 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
Medeniyetinin Kaynağı 2 KASIM 1994
Tarih boyunca, müslümanlar, gayrı müslimlere her zaman müsamaha, hoş görü ile muamele etmişler. Gayrı müslimler ise, bütün bu hoş görülere rağmen, müslümanlara hep gaddarca davranmışlar, her türlü zulmü reva görmüşlerdir. Yaptıkları bu zulümleri, kendileri de itiraf etmektedirler. Meselâ, Alman ilim adamlarından Prof. Graus ve Bayan Threlfall tarafından hazırlanan "Spaneien" ya'ni İspanya ismindeki eserde, müslümanların medeniyete hizmetlerini ve İspanyolların müslümanlara yaptıkları zulümleri şöyle anlatmaktadır: "İspanya'da en mühim şehirlerden biri, Kurtuba'dır. Bu şehir, Arap Endülüs Devletinin merkezi idi. Müslümanlar, Târık bin Ziyâd kumandasında, 711'de İspanya'ya geçince, bu şehri kendilerine başşehir yapmışlardı. Araplar, bu şehre medeniyet getirdiler. Yarı vahşî insanların yaşadığı bu şehri, tam bir medenî şehre çevirdiler. Bir büyük saray, hastahaneler, medreseler yaptılar. Bunların yanında, bir de büyük üniversite kurdular. Avrupa'da ilk kurulan üniversite budur. O zamana kadar Avrupalılar ilimde, fende, tıpta, zirâatte ve medeniyette çok geri kalmışlardı. Müslümanlar, onlara ilim, fen, medeniyet getirdiler. Onlara hocalık ettiler. Endülüs İslâm Devletini kuran Birinci Abdürrahmân Kurtuba'da çok büyük bir câmi yaptırmak istedi. Bu câminin Bağdât'ta bulunan câmilerden daha büyük, daha güzel ve ihtişâmlı olmasını istiyordu. Kurtuba'da bu işe en uygun arsayı seçti. Arsa bir hıristiyana âit idi. Bu adam, arsası için çok para istedi. Çok âdil bir hükümdar olan Birinci Abdürrahman, isterse zorla bu arâzîyi alabilecek durumdayken, kat'iyyen böyle bir yola başvurmadı. Aksine, hıristiyan sâhibine istediği parayı ödedi. Hıristiyanlar, bu para ile kendilerine üç kilise yaptılar. Caminin işaatı başladı. Abdürrahmân, günde birkaç saat binâ inşaâtında, bir amele gibi çalışıyordu. İnşaât malzemesi, doğunun birçok yerlerinden getirtildi. Tahta kısımlar için Lübnan'ın en mükemmel ağaçları, mermer kısımlar için, doğunun birçok yerlerinden renkli mermerler, Irak'tan ve Suriye'den kıymetli taşlar, inci, zümrüt, fildişi, bu arâzîye yığıldı. Herşey çok güzel ve çok boldu. Câmi, ihtişâmlı bir binâ hâlinde yavaş yavaş yükselmeğe başladı. Câmi, 10 senede tamamlandı. Câminin içinde, her biri 10 metre yüksekliğinde 1419 sütun bulunuyordu. Bu sütunlar dünyanın en mükemmel mermerlerinden yapılmıştı. Sütunların tepelerindeki kemerler, birkaç renkli mermerden parça parça olarak meydâna getirilmişti. Câmiye girince, insanın gözü bu sütun ormanında kayboluyordu. Mermer sütun başlıklarına bakanlar, bu güzellik karşısında hayrân kalıyordu. Câmiye giren herkes, âdetâ büyüleniyordu. Bu kadar güzellik, o zamana kadar dünyanın hiçbir yerinde görülmemişti. Yapılan bu câminin 20 kapısı vardı. Kapıların önünde, özel portakal bahçeleri kurulmuş, her taraf yeşilliğe bürünmüştü. Câminin etrâfında, diğer bahçeler, havuzlar, fıskiyeler, çeşmeler vardı. İnsan, câmiye girip bir göz atsa, sanki bu muhteşem sütun ormanı bitmiyecek gibi görünüyordu. Geceleyin, binlerce gümüş kandillerden fışkıran renkli ışıklar, câmiyi aydınlatıyordu. Minârelerin tepesinde nar şeklinde başlıklar bulunuyordu. Bu başlıklar, mücevherler, inciler, zümrütlerle süslenmiş, taş araları altın parçaları ile örtülmüştü. Hıristiyanlar, 1492 de Endülüs Devletini yıkıp Kurtuba'ya girince, ilk iş olarak, bu muazzam câmiye saldırdılar. Bu çok güzel, haşmetli binâya atlarıyla girdiler. Câmiye sığınmış olan binlerce müslümanları, merhametsizce kılıçtan geçirdiler. Hâlbuki, müslümanlar ilk def'a bu memleketleri zaptettikleri zaman, orada yaşayan hıristiyan ve yahûdîlere hiç dokunmamış, onların kendi dinlerine göre ibâdet etmelerine kat'iyyen mâni' olmamışlardı. (Devamı yarın)
Endülüs Fâciâsının Sebebi 3 KASIM 1994
Hıristiyan İspanyollar, Endülüs devletini yıkınca, görülmemiş bir vahşet ile ilim merkezi olan Endülüs'teki müslüman ve yahûdîleri yok ettiler. Sonra da eşsiz sanat eserlerini tahrip ettiler ve bu arada şâheser câmiyi yıkmağa başladılar. Önce minârelerdeki altın ve zümrütle işlenmiş nar şeklindeki başlıkları indirerek yağma ettiler. Tavandaki o haşmetli, güzel tahta süsleri söktüler. Yerdeki güzel mermerleri kırıp parçaladılar. Yerlerine âdî taşlar dizdiler. Duvarlardaki bütün güzel süslemeleri yerle bir ettiler. Sütunları yıkmağa çalıştılar. Fakat, ancak bir kısmını devirebildiler. Geri kalan sütunları âdî kireçle badana ettiler. Nihâyet, en son bir vahşet olarak, 1523 senesinde câminin içine bir kilise yapmağa karâr verdiler. Bunun için, o zaman İspanya ve Almanya İmparatoru olan 5. Charles'ten izin istediler. Aldıkları bu izin ile kilise yapmak için, birçok sütunlar daha yıkıldı. Yapılan kilise, câminin ortasında haç şeklinde 52x12 metre eb'âdında çirkin bir binâ olarak kendini gösterdi. Charles , bizzat Kurtuba'ya gelerek bu kiliseyi gördü. Çok üzüldü ve: "Yaptığınız vahşeti görünce, size bunun için izin verdiğime çok pişman oldum. Dünyada bir benzeri bulunmayan, bu güzel eseri böylece tahrip edeceğinizi bilseydim, size müsaade etmez ve hepinizi cezâlandırırdım. Yaptığınız bu çirkin kilise, eşi her yerde bulunan âdî bir binâdan ibârettir. Hâlbuki, bu haşmetli câminin bir benzerini yapma imkânı yoktur" dedi. Bugün bu haşmetli binâyı ziyâret edenler, harap olmasına rağmen, İslâm mi'mârîsinin bu büyük eserinin güzelliği, büyüklüğü karşısında hayrân kalmakta, ortada bir cüce gibi görünen kilisenin hâline acımakta ve böyle bir haşmetli eserin bu hâle gelmesine müteessir olmaktadırlar. Şimdi de, bu muazzam medeniyetin birkaç bin çapulcu ile nasıl yok edildiği üzerinde duralım. Müslümanların bu yıkımda, ne derece sorumlulukları vardı? Endülüs Emevi Devleti'ni ayakta tutan, yaşatan, büyük ve başlıca kuvvet, îmân kuvveti idi ve İslâm dîninde, çok kuvvetli bulunan adâlet, iyilik, doğruluk ve fedâkârlık kudreti idi. Önceleri müslümanlar bu kuvveti dinlerinden alıyorlardı. Dinin emrettiği şekilde yaşadıkları için her işlerinde başarı sağlıyorlardı. Fakat sonra, İslâm ahlâkını, Allahü teâlânın emirlerini bıraktıklarından, hattâ Ehl-i sünnet i'tikâdını bozarak, İslâmiyeti içerden yıkma gafletine düştüklerinden Pirene dağlarını aşamadılar. Ümeyye devleti böylece çöktü. Sözde müslüman olup da, Allahü teâlânın emirlerine uymamanın cezâsını buldular. Vaki olanda hayır vardır. Olanlardan ibret almak lazımdır. İspanya fâci'ası olmasaydı, felsefeci İbnürrüşd'ün ve İbni Hazm'ın bozuk fikirleri, belki din ve îmân hâlini alıp dünyaya yayılacak, bugünkü hazîn levha, yüzlerce sene önce meydâna çıkacaktı. Zaten tarihî hadiselere kronolojik olarak bakıldığında, beşeriyeti ıstıraptan, felâketten kurtaran, Fâtımîler, Resûlîler gibi, İslâm ismini taşıyan, îmânı ve ameli bozuk devletler olmamış Emevîler, Tîmûr oğulları ve Osmânlılar gibi, Ehl-i sünnet olan ve dînine sarılan milletler olmuştur. Bunlar, İslâm ilimlerinin din ve fen kollarında insanlığa ışık tuttular. Fakat, ne yazık ki, sonraları, bunlarda da İslâmiyet gevşemeğe başladı. Devlet reîslerini şehîd ettiler. Birçok önemli işler, din câhillerinin, masonların baskısı altında kaldı. Allahü teâlânın emrettiği gibi sevgiyi saygıyı terkettiler, çalışmayı bıraktılar. Sinsi din düşmanları , müslümanların geri kalması için, medreselerden fen derslerini kaldırdı. Din adamları, fensiz, bilgisiz yetiştirilerek, İslâmiyeti içten yıkmağa başladılar. Bir taraftan, ilim, fen yok edildi. Bir taraftan da, ahlâk, edep, hayâ ve din bozuldu. Böylece Endülüs devleti gibi koca Osmanlı imparatorluğu da çöktü. Hâlbuki, İslâmiyet, tecrübî ilimleri, fenni, san'atı, endüstriyi, önemle emretmektedir. Bunun için dinini bilen hakiki müslümanlar hep ilmin öncüleri olmuşlardır.
.
Vahşetin adı medeniyet olamaz! 7 HAZİRAN 1995
Medeniyet kelimesinin aslı Arabça olup, "Medine" kökünden gelmektedir. Medine, şehir demektir. Medeniyetin çok çeşitli tarif ve izâhları yapılmıştır. İnsanlık tarihi boyunca yeryüzünde genel olarak iki çeşit medeniyet görülmüştür. Bunlardan biri ilâhi dinlere inanan cemiyetlerin ortaya koyduğu medeniyetler, diğeri de inançsız insan topluluklarının, putperestlerin medeniyetleridir! Günümüzde meşhur olarak bilinen, dinsizlerin dillerinden düşürmedikleri, sahiplendiği eski Hind, Asur, Mısır, Yunan ve Roma medeniyetleri, putperest toplumların dünya hayat anlayışlarının toplamıdır. Bu toplumlarda çok tanrı inancı yaygındır. Bunlarda tanrı insan gibi düşünülür, heykelleri yapılır, tapınaklarda onlara tapınılır ve saçma sapan birçok şeye inanılır. Bunların bazı insanlara, bilhassa, Firavun, Nemrud, Promethe gibi krallara hulûl ettikleri, böylece bu kralların yarı tanrılaştıkları kabûl edilirdi. Buna göre şekillenen günlük hayatta insanlar, asiller, aristokratlar, plepler, köylüler, köleler ve daha çeşitli isimler altında sınıflandırılır, hakim olan sınıflar diğerlerini, dînî, ekonomik ve beşerî bakımdan sömürürler ve zulmederlerdi. Onlar, insan yerine konulmazdı. Atina'daki hipodromlarda, hayvan muamelesi yaptıkları insanları, çırılçıplak spor müsâbakalarına sokarlar, çeşitli adlar altında tertipledikleri eğlencelerde bol bol şarap içerek her türlü çılgınlığı yaparlardı. Bunları medeniyet adına yaptıklarını söylerlerdi. Roma'daki hipodromlarda da, köle yaptıkları ve gladyatör dedikleri insanları, birbirleriyle ölümüne döğüştürmek ve günlerce aç bırakılmış arslanlara parçalattırmak vahşetini ve aynı cinsler arasında sapık münâsebetlerde bulunmak âdiliğini gösterirlerdi. Böyle olan cemiyetlere medenî denilemeyeceği apaçık meydandadır. Bazılarının medeniyet olarak göklere çıkardıkları medeniyet anlayışı işte budur. Avrupa başta olmak üzere, zamanla dünyanın çeşitli yerlerine yayılan, hıristiyanlık dinine bağlı olanların ortaya koydukları medeniyet ise, hıristiyan olan milletlerin eski inanç, örf, âdet ve anlayışlarıyla karışarak yarı putperest bir medeniyet olmuştur. Bunlar, putperestlerin yaşayışına göre biraz mesafe katetmişlerse de, insanlığa huzur verecek gerçek medeniyeti yakalayamamışlardır. Kaynakları ilâhi değildi, kendi düşünceleriydi. Bu hâliyle papalar, elindeki hıristiyanlık mensuplarını daima ilerletecek bir dinamizmden mahrûm, sosyal hayatı düzenleyici prensiplerden uzak, insanlığı kemâle getirici yol ve üsûllerden habersiz olarak, cihanşümûl bir medeniyeti doğurucu ve besleyici olamadı. Her türlü fen bilgisinin, ziraî, sağlık, pedagojik ve diğer ilerlemelerin de en büyük mânisi oldu. Böylece Orta Çağ Avrupası, puthaneye döndürülmüş kiliseler ile zalim derebeyi ve kralların şatoları ve sarayların etrafı, binbir çeşit hurâfe ile doldurulmuş kafalar, adâlet, merhamet, sevgi, saygı, cömertlik ve yardım severlikten mahrûm katı kalbler ve cehâletin kararttığı daracık ufukları içinde kaba, görgüsüz, pis ve yarı vahşi insanlarla doldu. İlim, fen, teknoloji ve teknik âletler asırlar boyunca olduğu yerde kaldı ve hattâ geriye gitti. Hastalıklar çâresiz, hastalar bakımsız, fakirler ve köylüler hor ve zelil, ilim adamları, düşünen insanlar tehlikeli ve büyülü, kadınlar her türlü hakâret ve zilletin hedefi idi. Tarihteki bu rezâletleri okuyup öğrenen ve bugünkü din adına yapılan akla mantığa ters işler, hıristiyan gençliği, akın akın dinden uzaklaştırmaktadır. İslâmiyeti merâk edip öğrenen veya müslümanlarla temâsı olanlar islâmiyet ile şereflenmekte ise de, çoğunluğu ateist olmaktadır. Bu durumu gören kilise, oluk gibi para akıtarak, dünyanın her tarafında misyonerlik faaliyeti göstermektedir. Afrika'daki fakir, aç insanlara hıristiyan olmaları şartıyla yardım yapmaktadırlar. Bunlar da göbek bağı ile hıristiyanlığa bağlanmaktadırlar. Menfaat kalkınca da bu bağ kopmaktadır.
Kurtuluşun tek çâresi! 8 HAZİRAN 1995
Bütün dünyanın karardığı, insanlara her çeşit zulmün, işkencenin yapıldığı, hattâ diri diri toprağa gömüldüğü bir zamanda, dünyayı aydınlatacak olan bir güneş doğdu. Arabistan'da doğan bu islâm güneşi, kısa zamanda dünyaya yayılmaya başladı. Müslümanlar, Asya, Afrika derken, İspanya'dan Avrupa'ya da girdiler. Böylece, asırlardır kapkaranlık kalan Avrupa aydınlanmaya başladı. Müslümanların İspanya'yı fethederek, burada bir İslâm medeniyeti kurmaları ve haçlı seferleri sonunda, Avrupalılar önce şaşkınlık ve hayranlık içinde bocalamışlar, sonra yavaş yavaş uyanarak, çocuklarına Endülüs Üniversitelerinde fen bilgileri, tahsil ettirmeye, İslâm âlimlerinin yazdığı fen bilgileri kitaplarını kendi dillerine çevirmeye ve müslümanlarda gördükleri teknik âletleri yapmaya başladılar. Bu arada İslâm âlimlerinin eski Yunan filozoflarının bozuk kitaplarına verdikleri ilmî, inandırıcı cevapları okuyarak içine düştükleri bataklıklardan kurtulmaya çalıştılar. Bu hâl, İslâmiyetin üstünlüğü karşısında ezilen ve papazların aforoz tehdidiyle suskunluk içinde olan Avrupalıları, bu defa eski Yunan mitolojisini incelemeye, öğrenmeye sevketti. Bunlara rönesans, hıristiyanlık dininde yaptıkları yeni değişikliklere de reform adını verdiler. Böylece Avrupa'da gün geçtikçe kilisenin tesiri azalmaya ve bir süs unsuru hâline gelmeye başladı. Ruhî açlıklarını da sık sık değiştirdikleri sanat ve estetik anlayışları ile gidermeye çalışırken, maddi refâhı hedef alan bir ilim, teknoloji ve sanayileşme görülmeye başlandı. Avrupalılar asırlardır pislik içinde yüzdüler. Fransızların dünyaya övündükleri Versay sarayında bir hamam yoktu. Su ve temizlik düşmanlığı, papazlardan başlayarak, krallarda, asillerde ve halkta yaygındı. Müslüman milletlerden ve bilhassa Osmanlılardan görüp öğrendiklerini tatbik ederek, üzerinde asırlar boyu çalışıp geliştirerek bu günkü ilmî ve teknolojik seviyelerine ve ihtilâllerle yerleştirilen rejimlere ulaştılar. Bir medeniyet, her türlü konforu sağlayıp, insanları yaratana götürmüyorsa, buna medeniyet denilemez. Bugün, insanlığın maddi olarak her isteklerine kavuşabilmelerine rağmen, bir türlü huzuru bulamamanın altında yatan gerçek budur. Medeniyet, tasnifleri içinde her bakımdan mükemmel, yüksek ve bütün olgunlukları içinde bulunduran, hiç kusursuz olan, İslâm medeniyetidir. İslâmiyet, hem dünya hem de âhıret saâdeti sağlamaktadır. İnsana, 60-70 yıllık bir ömür için maddi refâh sağlayıp, sonsuz olarak Cehennem azâbından korumamak insana iyilik midir, kötülük müdür? İslâm medeniyeti; İslâmiyetin vazettiği îmân, itikâd, amel ve ahlâk esasları, cemiyet hayatı ve idâre prensipleri ve dünya ni'metlerinden insanın yaratılış maksadına uygun olarak faydalanma erginliği ile bütün dünyaya hitap eden, her türlü görüş, düşünce ve fikirlerin doğru ve iyi taraflarını varlığında bulunduran ve zamanı, çağları peşinde sürükleyen ve insanlık tarihi boyunca yaşanmış en ileri ve parlak bir medeniyettir. Bunu iyi anlamak için islâmiyeti doğru bilgilerle, iyi öğrenmek ve tanımak şarttır. İslâm âlimleri medeniyeti "tamir-i bilâd, terfih-i ibâd" şeklinde ta'rif etmişlerdir. Bu ta'rif kısaca, beldelerin imâr edilerek insanlığın ihtiyaçlarını karşılayacak, rahat ve huzur içinde yaşayacak şekle sokulması, insanların da rûhen, maddeten, fikren ve ahlâken yükselmesi demektir." İslâmiyet, medenî insanın ve medeniyet sahibi toplulukların îmân, ibâdet, iş, ahlâk ve cemiyet hayatında uyması gereken her şeyi bildirmiştir. Bunlar, Allahü teâlânın bildirdikleri, Resûlullahın öğrettikleri, Eshâb-ı kirâmın naklettikleri ve mezhep imâmlarının açıkladıklarıdır. İnsanlığın bunaldığı her şeyin çözüm ve çâresi islâmiyetin içinde mevcuttur. Evliyânın büyüklerinden Seyyid Abdülhakîm Arvasi hazretleri buyurdu ki: "Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, islâmiyetin içindedir. İslâmiyetin içinde hiçbir zarar yoktur. İslâmiyetin dışında hiçbir menfaat, faydalı şey yoktur ve olamaz. İslâmiyetin hâricinde bir menfaat, fayda düşünmek, serâbdan su beklemek gibidir."
.Medeniyetlerin esas kaynağı 10 HAZİRAN 1995
Müslümanların tarih boyunca kurdukları bütün medeniyetlerin kaynağı, mümtaz örneği ve rehberi, "Asr-ı saâdet" tir. O devirdeki islâm medeniyeti, sonra gelen müslüman milletlerin benzemek için çırpındıkları bir ideal olmuştur. Araplar, Afrika kavimleri, Asya'da Gürganiye, Harzemşahlar gibi meşhur müslüman milletler ve müslüman Türkler, bu gün bile gıpta edilen, imrenilen medeniyetlerine bu yolla ulaşmışlardır. İslâmiyet, belli milletlere değil, bütün insanlığa, her devirde en yüksek medenî seviyeye ulaşmak için lâzım olan her şeyi bildirmiştir. Bu bakımdan islâm medeniyeti cihanşümûl bir medeniyettir. Ancak milletlerin bu cihanşümûl medeniyete ulaşma dereceleri, islâmiyeti iyi öğrenme, doğru anlama ve O'na tam uyma derecelerine göre farklı farklı olmuştur. Bu milletler içinde Osmanlı Türkleri'nin bazı dönemlerde yükseldikleri seviye, hepsinden ileri olmuştur. Bu sebeple altı asır boyunca bütün dünyaya her şeyiyle mükemmel bir medeniyet nümunesi göstermiştir. İstanbul, bu medeniyetin sembol şehri, İstanbul'da yaşayanlar da, sembol insan olmuştur. Bugün, Ortadoğu'daki, Afrika'daki, Balkanlar'daki karışıklığın, huzursuzluğun, savaşların tek sebebi, Osmanlının yıkılmasıyla meydana gelen adâlet boşluğunun doldurulamamış olmasıdır. Az çok aklı başında olanlar, ahh Osmanlı!.. ahh Osmanlı!.. diye eski günleri mum ışığı ile aramaktadırlar. . Günümüzde bütün dünya milletleri, Osmanlının bu medeniyetini hayranlıkla dile getirmekte, dünyadaki pek çok ilim adamı, vakıf, yayınevi, araştırma teşkilâtları, insanlığın günlük hayatından en girift meselesine kadar içine düştüğü buhranlara çâre bulmak için bu medeniyeti incelemektedir. Avrupa'dan, Amerika'dan ve Japonya' dan gelen araştırmacılar, tarihi kütüphanelerimizden eksik olmamaktadırlar. Anlayabildiklerini, başta Amerika olmak üzere, tatbik ederek ilerlemekte, sıkıntılarını azaltmaktadır. Medeniyeti, ne sadece gelişmiş ve ileri bir teknoloji olarak ele almak, ne de sanat, edebiyat, estetik duygu ve düşüncede yükselmişlik olarak kabûl etmek doğru değildir. Geçmişte ve günümüzde de her iki vasfa sahip olan cemiyetler olmuştur. İlim ve teknikte çok ileri olan memleketlere, bunları ne yönde kullandıklarına bakmadan medenî demek büyük bir yanlışlıktır. Bunlar medeniyeti göstermez. Bunları medeniyet sanmak her silâhlıyı gâzi, mücahid sanmak olur ki, bunlara sahip olan eşkıyâlık da yapabilir. İnsanoğlu giderek dünyayı ve tabiatı daha çok kontrol altına almakta, ancak rahatı, refâhı ve huzuru sağlamak konusunda aynı başarıyı gösterememektedir. Yirminci asırda dünyanın içine düştüğü buhranın kaynağında da bu yatmaktadır. Bugün de dinimizi iyi öğrenip, Onu doğru anlamaya, ona uymaya çalışırsak maddî ve manevî sahada en yüksek bir medeniyete ulaşmamız son derece kolay olacaktır. Zaten, aklı başında olanlar, islâmiyeti, islâm medeniyetini reddetmez ve nefret etmez. Çünkü, islâmiyet, insanların birbirlerini sevmelerini, yardımlaşmalarını, kardeşçe yaşamalarını, memleketlerin i'mâr edilmesini, insanların huzurunun sağlanmasını emir etmekte, Allahü teâlânın emirlerine uymayı ve mahlûklara merhameti, toprağını, bayrağını sevmeyi, kanunlara itaat etmeyi istemektedir. Her mahlûka karşı mes'ûliyyet taşımayı, kötü huyları terkedip, iyi huylu olmayı emretmektedir. Tenbelliği, boş vakit geçirmeyi reddeder. Ziraati, ticâreti ve san'atı, kat'î olarak emir eder. İlme, fenne, tekniğe, endüstriye, lâyık olduğu önemi verir. slâmiyet, insanların yardımlaşmasını, birbirlerine hizmet etmesini önemle istemektedir. Fertlerin, evlâdın, âilenin ve milletlerin haklarını ve vazîfelerini öğretmekte, herkese karşı bir hak ve mes'ûliyyet gözetilmesini emretmektedir. İşte, gerçek medeniyet, gerçek adâlet, gerçek huzur budur!
.Din ve medeniyet 14 HAZİRAN 1995
Bugün Avrupa, Amerika ve Uzakdoğuda fen çok ilerledi, dev sanâyiler kuruldu. Uzay yolculuğuna başlandı. Fakat, hiçbirinde huzûr sağlanamadı. Patronların isrâfı ve sefâheti, işçilerin sefâleti giderilemedi. Komünistlerde devlet, milleti yıllarca sömürdü. Milyonlarca insan, boğaz tokluğuna, aç, çıplak çalıştı. Zâlim, kan dökücü bir azınlık, bunların sırtından geçindi. Saraylarda zevk ve safâ sürdüler, her kötülüğü yaptılar. Fakat, her türlü teknik gelişmeye rağmen, islâm dinine uymadıkları için rahata, huzûra kavuşamadılar. İslam ülkeleri de, medeniyette, fende geri kaldıkları için, islâm ülkelerinde de, Osmanlıdan sonra huzûr sağlanamadı. Medenî olmak için, dinimizin bildirdiği ibâdetler yapıldığı gibi, fende, teknikte çalışmak, başarmak lâzımdır. Çünkü Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, fende, san'atta ilerlemeyi emrediyor. Meselâ, hadîs-i şerîfte, (Allahü teâlâ, fende ilerliyen, san'at sâhibi olan kulunu elbette sever) buyuruldu. Başka bir hadîs-i şerîfte de, (Allahü teâlâ, kulunun san'at sâhibi olduğunu görmeyi elbette sever) buyuruluyor. Dünya tarihlerinin sözbirliği ile överek yazdığı, gözleri kamaştıran islâm medeniyetini, islâm dinine uyanlar meydana getirdi. Fakat, medenî olmak için, yalnız bunu başarmak yetişmez. Kazanılan ni'metlerin, adâletle paylaşılması, çalışanın emeğine, hakkına kavuşması lâzımdır. Bu adâlet de, ancak dine uymakla elde edilir. Bugün Avrupa, Amerika, çalışma prensipleri açısından islâmiyete uygun olarak çalıştıkları için işlerinde başarılı oluyorlar. Fakat, kazançlarını Kur'ân-ı kerîmdeki adâlet esâslarına göre paylaşmadıklarından rahata, huzûra kavuşamıyorlar. Sınıf mücâdelesinden kurtulamıyorlar. Kur'ân-ı kerîme uymıyanlar, aslâ mes'ûd olamaz. Uyanlar, müslüman olsa da, olmasa da, inansa da, inanmasa da, uydukları kadar, dünyada fâidesini görür. İnanarak uyanlar ise, hem dünyada, hem âhırette fâidesini görürler. Dünyada, rahat, huzûr içinde yaşarlar. Fen bilgileri, rahat için, huzûr için, medeniyet için lâzım olan vâsıtaları, sebepleri hazırlar. Din bilgileri de, fennin hazırladığı âletlerin, rahat için, huzûr için ve medeniyet için kullanılabilmelerini sağlar. Asırlardır, islâm devletleri, insanlığa gerçek medeniyeti gösterdiler. Bugün kökünü kazımak için her türlü işkenceyi revâ gören Avrupa'yı, Ortaçağ karanlığından kurtaranlar müslümanlar oldu. Müslümanlarla yakın münâsebetlerinin olmadığı hâllerini, kendileri anlatıyorlar. Hissiyatına kapılmadan, gerçekleri dile getiren tarihçi John W. Draper bu gerçeği şöyle itiraf ediyor: "O zamanki Avrupa tamamiyle barbardı. Hıristiyanlık, onları barbarlıktan kurtaramamıştı. Vahşî bir hayatları vardı. Pislik içinde yaşarlardı. Kafaları, hurâfelerle doluydu. Doğru dürüst düşünmek özelliğine bile mâlik değildiler. Âdî, basit kulübelerde yaşarlardı. Eğer kulübenin zemîninde veya duvarlarında bir hasır örtüsü varsa, bu büyük bir zenginlik işâreti sayılırdı. Yedikleri, yabânî fasülye, havuç gibi sebzeler, ba'zı otlar, hattâ ba'zan ağaç kabuklarıydı. Elbise olarak, uzun müddet dayandığı için dabağlanmamış hayvan postları kullanıyorlar ve bunun için çok pis kokuyorlardı. Müslümanlar gelince, onlara her şeyden önce temizliği öğrettiler. Müslümanlar, günde beş defa yıkanıyorlardı. Onların da günde hiç olmazsa bir kerre yıkanmasını sağladılar. Sonra, onların üzerinden pis kokulu, parça parça olmuş, bitlerle dolmuş olan hayvan derilerini çıkarıp atarak, onlara güzel kumaşlardan, renkli ipliklerden örülerek yapılmış olan kendi elbiselerinden verdiler. Onlara yemek pişirmesini, yemek yimesini öğrettiler. İspanya'da evler, konaklar, saraylar inşâ ettiler. Mektepler, hastaneler kurdular. Üniversiteler tesîs ettiler. Bu üniversiteler, bütün dünyaya bir nûr kaynağı oldu. Her tarafta bahçeler yaptılar. Memleket, güllük gülistanlık oldu. Vahşî Avrupalılar, bütün bunları ağzı açık, şaşkınlık ve takdîrle gördüler ve yavaş yavaş medenî olmaya başladılar."
.Medenî insan 20 AĞUSTOS 1996
Medenî bir insan, her şeyden önce güzel ahlâklı, dürüst ve çalışkandır. Önce iyi bir din terbiyesi almış, fen bilgilerini de öğrenmiştir. Sözü özü doğrudur. İşlerini son derece dikkat ile başından sonuna kadar takip eder. Dîninin emir ve yasaklarına titizlikle uyar. İbâdetlerini aslâ terk etmez. Çocuklarının îmânlı, ahlâklı yetişmelerine çok önem verir. Onları kötü arkadaşlardan, zararlı yayınlardan korur. Zamanın kıymetini bildiği için, her işini dakikası dakikasına yapar. Sözünde sâdık olur. Din ve dünya vazîfelerini bitirmeden içi rahat etmez. Bir işi yarına bırakmak şöyle dursun, yarın yapılacak bir işi bugün yapar. Ecdâdımızda bütün bu özelikler vardı. Ecdâdımızın bu meziyetlerine sahip olursak, biz de maddî ve ma'nevî yükselir, her işimizde başarılı olur, Rabbimizin rızâsını kazanırız. Medenî insan, güzel ahlâk sâhibi ve zamanının fen bilgilerinde yükselmiş olan kimsedir. Fende ilerlemiş, ağır sanâyi kurmuş, fakat ahlâkı bozuk olan kimseye, medenî denilemez. Buna, zâlim, eşkıyâ ve diktatör denir. Fen ve sanatta geri ve ahlâkı bozuk olanlara, Vahşî denir. "Medeniyet", ta'mîr-i bilâd ve terfîh-i ibâddır. Ya'nî, şehirler yapmak ve insanlara hizmettir. Bu da, fen ve sanat ve güzel ahlâk ile olur. Kısacası, fen ve sanatın güzel ahlâk ile birlikte olmasına "Medeniyet" denir. Medenî insan, fen ve sanatı, insanların hizmetinde kullanır. Zâlimler ise, insanlara işkence yapmakta kullanır. İnsan, medenî olarak yaratılmıştır. Ya'nî, öyle yaratılmıştır ki, birbirleri ile karışmak, bir arada yaşamak, yardımlaşmak zorundadırlar. Hayvanlar, medenî yaratılmadı. Şehirde birlikte yaşamaya mecbûr değildirler. İnsan nazik, zayıf yaratıldığı için, pişmemiş yemek yiyemez. Gıdâ, elbise ve binânın, hazırlanması lâzımdır. Ya'nî, sanatlara ihtiyaç vardır. Bunun için de, araştırmak, düşünmek ve tecrübe yapmak, çalışmak lâzımdır. Herkese iyilikte, ihsânda bulunmalıdır. Hadîs-i şerîfte, (Herkes, kendisine ihsân edeni sever. Bu sevgi, insanın cibilletinde, yaratılışında mevcûttur) buyuruldu. Nefsine düşkün olan, nefsinin arzûlarına kavuşmak için, yardım edenleri sever. Akıl ve ilim sâhibi ise, medenî insan olmasına yardım edenleri sever. Kısacası, iyiler iyileri sever. Kötü kimseler, kötüleri severler. Bir kimsenin sevdiklerine, arkadaşlarına bakarak, onun nasıl adam olduğu anlaşılır. Dosta, düşmana, müslümana ve kâfire, bid'at sâhiblerinden başka, herkese, tatlı dil ve güler yüz göstermelidir. İnsanlara yapılacak en faydalı ihsân, en kıymetli hediye, tatlı dil ve güler yüzdür. İneğe tapan kâfirleri görünce, ineğin ağzına saman vererek, düşman olmalarına mâni olmalıdır. Kimse ile münâkaşa etmemelidir. Münâkaşa, dostluğu azaltır, düşmanlığı arttırır. Kimseye kızmamalıdır. Hadîs-i şerîfte, (Gadab etme!), kızma buyuruldu. Medeniyet demek, yalnız ilim ve fen demek değildir. İlim ve fen, medeniyyet için, ancak bir âlet, bir vâsıtadır. İlimde, fende çok ileri olan milletlere, fen vâsıtalarını ne yolda kullandıklarını incelemeden, medenî demek büyük gaflettir. Pek yanlıştır. Fabrikaların, motorlu vâsıtaların, gemi, uçak, atom cihâzlarının çok olması, gözleri kamaştıran yeni buluşların artması, medeniyeti göstermez. Bunları medeniyet sanmak, her silâhlıyı gâzi, mücâhid sanmağa benzer. Evet, mücâhid olmak için en yeni harb vâsıtalarına mâlik olmak lâzımdır. Fakat, bunlara mâlik olan, eşkıyâlık da yapabilir. Peygamberlerin bildirdikleri dinler, hep rahmettir, iyiliktir. Yoksa, bu emirler ve teklîfler, dinsizlerin, din cahillerinin sandıkları ve söyledikleri gibi, külfet, eziyet ve işkence değildir ve akla aykırı değildir. İnsana, birşey emretmeyip herkesi, kendi başına bırakıp, istedikleri gibi yiyip içmelerini, gezip eğlenmelerini, yatıp kalkmalarını sağlamak, onlara merhamet ve iyilik olmaz. Buna iyilik değil, en büyük kötülük yapılmış olur.
..Medeniyetin gerçek sahibi 1 TEMMUZ 1996
Burada senelerce kalsan, sana kimse gelmez. Çünkü, Eshâbım hasta olmaz! İslâm dîni, hasta olmamak yolunu göstermiştir. Eshâbım temizliğe çok dikkat eder. Acıkmadıkça bir şey yemez ve sofradan, doymadan önce kalkar. Peygamber efendimiz, (İlim ikidir: Beden bilgisi, din bilgisi) buyurdu. Ya'nî ilimler içinde en lüzûmlusu, rûhu koruyan din bilgisi ve bedeni koruyan sağlık bilgisidir buyurarak, herşeyden önce, rûhun ve bedenin zindeliğine çalışmak lâzım geldiğini emretti. İslâmiyet, beden bilgisini, din bilgisinden önce öğrenmeyi emrediyor. Çünkü, bütün iyilikler, bedenin sağlam olması ile yapılabilir. Bugün, bütün üniversitelerde okutuluyor ki, doktorluk iki kısmdır: Biri hijiyen, ya'nî sağlığı korumak, ikincisi terapötik, ya'nî hastaları tedâvi etmek, iyi etmektir. Bunlardan birincisi önce gelmektedir. İnsanları hastalıklardan korumak, sağlam kalmayı sağlamak, tıbbın birinci vazîfesidir. Önemli olan hasta olmamak Hasta insan, iyi edilse de, çok defa, özürlü, çürük kalır. İşte islâmiyet, tıbbın birinci vazîfesini, hijiyeni garanti etmiştir. Kur'ân-ı kerîmin birçok âyetinde tıbbın bu iki kısmı da teşvîk buyurulmaktadır. Peygamberimiz, Rûm imparatoru Heraklius ile mektuplaşırdı. Birbirlerine elçi gönderirlerdi. Bir defa, Heraklius birçok hediye göndermişti. Bu hediyelerden biri de, bir doktor idi. Doktor gelince: - Efendim! İmparator beni, size hizmet için gönderdi. Hastalarınıza bedâva bakacağım! dedi. Resûlullah efendimiz kabûl buyurdu. Emreyledi, bir ev verdiler. Hergün nefîs yiyecek, içecek götürdüler. Günler, aylar geçti. Hiç bir müslüman, doktora gelmedi. Doktor, utanıp gelerek: - Efendim! Buraya, size hizmet etmeye geldim. Bugüne kadar, bir hasta gelmedi. Boş oturdum, yiyip içtim, rahat ettim. Artık gideyim, diye izin istedi. Peygamberimiz buyurdu ki: - Sen bilirsin. Eğer daha kalırsan, misâfire hizmet etmek, ona ikrâm etmek, müslümanların vazîfesidir. Gidersen de uğurlar olsun. Yalnız şunu bil ki, burada senelerce kalsan, sana kimse gelmez. Çünkü, Eshâbım hasta olmaz! İslâm dîni, hasta olmamak yolunu göstermiştir. Eshâbım temizliğe çok dikkat eder. Acıkmadıkça bir şey yemez ve sofradan, doymadan önce kalkar. Bu müslüman hiç hasta olmaz demek değildir. Fakat sağlığına ve temizliğe itinâ eden bir müslüman, sağlam kalır, kolay kolay hasta olmaz. Ölüm haktır. Hiç bir kimse ölümden kurtulamaz ve herhangi bir hastalık sonucu ölecektir. Fakat, o vakte kadar sağlığını koruyabilmesi, ancak müslümanlıkta emredilen husûslara ve temizliğe riâyet sâyesinde olur. Hıristiyanlığın en revâçta olduğu orta çağda, büyük tıb adamları, yalnız müslümanlardı ve Avrupalılar Endülüs'e tıp tahsîl etmeğe gelirlerdi. Çiçek hastalığına karşı aşıyı bulanlar, müslüman Türklerdir. Türklerden bunu öğrenen Jenner, ancak 1796 da bu aşıyı Avrupa'ya götürdü ve haksız olarak, "Çiçek aşısını bulan kimse" ünvânını aldı. Hâlbuki, tam bir karanlık diyârı olan o zamanki Avrupa'da insanlar, hastalıktan kırılıyordu. Fransa kralı Onbeşinci Louis 1774 de çiçekten öldü. Avrupa uzun zaman vebâ ve kolera salgınlarına uğradı. Çalışan kazanır Birinci Napolyon 1798 de Akkâ kalesini kuşattığı zaman , ordusunda vebâ zuhûr etmiş ve hastalığa karşı çâresiz kalınca, düşmanı olan Müslüman Türklerden yardım istemek zorunda kalmıştı. O zaman yazılan bir Fransız eserinde şöyle denilmektedir: "Türkler, ricâmızı kabûl ederek hekimlerini yolladılar. Bunlar tertemiz giyinmiş, nûr yüzlü kimselerdi. Evvelâ duâ ettiler ve sonra ellerini bol su ve sabun ile uzun uzadıya yıkadılar. Hastalarda zuhûr eden hıyarcıkları neşterle yardılar. İçindeki sıvıyı akıttılar ve yaraları tertemiz yıkadılar. Sonra hastaları ayrı ayrı yerlere koydular ve sağlamların mümkün olduğu kadar onlara yaklaşmamasını tenbîh ettiler. Hastaların elbiselerini yaktılar ve onlara yeni elbiseler giydirdiler. En nihâyet tekrar ellerini yıkadılar ve bizden hiç bir ücret veya hediye kabûl etmeden yanımızdan ayrıldılar."
..Batı, geç de olsa gerçeği gördü 16 AĞUSTOS 1996
Dinsizlik her tarafa yayılıp, toplum için çok büyük bir tehlîke hâline gelince, Batı tavır değiştirmek zorunda kaldı. Çünkü dinsizlikle bir yere varılamıyacağını iyi biliyorlardı. Rusya, yetmiş yıllık denemeden sonra, geri dönmek zorunda kaldı. Tarih boyunca, inançlı kimselerden, milletler, devletler bir zarar görmemişlerdir. Aksine ilme, medeniyete, topluma hizmet edenler hep inanmış kimselerdir. Fen ilimlerinin kurucuları islâmiyeti iyi bilen, yaşıyan islâm âlimleridir. Yine müslüman ilim adamlarının kurdukları bu ilimleri, bunlardan öğrenip devam ettiren, geliştiren ilim adamları, müslüman olmasalar da Allaha, kıyâmet gününe inanan kimselerdir. Ya'nî bâtıl, geçersiz de olsa bir inancı olan kimselerdir. Meselâ, yeni astronominin kurucusu Kopernik, büyük fizik âlimi Bacon, fizikçi Paskal, meşhûr Alman doktor ve şâiri Şiller, fikir adamı Bergson dindar kimselerdi. Kitaplarında, maddecilerin hücûmlarına karşı, dîni müdâfa etmişlerdir. Yine, F.D.Ruzvilt ve Çörçil gibi siyâsetçiler dindar idi. İsmini hatırlayamadığımız daha nice fen ve siyâset adamları hep, yaratana, kıyâmete, meleklere inanan kimselerdi. Bunlar islâm kitaplarını görüp okumuş olsalardı iyi bir müslüman olurlardı. Batılı devletler son zamanlara kadar, hıristiyanlıktan başka diğer dinlere bilhassa islâmiyete karşı düşmanca bir tavır sergilediler. Avrupa'daki gençler Avrupa'daki gençler ise kiliselerin, papazların ahlâksızlıklarını, zulümlerini, soygunlarını, yalanlarını ve hıristiyanlık dîninin bozuk olduğunu görerek, hıristiyanlıktan ayrılmaya, müslüman veya dinsiz olmaya başladılar. Hıristiyanlıktan uzaklaştıkça, fende, teknikte ilerlediler. Çünkü hıristiyanlık, dünya için çalışmaya, ilerlemeye mâni oluyordu. İngilizlerin islâma karşı yalanlarına, iftirâlarına aldanan ba'zı müslümanlar da, din câhili oldular. İslâmiyetten uzaklaştıkça, fende gerilemeye başladılar. Çünkü islâmiyet, dünya işlerinde de çalışmayı, ilerlemeyi emretmektedir. Dinsizlik her tarafa yayılıp, toplum için çok büyük bir tehlîke hâline gelince, Batı tavır değiştirmek zorunda kaldı. Çünkü dinsizlikle bir yere varılamıyacağını iyi biliyorlardı. Rusya'nın durumu bunun en açık örneği idi. Rusya, yetmiş yıllık denemeden sonra, geri dönmek zorunda kaldı. Dînî eğitimi teşvik Batı, geç de olsa bu gerçeği görünce, dînî eğitime ağırlık vermeye başladı. Sadece hıristiyanlık eğitimi değil, istiyenin istediği dînî eğitimi alabilmesi için kanûnlar çıkardılar. Bu serbestlikten sonra islâmiyet Batıda hızla yayılmaya başladı. Kısa zamanda müslümanlar Avrapa'da hatırı sayılır bir sayıya yükseldiler. Batı, bu konu üzerinde ciddî bir şekilde durmaktadır. Avrupa Konseyi Parlamenterler toplantısında, 1993 yılında alınan karar, dînî eğitimi teşvik etmektedir. Kararda, artan nüfus hareketleri ile birlikte, farklı dînî inançlara mensup insanların da sayılarının arttığı ve bunun artan oranlarla devam ettiği belirtilmekte; buna çözüm olarak da din hürriyetinin tesis edilmesinin şart olduğu bildirilmektedir. Din hürriyeti kuvvetlendirildiği taktirde hoşgörünün yayılacağı ifade edilmektedir. Yine bu kararda, din ve ahlâk derslerinin genel okul dersleri içinde yer almasının, okul kitaplarında farklı boyutlardan dînin özenle anlatılmasının ve aynı zamanda okul derslerinde farklı dinlerin daha iyi ve detaylı tanıtılmasının şart olduğu bildirilmektedir. Son fıkra ile ifade edilen düşünce, esaslı bir mes'elenin çözümünü formüle etmektedir. Dînî bağnazlığı, dînî menşeli düşmanlıkları önlemek için getirilen çözüm, ancak insanın dînini öğrenmesi ile sağlanabileceği kaydedilmektedir. Tolerans, ancak insanların dînlerini serbestçe öğrenebildikleri ortamlarda mümkündür. Bu sağlanmadığı müddetçe bağnazlık, gericilik kuvvet bulur. Gerçek dînin boşluğunu, dinle alâkası olmayan akımlar doldurur. Çünkü inanç zarûrî bir ihtiyaçtır.
Dinlerin gâyesi, barış ve huzurdur 17 AĞUSTOS 1996
Allahü teâlânın son dîni olan islâmiyete yönelmedikçe, gerçek ma'nâda bir huzura kavuşmanın mümkün olmıyacağını Batı da bir gün anlıyacak. Temennimiz iş işten geçmeden bir an önce bunu anlıyabilmesidir. Bütün ilâhî dinler, özellikle İslâmiyet zorlamayı, baskıyı reddederler. Bütün dinler, temel yaklaşım olarak hoşgörüyü, yardımlaşmayı, dayanışmayı emreder. Ancak din baskı altına alınırsa, savunma durumuna düşürülürse taassub zırhı harekete geçer. Taassub, tutuculuk, hem kendi gibi düşünmeyenlere hem de diğer din mensuplarına karşı müsâmahasızlığa yol açar. Dînî taassubun ve hoşgörüsüzlüğün esas sebebi, dînî hürriyetlerin sınırlandırılması veya yasaklanmasıdır. Kısaca din hürriyeti ile dînî hoşgörü arasında her devirde ve toplumda doğrudan bir ilişki vardır. Dînî hürriyetler, hoşgörüyü kuvvetlendirmektedir. Din eğitimine karşı çıkanlar, din hakkında yanlış bilgilere sahip olanlardır. Dinde aslolan, Allahın bildirdiklerini doğru anlamak ve bu anlayış içinde O'nun emir ve yasaklarına uymaktır. Bu hedefe ne kadar yaklaşılabilirse, insanlık o derece rahata, huzura kavuşur. Her din, mensuplarını barış ve huzura çağırır. Din eğitiminin engellenmesi, dîni, kişisel hırsları ve menfaat çekişmeleri için kullanmak isteyenlerin eline güçlü bir vâsıta vermek demektir. Din hürriyetlerinin bulunmadığı ülkelerde din öğretimi gereği gibi yapılamadığından, dînin aslı öğretilmediği için, çok defa dîne aykırı fikir ve inanışlar din adına yayılmakta ve din, toplumsal muhalefetin, sosyal nitelikli kutuplaşmaların ifade kanalına dönüşmektedir. İnsanları, hırslarla karışmış din kavgalarından uzak tutmanın yolu, dîni, hür bir ortamda öğretmektir. Müslüman isyâncı olmaz! İnsanlar, varoluşuyla ilgili problemleri dînin ışığında çözecek, kendisiyle ve toplumla barışık yaşayabilmek, hayatına anlam verebilmek için dîne sığınacaktır. Din, bu anlamda, yeri doldurulamaz, yerine başka birşey ikâme edilemez çapta güçlü bir kurumdur. Ba'zıları dindarlığı, rejime karşı bir potansiyel olarak görmektedir. Halbuki, özellikle, islâmiyeti gerçek ma'nâda temsil eden, Ehl-i sünnet âlimleri müslümanları asırlardır, kitaplarında, nasîhatlarında rejim ile mücadeleden uzak tutmuşlar, devlete isyâna şiddetle karşı çıkmışlardır. Zaten tarih iyice incelendiğinde, asırlardır görülen isyânlarda Ehl-i sünnetin yer almadığı açık bir şeklide görülür. İsyâncılar hep Ehl-i sünnetin dışındaki kimselerdir. Bu inceliği fark edemiyenler her isyânı islâma mal etmişlerdir. Batının bu kadar dinden uzaklaşmasının sebebi üzerinde biraz üzerinde duralım: Yirmi asırda sanayideki hızlı değişim, inancı birden etkiledi. İnsan, yaptıklarıyla şımardı. İlk hedef din oldu. Dîne ihtiyaçlarının olmadığını zannettiler. Din inkâr edilince, insan, insanî duygulardan da uzaklaşmaya başladı. Bütün dünyayı kana ve ateşe boğmaktan kaçınmayan insan, "modern ve çağdaş" ifâdelerle vahşetin temsilciliğini yaptı. Bununla da Batı, kültürsüz ya'nî ma'neviyatsız bir medeniyet ortaya koymuş ve bunun sonucunda da, psikiyatri kliniklerini hastalar doldurmuştur. Âcil tedbirler Âhırete inanmıyanların ma'nevî ve insanî değerlerinin süratle erozyona uğraması, ülkeleri biraz geç de olsa âcil ve kalıcı tedbîrler almaya yöneltmiştir: Mesela, İngiltere'de 1988 yılında kabûl edilen ve okullarda din eğitimini ve her gün öğrencilerin topluca ibâdetini mecburî kılan kanûn çıkarılmıştır. Her geçen gün ma'neviyatı kuvvetlendirmek için yeni yeni tedbirler alınmaktadır. Ancak, Batı, bu büyük gafletin sonunda meydana gelen büyük felâketin önüne geçilebilecek mi? Allahü teâlânın son dîni olan islâmiyete yönelmediği sürece gerçek ma'nâda bir huzura kavuşmanın mümkün olmıyacağını Batı da bir gün anlıyacak. Temennimiz iş işten geçmeden bir an önce bunu anlıyabilmesidir.
Batıda din eğitimi 18 AĞUSTOS 1996
Batılı devletler, dinsizliğin artışı karşısında kilisenin propaganda çalışmalarına azamî destek vermektedir. Kilise, milyonlarca mark harcayarak, ahlâkî çöküntüye, kiliseden uzaklaşmaya karşı afişlerle, pankartlarla, filmlerle kampanyalar sürdürmektedir. Batı'da yapılan ilmî araştırmalar, dînî eğitim yapan okulların, dînî eğitim vermeyen okullara göre daha başarılı olduklarını göstermiştir. Hattâ bu yüzden, çocuğuna din eğitimi aldırmak istemeyen ailelerin bile kilise okullarını tercih ettikleri görülmektedir. Ba'zı Batılı ülkelerde dînî eğitimin durumu şöyle: Fransa'da özel okulların %95'i Katolik Kilisesine bağlı olduğu için, bu okullarda eğitim tamamen dînî ağırlıklıdır. Tatbikatlı din eğitimi Çocuklara 4-7 yaşları arasında rahiplerce, kreşlerde dînî eğitim verilmektedir. Devlet okullarında din eğitimi papaz ve rahibeler tarafından haftada 2 saat teorik ve pratik olmak üzere verilmektedir. Orta dereceli kolej ve enstitülerde dînî formasyon, papaz ve rahipler tarafından yeterli bir şekilde, diğer programlarla beraber verilir. Fransa'nın çeşitli eyâletlerinde bulunan 5 üniversitede yüksek din öğretimi yapılmaktadır. Din adamları da buralardan yetiştirilmektedir. İskandinav ülkelerinde okul-aile işbirliğine çok ehemmiyet verilmekte, tarihin ve millî kimliğin temeli olan din ile yurttaşlık bilgisi, okullarda mecburî dersler olarak okutulmaktadır . İngiltere'de din eğitimi ve hizmetleri kilise tarafından yürütülmektedir. Ayrıca din dersleri resmî müfredatın bir parçasıdır. Devlet okullarında din dersleri resmî müfredat içinde okutulmaktadır. İngiltere'de okullarda güne, toplu duâ ile başlanması kanûn emridir. Hiç kimsenin dînî görüşünden dolayı öğretmenlikten atılamıyacağı veya farklı muameleye tâbi tutulamıyacağı kanûn emridir. Norveç Anayasası'na göre, vatandaşlar, çocuklarını dînî istikamette yetiştirmek zorundadırlar. Bunun için özel hazırlanmış materyaller ve plânlar geliştirilmiştir. Ergenlik çağı ile bilinçli olarak Hıristiyanlığa girecek olan müstakbel genç için, onun yaşlarına uygun bir plân hazırlanmıştır: Danimarka Anayasası'na göre resmî din devlet tarafından desteklenmektedir. Bunun dışında, resmî dîne mensup olmayanların durumunun kanûnla düzenleneceği belirtilmektedir. Din hürriyetinin her inançtan vatandaşlar için güvence altına alınmasına, anayasal imkân tanınmıştır. Danimarka'da da, din eğitimi resmî müfredatın bir parçasıdır. Amerika Birleşik Devletleri Anayasası'nda, Kongre'nin, bir dînin gereklerinin serbestçe yerine getirilmesini yasaklayan kanûn yapamayacağı belirtilmiştir. Ayrıca, Anayasa'nın VI. maddesine göre, federal ve federe düzeylerdeki yasama, yürütme ve yargı organlarındaki görevler için, bir yeterlilik şartı olarak hiçbir dînî ölçü aranamaz. Amerika'da çeşitli dînî cemâ'atler din okulları açabilmekte ve ba'zı eyâletlerde kilise okullarına devam eden çocuklara devlet yardımı yapılmakta ve bu okullara vergi muafiyeti tanınmaktadır. Dînî eğitime hiçbir şekilde mâni olunmamaktadır. Avusturya'daki okullarda din dersi zorunlu derstir. Kanunun kabûl ettiği herhangi bir kilise veya dînî topluluğun mensubu olan her öğrenci, kendi inancı yönündeki din derslerine katılmak zorundadır. Kiliseye devlet desteği Almanya'da, Federal Anayasa'da, inanç hürriyeti, vicdan hürriyeti, dînî ve dünyevî fikir hürriyeti dokunulmazlığa sahiptir. Başkalarını rahatsız etmeyen dînî ibâdeti yapmak serbesttir. Batılı devletler dinsizliğin artışı karşısında kilisenin propaganda çalışmalarına azamî destek vermektedir. Kilise, milyonlarca mark harcayarak, ahlâkî çöküntüye, kiliseden uzaklaşmaya karşı afişlerle, pankartlarla, filmlerle kampanyalar sürdürmektedir. Alman üniversitelerine bağlı 12 teoloji fakültesi, kiliseye bağlı 17 teoloji yüksek okulu bulunmaktadır. Sadece misyoner yetiştiren teoloji fakülteleri bulunmaktadır.
.Aydınların dinsizliği, halkın câhilliği 25 AĞUSTOS 1996
Bugün, yeniden hamle yapmak, Batı ile aramızdaki mesâfeyi azaltmak, onlara yetişmek, hattâ geçmek zorundayız. Bu da boş lafla, nutuk çekerek olmaz! Çalışmakla, ecdâdımızın yolunda yürümekle olur! Müslümanlar geçmişte birçok şanlı medeniyetler kurmuşlar, bütün dünyaya medeniyeti, insanlığı öğretmişlerdir. Bunlar ile iftihâr olunabilir. Bunlarla övünmek hakkımızdır. Fakat, o duruma erişebilmek için gayret etmiyerek sadece övünmek ayıptır. Utanılacak bir hâldir. Biz, bugün de, aynı ilerlemeyi gösteremiyoruz. Niçin gösteremiyoruz ve önümüzdeki engeller nedir? Bunları öğrenip engelleri ortadan kaldırmak gerekir. Hazırlanan 1839 Tanzîmât Fermânı ile yüzümüzü Batıya çevirdiğimizi ilân ettik. Bu tarihten itibaren, onların medeniyetini, fennini değil; ahlâksızlıklarını, insanlıktan uzak örf ve âdetlerini almaya başladık. Bunun için bu tarih, aynı zamanda dînimize, örf ve âdetimize sırt çevirdiğimiz tarihtir. Tanzimattan sonra, birçok şehirlerde mason locaları açıldı. Hızla dinden uzaklaştırıldı. Dînimizin gösterdiği yol ve Peygamberimizin üstün ahlâkı gericilik olarak tanıtıldı. İlimde, fende ve çocuklarımızı islâmın güzel ahlâkı ile yetiştirmekte ecdâdımız gibi çalışmadık. İlim ve irfân bırakılınca Medreselerden fen dersleri kaldırıldı. Dînî eğitim zayıflatıldı. Gençler câhil olarak yetiştirildi. Zamanla aydın kesim, tamamen dinden uzaklaştı. Halk da câhilleşti. Halkın câhilliği, aydınların dinsizliği altı asırlık Osmanlının çökmesine sebep oldu. Bizden tam 29 sene sonra, 1868 de Batıya dönen Japonlar, bizden kat kat ilerlediler. Hem de bâtıl dinlerinden hiç ayrılmadan! Medeniyet yarışında önde iken, Tanzîmâttan sonra ilim ve irfân bırakılıp, nefse ve şeytâna uyuldu. Bu ingiliz afyonu, devlet adamlarını uyuttu. Bugün, yeniden hamle yapmak, Batı ile aramızdaki mesâfeyi azaltmak, onlara yetişmek, hattâ geçmek zorundayız. Bu da boş lafla, nutuk çekerek olmaz! Ecdâdımızın yoluna dönmeliyiz! Şimdi ecdâdımızın yolu nedir, bunu inceliyelim: Medenî bir insan, her şeyden önce güzel ahlâklı, dürüst ve çalışkandır. Önce din terbiyesi almış, fen bilgilerini de öğrenmiştir. Sözü özü doğrudur. İşlerine son derece dikkat eder ve başından sonuna kadar takip eder. Gerekirse, iş saatinden fazla çalışmaktan hiç çekinmez. Gece gündüz çalışır. Çalışmak ibâdettir Böyle çalışmaktan, iş görmekten zevk alır. Yaşlansa bile, gücü yettiği takdirde kolay kolay çalışmayı bırakmaz. Kahvehane köşelerinde vaktini öldürmez. Çünkü, çalışmak ibâdettir. Dîninin emir ve yasaklarına titizlikle uyar. İbâdetlerini aslâ terketmez. Çocuklarının îmânlı, ahlâklı yetişmelerine çok önem verir. Onları kötü arkadaşlardan, zararlı yayınlardan korur. Zamanın kıymetini bildiği için, her işini dakikası dakîkasına yapar. Sözüne sâdık olur. Din ve dünya vazîfelerini bitirmeden içi rahat etmez. Bir işi yarına bırakmak şöyle dursun, yarın yapılacak bir işi bugün yapar. Ecdâdımızın bu meziyetlerine sâhip olursak, maddî ve ma'nevî yükselir, her işimizde başarılı olur, Rabbimizin rızâsını kazanırız. "Batılılar böyle midir" diye bir soru akla gelebilir. Îmânları, ahlâkları şüphesiz böyle değildir. Maddî temizliklerine gelince, İslâm dîninin emrettiği temizliği tatbîk ediyorlar. Ba'zı sokaklarda tek çöp parçası yoktur. Parklar bir çiçek deryâsı hâlindedir. Her taraf, her dükkân, herkes ve görünüşleri tertemizdir. Zaten dînimiz bize, bedenimizin ve kullandığımız şeylerin temizliğini emretmiyor mu? O hâlde demek oluyor ki, hakîkî medeniyet esâsları, bizim dînimizde bulunmakdadır ve Orta çağdaki öve öve bir türlü bitiremediğimiz İslâm medeniyeti ancak bu sâyede meydana gelmiştir.
Din ve medeniyet 9 Şubat 1998
Müslümanlar, İspanya’da evler, konaklar, saraylar inşa ettiler. Mektepler, hastaneler kurdular. Üniversiteler tesis ettiler. Bu üniversiteler, bütün dünyaya bir nur kaynağı oldu. Bugün Avrupa, Amerika ve Uzakdoğu’da fen çok ilerledi, dev sanayiler kuruldu. Uzay yolculuğuna başlandı. Fakat, hiçbirinde huzur sağlanamadı. Patronların israfı ve sefaheti, işçilerin sefaleti giderilemedi. Komünistlerde devlet, milleti yıllarca sömürdü. Milyonlarca insan, boğaz tokluğuna, aç, çıplak çalıştı. Zalim, kan dökücü bir azınlık, bunların sırtından geçindi. Saraylarda zevk ve safa sürdüler, her kötülüğü yaptılar. Fakat, her türlü teknik gelişmeye rağmen, İslâm dinine uymadıkları için rahata, huzura kavuşamadılar. İslâm ülkeleri de, medeniyette, fende geri kaldıkları için, İslâm ülkelerinde de, Osmanlıdan sonra huzur sağlanamadı. Medenî olmak için Medenî olmak için, dinimizin bildirdiği ibadetler yapıldığı gibi, fende, teknikte çalışmak, başarmak lazımdır. Çünkü Kur’an-ı kerim ve hadis-i şerifler, fende, sanatta ilerlemeyi emrediyor. Mesela, hadis-i şerifte, (Allahü teâlâ, fende ilerleyen, sanat sahibi olan kulunu elbette sever) buyuruldu. Başka bir hadis-i şerifte de, (Allahü teâlâ, kulunun sanat sahibi olduğunu görmeyi elbette sever) buyuruluyor. Dünya tarihlerinin sözbirliği ile överek yazdığı, gözleri kamaştıran İslâm medeniyetini, İslâm dinine uyanlar meydana getirdi. Fakat, medenî olmak için, yalnız bunu başarmak yetişmez. Kazanılan nimetlerin, adaletle paylaşılması, çalışanın emeğine, hakkına kavuşması lazımdır. Bu adalet de, ancak dine uymakla elde edilir. Bugün Avrupa, Amerika çalışma prensipleri açısından İslâmiyete uygun olarak çalıştıkları için, işlerinde başarılı oluyorlar. Fakat, kazançlarını Kur’an-ı kerimdeki adalet esaslarına göre paylaşmadıklarından rahata, huzura kavuşamıyorlar. Sınıf mücadelesinden kurtulamıyorlar. Kur’an-ı kerime uymayanlar, aslâ mesut olamaz. Uyanlar, müslüman olsa da, olmasa da, inansa da, inanmasa da, uydukları kadar, dünyada faydasını görür. İnanarak uyanlar ise, hem dünyada, hem ahirette faydasını görürler. Dünyada, rahat, huzur içinde yaşarlar. Fen bilgileri, rahat için, huzur için, medeniyet için lazım olan vasıtaları, sebepleri hazırlar. Din bilgileri de, fennin hazırladığı aletlerin, rahat için, huzur için ve medeniyet için kullanılabilmelerini sağlar. Asırlardır, İslâm devletleri, insanlığa gerçek medeniyeti gösterdiler. Bugün kökünü kazımak için her türlü işkenceyi reva gören Avrupa’yı, Ortaçağ karanlığından kurtaranlar müslümanlar oldu. Müslümanlarla yakın münasebetlerinin olmadığı hâllerini, kendileri anlatıyorlar. Hissiyatına kapılmadan, gerçekleri dile getiren tarihçi John W. Draper bu gerçeği şöyle itiraf ediyor: “O zamanki Avrupa tamamiyle barbardı. Hıristiyanlık, onları barbarlıktan kurtaramamıştı. Vahşî bir hayatları vardı. Pislik içinde yaşarlardı. Kafaları, hurafelerle doluydu. Doğru dürüst düşünmek özelliğine bile malik değildiler. Adi, basit kulübelerde yaşarlardı. Eğer kulübenin zemininde veya duvarlarında bir hasır örtüsü varsa, bu büyük bir zenginlik işareti sayılırdı. Yedikleri, yabanî fasulye, havuç gibi sebzeler, bazı otlar, hatta bazan ağaç kabuklarıydı. Elbise olarak, uzun müddet dayandığı için dabağlanmamış hayvan postları kullanıyorlar ve bunun için çok pis kokuyorlardı. Müslümanlardan öğrendiler Müslümanlar gelince, onlara, her şeyden önce temizliği öğrettiler. Müslümanlar, günde beş defa yıkanıyorlardı. Onların da günde hiç olmazsa bir kere yıkanmasını sağladılar. Sonra, onların üzerinden pis kokulu, parça parça olmuş, bitlerle dolmuş olan hayvan derilerini çıkarıp atarak, onlara güzel kumaşlardan, renkli ipliklerden örülerek yapılmış olan kendi elbiselerinden verdiler. Onlara yemek pişirmesini, yemek yemesini öğrettiler. İspanya’da evler, konaklar, saraylar inşa ettiler. Mektepler, hastaneler kurdular. Üniversiteler tesis ettiler. Bu üniversiteler, bütün dünyaya bir nur kaynağı oldu. Her tarafta bahçeler yaptılar. Memleket, güllük gülistanlık oldu. Vahşî Avrupalılar, bütün bunları ağzı açık, şaşkınlık ve takdirle gördüler ve yavaş yavaş medenî olmaya başladılar.”
Milletleri Ayakta Tutan Kuvvet
16 OCAK 1994
Tarihin her devrinde, türlü kanı taşıyan, değişik dil konuşan, başka başka âdet ve an' anelere bağlı olan milyonlca insanın, aralarındaki farkları bırakarak, bir inaç veya fikir etrâfında toplanıp, bir imparatorluk kurmak sadece bir millete nasip olmuştur. Bu millet Osmanlılardır. Öyle ki, Osmanlıda, hiç bozulmamış, değiştirilmemiş biricik din olan islâm dîninin güzel ahlâkı güzel ahlâkı ile bezenmiş, birbirlerini seven, yardımlaşan, çeşitli ırklardan, insan toplulukları, birleşmişlerdir. Bu eşsiz birleşmeyi sağlıyan, görünüşte, birçok önemli unsur vardır. Bu devleti altı asır ayakta tutan yegane unsur, Hak teâlânın emrettiği çalışkanlık, adâlet, iyilik, saygı gibi dinî esâslarda idi. Osmânlı Türklerini, Sakarya kenârından, kısa bir zamanda, Viyana kapılarına götüren kuvvet, Sultân Osmân'ın ve çocuklarının sımsıkı sarıldıkları islâm dîninin, rûhu ve bedeni tekâmül ettiren ışıklı yolu idi. Onbirinci asırda, Türkler üç büyük dalga hâlinde, üç istikâmette, yayılmışlardır. Birincisi, Gaznevî hükümdârları emrinde, Kalaç ve diğer Türk boylarının, Hindistan'a olan yayılmalarıdır. Bunlar dînini ve medeniyyetini de götürdüler. Bugün Hindistân'da yüz milyonu aşan bir müslümân topluluğunun bulunması, bu yayılma hareketinin bir netîcesidir. İkincisi, Oğuz Türklerinin, Îrân'dan geçerek, Malazgirt zaferinden sonra, Bizans elinde bulunan Anadolu'ya yayılmalarıdır. Oğuzlar da, islâm dîni ile müşerref olarak gelmişti mâlûm. Bugün, aradan asırlar geçtiği hâlde, hâlâ müslümân olarak kalışları sâyesinde, yine Anadolu'da oturuyoruz ve dünya siyâsetine karışıyoruz. Üçüncü yayılma hareketi, Karedeniz'in kuzeyinden, Balkanlar'a doğru oldu. İçlerinde bir kısım Oğuzlar da bulunan Peçenek ve Koman Türkleri, Balkan yarımadasına yerleşti ama, maalesef ki, bunlar islâm dîni ile şereflenmiyerek gelmişti. Etrâflarını saran hıristiyan devletlerin baskısı ile, kısa zamanda kendilerini unuttular. An' anelerini törelerini kaybettiler. Eridiler, yok oldular. Hindistân'da, Anadolu'da ve başka yerlerde, bugün yaşamakta olan soydaşları gibi olamadılar. Görülüyor ki, Türk devletlerini ve milletlerini, ayakta tutan, yaşatan, büyük ve başlıca kuvvet îmândır, islâmdır. Adâlet, iyilik ve doğruluktur. Eğer, Avrupa içlerin kadar inn Türklr d, müslüman olarak glselerdi, bugün Avrupa'nın çehrsi değiştirdi. Koca Avrupa müslüman olabilirdi. Çünkü o zaman da hıristiyanların esaslı bir inançları medeniyetleri yoktu. Teknikte bugünkü gibi ileri de değillerdi. Yemek yayıp yemesini bilmiyen, hayvan derileri ile vücudlarını örten kimselerdi. Türkler Asya'dan ayrılınca, Hıristiyan Avrupa'nın tek kalesi Fransa kapılarını zorlamğa giden Attilâ idâresindeki Tûran Hunları, hak dîne mensup olsalardı ve oralara bu hak dînin ahlâkını, rûhunu götürmüş olsalardı, hazret-i Ömer'in ordusundaki adâlete, şefkâte hayrân olup, seve seve müslüman olan Şâm hıristiyanları gibi, papazların baskısından, kralların işkencesinden usanmış olan batı hıristiyanları da, onlara kapılarını açmaz mıydı? Bugünkü Avrupa'nın din çehresi değişmez miydi? Tabiî ki çok farklı olurdu. Belki, Attilâ, Peygamber efendimizin dünyaya teşriflerinden çok önce ölmüştür. Attilâ zamanında, müslümanlık var mıydı? diye bir soru hatıra gelebilir. Âdem aleyhisselâmdan beri müslümanlık vardı. Her devirde mutlaka hak bir din vardı. Dolayısıyla Attilâ zamanında da bir hak din vardı. Müslüman olsaydı derken bu hak dine mensup olsaydı diyorum. Mesela, Oğuz Han da Peygamber efendimizden önce yaşamıştı. Fakat zamanındaki hak dine inandığı için Oğuz Han îmânlıydı...
Osmanlıların Dine Hizmeti 17
OCAK 1994 Osmanlılar, bütün dünyaya islâmiyeti duyurdular. İlme büyük hizmetleri oldu. Durgün bir gölge bir taş attığımızda önce bir daire, sonra halka halka genişleyerek yayılan daireler meydana gelir. Bu dairelerin mermezi islâmiyet olsun. Bunun etrafında da dine hizmet oranını temsil eden, daireler olsun. Buradaki ilk daire, yâni merkeze en yakın daire, Eshâb-ı kirâmdır. Bunların hizmetleri hiçbir şeyle mukayese edilemez. Onlar müstesna insanlardır. Bundan sonraki daire ise Osmanlılara nasip oldu. Eshâb-ı kirâm ile Osmanlılar arasında, Emeviler, Abbasiler gibi birçok islam devleti olmasına rağmen, dine hizmette ikincilik, sadece Osmanlıya nasip olmuştur. Bunu kimse inkâr edemez. Bunu ancak kavmiyetçilik hastalığına tutulanlar inkâr edebilir. Bungünkü Arap ülkeleri gibi. İslamiyete, Osmanlılardan başka devletlerin de hizmeti olmuştur. Bunlardan biri Emevilerdir. Emevîler, islâm dînini, İspanya'dan, Avrupa'ya taşıdı. Fas, Kurtuba ve Gırnata üniversitelerini kurup, batıya ilim ve fen ışıklarını yaydılar. Hıristiyanlık âlemini uyandırıp, bugünkü müsbet ilenlemenin esas temelini ortaya koydular. Dünya yüzündeki ilk üniversitenin, Fas'ın Fez şehrinde bulunan Keyruvân üniversitesi olduğu bütün ansiklopedilerde yazılıdır. İşte bu üniversite 859 yılında kurulmuştur. O zamanın Avrupası, ilimden, medeniyetten bîhaberdi... Karanlık çağlarını yaşıyordu. Emevi Endülüs sultânı üçüncü Abdürrahmân, memeleketini genişletti. Mükemmel donanma yaptı. Kendisi ve adamları ilim ve edeb sâhibi idiler. Âlimlere ve ilme çok kıymet verirdi. Bunun için, Endülüs'te ilim ve fen çok ilerledi. Sarayı ve devlet dâireleri birer ilim kaynağı oldu. Her memleketten ilim öğrenmek için kurtuba'ya akın akın toplandılar. Kurtuba'da büyük ve mükmmel bir tıp fakültesi kurdu. Avrupa'da ilk yapılan tıp fakültesi de yine budur. Avrupa kralları ve devlet adamları, tedâvî için kurtuba'ya gelir, gördükleri medeniyete, güzel ahlaka, misâfirperverliğe hayrân kalırlar, iyileşip ülkelerine dönerlerdi... Altıyüzbin kitâp bulunan bir de kütüphâne yaptırdı. Kurtuba'dan üç saatlik mesâfedeki (Vâdiyül-kebîr) kenarında, (Ezzehrâ) isminde pek büyük ve ince san'atlarla dolu bir saray ile mükemmel bahçeler ve büyük bir câmi' yaptırdı. Kurtuba'da çok sayıda derin âlim yetişti. Ancak, bunca hizmetlerden sonra maalesef işte bu işte ilerlemenin, bu medeniytin lokomotifi olan islâm ahlâkını, Allahü teâlânın emirlerini bıraktılar. Hatta ve hatta, Ehl-i sünnet i'tikâdından ayrıldıkları gibi, bir de düşman oldular. Yalnız ilim ve fennin tek başına kendilerini hedefe götüreceğini zannettiler... Fakat, ne yazık ki, böyle oldukları için, Pirene dağlarını aşamadılar. 1031'de Ümeyye devleti çöktü... Daha sonra, İspanyollar, Gırnata şehrini de alıp müslümanları kılıçtan geçirdiler... O güzelim sanat eserlerini yerler bir ettiler... Böylece Allahü teâlânın emirlerine uymamanın cezâsını buldular. Fakat bu çöküş bir açıdan faydalı oldu. Sebebi de şu... Eğer, İspanya fâciası olmasaydı, felsefeci İbnürrüşd'ün ve İbni Hazm'ın bozuk fikirleri, belki din ve îmân hâlini alıp dünyaya yayılacak, bugünkü hazîn levha, asırlar öncesinden meydâna çıkacaktı. Çünkü artık son zamanlar, dinin emirleri yerine, felsefecilerin fikirleri hakim olmuştu. Müslümanlar, hangi milletten olurlarsa olsunlar, dinin emirlerine tam hakkıyla sarılıp, bozuk fikirlere sapmadıkları müddetçe hep başarılı olmuşlardır. Beşeriyyeti ıstırâptan, felâketten kurtaran, îmânı ve ameli bozuk devletler değil, Emevîler, Tîmûr oğulları ve Osmanlılar gibi, Ehl-i sünnet olan ve dînine sarılan milletler olmuştur. Bunlar, İslâm âlimlerinin din ve fen kollarında insanlığa ışık tuttular. Fakat, ne yazık ki, sonraları, bunlarda da islâmiyyet gevşemeğe başladı. Hükümdarlarını şehid ettiler. İtaat azaldı. Birçok işletmeler, din câhillerinin, sinsi islâm düşmanlarının baskısı altında kaldı. Allahü teâlânın emrettiği gibi müslümanlar birbirlerini sevip saymadılar, çalışmayı bıraktılar.
Osmanlı Devleti Nasıl Yıkıldı?18 OCAK 1994
Osmanlıların, son zamanlarında, din adamları, fenden, ilimden habersiz, bilgisiz yetiştirilerek, islâmiyyeti içten yıkma plânları tatbike kondu.. Bir taraftan, ilim, fen yok edildi. Bir taraftan da, ahlâk, edep, hayâ ve din bozuldu. Neticede altı asıırlık koca imparatorluk, çöktüverdi... Yine aynı sebep, din ve ahlâktan uzaklaşmak... Hâlbuki, islâmiyyet, tecrübî ilimleri, fenni, san'atı, endüstriyi, önemle emretmekteydi... Bunu bildikleri için kasıtlı olarak, fen derslerini kaldırdılar. Bu üç kıt'aya hâkim, koskoca bir imparatorluk, nasıl çabukcak yıkılıverdi? Yâni, bu çöküş nasıl oldu? Osmanlı orduları Viyana'ya kadar gelince, Avrupa devletleri çok korktu. İslâmiyyet Avrupa'ya yayılıyor, hıristiyanlık yok oluyor, diye şaşkına döndüler. Osmanlı akınlarını durdurmak için çâreler aradılar. Çok uğraştılar. Bir ece yarısı, İstanbul'daki İngiliz sefiri şifre yolladı ülkesine... Avrupa'ya müjde vermek için sabâhı bekliyememişti çünkü... Arşimet gibi gece yarısı, - Buldum, buldum, diye bağırdı. Osmanlıların zaferden zafere ulaşmalarının sebebini ve bunları durdurma çâresini buldum, diye ve şöyle anlatıyordu şifresinde: - Osmanlılar, aldıkları esirlere hiç kötülük yapmıyor, kardeş ibi davranıyorlar. Hangi milletten, hangi dinden olursa olsun, küçük çocukların zekâlarını ölçüyorlar. Keskin zekâlı çocuklar seçilerek, saraydaki (Enderûn) denilen mekteplerde, değerli öğretmenler tarafından okutuluyor. İslâm bilgileri, İslam ahlâkı, fen, kültür dersleri verilerek, kuvvetli, başarılı birer müslüman olarak yetiştiriliyorlar. Osmanlı ordularını zaferden zafere ulaştıran değerli kumandanlar ve Sokullular, Köprülüler gibi seçkin siyâset ve devlet ve devlet adamları, hep böyle yetiştirilen keskin zekâlı çocuklardır. Osmanlı akınlarını durdurmak için, ilk başta bu Enderûn mekteplerini ve bunların kolları holan medreseleri yıkmak, müslümanları ilimde, fende geri bırakmak lâzımdır. İlk çare budur!.. İşte esas plân, esas yıkım bundan sonra başlıyor. İngiliz sefîrinin bu teklîfi çok doğru görülerek, Avrupa'da İskoç ve Pâris mason locaları harıl harıl çalışmağa başlıyorlar... Müslümanları aldatmak, medreselerden, mekteplerden ilmi, kaldırmak, fen bilgisine sahip din adamları ve idâreciler yetiştirilmesini önlemek için planlar hâzırlanıyor... Nedir bu plân... İşte yukarıda bahsettiğimiz gibi, medreselerden fen derslerinin kaldırılması... O zaman ne oldu medreselerde, fen, teknik yönden câhil yetişen gençler, Avrupa'da çok kolay kandırılıyor, kendi öz milletine düşman ediliyordu. İçeride, "Mühim olan ahıret hayatı değil midir? Fen bilgileriyle uğraşacağınız zamanda, dininizi iyice öğrenin." diyorlar. Avrupa'ya çağırdıkları gençlere de, kendi devletinden soğutmak için, yukarıda anlattığımız gibi, "Sizin devletinizde medreselerde fen dersi okutulmuyor, işte bunun için geri kalıyorsunuz. Bizim gibi olun. Bizi örnek alın. Buna bir çare bulmanız lâzım." diyerek, batıya hayranlık aşılıyorlardı... Ardından bu gençler zevk ve sefahate alıştırıldı. Yalancı etiketler, diplomalar verilerek anavatana gönderildi. Böyle diplomalı yobazlar, sinsi din düşmanlarının çok kurnâz ve milyonlarca altın harcayarak çevirdikleri dolaplarla, Osmanlı devletinde iş başına getirildiler. Meselâ Mustafâ Reşid Pâşa, Fuad Pâşa ve benzerleri, medreselerden fen derslerini kaldırdılar. Mithat Pâşa, Tal'at Pâşa din derslerini de azalttılar. Fâtih sultan Muhammed Hân zamanında medreselerde okutulan din ve fen bilgileri pek yüksek idi. Bu medreseler bugünün üniversitesi hüviyetinde faaliyet gösteriyordu. Tanzimattan sonra ve hele ittihâdçılar zamanında çok aşğı oldu. İslâm düşmanları, pek sinsi, iki yüzlü davranarak başarı sağladılar. Hele Mithat Pâşa, kıyasıya saldırmağa, çok acı plânları ile islâmı ve Kur'ânı yok etmeğe hâzırlanmıştı. Sultan İkinci Abdülhamid Hânın kuvvetli îmânlı ve keskin zekâsı ve firâseti, müslümânlara ve islamiyyete saplanmak istenen bu zehirli hançere karşı çelik bir kalkan gibi dikilmeseydi, düşmanların imhâ plânları, müslümânları ezecekti. Plân aynen uygulandı. İşte bu sebeplerden dolayı, i'tikâd bozulup, islâmiyyete bağlılık gevşedikçe, gerileme başladı. Nihâyetinde Osmanlı yok oldu... (Eş-şer'u tahtesseyf) yani din kılıçların altındadır, hadîs-i şerîfinin haber verdiği gibi, islâm güneşi batarak yeryüzü bugünkü karanlık hâlini aldı.
"Önce Mâneviyatları Sarsılacak" 19 OCAK 1994
Osmanlı devletinde Rus sefîri olarak uzun seneler çalışan İgnatiyef, hâtıralarında, bir mektuptan bahseder. Bu mektubu sultân ikinci Mahmûd Hân zamanında, Fener Patrikhânesinin kapısında idam edilen, devlete isyan eden, Rum isyânının baş plânlayıcısı, Patrik Gregoryos yazmıştır. Hâlâ bunun asıldığı, idam edildiği kapı, "Kin kapısı" olarak adlandırılmakta ve kullanılmamaktadır. Mektubunda, diyor ki: "Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak gayri mümkündür. Çünkü Türkler, müslüman oldukları için çok sabırlı ve dayanıklı insanlardır. Gâyet mağrûrdurlar ve izzet-i jman sâhibidirler. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından, kadere rızâ göstermelerinden, an' anelerinin kuvvetinden, padişâhlarına, devlet adamlarına, kumandanlarına, büyüklerine, olan itâ'at duygularından gelmektedir. Türkler zekîdirler ve kendilerini müsbet yolda sevk-i idâre edecek reîsleri sâhip oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gâyet kanâ'atkârdılar. Onların bütün meziyyetleri, hattâ kahramanlık ve şecâ'at duyguları da an'anelerine olan bağlılıklarından, ahlâklarının güzelliğinden gelmektedir. Türkelerde evvelâ itâX'at duygusunu kırmak ve ma'nevî bağlarını parçalamak, dînî metânetlerini zaâfa uğratmak, zayıflatmak, icap eder. Önce ma'neviyatları sarsılacak. Bunun da en kısa yolu, millî geleneklerine ve ma'neviyatlarına uymayan hârici fikirler ve hareketlere alıştırmaktır. Ma'neviyyâtları sarsıldığı gün, Türklerin kendilerinden şeklen çok kudretli kalabalık ve zâhiren hâkim kuvvtler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddî vâsıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olabilecektir. Bu sebeple Osmanlı Devletini yıkmak için mücerred olarak harp meydânlarındaki zaferler kâfi değildir. Hattâ sâdece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyyet ve vekârını tahrîk edeceğinden, hakîkatlerine nüfûz edebileceklerine sebep olabilir. Yapılacak olan, Türklere birşey hissettirmeden, bünyelerindeki tahrîbatı tamamlamaktır." Bu mektup gençlere gençlere gerçekten ders kitaplarında ezberletilecek kadar mühimdir. Mektupta ibret alınacak çok şey varsa da, en önemlisi şu iki husûstur: 1- Türklerin ma'neviyyatının ve dîninin yıkılması için, Türkleri yabancı fikir ve âdetlere alıştırmak. 2- Türklere hissettirmeden bünyelerindeki tahrîbâtı tamâmlamaktır. Bu hedeflere ise, Batının inanç, moda, örf, âdet ve ahlaksızlıklarını, taklîd ettirmekle ulaşılır. Şimdi geçmişimize şöyle bir bakacak olarsak, bu plânın aynen tatbik edildiğini çok açık bir şekilde görürüz. Maalesef halen de devam etmektedir. Batının inanç, örf, âdet, moda ve ahlâksızlıklarını takljd etmek medeniyyet değildir. Müslüman milletin bünyesinde tahrîbât yapmaktır. Batının ilim, fen, teknik ve her sâhadaki fennî gelişmelerini almak elbette lâzımdır. Zâten islâmiyyet bunu emreder. Peygamber efendimiz, "İlim Çin'de de olsa gidip alınız." buyurmuştur. Yabancı dil öğrenmenin lâzım olduğunu hadîs-i şerîfler haber vermektedir. Zeyd bin Sâbit hazretlerine, Resûl aleyhisselâm, Yahûdî dilini öğremeği emreyledi. Yahûdîlere gönderilen mektupların çoğunu buna yazdırdı. Onlardan gelen mektupları buna okuturdu. Zeyd, böylece İbrânî ve Süryânî lügatlarını öğrendi. Büyük islâm âlimi Seyyid Abdülhakîm Arvasî hazretleri, mükemmel Arabî, Fârisî konuştuğu hâlde, "Yabancı dil bilseydim, bütün dünyaya fâideli olurdum." derdi. Avrupa dillerini bilmediği için esef eder, çok üzülürdü. "İslâm dîninin üstünlüklerini, râhat ve huzûr kaynağı olduğunu ve medeniyyete, fende ve ahlâkta ilerlemeğe ışık tuttuğunu dünyaya bildirmek için, kısacası, islâmiyyete ve bütün insanlara hizmet için, yabancı dil öğrenmek muhakkak lâzımdır." derdi. Özet olarak şunu söyleyebiliriz, islâmiyet hiçbir zaman ilme, fenne karşı olmamış, bilakis her devirde bunu desteklemiştir. Avrupa, medeniyeti müslümanlardan öğrenmiştir.
.Bir Müsteşrik Gözüyle İslâmiyet 20 OCAK 1994
Bütün dinleri iyi incelemiş olan, İngiliz ilim adamlarından Lord Davenport, Hazret-i Muhammed ve Kur'ân-ı kerîm adındaki kitabında şöyle diyor. "Müslümanlar, muhârebede kılıca boyun eğmiş olan başka din adanmlarını dâimâ af ile karşılamışlardır. Müslümanların hıristiyanlara karşı davranışı ile, papalığın ve kralların mü'minlere revâ gördüğü mu'âmele, aslâ kıyâs edilemez. Meselâ, 1572 mîlâdî yılı Ağustos'un yirmidördüncü günü, yâni Sent Bartelemi yortu günü, dokuzuncu Şarl ve kraliçe Katerina'nın emri ile Pâris ve civârında altmışbin prostestan öldürüldü. Böyle nice işkencelerde dökülen hıristiyan kanları, müslümanların harp meydânlarında döktükleri hıristiyan kanlarından kat kat fazladır. Bunun içindir ki, birçok aldanmış insanı, İslâmiyyetin zâlim bir din olduğu zamanından kurtarmak lâzımdır. Böyle yanlış sözlerin hiçbir vesîkası yoktur. Papalığın vahşet ve yamyamlık derecesine varan işkenceleri yanında, müslümanların, gayri müslimlere karşı davranışları, ağzı süt kokan bir sübyanınki kadar yumuşak olmuştur. İslâmiyyet, başka dinlerin hurâfeler ve şüpheler bataklığı ortasında, çiçek temizliği ile yükselmiş bir aklî ve fikrî asâletin sembolü olmuştur. İslamiyyet, insan kanı dökmek fâci'a ve felâketinden beşeriyyeti kurtardı. Bunun yerine, ibâdeti ve sadakayı getirmekle, insanlara iyilik aşıladı. Sosyal adâletin temelini kurdu. Böylece, kanlı silahlara hâcet bırakmadan, dünyaya kolayca yayıldı. İlim da'vâsına müslümanlar kadar bağlı ve saygılı hiçbir millet gelmemiştir. Hazret-i Peygamberin sözleri, samîmî bir ilim teşvîkçisidir ve ilme saygı ile doludur. İslâmiyyet, ilme maldan daha çok kıymet vermiştir. Hazret-i Muhammed, bu tutumu olanca gücü ile desteklemiş, Eshâbı da, bu yolda var kuvvetleri ile çalışmışlardır. Bugünkü fennin ve medeniyyetin kurucuları, eski ve yeni eserlerin ve edebiyyâtın koruyucuları, Emevîler, Abbâsîler, Gaznevîler ve Osmanlılar zamanındaki müslümanlar olmuştur." İslâm düşmanları asırlardır, yaptıkları acı tecrübelerle anladılar ki, müslümanları mertkilke, kahramanlıkla yıkmak mümkün değil. Bunun için her türlü adi planları, hileleri, tetbike soktular. Her türlü propaganda yolları ile, iğrenç yalan ve iftirâlar söyliyerek, çok vahşi ve barbarca işkenceler yaparak saldırıyorlar. Bu saldırılarını ileri görüşlü müslümanlar görüyor, anlıyor, onlara aldanmıyorlar. Sinsi düşmanlar, tatlı sözle, güler yüzle ve para yardımı yaparak, okşayarak, İslâm saldırıyorlar. "Dinli, dinsiz, herkes kardeştir. Dine lüzûm yoktur." diyorlar. Din kardeşliğini yok edip, yerine başka kardeşlikleri koymağa çalışıyorlar. İslâmiyyetin en korkunç, en zararlı düşmanı, müslüman görünüp, din adamı şekline girip, İslâmiyyeti içten sinsice yıkmaya çalışanlardır. Tarihe dikkat edilirse, İslam devletleri dışarıdan değil içeriden yıkılmışlardır. Bunlar, Arabistan'da ve Hindistan'da ve diğer islam ülkelerinde, "Dinde reform yapacağız, İslâmiyyeti hurâfelerden, bozuk şeylerden kurtaracağız, Kur'ânın emirlerini meydâna çıkaracağız." gibi, sözde dostça ifadelerle, yazılarla, içerden yıktılar. Bölücülük yapıp fitne çıkartarak, kardeşi kardeşe düşman ettiler. Hâlbuki İslam dini, birleşmeyi, yardımlaşmayı emretmektedir. Her müslümanın birbirlerine, hattâ gayrı müslim vatandaşlara, yurdumuza gelen yabancı iş adamlarına turistlere iyilik etmesi, herkesi sıkıntıdan kurtarması lâzımdır. Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem (İnsanların en iyisi, insanlara fâideli olandır.) buyurdu. Bunun için, islam bilgilerini, islâmın güzel ahlâkını, gençlere öğretmeliyiz. Temiz gençler, dinde câhil bırakılırsa, yalancı kahramanlara, iki yüzlü dostlara inanarak dinleri ve ahlâkları bozulur. Allah korusun sonsuz felâketlere, uçurumlara sürüklenirler. İslâmiyyete saldırmak, bütün dünyaya, bütün insanlara sûikast yapmaktır. İnsan haklarını, insan hürriyetlerini ayaklar altına almaktır. İnsanların saâdetini felâkete çevirmeğe uğraşmaktır. Bu fâci'a, bu kötülük maalesef, gözü dönmüş, taş yürekli bir avuç zümrenin zevki, keyfi ve eğlencesi için işleniyor. Allahü teâlâ, insanları bu pek acı belâdan kurtarsın! Âmîn. Şunu da belirtelim ki yalnız lâf ile ve yazı ile yapılan duâlar kabûl olmaz. Hem duâ etmek, hem de sebebe yapışmak, çalışmak lâzımdır. Müslümanların, dinlerine saâdetlerine saldıran açık ve sinsi düşmanları tanımaları, bunların yalanlarına aldanmamaları lâzımdır.
.
