve Kuşadası. Her yerin ve her kalem turistik faaliyetin göz ardı edilerek sadece bu iki noktanın ön plana çıkartılması artık can sıkıcı hal aldı. Magazinel anlayış da malum. Güneşlenen kadın turistlerin "yürek hoplattı" diye cılk bir alt yazıyla resimlerini basan medyanın havailiği. Krizin en şiddetli günlerinde yazdıklarımız ortada. Sırf moral vermek için değil hakikati dile getirmek maksadıyla inandıklarımızı seslendiriyorduk. Ne diyorduk? 'Bu kriz, ancak İstiklal Harbiyle mukayese edilebilir. O harbi, o yoksulluk şartlarında zaferle taçlandırmış bu millet bu krizi de yenecektir'. Zaman zaman enflasyonun düşüklüğü zaman zaman umulmadık kalemlerdeki üretim artışı vs beklenmedik çıkışlar oldu. Hükümet dahi şaşırdı. Kriz korkulduğu çapta tahribat yapamadı. Bugün eski şiddetinde değil. Hayli tepelendi. İnşallah yok olması da yakındır. Ümidliyiz.. Ümidimizi hiçbir zaman da yitirmedik. Bakınız turist bekleyen, onları Antalyalarda Kuşadalarında ağırlamak için hazırlanan turizm sektörü, kısmen hayal kırıklığına uğradı. Batılı turist sayısında büyük düşüş olmuş. Buna karşılık. Arap ve İranlı turistlerde patlama yaşanıyor. Mühim olan taksicinin, otelcinin lokantacının, hediyelik eşya satıcısının... cebine, dolayısıyla devletin kasasına döviz girmesi. Turistin şu veya bu memleketten olması önemli mi? Suudi kral, İspanya'ya gitti diye İspanya neredeyse ulusal bayram ilan edecek. Turist sadece kumsal için gelmez. Batılı misafirler, Antalya'dan da Kuşadası'ndan da doydu. Madrid'de Arap turistler için ev imkânlarıyla hizmete sunulan Apartamentos ismindeki otelleri bizzat gördük. Hedef şu. Yabancı misafir memnun kalsın, daha fazla para bıraksın. O halde... İslam ülkeleri bizim için turist kaynağı. Batıyı ihmal etmek gibi bir ahmaklığı ön palana almıyoruz. Bilakis cari bir ahmaklığın telafisi için nefes tüketmekteyiz. Turizmde dahi çifte standart güdülmekte. En azından bir zaman bazı telkinler yüzünden komşu turistler layık olmayan bir şekilde muamele gördü. Batılılar, Türklere dudak bükerek bakıyordu, Türkler de Araplara. Nihayet Turgut Özal zamanında kısa bir süre bir Arap turist fırtınası esti ama bazı sahtekârlıklar yüzünden aldatıldıklarını anlayan bu insanlar bir daha Türkiye'ye dönüp bakmadılar. Sadece sahtekârlıklar değil. Araplara hitap eden Arapça yazıların laikliğe aykırı olduğu yönünde merkeplere kahkaha attıracak cinsten haber yobazlıkları yapıldı. Kıyafetleri bazı uzun dillere dolandı. Ve malum nakarat. 'Araplar bizi I. Dünya Savaşında arkadan vurdu'. Evet bu kahpeliği yapanlar çıktı. O doğru, lakin bir doğru daha var. İttihat Terakki zabitanından bazılarının oralarda ne marifetler çevirdiği de tarihen sabit. Bunları ön palana çıkartıp unutturmayanlar Türkiye düşmanlarıdır. Şimdi... Talih bir kere daha yüzümüze gülüyor... Arabı, İranlısı.. Amerikalarda ve genel olarak batıda terörist muamelesi görüyorlar. O yüzden incinmiş vaziyetteler. Rahatsızlar. Onun için tekrar Türkiye'ye yöneldiler. Kendiliğimizden ayağımıza gelen bu fırsatı akıllıcı değerlendirelim. Turizm şirketleri, bakanlık, herkes üzerine ne düşüyorsa yapmalı. Arap medyasına reklamlar verilerek ziyaretçi sayısını arttırmalı, turizm firmaları kolları sıvamalılar. Turist misafirdir. Misafirlikte aslolan memnuniyettir. Memnun kalan turist tekrar ve çoğalarak gelir. Üstelik Müslüman turistler İslamiyet'in bahşettiği cömertlik ahlakıyla öyle bir sandviç bir kolayla yetinmiyorlar. Ve üstelik bu Müslüman turistlerle birçok ortak tarafımız var. Dinen, tarihen, kültür olarak. Birçoklarıyla daha düne kadar aynı devleti, aynı bayrağı, aynı parayı, aynı payitahtı paylaşıyorduk. Batılı turist yalnızca misafir. Bazıları bize son derecede benzeyen Müslüman turistlerse hem misafir hem kardeş. Bu gözle bakar ve bu gözle baktığınıza onları da inandırırsanız bakınız bacasız sanayi nasıl olurmuş. TRT'nin bir kanalı sadece bu konulara ayrılmalı. Ve İslam Ülkelerinde kablolu yayına girmelidir. Türkiye'de deniz ve kumsaldan öte çok büyük zenginlikler va
.
Bu kafayla Kürt meselesi
31 Ağustos 2002 01:00
Abdülmelik Fırat'ı tanımayız. Telefonla olsun hiç görüşmemiz olmadı. Bütün tanıdığımız TV ekranlarındaki açık oturumlardan. O sıralarda PKK terörü, olanca dehşetiyle sürüyordu. Sayın Fırat DYP milletvekiliydi. Meseleyi soğukkanlılıkla ve Türkiye'nin bütünlüğü içinde ele alıyor, Kürt denen insanların var olduğunu, bölgede birtakım haksızlıkların, adaletsizliklerin yaşandığını, bunun da rahatsızlıklara yol açtığını söylüyordu. Her görüşüne katılmak mümkün olmamakla birlikte konuşmalarından anladığımız kadarıyla ılımlı, aklı başında ve münevver bir insandı. Ne var ki bu insana sırf Şeyh Said'in torunu olması hasebiyle başka türlü bakılıyordu. Bu bakışların zaman zaman keskinleştiğini, O ve benzeri Kürt olup da ılımlı tavırlarını korumakta ısrarlı vatandaşlarımızı adeta bölücülerin yanına itmeye vardığını uzaktan üzülerek müşahede ettik. Sonra her nedense Abdülmelik Fırat, DYP'den istifa etti. Bir parti kurmuş. Halen de o partinin genel başkanıymış. Yaşı 80'lerde olduğunu sandığımız bu zat, ilik kanserine yakalanmış. Son derecede ağır bir hastalık. İçeride tedavi imkânı bulamayınca ailesi, dışarıya götürmeye karar vermiş. Bunun için harekete geçilmiş, fakat bir bakmışlar ki Emniyet Genel Müdürlüğü, Fırat'ın pasaportuna "tahdit" koymuş. Ne kadar uğraşılmışsa netice alınamamış. Mezkür tahdit, "güvenlik gerekçesiyle" konulmuşmuş... İçişleri Bakanlığına müracaat edilmiş "Türkiye'de tedavi edilemeyeceğine dair tam teşekküllü bir devlet hastanesinden rapor alınması" istenmiş. Ortada bir hasta var. Zamana karşı yarışılıyor. Bir ân evvel tedaviye başlanması lazım. Kendi hastanelerimizde çare olsa kim dışarı gidip de çuval dolusu para harcamayı ister? Çok yanlış bir tutum. Şimdi hastanın avukatları, iç hukuk yolları tükendiği gerekçesiyle AİHM'ye gideceklermiş. Kimse kusura bakmasın tam bir rezalet. Siz bir insana belki 25 yıl milletvekilliği hakkı vermişsiniz. Bu sebeple eski parlamenter sıfatına sahip. Bir de küçük bile olsa legal partilerden birinin lideri. Üstelik bölgesinde sevilip sayılan bir insan. Bu insan, bir gün amansız bir illete tutuluyor ve yurt dışında tedavi hakkını kullanmak istiyor, lakin karşısına yasakçı zihniyet çıkıyor. Hani seyahat hürriyeti? Koskoca Türkiye Cumhuriyeti bir Abdülmelik Fırat'tan korkuyorsa çok yazık deriz. Bir de sıra nutuklara gelince Türk-Kürt kardeşliği. Elbette kardeşiz. Hem de asırlara dayanan bir kardeşlik. O kardeşlik, yakın tarihte türlü oyunlara getirildi. Ve neticede bu toprakların 30 bin evladının ölmesine Türk ve Kürt anaların yüreğinin dağlanmasına yol açtı. Şimdi şöyle bir yumuşama ve yaraları sarma dönemi açılmışken bu kafa neyin nesi? Kime hizmet ediliyor. Sür'atle bu korku psikozundan kurtulmak lazım. Aslına bakarsanız Abdülmelik Fırat, Kürt de değil. Fakat önemli mi? Yanlış uygulamalarla o ve benzerlerini bir başka kimlikle ifadeye zorlamışsınız. Onlar da kendilerini Kürt bilmiş. Nitekim Kâmran İnan gibi bir kıymetin bin kere hak ettiği halde dışişleri bakanlığından mahrum edilmesi yine aynı sakat mantığın mahsulüdür. Kâmran Bey, Kürt mü? Değil. Abdülmelik Fırat, bu devletin bir vatandaşıdır. Ağır hastadır. Yurt dışında tedaviye gitmek istiyor. Buna Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi mi karar versin? O karar çıktığında hasta hayatta olur mu? Üstelik bölücübaşını F tipleri dururken beş yıldızlı cezaevlerinde ağırlayıp, ılımlı bir isme bu hareketi reva görmek niçin? Niçinin cevabı bir şüphe. Ama telaffuz etmek istemiyoruz. Sayın Cumhurbaşkanı bu meseleye el koymalıdır. Birileri Türkiye'yi yabancılar nezdinde küçük düşürmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Ah şu ahmak dostlar!.. Sayın Cumhurbaşkanı, meseleye vaziyet etmelidir. Sayın Demirel ve sayın Çiller de eski arkadaşlarına müzahir olmalı... Türkiye'de her şeye rağmen insanlığın ölmediğini bu sebeple Avrupa'lara yorulmaya hacet kalmadığını ispat etmeliler.
.
Kıbrıs çözülemezken Kerkük de başlıyor...
15 Eylül 2002 01:00
Senaryolar, Irak sonrasına dönük. Saldırıyla dağılmış bir Irak ve kurtlar sofrası. Kurtlar, yine aynı kurtlar. ABD, malum.. Almanya, Rusya, İngiltere, Fransa ve bu arada fırsattan istifade etmek isteyenler. Mesut Barzani ön plana çıkma gayretinde. İKPD lideri, Irak sonrası kurmayı tasavvur ettikleri Federal Kürdistan devletinin başkenti olarak Kerkük'ü ilân etme hülyasında. Kerkük sahip olduğu petrol imkânları sebebiyle "düveli muazzama"nın iştahını kabartmakta. Mesut Barzani, bir Türk ilini Kürt şehri gösteriyor. ABD müdahalesi gerçekleştiğinde Barzani de Kerkük'e dönük olarak emri vakiye gidebilir. Böyle bir emri vaki ne yazık ki bir Türk-Kürt çatışmasına yol açar, Müslüman kanı dökülür. Tabiatiyle kurtlar sofrasındakilerden bazısı Barzani güçlerinin yanında yer alacaktır, belki bazısı da Türkiye'nin. Diğer taraftan daha şimdiden Rusya devlet başkanı Putin, Gürcistan devlet başkanı Şevardnadze'ye ültimatomu verdi bile: "Ya Çeçenleri ülkenden temizle veya ben gelir temizlerim". Demek oluyor ki çok yakın bir gelecekte bölge ateşler içinde kalabilir. Bush, kendini isbat uğruna aleyhteki ciddi Amerikan kamuoyuna rağmen Irak'ı vuracaktır. Artık hadise ihtimal olmaktan çıkmıştır. Saddam devrilince harita da yırtılacak. Barzani dahi kendini çok aşan emeller peşinde. Türkiye'nin Kerkük gibi saf bir Türk ilini gözden çıkartması imkânsızdır. Zaten Kerkük, Musul Süleymaniye... topyekûn bölge, I. Cihan Harbi'nin zor günlerinde bizden gasp edilmiştir. 80 yıl sonra oyun, aynı rejisör, rejisör yardımcısı ve oyuncularla bir kere daha sergileniyor. Küçük güçlere dev aynası tutulmakta. Türkiye, yine zor zamanda yakalanmıştır. Bizim zorluğumuz... AB'ye girme sürecindeyiz. Bunun için temel pazarlık mevzuu Kıbrıs. Aynı zamanda seçimlere de giriyoruz. Fakat en güçlü iktidar adayının bile önünü görme mesafesi düşük. Bu seçimin vereceği küçük ziyanlar başımıza dünya çapında gaileler açacaktır. Artık bugünün savaşları yıllar sürmüyor. Altı ay sonra AB'yle pazarlık masasında Kıbrıs'ın yanı sıra bir de Kerkük için tavizler istenirse hiç şaşmayınız ve şimdiden böyle bir pazarlığa hazırlıklı olunuz. Bir de tarihten ders alınız. Eğer 1974'te Kıbrıs'ın tamamı kazanılsaydı bugün belki de böyle bir mesele olmayacaktı. Diğer husussa tarihe sahip çıkmak. Barzani bile Osmanlıyı kendine dayanak yaparak hak peşindeyken Türkiye'nin tarihi mirasına hâlâ mesafeli olması hiçbir akıl ve mantıkla bağdaşmaz.
.
Eşref Bitlis dosyası yeniden açılmalı...
17 Eylül 2002 01:00
Emekli Orgeneral Necati Özgen Paşa, ifşaatlarda bulunuyor: İnsanın tüylerini diken diken eden haberi birlikte okuyalım: -17 Aralık 1992'de Şırnak'tan bir Sikorsky helikopteriyle hareket ettik. Beraberimizde küçük bir karargâhımız da vardı. Hatta Orgeneral Eşref Bitlis, bir ara bana dönerek "Irak'a giden ilk Türk generalleriyiz" demişti. Ben de "vatan için komutanım" karşılığını vermiştim. Yerden 1.500 metre falan yüksekte uçuyorduk. Zaho'ya geçtikten sonra birden iki tane Amerikan F 15'i, biri alttan yukarı, diğeri yukarıdan aşağı doğru neredeyse helikopterimizi yalayarak geçti. Kaptan Pilot Jandarma Yarbay Öner Yaktuğ'a ne olduğunu sorduğumuzda "komutanım jetlerin egsoz gazı, helikopterin motorlarını dolduruyor. Bu yüzden motorlar oksijensiz kalıyor ve güç kaybediyoruz. Neredeyse durma noktasına geldik" dedi. Epeyce alçaldık. Neredeyse yalama uçuşu halinde uçmaya başladık. Bu arada durumu Beytüşşebap yukarılarında hava trafik kontrol görevi yapan Awacs'a bildirdik. Hezil'i biraz geçtik, Selahattin kentine yaklaşmaya 20-25 dakika kala aynı uçaklar aynı şekilde bir daha alttan ve üstten dalmaya başladılar.(*) Hadise, Özgen ve Bitlis Paşaların, bölgenin kontrolüyle alakalı olarak geliştirilen bir planı Barzani ve Talabini'ye anlatmak için giderken başlarına gelmiştir. Hafızamızı tazeleyelim... Orgeneral Eşref Bitlis, 1990 yılında Jandarma Genel Komutanlığına tayin edilmiştir. O sırada Çekiç Güç, Kuzey Irak ve Güneydoğu Anadolu'da faaliyet göstermektedir. Merhum Eşref Bitlis, vazifeye başladıktan bir süre sonra kamuoyunda da çok tartışılan Çekiç Güç'le alakalı olarak bir rapor hazırlar. Generalin raporda ABD'nin bölgede bir Kürt devleti kurmak için çalıştığına dair deliller sunduğu kulaktan kulağa işitilir. Ve bir iddiada bulunulur. ABD Büyükelçiliği bu rapordan dolayı Jandarma Genel Komutanı'nı hükümete şikâyet etmiştir. Paşa'nın tayin tarihi 1990, helikopterin taciz edildiği tarih tayinden bir yıl sonra. Şimdi dikkat. 17 Aralık 1992 Eşref Bitlis Paşa'ya helikopterdeyken göz dağı verilmesi. 17 Ocak 1993 ise şehid olması. Kuzey Irakta vuku bulan olaydan neredeyse tam bir sene sonra bu defa Ankara'da Eşref Bitlis'i taşıyan askerî uçak düşer ve paşa kurtulamaz. Devrin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş, uçağın "buzlanma sebebiyle" düştüğüne dair bir açıklama yapar. Eşref Bitlis, gerçek manada bir entelektüel ve tam bir vatanseverdi. Hitabeti, muhakemesi yüksek bir insandı. Kamuoyu ölümüyle alakalı yapılan izahattan hiçbir zaman tatmin olmadı. Necati Özgen Paşa'nın 10 yıl susup da bugün konuşması tesadüf müdür? Sanmayız. Askerin emeklisi de askerdir. Kamuoyunun hazırlanması isteniyor olabilir. O günün şartlarında belki de örtülmesi istenen bir ciddi meselenin yeniden ele alınması ve sır perdesinin aralanması lazım. Sayın Necati Özgen'in anlattıkları ihbardır. ..... (*) 16 Eylül 2002 Sabah, Nevzat Atal'ın haberi
.
Hotanto'ya mı giriyoruz?
18 Eylül 2002 01:00
Şu garabete bakınız; ömrü, rejimle cebelleşerek geçmiş Nazım Hikmet, affoldu, tiyatroları sahnelerde, yakında Şişli'ye heykeli dikilecek; fakat, Atatürk'e inkılaplarında rehber olmuş Ziya Gökalp'in iki mısraını okudu diye bir genel başkan, mahkemenin lehte kararına rağmen affedilmiyor. Yakında Almanya'da da seçim var... Orada gün 24 saat seçim mi konuşulmakta? Hayır. Herkes, işinde-gücünde. Bizde ise alaturka bir seçme-seçilme sistemi ve ne olduğu belirsiz tasarruflar. Bir taraf mahkum ediyor, diğeri affediyor vs vs... Herkese gına geldi. TKP, seçime giriyor ama oyları yüzde 25'i aşan bir kitle partisinin lideri o haktan mahrum edilmek istenmekte. Bunun izahı mümkün değil. Kişinin isminin Tayyip Erdoğan olması üzerinde değiliz. Bir vahim hata var ve bu hatadan ülke zarar görmekte. Diyelim ki sayın Erdoğan seçime giremedi... Peki sonra? Sonrasını biliyorsunuz. Emanetçi eliyle başbakanlık. Yani... Türkiye, güdümlü başbakanla yönetilecek. Gölge başbakan parlamento dışında olacak, işbaşındaki aldığı talimatla çalışacak. Ne kadar münasebetsiz bir tablo. Aslı varken neden emanetçi? Çünkü o değişmedi takıyye yapıyor. Erdoğan'ın tesbiti çok doğru. AK Parti'ye "İslamcı" demek İslamiyet'e saygısızlıktır. Acaba değişmek bazı insanlara mubah bazılarına yasak mı? Bugünkü Ecevit, Baykal ve diğerleri şu veya bu nisbette değişmediler mi? İnsanın fikir olarak da fizik olarak da yerinde kalması mümkün değil. Değişmek herkesin hakkı. Seçimlere gireceğiz hâlâ birinci partinin liderini tartışıyoruz. Korkacak ne var? Bırakınız artık şu İran vs. masallarını. Bu meselede en namuslu yorumu Adalet eski Bakanı Hikmet Sami Türk yapmıştır. Aynı zamanda bir anayasa hocası olan sayın Türk'ün dedikleri hukuk tarihine geçecek kadar vasıflıdır. Mahcup edici bir usul hatası işlenmiştir. Diyarbakır 4 Nolu DGM'nin kararını taraflar temyiz etmemiş, Adalet Bakanlığı kararın düzeltilmesi için yazılı istekte bulunmamıştır. Bu durum karşısında Başsavcının kendiliğinden yüksek mahkemeye müracaat hakkı yoktur. Ne var ki Yargıtay, müracaatı reddedeceğine kabul etmiş ve talep gibi de karar vermiştir. 8. Ceza dairesinin 4 Nolu mahkemenin hükmü hakkında kullandığı dil de ayrı bir skandaldır. Mezkür daire, alt dereceli mahkeme kararı için "... hukuki değerden yoksun" demekte, satır aralarında mahkemeyi paylamaktadır. İşte bu hiç olmadı. Oradakiler hakim değil mi? Onlar hukuk mezunu sayılmıyor mu? Nasıl oluyor da aynı mahkemenin önceki ve sonraki yüzlerce kararı hukuki değerde olacak fakat bir meseledeki kararı hukuki değerden mahrum sayılacak? 8. Ceza Dairesinin hükmü çok uzun seneler tartışılacaktır. Yarın hukukçuların kahir ekseriyeti, asıl 8. ceza dairesinin kararını yok kabul edeceklerdir. Bir memleketteki en kötü olay hukukun kirlenmesidir. Hukuk, siyasetle kirlenir. Kimse kusura kalmasın. AB devletleri bizi aralarına kabul etmiyorlarsa bin kere haklılar. AB'ye mi Hotanto'ya mı katılacağımızı bilmiyoruz ki!.. Hem AB'ye intibak için TCK'da değişiklik yapıyorsun, hem de yürürlükten kalkmış ceza maddesini geçerli sayıyorsun.. Adamına göre hukuk... Adamına göre af... Adamına göre demokrasi... Ve güdümlü başbakanlığa talip bir memleket... Siz olsanız böyle bir memleketi aranıza alır mısınız? Fakat vatandaş ne yapsın? Zavallı vatandaş... "Öz yurdunda garipsin... Öz vatanında parya".
.
Avrupalı Türkler
24 Eylül 2002 01:00
Türkiye, AB'ye girmek için ne zahmetlere katlanırken dünkü köylü ve kasabalı vatandaşlarımızla onların ikinci ve üçüncü nesil çocukları AB bir tarafa Avrupa parlamentolarına bile girdiler. Anadolu'nun çorak topraklarından, Anadolu bozkırlarından tahta bavullarla önce İstanbul'a varıp sonra Haydarpaşa'dan Almanya, Fransa, Hollanda, Belçika ve öteki Avrupa devletlerine giden o insanlar, bugün Avrupa'da seçimlerin belirleyici unsuru haline geldiler. Almanya seçimlerini Sosyal Demokrat Gerhard Schröder kazandı. "Şröder"in bir de ortağı var. Yeşiller Partisi. Koalisyon, kıl payı farkla ipi göğüsledi. İşte o farkın esas unsuru yarım milyon Alman vatandaşı Türk. Dünün işçi statüsündeki Türkler, Almanya'nın başına Türkiye yanlısı bir iktidarın gelmesini temin ettiler. Bundan böyle AB'ye girmemiz daha kolay olmalı. Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinde yaşayan nüfusumuz artık "Almancı" değil. "Gurbetçi" de değiller. Onlar, Avrupalı Türkler. Bu tabiri Entellektüel Boyut programında ilk defa biz kullandık, tuttu, memnunuz.. Yol, dil bilmeden yaban ellere gelip de yabancı kültürlerde erimeden varlığını sürdürüp hem içinde yaşadığı topluma hem de ana vatanlarına faydalı o insanların hikâyesi bir kahramanlık destanıdır. Şunu sormamalı mıyız? Eğer '60'larda onlar değil de aydınlarımız o topraklara hicret etmiş olsalardı azımsanmayacak bir nüfusu şimdi çoktan kaybetmiştik. Burada da karşımıza yine okumuş aydınla okuyamamış halk idraki arasındaki çarpıcı fark ortaya çıkmakta. Kapalı hayatlardan birden modern Avrupa'nın ortasına düşmek ve kendisi olarak kalabilmek kolay değil. Keşke zamanında bulundukları ülke vatandaşlıklarına geçebilselerdi. Bunu iki sebep engelledi. Türk vatandaşlığından çıkmak ağırlarına gidiyordu. Diğeri de askerlik. Dedelerinden Harbi Umumi, ağabeylerinden Kore kahramanlıkları dinleyen Ahmetler'den Mehmetler'den evlatlarını Hıristiyan ordularında askerliğe vermelerini beklemek haklı bir talep olmazdı. Onlara teşekkür borçluyuz. Ülkeye önce maddi destek oldular. Şimdi destekleri global plana taşındı. Şayet tamamı çifte vatandaşlık almış olsalardı bugün Almanya, Hollanda parlamentolarındaki Türk milletvekili sayısı hayli fazla olurdu. Bu fırsatı hâlâ kaybetmiş değiller. Bir sonraki seçimlerden sonra kurulacak Alman hükümetinde Türk bakan görmek istiyoruz. Avrupa'daki nüfusumuz Lüksemburg'la mukayese olmaz. Finlandiya, Danimarka kadar. Bazı şehirlerde Türkler çoğunlukta. Bu bir Türkiye dışı ihtişamımızdır. Sefalet Türkiye içinde. Ankara kavgaları, istikbalimize tahminlerin ötesinde zarar vermekte. Kim ki kavgaya yol açar, kavga eder, havayı sertleştirirse bu memlekete en büyük kötülüğü yapmış olur. Herkes, ona göre adım atsın, ona göre konuşsun. Avrupalı Türkler, bir zaman sonra sadece yaşadıkları topraklarda bakalığa yükselmeyecekler. Gelip buralarda da bakan başbakan olacaklar. Bir medeniyet geçidindeyiz. Sancılar, büyük doğumun habercisi.
.
Yenilen pehlivan güreşe doymazmış...
25 Eylül 2002 01:00
Ali Desidero diye bir reklam tiplemesi vardı, külhani ağızla konuşan bir oyuncu. Bu oyuncu, reklamlardan birinde kendinden emin ve havalı haliyle şöyle bir repliği konuşurdu. "Gittim baktım hepsi de okumuş çocuklar". O'nun "okumuş çocuklar" diye seyirciye rapor ettikleri bir grup mühendis. Bir külhanbeyi, senelerce dirsek çürüterek mühendis olmuş insanlara takdirini böyle dile getiriyor. Acaba neden? Bunun neden böyle olduğu üzerinde durmayacağız. Sadece diyalogları yazan reklamcıları tebrikle yetiniyoruz. Onlar, olumlu anlamda toplum mühendisleri. Durup dururken nereden çıktı bu Ali Desidero nostaljisi? Şu meclis manevraları hatırlattı o eski reklamdaki sözü... Bizim manevra dediğimizi siz ayak oyunu diye okuyabilirsiniz. Şu muhteremlere bakınız... Hayır hayır. "Muhterem" kelimesini kat'iyyen küçümseme mânâsında kullanmıyoruz. Hatta geçmiş yazılarımızdan birinde belli yaşa kadar olanlara "sayın" daha üstündekilere "muhterem" diyebilmeliyiz şeklinde bir teklifimiz de olmuştu. Evet onlara baktığımızda hepsi de okumuş siyasiler. Hepsi meslek, etiket, unvan sahibi. Bunlar ikiye ayrılıyor. Bir kısmı listelere giremedi. Bir kısmıysa partisiyle birlikte ümidsiz vak'a. Ki "anların cümlesine" küskünler denmekte. Fesübhanallah!.. Bir kere daha soralım. Kime, niçin ve ne hakla küsüyorsunuz? Bu millet, size bir vekalet verdi... Şimdi o vekalet geri alınıyor. Ömür boyu sürüp giden vekalet var mı? Her sabah yeni bir senaryoyla gülünçleşiyorlar. Şöyle de denebilir. Her sabah, yeni bir senaryoyla çocuklaşarak gülünçleşiyorlar. Çocuklarıyla torunlarının yüzüne de mi bakmıyorlar? Seçim kararını meclis almıştır. O kararın altında kendi imzaları var. Şimdiyse kendi kendilerini tekzip etme peşindeler. Hukuk da siyaset de hak da bu kadar çekilip sündürülmez. Ayıp oluyor. Hem de çok ayıp. Koca koca yaşta, koca koca mesleklerde anlı-şanlı kişiler, oyuncağı elinden alınmış hırçın çocuğa döndüler. Her gün yeniliyor. Sonra tekrar peşreve başlıyorlar. O itibarla TBMM'nin olağanüstü toplantıya çağrılmasına dair davetlerinin Meclis Başkanı Ömer İzgi tarafından reddedilmesi isabetli olmuştur. 40 gün kalmış bir genel seçimi erteletmek hangi akla hizmettir? Şahsî menfaat, genel yararın bu kadar üstüne alınamaz. Meclise girememek ölüm değildir. Maksat hizmetse onu her yerde yapabilirsiniz. Yeter ki içinizden gelsin ve niyetiniz halis olsun.
.
Amerika'nın maksadı ne?
3 Ekim 2002 01:00
Netleşmesi gereken soru budur; Washington hangi niyetlerin peşinde? Düne kadar Irak'ın kapılarını BM denetçilerine açması isteniyor, Bağdat da bu isteğe direniyordu. Amerika'nın iddiasına göre Saddam Hüseyn'in elinde kitle imha silahları bulunmaktadır. İyiliksever George W. Bush, insanlığı bir felaketten kurtarmak için bu silahlara el koyup hasmını tesirsiz hale getirmek istiyordu. Birden sürpriz bir gelişme oldu. Irak, saraylar dahil şüphe duyulan her binanın kapısını müfettişlere açtığını ilân etti. Artık Beyazsaray'ın müdahale için haklı bir gerekçesi kalmamaktadır. Şayet müdahale sırf kitle imha silahları için düşünülüyorsa... Bu lakırdıya bundan sonra kim inanır. Demek ki kitle imha silahları bahane. ABD'nin bölgeye dönük olarak başka maksatları var. Manzara'ya bakınız... ABD'nin başında bir adam... Bu adam, Irak'ın başındaki adamın babadan düşmanı. Bir nevi kan dâvâsı. Fakat düşmanlığı babasından ileri. Babası ne de olsa bir Körfez harekâtı yapmıştı. O harekatta ülkeler Amerika'yla birlikte oldular. Şimdi ise herhalde İngiltere ve İsrail dışında müttefiki yok. Türkiye'ye gelince... O noktada kendi derdimiz başlıyor. Türkiye ile Irak arasında din, coğrafya ve tarih birliği var. Eğer yurdumuzda iki milyon Abdülkadir isminde vatandaşımız mevcutsa bu, kabri Bağdat'ta bulunan büyük veliden dolayı. Keza iki milyon Cüneyd varsa yine Bağdat'ta olan bir başka büyük veli sebebiyle. Üç milyon Hanefi ve Hanife ismi taşıyan kadın-erkek vatandaşımız bulunuyorsa bu da türbesi Bağdat'ta olan mezhep imamımızdan dolayı. Yığınla misal dile getirilebilir. Aktüel olana gelince... Biz Irak'la komşuyuz. Türkçe'de bir deyim vardır. "Komşu komşunun külüne muhtaçtır" diye. Bir çok konuda Irak, Türkiye'ye muhtaç. Bir çoğunda da Türkiye, Irak'a. En iyi ihracat yaptığımız iki memleket varsa biri Irak. O halde Irak'ın beklediği gibi Türkiye çok faal bir şekilde bu savaşı durdurmak için her ne lazımsa onu yapmalıdır. Amerika, sırf kitle imha silahları için ayda 9 milyar dolar harcamayı göze almıyor. Uzun vadeli hesapları olmalı. ABD'nin hesabı her ne olursa olsun. İster Bush'un kaprisi, isterse uzun vadeli çıkarları. Neticede çok yönlü olarak zarara girecek biziz. Zaten son derecede tehlikeli gelişmeler oluyor. Barzani-Talabani kuvvetleri fırsattan istifade ederek Kerkük'ü ele geçirip merkez ilân etme peşinde. Kerkük düşünce peşinden Musul, Süleymaniye vs. gibi tarihen Türkiye'ye ait ve petrol kuyuları cihetiyle hukuki bakımdan Osmanlı Hanedanı mülkü yerleri de ele geçirmek için çalışacaklar. Bu aynı ânda Bağdat ve Ankara'yı harekete geçirecektir. TSK'nın bölgede istikrarı korumak için başlatacağı bir operasyon daha şimdiden PKK/KADEK'i de teyakkuz haline getirmiştir. Bunların sınırlara Türk uçak ve helikopterlerine karşı füzeler yerleştirdiğine dair haberler geliyor. Eğer Amerika yüz vermese bölgede federal bir Kürt devleti kurulamaz. KADEK tutunamaz. Öyleyse Amerika, haritayı bozarak ne yapmak istiyor? Maksat ne? Petrol mü? Türk düşmanlığı mı? Kürt dostluğu mu? İsrail'e hayat hakkı mı? Ne? Nitekim Tarık Aziz'in dikkat çektiği husus fevkalade düşündürücü. -ABD, Ortadoğu bölgelerini bölmek istiyor; Türkiye bundan muaf olamaz. Amerika, istediği kadar dışişleri bakan yardımcısını Ankara'ya yollasın. Türkiye nezdinde güvenilirliğine giderek gölge düşmektedir. Daha Çekiç Güç faaliyetleriyle ve Eşref Bitlis dramı aydınlanmamışken bu defa da sebebi meçhul bir harp... Üstelik... 4 Ekimde Kürt parlamentosu toplanırken. 4 Kasım'da yurdumuzda seçimler noktalanırken. Bundan böyle "dünya barışı" gibi laflara aldanacak ahmak yoktur. ABD'nin âli menfaatleri için Türk-Kürt-Arap kanı dökülmesin. Müslüman'ın kanı petrolden daha değersiz ama her ne olursa olsun insan kanıdır.
.
Maksat belli
4 Ekim 2002 01:00
Türk de Kürt de Arap da aklını başına toplamalı. Üçüncü taraflarca birbirlerine kırdırıldıklarını görmeliler, bilmeliler. Bu oyun, I. Cihan Harbi'nde oynandı, güneydoğu meselesinde tekrarlandı. Şimdi bir kere daha sahnelenmek isteniyor. Türk aydını da Kürt aydını da Arap aydını da sorumluluğunu yüklenmeli. "Tek dişi kalmış canavar" duruma göre ya ırk duygularını köpürtüyor veya istiklal arzularını. Türk, Kürt, Arap... Bunların cümlesi aynı ümmetin unsurları. Din, coğrafya ve kültür olarak iç içe geçmiş vaziyetteler. Yakınlıkları akrabalıktan öte, kardeşlik. Kürtler, devlet için kışkırtılmakta. İngilizler bunu hem Araplar hem de Kürtler için bir buçuk asırdır işliyorlar. Araplar konusunda muvaffak oldular. Kürtlerdeyse araya bin türlü fitne sokulduğu, savaşa denk terör estirildiği halde umduklarına kavuşamadılar. Bush, bugün dünyanın başındaki en büyük şanssızlıktır. O'nun ruh ve kişilik profilini, eksikliklerini, çıkmazlarını, açmazlarını Amerikalı yazarlar en net bir şekilde sergilemekteler.(*) Kendi vatandaşlarınca yerden yere vurulan George W. Bush'la O'na sadakati dört ayaklaştırılarak karikatür-kliplerle eğlence haline sokulan İngiltere başbakanı Tony Blair yönetimindeki dünya gidişatı, Irak'ta korku salmakta. Barış ve coğrafya tehlikede. Maksatları ne? Üç tane. Çin ve Avrupa Birliği pazarına hakim olmak için Irak petrollerini ele geçirmek. Saddam Hüseyn'i devirme bahanesiyle Irak'a yerleşecek Amerika ve İngiltere dünya petrolünün yüzde 70'ine hükmedecektir. Kimin umurunda Kürt, Türk Arap. İkinci sebep, İsrail. Nitekim harekât öncesi Amerikan kongresi Kudüs'ün İsrail'in başkenti olduğunu tanıdı. İsrail'e verilen bu kötü taviz, yarayı tedavi edilemez hale getirmek içindir. Ortadoğu veya dünyanın bir başka bölgesinde savaş durursa Amerikan silah sanayii de durmuş olur. Üçüncü sebepse Türkiye'nin önünü kesmek. Siz bakmayınız içerideki toz dumana. Bir de dışarıdan görünüş ve büyük avantajlar var. Türkiye, çok değil 10 sene ilişmeseler başa güreşir. Bu sebepten dolayı önü kesilmek, başı derde sokulmak, kardeşleriyle birbirine düşürülmek isteniyor. Onlar için Müslümanın kanı petrolden değersizdir. Türk, Kürt, Arap... aklını başına toplamalı. Husumet değil dostluk zamanı. Araplar, devlet olduklarını ilan ettiler de devlet mi oldular ki Kürtler aynı hevesi taşımakta? Bir bayrak, bir marş ve dört tane nöbetçiyle devlet olunmuyor. Aklınızı kullanmazsanız kullanılırsınız. Son söz. Ankara, kendi topraklarındaki Amerikan tesislerini başıboş bırakmamalı. Zulu kabilesi olmadığımıza göre isteyen uçak istediği zaman kendi topraklarımızdan kalkıp istediği yeri vuramamalı. Gözlerin açılması için uçaklara illa Goben ve Breslav mı yazılmalı? ..... (*) Bu konuda etraflı fikir edinmek için BEYAZ APTAL ADAMLAR kitabını okumalısınız. ABD'de 21 hafta liste başı olan eseri okuyunca şaşıracaksınız.
.
Türkiye Platformu'ndan AB'ye uyarı -1-
8 Ekim 2002 01:00
5 Haziran 2002 Tarihinde 175 sivil toplum kuruluşu bir araya geldi. Konunun Avrupa Birliği olduğu, o toplantıda varılan ortak görüş, "Türkiye'nin yeri Avrupa Birliği'dir, kaybedecek zamanımız yoktur" cümlesiyle iç kamuoyuna ilân edildi. AB Mevzuatına uyum kanunlarının ağustos ayında TBMM tarafından onaylanmasında bu ortak beyanın büyük tesiri vardır. Şimdi o 175 kuruluşun sayısı 220'ye çıkmıştır. Hedef, yıl sonunda gerçekleştirilecek Kopenhag Zirvesi'nde müzakerelerin başlatılması için karar teminidir. Geniş ölçüde ülkemizin sesi olan ve Türkiye Platformu adını benimsemiş 220 sivil toplum kuruluşu, dün İstanbul'da İKV/ İktisadi Kalkınma Vakfı'nın organize etmesiyle bir kere daha bir araya geldi. Türkiye Platformu bu defa AB'ye sesleniyor: İşte müzakerelerin başlaması için gerekçeler... -Adaylığımızın teyit edildiği Helsinki Zirvesi, AB ile ilişkilerimizde bir dönüm noktasıdır. Türkiye, bu dönemde büyük bir ekonomik kriz yaşamasına rağmen tam bir kararlılıkla AB'ye uyum çalışmalarını sürdürmüştür. -2001 yılında Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı anayasa değişiklikleri ile 1. ve 2. uyum paketleri gerçekleştirilmiştir. -2002 yılının ağustos ayında onaylanan 3. uyum paketi ise Türk demokrasisi açısından devrim niteliğindedir. -İdam cezasının kaldırılması, ana dilde yayın ve ifade hürriyetinin genişletilmesi... gibi başlıkları ihtiva eden 3. uyum paketiyle Kopenhag Siyasi Kriterlerine büyük ölçüde uyum sağlanmıştır. -Unutulmamalı ki 3. uyum paketi, seçim kararı almış bir meclisin eseridir. Böyle bir çalışma demokrasi tarihinde ender rastlanacak olaylardandır. -Siyasi iradenin kaynağı Türk milletinin AB'ye dönük ısrarlı talebidir. -Yapılan araştırmalar, halkın yüzde 70'inin AB'ye tam üyeliği istediğini ortaya koymaktadır. -Cemiyetin her kesimini temsil eden 220 Sivil Toplum Kuruluşu'nun Türkiye Platformu çatısı altında toplanmaları bunun en net ifadesidir. -Varılan aşamada Türkiye, artık Kopenhag'da müzakerelerin alınması kararını beklemektedir. Bu hakkımızdır. Helsinki Zirvesi'nde aday ülkelere eşit şartlarda davranılacağı taahhüt edilmiştir. Bu taahhüde uyulması gerekir. -AB, Türkiye'nin siyasi kriterlere uyum yönünde gösterdiği performansı müsbet bulmakla birlikte müzakerelerin başlatılmasında uygulamanın belirleyici olacağı ifade edilmektedir. Oysa uygulamayı sağlayacak yönetmeliklerin hazırlık çalışmaları zamanında başlatılmış, siyasi kriterlere ilişkin taahhütlerin tamamının hayata geçirilmesi için de 15 Kasım hedef alınmıştır. Buna dair Başbakanlık genelgesi çıkmıştır. O halde Türkiye, Rusya ve İsrail'le aynı yere konamaz. Türkiye Platformu, AB'ye hitaben bir de ortak bildiri yayınlıyor. Bu bildiri, aynı zamanda muhatap kuruluşlara mektup halinde gönderileceği gibi üye ülkelerin belli başlı gazetelerinde ilân olarak da yer alacak
.
Türkiye Platformu'ndan AB'ye -2-
9 Ekim 2002 01:00
Avrupa Birliği ile münasebetlerimiz tarihine bakıldığında "onlar ortak biz pazar" korkusunu Türkiye'nin hem solunda hem muhafazakâr çevrelerinde yaşanmıştır. O kadar da değil. Bugün AB'ye çok yakın duran aynı muhafazakâr kitle sözcüleri, aynı AB'yi "Hıristiyan Kulübü" olarak idrak etmekteydiler. Endişe toplumun bütün kesimlerinde izale olmamıştır. Dün iktisat ve İslamiyet adına duyulan tedirginlik, bugün, milliyetler mevzuunda dile getiriliyor. Türk milletinin zamanla AB içinde asimile olacağından korkanlarımız var. Türkiye Platformu ise ayrı inançta. AB'ye girmek Türkiye'nin müktesep hakkıdır. Bu hak, tarihten, coğrafyadan, kültürel miras ve nüfus yapısından doğmakta. Türkler 1352'den beri Avrupa'dadır. Süleyman Demirel'in dediği gibi imparatorluğu bile Avrupa'dan gelerek kurmuşlardır. Bir başka ifadeyle Bizans'ı Avrupa'dan gelerek yıkmışlardır. İstanbul'dan önceki Payitaht'ın Edirne olduğu hatırlanmalı. Türkiye'nin "Trakya" denen bölgesi, Avrupa kıtasının en doğu ucudur. İstanbul dahi "Anadolu yakası", "Avrupa yakası" diye ikiye ayrılır. Şehrin ağırlığı Avrupa yakasında yer almaktadır. Romanya'da, Bulgaristan'da, Macaristan'da, Kosova'da, Bosna-Hersek'te, Yugoslavya'da, Arnavutluk'ta, Yunanistan'da tarihten beri devredip gelen sayısız Türk eseri, bugün dahi ayaktatdır. Bunların bir kısmı bugün dahi fonksiyonlarını ifa etmekteler. İsmi konmamış olsa bile Balkanlar bugün dahi Osmanlı Milletler Topluluğu'nun en canlı unsurlarındandır. Şimdi o eserler Avrupalı Türklerin bina ettikleriyle çoğalıp zenginleşiyor. Diğer bir gerçek. Avrupa'daki Türk nüfus, bazı Avrupa devletlerinden kalabalıktır. Nitekim son Alman genel seçimlerinde iktidarı Türklerin ağırlık koyduğu taraf kazanmıştır. Bunları batılı dostlarımız bilmiyor değil. Biliyorlar fakat herhalde dişini tırnağını sökerek ülkemizi aralarına almayı planlamaktalar. Onun için Türkiye Platformu bu hususlara dikkat çekiyor. İKV, Meral Gezgin Eriş'in üslubuyla AB'yi âdil olmaya çağırmakta... -Beklentimiz, AB'nin diğer aday ülkelerde sergilediği yapıcı tavrı Türkiye için de sürdürmesidir. Bunun aksi bir tutum, Türkiye'ye çifte standart uygulandığı izlenimi doğuracaktır. -Bazı AB yetkililerinin beyanlarından seçimler sonrasında oluşacak yeni hükümetin AB üyeliği yönündeki iradeyi sürdürüp sürdürmeyeceği endişesi gözlenmektedir. AB tam üyeliği belirli bir siyasi partinin politikası değildir. Halk çoğunluğunun benimsediği ve takipçisi olduğu bir hedeftir. Artık AB ve ona vücut veren ülkerin hiç bir mazereti kalmamıştır. Türkiye, milleti, hükümeti ve devletiyle olanca samimiyet ve kararlılığını kat'i bir iradeyle ortaya koymuştur. Öyle ki bu iradeyi daha uzakta olmasına rağmen ABD bile görebilmekte ve batılı başkentlere Türkiye ile müzakerelerin bir ân evvel başlatılması yönünde telkinlerde bulunmaktadır. Türkiye-AB birliği sadece bizim menfaatimize değildir. Türkiye'nin ne kadar kârı varsa Avrupa'nın da o kadar kârı olacaktır. O halde yarım asra yaklaşan bu meselenin yarın macera olarak anılmaması için gerekli adımlar atılmalıdır.
.
Zeynep Dilara
11 Ekim 2002 01:00
AB İlerleme Raporu açıklandı. Raporda 2004'te, 2007'de birliğe kimlerin tam üye olacakları isim isim sıralanmakta. Türkiye'ye ise tarih yerine nasihat veriliyor. Şimdi Türkiye'nin en önemli gündem maddesi bu. Avrupalılar haksız mı? Bir başka ifadeyle Türkiye, bu muameleyi hak etmedi mi? İşte ilerleme raporunun yazıldığı günlerdeki bazı unutulmaz vak'alarımız. Hatta bunlardan bir kısmı raporun açıklandığı saatlerde cereyan etti. -Televizyonlar bugün de kapatılıyor. Raporun açıklandığı gün 3 televizyon yayın yapamıyordu. Son misal haber televizyonculuğunda mükemmel yayıncılık yapan Haber Türk. -Gazete yayını durduruluyor. Sonuncusu Milli Gazete. -Fikrinden dolayı yazar mahkum oluyor. İşte Mehmet Şevket Eygi. -Milenyum, 21. Yüzyıl gibi havai tarafı parlak laflara rağmen ebeveynler çocuklarına bugün de diledikleri ismi veremiyorlar. Anlatalım. İnternetHaber. Com web sitesi haber müdürüne baba olmasının sevinci çok görüldü. Mehmet Özışık, bu hafta içinde dünyaya gelen yavrusunun ismini nüfusa tescil ettirmek için gerekli evrakları yanına alarak nüfus müdürlüğüne gitti. Fakat, müdire hanım. Zeynep Dilara ismini reddetti. Uzun mücadele babanın kaymakamlığa "her türlü cezai işleme razıyım" diye dilekçe vermesiyle kayıt yapılabildi. Müdirenin verdiği bilgiye göre kendilerine Arapça isimlerin kabul edilmemesi için yukarıdan emir gelmiştir. -Zeynep Dilara bir bebek. Başak Şahin ise bir tıp öğrencisi. O da geçen hafta yerlerde sürütülerek nezarete alındı. Suçu İstanbul Üniversitesi Rektörürü konuşurken onu eleştirmesi. Hadiseyi ekranlardan hatırlarsınız. Bir genç kız fikrini dile getirdi diye çok kötü manzaralara sokuldu. -Ekran ve sokaklardan hatırlayacağınız fevkalade ayıp bir manzara daha var. Din okulları olan İHL'de din tahsili yapan öğrencilerin inançları ve o mesleğin gereğine uygun olarak giyindikleri kıyafetlerinden dolayı sokulmamaları. İkinci sınıf insan muamelesi gören o mazlum çocuklar, seslerini duyurabilmek için son çareyi kendilerini zincirlerle demir parmaklıklara bağlamakta buldular. Polis, demir kesici makaslarla zincirleri keserken bazı velilerle çocuklar yaralandı. O kadar da değil. Bugün o çocuklardan birinin 50 yaşındaki annesi göz altında. Doktor raporuna göre 50 yaşındaki kadın, bir düzine polisi hastanelik etmiş. İnanılması o kadar zor ki. Hadisenin filmine tekrar tekrar baktık. Kadıncağız elini dahi kaldırmamakta. -Geçen ay da bir eski parlamentere yurt dışına çıkma izni verilmiyordu. Halbuki o şahıs ilik kanseriydi. Bunun üzerine avukatları AİHM'de dava açıyorlardı. Bunlar ve işkenceye kadar varan daha bir çok üzücü mesele. Maalesef yaşanıyor. Maalesef var. Onun için Güney Kıbrıs dahi AB'ye kabul edilirken Türkiye'ye nasihat verilmekte. Hayıflandığımız o değil. Bir gün AB'ye girilir. Girilmese bile başka çare bulunur. Milletimizin mevcudiyeti AB ile kaim değil. Bizim düşündüğümüz şu. Bugün bebek olan Zeynep Dilara 2020'ler Türkiye'sine geldiğinde sırf ismi yüzünden ailesinin yaşadığı dramı idrak edecek ve elbette bugünleri şiddetle kınayacak. O günlerde bu günler yakın tarih olacak. Tarih yargılayacak. Bugünlerden o günlere iftihar edilecek hangi mirası bırakıyoruz? Herkesin yaptığı bir gün karşısına gelecek.
.
Osmanlı Milletler Topluluğu
12 Ekim 2002 01:00
Kürtler, Kuzey Irak'ta devletleşme sürecindeler. Bayraktan, paradan sonra dünden itibaren anayasa metni de mevcut. Açıklanan 'anayasa'yla Kerkük başşehir ilân ediliyor. Diğer taraftan İncirlik'te kavun-karpuz mevsimi geçmiş olmasına rağmen "adamlar" hummalı bir çalışmayla kavun-karpuz taşımaktalar. Bir başka husus da AB meselesi. Ankara, gün 24 saat haber sunan spikerlerin 'sükûtu hayal' dediği "sukut-u hayal"e uğradı.13 Aralık bekleniyor. 13 Aralık'ta Kopenhag'da tarih alınabileceği umuluyor. Perşembenin gelişi çarşambadan belli olur. Müzakere tarihi alma ihtimali en azından zayıflamıştır. Bütün bunlar neyi gösteriyor? Biraz geriye çekilip bakmak lazım. Biraz geniş ve biraz soğukkanlı bakmak. En önemlisi de cesur bakmak. Artçı tarih şoklarını yaşıyoruz. 650 yıl devam etmiş bir imparatorluğun tesirleri de herhalde 200 yıl sürüyor... Kürt anayasa metni, Kuzey Irak'ın Kürt, Arap, Türkmen ve Süryani nüfustan mürekkep olduğunu ihtiva etmekteymiş. Bunlar bizim dünkü teb'amız. Haklarına sahip çıkılacaksa Türkiye'nin sahip çıkması lazım. İki gerçek... Büyük Britanya İmparatorluğu eski debdebesini kaybedince bu defa nüfuzunu İngiliz Milletler Topluluğu diye kültürel ve ekonomik mânâda devam ettirdi. Kanada'nın genel valilik olduğunu, valiyi İngiltere Kraliçesinin tayin ettiğini, Avustralya'nın da aynı statüde olduğunu hatırlatmak isteriz. Aynı topluluk içinde nev'i şahsına mahsus idarelere sahip daha başka yerler de var. Keza SSCB dağılınca yerine Birleşik Devletler Topluluğu kuruldu. Tarihin bir döneminde beraber olmuş milletler, karşılıklı istifadeye dayanan beraberlikler ihdas ediyorlar. Rusya'nın başına Putin diye kurnaz bir liderin gelmesiyle Orta Asya, Ankara'dan çok yeniden Moskova'ya yaklaştığını görmeli. Osmanlı Milletler Topluluğu diye bir gerçek var. Bu bir türlü telaffuz edilemedi. Şu neden olmasın? Bulgaristan ve Romanya ile konfederasyona giderek 2004'ten itibaren AB'ye bir bakıma de facto giremez miyiz? Neden diğer kanatta Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan bu konfederasyona dahil olmasın? Kürdistan'a gelince... Irak'ta kalıp özerk devlet olacaklarına Türkiye'ye bağlansın aynı hakka kavuşsunlar. Uzun vadede Yunanistan ve Güney Kıbrıs da bu konfederasyona dahil edilmeli. Peki üniter yapı? O aynen devam. Nasıl ki AB'ye girmekle yekpâreliğimizden taviz vermeyeceğiz böyle bir konfederasyonla da vermeyiz. Türkiye Osmanlı Milletler Topluluğu'nun merkezidir. Daha Kosova'sı vs var. Kat'iyyen Müslüman kanı akıtmamalı ve akmasına müsaade etmemeli. Saddam Hüseyin bahane. ABD nasıl Üsame bin Ladin'i, Molla Ömer'i yakalamadıysa O'nu da devirmedi. Belki yine devirmeyecek. Maksat petrol. Maksat zenginlik. O zenginliği neden biz aynı bölgenin insanlarıyla, birçoğuyla din birliği, bazısıyla din ve dil birliği, hepsiyle tarih birliği, kültür birliği içinde olduğumuz milletlerle paylaşmayalım? Bir kere daha tekrarlayalım. Bir bayrak, bir marş, dört nöbetçiyle devlet olunmaz. Ermenistan ne kadar devletse Kürdistan da o kadar devlet olur. Türkiye'ye yakışan onlardan endişe etmek değil. Onlara, bölgeye, Osmanlı coğrafyasına, Osmanlı Milletler Topluluğu'na sahip çıkmaktır. Eserin yazarı olalım, sahnedeki figüran değil.
.
Ankara'nın müdafaası Kerkük'ten geçer
15 Ekim 2002 01:00
Osmanlı'da İstanbul'un emniyet hududu Belgrat'tan geçermiş. Belgrat'ın düşmesinden sonra İstanbul nihayet iki asır dayanabilmiştir. Dünyada her şey aklımıza gelirdi de Kerkük'ün bir gün elden çıkacağı aklımıza asla gelmezdi. İnşallah ilerde şöyle yazmak zorunda kalmayız. "Ne yaparsınız? Üsküp de Kerkük'ten az Türk değildi ama daha evvel O'nu kaybettik sonra da Kerkük'ü". Cenab-ı Hak bunu yazdırmasın. Denebilir ki arada ne fark var, ha Arap hakimiyetinde olmuş ha Kürt? Hayır öyle değil. Vaziyet çok farklı. Bin yıllık bir Türk ili hüviyet değiştirmeye zorlanıyor. Senaryo sinsice uygulanmakta. Önce Kudüs Yahudilere peşkeş çekildi, sonra Kerkük üzerine oyunlar oynanmakta. Kürt kardeşlerimizin emperyalist oyunu fark etmelerini bekleriz. Emperyalist güçler Türkiye'yi AB ile oyalamakta. O konuda destek verdiği vaadiyle Ankara'nın ağzına bir parmak bal çalmakta. Kürtlere de mavi boncuk olarak Kerkük'ü göstermekte. Bunların tamamı tiyatro. Bu tiyatronun bir perdesi dram, bir perdesi komedi. Dram kısmında daima Türkler kaybetmekte, onlar birbirine düşürülmekte. Komedi kısmındaysa hep emperyalistler gülmekte. Müslümanların bunu görmeleri lazım. İsrail'i dengelemek için Kuzey Irak'ta da Müslümanlar birbirine kırdırılacak. Bugün Kerkük'ü "payitaht" olarak verecekler, sonra Türkiye'den şehir isteme çılgınlığını yaşatacaklar. Bir kısım Türk topraklarını Kürdistan haritası içinde gösterecekler. Onunla da kalınmayacak. Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattı da tehlikeye düşecek. O gün manzara şudur... Dağılmış bir Irak. İşgal kuvvetlerinin kurduğu bir hükümet ve ona tabi sözde devletler. Böyle bir tabloda Kerkük'ün düşmesiyle Ankara, bir siperini kaybetmiş olur. O kaybın iki asır sonra nelere yol açacağını tarih, İstanbul misali ile göstermekte. Partiler seçime hazırlansın; lakin hükümet iç ve dış meselelere sahip çıksın. ABD'nin Irak'a girdiği gün Kürt olarak gösterilen bazı grupların Türkleri boğazlamaya çalışma ihtimali şimdiden bir tarafa yazılsın. Akıl, sabır, firaset... İster Türk, ister Arap, ister Kürt herkese lazım. * Kerkük, Türkçe'nin menbalarındandır. İşte bu Hoyrat onun isbatı değil mi? Durdu gam; Açdı yaram durdu gam Men miskin olduğumçün Üstüme kudurdu gam
.
Akıldan dahi geçmesin
16 Ekim 2002 01:00
Çok partili hayat başladığından bu tarafa böyle bir seçim yaşanmadı. Hâlâ gündemde şaşırtıcı haberler dolaşmakta. Bugün 16 Ekim, seçim 3 Kasım'da. Sandığa kısa bir zaman kalmış. Buna rağmen seçimlerin akıbetiyle oynanmak istendiği ileri sürülüyor. İktidar partileri zordalar. Seçim onlar için cazip olmadığı halde yine de seçime gidiyorlar. O noktadan bakınca karşılarına bir fırsat çıkmakta. Kuzey Irak'ta bir Kürt devleti teşebbüsü, daha geniş anlamda da Amerika'nın Irak'a müdahalesini kullanmak. Böyle bir olay nazari olarak mümkün. Sığınmak isteyenler için bir bahane ama artık olgunluk döneminde olduğu var sayılan Türk demokrasisi içinse son derecede yakışıksız. Koalisyon partilerinin meclisi savaş sebebiyle olağanüstü toplantıya çağırıp seçimi askıya alma konusunda anlaşmalarından korkuluyor. Hayır bu yapılmamalı. Türkiye, olanca heyecanıyla bir seçim havası yaşıyor. Herkes, 4 Kasım sabahını beklemekte. Üstelik Türkiye'nin savaşa girmesi için bir sebep de yok. Devlet, sivil, asker bütün kurum ve kuruluşlarıyla işlemekte. Nitekim gerekli tavrın konulmasıyla Kürdistan tarafından Türkiye'ye rahatlatıcı açıklamalar gelmiştir. Şimdi oradaki Kürtlerin bizim Kürtlerin akrabası olduğu ve dolayısıyla bizim de akrabamız olduğu telaffuz edilmekte. Tam doğrusu beyan, hepsinin din kardeşimiz olduğudur. Bu bile sıcak bir mesaj. Umulur ki bir zaman sonra meseleye Osmanlı Milletler Topluluğu gerçeğinden bakılır. Diğer taraftan Amerikan müdahalesi herhalde 3 Kasım'dan önce olmaz. Bu sebeple başlamış bir süreci durdurmak için fırsatçılık yapmak partilere de iktidara da yakışmaz. Bu iktidara düşen en dürüst davranış, ülkeyi tertemiz bir şekilde seçime götürüp seçim ertesinde iktidarı devretmektir. Şu bilinmeli ki Kuzey iktidarda istenmedik hadiseler tırmansa, Irak'ta vahim gelişmeler olsa bile Türkiye, seçim yolundan dönmemelidir. Hatta TBMM toplanıp savaş kararı alsa dahi seçimden vazgeçilmemeli Vatandaş için bu hükümet artık emanetçidir. Emanet, hukukuna riayet ederek emaneti 4 Kasım'dan itibaren yeni sahibine teslim etmelidir. Millî iradenin tek sahibi millet olduğuna göre yapılması gereken budur. İktidar partileri de bunu yapacaklardır. Kendi elleriyle kendilerine kara çalamazlar.
.
Kandil düşünceleri
20 Ekim 2002 01:00
Eskiden, çok eskiden 3 aylar toplumda varlığını çok daha kuvvetle hissettirirmiş. Recep, Şaban, Ramazan aylarının varlıklarını kuvvetle hissettirmeleri toplumu reorganizasyona tabi tutmak demek. Maddeten ve mânen. Şimdilerde o etkinin eskisi kadar olduğu söylenemez. Yobaz, gerici, çember sakallı gibi... dindarlara dönük aşağılayıcı karalamalara son devirlerde dinci diye bir yenisi eklendi. İç içe birkaç Türkiye'de birden yaşıyoruz. Bunlar, yer yer Atlas Okyanusu ile Akdeniz'in suları gibi buluşuyor fakat karışmıyorlar. Böyle bir keyfiyet millet olma gerçeğiyle çatışmakta. Millet, ortak değerlerde buluşan insanlar manzumesi. Toplum türlü kamplara ayrıldı. Biri diğerinden koptu. Son kamplar laik olanlar ve olmayanlar. Bu insanlar diğer tarafı tanımadığı için ister istemez bir öteki kavramı geliştiriyor. Biri diğerini dinsiz diğeri öbürünü laiklik düşmanı olarak görmekte. İkisi de yanlış. Ne o ne o. Hata, sahiplenmeden doğmakta. Ne laiklik kimsenin tekelinde, ne din. Tekelleşme beraberinde sömürüyü de getiriyor. Din adına veya dini en iyi anladığı iddiasıyla din tüccarlığı yapanlar olduğu gibi bunu laiklik namına irtikâp edenler de var. Neticede kaybeden ülke, ülkenin insanları ve gençlerin geleceği. Muhakkak ortak tarafların ön plan çıkartılması lazım. Selamın geçmediği veya günaydın denemeyen zeminler mevcut olduğu sürece konsensüse varılamaz. Selam vermek veya almak yobazlık telakki edilir veya günaydın demek veya gravat takmak hatta manto giymek dışlanma sebebi sayılırsa orada doğruları ve dostlukları yakalamak zor olur.
Kandil düşünceleri -II-
22 Ekim 2002 01:00
Din, kimsenin tekelinde değil. Son ilâhi din İslamiyet. Dolayısıyla İslamiyet de kimsenin tekelinde değil. Bir buçuk milyon Müslüman, bir kere daha bir kandili yaşadı. Ramazandan önceki bu Berât Kandili, sanki ramazanın provası gibiydi. Nice bin vatandaşımız oruçluydu. Öyle ki kimin oruçlu olup olmadığı gerçeğin öğrenilmesinde çok kimseyi şaşırttı. Rabbi ile kul arasına kim girebilir? İbadet kimsenin iznine bağlı değil ki. Neredeyse herkes birbiriyle kandilleşti. Kandilleşmek, birbiriyle haberleşmek, sosyal hayata hem maddi, hem mânevi sayısız faydalar sağlamakta. Ekonomik krizin atlatılmasında önce ramazan aylarının sonra da bayramların temin ettiği artıları bir hatırlayınız. Küçük çapta bir kez daha yaşandı. Her kandilde olduğu gibi piyasa nispeten de olsa hareketleniyor. Kandil simidinden satın alınan hediyelere kadar alışveriş yapıldı. Esnafın yüzü güldü. Kapılar çalındı, telefonlar açıldı. Kendilerinin unutulduğunu sanan yaşlılar unutulmadıklarını gördüler. Hem arayanlar hem arananlar psikolojik olarak rahatladı. Kalbler sürur buldu. Çocuklar hayatın bir de bu yüzüyle tanıştılar. Dünyalarının renkleri çoğaldı. Bazıları dua etmenin bazıları dua almanın hazzını yaşadılar. Kandillerin, bayramların varlığı inanılmaz lezzette. Bu noktadan bakınca inançsız insan olabileceğine ihtimal vermek öyle zor ki. En azından kendi memleketimiz açısından bu bir vakıa. Bu toprakların çocuklarına inançsızlık yakıştıramıyoruz. Belki tepkilerde bir ölçüsüzlük var. O konuda da tepki olur mu? Her şey ortada. Din adına, siyaset adına ortaya çıkanların bir çoğu kötü örnekler. Bazıları onlara duydukları olumsuz duygulardan dolayı kendilerini layık olmadıkları tehlikelere sokmakta. Bu netice, sevdirmeyip nefret ettirmenin mahsulü. 3 Kasım Seçimler, 6 Kasım ramazan. Bu ülkenin insanları, sandığa Ramazan arifesinde gidecekler. Bunun bir saadet vesilesi olmasını dileriz. İnşallah da öyledir. Herhalde ramazan ayı bitmeden Türkiye yeni hükümetine kavuşacak. Hangi partinin hükümeti olursa olsun fark etmemeli . Hepsi de Türkiye'nin partileri. Herkes dağarcığında olanı ortaya dökmekte. Seçmen yani Türk milleti, kararını isabetle verecektir. Eğer hakikaten demokrasi varsa halkın tercihine hürmet etmeli. Bu hürmeti en evvel de partiler göstermeli. "Beni seçerlerse iyiler, değilse kara cahil bir halk" anlayışı taassuptan başka bir şey değildir. Halk kimi tercih ederse onu makbul saymalı. Aksi halde halkla ters düşülür. Halkın işareti makbul sayılmayacaksa, kaale alınmayacaksa sistemin adı demokrasi olmaz. O zaman seçime gerek kalmaz. Seçimler ve oruç ayının üst üste gelmiş olması sevinilecek bir tevafuk. Bu güzelliği sürdürmeli. Kavganın hiç bir çeşidini istemiyrouz. Kavgasız bir dünya daha güzel. Ne dedik? Din kimsenin tekelinde değil... Türkiye de yarınlarımız da.
.
Türkiye geleceğini istiyor...
23 Ekim 2002 01:00
Yurdumuzun en büyük sivil toplum kuruluşu TOBB, dün toplumsal bir seferberlik başlattı. Hareketin ismi "Türkiye Geleceğini İstiyor"... İnsanların krizden ümitsizliğe düştükleri günlerde ortak akıl, bir slogan yakalamıştı. "Türkiye İçin Seve Seve". Krizle mücadelede o sloganın estirdiği rahmet rüzgârının payı unutulamaz. Henüz krizden çıkılmadıysa da bir toparlanma sürecindeyiz. Diğer taraftan da seçim takvimi yaklaşıyor. Çok farklı, apayrı bir seçime gitmekteyiz. Meclise gireceğine kesin olarak bakılan meclis dışından iki parti. Diğerleri baraj altında veya baraj bölgesinde seyretmekte. Uzanlar'ın partiyse sosyolojik, psikolojik araştırmalara konu olacak bir fenomen. Hiçbir genel seçimde tepkiler böylesine belirleyici olmamıştı. İşte bu noktada devreye Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği giriyor. Şundan dolayı. Artık Türkiye eski Türkiye değil. Sivil toplum kuruluşları daha bir katılımcı fonksiyon üstlenmekteler. Bu cemiyetten bundan böyle kimse, vekillerini Ankara'ya gönderip kenardan seyirci olmasını beklemesin. TOBB'un başlattığı çalışma için seçilen kelime "seferberlik"tir. Hatırlansın lütfen. Seferberlikte "eli değnek tutan herkes" vazifeye çağrılır. TOBB da öyle yaptı. "Gelecek Bildirgesi"ni önce dünkü gazetelerle duyurdu. Bunun daha genişini 81 ilde aynı anda yapılan basın toplantılarıyla açıkladılar. İstanbul'daki toplantı Çırağan Sarayı'nda yapıldı. Gelecek Bildirgesi'ni de bizzat TOBB yönetim Kurulu Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu okudu. Yazılı metinlerde de basın toplantısında da basının suallerine cevaplarda da her şey dikkatli ve ölçülüydü. Ancak bu ağırbaşlılık kimseyi aldatmasın. O soğukkanlı satırların arasında feryat ve çığlıklar var. Zaten kendileri de bunun için toplumsal seferberlik demekteler. Ağırlıklı olarak üzerinde durdukları şunlar. Siyasi partiler sistemimiz, hukuk sistemimiz, ekonomimiz ve kamu yönetimimiz. Toplumun her kesiminde derin bir güven bunalımının yaşandığına dikkat çekilen gelecek bildirgesinde bu dört husus topluca değerlendirilirken varılan hüküm şu. Kurum ve kuruluşlarıyla işletilmeyen demokrasi, IMF'ye muhtaç ekonomi, adaleti başka odaklarda aramaya yönelen hukuk sistemi, meseleleri içinden çıkılmaz hale getiren siyaset yapısı. TOBB, ekonomide kötü yönetim sebebiyle oluşmuş ve bugün de çözüm bekleyen problemler için kamu idaresinin yeniden yapılandırılması ve tutarlı iktisadi politikaların benimsenmesi ve uygulanması gerektiğini haber vermekte. Bunun da güçlü bir siyasi iradeyle mümkün olacağı vurgulanıyor. Partilerin dikkati bilhassa çekilmekte. "Partilerin ve parti temsilcilerinin parti programlarında, seçim beyannamelerinde, meydanlarda veya televizyonlarda yaptıkları ve yapacakları bütün reform vaadlerini topluma verilmiş taahhütler olarak kabul edip takipçisi olacağız." Maksatlarının herkesin ve her kurumun katılacağı uzlaşma ile güçlü bir inisiyatif vücuda getirmek olduğunu ifade eden en büyük sivil toplum kuruluşu, hedefledikleri vizyonu ise şöylece ortaya koymakta: -Evrensel standartları yakalamış, dünyada sözü geçen güçlü ve büyük Türkiye. Bu Türkiye'nin vatandaşları elbette huzurlu ve mutludur. Kısacası. TOBB, 81 ilde birden ayağa kalkarak sistem kurumlarının çürümüş ve yolsuzluklara yol veren taraflarını, hastalığı haykırmakta. Peki neden bugün açıklanıyor. Testi kırılmadan muhtıra. Nasılsa mevcutlardan biri veya bir kaçı iktidar olacak. Önemli olan aklı zamanında vermek, ikazı vaktinde yapmak. Sivil muhtıraların gündeme geldiği mekânlarda sıcak darbelere mahal kalmaz. Hisarcıklıoğlu'na bu güzel sloganı kimin bulduğunu sorduk "Hep beraber bulduk" dedi. Bu hareket de ortak aklın eseri. Ortak akıl da istişare ve dayanışmanın. Tekrarlayalım: Türkiye geleceğini istiyor. Çocukları için, yarınları ve yarınlarının güzelliği için.
.
O kadının gözleri
27 Ekim 2002 01:00
Dünya, bir grup istiklal mücadelesi veren Çeçen'in 6-7 yüz kişiyi esir aldığı haberiyle irkildi. Hani Putin, Çeçen meselesini çözecekti? Demek ki eski KGB'cinin çözüm anlayışı değişikmiş. O, ihtilafı, Çeçenleri ve Çeçenistan'ı ezerek, yok ederek çözeceğini sandı. Ne kadar yanlış yaptığını şu son kanlı olay bir kere daha gösteriyor. Bu baskında öncekilerden çok farklı bir taraf vardı. Kocalarını savaşta kaybetmiş, hayatının baharında dul kalmış Çeçen kadınlar da silaha sarılmışlardı. Onlardan birini bütün herkes televizyon yayınıyla tanıdı. Gözleri hariç bütün yüzünü siyahla kapatmıştı. Erkekler gibi o da tanınmak istemiyordu. Hemen önünde de elindeki tabancayla hürriyetlerini ellerinden aldığı hemcinsleri duruyordu. O kadının gözlerine dikkat edildi mi? Gözler, dokunulmamış kaş ve kirpiklerle muhteşem bir güzelliğe sahipti. Onlar, sahibinin bütün hissiyatını ortaya koyuyordu. Gözler yalan söylemez. O genç kadın, o mustarip dul, elinde tuttuğu tabancadan dolayı utanıyordu. Elbette o da önündeki zavallıların suçlu olmadığını bilmekteydi. Ne var ki çaresiz insanda mantık kalmaz. Yeltsinler, Putinler eliyle bir ırk yok oluyor, bir vatan haritadan siliniyordu. İşte bundan dolayı o kadın ve o kadınlar ve o gençler. Savaşta doğup savaşta büyüyen, savaşta evlenen, savaşta dul kalan çile yumağı o insanlar dünyanın kendilerine ne diyeceğine hiç oralı olmadan, sonlarının ne olacağına bakmadan yola çıktılar.. O kadın şimdi çok büyük bir ihtimalle hayatta değil. Belki tabancasının gölgesinde kaderlerine razı bekleyen Rus kadınlar da hayatta değiller. Belki de kurşunlar veya zehirli gazla üst üste yığıldılar. Haberlere bir kere daha bakınız. Onun ürkek güzel gözleri her şeyi bir bir açıklamıştı. Mahcuptu, üzülüyordu, "başka çaremiz yok" der gibiydi.. Moskova, şu günlere gelmekte ağır kusurludur. Hem Çeçenlerin kazanılmış haklarını tanımadığı, onları ezmeye kalktığı için hem de şu eylemdeki kanlı sondan dolayı. Rus hükümeti, hiçbir başka metodu denemeden en kestirme ve sert olanını seçip hem birkısım eylemcilerin hem de birkısım kendi vatandaşlarının ölümüne sebebiyet verdi. Peki, bu kadar üniformalı, silahlı insan Moskova'nın en meşhur tiyatrosuna nasıl girebildi? Bu sorunun cevabı Putin'in sonudur. O kadın, o kadınlar, Çeçen ve Rus kadınlar öldüler... Ölmeyenlerse yaşadıklarını ömür boyu üstlerinden atamayacaklar. Kurtulanlarla ölenlerin yakınları Çeçenlerden çok Boris Yeltsinlere, Vladimir Putinlere düşman olacaklar.
.
Çağrı
1 Kasım 2002 01:00
Mustafa Akad'ı önce NTV'de, sonra da Kanal 7'de büyük bir dikkat ve zevkle takip ettik. Ünlü yönetmen Çağrı Filmi hakkında ilk defa konuşuyor. Yahut Türk seyircisi buna ilk kez şahit olmakta. The Message... Çağrı, bir efsane film. Dünya sinema tarihinde 25 yıla dayanan film sayısının fazla olduğu söylenemez. Belki de hiç yok. Arşivde olup da arada bir göstermek başka 25 yıl boyunca sürekli gösterimde olmak başka. İslamcılık yapanlar. Eline silah alanlar. Radikalleşenlerin bu filmden çok dersler çıkartmaları lazım. Çağrı Filmi, dolayısıyla Mustafa Akad, hiç kimseyi incitmeden söyleyeceğini sonuna kadar söyledi. Üstelik bir başka dinden oyunculardan faydalandı. Mesajı bütün dünyanın beyaz perdelerine taşıdı. Böylece dinimize üniversal çapta hizmet verdi. Kaç nesil, o filmin meydana getirdiği uhrevi havayla büyüdü. Kim bilir kaç bin insan, seyrettiğinin tesirinde kalarak Müslüman oldu. Böylesine bereketli bir başka çalışmayı bulmak bir hayli zor. Ne yazık ki bu sinema klasiği aşılamadı. Yine Mustafa Akad onun yanına Ömer Muhtar filmini ekledi. Buradan hareketle şöyle bir özeleştiri yapsak haddi aşar mıyız, haksızlık olur mu? Sinemanın keşfinden itibaren dünya Müslümanları, o sanatın bütün hünerlerini kullanarak bütün insanlığa hitap eder tarzda sadece iki eser verebildiler. Tabii ki çok değerli çalışmalar olup da sesini duyuramamış olanlar vardır ama biz duyduklarımız ve gördüklerimiz hakkında konuşabiliriz. Çağrı Filminin çıkış hikâyesi de çok hoş. Mustafa Akad, memleketi Suriye'den kalkıp gelerek Amerika'ya yerleşmiştir. O ara çocukları olur. Onlar, kendini bilmeye başlayınca bir ihtiyaç doğar. İslamiyeti öğretmek. İşte bu ihtiyaç, bir filmin yapılma sebebi olmuştur. Demek ki bir insanın ihtiyacını milyonlar hatta milyarlar duyabiliyor. Önemli olan bunu yakalamak. Yönetmen, filmin başarısını anlatım tekniğinde buluyor. Bir büyük başarı daha var. Baş kahraman gösterilmeden film yapmak. Hazreti Muhammed -aleyhisselam- filmde baştan sona hissedildiği halde resmedilmez. Bu gerçek karşısında Mustafa Akad'ın cevabı çok asildir. "Sadece O değil. Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali de yok. Zaten onlar olmadığı için Hazreti Hamza var. Ben böylesi büyüklerin filmlerde gösterilmesine taraftar değilim. Hatta Hazreti İsa'nın, Hazreti Musa'nın gösterilmesine de razı değilim. Onların gösterilmesi büyüklüklerine gölge düşürmek olur". Mustafa Akad şimdi Türkiye'de. Fatih Sultan Mehmet veya Selahaddini Eyyubi filmleri çekmek istiyor. Çekebilecek mi? Para bulmasına bağlı. Diğer iki yüz akı eseri para temin edebildiğinden çekmeye muvaffak oldu. Peki bu defa? Bu sorunun akıbeti Müslümanlar cömert mi sorusuna bağlı? O halde soralım. Dört minareli camiler için, israf ve gösteriş vesilesi düğünler için, övünme vesilesi fabrikalar....partiler için çuvallar dolusu para harcayanlar cömert mi? Bilmiyoruz. En azından eski insanlar kadar cömert değiller. Onlar -esefle belirtelim ki- bir film yapılarak bu yolla hizmet sunma fikrine çok yabancılar. Oysa bir adam, memleketinden kalkmış Musevi zihniyetinin hegemonyasındaki Hollywood'lara kadar gitmiş, oralara girmiş, çalışmış çabalamış, dünyayı hayran bırakan eserler vermiş. Eğer hakkıyla şuurlu zenginlerimiz olsaydı o adama yalvara yalvara film yaptırırlardı. Bu iki filmi birden veya birini çektirmemek ortak kusurdur. Olur veya olmaz. Yönetmen açısından gam değil. O vazifesini yaptı. Çağrı Filmi O'na yeter. Halbuki bir kısım ultra zenginler aralarında fon oluşturabilirler. Diğer taraftan devletin de meseleye bigâne kalmaması lazım. Mustafa Akad'ın çekeceği bir Fatih Sultan Mehmet ve İstanbul'un Fethi Filmi kadar Türkiye'yi ne tanıtabilir? Bu değerli sinema adamına yardımcı olmak Çağrı'nın yanına 3. ve 4. eserleri ilave etmesini temin etmek büyük şereftir. Bakalım bu şeref kime nasip olacak? O da bir kısmet.
.
Marjinalliğin sonu
5 Kasım 2002 01:00
Özal, şayet İzmir'den MSP milletvekili seçilebilseydi "Turgut Özal" olamayacaktı. O adaylık Konsey döneminde Özal'ın başında Demoklesin kılıcı gibi sallandı. Veto edilenler listesine girebilirdi. Malum adaylık marjinal olarak görülmesine meydan vermekteydi. Recep Tayyip Erdoğan, Refah Partisi İstanbul il başkanıyken milletvekilliğine aday oldu. Adaylığı ince taktiklerle içeriden engellendi. Eğer Ankara'ya gitseydi İstanbul Belediye Başkanı olamayacaktı. Halbuki İstanbul Belediye Başkanlığı Erdoğan'ın kendini isbat ve kabiliyetini sergileme vesilesidir. İstanbul Türkiye'nin aynası. Orada yapılanlar yurt içi ve dışına yansır. Onun için buraya hizmet Türkiye'nin dikkatinden kaçmadı, vatandaş O'nu sevdi. Ne var ki bu sevgiye rağmen içinden geldiği parti itibariyle bazılarınca marjinal kabul edilmekte ve genelleme yapılmaktaydı. Dört mısralık eski bir şiir bahane oldu. Daha belediye başkanlığı ikmal olmadan Pınarhisar Cezaevine girmek zorunda kaldı. Okuduğu şiir ve parti aidiyeti diyalogsuzluk sebebiyle marjinal intibalara yol açmaktaydı. Şiirin mahiyeti ortadaydı. Partisinden kopması ise bir bölen olmamak için mümkün değildi. Bunu defalarca dile getirmişti. Partisini bölmedi ama o parti 28 Şubat sürecinde kapatıldı. Yönetimi değişti. Şüphesiz ki Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşları yeni kurulan partiye girmemekte mazurdular. Kurulan AK Parti'ye toplumun her kesiminden iştirakler oldu. Fakat parti genel başkanı "Tayyip" diye küçümseniyor kendisi de her gün bir davayla yüz yüze geliyordu. Böylece milletvekili seçilme hakkı elinden alınmış olarak bugünlere varıldı. Genelbaşkanlığı tartışmaya açıldı. Recep Tayyip Erdoğan, onca tazyike rağmen yılmadı ve bir büyük başarıya imza attı. Bunlar görülmekte. Görülmeyen veya farkedilemeyense daha başka bir gerçek. Marjinal sanılan, bu yüzden korkulan bir insan ve arkadaşları bizatihi marjinalliği bitirdiler. 4 Kasım sabahında ne olacak diye merak ediyorduk. 4 Kasım sabahında marjinallik bitti. Bu yüzden bir kısım batı basını yanılıyor. Hadise İslamistlerin, İslamcıların zaferi değil. Ortada öyle bir zümre ve öyle bir kabulleniş yok. Millet, seçmen, yolu kesilmek istenmesine rağmen Tayyip Erdoğan'ı iyi anladı ve O'na anayasayı bile değiştirecek imkânı verdi. Seçim yasakları kalkıp sonuçlar açıklanmaya başlandıktan sonra Erdoğan'ın yaptığı ilk konuşmanın özü neydi? Marjinalliğe karşı olmak. Böyle bir kelime kullanmadıysa da muhteva onu demekteydi. Bundan böyle asker siyasetçi, bürokrat vatandaş vs. ihtilafları yaşanmayacak, en azından asgariye inecektir... Hakikaten yeni bir sayfa açılıyor. II. Özal rüzgârı esebilir. Meclis buna müsait. Kadrolar elverişli. Muhalefet aklı başında. Genelkurmay sağduyulu. Cumhurbaşkanı hukuka bağlı. Medya da biraz insaflı olursa mesele kalmaz. Artık AK Parti, sadece lafız olarak değil fiilen bir merkez partisidir. Erdoğan ilk konuşmasında herkes, hayat tarzında, inancında serbest olacak, Türkiye, hürriyetler diyarı olacak, dedi. Neden olmasın? Meclisin üçte ikisini tek başına temsil eden parti milletin profildir. Menderes'in açtığı yollardan şehre akın eden kitleler Menderes, Demirel, Özal caddelerinden geçtikten, 50 yıllık bir tecrübe kazandıktan sonra şehirlileşti. Bu şehirlileşme, globalleşme aynı zamanda aşırılıkları törpüledi. AK Parti de şehirlisi, köylüsü, solcusu ve dindarıyla değişik eğilimleri bir sentez halinde birleştirdi. İstikrar, huzur ve büyüyen Türkiye şimdi daha yakın. Bir işin çilesini çeken muvaffak olur. Sayın Erdoğan, çilesini çeke çeke bu noktaya geldi. Kendini tashih ede ede geldi. Yakalanan yumuşama ortamı ülke için tarihi fırsattır. İçeride ve dışarıda dev gibi meseleler var. Fakat tek başına da bir iktidar var.
.
Sanki ülkenin üstünden bir kâbus kalktı
6 Kasım 2002 01:00
Herkes sevinçli...her partiden, her fikirden insan... İşçi, işveren. Ev kadını... Herkes ama herkes sevinçli. Bayram gelmeden bayram ediliyor. Daha evvel demiştik. 3 Kasım Seçim, 6 Kasım ramazan-ı şerif, diye. Seçimle ramazan ayının buluşması tesadüf olamazdı. Hakikaten de olmadığı görülüyor. Hadi yurttaşlarımız seviniyorlar. Bir çok sebep mevcut. Peki Yunanistan, İtalya, ABD neden sevinmekte? Sevinç ve şaşkınlık iç içe... Türkiye birden bire istikrarı yakaladı. Bu sevinçte alınan oyların payı büyük. Bir diğer faktörse Recep Tayyip Erdoğan'ın yaptığı ilk konuşma. Sadece o kadar mı? Değil. Deniz Baykal'ın dengeli muhalefet anlayışı da bunda önemli rol oynamakta. Recep Tayip Erdoğan'ın daha ilk dakikalarda AB'ye atıfta bulunması, onunla yetinmeyip bir de AB görüşmelerine ana muhalefet partisi lideri ile birlikte gitmek istediklerini beyan etmesi, Baykal cephesinden de hemen müsbet cevap gelmesi şu bahar havasının doğmasında en büyük rolü oynadı. Önceki gün Erdoğan'ı tebrik ettik. Dün sabah da evinden Baykal'ı...her ikisine de bir dost sıfatıyla neler dediğimizi tahmin etmelisiniz. Nitekim Baykal dün öğlen saatlerinde CHP lideri olarak AK Parti'ye tebrik ziyaretinde bulundu. Bu zarif manzaralara, bu millet nicedir hasret. Dünkü toplantıdan sonra Erdoğan'ın yaptığı konuşma olması gereken tarzdaydı. Meclis dışı muhalefet ve sivil toplum kuruluşlarıyla da işbirliği yapacaklarını açıklıyordu. Seçim gecesi Bülent Akarcalı'nın ekranda fevkalade akıllı bir tahlili vardı. Akarcalı "bu sonucu dünyaya pazarlayalım" diyordu. Elbette öyle. Eğer onu yapabilirsek Türkiye yeniden ivme kazanır. Millet moral bulmuştur. Bundan sonra saklı ve kaçak paralar piyasaya çıkar. Ümitsiz müteşebbis düğmeye basabilir. O vizyonu tekrar önümüze almak durumundayız. 21. Asır Türk asrı olacak. Bu diğer devlet ve milletleri rahatsız edeceğiz demek değil. Dünya ile yarışacağız demek. O halde devletçe, milletçe hep beraber yeni bir sayfa açmalıyız. Entrikaları hukukun yakasından düşürmenin de günü geldi. Şimdi şunu demek bir hakkı teslim olmaz mı? Başbakanlık konuşuluyor... Vecdi Gönül, Yaşar Yakış, Abdullah Gül veya bir başkası. Bunlar, o vazifeyi çok rahat bir şekilde yapabilirler. Zaten ekip ruhu hakim olduğu için kimlik çok da önemli değil. Bir başbakanın tayini ile iş bitiyor mu? Hakkın yerini bulması ne olacak, adalet ne yapılacak? Başbakanlık Recep Tayip Erdoğan'ın hakkı değil mi? Bir süre için bir isim o makama gelse bile Baykal'ın da desteğiyle Türkiye bu son ayıbından da kurtulmalıdır. Bir kâbus kalktı... Huzur avdet etti... Piyasalar canlandı... Gözler ışımaya başladı... Dış itibar yükseldi... Fakat bütün bunları yapan birinci isme meclis kapalı, başbakanlık yolu kapalı? Bunu dünyaya ve yarınlara hiçbir mantıkla izah edemezsiniz. Herkes layık olduğunu görmeli. Adalet AK PARTİ genel başkanının mağduriyetine son vermekten başlamalı, kalkınma da vatanın her köşesinden.
.
Tarih 23 Nisan 2003... Tayyip Erdoğan başbakan
9 Kasım 2002 01:00
Türkiye Cumhuriyeti'nde mahkemeler kararlarını "Türk Milleti adına" verirler. İlamlarda aynen bu üç kelimeyle yer alır. "Türk Milleti adına..." denir ve gerekçe sıralanır. Türk Milleti, 3 Kasım 2002 günü aldığı maşeri kararla kendi adına hüküm veren mahkemelerin Recep Tayyip Erdoğan hakkındaki tasarruflarını kaldırmış, hukuk diliyle keenlemyekun/hiç alınmamış addetmiştir. Mahkemelerin üstünde Temyiz Mahkemesi/Yargıtay varsa onun üstünde de Türk milletinin iradesi vardır. Millî irade, sayın Erdoğan'ın başbakan olmasına karar vermiştir. Konjonktür icabı geçici bir süre için bir başka AK Partili başbakan olsa bile TBMM 23 Nisan 2003 günkü tarihi oturuma Recep Tayyip Erdoğan'ın başbakanlığıyla başlamalıdır. Bu hem O'nun, hem de Türk milletinin hakkıdır. Bir hakkın teslimidir. Millî iradeye hürmet ve çarpık bir uygulamanın terki olacaktır. Peki nasıl yapılacak? Erdoğan, ne milletvekili ne başbakan... Milletvekili olmaması pek önemli değil. Mühim olan başbakanlık engelini aşmak. O da Anayasa değişikliğiyle mümkün. Bu noktada ana muhalefetle işbirliğine gitmek lazım. Sayın Deniz Baykal yasakların kaldırılmasına müspet nazarla bakmakta. Meselenin bir paket halinde ele alınmasına taraftar. Biz daha ötesini söyleyelim. Yeni meclis, 2003 Anayasasını inşa etmelidir. Elimizdeki Anayasa 1982 yılına ait. Ayda bir, yılda bir, üç yılda bir... yapılan değişikliklerle bütünlüğünü, ahengini hatta dil birliğini kaybetmiştir. Ortada bir yamalı bohça var. O halde 1982 Anayasasının tekrar şu veya bu maddesine ilave, çıkarma ve tashihler yapılacağına 21. asrın Türk Anayasası bina edilmeli. TBMM ilk günden bu kararı almalı ve teşkil edilecek Anayasa komisyonuyla özlediğimiz Sivil Anayasa gerçekleşmelidir. 23 Nisan 2003'e 6 ay var. Bir Anayasa 6 ayda yapılabilir. İşte o Anayasaya dokunulmazlıklar, milletvekilliği ve bakanlıktan emekli olunamayacağı, başbakan tayini gibi hususlar derc edilir. 2003 Anayasası, 50 maddeyi geçmemeli. Türkçe'si temiz olmalı, Medeni Kanununki gibi kötü bir dil anlayışı hakim olmamalı. Hayatın gerçeklerine cevap vermeli. Komisyonun hazırlayacağı, bu Anayasa TBMM'den geçer. İlgili maddede "bu Anayasa 1 Nisan 2003'te yürürlüğe girer" diye bir madde yer alır. Kalan 3 hafta içinde "geçici" başbakan istifa eder, Cumhurbaşkanı, istifayı kabulle yeni başbakanı tayin eder. Recep Tayyip Erdoğan, kabinesini Köşke sunar. 23 Nisan 2003'te de güven oyu alır. Böylece hem sivil bir Anayasaya kavuşmuş oluruz hem de tarihi bir günde bir hata düzeltilmiş olur. Her şey Türkiye için..
.
Fransa'daki Türkler köle mi?
10 Kasım 2002 01:00
Avrupa Birliği'nin anayasası hazırlanacak. Böylesine önemli bir faaliyetin başına kim gelmeli? Herhalde devlet başkanlığı düzeyinde bir isim. AB üyeleri de öyle düşünmüş ve konvansiyon riyasetine eski Fransız cumhurbaşkanlarından Valery Giscard d'Esteing'i layık görmüşler. Üyeler, layık görebilirler ama kişinin kendisi layık mı? Layık değil. Eski cumhurbaşkanı, Belçika'da iken ülkesinin gazetelerinden Le Monde'a demeç veriyor. Gazetenin manşet yaptığı demeç Türkiye'ye hakaretler ihtiva etmekte. Akıl sağlığı ne kadar yerinde olduğu bizce meçhul mösyö şu incileri dizmiş arka arkaya. - Türkiye AB üyesi olamaz. Çünkü: 1- Ayrı kültüre mensuptur. 2- Nüfusunun yüzde 95'i Asya kıtasında yaşamaktadır. 3- Başkenti Avrupa kıtasında değildir. 4- Türkiye'nin AB üyeliği AB'nin sonu olur. Hezeyan sahibi, ülkemizi felaket olarak tavsif eden bu sözleri ettikten sonra onun arkasında durması gerekmez mi? Tam tersine, kararlaştırılmış bir basın toplantısına dahi çıkma cesaretini göstermeden Brüksel'den Paris'e kaçmış... Şimdi; hem AB'ye hem de Fransa'ya görevler düşüyor. Konvansiyon başkan yardımcısının "o sözler, d'Esteing'in şahsî fikirleridir" demesi yetmez. Bizatihi AB'nin bu patavatsızlığı tekzip etmesi gerekir. Keza Fransa da özür dilemeli. Adı geçeni kendileri konuşturmadılarsa görüşlerine katılmamakta samimiyet taşıyorlarsa yalanlama ve özür beklemek Türk milleti'nin hakkıdır. d'Esteing, hangi hakla 70 milyon insana hakarete tevessül ediyor. Yeltenilen hakaretin zamanlamasına dikkat etmeli. Türkiye'de bir hükümet isifa etmiş ve diğeri kurulmamışken ara dönemde bunlar dile getiriliyor. Halep, Urfa, Antep, Maraş, Hatay, Adana gibi şehirlerimiz Fransa işgalinde kalmış olsalardı. Bugün aynı zihniyet Türkiye'yi AB için yine tehlikeli mi bulacaktı? Veya yalnızca o işgal edilmiş vilayetler mi Fransa toprağı kabul edilerek AB'ye teklif edilecekti. Fransa'ya cumhurbaşkanı olarak herhalde hizmetleri dokunmuş bir zat, bugün memleketine yapabileceği en büyük fenalığı yapmıştır. Hükümetlerin nöbet değişimini fırsat bilmek sadece ahmaklıktır. Üstelik bir zamanlar kendisinin oturduğu makamdaki eski krallarının bugün itmeye çalıştığı devletin şanlı Padişahından yardım isteyerek himayesine iltica ettiğini unutmamalı.. Son sorulması gerekense daha bugüne ait. Binlerce Türk işçisi, onlarca yıldır Fransa ekonomisine, ticaretine, sosyal hayatına katkılar sağlamakta. Onlardan bazısı çifte vatandaşlık hakkına sahip, bazısı Parislerde işveren. Peki bu insanlar ne oluyor? Onları Fransa elinde köle olarak mı tutmakta? Öyle olmadığına, her biri hür iradesiyle çalışıp hayatını idame ettirdiğine göre onların milletine bu hakaret neden? Bu kine sebep ne? "Valeri Giskar Desten" neyin kan davasını güdüyor? Niyeti ne? Fransa bu niyeti ne kadar paylaşmakta? İşçi olarak evet, ortak olarak hayır! İşgal olarak evet, istiklal olarak hayır!.. Mantık bu. Yeni hükümete ilk işi hayırlı olsun..
.
Erdoğan'ın hitabeti
12 Kasım 2002 01:00
Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Pazar günü Ankara'da milletvekilleriyle buluştu. Vekiller, muhtemelen 4 belki 5 yıl birlikte yasama faaliyeti içinde olacakları arkadaşlarıyla ilk defa bir araya geldiler. Erdoğan onlara seslendi. Genel başkanlarının konuşmasını kaleme alan ekibi tebrik ediyoruz. Her ne kadar "sebep" kelimesini ihmal ediyorlarsa da dikkatli bir seçimleri var. Her kelime anlatılan muhteva ile uyuşmakta. Mantık silsilesi yerli yerince. Bununla beraber Tayyip Erdoğan, hazırlanmış bir metni, kuru ve sıkıcı bir dille muhataplarına okuyan bir genel başkan değil. Konuşmanın uzunluğuna mukabil kürsüdeki hatip, akıcı bir üslup, kontrollü ses tonuyla karşısındaki kitleyi tesirine almaktaydı. Son 5 yıl bir çok yönlerden ziyana uğramıştır. Kayıplardan biri de hitabet sanatına tesadüf edilemez olmasıydı. Hatip olmak kolay değil. Türkçe güzel konuşulacak, kelimeler yerli yerince seçilecek, sun'iliğe kaçılmayacak anlaşılır olacak, doğru telaffuz edilecek, uzatma ve kısaltmalarda hataya düşülmeyecek, muhatap kitleyle iletişim kurulabilecek, onların sadece aklına değil gönlüne de seslenilecek, yerine göre nükte yapılacak, yerine göre vücut dili kullanılacak, beklenmedik çıkışlar karşısında sür'atle ikna edici cevaplar verilecek, asla argoya düşülmeyecek. Hitabet, bağırıp öfkelenme nezaketsizliği değildir. Hatip, kime, nerede, ne için hitap ettiğini unutmayacak. Meydan mitingi farklı, kapalı salon farklı, grup toplantısı farklı, tv sohbeti farklıdır. Son 5 yılda çok zaman dinlediklerimize katlanmak zorunda kaldık. Kelimeleri telaffuzda kusurlu olabiliyorlardı. Bazen sinirliydiler. Nadiren yüzleri gülmekteydi. 3 Kasım, aynı zamanda iyi hatip olan iki lidere geçit vermiş oldu. Tayyip Erdoğan ve Deniz Baykal. Yeni dönem, bu bakımdan ayrı bir şans olmuştur... Politikacılar, arşivlerden Menderes, Demirel, Bölükbaşı, Özal ve Kâmran İnan gibi Türkçe'nin son devir kürsü hakimlerinin konuşmalarını bularak zaman zaman tahlil etmeliler. Hatta bunu yabancılar için de tekrarlasalar iyi olur. Her iş usta çırak münasebetiyle geliştiği gibi siyaset de öyle. Üstelik siyaset bir çok diğer sanattan farklı. Onda üçlemenin bir ânda olması gerekiyor. Doğru düşünmek, doğru konuşmak ve doğru yapmak. Tayyip Erdoğan ve Deniz Baykal, mülakatlarında da özenli olurlarsa çok değerli bir hizmet vermiş olacaklar. Onları takip eden nesiller, Türkçe'yi güzel konuşacak, arkadan yeni hatipler gelecektir.
.