.Din Düşmanlarının Hîleleri 26 TEMMUZ 1994
Bugün yeryüzündeki müslümanlar çeşitli, fırkalara, gruplara ayrılmış durumdadırlar. Hepsi islâmın gerçek yolu benim yolumdur, diyor. Bu parçalanmanın, bölünmenin iki sebebi var: Birincisi, benlik duygusu sadece ben bilirim düşüncesi. Asırlardır, âlimlerimizin bildirdiklerini, milyonlarca kitapta yazılı olanları bir tarafa bırakıp bu işin en iyisini ben bilirim. Kur'ân-ı kerîmden en doğru hükmü ben çıkarırım, anlayışıdır. İkinci sebebi ise, müslümanların birliğinden beraberliğinden korkan din düşmanlarının, bilerek müslümanların arasına tefrika, ayrılık sokmalarıdır. Bazı gruplar incelendiğinde, çoğunun perde arkasında dış güçlerin özellikle İngilizlerin bulunduğu görülür. Meselâ , 1700'lü yıllarda yaşamış meşhur İngiliz casusu Hampher, hatırasında, vehhabiliği nasıl kurduklarını, temelini nasıl attıklarını açık açık anlatmaktadır. Bunun gibi daha birçok fırkaları, bizzat kendileri, müslüman kılığına soktukları adamları vasıtası ile kurdurmuşlardır. Meselâ, bilhassa Amerika'da ve Avrupa'da çok yaygın olan Kadiyanilik de böyle bir cemâ'attir. Peki bu grupların doğrusu hangisidir. Doğrusu nasıl anlaşılır? diye sorulacak olursa: Doğrusu, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkarılan ilimler içinde, kıymetli ve doğru olan, Peygamber efendimizin dört halifesinin ve diğer Eshabının bildirdikleridir. Yâni bunların yoludur. Çünkü bunlar, bizzat Resûlullah efendimizden gördüklerini, işittiklerini bildirmişlerdir. Bu bilgileri de bize ulaştıranlar, yalnız (Ehl-i sünnet) âlimleridir. Ehl-i sünnet âlimleri, bu ilimleri, Eshâb-ı kirâmdan öğrendi. Bunlar da, Resûlullahtan öğrendiler. Kaynağı Resûlullah efendimiz olmıyan, her câhil, tuttuğu yolun, Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun olduğunu sanır ve iddi'â eder. Halbuki, anladığı Resûlullah efendimizin bildirdiği değil, kendi anladığıdır. Bu hâlde, bu kimselerin Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkardıkları her ma'nâ, makbûl ve mu'teber değildir. Çünkü herkes kendi anladığını ortaya koyacak olursa, insan sayısı kadar da din çıkar ortaya. Çünkü anlayışlar, görüşler çok farklıdır. Bunun için âlimlerimizin, o büyük ve dindar insanların bildirdikleri i'tikâddan, îmândan kıl kadar ayrılanların, hak yolu bulması, kıyâmette azaptan kurtulmaları imkânsızdır. Böyle olduğu akıl ile, Kur'ân-ı kerîm ile ve hadîs-i şerîfler ile ve din büyüklerinin kalbleriyle görmeleri ile anlaşılmaktadır. Yanlışlık ihtimâli yoktur. Bu büyüklerin kitaplarında bildirdikleri doğru yoldan kıl kadar ayrılanların sözleri ve kitapları, zehirdir. Hele dünyalık toplamak için, dini âlet edenlerin ve kendilerine din adamı ismini verip, her akıllarına geleni yazanların hepsi, din hırsızıdır. Bu kitapları ve dergileri okuyanların îmânlarını çalarlar. Bunlara aldananlar, kendilerini müslüman sanıp namaz kılar. Hâlbuki, îmânları çalınmış, gitmiş olduğundan namazları, hiçbir ibâdetleri ve iyilikleri kabûl olmaz ve âhırette işe yaramaz. Dinlerini dünyaya satanlar hakkında, Bekara sûresinde meâlen şöyle buyurulmaktadır: (Câhiller, ahmaklar, dünyadaki zevk ve lezzetlere kavuşmak için, dinlerini, îmânlarını verdi. Âhıretlerini satıp, dünyayı, şehvetlerinin istediklerini aldılar. Kurtuluş yolunu bırakıp, helâke koştular. Bu alış verişlerinde birşey kazanmadılar. Bunlar, ticâret ve kazanç yolunu bilmedi. Çok ziyân etti.) Dünyada ve ahırette saadete, huzura kavuşabilmek için Resûlullahın ve O'nun izinden, gidenlerin yolunda bulanmaktan başka çare yoktur. İki cihân yâni dünya ve ahıret saadetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünya ve âhıretin efendisi olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi' olmağa, O'nun yolundan gitmeye bağlıdır. O'na tâbi' olmak için, îmân etmek ve islamiyeti öğrenmek ve yapmak lâzımdır. Önce doğru bir îmâna sahip olmak lazımdır. Din düşmanlarının hîlelerine aldanmamak lâzımdır. Önce doğru îmâna sahip olmak şarttır. Kalbde doğru îmânın bulunmasının alâmeti de, kâfirleri Allahın düşmanı bilmek onlara mahsûs olan ve kâfirlik alâmeti olan şeyleri yapmamaktır.
.Yeter ki Samimi Bir Şekilde İstensin 2 AĞUSTOS 1994
Bugün yerzündeki müslümanlar değişik değişik yollar tutmuşlar, herkes benim düşündüğüm, benim fikrim doğru diyor. Elbette bunlardan sadece biri doğru. Bu kadar yanlış içinde, kişi cenâb-ı Hakkın istediği, râzı olduğu, doğru yolu nasıl bulacak gerçekten zor. Ancak, kişi gerçekten samimi bir şekilde, cenâb-ı Hakkın râzı olduğu yolda olmak isteyince, buna Allahü teâlâ, mutlaka râzı olduğu yolu göstereceğini vaat etmektedir. Bir din büyüğümüz de, cenâb-ı Hakkın râzı olduğu yolu nasıl bulduğunu şöyle anlatır: "Evimden ve ilk mektepten din terbiyesi, din bilgisi almıştım. Bizim çocukluğumuzda, bin dokuzyüz yirmili yıllarda, orta ve liselerden Kur'ân-ı kerîm ve din dersleri kaldırılmıştı. Hiçbir hocamız din bilgisi vermiyordu. Onları yüksek, olgun tanıyor, çok saygılı olmak istiyordum. Fakat, mukaddesâtıma, dinime saldıranları görünce, hayâl kırıklığına uğruyordum. Küçük aklımla düşünerek, müslümanlık olarak öğrendiğim bütün bilgilerimi inceliyordum. Hepsinin fâideli, iyi, kıymetli olduğunu görüyor, bunları fedâ edemiyordum. Birkaç sene önce, berâber oruç tuttuğumuz, namaz kıldığımız arkadaşlarım, iftirâlara aldanarak, ibâdetten vazgeçiyorlardı. Yalnız kalmak, beni daha da üzdü. 1929 senesinde, lise son sınıfta, onsekiz yaşında idim. Yatılı okulda okuyordum. Bir Kadir gecesi, okulda yatmıştık. Uyuyamadım. Şaşkın olarak, yatağımdan fırladım. Düşüncelerimde, îmânda yalnız kalmıştım. Sıkılıyordum, bunalıyordum. Bahçeye çıktım. Gökyüzü yıldızlarla dolu idi. Eyyûb Sultân'ın, yâni Hâlid bin Zeyd'in türbesine karşı, Haliç'in ışıklı dalgaları, sanki bana, " Üzülme, sen haklısın" diyorlardı. Hıçkırarak ağladım. Sonra da: "Yâ Rabbî! Sana inanıyorum. Seni ve peygamberlerini seviyorum. İslâm bilgilerini öğrenmek istiyorum. Beni, din düşmanlarına aldanmaktan koru!" diye yalvardım. Allahü teâlâ, bu ma'sûm ve hâlis duâmı kabûl buyurdu. Kerâmetler, hârikalar hazînesi, ilim deryâsı Abdülhakîm Arvasî hazretleri , önce rü'yâda, sonra câmi'de karşıma çıktı. Bâyezîd câmi'inde haftada üç gün va'zlarına, sonra evine gittim. Bana acıdı. Sarf, nahv, mantık, fıkıh öğretti. Çok kitap okuttu. Sohbetleri o kadar tatlı, o kadar faydalı idi ki, çok def'a, sabahtan gece yarısına kadar yanından ayrılmazdım. Kalbim temizlendi. İslâmiyetin dünya ve âhıret sa'âdeti için, biricik kaynak olduğunu anladım. Önceleri, büyük sandığım kimseleri, islâm âlimlerinin büyüklükleri yanında, çocuk gibi gördüm. Onların ilim diye söyledikleri ba'zı şeylerin, ilimden, fenden çok uzak, alçakça düzülmüş plânlar, iftirâlar olduğunu anladım." Cenâb-ı Hakkın râzı olduğu yolda bulunmak istiyen kimse gayrı müslim bile olsa, o da hidayete kavuşur. Müslüman olup Türkiye'ye yerleşmiş bir Fransız hidayete nasıl kavuştuğunu şöyle anlatmaktadır: "Yirmi yaşında idim. Papazların sözleri bana saçma geldiği çin, hıristiyan dinine de inanmıyordum. Bir ara bir spor tesisi kurmaya karar verdik. Arkadaşlar kendi aralarında para topladılar. Bu paralar yetmeyince yakınlarımızdan da para toplamaya karar verdik. Ben yakınımızda bulunan, kilisenin papazına gittim. Cimri bir papazı vardı. Kendisine yardım için geldiğimi söyleyince, ben size para veremem buraya kadar gelmişken size güzel bir duâ öğreteyim, dedi. Sonra şöyle devam etti: Siz devamlı, "Yâ Rabbî, bana râzı olduğun yolu göster." diye duâ edin, dedi. Ben de zaten bir arayış içindeydim. Bu şekilde duâ etmeye başladım. Az zaman sonra, müslüman bir gençle tanıştım. Bana islamiyeti anlattı. Anlattıkları çok hoşuma gitti. Sonra da müslüman olmakla şereflendim. " Bundan da anlaşılıyor ki, yeter ki insan, samimi bir şekilde, "Yâ Rabbî ben senin râzı olduğun yolda bulunmak istiyorum, beni bu yola kavuştur." diye dua etsin, samimi bir şekilde sebeplere yapışsın kâfidir. Çok şükür o eski günler geride kaldı. Herkes dinini rahat bir şekilde öğrenebiliyor. Bizzat devlet okullarında din dersi okutuluyor. Dinini seven, ona sarılan gençlerin sayısı gün geçtikçe artıyor.
.
95
Müslümanın Üç Gayesi 9 MART 1995
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen: "Ben insanları ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım." buyurmaktadır. Canlı cansız bütün mahlûkat, insan için yaratılmıştır. İnsanın istifadesi için yaratılmıştır. Cenâb-ı Hak, canlı cansız bütün varlıkları insan için, insanı da kendisi için yaratmıştır. Bunun için insanın yükü, mes'uliyeti çok fazladır. Allahü teâlâ, insanların ibâdetlerine muhtaç değildir, fakat insan bu ibâdetlere muhtaçtır. Bunun için insan, diğer canlı varlıklar gibi meselâ, hayvan gibi, gayesiz, maksatsız başıboş olamaz. İnsanın yaratılış gayesine uygun olarak yaşayabilmesi için üç gayesi olması lâzımdır. Birinci gayesi, rıza-i İlâhi olmalıdır. Müslümanın bütün çalışmalarında bu maksat olmalıdır. Eğer kişinin yaptığında Allahü teâlânın rızası yoksa, o işten hayır gelmez. Rıza-i İlâhiye kavuşabilmenin en kestirme yolu, insanlara Allahü teâlânın dinini yaymaktır. Bunun için de zamanın imkânlarını, teknik vasıtalarını iyi kullanmak lâzımdır. Çünkü, Peygamber efendimiz, düşmanın silahı ile silahlanmamızı emretmektedir. Zamanımızda, dini yaymada veya yıkmada en tesirli vasıta televizyondur. Bundan sonra, gazete, dergi, kitap gelir. Fakat muteber kitabın yeri başkadır. Televizyon kalıcı değildir. Yayınlanıp geçiyor. Kitap böyle değildir. Kitap vesikadır. Kıymetli kitap hiçbir zaman, değerini önemini kaybetmez, kalıcıdır. Müslümanın ikincisi gayesi, Allahü teâlânın kullarına hizmet etmektir. Bu da rıza-i İlâhi içindir. İnsanlara hizmet etmek zaten rıza-i İlâhinin yüzde doksanıdır. Hadîs-i şerîfte, (İnsanların iyisi, insanlara fâidesi olandır) buyuruldu. Üçüncüsü para kazanmaktır. Para kazanmak da ilk ikisini yapabilmek içindir. Bu zamanda, dine hizmet edebilmek için, para, mal şarttır. Peygamber efendimiz, bir hadîs-i şerîfinde, (Eshâbım için fakîrlik sa'âdettir. Âhır zamandaki ümmetim için, zengin olmak sa'âdettir) buyurdu. Ba'zıları da, para kazanmak için dini kendine âlet eder. Bu çok tehlikelidir. Böyle kimselerden uzak durmalıdır! Bunun için malın kıymetini bilmelidir. Malın nasıl kazanıldığını bilmeyen malın kıymetini bilmez. Harâmlara, lüzûmsuz yerlere dağıtır. Aklın ve islâmiyetin beğenmediği kötü yerlere saçar. Mal kazanmak, dağa yük çıkarmak gibidir. Mal dağıtmak, yuvarlak taşı, dağdan aşağı bırakmaya benzer. Fakîrlik, çok kimsenin iyi adam olmasına mâni' olur. Çok kimse, fakîrlik sıkıntısı ile îmânını elden kaçırmış, mürted olmuştur. İyi anladım, uzun tecrübe ile: Adam ilimle ölçülür, ilim de mâl ile! Malı helâlden kazanmak güçtür. Helâl yoldan, dine uyarak kazanan az olur. Bunun için de sevabı çoktur. Helâl mal damla damla, harâm mal ise, sel gibi akarak gelir. Helâlden kazanılmış zenginlik kusûr değildir. (Âhır zamanda zengin olmak sa'âdettir) hadîs-i şerîfi kıymetli kitaplarda yazılıdır. İbrâhîm, Dâvüd ve Süleymân "aleyhimüsselâm" çok zengindiler. Eshâb-ı kirâmın fakîrlerinden çoğu, zenginler bizim gibi ibâdet ettikten başka, malları ile hayırlı işler yaparak çok sevâb kazanıyorlar diyerek, Agniyâ-yı Şâkirîne imrenirlerdi. Allah dostlarını sevmek, dine hizmette, insanın ihlâsını, gayretini artırır. Çünkü, din büyükleri, "Cennetin kapısı büyüklerin kalbidir" buyurmuştur. Her yere bir kapıdan girilir. Cennete girmek için de büyüklerin kalbine girmek lâzımdır. İşin esası da budur. Akıl bu büyükleri tanıyıncaya kadar lâzımdır. Ondan sonra aklı bir kenara koymak lâzımdır. Kalbe girdikten sonra akla uymak felâkettir. Bunun için, dine uymada, dini yaşamada, kendi kafamıza göre değil, Allah dostlarının kitaplarında bildirdiklerine uymamız lazımdır. Daha önce yaşamış, Allah dostu bir kimsenin kitabını okumak, ona karşı sevgi beslemek, sağlığında sevmek gibidir. Bu sevgi sebebiyle O'ndan feyz gelir. Kötülüklerden uzaklaşır, dinin emirlerini yapmakta zorluk çekmez.
.Başarının Sırrı 16 MART 1995
İlme müslümanlar kadar bağlı, saygılı hiçbir millet gelmemiştir. Muhammed aleyhisselâm birçok hadîs-i şerîflerinde, ilmi medhederek, teşvik etmiştir. İslâmiyet ile, maldan daha çok önem vermiştir. Bugünkü fennin ve medeniyetin kurucuları, Emevîler, Abbasîler, Gaznevîler, Selçuklular ve Osmanlılar zamanındaki müslümanlar olmuşlardır. Bu devletler, adâlet, iyilik, saygı gibi güzel ahlâklar üzerine kurulduğu için, bünyelerinde, birbirini seven, yardımlaşan, çeşitli ırklardan insan topluluklarını birleştirmiştir. Osmanlıları Sakarya kenarından, kısa zamanda, Viyana kapılarına götüren kuvvet, Sultan Osman'ın ihlâslı bir şekilde, bütün insanların kurtulması, onlara dinimizin emrettiği güzel ahlâkı öğretmeleri için, oğullarına yaptığı vasiyetidir. İslâm devletleri, fethettikleri yerlerde, adâlet ile hükmedip, İslâmiyetin emrettiği güzel ahlâka tam uydukları devirlerde her zaman büyük başarılar elde etmişler, bunlarda gevşeme olduğu zamanlarda ise, bu başarıları gösterememişlerdir. Başarıları hep İslâmiyetin emrettiği güzel ahlâka uymaları ile orantılı olmuştur. Endülüs Emevî Devleti Sultanı Üçüncü Abdurrahman, âlimlere ve ilme çok kıymet verirdi. Bunun için Endülüs'te ilmî çalışmalar çok ilerledi. Mükemmel bir tıp fakültesi kuruldu. Avrupa kralları ve delvet adamları, tedâvi için Kurtuba'ya gelirlerdi. Gördükleri medeniyete, güzel ahlâka, misâfirperverliğe hayran kalırlardı. Fakat daha sonraları, İslâm ahlâkını, Allahü teâlânın emirlerini bırakıp, felsefeci İbni Rüşd ve İbni Hazm'ın bozuk fikirleri hâkim olunca, kısa zamanda devlet çöktü. İspanyollar 1492 senesinde, Gırnata şehrini alıp, bütün müslümanları kılıçtan geçirdiler. Aynı durum Osmanlılarda da vuku bulmuştur. Önceleri medreselerde, fen dersleri de okutulurdu. Din düşmanları çeşitli entrikalarla, medreselerden fen derslerini kaldırttılar. Din adamları, fen bilgilerinden mahrum, bilgisiz yetiştirilerek, İslâmiyeti içeriden yıkmaya başladılar. Bir taraftan, ilim yok edildi. Bir taraftan da, ahlâk, edep, hayâ ve din bozuldu. Bunun neticesi olarak da, imparatorluk çöktü. Hâlbuki İslâmiyet, tecrübî ilimleri, fenni, sanatı, endüstriyi önemle emretmektedir. Türkler, İslâmiyete ve onun emrettiği güzel ahlâka bağlılıkları nisbetinde, birçok ülkelere hâkim olmuşlardır. İslâmiyete girmiyen Türk boyları ise kısa zamanda yok olup gitmişlerdir. Türkler üç büyük dalga hâlinde dünyaya dağıldılar: Bunlardan birincisi, Gaznevî hükümdârları emrindeki, kalaç ve diğer Türk boylarıdır. Bunlar müslüman olup, gittikleri her yere İslâm dinini, onun güzel ahlâkını götürdüler. Bugün Hindistan'da yüz milyonu aşan bir müslüman topluluğunun bulunması, bunların hareketinin bir neticesidir. İkincisi, İran'dan geçerek, Malazgirt zaferinden sonra Anadolu'yu fetheden Oğuz Türkleri'dir. Bunlar da İslâm dini ile müşerref oldukları için, asırlardır, hayatiyetlerini devam ettirmektedirler. Güzel vatanımız bunların vesîlesi ile müslüman diyârı olmuştur. Üçüncü Türk dalgası ise, Karadeniz'in kuzeyinden, Balkanlara inmişlerdir. Bunlar, Peçenek ve Koman gibi Türk boylarıdır. Bunlar, İslâm dini ile şereflenemedikleri için, kısa zamanda eriyip yok oldular. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Türk devletlerini ve milletlerini ayakta tutan, yaşatan esas güç, kuvvet îmândır ve İslâm dininin emrettiği güzel ahlâk, adâlet, iyilik, doğruluk ve fedakârlık gibi esaslardır. Dinimizin emrettiği şekilde ilme, önem verilip, güzel ahlâk ile adâletle muâmele edildiği takdirde, müslüman milletlerin eskiden olduğu gibi, medeniyetin, ilerlemenin temsilcisi olmaları için hiçbir engel yoktur.
Îmânın altı şartı 14 EYLÜL 1995
Her işte bir öncelik sırası vardır. Bu sıraya dikkat edilmezse daha sonra yapılanlar faydasız olur, bir işe yaramaz. Bunun için bir müslümanın dini bilgilerde öncelikle neyi bilmesi gerekir, dini öğrenmede öncelik sırası nasıldır, bunu iyi bilmesi şarttır. Dini açıdan, bu sıralama ya'nî öncelik verilmesi, diğer işlere mukayeseyle çok daha önemlidir. Meselâ, bir kimsenin düzgün bir îmânı, i'tikâdı yoksa bu kimsenin yaptığı bütün ibâdetlerin, iyiliklerin hiçbir faydası olmaz. Cenâb-ı Hak, bir insanın, önce îmân etmesini istiyor. Tabiî ki, bu îmânın da şartlarına uygun olması lâzım. Doğru, düzgün bir i'tikâda sahip olduktan sonra, dinin yasak ettiği şeylerden kaçınıp, dinin emrettiği şeyleri yapmak lâzımdır. Her müslümanın öncelikle îmânın altı şartını bilmesi ve inanması gerekir. Bir müslüman, bu altı şarta inanıp mânâlarını bilse îmânı tamam olur. Müslümanın Amentünün, bu altı şartında bildirilen şeyler hakkında, zarûrî olarak bilinmesi gereken şeyleri de, kısaca bilmesi lâzımdır. Meselâ Amentünün birinci şartı, Allahın varlığına, birliğine inanmaktır. Fakat, Cenâb- ı Hakkın mekândan münezzeh, ya'nî mekânsız olduğunu bilmiyen bir kimse, bugün çok kimsenin yaptığı gibi, Allahü teâlâyı gökte bilip, konuşmalarında, "Sen bu işi, ne kadar gizli yaparsan yap, Allah seni gökte görüyor" derse veya duâ ederken, Allahın gökte olduğunu zannedip, başını kaldırıp gökyüzüne bakarsa, küfre düşmüş, ya'nî dinden çıkmış olur. Eskiden, Osmanlılar zamanında, hoca efendiler nikâh kıyarken, gençlere önce îmânın şartlarını sorarlardı. Bilmiyorlarsa nikâhı kıymazlardı. Bunları, öğrenin gelin ondan sonra, derlerdi. Çünkü âkıl baliğ olduğu hâlde, bunları bilmiyen kimse, dinden çıkıyor, müslüman olarak kalamıyor. Amentünün birinci şartı, Allahü teâlâya inanmaktır. Amentüdeki, Amentü billâhi, demek, Allahü teâlânın varlığına ve birliğine inandım, îmân ettim, demektir. Allahü teâlâ vardır ve birdir. Ortağı ve benzeri yoktur. Mekândan münezzehtir, ya'nî bir yerde değildir. Ayrıca Allahü teâlânın sıfatlarını da bilmek şarttır. Bu sıfatlar ikiye ayrılır. Sıfat-ı zâtiyye, sıfat-ı sübûtiyye. Sıfat-ı zâtiyye şunlardır: 1- Kıdem, Allahü teâlânın evveli yoktur. 2- Bekâ, Allahü teâlânın sonu yoktur. 3- Kıyâm bi-nefsihi, Allahü teâlâ, kimseye muhtaç değildir. 4- Muhâlefetün lil-havâdis, Allahü teâlâ kimseye benzemez. 5- Vahdâniyyet, Allahü teâlâ birdir ortağı, benzeri yoktur. 6- Vücûd, yâni var olmasıdır. Sıfat-ı sübûtiyye şunlardır: 1- Hayât, Allahü teâlâ diridir. 2- İlm, Allahü teâlâ herşeyi bilir. 3- Sem', Allahü teâlâ işitir. 4- Basar, Allahü teâlâ görür. 5- İrâde, Allahü teâlâ dileyicidir. Yalnız O'nun dilediği olur. 6- Kudret, Allahü teâlâ herşeye gücü yeter. 7- Kelâm, Allahü teâlâ söyleyicidir. 8- Tekvîn, Allahü teâlâ hâlıktır, yaratıcıdır. Her şeyi yaratan, yoktan var eden O'dur. O'ndan başka yaratıcı yoktur. Cenâb-ı Haktan başkası için (yarattı) demek küfür olur. Ya'nî mecâz ma'nâda da olsa bu kelime kullanılamaz. İnsan birşey yaratamaz. Bugün maalesef bu kelime çok yaygın bir şekilde kullanılmaktadır.
.Müslüman fitneden uzak durur 12 AĞUSTOS 1996
İlim olmayınca hiçbir şey olmaz. Bunun için din düşmanları, tanzîmatta medreselerden fen derslerini kaldırdılar, din derslerinde de, yüksek bilgilerden mahrûm ettiler. Çünkü, İslâm dîni ilim üzerine kurulmuştur. İlim olmayınca, hakîkî din adamı kalmayınca, İslâmiyet bozulur. İslâm âlimlerinin büyüklerinden Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri "Eşi'at-ül-leme'ât" ismindeki kitabında buyuruyor ki: Eshâb-ı kirâmdan Hazret-i Huzeyfe anlatır: Resûlullaha ilerde hâsıl olacak fitnelerden sordum. Çünkü, bunların şerrine yakalanmaktan korkuyordum. Zararlı şeyden sakınmak, faydalı şeye kavuşmaktan daha mühimdir. - Yâ Resûlallah, biz, müslüman olmadan önce kötü kimselerdik. Allahü teâlâ, Senin şerefli vücûdun ile, islâm ni'metini, iyilikleri bizlere ihsân etti. Bu saâdet günlerinden sonra, yine kötü zaman gelecek mi? - Evet gelecek! - Bu şerden sonra, hayırlı günler yine gelir mi ? - Evet gelir. Fakat, o zaman bulanık olur. Bu zamanda, iyilik kötülükle karışık olur. Kalbler, ilk zamanlarda olduğu kadar sâf ve tertemiz olmaz. İ'tikâtların sahîh, amellerin sâlih ve idârecilerin adâletleri, birinci asırdaki gibi olmaz. Kötülükler, bid'atler, her tarafa yayılır. İyiler arasına kötüler, sünnetler arasına bid'atler karışır. - Bulanıklık ne demektir ? İyiler kötüler karışır - Benim sünnetime uymıyan ve benim yolumu tutmıyan kimselerdir. İbâdet de yaparlar, günâh da işlerler. Hayır da yaparlar, şer de yaparlar. - Bu hayırlı zamandan sonra, yine şer olur mu ? - Evet. Cehennemin kapılarına çağıranlar olacaktır. Onları dinliyenleri Cehenneme atacaklardır.. - Yâ Resûlallah! Onlar nasıl kimselerdir? - Onlar da, bizim gibi insanlardır. Bizim gibi konuşurlar. Ya'nî, âyet ve hadîs okuyarak, va'z ve nasîhat ederler. Fakat, kalblerinde hayır ve iyilik yoktur. - Onların zamanlarına yetişirsek, ne yapmamızı emredersin? - Müslümanların cemâ'atine ve hükûmetine tâbi ol. - Müslüman cemâ'ati ve müslüman hükûmeti yoksa, ne yapalım? - Bir kenara çekil. Aralarına hiç karışma. Ölünceye kadar, yalnız yaşa! Benden sonra öyle kimseler gelir ki, benim yolumdan ayrılırlar. Kalbleri şeytan yuvasıdır. Bunlara da itâ'at ediniz! Karşı gelmeyiniz! Sizi dövse de, mallarınızı alsa da karşı gelmeyiniz! Ya'nî, fitne çıkarmayınız. Sabredip, ibâdetiniz ile meşgûl olunuz. Şehir içinde fitneden kurtulamazsanız, ormana sığınınız. Fitnecilere karışmamak için, ormana gidip, ot, yaprak yimek zorunda kalırsanız, ormanda kalınız da, fitnecilere karışmayınız! Sonra: - İyi dinleyin ve itâ'at edin, buyurdu. Bu son emir, devlete karşı gelmemek, fitne çıkarmamak için, çok dikkatli olmak gerektiğini vurgulamaktadır. Din adamları, politikacılara âlet olmaz. Ehl-i sünnet âlimleri, buna titizlikle uymuşlar, din adamlarının politikaya âlet olmasının, yakıcı ateşi tutmak gibi olduğunu bildirmişlerdir. Kuvvete karşı gelmenin, isyân etmenin ahmaklık olduğunu söylemişlerdir. Müslümanın kendini tehlîkeye atması harâmdır. Herşeyin başı ilim İlim olmayınca hiçbir şey olmaz. Bunun için din düşmanları, tanzîmatta medreselerden fen derslerini kaldırdılar, din derslerinde de, yüksek bilgilerden mahrûm ettiler Çünkü, İslâm dîni ilim üzerine kurulmuştur. İlim olmayınca, hakîkî din adamı kalmayınca, İslâmiyet bozulur. Bulut olmayınca, yağmur beklemek, mu'cize istemek olur. Allahü teâlâ bunu yapabilir. Fakat, âdeti böyle değildir. İslâm âlimi yetişebilmesi için de, islâm ilimleri meydana çıkıp, yayılıp, ondan sonra da, senelerin geçmesi lâzımdır. Düşmanlar, müslümanları ilimden mahrûm bırakarak islâm güneşini söndürdü. Bunların önderliğini, İngilizler yaptı. Hazret-i Mehdî zamanında yeniden doğacak. Zamanımızda cihâd yapmak demek, ihtilâl yapmak, isyân etmek değil, din bilgilerini yaymak demektir. Bu inceliği anlamayıp fitnecileri kendine rehber edinenin başı dertten kurtulmaz.
..
.
.Batının islâmiyeti yok etme plânları 13 EYLÜL 1996
Batılı islâm düşmanları yeri geldiğinde, kaba kuvvetle, yeri geldiğinde çeşitli oyunlarla elde ettikleri devletleri, milletleri asırlarca sömürdüler. Bu ülkelerin, yer üstü, yer altı ne kadar servetleri varsa bunları alıp götürdüler. Ayrıca ma'nevî yönden hem dînlerini, hem de dillerini, örf ve âdetlerini kaybettirdiler. Bu sömürgeci devletlerin başını İngiltere çekiyordu. İslâm düşmanlığı, zulüm, istibdât, hîle ve hıyânet üzerine kurulan İngiliz imparatorluğu, kendisine "Üzerinde güneş batmayan devlet" ünvânını vermişti. 19. yüzyıldaki işgalleri sonunda, dünya topraklarının yaklaşık dörtte birine, dünya nüfusunun da dörtte birinden çoğuna sâhip oldu. İngiliz sömürgelerinin en önemlisi, Hindistan idi. İngilizlere dünya hâkimiyetini te'mîn eden, onun, nihâyetsiz tabiî servetleridir. Sâdece birinci dünya harbinde, İngiltere bu ülkeden, birbuçuk milyon asker ve bir milyar rupye nakdî para almıştır. Bunların çoğunu Osmanlı Devletini parçalamak için kullanmıştır. Barış zamanında ise, İngiltere'nin muazzam sanâyisini yaşatan, İngiliz ekonomisini ve mâliyesini takviye eden Hindistan'dır. Hindistan'ın diğer sömürgelerine nazaran çok önemli olmasının iki sebebi vardı: Birincisi, dünyayı sömürmelerine en büyük mâni olarak gördükleri İslâmiyetin Hindistan'da yayılması ve burada müslümanların hâkim olmasıdır. İkincisi, Hindistan'ın tabiî zenginlikleridir. Hindistan'ı elde tutabilmek için, Hindistan yolu üzerinde bulunan bütün İslâm ülkelerine saldırmış, fitne ve fesâd tohumları ekerek, kardeşi kardeşe kırdırmış ve bu ülkelere hâkim olarak, bütün tabiî zenginliklerini ve millî servetlerini hep kendi memleketine taşımıştır. İngiliz sömürgelerinin en önemlisi, Hindistan idi. İngilizlere dünya hâkimiyetini te'mîn eden, onun, nihâyetsiz tabiî servetleridir. Sâdece birinci dünya harbinde, İngiltere bu ülkeden, birbuçuk milyon asker ve bir milyar rupye nakdî para almıştır. Neden Hindistan Osmanlı imparatorluğundaki hareketleri titizlikle takip etmek ve çeşitli siyâsî oyunlarla Osmanlıları Ruslarla harbe sokarak, Hindistan'a yardım elini uzatamıyacak hâle getirip, parçalamak ve yok edip, işgâl etmek, İngiliz siyâsetinin esâsı idi. İngilizler, Osmanlı-Rus harbi sırasında, Hindistan'ı, İngiltere krallığına bağlı bir devlet ilân ettiler. Meşhûr masonlardan Mithat Paşanın Osmanlı devletini harbe sokması, İslâmiyete yaptığı zararların en büyüğü oldu. Sultân Abdül'azîz Hânın şehîd edilmesi de, İngilizlere yaradı. İngilizler, kendi yetiştirdikleri adamları Osmanlı devletinde önemli makâmlara getirmişlerdi. Bu devlet adamları, ismi Osmanlı, fikri ve zikri İngiliz idiler. Bunların en meşhûrlarından Mustafa Reşîd Paşa son sadrâzamlığında, altı günlük sadrâzam iken, 28.10.1857 de İngilizlerin Hindistan müslümanlarına yaptığı büyük Delhî katliâmını tebrîk etti. Daha önce de, Hindistan'daki İngiliz zulmüne karşı ayaklanan müslümanları bastırmak için, İngiltere'den gelen yardımın Mısır'dan geçirilmesi için Osmanlılardan izin istediler. Bu izin de, yine masonlar vâsıtası ile verildi. Hindistan'da İngilizler halkı dinden uzaklaştırmak için yeni mektepler açmadılar. İslâm dîninin temeli ve en bâriz vasfı olan bütün medrese ve çocuk mekteplerini de kapattılar, halka liderlik yapabilecek bütün âlimleri ve din adamlarını şehîd ettiler. İngilizler, hâkim oldukları bütün İslâm memleketlerinde yaptıkları gibi, İslâm âlimlerini, İslâm kitaplarını, İslâm mekteplerini yok ettiler. Tam din câhili bir gençlik yetiştirdiler. Sömürge devletlerini idâre edenlerin adları, Ahmet, Mehmet, Mustafa, Ali gibi müslüman isimleri idi. Fakat islâmiyetle ilgileri sadece bu isim benzerliğinden ileri gitmiyordu. Bunların göstermelik parlamentoları olmuş, fakat hiçbir zaman bağımsız olamamışlardır.
Parçala, hâkim ol ve imhâ et! 14 EYLÜL 1996
Tarihe baktığımızda, Batılı devletlerin müslüman ülkelerle olan ilişkilerinde hep ikiyüzlülük yaptıklarını açık bir şekilde görürüz. Hiçbir zaman samîmî olmamışlardır. Müslüman devletlerin yüzlerine gülüp arkalarından vurmuşlardır. Meselâ, İngilizler, Hindistan'da misyonerlik faaliyetleri yayılmadan ve Hindistan tam olarak İngiliz hâkimiyetine geçmeden evvel, müslümanların îmânlarına saygılı davranmış, bayramlarda toplar attırmış, câmi ve mescidlerin ta'mîrine yardımcı olmuş, hattâ câmi, tekke, türbe ve medreselere âit islâm vakıflarında vazîfe almışlardı. Devleti avuçları içine alınca, bu faaliyetleri yasakladılar. İngilizlerin islâm dînine hücûmlarında tatbîk ettikleri siyâsetin; evvelâ dost görünerek, yardım ederek, müslümanları sevdiklerini, islâmiyete hizmet ettiklerini, her memlekette yayarak dünya müslümanlarını aldatmak; buna muvaffak olduktan sonra, islâmiyetin esâslarını, kitaplarını, mekteplerini, âlimlerini, yavaşça ve sinsice yok etmek olduğunu, bu faaliyetleri açıkça göstermektedir. Bu ikiyüzlü siyâsetleri ile hedefleri, önce islâmiyeti yok etmek, sonra da hıristiyanlaştırılmış yerli gençler yetiştirmektir. Daha sonra da bunları iş başına getirmektir. ABD eski Dışişleri Bakanı Williams Jennings Bryan, İngiliz hükûmetinin, eski kömünist Rusya'dan daha zâlim ve daha aşağı olduğunu delilleriyle ispat etmektedir. Batılı islâm düşmanlarının, özellikle İngilizlerin, bütün İslâm âleminde ta'kîb ettikleri siyâsetin temeli ve aslı şu üç kelimedir: Parçala, hâkim ol ve dinlerini imhâ et! Bu siyâsetin îcâb ettirdiği hiç bir şeyi yapmaktan çekinmemişlerdir. Hiçbir zaman bağımsız olamadılar Önce dîni yok etmek İngilizlerin siyâseti, önce dost görünerek, yardım ederek, müslümanları sevdiklerini, islâmiyete hizmet ettiklerini, her memlekette yaymak suretiyle dünya müslümanlarını aldatmak; sonra da islâmiyetin esâslarını, kitaplarını, mekteplerini, âlimlerini, yavaşça ve sinsice yok etmektir. Bütün sömürge ülkelerinde olduğu gibi, Hindistan'da da ilk işleri, kendilerine hizmet edecek kimseler bulmak oldu. Bu kimseleri kullanmak sûreti ile fitne ateşini yavaş yavaş yaktılar. Bunun için, müslümanların hâkimiyetinde yaşayan hindûları kullandılar. Müslümanların adâleti altında yaşayan hindûlara, Hindistan'ın hakîkî sahiplerinin hindûlar olduğunu, müslümanların hindû tanrılarını kurban ettiğini, buna mâni' olmak lâzım geldiğini telkîn ettiler. Hindûları kendi saflarına geçirdiler. Müslümanlar içerisinde de za'îf i'tikâdlı kimseler satın alındı. İngiliz Sir John Strachey diyor ki: "Hâkim olmak ve tefrîka sokmak için, yapılacak her şey, hükûmetimizin siyâsetine uygundur. Hindistan'daki siyâsetimizin en büyük yardımcısı, burada yan yana iki düşmanın bulunmasıdır." Hindistan'da hiç bir sene geçmemiştir ki, inek kurban etmek sebebi ile kanlı olaylar ve yüzlerce, binlerce müslümanın öldüğü fitneler zuhûr etmiş olmasın. Bu fitneyi körüklemek için, müslümanlar arasında bir taraftan inek kesmenin 7 tane koyun kesmekten daha efdal olduğunu yaydılar. Diğer taraftan da, hindûlar arasına, inek tanrılarını ölümden kurtarmanın çok sevâb olduğunu yaydılar. Bu fitneleri Hindistan'dan çekildikten sonra da devam etmiştir. Bir kurban bayramı günü, sarıklı, sakallı, cübbeli iki müslüman, kurban etmek için bir inek alırlar. Hindû mahallesinden geçerlerken, bir hindû önlerine çıkarak, ineği ne yapacaklarını sorar. Kurban edeceklerini söylerler. Hindû, "Ey ahâlî! Yetişin tanrımızı kurban edecekler" diye bağırır. Müslümanlar da, "Ey müslümanlar, yetişin kurbânımızı elimizden alıyorlar" diye feryâd eder. Hindûlarla müslümanlar toplanırlar. Sopalarla, bıçaklarla birbirlerine saldırırlar. Yüzlerce müslüman katledilir. Fakat, ineği hindû mahallesinden geçiren iki kişinin, İngiliz sefâretine girdikleri görülür. Bu ve bunun gibi karışıklık, bu fitneyi çıkaranların İngilizler olduğunu açıkça göstermektedir
İslâm düşmanlarının dîni bozma plânları 15 EYLÜL 1996
Batılı islâm düşmanları sömürgelerinde islâm dînini tamamen yok etmenin mümkün olmadığını görünce, sinsice islâmiyeti değiştirme plânları hazırlamaya başladılar. İslâmiyetin harâm kıldığı şeylere helâl diyen, dîni ve îmânı değiştirmeye çalışan, müslüman ismini taşıyan, Ehl-i sünnet düşmanları yetiştirdiler. Gulâm Ahmed Kâdıyânî bunlardan sadece biridir. Gulâm Ahmed; top, kılıç ile cihâdın farz olmadığını, farz olan cihâdın nasîhat ile olduğunu söyledi. İngiliz câsûsu Hempher de, Necdli Muhammed'e böyle söylüyordu. Gulâm Ahmed'i İngilizler bol para ile satın aldılar. Önce "Müceddid" olduğunu, sonra, "Mehdî" olduğunu söylediler. Nihâyet, "Peygamber" olduğunu iddiâ ederek yeni bir din getirdiğini ilân ettiler. Aldattığı kimselere "ümmetim" dedi. Kur'ân-ı kerîmde, birçok âyetlerin kendisini haber verdiğini, bütün Peygamberlerin mu'cizelerinden daha çok mu'cizesi olduğunu söyledi. Kendisine inanmayanlara kâfir dedi. Bunun fikirleri, Pencab ve Bombay'da câhil halk arasında yayıldı. Bugün de, Avrupa'da ve Amerika'da "Ahmediye" ismi altında kâdıyânîliğin yayıldığı görülmektedir. Sinsi oyunlar Ehl-i sünnet yok edildi Gulâm Ahmed'i İngilizler bol para ile satın aldılar. Önce "Müceddid" olduğunu, sonra, "Mehdî" olduğunu söylediler. Nihâyet, "Peygamber" olduğunu iddiâ ederek yeni bir din getirdiğini ilân ettiler. Sünnî müslümanlar, cihâdın farz olduğunu ve islâm düşmanlarına yardım etmenin küfür olduğunu söylüyorlardı. Bu husûsta va'z eden, nasîhat veren müslümanlara şiddetli cezâlar veriliyor, çoğu katlediliyordu. Ehl-i sünnet kitapları toplanıp imhâ edildi. Satın alamadıkları ve kendi emellerine hizmet ettiremedikleri islâm âlimlerini, müslümanlardan uzaklaştırdılar. Onlar idâm edildikleri zaman kahraman olurlar korkusu ile, Andoman adasındaki meşhûr zindanlarda müebbed hapse mahkûm ettiler. Büyük ihtilâli sebep göstererek, Hindistan'ın her yerinden topladıkları islâm âlimlerini yine oraya göndermişlerdi. İslâmiyete düşmanlıklarını, müslümanların anlamaması için, Hindistan'ın (dâr-ül-harb) değil, (dâr-ül-islâm) olduğuna dâir fetvâlar aldılar. Bu fetvâları her yere yaydılar. Kendileri tarafından yetiştirilen âlim isimli münâfıklar, Osmanlı pâdişâhlarının halîfe olmadığı, halîfeliğin Kureyşlilerin hakkı olduğu, Osmanlı sultânları onu gasb ettikleri için onlara itâ'at edilmeyeceği fikrini yaydılar. Hâlbuki, (Halîfe, Kureyş kabîlesinden olacaktır) hadîs-i şerîfi, halîfe olmaya lâyık, halîfelik şartlarına mâlik olanlar arasında, Kureyşten de varsa, onu tercîh ediniz demektir. Bu yoksa, başkası halîfe olunur. Dînî tedrîsâtı yok ederek, İslâmiyeti içerden yıkabilmek için, İslâm üniversitesini açtılar. Buradan din câhili ve İslâm düşmanı din adamları yetiştirdiler. Bunların İslâmiyete zararları pek büyük oldu. Burada tahsîl görenlerden seçtiklerini İngiltere'ye gönderirler, İslâmı içerden yıkacak bir hâle getirdikten sonra, müslümanların başına geçirirlerdi. M.Cinnâh ve Eyyüb hân Yahyâ hân bunlardandır. Yahyâ hândan sonra hükûmeti Zülfikâr Alî Butto devraldı. Bu da tahsîlini İngiltere'de yapmış, İngiliz adamı olarak yetiştirilmişti. Zülfikâr Alî Butto'yu devirerek yerine geçen Ziyâ-ül-Hak, İslâm düşmanlarının, müslümanlar için neler düşündüklerini, müslümanları ve İslâmiyeti yok etmeye çalıştıklarını anlayarak, onların arzû ettikleri şeyleri yapmadı. Vatanının fende ve teknikte, sanatta ilerlemesi için uğraştı. Fert, âile, cemiyet ve milletin refâh ve saâdetinin tek kaynağının İslâmiyet olduğunu iyi anladığı için, yaşayışın buna uygun olmasını istedi. Bu istediğini Pakistan milletine sordu. Yapılan referandumda Pakistan ahâlisi topyekûn kabûl oyu kullandı. İngilizlerin yetiştirdiği uşaklar, Ziyâ-ül-Hak'ı bütün maiyeti ile berâber bir suikastta şehîd ettiler. Sonra başbakan olan Alî Butto'nun kızı Benâzir, devlet ve millet ve İslâmiyet aleyhine yaptıkları eylemlerden dolayı hapishânelere atılmış olan bütün hâinleri serbest bıraktı. Bunları devlet kademelerinin başına getirdi. Pakistan'da karışıklıklar, kavgalar başladı. İngilizlerin arzûları gerçekleşmiş oldu.
Dinsizliğe geçiş için kurulan köprü 16 EYLÜL 1996
İslâm düşmanları, özellikle İngilizler, birinci ve ikinci cihân harbleri sonunda, birçok memleketlerde, kendi hâin plânlarını yerine getiren ve kendi menfaatlerini koruyan kimseleri iş başına getirdiler. Bu memleketlerin, millî marşları, bayrakları, devlet başkanları olmuş, fakat din hürriyetine, gerçek bağımsızlığa kavuşamamışlardır. Son üç asırda, Türk ve İslâm âlemi, nerede bir ihânete uğramışsa, bunun altında mutlaka İngiltere vardır. Osmanlı Devletini yıktılar. Osmanlı İmparatorluğu topraklarında 23 adet irili ufaklı devletler kurdular. Bunun sebebi müslümanların kuvvetli ve büyük bir devlet kurmalarına mâni olmaktı. Ziyâ-ül-Hak şehîd edildi Birçok memleketlerde, kendi hâin plânlarını yerine getiren ve kendi menfaatlerini koruyan kimseleri iş başına getirdiler. Bu memleketlerin, millî marşları, bayrakları, devlet başkanları olmuş, fakat din hürriyetine, gerçek bağımsızlığa kavuşamamışlardır. İslâm ülkeleri diye isimlendirilen memleketler arasında, devâmlı birbirlerine düşmanlıkları ve harbleri kışkırttılar. Meselâ, sünnî müslümanların büyük ekseriyeti teşkil ettikleri Suriye'de, % 9 olan Nusayrîleri iş başına getirdiler. 1982 senesinde Hama ve Humus şehirlerine ordu birlikleriyle hücûm edilmiş, iki şehir yerle bir edilerek, silâhsız, müdâfaasız sünnî müslümanlar bombalanmıştır. Hakîkî Ehl-i sünnet âlimleri öldürüldü, İslâm kitapları, hattâ, Kur'ân-ı kerîmler bile yok edildi. Bu İslâm âlimlerinin yerine, kendileri tarafından yetiştirilen din câhili mezhebsiz kimseleri getirdiler. Bunlardan biri Cemâleddîn-i Efgânî'dir. Cemâleddîn-i Efgânî Felsefe kitapları okudu. Afganistan'a karşı Ruslar için câsûsluk yaptı. Mısır'a geldi. Mason ve mason locası başkanı oldu. Cemâleddîn-i Efgânî ve Muhammed Abduh masonluğun müslümanlar arasında yayılmasına çok yardım ettiler. Ali Paşa, İngiliz locasına bağlı mason idi. Efgânî'yi İstanbul'a getirdi. Vazîfe verdi. Sapık fikirlerini her yere yaymaya çalıştı. Zamanın şeyh-ul-islâmı Hasan Fehmi efendi, Cemâleddîn'i rezîl etti. Câhilliğini ve zındıklığını ortaya koydu. Ali Paşa, bunu İstanbul'dan çıkarmaya mecbûr oldu. Mısır'da ihtilâl ve dinde reform fikirleri aşılamaya çalıştı. 1886 de İran'a geldi, orada da rahat durmadı. Zincirlere bağlanarak Osmanlı hudûduna bırakıldı. Tekrar İstanbul'a geldi. Behâîler ile işbirliği yaparak, dîni siyâsete âlet etti. Cemâleddîn-i Efgânî'nin, din adamı perdesi altında, İslâmı içerden yıkmak propagandalarına aldananların en meşhûru "Muhammed Abduh"tur. Abduh, İngilizlerin yardımı ile Kâhire müftîsi oldu. Ehl-i sünnete saldırmaya başladı. İlk iş olarak, Câmi'-ül ezher medresesi ders programlarını bozmaya, gençlere kıymetli bilgilerin okutulmasını önlemeye başladı. Üniversite kısmındaki dersleri kaldırdı. Lise ve orta kısımdaki kitaplar, yüksek sınıflarda okutuldu. Hindistan'da İngilizlerin yetiştirdiği din adamlarından biri de Hamîdullah'tır. Koyu Ehl-i sünnet düşmanı olarak yetişti. Ehl-i sünnete çok zarar verdi. İngilizlerin islâmiyeti yok etme savaşında, vatanına, milletine, dînine hizmet etmek isteyen müslümanları aldatmak için kullandıkları en te'sîrli silâhları; İslâmiyeti asra uydurmak, modernleştirmek, İslâmiyetin aslını ortaya çıkarmak propagandaları içinde, dinsizliği yerleştirmek idi. Mezhepleri, Ehl-i sünnet âlimlerini kötüliyerek müslümanları dinsizliğe sürüklediler. Mezheplere, müctehid âlimlere i'timâdını yitiren müslümanın îmânını muhafazası çok zordur. Büyük İslâm âlimi, Şeyh-ül-islâm Mustafâ Sabri efendi bunu çok iyi anlayanlardandı. Onun için, "Mezhebsizlik dinsizliğe kurulan bir köprüdür" buyurarak, İslâm düşmanlarının arzûlarını, gâyelerinin ne olduğunu çok iyi anlattı. İslâmiyet, asırlardır bozulmadan dört mezhep sayesinde bizlere ulaştı. Mezhepleri ortadan kaldırmak müslümanların felâketine sebep olur. Bunu iyi bilen İngilizler devamlı mezhepsizliği körüklediler. Maalesef zamanımızda bilerek veya bilmiyerek birçok müslüman İngilizlerin bu oyununa âlet olmaktadır.
Din düşmanları tasavvufu da bozdular 17 EYLÜL 1996
Asırlardır, islâmın güzel ahlâkını anlatan, islâmı herekese sevdiren, tasavvuf büyükleri idi. Bunlar islâmı yaymada bir nevi öncü kuvvet idi. Meselâ Adadolu'nun kapısını islâma açan, askerden önce Anadolu'ya giren Alperen dediğimiz kimseler tasavvuf büyükleri idi. Tasavvuf büyüklerinin dîni yaymadaki önemini bilen İslâm düşmanları, din bilgilerini sömürgeleri olan devletlerden kaldırdıktan sonra, ma'nevî ilimlerin kaynağı, yayıcısı olan tasavvufa yöneldiler. Satılmışlar iş başında Mezhepsizlik felâketi Tekkeleri bozmak için çok çalıştılar. Osmanlının son zamanlarında; dinsizlik, bid'atler, harâmlar karışmamış tekke, tarîkat hemen hemen kalmamıştı. İngiliz ajanları şeyh kılığında tekkelerin baş köşelerine oturmuştu. Tekkeleri ve tasavvuf yollarını ifsâd etmek için de, çok çalıştılar. Osmanlının son zamanlarında; dinsizlik, bid'atler, harâmlar karışmamış tekke, tarîkat hemen hemen kalmamıştı. İngiliz ajanları şeyh kılığında tekkelerin baş köşelerine oturmuştu. Tasavvuf büyükleri aslâ siyâset ile uğraşmaz, kimseden bir menfaat beklemezlerdi. Tasavvuf büyüklerinin çoğu, derin âlim ve müctehid idi. Çünkü tasavvuf, Muhammed aleyhisselâmın yolunda, izinde yürümek demektir. Ya'nî her sözünde, her işinde, her şeyde dîne yapışmaktır. Fakat, uzun zamandan beri, câhiller, fâsıklar, hattâ birçok ajanlar, alçak maksatlarına kavuşmak için, tasavvuf büyüklerinin isimlerini âlet olarak kullanıp, çeşitli ocaklar kurmuş, dînin, bozulmasına, yıkılmasına sebep olmuşlardır. Zikir ismini kullanarak dinle ilgisi olmayan şeyler uydurdular. Zikir, Allahü teâlâyı hatırlamaktır, kalbi temizlemektir. Bu durumda, kalbden dünya sevgisi, mahlûkât sevgisi çıkar. Allah sevgisi yerleşir. Birçok kimsenin kadın-erkek, bir araya toplanarak hoplayıp zıplaması zikir değildir. Harâm işleyerek ibâdet yapılmaz. Din büyüklerinin, Eshâb-ı kirâmın yolu unutuldu. Mezhebsiz ve tasavvuf düşmanı olan İbni Teymiyye islâm âlimi ilân edildi. Bunun yolunda olarak tasavvuf düşmanı "Vehhâbîlik" fırkası kuruldu. İngilizlerin yardımı ile, Vehhâbî kitapları bütün dünyanın her memleketine yayıldı. Her memlekette yaptıkları büyük binâlara, "İbni Teymiyye Medresesi" levhâları astılar. İbni Teymiyye'nin kitaplarındaki sapık fikirlerle, İngiliz câsûsu Hempher'in yalan ve iftirâlarının karışımına "Vehhâbîlik" denildi. Hakîkî müslüman olan "Ehl-i sünnet" âlimleri, İbni Teymiyye'nin kitaplarının bozuk olduklarını bildiren çok kitap yazdılar. İngilizler tarafından tesîs edilen Vehhâbîlik, mezhebsizlik, reformculuk, selefiyyecilik, Kadıyânî gibi bozuk yolların hepsinde tasavvuf düşmanlığı vardır. İslâm düşmanları bilhassa İngilizler, her türlü vâsıtalar kullanarak müslümanları ilimde ve fende geri bıraktılar. Müslümanların ticâret ve san'atlarına mâni olundu. İslâm ülkelerindeki güzel ahlâkı yıkmak, İslâm medeniyetini ortadan kaldırmak, gençlerin islâm ilimlerini öğrenmelerine mâni olmak için içki, fuhuş, eğlence, kumar gibi illetler yaygınlaştırıldı. Ahlâkı bozmak için, rûm, ermeni ve diğer gayrı müslim kadınlar birer ajan gibi çalıştırıldı. Bir debdebe içerisinde, moda evi, dans kursu, manken ve artist yetiştirmek gibi hîlelerle, genç kızları tuzağa düşürerek, kötü yollara sürüklediler. Bu husûsta müslüman anne ve babalara çok büyük vazîfeler düşmektedir. Yavrularını, bu kâfirlerin ellerine düşürmemek için çok uyanık olmalıdırlar. Osmanlı devleti, son zamanlarda, Avrupa'ya tahsîl için talebeler ve devlet adamları gönderdi. Bu talebeler ve devlet adamlarından ba'zıları aldatıldı, mason yapıldı. Fen ve teknik öğrenecek olanlara, İslâmiyeti ve Osmanlı imparatorluğunu yıkma teknikleri öğretildi. Böylece aydınlar dinsiz, halk da cahil kalınca, altı asırlık Osmanlı İmparatorluğu tarihe karıştı. İslâm ülkeleri de hamisiz kalıp bugünkü perişan hal ortaya çıkmış olldu.
Tek sermâyeleri yalan ve entrika 18 EYLÜL 1996
Ondokuzuncu asrın ilk yarısından sonra, fen ilimlerinde, dev adımlar atılmaya başlandı. Bilhassa Avrupa, fen ilminde hızlı bir şekilde ilerlemeye başladı. Bu sırada Osmanlının başında bulunan, satılmış paşalar ise bütün güçleri ile bu ilerlemeye sinsice karşı koydular. Plânlı bir şekilde gençler, din câhili olarak yetiştirildi. Londra'dan alınan plânlarla, bir yandan idârî, zirâî, askerî değişiklikler yaptılar. Bunlarla gözleri boyadılar. Öte yandan da, Harâm işleyerek ibâdet yapılmaz Aydınlar dinsiz, halk cahil kalınca... Din adamlarına fen bilgisi lâzım değildir diyerek, bilgili âlimlerin yetişmelerine mâni oldular. Sonra da din adamları fen bilmez, din adamları câhildir, gericidir diyerek iki yüzlülük yaptılar, müslüman yavrularını İslâmiyetten uzaklaştırmaya çalıştılar. İslâm ahlâkını, ecdâd sevgisini, millî birliği parçalamaya başladılar. Osmanlı; Avrupa'daki fizik, kimya üzerinde dev adımlardan uzak tutuldu. Avrupa'da büyük fabrikalar, teknik üniversiteler, modern harb vâsıtaları kuruluyordu. Osmanlılarda bunların hiçbiri yapılmadı. Hattâ, Fâtih devrinden beri medreselerde okutulmakta olan fen, matematik, geometri, astronomi derslerini büsbütün kaldırdılar. Din adamlarına fen bilgisi lâzım değildir diyerek, bilgili âlimlerin yetişmelerine mâni oldular. Sonra da din adamları fen bilmez, din adamları câhildir, gericidir diyerek iki yüzlülük yaptılar, müslüman yavrularını İslâmiyetten uzaklaştırmaya çalıştılar. İslâmiyete ve müslümanlara zararlı olan, islâmiyetin, öğrenilmesine mâni olduğu şeylere asrîlik, ilericilik dediler. Çıkardıkları her kânûn müslümanların, devletin aleyhine idi. Vatanın asıl sâhibi olan müslüman Türkler, ikinci sınıf vatandaş hâline getirildi. Askere gitmeyen müslümanlara, çok kimsenin ödeyemiyeceği büyük bir para cezâsı getirilmişken, gayrı müslimlerden çok az bir para alındı. Bu vatanın evlâtları, İngilizlerin tezgâhladıkları harblerde şehîd olurken, Reşîd Paşanın ve yetiştirdiği masonların oyunları netîcesinde, memleketin sanâyi ve ticâreti gayrı müslimlerin ve masonların eline geçti. İngilizler, Rus Çarı birinci Nikola'nın, Kudüs'te katoliklere karşı ortodoksları ayaklandırdığını ileri sürerek, Rusların Akdenize inmesini istemeyen Fransa imparatoru üçüncü Bonapart'ı da, Osmanlı-Rus harbine sürükledi. İngilizler diğer taraftan Osmanlıları Ruslarla meşgül ederken Hindistan'da müslümanları katlediyorlardı. Kendi çıkarları için yaptıkları bu işbirliği, Türk milletine, mason Reşîd Paşanın diplomatik zaferleri olarak tanıtıldı. Düşmanların bu yaldızlı reklâmlar ve sahte dostluklarla örtmeye çalıştıkları imhâ hareketlerini, herkesten önce anlıyan Sultân Abdülmecid Han, mason Reşîd Paşayı, birkaç kere sadrazamlıktan uzaklaştırdı ise de, kendisine (koca), (büyük) gibi isimler takan bu kurnaz adam, rakiplerini devirip, tekrar işbaşına gelmesini becerirdi. Ne yazık ki, sultân keder ve üzüntüsünden tüberküloza yakalanıp genç yaşında vefât etti. Sonraki senelerde, devlet koltuklarını kapışanlar ve üniversite hocalıklarına, mahkeme başkanlıklarına getirilenler, hep mason Reşîd Paşanın yetiştirmeleridir. Böylece (Kaht-ı ricâl) devri açılmasına ve Osmanlılara (Hasta adam) denilmesine sebep oldu. İktisat profesörlerinden Ömer Aksu, Gazetemizde neşredilen bir makalesinde, (Bizde batılılaşma hareketinin başlangıcı olarak 1839 Tanzîmât fermânı gösterilir. Biz Batıdan almamız gereken şeyin teknoloji olduğunu, kültürün ise, millî olması gerektiğini görememişiz. Batılılaşma hareketine, hıristiyanlığı benimseme olarak bakmışız. Mustafa Reşîd Paşanın İngilizlerle yaptığı ticâret anlaşması, sanâyileşmemize en büyük darbeyi vurmuştur) demektedir. Sultân Abdülhamîd hân Batının sinsi planını çok iyi anlamıştı. Fakat yalnızdı. Zamanında işe yarar devlet adamı, fen adamı kalmamıştı. Bu imkânsızlıklar içinde, siyâsî dehâsını kullanıp, Devletin çöküşünü 33 yıl ancak durdurabildi. Daha sonra, akla hayâle gelmedik entrikalar ile din düşmanları O'nu da bertaraf ettiler. Böylece çöküş, bütün hızıyla tekrar başladı.
Bir karış toprak vermem 19 EYLÜL 1996
Osmanlının çöküşünün başladığı Tanzîmat fermânından sonra gelen Pâdişâhlar içinde islâm düşmanlarının sinsi plânlarını en iyi şekilde anlıyan, Sultân Abdülhamîd hân olmuştur. Bütün ömrünü bu âdî plânları, oyunları bozmakla geçirmiştir. İkinci sınıf vatandaş muamelesi Cennet mekân Sultân Abdülhamîd hân "Dünyanın Bu sinsi plânlarından biri de yahûdîlerin, İngilizlerin himâyesi ve teşvîki ile Filistin topraklarında bir yahûdî devleti kurmak istemeleri idi. Bu tehlîkeyi ve siyonistlerin faaliyetlerini ve arzûlarını da çok iyi bilen Abdülhamîd hân, Filistin toprağından yahûdîlere satılmamasını emretti. Dünya siyonizm teşkilâtının başkanı Theodor Herzl ve Haham Moşe Levi, sultân Abdülhamîd'i ziyâret ederek, yahûdîler için toprak satmasını istediler. Sultânın cevâbı, "Dünyanın bütün devletleri ayağıma gelseler ve bütün hazînelerini dökseler, size bir karış yer vermem. Ecdâdımın kanlarıyla aldıkları ve bugüne kadar muhâfaza edilen bu vatan, para ile satılmaz" olmuştur. Yahûdîler, ittihât ve terakkî fırkası ile işbirliği yaptılar. Bütün şer güçler, sultâna karşı birleştiler. 1909 de tahttan indirilerek, bütün müslümanları öksüz bıraktılar. İttihât ve terakkînin başında bulunanlar, din düşmanlarını ve masonları devletin en yüksek mevkilerine getirdiler. Hattâ, Şeyh-ül-islâm yaptıkları Hayrullah ve Mûsâ Kâzım bile mason idi. Memleketi kana buladılar. Bu İngiliz uşaklarının sebep oldukları, Balkan, Çanakkale, Rus ve Filistin cephelerinde, hâince, alçakça hazırlanmış İngiliz plânları ile, Abdülhamîd hânın yetiştirmiş olduğu, dünyanın birinci kara ordusu yok edildi. Yüzbinlerce vatan evlâdı şehîd edildi. İngilizlerin hîleleri ile, devletin başına geçen masonlar, vatanın en çok birliğe ve müdâfaaya muhtâç olduğu bir zamanda, milleti sahipsiz bırakıp kaçtılar. Hâin olduklarını böylece de isbât ettiler. Osmanlı imparatorluğunda açılan misyoner mekteplerinde ve kiliselerde aldatılan gayrı müslim vatandaşlar, Osmanlıya karşı ayaklandırıldı. Mekteplere muallim ve kiliselere papaz ismi ile Avrupa'dan gelen siyah cübbeli câsûslar, gazeteciler, her geldikleri yere para, silâh ve fitne getirdiler. Büyük isyânlar oldu. Târîh sahîfelerinde, insanlık lekesi, vahşeti olarak duran, Ermeni, Bulgar ve Yunan mezâlimi yapıldı. Yunanlıları İzmir'e taşıyanlar da İngilizlerdi. Allahü teâlâ, Türk milletine merhamet buyurarak, büyük bir istiklâl mücâdelesi sonunda, bugünkü güzel vatanımız kurtarılabildi. Osmanlı Devleti parçalanınca, dünya birbirine girdi. Osmanlı İmparatorluğu tampon gibi bir devletti. Müslümanlar için bir hâmî ve kâfirlerin birbirlerine girmemesi için de, bir mâni idi. Sultân Abdülhamîd hândan sonra, hiç bir memlekette rahat ve huzûr kalmadı. Avrupa devletlerinde, birinci cihân harbinde, sonra ikinci cihân harbinde, daha sonra da komünizm istilâsı ve zulmü altında, kan ve katliam hiç bitmedi. İngilizlerle birleşip Osmanlıları arkadan vuranlar, hiç rahat yüzü görmediler. Sonra yaptıklarına pişmân oldular. Hattâ, hutbeleri tekrar Osmanlı halîfesi adına okutmaya başladılar. İngilizler tarafından Filistin'e İsrâîl devleti kurulunca, Osmanlıların kıymeti anlaşıldı. Filistinlilerin İsrâîl zulmü altında hangi vahşetlere uğradıklarını gazeteler yazıyor, dünya televizyonları gösteriyor. 1990 senesinde, Mısır Hâriciye Nâzırı Ahmed Abdülmecîd, "Mısır en rahat ve huzûrlu günlerini, Osmanlılar zamanında yaşadı" demiştir. Hıristiyan Avrupa devletlerinin ve Amerika'nın menfaatinin bulunduğu her yerde, hıristiyan misyonerleri bulunur. Misyonerler, hıristiyanlığı yaymak, hâşâ tanrı dedikleri Îsâ aleyhisselâma hizmet, huzûr, sulh ve sevgi götürmek gibi sözler arkasına gizlenmiş, menfaat avcıları, huzûr bozuculardır. Daha mühim vazîfeleri ise, gittikleri memleketleri hıristiyan devletlerine bağlamaktır. Her memlekette, kendilerine dost olacak kimseleri bulur ve bunları satın alırlar. Bu kimseler, yerli ahâlînin isimlerini taşır, fakat ya hıristiyanlaştırılmış bir câhil veya satın alınmış bir hâin idi.
Misyoner faaliyetleri 20 EYLÜL 1996
Memleketi kana buladılar Hiç rahat yüzü görmediler Yediden yetmişe, bütün ermeniler müslümanlara ve Osmanlıya karşı düşman edilmişti. Misyoner kadınlar da, ermeni kadınlarını ve kızlarını bu husûsta yetiştirmek için, büyük gayret sarfetmişlerdi. "Ermenilerin rûhuna girdik, hayâtlarında ihtilâl yaptık" diyorlardı. Kendilerinin, "Üzerinde güneş batmıyan ülke" ismini vermiş oldukları İngiltere, "Üzerine güneşin pek doğmadığı bir ülke" hâline gelmiştir. Müstemlekelerinin çoğunu kaybetmiş, âdetâ tüyleri yolunmuş bir tavuk gibi olmuştur. Misyoner faaliyetleri yeni değildir. Misyonerlerin ilk faaliyeti tanzîmat fermânı ile başladı. Prensip olarak, misyoner olacak kimse, vazîfe göreceği memlekette veya o memlekette yetişmiş bir misyoner tarafından yetiştirilir. Bu pensibe göre islâm düşmanları özellikle İngilizler, daha o zamanlarda bütün güçleri ile Anadolu'da misyoner yetiştirme faaliyetlerine başladı. Bilhassa, mason Reşîd Paşanın hazırladığı, "Gülhâne Fermânı"ndan sonra, Osmanlı Devletindeki misyoner faaliyetleri yoğunluk kazandı. Anadolu'nun en güzel yerlerine kolejler açıldı. Fermândan yirmibir sene sonra, Harput'ta, Fırat Koleji açıldı. Bu binâ yapılırken hiç bir masraftan kaçınılmadı. Bu arada misyonerler, Harput ovasında 62 merkez kurmuşlardı. 21 kilise yapılmıştı. Altmışaltı ermeni köyünden 62'sinde misyoner teşkilâtı kurulmuş ve her üç köy için bir kilise yapılmıştı. Yediden yetmişe, bütün ermeniler müslümanlara ve Osmanlıya karşı düşman edilmişti. Misyoner kadınlar da, ermeni kadınlarını ve kızlarını bu husûsta yetiştirmek için, büyük gayret sarfetmişlerdi. Meşhûr kadın misyoner Maria A.West, daha sonra neşrettiği (Romence of Missongn) kitâbında, "Ermenilerin rûhuna girdik, hayâtlarında ihtilâl yaptık" demektedir. Bu faaliyet ermenilerin bulunduğu her yerde yapıldı. Gaziantep'te Antep Koleji ve Merzifon'da Anadolu Koleji, İstanbul'da ise Robert Koleji, bunların başlıcalarındandır. Meselâ Merzifon Kolejinde, hiç Türk talebe yoktu. 135 talebeden 108'i ermeni, 27'si de rumdu. Bunlar yatılı olarak Anadolu'nun her yerinden toplanmış talebelerdi. Müdürü, diğerlerinde olduğu gibi, bir râhipti. Bu arada, Anadolu kaynamaya başladı. Ermeni komitacılar, müslümanları insâfsızca katlediyor, müslüman köyleri yakıyor, vatanın bekçisi ve sâhibi Osmanlıya hayât hakkı tanımıyordu. Bu ermenilerin takîbi sonucu, 1893 senesinde yaptıkları büyük katliamlarda komitacıların bu kolejde yuvalandıkları, bütün faaliyetlerinin hazırlığını burada yaptıkları ve reîslerinin Kayayan ve Tumayan adlı kolej muallimleri olduğu ortaya çıkarıldı. Bunun üzerine misyonerler, bütün dünyayı ayağa kaldırdılar. Bu iki hâin ermeniyi kurtarmak için, Amerika'da ve İngiltere'de çok büyük gösteriler tertîp ettiler. Bu sebeple, İngiltere ile Osmanlı devletinin arası açıldı. İşin tuhafı, 1893 de, İngiliz misyonerlerin tertîb ettiği bu gösterilerde Merzifon Anadolu Kolejinin müdürü de, Londra'da bunların içinde idi. Anadolu'da, müslümanlara karşı yapılan katliamlar, hıristiyan kitaplarında aksine çevrilerek, yazıldı. Gaziantep deftardarı Eyyüb Sabri efendi hatıratında diyor ki: "İngilizlere göre, müslümanlara zulüm ve hakâret etmek, millî bir vazîfedir. Yirmibinden fazla müslüman esîrin 1919 da, Mısır'ın Abbâsiyye hastanesinde gözleri oyulmuş, kolları, ayakları kesilmiştir. Esîrleri anadan doğma soyarak, ingiliz binbaşının önünden geçirirlerdi. Esîrler arasından, hoca Abdullah efendi, hiç olmazsa edeb yerlerimizi mendil ile örtmeye izin verin diyerek, çok yalvardı. İzin vermediler. Alay ettiler. Yafa Belediye Başkanı Ömer Baytar efendi ve Akkâ milletvekili Esat Şâkir efendi ve bir çok âlim ve şerîfler ve Nablüs İdâre Meclîsi üyesi Seyfeddîn efendi de aramızda idi. Geçmiş asırlardaki vahşetler ve Engizisyon zulümleri, ingilizlerden çektiğimiz işkenceler yanında hiç kalır. Dünyada hiçbir milletin yapamıyacağı zilleti, alçaklığı, İngilizler yaptılar."
Zulüm pâyidâr kalmaz 21 EYLÜL 1996
Maksat öğretim değildi Engizisyonları aratmayacak vahşetler Zulüm payidar kalmaz. Eden bulur. Bugün islâm devletleri paramparça, perişan hâlde ise, bunun baş sorumlusu Batılı devletlerdir. Özellikle de İngilizlerdir. Fakat bunların yaptıkları yanlarına kâr kalmadı. Bunda en büyük payı da ingilizler aldı. Aslında, İngilizler, ikinci cihân harbinden galip çıkmış gibi görünüyorsa da, hakîkatte mağlup olmuşlardır. Çünkü, kendilerinin, "Üzerinde güneş batmıyan ülke" ismini vermiş oldukları İngiltere, "Üzerine güneşin pek doğmadığı bir ülke" hâline gelmiştir. Müstemlekelerinin çoğunu kaybetmiş, âdetâ tüyleri yolunmuş bir tavuk gibi olmuştur. İngiliz merkez istatistik bürosu tarafından yayınlanan Cemiyet temâyülleri isimli rapora göre, her yüz İngiliz bebekten yirmiüçü, gayrı meşrû ilişkiler sonucu dünyaya gelmektedir.7 Mayıs 1990 tarihli bir İstanbul gazetesinin, İngiliz polis kurumu Scotland Yard tarafından neşredilen istatistiğe dayanarak verdiği haberde, Londra'da can güvenliğinin kalmadığı, bilhassa kadınlar için, çok tehlîkeli bir şehir hâline geldiği bildirilmektedir. İngiliz polisinin raporuna göre, son oniki ayda, başta ırza tecâvüz ve soygun olmak üzere, bütün suçlarda artışlar olmuştur. Bütün dünyada ve bütün dinlerde âile, meşrû olarak kadın-erkek beraberliğidir. İki erkeğin livâta (homoseksüellik) yapmasını,ingiliz kânûnları himâye etmektedir. 12 Kasım 1988 tarihli bir İstanbul gazetesinde, "İngiliz ordusunda skandal" başlıklı haberde, kraliçe ikinci Elizabeth'in muhâfız alayına yeni katılan erlerin ırzlarına, nâmûslarına tecâvüz edildiği ve sadistçe işkence yapıldığı yazılıdır. 28 Aralık 1990 tarihli gazetemizde yayınlanan bir araştırma yazısında, İngiltere kiliselerinde bile Lûtî sayısının % 15'i bulduğu, Lordlar ve Avam kamarasında ise, bu sayının, daha da yükseldiği bildirilmektedir. Ahlâksızlık, İngiliz kabinesine kadar sıçramış, Profümo skandalı gibi hâdiseler ortaya çıkmıştır. Avrupa'da Lûtîlerin teşkîlatlandığı ilk ülke, İngiltere'dir. Bu ahlâksızlıkların yapıldığı yerlerde bile, İngilizin İslâm düşmanlığı göze çarpar. Londra'nın arka sokaklarında fuhuş, livâta ve her türlü rezâletin yapıldığı yerler, İslâmiyette mübârek olan yeşil renk ile boyandığı gibi, bu pislik yuvalarının kapısına "Mekke" levhası asılmıştır. İngiliz, Guardian gazetesi, 200 bin kız çocuğunun büluğ çağına gelince, babası tarafından tecâvüz edildiği için, mahkemeye mürâcaat ederek, koruma istediğini yazmıştır. BBC televizyonu ise, haberinde, mahkemeye şikâyet etmiyenlerin 5 milyon olarak tahmîn edildiğini söylemiştir. İngiltere, toprak dağılımı bakımından da, dünyanın en adâletsiz yapısına sahiptir. İngiliz köylüsünün, toprak reformları için, Lordlarla verdiği mücâdeleler, tarihlerde yazılıdır. Bugün bile, İngiltere toprağının % 80'inin imtiyazlı sınıf denilen azınlığın elinde olduğu bir gerçektir. Oksford hastanesi iki doktorunun tetkîkinde, her sene yüzbin ingilizin intihâra teşebbüs ettiği, bunlardan 4500'ünün öldüğü tesbît edilmiştir. Bunların yüzde 62'si genç kızdır. Jetleri, bombaları, füzeleri ile, her sene yüzbinlerce müslümanı şehîd eden, yüzbin vatandaşını da, intihâra sevk eden, ingilizler gibi zâlim, vahşî bir devlet görülmemiştir. İrlanda ise, İngilterenin başına belâ olmuştur. Kendi kazdıkları hıyânet çukurlarına, kendilerinin düştüğü günleri inşâallah hep berâber göreceğiz.
Esas olan âhiret hayatıdır 22 ARALIK 1996
İlimde müctehid derecesinde derin âlim, tasavvuf yolunda yüksek bir velî olan İmâm-ı Gazâlî hazretleri, sözleriyle, hâlleriyle ve eserleriyle insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmaya çalıştı. Ömrünün son yıllarını Tûs'ta geçirdi. Burada evinin yakınına bir medrese ve bir de tekke yaptırdı. Günleri, insanları irşâd etmekle geçti. İmâm-ı Gazâlî hazretleri, sultan Sencer ile görüşmüş, ona mektup yazmış ve bizzat nasîhatta bulunmuştur. Ayrıca, "Sultan Sencer'e Nasîhat" adlı bir risâle yazmıştır. Selçuklu sultanı olan Sencer; Ehl-i sünnet îtikâdında, dînine bağlı ve bid'atleri reddeden bir pâdişâhtı. Uzun müddet tahtta kalmış olup, ilme ve ulemâya karşı çok hürmet eder, kendisi de ilimle meşgûl olurdu. İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin sultan Sencer'e gönderdiği bir mektubu şöyle: "Allahü teâlâ, İslâm beldesinde muvaffak eylesin, nasibdâr kılsın. ^Ahirette sana, yanında yeryüzü pâdişâhlığının hiç kalacağı mülk-i azîm ve âhiret sultanlığı ihsân etsin. Dünya pâdişâhlığı, nihâyet bütün dünyaya hâkim olmaktan ibârettir. İnsanın ömrü ise, en çok yüz sene kadardır. Cenâb-ı Hakkın, âhırette bir insana ihsân edeceği şeylerin yanında, bütün yeryüzü, bir kerpiç gibi kalır. Yeryüzünün bütün beldeleri, vilâyetleri, o kerpicin tozu toprağı gibidir. Kerpicin ve tozunun, toprağının ne kıymeti olur? Ebedî sultanlık ve saâdet yanında, yüz senelik ömrün ne kıymeti vardır ki, insan onunla sevinip, mağrûr olsun? Yükseklikleri ara, Allahü teâlânın vereceği pâdişâhlıktan başkasına aldanma. Bu ebedî pâdişâhlığa, saâdete kavuşmak, herkes için güç bir şey ise de, senin için kolaydır. Çünkü Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Bir gün adâlet ile hükmetmek, altmış senelik ibâdetten efdaldir." Mademki Allahü teâlâ sana, başkalarının altmış senede kazanacağı şeyi bir günde kazanma sebebini ihsân etmiştir, bundan daha çok muvaffakiyete fırsat olamaz! Zamanımızda ise iş o hâle gelmiştir ki, değil bir gün, bir saat adâletle iş yapmak, altmış yıl ibâdetten efdal olacak dereceye varmıştır. Allahü teâlâ, dilinize ve gönlünüze öyle şeyler getirsin ki, bununla yarın âhirette utanmaktan muhafaza etsin... Vesselâm." İmâm-ı Gazâlî hazretleri, her fırsatta nefsini hesâba çekerdi: Ey nefsim! Günâh işleyeceğin zaman, sonra tevbe ederim ve iyi şeyler yaparım diyorsan, ölüm daha önce gelebilir, pişman olup kalırsın. Yarın tevbe etmeyi, bugün etmekten kolay sanıyorsan, aldanıyorsun. Çünkü tevbe, geciktikçe zorlaşır ve ölüm yaklaşınca, hayvana yokuş önünde yem vermeye benzer ve bunun faydası yoktur. Senin bu hâlin, şu talebeye benzer ki, dersine çalışmayıp, imtihan günü hepsini öğrenirim sanır ve ilim öğrenmek için, uzun zaman lâzım olduğunu bilemez. Bunun gibi, pis nefsi temizlemek için de, uzun zaman mücâhede etmek lâzımdır. Ömür, boşuna geçince, bir anda, bunu nasıl yapabilirsin? İhtiyârlamadan önce gençliğin, hasta olmadan önce sıhhatin ve sıkıntı çekmeden önce rahatlığın ve ölmeden önce hayatın kıymetini niçin bilmiyorsun? O hâlde yazıklar olsun sana ey nefsim! Kışın muhtâç olacağın şeylerin hepsini, niçin yazdan hazırlayıp hiç geciktirmiyorsun ve bunları elde etmek için, Allahü teâlânın merhametine, ihsânına güvenmiyorsun? Hâlbuki Cehennemin zemherîri, kışın soğuğundan az değildir ve ateşinin sıcaklığı, temmuz İhtiyârlamadan önce gençliğin, hasta olmadan önce sıhhatin ve sıkıntı çekmeden önce rahatlığın ve ölmeden önce hayatın kıymetini niçin bilmiyorsun? O hâlde yazıklar olsun sana ey nefsim! Bir günlük adâlet... Bunun sebebi nedir? güneşinden aşağı değildir. Bunların hazırlığında, hiç kusur etmiyorsun da, âhiret işlerinde gevşek davranıyorsun. Bunun sebebi nedir? Yoksa âhiret ve kıyâmet gününe inanmıyor musun ve kalbindeki bu küfrü, kendinden de mi saklıyorsun? Bu ise, ebedî felâketine sebeptir. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
.
Tarîkat gerçeği 12 OCAK 1997
18. asırda yaşamış meşhur İngiliz Casusu Hempher, hatıratında, İslâm ülkelerinde talebe, mürşid kıyâfetinde beşbin ajanımız vardı, diye yazmaktadır. Tasavvuf büyükleri, asırlardır, bıkmadan, usanmadan İslâmın güzel ahlâkını anlatıp İslâmı herkese sevdirmişlerdir. Her hâlleri ile İslâmiyeti yaşıyarak örnek olmuşlardır. Bu büyükler ayrıca İslamiyeti dünyaya yaymakta bir nevi öncü kuvvet olmuşlardır. Tasavvuf büyüklerinin dîni yaymaktaki bu önemli fonksiyonunu gören İslâm düşmanları, bütün güçleri ile tasavvufa yöneldiler. Yüz yıldır, tarîkat diyerek, birçok şey uyduruldu. Eshâb-ı kirâmın yolu unutuldu. Câhiller, sahtekârlar şeyh maskesi altında her çeşit günâhı işlettiler. İslâm memleketlerini, gerçek ma'nâda tasavvuf ile ilgisi olmayan, Müslümanları sömüren sahte mürşitler, sahte şeyhler istilâ etti. Eskiden, ya'nî zamanımızdan 100-150 yıl önce dînimizin emir ve yasaklarını öğreten; severek, zorlama olmadan yapılmasını sağlıyan, insanlara dînimizin güzel ahlâkını aşılayan birçok tarîkat, birçok şeyh vardı. Dimyat'a pirince giderken... Fakat, Osmanlıların son zamanlarından itibaren, tarîkatlar bozulmaya başladı. Tarîkatlara, çeşitli ajanlar sızdı. Müslüman kılığındaki bu ajanlar, yerine göre talebe, yerine göre şeyh, mürşid rolünde çeşitli yollar ile tarîkatlara harâmlar, bid'atler karıştırdılar. Din ile ilgisi olmıyan, dînimizin yasak ettiği şeyleri, dînimizin emri olarak gösterdiler. Meselâ, 18. asırda yaşamış meşhur İngiliz Casusu Hempher, hatıratında, İslâm ülkelerinde talebe, mürşid kıyâfetinde beşbin ajanımız vardı, diye yazmaktadır. Bilhassa son zamanlarda, tarîkat adı altında, insanların îmânını çalmak için uğraşan sayısız sahte şeyhler türedi. Namaz kılmanın farz olmadığını, kadınların açık gezmesinin sevâb olduğunu açıkça söyleyebilen şeyhler çıktı ortaya. O hâle geldi ki, insanlara dîni sevdirmek olan tarîkatın gâyesini, insanları dinden uzaklaştırmak şekline çevirdiler. "Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır" sözünü öne sürerek, topladıkları Müslümanların îmânlarını, i'tikâdlarını bozdular. Bu söz, dîne uygun tasavvuf ehli bir kimse olduğu zaman için geçerlidir. Yoksa her önüne gelen, ne olduğu belirsiz kimselere gidip tâbi olmak değildir. Böyle kimseler şeytandan daha kötü kimselerdir. Böyle bozuk bir tarîkata girmek, yağmurdan kaçalım derken, doluya tutulmaktan, Dimyat'a pirince giderken, evdeki bulgurdan da olmaktan daha kötüdür. Çünkü bulgursuz yaşanır da, îmânsız yaşanmaz. Bunların tuzaklarına düşen kimse, sahte, câhil doktora giden hastaya benzer. Sahte doktora giden hayatından olduğu gibi, sahte şeyhe giden de dîninden îmânından olur. Hakîkî tasavvuf âlimi olmadığı zaman, eskiden yaşamış, bilinen meşhur evliyâların, mürşid-i kâmillerin kitaplarını okuyarak, dînimizi, dînimizin güzel ahlâkını buralardan öğrenmeliyiz. Hele hele şu karışık zamanda, din hırsızlarının, ırz, namus düşmanlarının kol gezdiği bir zamanda, bilhassa kadınların sokak sokak şeyh aramaya çıkması çok yanlıştır. Bunların ve her Müslümanın yapacağı, mu'teber bir ilmihâl kitabından dînini öğrenmek, beyine karşı vazîfelerini ifâ etmek, çocuklarını İslâm terbiyesi ile yetiştirmek, ev işlerini yapmak olmalıdır. Başta İngilizler olmak üzere İslâm düşmanları, 18. asırda taktik değişikliği yaptılar. Kaba kuvveti bırakarak, âlimlere ve ilme yöneldiler. Âlimleri ve ilmi ortadan kaldırdıkları takdirde, câhil kalan Müslümanları istedikleri tarafa yöneltmenin çok kolay olacağını anlamışlardı. Zehirli tohumların meyveleri İki asır önce ektikleri tohumlar artık tam istedikleri şekilde meyve vermeye başlamıştı. Âlimler, fıkıh kitapları bir tarafa bırakılmış, herkes âlim olmuştu artık! Daha Kur'ân-ı kerîmi doğru dürüst yüzünden bile okuyamayan kimseler, kimin ne maksatla yaptığı bilinmiyen meâllerden din öğrenmeye kalktılar. Netîcede ortaya bu karanlık tablolar ortaya çıktı. Bundan kurtulmanın yolu da eskiye dönüp, dîni hakîkî Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından öğrenmektir. Bileni, elinde Ehl-i sünnet ölçüsü olanı, kimse kandıramaz. İlmin olmadığı, âlimin bulunmadığı yerde, din de kalmaz. Nitekim, hadîs-i şerîfte, (İlim bulunan yerde Müslümanlık vardır. İlim bulunmayan yerde Müslümanlık kalmaz) buyuruldu.
.
.
.Din düşmanlarının taktikleri 2 ŞUBAT 1997
Bu inceliği asırlar sonra da olsa din düşmanları keşfettiler. Kaba kuvvet ile bir yere varamıyacaklarını idrak ettiler. Önce, İslâmiyeti kalblere nakşeden, İslâmiyeti sevdirerek yayan tasavvufu, tarîkatları el altından bozdular. Dînimiz âlime çok önem vermiştir. Âlimin kıymeti ile ilgili birçok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf vardır. İslâmiyeti ayakta tutan âlimlerdir. Âyet-i kerimelerde, (Hiç bilenle bilmiyen bir olur mu) ve (Âlimlerden sorun) buyuruldu. Hadîs-i şerîfte de, (Âlimler, kurtuluş yolunu gösteren birer kılavuzdur) buyuruldu. Bilindiği gibi, dînimizde kaynak dörttür: Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler, icmâ ve kıyâs. Dördüncü kaynak olan kıyâstan mezhebler çıkmıştır. Müctehid âlimler, ömürlerini bu uğurda harcayarak, dînin açık olmayan emirlerini açıklamışlar, Müslümanları bu ağır yükten kurtarmışlardır. Mezhepsizlik dinsizliğe köprüdür Dinde müctehid olmayanın, Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarması mümkün değildir. Bugün ictihâd yapabilecek derecede âlim de kalmamıştır. Âlimler, hicri 4. asırdan itibaren ictihâd edebilecek kimsenin olmadığında ittifak etmişlerdir. Ya'nî bugün dînimizi tam, eksiksiz olarak öğrenmek, yaşamak istiyen mutlaka dört mezhebten birine tâbi olmak mecburiyetindedir. İslâmiyetin 14 asırdır, bozulmadan, değiştirilmeden bize ulaşmasını sağlayan mezhebler ve âlimlerdir. Bundan sonra da ancak bu yol ile devam ettirilebilir. Bu ana caddeden ayrılanların îmânlarını muhafaza etmeleri çok zordur. Çünkü, mezhebsizlik, dinsizliğe köprüdür. Bu inceliği asırlar sonra da olsa din düşmanları keşfettiler. Kaba kuvvet ile bir yere varamıyacaklarını idrak ettiler. Önce, İslâmiyeti kalblere nakşeden, İslâmiyeti sevdirerek yayan tasavvufu, tarîkatları el altından bozdular. Buralara Müslüman kılığındaki kendi adamlarını yerleştirdiler. Sonra da, İslâmiyeti yıkmada en büyük engel gördükleri mezhebleri ve âlimleri hedef seçtiler. Bu kaleyi yıkmadıkça neticeye varamıyacaklarını çok iyi anladılar. Bunun için de, bütün güçleri ile âlimlere, mezheblere hücum ettiler. Çünkü, onlar da biliyorlar ki, bu kale yıkılınca kaynak olarak arkasından hadîs-i şerîfler gelecektir. Artık bu sahada daha rahat hareket etme imkânı elde etmiş olacaklar. Şöyle ki; dîni içeriden yıkma çalışmalarına, engel olan bir hadîs-i şerîf gördüklerinde, hemen mevdû, uydurma hadîs, karalamasına girmektedirler. Böylece, bu uydurma, bunun aslı yok derken hadîs-i şerîflerin dörtte üçünü bertaraf etmektedirler. Eğer bir hadîs-i şerîf, bütün hadîs kitaplarında varsa, ya'nî buna mevdû, uydurma diyemiyorlarsa, o zaman hemen taktik değiştiriyorlar. Kendilerine göre, bir kaide ortaya çıkartıyorlar. Diyorlar ki; hadîs, Kur'âna ters olamaz. Sonra da, Kur'ân-ı kerîme istedikleri şekilde ma'nâ verip, hadîs-i şerîfin âyete ters düştüğünü, dolayısıyla bununla amel edilemiyeceğini söylüyorlar. Maalesef surda delik açılmıştır Bugünkü Hıristiyanların, Cennete gideceği, kadınların örtünmesinin farz olmadığı, reenkarnasyon vs. gibi safsatalar, hep bu çalışmanın ürünüdür. Maalesef, din düşmanları bu çalışmalarında hayli yol almışlardır. Surdan birçok delik açmışlardır. Bugün herkes, eline geçirdiği bir meâlden dînini öğrenmeye çalışıyor. Câmilerimizde bile devamlı meâl okunması tavsiye edilmekte, "Kitabımızda ne yazıyor bunu öğrenmeden Müslümanlık olur mu?" gibi câhilce, suçlayıcı ifâdelerle Müslümanlar, zoraki olarak meâl okumaya zorlanmaktadırlar. Böylece farkında olmadan din düşmanlarının tuzağına düşülmektedir. Zamanımızda o hâle gelindi ki, dînî bir mes'elede, filan fıkıh âlimi şu kitabında şöyle buyurdu demek, ayıplanır hâle geldi. Bilmiyorlar ki, fıkıh kitapları Kur'ân-ı kerîmin emirleri dışında bir şey bildirmez. Fıkıh kitaplarına, ilmihâle göre hareket eden, Kur'ân-ı kerîmin, hadîs-i şerîflerin emrine uymuş olur.
Dînin emrini hafife almak 3 ŞUBAT 1997
Her Müslümanın dinde bilinmesi zarûrî olan şeyleri bilmesi lâzımdır. Küfür olan şeyin çok kimse tarafından kullanılması, bunu küfür alâmeti olmaktan çıkarmaz. Çünkü bu, bilinmesi zarûrî olan bilgilerden olduğu için bilmemek özür değildir. Dînimizin harâm ettiği bir yasağı veya emrettiği bir farzı hafife alanlar, beğenmiyenler dinden çıkar. Bir misâl verecek olursak: İki kimse düşünelim. Birisi, alkol bağımlısı olmuş. Hergün içiyor. Sizi gördüğünde de mahcup olarak diyor ki: - Bu zıkkımı içmenin harâm olduğunu biliyorum. Fakat bir türlü kurtulamıyorum, ne olur kurtulmam için bana yardımcı olun! Diğeri ise her zaman içmiyor. Ayda yılda bir içiyor. Kendisine yaptığının uygun olmadığını söylediğinizde diyor ki: - Ben her zaman içmiyorum. Ayda yılda bir içiyorum. Bu kadarcık şarap içmek harâm olmaz! Bu durumda, birinci kimse, ikincisinden daha çok şarap, içki içtiği hâlde günâhkâr oluyor, dinden çıkmıyor. Ama ikinci kimse, ara sıra içtiği hâlde, dînin açık bir emrini hafife aldığı için dinden çıkıyor. Gayri müslimlerin yaptıkları şeyler Farzlarda da durum aynıdır. Meselâ bir kimse, Ramazanda oruç tutmadığı gibi, ayrıca Müslümanların gözü önünde sokakta, açıkça yiyip içiyorsa, dînin bir farzını hafife almış olduğundan dinden çıkar. Ancak herhangi bir özründen dolayı hattâ nefsine zor geldiği için tutmaz, ama gizli gizli yerse, bu günâhkâr olmuş olur; fakat dinden çıkmaz. İnsanı dinden çıkartan önemli bir konu da, gayrı müslimlerin ibâdet olarak yaptıklarını yapmaktır. Gayrı müslimlerin yaptıkları şeyler iki çeşittir: Birincisi; dinleri ile ilgisi olmayıp, âdet olarak yaptıkları şeyler. Meselâ, ceket, pantalon giymeleri, kravat takmaları gibi âdet olarak yaptıkları şeylerdir. İkincisi; dinlerinin gereği olarak yaptıkları şeyler. Meselâ boyunlarına haç takmaları, bellerine zünnar bağlamaları, bu kısma girer. Bunları dinlerinin gereği olarak yaptıkları için, bir Müslüman bunları ne niyetle takarsa taksın, hattâ şaka için, Hıristiyanlarla alay etmek için dahî olsa, dinden çıkar. Hıristiyanların dinlerinin gereği, ibâdet niyetiyle giydikleri şeyler de böyledir. Bunun için Hıristiyanlardan gelen şeylerin önce aslına bakmak lâzımdır. Hıristiyanlar, bunu ne için yapıyorlar? Dinlerinin icâbı olarak mı, yoksa âdet olarak mı? Bu önemlidir. Küfür olan, dinden çıkmaya sebep olan şeyler zamanla âdet hâline gelse, bir kimse, bunun küfür olduğunu bilmeden kullansa, yine dinden çıkar. Her Müslümanın dinde bilinmesi zarûrî olan şeyleri bilmesi lâzımdır. Küfür olan şeyin çok kimse tarafından kullanılması, bunu küfür alâmeti olmaktan çıkarmaz. Çünkü bu, bilinmesi zarûrî olan bilgilerden olduğu için, bilmemek özür değildir. Ba'zı küfür sözler Küfre sebep olan şeylerden birkaç misâl verecek olursak: İnsanlara mahsûs sıfatları Allahü teâlâ için kullanmak küfür olur. "Burada ilâhi şuuru görüyoruz" demek küfürdür. Bunun gibi, Allahü teâlâ için, "Düşünerek" veya "Hesap ederek" yâhut "plânlıyarak" yarattı demek küfürdür. "İslâm düşüncesi" demek de böyledir. Çünkü, düşünmek, hesap etmek, plânlamak insanlara mahsûs şeylerdir. Çok kimse îmânı kurtarayım derken, küfre giriyor ve bunun için de hiç üzülmüyorlar. Her Müslümanın küfre düşürücü söz ve hareketleri çok iyi bilmesi gerekir.
.Dînin üç esâsı 8 ŞUBAT 1997
Allahü teâlâ, bütün insanlardan, önce îmân etmelerini istiyor. Bundan sonra diğer emir ve yasaklarına uyulmasını istiyor. Îmân olmadıkça, yapılan ibâdetlerin, iyiliklerin bir kıymeti olmaz. Cenâb-ı Hakkın bütün insanlardan ilk önce istediği îmândır. Son din olan İslâmiyete inanmalarıdır. Bir insanın îmânı yoksa; İslâmiyete, Muhammed aleyhisselâma inanmamış ise, insanlara ne kadar iyi, faydalı iş yaparsa yapsın hiçbir faydası olmaz. Meselâ Edison ampulü bulmak suretiyle, gecelerin aydınlanmasına, bütün insanların rahat etmesine vesîle oldu. Fakat, Müslüman olmadığı için, bu iyiliğin âhırette kendisine hiç bir faydası olmayacaktır. Meselâ, insanları doyurmak, onlara ikrâmda bulunmak çok sevâbdır. Muhammed aleyhisselâma inanmamış çok zengin bir kimse, yeryüzündeki bütün fakir ve muhtaç kimseleri doyursa, onların her türlü ihtiyaçlarını görse, âhırette bu yaptıklarının yine hiç faydasını görmiyecektir. Çünkü Allahü teâlâ, bütün insanlardan, önce îmân etmelerini istiyor. Bundan sonra diğer emir ve yasaklarına uyulmasını istiyor. Îmân olmadıkça, diğer yapılanlar değerlendirmeye alınmayacaktır. Âhırette, önce îmândan sorulacaktır. Eğer îmânı yoksa, hiç bir iyiliğinin faydasını görmeyecektir. Önce doğru itikat İkinci olarak istenilen şey, îmânın ya'nî inanılacak îmân bilgilerinin hakîkî islâm âlimlerinin bildirdiklerine uygun olmasıdır. Îmân, Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıklarına uymuyor ise, bu kimsenin yaptığı ibâdetlerin, kıldığı namazın, tuttuğu orucun, yaptığı hayır hasenâtın hiç mi hiç kıymeti olmaz. Çünkü Muhammed aleyhisselâma inanıp Müslüman olduktan sonra da, bu inanmanın, i'tikâdın, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği gibi olması lâzımdır. Ya'nî onların bildirdiği esaslar dâhilinde olmalıdır. Rastgele bir îmân da makbûl değildir. Her bid'at sahibinin, türedi reformcuların ve doğru yoldan kayarak dalâlete düşerek, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkardıklarını iddia ettikleri bozuk fikirleri geçerli değildir. Cehenneme gideceği hadîs-i şerîfle bildirilen 72 bozuk fırkanın hepsi bozuk fikirlerini Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden çıkardıklarını iddia etmişlerdir. Îmânın, i'tikâdın bozukluğu o kadar büyük bir günâh, o kadar büyük suç ki, ibâdetleri yapmamanın, harâm işlemenin günâhı ile mukayese bile edilemez. Bunun için îmânın düzgün olmasına çok önem vermeliyiz. Düzgün bir îmândan sonra, herkese lâzım olan şey, dînin emir ve yasaklarını öğrenmektir. İmândan sonra namaz gelir Bütün işlerimizi, öğrendiklerimize uygun yapmaktır. İlk önce öğrenilecek ve yapılacak en önemli ibâdet de namazdır. Âhırette îmândan sonra, namazdan sorulacaktır. Namaz dînin direğidir. Direk olmaz ise bina ayakta kalamaz, eninde sonunda yıkılır. Namaz kılmıyanın diğer ibâdetleri kabûl olmaz, ya'nî va'dedilen o büyük sevâba kavuşamaz. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: (Kıyâmet günü, îmândan sonra, ilk suâl namazdan olacaktır.) (Allahü teâlâ buyuracak ki; ey kulum, namaz hesâbının altından kalkarsan, kurtuluş senindir. Öteki hesapları kolaylaştırırım!) (Namaz dînin direğidir. Namaz kılan, dînini doğrultmuş olur. Namaz kılmıyan, dînini yıkmış olur.) İ'tikâdı düzeltmeden önce dînin emir ve yasaklarını öğrenmenin hiç faydası olmaz. Bu ikisi birlikte düzelmedikçe de, ibâdetlerin faydası olmaz. Bu üçü birlikte yapılmadıkça, kalb temizlenmez. Din, bu üç esas üzerine kurulmuştur.
.Başarılı olmanın sırrı 3 NİSAN 1997
Bir erkeğin, hanımı, çocukları, kendisine hayır duâ etmiyorlarsa, işinde başarılı olması mümkün değildir. Bunun için, “Her başarılı erkeğin arkasında başarılı bir kadın vardır” demişlerdir. Başarılı olmanın sırrı evden geçer. Kişi evini idârede başarılı değilse, ağzıyla kuş tutsa, işinde de başarılı olamaz. Başarılı olsa bile, bu, devamlılık arzetmez. Sabah evinden çıktıktan sonra, hanımı, çocukları, kendisine hayır duâ etmiyorlarsa, yaptığı işinin bereketi olmaz. İşinde başarılı olması mümkün değildir. Bunun için, “Her başarılı erkeğin arkasında başarılı bir kadın vardır” demişlerdir. İşinde sıkıntısı olan, belli bir başarı grafiği sağlayamamış kimseleri araştırdığınız zaman, muhakkak aile geçimsizliği görülür. Ev idâresi, devlet idâresinden daha zordur. Osmanlı şehzâdelerine, küçük yaşlarda devlet teslim edilmiş, fakat, belli bir olgunluğa gelmeden evlendirilmemişlerdir. Marifet iltifaata tâbidir Erkek evlenmeden önce hanımına iltifat etmesini öğrenmelidir. Bir kadını almadan önce övmek, iltifat etmek iş değildir. Hüner, aldıktan sonra iltifat edebilmektir. Hanımını takdir etmek, evliliğin sigortası, güvenlik teşkilâtıdır. Huzur içinde yaşamak istiyorsanız, dünyanın en çekici, en becerikli kadını ile evlendiğinizi, hanımınızın yanında itiraf ediniz! Pişirdiği yemeği beğenmediğiniz zaman, nasıl oldu da her zamanki yüksek kaliteyi tutturamadın, diye sorunuz. Bu nasıl yemek, demeyiniz. Böyle hareket ederseniz, hanımınız sizin için hiçbir fedâkârlıktan kaçınmayacaktır. Her fırsatta hanımınıza ufak tefek hediye götürünüz. Evet, gerçekten bunları yapmak lâzım diye düşünüp geçmeyiniz. Mutlaka yapınız. Eğer erkekler hanımlarını takdir etmeyi bilselerdi, birçok yuva yıkılmazdı. Hangi kadın, kendisini takdir etmekten âciz bir erkeğe bağlanmaktan mutlu olur ki? Eskiden, üzeri kapaklı, sahan denilen bakır yemek tabakları vardı. Hepsinin kapağı olurdu. Yemekler kapalı olarak sofraya gelirdi. Her zaman çeşit çeşit lezzetli yemekler yapan bir kadın, bir gün sofraya üzeri kapaklı tabak bırakır. Yemek sırası ona gelince, evin erkeği, sahanın kapağını kaldırdığında, saman ile dolu olduğunu görüp küplere biner. Hanımına bağırır: - Ben hayvan mıyım ki, önüme saman koyuyorsun? Sen beni ne zannettin? Hanımı cevabı yapıştırır: - Hayvan olup olmadığını nasıl anlıyayım ki? Bugüne kadar bu kadar leziz yemekler önüne koydum, bir defa olsun, teşekkür ettin mi? Hanım yemek çok güzel olmuş, Allah râzı olsun, eline sağlık dedin mi? Erkek insaf ehliymiş ki, hatâsını anlamış, hemen sesini kesmiş. Hanımından özür dilemiş. Ondan sonra da, alışmadığından, zorlanarak da olsa, teşekkür etmeye başlamış. Bir müddet sonra da tabiî hâlde teşekkür etme melekesine sahip olmuş. Evdeki bir sıkıntının sebebi de, yerli yersiz müdâhaledir. Kişi kendi işini bırakıp, başkasının işine karışırsa, evde de toplumda da anarşi çıkar. Evin düzeni, eşyaların yerleştirilmesi kadının işidir. Kadın bunu en iyi şekilde, en düzgün şekilde yaptığına inanır. Ev işinde müdâhale etmemeli Bu düzen, bizim anlayışımıza, zevkimize uymayabilir. Madem ki, bu iş onun işidir, bizim müdâhalemiz yersiz olur. Onun çalışma şevkini kırar. Koltuk, pencerenin yanında değil de, kapının yanında olsa ne olur? Misâfirler geldiğinde, koltuk, benim yerim burası değil, evin kültürsüz hanımı beni yanlış yere koydu diye bağıracak değil ya. Eğer evin hanımı, onu, yanlış bir yere koymuş olsa bile, ona akıl veren çok olur, kısa zaman sonra, koltuk gerçek yerini bulur. Fakat biz tenkitçi olmaktan, yapılan şeyi beğenmemekten kurtulmuş oluruz. Evdeki sıkıntıların, huzursuzluğun biri de, sen haksızsın, ben haklıyım münâkaşasıdır. Bir münâkaşayı kazanmanın en iyi yolu o münâkaşaya hiç girmemektir. Her on münâkaşadan dokuzunun, tarafların, kendi düşüncelerine daha çok bağlanmasına sebep olduğu tespit edilmiştir. Kazandığınızı zannettiğiniz münâkaşada, hanımınızın yanındaki i’tibârınızı kaybettiğinizi unutmayın. Çünkü gururu incinmiştir. Şüphesiz onun gururu, sizin fikirlerinizden çok önemlidir. Kendi isteği ile birşeye inanmayan kadın, size cevap veremese de, kendi düşüncesinden vazgeçmiş sayılmaz. Sadece vazgeçmiş görünür.
Asrımızın en etkili silahı 4 NİSAN 1997
Başkasına tebessüm etmek, güleryüz göstermek, onu ilgiyle dinlemek ona değer vermektir. Kişi, kendini ön plâna çıkarmadığı sürece sevilir, her zaman ben demeye başladığı zaman sevimsizleşir. Sevgi, güleryüz, tebessüm, insanların en güzel özelliklerindendir. Ayrıca bu, insanı diğer canlılardan ayıran bir alâmettir. Bu özelliklere sahip insanlar, her devirde sevilmişler, sayılmışlardır. Her devirde bu vasıflar, rahat ve huzur için tavsiye edilmiştir. Hele herkesin, infilâk etmeye hazır barut fıçısına döndüğü zamanımızda, bu hasletler daha da önem kazanmıştır. Asrımızda, insanlara faydalı olmak için, en etkili bir silah hâline gelmiştir. Başkasına tebessüm etmek, güleryüz göstermek, onu ilgiyle dinlemek ona değer vermektir. Kişinin kendi benliğini ikinci plâna atıp, karşısındakinin kişiliğini ön plâna çıkarmak demektir. Kişi, kendini ön plâna çıkarmadığı sürece sevilir, her zaman ben demeye başladığı zaman sevimsizleşir. Herkes, ben ben derse... Yapılan bir araştırmada, telefon konuşmalarında, en çok kullanılan kelime, “ben” olarak tesbit edilmiştir. 1000 konuşmada, tam 8880 defa “ben” kelimesi geçmiştir. Çünkü herkes, “Ben! Ben! Ben!” diyor. Bu kadar insanın benliğini ortaya attığı bir zamanda, kendi kişiliğini ikinci plâna itmek, çok kıymetli bir davranıştır. İlk atak bizden olması lâzım. Asık suratlı bir yakınınız mı var? Her gördüğünüzde, her karşılaştığınızda, onunla mutlaka ilgilenmeniz, güleryüzle onun hâl hatırını sormanız lâzım. Bir müddet sonra, onun da, zoraki de olsa tebessüm ettiğini görürsünüz. Daha sonraları bu tebessümler, kendiliğinden tabiî bir hâl alacaktır. Hakîkî dostluklar, tebessümle, ilgi ile ortaya çıkar. Hakîkî dostlar beklemekle, emek sarfetmeden kazanılmaz. Başkaları ile ilgilenmeyen insan, hayatta dostsuz kalmaya, bunun için de dâimâ büyük güçlüklerle karşılaşmaya mahkûmdur. Faydalı bir insan olmak istiyen, insanlarla ilgilenmek zorundadır. Cemiyetten uzak insan, toplum ile kaynaşamaz. Toplumdan kendini tecrit edeni, toplum da tecrit eder. Zamanımızdaki ilişkiler, menfaat ilişkisi olduğu için, samimî bir ilgi, karşımızdakine çok te’sîr eder. Bir arkadaş anlattı: “Üniversitede öğretim üyesi bir tanıdık var. Zaman zaman büroma uğrar, iş görüşmesi yaparız. Bir gün bulunduğu üniversitede işim vardı. Gelmişken bir de ona uğrayayım, dedim. Hiç beklemediği bir zamanda, beni karşısında görünce, ilgilendi, İkrâmlarda bulundu. Fakat görüşmemiz resmiyet içinde geçiyordu. Sonra, size nasıl yardımcı olabilirim, dedi. Ben, teşekkür ederim, sizinle bir işim yok, ziyâretinize geldim, dedim. Az sonra aynı soruyu tekrar sordu. Ben yine teşekkür ettim. Sırf ziyâret için geldiğime bir türlü inanamamıştı. Bir angarya iş bekliyordu. Neticede hiçbir ricada bulunmadan kalkınca, bir anda tavrı değişti. Resmî görüşme hemen samimî bir havaya girdi. Tekrar oturtup, ikinci ikrâmda bulundu. Daha geniş hâl hatır sordu. Anladım ki, her gelen mutlaka bir iş için geliyordu. Belki de ilk defa böyle bir ziyâret ile karşılaşıyordu. Bundan sonraki görüşmelerimizde artık resmiyet kalktı, samimî dostluk başladı. İnanıyorum ki, bundan sonra iş için gitsem de, memnuniyetle işime yardımcı olur.” Menfaate dayalı dostluk olmaz Bu arkadaşın anlattıklarından da anlaşıldığı gibi, dostluk menfaat üzerine kurulursa, resmiyetten öteye geçmiyor. Fakat menfaatsiz başlayan dostluklara daha sonra menfaat de karışsa, dostluk zarar görmüyor. Görüştüğümüz kimselerle, sadece iş için değil, onunla ilgilenmek, hâl hatırını sormak maksadıyla da görüşmemiz lâzımdır. Sadece menfaat görüşmesi olursa, bir müddet sonra menfaat de kesilir, dostluk da. Görüşmeler menfaat üzerine bina edilmez ise, hem dostluk hem de menfaat devam eder. En az üç defa menfaatsiz ziyâret edelim ki, bir defa ricada bulunma hakkımız olsun. Bugün insanlar iki şeyi kaybettikleri için büyük sıkıntı içindeler. Kaybedilen bu iki şeyi bulup, hayata geçiren başarılı olur. Evinde, işinde, çevresinde i’tibârı olur. Bu iki şey; i’timâd ve sevgi’dir. Bu iki unsur varsa, cemiyetin yapısı sağlam olur. Sarsıntılardan etkilenmez. Birbirine güvenmeyen, birbirini sevmeyen, birbiri ile ilgilenmeyen toplum, ufak bir sarsıntıda büyük yara alır. Böyle bir toplumda huzur, emniyet sağlanamaz
. Sevimsizleştiren şeyler 5 NİSAN 1997
İnsanî ilişkilere, samimiyete set vuran hâllerden kaçınmalıdır. İnsanları birbirinden uzaklaştıran şeylerin başında, câhillik, inatçılık ve saygısızlık gelir. Öyle dostlarımız, arkadaşlarımız vardır ki, telefonda bile sesini duysak, elimizde olmadan birden rahatlarız. Onun sevgi dolu şen şakrak sesi, bizim bütün dertlerimizi, sıkıntılarımızı unutturur. Peki biz niçin öyle değiliz? Niçin başkalarını rahatlatamıyoruz? Bizi sevimsizleştiren şeyler nelerdir? Niçin dost kazanamıyoruz? Dost elde etmek istiyorsak, herkese samimî davranmak zorundayız. Telefonla konuşurken bile muhatabımız, ses tonumuzdan, bu konuşmadan ne kadar mutlu olduğumuzu anlamalıdır. Ona değer vermemiz, onu bize samimî olarak yaklaştıracaktır. Sevilen insan... Sevilen insanların yüzünden tebessüm eksik olmaz. Hemen söyliyelim ki sırıtmak başka, tebessüm başkadır. Sıcak bir gülümsemeden herkes hoşlanır; sırıtmadan ise herkes nefret eder. Sırıtma insanı kızdırır. Bu kaideler ailede, dost kazanmakta geçerli olduğu gibi, iş hayatında da geçerlidir. Gülümsemeyi bilen bir lise mezunu, asık suratlı bir üniversite mezunundan daha başarılı olur. Ba’zıları, benim mizacım böyle, güleryüzlü olamam, der. Hayır, kişi istediği takdirde bunu pek âlâ yapabilir. İşte örneği: “20 yıllık evliyim. Hanıma güzel bir söz söylediğimi hiç hatırlamıyorum. Herhalde beni gülerken de hiç görmemiştir. Tanıştığım bir arkadaşımın güleryüzü, hanımına karşı davranışı beni çok etkiledi. Arkadaşa, ben de senin gibi olabilir miyim, diye sordum. Tabiî olursun, dedi. Her aynaya bakışında, yüzüne dikkatlice bak! Asık suratlı kimse sık sık aynada suratına bakarsa, bunun ne kadar kötü bir şey olduğunu görür, demişti. Gerçekten asık suratlılık ne kötü bir şeymiş. Gülümsemeye karar verdim. Bir gün kendimi zorlayarak, kahvaltıda hanımıma gülümseyerek, sabah şerîfleriniz hayırlı olsun, dedim. Şaşırmadı, şok geçirdi. Evim mutluluğa boğuldu. Artık gündelik hayatta karşılaştığım herkese gülümsüyorum. Onlar da bana gülümsüyor. Gülümseyerek insanlara daha çabuk ulaşıyorum. Onları daha çabuk iknâ ediyorum. Daha başarılı oluyorum. Gülümseme kararım, başka kötü huylarımı da değiştirdi. Gülümseyince, insanları tenkite yer kalmıyor. Başkalarının dünyası da size çok çabuk ve net olarak açılıyor. Kısacası ben artık gerçekten kazançlıyım. Çünkü mutluyum.” Dünyada herkes mutlu olmak ister ve mutluluğun peşinden koşar. Fakat, mutlu olan azdır. Mutluluğun, yapılan iş ile de doğrudan ilgisi yoktur. Fakat, yaptığımız iş hakkındaki kanaatimizin yakından ilgisi vardır. Ne kadar önemli olursa olsun, siz, yaptığınız işi beğenmiyor, zevk almıyorsanız mutlu olamazsınız. Aynı işi yapan iki kişiden birinin mutlu, diğerinin mutsuz olmasının sebebi, kanaatlerindeki farklılıktır. Mutluluğun zenginlikle, fakirlikle de doğrudan bağlantısı yoktur. Zengin muhitlerinde çok kederli, bıkkın çehreler görüldüğü gibi, fakir semtlerde boğaz tokluğuna çalışan neş’eli ve güleryüzlü nice insanlar vardır. Kişi zengin olsun, fakir olsun, her ne iş yaparsa yapsın, mevcut durumunu kabûllenmelidir. Kendini memnun edecek şeyler bulmalıdır. İnsanlar zenginlikte kendilerini geçmiş olanlara bakıp üzülecekleri yerde, kendilerine yetişemeyeceklere, kendisinden aşağıda olanlara bakıp rahatlasalar ne iyi olur! Câhillik, inatçılık ve saygısızlık İnsanî ilişkilere, samimiyete set vuran hâllerden kaçınmalıdır. İnsanları birbirinden uzaklaştıran şeylerin başında, câhillik, inatçılık ve saygısızlık gelir. Bu üç özellik bulunan kimsenin, sevilmesi, dost edinmesi mümkün değildir. İşinde de başarılı olması mümkün değildir. Bu üç vasıf bulunan kimsenin âhıretinin ma’mûr olması da mümkün değildir. Bunlar insanı küfre, îmânsızlığa götürür. Kısacası hem dünyası, hem de âhıreti kararır
. Dost kazanmanın yolları 6 NİSAN 1997
Hiç kimse, gülümsemenin getireceği faydaları reddedecek kadar zengin değildir. Hiç kimse de gülümsediği için fakir düşmez. Gülümseme korkaklara güç, kederlilere neş’e, hastalara sıhhat verir. Dost kazanmanın alfabesi tebessümdür, güleryüzdür. Bunun bize bir külfeti de yoktur. Biri ile karşılaştığımızda, ona tebessüm etmemiz, gülümsememiz, bize hiçbir masraf açmaz. Masrafı olmadığı gibi, bu kadar basit bir sermâye ile elde edebileceğimiz kazancın sınırı yoktur. Hiç kimse, gülümsemenin getireceği faydaları reddedecek kadar zengin değildir. Hiç kimse de gülümsediği için fakir düşmez. Gülümseme korkaklara güç, kederlilere neş’e, hastalara sıhhat verir. Gülümseme yorgunları dinlendirir. Gülümseme satın alınamaz. Onu ancak, birisi bize, gönül rızâsı ile verebilir. İçten gelmeyen bir gülümsemenin de kimseye faydası olmaz. Güleryüzlü olmak Size gülümseyemeyen birisine rastlarsanız, siz gülümsemenizi esirgemeyiniz. Çünkü gülümsemeye en çok ihtiyacı olanlar, gülümseyemeyenlerdir. Yalnız fotoğraf çektirirken değil, fotoğraf çekerken de gülümseyiniz. Güleryüzlü olana sadaka sevâbı verilir. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: (Selâm verirken güleryüzlü olana, sadaka verenlerin kavuştukları sevâblar verilir.) (Din kardeşine karşı güleryüzlü olmak, ona iyi şeyleri öğretmek, kötülük yapmasını önlemek, yabancı kimselere aradığı yeri göstermek, hep sadakadır.) Dost kazanmanın ikinci yolu, tanıdıklarımıza ismiyle hitap etmektir. Bir insanla uzun zaman görüşmeyip, karşılaştığımızda ona ismi ile hitap etmek büyük bir iltifat kabûl edilir. Fakat yanlışlık yapmamalıdır. İsmi yanlış hatırlarsak veya yanlış telaffuz edersek, bu zararlı olabilir. Kişi yeterince önemsenmediğini düşünüp gücenebilir. Dost kazanmanın üçüncü yolu, karşısındakini dinlemesini bilmektir. Dinleyen birisini bulduğunda, konuşmasını sevmeyenimiz yoktur. Birisini dikkatle dinlemek kadar büyük iltifat yoktur. En sert, en saldırgan tenkitçiler bile, sabırlı ve sevimli bir dinleyici karşısında yumuşarlar. Birçok insan, dikkatle dinlemeyi bilmediğinden iyi bir intiba bırakmaz. Eğer hiç sevilmemenin, alay konusu olmanın, hattâ nefret edilmenin bir yolunu bulamamışsanız, bunun kolayı var: Hep kendinizden bahsedin. Karşınızdaki insanın ağzına lafını tıkayın. Susturun gitsin. Lafı muhatabının ağzından alıp, hep kendine getiren kimseler okumuş, birkaç üniversite bitirmiş olabilirler. Fakat ne kadar okumuş olurlarsa olsunlar, bunlar câhil sayılır. Çünkü, iyi konuşan biri olmak için, iyi dinleyen birisi olmak gerekir. İlgi görmek için ilgilenmeliyiz. Başkalarına da kendilerinden bahsetme imkânı vermeliyiz. Konuştuğunuz kişinin, kendisi ile daha fazla ilgili olduğunu unutmayın. Çin’de açlıktan yüzbin kişinin ölmesi, hiç kimse için ayağına batan dikenden daha önemli değildir. Evdeki kırılan bir cam, bir insanı, Amerika’daki depremden daha çok ilgilendirir. Görüştüğümüz kimsenin, ilgi sahasındaki konular hakkında bilgimiz yoksa, bunu araştırıp öğrenmeliyiz. Bir insanın gönlünü kazanmak için, onun ilgilendiği konuları konuşmanın, çok etkili olduğunu unutmamalıyız. İnsanları sevindirmek için İnsanları sevindirmek için mutlaka bir çıkarımız olması gerekmez. Biliyoruz ki, veren el, alan elden daha hayırlıdır. Yine biliyoruz ki, dünyada sosyal ilişkilerin en önemli kaidesi şudur: Başkalarının bize nasıl davranmalarını istiyorsak, biz de onlara öyle davranmalıyız. İltifat kelimelerini dilimizden eksik etmeyelim. “Allah râzı olsun”, “Size sıkıntı verdiğim için özür dilerim”, “Rica ederim”, “Lütfen”, “Teşekkür ederim”, “Ne kadar anlayışlısınız” gibi, söylenmesi hiç de zor olmayan kelimelere dilimizi iyice alıştırmalıyız. Bunlar, karşımızdaki insana, kendisine değer verildiğini düşündüreceği gibi, bizim de kibar, nazik, terbiyeli biri olduğumuzu gösterir.
.Üzmeden anlatabilmek 11 NİSAN 1997
Zehirli yılandan kaçar gibi, inatlaşmaktan, münâkaşadan kaçınmak gerekir. Münâkaşa, sadece dînî konuları anlatırken değil, ticârette de aynı şekilde zararlıdır. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, bir ihtiyârın abdest aldığını gördüler. Abdesti doğru almıyordu. Böyle abdest sahîh olmaz demenin uygun olmayacağını bildikleri için, yanına giderek dediler ki: - Mübârek efendim! Birbirimizden daha iyi abdest aldığımızı söylüyoruz. Biz abdest alalım. Hangimizin haklı olduğunu bize bildirir misiniz? Önce Hz. Hasan, sonra Hz. Hüseyin güzel bir abdest aldılar. İhtiyâr, dikkatle baktı. Sonra, “Evlatlarım, ben abdest almasını şimdi sizden öğrendim” dedi. İşi münâkaşaya dökmemeli Bu ibretli hâdisede görüldüğü gibi, birisine bir şey öğretmek istiyorsak, hemen, yanlış yapıyorsun, böyle yapılır mı dememelidir. Bu aksi te’sîr yapar, iş inada, münâkaşaya dönüşür. Zehirli yılandan kaçar gibi, inatlaşmaktan, münâkaşadan kaçınmak gerekir. Münâkaşa, sadece dînî konuları anlatırken değil, ticârette de aynı şekilde zararlıdır. Bir pazarlama uzmanı bakınız ne diyor: Satış için bir iş yerine uğradığımda, aynı türden iş yapan başka bir firmanın malının daha iyi olduğunu söylediklerinde, hemen didişmeye, münâkaşaya giriyordum. Çıkarken, sattığım malların üstünlüğünü kabûl ettiriyordum veya en azından onları susturabiliyordum. Fakat birşey satamadan elim boş çıkıyordum. Bu epey zaman böyle devam etti. Baktım böyle olmayacak, sonunda hatâmı anladım. Taktik değiştirdim. Müşteri, başka bir firmanın malını övdüğünde, münâkaşaya girmeden, tercihinizde yanılmamışsınız, isâbetli bir karar vermişsiniz, deyip münâkaşaya hiç girmiyordum. Sonra da kendi malımın üstünlüklerini tanıtmaya çalışıyordum. Böylece satışlarım açıldı. Münâkaşa ederken, arada bir kazanacağımız zaferler boşunadır. Çünkü hiçbir zaman karşımızdakini samimiyetle teslim alamayız. Şunu hiçbir zaman unutmayalım ki, bir insanı münâkaşa yoluyla mağlup etmeye imkân yoktur. Dostlarımızın, arkadaşlarımızın ufak tefek münâkaşalarda bizi yenmelerini kabûl ediverelim! Onları kaybedeceğimize, münâkaşayı kaybedelim. Anlaşmazlıklar münâkaşa ile değil, uzlaşma ile bitmelidir. Uzlaşma da başkasının fikirlerine değer vermek ile sağlanabilir. Bir münâkaşadan galip çıkmanın tek yolu münâkaşadan kaçınmaktır. Bir adama yanlış hareket ettiğini anlatmak kolay değildir. Çünkü onun gururunu, kendine güvenini sarsmış olursunuz. Derhal size cephe alır, yanlışlığın sizde olduğunu savunur. Hiçbir zaman söze, “Sana bunun doğruluğunu ispat edeceğim” diye başlamamalıdır. Bu, “Senden daha akıllı ve bilgiliyim” anlamına gelir. Böyle bir başlangıç, bir tür meydan okumadır. Karşılık görmekte gecikmezsiniz. Birşey ispatlayacaksanız, bunu, iddianızı ve niyetinizi belli etmeden yapınız. Öğreniyormuş gibi davranarak öğretiniz. Hatırlamaya çalışıyormuş gibi hatırlatınız. Söze şöyle başlamalı Söze, “Ben sizden daha başka türlü düşünüyorum. Belki yanılıyorum. Zaten çok defa yanılmışımdır. Meseleyi beraberce bir inceleyelim de yanlışım varsa düzelteyim” şeklinde başlamalıdır. Ya’nî söze, “Yaptığınız yanlıştır, yanlış düşünüyorsunuz” diye başlamayınız. “Acaba yanlış mı yapıyorum? Yanlış mı düşünüyorum?” diye başlayınız. Yanılmış olabileceğinizi kabûl etmekle hiçbir şey kaybetmezsiniz. Tam tersine, karşınızdaki de bu tevâzudan istifade edip yanıldığını kabûl ediverir. Önemli olan insanlara yanılabileceklerini, yanlış düşünebileceklerini nazik bir şekilde îmâ edebilmektedir. Herkese, “Yanılıyorsun”, “Yanlış düşünüyorsun”, “Yok canım böyle de yapılır mı?” gibi kelimeler kullanmaktan uzak durmalıyız. Ba’zan hiçbir direnişte bulunmadan, herhangi bir gerginlik yaşamadan fikirlerimizin değiştiğini farkederiz. Halbuki bize yanıldığımız açıkça söylense direnmeye başlarız. Fikirlerimizin nasıl oluştuğuna ilgisiz kalırız da, fikirlerimizin yanlışlığı söylendiğinde hemen savunmaya geçeriz. Çünkü bizim esas korumaya çalıştığımız şey fikirlerimiz değil, şahsiyetimizdir. Kendimizi hiçbir düşünceye derhal itiraz etmemeye alıştırmalıyız. “Şüphe yok ki”, “Muhakkak ki” gibi kesinlik arzeden kelimeler yerine, “Zannederim”, “Aklımda kaldığına göre”, “Tahminime göre” gibi kelimelere dilimizi alıştıralım.
.
Sinsi İslâm düşmanlığı 28 NİSAN 1997
Zamanımız “Hempher”lerinin, “Lavrens”lerinin kitaplarını okumak, onlara kanmak insanı dinden, îmândan çıkartıp zındık eder de haberi bile olmaz. Eyyüb Sabri paşa, “Mir’ât-ül Haremeyn” kitâbında diyor ki: Sultan Abdülmecîd hân, Mustafa Reşîd Paşanın mason olduğunu, İslâmiyete uymıyan bir yol tuttuğunu anlayınca, kahrından, üzüntüsünden hastalandı. Yatakta oturamıyor, hep yatıyordu. Yalnız, mühim şeyler okunuyor, emirleri alınıyordu. Sırada bulunan bir kâğıt için, “Medîne ahâlisinin bir dilekçesi okunacak” denildi. Bunun üzerine buyurdu ki: - Durun, okumayın! Beni oturtun! Arkasına yastık koyup, oturtuldu. Sonra şöyle devam etti: - Onlar, Resûlullah efendimizin komşularıdır. O mübârek insanların dilekçesini yatarak dinlemekten hayâ ederim. Ne istiyorlarsa, hemen yapınız! Fakat, okuyunuz da, kulaklarım bereketlensin! Bir gün sonra vefât eyledi. Osmanlıların saygısı İşte, Osmanlı Türk sultanlarının ahlâkı, hayâsı ve İslâmiyete saygıları böyle idi. Türkün İslâmiyete olan bu saygısı ve edebi, Mescid-i saâdette, pis ayaklarını kabr-i saâdete karşı uzatıp, leş gibi yatan sapıkların saygısızlığı ve edebsizliği ile hiç bir olur mu? Osmanlının bu edebine rağmen, Mısırlı yazarların, Osmanlılarda İslâmiyet ilerlememiş iddialarında, sinsi bir İslâm düşmanlığının habîs kokusu duyulmaktadır. Fenârîler, Molla Hüsrevler, Molla Gürânîler, Hızır Çelebîler, Hocazâdeler, Ali Kuşçular, Takiyyüddîn Râsıdlar, Mîrim Çelebîler, Abbâs Vesîmler, Hayâlîler, Gelenbevîler, İbni Kemâller, Ebüssü’ûdler, Allâme Birgivîler, İbni Âbidînler, Abdülganî Nablüsîler, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdîler, Süveydîler ve Abdülhakîm Efendiler ve Abdûh’u rezîl eden allâme Mustafa Sabri Efendi ve daha nice fıkıh ve kelâm âlimleri hep Osmanlılar zamanında yetişti. Hattâtlar, Mimar Sinanlar, Sokullular, Köprülüler, Çandarlılar gibi dehâlar hep Osmanlılar zamanında yetişti. Zaten Osmanlı sultanlarının çoğu birer dehâ idi. Osmanlı âlimlerinin yazdıkları yüzbinlerce ilim kitapları, her vilâyetteki millî kütüphâneleri doldurmuştur. Fihristleri meydandadır. Bütün İslâm âlemine altıyüz sene fetvâ veren, her müşkili çözen, Müslümanların dertlerine devâ olan, Hıristiyanlığa ve sapık fırkalara reddiyeler yazarak onları rezil eden, Osmanlı şeyhülislâmları idi. Hayâlî’nin ilm-i kelâm hâşiyeleri, Molla Hüsrev’in Dürer’i, Halebî’nin Mültekâ’sı ve İbni Âbidîn’in Redd-ül-muhtâr’ı ve Ebüssü’ûd’ün tefsîri ve Şeyhzâde’nin Beydâvî hâşiyesi, bugün, bütün İslâm âlemine ışık tutmaktadır. Son asrın şâheseri olan “Mecelle” kitâbı ise, dünyada benzeri bulunmıyan bir hukûk âbidesidir. Bu yüce âlimleri ve velîleri Osmanlılar yetiştirdi. Bugün de, İslâmiyet en doğru şekilde bu kıymetli kitaplardan ve bu kitaplar esas alınarak hazırlanmış ilmihâl kitaplarından öğrenilmektedir. Tefsîrlerin en kıymetlisi Şeyhzâde ve Ebüssü’ûd tefsîrleridir. Müslümanlara fâideli olan bu tefsîrlerdir. Reformcu yazarların tefsîrleri böyle değildir. Çünkü onlar, kısa görüşleri, noksan bilgileri ile, hatırlarına gelenleri, tefsîr diye araya karıştırmışlar, zincire çürük halkalar eklemişlerdir. Çürük halkalı zincire güvenip, sarılıp denize inen, elbette aldanır, boğulur. Sanki Kur'ân-ı kerîm ona inmiş Hele, ondört asırdan bu yana gelen büyük âlimleri, evliyâyı, mezhebleri, mezheb imâmlarını, hattâ Eshâb-ı kirâmı, hadîs-i şerîfleri bir tarafa bırakıp, sanki Kur’ân-ı kerîm kendisine inmişcesine, tefsîr, meâl hazırlayan zamanımız “Hempher”lerinin, “Lavrens”lerinin kitaplarını okumak, onlara kanmak insanı dinden, îmândan çıkartıp zındık eder de haberi bile olmaz. Bunun için, bu uydurma tefsîrlerin tercümelerini okumamalıdır. İslâmın altıyüz senelik bekçisi, İslâm ilimlerinin kaynağı, hep Osmanlılar idi. Behcet-ül fetâvâ gibi yüzlerce fetvâ kitapları, her asrın îcâblarına göre yol gösterdi, ileriye çığır açtılar. Bugün İslâmiyet, ancak, böyle sağlam fetvâ kitaplarına, fıkıh kitaplarına dayanılarak hazırlanmış kitaplardan öğrenilir. Kur’ân-ı kerîmi tamamen kendi kafasına göre yorumlayanların çıkardığı hükümlere uyan, İslâmiyete değil, yorumlayanın fikirlerine uymuş, bunun bozuk fikirlerini din edinmiş olur.
Esas hedef İslâmiyet 29 NİSAN 1997
Son zamanlarda, İslâm âlimlerini kötüleme modası başladı. Bunda esas maksatları, İslâmiyetin özü olan Ehl-i sünneti yok etmektir. Sinsi düşmanların planları hep bu temele dayanmaktadır. Son zamanlarda, mezhebsizleri övebilmek için, İslâm halîfelerini, İslâm âlimlerini kötüleme modası başladı. Bunda esas maksatları, Ehl-i sünneti yok etmektir. Mezhebsizlerin, sapık i’tikâdlı kimselerin plânları, siyâsetleri hep bu temele dayanmaktadır. Hepsi, selef-i sâlihîne saldırıyor. Ehl-i sünnet âlimlerini kötülüyorlar. Buna karşılık, ibni Teymiyye’yi ve Cemâleddîn-i Efgânî gibi sapıkları bir kurtarıcı gibi gösteriyorlar. Mezhebsizlerin nesini övüyorlar? Dînî ve ilmî kıymetleri sıfır olduğu gibi, ahlâksızlıklarının sıfırın altında olduğunu, yıllardır ibret ile seyretmekteyiz. Buna öncülük edenlerin, Avrupa’da sefâhet, nâmûs ve ahlâk dışı hareketleri ile ve keyflerine, zevklerine milyarlar harcadıklarını, yaz tatillerini Avrupa sahillerinde âlem yaparak geçirdiklerini bütün dünya bilmektedir. Müslümanlar üçüncü sınıf vatandaş Bugün, Osmanlının çekildiği bütün İslâm âleminde rüşvet, zinâ, her türlü gayrı meşrû hâller diz boyudur. Buralarda, Müslümanlar ikinci, üçüncü sınıf vatandaş; Amerikalılar, Avrupalılar birinci sınıf vatandaş durumundadır. Her türlü imtiyaz yabancıların elinde. Bunlar, Osmanlı ile uğraşacaklarına, kendi memleketlerini düzeltseler olmaz mı? Olmaz. Çünkü, maksatları insanlara faydalı olmak değil, İslâma düşmanlıktır. Batılıların güdümündeki kimselerin, Osmanlılar ictihâdı, ilmî gelişmeleri durdurdular demesi de, yalandır, iftirâdır. Maksat yine aynı, ya’nî Osmanlıya düşmanlık adı altında İslâma düşmanlık. Çünkü, Osmanlı ile Müslümanlık aynı anlamda kullanılır durumda. Osmanlı deyince, İslâmiyet anlaşılır. Batıda hâlâ, Müslüman yerine Türk denilmektedir. Osmanlının ictihâdı, ilmî gelişmeleri durdurduğu sözü, İslâm düşmanlarının ağızlarında iğrenç bir sakız hâline gelmiştir. Osmanlılar, ictihâd kapısını kapamadı. Ehl-i sünnet düşmanı câhillerin, İslâm dîninin mukaddes değerlerine kirli kalemlerini sokmalarını önlediler. Osmanlı Türkleri İslâmiyeti böyle câhillerin tasallutundan korumasalardı, bugün İslâmiyet de, Hıristiyanlık hâlini alır, karmakarışık, bozuk birşey olurdu. Nitekim, Mekke’deki ve Mısır’daki sapıkların elinde Müslümanlığın yaralandığı, oyuncak hâline geldiği acı acı görülmektedir. Bugün hakîkî Müslümanlık, Resûlullah efendimizin bıraktığı gibi, bütün temizliği ve saflığı ile, Türk milletinde kalmış bulunmaktadır. Çok şükür ki, son zamanlarda bu sinsi plânları anlayanlar çoğaldı. Bunların içyüzlerini vesîkalarla anlatmaktadırlar. Mezhebsizlerin önderi olan ibni Teymiyye’nin ve mezhebsizlikte çok aşırı gidenlerin içyüzleri, Hindistan âlimlerden Mevlânâ Muhammed Hamdullah-ı Dacvî’nin (El-besâir ) ve Muhammed Hasen Can Fârûkî Müceddidî Serhendî’nin (Üsûl-ülerbe’a) kitaplarında geniş olarak yazılıdır. Dış güçlerin maşası olmayan samîmî Müslümanlar, Osmanlının kıymetini daha sonra anladı. Fakat iş işten çoktan geçmişti. Osmanlı devleti parçalanınca, dünya birbirine girdi. Osmanlı İmparatorluğu tampon gibi bir devletti. Müslümanlar için bir hâmi ve kâfirlerin birbirlerine girmemesi için de, bir mâni’ idi. Rahat huzur kalmadı Sultan Abdülhamîd Hândan sonra, hiçbir memlekette rahat ve huzûr kalmadı. Avrupa devletlerinde Birinci Cihân harbinde, sonra İkinci Cihân harbinde, daha sonra da komünizm istilâsı ve zulmü altında, kan ve katliâm hiç bitmedi.İngilizlerle birleşip Osmanlıları arkadan vuranlar, hiç rahat yüzü görmediler. Sonra yaptıklarına pişmân oldular. Hattâ, hutbeleri tekrar Osmanlı halîfesi adına okutmaya başladılar. İngilizler tarafından Filistin’e İsrâîl devleti kurulunca, Osmanlıların kıymeti anlaşıldı. Filistinlilerin İsrâîl zulmü altında hangi vahşetlere uğradıklarını hergün gazeteler yazıyor, dünya televizyonları gösteriyor. 1990 senesinde, Mısır Dışişleri Bakanı Ahmed Abdülmecîd, “Mısır en rahat ve huzûrlu günlerini, Osmanlılar zamanında yaşadı” demiştir. Yalnız bu değil, aklı başında, insaf ehli her Müslüman böyle söylemektedir
.Başarısızlığın iki sebebi 30 TEMMUZ 1997
Başarılı kimseler, on dakikalık zamanı bile boş geçirmemek için gayret göstermişler,
bunun ince plânlarını, hesaplarını yapmışlardır.
Zaman çok kıymetli olduğu ve telâfisi mümkün olmadığı için, zekî insanlar, bunu en iyi
şekilde nasıl değerlendirebiliriz, düşüncesiyle hareket ederler. İnsanın yapmak istedikleri
işler, zamana sığmayacağı için, önem sırasına göre işlerini yaparlar. Tasavvufta bu, “Ehemmi
mühimme tercih etmek”, ya’nî çok önemli olanı az önemli olana tercih etmek şeklinde
formüle edilmiştir.
Başarılı kimseler, on dakikalık zamanı bile boş geçirmemek için gayret göstermişler,
bunun ince plânlarını, hesaplarını yapmışlardır.
Meselâ, Churchill’in, “Mâzinin tartışmasını yapmayı pek sevmem, zîrâ zamanımı bu tür
tartışmalarla geçirecek olursam, geleceği kaybederim” sözü meşhûrdur.
Churchill’in yurt dışı seyâhatlerinde, o gitmeden önce, okuyacağı kitaplar kalacağı odaya
yerleştirilir, oda, çalışma odası hâline getirilirdi. Bu alışkanlığı ile altı ciltlik İkinci Dünya
Harbi Târihi’ni yazdığı ve bununla da Nobel mükâfatını kazandığı bilinmektedir.
Disiplin ve plân
Amerikalı yazar Marjorie Holmes dört çocuk annesidir. Yüzlerce makale ve onyedi kitap
yazmıştır. Bunu nasıl başardığı sorulduğunda, iki kelimeyle cevap vererek, “Disiplinliyim ve
plânlıyım” der ve, “Heveslerime karşı koymayı ve zamanımı tanzim etmeyi erkenden
öğrendim” diye de ilâve eder. Bayan Holmes, hergün ayırdığı bir iki saatlik zamanı, belli bir
hedef için plânlı şekilde kullanarak, verimli bir çalışma hâline getirmiştir.
Zamanı kötü maksatla, zararlı işlerde de kullananlar vardır. Bunun örnekleri çoktur.
Meselâ, insanların zamanlarını öldürerek nasıl idâre edildiğini göstermesi bakımından,
Franko’nun, “Ben bu İspanya’yı yıllarca futbol ve piyango ile idâre ettim. [Stadlardaki,
arenalardaki kalabalıkları kastederek] halkı yüzbinlik beşiklerde uyuttum” sözü ibret vericidir.
Voltaire, zaman ile ilgili olarak diyor ki:
“Zaman tasavvurumuzdaki projelerin gerçekleştirilmesi için yeterli değildir. Beklenen biri
için ondan daha yavaş, hoşlanan biri için de ondan çabuk geçen bir şey yoktur. Büyüklüğü ile
sonsuzluğa kadar uzanır; küçüklüğü ile sonsuz parçalara bölünebilir. Herkes onu ihmâl eder;
herkes onun kaybolmasından esef eder. Gelecek nesillere aktarılmaya lâyık olmayan ne varsa,
onları karanlıklara gömer ve gerçekten büyük olan hareketleri de yaşatır. İnsanın en kıymetli
hazînesi zamandır.”
“Erken yatıp erken kalkmak, insanı akıllı ve sıhhatli eder” sözü meşhûrdur.
Eğer havadan sudan işlerle boşu boşuna harcanan veya tembel tembel geçirilen bir saat,
insanın kendi kendisini geliştirmesine hasredilirse, câhil bir insan, birkaç sene içinde bilgili
bir insan olur. Eğer bu bir saatlik vakit, iyi işlerde harcanırsa, hayatı verimli bir hâle getirir ve
o zaman da ölüm, iyi işlerin bir hasadı olur.
Bir kimsenin kendi kendisini geliştirme yolunda, her gün sarfedeceği onbeş dakika, sene
sonunda kendini belli eder. Zamanın ekonomik bir tarzda kullanılışı, rahatlık ve huzûrun
gerçek ölçüsüdür. Önümüzdeki işin bizi itelemesi yerine, o işin üstesinden gelerek, ileriye
götürmemizi sağlar.
Şaşkınlığa götürür
Öte yandan, zamanın yanlış hesaplanması, bizi devamlı aceleciliğe, şaşkınlığa ve
güçlüklere götürür. O zaman da hayat, işimize gelen kolaylıklardan birini seçmek olur ki, onu
da ekseriyetle felâket takip eder.
Amerika’lı meşhûr iş adamı Henry Ford, zamanını en iyi kullanabilmek için şöyle bir yol
buldu: Üzerinde görüşülmesi gereken bir mesele ortaya çıktığı zaman, bölüm şeflerini odasına
çağırmak yerine, onların odalarına kendisi gidiyordu. Böylece, müdürün odasından
ayrılmasının, şefleri beklemekten çok daha kolay olup, zaman kaybına mâni olduğunu
söylüyordu.
Galile, kilisenin ilim adamlarına karşı kavgası yüzünden, kapatılmış olduğu kafeste
heyecan, korku, işkence içinde dahî hiç boş durmamış; altmışını geçmiş, yarı hasta, yarı kör
hâline rağmen bütün gücüyle çalışmış, ne zamandan beri yazmayı tasarladığı eserlerini
ölmeden önce bitirmeye gayret göstermiştir. “Kararsızlık ve gecikme başarısızlığın iki
önemli sebebidir” demiştir.
.Huzursuzluğun gerçek sebebi 24 AĞUSTOS 1997
Huzurlu insan, kendine, milletine, devletine ve Yaradanına karşı, sorumluluklarının
idrâki içinde hayatını dengeli bir hâlde devam ettiren, zamanını değerlendiren insandır.
İslâm büyükleri, ömürlerini en iyi şekilde değerlendirmişler, vakti hiç zâyi etmemişlerdir.
Arkalarından bıraktıkları eserleri, bunun ispatıdır.
Meselâ, İmâm-ı Gazâlî hazretleri, 55 yıllık kısa ömründe yazdığı kitaplar ömrüne
bölündüğünde, bir gününe 18 sayfa düşmüştür.
Büyük âlim İbni Cevzî hazretleri, tefsîr, hadîs ve Hanbelî fıkıh ve tarih bilgilerinde derin
âlim idi. İlim öğretme, kitap yazma ve fetvâ ile geçirdiği ömrünün tek ânını bile boşa
geçirmemiş, bâzısı yirmi cildi bulan yüzden fazla eser vererek, kitap yazmadık hiçbir ilim dalı
bırakmamış ve günde dört defter (forma) doldurmuştur.
Bir kazan suyu ısıttı
Bu ilimle dopdolu geçen ömrü sırasında, kıymetli eserlerini yazarken kullandığı kalemlerin
yontulmasından ortaya çıkan talaşları biriktirmiş, vefâtında gasil suyunun ısıtılmasında,
bunların kullanılmasını vasıyet etmiştir. İbni Cevzî hazretlerinin vefâtında vasıyeti yerine
getirilmiş, bu talaşlar gasil suyunu ısıtmaya kâfi gelmiştir.
İslâm büyükleri, zamanın kıymetini bilmeyip çarşı-pazarda gezinen kimseleri, “Girdaba
doğru giden bir geminin içinde, tehlikeden habersiz oturup, sohbet eden yolculara”
benzetmişlerdir.
Ve yine İslâm büyükleri, “Her işi vaktinde gör, her vakte bir iş düşür. Yarın deme, her
yarın kendi yükünü taşır” buyurmaktadırlar.
Abdülhakîm Arvâsî hazretleri buyurdu ki:
“Vakit insanı çeşitli eza ve cefa ile ezer. Zaman sınırlı olduğundan, onu çok iyi
değerlendirmelidir. Bu kıymetli zaman kıymetli işlere sarfedilmeli. Vaktin hükmüne
teslimiyet, kurtuluş ve rahata; ona itiraz ve direnmek de helâk ve meşakkate götürür. Çünkü
Allahü teâlânın o anda olmasını emir buyurdukları takdîr ve kazânın mutlaka yerine geleceği,
onun hâkimiyetinden kaçılamayacağı ve artık kul için sabır ve teslimiyetten başka hiçbir çâre
bulunmadığı çok iyi anlaşılmalıdır.”
Zamanı değerlendirmek demek, gece gündüz çalışmak demek değil, çalışmayı zevkli,
eğlenceli bir iş hâline getirip verimi arttırmaktır.
Günde 18-20 saat çalışan ve ekseriyetle laboratuvarda uyuyan Edison, çalışmasını şöyle
anlatır: “Ben hayatımda bir gün bile çalışmadım. Hepsi eğlenceydi.”
Çalışma hayatının çok yoğun ve yorucu olduğu toplumlarda, çalışanların çoğunun emekli
maaşını bile almadan öldükleri görülmüştür. Nitekim bir iş adamı, “Ben para kazanma ihtirâsı
yüzünden sıhhatimi kaybettim. Şimdi elde ettiğim servetimin tamamını harcasam, kaybettiğim
sağlığımı kazanamam” demiştir.
Çalışmamızın yanında okumak, ziyâret, sohbet, ibâdet, gezmek, dinlenmek ve sosyal
faaliyetler için de vakit ayırıp bunları yerine getirmemiz gerekir. Bunlar vakti boşa harcamak
sayılmaz. “Dünya deniz suyu gibidir. İçtikçe susatır” sözü ile “Nefsin tavanı yoktur” ikazları,
dînin emirlerinin dışına çıkıldığında geçerli olur.
Huzurlu insan, kendine, işine, toplumuna, memleketine, milletine, devletine ve Yaradanına
karşı, sorumluluklarının idrâki içinde hayatını dengeli bir hâlde devam ettiren, zamanını
değerlendiren insandır.
Mühlet verir, ancak...
Zamanı değerlendirme hususunda insanı harekete geçiren, motive eden, genellikle
ideallerdir, dîni değerlerdir. Öyleyse önce o ideali, o ölçüleri yakalamalıyız. O içimize tam yer
ettiğinde, zamanı elde etmenin metodunu da beraberinde getirecektir.
Sevgili Peygamberimiz bir hadîs-i şerîflerinde, “Allahü teâlâ kullarına mühlet verir,
ancak aslâ ihmal etmez” buyuruyor.
Makinanın hayatımıza girmesiyle boş vaktin artmış olduğu günümüzde, maddî konfor
nisbetinde artan huzursuzluklar, büyük ölçüde boş vakitleri değerlendirmemekten
kaynaklanmaktadır. Her ne şekilde olursa olsun, faydalı meşguliyet insanı huzursuz etmez.
Zaten bütün sıkıntıların sebebi, dînin emirlerine uymamaktan kaynaklanmaktadır. Dînimiz
ısrarla vaktin boşa geçirilmemesini emretmektedir. Bu emre uymayan sıkıntıdan kurtulamaz.
.
Okumayan bir milletiz 2 EYLÜL 1997
Batı dünyasında kitap, bir insanın ihtiyaç listesinin 18. sırasında bulunmaktadır.
Türkiye’de ise ihtiyaç listesinde, kitap 222. sırada yer almaktadır.
Eskiden olduğu gibi bugün de, medeniyetin, teknolojinin kaynağı ilimdir. Bunun için,
dînimiz ilme çok önem vermiştir. İlk gelen ayet “Oku!”dur. Başka bir âyet-i kerîmede,
(Bilenle bilmeyen hiç bir olur mu?) buyuruldu. Birçok hadîs-i şerîfleri ile sevgili
Peygamberimiz de ilmi teşvik buyurmuştur. (Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz,
çalışınız), (İlmi, Çinde de olsa, alınız) hadîs-i şerîfleri bunlardan sadece ikisidir.
İlim de okumakla, öğrenmekle olur. Kültür seviyesi yüksek olan toplumlar, ileriyi iyi
görür. Yeniliklere açık olur. Dolayısıyla, medeniyette ilerlemeleri hızlı olur. Bugün dünyaya
baktığımızda bunu çok iyi fark ederiz. İlme önem veren, okuyan, okuma alışkanlığı olan
milletler, teknolojide zirvededir. Allahü teâlâ dinli, dinsiz çalışana karşılığını vermektedir.
Bin kişiye yedi kitap
Araştırmacı Sayın Yaşar Değirmenci’nin, bu konularda yaptığı ciddî bir araştırmasındaki
tespitlere göre;
Meselâ, teknolojide zirvede olan Japonya’da kitap, dergi ve gazeteler, günün her anında ve
her yerde okunuyor. Öyle ki, “ayakta okumak” tâbiri Japonya’da çok yaygındır. Japonya’da
basılan 124 gazetenin tirajı 70 milyon.
Türkiye’de ise; her 1000 kişiden 932’si gazete okumuyor. Dergiler için de aynı şey geçerli.
Bizde toplam gazete tirajı 5 milyon civârındadır. Bu tirajdan spor, magazin ve müstehcen
neşriyat yapanları, resmî ve rutin satışları, bakıcıları, promosyon meraklılarını da düşerseniz,
az-çok okunan gazete tirajı 1 milyonu bulmaz. Kitapta da durum bundan farklı değildir.
Kültürün tek taşıyıcısı kitap açısından, toplumumuzun içinde bulunduğu durum ise,
istatistikî bilgiler ışığında şöyle:
Almanya’da 1000 kişiye 2.700
Rusya’da 1000 kişiye 18.000
ABD’de 1000 kişiye 12.000
Japonya’da 1000 kişiye 1.100
Türkiye’de 1000 kişiye 7 kitap düşmektedir.
ABD’de kişi başına bir yılda düşen kağıt miktarı 390 kg, Avrupa’da kişi başına 90 kg,
Türkiye’de ise 20 kg.dır.
ABD’de bir yılda 72.500 çeşit kitap basılmakta. Rusya’da 58.000, Almanya’da 49.000,
Japonya’da 42.000, Fransa’da 27.000 çeşit kitap okuyucuya ulaşırken, Türkiye’de devlet
yayınları dahil kitap çeşidi sadece 7.000 civârındadır.
Batı dünyasında kitap, bir insanın ihtiyaç listesinin 18. sırasında bulunmaktadır.
Türkiye’de ise ihtiyaç listesinde, kitap 222. sırada yer almaktadır. Dünya genelinde “Pazar
araştırmaları” yapan Euromonitör şirketi tarafından hazırlanan raporda, 1991 yılında kitap için
kişi başına en fazla para harcayan ülke, 73 dolarla Almanya gösterilirken, Türkiye bu konuda
sıralamaya dahî girememiştir.
10 yıl önce Azerbaycan’da bir şiir kitabı 100 bin basılıyor, bir ay gibi zamanda da tamamı
satılıyor. Azerbaycan’ın nüfusu 7 milyon (1 milyonu azınlık). 60 milyon nüfuslu Türkiye’de
bir kitabın baskı sayısı 1000-1500’lere düşmüştür. O da birkaç senede ancak tüketiliyor.
Okunup okunmadığı da meçhuldur.
İlmî araştırmaların sayısı
Türkiye’de bir yılda yapılan ilmî araştırma sayısı 368 iken, Japonya’da 23.630 Rusya’da
25.313, Almanya’da 26.168, İngiltere’de 42.338, ABD’de 204.632’dir.
Bin kişiye düşen gazete tirajında ülkeler arasında ilk sıra 667 gazete ile Finlandiya, Hong
Kong’da bin kişiye 602 gazete, Japonya’da 584, Türkiye’de ise 1000 kişiye sadece 81 gazete
düşüyor.
1 Ocak 1992 - 1 Eylül 1992 tarihleri arasındaki sekiz ayda Milli Piyango, Kazı kazan, At
yarışı, Spor toto ve Loto’ya yatırılan para 2 trilyon 423 milyar TL. Bugün bu rakam 10
trilyonu çok geçti.
Fransız Shene Ferguson’un tesbitine göre; kumarbaz milletler sıralamasında Türkiye ikinci
sırada. İsrafta dünya birincisi, alkolde dünya üçüncüsü, sigarada dünya dördüncüsüdür.
Türkiye’de 95 kişiye bir kahvehane düşerken, 65.000 kişiye bir kütüphane düşmektedir.
Yalnız İstanbul’da ruhsatlı kahvehane sayısı onbinin üzerindedir. Buna karşılık İstanbul’da
19 kütüphane bulunmaktadır. Bu büyük şehrimizin her kazasına bile bir kütüphane
düşmemektedir.
Bu rakamlar, teknolojide niçin geri kaldığımızı yeteri kadar îzah etmektedir herhâlde...
Okumadan ilerleme olmaz 3 EYLÜL 1997
İslâm dîni ilme, medeniyete çok önem vermiştir. Bu önemin gereği olarak da okumak için,
okumanın yaygınlaşması için, bütün imkânlar seferber edilmiştir. Bunun ispatı binlerce
kütüphanedeki, milyonlarca kitaptır.
Bugün, dünya kütüphanelerini doldurmuş olan bu kitapların isimlerini bildiren fihristler
mevcuttur. Meselâ, Kâtib Çelebi’nin “Keşf-üz-zünûn” kitabında, onbeşbine yakın kitap ve
onbin kadar yazar ismi vardır. Bağdatlı İsmail Paşa, bu kitaba, iki cilt ilâve yapmıştır. Bu
ilâvelerle beraber yirmibeşbini bulmuştur.
Bugün, bütün dünyada mevcut, yalnız Arapça İslâm kitaplarını ve yazarlarını ve hangi
memlekette ve hangi kütüphanede olduklarını ve numarasını gösteren, çok istifâdeli ve
kıymetli bir kitap da, 1943’de Leiden şehrinde basılmış olan, Carl Brockelmann’ın
“Geschichte der Arabischen Litteratur” ismindeki almanca kitabıdır.
Osmanlı devletinde yetişmiş âlimlerin hâl tercümelerini bildiren “Şakâ’ık-i Nu’mâniyye”
kitabının yazarı Taşköprüzâde Ahmed efendinin, “Miftâh-us-se’âde” kitabı, beşyüze yakın
çeşitli ilmi târif ve îzâh edip, her ilimde yazılmış kitap ve bunları yazanlar hakkında bilgi
vermektedir.
Bu gerçekler karşısında, anlayışlı ve insaflı bir kimse, İslâmiyetin yirmi ana ilmini ve
bunların kolları olan, seksen ilmi ve bu ilimlerin âlimlerini ve herbirinin yazdığı kitapları
görerek, durmadan, yılmadan yazan İslâm âlimlerinin çokluğu ve herbirinin, ilim deryâsına
dalmaktaki mahâretleri karşısında, hayrân kalmaktan kendini alamaz.
Bu kitaplarla İslâm âlimleri, bütün dünyaya ilmi, medeniyeti yaymışlardır. Bu kitapların
yazıldığı zamanlarda, Avrupa’da ilimden, medeniyetten uzak, ilkel bir hayat vardı. Avrupa’ya
medeniyet, Müslümanların İspanya’ya çıkmaları ile geldi.
İslâm âlimleri ayrıca, açık-gizli din düşmanlarının İslâmiyet hakkındaki iftirâlarını
reddederek hepsini susturmuşlar, din düşmanlarının hazırladıkları fitne ve fesat ateşlerini
söndürmüşlerdir.
Ayrıca, kötü maksatlarla Kur’ân-ı kerîme yanlış mânalar vermeye, bozuk tercümeler
yapmaya kalkışanların yüz karalarını meydana çıkarıp, bir taraftan îmân edilmesi lâzım gelen
şeyleri birer birer ve açıkça yazmışlar, diğer taraftan da, bütün dünyada olmuş ve Kıyâmete
kadar olacak her olay ve hareketin esasını, pek doğru olarak, insanlığın önüne koymuşlardır.
Bugün de okuyan, okumaya önem veren kimseler, dünyada söz sahibi milletlerdir.
Maalesef bu hususta, Batı bizi çoktan geçmiştir. İnsan hiç olmazsa günde yarım veya bir
saatini okumakla geçirmeli, sabahleyin veya akşam yatmadan önce, okumayı alışkanlık hâline
getirmelidir! Bu, zamanla öylesine alışkanlık hâline gelir ki, yiyip içmekten
vazgeçemediğimiz gibi, okumaktan da vazgeçemeyip, bu alaşkanlığımız, hayatımızın bir
İnsan hiç olmazsa günde yarım veya bir saatini okumakla geçirmeli, sabahleyin veya
akşam yatmadan önce, okumayı alışkanlık hâline getirmelidir!
Hayran kalmamak elde değil
parçası hâline gelir. Boş insanlar vakitlerini nasıl geçireceklerinin sıkıntısıyla kıvranırken, bu
alışkanlığı kazananlar vaktin nasıl geçtiğinin farkına bile varamazlar.
Okumanın, ilme önem vermenin kıymetini, Avrupalılar asırlar sonra ancak anlayabildiler.
Okumakla ilgili olarak, Batının bâzı aydınlarının sözleri de şöyle:
E. Gibbon: “Okumayı hiçbir hazineye değişmem.”
Montesquieu: “Çeyrek saatlik bir okumayla, gideremediğim üzüntüm olmamıştır.”
Franz Kafka: “Okuduğumuz kitap bir yumruk gibi bizi uyarmıyorsa, ne işe yarar?”
Alexandre Pope: “Okuduğunuz eser, sizi fikren yükseltip, içinizi iyi duygularla
doldurmalıdır.”
Alcott: “Ümitle açılıp, kazançla kapanan kitap, iyi bir kitaptır.”
Mark Twain: “İyi kitaplar okumayan adamın, okumuş olmasıyla câhil kalması arasında
hiçbir fark yoktur.”
Netice itibariyle okumaksızın gelişme, olgunlaşma olmaz.
İbni Mübârek hazretleri buyuruyor ki: “Okumadan gelişmek, olgunlaşmak isteyene
şaşarım.”
.Tarih ve tekerrür 5 EYLÜL 1997
Tarihe baktığımızda, imparatorlukların, devletlerin, milletlerin, inançların yıkılmasında en
büyük etkenin bölünme, parçalanma olduğunu görürüz. Bu senaryoları tatbikte en profesyonel
olanların başında, Yahûdîler ve bunların uzantısı Siyonistler gelir.
Meselâ Müslümanlar arasına ilk fitneyi sokan İbni Sebe bir Yahûdîdir. Siyonistler her
zaman doğrudan ön plânda görülmemişler, kendileri çoğu zaman geri plânda durumu idâre
etmişler, ön plâna başkalarını çıkarmışlardır. Daha çok da İngilizle işbirliği yapmışlardır.
Zaman zaman İngilizler, İslâm düşmanlığında Yahûdîleri aratmamışlardır.
İngilizlerin, Hindistan’da halkı birbirine düşürmede çevirdikleri dolaplar akıllara,
hâfızalara sığacak cinsten değildir. Bu hususta en ufak bir fırsatı kaçırmamışlardır.
Osmanlının yıkılmasında da en büyük sebep, ırkçılığın ön plâna çıkartılmasıdır. Asırlardır
hangi ırktan olduğu aklına bile gelmeyen kavimlerin, birdenbire ırkçılık davasına kalkışmaları
hep İngiliz kışkırtmaları ile olmuştur.
Tarih tekerrürden ibârettir. Aynı bölmeler, insanları birbirlerine düşürmeler, dünyanın her
tarafında bugün de devam etmektedir. Bundan sonra da devam edecektir. Mühim olan
geçmişten ders alıp, dış güçlerin oyunlarına, tahriklerine kapılmamaktır.
Hz. Ali’nin anlattığı rivâyet edilen şu “Üç öküzün hikâyesi”nden her vatansever insanın
ibret alması lâzımdır:
Konuşma ve dil geriliği
İngiliz kışkırtmaları
Batının nihaî hedefi, İslâmiyeti tamamen ortadan kaldırmaktır. Bu hedefe ulaşmada
“Böl, parçala ve yut!” en çok kullandıkları metottur. Nihaî hedefe ulaşmadıkça,
düşmanlıklarından bir şey eksilmez...
Beyaz, siyah ve sarı üç öküz, dağda iyi birer arkadaş olarak, dayanışma içinde hayatlarını
sürdürmektedir. Vahşî, yırtıcı hayvanların saldırılarına birlik olup, karşı koymaktadırlar.
Bir gün bir aslan, güzel bir dayanışma içinde olan bu 3 arkadaşı görür ve onları yemeye
karar verir. Aralarındaki dayanışmadan dolayı doğrudan saldırmaktan korkar, metot
değişikliği yapar. Yanlarına yaklaşarak dostluk teklif eder. Günlerce kendilerini izlediğini,
arkadaşlıklarını çok beğendiğini, halbuki kendisinin yalnız olduğunu, vahşî doğada herhangi
bir saldırıya karşı kendilerine yardım edebileceğini ifade eder. Üç arkadaş birbirleri ile istişâre
ederler. Aslanın hâl ve hareketlerine bakıp, herhangi bir tehlike sezmezler ve teklifi kabûl
ederler.
Aslan, üç öküzün güvenini kazanmak için, belli bir sürenin geçmesini bekler. İnsanların
avlanma mevsimi geldiğinde, kendi plânını uygulamak için harekete geçer. Beyaz öküzün
kendilerinden uzakta olduğu bir sırada, siyah ve sarı öküze yaklaşarak, “Kardeşlerim, etrafta
avcılar dolaşmaktadır. Beyaz öküzün rengi çok dikkat çekicidir. Bu hepimiz için çok
tehlikelidir” der. Siyah ve sarı öküz buna karşı çıkarak, “O, bizim yıllardır arkadaşımızdır”
derler.
Aslan, “Siz bilirsiniz, sonra demedi demeyin. Bakın, etraftan avcıların konuşma sesleri
yakından geliyor, bir daha düşünün” der. Siyah ve sarı öküz tekrar düşünürler ve aslana hak
verirler. Ancak bunu beyaz öküze kendilerinin söyleyemeyeceklerini ifade ederler.
Aslan, “Siz hiç merak etmeyin, yalnız siz buradan uzaklaşın, ben de onu başka tarafa
göndereyim” der. İki öküz uzaklaştıktan sonra, aslan, beyaz öküzü parçalar ve yer.
Yeni bir av mevsiminde, aslan, siyah öküzü yemeyi hedefler. Siyah öküzün uzakta olduğu
bir zamanı kollayarak, sarı öküze yaklaşır; daha önce beyaz öküz için söylenenlerin
benzerlerini söyler ve ilâve olarak da, “Bak, bizim ikimizin rengi de aynı. Ortama çok iyi
uyum sağlıyoruz. Bu bakımdan avcıların bizi bulması mümkün değil” der. Sarı öküzün
uzaklaşması ile aslan siyah öküzü de parçalar ve yer.
Bundan sonra sarı öküzle, aslanın arkadaşlıkları, aslanın acıkmasına kadar sürer. Aslan,
acıktığı bir zaman da, gözlerinde vahşî bir parıltıyla sarı öküze yaklaşmaya başlar. Sarı öküz
son anda aslanı görür ve durumu kavrar, ancak iş işten geçmiştir. Sarı öküz, aslana, “Anlaşıldı
sen beni yiyeceksin. Yemeden önce benim gibi bütün ahmaklara seslenmek istiyorum”
dedikten sonra şunları söyler:
“Bilin ki, beyaz öküzün yendiği zaman, ben yenmişim de farkında değilmişim.”
Batının nihaî hedefi, İslâmiyeti tamamen ortadan kaldırmaktır. Bu hedefe ulaşmada “Böl,
parçala ve yut!” en çok kullandıkları metottur. Nihaî hedefe ulaşmadıkça, düşmanlıklarından
bir şey eksilmez...
.Mutlu olmanın sırrı 9 EYLÜL 1997
Bir türlü mutlu olamayan tüccarın biri, mutlu olmanın sırrını öğrenmesi için, oğlunu,
insanların en bilgili olan birinin yanına göndermiş. Delikanlı günlerce yol yürüdükten sonra,
sonunda bir tepenin üzerinde bulunan aradığı kimsenin evine varmış.
Delikanlı, girdiği evde, hummalı bir manzara ile karşılaşmış. Tüccarların biri girip, diğeri
çıkıyormuş. Evin sahibi sırayla içerideki insanlarla konuşuyormuş ve bundan dolayı da,
delikanlı, sıranın kendisine gelmesi için çok uzun bir süre beklemek zorunda kalmış.
Sonunda sıra kendisine gelmiş. Babasının arzusunu anlatmış. Ev sahibi, delikanlının
ziyâret sebebini açıklamasını dikkatle dinlemiş.
Dinlemiş ama, sonunda da, “Mutluluğun sırrını açıklayacak zamanım yok” demiş
delikanlıya.
Sonra da demiş ki:
- Git, çevreyi dolaş! İki saat sonra da benim yanıma gel!
Hemen arkasından ilâve tmiş:
- Ama, senden bir ricada bulunacağım.!
Sonra da delikanlının eline bir kaşık vererek, içine iki damla yağ koydurmuş. Arkasından
tenbih etmiş:
- Etrafı dolaşırken bu kaşığı elinde tutacak ve yağı dökmeyeceksin!
Delikanlı dışarı çıkıp etrafı dolaşmaya, verilen süreyi doldurmaya başlamış. Fakat gözü
hep kaşıktaymış.
İki saat dolar dolmaz, hemen çıkmış o kimsenin huzuruna. Hikmet ehli kimse, “Güzel”,
demiş. Sonra gence sormuş:
- Bahçıvan başının, on yıllık bir çalışma sonunda meydana getirdiği eşsiz güzellikteki
bahçeyi, çiçekleri, emsâlsiz lezzetteki meyveleri gördün mü?
Utanan delikanlı hiçbirşey göremediğini îtiraf etmek zorunda kalmış. Çünkü kendisine
verilen iki damla yağı dökmemek için hiçbir tarafa bakamamış. Böylece, başka bir şeye de
dikkat etmemiş.
Ev sahibi demiş ki:
- Öyleyse git, etraftaki güzelliklere bakarak, bahçeyi tekrar dolaş!
Delikanlı kaşığı alıp, tekrar dışarı çıkarak gezmeye başlamış. Bu sefer bahçeleri, çevredeki
dağları, çiçeklerin güzelliğini, bulundukları yerlere yakışan sanat eserlerinin zarâfetini
görmüş.
Hikmet ehli zatın yanına dönünce, gördüklerini bütün ayrıntılarıyla anlatmış.
Ev sahibi sormuş:
- Peki sana emânet ettiğim iki damla yağ nerede?
Kaşığa bakan delikanlı, iki damla yağın dökülmüş olduğunu görmüş. Bunun üzerine, ev
sahibi, demiş ki:
- Sana verebileceğim tek bir nasîhat var: Mutluluğun sırrı, dünyanın bütün
hârikalarını görerek, Allahü teâlânın büyüklüğünü idrak etmektir; ama kaşıktaki iki
damla yağı da unutmadan.
Sonra iki damla yağı yorumlamış:
Sevmek ve sevilmek, insanı hayata bağlayan, bütün sıkıntıları unutturan en güzel
ilâçtır. Sevmekten sonra da acımak gelir. Seven ve acıyan, herkese, her şeye iyilikle
bakar.
Yağı dökmeyeceksin!
- Bu iki damla yağdan, birinci damla, sağlığımız. Eğer kendimize bakmazsak, sağlığımız
yerinde olmazsa, başka şeyleri görmemiz zaten mümkün değildir. Acılar içinde kıvranan
kimse, dünyanın en güzel manzaralı yerinde olsa bile gözü bir şey görmez. Kuş tüyünden
yatakta yatsa, bu yatak iğneli yatak gibi gelir ona.
İkinci damla da dostluklar, yâni bizi ayakta tutan varlığımızın, var olmamızın hikmetini
hatırlatan hakîkî dostlar. Dostları olmayan kimse için dünyanın zindandan farkı yoktur.
Sevmek ve sevilmek, insanı hayata bağlayan, bütün sıkıntıları unutturan en güzel ilâçtır.
Sevmekten sonra da acımak gelir. Seven ve acıyan, herkese, her şeye iyilikle bakar.
Kötülük düşünmez. İyileri iyi oldukları için sever. Kötülere ise kötü oldukları için acır.
Onların da iyi olmaları, hidâyete kavuşmaları için çırpınır.
Bu iki şeyin hakîkatına varan, gerçek mutluluğa kavuşur. Bunun için, artık hiçbir sıkıntı,
dert olmaz. Bu mutluluğun verdiği haz, bütün sıkıntıları örter.
Dînin en kısa târifini Peygamber efendimiz şöyle yapmıştır:
“Allahü teâlâyı, emirlerini büyük bilmek, bunlara saygılı olmak ve yarattıklarına
acımak, merhamet etmek.
.Önce fıkıh bilgisi 18 EYLÜL 1997
Öğrenilmesi farz veya vâcib olan fıkıh bilgilerini öğrenmemek büyük günahtır. Bunun için
bu bilgileri bilmeyenin, bilip de yapmayanın İslâmiyette şâhitliği kabûl edilmezdi. Eskiden
kadı, mahkemede şâhitlere itirâz olunduğu zaman, fıkıhtan sorardı. Bilemezse, şâhitliğini
kabûl etmezdi.
Tatlı dil ile gönüllerini almalı
Dünyadaki kıymetli şey
Fıkıh bilgileri, Kur’an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden öğrenilmesi farz olan
bilgilerdir. Fıkıh kitabı okuyanlar, müctehidlerin ömürlerini fedâ ederek çıkardıkları
hazır hükümleri öğrenirler.
Dînimizde bilinmesi gereken din bilgilerini bilmek, öğrendikten sonra
bildiği ile amel etmek çok önemlidir. Bunun için her Müslümanın bilmesi gereken hususları
öğrenmesi şarttır.
Kur’an-ı kerimden namaz kılacak kadar ezberlemek farzdır. Bunu öğrendikten sonra, fıkıh
bilgilerinden farz-ı ayn olanları öğrenmek, Kur’an-ı kerimin fazlasını ezberlemekten daha
iyidir. Çünkü, Kur’an-ı kerimi ezberlemek, hâfız olmak farz-ı kifâyedir.
İbâdetler ve alış-veriş için lâzım olan fıkıh bilgilerini öğrenmek ise farz-ı ayndır. Helâlden,
harâmdan ikiyüz bin meseleyi ezberlemek lâzımdır. İlmihâllerdeki bilgilerin tamamını
öğrenen kimse bu kadar meseleyi öğrenmiş olur.
Bunların bir kısmı farz-ı ayndır. Bir kısmı da farz-ı kifâyedir. Herkese, işine göre, lüzûmlu
olanlar farz-ı ayn olur. Fakat hepsini öğrenmek, Kur’an-ı kerimi ezberlemekten daha iyidir.
Allahü teâlâ Kur’an-ı kerimde fıkıh ilmini övmektedir. Bir fıkıh âlimi, bin zâhidden daha
kıymetlidir.
Fıkıh bilgileri, ancak dört mezhebin âlimlerinden öğrenilir. Dört mezhepten birinde
bulunmayan fıkıh bilgisi ile amel etmek câiz değildir. Her âyetin çok tefsiri vardır. Hepsini
Allahü teâlâdan başka kimse bilmez.
Önce, îmanı Ehl-i sünnet îtikâdına uygun hâle getirmelidir. Sonra farzları, harâmları
öğrenmek farzdır. Bunları öğretmek ve kendine lâzım olandan başka fıkıh bilgilerini
öğrenmek farz-ı kifâyedir.
Fıkıh bilgileri, Kur’an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden öğrenilmesi farz olan bilgilerdir.
Fıkıh kitabı okuyanlar, müctehidlerin ömürlerini fedâ ederek çıkardıkları hazır hükümleri
öğrenirler. Âyetten ve hadisten hüküm çıkarmak ihtiyacından kurtulurlar. Zaten hicrî
dördüncü asırdan sonra, Kur’an-ı kerimden, hadis-i şeriflerden hüküm çıkarabilen âlim
kalmadı.
Namaz kılacak kadar Kur’an-ı kerim ezberleyen kimsenin, boş zamanlarında daha çok
ezberlemesi, nâfile namaz kılmasından daha çok sevâb olur. İbâdetlerinde ve günlük işlerinde
lâzım olan fıkıh bilgilerini öğrenmesi ise, bundan daha çok sevâb olur.
Lüzûmundan fazla fıkıh bilgilerini öğrenmek de, nâfile ibâdetlerden daha sevâbdır.
Lüzûmundan fazla fıkıh bilgisi öğrenirken, tasavvuf bilgilerini ve âriflerin sözlerini ve hâl
tercümelerini öğrenmesi de müstehap olur. Bunları okumak, kalbde ihlâsı artırır. Fıkıh
bilgilerini, derin âlimler, âyet-i kerîmelerden ve hadis-i şeriflerden çıkarmışlardır. Bunlar,
ancak fıkıh kitaplarından ve fıkıh âlimlerinden öğrenilir.
Farz-ı ayn olan bilgileri fıkıh kitaplarından okumayı bırakıp, nâfile olan tefsir okumak, câiz
değildir. Zâten, müctehid olmayanların, tefsirden fıkıh bilgisi öğrenmesi imkânsızdır.
Cehenneme gidecekleri bildirilen yetmişiki fırkanın âlimleri, tefsirlerden yanlış mâna
anladıkları için, sapıttılar. Âlimler sapıtınca, diğerlerinin tefsirden ne anlayabileceğini
düşünmeliyiz!
Doğru yazılmış tefsirleri okuyanlar, böyle felâkete düşerse, Mehmed Abduh, Ömer Rızâ
vb. dinde reformcuların, mezhepsizlerin tefsir adındaki kitaplarını okuyan acaba ne olur?
Fıkıh ilmini, dolayısıyla mezhepleri, âlimleri bir tarafa bırakıp, halkı tefsirlere, meâllere
sevkedenler dîni içeriden yıkmak isteyen, sinsi din düşmanlarıdır. Bunların sinsi oyunlarına
âlet olmamak için çok dikkatli olmalayız! Din düşmanları, kaba kuvvetle dîni
yıkamayacaklarını anlayınca, taktik değiştirip bu sinsi oyuna baş vurmaktadırlar.
Müslümanın üç gayesi 19 EYLÜL 1997
İkiyüz bin mesele
Tefsir okumak
Müslümanın bir gayesi de, Allahü teâlânın kullarına hizmet etmektir. Hadis-i şerifte,
(İnsanların iyisi, insanlara faydası olandır) buyuruldu.
Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerimde meâlen: “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibâdet
etsinler diye yarattım” buyurmaktadır. Cenâb-ı Hak, canlı, cansız bütün varlıkları insan için,
insanı da kendisi için yaratmıştır. Bunun için insanın yükü, mesuliyeti çok fazladır. Allahü
teâlâ, insanların ibâdetlerine muhtaç değildir, fakat insan bu ibâdetlere muhtaçtır.
Bunun için insan, diğer canlı varlıklar gibi meselâ, hayvan gibi, gayesiz, maksatsız,
başıboş olamaz. İnsanın, yaratılış gayesine uygun olarak yaşayabilmesi için üç gayesi olması
lâzımdır:
Birinci gayesi, rıza-i İlâhi olmalıdır! Müslümanın bütün çalışmalarındaki maksadı bu
olmalıdır! Eğer kişinin yaptığında Allahü teâlânın rızası yoksa, o işten hayır gelmez.
Rıza-i İlâhiyeye kavuşabilmenin en kestirme yolu, insanlara Allahü teâlânın dînini
yaymaktır. Bunun için de zamanın imkânlarını, teknik vâsıtalarını iyi kullanmak lâzımdır.
Çünkü, Peygamber efendimiz, düşmanın silahı ile silahlanmamızı emretmektedir.
Zamanımızda, dîni yaymada veya yıkmada en tesirli vâsıta televizyondur. Bundan sonra,
gazete, dergi, kitap gelir. Fakat muteber kitabın yeri başkadır. Televizyon kalıcı değildir.
Yayınlanıp geçiyor. Kitap böyle değildir. Kitap vesîkadır. Kıymetli kitap hiçbir zaman,
değerini, önemini kaybetmez, kalıcıdır.
Müslümanın ikinci gayesi, Allahü teâlânın kullarına hizmet etmektir! Bu da rıza-i İlâhi
içindir. İnsanlara hizmet etmek zaten rıza-i İlâhinin yüzde doksanıdır. Hadis-i şerifte,
(İnsanların iyisi, insanlara faydası olandır) buyuruldu.
Üçüncüsü para kazanmaktır! Para kazanmak da ilk ikisini yapabilmek içindir.
Bu zamanda, dîne hizmet edebilmek için, para, mal şarttır. Peygamber efendimiz, bir
hadis-i şerifinde, (Eshâbım için fakirlik saadettir. Âhir zamandaki ümmetim için, zengin
olmak saadettir) buyurdu. Bâzıları da, para kazanmak için dîni kendine âlet eder. Bu çok
tehlikelidir! Böyle kimselerden uzak durmalıdır!
Bunun için malın kıymetini bilmelidir. Malın nasıl kazanıldığını bilmeyen, malın kıymetini
bilmez. Haramlara ve lüzûmsuz yerlere dağıtır. Aklın ve İslâmiyetin beğenmediği kötü yerlere
saçar.
Mal kazanmak, dağa yük çıkarmak gibidir. Mal dağıtmak, yuvarlak taşı, dağdan aşağı
bırakmaya benzer. Fakirlik, çok kimsenin iyi adam olmasına mâni olur. Çok kimse, fakirlik
sıkıntısı ile îmanını elden kaçırmış, mürted olmuştur.
Malı helâlden kazanmak güçtür. Helâl yoldan, dîne uyarak kazanan az olur. Bunun için de
sevâbı çoktur. Helâl mal damla damla, haram mal ise, sel gibi akarak gelir. Helâlden
kazanılmış zenginlik kusur değildir. (Âhir zamanda zengin olmak saadettir) hadis-i şerifi
kıymetli kitaplarda yazılıdır.
İbrâhim, Dâvüd ve Süleyman “aleyhimüsselâm” çok zengindiler. Eshâb-ı kirâmın
fakirlerinden çoğu, “Zenginler bizim gibi ibâdet ettikten başka, malları ile hayırlı işler
yaparak çok sevâb kazanıyorlar” diyerek, Agniyâyı Şâkirîne [Şükreden zenginlere]
imrenirlerdi.
Allah dostlarını sevmek, dîne hizmette, insanın ihlâsını, gayretini artırır. Çünkü din
büyükleri, “Cennetin kapısı, büyüklerin kalbidir” buyurmuştur.
Her yere bir kapıdan girilir. Cennete girmek için de büyüklerin kalbine girmek lâzımdır.
İşin esası da budur. Akıl bu büyükleri tanıyıncaya kadar lâzımdır. Ondan sonra aklı bir kenara
koyup, o büyüklere uymak lâzımdır. Kalbe girdikten sonra akla uymak felâkettir.
Bunun için, dîne uymada, dîni yaşamada, kendi kafamıza göre değil, Allah dostlarının
kitaplarında bildirdiklerine uymamız lâzımdır. Daha önce yaşamış, Allah dostu bir kimsenin
kitabını okumak, ona karşı sevgi beslemek, sağlığında sevmek gibidir. Bu sevgi sebebiyle
ondan feyz gelir. Kötülüklerden uzaklaşır, dînin emirlerini yapmakta zorluk çekmez.
Rıza-i İlâhiyeye kavuşmak
.Her şey muntazam! 8 EKİM 1997
İmam-ı Gazâlî hazretleri, “Astronomi ve anatomi bilmeyen, Allahü teâlânın varlığını ve kudretini anlayamaz” buyurmuştur. Gerçekten de bu iki ilim dalı Cenâb-ı Hakkın büyüklüğünü açık şekilde göstermektedir. Meselâ, kalbimizin çalışmasına bir bakalım. Bu bir harikadır. Vücut fabrikasının çalışma merkezi kalbdir. Kalbin kasılması, yumruk sıkmak gibi, basit bir sıkışma olmayıp, kanın hareketi istikametinde giderek, kalbin ucunda nihayetlenen bir titreşim dalgası şeklindedir. Böyle bir kasılma dalgası, yarım saniye devam edip, saniyenin altıda biri kadar süren bir aralıkla tekerrür eder. Yaşayışla örnek olmak Günde on ton kan pompalıyor Olaylara ibretle bakan ve aklî dengesi yerinde olan kimse, Allahü teâlânın büyüklüğünü, kudretini, varlığını hemen kabûl eder, îman edip, sonsuz felâketten kurtulur. Bu tekrarlar, kalb faaliyetinin nizam ve âhengidir. Kalbimiz, günde yüzbin defa çarpıyor. Her çarpmasının akabinde saniyenin altıda biri kadar zaman istirahat ediyor. Yâni, günde beş saate yakın dinleniyor. Demek ki ortalama bir insan ömrü altmış sene kabûl edilirse, böyle bir insanın kalbi, oniki sene kadar istirahatte kalıyor. Kalbimiz, her çarpışında 100 cm¸ kan çekerek, günde damarlara 10.000 litre kan gönderiyor. Buna göre kalb, her darbesinde, bir kilo ağırlığı yarım metreye kaldıracak kadar iş yapmaktadır ki, bir insan, kendi kalbinin kuvveti ile işlemekte olan bir asansörle, bir saatte, yerden bir apartmanın beşinci katına çıkabilecektir. Yâni insan kalbi 1/375 beygir kuvvetinde bir motordur. Nabız atması, bize kalbin çarpmasını gösterir. Nabzın dakikadaki adedi vücudun kan ihtiyacına tâbidir. Kalb, bir otomobil gibi olmayıp, bir elektron motoru gibidir. Kanda erimiş tuzlardan biri olan potasyum atomu radyoaktiftir. Bir insanda otuz gram potasyum olup, hergün bir milyar elektron yayar. Kalbin giriş kapısında bir sinir makinesi vardır. Bu makine tıpkı, çocukların atış denemelerinde, mermi hedefe isâbet edince, hedef olan cisimde hareket meydana geldiği gibi, bir elektron isâbeti ile, kalbi harekete getirir. Kalbden çıkan kan, damarlarla, vücudun her tarafına dağılır. Bu damarlar çok sağlamdır. Kalbe bağlı Aort damarı, yirmi atmosfer basınca mukavemet eder. Lokomotifler, 10-16 atmosferlik buhar tazyîki ile işlediğinden, yanmaktan korunabildiği takdirde, bu damarlarla lokomotif boruları yapılabilecektir. Damarlar, kalbden uzaklaştıkça dallara ayrılır. Yâni incelir. En ince damarlara kapiller diyoruz. Kapiller bir kıldan elli defa daha incedir. İğne kalınlığındaki bir et parçasında bin kapiller vardır. Bir insanda elli kilo adale bulunduğuna göre, kapiller adedi kolay hesap olunabilir. Her kapiller, ortalama yarım milimetre uzunluğundadır. İnsandaki bütün kapiller, ucuca konursa, dünyayı dört defa saracak bir boru elde edilir. Kan, kalb içinden 1.5 saniyede geçmekte, 5-7 saniyede ciğerleri dolaşmakta, beyni 8 saniyede, elleri, ayakları 18 saniyede dolaşmaktadır. Yâni bir kan hücresi, yirmidört saatte, üçbin defa kalbden vücuda gönderilmektedir. İş esnasında veya ateşli hastalıklarda, kalbin çarpma kuvveti azalınca, kan sürati iki misline kadar artar. Bunlar ve daha nice hâdiselere ibretle bakan ve aklî dengesi yerinde olan kimse, Allahü teâlânın büyüklüğünü, kudretini, varlığını hemen kabûl eder, îman edip, sonsuz felâketten kurtulur. Fakat, “Ben kâinatı inceledim. Tesâdüfî olamaz. Bunun elbette bir yaratıcısı vardır. Bu da Allahtır” demek, insanı felâketten, sonsuz Cehennem ateşinden kurtarmaz. Meselâ, Yahûdi ve Hıristiyanlar da, “Allah vardır” diyor. Bunlar, Muhammed aleyhisselâma inanmadıkları için, inanmaları îman olmaz. Allah, bunların bu inancını îman olarak kabûl etmez. Îmanın şartları vardır. İnanılacak şeylerin hepsine inanmak gerekir. Birine inanmayan hepsine inanmamış olur. Îmanın şartlarından biri de Muhammed aleyhisselâma inanmaktır.