Kıbrıs
13 Kasım 2002 01:00
İlk çocukluk hatıralarımızın arasında Kıbrıs mitingleri de vardır. Adana Cumhuriyet İlkokulu'nun ilk sınıflarındayız. O dönemlerde müdür değil de "başöğretmen" denirdi. Başöğretmenin emriyle öğretmenler, sınıfları Yeni İstasyon Meydanı'na topladılar. Şehri bir uçtan bir ucuna kat etmiştik. Gerçek öyle olmasa bile biz ilkokul çocuklarına öyle gelmişti. Meydana vardık ki bütün Adana okulları orada. İlk ve orta öğretimin hepsini getirmişlerdi. Demek ki bu başöğretmenin değil devletin emriydi. Herhalde Türkiye sathında tekrarlanıyordu.. Meydanın hınca hınç dolduğu kanaatine varılınca kürsüye İstanbul'dan gelen üniversite talebeleri çıktı. Ateşli nutuklar irat ediyorlardı Ana fikir şuydu: "Ya taksim ya ölüm". Küçücük ellerimizle kürsüde devleşen ağabeyleri alkışlıyor, ne anlama geldiğini bilmesek bile zaman zaman biz de hançeremizin olanca gücüyle bağırıyorduk "ya taksim, ya ölüm!" Pankartlarda Makarios'la Grivas'ı küçültücü karikatürler yer almaktaydı. Yıllar milletçe terennüm ettiğimiz ya taksim ya ölüm sloganlarıyla geçti. Nihayet bilinen gelişmeler oldu. KKTC kuruldu. Hep hayret etmişizdir. Ne zaman "Kıbrıs" dense sadece Londra ve Zürih Andlaşmalarından söz edilir. Bu kozlarımızı daraltmaktan başka bir şey değil. 3 Kasım seçimlerinden evvel Ankara'da sayın Süleyman Demirel'le Kuleli Ofis'te bir mülakatımız oldu. Suallerimizden biri oydu. "Efendim, neden Kıbrıs mevzubahis olunca sadece Londra ve Zürih andlaşmalarına atıfta bulunuluyor? Halbuki biz bu adayı Sultan Abdülhamid zamanında İngiltere'ye kiraya vermiştik. Sonra kiracı devlet, I. Dünya Harbi'ndeki zor günlerimizden istifadeyle adayı işgal etti.. Niçin bu hakikatler dile gelmez de 1959'da kalınır?" Demirel, bunun kendi tarihimize soğuk bakma, hatta hakaret illetinden kurtulamamanın eseri olduğunu ifade etti. Geçen sene bir dönem KBB-Kıbrıs Birleşik Devletleri çok sıcak bir şekilde gündeme geldi. İki taraf da konuya yakınlık duydular. Fakat o günler kısa sürdü. Tekrar eskiye dönüldü. Bugün Kıbrıs, çözümsüzlük noktasında. İşte bu noktada devreye Birleşmiş Milletler girdi. 12 Aralık'ta Kopenhag'ta Rum kesimine kesin tarih verilecek. İşaret edilen tarihe 1 ay gibi bir zaman varken Kofi Annan taraflara 150 Sayfalık bir Kıbrıs Planı yolladı. Plana 7 gün içinde cevap verilecek ve 11 Aralık tarihine kadar da müzakereler bitirilecektir. Gazeteler 30 yıllık meselenin 30 güne sıkıştırıldığını yazıyorlar. Yanlış yukarıdaki hatıraları boşa anlatmadık. Kıbrıs'ın kaç yıllık meselemiz olduğu verdiğimiz tarihler, incelenirse ortaya çıkar. Bizim içinde yer aldığımız mitingin üzerinden bile 40 sene geçti. Genel Sekreter'in planına gelince. Ortada bir plandan ziyade 150 Sayfalık "kitap" var. Okunacak-incelenecek, 7 günde cevap verilecek vs. Zamana dikkat ediniz. Evet devlette devamlılık esastır ama bir de fiili durum var. Bir hükümet gitmiş, diğeri henüz gelmemiş. Ankara, milli iradenin tayin ettiği başbakanı akıllı bir formülle en kısa zamanda yerine oturtmanın çaresine bakacağına statükoculukla uğraşmakta. KKTC cumhurbaşkanı hasta yatağında. KKTC ekonomisi hasta yatağında. Böyle bir dönemde Türklere anayasal haklarda, Rumlara toprak temininde avantajlar veren ve yine kısaca Birleşik Kıbrıs Devletleri diyebileceğimiz bir yapı hayata geçirilmek isteniyor. Maksat Kıbrıs'ı bütünüyle AB'ye almak. Şunun atlanmaması lazım. İsviçre ve Belçika modelleri rötuşlarla belki kabul edilebilir ama KKTC bölgesi yüzde 10 daha küçülürse kazanç mı olur kayıp mı? Bir taraf, toprak olarak genişlerken diğer taraf yine kâğıt üzerinde bir takım haklara kavuşuyor. O hakların bir benzeri 1960 anayasasında da vardı. Üstelik, Plan azınlık-çoğunluk esasına dayanmıyor denmesine rağmen dağılımlar yine o esas üzere yapılmış. Türkiye'den de askeri çekmesi isteniyor. Tabii konuşmak için erken. Üstelik daha Türkiye ve KKTC'den bir ses de çıkmadı. Şundan endişe ediyoruz. KKTC'de ajanların halkı kışkırtarak ayaklandırmaları. 25 bin kişi meydanlara toplanıp "ya AB ya ölüm derlerse" pirincin taşını kim ayıklayabilir? Böyle bir şey olabilir mi? İki taraf arasındaki ekonomik uçurumu unutmayınız. O itibarla Kofi Annan'ın "kitabı" peşin bir hükme kapılmadan soğukkanlılıkla okunmalı.
.
Sivil anayasa
14 Kasım 2002 01:00
Muhtemelen AK Parti, anayasanın 76 ve 109. maddelerini değiştirerek genel başkanlarına başbakanlık yolunu açma niyetindeydi. Ahmet Necdet Sezer, "kişiye özel anaysa değişikliği olmaz" diyerek bu niyete soğuk bir tavırla karşı koydu. Neyse ki Recep Tayyip Erdoğan, dün İtalya'ya giderken tek başına 109'u ele almayacaklarını beyan etti. Hatta bir adım daha attı. 76 değiştirilse bile kabineye dışarıdan başbakan yardımcısı olarak girmeyeceğini de söyledi. Geçmiş olsun demek lazım. Cumhurbaşkanının sözü üzerine Ak Parti ve Erdoğan, ısrarlı olmayarak muhtemel bir krizi önlediler. Yıkımı hafiflese bile devam eden malum ve meşhur kriz de bir anayasa kitapçığı fırlatma hadisesi üzerine patlak vermişti. O örnek bütün hazinliğiyle ortadayken ne yazık ki gündem 876 rakımlı tepeden esen rüzgârlarla seçimlerden önce ve sonra şöyle bir dalgalandı. 3 Kasım'dan evvel "Başbakanı o mu tayin edecek ben tayin edeceğim" polemiği yaşanır gibi oldu. Sonra da işte o söz, "Kişiye özel anayasa değişikliği olmaz." Ama ya o anayasa, bizatihi kişiye mahsus düzenlenmişse? 1982 Anayasası, 12 Eylül Askeri Konseyi tarafından Anayasa profesörü Orhan Aldıkaçtı'ya ısmarlanıp da hayli sürüncemede kaldıktan sonra çalışma bitince referanduma sunulması gerekti. O sırada sayın Kenan Evren, devlet başkanıydı fakat cumhurbaşkanı değildi. Resmi kıyafetten çıkıp sivilleri giyebilmesi için onun da referanduma sunulması gerekiyordu. Ne yapıldı? Kenan Evren ismi de Anayasaya yazılarak hem anayasa hem Evren birden oylandılar. Doğrusu ayrı ayrı olmasıydı. Aynı saatte aynı sandıkta fakat ayrı yapılabilirdi. Bu sebeple Evren yüzde 92 oyla seçilmiş oldu. Peki hakikat bu muydu? Mümkün mü? O halde siz bırakınız bir maddeyi değiştirmeyi. Bizatihi Anayasa "zâta mahsus olarak" tanzim edilmiştir. 5 kişi ısmarladılar. 1 kişi yaptı ve 1 kişinin gölgesinde işte böyle bir sandık macerası yaşandı. Bir kere daha ve çok net bir şekilde yazıyoruz. 1982 Anayasası, devrini tamamlamıştır. AB'ye girme arzusundaki bir Türkiye'nin 23 Nisan 2003'e yetişecek sür'atte sivil Anayasasını yapma olgunluğunu göstermesi gerekir. Zaten neredeyse değişmedik maddesi kalmadı. Onun için bırakınız 76, 78, 109 vesaireyi. 50 maddelik gibi kısa, özlü ve zamana dayanıklı bir anayasa yapmanın yoluna bakınız. O zaman Tayip Erdoğan meselesi de kökten çözülür. Yoksa telaffuzu kolay. "Kişiye özel anayasa olmaz!" Tamam da bu 4 kelimelik cümle nelere yol açıyor? O cümleyle dolar düştüğü yerden tekrar tırmanışa geçti. Onun için herkes dokuz düşünüp bir söylesin. Sezer de Erdoğan da Baykal da. Millet asla çekişme ve kavga istemiyor. Üstelik yakışmaz da. Nihayet 3 kişiler. Gerginlik, kavga, hırçınlık kimden helirse gelsin asla istenmiyor. İstenen barış, kalkınma, itibar, istikrar ve sivil anayasa.
.
1969'u unutmayın
21 Kasım 2002 01:00
AK Parti'nin tek başına iktidarı, Türkiye adına yeni yüzyılda yakalanmış önemli bir fırsattır. Bu fırsatın hakkıyla kullanılarak hizmete dönüşmesi şart. Recep Tayyip Erdoğan'ın önceki gün parti grubunda yaptığı konuşmanın özü de buydu. Partili milletvekilleri başta olmak üzere bütün teşkilatın tam bir dayanışma ve birlik bütünlük içinde olması ve bunu sürdürmeleri lazım. Olmazlarsa onlardan çok ülke zarar görür. Bunun en yakın misali 1969'dur. 1969'da Süleyman Demirel liderliğindeki Adalet Partisi içinde "41'ler Hareketi" denen bir olay yaşandı. 1965'te tek başına iktidar olan ve çok güzel de hizmetler veren bu parti, 4 yıl sonra içten içe büyüyen bir grubun aleyhte faaliyetleri sonucu 41 kişilik bir kütlenin partiden kopuşunu önleyemedi. O kopuş, bir partinin bölünmesinden öteydi. 27 Mayıs darbesinin arkada bıraktıklarını temizleyerek yol alan ve kalkınma hızını yüzde 6'ya çıkartan Türkiye, bu hareketten sonra zayıf iktidarlar dönemine girdi, sosyal patlamalar ve gençlik hareketleri başladı. Netice 1971 muhtırasıyla noktalandı. Tâ 1983'e kadar da bir daha tek başına iktidar şansı yakalanamadı. Şimdi de 1983'ten bu yana yine ilk defa bir parti tek başına iktidar oluyor. Uzun zamandır hasret duyulan istikrar bulundu. Güven unsuru tam. Moraller yüksek. İç ve dış gelişmelerin seyri güzel. Yüzler gülüyor. Yoksullar ümitli. Düne kadar muhalif olan kalemler bile Tayip Erdoğan'ın bir ân evvel meclise girip hükümetin başına geçmesi için anayasa değişikliği teklif etmekteler. Cumhurbaşkanı, "kişiye özel anayasa değişikliği olmaz" dese, AK Parti de bunu gündemden düşürse de ülkemiz için çok sevindirici temas ve kabulleri gördükçe onlar bile bugün, böylesi teklifleri yapmaktan geri kalmıyorlar. Ak Parti'nin işi çok. Bunun farkındalar. Adalet ve Kalkınma Partisi de Adalet Partisi gibi bir darbe sonrasının iktidarı. Onun da kürümesi gereken çok kar var. Bütün bunların yapılabilmesi için dayanışma şart. Birlik beraberlik, fedakârlık elzem. Herkesin bakan olması, herkesin grup başkanı olması, herkesin parti sözcüsü, komisyon başkanı, meclis başkanı, genel başkan yardımcısı olması mümkün değil. Ancak; herkes, yeri-zamanı geldiğinde kabiliyet ve maharetiyle değerlendirilir. Sayın Erdoğan bunu gerçekleştirebilir. Dikkat edilsin. Ümitlerin kararmaya başladığı bir vakitte şafak söktü. Herkes memnun. Yeter ki nefsler kudurmasın. "Neden ben değil de o?" habaseti depreşmesin. Öyle olursa, fitne çıkarsa bir partiye değil önümüzdeki yıllara, Türkiye'ye yazık olur. 1969'u unutmayınız. Orada kırılma olunca iki sene sonra sokaklar kan gölüne döndü, gençler darağaçlarında can verdi. Demirel'in siyaset yolundaki en büyük hatalarından biri 1969'u önleyememesidir. 1969 Kopuşu olmasaydı belki de 12 Eylül, 28 Şubat yaşanmayacaktı. Mecelledeki kaide malum. "Def'i mazarrat, celbi menafiden evladır". "Zararları önlemek, yeni kazançlar elde etmekten iyidir". Aman tarih tekerrür etmesin. Edoğan'ın dediği gibi, "sakın ha!!!"
.
İşte çağdaş Türkiye
22 Kasım 2002 01:00
"İşte çağdaş Türkiye!" sayın Süleyman Demirel adına şanssız sayılabilecek bir döneme ait bir söz. Tıpkı "yollar yürümekle aşınmaz" ve "dün dündür bugün bugündür" sözleri gibi siyasi literatüre mal oldu. 9. Senfoni dinlenilmesi karşısında telaffuz edilen bu cümleye dair hayli yazılıp çizildi. Artık o ifade, söylenme maksadı, zamanı vs. ile tarihe mal olmuştur. 28 Şubat bundan böyle tarihçinin malzemesidir. Biz, makalemizin başlığına o eski hadiseyi yazmak için "işte çağdaş Türkiye" ibaresini koymadık. Bu defaki çağdaş Türkiye, gerçekten çağdaş Türkiye. Olay önceki gün Ankara Havaalanında yaşandı. O ânı tesbit eden fotoğraf dünkü gazetelerde de yer alıyordu. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer yurtdışına gidiyor. Kendisine eşi Semra Sezer refakat etmekte. Onları uğurlamaya ise TBMM başkanı Bülent Arınç'la eşi Münevver Arınç gelmişler. Sezerler uçağa binmeden dörtlü yan yana durarak medyaya görüntü vermekteler. İşte çağdaş Türkiye budur. Sezer'in eşi tesettürsüz. Ondan sayın Arınç ve sayın eşi rahatsız olmuyorlar. Bülent Arınç'ın eşi tesettürlü. Ondan da sayın Sezer ve sayın eşi rahatsız olmamaktalar. Muhtemelen dörtlüden ikisi oruçlu ikisi de oruçsuz. Belki üçü, belki de hepsi oruçlu. Kimse kimsenin şahsi tercih ve inanç veya uygulamasıyla meşgul değil. Tam bir barış ve hoşgörü ortamı. Yıllar ve milyonlar, bu manzaranın hasretindeydi. Onun Türkiye adına bir çıkış olarak yorumlanması gerekir. Öyle olacağını sanıyorduk ama yine bazı tartışmalar yaşandı. Yine incitici ifadeler kullanıldı... Şahsi fikrimizi sorarsanız. Keşke sayın meclis başkanı biraz daha sabırlı olsaydı... Tabii bunu demek kolay. O insanların psikolojisinden kimin ne haberi var? Ne olursa olsun. Neticede Türkiye'nin, yarınlarımızın iyiliği için her işe, her yapılana herkese iyi gözle bakmakta yarar var. Onun için "işte çağdaş Türkiye" diyoruz. Doğrusu da bu. Başka çare yok. Herkes birbirine tahammül edecek. Açık kapalıya. Kapalı açığa. Ne oldu yani? Meclis başkanının kapalı eşi, hakkını kullanarak devlet protokolüne girdiyse Türkiye'de her şey birdenbire alt üst mü oldu? Hiçbir şey olmadı. Tam tersine işte o fotoğrafla Çağdaş Türkiye imajını yakaladık. Eğer buna karşı çıkarsanız Ramazan günü Hilton Otelinde iftarını açtıktan sonra inancı gereği namazını da kılan mü'minleri kışkırtıcı bir dille kınayan gazetenin durumuna düşmüş olursunuz. Sayın Ahmet Necdet Sezer, sayın Bülent Arınç ve hanımlarına zirve noktadan estirdikleri bu barış, dostluk ve kardeşlik havası için teşekkür ederiz.
.
İftar namazı!
23 Kasım 2002 01:00
Hayır; asla kızmıyor, kat'iyyen kınamıyor ve sadece esef ediyoruz. Bu ülkenin insanları ne hale getirilmiş. Dev oteller, dev çarşılar yapıldı ama onlarda 30 metre kare kadar bir ibadet yeri bile yok. Eskiden aynı ayıp, hava meydanlarında yaşanırdı. Şimdilerde ondan kurtulduk. İnşallah bir gün otellerle plaza ve hiper marketlerde de aynı anlayış olgunluğuna varılır... Hatırlarsanız yıldızlı otellerde iftar yemeği adeti ilk defa merhum Turgut Özal'la başladı. O kudsî saatler oruçlu oruçsuz mü'minleri buluşturdu, konuşturdu. Yemek bir vesileydi. Birbirine yabancılaşan toplum kardeşâne kucaklaşıyordu. Aradan duvarlar kalktı. Ürküntüler yenildi. Mânevî bir atmosferde engin huzur iklimlerine yelkenler açıldı. Orada sakallı da vardı, baş açık da. Bugün de o minval üzere devam ediyor. Buna rağmen, aradan bu kadar yıl geçtiği halde o oteller hâlâ bir mescid açmıyorlar. Peki oralara iftara davetli olanlar ne yapacaklar? Aylardan ramazan. Misafir kitlenin çoğunluğu namaz kılan insanlar. Usul şu. Salon veya odalardan birine çarşaflar seriliyor isteyen namazını orada eda ediyor. Başlangıcında böyleydi, bugün de böylece devam ediyor. İşte Hilton Oteli haberinin doğuş sebebi. Geçenlerde bazı bakanlar bu otelde yemeğe davetliler. Çoğu oruçlu. Bir çoğu namaz kılmakta. Namaz vakitle mukayyet bir farz. Onun için edası şart. Ne yapacaklar? Garsonlar delaletliyle yapılacak olan belli. Yere çarşaflar seriliyor ve 10-15 dakika içinde yüce Allah'ın emri yerine getiriliyor... Bazı gazetelerle bazı radyoların huzur kaçırıcı biçimde haber yaptıkları bu hadisedir. Kusur kimde ibadet eden bireyde mi? Mescidin olmamasında mı? Akşam saatleri yoldayız. Arabanın radyosu açık Bir radyo kendini tanıtıyor. Orta Asya'da dahi dinlenmekteymiş. Seviniyoruz. Fakat biraz sonra sevincimiz kedere dönüştü. O radyo az sonra haberlere başladı. Bir muhabir kınayan bir üslupla Hilton Otelindeki namazı nakletmekte. Şöyle diyor: -İftarlarını açan bakanlar, otel salonunda iftar namazına durdular... Vah vaah... zavallı Türk genci sen ne hale gelmişsin!.. İhtimal 1: Duymuşluğu vardır. "Teravih" diye bir namaz kılınmakta. Bu namaz da ramazan aylarına mahsus. Bakanlar birlikte namaz kıldıklarına göre kılınan teravihtir. Muhabir, böyle düşünmüş, ancak kelimeyi hatırlayamadığı için teravih yerine "iftar namazı" dedi. İhtimal 2: Veya daha vahimi, teravih veya akşam şeklinde bir kasdı yoktu. İftardan sonra kalkıp kıldıkları için "iftar namazı" diye bir ibadet çeşidinin var olduğunu sandı. İşte haber vererek dinleyenleri aydınlatma görevindeki bir meslek sahibinin kültürü. Ve perişan hali. Ve perişanlığı. Ve halimiz.
.
Yiğit, bin yaşar; fırsat bir düşer
24 Kasım 2002 01:00
Orgeneral Hilmi Özkök gibi siyasete mesafeli, ne dediğini bilen ve millî iradeye hürmetkâr bir askerin, Deniz Baykal gibi partisindeki şahinlere rağmen ılımlı, dengeli ve uzlaşmacı politika güden ve muhalefet partisi imajını adeta "arkadaş parti"ye dönüştüren bir siyasetçinin, sadık dost ve beyefendi insan numunesi başbakan Abdullah Gül'ün ve bütün bunların üstünde sandıktan çıkan yüzde 34 küsurluk milli irade desteğinin varlığı, Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan için büyük fırsattır... Hatta bunlara Anayasa Mahkemesi'nin sadece hukukçu olan temiz ismi Mustafa Bumin de eklenebilir. Muhakkak ki varlıkları fırsat telakki edilebilecek daha başka şahıs ve müesseselerin sayılması da mümkün. Mesela medya da şu gün için yüksek bir kredi açmış bulunuyor. Atalar demiş ki... Yiğit bin yaşar, fırsat bir düşer. Fırsat bin yıllık ömrü olanın bile karşısına bir kere çıkabilir. Bu sözü destekleyen bir başka kültürel miras şudur... Ân bu ân dem bu dem. Çünkü dün geçti, yarın meçhul, ân bu ân dem bu dem. Kastedilen fırsatçılık değil. Vaktin kıymetini bilmek. Recep Tayyip Erdoğan bu dilden haberdardır. Aksini düşünelim... Erdoğan, Refah Partisi il başkanıyken milletvekili olarak meclise girmiş olsaydı. Tıpkı Turgut Özal'ın MSP'den İzmir milletvekili seçilememesi gibi O da RP'den İstanbul temsilcisi olamadı. Daha yakın misal. Abdullah Gül, Fazilet Partisi'nde Necmettin Erbakan-Recai Kutan ikilisine karşı yaptığı genel başkanlık mücadelesini kazansaydı... Anayasa Mahkemesi, Fazilet Partisi'ni kapatmamış olsaydı Veya daha eskilere dönelim. Merhum babası, oğlu Tayyip'in büyük kulüplerden birinde top koşturmasına rıza gösterseydi. Evet bütün bunlar olsaydı veya olmasaydı... O, şimdi ya eski bir milletvekiliydi yahut Fazilet Partisi'ndeydi veya eski bir futbolcu yahut antrenördü. Dahası da var. Milletvekili seçilemeyince İstanbul büyükşehir belediye başkanı oldu. Eğer kendinden önce dev hizmetlere imza atmış bir belediye başkanı İstanbul'a hizmet verseydi o kadar sevilemezdi. Bütün bu akla gelebilen ve gelemeyen menfi-müsbet, maddî-mânevî unsurlar sebebiyle bin yılın başında gelen bu fırsatın çok iyi değerlendirilmesi şart üstü şart. Bu itibarla 1 aylık, 3 aylık, 6 aylık, 1 yıllık acil eylem planlarını aksatmadan ve sür'atle hayata geçirmeleri lazım. Bu plan aksarsa kırılma noktasına girerler. Dünyanın kaç türlü hali var. Bu rüzgâr böyle devam etmeyebilir. Bu destek ve bu bahar havası hep sürmeyebilir. Onun için asla hız kesilmemeli. Şimdilik gidişat iyi. Halk bayramdan önce bayram havası içinde. Eminiz ki yüzde 34 bugün 40'larda seyrediyor. Millet öz evlatları, kardeşleri meclise girmişcesine memnun. Eğer bu tevazu, tempo ve aşk terk edilmezse AK Parti'nin önümüzdeki 10 yıla damgasını vuracağına dair tahminler, müşterek kanaat halini alır. Onun için bu defa da farklı yasaklar devri başlamalı... Durmak yasak, yorulmak yasak, kavga yasak. AK Parti sadece yarınlara hizmet için koşmayacak, kayıp yılları da kazanma borcunda. Zengin bir Türkiye'de kavga olmaz. Yoksulluk dövüştürür, zenginlik seviştirir. Kalkınmış, ferd başına milli geliri dünyanın 8-10 ülkesi seviyesindeki bir memlekette kimse kimsenin kılık-kıyafetine dönüp bakmaz bile. Bu fırsat bin yılın olmasa bile 50 yılın fırsatıdır.
.
Anayasa tartışması
27 Kasım 2002 01:00
Hükümet programında "yeni anayasa" diye bir cümlenin geçmesinden muhalefetin bu denli rahatsız olmasını anlamakta zorlanmamak mümkün değil. Ne var bunda? Anaysa değişikliği gerekiyor. Bu anayasa kırk yerinden delindi. Eskidi, zamana cevap veremez halde. Değiştirilmesi gerektiğini seçimlerden hemen sonra biz teklif ettik. İyi de ettik çünkü bunu memleketin hayrına görüyoruz. Şu var ki biz, "sivil anayasa" dedik, başbakan Abdullah Gül, "yeni anayasa" dedi. Aslında başbakanın da kastı aynı. O da hem sivil anayasa istiyor. Hem de niyeti bu. Ana muhalefet lideri, şimdiye kadar fevkalade sorumlu bir tutum sergiledi. Hatta bu yüzden terminolojiye yeni bir kavram girsin istedik. Yeni dönemde sayın Baykal'la birlikte "muhalefet partisi" imajı "arkadaş parti"sine dönüşüyordu. Geçen yazılarımızdan birinde bu tabiri kullandık. Kendisine de söylediğimiz gibi bu tutumdan, ılımlı tavırdan vazgeçmemesi gerekirdi Hâlâ da büsbütün vazgeçtiği kanaatinde değiliz. Millet kavga istemiyor. Siyasette kazanmak için kavga etme gereği artık çok gerilerde. Kendini akla, sağduyuya, vicdana kabul ettiren kazanacak. Ne var ki Deniz Beyi de anlamak lazım. Bir kısım müfrit partililer genel başkanlarını pasiflikle suçlamaktalar. Aynı adamlar, seçimlerden önce O'na hırçın damgasını vuruyorlardı. Bu sebeple Baykal'ın tabana mesaj verme kaygısıyla arzulamadığı bir yola girmesinin dönüp kendisine zarar vereceğini dostça hatırlatmak isteriz. Herkes, müsterih olsun. Herkes, işine baksın. Kimse, anayasanın temel hükümlerini, rejimin temel maddelerini değiştirme peşinde değil. Böyle bir absürdlüğü zihninden geçiren de yok. Böylesi Donkişotlar en azından TBMM çatısı altında yok. Dediğimiz ve herkesin de dediği ve bildiği gibi 1982 Anayasası bir darbe anayasasıdır. Olağanüstü şartların ürünüdür. Uzundur. Lüzumsuz madde ve tafsilatlarla doludur. Bugün hatırlanmayan miktarda değişiklikler görmüştür. O bakımdan bir çok kere tekrar ettiğimizi bir kere daha yazıyoruz. 76'tıydı, 78'di, 109'du vs. ile uğraşılacağına AB kapısına dayanmış bir ülkeye yakışan dört başı mamur yepyeni ve sivil bir anayasa yapılsın. Değişecek olanlar neticede teknik maddelerdir. Ne devletin şekli değişecek, ne Türkçe, ne Ankara, ne bayrak, ne laiklik, ne inkılap kanunları ne de diğer temel hükümler. Geriye ne kalıyor? Dediğimiz gibi teknik, uygulamaya dönük maddelerle teferruat olanlar. O halde şunu sorma hakkı doğar: -CHP sivil bir Anayasaya karşı mı? Sayın Gül'ün dediği sivil anayasadır. Üstelik bunun "konsensüsle" cemiyetin bütün kesimleriyle anlaşarak yapılacağını "ben yaptım oldu dayatmasına" tevessül etmeyeceklerini de ayan beyan belirtmekte. Ortada saklanması mümkün olmayan bir çapraşıklık var. Baykal, "yeni anayasa" konusunda dokunulmazlıklar kadar, hatta onunla mukayese edilmeyecek ölçüde kuvvetli değil. Türkiye'nin kısa, devlete sür'at kazandıran sivil bir anayasaya ihtiyacı vardır. Her beşer eseri zaman içinde yenilenmeye muhtaç oluyor. Aslolan milletin saadet ve huzuru. Bu da büyük ölçüde iktisadi kalkınmayla mümkün. Bunları konuşunuz. İşsizliğe, açlığa çareler üretiniz. Bırakınız yeniyi-eskiyi.
.
Çağlayan Buluşması
1 Aralık 2002 01:00
Dünya genelinde savaş aleyhtarı yazılar, konferanslar, mitingler giderek güçlenmekte. Savaşı reddeden mitingler, Amerika kıt'asından Avrupa'ya sıçradı. Kasım başındaki Floransa Mitingini şimdi 1 Aralık'taki İstanbul Mitingi takip ediyor. Çağlayan Buluşması diyebileceğimiz bu mitingi tertip edenler, İstanbul Sosyal Forumu ve Savaşa Hayır Platformu ismindeki iki kuruluş. İsimlerinin duyulmamış olmasından belli ki yeniler. Her ihtiyaç, kendi imkânını doğuruyor. Sözü geçen buluşmaya ilgi sadece yazarlardan değil. Sanatçılar da orada yer alacak. Sanatçıların böylesi meselelere hassasiyet göstermesi memnuniyet verici. Gerçek dünya bu. 1 Aralık'ta şu istekler dile getirilecek: -Savaşa hayır! -Türkiye'nin asker vermesine hayır! -Üs verilmesine hayır. ABD'nin artık Irak'ı vurması için hiçbir makul mazereti yoktur. Ülkesinin silah canavarlarını doyurmak maksadıyla kan dökemez. Nitekim bazı aydın namusuna sahip Amerikalılar da isyan ettikleri için savaş karşıtı mitingleri başlattılar. George W. Bush'un bu çığlıkları duyması lazım. Nitekim bir de 15 Şubat Mitingleri var. Floransa'daki Avrupa Sosyal Forumu'nda alınan kararlar gereği 15 Şubat'ta bütün Avrupa'da eş zamanlı mitingler düzenlenecek. O mitinglerden biri de İstanbul'da yapılacak. Eğer bu iki ikaz da kâr etmez ve savaş çıkarsa bu defa Sivil İtaatsizlik Eylemi başlatılarak grevler yapılacak, ana caddeler trafiğe kapatılacak vs. Şöyle bir manzara tahayyül ediniz. ABD Irak'a saldırmış, İncirlik kullanılmış, Bağdat mahvolmuş, Türkiye'ye uzak menzilli füzeler atılmış, piyasalar alt-üst olmuş, okullar tatile girmiş. Karaborsa başlamış. Irak'tan Türkiye'ye durdurulamayan göçmen seli akmakta. Bölge haritası tehlikeye girmiş, İngiltere'den başka sürpriz bir şekilde Rusya da Amerika'nın yanında veya karşı gerekçelerle savaşa girmiş vs. vs. vs. Böyle bir manzaradan Irak'tan sonra en ziyade zarar görecek ülke Türkiye'dir. Onun için de asker, üs ve destek verilmesi vahim hata olur. Yalnız savaş aleyhtarı bu hareketin bir planına katılmıyoruz. Savaş çıktıktan sonra bir de iç savaş gibi eylem, grev yol kesme ve benzeri olayların başlatılması yanlış olur. Zaten o ortamda müsaade de edilmez. Onun için her türlü caydırıcı tedbir önceden alınmalı. Ankara'ya gelince... Türkiye, fikri sabit sahibi Bush'un peşine takılmamalıdır. Sadece iç barışı değil, dış barışı da takviye ve muhafaza ile mükellefiz. Onun için bu gibi miting ve faaliyetler hükümet için önemli kamuoyu desteğidir. Beyazsaray'a karşı elini kuvvetlendirir.
.
Kusurun tamamı Avrupalı'da değil
11 Aralık 2002 01:00
Televizyonlar, gazeteler gün saymaktalar. Daha doğrusu gün sayıyorlardı. Şimdi aynı işi saatle yapıyorlar. Kilitlendiğimiz tarih 12 aralık 2002. Perşembenin gelişi çarşambadan belli olur. Bugün Çarşamba, yarın Perşembe. Ve yarın 12 Aralık. Yarın ne olacak? 57. Hükümetin AB'den başka sermayesi kalmayan parçası, Türkiye'yi böyle bir tarihe mahkûm etti. 12 Aralık, yurdumuzun iki yıldır bin ümitle beklediği takvim. İşte o gün geldi çattı. Büyük buluşma Danimarka Krallığının payitahtı Kopenhag nam vilayette. Bizim hükümet erkânı orada. Mecburen oradalar. Olmasalar bu defa da vazifeyi ihmal etmiş nazarıyla bakılacak. Cumhurbaşkanıysa gitmedi. Cumhurbaşkanının gitmemesi sırf kendi karar ve tasarrufu olamaz. Hasbelkader dönem başkanı olmuş küçük bir devletin kapısında AB giriş vizesi için bekleşen bir ülke manzarası. Sivil toplum kuruluşları, bürokratlar, bakanlar, başbakan ve cumhurbaşkanı oradalar. Az sonra kapı açılıyor. İçeri alınıyorsunuz. Görüşme masasının etrafına doluşmuş insanlar. Gerginliği saklamaya çalışan sun'i gülücükler, karşılıklı nezaket cümleleri. Sonuçta iki hey'etten bir tarafın lafları boş, bir tarafın eli.. Bu durumda cumhurbaşkanı iyi ki de gitmedi. 12 Aralık'ta müzakere tarihi verilmeyecek. Artık her şey belli. Koro halinde AB'nin imtihanda olduğundan bahsediyoruz. Biz de imtihandayız. 12 Aralığı 17 Ağustos depremi gibi telakki edersek kaybederiz. Aksine moralimizi sağlam tutup hızımızı kesmeden reformlara devam etmeliyiz. Bir kısım Avrupalı bize karşı peşin hükümlü. Einstein, şöyle demişti? "Peşin hükmü yenmek atomu parçalamaktan zordur". Avrupa işte bu peşin hükümde. Varılan menfi tabloda iki ayrı ucun da vebali var. Milli Görüş, içerden karşı çıktı. "Onlar ortak, biz Pazar olacağız" diyordu. PKK ise dışarıdan... Bir de Yunanistan'la birlikte davet edildiğimizde daveti reddeden Ecevit var. PKK'nın karşı çıkması direkt değil. Şu gün Türkiye'ye muhalefet edenler daha ziyade Kürt unsurların Türkiye aleyhinde karalama faaliyeti yürüttüğü memleketler. En başında da Kuzey ülkeleri gelmekte. Şimdi iki uç ve Ecevit AB'yi istiyorlar ama nafile. Bugüne kadar AB'ye hâlâ giremediysek tarih önündeki üç sorumluyu hatırlamadan geçmeyelim: Necmettin Erbakan, Bülent Ecevit, Abdullah Öcalan. Müzakere tarihi alamamak her şey bitti anlamına gelmez. İsviçre'ye "gel gir" dedikleri halde kabul etmiyor. Artık 12 Aralık dündür. 13 Aralığa ve yarınlara ve yeni ufuklara bakalım
.
Fiili durumu hukukileştirmek
13 Aralık 2002 01:00
Avustralya'da Türkler var, sayılarının tam olarak bilindiğini sanmıyoruz. Almanya, Avusturya, Hollanda, Danimarka, Avrupa'nın her ülkesinde Türkler var. Amerika'da Kanada'da Türkler var. Sadece Avustralya'dakiler değil saydıklarımız ve saymadıklarımızla hemen hepsinin sayısı tam olarak bilinmiyor. Zaten Türkiye'nin de nüfusu tam bilinmemekte. Herkes farklı rakkam telaffuz ediyor. Hatta bir rivayete göre AB kaygısından dolayı esas nüfus dile getirilmemekte. Diğer taraftan bir de Batı Trakya, Makedonya, Sancak gibi yerlerde Türkler yaşıyor. Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan, KKTC ise birer devlet. Buna Doğu Türkistan, Tatar Cumhuriyeti ve Kırım gibi bir çok muhtar idare de eklenebilir. Bu bilinen gerçekleri şunun için yazıyoruz. Avrupalı ürküyor. 70 milyonluk dev bir ülke ve o ülkenin arkasındaki devletler ve milletler.. Avrupalı, Türkiye'yi kabul ettiklerinde bir zaman sonra azınlığa düşeceklerinden korkuyor. AB'ye tam üye olan Türkiye, Avrupa Parlamentosunda ekseriyeti ele geçirecek. Bir tarafta bu şüphe öne çıkmakta. Diğer tarafta mütemadiyen o soru sorulmakta. Soru malum: -Hıristiyan kulübü müsünüz, Avrupa Birliği mi? Avrupalı bu soruyla sıkışmış durumda. Hıristiyan kulubüyüz demek haçlı zihniyetini kabul olur. Türkiye'yi red ise doğrudan Hıristiyan kulübü ilanıdır. İnsan hakları, Kıbrıs vs'den daha dikkat ettikleri Türkiye'nin büyüklüğü. AB kapıları zorlamakta. Tarih, en kötü ihtimalle 2005 olsa bile artan üyelere rağmen Türkiye, maksadına kavuşacaktır. Kapıları açmak zorundalar. Çıkış yolları yok. Şu ân ellerinde bir tek Kıbrıs itirazı bulunuyor. O da makul bir şekilde çözülünce diyecekleri bir şey kalmayacak. Mesele fiili bir gerçeği hukuken tanımaktır. Türkiye Avrupalı ve Avrupa'da. AB'ye katılmasıyla Avrupa, fakirleşmeyip zenginleşecek. Türklerin nüfus zenginliğinden ve milli gelirin düşüklüğünden boşuna kaygıya kapılmaktalar. Bugün kendi içlerinde yaşayan, bir kısmı vatandaşları olmuş o insanlardan ne şikâyetleri var? Kim şikâyetçi? Avusturya mı, Finlandiya mı, Fransa mı Almanya mı? Hele Almanya'nın şikâyeti kadir bilmezlik olur
.
Denizli, Kopenhag'dan büyük
14 Aralık 2002 01:00
12 Aralık gecesi halk, Kopenhag'a kilitlendi. Herkeste aynı merak vardı. "Alacaklar mı?" Aslında bu soruyu sorar durumda olmak hayıflanılacak bir netice. Ne kadar kötü ki şu veya bu sebepten aralarına kabul edilmiyorsunuz. Topyekun haksızlar denebilir mi? Zorla hizaya getiriliyorsunuz. Adaletten insan haklarına kadar onlarca konuya dair sorgulanıyor, kanunlar çıkartmak mecburiyetinde bırakılıyorsunuz. Onlar, iyi idiyse neden bugüne kadar beklendi? İşkence her zaman ve mekânda insanlık suçudur. Bunun için illa AB'yi beklemek mi gerekirdi? Bazıları çok ümitliydi. Bizse günler öncesinden neticeyi yazdık. Ama yılmamak gerektiğini de bilhassa ifade ettik. Bu bir pazarlık. Bir alış-veriş. Bir uzun yürüyüş. AB'ye girmek, her problemin halli manasına gelmeyeceği gibi girmemek de dünyanın sonu değil. Gök her yerde mavi. Siz yeter ki enflasyonu tek haneli rakama düşürünüz, milli geliri yükseltiniz, hukukunuzu insana yaraşır hale getiriniz, insana insanca davranınız. Hürriyetleri dünya standartlarına çıkartınız. O zaman sizinle bir arada yaşamak istenir. Kopenhag'dan Aralık 2004 kararı çıktı. Bunu elinin tersiyle itmek fevkalade yanlış olur.. Hükümetin hissi davranması mümkün değil. Kendilerini başarısızlık psikolojisine kaptırmasınlar. 1 yıl sonraya müzakere tarihi verilseydi aralık 2004'le ne fark ederdi? 1 yıl kadar zaman ve bir de muhatap devletin artması. Böyle bile olsa sağlıklı düşünmek ve yorulmamak lazım. Kaç devlet ilk andan kabul edildi. Kanunlar aksamadan çıkmalı. Uygulamalar dikkatli olmalı. Ve avantajlar görülmeli. Ne şaşılacak olaydır ki halkın Kopenhag'a kilitlendiği gece iki Türk takımı, Avrupa'da rakiplerini eleyip bir üst tura çıkıyorlardı. Avrupalıya şunu izah etmeli. Bir takım, Anadolu içlerinden çıkıp gidiyor Fransa'da şampiyon takımlarını eliyor. Peki Türkiye Avrupa'da değilse bu takımların oralarda işi ne? İki yıl önce de Avrupa şampiyonu olmuştuk. Şimdi de beşiktaş o bayrağı devralmış gidiyor. Türkiye, Avrupa tarafından sporda, magazinde Avrupalı sayılıyor, ilmi araştırmalarda, medyada da mesele yok. Ticaret, ekonomi ve siyasete sıra gelince engeller çıkıyor. Vaki olanda hayır var. Artık mecburen Kıbrıs da çözülüyor. Gerçeği olduğu gibi görelim. Bundan böyle Güney Kıbrıs AB'dedir, KKTC de Türkiye'de. Yalnız şu kaygımızı dile getirmeden edemeyeceğiz. KKTC'de Kıbrıs Türkleri, yarın Denktaş'ı Lefkoşa'ya sokmayabilir. Sınırı parçalamak için yeşil hatta saldırabilirler. Masaya oturmamak büyük hataydı. Konuşmakla ne kaybedilir? Ayrıca tam AB günü Rauf Denktaş'ın Ankara'da tedaviye alınması da zihinleri bulandırmıştır. Olmuş ve olacak her türlü menfiliğe rağmen yine de moraller bozulmasın. Mağlup olan Türkiye değil. Avrupa'nın haçlı zihniyetinden kurtulamamış üyeleri. Avrupa ılımlıları aslında onlarla bizim aramızda serseme döndüler. Neticede bir tarih var. Bir şeyin tamamı ele geçmezse tamamı da terk edilmez. Eğer bu kararlılıkla çalışmaya devam edersek 2004 müzakerelerin başlama tarihi olabilir. Hedefimiz de bu olmalı. Sıkı bir koşturmayla mesafeyi de kapatırız. Birliğe yeni 10 ülkenin daha katılması da mühim değil. Onlar da ikna edilebilir. Yeter ki iç istikrar ve güveni sarsmayalım. İçerde ne kadar kuvvetli olursak dışarıda o kadar itibarlı oluruz. Yolsuzluğun ve yoksulluğun belini kırarsak AB'nin de kapılarını açabiliriz.
.
AB, yasak ve kelepçe
15 Aralık 2002 01:00
AB, Türkiye'ye 2004 dedi. Bu kararın açıklanddığı gün, kafalar karıştı. Medya da bürokratlar da hükümet de ilk ânda işin mahiyetini kavrayamadılar. Bir şaşkınlık yaşandı. Fakat bu şaşkınlık uzun sürmedi. Avrupa Birliği, bizim 2003 teklifimizi benimsemezken aynı zamanda 2005'i de reddediyor ve kendini de kayıt altına alıyordu. Ankara'nın dediği olmamıştı ama Paris ve Berlin'inki de olmamıştı. Kazançlıydık çünkü bir vaad ve taahhüt almıştık. Şu var ki kafaların karışmasında ilk anki açıklamanın eksik yapılmasının da payı var. Danimarka Başbakanı Rasmussen gönülsüz bir tavır içindeydi. Medya da siyaset de hükümet de dün konuşmaları netleştirdiler. Evet zafer kazanmamıştık. Zaten zafer peşinde de değildik. Esasında kendi toprağımızın derinliklerinde kaybettiklerimizi Kopenhag sokaklarında arıyorduk. Biz, "Denizli Kopenhag'dan daha büyük" derken aynı zamanda bu iki sembolün sahip olduğu medeniyetlere de atıfta bulunuyorduk. Onun için Tayyip Erdoğan, Kopenhag kriterlerini Ankara kriterlerine çevirmeden söz ediyor . Doğrusu da o. İyi, güzel, faydalı... her nerede, her ne var ise istifade edilebilir. Ona öz irfanımızda hikmet denir. Yitiktir... Bir tarih yaşadığımız önceki güne 4 olay damgasını vurdu. Şimdi dikkat ediniz lütfen. Birincisi. Malum AB meselesi. Kaç gündür yazıyoruz. Artık herkes de ne olup olmadığını ve ne yapılması gerektiğini bilmekte. İkincisi. Kıbrıs. O da herkesçe biliniyor. Kıbrıs'ta iyiye gidilmiyor. Açılan pankartlara, öfkeli kitleye dikkat ediniz. Bir de dün yazdıklarımızı bir tarafa kaydediniz. Üçüncüsü. Türkiye'ye tarih çıktığı gün Recep Tayyip Erdoğan'ın siyasi yasağının kaldırılması. Ne yapmıştı AK Parrti lideri? Mustafa Kemal'in fikirlerinden istifade ettiği, inkılaplarını yaparken tesirinde kaldığı ünlü Türkçü ve sosyolog Ziya Gökalp'in hamasi bir şiirini okumuştu. Şimdi herkes pişman. Alenen özür dilenmese de haksızlık kabul edilmekte. Yiğit düştüğü yerden kalkar. Erdoğan'ın yere düştüğü Siirt'ten ayağa kalması için pişman olanlar ellerinden geleni yapıyorlar. Bu aynı zamanda "kuvvetli olan haklıdır" inancını da bir kere daha gündeme taşıyor. Dördüncüsü.... Erdoğan'ın AB gününde siyasi hürriyetine kavuşması bir gaspedilen bir hakkın iadesidir. Bu iyi. Fakat bir de kötü var. Aynı tarihte bir de kötü manzara yaşadık. Fadıl Akgündüz, aynı gün kelepçeyle hakim önüne çıkartıldı. Akgündüz'ü tanımayız. "İmza" isimli otomobilinin kokteylinde bir kere el sıkışmışlığımız var o kadar. Ancak az tanımamız doğruyu ifadeye engel değil. Bu sanık, yakın tarihe kadar isim sahibi bir işverendi. Dediğine göre halen de öyle. Onu bir tarafa bırakınız, oraya TBMM'den geldi. Dolayısıyla isim sahibi bir iş adamı ve eski bir parlamenter. Polisin elinden kaçma ihtimali var mı? Yok. O halde hükümet, Kopenhag'da ter döker, sivil toplum kuruluşları kıvranırken polisin bu işgüzarlığı neden? Kime nisbet yapılıyor? Ne yapılmak isteniyor? Fadıl Akgündüz dolandırıcıdır. Olabilir. Olmayabilir de. Ortada şikâyetçiler var. Mahkeme de var. Müdafaa da var. Hakimler tarafları dinleyecek ve hükmü verecekler. Bir sanığın adliyeye kelepçeyle getirilmesi ile hakimin kanaati mi değişecek? Hayır. Aynı muameleyi yakın zamanda başka iş adamlarına da yaptılar. Hepsi beraat etti. AB gününde bir ayıptan kurtulurken bir başka ayıbı hemen devreye sokuyoruz. Kelepçe, dayak, hakaret, işkence devlet dairesinden vatandaşın ürkmesi... Emekli kuyrukları.. Hastane köşeleri. Hapishanelerin vaziyeti. Enflasyon. Dibe vurmuş fukaralık... Yargısız infazlar, rüşvetler, soygunlar, medyatik linçler. İşte bunun için AB'yi istiyoruz. Hâlâ anlaşılamıyorsa biz ne yapalım
.
Yaşar Yakış'ın niyeti
18 Aralık 2002 01:00
'74 Kıbrıs Harekâtı, ne kadar haklı idiyse bugün o kadar haksız duruma düşme tehlikesiyle karşı karşıyayız. Bülent Ecevit'in el attığı bir çok işte olduğu gibi bu mesele de ele-yüze bulaştı. Daha ne olsun? Kıbrıs Türklerinin psikolojileri ortada. Güneyle-Kuzeyin milli gelir farkı tam 10 kat. Bir tarafın diğerinden 10 kat geri kalıp da hırçınlaşmaması mümkün değil. Şimdi üstüne üstlük bir de Kıbrıs'ın tamamı "Kıbrıs Cumhuriyeti" ismiyle AB üyesi oluyor. Bu kat'ileşti. Onun için AB'nin oradaki askerimize hangi nazarla bakacağı apaçık ortada. Zaten bunu uzun zamandır dillendirmekteydiler. Yaşar Yakış, onu haber veriyor. Bir tehlikeye işaret etmekte. Yoksa Türk askerini adada işgalci görmek gibi cinnet çapında bir niyeti yok ve olamaz. Sayın Yakış'ın vatanseverliği, kimseden de eksik değil. Teklifi şu. 'Müzakereye oturalım. 28 Şubat 2003'e kadar Kıbrıs Türkleri ve Türkiye için en lehte, en makul şartlar her ne ise onu bulup çıkartmaya ve karşı tarafa da kabul ettirmeye çalışalım.' Eğer bu yapılamazsa görevi gereği başımıza gelecekleri haykırmakta. Hani bizim, doğru söyleyeni dokuz köyden kovma gibi meşhur bir huyumuz vardır ya!.. Bu huyun depreştiğini görüyoruz. Türkiye'nin Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış, Türk ordusunu işgalci görmüyor. Ordumuz 20 yıldır orada sulh ve sükunun teminatı olmuştur. Fakat bu neticeyi pazarlayamadık. Bırakınız teşekkürü, onlara göre işgalciyiz. Batı, topyekun o anlayışın içinde. Şimdi AB'nin resmi tutumu da bu olacak. Böyle bir tavrın işimizi ve çözümü ne kadar zorlaştıracağı idrak edilemiyor mu? Adama sormazlar mı? -Madem haklısınız neden masaya oturmuyorsunuz? diye. Üstelik bugün muhatap Güney Kıbrıs, Yunanaistan, BM... yarın, AB olacak. Biz, Güney Kıbrıs'a "görüşelim" diyeceğiz onlarsa "muhatabınız biz değiliz, AB" diyerek oralı bile olmayacaklar. Hangi Güney Kıbrıs? Avrupa Birliğine katılmış, veto hakkına sahip ve AB nezdinde Kıbrıs'ın tek ve meşru devleti. Avrupa Birliğine dahil olmamız mevzuunda 2005 başında müzakereleri hayal ediyoruz. Doğru. O yönde ciddi çalışmalar da var ama, İhtilaf içinde olduğunuz Güney Kıbrıs ve onun zorlamasıyla Yunanistan yarın Türkiye'nin girişine mani olmayacaklar mı? Tek başına Güney Kıbrıs kök söktürecektir. Göreceksiniz. O günkü nüfusla 75 milyon 500 binin ağzına bakacak. Görünen köy kılavuz istemez. Kıbrıs için hep beceriksiz ve firasetsiz bir siyaset güdüldü. Hiçbir zaman cesur olunamadı. Şimdi de birbirine düşmüş insanlar manzarası verilmekte. Böyle zamanlarda kabahat birine fatura edilir. Bu defaki adres Yaşar Yakış'ın. Hüsnüniyetle söylenmiş bir söz, suiistimal edilmekte. Bir kere daha ordu sömürüsü yoluna sapılıyor. Nazari kavgalar, taş gibi gerçekleri değiştirmez.. Kıbrıs'ta çok vahim ve dile getirmek istemediğimiz müessif gelişmelerin müsebbibi olmayınız... Bir dâvâ, çapsız politika esnafı eliyle işte böyle çar-çur edilir. Yakış'a yağlı ipler hazırlayacağınıza o esnafı tarih önünde yargılayınız. Bir kere daha... Cephede kazanıldı.. Masada kaybediliyor. Bari elinizi çabuk tutunuz da kayıp az olsun.
.
İktidar, kendi kalesine gol atmak üzere
19 Aralık 2002 01:00
Gece yarısı ve son dakikada bir şeylerin dönmesi.. Bu alışkanlık, devam mı edecek? Bir mesele, kendi zemininde hakkıyla görüşüldükten sonra gereği yapılamaz mı? Önceki gece, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu'nda mali miladı kaldıran kanun tasarısı görüşülmekte. Bu esnada AK Partililer, tasarıya bir madde daha ekliyorlar. Bu sürpriz ve işgüzar eklenti, topluma yabancı değil. Zararı yaşanmış ve iki yıl önce ortadan kaldırılmıştı. İsmi Hayat Standardı Kanunu. Sanki 40'lı yıllar... Hedefi de serbest meslek mensupları. Muhasebeci, tabip, avukat, manifaturacı, marangoz, bakkal, tornacı vs. İki milyona yakın insan. Orta direk denen gerçeğin tâ kendisi. Hayat Standardı Kanunu denen o kâbus yüzünden çok kimse mesleği bıraktı. Tam bir Deli Dumrul uygulamasıydı. Kazansan da kazanmasan da var sayılan gelir üzerinden vergi vereceksin. Vermezsen haciz kapıda. Bu adalet değildir. Öyle olmadığı için de nice canlar yandıktan sonra uygulamaya son verildi. Eğer önceki gece TBMM'de hazırlanan tasarı, parlamentoda hüsnü kabul görürse artık "Nereden Buldun?" denmeyecek ama "biz anlamayız sen şu kadar kazandın!.." denecek. Ne fark etti? Yanlış yapılıyor. Anti demokratik bir mantık. Kanunlar, hükümetin değil, TBMM'nin eseridir. Öyle olsa bile vatandaş, bu kanunu hükümete mal edecektir. Muhatabı icra uzvudur. Onun için hükümet, kendi kalesine gol atmış olur. Çoğunluk iktidar partisinde. Ay bir gol bir. Halbuki cep telefonundan hisse senedine kadar onlarca kalemde de iyileştirmeler yapılmakta. Hiç önemli değil, görülmeyecek. Hayat Standardı Kanunu bir tehdittir. Vatandaşa inanmamanın adı. Her şehirdeki, her semtteki her meslek mensubu aynı parayı kazanamaz. Eskiye dönülecekse yeninin kıymeti kalmaz. Erdoğan ve Gül, gole mani olmalılar. Esnafta, serbest meslek mensubunda vergi verecek mecal mi kaldı? Bir de canı isteyenin canı istediği gibi konuşmasına ve başına buyruk harekete mani olunsun. Orkestradan tek ses yükselir
.
Kim öldürdü?
20 Aralık 2002 01:00
İnşallah bu defa da faili meçhul bir cinayetle karşı karşıya değiliz. Görünür hiç bir sebep yokken bir doçent öldürüldü. Üstelik ustalıkla.. İki kurşun sıkılıyor, ilkinde hedef ıskalansa da ikincisiyle maktül sol gözünden vuruluyor. O kurşun, 48 yıllık bir ömre konan son noktadır. Doçent Dr. Necip Hablemitoğlu'nun biyografisine baktığımızda kısacık bir malumat. Doğum tarihi, bitirdiği yer. Master ve doktorasını yaptığı okul. İki satırla da çalışmaları. Buna rağmen bazı gazeteler, söz birliği etmişcesine suikast haberini "derin cinayet" diye verdiler. Bir de bir cümle ön plana çıkartılıyordu. "Çok şey bilen". İmalarda, dil altında, satır aralarında saklanan sır nedir?. Halil Abdülhamitoğlu gibi bir ismin bozulmasından türediğini düşünebileceğimiz ilginç soyadlı Necip Hablemitoğlu, belli ki hususi yetiştirilmiş bir insan. Vatanına, milletine bağlı bir milliyetçi. Kendine imkânlar tanınmış. Kapılar açılmış. Böylece de çok şey bilen olmuş. "Bir bilen" diye bir kavramdan haberdardık ama "çok şey bilen" ilk defa işitildi. Zaten merhum bu cinayetle tanındı. İsmini çok fazla kimsenin bildiği iddia edilemez. Şimdi kafalardaki soru şu? -Kim öldürdü. O, belli ki yazdıkları, yaptıkları ve faaliyetleriyle bir yerleri rahatsız etmiş. O bir yerler ya yabancı devletler veya yabancı ajan kuruluşları. İçerden birilerinin olma ihtimali hemen hemen mümkün değil. O zaman iki husus üzerinde durmak gerekir. Birincisi yabancı ajanlar yurdumuzda bu kadar başı boş mu? Devletin menfaatlerini korumak için hedef olmuş bir akademisyeni kararlaştırdıkları gün, saat ve şekilde öldürebiliyorlar mı? Bu gibi durumlarda ilgili kişi çeşitli sebeplerle koruma istemeyebilir. Fakat haberi olmadan korunamaz mı? Onu ortadan kaldırmak isteyenlere suçüstü yapılamaz mı? Devlet olmak bu demek değil midir? İkinci husus... Daha kimin öldürdüğü meçhulken. Hiç bir ipucu da bulunmamışken ismi bazı skandallara karışmış bir savcının sorumsuz beyanatı. O beyanat, tamamen hissidir. Zor zamanında merhumun kendine sahip çıkmasından dolayı vefa göstermek istiyor. Halbuki hiç farkında olmadan suikastçilerin ekmeğine yağ sürmekte. Bu cinayeti kim işlemiş olursa olsun. Maksatları tek. Kurşunu Türkiye'nin huzur ve istikrarına sıktılar. Nuh Mete Yüksel'in bunu düşünmeden kesin kaydıyla hüküm vermesi tedbirsizliktir. İnşallah ve inşallah böylesi cinayetlerin devamı gelmez. Ne zaman biraz huzur bulsak bu cinayetlerle karşılaştık. Karanlık merkezler, katiller eliyle halkı birbirine düşürmek istemekte. O bakımdan konuşanların onlara dolaylı destekten zinhar kaçınmaları lazım. Slogan suçlamalar hedef şaşırtır. Sıkılan, ister altından mamul olsun isterse kurşundan. Tetiği bir parmak çekmiş, bir insan ölmüş ve kaygılar başlamıştır. Onun için katiller tez zamanda yakalanmalı. Ama, katiller yakalanmalı. Figuranlar, konu mankenleri değil. Bu meselenin akıbeti de bu serinin son misali Üzeyir Garih cinayetine dönmesin. Bir de bu gibi hallerde arkada kalanlar unutulmasın.
.
Pişmiş aşa soğuk su
21 Aralık 2002 01:00
Cumhurbaşkanlarının malum tasarrufuna "veto" denmesi galatı meşhur bir tarif . O, bir veto değil "iade"dir. İlgili çalışmayı tekrar görüşülmek üzere TBMM'ye göndermek, cumhurbaşkanlarının görevleri arasında olduğu için bazı kanunları meclise iade edebilirler. Yasama organı, bunu bir kere daha görüşerek ya cumhurbaşkanının fikrine aynen riayet eder veya eski metinde ısrarcı olur. Birinci yapılırsa mesele yok. İkincisindeyse cumhurbaşkanı, Anayasa Mahkemesi'ne dâvâ açabilir veya mevzuu veya ülkeyi referanduma götürür. Türkiye tarihi bir süreçten geçti ve geçiyor. Toplum, 4 kasımdan itibaren yumuşadı, kucaklaştı. Bahar havası her alanda olduğu gibi parlamentoda da yaşandı. Ortada herkesin kabul ettiği anormal bir durum vardı. Recep Tayyip Erdoğan, partisini yüzde 34 küsurluk büyük bir rakamla TBMM'ye taşımış fakat kendisi meclis dışı kalmıştı. Bunu hem kendimize hem dünyaya izah edemiyorduk. Vaki hatanın izalesi gerekmekteydi. Üstelik o ekip bunu hak da etmişti. Türkiye'yi mutedil bir iklime taşımışlardı. İşte bu sebeple AK Parti ve CHP kafa kafaya vererek Anayasayı tadil ettiler. Karar, kahir ekseriyetle alındı. Değişiklik kişiye özel mi oldu? Evet öyle oldu. Lafı eğip bükmeye hiç gerek yok. Doğrusu oydu. Ülke menfaati bunu emrediyordu. O yapıldı. Zaten ana muhalefet de bunun için tam destek verdi. O ara Siirt formülü doğdu. Tayyip Erdoğan 9 Şubatta bu ilimizden seçime girecek ve meclise gelerek partisinin başına geçecek ve hakkı olan başbakanlık makamına oturacaktı. Bu sonuca iktidar partisinin çalışması, ana muhalefetle medyanın desteği, YSK'nın hazırladığı zemin, dış dünyanın beklentisiyle varıldı. Hepsi bir ayıbın, bir kusurun ortadan kaldırılması, anormalin normalleşmesinden dolayı idi. Şimdi ise manzara ortada. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, kanunu "veto"/iade etti. Hem de oturup 3 sayfa gerekçe yazmışlar. Sayın cumhurbaşkanımızın iki huyundan şikâyetçiyiz. 1. Türkçe'si. O makamda oturan zat, bu halkın başkanıdır. Umum halkın anladığı dili kullanması gerekir. "Kişiye özel kanun olmaz" diyorlar. Keza bunun gibi kişiye özel lisan da olmaz. Sezer, bir şair, bir yazar olsaydı istediği kelimeleri kullanarak şiirler ve makaleler yazardı. Sözcüleri de aynı makamı terennüm ederlerdi. Fakat O, devletin başı ve milletin birlik ve bütünlüğünün sembolü. Bir küçük zümrenin dilini tercih gibi lüksü olamaz. 2. Sayın Sezer, artık bir hakim değil, devlet adamıdır. Meselelere hakim gözüyle değil, devlet adamı kriterleriyle bakma mevkiinde. Ne demek bir cumhurbaşkanının oturup 3 sayfa gerekçe yazması? Bu kadar boş vakitleri var mı? Ne olmuştur şimdi? İster istemez bir gerginlik başlıyor. İade, aynen geldiği yere yollanacak. Sonrasındaysa yukarıda bahsettiğimiz mizansen. Acaba Sezer, bir muhalefet boşluğu sezip de onu mu doldurma peşinde? Olmaz. Fevkalade yanlış. İktidarla muhalefet özlenen bir beraberlik sergilerken bu defa ortaya Çankaya'yla sürtüşme çıkmamalı. Onu çıkartmaya kimsenin hakkı yok. Sayın Cumhurbaşkanı sayın Erdoğan'la seçimlerden evvel de takışmıştı. Geçti sandık. Geçmemiş. Bu durum böyle sürerse Çankaya yıpranır. Daha evvel kafaya anayasa kitapçığı fırlatma kavgasından dolayı ülke ekonomik krize girdi. O sırada Sezer haklı bulunmuştu. Bu defa bu şansı yakalaması uzak ihtimal. Üstüne üstlük bir de bundan dolayı bunalım çıkarsa işte o zaman her şey berbat olur, geri kayarız. Onun için sayın Deniz Baykal'ın sorumlu devlet adamı tavrını muhafaza ederek imzasına sadakat göstermesi ve grup olarak önceki kararlarının arkasında olmalarını tavsiye ederiz. Hukuk, insanlara hizmet için var. Ve insanın üstünde değil. Vasıta, maksat olamaz... Şekli hukuk fantezileriyle kaybedecek vaktimiz yok.
.
Önce duygular donuyor, sonra insanlar
22 Aralık 2002 01:00
Dağda Aç Kalmış Kurtları Doyuran Vakıflar... Osmanlıca'da büyük harf-küçük harf tefriki yoktu, isimleri de böyle yazılmıyordu ama bu unvanda vakıflar vardı. Dedelerimizle ninelerimiz, dağda aç kalmış kurtlarla dalda üşümüş kuşlardan bile kendilerini sorumlu sayarlardı. Onun için adam boyu karın dağ yamaçlarını sardığı, tipinin fırtınanın canavarlaştığı zor vakitlerde kurt denilen o yırtıcı hayvana bile merhamet edilir ve tehlikeli meşakkatler göze alınarak onlara et taşınırdı. Bu vakıflara ait malumat şimdi arşiv vesikaları arasındadır. Kuş Sarayları ise bazı tarihi duvarlarda bugün de olanca nakışlı güzelliği ile durmakta. Serçeler, bugün dahi oralara iltica etmekte. Sadece kurt-kuş düşünülmüyor, sadece onlara merhamet edilmiyordu. İnsana merhamet etmeyenin diğer mahlukata merhamet etmesi mümkün değil. Merhamet olmayan yerde ne vardır? Ecdadımızın medeniyeti bir vakıf medeniyetidir. Baştan aşağı sivildir. Hemen her işletme de bugünkü ifadeyle özel. Evlenememiş gençleri evlendirmeye varıncaya kadar vakıflar vardı. Hastaneler hep vakıftı. O hastaneler, bu asırda da aynen hizmet vermekte. Vakıf Gureba Hastahanesi ise ne yazık ki SSK'ya devredildi. Bunu yapanların başkaca günahı olmasa, bundan sonra da hiç günah işlemeseler, bu günah kendilerine yeter. Ne hakla bir vakfiyeyi kuruluş maksadından çıkartarak SSK'ya devredersiniz. Eğer 58. Hükümet hayırlı bir işe imza atmak isterse Vakıf Gureba Hastanesini asli haline hemen iade etmeli. Kış günlerindeyiz.... Her taraf kar ve soğuk. Yollar buzlu. Geceler ayaz. Bu manzara herkesin gözünde değişik anlamlar kazanmakta... Hatta her canlı için farklı. Sokak çocuğu ile sokakta kalmış hayvanlar bakımından felaket. Evine odun-kömür alamayan fakir fukara için de felaket. Şairlere gelince... Dünü ve bugünü ve bugünün çarpıklığını en iyi onlar terennüm eder ama onlar nerede? Yalnızca yağan karın güzelliğini değil, hayatın ıstıraplarını da terennüm edecekler. Bir toplumda kaynaklar kuruyorsa edebiyatın da kaynakları kurumakta. Kış veya karakış ağırlaşıyor. İnsanlar yani çobanlar dağlarda donarak ölüyorlar. Peki... Osmanlı'dan o muhteşem medeniyetten uzağa düştünüz. İyi ama Avrupalı'yla bir medeniyeti paylaşmak istiyorsunuz. Yazın trafik kazalarıyla vatandaşlarını onar onar ölüme veren, kış gelince de yolda, belde, dağdaki vatandaşlarını donduranlar, Osmanlı medeniyetine de yeni medeniyete de ne kadar lâyıktır? Kış dediğiniz dün de vardı. Dünyanının diğer yörelerinde ve Avrupa'da da var. Yollardan önce duygular dondu. Önce duyguları yitirdik. Sonra insanı. Eğer dağda donan çobanı işitip de yüreğinizde birşeyler kopmuyorsa, titreyen çocuğu, titreyen köpeği, titreyen kuşu görüp de hemen unutuyorsanız siz kendinizden korkunuz. İşte o zaman bir zalim insanlığın başına musallat olur. O zalimin eliyle savaşlar çıkar ve bir zaman sonra herkes titremeye başlar.
.
.
Önleyemiyorsan, kontrole çalış!..
24 Aralık 2002 01:00
ABD'nin ölüm canavarlarının tetiğine şubat ayında basacağı söyleniyor. Eğer bir hedef şaşırtma yoksa şubat ayında ve 14 Şubat Sevgililer Günü'nde savaşın patlak vereceği yazılmakta. G.W. Bush, böyle bir tarih seçerek kime çiçek gönderiyor? Savaşı, bir armağan gibi sunma niyetinde. Kendi halkına çiçek. Bölge yerlilerine kurşun ve göz yaşı. Bu arada Türkiye ile de meselesi var. Türkiye'ye "sen düşman kabul ediliyorsun, doğrudan giremezsin, girersen kötü olur. Bana müsaade et ben, karadan ve havadan gireceğim" diyor. Girilmesi tartışılan Kuzey Irak. Adına ister "Kuzey Irak" deyiniz isterse "Kürdistan". Hale bakınız ki dünyanın öbür ucundaki Amerika, güya dost, Türkiye, güya düşman. Buna inanmak mümkün mü? Türkiye'nin bir itirazı daha var: Irak'a Birleşmiş Milletler kararıyla ve BM gücü olarak girilmesini teklif etmekte. Beyaz Saray, buna da yarı tehditkâr bir ağızla itiraz ediyor. "Harpten sonra sınırlar değişecek. Ya her şey dediğimiz gibi olur veya dışarıda kalırsın". Ankara, haklı olarak dışarıda kalmak istemiyor. Ankara'nın devre dışı olduğu ve Türk ordusunun seyirci kaldığı bir harekâtta ABD'den de öte İngiltere'nin ne yapacağı belli olmaz. O takdirde İngiltere'nin I. Dünya Harbinde yaptıkları gibi hangi fesatları çıkartacağı, bölge insanını nasıl birbirine düşüreceği, haritayı nasıl köstebek girmiş gibi delik deşik edeceği belli olmaz. O halde hayati soru şudur? -Türkiye, bu savaşa dahil olmalı mı? Hayati cevap da şudur. Türkiye, bölgenin tarihi ve büyük devleti. Meseleyle bin ayrı noktadan bağlantımız var. Önleyemiyorsak girerek kontrole çalışalım. Ne kadar kontrol edebiliriz? Ne kadar olursa. Artık şu şartlarda dışarıda kalıp seyirci de olamayız. Bî taraf olan, bertaraf olur sözü böyle zamanlar içindir. Çok iyi pazarlık yapalım. Savaş öncesi de savaş sonrası masada da. Bu defa hakîkaten 1 koyup 3 alalım. Bu arada konumumuzu ve niyetimizi bölge milletlerine, devletlerine hatta Irak'a iyi anlatmalıyız. Bu savaş bir küstah harekattır. Amerikanın ekonomisinin istikbaline yatırım ötesinde gerekçesi yoktur. Bir de Başkanın malum saplantısı. 11 Eylülün intikamı peşinde koşmakta. Her ne ise. Artık yapacak tek şey kaybeden taraf olmamamız. Türkiye'nin kazancı, Türkü, Kürdü, Arabıyla yine bölge insanının kazancı olacaktır. Vaziyet ve mecburiyet ve niyetimizin çok iyi anlatılması lazım. Bunun için de iktidar, muhalefet, Hükümet, Çankaya, Genelkurmay ve medyanın fevkalade bir ahenkte olması şart ötesi şart. NOT: Konu ile yakın alakasından dolayı şu 3 kitabı en kısa zamanda tedarik edip okumanızı tavsiye ediyoruz. Birinci kitap, bir Amerikalı yazara ait. İkincisinin yazarı 20 yıldır Amerika'da. Üçüncüsü ise bizatihi 11 Eylül mağduru. 1-BEYAZ APTAL ADAMLAR 2-AMERİKA AMERİKA 3-THE TURKİSH MAHKUM
.
İşgale mi uğruyoruz?
25 Aralık 2002 01:00
Amerika, Mersin ve Trabzon limanlarını istiyor. Muş ve Diyarbakır havaalanlarını da istiyor. İncirlik Üssünü zaten emrindeki toprak farz etmekte. Herhalde Konya, Malatya havaalanlarını da istiyordur. Veya isteyecektir. Ayrıca Doğu Anadolu'ya 90 bin asker sevk etmek ve bunun 30 binini bölgede mevzilendirmek peşinde. Deniz ve hava limanları tahsis edildi. Mersin limanı deniz trafiğine kapatıldı bile. Yakında Trabzon da kapanır. Anadolu coğrafyası, Mersin-Trabzon hattının doğusuyla olduğu gibi Amerikan nüfuzuna geçmek üzere. Ne demek Muş hava meydanı? Ne demek Trabzon limanı? Trabzon'la Kuzey Irak'a müdahalenin alakası ne? Ya o 90 bin asker meselesi? 90 binin 30 bini "Şark bölgesi"ndeki "Vilayat-ı sitte"de bırakacakmış. Peki kim sayacak? 30 değil de 60 bin içerde kalsa kim fark eder? Neticede beyanlarına inanacaksınız. Devlet, asla ve asla yabancı askere izin vermesin. Bunun sonu felaket olur. Çekiç Güç tecrübesini kat'iyyen unutmayınız. Yarın o 30-40-60 her ne ise kontrol dışına çıkar. Bir de isimle statü verdiler mi iş tamam. Dikkat ediniz ve hiç unutmayınız. Amerika bölgeye haritayı değiştirmek ve kalıcı olarak geliyor. Hatırlamanız lazım. Saddam Hüseyn'in yerine oturacak rütbeli kişi bile belli. 58. Hükümet daha birinci ayında çok nazik ve son derecede hassas ve tehlikeli bir mevzu ile yüz yüze. Çetin bir imtihan veriyorlar ve verecekler.. Devlet organlarının fevkalade koordineli çalışması lazım. Amerika'nın bir kaybı yok. Onun parası TL karşısında sürekli değer kazanıyor. Plan ve projeleri de kendince belli. Su üzerinde giden kâğıt sandal gibi olmayalım. İçimiz rahat değil. Kardeş kardeşe kırdırılacak. Başbakan Abdullah Gül'ün Arap-Kürt-Türk akrabalık ve kardeşliğini üzerinde dura dura ısrarla dile getirmesi iyi olmuştur. Tuzağa düşmemeliyiz. Hep dost ve müttefik diyerek bir tarihte Paris'te, bir tarihte Berlin'de bir tarihte Londra'da başımıza çoraplar örüldü ve hep kaybettik. Bu defa da Washington'da mı o çoraplar örülüyor? Bir hakikati daha unutmayınız. ABD, Lozan Andlaşması'nı tanımamıştır. Ve birçok unutulmayacak acıdan biri de Sevr taslağıdır. O taslağın hayata geçmesini nice başkent hayal etmekte. Türkiye, her halükârda, Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu için bir çok emelin önündeki tek engeldir.
.
Aptal Beyaz Adamlar
26 Aralık 2002 01:00
Stupıd White Men, Mıchael Moore ismindeki Amerikalı bir yazarın eseri. Kitap ABD'de 2002 yılında basıldı ve en çok satanlarda zirveyi buldu. Bu kitabı, BKY-Babıali Kültür Yayıncılığı Aş, Amerika'dan sonra ilk defa Türkçeye çevirtti. Tercümeyi kendisi de çeyrek asra yakındır Amerika'da yaşayan değerli yazar Ayşe Göktürk Tunceroğlu yaptı. Bu işi, Amerika'da yaşayan bir Türk'e yaptırmamızın sebebi şundandı. Eseri dilimize aktarmak için sadece İngilizce bilmek yetmezdi. Aynı zamanda argosuna varıncaya kadar o dilin bütün inceliklerine de vakıf olmak gerekiyordu. Yazar, başkan G.W. Bush başta olmak üzere Amerika ve Amerikan yönetimini fütursuz bir dille yerden yere vurmakta. Öyle ki... Bazı kısımları yayınlarken yumuşatmak zorunda kaldık. Bir Amerikan başkanı da Amerika da hiçbir devirde ve hiçbir zamam böylesine realist fakat haşince tenkit edilmemiştir. Dün bir haber aldık... Aptal Beyaz Adamlar ismiyle Türkçeye kazandırdığımız bu eser, ABD'de 2002 yılının en çok beğenilen 3 kitabı arasına girmiş Bu münasebetle tekrar zirveyi zorluyormuş. Kitaptaki gerçekler bir taraf.. Onları okuyanlar öğrenir. Başka bir husus daha var. Bu kitap, Beyazsaray'ın önüne toplanan bir avuç tahammülsüz kişi tarafından yakılmadı. Yazarının peşine polis takılmadı. Yazarı savcılığa çağrılmadı. Ve elbette mahkûm olmadı. Bu manevî işkenceyi yayıncı da yaşamadı. Kitaptaki tenkitler, eleştiriler, yerden yere çalmalar, Amerika hakkındaki tafsilatlı ve cür'etkâr bilgiler bizi alakadar ettiği kadar bu doğrular da alakadar etmekte.... Son haberle birlikte Stupıd White Men'in Amerika'da 3 milyon civarında sattığını tahmin ediyoruz. Türkiye'ye gelince. Krize rağmen, tercüme temizliği, kâğıt kalitesi gibi iş ve masraflar için hiçbir fedakârlıktan kaçınmadık. Kitabı en önce Türk okuyucusuna sunduk. Onu Çin, Kore, İngiltere gibi ülkeler bizden en erken 6 ay sonra dillerine aktardılar. İngiltere'de şu arada da best seller. Evet; Türkiye'ye gelince; 2000 adet basılan ve bunun da bir kısmı, emniyet, valilik, savcılık gibi yerlere mecburen gönderilen, bir kısmı da hediye edilen eseri tüketmeye çalışıyoruz. Şimdi gelin dünkü "İşgal mi ediliyoruz?" ismindeki yazımızla burada dile getirlen hakîkatleri yan yana koyup düşünelim. Bir yerde fikir hürriyeti, yazma cesareti, okuma yaygınlığı ve hoş görü var. Diğerinde ise bana ne, neme lazım, görmemezlik ve kıskançlık. Ve tabiatiyle cehalet.. Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? ABD'de kitabın hikâyesi bu... Rusya'ya gelince, gözlemimizi daha evvel yazmıştık. Sırtındaki çocukla yürüyen merdiven çıkan kadının bir taraftan da elindeki kitabı okuduğunu bizzat gördük. Bütün dünyada otobüslerde, metrolarda kimse boş boş sağa sola bakınmaz, elindeki dergi kitap veya en azından gazeteyle meşguldür. Nere hakkında ve ne hakkında konuşuyorsan önce araştır, oku, tanı ve sonra ne diyeceksen söyle... Yoksa işgal de olur her şey de... Kitabın toplatıldığı, yayıncının mahkûm, yazarın para cezasına çarptırıldığı bir ülkedeyiz. Eğer dünya devleti olmak istiyorsak vatandaşları kitapla barışık, devleti kitaptan ürkmeyen bir ülke olmamız lazım. Onun için basın affına dair yapılan mevzuat değişikliğini ümitle takip ediyoruz. İnşallah medeniyete bir kapı aralanıyor...
.
Erkan Mumcu sonuna kadar haklı
27 Aralık 2002 01:00
Erkan Mumcu'yu tanıyorsunuz.Pırıl pırıl bir isim. Karizma sahibi bir siyaset ve devlet adamı. Bakanlık yaptı. ANAP'ta genel başkan yardımcısı oldu. Partisinin başkanı saklanamaz hatalar işleyince O, bu hataları kapalı, kapılar ardında dillendirmek yerine Mesut Yılmaz'ın yüzüne karşı söylemekten çekinmedi. Türkiye, turizm potansiyelini en verimli şekilde sayın Mumcu devrinde işletmeye başladı. Son dönemdeki kararlarından dolayı hem kendisini ve hem de Tayyip Erdoğan'ı tebrik ediyoruz. Kendisini tebrik ediyoruz... Çünkü: Sayın Yılmaz, "gitme parti sana kalacak" dediği halde O, arkasına bakmadı. Kolay değil, söz konusu olan ANAP. Bir genel başkanlığı elinin tersiyle itebildi. Sayın Erdoğan'ı tebrik ediyoruz... Çünkü: Lider vasfında ve toplum tarafından sevilen bir şahsiyeti partsine almaktan çekinmedi. Dahası bakanlık verdi. Tabiî bu arada bir teşekkür hatta tebrik de sayın Sezer'e. Sayın Gül, kabineyi sunduğunda Mumcu'yu Millî Eğitim Bakanlığına kaydıran Cumhurbaşkanı oldu. Erkan Mumcu... Ali Naili Erdem, Mehmet Sağlam gibi bu makama layık olduğu için gelen kişilerden biridir. Milli Eğitimde çok değerli hizmetler vereceğine kimsenin şüphesi olmasın. Birçok projeleri var. Üstelik bu projeler partiler üstü ve devlet çapında. Onların hayata geçmesinden millet, gençlik ve istikbalimiz kazanacak. Çağdaşlıkla yerli değerlere bağlılığı mezc etmiş bir seçkin Millî Eğitim Bakanını şimdi sayın Kemal Gürüz, sayın Kemal Alemdaroğlu gibi bazı profesörler engellenmek istiyor. Yine Atatürk'ün arkasına saklanmakta, yine hamaset yapılmakta. Üniversiteyi, YÖK'ü eğitim hayatımızdan ayrı tutmak mümkün mü? Buna rağmen Bakanın projelerine peşin hükümlerle savaş açtılar. Yakışanı bu değildi. Yakışanı görevlerini başka arkadaşlarına devrederek çekilmek olmalıydı. Vakti geldiğinde istifa çok haysiyetli bir davranıştır. İstifa, muhakak ki daha kibar ve daha seviyeli olurdu. Bir bakanın eline ayağına dolanarak polemiğe kalkışmak taşınan cübbeyle tezat teşkil etmiyor mu? Siyasetçi polemik yapar. Üstelik geniş müktesebatıyla Mumcu bunu en alasından yapar. Peki akademik unvan sahipleri için polemik doğru mudur? Hayır değildir. Polemik siyasetçiye puan kazandırır ilim adamını harcar. Engelleme gayretleri, direnmeler artık taraftar toplamayacaktır. Çırpınış boşuna. Her türlü mevzuatta değişiklik yapılarak üniversite ve eğitim hayatımız kurtarılacaktır. Kurtarılmalıdır. Bu arada AK Parti grubundan çatlak ses çıkmaması için de genel başkanın gerekli ikazı yapması yerinde olur. Anlayan da anlamayan da konuşmamalı. Erkan Mumcu sonuna kadar haklı. Üniversite ve eğitim hayatımız çürümüştür. Biz ilimde bu kadar geri kalmışlığa layık değiliz. Haydi Mumcu; mumunu projektör olarak gösterene şükrederek yoluna devam et. Yanındayız. Asla geri adım atma. Yolun açık olsun...
.
Olmayası
28 Aralık 2002 01:00
Yapmacık ifadeyi sıkça işitiyorsunuz, "olası Irak operasyonu". Bazıları, Irak'tan evvel "ihtimal" kelimesine saldırmaktalar. Sanki "muhtemel Irak operasyonu" dense bir şey olacakmış gibi hayali Türkçeye kaçıyorlar. "Olası ırak operasyonu" artık Türkiye açısından "olmayası Irak operasyonu"dur. Anketler, halkın yüzde 92'sinin bu savaşa karşı olduğunu haber veriyor. Yanlış. Halkın yüzde 101'i karşı. Türkiye'de kim hangi sebeple ABD'nin komşumuz Irak'a taarruz etmesini istesin? Resmi tavır kaç zamandır muğlaktı. Bu yüzden Beyazsaray ikide bir yarı tehditkâr bir dille "Ankara tavrını netleştirmeli" diye konuşuyor. Nihayet o tavır dün netleşti. AK Parti genel başkanı hiç bir tereddüde mahal bırakmayacak şekilde açık konuştu; "Hükümet de, hiçbir AK Partili de savaş taraftarı olamaz!" Gerçi... Açıklamanın yapıldığı saatlerde ABD Hazine Bakan Yardımcısı John Taylor ve Dışişleri Bakan Yardımcısı Marc Grossman, harbin Türkiye'ye getireceği maliyet ve bunu telafi için düşünülen ABD yardımlarını görüşmek üzere Hazine Müsteşarlığı'ndaydı. Görüşmede 28 milyar dolar olarak kabul edilen maddi külfetin Türkiye'ye maliyeti ve ABD'nin yardımları üzerine pazarlık yapılıyordu. Yapılsın... Öyle bir müzakerenin varlığı, devlet iradesinin Amerika'nın yanında yer alması anlamına gelmez. Nitekim Türkiye, şartını koydu... BM Güvenlik Konseyi'nden karar çıksın. Kısacası Birleşmiş Milletler karar almadan savaş olamaz... Akla gelen soru şu. BM o kadar bağımsız mı, ABD'ye direnebilir mi? Belli olmaz. Netice itibariyle aşılması gereken bir merhaledir. Şu günkü durumda ABD'yi kayıtsız şartsız iki devlet desteklemekte. İngiltere ve İsrail. Bu itibarla II. Bush, I. Bush kadar şanslı değil. Bu şanssızlık savaşın sonucuna da tesir edebilir. Ava gidenler bazen avlanır da... Bütün senaryolar Irak'ın yanıp yıkılacağı, mahvolacağı üzerine kuruluyor ama... kavgadır bu belli olmaz. Amerika da meselenin bu tarafının farkında. Onun için bizi de kendisiyle beraber sürüklemek istiyor. Türkiye, hiçbir çaresi kalmazsa yani engelleyemezse kontrol için operasyonda yer alabilir. Fakat esas itibariyle geri durarak mani olmaya çalışmalı. Savaş felakettir. Deprem, kriz, vs. derken ilk defa istikrarı yakalamışken şimdi de savaşla kaybetmeyelim. Bu savaş olmayası... Her savaş gibi bu da kandır, gözyaşıdır, açlıktır, yokluktur hastalıktır. Vicdan azabıdır. Hicrettir. Bunların hepsi bir memlekette yaşanmayabilir ama parça parça bütün taraflar çeker.
.
Adolf Hitler, Adolf Saddam, Adolf Bush
29 Aralık 2002 01:00
Başında kafaya iyice oturmuş Nazi kokartlı kasketi, üstünde ön göğüs yan cepleri düğmeli ceketi, ayağında külot pantolonu, körüklü çizmesi ile badem bıyıklı, ciddi suratlı, hep havadaki sağ kolu gamalı haçlı ve on binleri heyecana getiren nutuklarıyla Führer yani önder. O, yirminci yüzyılda Almanya ile beraber dünyaya da ikinci kere felaket yaşatan bir adam. İsmi Adolf Hitler. Adolf Hitler, Alman ırkının üstünlüğüne inanmıştı. Diğeri, bazı gün secdede namaz kılan, bazı gün bir çocuğun yanağını okşayan, bir başka gün balkondan havaya tüfek sıkan boyalı siyah saçlı, kalın bıyıklı el Tıkrıtî. Bütün Arapları tek çatı altında toplamak gibi bir hayalin peşindeydi. Belki yine öyledir. Başında fötr şapkası, ağzında purosuyla iddiasına ve toprağına aykırı bir tip. Bir Baascı. O da Irkçı. İslam öncesi dönemin takipçisi. İranla yaptığı savaş 8 yıl sürdü. Ve binlerce insan öldü. Acaba bu adam bir güne bir gün çekilmeyi düşünmez mi? Irak parçalanma tehlikesiyle yüz yüze iken neden illa kendi iktidarı? Diğeri kürsüde mikrofonlardan konuşurken az sonra çıkacak bir panikten peşinen ürkmüş gibi tedirgin bir psikolojide. O, konuşurken sanki her ân bir şey patlayacak ve kendisi de saklanacak yer bulmakta zorlanacakmış gibi bir intiba vermekte. Dar alınlı, kıvırcık saçlı, ufak gözlü, kısmen de ufak boylu, çelimsiz ve derinlik yönünden fakir bir adam. Üç isimli. George Walker Bush. Irkçı değil. Ama daha beteri, kökten dinci. Bahçesinde köpeği ile oynama meraklısı. Böyle insanların tek doğruları vardır, kendi bildikleri. Küçükken babasından yediği dayağın intikamını insanlığın geleceği ile oynayarak alma peşinde. Şuuraltı kendisini babasına karşı isbata kışkırtıyor. Bunlar 'ben merkezli'dirler. Kendilerini insanlığı kurtarmaya memur bilirler. Kurtarmak isterken de batırırlar. Herkesten üstün oldukları inancındadırlar. Çevreleri de sürekli bunu işler. Aynı kutuplar birbirini iter. Bu karakterler birbirinin benzeri. Adolf Hitler, düzenli ordular önünden geçerken dünyanın en mağrur insanıydı. Kendisi için de memleketi için de dünya için de felaket oldu. Adolf Saddam ve Adolf Bush da aynı tehditleri vaat ediyor. Irak, şimdi değil 10 senedir bölünmüş durumda. ABD sürekli itibar kaybetmekte. Yer kürede giderek genişleyen bir Amerikan düşmanlığı yaşanıyor. Dünya ve bilhassa bölgemiz bir meçhule doğru gitmekte. Tek çare her ikisinin de istifa edip gitmeleri. Ama imkânsız. Akıllarının ucundan dahi geçirmezler. Çünkü onlar olmasa her şey mahvolur. Böyle inanıyorlar. Üçüzlerin ilki de böyle inanıyordu.
.
Değirmen
31 Aralık 2002 01:00
Hicri takvim dahi hicri kameri-hicri şemsi diye kendi içinde ikiye ayrılmakta. Kamer ay, şems güneş. Uzun yıllar, hicri takvim kullanmışız. Bugün de kullanılmakta. Bu toplumda ve daha nicelerinde hicri yeni yıllar büyük bir sevgi ve saygıyla kutlanmakta. Sonra, yakın yüzyıllarda hayatımıza bir de rumi takvim girmiş. O da paralel bir hayat kurmuş. En sonunda da miladi takvim kabul edilmiş. Buna belki çok kimliklilik denir belki de zenginlik. Şu veya bu alanda her üç takvim de fonksiyonunu ifa etmekte. Bu arada bir de karışıklık var. Bizde umumiyetle, hazreti İsa'nın doğduğu zaman kabul edilen aralık 25'teki noelle yeni yıl birbirine karıştırılır. Ve bazı öfkelerin kabarmasına da meydan verir. Bunun başlıca tahrikçisi de şu Noel Baba şaklabanlığı. Aslı havarilerden bile olma ihtimali mevcut öyle bir temiz zata izafe edilen birtakım maskaralar bu topluma bir Hızır alternatifi diye çok sinsi bir planla sunuluyor... Takvimin adı ne olursa olsun. Hatta hiç saat ve takvim gibi ölçüler olmasaydı bile değişmeyecek bir hakikat vardır, zaman. Dünyanın döndüğü, güneşin doğup batarak insan ve tabiatıyla her canlı için vakti eskittiği. İster hicri, ister rumi, isterse miladi. Birbirlerinden farkları var, hatta çok. Gün sayıları bile değişik. Ama değişmeyen bir benzerlikleri de var. Zamanı durduramıyorlar. Zaman akıp gidiyor. Her üç takvime göre de akıp gidiyor ve bir sonda buluşuyor. Saat, gün, hafta, ay ve derken senenin sonu. Her şey ölümlü her şey sonlu. Takvimler bunun tescilini yapmakta. Bugün 31 aralık 2002 itibariyle miladi yıla göre bir sene arkada kalıyor. Ardından da yeni bir sene başlamakta. 2002 artık tarihtir. Çok değil o bile daha dün gibi. 1999'un sonu nasıl da heyecanla, merakla beklenmiş ve 1999'un 2000'e bağlandığı gece, bütün dünya neredeyse uyumamıştı. O milenyum hikâyeleri ne kadar da boşmuş değil mi? Milenyum yani üçüncü bin yıl Türkiye, Arjantin, Brezilya, Filistin gibi ülkeler için hiç de iyi gelmedi. Türkiye, kasım 2001 ve şubat 2002'de arka arkaya iki kriz yaşadı. Cemiyet fakirleşti. Tarihte az görülür kara günler yaşadık. 2001 kasımından tam bir yıl sonraysa bir genel seçim yapıldı. 3 Kasım seçimleri milat gibi oldu. Bu ülkenin insanları sanki yeniden doğdu. İşte 2003'e kendini sanki yeniden doğmuş gibi hisseden milyonların heyecanıyla girmekteyiz. Bölgemizde bir savaş tehlikesi var. Ancak bu bile o ümidi gölgelemiyor. Önümüzdeki seneden itibaren daha güzel günler göreceğiz gibimize geliyor. İnşallah da öyle olur. Herkesin sarhoşluğu serkeşliği bir kenara bırakarak kendini hesaba çekmesi kendi kazancınadır. Dün yaptıklarımızla yarın yapacaklarımızla bir ciddi hesap? Yoksa 1 Ocak'ta başlayıp 31 Aralık'ta bitecek bir takvim de sonlu. Mühim olan zamana iyi bir iz bırakmak, zemine sarhoş kusmuğu değil. İki taş dönüyor. Arada zaman var. Hayır başka bir şey...
.
Sıkıntı, ikinci bir süper gücün olmayışından
1 Ocak 2003 01:00
BM genel sekreteri Kofi Annan, Amerika'ya rağmen ilginç bir çıkış yaptı. Annan, "Irak, BM denetçilerinin çalışmalarını engellemiyor, bizimle işbirliği halindeler" diyor ve ekliyor: "Bu sebeple Irak'a yönelik askeri bir harekât için makul bir sebep yoktur. Denetçilerin raporunu beklemek gerekir." Bu açıklamayla herhalde Ankara da kısmen olsun ferahlamıştır. Dedikleri,Türkiye'nin tezine paralel fikirler. Makul olan şudur: Denetçiler işlerini bitirsin, raporları tedkik eden BM ne karar verecekse ona göre hareket edilsin. Amerika bugüne kadar hep şu iddiadaydı.. Irak, BM denetçilerini kabul etmiyor. Veya çalıştırmıyor. Şimdi bunların varit olmadığı birinci ağızdan en net şekilde dile gelmekte. -Çalışıyoruz, engel yok aksine iş birliği var. Hakikaten bir engelleme yapılsaydı Beyazsaray için haklı bir sebep çıkabilirdi Peki Amerika, kafasına koyduğundan vaz mı geçecek? Çok zor. ABD uzun vadeli menfaatleri için bu harekatı yapıyor. Mesele Saddam Hüseyn değil. O da harekât başladıktan sonra Üsame bin Ladin gibi, Molla Ömer gibi kayıplara karışabilir. Dünya bir zorba tavırla karşı karşıya. O da şundan ileri geliyor. Mahallenin kabadayısı rakipsiz kalmıştır. SSCB'nin bıraktığı boşluk doldurulamadı. SSCB içi saman dolu devâsâ bir maket gibi apansız yıkılınca dünya iki kutuplu olmaktan sıyrılıp tek kutuplu hayata geçti. Önceleri bu tek kutupluluk pek memnuniyet verici geldi ama zamanla kazın ayağının öyle olmadığı görüldü. Şimdi karşısına çıkacak kimse kalmayan mahallenin kabadayısının astığı astık kestiği kestik. Nârâ üstüne nâra atmakta: -Kızılderililere jenosit uygulayan ben, I. Dünya Harbi'nin galibi ben, II. Dünya Harbinin galibi ben, İsrail'i kurduran ben, Kore'nin galibi ben, Sovyetleri yıkan ben, Bosna'ya giren ben, Taliban'ı deviren ben!.. Çıksın karşıma o Saddam!.. Var mı bana yan bakan? Tam "anamı kesen ben, babamı kesen ben!" Tulumbacı külhaniliği. Tabiî efelenirken Vietnam'ı atlıyor. Orası Amerika için bir bataklık olmuştu da ondan. Bu zorba tavrın önlenmesi nasıl olacak? Kimse savaş istemiyor. Irak'ın komşuları istemiyor. Dünya istemiyor. Dünyanın aydınları istemiyor. Fakat savaş çok büyük ihtimalle çıkacak. Dün barışın teminatı olarak görülen devlet, bugün savaş sebebi. Üstelik yalnızca Irak da değil. Türkiye, Orta Doğu ve Orta Asya da kendini işgalci bir iştah karşısında tedirgin ve tehlikede hissediyor. Sıkıntılar ikinci bir süper gücün olmayışından. Denge bozuldu. O boşluğun dolması lazım. İkinci güç, diğer kutup kim olabilir? Kafa yormaya değer bir soru...
.
İkinci süper güç kim olmalı?
2 Ocak 2003 01:00
Dünyanın ikinci bir süper güce ihtiyacı var. Tarihte süper güç yani Cihan devleti, devleti aliyyedir. Karşısında Rusya yer alır. Osmanlının ekseri savaşları da bu rakip devletledir. Çarlık Rusya'sı 1917'de tarih sahnesinden çekildi. Osmanlının çekilmesi ise bundan 5 sene sonra. 19. Asır dünyasının süper güçleri, mevkilerini aynı devirde terk etmişlerdir. Gerçi Osmanlı o tarihte kastettiğimiz mânâda bir süper güç değildir ama yine de dünyanın 5 büyük devletinden biridir. Ruslar, çarlık imparatorluğuyla yıkılmış fakat SSCB ile de aynı anda doğrularak kısa süre sonra ikinci süper güç bayrağını tekrar yükseltmişlerdir. Osmanlıya gelince o, bayrağı İngiltere'ye kaptırmıştır. İngiltere'den de Amerika aldı. Bugün Sovyetler Birliği yok. Ama Rusya Federasyonu da olanca coğrafi genişliğine rağmen süper güç değil. Çeçenistan'la uğraşarak süper güç olunmaz. Amerika'yı dengeleyecek, onu frenleyecek ona karşı caydırıcı rol oynayacak, dünyada sulh ve adaletin koruyucusu kim olacaktır? Bu devletleri şöyle düşünüyoruz... Türkiye, Almanya, Rusya... ABD, rakip ister mi? Elbette istemez. O halde öyle bir niyet taşıyan devlet karşısında ABD'yi bulur. Tastamam öyle. Zaten şu içinde yaşadığımız Irak krizi de haddi zatında bir süper güç mücadelesi. Bu mücadele Almanya-ABD, Türkiye-Almanya ve Türkiye-ABD arasında cereyan ediyor. Şu ân Türkiye ahiren müttefiki esasta ise rakibi iki ve daha fazla devletle "soğuk savaş" halinde. PKK mücadelesi de başka bir şey değildi. Türkiye, yeniden süper güç, cihan devleti olabilir mi? Kimse böyle bir nimeti altın tepside sunmaz. Belki daha çok Hablemitoğlu ölür. Belki Kıbrıs, Kerkük üzerine çok planlar döner. Bazen açık bazen alttan alta mücadele yaşanır. Irk ve mezhep kışkırtmaları yapılabilir. Komşularımızla aramız açılabilir. Bu arada Türkiye'nin bilhassa dikkat etmesi gereken hassasiyet Irak vesilesiyle işgale uğramamasıdır. Mersin-Trabzon hattının doğusu üzerine neler dönüyor bilmiyoruz.. Bakınız Çekiç Güc'ün lağvedildiği söylenmişti. Yeni öğreniyoruz ki Kuzey Gücü adını alarak işine devam ediyormuş. Irak, bahanedir. Beyaz Saray için maksat fakat gaye değil. Saddam da onun için hep başta tutulmakta. O giderse bölgeye müdahale için sebep bulmakta zorlanırlar. Önümüzdeki zamanlar, sıcak savaştan çok soğuk savaş dönemleri olabilir. Sıcak savaş sadece 15 dakika bile sürebilir. Soğuk savaşsa 15 yıl. Sıcak savaş uçak ve süngüyle yapılır. Soğuk savaş diplomasi dehalarıyla. Ülkemizde artık o dahi çocukların var olduğuna inanıyoruz. Tayyip Erdoğan'ın en kıymetli hizmeti o dahileri bulup kendilerine fırsat tanıması olacaktır. Diplomasi dehası olan devlet ikinci süper güç olur.