.Sinsi düşmanlara aldanmamalı 13 KASIM 1997
Din düşmanlarının, müslümanları aldatarak, İslâmiyeti içerden yıkmak için, din adamı şekline girmeleri, daha eshab-ı kiram zamanında başladı. Bunlar, her asırda cahilleri aldatıp dinden çıkardılar ise de, İslâmiyete zarar yapamadılar. Çünkü, eskiden çok sayıda fıkıh âlimleri ve tasavvuf büyükleri vardı. Bunlar, sözleri ile ve yazıları ile müslümanları uyarıyor, aldanmalarını önlüyorlardı. Şimdi, din âlimi azaldığı için, din düşmanları meydanı boş buldular. Din adamı olarak ortaya çıkıp İslâmiyete saldırıyorlar. Müslümanların, bu sinsi düşmanları, tanıyabilmeleri için, İslâm âliminin nasıl olacağını iyi bilmeleri lazımdır. Gerçek İslâm âlimini, evliyanın büyüklerinden Muhammed Masum-i Farukî Serhendî hazretleri şöyle bildirmektedir: Üç kimseden kaçınız! Yanlarına yaklaşmayınız! Bu üç kimse, gafil, sapık din adamı ve dinden taviz veren zenginlere yaltakçılık eden kimse ve dinden haberi olmayan tarikatçılardır. Din adamı olarak ortaya çıkan bir kimse, Resulullahın sünnetine uymazsa, yani İslâmiyete yapışmazsa, ondan kaçmalı, yanına yaklaşmamalı, kitaplarını almamalı, okumamalıdır! Onun bulunduğu yerde bulunmamalıdır! Ona ufak yakınlık, insanın dinini yıkar. O, din adamı değil, sinsi bir din düşmanıdır. İnsanın dinini, imanını bozar. Bozuk din adamı, şeytandan daha çok zararlıdır. Sözü yaldızlı ve pek tesirli olsa da ve dünyayı sevmiyor görünse de, yırtıcı hayvanlardan kaçar gibi, ondan kaçmalıdır! İslâm âlimlerinden Cüneyd-i Bağdadî hazretleri buyurdu ki: Hasetçi kinini gizler Kaçılacak üç kimse Mezhepleri, âlimleri bir kenara itip, “Dini Kur’ana göre anlatıyorum” diyerek, aslında kendi sinsi maksadına uygun yorum yapan din hırsızları, şeytandan daha zararlıdır. İnsanı saadet-i ebediyeye, sonsuz saadete kavuşturacak tek bir yol vardır. O da, Resulullahın izinde bulunmaktır. Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdığı kitapları okumayan ve hadis-i şeriflerin gösterdiği yolda olmayan din adamına uymayınız! Çünkü, İslâm âlimi, Kur’an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin gösterdiği yolda olur. Selef-i salihin, doğru yolda idiler. Sadık idiler. Allahü teâlânın sevgisine, rızasına kavuşmuşlardı. Onların yolu, Kur’an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin gösterdiği yol idi. Bu doğru yola sımsıkı sarılmışlardı. Resulullahın yolu, selef-i salihinin yoludur. Selef-i salihin, ilk iki asrın müslümanlarıdır. Yani, selef-i salihin deyince, eshab-ı kiramın hepsi ile tabiinin ve tebe-i tabiinin büyükleri anlaşılıyor. Dört mezhep imamı, bu büyüklerdendir. O hâlde, Resulullahın yolu, dört mezhebin fıkıh, akaid ve tasavvuf kitaplarında bildirilmiş olan yoldur. Dört mezhebin kitaplarından ayrılan kimse, Resulullahın yolundan ayrılmış olur. Böyle olduğunu, ehl-i sünnet âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. Mezhepleri, âlimleri bir kenara itip, “Dini Kur’ana göre anlatıyorum” diyerek, aslında kendi sinsi maksadına uygun yorum yapan din hırsızları, şeytandan daha zararlıdır. Bunlardan uzak kalmalıdır! Her asırda bulunan tasavvuf büyükleri ve fıkıh âlimleri, selef-i salihinin yolunda idi. Hepsi İslâmiyete bağlı idi. Resulullaha vâris olmakla şereflenmişlerdi. Sözlerinde, işlerinde ve ahlaklarında, İslâmiyetten kıl kadar ayrılmamışlardı. Kur’an-ı kerime ve hadis-i şeriflere uymayan hiçbir sözleri yoktu. Resulullaha uymakta gevşek olanları, Onun ışıklı yolundan ayrılanları, din adamı sanmayınız! Onların yaldızlı sözlerine ve ateşli yazılarına aldanmayınız! Yahudîler, hıristiyanlar ve budist, berehmen denilen Hind kâfirleri de, tatlı ve yanık sözlerle, hileli mantıklarla, kendilerinin doğru yolda olduklarını, insanları iyiliğe, saadete çağırdıklarını bildiriyorlar. Müstehapları yapmakta gevşek davranan, sünnetleri yapamaz. Sünnetleri yapmakta gevşeklik de, farzların yapılmasını zorlaştırır. Farzlarda gevşek davranan da, marifete, Allahü teâlânın rızasına kavuşamaz. Bunun içindir ki, hadis-i şerifte, (Günah işlemek, insanı küfre sürükler) buyuruldu.
.
Başarısızlıktan kurtulmanın yolu 30 KASIM 1997
Karamsarlık, ümitsizlik, ağaç kurdu gibi insanı içerden kemirir. Zamanla insanın hem dünyasını, hem de ahiretini karartır. Bunun için, dinimiz, bu hastalıktan şiddetle kaçınmamızı emreder. İntiharların, cinayetlerin, cana kıymaların altında hep bu hastalık yatar. İşinde, evinde başarılı olmuş kimselere baktığımızda, karamsarlıktan eser görülmez. En kötü işte bile, bir çıkış yolunu bulup, iyiye yorarlar. Başarılı olamamış kimselerde ise, iyimserlikten eser görülmez. En güzel şeyi bile kötüye yorumlarlar. Bu bir hastalıktır. Bunun için tedavisi gerekir. İnsan bu tedaviyi kendi kendine de yapabilir. Bunun için, kişinin, bazı prensipleri kabullenip, yılmadan bunları uygulaması lazımdır. Mesela, “Başarıyı düşün, başarısızlığı düşünme” sözü prensip edinilmeli. İş dünyamızda, evimizde başarısızlık düşüncesini, başarı düşüncesiyle yer değiştirmeliyiz. Zor bir durumla karşılaştığımızda, “Kazanacağım” diye düşünmeliyiz. “Kaybedebilirim” diye değil. Bırakalım, “Başaracağım” düşüncesi, düşünme sistemimizi kontrol altına alsın. Başarıyı düşünmek, başarı üretecek plânlar üretmesi için zihnimizi şartlandırır. Başarısızlığı düşünmek de tam tersini. Başarısızlığı düşünmek, zihni, başarısızlık üretecek diğer düşünceleri harekete geçirmek üzere şartlandırır. Başarılı olmuş kimseler, olağanüstü insan değildirler. Onlar da bizim gibi insandır. Başarı, ne süper bir zekâ gerektirir, ne de başarıda tabiatüstü bir yan vardır. Ayrıca başarı, genelde şans temeli üzerine kurulmamıştır. Başarılı insanlar, kendilerine ve yaptıklarına karşı bir yöntem geliştirmiş olan normal insanlardır. Asla evet asla kendimizi basite almayalım. Bedduâ almamalıdır Hep başarıyı düşün! Kişi, “Başarısızlığın mazereti olmaz” prensibini kabullenip, mazeret zırhına bürünmekten vazgeçmedikçe, başarısızlık hastalığından kurtulamaz. Başarının büyüklüğü, idealimizin büyüklüğüyle belirlenir. Küçük hedefler düşünürsek, küçük başarılar elde ederiz. Büyük hedefler düşünürsek, büyük başarılar kazanırız. Şunu da unutmayalım ki, büyük fikir ve plânlar, çoğu zaman küçük fikir ve plânlardan daha kolaydır. Daha zor olmadıkları ise şüphesiz doğrudur. Her insan, insanı başarıya veya başarısızlığa götüren sebepleri, kendisi de tespit edebilir. Üzerinde özel olarak çalışmak üzere, bildiğimiz, tanıdığımız en başarılı ve en başarısız iki insan seçelim. Sonra, bunları yakın takibe alalım. İmkânımız nisbetinde bunların günlük yaşayışlarını, çalışmalarını, hatta ailevî durumlarını tespit edip, maddeler hâlinde yazalım. Bu maddeler karşılaştırıldığında, neden başarılı, neden başarısız olduğu açık olarak görülür. Böyle bir çalışma, başarılı olma kurallarını yakından görme fırsatı verecektir. Hedefimiz, başarılı davranış ve tutumu alışkanlık hâline getirebilmemizdir. Ne kadar çok pratik yaparsak, arzu duyduğumuz şekilde davranmanın normal hâle gelmesi, o kadar çabuklaşır. İnsanlar üzerinde çalışmayı derinleştirdiğimizde; başarısız insanların, genelde, “Düşünceyi köreltme” duygusundan çok zarar gördüklerini keşfederiz. Bu hastalığa “Mazeret bulma hastalığı” diyoruz. Her başarısızlığın temelinde bu hastalık vardır. Mazeret bulma hastalığı, gittikçe bir yerlere doğru yükselen insanla, kendini ayakta zor tutan insan arasındaki farkı açık şekilde gösterir. Kişi daha başarılı oldukça, bahane bulma eğiliminin azaldığı da görülür. Her hastalık gibi bu hastalık da, uygun teşhis konmazsa, daha da kötüleşir. Bu düşünce hastalığına yakalanmış bir kişi, yapacağı işi düşünmeyi bir tarafa bırakıp, “Ne gibi mazeretler bulabilirim” diye mazeret üretmeye başlar. Bunun için, kişi, “Başarısızlığın mazereti olmaz” prensibini kabullenip, mazeret zırhına bürünmekten vazgeçmedikçe, bu hastalıktan kurtulamaz.
Dine inanmama hastalığı Başarısız olma korkusu 7 ARALIK 1997
Başarısız kimselerde, genelde, “başarısız olma” korkusu vardır. Bu korku, atak yapmasına, riske girmesine mani olur. Bir atasözümüz var: “Korkak tüccar ne kâr eder, ne zarar.” Hâlbuki başarılı olmanın bir şartı da, riski göze almaktır. Her işin az veya çok, bir riski vardır. Başarılı olabilmek için, önce bu korkunun atılması lazımdır. Genelde birisine nasihat verirken, “Merak etme, korkacak birşey yok” denir. Hepimiz biliyoruz ki, bu türden bir teselli, korkuyu gidermede, aslında hiç de başarılı olmuyor. Bu gibi sözler korkuyu birkaç dakikalığına veya saatliğine giderir. Gerçekte güven inşa etmez ve korkuyu tedavi etmez, yani ortadan kaldırmaz. Evet, korku gerçektir. Onun için, önce bunun varlığını kabul etmeliyiz. Var olan şey, yok demekle yok olmaz. Bu korkunun çoğu psikolojiktir. Endişe, gerginlik, sıkıntı, panik, tümü de yanlış idare edilen olumsuz düşüncelerden kaynaklanmaktadır. Önce kaynağı tespit edilmelidir. Ama, korkunun kaynağını bilmek, tedavi için yeterli değildir. Bir doktorun, vücudumuzun bir yerinin mikrop kaptığı teşhisini koyması, işinin bitmiş olduğu anlamına gelmez. Bunu çözmek için, bir de tedavi uygulamalıdır. Bu tür yaklaşımlar, korkunun aslında var olmadığını kabul eder. Ama korku, vardır. Korku, gerçektir. Korku, başarının bir numaralı düşmanıdır. Korku, insanların, fırsatların üzerine gitmelerini durdurur. Korku, fizyolojik canlılığı söndürür. Korku, sonunda insanları hasta yapar, fizyolojik zorluklara sebep olur, ömrü kısaltır. Korku, konuşmak istediğinizde ağzınızı kapatır. Doğrusu, korku güçlü bir silahtır. Öyle, ya da böyle, korku, insanların hayattan elde etmek istedikleri şeylere sahip olmalarını engeller. Korkunun her türlüsü, bir psikolojik hastalık türüdür. Bedensel bir hastalığı tedavi ettiğimiz gibi, zihinsel bir hastalığı da, belirli ve kendini kanıtlamış yöntemlerle tedavi ederiz. Ama önce, ön tedavi hazırlığımızın bir parçası olarak, kendimizi şu gerçek ile şartlandırmalıyız: Güven duygusu, tamamiyle sonradan elde edilir veya geliştirilir. Hiç kimse, içinde güven duygusu ile doğmaz. Etrafına güven saçan, korkuyu kuşatmış, her zaman ve her yerde kendini rahat hisseden insanlar, güvenlerinin her bir parçasını, sonradan elde etmişlerdir. Herkes bunu yapabilir. Bunun için; önce tereddütten kurtulmalıyız. Tereddüt korkuyu büyütür. Sonra hafızamızı, belleğimizi kontrol altına almalıyız. Beynimiz tıpkı bir banka gibidir. Her gün düşüncelerimizi yatırırız. Bu düşünce birikimleri büyür ve bizim belleğimizi oluşturur. Düşünmeye başladığımızda veya bir problemle karşılaştığımızda, aslında bellek bankamıza şunu söyleriz: “Bunun hakkında ne biliyorum?” Bellek bankamızı etkin biçimde yöneterek, güven inşa etmek için, yapmamız gereken önemli şey şudur: Bellek bankamıza sadece olumlu düşünceleri yatırmalıyız. Lazım olunca da olumlu düşünceleri çekmeliyiz. Herkes hoş olmayan, can sıkıcı, cesaret kırıcı pek çok durumla karşı karşıya kalır. Ama başarısız insanlarla, başarılı insanlar bu durumları tamamiyle farklı biçimlerde ele alır. Başarısız insanlar bunları, hemen sahiplenir. Bu hoş olmayan durumlar üzerinde gereğinden fazla durarak, bunların belleklerinde iyi bir yer edinmelerine sebep olurlar. Bunları akıllarından çıkaramazlar. Geceleri, üzerinde düşündükleri en son şeyler, bu hoş olmayan durumlardır. Korkak tüccar ne kâr eder, ne zarar. Hâlbuki başarılı olmanın bir şartı da, riski göze almaktır. Her işin az veya çok, bir riski vardır. Başarılı olabilmek için, önce bu korkunun atılması lazımdır. Korkunun kaynağını tespit Sadece olumlu düşünce... Öte yandan kendine güvenen başarılı insanlar, bunlar üzerinde, bir daha düşünmezler bile. Başarılı insanlar bellek bankalarına olumlu düşünceler yatırmada uzmanlaşmışlardır. Hafızalarına neyi alacaklarını, neyi almayacaklarını çok iyi bilirler. Kabın içinde ne varsa dışarı bunun sızdığı gibi, beyninde iyi şeyleri depolayanlarınkinden de, dışarı hep iyi şeyler çıkar.
.
.
Geçmişi reddetme modası 10 ARALIK 1997
Günümüzde, geçmişteki büyük âlimleri, velîleri kötülemek, reddetmek, onları cahillikle suçlamak modası çok yaygınlaştı. Hâlbuki dinimiz, âlime çok önem vermiştir. Âlimin kıymeti ile ilgili birçok ayet-i kerime ve hadis-i şerif vardır. İslâmiyeti ayakta tutan âlimlerdir ve bunların mum ışığında yazdığı fıkıh kitaplarıdır. Ayet-i kerimelerde, (Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu), (Âlimlerden sorun) buyuruldu. Hadis-i şerifte de, (Âlimler, kurtuluş yolunu gösteren birer kılavuzdur) buyuruldu. Bilindiği gibi, dinimizde kaynak dörttür: Kur'an-ı kerim, hadis-i şerifler, icma ve kıyas. Dördüncü kaynak olan kıyastan, mezhepler çıkmıştır. Müctehid âlimler, ömürlerini bu uğurda harcayarak, dinin açık olmayan emirlerini açıklamışlar, müslümanları bu ağır yükten kurtarmışlardır. Dinde müctehid olmayanın, Kur'an-ı kerimden, hadis-i şeriflerden hüküm çıkarması mümkün değildir. Bugün ictihad yapabilecek derecede âlim de kalmamıştır. Âlimler, hicri 4. asırdan itibaren ictihad edebilecek kimsenin olmadığında ittifak etmişlerdir. Yani bugün dinimizi tam, eksiksiz olarak öğrenmek, yaşamak isteyen, mutlaka dört mezhepten birine tabi olmak mecburiyetindedir. İslâmiyetin 14 asırdır, bozulmadan, değiştirilmeden bize ulaşmasını sağlayan mezhepler ve âlimlerdir. Bundan sonra da din, bozulmadan ancak bu yol ile devam ettirilebilir. Bu ana caddeden ayrılanların imanlarını muhafaza etmeleri çok zordur. Çünkü, mezhepsizlik, dinsizliğe köprüdür. Bu inceliği asırlar sonra da olsa, din düşmanları keşfettiler. Kaba kuvvet ile bir yere varamayacaklarını idrak ettiler. Önce, İslâmiyeti kalblere nakşeden, İslâmiyeti sevdirerek yayan tasavvufu, tarikatları el altından bozdular. Buralara müslüman kılığındaki kendi adamlarını yerleştirdiler. Sonra da, İslâmiyeti yıkmada en büyük engel gördükleri mezhepleri ve âlimleri hedef seçtiler. Bu kaleyi yıkmadıkça neticeye varamayacaklarını çok iyi anladılar. Bunun için de, bütün güçleri ile âlimlere, mezheplere hücum ettiler. Çünkü, onlar da biliyorlar ki, bu kale yıkılınca, kaynak olarak, arkasından hadis-i şerifler gelecektir. Artık bu sahada daha rahat hareket etme imkânı elde etmiş olacaklar. Şöyle ki; dini Sizi tebrik ederim... Dinin dört kaynağı Dinimiz, âlime çok önem vermiştir. Âlimin kıymeti ile ilgili birçok ayet-i kerime ve hadis-i şerif vardır. İslâmiyeti ayakta tutan âlimlerdir ve bunların mum ışığında yazdığı fıkıh kitaplarıdır. içeriden yıkma çalışmalarına engel olan bir hadis-i şerif gördüklerinde, hemen mevdu, uydurma hadis, karalamasına girmektedirler. Böylece, bu uydurma, bunun aslı yok derken, hadis-i şeriflerin dörtte üçününü bertaraf etmektedirler. Eğer bir hadis-i şerif, bütün hadis kitaplarında varsa, yani buna mevdu, uydurma diyemiyorlarsa, o zaman hemen taktik değiştiriyorlar. Kendilerine göre, bir kaide ortaya çıkararak, “Hadis, Kur'an'a ters olamaz” diyorlar. Sonra da, Kur'an-ı kerime istedikleri şekilde mana verip, hadis-i şerifin ayete ters düştüğünü, dolayısıyla bununla amel edilemeyeceğini söylüyorlar. Böylece Hz. Peygamberi de devre dışı bırakıyorlar. Sadece Kur'an-ı kerim kalıyor geriye. Zaten Kur'an-ı kerime de istedikleri gibi mana vermektedirler. Hatta daha da ileri gidip, Kur'an-ı kerimde, eksiklik, fazlalık olduğunu çekinmeden söyleyebilmektedirler. Aslında bunların esas gayeleri dini ortadan kaldırmak olup, bunu açıkça söyleyemedikleri için, böyle dolambaçlı yolu takip ediyorlar. Bugünkü hıristiyanların cennete gideceği, kadınların örtünmesinin farz olmadığı, reenkarnasyon, Kur'an tercümesi ile namaz kılma, mezhepleri inkar vs. gibi safsatalar, hep bu çalışmanın ürünüdür. Maalesef, din düşmanları bu çalışmalarında hayli yol almışlardır. Bugün herkes, eline geçirdiği bir mealden dinini öğrenmeye çalışıyor. Camilerimizde bile devamlı meal okunması tavsiye edilmekte, “Kitabımızda ne yazıyor? Bunu öğrenmeden müslümanlık olur mu” gibi cahilce suçlayıcı ifadelerle, müslümanlar, zoraki olarak meal okumaya zorlanmaktadır. Böylece, farkında olmadan, din düşmanlarının tuzağına düşülmektedir. Zamanımızda o hâle gelindi ki, dini bir meseleyi öğrenmek için, fıkıh, ilmihâl kitaplarına bakmak ayıplanır hâle geldi. Bilmiyorlar ki, fıkıh kitapları Kur'an-ı kerimin emirleri dışında bir şey bildirmez. Fıkıh kitaplarına, ilmihâle göre hareket eden, Kur'an-ı kerimin, hadis-i şeriflerin emrine uymuş olur. Böyle hareket etmezse, dine değil, kendi noksan aklına uymuş olur.
XXX
Dostu düşmanı tanımalı 25 ARALIK 1997
İslâmiyetin ilk zamanlarından itibaren, dini ortadan kaldırmak için, iç ve dış düşmanlar, plânlı bir şekilde çalışmaktadırlar. Bu düşmanlık bazan açıkça, çoğu zaman da sinsice yapılmıştır. Her devirde, müslümanları parçalamak ve birbirine düşürmek için, zamanın en popüler kimseleri satın alınıp, müslüman kılığına sokularak, müslümanların arasına casus olarak gönderilmek suretiyle, bu düşmanlık devam ettirilmiştir. Bu düşmanlığın öncülüğünü Yahudiler ve İngilizler yapmışlardır. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde, Maide suresinin 80. ayetinde, (İslâmiyetin en büyük düşmanı, Yahudiler ve müşriklerdir) buyurdu. İslâmiyeti içerden yıkmak için, ilk fitneyi çıkaran Yahudi, Yemenli İbni Sebe'dir. Hz. Ömer ve Hz. Osman zamanlarında, İslâmiyet Asya'da ve Afrika'da hızla yayılınca, bu Yahudi, müslüman görünerek, Mısırlıları aldattı. Hazret-i Osman'ın şehit edilmesine sebep oldu. Bu hadiselerde, milyonlarca müslüman kanı aktı. Şiiliğin temellerini de bu adam attı. Bundan sonra her asırda, şii âlimi olarak ortaya çıkan Yahudiler, bu fırkayı kuvvetlendirdiler. Daha sonra da İslâmiyeti yok etmek için, misyoner teşkilatları kuruldu. Bu işte en ileri giden, İngilizler oldu. Londra'da Sömürgeler Bakanlığı kuruldu. Akla, hayale gelmeyen Yahudi hileleri ile ve askerî ve siyasî kuvvetler ile İslâmiyete saldırdılar. Müslüman ülkelere binlerce casus gönderdiler. Bu casuslardan biri olan Hempher, müslüman görünerek 1713'de, Basra'da avladığı Necdli Muhammed'i, senelerce aldatarak, “Vehhabi” fırkasını kurdurdu. Şu bir gerçek ki, İslâm düşmanları, İslâmiyeti yok etmeye ne kadar çok çalışsalar da, Allahü teâlânın bu nurunu, asla söndüremezler. Çünkü, Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde, Yusuf suresinin 12. ve 63. ve Hicr suresinin 9. ayet-i kerimelerinde mealen, (Bu Kur'anı, sana ben indirdim. Onu elbette ben koruyacağım) buyurdu. Yani kâfirler, onu tamamen tebdil, tahrif edemeyecek, değiştirip bozamayacaklardır. O nuru tamamen, asla söndüremeyeceklerdir. İngiliz devletinin esas siyaseti, dünyadaki, bilhassa Afrika ve Hindistan'daki tabii servetleri sömürmek, oralardaki insanları hayvan gibi çalıştırıp, bütün kazançlarını İngiltere'ye akıtmaktır. Adaleti, sevgiyi ve yardımlaşmayı emreden İslâm dinine kavuşanlar, İngiliz zulümlerine, yalanlarına mani olmaktadır. İslâm düşmanları, bindörtyüz seneden beri, kılıçla, topla İslâmiyete karşı koyamadılar. Saldırılarında daima hüsrana uğradılar. İslâm dini her yere yayıldı. Müslümanların, iman dolu göğüslerine hançer saplayamayacaklarını anlayınca, müslümanları manevî cepheden vurmayı, imanlarını, ahlaklarını bu cepheden bozmayı düşündüler. Bunun için, İslâmiyeti içerden yıkmayı plânladılar. Zamanımızda da bu fitne, bu bozgunculuk taktik değiştirilerek, yeni kimseler satın alınarak acımasızca devam etmektedir. Bunlar müslüman görünerek, entel din adamı, prof, dekan, rektör, tarikat şeyhi unvanlarını kullanarak cahil halkı kandırmaktadırlar. (Dini ıslah ediyoruz, ana kaynaklarını meydana çıkarıyoruz, ilk hâline getiriyoruz) gibi yaldızlı sözler söyleyerek, İslâm dinini yıkmaya, Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin doğru manalarını değiştirmeye, bozmaya çalışıyorlar. İslâmiyeti içerden yıkmak istiyorlar. Müslüman göründükleri için ve “dini ıslah ediyoruz, hurafelerden temizliyoruz” dedikleri için, cahil halk, bu kâfirleri hakiki din adamı sanıyor. Bunlara aldanıyor. Böylece, çok başarı sağlıyorlar. İslâm düşmanları, bindörtyüz seneden beri, kılıçla, topla İslâmiyete karşı koyamadılar. Saldırılarında daima hüsrana uğradılar. İslâmiyette ilk fitne Müslüman göründükleri için Müslümanları aldatmak için, ehl-i sünnet âlimlerinden birkaçını övüyorlar. Onlara hayran olduklarını yazıyorlar. Fakat, onların kitaplarında yazılı olan bilgilerin birçoğunu beğenmiyorlar. Bunlara hurafe diyorlar. Bu büyük âlimlerin kıymetli kitaplarında yazılı olan hadis-i şeriflerden, işlerine gelmeyenlere, çıkarlarına engel olanlara, uydurma hadis diyorlar. Kendi uydurdukları bozuk, zararlı şeyleri, doğru diye ortaya koyuyorlar. Böylece, bu büyük âlimlere leke sürmeye çalışıyorlar. Bunlardan bir kısmı da ehl-i sünnet âlimlerinden bir ikisini dillerine dolayıp kötülüyorlar, hatta kâfir diyorlar. Bunun için, müslümanlar, dinlerini iyi öğrenip, bu iman hırsızlarından kendilerini korumalıdır. Yalnız, ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarına sarılan müslümanlar, kendilerini bunlardan kurtarabilmektedir. Bu fitnelerden korunmak, imanı korumak, ancak, bunları tanımakla, fikirlerini iyi bilmekle mümkün olur.
Kimler tuzağa geliyor? 26 ARALIK 1997
Her devirde olduğu gibi, zamanımızda da, müslüman kılığına girmiş sinsi din düşmanları, öyle veya böyle elde ettikleri, rektör, dekan, prof, ilahiyatçı, aydın din adamı, sosyete hocası, tarikat şeyhi gibi unvanları istismar ederek, bu unvanları koz gibi kullanarak, müslümanların imanlarını çalmaya insafsızca devam etmektedirler. Bugün İslâm memleketlerini sarmış olan, bu yıkıcı dinde reformculara aldanmamak için, müslümanların çok bilgili olmaları gerekir. Dikkat edilirse bunların tuzaklarına şu kimselerin yakalandığı görülür: Birincisi; altyapısı olmayan, temel dinî bilgilerden mahrum cahil müslümanlar. Bunlar işin aslını bilmedikleri için, kandırılmaya, yönlendirilmeye, istismara müsait kimselerdir. Demagoji ve mantık oyunlarını ilim zannederler; çünkü gerçek ilmi bilmezler. İlimle değil, basit akılları ile hareket ederler. Böyle olduğu için de, tuzağa yakalanmaları kolay oluyor. İkincisi; inanç boşluğunda olan kimseler. İnsan, yaratılıştan bir şeye inanma ihtiyacını hisseder. İnsan, doğru veya yanlış bir şeye inanmazsa, huzursuz olur. Bu tür inançsızlık boşluğuna düşmüş kimseler, genelde, dinle pek ilgisi olmayan kimselerdir. Bunların sadece isimleri müslüman ismidir. Bu tür insanlar derler ki: “Biz iyi kötü bir şeye inanalım, fakat bu inandığımız şey, bizi bazı şeylere zorlamasın. Mesela, namaz kılma, oruç tutma, kadınlar için örtünme şartı getirmesin. Yine, şu haramdır, şu yasaktır, mesela, zina, içki, kumar, uyuşturu haramdır, denilmesin. Biz özgürce istediğimiz gibi yaşayalım, bunlar bizim inancımıza zarar vermesin.” Dikkat edilecek olursa, yukarıda bahsettiğimiz iman hırsızları, tam bunların istediği gibi konuşan, onların nabzına göre şerbet veren hainlerdir. Adam çıkmış televizyona, diyor ki: “Eskiden namazın sünnetleri diye bir şey yoktu. Bunları sonradan din adamları uydurdu. Bunun için sünnetleri kılmayın. Namaz, gündüz işinizi, mesainizi mi aksatıyor? O zaman beş vakit namaz kılmaya da gerek yok, namazı üç vakte indirin. Bunu da yapamadınız, öyleyse kazaya bırakın, akşam hepsini birlikte kaza edersiniz. Akşam oldu, gündüz çok yoruldunuz, bitkin bir hâldesiniz veya misafiriniz geldi, kazasını da yapamadınız, tevbe etmeniz kâfi. Hiç üzülmeyin, Allah affetmeyi sever, hiç kafanıza takmayın, sizi de affeder. Zaten şimdi kılınan namaz, gerçek namaz değil.” Adam, namaz neymiş, yok öyle bir şey diyecek, dilinin ucuna kadar geliyor, fakat söyleyemiyor. Söyleyebileceği günün gelmesini bekliyor. Bunların en bariz özelliklerinden biri de, herşeyi tersine çevirmek. Tersten yorumlamak. Cahil kimselerin kafalarını allak bullak etmek. Bu tür insanlar derler ki: “Biz iyi kötü bir şeye inanalım, fakat bu inandığımız şey, bizi bazı şeylere zorlamasın. Mesela, namaz kılma, oruç tutma, kadınlar için örtünme şartı getirmesin. ”Herşey serbest olsun (!)” Burada görüldüğü gibi, namaz kıldırmamak için çırpınırken, diğer taraftan da, aynı adam, kadınlara, hayz hâlindeyken namaz kıldırmaya uğraşarak diyor ki: “Kadınların hayz hâlindeyken namaz kılmaları, ayetlerde açıkça yasaklanmıyor. Bunun için kadınlar, bu hâldeyken de namaz kılmalıdır. Kadınlar cuma namazına da gitmelidir. Namazda da, başka zamanda da, kadınların örtünmesi şart değil. Bunları âlimler sonradan uydurdu.” Be adam, senin hanımın açık, mini etekli diye herkesin hanımı da öyle mi olsun? Müsaade et de, izin ver de, müslüman hanımlar senin hanımın gibi değil de, Resulullahın hanımları gibi örtünsün. Neymiş efendim, müslüman kadın, kâfirle evlenebilirmiş. Sen kızını evlendir, ona karışmayız. Fakat, biz Allahın ve Resulullahın yasakladığı bir şeyi yapamayız. Müslümanlar başıboş kimseler değildir, işlerini, Resulullahın, âlimlerin bildirdiklerine göre yaparlar. Diğer taraftan bir tüccar, zekât vermek istiyor. Fakat, mal canın yongasıdır misali, vermek zor geliyor. Medyatike soruyor: “Ne kadar zekât vereceğim? İlmihâl kitaplarında, altından kırkta bir, mahsülden onda bir yazıyor. Bir sürü vergi veriyoruz. Köylü; tohum, gübre, traktör masrafı derken yarısı gidiyor. Bir de onda birini zekât mı verecek?” Demagog hemen televizyondan ahkam kesmeye başlıyor: “Kur'an-ı kerimde verilecek zekâtın oranı bildirilmemiş. Oran çok önemli olsaydı, bildirilirdi. Bunun için, önemli olan vermektir. Miktarı önemli değildir. Sen gönlünden kopanı ver, kâfi. Allah kabul eder.” Adam o kadar rahat konuşuyor ki, sanki Kur'an-ı kerim Hz. Peygambere değil de, kendisini inmiş. Açıyor ağzını, yumuyor gözünü, aklına geldiği gibi konuşuyor. Daha doğrusu, ağa babalarının, dini yıkmak için hazırladıkları fikirleri kusuyor. Nereden bilsin benim saf insanım, bunun bir kukla olduğunu, müslüman kılığında din düşmanlarının sözcülüğünü yaptığını? Adama göre, gerçek din, Hz. Peygamberin bildirdikleri değil, kendi söyledikleri. Kur'ana dönün, diyor. Arkasından da, kendi mealinden başka doğru meal olmadığını söylüyor. Kur'ana dönün derken, aslında bana dönün, diyor. Sadece doğruyu bir kişinin anladığı, başka anlayan olmadığı din olur mu? Böyle anlayışa din mi denir, yoksa dinsizlik mi?
Niyetleri başka 27 ARALIK 1997 İ
slâm düşmanları, asırlardır yaptıkları İslâm dinini yok etme çalışmalarında, kaba kuvvetle bir yere varamayacaklarını anladılar. İslâm âlimleri, hak mezhepler, fıkıh kitapları olduğu müddetçe, kısmen zarar verebilseler de ciddî bir zarar veremediklerini gördüler. Çünkü, İslâm âlimleri, mezhepler, fıkıh kitapları, İslâmiyeti koruyan sağlam birer kaledir. Bu kale sağlam olduğu müddetçe, İslâmiyete zarar vermeleri mümkün değildir... Bunun için, 18. asırdan itibaren, hücumlarını bu yöne çevirdiler. Âlimleri, kitapları kötülemek ve müslümanların gözünden düşürmek için ne lazımsa yaptılar. Gerçek İslâm âlimleri ne söyledilerse, bunun tersini söylemeyi prensip edindiler. “Beyaz duvara çamur at, tutmazsa bile iz yapar” dediler. Âlimler asırlardır; “Ölmüşlerimiz için, Kur'an-ı kerim okuyup, sevabını onlara göndermeli; Kur'anı insan sesinden dinlemeli, âletten dinlemekle hatim olmaz; Kur'anı kerimin manası bilinmese bile baştan sona okuyan hatim sevabı alır; ibadet dili Kur'an-ı kerimdir; Kur'an-ı kerimin türkçesi, almancası olmaz; namazda Kur'an-ı kerimden başka şey okunmaz” demişler ve kitaplarına yazmışlardır. Bunların ise prensipleri, tam tersini söylemek... Zamanımızdaki temsilcilerinden biri televizyonlara çıkıp, başlıyor ahkam kesmeye: “ Manasını bilmeden okunan Kur'andan sevap Bu anlayış din mi, dinsizlik mi? Esas maksatları bozmak Gerçek İslâm âlimleri ne söyledilerse, bunun tersini söylemeyi prensip edindiler. “Beyaz duvara çamur at, tutmazsa bile iz yapar” dediler. alınamaz. Herkes kendi dili ile Kur'anın tercümesini okuyarak namaz kılabilir.” Maksadı namaz kıldırmak değil, kılınan namazları geçersiz hâle sokmak. Âlimler, Kur'an-ı kerime hürmet edilmesi lazım, Allah kelamıdır mı demişler, hemen tersini söylüyor: “Yatarken de, cünüp iken de, içkiliyken de Kur'an okunur. Kur'an-ı kerimin diğer kitaplardan farkı yok.” Maksat belli... Kur'an-ı kerim okumayı teşvik gibi gösterip, sinsice saygısızlığa teşvik etmek... Halkın gözünden Kur'an-ı kerimin kutsallığını düşürmek... Sıradan bir kitap hâline getirmek... Tam tıynetine uygun şeyler. Başka ne beklenir? Livata, homoseksüellik, Kur'an-ı kerimde, hadis-i şeriflerde, açıkça kötüleniyor, lanetleniyor. Burada da, adam tersini söyleyerek, “livatanın cezası yok, hafif azarlamak kâfidir” diyor. Olayı o kadar küçültüyor, hafife alıyor ki, tepkiden korkmasa, neredeyse tavsiye edecek... Neymiş efendim, bugünkü Yahudiler ve Hıristiyanlar da cennete gidecekmiş. Hadis-i şeriflerde, âlimlerin kitaplarında, kâfirler kötülenip, ebedî, sonsuz cehennemde mi kalacak denilmiş? Hemen hümanistliğe soyunup, onları cehennemden kurtarma gayretine giriyor adam. Adama sormazlar mı, Peygamber efendimiz, ömrü boyunca, bunlarla niçin savaştı, onları müslüman yapmak için niçin mücadele etti diye? Peygamberimiz ömrü boyunca, namaz kılarken Kâbe'ye yönelmiş, âlimler bunu namazın farzı olarak bildirmişler, ondört asırdır bu böyle devam etmiş. Adam çıkıyor televizyona, “Yok öyle birşey, istediğin tarafa dön. Bunlar teferruat” diyebiliyor. Her şeyde olduğu gibi, kıblenin yönünü de tersine çeviriyor. Dinimize göre, kadının şahitlik şartları, miras taksimi Kur'an-ı kerimde açıkça bildirilmiş. Maksat üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek olunca, bu açık ayetleri de tersten yorumlayarak; “Bu kadın-erkek eşitliğine aykırıdır. Kadınlara haksızlık yapıyor. Bu ayetler, emir değil bir tavsiyedir” diyor. Hâşâ Peygamber efendimiz bu ayetleri yanlış anladı, âlimler yanlış yazdı da, doğrusunu bu anlamış... Maksat yapmak değil, yıkmak olunca; işine geldiği zaman emir, gelmediği zaman tavsiye diyebiliyor. Sinsi düşmanların esas maksatları, âlimleri, mezhepleri yok etmek ya... Tutmuş adam, utanmadan, “Dört mezhebe göre amel etmeyi söylemek, İslâma yapılan en büyük kötülük” diyor. Sıkıştığı zaman da, cahilliği ortaya çıkmasın diye, fıkıh kitaplarından nakil yapıyor. Hani, Kur'andan başka kitap kabul etmiyordun? Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?.. Bu adamın âlimlere, mezheplere esas düşmanlığı, âlimlerin, “Mezhepsizlik, dinsizliğe köprüdür” demelerinden kaynaklanıyor. Tabiî ki, mezhepler olunca da, milleti küfre götürecek köprü yıkılmış oluyor. Anlıyorsunuz değil mi, sıkıntısının ne olduğunu? "
Sadece ben bilirim" 28 ARALIK 1997
Herkes bilir ki; bir ihtilal yapıldığında, hemen şöyle bir bildiri yayınlanır: "Yayınladığımız bildiriler, daha önceki mevzuattan; yönetmeliklere aykırı ise, yönetmelik değişikliği, kanunlara aykırı ise, kanun değişikliği, anayasaya aykırı ise, anayasa değişikliği kabul edilecektir." Aynı mantık, dini değiştirmek isteyen reformistler için de geçerli. Haydi diyelim, ihtilal, olağanüstü bir hâldir, böyle bir mantığı anlamakta insan zorlanmaz. Zaten bir müddet sonra da, normal düzene, yürürlükteki mevzuata dönülür. Fakat bozulan din geri gelmez. O hâli, artık din kabul edilir. Bu da insana yapılabilecek en büyük kötülüktür. Onları sonsuz cehennem azabına atmaktır, bundan daha büyük felaket olur mu? Maksat yıkmak olunca Sözleri, sanki herşeyin üzerinde Reformcu diyor ki: "Eğer benim sözlerim, hadislere uymuyorsa, o hadisler uydurma demektir. Din hakkındaki sözlerim, Kur'anın açık emirlerine uymuyorsa, Peygamberin ve âlimlerin bunu yanlış anlamışlar demektir." İslâmiyeti içerden yıkmak isteyen dış güçlerin temsilcileri, Doçent, prof, dekan, tarikat şeyhi gibi ünvanlarını da unutmadan ekrana yansıtıp, ihtilal mantığı ile diyorlar ki: "Din hakkında söylediğim sözler, verdiğim fetvalar, geçmiş âlimlerin fetvalarına uymuyorsa, bu âlimlerin cahil, sözlerinin yanlış olduğu, bu işi bilmedikleri anlaşılır. Eğer benim sözlerim, hadislere uymuyorsa, o hadisler uydurma demektir. Din hakkındaki sözlerim, Kur'anın açık emirlerine uymuyorsa, Peygamberin ve âlimlerin bunu yanlış anlamışlar demektir." Hemen arkasından, hiçbir kitapta, hadiste yeri olmayan herzelerini başlıyorlar sıralamaya: "Kur'anda kadere iman diye bir şey yoktur. Dolayısıyla, imanın şartı olarak ondört asırdır bildirilen, kaza kadere iman şartı bir safsatadır. Ey müslümanlar! Kitaplarda geçen, peygamberlerin sıfatları olarak bildirilen, "İsmet " sıfatının, yani peygamberlerin masumluğuna, günahsızlığına inanmayın. Başta Hz. Âdem olmak üzere, Hz. Davud, Hz. Musa ve diğer peygamberler, günah işlemiştir. Hind felsefesinde olan, tenasuh (reenkarnasyon) yani ruhun insan öldükten sonra bir başkasına geçme olayı, müslümanlıkta vardır. Bunu cahil âlimler anlayamadı. Buna dair birçok ayet vardır. Bu sizin bildiğiniz ayetlere uymazsa, benim yorumumu esas alın. Bunu ancak ben anladım, zaten benden başkası anlayamaz. Başkalarının anladıkları, benim anladığıma uygunsa doğrudur, değilse yanlıştır. Ondört asırdır, dini benim gibi doğru anlayan, anlatan olmadı." Aslında, Reenkarnasyon, ahiret hayatının inkârının bir kılıfı. Ruh ondan ona, ondan ona devam eder gider. Aristo'nun ve diğer felsefecilerin, "Dünya böyle gelmiş böyle gider, dünyanın sonu yoktur, ahiret hayatı yoktur" batıl inancının değişik ifadeyle söylenişidir. Adamın niyeti başka olunca, bir bakıyorsun, Yunan felsefesini savunuyor, bir bakıyorsun, Yahudi inancını, bir bakıyorsun Hıristiyan inancını, bir bakıyorsun Moon inancını savunuyor... Bir bakıyorsun, Vehhabi, bir bakıyorsun, şii... Ne olduğunu bilene aşkosun. Fakat çok az da olsa, doğru din bilgisi olan kimse, böylelerinin dini içeriden yıkmaya çalışan sinsi biri olduğunu hemen anlıyor... "Düşmanımın düşmanı dostumdur, dostu düşmanımdır" prensibine, bu tür insanlar çok sadıklar. Amerika'da, Reşat Khalife diye biri çıkıyor, peygamberliğini ilân ediyor. İlk destek, tebrik bundan geliyor. Adam öldürülüyor; üzüntüsünden yemeden, içmeden kesiliyor. Sahte peygambere rahmet üzere rahmet okuyor. Aynı düşünce ile, Eflatun, Sokrat, Eflatun, Buda ve Konfüçyus'a sahip çıkıyor. Bunlar diyor, peygamber olabilir. Adamın zihniyeti belli... İslâm dışı olsun da, ne olursa olsun, yeter ki müslüman olmasın... (Dinde zorlama yoktur) ayeti kâfirler içindir. Peygamber efendimiz, âlimler, bu ayeti, "Kâfirler müslüman olmaya zorlanamaz" şeklinde anlayıp bildirmişler. Fakat bu adam, bu ayeti müslümanlara tatbik etmek istiyor. Peygamberimizin bildirmesi adamı ilgilendirmiyor. Genel prensibini yukarıda bildirmişti: Sadece benim anladığım doğru, diğerlerininki yanlış... Velev ki peygamber de olsa bile... "Peygamberin, Kur'ana aykırı hüküm vermeye hakkı yok. Recm cezasında olduğu gibi, Peygamber Kur'ana aykırı hareket etti" diyor. Peygamber Kur'ana aykırı iş yapar mı? Kur'ana aykırı olup olmadığını sen mi bileceksin, yoksa Hz. Peygamber mi? Peygamberin bildirdiğinden şüphe eden, Kur'an-ı kerimden de şüphe eder. Çünkü, Kur'an-ı kerimi bildiren Odur. Adama sormazlar mı, Kur'an-ı kerim sana mı indirildi; yoksa, Hz. Peygambere mi? Sen mi iyi anlarsın, O mu? Ne demiş atalarımız, "Allahtan korkmayandan korkmak lazım" diye. İnsan başka diyecek şey bulamıyor.
.
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
98
Tefsir ve meal okumak 8 OCAK 1998
Birisine Kur'an tercümesinden, mealden dinini öğrenmesini tavsiye etmek, buna aracı olmak, ona yapılabilecek en büyük kötülüktür. Bugün, sapıtmaların, yoldan çıkmaların esas kaynağı budur. Kur'an-ı kerimin manasını, tam olarak, yalnız Muhammed aleyhisselam anlamış ve hadis-i şerifleri ile bildirmiştir. Çünkü Kur'an-ı kerim Ona inmiştir. Kur'an-ı kerimi tefsir eden Odur. Doğru tefsir kitabı da, Onun hadis-i şerifleridir. İslâm âlimleri de bu hadis-i şerifleri açıklayarak, herkesin anlayabileceği seviyede fıkıh kitaplarını yazdılar. Din ancak buradan öğrenilir. Zamanımızda herkes, belli şer mihrakların telkini ile, evine bir tefsir kitabı alıp, bu tefsirlerden dinini öğrenmek istiyor. Bu mümkün değildir. Çünkü, tefsir kitaplarını da anlayabilmek için, en az otuz sene durmadan çalışıp, yirmi ana ilmi, iyi öğrenmek lazımdır. Bu yirmi ana ilmin kolları, seksen ilimdir. Ana ilimlerden biri, “Tefsir” ilmidir. Her ilimdeki manası başka Bu ilimlerin ayrı ayrı âlimleri ve çok kitapları vardır. Bugün kullanılan bazı Arabî kelimeler, fıkıh ilminde başka manaya, tefsir ilminde ise daha başka manaya gelmektedir. Hatta aynı kelime, Kur'an-ı kerimdeki yerine, aldığı edatlara göre, başka manalar bildirmektedir. Bu geniş ilimleri bilmeyenlerin, bugünkü Arapçaya göre yaptıkları Kur'an tercümeleri, Kur'an-ı kerimin manasından bambaşka birşey oluyor. Yeni yazılan Türkçe tefsirlerin hepsinde, şahsî düşünceler bulunmakta, biri diğerine uymamaktadır. Böyle olduğu için de, okuyanlara zararı, faydasından çok olmaktadır. Hele İslâm düşmanlarının, bid'at sahiplerinin, Kur'an-ı kerimin manasını bozmak için yaptıkları tefsir ve tercüme kitapları, birer zehirdir. Bunları okuyanlarda, birtakım şüpheler, itirazlar hasıl oluyor. Çünkü herkes kendi kafasına göre mana veriyor. Din düşmanları kasıtlı olarak, dini yıkmak için piyasaya mealler sürmektedirler. Hepsi de sadece kendisininkinin doğru olduğunu söylüyor. Zaten ilk meali neşreden gayri müslim bir yayınevidir. Dini, tefsirden, meallerden öğrenmeye kalkışmak, ilkokul çocuğunun eline, yüksek matematik kitabı koyup, buradan matematiği öğren demekten daha abestir. Yalnız Arapça bilmekle, tefsir ve hadis anlaşılmaz. Arapça bilenleri, din âlimi sanan aldanır. Beyrut ve başka yerlerde ana dili Arapça olan, Arap edebiyatını iyi bilen çok papaz var. Fakat, hiçbirinin İslâmiyetten haberi yok. Mesela, tıp ilmi kıymetlidir. Fakat bir kimse, eline bir tıp kitabı alıp, okuyarak tıbbı öğrendim diyerek, göz ameliyatı yapmaya kalkarsa, hastanın gözünü çıkarmış olur. Böyle bir kimseye, tıp kitabı okuyarak doktorluk yapmak uygun değil demek, tıp ilmine karşı çıkmak değildir. Bunun gibi, bir kimsenin, meal veya tefsir okuyarak, dini öğrenmeye kalkışması çok yanlıştır. Birisine, tefsir ve mealden dinini öğrenmesini tavsiye etmek, buna aracı olmak, ona yapılabilecek en büyük kötülüktür. Bugün, sapıtmaların, yoldan çıkmaların esas sebebi budur. Kur'an-ı kerimin gerçek manası Kur'an-ı kerimin hakiki manasını anlamak, öğrenmek isteyen bir kimse, din âlimlerinin, müctehidlerin kelam, fıkıh ve ahlak kitaplarını okumalıdır. Yani bugün için bu üç önemli ilmin bir araya getirildiği ilmihâl kitabından öğrenmelidir. Kur'an-ı kerimin orijinalinden başkasına Kur'an-ı kerim denmez. Kur'an-ı kerimin, latin harfleri ile yazılmasına imkan yoktur. Çünkü bu harflerde, Kur'an-ı kerim harflerinin hepsinin karşılığı yoktur. Mesela, Kur'an-ı kerimde, üç tane se harfi var. Üç tane ze harfi var. Türkçede bunların hepsinin karşılığı bir harftir. Bunun için, mana bozuluyor. Okunan, Kur'an olmayıp, manasız bir ses yığını oluyor. Mesela, İhlas suresinde geçiyor. Ehad yerine ehat denilirse, namaz fâsid oluyor, bozuluyor. Bugün, varlık sebebi dini ortadan kaldırmak olan çok kimsenin, böyle bozuk tercümeleri ve latin harfi ile yazılmış, ne olduğu belirsiz kitapları, “Türkçe Kur'an” “Türkçe meal” diye gençliğin önüne sürdükleri, her tarafta dağıttıkları görülüyor. Bütün bunları teşvik edenler, el altından destekleyenler sinsi din düşmanlarıdır. Çok uyanık olup, bunlara aldanmamalıdır.
.Dimyat’a pirince giderken... 10 OCAK 1998
18. asırda yaşamış meşhur İngiliz casusu Hempher, hatıratında, “İslâm ülkelerinde talebe, mürşid kıyafetinde beşbin ajanımız vardı” diye yazmaktadır. Tasavvuf büyükleri, asırlardır, bıkmadan, usanmadan, İslâmın güzel ahlâkını anlatıp, İslâmı herkese sevdirmişlerdir. Her hâlleri ile İslâmiyeti yaşayarak örnek olmuşlardır. Bu büyükler ayrıca, İslâmiyeti dünyaya yaymakta bir nevi öncü kuvvet olmuşlardır. Tasavvuf büyüklerinin dini yaymaktaki bu önemli fonksiyonunu gören İslâm düşmanları, bütün güçleri ile tasavvufa yöneldiler. Yüz yıldır, tarikat diyerek, birçok şey uyduruldu. Eshab-ı kiramın yolu unutuldu. Cahiller, sahtekârlar şeyh maskesi altında, müslümanlara her çeşit günahı işlettiler. İslâm memleketlerini, gerçek manada tasavvuf ile ilgisi olmayan, müslümanları sömüren sahte mürşidler, sahte şeyhler istila etti. Eskiden, yani zamanımızdan 100-150 yıl önce, dinimizin emir ve yasaklarını öğreten; severek, zorlama olmadan yapılmasını sağlayan, insanlara dinimizin güzel ahlâkını aşılayan birçok tarikat, birçok şeyh vardı. Müslüman kılığında ajan Fakat, Osmanlıların son zamanlarından itibaren, tarikatlar bozulmaya başladı. Tarikatlara, çeşitli ajanlar sızdı. Müslüman kılığındaki bu ajanlar, yerine göre talebe, yerine göre şeyh, mürşid rolünde olarak çeşitli yollar ile tarikatlara haramlar, bid'atler karıştırdılar. Din ile ilgisi olmayan, dinimizin yasak ettiği şeyleri, dinimizin emri olarak gösterdiler. Mesela, 18. asırda yaşamış meşhur İngiliz casusu Hempher, hatıratında, “İslâm ülkelerinde talebe, mürşid kıyafetinde beşbin ajanımız vardı” diye yazmaktadır. Bilhassa son zamanlarda, tarikat adı altında, insanların imanını çalmak için uğraşan, sayısız sahte şeyhler türedi. Namaz kılmanın farz olmadığını, kadınların açık gezmesinin sevap olduğunu açıkça söyleyebilen şeyhler çıktı ortaya. O hâle geldi ki, insanlara dini sevdirmek olan tarikatın gayesini, insanları dinden uzaklaştırmak şekline çevirdiler. “Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır” sözünü öne sürerek, topladıkları müslümanların imanlarını, itikadlarını bozdular. Bu söz, dine uygun tasavvuf ehli bir kimse olduğu zaman için geçerlidir. Yoksa her önüne gelen, ne olduğu belirsiz kimselere gidip, tâbi olmak değildir. Böyle kimseler şeytandan daha kötü kimselerdir. Böyle bozuk bir tarikata girmek, yağmurdan kaçalım derken, doluya tutulmaktan, Dimyat'a pirince giderken, evdeki bulgurdan da olmaktan daha kötüdür. Çünkü bulgursuz yaşanır da, imansız yaşanmaz. Bunların tuzaklarına düşen kimse, sahte, cahil doktora giden hastaya benzer. Sahte doktora giden,hayatından olduğu gibi, sahte şeyhe giden de dininden, imanından olur. Hakiki tasavvuf âlimi olmadığı zaman, eskiden yaşamış, bilinen meşhur evliyaların, mürşid-i kâmillerin kitaplarını okuyarak, dinimizi ve dinimizin güzel ahlâkını buralardan öğrenmeliyiz. Hele hele şu karışık zamanda, din hırsızlarının, ırz, namus düşmanlarının kol gezdiği bir zamanda, bilhassa kadınların sokak sokak şeyh aramaya çıkması çok yanlıştır. Bunların yapacağı şey, her müslüman gibi, muteber bir ilmihal kitabından dinini öğrenmek, beyine karşı vazifelerini îfa etmek, çocuklarını İslâm terbiyesi ile yetiştirmek, ev işlerini yapmak olmalıdır. Başta İngilizler olmak üzere İslâm düşmanları, 18. asırda taktik değişikliği yaptılar. Kaba kuvveti bırakarak, âlimlere ve ilme yöneldiler. Âlimleri ve ilmi ortadan kaldırdıkları takdirde, cahil kalan müslümanları istedikleri tarafa yöneltmenin çok kolay olacağını anlamışlardı. Zehirli tohumların meyveleri Halk cahil bırakıldıktan sonra, ondört asır devam edegelen din bilgileri; çürümüş, kokuşmuş denilerek, bir çırpıda atıldı. Daha Kur'an-ı kerimi doğru dürüst yüzünden bile okuyamayan kimselerin önüne, dini bozmak, yeni bir din kurmak maksadıyla ilahiyatçı prof, dekan, rektör, tarikat şeyhi ünvanları alet edilerek, dini yok etmek maksadıyla hazırlanmış mealleri, tefsirleri koydular. Sonra da, “Dininizi buradan öğrenin” dediler. Aslında bu, dinden uzaklaştırmak için hazırlanmış sinsi bir tuzaktı. Bu tehlikelerden, sahte şeyhlerden, aydın din adamı kılığındaki sinsi din düşmanlarından kurtulmanın yolu da eskiye dönüp, dini, hakiki ehl-i sünnet âlimlerinin, fıkıh, ilmihal kitaplarından öğrenmektir. Bilenleri ve elinde ehl-i sünnet ölçüsü olanları, kimse kandıramaz. İlmin olmadığı, âlimin bulunmadığı yerde, din de kalmaz. Nitekim, hadis-i şerifte, (İlim bulunan yerde müslümanlık vardır. İlim bulunmayan yerde müslümanlık kalmaz) buyuruldu
..Kur’an-ı kerim tercümeleri 14 Mart 1998
İlk tercümeyi yayınlayan, Zeki Megamiz isminde, Arap asıllı bir Hıristiyandır. İkincisini ise Cihan Kütüphanesi sahibi Ermeni Mihran Efendi yayınladı. Asırlardır, dinimizin emir ve yasakları fıkıh kitaplarından, ilmihâl kitaplarından öğrenilmiştir. Fakat meşrutiyetten beri, belli odaklar, Müslümanları sinsice ilmihâl kitaplarından uzaklaştırıp, meallere, tefsirlere, tercümelere yönlendirme gayretine girmiş bulunmaktadır. Bu maksatla, “Dinimizi esas kaynağından öğrenin, aracıları ortadan kaldırın” gibi sloganlar ortaya attılar. İşin aslını bilmeyen çok kimse de, bu sinsice hazırlanmış tuzağa yakalandılar. Birçok şey alıştıra alıştıra kabullendirilir. Bazı yanlış inanç, fikir, görüş, metod ve kanaatler vardır ki, insanlar onları önce iter, reddeder. Fakat devamlı propaganda, beyin yıkama ve telkin neticesinde, bu itiş ve reddetme, zamanla zayıflar ve toplumun direnişinde gevşeme başlar. Gün gelir, bakarsınız ki, o bozuk ve bâtıl fikir ve metodlar, aynı topluluk tarafından benimsenmiş ve kabul edilmiştir. Sinsi düşmanlık İşte, büyük-küçük her Müslümanın, bir adet Kur’an tercümesi edinerek, İslâmiyeti doğrudan doğruya kutsal kitabından veya kaynağından öğrenmesi fikri de böyle olmuştur. Bu, sinsi din düşmanlarının, yıllardır yaptıkları beyin yıkama propagandalarının bir neticesidir. Maalesef zamanımızda Müslümanların çoğu, bu propagandanın tesiri ile, evlerinde bir meal bulundurma, dini buradan öğrenme yanlışlığına düştüler. Hâlbuki, bizim, dinin temel bilgilerini Kur’an tercümelerinden elde etmemiz, öğrenmemiz mümkün değildir. İslâmiyeti içeriden yıkmak, dinimizin temellerini dinamitlemek isteyen sinsi reformcuların ve inkârcıların, yıllar boyu devam eden teraneleri şu olmuştur: “Herkes dinini doğrudan doğruya Kur’an-ı kerim’den öğrensin. Bunun için de herkese bir tercüme, yahut meal veya tefsir temin edilsin. Onu okusunlar; eski kafalı hocalar, fıkıh kitapları aradan çıksınlar!..” Nihayet onların dediği olmuş, bu sinsi oyun, yani dini bilgileri meallerden ve tercüme kaynaklardan almak fikri, doğru olarak kabul edilmiş ve tercümeler, mealler peynir ekmek gibi satılmaya başlamıştır. Neticede ne olmuştur? Çok tahribat ve karışıklık olmuştur. Ehl-i sünnet sarsılmış... İslâmî otorite ve hiyerarşi kavramları yıkılmış... Söz ayağa düşmüş... Bir sürü ukalâ müctehid taslağı türemiş... Dinimizde zararlı reform hareketleri başlamış... Mezhepsizlik yayılmış... Hemen arkasından da dinsizlik yayılmaya başlamış. Zaten mezhepsizlik dinsizliğe bir köprüdür. Bu reformcular, faaliyetlerinde Luther’in Hıristiyanlıkta yaptığı reformu örnek gösterdiler. Luther, İncillere aykırı olarak faaliyet gösteren papazlara karşı çıkmıştı. İnciller de değişik olduğu için, aslına dönülmesini savundu. Kur’an-ı kerimin tek noktası bile değişmediğine, tahrif edilmediğine göre, İslâmiyette reforma, aslına dönüşe ihtiyaç yoktur. Bunun için Luther’in reformu örnek alınacak bir hareket değildir. Buradan, Luther’in kendine göre iyi niyetli, bizdeki reformcuların kötü niyetli olduğu ortaya çıkıyor. Meselenin öneminin iyi anlaşılabilmesi için, bu yıkıcı hareket, ne zaman ve kimler tarafından başlatılmış, geçmişine bir göz atalım: Sebilürreşad Mecmuası’nın 18 Safer 1924 tarihli ve 618 numaralı sayısındaki, “Yeni Kur’an Tercümesi” başlıklı yazıda, bu konu özetle şöyle anlatılıyor: İlk meali kim çıkardı? “Kur’an-ı kerim’i tercüme etmek, basıp yaymak bir müddetten beri moda oldu. Ne gariptir ki, ilk defa bu işe teşebbüs eden, Zeki Megamiz isminde, Arap asıllı bir Hıristiyandır. Fakat isminin duyulması üzerine, tercümeyi neşirden vazgeçti. Daha sonra Cihan Kütüphanesi sahibi Ermeni Mihran Efendi acele olarak, diğer bir tercümenin basımına başladı ve az zamanda sona erdirerek, “Türkçe Kur’an” ismiyle yayınladı. “Türkçe Kur’an” tabiri, çok yanlıştır. İslâm âlimleri, Kur’an tercümesine Kur’an demenin küfür, yani kişiyi dinden çıkarıcı bir söz olduğunu bildirmişlerdir. Tercümenin faydası, zararı bir yana, tercüme diye ortaya koydukları şey baştanbaşa hata ve tahrifat!.. Kur’ana karşı bu ne büyük bir suikasttır.” Asırlardır, bütün ömürlerini dini yaymakla geçiren, bu uğurda hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan İslâm âlimlerinin, Kur’an-ı kerimin tercümesini, meallerini hazırlamayıp da, gayrı müslimlerin böyle bir çalışma yapması, bizlere çok şey hatırlatmalıdır... Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki, tercüme ve meal, gerçekten dine faydalı olsaydı, İslâm büyükleri bu faaliyeti gayrı müslimlere bırakırlar mıydı?
Meal tartışmalarının özeti 15 Mart 1998
İslâmiyeti Kur’an tercüme ve mealleri ile öğretmeye çalışmak, son derece yanlış ve zararlı bir metoddur. İslâmiyet, ancak ilmihâl, fıkıh kitaplarının okunup öğrenilmesi ile yayılır. Meşrutiyet’ten itibaren, dini, Kur’an tercümelerinden ve meallerinden öğrenme kampanyası başlayınca, bunun dine vereceği zararlar, 1924 yılında Sebilürreşad dergisinde uzun uzun tartışılmıştır. Birtakım Ermeni ve Arap asıllı Hıristiyan yayımcılar tarafından başlatılan Kur’an tercümesi kampanyaları, şiddetli tenkitlere mâruz kalmıştır. Kur’an-ı kerim tercüme ve meallerinin yayılması karşısında, Diyanet İşleri Başkanlığı da hareketsiz kalmamış, Müslüman halkı uyandırmak maksadıyla bir beyanname yayımlamıştır. Meallerle ilgili uyarılar Bu uyarılar özetle şöyleydi: 1- Kur’an tercümesi furyası, İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra başlamış zararlı bir faaliyettir. 2- İkinci Meşrutiyet’ten önce, Osmanlı devleti, dini yayınları kontrol altında tutuyor ve ulu orta, yalan-yanlış tercüme ve tefsirlerin neşrine asla müsaade etmiyordu. 3- Müşrutiyet’ten sonra, basın hürriyetinden istifade eden birtakım art niyetli kimseler, gayrı müslimler, dinsizler, sinsi gayelerine uygun Kur’an tercümeleri neşrine başlamışlardır. 4- İlk Kur’an tercümesini Zeki Megamiz adlı bir Hıristiyan Arap yapmıştır. 5- Daha sonra, Cihan Kütüphanesi sahibi Ermeni Mihran Efendi, Kur’an tercümesi basanların öncülüğünü yapmıştır. 6- Türkçe Kur’an demek, küfür sözüdür. Kur’an-ı kerim İlâhidir. Kur’an’ın tercümesi olmaz. 7- Kur’an-ı kerimi Fransızca, İngilizce, Almanca tercümesinden Türkçeye çeviren, Müslümanlıkla ilgisi olmayan Batı hayranları bile çıkmıştır. 8- Müslümanlar arasında dini otorite ve hiyerarşi kavram ve kurumunu yıkarak, sözü ayağa düşürmek, ehl-i sünneti sarsmak, dinin temellerini dinamitlemek isteyen kötü fikirliler, Kur’an tercümeleri vasıtasıyla, İslâm dünyasında bir reform hareketi başlatmak istemişler ve muvaffak da olmuşlardır. 9- İslâmiyeti halka ve gençlere Kur’an tercüme ve mealleri ile öğretmeye çalışmak, son derece yanlış ve zararlı bir metoddur. İslâmiyet, Kur’an tercümesi ile değil, ehl-i sünnet âlimlerinin, halk için yazdıkları ilmihâl (akaid, fıkıh, ahlâk) kitaplarının okunup öğrenilmesi ile yayılır. 10- Kur’an tercümelerinin sonu gelmemektedir. Basanlara, hazırlayanlara sorarsanız, “Hizmet için” diyeceklerdir. Şu bir gerçek ki, belli bir maksat içindir bütün bu çeviriler! 11- Çeşitli maksatlarla kimler Kur’an tercümesi yapmamıştır ki? Mason Ömer Rıza Doğrul... Arapça bilmeyen İsmail Hakkı Baltacıoğlu... Yıllar geçtikten sonra ehli sünnet olmadığını, kendisi ilan eden Abdülbaki Gölpınarlı ve daha niceleri... Yanlış fikirden kurtulmalı Şu anda çoklarının kafasına, “İslâmiyeti öğrenip, din kültürü edinmek istiyorsan, alacağın ilk kitap bir Kur’an mealidir” yanlış fikri iyice sindirilmiş bulunmaktadır. Bu fikir dimağlardan mutlaka sökülüp atılmalıdır. Yoksa din eğitimi, din kültürü sahasındaki anarşi önlenmez ve din yıkılır gider. Anadolu’muzun yetiştirdiği büyük ehl-i sünnet âlimlerinden İmam-ı Birgivî hazretleri, bu konu ile ilgili olarak şu hadis-i şerifleri bildirmektedir: “Bir kimse, Allahın kitabını kendi fikri, görüşü ile tefsir etse ve bu tefsirinde isabet etmiş bulunsa, açıklaması doğru olsa bile hata etmiş olur.” “Kim ki, Kur’an hakkında, ilmi olmadığı hâlde, kendi kafasına göre açıklarsa, cehennemdeki yerine hazırlansın.”
Bugün tefsir mümkün mü? 16 Mart 1998
Tefsir yapacak âlimin onbeş ilmi gayet mükemmel şekilde bilmesi şarttır. Bu ilimleri en iyi şekilde bilmeyen kimselerin, Kur’an tefsirine yeltenmesi asla câiz değildir. Kur’an-ı kerimin tefsiri, ancak hakiki ehl-i sünnet âlimlerinin işi ve vazifesidir. Her önüne gelen tefsir yazamaz. Son devrin müfessirlerinden, aynı zamanda kıymetli bir devlet adamımız olan Giritli Sırrı Paşa, tefsir yapabilmenin şartlarını şöyle bildirmektedir: Tefsir yapacak âlimin onbeş ilmi gayet mükemmel şekilde bilmesi şarttır. Bu ilimleri en iyi şekilde bilmeyen kimselerin, Kur’an tefsirine yeltenmesi asla câiz değildir. Bugün tefsir yapmaya kalkışan kimseler, bu ilimlerin isimlerini bile sayamazlar. Allah vergisi Müfessirin sahip olması gereken 14 ilim, eskiden çalışmakla elde edilebilecek bilgilerdi. Ancak 15’inci ilim, ilm-ül-mevhibe’dir. Bu öyle bir ilimdir ki, onu cenab-ı Hak, ilmiyle âmil olan bahtiyar kuluna ihsan eder. Bu ilim vehbîdir, yani Allah vergisidir. O verirse verir; vermezse, çalışmakla öğrenilip elde edilemez. İşte bu 15 ilim, tefsir âliminin mutlaka, kesin surette ve hiç şüphesiz ve eksiksiz, mükemmel bir şekilde sahip olması zorunlu bulunan ilimlerdendir. Ama bunlardan başka, Kur’an-ı kerimi tefsir edebilmek için, müfessirin diğer ilimlerde ve çağının gerektirdiği genel kültür bilgilerinde derinleşmiş olması da şarttır. Kur’an-ı kerim bilgileri üç kısımdır: Birincisi: Cenab-ı Hakkın mahluklarından hiç kimseye bildirmediği ilimdir. Bu da Allahın sıfatlarına dair mukaddes kitabımızın ihtiva ettiği sırlardır ki, bu konuda konuşup fikir ileri sürmek, açıklama yapmaya yeltenmek, kimse için câiz değildir. İkincisi: Cenab-ı Hakkın, Kur’an-ı kerimden, ancak peygamberine bildirip öğretmiş olduğu sırlardır ki, bu sırların ancak Efendimize tahsis olunması, sadece ona bildirilmesi, bilgisinin sırf ona has olması dolayısiyle, bu mevzuda da, ondan yahut onun izin verdiği ehl-i irfandan başkasının, bunlar hakkında konuşması doğru olamaz. Bazı âlimler, “Surelerin başındaki harfler bu kısımdandır” demişlerdir. Üçüncüsü: Kur’an-ı kerimi indirmiş olan Rabbimizin, o kadri büyük kitabında ortaya koyduğu şerefli ilimler ve bilgilerdir, açık ve gizli manalardır ki, onları Peygamberine öğretmiş, ümmetine öğretmesini istemiştir. Tefsir yapan kimsenin, ayrıca başka incelikleri de bilmesi lazımdır. Mesela, câiz olup olmadığı önceki âlimlerle, sonrakiler arasında ihtilaflı olan şeyleri bilmesidir. Bütün âlimler arasında üzerinde ittifak edilmiş, oy birliğine varılmış olan mevzuları bilmelidir. Bugün bu bilgilere sahip kimse kalmamıştır. Bugün yapılan tefsirler, daha çok kendi yarım yamalak bilgisine göre yapılmaktadır. Bunlar da beş çeşittir: Birincisi: Tefsir yapmak için öğrenilmesi gerekli ilimleri öğrenmeden tefsire kalkışmak. İkincisi: Manasını Allahü teâlâdan başkasının bilmediği müteşabih ayetleri tefsire teşebbüs etmek. Üçüncüsü: Bozuk bir mezhebe göre yapılan tefsirdir ki, o bozuk mezhebi asıl alır, tefsiri ona uydurmaya çalışır. Dördüncüsü: “Allahü teâlânın bundan muradı şudur...” diye delilsiz olarak kesin bir mana vermektir. Beşincisi: Belli bir maksada yönelik, şu mana verilirse iyi ve faydalı olur şeklinde ve kendi fikriyatına göre yapılan tefsirdir. Bugün yapılan tefsirler Bugün yapılan tefsirler, daha çok bu kısma girmektedir. Önceden plânlanmış, belli bir maksada yönelik olarak tefsir adı altında, herkes kendi düşüncesini, kendi ideolojisini vermektedir. Allahü teâlânın murad-ı İlâhisi değil, tefsir yapanın muradı, arzusu verilmek istenmektedir. Bir ayetin manasını anlamak demek, Allahü teâlânın, bu ayette ne demek istediğini anlamak demektir. Bu ayetin herhangi bir tercümesini okuyan kimse, murad-ı İlâhiyi öğrenemez. Tercüme edenin, bilgi derecesine göre yaptığı mealini öğrenir. Bir cahilin, bir dinsizin yaptığı tercümeyi okuyan da, Allahü teâlânın dediğini değil, tercüme edenin, anladım sanarak, kendi kafasından anlatmak istediğini öğrenir.
Kurda kuşa yem olmak 17 Mart 1998
Dinimizi doğru olarak öğrenebilmek için, bilinen sağlam yolu devam ettirmemiz, çıkmaz yollara sapmamamız şarttır. Çıkmaz yollara sapan, kurda kuşa yem olmaya mahkûmdur. Kur’an-ı kerimin manasını yalnız Muhammed aleyhisselam anlamış ve hadis-i şerifleri ile bildirmiştir. Kur’an-ı kerimi tefsir eden Odur. Doğru tefsir kitabı da, Onun hadis-i şerifleridir. Din âlimlerimiz, uyumayarak, dinlenmeyerek, istirahatlerini feda ederek, bu hadis-i şerifleri toplayıp, tefsir kitaplarını yazmışlardır. Birçok kelimeler, her ilimde, başka manaya gelmektedir. Bugün kullanılan bazı Arabî kelimeler, fıkıh ilminde başka manaya, tefsir ilminde ise daha başka manaya gelmektedir. Hatta aynı bir kelime, Kur’an-ı kerimdeki yerine, aldığı edatlara göre, başka manalar bildirmektedir. Bu geniş ilimleri bilmeyenlerin, bugünkü Arapçaya göre yaptıkları Kur’an tercümeleri, Kur’an-ı kerimin manasından bambaşka birşey oluyor. Kalbe doğan nur Kur’an-ı kerimin manasından, meziyetlerinden, rumuzundan, işaretlerinden, herkes imanının kuvveti kadar, birşey anlayabilir. Tefsir, anlatmakla, yazmakla olmaz. Tefsir, din büyüklerinin kalblerine doğan bir nurdur. Tefsir kitapları, bu nurun anahtarıdır. Çekmeceyi anahtarla açınca, mücevherler meydana çıktığı gibi, o tefsirleri okumakla, kalbe bu nur doğar. Yeni yazılan türkçe tefsirlerin ve ilmihâllerin en kıymetlisi sanılanlarında bile, şahsî düşünceler bulunmakta, okuyanlara zararı, faydasından çok olmaktadır. Hele İslâm düşmanlarının, bid’at sahiplerinin, Kur’an-ı kerimin manasını bozmak için yaptıkları tefsir ve tercüme kitapları, birer zehirdir. Bunları okuyan genç zihinlerde, birtakım şüpheler, itirazlar hâsıl oluyor. Zaten, bizim gibi, din bilgisi az olanların, İslâmiyeti öğrenmek için, tefsir ve hadis-i şerif okuması uygun değildir. Çünkü, Kur’an-ı kerimi ve hadis-i şerifi yanlış anlamak veya şüphe etmek, insanın imanını giderir. Yalnız Arapça bilmekle, tefsir ve hadis anlaşılmaz. Kur’an-ı kerimin hakiki manasını anlamak, öğrenmek isteyen bir kimse, din âlimlerinin kelam, fıkıh ve ahlâk kitaplarını okumalıdır. Bu kitapların hepsi, Kur’an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden alınmış ve yazılmıştır. Kur’an tercümesi diye yazılan kitaplar, doğru mana veremez. Okuyanları, bunları yazanların fikirlerine, düşüncelerine ve maksatlarına esir eder ve dinden ayrılmalarına sebep olur. Şu husus iyi bilinmelidir ki, Müslümanlar için yegâne kurtuluş metodu imanda, ibadette, muamelatta ve ahlâkta ehl-i sünnet büyüklerinin fıkıh ve ilmihâl kitaplarını okuyup, bunlarla amel etmektir. Dinimizde Kur’an meal ve tercümesi bezirganlığının yeri yoktur.Türkçe meal ve tercümeler, aslı Arapça olan Kur’an-ı kerimin yerini asla tutamaz. Her Müslümana bir, hatta on çeşit Kur’an tercümesi verseler, o, bu tercümeleri mütalaa ederek, gerekli ilmihal bilgilerini öğrenemez. Son devrin büyük din âlimlerinden Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi, Mes’eletü Tercümeti’l-Kur’an adlı eserinde, Kur’an tercümesi modasının arkasındaki gizli ve sinsi emelleri ve dinimizi içten yıkma plânlarını açıklamaktadır. Bu kitap, Bedir Yayınevi tarafından bastırılmıştır. Dinsizliği yayma yolu Son 20-30 senedir zuhur eden bir sürü din sömürücüleri, İslâm mukaddesatına büyük zararlar vermektedir. Bunların bir kısmının, gözleri para hırsı ile kararmış, para için Kur’an tercüme ve mealleri hazırlatarak, saf Müslüman kitleye milyonlarca nüsha satmışlardır. Bir kısmı da, bozuk fikirlerini, hatta dinsizliklerini yaymakta, meal ve tercümeleri büyük bir fırsat bilerek, Müslümanlar arasında fikir karışıklığına, metod sapıklığına sebebiyet vermiştir. Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Asırlardır din, meallerden, Kur’an tercümelerinden değil, fıkıh kitaplarından, ilmihâl kitaplarından öğrenilmiştir. Dinimizi doğru olarak öğrenebilmek için, bu sağlam yolu devam ettirmemiz, çıkmaz yollara sapmamamız şarttır. Çıkmaz yollara sapan, kurda kuşa yem olmaya mahkûmdur.
.İnsanların en kötüsü 13 Nisan 1998
Âlimin iyisi, insanların en iyisidir. Cahil din adamları da, insanların en kötüsüdür. Çünkü, âlimler cennete; cahil din adamları ise, insanları cehenneme sürüklemektedirler. Evliyanın büyüklerinden, İmam-ı Rabbanî hazretleri buyuruyor ki: Din adamı olarak ortaya çıkan bir kimse, Resulullah efendimizin sünnetine uymuyorsa, yani İslâmiyete yapışmıyorsa, dini değiştirip, kendi aklına göre bid’atler çıkartıyorsa, ondan kaçmalı, yanına yaklaşmamalı, kitaplarını almamalı, okumamalıdır. Onun bulunduğu mahallede bile bulunmamalıdır. Ona biraz yakınlık, insanın dinini yıkar. O, din adamı değil, sinsi bir din düşmanıdır. İnsanın dinini, imanını bozar. Şeytandan daha çok zararlıdır. Sözü, yaldızlı ve çok tesirli olsa da ve dünyayı sevmiyor görünse de, yırtıcı hayvanlardan kaçar gibi, ondan kaçmalıdır. Tek bir yol vardır slâm âlimlerinden Cüneyd-i Bağdadî hazretleri buyurdu ki: İnsanı saadet-i ebediyeye kavuşturacak tek bir yol vardır. O da, Resulullahın izinde bulunmaktır. İslâm âlimlerinin yazdığı kitapları okumayan, onları kendine rehber edinmeyen, hadis-i şeriflerin gösterdiği yolda olamaz! Çünkü, İslâm âlimi, Kur’an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin gösterdiği yolu göstermektedir. Resulullaha uymakta gevşek olanları, Onun ışıklı yolundan ayrılanları din adamı sanmayınız! Onların yaldızlı sözlerine ve ateşli yazılarına aldanmayınız! Yahûdiler, Hıristiyanlar ve Budist, Berehmen denilen Hind kâfirleri de, tatlı ve yanık sözlerle, hileli mantıklarla, kendilerinin doğru yolda olduklarını, insanları iyiliğe, saadete çağırdıklarını bildiriyorlar. Kendisi ile amel olunmayan ilmin, sahibine zararı, faydasından daha çoktur. Bütün saadetlerin başı İslâmiyettir. Kurtuluş yolu, Resulullahın izinde olmaktır. Hak ile bâtılı ayıran alamet, Resulullaha uymaktır. Onun dinine uymayan her söz, her yazı ve her iş kıymetsizdir. İslâm âlimleri, kendilerine sorulan şeylere, fıkıh kitaplarından cevap bulup, suâl edenlere bunları söylerler. Cahil din adamı ise, fıkıh kitabını okuyup anlayamadığı için, cahil kafasına ve noksan aklına gelenleri söyleyerek suâl sahibini aldatır. Onun cehenneme gitmesine sebep olur. Bunun içindir ki, Peygamberimiz, (Âlimlerin iyisi, insanların en iyisidir. Âlimlerin kötüsü insanların en kötüsüdür) buyurdu. Bu hadis-i şerif gösteriyor ki, âlimin iyisi, insanların en iyisidir. Cahil din adamları da, insanların en kötüsüdür. Çünkü, birinciler, insanları Resulullaha uymaya, yani cennete; ikinciler ise, insanları kendi sapık düşüncelerine uymaya, yani cehenneme sürüklemektedirler. Harika, olağanüstü hâller, açlıkla ve riyazet, sıkıntı çekmekle de hâsıl olur. Bunlar, yalnız Müslümanlara mahsus hâller değildir. Dinin emirlerinden müstehapları yapmakta gevşek davranan, sünnetleri yapamaz. Sünnetleri yapmakta gevşeklik de, farzların yapılmasını zorlaştırır. Farzlarda gevşek davranan da, marifete, Allahü teâlânın rızasına kavuşamaz. Mubahlara ölçüsüzce dalan, mekruha düşer. Mekruhlar harama, haram da insanı küfre götürür. Günah ve küfür unun içindir ki, hadis-i şerifte, (Günah işlemek, insanı küfre sürükler) buyuruldu. Evliyanın büyüklerinden, Ebu Saîd Ebülhayr hazretlerine sordular: - Filanca kimse su üstünde yürüyor. Buna ne dersiniz? - Bunun kıymeti yoktur. Ördek ve kurbağa da suda yüzer. - Filan adam havada uçuyor. Buna ne dersin? - Sinek ve çaylak da uçuyor. Sinek kadar kıymeti var derim. - Filan kimse, bir anda şehirden şehre gidiyor. - Şeytan da, bir solukta şarktan garba gidiyor. Böyle şeylerin dinimizde kıymeti yoktur. Mert olan, herkesin arasında bulunur, alış-veriş yapar, evlenir, fakat, bir an bile Rabbini unutmaz.
Herkesle iyi geçinmeli 14 Nisan 1998
“Tasavvuf, namaz kılmak ve oruç tutmak ve geceleri ibadet etmek demek değildir. Bunları yapmak, her insanın kulluk vazifesidir. Tasavvuf, insanları incitmemektir.” Muhammed Masum-i Farukî Serhendî hazretleri buyurdu ki: İyi, kötü herkese, güler yüz göstermeli, fitne çıkarmamalı, düşman kazanmamalıdır. Hafız-ı Şirazî hazretlerinin, “Dostlara doğru söylemeli, düşmanları güler yüzle ve tatlı dil ile idare etmelidir” sözünü unutmamalıdır. Özür dileyip, af dileyenleri affetmelidir. Herkese karşı iyi huylu olmalıdır. Kimsenin sözüne karşı gelmemeli, münakaşa etmemelidir. Herkese yumuşak söylemeli, sert söylememelidir. Şeyh Abdullah Bayal hazretleri, “Tasavvuf, namaz kılmak ve oruç tutmak ve geceleri ibadet etmek demek değildir. Bunları yapmak, her insanın kulluk vazifesidir. Tasavvuf, insanları incitmemektir. Bunu hâsıl eden, vâsıl olmuştur, kavuşmuştur” buyurdu. Evliyanın alameti uhammed bin Salim hazretlerinden sordular: - Evliyayı başka insanlardan nasıl ayırt edebiliriz? Şöyle cevap verdi: - Sözlerinin yumuşak olması ve huylarının güzel olması ve yüzünün güler olması ve ihsanının bol olması ve konuşurken itiraz etmemesi ve özür dileyenleri affetmesi ve herkese merhametli olması ile diğer insanlardan ayırt edilir. Ebu Abdullah Ahmed Makkarî, “Tasavvuf, gücendiğin kimseye iyilik etmek, sevmediğine ihsanda bulunmak ve sevmediğin kimseye güler yüzlü olmaktır” buyurdu. Her işte Allahü teâlânın rızasını, sevgisini aramalıdır. Yahya bin Muaz-ı Râzî hazretleri, “Allahü teâlâyı sevdiğin kadar, herkes seni sever. Allahü teâlâdan korktuğun kadar herkes senden korkar. Allahü teâlâya kulluk ettiğin miktarda, herkes sana yardımcı olur” buyurdu. Hakiki Müslüman, Müslüman kardeşinin menfaatini, kendi menfaatine tercih eder. Kendi çıkarlarının arkasında koşmaz. Ebu Muhammed Abdullah Rasibî hazretleri, “Allahü teâlâ ile insan arasında olan en büyük perde, kendi nefsini düşünmesidir ve kendisi gibi âciz olan bir kula güvenmesidir. İnsanların değil, Allahü teâlânın sevgisine kavuşmayı düşünmelidir” buyurdu. Ailesine ve çocuklarına karşı tatlı dilli ve güler yüzlü olmalıdır. Onların haklarını yerine getirecek kadar aralarında bulunmalıdır. Onlara bağlanmak, Allahü teâlâdan yüz çevirecek kadar olmamalıdır. Din işlerinde, cahil, fasık olan din adamlarına danışmamalıdır. Dünyaya düşkün olanlarla, bütün gayesi dünya olanlarla birlikte bulunmamalıdır. Her işte, sünnete uymalı, bid’atten sakınmalıdır. Neşeli zamanlarda, İslâmiyetin dışına taşmamalı, sıkıntılı anlarda, Allahü teâlâdan ümidi kesmemelidir. Her güçlük yanında kolaylık bulunduğunu unutmamalıdır. Neşede ve sıkıntıda hâli değişmemeli, varlıkta ve yoklukta aynı hâlde olmalıdır. Hatta, yokluktan rahatlık duymalı, varlıkta sıkılmalıdır. Olayların değişmesi, insanda değişiklik yapmamalıdır. Üç şeyi yapan... imsenin ayıbına, kusuruna bakmamalı, kendi ayıplarını görmelidir. Kendini hiçbir Müslümandan üstün bilmemelidir. Her Müslümanı görünce, kendi saadetinin, onun duâsını almakta olabileceğine inanmalıdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Üç şeyi yapan Müslümanın imanı kâmildir: Ailesine hizmet etmek, fakirler arasında oturmak ve hizmetçisi ile birlikte yemek.) Bu üç şeyin, müminlerin alameti olduğu, Kur’an-ı kerimde bildirilmiştir. Muhammed bin Alyan hazretlerine dediler ki: - Allahü teâlânın, bir kimseden razı olduğu nasıl anlaşılır? Bunun üzerine buyurdu ki: - O kimseye, taat ve ibadet etmenin tatlı; günah işlemenin ise acı gelmesinden anlaşılır.
.Dine ilave olmaz 17 Nisan 1998
Dine ilave yapan, Resulullahın bildirdiklerinde eksik veya fazlalık bulmuş olur. Hâlbuki dinde eksiklik olmaz. “Böyle yapılırsa daha iyi olur” demek, Resulullahın bildirdiğini beğenmemek olur. Bid’at, sünnete yani, Muhammed aleyhisselamın bildirdiği din bilgilerine muhalif olan, ters düşen, itikad ve amel ve sözler demektir. Resulullah efendimiz ve eshabı zamanında olmayıp da, daha sonra ortaya çıkan ve ibadet olarak yapılan şeyler demektir. Allahü teâlâ, kullarını kendisine ibadet etmek için yarattı. İbadet, insanın Rabbine, yaradanına hakir, âciz, muhtaç olduğunu göstermesidir. Bu da, her aklın, nefsin ve âdetlerin güzel ve çirkin dediklerine uymayıp, Rabbin güzel ve çirkin dediklerine teslim olmak ve Rabbin gönderdiği Kitaba ve peygamberlere inanmak ve bunlara tâbi olmak demektir. Bir insan, bir işi, Rabbinin izin verdiğini düşünmeden, kendi görüşü ile yaparsa, Ona kulluk yapmamış, Müslümanlığın icabını yerine getirmemiş olur. Dine ilave yapılmış olur. Resulullahın bildirdiklerinde eksik veya fazlalık bulmuş olur. Hâlbuki dinde eksiklik olmaz. “Böyle yapılırsa daha iyi olur” demek, Resulullahın bildirdiğini beğenmemek olur. O şey reddolunur Bu iş, itikadda, inanmakta ise ve inanılması lazım olduğu sözbirliği ile bildirilmiş olan şeylerde ise, bu inanışı, “Küfre sebep olan bid’at” olur. Bu iş, itikadda olmayıp da, yalnız dinden olan sözde ve işte kalırsa, fısk, büyük günah olur. Hadis-i şerifte, (Bir kimse, dinde olmayan birşey meydana çıkarırsa, bu şey reddolunur) buyuruldu. Bu hadis-i şerif gösteriyor ki, dinden olmayan bir itikad, bir söz, bir iş, bir hâl ortaya çıkarılır ve bunun din ve ibadet olduğuna inanılırsa, yahut İslâmiyetin bildirmiş olduklarında bir fazlalık veya noksanlık yapılırsa ve bunu yapmaktan sevap beklenirse, bu yenilikler, değişiklikler, (Bid’at) olur. İslâmiyete uyulmamış, ona iman edilmemiş olur. Dinde, ibadette olmayıp, âdette olan yenilikler, yani yapılırken sevap beklenilmeyen değişiklikler bid’at olmaz. Mesela, yemekte, içmekte, seyahat ve taşıma vasıtalarında, binalarda yapılan yenilikleri, değişiklikleri dinimiz reddetmez. Bunun için, yemeği masada, ayrı tabaklarda yemek, otomobile, uçağa binmek, her çeşit bina, ev ve mutfak eşyası kullanmak ve bütün fen bilgileri ve fen aletleri, fen işleri, dinde bid’at değildir. Bunları yapmak ve faydalı yerlerde kullanmak câizdir. Hatta, farz-ı kifayedir. Mesela radyo, TV, hoparlör, elektronik makineler yapmak ve bunları ibadetlerin dışında kullanmak câizdir. Fakat, ibadetlerde kullanmak, mesela, radyo veya TV’deki imama uyup namaz kılmak, ibadetin şeklini değiştirmek olur, bid’at olur. Böyle kılınan namaz kabul olmadığı gibi, ibadet değiştirildiği için, ayrıca büyük günaha girilmiş olur. Enes bin Malik hazretleri, birgün ağlıyordu. Sebebi sorulduğunda dedi ki: - Şimdiki insanların çoğu, namazın şartlarını, vaciplerini, sünnetlerini, müstehaplarını yerine getirmiyor, mekruhlarından, müfsidlerinden, bid’atlerinden sakınmıyorlar. Onun için ağlıyorum. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Bir ümmet, peygamberi öldükten sonra, dinde bid’at yaparsa, buna benzer bir sünneti kaybeder.) Yani, küfre sebep olmayan bir bid’at yapılırsa, bunun cinsinden bir sünneti terk ederler. Tevbesi kabul olmaz Bir hadis-i şerifte, (Bid’at sahibi, bid’atini terk etmedikçe, tevbe etmesini Allahü teâlâ nasip etmez) buyuruldu. Yani, bir kimse, bir bid’at ortaya çıkarırsa veya başkasının çıkarmış olduğu bir bid’ati yaparsa, bu bid’ati iyi bildiği ve karşılığında sevap beklediği için, bundan tevbe edemez. Bir hadis-i şerifte de, (Dinde bid’at olan birşeyi yapan, bu bid’ati, Allah rızası için terk etmedikçe, Allahü teâlâ, onun hiçbir amelini kabul etmez) buyuruldu. Yani, itikadda veya amelde veya sözde yahut ahlâkta bid’at olan birşeyi yapmaya devam edenin, bu cinslerden ibadetleri sahih olsa da, hiçbirini kabul etmez. İbadetlerinin kabul olması için, bu bid’ati, Allahtan korkarak ve Onun rızasına kavuşmak için terk etmesi lazımdır.
.Din ve medeniyet 9 Şubat 1998
Müslümanlar, İspanya’da evler, konaklar, saraylar inşa ettiler. Mektepler, hastaneler kurdular. Üniversiteler tesis ettiler. Bu üniversiteler, bütün dünyaya bir nur kaynağı oldu. Bugün Avrupa, Amerika ve Uzakdoğu’da fen çok ilerledi, dev sanayiler kuruldu. Uzay yolculuğuna başlandı. Fakat, hiçbirinde huzur sağlanamadı. Patronların israfı ve sefaheti, işçilerin sefaleti giderilemedi. Komünistlerde devlet, milleti yıllarca sömürdü. Milyonlarca insan, boğaz tokluğuna, aç, çıplak çalıştı. Zalim, kan dökücü bir azınlık, bunların sırtından geçindi. Saraylarda zevk ve safa sürdüler, her kötülüğü yaptılar. Fakat, her türlü teknik gelişmeye rağmen, İslâm dinine uymadıkları için rahata, huzura kavuşamadılar. İslâm ülkeleri de, medeniyette, fende geri kaldıkları için, İslâm ülkelerinde de, Osmanlıdan sonra huzur sağlanamadı. Medenî olmak için Medenî olmak için, dinimizin bildirdiği ibadetler yapıldığı gibi, fende, teknikte çalışmak, başarmak lazımdır. Çünkü Kur’an-ı kerim ve hadis-i şerifler, fende, sanatta ilerlemeyi emrediyor. Mesela, hadis-i şerifte, (Allahü teâlâ, fende ilerleyen, sanat sahibi olan kulunu elbette sever) buyuruldu. Başka bir hadis-i şerifte de, (Allahü teâlâ, kulunun sanat sahibi olduğunu görmeyi elbette sever) buyuruluyor. Dünya tarihlerinin sözbirliği ile överek yazdığı, gözleri kamaştıran İslâm medeniyetini, İslâm dinine uyanlar meydana getirdi. Fakat, medenî olmak için, yalnız bunu başarmak yetişmez. Kazanılan nimetlerin, adaletle paylaşılması, çalışanın emeğine, hakkına kavuşması lazımdır. Bu adalet de, ancak dine uymakla elde edilir. Bugün Avrupa, Amerika çalışma prensipleri açısından İslâmiyete uygun olarak çalıştıkları için, işlerinde başarılı oluyorlar. Fakat, kazançlarını Kur’an-ı kerimdeki adalet esaslarına göre paylaşmadıklarından rahata, huzura kavuşamıyorlar. Sınıf mücadelesinden kurtulamıyorlar. Kur’an-ı kerime uymayanlar, aslâ mesut olamaz. Uyanlar, müslüman olsa da, olmasa da, inansa da, inanmasa da, uydukları kadar, dünyada faydasını görür. İnanarak uyanlar ise, hem dünyada, hem ahirette faydasını görürler. Dünyada, rahat, huzur içinde yaşarlar. Fen bilgileri, rahat için, huzur için, medeniyet için lazım olan vasıtaları, sebepleri hazırlar. Din bilgileri de, fennin hazırladığı aletlerin, rahat için, huzur için ve medeniyet için kullanılabilmelerini sağlar. Asırlardır, İslâm devletleri, insanlığa gerçek medeniyeti gösterdiler. Bugün kökünü kazımak için her türlü işkenceyi reva gören Avrupa’yı, Ortaçağ karanlığından kurtaranlar müslümanlar oldu. Müslümanlarla yakın münasebetlerinin olmadığı hâllerini, kendileri anlatıyorlar. Hissiyatına kapılmadan, gerçekleri dile getiren tarihçi John W. Draper bu gerçeği şöyle itiraf ediyor: “O zamanki Avrupa tamamiyle barbardı. Hıristiyanlık, onları barbarlıktan kurtaramamıştı. Vahşî bir hayatları vardı. Pislik içinde yaşarlardı. Kafaları, hurafelerle doluydu. Doğru dürüst düşünmek özelliğine bile malik değildiler. Adi, basit kulübelerde yaşarlardı. Eğer kulübenin zemininde veya duvarlarında bir hasır örtüsü varsa, bu büyük bir zenginlik işareti sayılırdı. Yedikleri, yabanî fasulye, havuç gibi sebzeler, bazı otlar, hatta bazan ağaç kabuklarıydı. Elbise olarak, uzun müddet dayandığı için dabağlanmamış hayvan postları kullanıyorlar ve bunun için çok pis kokuyorlardı. Müslümanlardan öğrendiler Müslümanlar gelince, onlara, her şeyden önce temizliği öğrettiler. Müslümanlar, günde beş defa yıkanıyorlardı. Onların da günde hiç olmazsa bir kere yıkanmasını sağladılar. Sonra, onların üzerinden pis kokulu, parça parça olmuş, bitlerle dolmuş olan hayvan derilerini çıkarıp atarak, onlara güzel kumaşlardan, renkli ipliklerden örülerek yapılmış olan kendi elbiselerinden verdiler. Onlara yemek pişirmesini, yemek yemesini öğrettiler. İspanya’da evler, konaklar, saraylar inşa ettiler. Mektepler, hastaneler kurdular. Üniversiteler tesis ettiler. Bu üniversiteler, bütün dünyaya bir nur kaynağı oldu. Her tarafta bahçeler yaptılar. Memleket, güllük gülistanlık oldu. Vahşî Avrupalılar, bütün bunları ağzı açık, şaşkınlık ve takdirle gördüler ve yavaş yavaş medenî olmaya başladılar.”
Saadete kavuşmak için 18 Şubat 1998
Peygamberin rehberliği şarttır. Peygambersiz de dini yaşamanın mümkün olduğunu sanmak, peygamberi devre dışı bırakmak, en büyük cehalettir. Cehalet değilse hıyanettir. Ahirette azaplardan kurtulmak, sonsuz saadete kavuşmak, ancak Muhammed aleyhisselama tâbi olmaya bağlıdır. Onun gösterdiği yolda giden, Allahü teâlânın sevgisine kavuşur. Ona tâbi olan, Allahü teâlâya sadık kul olmak saadetine erer. Dünyaya gelmiş olan yüzyirmidörtbinden fazla peygamberin en büyükleri, Ona tâbi olmayı istemiştir. Hz. Musa, Onun zamanında bulunsaydı, o büyüklüğü ile beraber, Ona tâbi olmayı severdi. Hz. İsa’nın gökten inip, Onun yolunda yürüyeceğini herkes bilir. Onun ümmeti olan müslümanlar, Ona tâbi oldukları için, bütün insanların hayırlısı ve en iyileri oldu. Sadece akıl kâfi değildir Her ümmet, peygamberine tâbi olmakla kurtuldular. Allahü teâlâ, insanlara dünyada ve ahirette faydalı olan şeyleri, zararlılarından, peygamberleri aracılığı ile ayırt etti. Eğer bu şerefli peygamberler gönderilmeseydi, insan aklı, Allahü teâlânın var olduğunu anlayamazdı. Allahü teâlânın büyüklüğünü kavramaya ulaşamazdı. Peygamberlerin haber verdikleri; Allahü teâlânın üstün sıfatlarının var olduğu, peygamber gönderdiği, meleklerin günahsız olduğu, öldükten sonra dirilmek olduğu, cennette sonsuz nimetler, iyilikler ve cehennemde azaplar bulunduğu ve İslâmiyetin bildirdiği daha nice şeyler, akıl ile anlaşılamaz. Bunlar, peygamberlerden işitilmedikçe, insanların kısa akılları ile bulunamaz. Yunan felsefecileri ve diğer felsefeciler, “Akıl hiç şaşmaz, herşeyin doğrusunu anlar” dediler. Aklın herşeye ereceğini, sınırsız olduğunu sandılar. Aklın eremediği şeyleri de, akıl ile çözmeye kalkıştılar. Hâlbuki akıl, dünya bilgilerinde bile yanılıyor. Ahiret bilgilerini ise, hiç anlayamıyor. Akıl, duygu organları ile anlaşılamayan şeyleri bulabildiği gibi, aklın eremediği şeyler de peygamberlerin bildirmeleri ile anlaşılır. Akıl, his organlarının üstünde olduğu gibi, peygamberlik de, akıl kuvvetlerinin üstündedir. Akıl kuvvetlerinin varamadığı şeyler, peygamberlerin bildirmeleri ile öğrenilir. İnsanları var eden ve varlıkta kalabilmeleri için lazım olan her nimeti gönderen, Allahü teâlâdır. İyilik edene şükretmek lazım olduğunu herkes bilir. Allahü teâlânın nimetlerine nasıl şükredileceğini bilmek için de, yine peygamberler lazımdır. Onların bildirmediği şükür ve saygı, Ona layık olmaz. Ona nasıl şükür olunacağını, insan bilemez. Ona karşı saygısızlık olan birşeyi, şükretmek ve saygı sanabilir. Şükredeyim derken, saygısızlık yapabilir. Bunlar İlâhî kitaplardan da tam olarak öğrenilemez. Öğrenilen bilgiler eksik kalır. Mesela, Peygamber efendimiz bildirmeseydi, açıklamasaydı, Kur’an-ı kerimi okuyup, Allahü teâlânın emrettiği şekilde ibadet etmemiz mümkün olmazdı. Kur’an-ı kerimde, “Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır (mal) bırakacaksa, anaya, babaya, yakınlara münasip şekilde vasiyette bulunmak, Allahtan korkanlar üzerine bir borçtur” buyurulmaktadır. Bu ayette ana, baba ve yakınlara vasiyet şart kılındığı hâlde, yüce Allah, Hz. Peygamber vasıtasıyla böyle bir vasiyeti neshetmiştir. Bu konudaki hadis-i şerif şudur: “Bilin ki, Allah, her hak sahibine hakkını vermiştir. Artık mirasçı lehine vasiyet yoktur.” Hz. Peygamber bildirmeseydi... Keza Kur’an-ı kerimde, “Ey iman edenler! Namaza kalktığınız zaman...” buyurularak, namaza kalkıldığı zaman, abdest alınması emir buyurulmuş. Eğer Hz. Peygamber açıklamasaydı, buradan her namaz için ayrı abdest almanın lazım olduğu anlaşılırdı. Ancak Hz. Peygamber vasıtasıyla bir tek abdest ile birkaç namazın kılınabileceği gösterilmiştir. Hatta Hz. Peygamberin bir tek abdest ile beş vakit namazı kıldığı sabittir. Demek ki, dini öğrenmede, tatbikte peygamberin rehberliği şarttır. Peygambersiz de dini yaşamanın mümkün olduğunu sanmak, peygamberi devre dışı bırakmak, en büyük cehalettir. Cehalet değilse hıyanettir.
Siz hangi gruptansınız? 13 Mart 1998
Karamsar insanlara göre sanki gerçek başarı, şanslı olan veya bazı konularda talihi olan başka insanlara aittir. Böyle insanları kolaylıkla belirleyebilirsiniz. azı insanlar vardır, karamsarlık ruhuna işlemiştir. Bunlara, bulunduğu yerden ileriye bir adım attıramazsınız. Sanki kendini tutkalla bulunduğu yere yapıştırmıştır. Bu tip insanlar, sadece kendilerini yapıştırmakla kalmaz, eline aldığı tutkal kutusu ile herkesi bulundukları yere yapıştırmaya çalışırlar. İnsanlar üç gruba ayrılır: Birinci grup: Tamamıyla kuşatılmış olanlar. İnsanların büyük bir çoğunluğu, sahip olunması gereken hiçbir şeye sahip olmadıklarından, içlerinin derinliklerinde ikna olmuş hâldedirler. Hâllerine peşinen razı olmuşlardır. Sanki gerçek başarı, şanslı olan veya bazı konularda talihi olan başka insanlara aittir. Böyle insanları kolaylıkla belirleyebilirsiniz. Çünkü kendi statülerini haklı çıkarmak için, ellerinden geleni yapar ve durmadan ne kadar mutlu olduklarını, hâllerinden ne kadar memnun olduklarını söyler dururlar... Bunlar maalesef toplumda çoğunluktadırlar. Vasat insanlar İkinci grup: Kısmen kuşatılmış olanlar. Nispeten daha küçük olan bu grup, yetişkinlik dönemine, başarıya ulaşabileceklerine dair kayda değer bir ümit ile girerler. Bu insanlar kendilerini hazırlar, çalışır, plân yapar. Ancak beş-on sene geçince, direnç büyümeye başlar. Üst düzey görevleri için mücadele etmek, oldukça çetin görünür. Bu gruba giren insanlar, bundan sonra büyük başarılar elde etmek için, enerji sarfetmenin bir anlamı olmadığına karar verir. Bunlar, şu tip bir mantık yürütürler: “Ortalamanın üstünde kazanıyoruz ve ortalamanın üstünde yaşıyoruz. Kendimizi neden zora sokalım ki?” Aslında bu gruptaki insanlar birtakım korkular geliştirmiştir: Başarısız olma korkusu, sahip olduklarını kaybetme korkusu... Bu insanlar sahip olduklarıyla tatmin olmamışlardır, çünkü içlerinde, derin bir yerde kuşatılmış olduklarının farkındadırlar. Bu grupta birçok zekî ve yetenekli insan vardır. Bunlar ayağa kalkıp koşmaktan korktukları için, hayat boyunca emekleyerek ilerlerler. Üçüncü grup: Hiçbir zaman kuşatılmamış olanlar. Belki de toplumun yüzde iki veya üçünü oluşturan bu grup, karamsarlığın hakimiyetine izin vermez, bastırıcı güçlerin kuşatmasına inanmaz, emeklemeye tahammül edemez. Aslında hepimiz üçüncü grupta olmayı isteriz. Her yıl daha çok başarı elde eden, işleri yapan ve sonuç alan grupta... Bu gruba girmek veya içinde kalmak, çevremizde tüm bastırıcı güçlere karşı mücadeleye bağlı. Unutmayalım. Bize bir şeyin yapılamayacağını söyleyen insanlar, hemen her zaman başarısız insanlardır. Bir şeyi yerine getirme açısından olsa olsa sıradan veya ortalama seviyededirler. Bu tür insanların fikirleri zehirleyicidir. Sizi bir şeyin yapılamayacağına ikna etmeye çalışan insanlara karşı bir savunma geliştirin. Şu konuda özellikle dikkatli olun: Olumsuz düşüncelere sahip olan insanların, sizi başarıya götürecek plânları yok etmesine izin vermeyin. Karamsar insanlar, her yerdedir ve diğer insanların olumlu gelişmelerini sabote etmekten çok hoşlanırlar. Sakın hata yapmayın! Bu konuda sakın hata yapmayın! Kurduğunuz arkadaşlıklar sizi tanımlar. Tencere düşer kapağını bulur. İş arkadaşlarının hepsi aynı değildir. Bazıları olumsuz, bazıları ise olumludur. Bazıları çalışır, çünkü çalışmak zorundadır. Diğerlerinin ise hırsları vardır ve ilerlemek için çalışırlar. Bazıları patronun söylediği veya yaptığı her şeyde küçümseyecek bir taraf bulur. Diğerleri çok daha yenilikçidirler ve iyi bir lider olmadan önce, iyi bir takipçi olmak zorunda olduklarını anlarlar. Hedefleri her zaman üçüncü grup insan olmaktır. Çünkü, insanın dünyasını ve ahiretini kurtarmada, çevresine faydalı olmada bu hedefin rolü büyüktür. Lider durumunda olan bir insanın, bir firmanın getireceği ses farklı olur. Üçüncü gruba yükselebilmek için, bu gruptaki insanların beraber olmak ve yenilikleri, gelişmeleri adım adım takip etmeleri gerekir. Yeniliklere, gelişmelere kapalı olanlar, kendilerini yarı açık ceza evine hapsetmiş olurlar. Böyle kimselerin, “Benim burada ne işim var” demeye hakkı olmaz
.
.Gayrimüslimlerin inancı 1 Nisan 1998
Muhammed aleyhisselama inanmamış olan, Allaha da inanmamış olur. Allahü teâlâ, son peygamberi Muhammed aleyhisselama inanmayan kimselerin imanını, inanma olarak kabul etmemektedir. Dünya ve ahiret saadetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünya ve ahiretin efendisi olan Muhammed aleyhisselama tâbi olmaya bağlıdır. Muhammed aleyhisselama inanmamış olan, Allaha da inanmamış olur. Allahü teâlâ, kendisine inandığını söyleyip de, son peygamberi Muhammed aleyhisselama inanmayan kimselerin imanını, inanma olarak kabul etmemektedir. Bunlara kıymet verilmemesini istemektedir. Çünkü, imanın muteber olması için, Kur’an-ı kerimin bize bildirdiği çerçeve içinde olması lazımdır. Nedir bu iman? Kısa ve öz olarak şöyle: Allah birdir, doğmamış ve doğurulmamıştır. Hiçbir şeye muhtaç değil, aksine herşey kendisine muhtaçtır. Eşi ve ve ortağı yoktur. Allaha imanın şartları Bu şartlar, ehl-i kitapta, yani Yahûdi ve Hıristiyanlardaki Allah inancında yoktur. Bunu, şu ayet-i kerimeler haber vermektedir: (“Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih’tir” diyenler, andolsun ki, kâfir olmuşlardır.) (Andolsun, “Allah üçün üçüncüsüdür” diyenler kâfir olmuşlardır.) (Yahûdiler, “Üzeyr Allahın oğludur” dediler. Hıristiyanlar da, “Mesih Allahın oğludur” dediler.) (Yahûdiler Allahı bırakıp hahamlarını ve Hıristiyanlar da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rabler edindiler. Hâlbuki onlara, ancak tek İlâha kulluk etmeleri emrolundu. Ondan başka ilâh yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.) Bu ve benzeri ayetler, Allah inancının muteber ve makbul olabilmesi için şirkten arınmış olmasının ve Allaha, şanına yaraşan sıfatların izâfe edilmesinin şart olduğunu göstermektedir. Bu temel şarta herhangi bir noktada aykırılık taşıyan iman iddiası boştur, makbul değildir. Hıristiyanların ortaya koydukları “Üçlü ilâh modeli” ile Kur’anın bildirdiği ilâh anlayışını yan yana koymak mümkün değildir. Şu ayet-i kerimeler de bunların imanlarının geçerli olmadığını açıkça ortaya koymaktadır: (Allahı ve peygamberlerini inkâr edenler ve [inanma hususunda] Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyip, “Bir kısmına inanırız, bir kısmını inkâr ederiz” diyenler ve bunlar arasında [iman ve küfür] bir yol tutmak isteyenler yok mu? İşte gerçek kâfirler bunlardır.) ([Resulüm] de ki: “Eğer Allahı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.”) Dikkat edilirse bu ayette, Allahın insanları sevmesi ve günahlarını bağışlaması, insanların Hz. Peygambere itaatine bağlanmıştır. Başka bir ifade ile Hz. Peygambere itaat etmeyen kimse, Allahı sevmiyor ve Allah tarafından sevilmiyor demektir. Allahü teâlâ Hz. Musa’ya, (Azabıma dilediğimi uğratırım. Merhametim, her şeyi kaplamıştır. Bu rahmetim, [ahirette] müttekîlere [küfürden ve günahlardan sakınanlara], zekâtlarını verenlere ve bizim ayetlerimize iman edenleredir. Onlar, ümmi bir Peygamber olan Resule tâbi olurlar. O resulün [ismini ve vasıflarını] yanlarında bulunan Tevrat ve İncil’de yazılmış bulurlar. O Peygamber iyiliği, imanı emreder ve kötülüğü, küfrü nehyeder. Temiz şeyleri helal ve murdar şeyleri haram kılar. Onların yüklerini indirir ve ağır külfetleri hafifletir. Bu Peygambere inanan, Ona tazim eden, Ona yardım eden, Onunla gönderilen nura [Kur’an-ı kerime] uyanlar, işte onlar, sonsuz saadete kavuşacak olanlardır.) Bu ayetlerde doğrudan ehl-i kitaba hitaben, Hz. Peygambere iman etmeleri emir buyurulmakta ve bu emre uymayanların akıbetlerinin sonsuz cehennem olacağı bildirilmektedir. Peygamberi kabul etmemek! Aslında peygamberlerden birini inkâr etmenin sonu, zorunlu olarak şu iki kapıdan birine çıkar: Ya kendisine inanılmayan, tekzip edilen peygamber yalancıdır. Veya doğru söylediğine, getirdiği mesajın hak olduğuna inanılır, fakat peygamber olduğuna inanılmaz. Bu iki şıktan her birinin, neticede doğrudan Allahı yalanlamaya gideceği açıktır. Çünkü hiçbir peygamber, insanlara Allahtan almadığı bir mesajı, “Bu Allahtandır” diye iletmez ve her peygamber, ancak kendisine itaat edilsin diye gönderilmiştir. Şu hâlde peygamberi yalanlamak ile Allahı yalanlamak arasında herhangi bir fark yoktur. Dolayısıyla aklı başında olan bir kimsenin, böyle bir fikri savunması mümkün değildir. Aklı başında olduğu hâlde savunuyorsa, bu savunmasının altında başka şeyler aramak gerekir.
Dinde eksiklik yok 2 Nisan 1998
Mâide suresinin üçüncü ayetinde mealen, “Bugün dininizi sizin için ikmal eyledim. Üzerinize olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâmiyeti vermekle razı oldum” buyuruldu. İslâmiyet son dindir. Ahirete kadar insanların her ihtiyaçlarını karşılayacak durumdadır. Eksik kalmış hiçbir tarafı yoktur. Çünkü, Mâide suresinin üçüncü ayetinde mealen, (Bugün dininizi sizin için ikmal eyledim. Üzerinize olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâmiyeti vermekle razı oldum) buyuruldu. Dinin eksik taraflarının bulunduğunu söylemek, bu ayet-i kerimeye inanmamak olur. İctihad derecesinde olan yüksek âlimler, dinin hükümlerini açığa çıkarmışlardır. Dinden olmayan şeyleri meydana çıkarmış değillerdir. Mezhep imamlarının, ictihad yolu ile bildirdikleri hükümler, sonradan meydana çıkarılmamıştır. Dinden olan, dinin temeli olan şeylerdir. Çünkü, din bilgilerinin temellerinin dördüncüsü, kıyas, yani ictihaddır. Hz. Peygamberin rehberliği şart Bunun için, “Kur’an’da belirtilmemiş olan hususlar, zaman ve çevre faktörlerine göre değişir. Değişen zaman ve çevre şartlarına göre hükümler yeniden düzenlenir” gibi abuk sabuk fikirler, dinin ikmal edilmediği, noksan olduğu manasına gelir. Çünkü, Kur’an-ı kerimde belirtilmemiş olan hususların uygulanmasının zaman ve çevre şartlarına göre düzenleneceği kuralı Kur’an’da belirtilmemiştir. Ayrıca, böyle düşünenler, bu prensibin sınırlarını ve çerçevesini nasıl tayin edecekler? Kur’an-ı kerimde nasıl uygulanacağı, ayrıntılarıyla belirtilmeksizin, sadece yapılması emredilmiş bulunan namaz, oruç, hac, zekât gibi temel ibadetlerin zaman, şekil, miktar vs. ile ilgili boyutları nasıl belirlenecektir? Bu durumda ortaya çıkacak karışıklık, bu en temel konularda bile içinden çıkılamayacak kaoslar oluşturmayacak mıdır? Mesela, birisi bu prensipten hareketle, zekâtın miktarlarını değiştirmeye kalksa veya “Zekâtta miktar önemli olsa idi açıkça bildirilirdi. Bildirilmediğine göre miktar önemli değil, gönlünden ne koparsa ver” dese; haccın ömründe bir defa yerine getirilmesini yeterli görmeyip, her yıl hacca gidilmesi gerektiğini söylese veya senede bir defa kalabalık oluyor, senede iki defa gidilmeli dese, namazların rekât adetlerini ve haccın şartlarını değiştirmeye kalkışsa, ortada din diye bir şey kalır mı? Bu ve benzeri diğer konularda Hz. Peygamberi devreden çıkartmakla, dinin özüne müdahale etmek arasında herhangi bir fark var mıdır? Allahü teâlâ dinin emir ve yasaklarının bir kısımını doğrudan Kur’an vasıtasıyla, bir kısmını da Hz. Peygamber aracılığıyla biz kullarına iletmiştir. İslâm dininin hükümleri, sadece Kur’an-ı kerimde yer alan hususlardan ibaret değildir. Hz. Peygamber’in görevi, sadece Kur’an-ı kerimde lafzen yer alan hususların tebliği değildir. Kur’anda kapalı olarak yer almış namaz, zekât gibi hususların beyanı ve Kur’anda lafzen belirtilmemiş kimi hükümlerin, bizzat göstererek tebliği de Onun peygamberlik görevinin ayrılmaz bir parçasıdır. Hz. Peygamberin, dinin tebliğine ilişkin olan tavır ve davranışları vahiy iledir. Bunun için hatadan korunmuştur ve Müslümanları bağlayıcıdır. Burada, özellikle dinin tebliğine ilişkin olan tavır ve davranışları, doğrudan dinin özüne ilişkin olan bu tasarrufları, kıyamete kadar gelecek olan bütün bir ümmeti bağlayıcı mahiyete bürünmüştür. Hz. Peygamberin tasarrufları Gerek Hz. Peygamberden, gerekse diğer peygamberlerden herhangi birisinin bu türlü bir tasarrufta bulunduğunu söyleme noktasına gelmiş, yani peygamberin bildirdikleri bizi bağlamaz düşüncesinde olan bir kimse, kelime-i şehadet getirip yeniden iman etmelidir. Zira böyle bir inanış, imanın şartlarından biri olan peygamberlere iman şartını kabul etmemiş demek olur. Şu hâlde hüküm koyma alanına ilişkin olsun veya diğer hususlarda olsun, “Dinin tebliği” ile ilgili bütün davranış ve sözlerin vahiy ile olduğu âşikâr olan Peygamberin, Kur’an-ı kerim dışında hüküm vazetmesinden daha tabiî ve gerekli birşey olamaz. Çünkü, Kur’an-ı kerimdeki hükümleri de, Kur’an-ı kerimin dışındaki vahiy ile bildirdiği hükümleri de bildiren Allahü teâlâdır.
.Dine ilave olmaz 17 Nisan 1998
Dine ilave yapan, Resulullahın bildirdiklerinde eksik veya fazlalık bulmuş olur. Hâlbuki dinde eksiklik olmaz. “Böyle yapılırsa daha iyi olur” demek, Resulullahın bildirdiğini beğenmemek olur. Bid’at, sünnete yani, Muhammed aleyhisselamın bildirdiği din bilgilerine muhalif olan, ters düşen, itikad ve amel ve sözler demektir. Resulullah efendimiz ve eshabı zamanında olmayıp da, daha sonra ortaya çıkan ve ibadet olarak yapılan şeyler demektir. Allahü teâlâ, kullarını kendisine ibadet etmek için yarattı. İbadet, insanın Rabbine, yaradanına hakir, âciz, muhtaç olduğunu göstermesidir. Bu da, her aklın, nefsin ve âdetlerin güzel ve çirkin dediklerine uymayıp, Rabbin güzel ve çirkin dediklerine teslim olmak ve Rabbin gönderdiği Kitaba ve peygamberlere inanmak ve bunlara tâbi olmak demektir. Bir insan, bir işi, Rabbinin izin verdiğini düşünmeden, kendi görüşü ile yaparsa, Ona kulluk yapmamış, Müslümanlığın icabını yerine getirmemiş olur. Dine ilave yapılmış olur. Resulullahın bildirdiklerinde eksik veya fazlalık bulmuş olur. Hâlbuki dinde eksiklik olmaz. “Böyle yapılırsa daha iyi olur” demek, Resulullahın bildirdiğini beğenmemek olur. O şey reddolunur Bu iş, itikadda, inanmakta ise ve inanılması lazım olduğu sözbirliği ile bildirilmiş olan şeylerde ise, bu inanışı, “Küfre sebep olan bid’at” olur. Bu iş, itikadda olmayıp da, yalnız dinden olan sözde ve işte kalırsa, fısk, büyük günah olur. Hadis-i şerifte, (Bir kimse, dinde olmayan birşey meydana çıkarırsa, bu şey reddolunur) buyuruldu. Bu hadis-i şerif gösteriyor ki, dinden olmayan bir itikad, bir söz, bir iş, bir hâl ortaya çıkarılır ve bunun din ve ibadet olduğuna inanılırsa, yahut İslâmiyetin bildirmiş olduklarında bir fazlalık veya noksanlık yapılırsa ve bunu yapmaktan sevap beklenirse, bu yenilikler, değişiklikler, (Bid’at) olur. İslâmiyete uyulmamış, ona iman edilmemiş olur. Dinde, ibadette olmayıp, âdette olan yenilikler, yani yapılırken sevap beklenilmeyen değişiklikler bid’at olmaz. Mesela, yemekte, içmekte, seyahat ve taşıma vasıtalarında, binalarda yapılan yenilikleri, değişiklikleri dinimiz reddetmez. Bunun için, yemeği masada, ayrı tabaklarda yemek, otomobile, uçağa binmek, her çeşit bina, ev ve mutfak eşyası kullanmak ve bütün fen bilgileri ve fen aletleri, fen işleri, dinde bid’at değildir. Bunları yapmak ve faydalı yerlerde kullanmak câizdir. Hatta, farz-ı kifayedir. Mesela radyo, TV, hoparlör, elektronik makineler yapmak ve bunları ibadetlerin dışında kullanmak câizdir. Fakat, ibadetlerde kullanmak, mesela, radyo veya TV’deki imama uyup namaz kılmak, ibadetin şeklini değiştirmek olur, bid’at olur. Böyle kılınan namaz kabul olmadığı gibi, ibadet değiştirildiği için, ayrıca büyük günaha girilmiş olur. Enes bin Malik hazretleri, birgün ağlıyordu. Sebebi sorulduğunda dedi ki: - Şimdiki insanların çoğu, namazın şartlarını, vaciplerini, sünnetlerini, müstehaplarını yerine getirmiyor, mekruhlarından, müfsidlerinden, bid’atlerinden sakınmıyorlar. Onun için ağlıyorum. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Bir ümmet, peygamberi öldükten sonra, dinde bid’at yaparsa, buna benzer bir sünneti kaybeder.) Yani, küfre sebep olmayan bir bid’at yapılırsa, bunun cinsinden bir sünneti terk ederler. Tevbesi kabul olmaz Bir hadis-i şerifte, (Bid’at sahibi, bid’atini terk etmedikçe, tevbe etmesini Allahü teâlâ nasip etmez) buyuruldu. Yani, bir kimse, bir bid’at ortaya çıkarırsa veya başkasının çıkarmış olduğu bir bid’ati yaparsa, bu bid’ati iyi bildiği ve karşılığında sevap beklediği için, bundan tevbe edemez. Bir hadis-i şerifte de, (Dinde bid’at olan birşeyi yapan, bu bid’ati, Allah rızası için terk etmedikçe, Allahü teâlâ, onun hiçbir amelini kabul etmez) buyuruldu. Yani, itikadda veya amelde veya sözde yahut ahlâkta bid’at olan birşeyi yapmaya devam edenin, bu cinslerden ibadetleri sahih olsa da, hiçbirini kabul etmez. İbadetlerinin kabul olması için, bu bid’ati, Allahtan korkarak ve Onun rızasına kavuşmak için terk etmesi lazımdır.
Altı asırlık çınar 22 Ocak 1999
Osmanlı Devleti, tam yedi asır önce 27.1.1299 tarihinde kuruldu. Yıl boyunca, bu çok önemli kuruş yıldönümünü devletçe, milletçe görkemli törenlerle anacağız. İlim adamlarınca, Osmanlıyı Osmanlı yapan, altı asırdan fazla ayakta kalmasını sağlayan değerler ortaya atılacak, tartışılacak... Osmanlılar, çeşit çeşit dillerde; başka başka adet ve ananelere bağlı olan milyonlarca insanı, aralarındaki farkları bıraktırarak, bir inanç veya fikir etrafında toplayıp, muazzam bir imparatorluk kurmuşlar. Bu muazzam iş nasıl yapıldı, nasıl başarıldı ? Öncelikle bunu iyi bilmek lâzımdır. Çokları bunun kaba kuvvetle yapıldığını zanneder. Halbuki, Osmanlıların bu başarısı yalnızca askeri değildi. Yani kaba kuvvete dayanmıyordu. Askeri yöntem Osmanlıların başvurdukları en son çare idi. Öyleyse, onları mefkurelerine ulaştıran ve uzun ömürlü kılan esas amiller nelerdi? Bu başarıyı kazanmakta nasıl ve hangi metodları kullanmışlardı? Başarılı olmalarını sağlayan birçok metodları vardı. Bu metodlardan biri, belki de en önemlisi örnek bir hayat sunmalarıdır. Anadolu’da yerli halka, gerek inançları ve töreleri, gerekse daha geniş ifadesi ile kültürleri üzerinde herhangi bir baskı uygulanmamıştır. Oortaçağda Avrupa’da görülen engizisyonlar ve benzeri uygulamalar, İslam aleminin hiçbir devrinde görülmediği gibi, Osmanlılarda da ne devlet ve ne de diğer ileri gelenlerce veya belli bazı teşkilatlarca bilinen ve uygulanan şeyler değildi. Aksine tam bir inanç hürriyeti hakimdi. Çünkü, İslamiyetin, “Dinde zorlama yoktur” prensibine Osmanlılar sadık kalıyorlardı. Kimse Müslüman olmaya zorlanmıyordu. Yaptıkları tek şey; yerli halk arasına Müslüman Türklerin getirilerek yerleştirilmesi, kendi inançlarının gereğini en arı ve duru haliyle yaşamak suretiyle onlara bir alternatif sunmaları idi. Bu şekilde, yerli halk, kendi hayat tarzları ile Müslüman Türklerin hayat tarzlarını görüp, mukayese yapabilme fırsatına sahip kılınmış oluyorlardı. Bu gaye ile Yıldırım Bayezid, İstanbul’u muhasara ettikten bir müddet sonra Timur Han ile araları açılınca, muhasarayı kaldırmak için Bizans ile anlaşırken koydurduğu anlaşma maddelerinden birisinin gereği olarak İstanbul’un Sirkeci kesiminde, Taraklı, Göynük ve Karadeniz sahillerinden 700 hanelik bir Müslüman-Türk mahallesi kurdurmuştur. Bu tür faaliyetlerin asıl maksadı İslam ahlâkını gayrı müslimlere tanıtmaktır. Bu tanıtma faaliyetlerine baskı denilemeyeceği gibi, propaganda demek bile güçtür. Çünkü, hiçbir propaganda ve hiçbir reklam gerçeğin yüzde yüz ifadesi değildir. Bu örnek yaşayış ise gerçeği aynen yansıtmaktır. Sadece Anadolu’nun değil, birçok ülkenin fethinde, İslâmın güzel ahlâkı ile bezenmiş kimselerin büyük rolü olmuştur. Resulullah efendimiz, Hudeybiye anlaşmasını, bütün olumsuz maddelerine rağmen, bir maddesi için kabul etmişti. Bu madde, Müslümanların müşriklerle rahatça görüşebilmelerini sağlamaktaydı. Bu görüşmeler ile birçok müşrik Müslüman olmuştu. Bir şeye inandırmanın en kolay, en sağlam yolu, görerek yaşıyarak örnek olmaktan geçer. Mesela eskiden Alperen denilen kimseler vardı. Bunların her biri, tasavvuf büyüklerinin sohbetlerinde, dergahlarda yetişmiş kimselerdi. Dinimizin güzel ahlakı ile bezenmişlerdi. Hal ile, söz ile, yaşayış ile örnek kimselerdi. İslamiyeti yaymak için kendilerini adamışlardı. Eshab-ı kiram gibi geri dönmemek üzere çeşitli memleketlere dağılmışlar, oralarda İslamiyeti tanıtmakla ömürlerini tamamlamışlardı. Ta Semerkant’tan, Buhara’dan kalkıp Anadolu’ya, Rum diyarına gelmişlerdi. Netice olarak, Osmanlı Devleti’nin hızlı bir şekilde gelişip yayılması, gönüllerde taht kurarak üç kıtaya hakim olması, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük ve güçlü devletlerinden birisi haline gelebilmesi, İslam ahlâkına sımsıkı sarılmalarının neticesidir. İslam ahlâkını güzel metotlarla tatbik etmelerinin neticesidir... Böyle olmasaydı, bu devletin böylesine güçlenip, adalet ve huzur içinde yaklaşık 6 asır ayakta kalması mümkün olamazdı. Bu hususta Osman Gazinin vasiyeti ibretli bir vesikadır. Yarın da bu konuya temas edeceğim inşaallah..
.
Biraz medeni cesaret 29 Ocak 1999
Millet olarak eksik yanlarımızdan biri de, haklarımıza sahip çıkmamak, yanlışlık veya haksızlık karşısında tepkimizi göstermemek... İşi oluruna bırakmak... Herhalde bu eski terbiyenin, eski alışkanlıkların eseri... Eskiden, hak aramak ayıplanacak bir davranıştı. Çünkü, kimse kimsenin hakkına tecavüz etmezdi. Aklından bile geçmezdi. Hatta, başkasının hakkını yemek bir tarafa, kendi zararını başkasının zararına tercih ederlerdi insanlar. Dolayısıyla haksızlık olmadığı için hak aramak da olmazdı. Herkes kesin olarak şunu bilirdi ki; ne devlet, ne de fertler, benim hakkımı yemezler, bana kasten zarar vermezler. Ya bugün?!.. Anlatmaya gerek var mı? Olup bitenleri hep beraber görüyoruz, seyrediyoruz, okuyoruz... Artık, “Hak verilmez söke söke alınır” devrindeyiz. Keşke böyle olmasaydık; ama gerçek bu. Bugün, vatandaş olarak hakkımızı aramak, tavrımızı, tepkimizi göstermek zorundayız; başka çare yok... Yıllar önceydi... Bir arkadaşla, durakta otobüs bekliyoruz. Daha 50- 100 metre uzakta iken, el kaldırıp durması için ikaz ettik. Belediye otobüsü durağa 30 m. kala durdu. Şoför, el kol hareketleri ile çağırdı bizi. Tam gitmek üzere iken, arkadaş, kolumdan tutup seslendi: - Dur! Neden buraya gelmiyor? Vatandaş durakla otobüs arasında mekik mi dokuyacak? Madem burası durak burda duracak. Burada durmazsa binmem! - Şimdi inatlaşma zamanı değil! Gel gidelim, biraz yürümekle ayağımız mı aşınacak? Baktım arkadaş kararlı... Zamkla yere yapışmışçasına kımıldamıyor. Otobüs biraz bekledi, bizden bir hareket görmeyince, bastı gaza gitti. Arkadaşa dönüp, “Şimdi ne olacak, kimbilir ikinci otobüs ne zaman gelecek?” demeye fırsat kalmadan, karşıda duran taksiye seslendi. Anladım hemen niyetini... “Yapma! Etme!” dedimse de nafile... Mecburen ben de bindim taksiye. Arkadaş hemen parayı çıkartıp, taksi şöförüne uzattı: - Şu ileride gördüğün belediye otobüsüne bizi yetiştir!.. Bu arada otobüs de diğer durağa varmıştı. Taksiden, otobüsün önünde indik. Şoför de bizi gördü. Arkadaş bir hışımla otobüse girdi. Sesi çıkabildiği kadar bağırıyordu: - Niçin durmadın? - Ne bağırıyorsun kardeşim. - Sana niçin durmadın diyorum? - Durdum ya, sizi çağırdım! - Bu durakları niçin yapmışlar? Eğer istediğiniz yerde durup kalkacaksanız bunları kaldırsınlar! Bizi bırakıp gittiğini gördükleri hâlde seslerini çıkartmayan yolcular da katıldı münakaşaya. Biz toplum olarak hep böyleyiz. Yeter ki biri öne çıksın. Gerisi gelir. - Şoför bey sen sus! Hiçbir şey söylemeye hakkın yok. Beyefendi haklı. - Zaten bu şoförler hep böyle. Ali kıran baş kesen bunlar... Şoför baktı olacak gibi değil. “Özür dilerim kabahat bende” diyebildi. Yolculardan biri bağırdı: - Özür dilemek yetmez! Beyefendinin taksi parasını da ver! Çıkarıp taksi parasını da verdi mecburen. Bizim arkadaş, savaş kazanmış komutan edasıyla oturdu yerine... Tebrik eden edene... Şimdi bu şoför bunu bir daha unutur mu? Durak dışında durur mu? Tabii ki hep tepki ile olmaz; iyi bir davranışta bulunanı da tebrik etmek lâzım. Bir yazarın iyi bir yazısından, gazetenin güzel bir haberinden, siyasetçinin örnek bir davranışından... dolayı kaçımız telefon açıp tebrik ettik, destek olduk? Vatanımıza, milletimize kasteden, dinimizle inancımızla alay eden kimseleri demokratik hakkımızı kullanıp kaçımız protesto etti? Telefon, faks vs. ile kaç kişi üzüntüsünü bildirdi? Şunu unutmayalım: Tebrik, iyiliklere gaz; protesto, kötülüklere frendir. Medeni cesareti olanların çoğalması lâzım. Hak sahipleri, haklarını gaspedenler kadar cesur olmadıkça toplum düzene girmez!..
Teknolojinin artıları eksileri 30 Ocak 1999
Elektriğin Türkiye’ye daha yeni yeni girmeye başladığı yıllarda, zamanın değerli bir ilim adamına sorarlar: - Her zaman söylerdiniz “Her yeni buluş muzırdır, zararlıdır” diye. Şimdi de aynı sözü söyleyecek misiniz? Elektrik de buna dâhil midir? Evinize elektriği ilk bağlatanlardansınız. Mum ışığından, gaz lâmbasından kurtuldunuz. Geceleriniz gündüz gibi oldu. İlmî çalışmalarınızı gece de rahat bir şekilde yapabiliyorsunuz... Cevabı şu olur: - Hüküm, ekseriyete göre verilir. İnsanlığa zararı mı fazla, yoksa faydası mı? Buna bakılır. Bakalım, zaman ne gösterecek? Rahatlıktan maksat nedir? Ruhî rahatlık mıdır, dünya rahatlığı mıdır, ahiret rahatlığı mıdır, yoksa hepsi midir? Bir de ona bakmak lâzım. Konuşmasına şöyle devam eder: - Her yeni buluş, ona kim hâkim ise, ona hizmet eder. İyi insanların elinde ise, çok kıymetli işlere vesile olur. Kötü insanların elinde ise, akıl almaz kötülüklere, zulümlere, vahşetlere sebep olur. Bugüne kadar, bu tür buluşlar, genellikle iyi insanların elinde değildi. Bunun için de insanların zararına kullanıldı. “Her yeni buluş muzırdır” sözü bu manada kullanılmıştır. Tabiî ki her sözün, her işin istisnası vardır. Temennimiz, bunun, istisnalardan olmasıdır. Bu değerli zatın dediği gibi, teknoloji, insanlığa maddî ve manevî olarak ne getirmiştir, karşılığında ne götürmüştür? Eksiler mi fazla, artılar mı? Bunun hesabı iyi yapılmalıdır. Günümüz insanı konfora çok alışmıştır. Teknolojinin bütün kolaylıkları emrine hazırdır. Bir düğmeye basmakla, odasını aydınlatabilmekte, odun kömür derdine düşmeden evini, iş yerini ısıtabilmektedir. Eskiden aylarca yolculuktan sonra gidilen yere, uçakla, birkaç saatte varabilmektedir. Eski insanların, belki yıllarca uğraşarak altından kalkamayacakları hesapları, birkaç dakika içinde bilgisayar vasıtasıyla sonuçlandırabilmektedirler. Günümüz insanı her türlü konfora sahip olup, bütün kolaylıklar elinin altında bulunmaktadır. Hâl böyle olunca, mantıken, bu insanın hiçbir sıkıntısı olmaması gerekir. Peki, gerçekten insanımızın hiçbir sıkıntısı yok mudur? Maalesef, her teknoloji beraberinde birçok sıkıntı getirmekte. Yıllarca kullanılan bir deterjan, günün birinde bakıyorsunuz ki, şimdiye kadar bilinmeyen bir hastalığa yol açıyor. Elektrikten tasarruf edeyim diye büronuzda kullandığınız flüoresan lâmba ile ilgili okuduğunuz bir haber, bakıyorsunuz, bu lâmbayı, gözünüzün ve cildinizin baş düşmanı olarak bildiriyor. Ayrıca, bütün dünyada, ahlâkı yok eden her türlü yayın vasıtaları elektrik sayesinde bu işi yapabilmekte. Yine gazete haberlerine bakıyorsunuz ki, belli bir yerde bulunma zorunluluğunu ortadan kaldıran cep telefonlarının, vücudumuza verdiği zarardan dolayı tazminat davaları açılmış. Teknolojik gelişmeler, bir yandan insana kolaylıklar sağlarken, bir yandan da onun sağlığını tehdit eden canavar kesilmektedir. Günümüz insanı, bu karmaşık yapı içinde öylesine şaşırtılmıştır ki, artık neyin kendisine yararlı, neyin zararlı olduğunu anlayabilmesi güçleşmiştir. Her yeni buluşun, çok geçmeden, hayatımız için bir tehlike teşkil ettiğini öğreniyoruz. Dünyanın neresinde olursa olsun, insanın yüzüne baktığınızda bir endişe, bir huzursuzluk görüyorsunuz hemen. Korkuyla karışık bir endişedir bu. Karşılaştığınız her insan, sebebini bilmediği karışık bir ruh hâli içinde. Bütün bunlardan sonra, insan, ister istemez düşünüyor. Bin sene önceki her türlü teknolojiden uzak, tabiatla başbaşa insan mı daha rahat ve huzurluydu, yoksa bugünün her türlü teknolojisine, konforuna sahip insan mı? Şu bir gerçek ki, kim ne derse desin, birinci şıkka “Evet” diyenlerin sayısı her gün hızla artmaktadır. Eskilerin, yorulma zahmetinden kurtaran otomobili, her türlü konfora haiz evi, anında dünyanın neresinde olursa olsun bir yakınına ulaşmasını sağlayan telefonu, dünyanın en ücra yerinde olan hâdiseyi gözünün önüne getiren televizyonu yoktu. Belki de zor şartlar altında bir kulübede, belki de bir çadırda yaşamasına rağmen, sabah kalktığında, bütün bedenî yorgunlukları gidiyordu. Yeni bir güne rahat ve huzur içinde giriyordu. Zamanımızın insanı, ipek böceği misali, kendini huzursuzluk ağı ile örüp hapsetmekte. Huzura açılan kapıları tek tek kapatmakta... Tıpkı ipek böceği gibi, yaptıklarının, kendi zararına olduğunu bilmeden..
. Prens Metternich’in tavsiyeleri 5 Şubat 1999
1840’lı yıllarda Osmanlı yeni bir sistem arayışına girmişti... Bir kısım devlet adamları, Fransa’nın, bir kısmı da Avusturya’nın örnek alınmasını istiyorlardı. İkinci grup; Fransa Cumhuriyet olduğu için bize uymaz, Avusturya imparatorluk olduğu için bize daha yakın diyorlardı. Fakat her iki grup da sistemin mutlaka değiştirilmesinde hemfikirdi. Bu tartışmalar yapılırken, Avusturya Başbakanı, Prens Metternich’in İstanbul’daki sefiri Appony Kontuna aracılığı ile gönderdiği tavsiye mektubu ortalığı allak bullak etti. Batılılaşma düşüncesiyle yanıp tutuşan devlet ricalini sarstı bu mektup... Reşit Paşa hükümetinin düşmesine sebep oldu. Aslında, bu nasihat diğerlerinden farklıydı; her şeyden önce dostçaydı. Sinsice değildi. Reçetenin bir Osmanlı devlet adamından değil de Hıristiyan bir devlet adamından gelmesi de manidardı. Şimdi bakalım Prens Metternich’in reçetesinde neler var?.. “İmparatorluk günden güne zayıflamakta ve çökmektedir. Bu bir gerçektir. Gizlenmesi mümkün olmayacak kadar açıktır. Bir an önce bunu masaya yatırıp çöküş sebepleri ve çöküşün nasıl durdurulabiliceği hususunun tartışılması gerekir. Bana göre, Osmanlıyı bu hale düşüren sebeplerin başında Avrupalılaşma zihniyeti gelir. Bunun temelinde, tam bir cehalet ve akıl almaz hayalperestlikten başka bir dayanağı olmayan ve ısrarla savunulan Avrupa kopyası reformlar yapma hevesi yatar. Osmanlı Devletine tavsiyemiz şudur: Hükümetinizi varlık sebebiniz olan dininize saygı esası üzerine kurunuz! Devlet olarak varlığınızın temeli, Padişahla Müslüman halk arasındaki en kuvvetli bağ, dindir. Zamana uyun, çağın ihtiyaçlarını dikkate alın. Fakat dinden uzak olmayın! İdarenizi yeni bir düzene, sisteme sokun, ıslah edin. Ama yerine size hiç de uymayacak olan müesseseleri koymak için eskilerini yıkmayın! Avrupa medeniyetinden sizin kanun ve nizamlarınıza uymayan kanunları almayın. Zira bu, sultanı, yıktığı ve yerine koyduğu şeylerin değerini bilmeme durumuna sokar. Avrupa uygarlığından, sizin kurumlarınızla uyuşmayan sistemler almayın. Zira Batılı kurumlar, imparatorluğunuzun temelini meydana getiren ilkelerden farklı ilkelere dayanmaktadır. Batı kanunlarının temeli Hıristiyanlıktır. Siz Müslümansınız,Türk’sünüz; böyle kalınız. Tatbik edemeyeceğiniz kanunu çıkarmayın! Hak bellediğiniz yolda ilerleyin. Batı’nın sözlerine kulak asmayın. Siz ilerlemeye bakın... Dininizin sizi toleranslı yapacak, diğer medeniyetlerden üstün kılacak ilkelerinden yararlanmaya bakın. Diğer dinlerden olan halkınıza tam bir himaye sağlayın. Onların dini işlerine karışmayın. Kanunlarınızı kesinlikle uygulayın. Batının gösterdiği yollara aldırmadan doğruca yürüyün. Bu yollara sapmayın. Çünkü tavsiye edilen bu yollar sizin bilmediğiniz yollar... Adalet ve bilgiyi elden bırakmayın. Avrupa kamuoyunun az çok değeri olan kısmını yanınızda bulacaksınız... Kısaca, biz Osmanlı’yı kendi idare tarzının tanzim ve ıslahı için giriştiği teşebbüslerden vazgeçirmek istemiyoruz. Fakat ona, bu ıslahatın, Osmanlı imparatorluğunun şartlarına ortak hiçbir yöne sahip bulunmayan modellerde aranmamasını, kanunlarında Doğulu âdetlere zıt düşen devletlerin kanunlarını taklide yönelmemesini tavsiye ederiz. Ama, Avrupa’yı örnek olarak almamalıdır kendine. Zira Avrupa’nın şartları başkadır, Türkiye’nin başka... Avrupa’nın temel kanunları Doğu’nun örf ve âdetlerine taban tabana zıttır. İthal malı ıslahattan kaçının. Bu gibi ıslahat Müslüman memleketlerini ancak felakete sürükler. Onlardan hayır gelmez sizlere.” ( Tanzimat - Ed. Engelhardt) Bu tavsiyeye uyuldu mu? Tabii ki uyulmadı. Aksine Avrupalılaşma hızı arttı. Gençler cahil olarak yetiştirildi. Zamanla aydın kesim; kültürümüzden, örfümüzden, dinimizden tamamen uzaklaştı. Halk da câhilleşti. Halkın cahilliği, aydınların inançsızlığı altı asırlık Osmanlı’nın çökmesine, yok olmasına sebep oldu. Bizden tam 29 sene sonra, 1869’da benliklerinden taviz vermeden Batı’ya dönen Japonlar, bizden kat kat ilerlediler. Hem de dinlerinden hiç ayrılmadan! Milletleri millet yapan, kendi öz değerleridir..
. Büyükelçinin merakı 6 Şubat 1999
Bildiğiniz hikâye...İki kişi beraber yolculuk yaparken yolda yağmura tutulurlar. Biri yağmura hazırlıksız yakalanır. Diğerinin hem şemsiyesi hem de yağmurluğu var yanında. Yağmurluğunu giyip şemsiyeyi arkadaşına verir. O da teşekkür edip alır. Yola devam ederler... Şemsiyeyi verenle aralarında şöyle bir konuşma geçer yolculuk esnasında: - İyi ki yanımda şemsiye de vardı. Yoksa sırılsıklam olacaktın! - Doğru, çok teşekkür ederim gerçekten her tarafım ıslanacaktı. - Bu iyiliğimi unutma! - Allah razı olsun, nasıl unuturum? - Her zaman tedbirli olmak lazım. Ne demiş atalarımız,” Kırk gün taban eti, bir gün av eti!” - Doğru atalarımız boş konuşmaz! - Ben böyle herkese iyilik yaparım. Gerçi herkes bilmiyor yapılan iyiliğin kıymetini... Olsun yine de iyilikten geri kalmamak lazım. - Ne demiş atalarımız, “Sen iyilik yap denize at; balık bilmezse Hâlık bilir!” - Mübarek ne de yağıyor. Şu şemsiye olmasaydı ne olacaktı halin? Bu sırada bir havuzun yanından geçerler. İyilik yaptığı kimse, arkadaşına, - Bir dakika şu şemsiyeni az tutar mısın? diyerek ona geri verir. Sonra da, kendine atar havuza. Arkadaşının şaşkın bakışları altında, - Nasıl, bundan daha kötü duruma düşmezdim değil mi, senin şemsiye olmasaydı? der. İşte bu hikâye zamanımızda çok kimselenin yaptığına bir örnek. Şimdi de geçmişte çok kimsenin yaptığına bir örnek vereyim: 1880’li yıllarda Mustafa Naili Paşa, Anadolu’dan özel metodlarla seçtiği 100-150 talebenin bütün eğitim masraflarını yıllardır karşılamayı âdet edinmiş kendisine. Üstelik de bunları kendi konağında misafir ederek... Bu güzel hizmeti esnasında da bir prensip koyar. Bundan da hiç mi hiç taviz vermez yılllardır. Bu prensibi şu: Bu ilim yolcuları Musafa Naili Paşa’yı, ortalama üç yıl süren okuma sürelerinde iki defa ancak görebilirler. Birincisi, yeni geldiklerinde başarı temennisi esnasında. İkincisi öğrenimleri bittiğinde bundan sonraki hayatlarının iyi geçmesi dileklerini bildirmesi esnasında. Yani vedalaşırken... Bu kadar iyilik yaptığı talebelerden uzak kalışın sebebi nedir? Bunu merak eder, yakınen tanıdığı Fransız Büyükelçi Kont Bertrande... Bir gün merakını yenemez, protokal kaidelerinin dışına çıkıp bunun sebebini sorar kendisine. Paşa sükunet içinde şöyle cevap verir: - Bizim inançlarımız içinde beşerî hizmetler, her sahaya şâmildir ve bunların kıymetlilerinden birisi, ilim-irfan ile uğraşanlara imkân temin etmektir. Çünkü ilim üzerine kurulmuş dinimiz... Her hizmet gibi bu da, sadece Allan rızası için yapılır. Hizmetin Cenab-ı Hak indinde makbul olması, huzur ve mükafatın zirvesidir hayır sahibi için. Başka bir arzusu olmaz, olması da mümkün değil... Çünkü, cenab-ı Hakkın bilmesi kâfidir O’nun için. Kişinin yaptığını teşhir etmektense, hele yaptığından menfaat beklemektense o işi yapmaması daha iyidir, bizim dinimize göre. Bu bir... İkincisi de, düşününüz ki, burada okuyanlar içinde yarın, benim gibi, bu devletin en yüksek makamına çıkanlar olabilir. Benim ailem içinde onların makamlarından bazı menfaatler temin etmek isteyenler çıkabilir. O zaman benim rızay-ı İlahi niyazım nerede kalır? O manevi his gider, yerine geleceğe yönelik hasis zihniyet hakim olur. Üçüncüsü, her vesile ile karşılarına çıkar, onlarda minnettarlık hislerinin tazelenmesine sebep olursam, sevabın da, günahın da mahremiyetini ihlal, sevap için rızay-ı Bari, günah için de rahmet-i Hüda menbalarını karartmış ve bu suretle onlara mütevazı hizmetim yanında, telafisi güç bir menfi alışkanlık telkin etmiş olurum... Her şeyi maddi menfaatler içersinde değerlendiren, elçinin kafası karışır. - Bu kadar iyiliğin, yardımların size hiç mi faydası olmayacak? Olacak şey değil! der. - Ekselans işte sizinle bizim aramızdaki en önemli fark bu... Bizi biz yapan, bu değerlerdir. - Peki bu anlayış böyle ilelebed devam edecek mi? - Orasını bilemem! Devam ederse, bu devlet de devam eder. Aslını, özünü inkâr eden, terk eden hayatiyetini idame ettiremez! Bu, değişmez kaidedir...
Körü körüne düşmanlık 12 Şubat 1999
Filozoflara göre, insanlar, tarih öncesi çağlarda, birer canavar gibi vahşiymiş... Daha sonraları aile, cemiyet ve toplum hâline gelmişler... Sosyologlara göre ise, insanlar önce hayvan gibi sürüler hâlinde yaşarlarmış; daha sonra fertler haline gelmişler... Fert mi önce, cemiyet mi, tartışması... Bu, “Yumurta mı önce, tavuk mu önce?” tartışması gibi bir şey... Her iki görüşün de doğru yönleri, yanlış yönleri var... Bunlar olaylara hep peşin hükümle bakmanın neticesi... Başka bir ifadeyle; dine, mukaddes kitaplara inanmamanın soktuğu çıkmaz sokaklar bunlar... Bunların yaklaşımları körlerin fili tarifine benzemektedir: Körlerin önüne bir fil bırakılmış. “Bu nedir?” diye sorulmuş. Bir kısmı bacaklarını elleri ile yoklamış; “Dümdüz, yuvarlak bir sütün” demiş. Bir kısmı da hortumu yoklamış; “Büyük bir hortum” demiş... Filozofların, sosyologların bunlardan farkı yok... Halbuki aile, cemiyet ilk insan Hz. Adem’den beri vardır. Fakat bunlar, Hz. Adem’i ilk insan ve peygamber olarak kabul etmedikleri için pusulalarını şaşırıyorlar. İlk zamanlarda; şehirlerde yaşayan medenî insanlar olduğu gibi, çöllerde, dağlarda ilkel hayat süren insanlar da vardı. Bugün bile Afrika’da Amerika’da böyle insanlar yok mu? Dağda yaşayan ilkel insanları esas alıp, bütün insanlar ilkeldi demek ilim adamına yakışmaz. Yüce Allah, aileyi toplumun mihenk taşı olarak yaratmıştır. Tarih boyunca aile hep var olmuştur. Çünkü yaratan böyle yaratmıştır. Âyet-i kerîmede mealen, “Ey insanlar, biz sizleri bir erkek, bir kadından yarattık” buyurulmaktadır. Eğer toplum, yaratılışlarına uygun olarak, aileye önem verirse, sağlam olarak ayakta kalabilir. Aileye önem vermezse, cemiyetin düzeni bozulup, işte o zaman filozofların dediği gibi, fert fert birer canavar olurlar. Batı, hızla bu canavarlaşmaya doğru gitmektedir. Çünkü, aileyi yok etmek için ne lâzımsa yapılmış bugüne kadar. Bunu da hep İslamın emirlerine ters olsun diye yaptılar. Şimdi onlar da yaptıklarının yanlışlığını geç de olsa anladılar. Fakat çok geç... Geriye dönüş olmaz bu saatten sonra artık... Fransa’da yayınlanan Ça M’İnteresse ve L’Evenement du Jeudi dergileri ile Almanya’da yayınlanan Focus dergisi sık sık bu konuları gündeme getiriyorlar. Giderek çöken aile kurumunu kurtarmaya çalışıyorlar... Gerekli tedbirler alınmadığı takdirde, boşanma oranlarının çok yüksek olması sebebiyle, yakında aile mefhumunun kalmayacağı endişesini dile getiriyorlar. Yaptıkları araştırmalara göre, Türk aile yapısı Batı’ya göre daha kuvvetli olduğundan, boşanma oranı yüzde 1’i bile bulmazken, dünyada en fazla boşanma oranı, yüzde 12 ile İngiltere’de. Bu ülkeyi yüzde 6.60 ile Rusya Federasyonu ve yüzde 4.57 ile ABD izliyor. Yine araştırmalara göre, Türk aile yapısının sevindirici bir özelliği de evliliklerin oldukça dayanıklı olması... Mevcut evliliklerin, yüzde 93’ünü birinci evlilikler, yüzde 4’ünü ikinci evlilikler, geri kalan oranlarını ise üçüncü veya dördüncü evlilikler teşkil ediyor. Etme bulma dünyası... İslâm düşmanlığı uğruna nice medeniyetleri ve aile mefhumunu yok eden İngiltere’de, yakın bir gelecekte aile mefhumunun kalmayacağı görüşünden hareketle, yeni kanunlar hazırlanıyor. Boşanma oranının vahametini gören İngiliz hükümeti, giderek çöken aile kurumunu koruma altına alma gayretinde... İngiltere’de, evlilik dışı çocuk oranı yüzde 35’e ulaşmış durumda. Yeni düzenlemelerle, evlilik konusuna daha sıcak bakan eski kuşaklardan da evliliklerin korunması için daha fazla destek sağlanması hedefleniyor. Büyükanne ile büyükbabaların hem evlilik, hem de bu evlilikten doğan çocukların üzerindeki etkilerinin artırılması için, aile büyüklerinin çocuklarına yakın yerlerde yaşamaları teşvik edilmekte... Bunlar hep dinimizin emrettiği, bu sebeple de İngilizlerin düşman olduğu değerler değil mi? Körü körüne düşmanlık insanı ne hâllere düşürüyor? Netice olarak; Batı ülkeleriyle kıyaslanınca Türkiye’nin durumu sevindirici... Ama bu nereye kadar? Batılılaşma bu hızıyla devam ederse, eninde sonunda bizim varacağımız nokta da aynı olmayacak mı?!.. Neden böyleyiz? 13 Şubat 1999 Almanya’da yıllarca kalıp, yeni dönen komşumuz Cemalettin Bey, gördüklerini anlata anlata bitiremedi bir haftadır... Şehirlerdeki temizliği, nizam ve intizamı, insanların birbirlerine karşı gösterdikleri nezaketi, resmî dairelerdeki bürokrasinin basitliğini, yıllardır hiç kuyruk görmediğini, insanların kurallara uymadaki hassasiyetlerini, zorlamadan seve seve vergi verdiklerini, toplumda sosyal adaleti nasıl sağladıklarını vs... Cemalettin Bey, dikkatini çeken birçok enteresan olaylardan bahsetti bu arada. Bunlardan bir tanesini anlatayım istersiniz... Birgün çocuk yardımı için müracaat etmiş ilgili devlet dairesine. Doldurması için form vermişler kendisine. Bu formda, kaç çocuğu olduğu, yaşları, hangi okulda okudukları, geliri, oturduğu evi kendinin mi, kira mı olduğu?... Kısacası bir insanın hayatını normal düzeyde devam ettirebilmesi ile ilgili bütün bilgiler... Görevli memur formu inceledikten sonra, “Bu gelirle sen normal bir hayat süremezsin. Çocuk yardımı dışında ayrıca senin ev kiranı da vermemiz lâzım!..” demez mi? Cemalettin Bey, “ Derler ya körün istediği tek göz, Allah verdi iki göz... Benimki de öyle oldu işte. Buna karşılık bizimkiler ne yapıyor biliyor musunuz?” diyerek sözlerine şöyle devam etti: “İki çocuğu varsa, Türkiye’den rüşvetle aldığı belgelerle beş çocuk sahibi olduğunu beyan ediyor. Çocuk parasını daha fazla alabilmek için.” Bunu anlattıktan sonra, “Batı’nın bu yaptıkları sosyal adalet değil de nedir? Bunlar bizde olması gereken değerler değil mi? Neden bizde yok da onlarda var? “ diye sordu Cemalettin Bey. Avrupa görmüş kimselerin ortak kanaati, ortak sorusu bu. Şimdi bu sorunun cevabı üzerinde duralım. İnsanları bazı şeylere alıştırmak, onları kontrol altında tutmak iki yolla olur: Birincisi dindir. Allah korkusudur. Allah korkusu içine işlemiş bir kimse, O’nun bildirdiği kuralların dışına çıkamaz. İnsanları zapturapt altına almada en sağlam yol budur. Asırlardır, Osmanlı’da ve diğer Müslüman ülkelede bu metot tatbik edildi. Bu yolun sağlamlığında, “İnsanı yaratan yüce Allah olduğuna göre, neyin ona faydası var, neyin zararı var, en iyisini O bilir...” diye düşünmek ve bilmek yatıyor. Bu metodun önemli bir özelliği de insanın her anına hitap etmesi... Boşluk olmaması. Allah korkusu olmayan bir kimse, insanların olmadığı bir zamanda, kanundan kaçabilir. Ama Allahın her an kendisini gördüğünü, yaptığı her hareketin hesabını vereceğini bilen kimse kaçamak yapamaz. İnsanları kontrol altına almanın ikinci yolu ise, ikna etme, faydasına inandırma yoludur. Bu da eğitim ile olur. Bugün Amerika’nın, Avrupa’nın yaptığı budur. Daha çocuk kendini tanımaya başladığı 3- 5 yaşında eğitime başlıyorlar; “ İnsan nedir, insan hakları nedir, devlet nedir, vergi nedir, kurallara uyulmazsa ne olur?..” gibi hususlar iyice öğretiliyor. Bütün bunlar, çocuğun benliğine ustaca yerleştiriliyor. Çocuğa, hayatta kalabilmenin ancak bunlara uymakla mümkün olduğu anlatılıyor. Çocuk böylece, “Ben başkasının hakkını gasp edersem, başkası da benim hakkımı gasp eder...” diye inanıyor. Yine devletine vergi vermezse, devleti ayakta kalamaz, devlet ayakta olmayınca da kendisi hayatta olamaz... inanmış çocuk buna... Bu ve bunun gibi örnekleri çoğaltmak mümkün. Bu kadar girizgâhtan sonra gelelim sorunun cevabına... Avrupa’nın nizam ve intizamı, sosyal adaleti neden bizde yok? Biz, “iki cami arasında kalmış beynamaz” gibi olduk da ondan. Yukarıda bahsettiğim gibi Osmanlı zamanında Allah korkusu hakimdi. Bu da din eğitimi ile sağlanıyordu. Osmanlı’dan sonra bu eğitim gereği gibi verilemedi. Bu verilemediği gibi, Avrupa tarzı bir eğitime de geçilemedi. Allah korkusunun yerleştirilemediği, Batı’nın uyguladığı ciddiyette bir eğitimin de verilemediği insandan başka ne beklenir? 1850 yılından beri yönümüzü döndüğümüz Batı’dan hiç olmazsa çağdaş bir eğitimi bari alabilseydik, bu hâllere düşer miydik hiç? Ama ne hikmetse biz almamız gerekenin değil, almamamız gerekenin peşine düşmüşüz bugüne kadar... Kekliğin yürüyüşüne özenen karga gibi, kendi yürüyüşümüzü de unuttuk böylece. İki arada bir derede kaldık!..
.Barajdaki fazla su 19 Şubat 1999
Dün öyleydi, bugün de öyle... Ekonomik olarak güçlü olan, her şeye hakim. Bu kural, devletler için geçerli olduğu gibi, cemiyetler, aileler, şirketler için de geçerli. Ekonomik güç, iyi yöne yönlendirildiği, dengeler sağlandığı takdirde çok faydalıdır. Bunlar sağlanamazsa insanlık için bir felaket olur. Belli kesimlerde yığılan, paylaşılmayan mal, hem sahibine hem de topluma sıkıntı getirir. Mal, vereni rahatlatır vermeyeni azdırır. Barajda biriken fazla sular tahliye edilmezse, felakete sebep olur. Yüce kitabımız Kur’ân-ı kerimde, “İhtiyaçsızlık insanı azdırır” buyurulmuştur. İstatistikler, intiharların ekonomik durumu zirvede olan ülkelerde en yüksek seviyede olduğunu gösteriyor. Sosyal hayatta, huzur ve sükun bulmasında çok önemli bir yeri vardır ekonomik dengenin. Bunun için dinimiz ekonomik dengelerin muhafazası ve uçurumların meydana gelmemesi üzerinde çok durmuştur. Sevgili Peygamberimiz toplumda kavganın, üzüntünün olmaması dengelerin iyi sağlanabilmesi için “Açları doyurmamızı, hastaları ziyaret etmemezi ve esirlere hürriyet vermemizi “ emretmiştir. Yüce kitabımız Kur’ân-ı kerimde de, adalete dayalı, fakir fukaranın gözetildiği ekonomik bir sistem kurulması ile ilgili pek çok âyet-i kerime var. “Zenginlerin malında fakirlerin hakkı bulunduğu, zenginliğin belli bir sınıfın tekeline terk edilmemesi gerektiği, karaborsa ile ihtikarın yasak olduğu vs...” ... Kur’ân-ı kerimde, namazdan sonra en çok geçen emir, zekat, sadaka verilmesi emridir. Geçmişe baktığımızda, devletlerin, cemiyetlerin çökmesinde ekonomik güçten ziyade, bu gücün toplumun yararına dengeli dağıtılmamasının yattığını görürüz. Birçok devlet gibi, Osmanlı Devleti de son zamanlarında ekonomik gücü muhafaza edemediği ve dengeyi sağlayamadığı için çöktü. Bir tarafta isyanlar, bir tarafta yoksulluk perişan etmişti Osmanlıyı... Devletin yıllık gelirinin tamamına yakını iç ve dış borçlara gidiyordu. Halkın az bir kesimi süper zengin; devlet ve halkın büyük bir ekseriyeti alabildiğine fakir... Devlet, o kadar fakir ki, Rum ve Ermeni sarraflardan, bankerlerden alınan borç para ile memur maaşları ödeniyordu. Halk ve devlet bu durumda iken son sadrazamların, vezirlerin bazıları çok zengindi. Boğaz kıyılarında mantar biter gibi yalı yapılıyordu. Her yalıda, konakta Fransız mürebbiyeler, çocukların terbiyeleriyle, Fransızca öğrenmeleriyle uğraşıyor, bunlara binlerce altın veriliyordu. Öğrettikleri de, hep Batı kültürü. Nasıl dans edileceği, nasıl piyano çalınacağı, yemeklerde kaşığın hangi elde, çatal-bıçağın hangi elde olacağı vs... Beyoğlu’nda açılan bonmarşelerde sergilenen en lüks Avrupa mobilyalar yalıları dolduruyordu. Elbiseler en pahalı İngiliz kumaşıydı. Bu durum toplumun genel dengesini bozduğu gibi, bir de bu aileler arasında da ruhi çöküntü meydana getiriyordu. Bol harcamaya alışmış bu kesim, babalarının görevden alınması veya ölmesi neticesinde eski alışkanlıklarını devam ettiremedikleri için bunalıma girip intihar ediyorlardı. Bu ruhi çöküntü daha sonra romanlara bile konu oldu. “Pertev Beyin Üç Kızı” bunlardan biridir. Babalarının ölümünden sonra düştükleri zilletler sergilenmektedir bu romanda. O zaman ilmiyye sınıfı da zaafa uğradığından yanlışları düzeltecek, ikaz edecek kimse de pek kalmamıştı. Eskiden öyle miydi?.. Yanlışlık Padişahda da olsa hemen ikaz edilirdi. İşte ibretli bir örnek sizlere... Fetihten sonra, Fatih Sultan Mehmed, başta hocaları Molla Gürani ve Akşemseddin olmak üzere devlet ricaline bir ziyafet tertipler. Sofra, en süslü, en şatafatlı tabaklarla, kaşıklarla donatılmış... Yemekler gelir. Fakat Molla Gürani bir türlü başlamaz yemeğe. Gözleri şatafatlı sofrada... Sonunda söyleyeceğini söyler: “Yabancı elçiler, hükümdarlar için düşünmüş olabilirsin. Fakat şu anda biz bizeyiz... Senin milletin de böyle taslardan mı çorba içiyor? Bu ne israftır, bu ne debdebedir? Peygamberimiz hangi taslardan çorba içerdi? Sen kimi taklit etmeye çalışıyorsun?.. Peygamberimizi mi, yoksa Bizans imparatorlarını mı? Bizans’ı bu gösteriş merakının, bu israf hastalığının çürütüp yıktığını bilmiyor musun?” Fatih Sultan Mehmed Han, şatafatlı, tası, kaşığı derhal kaldırtır sofradan. Hocalarından özür diler. Yemek ondan sonra başlar.. Tarih tekerrürden ibarettir... İster devlet olsun, ister cemiyet... İster şirket olsun ister aile.. Olaylardan ders alınmalı... Tarih; ondan ders alınmadığı sürece tekerrür eder ve felâket kaçınılmaz olur! Geçmişin aynası:
.Hatıralar 20 Şubat 1999
Sizi bilmiyorum ama, hatıralara karşı özel bir merakım var benim... Bir hatıra kitabını elime aldığımda bitirmeden bırakamam. Hatıra kitabı beni uykusuz bırakır çoğu zaman. İlk okuduğum hatıra kitabı; Barbaros Hayreddin Paşa’nın hatıraları idi. Sabaha kadar okuyup, kahvaltımı yaptıktan sonra hiç uyumadan okula gitmiştim. İşaallah zaman zaman, okuduğum hatıralardan enteresan kesitler sunacağım sizlere... Devlet, siyaset, iş ve ilim adamlarının kendilerinden sonrakilere en faydalı mirasıdır hatıralar... Onlar hatıralarında bir çeşit müdafaa hissi içindedirler. Çünkü bir iktidar sahibinin herkes tarafından sevilmesi mümkün değildir. O, ardından söylenecek olanları duymasa bile, öncesinden hisseder ve hatıralarında bunlara cevap verir. Böylece, hatıralardan gizli kalmış, anlatılamamış olaylar birinci elden öğrenilmiş olur. Mesela, Sultan İkinci Abdülhamid’in hatıraları olmasaydı, otuz üç sene gibi, altı yüz küsur senelik Osmanlı saltanatında üçüncü uzun süreyi temsil eden hükümdarlık devri için olduğu gibi, şahsı için de ortaya atılan birçok yanlışlıklar sürüp gidecekti. İşin iç yüzü kapalı kalacaktı. Halbuki hatıralarından öğreniyoruz ki, Sultan Abdülhamid Han, arkasından kendisinden öncekilere ve sonrakilere göre daha düzgün bir hazine miras bırakmış; şahsı serveti de, iki orduyu tamamen donatacak kadar dolgunmuş. Otuz üç sene; 1877-1878 Osmanlı-Rus harbi gibi, O, tahta geçmeden hazırlanmış savaşın dışında toprak kaybı olmamış. İmparatorluğu, bağımsız bir devlet kimliğinden çıkartan iç-dış sebepler arasında hiç olmazsa statükoyu muhafaza edebilmiş, her şeyi ile hâlâ o üç kıt’aya dağınık imparatorluğu sürdürmüş; bir karış toprak vermemiş. Kendisinden sadece on yıl sonra Osmanlı İmparatorluğu tarih sahnesinden ayrılmış... Bunlara çıplak anlamı ile beki hatıra diyemeyiz, fakat dinlediklerimizin anlatılanlardan olan farkını yan yana koyarsak, eğer söylememiş ve yazdırmamış olsaydı, çoğu haksız nice nice hükümleri hafızamızda taşıyacağımız inancına varırız. Bu siyasi hatıraların bizlere asıl ibret dersi, yüksek makamlarda iken övgülerle, düşme zamanlarında yermelerin aynı kişilerce pervasızca yapıldığı noktasında toplanıyor. Hatıraların önemi işte burada önem kazanıyor. Eğer bu hatırat olmasaydı biz de bunları okumamış olsaydık nereden bilecektik bu tarihi gerçekleri... Bu ibretli tabloya şahid olunca, büyük İslam âlimi Hz. Sühreverdi’nin şu teşhisinin ne kadar isabetli olduğu görüyoruz. “İktidarda iken, sahip olmadığın meziyetlerle seni övenlerin, iktidardan uzaklaştıktan sonra, yine sende olmayan kusurlarla seni yere vuracaklarına emin ol... Unutma ki bu gibi kişilerin sana dostluğu senin makam mevki sahibi olduğun zaman başlamış, sen o makamdan düştükçe, o nispette bu dostluk azalmıştır. Bunu bilerek kendinden sonrakilere söyleyeceğin bir şeyler varsa, başkasına bırakma, kendin söyle!..” Öldürülmesinden çok kısa zaman önce, kısmen de olsa gerçekleri görmüş olan Talat Paşa hatıralarının önsözünde şu cümlelere yer verir: “Zamanımda gelişen olaylar, bana memleket yönetiminde bazı görevler ve sorumluluklar verdi. Şu dakikada bir hayat muhasebesi anında, bizden sonra memleketi idare edeceklere elbette söyleyeceklerimiz vardır: Bence başarı ve ağır sitemleri taşımayacak bir siyasi hayatın temeli, riyasız ve menfaatsiz, açık ve samimi konuşan mesai arkadaşlarına sahip olabilme saadetidir. Gerek parti, gerek devlet hayatında en kıymetli ve lüzumlu mevcudiyetin bu olduğunu idrak etmiş bulunuyorum. İnsan hizmet anında ve görevdeyken, bunu anlıyamıyor. Bunu ancak, her türlü hırs ve emelin elini çektiği zamanda anlıyabiliyor insan...” Hatta hatıralar yalnız meşhurlarla sınırlı kalmamalı... Herkes, soyunu, geçmişi tespit edip yaşadığı olayları da kısaca yazıp çocuklarına miras bırakmalı. Doğu’da ve Batı’da herkes 8-10 kuşak öncesini bilir. Bizde ise ancak 2-3 göbek sonrası bilinir. Bu büyük bir eksiklik milletimiz için... Geçmişini bilmeyenin geleceği de olmaz...
Geşof efendi 26 Şubat 1999
Her milletin bir geçmişi var. Geçmiş, yok farzedilmekle yok olmaz... Geçmişi öyle veya böyle, her millet mazisine sahip çıkar... Son zamanlarda bizde de bu konuda güzel gelişmeler yaşanmakta. Çeşitli düşüncedeki, inançtaki, dinli-dinsiz; Yahudi-Hırıstiyan, Osmanlı’ya sahip çıkmakta artık... Geçmişimize sahip çıkmak bizim için zül değil şereftir aslında... Geşof efendi bile bu şereften kendisine pay çıkartmakta! Kim bu Geşof efendi? Bulgaristan henüz Şarki Rumeli Prensliği iken, Bab-ı ali’de Sofya’nın Kapı kethüdası vardı. Osmanlı, haşmet devri tamamlanıp gerileme başlayınca, devletten kopmalar oldu. Bağımsızlığını alanlar İstanbul’a Kapı kethüdaları gönderdiler. Bulgar Geşof efendi de bunlardan biri... Sadrıazam Hüseyin Hilmi paşa, yabancı misyon şeflerine resmi bir ziyafet verir. Bulgaristan’ın Kapı Kethüdası Geşof efendi unutulur... Bulgaristan, bağımsızlığını ilân etmek için zaten bahane arıyor. Geşof efendi çağrılmamasını, Dış İşleri Bakanlığı nezdinde sitemli bir dille protesto eder ve Geşof efendiyi geri çağırır... Özür dilenmesine rağmen, Sofya’dan aldığı gizli talimat ile Geşof efendi, İstanbul’dan ayrılır. Üç gün sonra da, Bulgaristan bağımsızlığını ilan eder ve Geşof efendi yine İstanbul’a gelir. Fakat bu sefer Geşof Efendi değil de, Gospodin Geşof’tu ve Kapı Kethüdası da değil; Bulgaristan Sefiri... Geşof efendi, o zaman Balkanlar’da yeni kurulmuş devletlerin yetkili mevkilerini dolduran nice nice şahsiyetler gibi Osmanlı kültür müesseselerinde yetişmişti. Kendisi Hukuk mektebinin eski talebelerindendi; Osmanlı tebeası olarak yetişmişti. Aradan seneler geçer... Balkan Savaşı’nda Bulgarlar Çatalca önlerine kadar gelirler. General Savof’un harb kabinesinde Geşof efendi Dışişleri Bakanı; artık adı da Ekselans Gospodin Vlahof Geşof’tu. Bab-ı ali’deki barış konferasında, Dışişleri Bakanımız olan Halil Menteşe ile Geşof efendi yan yanalar... Bu beraberlik, taa Hukuk mektebinde başlamıştı: Aynı sırada, aynı devletin aynı müessesesinden ilim almışlardı. İkisi de birbirlerine karşı mahcup yüzlerine bakamıyorlar. Çok değil yirmi bir sene evvel, aynı irfan ocağının talebesi iken iki ayrı devletin bakanıydılar şimdi. Resmi müzakereler tamamlanır. O ana kadar ikisi de maziden tek kelime bahsetmezler. Ayrılacakları sıra bir an yalnız kalırlar. Halil Bey, bir şeyler söylemek için “Gospodin Geşof... Ekselansınıza” diye söze başlar. Geşof efendi etrafına bakınır. Kimsenin görmediğini anlayınca derin bir iç çekişle Halil Bey’in kolunu kuvvetlice sıkar ve yumuşak bir ses tonu ile: “Bırak bunları 177 Halil efendi... Eski arkadaşın 96 Geşof efendiye o günlerdeki gibi hitab et... Şartların bizi burada karşı karşıya getirdiğine bakma! İkimiz de Osmanlı tebeası olarak Padişaha sadakat yemini yapmamış mıydık? Osmanlı’dan elde ettiğim bunca nimetleri nasıl inkâr ederim, size nasıl düşman olurum?” der. Karşılıklı olarak gözyaşı döküp ağlaşırlar... Bu ibretli olayı anlattıktan sonra meşhur tarihçimiz Cemal Kutay sözlerine şöyle devam eder: Maziyi kötülemek ve toptan mahkum etmeye kalkışmak, dış düşmanların kullandığı metoddur. Patrikhanenin kapısına, boynunda ihanet ilamı asılan Patrik Grigoryos, Rus Çarı Aleksandr’a yazdığı gizli mektupda: “Osmanlıyı yıkacak en esaslı tahrib vasıtası, onları mazilerinden ve an’anelerinden uzaklaştırmaktır. Asıllarından uzaklaştırıldıkları zaman, yeni bir dayanak bulamayacaklar ve kendi derin mazileriyle irtibatları koptuğu zaman bocalayacaklar ve yıkılmaları çok kolay olacaktır.” diyordu. Siyasi, sosyal, ekonomik ve idari çöküntülerimiz, bu yola sinsice itilmemizden sonra olmuştur. Bugün bizi tehdid eden tehlike, geçmişle irtibatımızı sağlayan bağın zedelenmesi ve milli kültürümüzün, kültür emperyalizmine maruz kalarak, kıyasıya tahrip edilmesidir Bundan dolayı bazıları, İmparatorluğumuz, devletimiz, o günlerimiz... diyemiyorlar. Daha açık söyleyişle Geşof efendi kadar Osmanlı olamıyorlar... Osmanlılar iktidarı Anadolu Selçuklularından, onlar Büyük Selçuklulardan, onlar Gaznelilerden, onlar Samanoğullarından aldılar... Ta ilk Müslüman Türk Hakanlığı olan Karahanlılara kadar.. Devlet ve millet olarak varlığımızı devam ettirebilmemiz için geçmişimize, milli kültürümüze sahip çıkmak mecburiyetindeyiz. Çünkü, geçmişine, milli kültürlerine sahip çıkmayan milletler yok olmaya mahkumdurlar.
.Akıl almaz cinayet” 11.6. 99..
Bu başlık, Milliyet Gazetesi yazarı Sn. Hasan Pulur’a ait. Sayın Pulur bu yazısında Batı’nın gerçek yüzünü bir İngiliz gazetesinden alıntı yaparak sergiliyor... Müsaade ederseniz, Batı’nın bugünkü durumuna girmeden önce, geçmiş hallerine kısaca değinmek istiyorum. Kazanlı Abdürreşid İbrahim ( Ö.T.1944 Tokyo), Avrupalı’yı bilhassa İngilizler şöyle tanımlar: İngilizler, mağrur ve kibirlidir. Onlar, kendi şahıslarını ve vatanlarını ne kadar saygıya lâyık görürse, diğer insanları ve memleketleri de, o derece aşağı görürler. İngilizlere göre insanlar üç kısma ayrılır: Birincisi, İngilizler olup, Allah’ın bir ihsan olarak yarattığı en mükemmel insanların, kendileri olduğunu söylerler. İkincisi, beyaz renkli Avrupalı ve Amerikalılardır. Bunların da, saygıya lâyık olabileceklerini kabul ederler. Üçüncü kısım ise, birinci ve ikinci kısmın haricinde kalan insanlardır. Bunlar, insan ile hayvan arasında bir yaratık türüdür. Bunlar, saygıya lâyık olmadıkları gibi, hürriyyet, bağımsızlık ve vatan bunlar için değildir. Bunlar, bilhassa İngilizler tarafından idare edilmek için yaratılmışlardır. İngilizler, bu gözle baktıkları sömürgelerindeki yerli halk ile birlikte yaşamazlar. 20. asrın başlarında Hindistan’a yapmış olduğu seyahati ile meşhur, Fransız yazar Marcelle Perneau “Hindistan seyahatı notları” nda diyor ki: “Avrupa’da şöhret bulmuş, hatta bazı üniversitelerce kendisine profesörlük ünvanı verilmiş olan Hindli bir ilim adamına, Hindistandaki bir İngiliz kulübünde buluşmak üzere söz vermiştim. Hindli gelmiş, fakat İngilizler, şöhretini bile hiçe sayarak onu içeri bırakmamışlar. Bundan haberdar olunca, ısrarım üzerine Hindli ile kulübde görüşebildim.” İngilizler, kendilerinden olmayanlara hayvanlara bile lâyık olmayan muameleler yapmışlar hep. Bunun tarihte örnekleri çoktur. En büyük sömürgeleri olup, senelerce vahşice zulüm ettikleri Hindistânın Amritsar şehrinde 1919 bir gün âyin sebebi ile toplanan hindûlar, bisikleti ile gezen bir İngiliz kadın misyonerine saygı göstermezler. Misyoner, İngiliz general Dyere şikâyetde bulunur. General derhal askerlerine emir vererek, âyinle meşgûl halkın üzerine ateş açtırır ve on dakikada yediyüz kişi ölür. Binden ziyade kişi de yaralanarak yerlere serilir. General bununla da iktifâ etmeyerek, halkı üç gün elleri ve ayakları üzerinde hayvan gibi yürütür. Sonra da bunu şöyle izah eder: “ Hindlilerden bir kısmı tanrıları karşısında yüz üstü sürünüyorlar. Bunlara, bir İngiliz kadının bir Hindû tanrısı kadar mukaddes olduğunu ve onun karşısında da hakâret değil, sürünmeleri icap ettiğini anlatmak istedim” Diyeceksiniz ki, aradan bu kadar sene geçmiş. Geçmişteki bu yanlış düşünceler şimdi kalmadı. İnsan haklarına saygı gösteriyorlar artık...Şimdi bakalım değişmişler mi değişmemişler mi? Bu sorunun cevabını Sn. Hasan Pulur Milliyet gazetesindeki “Akıl almaz cinayet” isimli yazısında veriyor: “Güvenilir bir gazete olan Sunday Times’den , aldığımız bilgiye göre, birkaç yıl önce bazı Batılı ilâç ve kimsayal madde üretim şirketleri ellerindeki eski ve zararlı maddelerden kurtulmak için yeni bir yöntem kullandılar. Bunları insanî yardım adı altında Bosna’ya gönderdiler. Tüyleriniz ürperdi değil mi?İngiliz gazetesindeki haberin ayrıntılarını okuyun da Batı’nın “İnsan Hakları”na nasıl saygı duyduklarını görün: İngiltere menşeli zayıflama tabletleri, Amerikan kaynaklı yüzlerce litre gargara yapımında kullanılan ağız yıkama sıvısı, Norveç tarafından cüzzam hastalığına karşı üretilmiş haplar ve eski Doğu Almanya menşeli, üzerinde kafatası ve çapraz kemikler işareti bulunan, ayrıca üzerlerinde “hediye” yazan yüzlerce ton ağırlığında işe yaramayan ilâç, tıbbî malzeme ve kalıplar şeklindeki zehirli atıklar, savaş esnasında insânî yardım adı altında Bosna’ya gönderildi. Maddelerin bir kısmı şirketçe, diğer bir kısmı da Batı Avrupa’daki yardımsever gruplar tarafından gönderildi. Küçük yardım grupları Avrupa’dan son 50 yılın en kötü savaş kurbanları için hiçbir şey yapmamaktansa, doktorlara numune olarak gönderilen işe yaramayan veya kullanım süresi bitmiş olan ilâçları toplayarak savaş kurbanlarına bir şeyler göndermenin daha iyi olacağını düşündüler. Bazı kişiler, Batı’nın vicdansız ilâç üreticilerinin, Bosna’daki savaşa kendi çıkarları uğruna kullanarak ellerindeki ilâç stoklarını buraya göndermek suretiyle erittiklerini düşünmektedirler. Komik hibelere örnek olarak, kullanım süreleri çoktan sona ermiş olan doğum kontrol hapları ve Norveç tarafından üzerinde ağrı kesici Paracetamol yazısı yazılmış, gerçekte cüzzama karşı kullanılan haplar, Bosna’ya gönderilen yardımların gülünç olanlarından sadece bazıları.” Şimdi siz karar verin! Batı değişmiş mi değişmemiş mi?!.. Yarın da, Mehmetçiğin fedakârlığını görelim..
. İşte aradaki fark! 12.6.
Dün Batı’nın Müslümanlara bakış açısını vermiştim. Bugün de, Müslümanların yabancılara karşı davranışını gösteren bir örnek sunmak istiyorum. Türk askeri Mehmet, Çanakkale’de İngilizlerle savaşırken yaralanır. Haydarpaşa Hastahenesinde tedavi edilir. Ayağı bir parça sakat kaldığı için hafif hizmete ayrılır; hastahane hizmetinde alıkoyulur. Mehmet’e bir gün Haydarpaşa istasyonundan hastahaneye götürmek üzere esir İngiliz askeri teslim edilir. Hasta İngiliz askerle yağmurlu bir havada kör topal yola devam ederler. Mehmet dehşetli bir İngiliz düşmanıdır aslında. Ötekilere pek o kadar kızmaz, her biri için ayrı ayrı mazeretler bulmağa çalışır, sulh olursa onları affedebileceğini hissederdi. Fakat İngilizlere çok kızgındı. “Elime verseler tövbe olsun hepsini kör işkenbeci bıcağıyla doğrarım...” diye söyleniyordu. Evet bütün öteki cahil gâvurları aldatıp üzerimize saldırtanın hep İngiliz gavuru olduğuna inanıyordu.Bütün bunlara rağmen, yaralı esir İngilize yardım etmeyi bir insanlık vazifesi kabul ediyordu. Zor şartlarda yol alırken, İngiliz büsbütün “stop” deyip durmasın mı? Mehmet bu sefer büsbütün telâşlandı: - Vay anam, ben ona adam ol derken o büsbütün cüdam oldu... Hey beri bak... Hele şöyle kımılda bakayın... Yürü de evvelki gibi yürü razıyım... Hastahaneye çok kalmadı... Orada seni rahat yatağa yatırırlar, sıcak yemek verirler. Haftaya kalmaz domuz gibi olursun, diye söyleniyordu kendi kendine. Mehmet ceplerini karıştırmağa, nikel onluklar, yırtık kuruşlar çıkarıp toplamağa başlamıştı. Çaresiz kalmıştı. Son kuruşunu da verecekti. Gavur da olsa can taşıyordu. Asker önünden geçen bir iki arabacıya seslendi. Fakat arabacılar bu düşkün kıyafeti topal nefere başlarını bile çevirip bakmıyorlar, kamçılarını şaklatarak süratle geçiyorlardı. Mehmet bu ümidin de kesildiğini görünce tekrar İngilize döndü: - Görüyorsun ya... kesemizden sana araba ikram ediverelim dedik... o da olmadı... Kaderine küs... nidelim... gayrı günah benden gitti... Mehmet uzun uzun düşündükten sonra kararını verdi ve kâh İngilize, kâh etrafındaki kalabalığa dönerek nutka başladı: - Şu yağmurlu havada... seni buralara kırmızı mumlu mektuplarla mı davet ediverdim? Senin benimle ne alıp veremeyeceğin var... Mehmet söyledikçe coşuyordu, kızıyordu: - Yuhu para sende, rahat sende, memleket sende, dükkân tezgâh sende... Yedi deniz aşırı yerden kale gibi gemilerine binip ne halt aramağa gelirsin buralara.. benimle muharebeye tutuşursun... beni öldürüp de yamalı donumu mu alacaksın? Ne adını bilirim... ne memleketini bilirim, sen Çanakkele’ye geldin diye davarımı satar, ocağımı söndürür, çoluk çocuğumun her birini bir yana dağıtır gelirim... muhareben de kahpece... yanına sokmadan, suratını göstermeden, uzaktan şarapnelini yerim, ayağım sakat kalır... “Hey Allahım senden meded” der ellerimi göğe açarım, tayyarelerinden çiviler düşer. Siperlerde kör boğazına yediğini ben düğünümde bulup yiyemem... Sonra az başın sıkıldı mı “teslim... teslim” ellerini açarsın... gelir başıma bela olursun... yol ortasında ben gidemem deyip direnirsin... Canımı almağa, kanımı emmeğe geldin, edemedin. Elime düştün... seni bir tepmede yere gömsem yeridir... ille zebunluğunu görüyorum... besbelli bir taksiratım var ki Cenab-ı Mevlâ seni bu dünya âlemde bana musallat etti... Gel başımın belâsı... gel seni sırtımda taşıyayım da tamam olsun... Yavaş yavaş hasta İngilizin önünde yere çömeldi, topal ayağını kıvıramadığı için dizini yere, çamurlu karların içine koydu, düşmanını bileklerinden tutarak sırtına yüklendi. Çehresinde tatlı bir sükûnet; vücutlarının biçimi, çehrelerinin rengi ve çizgileri birbirinden o kadar farklı olan Mehmetçikleri zaman zaman ayırtedilemeycek kadar birbirine benzeten asil ve güleryüzlü feragat vardı. Çok zor şartlar altında, düşe kalka, yağmurdan sırımsıklam halde ezeli düşmanı yaralı İngiliz askerini hastahaneye ulaştırır. Böylece üzerindeki dağ gibi yükten kurtulur. Aynı şartlarda, Mehmet bu İngilizin eline düşseydi, durum ne olurdu? Bunu hepimiz tahmin edebiliriz. Ama, Mehmet Müslüman bir Türk askeri... Hissiyle değil, dininin, örfünün emrettiği ile hareket etmek zorunda... Dini O’na düşmanı da olsa iyi muamele yapmasını emrediyor. O insanlık vazifesini yapmazsa, hakkı geçeceğine, günaha gireceğine inanıyor... İşte aradaki fark!..
.
Söz ayağa düştü... 24.12.