Aynı oyun -l-
8 Ocak 2003 01:00
Hiç âdetimiz olmadığı halde 4 gün boyunca bu sütunda bir başka kalemi misafir edeceğiz. Fırat Üniversitesi Öğretim üyelerinden Sn. Dr. Erdal Açıkses'in doçentken sunduğu "Amerika'dan Harput'a, Harput'tan Amerika'ya Göç" ismindeki bir tebliğ.. Mevzuu, fevkalâde derleyip toparlaması itibariyle virgülüne dahi dokunmak istemedik. Kısaltmayı, özetlemeyi düşündük fakat kıyamadık. Bu tebliğ; filmler, romanlar, araştırmalar ve bu milletin bekası konusudur. Buyrunuz birlikte okuyalım ve 150 yıllık oyunu bir kere daha ibretle görelim. Mücadele sadece ve yalnızca hilâl ve haç çatışması. Gerisi teferruat... 1850'li yıllara kadar ne Harputlular Amerika ve Amerikalıları tanırdı, ne de Amerikalılar Harput'u bilir ve Harputluları tanırlardı. Görünüşte hümanist fakat bir bu kadar da emperyalist duygularla dünyayı bir örümcek ağı gibi saran misyoner teşkilâtlarından, bölgeyle ilgili araştırmalar yapan Amerikan Board Heyeti'nden misyonerler, Harput'u Amerikalılar'a tanıtmaya başlamıştı. 1820'den beri Osmanlı topraklarında faaliyetlerine devam eden Amerikan Board misyonerleri, 1850 yılında yaptıkları yıllık toplantıda, Harput ve çevresinin (Muş, Bitlis, Van) Erzurum istasyonunca yakından izlenmesi kararı çıkınca bölge incelenmeye başlanmıştı. Harput'a ilk gelen Amerikalı, Amerikan Board misyonerleri George W.Dunmore ve eşidir. Dunmore ve eşinin ilk çalışmaları, genellikle diğer Hıristiyan mezhep üyeleri tarafından büyük bir tepkiyle karşılandı. Fakat Dunmore "Harput Ovası, Türkiye'de gördüğüm en zengin ve misyoner çalışmaları bakımından da en elverişli ve en çok umut vadeden ovadır!" şeklinde merkezine yazdığı raporlarla, yeni elemanların gelmesi için zemin hazırladı. Bu arada yerli Protestan Ermeniler'den de istifade ederek eğitim faaliyetlerini artırdı. M. A. Melcom isimli on altı yaşında bir genç Ermeni'yi de eğitim faaliyetlerinde yardımcı olması için yanlarına aldılar. Harput'a ilk gelen Dunmore çiftinden sonra O. P. Allen ve Crosby, H. Wheeler çifti göç edenler arasında yerini almıştır. Daha önce İstanbul'a gelen Dr. Herman N. Barnum da 1858 yılında Harput'a gelir. Harput'a ilk gelen Amerikalılar olan Dunmore çifti, Wheeler çifti ve kızları Emily ve Dr. Barnum'la beraber küçük bir koloni kurarak çalışmalarına başlamışlardır. Barnum ve Wheeler ikisi de ömürlerinin sonuna kadar Harput'ta kalmış ve ölümlerinden sonra misyonerler, Selvi Pınarı mevkiindeki yazlıklarının bahçesine gömülmüşlerdir. Dr. Barnum, Wheeler ve onlara yardımcı olan Allen, otuz yedi yıl boyunca Harput'ta beraber çalışmışlardır. Misyonerlerlik tarihinde bunun bir örneği olmadığı misyonerler tarafından belirtilmektedir. Dr. Barnum, misyonerlerde sıkça rastladığı üzere uzun yıllar beraber çalıştığı Crosby H. Wheeler'in kızıyla evlenmiştir. Birçok Amerikalı birbiri arkası sıra Harput'a gelerek görev yapmıştır. Bunların bir kısmı daha önce Anadolu'ya gelerek yerleşip başka misyonlarda görev yapan misyonerler olup, bir kısmı da doğrudan Harput'a görevlendirilenlerdir. Bu gelenlerin bir kısmı bir müddet görev yaptıktan sonra Harput'tan ayrıldığı gibi, bir kısmı da Anadolu'da bir misyonerin çocuğu olarak dünyaya gelmiş, burada büyümüş, tahsil için Amerika'ya gönderilmiş ve daha sonra tekrar bir misyoner olarak Anadolu'ya gelmiştir. Harput'a gelen misyonerler arasında; 1885 yılında Fırat Koleji Başkanlığı'na atanan James Levi Barton, Dr. Caleb Frank Gates, Henry Riggs önemli birkaç tanesi olarak sayılabilir. Misyonerler arasında en ilginç hayat hikâyesine sahip olan ise Henry Riggs'tir. Henry Riggs; misyonerler arasında bir ekol olan ve Türkiye'ye gelen ilk misyonerlerden olup, İncil'i; Ermenice, Bulgarca ve Türkçe'ye çeviren Elias Riggs'in torunudur. Riggs ailesi Anadolu'da oldukça geniş bir kadroyla misyonerlik yapmışlardır. Henry Riggs'in babası Merzifon Amerikan Koleji Başkanı Edward Riggs'tir. Henry de bir misyoner çocuğu olarak Sivas'ta doğmuştur. 1896 yılında Carleton Koleji'nden mezun olan Henry; Ermenice ve Türkçe'yi mükemmel konuşurdu. Henry Riggs, kendisi gibi misyoner olan H. Barnum'un kızı Emma ile evlenmiştir. Henry Riggs'in kardeşi Ernest W. Riggs de Harput'ta görev yapmıştır. Ernest W. Riggs de abisi gibi yine bir misyonerin kızı olan Alice ile evlenmiştir. Bu kısaca saydığımız isimler haricinde, kız okulları için Amerikan Boord'ın kadın misyonerler kısmı olan "Womes's Board of Misions" adlı kuruluş tarafından da birçok bayan misyoner gönderilmiştir. Bunlar arasında en faal çalışan ve misyonerlik yeteneklerine sahip olan ise Bayan Hariet Seymour'dur. Kolejin kızlar kısmının sorumlusu ise Bayan Daniels'tir. Misyonun en faal üyelerinden bir tanesi de, Teknoloji Okulu'nun sorumlularından Edward Carey'dir.
.
Aynı oyun -II-
9 Ocak 2003 01:00
Harput'ta görev yapan ilginç bir sima da Dr. Henry H. Atkinson'dur. Harvard'da tıbbî eğitim görmüş olan Dr. Hanry Atkinson, mezrada Amerikalılar tarafından kurulan Annie Tracy Riggs Hastahanesi'nin kuruluş ve gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Doktorluğunun yanı sıra, fizik konusunda da uzman olan Atkinson'a, Türkçe bilmesi de büyük avantaj sağlamıştır. 1901 yılında Harput'a gelen Atkinson, özellikleri sebebiyle birçok görevi beraber üstlenir. Konsolos yardımcılığı görevini de yürüten Atkinson, Türkiye'de hizmet verdiği on dördüncü yılın sonunda 1915 yılının Noel günü Harput'ta ölmüştür. Atkinson'un Harput'taki faaliyetlerinde en büyük yardımcıları ise eşi Harriet H. Atkinson ile Amerikalı baş hemşire Bayan Maria P. Jacobsen olmuştur. Diğer bir önemli yardımcı ise gece hemşiresi Jamaikalı Bayan Margret Campbel'dir. Amerikan misyonu, birçok alanda faaliyet yapması sebebiyle oldukça fazla elemana ihtiyaç duymuştur. Zaman içinde büyüyen misyon; yetimhanesinden teoloji okuluna, ilkokulundan kolejine, el atölyelerinden yetişkin kurslarına, hastahanesinden konsolosluk faaliyetlerine kadar birçok konuda faaliyet yürütmüştür. Amerika'dan gelip giden birçok misyoner olmasına rağmen kadrosunun çoğunluğunu, misyonerlerin yetiştirmiş olduğu yerli yardımcılar oluşturuyorlardı. Özellikle hem daha ucuz çalışmaları, hem de kendi toplumu üzerindeki etkisi sebebiyle yerli yardımcılara daha çok ehemmiyet verilmiştir. Yerli yardımcı olarak yetiştirilen birçok Protestan Ermeni de Amerika'ya tahsil için gönderilmiştir. Önceleri öğrenci olarak yetiştirildiği okullara öğretmen olarak dönen kişiler uzun bir dönem öğretmenlik yaptıktan sonra genellikle Amerika'ya göç etmişlerdir. Bunlara birkaç örnek verecek olursak; Maraş Teoloji Okulu mezunu Haroutoun, K. Avakion Fırat misyonunda yabancı dil ve matematik derslerine girmiş ve daha sonra 1895 yılında Amerika'ya göç etmiştir. Hachabad Bennenion adlı diğer bir yerli öğretmen de, on iki yıl öğretmenlik yaptıktan sonra 1896 yılında Amerika'ya göç etmiştir. Amerika'da Boston kentinde (The Church Bell) "Kilise Çanı" adlı Ermeni gazetesinin müdürlüğünü yapmıştır. Misyonun kuruluşundan beri yerli yardımcılar arasında ilk eleman olan M.A. Melcon 16 yaşında öğretmenliğe başlamış, uzun yıllar yaptığı öğretmenlik görevinin yanı sıra, Gothe, Şekspir gibi ünlü Batılı yazarların eserlerini Ermenice'ye çevirmiştir. Bir dönem Fırat Koleji'nin başkanlığını yapan ünlü misyoner Gates'in, Robert Koleji Başkanlığı yaptığı sırada Melcon Robert Koleji'nde derslere girmiş ve daha sonra Amerika'ya göç etmiştir. Amerikalılarla küçük bir temas kuran veya onların okullarında okuyan, müesseselerinde çalışan birçok Ermeni'nin ideali, genellikle Amerika'ya göç olmuştur. Burada Amerikan misyonerlerinin lüks yaşantıları, Amerika'nın zenginlikleri, eğitim vb. konulardaki iyi durumu etkili olmuştur. Amerika'ya ilk gidişler genellikle misyonerlerin eğitim için gönderdiği öğrenciler olmuştur. Bunlar daha sonra kendi memleketlerine gelerek okullarda ders vermeye başlamışlar. Bu ilk gidenlerin dönüşlerinde anlattıkları vb. olaylar zaman içinde misyonerlerin ayak işlerine bakan hizmetçileri dahi hareketlendirmiş, onlar da bir yolunu bulup Amerika'ya gitmeye çalışmışlardır. Bunlarla ilgili ilginç bir örnek verecek olursak; Harput'tan Agop Babigian adlı bir Ermeni misyonerlerin yanında uşak olarak çalıştıktan sonra bir yolunu bularak 1876 yılında Amerika'ya gitmiş, orada umduğunu bulamayınca geri dönmüştür. Yeniden misyonerlerle çalışmaya başlamış, bir müddet sonra tekrar Amerika'ya göç etmiş ve orada bir halı dükkânı açmıştır. Aynı şekilde Jakob Arekalyan adlı bir Ermeni genci, misyoner ailenin yanında uşak olarak çalışmak üzere Amerika'ya gitmiş, orada uşaklığı bırakarak Boston'da bir ticarethane açarak başarılı olmuştur. Bu göç olayı, yıllar boyunca devam etmiş, Ermeniler'in misyonerlerin de etkisiyle Osmanlı Devleti'ne karşı yürüttükleri ayrılıcılık hareketi ve isyanlar sonucunda çıkan olaylarla beraber daha da artmıştır. Fakat isyanlardan sonra, -baskılardan kaçmaya başlamışlardır- şeklinde yapılan propagandanın da geçerliliği söz konusu değildir. Çünkü daha karışıklık başlamadan yıllar önce birçok kişi para kazanmak için Amerika'ya gitmenin yolunu arıyordu..
.
Aynı oyun -III-
10 Ocak 2003 01:00
Amerika'ya, özellikle misyonerlerin Harput'a gelmesinden sonra başlayan göç akımı, zaman içinde Osmanlı yetkililerini de rahatsız etmiştir. Hem nüfus kaybı, o dönem için iş gücü kaybı, hem de prestij kaybına sebep olduğu için Osmanlı Devleti'nden göç rahatsızlık vermiştir. Bu yüzden çareler aramaya çalışılmıştır. Ayrıca göç edenlerin Amerika'ya gittikten sonra orada Amerikan tâbiiyetine geçerek, Amerikan vatandaşı olduktan sonra tekrar Osmanlı topraklarına dönerek (kapitülâsyonlarda) yabancı vatandaşlara tanınan imtiyazlardan faydalanmak istemeleri ve dokunulmazlık diyebileceğimiz bir zırha bürünerek daha pervasızca hareket etme imkânına kavuşmaları, Osmanlı Devleti'ni devamlı olarak huzursuz etmiş ve bu husus Türk-Amerikan münasebetlerinde Osmanlı Devleti'nin başını oldukça ağrıtmıştır. Türk düşmanlığı ve zavallı Ermeniler propagandası, Ermeniler için Amerika'da prim yapması sebebiyle göç eden Ermeniler, genellikle bu metotla Amerika'da kendilerine bir yer edinebilmek için Osmanlı aleyhine faaliyetlerine orada da devam etmiştir. Amerika'ya gidip yerleşenler de Anadolu'yla irtibatını kesmemiş, oradan Osmanlı aleyhine, Anadolu'da faaliyette bulunan çetelere maddî-manevî destek vermişlerdir. Özellikle Harput'tan Amerika'ya göçen Ermeniler bu konuda başrol oynamışlardır. Bir örnek verecek olursak, Harput'tan gizlice Amerika'ya giden ve orada Protestan papazlığı yapan Sisan adlı bir Ermeni'nin orada para toplayarak Anadolu'ya gönderdiği gösterilebilir. Anadolu'yu bölerek bir Ermenistan kurmak isteyen ve Türkiye'de suç işleyen Ermeniler'in de sığınak yeri yine Amerika olmuştur. Amerika'da, oranın vatandaşlığına geçtikten sonra silâh, Osmanlı aleyhine kitap, broşür ve benzeri malzemeyle tekrar geri geliyorlardı. Osmanlı Devleti bu isyancıların geri gelmelerini engellemek için yakın limanlarda kontrolleri arttırdığı için, uzak limanlarda karaya çıktıktan sonra bir fırsatını bularak Harput'a gelmeye çalışıyorlardı. Harput'tan Amerika'ya gizlice giden Ermeniler'in bir kısmı Anadolu'ya geçmek için Mısır'ın limanlarına giderek oradan Anadolu'ya gelmeye çalışmaları da buna bir örnek olarak verilebilir. Bu göç edenlerin, Osmanlı Devleti aleyhine yapmış olduğu faaliyetler her yıl artarak devam etmiştir. Öyle ki bu faaliyetlerin dozunu o derece artırmışlardır ki, düşmanlarımızla beraber silâh kuşanarak bize karşı savaşmak için Amerika'dan tekrar geri dönenler dahi olmuştur. Birinci Dünya Savaşı sırasında, Osmanlı Devleti ile savaşan Rusya'ya, Anadolu'da bulunan Ermeniler'in de destek vererek onlarla beraber bize karşı savaştığı gibi, yurtdışındaki gönüllü Ermeniler de onlara yardım etmek gayesiyle Van Vilâyeti civarına ve İran sınırına gelmişlerdi. Bu gelenlerin büyük bir kısmının da; "Dahilden kaçan ve memalik-i ecnebiyeden gönüllü gelen, Mamüratül-Aziz Ermenileri'nin teşkil ettiği" düşünülürse; Batı dünyasının söylediği gibi, masum ve iyi niyetli olduklarını söylemek de pek mümkün değil kanaatindeyim. Türkiye'nin değişik yerlerinden Amerika'ya; ticaret, eğitim, vb. sebeplerle oldukça çok sayıda göç olmasına rağmen Harput bunlar arasında rekor bir sayıdadır. Harput Protestan kiliselerinin organizesiyle sadece bir yılda Harput'tan Amerika'ya, özellikle de Boston şehrine yapılmış olan 3000 kişilik göç olayı, bütün Osmanlı topraklarından yapılan göçün 25'ine tekabül ettiği gibi, bu sayı bir rekor olarak da kabul edilmiştir. Harput ve çevresinden Amerika'ya göç edenlerin her türlü ihtiyaçları, Fırat Koleji'nin mezunları, Harput Protestan Kiliseleri Birliği ve Amerikalılar'ın Harput'taki kolonisinin desteğiyle karşılanmıştır. Bu çalışmalarda, Amerikalılar'ın Harput'ta açmış olduğu konsolosluğun da oldukça büyük bir rolü olduğu bilinmektedir. Harput'tan bu kadar göçün gizli bir şekilde yürütülmesinde, bazı memurların suiistimallerinin, misyoner vb. kuruluşların yanı sıra, türeyen simsarların da etkili olduğu bilinmektedir. Amerika'ya göç edenlerin gidişleri sırasında ve Amerika'ya kabullerinde yaşanan zorlukları aşmak için Harput'ta kurulan iki dernek ile İstanbul ve ABD'deki ajanların etkili çalışmalarının rolü büyük olmuştur. Liverpol'a kadar gitmeyi başaran Ermeni göçmenlerle konuşan Osmanlı Elçisi, Harput'a bağlı köylerden olduklarını ve bazı Ermeni tüccarların bir miktar para karşılığı bu kaçışı kolaylaştırdıkları, bu tüccarların Mersin ve diğer limanlarda adamları olduğu, bunlar vasıtasıyla, kayıkla götürülerek Marsilya ve İngiltere'ye giden vapurlara bindirildiklerini öğrenmiştir.
.
Aynı oyun-lV-
11 Ocak 2003 01:00
Aslında Osmanlı Devleti yetkilileri, para kazanmak için Amerika'ya gitmek isteyenlere karşı değildir ve herhangi bir vukuata karışmadan geri gelenlere de imkân tanımıştır. Fakat gidenlerin çoğu tâbiiyet değiştirerek dönüşte Osmanlı Devleti'nin başına gaileler açmıştır. Geri dönenler tekrar eski topraklarına ayrıcalıklı olarak gelip yerleşiyorlardı. Sadece Harput'un merkezinde Amerikan vatandaşlığına geçmiş 260 Ermeni bulunuyordu. Osmanlı Devleti'nden ABD'ye giderek bu tür imtiyazlardan faydalananların sayısı 70.000'e ulaştığı düşünülürse, bunun sakıncaları ve doğuracağı sonuçlar daha iyi anlaşılabilir kanaatindeyim. Gidenlerin büyük bir kısmı da askerlik bedeli ödememek için gidiyorlardı. Bunlar bekâr olarak gittikten sonra ailelerini de yanlarına almaya çalışıyorlardı. Ayrıca Harput Amerikan Konsolosu'nun yazdığına göre, 1900 yıllarında Harput'tan her yıl, daha önceden Amerika'ya giden bekârlar için evlenmek üzere 100 Ermeni kızı Amerika'ya gönderiliyordu. Misyonerler sadece Ermeniler'i göç ettirmediler. Hemen hemen her bölgeden, her cemaatten insanı Amerika yollarına taşıdılar. Özellikle Anadolu'da Harput ve çevresinden Müslüman ahaliden ve Amerika'ya göç edenler olmuştur. Harput'tan Amerika'ya Müslümanların da göç ettiği haber alınması üzerine yöneticiler, "Bunların Memalik-i Şehaneden hurçlarının suret-i katide men edilmesi şeklinde bir irade çıkararak engel olmaya çalışmışlardır. Aslında Ermeniler gibi Müslümanlar da oraya iş bulup çalışmak için giderler. Fakat Amerikalı misyonerlerin gayesi başkadır. Amerika'da yerleşmiş olan Tophaneliyan adlı bir Ermeni'nin yazdığı mektubundan; "Amerikalı misyonerlerin, Anadolu'daki bazı Müslümanlar'ı iş bulmak vaadiyle göç ettirip Hıristiyan yapmak istediklerini" öğrenmekteyiz. Osmanlı Devleti'nin Washington Büyükelçisi Mavrayani Bey'in raporundaki "... Halen ABD'de Müslümanlardan takriben iki yüz göçmenin bulunduğu, bunların fakir basit işçiler olduğu, servet edinmek gayesiyle geldiklerini, ileride din değiştirirler düşüncesiyle misyonerler tarafından bu yola itildikleri" şeklindeki ifadeler de, bu bilgileri destekler mahiyettedir. Amerika'ya, Harput'tan göç eden ilk Müslümanların 1880'lerden sonraki yıllarda Ebu Tahir Köyü'nden Poto Mahmut, Ekmekçi Mustafa Ağa, Ekmekçi Lokko Yusuf olup, bunları takip eden bir grup Harputlu da 1893 yılında Amerika'ya göç eder. Bu ikinci grupta bulunanların bazıları şunlardır: Harput'tan Tatarcıoğlu Dabak Necip Ağa, Meydan Mahallesi'nden İbrahim oğlu Hüseyin ve Sağır Müftüzade Hüseyin Efendiler. Bu ilk giden kafilelerin ardından onların da teşvik ve yardımıyla Harput ve çevresinden Amerika'ya büyük bir akım başlamıştır. Gidenlerin büyük bir kısmı misyonerlerce beklenenin aksine, vatanına, dinine bağlı kalarak hayatlarını idame ettirmişler ve adlarına çeşme, cami yaptırarak orada bir Türk kolonisi oluşturmuşlardır. Anavatanda tehlike çanı çaldığı zamanda Çocuk Esirgeme Kurumu ve Kızılay temsilcilerine ceplerindeki son kuruşuna kadar vererek milyonlarca dolarlık yardımlarda bulunmuşlardır. Eli silâh tutanların ekserisi savaşa katılmak üzere anavatanlarına gelerek İstiklâl Savaşı'nda çarpışmış ve bir kısmı da şehit olmuştur. Daha sonraki yıllarda Amerika'daki Harputlular'ın bir kısmı geri dönerken, bir kısmı da Amerika'da evlenerek oraya yerleşmişlerdir. Oraya yerleşmelerine rağmen Harput'u da unutmamış, ellerinden gelen her türlü yardımı yapmaya devam etmişlerdir. Bunun güzel bir örneği de, Elâzığ Verem Savaş Derneği için ihtiyaç duyulan röntgen makinesi.. Elâzığ'daki teberrularla almak imkânsızlaşınca, Amerika'daki Harputlularla temas kurulmuş, oradaki Harputlular da kendi aralarında şehir şehir dolaşarak (özellikle Newyork, Detroit, Bravidins, Vercesner, Pipodi, Şikago gibi şehirler olmak üzere), 14.000 dolar gibi o zamanki şartlarda çok büyük bir miktar olan parayı toplayarak bir röntgen makinesi alarak göndermişlerdir. Bu yardımı toplamada emeği geçenlerin duygularını dile getiren mektuplardan bir pasaj vermeden geçmek, onların bu duygularına haksızlık olur kanaatindeyim. "Bu işleriniz olup bittikten sonra da başkaca lâzım olan işler için de yazınız, elimizden geldiği kadar vatana yardım etmeye hazırız. Vatan borcumuzdur. Buradaki Türk kardeşlerimiz cümleten selâm ederler. Allah cümleten razı olsun. Anavatana hepimiz kurbanız. Vatan olmazsa ayaklar altında kalırız. Çok şükür vatanımız da var. Adil hükûmetimiz de var. Milletimiz de var. Yaşasın, yaşasın Türkler! Baki hürmetle hepinizin ellerinden sıkar, mektubuma nihayet veririz kardeşlerim" şeklindeki ifadelerden de anlaşıldığı gibi, ne memleketlerini unuttular, ne de milletini, ne de vefa borçlarını.. Ayrıca bu yardımsever insanlara bir vefa borcu olarak tebliğimin arkasına birkaç resimle, bu parayı topladıkları hemşehrilerimizin isim listesini vererek onları bu vesileyle yâd etmek istedim. Sonuç olarak Harput şehri, bütün Osmanlı topraklarından Amerika'ya göç meselesinde en fazla rol alan bir şehrimiz olmuştu. Bu husus, hem gayrimüslimler için, hem de Müslümanlar için geçerli olmuştur. Ayrıca bu göç olayında Amerikalı misyoner, konsolos vb. yetkililerin oldukça büyük rolü olmuştur. Göç eden Ermeniler'in büyük bir kısmı, özellikle Amerika'da bir Türk düşmanlığı ve aleyhte bir kamuoyu oluşmasında büyük bir rol üstlenmişlerdir. Örneklerden de görüleceği üzere onların gidişi; baskıdan, zulümden değil, Amerika'da zengin olmak, tahsil yapmak vb. sebepler içindir. Fakat bu göç olayı sonrasında artan kin vs. sebeplerle kargaşalık daha artmış ve bölgede birçok insanın hayatını etkilemiştir. Bu konuda en büyük sorumluluğun Amerikalılar'da olduğu da bilinmektedir
.
Hilmi Özkök Paşa'nın konuşması üzerine -l-
13 Ocak 2003 01:00
8 Ocak 2003 tarihinde Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ün Ankara'da bir Basın Kokteyli oldu. Gazi Orduevi'nin sade şartları içinde gerçekleştirilen kokteyle dair tahliller, Diyarbakır ve Malatya'da meydana gelen çok elim iki uçak kazası yüzünden gölgede kaldı. En önce şunu ifade edelim. Davetliler, böylesine önemli bir kurumun bir gecesine katılırken ne 40 kapıdan geçirildiler ve ne de kemerlerine kadar arandılar. Sadece son derecede kibar birkaç memur misafirleri arabadan indirmeden isim yoklaması yaptı. Hatta dışarıdaki askeri inzibatlar haricinde ortalıkta bir tane bile üniformalı yoktu. Onun için genelkurmay başkanının kürsüye geçtiği bile fark edilmedi. Her şey sivil manzaradaydı. Paşa, kürsüye yürürken etrafında bir alay koruma yoktu. Alkışçılar devrede değildi. Bir de fark ettik ki halim-selim bir insan sakin adımlarla kürsüye çıkmakta. Paşanın bizde bıraktığı intiba şu: Mütevazı, nazik ve yumuşak bir kimse. İsimlerin insanlar üzerindeki tesirleri de bilimin konuları arasındadır. Bunun doğruluğu, sayın Hilmi Özkök'ün şahsında da teyit edilmekte. Hilm, yumuşaklık sahibi. Halbuki sivil dünyada asker dediniz mi sert tavırlar akla gelir. Oysa sertlikle başarı barışmıyor. Basın Kokteyli, yeni sene münasebetiyle veriliyordu ama maksat neydi? İşte en yüksek rütbeli kumandanın ağzından ana hatlarıyla maksat... -Bu kokteylin amacı, basın mensuplarıyla tanışmak, yeni yıl vesilesiyle TSK adına iyi dileklerimizi sunmak, TSK-Basın ilişkilerini değerlendirerek bu ilişkileri daha verimli bir zemine oturtmanın yöntemlerini tartışmak ve belli konulardaki düşüncelerimi sizlerle paylaşmak. Genelkurmay Başkanının konuşma metni tam 8 sayfa. Metnin 4 sayfadan fazlası medyaya ayrılmış durumda. Ordu, doğru anlamak ve doğru anlaşılmak isteğinde. Geçmişte milletle onun ordusu arasına bazı menfaatçiler girmiştir. Bakınız Paşa, bu mevzuda ne diyor: -Ne yazık ki ülkemizde işlerini yürütmek, kendine önem atfedilmesini sağlamak ya da kurumumuzu yıpratmak için birçok kişi Türk Silahlı kuvvetlerinin adını kullanmak çabasındadır. Esas itibariyle bir basın kokteyli. Paşa, kuruluşu adına basından ricalarda bulundu. İzahatlar yaptı: -Türkiye Cumhuriyeti'nin temel değerlerine bakışta müşterek payda sahibi olmak kaydıyla, hangi görüşte olursa olsunlar, bütün basın-yayın kuruluşlarına ve mensuplarına eşit mesafede bulunmak en çok dikkat ettiğimiz prensiplerden biridir. Bizim için lehimize ve aleyhimize olan basın-yayın birimi veya mensubu yoktur. İyi niyetle yapılmış her türlü destekleyici veya uyarıcı tenkitlerden sadece ders ve fayda çıkarırız. Hilmi Özkök Paşa'nın şahsiyetiyle alakalı ana çizgiler üzerinde yukarıda kısaca durduk. Paşa, kurumunda lazım gelen değişimi hiçbir sarsıntı ve rahatsızlığa meydan vermeden yumuşak bir üslupla gerçekleştirerek çağın gerisine düşme gibi bir ihtimali uzaklaştırmak istiyor. Bunu yapabilir mi? Yapar. İşte O'na dair 25 yıl öncesinden bir hatıra. O tarihlerde kara sınıfından hava sınıfına nakiller olmaktadır. Bazı karacı subaylar, havacılığı tercih ederken o günlerde herhalde üsteğmen veya yüzbaşı olan Himi Özkök'e sen de geç derler. Verdiği cevap enteresandır. "Hava sınıfından genel kurmay başkanı çıktığını görmedim". Bunun tercümesi şudur. "Ben sınıfımda kalmak ve genelkurmay başkanı olmak istiyorum". Bu sözler, Paşa'nın vizyonunu ortaya koymaktadır. Basınla ilişkileri dürüst ve seviyeli kaidelere oturtmak gayesinde olduğu belli. Yakın mazide asker, her nasılsa eline kalem geçmiş birtakım şahsiyetsiz postal yalayıcı hokkabazlar tarafından çok fena pazarlanmıştır. Bu kokteyl, o zararların tekrarını önlemek, o yüzden meydana gelmiş yanlış anlama ve kanaatleri düzeltmek için atılmış bir adım... Buna rağmen bazı medya kuruluşları, kokteyl haberini yaparken ikazları, hiç üstüne almadan başka adreslere göndermeler yaptı... Hilmi Özkök Paşa'nın dedikleriyle o bakış arasında ne alaka var? -Bu sıkıntılı dönemde TSK'nın medya tarafından değil yıpratılması, bilakis desteklenmesi, büyük önem taşımaktadır. TSK'nın gücünün en büyük düşmanı, onun siyasete bulaştırılmasıdır. Bunun tehlikesinin en büyük örneği, Balkan Harbi'nde görülmüştür. Bu bakımdan TSK-Basın ilişkileri konusunda sizden isteğim, bu konudaki duyarlığınızın kalitesini daha da arttırmanızdır. Basın, her kurumun kendi görev ve fonksiyonunun yerine getirilmesini teşvik etmelidir. Bir bakıma bir çarpıtma daha yaşadık. "Duyarlık kalitesi"ne bir kere daha riayet edilmemişti.
.
Hilmi Özkök Paşa'nın konuşması üzerine -II-
14 Ocak 2003 01:00
Genelkurmay Başkanının 8 sayfalık konuşmasının 4 sayfasından fazlasını medyaya tahsis ettiğini yazmıştık. Öyle sanıyoruz ki bu kuruluşta kendi şartları içinde iyileştirmeler sürmekte. Bunlar yapılırken takip edenlerin doğru idrak etmesi gerekiyor. Onun için Hilmi Özkök Paşa şöyle diyordu: -TSK, halkımızın en çok ilgilendiği, güvendiği önemli kurumlardan biridir. Basın-yayın dünyası da halkın haber alma hakkını kullandıran en önemli kurumudur. Dolayısıyla bu iki kurumun karşılıklı anlayış, işbirliği ve birbirinin hukukuna saygılı bir davranış içinde olmaları milletimizin ve devletimizin menfaatleri gereğidir. Bu konuda bazen davranış farklılıkları olduğu, bunun sonucunda aramızda sıkıntılar doğduğu siz medya mensupları tarafından da bilinen bir gerçektir. Her iki kurumun da amacı bu farklılıkları ortadan kaldırmak olmalıdır. Bunu aramızdaki diyaloğu geliştireceğimiz ölçüde başaracağımıza inanıyorum. Bu satırlar, niyet, hedef ve gayesiyle ayrıca yoruma muhtaç olmayacak kadar açıktır. Sayın Özkök, medya bahsinden başka AB, Kıbrıs, Irak, dış politika, laiklik, YAŞ ve TSK'nın suiistimal edilmesine de temas etti.. Fakat... Ne yazık ki... "İmam" yine bildiğini okudu. Bu imamın kötü yanıdır, kötü huyudur. İstediğini istediği biçimde sunmakta. Bütün konuşma metninde başörtüsünün de içinde yer aldığı laiklik ve bağlı kavramlar kısa bir paragraf, YAŞ da iki küçük paragraftan ibaret. Buna rağmen fevkalade ehemmiyetli konuların büyük bir samimiyetle işlendiği fikir, görüş ve teklifler atlanmış ve tali bahisler sürmanşet ve manşetlere çekilmişti. Bu ahlâk, dürüstlük adına düşündürücüdür. Halbuki Hilmi Özkök Paşa şöyle diyordu... -Sizden ricam, varsa eksiklerimizi düzeltici önerilerde bulunmanız, mevcut ilişkilerimizi geliştirmek için düşüncelerinizi çekinmeden bize iletmenizdir. Başka ne denebilir? Ordu, asker, 1 numaralı ağızdan medya yoluyla imaj kırılmalarını önlemek arzusundayken çizilen havayla varlığımızın temel teminatlarından bu müessese, hep yapıldığı gibi bir tehdit unsuru tarzında takdim edildi. Sanki oraya davet edilen 250 kişi figüran ve temas edilen o kadar konu bahane imiş de esas olarak başörtüsü ve YAŞ için bu toplantı yapılmış. Konuyu medyadan takip edenler, kesinlikle bu zanna kapılır. O tabir çok hoşumuza gitti. "Duyarlık kalitesi". Duyarlık kalitesi, bu tutuma engel olmalıydı ama haberin hazırlanmasındaki tez canlılık buna fırsat vermiyordu. Hal böyle olunca da ertesi gün insanlar buruk ifadelerle endişelerini dile getiriyorlardı. Halbuki YAŞ tamamen bir serzenişti. Genelkurmay Başkanı, Başbakan için "o konuyu keşke önce bize açsaydı" demek istiyordu. yalnızca tek kelimeyle geçen türbanı da kendi iç kamuoyuna mesaj için dile getirmişti. Bunlar nasıl anlaşılmaz? Anlamamak için insanın bu memlekette yaşamaması lazım. Nitekim "şerh" de başbakanın kendi tabanına mesajıydı. Abdullah Gül de Hilmi Özkök de bu mesajları vermek durumunda, dahası zorundaydılar. O mesajlar verilecek fakat ıtidalli üslup korunarak zaman içinde beklenen yumuşama gerçekleşecek. Bunun gerçekleşmesinde medyanın da üzerine düşeni yapması lazım. Gerginlikleri ön plana taşımak, gündemde tutmak kurumlara, insanlara ve ülkeye zarar verir. Habercilik ciddi iştir. Akıl, basiret, sorumluluk ve dürüstlük ister. Yorum yapmak, ayrıca kalem namusuna sahip olmayı da emreder. Son söz. Kuruluşlarla oralardaki bazı insanların işledikleri hataları birbirine karıştırmamalı. Kimse hatadan münezzeh değil. Ne Özkök Paşa'nın "sivil generaller" dediği yazarlar ve ne de generaller. Böylesine kritik bir zamanda ordunun da iktidarın da yumuşak üsluplu, dayanışma ve diyalogdan yana yetkililer elinde olmasını takdirle karşılıyoruz. O halde medya da üzerine düşeni ifa etmeli. O 4 sayfalık konuşma bunun içindi.
.
Bölgenin sahibi Türkiye
15 Ocak 2003 01:00
Geçmiş hükümetlerden birinde Orta Asya ihmal edilmişti.Türk cumhuriyetlerine gidilmiyordu. Buna mukabil İslam ülkeleri ön plandaydı. Bir önceki hükümet zamanındaysa aksine bir yol tutuldu. Bu defa da İslam ülkeleri göz ardı edilmekteydi. 58. Hükümet dengeyi yakalamıştır. Liderler, bakanlar, yetkililer, tarafından aynı anda hem İslam ülkeleri, hem Türk Cumhuriyetleri ve hem de diğer Osmanlı Milletler Topluluğu üyesi ülkeler ziyaret edilmekte. Başbakan Abdullah Gül'ün Arap devletlerini ziyareti üzerine bu devletler, Türkiye'yi Arap Konferansına gözlemci statüsüyle almak için teklifte bulundular. Şimdi o teklif de Ankara'da değerlendiriliyor. Kabul ederiz veya etmeyiz. Ayrı mesele. Değerli olan gösterilen teveccüh. Tayyip Erdoğan, daha hükümet kurulmadan AB için bütün Avrupa'yı harmanladı. Bilahare Rusya, Orta Asya ve nihayet Çin. Bu meyanda dış ticaretten sorumlu devlet bakanı Kürşad Tüzmen de 300 kişilik bir iş adamı kafilesiyle Irak'ı ziyaret etti. Tüzmen, Saddam Hüseyin'le de görüştü. Tüzmen oradayken Amerika'nın bir önceki büyükelçisi Marc Parris yine Ankara'da enteresan açıklamalarda bulundu. Amerika, Türkiye'nin kararsızlığından şikâyetçiydi. Parris kararımızı bir ân evvel vermemizi istiyordu. Yoksa savaş sonrasında kenarda paltomuzla bekleyebilirmişiz. Diplomatik ağızla göz dağı. Parris öyle bir konuşma yaparken TÜSİAD Başkanından da ağır sözler geldi. Amerika'nın yanında yer almanın lüzumundan söz ediliyordu. Bu ifade tabii ki incitici oldu. Nitekim Tuncay Özilhan dahi başbakanın ikazı üzerinde hemen düzeltme yapma zaruretini hissetti. Hükümet kararsız mı? Hayır kararsız değil. Deniz Baykal'ın dediği gibi tavşana kaç tazıya tut politikası gütmekte. Sayın Baykal bunu tenkit ediyor. Tenkide mahal yok.Tam tersine şu şartlarda kullanılabilir bir politika. ABD'ye kafa tutulamıyor. Engelleme yapılamıyor. O halde yapılacak budur, kurnaz bir siyaset uygulaması. Tüzmen'in ziyareti sebebiyle 650 milyon Euro'luk ihracat bağlantısı kurulması fena mı olmuştur? Amerika'nın öfkelerinden bize ne? Kaldı ki niçin öfkeli onu da izah edebilmiş değil. O zaman hadise dönüp dolaşıp Türkiye-ABD mücadelesine geliyor. Washington, Ankara'yı kısırlaştırma operasyonu peşinde. Çünkü, bir kere daha yazalım. Problem Irak'tan ötedir. Bu mücadele Türkiye-ABD, ABD-Almanya ve Türkiye-Almanya arasında geçen bir soğuk savaştır. Ve bir kere daha yazalım, ABD için Lozan andlaşması ve dolayısıyla şu ânki sınırlarımız yoktur. O bakımdan çok uyanık olmak lazım. 2.5 aylık hükümete karşı Amerikan ağzıyla konuşma sorumsuzluğuna düşmemeli. Bütün dünya biliyor ki bölgenin esas sahibi Türkiye'dir. Tek bilek, tek yürek ve tek avaz olmamız lazım. Savaş konuşuluyor, şaka değil. Savaş, mahallede bilerek yangın çıkartmanın adıdır. Yangın çıkmaya görsün. Alevlerin nereye sirayet edeceği belli olmaz. Bu sebeple tavşana kaç, tazıya tut politikasına devam. Yeter ki felaket def edilsin. İster tazıyla, ister tavşan, isterse kaplumbağayla.
.
Suriye sınırı, batı kapısı
16 Ocak 2003 01:00
Sene 2003. Suriye devlet başkanı, Beşar Esad, Türkiye başbakanı Abdullah Gül'ü kabulünde hiç de beklenmedik bir teklifte bulunuyor. "Aramızdaki sınırı kaldıralım". Suriye, bizim, iki sebepten dolayı uzun zamandır ihtilafta olduğumuz bir devlet. Birinci sebep, Hatay vilayetimiz. Suriye, Hatay'ı sürekli kendi haritasında gösterir. İkincisi de PKK liderinin bu devlette barınması. İkincisi ortadan kalktı, birincisi de Gül'ün ziyaretinden sonra düzeltiliyor. Her şerde bir hayır vardır. Amerikan baskısı, Ortadoğu milletlerini giderek daha bir yakınlaştırıyor. Türkiye, şu gün Irak'a karşı İslam âleminin sözcüsü gibi. Yarın aynı sözcülüğü ABD'ye karşı da üstlenecektir. Başka çıkar yolu yok. Coğrafya, tarih, kültür ve müşterek dinin emri bu. Arap Birliği'nin "gözlemci statüsüyle aramıza katılın" teklifinin ardından Suriye'ye de "sınırları kaldıralım" dedi. Onun için her şerde bir hayır var. Amerika, giderek güvenilmez imajını uyandırmakta. Bölgenin esas sahibi etrafında buluşma kaçınılmaz bir yapılanmadır. 90'lı yıllara girmeden şunu söylemiş ve yazmıştık SSCB yıkılacak. Onun yıkılmasından sonra da yatay kuşak üzerinde kültürel mânâda bir Türk Birliği oluşacak. Devam eden yıllarda konfederasyon tezleri geliştirdik. O tezleri yazdığımız dönemlerden birinde devrin başbakanı Süleyman Demirel'e Bulgar devlet yetkililerinden "Konfederasyona gidelim" teklifinin yapıldığını yıllar sonra işittik. Yazılarımızda Bulgaristan'ı da konfederasyon kapsamında düşünmüştük. Sene 2003, Bulgaristan'dan 10 yıl kadar sonra bu defa da Suriye benzer bir teklifte bulunmakta. İlginç olan şudur. Bulgaristan Jivkov'dan, Suriye de Hafız Esad'dan sonra bu teklifleri yapıyorlar. Türkiye, bu liderler zamanında o iki devletten çok çekmiştir. Malum dönemlerdeki sabrımız barış ödülüne layıktır. Dişimizi çok sıktık ama mükâfatını şimdi görüyoruz. Bugün iki ateş arasındayız. Biri Amerika, tehdit ve baskı altındayız. Diğeri İslam coğrafyası gerçeği. Biz bu gerçeğin bir parçasıyız. Onun için Arap Birliği'nin de Suriye'nin de tekliflerini çok ciddiye almalıyız. Suriye dediğiniz dünkü Şam Vilayetimizdir. Bulgaristan da Tuna Vilayeti. Oralardan kopmamız bir asır bile değil. Türkiye, savaşa taraf olmazsa ABD Irak'a giremeyebilir. Kuru-sıkı laflarına aldanmamalı. "Savaş kapıda yalanı"na kanmayınız. Bir yıldır bu yalan gündemde. Belki de Bush iktidardan gidene kadar gündemde kalacak. Böylece hem silah sanayiini çalıştırıyor. Hem askerine tatbikat yaptırıyor, hem yerleşmesi gereken stratejik noktalara yerleşiyor, hem de parası değerleniyor. Amerikanın kendine göre hesabı varsa bizim de hesaplarımız olamalı. Suriye, en uzun sınırımız ve bütün güneyimizi tutuyor. Bulgaristan, batı kapımız. Büyük devlet gibi düşünmeliyiz. Harp hiledir.
.
Entrika ve taktik
17 Ocak 2003 01:00
Meğerse Washington ve Londra, kafa kafaya vermiş ve Türkiye'nin iyiliği için neler düşünmemişler ki? Ya Irak Türkiye'yi vurursa? Uykularını kaçırtan endişe bu. Bu endişe üzerine tedbirler aramışlar. Vardıkları ortak görüş NATO'yu devreye sokmak. Şimdi resmen NATO'ya çağrıda bulunuyorlar. -Türkiye'yi koruyalım. Nasıl teşekkür etmezsiniz? Şayet böyle bir ihmaliniz olursa muhakkak nankörlüğünüzdendir. Aziz dostlarını korumak için her fedakârlığa razılar. Türkiye topraklarına Patriot füzeleri mevzilendirmek, İstanbul'daki Sabiha Gökçen Havaalanına kadar Awaks uçakları ve diğer münasip mahallere savaş uçakları yerleştirmek gibi. NATO üyelerinden birine taarruz hepsine saldırılmış addedilir. Irak, Türkiye'ye saldırırsa topyekun NATO'ya saldırılmış olacak. Bu masum görünüşlü plandan fevkalade rahatsızlık duyuyoruz. Oluşan tepkiler üzerine topraklarımıza 90 bin asker yerleştiremediler. Askeri işgal yapılamadı ama bu defa da böyle bir oyunla karşı karşıyayız. Üstelik Türkiye NATO'nun ikinci askeri gücüne sahip. Dolaylı yoldan tekrar harbe bulaşacağız. Hükümetin niyeti sezdiği görülüyor. Çağrıya hiç de sıcak bakılmadı. Türkiye'de hükümet de devlet de öldü de halk yetim mi kaldı ki hamiyetperver ABD, üstelik bize danışmadan bizi korumaya kalkıyor. O, kendi kendine gelin güveyi olurken Ankara da bir başka senaryoyu sahneye sürdü. Mısır, Ürdün, İran, Suriye ve Suudi Arabistan devlet ricalinden temsilcilerle önümüzdeki hafta İstanbul'da bir Barış Zirvesi yapılması için bu devletlere çağrıda bulunduk. Dün dışişleri bakanlığı müsteşarı, ismi geçen devletlerin büyükelçileriyle toplandı. Maksat birlikte adım atabilmenin imkânlarını araştırmak. Zirveden sonra bir de deklarasyon yayınlanacak. Orada neler yazılı olacağı belli. Bölge devletlerinin savaş istemedikleri üzerinde durulacak ve Saddam Hüseyin'in çekilmesi istenecek.. Nitekim Türkiye, Başbakan Gül'ün Ortadoğu ziyaretinden bu yana Irak liderinin Irak'ı terk etmesi fikrini işlemektedir ki bunun gerçekleşmesi Amerikan oyununu bozacak en önemli faktördür. İstanbul'da barış zirvesi yapılırken zirvenin yapıldığı saraydan birkaç km öteye Awakslar, birkaç yüz km ileriye de Patriotlar yerleştirilecek mi gerçekten?. Böyle bir manzara tekrar işgal İstanbul'unu gündeme getiriyor. Bize rağmen limanlarımız, havaalanlarımız ve toprağımız üzerinde oyunlara kalkışılıyor, komşularımızla aramız açılmak isteniyor. Tuzaklar ve entrikalarla karşı karşıyayız. Bush yani G. W. Bush böyle bir Ankara tasavvur etmiyordu. Hükümetimiz, o Washington ve Londra'ya sormalı "NATO aklınıza neden yeni geldi?". Bu zorlukları aşa aşa Türkiye yeniden büyüyecek. Tekrar ediyoruz... Soğuk savaştayız. Bir adım sonrasında Irak'ı bırakır ve karşımıza dikilirler. Hesap-kitaplar buna göre olmalı. Öyle olduğuna da inanıyoruz. Ankara, bu defa uyumuyor, oyuna direniyor, entrikaya taktikle mukabele ediyor.
.
Barış zaferdir
20 Ocak 2003 01:00
İnsanın kendisiyle barışık olması, ailesiyle, çevresiyle arkadaşlarıyla birlikte arkadaşlarıyla barışık olması... milletlerin komşularıyla ve diğer milletlerle barışık olmaları. Devletlerin yakın-uzak öteki devletlerle barışık olmaları... güzel olanı, makbulü, tercihe şâyânı budur. Bizim de mensubu olduğumuz İslam kavimleri esas itibariyle barıştan yanadır. Bunun temel sebebi İslamiyet. İslamiyet, hep barışı salık verir. Ayeti kerime, "bir insanı öldürenin bütün insanlığı öldürmüş" gibi olacağını haber vermekte. Sevgili Peygamberimiz'in şu mübarek hadisleri ise adaletin temel köşe taşlarından biridir. "El sulhü, seyyid'ül ahkâm". 'Sulh, bütün hükümlerden üstündür'. Hükmü, en nihayet yine insan vermektedir. Mesleği, hakimlik de olsa beşerin vereceği hiçbir karar, mutlak isabet kaydedemez. Bir tarafın diğer tarafta hakkı kalma ihtimali çok yüksektir. İhtilaflar, insanların, ailelerin, komşuların hayatında ne kadar çekilmezse harpler, savaşlar da milletlerin hayatı için o denli çekilmez. İsmi ne olursa olsun... Muharebe, harp, çarpışma, çatışma savaş... O bir felakettir. Kandır, gözyaşıdır, acı ve ıstıraptır. Sonuçları 3-5 nesil sürer. Savaşın, felaket olması yalnızca kaybeden taraf için değil. Kazanan taraf fert olarak tek tek ele alındığında onların da bunalımda, çıkmazda, psikolojik çöküntüde olduğu görülmekte. Onun için "el sulhü seyyid'ül ahkâm". İnsanın olduğu her yerde niza, geçimsizlik, haksızlık ve çekişme vardır. Bunlar varsa ilk hatırlanan silah olmakta. O silahlar, ister taş atan sapanlar olsun, isterse ağır bombardıman uçakları... silah kullanılması öfkenin akla galip gelmesi demektir. Öfkenin akla galip geldiği her zaman ve mekânda insanlar kaybeder. Kadınlar, çocuklar, cephedeki gençler... çarşı-pazar. İnsan kaybetmekte. Bir kişinin ölmesiyle bütün insanlar ölmüş gibi ölüyor. Nerede bir kişi? '91 Körfez Savaşında 150 bin Iraklının can verdiği bugün daha yeni açıklanmakta. Bu yüzden savaşa hayır. Savaşla insanlar, kaybediyor ve kahroluyor. Eğer... Kaybetmesi ve kahrolması gereken bir şey varsa o da savaştır. Savaş kahrolsun.... Sözünü ettiğimiz savaş çok uzaklarda değil. Topraklarımızın hava deniz ve kara limanlarımızın da dahil olduğu bir bölgede geçecek. Peki, savaş, gümbür gümbür gelir, bölgemizi, huzurumuzu, ekonomi, ticaret ve maliyemizi, gençliğimizi hatta ülke bütünlüğümüzü tehdit ederken bu ülkenin insanları nerelerdeler? Aydını, esnafı, işçisi,emeklisi, gençliği nerede? "Savaşa Hayır!" Demek bir avuç insanın fantezisi mi? Barış arzusu, savaş aleyhtarlığı sizi bir spor kulübünün galibiyeti kadar alakadar etmiyorsa sokağa çıkmak, 1 km yürümek külfet oluyorsa savaş gelir. Fakat unutmayınız ki savaşlar her zaman zafer değildir. Barışsa daima zaferdir. El sulhü, seyyid'ül ahkâm. Pankartla, ayak sesinizle, maille, faksla ve bütün medeni yollarla savaş aleyhtarı olunuz. Bu yolda üstün gayretler harcayan hükümetinize destek veriniz. Hangi fikir ve partiden olursanız olunuz ama bunu yapınız. Hatta diğer milletlerin benzer faaliyetler içinde olan kuruluşlarıyla ortaklıklar kurunuz. Savaşa Hayır!.
.
Kıbrıs'a dair -1-
21 Ocak 2003 01:00
Türk ekonomisi, ilk büyük enflasyon darbesini 1974 Kıbrıs Harekâtıyla yedi. Harekâtın hemen ardından her şey 4-5-10 kat pahalandı. Orada kalsa neyse 15 yıl süreyle de şiddetli bir Amerikan ambargosuna muhatap olduk. Bu ambargoyla almamız-satmamız sınırlanmış, dünyadan yarı yarıya tecrit edilmiştik. Bütün bu sıkıntılar neden yaşandı? İki sebeple... Biri adadaki Türkler. İkincisi bizatihi ada yüzünden. Ada Türkleri, Anadolu menşelidir. Bir kasım KKTC'li muhaliflerin "biz ne Türk'üz ne Yunanlı. Biz Kıbrıslıyız" iddiaları hissi bir öfkeden başka bir şey değildir. İlmen de kabulü mümkün olamaz. Velev ki bir ân için hatta Türk olmadıklarını dahi farz edelim. Neticede Rumlar, kendilerinden olmayan diğer insanlara jenosit uyguluyordu. Türkiye, buna şahit oldu. Defalarca ikaz etti fakat katliam durdurulmadı. Hukukta 3. kişi lehine meşru müdafaa denen bir müessese vardır. Türkiye Cumhuriyeti'nin bırakınız teminatçı devlet/garantör sıfatını hukukun o prensibi gereği bile müdahale etme hakkı vardı. Adanın kendisine gelince. Bu ada, Anadolu'nun kıta sahanlığındadır. Anadolu'nun tabii parçasıdır. Tarihin hiçbir döneminde Rum veya Yunan mülkü olmamıştır. Buna mukabil Osmanlı Türklerinin mülküdür. Ama ne yazık ki Musul gibi, Kerkük gibi, Batı Trakya gibi, 12 Ada gibi hatta Girit gibi orası da adeta reddi miras edilmiştir. Kıbrıs Türkiye için bir küçük kara parçası değildir. Yunanistan Ege'den gırtlağımıza sarılmıştır. Bir de Kıbrıs'ta hakim olursa sayın Hilmi Özkök'ün dediği gibi Anadolu'ya hapsoluruz. Dolayısıyla Kıbrıs Harekâtı, yalnızca Kıbrıs Türklerini boğazlanmaktan kurtarmak için değil Anadolu'yu da kurtarmak için yapılmıştır. Ne var ki harekâtın hakkı verilemedi. Ürkeklik bizatihi isminden başlamakta. Savaşa barış demekle ne kazandık? Bu bir. İkincisi, adanın tamamını almak varken neden kuzeyle iktifa olundu? Acaba tamamı alınsaydı farklı bir sıkıntı mı yaşayacaktık? Garip olan bir güne bir gün "burası zaten Türklerin mülküdür" diye hiçbir yetkilinin konuşmamasıdır. KKTC'li muhalif lider, "bu çağda fütuhat mı olur?" diyor. Ve bir de Kore'ye gitmemizle Kıbrıs'a çıkmamızı eş değerde görme gibi inanılmaz bir saflık sergiliyor.. Gasp edilmiş haklar, her devirde alınır. İngiltere, hem de tâ Arjantin'in yanı başındaki Folkland Adalarını fethetmedi de ne yaptı? ABD Irak'ı fethetmiyor da ne yapıyor? Üstelik bunların ne hakları gasp edilmiştir ve ne de oralarla alakaları var. Sadece güçleri yettiği için böyle davranmaktalar. Gerçekler bu iken ürkek politikalar yüzünden çok kayıplarımız oldu. Kıbrıs'ı öldürmedik ama ondurmadık da. Eğer isteseydik Kıbrıs 3. devletler tarafından tanınırdı. İsmi dahi korka korka kondu. Ne demek KKTC. Kıbrıs Türk Cumhuriyeti denemez miydi? Nerdeyse resmi ismine enlem ve boylam da eklenecekmiş.
.
Kıbrıs'a dair -II-
22 Ocak 2003 01:00
13 Kasım 2002 tarihinde kaleme aldığımız "Kıbrıs" isimli köşe yazımızda şunları diyorduk:-Şundan endişe ediyoruz. KKTC'de ajanların halkı kışkırtarak ayaklandırmaları. 25 bin kişi meydanlara toplanıp "ya AB ya ölüm" derlerse pirincin taşını kim ayıklayabilir? Böyle bir şey olabilir mi? İki taraf arasındaki ekonomik uçurumu unutmayınız. O itibarla Kofi Annan'ın "kitabı" peşin bir hükme kapılmadan soğukkanlılıkla okunmalı. Ne yazık ki bu yazıdaki tahminler gerçek oldu. Bir hususta yanıldığımızı söyleyenler de çıkabilir. AB için toplananlar bir rivayete göre 25 binden de fazla. Bu neden böyle oldu? Bilmiyoruz. Kimse de bilmiyor... "Çözümsüzlük çözümdür" gibi ipe un serme politikası neden revaç buldu anlamak zor. Tıpkı KKTC ismi gibi. Tıpkı KKTC'nin tanınmaması gibi. Tıpkı Kıbrıs meselemizi 1959'dan öteye taşımamak gibi. Bütün bu menfilikler kendinden emin olmamaktan ileri geliyor olmalı. Herhalde imparatorluğu kaybetmenin şuuraltı şokunun devam etmesinden. Neticede ne olmuştur? Ciddi bir Kıbrıslı nüfus "isyan" noktasına sürüklenmiştir. Bu nüfus, hem Ankara'ya ve hem de sayın Rauf Denktaş'a karşıdır. İçlerinde ajanlar, belki satılmışlar olabilir ama hepsi mi öyle? Hayır. Onları da dinlemek gerekir? Dünyanın kendilerini yok saymasından şikâyetçiler. Haksızlar mı? Türkiye, gayret ederek hiç olmazsa 10 devletin tanımasını sağlayamaz mıydı? Üstüne üstlük bir de güney-kuzey gelir uçurumu. Ve güneyin AB'ye girmesi. Kuzeyinse belirsizlik içinde sallanıp durması. Bunlar isyan ettirmiştir. Kıbrıs politikamızın oluşan yeni şartlar muvacehesinde tekrar gözden geçirilmesi lazım. Sloganlara takılıp kalmak yanlış. Sadece Kıbrıslılara değil. Denktaş'a da yazık. Rauf Denktaş, Adnan Menderes, Sadık Ahmet, Mustafa Cemiloğlu, İsa Yusuf Alptekin, Cahar Dudayev, Ziya'ül Hak gibi Türk-İslâm âleminin son yarım asırda yetiştirdiği müstesna dâva adamlarından biridir. Talihsizliğe bakınız ki böyle bir lider halkıyla karşı karşıya kalmıştır. Kıbrıs bir Yeşilçam filmi Denktaş da kötü rol oyuncusu değil. Onun için müzakerenin hiç birinden kaçmamıza gerek yok. Biz niye kaçalım? Karşımızdakiler kaçsın. Nüzhet Kandemir'in tesbitine dikkat etmeli. Meşhur hariciyeci "Annan planını İngilizler hazırladı" diyor. Bu hayati ehemmiyette bir haber. Zaten biz de Kıbrıs ismindeki yazıda zamanlama meselesi üzerinde durmuştuk. Seçimler henüz yapılmış, hükümet yeni kurulmuş fakat güvenoyu almamış, Denktaş New York'ta hasta yatağında iken bay Annan masamıza koskoca bir dosya koyuyor ve bir hafta içinde cevap istiyor. İstesin. Planda sadece bizden değil Rumlardan da bir takım tavizler koparılmaya çalışılmakta. Velev ki olmasa. Kabul edelim ki Karpaz misalindeki gibi a'dan z'ye aleyhimize. Buna rağmen masaya oturup planın İngiliz ürünü olduğunu, kasıtlar taşıdığını vs isbat etmeli ve mukabil tekliflerimizi sıralamalıyız. Müzakere böyle olur. Böyle olmazsa ne olur? Suçlamalar başlar. Hiçbir itham kimsenin cebini doldurmaz. Gelir uçurumu problemini de ortadan kaldırmaz. Eğer alâkasız kalınırsa bir başka yazımızda ifade ettiğimiz gibi bu defa Yeşil Hatta saldırı başlar. Denktaş ya Kıbrıs'a sokulmaz veya Kıbrıs'tan çıkartılmaya uğraşılır. Bir lidere yapılacak en büyük kötülük böyle bir vefasızlıktır. Kıbrıs'ta kördüğümden drama doğru gidilmekte. Dinamizm, cesaret ve yeni siyaset bekliyoruz.
.
Türkiye'nin Davos'u Sarıkamış -I-
29 Ocak 2003 01:00
Sarıkamış'taki 9. Topçu Alayı'nda yedek subay askerliğimizi tamamladığımızda teğmendik. 18 aylık askerliğimizin 4 ayını Polatlı'daki yedek subay okulunda ikmal ettik. 1 ay erken terhisle 13 ayını da Sarıkamış'ta doldurduk. Askerî birliğimiz 9. Tümen 9. Topçu Alayı Uçaksavar Bataryası idi. Eğer ömrünüzün bir yılı aşkın bir zamanı bir yerde geçmişse bu sizin için önemli bir zamandır. O 13 ay da öyle Sarıkamış da öyle. Bu 13 ay ne çok hatıralarla doludur. Sadece askerliğe dair değil... Sivil halktan da bir çok dostlarımız oldu. Bu dostlukların bazısı askerlik sonrasında da devam etti. Askerlikle alakalı olanlarsa zaten bir dolu. Ama yine de bir yedek subayın askerlik hatırası hiçbir zaman bir erin hatıraları ile yarışamaz. Buna doğrusu bir mânâ vermek de hayli zor. O koskoca üniversiteleri bitirmiş insanların hafızaları okuma yazmayı asker ocağında sökmüş erat kadar hatıra zenginliğine sahip olamıyor. O askerler, bir ömür boyu hatıralarını anlata anlata bitiremezken yedek subaylarınki fakirdir... Sarıkamış, Kars iline bağlı. Allahuekber Dağları ve çam ormanlarıyla kaplı dağlar arasında bir ilçe. Erzurum-Kars yolu üzerinde. İlçenin iki büyük hususiyeti var. İnanılmaz kar güzellikleri ve yaz mevsiminde de zengin çam ihtişamı. Kar, öyle-böyle değil. Sarıkamış'ta kar vardır. Oranın karını batıda yağan karlarla karşılaştırmak çok yersiz olur. Bir ân göz alabildiğe uzanan dağlar ve ovalar tahayyül ediniz. Bu dağlar, ovalar, en uzaktan en yakındaki çam ağaçlarına, evlerin damına, yollara, sokaklara kadar beyaz, beyaz ve beyazla kaplı. Siz hiç kerpiç gibi kaymak tutmuş süt kabı gördünüz mü? İşte öylesine kalın fakat daha ak bir manzara. Beyazın nasıl bir renk olduğunu bu kar manzarasını görmeden tanımanız çok zor. Birliğimize intisap ettiğimiz 1975 yazından terhis olduğumuz 1976 güzüne kadar kısa süreli iki yaz döneminden sonra gün yirmi dört saat bu manzarayı seyrettik. Çünkü kışlar tamı tamına 8 ay. İnsan toprağı özler mi? Toprağın hasreti duyulur mu? Topraktan halk edildiğimizden olmalı ki karın lapa lapanın da ötesinde bir yoğunlukla yağıp her tarafı bembeyaz çarşaflarla örtmesinden bir zaman sonra toprağı özler oluyorduk. Yer-gök, dağ-tepe-orman her taraf beyazsa, çevre beyaz bir uykudaysa insan orada elde olmadan toprağı özlüyor, onun hasretini çekiyor. Eğer kışın bir saltanatı varsa o saltanat Sarıkamış'tadır. A ma bu derin kışlar, kaypak değildir. Arkadan vurmazlar, aldatmazlar. Hava rutubetsizdir. Kalın ve bir karar ve mevsime göre giydikten sonra hiçbir şey olmaz. Sadece yakar sizi. Evet denizde yanmak gibi bir de karda yanarsınız. Bazen de yürürken apansız düşersiniz. Sarıkamış'ta kızaklar vardır. Atlar çeker onları. Şehirde bile dolaşmak mümkündür. Kayak pisti dünyanın en güzel pistlerinden biri. Kış zevki, en muhteşem duygu ve manzaralarla Sarıkamış'ta yaşanır. İnsanları cana yakındır. En mütevazı dükkâna bile girdiğinizde size neredeyse zorla çay ısmarlarlar. Batı sıcaktır lakin böylesi alışverişlerde tuhaf bir soğukluk hakimdir. Hele o hiper marketlerde. Karlar ülkesinde ve bütün doğuda hava soğuk fakat beşeri münasebetler sımsıcaktır. Kar, kış, don, sarkıt, kızak, kayak, orman ve tarih ele geçmez zenginlikler. Neden bu zenginlik hakkıyla görülmez ve dünyaya pazarlanmaz? Burada bir servet yatıyor. Bu servetin görülmesi, bu hazinenin keşfedilmesi lazım.
.
Türkiye'nin Davos'u Sarıkamış -II-
30 Ocak 2003 01:00
Sarıkamış'ın nadide çam ormanlarına gelince... Dünyanın en güzel çam ormanlarından biri Sarıkamış'tadır. Envai çeşit çiçek o kısa süren yazlarda Sarıkamış dağ ve yamaçlarındadır. Çam ormanı kışın dallarından sarkan karlarla, yazın o müthiş temiz havasıyla harikadır. Peynirin, balın iyisi bu yörelerde satılır. Allahuekber Dağları'ysa o güzel ismi ve hicran dolu hatırasıyla bir açık hava müzesidir. O dağlara bakarken sanki biraz gayret etseniz 90 bin şehidi görür gibi olursunuz. Sarıkamış'taki asker, sanki o şehitlerin başucundan ayrılmamış arkadaşlarıdır... Bu kadar zenginlik... Ve 58. Hükümetin turizm politikası... 58. Hükümet, bacasız fabrikayı işletme azminde olduğunu Hükümet Programında açıklamıştı. O halde neden vakit kaybedilir, neden Kars, Sarıkamış, Doğu Beyazıt, Van, Harput ve diğer doğu harikaları hakkıyla görülmez? Neden Turizm denince yalnızca Antalya ve Kuşadası akla gelir? Neden sadece deniz hatırlanır? Ya Davos? Bizim onlarca Davos'umuz var. Sarıkamış onlardan biri. İsviçre'nin Davos'a yaptığı yatırımın onda biri Sarıkamış'a yapılsa burası kış turizminde dünya merkezi olur. Bazı etkinlikler saydığımız ve sayamadığımız doğu merkezlerinde olmalı, hükümet ve bilhassa turizm bakanlığı buna öncülük etmelidir. Fakat her şey hükümetler, onların politikaları ve bakanlık çalışmalarıyla bitmiyor. Türkiye'yi doğusu, güneyi, kuzeyi batısıyla görmeden, dağı-denizi, çiçeği tabiatı ve tarihiyle tanımadan batıya koşup giden vatandaş büyük kusur içindedir. Onlar bu fakir milletin dövizini israf ediyorlar. Her güzellik bizde, buna emin olunuz... 1976 güzünde ayrıldığımız Sarıkamış'la 2001 Sarıkamış'ının mukayesesine gelince. Kiraya kaldığımız evin olduğu semti, hayalimizin hatıralarını sakladığı mekânları gezmeye çalıştık. Sarıkamış, ilçe çapını aşıp şehirleşmiş. Biz, bir süre yürüyüp arabaya geldiğimizde şoförümüz ileride bir dükkân önünde duran gençten birini gösterdi. O genç arkadaşımıza "beyefendi köşe yazarı değil mi?" diye sormuş. Herhalde kendisine "nereden biliyorsun?" gibi bir şey denmiş ki şöyle demiş "görünüşe aldanmayın, en kötü tahsillimiz lise mezunudur". İşte Sarıkamış ve Sarıkamışlı profili. Hatıralarımızdaki son noktaya gelince. Bu konuşmanın geçtiği caddede o zamanlar Sarıkamış'ın tek bayii vardı. Yüzlerce metre öteden kar-tipi altında gelip gazete satın alırdık. Nereden bilirdik... Nasıl bilebilirdik... 26 sene sonra aynı caddeye bir yazar olarak gelecek lakin o gazete bayiini yerinde bulamayacaktık. Evimizi kesinkes bulamadığımız gibi. Erzurum Kars yolu kenarındaki eğitim alanında eksi 20 derecede eğitim yaptığımız askerlerimizi bulamadığımız gibi. O eğitim alanını, talimgâhı göremediğimiz gibi.
.
Paris'te adalet
31 Ocak 2003 01:00
Bağdat'ın meşhur otellerinden birinin girişinde paspas yerine eski Bush'un resmi vardır. Otel müşterileri, bu resmi çiğneyerek içeri girerler. O resmin yere kazınmış olması Bush'a bir zarar vermediği gibi 1991'de Irak'ı Amerika'ya karşı galip de getirmedi. O halde ayaklar altındaki resmin faydası nedir? Hiç bir şey. Sadece bir hırsın tatmini. Çocuklar böyle şeyler yaparlar. Onlar çocuktur, mazur görülür. Ya yetişkinler? Yetişkinlerinki medeni bir davranış kabul edilemez. Böylesi hissiliklere düşmektense sorgulayıcı tenkilerle rakibini köşeye sıkıştırmak daha iyidir. O nevi çocukluğa "şarka mahsus davranış biçimi" diyenler çıkabilir. Böyle düşünen varsa şarka haksızlık yaptığını hemen kaydedelim. Hatırlarsınız altı ay kadar evvel Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü, Paris Metrosunda "insan haklarının ihlal edildiği ülkelerin liderlerini teşhir etmek için" bir dizi protesto programı sergiledi. He ne kadar bu örgütün kim ve neci ve arkasında hangi niyet sahiplerinin olduğu meçhulse de neticede demokratik haklarını kullanıyorlardı. O bakımdan kimse bir şey diyemezdi. O sırada Türkiye de kara listedeydi... Evet, o günlerde kötü yönetim, halka inanılmaz mağduriyetler yaşatmaktaydı. Ama bu gazeteciler, Türkiye'deki siyasi irade sahiplerini değil devrin Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu'nu hedef seçmişlerdi. Olabilir. Bu dahi bir noktada makul görülebilirdi. Bir değerlendirme meselesi. Fakat örgüt yalnızca demokratik eylem hakkını kulllanmıyordu. Diğer bazı ülke liderlerinin fotoğrafları meyanında Kıvrıkoğlu'nun fotoğrafı da tıpkı o hiç beğenmedikleri Saddam Hüseyin mantığıyla metronun zeminine işlenmişti. Yolcular üstüne basıp geçiyorlardı. O sırada Türk hariciyesi müdahil olmak istediyse de resimleri yerden kaldırtamadı. Çünkü Paris'in demokratik anlayışı, çağdaş şarklıların çocukluğunu koruyordu. Buraya kadar her şey anlaşılır. Ya hukuk? Sınır Tanımayan Gazeteciler/ RSF eylemdeydi, mevzuat sebebiyle o ülke makamları bir şey yapamıyorlardı. Ancak bağımsız bir devlette mahkemeler vardır. Sayın Kıvrıkoğlu da bu fikirden hareketle Paris'te avukat tutarak konuyu adalete taşımış. Aslında keşke hiç de oralı olup muhatap almasaydı. Çünkü bize karşı peşin bir tavır var. Mahkemelerde de mi? Yer yer onlarda bile... İşte hikâyenin hatimesi... Paris 17. Asliye Hukuk Mahkemesi, dâvâyı usul yönünden reddetti. Hükme göre, tazminat dâvâsının basın mahkemesinde açılması gerekirmiş. Bu sebeble talep kabul görmediği gibi iki bin Euro'luk mahkeme masrafının da dâvâcı tarafından ödenmesi karara bağlanmış. Herhalde bir bu kadar da savunma masrafı olmuştur... Sizce karar âdil mi? Eylem sahipleri gazeteci diye dâvânın basın mahkemesinde mi açılması gerekir? Onlar şayet doktor olsalardı Adli Tıp'ta mı açılacaktı? Böyle bir gerekçe tarafsızlık adına şüphelidir. Karar, Paris'te adaletin varlığı için ciddi bir şüphedir. Eğer temyiz mahkemesi kararı bozmazsa bu defa şüphe kanaate döner.
.
Savaş içinde görev
5 Şubat 2003 01:00
Aylar önce Türkiye için 'önleyemiyorsan gir ve kontrol et' demiştik, o noktaya geldik. Amerikan müdahalesini önlemek çok zordu. Bir miktar geciktirebilirdik. Onu da hakkıyla yerine getirdik. Hatta haylice geciktirdik. Öyle ki Beyazsaray artık huysuzlanmaya başladı. Eski hükümet olsaydı şimdi çoktan savaş çıkmıştı. Barış için dökülen ter, az değildir. 58. Hükümet, Kürşat Tüzmen'i Bağdat'a yollarken bizzat başbakan Abdullah Gül de Ortadoğu başkentlerine gitti, bölgedeki söz sahibi liderleri İstanbul'da misafir etti. Türkiye, tamamen barıştan yana. Bunu Saddam Hüseyin'in bile gördüğünü tahmin ediyoruz. Hadise şudur: ABD dünyada tek kalmış bir süper güç. Bu güç, savaşa karar vermiştir. Onu hiçbir dünya gücü durduramıyor. Savaşa karşı olan sadece Türkiye değil, Almanya, Fransa gibi devletler de karşılar ama sonuç değişmemekte. Bu itibarla hükümete karşı anlayış göstermek durumundayız. Saddam Hüseyin'i ikna için her yol denendi. Diğer taraftan Türkiye topraklarına mevzilendirilecek Amerikan askerleri için de sonuna kadar dayandık. Fakat artık son kerteye gelinmiştir. Bundan sonrasında yapacak bir şey kalmadı. 80 bin asker 40 bine düşürüldü. Üs ve limanlar konusu da daha daraltıldı. Aslına bakarsanız 58. hükümet hâlâ ayak sürümekte. Üslerin modernizasyonu için TBMM'den yetki bu hafta alınırken asker meselesine dair izni bayramdan sonraya bırakıyor. Amerika, buna dahi razı değil. O, her şeyin bu hafta bitmesi için ısrarlı. Artık çok fevkalade bir gelişme olmazsa önümüzdeki haftalarda ABD Irak'a saldıracaktır. Bölgede haritanın değişebileceği tahmin edilmekte. Türkiye bakımından en büyük problem de bu... İlk baştan gelişmelerin bir yerinde bulunmazsak sonunda seyirci kalabiliriz. Tayyip Erdoğan, dün parti grubunda böyle diyordu. Bunu Amerikalılar da defalarca ikaz ettiler. Türkiye'nin işi kolay değil. Bir tarafta ticaret yaptığı bir komşusu, diğer taraftan Müslüman bir millet, muhafazakâr bir iktidar ve savaş. Kürtlerin durumu var, Musul-Kerkük var, vs. İşinin kolay olmadığı ABD'ye gözünün üzerinde kaşın var denememesinden de belli. Yalnızca Irak lideri suçlanabiliyor. Konuşulan moratoryum kayda değer bir adımdır. Kürtler, Musul ve Kerkük'e girerse Türkiye de girecektir. Irak'ın toprak bütünlüğü bir hayal olabilir. Zaten o bütünlük ne kadar kalmıştı ki? Amerika petrole susamıştır. İleriki zamanlar için petrolü ele geçirmek istiyor. Fakat savaştır bu. Hiç belli olmaz. Ne kadar sürer, kim ne umar, ne bulur? Tahmini zor. Bizi alakadar eden bu bölgenin bir mensubu olduğumuz. Araplar ve Kürtler de bölgenin mensupları. Amerika bir zaman sonra çekip gider, hatta Saddam Hüseyin de şu veya bu şekilde kaybolur ama bölge halkı kalıcıdır. Bu sebeple Türkiye, savaşın içinde yer alsa bile savaşan taraf olarak değil, kontrol eden olarak bulunmalı. Ağırlığını koymalı, frene basabildiği kadar asılmalı ve en azından savaş süresini kısaltmaya, cepheyi daraltmaya ve ziyanı azaltmaya bakmalıdır. Bunlar savaş içindeki görevlerimiz.
.
Önce SSCB çöktü
12 Şubat 2003 01:00
SSCB... Bu 4 harfin ne demek olduğunu bugün çok genç, çözemez. Onlar, o kelimelerin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği olduğunu bilmezler. Halbuki SSCB dünyanın yarısına hükmediyordu. Fezaya ilk defa onlar uzayadamı yollamışlardı. Dünyanın en kudretli ordusu ellerindeydi. Yerküre, Kızılordu korkusuyla titriyordu. ABD'nin karşısındaki ikinci büyük güçtü. Beyazsaray'ın endişeli rüyasıydı. Dünyayı demirperdeyle ikiye ayırmıştı. Bir cumhuriyetler birliğiydi. Ve daha şuydu buydu... Mesela sporda çok ileriydi. İlmî araştırmalarda ileriydi. Casusluk faaliyetinde ileriydi. Katı bir komünist uygulama hüküm sürüyordu. SSCB... Bu 4 harfin sembolize ettiği 250 milyonluk kızıl imparatorluk 1991'de birden bire tarihe karıştı. İnsanlar, gözlerine inanamadılar. O korku kaynağı yer yüzünden silinmiş... Açık hava hapishanesi yıkılmış... Milletler hürriyetlerine kavuşmuşlardı. NATO'da son yaşanan olaylar bize bunları hatırlattı. Mutlak varlık yüce Allah'ın. Hiç bir kuvvet, O'nun sonsuz kudreti karşısında bir şey ifade edemez. İster halis bir mümin olsun, isterse uzaya çıkmanın şımarıklığıyla küstah laflar eden bir kozmonot. Öyle tahmin ediyoruz ki... Harflerle, rümuzlarla ifade yalnızca 20. yüzyıla ait. "Rümuz gonca gül" gibi 20. asır insanlık gündemine şifreli harfler soktu. Bunlar devletlerden, uluslararası kuruluşlara kadar yaygınlaştı. Bazıları ortak hayat oldu. NATO, CENTO, AB gibi... ABD, SSCB gibi... Ticari şirketler hariç, bu kısaltmalar 19. asırda bilinmiyordu. 20. asrın ikinci yarısı ise onların çağı oldu. Oysa CENTO paktıyla SSCB şimdi yok. 21. asır da kalanların sonu olabilir mi? Sovyetleri anlattık. En taze haberse önümüzde. AB/Avrupa Birliği için şiddetli tartışmalar yaşanırken birden Fransalmanya diye yeni bir yapılanma ortaya çıktı. Fransalmanya'nın ağırlığını tam manasıyla hissettirmesiyle AB fanteziye dönüşebilir. Orada da kalınmaz, bugün tartışmaların odağındaki NATO da askerî tarihe intikal eder. Bu kadar mı? Hayır. ABD de karşısında bir başka güç bulur. Türkiye'yi korumaya dönük talebe 3 Avrupa devletinin NATO'da ABD'ye rağmen veto işletmelerine Washington'un tepkisi manidardır. "Sonucu ağır olur" tehdidini savurmakta.. Irak'tan sonra Avrupa da tehdit dairesine girmekte. Bunlar sonun başlangıcı mı? Sanki 21. Asır da diğer rumuzları tasfiye edecek. Kendini çok şey zanneden bir ânda hiçliği yaşıyor. Tam imparatorluk oldum derken hüsranla karşılaşıyor. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği gibi.
.
Ortak değerlerin uzağına düşmek
13 Şubat 2003 01:00
Bir bayramı daha yaşamaktayız. Kurban bayramındayız. Müminler, 15 asırdır aynı duygularla bu bayramları kutlamaktalar. Bir yanlışın 15 asır sürmesi mümkün mü? 15 asır sayılamayacak sayıda Müslüman kurban bayramlarını idrak ettiler. Hal böyle iken şimdi bazıları kurbanı küçümsemeye, aşağılamaya çalışmaktalar. Ağza alınmayacak sözler söylemekteler. İncitici ve kırıcılar. Sanki kendileri yufka yürekli de kurban kesenler taş yürekli. Kendileri medeni, kurban kesenler gayrı medeni. Halbuki bu bir inanç meselesi. Dinler insanlarla pazarlığa girişmez. Her ibadetin bir hükmü vardır. Kurban kesmek nisap miktarı mala malik olan müminler için vaciptir. Bitti. Bu bir ilahi emirdir. Ve tartışılması imkânsızdır. Dinin emri ya kabul edilir veya edilmez. Lafı ağzında geveleyenler, demek istediklerini, niyetlerini açıkça söylemiyorlar. Dinimiz yüceymiş, kendileri de Müslümanmış ama... Bütün riyakârlık o ama'da... Aslında inandıkları doğru değil. Fakat açıktan beyan edemiyorlar. Onun için zahiren kan manzaralarına, bazı kurban kesme şekillerine itiraz etseler de esasta ibadetin kendisiyle barışık değiller. Kimsenin karşı çıkmayacağı noktadan yakalayıp vurma sinsiliğine sapıyorlar. Rahatsız eden bir kurban kesme şekli kimi memnun eder? Herkes bu ibadetin olanca güzelliği ile yaşanmasını ister. İyi de bir takım vatandaşları bilgiden eksik bıraktıysanız suç kimde? Bir de sözde ilahiyatçılar var. O madrabazlar da diğer sahtekârlar kadar iki yüzlü. Onların işi gücü zihinleri bulandırmak. Kasıtları kesinlikle şu. 15 asır boyunca mukaddes bilinmiş her şeye karşı şüphe uyandırmak. Gerek dinle diyanetle alakası olamayan ancak buna rağmen milletin mukaddes değerlerini hafife alanlar ve gerekse din adına var olduğu sanılan, gerçekteyse İslamiyeti içten çökertmeye memur gafil veya hainler aynı ortak noktada buluşmaktalar: Millete ters düşmek, milletle zıtlaşmak... Bizim milletimiz hakikaten asil. Böylesi sabır ve hoşgörü hangi millette var? Hemen her akşam bir ekrandan dinine, inancına, örfüne sataşılır ses etmez. Hemen her bayram hakarete uğrar dönüp bakmaz. Millet engin sağduyusu ile kendinden kopmuş bu bir avuç zümreyi adam yerine koymuyor. Her iki sınıfı da ciddiye almıyor. Dahası onları hasta farz ediyor. Onun için oralı olmamakta. Aslında bakış doğru. Bu iki marjinal grup da gerçekten hasta. Ayet, hadis, gelenek, ortak akıl ve 15 asırlık uygulama... Ve bir de bunlar. Bu nevzuhur tipler. İki taraftan da kronik enteller. Ortak değerlerin uzağına düşerek yabancılaşmış bu adamlar, evet millet haklıdır, hasta kimseler. Onlara kızmaktan çok acımak lazım. Zira 15 asırlık güzellik, hiç şüphe yok ki kıyamete kadar devam edecek. Onlar varsın gölgeleriyle kavgalaşıp dursunlar.
.
Sevgili mi, dost mu?
14 Şubat 2003 01:00
İki kere iki her zaman dört etmez denir. Doğru mudur? Doğrudur. Toplama ve çarpma kaidelerini alt üst eden gerçeklerden biri de böylesi suallerle karşılaşma anları olmalı. Sevgili mi, dost mu? Bugün 14 Şubat. 14 Şubat Dünya Sevgililer Günü. Kısacası sevgililer günü. İnsanın duyguları bile tüketim ekonomisi tarafından suiistimale uğradı. Gencecik çocukların o daracık bütçeleri yankesicilere taş çıkartan bir kurnazlıkla ellerinden alınıyor. Sevgiler, takvim yapraklarına mahkum edilmekte. Tıpkı ne gibi? Anneler günü, babalar günü ve diğer günler gibi. Bir baskı oluşmakta. Bir taraf, hediye beklemekte diğer taraf, kendini hediye almak zorunda hissetmekte. Bunları kırmak ve aşmak lazım. Çünkü sevgi, ticaret mevzuu yapıldı. Sizin sevginiz birilerinin zenginleşme kaynağı artık. Çağdaş insan, sevgi derken esasta kendini sevmekte. Dostluk derken de menfaatini tercih ediyor. Zıtlarıyla, mefhumu muhalifleriyle düşünelim. Dostluğun zıddı harcamaktır, sevgininki aldatılmak. Kendilerini dost sanıp da birbirini harcayanlar dost mudur? Çılgınlar gibi âşık olup da sonra boşanmak için mahkemeye düşenler sevgili mi? Hele işin içine cinayet karışmışsa? Sevgi de dostluk da sürdürülebilendir. Yarım asırlık evliler vardır. İşte gerçek sevgi onlarınki... Mart ayı kızışmaları sevgi olamaz. Olsaydı kediler de âşık olurdu. Oysa kediler içgüdüleriyle bağırmakta. Bazı dostluklar da babadan evlada devam eder. Onlar baba dostudur. Dostluk da budur. 14 Şubat Dünya Sevgililer Günü. Sakatlık isminden başlıyor. Dünya, çıkarın tâ kendisi. Onda almak esastır. Bencillik ön plana geçer. 14 Şubat fedakârlığı değil almayı körükleyen bir kışkırtma tarihi. Sual hâlâ karşılıksız. Sevgili mi dost mu? Karşılaştırmamalı. Fakat sevgi, dostluğu da içine alır. Hakiki dost aynı zamanda sevgilidir de. Hakiki sevgilinin aynı zamanda dost olduğu gibi.
.
Faik Türün Paşa
17 Şubat 2003 01:00
Bir ay kadar önce ya bir yerde bir şey anlatırken veya bir vesileyle aklımıza geldi. "Acaba hayatta mı?" diye kendi kendimize sorduk. Şu gün ABD'nin yanında yer alacak mıyız, asker kabulüne dair hükümet tezkeresi 18 Şubat'ta TBMM'ye sevk edilecek mi? diye tartıştığımız gibi, bir zamanlar da Türkiye'nin komünist bir darbeyle Sovyetler'in peyki olup olmaması konuşuluyordu. Şu günkü savaş korkusunun yerinde o günlerde komünist darbe vardı. Yıl 1971... Süleyman Demirel başbakandır. Son 3 yılda 3 önemli gelişme yaşanmıştır. 1968'de Paris'te öğrenci olayları başlamış. Bu olaylar kısa sürede bütün dünyayı sarmış fakat bir süre sonra durmuşken Türkiye'de devleti tehdit eden eylemlere dönüşerek artan bir seyir takip etmeye başlamıştır. 1969'da Adalet Partisi ikiye bölünmüştür. Ve yine 1969'da Milli Nizam Partisi kurulmuştur. AP tek başına iktidarda Demirel başbakandır ama bu 3 gelişme, Adalet Partisi iktidarını zayıflatmıştır. Zayıflamış iktidar, dur-durak bilmeyen dış güdümlü hareketlerle sarsılmaktadır. Yıl 1971... 1968'de başlayan kanlı nümayişler çok tehlikeli boyutlara varmıştır. Vatandaşlar, öldürülmekte, bankalar soyulmakta, arabalar ateşe verilmekte. Yer yer kızıl bayraklar çekilmekte. Tam o sırada istihbarat birimleri 9 Mart tarihinde general Cemal Madanoğlu liderliğinde gerçekleşecek marksist bir darbe hazırlığını tesbit ederler. Bunun üzerine devrin Genelkurmay Başkanı merhum Memduh Tağmaç Paşa komutasındaki TSK, 12 Mart günü Başbakan Süleyman Demirel'e bir muhtıra vererek hükümetin çekilmesi istedi. Hükümet çekildi. Yerine bir koalisyon hükümeti geldi. Ülkenin büyük bir kısmı sıkıyönetim veya o günkü tabiriyle örfi idareyle yönetildi. Kan akması ve eşkıyalık durduruldu. En mühim şehir şüphesiz ki İstanbul'du. En fazla sokak çatışması ve hadise de İstanbul'da olmaktaydı. 12 Mart'tan sonra İstanbul en huzurlu vilayetlerden biri haline geldi. Bunun sebebi İstanbul sıkıyönetim komutanıydı. Faik Türün Paşa cipinde bir teğmen gibi oradan oraya koşarak sulh ve sükûnu temin etti. Sakin, cesur ve kibardı. 12 Mart döneminde Faik Türün'ün İstanbul'a, İstanbulluya ve Türkiye'ye unutulmaz hizmetleri geçti. Daha sonra askerlikten emekli olunca Adalet Partisi'nden İstanbul milletvekili oldu. Eğer Tağmaçlar, Türünler ve benzeri vatanperver sivil ve asker zevatla aydın ve yazarlar olmasa ülkemiz komünist bir rejimi yaşama şanssızlığına duçar olacaktı. Şurasına dikkat çekmek isteriz. 12 Mart Muhtırasına muhatap olan bir parti, bir zaman sonra muhtıranın fevkalade mühim bir simasını hem de çok takdirkâr ifadelerle saflarına katıyordu. Onunla da kalmayarak Cumhurbaşkanı adayı bile gösterdiler. Buradan bugün için alınacak dersler vardır. Türkiye, Amerika'nın da peyki olmak istemiyor. Onun için hükümeti ve orduyu yalnız bırakmamalı. Bu sebeple halkın yüzde yüzünün hissiyatını aksettiren "savaşa hayır" gösterileri önemli kamuoyu göstergeleridir. Dikkate alınması ve dışarıya iyi anlatılması lazım. 30 yıl önceki kanlı iç kavgalarda CIA'nın büyük rolü vardı. O yüzden boşu boşuna nesillerimizi kaybettik, zamanlarımızı mahvettik. Şimdi yine CIA'lar, Beyazsaraylar, İncirlikler devrede. Bu sebeple tek yumruk olma vaktidir. Hem tarihten dersler çıkarmalı ve hem de vefa tarafımızı sorgulamalıyız... Faik Türün Paşa'nın vefatı dünkü gazetelerin iç sayfalarında küçücük haberler şeklinde işleniyordu. O da herhalde Genelkurmay Başkanlığı'nın vefat ilanıyla fark edilmiştir.
.
Amerikan muhipleri
19 Şubat 2003 01:00
Hıncını "go home!" ve "kahrolsun Amerika!!!" sloganlarında bulan anti Amerikancılık aslında ezilmişlik hissinin ifadesi. Dev bir dünya devletine karşı ferdin nefret duygusu. İnsanın haksızlığa karşı isyanını dile getirmeye çalıştığı çığlık. Bu hınç, bu nefret 50 yıldır dünya yüzünden hiç eksilmedi. Zirvede olduğu dönemse komünizan hayranlığın anti Amerikanizm şiddetine dönüştüğü 60'lar, 70'ler. Amerika şimdi yeniden sarsılıyor... Etki-tepki meselesi midir, nedir bilinmez!.. Amerikan aleyhtarlığının tırmanışa geçtiği zamanlarda Amerikan hayranlığı da ortaya çıkmakta. Şu var ki bizde hayranlar zümresi, nefret edenler kitlesinden daha kıdemli. Nefret, en nihayet 40 yıllıkken hayranlık asrı bulur. I. Dünya Harbi yıllarında Osmanlının akıbeti düşünülürken bir grup münevver, Amerikan mandası isterler. Arzuları topa-tüfeğe lüzum kalmadan bu devletin idaresine girmektir. Bu fikrin sahiplerinin bir de teşkilatları vardır: Amerikan Muhipleri Cemiyeti. Meşhur yazar Halide Edip Hanım'ın da aralarında olduğu bir aydınlar topluluğu. Bünye zayıflayınca dışarıdan fikirler zerk edilmektedir. Fikri en iyi yayan da okumuş-yazmış takımdır. Hele hele eli kalem tutan, iyi konuşabilenler örtülü propagandisttir. O kadar ki kendileri bile kapıldıkları heyecanla bunu fark etmeyebilirler. Kaygıları memlekete dairdir ama kimin "amaline" hizmet ettiklerini gözden kaçırırlar. O yıllarda aslında daha başka yabancı hayranı zümreler de vardır. İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan... Yabancı hayranlığı, her zaman ve daima köksüzlüğü getirir Şimdilerde bu Amerikan muhipliğinin yeniden hortladığını endişeyle takip ediyoruz. Bir kısım entellektüeller, gözü kapalı şekilde Amerika'nın emrine girilmesini istemekteler. Türkiye, hükümeti ve askeriyle Amerikan vesayetine girecek ve Washington ne isterse Ankara Irak'ta onu yapacak. Yeniden mandacılık... Şahsiyetli tavır bu değildir. Amerika ayrı bir devlet Türkiye ayrı bir devlet. Menfaatlerimizin çakıştığı ve çatıştığı zamanlar vardır. Onların elbette pazarlıklarla, müzakerelerle değerlendirilmesi lazım. Şu gün atılacak her adım önümüzdeki yarım asra tesir edecektir. Tarihimiz yeni hataları kaldıramayacak kadar yüklü..
.
Ey Türk ve Kürt Beyleri!
26 Şubat 2003 01:00
Önceki akşam tanınmış kanallardan birine ait haber bültenini fevkalade yadırgadık. Haberde birkaç kelimede bir "küstah Barzani" diyordu. Belli ki Mesut Barzani, Türkiye aleyhine bazı işler yapmış ve konuşmuştu. Haberde bu kınanıyordu. Ancak haberin kendisi de kınanacak hale düşmekteydi. Eğer ortada küstahlık veya haddini bilmezlik varsa onu yorumcunuz ele alır ve hangi sebeplerle küstahlık yapıldığını ikna edici bir üslupla ortaya koyar. Haber, objektif verilir, sonucu seyirci çıkartır. Bu yapılmazsa diğeri hiç yapılamaz.. Yapılırsa ne olur? Sövme, hakaret, aşağılama ve kışkırtma olur.. Denebilir ki "Barzani buna sebebiyet verdi." Doğru fakat şunu da görmeli. Bir zamandır internet ve bazı basın organlarında "Barzani Yahudi çıktı" diye bir haber dolaşıyor. Bu haber, her nedense tam da şu kritik günlerde yayıldı. Metni dikkatle okuyorsunuz ki Barzan köyünde Yahudiler de varmış. Bu gerçekten hareketle şöyle bir mantık işletiliyor. Barzan'da Yahudiler olduğuna, Mesut Barzani de Barzan'lı olduğuna göre o halde Mesut Barzani de Yahudi'dir. Gerçi ne yazık ki Mesut Barzani'nin bu haberden çok önce Türk ordusu aleyhine beyanatları oldu. Sonra onları tevil ettiyse de bu defa yeğeni aynı ağzı kullanmaya başladı. O veya bir kısım Iraklı Kürtlerin Türk askerine zalim demesi de bizdeki bazı medyanın Yahudi ve küstah demesi de vahim ve fahiş ve tehlikeli hatalardır. Türklerle Kürtlerin birbirine düşmeleri ABD, İngiltere ve İran'ın işine yarar. İngiliz ve Amerikan oyunlarıyla tahrikler başladı. Neticede kaybeden iki taraf, kazanan üçüncü taraf olur. Halbuki Türkiye'ye düşen büyük düşünmek, büyük oynamak, hami ve ağabeylik yapmaktır. Bu uğurda yer yer de kulaklarımızı tıkamalıyız. Büyük olan böyle yapar. Kürt, kendini ezilmiş hissediyorsa bütün çetinliğine rağmen onlara Ankara, Türkler sahip çıkmalı. Hemen her komşumuzda halk bizimledir. Maziye dair unutulmaz güzel hatıraları vardır. Ama hemen her komşumuzda yönetim başkalarının etkisindedir.. Öyleyse Kürdün veya Arabın halledilecek meselesi varsa ona Ankara yardımcı olmalı. Hamasi laflarla Yahudi, küstah demekle hiçbir kazanç temin edilmez. Tam tersine mesafeleri uçurumlaştırır, birilerinin ekmeğine yağ sürer. Türkmenler kardeşimiz olduğu gibi Kürtler de Araplar da kardeşimiz. Böyle baksak ne ziyanımız olur? 1000 yıl böyle muamele ettiysek şimdi neden başka türlü davranalım? Türkiye bölgenin büyük devletidir. Tarihten gelen mecburiyetleri vardır. Nasıl olur da bir Kürt veya Arap kendini Türkiye'den çok İngiltere veya Amerika'ya yakın hisseder? Devlet politikamız müşterek taraflarımızı ön plana çıkartmaya dönük olmalı. Asırlarca aynı coğrafyayı, aynı devleti, aynı manevi kıymetleri, aynı kültürü paylaşan halklar, bugün düşman olmaz. Buna hiç birinin hakkı yok.. Askerimiz de devletimiz de bütün bölgeye kol kanat germeli. Medya da sorumluluğunu bilmeli. En büyük sorumluluksa Türk ve Kürt Beylerinde. Büyük Türk Hakanı Bilge Kağan'ın "Ey Türk ve Kürt Beyleri!" diye başlayan nasihatleri Orhun Kitabelerinde yazılı. O halde şimdi de şöyle demeli: -Ey Türk ve Kürt Beyleri! Aklınızı başınıza alınız. Kardeş olduğunuzu unutmayınız. Aynı Allah'a, aynı Peygambere inanan ve kalbi, asırlarca aynı hislerle çarpmış bir millet, zehirli telkinlere kapılarak birbirine kem gözle bakabilir mi? Bu caiz midir? Biliniz ki yere düşecek her zerre kanda sizin vebaliniz vardır. Ey Türk ve Kürt Beyleri!.. Aklınızı başınıza toplayarak nereden geldiğinizi, nerede olduğunuz ve nereye sürüklendiğinizi görünüz!.. Göremiyorsanız beylik makamında işiniz ne?
.
Savaşın eşiğinde nelerle uğraşmak
28 Şubat 2003 01:00
İspanya'nın zengin turizm şirketlerinden Turespana, yarı çıplak bir kadının göründüğü reklamı bilboardlardan kaldırma kararı almış. İspanya'nın İzi başlıklı reklam afişi, siyasi gruplar ve kadın organizasyonlarından büyük tepki görmekteymiş. Şirket, İspanyollar tarafından cinsiyet ayrımcılığı yapma ve ahlâka aykırı davranmakla suçlanıyormuş. Haber, dünkü en çok satan gazetemizdeydi. Bu haberin size neyi hatırlattığını biliyoruz. Bir ay evvel hacı adayları, Mekke'ye giderken havaalanında asılı olan bir mayo firmasının reklamı da onlarla birlikte gündeme gelmişti. Hacı adayları, güya yabancı bir mankenin yer aldığı reklamdan rahatsız olmuşlarmış. O yüzden tartışmalar başladı. Bir tarafta bugün olduğu gibi yine Irak-ABD vardı, bir tarafta da bu mayolu resim ve hacı adayları. Bazı köşe yazarları, ortalığı ayağa kaldırırcasına gürültü çıkarttılar. Bugün böyle bir resim kapatılırsa yarın kim bilir neler olurdu? AKP İktidarıyla birlikte gerici tavır yine başını kaldırmıştı vs. Paparazziler mi yaptı, yoksa mayo firmasının sahibi ters açıdan reklam olsun diye mi böyle bir mizansen tertiplemişti bilinmez, neticede hava meydanı müdürlüğüne bir şeyler intikal etmiş onlar da aynı zamanda vatandaş da sayılan hacı adaylarına hürmeten o resmi kısa bir süre için örtmüşlerdi. Çıkan gürültünün sebebi buydu. Peki o reklamda gerçekten kadın suiistimali, sömürüsü yok mu? Elbette var... Nerede kadın haklarını savunanlar ve -asıl sorulması gereken- nerede kadınlar? Ve nerede halka saygılı şirket anlayışı? Halkıyla bütünleşmiş medya? İşte Avrupa kıtasının iki ucundan iki örnek. Onlar rahatsızlığı hissedince derhal gereğini yapıyorlar, bizde ise rahatsız olanlar hakaret görmekte. Asıl gündem bunlar. İnsan, bunlarla insan veya değil. Savaş, baskın çıktığı için ara sayfalarda kaybolup gidiyor. Ne gibi? Tıpkı süper star bir pop şarkıcımızın babası gibi. Meğer zavallı adam, kızı tarafından reddedilmiş. Anlaşılması zor, traji-komik bir hadise. Evlat, babayı hayattayken nasıl reddeder acaba? Reddedildiği var sayılan baba, Darülacezeye düşmüş. Yıllardır oradaymış. Vefatı dolayısıyla haber yapılmıştı. Kimse sahip çıkmadığı için cenaze bekletiliyormuş. Darülaceze, mecburen garipler mezarlığına defnedeceklerine dair açıklama yapıyordu. Gerçekten asıl gündem bunlar. İnsana dair, insana saygıya, insana insanca muameleye dair olan her şey... Savaşlar geçici... Hayat kalıcı... Turespana, Zeki Triko, Pirelli Takvimleri, feminizmin iki yüzlülüğü, Nükhet Duru, şerefli Türk basınında arka kapak resimleri, bunlara dokunmaya cür'et eden bir genel yayın müdiresi Nurcan Akad, hayal kırıklığından başka bir netice doğurmayan ve ancak şarap tartışmalarına konu olmuş İletişim Şûrası ve savaşlar ve savaşın kıyısında nelerle uğraşmak. İşte denî dünya...
.
Yanlış hesap Bağdat'tan döner
3 Mart 2003 01:00
Demokratik olgunluk gibi değerlendirmeler sadece teselli edici sözlerdir. AK Parti, ummadığı bir zamanda, yara aldı. Tezkerenin geçmemesinden birtakım şahıs ve müesseseler, 1991'de istifasıyla Musul ve Kerkük'e girmemize engel olan Necip Torumtay kadar sorumludur. TBMM'nin sadece onda biri parlamenter tecrübesine sahiptir. Ortada bir acemilik olduğu inkâr edilemez. Gerçekçi olmak lazım... Biz istesek de istemesek de ABD zorbalıkla bu coğrafyaya girecektir. Zaten girmiştir. Evvelden de vardı. Ortadoğuyu yeniden tertip etme peşinde. 1. Dünya Harbinden sonra harita, bir kere daha çizilecek. Bunu görmemiz lazım. Hissilikle dış politika olmaz. Zor zamanımızda o harita aleyhimize tanzim edildi. Bize ait topraklar elimizden alındı. Önüne gelen hadise, bu açıdan Türkiye için fırsattır. Savaşa girmiyoruz. Savaşa da karşıyız. Ancak karşı olmamız savaşı durduramayacak. Hep söyledik. Bir kere daha tekrarlıyoruz. Türkiye'nin prensibi şu olmalıdır. "Önleyemiyorsan gir ve kontrol et!" Yapılmak istenen de buydu. Hükümetler, kıraathanede oturup laf üretenlerin görüşlerine göre değil yüzyıllar sürecek menfaatlerimiz icabı hareket ederler. 58. Hükümet de içi kan ağlayarak böyle davranıyordu. Kendi grubu tarafından çelmelendi. Acemi manga, komutanını vurdu. Kuzey Irak'taki askeri varlığımızın meşruiyeti bile kendi yasama organımız eliyle sıkıntıya sokulmuştur. Şayet çok seri ve akıllı tedbirler alınmazsa tehlikeli gelişmeler olabilir. Çok çok önemli günlerdeyiz. Kimse diplomatik göz boyamalara zinhar kanmasın. Amerikan yardımı vs. küçük işler. Onları kastetmiyoruz. Kerkük, Kürt güçlere teslim edilebilir. Musul-Kerkük petrollerini ebediyyen kaybedebiliriz. Oradaki Türkmen varlığı biter. Washington, Kürdistan devletini tanıyabilir. Türkiye'de Kürtçülük hareketleri tırmandırılır. ABD ile silahlı çatışmaya dahi sürüklenebiliriz. Kıbrıs cephesi çöker. İktisadi hayat perişan olur. Bütün bu muhtemel tehlikelerin müsebbibi tezkereye mani olanlardır. Onlar elbette vatansever hislerle hareket ettiler. Ama yalnızca hislerle hareket ettiler. Bazıları istikbali görememiştir. Cumhurbaşkanlığı, Meclis Başkanlığı ve MGK böylesi hayati ve tarihi bir meselede hükümeti yalnız bıraktılar. Yanlış olmuştur. Yanlış hesap, bir kere daha Bağdat'tan döner. Ciddi sayıdaki askerimiz sınır ötesindeyken, Ankara'da bunlar yapılamaz
.
Bir CHP'linin "Allah" demesi
4 Mart 2003 01:00
Bir Cumhuriyet Halk Partili, "Allah" diyemez mi, tek parti döneminde "Allah" demenin yasaklanmaya kalkışıldığı gibi şimdi de bugünkü CHP'lilere mi o yasak geliyor? Tarih 1 Mart 2003. Yer TBMM. Kuzey Irak'a asker gönderilmesi ve Türkiye'ye yabancı asker kabulüne dair hükümet tezkeresi görüşülüyor. Kürsüde ana muhalefet partisi adına Önder Sav konuşmakta. Sav, partisinin tezkereye dair görüşlerini dile getiriyor. Dediklerini bir nakille de kuvvetlendirmek istiyor. Bir mitingteki "ABD'den korkma, Allah'tan kork!" sözüne atıfta bulunup aynı güzel sözü tekrarlıyor. Bundan daha tabii ne olabilir? Belki iki sayfalık bir konuşmada. Bir muhalefet sözcüsü, bir çok şey söylüyor ve bu arada bir de "Allah" diyor. İçinde lafz-ı celal, geçen bir sözü tekrarlıyor. Bir bakıma karşısındakileri anlayacakları lisanla köşeye sıkıştırıyor. Hepsi bu kadar. Hiç aklınıza gelir miydi? 2003 Türkiye'sinde bir insan "Allah" dedi diye suçlansın? Kimsenin aklına gelmez. Bir insanı "Allah" dedi diye ayıplamak ilkelliktir de ondan. Fakat bu yapıldı... Tezkerenin reddedildiği geceden başlayarak bazı köşe yazarları, Önder Sav'a demediklerini bırakmadılar. Bir sürü mübalağa. Tam bir dayatmacılık. Yobazlığın bir başka türü. Cumhuriyet Türkiye'sinde bir CHP'li nasıl olur da meclis kürsüsünden "ABD'den korkma Allah'tan kork!" sözünü tekrarlarmış vs... Tam bir tek parti zihniyeti. Bir ateist bile bu kadarını düşünemez. Bunu yapanlar da sözde kanaat önderi. Güya aydınlar. Siz bu gibileri aydın sayar mısınız? Aydında biraz mantık, hoşgörü ve tahammül olur. Bırakınız aydını, çeyrek aydın bile böyle bir ayıbı işlemez. Neyse ki CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ın o konuşmadan bir gün önceki eleştirisini duymamışlar. Veya duydular da anlamadılar. Veya duydular, sustular fakat Önder Sav da böyle konuşunca cinleri kafalarına üşüştü. Baykal, AK Partililere yüklenirken şöyle diyordu. "Amerika'ya ehl-i sünnet sakalla gittiler fakat Amerikan tıraşıyla döndüler." Lider, "ehl-i sünnet" diyor. Yardımcısı "Allah" diyor. Türkiye'nin yakında batacağının habercisi bu olmalı. İşte adına Türk aydını denen ama aydın mı değil mi şüpheli birtakım kimselerin üstelik tarihi bir gündeki düşünce tarz ve kapasiteleri. İşte bu kısırlıktan ve kışırlıktan dolayı Türkiye, bu hallerde. Allah düşmanı karanlık adamlar, bu milletin her cephede yolunu kestiler. Bilmiyorlar ki isminde "Halk" kelimesi olan bir parti halkıyla böylece bütünleşir
.
TRT, bu ayıbı işleyecek mi?
5 Mart 2003 01:00
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in İngilizce bilmediğine hamdediyoruz. Keza Recep Tayyip Erdoğan'ın İngilizce bilmediğine de hamdediyoruz. Bu lisanı bilselerdi herhalde onlar da öncekiler gibi toplantılarda İngilizce hitap ederlerdi. Bir devlet veya hükümet adamının resmi bir mecliste İngilizce konuşmasını kabul edemiyoruz. Hele Türkiye'deki toplantılarda İngilizce konuşmalarını asla tasvip etmiyoruz. Eğer, İngilizce BM'nin tanıdığı bir dilse uğraşır didinir Türkçe'yi de o statüye sokarsınız. Onun için anayasadaki remi dil Türkçe'dir ibaresini genişletmek lazım. "Resmi dil Türkçe'dir, yurt içi ve dışında Türkiye'yi temsil sıfatını taşıyanlar, toplantılardaki her türlü konuşma ve hitaplarını Türkçeyle yapmak mecburiyetindedirler." Bunları şu ortamda nereden hatırladın? diyeceksiniz. Haklısınız. Tezkerenin reddi, gelen vergiler, reddin aydınları ikiye böldüğü tartışmalar dururken "TRT..." diye başlayan bir yazı. Meselenin can alıcı noktası burası işte. Teferruatlar yani. Teferruatlar, teferruat sanılanlar, görmezden gelinince veya görülmeyince veya umursanmayınca erozyon başlıyor. Yahut şöyle diyelim. Bu ihmaller erozyonu hızlandırıyor. Nereye kadar? Türkiye'nin İngilizce şarkılarla temsiline kadar. Türkiye, her yıl olduğu gibi bu yıl da Eurovision şarkı yarışmasına katılıyor. Bu yılki fark, yine doğabilecek mahcubiyet değil. Fark, şarkının İngilizce söylenecek olması. Sertap Erener, Türkiye'yi temsil edecekmiş? Neyle "Every way That I can" adlı şarkıyla. Letonya adlı devletin Riga diye bir şehirciğinde yapılacak olan bu yarışmayı TRT, Türkiye'ye nakledecekmiş. Bir zamandır bu rezalet alttan alta tartışılıyor fakat gündem çok sıcak olduğu için fazlaca yukarıya çıkamıyor. Onun için TRT'nin tartışmalar karşısında şarkıcıya yasak getirdiği de fazlaca bilinmiyor. Bu bir tesadüf mü? ABD tam da bölgeye yerleşirken TRT'nin Türkiye'yi İngilizce şarkıyla temsil ettirmesi bir tesadüf mü? Sizin aklınıza da bu can sıkıcı çakışma gelmiyor mu? O kadar mı? Şunu da düşünmüyor musunuz? Birileri kalkıp "peki madem öyle neden TV'de Kürtçe yayın bu kadar münakaşa mevzuu yapıldı?" derse hangi makul gerekçeyle ne söylersiniz? 10 binlerce kişilik kadrosuyla hazinenin sırtında kambur olan TRT'nin bu sorumsuzluğunun önüne geçilmeli. Hem önüne geçilmeli ve hem de TRT en kısa zamanda en fazla 1000 kişinin çalıştığı bir müessese haline dönüştürülmeli. TRT'nin başarılı dizilerini asla inkâr etmiyoruz, fakat onlar, zaten çalışan 1000 kişinin eseri. Noktayı koyalım... 24 Mayıs'ta Türkiye, 5. sınıf bir memleketin 50. sınıf şehrinde bir şarkıcının muhtemelen aksanlı bir İngilizceyle Every way That I Can diyerek salınıp söylediği şarkıyla temsil edilecek, resmi televizyon da bunu iftiharla yayınlayacaksa o zaman ABD'nin Ankara büyükelçisi Mr. Robert Pearson'a TBMM başkanını ayağına davet ettiği için kızmayınız. Sömürgelerde genel valiler böyle davranır. Pearson, kendini bir sömürgede sanmıştı Bülent Arınç haddini bildirdi. Şimdi organizatör ve yayıncı TRT ile şarkıcı Sertap Erener, TBMM başkanını yalanlama hazırlığında. Bu ayıbın işlenmesine fırsat verilecek mi?
.
Tarihi konuşmanın tahlili
6 Mart 2003 01:00
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök Paşa, dün TSK adına konuştu. Hemen dile getirelim. Bu ülke, bu üslubu arıyordu. Asker, bu milletin evladı, ordu, bu milletin temel kurumlarından biridir. Özkök Paşa, konuşmasında asker adına kimlerin konuşma yapma yetkisinde olduğunu bir kere daha hatırlattı. Kendisi, emrindeki ikinci başkan ve genel sekreteri. Bu konuşma tarihidir. Zamanlaması iyidir. Ne denildiği titizlikle tesbit edilmiştir. Mesajlar isabetli ve dozları makuldür. Aklıbaşında her Türk vatandaşı tarafından da imzalanacak evsaftadır. Bu cümlelerle Türkiye'de değerler yerli yerine oturmaktadır. Sivil otoriteye tabiyet deklare edilmektedir. Genelkurmay Başkanı, hassasiyetleri kaşıyan soruları cevaplandırırken yüreklere su serpti. Eminiz ki bu konuşmayla birlikte milletin de hükümetin de morali yükselmiştir. Özkök Paşa, "biz askerler olarak kendimizi her konuyu en iyi bilenlerden saymıyoruz" diyor. "Asker konunun sadece güvenlik boyutuyla ilgilenmektedir. Halbuki meselenin bir de "ekonomik, sosyal, siyasal ve yasal" tarafı vardır. Şu hükmü ise birlik ve bütünlük açısından fevkalade önemli: -TSK'nın görüşü hükümet ile aynıdır. Konuşmada içinde bulunduğumuz şartlar tahlil edilmekte. "Savaş başlarsa Türkiye'nin harekât tarzı ne olursa olsun büyük zarar göreceğiz." Çünkü Türkiye, savaşı tek başına önleme imkân ve kabiliyetinde değildir. Şu söze bilhassa dikkat. "Seçeneğimiz, iyi ile kötü arasında değil. Kötü ile en kötü arasında." "Hiç katılmamakla savaşın aynı zararlarını göreceğiz. Fakat zararımızın telafi edilmesi ve savaş sonrasında söz sahibi olmamız asla mümkün olmayacaktır." "Şayet savaşanlara yardımcı olursak, ikinci alternatif olarak zararımızın bir kısmı telafi edilebilecek, savaşanların yanına katılmadan sadece Kuzey Irak'ta mültecilere insani yardımda bulunacağız." "Savaşanlara yardım" sözüne itiraz edilebilir. Her iki tarafa da yardım nasıl olur? Bunu bir nevi hakemlik olarak anlamak gerekir. Türkiye, hakem görevini üstlenmek zorundadır. Bu rol O'na savaştan sonra da lazım olacak. Türk genelkurmay başkanı kuzeyden cephe açılması halinde kavganın kısa süreceği görüşünde. Demek ki Türkiye aynı zamanda felaketin çabuk atlatılması arayışında. Sanıyoruz şu sözler sadece Türkleri değil Kürtleri de memnun etmiştir. Kuzey Iraklı liderlere sesleniyor. "Bizler, içinde bulunduğumuz coğrafyanın esirleriyiz. Ne gidecek başka yerimiz, ne gidecek başka dostumuz ve komşumuz vardır." Özkök Paşa'nın resmettiği tabloya göre Türkiye'nin takip etmesi gereken yol "önleyemiyorsan gir ve kontrol et" tutumu diye anlaşılabilir. Fakat bir kısım milletvekillerinin uzağı görememesi yüzünden bu yol kapatılmıştır. Üstelik yolun kapatıldığı günün hemen ertesinde de vahim gelişmeler başladı: Kuzey Irakta bir kısım halk, ajanlar tarafından kışkırtılarak Türkiye tahrike çalışılıyor. Daha da kötüsü ABD, Türkiye'den beklediğini Arnavutluk, Romanya ve Bulgaristan arasında paylaştırma arayışına girmiştir. Bu ne demektir? Tam bir felaket. Türkiye'nin doğudan ve batıdan ateşe verilmesi. Bu sebeple tezkere en kısa zamanda tekrar meclise gelecektir. Ona işaret ediyor "her karmaşık problemin basit bir çözümü vardır." Artık tıkanan yollar tanklarla değil demokratik mekanizmalarla açılacak.. Son sözse medyanın daha sorumlu davranmasına dair. Ilımlı, dostane, kendinden emin, sivil otoritenin emrinde olduğunu söyleyen, keza çağdaş ülkelerde de aynısının yaşandığını hatırlatan, buna alışılması gerektiğine işaret eden medeni bir konuşma. Şimdi medya şu manşetleri atıyor... -TSK'nın görüşü hükümetle aynı!.. Normali bu değil mi? Bir savaş ortamındayız ama normal hayatı yakaladık.
.
Kentim İstanbul
7 Mart 2003 01:00
İstanbul'da yaşayanların sadece yüzde 33'ü kendilerini İstanbullu saymakta. Yüzde 51 kendisini İstanbul'un sahibi olarak görmemekte. Aynı kitle, aynı zamanda çocuklarının kendilerini memleketleriyle tanımlamasını istemekteler. Yüzde 44 kendisini İstanbullu hissetmemekte. Daha feci olansa yüzde 11'in kendilerini İstabullu hissetmek istememesi. Bu şehir mensuplarının yüzde 17'si İstanbul'un hiç bir şeyini sevmiyormuş. İstabul'un mimari, tarih, tabiat ve kültür zenginliği ile bu sonucu yan yana getirdiğinizde tahayyülünüz size her şeyi anlatacaktır. Yüzde 17 memleketlerine gittiklerinde İstanbul'u özlememekteler. İstanbul'da yaşayanların yüzde 51'i şivelerini, yüzde 47'si hayat tarzlarını değiştirmemiş. Yüzde 28 tarihi ve turistik mekânlara, yüzde 17 adalara, yüzde 11 Boğaziçi'ne gitmemiş. Deniz kenarına inmemiş olanlar ve diğer yakaya geçmemişler var. Dünyanın kültür payitahtı olmaya layık İstanbul'da yaşayanların yüzde 64'ü hiç bir ilmi, kültürel ve san'at faaliyetine katılmamış. Hatta hatta İstabul'da yaşayıp da deniz görmemiş vatandaşlarımız bile varmış. Liste uzayıp gitmekte. Bunları İBB Başkanı Ali Müfit Gürtuna açıklıyor. Sayın Gürtuna, ilim, sanat ve medya mensuplarından bir grubu, Four Seasons Hotel diye modern bir yapıya dönüşen bir zamanların meşhur Sultanahmet Cezaevine topladı ve uzun uzadıya bunları anlattı. Dedikleri zarifçe sıralanmış sitemler. Gürtuna, şunları diyor: -Bu, İstanbul'un kabul edebileceği bir bir şey değildir. Bir kent olarak İstanbul, aidiyet dışı kalınca kültürü de aynı akıbete uğramaktadır. Faaliyetler, kentli faaliyet ama muhataplarının önemli bir kısmı kentlileşmemiş durumda. Bu yüzden dünyanın en şık otobüs durakları, bir gecede tahrip edilebiliyor, otobüsler, metro, parklar, ağaçlar zarar görebiliyor. Onun için İstanbul Belediyesi, Kentim İstanbul diye bir kampanya başlattı. Kampanyada birbirinden güzel çalışmalar hayata geçirilecek. Çünkü İstanbul artık fizik olarak büyüme çapını doldurmuştur. Başkanın dediği gibi bundan böyle fizik büyüme yerine kent hayatının kalitesini arttırmanın çarelerine bakmak lazım... İstanbul'a hizmet bütün Türk ve İslam âlemine düne, bugüne ve yarına hizmettir. Ve dolayısıyla insanlığa hizmet. İstanbul doğu-batı medeniyetlerinin kesişme noktası. Sadece kültürün değil ticaretin de başşehri. Bu şehrin onca mükemmel emeğe rağmen bu sonuçlarla yüzleşmesi hayıflanılacak hakikattir. Kentim İstanbul projesindeki kampanyaları okuyunca heyecanlanmamak mümkün değil. Bilmiyoruz kaç ömre sığar Mühim olan hizmetin başlaması. Türkiye, İstanbul'dur. Ali Müfit Gürtuna, mütebessim çehresiyle sakin sakin anlatırken eskilerden nakille İstanbullunun tarifini de hatırlattı. İstanbullu aklı selim, zevki selim, hissi selim sahibi olandır. Herkes kendini bu terazide tartabilir. Bu arada bir de buruk haber. Gürtuna'nın hizmet dönemi 16 ay sonra bitiyormuş. AK Parti İktidarından, Recep Tayyip Erdoğan'dan şimdiden ricamızdır. İstabul'u Ali Müfit Gürtuna'dan mahrum etmesinler. Kendisi bizatihi bir İstanbul beyefendisi olan başkanın İstanbul'a yapacağı daha çok hizmet var. Hizmette sınır olmadığı gibi kırgınlık da olmaz. Bu itibarla O'nu Ak Partiye mi alırsınız, bağımsız kalsa da destek mi verirsiniz... bilemeyiz. Ancak adam harcayan konuma zinhar düşmeyin. Gürtuna, Erdoğan'ın hizmetlerini artan bir hız ve güzellikle devam ettirdi. En azından bir dönem daha yerinde kalması lazım. İstanbul, Türkün de Müslümanın da kimliğidir. O, Asya'yla Avrupa'nın buluşma noktasındaki bayrağımızdır.
.
Yasaklı Türkiye de geri kalmış Türkiye de istemiyoruz
10 Mart 2003 01:00
Bundan böyle Tayyip Erdoğan'ın hayatında doğum gününden sonraki en unutulmaz tarih herhalde 9 Mart 2003 olacaktır. Bu tarihte bir yanlışlık düzeltildi. Şöyle bir hatırlayınız. Siirt'te sıradan bir şiir okunması ve mahkumiyet. Mahkûmiyetle birlikte gelen seçilememe yasağı. İtirazlar, redler ve hukukla siyasetin birbirine karışmasından dolayı seçime sokulmamak. Bir parti başkanının kendisi engellendiği halde isminin seçim pusulasında yer alması. Derken 3 Kasım 2002 seçimlerinin yapılması. AK Partinin iktidar olmasına rağmen partisini iktidara taşıyan genel başkanın arkadaşlarını bir misafir gibi meclis balkonundan seyretmesi... Bunlar birbirine eklenmiş ayıplar silsilesiydi. Şiirden dolayı başa gelenler de. Seçime sokulmaması da. Hukuka düşen siyaset gölgesi de Ortadaki manzara da. Haliyle iki başlılık meydana geldi. Öyle olacağı önceden de belliydi. Abdullah Gül'ün olgun ve ağırbaşlı davranmasıyla iki başlılık asgari düzeye çekildiyse de büsbütün ortadan kalkamadı. Kalkamazdı da. Dönemin kısalığına rağmen zararı büyük oldu.. Mevcut şartlara gelince. Artık Türkiye'de her şey normale dönme yolunda. Genelkurmay Başkanı, her çağdaş devlette olduğu gibi sivil otoriteye tabi olduklarını ilân etmiş ve kimlerin ordu adına konuşabileceğini bir kere daha tekrarlamıştır. Başbakanlık hakkı olan bir lider, makamına oturuyor. Başbakanın, meclis başkanının eşleri kapalı olabiliyor. Bundan da mantığı olan kimse rahatsız olmuyor. Bir çok bakan namazını kılabiliyor. Her lise mezunu her yere gelebiliyor. Okul önü çirkinlikleri yavaş yavaş izale oluyor. Bunlar yaşanırken bedeli çok pahalı da olsa herkes bir çok şey öğrenmekte. Hayat, şartlar terbiye ede ede yol veriyor. Lüzumsuz sözler, gösterişlerin de yasaklar kadar zararlı olduğu görüldü. Bunu mağdurlar da anladılar. Hilmi Özkök'ün de dediği gibi bu coğrafyanın esiriyiz. Gidecek başka vatan yok O halde herkesin birbirine tahammül ederek bu vatanı paylaşması gerekir. Bulutların üzerinde gezinmek senelerimizi ve servetlerimizi mahvetti. Başbakan çıkartma şansını yakalamış bir ilde sandığa duyulan ilgisizliğe gelince onu haylice düşündürücü bulmamak mümkün değil. Siirt manzaralarını ekranlardan gördünüz. Şu asırda bir yöre insanları bunları çekiyorsa onların küsmelerine bir şey diyemezsiniz. Hâlâ salla, katırla ulaşım yapılan bir yurt köşesinin varlığı yüz kızartıcıdır. Birtakım telkin ve baskılara maruz kaldıkları da ayrı vakıa. O halde gerçeğin her türlüsünü nazarı itibara alarak Türkiye iyi yönetilmeli. Refahın olmadığı yerde kahır, küskünlük ve birtakım yönlendirmelere istesiniz de istemeseniz de şahit olursunuz.. Artık hiçbir mazeret kalmadı. Laf bitsin, herkes sussun ve icraat başlasın. 3 Kasımın eksiği geç de olsa güç de olsa telafi edildi. Şimdi iş zamanı. AK Parti iktidarı bundan sonra vatandaşı sevindirmek, zorlukları aşmak ve ülkeyi kalkındırmak zorunda. Şaha kalkmış bir Türkiye, Türkiye'nin hakkıdır. Savaşa ve her türlü çetinliğe rağmen şaha kalkmaktan gayrı bir şans yok. Geri kalmışlık ayıpları da yasaklar kadar utandırıcı.
.
Türkiye kıskaçta
12 Mart 2003 01:00
Hükümetlerin iyi niyetleri yetmiyor. Muhataplarımızla aramızda zamanın derinliğinden gelen büyük sıkıntılar var. Bundan dolayı meseleler bugünden yarına çözülemeyecek. 59. Hükümeti çetin günler bekliyor. Bir gün önce Dünya Bankası Türkiye temsilcisi "yoksullar ezilecek" diye hükümete yüklendi. 2003 bütçesi Dünya Bankasını rahatsız etmiş. O yüzden Ajay Chibber hükümetin mali politikasını tenkid ediyor. Konuşmacının merkezin bilgisi olmadan ağzını açması mümkün değil. Hadi bunu iyi niyetli sayalım. Kabul edelim ki dar gelirlimiz, orta sınıf ve çiftçi kollanmak isteniyor. Ya AB'nin genişlemeden sorumlu üyesi Günter Verheugen'in sözcüsü Jean-Christophe Filori'nin dedikleri? Önceki gün Lahey'de Kofi Annan'ın planını hem Kıbrıs Rumları hem de Kıbrıs Türkleri beğenmedi. Bunun üzerine davet sahibi genel sekreter toplantıyı adeta terk etti. Belli ki ümidini kesmiştir. En dikkat çekici açıklamaysa Tayyip Erdoğan'dan geldi. Erdoğan, "Annan bizi aldattı" diyor. Dedikleri başka yazdıkları başka. Ankara'da farklı Lahey'de farklı konuştuğunu belirtmekte. Yani... Kıbrıs şu safhada kördüğüm. Çözülemez mi? Çözülür ama ne vakit olur kimse bilmez. Onun için AB'nin üçüncü dereceden bir memuru Türkiye'yi Kıbrıs'ta işgalcilikle itham etmekte. Halbuki Lahey'de Denktaş da Papadopulos da Annan'ın projesinden memnun kalmadılar. Anannan kimseyi menun edemedi. Buna rağmen AB şantaj yolunu seçmekte. Üçüncü sınıf memuru ile Türkiye'ye hakaret kabul edilecek müstakbel sıfatlar biçme hazırlığında olduklarını şimdiden duyurmakta. 16 Nisan'da Rumlarla AB tam üyelik mukavelesini imzalayacaklar. Rumlar, 2004'de tam üye... Onun için Türklerin bir ân evvel "evet" demesi istenmekte. Şu bilinmeli. Türkiye de Türkler de bu meselenin artık bitmesini, sürüncemeden kurtulmasını istiyor. Fakat... Nasıl olursa olsun mantığıyla değil. Bu noktada Türkiye'ye düşen Kıbrıs'ı her cephesiyle masaya taşımaktır. Bırakınız dünyayı Kıbrıs'ı Türkler bile tanımıyor. Taşı- toprağı demiyoruz. Tarih perspektifinden Türkiye'nin Kıbrıs'a dair haklarını. Ankara bunu hep ihmal etti. Çekingen bir politikanın varlığı oldum olası sezilmekte. En iyi müdafaa taarruzdur. Üstelik de Kıbrıs'ın tamamını AB toprağı sayıp Türkiye'yi bir AB ülkesini işgalle suçlayacaklarmış. Onun için uzanan projeyi gözü kapalı imzalamamız telkininde bulunmaktalar. Yoksa AB müzakerelerimiz de tehlikeye girermiş. Bu niyet dostça değil. Alenen ve katı bir şekilde taraf tutulmakta. Taviz koparırlarsa yarın da "Kuzey Irak'ta işgalcisiniz" diyecekler. Bir adım sonra da Anadolu'da. Hatırlarsanız yerli hayranlarından biri de seneler evvelinde "Malazgirt işgaldir" deme ahlaksızlığını göstermişti.. Türkiye şu gün itibariyle AB ve ABD kıskacında. İşler kolay değil. Devlet olmak da devlet idaresi de kolay değil. Bütün bu zorluklara rağmen 59. Hükümet bütçede de Kıbrıs'ta da Irak'ta da başarılı olmaya mecbur ve mahkum: Unutulmasın. 1000 yıldır buradayız. Her devirde farklı bir kıskaçla karşılaştık. Ama ecdat o kıskaçları kırmasını bildi. Hükümet edenler, tarihi de tarihî şahsiyetleri de iyi tanımalı.
.
"Benim Cici Silahım"
14 Mart 2003 01:00
Michael Moore, Amerikalı, yazar, yönetmen ve televiyon yapımcısı. Önce, bütün dünyada çok satanlar listesinde yer alan Aptal Beyaz Adamlar isimli kitabıyla kendinden söz ettirdi. Yazar, bu eseriyle okuyucuyu hayrete düşürmekten de öte şaşkına çevirdi. Ortada yazılabilecek en yürekli Amerikan eleştirisi vardı. Bir insan karşılığında hayatını koymadan bu kadar cesur olamazdı. Korkusuzluğu takdir etmemek mümkün değil. Moore, şimdi de seyirciyi şaşırtıyor. Bu ara sinemelarda bir film var: Benim Cici Silahım. Tür olarak her halde sınıflandırma zorluğundan dolayı "belgesel" denmiş. Hem öyle hem değil. Kendine has bir film. Tam Michael Moor'luk bir eser. Film esas itibariyle yaşanmış bir hadiseden hareketle yola çıkılarak yapılmış. Aynı sınıfta okuyan 9 yaşındaki bir oğlan çocuğu, yine aynı sınıfta okuyan 6 yaşındaki bir kız çocuğunu vurarak öldürür. Bütün Amerika ayağa kalkar fakat topu topu bir hafta. Haftasında silah sanayicileri toplanırlar. Onların öncüsü silahsızlanma kampanyasına "ben ölmeden asla!" diye meydan okur. Film silahtan da öte mermi satılmasına karşı. Satılsa da çok çok pahalı fiyatta olmasını teklif ediyor. Müthiş tempolu trajik bir sinema eseri. Onun için belgesel demek çok kolay değil. Mükemmel kurgu içinde tabanca, tüfek, mermi, ölenler, vücudunda mermi taşıyanlar, tekerlekli sandalyeye mahkum kalanlar ve katı kalpliler sergilenirken bizatihi Amerikan hükümetlerinin de son 60 yılda dünyada yaptırdıkları darbeler, savaşlar da yıl yıl sıralanmakta. Bunlara bakınca kimin Amerika'nın adamı olduğunu da görüyorsunuz. İşte... Kullan at politikasının figüranları: Rıza Pehlevi, Guetamala başkanı Castillo Armas, general Pinochet, Usame bin Ladin, Saddam Hüseyin, Panama başbakanı Noriega. Ve bu indir-bindir darbeleri yapılırken Guatemala'da öldürülen 200 bin sivil, Vietnam savaşında ölen 4 milyon sivil, 5 bin Şilili sivil, 70 bin Salvadorlu sivil, 30 bin Nikaragualı sivil, 3 bin Panamalı sivil, 113 bin Iraklı sivil ve 11 Eylül'de 3 bin Amerikalı sivil. Bu sırada gerçekte CIA ajanları olduğu halde bir süre sonra karşı çıkınca Panama başbakanı Noriega gibiler de öldürülmekte, meydana getirilen korkuyla bölge devletlerine milyar dolarlarla ifade edilen bütçelerde silahlar satılmakta. Bunlar ve daha bir çok trajik konu bir takım insanlara ayna tutan Oscar adayı bu filmde. Benim Cici Silahım için zaman ayırmaya değer, seyre değer. Sultan Galiyev ve Milli Komünizm Halit Kakınç'ın hacimli bir araştırması. Yıllar süren bir emeğin mahsulü. Bulut Yayınlarıyla okuyucuya ulaştırılmış. Bu konuda sayın Kakınç'tan uzun bir mektup aldık. Kitabını ve Galiyev'i bir kere daha tanıtıyor. Yazar, eseri için şunu prensip edinmiş. Özgün kaynaklardan hakkında spekülasyon ve polemik yaparak değil bizzat kendi ifadelerinden hareketle O'nu anlamak ve senteze varmak. Mirseyid Sultan Galiyev, bir Kazan Tatarıdır. 1892'de dünyaya gelmiş. 1917 devriminde yer alır. Galiyev'in fikri oluşumunu şu unsurlar besler. Cedidcilik denen reformculuk. Cedidcilikten etkilenen Türkçülük ve Marksizm. 1923'de Komünist partiden ihraç edilir. Sosyalist Turan Cumhuriyetini kurmak için Turan İşçi Köylü Sosyalist Partisini kurar. 1923-1929 arasında "milli komünizm" diye adlandırılan ideolojisini şekillendirir. 1929'da mahkum edilir ve ortadan kaldırılır. Bir bakıma Ruslar da O'nu kullanmış ve atmışlardır. Kakınç şöyle diyor: Sultan Galiyev'in tam olarak kavranabilmesi, ancak küresel düşünüldüğü takdirde daha sonraki dönemlerin Berlin duvarı ve Demir Perde gibi olguların aşılmasıyla mümkün olabilir. Kitap, Galiyev, O'nun dünya görüşü, hayatı ve macerasıyla birlikte SSCB, komünizmin doğuşu ve Orta Asya Türkleriyle buralardaki fikir akımlarının da hikâyesi. Kakınç, Galiyev'in şu sloganını bilhassa günümüze taşımakta "millet bir olsun, milletler eşit olsun" Yazara göre bu görüş, insanlığın geleceği için uygarlığın prototip özlemi olmaya devam etmektedir. Dün birinci meselemizin fakirlik olduğunu yazmıştık. Cümleyi tamamlıyoruz. İkincisi de cahillik. Okumayan milletler fakirlikten de cahillikten de kurtulamaz. Herkes, her kitabı okuyamaz ama kim, hangi kitabı okuması gerektiğini bilmeli ve okumalı.
.
Savaş haftasında olmak
18 Mart 2003 01:00
Eğer, Saddam Hüseyin, milletini ve insanlığı ve Ortadoğunun selametini düşünerek Irak'ın başından çekilmezse ve eğer George W. Bush da keza milletini ve insanlığı ve Ortadoğunun selametini düşünerek bu sevdadan vazgeçmezse savaş haftasındayız. İkisinin de bu fedakârlığı göstereceğine dair ufukta hiçbir emare yok .Büyük ihtimalle bu hafta ve daha büyük ihtimalle hafta sonuna doğru ve belki de mübarek cuma günü Amerika Irak'ı vuracak. Çok acı ve asla kabulü mümkün değil ama katı gerçekleri bağra taş basarak kabulden başka çare de yok. Bu noktada durup düşünmek lazım. Ne yapmalı? Vatandaş ne yapmalı, hükümet ne yapmalı? Her vatandaşa tavsiyemiz şu ki zinhar soğukkanlılığı elden bırakmayınız. Türkiye, ya ABD'ye karşı durmayarak kuzeyden cephe açılmasına yardımcı olacak veya yardımcı olmayacak. Yardımcı olmasa ne olacak? Bir şey değişmeyecek. Hatta BM kararının lehte veya aleyhteliği bile neticeye tesir etmeyecek. Her halükârda bu savaş çıkacak ve her halükârda kuzeyden cephe açılacak. Şuna bilhassa dikkat. Kolay anlaşıldığı için "savaş" yahut "harp" demekteyiz. Ortada bir savaş, harp, muharebe yok, olmayacak da. Düğmelere basılacak, hedefler vurulacak . Onun için herkes, soğukkanlı olmalı. Herkes, işine gücüne bakmalı. Kimse piyasaları tırmandırıp savaş psikolojisini daha da karmaşık yapmasın. Bu ayrıca bir kötülük olur. Herkes işine gücüne devam etsin ve üretim ve ihracatı çoğaltmaya baksın. O tokmağı kafalara bir kere daha vuralım... Türkiye başta olmak üzere İslam ülkeleri zengin olsalardı başlarına böyle bir felaket gelmezdi. Onun için savaşa rağmen her kişi daha çok çalışmalı. Bu geri kalmışlık zinciri kırılmadıkça bu felaketler bitmez. Bugün Irak'a yarın Türkiye'ye. Tek tabanca kalmış bir süper güç, yer altı zenginlikleri için bir başka ülkeye saldırıyor. Buna savaş denemez. Savaş yok, saldırı var. ABD zaman zaman zaten saldırmakta.. Şimdi o saldırıyı birkaç gün yahut saat yoğun bir şekilde yapacak. Ve bu saldırı muhtemelen çok kısa sürecek. Asıl göğüs göğüse muharebe ondan sonra. Artık göğüs göğüse muharebeler cephede değil -çünkü cephe yok- masada cereyan edecek. Hükümete tavsiyemiz de o ki Türkiye bu masada yer alabilmeli. Almamalı diyenler yanılıyor. İspanya dahi o masadaki yerini projelendirirken, İngiltere dahi kendine bir saha açarken Türkiye'nin bir kere daha korkak ürkek ve kokmaz bulaşmaz politikalar seçmesi bir 50 yılı daha tarihin çöp tenekesine atmamız anlamına gelecektir.. Hep dedik bir kere daha söylüyoruz. Önleyemiyorsan -ki önlenemediği ortada- gir ve kontrol et. Bu "gir" sözü, savaşa gir demek değildir. Bölgede ol, pazarlığın içinde ol demek. İskenderun'u, Batman'ı, Mardin'i, harekâta tahsis ettikten sonra kenarda beklenemez.
.
Güneydoğuda neler oluyor?
19 Mart 2003 01:00
Eminiz ki bugün başta güneydoğulular olmak üzere birçok vatandaşımız bu bölgemizde olup bitenlerden rahatsızdır. Çünkü Türk vatandaşı, güneydoğuda neyin ne için yapıldığını bilmiyor. ABD, Türkiye'nin güneydoğusunu kiralıyor mu, satın mı alıyor? Üçüncü soruyu bölge insanı sormakta? -Güneydoğu Anadolu Filistin mi yapılacak? Amerikan iktidarı, bir taraftan bölgeden kendi vatandaşlarını tahliye ederken diğer taraftan askerleri vasıtasıyla aynı yerde makul izahı olmayan teşebbüslerde bulunmakta. Ellerinde kuş uçmaz kervan geçmez köylerimizin uzaydan çekilmiş fotoğrafları olduğu halde oralara kadar gidip gayet yüksek fiyatlarla tarlaları, evleri vs. tasarruflarına geçirmekteler. Ekili olup olmamasına göre bunun borsası bile oluşmuş. Geçen hafta fabrika kapatıyorlardı, bu hafta tarlalarla başladılar hastanelere kadar geldiler. Ayrıca köprüler inşa etmekte, yollar yapmaktalar. Buradan anlaşılıyor ki sadece Irak'ta değil Türkiye'de uzun uzadıya kalacaklar. Misafirlik 3 gün olduğuna göre bu pişkinlik neyle açıklanacak? Gelişmeler, bölge insanını hem korkutmakta hem de fikri ayrılığa düşürmekte. Bazı mülk sahipleri, dolarlara dayanamazken bazıları ne olursa olsun yerlerini vermemekteler. Dikkatler Beyazsaray'a çevrildiği için güneydoğuda cereyen eden hadiseler, görülemiyor mu? Hakikaten öyle mi? Türk hükümeti, Türk genelkurmayı, emniyeti, istihbaratı, bu yabancıların niyet ve faaliyetlerinin farkında değil mi? Farkında olmaması imkânsız. Aksini düşünemiyoruz. Öyleyse Amerikalılardaki pervasızlık neden? Saddam'ı devirmekle Türkiye'nin güneydoğusunu köydeki ahırlara, tarlarara, şehirdeki hastanelere, fabrikalara kadar ele geçirmekteki maksat nedir? Bunun mutlaka açıklanması lazım. Yapılan hukuki mi? Yoksa bildiklerini okuyorlar da kimse ilişemiyor mu? PKK'nın yapamadığını mı yapma peşindeler? Müttefik, stratejik ortak vs. diyerek bir bölge zamanın derinliğinde bir başka bölgeye mi monte edilecek? Devlet, güneydoğuyu terk etmediğini göstermeli. Bütünlüğü kalmamış Irak'ın toprak bütünlüğü için çırpınırken topraklarımız ayaklarımızın altından kaymasın. Bölge milletvekilleri başta olmak üzere meclisin bu tehlikeli gidişe dur demesi lazım. Vatandaş, çok doğru söylüyor. Filistin bölgemiz de çil çil altınlar karşılığı satılmıştı. Sultan Abdülhamid meseleye el koyduysa da bu el koyma, hal edilerek sürgüne gönderilmesiyle noktalandı. Sultanın devrilmesinden 40 yıl sonra da İsrail devleti kuruldu. Gözün-kulağın dört açılacağı, bir gözün bir göze inanmayacağı günlerdeyiz.
.
Türkiye'ye minnettarlık
20 Mart 2003 01:00
Kuzey Iraklı Muhalifler Zirvesi, son günlerin önemli faaliyetlerinden biri oldu. Hatta belki de Irak krizi dolaysıyla gerçekleştirdiğimiz en somut sonuçlu toplantı yapıldı. Bir kere zirve Ankara'daydı. İkinci olarak ABD, Türkmenler ve Kürtler, zirveden çok memnun ayrıldılar. Muhalifler Zirvesine Türkiye, ABD, Iraklı Kürt ve Türkmen liderler katılmıştı. Çıkışta her biri memnuniyetini ifade edecek kelimeyi bulmakta zorlanıyorlardı. Birbirlerine iltifatlar yağdırdılar. Türkmen lider Sanan Ahmet Ağa, sona kaldığı için müsteşar yardımcımız hariç diğer erkân O'nu da dinleme nezaketi göstermedilerse de umumi hava pozitifti. En dikkate değer konuşmayı Kürdistan Yurtseverler Birliği Genel Başkanı Celal Talabani yaptı. Talabani, açık ve net bir dille Türkiye'ye minnettarlığını bildirdi. Bu kelimeyi aynen kullandı. Türkiye'nin 15 yıldır devam eden yardımları sayesinde özerk bir yapıda ve hür şekilde yaşadıklarını açıkladı. Açıklamada bütün ağırlık Türkiye'ye olduğu için Amerika bir cümleyle ve ancak gönül alma kalbilinden zikredildi. Talabani samimi mi? Samimi olmaması için bir sebep yok. Aksine şunu sormak lazım. Mesut Barzani'nin temsilcileri de neden benzer bir konuşma yapmadılar? Bu iyiliğin tek başına Talabani taraftarlarına yapılması mevzubahis olamaz. Öyleyse Barzani de teşekkür etmeliydi. "Teşekkür etmeliydi" derken illa ki minnetterlık gösterilmesi de şart değil. Geçmişe dönük bir bilanço çıkartıldığında Türkiye'nin Barzani'ye daha fazla yardım yaptığı, onun elinden tuttuğu bir gerçek. Buna rağmen Kürdistan Demokratik Partisi liderinin şu sıralar nahoş laflar etmesi Türklerle Kürtleri düşman yapmak isteyenlere fırsat hazırlamıştır. Bu fırsatçılar, birtakım sorumsuzlara Türk bayrağı yaktırdılar. Önce Mesut Barzani'nin konuşmaları ardından bayrak vak'ası, endişe verici gelişmelerin işaretçisiydi. Halbuki Türklerle Kürtlerin birbirlerine yan gözle bakmaya hakları yok. Araplarla Türklerin, Kürtlerle Arapların olduğu gibi. Hükümetler, liderler, yönetimler geçici. Onlar arasında ihtilaflar, hatta harpler çıkabilir. Halklar, milletlerse kalıcı. Bu bakımdan iki halk arasındaki gerginliğin durmadan tırmanmasından endişe ediyorduk. Başarıyla tamamlanan Ankara zirvesi, bu endişenin en azından büyümesine set çekmiştir. Mevcut gerginlik de zaman içinde ortadan kalkabilir. Yeter ki Talabani burada olduğu gibi memleketinde aynı şekilde konuşsun. Sözünü unutmasın. Barzani de benzeri ifadeleri dile getirmekten yüksünmesin. Keza bazı Türk vatandaşları da incitici ve küçültücü ifadeler sarfetmesinler. Bir ajanın bir bayrağı yaktırması çok zor değildir. Mesele sığ mantıkla ele alınmamalı. Türkler, bölücü terör sırasında binlerce kayıp verirken bile Kürt kardeşlerini rahatsız etmediler. Her alanda soğukkanlılığımızı koruma günlerindeyiz. 50 yıl bile kalsa Batılı güçler, bir gün bölgeden giderler. Türkler, Araplar, Kürtler kıyamate kadar buradalar. Türkiye buralara her devirde kalkan olmuştur. Onun için büyük düşünmek, büyük adım atmak zorunda. Akıldan çıkmaması gerekense şu: Bölge milletleri, birbirlerine kucak açıp kardeşlik duyguları pekişmedikçe başı dertten kurtulmaz. Bugün, ABD meşruiyeti çiğneyerek bölgeye girer. Yarın başka bir güç. Halbuki Ortadoğu bu bölge kavimlerinindir. Bu şuuru besleyip geliştirme görevi Türkiye'nin. Bir adım attığımızda minnettarlık görebiliyoruz.
.
İlk atış karavana
21 Mart 2003 01:00
ABD, Irak saatiyle sabah namazında Bağdat'a saldırdı. Bu sırada bazı anneler, çocuklarını emziriyordu. Sonuç, 10 Iraklı şehit oldu, 1 Amerikan helikopteri düştü. Bu ilk saldırıda Bush, karavana atış yapmıştır. Neden? Amerikan istihbaratı haber alır ki Saddam Hüseyn ve bir kısım ileri gelen Iraklı, toplantı halindedir. İstihbarat, Beyazsaray'a ulaştırılır, George W. Bush'tan "vurun!" emri çıkar. Ama hedef vurulamaz. Irak devlet başkanı, yarım saat sonra televizyonda konuşmasını yayınlatır. Sonuç, sadece karavana değildir. Keçi boynuzu gevelemeye gerek yok. İlk hamle fiyaskoyla bitmiştir. Bunu görebilmek için savaş uzmanı olmak gerekmez. Bu fiyasko, harekâtın devamı hakkında da fikir veriyor. Amerika, büyük bir prestij kaybıyla Irak'ı terk etmek zorunda kalabilir. Karavana atışlar ve onu takip eden yeni fiyaskolar doğdukça Amerikan tarafı moralman çökecektir. Buna bir de Amerikan neferlerinin naaşları, memleketlerini bulduğunda sivil halkın tepkisi eklenince siz seyrediniz manzarayı. Böyle olması normaldir. Çünkü, ortada hem bir hukuksuzluk, hem haksızlık var. Dolayısıyla harekât, gayrı meşru. Şundan dolayı, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in de işaret ettiği gibi BM Güvenlik Konseyinde Irak'la alakalı olarak başlayan sürecin ikmali lazımdı. Böyle olmadığına göre "yaptım oldu" mantığıyla atılan adım, keyfi ve elbette gayrı meşrudur. Saldırı, yalnızca ve yalnızca Irak petrollerini gasp için yapılıyor. Gerisi lafü güzâf. Haksız, hukuksuz bir saldırıya "savaş" demek doğru değil. Ortada bir harp değil, bir tecavüz var. 21. Yüzyılın şanssızlığı, çağa Saddam Hüseyn gibi diktatör ve Bush gibi aşağılık kompleksindeki iki kişiyle başlamasıdır.Eğer, Bush'un iddia ettiği gibi Irak, bir diktatörden kurtarılmak isteniyorsa bir diktatörü devirmenin 40 yolu vardır. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar öldürülmeden de diktatörler alaşağı edilebilir. Bunu CIA iyi bilir. Baasçı diktatör bahane. O'nu orada tuttular ki bir gün petrollere el koymak için meşru mazeretleri olsun. Zaten getiren de kendileriydi. Haksız, hukuksuz bir harekâtın zaferle bitmesi zordur. ABD yeni bir Vietnam'la yüz yüze kalmış olabilir. Teknoloji, daima yüz güldürmez. Her Amerikan askeri, bir süre sonra petrol uğruna bölgeye geldiğini hissedecektir. Onlarda yılgınlık başlarken Iraklılarda vatanlarını müdafaa şuuru bilenir. Diğer taraftan tezkereyle yetki alan Türk hükümeti de daha dikkatli olmalı. Hadiseye 6 milyar dolar için katıldığımız gibi ayıp bir görüntü, ortadan kaldırılmalı. Bu bir komik paradır. 70 milyon nüfusa böldüğünüzde kişi başına 90 dolar düşer. Biz, orada tarihen ve fiili mecburiyetler sebebiyle bulunmamız gerektiği için yer almalıyız. Bunu katiyyen Türkiye'nin savaş ilanı gibi göstermemeli. Zararı asagariye indirmek, hakem görevi yapmak için bölgeye girdiğimizi dünyaya duyurmalıyız. Dua zamandır. Mazlum ve mağdur insanlara dua ediniz... Dünyanın tez zamanda Bush ve Saddam'dan kurtulması için de dua ediniz. Sonra da işinize gücünüze bakınız. Bu fakirlik devam ettikçe bu zilletler bitmez. Irak'la savaşmak aklımızın ucundan geçmez lakin fakirlikle savaş aklımızdan çıkmamalı. Bakınız Amerikan füzeleri Bağdat'ı vuruyor, İstanbul'da dolar yükseliyor. Daima böyle oldu. Vatanlarını müdafaa edenler hep cephede kazandılar, emperyalistler masada, ekonomide, ticarette. Ona da "kapitalizm" dendi. Vahşi kapitalizm, kendi diktatörlüğünü sürdürmek için sosyalizm taklitçisi bir dikta yönetime saldırmakta.
.
Irak'ın şanlı direnişi
24 Mart 2003 01:00
Bush, "Irak halkına hürriyet götüreceğiz" diyordu. Bu söz, daha o günden sırıtan bir yalandı. Amerikalı Bush da İngiltereli Blair de İspanyalı Aznar da mevcut siyasi üsluplarıyla Cengiz Han'ın devamıdır. Tarihin vahşet modeli Cengiz'in torunu Hülagü zalimiyle Bağdat'a giren Moğol sürüleri, bir medeniyeti, kütüphanelerdeki nadide yazma eserlere varıncaya kadar yerle bir ettiler. Bu felaketten birkaç asır sonra İslam medeniyeti, bu defa Avrupa kıtasında benzer bir facia yaşadı. İspanyol barbarları, Endülüs'e girip rüya kadar güzel eserleri yakıp-yıkarak tahrip ettiler. El Hamra dahi ateşe verildi. Bağdat'ta olduğu gibi Endülüs'te dünya medeniyeti bir kere daha geriledi. Avrupa'daki bu felaketten birkaç asır sonra bu defa sıra Asya'daydı. İngilizler, 19. Asırda Hindistan'daki Babür İmparatorluğunu akıllara durgunluk verecek bir vahşetle yıktılar. Aradan bir asır geçmeden bu defa yer yüzünün denge unsuru Osmanlı'ya saldırdılar. İngiliz, İtalyan, Fransız, Amerikan kuvvetleri... I. Cihan Harbi'nde de Osmanlı devletini ortadan kaldırdılar. Portekizi, İspanyolu, Belçikası, Hollandası, İtalyası, Almanyası, Fransızı... Bunların cümlesi sabıkalı. Tamamının sabıka kaydında "sömürgeci" yazar. İşe yarar her ne varlık, canlı, eşya, insan, eser varsa gemilerle, vagonlarla, uçaklarla ait oldukları yerlerden koparıp kendi memleketlerine taşımışlardır. Zencilerden müzelere kadar. Çünkü insan olarak kendilerini görürler. "İnsan hakları" diye diye insanları kandıran Amerikan idaresi daha düne kadar zencilerle beyazların aynı otobüse binmesine bile müsaade etmiyordu. Bugün Irak'ta insanlığı mahveden o sömürgeci ruh hortlamıştır. Sahnede baş aktör ve yardımcı aktörle Hollanda vs. gibi figüranlar yer alıyor. Oyun aynı oyun. Meselenin mahiyetini İngiliz başbakanı Churchill'in sözü özetliyor: "Bir damla petrol, bir damla kandan üstündür". Petrol uğruna her türlü katliam mubahtır. İşte bu kadar. George W. Bush, hakikaten hürriyete muhtaç Irak'a hürriyet götürmek için girmedi. Amerikan askeriyle onun peşinden ayrılmayanlar, petrolleri gasp etmek maksadıyla Irak'ı işgal peşindeler. Şükür ki... Yalanla-dolanla Irak'a saldıran sömürge güçleri, daha ilk ândan itibaren başarısız kaldılar. İlk atış karavana idi, şimdiyse hayal kırıklığıyla karşı karşıyalar. Uluslararası televizyonlarının yönlendirmelerine, ekranları dolduran yorumcularının çarpıtmalarına rağmen gerçekler gizlenemiyor. Çok değil, bu işgal, bir hafta daha bu şekilde devam etsin Amerikan kuvvetleriyle onun çapulcuları çözülecektir. Halkı en fazla rahatsız edense emekli bir Türk generalinin vatanını müdafaa eden Iraklı askerlere ekrandan "terörist" demesidir. Uzman diye ekran ekran dolaşan bu adamları Genelkurmayın görmesi lazım. En azından emekli subay unvanını kullanmasınlar. Onlara karşı doğacak nefret, istenmedik adreslere kayabilir. Zulüm payidar olmaz. Bush-Blair ikilisi zulmediyor. Sonlarına gelince... Blair, devrilir. Bush, -herhalde- Adolf Hitler gibi intihar eder. Zira aynı ruh halinde biri. Saddam Hüseyin'i ise bizzat Irak halkı cezalandırır. Kim neyi nasıl çarpıtmaya kalkışırsa kalkışsın. Her şey gözler önünde. Irak, şanlı bir direniş gösteriyor.
.
Protesto kültürü
25 Mart 2003 01:00
Amerika'dan İngiltere'den Avustralya'ya kadar dünyanın hemen her yerinde protesto gösterileri yapılmakta. Yüz binler, milyonlar meydanlarda Bush'u, Blair'i, işgalci güçleri yermekteler. Halk, Amerika'da, İngiltere'de kendi iktidarlarını sarsıyor. Türkiye'nin de içinde yer aldığı İslam dünyasında çıt yok. Bu suskunluk, tabiî sayılamaz. İslam dünyası gibi Türk milleti de Irak halkını böylesi zor bir zamanında yalnız bırakamaz. Bütün yük Bağdat'a giden birkaç canlı kalkana yüklenemez. Ama ortada hiçbir hareket yok. Bu netice, protesto kültürünün olgunlaşmamasına bağlanabilir. Ya duymazlıktan geliniyor veya oto kontrolden kurtulmuş taşkınlıklar yapılıyor. Bu cuma günü Türkiye'yle beraber bazı İslam ülkelerinde de gösteriler oldu. Bunlar, polisi zora sokacak tarzda protestolardı. Tasvibi mümkün değildi. Hele bunların Cuma namazı sonrasında ortaya çıkması hiç doğru değil. Protestodan maksat sesini duyurmak, tavır koymaktır. Başkalarını aşağılama ve kendi güvenlik birimlerini zora sokup cop ve dayak yemek değil. Protesto, taşkınlık yapmak, sağa-sola ve emniyet kuvvetlerine saldırmak da değil. Protesto edilen ülkenin bayrağını yakmak da değil. Çünkü o bayraklar, yönetimleri değil, milletleri temsil eder. Aklı başında Amerikalılar da İngilizler de diğerleri de savaşa karşı. Savaşa karşı olan insanların bayrağını yakmaya kimsenin hakkı yoktur. Bu ölçüleri esas alarak İslam toplumları, seslerini duyurabilmeli. Bunun faydası ne olacaktır? Protesto ile kamuoyu oluşturulur. Dünya doğru tarafa çekilir. Protesto, sesli de olabilir sessiz de. Fakat her halükârda taşkınlıktan uzak durmalı. Arada ajanların, kışkırtıcıların yer alacağı akıldan çıkartılmamalı. Kanın, gözyaşının akmaması için yapılan miting, yürüyüş ve gösterilerde kan ve gözyaşı akması tezat olur. Seviyesini koruyarak Türkiye'de de diğer İslam ülkelerinde de protestolar yapılmalı. Yürüyüşler olmalı... Sağlık ekipleri gitmeli. Yardıma koşulmalı. Unutmayınız Bağdat ortak şehirlerimizden biri. Musul, öyle Kerkük öyle. Ateş kusan o Moğol bombaları, Arabın da Türkmen'in de Kürdün de başına yağıyor. O halde hepimizin başına yağıyor. NTV'nin televizyonculuğu Şu savaş sırasında bütün medya imtihanda. Objektiflik esas. Sorumlu yayıncılık şart. Her şey böyle zamanda belli olur. Ortaya koyduğu kalite, tarafsızlık ve duyarlılık sebebiyle NTV teşekküre fazlasıyla layık. ABD'yle Irak yarıştığı gibi medya da yarışta onlara da not verilmekte. Şu gün itibariyle NTV önde gidiyor.
.
Paçavraya dönmüş bir BM
26 Mart 2003 01:00
Birinci sınıf milletlerle diğerleri ayrımındaki BM/ Birleşmiş Milletler Teşkilatı, kuruluşundan beri bir tuhaf yapıda sürüp gidiyordu. Veto sahibi olan ABD, İngiltere, Çin, Rusya, Fransa gibi bir avuç devletle ötekiler. Güvenlik Konseyi üyeliği imtiyazına malik olanlarla zavallı genel kurul üyeleri. Hangi konuda hangi karar alınırsa alınsın. Eğer bu karar, imtiyazlılardan birinin işine gelmiyorsa veto mekanizmasını işleterek o kararı geçersiz hale getiriyorlardı. Kıbrıs'tan dolayı bu uygulamanın çok zararını gördük. Filistin, çok daha fazla zarar gördü. Dünya, İsrail zulümleriyle ayağa kalktığı en ağır zamanlarda bile Beyazsaray hükümetleri, BM genel kurulunun aldığı kararları veto ederek hükümsüz hale getiriyordu. Teşkilatın bu çarpık yapıdan, imtiyazlı olanlarla diğer milletler ayrımından kurtulması gerekirken bu defa ABD'nin paçavraya çevirmesi ile sorgulanmayı mucip bir derekeye düştü. Şunun tesbiti gerekir: BM diye bir teşkilat artık var mı yok mu? Varsa bu savaş neden var? Varsa kendini hiçe sayarak Irak'a saldıran başına buyruklar niçin kınanmaz? Kınamak ne kelime? O, bir paragraflık laftan ibaret. Bir yere sadece üçüncü dünya devletleri mevzubahis olunca mı Barış Gücü askerleri gönderilir? Daha önemlisi, BM Genel kurulu neden acilen toplantıya çağrılmaz? Neden veto edilse bile bir başka BM üyesi devleti bombalayanların hareketi gayri meşru ilan edilmez? Bu pasiflikten de öte korkaklığın sebebi hangi makul gerekçeyle izah edilebilir? Bu sorular çoğaltılabilir. Ama boşa gayret. BM, Amerika aleyhine hiçbir karar alamaz ve almayacaktır. Tarafsız olduğu farz edilen İsviçre dururken New York'ta kurulu olmasının anlamı şimdi daha iyi kavranıyor. Gelinen noktada BM bir tabela şirketine dönmüştür. Şah idi. Şahbaz oldu. Daha doğrusu tarihin çöp sepetinde Şu gün işe yaramayan, itibarını yitirmiş bir BM'nin varlığındansa yokluğu daha iyi. Yiğidi öldür hakkını inkâr etme. Taha Yasin Ramazan çok doğru dedi. -Bu Kofi Annan neden istifa etmez? Evet bay Annan neden istifa etmiyorsun? Yoksa istifanın haysiyetlerle oynandığı zaman işletilen bir müessese olduğunu bilmiyor musun? Bütün heyheylenmen KKTC'ye mi? "Annan planı" diye aylarca kafa şişirildi. Hadi bakalım o Annan denen zat bir de "Irak planı" hazırlasın. Oraya da adil bir çözüm getirsin. Yoksa sipariş üzerine aylar evvelinden onu da hazırladın da işgalin bitmesini mi bekliyorsun?
.
Sahip ve uşak
27 Mart 2003 01:00
İşgal teşebbüsüydü, şimdi savaş oldu. Yüreklerinin derinliğinde bir ülkeyi işgale gittiklerini hisseden askerlerle vatanlarını müdafaa eden adamların mücadelesine şahidiz. Onun için eski bir tüfekle son sistem bir helikopteri düşürebiliyorlar. O adamların başlarındaki kimseden razı olup olmamaları kendi iç meseleleri. İşgali savaşa bu ruh hali çevirmiştir. Teknoloji, hangi noktalara varmış olursa olsun mesele insanda bitiyor. Hatalar zinciri, meşhur CIA'nın yanlış istihbaratıyla başladı, Amerikalı askerin bayrağını çöle dikmesiyle devam etti. Bu hareket, sakladıkları sömürgeci niyeti apaçık ortaya koyuyordu, gözler açıldı. Savaşın sonu ne olur? Bunu artık kimse bilmiyor. Amerika, kaybettikçe öfkelenecek, öfkelendikçe sinir sistemi bozulacak, sinir sistemi bozuldukça haktan hukuktan iyice uzaklaşacak, bunlardan uzaklaştıkça da kendi halkının da dünyanın da daha fazla gazabını çekecek. O zaman Bush ve ekibi yerinde kalamaz. Bu arada Türkiye'nin kıymeti de yeniden keşfedilecek. Aslında onu geçen haftaki pişkin "U" dönüşüyle keşfetti bile. Yaşadığı kısa tecrübe, Washington'a şunu göstermiştir: Türkiye, olmadan Amerika, Ortadoğu'da bir varlık gösteremez. Dahasını söyleyelim. Türkiye olmadan Amerika, Avrupa'da da zorlanır. Peki Türkiye ne yapmalı? Evvela büyüklüğünün farkında olmalı. Ayağını yere sağlam basmalı. Hem Ankara bunu görmeli hem İstanbul. Ankara'nın devlet erkanı, siyasetçisi sivil ve asker bürokratları. İstanbul'un aydını, tüccarı, gazetecisi. 1 milyar dolarlara tenezzül etmek gibi vahim hatalar da işlenmesin. Türkiye, bölgenin şemsiye devletidir. Türkmen'in de Arab'ın da Kürdün de hamisi, koruyucusu, menfaatlerinin müdafii olduğunu göstermelidir. Haddine mi düşmüş ki biz ABD veya AB'nin izniyle Kuzey Irak'a girelim veya çıkalım? Millî menfaatlerimiz neyi emrediyorsa onu yaparız. "İşgalci" derlermiş, demezlerse hatırımız kalır. Vakur, haysiyetli, şahsiyetli ne dediğini bilen, ne yaptığını gören devlet olmak mecburiyetindeyiz. Türkiye, büyük düşünmek ve büyük oynamak zorunda. Bütün bunları temin edecek hükümetlerdir. 59. Hükümet de esas itibariyle bu görüştedir. Görüşünden de geri adım atmasın, tereddüde kapılmasın. Ekranlarla, gazete köşelerinde kendilerine yer bulmuş bazı aklı evvellerin yazıp-söylediklerine kanmasınlar. Onlar, Amerika'ya duydukları hayranlığın yarı miktarıyla Türkiye'ye inansalar her şey başka türlü olur. Bunların bazısı mazur, o kadar düşünebiliyor. Amerika'nın devasa olduğuna asla yenilemeyeceğine, sözü üstüne söz konulamayacağına inanmışlar. Bazısı ise fonksiyonlarını ifa etmekteler. Hayat standartları tetkik edilirse ne demek istediğimiz anlaşılır. Washington'dan gelen her isteğe "peki sahip!" deme tabiatındalar. Onlar sosyal hayatımızdaki kanser tümörü. Fırsattan istifade bazısı gazetesini, bazısı televizyonunu bazısı da kendini kurtarma peşinde. Dertleri Türkiye ve bölge değil, çıkarları. Başbakan, bakanlar, genelkurmay, hariciye bunların sözlerine yazılarına kanmasınlar. Şu bir haftada bile ne dedilerse aksi çıktı.
.
Irak yerine ABD yeniden yapılanacak
28 Mart 2003 01:00
Bush, insanlığı aldattı. Irak'ı Saddam Hüseyn'den kurtarma iddiasıyla dünyayı peşine takmaya uğraştı. Bazı küçük iştirakleri hesap dışı tutarsak -şükür ki- İngiltere dışında pek de lafını dinleyen olmadı. Türkiye, kendi şartlarından doğan bir zorluk içindeydi. Şundan dolayı. Hakim bir kanaat vardı. Amerika, Irak'a girecek, diktatörü devirecek, Irak topraklarında federatif bir yapı tesis edecek. Bir eyalet valisi tayin edecek ve Irak'ın başta petrol olmak üzere servetini muhakkak sömürecekti. Türkiye buna kayıtsız kalamazdı. Ya Amerika'ya kafa tutarak bölgeye yaklaştırmayacaktı. Veya ittifakla birlikte olacak ve yeniden çizilecek Irak haritasında aleyhine doğabilecek her hangi bir gelişme karşısında müdahalede bulunacaktı. Birincisini yapmayı kimse bekleyemez. İkincisi ise bir zaruret. Zaruretin epeyce sebepleri varsa da ikisi çok mühim. İlki, Kuzeyde müstakil bir Kürt devletinin kurulması. Irak'ın Türkiye hududunda kurulacak bir Kürt devletinden sonraki tehlike, bölgede ikinci bir Şii devletinin doğmasıdır. Bugünkü Irak'ın yüzde 57'si Şii'dir. Kürtlerse Sünni/Şafiî. Kürtler ayrılırsa kalan parça Şii devleti olur. Türkiye, bölgede ikinci bir İran istemez. Böyle bir vukuat neticesinde Irak petrolleri, dolaylı olarak İran'ın nüfuzuna girer. İkinci sebepse Musul ve Kerkük'ün Irak dışında bir kuvvetin eline geçmesi. Türkiye, bu iki şehir üzerinde bilhassa hak sahibidir. Bu hak, tarihten ve nüfus yapısından gelmekte. Tıpkı Kıbrıs gibi Musul ve Kerkük de zor zamanımızda ayak oyunlarıyla bizden koparılmıştır. Onun için BM'de kararlaştırılmış ve hukuka riayetkâr bir müdahalede Türkiye kontrol için hadisenin içinde yer alacak, fakat taraf olmayarak hakem rolü oynayacaktı. Bu da türlü tezkerelerle gitti-geldi. Şimdi tekrar bir tezkere söylentisi var. Ama şu kadar Amerikan zulmünden sonra işgalci katillerle birlikte olamayız. Amerikan teknolojisi, çocukları, pazarda alışverişini yapan sivilleri öldürmekte. Türk milleti de İslam alemi de insanlık da üzüntüden kahroluyor. Savaş öncesi şartlar tamamen değişmiştir. Hiçbir şekilde Bush desteklenemez veya öyle anlaşılacak adım atılamaz. Yukarıda ifade ettiğimiz iki mühim gerekçe şu gün de varit. Ancak artık "savaşa gir ve kontrol et" değil "zamana yay ve uzaktan kontrol et" esasıyla hareket edilmelidir. ABD'nin hedeflerine varması haylice zor görünüyor. Irak'a sözümona hürriyet getireceklerdi. Bir kere daha yalan söylediler. Irak'a kan gözyaşı açlık ve sefalet zulüm ve vahşet getirdiler. Dünya tarafından lanetleniyorlar. Galiba Irak'tan önce ABD yeniden yapılanacak. Bush hem zalim hem kibirli. Böyleleri burunları üstüne çakılırlar.
Türklere çağrı
31 Mart 2003 01:00
Bush, "Irak vatandaşlarını bir dikta rejiminden kurtarmaya gideceğiz" diyordu. İngiltere, İspanya gibi diğer devletleri de bu sözle yanına çekmeye çalıştı. Şu gün net bir şekilde anlaşılıyor ki Irak'a ora halkı için girilmiyor. Bu memleket, petrol ve yeraltı, yer üstü zenginlikleri sebebiyle kanlı bir şekilde işgal edilmekte. Meğerse G. W. Bush, dünyayı kandırmaktaymış. Şöyle düşünmeli... I. Cihan Harbinde de İngiliz tayyareleri İstanbul semalarından payitahtı rahatsız etmekteydi. Eğer Osmanlı Devleti yıkılmasaydı da Bağdat, Musul, Kerkük, Kerbela... şu gün "Irak" denen topraklar hâlâ elimizde olsaydı, bugün aynı koalisyon güçleri, teknolojik canavarlarıyla İstanbul'a ateş yağdıracaklardı. Şimdi İstanbul'da anneler feryat edecekti. Osmanlı devletine de petrol için kıydılar. Tehditlerini daha sonra da zaman zaman yaşadık. Johnson, 1963'te Kıbrıs'tan dolayı Ankara hükümetini tehdit ettiği gibi 1974'te Reagan, Afyon ekimini yasaklamadığımız takdirde Sultanahmet Camiini bombalayacaklarına dair edepsizlenmiş. Devrin başbakanı Ecevit, bunu açıklayalı bir ay olduğu halde nedense kimsenin kılı kıpırdamadı. Manzara sisten kurtuldu... Artık kuzeyden cephe açamayız. Hava koridorunun dahi mutlaka kapatılması lazım. Ayrıca hükümetin savaşın durması yönünde atağa kalkması gerekiyor. Yangın büyüdükçe yayılma istidadı artar. Savaşı başlatan ve ismine zoraki bir yakıştırmayla "koalisyon güçleri" denen sömürgeci devletler, başlangıçta ifade ettikleri hiçbir taahhüde sadık kalmadıkları için Türkiye, her kararında tamamen serbesttir. Bile bile bir yalanın peşinde sürüklenemeyiz. Hava koridorunun kapatılması da yetmez. İncirlik ve benzeri ne kadar tesisleri varsa onlar da hakimiyetimize girmeli. Keşif Gücünün de yurdumuzdan atılması lazım geliyor. İlk dünya harbinde Almanların oynadığı oyunu bu defa Amerikalılar tekrarlayabilir. Bunlar ve benzeri onlarca tedbir devletle hükümetin vazifesi. Doğrudan vatandaşa düşen işler de var. Sivil toplum kuruluşları da kıpırdamalı. Neler yapılabilir? Dolar, her şekliyle hayatımızdan çıkmalı. Dolar kuvvetli bir para değil. Eğer dolar gerçekten sağlam olsaydı Amerika bu savaşa ihtiyaç duymazdı. Ekonomisinin zorda olduğunu bilmeyen yok. Bütün dünyadaki Türkler, Amerikan mallarına, yiyeceklerine, içeceklerine, giyeceklerine vs vs... sıkı bir boykot uygulamalılar. Amerika ve İngiltere'deki beyinlerimiz geri dönmeli. Ticari firmalarımız ağırlıklarını asla oralarda tutmamalı, kısacası Amerika, İngiltere ve İspanya'ya gidecek tek kuruşa dikkat etmeli. Bunların kurşun olarak Iraklı kadın, çocuk ve sivil halka sıkılacağını asla unutmamalı. Amerikan, İngiliz, İspanyol vatandaşı Türkler, hemen onların vatandaşlığını terk etmeli, çifte vatandaşlık hakkı olanlar pasaportlarını iade etmeli. Bu hayranlık duygusu, bir hastalıktır. Onların vatandaşı olmak, oralarda yaşamak bir şeref değil. Soğukkanlılığı bırakmadan protesto yürüyüşleri yapılmalı. Boykot ve protesto çağın sivil silahlarıdır. Her nerede yaşıyor olursa olsun her Türk, şu haksız, işgalin şu sıkılan kurşunların, şu atılan bombaların öldürdüğü, sakat bıraktığı zavallı insanların, Bağdat'ın, Basra'nın... acısını tâ kalbinde hissetmeli. Vebal denen bir hakikat unutulamaz. Vahşi batının petrol için giriştiği bu mezalime seyirci kalamayız. Öyle bir mesuliyetsizlik, benzer musibetlerle karşımıza çıkar. Zaten Kuzey Irak'lı aşiretlerin ağzına bir parmak bal çalarak Türkiye'nin arkadan çevrildiğini görmemek mümkün değil.
.
Kürtlere çağrı
1 Nisan 2003 01:00
Koalisyon Haçlı İttifakıyla işbirliği yapan Kürtler, Türk, Türkmen ve Araplara karşı muharebeye girişmek gibi hafsala kabul etmez bir yanlışlık yaparlar. Buna Kürt önderlerinin hakkı yoktur. Bu tezgâh, İngiliz desiseleriyle I. Cihan Harbi'nde fazlasıyla işletildi. Türk'ü, Türkmen'i Arap'ı birbirine düşürdüler. Türkiye Cumhuriyeti, İngiliz'in dünkü yaptıklarıyla bugünkü niyetlerinin bütünüyle farkında. Onun için -ABD bir İngiliz taşeronu olsa bile- İngilizleri mümkün mertebe bölgeye yaklaştırmamaya çabalıyoruz. Kürtler, aynı şuurda olmazsa buna çok esef edilir. Tarihten ders almadılarsa Türkiye'de son 30 yılda cereyan eden ve 30 bin insanın hayatına mal olan PKK teröründen de mi ders almıyorlar? Yabancı devletler, Abdullah Öcalan'ı kullandıktan sonra "kullan at" politikaları gereği onları Türk emniyet kuvvetlerine teslim ettiler. Şimdi de bu hadiseyi ikide bir başa kakıyorlar. Aklınızı başınıza devşirmelisiniz. Kürt kim, Türkmen kim, Arap kim, Türk kim? Bunların hepsi kardeş. Dinleri aynı, coğrafyaları aynı, tarihleri aynı. Siz zor zamanınızda "ya Abdülkadiri Geylani" veya "ya Gavs yetiş" demez misiniz? Bağdat'taki bütün sahabileri, ulemayı, evliyayı büyük bilmez misiniz? Eğer PKK gibi Marksist ideolojiye saplanmadınızsa bilirsiniz? Peki, bu zatların yattığı mekânlara füzeler, uçaklar, helikopterlerle ateş yağar, onların torunları, bir karış çocuklara kadar katledilirken, insanlar, su bulamazken sırf Saddam Hüseyin husumetinden dolayı nasıl düşmanla işbirliği yaparsınız? Buna hakkınız var mı? Böyle bir merhametsizliği kendinize yakıştırabilir misiniz? Buna İmamı Cüzeyri razı olur mu? Selahaddin-i Eyyubi kızmaz mı? Dinimizde fitne çıkartmak haram değil midir? Muhtariyetse işte muhtarsınız. Türkiye de size her türlü yardımı yaptı ve yapmakta. Liderlerinizin cebindeki kırmızı pasaport bile ay-yıldızlı. Unutmayınız ki bugün atacağınız yanlış bir adımın zararını gelecek nesiller çekecektir. Dünün yaralarını sarmak varken yeni yaralar açmak herkese kötülüktür. Haçlı Koalisyonu, ne gün olsa bölgeden sökülüp çıkartılır. Dikta da bir gün biter ama ihanetler unutulmaz. Kendinize hain damgası vurdurmayın, kimseyi arkadan vurmayın. Türk, Türkmen, Kürt, Arap "ümmeti vahidedir". Bu "tek ümmet" gerçeği yüksek sesle dile gelmese de Türkiye tarafından kollanıyor. Size düşen kardeşlik duygularını pekiştirmek. Eğer o bir karış çocukların kanlarına ellerinizi bularsanız, gözü yaşlı annelerin bedduasını alırsanız kıyamete kadar iki yakanız bir araya gelmez. Fitne çıkartmak haram, devlete isyan etmek haram, kardeş kanı dökmek haram, düşmana yardımcı olmak haram. Bu kadar harama tevessül eden gazabı ilahiyeye muhatap olur. Zaman zaman mağdur olduysanız bunu bu defa da siz başkalarına yaşatamazsınız. Müslümanlar kırılırken fırsatçılık yapamazsınız. Bakınız Araplar, ne diye gösteri yapıyor? -La ilahe illallah!... Siz başka bir şey mi diyorsunuz? Mesut Barzani, Celal Talabani, sesimizi duyuyor musunuz? Bu dediklerimiz sizin için bir kıymet ifade ediyor mu? "Hayır" diyeceğinize ihtimal vermiyoruz. Kur'an-ı kerim, şöyle demiyor mu? -Birlikte rahmet, ayrılıkta azabı ilahi vardır.
.
Araplara çağrı
2 Nisan 2003 01:00
Haçlı Koalisyon güçleri, Irak'ta her geçen gün zulmünü artırıyor. Hürriyet getireceği, diktaya son vereceği vaadiyle dünyayı aldatan ABD, şimdi işgal ettiği toprakları hakimiyetine geçirmek için pazar yerlerini, mahalleri vuruyor, ev kadınlarına kadar halka işkence yapıp onları sindirmeye uğraşıyor... Haçlı Koalisyonun askerleri insanın tüylerini diken diken eden bu vahşeti işlerken koca bir coğrafyaya yayılmış Araplar neredeler? Hangi tedbirleri almaktalar? Ne yazık ki Arap dünyasında da herhangi bir memlekette olduğu kadar sokak gösterileri olmakta. Endonezya, Malezya, hatta Bangladeş halkı daha gayretliler. Devlet kademelerinde ise hiç bir kıpırdama yok. İtibarını kaybetmiş olsa bile BM'yi toplayamıyorlar. İslam Konferansı Teşkilatı'nı harekete geçirmiyorlar. Arap Birliği Teşkilatı bir tavır koyamıyor. Mısır'a 5 milyar dolarlık bir yardımla sus payı verilecekti. Herhalde aldı ki sesi sedası çıkmamakta. Suudilerden bir şey beklenemez. Suriye, tehdidin hedefinde olduğu için kaygılı. Kaba kuvvetine güvenen zorba bir devlet, yanına yardımcılarını da alarak sırf petrolü için bir ülkeyi yakıp yıkmakta. Bunlara karşı Arapların sessiz kalması hangi mantıkla izah edilebilir? Oysa yapacağınız çok şey var... En evvel İspanya, İngiltere ve Amerikan bankalarındaki bütün paralarınızı çekmelisiniz. Bosna Savaşı sırasında yapmadınız. Bari bu defa vicdanlar sızlasın. Amerikan, İngiliz, İspanyol mallarına karşı boykot uygulayın. Bu devletlerle alışverişi kesin. Bu memleketlere tatile gitmeyin. Irak'a gıda, ilaç, silah ve asker yardımı yapın. Türkiye ile sıkı işbirliğine gidin. Elinizde para ve petrol diye iki kuvvet var. Bu kuvvetlerle düşmanı nasıl dize getireceğinizi, işgal altındaki Irak halkına nasıl yardımcı olacağınızı düşünün. Bosna'ya aldırmadınız. Filistin'i kanıksadınız. Eğer Irak'ta da kılınızı kıpırdatmazsanız işiniz zor demektir. Hem bu dünyada hem diğer dünyada. Ey Araplar ayağa kalkın ve üzerinizdeki ölü toprağını silkin... Irak'ta çocuklar ölüyor, anneler feryat ediyor. Kanal 7'ye takdir Irak'ın işgali ve yapılan mezalimi Kanal 7 ajanslardan derleyerek, canlı bağlantılar yaparak bütün tafsilat ve teferruatıyla gözler önüne seriyor. Bu televizyon, mazlum insanların seslerini dünyaya hakkıyla duyurabildikleri pencere olmakta. Yaptıkları işin hakkını verdikleri için kendilerini tebrik ediyoruz. Allah, razı olsun
.
Dünya'ya çağrı
3 Nisan 2003 01:00
Sokak köpekleriyle alâkadar olunmasını bir merhamet numunesi olarak görüyoruz. Hayatları tehlikeye giren balinaların kendi hallerine terk edilmemesini de takdirle karşılıyoruz. Bunun en mükemmel örnekleri bizim tarihimizde mevcut. Topal leyleğe, üşüyen kuşa, aç kalmış kurda sahip çıkmışız. Ama en evvel insana sahip çıkmışız. İnsandan değerli hiçbir varlık yok. İnsan varsa her şey var. Bundan dolayı kaç zamandır hayvanseverlerden, çevrecilerden savaşa reddiye bekledik. Acaba o ses, vicdanları paralayarak yükseldi de biz mi işitmedik? İnşallah öyledir. Lakin korkarız ki bu sadece bir temenniden ibaret. İtlafı gereken sokak köpeklerini telef etti diye kameralar önünde belediye başkanlarına çığlık çığlığa saldıran kadınlar, analar nerelerdeler? Neden Irak'ta kör bir kurşun veya sersem bir bomba yahut akılsız bir füzeyle hayatından olan veya ömür boyu sakat kalacak çocuklar için de aynı hassasiyeti göstermiyorlar? Aynı olur mu? Aynı olması insana haksızlıktır. O iri kara gözlü çocuklar da can. Onlar için yürekleri yarılan anneler de anne. Onların heykeller gibi donup kalan mustarip babaları da baba. Şimdi o çocuklar, aynı zamanda açlık tehlikesiyle de karşı karşıya. Yakında çöl sıcaklarıyla birlikte salgın hastalıklar çıkacak. Öyleyse bu suskunluk neden? Sözümüz, çağrımız, protestomuz önce Türkiye'deki suskunlara. En önce onlara. Sonra İslam âlemine, sonra Orta Asya Türklüğüne, sonra Kafkas Müslümanlarına, sonra daha dün benzeri mezalimi yaşadığı için bugün Iraklıyı en iyi anlayacak olan Balkan milletlerine. Ve sonra da 6.5 milyar dünyalıya, dünyaya. Kanadalıya, Çinliye, Japonyalıya, Güney Afrikalıya, İsveçliye... Eğer bir ceberut, hormonlu kuvvetine güvenerek tabiat zenginliği yüzünden bir fakir ülkeye saldırırken siz, bu istilayı kılınız kıpırdamadan seyreder ve bu tecavüzün durması için harekete geçmezseniz biliniz ki o füzeleri, bombaları, kurşunları insafsızca kullanan sömürgeci ordudan bir farkınız kalmayacaktır. Siz de bir Bush... Siz de bir Blair... Siz de bir Aznar olursunuz. Onun için ABD'de, İngiltere'de, İspanya'da kendi hükümetlerinin yaptığını yermek uğruna sokaklara dökülüp onlara hesap soran o memleketler halkını fevkalade takdir ediyoruz. Siz de... Siz de susmayın... Durmayın... Orta Doğu'dan başlayarak insanlığı tehdide doğru yol alan bu yangının sönmesi, barışın gelmesi, Bushların Blairlerin, Aznarların gitmesi, 21. Yüzyıl Hitlerlerinin, Mussolinilerinin, Stalinlerinin devrilmesi için üzerinize düşeni yapın. Onları Sırp kasabı, savaş suçlusu Slobodan Miloşeviçlerin yanına gönderiniz. Adalet, hormonlu kuvvetten güçlüdür. Ya bunları yapar veya suça ortak olursunuz. İster beyaz, ister sarı, ister siyah ırktan olun. İster Müslüman, ister Hıristiyan, ister Budist olun... Madem ki insansınız... Madem ki şahitsiniz... Öyleyse dünyayı karıştıran bu haksız, ahlâksız ve merhametsiz savaşın önüne set olun, duvar olun. Bu yangına dökülen bir damla su da siz olun. Siz... siz olun!
.
Duaya çağrı
4 Nisan 2003 01:00
"Henüz savaş başlamadı" deniyor. Savaş başlamadığı halde ekranlar, gazete sayfaları bakılamaz halde. Demek ki daha kötü manzaralar ileride. Her savaşta olduğu gibi bunda da ilk mağdurlar yine çocuklar. Onların anneleri. Çünkü askerden çok sivil ölüyor. Kazaen pazar yerleri vuruluyor, yanlışlıkla evler vuruluyor siviller hayatından oluyor. Bu nasıl kazadır, nasıl yanlışlıktır ki üst üste tekrarlanmakta. Kaza mı, yanlışlık mı, göz dağı mı? "Daha savaş başlamadı" lakin açlık başladı, sususzluk başladı, katliam başladı. Amerikalılar kendilerine yardımcı olacak kapıları açtılar. Asker hariç, her türlü destek verilecek. Sularından ekmeklerine, ilaçlarına kadar yardımlarına koşulacak. Yaralıları, ülkemize taşınıp tedavi edilecek. İnsani yardımdır mümkün görülebilir. Peki ama Iraklı komşularımız ne olacak? Onlar da insan. O çocuklar, o kadınlar, bir damla su, bir dilim ekmek için erzak dağıtılan kamyonlara üşüşen insanlar ne olacak? Onlara kim insani yardımda bulunacak? Onlar, insani yardımdan mahrum mu kalacak? Türk hükümetinin mecburiyetiyle niyetini Irak'a çok iyi anlatması lazım. Olabilir, bugünkü Irak rejimi değiştirilebilir. Ne var ki o millet, orada yaşamaya devam edecektir. Mühim olan Irak halkıyla köprüleri atmamak. Onlar şimdi zordalar. Yardıma, desteğe, şefkate muhtaçlar. Çağrılar, kime ne kadar tesir etmekte bilmiyoruz. Buna rağmen çağrılarımızı yaptık. Türklere, Kürtlere, Araplara, dünyaya çağrıda bulunduk. Bunların her birinin kendi açısından sorumlulukları var. Son çağrımız duanın gücüne inananlara. Mazlum, mağdur ve kimsesizlere dua ediniz. Kapısı, dipçiklerle postal darbeleriyle kırılıp girilen evlerdeki kadınlara dua ediniz. O evlerde karısının, çocuklarının gözü önünde elleri arkadan bağlanan işinde gücündeki Iraklılara dua ediniz. Bir karış çocuğuyla kendi ülkesinde esir kampına kapatılmış babalara dua ediniz. Füze parçalarıyla yaralanmış yavrulara dua ediniz, Aç, susuz, ilaçsız insanlara dua ediniz. Vatanlarını yiğitçe müdafaa eden Araplara dua ediniz. Türk hükümetine de dua ediniz. Türk ordusuna da dua ediniz. Onlar da sizden bizden farklı düşünmüyorlar. Buna rağmen "kan kusup kızılcık şerbeti içtik" dercesine hareket etmekteler. Şu ân devlet iadare etmek, hükümet etmek ateşten gömlek giymenin tâ kendisi. Irak'takiler ateşin altında bizimkiler ateşten gömlek giymişler. Fark bu kadar. Onun için dua ediniz. Bu savaşın bir ân evvel bitmesi için, barış için dua ediniz. Duanın yaptığını başka hiç bir şey yapamaz... Dua ediniz... Dünyayı akıllı liderlerin idare etmesi için dua ediniz. Ülkemiz, bölgemiz ve yer yüzünün huzuru için dua ediniz. Kuvvetlinin değil, haklının kazanması için dua ediniz. Hem dua ediniz hem çok çalışınız. Bu geri kalmışlık prangası ayaklarımıza takılı olduğu sürece, hür irademizle karar vermemiz hep zor olacaktır. Borç aldığınız adrese diklenemezsiniz. Iraklı baba, kendi memleketinde esir, biz kendi memleketimizde mecburuz. Dua ediniz ve ümidsiz olmayınız. Her şerde bir hayır vardır. Mevlam görelim neyler, neylerse güzel eyler. Son gülen iyi güler.
.
Ali Müfit Gürtuna
7 Nisan 2003 01:00
Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa'nın harbi kaybetmesini tarihçiler şöyle naklederler. Osman Paşa, düşman karşısında dayandıkça dayanır. Bir noktadan sonraysa gücü kırılır. Vaziyet tehlikelidir. Diğer birliklerden yardım ister. O birliklerin kumandanları, cephedeki Osman Paşa'ya yardım yollamazlar. Gerekçeleri şudur: "Osman Paşa kazanırsa gider İstanbul'da sadrazam olur." Sonunda harp kaybedilir. Osman Paşa esir, yardımda bulunmayan paşalar mağlup olur, koskoca Osmanlı Avrupa'sı elden çıkar. Bunlar ne yazık ki tarihimizde mevcut. Bu yolla çok insanlar harcanmış. Çok yerler kaybedilmiş. Yine bir savaş günündeyiz. Bu defa bazı sürtüşmeler cephede değil İstanbul'da cereyan ediyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi 2002 Faaliyet raporu İBB Meclisi'nde müzakere edildi. Rapor, Gürtuna'nın hak etmediği bir muamele gördü. Ali Müfit Gürtuna, bir hizmet zincirinin devamıdır. Eski İstanbul'u bilenler çok iyi hatırlayacaklardır. İstanbul, ağır ihmaller içindeydi. En ciddi belediyeciliği ilk defa Turgut Özal zamanında Bedrettin Dalan'la gördü. Sonra araya şanssız bir dönem girdi. Ardından Recep Tayyip Erdoğan'ın reisliğinde şaha kalktı. İstanbullu, Tayyip Beyden sonraki İstanbul'dan yana kaygılanıyordu. Kötü günleri tekrar yaşamak istemiyordu. Neyse ki belediye, Ali Müfit Gürtuna'ya emanet edildi. Yeni Başkan, Tayyip Bey'in hizmetlerini hız kesmeden, zenginleştirerek devam ettirdi. İstanbul'a emeği çok büyük. Şimdi sayın Gürtuna, birtakım iddialarla yorulmakta. Bunu kendi arkadaşlarının yapmış olması üzüntü verici. Ali Müfit Beyin kusuru nedir? AK Parti kurulurken ilk ânda partiye dahil olmamıştır. Bu sebeple Recep Tayyip Erdoğan ve eski ekip arkadaşlarının bir serzeniş hakları olabilir. Ancak bu serzenişin suçlamaya dönüşmemesi lazım. Zira şu söyleniyor. "O gün ilk elden böyle yapılsaydı İstanbul'a dair bütün hizmetler duracaktı." Öyledir veya değildir. Ancak en azından böyle düşünülmüş, günün şartlarında böyle takdir edilmiştir. Mutlaka hüsnü zan müessesesinin işletilmesi gerekir. Belediye seçimleri yavaş yavaş yaklaşıyor. Ali Müfit Gürtuna, İstanbullunun çok takdir ettiği bir başkandır. Herkes onu çok sevmekte. Kendini İstanbul'a adamış zarif bir İstanbul beyefendisi. İstanbullunun O'na duyduğu muhabbet fark edildiğinden dolayı diğer partiler başkanı kapmak için vaad üstüne vaad yağdırıyorlar. İstanbul'u kazanan Türkiye'yi kazanır. Yapılması gereken nedir? Ali Müfit Gürtuna'yı AK Partiye davet... Recep Tayyip'i sistem harcıyordu, Ali Müfit'i politika harcarsa aynı yere çıkar. Plevne kahramanının başına gelenler, Tuna kıyılarında oldu. Bir başka istenmedik durum da Gürtuna ismi etrafında doğmasın. Bizim petrolümüz, yok. Bizim servetimiz insandır. İnsana sahip çıkılmalı. "İnsanı yücelt ki devlet yücelsin." İnsana sahip çıkılmayınca hep devlet kaybetti. Ali Müfit Gürtuna, yakışır bir şekilde AK Parti'ye transfer edilmeli ve yarım kalmış işlerini ikmal için bir dönem daha İstanbul'a hizmet fırsatı verilmeli. Aksini yapmak, AK Parti adına büyük risk olur, Ali Müfit Gürtuna için de vicdan sızısı. Bu bir imtihandır. Siyasette harcamak değil, kazanmak esastır.
.
Ortadoğu, Ortadoğulu'nundur
8 Nisan 2003 01:00
Kendilerine asılsız bir yakıştırmayla Koalisyon Güçleri diyenler, Bağdat'ı da ele geçirseler bir gün çekip gitmeye mecburlar. Bugün onlar, el Tıkrıtî'nin heykellerini deviriyorlar, doğrusu keyifli bir manzara, ama bir gün birileri de onları bu bölgeden devirir. O heykeller, adil şartlarda devrilseydi on binlerce Iraklı orada alkış tutardı. Halbuki bugün o Iraklılar, Saddam Hüseyn'e bağlılık gösterisi yapmaktalar. Çünkü o Iraklılar, yabancı askerlerin kurtarıcı değil işgalci olduğunu yaşadı ve gördü. Başına gelenleri ise hiçbir zaman unutmayacak. Askerler, kadınların üstünü arıyor. Nerede o insan hakları şampiyonları? Feministler ve bilcümle eğlence grupları? Haçlı askerleri, kadınlarının önünde erkekleri aşağılamaktalar. Nerede siviller böylesine kötü muamele görürken susan bayan Mitterrantlar ve bilcümle batılı erkek ve kadın bilmiş takımı? Hepsi bir tarafa. Çocuklara zulmediliyor. Bir karış çocuklara silahlar doğrultup onlar elleri başları üstünde evlerinden sökülüp çıkartılıyorlar. Esirlere pervasızca kötü davranılıyor. Irak'ta analar ağlıyor. Babalar ağlıyor. Çocuklar ağlıyor. Iraklı çok şanlı bir direniş verdi. Artık yenilseler de gam değil. Bu mağlubiyet yiğitçedir. Fakat asla sürüp gitmeyecek. Iraklı, böylece mücadeleyi öğrendi. Vatan kavramı gelişti. İşgalci nedir ve ne yapar onu bildi. O, bir Ömer Muhtar filmi seyretmedi. Onu yaşadı. Ömer Muhtar filmi, bir kere de Irak'ta çekildi. Her Iraklı bir Ömer Muhtar oldu. Ne Amerikalı ne İngiliz ne İspanyol ne de bizdeki hayranları sevinsin. Irak, haçlı ruhunu özüne sindirmiş Koalisyon Güçlerine yâr olmaz. Ortadoğu Ortadoğulularındır. Onlar, bu gök gözlülerin ciğerini okudu. Bundan böyle bir damla petrolün bir damla kandan pahalı olduğu görülecektir. Arap, Türk ve Kürdün bütün kışkırtmalara rağmen birlik olacağına inanmak istiyoruz. Ortadoğu onların. Onların ve onlarla birlikte bu bölgede yaşayanların. Ecdadı bu topraklarda yatanların. İngiliz'in, Amerikalının ve diğer batıdan gelen Moğolların değil. Onun için bugün kazansalar, kukla hükümetler kursalar da bir gün sökülüp atılacaklardır. Gözler, açılmalı. Son ders Vecihi Barzani'nin vurulmasıdır. 91'de, I. Körfez Harbinde bizim Muavenet gemimiz ne kadar kazayla vurulduysa Barzani de o kadar kazayla vuruldu. Türkiye'den sonra Mesut Barzani de ayak sürüyünce kardeşinden başladılar. Nixon'un Ecevit'e "Sultanahmet Camiini bombalarız" demesi gibi belki Bush da Mesut Barzani'ye "ailene gelecek tehditlere karşı teminat veremeyiz" demiştir. Mazlumun gözünden dökülen her damla yaş, toprakta kezzap olup zalime döner. Filistin'den sonra şimdi de Irak'ta gözyaşları sel oldu. Dicle ve Fırat, artık gözyaşı ırmağı. Kendine gel Ortadoğulu. Yeter aldatıldığın. Yeter sömürüldüğün!.. Kardeşinin acısını tâ yüreğinde hisset... Türkiye Gazetesi, TGRT, İHA Bu 3 kuruluşumuzdan arkadaşlarımız, medya dünyasında adeta savaşın olanca ağırlığını omuzlarında taşımaktalar. Bir kısmı merkezde, bir kısmı cephede vazife yapıyor. Zaman, onlar için yekpâre. Gece-gündüz, dur-durakları yok. Hele cephedekiler, ölümle her ân burun buruna hizmet vermekteler. Tıpkı dedelerinin 80 yıl önceki yiğitliğiyle kamera taşımakta, deklanşöre basmakta, haber yazmaktalar. Savaş günleri bizatihi haber. Gazaları mübarek olsun. Bu şeref onlara yeter. İsimli-isimsiz kahramanlara dua ve teşekkürler.
.
Onların tarifi
9 Nisan 2003 01:00
ABD'nin şanssızlığı Bill Clinton'dan sonra -Michael Moore'un dediği gibi- kurgulanmış bir seçimle bir adamın Teksas'tan çıkagelip kurgulanmış bir savaşı başlatmasıdır. Her şey senaryo. Onun için Moore, Oscar ödül töreninde "utan başkan biz bu savaşı, istemiyoruz" diye bağırmıştı. Şunu tarihe bir bilgi olarak yazmak lazım. Haddi zatında işgal edilen sadece zavallı Irak değil. Bizatihi ABD işgal altında. Bir azınlık çete grubu, silahçılar, lobiciler, sömüren sermaye tepeden inme kurgularla ABD'yi işgal ettiler. Şimdi ele geçirdikleri güçle de Ortadoğu'yu işgal, talan ve istila yolundalar. ABD'nin batışı bunların elinden olabilir. Bizde eskiden beri sürüp gelen bir Amerikan muhabbeti vardır. Malum muhabbet, bazılarında bir illet haline gelmiştir, onlar hayrandır. Bazılarının ABD'ye nisbeti ise sevgi ve hayranlıktan ötedir, onlar düpedüz uşaktır. Amerika'ya muhabbet, hatta hayranlık duyanları anlamak mümkün olabilir. Böyle düşünmekte, böyle inanmaktadırlar. Ufukları bu kadardır. Bu hisler, kalplerinde çeşitli sebeplerle filizlenmiştir. Diğerleri ise uşaklığı hinliklerinden yaparlar. Uşaklıkları bile rol icabıdır. Muhatabın Amerika, Fransa, Irak veya Çin olması da fark etmez. Bir bedelleri vardır. Onu veren hizmetlerini gördürür. Böyle kimseler mevcut mu? Şüphesi olan mı var? Ne yazık ki evet. Halkın içinde yok fakat elitler arasında haylice. Etkin noktalardalar. Ekranları, sütunları tutmuşlardır. Satın alınmaları da bu yüzden. Onlarla toplum yönlendirilmek istenir. Satılır ve vicdanları sızlamadan aşağılık görevlerini ifa ederler. Şu günlerde sesleri bangır bangır çıkmakta. Sözde dikta, sözde Saddam Hüseyin muhalefeti yapıyorlar. Gerçekte ise Amerikan emelleri için yırtınmaktalar. Iraklı çocuklar, boşu boşuna ölen siviller, yıkılan haneler, zulüm, vahşet, katliam nasırlaşmış yüreklerinde en ufak sızıya dahi yol açmamakta. Onlardan tiksiniyoruz. Vuran, yakıp yıkan bunu açıkça yapmakta. Onlarsa namerttir. Daima kuvvetten, kuvvetliden yana tavır alırlar. Satılır ve satarlar. Üstelik kendilerini bazı çağdaş değerlerin şampiyonu olarak göstermekteler. Asıl fail, asıl katil işte bu yaratıklar. Onları iyi tanıyın ve unutmayın. Gün gelir defterler açılır. Kanlar tahlil edilir.
.