Her Ramazan olduğu gibi bu Ramazanda da, gazetelerin bazıları promosyon olarak “Kur’an-ı kerim meali” veriyorlar. Gazeteler bu vesile ile satışlarını artırıyorlar, neticede kazanıyorlar, fakat okuyucu kazanıyor mu, yoksa zararda mı bu tartışma konusu. Yıllardır yapılan “Dinimizi esas kaynağından öğrenin, fıkıh kitaplarını ortadan kaldırın” gibi sloganlar sebebi ile maalesef zamanımızda Müslümanların çoğu, evlerinde bir meal bulundurma, dini buradan öğrenme yanlışlığına düştüler. Bu yanlışlık çok tahribata ve karışıklığa sebep oldu... İslâmî otorite ve hiyerarşi kavramları yıkıldı... Söz ayağa düştü... Bir sürü ukalâ müctehid taslağı türedi... Dinimizde zararlı reform hareketleri başladı... Ayetleri yeniden yorumlayalım sesleri yükselmeye başladı. Mezhepsizlik yayıldı... Hemen arkasından da dinsizlik yayılmaya başladı. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendinin dediği gibi “Mezhepsizlik dinsizliğe bir köprüdür.” zaten. İslâm düşmanları, asırlardır yaptıkları tecrübelerden, kaba kuvvetle bir yere varamayacaklarını anladılar. İslâm âlimleri, hak mezhepler, fıkıh kitapları olduğu müddetçe, kısmen zarar verebilseler de, ciddî bir zarar veremediklerini gördüler. Çünkü, İslâm âlimleri, mezhepler, fıkıh kitapları, İslâmiyeti koruyan sağlam birer kaledir. Bu kale sağlam olduğu müddetçe, İslâmiyete zarar vermeleri mümkün değildir... Bunun için, 18. asırdan itibaren, hücumlarını bu yöne çevirdiler. Âlimleri, kitapları kötülemek ve Müslümanların gözünden düşürmek için ne lazımsa yaptılar. Bugün, Müslümanların bu hâle düşmesinin en önemli sebebi cehalettir. Cahil kimseyi kandırmak kolaydır. Din düşmanlarının bu kadar taraftar toplamasının sebebi budur. Peygamber efendimiz, “İlim olan yerde müslümanlık vardır, ilim olmayan yerde müslümanlık yoktur” buyurmuştur. İlmi olmayan, zaruri temel bilgilerden bile yoksun kimselerin önüne, meal, tefsir koymak bu kimselere yapılabilecek en büyük kötülüktür aslında. Çünkü, alt yapı olmadığı için herkes, zekâsına, bilgisine göre bir şeyler anlayacak, ortalık curcunaya dönecek. Zaten istenilen de bu. Hıristiyanlarda olduğu gibi, İslâmiyetin sadece “adı” kalsın. İngiliz Casusu Hempher bakınız hatıralarında bu konuyu nasıl anlatıyor: Çalışmalarımdan bir netice alamayınca, ümitsizliğe düştüm. Görevi bırakmak istedim. Müstemlekeler Bakanı bana şunları söyledi: “ Sen bu işlerin, birkaç senelik çalışma ile neticeleneceğini mi zannediyorsun? Bırak birkaç seneyi, bu ektiğimiz tohumların meyvelerini, ben de sen de göremeyeceğiz, belki de senin, benim torunlarımız bile göremeyecek. Bu tohumların meyvelerini en az yüz senede, belki de 150-200 senede ancak alabileceğiz. Çünkü, bugüne kadar İslâmiyeti ayakta tutan, din bilgileri olmuştur. Âlimleri, ilmi yok edip, halkı cahil bırakmadıkça, onların dinlerini bozmak mümkün değildir. Bunun için, âlimleri, mezhepleri hissettirmeden kötüleyeceğiz. Bir müddet sonra da, peygamber sözleri (hadis-i şerifler) hakkında, “Uydurmaydı, değildi” diyerek şüpheye düşüreceğiz. Ayetleri istediğimiz gibi yorumlayacağız... Ancak bunları başarıp, halkı cahil bıraktığımız zaman, meyveleri toplamaya başlayacağız. Bir kültürü, hele asırların birikimi olan din kültürünü yıkmak, kısa zamanda olacak şey değildir.” Hempher, 1700'lü yıllarda bu faaliyeti gösteriyordu. Gerçekten de iki yüzyıl sonra, 1900'lü yıllarda meyvelerini toplamaya başladılar. Mealden din öğrenmenin mümkün olmayacağı o kadar açık ki... Kur'an-ı kerim, İslâmiyetin temel kitabıdır, anayasasıdır. Bunu, Resulullahın, müctehid imamların ve diğer âlimlerin sözleri açıklar, tatbikini sağlar. Kur'an-ı kerimden başkasını kabul etmemek, bir devletin anayasasının dışındaki bütün, kanunlarını, tüzüklerini, yönetmeliklerini, genelgelerini kabul etmemek, onları yok saymak gibidir. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için meal nedir, ilk defa ne zaman ve kimseler tarafından çıkartılmış bunu da yarın ele almak istiyorum.
.
. Millet yasta onlar âlemde! 3.9.
İlgisiz, tepkisiz, duygusuz, vurdumduymaz bir toplum olma yolundayız... Kendini bilmez belli bir kesim, “bana bir şey olmasın da isterse dünya yıkılsın” anlayışında. Memleketin başına büyük bir felaket gelmiş, binlerce kimse ölmüş, sanayinin yüzde otuzununun bulunduğu bölgede fabrikalar çalışamaz hale gelmiş, ekonomi krize girmiş... Bu kesimi hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Sanki, onlar aynı gemide değiller, aynı memlekette yaşamıyorlar. Görmüşsünüzdür, bazı gazeteler sür manşetten verdi. Bazı sahil kesimlerinde depremin hemen ertesi günü eğlence yerleri tıklım tıklım doluydu. Fotoğraflara bakıyorsunuz; hepsi yarı çıplak, sarmaş dolaş, çoğu sarhoş; ayakta duracak halleri kalmamış. Yine sanat dünyasının tanınmış isimleri depren sonrası kokain âlemlerinde basılıyor; millet yasta onlar âlemde... Memleketin büyük bir bölümünde, millet sokakta, yağmur altında, çamur içinde perişan halde... Bunların umurunda değil. Sanki, hiçbir şey olmamış; memleket güllük gülistanlık içinde! Nerede kaldı tasada kıvançta birlik? Bir kesim de olanlardan ibret alacağına, yaşayışında, düşüncesinde hiçbir toparlanma yok. “ Ölen ölmüş kalan sağlar bizimdir” düşüncesinde. Hatta, bazıları daha da ileri gidip, haşa, Allah’a kafa tutuyor. Bu felaketi bize nasıl gönderirsin, diye. Velhasıl, insanlığımızı unutmuşuz; acayip bir haldeyiz toplum olarak. Halbuki Yüce Allah insanı en şerefli mahluk olarak yarattı. İnsan, bu şerefi muhafaza ettiği oranda insandır... Yüce Allah’a isyanla, ona kafa tutmakla nereye varılacak? Geçmişte bunları deneyenlerin başlarına gelenleri kitaplardan öğreniyoruz. Kur’an-ı kerimde bunların kıssaları anlatılıyor. Nice kavimler olanlardan ders almayıp isyana devam etmeleri sebebi ile yok edilmişler. Bir Allah dostunun asırlar önce sanki günümüz insanları için verilmiş bir nasihatını sunmak istiyorum sizlere bugün. İslam büyüklerinden İbrahim Edhem hazretlerine, birisi gelip nasihat ister. Bu mübarek zat şu nasihatta bulunur: Evladım, şu altı şeyi kabul edersen, hiçbir işin sana zarar vermez: 1- Günah işleyeceğin, Yüce Allaha asi olacağın vakit, O’nun rızkını yeme! Rızkını yeyip de, O’na ısyan etmek, doğru olur mu? 2 -Yüce Allah’a isyan edeceğin zaman, Onun mülkünden çık! Mülkünde olup da, O’na isyan etmek, layık olur mu? 3 –O’na isyan edip günah işleyeceğin zaman, gördüğü yerde günah işleme! Görmediği bir yerde yap! O’nun mülkünde olup, rızkını yeyip, gördüğü yerde günah yapmak, uygun değildir. 4- Can alıcı melek, ruhunu almaya geldiği zaman, tövbe edinceye kadar izin iste! O meleği kovamazsın. Kudretin var iken, o gelmeden önce tövbe et! O da, bu saattir. Zira, ölüm ani gelir. 5 - Mezarda, iki melek, süal için geldikleri vakit, onları kov, seni imtihan etmesinler! Soran kimse dedi ki, “Buna imkan yoktur”. Öyle ise, şimdiden onlara cevab hazırla!. 6- Kıyamet günü Allahü teâlâ “Günahı olanlar, bana asi olanlar, Cehenneme gitsin!” diye emir edince, ben gitmem de! Soran kimse dedi ki, “Bu sözümü dinlemezler”. Öyleyse şimdiden günah işlememeye bak!.. Evladım! Cenab-ı Hakkın bizim ibadetlerimize ihtiyacı yok. İbadet yapmamızın, haramlardan kaçmamızın faydası yine bize... Allahü teâlâ şöyle buyuruyor: “Önce gelenleriniz, sonra gelenleriniz; küçüğünüz, büyüğünüz; dirileriniz, ölüleriniz; insanlarınız, cinleriniz; en mütteki, itaatli kulum gibi olsanız, büyüklüğüm artmaz. Aksine olarak, hepiniz, bana karşı duran, Peygamberlerimi “aleyhimüsselam” aşağı gören, düşmanım gibi olsanız, büyüklüğümüden bir şey eksilmez. Allahü teâlâ, sizden ganidir, Ona hiçbiriniz lazım değildir. Siz ise, var olmanız için ve varlıkta kalabilmeniz için ve her şeyinizle, hep O’na muhtacsınız”. Evladım! Gördüğünüz gözler, işittiğiniz kulaklar, duygu edindiğiniz organlar, düşündüğünüz zekâlar, kullandığınız eller ve ayaklar, geçeceğiniz bütün yollar, girip çıktığınız bütün mahaller, hulâsa, rûh ve cesedinize bağlı bütün âletler, sistemler, hepsi ve hepsi, Allahü teâlânın mülk ve mahlûkudur. O, hayy ve kayyûmdur. Yani, görür, bilir, işitir ve her var olan şeyi, her ân varlıkta durdurmaktadır. Hepsinin idaresinden, hallerinden bir ân gâfil olmaz. Emirlerine uymayanların cezasını vermekten de, âciz kalmaz. “imhâl eder; ihmâl etmez!” Ceza vermeyi geciktirir fakat, ihmal etmez. ( Bu nasihatlar yarın da devam edecek) Sevip sevilmedikçe... 4.9. (İslam büyüklerinden İbrahim Edhem hazretlerinin dünkü nasihatlarının devamı) Bir kimse, İbrahim-i Edhem’e sorar: Allahü teâlâ, “Ey kullarım! Benden isteyiniz! Kabul ederim, veririm” buyuruyor. Halbuki, bela, musibet vermemesi için dua ediyoruz kabul olmuyor. Bunun sebebi nedir? Bu soruya şöyle cevap verir: Evladım! Allahü teâlâya inandığınızı söylersiniz, O’na itaat etmezsiniz. Peygamberini tanırsınız, O’na uymazsınız. Kur’an-ı kerimi okursunuz, gösterdiği yolda gitmezsiniz. Cenab-ı Hakkın nimetlerinden faydalanırsınız, O’na şükür etmezsiniz. Cennetin, ibadet edenler için olduğunu bilirsiniz, hazırlıkta bulunmazsınız. Cehennemi, asiler için yarattığını bilirsiniz, O’ndan sakınmazsınız. Babalarınızın, dedelerinizin ne olduklarını görür, ibret almazsınız. Ayıplarınıza bakmayıp, başkalarının ayıplarını araştırırsınız. Böyle olan kimseler, üzerlerine taş yağmadığına, yere batmadıklarına, gökten ateş yağmadığına şükür etsin! Daha ne isterler? Düalarının neticesi, yalnız bu olursa, yetmez mi? İbrahim Edhem hazretleri nasihatlarına şöyle devam etti: Medeniyet ilerlediği halde, insanlığın ufuklarını kara bulutlar sarmışsa bunun sebebi, hep inanç zayıflığı ve karşılıklı sevgi ve merhamet eksikliğidir. İnsanlık ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe, ızdırap ve felaketden kurtulamaz. Hakkı tanımadıkça, Hakkı sevmedikçe, O’na kulluk etmedikçe, insanlar birbirini sevemez. Cenab-ı Hak, insanlara güneşten ışık ve enerji gönderiyor. Siyah topraktan, tatlı renkli, hoş kokulu nice çiçekler, güzel yüzler yaratıyor. Rüzgardan gönüllere ferahlık veren nefesler döküyor. Birçok senelik uzaklıktaki yıldızlardan, şu çıktığınız, sonunda gömüleceğiniz topraklara nurlar yağdırıyor. Bugün, bizim dediğiniz karaların, denizlerden süzülüp ayrıldığı, dağların, derelerin, ovaların, tepelerin döşenildiği zaman, acaba nerede idiniz? Denizlerin acı suları, Hakkın kudreti ile buharlaştırılarak, gökte bulutlar yapılırken, o bulutlardan yağan yağmurlar, yanmış, kurumuş toprakların zerrelerine işletip, o maddeler, oynayıp titreşerek hayatın hücrelerini yetiştirirken, nerede idiniz ve nasıldınız? Doğmadan evvelki, doğduğunuz zamanki halinizi düşünüyor musunuz? Üzerinde yatıp kalktığınız, yiyip içtiğiniz, gezip dolaştığınız, gülüp oynadığınız, dertlerinize deva, korkulara, sıcağa, soğuğa, açlığa, susuzluğa, yırtıcı ve zehirli hayvanların ve düşmanların hücumlarına karşı koyacak vasıtaları bulduğunuz şu yer küresi yapılırken, taşları, toprakları hilkat fırınlarının ateşlerinde pişirilirken, suyu ve havası, kudret kimyahanesinde inbiklerden çekilirken, siz nerede idiniz, ne içinde idiniz, hiç düşünüyor musunuz? Ey Adem oğlu! Sizin o kadar benimseyerek, hevesle atıldığınız maksatlar, gayeler, giriştiğiniz mücadeleler, sarf ettiğiniz gayretler, duyduğunuz iftiharlar, kazandığınız başarılar, O’nun için olmadıkça, hep yalan, hep boştur. O halde kalplerinizde, niçin yalana, hıyanete yer veriyorsunuz ? Niçin, eşsiz olan, Hak teâlânın emirlerine uymuyor, O’nu mabud tanımıyorsunuz da, binlerce, hayal olan, mabudlar arkasında koşuyor, hepiniz sıkıntılar içinde boğuluyorsunuz? Hak teâlânın büyüklüğünü tanıdığınız, emaneti ve emniyeti bozmayarak çalıştığınız zaman, birbirinizi ne kadar sevecek, ne kadar birbirinize bağlı kardeşler olacaksınız. Sizin o kardeşliğinizden, Allahın merhameti, neler yaratacaktır. Kavuşduğunuz her nimet, hep Hakka imanın hasıl ettiği kardeşliğin neticesi ve Allahü teâlâ’nın merhameti ve ihsanıdır. Hak teâlâ’dan başka herneye gönül verseniz, herneye tapınsanız, hepsinin zıddı, mukabili vardır. Bunların hepsi de, Hakkın kudreti ve iradesi altındadır. Ortağı, benzeri, misli, zıddı, mukabili olmayan, yegane hakim, ancak Hak teâlâdır ve ancak O’nun mukabili batıldır, yanlıştır ve varlığı mümkin olmıyan bir yokluktur. Hak teâlâdan başka, herneye tabi olur, Onun yerine, herneyi severseniz, biliniz ki, onlar da sizinle beraber yok olacaklardır. Cenab-ı Hak, bütün bunları anlayasınız diye zihin denilen bir hazine, akıl adında bir ölçü, fikir dedikleri bir alet, irade dediğiniz bir anahtar da, ihsan ediyor. Her birini yerinde kullanabilmeniz için size tatlı, acı ihtarlar, işaretler de veriyor. Daha büyük bir nimet olarak, sadık ve emin Resullerle açıkca, talimat gönderiyor. Bütün bunları, size ve iradenize ve yardımınıza muhtac olduğundan değil, mahlukları arasında size ayrı bir mevki vererek, dünyada ve ahirette mesut ve bahtiyar olmanız için yapıyor.
Suçlu olan kim? 10.9.
Dün Osmanlı Devletinin canına tak ettiği; bıçak kemiğe dayandığı için kapitülasyonları tek taraflı olarak kaldırdığını ilan ettiği gündü(1914). Gerçi, araya savaşların girmesi ile istenilen netice tam alınamadı; kesin olarak kaldırılması, ancak Lozan antlaşması ile sağlanabildi. Kapitülasyonlar; Osmanlı’yı, Kanûnî’yi kötülemede devamlı istismar edilen bir konudur. Çoğu kimse merak edip de araştırmıyor bu konuyu; herkesin sahip olduğu bilgi, sadece ders kitapları seviyesinde. Halbuki, tarihi olaylar bir bütündür, sadece bir bölümüne bakıp, o güne kadar ne getirmiştir ne götürmüştür incelemeden karar vermek insanı yanıltır. Bunun için tarihi olaylar hakkında hüküm verirken, olayın başlangıcındaki şartlarını tarihi seyrini göz önünde tutmak gerekir. Önce kısa bir tarifini yapayım kapitülasyonların. Yabancıların statüsünü tespit eden hukuki, mali, idari bir imtiyazdır kapitülasyonlar... Daha önce de birçok imtiyazlar verilmiş. Benim bugünkü konum, Kanûnî’nin Fransızlara verdiği imtiyazlar... Almanya-İspanya İmparatoru Şarlken’le İran şahının Osmanlı Devleti aleyhinde birlik kurmak istediklerini tesbit eden Kanûnî, Şarlken’in Avrupa’ya hakim olma isteğine mani olmak için, rakibi Fransa’yı siyasi bakımdan destekledi. Fransız tüccarlarının yüzde beş gümrük ile, her iki devlete ait gemilerle, serbestçe dolaşmalarına imkan verdi. Osmanlı padişahlarının, siyasi, dini ve ticari menfaatlerine uygun olarak verdikleri imtiyazlar, Avrupa’da Osmanlı idaresi lehinde büyük propaganda yapılmasına, Osmanlı Devletinin büyüklüğünün tanınmasına, dolayısıyla İslamiyetin yayılmasına yol açtı. Hatta, Avrupa’da reform hareketlerinin önderi olarak kabul edilen Luther’in; “Ey Rabbim! Büyük Türkleri bir an önce başımıza getir de, senin ilahi adaletinden onlar sayesinde nasibimizi alalım.” demesine sebep oldu. Bu kapitülasyonlar, yabancılara; Osmanlı Devletinde yerleşmek, dolaşmak ve ticaret yapmak haklarını tanıyordu. Ancak ticaret hususunda tam bir serbestliğe sahip bulunmuyorlardı. Bu dolaşma ve yerleşme sebebi ile birçok yabancı islamiyeti yakından tanıyıp Müslüman oldu. Bu tip kapitülasyonlar padişah hayatta olduğu müddetçe yürürlükte kalır, istenildiği an kaldırılabilirdi. Bu yüzden her padişah değiştiğinde imtiyazların da yenilenmesi gerekiyordu. Ancak bu yenileme işlemlerinin uzun zaman alması ve Avrupa devletlerinin her defasında yeni imtiyazlar istemeleri üzerine, 1740’ta Sultan Birinci Mahmud ile Fransa Kralı Onbeşinci Louis arasında daimi statü ile yeni bir kapitülasyon antlaşması yapıldı. Bu devrede verilen imtiyazların hiçbirisi devletin aleyhine olmamıştı. Zira maksat, batıya kayan ticaret yollarını tekrar Osmanlı ülkesine çekmek ve iç pazarı da devlet eliyle korumaktı. Bu durum 1838’e kadar Osmanlı lehine devam etti. 1838’de İngiltere’yle başlayan ve diğer Avrupa devletleriyle devam eden bir dizi ticari antlaşma, Osmanlı Devletinin iktisadi bakımdan Batı’nın hakimiyeti altına girmesine sebeb oldu. Bilhassa İngilizlerin yetiştirmesi olan Mustafa Reşid Paşa ve arkadaşlarının gayretleriyle imzalanan 1838 Baltalimanı Antlaşması, yabancı ülkelere Osmanlı Devletini sömürmek için kapitülasyonlara ek ticaret imtiyazları sağladı. Mustafa Reşid Paşanın yetiştirmelerinden; Ali ve Fuad paşalar da, 1861’de imzaladıkları yeni ticaret antlaşmalarında, 1838 ticaret antlaşmasının iç ve dış ticaret serbestliği prensibini öngörmesi yanında, % 12 iskele ve gümrük resmini de yabancı tüccarlar için başlangıçta % 8’e ve sekiz yıl sonra da % 1’e indirdiler. Ancak Avrupa’ya ihraç edilen Türk malları için böyle bir indirim söz konusu değildi. Böylece 1838’de Reşid Paşa ile başlayan ve 1861’de Ali ve Fuad paşalarla devam eden idareciler, Osmanlıyı Avrupa’nın mahkumu yaptılar. Artık yabancı tüccarlar, Osmanlı memleketlerine yayılıp Osmanlı tüccarları gibi iç ticarette iş yapıyorlar, hammaddeyi kolaylıkla Avrupa’ya ihrac ediyorlar, mamul getirip satıyorlardı. Avrupalı tüccarlara verilen bu imtiyazlara karşılık, Osmanlı tüccarlarının ve esnafının korunması için en ufak bir tedbir alınmamıştı. Ali ve Fuad paşaların ıslahat layihalarında ticarete dair ciddi tek bir fikir yoktu. Böylece asırlardır, siyasi, ticari ve dini yönden Osmanlının lehine işleyen kapitülasyonlar, bu kasıtlı yönlendirmeden sonra Osmanlının birçok yönden aleyhine, neticede, Devlet ekonomisinin çökmesine sebep oldu. Şimdi düşünmek lâzım suçlu olan kim? Bu imtiyaz ile Devlete birçok fayda sağlayan Kanûnî mi, yoksa, devletin ekonomik gücünü Batı’ya peşkeş çeken Avrupa hayranı Reşid, Ali ve Fuad paşa ve benzerleri mi? Okul bitmeden bilgiler bitecek!
Musa Carullah Bigiyev 8.10.
Bugünlerde ölümünün 50.yılı dolayısıyla Musa Carullah Bigiyev, Türkiye’de ve Tataristan’da anılıyor; tanıtım için sempozyumlar düzenleniyor. Bu münasebetle; bu zat kimdir, fikirleri nelerdir, neler yapmıştır? bunun üzerinde durmak istiyorum. İsterseniz konuyu biraz geriden alayım: Batı Devletleri özellikle de İngiltere, dünya hakimiyetini elde edebilmek için, bütün hesaplarını Osmanlı’yı yıkma üzerine yapmıştı... Osmanlı’nın özünün de, İslâmiyet olduğu gerçeğini bildiklerinden, bütün güçlerini İslamiyeti bozmaya yönelttiler... İslamiyeti güç kullanarak yıkmalarının mümkün olmadığını birçok acı tecrübeden sonra anlayınca içeriden yıkma planları yaptılar. İslamiyeti içeriden bozmak için de din adamlarının elde edilmesi gerekiyordu. Bu iş için de daha rahat hareket edebildikleri Mısır’daki El-Ezher’i seçtiler. Burada yetiştirdikleri adamları vasıtasıyla bütün Müslüman ülkelere Osmanlı düşmanlığını aşıladılar. Osmanlı düşmanlığı adı altında da tabii ki din düşmanlığını yaydılar. Osmanlı düşmanlığını sadece Arap ülkelerinde yaymakla kalmadılar. Türkistanda; Tataristan, Kazakistan, Kırgızistan,Özbekistan ve Türkmenistan gibi Türk devletlerinde de bu faaliyete devam ettiler. Buralarda açıkca Osmanlı düşmanlığı yapamadılarsa da, dolaylı yoldan bunu yaptılar. Mesela hep şunu tekrarladılar, “Osmanlı ictihad kapısını kapatarak İslamiyete büyük zarar vermiştir.” İctihaddan maksadları da, dinde reform yaparak dini değiştirmek, yani yok etmek... Bu işte kullandıkları adamlardan biri de, ne yazık ki, tanıtımı yapılan Musa Carullah Bigiyev’dir. Musa Carullah Bigiyev (1875-1949), tahsiline Kazan Külbuyu medresesinde başladı. Daha sonra, tahsilini Mısır’da yapması tavsiye edildiği için reformist üretim merkezi olan Mısır’a gitti. Tanınmış reformculardan ders aldı. Tahsilini tamamladıktan sonra birçok ülkeyi gezdi. Türkistan’da ceditçiler yani yenilikçiler hareketini başlattı. Reformcu gazete ve dergilerin yayın heyetinde görev aldı. İslamiyete ters düşen fikirlerinden dolayı islâm alimleri tarafından şiddetli tenkit görerek red edildi. Reformculuğu sadece Müslüman ilim adamları tarafından değil yabancı yazarlar tarafından da dile getirilmiştir. Batı’da “İslamın Luther’i” olarak tanınmıştır. Meselâ, A.Bennigsen’in “L’isliam en union Sovietique “ kitabında şöyle bahsedilir Musa Carullah Bigiyev’den: “Mercanî ve talebesi Musa Carullah Bigiyev gibi yenilikçiler, Müslüman aleminin geri kalmışlığının sebebini dinde görüyorlardı. Bunun için dinde reform şart diyorlardı. Klâsık eğitim görmüş bütün islâm alimlerine hücüm ediyorlardı. Din adamlarını “ parazit sınıf” olarak görüyorlardı. Bu ve bunun gibi ithamlardan din adamları büyük yara almıştı. Bu yüzden de, İslâm alemi tarafından büyük tepki topluyorlardı. Kısa zamanda bu fikirler İslâm camiasının dışına itildi. Buna rağmen, Modern Liberal “Cedîd”lerin sayıları bazı bölgelerde hızla arttı. Cedîdler ilerici genç burjuvalardı. Reform için çarpışmaya hazırdılar. Bunlara karşı duran gruplar ise “Kadîmciler” adını taşıyor ve muhafazakâr tavırlarını korumaya çalışıyorlardı. 1905’te Cedîd’ler sahneyi tamamen doldurmuşlardı. Kadîmciler ise, bir grup Kazanlı Türk aydını tarafından destekleniyor, daha fazla kırsal alanda ilgi görüyorlardı. Bunların yüzünden, Rusya Müslüman topraklarının hiç biri, Kazan ülkesi kadar dinî kargaşalığa şahid olmamıştır. Aslında, Kazak steplerinde dinî reform diye bir konu kesinlikle yoktu... Müslüman Kazaklar, cedlerinin yolunda yürümekten mutluluk duyuyorlardı. Türkistan Cedîd’leri ise, ne yaptılarsa ülkeyi yerinden oynatamadılar. Çünkü Müslümanlar her zaman güçlüydü. Türkistan, Komünizm İhtilâline kadar kadimcilerin kalesi olarak kaldı. Kuzey Kafkasya’da ve Dağıstan’da durum aynı oldu. Türkiye’de ise din, uzun zamandan beri reformcuların hücumlarına uğruyordu. Fakat, asırlardır devam eden sağlam yapıyı bozamıyorlardı.” Bu kitabın dipnotunda da şöyle bir ifadeye yer veriliyor: Bigiyev, Cüretli bir din adamı olarak tanındı. Dini değiştirmeye yönelik reformcu hareketleri Türk Devletlerinde ve Türkiye’de şiddetli tartışmalara yol açı. Bilgiyev, 1917’den sonra yani komünizm ihtilalinden sonra da Rusyada kalmayı tercih ederek, İslâm ile komünizmin arasını bulmaya çalıştı. Marksizme hiç çatmadı. 1930’da ümitlerini tamamen kaybetti.” Kurtuluş savaşı sıralarında, Moskova’ya görevli giden bir diplomatımızın hatıralarından da bir alıntı yaparak yazımı bitirmek istiyorum: “ Musa Carullah, tuhaf bir adamdı; asabi, hisslerine tâbi, ileriyi göremeyen biriydi. Bir kitap yazmıştı; müsvettelerini bana verip, Ankara’da bastırmamı ve kendisine görev verilmesini istedi. Zamanın Adliye vekili Abdullah Azmi Bey’e dileğini ilettim. Kitabın basılmasına razı olmadığı gibi bana şu cevabı verdi: Musa Carullah, içtihat kapısı açmak, dini değiştirmek isteyen, dinle ilgisi olmayan biridir. Böylelerini burada hizmete alamayız!” Şimdi sormak lazım: Memleketimizde tanınmayan, bilinmeyen sicili bu kadar kabarık bir kimseyi elli yıl sonra reklâm etmenin kime ne faydası var? Başka söze ne hacet! 9.10. Dün, ölümünün 50.yılı dolayısıyla anılan, Reformcu Musa Carullah Bigiyev’in Osmanlı düşmanlığından bahsetmiştim. Bugün bu konuyu biraz açmak istiyorum. İşin garibi, Osmanlı’nın 700. Yılını kutlayanların aynı zamanda Bigiyev’in ölüm yıldönümünde ona övgüler yağdırmaları. “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” demekten insan kendini alamıyor. Bigiyev ve benzerleri Osmanlıya niçin düşmandı? Şunun için düşmandı: Osmanlı İslamın gerçek temsilcisi idi. Bozulmamış, deforme olmamış islam sadece Osmanlıda kalmıştı. Osmanlı alimleri, reformlara, bid’atlere kapılarını sıkı sıkıya kapatmıştı. Peygamberimiz ve Eshabının yaşadığı islamı esas almıştı. Bunun için de, İmam-ı azam Ebu Hanife, İmam-ı Şafii, İmam-ı Malik, İmamı Ahmed İbni Hanbel, Abdülkadir Geylani, İmam-ı Rabbani, Mevlana, Hacı Bektaşi Veli, Şeyh Edebali gibi Peygamberimizin ilimde gerçek varisi olan alimleri kendilerine rehber edinmişlerdi. Medreselerde bu bozulmamış inanç veriliyordu. İşte, Bigiyev ve diğer reformcuların düşmanlığı burada başlıyor. Çünkü Osmanlılar işi sağlam tutunca, bunlar maksatları doğrultusunda dini bozamadılar. Bunun için de karalama kapmanyası başlattılar. Bigiyev diyor ki: “Osmanlı Devleti, medrese tahsili ile işe başladı. Medreselerde kelam, fıkh... gibi ilmler okutuldu. İctihad kapısı kapatıldı. Bundan da maksatları, Müslimanları sömürmek, rahat yaşamaktır. Bu hocalar, fikren ve ahlaken cahil oldukları halde, din alimi kılığındadırlar. Şimdi medreselerde islamiyetten birşey kalmadı” Halbuki, bu sözleri söylediği zaman, dünyanın hangi yerinde Müslimanlık kalmış ise, onun beğenmediği medreselerde kalmış idi. Vaktiyle Molla Fenariler, Molla Hüsrevler, Ebussu’udlar, İbni Kemaller, Gelenbeviler bu medreselerde yetişmişti. Bakın Bigiyev’e göre Osmanlılar daha ne suçlar (!) işlemişler: “İslâmiyet, kelâm ilimleri cereyanları ile kirletildi ve tahrif edildi. Manası boş, beyhude nazariyelerden bahseden, bunun üzerine bütün ilimleri inkâr eden kelâm kitapları islâm memleketlerinin her tarafında yayıldı. Mezheplerin sınırlandırılmasnı inkâr ederim. İslâmın aklı, mademki tutkundur terakkiye imkân yoktur. Aklı olan dini eseratten kurtulmalı, akıl en büyük ilahi hüccettir. Mutlaktır, hududun biriyle mahdut değildir. Dört mezhebin hududunu kırmalı, aklın hürriyetini temin etmeli. Osmanlılar böyle yanlış, fena ve sabit kaidelere bağlı kaldılar. Medereseleri çekirge hücumu gibi istilâ etmiş fıkıh, kelâm; mantık; usul, tefsir, nahv ,sarf ve hikmet kitaplarına dair yazılmış haşiyeleri, şerhleri görünüz de söyleyiniz, o kitaplarda akıldan, fikirden; İslâmiyetten bir eser var mı?” İslamiyette, kelam ve fıkıh en önemli ilimlerdir. Biri nasıl inanılacağını diğeri de islamiyetin nasıl yaşanılacağını gösterir. Bu iki ilim atılırsa geriye ne kalır. Zaten bütün mesele de burada. Bu ilimler olmayınca, herkes eline bir meal alacak nasıl anladıysa öyle ibadet yapacak. Veyahut da, Bigiyev gibi reformcular nasıl bildirdiyse ona göre hareket edecek. Dolayısıyla din diye ortada bir şey kalmayacak. Bütün istedikleri zaten bu. Aslında Reforcular dine de inanmamakta; dini sadece dünyada insanları terbiye eden ahlâkî bir sistem olarak görmekteler. Bu düşüncelerini bakınız şu ifadelerinde nasıl sinsice yerleştirmişler: “İyi ahlâk ve faziletler gibi iç yaşayışlar ekseriya manevî olmak itibarıyla bu yolda hiçbir fiilî müeyyide, manevî bir nüfuz derecesinde tesiri haiz olamıyacağı gibi manevî nüfuzlar içinde de dinin kuvvet derecesine yetişebilecek hiçbir şey yoktur.” Demek ki, bu reformcular dinin aslî olduğuna hakiki bir itikat ile inanmadıkları halde insanların ahlâkını muhafaza ve dünyalarını geliştirmek için dine ihtiyaç bulunduğuna yani cemiyetin faydalı ve emin bir ferdi olabilmek üzere insana katiyen din lâzım olduğuna kaildirler ki, bunun manası dine dünya için lâzım olması hasebiyle inanmak demektir. Reformcular hakkında şüphe uyandıran önemli bir sebep bunların insan ahlâkını korumak için din kadar emniyet ve itimat veren bir kuvvetlendirici müeyyide bulunamayacağını ve hattâ hiçbir milletin dinsiz yaşayamayacağını söyleyerek dine tam bir hararetle taraftar göründükleri halde eserlerinin gizli noktalarında kalemlerinden dökülen parolalı ifadelere göre, kendilerinin gizliden gizliye dine inanmamakta olmalarıdır. Bigiyev’in gerçek yüzünü, 1917’de Moskova’da toplanan, Reform hareketlerinin tartışıldığı Rusya Müslümanları Kurultayında divan üyesi sıfatıyla yaptığı konuşma açık şekilde ortaya koyar. Keşke yerim müsait olsa da bu 500 sayfalık tartışmaların ve alınan kararların tutanaklarını ibret alemi için verebilsem. Konuşmalardan sadece bir pragraf almakta yetineceğim. Zaten herşeyi, gerçek niyetlerini ortaya koyuyor bu paragraf. “ Efendiler, unutmayınız ki, Kur’anın bazı kuralları eskimiştir. Bunları tarihin malı saymak lazım...” ( Rusya’da Birinci Müslümanlar Kongresi Tutanakları- Kültür Bakanlığı yayınları sh.394) Bilmem başka söze ihtiyaç kaldı mı? Herhalde reformcuların gerçek niyetleri anlaşıldı
Fransız kadının anlattıkları 22.10.99
Geçenlerde Bursa’dan dönerken, Deniz Otobüsünde yanımda 8-10 yaşlarında bir çocuk, onun yanında da, annesi olduğunu öğrendiğim bir bayan oturdu. Hareketten sonra, isminin Fatih olduğunu öğrendiğim çocukla biraz sohbet ettik. Bir ara çocuğa; derslerine iyi çalışıyorsun, anneni babanı da üzmüyorsun değil mi? dedim. Çocuk, sen cevap ver, dercesine annesine baktı. Annesi, amcası, benim oğlum çok zekidir her sene takdir getirir, çok da terbiyelidir, bizleri hiç üzmez, dedi. Maşaallah, çok güzel, inşaallah böyle devam eder, dedim ben de. Fakat bir şey dikkatimi çekti bu konuşma esnasında. Kadının şivesi düzgün değildi. Türk asıllı olmadığı hemen anlaşılıyordu. Merak edip sordum: - Türk değilsiniz herhalde? - Evet, Fransız asıllıyım. Fakat, İstanbul’da oturuyoruz. Kocam tekstilcidir. Evlenmeden önce, ihracat bağlantısı için sık sık Fransa’ya geliyordu. Kendisi ile Fransa’da tanıştım. Daha sonra da evlenerek İstanbul’a geldim. Sonra çantasından karvizitini çıkartıp takdim etti.Teşekkür edip kartını aldım. İşyerinin nerede olduğu merak edip karta baktım. Fakat gözüm başka şeye takıldı. Kadının ismi Müslüman ismi değildi, hıristiyan ismiydi. Kadın, ismine takıldığımı anladı. Ben sormadan o söze başladı: - Herhalde ismime takıldınız? - Evet, Müslümanla evlisiniz, çocuğunuz ismi Müslüman ismi, fakat!.. - Şaşırmakta haklısınız. Ancak benim bildiğim dinler, insanları kemale getirmek, olgunlaştırmak içindir. Ben karşımdakileri benden daha olgun olarak görürsem, o zaman din değiştirmeyi düşünürüm. Ben şu halimle bakıyorum, tanıdığım Müslümanlardan daha mükemmelim, daha ahlâklıyım, kendime göre dinimin emirlerini yerine getiriyorum. İstersiniz en yakın kimse olarak kocamı misal göstereyim: Kocamın hiç namaz kıldığını görmedim. Oruç da tutmaz.Dürüstlük nedir, hiç bilmez. Ticarette, para gelsin de nereden gelirse gelsin, anlayışında. Başkalarının hakkı geçermiş, onlar zarara uğrarmış umurunda değil. Düzgün bir aile hayatı da yok. Her akşam şurada burada... Bir müddet sustuktan sonra son sözünü söyledi: “ Ben böyle bir kimseyi kendime nasıl örnek alıp da dinimi değiştiririm. Bu mudur dininizin bildirdiği mükemmel insan?” Sonra çantasını karıştırmaya başladı. “ İşte buldum” diyerek bir gazete kupürü çıkardı. Bana uzatıp, “ Buyurun, bu da başka bir örnek, bir islâm devletinin başı bu!...” Baktım gazetede ki haberin başlığı şöyleydi: “ Suudi Arabistan kralının, İspanya’daki yazlık villlalasındaki günlük mutfak masrafı 85 milyar” Haberi okuyup kendisine geri verirken, sözlerine devam etti: “Kendi ülkesinde ve diğer Müslüman ülkelerde dindaşları açlıktan kırılırken, bu nasıl yapılır? Kendisine dilimin döndüğü kadar anlatmaya çalıştım: Arabistan’ın islam devleti ile, Suud ailesinin yaptıklarının da dinle alakasının olmadığını; bunların İngilizlerin ve ABD’nin bir kuklası olduğunu, bir dini mensuplarından değil de, kaynağından, kitaplardan öğrenmenin şart olduğunu, şahıslara takılıp kalınırsa, gerçeğe varılamayacağını; hıristiyanların da Hz. İsa’nın gösterdiği yolda olmadıklarını; her türlü zulmü geçmişte ve zamanımızda acımasızca yaptıklarını... anlatmaya çalıştım. Kendisine kitap verdim. Ama insanlar gördüklerine bakıyor, gördükleri ile hüküm veriyorlar... Okuyan çok az... Bunun içindir ki, “lisân-ı hâl, lisân-ı kalden entakdır” demişlerdir. Hâl ile hareket ile yapılan, söz ile yapılandan üstündür, demektir. 1960'lı yıllarda kapılarını Türklere açan Avrupa'da, bugün 3.5 milyona yakın Türk yaşamaktadır. Eğer bu insanlar, dinimizi iyi bilen, dinimizin güzel ahlâkı ile ahlâklanan, yaşayışıyla, çalışmasıyla, kısacası her haliyle dört dörtlük Müslüman olsalardı, inanın bugün Avrupa'nın çehresi değişirdi. İslâmiyet, bütün dünyaya örnek insanlar vasıtasıyla yayıldı. Bizans’ın en ucra köyünde bile İslamiyeti gerçek manada temsil eden bir “alperen” bulunurdu. Osmanlılar bir yeri alınca, kimseyi Müslüman olmaya zorlamazlar, Anadolu'dan oralara Müslüman aileler yerleştirirlerdi. Bu örnek insanların vasıtasıyla, yerli halk İslâmiyeti, İslâmın güzel ahlâkını, adâletini tanır, kısa zamanda Müslüman olurlardı. Bosna'nın, Arnavutluk'un, kısacası Balkanlar'daki yerli halkın Müslüman olmaları hep böyle olmuştur. Bugün, insanlar islâmiyetten uzaklaşıyorsa, eskisi gibi İslâmiyet yayılmıyorsa, bunda fert fert hepimizin vebali olduğunu unutmayalım!.. Suçu başka yerde aramayalım!.
. Bari bu treni kaçırmayalım! 23.10.99
Eskiden uzak yerlere ulaşım genelde tren ile yapılırdı. Trenler de haftada bir, bazısı da ayda bir kalkardı. O treni kaçırdın mı artık bir ay beklemek zorundaydın. Bundan dolayı, önemli fırsatları kaçırma karşılığı olarak, dilimize“ treni kaçırma” deyimi yerleşti. Treni sadece fert olarak insanlar kaçırmaz; toplum olarak, millet olarak da kaçırılır. Tren fert olarak kaçırıldığında sıkıntısını sadece o kimse çeker. Toplum olarak tren kaçırılırsa, işte o zaman sıkıntısını yediden yetmişe herkes çeker. Toplum olarak kaçırılan trenin arkasından bir hafta sonra, bir ay sonra ikincisi gelmez. Bunun gelmesi çoğu zaman asırlar sonra olur. Bunun için toplum olarak treni kaçırmamak lazım. Biz toplum olarak hâlâ kaçırdığımız trenlerin sıkıntısını çekiyoruz. Ne kadar çekeceğimiz de belli değil. Asırlar sonra bir gelen bu tren, bugün gelmiş ve hareket etmek üzeredir. Eğer bu trende yerimizi almazsak, ezilmeyi, sürünmeyi şimdiden göze almak zorundayız. Şimdi, geçmişte kaçırdığımız bir tren hikayesini anlatayım. Osmanlı İmparatorluğu, 16. yüzyılda zirvedeydi. Böyle çok iyi bir durumda olduğumuz bir devrede, Avrupa çok zor durumdaydı. Çünkü, Avrupa, nüfusunu besleyemeyecek bir tarıma sahipti. O günkü ekonomi, esas itibariyle tarıma ve ticarete dayalıydı. Tarım üretiyor, ticaret o üretilen malları dağıtıyordu. Tabii ki, nüfus baskısı bir noktada büyük sıkıntılar getirdi. Osmanlı İmparatorluğu da genişleyerek, yeni yerleri fethederek, ganimet alarak, vergi toplayarak, ekonomik alanda Avrupa’yı çepe çevre kuşattı. Şartlar Avrupa’yı artık zorlamaya başlamıştı. Bir çıkış yolu aramaya mecbur etti. Zaten bütün buluşlar, bir zorlama, çaresizlik sebebiyle olmuştur. Bu arayışlarla Amerika keşfedildi, 15. Asırda, 16. Asır ve 17. Asrın başlarına doğru Amerika’dan, özellikle Güney Amerika’dan büyük bir servet akımı Avrupa’ya akmaya başladı. Altın, gümüş ve birçok kıymetli taşlar geliyor; hak hukuk tanımadan kaçırılan bu maddelerle Avrupa zenginleşiyordu. Bu zenginlik, fiyatların yükselmesine sebep oldu. Osmanlı ülkesinden de mal kaçmaya başladı. Çünkü, mal daima, nerede daha iyi fiyat bulursa, oraya gider. Sadece bununla kalmadılar. Hindistan, Uzakdoğu, Avustralya’da da koloniler kurdular. Avrupa’da bütün bu işler yapılırken, gelişmelere ayak uyduramadığı, yeni politikalar üretemediği için, Osmanlı’da16. Yüzyılın ortasından sonra bir duraklama, arkasından da yavaş da olsa, aşağıya doğru bir iniş başladı. Özellikle 1700’lü yılların ortasında Batı, sanayi devrimi ile enerjiyi kullanarak kol gücünün bin, on bin ve hatta yüz bin mislini alırken, Osmanlı bu sanayi devrimini kaçırdı. Tren kaçınca, 1750’lerde enerjinin, ilk önce kömür, buhar enerjisinin kullanılmasıyla başlayan bir mekanizasyon devrini atladık. Sanayi devrimi tabiatıyla Avrupa’yı değiştirdi. İleriye götürdü. Bizde, ise bu devir Osmanlı’nın gerilemesinin hızlandığı bir devredir. Ekonomik olarak o yarışa giremedik. Aynı şeyleri yapamadık, aynı şekilde gelişmemizi sürdüremedik.. Avrupa’nın artan zenginliği bize menfi tesir etti. Ekonomimizi sıkıntıya soktu. Sonunda Osmanlıyı çökertti. Şu bir gerçektir ki, genelde bütün devletlerin çöküşü ekonomik zayıflıktır. Güçlü her zaman ayaktadır. Her engeli aşabilir. İşte, asırlar sonra gelen tren tekrar önümüzdedir. Eğer çağın şartlarına uygun hareket eder, gelişmelere, değişimlere ayak uydurabilirsek, treni yakalayabiliriz... 21. asır ileri teknoloji ve bilgi çağıdır. 80’li yıllarda başlayan teknoloji ihtilali, başta elektronik ve biyoteknoloji olmak üzere bilimde sağlanan baş döndürücü gelişmeler, insanoğlunun beyin gücünü çok daha iyi kullanmasını sağlayarak önüne inanılmaz imkanlar açmaktadır. Gelmesine, birkaç ay kalan asır, ferdin asrıdır, bilgi asrıdır. Çok kimsenin ifade ettiği gibi, bu asırda fertlerin kitleler halinde değil, daha çok ufak gruplar ve tek tek çalıştıkları bilgisayar, telekomünikasyon, nakliye, inşaat, turizm gibi ekonomik faaliyetlerden oluşan hizmet sektörü, toplam işgücünün yüzde sekseninden fazlasını istihdam edecektir. Mutlaka idrak etmemiz gereken husus, 21. Yüzyılı şekillendirecek olan hizmet sektörünün daha kabiliyetli, daha bilgili insana ihtiyaç gösterdiğidir. Değişim, ferdin bizzat kendisinden başlayacaktır. İleri ülkeler arasına girebilen milletler, bu değişimi gerçekleştirebilen, insanını 21. Yüzyılın gerekleri doğrultusunda eğitebilen milletler olacaktır. Türkiye’nin bundan böyle hedefi, binlerce kişinin çalıştığı devasa tesisler değil, bilgi çağının arkasında kalmayacak insan yetiştirmek olmalıdır. Bu da yetmez, hem sosyal, hem de siyasi hayatta , gelişim, değişim şarttır. Çünkü bütün bu gelişmeler için huzurlu ortam gerekir. Kim ne yaparsa yapsın, ben bildiğimden vaz geçmem dersek, bu defa da treni kaçırırsak, Osmanlı’nın durumuna düşmemiz kaçınılmaz olur. Bilimsel araştırmalar(!) 29.10. Oldum olası “Bilimsel rapor” , “İstatistiki veriler” gibi araştırmalara hep şüphe gözü ile bakmışımdır. Nasıl bakmamayım; aynı konuda iki araştırma yapılıyor, netice birbirinin tam tersi... Ufak tefek farklılıklara tamam da, yüzde yüz farklılık niçin? Çünkü, bu tür çalışmaların birçoğu belli maksatlar, yönlendirmeler için yapılıyor da ondan. İşte, bu tür yapılan bir araştırmanın neticesi: “ Yapılan araştırmalara göre, Batı’da gayri meşru ilişki yaşı 14’e Türkiye ise, 16’ya indi. Bu gizli ilişkilerin sağlık açısından zararlarına mani olmak için, artık cinsellik tabu olmaktan çıkarılmalı. Cinsel eğitim verilmeli. Cinsellik bir ihtiyaçtır, engel olunmamalı.Teklif sadece erkekten gelmemeli, kadın da teklif edebilmeli. Erkek cinselliği nasıl rahat yaşıyorsa, kadın da öyle olmalı. Her iki cins de evlilik öncesi, cinsel tecrübeye sahip olmalı. Görüştüğümüz herkes cinsel özgürlük istiyor...” Sordukları her denek, aynı şeyleri istiyor(!). Bu sözde araştırma ya maksatlı bir masabaşı çalışması vey, diskoteklerde, barlarda... yapılmış. Meyhaneden çıkan kimseye içki içiyor musunuz diye sorarsanız, alacağınız cevap tabii ki “ Evet” olacak. Sonra da bunu bilimsel araştırma(!) diye yayınlayacaksın! Batı bunu denemiş. Cinsel özgürlüğün toplumu ne hale getirdiğini görmüş. Şimdi, bunun nasıl önüne geçebilirim, telaşında; aile bağlarını kuvvetlendirmek için, bütçelerinden yüklü paralar ayırmaktalar. Alınan netice ortada iken, toplumu böyle bir yönlendirme gayretine girmek akıllara durgunluk veriyor. Acaba bu, Batı’nın bir intikamı mı? Bizim toplumuz perişan oldu, onların ki de olsun kıskançlığı mı? Batıda ilk defa İsveç, yasal yollarla “cinsel devrim” yapan bir ülkedir. İsveç Parlamentosu , insanların “cinsel özgürlüğünü” baskı altına alan ne kadar yasa varsa, onların tümünü yürürlükten kaldırıp bu, “özgürlüğü” pekiştirici yasaları yürürlüğe koydu. Akıllarınca, bu tür yayınlar serbestçe yayınlanacak, piyasa bu tür yayınlara belli bir noktada doyum sağladıktan sonra da, kendiliğinden ortadan çekilecek... Bu serbestliğin verilmesinden sonra, hiç tahmin etmediği bir manzara ile karşılaştı İsveç. Cinsel özgürlük adına uygulanan tedbirler ters tepti. Piyasa bir türlü porno yayına doymak bilmedi. Tersine, bu tür yayınların her türlüsü piyasayı gitgide daha yoğun biçimlerde işgal etmeye başladı. Okullardaki eğitim ve cinsel özgürlük uygulamaları da, beklenenin tersine sonuçlar vermeye başladı. Pornografi piyasası, eskisinden çok daha zengin hale geldi. Üstelik sapık ilişkilerin yanı sıra ırza geçme ve fuhuş olayları arttı. Buna bağlı olarak başka bir gelişme, alkolizmin yaygınlaşması ve yoğunlaşması olmuştur. Halen her 100 İsveçliden 80’inin klinik alkolik olduğu belirtilmektedir. Laboratory for Clinical Stress Research’ün araştırma sonuçları şöyle özetleniyor: “Dört yaşındaki her üç çocuktan birisi çişini tutamıyor. Her iki yetişkinden birisi uykusuzluk, yorgunluk, sıkıntı gibi durumlardan şikayetçi. Çalışan her yedi kişiden birisi, çalışma gününün sonunda zihnen kendisini tükenmiş hissediyor. Her yıl binlerce kişi intihar ederken, bundan birkaç misli fazlası da intihara teşebbüs ediyor. Nihayet, her bin kişiden 99.7’sinin ruhen hasta olması, İsveçlileri dünyanın en mutsuz insanları arasında ön sıraya getiriyor.” Cenab-ı Hak, insanın, bedenen ve ruhen sağlam kalabilmesi için, ölçüler bildirmiş, sınırlar koymuş. Bu sınır aşılırsa, insanın felâketi olur, buyurmuş. Ama dinleyen kim? Tarifnameye uymamakta ısrar edilirse, sınır aşılırsa, daha çoook felaketler gelir insanoğlunun başına!.. Bu bir tercih meselesi!.. 30.10. Dünkü yazımda, ülkemizde, cinsel serbestliği teşvik eden bilimsel(!) bir araştırmadan söz edip, böyle bir uygulamayı yapan İsveç’te, cinselliğin serbest bırakılmasının ülkeyi “ruh hastası” bir toplum haline getirdiğinden bahsetmiştim. Değerli araştırmacı yazar Rasim Özdenören’in çalışmalarından da istifade ederek, bu konuya bugün de devam etmek istiyorum. Aslında, İsveçlilerin uğradığı ruh hastalıkları, bütün Avrupa ülkeleri ve Amerika için de geçerlidir. Cinsel serbestlik ve neticesinde meydana gelen ahlakî çöküntü sebebiyle can sıkıntısı, bezginlik, yılgınlık, umutsuzluk, alkolizm, erken bunama, melankoli, şizofreni gibi hastalıklarda anormal bir artış görüldü. Ayrıca yalnızlık, terkedilmişlik duygusu, insanlarda sevgisizlik, dostluktan uzaklaşma, yabancılaşma, ev yaşantısının unutulmaya yüz tutması, ailenin şirket haline dönüşmesi gibi durumlar, günümüz Batı insanının belli başlı karakteristlikleri arasında girdi. Cinsel alandaki yanlış uygulamalar sebebiyle, akıl ve ruh hastalıkları, gitgide daha çok insanı içine alan boyutlara ulaşıyor. Batı kentleri, açık hava ruh hastalıkları hastanelerine dönüşmüştür desek, pek de abartma yapmış sayılmayız. İsveç’te yaygınlaşan ırza geçme olayları, Fransa’da alkolizm, İngiltere’de eşcinsellik, Amerika’da bütün bunların toplamı, tek tek herkesi tehdit eden boyutlara ulaşmıştır. Amerika nüfusunun yüzde 30’unun eşcinsel olduğu bilinmektedir. Cinsel özgürlük sebebiyle, zührevi hastalıklar hızla yaygınlaşmıştır. Araştırma sonucunda dünyadaki her dört gençten birinin çevresinde, ya bir AIDS hastası, ya da cinsel yolla bulaşan hastalığa yakalanmış biri olduğu gerçeği ortaya çıkmıştır. Batının, bu, ne yapacağını şaşırmış sinirli, hastalıklı insanlarının mağdurları arasında çocuklar da yerlerini almaktan geri kalmıyor. Batı dünyasında, çocuklara karşı işlenen cinsel saldırı olayları da giderek ürkütücü boyutlara ulaşmaktadır. Amerika Aile Şiddet Araştırmaları Enstitüsü’nün bir raporuna göre, tüm Amerikalı kadınların yüzde 19’u (1/5), ve erkeklerin yüzde 9’u çocuklarında cinsel yönden kötü davranışlarla karşılaşmış durumdalar. Ayrıca 2-5 milyon arasında Amerikan kadını, yakın akrabalarıyla cinsel ilişkide bulunmuş olarak görünüyor. Ahlakî çöküntü sebebiyle, Avrupa’da ve Birleşik Amerika’da alınan bütün tedbirlere rağmen, alkol ve uyuşturucu kullananların sayısı da hızlı bir artış göstermektedir. Gençler hemen hemen 11 yaşında içki şişelerine sarılıyor. Okul çağındaki erkek çocuklardan yüzde 10’u, kız çocuklardan ise yüzde 5.8’i alkolik olma tehlikesi ile karşı karşıya bulunuyor. Gençlerde alkole bağımlılık, okul ve iş sorunlarından sonra üçüncü en büyük sorun halini almış durumda. Gençlerin böylesine küçük yaşta alkole başlamaları da, ana babalarıyla aile çevresinin rolü çok büyük. Gençlerin yüzde 37’sinin babası, yüzde 13’ünün ise, annesi aşırı derecede alkol kullanmaktadır. Bütün bunların sebebi, Batı’nın uyguladığı hayat tarzının insanın tabiatını çok zorlamasıdır. Doğal olmayanı doğal diye, her türlü sapkınlığı ve sapıklığı, doğru diye kabul etmesidir. Sapıklık, doğruluk diye görülünce doğru tedavi yerine yanlış tedavi uygulandı. Bir tedavi aracı olarak öngörülen İsveç’in “cinsel devrim” saçmalığının sonuçları, bütün vahametiyle ortaya çıktı. Batı bataklıktan kurtulma çareleri ararken, ülkemizdeki bazı çevrelerin toplumumuzu hızla bu bataklığa çekme gayretleri art niyetin açık ifadesidir. İnsanı hayvandan ayıran, “Ahlak”tır. Bu kaldırılınca insanın hayvandan farkı kalmaz. Hatta hayvandan daha kötü duruma düşer. İnsan sınırsız, başıboş değildir. Sınır tanımayan kimseler için Kur’an-ı kerimde, “ İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da aşağıdırlar.” (Araf 179) buyurulmaktadır. “Ben sınırsızlığı, başıboşluğu istiyorum” diyene ne denebilir? Bu bir tercih meselesi!..
Timur Han’ın başarısının sırrı 13.11.99
Bir süre önce, Ertuğrul Gazi’nin ve Osman Gazi’nin öğütleri bu köşede yayınlanmıştı.Türk- İslam kültürü üzerine çok geniş bir birikimi olan, Numan Ünal Ağabey’den, büyük hükümdar Timur han ile ilgili Türkiye’de yayınlanmamış dökümanlar geldi. Bilindiği üzere, Timur Han, Türk Dünyasının büyük şahsiyetlerinden biridir. Türk Dünyasında 15. ve 16. Yüzyıllarda ilim ve medeniyetin, yüksek derecede gelişmesi Timur Han’ın sayesinde olmuştur. Yüzlerce mütefekkir, Timur Han’ın sayesinde yetişmiştir. Batı tarihçileri bu büyük komutan hakkında, onun okuma, yazması olmayan, cahil barbar, kaba, birisi gibi tasvir ediyorlardı. Ancak Emir Timur’un gizli kalmış bir kitabı ortaya çıkınca tarihin bu yalanlarını alt üst etti. “ Emir Timur’un Zafer Yolu” ismi ile basılma hazırlığı yapılan bu kitaptan, bazı hasletlerini kendi ifadesi ile sizlere aktarmak istiyorum. Timur Han kitabında diyor ki: “Allah’ın emirlerine dâima boyun eğdim, halkıma şefkat gösterdim. İslâma ait işleri daima günlük ve dünyevi işlerden üstün tuttum. Önce Allah’a ibadet ettim, sonra günlük işlere baktım. Allah’ın emirlerini, hayatım boyunca gözümün nuru, kalbimin şehadeti, güç ve kudretimin kaynağı bildim. Kimseye kin beslemedim. Herkese eşit, ciddi ve adil davrandım. Kimseyi başka birinden ayırmadım, zenginleri fakirlerden üstün tutmadım. Allah dostlarına hürmet gösterdim. Fakirlere çok ihsanda bulundum. Haklıyı haksızı ayırmada çok dikkatli davrandım; adaleti sağlamada bütün kabiliyet ve gücümü kullandım. Milletime merhamet gözüyle baktım. Herkesin yararına çalıştım. Kimseye zarar vermedim. Kimsenin kalbini kırmadım. Benden yardım isteyenleri geri çevirmedim. Her zaman doğruyu söyledim. Ömrüm boyunca herkese adil ve doğru davranmaya yürümeye gayret gösterdim.Yalan ve yanlış söz söyleyenleri dinlemekten kaçındım. Kime ne söz verdimse yerine getirdim. Ahde vefa gösterdim, sözümü tuttum, kimseye hıyanet etmedim. Vaadlerinin üstünde duran padişahın adil hükümdar olacağını ve kimseye zulüm etmeyeceğini anladım. Kendimi Allah’ın bu zemindeki mülkünün koruyucusu olarak bildim. Allah’ın iradesinin dışında insanların hiç birine zarar vermedim. Yüksek mertebedekileri ve garibleri de aynı tuttum. Kimseyi aşağılamadım; hakaret etmedim. İslâmın bayrağını daima yüksek tuttum ve imânı, islâmı yaymanın kendi büyüklüğümün kudretli temeli olarak gördüm. Seyyidlere daima saygı ile davrandım. Alimleri ve seyyidleri el üstünde tuttum. Bunları devamlı olrak toplantılarıma davet ettim. Onların dini meselelerde söylediklerini dikkatle dinleyip, uyguladım. Gösterdiğim sevgi ve şefkatten dolayı her kesimin gönlünü kazandım. İdareciler ancak merhametle ayakta kalabilir. Anladım ki padişah ne kadar affedici olursa halkın desteği o kadar artıyor. Şurası muhakkak ki, adil padişahın satanat süresi uzar, zâlim padişahın saltanatı çabuk biter. Bunun için kendi güç ve kuvvetimi kaybetmemek için bir elimde adalet nurunu diğer elimde merhamet meşalesini sakladım. Seherde ikisi ile hayat yolumu aydınlattım. Kendime adaletli ve merhametli vezirler tâyin ettim. Vezirlerime, şayet bir kimseye adil davranmamışsam ânında beni ikâz etmelerini, bu davranışımı durdurmalarını emrettim. Vezirlerimin de kimsenin malına göz dikmemelerini söyledim. Allah, kullarından birine saltanatı layık görmüşse ona lütf etmiştir. Yaratıcının böyle bir lutfuna mazhar olmuş hükamdar da adil ve merhametli olmak zorundadır. Hükümdar böyle haraket ederse onun memleketinin güneşi yükselir ve batmaz. Ben bu prensiplere tahta geçtiğim andan itibaren adalet ve insaf ile tam uydum ve muvaffak oldum.”
Ahmet Arvasi ve “Ana cadde” 31.12.99
Yıllar ne kadar çabuk geçiyor değil mi? Aramızdan ayrılalı bugün on iki yıl oldu S. Ahmet Arvasi Hoca’nın. Allah rahmet eylesin, şefaatine kavuştursun. Büyük fikir adamı, Rahmetliyi zaman zaman ziyaret eder, sohbetlerinden istifade ederdik. Milliyetçilik, vatan sevgisi dilinden eksik olmazdı. En çok Osmanlıdan bahsederdi. Osmanlıya karşı normalin üzerinde bir sevgisi vardı. Bu sevgi daha çok Osmanlının dini, ilave çıkarma yapmadan nakle dayalı olarak yaymalarından, saf inançlarından kaynaklanıyordu. En çok üzerinde durduğu diğer bir konu da, “ana cadde”den ayrılmış dini cereyanlardı. Bunlara hiç müsamahası yoktu; hatta bunların çoğunu art niyetli, şunun bunun adına çalışan kimseler olarak kabul ederdi. Bu konularla ilgili sohbetlerinden ve kitaplarından derlediğim kısa bilgiler sunmak istiyorum bu vesile ile: “ Dinimizde, Kitab (Kur’an-ı kerim), Sünnet ve İcmâ, “İslâm’ın ana caddesini” tâyin eder. Müçtehidler, bu “Ana cadde”de yürümeyi kolaylaştıran vazifeliler, onların içtihadları da birer “işaret taşı” veya “levhası” gibidir. “İçtihad ediyorum” diye, bilerek veya bilmeyerek “muhalif yol tutan” ve bu suretle “Ana cadde”den çıkan sapıklara müçtehid ve onların açtıkları “aykırı yollara” asla “mezheb” denmez. İslâm’da, bunlara “firak-ı dâlle” (sapık yollar ve kollar) denir.” “Esef ile belirtelim ki, “firak-ı dâlle” arasında öyleleri vardır ki Kitab’a ve Sünnet’e dayanır gibi görünüp onları, içten yıkmaya çalışırlar yani, gizli “dîn düşmanlığı” ve tahribçiliği yaparlar...” “İslâm dünyasında rastladığımız örnekleri ile “reformcular”, İslâmiyet’in özünü, temelini teşkil eden “Kitab’ı ve Sünnet’i” değiştirmek, Allah ve Resûlü’nün ortaya koyduğu dinî ölçü ve esasların “bir kısmını beğenmek” ve “bir kısmını beğenmemek” tavrı içinde çalışırlar. Onların tenkidleri, esasa yöneliktir. Onlar, inançlarımızı, ibadetlerimizi, yaşayışımızı ve işlerimizi, kendi cüce idrak ve yorumlarına göre değiştirmeyi gaye edinen ve fakat bu maksatlarını “asra uymak”, “zamana uymak” gibi maskeler altında gerçekleştirmeyi düşünen “dîn tahripçileri”dir. Bütün “din tarihi” boyunca “fırak-ı dâlle”, hep bu biçim ve bahane ile ortaya çıkmış ve “dinde sapık kolların” doğmasına yol açmıştır.” “Reformcular, bozulmuş, saptırılmış ve şaşırtılmış dinî hayatı bahane ederek bizzat dinin özünü tahribe yönelen kimselerdir. İnançlarımızı saptırmaya kalkışan, beş vakit namazı ve bir ay orucu çok bulan, zekâta ve Hacc’a itiraz eden, camilerimizi, kiliselere benzetmek isteyen bu gibi sahtekârların foyası, sanırız iyice meydana çıkmıştır. Batı Dünyasındaki örneklerini düşündüğümüz zaman, bu gibilere “reformcu” bile denemez. Bunlar, “reformist” (yenileyici) değil, gerçekte “deformist” (bozucu) kimselerdir, bunlara “din tahripçileri” demek daha uygundur.” “Yüce ve mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’de “ilimde yüksek pâyeye eren” ve “Ulema-ı Rasihîn” olarak öğülen yüce din âlimleri, yani gerçek müçtehidler ve mücedditler, Allah’ın emirlerine inanan, uyan sâlim akıl sahipleri olarak yüceltilir; halbuki, “din tahripçileri”, dini yanlış yorumlayan ve kalblerinde eğrilik bulunan kimseler ise “fitne unsuru” olarak teşhir edilirler.” “Amelde imamlarımız, İmam-ı a’zam, İmam-ı Mâlik, İmam-ı Şafiî, İmam-ı Hanbel ve itikatta imamlarımız, İmam-ı Mâtüridî ve İmam-ı Eş’arî ... Tasavvufun muvazenesini bozmadan her ikisini birlikte yoğuran iki din büyüğümüz de İmam-ı Gazalî ve İmam-ı Rabbanî... Bu sekiz din büyüğü, Peygamberlerden ve Eshab-ı kiram’dan sonra en büyük kadro... Bugün, İslâm dünyasının perişanlığında ve şaşkınlığında bu yüce kadronun ayak izlerini kaybederek ne idiğü belirsiz kişi ve kadroların peşine takılmanın rolü pek mühimdir. Bu ne idiğü belirsiz kimseler, her kılığa girerler, her konuyu istismar ederler... Mesela, arap milliyetçiliğini istismar ederek, arap ülkelerinde, Reşit Rıza, Abduh, C. Efgani, S. Kutup... gibi kimseler vasıtasıyla Osmanlı düşmanlığını ve mezhepsizliği yaydılar. Türkistanda’da, Türkçülüğü istismar ederek, Kursevî, Ş. Mercani, Musa Carullah... gibi kimseler vasıtasıyla dinde reform hareketi başlattılar. Her iki grubun da ortak özelliği Osmanlı düşmanlığı... Çünkü bu reforma en büyük engel Osmanlı...” (Bu reform hareketini, yarın biraz daha geniş olarak ele almak istiyorum)
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
xxxxxxxxxxxxxx
2000
.
xxxxxxxxxxxxx
2001
Dinimize göre bilgi ve kaynağı
2 Mart 2001 01:00
Geçenlerde gazetelerde bir haber vardı: "ABD'de okullarda, Darwinizm'in okutulmamasına bazı Avrupa ülkeleri karşı çıkmış... Kendileri Darwinizmi okutmaya devam edeceklerini ifade etmişler..." Bu insanların ısrarla hayvan sınıfına dahil olmayı arzu etmesi, bunu savunması akıl alacak gibi değildir. Halbuki insan ile hayvanı ayıran farklar o kadar açık ve kesin ki tersini iddia etmek mümkün değildir. Aslında bunun böyle olduğunu kendileri de biliyor. Burada esas maksatları, dini inançları özellikle de İslamiyeti yok etmek... Her şeyden önce insanın ruhu vardır, düşünme, bilgi edinme özelliği vardır. Bugün insanı hayvandan ayıran "bilgi" üzerinde durmak istiyorum... Canlı yaratıklar içinde, bilgi edinme insana mahsustur. Bilgi, sadece insan için mevcuttur da denebilir. Bunun için, dinimiz ilme ve alime çok önem vermiştir. İlmin de gerçek kaynağı Cenab-ı Hak'tır. Cenab-ı Hakkın ilim sıfatı vardır. İnsana bildiklerini O, öğretmiştir. Bu husus, Kur'ân-ı kerîmde, mealen şöyle açıklanmıştır: "Kalemle (yazı yazmayı) öğreten O'dur. İnsana bilmediğini O öğretti." İnsana bilgi iki yoldan gönderilir. Bunlardan biri, Vahiy'dir. Bu Peygamberler vasıtası ile bildirilir. Diğeri de bizzat insanın eşya ve olayları, âlemi incelemesi ile, yani akıl yolundan gelir. Akli bilgiler; kâinatı, yaratılmışları inceleyerek elde edilen bilgiler araştırmaya ve tecrübeye dayanır. Bunlar vahiy bilgilerinin aksine zamana göre, gelişen değişen bilgilerdir. Birinde gelişmek, değişmek esas, diğerinde değişmezlik esastır. Vahiy yolu ile gelen bilgiler mutlaktır, kesindir. Bunların tartışması, şüphesi olmaz. Cenab-ı Hakkın varlığına, birliğine, meleklerin varlığına, peygamberlere, kitaplara, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna, ahiret gününe, Cennet ve Cehennemin varlığına... inanmak bu bilgilerdendir. Bunlar hep, vahiy yolu ile gelmiş kesin bilgilerdir. Peygamberler olmasaydı, insanlar bunları bilemezdi. Bu arada vahye benzediği için ilham hakkında da bilgi sahibi olmak gerekir. Birbirine benzese de, vahiy ve ilham asla aynı manada değildir. Çünkü vahiy yalnız peygamberlere mahsustur. Cenab-ı haktan gelen ilâhî ve mutlak doğru bilgilerdir. İlham ise insanın gönlünde ve zihninde, bir anda parlayıp kaybolan sezgilerdir. Bu bilgiler zannidir, kesin değildir. İlham doğru da olabilir yanlış da. Bunun için dinimizde bu bilgi delil kabul edilmemiştir. Büyük alimlerden, evliyalardan bile gelse ilham dinde delil, senet olmaz. İslamiyet bu bilgiler üzerine bina edilemez. Çünkü, din nakle dayanır, nakil de vahye dayanır. Dinde senet, kaynak yalnız, Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas'tır. Akıl, ilham, dinde senet olmaz. Çünkü, ilhama; vehim, hayal ve şeytan karışabilir. Karışmamış olanların da, tevili, yorumu gerekir. Akıl da, kendi başına doğruyu bulabilecek kapasitede değildir. İlhamlarının doğruluğu, İslâmiyetin nakli bilgilerine uygun olmalarından anlaşılır. İlham ile dinimizin hükümleri anlaşılamaz. Evliyanın kalplerine gelen ilhamlar da, helâl ve haramlar için delil, senet olamaz. Din bilgileri, ilham ile elde edilebilseydi, Allahü teâlânın peygamberler ve kitaplar göndermesine lüzum olmazdı. Bu çok önemli bir ölçüdür. Bozuk fırkaların, sapık inançların çoğu bu inceliği anlayamadığı için doğru yoldan ayrılmışlardır. İslamiyeti içeriden yıkmak isteyenler de bu hassas noktadan girerek, yetiştirdikleri ajanları vasıtasıyla, "bana şöyle, ilham oldu, şöyle bildirildi" gibi dine aykırı sözlerle Müslümanları parçalayarak birbirlerine düşürmüşlerdir. Bunun için dinin gerçek kaynağı olan vahyin bozulmadan bizlere Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas yani mezhepler yolu ile nakledilmesini sağlayan Ehli sünnet yoluna tabi olmadıkça bu tehlikeden kurtulmak mümkün değildir.
Bozuk inançlar neden revaçta?
3 Mart 2001 01:00
Dün, Cenab-ı Hak'tan vahiy yolu ile gelen bilgileri bizlere aynen ulaştıran Ehl-i sünnet büyüklerine tabi olmadıkça bozuk, sapık inançlardan kurtulmanın mümkün olmadığından bahsetmiştim. Bugün de bu sapıklıkların kaynağı üzerinde durmak istiyorum... Batı'da olsun bizde olsun, bozuk, sapık inançlar kısa zamanda çok taraftar bulabilmekteler. Herkesin kendine göre bir yol tutması hızla çoğalmaktadır. Bunun sebebi insanın doğuştan inanma ihtiyacına sahip olmasıdır. Kişi öyle veya böyle bir şeye inanmak ister. Fakat, bu inanmak istediği inancın belirli kuralları yoksa veya kurallar ciddiye alınmıyorsa taraftarları daha çok olmaktadır. Çünkü, bu durumda hem yaratılıştan gelme inanma ihtiyacını karşılamakta, hem de nefsinin hoşuna gitmektedir. Böylece her istediğini yapabilmektedir. İnsanın nefsi, kurala karşıdır, hep kendi burnunun doğrultusunda gitmek ister. Ehli sünnet yolunda bilgi ne kadar önemliyse, bozuk inançlarda aksine bilginin önemi yoktur. Bunlarda cahillik esastır; çünkü onun varlık sebebi cahilliktir. Cahillikle ancak ayakta kalabilmektedir. Doğru inançta ise bilgi esastır. Peygamberimiz: "Nerede ilim varsa, orada Müslümanlık vardır. Nerede ilim yoksa, orada kâfirlik vardır!" buyuruyor. İnanmak ve bilmek farklı şeylerdir. Her bilen inanmış demek değildir. Çünkü, bilip de inanmayan çok kimse vardır. Fakat, inanmak için bilmek şarttır. Onun için İslam büyükleri: "İman için ilim, amel ve ihlâs esastır." demişlerdir. İslâmiyette, inanmak, bilgi edinmek ile başlar ve fakat sevgi ile tamamlanır. Yani, inandığınızı, aynı zamanda seveceksiniz ki, tam iman etmiş olasınız. Nitekim, Peygamberimiz buyururlar ki: "Beni, kendi canınızdan daha fazla sevmedikçe tam iman etmiş olmazsınız. Birbirinizi sevmedikçe de beni sevmiş olamazsınız." İlim adamları, sevmeyi "yakınlık duygusu" olarak tarif ederler. Yani sevdiğinizi, kendinize yakın bulursunuz ve hayatınız boyunca, her yönü ile ona yakın olmak istersiniz. Zaten, Peygamberimiz: "Kişi sevdiği ile beraberdir" diye buyurmuştur. Sevginin doğurduğu itaati, hiçbir duygu meydana getiremez. Peygamberimize Kur'ân-ı kerîmde şöyle buyuruluyor: "De ki, eğer Allah'ı seviyorsanız, hemen bana uyun ki, Allah da sizi sevsin..." Görülüyor ki, İslamiyette inanmak işi, akıl kadar, gönlü de ilgilendiriyor. Hatta, denebilir ki, bu konuda gönlün rolü, akıldan çok daha fazladır. Zaten, şüphenin temelinde sevgisizlik yatar. İnanmıyorsanız, şüphe ediyorsanız, sevmiyorsunuz demektir. İnanmayanlar sevgiye açtırlar... İslam terbiyesinde, Allah ve Peygamber sevgisi esas alınmıştır. Çünkü, imanlı nesiller yetiştirmenin başka bir yolu yoktur. Onların gönüllerine, en küçük yaşlardan itibaren bu sevginin tohumlarını ekmiş, daha sonraki yıllarda da çeşitli vasıta ve fırsatlardan istifade ederek bu tohumları beslemişseniz, hiç endişe etmeyiniz yetişecek genç nesiller sizleri mahçup etmeyeceklerdir. Maalesef, bugün İslam âlemi bu sevgiden uzaklaşmaktadır. Bazı çevreler hazret-i Peygamberi sıradan bir insan, Kur'an-ı kerimi getirip işi bitmiş bir "postacı" gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Peygamber efendimizin hayatını anlatan kitaplarda bile hissettirilmeden bu sevgi yok edilmeye çalışılmaktadır. Bu faaliyetler sonucu Resulullah sevgisinden uzaklaşılmakta; bunun için de İslam âlemi dağılmakta, parçalanmakta ve gücünü kaybetmektedir. Şimdi yapılacak iş, İslam düşmanlarının bu sinsi oyununu bozmak, yeniden bu sevginin kuvvetlendirilmesini sağlamak; bu yüce sevgileri söndürmek isteyenlere fırsat vermemektir
.
İslâmiyet her çağa hitap eder
27 Nisan 2001 01:00
İki asırdan beri İslam âleminde ısrarla şu görüş öne sürülmektedir: "İslamiyet çağın şartlarına artık uymamaktadır. Zamanımıza göre, dînimizde de yenilikler, değişiklikler yapılmalıdır..." Bu, açıkça ifade edilmese de dolaylı olarak İslamiyette reform yapılmasını istemektir. Reform bozulmuş dini yenileme, eski haline getirme demektir. İslamiyet, Hıristiyanlık gibi bozulmadı ki reform yapılarak eski haline getirilsin!.. Müslümanlarda, birkaç asırdan beri bir duraklama, hatta gerileme olduğu meydandadır. Bu gerilemeye bakarak, İslâmiyetin bozulduğunu söylemek, çok haksız ve pek yanlıştır. Geri kalmanın sebebi, Müslümanların dine sarılmamaları, dinin emirlerini yerine getirmekte gevşek davranmalarıdır. İslâm dinine, başka dinlerde olduğu gibi, hurâfeler karışmamıştır. Cahillerin yanlış inanışları ve konuşmaları olabilir. Fakat bunlar, İslâmın temel kitaplarında bildirilenleri değiştirmez. Bu temel kitaplar, Resûlullahın sözlerini ve Eshâb-ı kirâmdan gelen haberleri bildirmektedirler. Hepsi, büyük âlimler tarafından yazılmışlardır. Bütün islâm âlimlerince sözbirliği ile beğenilmiştir. Asırlar boyunca, hiçbirinde hiçbir değişiklik olmamıştır. Cahillerin sözlerinin ve kitaplarının ve dergilerinin hatalı olması, İslâm dininin temel kitaplarına kusur ve leke kondurmaya sebep olamaz. Dinin emir ve yasaklarını, her asrın modasına, gidişine göre değiştirmeye kalkışmak, mesela, namazı üç vakte indirmek, ibadetin Türkçe yapılmasını istemek, haccın her mevsimde yapılmasını savunmak, kurban kesmeyip parasını vermek, gibi şeyler, her zaman için yeni bir din yapmak demek olur. Böyle değişiklikleri, Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere dayanarak, bunlara uydurarak yapmaya kalkışmak, Kur'an-ı kerimi ve hadis-i şerifleri bilmemenin, İslâmiyeti anlamamanın bir alâmetidir. İslâmın emirlerinin, yasaklarının zamana göre değişeceğini sanmak, İslâm dininin hakikatine inanmamak olur. İslâm dini ilim üzerine kurulmuştur. Her bakımdan, selim olan akıllara uygundur. Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmemiş olan şeylerde, akla ve ilme uygun yeni emirler çıkarmak, yani kıyâs ve ictihâd yapmak İslâmiyetin ana kaynaklarından biri ise de, bunu mezhep sahibi müctehid alimler zaten yapmışlar, eksik bir şey bırakmamışlardır. Dinimiz dört ana direk üzerine bina edilmiştir. Edille-i şeriyye denilen bu dört direk; Kur'an-ı kerim, hadis-i şerifler, icma ve kıyastır. Burada esas kaynak, Kur'an-ı kerim ve hadis-i şerifler ise de, bunların doğru anlaşılabilmeleri diğer ikisi sayesinde olmaktadır. Reformcular, önlerinde en büyük engel olarak mezhepleri, âlimleri gördükleri için, bunları kötüleyerek devre dışı bırakmak istiyorlar, kendilerini onların yerine geçirmek istiyorlar. "İmam-ı azam" olmak istiyorlar! Böylece İslâmiyetin temel bilgilerini toplamış, dünyaya yaymış olan İslâm âlimlerini ve topladıkları İslâm ilimlerini ayaklar altına alıyorlar. Dinde reform isteyenler, temel kitaplara dokunmayıp, yalnız cahil halk arasına yerleşmiş olan hurâfeleri yok etmeyi düşünüyorlarsa, buna birşey denemez. İslâmiyete hizmet etmiş olurlar. Buna inanabilmemiz için, önce kendileri İslamiyeti eksiksiz olarak yaşayarak hakîkî ve samîmî Müslüman olduklarını isbât etmeleri gerekir. Reform yapmak isteyenlerin ortak özelliği, dinimizin temel fıkıh kitaplarını kabul etmemek, doğrudan Kur'an-ı kerimden hüküm çıkarılmasını savunmaktır. Halbuki, İslamiyetin bozulmadan bugüne gelmesini sağlayan, temel fıkıh kitaplarımızdır. Bundan sonra da bozulmadan devamı bu temel fıkıh kitaplarına ve âlimlere tabi olmaya bağlıdır
.
Müslümanlar niçin geri kaldı?
28 Nisan 2001 01:00
Bugün, Müslüman ülkeler denilen devletlerin durumları ortada. Çoğu geri kalmış üçüncü dünya ülkeleri durumundalar... Bilerek, planlı olarak bu ülkeleri perişan hale getiren Batı, şimdi de bunu bahane ederek, "Müslüman olduğunuz için dininiz sizi bu hale getirdi" diyerek suçu İslâmiyete atmakta. Çıkış yolu olarak da, ismi İslâm olan fakat İslâmiyetle ilgisi olmayan bir ahlâk sistemini yerleştirmeye çalışmaktadır. Tabii ki bu çalışmayı doğrudan kendileri yapmıyorlar. Biliyorlar ki doğrudan müdahale ters etki yapar. Peki nasıl yapıyorlar? Müslüman ülkelerden elde ettikleri "meşhur" kimseler veya "meşhur ettikleri" kimseler vasıtasıyla bunu yapıyorlar. Tartışmaya sebep olmamak için bu kimselerin isimlerini vermiyorum. Ancak, her ülkede bunların kimler olduğunu, az çok bu işle ilgilenen herkes biliyor. Müslüman görünün bu kimseler, İslâm adına çıkıp dini kurtarmak yaygaraları ile Batı'nın isteğini yerine getiriyorlar. Bu kimseler her ne kadar biz dini değiştirmiyoruz, eski haline getirmek istiyoruz diyorlarsa da, yaptıklarına bakıldığında sözlerinde samimi olmadıklarını açıkça görüyoruz. Çünkü, söyledikleri, 1400 yıldan beri bilinen, uygulanan bütün hükümleri, Kur'an-ı kerimi planlanan şekilde yorumlayarak tersine çeviriyorlar. Kur'an-ı kerimin bugünün şartlarına cevap vermediğini çoğu zaman dolaylı bazan da açıkça ifade ediyorlar. Halbuki İslâm devleti ismini taşıyan memleketleri bu hale getiren İslamiyet değil Müslüman ismini taşıyan kimselerdir. Çünkü buralarda iman bilgileri bozulmuş, birçoğunun dinle bile alakası kalmamıştır. Hal böyle olunca kabahat, İslâm dininde değil, İslâm dininin esaslarını unutan şunun bunun oyuncağı olmuş kimselerdedir. Bunun böyle olduğunu bilmek için allame olmak gerekmez. Az çok kafası çalışan herkes bilir. Dinler üzerine araştırma yaparak Müslüman olmaya karar veren ve Muhammed Esad ismini alan Avusturyalı gazeteci bakın bugünkü İslâm âleminin durumunu nasıl izah ediyor: "İslâm âlemini incelemem neticesinde şunun farkına vardım ki, İslâm âleminin gittikçe bozulması, zayıflaması, âdeta çöküntüye uğramasının en büyük sebebi, Müslümanların dinlerine, gittikçe kayıtsız kalmalarıdır. Müslümanlar, tam Müslüman oldukları müddetçe, dâima yükselmişler, Müslümanlığı bırakmaya başlayınca, aşağılara düşmüşlerdir. Halbuki, bir memleketin, bir milletin, bir cemiyetin yükselmesi için ne lâzımsa, Müslümanlıkta mevcuttur. Bütün medeniyet esasları onda vardır. İslâm dini, hem çok ilmî, hem de çok pratiktir. Koyduğu esaslar, mantıkî ve herkes tarafından kolay anlaşılabilen, uygulanabilen, içinde; ilme, fenne, insan tabiatına uymayan tek bir unsur bile bulunmayan kâidelerdir. Onda lüzûmsuz hiçbir şey yoktur... Ben, Müslümanlıkta, Hıristiyanlıkta bulamadığım her şeyi buldum. Müslümanlığın hangi kâidesinin, hangi esasının bana daha yakın geldiğini söyleyemem. Çünkü onun her kâidesine, her esasına hayranım. Müslümanlık, muazzam bir âbidedir. Onun tek parçasını bile ondan ayırmak kâbil değildir. Bütün parçalar birbiri ile bir nizâm içinde kenetlenmiş ve perçinleşmiştir. Parçaların arasında muazzam bir âhenk vardır. Hiçbir eksiği yoktur. Herşeyi yerli yerindedir. Belki, bu son derece takdire lâyık intizâm, beni İslâm dinine bağlayan bir âmildir. İşte ben, bütün kalbimle ve aşkımla İslâm dinine sarıldım ve o da, bir daha çıkmamak üzere kalbime yerleşti." Bir inanç yaşanmazsa ayakta kalamaz. İslâmiyeti, İslâm ahlâkını yaşamayanların bu konuda söz söyleme hakları yoktur. Suçu İslâmiyette değil, kendilerinde aramalıdırlar!..
.
.
Siz dışarıdan biz içeriden!..'
18 Mayıs 2001 01:00
Çoğumuzun bildiği meşhur tarihî anekdot: 1867'de Sultan Abdülaziz Han'la Paris'e sergi açılışına giden Batı hayranı, Batılı yaşayışıyla ünlü hariciyeci Keçecizade Fuad Paşa ile Fransa Başbakanı Kont dö Montoban arasında şöyle bir konuşma geçer. Fransız Başbakanı, Fuad Paşa'ya sorar: - Şu anda dünyanın en güçlü devleti hangisidir? Fuad Paşa cevap verir: - Osmalı Devleti... Cevabının "Fransa" olmasını bekleyen Montoban hayretle sorar: - Bu nasıl olur? Osmanlı ayakta zor duruyor? Fuad Paşa, tarihe geçen şu ibretli cevabı verir: - Osmanlının büyüklüğünü şuradan anlıyorum ki, 300 senedir siz dışarıdan, biz içeriden yıkmaya çalışıyoruz. Bir türlü yıkamadık!.. Büyük bir arzu ile bekledikleri Osmanlı devletinin yıkılışını bunlar göremedi fakat, bunların çocukları 56 yıl sonra gördüler. Normalde, Osmanlı'ya karşı olan iç ve dış düşmanların amansız kin ve düşmanlığının bitmiş olması gerekirdi. Fakat bitmedi. Şarjöründeki bütün kurşunları boşaltmakla kalmayıp, düşmanının cesedini paramparça eden sadist katiller gibi kin daha da arttı. Akla hayale gelmedik yalanlarla iftiralarla hâlâ iç ve dış düşmanlar Osmanlı ile uğraşıyor. Son günlerde yabancıların yazdığı 'Harem'i anlatan, hayal gücüne dayalı egzotik romanlarda da hedef yine aynı; Osmanlı düşmanlığı... İnsanın basireti bağlanınca, beyni yıkanınca gerçekleri göremiyor. Şu kadarını bile düşünemiyor: Dile kolay 600 yıl bu devlet nasıl ayakta kalmış. Hem de üç kıt'ada, çeşit çeşit dindeki ırktaki, iklimdeki insanları idare ederek... Bu zevk sefa peşinde koşmakla olacak iş midir? Genel kültürü olmayan, tarih bilgisi yetersiz kimselerin kanmasını anlıyorum da, üniversite bitirmiş, belli bir kültür seviyesinde olan kimseler nasıl aldanıyor, bunu anlayamıyorum, havsalam almıyor. Tarihçi Doç. Dr. Ahmet Şimşirgil'in "Tarih Düşünce" dergisinde yayınlanan hatırası, cahilliğimizi seviyesizliğimizi göstermede ibretli bir olay: "1983 yılında Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde çalışırken, önemli bir devlet büyüğü teftişe geldi. Yetkililerden gerekli bilgileri aldıktan sonra arşivde araştırmalarda bulunan ilim adamları ile de sohbeti ihmal etmedi. Bu arada Amerikalı araştırmacı bir bayanla arasında geçen konuşma çok ilginçti: "Siz hangi konuda çalışıyorsunuz?" "Osmanlı padişahlarının hanımları konusunda çalışıyorum. Daha doğrusu Harem-i Hümayun hakkında araştırma yapıyorum." "Ooo! Çok güzel. O hanımların entrikalarını; yanlış işleri, dalavereleri, devlet işlerini bozmaları, gizli planları... yazıyor musunuz?" Amerikalı bayan birden ciddileşmişti: "Haremde entrika yoktur" diye cevap verdi ve sordu: "Allah aşkına nereden çıkarıyorsunuz bunları, belgeniz var mı?" Bizimkinin verecek cevabı yoktu. Lafı değiştirip başka konulara girdi ve sonra da salonu terketti. O gün öğle paydosunda isminin Leslie Peirce olduğunu öğrendiğim Amerikalı hanımla arşiv bahçesinde çay içerken biraz sohbet ettim.. Kadıncağız çok şaşkındı: "Sizleri anlayamıyorum. Tarihinize karşı neden böyle önyargılısınız. Ben arşive gelmeden önce Osmanlı saray kadınları hakkında tarihlerinizde yazılanları okudum. Ne yalan söyleyeyim, onları cahil, dört duvar arasında kalmış, hiçbir dünya görüşleri olmayan kimseler olarak algıladım. Şimdi ise bütün fikirlerim değişti. Onlar gerçekten mükemmel bir eğitim ve terbiye görmüş insanlar. Nurbanu ve Safiye Sultanlar İngiliz ve Fransız kraliçeleri ile mektuplaşıyorlar. " Leslie hanıma, o gün en çok dokunan, devlet büyüğümüzün "O hanımların entrikalarını da yazıyor musun?" demesi olmuştu. Ayrılırken son cümlesi, "Keşke bana, o hanımların nasıl kimseler olduklarını söyle deseydi de birkaç dakika anlatsaydım" oldu. Bir yabancı araştırmacının bu sözü, bize zillet olarak yeter!..
.
.
Din zamana göre değiştirilirse
28 Temmuz 2001 01:00
Teknolojide, müspet ilimde değişme, gelişme esastır; dinde ise değişmemezlik esastır. Bu kurala uyulmazsa, mesela, esası değişmezlik olan din değiştirilmeye, zamana uydurulmaya çalışılırsa dün bahsettiğim garabetlikler ortaya çıkar. Din, din olmaktan çıkar, oyuncak haline gelir. Bunun için dinimiz, dinde değişiklik, dini tabirle "bid'at" üzerinde çok durmuştur. Peygamberimiz, "Her bid'at sapıklıktır ve her sapık da Cehennemdedir." buyurmuştur. Dinde bu kadar önemli bir yeri olan bid'at nedir, bunun üzerinde duralım. Bid'at, Resûlullah efendimizin ve Eshâbının zamanında olmayıp da daha sonra ortaya çıkan ve ibâdet olarak yapılan şeyler demektir. Allahü teâlâ, kullarını, kendisini tanımaları ve ibâdet etmeleri için yarattı. İbadetin nasıl yapılacağını da Peygamberimiz vasıtasıyla kullarına bildirdi. Kullarına bırakmadı. Bir insan, kendi görüşü, anlayışı ile ibadet yaparsa, O'na kulluk yapmamış olur. Resûlullahın bildirdiklerinde eksik veya fazlalık bulmuş olur. Hâlbuki dinde eksiklik olmaz. Böyle yapılırsa daha iyi olur demek, Resûlullahın bildirdiğini beğenmemek olur. Hadis-i şerifte "İbadetleri bizim gibi yapmayan bizden değildir." buyuruldu. Bugün dini hassasiyet kalmadığı için bazı bid'atler güzel görünse de, Ahırette hepsinin zararlı olduğu anlaşılacaktır. Çünkü Peygamberimiz, "Her bid'at sapıklıktır" buyurmuştur. Kur'an-ı kerimde, "Bazı şeyleri faydalı sanıp seversiniz, Hâlbuki o şeyler sizin için zararlıdır" buyuruldu. (Bekara 216) Bid'atin ne kadar tehlikeli bir girişim olduğunu şu hadis-i şerif de göstermektedir: "Bid'at ehlinin namazı, orucu, haccı, cihadı, farz ve nafilesi kabul olmaz, yağdan kılın kolayca çıktığı gibi dinden çıkması kolay olur." Bu, teknolojik gelişmelere tamamen kapalı olmak manasına gelmez. Dinde, ibâdette olmayıp, âdette olan yenilikler, yanî yapılırken sevap beklenilmiyen değişiklikler bid'at olmaz. Meselâ, yemekte, içmekte, binme ve taşıma vâsıtalarında, binalarda yapılan yenilikleri, değişiklikleri dînimiz reddetmez. Bunları yapmak ve faydalı yerlerde kullanmak lazım olur. Meselâ radyo, hoparlör, elektronik makinalar yapmak ve bunları ibâdetlerin dışında vaazda, konferansta kullanmak câizdir. Fakat, ibâdetlerde kullanmak, meselâ, radyo, TV'deki imâma uyup namaz kılmak, ibâdetin şeklini değiştirmek olur, bid'at olur. Böyle kılınan namaz kabûl olmadığı gibi, ibâdet değiştirildiği için ayrıca büyük günâha girilmiş olur. Enes bin Mâlik hazretleri, birgün ağlıyordu. Sebebi sorulduğunda: "Resûlullahtan öğrendiğim ibâdetlerden, değiştirilmemiş bir namaz kalmıştı. Şimdi, bunun da elden gittiğini görüyor, bunun için ağlıyorum" buyurdu. Bid'atin bir tehlikesi de tövbe etme durumu olmamasıdır. Çünkü, bir Müslüman, bid'at ortaya çıkarırsa veya başkasının çıkarmış olduğu bir bid'ati yaparsa, bu bid'ati iyi bildiği ve karşılığında sevap beklediği için, bundan tövbe etmek aklına gelmiz. Bir hadîs-i şerîfte: "Bid'at sahibi, bid'atini terk etmedikçe, Allahü teâlâ ona tövbe etmesini nasîb etmez." buyuruldu. Tövbe etmedikçe de yaptıklarından sevap alamaz. Hadîs-i şerîfte de: "Allahü teâlâ, dinde bid'at olan birşeyi yapan, bu bid'ati, Allah rızâsı için terk etmedikçe, onun hiçbir amelini kabûl etmez." buyuruldu. Bunun için bid'atten, bid'at sahibi olanlardan uzak durmak lazımdır. Bid'at sâhibi olanlara, hürmet eden, dirilerini ve ölülerini medheden, bunları büyük bilen, dîn-i İslâmı yıkmaya, dünyadan kaldırmaya yardım etmiş olur. Bilerek veya bilmeyerek, bir Müslümanın dinin yıkılmasına yardım etmesi ne büyük felaket!.