Katil, delilleri yok ediyor
10 Nisan 2003 01:00
Irak halkına hürriyet götüreceği propagandasıyla bu ülkeye giren ABD, çiçeklerle karşılanmadı. Halk anlamıştı Irak işgal ediliyordu. Onun için Kürtler hariç, Hıristiyanlar dahil bütün Iraklılar, ilk ândan itibaren vatanlarını müdafaaya başladılar. Bu keyfiyet, işgalcileri çileden çıkarttı. Korkutmak ve göz dağı vermek için sivilleri de vurmaya başladılar. "Koalisyon Güçleri" yaftalı talan grubu, her gün sayılamayacak çoklukta sivili katletmekteydi. Katliam, gazeteciler tarafından dünyaya gösteriliyordu. Buna Bağdat'a girene kadar dayanabildiler. Bağdat şehrine adım atar atmaz bu defa iyiden iyiye gözleri döndü, artık askeri hedeflerden ziyade sivil yerler vuruluyordu. Bu arada gazetecilerin ikametgâhı olan Filistin Oteli'yle el Cezire ve Abu Dabi Televizyonlarının bürolarını da vurdular. Elinde kalem, mikrofon veya kamera olan insanlara tanklar ve uçaklarla taarruz ettiler. Muhabirlerden bazısı ağır yaralandı, bazısı arkada gencecik eşleriyle küçücük çocuklarını bırakarak hayatlarını kaybettiler. Artık ortada bir işgal, istila ve katliam olduğu hiçbir şekilde gizlenemez. Bunu ABD'nin bizdeki uşakları da gizleyemezler. Manşet lafazanlıkları da ekran sihirbazlıkları da bunu başaramaz. Petrole doğru ilerleyen gözü dönmüş saldırgan, önüne çıkan her şeye, her canlıya ve her varlığa ateş etmekte. Bu bir canavarlıktır. Bu canavar, er-geç döktüğü kanda boğulacak. Hem o boğulacak hem de onun kayıtsız şartsız sahipliğini kabullenmiş olanlar. Şayet haklıysan, kendinden eminsen haberciyi, gazeteciyi, gazetecinin kaldığı ikametgâhı, televizyon ofisini neden vurursun? Sebep belli: Delilleri yok etmek için. "Filistin Oteli'nde keskin nişancılar vardı" iddiası dünyanın gözünün içine baka baka söylenmiş bir yalandır. Polis, adi bir vak'ada faili, delilleri ortadan kaldırmasın diye tutuklar. Bush, Powel, Ramsfeld'le suç ortaklarını kim tutuklayacak? AİHM, sadece bölücülerin mi davasına bakar? Yetkisizlik kararı vermeye hakkı olabilir mi? Lahey Adalet Divanı ne işe yarar? Ya BM? O ne oldu, nasıl silinip yok oldu?
.
Acı tekerrür
11 Nisan 2003 01:00
Sadece 80 sene evvel "Irak" diye bir devlet yoktu. Belki bu zoraki yapılandırma faaliyetinde yine olmayacak, en azından bugünkü şekliyle olmayabilir. 80 Sene evvel bu bölgede Bağdat Vilayeti, Basra Vilâyeti, Halep Vilayeti gibi vilâyetler vardı. Kerkük, Musul benzeri yerler de bu vilâyetlere bağlıydı. I. Cihan Harbi'nde o vilâyetleri kaybettik. Bağdatlar, Kerkükler elden çıktı. Evvelsi gün Bağdat'ta beklenen son tecelli etti. Saddam Hüseyn'in heykelleri devrildi ama kendisi ve ekibi yok. Üsame bin Ladin ve adamları gibi. Muhtemelen onlar da bulunamayacaklar. Amerika, adamlarına bu kadarcık olsun vefa gösteriyor. Bağdat'ın düşmesi Kuzey Irak'ı hareketlendirdi. Kürt milis kuvvetleri -peşmergeler- dün ABD kuvvetlerinin himayesinde Kerkük'e girdiler. Yarın belki Musul'a da girerler. Onların Kerkük'e girmesiyle dikkatler bölge üzerinde hak sahibi olan Türkiye'ye döndü. Ankara, böyle bir gelişmeye müsaade etmeyeceğini kesin bir dille defalarca açıklamıştı. Ne var ki peşmergeler oraya yalnız girmediler, Amerika götürdü. Şimdi Ankara'nın işi biraz daha zor. Ne yapacak? İki ses yükseliyor: ABD yetkilileri "peşmergeler Kerkük'ten çıkartılacak" diyor. Sormalıyız. Çıkartacaktıysanız neden götürdünüz? Türk yetkilileriyse bir temenniyi seslendiriyorlar. "ABD'nin sözünü tutacağına inanıyoruz". Sanki ABD daha evvel diğer sözlerini tutmuş gibi. Peşmergelerin oradan çıkartılacaklarına dair beyanlara inanmak hayli güç.. 3'lü nüfuz alanı görünmekte. Basra ve etrafı İngiliz nüfuzunda, Bağdat ve etrafı ABD nüfuzunda. Kerkük, Kürtlerin nüfuzunda. Petrol kuyusu Musul için ayrıı bir statü çizilebilir. Neticede Türkiye, 80 sene evvel kaybettiği yerleri bir kere daha kaybetmiş görünüyor. fakat şu unutulmasın... Bir çok kazanç, her şey kaybedildiği zaman ele geçer. Yılmamalı. Bu uzun bir tarih koşusu.
.
Yağmacılar kahraman bilinecek
14 Nisan 2003 01:00
Irak'ı bir diktatörden kurtarma yalanıyla işgal ettikleri yetmiyormuş gibi şimdi de yağmalatmaktalar. Televizyonlarda gördüğünüz sahneler, birer oyun. Onları, işgalciler tezgâhlamakta. Kavşakları tutarak yağmacıların bir müdahaleye maruz kalmadan rahat çalışmasını temin ediyorlar. İsteseler derhal durdururlar. Böylece hem ahlaki çözülmeye yol vermekteler hem de ne kadar haklı olduklarını kafalara yerleştirmeyi planlamaktalar. Irak halkı bu çapulcular değil. Irak, Anadolu'nun devamıdır. Ekranlarda gördüklerinizin çoğu tıpkı Afganistan'da olduğu gibi dolarla satın alınmış cahil yığınlar. Orada çok büyük para dağıtılmıştı. Aynısı Irak'ta da yapılmakta. Bu işgal, tarafsız kalemlerce üç kelimeyle tarif edildi: Haksız, adaletsiz ve ahlaksız savaş. Yozlaşma bugün de devam ediyor. Her şey çarpıtılmakta. Ön plana çıkartılan masa, sandalye, halı, bilgisayar vs. vs... gibi sıradan eşya yağmalarıyla bir ülkenin on yıllara yayılan katrilyon dolarlarla ifadesi mümkün esas yağması gözlerden saklanmakta. Dünya bir sihirbazlık karşısında. Irak'a bu ülkenin petrolü için girildiği artık herkes tarafından görülmekte. Şayet diktatörü devirmek gibi temiz bir maksat güdülseydi Beyazsaray'ın en önce yanı başındaki Fidel Kastro'yu hedef alması lazımdı. Fakat Küba'da petrol yok. Neden masraf yapsınlar? Zaten artık kendileri de gizlemiyorlar. En az çeyrek asır Irak petrol kuyuları ABD, İngiltere ve onlarla birlikte hareket eden çömez devletler için çalışacak. Kurulacak kukla federe devletlerin başında getirilecek ekipler vahşi batının emir kulları olacak. Onun için ABD-İngiltere ikilisinin himaye ettiği devlet dairesi, dükkân gibi yağma hadiseleri, o kadar da önemli değil. Asıl yağmacı, kendileri. Bundan sonra göstermelik müzakereler başlayacak, BM denen itibarı sıfırlanmış teşkilat Amerikan emellerine hizmet için tekrar devreye sokulacak ve bir milletin yer altı servetlerini "savaş tazminatı" diyerek yağmalayacaklar. İşin garibi bu yağmacılar gelecek nesillere kahraman olarak takdim edilecektir. Amerikan sinemasına yeni bir çalışma alanı çıktı. Ne de olsa Hitler Almanya'sına dair her şey söylendi. Hollywood, bundan böyle Irak'ı işleyecektir. Dev propagandayla beyinler yıkanacak. Gelecek nesiller, bugünkü petrol yağmacılarını kahraman bilecek, 3. Dünyalılar, maruz kaldıkları beyaz propagandanın etkisiyle Amerikan hayranı olarak yaşayıp gidecekler. Vah size üçüncü dünyalılar.
.
Asker-Hükümet Meclis ilişkileri
15 Nisan 2003 01:00
Genelkurmay Başkanımız Sayın Hilmi Özkök'ün konuşması, gündemin aşırı sıcaklığından dolayı yeterince değerlendirilmedi. Ancak tek sebep bu değil. Eğer, ordunun tepe noktasındaki insan, aksini konuşsaydı savaşa rağmen bu sözler, sürmanşetti. Özkök şöyle dedi: -Hükümet ve Meclisle bir orkestra gibiyiz. Çok iyi anlaşıyoruz. Şiir gibi çalışıyoruz. Müjde değerinde bir tespit... Nicedir hasreti çekilen huzurlu Türkiye manzarası. Zamanlaması fevkalade... Güneyimizde harita alt üst olurken TSK'nın bir numaralı ismi işte bu açıklamayı yapıyor. Böylece içeriye ve dışarıya karşı tam bir ahenk ve işbirliği sergilenmekte. Şöyle denebilir. Dışımızda savaş olurken içimizde alabildiğine barış havası esmekte. Normali bu değil mi? Doğru ama şartlar her zaman normal seyretmiyor. Bu itibarla askerin hiçbir komplekse kapılmadan siyasi iradeye tabi olduğu mealindeki bu açıklaması kalbleri ferahlandırmıştır. Hükümet, askerle münasebetlerinde son derecede dikkatli davranmakta. Aynı dikkat, keza asker cenahından da gelmekte. Diğer taraftan hükümet, tezkerenin Meclisten geçmesini istediği halde geçmemiş olmasını da hiçbir vakit problem etmedi. Bunu hem 58. hem 59. hükümetler için söylüyoruz. Bilakis demokrasinin gereği olarak tavsif edildi. Ki öyledir. O halde dünya standartlarının aradığı şartlar, yavaş yavaş oluşuyor. Silsileyi meratip yerine oturmakta. Ne var ki bu yapılırken müesseseler yıpratılmadan incitilmeden gerçekleşmesi gerekiyordu. İşte hükümet o gereği ifa 0ettiği için asker kanadından da siyaset kanadından da destek görmekte. Aynı şekilde vatandaştan da büyük destek var. Seçmen, her şeyin farkında. Savaş ortamına rağmen Türkiye'de felaket manzaraları yaşanmadı. Bu az başarı değildir. Meclisle geçimsiz, askerle mesafeli, dışarıya karşı kekeme dönemlerden savaşa rağmen güçlü beraberlik günlerine gelmiş olmamız bir moral sebebidir. Bunu takdir etmek lazım. Amerika, bütün dünyaya efelenirken devletimizin bölgedeki yerini ve konumunu asla ıskalayamadı. Buna gücü yetmedi, evet buna gücü yetmedi. Türkiye, hiç de tesadüf olmayan bir taktikle ayak sürüyerek savaşı olabildiğince ileriye atmaya çalıştı. Eğer bunu bir başka devlet yapsaydı herhalde ortaya farklı sonuçlar çıkardı. Beyazsaray, hesap sorardı. Yine de daha mükemmel imkânlara sahip olmak isteriz. Bu da sağlam ekonomiyle mümkün. Güçlü ekonomi ise çok çalışıp çok ihracat yapmakla elde edilir. Bir kere daha hatırlatalım. Milletlerin istiklâli, paralarının itibarı kadardır.
.
Hünkâr Mahfili'nin çinileri, Bağdat Müzesi'nin antikaları, Yıldız Camii'nin hatları
16 Nisan 2003 01:00
Eminönü'ndeki Yeni Cami'nin Hünkâr Mahfili yani padişahın namaz kıldığı yerin duvarlarından çalınmış olan İznik Çinileri, 29 Nisan'da bir İngiliz müzayede şirketi tarafından Londra'da haraç-mezat satılacakmış. Paha biçilmez kıymetteki çinilerin kaç tane olduğu meçhul. Aynı gün, Chiries's isimli müzayede şirketinde Hattat Şeyh Hamdullah'ın kaleme aldığı 15. asra ait bir Mushaf-ı şerifle 13. asırdan kalma Konya işi bir çift ceviz kapı kanadı da müzayedeye çıkartılacakmış... Tam da Bağdat Müzesi'nin talan edildiği günlerde bu satış gerçekleşiyor. Tesadüf bu kadar olur... İnanılmaz güzellikteki hat, altın varak ve tezhiplerle meydana gelmiş Mushaf-ı şerifleri Bağdat'ta Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin türbesi etrafındaki müzede görmüştük. O eserlerin mükemmelliğini anlatmaya sütunlar yetmez. Belki yağmalanan müze o değil ama belli ki daha büyüğü. İnsanlığın en eski hazinelerinden biri vahşice yağmalandı. Bunu yapanlar da Amerikan, İngiliz askerleriyle diğer Avrupalılar ve onların himayesindeki cahil halk kitlesi. Güya Irak'a hürriyet götürecek olan ABD, peşindeki diktatörü birden bire unuttuktan sonra İslam medeniyetinin ve dolayısıyla dünyanın nadide şehirlerinden birini mahvetti. Bomba tahribatı yetmezmiş gibi bir de müze talanı yaşandı. Bir zaman sonra bu müzayede şirketleri antika mafyası yoluyla kendilerine intikal edecek Bağdat Müzesi'ne ait eserleri de satacaktır. Peki bu yazdıklarımızla Yıldız Camii'nin ne alakası var? Yıldız Camii'nin diğer adı Hamidiye Camii Şerifi'dir. Beşiktaş'tan 1. Boğaz Köprüsüne giderken sağda parkın üst tarafında bulunuyor. Bugün maalesef bahçesinde biten bir otel tarafından kısmen gölgelenmiştir. Mevzuu bir-iki kere daha yazmıştık. Kültür bakanı, başbakan ve Meclis başkanının alakadar olmalarını bilhassa rica ediyoruz. Dünyanın en güzel hat levhalarından 75 kadarı bu caminin duvarlarındaydı. Sadece hatlar değil, hatların taçları Osmanlı devlet armasından altın yaldızlı çerçeveleri de birer sanat harikasıydı. 10 yıl kadar evvel, bir gün o levhaların yerlerinde olmadığını gördük. Soruşturduk. İmam Efendi, camideki tamir sebebiyle depoya kaldırıldığını söyledi. Hakikaten o günlerde boya yapılıyordu. Ne var ki o işler, biteli çok olmasına rağmen levhalar, yerlerine dönmedi. Onların da binlerce cami halısı, Bağdat Müzesi'nin antikaları, Şeyh Hamdullah hatlı Mushaf, Hünkâr Mahfilinin çinileri... gibi aynı akıbete uğramış olmasından kaygılıyız...
.
Hesap vermeliler
17 Nisan 2003 01:00
Eğer derebeylik devrinde değilsek ve eğer dünyada "adalet" denen bir gerçek varsa suçluların hesap vermeleri lazım. Onlar hesap vermeyecekse milletlerarası mahkemelerin hiçbir önemi yok. Demek ki o mahkemeler, diş geçirilen devletler için. Suç ne, suçlu kim? Suç, insanlık tarihinin hukukta ve ilimde zirve ismi İmamı Âzam'ın kabrinin kurşunlanması. Suç, insanlığın ortak mirasını barındıran Bağdat müzesinin talan edilmesi, ateşe verilmesi, binlerce yıllık emsalsiz eserin yok olması. Bir sokak çocuğu, dünyanın neresinde olursa olsun bir simit çalsa, bu suçtur. Dünyanın neresinde olursa olsun bir baraka yakılsa, içindeki eşyalar alınsa bu da suçtur. Hiçbir hukuki zemini olmadan bir küçücük Afrika devleti, haritada yeri olmayan bir başka devlete girse bu da suçtur. Bunları küçük çocuklar veya küçük devletler, yapınca suç olurken ABD, İngiltere yapınca suç olmaktan çıkıyor mu?. Saddam Hüseyin'in adamları olduğu bugün net bir şekilde anlaşılmıştır. O'nu bahane ederek güzelim Bağdat mahvedildi. Yetmedi İmamı Âzam hazretlerinin türbesi vuruldu. Yine yetmedi. Akıl hafsala almaz bir anlayışla Bağdat müzesi yağma edildi, yağma ettirildi ve yakıldı.. Bu müze aynı zamanda Selçuklu ve Osmanlı tarihine dair esaslı bir kaynaktı. O vesikaların ortadan kalkmasıyla bizim tarihimizin de bir yanı göçtü. Binlerce eser çalındı, yandı, yok oldu. Babil, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı medeniyetine dair çok şey ortadan kalktı. "Tek dişi kalmış canavar" bunu bilerek ve isteyerek yaptı. Ortadoğu'nun sadece petrol ve yeraltı madenleri sömürülüp çalınmıyor. Aynı zamanda tarihî miras da ya çalınmakta ya yok edilmekte. Bunu yapanlar insanlık suçu işlemişlerdir. Vardıkları nokta da asla zafer değildir. Çocuk öldürerek, kitap yakarak, eser çalarak, türbe kurşunlayarak zafer olur mu? Ona haramilik veya çete hareketi denir. Aslında o da değil. Çeteler, haramiler, mafya... onlar dahi din ulularıyla kitaplara hürmetkârdır. Sahte muzaffer kumandanlar yüz kızartıcı suç işlemişlerdir. Hülagü'nun barbarlığını tekrarladılar. Bu suçun failleri Bush, Blair ve onların ekibidir. Dünyanın karşısına "Saddam" diye bir diktatör çıkartarak herkesi aldatmış, sonra onunla işbirliği yaparak dine, tarihe, kültüre, medeniyete ve insanlığın ortak mirasına karşı suç işlemişlerdir. Bundan böyle insanlık, bu vandalizmden dolayı adaleti harekete geçirmelidir. Herkesin dava açma hakkı vardır. Türkiye, o müzedeki eserlerin en azından bir kısmının sahibi ve İmamı Âzam Ebu Hanife'nin vatandaşlarından çok büyük bir kısmının mezhep kurucusu olması sebebiyle birinci dereceden taraftır. En evvel dava açacaklardan biridir. Koalisyon devletlerine ve onların yöneticilerine karşı tazminat ve ceza davası açılmalıdır. Bu yapılmazsa hukuk inandırıcılığını kaybeder.. Bu yapılmazsa Neron ve Hülagü de suçsuz olur. Bu yapılmazsa dünyada bir derebeylik rejiminin varlığı kabullenilmiş olur. Bu yapılmazsa 21. Yüzyıl, suçlular çağı olur. Gelecek yüzyıllar bu yüzyılı mahkûm eder. Ancak.. Bu yapılır. Bir gün yapılır. Kimsenin yaptığı yanına kâr kalmaz. Miloşeviç, Hitler hatta Saddam birer ibretlik numune değil mi? Zulüm işlendikten sonra demokratik diktatörle, anti demokratik diktatör arasında fark kalmaz. İkisinin yaptığı da zulüm olur. Zalime bir gün "sanık ayağa kalk!" derler.
.
Amerika, Türkiye'ye mecbur
18 Nisan 2003 01:00
Washington, Ankara'dan 1 tugay dolayında askerle müteahhitlik hizmetleri istemekte. Buna koalisyonun içinde yer aldığımız gibi bir gerekçeyle hal tarzı da bulunmuş. Amerika'yla birlikte kayıtsız şartsız Irak'a saldırmamızı isteyenler şaşkın olmalı. 200 askerli Polonya'nın gerisine düştüğümüz yolundaki sözler de böylece eskiyor. Gerçi haber bir doğrulandı-bir doğrulanmadı ama ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Belli ki hükümet işi garantiye aldıktan sonra gerekli açıklamaları yapacak. Komşu olmamız hasebiyle milletlerarası teamüller icabı Irak'a Barış Gücü yollayamayacağız şeklindeki iddiaların da pratikte bir değeri olamaz. Bush ve takımı, korkmakta. Irak halkı, bu yabancı organı bünyeye kabul etmiyor. Bir diktatörün zulmünden kurtulmak isteyen bu insanların vatanı, bu defa zalim bir işgale uğramıştır. Yaşadıklarını unutmaları mümkün değil. Beyazsaray, Bağdat'ta yarınlarını kara görmektedir. Onun için İran'a Suriye'ye, aşiretlere değil, Türkiye'ye muhtaçtır. Hakem rolü oynayacak, yaraları saracak, eski toprakları olan bu memleketi imar edecek olan Türkiye'dir. Amerika, bunu daha savaş bitmeden kavradı. Belki de bundan dolayı Türkiye, gerçek niyeti anlaşılınca geri durmasından dolayı ağır kayıplar gördüğü halde ona incitici bir şey diyemedi. Halbuki Amerikan hayranları, -yüzleri hiç kızarmadan- süper gücün Türkiye'yi cezalandıracağını yazıp söylemekteydiler. Onlar, deryadan habersiz balıklara benziyorlar.... ABD de, Rusya da diğerleri de Türkiye, olmadan, Balkanlar'dan Orta Asya'ya kadar hiçbir varlık gösteremezler. Üstelik askerimiz uzak tarihte Kore'de, yakın tarihte de Bosna, Somali, Kudüs ve Afganistan'da dünyanın sulh ve sükûnu için fevkalade imtihan vermiştir. Irak'ın, komşumuzun, eski teb'amızın, din kardeşlerimizin başına ne yazık ki büyük bir felaket gelmiştir. Ankara, önce felaketi geciktirmiş sonra da alanını daraltmaya çalışmıştır. Onun için Irak halkı ABD ve diğer batılı kuvvetleri, düşman olarak bellerken Türk askerini de Türk işadamını da bağrına basacaktır. Stratejik ortağımızla birlikte kayıtsız şartsız savaşa girelim, kuzeyden cephe açalım diyenlerin varmak istedikleri bu nokta değil miydi? İşte o imkân kendiliğinden ayağımıza geliyor. Türkiye, masada da Bağdat'ta da imar ve inşada da insanların acısını paylaşma ve yaraları iyileştirmede de üzerine düşeni yapmalı. Barışı tesis için, ilaç taşımak ve yerle bir edilen Bağdat medeniyetini yeniden imar için oralara gitmeliyiz. "Ana gibi yar Bağdat gibi diyar olmaz". Ha Bursa ha Bağdat.... Gül, Kül Oldu Bağdat'ta... Bağdat'ta güllerin yeniden açması, yüzlerin yeniden gülmesi için gitmeliyiz. Amerika Türkiye'ye mecbursa biz de yetimlerin başını okşamaya mecburuz.
.
Fatiha, İstiklâl Marşı ve saygı duruşu...
21 Nisan 2003 01:00
Şu gün olmuş hâlâ bazı değer ve müesseseleri birbirine rakip gösterme hastalığındayız. Bu hastalık, eski ve kötü günlerin devamı. Açıktan kınanmasa bile dolaylı olarak, telmih yoluyla kınama çağrısı, ihbarlar yapılmakta. Cumartesi günü İstanbul'da MÜSİAD genel kurul toplantısı vardı. Bir başka işimiz olduğu için iştirak edemediğimiz toplantıyı ertesi gün gazetelerden takip ettik. Bir gazetemizdeki haberi doğrusu yadırgadık. Başlık şöyleydi. "Önce Fatiha, sonra İstiklal Marşı". Toplantıya başbakan Tayyip Erdoğan da katılmış. Bir sivil toplum kuruluşu olan MÜSİAD, önce bir hafıza Kur'an-ı kerim okutmuş, tilavet bitince de salondakiler hep beraber İstiklal Marşımızı seslendirmişler. Haberden hafızın Bakara suresinin 177. ayeti kerimesini seçtiğini öğreniyoruz. Ayrıca bu ayetin meali de yazılmış. Metnin devamında benzer bir başka bilgi daha var. ATO/Ankara Ticaret Odasıyla Türk Ocakları Genel Merkezi'nin de Ankara'da bir başka toplantısı varmış. Orada da sunucu, salondakileri "Fatiha süresince saygı duruşu"na davet etmiş. Bunların üzerinde biraz durmalı. Fatihayı İstiklal Marşına rakip gibi düşünen de göstermek isteyen de mutlaka rahatsızdır. Bu mübarek metinlerin her ikisi de bizim. Merhum Mehmet Akif'e İstiklal Marşını yazdıran ruhun enerjisi şüphesiz ki Fatihayı şerifin de içinde yer aldığı Kur'an-ı kerimdir. Müstakil Sanayici ve İş Adamları Derneği... Adından da belli ki bir kısım iş adamlarının çatısı altında toplanıp ülke için koşturdukları bir müessese... Bu müessesenin yöneticileri, genel kurulunda böyle bir program tespit etmişler.. Bazıları da sadece bale gösterisi yaptırıyor. Onların açılışlarında Fatiha şüphesiz ki yok fakat İstiklal Marşı da asla yok. Peki o genel kurullar, neden haber olmuyor? Böyle bir soru dahi aslında bizi rahatsız etmekte... Ankara'daki toplantıya gelince... Aslında o toplantının sunucusunu tebrik etmek lazım. Belki de bir fikri zaruretten dolayı re'sen/ spontane olarak böyle bir cümle kullandı. "Fatiha süresince saygı duruşu". Şunu demek istiyor. "Saygı duruşuna kalkılacak, isteyen aynı zamanda Fatiha da okuyabilir." Kısacası, dileyen saygı duruşunda bulunur, dileyen Fatiha okur ama herkes aynı düzen içinde yer alacak. Bunda veya bunlarda yadırganacak ne var? Eğer laiklik vs. denirse çok yakışıksız olur. Gerçek laiklik kişiyi tercihinde serbest bırakmak demek değil mi? Birtakım sivil kuruluşların toplantılarına bile müdahale totaliter bir rejim uygulaması olmaz mı? Hâlâ nelerle uğraşıyoruz. İstanbul'daki genel kurulda hem Fatihaya hem İstiklal Marşına hürmet edilmekte... Ankara'daki "Batı Trakya'da Türk azınlığı" konulu toplantıda ise hiç de fena olmayan bir senteze gidilmiş. Haberden Batı Trakya Türklerinin dertlerine dair tek kelime yok. Buna mukabil emekli orgeneral Edip Başer'in de orada yer aldığı bilhassa yazılı. Fatiha okunurken emekli bile olsa general neden müdahale etmedi demek isteniyor. Şeklen böyle değil. Lakin kasten böyle. Fatiha da okumalıyız, İstiklal Marşı da.. Saygı duruşunda da bulunmalıyız. Rahmetle de yâd etmeliyiz. Kavgalara yeter artık. Kavga, çekişme bitmeli. Bu millet, kendi sentezlerine varıyor. İlişilmesin. Bugün önce Fatiha okunur yarın İstiklal Marşı. Veya önce saygı duruşu yapılır, sonra diğerleri okunur. Vatandaş rahat, iş adamı rahat, asker rahat. Medya niçin gocunuyor? Problem, başbakanın haberin yanındaki resimde de görüldüğü gibi elini açıp Fatiha okuması mı? Halbuki aynı başbakan üç gün önce de bir cenaze namazından sonra tabutun altına girmişti. Bu milletin başbakanı böyle olur.
.
Siz kavga ederken, Kerkük gidiyor
24 Nisan 2003 01:00
Mesele, Münevver Arınç'ın başörtüsü değil. Toplum, bunları aşmış durumda. Halkın gündeminde başörtüsü yok. Anne açık, kız örtülü veya iki kız kardeşten biri açık, diğeri kapalı olabiliyor. Başörtüsü çekişmesinin 3 Kasım 2002 tarihinden öncede kaldığı sanılıyordu. Toplumsal barışı yakalamıştık. Askerle hükümet, hükümetle muhalefet belli dengeler içinde gidiyordu. Savaş felaketinden de bu sağlıklı gidişle kurtulduk. Bu göz önündeki bir gerçek iken bazıları onu tekrar gündeme taşıdılar. Yeniden lüzumsuz bir tartışma çıktı. Sebep, Münevver Arınç isminin resepsiyon davetiyesinde yer alması. Gelenek böyle. Almasaydı bu defa da "kafes ardına kapatıyorsunuz" diyeceklerdi. Dünyanın neresinde bir meclis başkanının eşi cumhurbaşkanını uğurlamaya gitti diye sabıkalanır? Bizde böyle bir sabıka var. Gerekçe kıyafet... O halde neden aklınıza düştükçe Özal'ı kınarsınız? Turgut Özal, şortla askeri denetleme yapmasından ötürü ayıplandı, Münevver Hanım da uğurlama merasimine başörtüsüyle iştirak etti diye ayıplanıyor. Halbuki ikisi de planlanmadan, kendiliğinden gelişen hadiseler. Dün Erdoğan Devri'nin başladığını yazmıştık. Başkanlık sisteminin önü açılıyor. Mahalli idareler reformu yapılacak. Hazineye 6.5 katrilyon lira toplandı. Hükümet iyi gidiyor. Bugün seçime girse mevcudu muhafaza edebilir. Onun için kıskançlık başladı. Kıskançlık, kıskananı küçültür. Muhalefet doğruya da eğriye de karşı çıkmak değildir. Bunu yapan kaybeder. Hükümetler TC. hükümetleridir. Onların başarısı ülkemizin tamamına aittir. Hükümetin elinden, eteğinden çekmenin zamanını mı? Meclis başkanının şahsında TBMM'yi yıpratmanın yeri mi? Dayanışma, barış ve kalkınma günündeyiz. Yanıbaşımızda haksız ve ahlaksız bir işgal var. Bizim çocuklar cıvıl cıvıl eğlenirken bu coğrafyanın devamındaki Irak'ta onların yaşıtları hastanelerde inlemekte. Daha beteri ise Ankara kavga ve kıskançlıklarla hatta çocukça davranışlarla çalkanırken dün yaşandı. Amerika'nın Irak'a tayin ettiği emekli general haddini aşan bir laf etti, Talabani de onun boynuna sarıldı. Garner, Erbil'de şunu dedi: -Kerkük Kürtlerindir. Dikkat ediniz bu laf, 23 Nisan tarihinde edilmekte. Resepsiyon şovu, başörtüsü yiğitliği kolay... Hadi bakalım. Bu densiz lafın hesabını sorun, lafını Garner'a yediriniz de görelim. Kerkük gidince Ankara zora düşmez mi? Kerkük'ü farz ediniz ki İstiklal Harbinin Polatlısıdır.
.
Diyalog eksikliği
25 Nisan 2003 01:00
Ne garip tesadüf ki yersiz bir gündemle sarsılan 23 Nisan akşamı bir tv kanalında genelev kadınları konuşuyordu. Bir çoğu yüzlerini maskelerle kapatmışlardı. Anlattıkları dehşet vericiydi. Hayat içinde hayatlar var. Köle hayatı yaşamaktaydılar. İçine düştükleri şartlardan kurtulmak istedikleri halde kurtulamıyorlardı. Cumhurbaşkanına, başbakana ve bütün yetkililere sesleniyor, feryat ediyor, dertlerini duyurmaya çalışıyorlardı. Ortada berbat ötesi bir dehşet manzarası vardı. Ankara, şaşılacak bir mantıkla bir hanımın başörtüsü yüzünden çalkalanırken yine bu ülkenin insanı olan bazı bahtsızlar feryat ve figanlarla seslerini Ankaraya duyurmaya uğraşıyorlardı. Ankara onları duyamazdı... Ertesi güne gelince: Türban odaklı tepki gösterenler, tevile saparak, geri adım atarak maksatlarının en azından tek başına başörtüsü olmadığı yolunda bahaneler bulmaya başlamışlardı. Gazeteler, bunlara dair haber ve yorumlarla keza tv ve radyolar da onların tekrarıyla doluydu. Fakat ne tesadüf ki aynı gün gazetelerin üçüncü sayfaları yine kahredici, mide bulandırıcı haberler veriyordu. Akıl hafsala almaz ırza geçme ve cinayet haberleri ve bin türlü çürümüşlük numuneleri bir kere daha gözler önüne serilmekteydi. Küçük yaşlarda tecavüze uğrayan, bir çoğunun sonu uyuşturucu, intihar veya genelev olan o kızların, kadınların da yakınları cumhurbaşkanına, başbakana ve devleti yönetenlere sesleniyorlar. Onlar da feryatlarını duyuramamakta. Onlar da hak arayamamakta. Ankara, toz-duman içinde vatandaşı ne görebiliyor, ne işitiyor. Şu son respsiyon problemi çıkınca aklımıza ister istemez iki düşünce geldi. Önce, "ABD savaşa katılmadık diye intikam mı alıyor, CIA ajanları mı devrede?" şeklinde düşündük. Bu bir komplo teorisi olurdu. Kendi lüzumsuz davranışlarımızı kimseye fatura edemeyiz. Sonra da şunları hatırladık. "İki sene evvel de devrin başbakanının başına kitapçık fırlatıldı, kriz çıktı, piyasalar battı. Şimdi de bir resepiyon protesto edilerek istikrar ortamı yeniden bozuluyor. Cumhurbaşkanı daha dikkatli olmak, daha yumuşak davranmak ve daha birleştirci hareket etmek zorunda değil mi?" Bunların hepsinin diyalogsuzluktan doğduğu kanaatindeyiz. Bazı kesimler arasında ya hiç diyalog yok, birbirlerini tanımıyorlar veya tanısalar da hakkıyla fikir sahibi değiller. Cumhuriyetle meselesi olanın ancak aklından zoru vardır. Laiklik kimsenin gündeminde değil. Tesettür kendine göre bir yol almış gidiyor. Öyleyse o genelev kadınlarının, emniyet müdürünün tecavüzüne uğramış küçük kızın, ve daha nelerin ve nelerin derdi, feryadı, onların kurtarılması varken, ahlak çökerken, merkezlerin varoş tehdidi altında olduğu istihbarat toplantılarıyla ikaz edilirken sorumlulardaki bu sorumsuzluk neden? At gözlüğü takılmış, zihinler belli noktalara kilitlenmiş varsa da yoksa da bir hayali gündem. AK Parti iktidarda. Sabırla, sağduyu ile hoşgörü ile diyalog ortamını geliştirecek. Başka çare yok. Otobana çıkmış bir araba duramaz, geriye dönemez ve diğer araçlarla çarpışamaz. Hayatında pişmanlıklar olan sayılı milletlerdeniz. Tekrar edilmesin. İşmiz var. Yarınlara dair iddialarımız var. İçerde zayıflamamız dışarının işine yarar...
.
Abdülhamid Düşerken
28 Nisan 2003 01:00
TRT, Yücel Çakmaklı'ya "Kuruluş" filmini çektirmişti. Çakmaklı, bu filminde senaryoya esas olarak Tarık Buğra'nın Osmancık adlı romanını almıştı. Film çok yankı yaptı, çok ses getirdi. Aslında bir tiyatro aktörü olan Cihan Ünal, Turan Oflazoğlu'nun IV. Murad ismindeki tiyatro oyunundan sonra kendini bir kere daha aştı. Yücel Çakmaklı, Kuruluş'ta çok sürükleyici bir üslupla Osmanlı Devleti'nin ilk günlerini anlatmaktaydı. Dil mükemmeldi. Eser, kurgusu, tekniği, görüntüsü ile TRT'nin yüz akı yapımlarından oldu. Bugün hâlâ STV'de gösterilmekte. Aradan 15 yıl kadar biz zaman geçtiği halde hâlâ bir çok yeni çalışmadan daha fazla seyirci topluyor. Bir TRT klasiği oldu.. TRT, daha sonra Ziya Öztan'a "Kurtuluş" isminde bir film çektirdi. Bu film, İstiklal Harbi ismindeki o mübarek tarih dilimini ele almaktaydı. Ne yazık ki film, hayal kırıklığına yol açtı. Birkaç kere seyrettiğimiz halde üzerimizde hiçbir iz bırakmamış. Acaba neden? Bilmiyoruz. Sadece korktuğumuz bir fikir var. Yoksa, Kurtuluş, Kuruluşa rakip gibi mi düşünüldü? Kurtuluş'tan sonra Ziya Öztan'a bu defa Cumhuriyet isminde bir film yaptırıldı. Bu filmi, hem sinemada hem televizyonda gördük. O da bekleneni verememişti. Her iki filmde de hiçbir masraftan kaçınılmamış fakat yakalanması gereken bir ruh ortalarda yoktu. Kurtuluş ve Cumhuriyetin birbirini tamamlayan bir projenin parçaları olduğu söyleniyordu. Öyle de olması gerekir. Ne var ki bunlar ihraç edilecek değerde sanat eserlerimiz olabilmeliydi. Bütçeyse bütçe, destekse destek. Kadroysa kadro. Her şey vardı ama ortada arzu edilen filmler yoktu. TRT bir buçuk yıl kadar evvel de yine Ziya Öztan'a Abdülhamid Düşerken diye bir film yaptırmak için yola çıktı. Veliahd Abdülhamid Efendi'nin köşkleri olan Maslak'taki kokteylde biz de vardık. O gün kimseye bir şey demedik ama kadın oyuncuyu görünce nereye varılacağını tahmin etmiştik. Abdülhamid Düşerken Bu filmin de senaryo çıkışı Nihat Sırrı Örik'in aynı isimdeki eseri. Devrin öfkeleri içinde yazılmış, tarafsız olması mümkün olmayan bir kitap. Filmi geçen hafta sinemada seyrettik. Cep tabir edilen küçük salonlu sinemalardan birindeydik. Salonun yarısı bile dolmamıştı. Yapım için yine kesenin ağzı açılmıştı. Filmde mekân, makyaj ve kostümler çok iyiydi. Fotoğraflar çok iyiydi. Dil kötüydü. Akıcılık kötüydü. İnsanda ister istemez "bitse de çıkıp gitsek" usancı hasıl oluyordu. Bu hava, seyirciye diğer filmlerde de hakim olmuştu. Filmin özeti şudur: Abdülhamid, sadece kendini ve saltanatını düşünen, halktan kopuk, evhamlı bir insandır, şehzadeler Silistre şehrinin nerede olduğunu bilmeyecek kadar cahil kimselerdir. Devrin devlet adamlarında makam hırsından başka bir şey yoktur. 31 Mart Vak'ası bir gerici ve yobaz ayaklanmasıdır. İttihad ve Terakki, kurtarıcı bir harekettir. Fakat onlarda da kadın oyununa kapılarak ihanet edenler çıkmıştır. Ne var ki hainler bir gün vatanı terk etmek zorunda kalmaktadırlar. Belli bir tarih bilgisi olmayanın filmi anlaması imkânsızdır. Film, adeta bilmeyen için yapılmıştır. Silistre'den gafil şehzade sahnesinde olduğu gibi bazı bölümler tam bir müsamere mizansenidir. Havada kalmış sahneler vardır. Dev bir bütçenin harcandığı filmde ideolojik zorlamalar yaşanmaktadır. Filmdeki kadın oyuncu isabetsiz seçimdir. Yerli yersiz yatak sahneleri devreye girmektedir. İyi oyuncu, soyunan oyuncu değildir. Seçilen kadın oyuncunun şivesi, Türkçe'si ve kültürü böylesi bir filmi kaldıracak seviyede değildir. Buna rağmen film o kadın oyuncunun üzerine kurulmuştur. Netice... Abdülhamid, gelen Harekât Ordusuna karşı askeri bir tedbir aldırmamıştır. Bu hususta paşalarının ısrarlarına iltifat etmedi. Kararı şudur. "Müslümana Müslüman döktürtmem!". Filmde bu gerçek çok uzak ifadelerle vardır. Böyle bile olsa hakikat şudur. O halde Abdülhamid, düşmemiş, kendi iradesiyle çekilmiştir. Filmse şimdiden seyircinin gözünden düşmüştür. TV'lerde yüzlerce kere gösterilen Kemal Sunal filmleri dahi sinemalarda oynasa bugün bu filmden daha fazla seyirci toplar. Abdülhamid Düşerken filminin Kurtuluş ve Cumhuriyet filmleriyle aynı projenin parçası olduğu iddiası ise inandırıcı değildir. Öyle olsaydı o dönemden başlanması gerekirdi. Bir projenin malı olabilir ama denilenin değil. Son 5 yılda yaşanan post modern darbeye hizmet fikrinin esas alındığı gibi bir rahatsızlık yaşadık...
.
Şenol Demiröz
29 Nisan 2003 01:00
TRT'den söz etmek 60'lı, 70'li, 80'li yılların mecburiyetiydi. Bizleri özel televizyon kurdurmaya sevk eden saik de bu mecburiyetin eseri. Özel tv'lerin devreye girip yerlerini almasıyla birlikte TRT yavaş yavaş arka plana düştü. Bir ara neredeyse seyredilemez olduysa da tekrar toparlandı. Şu günlerde TRT yine ündemde. Bunun sebebi iktidarın TRT genel müdürü Yücel Yener'i dolaylı bir biçimde istifaya zorlamış olması. O yüzden bazıları yine kale kaybetmişlik psikolojisinde. Halbuki her iktidar kendi üst bürokrat ekibiyle çalışır. Nitekim Yener, inatlaşma yerine akıllı bir tutumla istifa şıkkını tercih etti. RTÜK de yerine adaylar gösterdi. Adaylardan Şenol Demiröz, ilk günden boy hedefi. Recep Tayyip Erdoğan ve Ali Müfit Gürtuna'yla birlikte herkesin başına gelebilecek formalite dâvâlardan birine ismi karışmış. Şimdi o dâvâ sebebiyle ismi karalanmak istenmekte. Çok yanlış. Toplumun kamplara bölünmüşlük günlerinden kalma bir mantık. Şenol Demiröz'ün Yücel Yener'in istifasında bir dahli yoktur. Belki adaylığını da herkes gibi gazetelerden okudu. Nitekim Haber Türk'teki Basın Kulübü programında Yücel Yener de son derecede dürüst bir aydın profili sergileyerek gerçeği ortaya koydu. Eski TRT genel müdürü, bir soru üzerine Şenol Demiröz'ün temiz bir isim olduğunu belirttikten başka bir kanaat üzerine de tavzihen TRT genel müdürlüğüne tayin işinin kanun gereği MGK'nın değil hükümetin tasarrufunda bulunduğunu da ortaya koymaktan kaçınmadı. Halefin müstakbel selefe kıskançlık krizlerine girmeden bu dürüstlüğü göstermesi ülkemiz açısından bir kazançtır. Bir önceki genel müdürün, bir sonraki aday için "temiz bir isim" demesi tesadüfen telaffuz edilmiş bir söz değildir. TRT'de yıllar süren bir mesai beraberlikleri olmuştur. Şenol Demiröz'ü tanımayanlar haksızca karalıyorlar. Demiröz, TRT'den gelmedir. İşkillenenlerse O'nu herhalde eski bir militan sanıyorlar. Külliyen yanlış. Demiröz, bir partili değil. O, Türkiye'nin 1000 önemli aydınından biridir.. Dahası bir dönem yapıştırıcı görev yapmıştır... Biraz gerilere gidelim: Recep Tayyip Erdoğan, ilk defa İBB başkanı olduğunda bugün Demiröz'e yapılanlar o gün de bugünün başbakanına karşı yapılmaya başlandı. Aynı medya, o gün de "eyvah en büyük şehir düştü" çığlığını atmaktaydı. Belediyelerdeki hanım personelin başlarının zorla örttürüleceği bile söyleniyordu. Aksilik bu ya. İşe kaldırımların yeşile boyanması acemiliğiyle başlanmaz mı? Birden ortalık karıştı. Neyse ki kısa sürede bu tuhaflıktan vazgeçildi ve her şey yerli yerine oturdu. Bu normalleşmede Şenol Demiröz, görünmeyen kahramanlardandır. Şehir Tiyatrolarının bağlı olduğu Kültür İşleri Daire Başkanlığına getirilmişti. Bir süre sonra bu tiyatrolarımız o güne kadar rastlanmamış kalitede doğudan, batıdan ve yerli eserleri sahnelemeye başladı. Şu gün 500 milyarı bir türlü dağıtamayan Kenan Işık, Şenol Demiröz'ün keşfederek Şehir Tiyatroları genel sanat yönetmenliğine getirdiği bir kişidir. Büyük Şehir, kültür ve sanatta inanılmaz bir perfonmans gösterdi. Bu netice takdir edilmediyse de doğan şaşkınlık susmaya ve suların durulmasına yol açtı. Sanat ve kültürel etkinlikler İBB'nin diğer çok önemli hizmetleridir. Bunda en büyük hisse Şenol Demiröz'ündür. Tayyip Erdoğan, şimdi öyle anlaşılıyor ki vefa borcunu göstermekte. Yücel Yener, TRT'yi seyredilmezlik noktasından özel kanallarla rekabet eder çizgiye taşıyabilmiştir. Buna rağmen yapılacak çok iş var. TRT, yeni ve cesur hamleleri gerçekleştirecek bir genel müdüre muhtaçtır. Şenol Demiröz, şayet bu makama gelirse partizanlığa, ideolojik tefrikaya tenezzül etmeden fevkalade seviyeli icraatlara imza atacaktır. Küçülmüş, fakat dinamizm kazanmış bir TRT dönemi engellenmemeli.
.
Bir medya klâsiği
30 Nisan 2003 01:00
Adam, ABD'li sıradan bir senatör. Bu bay senatör, Türkiye'yi kendi sömürgeleri farz etmeli ki Türkiye Cumhuriyeti dışişleri bakanının Suriye seyahatini içine sindirememiş. Arka arkaya sormakta. "Gül, Suriye'ye niye gidiyor? Türkiye yönünü mü değiştirmekte?" Türkçe'de böylesi hezeyanlar karşısında "yok ölünün körü" denir. Bunu kim diyecek? Medya. Ne gezer? Dünkü bazı yüksek tirajlı gazeteler, bu edepsizliği görmezden gelmişti. Onların gördüğü bir şey var. MGK... Habersiz biri bu gazeteleri okuyunca sanır ki bugün, Türk hükümetiyle Türk askeri, kapalı kapılar ardında meydan savaşına girişecekler. Bu gazetelerin özellikle köşe yazılarına göre MGK gündeminde yalnızca 3 madde var. 23 Nisan resepsiyonu. Kadrolaşma. Milli Görüş ve Gülen Okulları... Tamamen yanıltıcı ve yönlendirici bir çaba... 23 Nisan resepsiyonu gelip-geçti. Davetiyeye gelenek icabı bir isim yazılmıştı. Normali buydu. Eğer Münevver Arınç açık başlı olsaydı kimse davetiyenin ne yazdığının üzerinde dahi durmayacaktı. Bu hanım, resepsiyona katılmadı. Sun'i problem de ortadan kalktı. Nitekim Sezer'in önceki gün Köşk'te Yeni Zelenda İngiliz genel valisi için verdiği yemeğe meclis başkanı, başbakan ve dışişleri bakanı yalnız olarak geldiler. Başörtüsü konusundaki makul ortak görüş, ihtilafı zamana bırakmaktır. Gerdikçe sıkıntı çıkmakta. Son vaziyete göre herkes aynı noktada buluşmuş oluyor. O bayat bir konunun MGK'da yer almaması lazım gelir. Kadrolaşmaya gelince... Her hükümetin kendi bürokratlarını seçme hakkı vardır. Ancak bunun yüksek bürokrasiyle sınırlı olması gerekir. Eğer daha aşağılarda sıkıntı doğmuşsa haliyle bu sıkıntı dile getirilir. Fakat 57. Hükümetle bu hükümetin tayin politikası karşılaştırılırsa bu hükümet masumdur. Eski hükümet resmen tırpan atıyordu. Sert ve hatta haşin uygulamaları oldu. Buna rağmen belli bir seviyeden aşağı memur ve çalışanlar rahatsız edilmemeli. Milli Görüş konusu, AK Parti için sancılı bir meseledir. Erbakan Hoca'nın tabanını elinden almak istemekteler. Almazlarsa kayıpları olacak. Bu bir. İkinci sebepse tamamen devletin yararına bir tavır. Bir kısım vatandaşlarla devleti barıştırmak istemekteler. Bu bahiste AK Parti iktidarını anlayışla karşılamak lazım. Abdullah Gül'ün ne gibi bir kastı olabilir? Bununla beraber, politik endişe ve barış çabası erken olmuştur. Gülen okullarına gelince. Bir kere bu isimde okullar yok. Bu okulları Balkanlarla Orta Asyada biz de gördük. Aynı anda hem devletin ve hem de bu vakıf okullarını gezdik. Hepsinde vatanına milletine sadık pırıl pırıl öğretmenler hizmet vermekte. Dünyanın neresinde olursa olsun adı geçen vakıf okullarında Türk Milli Eğitim müfredatı tatbik edilmekte. Hepsinde Atatürk köşeleri var. Hepsinde bayrağımız asılı. Hepsinde her milletten çocuğa İstikall Marşımız okutturulmakta ve hepsinde her milletten çocuk İstanbul Türkçesiyle konuşmakta. Devletin müfettişleri muntazaman teftişler yapmakta. Resmi kurumlar yapamayıp da şahıslar, vakıflar, şirketler, vatandaşlar başarmışsa bu neden suç olsun? Teşekkür edileceğine ceza düşünülmesi hayret edilecek bir mantıktır. Üstelik... Milli Görüşler, Gülen Okulları bu iktidar zamanında mı ortaya çıktı? Hayır! İktidarın yaptığı tez canlılık. Devletin küs kaldığı kurum ve kişi kalsın istemiyor... Mesele bundan ibaret. Mesele bundan ibaretken ve MGK'da konuşulacak veya konuşulması şart onca madde varken medya, neden ısrarla empoze maddeler üzerinde durmakta? Şundan. Tu kaka dedikleri bu hükümet, onlara ihale benzeri imkânları peşkeş çekseydi onlardan daha kıymetlisi olmazdı. O zaman ne bir metrelik bez görülürdü, ne resepsiyon, ne diğerleri. Askere tavsiyemiz şudur. İsmin üzerinden rant kavgası yapılıyor, dikkatli ol. Asker, herkesin askeri. Hükümet, herkesin hükümeti. Devlet, herkesin devleti. Sivil-asker kimse bu medya klasiğine kanmasın. Film bininci kere vizyonda.
.
Türkiye nereli?
1 Mayıs 2003 01:00
Bazılarının temel meselelerinden biri de Türkiye'nin aidiyet fikridir. Bunlar, memleketimizi bir yerlere ait sayar, diğer tarafları görmezden gelirler. Onların görmezden gelmesiyle gerçekler değişmez. Kaç yol ağzındaysanız oradasınız. İnkâr, başını kuma sokmaktır. Basit örneklerle açıklayalım. Bazı ilçeler, bir kaç vilayetin birleştiği noktadadır. Bunlar, ticaretlerini komşu illerle yaparlar. Bazı şehirler de hudutta yer alırlar. Bu şehir halkı, komşu memeleket halkıyla türlü alış-veriş içindedir. Dillerinde bile müştereklik yaşanır. Suriye'nin ne olduğu İstanbullu için çok önemli olmayabilir. Kilisli içinse hayati değerdedir. Onlarca misali ardı ardına sıralamak mümkün. Türkiye, 1352'de sallarla Rumeli'ye geçtiğinden beri Avrupa'lıdır. En az Anadolu toprakları kadar Avrupa'da da topraklarımız vardı. Bugün de kültürel mevcudiyet bakımından yine oralardayız. Türkiye adlı ülkenin iki parçasından biri Avrupa'da. Keza en büyük şehrinin en büyük nüfusu Avrupa'da. Türkler, nüfus yoğunluğu bakımından en fazla Avrupa yakasında ikamet etmekte. Buradaki Avrupa kelimesini "batı" diye de okuyabilirsiniz. Buna rağmen şu son savaş dolayısıyla gelişen olaylara bakıp "Türkiye Ortadoğu ülkesi olmayacak!"vari meydan okumaları anlamak zor. Bu derecede realiteden kopukluk neden? Böyle bir meydan okuma boşa edilmiş laftır. Türkiye, Avrupa'da olduğu gibi aynı zamanda Ortadoğu'da. Bu kadar da değil... Türkiye, çoğrafya bakımından fevkalade zengin. Çok komşulu ve çok aidiyetli bir ülke. Türkiye Cumhuriyeti Devleti... Avrupalı. Asyalı, Ortadoğulu, Kafkasyalı, Karadenizli, Akdenizli, Balkanlı, Avrupalı. Bu bizim zenginliğimiz. Komşularımızla sınır ticaretimiz var. İhracat ve ithalatımız var. Kültürel alışverişimiz var. Bazı sınırlarımızın bu yarısındaki insanların diğer aile parçaları öbür yanda. Hal böyle iken Türk dışişleri bakanının Suriye, İran gibi bir iki komşu ülkeyle görüşmesi neden farklı şekillerde tefsir edilir? Bulgar veya Yunan dışişleriyle görüşmeyi normal, doğu ve güney komşularımızla teması anormal saymaktan daha anormal ne olabilir? Bunun ardında dışarıdan gelen kasıtlı telkinler bulunuyor. Türkiye'nin bütün bu saydığımız coğrafya ile barışık olması lider ülke olarak doğrulması demektir. Yurdumuz, bu potansiyeli taşıyor. Onun için endişe etmekte ve içerdeki adamlarıyla yollara dikenler dökmekteler. Türkiye nereli? Türkiye, imparatorluk coğrafyasından. O coğrafyanın mirasçısı ve devamı. Problem, bu coğrafyada kendi kimliğimizle kalıp kalmamakta. Aidiyet arayışında kasdedilen zihniyetse onun cevabı da budur. Veya şöyle diyelim... 1000 yıllık kimlik...1000 yıllık coğrafya. Şahsiyetimiz ve haysiyetimizin anahtar kelimesi bunlardır.
.
Nerede hata yaptık?
2 Mayıs 2003 01:00
Çocukluk yıllarımızın acıklı masallarından biri Erzincan zelzelesiydi. Büyükler, görgü şahitlerinden veya mağdurlardan nakiller yapar, bizler de anlatılanları anlamaya çalışırdık. Ortamektep yıllarımızdan Varto zelzelesini hatırlıyoruz. Sonraları herhalde lise çağımızdaydı Van'da deprem oldu. Kabahat kelimedeymiş gibi, kelimenin değişmesiyle âfet önlenecekmiş gibi zelzele deprem yapılmıştı. Osmanlıcası terk edilirken bari Fransızcası yerine Anadolu Türkçesi'nden "yer oynaması" yahut Türkistan Türkçesi'nden "yer kıpraşması" alınsaydı. Üniversite yıllarımızda başkaları oldu, hayata atıldık hep devam etti. Erzincanlar, Vartolar, Vanlar çok kayıplar verdi. Suçlu kimdi? Suçlu belliydi, kerpiç damlar. Hakikaten öyle. Bu evler, bu toprak ve kerpiçten mamul binalar insan kaybıyla hayvan telefatına yol açıyordu. Sonraları teknoloji gelişti. Toprak, saman ve çamurdan mamul malzemenin yerini betonarme aldı. Ancak depremler durmadı. Erzurum, Adapazarı, Adana şu bu derken 17 Ağustos 1999'da dev Marmara depremi geldi çattı.. O kadar çok ölen oldu ki kimse sayısını bilemedi. Peki bu defa kim suçluydu? Bu defaki suçlu kerpiç ve toprak değildi. Betonarme de değildi. İnsandı. Müteahhitler, mimarlar, mühendisler, onları kontrol eden memurlar vs. Depremlerle iç içe yaşayarak bugüne kadar geldik. Hemen bir kaç aya bir yer sallanıyor. Muhakkak can ve mal kaybı veriyoruz. Nasılsa nüfusumuz kalabalık. Kalabalık nüfusu ya trafik kazalarıyla veya depremlerle tüketmekteyiz. Trafik, dünyanın her tarafında var. Keza deprem olmayan yer de yok. Oralarda ölümler olmazken bizde sayılamayacak kadar fazlası vuku bulmakta. Düne gelince. Bingöl'de sabaha karşı meydana gelen 6.4 şiddetindeki depremde ölen gençlerle içimiz yandı. Yine büyük can ve mal kaybımız var. Neden? Çünkü resmi bina çöktü. 6.4 çok çok şiddetli bir deprem değil. Başka memleketlerde bunun daha üstünde sarsıntılar yaşanırken kimsenin burnu kanamıyor. Çünkü onlarda rüşvetle imza atılmıyor. Malzemeden çalınmıyor. İşler hırsızlara teslim değil. Devlet malı deniz değil müşterek servet kabul ediliyor. Bu hırsızlar, var oldukça bu ölümler bitmez... Bu meselenin deprem faslı. Ne var ki bizim çilemiz bir depremden ibaret değil. Her 10 yılda bir büyük depremle her 10 yılda bir de darbeyle her 10 yılda bir de krizle sarsıldık. Erzincan, Varto, Van, Marmara depremleri... '60, '71, '80, '97 darbeleri. 1979, 1994, 2001 krizleri. Depremler, darbeler, krizler... Felaketler yakamızı bırakmıyor. Niçin? Evet niçin? Biz, milletçe nerede hata yaptık, suçumuz ne? Bunlar şöyle veya böyle bir cezaysa suç da vardır.
.
Kıbrıs düşünceleri
5 Mayıs 2003 01:00
Bilim Araştırma Vakfı'nın tertiplediği Kıbrıs İçin Gerçek Çözüm isimli konferansların üçüncüsü cumartesi günü Lefkoşe'de yapıldı. Bu hareket, aynı zamanda KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş'ın yalnız olmadığına dair bir mesajdı. Konferansa Doğu Türkistan, Irak Türkmenleri ve Batı Trakya temsilcileri de davet edilmişti. Türkiye'den parlamenterler, iş adamları, basın mensupları, askerler, üniversite hocaları oradaydı. Bu cephesiyle hareket aynı zamanda bir Türk Kurultayı gibiydi. Önemli konuşmalar oldu. Denktaş ve misyonu üzerine tahliller yapıldı. Dâvâsına sadakati takdir edildi. Kimse yanlış anlamasın, çözümsüzlük isteyen yok. Beklenen adil ve itibarlı bir çözümdür. "Ver kurtul" anlayışına karşı çıkılmakta. Konuşmacılar, her kesimdendi. Memnuniyetle kaydettiğimiz husus şudur: Varoluş şuurumuz, her şeye rağmen özünü muhafaza etmektedir. Bunu birazcık kenara çekilip bakınca dahi görmek mümkün oluyor. Batıyla birtakım alış-verişler elbette olacaktır. Fakat kan kardeşlerimizle din kardeşlerimizi ihmal edemeyiz. Anadolu gibi onlardan da sorumluyuz. Kıbrıslı Türk devlet adamları başta olmak üzere kürsüye gelenler, şu tarihi vakıalara dikkat çektiler. -Afganistan, Keşmir, Irak, Kıbrıs... İngilizler, tarih boyunca her nereye girip çıkmışlarsa arkalarında mutlaka büyük ihtilaflar bırakmışlardır. İki İngiliz üssü Kıbrıs'ta olduğu sürece Kıbrıs huzur yüzü göremez. Andlaşmalar gereği adada bulunan Türk ordusuna "işgalci" diyenler, yine bu adada bulunan İngiliz ordusu için çıt çıkartmamaktadırlar. Bunlar meselenin can alıcı noktasıdır. Sorulması gereken sual şudur: -İngilizler, neden Kıbrıs'tan elini çekmemektedir? Neden Cebelitarık'ta olduğu gibi, Basra'da olduğu gibi Kıbrıs'ta da hiçbir haklı mazeret gösteremeden mevcudiyetini devam ettiriyorlar? Bilim Araştırma Vakfı, her türlü fedakârlığa katlanarak işte bunları gündeme taşıyıp üzerinde düşünülmesini temin ediyor. Bu yolla Siyon ve İngiliz emperyalizmi teşhir edilmekte. Adı geçen vakıfla uğraşılmasındaki sır burada yatmaktadır. O halde devlet, dostunu-düşmanını fark etmeli. Bilim Araştırma Vakfı çatısı altında toplanmış şu pırıl pırıl memleket evlatlarından devlete ziyan gelmesi mümkün mü?
.
Milli Eğitim Bakanlığı delaletiyle hükümete teklifler
6 Mayıs 2003 01:00
-l- Lise 3'ler fiilen bitti. Öğretmenler, sınıfa geliyor talebe, nâmevcut. Çünkü onlar, üniversite imtihanına hazırlanmaktalar. Kurslar, okulları aşan bir sür'atle talebeyi çalıştırmakta. Onun için talebe, hatır raporları ibrazıyla okula gelmiyor. Dersten kaçma söz konusu değil. Tam tersine daha çok ter dökmek maksadıyla böyle yapılıyor. Ancak ortada bir terslik yok mu? Rapor alarak sınıfa gelmeyen gençlerin öğretmenleri var. O öğretmenler, öğrenciler olmadığından fiilen işsiz durumuna düşüp öğretmen odalarında sohbet etmekteler. Liseler, üniversiteye hazırlamada kifayetsiz kalınca doğan boşluğu dershaneler doldurdu. Eğitimde özel sektör, resmi sektörü aşmıştır. Bir taraf tüccar gibi düşünüp hedefe kilitlenmekte diğer tarafsa sistemin belli kalıpları içinde yürümek zorunda kalmakta. Manzaranın adını şöyle koymak lazım. -Gençlik, lise sonları terk ederek bir eğitim reformu başlatmıştır. Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik de o gençler kadar genç bir ruha malik iyi bir eğitimcidir. Kendisinin, hükümetinin ve TBMM'nin yapacakları var: Gençliğin başlattığını devam ettirip her şeyi yerli yerine oturtmak gerekiyor. Ne yapmalı, nereden başlamalı? 1-İlk öğretimi 4 yıla düşürmeli. 2- Orta kısımlarla liseleri birleştirerek "orta öğretim" adıyla 4 yıl yapmalı. 3-Her halükârda liseler 2 seneye indirilmeli. 4-Tıp fakülteleri 5, diğer fakülteler 4 yıl olmalı. 5-Açık Öğretimi kaldırmalı. Yahut yüksek okullarla birleştirerek yazın veya geceleri devam edilebilen 2 yıllık okullar haline dönüştürmeli. 6-Diğer taraftan tatil israfına kesin olarak son vermeli. Cumartesi günleri, resmi tatil olmaktan çıkartılmalı. Dini ve resmi tatil günü toplamı senede 10 günü aşmamalı. Mahalli kurtuluş günlerinde tatil yapmaktan vazgeçilmeli. Bir bayram hangi zümreyi alakadar ediyorsa yalnızca onlar tatil yapabilmeli. -II- VEYA... Daha radikal ve devrim sayılabilecek tedbirler alınmalı... 1- Devlet üniversitelerinin binası tarihîyse yeni yerlere taşınmak kaydıyla, değilse olduğu gibi özel sektöre satılmalı. 2-Aynı şartlar bütün ilk ve orta öğretim kurumlarında da tatbik edilmeli. 3-Boşalan tarihî binalar kiralama yoluyla diğerleri satılarak paraya çevrilmeli. -III- VEYA... Her vakıf üniversitesine 5 ilköğretim, 5 liseyi finanse etme mecburiyeti getirilmeli. Masraflar vergiden düşülmeli. Bunlar olurken ideolojik sayılabilecek her türlü tarz ve ifadeden muhakkak uzak durulmalı. Başbakan Tayyip Erdoğan'ın dediği gibi tüccar devlet zihniyetini eğitim alanına da taşımalı. Devlet, hükümetler eliyle sadece kontrol etmeli. İnsan ömrü 500 sene değil. Onun için tahsil süresi, Türk vatandaşının ortalama ömrünün 1/4'ünü aşmamalı. Genç nüfusa sahip olmakla övünmek hakkımız ama o nüfusun hakkını vermek de borcumuz. Hayat, kendi hükmünü icra ediyor. Bunu görmeli ve gereğini yapmalı. Suçlu olan ne okul, ne öğrenci, ne eli-kolu bağlı öğretmen, ne de hatır raporu yazan hekim. Zamana zamanlar sığdırmak zorundayız. Unutulmasın torunları borçlu doğan ülkedeyiz. Önümüzdeki nesillerin borçtan kurtulmaları, gençliğin işsizliği, beyin göçünün önlenmesi bugünden alınacak tedbirlerle mümkün. Devletin küçülmesi en önce eğitim alanından başlamalı. Hedef, hamal devlet değil hami devlet.
.
Slogan
7 Mayıs 2003 01:00
Yıldız Teknik Üniversitesi'ndeki öğrenci olaylarını dehşetle takip ettik. Sopa, kan, insafsızlık, dayak ve dehşetin hepsi bu kavgada vardı. Kavga eden gençler iki sol grupmuş. "Faşizme ölüm" ve "Ali, Hüseyin, Ulaş, kurtuluşa kadar savaş" sloganları atılıyordu. Bunlar 25-30 sene evvelinin sloganları. Sloganların aslı şöyleydi. "Faşizme ölüm, halka hürriyet" ile "Mahir, Hüseyin Ulaş kurtuluşa kadar savaş". 25-30 sene evvelki öğrenci olaylarında sol yumruklar havada olduğu halde slogana "Mahir..." diye başlanırken bu defa onun yerine "Ali" denmesi manidardır. Ali'den kasıt, hazreti Ali. Mezhepçilik, Marksiszm ve slogan... Tehlike işareti... Hükümet, hadiseyi hafife almamalı. Eski olaylar başladığında yollar yürümekle aşınmaz sanılmıştı. PKK terörü de 3-5 çapulcunun hareketi olarak görülmüştü. Film, tekrar vizyonda. Yakında tıpkı 25-30 sene evvelinde olduğu gibi "Kurdara âzâdi" diye de bağrılırsa şaşmamalı. Her şey basitten başlıyor fakat birden alevleniyor. Sanki bir yerlerden düğmeye basılmakta. Bu defa da düğmeye basılmış olmasından kaygılıyız. Peki düğmeye kim basmış olabilir? Türkiye gazetesinin dünkü manşeti "ABD öc alıyor" şeklinde atılmıştı. Bu manşet çok şeyi ifade etmekte. Tezkere geçmeyince Süleyman Demirel, "Amerika, kindardır affetmez" demişti. Bu affetmeme sadece Musul ve Kerkük'ün yeniden inşasında yaşanmıyor. Üniversitelerde de kendini göstermeye başladı. CIA ajanlarının km başına en fazla düştüğü ülkelerden birinin Türkiye olduğunda şüphe yok. Bir kısım Türk aydını 25-30 sene önce bunu Moskova'nın yaptığına inanırdı. Çünkü SSCB devam ediyordu. Komünizm ihraç etmekteydiler. Halbuki Türkiye'deki terörün arkasında asıl başka güçlerin olduğu daha sonra anlaşıldı. Herkes bu tuzağa karşı uyanık olmalı. Böylesi sloganlar savurarak kurşunun üstüne gidenler bir zaman sonra pişman oluyorlar. Ama neye yarar? Bir çok arkadaşları boşu boşuna ölmüş, altından kalkılmaz ziyanlar doğmuş oluyor. "Faşizme ölüm halka hürriyet" diyenler de "Ali, Hüseyin, Ulaş" diye bağıranlar da boşu boşuna ter ve kan dökmekteler. Onlar can veriyor, Türkiye, yıllarını. Öyle ki böylesi zamanlarda kaybedilen yıllar on senelerle kazanılamıyor. Slogancılık, kolaycılıktır, sığlıktır. Hemen tükenir. Onun için ânında taşa sopaya sarılıp kan akıtırlar. Halbuki medeni insan, dinler, konuşur ve düşünür. Slogan, robotlaşmış insanların haykırışıdır.
.
Yenilir yutulur gibi değil...
8 Mayıs 2003 01:00
Amerikan başkanı değil, başkan yardımcısı değil, savunma bakanı değil... Savunma bakan yardımcısı. Bu kişi, Türk milletine, Türk hükümetine, Türk ordusuna hakaret etmiştir. İşte madde başlıklarıyla dedikleri.... Türk milletine: -Irakta'ki gerçekleri anlayamamıştır!!!... Türk hükümetine: - Hükümet de Irakta'ki gerçekleri anlayamamıştır!!!... Türk Ordusu'na: -Kendisinden beklenen liderliği gösterememiştir!!!... İçişlerine karışmak bu değilse tarifini yeniden yapalım. Hakaret bu değilse onun da tarifini yeniden yapalım. TBMM doğru olduğuna inandığı bir kararla Amerika'nın Irak'a Kuzeyden girmesine müsaade etmemiştir. Bu hür ve müstakil bir devlet parlamentosunun aldığı serbest ve vicdani karardır. Bu "Pentagon magandası" Türkiye'yi muz cumhuriyeti mi sanıyor? Burada müesseseler ve o müesseselerin çalışma mekanizmasını tanzim eden kuvvetler ayrılığı sistemi var. Millet seçimle iş başına getirdiği vekillerine yetki vermiştir. Onlar da böyle takdir ettiler. Hükümet ne yapabilirdi, ordu ne yapabilirdi? Kendileri okyanus ötesinden Irak'ı ve oranın gerçeklerini görecekler Türk milleti bundan gafil olacak!.. Böylelerine Türkçe'de "sen, herkesi kör âlemi sersem mi sanırsın?" derler. Pentagon magandası bu kadarla da kalmıyor. Hakaretlerine iftiralar da eklemekte. Türkiye, güya Saddam diktatörüyle işbirliği yapmış. Yalanın böylesi işitilmemiştir. Dahası da var. Suriye ve İran'la cephe oluşturuyormuşuz. Mazlumların ahı tuttu galiba ki hayal görmekteler. Bir de nazlanıyor. İncirlik, kendileri açısından artık işe yaramazmış. Onun için bu tesisi terk edeceklermiş. Ortaklığın devamı, Türkiye'nin hata ettiğini ikrar etmesine bağlıymış. Türkiye, ABD'den özür dileyecek ki stratejik ortaklık denen yalan sürebilsin. Bir fil, züccaciye dükkânına girmiş kırıp döküyor. Yenip yutulmaz bu lafların bedeli istifadır. Türkiye, bu adamı istifaya zorlatıp sonuç almalı. Bu bir tesadüfi konuşma değil. Ona tetikçilik yaptırdılar ki Kürt ve Musevi kartına dair niyetlerini hayata geçirebilsinler. İncirlik, Kuzey Irak'a taşınacak. Diplomatik taarruz, böyle zamanlarda olmazsa ne zaman olur? Bu taarruzu TBMM, hükümet, ordu, sivil toplum kuruluşları, basın hep birden yapmalı.
.
Forum İstanbul
9 Mayıs 2003 01:00
İstanbul, önemli bir toplantıya ev sahipliği yapıyor. "Yarının Kurulması Hedef 2023" ismi verilen forum, yerli yabancı oldukça kalabalık bir misafir topluluğunu bir araya getirdi. Finans Dünyası dergisinin bizzat da şahit olduğumuz gayretli çalışmalarıyla organize olan bu forum aynı zamanda Türkiye'nin Davos'u olarak da kabul görmekte. Bir dergi ve bir avuç insanın dünya çapında gerçekleştirdiği organizasyonu çok takdir ettik. Çalışmaya sponsorluk yapan firmalar da anlayışlarından dolayı teşekküre layıklar. Forum, seminer, sempozyum, panel, toplantı...adına ne derseniz deyiniz bu tür faaliyetler Türkiye'nin 1. dünya liginde oynama arayışlarıdır.. Bir zamanlar, hayır bir zamanlar denmez, yakın zamanlara kadar en büyük problemimiz "kaht-ı rical"di. 150 yıldan beri yetişmiş insan sıkıntısı yaşamaktaydık. Dün o sıkıntıyı artık yavaş yavaş arkada bıraktığımızı bir kere daha memnuniyetle müşahede ettik. Şunu görmeliyiz. Biz sadece büyük bir genç nüfusa sahip değiliz. Forum İstanbul RAHİM ER / BAŞTARAFI 3. SAYFADA Aynı zamanda mükemmelen yetişmiş kadrolarımız da mevcut. Bunlar devlette, siyasette, askerlikte, özel sektörde, medyada sivil alanın her kesiminde bulunuyor. Şunu birbirine karıştırmamalı. Yetişmiş insan eksikliği başka, yetişmiş insana iş bulmak başka. Problemimiz ikinci noktada. Sadece üniversite diploması alanı değil, hayatının en verimli çağındaki insanlara bile iş temininde zorluklar yaşanıyor. İki lisan bilen nice üniversite mezunu işsiz. Bu sayı ekonomik krizden sonra daha da arttı. Artış, topluma beyin göçü şeklinde geri dönüyor. Onun için Forum İstanbul mühim bir adım. Hedefi, vizyonu 2023. Türkiye'nin Cumhuriyetin 100. yılında dünyanın sayılı ülkeri arasına girmesi, bütün dert, mesele, problem bu. Böyle bir ihtimal var mı? Başka şansımız yok. Genç nüfus, cesur ve gayretli müteşebbis ve yetişmiş kadrolarla o hedefe azimle yürümeliyiz. Salonu dolduran isimler bu ümidi verdi. En büyük noksanlığımız kendine güven duygusu. Halbuki şık bir düşünceyle ilk konuşma yaptırılan Onur Mumcu gibi daha nice gençlerimiz var. Hep beraber takip ettik. Bir üniversite son sınıf talebesi, hepimizin altına imza atacağı ne kadar kıymetli tesbitler yaptı. Onur Mumcu 40 yıl sonra "Büyük Türkiye" idealinden bahsediyordu. Bu idealden merhum Mehmet Kaplan, Yılmaz Öztuna, Süleyman Demirel'le birlikte söz ederken hafife alınıyorduk. Vizyonumuz Büyük Türkiyedir. Bu bayrak 2023'te layık olduğu yerde dalgalanmalıdır.
.
Fakir şehrin fakir çocukları
13 Mayıs 2003 01:00
İki güzel haber, Pazar ve Pazartesi günleri verildi. İkisine de çok sevindik. Haberin birini Başbakan Tayyip Erdoğan seçim bölgesi Siirt'ten açıkladı. Diğerini Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik Ankara'dan. Başbakan'ın haberine göre kişi başına milli gelir seviyesi 1500 doların altında olan şehirlere vergi muafiyeti, SSK indirimi ve arazi tahsis kolaylığı geliyor. Kişi başına düşen dolar ortalaması Türkiye genelinde 2941 iken 21 vilayet, 1500 doların altında hayat mücadelesi vermekteymiş. Bunların 10'u doğu, 5'i güneydoğuda 5 ise Orta Anadolu'yla Karadeniz bölgesinde. Haberle fakir şehirlerimizin daha şimdiden heyecanlandığı kanaatindeyiz. Tabii projenin tez zamanda hayata geçmesi lazım. Böylece bölge müteşebbisi rahatlar. Batıdan sermaye akışı olur. Bölge insanı iş bulur. Doğudan batıya göç önlenir. Bölgeler arası kalkınmışlık farkı dengelenir... Milli Eğitim Bakanının haberi de tam bir müjde. Orta son sınıfları bitiren 10 bin fakir çocuk, merkezî imtihanla özel okullara yerleştirilecekmiş. Her çocuğa 5 özel okul tercih imkânı tanınıyormuş. Bu maksatla 15 trilyon liralık bir kaynak ayrılmış. Bakanlık, özel okullarla pazarlık yaparak uygun fiyatı veren okullara bu çocukları gönderecekmiş. Bu proje de yine ülkedeki sosyal dengeyi kurmaya yönelik çok değerli ve çok sevindirici bir adım. İnşallah her iki proje de tökezlemeden herhangi bir yargı kazasına uğramadan hayata geçer. Herkesten rica ediyoruz. Hiç bir makam, hiç bir kimse fakir şehirlerimizin geçimi ve fakir çocukların istikbaliyle oynamasın. Onların önüne kıymetli bir fırsat çıktı. Borçsuz-harçsız ve kalkınmış Türkiye rüyası böylesi hayırlı adımlarla gerçek olacak. Ayrıca şu da hayal değil: Vatandaş, vergisinin harcandığı yeri sevdikçe vergi gelirinde de artış olacaktır.
.
Akdeniz Birliği
14 Mayıs 2003 01:00
Bir yere kapılıp kalmamakta faydalar var. Atalar, "bütün yumurtaları tek sepete koymamalı" diyor. Türkiye'nin son dönemler temel hatası bu olsa gerek. Yumurtaları tek sepete olmasa da etiketinde ABD ve AB yazan iki sepete koymuş durumda. Alternatifleri zengin olan tarafın pazarlık gücü elindedir. ABD-AB ikilisinden birini diğerine karşı hakkıyla koz olarak kullanamamak bir kayıp. Diğer kayıplarımız da var. Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatıı ne ümitlerle kurulmuştu. Turgut Özal'ın bir projesiydi. 1997 sonrası iktidarlar tarafından rafa kaldırıldı. Halbuki bir imkândı. Bu imkân, bir zenginliğe dönüşebilirdi. Erbakan Hükümeti zamanında gerçekleşen D-8'ler de pekâlâ bir fırsat haline gelebilirdi.. O da unutulup gitti. Bu ihmal ve unutmalarda ABD ve AB'nin baskıları olmadığına inanmak haylice zor. Şimdi iyi değerlendirilirse bir başka kapı daha önümüze açılmakta. Akdeniz Birliği TeşkilÂtı. Bu teşkilâta öncülük yapabiliriz. Böyle bir fikrin nereden doğduğunu tahmin edebilirsiniz. Bir zamanlar kendisine kızdığımız İtalya ile bugün haylice yakınız. Erdoğan Hükümeti'nin Berlusconi Hükümeti'yle fevkalade iyi anlaştığı ortada. Silvio Berlusconi bize karşı sıcak ve sempatik yaklaşımlar içinde. Yapılacak olan şudur: Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Başbakan Silvio Berlusconi'ye Akdeniz Birliği Teşkilatı teklifini götürmesi. Sonra da her ikisi diğer kıyı komşularımıza giderler . Böylece Türkiye, İtalya, Yunanistan, Suriye, Lübnan, İsrail, Filistin, KKTC, GRC, Mısır ve Libya arasında bir birlik oluşturma hedef alınmalıdır. Başlangıçta daha az üyeli de olabilir. Kurumun isminin Akdeniz Birliği Teşkilatı olduğunu az evvel yazdık. Merkezinin neresi olacağı, organları, finans kaynakları vs. teknik olarak düzenlenir. Türk hükümeti bunu yapmalıdır. Ardından da Karadeniz Ekonomik Teşkilatı ile D-8'ler de çalıştırılmalı. Bunlar olurken ABD ile AB ihmal edilsin demiyoruz. Fakat bunlar olunca onlara karşı elimiz kuvvetlenir. Sınırların sembolik hale geldiği yerkürede devletler de çok uluslu oldu. Berlusconi, Erdoğan'la kendini göstererek "biz deliyiz" demiş. İnanmamız için akıllıların başaramadığı işler yapmaları lazım. Eğer deli deyip akıllı gibi davranırlarsa olmaz. Çünkü akıllı düşünene kadar deli dağı aşarmış. Zaten bir çok büyük projeyi ilk başlatana da hep "deli" denmiştir.
.
İngilizler darbeleri sever
15 Mayıs 2003 01:00
İngilizler, darbeleri sever ama kendi ülkelerinde değil. Onlar, kendilerinde monarşiyi devam ettiren muhafazakârlarken diğer ülkelerde bir şekilde darbe teşvikçiliği yapar, bazen de darbenin destekçisi olurlar. Mahir Kaynak, oto biyografik eseri 'Yel Üfürdü Su Götürdü'de 27 Mayıs 1960 Darbesi'nin arkasında İngiltere'nin olduğunu en ikna edici biçimde açıklar. Bir darbe takip eden onlarca yıla tesir etmektedir. 27 Mayıs yüzyılımıza mal olmuştur. Sultan Abdülaziz'e yapılan darbe dahi hâlâ tartışılmakta. Bu silahlı müdahaleler, hep üçüncü dünya ülkelerinde vuku buluyor. Orta şark, uzak şark, Afrika, Güney Amerika... Bizdeki darbeler tarihçesini Yavuz Sultan Selim'in çadırına kurşun sıkılmasına kadar götürebiliriz. Bu olaylarda daima üç taraf olmuştur. Darbeciler, mağdurlar ve halk. Halk kendi adına darbe yapıldığı iddiasına rağmen sessiz sedasız bir şekilde mağdurların yanında yer almıştır. Nereden çıktı bu sevimsiz kelime üzerine konuşmak? Onu İngiliz uluslararası stratejik araştırmalar kuruluşu IISS'ye sormalı. Bu think-tank kulübü, yıllık raporunda Türkiye'ye 15 sayfa birden ayırmış. İddiaları şöyle. Ordu alt tabanı, üstlerine baskı yaparak genelkurmay başkanının hükümete karşı daha sert davranmasını istemekte. IISS'nin iddiasına göre iktidar, radikal bir teşebbüste bulunursa ordu, alt rütbedeki subayların zorlamasıyla darbe yapacaktır. AK Parti, bunu önlemek için daha yumuşak bir üslupla hedefine yürüyecek. O takdirde darbe zorlaşacak fakat erken seçim kaçınılmaz olacak. Bu haber ne kadar doğru? Mümkündür, askerin içinde baştaki iktidarlardan hazzetmeyen kitleler olabilir. TSK dediğimiz yüz binlerle ifade edilen bir kitle. Bu keyfiyet dün vardı, bugün mevcuttur, yarın da olur. Hatta genelkurmay başkanını ılımlı bulanlar da çıkabilir. Aksi de düşünülmeli. Ancak bütün bunlar darbe yapılacak anlamına gelmez. Darbe niyetini meşrulaştırmaz, darbelere hak verdirmez. Darbe, denen vak'a en nihayet kardeşin kardeşe düşmesidir. Hürriyetlerin ortadan kalktığı, çok kere kan akan, kalkınmalara ket vuran bu silahlı müdahaleler daima zarar vermiştir. Onun için 1876 ve 1960'dan söz ettik. Darbeler tarihimizin kötü günleridir. Artık mazide kalması, fikir adamlarıyla tarihçilerin üzerinde çalışmaları, romancıların roman, filmcilerin senaryo çıkartmaları gerekir. Şu çağdaş dünyada memleketimize hâlâ darbe yakıştırılması utandırıcıdır.. Neden Almanya, Fransa, İtalya, İsveç'e değil de Türkiye'ye layık görülür. Bu layık görmelerin güdümlü olduğuna şüpheniz olmasın. Bu bir zerreyi umman gösterme hilesidir. Mevzubahis düşünce kulübünün İngiltere derin devletinin bir uzantısı olduğunu tahmin edersiniz. Objektif görüntüler altında ustalıklı bir temenni. Kuzey Irak'tan giriş izni vermeyen TBMM ve hükümet bu yolla kendi ordusuyla cezalandırılmak istenmekte. Bu bir tuzaktır ve zaman zaman gündeme taşınacaktır.
.
Seyirlik
16 Mayıs 2003 01:00
Ne dersiniz gazeteler siyah-beyaz günlerde daha mı kaliteliydi? O günleri bilmeyenler tabii ki bir fikir beyan edemezler? Bilenlerin tartışması lazım. Gazeteler, siyah-beyaz döneme göre sayfalarını çoğalttı, renklendi ama kalite yönünde ne kadar mesafe aldı? Elinize bir Amerikan, bir Avrupa, bir Japon gazetesi alınız bir de bizden. Göreceksiniz ki onlar okunmak için bizimkiler seyirlik. Gazete bir şekilde ziyan gördü. O ziyanı veren renk mi, resim mi? Herhalde ikisinin birleştiği renkli resim. Gazeteler bir tıkanmışlık içinde. Öyle bir noktaya geldiler ki resmi arka plana atamıyorlar. Buna cesaretleri yok. Okuyucuyu şartlandırdılar. O yüzden eskiden "okudun mu?" denirken şimdi "baktın mı?" diye soruluyor, "gazeteye baktın mı?" Renkli resmin ön plana çıkması magazinleşmeye ağırlık verdirdi. Vaziyetin siz de farkındasınız. Bugün gazeteyi yapanlar haber vermiyor, haberi bağırıyor. Kocaman harflerle incir çekirdeğini doldurmayan konular. Bir tarafta magazin, diğer tarafta bağıran haber. Okuyucu o haberin çok kere sadece spotlarını okumakta. O yüzden bir gazete 5 dakikada bitiyor. "Gazete yazıyor" sözü tarihe karıştı. Halbuki o söz zor anlar için bir noter tasdiki gibiydi. Gazete, renge tv ile yarışmak için girdi. Televizyon fazlaca bir şey getiremediği gibi gazeteyi de kendine benzetti. Buna bir de krizler, kan kaybetmeler, bölünmeler eklenince basın iyice daraldı. Şu gün çok kimsenin gazete ihtiyacını tv'lerin kahvaltı haberlerindeki basın özetleriyle karşıladığı belli. Bugün 50 sayfalık gazeteler 50 yıl öncenin 50 kuruşluk gazeteleri kadar itibarlı değil. İtibar etmekle korkuyu karıştırmamalı. Üstelik onları, orta okul-lise mezunu alaylılar çıkartırken şimdi mektepliler iş başında olduğu halde gazeteler hâlâ promosyon denen koltuk değnekleriyle yol alabilmekte. Neticede ne oldu? Tv ve gazete birbirinden etkilenerek dibe giderken kitabı da kendileriyle beraber sürüklediler. O noktada okuyucu da kabahatli. Dış dünyada gazeteler siyah beyaz ve çok sayfalı. Tv'ler çok daha fazla kanallı ama kitap tirajları gazetelerle yarışıyor. Demek ki biz hâlâ zamanı kullanmasını bilmiyoruz. Medya, medyacılar tarafından sorgulanmak, bir çıkış, bir çare bulmak zorunda. Dediklerimiz problemin satır başları. İnsan hayatına bu kadar girmiş bir unsurun ihmali, olumsuz şekilde insana dönmekte. Onun için her şey seyirden ibaret oldu. Kavgalar bile aralanmak yerine seyrediliyor. İnsan, düşünen mahluk olmak yerine seyreden yaratık olup çıktı. Kim onu tekrar asli haline döndürecek? Bu kadar mesleki kuruluş var. Neden meselenin bu can alıcı tarafı üzerine bir mutabakata varılamıyor? Televizyonlar, anlaşarak aynı gün daha seviyeli yayına başlayamazlar mı? Gazeteler, anlaşarak aynı gün az resimli çok yazılı az renkli gazeteyi yapamazlar mı? Okunmayı ön plana alamazlar mı? Ümitli olmak haylice güç... Halbuki böylesi daha az maliyetli ve daha kaliteli olur. Gazetelerle kâğıt ve malzeme, tv'lerle saatlerce zaman boşa akıp gitmekte. Medya her konuda herkese akıl verirken biraz da aynaya baksa...O zaman şunu görür... Manken-şarkıcı-futbolcu kıskacındadır. Manken-şarkıcı-futbolcu. Ve bağıran haberler. Emeksiz yorumlar. Bir gazete veya bir tv en az yayınladığı reklam kadar kaliteli olmalıdır.
.
Pişmanlık duygusu
21 Mayıs 2003 01:00
Bu duygu da gülme duygusu gibi sadece insana mahsus. Birazcık olsun insani tarafı bulunan herkes, herhangi bir iş veya icraatından dolayı daha sonra pişman olabilir. Buna çocukluğumuzda nedamet getirmek deniyordu. "Nadim oldum, peşiman oldum" derlerdi. Pişmanlık, insanın mutlak doğrudan mahrumluğundan dolayı doğmakta. İnsan, bugün yaptığını yarın beğenmeyebiliyor. Beğenmek ne kelime reddediyor. Onun için özür ve pişmanlık müesseseleri hilkaten mevcut. Bunlar insanın alkışlardan takdirlerden uzaklaşıp vicdanıyla başbaşa kaldığında ortaya çıkar. TBMM'de bir tasarı var. İsmi "Topluma Yeniden Kazandırma Yasası". PKK 'nın merkez komitesinde yer almış olanlar hariç diğerlerini tekrar kazanmaya dönük bir adım. Hem pişman olup hem de bulunduğu kademeye göre terör örgütüne dair bilgileri verenler affolacak, sadece pişman olanların cezası azaltılacak vs. Buna mukabil devlet de onları korumak için türlü tedbirler alacak. Çukurova'da bir deyim vardır; -Kanı kanla yumazlar, kanı suyla yurlar, der. Çok kayıp verdik. Bu ülkenin insanları neticede düşman oyunlarıyla isyana yeltendiler. Şimdi başka bir manzara var. Devlet, herkesin devleti. Vatandaşlıktan çıkmadığı veya çıkarılmadığı müddetçe devlet âsinin de devleti. Onlar da pişman olabilir. Devlette asli görev kaybetmek değil, kazanmaktır. Biz kazanmazsak başkaları kazanıyor. Zaten işin başı ihmallere, horlamalara dayanmakta. Oralardan dünkü vahim ve kanlı günlere gelindi. Bağra taş basıp şartlarını tesis ederek affetmek âlicenaplığını göstermek lazım. Devletini seven olanca zorluğuna rağmen bu fedakârlığa katlanmak zorunda. Bugün Irak topraklarında bir macera yaşanmakta. Ne olacağı nereye gidileceği kimse tarafından tam bilinmiyor. Onun için devletin tedbir alması lazım. Dağdaki insanı sen düze indiremezsen başkaları aralarına katıp güçlenirler. Onun için bu kanun yerinde. Teknik tarafı üzerinde derinlemesine çalışmalar olabilir. O ayrı. Fakat Topluma Yeniden Kazandırma Yasası çıkmalı. Çıksın fakat riayet etmeyene de en ağır müeyyideler getirilsin. Bu kanun lisanı hal ile yapılmış bir nasihat olur. Nush ile anlayana etmeli tekdir Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir..
.
Sıra diğer tatillerde
22 Mayıs 2003 01:00
Dış finans çevreleri, Türkiye'nin vergi bakımından ne denli çekilmez olduğuna dair raporlar yayınlamaktalar. Bu raporlar, yabancı sermaye için korkutucu olmakta. Vergi bakımından azapta tatil bakımından safadayız. Tezat burada işte. İnsanın hayatındaki en büyük zorluk, zamanı değerlendirmektir. Zamanı hakkıyla, yerli yerince değerlendiremediğimiz için tatil israfı yaşıyoruz. Deliye hergün bayram misali bize de bol bol tatil. Tatil ataleti, gevşekliği, uyuşukluğu getirmekte. Bu da iş kaybına yol açmakta. Sonuçta ekonomik israflar doğmakta. Doğan ekonomik israflar yüzünden bütçe açık vermekte, açık vergiyle kapatılmak istenmekte, yetmeyince bir daha, bir daha vergiler konmakta. Tek sebep bu değil elbette ama işaret ettiğimiz husus belli başlı sebeplerden. Macaristan'da sabah 06.00'da bütün resmi daireler açıktır. Bu ülke, komünizmin pençesinden yeni kurtuldu. Yakında AB'ye giriyor. Sabah 06.00'da devlet dairelerini vatandaşının hizmetine sunan Macaristan'a gelen yıllık turist sayısı 30 milyon. Akıl almaz bir tatil israfındayız. İş saatinde kahvehanelerimiz dopdolu. İşsizlikten başka bir de gizli işsizlik var. Kurtuluş için tek yol çok çalışmak. Hedef 2023'e olsun borçsuz-harçsız girmek. Eğer böyle bir hedef çizip ona göre yeni tedbirler alınmazsa çocuklarımızın torunları da borçlu doğacaklar. Onlar da IMF'lerden ABD savunma bakan yardımcılarından azar işitecekler. Ya bu çirkin hale katlanmaya devam edeceğiz veya şu tatil rezaletini bitireceğiz. TBMM'de tatilin 1 aya indirilmesine memnun olduk. Keşke 15 gün olsaydı. Bir vekil ne hakla 1 ay tatil yapar. Kendi işindeyken 1 ay mı tatil yapıyordu? Seçmen bahanesini kimse ileri sürmesin. Cep telefonları açık kalsın yeter. Doğrusu 15 gündü ama buna da şükür. Şimdi sırada diğer tatiller var. Bir kere cumartesi tatil olmaktan çıkartılıp mesaiye dahil edilmeli. Diğer tatiller azaltılmalı. Bu konuyu çok yazdık. Çok da yazacağız. Çünkü bu bir temel dert. Senelik dini ve milli tatil günleri toplamımız 10 gün olmalı, fakat asla 11 gün olmamalı. Hükümet Meclisten başladı. Şimdi sıra kamu hayatında. Zamanı değerlendiremeyen israf ve geri kalmışlıktan kurtulamaz.
.
Darüşşafakalılara
23 Mayıs 2003 01:00
Darüşşafakalıların görevlerinden biri de mazilerine sahip çıkmaları. Bugün, hâlâ "Darüşşafaka" denince Bentderesi'ndeki yeni yeriniz değil Fatih'teki adresiniz akla gelmekte. 1873'ten bu yana oradaki tarihî binada eğitim-öğretim hizmeti verildi. Sizin öz isminizi taşıyan Darüşşafaka Caddesi bu binanın önünde... Bu itibarla hep orayla hatırlanacaksınız. Fatih'teki eser, baba-dede eviniz. Yok sayamazsınız, unutamazsınız. Peki bu binayla isminizi verdiğiniz caddeden haberiniz var mı? Bildiğiniz gibi 'Darüşşafaka Lisesi ve bahçesindeki türbe, şimdi Ziraat Bankası'nın mülkü. Adı geçen banka özelleştirme yolunda. Binayı türbeyle birlikte satılığa çıkarmış durumda. Baba-dede ocağınız yıkıma terk edilmiş gidiyor. Bina, basbayağı harabe. Çatılar yıkık, pencereler kırık. Bahçenin imar ve çevre düzenlemesine ihtiyacı var. Türbe içler acısı perişanlıkta. İsminizi taşıyan caddede her hafta pazar kurulduğundan bu cadde korumasız, bakımsız. Neler yapılabilir? Kültür Bakanlığı, Vakıflar İdaresi, Ziraat Bankası ve belediyeyle işbirliği olabilir. Böylece bu bina müze haline getirilebilir, mesela İstanbul Müzesi ismiyle bir müze olabilir. Depremzede çocuklar için yine Darüşşafaka yahut Darüleytam ismiyle okul olarak devam edebilir. Hastaneden, huzurevinden okula, üniversiteye, adliyeye kadar her şeye imkân veren bir zenginlik burada göz göre göre yıkılıp gitmekte. Keza isminizi taşıyan caddeyi güzelleştirmek için belediye, pazarcı esnafını ilkel çalışma şartlarından kurtarabilir. Onlara sökülüp takılabilen tezgâh imkânı getirildiğinde ağaçlar ip, urgan ve çadırlarla kırılmaktan kurtulacaktır. Daha mühimi cadde, çarşamba günleri trafiğe kapanmaz. Bu caddenin trafiğe kapanması semti, haftada bir gün ciddi bir şekilde yangın tehdidi altında tutmakta. Darüşşafaka, sarnıcı, binalar külliyatı, orman gibi bahçesiyle 130 yıllık bir eser. Yaşı BM üyesi devletlerin dörtte üçünden eski. Buna rağmen vaziyet işte ortada. Halbuki en evvel Topkapı Sarayı Hümayunundan Edirnekapı'ya, Topkapı'ya uzanan tarihî sur içi bölgesinin imar, inşa ve hakkının verilmesi gerekirdi. İhmalden herkes sorumlu. Eğer geçmişinize, baba-dede ocağınıza, isminizi taşıyan semtle caddeye sahip çıkmazsanız sizin bugününüzle de övünmeye hakkınız olamaz. Üstelik yarınki nesiller de sizi yok sayarlar. Unutmayınız Bentderesi'ndeki varlığınızın kökleri Fatih'te. Bunu unutmayınız. Ve gereğini yapınız. İsterseniz yaparsınız. Ölümden başka her şeyin çaresi var
.
Fetih Haftası
26 Mayıs 2003 01:00
Bu yıl, İstanbul'un fethinin daha bir ayrı anlamı var. Bu yıl, fethin 550. yıldönümünü idrak edeceğiz. İşte o haftadayız. 1071'de Anadolu kapılarından girmiş, 1352'de sallarla Rumeli'ye geçmiş, 1453'te İstanbul'u fethetmişiz. 550 yıl uzun ve şerefli bir zaman dilimi. İstanbul, 1453'te Bizans'ın başkentidir. Düştükten sonra da 1923'e kadar Türklerin başkenti olur. Esasında "Türklerin başkenti" eksik bir tariftir. Çünkü bu şehir, aynı zamanda bütün Osmanlı unsurlarının da başkenti. Buna rağmen bu tarif de eksik kalır. Zira İstanbul'un fethiyle birlikte Orta Çağ kapanarak Yeni Çağ açılır. Böylece O, aynı zamanda dünyanın başkenti olur ve bu görevini sonuna kadar olmasa da buna yakın miktarda sürdürür. İstanbul, bugün dahi kültür, medya, ticaret, sanayi, ekonomi ve turizmin başkenti. Hatta belki şöyle bile denebilir. Türk dünyasının başkenti. Veya daha genişleterek söylemek lazımsa Avrasya'nın başkenti. Dışarıda bu taraflarıyla tanınmakta. İçerde de bu tarafı ön plana çıkmakta. Türk milletinin din olarak İslamiyet'i seçmesinden sonraki en büyük hareketi herhalde İstanbul'u fethidir. İstanbul fethedilmeseydi ne olurdu? Milletçe bugüne kadar devam edebilir miydik? İstanbulsuz bir Türk medeniyetinin varlığını tahayyül etmek dahi çok zor. Sevgili Peygamberimizin -aleyhisselam- alınmasını teşvik ve fethi gerçekleştirecek kumandanla askerlerini tebşir ettiği/müjdelediği ikinci bir şehir yoktur. Bu yüzden İstanbul bütün İslam hükümdarları için bir ideal olmuştur. "Ya İstanbul beni alır ya ben İstanbul'u" diyen 21 yaşındaki Sultan içinse kızılelma. Fethedilemeyen beldenin fethi, dâhi padişah Fatih Sultan Mehmed'in deha eseridir. Zaman zaman aklımıza geldikçe ürpeririz. - Ya İstanbul'u işgalde kaybetseydik? O takdirde İstanbulsuz bir Türkiye, nerelerde olurdu acaba? Mânâ ve mekânıyla tarihimizin kilit noktası İstanbul'dur. O, Asya ve Avrupa kıtaları üzerine kurulu tek şehir. Gerek İstanbul'u fethedenler ve gerekse işgalde ne yapıp ederek O'nu elden çıkartmayanlar, bizlere karşı vazifelerini yaptılar. Peki bugünküler ne yapıyor? İstanbul, uzunca bir dönem ihmal ve nankörlük yaşadı. 20 yıldan beriyse çok ciddi hizmetler görmekte. Mekânıyla haylice imar edildi. Şüphesiz ki şehirleşmeye, belediye hizmetlerine dönük yapılması gereken daha çok iş de var. Elbette. Ancak, her şey insan için. İstanbul da insan için. Nerede yaşadığını bilmeyen birine İstanbul ne lazım? Şimdi sıra şehir kalkınmasından sonra insanın kalkınmasında. 550. yılda en fazla bu mesele üzerinde durulması gerekir. Fatih, önce mekânı sonra ruhları fethetti.İstanbulsuz bir Türk medeniyetinin varlığını tahayyül etmek dahi çok zor. Sevgili Peygamberimizin -aleyhisselam- alınmasını teşvik ve fethi gerçekleştirecek kumandanla askerlerini tebşir ettiği/müjdelediği ikinci bir şehir yoktur. Bu yüzden İstanbul bütün İslam hükümdarları için bir ideal olmuştur. "Ya İstanbul beni alır ya ben İstanbul'u" diyen 21 yaşındaki Sultan içinse kızılelma. Fethedilemeyen beldenin fethi, dâhi padişah Fatih Sultan Mehmed'in deha eseridir. Zaman zaman aklımıza geldikçe ürpeririz. - Ya İstanbul'u işgalde kaybetseydik? O takdirde İstanbulsuz bir Türkiye, nerelerde olurdu acaba? Mânâ ve mekânıyla tarihimizin kilit noktası İstanbul'dur. O, Asya ve Avrupa kıtaları üzerine kurulu tek şehir. Gerek İstanbul'u fethedenler ve gerekse işgalde ne yapıp ederek O'nu elden çıkartmayanlar, bizlere karşı vazifelerini yaptılar. Peki bugünküler ne yapıyor? İstanbul, uzunca bir dönem ihmal ve nankörlük yaşadı. 20 yıldan beriyse çok ciddi hizmetler görmekte. Mekânıyla haylice imar edildi. Şüphesiz ki şehirleşmeye, belediye hizmetlerine dönük yapılması gereken daha çok iş de var. Elbette. Ancak, her şey insan için. İstanbul da insan için. Nerede yaşadığını bilmeyen birine İstanbul ne lazım? Şimdi sıra şehir kalkınmasından sonra insanın kalkınmasında. 550. yılda en fazla bu mesele üzerinde durulması gerekir. Fatih, önce mekânı sonra ruhları fethetti.
.
Özkök Paşa'nın açıklaması
27 Mayıs 2003 01:00
Genelkurmay Başkanı Sayın Hilmi Özkök, son derecede sorumluluk taşıyan bir açıklama yaptı. Sonuç sürpriz değildir. Zaten başka türlüsü de beklenemezdi. Özkök'ü dinleyen bazı medya çevreleri, hayal kırıklığına uğramış olabilirler. Bu çevreler, habercilik adına durup dururken bir "genç subaylar" lafı ortaya attılar. Halbuki bu söz ve sonrasında yaşananlar Türkiye'nin kötü günleridir. Türkiye, yeniden o kötü günlere sürüklenirse kim ne kazanır? 27 Mayısların acıları daha bütün neticeleriyle sarılmamışken birileri hâlâ yeni 27 Mayıslar tezgâhlama peşinde, hâlâ 28 Şubat rüyası görenler var. . Üstelik bu ne zaman yapılmakta? Felaket dolu günlerin hemen arkasından. Önce büyük bir deprem yaşadık. Onu iki şiddetli kriz takip etti. Millet İstiklal Harbi yıllarından beter günler geçirdi. O kara günlerden yeni yeni çıkıyoruz. Hükümet, ülke için elzem olan reformlar yapmakta. Herkese düşen hükümete bu icraatlarında yardımcı olmak. Yardım. medya için de söz konusu. Muhakkak ki iş yapılan yerde hatalar da olur. Yeter ki ihanet olmasın. Medya elbette, kamuoyu adına denetleme, sorgulama yapacak. Ancak eleştiri hakkıyla başbakan sayın Tayyip Erdoğan'ın deyimiye "fitne fücur çıkartmak" çok farklı. Biri yapıcıdır, diğerinde garez vardır. Medya, bir yönüyle hep bu kin ve garez ateşini tutuşturdu. Bu onun eski hastalığıdır. Askeri kışkırtarak 27 Mayıs darbesini yaptıranlar da onlar oldu, diğerlerini yaptıranlar da. Halbuki aslında kendileri de kullanıldılar. Hiç de farkında değiller. Bu tavır, medyayı oldum-olası milletle ters düşürmüştür. Millet başka tarafta, medya başka tarafta. Onun için inandırıcılığını kaybetti. Onun için medyanın itibarı yerlerde sürünmekte. İç barış ortamı yakalanmışken, kalkınma yoluna girilmişken 27 Mayısların terminolojisini ortaya atmak, hangi sağlıklı mantığın eseridir? Niyetin temizliğine inanmak çok zor. Ordu üzerinden siyaset yapılarak belden aşağı vurulmakta. Ordu siyasete bulaştırılıyor. Orduyu emellerine alet etmek istiyorlar. Laiklik, türban, 28 Şubat gibi konuların kavga sebebi yapılması da artık bıktırdı. Dahası orduyu AB'ye karşı gibi sunmaktalar. Halbuki ordu, AB'ye karşı değil. Körü körüne girmeye karşı. Hilmi Özkök Paşa aynen bunu ifade etti. Kim, gözü kapalı girelim ister? > Netice olarak Özkök'ün açıklamaları bir kere daha şunu göstermiştir ki Türk ordusu, "genç subaylar-ihtiyar subaylar" diye ikiye ayrılamaz. Bu ayrımı yapanlar, açıklamada dile geldiği gibi askeri incitmiştir. Bu tarifle bir grup subay tutulurken diğerlerinin günü geçmiş olduğu ima edilmekte. Oysa ordumuz yekpâre bir bütün. Ordu milletin ordusu, hükümet milletin hükümeti. İkisinin de anayasaya göre hiyerarşik yeri belli. İkisi de milletinin hizmetinde. Tabiî ki aralarında zaman zaman anlayış farkları olabilir. Ama anlayış farkı illa da darbe gibi bir ilkel çareye davetiye çıkartmayı gerektirmez. Nitekim Özkök Paşa bu lafa "darbe lafını bu çatı altında konuşmak dahi istemiyorum" diye cevap vermiştir. Artık çirkin muhalefet yapma devri kapanmalı. AB'ye girme sürecindeki bir Türkiye'yi darbeler diyarı bir kabile devleti imajıyla dünyaya tanıtmak, bu büyük ülkeye yapılacak en büyük kötülüktür. Hale bakınız bugün 27 Mayıs 2003 iken 27 Mayıs 1960 ve onun siyasi literatüre soktuğu kavramları konuşmaktayız. 43 yıldır aynı yerde miyiz? Ne şanssızlık!..
.
Türkiye'nin problemi medya
28 Mayıs 2003 01:00
En nihayet ülkenin Genelkurmay Başkanı bile medyadan yaka silkerek mevzubahis tavrı lanetlediğinden söz etti. Sebep herkesce malum. Medya, orduyu "genç subaylar" lafıyla ikiye ayırıp örtülü bir biçimde darbe kışkırtıcılığı yapmıştır. O halde aynı mantıktan hareketle şöyle denebilir: Bundan böyle bir "lanetli medya" var. Bir de lanetli olmayan. Her meslekte yüz akları ve yüz karaları olur. Fakat medyanın içine düştüğü durum çok vahimdir. 200 yıllık geçmişi olan bir meslekte yapılan haber, ülkenin Genelkurmay Başkanı tarafından yalanlanmakla kalmayıp bir de lanetleniyorsa bu noktada medyanın durup düşünmesi lazım. Medya denen gazete, radyo, internet, haber ajansı ve televizyonların iki görevi vardır: Tarafsız haber vermek ve dürüst yorum yapmak. Haberde taraf olunmaz. Yorumsa yazanın dünya görüşüne göredir. Her ikisi de asılsız bilgi üzerine bina edilemez. Şu hususa dikkat çekmek isteriz. Böyle bir haber TSK için değil de parti veya, sendikalardan biri veya büyük bir şirket için yapılsaydı da aleyhine haber çıkan kurumun başkanı basın toplantısı tertipleyerek haberi tekzip ederken bir de böyle bir kelime kullansaydı yer yerinden oynardı. Şimdiki pişkinlik adamına göre muameleden ileri gelmekte. Kısa bir süre önce yazdığımız "Seyirlik" başlıklı yazımız boşuna değildi. İğneyi bu mesleğe batırmak için kaleme almıştık. Az zaman sonra bu hadise patlak verdi. Medyanın mutlaka kendine çeki-düzen vermesi gerekir. Televizyonlar, magazin sirkine, gazeteler seyirlik kâğıda dönüştü. Bir medya unsuru, her şeyiyle içinden çıktığı toplumu yansıtmalı. Onun disiplinlerine uymalı. Kurumlarına, ahlaki yapısına, inançlarına, örfüne saygılı olmalı. Bilinmeli ki lanet sadece sayın Özkök'ten de gelmiyor. Hakkı yenen, aleyhine asılsız haber yapılan, haberlerin etkisiyle yuvası yıkılan, tekzibi yayınlanmayan daha nice kimse de sonunda lanet mekanizmasını işletmek zorunda kalmaktalar. Bu noktada mesleki kuruluşların da göstermelik olmaktan çıkması lazım. Medya meslek kuruluşları işçi sendikaları kadar etkili değilse varlıkları neye yarar? Onun için Genelkurmay Başkanlığına yapılan çağrı beklenen karşılığı göremedi. Elbette medyanın en azından belli tiraj ve reytingdeki organları askeri toplantılara davet edilmeli. Eğer ortada istenmedik bir durum varsa bu ancak diyalogla çözülür. Medya kuruluşları, bazı yazar, gazete ve televizyona akredite verilmemesine karşı çıkmakta. Atılan adım doğru. Lakin, şu şartlarda kimse dönüp bakmaz. Büyük prestij kaybı var. Ne yazık ki memleketimizin bir numaralı meselesi medya
.
Türkiye, bölge şartlarına hakim olmalı
29 Mayıs 2003 01:00
İşgal, sonsuza kadar devam edemez. Ramallah, Nablus ve Cenin'de ilelebet kalmamızı mı istiyorsunuz? Bu sözler kimin olabilir? Herhalde "kasap" lakaplı İsrail başbakanı Ariel Şaron'un olamaz. Hayır, tam aksine, doğrudan doğruya onun. Sözler, aşırı sağcı İsrailli politikacı Şaron'un. Şaron, bu sözleriyle herkesi şaşırttı. 75 yıllık siyasi hayatında ilk defa İsrail'in Batı Şeria ve Gazze'de işgalci olduğunu itiraf ediyor. Oysa, aynı Şaron, ömrü boyunca Tevrat'a dayanarak Batı Şeria'nın "vaad edilmiş toprak" olduğunu iddia eden görüşün en ateşli savunuculuğunu yaptı. O halde bu dönüşün sebebi ne? Bush yönetimi, İsrail başbakanının masasına "Ortadoğu barışı için bir yol haritası" koydu. İsrail, çaresiz bu haritayı kabul ediyor. Ortadoğunun yeniden şekillenmesi cümlesinden olarak Filistin devleti de kurulacak. İsrail, 2005'e kadar işgal ettiği topraklardan çekiliyor. Artık sağduyunun hakim olması lazım. Yeter artık Filistinlilerin ölmesi, ardından intihar saldırılarıyla tekrar hem Filistinli hem Yahudilerin ölmesi. Bütün dinler için mukaddes olan topraklarda kan akmayan, adam ölmeyen gün yok. Üstelik de en hunhar bir şekilde. Bunların bitmesi lazımdı. Ve öyle görünüyor ki bitecek de... Türkiye, kendi üzerine kapanmış, şaşkınca genç subay-ihtiyar subay, darbe vs. saçmalıklarıyla zaman öldürürken bölgemizde bunlar cereyan ediyordu. Hatta Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, bir ara bu gelişmelere dikkat çekerek Filistin devletinin kurulma müzakerelerinin Ankara'da yapılması için atağa geçmemiz gerektiğine dair bir şeyler de söyledi ama. Ankara, o toz-duman arasında bu teklifi işitmedi bile. Sade işitmese neyse. Bakan, nasılsa bizim. Bir kere daha söyler. ABD-İran gerginliğini bile az kalsın fark etmiyorduk. Neyse ki Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök'ün, asılsız sözleri yalanlamasıyla her şey normale döndü de işimize bakar olduk. Şimdi yapılması gereken bölgedeki ağırlığımızı arttırarak korumamızdır. Arap ülkelerini de barışa katkı konusunda ikna etmeliyiz. Abdullah Gül, İKO'nun Tahran'daki toplantısında bunu yapmaya çalıştı. Şüphesiz daha sonra da devam edecektir. Zımnen şu yapılmalıdır. ABD, İsrail'i ikna ediyorsa Türkiye de Arapları ikna edebilmelidir. Bundan böyle dış politikada takım halinde hücum günüdür. Geçen hafta güme giden temenni hayata geçmeli. Şaron ve Arafat Ankara'da el sıkışmalılar. Filistin çilesinin bittiği, Filistin devletinin kurulduğu Ankara'da ilan edilmelidir. Bunu yapmaya her bakımdan hakkımız var. Bölge şartlarına hakim olmalıyız.
Kibirli tezler
30 Mayıs 2003 01:00
İstanbul'un Fethi'nin 550. Yılında harp akademilerinde son derecede önemli bir toplantı vardı. Toplantının ismi "Küreselleşme ve Uluslararası Sempozyum". Almanya, İngiltere, Türkiye'den ilim adamları konuşmacı olarak katıldılar. Bazı üst rütbeli subaylar da konuşmacıydı. Yazımıza İstanbul'un fethi ile bu toplantı arasında bir münasebet kurarak girdik. Bu yolda resmi veya gayrı resmi bir açıklama olmadı. Ancak bunların olmaması ortadaki gerçeği değiştirmez. Sempozyumun konusu "küreselleşme". Yer İstanbul... Tarih 29 Mayıs. Hadise şu. Küreselleşme denen bir vakıanın içinde sürüklenmekteyiz. Dünyanın küçülüp bir kasaba haline gelmesinden, terörden, terörün yapılma sebebinin anlaşılamamasından, tehdit algılamalarına kadar bir çok problem dile getirildi. Bütün konuşmaların nirengi noktası küreselleşmeydi. Küreselleşmeye paralel olarak bir de "imparator"dan söz edildi. Soğuk savaş sonrasında dünyanın tek kutuplu hale gelmesinin sonucunda süper gücün imparatorluğa dönüştüğü iddia edilmekte. Öyledir veya değildir. Bizi alakadar eden bir milletin şuur altı hasreti. Böylesine önemli bir toplantının 29 Mayıs tarihinde olması tesadüfi değildir. İlim adamları, dünyanın daha evvel bir çok küreselleşme yaşadığını tarihleriyle anlattılar. Belki de ilk büyük küreselleşme İstanbul'un fethiyle gerçekleşmiştir. O "küreselleşme"yle birlikte de Avrupai normlarla imparatorluk dönemine geçmişiz. Nitekim Yaşar Büyükanıt'ın şu tesbiti fevkalade dikkat çekiciydi. -11 Eylül sonrasında sıkça dile getirilen Huntington'un Medeniyetler Çatışması ve onun öncesinde Toynbee tarafından ortaya atılan Meydan Okuma ve Cevap Verme tezlerine ihtiyacımız yoktur. Bu tezler, kibirli tezlerdir. Batı dışındaki diğer kültürlerin uygarlığa katkılarını görmezden gelmektir. Sempozyumun yapılma gerekçesine gelince... Bir çok gerekçe olabilir. Temel sebep TSK'nın AB'ye bakışını hiçbir tereddüde yer bırakmayacak tarzda ortaya koymak. Bunu uzun konuşmasında Genelkurmay İkinci Başkanı Yaşar Büyükanıt yaptı. Sn Büyükanıt, içerde ve dışarıda TSK'nın Avrupa Birliği'ne karşı olduğu gibi haksız bir hava estirildiğini hatırlatarak bunu net bir dille yalanladı. Böyle bir iddia Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yol haritasına aykırı olduğunu izah etti. Ne var ki kibirli tezler sahibi batı kendisi dışındaki medeniyetleri hakkıyla kabullenmemekte. Hiç kimse düşündü mü? İstanbul fethedilmeseydi dünya şu gün hangi noktadaydı? Herhalde hâlâ meleklerin cinsiyetini tartışıyorlardı. Bu sebeple kibirli tezlerin farkında olmak lazım. Öğlen yemeği esnasında aynı masayı paylaştığımız bir hava generalimizle bu meseleyi konuştuk. Büyükanıt'ın bu çarpıcı sözünü hatırlattıktan sonra şunu sorduk: -Paşam, 5000 yıllık bir geçmişimiz var. Bir imparatorluğun çocuklarıyız. Yakışanı şu değil miydi? Biz öyle bir noktada olmalıydık ki Avrupa devletleri yalvararak bizi aralarına katmak istesinlerdi. Bu bir temenni, fakat aynı zamanda olmamız gerekene işaret. O bakımdan elbette hava general de dediklerimize katıldı. Dünya küresel bir köye dönüşmüş, tehdit azgınlaşmış, AB kaçınılmaz olmuştur. Doğru lakin, tarihler, fetihler, kahramanlar ve tarihin seyri ve kibirli tezler de var. O da doğru.
.
550. Yılda Miniaturk ve İstanbul Buluşması
2 Haziran 2003 01:00
Ne günlerdi o günler... Hayır, hayır yanıldınız. Bir döneme hasret değil bu kelimeler. Tam tersine "ne kötü günlerdi" demek istiyoruz. Yüce Allah, o günleri bir daha yaşatmasın. Hangi günler? Deri fabrikalarının inanılmaz berbatlıktaki pis kokuları yüzünden arabayla dahi Zeytinburnu sahilinden geçemez olmuştuk. Şehri batı yakasından bu fabrikalar esir almıştı. Tam ortasından da kuzeyden güneye uzanan bir başka şanssızlık vardı. Haliç, çok geniş bir alanı dayanılmaz kokusuyla tehdit etmekteydi. Ortada sadece felaket derecesindeki kokularıyla Zeytinburnu ve Haliç yoktu. Bizatihi yokluklar yaşanmaktaydı. İstanbul ağaçsızdı, susuzdu, yolsuzdu. Ağaç, neredeyse yalnızca kabristanlarla cami avlularındaydı. Zaten fakir ve orta tabaka halk, hafta sonlarında çoluk çocuğuyla cami avlularına sığınmaktaydı. Çünkü şehirde park da yoktu. Tarihten intikal eden Gülhane, Yıldız, Emirgân parklarıyla Çamlıca Tepesi harap olmuştu. Olmasa da ailelerin buraya gitmeleri, gitseler de huzur bulmaları imkânsızdı. Mukayeseye dayanan böyle bir tabloyu uzatmak çok mümkün. Öyle bir yazının kitaplaşacak hacme varması hiçten bile değil. Bu kadarcık hatırlatmayı ise şundan yapıyoruz. Çabuk unutmayı haslet zanneder hale geldik. Ortadaki şu eserler dün yoktu. Onun için yorgunlukları fark edip hakkı teslim etmeliyiz. İstanbul ya yeni eserler kazanıyor veya mevcutlar elden geçerek tekrar göz ve gönül huzuruna sunuluyor. İlk defa kazandığımız ve benzeri sayılı dünya ülkelerinde olan en son eser, Haliç kıyısındaki Miniaturk. Sütlüce'de çok geniş bir sahaya kurulmuş. Tarih, tabiat ve denizle iç içe. Balkanlar'dan Kudüs'e, İzmir'den Erzurum'a Osmanlı coğrafyasındaki belli başlı bütün eserlerin birebir benzerleri küçültülmüş olarak burada. Biletlerle dinleme cihazları açılarak her eserin kısaca hususiyetleri öğrenilmekte. Mükemmel bir işletmecilik var. Her taraf tertemiz Haliç, yanı başınızda gezinize eşlik etmekte. Bilhassa aileler rağbet ediyorlar. Eserde İstanbul Kültür AŞ Genel Müdürü Cengiz Özdemir'le yardımcısı Gazi Altun'un imzaları var. Şu husus bilhassa dikkatimizi çekti. Buraya toplumun her kesiminden aileler gelmekte. Dikkatimizi çeken şu, bu insanlar, aynı değerleri paylaştıklarını fark ederek birbirlerini kabulleniyor, dile getirmeseler de birbirlerini seviyorlar. Çocuklar zaten dalında şakıyan kuşlar gibi. 550. Yılda Miniaturk ve İstanbul Buluşması Miniaturk, Fethi Mübîn'in 550. Yılında İstanbul'a armağan. 550. Yıla diğer armağansa tarihi Gülhane Parkı. Bir zamanların Bağçeyi Hümayun'u, Topkapı Sarayının bahçesi. Meşhur Tanzimat Fermanı'nın okunduğu mekân. Bu mekân, bir dönem bîmekânların barınağı olmuştu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, burayı da yeniden imar ettirdi. İstanbul Vakfı'nın kibar ve başarılı organizasyonuyla Gülhane'de bir etkinliğe katıldık. Mehmet Nuri Yardım ve Ali Mete gibi gayretli insanların çabalarıyla 550 Yılda 550 Şair ve Yazar I. İstanbul Buluşması adıyla bir araya geldi. Şiirler okundu, tahammül sınamalarından geçildi. Gülhane ayrı güzel, İstanbul Buluşması ayrı güzel, İstanbul Vakfı fikri bir başka güzel. İştirakçilere hediye edilen kitaplar dahi antika değerinde. Bu hız, inşallah durmayacak ve İstanbul, sürekli hamlelerle dünyadaki müstesna yerini en kısa zamanda bir kere daha kazanacaktır. İstanbul ne olursa diğer şehirlerimiz hatta komşu şehirler de o olur. Gözler, İstanbul'un üzerindedir. Her eserde her kimin emeği varsa iki cihanda aziz olsunlar. Lakin bir ricamız ve bir de sitemimiz var. Sitemden başlayalım. Fatih kazası, İstanbul'un tam ortasında. İsmini İstanbul'un sahibinden almakta. İstanbul'un sahibinden başka bir çok padişah, âlim, velî, ve tarihî eser bu semtte. Fakat Fatih kazası daha doğrusu Fatih Camii ve Yavuz Sultan Selim Han'ın türbesinin bulunduğu Yavuz Selim Camii ve dolayları anlaşılmaz bir ihmalkârlık yaşıyor. Ricamıza gelince o iki tane. İki tane daha minyatür eser istiyoruz. Miniaturkistan ve Miniaislamâlemi. Miniaturkistan, Zeytinburnu sahiline, Miniaislamâlemi de Haliç'in Cibali sahiline kurulabilir.. Bizim dünyaya anlatacağımız o kadar çok sözümüz var ki.
.
Sol, Türkiye'de bitti mi?
3 Haziran 2003 01:00
ESAR kapsamlı bir anket yaptı. Buna göre AK Parti'de bir parça gerileme görülüyor. Her iktidar zamanla fire verir. Bu normal. anormal olansa CHP'nin ikinciliği GP'ye kaptırması. Ankete göre ana muhalefet partisi fiilen Genç Parti. Bu partiye aşağıda tekrar döneceğiz. Diğer taraftan -yine bu ankete göre- DYP barajı aşmış durumda. Herhalde barajı aşma sıralamasında DYP'yi ANAP takip edecektir. Çünkü bu iki parti de köklü partiler. Teşkilatları, sevenleri, mazileri, Türkiye'ye hizmetleri var. Mehmet Ağar da Ali Talip Özdemir de sıkı bir maraton içindeler. Cem Uzan'ın GP'sine gelince. Bir özel sektör partisi. Takip edebildiğimiz kadarıyla GP bütün faaliyetlerini özel sektör mantığıyla yapmakta. Başarısı da bundan. Çalışmalarında reklam büyük ağırlık tutmakta. Tabii bunda uzan ailesinin medya patronu olmasının da büyük rolü var. Solun bitip bitmediği meselesini irdelemeden iki netice arasındaki tenakuza dikkat çekmeliyiz. SESAR şunu bir kere daha gözler önüne serdi. Türkiye'de çarpık bir seçim sistemi hayatta. Muhalefeti temsil eden bir çok parti TBMM'de yok. Herhangi bir erken seçime gidilmesi de mümkün değil, isabetli de olmaz. O halde bu çarpıklık nasıl düzelir? İşte izahsız bir soru. Sola dair sorduğumuz problem üzerinde de duralım. CHP'nin sol söylemle tanışması 27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonradır. Ortanın solu o zaman ortaya atıldı. Daha sonra demokratik sol, sosyal demokrat gibi kavramlar geliştirildi. Demek ki CHP'nin solu temsil iddiası 40 yıla dayanmaktadır. Peki CHP solu ne kadar temsil etmekte? Bu 40 yıl içinde solu temsil "köykent" projelerini aşamadı. Şimdiyse CHP yönetimi imkân bulsa gemisini sol sulardan tamamen uzaklaştıracak. Nitekim kısa bir müddet evvel Deniz Baykal, bir tartışma başlattı. Buna göre CHP solu bırakıp merkez demokrat parti olacaktı. Baykal haklıdır. CHP 40 yıl boyunca bir hayalle uğraşmıştır. Ancak tepki şiddetli oldu. Bunun üzerine proje uyumaya bırakıldı. Tabii burada iki vakıa daha akla gelmekte. Özellikle SSCB'nin yıkılmasından sonra bütün dünyada solda gerileme olmuştur. İkincisi de Türkiye'de solu kimin temsil ettiği? İP mi, ÖDP mi, TKP mi? Kim? Böyle bir sorunun cevaplandırılması, aynı zamanda soldan ne anlaşıldığının da izahına bağlı. Mesela İşçi Partisi'ni nereye oturtacaksınız? Sol çok da kolay izah edilemez. Avrupa solu başka. Çin solu başka. Türkiye solu başka. Vaziyet şudur. Yurdumuzda terimler de müesseseler de sistemler de yerine oturmamıştır. İşte Meclis, işte muhalefet. İşte ana muhalefet, işte sol. Yoksa Ömer Öztürkmen haklı mı? Ne demişti? -AK Parti sosyalist bir partidir! Ne ilginç manzara. Sosyal demokrat bilinen ana muhalefet, kendini soldan kurtarmak istemekte fakat zorla yerine oturtulmakta, iktidar partisiyse kendini Muhafazakâr demokrat olarak tanımlamakta fakat ona da muhafazakâr demokratlık yakıştırılmamakta. Ne dedik, terimler, müesseseler, sistemler karmakarışık. Sular bulanmadan durulmaz. Doğru ama havanda su dövüldüğü de görülmüyor mu? Bu kadar konuşmamıza rağmen solun akıbeti hakkında hâlâ net bir şey diyemedik. Ne diyebiliriz. Her ideolojinin nostaljik takılanları vardır. Deniz Baykal'ın eteklerinden çekenler de onlardan..
.
Bürokrasi
4 Haziran 2003 01:00
Bürokrasi için türlü tarifler yapılabilir. Ona şu günkü anlamıyla "devleti işleten güç" demek mümkün.. İktidarlar değişir. Bürokrasi yerindedir. Hatta rejimler değişir bürokrasi yerindedir. Mesela Osmanlı devletinden cumhuriyete geçerken hemen bütün bürokrasiyle hayat devam etmiştir. Devletin devamlılığı bürokratik mekanizmayla mümkün olmakta. Bürokrasinin tepe noktasında müsteşar vardır ki bakandan sonraki isimdir. Tabanda ise mesleğe yeni başlamış devlet memuru yer alır. "İcra kuvveti" denen hükümetlerin aldığı kararları tatbik durumunda olan bürokrasidir. O yüzden hükümetler kendilerine yakın isimleri tercih ederler. Günde 25-30 kişinin öldüğü '70'li yıllar Türkiye'sinde bu tercihin ideolojik saplantılar haline geldiği kara günler oldu. Bir iktidarın üst bürokrasiyi değiştirmesi hakkıdır. Fakat onlar öyle yapmadılar. Polis, öğretmen, tapu ve posta müdürüne kadar inerek bütün devlet mekanizmasını alt üst ettiler. O gibi uygulamalar, insafsız kıyımlardı. 1983'ten sonra öylesi siyasi taassuplar terk edildi. Şimdilerde bir kıyım yok, olmaması da lazım. Buna rağmen bürokrasi, kadrolaşma iddialarıyla gündemde. Bunu bizzat bazı bürokratların yaymış olması mümkün. Menfaatine dokunulan karalamaya başlamakta. Zira bürokrasi hemen her iktidarın korkulu rüyasıdır, iktidarı vezir de rezil de edebilirler. Onun için her iktidara anlaşarak çalışabileceği üst bürokratik kadroyu kurma hakkını fazla görmemek lazım. Şair Fuzuli'nin "selam verdim rüşvet değil deyu almadılar" diye yakındığı bürokrasidir. O şikâyetle birlikte resmedilen hava beş asır öncesine ait. Asrımızda ise onun bir başka benzeri dillerde "bugün git yarın gel". Verilen selâmı almayan veya "bugün git yarın gel" diyenler, vatandaşın işine zorluk çıkartanlar, rüşvet alan, adam kayıranlar devletin kangrenleşmiş derdidir. Bürokrasi yerinden emindir. Çok çok tayin olur. Kendini fazlaca yenilemez. İşden fazla laf üretir. Bir yumurtayı kırk kişi taşır. Hayatı da hakkıyla tanımazlar. Bazıları, hayattan, hayatın gerçeklerinden kopmuştur. Onun için bir kısım yabancı ülkelerde kritik meslekler tecrübesiz bürokrata verilmez. Bürokrat önce özel sektörde pişer sonra devlet hizmetine alınır. Bizde de yapılamaz mı? Diğer taraftan üzerinde durulması gereken bir diğer gerçek de sözleşmeli personel kurumudur. Memurlar, bürokrasi sözleşmeye bağlansa daha iyi olmaz mı? Vatandaş için devlet de hükümet de işini yapan veya yapmayan, yüzüne gülen veya hakaret eden maaşlı devlet personelidir. Bugün hantal bir bürokratik yapının varlığı inkâr edilemez. "Ekmek elden su gölden". İster kriz, ister enflasyon, onların umurunda değil. Onlar elde kâğıt kalem ay sonunu hesap ederler. Hayatı tanımayanlar, hayatı yönetemezler.
.
Japonlar'ın Müslümanlığı
5 Haziran 2003 01:00
TBMM Başkanı Sayın Bülent Arınç, Tokyo'da Japon İmparatoru Akihito tarafından kabul edildikten sonra Tokyo Camii'ni de ziyaret etmiş. Caminin kısaca tarihçesi şöyle. 1917 Rus ihtilalinde SSCB'den kaçan Kazan Türkleri tarafından inşa edilmiş. Bir depremde yıkılmış. Daha sonra Muharrem Hilmi Şenal isimli bir mimarımız tarafından yeniden inşa edilmiş. Masrafı da Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı, dolayısıyla Türk devleti karşılamıştı. 9 Haziran 2000'de de ibadete açıldı. Japonların Şintio denen bir dine mensup oldukları söylenir. Japonya gibi uzak bir diyarda, cami, dernek, külliye ve Türklerin olması lobiciliğimiz adına önemli bir kazanç. Bu bakımdan Meclis başkanımızın resmi ziyaretlerini müteakiben oraları gezmesi, Türkleri ziyareti isabetli olmuştur. Muhakkak ki Japonya'da Türk olmayan Müslümanlar da vardır. Onların varlığı da bizim lehimize bir imkân. Devlet protokolünden bir ismi aralarında görmek bu insanları mutlu kılmıştır. Gerek Arınç'ın o kadar uzaklıktaki bir ülkede klasik dönem mimari stilindeki bir eserimizle karşılaşması, gerekse orada yaşayan değişik ırklardan Müslümanların lider saydıkları bir devletin parlamento başkanıyla kucaklaşmaları belli ki çok değişik bir psikolojik hava doğurmuş. Bülent Arınç, camide birkaç kişiyle gezerken, belki de bir sual üzerine şöyle demiş: "Umarım, Japonlar da İslam'ı tanıdıkça, bu camiye gelip ibadet edenleri gördükçe hak dinine intisap edeceklerdir." Sözleri kendi kendine mırıldanmış da olabilir. Bu cümle dün manşetlerdeydi. Diplomatik gaf vs. olduğu iddia ediliyordu. Çok mübalağa edilmiş bir haber. Sayın Arınç, Japon devletiyle alakalı konuşmuyor. Dile getirdiği Japon halkı için bir temenniden ibaret. Bunun da sebebi var. Japonlar, İslam dinine girmek için Abdülhamid zamanında bir-iki kere İstanbul'la temasa geçmişlerdi. Bir kere onlar heyet gönderdiler. Bir kere de biz. Bizim heyet Ertuğrul gemisiyle gidiyordu. Maalesef Japon denizinde battı. Hadiseye "Ertuğrul Faciası" denir. Bülent Arınç bundan haberdar. Onun için isim vermeden bu arayışa atıfta bulunuyor. Yoksa Japonların dinine bir şey dediği yok. İşte pirenin deve yapılmasındaki hikâyenin özü. Üstelik Japonlar, Müslüman olsaydı fena mı olurdu? İnşallah olurlar. Umarız ki sevimli, Japon milleti bir gün Müslüman olur. Onları sadece dost değil, kardeş de sayarız.
.
Estetik penceresinden tesettür
6 Haziran 2003 01:00
Tesettür defilesi, dindar kitlenin estetik arayışıdır. Analarının çarşaflarıyla şehre gelmiş olan çocuklar, hayatı tanıdıktan sonra artık onu yönlendirmekteler. Bu işi yapanların, yaptıkları işten para kazandıkları yolundaki itham yersizdir. Elbette para kazanacaklar. Yeter ki mesleklerinin hakkını versinler. Bugün en pahalı mekânlarda, en pahalı elemanlarla sundukları kıyafetleri imal eden firmaların daha dün denecek kadar yakın bir geçmişte son derecede mütevazı dükkânlarda ticarete başladıkları bilinmekte. Ticari açıdan başarılılar. Yakaladıkları zevk ve estetik çizgisi de birinci sınıf. Bazı kıyafetler, itiraz götürür, fakat öylesi kıyafetler her defilede var. Ortadaki vakıa bir şehirleşme hareketidir. Bir sosyal hizmettir. Buna bir de böylece bakmalı. Muhalefet edenler, aslında başarıyı görmekteler. Sevindirici olan mankenlerin dahi olayı gayet sıradan telakki etmeleri. Buna rağmen neden kızılmakta? Bugün şık zarif ve estetik kıyafetlere kızanlar dün de kazma diş, fırça sakal, kara çarşaf karikatürleri ön plana çıkartıyor ve dindar imajı olarak bu aşağılama zihinlere kazınıyordu. Sağda olmayan bir anket grubunun yine sağda olmayan bir gazete için yaptığı tesettür araştırması çok çarpıcı sonuçlar vermiştir. Bu ankete göre Türk kadınının üçte ikisi örtünmektedir. O halde şık, zarif ve yakışan kıyafetlerle sosyal seviyesini yükseltmek bu millete layık değil mi? Aksini söylemek mümkün olamaz. Muhafazakâr veya dindar veya örtünme ihtiyacındaki kadınımızdan çarşafa bürünmesi beklenmediğine göre ona şehirli kültürün en estetik kıyafetini sunmak bu işi yapanların görevidir. Meselenin bir de rekabet tarafı yaşanıyor. Pazardan başkaları da pay almaya başladı. Gürültü ondan. Aynı defileyi gayrı müslim kökenli şirketler yapsalardı övgü ve alkıştan geçilmezdi. Estetik adına, bu ülkenin insanı adına önemli bir adım atılmıştır. Estetiğe, sanata ideoloji katılmasın. Bu alanda faaliyet gösteren herkes olaya sahip çıkmalıdır. Estetik seviyeyi yakalamanın tesettür problemini çözmede de yararı olabilir. Dindar kitle bir açığı kapatma arayışında. Toplum şehirleşerek birbirine yaklaşıyor.
.
Canavar kim?
9 Haziran 2003 01:00
Şöyle bir haber alışkanlığı meydana geldi "trafik canavarı, yine can aldı...." veya "trafik canavarı, dün yine yollardaydı" veya "trafik canavarı, can almaya doymuyor." Bu mahluk, acıktıkça yollara düşmekte ve beğendiği arabalardan dilediği canlara kıymaktadır. Trafik Canavarı, insan kanı ve etiyle beslenmekte ve bu arada vasıtaları da hurdahaş etmektedir. Bu tehlikeli mahluk, hangi dağdadır? Helikopterlere, gece görüş imkânı veren dürbünlere rağmen onun nerede barındığı hâlâ tesbit edilememiştir. Bir masal dinlemekteyiz. Millet, bu masalları dinleye dinleye uyumakta. Uyumakta da haklıdır. Daha hiç kimsenin görmediği, kaç başı, kaç dişi, nasıl bir çatal dili olduğu bilinmeyen bu canavara karşı ne yapılabilir? Üstelik onun nerede ve ne zaman ortaya çıkacağı da belli olmamaktadır. Hadise, bu kılığa bürünmüştür. Yine şarklı tarafımız tuttu. Bu defa da bir dramı masallaştırdık. Bir kimsenin herkesin duyacağı bir yerlere çıkıp herkesin işiteceği bir sesle bağırması lazım. "Trafik canavarı diye bir canavar yok!. Canavar, çifte sürücü kullanmayan işletmedir, yola uykusuz devam eden şofördür, arabayı vaktinde bakıma sokmayan patrondur, bütün yükü karayollarına bindiren sistemdir, bu sistemden semiren büyük sermayedir, rüşvete tenezzül eden ahlaksızdır, yetersiz kanundur, gülünç cezadır!.." Trafik canavarı diye bir masal kahramanı yok. Fakat her sene yollarda ölen veya sakat kalan on binlerce vatandaşımız var. Başka ülkeler, savaşlarda bu sayıların yüzde biri kadar kayıp vermiyor. Bizse bir trafik canavarı lafına kapılmış gitmekteyiz. Artık uyanmak ve hakikati görmek şart. Trafik kazalarında hayatlar kaybedilmekte, aileler yok olmakta, insanlar sakat kalmakta ve muazzam bir milli servet ziyan olmaktadır. Bu felaket, daha ne kadar devam edecektir? Acil tedbirler alınmalıdır. Meselâ, trafik mevzuatı katı kaidelere bağlanmalı, hava taşımacılığı tekelden kurtarılıp yaygınlaştırılmalı, demiryolu taşımacılığı tez elden çağdaş şartlara kavuşturulmalı, denizyolu seyahati özendirilmeli, otobüs şoförlüğü ile işletmeciliği zor şartlara bağlanmalıdır.
.
Yoksulluk en büyük tehlike
10 Haziran 2003 01:00
Geri kalmışlığımızın türlü sebeplere dayanan iki yüzyıllık bir mazisi var. Ondan kurtulma çabaları şu veya bu ölçüde sürerken arka arkaya krizler yaşadık. Ekonomik krizlerin en şiddetlisi ise son ikisiydi. Bunlar herkesçe bilinmekte. Bir şey daha bilinmekte. Devletin devletin içindekiler tarafından çok fecî şekilde soyulduğu. Yoksulluğun savaş gibi tarihi sebepleri var. Adına hortumculuk denen soygunlar var. Krizler herkesçe malum. Bunlar tamam. Fakat bunları bilmek, mevcut kötü durumu ortadan kaldırmıyor. Onun için çareler üretmek lazım. Dünyanın birinci sınıf ülkeleri arasına girmemiz şart. Nesiller boyu borçlu kalmak yüz kızartıcıdır. Artık kurtulmalıyız. İstanbul'da dün başlayan bir etkinlik devam etmekte. Kısa ismi, "Yoksulluğun Azaltılması Konferansı". Konferansın öncülüğünü Diyarbakır Milletvekili Prof. Dr. Aziz Akgül yapmakta. Sayın Akgül, aynı zamanda Türkiye İsrafı Önleme Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı. Gelir dağılımındaki adaletsizlik ve işsizlikle mücadelede çözüm olarak "mikro kredi uygulaması" diye bir proje geliştirmiş. Projeyi şöyle tarif ediyor. "İş yapma fikri olup, küçük bir başlangıç sermayesine ihtiyacı olan yoksullara imkân verilmesi". Bu maksatla Turgut Özal'ın Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu, İyi Niyet Fonu'na dönüştürülerek yoksulların iş adamı yapılması maksadıyla mikro kredi verilmesi planlanmakta. Konuya başbakan sahip çıkmış vaziyette. Bizatihi sayın Tayyip Erdoğan'ın verdiği bilgiler tüyler ürpertici. Nüfusun yüzde 2.4'ü günde 1 dolar gelire sahip, yüzde 18'i 2 dolarla geçinme mücadelesinde. Değişik açılardan fotoğrafı çekilen dramatik rakamlar uzayıp gidiyor. Şu kadarını demek kâfi. 2001 yılı itibariyle kişi başına düşen milli gelir sıralamasında 2.160 dolara düşen Türkiye, Peru, Batı Şeria, Fas, Bosna, Nambia gibi ülkelerle aynı kategoride yer alıyor. Bu utandırıcı manzaradan tez zamanda kurtulmalıyız. Yoksulluk hepimizin can düşmanı olmalı. Gelirin yüzde 29'una sahip yüzde 1'lik zenginlerle Türkiye'yi yarınlara taşıyamazsınız. Irka dayalı bölücülük önlense bile bu defa sosyal patlamalar başlar. Onun için çok hayırlı bir hareket. İnşallah hedef alındığı gibi Türkiye, 2023'e fakirsiz girer. Ağlayanların çok olduğu toplumlarda gülenlerin tebessümü uzun sürmez. Maksat, herkesi güldürmek. Adalet olmayınca yoksulluk başlıyor.
.
İnsan değişen varlıktır
11 Haziran 2003 01:00
Yoksulluğun azaltılmasına dair uluslar arası bir konferanstayız. Otel salonu hayret edecek kadar dolu. Yabancı konuklar da orada. İş yapmak istediği halde imkân bulamayan müteşebbis adayına 'mikro kredi' açarak ülkedeki yoksulluk derecesi aşağılara çekilmek isteniyor. Önce fikrin Türkiye'deki takipçisi Aziz Akgül konuşuyor, sonra hareketin fikir babası Bangladeş'li ilim adamı Muhammed Yunus. En son Başbakan Tayyip Erdoğan kürsüde. Başbakan, konuşmasının bir yerinde "size güveniyoruz" dedi. Cümlesini bitirmesiyle birlikte "biz, sana güvenmiyoruz" diye bir haykırış patladı. Protestoda bulunan 20 yaşlarında bir kızdı. Sivil polisler, saniye sektirmemişlerdi. Kızın ağzını kapatmak isteyenler oldu. Başbakan, kürsüden polislere müdahale etmemeleri, konuşması bitince söz hakkı vereceğine dair isteğini birkaç kere tekrarladı... Fakat protestocuyla görevliler çekişe çekişe dışarı çıktılar. Protestocu kız, ülkenin İMF'ye teslim edildiğini iddia ediyordu. Onun için güvenmemekteydi. Erdoğan konuşmasını bitirip teşekkür edince bu defa farklı bir noktadan aynı yaşlarda bir delikanlı "hani söz hakkı verecektin?" diye bağırdı. Halbuki kız orada değildi. Delikanlı da öfkeliydi, o da dışarı çıkarıldı. Hadise yaşandığı ânla sonrası bakımından şöylece değerlendirilebilir. Demokratik ortamda en aykırı fikre de tahammül lazım. Hele protestocu 20'li yaşlardaki delikanlılarsa. O kız veya erkeğin 10 sene sonra AK Parti'de milletvekili olmayacağını kimse iddia edemez. O gençler de neticede bu ülkeyi düşünmekteler. İnternet cafelerde gidip vakit öldüreceklerine istenmedik muameleleri dahi göze alarak böylesi taşkınlıklar yapabilmekteler. Belki parti örgütü yönlendiriyor. Öyle bile olsa netice değişmez. Şunu demek istiyoruz. İnsanlara yanlış yaptıklarında yanlışlarını görme şansı vermeli. Diğer konu medyanın meseleyi ele alış tarzı. Genç, bağırıp da polisler kendisini derdest ettiklerinde toplantıyı birlikte takip ettiğimiz aziz dost Dr. Ömer Faruk Turan'la birlikte "eyvah" demekten kendimizi alamadık. Medya, bir kere daha ucuz haberciliğe kaçacak ve böylesine hayati bir derde çözüm arayışı güme gidecekti. Nitekim öyle de oldu. Medya son derecede sıradan iki protestoyu ön plana çıkartmış, yoksulluk meselesi gölgede kalmıştı... Polisimiz çok çok çok mesafeler aldı. Polis, dünkü polis değil. Ama en beklenmedik olayda bile soğukkanlılığı korumak için biraz daha eğitim gerekiyor. Medya ise ne yazık ki yerinde saymakta. Medyanın artık bu yoz tavrı terk etmesi gerekir. Bu medyanın artık ciddi habercilik yapamayacağına dair kaygılarımız var.
.
Dinde reform, Protestanlar'a ait bir terimdir'
12 Haziran 2003 01:00
Diyanetten sorumlu devlet bakanı sayın Mehmet Aydın'ı kutluyoruz. "Dinde reform, Protestanlara ait bir terimdir" diye çok net ve doğru bir beyanda bulunmuş. Profesör Aydın, bu konuşmayı TDV'in bir mezuniyet töreninde yapmış. Dedikleri kısaca şöyle. "Son zamanlarda dinde reform söylemleri sıkça kullanılıyor. Bu söylemler son derecede yanlış ve sakıncalıdır". Terim, İslami değil. Hıristiyan dünyada ortaya çıkmış. Protestan terminolojinin bir iddiası. Buna rağmen İslam'ın iç ve dış düşmanlarının da zaman zaman kullandıkları bir tabir. Hatta bunu belki de en fazla ilahiyatçı denen bazı kimseler, telaffuz etmekteler. Tabii şunu karıştırmamak lazım. İlahiyatçı olmak başka, dindar insan olmak başka. Bir gayri Müslim de pekâlâ ilahiyatçı, teolog olabilir. Halbuki bir müessesenin reformize edilmesi için onun asli şeklinden çıkmış, ondan uzaklaşmış ve bozulmuş olması lazım. İslamiyet için kesinlikle böyle bir netice varit değil. İslamiyet, Kur'an-ı kerim, hadisi şerif külliyatları, mezhepler gibi bütün dayanaklarıyla ilk günkü gibi dimdik ayakta. Bu itibarla ona bir bozulma, eksilme izafe edilmesi mümkün olamaz. Şunları birbirine karıştırmamalı. Bir dinin mensupları o dinin kendisi değildir. İnsanlar tembellik yapıp geri kalmışsa bunda dinin ne suçu olabilir? İlimden uzaklaşıp ictihat yapacak ehliyette âlim kalmamışsa kabahat kimde? Esasen bu lafzı kullananlar, hakikatten haberdardır. Maksatları da belli. Dine güya hizmet adı altında onu içten dinamitlemek. Ortaya adı İslamiyet olan fakat İslamiyet'le alâkasız bir tuhaf inanç sistemi çıkartmak. Sayın aydın "son zamanlarda...." diyor, lakin dinde reform isteği batılılaşma cereyanlarıyla birlikte gerek Osmanlı gerekse Türkistan topraklarında yeşermeye başlamış ve dönem dönem şiddetlenerek bugünlere kadar sürüklenmiştir. Cereyanın arkasında her halükârda İslamiyet'e bekçilik yapan Türk milletiyle bizatihi İslam dinine düşman malum devletler vardır. Bu devletler, İslam coğrafyasında kendi adamlarını yetiştirerek "büyük din adamı" diye tanıtmış ve onlar eliyle büyük tahribatlar yapmıştır. Esasında kökten dincilik de bu cereyanın bir başka versiyonudur. Herkese düşen görev dine dokunmamaktır. Her çağda başka türlü İslamiyet olamaz.
.
Esas gündem
13 Haziran 2003 01:00
Bu durumu bir süre evvel kendisini ziyaret ettiğimiz emniyet müdürümüz Celalettin Cerrah ile de görüştük. Sayın Cerrah, konuyu fevkalade bir vukufiyetle bilmekte ama sadece bilmekte. Zira başında Türk kelimesi de olan Ceza Kanunu fuhşu suç olmaktan çıkartmış. Polis, bir şey yapamıyor. Yakında iki İstanbul yaşayabiliriz. Gece İstanbul'u ve gündüz İstanbul'u. Belki yine öyle fakat gidişatın sonunda bu günler dahî aranabilir. Uyuşturucu, fuhuş ve sapıklık tehlikeli bir şekilde gelişiyor. Bunu sadece biz demiyoruz. Bir müddet önce ABD, Türkiye'yi uyuşturucu konusunda uyarmıştı. Önceki senelerde transit ticaretten dolayı dikkatimiz çekilirken bu defa içicilerdeki tehlikeli tırmanış, gözler önüne seriliyordu. Amerika, Türkiye'yi kısa bir aradan sonra tekrar uyardı. Bu defa da fuhuş konusunda dikkatler çekilmekte. Artık müeyyide sopası da gösterilmeye başlanmış. Dediği şu, Rusya, Moldavya, Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan gibi memleketlerden fuhuş için kadınlar getirilmektedir. Türkiye, gayrı meşru pazarda hem varış, hem de geçiş yeri olarak ilân edilmekte. Amerika, fuhuş ve insan kaçakçılığından dolayı "en kötü ülkeler" diye bir kategori belirlemiş. Gözümüz aydın ki yurdumuz, Yunanistan ve Bosna'yla birlikte şeref listesinde. Konuya dair hazırlanan raporda İstanbul'da nerelerde fuhuş yapıldığı semt semt yazılı. Beyazsaray, Türk hükümetlerini bu mücadelede pasif bulmakta. Bu yüzden de sadece vatandaşlarımızı değil, insanlığı da tehdit eden bu suç münasebetiyle müeyyideler de sıralamakta. 1 milyar dolarlık hibeden vaz geçileceği, IMF ve Dünya Bankası kredilerinin durdurulacağı vs... Ekime kadar zaman tanınmış. Eğer ciddi tedbirler alınmazsa müeyyideler hayata geçirilecekmiş. Denebilir ki "ABD, tezkerenin intikamını alıyor". Bu iddia ne kadar geçerlidir bilmiyoruz ama neticede ortadaki acı gerçek değişmiyor. Hükümetin tez zamanda valiler, belediye başkanları ve emniyet müdürlerinin iştirakiyle geniş bir toplantı yapması, raporlar istemesi ve ceza kanunundaki boşluğu dolduracak hukuki düzenlemeyi sür'atle gerçekleştirmesi lazım. Manzara insan içine çıkılamayacak kadar vahim. Manzara yüz kızartıcı. Bu manzarada kişi başına gelir 25 bin dolar olsa ne çıkar!.
.
Öfkelenen kaybeder
16 Haziran 2003 01:00
Enerji Bakanı Hilmi Güler, iyi bir devlet adamıdır. Araştırıp-incelemeden bir tasarrufu imzalaması imkânsız. Bir başka imkânsızlık da başbakan açısından mevzubahis. Tayyip Erdoğan'ın da Çukurova ve Kepez'e el koymanın nerelere kadar gideceğini bilmemesi mümkün değildir. Rakibi bir politikacının ailesine ait şirketler hakkında karar verilmektedir. Bakanın açıklaması işlemin esbabı mucibesi mesabesindedir. Dedikleri birkaç noktada toplanabilir. Hadise, mukavele şartlarına riayet etmeyen tarafın işletme hakkını fesihtir. Fesihten evvel gerekli ihtarlar yapılmıştır. Sıkıntı, eski hükümetlerden beri devam etmektedir, haklarında muamele yapılan şirketler başına buyruk hareket etmekteydiler, problem, siyasi değil hukukidir. İdareye ait bu iddiaların haklı veya haksız olduğuna mahkeme karar verir. Nitekim şirket yöneticileri, hükümetin kararını Danıştay'a götüreceklerini açıkladılar. O halde bu öfke niçin? Cem Uzan, siyasi bir partinin genel başkanıdır. Bu partinin şeklen dahi olsa adı geçen şirketlerle bir alâkası yok. Genel başkan seçilince Rumeli Holding'le irtibatını kesmiştir. Şu kadarını diyebilirdi. "Ülkenin büyük emeklerle meydana gelmiş şirketleri mağdur edilmektedir. Hedef, dolaylı yoldan partimizdir. Buna rağmen kaygılı değiliz. Yargı gerçeği ortaya çıkartacaktır". Bundan ileri gitmemeli ailesini bile alakadar etse soğukkanlılığını korumalıydı. Bu açıklama da yazılı yapılmalıydı. Cem Uzan, doğrudan taraf oldu. Kullandığı dil tasvip edilemez. Hakkında konuştuğu, Türkiye'nin başbakanı, bakanı ve hükümetidir. Bağırmakla haklı çıkılmaz. Sabancı Holding gibi bir büyük şirketle, mesleki kuruluşlar hükümete alenen destek veriyorlar. Hatta müdahil noktasındalar. Yabancı sermayenin bile taciz edildiğini ileri sürmekteler. Medya geniş çapta hükümetin yanında. Eğer Cem Uzan, siyasette gerekli tecrübeye sahip olsaydı bu mesele çıkar çıkmaz partisini elektrik şerarelerinden uzak tutmaya bakardı. O, bunun yerine kavga yolunu tercih etti. Hukukta ihkak-ı hak yoktur. Bizim gelenekte düello da yok. Çünkü bu tavır, polemik değil, düellodur. Kavganın siyasi ortama hangi sonuçlarla yansıdığı tahmin edilebilir. Zaten, anket kuruluşları yakında açıklarlar. Cem Uzan, hiç farkında olmadan aile şirketiyle partisi arasında bir seçim yapmak zorunda kaldı. Gelen habersiz bir imtihandı.
.
ABD ile ilişkiler
17 Haziran 2003 01:00
Dışişleri Müsteşarı Uğur Ziyal, bazı görevlilerle birlikte Washington'da. ABD-Türkiye münasebetleri soğuk. Amerika, kendini oyuna gelmiş kabul etmekte. İskenderun-Mardin hattında yatırımlar yaptılar, tezkere aleyhte çıkınca da çekilmek zorunda kaldılar. Ortada bir oyun yok. Körfez harekatında aldatılmamızın karşılığını almak gibi bir fikir de taşınmadı. Hükümet samimi olarak tezkerenin geçmesini istedi. Ama Meclisimiz böyle takdir etti. Dolaysıyla Beyazsaray'ın alınganlık göstermesi isabetli değildir. İncirlik'i kapatmasına da kimse üzülmez. ABD'nin üzerinde düşünmesi gereken Türk milletindeki değişimdir. Kore'de Amerika ile omuz omuza muharebe yapan, Körfez harekatında Amerika'nın yanında yer alan bir millet, bugün neden ezici bir çoğunlukla aynı Amerika'ya tavır koymakta? Bunda ABD Başkanı Bush'un büyük rolü vardır. Nükleer silah iddiasıyla Irak'a girdiler. Bir şey bulunamadı. O halde savaş sebebi butlanla maluldür. Irak halkına dokunmadan Saddam'ı devirebilirlerdi. Aksine on binlerce sivil, kadın, çocuk Iraklı ziyan gördü, İmamı Azam Türbesine varıncaya kadar mukaddes mekânlar tahrip oldu. Saddam'sa ailesi ve ekibiyle birlikte sırra kadem bastı. Onun için Türkiye Cumhurbaşkanının değil, başbakanının değil, dışişleri bakanının değil, genelkurmay başkanının değil de dışişleri müsteşarının lütfen kabul edilmesi itibar kırıcıdır. Müsteşar gidecek, havayı yoklayacak, şartlar müsaitse kaç ay sonra sıra Abdullah Gül'e gelecek. Bu anlayış, iki memleket ilişkileri açısından doğru değil. Her ne olursa olsun ve kim ne derse desin ABD, Orta Doğuda Ankara'ya muhtaçtır. Bir soğukluk zuhur ettiyse bunun müsebbibi Amerikan yönetimidir. Amerika, zikzaklar çizip soru işaretlerine meydan verdi. Türkler, samimiyet noktasından Beyaz Saray'ı sınıfta bıraktı. PKK-Çekiç Güç alışverişi karanlıkta kalmıştır. Harekât arefesinde sanki Türkiye işgal ediliyormuş gibi bir hava doğdu. Bunlar ve onlarca benzerine karşı "fakat biz size ödünç para verdik, terör liderini de biz teslim ettik" gibi itirazlar ileri sürülemez. Beyaz Saray misafirleri unutmamalı. ABD henüz imparatorluk olmaya çalışıyor, bizim babalarımız imparatorluk vatandaşıydı. Türkiye'ye İsrail muamelesi yapılamaz. Biz eşitler arası görüşmeden ötesini kabul edemeyiz. Washington, küsmeyi bir yana bırakıp Ankara'nın gönlünü almalı.
TRT resmiyeti temsil eder
18 Haziran 2003 01:00
Uzun yıllar aynı konuyu tartıştık. "Kürtçe televizyon yayını olsun mu, olmasın mı?" Mesele şimdi yine gündemde... Bu defa "nasıl yapılsın?" arayışı problem olarak karşımızda. Düşünceler, farklı. Ana dilde yayına dair kanunun çıkmasından sonra RTÜK bu yayının TRT tarafından realize edilmesi için bir yönetmelik yapmıştı. TRT uzunca süre yayına geçmediği gibi bir de geçen hafta sürpriz bir çıkış yaparak iptal dâvâsı açtı. RTÜK haklı olarak TRT'yi davranışından dolayı kınamakta. Başkan Fatih Karaca'nın dediği gibi yönetmelik çıkartılırken TRT dahil devletin bütün ilgili kurumlarıyla ortak karara vararak hareket edilmişti. O kadar zaman sustuktan sonra bu dâvâ neyin nesi? RTÜK haklıdır. Fakat TRT kaygılarında daha fazla haklı. Maksat ana dilde yayın ihtiyacına cevap vermek. Bu imkânın TRT üzerinden kullanılması iki bakımdan yanlış olur. Birincisi TRT kâfi vakit ayırsa dahi ilkeleri gereği disiplinli bir yayın yapacak, bu yayından hoşlanmayan muhatap kitleler, illegal kanallara teveccüh göstermeye devam edeceklerdir. Bu nokta çok mühimdir. Ana dilde yayın yapan iki kanaldan hangisi daha cazip olursa seyirci onu tercih eder. İkinci nokta ise resmi dil meselesi. Abdullah Gül'ün tesbiti çok yerindedir. Türkiye'de bir tek resmi dil vardır o da Türkçe. Devlet dairelerinde Türkçe'den başka bir dil kullanılamaz. Aksi halde o lisan veya lehçeye de resmiyet tanınmış olur. Onun için "ana dilde yayın" denen ve ağırlıklı olarak Kürtçe'nin anlaşıldığı bu imkânın özel tv'ler yoluyla gerçekleştirilmesi en doğrusudur. Üstelik daha fazla ticarî üslupla hareket edilir. Tek mahzuru 'ideolojik sapmalar olur mu?' kaygısıdır. En baştan itibaren her safhada hukuki tedbirler alınması mümkün.. TRT'nin suçlanması meselesine gelince. Yanlıştan dönmek fazilettir
.
Dokunulmazlık
19 Haziran 2003 01:00
Bazı mevzular ömürler tüketmekte. Şöyle bir düşününüz, dokunulmazlık ihtilafıyla kaç yaşınızdan beri tanışıksınız? Eski anayasalarda 'teşrii masuniyet' son ikisinde ise 'dokunulmazlık' adı verilen müessese esasında bir ihtiyaçtan doğmuştur. İhtiyacın ne olduğunu önceki isim daha bir isabetle ifade etmekte. Milletvekili ve/veya senatöre yasama dokunulmazlığı tanınması ona yasama faaliyetini icrada serbest hareket kabiliyeti kazandırabilmek içindir. Yıllar yılıdır dokunulmazlık münakaşa edilir. Bazıları 'topyekûn' kalksın der. Bazıları 'aynen' kalsın fikrindedir. Bazıları da sınırlı dokunulmazlık olsun ister. Vazifesi kanun yapmak, iktidarları denetlemek, ülke ve dünya gidişatına dair fikir beyan etmek olan milletvekilini dokunulmazlıktan tamamen mahrum etmek mümkün değildir. Şimdiki gibi aynen kalması da doğru olmaz. Zaten doğru olsaydı bu sıkıntılar yaşanmazdı. Yapılması gereken 'kürsü dokunulmazlığı' ihdas ederek onun ötesinde dokunulmazlık diye bir şey bırakmamaktır. Kendisine vekillik payesi verilmiş insan, artık her bakımdan sorumluluk sahibidir. Hiçbir baskıya maruz kalmadan dilek, düşünce ve tenkitlerini ortaya koyabilmeli. Kürsüdeki konuşmalarından dolayı takibata maruz kalmamalı. Makul olan budur. Bununla beraber burada da bir problem kaçınılmaz olarak önümüze gelmekte. 'Kürsü'den kasıt hangisidir? Yalnızca meclis kürsüsü mü, yoksa mesela seçim propagandalarının yapıldığı meydan kürsüleri, mikrofon ve ekran da eş anlamlı olarak kürsü müdür? Evet, onlar da 'kürsü' sayılmalı. Hatta fikrini sütununda, kitabında, mikrofon ve ekranında dile getirenler de aynı imkândan faydalanmalı. Buradan çıkan sonuç şudur. Dokunulmazlık kürsü dokunulmazlığına o da düşünce hürriyetine dönüşmeli. Bu çerçeve tayin edildikten sonra da hesap vermesi gereken hesabını vermelidir. Kimse imtiyazlı değil. Toplum, bu parlamentodan çok şey bekliyor. Çözülmesi gereken kördüğümlerden biri de bu dokunulmazlık problemidir. Dokunulmazlık kürsüyle sınırlansın sonra da yargı erki nereye kadar varacaksa oraya kadar da varsın. Dokunulmazlığı zırh yapıp ona sığınan kaybeder. Millet öylelerine hiçbir zaman iyi nazarla bakmıyor.
.
İran
20 Haziran 2003 01:00
İran, iki haftadan beri rahatsız. Rejim muhalifi ve taraftarı gençler ayakta. İran, şu günlerde 70'li yıllar Türkiye'sinin manzarasında. Haber verildiğine göre ABD dışarıdan yaptırdığı radyo ve televizyon yayınlarıyla İran'da isyanlar tertiplemekte. Washington, Afganistan, Irak, İran, Sudan ve Libya'yı şer devletler olarak ilân etmiştir. İlk ikisi halledildi. Sırada üçüncüsü var. Tahran sokaklarındaki manzara onun habercisi. Ancak bu defa Bush yönetimi Irak tecrübesinden hareketle farklı bir metot izleyebilir. Irak'taki savaş şekliyle bütün dünyadan tepki almıştı. Yalnız farkın ne olacağı henüz bilinmiyor. Galiba sıcak savaşa girilmeyecek. Tıpkı bizde olduğu gibi "bizim çocuklar" dediği taraftarları eliyle darbe yolunu tercih edecektir. "İran'dan bize ne?" diye bîgâne kalamayız. Humeyni devrimini de batı yaptırdı. O devrimin yapılmasıyla iki kere cereme çektik. Birincisi devrimle birlikte şah taraftarları İran'dan kaçtılar. 1 milyon civarında göç aldık. Bu göçmenler arasında sık sık cinayetler işlendi. İran ajanları komşu bir ülkede bile olsa tehlikeli saydıklarını affetmediler. İkinci husussa yıllar sürdü. İran, bazı sığ Müslümanlar tarafından gerçekten "İslam cumhuriyeti" sanıldı. Rejim ihracı tehlikesiyle karşı karşıya kaldık. Bir ara bize doğru bayağı bir şia rüzgârı estiyse de ülkedeki Sünni mayanın sağlamlığı hürmetine bu tehlike kısa sürede atlatıldı. Doğu komşumuzda bir şeyler olursa yine sıkıntı çekebiliriz. Tekrar kaçanlar olacaktır. Bu defa aksi görüştekiler Türkiye'ye dolar. Hayati soru şudur: Sıcak savaş veya darbe ihtimallerine karşı Ankara ne kadar hazırlıklı? İran konusunda hata yapılmasından kaygılıyız. Çünkü Irak'tan dolayı zımnen özür dileme politikası hissediliyor. Halbuki gönlü alınması gereken Türkiye'ydi. TBMM suç mu işledi? "Güçlü olan haklıdır" mantığı altında ezilmemeliyiz. Müsteşar Uğur Ziyal'in temaslarından İran konusunda kayıtsız şartsız ABD'nin yanında yer almakta olduğumuz intibaı alınmakta. Alt dereceden bir Amerikalı diplomat tekrar "stratejik ortağımız" dedi diye fevkalade bir memnuniyet var. Muhakkak ki bu temaslar lazımdı. Soğukluğun ortadan kalkması da şarttı. İttifak da ortaklık da devam etmeli. Ama hiçbir şey Türkiye'nin uzun vadeli menfaatlerine zarar vermemeli. Biz bir devlet için bir başka devleti yıkan orada darbeler hazırlayan veya bu darbelere destek olan taşeron devlet olamayız. Ortada gerçekler var. Komşularımızdaki her türlü sarsıntıyı aynen hissediyoruz. İran rejimi her ne olursa olsun bizi alakadar etmez. Tâ 1639 Kasrı Şirin andlaşmasından beri hududumuz aynı. Ortada bir ihtilafımız yok. Öylece geçinip gelmişiz. Amerika'yla ilişkilerimizi düzeltirken bu defa da İran'la bozarsak neticede yine hata ederiz. Yakınlaşmakla yaranmak farklıdır. Yaranmak isteyen saygı görmez. Tekrar ediyoruz İran konusunda hata edeceğimize dair ciddi kaygılarımız var.
.
Nasıl yazıyoruz?
23 Haziran 2003 01:00
Zaman zaman karşılaşıyoruz, "nasıl yazıyorsunuz?" diye soruyorlar. "Nasıl yazıyorsunuz?" diyenler, bu iki kelimeyle yetinmiyorlar. Başlangıç cümlesinin ardından "nasıl"la başlayan daha başkaları da geliyor. "Nasıl yapıyorsunuz, her gün nasıl dayanıyorsunuz, nerede yazıyorsunuz, neler okuyorsunuz?" Konuyu tam kavramak için evvela "yazar kimdir?" tarifinde anlaşmak lazım. Her sütun sahibi yazar mıdır? Eseri olmayana yazar denir mi? Eli kalem tutanları, "gazeteciler" ve "yazarlar" diye ikiye mi ayırmalı yoksa "gazeteci-yazar" tarifinin doğruluğunu kabul mü etmeli? Her sütun sahibi yazar değildir. Her sütun sahibi gazeteci de değildir. Her kitap sahibinin yazar olmadığı gibi. Eğer her kitap sahibi yazar olsaydı, kitap şeklindeki her deste kâğıt da "eser" olurdu. Yazar, üslup sahibi san'atkârdır. Yazar, ister bir paragraf yazsın, isterse bin satır, yazdığı mermere kazınmış imzası olacak. Yazdıklarını önce kendisine yazacak. Kendine bir mektup göndermiş olacak, önce kendisi inanacak. Yazar kimsenin bilmediğini görmediğini, düşünmediğini dile getiren biri değildir. Aksine başka birilerinin de hissettiği, düşündüğü ve hatta dile getirdiği gerçekleri keşfeden, onları işleyen, yerine göre zamana yani edebiyata, fikir hayatına, yerine göre kamuya mal eden adamdır. Edebi çalışmalarında kendimizi buluruz, deneme yazıları, yer yer diyalog yer monologtur. Makalelerinde tahlil, terkip, denge iç içedir. Kısacası yazı hayattır, yazar hayatı tercüme eden kimsedir. "Gazeteci-yazar" sözünü bir iltifat tabiri olarak görebiliriz. Yazar yazardır. Gazeteci de gazeteci. Erden generale herkesin asker olduğu gibi muhabirden patrona herkes gazetecidir. Haliyle yazar da bu sınıfa dahil olur. Ama doğrusu şudur. Gazeteci, haberden habere koşturan muhabirlerle yazı işleri personelidir. Yazmak, yazarlık herkese açık. Uzun bir koşu. Bütün mesele yaptığı işi ciddiye almakta. Cefası çekilmeyen işin sefası sürülmez. Yazmak bir cefa, sabır çile mesleği. Okunacak, takip edilecek. Ancak bugün okuyup yarın yazmak olmaz. Evvela kabiliyet lazım. Sonra da kendini bildiği ândan itibaren okumak. Yazmak, ömür birikimini başka insanlarla paylaşmaktır. Yazmak tahammül sanatıdır. Bin türlü sıkıntısı vardır. Bu sıkıntılara katlanabilen, üslubunu geliştiren, söyleyecek sözü olan yazardır. Yazar dünden gelip yarına kalan isimdir. Kendini tekrarlayamaz. Mekân ikinci plandadır. Bir lezzet ustasıdır. Üslup sahibi olabilmek için ana dilini mükemmel bir şekilde tasarruf edebilmesi gerekir. Ve vazgeçilmez şart: Yazar, sütununu emanet, kalemini haysiyeti bilecek. Tarif etmek, tenkit etmek kolay. Zor olan yaşamak. Yaşamayan yazamaz. Meşhur kanunu tekrarlayalım: Üslub'ul beyân ayniyle insan. Üslup, insanın kendisidir.
.
TSK'da yeniden yapılanma
24 Haziran 2003 01:00
Türk Silahlı Kuvvetleri yeniden yapılanma yolunda. Aldığı kararla çeşitli birimlerde askerlik kısalmada, çeşitli birimler birleşmede, terfide bekleyerek kıdem alma yerine liyakat esas olmakta. TSK bu tarihî -hatta radikal- kararını uzun bir gerekçeyle kamuoyuna duyurdu. Gerekçede yakın ve uzun olmak üzere iki hedef tesbit edildiği görülüyor. Bütçenin yükünü azaltmak ve profesyonel orduya geçmek. Bütçenin yükü şimdiden azalmaya başlayacaktır. Profesyonel askerliğe geçişteyse şu kademelerin yaşanacağı kanaatindeyiz. Birinci kademede yedek subaylık kaldırılacak, ikincisinde askerlik 12 aya düşürülecektir. Bunların her ikisi aynı anda da olabilir. İkinci veya üçüncü kademedeyse tamamen profesyonel bir ordu teşkil olunacaktır. Profesyonel ordumuzun 350-400 bin civarında olacağı söylenebilir. Gerekçenin satır aralarında bir de mesaj var. Kıbrıs ve Ege ihtilafı ne kadar erken hallolursa sayı o kadar çabuk küçülür. Ordu neden bu yola gitti? İzahı gerekçede yapılmakta. Soğuk savaş bitmiş, bir süper güç tehdidi kalmamış, terör örgütleri pasifize edilmiştir. Onun için sayıca daha küçük fakat her ân büyümeye elverişli bir ordu. TSK böyle bir karara varmadan önce diğer orduları incelemiştir. İncelemeye metinde "sorgulama" denmesi ilginçtir. Meseleye ne denli kıymet verildiğini ifade için bu kelime kullanılmakta. Hükümete yapılan teklifle büyük memnuniyet doğdu. Memnun olanlar asker ailelerinden ibaret değil. Asıl memnuniyet verici olan yeniden yapılanma -reform- kararıdır. Bundan böyle paralı askerliğin de cazibesi kalmamıştır. Parası olmayan dolaylı adaletsizlikten kurtulmuş olacak. Aynı şekilde polislerin de mağduriyetine son verilmesi isabetli olur. Polis, de profesyonel emniyet mensubudur. Asker olmasalar da benzer bir sınıfta hizmet vermekteler. Çok şaşırtıcı gelişmeler olabilir. TSK tam profesyonel ordu statüsüne geçtiğinde belki kendi personeline maaşını da kendisi ödeyecektir? Nasıl? Hani sivil sektörde hep konuşulmakta? Bankacılık neden, şu fabrika niçin, sigortacılık niye? Askerin bunlarla ne işi var? diye. Galiba bu 'neden, niçin ve niye'lerin cevabı ileriye dönük olarak verilecek. Mesela 2010'da artık profesyonel kadroya geçmiş Türk Ordusu, bütçeden hiçbir destek almadan veya kısmen destek alarak maaş ve harcamalarını kendisi karşılayabilir? Tarihimizde örnekleri yok mu?
.
Edebiyat liseleri vesilesiyle
26 Haziran 2003 01:00
Komşu devletlerin başşehirlerini bilmeyen vatandaşlarımızdan başka bizzat komşu devletlerin nerede olduğundan habersiz üniversitelilerimiz dahi mevcut. Hâdise, dehşet verici ölçülerdedir. Sebep ne? İki kategoride toplamak mümkün. Birincisi Tanzimat'la birlikte her güzellik, teknikten beklendi. Alışkanlık, el'an da devam etmekte. Teknik alanlar, fenler makbul. Halbuki tekniğin milliyeti yoktur. Bir yabancıya sizin adınıza savaşmak dahil her türlü teknik işinizi yaptırabilirsiniz. Fakat sizin gibi düşünüp hissetmesini aşıyla, organ nakliyle, tehditle başaramazsınız. İkinci sebepse son devirlere ait. Önce televizyon, sonra da bilgisayarın hayatımıza dahil olmasıyla beyaz cam tahakkümü başladı. Buza yazı yazılırcasına hayat beyaz ekranlara yüklendi. İnsanlar, bilhassa gençler reçetedekiyle yetindiler. Beyin neredeyse devre dışı bırakıldı. Her şey sathi, her şey seyirlik. Gazete dahil. Mevcut kitap satışları bile aldatmasın. Bir kadının marifetlerini anlattığı kitabının okunması bu topluma ne kazandırır? Satanlar daha ziyade bu cinsten. İsraf edilmiş kâğıt demetleri. Çare bir çok olabilir. Bunlardan en temel olanı liselerde ihtisaslaşma. Milli Eğitim Bakanı Dr. Hüseyin Çelik bir hayırlı haber vermiş. Edebiyat Lisesi açılacakmış. Dediğine göre bu lise tek ve İstanbul'da olacak ve Fransızca eğitim verecekmiş. Edebiyat Lisesi açılması fikri yerinde olmakla beraber eksiktir. İki bakımdan, birincisi tek olamaz. En azından her bölgede bir taneden 7 tane açılmalı. İkincisi yalnızca Edebiyat Liselerine değil, Sosyal Liselere de büyük ihtiyaç duyulmakta. Yöneten sınıf daha ziyade sosyal eğitim ağırlıklı. O halde sonuç şöyle görünmektedir. Fen Liseleri var. Ticaret Liseleri var. Teknik liseler var. Sanat Liseleri var, Tekstil Lisesi var, Edebiyat Liseleri açılıyor. Sosyal Liseler açılmalı. Geriye ne kalmakta? İlahiyat Liseleri. İmam Hatiplere böyle bir statü verilebilir. Tabii ki her lisenin mahiyetine göre yabancı dil ağırlığı seçilir. Bilgisayar öğreten okulda Fransızca fuzulidir. Ama Edebiyat Liselerinde Fransızca ve mutlaka ve mutlaka "Osmanlıca" lazım. İlahiyat Liselerinde ağırlık Arapça olmalı. Ancak her ne öğretilirse öğretilsin Türkçe ve genel kültür asla ihmal edilmemeli. Önceki tekliflerimizle birlikte şunu diyoruz. Ortaokul ve ilkokul birleştirilerek 4 yıl, liseler de hazırlıkla beraber 4 yıl olmalı. Liseler, Edebiyat, Sosyal, Ticaret, İlahiyat, Fen Lisesi gibi liselere ayrılmalı, branşın mahiyetine göre yabancı dil öğretilmeli, üniversite girişinde branşını seçenlere artı puanlar verilmeli. Zararın neresinden dönülse kârdır. Müthiş bir şahsiyet ve kültür kaybı yaşamaktayız. AB'ye giriş için hep döviz endeksli düşünülmekte. Peki kültür ve kimlik endeksi ne olacak? Sporda, popta Avrupa'yla yarışmak tamam. Ama ya asıl sahalardadaki varlığımız? Oralarda mevcut muyuz? Varolmamız sağlıklı ve ideoloji bulaşmamış eğitimle mümkün.
.
Misyonerler cirit atıyor
27 Haziran 2003 01:00
İran, şia yapmaya çalıştı. Suudi Arabistan, vehhabi olmamız için uğraştı. Vatikan, Hıristiyan olalım diye her sene çuval çuval para harcamakta. Rusya, Çin hatta Arnavutluk komünizmi kabul edelim diye seneler senesi çalıştılar. Bazı gizli örgütler masonluk için ter dökmekte. Bunlar yetmedi. Son senelerde Hindistan'dan bir takım tuhaf kadınlar geliyor. Yaşlı, hantal bu misyoner kadınlar meditasyon seansları adı altında Budistlik, Brahmanizm propagandası yapmakta. Kurtarıcı roldeler. Azımsanmayacak sayıda takipçileri var. Sözde müritlerini hali vakti yerinde olanlardan seçmekteler. O eciş-bücüş Hindli kadınlar öyle lanse edilmekte ki o müritler meditasyon adı altındaki ayinlerde kendilerinden geçiyorlar. Bu da yetmedi. En son olarak da kişisel gelişim kursları maskesini takınmış bir takım tarikatler yurdumuza sızdı. Bunlar da İsrail kaynaklı. Bir çok ünlü bu tarikate dahil olmuş. Bu ünlülerde para çok. Şöhret zirvede. Tatminsizlik içindeler. Onun için adamlar boşluğu yakalamış. Holding patronuna hela temizliği yaptıracak kadar insanları robotlaştırmışlar. Nasıl bir büyü yapmaktalar ki ekranlarda ailelere rehber olma iddiasındaki safdiller arka arkaya boşanıyor. Zaman zaman ortaya çıkan satanistleri de unutmamalıyız.. Arkadaşlarını şeytan için boğazlamakta, kedi kanı içmekte vs. Ülkemizde tarikat, din, loca, kurs, meditasyon ekibi adı altında cirit atan daha kimbilir neler mevcut. Bunlardan biri de Moon Tarikati. O daha da nüfuzlu, daha da elit... Peki bu ülke yol geçen hanı mı? Millet, ilkokuldan itibaren şöyle tarif edilmiyor mu? "Bir insan topluluğuna millet denebilmesi için aralarında dil birliği, din birliği ve vatan birliği olması lazımdır". Dilimizle 50 yıldan fazla oynandı. Vatanı az kalsın önce komünizm, sonra Kürtçülük parçalıyordu. Laikliğin din düşmanlığına vardırılan çarpıtılması yüzünden din yıllar yılı horlandı. Dilimiz dil ırkçıları tarafından boşaltılınca boşluğu batılı kelimeler doldurdu. Din horlanınca doğan boşluk kendine din adamı, tarikat büyüğü süsü veren bir takım cahiller veya şia yahut vehhabilik tarafından doldurulmaya çalışıldı. En son olarak da bu sinsi akımlar gelmeye başladı. Vatandaşlarımızın hem paralarını, hem inançlarını alıyorlar. Psikolojiler bozulmakta, aileler yıkılmakta, gençlik kaybolmakta. Hadise, basit görülemez. Taşnak, Hınçak ve PKK neyse kendine din, tarikat, meditasyon grubu, kişisel gelişim kursu vs. diyen misyonerlik faaliyetleri de odur. Bu yıkımın durdurulması lazım... Fuhuş, uyuşturucu, hırsızlık, hortumculuk yıkımları gibi.
.
Aydın bunalımı
30 Haziran 2003 01:00
O keskin kategorize etmeler dönemi arkalarda kaldı. Köşeli tarifler ortadan kalkmış durumda. Belalı yakıştırmalardan çok çektik. Bu ülkenin insanları komünistti, faşistti, dinsizdi, mürteciydi, yobazdı, antilaikti vs. vs... Bu ülkenin insanları dediysek de siz onun aydınlar arası alışveriş olduğunu anladınız. Aydınlarımız sloganlar ve klişelerle konuşuyor, peşin hükümlerle birbirlerine yükleniyorlardı. Diyalog yoktu. Biri hakkında dinsiz veya faşist veya komünist veya laiklik düşmanı veya Amerikan uşağı demek kâfiydi. Bu zehirli saplantılardan birbirine paralel gelişmelerle kurtulur olduk Önce Sovyetler Birliği rejimi ortadan kalktı. Onun yıkılması sağda şaşkınlık solda derin hayrete yol açtı. Sonra iletişim alanında büyük ilerlemeler oldu. Televizyonlar çoğaldı. Bizim aydınımızın birbirini ilk tanıması ekran vasıtasıyla olmuştur. İlk buluşmalara sahne olan açık oturumlar kavgalarla doludur. Birbirlerinin karşısına peşin hükümlerle çıktılar. Konuşma ve dinleme melekelerini işletince benzerliklerinin aykırılıklarından fazla olduğunu gördüler. Bundan sonra bir çok vazgeçilmez sanılandan vazgeçildi. Yer değiştirmeler oldu. Bunlar aydının aldandığının aldatıldığının resmiydi. Fena halde kullanılmıştı. "Kahrolsun komünistler" , "kahrolsun faşistler", "kahrolsun şeriat" diye bağıranlar açıkça söylemeseler de acı gerçeği vicdanlarıyla paylaştılar, yanılmışlardı. Geldiğimiz nokta yakınlaşma açısından sevindiricidir. Şimdilerde kimi nasıl tarif ediyorsunuz? Komünist, faşist, Amerikan uşağı, Laiklik düşmanı, gerici... bu tariflerden hangisini kime karşı kullanabilirsiniz? Bunlar artık tarihin çöp sepetinde. Sloganlar ve şablonlar döneminin arkada kalması sevindirici. Post modern yakıştırması layık görülen dolaylı darbenin tutmamasındaki sebeplerden biri de bu. Bayat menüleri toplumun önüne çıkarttı. Halbuki toplum irtica vs. gibi kavramları çoktan terk etmişti. Daha evvel sayılan mefhumlardan hız alarak kesip biçen günümüz aydını örtülü bir hesaplaşma içinde. Belki dışa vuramıyor, belki kimseye hissettirmiyor ama o bir arayışta. Ne yaptığını ne kazandığını sorguluyor. Ne yazık ki 20. yüzyıl Türk aydını hep kaybetmiştir. Hatası, hep kabukta dolaşmakta oldu. Ârif'e, âlim'e münevver, münevver'e aydın aydın'a entellektüel demekle meselenin biteceğini zanneti.. > DEVAMI 16. SAYFADA
.
AB'ye mühlet vermek
1 Temmuz 2003 01:00
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün dediği gibi Türkiye, Avrupa Birliğine girmese de yoluna devam edecektir. Ülkemiz, uyum paketleriyle fevkalade önemli kararlar alıyor. Bunlardan bazıları birkaç yıl öncesine göre inanılmaz çapta. Mesela MGK'nın 6 kişiye düşürülmesi, sadece istişari bir organa dönüşmesi ve hakikaten sivilleşmesi. Keza ordunun radikal kararlarla sayıca küçük fakat daha atak bir yapıya yönelmesi. Reformların hemen her gün bir yenisine şahit olmaktayız. Bunlar muhakkak ki AB için. Ancak AB maksattır. Gaye ise medeniyet projesi. İnsanlığın vardığı ortak refah seviyesinden bizim vatandaşımız neden istifade etmesin? Uyum paketlerinin hedefi her şeyden önce bu ülke mensuplarına hizmet. Dışişleri Bakanı Gül'ün kaygısı yerindedir. 2004 yılında Avrupa Parlamentosunda seçim var. Seçimler yasama uzvuna yeni isimler yollayacaktır. Sil baştan mecburiyetinde kalabiliriz. Nitekim yeni dönem müstakbel İtalyan AB bakanı daha şimdiden münasebetsiz laflar etmeye başlamıştır. AB ile 2004'ün ilk aylarında müzakereleri başlatmamız lazım. Öne sürecekleri hangi mazeret kaldı? Alınan karar, çıkartılan kanun ve yapılan reformlara kendileri bile şaşırmaktalar. Sayın Gül, doğru diyor, buna rağmen bizi almazlarsa oturup ağlayacak halimiz yok. Biz yolumuza devam edeceğiz. AB kaybetmiş olur. O zaman kendileri gözyaşı döksün. Bakan, gerekçe olarak Türkiye'nin katılmasıyla yaşlı Avrupa kıtasının neler kazanacağına dikkat çekmekte. Türk potansiyelinin ortaklarına temin edeceği menfaat, elbette küçücük Baltık memleketleriyle karıştırılmamalı. Bütün bu fikrin özü şudur. Türkiye ve AB arasındaki müzakereler artık eşitler arası görüşmelerdir. Türkiye o şahsiyeti yakalamıştır. Aile fotoğrafı çektirmek için gidip kaybolma dönemi bitmiştir. Bir müzakerede iki taraf vardır. Yoksa adı müzakere olmaz. Bu sebeple bizi vaktinde aranıza almazsanız biz de yolumuza aynen devam ederiz kibarca çekilmiş bir resttir. Ve böylesi restler de yeri geldiğinde gereklidir. Hep yalvaran, hep ricacı, hep muhtaç üsluplarla müzakere olmaz. O zaman adama emir dikte ettirirler. Bu itibarla Türkiye açık ve net biçimde mühlet vermelidir. Şu tarihe kadar ya müzakereler başlar veya biz yokuz, diye. O zaman bir çok sözün taktik olduğu görülecek, belki bir çok blöf de yakalanacaktır. Şahsiyetli olmak gibisi var mı
.
Haysiyetimiz yara aldı
7 Temmuz 2003 01:00
Süleymaniye vak'ası başta TSK olmak üzere Türk milletini fevkalade rencide etmiştir. Elleri arkadan bağlanan o 11 askerimizin şahsında 70 milyonun itibarıyla oynandı. Olay, Türk-Amerikan münasebetlerinin iyileşme yoluna girdiği bir döneme denk getirildiği gibi ABD'nin de bağımsızlık gününde yapıldı. Bunlar, tesadüf mü şov mu? Amerika niçin böyle davrandı? Her şey, Kerkük'ün başına getirdikleri Kürt valiye suikast söylentisinden mi ibaret? Bu bir bahanedir. Asıl sebepler şunlar: 1- Türk subayına peşmergeler önünde kelepçe takılarak bölgedeki Türk efsanesi yıkılmak istenmiştir. 2-Nisbî de olsa tezkerenin geçmemesinin intikamı alınmıştır. 3-Irak topraklarında hiçbir devlete at oynatılmayacağının mesajı verilmiştir. ABD Irak'ta her gün biraz daha geriliyor. Askerinin ölmediği gün yok. O ölümlerden bizi de sorumlu sayıyorlar. Huysuzluk çirkinliğe doğru gidiyor. Bundan sonra ne olur? Amerika'nın en üst seviyede özür dilemesi lazım. Eğer Türkiye ile müttefik kalmaya devam edecekse bunu yapmalı. Türk milleti bir kasıt olmadığına ikna edilmeli. Vak'anın Amerikalı subayları cezalandırılmalı. Bunu yapmazlarsa yaralı tarafa ihkakı hak imkânı tanımış olurlar. Zaten müsadere edilen askerlerimizin Bağdat'a götürülmesi de bundandır. TSK'nın bir baskınla mensuplarını kurtarmasından korkmaktalar. Şuna da bir izah getirmek lazım. Baskıncı Amerikalılar bizim askerlerimize göre 15 kat fazlaydı. Böyle bile olsa askerimiz, neden direnmemiştir? Baskın bekleniyordu da bu yönde talimat mı verildi? 100 yıldır başımıza böyle bir hadisenin ilk defa geldiği unutulmamalı. İkinci husussa hükümet ve dışişleri neden hep alttan almaktadır? Layıkıyla bir cevap verilemedi. En sert denilen sözler bile pamuk kadar yumuşak. Hadise asla lokal değil. Lokal, mahalli olduğunu Ankara değil, Washington ileri sürsün. Problem, belli ki A'dan Z'ye Pentagon'un bilgisi dahilinde cereyan etmekte. Eğer Türkiye'ye örtülü bir savaş açılmadıysa. George W. Bush yönetimi bu ağır kusurun telafisi yoluna gitmeli. Hükümet de Bush özür dileyene kadar Washington ziyaretlerini askıya almalıdır. Fakat ne yazık ki Bush özür dilemeyecek. Ama bir zaman sonra hey'etlerimiz, ABD'nin yolunu tutacaklardır. Sebep, süper güç olmak... Sebep, Amerikan yardımına muhtaçlığımız. Halbuki... Türkiye, Amerika'sız da var olacaktır. Nitekim Amerika yokken de vardı. Bizim Bağdat/Irak vilayetindeki varlığımız ABD'nin hür yaşadığı dönemin 2.5 katıdır. Heyhat ki dede topraklarımız işgal edilmiş, işgalciler, oralarda yatan şehidlerin torunlarını kelepçeleyip götürüyorlar.
.
Beyaz Saray, samimiyet imtihanında
8 Temmuz 2003 01:00
Tezkere günlerine takılıp kalmanın bir faydası yok. Sular, akıp gitti. Savaş öncesinde iki görüş ortaya çıkmıştı, tezkerenin vereceği izinle Türk Ordusunun Kuzey Irak'a girmesini isteyenler ve karşı çıkanlar. Ne savaş arzu ediliyordu ve ne de toprak bütünlüğünden yana olduğumuz bir ülkeyi okyanus ötesinden gelen askerlerin işgal etmesi. Bu gönüllerde olandı. Hayatın gerçeği ise başkaydı. Tehlike görünüyordu ve Türkiye, tek başına bu tehlikeyi durduramıyordu. Onun için biz, o sırada şöyle bir görüş geliştirdik ve bunu bir çok kere tekrarladık. "Önleyemiyorsan gir ve kontrol et!.." Doğrusu bu olmalıydı. Ne var ki tezkere yeni bir meclise denk geldiğinden reddoldu. O ândan itibaren herkesin bu sonuca hürmetkâr olması gerekirdi. Amerika, kendini bundan müstağni saydı. Her türlü hesabını tezkerenin geçmesine göre yapmıştı. Geçmeyince asabileşti. En fazla da orduya kızdı. Zira ona göre ordu istese bu tezkere geçerdi. Yanlış. Bu bakış, yurdumuza demokratik parlamenter yapıyı çok görenlere mahsustur Amerikalılar, o yanlışa kilitlenip kaldılar. TSK'nın şahsında Türkiye'yi bir türlü affedemiyorlar. Bu sebeple güya aldıkları bir istihbaratla iki ülkenin düzelmeye yüz tutan münasebetlerini berbat ettiler. Manzara tam bir rezalet. Yapılanların hazmı mümkün değil. Bizimkiler silaha davransaymış birkaç da ölü olurmuş. Bunu ABD istemedi, şahinler yaptılar iddiası doğruysa o zaman kaçınılmaz olarak ortaya şöyle bir sonuç çıkıyor. Beyazsaray, suç faillerini behemahal cezalandırmalıdır. Unutulmasın ki savaştalar. Savaşta başına buyruk hareket eden askerin cezası kurşuna dizilmektir. Kurşuna dizilsinler demiyoruz ama tekrarını önleyecek bir ceza verilsin.. Şayet Amerika, özür dilemez ve bir ceza yoluna gitmezse o takdirde şahin-karga-güvercin lafları, masaldan ibaret kalır. Kendisi de samimiyetsiz bulunur. O zaman şu kanaat kesinlikle tescil edilir... ABD doğrudan doğruya intikam yoluna gitmiştir. Müttefik, müttefike bunu yapar mı? İttifak edilecek değerler varsa yapmaz yoksa, sizinle işi bitmişse, yeni müttefikler bulmuşsa yapar. Amerika, bu hadiseyle başını daha da sıkıntıya soktu. Bir tarafta Irak'ta Vietnam'dan beter günlere sürükleniyor. Diğer taraftan da bazı Kürt gruplarından başka dostu kalmadı. Süper güç cihan devleti demektir. Cihan devleti adalet dağıtır, huzur yayar, barışı korur. Hasis menfaatlere tenezzül etmez. Aşçı kadınlara, çocuklara, evinde istirahat eden askerlere saldırarak süper güç olunmaz. Amerika'nın işi zor. Bizim ki de kolay değil. Her ân her türlü sürprize hazır olmalıyız.
.
Irak, Iraklının toprağı
9 Temmuz 2003 01:00
Şöyle bir düşününüz, bir yabancı devlet, memleketimizi işgal etmiş, bu işgal esnasında yaşlı, çocuk kadın demeden binlerce şehit vermişiz. Kim böyle bir manzarayı ister? Lafı dahi zorumuza gidiyor. Böyle bir felakete maruz kalsaydık, komşu ülkelerdeki basının yazar çizerleri, Türkiye'yi işgal eden devletin toprağı olarak gösterselerdi üzülmez, öfkelenmez ve o komşularımıza kızmaz mıydık? O halde neden kendimize layık görmediğimizi bir başkası için reva görmekteyiz. Bu ülkenin mürekkep yalamış insanları, "Irak artık Amerikan toprağı" diyor. Bunu demek hiçbir insaf ölçüsüne sığmaz. Üstelik Amerikalılar dahi böyle söylemiyor. Çünkü onlar, Irak'a diktatörlüğü devirmek ve halkı hürriyetine kavuşturma iddiasıyla girmişlerdi. Böyle derlerse kendi dilleriyle emperyalistliklerini ilân etmiş olurlar. Ne yazık ki Amerikalının demediğini bizim aydınımız söylemekte. Bunu söylemekte, devamını ise ima etmekteler. İfade etmek istedikleri şudur: -Kuzey Irak'ta ne işimiz var? Orası, artık Amerikan toprağı. Beyaz Saray, Arap, Kürt, Türkmenler arasındaki ihtilafı halleder. O süper güçtür. Biz neden süper gücün egemenlik alanındaki azınlıklara karışıyoruz? Hayır hiç böyle değil. Bunu diyenler, böyle düşünenler, her kavimden Irak halkına kötülük etmekteler. "Irak" denilen memleket, Arap, Kürt, Türkmen, Asuri her kim ve ne var ise o diyarda yaşayan, atalarının mezarları oralarda olan, camisi, kilisesi o topraklarda mevcut, acı-tatlı hatıraları o topraklarla, o çöllerle karılmış Âdemoğullarının mülküdür. SSCB de bir zamanlar süper güçtü. Bazı yerli komünistler, Türkistan'ı, Bulgaristan'ı, Polonya'yı vs. Sovyet toprağı sayıyorlardı. Aksine konuşup yazmak faşistlik, satılmışlık ve Amerikan uşaklığıydı. Ne oldu? Sovyetler, en kudretli göründükleri bir zamanda çatırdayıp çöktü. Macarlar, Çekler, Azeriler, Özbekler vs. yine kendi topraklarında yaşamaya devam ettiler, ediyorlar. ABD, parlak vaadlerle o topraklara girmiş fakat hasis menfaatleri için kan dökmüştür. Bu bir cihan devleti üslubu değildir. Nitekim adaletsizlik derhal reaksiyona yol açtı. Irak milliyetçiliği alevlenmekte. ABD ne gün olsa oradan çekilecek. Nazenin Amerikan askerinin, 2 seneden fazla tahammülü beklenemez. Onlar gidince "Irak Amerikan toprağıdır" diye yazanlar acaba hiç mahcup olmayacaklar mı? İğneyi kendinize batırınız... Kraldan fazla kralcı olmayınız. Komşu komşunun külüne muhtaçtır. Saadetinizi, komşunuzun felaketi üzerine bina edemezsiniz.
.
İsmini koyalım
10 Temmuz 2003 01:00
Ziyaret bahanesiyle içeri girdikten sonra binadaki Türk subay ve astsubaylarıyla Türkmenleri ve hizmetlileri ellerini arkalarından bağlayıp başlarına çuval geçirmek suretiyle aşağılayarak zorla alıp götürmenin isimlendirilmesi noktasında terminolojik sıkıntı yaşandığını müşahade etmekteyiz. İlk gün o telaşın içinde "müsâdere" diye açıklama yapıldı. Yanlış. Müsâdere insana değil mala karşı olur. Mânâsı da yasak eşyanın meşru şartlarda alınması demektir. Biz bir ara "derdest" demeyi düşündük ama bu da isabetsiz olacaktı. Nizami güçlerin gayrı nizami bir hadisenin faillerine el koyması demektir. Bu da mümkün değil. Bir işgal kuvveti, diplomasi hukuku bakımından kendi topraklarımız farz edilen bir mahalle girip bu işleri yaptığı için o da doğru olmazdı. "Adam kaçırma" dendiğine şahit olduk, bu tarif, hem meselenin eşya tarafını ihtiva etmemekte ve hem de günlük dile mahsus kalmakta. Sıkça "tevkif etme" ve eş anlamlı olarak "tutuklama" deniyor. Derdest kelimesi için izah ettiğimiz sebeplerle birebir çakışmaktadır. Dolayısıyla o da söylenemez. Peki ne denecek? Bu "ne denecek" suali çok çok mühimdir. Yanlış telaffuz, kendi dilinizle kendinizi mahkum ettirir. İsabetli olan tabir şudur. "Gasp ve hürriyeti tahdit". Amerikan askerleri, Türk devletine tahsis olunmuş binaya hileyle girdikten sonra burada bulunanların hürriyetlerini sınırlamış, hukuki ismiyle tahdit etmişlerdir. Keza aynı şahıslar binadaki para, disket ve benzeri nitelikte maddeten veya mânen değerli eşyayı da gasp ederek alıp götürmüştür. Üstelik bu alıp götürme silah zoruyla yapılmış ve mağdur ve mağdurelere kötü muamele ika edilmiştir. Böyle bir fiil, iç hukukumuz bakımından ağır cezalık bir suç olduğu gibi milletlerarası hukuk bakımından da aynı mahiyettedir. Buradan çıkartacağımız dersler var. Hariciye, siyaset ve kalem ve kelam erbabı böylesi zamanlarda kullanacağı kelimeye âzâmi dikkat etmek zorundadır. Buna dikkat edebilmesi için de bilmesi lazım. Meselenin püf noktası da burada. Lisan zayıfladı Bunlar neredeyse bilinmiyor. Dilin incelikleri, ait olduğu sahadaki farklar bilinmezse dâvâ daha başlangıçta tehlikeye düşer. Zira insan, kelimelerle düşünür, dâvâ, mantıkla kazanılır. Mantığa vücut veren de kelimelerdir
.