Kötü emsal olmaz
1 Eylül 2001 01:00
Hıristiyan âlemi, bugünkü İran ve Suudi Arabistan gibi devletleri örnek gösterip, İslamiyeti çağdışı olarak göstermek istiyorsa da, İslâm dini her hususta kusursuz ve bugün yirmibirinci asrın şartlarına tamamen uygun bir dindir. İlmi, fenni ve adâleti emreder, miskinliği meneder ve Avrupa'nın ancak ondokuzuncu asırdan itibâren tesis etmeğe başladığı sosyal adaletin kurucusu ve koruyucusudur. Eğer ilim adamları, gençler, İslam dinini gerçek kaynağından iyi öğrenip, dinin emrettiği şekilde fen bilgilerine sarılırsa dünyaya, tekrar adâlet, huzur gelir. Kimse kimseye zulmedemez. Sosyal adalet sağlanır. Dünyada rahat ve huzur içinde yaşanıldığı gibi, âhırette de ebedî, sonsuz saâdete kavuşulur. Tarihte bunun örnekleri çoktur. Mesela, Halife Ömer bin Abdülaziz zamanında, refah o kadar yükselmişti ki, Müslümanlar zekâtını verebilmek için, günlerce yol yürümek, zekât verecek kimse aramak zorunda kalıyorlardı. Çünkü herkes zengindi. Fakir kimse bulmak çok zordu. Zamanımıza bakalım. Bugün Amerika'da, insanlar arasında o kadar büyük uçurum var ki, bir tarafta adam dolar milyarderi; turistlik seyahat için yirmi milyon dolar verip uzaya gidiyor, diğer tarafta, adam karnını doyuracak ekmek bulamıyor. On dolar için New York'un göbeğinde köprü altlarında gece adam öldürüyor. Dengeler tamamen altüst olmuş. Şimdi Amerika, bu sosyal dengeyi nasıl sağlayabileceğini kara kara düşünmektedir. Dinli olsun, dinsiz olsun, inansın inanmasın, herhangi bir kimse, bilerek veya bilmeyerek, dinin ahkâmına, yâni emir ve yasaklarına ne kadar uyarsa, dünyada o kadar râhat ve huzûr içinde yaşar. Şöyle bir misal verelim: Faydalı bir ilâcı kullanan herkes, dertten, sıkıntıdan kurtulur. Mesela, aspirin kullanan bir kimse, Hıristiyan da olsa Müslüman da olsa baş ağrısını keser. Bunun gibi, dinli olsun dinsiz olsun, çok kimsenin ve Müslümân olmayan, hattâ İslâm düşmanı olan bazı milletlerin birçok işlerinde, başarılı olmaları, rahat, huzûr içinde yaşamaları, inanmadıkları, bilmedikleri hâlde, Kur'ân-ı kerîmin ahkâmına uygun olarak çalıştıkları içindir. Aksine, Müslümân olduklarını söyleyen, âdet olarak ibâdetleri yapan, çok kimsnin ise, sefâlet, sıkıntılar içinde yaşamalarının sebebi de, Kur'ân-ı kerîmin gösterdiği ahkâma ve güzel ahlâka uymadıkları içindir. Gerçek manada İslamiyeti bilen, ona düşman olamaz. Tabiî ki beyinleri yıkanmış cahiller, işin neticesini düşünemeyecek hale getirilenler, zaten yaptıklarını emir gereği yapmaktadırlar. İslâm dînini bilmedikleri için, ona karşı olanlar, asırlar boyunca yaptıkları kanlı ve acı tecrübelerle anladılar ki, îmânını yıkmadıkça, Müslümân milleti yıkmağa, imkân yoktur. Son iki asırdır Batı, genç nesilleri, bilgisiz, dinsiz bırakarak onları mânevî cepheden vurmayı hedef edindi. Bu yolda trilyonlar döktüler. Müslümân kılığına soktukları fen adamı, din âlimi, hattâ Müslümânların hâmîsi şekline girip, temiz gençlerin îmânlarını çalmağa koyuldular. Kötülükleri hüner şeklinde, îmânsızlığı moda şeklinde gösterdiler. Kendilerinde bulunan ahlâksızlıkları, Müslümânlara, İslâm büyüklerine atfederek, o temiz insanları kötülemeğe, evlâtları babalarından soğutmağa uğraştılar. Tarihimize de dil uzatıp, parlak ve şerefli sayfalarını karartmağa, temiz yazılarını lekelemeğe, vak'a ve vesîkaları değiştirmeğe kalkıştılar. Bütün bunlara rağmen İslamiyeti yıkamayınca, şimdi taktik değiştirerek, İslamiyeti Hıristiyanlığa benzetmek istiyorlar. Diyalog, hoşgörü adı altında, Hıristiyanlıkla kaynaştırıp sadece İslamiyetin adını bırakarak yok etmek istiyorlar. İnanıyorum ki, halkımız daha önceki oyunları bozduğu gibi, İngilizlerin rehberliğinde Batı'nın bu yeni oyununu da bozacak, gerçek huzurun kaynağı olan ecdadının dinine sahip çıkacaktır.
.
İslam ve terör
15 Eylül 2001 01:00
Dinimizde bu iki kelimenin yan yana gelmesi mümkün değildir. Geliş gayesi insanları hem dünyada hem ahirette huzura kavuşturmak olan İslamiyetin huzursuzluk, anarşi kaynağı olması mümkün mü? İslâm dini, birlik beraberliği, yardımlaşmayı, kanunlara karşı gelmemeyi, fitne, yani anarşi çıkarmamayı, Müslüman olsun olmasın herkesin haklarını gözetmeyi, kimseyi incitmemeyi emretmektedir. İslam büyükleri, tarih boyunca, isyandan, anarşiden uzak kalmışlar, Müslümanları da buna bulaştırmamışlardır. Ehl-i sünnetin önderi büyük alim İmam-ı a'zam Ebu Hanife hazretleri, ikinci bin yılın mücedidi İmam-ı Rabbani hazretleri kendilerine yapılan haksızlığa, zulme rağmen devlete isyan etmemişler, talebelerini de isyandan uzak tutmuşlardır. Zaten, İmam-ı a'zam hazretlerine göre, ehli sünnet olmanın şartlarından biri de her şartta devlete isyan etmemektir. Niçin bu kadar fitneden, anarşiden uzak kaldılar? Çünkü, Peygamberimiz böyle emrediyor: "Fitne çıkarana lanet olsun!" "Fitne zamanında, devletinize tâbi olunuz. Size zulmedilse, mallarınız alınsa da, ona itaât ediniz!". "Fitne zamanında, İslâmiyyete sarılınız. Kendinizi kurtarınız. Başkalarına akıl vermeyiniz! Evinizden dışarı çıkmayınız. Dilinizi tutunuz!". "Fitne zamanında, çok kimse öldürülür. Onların arasına karışmayan kurtulur". "Allah'a kasem ederim ki, insanlar öyle bir devir yaşayacaklar ki, kâtil niçin öldürdüğünü, maktûl niçin öldürüldüğünü bilmeyecek" Bütün bu emirlerden sonra bir Müslüman anarşiye, teröre nasıl karışabilir? Kim olursa olsun bir insanı nasıl öldürebilir? Kur'ân-ı kerîm herşeyden önce insanoğluna diğer mahlukat arasında mümtaz, üstün bir makam vermiştir. Böyle, müstesna bir yeri olan varlığa yapılacak tecavüzleri Cenab-ı Hak karşılıksız bırakmayacak, en ağır şekilde cezalandıracaktır. Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Kişinin, kıyâmet günü, ilk hesâba çekileceği şey namazdır; insanlara karşı işlediği günahlardan da ilk hesaba çekileceği ise insan öldürmedir." Dinimiz, savaş halinde bile, insan haklarına riayet edilmesini, kimseye zulüm yapılmamasını emretmektedir. Peygamber Efendimiz, savaşa gönderdiği askerlerine, "Çocukları öldürmeyiniz. Kiliselerinde, kendilerini ibadete vermiş kimselere dokunmaktan sakınınız! Kadınları, yaşlanmış pir-i fanileri öldürmeyiniz. Ağaçları yakmayınız ve kesmeyiniz. Evleri de yıkmayınız!" buyururdu. Kur'ân-ı kerîmde bir kişi öldürme cinâyeti, bütün insanları öldürme cinâyetine denk tutulur: "Kim, haksız olarak birini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim bir canı kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur." (Maide- 32) Peygamberimiz, "Yâ Rabbî! Bana hayırlı işler yapmak, çirkin şeyleri terk etmek ve fakîrleri sevmek nasîb eyle! Kavmim arasında fitne çıkacaksa, fitneye karışmadan canımı al!" diye dua ederdi. İmâm-ı Kurtubî hazretleri, "Bu hadîs-i şerîf, fitneden sakınmak, ona karışmamak lâzım olduğunu, fitneye karışmaktansa, ölmenin hayırlı olacağını açıkça göstermektedir." buyurmuştur. Dinimizin bütün bu emirlerine rağmen Müslüman kimliği ile akıl almaz vahşetler işlenebiliyorsa, işin içinde art niyet var demektir. Bu da, bazı karanlık güçlerin insanları Müslümanlıktan uzaklaştırmak için, hazırladıkları bir senaryoyu akla getirmektedir
"Eğer Allahı seviyorsanız..."
27 Eylül 2001 01:00
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde, Âl-i İmrân sûresinin otuzbirinci âyetinde buyuruyor ki, "Onlara de ki, eğer Allahı seviyorsanız, bana uyunuz! Allahü teâlâ, bana tâbi' olanları sever ve günâhlarınızı affeder. Allahü teâlâ, affedici, çok merhametlidir." Nisâ sûresinin yetmişdokuzuncu âyetinde, "Peygambere itâ'at eden, Allaha itâ'at etmiş olur" buyurdu. Peygamberimiz de "sallallahü aleyhi ve sellem", "Benim yolumda ve benden sonra dört halîfemin yolunda olunuz!" buyurdu. Dört halîfenin yolunda olan İslâm âlimlerine "Ehl-i sünnet" denir. Görülüyor ki, Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olduğu gibi imân etmek ve bütün sözleri, işleri, onların bildirdiklerine uygun olmak gerekiyor. Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak isteyenin, böyle îmân etmesi ve böyle yaşaması lâzım olduğu anlaşılıyor. Bir insanda bu ikisi olmazsa, o sâlih Müslüman olamaz. Dünyada ve âhırette râhata ve huzûra kavuşamaz. Bu ikisi, kitaplardan okuyarak öğrenilir. Ehli sünnet alimlerinin kitapları, insanın kalbini de temizler. Kalb temîz olunca, îmânın, ibâdetlerin tadı duyulur. Harâmlar, acı, çirkin ve iğrenç görünürler. Allahü teâlâ, kullarına merhamet ettiği zaman, Mürşid-i kâmil çok bulunur ve tanınmaları kolay olur. Fakat, kıyâmet yaklaştıkca, Allahü teâlânın kahrı, gadabı dahâ çok zuhûr edecek, Mürşid-i kâmiller azalacak, tanınmayacaklardır. Câhiller, sapıklar, zındıklar, din adamı olarak ortaya çıkacak, insanları aldatacak, felâkete sürükleyeceklerdir. Şu an içinde bulunduğumuz, ahir zamanda, böyle karanlık zamanlarda îmânı ve din bilgilerini, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâplarından öğrenenler kurtulacak, câhillerin, mezhebsizlerin yazdıkları uyurma din kitaplarının yaldızlı, heyecanlı kelimelerine aldananlar, doğru yoldan kayacaklardır. Böyle zamanlarda kalbin çabuk temizlenmesi için, tanınmış, şöhret kazanmış eski İslam büyüklerinden birini düşünüp, eserlerini okuyarak, onun kalbine Resûlullahdan "sallallahü aleyhi ve sellem" akıp gelmiş olan feyzlerden, kendi kalbine akmasını dilemelidir. Kararmış kalbleri aydınlatır
.
Müslümanlar aldatıldığı zaman!..
4 Ekim 2001 01:00
Saâdete kavuşmak için İslâmiyeti öğrenmekten başka çâre yoktur. İslâmiyet, kalb ile inanılacak "İmân" bilgileri ve beden ile yapılacak "Ahkâm-ı islâmiyye" bilgileridir. İmân ve İslâm ilmleri "Ehl-i sünnet âlimleri"nin kitâblarından öğrenilir. Câhillerin, sapıkların bozuk kitaplarından öğrenilmez. Hicrî bin senesinden evvel, İslâm memleketlerinde çok "Ehl-i sünnet âlimi" vardı. Şimdi nerdeyse hiç kalmadı. Fakat, bu âlimlerin yazdıkları Arabî ve Fârisî kitaplar ve bunların tercümeleri, dünyânın her yerinde, kütüphânelerde vardır. Böyle karışık zamanlarda dine uymak çok daha kıymetlidir. Resûlullah Efendimiz buyurdu ki, "Ümmetim arasında fesâd yayıldığı zamân, sünnetime yapışana, yüz şehîd sevâbı vardır". Uydurma tefsîrler ve dinsizlerin yazdıkları bozuk din kitâbları çoğaldığı, Müslümanlar aldatıldığı zaman, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları, hakîkî din kitaplarına tâbi' olanlara yüz şehîd sevâbı verilecektir. Dört mezhebden herhangi birisinin âlimlerine "Ehl-i sünnet âlimi" denir. Ehl-i sünnet âlimlerinin reîsi, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfedir. Bu âlimler, Eshâb-ı kirâmdan öğrendiklerini yazmışlar, Eshâb-ı kirâm da, bunlara Resûlullahtan işittiklerini söylemişlerdir. Cenâb-ı Hak, bütün insanlara, sayılamıyacak kadar çok ni'met, iyilik vermiştir. Bunların en büyüğü ve en kıymetlisi olarak da, İslâmiyeti, saâdet-i ebediyye yolunu göstermiştir ve İbrâhîm sûresinin yedinci âyetinde meâlen, "Ni'metlerimin kıymetini bilir, şükrederseniz, yanî emrettiğim gibi kullanırsanız, onları artırırım. Kıymetlerini bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azâb ederim" buyurmuştur. Bir asrdan beri islâmiyyetin garîb olması ve son zamânlarda büsbütün uzaklaşarak, dünyânın küfür ve irtidâd karanlığı ile kaplanması, hep islâm ni'metlerinin kıymetlerini bilmeyip, onlara şükretmemenin arka çevirmenin netîcesidir. Allahü tâlânın evliya kulları bizlere Cenab-ı Hakkın nimetidir. "Herşeyin bir kaynağı vardır. Takvânın kaynağı, âriflerin kalbleridir" ve "Onlarla berâber bulunanlar şakî olmazlar" hadîs-i şerîfleri bunların kıymetini bildirmektedir. Allahü teâlânın dostlarını, evliya kullarını hâtırlıyarak, mubârek kalbinden feyz almak, Allahü teâlânın Müslümanlara büyük ni'meti ve ihsânıdır. Âhır zamanda, buları işitmek, inanmak ve taleb etmek de pek az kimseye nasîb olur. Sevdiklerini bizlere tanıtan ve onları sevmek nimetini ihsân eden yüce Rabbimize şükürler olsun
Mübarek yerlerin terörden çektikleri
5 Ekim 2001 01:00
Dini tabirle fitneyi, bugünkü ifadeyle terörü İslamiyet şiddetle yasaklamıştır. Mensuplarını bu felaketten uzak tutmuştur. Peygamber Efendimiz, fitne çıkaranları lanetlemiştir. Bunun için, İslamiyetin gerçek temsilcileri olan ehli sünnet Müslümanlar bundan hep uzak kalmışlar, teröre hiç bulaşmamışlardır. Tarih boyunca Müslümanların başına ne gelmiş ise, Müslüman kimliği ile ortaya çıkıp İslamiyeti istismar eden kimselerden gelmiştir. Ehli sünnet Müslüman inancı temsil eden Osmanlılar da, İslam düşmanlarının desteklediği bu tür sapıklıklardan, fitneden, terörden çok çekmiştir. En çok da Vehhabi teröründen çekmiştir. 1730'lu yıllarda başlayan bu terörü, tamamen ortadan kaldırmaya Osmanlının ömrü kifayet etmedi. Osmanlı yıkıldığında bu bela devam ediyordu. Bugün de hâlâ devam ediyor. Vehhabiler, özellikle Türk devletlerinde, Kafkaslarda (Çeçenlerde), Afganistanda, Balkanlarda aç insanlara milyarlarca dolar dağıtarak bozuk inançlarını hızla yaymaktadırlar. Afganlı Talibanlar, Vehhabi inancı ile hareket ettikleri için dünyadaki bütün Müslümanları sıkıntıya düşürdüler. İslama karşı nefretin oluşmasına sebep oldular. Bu haftaki iki yazımda Vehhabilerin yaptıkları vahşetleri "Mir'at-ül Haremeyn" ve "Tarihi Vehhabiyan" kitaplarından özetliyerek bilgilerinize sunmak istiyorum: 1737 senesinde Abdülvehhâb oğlu Muhammed, İngiliz casusu Hempher ile birlikte "Vehhâbîlik" inançlarını hazırladı. Kısa zaman sonra, İngilizlerin siyasî ve askerî yardımları ile, Arabistan'da cahil çöl bedevileri arasına hızla yayıldı. Bu hareket Necd şeyhi olan Muhammed bin Suud'dan siyasi destek gördü. Abdülvehhab oğlu bunun kızı ile evliydi. İngilizler de, bol para vererek ve siyasî, askerî yardımlar vaat ederek, Abdülvehhâb oğlu Muhammed ile işbirliği yapmasını temin etti. Vehhâbîliği yaymak için, gaddar Muhammed bin Suud'u maşa olarak kullandı. Vehhabiler, belli bir güce ulaşınca, Mekke emîri şerif Gâlib Efendiye harp ilan ettiler. Kadın, çocuk demeden binlerce Müslümanı öldürdüler. Akla hayale gelmedik işkenceler yaptılar. Suud oğlu ile Abdülvehhâb oğlu el ele vererek, Vehhâbîliği kabul etmiyenlerin kâfir ve müşrik olduklarına, kanlarını dökmenin ve mallarını almanın helâl olduğuna fetva verdiler. Vehhabilere göre, amel imandan parça kabul edildiği için, namaz kılmayan, oruç tutmayan dinden çıkıyor öldürülmeleri mübah oluyor. Yine, onlara göre şefaat, evliyadan yardım istemek, mezar, türbe yapmak şirk olduğu için bunları yapanları Müslüman kabul etmemektedirler. Vehhabilere göre, "Şefaat Ya Resulallah" diyen dinden çıkıyor. Hicâz'da bulunan ehli sünnet âlimleri ve bunların arasında Abdülvehhâb oğlunun kardeşi Süleymân Efendi ve kendisine ders okutmuş olan hocaları, Abdülvehhâb oğlunun kitaplarını inceleyerek, İslâm dînini yıkıcı, bozguncu yazılarına cevaplar hazırladılar, sapık yazılarını çürüten kuvvetli vesikalarla kitaplar yazarak, Müslümanları uyandırmaya çalıştılar. İbni Suud ve adamları, bunları işitince, Ehl-i sünnete düşmanlıkları iyice arttı ve Mekke'ye saldırdılar. İlk saldırıda Mekke'ye giremediler fakat çok kan döktüler. Mekke'ye giremeyince bu defa da, Tâif şehrine asker gönderdiler. Önlerine çıkanları, kadın, erkek ve çocuk demeyip öldürdüler. Beşikteki yavruları bile parçaladılar. Sokaklarda dere gibi kan aktı. Evleri basıp herşeyi yağma ettiler. Halkı günlerce aç, susuz bıraktılar. Cahil Vehhâbî haydutları, kütüphanelerden ve mescidlerden ve evlerden topladıkları Mushâf-ı şerîfleri, tefsîrleri, hadis ve çeşitli din kitaplarının hepsini parçalayıp yerlere attılar. Katlettikleri Müslümanların cesetlerini kaldırmaya müsaade etmedikleri için sokaklarda çürüdüler. Daha sonra kokudan kendileri de rahatsız oldukları için kaldırmaya izin verdiler. Hiçbir ceset tanınmıyordu. Kiminin yarısı, kiminin dörtte biri kalmıştı. Ölenleri, yakınları iki büyük çukura gömdüler. (Yarın, Mekke ve Medine'de yaptıkları vahşetler)
.
Mekke ve Medine'de yapılan vahşetler
6 Ekim 2001 01:00
Vehhabilik fitnesini, terörünü anlatmaya bugün de devam ediyoruz... Vehhabiler, Taif'ten sonra topladıkları büyük bir güruh ile 1805 senesinde Mekke şehrini kuşattılar. Mekke'deki Müslümanlar aylarca sıkıntı çekti. Aç kaldılar. Ölmemek için ne bulurlarsa yediler. Son günlerde, yemek için kedi, köpek eti dahî bulamadılar. Emir Şerif Gâlib, milletin canını kurtarmak için, düşmanla anlaşmaktan başka çare olmadığını anladı. Şehri teslim etti. Vehhabiler, Mekke-i Mükerremeyi ele geçirdikten ve Mekke etrafındaki köylere hakim olduktan sonra, köylerden topladığı yağmacıları Medîne şehri üzerine gönderdiler. Bunlar, Medîne'yi kuşattılar. Medîne halkı, üç sene işkence altında kaldı. Müslümanların, İstanbul'dan yardım geleceğine ümitleri kalmayınca, Suud'a mektûb yazdılar. Af ve merhamet etmesi için yalvardılar. Üç seneden beri sıkıntı ve işkence altında yaşamakta olan Medînelileri daha çok sıkıştırmak ve hırpalamak için büyük bir haydut sürüsü ile Medîne üzerine yürüdü. Suud Medîne'ye girince, hemen türbelerin yıkılmasını, hem de türbe bakıcılarının yıkmalarını emretti. Resûlullahın mübârek türbesinde ve Mescid-i Nebevî hazînesinde bulunan ve bin seneden beri çeşitli islâm sultânları, islâm kumandanları, islâm sanatkârları ve islâm ilim adamları tarafından ve bütün islâm dünyasından seçilerek ve özenerek gönderilmiş olan pek kıymetli hediyeleri, tarihi büyük önem taşıyan sanat eserlerini, altınlarla süslü, cevherlerle ve kıymetli taşlarla işlenmiş bahâ biçilmez eşyayı ve seçme mushaf ve nâdîde kitapları, taş yüreği ve kara kalbi titremeden yağma ettirdi. Bu edepsizlikten ve alçaklıktan da, Müslümanlara karşı olan kin ateşi sönmeyince, yıkılmaktan kurtulmuş olan Eshâb-ı kirâmın ve şehitlerin türbelerini de yıktırdı. Resûlullahın mübârek hücresinin kubbesini de yıktırmak istedi ise de tepkiden korktuğu için bundan vazgeçti. Bu sırada, Osmanlı devleti, bu senelerde dış devletlerle uğraşmakta ve masonların körüklediği isyan ateşlerini söndürmeye çalışmakta idi. Devlet hızlı bir çöküşe girmişti. Osmanlı ayakta kalma mücadelesi veriyordu. Buna rağmen, 1811 senesinde, Suud'ların Müslümanlara işkenceleri ve islâm dînine olan hakâretleri, dayanılamayacak hâl aldığından, II. Mahmûd Hân, Mısır Valisi Muhammed Ali Paşa'ya ferman gönderip, eşkıyâyı terbiye etmesini emretti. Elleri kanlı teröristlerin elebaşılarını yakalayarak İstanbul'a gönderdi. Binlerle Müslüman kanı akıtan bu eşkıyalar, İstanbul sokaklarında dolaştırıldıktan sonra idam edildiler. Hicâzın mübârek şehirleri eşkıyadan temizlendi. Fakat tamamen yok edilemediler. İç kısımlara çekilip faaliyetlerine yine devam ettiler. Tekrar hücum için fırsat kolluyorlardı. Daha sonra 1900'lü yılların başında İttihat Terakki'nin yanlış politikaları yüzünden, mübarek topraklar tekrar Osmanlıların elinden çıkarak İngilizlerin eline düştü. İngilizlerin meşhur casusu yüzbaşı Lavrens'in körüklemesi ile Vehhabiler, 1918'de Şerif Hüseyin'e harp ilân ederek, Mekke'ye saldırdı. Fakat, mağlup olarak Necd'e çekildiler. 1924'te, Mekke ile Tâif'i ve 1931'de Medîne'yi İngilizler Vehhabilere teslim ettiler. Böylece Yavuz Sultan Selîm Hân'ın zamanı olan 1517 senesinden beri Osmanlıların idaresinde kalan mübarek topraklar Osmanlıların elinden çıktı. 1932 yılının Eylül ayının 23. günü de (Suudî Arabistân devleti) kuruldu. Önceden olduğu gibi Vehhabiler, devlet olduktan sonra da Peygamberimiz ve Eshabının inancı olan ehli sünnete uymayan bozuk inancını Müslümanlar arasında yaymaya, fitne fesata devam ettiler. Bugün, dünyanın neresinde olursa olsun, Müslüman olan her yerde Vehhabi fiitnesi devam etmektedir. Hangi fitne fesat taşını kaldırsanız altından bunlar çıkmaktadır. Geniş bilgi için, "İngiliz Casusunun İtirafları" "Kıyamet ve Ahıret" kitaplarına müracaat edilebilir. (0212 523 45 56)
.
.
Din şüphe götürmez!..
14 Ekim 2001 01:00
Sevgili kızım, Allaha inandıktan sonra, O'nun kitabına, Kur'an-ı kerime inanmak, îmanın şartlarındandır. Bir âyetinden bile şüphe etmek câiz değildir. Birine inanmamak, tamamına inanmamak demektir. Şüphe edenler, Allahü teâlâyı seven, doğru din adamlarının (islâm âlimlerinin) kitaplarını okuyarak, şüphesini gidermelidir. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, emirlerini ve yasaklarını dünyada işitmeyen insan kalmasın diye, yalnız Peygamber göndermemiş, ayrıca Kitap da göndermiştir. Müslümanların kitabı Kur'an-ı kerimdir. Kur'an-ı kerim, Peygamberimizden evvel dünyaya gelen milletlere, Allahü teâlâ tarafından gönderilen kitaplardaki emirleri ve hükmleri de içinde topladığı için, bütün insanlara hitâb eden bir kitaptır. Yâni, Kur'an-ı kerim bugünkü dünyada mevcut, Hıristiyan, yahudi, mecûsî, vesâire gibi çeşidli dinlere sapmış insanlara da, doğru yolu gösteren bir kitaptır. Kur'an-ı kerime inanmayan Müslüman sayılmaz. Müslüman olmayan da Allahü teâlânın ateşinden kurtulamıyacaktır. Kur'an-ı kerim, Allahü teâlânın kelâmıdır. Yâni, Kur'an-ı kerimdeki her söz ve her kelime Allahü teâlâ tarafından, Peygamberimize bildirilmiştir. Peygamberimize bu sözler, vahy yoluyla yâni, meleklerin büyüklerinden Cebrâîl vâsıtası ile bildirilmiştir. Cebrâîl insan şekline girerek bunları Peygamberimize okumuş ve ezberletmiştir. Peygamberimize Kur'an-ı kerim parça parça (kısım kısım) gelmiştir. Peygamberimiz, Allahü teâlânın emirlerini alır almaz, hem kendileri ezberler, hem de kendi yakınlarına ezberletirdi. Vahiy kâtiblerine de yazdırırlardı. Sonradan bunlar bir araya toplanarak Kur'an-ı kerim meydana gelmiştir. Dünyanın her tarafındaki bütün Mushaf-ı şerifler birbirlerinin aynıdır. Bir kelime, hattâ bir harf bile değişik değildir. Hâlbuki Hıristiyanların ellerindeki İncîller birbirlerini tutmuyor ve birbirlerine benzemiyor. Allahü teâlânın emirleri münâkaşa edilemez. Herkesin kendi anlayışına göre mâna vermesi veya işine geldiği şekilde anlaması câiz değildir. Kur'an-ı kerimi en iyi anlayan yalnız Peygamberimizdir. Peygamberimiz Kur'an-ı kerimin, bizim anlamadığımız taraflarını hadis-i şerifleri ile açıklamıştır. Ayrıca büyük din âlimleri, Kur'an-ı kerimi tefsîr etmişlerdir. Kur'an-ı kerimde pek çok âyetlerin çok geniş mânaları vardır. Onun için Kur'an-ı kerimi kelime kelime tercüme etmekle tam mânası ifâde edilemez. Ancak, her âyetin salâhiyetli büyük din âlimleri tarafından tefsîr ve îzâh edilmesi ile mânasını öğrenmek mümkündür.
Kılavuzu karga olanın...
19 Ekim 2001 01:00
İslam tarihine baktığımızda, resmen ilan edilen savaşların dışında Müslüman ile Hıristiyanların karşı karşıya geldiği pek görülmez. Devletlerarası savaşlar da ordular arasında cereyan etmiştir, halk zaten yoktur. Bu durum hazreti Peygamber zamanından günümüze kadar devam ede gelmiştir. İstisna olarak bazı çatışmalar görülürse de bunlar her iki tarafın fanatikleri arasında olmuştur. Gerçek İslamı temsil eden Ehli sünnet Müslümanların, ne bağlı bulundukları devlete ne beraber yaşadıkları diğer din mensuplarına saldırmak, kan dökmek gibi terörist faaliyetler akıllarının ucundan bile geçmemiştir. Çünkü isyanın, kan dökmenin, terörün İslam dininde yeri yoktur. İmam-ı azam Ebu Hanefi hazretlerine göre, isyan etmemek, anarşi çıkarmamak Ehli sünnet olmanın şartıdır. Bu genel kurala uymayan, Hasan el Benna, Seyyid Kutup, Mevdudi, Usame bin Ladin gibi anayoldan, Ehl-i sünnet'ten ayrılmış kimseler terör, başkaldırı, isyan hareketleri ile gerçek İslama çok zarar vermiştir. Bu gayri islami hareketlerden dolayı bütün Müslümanlar zarar gördüğü, huzursuz olduğu gibi, dînî bir arayış içine giren, İslamiyete sempati duyan kimseleri de İslamdan soğutarak uzaklaştırmıştır. Bunlar, "İslam bu ise ben bu işte yokum" demişlerdir. Son olaylar, inşaallah İslam alemini uyandırır, referans olarak, gerçek islamı alırlar, Seyyid Kutup ve Mevdudi kaynaklı terör hareketlerinden uzak dururlar, böylece eski huzurlu günlere kavuşuruz. Aksi takdirde sıkıntı, huzursuzluk başımızdan eksik olmaz. Bazı yorumcuların ifade ettiği gibi, ılımlı Müslüman, radikal Müslüman çatışmasına dönüşebilir. Boşuna şöylenmemiş, kılavuzu karga olanın başı dertten kurtulmaz... Eskiden olduğu gibi bugün de hangi dinden olursa olsun, beraber yaşamak zorundayız. Huzurlu bir beraberlik için de herkesin karşı tarafın hakkına, hukukuna can güvenliğine riayet etmesi gerekir. Geçmişte buna riayet edildiği için huzur ve sükun sağlanmış. Adalet, devletin varlık sebebi sayılmış. Bu sayede İslamiyet bugünlere gelmiş. Hazret-i Ömer zamanında meydana gelen şu tarihi olay bunu açıkça göstermektedir. Ebû Ubeyde bin Cerrâh hazretleri Humus şehrini alınca da, şehrin her tarafında tellallar dolaştırdı: "Hepiniz ticâretinizde, işinizde, ibâdetlerinizde serbestsiniz. Malınıza, canınıza, ırzınıza, kimse dokunmıyacaktır. İslâm adâleti aynen size de tatbîk edilecek, her hakkınız gözetilecektir. Dışardan gelen düşmana karşı, Müslümanları koruduğumuz gibi, sizi de koruyacağız. Bu hizmetimize karşılık olmak üzere, Müslümanlardan hayvan zekâtı ve uşr aldığımız gibi, sizden de, senede bir kere cizye vermenizi istiyoruz. Size hizmet etmemizi ve sizden cizye almamızı Allahü teâlâ emretmektedir." Bu ilan üzerine, Humus Rûmları, cizyelerini seve seve getirip, Beytülmâl emîni Habîb bin Müslim'e teslîm ettiler. Bir müddet sonra, Herakliyus'un, ülkesinin her tarafından asker toplayarak Antakya'ya hücûma hazırlandığı haber alındı. Bunun üzeri, Humus şehrindeki askerlerin de, Yermük'teki İslam kuvvetlere katılmasına karar verildi. Ebû Ubeyde, şehirde tekrar tellallar dolaştırdı: "Size hizmet etmeğe, sizi korumağa, söz vermiştim. Buna karşılık, sizden vergi almıştım. Şimdi ise, halîfeden aldığım emir üzerine, Herakliyus ile savaşacak olan kardeşlerime yardıma gidiyorum. Size verdiğim sözde duramıyacağım. Bunun için hepiniz Beytülmâla gelip, vergilerinizi geri alınız! İsimleriniz ve verdikleriniz defterimizde yazılıdır." Böyle bir olay dünyanın neresinde görülmüş? Hiçbir zorlama olmadan, zorlamayı bırakın istek bile olmadan alınan paralar iâde ediliyor. İşte, İslamiyeti ayakta tutan, bugünlere getiren böyle adâlet, iyilik, doğruluk ve hoşgörü idi.
.
Tembellik yüz karası
27 Ekim 2001 01:00
Afganistan ve diğer İslam ülkelerindeki insanların perişan halleri, ibtidai hayatları televizyon ekranlarına yansıdıkça, çok kimse aynı soruyu soruyor: Müslümanlar bu hale nasıl düştü? Bunun cevabını bulmak için de, Batılı ülkelerin ileri gitmesi, Müslüman kimliği taşıyan ülkelerin ise geri kalması tartışma konusu oluyor. Neden Müslümanlar geri kaldılar da diğerleri ilerledi?.. Bazen bunun sebebi olarak İslamiyet gösterilir ki, düpedüz iftiradır. Bu sadece İslamiyete değil, modern bilimlere ve insanlık tarihine de iftiradır. İslamiyetin gelişmelere mani olması şöyle dursun, aksine bilimsel gelişmeleri teşvik etmesi sonucudur ki, bugün pozitif bilim dediğimiz sahanın öncüleri hep Müslümanlar olmuşlardır. Birûni, Dünya'nın döndüğünü Galile'den 600 sene önce eserlerinde yazmıştı. Newton'dan 600 sene önce dünyanın çapı hesaplanmıştı. Battani 10. Yüzyılda Trigonometrinin kâşifidir. Sinus, cosinus'u ilk kullanandır. Ebu'l Vefa, trigonometri'ye tanjant-cotanjant, sekant gibi terimleri kazandırmıştı. Mağribî ise, Pascal'dan 600 sene önce "Pascal Üçgeni"ni bulmuştu. İbrahim Heysem, optik ilmini 11.Yüzyılda kurduğunda Avrupa pislik içindeydi. Ali bin Abbas 10. Yüzyılda dünyada ilk kanser ameliyatını yapan kişi olarak tarihe geçmişti... Peki neden böylesi zirvelerden aşağılara düştük? Bunun sebebi İslamiyet olsa idi zaten zirvelere çıkamazdık. Düşmemizin sebebi İslami değerlerimizi kaybetmemizden kaynaklanmaktadır. Büyük devlet olmanın, zirvede olmanın getirdiği rahatlık, ihtiyaçsızlık ve bunun meydana getirdiği rehavet. Bunların tabii sonucu olarak ortaya çıkan tembellik. Zaten, tembellik, maddi manevi her gelişmenin, her iyiliğin baş düşmanıdır. İyi bir Müslüman olmak, Sevgili Peygamberimizin davranışlarına uymakla doğru orantılıdır. Peygamberimiz tembeli sevmez, tembellikten Allah'a sığınırdı. Çalışmada gevşeklik gösterilerek Peygamberimizin emrine uymayınca, duraklama ve gerileme başladı. Halbuki, Peygamberimiz bir Müslümanın çalışmasının, üretimde bulunmasının, ailesini geçindirmesinin, ihtiyaç sahiplerine yardımcı olmasının ibadet olduğunu buyurmuştur. Özellikle tembelliğin Müslüman hayatında yeri olmadığını hadîs-i şerîflerde açıkça beyan etmişlerdir. "Rabbim!... Tembellikten, korkaklıktan, ihtiyarlığın verdiği düşkünlük ve cimrilikten sana sığınırım." "Birinizin sırtında odun taşıması, insanlara el açmasından daha iyidir." "Bir Müslümanın yiyip içtiklerinin en helal ve bereketli olanı, çalışıp kazanarak elde ettiğidir." "Doğru sözlü ve her konuda güvenilir ticaret adamı, âhirette peygamberler, sıddıklar ve şehidlerle birlikte olacaklardır." En kötü şartlar altında bile çalışmak, başkalarına el açmaktan daha iyidir. Sevgili Peygamberimiz, Eshab-ı kiramı çalışmaya teşvik ederken bizzat kendileri de çalışarak örnek olmuşlardır. O, çocukluğunda, yanında büyüdüğü amcası Ebu Talib'in bütçesine katkıda bulunmak için koyun güderdi. Delikanlılık çağında iken, amcaları ile ticaret kervanında onlara yardımcı olurlardı. Kısaca Rasulullah Efendimizin boş oturduğunu gören olmamıştı. Sevgili Peygamberimiz bir iş yapılırken gelişigüzel değil, düzgün bir şekilde yapılmasını isterlerdi. Bunu şu şekilde ifade buyurmuşlardı; "Sizden biriniz bir iş yaptığında, onu mükemmel bir şekilde yapsın." Bir gün kendisine gelerek işsizlikten şikayet eden kişiye, dikenli bir arazide odun kesip satmasını ister. Bu kişi söz dinleyip çalışır ve iyi bir gelir elde eder. Teşekkür etmek için geldiğinde Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır; "Bu senin için kıyamette, dilenci olarak haşrolmandan daha iyidir" buyurmuşlardır. Zilletten kurtulmanın yolu bu nasihatlardan geçiyor. Allah, kim olursa olsun - kendisine inansın inanmasın - çalışanın, gayret edenin emeğinin karşılığını verir.
tur.
.
Misyonerlerin sinsi oyunları
8 Şubat 2002 01:00
Bütün İslam ülkelerinde olduğu gibi, ülkemizde de "misyonerlik" faaliyetleri son zamanlarda yoğun bir şekilde sürmektedir. Büyük şehirlerimizde apartman dairelerini "gizli kilise"lere dönüştürme plânları işin vahametini göstermektedir. Çok şükür ki, Devletimiz, bu gayrimeşru "gizli kilise" faaliyetine el koydu, yakın takibe aldı Bu faaliyet esnasında, memleketimizde ve diğer Müslüman ülkelerde her türlü melanet işlenmekte; cahil insanları tuzaklarına düşürebilmek için akıl almaz vaatlerde bulunmaktadırlar. Türk devletlerinde, komünizm zulmü sebebiyle İslamiyetten uzaklaştırılmış sadece "Müslüman" olduğunu bilen, dinle ilgili hiçbir şey bilmeyen, geçim sıkıntısı ile kıvranan binlerce insan 40-50 dolar maaşla Hıristiyan yapılmaktadır. Tarih boyunca doğru şeyler kendiliğinden, meşru bir şekilde, bozuk inançlar ise gizlilik içinde çeşitli örgütler tarafından cahil, çaresiz insanlar aldatılarak, istismar edilerek yayılmıştır. Müslümanlar hiçbir zaman, hiçbir kimseyi, hiçbir milleti dolaylı veya doğrudan Müslüman olmaya zorlamamışlardır. İslamiyeti anlatmışlar, kendileri de İslamiyeti yaşayarak örnek olmuşlar, insanları inançlarında serbest bırakmışlardır. Çünkü, dinimizde zorlama, aldatma yoktur. Hıristiyanlar ise tam tersine, önce savaşla, zorla, zulüm ile; sonra, hile ile sinsice bozuk inançlarını yaymaya çalışmışlardır. Bu sebeple Haçlı Seferleri tertip edildi. Asırlarca süren kanlı savaşlar oldu. Bu savaşlarda Hıristiyanlar, gayelerine erişemedikleri gibi Müslümanların ilerlemesine de mâni olamadıklarını görünce, bu işi barış yoluyla ve tatlılıkla, aldatarak, kandırarak sinsice yapmağa karar verdiler. İşte, bugünkü Hıristiyan misyonerliğinin kökü bu düşünceden kaynaklanıyor. Misyonerler gayelerine erişmek için her türlü vasıtayı mubah gören bir zihniyete sâhiptirler. Bu yüzden, Afrika ve Asya milletlerini yıllar boyunca sömüren müstemlekecilerin ve emperyalistlerin en büyük yardımcıları Hıristiyan papazları olmuştur. Yerli halkı kendi dinlerine sokabilmek için, kanlı ve vahşi gayri insânî usullere başvurmaktan çekinmemişlerdir. Misyonerler, girdikleri memlekette sadece kendi dinlerini yaymakla meşgul olmadılar. Çünkü biliyorlar ki, mahallî kültürleri yıkmadıkça, hiçbir yerli, Hıristiyanlığı kabul etmez. Onun için misyonerler evvelâ oradaki milleti meydana getiren maddî ve manevî kıymetler manzumesini soysuzlaştırmakla işe başlarlar. Tahrip ettikleri millî duyguların enkazı üzerine kendi inançlarının binasını yükselteceklerini düşündüler. Ellerindeki bütün imkânları bu yolda kullandılar. Ayrıca, milletleri sömürerek, politik ve ticârî hayatlarına hâkim olma yoluna girdiler. İngiliz misyonerlerinden birisine ihtiyar bir Afrikalının verdiği şu cevap bu durumu çok açık ifâde etmektedir: "Siz buraya geldiğinizde bizim toprağımız vardı. Şimdi sizin toprağınız, bizim de 'Kutsal kitabımız' var!" Maalesef yıllardır yapılan zehirli propagandalar, vaadler sebebiyle Afrika'da, son zamanlarda da Türk devletlerinde Hıristiyanlık hızla yayılmaktadır. İslamiyet için canını bile vermekten çekinmeyen şehidlerin, âlimlerin, evliyaların çocukları artık boyunlarında -bazıları süs için de olsa- haç taşımaktadırlar. Bizim çocuklarımız, halkımız böyle olmaz demeyelim; onların babalarının, çocuklarının bu hale düşecekleri hiç akıllarına gelir miydi? Gün bugündür; geç kalmadan gereken tedbirleri hemen almak zorundayız. Bunun için, dinimizi iyice öğrenmek, yaşamak ve gençlerimize onların anlayacağı lisan ile öğretmek mecburiyetindeyiz. Hiçbir kap boş kalmaz. Biz doldurmazsak birileri muhakkak doldurur!
.
İlme âlime hürmet gerekir
8 Şubat 2002 01:00
İlme âlime önem vermek, hürmet etmek gerekir. Aksi takdirde bunlar devam etmez. Hazret-i Şa'bî anlatır: "Bir gün binmesi için, Zeyd bin Sâbit'e katırını yaklaştırdım. O sırada Abdüllah bin Abbâs gelerek üzengiyi tutmak istedi. Bunu gören Zeyd, "Ey Resûlullahın amcazâdesi, üzengiyi bırak!" dedi. İbni Abbâs, "Biz âlimlere bu şekilde muamele ile emrolunduk" dedi. Bunun üzerine Zeyd, İbni Abbâs'ın elini öpüp "Biz de, Resûlullahın Ehl-i beytine hürmet etmekle emrolunduk" diye mukabelede bulundu." Hazret-i Ali'nin "Bana ilimden bir harf öğretenin kölesiyim" buyurması, âlime hürmetin ehemmiyetini göstermektedir. Bir harften maksat, ilimden bir mes'eledir. İmâm-ı Şâfiî hazretleri, bir çobanı görünce ayağa kalkmış. Yanındakiler, "Bu çobana hürmetinizin sebebi nedir?" diye suâl etmişler. O da, "Bu zât bana kitaplarda bulamadığım ilimden bir mes'eleyi öğrettiği için, yâni benim hocam olduğu için hürmet ediyorum" buyurmuştur. Hakîkatı bulmamıza sebep olanlara, bize çok lüzûmlu ilimleri öğretenlere gösterilecek hürmetin ehemmiyetini idrak etmek lâzımdır. İmâm-ı a'zâm Ebû Hanîfe hazretleri, hocasının evi tarafına ayağını uzatmazdı. Halbuki, aralarında yedi sokak uzaklık vardı. Şimdi ne böyle alim kaldı ne böyle talebe. Alim olmak kolay değildir. Çünkü, din âlimi olmak için, zamanının edebiyat ve fen üzerinde, fen ve edebiyat fakültelerinden diploma almış olanlar kadar bilgi sahibi olmak, Kur'an-ı kerimi ve mânalarını ezberden bilmek, binlerle hadis-i şerifi ve mânalarını ezber bilmek, islâmın yirmi ana ilminde mütehassıs olmak ve bunların kolları olan seksen ilmi iyi bilmek, dört mezhebin inceliklerine vâkıf olmak, bu ilimlerde ictihâd derecesine yükselmek, tasavvufun en yüksek derecesinde olmak lâzımdır. Böyle bir âlim şimdi nerede? Şimdi, din adamı tanınanlar, acaba bu büyüklerin kitaplarını okuyabilir ve anlıyabilir mi? Şimdi böyle bir âlim meydana çıksa idi, kimse dîne saldıramaz, hayâsızca iftirâlar savuran kahramânlar(!) kaçacak yer arardı. Eskiden medreselerde, câmilerde, zamanın fen bilgileri de okutulurdu. İslâm âlimleri fen bilgilerini öğrenmiş olarak yetişirdi. Sultan Abdülmecîd zamanında, mason Reşîd Paşa'nın, İngiliz sefîri ile berâber hazırladığı 1839'da ilân ettiği Tanzîmât Kanûnu, fen derslerinin medreselerde okutulmasını yasakladı. Böylece, din adamlarının câhil olmalarına ilk adım atıldı.
.
Osmanlı'nın yıkılışı ve misyonerler
9 Şubat 2002 01:00
İslâm memleketlerinde faaliyet gösteren misyonerler, Hıristiyanlığı yaymanın yanında, halkı bölücü ve yıkıcı kamplara ayırıp nihai hedef olarak devleti yıkmaya çalışmışlardır. Osmanlı'nın yıkılmasında Misyonerlerin büyük rolü olmuştur. Osmanlı'nın yıkılışında misyonerlerin etkisini iki noktada toplamak mümkündür: 1) Misyonerler, çeşitli bölgelerinde yaşayan Ermeni, Rum, Bulgar vs. gibi Hıristiyan unsurların çocuklarını, açtıkları mekteplerde okutmuşlar ve onlara kendi milliyetçiliklerini aşılayarak, Osmanlı Devletine karşı isyana hazırlamışlardır. Örneğin Bulgarların isyanına en fazla hizmet eden müessese, İstanbul'da Protestan misyonerleri tarafından işletilen bir kolejdir. Müslüman Rumeli'nin elimizden çıkmasına ve oradaki milyonlarca Müslümanın barbarca katledilmesine, geride kalanlarına ise, zulmedilmesine, Bulgar yapılmak için zorlanmalarına, hep misyonerlerin ektikleri zehirli nifak tohumları sebep olmuştur. Osmanlı Devletine bağlı Arap ülkelerinde yaşayan Hıristiyan Arap azınlıklara da, Beyrut'taki Katolik-Fransız ve Protestan-Amerikan üniversitelerindeki misyonerler, Arap milliyetçiliği aşılayarak, Arap halkı arasında da ayrılma ve parçalanma temâyüllerini körüklemişlerdi. Yemen'de 1905'te ve daha sonra çıkan isyan hareketlerinde önemli bir rol oynamışlardı. 2) Misyonerler ilk hamlede Müslüman Türkleri doğrudan doğruya Hıristiyan yapamayacaklarını bildiklerinden, onların genç nesillerini dinsiz olarak yetiştirmek, bu durumdan doğan manevi buhrana çâre olarak Hıristiyanlığı takdim etmek istiyorlardı. Misyonerlerin bu siyasetini şu tâbirle açıklamak yerinde olur: "Ağaç, sapı kendi dallarından yapılan bir baltayla kesilir." Onların nazarında ideal Türk münevveri, Tevfik Fikret'in oğlu Halûk'tur. Bilindiği üzere, babasının fikirleriyle yetişen ve tahsilini bir misyoner mektebinde yapan Halûk, dînini ve tâbiyetini değiştirerek bir Protestan papazı olmuş, Amerika'ya yerleşerek milletini ve vatanını inkâr etmiştir. Misyonerler dinlerini yaymak için ilmî ve nazarî yollardan faydalanmazlar. Zîra ilim ve akıl vâsıtasıyla Hıristiyanlığın Müslümanlığa üstün olduğunu ispat etmeye imkân ve ihtimal olmadığını bilirler. Çünkü, Hıristiyanın okumuşu Müslüman; Müslümanın okumamışı, din cahili Hıristiyan olur. Bu yüzdendir ki, dolambaçlı ve sinsi yollara başvururlar. Dün de bugün de yaptıkları budur. Zamanımızda eski sömürgecilik usulleri târihe karıştığından bunun yerine daha sinsi ve gizli bir sömürgecilik ikâme edilmektedir. Batı âlemi, Asya ve Afrika devletlerini eskisi gibi silah zoruyla ele geçirememektedir. Ancak, kültür, iktisat, ticâret sahalarında bu milletleri kendi hizmetinde kullanmağa devam etmektedir. Bu yeni sömürgecilikte misyonerler ve onların açtıkları okullar önemli rol oynamıştır. Bu okullarda zehirlenerek yetişen ve bulundukları memleketlerde idari mevkilere geçen kimseler, sinsi sömürücülerin emellerine âlet olmaktadırlar. Öyle ki, misyoner mekteplerinde yetişip, sonra da mühim mevkilere gelen bu tür devlet adamları, kendi öz milletlerine, müstemlekecilerden daha fazla zarar yapmaktadırlar. Onlar kendi vatanlarını bir "autocolonie" olarak idâre etmekte, içinden çıktıkları milleti ezip soymaktadırlar. Afganistan, Pakistan, Bangladeş gibi devletlerin bağımsız olduktan sonra başlarına geçenlerin çoğu bu tip insanlardı. Misyonerlerin sinsi oyunlarına gelmemek için; milli, manevi değerlerimize sahip çıkmak vatanımızın, milletimizin selameti için hepimizin önemli bir vatandaşlık vazifesi olduğunu unutmayalım!
.
İlim öğrenmede usul önemlidir
10 Şubat 2002 01:00
İlim öğrenmede usul çok önemlidir. Yanlış yola sapan yanlış yere gider. Eshab-ı kiram efendilerimiz, Resûlullahdan aldıkları, beden ve kalb bilgilerini, müslümanlara bildirdiler. Daha sonra gelen müslümanlar da, beden bilgilerini fıkıh kitaplarından, kalb bilgilerini, Evliyânın kalblerinden aldılar. "Ben, beden bilgilerini, doğruca Resûlullahın sözlerinden, yâni hadis-i şeriflerden öğreneceğim" diyenler, hadis-i şerifleri yanlış anlıyarak, nefsin ve şeytanın tuzaklarına düştükleri gibi, "Ben kalb bilgilerini doğruca Resûlullahın kalbinden alacağım" diyenler de, nefsin ve şeytanın tuzaklarına düşmüşlerdir. Beden bilgilerinin, Ehl-i sünnet âlimlerinin sözlerinden veya kitaplarından, kalb bilgilerinin de, bu âlimlerin, hayatta olanlarının kalblerinden, vefâtlarından sonra da, ruhlarından alınması lâzımdır. Bu bilgilerin mütehassısları, yâni Müctehidler ve Velîler, böyle söylemişlerdir. "Talebesi arasında âlim, Eshâbı arasındaki Peygamber gibidir", "Âlimin talebesinden üstünlüğü, Peygamberin ümmetinden üstünlüğü gibidir", "Herşeyin bir kaynağı vardır. Takvânın menbaı âriflerin kalbleridir", "Fıkh dersinde bulunmak, bir sene ibâdet yapmaktan daha iyidir", "Âlimin yüzüne bakmak ibâdettir" hadis-i şerifleri, bunun vesikasıdır. Allahü teâlâ, islâm dîninin kıyâmete kadar devam edeceğini vaat etti. Velî demek, Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşmuş olan, Ehl-i sünnet âlimi demektir. "Ehl-i sünnet" demek, Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin gösterdiği yol demektir. Ehl-i sünnet âlimleri, bu yolu Eshâb-ı kirâmdan öğrendiler. Kendi anladıklarına değil, Eshâb-ı kirâmdan işittiklerine sarıldılar. Ehl-i sünnetten ayrılmak, Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin doğru yolundan ayrılmak olur. Ehl-i sünnetten ayrılanlar arasında, Kur'an-ı kerimdeki ve mütevâtir olan hadis-i şeriflerdeki şüpheli delîlleri yanlış tevil edenler, kâfir olmazlar ise de, bid'at sahibi oluyorlar. Bu delîllerden çıkardıkları yanlış ve bozuk bilgilere, "Kur'an yolu", "Eshâb yolu" diyerek, ahmakları, câhilleri aldatıyorlar. Buharîdeki, "Bir zaman gelir, din âlimi kalmaz, din adamı yerine geçirilen cahiller, bilmeden fetva verir, herkesi, doğru yoldan çıkarmaya çalışırlar" hadis-i şerifi, âlimlerden nakletmeye taklidçilik diyerek, Ehl-i sünneti kötüleyen, dinde reformcuların zararlarını bildirmektedir. Yine Buharîdeki "Kıyamete yakın, ilim yok olur, din cahilleri çoğalır, içki içen ve zina edenler artar" hadis-i şerifi de, dinde reformcuların, din adamı olarak ortaya çıkacaklarını bildiren Resulullahın mucizelerinden biridir.
.
İlim sahibi olmanın faydası ve zararı
11 Şubat 2002 01:00
İlmin kıymetli, şerefli olması, sâlih, iyi niyete bağlıdır. Bunun için ilmi, câhillikten ve nefsinin kötü isteklerinden kurtulmak için öğrenmek lâzımdır. Ayrıca ilim, amel etmek ve başkalarına öğretmek ve bunları ihlâs ile yapmak için öğrenilir. Amel ve ihlâs ile olmayan ilim zararlıdır. Hadîs-i şerîfte, "Allah için olmayan ilmin sahibi, Cehennemde ateşler üzerine oturtulacaktır" buyuruldu. Makam, şan-şöhret için, dünyalık ele geçirmek için ilim öğrenmek, ya'nî dîni dünyaya âlet etmek, altın kaşıkla necâset yemeye benzer. Dîni dünya kazancına âlet edenler, din hırsızlarıdır. Hadîs-i şerîfte, "Bu ümmetin âlimleri iki türlü olacaktır: Birincileri, ilimleri ile insanlara faydalı olacaktır. Onlardan bir karşılık beklemiyeceklerdir. Böyle olan insana denizdeki balıklar ve yeryüzündeki hayvanlar ve havadaki kuşlar duâ edeceklerdir. İlmi başkalarına faydalı olmayan, ilmini dünyalık ele geçirmek için kullananlara kıyâmette Cehennem ateşinden yular vurulacaktır" buyuruldu. İslâmiyete uyan, ilmini dünyalık menfaatlerine âlet etmiyen âlim, etrafına ışık saçan ışık kaynağı gibidir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Kıyâmet günü bir din adamı getirilip Cehenneme atılır. Cehennemdeki tanıdıkları, sen dünyada Allahın emirlerini bildirirdin. Niçin bu azâba düştün derler. Evet, günâhtır yapmayın derdim, kendim yapardım. Yapınız dediklerimi de yapmazdım. Bunun için, cezâsını çekiyorum der." Emânetçinin kendisine bırakılan malları muhâfaza etmekte emîn olması lâzım geldiği gibi, din âliminin de, islâm bilgilerini bozulmaktan muhâfaza etmekte emîn olması lâzımdır. Resûlullah efendimiz, "Âlimlerin kötüsü, insanların en kötüsüdür" buyurdu. Çünkü âlimler, bilerek günâh işlemektedir. Kötü din adamı, kanalizasyona benzer. Görünüşte, sağlam, san'at eseridir. İçi ise, pislik doludur. Hadîs-i şerîfte, "Kıyâmet günü azâbların en şiddetlisi, ilmi kendisine fâideli olmıyan din adamınadır" buyuruldu. Başka bir hadîs-i şerîfte, "Cehennemde azâb çekenlerden ba'zıları, kötü kokular yayar. Bu koku diğerlerine ateşten daha fazla azâb verir. 'Sen ne günâh işledin ki, böyle pis koku çıkarıyorsun?' denilince, 'Ben din adamı idim. Bildiklerimi yapmazdım' der" buyuruldu.
.
.
Dört büyük halife dinin direkleridir
28 Şubat 2002 01:00
Sahâbe-i kiram, birçok işlerde ictihadları farklı olmuş fakat, hiçbiri diğerinin ictihâdına yanlış dememiş, bunu hâtırlarına bile getirmemişlerdir. Meselâ, Ebû Bekr-i Sıddîk halîfe iken, müslüman olmasını teşvîk için, bir gayri müslimi, bir sahâbînin yanına katarak, beyt-ül-mâlın muhâfaza memuru olan Hz. Ömer'e gönderdi. Buna zekât hissesini versin! diye emreyledi. Hz.Ömer ise, bu parayı vermedi. "Müellefe-i kulûb" ismi verilen bu gibi kimselere zekât verilmesi, âyet-i kerimede emredilmiş iken, niye vermedin? diye sorunca, Hz. Ömer "Kâfirlerin kalblerini yumuşatmak emri, Allahü teâlânın vaat ettiği zafer ve gâlibiyet başlamadan evvel, kâfirlerin azgın olduğu zamanda idi. Şimdi ise, müslümanlar kuvvetlenmiş, kâfirler mağlup ve âciz olmuştur. Şimdi kâfirlerin kalblerini mal ile kazanmaya lüzûm kalmamıştır" buyurdu. Sonra, "Müellefe-i kulûb" denilen kâfirlere zekât verilmesi emrini nesh eden, yâni yürürlükten kaldıran Mu'âz hadisini okudu. (Bu hadis-i şerifte, zekatı zenginden alıp, müslüman fakirlere vermesini emir buyuruyordu.) Hz. Ömer'in bu ictihâdının, Hz.Ebu Bekir'in rey ve ictihâdına uymaması, onun bu emrini reddetmek değildir. Beyt-ül-mâlin yâni, müslümanlara âit para ve eşyanın muhâfazasına ve idaresine memur olduğu için, ictihâdını söylemişti. Ebû Bekr de bu ictihâdından dolayı ona bir şey dememişti. Hattâ, ictihâdını değiştirerek, Eshâb-ı kirâmın hepsi, Hz. Ömer gibi ictihâd eylediler. Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretleri meşhûr "İzâle-tül-hafâ" kitâbında buyuruyor ki: "Kur'ân-ı kerîmde bildirilmiş olan ahkâmın çoğu, mücmeldir, kapalıdır. Selef-i sâlihînin tefsîrleri olmadan çözülemez, anlaşılamazlar. Bir kişinin bildirmiş olduğu hadîs-i şerîflerin çoğu, Selef-i sâlihînden çok kimse bildirmedikçe ve müctehidler bunlardan ahkâm çıkarmadıkça, senet olamazlar. O büyüklerin çalışmaları olmasaydı, birbirlerine uymuyor sanılan hadîs-i şerîfler bir araya getirilemezlerdi. Bütün bu bilgilerde, Selef-i sâlihîne kaynak olan, ışık tutan, Eshâb-ı kirâmdır. Selef-i sâlihînin yapıştıkları direk, Hulefâ-i râşidînin etekleridir. Bu aslı, bu direği kırmağa çalışan kimse, bütün din bilgilerini yıkmış olur
.
Cahillerin dinde söz sahibi olması
1 Mart 2002 01:00
Kıyâmet alâmetlerinin, şimdi çoğu çıkmış, her yere yayılmıştır. Bu alâmetlerden biri, câhiller çoğalacak, ilim adamları azalacaktır. Câhiller, dinde söz sâhibi olup, herkese yanlış yol göstereceklerdir. Bunun için Müslümanlar uyanık olmalıdır. Her söze güvenmemelidir. Hutbelerde, kitaplarda ve gazetelerde, "Ehl-i sünnet" âlimlerini ve bunların kitaplarını bildirmeyip, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden, kendi kafalarına göre mânâ çıkaranlara inanmamalıdır. Mezhebsizler, yâ bid'at sâhibi sapıktır, yâhut kâfirdir. Bunların her ikisi de, her zaman din adamı kılığına girerek Müslümanları aldatmışlar, doğru yoldan çıkarmışlardır. Mezhebsizlerin bildirdikleri âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere, Ehl-i sünnet âlimlerinin nasıl mânâ verdiklerini aramalı, işin doğrusunu öğrenmelidir. Bunun için de, güvenilen, fıkıh "İlm-i hâl" kitaplarını okumalıdır. "Ehl-i sünnet" âlimleri, âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin hepsini incelemiş, kılı kırk yararak doğru mânâlarını bulmuşlar. Kitaplara yazmışlardır. Şimdi biraz Arabî bilen din câhilleri, kendilerini müctehid sanıyorlar. Biz fakülteyi de bitirdik, diploma aldık diyerek islâm âlimlerini küçük görüyorlar. Hâlbuki, bir zamanda yaşamış olan müctehidlerin "İcmâ" ya'nî sözbirliği ile bildirmiş oldukları birşey, dinde zarûrî olan şeylerden ise, ya'nî câhillerin bile işittiği, her yere yayılmış bilgilerden ise, bu şeye inanmak da, uymak da farzdır. Böyle icmâ'a inanmıyan kâfir olur. İnanıp da uymıyan, fâsık olur. İcmâ' ile bildirilmiş olan şey, zarûrî bilinen şeylerden değil ise, buna inanmıyan kâfir olmaz. "Bid'at sâhibi" sapık olur. Uymıyan yine fâsık olur. Günâh işlemiş olur. İbni Melek, "Usûl-i fıkh" kitâbında, icmâ' bahsinde diyor ki, "Bir zamanda yaşamış olan müctehidler, birşeyin nasıl yapılacağında, sözbirliğine varamamış, başka başka söylemişler ise, bunlardan sonra gelen âlimlerin bunların sözlerinden birine uyması lâzımdır. Başka türlü söylemeleri câiz değildir, bâtıldır. Böyle olduğunu bütün âlimler sözbirliği ile beyân buyurmuşlar, icmâ' hâsıl olmuştur
.
İslam medeniyetinin farkı
2 Mart 2002 01:00
İslam medeniyetinin farkını belirtmeden önce, medeniyet nedir, ne değildir buna bir açıklık getirelim. Medeniyet demek, yalnız ilim ve teknoloji demek değildir. Bunlar, medeniyet için, ancak bir âlet, bir vasıtadır. İlimde, fende çok ileri olan milletlere teknolojilerini ne yolda kullandıklarını incelemeden, medenî demek büyük gaflettir. Teknolojinin çok gelişmiş olması, gözleri kamaştıran yeni buluşların artması, medeniyeti göstermez. Bunları medeniyet sanmak, her silâhlıyı gâzi, asker sanmaya benzer. Evet, iyi bir asker olmak için en yeni harp vasıtalarına sahip olmak lâzımdır. Fakat, bunlara sahip olan, eşkıyâlık da yapabilir, cana da kıyabilir. Medeniyete bu açıdan baktığımızda, Batı medeniyeti ile İslam medeniyetinin çok farklı olduğunu görürüz. Çünkü, İslam medeniyeti insan merkezlidir. İnsanın da iki yönü vardır. Biri ruhani yönü, ikincisi cismani yönü. Bu ikisinin toplamı insandır. Bunun için insanın sadece cismani yönünü esas alıp, medeniyeti bunun üzerine bina ederek, her türlü maddi ihtiyaçlarını en konforlu şekilde temin etmek yeterli değildir. Bu ihtiyaçları en iyi şekilde temin edilmiş olsa bile zaruri ihtiyacının ancak yüzde ellisi temin edilmiş olur. Geri kalan ruhi ihtiyaçlar temin edilmediği için insanın rahat ve huzuru, gerçek manada sağlayamaz. İslamiyet dış güzellikten daha ziyade iç güzelliğe önem verir. Dolayısıyla insanların iyi niyetli, güzel huylu olmalarını ister. Çünkü görünürde her ne kadar güzel de olsa insanlar güzel huylu olmadıkça vahşice birbirlerinin canlarına, mallarına, şahsî menfaatler için kıymaktan çekinmedikçe o güzel görünen medeniyet, medeniyet değil bir vahşet olur. Dolayısıyla hayatın tadı tuzu kalmaz, çekilmez bir hal alır. Bunun için İslamiyet, önce insanın keşfedilmesini daha sonra da yer yüzünde, yer altında, denizlerin dibinde ve gök yüzündeki sırları keşfetmeye teşvik eder. Çünkü insanlar kendi tabiatlarının sırlarını keşfedemeyince nefislerine hakim olamazlar, nefislerine hakim olamayınca da ne kadar medeni olurlarsa olsunlar birbirine zarar vermekten teknolojik gelişmeleri birbirlerinin aleyhine kullanmaktan çekinmezler. Dolayısıyle ilimde ne kadar ilerleseler mutlu olamazlar. Çünkü ahlâkî yönden çökmüşlerdir. Medeniyetleri de bir gün uçuruma gider ve sonra da çökmeye, yok olmaya mahkum kalırlar. Bunun farkına varan birçok batılı yazarlar Avrupa medeniyetinin çöküşünden bahsetmektedirler. Bunlardan birisi Oswald Spengler'dir. Diğer biri de Sir Richard Livingstone'dir. Şaşkın Âlem İçin Eğitim adlı eserinde ahlâksızlığın, ruhsuzluğun insanları ve Avrupa medeniyetini nasıl dejenere ettiğini ortaya koymaktadır. Albert Schweitzer Avrupa medeniyetinin çöküşü ile ilgili olarak şöyle yazıyor: " Maneviyat dondurulmuştur. Bunun için maddî girişim, teknoloji çok zararlı bir şekil almıştır. Biz bugün coşkun dalgalarla dolu şelâleler altındaki bir denizde gemiyle yüzmekteyiz. Gemiyi bu tehlikeli gidişten kurtarmak ve doğru yola sokmak için büyük çabalar sarfetmemiz gerekir." Bundan dolayı bugün en ileri medeniyete sahip olan toplumlar hemen hemen en çok cinayetlerin, kötülüklerin, intiharların bulunduğu milletler haline gelmişlerdir. Yapmış oldukları en tehlikeli silâhlarla birbirlerini her an yok edebilecek güce sahip olduklarından birbirlerinin şerrinden korkarak kâbus içerisinde yaşamaktadırlar. İşte bundan dolayı İslamiyet, tarih boyunca insanlık için değerli olan şeylere önem verilmesine ve o sahalarda daha çok ilerlemeye teşvik etmiştir. Çünkü, din ve fen, insanlara çok lüzûmlu, çok faydalı olan iki yardımcıdır. Fen bilgileri, rahat için, huzur için, medeniyet için lâzım olan vâsıtaları, sebepleri hazırlar. Din bilgileri de, fennin hazırladığı âletlerin, rahat için, huzur için ve medeniyet için kullanılabilmelerini sağlar. Bu denge sağlanmazsa, bugün gelişmiş birçok ülkede örneğini gördüğümüz gibi, ruhsuz teknoloji, medeniyete değil, vahşete yardımcı olur
.
Âlimlerin sözbirliği
2 Mart 2002 01:00
Şimdi dünyanın hiçbir yerinde bir müctehid yoktur. Müctehid, ictihâd derecesine yükselmiş derin islâm âlimi demektir. Şimdi yeryüzünde hiç müctehid bulunmadığını kendiliğimizden söylemiyoruz. Bunu bütün âlimler, Meznehsizlerin yalancı şâhid yapmağa kalkıştığı şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretleri de bildiriyor. Meselâ, İbni Âbidîn, Dürr-ül-muhtârda, Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" vefâtından dörtyüz sene sonra "Kıyâs" kalmadı. Ya'nî kıyâs yapan derin âlim kalmadı. Bir işi, başka işe benzeterek hüküm çıkarabilecek "Mutlak müctehid" kalmadı buyuruyor. Evet her yüz senede bir ictihâd derecesine yükselmiş olan derin âlimler, ya'nî müceddidler geleceği hadîs-i şerîfte bildirilmişdir. Bu müceddidler, "Mezhebde müctehid"dir. Bunlar kıyâslar yapmak, yeni ictihâdlarda bulunmak vazîfesini üzerine almamışlar, bulundukları mezhebin imâmlarının ictihâdlarını tâzelendirmeğe, halkı irşâd etmeğe çalışmışlardır. Yeni ictihâdlara ihtiyâç olmadığını görmüşler, Ehl-i sünnet bilgilerini kuvvetlendirmeğe ehemmiyyet vermişlerdir. Müctehid olmıyan her Müslümana "mukallid" denir. Şimdi yeryüzündeki bütün Müslümanlar, mukallittir. Bir mukallid, ne kadar âlim olursa olsun bunun bir iş üzerinde, önce gelmiş müctehidlerin bildirdiklerinin dışında ayrı bir ictihâdda bulunamıyacağı, İbni Melekin "rahmetullahi teâlâ aleyh" bildirdiği, sözbirliğinden de anlaşılmaktadır. "Ümmetim, dalâlet üzerinde birleşmez" hadîs-i şerîfi, âlimlerin bu sözbirliğinin hidâyet olduğunu, doğru olduğunu göstermektedir. "Şevâhid-ül-hak" diyor ki: "İslâm âlimleri sözbirliği ile bildiriyorlar ki, hicretin dördüncü asrından sonra, dünyâda, ictihâd edebilecek âlim hiç kalmadı. Şimdi bütün Müslümanların, bilinen dört mezhebden birine uymaları lâzımdır. Çünkü, şimdi, Kur'ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfi anlayıp bunlardan ahkâm çıkaracak ilm sâhibi hiç yoktur. Bir mezhebe uyulursa, Kur'ân-ı kerîme ve Resûlullahın sünnetine uyulmuş olur. Celâleddîn-i Süyûtî gibi büyük bir âlim müctehid olduğunu söyleyince, zamânındaki âlimler, buna yazılı birşey sordular: Önceki âlimler buna iki ayrı cevâb vermişlerdir. İctihâdın en aşağı derecesinde olan, bunlardan birini seçebilir. Sen de seçip bize yaz dediler, birini seçmeğe cesâret edemedi. İbni Hacer buyuruyor ki, en aşağı derecedeki ictihâd işi böyle güç olunca, mutlak müctehid olmanın imkânsızlığını anlamalıdır.
.
İslamiyet her devre hitap eder
3 Mart 2002 01:00
İctihad yapabilecek özellikler ve üstünlükler, ancak Eshâb-ı kirâmda ve sonra, ikiyüz sene içinde yetişen, ba'zı büyüklerde bulunabildi. Daha sonraları, fikirler, reyler dağılıp, bid'atler çıkıp yayıldı. Böyle üstün kimseler azala azala, dörtyüz sene sonra, bu şartları hâiz kimse, ya'nî mutlak müctehid olarak meşhûr olan görülmedi. Hicretten dörtyüz sene sonra, müctehide ihtiyâc da kalmadı. Çünkü, Allahü teâlâ ve Onun Resûlü Muhammed aleyhisselâm, kıyâmete kadar hayat şekillerinde ve fen vâsıtalarında yapılacak değişikliklerin, yeniliklerin hepsine şâmil olan ahkâmın hepsini bildirdiler. Müctehidler de, bunların hepsini anlayıp, açıkladılar. Sonra gelen âlimler, bu ahkâmın, yeni hâdiselere nasıl tatbîk edileceklerini, tefsîr ve fıkh kitâblarında bildirirler. "Müceddid" denen bu âlimler kıyâmete kadar mevcûddur. Bunlar da ahkamın yeni hadiselere nasıl tatbik edileceğini bildirdiler. "Fen vâsıtaları değişti. Yeni hâdiselerle karşılaşıyoruz. Din adamları toplanarak yeni tefsîrler yazılmalı, yeni ictihâdlar yapılmalıdır" diyerek, nasslara ilâveler, değişiklikler yapmak lâzım olduğunu savunanların islâm düşmanı oldukları anlaşılır. İctihadın inceliklerini bilmeyen, bu konuda ehil olmayan, Kur'an-ı kerimden, hadis-i şeriflerden hüküm çıkarmaya çalışırsa yanılır; kendini de başkalarını da helake sürükler. Çünkü, pek çok ayet-i kerime sonra nesh edildi, hükmü kaldırıldı. Pek çok hükümde içki yasağında olduğu gibi ayet-i kerimelerde tedricen bildirildi. Bu incelikleri bilmeyen nasıl hüküm verecek? İmâm-ı Muhammedin "Siyer-i kebîr" kitâbının tercümesi, seksenikinci sahîfesinde buyuruyor ki: Cihâd emri yavaş yavaş geldi. İslâmiyyetin başlangıcında müşriklerle karşılaşmamak, onlardan uzak kalmak, onlara yumuşak davranmak emrolundu. Sonra, ikinci emir gelerek, kâfirlere yumuşak ve güzel sözlerle islâmiyyeti bildir! "Ehl-i kitâb" denilen yahûdîlerle hıristiyanlara yumuşak, güzel karşılık ver denildi. Üçüncü emir ile harb etmeğe yalnız izin verildi. Dördüncü emir ile kâfirler size eziyyet verince, onlarla harb ediniz, diyerek, karşı koymak farz oldu. Medîne'de islâm devleti teşekkül edince, beşinci olarak, dört aydan başka zamanlarda harb ediniz emri geldi. Altıncı olarak gelen âyet-i kerîmede devletin, her zaman harb etmesi emir olundu." Bu ve bunun gibi emrin öncesini, safhalarını bilmeyen doğru hüküm verebilir mi
.
Doğru ve yanlış ictihâdlar
4 Mart 2002 01:00
Dinimizin emir ve yasaklarının hepsi Kur'ân-ı kerîmden çıkmaktadır. Kur'ân-ı kerîm, bütün Peygamberlere gönderilmiş olan, bütün kitaplardaki ahkâmı ve dahâ fazlasını kendisinde toplamaktadır. Kur'an-ı kerimdeki ahkam üç kısımdır: Birinci kısım, ilim ve akıl sahiplerinin anlıyabileceği açık hükümler. Kur'ân-ı kerîmdeki ikinci kısım ahkâm açıkça anlaşılmaz. İctihâd yolu ile meydâna çıkarılabilir. İctihadda, Eshâb-ı kirâmdan biri, Peygamberimize uymayabilirdi. Fakat bu ahkâm, Peygamberimiz zamânında hatâlı ve şüpheli olamazdı. Çünkü, Cebrâîl "aleyhisselâm" gelerek, yanlış olan ictihâdlar, Allahü teâlâ tarafından hemen düzeltilir, hak ile bâtıl birbirinden hemen ayrılırdı. Peygamberimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" âhırete teşrîfinden sonra meydâna çıkarılan ahkâm ise, böyle olmayıp, doğru ile yanlış ictihâdlar karışık kaldı. Bundan dolayıdır ki, vahiy zamanında ictihâd olunan ahkâmı, hem yapmak, hem de inanmak lâzımdır. Peygamberimizden sonra ictihâd olunan ahkâmı da yapmak lâzım ise de, icmâ' hâsıl olmıyan ictihâdlarda şüphe etmek, îmânı gidermez. Kur'ân-ı kerîmde bulunan ahkâmdan üçüncü kısmı, o kadar derin ve gizlidir ki, bunları anlayıp çıkarmağa insan gücü yetişemiyor. Bunlar, Allahü teâlâ tarafından bildirilmedikçe, anlaşılamaz. Bu da ancak Peygamberimize gösterilmiş, bildirilmiştir. Başkasına bildirilmez. Bu ahkâm da, Kur'ân-ı kerîmden çıkarılıyor ise de, Peygamber tarafından açıklanmış olduklarından, bunlara (Sünnet) denir. Birinci ve üçüncü kısm ahkâmda kimse, Peygamberden "sallallahü aleyhi ve sellem" ayrılamaz. Bütün Müslümanların, bunlara inanması ve tâbi' olması lâzımdır. Ahkâm-ı ictihâdiyyede ise, her müctehidin kendi çıkardığı hükme tâbi' olması lâzımdır. Peygamberimiz uzak memleketlere gönderdiği Eshâb-ı kirâma, karşılaşacakları mes'elelerde, Kur'ân-ı kerîmin hükmü ile hareket etmelerini, Kur'ân-ı kerîmde bulamazlar ise, hadîs-i şerîflerde aramalarını, burada da bulamazlar ise, kendi re'y ve ictihâdları ile amel etmelerini emir buyururdu. Kendilerinden dahâ âlim, daha yüksek olsalar bile, başkalarının fikir ve ictihâdlarına tâbi' olmaktan men' ederdi. Hiçbir müctehid ve Eshâb-ı kirâmdan hiçbirisi başkalarının ictihâdlarına bozuk demedi. Kendilerine uymıyanlara, fâsık ve sapık gibi kötü şeyler söylemedi.
.
Müctehidlerin en büyüğü
5 Mart 2002 01:00
Eshâb-ı kirâmdan sonra gelen müctehidlerin en büyüğü, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfedir. Bu büyük imâm, her hareketinde, vera' ve takvâ üzere idi. Her işinde Peygamber Efendimize tam ma'nâsı ile tâbi' idi. İctihâd ve istinbâtda, öyle yüksek bir dereceye ulaşmıştı ki, buraya kimse varamadı. Kendisinden daha önceleri, daha âlim ve daha yüksek kimseler geldi ise de, onların zamanında sapıtmalar yayılmamış olduğundan, doğruyu ayıracak mi'yârlar hazırlamamışlar, diğer daha kıymetli işlerle uğraşmışlardır. İmâm-ı Şâfi'î hazretleri, İmâm-ı a'zamın ictihâdının inceliğinden, az birşey anlıyabildiği içindir ki, "Bütün müctehidler, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfenin çocuklarıdır" demişdir. İsâ aleyhisselâm, kıyâmete yakın bir zamanda, gökten inerek, Muhammed aleyhisselâmın dînine göre hareket edecek ve Kur'ân-ı kerîmden ahkâm çıkaracaktır. İslâm büyüklerinden imâm-ı Muhammed Pârisâ hazretleri buyuruyor ki: "İsâ aleyhisselâm gibi büyük bir Peygamberin, ictihâd ile çıkaracağı bütün ahkâm, Hanefî mezhebindeki ahkâma benziyecek, ya'nî, İmâm-ı a'zamın ictihâdına uygun olacaktır". Bu da, İmâm-ı a'zamın ictihâdının, ne kadar çok isâbetli ve doğru olduğunu bildiriyor. Evliyâ, kalb gözleriyle, Hanefî mezhebini, büyük deniz gibi, diğer mezhebleri, ufak dereler, ırmaklar gibi görmüş olduklarını söylemişlerdir. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretleri, ictihâdında da sünnete tâbi' olmakta, herkesten ileri gitmiş, Mürsel hadîsleri bile, Müsned hadîsler gibi, sened olarak almıştır ve Eshâb-ı kirâmın sözlerini, kendi görüşlerinin, buluşlarının üstünde tutmuştur. Onların, Peygamberimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" yanında, sohbetinde bulunmak şerefi ile kazandıkları derecelerin büyüklüğünü, herkesten daha iyi anlamıştır. Diğer hiç bir müctehid böyle yapamamıştır. İmâm-ı a'zam için, "kendi görüşü ile ahkâm çıkarıp, Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere bağlı kalmamıştır" diyenler, yeryüzünde asırlardan beri ibâdet etmekte olan milyonlarca Müslümanı, yanlış ve uydurma yolda bulundurmakla ve hattâ Müslümanlıktan ayrı kalmakla lekelemiş oluyor.
.
Fıkhın kurucusu İmâm-ı a'zam'dır
6 Mart 2002 01:00
Ehl-i sünnetin reîsi, fıkhın kurucusu, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfedir. Bütün dünyâda tatbîk olunan ahkâm-ı islâmiyyenin dörtte üçü, onundur. Kalan dörtte birinde de, ortaktır. İslâmiyette ev sâhibi, âile reîsi odur. Bütün diğer müctehidler, onun çocuklarıdır. Bir müctehidin çıkardığı ahkâmın hepsine "Mezheb" denir. Ehl-i sünnetin yüzlerce mezhebinden, bugün dört imâmın mezhebi kitâblara geçmiş olup, diğerleri kısmen unutulmuştur. Bu dört imâm; Ebû Hanîfe, Mâlik bin Enes Esbahî, Muhammed Şâfi'î, Ahmed bin Hanbel'dir. Müctehid olmıyanların bütün hareketlerinde ve ibâdetlerinde, bu dört mezhebden birinde bulunması lâzımdır. Demek ki, Peygamberimizin yolu, Kur'ân-ı kerîm ile ve hadîs-i şerîfler ile, ya'nî sünnet ile ve müctehidlerin ictihâdları ile gösterilen yoldur. Dîn-i islâm, nakil yolu ile bizlere gelmiştir. Nakil de, edille-i şerriyedir. Bunun dışındaki deliller geçerli değildir. Mesela, tesavvuf büyüklerinin kalblerine gelen ilhâmlar, keşifler, ahkâm-ı islâmiyye için sened ve vesîka olamaz. Keşiflerin, ilhâmların doğru olup olmadığı, islâmiyyete uygun olup olmamaları ile anlaşılır. Tasavvufun, vilâyetin yüksek tabakalarında bulunan evliyâ da, ilmi olmıyan, aşağı derecelerdeki Müslümanlar gibi, bir müctehide tâbi' olmak mecbûriyetindedir. Bistâmî, Cüneyd, Celâleddîn-i Rûmî ve Muhyiddîn-i Arabî hazretleri gibi evliyâ, herkes gibi, bir mezhebe tâbi' olarak yükselmişlerdir. Ahkâm-ı islâmiyyeye yapışmak, bir ağaç dikmek gibidir. Evliyâya hâsıl olan ilimler, ma'rifetler, keşifler, tecellîler, aşk-ı ilâhî ve muhabbet-i zâtiyye, bu ağacın meyveleri gibidir. Evet, ağaç dikmekten maksat, meyve elde etmektir. Fakat, meyve kazanmak için, ağaç dikmek şarttır. Ya'nî, îmân olmazsa ve ahkâm-ı islâmiyye yapılmazsa, tasavvuf ve evliyâlık hâsıl olamaz. Böyle iddiada bulunanlar, zındıktır, dinsizdir. Böyle kimselerden, arslandan kaçmaktan dahâ çok kaçmalıdır. Arslan, insanın yalnız canını alır. Bunlar ise, dînini ve îmânını alır. İmâm-ı Mâlik hazretleri, "Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan, dinden çıkar, zındık olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmıyan bid'at sâhibi, ya'nî sapık olur. Her ikisini edinen, hakîkate varır" buyurdu. Tasavvuf büyüklerinin hepsi bir fıkıh âliminin mezhebinde idi. Mesela, Abdülkâdir-i Geylânî, hanbelî idi. İmâm-ı Rabbânî hanefî idi.
.
Câhil ile müctehidin farkı
8 Mart 2002 01:00
Mezheb imâmı demek, Peygamberimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" Kur'ân-ı kerîmden çıkardığı ma'nâları, bilgileri, Eshâb-ı kirâmdan işiterek toplayan, kitâba geçiren büyük âlim demektir. Resûlullah, Kur'ân-ı kerîmin hepsini Eshâbına tefsîr etmiştir. Resûlullahın Kur'ân-ı kerîme verdiği ma'nâları, açıklamalarını anlamak istiyen, bir mezheb imâmının kitaplarını okur, bunlara uyar. Bu kitapları okuyup, bunlara uyan kimse, o mezhebden olur. Bu ise, Resûlullaha ve Kur'ân-ı kerîme uymak demektir. Eshâb-ı kirâm, Resûlullahtan işittiklerine uyardı. Kendi talebelerinden birine uymaya, ya'nî dört mezhebden birinde olmalarına lüzûm yoktu. Onların herbiri bütün bilgileri asıl kaynağından alıyordu. Birbirlerine sorarak da öğreniyorlardı. Hepsi, mezheb imâmlarından daha çok âlim ve daha yüksek müctehid idiler. Mezheb sâhibi idiler. Şimdi ba'zı câhiller, kendilerini âlim sanıyorlar. Bid'at sâhibi olan âlimleri taklîd ederek, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarmağa kalkışıyorlar. Mezheb imâmlarından birini taklîd etmeğe ihtiyâcımız yok diyorlar. Hattâ mezheb imâmlarının ictihâd buyurdukları, anladıkları bilgileri beğenmiyor, bunlar zamanımıza uymaz diyorlar. Bunlar, kendilerini beğenmiş câhillerdir. Kur'ân-ı kerîme uyduklarını sanıyorlar. Hâlbuki, nefslerine ve şeytâna uymaktadırlar. Herkesi de Kur'ândan ve hadis-i şeriflerden ma'nâ çıkarmağa kışkırtıyorlar. Bu ahmaklara, art niyetlilere aldanmamalıdır. Her Müslüman, "Ehl-i sünnet" i'tikâdında olmalı ve dört mezhebden birine uymalıdır. Dört mezhebin kolay taraflarını araştırıp, birbirine karıştırmağa "Telfîk" denir. Nefse ve şeytâna uyarak, telfîk yapmak yasaktır. Ancak, ihtiyâc, zaruret olduğu zaman, bir iş için câiz olur. Din adamı geçinen câhil kimse ile müctehid olan âlimler arasındaki fark, yer ile gök arası gibidir. Hattâ şeytân ile melek arasındaki fark gibidir. Fakat, gâfil, ahmak ve nefslerine bağlı olduklarından, kendilerini âlim, kâmil sanıyorlar. Böyle din adamını şeytân aldatmış olduğundan, müctehidleri taklîd etmek istemiyor. Böyle câhile "Mezhebsiz" denir. Bunlar, ya nefislerinin esiri olmuş zavallı kimselerdir ya da bazı dış mihrakların dini bozmak için kullandıkları maşalardır.
Bugünleri haber verdi
9 Mart 2002 01:00
İnsanoğlu çok garip bir mahluk... Nerede ne yapacağını, nerede duracağını anlamak, tahmin etmek mümkün değil. Teknolojik gelişmeler, medeniyet ilerledikçe insanların rahata, huzura kavuşması gerekirken böyle olmuyor, aksine maneviyatsız teknoloji huzursuzluk kaynağı oluyor. İnsanoğlu eline geçirdiği her imkanı, karşısındakini, ezmek, onun haklarını yok etmek için kullanıyor. Bugün bütün dünyada, Müslümanlara karşı gizli bir savaş ilan edildi; her türlü zulüm reva görülüyor. Zulüm geri tepen bir silah olduğu için kendileri de huzur rahat yüzü görmüyorlar aslında. Zulümden kim fayda görmüş? Adalet olmadıkça huzur da olmaz! İnanç boşluğuna düşen, düşürülen toplumlar hiçbir şeyden tatmin olamaz hale geldi. Ahlaksızlık, sapık ilişkiler akla hayale gelmeyecek boyutlara ulaştı. İş öyle bir noktaya geldi ki, bunları yapanlar değil, bunlara karşı çıkanlar ahlaksızlıkla suçlanıyor artık. Yine dedi-kodu, iftira sıradan konuşmalar haline geldi. Kendisine bir zarar gelmemesi için herşeyi mubah olarak görme devri başlandı. Bana bir şey olmasın da gerisi ne olursa olsun, mantığı gelişti toplumda. İster istemez insanın aklına şu soru geliyor: Acaba bunlar eski kitaplarda geçen, geleceği ifade eden; fitne, kargaşa, huzursuzluk dönemlerinin "ahir zamanın" başlangıcı mıdır, yoksa kendisi midir? Hal böyle olunca, planlarımızı iyi günlerin geleceği hayaline göre değil, daha kötü günlerin geleceği veya en azından iyi günlerin gelmeyeceği hesabına göre yaparsak zayiatımız, sıkıntımız hayal kırıklığımız biraz daha az olur. Şimdi, bugünleri Resulullah Efendimiz nasıl haber verdi, neler yapmamızı tavsiye etti ona bir bakalım: Eshâb-ı kirâmdan Hazret-i Huzeyfe anlatır: Bir gün, Resûlullaha ilerde hâsıl olacak fitnelerden, sıkıntılardan sordum: "Yâ Resûlallah, biz, Müslüman olmadan önce kötü kimselerdik. Allahü teâlâ, Senin şerefli vücûdun ile, islâm nimetini, iyilikleri bizlere ihsân etti. Bu saadet günlerinden sonra, yine kötü zaman gelecek mi?" "Evet gelecek!" "Bu şerden sonra, hayırlı günler yine gelir mi?" "Evet gelir. Fakat, o zaman bulanık olur. Bu zamanda, iyilik kötülükle karışık olur. Kalpler, ilk zamanlarda olduğu kadar sâf ve tertemiz olmaz. İ'tikâtların sahîh, amellerin sâlih ve idârecilerin adâletleri, birinci asırdaki gibi olmaz. Kötülükler, bid'atler, her tarafa yayılır. İyiler arasına kötüler, sünnetler arasına bid'atler karışır. Benim sünnetime uymayan ve benim yolumu tutmayan kimseler ibâdet de yaparlar, günâh da işlerler. Hayır da yaparlar, şer de yaparlar." "Bu zamandan sonra, yine şer olur mu?" "Evet. İnsanları Cehenneme çağıranlar olacaktır. Onları dinleyenleri Cehenneme atacaklardır..." "Yâ Resûlallah! Onlar nasıl kimselerdir?" "Onlar da, bizim gibi insanlardır. Bizim gibi konuşurlar. Va'z ve nasîhat ederler. Fakat, kalplerinde hayır ve iyilik yoktur. Kendilerinden önce gelen âlimleri bilgisizlikle, cahillikle suçlarlar. Çok zeki ve âlim denilen kimselerde, zerre kadar iman bulunmaz. Dine uymak, güzel ahlâklı olmak ayıp sayılır. Gençler fâsık, günahkar olur. Emr-i maruf ve nehy-i münker kalkar. Günaha teşvik artar ve iyiliğe mani olunur." "O zamana yetişirsek, ne yapmamızı emredersin?" "İyi insanların yanında olmaya çalış! Böyle bir cemaat bulamazsan, bir kenara çekil. İnsanların aralarına hiç karışma. Ölünceye kadar, yalnız yaşa! Benden sonra öyle kimseler gelir ki, benim yolumdan ayrılırlar. Kalpleri şeytan yuvasıdır. Bunlara da itâ'at ediniz! Karşı gelmeyiniz! Fitne çıkarmayınız. Sabredip, ibâdetiniz ile meşgûl olunuz. Şehir içinde fitneden kurtulamazsanız, ormana sığınınız. Fitnecilere karışmamak için, ormana gidip, ot, yaprak yimek zorunda kalırsanız, ormanda kalınız da, fitnecilere karışmayınız!" Peygamber Efendimiz, "ahir zamanda" İslâmiyete uymanın, ateşi elde tutmak gibi zor olacağını da bildirmiştir. Çok zor da olsa başka çaremiz yok. Her türlü sıkıntıya, zorluğa rağmen imanını, yaşayışını muhafaza edenlere ne mutlu
.