Bırakınız geçsin
11 Temmuz 2003 01:00
Türkiye için eskimez tehdit unsurları var. Bunların başında da Ermeni soykırım iddiası geliyor. Hangi devlet, Türkiye'yi köşeye sıkıştırmak istese veya bir konudan dolayı taviz beklese parlamentosuna derhal bu tasarıyı getirir. Bu oyunu en fazla oynayanlar Fransa ve Amerika gibi dost ve müttefiklerimizdir. Fransa meclisinden geçirdi. Ondan kurtulduk. ABD ise devam etmekte. Bırakınız O ve daha ne kadar heveskâr varsa diğerleri de geçirsinler. Çocukluğumuzdan beri bu iddiayı işitiriz. Onlar, aba altından sopa gösterircesine bu tasarıyı meclislerine getirir bizim hariciyeyle basınsa bir süre ateş eder sonra susarlar. Bunun sonu yok. Devamı da faydasız. Bütün batılı stratejik ortaklarımız, dostlarımız Sevr taslağını hiç unutmadılar. Korkulu rüya görmektense uyanık oturmak daha iyi. Tarihe mal olmuş vak'aları düşmanlık vesilesi yapmak, küçük Ermeni milletini Türkiye'yi çökertmek için maşa olarak kullanmak Ermeni sevgisinden değil, emperyalist niyetlerdendir. Halbuki Müslüman unsur daha fazla çekmiştir. Rus kışkırtmasıyla Ermenilerin Müslüman unsura yaptığını dinlemeye yürekler dayanmıyor. Ermeni soykırımına dair her ay bir toplu mezar bulunmakta. Diğer taraftan meseleyi "İttihat Terakki devrindeki derin devlet katillerinin cinayetlerinden, Osmanlıdan bize ne?" demek de yanlıştır. Bu tavır dolaylı kabul olur. Müdafaa da edilemez. İstediğin zaman Osmanlının devamıyım istediğin zaman Osmanlıdan bana ne diyemezsin. İttihat Terakki her ne olursa olsun bir dönemin hükümetidir. Dolayısıyla tarihi olayları tarihçilere bırakalım. Osmanlı döneminden bize ne? Gibi itirazları dünya kaale almıyor. Bunun yerine ortaya Ermenilerin Müslüman ahaliye neler yaptığına dair belgeleri ortaya koymalı ve şunu söylemeli. "Hadise bir meşru müdafaadır!!!"... Bunu dediğinizde tazminat ve toprak talebinden mi korkuyorsunuz? Nasılsa isteyecekler. Çünkü Sevr onlar için devam etmekte. ABD ise zaten Lozan'ı imzalamadı. Bunlar bilinecek ve ona göre duruş sergilenecek. "İstediğin taşa başını vurabilirsin" diplomatça söylenemezse o zaman aynen bu kelimelerle ifade edilmeli. Lütuflarıyla mı yaşayacağız? Düşmanın merhametiyle yaşanmaz. Bu iddiayı dönüp dönüp karşımıza getirenleri düşman kabul edeceğimizi karalı bir lisanla anlatırsak daha rahat ederiz.
.
Kokuşmuşluk
14 Temmuz 2003 01:00
10 milyar dolar için ödünç imkânları aranırken 150 milyar dolarların yendiğinden bahsedilmekte. Bu bir dehşet verici rakamdır. Meclis Yolsuzlukları Araştırma Komisyonu'nun iyi çalıştığını teslim etmek lazım. Ancak ortaya çıkan isimler, düşündürücüdür. Hemen her namlı politikacı soruşturma kıskacında. Aralarında bakanlar, başbakanlar var. Temiz eller operasyonunu yürütenler, kirli işler mi yapmış? Tahkikatı beklemek lazım. Mecelleyi Ahkâmı Adliye'nin meşhur kaidesidir. "Beraati zimmet asıldır". Bu hükmün benzeri Türk Ceza Kanunu'nda şöyledir. "Aksi sabit oluncaya kadar herkes suçsuzdur". Böyle bile olsa, zanlı durumuna düşmek bile bir şaibe mevzuu olacaktır. Bu zevat artık sadece politikacı değildir. Başbakanlık, bakanlık yapmış insanlar aynı zamanda devlet adamıdır. Komisyonda dinlenenlerden bazıları Yüce Divan'a gideceklerdir. Zanlılardan bazıları da beraat edebilir. Bazısı ise mahkum olur. Bir başbakanın mahkum olması topyekun ayıptır. Ayıp olan mahkumiyet fiili değil, ceza verilmesi değil. O sabık başbakanın adının kararmasıdır. Bir başbakan da amiyane tabiriyle çalıp çırparsa, hortumculuk yaparsa adi suçlu kendini mağdur ve icraatını haklı görür. Hemen her gün liste kabarmakta. Kaygılanıyoruz. Herkesin suçlanması, tersine dönebilir, inandırıcılık kaybolabilir. İşin ciddiyeti sarsılmasın!. Fakat buna rağmen araştırma-soruşturmalar Komisyonu bu isimleri açıklamak zorunda bırakıyorsa onlar ne yapsın... Şuna dikkat etmeli. Bu tahkikat, geçmiş iki yasama yılına dair. Demek ki 40 yıl mercek altına alınsa ortaya neler çıkacak...Kurdun boynuna ciğer asmışız. En dürüst sanılanlar, tüyü bitmemiş yetimin hakkına el uzatmış. Kokuşmuşluk bu değilse, kokuşmuşluk nedir? Ne yazık ki "devletin malı deniz" diyen aşağılık zihniyet, dönem dönem devlete hakim olmuş. Vatandaş haklı olarak soruyor: -Ya bunlar da yaparsa!.. İktidar ve muhalefetiyle günümüz siyasetçisi, siyaset kurumunun ne denli itibar kaybettiğini görmeli ve hukuk, suçlularla suçsuzları ayıklayıp suçlulara layık olan cezayı verirken o da vatandaşa her emanetin emin ellerde olduğunu kesin bir dille anlatmalı, bunun teminatını vermelidir
.
Yarına kalmak
15 Temmuz 2003 01:00
Kokuşmuşluk çürümeden ileri geliyor. Çürüme nedir? Bir varlığın kendi asli değerlerini kaybetmesi. Bu kaybetme çürüme yoluyla olur. Önce çürüme başlar. Bunu kokuşma takip eder. Çürüme yalnızca politik alanda olmaz. Politikacı da cemiyetin kendi mahsulü. Kıymetlerini yitiren, kendisi olmaktan uzaklaşan bir cemiyette gayrı safi milli gelirin en üst seviyelere çıkması her şey midir? Bu soru, aynı zamanda para her şey midir? demek. Dikkatle bakan şunu görecektir, iyi gelişmelerle kötü gerilemeler, terakkilerle tereddiler birbirine paralel gidiyor. Köylülükten kurtulurken berbat bir şekilde yozlaşma yaşanıyor. Ekonomik alanda tırmanışlar olurken insanın insanı sömürmesi de beraberinde gelmekte. Diplomalar çoğalıyor ama söze sadakat bir masal cümlesi oldu. Misalleri çoğaltabilirsiniz. Misalleri çoğaltıp alt alta yazdığınızda mutlu olamazsınız. Sinsi bir tehditle karşı karşıyayız. Gelişmeler yaşanırken doğan boşluklar doldurulmadı. Bu arada bir takım ideolojik söylemlerle bazı değerler insandan uzaklaştırıldı. Sosyologlar, psikologlar, ilahiyatçılar ne yapar, ne der? Ortada bir tehlike yok mu? Madem ki dünya küçüldü. Madem ki küresel bir coğrafyanın vatandaşıyız. Dahası AB içinde yer alacağız. Kendi kumaşımızın çizgilerine ne kadar sahibiz? Şunu demek hatalı olabilir mi? Dünün aile, din ve milliyet fikrine düşman olan ateist ideolojilerin yapamadığını bugünün kapitalist rejimleri ve tüketim toplumu alışkanlıkları kendiliğinden ve kimseyi ürkütmeden mi yapıyor? Değerler sembollerden mi ibaret kalmakta, böyle bir gidişat mı var? Din, Cuma ve ramazandan mı ibaret, milliyet duygusu bayrağın maçlarda sallanmasından mı ibaret, kahraman şarkıcı veya futbolcu mudur, para neden kazanılır ve ne işe yarar? Söz tutulmamak için midir? Namus nedir? Fazilet artık arşivlik bir kelime mi? Gemi su mu alıyor, yol mu alıyor? 500 sene önceki hayatımız ve geçmişlerimizle övünüyoruz. 500 sene sonra da bugünlerle övünülmesini istiyorsak yarınlara dair kimin ne projesi var? Kimin? Milli Eğitim'in, Kültür'ün Diyanetin, Üniversitenin, holdinglerin, cemaatlerin
.
Sivas ve Başbağlar
16 Temmuz 2003 01:00
Sivas faciasının yıldönümü münasebetiyle yazılanlara bakıyoruz, Sivas'takiler kınanırken Başbağlar'a dair tek kelime yok. Sivas olayı için ağır ifadelerle tepkiler tazelenmekte. Başbağlar'da katledilenlerden kazaen olsun söz edilmiyor. Büyük şehirlerden Sivas'ın bir oteline gidenler insan da Başbağlar Köyü'nde yaşayanlar insan değil mi? Sivas'ta olanlar bir vahşettir. Fakat Erzincan'ın Başbağlar Köyünde yaşananlar da vahşettir. Hadise şeklen şöyle, 10 Yıl evvel Sivas'ta bir şölen için toplanan sanatçılar, ozanlar bir takım tutucular tarafından diri diri yakılmıştır. Hemen akabinde de Başbağlar Köyü yakılmış, çocuk kadın ihtiyar demeden köy halkı kurşuna dizilmek suretiyle Sivas'ın intikamı alınmıştır... Hadise, Sünni-Alevi kavgası için tezgâhlanmış ama tutmadı. İki ilimizde de Sünni de var, Alevi de. Hepsi de aynı milletin ve aynı dinin mensupları olarak iç içe hayatlarını devam ettirmekteler. Tezgâhçılar ne Sünnilerdir ne de Aleviler? Onların kim olduğunu bugün bölgemizde cereyan edenleri tahlil edenler bulur. Oteli kundaklayanlar da köyü ateşe verenler de yabancı ajanlar. Suçlu ne Sivaslıdır ve ne de herhangi bir vatandaş. Buna rağmen aydınlarımız, meseleye hâlâ tek taraflı bakmaktalar. Oysa biri sanatçıysa diğeri de çiftçi. Herkesin aklını başına toplaması lazım. Kin tohumlarını yeşertmenin ne ölülere ne dirilere bir faydası var. Fazıl Say'ın yaptığı da kat'iyyen kabul edilemez. Artık o tip sahneler haber bültenlerinde bile mozaiklenerek verilirken hazırladığı filmde bakılamayacak görüntüleri tekrar tekrar göstermenin kabulü mümkün değil. O bakımdan Kültür Bakanlığı haklıdır, yaptığı da sansür değil. İbretlik haberdir... Başbağlar Köyü'nden arkaya kalanlar hem Başbağlar'da hem de Sivas'ta kaybettiklerimiz için mevlid okutarak dua ediyorlar. Aydınlarımızsa piyano başında husumet besliyor.. Söyleyiniz şimdi!.. Bu ülkede... Kim... Aydın? Çiftçi mi? Besteci mi, traktör direksiyonu tutan mı, bilgisayar klavyesi kullanan mı?
.
Bir gecede, bir ayda
17 Temmuz 2003 01:00
Gazeteler, Reina'nın bir gecede 148, Laila'nın ise 138 milyar lira ciro yaptıklarını haber veriyor. İstanbul'da Defterdarlık memurları önceki gece 181 eğlence merkezinde kasaya oturmuşlar. Bu merkezlerden ismi geçen ikisi bir gecede 286 milyar liralık ciro yapmış. Hangi fabrika bir gecede bu kadar ciro yapabilir? Fabrika dediğiniz yüzlerce insanın alın teri ile çalışan bir ekmek kapısı. Eğlencenin, müziğin, dansın, viskinin, şampanyanın, meşkin alın terini böylesine ezdiği bir memlekette mutlaka bir anormallik vardır. Haberi okuyan tekstilci, inşaatçı, ihracatçı sanayici kendini ahmak sayacaktır. Kimsenin kendisine bir şey demesine gerek yok. Bu haberin çıktığı gün bir çok iş adamı, elindeki gazeteyi yere çalmıştır. Bu kadar kolay para kazanmak varken neden hamallık yaptıklarına kızmışlardır. Kızmışlar mıdır? Bu bir tahmin. Öyle olması kuvvetle muhtemel. Şu ise kesinkes doğru: Eğlence sektörünün para kırdığı haberinin çıktığı sabah, memur sendikaları hükümete ateş püskürüyorlardı. Hatırlanacağı gibi memura zam konusunda şu iddia edilmişti. İlk altı ayda yüzde "0" zam sonraki altı aylarda değişik rakamlar. Habere reaksiyon gösterildi. Söylentiyi kimse üzerine almadı. Sonunda şu karara varıldı. Memura 66 milyon zam yapılacaktı. Meblağ düşüktü. Ancak suçlu kim? Hazine soyulmuş. Hükümet imkân olmadığı için layıkıyla maaş veremiyor. Olsa verileceğinden zerrece şüphemiz yok. Buna rağmen memuru sokağa düşürmeden makul bir çare bulmaları da şart. Çare üretmek hükümet olmanın icabıdır. Memur kıvranırken işçi çok mu iyi? O da aynı vaziyette. Küçük esnaf, orta tabaka ne halde? Birbirinden beter. Peki işçi, memur, esnaf orta tabaka taksidini, elektrik, su, telefon parasını karşılayamazken eğlence merkezi müdavimleri o paraları nerelerden, nasıl kazanıyor ki bir gecede masalara milyarlar bırakmaktalar? Bir ayda 66 milyon. Bir gecede milyarlar... Bu adaletsizliği ortadan kaldırmayan kuvvete devlet de denmez, hükümet de? Hükümet kritik eşiktedir. Krediler tükenmeden ne yapacaksa yapmalı. Milletin isyan etmesi, bir yerleri basması gerekmez. Ne var ki sosyal patlama tehlikesi hâlâ devam etmekte. Cemiyetten kopmuş bir avuç gamsız, eğlence merkezlerinde şarap, dudu, çılgınlıkla vakit geçirdikleri gibi bunlar bir de televizyonlarda ballandırarak anlatılmakta. Bir hovarda bir gecede 66 milyon bahşiş bıraksın bir memur bir ayda 66 milyon zam alabilsin. Devletin hangi güçleri varsa onlar, harekete geçmeli ve derhal bu adaletsizlik düzeltilmelidir. Adaletin, insafın olmadığı yerde yıkım kaçınılmazdır.
.
Vietnam
18 Temmuz 2003 01:00
Siz Vietnam'a dair ne biliyorsunuz? Biz, haberi okuyunca çok şey bilmediğimizi fark ettik. Bütün bildiğimiz birkaç kelimeden ibaret. Kızıl Kmerler, Laos, Ho Şi Minh... Ve o meşhur "Vietnam bataklığı". Kime göre bataklık? ABD, uzak Asya'nın bu unutulmuş devletinde 60'lı-70'li yıllarda uzun seneler savaştı. Amerikan filmleri iki temel üzerine yükselir. Nazi filmleri ve Vietnam filmleri. Bunlara anti nazi filmler ve anti komünist filmler de diyebilirsiniz. 60'larda ABD aya adam gönderdi, fakat karada o ufacık milletin askerini yenemedi. Sonuç, Beyazsaray için hüsrandı. O zamandan beri 30-35 yıldır Dünya'da hep o kısa cümle dolaşır. Vietnam bataklığı. II. Körfez Harekâtı'nda bu söz yine sıkça kullanılmakta. Irak'ın da Vietnam gibi Amerikan askeri için "bataklık" olmasından korkuluyor. Şimdi anlıyoruz ki nice benzerleri gibi ağzında dili olmayan Vietnam halkına da haksızlık yapılmakta. Tıpkı Irak milli direnişçilerine "isyancı" denmesi gibi. Dünyalı kuvvetliden yana. Halbuki bir de nazik, terbiyeli, seçkin ve mağdur var. Vietnamlının bu kadar rafine olduğunu tahmin etmezdik. Vietnam Kültür ve Enformasyon Bakanlığı, yemek saatine denk gelen kuşaklarda televizyonun tuvalet kâğıdı, ped, bazı cinsel malzemelerle bazı ilaçların yayınlamasını durdurmuş. Gerekçe şöyle "bu tür reklamlar, Vietnam psikolojisiyle geleneksel görgü kurallarına aykırı olduğu için" yasaklanmıştır. Burada dikkat edilecek kelimeler Vietnamlının ruh haline işaret eden Vietnam psikolojisiyle, örfünü ifade eden geleneksel görgü kuralları. Sofralar nezih meclislerdir. Aile veya dostlar toplantısıdır. Orada, sevgi, lezzetle buluşur. Onun için İslamiyet, yemek esnasında çirkin, korkutucu, üzüntü verici şeylerin konuşulmamasını istemektedir. Bu kaide, insana hürmeten konmuştur. Tam yemek yerken iştah kesici veya mide bulandırıcı bir haber!.. Elbette olmaması lazım. İşte olmaması gereken bu vak'lara çağdaş dünyada hemen her yemek saatinde kan, cinayet ve daha bir çok benzeriyle birlikte sıkça rastlanmakta. Seyirci, mustarip fakat sesini kimseye duyuramıyor. Çağdaş dünyanın seyirciye gösteremediği bu saygıyı hakkında 3 kelimeden öte bir şey bilmediğimiz ve "bataklık" diye rencide edilen bir ülkenin hükümeti gerçekleştirdi. Bu bir magazin haberi değildir. Manşet haberleri kadar önemli. Esas hayat bu haberlerde.
.
Hükümet dirensin
21 Temmuz 2003 01:00
Gerçekleşmesinde en fazla zaruret olan projelerden biri, hükümetin 10 bin gencimizi özel okullarda okutma niyetidir. Projenin esası şöyle. Ülke çapında yapılan bir araştırmayla desteğe muhtaç ailelerin çocuklarından isteyenler, merkezi bir imtihana tabi tutulacak, bunlardan imtihanı kazanan 10 bin genç, kendilerinden hiçbir para alınmadan kolejlerde okutulacaktır. 10 bin az bir rakkam değildir. İleride sayı daha da yükselebilir. Buna rağmen bazıları, daha ilk günden öküz altında buzağı aramaya başladılar. Bir zaman sonra susacaklarını ümit etmiştik, mahkemeye kadar gittiler. Üstelik hezar hayf ki Danıştay'ın kapısını çalan Eğitimsen ismindeki sendika. Dava için gösterdikleri gerekçe şudur: Böyle bir uygulama eğitimdeki eşitlik ilkesine aykırı olur. Halbuki 10 bin fakir genç, bir rüyayı gerçekleştirecek, Türkiye kim bilir kaç bin altın beyne kavuşacaktı. Bu bir teşvik sebebi olacak, bir çok öğrenci de aynı imkânı yakalamak için daha çok çalışacaktı. Böylece eğitimde kalite artacaktı. Ayrıca eğitimin bir parçası olan özel okullar sektörü bu yolla destek bulacak, öğretmenlik biraz daha prim yapacak, yabancı dil bilen sayısında bir ânda büyük artışlar yaşanacaktı. Bu ülkenin 10 bin evladını daha iyi imkânlarda okutmak isteyen kadrolar mahkemeye verilmez, sadece alkışlanır. Bizde ne yazık ki, aksi oldu. Buna rağmen yanlış hesap Bağdat'tan döner. Danıştay, bir mahkeme sıfatıyla şikâyet üzerine meseleyi anlayıp dinlemek için geçici durdurma kararı almıştır. Eğitimsen'e yakışan bu değildi. 10 değil de neden 100 bin genci okutmuyorsunuz? diye dâvâ açsalardı tebrik ederdik. Ama kalkıp bu yaptığınız eşitlik ilkesine aykırıdır, neden 10 bin gence imtiyaz sağlanıyor? diyorlar. Acaba bir depremde enkaz altından insan çıkartmak da eşitliğe aykırı mı? Eğitim enkazından insan kurtarmak da onun gibi. Biri aykırıysa diğeri de aykırı olmalı. Hayırlı işe engel çok çıkar. Her kafa, dev projeleri kavrayamaz.. Hükümet kararından geri adım atmamalı, fikrin ısrarcısı olmalı. 10 bin değil, 10 genç dahi okutulsa kazançtır.
.
Irak'a asker
22 Temmuz 2003 01:00
Süleymaniye garipliği beklenmedik bir yöne doğru yol alıyor. Tezkere geçmeyince ABD Türkiye'ye karşı soğuk davranmaya başladı. Bu yüzden Türk genelkurmayının teklifine rağmen savaş sonrasında Irak'ta kurulan İstikrar Gücüne kabul edilmedik. Geçen zamansa sürekli işgal kuvvetleri aleyhine işliyor. Hemen her gün birkaç Amerikalı öldürülmekte. Bu sayı gelecekte artacaktır. Geçen hafta füzeli taarruz oldu, geçen hafta sonuyla hafta başında 10 binlik protesto mitingleri yapıldı. Zaferin piyadenin süngüsünün ucunda olduğu gerçeği bir kere daha kendini isbatlamıştır. Günün suali şudur: "Saddam Hüseyn, bilerek ve isteyerek mi yer altına çekildi? Ordusunu kırdırmayarak halkla birlikte gerilla savaşını mı planladı?" Amerikalı generallerin dışarıdan gelerek, Amerikan elçisinin de içeride kalarak yaptığı Ankara faaliyetleri bir gönül alma temasını aşıp yepyeni bir veçhe kazanmıştır. Bu insanlar, hükümetleri adına resmen ikrar etmekteler. Bir kısım Irak şehirlerine giremiyorlar. Artan biçimde kayıp vermekteler. Gidişat ABD aleyhine. Onlara göre çare, gerilla harbinde tecrübeli Türk askerini Irak'a sokmak. İşte bu noktada fikirler çatallaşmakta. Genelkurmay, Kuzey Irak'ı tereddütsüz kabul etmekte. Zira bizi birinci dereceden alakadar eden Türkiye'ye yönelik tehdit unsurlarını bertaraf etmek. Amerikalılarsa buna karşılar. Onlara göre Kuzey Irak son derecede emniyetli. Türk ordusu Irak'ın bütününe girmeli. Tikrit, Felluce, Bakuba gibi Amerika'nın varlık gösteremediği yerlerle kan kaybettiği bölgelerde askerimizi görmek istiyorlar. Amerikalı şunu mu diyor? -Biz ölmeyelim siz ölün, bedelini öderiz. Hayır bunu demiyorlar. Zaten böyle denmez de. Bu sonuç ince taktiklerle elde edilir. Diğer yandan, Türk Ordusunun Irak'ta olması lazım mı? Uzun vadede elbette. Dünya çapındaki varlığımız için bu gerekli. Ne var ki ehemmi mühime tercih etmek şart. Hem Irak'ta, hem Kuzey Irak'ta olunacak ve hem de kurşuna hedef olunmayacak. Buradaki çok hassas nokta şudur. Türk askerinin Irak halkıyla dost olması, gönül köprüleri kurması. Eğer bu başarılamazsa askerimiz işgalcilere yardıma giden yeni düşman olarak görülecektir. Böyle bir sonuç da çok derin yaralar ve yeni cepheler açar. Hatta ABD zaman içinde problemi Türklere havale ederek aradan sıyrılabilir de. Olay çok yönlü ve çok hassas. Üstelik Dışişleri bakanının ziyareti öncesine geldi. Hükümet gönüllü gibi. Asker temkinli. TBMM halkın reaksiyonunu düşünmekte. II. Tezkere vak'ası yaşayabiliriz. 40 Ölçüp 1 Biçecek gündeyiz. Atalar demiş ki..."selamet, derkenarest." Kenarda duran selamette, esenlikte olur. Bazan boğulanı kurtarmaya çalışan da boğulmaktadır. İsterse boğulanın cebi altınlarla dolu olsun. Her ikisi de suyun dibini boyladıktan sonra ne kıymeti var? Belki biraz daha sabredilse kader yeni imkânlar önümüze çıkartabilir. Acele etmeden zemini yoklaya yoklaya yol almalı. Unutulmasın!.. Irak, Iraklının toprağı. Irak halkıyla komşuyuz. Aynı topraklarda aynı insanlarla iç içe yaşıyoruz.
.
Türkiye'ye bağlı özerk Irak
23 Temmuz 2003 01:00
Kurutulmuş bir gül demetinin üzerinde kır menekşesi 7 yıldır evimizde. Tek gövdeden çıkan iki dallı menekşe, haylice yıpranmış vaziyette. Bu menekşeyi Bağdat'taki Türk Şehitliği'ni ziyaretimizde Genç Osman'ın kabrinden bir mukaddes emanet gibi hürmetle alarak getirmiştik. Şimdi bir kere daha o şehitliğimizi hatırlıyoruz. Asker gönderilme şekli ve Türk askerini Irak halkına takdim tarzı çok mühim. "İşgalci" damgası yemek berbat bir sıfattır. Yerli halk, her işgalciden nefret eder ve her işgalciye kurşun sıkar. ABD ve İngiltere kurtarıcı gibi gittilerse de işgalci olarak dönecekler. Kibirlendiler, Dünya'yı aldattılar, kazdıkları kuyuya düştüler. Şimdi ortak aramaktalar. Bir tarafta o çöllerde yatan Mehmetcikler, bir tarafta Kuzey Irak dağlarında yatan Mehmetcikler, bir tarafta Türkiye'nin uzun vadeli menfaatleri. Dünya liginde oynama şartı. Bütün mesele, bir oyuna gelmeden o oyunu kurallarına uygun oynamakta. Iraklıyla aykırılıklarımızı değil, ayrılıklarımızı değil ortak yanlarımızı ön plana çıkartmalıyız. Unutulmasın. Türk askeri, hiçbir toprakta işgalci olmamıştır. Irak çöllerinde yatan dedelerimiz, işgalci değildi. Bugün oradaki İngiliz askerlerinin dedelerini Basra'ya, Bağdat'a, Necef'e sokmamak için can verdiler. Onlar, Irak'ı işgal ettirmemek için canlarını verdiler. İşte bunun anlatılması lazım. Eski nesil Araplar, Kürtler vs. biliyordu. Yenilere tekrar anlatmak, inandırmak lazım. BM Bayrağı altında da olsa işgal askerleriyle birlikte vereceğimiz görüntü, ikna kabiliyetimizi zayıflatır. Irak'ın şartlarını, Kosova, Somali, Bosna ve Afganistan'la karıştırmamalı. Peki ne yapmalı? Eğer ABD-İngiliz tarafı samimi ise BM'den bir karar çıkartırlar: -Bütün Irak, özerk bir yapıya kavuşturulmuş ve Türkiye'ye bağlanması için karar alınmıştır. Türk askeri dışındaki bütün askerler, yeni idari şeklin Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından da kabul ve ilanı üzerine en geç 15 gün içinde Irak topraklarını terk edeceklerdir
.
Büyük hayal, büyük devlet, büyük tehlike
24 Temmuz 2003 01:00
Hamle, her alanda gerekiyor. Eğitim, kültür, ekonomi, siyaset ve askerlik. Ya kendi üstüne kapanmış, etliye sütlüye karışmayan bir Türkiye veya büyük Türkiye... Etliye-sütlüye karışmayan Türkiye'nin başına çuval geçirirler. O, şimdiki Türkiye'dir. Bu Türkiye artık dar geliyor. Şartlar kabuğu zorlamakta. Geri kalmış, dışa muhtaç Türkiye imajını kırma arayışındayız. Sözümüzün İtalya, Fransa, Almanya kadar dinlenir olması gerekiyor. AB'ye bunun için girme arzusundayız. Türk dünyasına alakamız bundan. İslam coğrafyasıyla temaslarımızın temelinde bu var. Birinci tezkereye bundan dolayı yeşil ışık yakılmıştı. Müstakbel ikinci tezkereye sempatiyle bakılması da bundan. Ne var ki diğer taraftan da tarihi tecrübelerimiz de mevcut. Mithat Paşa'nın 93 Harbi var. Bu harple doğu Trakya hariç Osmanlı Avrupa'sını kaybettik. Sonra Balkan Harbi faciasını yaşadık. Ardından Enver Paşa çılgınlığıyla I. Cihan Harbi'ne girdik. Bu tecrübeler, o tecrübelerde verilen şehitler, çekilen acılar, bu milleti çok ihtiyatlı karar verir duruma getirdi. Haksız değil. Hatta bir Kıbrıs çıkartması bile Türkiye ekonomisini yıllarca felç etti. 93 Harbi de doğru, "74 Kıbrıs"ı da... ama... Bir doğru daha var. Oralara takılıp kalamayız. Devlet hayatı, akıp gidiyor. Ayağa gelen fırsatların tekrarlanması bazen 100 bazen 1000 yılda bir olur. ABD neticede çaresiz kaldığını kabullenmiştir. İster özür dilesinler isterse dilemesinler. Sadece muharebede değil, istihbaratta dahi ne denli zavallı kaldıkları Uday'la Kusay'ın Musul'da ortaya çıkmaları ve 4 kişiyi neredeyse bir orduyla zor bertaraf etmeleriyle bir kere daha belli oldu. Devletlerin dostluğu icradaki yönetimlerle değildir. Görüntü bu olsa da asıl dostluk devletlerarasıdır. Bush'un kötü yönetimine kızarak Amerika'yla köprüleri atamayız. Neticede bugün onlar kapımıza geldiler. Dışişleri Bakanımız da Washington'da. Ortaya çıkan yeni konumu tarih perspektifinden nasıl yapacağız da milli menfaatlerimizin emrine vereceğiz? Bunu düşünmek lazım. Hissi hareket edersek ziyan görürüz. Asker için öne sürdüğümüz iddia edilen şartları daha da işlememiz mümkün. Irak'ın özerkleştirilip Türkiye'ye bağlanması en idealidir. Bu hemen olmasa dahi şunlar yapılabilir. Irak genel valiliğiyle komutanlık dönüşümlü olabilir. Ortada çok çetin bir mesele var. AK Parti'de grup problemi bile çıkabilir. Büyük devlet için büyük hayal gerekiyor, keza büyük tehlikelerin akıldan çıkartılmaması da gerekiyor. Bir tarih dönemecinde olduğumuzun farkında mısınız?
.
Zalimler de ölür
25 Temmuz 2003 01:00
Kim Saddam Hüseyn'in yerinde olmak ister? Vatanından, hürriyetinden, itibarından sonra iki oğlunu da kaybetti. Kaybedilmiş hayatlara bakıldığında bütün debdebe, tantana, şamata, dalkavukluk... hepsi hepsi 25 yıl sürmüş. 25 yılın 8 yılı İran'la savaşarak geçti. 10 yılı da 1. ve 2. Körfez harpleriyle. Saddam, artık son kullanma tarihi bitmiş bir diktatördür. Kendisini oraya getirenler, ipini de çektiler. Muhakkak ki bulunduğu sığınakta hayatının muhasebesini yapmakta. O da Hitler gibi ya şakağına tabancayı dayayacak veya büyük ihtimalle yakalanıp mahkemeye çıkartılacak. İkincisinde sonu baştan belli bir film seyredeceğiz. Dünya bir de aylarca bu davayla meşgul olacak. Tantana, debdebe, şaşaa...Mübalağalı sevgi gösterileri. Katliamlar. İmparatorluk rüyaları. Sefahat ve israf. Güç namına ne varsa onu sahiplenmek. Ve işte böylesine ibretlik sonlar. Zalimin zalim kılıçlarla cezalandırılması. Devrik diktatör, bulunduğu sığınakta bir çobana, kendi yağında kavrulan bir küçük esnafa ne kadar özeniyordur. Nerede o ayaklarına kapanan riyakârlar sürüsü? "Canımız kanımız sana feda ya Saddam!!!" diyen on binler hangi köşe-bucağa saklandılar? Saddam rejimi kaba kuvvete dayanıyordu. Her şeyin Cumhuriyet muhafızlarıyla, silahla, ayaklara kapanan riyakârlarla halledileceğine inanıyordu. Yanıldığını anlamış olsa bile artık ne fayda? Eğer tarih okusaydı, tarihten haberdar olsaydı, çevresinde sözünü dinleyeceği bir-iki insan olsaydı belki bu kadar vahim hataları arka arkaya işlemez ve daha akıllı, mantıklı, muhakemeli karar verirdi. Ama böylesi diktatörler alimdir, bilgedir, tarihçidir, romancıdır, en iyi atıcıdır, onlar öleceklerine bile pek ihtimal vermezler. Hataları, felaketleri kendisini hatta şımarık çocuklarını alakadar etse bir şey değildi. Diktatörlerin kararları, hayatları başına musallat oldukları milletleri de içine alır. Bu sebeple olan bir kere daha zavallı Irak halkına oldu. Yeniden medeniyet merdivenlerinden aşağılara yuvarlandılar. O halk, fakirliği, hastalığı, cahilliği yenmek zorunda. Kim bilir ne kadar zamanda kendilerine gelirler. Kim bilir kaç Iraklı "keşke petrolümüz olmasaydı" diyordur. Diktatörden hürriyetlerini bir kere daha kaybederek kurtulabildiler. Kırk katır mı kırk satır mı? Sualiyle karşılaştılar ve daha kendileri bir şey denmeden bir de baktılar ki işgal altındalar. 25 yıl tantana, şamata, debdebe, ayağa kapanan dalkavuklar... Ve sonunda mezar yeri bulunamayan cesetler. Ve boynu bükük milyonlar. O milyonlar ki kendi istikballeri hakkında başkaları karar veriyor.
.
Asker gidecek
28 Temmuz 2003 01:00
Vaktiyle tezkere geçseydi savaş sırasındaki ve savaş sonrasındaki manzaralar farklı olurdu. Mevzuu, Türkiye perspektifinden hep "önleyemiyorsan gir ve kontrol et" mantığıyla muhakeme ettik.. Tezkerenin reddi bu imkânı zayi ettirmiştir. Yeni vaziyet o ki Irak'a asker göndereceğiz. Hükümet de ordu da bunu istiyor. O halde geçen zaman kaybımızadır. Vaktiyle mevki ve mevziimizde olsaydık ABD muharebe esnasında Irak halkına bu kadar haşin davranamazdı. Beyazsaray açısından bölgede müttefik boşluğu olmazdı. Belki Saddam ve oğulları bugün Türkiye'deydi. Türkmenler muhakkak ki çok daha ağırlıklı olarak haklarına sahip olmuşlardı. Kürt aşiretleriyle münasebetlerimiz bu denli gerilmez, aksine onların da hamisi olurduk. O hiç hatırlamak istemediğimiz çuval rezaleti yaşanmazdı. Her ne ise geçen geçmiştir! Doğru, lakin "geçen geçmiştir" diyerek olayları geçiştiremeyiz. Bunlar artık tarihtir. Yarının tarihçileri, muhtemelen benzer hükme varacaklardır. TBMM ikinci kere büyük bir mes'uliyetle karşı karşıya. Milletvekilleri, millî dâvâlar önünde bir daha seçilememek, seçmene laf anlatamamak gibi hasis ve cesaretsiz düşüncelerle "nasıl olsa geçer" veya "nasıl olsa geçmez" gibi lakaytlıkları bir tarafa bırakarak aklı selimle hareket etmeliler. Tarih, coğrafya, istikbal, siyasi şartlar, bölgesel güç olma mecburiyetimiz irademize rağmen zuhur eden manzara karşısında hadiseye dahil olmamızı emretti... Kaçırdık. Ziyan gördük. Fakat talihe bakınız ki rüzgâr yeniden arkamızdan esiyor. Fil, züccaciye dükkânına girmiş sürekli kırıp dökmekte. Fil terbiyecisi olarak, dükkânı ve eşyaları koruyacağız. Dünya dengeleri içinde yer alabilmek, pazarlık imkânlarımızı çoğaltabilmek, bölgeyi çekip çevirebilmek için önce siyasetimiz, sonra askerimiz, sonra da iş adamı ve ticaretimizle Irak'ta yer almak zorunda ve borcundayız. Irak bataklıktır, askerimiz Irakta ölsün mü? Irak bataklıksa o bataklık yanı başımızdadır. "Bataklık", tâ nerelerdeki Amerika'yı, İngiltere'yi, Polonya'yı hatta Japonya'yı alakadar ediyorsa bizi hayli hayli alakadar eder. Mehmetciğin adına "paralı asker", "gurka", "lejyoner"... her ne derseniz deyiniz layık olmayan bir konumda yer almasını, başka menfaatlere bekçilik yapmasını elbette kabul etmeyiz. Ancak, ismine ve mazisine yakışır şartlar elde edildikten sonra da yerinde duramaz. Askerlikte ölme ihtimali diğer mesleklere nazaran daha fazladır. Hal böyle diye vazife ihmal edilemez. Ölmeyi göze alan yaşamayı hak eder.
.
Eğitimde uçurum
30 Temmuz 2003 01:00
Adına ister facia deyiniz, isterse uçurum; her ne dense layıktır. Üniversite giriş imtihanlarıyla lise imtihanlarında bazı öğrenciler, hatasız işaretlemeyle tam puan alma başarısı gösterdiler. Hepimiz memnun olduk. Uzun senelerdir ilk defa yüzde yüz başarılar yakalanıyordu. Ancak... Hemen ardından açıklanan başka sonuçlarla o sevinçler gölgelendi. On binlerce genç sıfır puan almıştı. Vaziyete -veya rezalete- bakınız... ÖSS'de 26 bin, Fen ve Anadolu imtihanlarındaysa 40.586 öğrenci sıfır almış. Aslında "sıfır almış" dememek lazım. Sıfırda kalmışlar. Manzara dehşet vericidir. Zira geçen yıla göre 20 katlık bir artış var. Hani tesadüfi bir işaretlemeyle dahi bir kaç puan alınamaz mıydı? Ortada bir gelişme değil tereddi, gerileme mevcut. Milli Eğitim Bakanı, hadiseyi "vahim" olarak vasıflandırıyor. "Facia", "uçurum", "rezalet", "vehamet" hepsi doğru... Facia, vehamet vs. anlaşılıyor. Uçurumdan kastımız nedir? Türkiye'de bir çok sahada adaletsizlik yaşanmakta. İstihdamda, gelir dağılımında, vergide olduğu gibi eğitimde de adaletsizlik var. Kesinlikle kusurlular ama mevzubahis sonucun tek sorumlusu olarak o çocuklar gösterilemez. Bir çok etken de unutulmamalı. Aile, bölgesel farklar, okullar arası dengesizlik gibi. Yani maddi ve psikolojik faktörler. Başarısız çocukların çoğu geri kalmış illerden, dar gelirli ailelerden. En iyi özel okullarda okuyan, en iyi dersanelere giden, ilaveten bir de özel hocalardan ders alan öğrencilerle mahrumiyetin en ağırını yaşayan öğrenciler aynı yarışa sokuluyor. Bu yanlıştır. Bunu en iyi anlayacaklardan biri de Milli Eğtim Bakanımız sayın Hüseyin Çelik. Sayın Çelik, çok ümit vaad ediyor. "Maalesef gerçek bu" diyerek geçecek bir yapıda değil. Eğitim dünyamızda köklü reformlara hazırlanıyor. O reformlar öncesi aynaya yansıyan acı hakikatler iyi olmuştur. Eğitimde dengeli bir yapının kurulması şart. Ne dedik tesadüfen dahi bir kaç puan alınamaz mıydı? Bunu bir çok kimse soruyordur. Peki? Şu ihtimali, psikolojik faktörü göz ardı etmeyiniz, bu bir protesto olabilir. Dikkat edilsin!!!... Sosyal hayatta orta sınıf çökerken eğitimde de orta tabaka göçüyor. Bunların birbiriyle alakası yok mu?
.
YAŞ kararları
31 Temmuz 2003 01:00
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın YAŞ kararlarına muhalefet şerhi koymayacağı, buna mukabil kararların yargıya açılmasına taraftar olduğu anlaşılıyor. 58. Hükümetin Başbakanı Abdullah Gül'le Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, geçen yıl ordudan ihraçlar sebebyile karar metinlerine muhalefet şerhi koymuşlardı. Böyle bir davranış ilk defa görülüyordu. Muhakkak ki demokratik haklarıydı. Ancak askerin üst yönetiminde rahatsızlığa yol açmıştı. Erdoğan, ihraç vaki olsa bile karar metnini olduğu gibi imzalayacak. Diğer taraftansa zaman içinde adli mekanizma yolunun açılması için çalışacak. Bu nedir? Beklemediğiniz bir cevap vereceğiz... Bu, sağın, muhafazakârların devleti tanımasıdır. "Biz Viyana kapılarındayken..." üslubunun terk edilerek gerçeklerle yüzleşmektir. YAŞ, Yüksek Askeri Şura demek. Bir mesleki hüküm organı toplanarak bir kısım mensuplarını terfi ettiriyor, bir kısmını emekli ediyor. Bazılarını ise ordudan uzaklaştırıyor. Bu konuda yakın geçmişte bazı mağduriyetler, ziyanlar oldu. Fakat mağduriyetler bir tarafa yüklenemez. O günler geride kalmalı. Her şey bir ânda süt liman olmuyor. O vakitler toplumda -maalesef- derin kamplaşmalar vardı. İstenmedik sonuçlarda siyaset bilmez siyasetçiler ciddi pay sahibidir. Bazı mağdurların yanlışları da görmezden gelinemez. Onun için iç barışın büyük ölçüde başarıldığı bir zamanda ordu gibi hassas ve yıpratılmaması şart olan bir alanda tribünlere göz kırpmanın mânâsı yoktur. Tayyip Erdoğan, basiretli bir davranışla bu mânâsızlığı düşmüyor. Ya yeni mağdurlar varsa? Vatan müdafaasını kendilerine emanet ettiğimiz sorumlu karar mevkiindeki üst rütbeli subaylar hissî hareket edemezler. Ne var ki yine de mağdurlar olabilir. Ancak 70 milyonun huzur ve dirliği 5 kişinin mağduriyetinden daha değerlidir. Başbakana imza attıran vicdani ses de budur. Elbette arzu edilen hem 70 milyonun dirlik ve düzeni ve hem de tek kişinin dahi mağdur olmamasıdır. Ama idealler her zaman gerçekleşmiyor. Buna rağmen... Askerlerimiz, kararların yargıya açılmasına razı olmalılar. Hatta bunu genelkurmay istemeli. Kararların yargıya açılması her yıl tekrarlanan lüzumsuz bir tartışmayı ortadan kaldıracaktır. Türkiye'nin daha önemli işleri var.
.
Halkın Cumhurbaşkanına bakışı
1 Ağustos 2003 01:00
Sayın Cumhurbaşkanımız Anayasa Mahkemesi Başkanı iken kurumun 32. kuruluş yıldönümü münasebetiyle tarihi bir konuşma yapmıştı. Konuşmasında demokratikleşmenin lüzumu üzerinde duruyor ve bugün hükümetin gerçekleştirmeye çalıştığı bir çok reformları daha o günden dile getiriyordu. O konuşmaya ilk dikkati çeken ve ilk desteği veren kalemlerden biriyiz. Demokratik bir tavırdı, zamanlama iyiydi, fevkalade bir çıkıştı... Bu yüzden cumhurbaşkanlığı için ismi geçince seçilmesi yönünde bir çok makale yazdık. Seçildikten sonra Anayasa gereği Başbakanla iki icracıdan biri olmuştu. Şimdi, daha yakından takip ediyorduk. Bazı icraatlarını takdir ettik. Kırmızı ışıkta durma ve Nurullah Ataç Türkçesiyle konuşma gibi bazılarını ise tenkit. Takdirlerimiz için lutfedip teşekkür telefonu açtırdılar. Diğer konularda sükût geçildi. Daha sonra halkta umduğunu bulamama gibi hisler belirdi. Sayın Cumhurbaşkanımız kibardı. Dengeliydi, ciddiydi ama her şeyden evvel hakimlik tarafı ağır basmaktaydı. Eski mesleğinin tesirinden kurtulamamıştı. O ara devrin Başbakanı ve yardımcısıyla kafaya anayasa kitapçığı fırlatmak gibi çok büyük bir şanssızlık yaşadık. Hadise ekonomik krizi patlattı. Başbakan da Cumhurbaşkanı da şüphesiz ki daha sonra vicdanen rahatsız oldular ama daha ötesi bir adım düşünmediler. Bilahare seçimler yapıldı. Yıllardan beri ilk defa koalisyonsuz bir iktidar yakalamıştık. O iktidarın sol-sağ olması önemli değil. Sahip olduğu çoğunlukla kazandığı sür'at lazımdı. El hak yeni iktidar da olanca sür'atiyle çalışmaktaydı. Ne var ki bir çok icraat Çankaya'dan dönmeye başladı. Bunların bazısı galatı meşhur olarak veto denen cinsten Fakat neticede git-gel sür'ati kesmekte. Halk, seçtiklerinin engellendiği gibi bir hükme varıyordu. Tabii ki bir eski Başbakanın bir eski Cumhurbaşkanı için dediği cinsten sayın Sezer'den de hiç bir Cumhurbaşkanından da Çankaya Noterliği beklemiyoruz. Olması da doğru olmaz. Hatta bazen fren de gerekebilir. Bu arada meşhur icraatlardan biri daha yaşandı. Sayın Cumhurbaşkanı, bir hukukçuyu Anayasa Mahkemesi'ne tayin etti. Bu tayin de kriz kadar olmasa bile medya tarafından yine de skandal sayılmıştı. Tayin edilen şahıs CHP delegesi çıktı. "Bilmiyorduk" denemez. Sıradan bir memur için bile soruşturma yapılmakta. Neyse ki tayini yapılan kimse bunu kabul etmedi de mesele kapandı. Vs. Vs... Bunlar hep biliniyor. Ortada bir hayal kırıklığı bir de yadırganan durum mevcut. O demokrat imajlı kişinin şimdi reformları en fazla desdeklemesi gerekirdi. İkincisi ise sayın Cumhurbaşkanı, Çankaya'ya fazla kapanmıştı. Mesela bahsettiğimiz telefonu Özal, bizzat açardı. Turgut Özal ve Süleyman Demirel'in sıcak temaslarından sonraki bu mesafeli duruş, bu susuş yadırganıyordu. İstanbul'da bir çok okumuş-yazmış muhitte zaman zaman şunun dendiğine şahit olduk. "Cumhurbaşkanı muhalefet lideri gibi". Öyledir veya değildir. Aydın kesimde bu söyleniyordu. Lakin aynı cümleyi şu aralar Anadolu yollarında da kelimesi kelimesine işitir olduk. Doğrusu şaşırdık da. Bu fısıltı gazetesi miydi, basiret mi? O halde bu noktada durup düşünülmeli. Cumhurbaşkanlığı, üzerine hiç bir şekilde leke düşmeyecek kurumlar listesinde 1 numaralı yerdir. Halkın şu veya bu kadarı böyle diyor. Doğru mu? Münferit olanı genelliyor muyuz? Devletin türlü istihbarat birimleri var. Bu sözün doğruluğu tahkik edilebilir.. Üzerinde durulması gereken şudur. Bu son imaj anayasanın verdiği veya vermediği yetki veya yetksizliklerden mi doğmakta, Sezer'den mi ileri gelmekte, bir boşluk mu bulunmakta yoksa artık aktif başbakanlık müessesesi yanında sembolik yetkili Cumhurbaşkanlığını sistem taşıyamamakta mı? Başkanlık sistemi kendini dolaylı olarak hissettiriyor olmasın.
.
Düşünce egzersizi
26 Ağustos 2003 01:00
Yıllar yılı dış politikamızı Kıbrıs tartışmaları doldurmuştur. Bu durumu zaman zaman kınadığımız oldu. Bir koca devletin ağırlıklı dış meselesi bir adanın üçte birinden ibaretti. Öyle veya değil. Şimdi onun yanına bir de Irak problemi geldi. Irak'a asker göndersek de göndermesek de orası bir Kore değildir. Kore'ye NATO'ya girebilmek için gittik. Komünizm, insanlığı tehdit etmekteydi, bu tehdide karşı hür dünyayla birlikte hareket ettik. Beyazsaray, Irak harekâtına da nükleer silahlarla insanlığın tehdit altında olduğuna dair bir görüntü vermek istediyse de iddia asılsız çıkmıştır. Hem gerekçe asılsız çıktı hem söz tutulmadı. Amerika, Irak'a bir halkı bir diktatörün elinden kurtarmak için gittiğini ilan ediyordu. Niyetse başkaydı, bu ülkenin zengin petrol yataklarına sahip olmak.Varılan sonuç şudur. Ezilen, Irak halkıdır. Bu halk diktatörlü günleri özlemeye zorlanıyor... Amerika, Irak'la çıkmaz sokağa girmiştir. Sürekli kayıplar vermekte. Irak'ta vatan şuuru geliştiği ölçüde kayıplar artacaktır. Kayıplar arttıkça Amerikan kamuoyundaki huzursuzluk da tırmanacak. Nitekim Demokratlar, 30 bin asker daha gönderilmesini teklif etmekte. Bush'sa bunu kabule yanaşmıyor. O'na göre Irak'taki 140 bin askere ilaveten 30 bin asker daha yollamak mağlubiyeti ilandır. Demek ki gizlenen bir mağlubiyet mevcut. İktidardaki Cumhuriyetçiler, gizliliği muhafaza için ilave asker göndermeyeceklerini ihtiyacın başka ülkelerden takviye edilmesi gerektiğini açıklamaktalar. Bu açıklamalar, Türkiye'de asker gönderme-göndermeme tartışmalarının yapıldığı bir zamana denk geliyor. Amerika, Vietnam'dan beter günlerin kendilerini beklediğini görmekte. Onun için tezkere reddinden sonra hiç de yakınlık göstermedikleri Türkiye'ye dört elle sarıldılar. Bunlar devam ederken arka arkaya izahsız vak'alar da olmakta. Türk Özel Birliği'nin Amerikan askerlerinin saldırısına uğraması. BM bürosuna saldırılması... Türkmenlerin öldürülmeleri. Hepsinin temelinde kışkırtma ve hepsinin temelinde Amerika'nın sorumluluğu var. İkiz kulelerin yıkılması gibi bir muamma. Böyle bir ortamda asker gönderilme meselesi tartışılıyor. Çok netameli bir konu. Mecburiyetler bulunuyor. Türk milletinin ve Irak halkının ikna edilmeleri lazım. Niçin gitmemiz gerekir? Neden geldik? Mehmetçik oraya Amerikan askeri yerine ölmeye gitmiyor. Mehmetçik işgal için, zulüm için gelmiyor. Mesele sürüncemede kaldıkça iş daha da çatallaşacak. Şuna bilhassa dikkat edilmeli. Emrivakilerle oraya sokulmak gibi vahim bir durum hasıl edilmek isteniyor. Türkmenlerin öldürülmesine böyle bakılamaz mı? Üstelik bir de bu kışkırtmalar iç içe maksatlar taşımakta. Kürtlerle aramız açılacak senaryolar düzenleniyor. Kolay işler değil. Marifet zoru başarmakta. Tuzağa düşmeden, her şeye rağmen yüksek milli menfaatlerimizi hayata geçirmek... 5 yıllık değil 500 yıllık menfaatlerimizi düşünmek zorundayız
.
Irak'a gitmenin şekli
27 Ağustos 2003 01:00
ABD, Irak'a bölge haritasını değiştirme niyetiyle girdi, başaramadı. Ama harita değişecek. Bu coğrafya, er-veya geç yeniden şekillenecek. Sun'i haritalar ömürlü olamaz. Ancak bunun nasıl olacağını kimse bilmiyor. Amerika'yla değil, Amerika'ya rağmen yeni bir bölge haritasının ortaya çıkma ihtimali daha kuvvetli. Tabii kimse bu sonucu bugünden yarına beklemesin. Uzun vadeli bir koşudayız. Onun için Türkiye'nin Irak'ta olması lazım. "Asker göndermek" teknik bir tabir. Doğrusu "Türkiye'nin Irak'ta olması" Irak'ta askerimiz, istihbarat birimlerimiz, tüccar ve inşaatçılarımızla yer almamız lazım. Aklı başında Iraklılar da Türkiye'nin orada olmasını arzuluyor. Bizde ise asker gitmesini isteyenler var, bir de buna şiddetle karşı çıkanlar. Karşı çıkanların kaygısı oraya Amerikan menfaatlerine bekçilik yapmak için gidileceği yolunda. Amerika'nın uzun vadeli arzusu bu olsa da taşeronluğa hiç kimse rıza gösteremez. Nitekim Iraklılar da aynı görüşte. Amerikalılarla ortak görüntü vermemizi istemiyorlar. Bizim Amerika'dan farkımız sayılamayacak kadar fazla. Tarihten gelen iyi bir ismimiz var. Din kardeşiyiz. Aynı bölgenin insanlarıyız. Kültürler, akrabalıklar iç içe. Defalarca yazdık, defalarca da yazacağız. Türkiye'ye düşen hami devlet olmaktır. Kürt, Türk, Türkmen, Arap tefriki yapmadan bütün bölge insanını kardeş kabul etmesi, bağrına basması ve dertleriyle dertlenmesi. Osmanlının rolünü tekrarlaması şart. Başka da çıkış yolu yok. Onun için işgal kuvvetleriyle aynı saflarda değil mazlumlarla bir arada bulunması gerekiyor. Şüphesiz ki Washington, bu manzaradan hoşlanmayacaktır. Kürt kozunu iyice ön plana çıkartabilirler. Halbuki bizim o kadar çok avantajımız var ki... Bir çok Ortadoğu hatta Balkan ülkesinde halk oylaması yapılsa Türkiye'ye bağlanmak isteyenler kazanır. Ne dedik? Uzun bir koşudayız. Ya Büyük Türkiye veya kredilerle ayakta duran küçük devlet!.. Hangisi?
.
Hükümet-Çankaya ahengi...
28 Ağustos 2003 01:00
8.5 milyar dolarlık krediye çevrilebilir 1 milyar dolarlık hibe"... Siz bu tariften ne anlıyorsunuz? Muhakakk ki başta iktisatçılar olmak üzere anlayanlar vardır. Ama yine muhakkak ki çok kimse de bir şey anlamıyor. Kulağın tersten gösterilmesi gibi bir şey. ABD II. Körfez Harekâtı'ndan bu yana böyle bir laf etmekte. Ankara güvercinine parlak çekiliyor "8.5 milyar dolarlık krediye çevrilebilir 1 milyar dolarlık hibe"... Bu parayı Türkiye'ye verecekmiş. Hâlâ verilecek. Washington, "verdik, vereceğiz veriyoruz" diyor, Ankara da "aldık, alacağız, alıyoruz" demekte. Kirli paraya döndü. Üstelik tezkerenin geçme günlerinde fazlaca dile getirildiği için rahatsızlık vermişti. O rahatsızlık, yeniden hissedilmeye başlandı. Çünkü, Amerikan iktidarı, cümleyi ağzında gevelemekte "parayı veririz fakat...". "Fakat"ı şu. Kesinkes asker göndermemizi istiyorlar. O muamma cümlenin çözülmesi askerin gitme şartına bağlı. Yoksa "8.5 milyar dolarlık krediye çevrilebilir 1 milyarlık hibe" orada öylece kalacak. Ne var ki Beyazsaray, üslubunun rencide edici olduğunu idrak edememekte. Bizde kiralık asker yok... Bu para verilir mi? Asker gitmezse verilmeyeceği artık ayan-beyan ortada. Ya gittikten sonra? Kısmen verilir, veya ipe un serilerek zamana yayılır ve unutturulur. Ne gibi? Tıpkı I. Körfez Harekâtı'ndaki masraflarımızın tazmin edilmemesi gibi. Senelerce oyaladıktan sonra unuttular. Acaba böyle bir para verilse mi iyi verilmese mi? Ülkemizin paraya ihtiyacı olduğu kesin. Ancak, bu denli hırpalanarak "hediye", "bağış" gibi manalara gelen "hibe" etiketli dolar banknotları almak da çok hoş değil. Biz, neden kendimize yetmiyoruz. Dış yardım, kredi, şu kadarı faizsiz şu kadarı geri ödemeli... hayırsız paralardan ne gün kurtulacağız? Bağımlılık mı kazandık nedir? Bu noktada Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'i hatırlamamak mümkün mü? Hükümet B-2 adı verilen sözde orman arazilerini işgalcilerine satarak 25 milyar dolarlık bir kaynak buldu. Sayın Sezer'se bunu Meclise iade etti. Bu, neden böye oldu? Sezer, kâfi miktarda aydınlatılmadı mı? Oraları hâlâ orman mı biliyor? Sanki hükümetle Çankaya arasında bir diyalogsuzluk var. Kopuklar. Hatta ayrı dünyalardalar. Değilse bu mantığı neyle nasıl izah edersiniz? Bulduğunuz kaynağın üçte biri kadarlık bir meblağ için bakanlarınız Washington'u su yolu yapacak, ama siz hayatla örtüşmeyen gerekçelerle bunu iade edeceksiniz. Gerçi galatı meşhur ifadede olduğu gibi ortada bir veto yok. Konu Mecliste tekrar görüşülüp aynen cumhurbaşkanına gönderilecek. Ya israf edilen zaman? O ne olacak? O kadar zenginsek neden "8.5 milyar dolarlık krediye çevrilebilir 1 milyar dolarlık hibe" havucunun ardı sıra seğirtmekteyiz? Bakınız Hilmi Özkök Paşa, çok akıllıca projeler geliştirmekte, vaktinden önce yersiz yere konuşanları mükemmelen susturmakta. Hiyerarşik bir yeniden yapılanma içinde. Sayın Sezer'in de Çankaya'yı ciddi bir zihniyet revizyonundan geçirmesi gerekir. Hükümet-Çankaya ahenksizliğinin giderek daha büyük sıkıntılara yol açmasından korkarız.
.
Havlu mu attık ?
29 Ağustos 2003 01:00
Süleyman Demirel, siyasî kültürümüze "Büyük Türkiye" mefhumunu kazandırdı. Büyük Türkiye tabiri O'na ait değildi, Mehmet Kaplan ve Yılmaz Öztuna gibi edebiyat ve tarih mütefekkirlerinin buluşuydu ama meydanlara taşıyan Demirel oldu. Ona sonra Turgut Özal sahip çıktı. Özal da Büyük Türkiye diyordu. Turgut Özal, vizyonu daha da zenginleştirdi. O, aynı zamanda "Adriyatik'ten Çin Seddi'ne Büyük Türkiye" dedi. Bu kadarla da kalmadı, ortaya bir başka iddia daha attı. "21. Yüzyıl Türk Asrı Olacak!". Özal'dan sonra Demirel, bu iki mefhumu yere düşürmedi ve onları her fırsatta tekrarladı. Son senelerde bu 3 değerli hedef de unutuldu. Demirel Cumhurbaşkanı olduktan sonra nedense bunları telaffuz etmedi. Ön plana 28 Şubat'ın çekişmeleri çıkmıştı. Eski-yeni politikacıların çoğundan böylesi yüksek idealler beklenemezdi. Şimdi vazife iki kişiye düşmekte. İş başındaki Recep Tayyip Erdoğan ve siyasette Bilge Adam olarak mevcudiyetini devam ettiren Süleyman Demirel'e. Bu idealler, bu hayaller, bu iddialar, bize lazım. Kısır çekişmelerle ömür törpüleyen bir gündemle bir karış öteye gidemeyiz. Erdoğan, partisini muhafazakâr partiler çizgisinin devamı olarak takdim ettiğine göre ileri ufuklara yelken açması gerekir. Demirel ise zaten mecbur. Onlar kendisinin mazisinden malzemeler. Büyük Türkiye... Adriyatik'ten Çin Seddi'ne... 21. Asır Türk Asrı Olacak... Bunları unutturmak, bu milletin yarınlarına kötülüktür. Ayrıca şunu da izah edemezsiniz. 21. asır gelmeden böyle konuşup da o asra girdikten sonra susmak olmaz. Meseleyi menfi cepheden ele alanlar çıkacaktır. Onlar bunu hayalperestlik olarak görebilirler. Başka ülkelerden de ürkebilirler. Böyleleri her zaman vardır. Büyük devletler onlarla inşa olmaz. Büyük devletler, hayali de yüreği de geniş, ufuk sahibi cesur kimselerle yeryüzünde yükselir. Bölgemiz, ister istemez yeniden şekilleniyor. Bizi istemeyenler dahi bizimle olmak zorundalar. Kader, cetvelle çizilen haritaları o kötülüğü yapanlara tashih ettiriyor. Bunlar olurken hır-gürlerle oyalanmak genç nesilleri afyonlamaktır. Erdoğan ve ekip arkadaşları, en yakından en uzağa tarihten tevarüs ettiğimiz her değere sahip çıkmalıdır. 21. Asırda onlar hükümet... Kimsenin havlu atmaya hakkı olamaz. Adriyatik'ten "Çin Seddi'ne Büyük Türkiye" zaten içten içe kendiliğinden oluşuyor. Mesele onu görmek, ona sahip çıkmak ve bu ideale aşk ölçüsünde sahip çıkmakta.. Türkiye, hem bölge hem dünya ülkesidir. Meseleye böyle bakarak, emin adımlar atarak yarınlara yürümeliyiz. Bunu yapanlar, kredi, bağış vs peşinde koşmazlar. Politikacı başka...devlet adamı başka...Bir imtihandan söz ediyoruz.
.
Herkesin borcu
1 Eylül 2003 01:00
Dünya Harbi'nden bu yana karşılaştığımız en tehlikeli hadiseyle burun burunayız. II. Cihan Harbi nisbeten uzağımızda cereyan etti, Iraksa ırağımızda değil. Bilakis bir çok noktalardan iç içeyiz. Bir kere komşuyuz. İkincisi, mezhep İmamımız ve din ulularımızdan mühimce bir miktarı burada. Asırlarla hakimiyetimizde kalmış iller. 4 milyon civarında Türkmen unvanlı Türk Irak'ta yaşamakta. Onların Irak'taki tarihçesi 1071'den evveline uzuyor. Diğer unsurlar da yabancımız değil. Kürt ve Araplarla da din kardeşliğimiz kültürel ve tarihi yakınlığımız var. O kadar ki bazı Türkmenler şia iken Kürtler ve Araplarla itikat birliğimiz mevcut. Dolayısıyla Türkiye, hangi devlet her neyi arzu ederse etsin doğusu batısı, kuzeyi güneyi ile bölgenin bütün milletleriyle girift bağlarla bağlıdır. Tarih ilmi çok önemli. Namuslu bir anlayışla tarihin öğretilmesi lazım. Tarih, bir ezber ilmi değil. Tarih öğretiminde ezberciliğe kaçıldıkça nesiller ondan soğur. Halbuki tarihin sevdirilmesi lazım. Tarihte her şey gönlümüze göre cereyan etmemiştir. Ama olmuş bitmiş ve zamana mal olmuş vak'aları değiştirmeye kimsenin hakkı yok. Zaten değiştirilemez de. Ne var ki bırakınız tarih ilmini, vahye dayalı din ilmiyle dahi oynamak gibi ihanetlere bile rastlıyoruz. Her yetişen insanın bu toprakların hamuru ve çamuruyla karılması gerekiyor. Vatan kolay kazanılmaz. İstenildiği kadar globalleşme, istenildiği kadar Avrupa Birliği. Fakat önünde-sonunda sizin bir eviniz olacak. 800 bin km2'lik bir vatanımız ve 80 milyon civarındaki nüfusumuz en kıymetli zenginliğimizdir. Bir de verdiğimiz rakamların kat kat üstünde çevre tesirimiz var. Bütün bu zenginliklerin içinde en değerli cevherse gençlik. Gençliğin ne kadarı bu toraklara ne kadar bağlı? Onda din, milliyet, tarih, kültür, edebiyat ve vatan sevgisi hangi ölçülerde? Kendini kime ne kadar yakın hissetmekte? Elimize sağlıklı bilgiler bulunuyor mu? Fire vermediğimizi söyleyebilir miyiz? Hangi hedefler, nasıl yönlendirdiyse ortaya popçu ve topçu nesiller çıktı. Bereket ki disiplinli bir ordumuz var. Orduda eksik ve düzeltilmeye muhtaç taraflar yok mu? Bunu bizatihi Hilmi Özkök Paşa açıklıyor. Ancak her müessese, kendine devrin zaruretlerine göre çeki-düzen verir. Önemli olan esastır. Eğer şu gün büyük bir nüfus ve güçlü bir orduya sahip olmasaydık Türkiye, Mersin'den Trabzon'a uzanan hattın doğusunda kalan topraklarıyla işgal altındaydı. Her ne okunursa okunsun. Ne tahsil edilirse edilsin. Dış memleketlere giderek tahsil yapmak, ticaret yapmak demek, oralara kapılanmayı icap ettirmez. Bu toprakların suyu, havası ve ekmeğiyle yetişmiş olanların bu memlekete aşk derecesinde bağlanmaları, bu topraklarla yoğrulmaları şarttır. Herkesin bu topraklara borcu var. Vatan sevgisi imandandır. Hakikatlere hamaset diyerek az kötülük yapılmadı. Onun için Millî Eğitime, Orduya, çok kişi çalıştıran şirketlere, kitlelere tesir eden basın-yayın organlarına mukaddes vazifeler düşüyor. En çıplak şekilde bugünün gerçeklerini göstermek ve en sarsılmaz sevgilerle de dün ve yarınlar arasında köprüler kurmak. I. Dünya Harbinden sonraki en ciddi meseleyle yüz yüzeyiz. Stadyumlarda "ölmeye ölmeye geldik!!!" diye bağırmak kolay. 5 yıl boyunca her sabah "varlığım Türk varlığına armağan osun!" demek yalnızca bir ağız alışkanlığı ve resmi bir mecburiyetten mi ibaret? Kalplere hangi değer ne kadar işledi?
.
Örtülü tehlike
2 Eylül 2003 01:00
Şia, Alevilik değildir. Bir İran inanış biçimi. Böyle demek yanlış olur mu? Yanlışsa bunu ulemanın izah etmesi gerekir. Hatta daha da ileri giderek şunu söylemek de mümkün. Şia, İran milliyetçiliğinin bir başka ifade şeklidir. Böyle olduğu için, komşumuz, tarih boyunca sürekli rejim ihracı peşinde koştu. Bu faaliyetten en fazla ziyan gören biz olduk.. Bunu derken şiaya ve şiiliğe karşı peşin bir hüküm içinde değiliz.. Asla böyle görülmesin. Şianın da Aleviliğin de sünniliğin de buluştuğu ortak nokta hazreti Ali'dir. Bir komşumuzun şu veya bu itikatta olması ülkemiz için tehlike teşkil etmedikçe üzerinde durmayız. Nitekim bir zamanlar Rusyasının komünizmle yönetilmesi Türkiye için tehlike teşkil ettiğinden dolayı meşgul etmiştir. Çok müessif Necef suikastı sebebiyle şia yine gündemde. Şu bir gerçek. Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak, İran'a set oluşturmuştur. ABD'nin başlangıçta Saddam'ı destekleyip başa dert etmesi de bundandı. Suikast sebebiyle daha bir bariz şekilde ortaya çıktı ki İran, yeni Irak üzerinde fevkalade nüfuz sahibidir. Hem din adamları, hem silahlı adamlarıyla. Irak Lübnanlaşırken İran açısından yine bir kazanç vesilesidir. İran'ın bugün Lübnanda ciddi bir inanç otoritesi oluşmuştur. Kelimeye lütfen dikkat ediniz. İnanç otoritesi. Türkiye'nin Lübnan üzerinde bir tesiri var mı? Sanmayız... O bir tarafa, Irak üzerinde ne kadar tesirimiz var? Hatta şiileşmiş Türkmenler kime daha yakın? Bu noktada sünni Kürtleri kayıp aleyhimize olmaktadır. Türkmenleri firesiz kazanmak gerektiği gibi Kürtleri de kaybetmemeliyiz. Bunları neden yazıyoruz? Komşumuz İran, sürekli olarak aleyhimize mevzi kazanmakta. Bu mevzi toprak zenginliği değil. İtikat, inanç gücü. Şia, Türkiye'de bir mezhep olarak tanınmaz. Buna rağmen Şah'ın devrilmesi ve Humeyni'nin iş başına gelmesiyle birlikte yurdumuza ciddi bir Fars akımı oldu. Bugün mahalleleri var. Mabedleri var. Şia doğrultusunda türlü etkinlikleri var. Kutsal saydıkları Kum kenti zaviyesinden düşünüp konuşan sözcüleri var. Bunlar, zamanla asimile mi olurlar, şia misyonerliği mi yaparlar, yapmaktaalr? Yeni Şah Kulu olaylarına şahit olmaktan endişe ederiz. Tabii ki Türkiye'de inançlar serbest. Herkes dilediği gibi inanır ve yaşar. Ama dışa bağımlılık olmaz. Kum kentinden gelen talimatlarla hareket edecek bir nüfus, kaygıyla takip edilir. Humeyni'den sonra Türkiye'ye ne kadar İranlı geçmiştir? Bunların ne kadarı Türkiye'de kalmıştır? Ne kadarı vatandaşlık kazanmıştır? Kaç mabedleri var? İran'la münasebetleri hangi ölçüde? Sözcüleri, neye dayanarak bu unvanı kullanmaktadır? Vs. Vs. Vs... İçişleri Bakanlığıyla, Din İşlerine Bakan Devlet Bakanlığı'nın kamuoyunu aydınlatması lazım.
.
Yeni kahramanlar
3 Eylül 2003 01:00
Dünyanın vardığı şu refah seviyesinde hangi sebeple olursa olsun memuru açlık grevi mecburiyetinde bırakmak hiç de beğenilecek bir durum değil. Ama kabahat kimde? Bu neticeyi iş başına yeni gelmiş bir hükümete yıkmak adil bir davranış olmaz. Hükümet, devlet çarkını işleten mekanizmadır. Devletin bütçesinden devletin memuruna maaş dağıtmakta. O memur, aldığı maaşın yetmediğini haykırıyor? Doğru demiyor mu? Doğru diyor. Fakat daha başkası da doğru diyor. Devlet çarkını işleten mekanizmanın temsilcileri kaynak olmadığını, para bulunmadığını onun için azami fedakârlığı yaptıklarını, daha öteye geçemeyeceklerini söylüyor. İki taraf için de bıçak kemiğe dayanmış. Çünkü memur sayısı fazla... Çünkü 50 yıldır, 100 yıldır eş-dost ahbap ve adam kayırmacılıkla devlet kadroları şişirilmiş. Bunun çaresi memur sayısının azaltılması. Halbuki tam tersine yeni memurlar alınmakta. Her iktidar, iş başına gelmeden devletin küçülmesinden bahseder, iş başına gelince devlet, yine gizli işsizleri bünyesinde barındıran hantal haliyle kalır. Devletin, zaruri faaliyet alanları hariç bütün alanlardan çekilmesi gerekir. Onlar da iki tane: Askerlik ve adalet. Bu iki alanda dahi kısmen özelleştirme mümkün. Askerlikte jandarma ya kaldırılır veya özelleştirilir. Artık istisnalar dışında kır kalmadı ki jandarma olsun. Keza ordu, profesyonelliğe geçerek sayısını düşürür. Adalette de icra daireleri özelleştirilebilir. Buna mukabil kâfi sayıda hakim ve savcı istihdam edilerek adalete sür'at kazandırılır. Eğitim ve sağlık da özelleşecek mi? Evet, külliyen. Mevcut memur sayısının üçte birine düşürülmesi lazım. İki teşvike ihtiyaç var. 1- Fazla görülen memuru işten istifa ederek ticarete atılmaya özendirmek. 5 yıllık maaş toplamı sermaye olarak verilmek kaydıyla memur ticarete teşvik edilmeli. 2- Beş işçiden fazla eleman çalıştıran her işletmenin devletten kolaylıklar görmesi. Devlet, kendi vatandaşını çalıştıran işverene teşekkür borçludur. O ise bırakınız teşekkürü vergi, sigorta, pirim vs. ile işçi çalıştıranı inim inim inletmekte. Bir taraftan özelleştirmelerle devlet küçülecek, diğer taraftan memura ticarete atılması için imkânlar sunulacak, üçüncü olarak da işçi çalıştıran kahramanların sırtından yükler alınacak? > DEVAMI 16. SAYFADA
.
Çin tehlikesi
9 Eylül 2003 01:00
Orta Asyalı asırlarımızdaki komşumuz ve rakibimiz Çin, batının sömürgeci devletler tarafından afyona alıştırılarak uyuşturuldu. Çinli elitler, Mao önderliğinde haklı olarak bu afyon uyuşukluğuna isyan ettiler. Ne var ki kapitalistlerin afyonladığı çekik gözlü kısa boylu sarı çekirgeler bu defa da komünizm afyonuna yakalanmışlardı. 1991'de Rus komünizmi Mihail Gorbaçov eliye tasfiye edilince dünyada orak-çekiçli bayraktarlık Çin'e kaldı. Ancak onlar da devlet yönetiminde komünizmi muhafaza ederken kıvrak bir manevrayla serbest ekonomiye geçtiler. Şimdi dejenere komünizmli Çin dünyayı tehdit ediyor. Hayır sarı çekirgelerin tehdidi bu defa rejim ihracı değil. Öylesi ahmaklıklar arkada kaldı. Ticarette, ekonomide, üretimde tehdit. Bilindiği gibi Çin 1.5 milyar nüfuslu devasa bir ülke. Kendine mahsus klasikleri var. Porselen, ipek, çay gibi. Şimdiyse klasik mallarına günümüzün ihtiyacı ürünler de ekledi. İnsanın elinde üzerinde, evinde çocukların okul malzemesi olarak kullandıkları akla gelebilen ne varsa üretiyorlar. Saat, termos, çanta, gözlük, çiçek... binlerce çeşit mal. Çin ipeği, Çin porseleni yüzyıllara dayanan bir şöhrete sahip. Yeni mamulleri ise ekseriya döküntü. Dünün afyonlu bakışlarla etrafını süzen uyuşuk çekirgesi, şimdilerde bütün dünyayı istila etmekte. Türk esnaf ve üreticisi "el aman!" diyor. Türkiye, bir ithal çöplüğü olma yolunda. Yerli üreticinin kaliteyi ön plana alarak yaptığı bir malın aynısını Çin iç pazarımıza rekabet edilmez düşüklükteki fiyatlarla sürmekte. Birinci sebep onlarda emeğin çok ucuz olması, ikincisi ise kalitesizlik. Şeklen bizim mamullerle aynı ama esasta alakası yok. Kısa sürede bozulan, atılan şeyler. Korunması gereken sadece esnaf ve tüccarımız değil, hatta sadece tüketici de değil. Bunlarla beraber elimizdeki dövizi korumalıyız. Mes'uliyet hissi kıt, birkaç ithalatçının zengin olması uğruna bin zorlukla temin edilen döviz, yok yere bir başka memlekete kaçıyor. Birçok sektördeki çöküntü ise elem verici bir manzara. Evet, ticaret serbest. Ancak Türkiye yol geçen hanı veya Çin'in çöplüğü de değil. Zaruri mal ithal edilsin. Ahmak aldatan cinsten olanlara ise geçit verilmesin. Tedbir almak hükümete düşer. Geç kalınırsa bu devin önünde durulamaz. Her şey vaktinde yapılmalı.
.
11 Eylül bir senaryo muydu?
11 Eylül 2003 01:00
İngiltere eski çevre bakanı Michael Meacer, The Guardian gazetesinde bir makale yayınladı. Irak savaşını kabul etmediği için harekât günlerinde istifa eden eski bakan, bu makalesinde Amerika'nın 11 Eylül saldırısını önceden bildiğini ve yapılmasına göz yumduğu bir senaryo olduğunu iddia ediyor. Meacher, iddiasını bir çok tesbit ve hatırlatmalarla isbata çalışmakta. İddaların ana başlıkları şöyle. Teröristler, ABD'de eğitim gördüler. Yaklaşık 11 devlet, Amerika'yı saldırıya maruz kalacağı yönünde uyardı. 2001 Ağustosunda Washington'a giden MOSSAD ajanları, CIA ve FBI'ya yaklaşık 200 teröristin eylem hazırlığında olduğunu haber verdiler. Amerika, saldırı esnasında F-16'ları kaldırmadı, böylece üçüncü uçak da durdurulmamış oldu. Afganistan ve Irak'a müdahale edileceği 11 Eylülden çok önce planlanmıştı. 11 Eylül üzerine meşru zemin doğmuş oldu, Beyazsaray'a da sadece düğmeye basmak kaldı. Nitekim Amerika, aslında Usame bin Ladin'i yakalamak için ciddi bir gayret sarf etmedi. Hatta FBI ajanı Robert Right, aralık 2002'de yaptığı açıklamada el Kaide lider ve militanlarını tutuklamak istemediğini söyledi. Bunlar İngiliz bakanın dedikleri. İngiliz ve Amerikan yetkilileri yazıya eleştiriler yöneltmekteler. Fakat iddialar yeni değil. İlk günden benzerleri tekrarlanmaya başlandı. Mesela, o gün ikiz kulelerde çalışan hiç bir Yahudinin işe gelmemesi manidar bulundu. Bütün bunların sebebi ne? Mustafi bakan Meacher'e göre Irak petrolleri ve ABD'nin güneydoğu Asya'da hakimiyet kurma arzusu. Doğru mu? Usame bin Ladin bulunamadı... Haydi O bulunamadı. Fakat ardından Saddam Hüseyin de bulunamadı. Bu bir tesadüf müdür? Nasıl tesadüf ki üst üste çakışmakta? Bulunmuyor mu, bulunamıyor mu? Zira, şu da söylenmekte, her ikisi de Amerika'nın adamıydı. Kullandı, günü gelince attı. Bakanın, teröristler Amerika'da eğitim gördüler tesbiti de bundan. Belki de her şey G.W. Bush'un seçilmesinden çok evvel Amerikan derin devleti tarafından tezgâhlanmıştı, O, rolünü oynadı. Bush'un esasta seçimi kazanmadığı, bir ay belirsizlik yaşandıktan sonra yüksek mahkeme tarafından başkan ilan edildiği herkesçe bilinmekte.. Şu bile söyleniyor: İkiz kuleler zaten ömrünü tamamlamıştı... Peki, bir devlet, vatandaşlarını uzun vadeli menfaatleri için gözden çıkarabilir mi? Kulelere saldırı binlerce Amerikalının ölümüne yol açtı. Duygular planında mümkün değil. Ama acaba süper güç olup da gelecek zamanlar hesaba katılınca bir kısım vatandaşlara kıymak mümkün mü oluyor? Belki de gerçekler aynen böyle ve 50 sene sonra ortaya çıkacaktır. 11 Eylül 2001'de dünya, dehşetli bir terörist saldırıya şahit oldu, binlerce zavallı da hayatını kaybetti. Bunu ister el Kaide, Amerikan nefretinden yapsın, isterse Amerika, senaryosunu hayata geçirsin. Neticede işinde gücünde insanlar, vahşet manzaralarında hayatlarını kaybettiler. Kur'an-ı kerim, haber veriyor. -Bir kişiyi öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir
.
12 Eylül Anayasası
12 Eylül 2003 01:00
Bunun diğer adı '80 Anayasasıdır. Hikâyesi de şöyle. 27 Mayıs 1960'da halkın seçimle iş başına getirdiği iktidara karşı bir gece darbe yapılır. İktidar anayasayı ihlalden suçlanmaktadır. Hep böyle olmuştur. Darbeciler, muvaffak olursa kahramandır, değilse hain. Eğer darbe sonuca varmasaydı bu defa onlar aynı anayasayı "tağyir, tebdil ve ilga"dan yargılanacaklardı. Darbeciler, 1924 Anayasasına dayanarak silaha sarılmış, fakat hedeflerine varınca da yeni bir anayasa yapmışlardı. Emre âmâde proflar vardı, darbe kışkırtıcılarıydı. 1961 Anayasasını onlara ısmarladılar. Sipariş üzerine bir şeyler dikildi. "Anayasa" kelimesi de ilk defa o zaman kullanıldı. Daha evvelki ismi "esas teşkilat kanunu"ydu. '61 Anayasasına "sosyal demokrat bir anayasa" diyebiliriz. O anayasa hürriyet kapısını büyütmüştü. Kapıdan gelen geçiyor, dileyen çıkıyordu. 12 Eylülde Anayasa yapıldı fakat devlet başkanı Kenan Evren'le birlikte referanduma sunuldu. Kabul oyu %93'tür. Eğer bu çifte oylama olmasaydı, ya anayasa bu rakkama varamazdı veya Evren. '80 Anaysası, yürürlüğe girdiğinden beri tartışılır. Bir kısmı Marksist ideolojiden dolayı peşinen düşmandır. Bir kısmı ise sivil anayasa yapılmasını arzular. Doğrusu da budur. Türkiye parlamentoları sivil anayasa yapabileceklerini isbat edebilmeliler. Ne var ki yıllardır süren tartışmalara rağmen bir türlü gerçekleşmedi. Neticede '80 Anayasası da yamalı bohça haline geldi. Onun için ismine ister '80 Anayasası ister 12 Eylül Anayasası deyiniz, bu anayasanın değişmesi lazım. Saydığımız anayasalar tepkiler zinciridir. Darbelerle gelmiştir. Artık Türkiye'ye yakışır, ideolojik yaklaşımlardan uzak, az maddeli fakat ihtiyaçlara cevap veren bir anayasa olmalı. Bu meclisin tarihi hizmeti sivil, demokrat ve bünyeyle uyuşan bir anayasa olacaktır. Darbesi hatırlanmayan bir harekâtın anayasası da eskimiştir. TBMM sipariş olmadan anayasa yapabildiğini göstermeli. Sonunda anarşi ve terör koptu. Ömrü en fazla 10 yıl oldu. Türkiye, 1971'de tekrar darbeyle yüz yüze geldi. Darbe evlatlarını yiyordu. '61 Anayasasının hazırladığı zeminde yetişenler idamla cezalandırıldı. Anayasa toptan ortadan kaldırılmadı ama haylice yama yapıldı. Değişmesi için daha 10 yıl kadar beklenecekti. Derken 12 eylül 1980 darbesi yapıldı. Diğer iki darbenin aksine halk bu darbenin yanındaydı. O bakımdan ilk ikisi kesinkes ihtilal değilken buna kısmen ihtilal denebilir. 12 Eylül rejimi, yeni bir anayasa yaptırdı. Bu anayasalar yapılırken bizim en çok hayret ettiğimiz husus şudur. Görevlendirilmiş proflar bu anayasaları bütünüyle veya parça parça şuradan buradan aldığı halde neden hazırlanması o kadar uızayıp gider? Tercümesi bu kadar mı zor? Mühim iş yapan adamlar havası vermek için mi?
.
Gine-Biso'da darbe
15 Eylül 2003 01:00
Son zamanların en enteresan haberini dün işittik... Gine-Biso'da darbe olmuş. İlk defa duyulan bir memleket ve orada yapılan darbe!.. Bu darbe bizi ne alakadar eder? Hayır öyle değil.. Şöyle açıklayalım. Önce bu memleketciği tanımalı. Guinea-Bisseu, bir batı Afrika devleti. Nüfusu, 1.360 milyon. Batı Afrika körfezine açıldığından deniz taşımacılığı ve tanker trafiğine önemli hizmetler yapabiliyormuş. Son senelerde zengin petrol yataklarına sahip olduğu keşfedilmiş. Fakir bir ülkenin sahip olduğu iki tehlikeli imkân. Stratejik mevki ve bol petrol rezervi. İşte onların keşfedildiği günlerden bu yana günlük hayatta sosyal ve iktisadi kargaşalar patlak vermiş... Sonunda ordu devreye girmek zorunda kalmış ve dünkü olaylar yaşanmış... İşte haber: "Gine-Biso'da darbe. Genelkurmay Başkanlığı yayınladığı bildiride yönetimi devraldığını, tüm ülkede demokratik anayasal düzen tesis edilene kadar yetkilerin Genelkurmay Başkanlığı tarafından tesbit edilecek bir askerî komite vasıtasıyla yerine getirileceğini açıkladı. Hükümeti fesheden askerler, Devlet Başkanı Kumba Yala'yı tutukladılar. Sokağa çıkma yasağı kondu. Durum sakin. Genelkurmay Başkanı adına özel bir radyoya açıklama yapan General Zamora İnduta, sosyal ve ekonomik kargaşadan Başbakan Mario Pires'i sorumlu tuttu. Başbakan aranıyor. Bütün kabine üyelerinin de teslim olması için talimat verildi." Demek ki Başbakan Pires, pres altında. Nâçar teslim olacak tabiî. Bu tanıdık haber hoşunuza gitti mi? İhtimal vermeyiz. Umursamamışsınızdır bile. Gine-Biso, size bir masal diyarı gibi gelmiştir. İşte bizim darbeler de kalkınmış dünya ülkelerine öyle geliyordu. Biz nasıl bu darbeye biraz tebessüm ediyor biraz da acıyorsak kendimiz de o hallerdeydik. Biz de bir masal ülkesiydik. Geri kalmış bir ülkede sivil-asker birbirine düşmüş. Ne umurumuza!.. Biz de batının umurunda değildik. Türkiye'de darbeler devrinin kapanmış olması, asrın en mühim hadiselerinden biridir. Darbede kabile ülkesi veya geri kalmış ülkenin siyasetçisi de askeri de kullanılıyor. Onlar dövüştürülecek ki sömürge çarkı dönsün.. Gine-Biso'dan ders alınsın. Bir mendebur şablon istenen yere tatbik edilmekte.
.
Bunama tehlikesi
16 Eylül 2003 01:00
Sultan Mehmed Reşad'ın kızı Emine Mukbile Sultan'ı huzurevinde ziyaret ettiğimizde sarayda telefonda muhataba ilk hitabın ne olduğunu sormuştuk. Sultan Hanım, o nefis Türkçe'siyle "bugünkü gibi 'alo' diyorduk" demişti. Telefon, ilk zamanlar iki parçalıydı, ahize ayrı, kulaklık ayrı. 60'larda, 70'lerde bile bir statü sembolüydü. Daha evvelki dönemlerde askere giden Mehmetçiklerin kol saati pozu vermeleri gibi o senelerde bile masa telefonuyla poz vermek önemli bir hatıraydı. Bunlar, standart telefonlardı. Siyah, okkalı bir masa süsü. Üstlerinde de kadife gibi bir örtü olurdu. Artık ahize ve kulaklık birleşmişti. Bu cihazların iş yerlerinde olanlarının yanında bir de kumbara vardı. Kumbaralar önce 25 kuruşla çalışıyordu, sonra 1 lira ile çalıştılar, derken 2.5 lira oldu ve kayboldu. Çünkü telefon çoğalmıştı. Hem telefon çoğaldı hem de renkler. Artık telefona sahip olmak için çeyrek asra yakın beklenmiyordu. Müracaatın haftasında adresinize bağlanmaya başlandı. Onlar orta halli evlerin lüksüydü. Daha her evin önünde bir otomobil yoktu, hayal de edilemezdi. Şimdilik hayallerin ilki gerçekleşmişti.. Sabit telefonlara ilk rakip telsizler oldu. Telsizler ömürlü olamadı. Çağrı cihazı gelmişti. O da kısa bir hayat sürdü. Cep telefonu denen âfetse henüz ortalıkta yoktu... Sizlere bu küçük şımarık aleti anlatacak değiliz. Hayatımıza girişini birlikte yaşadık. Önceleri yere göğe konmuyor, çağdaşlığı, faydaları, lüzumu hemen her gün ve hemen herkes tarafından anlatılıyordu. Ama işte gerçekler. Cep telefonu, erken bunamaya yol açıyormuş! Bir İsveç üniversitesi araştırmış. Bazı proteinler, beyne zamansız giderek bunamaya sebebiyet vermekteymiş. Bunlar, aşırı konuşma yapanlarda görülmekte. Haber, Türkiye'deki bazı aboneler için tatsız olmalı.. Cep telefonu denen âlet, bizde görgüsüzlük unsuru haline geldi. Bazı vatandaşlar, randevulu toplantılarda, aile ziyaretlerinde, resmi mülakatlarda, otobüste, uçakta, yatta, yatakta, camide, cenazede, kabristanda, yolda, geçişlerde ve daha nerelerde ve nerelerde hiç durmadan konuşuyorlar. Konuşmaların bazısı gevezelik. Bazısı az sonra kıyamet kopacak telaşıyla iş peşinde. Bazı genç kız ve delikanlılarsa baba kesesi aşındırma peşinde. Telefona hastalık derecesindeki bu düşkünlük bunama da yapar kanser de. Aşırı olan her şey zararlı. O telefonlardan elde edilen para birkaç sermaye grubuna akmakta. Yedek parçası, sık model değiştirmesi, aksesuarlarıyla tereyağından kıl çekercesine paralar, keselerden çekilmekte. Zorlukla temin ettiğimiz döviz, dış ülkelere kaçıyor. Peki cep telefonu zararlı mı? Yerinde ve makul şekilde kullanılınca faydalı. Bütün mesele bu ölçüyü tutturmakta. Ölçülü davrananın sıhhati de kesesi de ziyan görmez. Diğerlerine şifa dilemekten başka çare yok. Bu hastalığa yakalanmış olanlar, ne kendilerini düşünüyorlar, ne ailelerini, ne ülkelerini. Bir gün bu âfet, hayatımızdan çıkarsa onlar ne yaparlar acaba? Bundan daha hayati soruysa şu: Bunama haberi tesirli olur mu? Çok zor. Bazıları bunamaya razı olur fakat az konuşmaya razı olmaz. Zaten bu hal bizatihi hastalık.
.
Irak'a geç kalıyoruz
18 Eylül 2003 01:00
Başbakan Erdoğan, Hindistan Başbakanı Vajpayee ile yaptığı basın toplantısında Irak konusunda da açıklamalar yaparak bölgeye giden hey'etlerin verdikleri raporlarının tetkik safhasında olduğunu, bundan sonra bir karara varılacağını söylemiş. Başbakan ayrıca BM'nin bu hususta bir ön alması gerektiğine de temas etmiş. Birleşmiş Milletlerin ön almasını istemek, bir temenni midir, şart mıdır? Şartsa hükümet şartı mı, devlet politikası mı? Orası meçhul. Herhalde olsa daha iyi olur cinsinden bir temennidir. Bunlar tamam. Ne var ki bir gerçek de artık kendini iyiden iyiye duyurmakta. Türk askerinin Irak'a gitmesi gecikmiştir. Tezkerenin Mecliste reddi bir şanssızlıktı. Böylece ABD ile Irak Kürtleri yakınlaştı ve o dumanlı havada bir Kürt devleti kuruldu. Irak'ta haylice devletin askeri var. Bizse hâlâ... Türk askeri Irak'a giderse Irak halkının mutluluğu ve bütün Irak'ın istikrarı için gideceğini söylüyoruz. Bu veya meali sözler, hemen her gün tekrarlanmakta. Esasına bakarsanız ismi konmamış BM orada. Arnavutluk'tan Polonya'ya, Bulgaristan'dan İngiltere'ye kadar ülke askerleri Irak'a yerleşmiş durumdalar. Daha başkaları da var. Bölgenin esas sahibi Türkiye yok. Acaba bunda Barzani veya Talabani'nin komşu ülkelerden asker istemediklerine dair beyanları mı caydırıcı rol oynamakta? Ona bakarsanız Hoşyar Zebari de geçtiğimiz günlerde Türk askeri yerine Rus ve Fransız askerlerinden yana olduklarını söylemek gibi akıl almaz bir şey demişti. ABD, yaşanan tatsızlıklardan sonra şu gün de ordumuzun Irak'a girmesini istiyorsa bunu kullanılması gereken bir imkân kabul etmeliyiz. Dış politika çok da sabit değildir. Yarın Amerika da diğer tarafa iltihak ederse komşumuzda olup bitene sadece seyirci kalırız. Bu kadar tereddüt, hatta ayak sürüme ve muğlaklık neden acaba? Üstelik Irak toplum önderleriyle diyaloglar müsbet geçmiştir. Buna rağmen gelen istihbarat haberleri çok mu vahim? O meşhur itiraz mı? -Asker giderse ölür!.. Bir tek evladımız dahi ölmesin. Bırakınız ölmeyi burnu bile kanamasın. Ama askerlik ölme ve öldürme sanatıdır. Devletler bunun için asker besler. Türkiye'nin uzun vadeli menfaatleri Irak'ta olmamızı sadece gerektirmiyor aynı zamanda emrediyor. Kararlılık çok önemli. Sürekli acaba, sürekli tereddütle olmaz. I. Körfez Harbinde Turgut Özal istediği halde girilmedi, tarihi fırsat kaçtı, II. Harpte girilmedi karşımıza dağ gibi problemler çıktı. Şimdi bu son fırsat. Yine kaçarsa bu defa telafisi imkânsız zararlara uğrarız.
.
Irak'ta kaç sivil ölüyor?
19 Eylül 2003 01:00
Irak'ta, şu işgal altındaki komşumuzda haftada kaç sivilin öldüğünü, öldürüldüğünü biliyor musunuz? Nereden bileceksiniz. Bilmemiz için medyanın objektif olması gerekirdi. Meğerse Amerikan-İngiliz medyasında hem sansür ve hem de oto sansür uygulanmış. Sansürle gerçeklerin saklandığı haberini ilk olarak CNN muhabiri Christian Amanpour, verdi. Amanpour, üstündeki baskılardan dolayı oto-sansüre mecbur kaldıklarını açıkladı. O'nu İndependent gazetesinin yazarı Robert Fisk takip etti. Fisk'in yazdığına göre Irak'ta 5500 tutuklu var. Rakamın yalnızca 200'ü yabancı, diğerleri yerli. Daha beteri ise müthiş bir skandal. Irak'ta her hafta 1000 sivil öldürülmekteymiş. Komşu ülke, her hafta 1000 kayıp vermekte. Dünyalılar, her hafta 1000, ayda 4000 kişinin ölümünden haberdar mı? Değil... Neden? Çünkü, ajanslar, radyo, televizyon ve gazeteler, haberi ya vermiyor veya veremiyor, yahut da küçülterek veriyor. Nitekim makalenin sahibi Fisk, isyanını gazetedeki sütununda değil, bir internet sitesinde kaleme alabilmiş. Şöyle diyor: -Pentagon'da Fransız askerlerinin Cezayir işgalinde hangi hataları nasıl işlediklerine dair filmler gösterilir. Maksat ders alınsın da benzerleri tekrarlanmasın. Ne gezer? Irak'taki Amerikan askerleri Cezayir'deki Fransız askerilerinden beter hatalar yapmaktalar. Bu askerler, en az Gazze'deki İsrail askerleri kadar disiplinsiz ve şiddet taraftarı. Yazar Robert Fisk bununla da kalmıyor: -Irak'taki Amerikan ordusu, vicdanen rahatlamak için hayali düşmanlar uydurmakta. Suçu, bu düşmanların üzerine atıyor. Halbuki el Kaide'nin Irak'ta savaştığına dair haber tamamen asılsız. Dehşet verici bir durum. İletişimin zirvede olduğu bir çağda haber ya saklanmakta veya çarpıtılmakta. O zaman dünyalı neyi öğrenebiliyor? Suikastlerle her gün 1-2 Amerikan askerinin öldüğünü. Bilinen bundan ibaret. Lakin gerçek bu değil. Ama haberler, bunu vermekte ve bir de savaşın başından bu yana ne kadar Amerikan askerinin öldüğüne dair çetele tutmaktalar. Demek ki 1-2 kişi haberi, ölen 1000 kişiyi saklamak için öne çıkartılmakta. Ne yazık ki tartışmayı da bir Amerikalı gazeteci başlatıyor, bir İngiliz yazarsa devam ettirmekte. Peki Türk medyası nerede? Olaya en yakın onlar. Hal böyle iken nasıl olur da gerçekleri görmezler, göremezler. Denilenler asılsız mı? Öyle olsaydı Fox TV de tartışmaya katılmazdı. Bu kanal da şunu demekte: -İki tercihten birine zorlanıyorsunuz. Ya el Kaide sözcüsü görüneceksiniz veya Bush'un emir eri. İkisi de doğru değil. Doğru olan, doğruların, dosdoğru konuşulması, yazılması çizilmesi, öğrenilmesi. Sıcak savaşın yanı sıra taktik ve psikolojik savaş da alabildiğine cereyan etmekte. Dünya, haber alma hakkından mahrum edilmiştir. Haberiniz olsun
.
Mühür
22 Eylül 2003 01:00
Anadolu yakasından Boğaziçi Köprüsü'ne girdiğinizde dikkatinizi çekecek bir farklılık olacaktır. Karşınıza çıkan yeni İstanbul siluetidir. Eskiden Üsküdar, Kadıköy tarafından İstanbul'a bakıldığında görülen o saray, minare kubbe siluetine/karaltısına şimdilerde plazalar manzarası da eklendi. Eğer İstanbul, hele köprü trafiğinin zalim bir gününde değilseniz Asya'yı arkada bırakıp Avrupa'ya yöneldiğinizde şu fotoğrafı yakalamaya bakınız. Köprünün iki ayağı simetrik olarak iç içe çakışırken ilerde, çok ilerde Maslak'ta, Levend'te, Mecidiyeköy'de, Esentepe'de, Gayrettepe'de yükselen plazaları göreceksinz. Bu manzara, köprünün ortasına kadar sürer. Sonra Boğaziçi'nde sağ sahilde Kandilli Askeri Lisesi kendini gösterir. Daha ilerlerde Fatih Sultan Mehmed Köprüsü ve batı sahilinde Boğazkesen Hisarı yükselir. Sol ufkunuzda, Marmara'ya doğru tarihi siluet, "buradayım" dercesine olanca vakar ve ihtişamıyla arzı endam eder. Topkapı Sarayı, Sultanahmed Camii, Ayasofya Camii, Yeni Cami, Beyazıd Kulesi vs. vs... Köprünün hemen altındaysa Ortaköy Camii ve Feriye, Çırağan, Dolmabahçe... İstanbul'da modern zamanlarla klasik dönem ahengi kuruluyor. Klasik dönemde Topkapı-Edirnekapı hattı ve bu hattın iki tarafında Haliç'ten Yedikule'ye kadar uzayan yerleşim birimleri. Daha sonraysa Haliç ve Boğaziçi'nde yükselen sahil saraylar, yalılar, konaklar, çeşmeler ve kalem minareli camiler. Osmanlı döneminde bugünkü plazaların yerine Kapalı Çarşı, Mahmut Paşa, Mısır Çarşısı gibi çarşı, arasta ve bedestenler vardı. Bu eserler, üstün bir medeniyetin pırlantadan parçaları.. Cami, sebil, aşevi, kıraathane, zenaatkârların işlikleri ve çarşılar. Plazalarda, süper ve hipermarketlerde her şey var fakat o bize ait ve bize mahsus medeniyetteki ruh yok. Belki "hoş geldiniz" deniyor ama "Allah bereket versin" diyen asla olmuyor. Zaten çok kere siz size dolaşıyor ve çıkıp gidiyorsunuz. Bizim çarşılarımızda, esnaf ve zenaatkârlar sizi adeta zorla oturtur ısrarla çay içirirlerdi. Plazalarda birbirinin kopyası mağazalarda böyle yakınlıklar yoktur. Her şey paranızı almaya ayarlıdır.. Tamamında aynı dünya markaları. Yalnızca İstanbul'da değil, hemen bütün büyük şehirlerimizdeki bütün büyük alışveriş merkezlerinde aynı markalar. Sermaye tekelleşmekte. Esnaflık, zenaatkârlık ortadan kalkıyor. Esnaflığın, zenaatkârlığın yokluğunu çok fena ödeyeceğiz. Büyük şehirlerde zenaatkâr sıkıntısı başladı bile. Peki, biz şunu yapamaz mıyız? Neyi? Bize mutantan bir havada gelen Galeria neydi? Galeria, Kapalı Çarşının kötü bir taklidi... Öyleyse biz Kapalı Çarşıyı, Mısır Çarşısını, Bedestenleri, Lonca ahlakını, ahilik huzurunu mâna ve mekân güzelliği neoklasik üsluplarla dünyaya taşıyamaz mıyız? Mimarlarımız, mühendislerimiz, müteşebbislerimiz bakanlarımız... biraz da böyle düşünseler. Eğer Boğaziçi Köprüsüne girerken batıya, kuzeye, güneye doğru bakıp da size eşlik eden rüyalara mahsus o güzelliği yaşarken dünyaya yine kendi mührünüzü vurmayı arzularsanız bunları düşünürsünüz. Zamana böylece dayanabiliriz. Kendimiz olarak ve kendimiz kalarak.
.
Vacip
23 Eylül 2003 01:00
İyi günlerdeyiz. O berbat kriz döneminden sonra mutluluklara kapı aralanacağına kimse inanmazdı, fakat oldu. Bir değişim, behemahal fayda temin ederdi, onun için o tarihlerde ısrarla seçim istiyorduk. Seçime gidildi ve bu günlere gelindi. Bugün... TL para oldu, döviz düşmekte, enflasyon geriliyor, yabancı yatırımcı Türkiye'ye yönelmekte, Türk müteşebbisi dışarılarda iş kovalıyor. Önceki hükümetler döneminde IMF nezdinde neredeyse müflis ülke muamelesi görmekteydik. Zaten hükümet de az kalsın "borçlarımı ödeyemiyorum" diyerek moratoryum ilân edecekti... İmdada 3 Kasım seçimleri yetişti. Kimse bu derecede iyi günler tahmin etmiyordu. Hükümeti kuranlar dahi bu kadarını beklemiyorlardı. Şu gün, dünün en amansız muhalif sütun sahipleri bile, yiğidin hakkını yiğide vermekteler. İyileşme sadece ekonomik alanda değil. İç barış da giderek daha bir düzelmekte. Onun için herkesin, Türkiye'yi seven herkesin, bunu bir parti başarısı gibi görüp kıskançlıklara düşmemesi lazım. Ortada bir partiden öte bir ülkenin itibarının yükselmesi söz konusu. Eski Amerikan başkanı Bill Clinton'ın, Dubai'de Recep Tayyip Erdoğan'ı oteldeki odasında ziyaretinden sonra Bush üzerinde en fazla etkili olacak dünya liderinin Türkiye'nin başbakanı olduğunu söylemesi yurdumuz adına iftihar vesilesidir. Bunları yazarken her şey düzeldi, dert tasa kalmadı, gibi pembe tablolar çizmiyoruz. Öyle bir manzara da yok. Ancak iyiye gidiş var. Dünle mukayese edilmeyecek çapta şartlar ve moraller düzelmiş durumda. Onun için hükümet üyeleri dikkatli olmalı. AK Partililer son derecede dikkatli olmalı. Şımarma, kendinden bilme ve sen-ben kavgası olmamalı. Muhalefet partileri de sorumlu davranmalı. Muhalefet, karaya da kara, aka da kara demek değildir. Takdir edilecek zaman imtina eden kendisi kaybeder. Medyai asker, sendikalar, işverenler, yargı herkes kılı kırk yarmalı. Fırsatlar kolay yakalanmıyor. Türkiye kalkınıyor, şimdi ilerliyor biraz sonra koşacak. Turgut Özal'ın ilk iktidar olduğu günleri andırır zamanlardayız. Bir bahar havası esiyor. Bu baharın sonunda şahsiyetli, dirayetli ve ismine layık bir Türkiye istikbaline çıkabiliriz. Nice zamandır buna hasrettik. Hükümete dua herkesin üzerine vacip. Hürriyetler geri geldi. Daha da gelecek. Teşebbüs hürriyeti, din ve vicdan hürriyeti ve fikir hürriyeti. Bu alanda değerli adımlar atıldı ve atılmakta, AB bile hayrette kalmış vaziyette. İçerden dışardakiler kadar sağlıklı bakılamazsa hata edilir.
.
Gitaristten kahraman yontmak
24 Eylül 2003 01:00
Ne zaman DGM lafı geçse gözümüze hep aynı manzara gelir. Saraçahnebaşı... Parkalı, sarkık bıyıklı, bıçak gibi bakan, sol yumruklarıyla havayı döven militanların bağırışları "D-G-M-'ye ha-yır!" Bu sloganların atılması diğer tarafın Devlet Güvenlik Mahkemelerine sahip çıkmasına yetmişti. O günler, çok gerilerde kaldı. Bugün DGM'lere baktığımızda şöyle düşünebiliriz. Olağanüstü günlerde devletin kendini koruma refleksi. Ancak, vazifesini yapmış, dönemini tamamlamış bir kurum. Bizatihi Yargıtay Başkanı adli yıl açılışında bu mahkemelerin tabii hakim ilkesine aykırı oluğunu söylüyor ve kalkmaları gerektiğini ifade ediyorsa, bir parti DGM'leri kaldıracağı vaadiyle iktidara geliyorsa, daha beteri, DGM'ler AB'ye uyum konusunda imaj bozan bir görüntü veriyorsa, bu mahkemelerin mahkumiyet kararları yüzünden Türkiye altından kalkılmaz tazminatlar ödemek zorunda kalıyorsa... Orada durmak ve düşünmek şarttır. Hele şu son nezaret ve tutuklamalar dolayısıyla. Türkiye Cumhuriyeti Mahkemeleri, Türk milleti adına, ona vekaleten karar verirler. Peki!.. Bu kararların kaçı kamu vicdanında tasvip görüyor? Yılmaz Güney'i kaybederek ne kazandık? Ahmet Kaya ölünce ne oldu? Öyleyse neden Haluk Levent de sıraya sokuldu? Sadece o da değil, gitaristi de. Sanatçıyı TV'de takip ettik. Suçlu olduğuna dair kanaat sahibi olamadık. Belli ki bir emri vaki ile karşı karşıya kalmış. Nitekim mahkeme de aynı sonuca varmış olmalı ki serbest bırakıldı. Hani ceza mevzuatında değişiklikler olmuştu? Diyelim ki Haluk Levent'ten şüphe edildi, Leyla Zana'dan şüphe edilmekte. Nereye kaçacaklardı, teşebbüs etseler bile yakalanmaları mümkün değil miydi ki içeri alınıyor veya içerde tutuluyor? Sanatçılar, eski milletvekilleri, yazarlar. Topluma mal olmuş kişileri suçlayıp içeri aldıkça Kürtçülük kuvvet kazanmakta. Nitekim, Musa Eroğlu adı da bir ara geçti. Bu kaosun merkezinde DGM'ler var. Daha evvel de bir çok kereler yazdık. DGM'ler kalkmalı. Zaten ağır ceza mahkemeleri mevcut. Böylece bu mahkemelerin savcı ve hakimleri de istemedikleri işlemleri yapmaktan kurtulurlar. Sizin duruşma duruşma elde kelepçe götürüp getirdiğiniz zanlıya girmeye çalıştığınız topluluk, Zaharov ödülü veriyor, AP'ye konuşmacı olarak davet ediyorsa ortada bir yanlışlık var demektir. Hukuktan şüphe, şüphelerin en kötüsüdür. Halkı şüpheci yaptınız. Halkın şöyle demesinden korkunuz "herkes mi suçlu?" Bırakınız Haluk Leventleri vs. giratistlerden bile kahraman yontuyorsunuz. Şunu iyi bellemeli. Irak Kürdünü kazanmanın yolunu aramamız gerekirken kendi Kürdümüzü itmemiz fevkalade yanlıştır. Böylesi uygulamalarla yangına benzin dökülüyor. Kürt meselesi, Türkiye'nin derdidir. Sabır, akıl ve sevgiyle çözüm bulabiliriz.. Diğerleri yanlış.
.
Adliyenin kokuşmuş yanı
25 Eylül 2003 01:00
Ehli vukuf" tabiri iyiden iyiye unutuldu. Kelime, vâkıf, vukuf köklerinden gelmekteydi. "Meseleye vâkıf", "vukufiyet kazanmış" gibi. Tabir, hem ehliyet olma ve hem de vukufiyet şartını arıyordu. Vukufiyette bilmek yetmez. Bilmek, bazen sathi olabilir. Kanserin bir hastalık olduğunu biliriz. Bu hastalığın mahiyetini ise hekimler bilir. Sanki kelimelerin yer değiştirmesiyle birlikte müessesede de bir hafifleme başladı. Raporlarına, vicdanlarıyla, kalbleriyle, karakterleriyle imza koyan ehli vukufların yerini bu işi esnaflığa dökmüş bazı açıkgöz bilirkişiler aldı. Bilirkişilik, bugün adliyelerin çürük yanlarından biridir. Tefessüh etmiştir. Vatandaş, bilirkişi çarkının bazı mahkeme kalemleriyle birlikte döndüğünü iddia etmekte. İddiadan öte buna inanmış, inanmak zorunda kalmış. Daha kötüsü, kendisi de işini bu yolla halle çalışmakta. Bu müessesenin mutlaka ıslahı gerekiyor. Bazı mahkemeler, yükü üzerinden atmak için dosyayı bilirkişiye havale etmektedirler. O zaman bilirkişiye ne hacet? Şöyle düzenlemeler mümkün: Bilirkişinin mesleğinde 10 yıl tecrübe gibi bir şart aranabilir. 3 yıldan fazla bilirkişilik yapamaz tarzında sınırlayıcı hüküm getirilebilir. Dosyanın hangi durumlarda bilirkişiye havale edileceği sıkı sıkıya belli edilir. vs. Veya... Bilirkişiye çok ihtiyaç hissedilen mahkemeler, bugünkü yapılarından kurtarılarak jüri usulüne geçilebilir. Zaten böyle mahkemelerde hakim, bilirkişi raporuna kaziyei muhkeme muamelesi yapmakta. Bari kürsüde yer alsın da sorumluluğu paylaşsın. Nerden çıktı bu ehli vukuf, bilirkişi meselesi? 17 Ağustos depreminde Marmara bölgesindeki illerden birindeki bir sitede 48 kişi ölür. Ölenlerin yakınları, site inşaatını hatalı gördüklerinden müteahhit şirketi mahkemeye verirler. 1 inşaat mühendisi, 1 avukat ve 1 harita mühendisinden meydana gelen 3 kişilik bilirkişi hey'eti teşkil edilir. Duruşma, keşif derken hey'et raporunu yazar. Raporda binaları yapan şirket yüzde 85 kusurlu bulunur. Davalı taraf, itiraz eder. Aynı hey'et, bu defa tam aksi istikamette bir rapor yazarak davalı şirketi kusursuz bulur. İşte adalet sistemimiz... İnsan hayatı, bu kadar ucuz, mahkemenin itibar ettiği bir müessesesi bu kadar hafif olamaz. Bu çürümenin, bu kokuşmuşluğun bu para ilişkilerinin mutlaka önüne geçilmesi gerekir. Ehli vukuf değil, bilir kişi. Doğru doğru, bilir kişi... İşini bilir kişi. Vay bu kişilerin raporlarına dayanarak karar veren hakimlere. Hem 4 sene süren dava, hem bilirkişi zikzakları. Yakında AİHM'nin verdiği yıllık tazminat tutarları, bütçeden yargıya ayrılan payı aşarsa şaşmayını.
.
Ünlülere tapma sendromu
26 Eylül 2003 01:00
Illinios Üniversitesi Tıp Fakültesi Profesörlerinden psikolog James Houran, Amerikan cemiyetinin meşhurlar ve onların imajı ile gereğinden fazla alakadar olduğunu haber vermekte. Bunun bir hastalık olduğunu kaydeden psikolog, tıpta bu davranışa "ünlülere tapma sendromu" dendiğini kaydetmiş. Afganistan'la başlayıp, Irak'la devam eden müdahaleleri yapanlar, öz halkından ne kadar ilgi gördüklerini merak ettiklerinden kamuoyu yoklaması yaptırmışlar. Karşılarına yüz buruşturacak sonuçlar çıkmış. Amerikan toplumunun bir kısmı, "bir elinde cımbız, bir elinde ayna, umurunda mı dünya?" Lakaytlığına kaymış ve kaymakta. Ne el Kaide, ne İkiz Kuleler, ne Bush, ne Saddam, ne Amerika'nın geleceği, gideceği. Oralı bile değiller. Varsa şarkıcılar, yoksa sinema oyuncuları. Meşhurların hayatına aşırı derecede düşkün olan bu sınıf, Amerikan kaynaklarına nazaran nüfusun üçte birini teşkil etmekte ve tabii ki sağlıksız bulunmaktaymış. Adı geçen psikolog, olayı, ünlülere karşı Sosyal İlgi, Yoğun İlgi ve Patolojik İlgi şeklinde tasnif ederek detaylıca incelemekte. "Ünlülere Tapma Sendromu" çağın derin hastalığı. Bir nevi afyonlanma. Önce sektörleşiyor, sonra alanın rantçıları meseleyi insan istismarıyla kronik hale sokuyorlar. Şimdilerde ABD'de mevzubahis "Ünlülere Tapma" sapkınlığı tartışılmakta. Tartışılması gereken yer sadece ABD değil. Biz de aynı tartışmaya adayız. Çok şükür ki bunlar bizde henüz nüfusun üçte birleri kadar değil ama az da değil. Bir kısım genç kızların şifa kabul etmez Tarkan hayranlığı, bir takım delikanlıların Müslüm Gürses düşkünlüğü, bazı futbol fanatiklerinin İlhan Mansız özentisi gibi... projektörü, sinemaya, televizyona vs. çevirebilirsiniz. O zaman göreceksiniz ki bizde de insanlar sınıflara ayrılmışlar: Pop şarkıcısına tapanlar. Arabeskçiye tapanlar. Futbolcuya tapanlar. Renklere tapanlar. Tolk şovcuya tapanlar. Artiste tapanlar. Ve paraya tapanlar. Ve kadına tapanlar. Ve bir de yüce Allah'a tapanlar. Hiçbir şarkıcı, futbolcu, hiçbir ünlü, kulüp yöneticisi, vs. kimsenin kendine veya kulübe tapmasını istemez. Hatta azıcık idraki varsa böylesi sapmalardan rahatsız olur. Ancak bir noktadan sonra problemin önüne geçilemiyor, hastalık olarak ortaya çıkıyor, tedavi kabul etmeyebiliyor. Modern zamanların toplumları şu fotoğrafa aday.. Alkolikler, uyuşturucular, cinsi sapıklar ve ünlülere tapanlar. Acil tedbir alınması gereken küresel bir illet. BM, AB, başkentler konuyla mutlaka alakadar olmalı. Ünlüler de 10 saniyeliğine şöyle düşünmeli. Dün meşhur değillerdi, ünsüzlerdi. Yarın ne olacaklar? Acaba, ün, şöhret, felaketleri mi oldu, saadetleri mi? Kaç ünlü mes'ut ve bahtiyar şekilde ne zaman ve nerede hayata gözlerini kapadı? Tevazuun gözü sevilmez mi?
.
Krediyi reddetmeniz isabetli olur
29 Eylül 2003 01:00
Bu kredi ortaya çıktığından beri kafa karıştırıcı şüphelerle doluydu. Daha evvel yazdık. Bir garip tarifi vardı. "8.5 milyar dolarlık krediye çevrilebilir 1.5 milyar dolarlık hibe..." Anlayan beri gelsin. ABD tarafı, yılan hikâyesine döndükten sonra krediyi imzaladı. Keşke imzalamasalardı. Niçin? Malum kredinin ödenme şartları, bölgede Türkiye'nin elini-kolunu bağlamakta. Bundan böyle re'sen karar vererek Kuzey Irak'a girmemizin önü kesiliyor Bu şu demektir. Amerika, adı geçen coğrafyada bir Kürt devletini himaye ediyor. Yeni mi fark ettiniz? Hayır! Fakat şimdi uluslararası sözleşmelerle dolaylı olarak projesini hayata geçirmekte. Zaten bu devlet, Washington'un 66. meridyen engeliyle parası hariç her şeyiyle kurulmuştur. Saddam Hüseyin'e getirilen o engel, bugün bir başka biçimde bizim karşımıza çıkmakta. Hatırlarsanız daha dün denecek kadar yakın bir zaman önce devrin Türk Hükümeti, Kürt parlamentosu kurulmasına şiddetle reaksiyon gösteriyordu. Devamlı mevzi kaybedilmekte. Bizimkilerin "aşiret reisleri" diye küçümsemeleri gerçeği değiştirmiyor. Vaktiyle PKK'yı da "3-5 çapulcu" şeklinde tarif ediyorlardı. Türkiye, Kuzey Irak'a giremeyince PKK/KADEK'e karşı sınır ötesi harekât da yapamayacaktır. Hududumuzun dışında Kürt devleti kurulmasının bize ziyanı olur mu? Ayrı mesele. Ama, hem Irak'ın toprak bütünlüğünü müdafaa edip hem de bu paradoksa düşmemiz olmaz. Üstelik, paranın ödenme şekli de fevkalade inciticidir. Amerikan hazinesi, hariciyesi ve savunma bakanlığının üçlü imzasıyla kredi ödemeleri tediye edilecek. Türk askerinin tek taraflı olarak kuzey Irak'a girmesi halinde kredinin askıya alınabileceği, bizatihi Devlet Bakanı Ali Babacan tarafından açıklandı. Bu açıklama üzerine Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, New York'ta, krediyi reddedebileceğimizi söyledi. Keşke... keşke. Türkiye, bu acayip krediyi almasa batar mı? Hayır. Hele şu gün geldiğimiz noktadan sonra asla. Hibe mi kredi mi belli değil. Ne gün ödeneceği belli değil. Yürüyüşünüze bakacaklar. Beğenirlerse pastadan bir dilim verilecek, beğenmezlerse hayır. Mesela TSK operasyon için Kuzey Irak'a girerse hazine olmasa Pentagon, o olmasa diğeri, diğeri olmasa beriki karşı çıkacak ve zamanı gelen taksit verilmeyecektir. Unutmayınız ki IMF programına sadakat de kredi sözleşmesinde. IMF programı cıva gibi şartlar taşır. Her an diğer taraf,sizi yolda bırakabilir. Bu para, oltadaki yemdir. Tamamının verileceği de uzak ihtimaldir. Hal böyle iken 59. Hükümet, başına tokmak olacak bir töhmet altında kalacaktır. Onun için kredi sözleşmesini muhatabınızla ipleri germeden iptal yollarına bakınız
.
Kaos kötülüktür
30 Eylül 2003 01:00
Temyiz Mahkemesi, DEHAP'ın temyiz kararını reddetti. Bir başka ifadeyle, Yargıtay, ağır ceza mahkemesinin DEHAP'lı sorumlu üyelerin resmi evrakta sahtekârlık yaptıklarına dair vermiş olduğu kararı isabetli bularak tasdik eyledi. Bu partinin başkanıyla yöneticileri cezaevine girecekler. İlk belirtiler bir buçuk ay kadar önce kendini gösterdi. Garip iddialar ileri sürülüyordu. DEHAP mahkum edilecek. YSK seçimleri kısmen iptal edecek. AK Parti'den 44, CHP'den de 22 Milletvekilinin üyelikleri düşürülerek DYP'ye verilecek, DYP, TBMM'ye taşınacak. İddialara doğru olabilir miydi? Türlü fikirler serdedildi. Herkesin ittifak ettiği, seçimlerin iptal edilemeyeceği idi. Herkesin ittifak edemediği ise kısmen iptaldi. YSK kısmen iptal yapamazdı, konu parlamentoya aitti. Zaten bugün de konu bu noktada düğümlenmekte, hukuki boşluk var. DEHAP yöneticilerinin evrakta sahtekârlık yaptığı mahkeme kararıyla sübut bulduğuna nazaran fiili fark edemeden seçim yapan YSK da kusurludur. Kusurlu bir hey'et, taraf olduğu bir mesele hakkında nasıl karar verebilir? Hadise bizatihi hakim teminatı kurumunu zedelemekte. Nitekim DYP genel başkan yardımcısı, seçimlerden evvel YSK'ya şikâyetçi olduklarını fakat delil yetersizliği gerekçesiyle müracaatın reddedildiğini söylüyor. Ortaya izi 50 senede silinmeyecek yüz karası bir sonuç çıkmasından korkarız. DEHAP'ı yönetenler bu davranışlarıyla sözcüleri oldukları kitleye, partilerine ve Türkiye'ye zarar vermişlerdir. Ayıplamamak mümkün değil. DYP'ye gelince; şüphesiz ki imtihanda. DYP şu ân en etkili muhalefeti yapan parti. Mecliste 3 Milletvekiliyle temsil edildiği halde adeta ana muhalefet partisi. Oylarında istikrarlı bir artış olacağı muhakkak. 3 Kasım seçimlerine böyle bir olay bulaşmasaydı Meclise girmiş olacağı da bugün açıkça belli, dolayısıyla seçim mağduru. Ancak olan olmuştur. Türkiye'nin menfaatleri her menfaatin üstündedir. DYP dikkat etmeli ve iki partiden kanırtılarak alınan şaibeli imkânlarla grup kurmaya tenezzül etmemelidir. Zaten AK Parti de buna fırsat vermez. Nitekim bu parti, gerekirse mahalli seçimlerle genel seçimleri birleştirerek halka gidebileceklerini ilân etti. Yargıtay kararından sonra CHP sözcüsünün yaptığı tahlil, meseleyi toparlayıcı mahiyette. Buna göre 3 ihtimal var. 1-YSK kararları kesindir. Başka hiçbir işlem yapılamaz. 2-Üç Kasım seçimleri yok hükmündedir. 3-Kısmen iptal. Toplumun beklediği 1. maddenin tecelli etmesi. 1. Madde aşılırsa 3. madde devreye girer. YSK, tartışmalı bir pozisyonda bile kısmen iptal yoluna giderse AK Parti grubuyla seçim kararı alır. Trilyonlarca lira lüzumsuz bir seçim uğruna israf olur. Hükümet rölantide çalışır. Yatırımlar durur. Döviz artar. Irak'ta a'dan z'ye her şey aleyhimize gelişir. AK Parti daha iyi konuma yükselir. DYP Meclise girer. CHP kan kaybeder. Bu tablo ortaya çıkıp taşlar yerine oturana kadar, kaos yaşanır. Türkiye'yi kaosa sürüklemek yanlış olur
.
Cenazeler, avlular ve aydınlar
3 Ekim 2003 01:00
Evden çıkarken zihnimiz, hep o düşünceyle meşguldü. Aydınımıza acıyorduk. Onlar hesabına gerçekten üzüldük. Bu fikir, son günlerdeki ölümler dolayısıyla aklımıza takılmış olmaslıydı. Medya mensupları yakınlarını veya arkadaşlarını kaybediyorlardı. Haliyle kederliydiler. O acıyla cenaze namazının kılınacağı camilere gidiyorlardı. Ama onlar, avluda dizilip duruyorlardı. Buna bazıları tepki vermekte. Hayır acımak lazım. Bizim aydınımız, kızılacak değil, acınacak haldedir. Kızanlar neden kızıyorlar? Çünkü namazı her zamanki cemaat kıldırmakta, ölü yakınlarıysa avluda bekleşmekteler. Siz bilir misiniz? O aydınlardan bazısı ilk defa o namaz münasebetiyle camiden içeri adım atmıştır. Onun için kızmamalı. Kusurlu yalnızca onlar değil, camiyi sevdiremeyen, vatandaşını camiye çekemeyen, onlara namaz kılmayı öğretmeyen din adamı da kusurlu. Bu düşüncelerle iş yerine gelip gazeteleri incelemeye başladığımızda bir gazetedeki sür manşet haber dikkatimizi çekti. Gündemle zihin gündemimiz örtüşmüştü. Habere göre TDV Konya Şube Başkanı bir şeyler demiş. Haber 1. sayfada "cenazelerini yıkamayız, devam sayfasındaysa namazlarını kılmayız" şeklindeydi. Sözü edilenler YÖK Başkanı Kemal Gürüz ve İstanbul Üniversitesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu. Nereden çıktı şimdi bu mesele? Dert az da yenileri mi tedariklenmekte? Haberi okuduk, din adamının konuşması malum hissiyat ve hamasetle dolu. O iki aydının din, diyanet, İHL, vs gibi kurumlara karşı bakışlarına duyulan öfke dile getirilmiş. Evet, onların yaklaşık düşünceleri böyle, dediklerine katılmak asla mümkün değil. Ancak o şube başkanının laflarını tasvip de asla mümkün değil. Bu aydınlar, dini ve diyaneti tanımıyor. Devrin aydınına din adamları tarafından hep cepheden saldırarak cevap verildi, lakin diyalog kurulmadı. Resulullah'ın üslubu bu değildir. Bu üslup, Kubilaycılık rolündeki rektörün yersiz hiddetlenmesi gibi. Kavgalarla bir yere varılmaz. Son cümlesi çok yerinde, "toplumun her kesimi ve kurumu sorumluluğunu bilmelidir". Kendisi dahil. Yoksa İslamiyet'in reddettiği fitne çıkartılmış, bozgunculuk yapılmış olur. İmam, cenazenin Müslim veya gayrı Müslim olduğunu tahkikle mükellef değildir. Müslümanlar, bir cenazeyi camiye getirmişse hazır olan cemaatten iştirak edenlerle namazı eda edilir. Sonrası Cenab-ı Hakkın bileceği iş. Yeni İmran Öktem fitneleri çıkartmak da teğmen Kubilay fitneleri çıkartmak da ülkeyi kargaşaya sürüklemektir... Memur zihniyetiyle din adamlığı olmaz. Dinimizde namaz boykotu veya namaz grevi var mı? Açlık orucu olmadığı gibi. Cehennem gişe memurluğu yapılamayacağı gibi. Bu din, merhamet dinidir. Kızmak yerine merhamet gösteriniz. Bu ülkede yaşadığı halde İslamiyet hakkındaki bilgisi eskimolar kadar bile olmayan aydınımıza acıyınız. Veya hem din adamımıza hem aydınımıza acıyınız. Yeter ki acıyınız...Acıma duygusunu zenginleştirmeye bakınız.
.
Kızların dansöz oynatması!
6 Ekim 2003 01:00
Bu yıl kızların spor yılı oldu. Atlayanlar, zıplayanlar, koşanlar, top koşturanlar. Onlardan biri, antrenörü ile birlikte yaşamaktaymış. Yaptığı dereceler yüzünden midir her nedense kimse üzerinde durmuyor. Halbuki bir de o antrenörün eşi var. O eşin sancıları, gözyaşları var. Dahası o atletin muhafazakâr bir ailesi var... Bu bayana bütün iltifat ay-yıldızlı bayrağı bilmem nereye taşıdı görüşüne dayandırılmakta. Acaba her değeri yerlere sererek bayrağı bir yerlere taşımak doğru mudur? Ay-yıldızlı bayrak bizatihi o değerler için değil mi? Neden mesele tek taraflı olarak ele alındı? Neden birinci sayfalarda, baş yazılarda övgüler dizildi de diğer husus ve diğer kadının hayatı ve sancıları hatırlanmadı? Yoksa zamanında bir kızın Avrupa güzellik kraliçesi seçilmesindeki tezgâh, bir kere daha gündemde de bizimkiler mi farkında değil? Resmettiğimiz şartlara bakınca en sağından en soluna en dindarından en laikine kadar medya neden at gözlüğü takmakta? Her değeri yitirerek varılan yer değer midir? Kızların dansöz oynatması normal midir, bir duygu sapması mıdır? Onlara "filenin sultanları" dendi. Kötü oynadılar, ikinci oldular. Olabilir. Ne bir atlet her zaman şampiyon olur, ne bir takım. Bunlarda yadırganacak taraf yok. Yadırganacak olan cemiyetin önüne çıkmış insanların o cemiyetin kıymet hükümlerine ters davranmaları, bu üslup ve hayatlarıdır. "Filenin sultanları" gibi mübalağalı bir unvana kavuşanlar, maçı kaybettikleri gece konuk oyuncularla bir araya geldiler. Elbette, doğrusu da bu. Düşman olacak değillerdi.. Kız kıza eğleneceklerdi. Fakat, o kadarla kalmadılar. O gece bu kızlar bir de dansöz oynattılar. Bazıları o dansözle birlikte bir dansöze taş çıkartacak kadar hünerler sergilediler. Manzarayı görenler görmüştür. Görmeyenler lütfen tahayyül etsinler. Türkiye'nin bir kız takımı, misafir kız takımını ağırlıyor. İkramlar arasında sahneye dansöz çıkarma da var. Bu davranışın tasvibi mümkün mü? Bazı evini, eşini, işini ihmal eden erkekler rakı eşliğinde sahnede kıvrılan dansöze baygın gözlerle bakıp nefslerini tatmin yoluna gitmekteler. Peki, ya kızlar? Medya bu anormalliği de görmedi. Göremedi. Şöhretin şiddetinden bunu dile getirmedi. Doğruları konuşup yazamadı. Sebep aynı nakarat "ay-yıldızın bir yerlere taşınması". Mübarek ay-yıldız bir yerlere taşınmıyor. O, ayağa düşürülmekte. Bu temsil meselesi artık sorgulanmalı...
.
Bir insan ömrü için 60 milyar nedir ki?
7 Ekim 2003 01:00
İstanbul Hukuk Fakültesi'nde talebe iken iki hocamız derslerine daha bir damgalarını vururlardı. O zaman henüz "karizma" kelimesi türememişti. Onun yerine o şahsiyetli "şahsiyet" kelimesi kullanılmaktaydı. Şahsiyetli hocalardı. Mükemmel bir hukuk lisanları vardı. Türkçe'yi şiir gibi kullanırlardı. Daha dün bir taşra lisesini bitirip de fakülteden içeri girmiş talebeye "siz" diye hitap eder, "siz buyurunuz efendim" gibi kibar ifadelerle ders yaparlardı. Talebenin suallerini insanı şaşırtacak bir sabırla dinler, derinlemesine izahtan yorulmazlardı. Taşralı gençle en girift hukuki problemleri bir hukuk alimiyle konuşur gibi müzakere ederlerdi. Her ikisi de İstanbul Beyefendisi neslinin son numunelerindendi. Bu iki hoca adaştı, medenici Prof. Dr. Selahattin Sulhi Tekinay ve cezacı Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer. Biz onları "Tekinay" ve "Dönmezer" diye andığımız için isimdaşlıklarını o zamanlar herhalde pek de fark etmemiştik. Tekinay Hoca, rahmeti rahmana kavuşalı çok oldu. Dönmezer Hoca 85 yaşında. Kendisinde 4 yıl okuduk. Görmeyeli tam 30 yıl oluyor. Dün bir gazetede mülakatı vardı. Fotoğrafına baktık pek değişmemiş. Hoca, mülakatında HIV virüsü kapan o çocukcağız için mahkemenin verdiği 60 milyarlık tazminatı komik bulmuş. Metni okuyunca çok memnun olduk. Çünkü geçenlerde biz de bir konuşmada aynı kelimeyi kullanmıştık. Böylesine elem verici bir hadisede davalı Kızılay'ın 60 milyara mahkum edilmesi tek kelimeyle komiktir. 60 milyar, bırakınız çocuğu, anne-babanın çocuğun okula devam etmesi-etmemesi hususunda çektiği azabı bile karşılamaz. Mahvedilen bir hayat ve karşılığında 60 milyar. Bir insan ömrü için 60 milyar nedir ki? Bu çocuk büyüyüp 60 sene yaşasa yıla bir milyar düşer. 60 milyar değil, 6 trilyon bile az. Kızılay nasıl olur da böylesi vahim bir hata işler? Kabulü mümkün değil. Hoca, davaya bakan hakimi kınıyor. Hakim, hayatın ne kadar içinde? Onun için 60 milyar dev bir rakam. Bu birinci sebep. İkinci sebepse öyle bir niyet taşınmasa bile Kızılay'ın kayırılması. Tâ ilkokuldan itibaren en az 10 yıl bir derneğin propagandasına muhatap olmuş bir çocuk ileride hakim bile olsa ister istemez onun tesirinde kalır. O halde... Türkiye'nin en kıdemli hukuk hocası, hepimizle birlikte verilen tazminatı komik buluyorsa adalet, vardığı neticeyle amme vicdanını tatmin etmiyor demektir. Davanın iadesiyle yeniden görülmesi gerekir. Medya, nedense Kızılay faktörünü atlayarak çocuğun sınıf arkadaşlarının aileleri üzerinde durdu. Hayır onların hiçbir suçu yok. Asıl takibi gereken HIV'li kanı nakleden Kızılay adlı imtiyazlı dernek. İnsan hayatı bu kadar basit değil. Bir yerde yargı kararı komik olursa orada adaletten söz edilebilir mi?
.
İmaja dikkat
8 Ekim 2003 01:00
Buna "kimliğe özen" de diyebilirsiniz. Alakasız gibi gelebilir ama değil, '60'lı yıllarda Avrupa'ya ilk defa adım atan Türk işçisi, büyük heyecanla karşılansa da hayaller de soldu. Batılı "Türk" denince yüzyılların birikimiyle zihninde bir tipleme yapıyordu. 100 okka ağırlığında, tomruk enseli, pala bıyıklı adamlar. Gidenler tabii ki böyle değildi. Bu taraf, şaşırtsa bile yadırganmamıştır. Ne var ki yadırgattığımız taraf çok oldu. Avrupalı, Türkleri sadece tasvir ettiğimiz fiziği ile hatırlamıyordu. Onların hakkımızdaki diğer kanaatleri daha güzeldi. Zaman zaman bu konularda hayal kırıklığı yaşandı. Temizlik, zarafet, kibarlık, sosyal ilişkilerdeki seviye gibi. Batıda bir imajımız olduğu gibi doğuda da bir imajımız var. 1920'li yıllardan sonra Türk askeri ilk defa bir Arap memleketine gidiyor. Oralarda hakkımızda çok güzel imajlara sahip insanlar bugün de yaşıyor. Bu imajı yıkmamak ve yakmamak lazım. Irak topraklarındaki herkese kardeşçe el uzatmalıyız. Orası yalnızca müteahhidimize iş sahası olarak görülemez. Amerika'ya taşeron görüntüsü ise hem içerde hem dışarda felaket olur. Gittiğimiz topraklarda ilk zamanlar tereddütle karşılanabiliriz. İlk zamanlar bazı yerlerde direniş de olabilir . Kayıplar vermemiz de sürpriz sayılmasın. Türk askeriyle yerli halklar arasına ajanlar girebilir. Bilhassa Kürtler kullanılmak istenecektir. Bütün bunları aşma durumundayız. Halk, Türk askerini hayalindeki yerine oturtabilmeli. Bunu biz yapacağız, yapmaya mecburuz. Peşin hükümle yaklaşanlar bile zaman içinde rahatlamalıdır. Onun için subayımızı askerimizi iyi hazırlamalıyız. Askerimizin farkı olmalı. Amerikalı, İngiliz, Polonyalı askerler gibi işgalci muamelesi görmemeliyiz. Böyle muamele görmemek ortak yanlarımızı ön plana çıkartmakla mümkün. Gidecek subay ve askerlere Irak'ın sosyal, beşeri, etnik ve dini yapısı çok iyi belletilmeli. Askerimiz, Iraklıya Irak'ın istikrar ve menfaati için oraya gittiğini inandırmalıdır. İmamı Azam'ın, Abdülkadiri Geylani, Hazreti Ali gibi din ulularının türbelerinde dua eden, Cuma namazında halkla birlikte secdeye varan, yoksul, düşkün ve mazlumların derdini paylaşan "müslüman Türk" askeri dışlanmayıp benimsenecektir. Güneydoğuda dahi ilk dönem önemli hatalar işlenmişti. Temsil kabiliyet ve şekli önemli. Yalnızca Bosna, Kosova, Somali ve Afganistan'ı düşünüp aldatan bir iyimserliğe kapılmayalım. Bölge insanı, onlardan biri ve kardeş olduğumuza kalben inanmalılar. Bu inancı uyandırmak meşakkatsiz olmaz. Türk milleti de hükümeti de devleti de unutmamalı... I. Dünya harbinden sonraki en büyük askeri, siyasi ve satratejik olayla karşı karşıyayız. Tezkerenin ilk günden geçmesi gerekiyordu. Takdir bugüneymiş. Milli irade, milli menfaatlerimiz için Mehmetçiği nihayet vazifelendirdi. İmaja dikkat... Yolları açık, yüzleri ak olsun. TBMM'nin kararı, Türk, Kürt ve Araplar ve Ortadoğu için hayırlı olsun
.
Dönemeç
9 Ekim 2003 01:00
Hükümet, iyi gidiyor, orduyla da, bürokrasiyle de ahenk içinde çalışmakta. Halk memnun. Medya, büyük ekseriyetiyle destekçi. Yıkıcı bir muhalefet yok. Piyasalar tam güven içinde. Ticaretin düşmanı rakamlar geriletilmiş durumda. Herkeste bir kalkınma heyecanı göze çarpmakta. Krizden sonra gelen bu güneşli hava gözleri kamaştırıyor. Bu haliyle AK Parti hükümeti, Demokrat Parti, Adalet Partisi ve Anavatan Partisi'nin ilk zamanlarına benzemekte. Tıpkı bu partiler gibi halkı sevindiren hamleler yapmaktalar. Onun için anket grupları, iktidar partisini muhtemel bir seçimin de galibi olarak görüyorlar. Ne var ki yol uzun ve çetin. Hükümetin önünde dağ gibi iç ve dış meseleler var. İçerde en ağırlıklı problem işsizlik. İkinci ağırlıklı problem fert başına düşen milli gelir payının geriliği. Bazı emekliler hâlâ sadaka gibi maaş almakta. Dışarıda ise AB, Irak, Kıbrıs ve Kürt gailesi bulunuyor. Hükümet, içerde insanca yaşama şartlarını hazırlamaya çalışıyor. Dışardaki dertler çok yönlü ve çok girift. Onlarda yalnız değiliz. Gaileleri haileleştirdiler/dramlaştırdılar. Buna rağmen millet ümitvar. İş başındaki kadronun iç ve dış engelleri aşacağı kanaatinde. Orduyla ahenk içinde çalıştığını söyledik. Bu fevkalade bir neticedir. Medya ile aranın düzgün olması da yabana atılamaz. Ahenkler avantaj, pürüzlerin olmaması fırsat. Peki bu hep böyle gider mi? Yoksa bir zaman sonra DP gibi AP gibi ANAP gibi AK Parti'de de kırılmalar, sancılar, çatlamalar olabilir mi? Bunu AK Parti kurmaylarının kendilerine sormaları lazım. Ülke yönetimine talip oldular, kader, onlara bu görevi verdi, imtihandalar. Bir koca grubu gün 24 saat, ay 30, sene 365 gün aynı şekilde elde tutmak kolay değildir. İş, aş bekleyen vatandaşları memnun etmek de kolay değil. Şimdi hükümet, ilk ciddi dönemeci alıyor. Savrulmamaları lazım. Irak'a asker sevkinin yarın ne göstereceği belli olmaz. Bu noktada yalnızca hükümet partisi değil, ülkenin de savrulmaması gerekiyor. Adı geçen eski partiler, hep iyi başladılar ama sonu iyi gelmedi. Bu defa öyle olmamalı. Irak'a gitmek, sıradan bir hadise değildir. Irak'a gitmek tarihe gitmektir. Rövanştır. Onun için AK Parti'nin, içi de hatta belki hükümet bile ve muhakkak ki memleket çok kurcalanacaktır. Hem de ortak ve müttefik bildiklerimiz tarafından. Herkes dikkatli olmalı. Bazı işler vardır ki onlar hükümetler üstüdür. Irak'a asker sevki de öyle. Orada yapılacak hatalar ne bahar bırakır, ne ahenk, ne ağız tadı. Bir dönemeçten geçiyoruz. Tarih dönemeçlerle doludur. Aşağıya bakınız.
.
Dua, takım ve tugay
10 Ekim 2003 01:00
Arka arkaya iki önemli geceyle karşı karşıyayız. İlki bu gece. Şaban ayının 14'ünü 15'ine bağlayan gece, bu yıl 10 Ekim tarihine denk geldi. Kur'an-ı kerim, Levhilmahfuz'a bu gece indi. Duaların kabul olduğu dört geceden biri bu kutsal gecedir. Diğer önemli gece ise yarınki cumartesi gecesi. Bu gece müminler, geçmişin affı, geleceğin güzelliği için dua edecekler. Manevi âlemde bir yılın muhasebesiyle karşı karşıyalar. Yarın geceye gelince, yarın gece Türkiye-İngiltere karşılaşması var. Yarın gece de önemli. Maça ne kadar yakın veya uzak olduğumuzu bilirsiniz. Fakat bu defaki öyle değil. Bir milli görev karşısındayız. Spor centilmenlik oyunudur vs. doğru, öyle de olması lazım. Ancak rakibiniz de öyle düşünüyorsa. İngiltere öyle düşünüyor mu? Ne gezer? Aylar öncesinden karalamaya başladılar. Aleyhimizdeki karalama kampanyası halen de devam ediyor. Stadda 5 bin polis iş başı yapacakmış. Bu menem centilmenliktir ki 5 bin polise ihtiyaç oluyor? Belki bir o kadar da sivil polis çalışacaktır. O halde ortada bir iddia var. Kozların paylaşılması kavgası var. İşin kötü tarafı bizimkiler, Türkiye'ye karşı hoş olmayan hisler içindeki bu takıma hiç gol atamamışlar. Artık bu ayıbın silinmesi gerekir. Bu sebeple Hakan Şükür'ün dediklerini takdirle karşıladık. Bu futbolcumuz şöyle diyor, "İngiltere'ye gol atarsam bunu önceki 40 golüme denk sayacağım. Şayet başka bir arkadaşım İngiltereye gol atarsa 40 golümü ona hediye edeceğim." Bu şuur alkışlanır. Duaların kabul olduğu gecedeyiz. Dedelerinin kanlarından güllerin açtığı Irak'a gidecek 28. Piyade Tugayımızı unutmayınız. Ayrıca Fenerbahçe Stadına çıkacak olan "Futbol Tugayımız"ı da unutmayınız. Dualar sadece şahsi olamaz. Irakta da Fenerbahçede de zorlu mücadeleler veriliyor. Bir milletin düştüğü yerden ayağa kalkma destanının yazılması gerektiği günlerdeyiz. Kalkınma her alanda, her cephede olacak. Engin şuurlar ve geniş ufuklarla düşünmeli ve koşmalı. Saf Kürde "gelme" dedirten kim? O coğrafyayı zor günümüzde bizden kopartanlar. Onlara "gelme" dedirtiyorlar, bize de "gelmiyoruz" diyorlar. Niçin? İstanbul'da can güvenliği yokmuş. İstanbul medeniyet beşiğidir. Hem mağlup olmalı hem de bunu öğrenmeliler. Onun için bu gece daha çok dua. Duanın yapmayacağı yoktur.
.
Sinema bileti, maç bileti, kitap bileti
13 Ekim 2003 01:00
3 milyon civarında seyirci toplayan filmler de görmeye başladık. Türk sinemasının kaydettiği merhale sevindiricidir. Bu günlerin işareti 10-15 yıl evvelinde reklam filmleriyle ortaya çıkmıştı. Benzer işaretler bugün tv dizilerinde de tekrarlanmaya başladı. Dizilerde 2-3 yıldır köklere dönüş gayreti sezilmekte. Bu yerlileşmeyle önemli sıçramalar yapılabileceğini şimdiden tahmin edebiliriz. Bunlar, sinema ve tv endüstrimiz adına iyi gelişmeler. Ancak sorgulanması gereken taraflar da var. Bir film, 3 milyon civarında seyirci topluyorsa onun elde ettiği ciro nedir? Çarkın dönmesi için muhakkak ki hatırı sayılır kâr etmeleri lazım. Fakat sinema bir sanat faaliyetidir. İmkânı dar insanı sanattan mahrum edemezsiniz. Bir film bileti 10 milyon civarında. Büyük şehirlerde sinemaya gidilmesi-gelinmesi, bileti, eğlenceliği, içeceği derken aşağı-yukarı 25 milyon gitmekte. 25 milyon çok para mı? Olan için değil. Gençler için çok. Burs veya harçlıklarının hatırı sayılır bir kısmı. Öyleyse film yapımcıları şöyle de düşünebilirler -bu aynı zamanda ticari bir mantıktır- "bu fiyat politikasıyla bu kadar seyirci çekildiğine göre fiyat düşürülünce ne olur?" Kat kat artar. Maç biletine gelince... Sinema biletinden kat kat fazla. Ciro fevkalade yüksek ama "bağış" diyerek kanuna karşı hile yapılmakta. Güya bileti alan seyirci bir kulübe para bağışlamaktaymış... 90 dakikalık bir film için 25 milyon. 90 dakikalık bir maç için onun 1 veya 10 misli... Biraz da kitap biletini konuşalım. Kitap bileti ne demek? Hayır, kitap bileti yok, kitabın fiyatı var. Sinemaya 25 milyon, maça 50-100 milyon verilirken bunların yanında sembolik etiketler taşıyan kitaplar ne yazık ki pahalı bulunmakta. Bu kanaat yanlıştır. Kitap, emek yoğun ve maliyet yüksek bir emtiadır. Ömrü -iyi korundukça- dünyayla kaimdir. Dış piyasalarla karşılaştırıldığında bizde kitap fiyatları çok çok düşük. Fuar mevsimine girdik. Bir fuar da bir stad kadar müşteri çekebilmeli. Sinemaları dolu, ekran önleri dolu, stadları dolu, kitapevleri, kütüphaneleri, fuarları boş bir ülke mongol görünüştedir. Olur olmaz faturada şu veya bu payı diye bir uygulama sürüp gitmekte. Peki -mesela- maç biletinden yüzde 2-3 gibi bir kısım kütüphanelere ayrılamaz mı? Maddî imkânlarla desteklenen kütüphaneler birer kültür merkezi haline gelebilirler. Kalkınma kitaptan geçer.
.
Ordumuzun yanındayız
14 Ekim 2003 01:00
TSK, Irak'ta hizmet vereceği bölgeleri açıkladı. Selahaddin eyaleti, el Anbar ve el Anbar'ın kuzeyi. Tercihi bunlardan ilk ikisi. sahanın netleşmesinden sonra gidecek asker sayısı da belli olacak. Mevcudumuzun 10 binden az olmayacağı kuvvetle muhtemel. Askerî sözcünün yaptığı açıklamaya göre intikal, aynı zamanda Irak demiryolu kullanılarak gerçekleştirilecek. Bu demiryolu, tarihteki meşhur ismiyle "Bağdat Demiryolu"dur. Sultan Abdülhamid zamanında inşa edildi. Bu coğrafyaya imparatorluğu kaybetmeden bir adım öncesinde bile kazandırdığımız bir medeniyet eserine en çarpıcı misal. Biz o gün almaya gitmediğimiz gibi bugün de almaya gitmiyoruz. Irak, Asya'nın en doğu ucunda mesela Kamboçya gibi bir diyar değil. Toprak, iklim kültür, din dil geleneklerle birlikte iç içeyiz. Komşumuzdaki karmaşa ve kargaşa topyekun bölgeyi sarsacaktır, bu yüzden bîgâne kalamayız, gitmeye mecburuz. Neden? Türk askerinin Afganistan'a gitmesine karşı çıkılmadı da buna karşı çıkılıyor? Bîtaraf olan bertaraf olur sözünün tam yeri. Bîtaraf/tarafsız olamayız. Bizim tarafımız huzur, barış, istikrar ve kardeşliktir. Kürt kardeşlerimizin anlayışlı olmaları lazım. Kimsenin kendilerine bir şey dediği yok, tedirgin olmasın ve fitneye kanmasınlar. Silahlı kuvvetlerimiz şimdiden açıkladı, bir sataşma ânında sataşan layık olduğu karşılığı alacaktır. Bu sözün muhatabı Kürtler değil. Kürtleri bir ideolojiye alet edenler. Irak'a gitme mevzuunda TBMM kararından sonra TSK'nın açıklaması ikinci merhaledir. Üçüncü merhalede oradayız. Aslını sorarsanız geç kaldık. Geç kaldıkça problem çatallaşıyor. Tezkerenin geçmemesi vahim hataydı. TBMM tatile girmeden karar alınmaması da hata oldu. Buna rağmen avantajlarımız var. Kuvvetli bir tek parti iktidarı avantaj. O iktidarla ahenk içinde çalışan güçlü bir ordunun varlığı ikinci avantaj. Piyasaların düzgünlüğü büyük avantaj. Bu itibarla karar hayırlı olsun. TSK sakın ola ki sokak çığırtkanlarını kaale alıp moraline halel getirmesin. Onlar 0.5 bile tutmaz. Türk milleti yekvücut halde ordusuyla beraber. Bunda kimsenin şüphesi olmasın.
.
İmam Hatip'te ısrar hata olur
15 Ekim 2003 01:00
Muhafazakâr halk kitleleri, İHL'lerini Adnan Menderes'in DP'sinin açtığını sanırlar. 1946 Seçimlerini hileli bir şekilde kazanan CHP toprağın ayakları altından kaydığını hissettiği için halka şirin görünerek rey kapma maksadıyla 1948-49'da bu mektepleri maarifin hizmetine verir. Niyet her ne olursa olsun. İHL'lerine açıldığı dönemde şiddetle ihtiyaç vardı. 1930'lu yıllarda kapatıldığından aradan geçen 20 yıl kadar bir zaman içinde imam ve hatip yetişmemiş ve bunun neticesi olarak da köylerden başlayarak cenaze kaldıracak din adamı bulma sıkıntısı dahi ortaya çıkmıştı. Onların kuruluşlarında siyasi menfaat güdüldüğü gibi sonrasında da siyasi maksatlar güdüldü. Bir çok sağ iktidar da suiistimale varan menfaat devşirmeciliği yaptı. Kendi çocuklarını gözde yerlere, fakir-fukaranın çocuğunu buralara yönlendirdiler. Ancak bu okullarda çocuklara dinleri imanları Kur'anları öğretildiği için halk, büyük teveccüh gösterdi. İHL'lerini parası-pulu ve dişi-tırnağıyla vatandaş yaptı. Fakat siyasiler bir kurdele kesmekle parsayı topladılar. İHL'lerine ihtiyaç var mıdır? Mutlaka. Ancak isminin illa böyle olması şart değil. İHL'leri neden ihtiyaç oldu? Kur'an ve din bilgisi sebebiyle. Tabiatta boşluğa yer yoktur. Eğitim ve gündelik hayatta doğan boşluk bahsettiğimiz tarihi seyriyle doldu. Bir ara bu liseleri bitirenlere üniversiteye giriş hakkı yoktu. Onlar da normal liselerin fark derslerini vererek fakülte kazanıyorlardı. Sonra hak tanındı. Ne var ki İHL'leri hiçbir zaman tartışma konusu olmaktan çıkmadı. Bunu bitirmek lazımdı. 28 Şubattan önce de sonra da şu tekliflerimiz oldu. Ortaokul ve liselere de Kur'an-ı kerim dersi konsun, din dersleri takviye olsun. İHL'lerine İlahiyat Koleji adı verilerek sayıları azaltılsın, fakat daha zenginleştirilsin. İHL'lerin mesele yapılması her iki taraf için de manasız. Diğer liselerden hemen hemen tek fark Kur'an-ı kerimdir. Kendi gayretleri olmayanların Arapça vs. öğrenmesi imkânsız. Öbür liselerde İngilizce öğreniliyor mu ki imam hatiplerde Arapça ve fıkıh öğrenilsin? Artık bu konunun gerilim mevzuu yapılmaktan çıkartılması şarttır. Siyasetçiler sömürdü. Mezhepsizler, reformcular, "İslamcılar" bu okullarda at oynattı. Orada okumuş ve okuyan çocukların da düşünülmesi gereken ruh sağlığı var. Tekrar ediyoruz, ilk ve orta dereceli okullara Kur'an-ı kerim dersi konsun. Din dersleri nazari ve tatbiki olarak takviye edilsin. İHL'leri ihtiyaç miktarıyla sınırlansın ama hakkıyla fıkıh, hakkıyla Arapça, hakkıyla İngilizce öğretilsin. Ancak yine de bunların da önü illa İlahiyat fakültesine gideceksin diye kesilmesin. İlahiyatların da diğer okullara açık olması gerektiği gibi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bir İHL mezunu olduğu halde son tartışmada hislerine kapılmayarak iyi yaptı. Şimdi de Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'le kafa kafaya vererek probleme kökten bir çare bulsunlar. Her şeyin bir ömrü var. İsminin değişmesi dahi fayda getirecektir. Üniversiteye de bir zamanlar darülfünun deniyordu. Son sözümüz ordu adına mikrofon ve kamera önüne çıkan askerlerimize. Bu kadar hassas bir dönemde, çok şey düzelmişken, Irak hazırlığı yapılırken halkın gönül koyduğu bu gibi meselelerde ne olur fikir beyan etmeyin. Hükümetle medya önünde konuşmak şart mı? Zaman en iyi çaredir. İmam hatiplere en akılcı çareyi bir imam hatipli olan Recep Tayyip Erdoğan bulmalıdır. Akıl içinse yol bir.
.
Tereddüde mahal yok
16 Ekim 2003 01:00
Amerika'nın Kandildağı meselesinde karlı dağdan serin kalması hiç de beklenmedik bir netice değil. Eğer bizimkiler, stratejik ortağımızın KADEK'i Kuzey Irak'tan çıkartacakları gibi bir fikre samimi olarak inandılarsa saflık göstermişler. "Siz, tezkereyi çıkartın, ben Kandildağı'nı temizleyeceğim" diyen Washington, artık ipe un sermekte. Bu yetmezmiş gibi Irak'taki 'Türk varlığı'na karşı şiddet eylemleri de başladı. Irak'a gitmemizi Kürtler istemiyor, Araplar da istemiyor, PKK/KADEK konusunda da "tavşana kaç tazıya tut" siyaseti güdülüyor, öyleyse biz niye gidelim? Eğer... Biz, Irak'a ABD taşeronluğu için gideceksek bu mantık doğrudur. Böyle düşünen birinin mevcut olacağına ihtimal vermek fevkalade zor. Türkiye, Irak'a büyük devlet mecburiyetinden dolayı gidecek. Zihin karışıklığının anlamı yok. Irak Kürtleri, Talabani ve Barzani aşiretlerinden ibaret değil. Daha yığınla aşiret ve Kürt mevcut. Onlardan herhangi bir itiraz yükselmiyor. Barzani ve Talabani Irak Kürtlerinin tamamını temsil etmemekteler. Keza şiddete, silaha baş vuran Şiiler de Arapların tamamını temsil etmiyor. Bir elçiliğimiz yıkıldıysa dünya yıkılmadı. Geri adım atarsak uzun vadede kaybederiz.. Ne ABD'nin PKK/KADEK'in arkasında ne de İngilizlerin Kürleri arkasında olduğu meçhul. Daha Almanı, Fransızı ve topyekun "garplılar" var. Her biri bir unsura hami rolüne soyunacak. Biz karalanacağız ki başkaları dost görünsün. Çünkü orada petrol var. Askerimiz pikniğe gitmeyecek, şehidler vereceğimizi şimdiden kabul ediniz. Bu ülkenin sultanları, "Devlet-i Ebed Müddet" uğruna öz evladlarını feda ettiler. Onlarınki can değil miydi? Ecdat bu fedakârlığı yaptığı için şimdi milletimiz ve vatanımız var. Amerikalı, İngiliz, Alman vs. hemen yanı başımızdaki olaylara müdahil olacak, Türkiye seyredecek. Böyle bir devlet, bölgede ve dünyada söz sahibi olabilir mi? Bu mümkün mü? Herkes savaştan seçime kadar bölgemizde. Azerbaycan'da seçim yapılırken ismi geçen aynı ülkeler Bakü'deydi. Onları davet eden mi oldu? ABD'yi Irak'a davet eden mi olmuştu? Geç kaldınız.. tereddütlere kapılarak oyalanıp daha da gecikirseniz bu defa isteseniz de giremezsiniz. Dostlarımız, rakiplerimiz, stratejik ortaklarımız seçimden savaşa kadar burada iken biz kendimizi sınırlarımıza mahkum edemeyiz.
.
Sis
17 Ekim 2003 01:00
Bugün tarihte ne oldu? Bugün, 17 Ekim 1950'de ilk Türk tugayı Kore'ye çıktı. Mao, önderliğindeki kızıl Çin, komşu ülkelere rejim ihracı peşindedir. İstila ve içten ele geçirmelerle komünist diktatörlükler kurdurmakta. Devir, soğuk savaşın ilk yılları. Dünya, iki kutba doğru gitmekte. Kutuplardan birini temsil eden ABD, Mao'nun önünü kesme niyetindedir. Onun için Kore'ye gitmiş, dünyadan da asker istemektedir. Türkiye'de ise 14 Mayıs 1950'de iktidar değişmiş, DP başa gelmiştir. Çin'in Kore'yi tehdit ettiği gibi Sovyetler de bizi tehdit etmektedir. Kars ve Ardahan'ı almak, Boğazlar üzerinde söz sahibi olmak istemektedir. Anti komünist blok, I. Dünya Savaşı sonrasında doğan komünist dünyaya karşı II. Dünya Savaşı sonrasında NATO'yu kurmuştur. Türk hükümeti, tehditler yüzünden NATO kalkanını kullanma peşindedir. Neticede Kore'ye asker gönderdik, karşılığında da NATO'ya girdik. Kim bilir, belki de gerçekten böylece bir istiladan kurtulduk. O günler artık tarih. O gün Kore'ye adım atan 20'lik Mehmetçik'ten kaçı hayattadır acaba? Şimdi bazıları diyor ki... Kore'de ne işimiz vardı? Kore'ye gitmeseydik, belki doğu Anadolu giderdi belki de Boğazlar. Onun için Kore, yakın tarihimizde bir dönüm noktasıdır. Ne var ki hakkıyla tanınmaz. Kore denince hep iki vak'ayı hatırlarız. Onlar bu harekatın ruhunu temsil eder. İlki... Yola çıkmadan az öncedir. Bütün subay ve askerler, Ankara stadyumuna toplanmıştır. Başlarında tabur imamı, cemaatle namaz kılmaktalar. Bu sahne TRT arşivlerinde, zaman zaman da gösteriyor. Diğeri bir bayram namazı. Aşağıda nakledeceğimiz malumatı 20 yıl kadar evvel Türkiye Çocuk dergisinde tafsilatıyla yazdık. Tugayımız Kore'dedir, fakat zaman da durmayıp akmakta. Bir mubarek bayram daha gelmiştir. Kalpler daha bir hassas, duygular gurbet kadar ağır. Harp devam ediyor, fidan gibi Mehmetcikler şehid düşmekte, bilinmedik başka gençlerin hayatlarına son verilmekte. Askerimiz dümdüz bir ovada. Düşman biraz ötede. Bir konuda tereddüt yaşanmaktadır. İçlerinde general Tahsin Yazıcı ve albay Celal Dora'nın da olduğu komutanlar, aralarında haylice müzakerede bulunurlar. Soru şudur: -Bayram namazı kılınacak mı, kılınmayacak mı? Kılınsa bir düşman taarruzu olabilir, kılınmasa namaz terk edilmiş olur. Herhalde kalpler burkulur. Zor ânlardır. Neticede karar verilir. Bayram namazı kılınacaktır. Emir, duyurulur. Hazırlıklar yapılır. Önde tabur imamı, arkada subay, asteğmen, astsubay ve erat. Hava açık, ortalık pırıl pırıl. İmamın tekbir getirmesiyle birlikte birden bir sis çöker. Cemaat, önünü zor seçmekte. Sanki gök kubbe bir fanus gibi ordumuzun üstüne kapanarak onu muhafaza etmektedir. Namaz biter, sis veda edercesine yavaş yavaş dağılarak yükselerek Kore göklerinde eriyip kaybolur. Cephede bayramlaşma olur. Erler, "baba"larının ellerini öperler, onlar "evlat"larının yanaklarını öper, yaşıtlar kucaklaşır. Sonra siperlere koşulur. "Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş". Cümlesine rahmet olsun.
.
1789 bitiyor mu?
20 Ekim 2003 01:00
Bu ara Türk aydınının en fazla sıkıntı çektiği konulardan biri kendini ifade edebilme zorluğudur. Sol ve sağ kavramları bitti. Solcu, sağcı, gerici, ilerici sözleri fonksiyonlarını hangi kudretle ifade edebiliyor? Kim sağcı, kim solcu, kim ilerici, kim gerici, neye göre solcu sağcı, gerici? Bırakınız solu sağı, merkez bile sorgulanıyor. Merkez kim? Devlet mi, muhafazakâr parti mi? Muhafazakâr parti var mı? Varsa hangi değerlere göre muhafazakâr? Muhafazakâr partinin karşısındaki parti hangisi? Merkez parti diye ifade edilebilecek kaç parti merkezde, merkeze kaç parti sığar? Bunlar ve benzerleri günün sualleridir. Sol-sağ, sosyalizm-nasyonalizm kavramları 1789 İhtilaliyle hayata girdi ve sonrasında, dalga dalga bütün dünyaya yayıldı. Entelektüel birikim ihtilale yol açmış, ihtilal, ideolojiyi yaymıştı. Sosyalist düşüncenin hayata geçmesi 1.5 asır sonra mümkün olabildi. İktidarda kalmasıysa 1 asrı bulamadı. Çin'i ayrı tutuyoruz. Çin, artık ne kadar sosyalisttir ayrı tartışma mevzuu. Sol-sağ kategorize edilmeler Türkiye'de 1980 darbesiyle darbe yedi. 1983 "dört eğilimi birleştirme" hareketidir. Sovyetlerin dağılması ise komünizmin sonu. Bu hareketlerin tesirleri gündelik hayatla fikir hayatında kendini yeni yeni hissettiriyor. 1789 İhtilali öncesi tarifler kolaydı. "Ehl-i salip", "küffar", "ümmeti Muhammed". Sonra bunlara "milleti Osmani" gibi tarifler eklendi. Fransız İhtilaliyle birlikte yayılan fikirlerle milliyet ve milliyetçilik gelişti. Milliyetçilik "ümmet" ana fikrine alternatifti. Onun kitlelere ulaşmasıyla birlikte etnik kıpırdanmalar başladı. Balkan, Ortadoğu, Kafkas kaynaşmalarının temelinde bu tarihi seyir var. Kodlanmış, kendine misyon yüklenmiş kelimeler artık eskidi. Eskimeye mahkumdu? Sonu, "ci", "cu" gibi eklerle biten sözler yabancıydı. İthale dayalı fikirler kavga sebebi oldu. İhtilalle, yıkılışla kavgayla gelmişti, arkasında muğlaklıklar, boşluklar hatta şaşkınlıklar bırakarak sessiz sedasız çekip gitti. Fransız ihtilalinden sonra klasik imparatorlukların yerini komünist ve kapitalist imparatorluklar aldı. Diğer devletlerse milliyet esaslı kurulmuşlardı. Komünist veya sosyalist imparatorluklar çağı bitti. Kapitalist imparatorluklar denizaşırı yayılmalarla varlığını sürdürme çabasında. AB gibi birliklere üye olunca üniter yapılar ne kadar kendine ait kalır? Aslında gelen deniz dalgaları büyük. Onun için kişiler de partiler de farkında olmadıkları bir şaşkınlık içindeler. Asıl şaşılacak olansa geniş kitlelerin önseziyle doğruları tayin edebilmesi.. Kodlanmış değerlere kayanlarsa şimdi bocalama içinde. Kendinizi veya karşınızdakini hangi kodla sınıflandırabilirsiniz? 1789 tesirler bakımından bitti. Koca koca zamanlarımız kaybolmuştur. Bu ülkede artık kimse solcu-sağcı, gerici, ilerici vs. değil. Peki ne? Yeni sürtüşmeler işte bu arayıştan ötürü
.
Milli Eğitim Bakanlığı'nda Müşavirler
21 Ekim 2003 01:00
Milli Eğitim Bakanımız Hüseyin Çelik, çok çalışkan, fevkalade kapasiteli ve son derecede iyi niyetli bir bakan. İnşaat işçiliğinden akademisyenliğe, oradan bakanlığa yükselmiş bir Anadolu çocuğu. Ne var ki O, çalışmak istedikçe önüne sıra sıra engeller çıkartılmakta. YÖK'le dillere destan boğuşması ortada. Makamlarına sımsıkı yapışmış insanları kıpırdatmak deveye hendek atlatmaktan zor. Bir tarafta tutucular, bir tarafta Hüseyin çelik gibi pırıl pırıl bir zekâ. YÖK problemi yetmezmiş gibi şimdi bir de müşavirler ortaya çıktı. Millî Eğitim Bakanı, bakanlığından 22 müşaviri doğu ve güneydoğudaki okulları incelemeleri için görevlendirmiş. Ne büyük hata değil mi? Evet öyle, bir bakanın müşavirlerine ilişmek ne haddine? Halbuki bundan tabii ne olabilir? Ankara rehavetinde kilo alacaklarına elbette Anadolu'da araştırmalar yapıp bakanlığa raporlar sunmalılar. Bu onların mevcudiyet sebepleri. Fakat hayır. Kimin umurunda Anadolu? Bakanın tasarrufu aleyhine dava açmışlar mahkeme de icrayı durdurma kararı vermiş. Mahkeme kararını birkaç kere okuduk ama kısacık olmasına rağmen bir şey anlamadık. Soyut bir karar. Bu şartlarda bir bakan nasıl çalışsın? Şöyle çalışacak... Önce bu sistemin değişmesi lazım. Teşkilat kanunu yenilenecek. 22 kişi Anadolu'ya gönderildiğine göre bir o kadar da yerinde kalıyor demektir. 3-5 de danışman varsa alın size bir tabur adam. Her gelen bakanla bir-iki kişi girmiş sonunda çalışamayan şişkin kadrolar ortaya çıkmış. Üstelik müşavir ne, danışman kim? Aynı anlama gelen iki kelimeyle dolan kadrolar vatandaşın kesesine yük!.. Şunu hangi müşavir dürüstlükle cevaplandırır?Anadolu'ya gitmeyen aynı zevata -bırakınız zengin memleketleri- aynı süreyle Yunanistan'a gidip oradaki okullar hakkında inceleme görevi verilseydi yine mahkemeye mi koşacaklardı? Bir de şu acı gerçek var. Hüküm, millet adına verildiğine göre karar, milleti tatmin etmeli. Sayın Çelik, şunu bir basın toplantısıyla kamuoyuna açıklamalı. -Bakanlıkta ne kadar müşavir var? Olması gereken ne kadar? Ne maaş alıyorlar? Özel sektör fazladan 1 kişi çalıştırmazken neden devlete yük üstüne yük? Devletin malı deniz olmayalı 4 asrı buluyor. Devlet, IMF'lere, Dünya Bankalarına, iç piyasalara borçlu, devlet faiz ödüyor. Çalışan vartandaş, bürokrasi canavarını hangi vergiyle doyursun? Ağaç çürümüş, dal elde kalıyor... Milli Eğitim böyle de diğerleri farklı mı? Onun için hemen her alanda özelleştirmeye gidilmesi şart.
.
Bilge Hükümdar
22 Ekim 2003 01:00
Aliya İzzetbegoviç veya daha yerli ifadesiyle Ali Ağa İzzetbeyoğlu'nun hayatı da mematı da Müslüman ülke devlet adamları için ibretlik vesika değerindedir. İzzetbeyoğlu'nu böylesine sevdiren ne olmuştur? -Genç yaşından itibaren diktatörlüğe karşı çıkması. -Hapislere düşme pahasına fikirlerinden, hürriyet ve istiklal sevdasından vazgeçmemesi. -Okur yazar ve düşünür olması. -Ve bunların toplamı itibariyle de halkıyla bütünleşmesi, halkının inanç değerlerini kendi inanç bütünlüğü olarak ele alıp ona göre yaşaması. Boşnak lideri, hasta yatağında ziyaret eden son resmi şahsın Türk başbakanı olması manidardır. Recep Tayyip Erdoğan'a dedikleri ise daha da manidar. Merhum devlet adamı, hasta yatağından Türk başbakanına aynen şöyle demiştir: -Çok çalışıyorsunuz, herkesin gözü üzerinizde, dualarımız sizinle. Bu şuur, çok şey diyor olmalı. Zaten bu şuur, O'nu bilge hükümdar ve kahraman konumuna getirmiştir. Ortak kanaat şudur. İzzetbegoviç olmasaydı Bosna devleti de olmazdı. Vefat ettiğinde devletin başında değil, fakat halkın tahtındaydı. Onun için Bosna ahalisi, vefatı iştir işitmez dükkânlarını kapatarak evlerine, camilere dua etmeye gittiler. Şunu fark etmek lazım. Bosna denen bir küçük memleket. O memleket Aliya İzzetbegoviç gibi bir devlet adamını yetiştirmiş. Çeçenistan da aynı şekilde küçücük. O da Cahar Dudayev'i yetiştirdi. Doğu Türkistan küçük değil, ama esir. Doğu Türkistan'ın da İsa Yusuf Alptekin diye bir evladı vardı. Kırım'ın Mustafa Cemiloğlu'nu unutamayız. Kıbrıs'ın Rauf Denktaş'ını gündelik polemikte harcayamayız. Merhum Begoviç'in Türk başbakana dedikleri, doğusu batısı, güneyi kuzeyiyle Türkiye'yi uzaktan yakından çevreleyen bütün bu insanların, milletlerin, toprakların müşterek sesi, müşterek dileği, müşterek duası. Türk başbakanının şahsında Türk misyonunu silkeliyorlar. Soru: Küçük memleketlerden büyük devlet adamı çıkmasını neyle izah edersiniz? Büyük memleketlerin devlet adamlarının, saydığımız isimlerden alacakları çok ibret ve ders var. Milletinin değerlerine ters düşenler unvanlara kavuşur fakat sevgiye kavuşamazlar. Birinciler ölse de unutulmaz. İkinciler yaşasa da unutulur.
.
İngiltere'de hakimler var mı?
23 Ekim 2003 01:00
Hani meşhur sözdür; "İngiltere'de hakimler var!.." denir. Bu deyim, bir gerçeğin ifadesinden ziyade bir gururun afişe edilmesidir. İngiltere, mahkemesine, adliyesine hakimine güvendiği, onlardan haklıyla haksızı ayıran kararlar çıkacağına inandığı için böyle bir söz doğmuş. Haydi bakalım, bu sözü ettiren, ceplerindeki hudutsuz harcama imtiyazı veren çek koçanıyla başı yukarda dolaşan o hakimler, şimdi İngiltere'de hakimlerin var olduğunu ispat etsinler. Çünkü Türkçe'de de bir deyim var: -Lafla peynir gemisi yürümez. İngiltere, İngiltere'de hakimlerin yani adaletin mevcut olup olmadığının imtihan günlerinde. Ada bir mektupla çalkanıyor. 6 yıl evvel Prenses Diana Dodi Fayed ile birlikte bir trafik kazasında can vermiştiler. Şüpheli bir trafik kazasıydı. Meçhul motosikletliler, çiftin içinde olduğu arabayı sıkıştırmış ve ölümlerine yol açmışlardı. O zaman, kaza olup olmadığına dair çok şey yazılıp çizildi. Kaza kabul edilemiyor fakat ispat da edilemiyordu. Şimdi deliller ortada. Şahitler konuşuyor. Öyleyse İngiliz savcısına düşen mükellefiyet, gazetelerde yer alan haberleri ihbar telakki edip harekete geçmesi. Olay şu... Müteveffa Diana ölümünden 10 ay önce uşağı Paul Burrel'e kendisinin bir trafik kazasında öldürtüleceğine dair bir mektup bırakır. Mektupta suikasti kimin yapacağı da yazılıdır. Mektubu ilk yayınlayan Daily Mirror gazetesi, bu ismi yazarak gerçeklere ayna tutamadı. Uşak, mektubu adı geçen gazeteye verdiğine göre başka bir organda yer almaması gerekirdi. Halbuki Daily Mirror'un yapamadığını önceki gün The Sun gazetesi yaparak her şeyi güneş gibi aydınlattı. Demek ki işin esrarengiz tarafı bazılarınca bilinmekteymiş. Prenses, Prens Philip'in ismini veriyormuş. Kim bu adam? Prenses Diana'nın evrak üstünde kocası Prens Charles'in babası, kendi kayınpederi, İngiltere Kraliçesinin kocası, Edinburgh Dükü.. Vak'a tarihinde ortaya atılan iddialardan biri şu şekildeydi. Diana'nın Dodi'den çocuğu olursa bu çocuk ileride resmen İngiliz tahtına varis olacaktır. İngiltere'nin başında bir Müslüman!!! Şüpheli kazada saray, timsahın gözyaşlarını döktü. Şimdi ise gazeteler şöyle manşet atıyor "Diana'yı saray mı ortadan kaldırdı?" Bu sualin muhatabı İngiliz adaletidir. Uşak Paul Burrel mektup ve mektuplardan bahsediyor, prensesin koruması Ken Wharfe prensesin sık sık trafik kazası yoluyla öldürtüleceğini söylediğini haber veriyor, Dodi Fayed'in babası Muhammed el Fayed benzer bilgiler verdikten başka Diana'nın "Prens Charles'a evlilik yolu açılması için kendisinin bir helikopter veya otomobil kazasında öldürtüleceğini" sık sık tekrarladığını naklediyor. İngiltere'de hakimler varsa mektuplar toplanır, şahitler dinlenir, kim suçlu, kim değil, belli olur. İngiltere'nin İngiltere mi İniltere mi olduğu önümüzdeki zamanlarda anlaşılacaktır..
.
Anıtkabir'e çaput bağlayıp mum yakanlar
27 Ekim 2003 01:00
Eskiden bazı cahiller, türbelere çaput bağlayıp mum yakarlardı. İbadet ettiklerini sanıyorlardı.. Bu hurafe şu günlerde yeniden hortladı. Fakat bu defa çaput bağlayıp mum yakma işini din cahilleri yapmıyor, bazı rektörler, bazı profesörler, bazı dernek mensuplarıyla onların peşine takılan bazı talebeler, bunu yapmaktalar. "Cumhuriyete Saygı" için yürüyorlarmış. Katılmayanlar cumhuriyete saygısız mı davranmış oldu? Peki neden yürüyorlar? YÖK kanunu ve Meslek Okulları Kanunundaki düzenlemeler sebebiyle. Bazı imkânlar, bazı makamlar bazılarının elinden kaçıyor. Bunların sayısı 3-5 kişi. İşte bu 3-5 kişi, dün din adına sokağa taşan yobaz gibi "cumhuriyet" diyerek "laiklik" diyerek "Atatürk" diyerek yine sokağa taşıp insanları hassas yerlerinden yakalayıp Anıtkabir'e yürüyorlar. Atatürk'ü de cumhuriyeti de laikliği de istismar etmekteler. Bakın siz şu Atatürkçü, ilerici, demokrat, laik ve çağdaş yürüyüşçülere ki "Ordu Göreve!" diye pankart açıyorlar. Üstlerinde yerleri süpüren cüppeleri ile ak saçlı rektörler, arkalarında bazı ahbap-çavuş dernekleri bu şekilde pankart göstererek Anıtkabir'e gidip hükümeti Atatürk'e şikâyet etmekteler. Sadece Cumhuriyet, Atatürk, laiklik istismar edilmiyor. Orduya da dalkavukluk yapılıyor. Yürüyüşe katılmayı reddeden üniversiteleri kutluyoruz. Eğer, icra kuvvetiyle probleminiz varsa bunu toplumla daha medeni şekilde paylaşırsınız. Televizyon programları, basın toplantıları ne güne duruyor? Siz güya "ordu göreve" diyen densiz pankartları indirmeye çalıştınız, ama onlar çoktan dünya medyasının kayıtlarına girdi. O toplantıya katılanlar, dünyadan hükmü yemişti "darbe davetçileri". Gözlerini makam hırsı bürümüş birkaç rektör. Onlardan çekinen proflar. Ve yarın aldatıldıklarına dövünecek gençler... 27 Mayıstan önceki bazı rektör ve proflar da aynısını yapmışlardı. Anıtkabir'e çaput bağlayıp mum yakma adetini onlar başlatmıştı. Din adına bu hurafeyi sürdürenler tükendi. Bunlar hâlâ mevcut. Bunlar mevcut oldukça Türkiye huzura muhtaç demektir. Sen hem "ordu göreve" diyerek "darbe davetçiliği "yapacaksın hem de "demokratım" diyeceksin. Sen "âlemi kör, herkesi sersem mi sanırsın?" Seni gidi hurafeci!..
.
Gönül panayırı
28 Ekim 2003 01:00
TO/Ankara Ticaret Odası, bir kampanya başlattı. Yapılması gereken bir teşebbüs olan bu kampanyanın tam ismi "İğneden İpliğe Gönül Panayırı". Fikri ortaya atanlarla uygulamaya koyanları çok takdir ettik. Bir takdir de şüphesiz ki haberi manşetine taşıyan Türkiye gazetesine. Hadise şu. Binlerce ev ve iş yerinde fazla veya kullanılmayan eşya var. Bu eşyalar, şu veya bu köşede dururken eskimekte. Öyle olduğu halde elden çıkartılmaz. Mantık şudur: "Gün gelir lazım olur". Halbuki çok kere o meçhul gün gelmiyor. Nesiller, zevkler değişiyor. Eşya atılmalık oluyor, fakat o gün gelmiyor. İçtimai yapıdaki bu "kirli çıkın" mantığı, esasında cimrilikten beslenmez. Uzun yıllar harpler, darplar yoksulluklar yaşamış bir milletiz. Şu gün dahi Türkiye'yi şu veya bu şekilde yöneten veya yönlendirenler seferberlik ve fakirlik hikâyeleri dinleyerek büyümüşlerdir. "Ne olur ne olmaz"ın arkasında o şuuraltı tesirler yaşamakta. Bu duygunun yenilmesi gerekiyor artık. İsraf caiz değil. "Ne olur ne olmaz" veya "bir gün lazım olur" tasvibi çok da mümkün fikirler değil. Bir yerdeki fazla eşya, bir başka yerde kaç gönül yapar bilinmez. Eşyayı mahkum etmenin, durduğu yerde eskitmenin anlamı yok. Onu eskitirken diğer taraftan nice insanı bir imkândan mahrum ediyor, küçük-büyük kaç insanı sevinmekten alıkoyuyorsunuz. ATO yerinde bir zamanlamayla kampanyayı ramazan ayına denk düşürmüş. Hem eviniz, iş yerinizi ferahlandıracaksınız hem iyilik yapacaksınız. Bütün mesele küçük fedakârlıklarda. Üstelik bunu yaparken hiçbir zahmete de katlanmayacaksınız. 4440286 Nolu telefonu aramanız kâfi. Bu hat ücretsiz. ATO elemanları gelip eşyaları alacaklar. Sonra bu eşyalar Gönül Panayırlarında toplanacak. Kaymakamlıklar ihtiyaç sahibi aileleri tesbit edecekler. Aileler, bu panayırlara götürülecek, bir mağazadan alır gibi eşyaları seçecekler. Ağır eşyalar ihtiyaç sahibinin evine taşınacak. Bu hayırlı teşebbüsün her ramazan tekrarlanmasını temenni ederiz. ATO bunu Ankara'da yapıyor. Sıra şimdi diğer ticaret odalarında. Trilyonlar evlerde iş yerlerinde hapsedilmiş. Böylece onları ekonomiye yeniden kazandıracaksınız. En mühimi yüzler gülecek.
.
Nice 80 yıllara
29 Ekim 2003 01:00
Devlet geleneğimizde "Devlet-i Ebed Müddet" fikri esastır. Devlet devam eder. Devlet, düşünce o devletin vatandaşları esir olur. Devletin devamlılığı kendi açısından istiklalin, vatandaşlar açısından da hür olmanın ifadesidir. Onun için devlet hayatımızda "ya devlet başa, ya kuzgun leşe" düsturu esastır. Yanlış bir tarifle "Osmanlı İmparatorluğu" dediğimiz Devleti ali Osman uzun asırlar Cihan Devletiydi. Bugünkü söyleyişle süper güç. Viyana mağlubiyeti, tarihimizin ve talihimizin dönüm noktası oldu. Geriye kayma Viyana eteklerinden başladı. Duraklama, gerileme derken bunlarla beraber mağlubiyetler sürüp gitti. Tarihimizde 93, Balkan, Çanakkale, I. Dünya ve Kurtuluş Savaşları çok önemlidir. Viyana'dan sonra bizim de yenilebileceğimize inanan batılılar ondan sonra Türkleri Avrupa ve Anadolu'dan atma projesi üzerinde çalıştılar. Bunda çok büyük ölçüde de başarılı oldular. Avrupa içlerine yayılmış Türk devleti Edirne'ye kadar geriledi. Viyana da 93 Harbi de Balkan Harbi de, I. Dünya Harbi de felaketimizle bitmiştir. Bunlardan Viyana, 93 ve I. Dünya Harplerinin çıkış sebepleri sadrazam hatalarındandır. Eğer bir Kurtuluş savaşı yapamamış olsaydık yukarıda bahsettiğimiz Devleti Ebed Müddet gerçeği bugün devam etmezdi. Onun için Mustafa Kemal Paşa'nın Anadolu'ya geçmesinin anlamına atıfta bulunmak lüzumsuzdur. Zaten devrin insanı bunu kavradığı için etrafında kenetlenmiştir. Her Kemalin bir zevali vardır. Aslında Osmanlı devleti daha Tanzimat'ta tarih sahnesinden çekilme emarelerini göstermişti. Mustafa Kemal ve arkadaşları, TBMM'de radikal bir kararla Cumhuriyet rejimini tercih ettiler. Cumhuriyeti tamamlayan demokrasidir. Demokrasisiz Cumhuriyet oligarşik yönetim olur. Bugün Türk halkı, sıkça dile getirildiği gibi cumhuriyeti ve demokrasiyi sevmektedir. Abartılanın aksine kimsenin laiklikle de bir problemi yok. 80. Yılda şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Türkiye, cumhuriyeti, demokratik hayatı, kuvvetler ayrılığı sistemini yerine oturmuş büyük bir devlettir. Bu devlet, İslami hayatla laiklik ve demokrasiyi bir arada yaşatabilen tek ülke. 80. Yılda Dünyaya açılmış iş damları, eğitim kadroları, bağımsız seçimlerle yenilenen hür meclisi, kudretli ordusu, hür medyasıyla inanılmaz mesafeler kat etmiş durumdayız. Şunu görmeli, 80 yıl önce bizi asırlardır yaşadığımız baba-dede topraklarından söküp atmaya çalışan batılılar bugün AB'de nasıl bir arada yaşarız diye kafa yormaktalar. Düşmanlığımızın değil, dostluğumuzun peşindeler. Türkiye Cumhuriyeti Devletini ebediyete kadar yaşatmak hepimizin borcu. Şu var ki devleti kimse sahiplenmesin. Bu devlet, hem dünkülerin, hem bugünkülerin, hem yarınkilerin. Bayrak onu demiyor mu, İstiklal marşı onu demiyor mu?
.
"Son kahramanlar"
30 Ekim 2003 01:00
Dün içimizden sayın Cumhurbaşkanına karşı kırgın duygular taşıyorduk. Devrin başbakanı Bülent Ecevit'le kavgalaşmış Türkiye krize girmişti. Kriz sonucu döviz başını alıp gitti, ekonomi çöktü, millet inim inim inledi. Şimdi de durduk yerde bir resepsiyon krizine yol açtı. Kim, hangi danışman, hangi aklı evvel yol göstermişse göstermiş ve TBMM üyeleriyle yüksek yargı mensupları arasında ayırımlar yapılarak bir kısmına tek kişilik, bir kısmına çift kişilik davetiye yollanmıştı. Hemen münakaşalar başladı. Esen yelden nem kapan piyasalar bu tatsız durumdan derhal müteessir olmuştu. Böylece döviz fırlamaya başladı. Ekonominin başındaki Ali Babacan dahi dövizin neden yükseldiğini anlamadığını samimiyetle dile getiriyordu. Gayet mazbut şekilde giden dövize resepsiyon krizi benzin etkisi yapmıştı. Halbuki, yabancılar "elinizdeki zenginliğin kıymetini bilin" diyorlar. Blucinliyle çarşaflının kol kola vitrin dolaştığını başka bir ülkede göremezsiniz. Bu barışın adıdır. Amerika'da daha düne kadar zenciler, beyazlarla aynı otobüse binemezdi. Selçukluyla beraber 1000 yıllık bir imparatorluğun vârisiyiz. Renk renk, ırk ırk, insanlar, onlarca alt kültür, onlarca inanış, yüzlerce yemek, örf adet, giyim-kuşam. Türk milleti bunların tamamıdan oluşmakta. 80. Yılını kutladığımız Türkiye Cumhuriyeti bir zambak gibi yerden bitmedi. İşte ispatı: Hürriyet gazetesi, iyi bir vefa örneği göstermiş. Kurtuluş Savaşından hayatta kalan 7 kahramanı bulup onları gazeteyle verilen ilavede tam sayfa kapak yapmış. En genci 105, en yaşlısı 110 yaşındaki bu çınar adamların hayatları 3 asra yayılmış. Gazete onları "Son Kahramanlar" manşetiyle duyurduktan sonra şu takdim yazısını kaleme almış "fotoğraftan size bakan bu yaşlı insanlar, gencecik birer delikanlıyken kurtuluşumuz için geçit vermez karlı dağlarda, meydanlarda vadilerde durmaksızın savaştılar. Cumhuriyeti ve bugünkü hayatımızı bu kahramanlara borçluyuz." Hürriyet'in cumhuriyetle hayatımızı borçlu olduğumuzu dile getirdiği bizim dedelerimiz. Hepsi sakallı, bazısı kalpaklı, bazsı bereli bazısı baş açık. Tıpkı ilk meclis gibi. Bu fotoğrafı görünce ister istemez aklımıza şu geldi. Bu kahramanlar akıl edilip davet edilselerdi -ki şarttı- acaba onlar da eşi örtülü ve açık diye tasnif edilecek miydi? Çünkü 7 Kahramanın içinde eşi hayatta olan vardır ve onlar da ak örüleriyle ak sakallı kocaları kadar mübarektir. Türkiye'yi olduğu gibi kabul edip olduğu gibi sevelim. Sun'i dil, sun'i sosyal hayat, sun'i krizlerle gerileriz. Halbuki bizi 2023 bekliyor. 2023'te dünyanın yıldızı olmalıyız. O zafere iç barışla gidilir
.
Çevre Bakanlığı, bu çingenelere ödül vermeli
31 Ekim 2003 01:00
ATO/Ankara Ticaret Odası, yerinde bir hareket başlattı, Gönül Panayırı denen teşebbüsle ev ve iş yerlerindeki fazla eşyaları alıp ihtiyaç sahiplerine dağıtıyor, hareket devam etmekte. Hafta başında buna dair tafsilatlı bir yazı kaleme aldık. O yazıyı kaleme alırken öteden beri rahatsızlığını yaşadığımız bir başka ihtiyaç daha aklımıza geldi. Evlerde, iş yerlerinde, hatta okullarda okunmuş gazete ve dergilerle kullanılmış cam ve pet şişeler, plastik mamulat neredeyse bir problemdir. Gelişmiş ülkeler, kâğıt, cam ve plastiği sanayiye yeniden kazandırırlar. Buna dair ev ve mahallelerde tedbirler alınmıştır. Bizde ise bazı belediyelerin şehrin sokak başlarına koyduğu cam atma tankları çok fazla işe yaramadı, haylice uzaktalar ve sayıları da az. Halbuki bunların çoğunun ham maddesi dövizle ithal edilmekte.. Bu alanda büyük bir israf yaşanıyor. Her sene yüz binlerce ton cam, kâğıt ve plastik kaybolup gitmekte. Bu israfa milletçe seyirciyiz, veya müsrifliği milletçe işliyoruz. Ne kadar yazık! Bunlardan elde edilecek tasarrufla binlerce yoksul ev sahibi yapılır, on binlerce talebe okutulur. Ancak vatandaş ne yapsın? Ortada bir mekanizma yok. Cam şişeyi de plastiği de kâğıdı da mecburen çöpe veriyor. Bundan dolayı böyle bir israfla mücadele ettikleri için Çingeneleri takdir ediyoruz. Sabahın erken saatinde kadınlı-erkekli sokaklardaki çöp bidonlarından çöplüklerden çuval çuval kâğıt, plastik, şişe, demir toplayarak sırtlanıp satıyorlar. Bu vatandaşlarımızı da tıpkı yaz-kış demeden büyük şehirlerin oto kavşaklarında gül pazarlayan çingeneleri takdir ettiğimiz gibi takdir ediyoruz. Belediyeler, Çevre Bakanlığıyla iş birliği yaparak aynı zamanda çevrecilik olan, kendiliğinden gelişmiş bu hareketi bir sisteme bağlamalı. Mesela, en fazla kâğıt, en fazla plastik en fazla cam toplayanlar ödüllendirilebilir. Belki temizlik işçileri dahi prim usulüyle işin içine katılmalı. Şehir uyurken sabahın köründe karı koca, oğul uşak atlı arabalarıyla mahalle mahalle atık madde arayıp toplumu israf günahından da kurtarmaya çalışan, o maddeleri yeniden ekonomiye kazandıran çingeneler özendirilmeli, ödüllendirilmeli. Neden münasip motorlu vasıtalar değil de at ve ilkel araba? Bu insanlar ekmeklerini hangi şartlarda nereden çıkartıyorlar? Görev Çevre Bakanlığınındır. Fotoğrafı hükümete taşıyıp gerekli tahsisatı almalı ve olaya eğilmelidir. Yağmurda- yağışta, kavuran sıcakta gül satanlarına da, sabahın ayazında titreye titreye çuval çuval israfı yüklenip götürene de teşekkürler, esmer vatandaşlara teşekkürler. Geçek gündem bu. Gerçek gündem hayat.
.
Projektör
3 Kasım 2003 01:00
Türkiye'den hicret etmiş Ermenilerden bugün hayatta olanlar çok azdır. Buna rağmen Ermenistan, bunu millî bir politika haline getirmiş ki Türkiye'nin doğu bölgesinden toprak istekleri bütün dünyaca bilinmekte. Bazı Ermeniler, davalarını hınç ve şuurla takip etmekte. Hatta 10 yıl kadar önce kalabalık sayıdaki bir Amerikalı yaşlı grubu Van gölü kenarında tatil köyü kurmak için müracaat etmişlerdi, müracaat devrin Turizm Bakanlığına cazip de gelmişti ama bu emekli Amerikalıların Ermeni asıllı olduğu anlaşılınca millette doğan reaksiyon sebebiyle toprak satışından vaz geçilmişti. Fakat şu dehşetli bir iddiadır. Türk vatandaşı olup Müslüman görünen yani döndüğü halde dönmemiş olan bazı "Ermeniler" eliyle Ermeni milliyetçiliği bu davasını devam ettirmektedir. Doğru mu bilemiyoruz. Lakin halk arasında bu konuşmalar geçmekte. Aslını araştırma vazifesi devlete ait. Aynı şekilde Yunanistan'ın da Patrikhane vasıtasıyla bazı Rum asıllı vatandaşlara Fatih'te gayrı menkul aldırdığı, Patrikhanenin genişleme politikası güttüğü sürekli olarak yazılıp çizilir, tartışılır. Sıkça dile getirilen iddialardan biri de İsrail'in GAP bölgesinde araziler satın aldırdığı yolundadır. İsrail de emin ellerle Güneydoğuda mülk edinmekteymiş. Aslı var-veya yok, lakin bu da halkın gündeminde. Şimdi bir başka husussa aleniyete döküldü. İsrail, Irak ve ağırlıklı olarak Kuzey Irak'ta iskân siyaseti güdüyor. Hadise şu. Vaktiyle Irak'tan İsrail'e 250 Bin Yahudi, Kürt ve Arap gelmiştir. Bunların 150 Bini Kuzey Irak'tan. Tel Aviv, şimdi bu muhacir Yahudilerin tekrar eski gayrı menkullerini satın almaları için gayret içindeymiş. Bizim Hariciye bu gelişmeden rahatsız olmuş durumda. İsrail'in dikkati de çekilmiş gibi. Ne var ki bir sözcümüzün dediği kabul edilebilir değil. "Uluslararası hukuka uygun hareket ediyorsa yapacak bir şey yok" deniyor. Tabii ki kılıfına uyduruluyor. Harpten dolayı fakir düşmüş yerli halktan sudan ucuz fiyatlarla mülk alınacak. Zamanında Filistin'e de böyle yerleşerek sonunda İsrail devletini kurdular. Bugün de aynı metotla genişleme politikası güdülüyor. İddiaların aslı varsa sınırlarımızın iki tarafında da uzun vadede aleyhimize gelişmeler planlanıyor. O halde şu soruyu yöneltmek hata mı olur? Türkiye toprakları, Rum, Ermeni, Yahudi kuşatmasına mı alınıyor? Megalo İdea'lli "Büyük Yunanistan", Dağlık Karabağ'ı işgalinde tutan ve Anadolu üzerine hırslar taşıyan "Büyük Ermenistan" ve "Nil'den Fırat"a Büyük İsrail. "Büyük Türkiye" nerede?
.
İdari yapıda devrim
4 Kasım 2003 01:00
K Parti iktidarının seneyi devriyesinde eline ak karne verdirecek iki iyi haber arka arkaya geldi. Birincisi ihracatla alakalı. Bu ekim ayında 4.9 milyar dolarlık ihracat gerçekleştirmişiz. Bu tablo önceki dönemlerin bir yıllık ihracatına denk. Haber manşetlerde, haber başyazılarda... Daha dün, bu kadroya, Recep Tayyip Erdoğan'a demediğini bırakmayanların şimdi alkıştan avuçları patlamakta. İnşallah AK Parti de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da bu pek meftun ve çok tutkun yeni dostların cazibesine kapılıp eski dostlarını unutmaz, bir küskünler halkası teşkil ederek ortaya bir vefasızlık örneği koymaz. Ne yazık ki hep böyle olduğu için yeri gelmişken bir minik parantezle dostça ikazda bulunuyoruz. Her şeyin yenisi dostun eskisi makbuldür. Size ve herkese kötü gün dostları lazım. İkinci iyi haberse idarenin yeniden yapılandırılmasına dair. Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısı, dün başbakan yardımcısı Mehmet Ali Şahin'le başbakanlık müsteşarı Ömer Dinçer tarafından bir basın toplantısıyla açıklandı. Ana fikir şu: Katılımcı saydam, insan hak ve hürriyetlerine saygılı bir yönetim. Bunun için yetki mahalline taşınıp orada vatandaşa hizmet veren en yakın birime devredilecek. Bu yüzden isabetli bir kararla devlet bakanlıkları azaltılarak sayıları 8'e kadar düşürülüyor. Bu demektir ki kabine bir kere daha küçültülecek. Koalisyon iktidarında bakan sayısı neredeyse 40'a varıyordu. Bundan böyle müsteşarlar, daire başkanları, genel müdürler hükümet değiştiğinde gidecekler. Her iktidarla beraber yöneten ekip de değişmiş olacak. Veya bir başka söyleyişle alt kademelerde kıyım devri eskilerde kalacak. Dolayısıyla bürokrasi her seçimde ayrı bir tedirginlik yaşamayacak. Tam tersine bürokrasi, unvanıyla mütenasip bir şekilde yetkilendirilecek. Artık bürokrat etliye sütlüye karışmayan, ay sonunu bekleyen pinti masa bekçisi olmaktan çıkacak. Problemler, dertler yerinden hallolacak, valilikler, kaymakamlıklar, belediyeler güçlenecek. Fakat bu noktada bir kaygımız var. Bu defa da mahalli yöneticiler arasında yetki kavga ve kargaşası çıkabilir mi? Buna çok dikkat edilmesi lazım. Aslında böylesine devrim mahiyetinde geniş kapsamlı bir reform yapılırken keşke bir adım daha atarak vali-belediye başkanı ikilisi teke düşürülseydi. Keza büyük şehirlerde kaymakamlık da lüzumsuz hale gelmiştir. Sözü edilen reformun realize edilmesiyle hükümet iş yapan değil iş yaptıran, yöneten değil yönlendiren olacak Hantal devlet, cevval devlete dönüşecek. Her düşen dara Ankara'ya değil en yakınındaki yöneticiye koşacak. Mesele üzerinde daha çok durulur ama yukarıda bahsettiğimiz vali-belediye başkanı, kaymakam-belediye başkanı muhtemel çatışma endişemizden başka iki noksanlığa da işaret etmeliyiz. Biri tasarıda e-devlete atıf yok, ikincisi de ceza kanununa atıf yapılmamış. Bu denli güçlenen bürokrasi korkarız ki rüşvet ve yolsuzluk yönünden de fevkalade imkânlar bulacaktır. Onlara karşı ne gibi cezayi düzenlemeler yapılacaksa tasarıya bunlar da eklenmeli.
.
Yarım gün tamam, ek iş tehlikeli
5 Kasım 2003 01:00
| | |