Mezhep imamlarının yolu
9 Mart 2002 01:00
Mezhep imamlarının takip ettikleri yol şöyleydi: Mezheb imâmlarının hepsi, bir soru ile karşılaştıkları zaman, bunun cevâbını, önce Kur'ân-ı kerîmde ararlardı. Kur'ân-ı kerîmde açıkca bulamazlarsa, hadîs-i şerîflerde ararlardı. Hadîs-i şerîflerde bulamazlarsa, "İcmâ'"da ararlardı. İcmâ'da da bulamayınca, bu soruya benzeyen başka sorunun, Kitap, sünnet ve icmâ'da bulunan cevâbına "Kıyâs" ederek, benzeterek, ictihâd edip cevâbını bulurlardı. Bin seneden beri bütün Müslümanlar, âlimler, sâlihler, velîler, hep bu dört mezhebden birine uydular. Hiçbiri, kendinin müctehid olduğunu iddiâ etmedi. Yeni türeyen mezhebsiz bir din adamına aldanıp da, mezhebden ayrılmamalıdır. Dört mezhebin hiçbiri, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden kıl kadar ayrılmamıştır. Hepsi, Müslümanlara, Kitap ile sünneti açıklamışlardır. İslâm âlimleri, Müslümanların dört mezhebden birini taklîd etmelerini emir ediyor. Böylece, kâfir olmak veyâ bid'at sâhibi olmak gibi, iki tehlikeden kurtulmalarını istiyorlar. Çünkü, bir câhil, bir mezheb imâmını taklîd etmezse, delîlsiz kalarak yoldan çıkar. "Mîzân-ül-kübrâ" kitabında buyuruyor ki, "Sünnet, ya'nî hadîs-i şerîfler, Kur'ân-ı kerîmi açıklamaktadır. Mezheb imâmları, sünneti açıklamışlardır. Din âlimleri de, mezheb imâmlarının sözlerini açıkladılar. Kıyâmete kadar da böyle olacaktır. Sünnet, ya'nî hadîs-i şerîfler olmasaydı, sular, tahâret, namazların kaç rek'at oldukları, rükü' ve secdede okunacak tesbîhleri, bayram ve cenâze namazlarının nasıl kılınacağını, zekât nisâbını, orucun, haccın farzlarını ve nikâh, hukuk bilgilerini, hiçbir âlim, Kur'ân-ı kerîmde bulamaz ve öğrenemezdi. İmrân bin Husayn'a birisi, "Bize yalnız Kur'ândan söyle!" deyince: Ey ahmak! Kur'ân-ı kerîmde, namazların kaç rek'at olduğunu bulabilir misin dedi. Hazret-i Ömer'e, farzların seferde kaç rek'at kılınacağını Kur'ân-ı kerîmde bulamadık dediklerinde, "Allahü teâlâ, bize, Muhammed aleyhisselâmı gönderdi. Biz, Kur'ân-ı kerîmde bulamadıklarımızı, Resûlullahdan gördüğümüz gibi yapıyoruz. O, seferde, dört rek'at farzları iki rek'at kılardı. Biz de, öyle yaparız" buyurdu. Din imâmlarının hiçbir sözü, islâmiyetin dışında değildir. Çünkü herbiri, hem hakîkatte, hem de ahkâm-ı islâmiyyede âlimdirler
.
Kötü din adamının özelliği
10 Mart 2002 01:00
Allahü teâlâ, herşeyin hükmünü Kur'ân-ı kerîmde bildirdi. Fakat açık değildir. Onun yüce peygamberi olan Muhammed aleyhisselâm da, bunların hepsini açıkladı. Ehl-i sünnet âlimleri de, bunları, Eshâb-ı kirâmdan öğrenip kitaplarına yazdılar. Şimdi bu kitapları dünyanın her yerinde mevcuttur. Dünyanın her yerinde, kıyâmete kadar ortaya çıkacak olan her yeni şeyin nasıl kullanılacağı, bu kitapların bir bilgisine benzetilebilir. Bunun mümkün olması, Kur'ân-ı kerîmin mu'cizesi ve islâm âlimlerinin bir kerâmetidir. Yalnız mühim olan şey, karşılaşılan işin nasıl yapılacağını, Ehl-i sünnet olan hakîkî bir Müslümandan sorup öğrenmek lâzımdır. Mezhebsiz din adamına sorulursa, fıkh kitaplarına uymayan cevap vererek, insanı yanlış yola sürükler. Arabî bilen bir kimse, bu yolu bırakıp, doğrudan Kur'ân-ı kerîmden ma'nâ çıkarmağa kalkışırsa, doğru yoldan kayar. Dîninin, îmânının sarsıldığını, belki de, küfre bulaştığını anlamaz da, kendini doğru Müslüman sanır ve doğru Müslümanlara leke sürmeğe çabalar. Arabî dilini iyi bilmekle, Kur'ân-ı kerîmin ma'nâsı anlaşılabilseydi, Beyrut'taki Arap hıristiyanların, Kur'ân-ı kerîmi herkesten dahâ iyi anlamaları îcâb ederdi. Hâlbuki bunlar, Kur'ân-ı kerîmden hiçbirşey anlıyamamış, îmân şerefine bile kavuşamamışlardır. Bir din adamı, hangi asırda bulunursa bulunsun, Peygamberin ve Eshâbının bildirdiklerine uymazsa, sözleri, işleri ve i'tikâdı bunların bildirdiklerine uygun olmazsa ve nefsine, düşüncelerine uyarak islâmiyyetin dışına taşarsa ve aklına uyarak islâmiyyetin inceliklerine karşı gelir, anlıyamadığı bilgilerde dört mezhebin dışına taşarsa, bu kimsenin kötü din adamı olduğu anlaşılır. Allahü teâlâ bunun kalbini mühürlemiştir. Gözleri hak yolu göremez. Kulakları doğru sözü işitemez. Buna, kıyâmette büyük azâb vardır. Allahü teâlâ, bunu sevmez. Bunun gibi olanlar, Peygamberlerin düşmanıdırlar. Bunlar, kendilerini doğru yolda sanır. Yaptıklarını beğenirler. Hâlbuki, bunlar şeytânın yolundadırlar. Bunlardan aklını toparlayıp doğruya dönebilen çok azdır. Bunların her sözü tatlı olur. Yaldızlı olur. Faydalı görünür. Hâlbuki, düşündükleri, beğendikleri şeyler hep kötüdür. Ahmakları aldatarak kötü yola, felâkete sürüklerler. Sözleri, kar yığınları gibi parlak, lekesiz görünür. Fakat, hakîkat güneşi karşısında eriyip giderler.
.
Bazı hükümler açık bildirilmedi
11 Mart 2002 01:00
Allahü teâlâ ve Peygamberi, mü'minlere merhamet ettikleri için, ba'zı işlerin nasıl yapılacağı, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açık bildirilmedi. Açıkca bildirilse idi, öylece yapmak farz ve sünnet olurdu. Farzı yapmıyanlar günâha girer, farza ve sünnete kıymet vermiyenler de kâfir olurdu. Mü'minlerin hâli güç olurdu. Böyle işleri, açık bildirilmiş bulunanlara benzeterek işlemek lâzım olur. Din âlimleri arasında, işlerin nasıl yapılabileceğini, böyle benzeterek anlıyabilenlere, "Müctehid" denir. Müctehidin, bir işin nasıl yapılacağını anlamak için, son gayreti ile uğraşarak görüşüne, doğruya en yakın zannına göre amel etmesi, kendine ve ona uyanlara vâcib olur. Ya'nî, âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler, böyle yapmağı emir etmektedir. Müctehid, bir işin nasıl yapılacağını anlamağa çalışırken yanılırsa, günâh olmaz. Sevap olur. Uğraşmasının sevâbını kazanır. Çünkü, insana gücü, kuvveti yettiği kadar çalışması emrolundu. Müctehid yanılırsa, çalışması için bir sevap verilir. Doğruyu bulursa, on sevap verilir. Eshâb-ı kirâmın hepsi büyük âlim, yanî müctehid idiler. Bunlardan sonra gelenler arasında, ilk zamanlar ictihâd yapabilecek büyük âlim çok idi. Bunların her birine nice kimseler uyardı. Zamanla, bunların çoğu unutularak, Ehl-i sünnet içinde, yalnız bu dört mezheb kaldı. Sonraları, olur olmaz kimseler çıkıp da, müctehidim diyerek, bozuk fırkalar çıkarmamaları için, Ehl-i sünnet, bu dört mezhebden başka mezhebe uymadı. Bu dört mezhebden herbirine, Ehl-i sünnetten milyonlarla kimse uydu. Dört mezhebin i'tikâdı bir olduğundan, birbirine yanlış demez, bid'at sâhibi, sapık bilmezler. Doğru yol, bu dört mezhebdedir deyip, her biri kendi mezhebinin doğru olmak ihtimâli dahâ çoktur bilir. İctihâd ile anlaşılan işlerde, islâmiyetin açık emri bulunmadığı için, bir adamın mezhebi yanlış olup da, diğer üç mezhebden birisinin doğru olmak ihtimâli var ise de, herkes "Benim mezhebim doğrudur, yanlış olmak ihtimâli de vardır ve diğer üç mezheb yanlıştır, doğru olmak ihtimâli de vardır" demelidir. Böylece, harac, sıkıntı olmadıkca, bir işi bir mezhebe göre, başka bir işi de başka mezhebe göre yaparak, dört mezhebi karıştırmak câiz olmaz. Bir kimse, dört mezhebden hangisini taklîd ediyor ise, yanî hangi mezhebi seçmiş ise, o mezhebdeki bilgileri öğrenmesi; harac, sıkıntı olmadıkca, her işinde o mezhebe uyması lâzımdır.
.
"Beni unutursanız rızıklarınızı kısarım"
11 Mart 2002 01:00
Her Müslümanın "Kelime-i şehâdet" söylemesi ve bunun ma'nâsını öğrenip, inanması lâzımdır. Sonra, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olan itikâd, yani îmân edilmesi lâzım olan bilgileri öğrenip, bunlara inanması lâzımdır. Sonra Ehl-i sünnetin dört mezhebinden birinin kitaplarında yazılı olan fıkıh bilgilerini, yani İslâmın beş şartını ve helâl, harâm olan şeyleri öğrenmesi ve bunlara inanması ve uygun yaşaması lâzımdır. Bunları öğrenmek ve uymak lâzım olduğuna inanmıyan, ehemmiyet vermeyen dinden çıkar. Dört mezhebin itikâdı, inancı birbirinin aynıdır. Dört mezhepten birinin îmân ve fıkıh bilgilerine tâbi olan, uyan bir Müslümâna "Ehl-i sünnet" veyâ "Sünnî" denir. Bir iş yaparken, özrü hâsıl olup, bu işin kendi mezhebindeki şartlarından birine uyması güçleşen kimse, bu işi, dört mezhepten herhangi birindeki şartlarına uyarak yapar. Bu ikinci mezhebin, bu iş için olan şartlarının hepsine uyması lâzım olur. Bu şartlardan birine uyması zor olur, fakat kendi mezhebinde kolay olursa, bu işi yapması sahîh olur. İki mezhep zarûrî telfîk edilmiş olur. Resûlullahın "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" vefâtında hayâtta bulunan binlerce Sahâbînin herbiri müctehid idi. Tövbe sûresinin 102. âyet-i kerîmesinde meâlen, "Muhâcirînin ve Ensârın önce olanları ve bunlara tâbi olanlar, Allahü teâlâdan râzıdır. Allahü teâlâ da onlardan râzıdır. Onlara Cennetleri hazırladım. Burada sonsuz kalacaklardır" buyurulmuştur. Eshâb-ı kirâmın âlemlere rahmet oldukları ve herhangi birine tâbi olanın sonsuz seâdete kavuşacağı bu âyet-i kerîmeden de anlaşılmaktadır. Bugün, sapıklıklar çoğalıp İslâm dîninin gösterdiği râhat ve huzûr yolundan sapıldığı için, dünyada bereket kalmadı. Rızıklar azaldı. Ayet-i kerimede, "Beni unutursanız rızıklarınızı kısarım" buyuruldu. Bunun için, iman rızkı, sıhhat rızkı, gıda rızkı, insanlık ve merhamet rızkı ve daha nice rızıklar azaldı. Çünkü, "Hâşâ, zulmetmez kuluna hüdâsı, herkesin çektiği kendi cezâsı" İslâmiyeti unutmanın bereketsizlikleri ve sıkıntıları içinde, insan gece gündüz, kadınlı erkekli çalışıp, bir âilenin nafakasını, râhat yaşamasını temîn edemez hâle gelmiştir. Allahü teâlâya inanmadıkça, O'nun bildirdiği İslâm dînine uymadıkça, O'nun Peygamberinin güzel ahlâkı ile bezenilmedikçe, küfür, dalâlet, felâket akıntısını durdurmak imkânsızdır.
.
Doğruyu bulmak için
12 Mart 2002 01:00
Dört mezhebin hâli, bir şehir halkının hâline benzer. Bu halk, önlerine çıkan bir işin nasıl yapılacağı kanûnda bulunmazsa, o şehrin eşrâfı, ileri gelenleri toplanıp, o işi kanûnun uygun bir maddesine benzeterek yaparlar. Ba'zan uyuşamayıp, ba'zısı devletin maksadı, beldeleri tamîr ve insanların râhatlığıdır der. O işi, rey ve fikirleri ile, kanûnun bir maddesine benzetir. Bunlar, hanefî mezhebine benzer. Ba'zıları da, devlet merkezinden gelen me'mûrların hareketlerine bakarak, o işi, onların hareketine uydurur ve devletin maksadı, böyle yapmaktır derler. Bunlar da, Mâlikî mezhebine benzer. Ba'zıları ise kanûnun ifâdesine, yazının gidişine bakarak, o işi yapma yolunu bulur. Bunlar da, Şâfi'î mezhebi gibidir. Bir kısmı ise, kanûnun başka maddelerini de toplayıp, birbiri ile karşılaştırarak, bu işi doğru yapabilmek yolunu arar. Bunlar da, Hanbelî mezhebine benzer. İşte şehrin ileri gelenlerinden her biri, bir yol bulur ve hepsi, yolunun doğru ve kanûna uygun olduğunu söyler. Kanûnun istediği ise, bu dört yoldan biri olup, diğer üçü yanlışdır. Fakat, kanûndan ayrılmaları, kanûnu tanımadıkları için, devlete karşı gelmek için olmayıp, hepsi kanûna uymak, devletin emrini yerine getirmek için çalıştıklarından, hiçbiri suçlu görülmez. Hatta, böyle uğraştıkları için, beğenilir. Fakat, doğrusunu bulan dahâ çok beğenilip, mükâfât alır. Dört mezhebin hâli de böyledir. Allahü teâlânın istediği yol, elbette birdir. Dört mezhebin ayrıldığı bir işde, birinin doğru olup, diğer üçünün yanlış olması lâzımdır. Fakat, her mezheb imâmı, doğru yolu bulmak için uğraştığından, yanılanlar af olur. Hattâ sevap kazanır. Çünkü, Peygamber efendimiz, "Ümmetime, yanıldığı ve unuttuğu için cezâ yoktur" buyurdu. Bu ayrılıkları ba'zı işlerde olup, ibâdetlerin çoğunda, yani Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin açık olarak bildirdikleri ahkâmda ve inanılacak şeylerde, aralarında tam birlik bulunduğundan, birbirini kötülemezler.
.
Eshâb-ı kirâmın mezhebi
13 Mart 2002 01:00
Ehli sünnet dışı bozuk fırkalar ve onların kitaplarını okuyanlar, "Mezhebler ikinci asırda meydâna çıktı. Eshâb ve Tâbi'in, hangi mezhebde idi? Mezheplere lüzum yok. Arapça bilen herkes Kur'an-ı kerimi okuyup buna göre amel edebilir. Arapça bilmeyen de mealinden okuyup öğrenir..." gibi sözlerle işin aslını bilmeyen cahilleri etki altına alarak kafalarını karıştırmak istiyorlar. Mezhebin ne olduğunu bilen bunlara güler geçer. Bunların art niyetli olduklarını anlar. Mezheb imâmı demek, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmiş olan din bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan işiterek toplıyan, kitâba geçiren büyük âlim demekdir. Açıkca bildirilmemiş olan bilgileri de, açık bildirilmiş olanlara benzeterek meydâna çıkarmıştır. "Hadîka" kitâbında diyor ki; "Bilinen dört imâm zamanında, başka mezheb imâmları da vardı. Bunların da mezhebleri vardı. Fakat, bunların mezheblerinde olanlar azala azala bugün hiç kalmadı." Eshâb-ı kirâmın herbiri müctehid idi. Hepsi de, derin âlim, mezheb imâmı idi. Herbiri kendi mezhebinde idi. Hepsi de, mezheb imâmlarımızdan dahâ üstün, dahâ çok bilgili idi. Mezhebleri dahâ doğru, dahâ kıymetli idi. Fakat, bunların kitâbları olmadığı için, mezhebleri unutuldu. Dört mezhebden başkasına uymak imkânı kalmadı. Eshâb-ı kirâm hangi mezhebde idi demek, alay komutanı hangi bölüktendir? Yâhut, fizik öğretmeni, okulun hangi sınıfının öğrencisidir demeğe benzemektedir. Kur'ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri anlamak için Arabî bilmek lâzım ise de, yalnız Arabî bilmek kâfî değildir. Kâfî olsaydı, Beyrut'taki Arab Hıristiyanların herbirinin, birer İslâm âlimi olması lâzım gelirdi. Çünkü onların içinde Mısır'daki dinde reformculardan daha kuvvetli Arabîsi olanlar, Arab lisânının mütehassısları, "Müncid" isimli meşhur Arapça lügat kitâbları yazanlar var. Bunların hiçbiri, Kur'ân-ı kerîmi anlıyamamış, îmân etmek şerefine bile kavuşamamıştır. Kur'ân-ı kerîm, Eshâb-ı kirâma hitâb ediyor. Onların nûrlu kalblerine ve selîm akıllarına hitâb ediyor. Kureyş lisânı ile davet ediyor. Eshâb-ı kirâm, Resûlullahın sohbetinde yetiştikleri ve bütün ümmetin üstünde kemâl sâhibi oldukları hâlde, Kur'ân-ı kerîmi anlayışları ayrı ayrı oldu. Anlıyamadıkları yerler de oldu. O büyükler böyle âciz kalınca, bizim gibilerin hâli nice olur?
.
Câhil olan cesur olur
14 Mart 2002 01:00
Din imâmlarımız, doğrudan Kur'ân-ı kerîmden manâ çıkarmağa kalkışmadılar. Kendilerini bundan âciz gördüler. Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" Kur'ân-ı kerîme nasıl ma'nâ verdiğini Eshâb-ı kirâmdan sorup araştırdılar. Eshab-ı kirâmın anladıklarını da, kendi anlayışlarına tercîh etdiler. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe herhangi bir Sahâbînin sözünü kendi anladığına tercîh ederdi. Resûlullahdan ve Sahâbeden bir haber bulamayınca, ictihâd etmek zorunda kalırdı. Her asırda gelen islâm âlimleri, dahâ önce gelenlerin, büyüklükleri, üstünlükleri, vera' ve takvâları karşısında titrerler. Onların sözlerine sened, delîl olarak sarılırlardı. Bu din, edeb dînidir. Tevâzu' dînidir. Câhil olan, cesûr olur. Kendini âlim sanır. Hâlbuki, âlim olan tevâzu gösterir. Tevâzu göstereni Allahü teâlâ yükseltir. Resûlullahın Cehenneme gideceklerini haber verdiği yetmişiki bid'at fırkasının reîsleri de derin âlim idiler. Fakat onlar, ilimlerine güvenerek, Kitaptan, Sünnetten ma'nâ çıkarmağa kalkıştılar. Böylece, Eshâb-ı kirâma tâbi' olmak şerefine kavuşamadılar. Onların doğru yollarından saptılar. Yüzbinlerle Müslümanın da Cehenneme gitmelerine sebeb oldular. Dört mezhebin âlimleri, derin ilmlerini Kur'ân-ı kerîmden ahkâm çıkarmakta kullanmadılar. Buna cesâret edemediler. Resûlullahın ve Eshâb-ı kirâmın bildirdiklerini anlamakta kullandılar. Allahü teâlâ, insanlara Kur'ân-ı kerîmden hüküm çıkarınız diye emretmiyor. Resûlümün ve Eshâbının çıkardığı hükmlere uyunuz, bunları kabûl ediniz diyor. Bid'at sâhiblerinin, ya'nî mezhebsizlerin, bu inceliği anlıyamamaları, kendilerini felâkete sürüklemiştir. Bir âyet-i kerîmede meâlen, "Resûlüme itâ'at ediniz! Resûlüme tâbi' olunuz!" buyuruldu. Bu âyet-i kerîme ve Resûlullahın "Eshâbımın yoluna sarılınız!" emri, bu sözümüzün vesîkasıdır. Mezheb imâmlarına uymak, Allahı ve Resûlü bırakıp, kula kul olmak değildir, böyle olsaydı, Eshâb-ı kirâma uymak da böyle olurdu. Böyle olmadığı için, Resûlullah, bunu emir etmiştir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, insanların kısaca îmân etmelerini ve gördükleri gibi ibâdet yapmalarını emir ederdi. Bunların delîllerini bilmeyi hiç teklîf etmezdi. Bunu imâm-ı Gazâlî "Kimyâ-ı se'âdet" kitâbında uzun bildiriyor
Resûlullah kapalıları açıklamasaydı!
15 Mart 2002 01:00
İslam büyüklerinden İmam-ı Şarani hazretleri "Mîzân-ül-kübrâ" kitabında buyuruyor ki: Din kardeşim iyi düşün! Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Kur'ân-ı kerîmde icmâlen bildirilenleri, ya'nî kısa ve kapalı olarak bildirilenleri açıklamasaydı, Kur'ân-ı kerîm kapalı kalırdı. Resûlullahın vârisleri olan mezheb imâmlarımız hadîs-i şerîflerde mücmel olarak bildirilenleri açıklamasalardı, sünnet-i nebeviyye kapalı kalırdı. Böylece, her asırda gelen âlimler, Resûlullaha tâbi' olarak, mücmel olanı açıklamışlardır. Nahl sûresinin kırkdördüncü âyetinde meâlen, "İnsanlara indirdiğimi onlara beyân edesin" buyuruldu. Beyân etmek, Allahü teâlâdan gelen âyetleri, başka kelimelerle ve başka sûretle anlatmak demektir. Ümmetin âlimleri de, âyetleri beyân edebilselerdi ve kapalı olanları açıklıyabilselerdi ve Kur'ân-ı kerîmden ahkâm çıkarabilselerdi, Allahü teâlâ Peygamberine, sana vahiy olunanları teblîğ et derdi. Beyân etmesini emir etmezdi. Şeyh-ül-islâm Zekeriyyâ buyurdu ki: "Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Kur'ân-ı kerîmde mücmel olarak bildirilenleri açıklamasaydı ve mezheb imâmları kapalı olarak bildirilenleri açıklamasalardı, bunları hiçbirimiz anlıyamazdık. Meselâ Resulullah, abdesti nasıl alacağımızı hadîs-i şerîfleri ile bize bildirmeseydi, nasıl abdest alacağımızı Kur'ân-ı kerîmden çıkaramazdık. Namazların kaç rek'at oldukları ve orucun, haccın, zekâtın hükümleri ve keyfiyyetleri ve nisâb miktarları ve şartları ve farzları ve sünnetleri, Kur'ân-ı kerîmden çıkarılamazdı. Kur'ân-ı kerîmde mücmel olarak bildirilen hükümlerin hepsi böyledir. Ya'nî, bunlar hadîs-i şerîflerle bildirilmeseydi, hiçbirini anlayamazdık. Din âlimleri ile mücâdele etmek, nifâk alâmetidir. Çünkü âlimlerin delîllerini iptal etmek, red etmek için uğraşmaktır. Nisâ sûresinin kırkaltıncı âyetinde meâlen, "Onların îmân etmiş olmaları için, aralarındaki anlaşmazlıklarda, seni hakem yapmaları ve vereceğin hükme râzı olmaları, teslîm olmaları lâzımdır" buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, Resûlullahın hükmünden, islâmiyyetin emrinden sıkıntı duyanlarda îmân olmadığına alâmetdir.
.
Kitap, Sünnet ve İcmâ-i ümmet
16 Mart 2002 01:00
İmam-ı Şarani hazretleri "Mîzân-ül-kübrâ" kitabında buyuruyor ki: Hadîs-i şerîfte, "Resûlün yanında nizâ', cidâl yapmayınız!" buyurdu. Onun dîninin âlimleri ile nizâ', cidâl yapmak, onların doğru olan ictihâdlarının çürük olduklarını göstermeğe kalkışmak, Onunla cidâl etmek demektir. Çünkü, âlimler, Resûlullahın vârisleridir. Resûlullahın getirdiklerinin hepsine, hikmetlerini, delîllerini anlamasak bile, îmân ve tasdîk etmemiz lâzım olduğu gibi, mezheb imâmlarımızdan gelen bilgilere de, delîllerini anlamasak bile, islâmiyyete muhâlif olmadıkları için îmân ve tasdîk etmemiz lâzımdır. Peygamberlerin hepsinin "aleyhimüssalâtü vesselâm" dinleri amelde ihtilâflı, hattâ birbirlerine zıt hükümleri bulunduğu hâlde, hepsine îmân ve tasdîk etmemiz lâzımdır. Böyle olduğunu âlimlerimiz sözbirliği ile bildirmişlerdir. Mezhebler de, bunun gibidir. Müctehid olmıyanların, mezhebler arasında ayrılıklar bulunduğunu gördükleri hâlde, hepsine îmân ve tasdîk etmeleri lâzımdır. Müctehid olmıyan birinin, bir mezhebi hatâlı görmesi, o mezhebin hatâlı olduğunu göstermez. O kimsenin hatâlı olduğunu, anlayışının kıt olduğunu gösterir. İmâm-ı Şâfi'î, teslim olmak, îmânın yarısıdır buyurdu. Rebî' hazretleri bunu işitince, hayır, îmânın hepsidir dedi. İmâm-ı Şâfi'î, bu sözü kabûl eyledi. Yine imâm-ı Şâfi'î "İmânı kâmil olan, üsûl bilgilerinde söz yapmaz. Ya'nî, niye böyledir, öyle değildir demez" buyurdu. Üsûl bilgileri nedir? dediklerinde, Kitap, Sünnet ve İcmâ-i ümmetdir, buyurdu. İmâm-ı Şâfi'î hazretlerinin bu sözü gösteriyor ki, Rabbimizden ve Peygamberimizden "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" gelen haberlerin hepsine inandık demeliyiz. İslâm âlimlerinin bildirdikleri de bunun gibidir. Ya'nî imâmlarımızın sözlerine, söz etmeden ve cidâl etmeden inanırız demelidir İmâm-ı ibni Abd-il Berr bunun için "İmâmlarımızdan hiçbirinin, talebesine belli bir mezhebi iltizâm etmelerini, ya'nî taklîd etmelerini emrettikleri işitilmemiştir. Diledikleri mezhebin fetvâlarına uymalarını söylemişlerdir. Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem", ümmetinden birinin belli bir mezhebi iltizâm etmesini emir buyurduğu, sahîh veyâ zayıf hiçbir hadîs-i şerîfte bildirilmemiştir" dedi.
.
Müslümanları felakete sürükleyenler
17 Mart 2002 01:00
İmam-ı Şarani hazretleri "Mîzân-ül-kübrâ" kitabında buyuruyor ki : Allahü teâlânın kalblerini kararttığı ve mühürlediği bu kötü din adamlarına "Bid'at ehli" yanî mezhebsiz din adamı denir. Bunlar, i'tikâdları ve amelleri, Kur'ân-ı kerîme ve Hadîs-i şerîflere ve İcmâ'ı ümmete uymıyan kimselerdir. Bunlar doğru yoldan sapmış olup, Müslümanları da felâkete sürüklemektedirler. Bunlara uyanlar, Cehenneme gideceklerdir. Selef-i sâlihîn zamanında ve sonra gelen din adamları arasında böyle bozuk olanlar çok vardı. Müslümanlar arasında bunların bulunması, insanın bir uzvunun kangren olmasına benzer. Bu yarayı yok etmedikce, sağlam kısımlar da felâketten kurtulamaz. Bunlar, bulaşıcı hastalık mikrobu taşıyan hastalar gibidir. Bunlara yaklaşanlar zarar görür. Bunların zararına yakalanmamak için yanlarına yaklaşmamak lâzımdır. İmâm-ı Kurâfî buyuruyor ki: "Eshâb-ı kirâm, sözbirliği ile bildirdiler ki, hazret-i Ebû Bekir'den ve hazret-i Ömer'den fetvâ alıp da, bunları taklîd eden bir kimse, başka işlerini başka Sahâbîlere de sorar ve öğrendiği ile amel ederdi. Huccet, delîl soran olmazdı. Ya'nî, Tâbi'înden yeni îmân etmiş olanların, Eshâb-ı kirâmdan yalnız birinin mezhebini taklîd etmesi mümkin değildi. Çünkü, Eshâb-ı kirâmın mezhebleri tedvîn edilmiş, büyük mezheb olarak kitâblara geçmiş değildi. Her zaman aynı Sahâbînin yanında bulunup da, herşeyi ona sorup, işittiklerini yapmak da, pek az kimseye nasîb oldu. Rast geldikleri sahâbîye sorup, öğrenip, yapmak mecbûriyeti vardı. Zarûret olunca, her mezhebe uyulur. Tâbi'în, delîllerini hiç aramazlardı. Şimdi ise yeni îmân edenlerin, aynı mezhebdeki âlimlerden huccet, delîl aramadan sorup öğrenerek amel etmeleri, aynı mezhebde olan âlimleri bulamazlarsa, her âlimden sormaları, sonra bir mezhebi öğrenip, bu mezhebi taklîd etmeleri lâzım olduğunu âlimler sözbirliği ile bildirmişlerdir.
.
"Allahü teâlânın ipine sarılınız!"
18 Mart 2002 01:00
Büyük âlim allâme seyyid Ahmed Tahtâvî hazretleri buyuruyor ki: "Tefsîr âlimlerine göre, 'Dinde fırkalara ayrıldılar' âyet-i kerîmesi, bu ümmette meydâna gelecek olan, i'tikâd, îmân bilgilerinde, bid'at sâhiplerini haber vermektedir. Hazret-i Ömer'in haber verdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah hazret-i Âişe'ye, "Dinde fırkalara ayrıldılar âyet-i kerîmesi, bu ümmette meydâna gelecek olan (i'tikâd, îmân bilgilerinde) bid'at sâhiblerini ve nefslerine uyanları haber veriyor" buyurdu. En'âm sûresinin 153'üncü âyetinde meâlen, "Doğru yol budur. Bu yolda olunuz! Fırkalara bölünmeyiniz!" buyuruldu. Ya'nî, Yahûdîler ve Hıristiyanlar ve başka sapıklar doğru yoldan ayrıldılar. Siz de, bunlar gibi bölünmeyiniz! Âl-i İmrân sûresinin yüzüçüncü âyetinde meâlen, "Hepiniz, Allahü teâlânın ipine sarılınız! Fırkalara bölünmeyiniz!" buyuruldu. Tefsîr âlimleri, Allahü teâlânın ipi, cemâ'at, birlik demektir dediler. Fırkalara ayrılmayınız emri, böyle olduğunu göstermektedir. Cemâ'at de, fıkıh ve ilim sâhipleridir. Fıkıh âlimlerinden bir karış ayrılan, dalâlete düşer. Allahü teâlânın yardımından mahrûm kalır, Cehenneme gider. Çünkü, fıkıh âlimleri doğru yoldadırlar. Muhammed aleyhisselâmın sünnetine yapışan ve Hulefâ-i râşidînin ya'nî dört halîfenin yoluna sarılan bunlardır. Sivâd-ı a'zam, ya'nî Müslümanların çoğu, fıkh âlimlerinin yolundadır. Bunların yolundan ayrılanlar Cehennem ateşinde yanacaklardır. Ey mü'minler, Cehennemden kurtulmuş olan tek fırkaya tâbi' olunuz! Bu da, "Ehl-i sünnet vel-cemâ'at" denilen fırkadır. Çünkü, Allahü teâlânın yardımı ve koruması ve tevfîkı bu fırkada olanlaradır. Allahü teâlânın gadabı ve azâbı bu fırkadan ayrılanlaradır. Bu fırka-i nâciye, bugün amelde, ibâdetlerde dört mezhebde toplanmıştır. Ehli sünnete göre, bu dört mezhebden birine tâbi' olmayan kimse, bid'at sâhibidir ve Cehenneme gidecektir. Bid'at sâhibi olanların hepsi de, kendilerinin doğru yolda olduklarını iddia ediyorlar. Bu iş, kuru iddia ile hayâle dayanarak isbât edilmez. Bu yolun mütehassıslarının ve hadîs âlimlerinin bildirmeleri ile anlaşılır. Bunların bildirdikleri ve bulundukları yol hak yoldur.
.
Eshabımın sözüne uyunuz!"
19 Mart 2002 01:00
Mezheb imamı demek, Kur'an-ı kerim ve hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmiş olan din bilgilerini, Eshab-ı kiramdan işiterek toplıyan kitaba geçiren büyük âlim demektir. Açıkça bildirilmiş olanlara benzeterek meydana çıkaran derin âlimlerdir. Eshab-ı kiramın herbiri müctehid ve mezheb imamı idi. Her biri kendi mezhebinde idi. Hepsi de, mezheb imamlarımızdan daha üstün idi. Mezhebleri daha kıymetli idi. Fakat, bunlar kitablara yazılmadığı için, mezhebleri unutuldu. Bazı cahiller hazret-i Peygamberin mezhebini neydi diye soruyorlar. "Peygamberin, sahabenin mezhebi nedir?" demek, "Ordu kumandanı, hangi bölüğün eridir?" veya (okuldaki öğretmen, hangi sınıfın talebesidir?" demeye benzer. Çünkü sahabenin her biri bir mezheb imamı, hatta mezheb imamlarının hocaları idi. Resulullah efendimiz de kâinatin hocası idi. Hadis-i şeriler, Kur'an-ı kerimi, mezheb imamları da sünneti açıklamışlardır. Âlimler de, mezheb imamlarının sözlerini açıklamışladır. Hadis-i şerifler olmasaydı, namazların kaç rekat olduğu, nasıl kılınacağı, rükû ve secdede okunacak tesbihler, cenaze ve bayram namazlarının kılınış şekli, zekât nisabı, orucun, haccın farzları, hukuk bilgileri bilinmezdi. Sünneti müctehid âlimler açıklamış, böylece mezhebler meydana çıkmıştır. Peygamberimiz de bu âlimlere uymamızı emrediyor: "Kur'an-ı kerime tabi olmak, hepinize farzdır. Onu terk etmek için hiçbir özür olamaz. Kur'an-ı kerimde bulamadığınız işlerde, sünnetime uyunuz. Sünnetimde de bulamazsanız, Eshabımın sözüne uyunuz." Tâbiinin büyük âlimlerinden Abide bin Amir hazretlerine, Kur'an-ı kerimden bir ayetin hükmü sorulduğunda, "Bu hususta Allahü teâlâdan korkun. Kur'an-ı kerimin manasını hakkıyla bilenler bizden önceydi. Onlar şimdi yok. Onlar bu konuda ne bildirmişlerse bu âyetin manası da odur" buyurdu. "Mezhebe uymam Kur'anla amel ederim" demek, "Kanunlara uymam, yalnız Anayasaya göre hareket ederim" demek gibi yanlıştır. Çünkü Anayasada bütün hükümler, bütün cezalar bildirilmemiştir. Anayasa, kanunlara havale etmiştir. Kanunlardan başka tüzükler, yönetmelikler de çıkmıştır. "Anayasa varken, kanuna lüzum yok" demek ne kadar yanlış ise, "Kur'an varken, mezhebe lüzum yok" demek, bundan daha yanlıştır.
.
Mezhebler rahmettir...
20 Mart 2002 01:00
Bir müctehidin ictihad ederek elde ettiği bilgilerin hepsine, o müctehidin mezhebi denir. Eshab-ı kiramın hepsi derin âlim, birer müctehid idiler. Din bilgilerinde, siyaset, idarecilik ve zamanlarının fen bilgilerinde ve tasavvuf marifetlerinde birer derya idiler. Bu bilgilerinin hepsini, Resulullahın kalblere işliyen, ruhları çeken sözlerini işitmekle, az zamanda edindiler. Herbirinin mezhebi vardı. Mezhebleri az veya çok farlı idi. Tabiinin ve Tebei tabiinin arasında da müctehidler vardı. Bu müctehidlerin ve Eshab-ı kiramın mezheblerinden yalnız dördü kitaplara geçip, dünyanın her yerine yayıldı. Diğerlerinin mezhebleri unutuldu. Bu dört mezhebin imanları Eshab-ı kiramın ortak olan imanıdır. Bunun için dördüne de Ehl-i sünnet denir. İmanları arasında esasta ayrılık yoktur. Birbirlerini din kardeşi bilirler. Birbirlerini severler. Birbirlerine uymıyan işlerinde, zaruret olunca, birbirlerini taklid ederek yaparlar. Allahü teâlâ, mezheblerin böyle ayrı olmalarını istemiştir. Bu ayrılığın, müslümanlara Allahü teâlânın rahmeti olduğunu, peygamberimiz haber vermiştir. Çünkü, dört mezheb arasındaki ufak tefek başkalıklar, müslümanların işlerini kolaylaştırmaktadır. Her müslüman, vücud yapısına, yaşadığı iklim şartlarına ve iş hayatına göre, kendisine daha kolay gelen mezhebi seçer. İbadetlerini ve her işini, bu mezhebin bildirdiğine göre yapar. Allahü teâlâ dileseydi, Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde, herşey açıkça bildirilirdi. Böylece, mezhebler hasıl olmazdı. Kıyamete kadar, dünyanın her yerinde, tek bir nizam olurdu. Müslümanların halleri, yaşamaları güç olurdu. Kur'an-ı kerimi hadis-i şerifler, hadis-i şerifleri de mezheb imamları açıklamıştır. Kanunlar, Anayasanın gösterdiği istikamette hazırlanmış, mezhebler de, Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin gösterdiği istikamette teşekkül etmiştir. "Ben İslâma göre hareket ederim, mezhebe uymam" demek, "Ben devletin emrine uyarım. Fakat, kanunu, polisi, hakimi dinlemem" demeye benzer. Çünkü İslâma uymak demek, dört hak mezhebden birine uymak demektir. İslâm ayrı, mezheb ayrı değildir.
.
Resulullahın yolu
21 Mart 2002 01:00
Peygamberimizin yolu, Kur'an-ı kerim ile hadis-i şerifler ile ve müctehidlerin ictihadları ile gösterilen yoldur. Bu üç vesika, bir de, İcma-ı ümmet vardır ki, Eshab-ı kiramın ve Tabiinin sözbirliğine denir. Bir hüküm üzerinde, dört mezhebin ictihadları arasında icma hasıl olursa, bu icmaa da inanmak gerekir, inanmıyan küfre girer. (Mektubat c.2, m. 36) İslâm âlimleri yanlış bir şey üzerinde ittifakta bulunmazlar. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Ümmetim dalalet üzerinde birleşmez." (İ. Ahmed). Bu dört vesikaya Edille-i şerıyye denir. Bunların dışında kalan her şey bid'attir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacak, bunlardan yalnız biri Cennete girecektir. Bunlar, benim ve Eshabımın yolunda olanlardır." (İbni Mace) Bu ayrılık, usulde, imanda olan ayrılıktır. Eshab-ı kiramdan sonra, yeni müslüman olanlardan bir kısmının imanıları bozuldu. Eshab-ı kiramın doğru imanından ayrıldılar. Dalalet fırkaları meydana geldi. Bu bozuk fırkalara, bid'at fırkaları denir. Bunlar, bazı nassları tevil ederek yanıldıkları için kâfir değildir. Fakat, islâmiyete zararları, kafirlerin zararlarından çok oldu. Birbirleri ile ve Ehl-i sünnet ile çekiştiler. Harp ettiler. Çok müslüman kanı döküldü. Müslümanların yükselmelerini, ilerlemelerini baltaladılar. Bid'at fırkalarını, Ehl-i sünnetin dört doğru mezhebi ile karıştırmamalıdır. Dört mezheb, birbirlerinin doğru yolda olduğunu söyler ve birbirini severler. Bid'at fırkaları ise, müslümanları parçalamaktadır. Bu dört mezhebin birleştirilemiyeceğini, islâm âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. Allahü teâlâ, mezheblerin birleştirilmesini değil, ayrı olmalarını istiyor. Böylece, islâm dinini kolaylaştırıyor. Kur'an-ı kerimde, "Ey iman edenler! Allahın dinine sarılın. Birbirinizden ayrılmayın!" (Al-i İmran 100). Ebüssüud Efendi hazretleri burayı açıklarken, "Ehl-i kitabın parçalandığı gibi parçalanıp da doğru imandan ayrılmayın! Cahiliyye zamanında birbirleriniz ile dövüştüğünüz gibi bölünmeyin!" buyurdu. Doğru yolun, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği iman olduğunu, Peygamberimiz haber verdi. Müslümanların bu birliğinden ayrılan, bu ayet-i kerimeye uymamış olur. Bu yolda birleşir, birer kardeş olduğumuzu bilip birbirimizi severek, dünyanın en büyük, en kuvvetli milleti olur, dünyada rahata, huzura, ahırette de sonsuz saadede kavuşuruz. (Hadika s. 696)
.
İslamı yıkma plânları
22 Mart 2002 01:00
Daha önceki bir yazımda, İngiliz Casusu Hempher'in hatıralarından alıntılar sunmuştum sizlere. Hempher bu hatıralarında, kendisine verilen, "iki" devlet sırrının birisinden bahsediyordu. Bu sırlardan ikincisi, İslamı yıkma çalışmalarının esaslarını teşkil eden ve az sayıdaki casuslara gizli olarak verilen "İslamı Nasıl Yıkabiliriz?" kitabıdır. Hempher hatıralarında, İslamiyeti yok etmek için bu kitapta geçen planları bakınız nasıl anlatıyor: 1- Müslümanların arasında, ırkçılık, milliyetçilik taassubunu körükliyecek ve onların dikkatlerini, İslâmiyetten önceki kahramanlıklarına çekeceksiniz. Mısır'da Firavunluğu, İrân'da Mecûsîliği, Irâk'ta Bâbilliliği, Anadolu'da eski medeniyetleri ihyâ edeceksiniz 2- Zinâ, içki, kumar ve çeşitli oyunları hızlı bir şekilde yayacağız. Çıkardığımız meşgalelerle, Müslümanları din kitâbı okumağa, dinlerini öğrenmeğe vakit bulamayacak hale getireceğiz. 3- Cihâdın geçici bir farz olduğunu, vaktinin son bulduğunu telkîn edeceğiz. İslâm dînine ve İslam ahlâkına bağlı olan kimseleri kötületeceğiz. Din terbiyesinin kaynağı olan âile yuvalarını yok edeceğiz. Bunun için, müstehcen resimleri neşrederek, gençleri fuhşa, livâtaya, cinsî sapıklığa sürükliyeceğiz. İslâm ahlâkını bozunca, İslâmiyeti yok etmek kolay olur. 4- Müslümanlara; Peygamberin, İslâmdan kastının herhangi bir din olduğunu ve bu dînin Yahûdîlik ve Hıristiyanlık da olabileceğini, sadece İslâm dîninin olmadığı inancını aşılayacağız. 5- Müslümanları, ibâdetlerinden uzaklaştırmaya çalışacak ve dinin emirlerini tartışmaya açarak akıllarında şüphe hasıl edeceğiz. 6- Müslümanların inançlarına bid'atler sokup, İslâmı gericilik ve terör dîni olmakla ithâm edeceksiniz. İslâm memleketlerinin geri kaldığını, sarsıntılara uğradığını söyleyecek ve böylece onların İslâma olan bağlılıklarını zayıflatmış olacaksınız. 7- Çocukları babalarından uzaklaştırıp, büyüklerinin dînî terbiyelerinden mahrûm kalmalarını sağlayacaksınız. Onları, biz yetiştireceğiz. Çocuklar babalarının terbiyelerinden koptukları an, dinden ve âlimlerden kopmağa mahkûm olacaklardır. 8- Kadınların soyunmasını sağlayıp sonra da, gençleri ona karşı tahrîk edip, her ikisinin arasında beraberlik hâsıl olması için çalışacaksınız! Müslümanlığı yok etmek için, bu iş, çok tesîrlidir. 9- Seyyidlerin, Peygamberlerin soyundan geldikleri husûsunda insanlar tereddüde düşürülecek. Seyyidlerin diğer insanlarla karışmaları, kaybolmaları temin edilecek. 10- Bütün Müslümanlara hürriyetin önemini bahâne ederek, "Herkes dilediğini yapabilir. Emr-i bil-ma'rûf ve nehy-i anil münker farz değildir" diyeceksiniz!. Böylece İslamiyetin emir ve yasaklarını ortadan kaldıracaksınız. 11- İslâmın yalnız Arapların dîni olduğu fikri yayılacak. Mahalli inançlar desteklenerek, İslâmın yayılması ve Müslüman olmayanlara öğretilmesi faaliyetleri önlenecek. 12- Fıkıh kitapları saf dışı edilerek, dinin doğrudan Kur'andan öğrenilmesi için yönlendirme yapılacak. Sonra, Müslümanları Kur'ân hakkında şüpheye düşürecek ve içinde noksanlık ve fazlalık bulunan tahrîf edilmiş her dilde Kur'ân tercümeleri hazırlayıp diyeceksiniz ki: "Kur'ân bozulmuş. Birbirini tutmuyor." Aynı şekilde, hadisler hakkında da şüphe uyandırılacak. Ayrıca, Arap memleketleri dışında, ezân, namaz gibi ibadetlerin Arapça yapılmasını önleyeceksiniz." Değerli okuyucularım, bu planlar 250 sene önle yapılmıştır. Uygulamaları da ısrarlı bir şekilde takip edilmiştir. Bugünkü İslam âleminin perişan haline bakıp yapılan çalışmalarda ne derece başarı elde ettiler, siz karar verin!
.
Müslümanların rahatı için...
22 Mart 2002 01:00
Bir ayetin muhkem yani açık olup olmadığını da ancak ehli olan, ilmi olan anlar. Bazıları, "Kevser suresinde 'Kurban kes' emri açıktır. Herkesin kurban kesmesi farzdır" diyor. Hâlbuki kurban kesmeye hiçbir âlim farz dememiştir. İmam-ı a'zam hazretleri "vacip", diğer üç imam, "sünnet" olarak bildirmiştir. Sonra herkesin mi kurban kesmesi gerekir, yoksa belli bir zenginliği olanın mı? Bunları da ayet-i kerimeden bizim anlamamız mümkün değildir. Bunun gibi, namazların nasıl kılınacağı da Kur'an-ı kerimde açıkca yazılı değildir. Yalnız ayet-i kerimeler değil, hadis-i şerifleri de bizim gibilerin anlaması mümkün değildir. Kıyamda elleri bağlamak Hanefi ve Hanbeliye göre sünnet Malikiye göre ise elleri yana salmak sünnettir. Bunun hangisi doğru, diye bir düşünce akla gelebilir. Peygamber efendimizin bazan elleri bağladığı, bazan da Malikilerin yaptığı gibi yana saldığını hadis kitapları açıkça bildiriyor. Demek ki, ikisi de doğrudur. Namaz vakitleri meselesinde de, Cebrail aleyhisselam gelip ikindi namazını bir defasında asr-ı evvelde, bir defasında da asr-ı sanide kıldığı hadis kitaplarında açıklanmaktadır. Müctehidler, bu iki uygulama karşısında birisini tercih etmişlerdir. Çünkü bizzat Peygamber efendimiz, Cebrail aleyhisselamla farklı vakitlerde kılmışlardır. Bu farklılık da müslümanların rahatı içindir. Bu iki hükümden birine doğru, diğerine yanlış denmez. Birbiriyle çelişen iki hükmün ikisi de doğru olamaz, gibi sözler her ictihad için geçerli değildir. Çünkü her yere giden iki, üç veya dört yol olabilir. Hangisinden gidilirse gidilsin o yere varılır. Yolun birisi oraya gider, diğer üçü oraya gitmez, demek yanlıştır. Cennete giden yollar da çoktur. Fakat bugün bilinen dört yol kalmıştır. İsteyen istediği yoldan birini seçebilir. Hadis-i şerifte Allaha kavuşturan yolların çok olduğu bildirilmiştir. Peygamber efendimiz, ümmetine kolaylık olması için, değişik şekilde ibâdet yapmıştır. Mezheblerdeki farklılıkların çoğu, Resulullah efendimizin ibâdetleri değişik şekilde yaptığındandır. Bir de ayet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden müctehidlerin farklı anlayışları vardır. Müctehid burada yanılabilir. Fakat yanılsa da mahzuru yoktur. Farklı anlaması rahmettir. Buharî'deki hadis-i şerifte "Müctehid, ictihadında isabet ederse iki, yanılırsa bir sevab alır" buyuruluyor.
.
Biz değil torunlarımız görecek!'
23 Mart 2002 01:00
İngiliz Casusu Hempher, dün bahsettiğim; devletinin İslamiyeti yok etmek için hazırladığı planları okuduktan sonra, İngiliz Sömürgeler Bakanlığı Sekreteri ile bu konuda aralarında geçen konuşmadan da hatıratında bahsediyor: "Gerçekten okuduğum "İslâmı Nasıl Yıkabiliriz" isimli bu kitap, çok mükemmeldi. İleride yapacağım çalışmalar için, emsalsiz bir rehber idi. Sekretere kitabı iâde edip, memnuniyetimi ifâde ettiğimde, bana, "Bilmiş ol ki, bu meydanda, sen yalnız değilsin. Yaptığın işte çalışan pek çok adamımız var. Bu işi yapmak için, şimdiye kadar Bakanlığımız beşbinden fazla adam vazîfelendirmiş bulunmaktadır. Bakanlık bu sayıyı yüzbine çıkarmağı düşünüyor. Bu sayıya ulaştığımız zaman, Müslümanların hepsine hâkim olacak ve bütün İslâm memleketlerini ele geçirmiş olacağız" dedi. Daha sonra, Sekreter şunları söyledi: "Sana şunu müjdelerim ki, Bakanlığımızın bu programı gerçekleştirmesi için bir asırlık zamana ihtiyaç vardır. Biz o günleri görmesek bile, muhakkak çocuklarımız, torunlarımız görecektir. Şu darbımesel ne kadar da güzeldir, "Başkasının ektiğini yedim. Öyleyse, ben de başkaları için ekiyorum". Sizler, bunu yaptığınız zaman, bütün Hıristiyan âlemini memnûn etmiş ve onları oniki asırlık felâketten kurtarmış olacaksınız". Sekreter sözlerini şöyle tamamladı: "Asırlarca devam eden Haçlı Seferleri, hiçbir fayda sağlayamamıştır. Çünkü onların yaptığı iş, ânî ve plânsızdı, sadece kaba kuvvete dayanıyordu. Bunun için, netice alınamadı. Fakat şimdi, hükümetimizin değerli idârecileri, İslâmı çok iyi inceleyip, ince bir plân ve uzun bir sabırla içten yıkmak için çalışıyorlar." Kendileri de itiraf ettikleri gibi İngilizler asırlardır İslamı yıkmak için sinsi bir şekilde çalışmaktadırlar. Bir İslam büyüğü İngilizlerin ikiyüzlülüğünü şöyle tarif ediyor: "İslâmın en büyük düşmanı İngilizlerdir. İslâmiyeti bir ağaca benzetirsek, başka düşmanlar fırsat bulunca, bu ağacı dibinden keser. Fakat, bu ağaç bir gün filiz verebilir. İngiliz böyle değildir. Bu ağaca hizmet eder, besler. Müslümânlar da, onu dost bilir. Fakat, gece kimse görmeden köküne zehir döker. Ağaç öyle kurur ki, bir daha süremez. 'Vah vah çok üzüldüm' diyerek de Müslümanları aldatır. İngilizin, İslâma böyle zehir salması demek, para, mevkı ve kadın gibi, nefsânî arzûlar karşılığında satın aldığı yerli münâfıkların, soysuzların elleri ile, İslâm âlimlerini, İslâm kitaplarını, bilgilerini ortadan kaldırmasıdır." Son üç asırdır, Türk ve İslâm âlemi, nerede bir ihânete uğramışsa, bunun altında mutlaka İngiltere vardır. Bugün eski güçleri kalmadığı için planlarını, AB ve ABD'yi kullanarak tatbik etmek istiyorlar. Bugünkü sıkıntıların altında da yine onların parmağı var. 1944'te Japonya'da vefat eden, Abdürreşîd İbrâhîm, "Başa gelen felaketler, hangi perde ile örtülürse örtülsün, hep İngilizlerden gelmiştir. İngiliz siyasetinin temeli, islâmiyeti yok etmektir. Bu siyâsetin sebebi, islâmiyetten korkmalarıdır. Müslümanları aldatmak için, satılmış vicdansızları kullanmaktadırlar. Bunları ilerici aydın islâm âlimi olarak tanıtırlar." Peki, bütün bu faaliyetler karşısında biz ne yapacağız? Yapacağımız şey kolay. Ümitsizliğe kapılmadan, onların yapmak istediklerinin tersini yapmak. Yani, onlar; Müslümanları parçalamak, inancımızı zayıflatmak, yok etmek istiyorlar; bunun için de İslam alimlerini ve fıkıh kitaplarını saf dışı bırakmaya çalışıyorlar. Bunun için de işimiz; birlik beraberlik içinde inancımıza, örf ve âdetlerimize sahip çıkıp, dinimizi doğrudan Hadis-i şeriflerden, Kur'an-ı kerimden değil, asırlardan beri yapıldığı gibi, İslam büyüklerinin fıkıh, ilmihal kitaplarından en iyi şekilde öğrenmek, öğrendiklerimizi yaşamak ve yaşatmaya çalışmak olmalıdır.
.
"Her asır, daha kötü olacaktır"
23 Mart 2002 01:00
Bazıları, "İctihad kapısı açıktır. Herkes ictihad etmeli, Osmanlı ictihad kapısını kapatarak, dine zarar verdi" diyerek dinde kargaşayı, mezhepsizliği körüklüyorlar. İctihad kapısını kimse kapatmamıştır. Fakat ehli olmadığı için bu kapı kendiliğinden kapanmıştır. Ehli olan müctehidin de gelmesi zordur. Çünkü hadis-i şerifte "Her asır, bir öncekinden daha kötü olacaktır" buyuruldu. Bu bakımdan sonraki asırlarda birinci asırdaki gibi büyük âlimler yetişmedi. Yetişmesi de çok zordur. Bu zoru başarabilen az da olsa çıkarsa buna kimse bir şey demez, diyemez. Hicri dördüncü asırdan sonra mutlak müctehid olarak meşhur olan görülmedi. Mutlak müctehide ihtiyaç da kalmadı. Çünkü Allahü teâlâ ve onun Resulü Muhammed aleyhisselam, kıyamete kadar, hayat şekillerinde ve fen vasıtalarında yapılacak değişikliklerin, yeniliklerin hepsine şamil olan hükümlerin hepsini bildirdi. Müctehidler de, bunların hepsini anlayıp, açıkladılar. Sonra gelen âlimler, bu ahkamın, yeni hadiselere nasıl tatbik edileceklerini tefsir ve fıkh kitaplarında bildirdiler. Müctehid denilen bu âlimler kıyamete kadar mevcuttur. Evet ictihad zarurettir. Ancak buna ihtiyaç olursa zarurettir. İctihada ihtiyaç yoksa elbette böyle bir şeyden bahsedilmez. Mevcut hükümler asırlar önce bildirilmiştir. Bunu bulup; çıkaracak bir müslümana ihtiyaç vardır. İctihad kapısı açık diyenler, buyursun ictihad etsinler! Mezhep kursunlar! Mezhep kurmayı kolay zannediyorlar. Mesela, birbirine zıt gibi görünen çok hadis-i şerif vardır. İmam arkasında Fatihanın okunacağına dair de, okunmıyacağına dair de hadis var. İcazetsiz bir kimse, bunları okuyunca ya Peygambere su-i zan edecek, yahut hadis âlimine iftira edecektir. Ehli olmayanların hüküm çıkarmak niyetiyle hadis okuması, elbette doğru olmaz. Dünya işlerinde bile ehli olmayan bir kimse, yaptığı işi başaramaz. Mesela "Ehliyeti olan şoför olmalıdır" demek normal değil midir? "Herkes araba kullansın" demek doğru olur mu? "Herkes göz ameliyatı yapmalıdır" demek ne kadar saçmalıktır. "Herkes hadis kitabı okumalı, hadisten hüküm çıkarmalı, Kur'an meali okuyup ondan hüküm çıkarmalı" demek daha tehlikelidir. Araba kullanmasını bilmeyen, bir kaza yapabilir ve canından olabilir. Fakat hadisi, Kur'anı anlamayan kimse, bunlarla amel edeceğim derken dininden olur.
.
"İndirdiğimi insanlara açıkla!"
26 Mart 2002 01:00
Bazıları dinde Kur'an-ı kerimden başka kaynak kabul etmiyor. Diğer üç kaynağı kabul etmiyorlar. Halbuki, hadis-i şerifler, Kur'andan ayrı değildir. Kuran-ı kerimin açıklamasıdır. Allahü teâlâ buyurdu ki: "İndirdiğimi insanlara açıkla" (Nahl 44). Âlimler de, âyetleri açıklayıp Kur'an-ı kerimden hüküm çıkarabilselerdi, Allahü teâlâ Peygamberine, "Sadece sana vahiy olunanları tebliğ et" derdi. Ayrıca açıklamasını emretmezdi. Resulullah, Kur'an-ı kerimde, kısa ve kapalı olarak bildirilenleri açıklamasaydı, Kur'an-ı kerim kapalı kalırdı. Hadis-i şerifler olmasaydı, namazların kaç rekat olduğu, nasıl kılınacağı, rükû ve secdede okunacak tesbihler, cenaze ve bayram namazlarının kılınış şekli, zekât nisabı, orucun, haccın farzları, hukuk bilgileri bilinmezdi. Yani hiçbir âlim, bunları Kur'an-ı kerimden bulup çıkaramazdı. Bunları Peygamber efendimiz açıklamıştır. Mezhep imamları, hadis-i şerifleri açıklamasaydı, sünnet kapalı kalırdı. Sünneti, müctehid âlimler açıklamış, böylece mezhepler meydana çıkmıştır. Dört mezhep arasında amelle ilgili farklı ictihadlar, işlerimizi kolaylaştırmaktadır. Her Müslüman, durumuna göre, kendisine kolay gelen mezhebi seçer. Bir Müslüman, kendi mezhebine göre ibâdet yaparken, bir meşakkat hasıl olursa, başka bir mezhebe uyarak, bu işi kolayca yapar. Mesela Şafiiler, hacda kadına dokununca abdestleri bozulur. Bunun için Hanefi'yi taklit ederek haclarını yapıyorlar. Bu apaçık bir rahmettir. "Mezhebe, hadislere uymam, sadece Kur'ana uyarım" demek, "Kanunlara, tüzüklere uymam, Anayasaya uyarım" demek gibi yanlıştır. Çünkü Anayasada her hüküm, her ceza bildirilmemiştir. Anayasa, kanunlara havale eder. Kanunlardan da tüzükler, yönetmelikler çıkmıştır. Kanunlar, nasıl Anayasaya uygun oluyorsa, mezhepler de, Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflere uygundur. Hiç kimse, "Madem, mezhep, Kur'an ve sünnetin açıklamasıdır. Ben de açıklar bir mezhep kurarım" diyemez. Çünkü bir kimsenin, "Doktor olmak, tıp kitabı, kimyager olmak için de kimya kitabı okumak yeter" diyerek eline aldığı bir tıp ve kimya kitabı ile doktorluk yapmaya, ilaç imal etmeye kalkışması ne kadar yanlış ise, "Ben de Kur'andan, hadisten hüküm çıkarırım" demek daha yanlıştır.
.
Söz birliğinden ayrılmamalı
27 Mart 2002 01:00
Allahü teâlâ, müminlerin böyle mezheblere ayrılmalarını ve bunun, kulları için faydalı olacağını ezelde takdir ve irade buyurdu. Amelde mezheblere ayrılmaktan razı olduğunu bildirdi. Razı olmasaydı Resulü, bu ayrılığın rahmet olduğunu bildirmezdi. İtikadda ayrılmayı yasakladığı gibi, amelde ayrılmayı da yasaklardı. Dört mezheb arasındaki ufak tefek başkalıklar, müslümanların işlerini kolaylaştırmaktadır. Ehl-i sünnetin dört mezhebinin imanları, inandıkları şeyler, birbirlerinin aynı olup aralarında hiç fark yoktur. Ayrılıkları yalnız ameldedir. Bu da, müslümanlara kolaylıktır. Her müslüman, dilediği mezhebi seçerek, bunu taklid eder. Her işini, seçtiği mezhebe göre yapar. Müslümanların, dört mezhebe ayrılmaları, rahmettir. Bir müslüman, kendi mezhebine göre ibâdet yaparken, bir meşakkat hasıl olursa, başka bir mezhebi taklid ederek, bu işi kolayca yapar. (Mizan, Hadika) Mezheplerin dindeki yerini bilmeyenler "Herkes, Kur'andan anladığına uymalı! Hadise, sahabe sözlerine, mezhebe, âlime uymak; Allaha değil, devşirme dine uymak olur" diyorlar. Peygamberimiz, sahabe ve âlimler bize Kur'andan bildirmediler mi? Biz de böyle yapalım" gibi cahilce şeyler söylüyorlar. Bu fikirde olanlar, dinde anarşi, kaos, kargaşa çıkarıp dinimizi içten yıkmaya çalışıyorlar. Herkes kendi anladığına uyarsa, ortaya binlerce görüş çıkar, Allahın dini unutulur. Dini parçalamak, fırka fırka ayrılmak bölücülüktür ve zararı büyüktür. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Ümmetim 73 kısma ayrılır. Bunlardan 72'si Cehenneme gider, yalnız bir fırka kurtulur. Bu fırka, benim ve Eshabımın gittiği yolda gidenlerdir." (Tirmizî) Bu doğru yolun Ehl-i sünnet vel-cemaat olduğu âlimlerin sözbirliği ile bildirilmiştir. Bunu yıkmaya çalışmak dini yıkmak, kurulu düzeni yıkmak olur. Bu sapıklar, Peygamber efendimizin sözlerini Kur'an-ı kerimden ayrı göstermeye çalışıyorlar. Hâlbuki Peygamber efendimiz, Allahü teâlânın vahiy ettiğini bildirmiştir. Asırlardan beri âlimlerimizin bildirdikleri itikada, ibâdete sarılmamız şarttır. Yoksa herkes Kur'an-ı kerimde kendi anladığına uyarsa dinde anarşi olur, bölücülük olur. Din yıkılır
.
Birlikten ayrılan Cehenneme düşer
28 Mart 2002 01:00
Bazıları, mademki mezhebler, Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin açıklamasıdır. Ben de bunları okur, okuduğumla amel ederim, diyor. Bir kimsenin, "Madem doktor olmak için, tıp kitabı okumak kâfidir" diyerek eline aldığı bir tıp ve kimya kitabı ile doktorluk yapmaya, ilaç imal etmeye kalkışması ne kadar yanlış ise, "Ben de Kur'andan, hadisten hüküm çıkarırım" demek daha yanlıştır. Bir kimse, İslâma uymak için, Peygamber efendimizin ve İslâm âlimlerinin açıklamasına bakmadan, Kur'an-ı kerimden kendi anlayışına uyarsa, sapıtır. Çünkü hadis-i şerifte, "Kur'an-ı kerimi kendi görüşü ile açıklıyan, doğru olsa bile muhakkak hata etmiştir" buyuruluyor (Tirmizî) Âlimlere tabi olmak, dört mezhebden birine uymak demektir. Asırlardan beri bütün İslâm âlimleri, dört mezhebden birine uymuşlar ve müslümanların da uymalarının gerektiğini bildirmişlerdir. Bunlara uymakta İcma hasıl olmuştur. İcmadan, cemaatten, birlikten, topluluktan ayrılan helak olur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Cemaatten ayrılan, yüzüstü Cehenneme düşer." (Taberânî) "Ümmetimin âlimleri, hiçbir zaman dalalette birleşmezler. İhtilaf olunca sivad-i a'zama (âlimlerin ekseriyetinin bildirdiği yola) tabi olun!" (İbni Mace) "O gün her fırkayı imamları ile çağırırız." mealindeki İsra suresinin 71. ayet-i kerimesini Kadi Beydavi hazretleri "Her ümmeti peygamberleri ve dinde uydukları imamları ile çağırırız." şeklinde açıklamıştır. Ruh-ul beyan ve Tefsir-i Hüseynide ise, "Herkes mezhebinin imamı ile çağrılır. Mesela "Ya Şafiî" veya "Ya Hanefi" denir." şeklinde açıklanmaktadır. Bu açıklamalar da, her müslümanın dört hak mezhebden birine uyması gerektiğini açıkça bildirmektedir. Medarik tefsirinde "Müminlerin yolundan ayrılan Cehenneme gider." mealindeki Nisa suresinin 115. ayet-i kerimesini bildirdikten sonra, "Kitab ve sünnetten ayrılmak gibi icmadan da ayrılmak caiz değildir." buyuruluyor. Beydavi tefsirinde ise aynı ayet-i kerimenin açıklamasında "Bu ayet, icmadan ayrılmanın haram olduğunu göstermektedir." Abdülgani Nablüsi hazretleri de "Bugün dört mezhebden başkasına uymak, icmadan ayrılmak olur caiz değildir." buyuruyor.
.
Beşinci kapı açma teşebbüsü
29 Mart 2002 01:00
İmam-ı Gazali hazretleri, bir ara müstakil bir mezhep kurmak istedi. Kendisine rüyada ikaz edildiği için bundan derhal vazgeçti. Yine İslam hukukunda söz sahibi, "Sadr-üş-şeria" ünvanına sahip Abdullah ibni Mesud-ül Mahbubi de beşinci bir mezhep kurmak istedi. Bunun üzerine rüyasında, Cebrail aleyhisselamı gördü. Kendisine, dört kapısı ve üzerinde dört penceresi olan çok güzel bir cami göstererek; bu güzel mabedin, ahenk ve nizamını, mimari özelliğini bozmadan, camiyi yıkılma tehlikesine maruz bırakmadan bir kapı ve bir pencere açmasını teklif etti. Ne kadar uğraştıysa, sayılan bu özelliklere riayet ederek, yeni bir kapı ve pencere açma cesaretini gösteremedi. Bunun üzerine, Cebrail aleyhisselam, yeni bir kapı açılması halinde, mevcut ahengin bozulacağını, İslamın zarar göreceğini ikaz ederek, bu teşebbüsünden vazgeçmesini kesin bir şekilde ihtar etti. Bu önemli ikaz üzerine, "Sadr-üş-şeria" hatasını anlayıp bu teşebbüsünden hemen vazgeçti. Daha sonra da kimse böyle bir teşebbüste bulunma cesaretini gösteremedi. Dört mezhep dinimize ait bütün meseleleri çözmüş, ileride çıkabilecek meselelerin de çözme yollarını göstermiştir. Müslümanlar için dört mezhepten birine uymak büyük bir kolaylık, büyük bir sıkıntıdan kurtulmak demektir. Bir kimsenin bir mezhebe uyması demek, o kişinin şöyle düşünmesi demektir: "Benim, dinimin emir ve yasaklarını dinin dört kaynağından çıkartmam mümkün değildir. (Meselâ, Hanefî mezhebinde olan bir kimse) Ben İmâm-ı a'zam hazretlerinin ilminin üstünlüğüne inanıyorum. O'nun bildirdiği bütün hükümlerin, Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun olduğuna itimat ediyorum. Bunun için de İmâm-ı a'zam hazretlerini kendime rehber ediniyorum, dinde ne bildirdiyse doğru kabûl ediyorum." Bir Müslümanın ibâdetlerini, i'tikâdını belli bir mezhebe göre yapmaması halinde îmânını muhafaza etmesi çok zordur. Uçurumun hemen kenarındaki insan gibidir. En ufak bir rüzgârla kendini uçurumun dibinde bulur. Çünkü, kişinin kendi başına dinin bütün emir ve yasaklarını Kur'ân-ı kerîmden çıkartması mümkün değildir. Dört mezhebin i'tikâdı birbirinin aynıdır. Dört mezhebten birinin îmân ve fıkıh bilgilerine tâbi olan uyan bir müslümana "Ehl-i sünnet" veya "Sünnî" denir.
.
Birliktelikte' huzur arayanlar
30 Mart 2002 01:00
İlk insan ve ilk Peygamber Âdem aleyhisselamdan beri bütün hak dinlerin bildirdiği emir ve yasaklar insan fıtratına, yaratılışına uygun idi. İnsanların yapamayacağı, gücünün üzerinde hiçbir emir ve yasak yoktu. Nitekim ayet-i kerimede, "Biz herkese ancak gücünün yettiği kadarını yükleriz" (Enam/152) buyurulmaktadır. Yaratılışa, fıtrata aykırı olan emir ve yasak insanı sıkıntıya sokar, toplumun huzurunu bozar. Toplumu yanlış yollara sevkeder. Bugün, Hıristiyanlığın ilim adamları tarafından red edilmesinin ve tahsilli gençlerin dinden uzaklaşıp ateist olmalarının altında Hıristiyanlığa sonradan, insan fıtratına aykırı mesela, evlilik yasağı gibi hükümlerin ilave edilmesi yatar. Halbuki, bütün canlılar, nesillerinin devamı için çoğalmak zorundadırlar. İnsanın çoğalması Kur'an-ı kerimde de işaret buyurulduğu üzere "çiftler arasında" cereyan etmektedir. Cenab-ı Hak, kadın ile erkek arasında "bir sevgi bağı" yaratmıştır. Nitekim, Hazret-i Âdem yaratıldıktan sonra, Yüce Allah, Hz. Âdem'in "gönlü, kendisine ısınsın diye eşini yaratmıştır." buyurmuştur. (Araf/189) Böylece, iki cinsi, birbiri ile kaynaştıran bu sevgi gücü ile, beşeriyet, o günlerden, bugünlere üreyerek gelebilmiştir. Bundan kaçmak, hayvanlar gibi sokakta, şurada burada buluşmak insan fıtratına aykırıdır. Aile mesuliyetinden korkanlar, buna cesaret edemeyenler yağmurdan kaçalım derken doluya tutulduklarının farkında değiller. Toplumlar, dine değil nefislerine tabi oldukları için, bu meşru beraberliği mecrasında tutmak, insanın tabiatına ve fıtratına uygun olarak insanın menfaatleri istikametinde kontrol etmek çok defa mümkün olamamıştır. Konu, "ifrat" ve "tefrit"lerle rotasından çıkarılarak, insan, dolayısıyla cemiyet sıkıntıya sokulmuştur. Bazı toplumlarda (Budist ve Hıristiyanlarda olduğu gibi ) evlilik yasaklanmış, bazılarında da insanlığı, bu konuda tamamen başıboşluğa teşvik edilmiş; her türlü sosyal ve vicdanî denetim ortadan kaldırılmış. Böylece insanlar bir nevi hayvanlaştırılmıştır. Gençliğin bu hassas noktasını istismar ve tahrik eden çevreler çok fazla olduğu için, buhranın boyutları gittikçe büyümekte; iş, birçok toplum için "cinnet" mertebesine varmıştır. Amerika ve Batı Avrupa toplumlarında görüldüğü üzere, çeşitli suçlar işleyen ve korkunç sapık davranışlar gösteren "akımlar" oluşmuştur. Şeytana tapma, huzur bulmak için yapılan toplu intiharların, her türlü sapık inançların temelinde bu vardır. Daha iki gün önce, 16 yaşındaki Björn isimli Alman genci, anne babasını katletmişti. Yine satanist Alman çifti, 66 bıçak darbesiyle öldürdükleri kimsenin kalbine kazık çakmışlardır. Yine önceki günkü haberlere göre Antalya'da satanistlerin toplu intiharı polis tarafından son anda önlendi. Genişleyen, büyüyen ve kalabalıklaşan, refah seviyesi yükselen bütün toplumlarda görüldüğü üzere, aile ve cemiyet zayıfladığından, başıboş kalan "genç nesiller" akla, hayale gelmiyecek çılgınlıklara başvurmaktadırlar. Sahipsiz gençlik, himayesiz ve kontrolsüz, kışkırtıcı film ve müstehcen yayınlarla insanlıktan çıkarılmaktadır. Atalarımızın "ateş ve barut" misâli ile tehlikeli bulduğu, serbest genç kız ve erkek ilişkilerinin, Amerika ve Batı Avrupa cemiyetlerinde ne hale geldiğini, çok iyi tahlil etmemiz gerekir. Avrupa'da, ABD'de - kısmen de bizde- boşanmalar hızlı bir şekilde artmaktadır. Aile hızlı bir çöküşe girmiştir. Ailenin olmadığı toplumlarda, huzur olmaz. Toplumların özgürlük adına, fuhşu yaygınlaştırıp ailenin temeline dinamit koymaya devam edildiği müddetçe insanlık rahat yüzü görmeyecektir. İnsanın huzuru, gayri meşru beraberliklerde, "birlikteliklerde" değil meşru evliliklerdedir. Çünkü, insanı yaratan Allahü teâlâ ona huzurun adresini "aile" olarak göstermiştir. Kur'an-ı kerimde "Allah, evlerinizi, sizin için bir huzur ve sükun yeri yaptı." (Nahl 80) buyurulmaktadır
.
Fıkıh ilmi, dinin temeli
30 Mart 2002 01:00
Bugüne kadar, müctehid olmayan müslümanların (Hicri dördüncü asırdan sonra mutlak müctehid gelmemiştir. Bundan sonra da gelmesi mümkün değildir) doğrudan Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden hüküm çıkartıp buna göre ibadet edemeyeceğini, mutlaka dört mezhepten birine tabi olup, bunun fıkıh kitapları ile amel etmesinin şart olduğunu vesikaları ile bildirdik. Şimdi de fıkıh nedir biraz da bunun üzerinde duralım. Müslümanların bedenle yapmaları veya sakınmaları lâzım olan işleri bildiren ilme fıkıh ilmi denir. Fıkıh kelimesi Arapçada, dördüncü bâbdan olunca, "bilmek, anlamak" mânâsına gelir. Beşinci bâbdan olunca "dînin emir ve yasaklarını anlamak" demektir. Fıkıh bilgileri, İslâmın dört kaynağı olan Edille-i Şer'iyyeden, yâni Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden, icmâ-ı ümmetten ve kıyastan elde edilmektedir. Fıkıh bilgilerinin, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğreten ilme ise, "usûl-i fıkıh" denir. Büyük İslâm âlimi olan müctehidler, bu dört kaynaktan ahkâm (hükümler) çıkarırken, mezheplere ayrılmışlardır. Bunlardan dört mezhebin bildirdiği din bilgileri kitaplara geçirilip, bize kadar ulaştırılmıştır. Bunlar; Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî mezhepleridir. Diğer mezhep imâmlarının sözleri toplanarak kitaplara geçirilmemiş, zamânımıza kadar ulaşamamışlardır. Fıkıh ilmi dört büyük kısma ayrılmaktadır: 1. İbâdet: Bunlar beşe ayrılır: Namaz, oruç, zekât, hac, cihâd. 2. Münâkehât: İslâm âile hukûkuna âit, evlenme, boşanma, nafaka ve daha nice dalları vardır. 3. Muâmelât: Müslümanların cemiyet hayâtındaki karşılıklı münâsebetlerini düzenleyen, hukuk kâidelerinden, alış veriş, kirâ, şirketler, fâiz, mîras gibi birçok bölümleri mevcuttur. 4. Ukûbât: İslâm dînine göre suç olan fiillerin cezâlarını bildirmektedir. Fıkhın ibâdet kısmını kısaca öğrenmek her Müslümana farzdır. Münâkehât ve muâmelât kısımlarını öğrenmek farzı kifâyedir. Yâni başına gelenlerin öğrenmesi farz olur. Her Müslümanın helâlden, haramdan kendisine lâzım olan fıkıh bilgisini öğrenmesi lâzımdır. Farzlardan sonra ibâdetlerin en kıymetlisi, kendisine lâzım olan fıkıh ve diğer bilgileri öğrenmektir. İmam-ı Mâlik hazretleri buyurdu ki: "Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan, dinden çıkar, zındık olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmıyan, bid'at sahibi, yâni sapık olur. Her ikisini edinen, hakîkate varır."
.
İlimlerin sınıflandırılması
31 Mart 2002 02:00
Müslümanların öğrenmesi lâzım olan bilgilere "Ülûm-i islâmiyye" denir. İslâm dîninin emrettiği bu bilgileri, Resûlullah ikiye ayırmış, "El-ilmü ilmân, ilmü ebdân ve ilmü edyân" buyurmuştur. Biri "Ülûm-i nakliyye" yâni din bilgileri, diğeri "Ülûm-i akliyye" yâni fen bilgileridir, buyurmuştur. Din bilgileri, dünyada ve âhırette huzuru, saadeti kazandıran bilgilerdir. Bunlar da iki kısma ayrılır: "Ülûm-i âliyye" yâni yüksek din bilgileri ve "Ülûm-i ibtidâiyye" yâni âlet ilimleri. Yüksek din bilgileri sekizdir: Tefsîr, Üsûl-i kelâm, Kelâm, Üsûl-i hadis, İlm-i hadis,Üsûl-i fıkh, Fıkh, İlm-i tasavvuf. Tasavvuf ilmi, kalb ile yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri ve kalbin, ruhun temizlenmesi yollarını öğretir. Bu sekiz ilimden, kelâm, fıkh ve ahlâk bilgilerini lüzûmu kadar öğrenmek ve çoluk çocuğuna öğretmek, her müslümana "Farz-ı ayn"dır. Öğrenmiyenler ve çoluk çocuğuna öğretmiyenler büyük günah işlemiş olur. Cehenneme gider, yanarlar. Öğrenmeye lüzum görmiyen, önem vermiyen ise, kâfir olur, îmanı gider. Bu üç ilmin lüzumundan fazlasını ve öteki beş yüksek din bilgisini ve ulûm-i akliyyeyi öğrenmek "Farz-ı kifâye"dir. İslam âlimleri, herkesin bilmesi ve yapması gereken kelâm (yâni îman) ve ahlâk ve fıkıh bilgilerini kısaca ve açıkça anlatan kitaplar "İlm-i hâl" kitapları hazırlamıştır. Dînini bilen ve seven ve kayıran mübârek insanların ilm-i hâl kitaplarını alıp, çoluğuna ve çocuğuna öğretmek, her müslümanın birinci vazîfesidir. Kendilerine din adamı ismini ve süsünü veren câhil ve sapık bir kimsenin sözlerinden ve yazılarından din öğrenmeye kalkışmak, kendini Cehenneme atmaktır. Kur'an-ı kerimden bir miktâr ezberledikten sonra, fıkıh öğrenmek lâzımdır. Çünkü, Kur'an-ı kerimin hepsini ezberlemek farz-ı kifâyedir. Lâzım olan fıkh bilgilerini öğrenmek ise, farz-ı ayndır. Farzlardan sonra ibâdetlerin en kıymetlisi, ilim ve fıkıh öğrenmektir. Hadîs-i şerîflerde fıkıh ilminin önemi şöyle bildirilmiştir: "Her şeyin dayandığı bir direk vardır. Dînin temel direği, fıkıh bilgisidir." " İbâdetlerin efdali, en kıymetlisi, fıkıh öğrenmek ve öğretmektir." "Allahü teâlâ bir kuluna iyilik etmek isterse, onu dinde fakîh (fıkıh ilmini bilen) yapar." "Allahü teâlânın en üstün dediği kimse dinde fakîh olan kimsedir."
.
Fıkıhta âlimlerin dereceleri
1 Nisan 2002 01:00
Fıkıh ilmini ilk kuran, ilk defâ sistemleştiren İmâm-ı A'zâm Ebû Hanîfe'dir. Fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara kollara ayırdığı ve usûller, metotlar koyduğu gibi, Resûlullah'ın ve Eshâb-ı kirâmın bildirdiği îtikat, îmân bilgilerini de topladı. Talebelerinden İmâm-ı Muhammed'in yetiştirdiği Ebû Bekr-i Cürcânî, onun da yetiştirdiği Ebû Nasr-ı İyâd, onun da yetiştirdiği Ebû Mansûr-i Mâturîdî, îtikatta mezheb imâmımız oldu. İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed Şeybânî, hocasından öğrendikleri bütün fıkıh bilgilerini kitaplara geçirmişlerdir. Fıkıh ilimlerinde yetişen ve söz sâhibi olan İslâm âlimleri, yedi sınıfa ayrılır: 1. İslâmiyette mutlak müctehid olan âlimler. Bunlar "Edille-i Erbe'a"dan hüküm çıkarmak için, usûl ve kâideler kurmuşlar ve koydukları esaslara göre, ahkâm çıkarmışlardır. Dört mezheb imâmı bunlardandır. 2. Mezhepte müctehidlerdir. Bunlar, mezhep reîsinin koyduğu kâidelere uyarak, dört delilden ahkâm çıkaran âlimlerdir. İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed ve benzerleri bu âlimlerdendir. 3. Meselelerde müctehid olanlardır: Bunlar, mezhep reisinin bildirdiği meseleler için, mezhebin usûl ve kâidelerine göre ahkâm çıkarırlar. Çıkardıkları ahkâmın, mezhep reisinin koyduğu esaslara uygun olması şarttır. 4. Eshâb-ı tahrîc: İctihâd derecesinde olmayıp, müctehidlerin çıkardıkları kısa, kapalı bir hükmü açıklayan âlimlerdir. Hüsâmeddîn Râzî bunlardandır. 5. Erbâb-ı tercîh: Müctehidlerden gelen birkaç rivâyet arasından birini tercih ederler. 6. Eshâb-ı temyîz: Mukallid âlimler olup, bir mes'ele hakkında gelen çeşitli haberleri, kuvvetlerine göre sıralayıp, yazmışlardır. Kitaplarında reddedilen rivâyetler yoktur. Kenz-üd-Dekâık sâhibi Ebülberekât Abdullah bin Ahmed Nesefî ve Muhtâr sâhibi Abdullah bin Mahmûd Mûsulî ve Vikâye sâhibi Burhânüşşerî'a Mahmûd bin Sadrüşşerî'a Ubeydullah ve Mecma-ul-Bahreyn sâhibi İbnüssa'âtî Ahmed bin Ali Bağdâdî bunlardandır. 7. Önceki tabakalardaki âlimlerin kitaplarından doğru olarak nakil yapabilen, onları bildiren mukallitlerdir. Tahtâvî, İbn-i Âbidîn bu tabakanın âlimlerindendir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Şeytana karşı bir fakîh, bin âbidden (ibâdeti çok yapandan) daha kuvvetlidir."
.
Fıkıh ve kelâm...
2 Nisan 2002 01:00
Fıkıh ilmi herkese lazımdır. Ancak, kelâm ilmini yani iman bilgilerini, Ehl-i sünnet vel-cemaat âlimlerinin bildirdikleri îtikadı öğrenecek ve bunları akıl ile nakil ile isbât edecek ve sapıklara, dinsizlere anlatacak kadar okumak farz-ı ayn olup, bundan fazlasını öğrenmek, ancak din âlimlerine lâzımdır. Başkalarına câiz değildir. Dîne yardım etmek için, fazla öğrenmek farz-ı kifâye ise de, bunu ancak, Allah rızası için çalışan, zekî din adamının öğrenmesi câizdir. Başkaları öğrenirlerse, bâtıl yollara kayar. Kendilerini helak ettikleri gibi başkalarını da helak ederler. Bunun için, İmâm-ı Şâfi'î hazretleri buyurdu ki, "İlm-i kelâm ile uğraşıp sapıtmak yanında, büyük günah işlemek hafîf kalır." İmâm-ı Şâfi'înin zamanındaki ilm-i kelâm için böyle denilince, şimdiki din câhillerinin kısa görüşleri ve hayâlleri ile yazdıkları din kitaplarını okumanın yasaklık derecesini ve zararlarını artık düşünmelidir. Yine İmâm-ı Şâfi'î hazretleri buyurdu ki, "Ehl-i sünnet îtikadını iyi öğrenmeden önce ilm-i kelâm ile uğraşmanın zararı bilinmiş olsaydı, kelâm ilmi ile uğraşmaktan, arslandan kaçar gibi kaçınılırdı." Şimdi, kendi aklı, kendi görüşü ile kelâm ilmi kitapları yazanlar çoğaldı. Bunların kitapları şirk ve dalâlet ile doludur. İmâm-ı Ebû Yûsüf, "Kelâm ilmi ile uğraşanların imam olması câiz değildir" buyurdu. Cahillerin kelam ilmi ile uğraşması çok tehlikelidir. Bunun için, Bezzâziyye fetvâsında, "İlmi kelâm ile uğraşanların çoğu zındık olur" buyuruldu. Zamanımızda, "Kur'an tercümesi" ve "Kur'anın hakîkatleri" "Kur'ana göre din" gibi isimler takıp, halkın önüne sürüyorlar. Yalnız bu kitapları okuyun, fıkıh kitaplarını okumayın diyerek, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri doğru din bilgilerinin öğrenilmesine mani oluyorlar. Hadîs-i şerîfte, "Âlimler arasında kıymet bulmak için ve câhiller ile mücâdele için ve her yerde meşhûr olmak için din bilgisi öğrenen ilim adamı, Cennetin kokusunu bile duymayacaktır" buyuruldu. Dünyalık menfaatler için ilim öğrenen ve ilmi ile amel etmeyen kimse, islâm âlimi değildir. Bunlar, müslümanları dalâlete, felakete sürüklemektedirler. Hakîkî müslüman olmak için, sâlih müslümanların yazdığı fıkıh, ilmihâl kitaplarını okumalıdır
.
Fıkıh bilgisi olmazsa...
3 Nisan 2002 01:00
Fıkıh dinin temelidir. Yeterli fıkıh bilgisi olmadan, dinin emir ve yasaklarını doğru, eksiksiz olarak yapmak mümkün değildir. Bunun için temel bilgi olan fıkıh öğrenmeyip, hadis, tefsîr öğrenmek çok zararlıdır. Kıble ve namaz vakitleri için astronomi öğrenmek câizdir. Falcılık için öğrenmek haramdır. Mücâdele, münâkaşa için kelâm ilmi öğrenmek mekruhtur. Câhillerin, bid'at fırkaları üzerinde, mezhepler üzerinde konuşmaları câiz değildir. Eski Yunan felsefecilerinin ve bid'at ehlinin, mezhepsizlerin din kitaplarını okumak, evinde bulundurmak câiz değildir. Böyle kitaplar, insanın îtikadını, îmanını bozar. Din bilgilerini, îman bilgilerini "Ehl-i sünnet" âlimlerinin kitaplarından öğrenmeden evvel, fen bilgilerini, felsefe bilgilerini öğrenmek câiz değildir. Her müslüman, çocuklarına, önce, Kur'an-ı kerim okumasını, namaz kılmasını, din ve islâm ahlâkını öğretmeli, ondan sonra okula gönderip, fen ve sanat ve sâir lüzûmlu, faydalı şeyleri öğretmelidir. Her çeşit faydasız oyun "Mâ-lâ-yâni" olur, ilim öğrenilmesine mani olur. İlmi, Allah rızası için, islâm dînine ve müslümanlara hizmet için öğrenmelidir. Mal, mevkı' kazanmak için, kibir ve şöhret için öğrenmemelidir. Hadîs-i şerîfde, "Dünyalık ele geçirmek için, ilim öğrenen, dünyada mal ve mevkı' elde eder. Âhıretteki kazancı ancak Cehennem ateşi olur." Böyle ilmin fâidesi yoktur. Böyle ilimden kaçmak lâzımdır. Yine hadîs-i şerîfte, "Yâ Rabbî! Beni fâidesiz ilimden koru!" buyuruldu. İlmi, sâlih insanlardan öğrenmeli ve sâlih insanlara öğretmelidir. İlmi iyi insanlardan esirgememelidir. Sâlih insan, iyi insan demektir. Ehl-i sünnet îtikadında olan ve haram işlemekten sakınan müslümana "sâlih insan" denir. Ehl-i sünnet îtikatında olmıyan müslümanlara bid'at sahibi veya mezhepsiz denir. Ehl-i sünnet îtikadını ve haramları öğrenmek, binlerce İhlâs sûresi okumaktan daha sevaptır. Fıkıh öğrenmek, hâfız olmaktan eftaldir. Hâfız olmak da, nâfile ibâdetten eftaldir. Vaaz verirken, Allahü teâlâ demelidir. Yalnız, Allah demek hürmetsizliktir. Haram işlenen yerlerde tesbîh, tahmîd ve Kur'an-ı kerim, hadis-i şerif ve fıkıh okumak günahtır. Oralarda mecburen bulunuyorsa tesbih ve dua okumak câiz olur.
.
Fıkıh ilmi ve İmam-ı a'zam
4 Nisan 2002 01:00
Fıkıh, şerefli bir ilimdir. Fıkh okumak, geceleri nâfile namaz kılmaktan daha sevaptır. Âlimlerden okumak da, yalnız okumaktan daha sevaptır. Hanefî mezhebindeki dinin ahkâmı, Eshâb-ı kirâmdan Abdüllah ibni Mes'ûddan başlıyan yol ile meydana çıkarılmıştır. Yâni, mezhebin reîsi olan İmam-ı a'zam Ebû Hanîfe, fıkıh ilmini, Hammâd'dan, Hammâd da, İbrâhîm-i Nehâî'den, bu da Alkama'dan, Alkama da, Abdüllah bin Mesûd'dan, bu da Resûl-i ekremden almıştır. Ebû Yûsüf, Muhammed, Züfer bin Hüzeyl ve Hasen bin Ziyâd, hep, İmâm-ı a'zamın talebesidir. Bunlardan, İmam-ı Muhammed, din bilgilerinde, bin kadar kitap yazmıştır. Talebesinden olan İmam-ı Şâfi'înin annesini nikâh ettiği için, ölünce, kitapları, İmam-ı Şâfi'îye miras kalarak, İmam-ı Şâfi'înin bilgisinin artmasına hizmet etmiştir. Bunun için İmam-ı Şâfi'î "Yemin ederim ki, fıkıh bilgim, İmam-ı Muhammed'in kitaplarını okumakla arttı. Fıkıh bilgisini derinleştirmek istiyen, Ebû Hanîfe'nin talebesi ile beraber bulunsun" dedi. Bir kere de "Bütün müslümanlar, İmâm-ı a'zamın ev halkı, çoluk çocuğu gibidir" buyurdu. Yâni, bir adam, çoluk çocuğunun nafakasını kazandığı gibi, İmâm-ı a'zam da, insanların, işlerinde muhtaç oldukları din bilgilerini meydana çıkarmayı kendi üzerine almış, herkesi güç bir şeyden kurtarmıştır. İmâm-ı Şâfi'înin ayrı bir mezhep kurması, İmâm-ı a'zamı beğenmemesi, ondan ayrılması demek değildir. Eshâb-ı kirâmın da ayrı mezhepleri vardı. Bununla berâber birbirlerini çok severler ve hürmet ederlerdi. Feth sûresinin son âyeti buna şâhittir. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara, kollara ayırdığı ve üsûller, metotlar koyduğu gibi, Resûlullahın ve Eshâb-ı kirâmın bildirdiği îtikat, îman bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine bildirdi. Talebesinden (İlm-i kelâm) yâni îman bilgileri mütehassısları yetişti. Ebû Nasr-ı İyâd, kelâm ilminde, Ebû Mensûr-i Mâtürîdî'yi yetiştirdi. Ebû Mensûr, İmâm-ı a'zamdan gelen kelâm bilgilerini, kitaplara yazdı. Yoldan sapmış olanlarla çarpışarak, Ehl-i sünnet îtikatını kuvvetlendirdi, her tarafa yaydı. Bir hadiste, "İlm dörttür: Dînin muhâfazası için fıkıh ilmi, sıhhatin korunması için tıp ilmi, lisanın muhâfazası için sarf ve nahv ilmi, vakitlerin bilinmesi için astronomi ilmi" buyuruldu.
.
Tasavvufun dinimizdeki yeri
5 Nisan 2002 01:00
Tasavvuf, kalbi saf hale getirmek, kötülüklerden temizlemek demektir. Kişinin kalbini, Allahü teâlânın muhabbetine, sevgisine bağlamak, îmânını, i'tikâdını düzeltip, Resûlullahın söz, hareket ve ahlâkına uyup, O'nun yolundan gitmektir. Kalb ile yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri ve kalbin, rûhun, kötülüklerden temizlenmesi yollarını öğreten ilimdir tasavvuf. Tasavvuf, îmânın vicdanîleşmesini, yerleşmesini, fıkıh ilmi ile bildirilen ibâdetlerin seve seve, kolaylıkla yapılmasını, kötü huylardan kurtulup güzel ahlak sahibi olmayı ve Allahü teâlânın sevgisine kavuşmayı sağlar. İmâm-ı Kettânî, "Tasavvuf, güzel ahlâktan ibârettir" buyurmuştur. Bu güzel ahlâkla ahlâklanan, tasavvuf büyükleri, asırlardır, bıkmadan, usanmadan, İslâmın güzel ahlâkını anlatıp, İslâmı herkese sevdirmişlerdir. Her hâlleri ile İslâmiyeti yaşayarak örnek olmuşlardır. Bu büyükler ayrıca, İslâmiyeti dünyaya yaymakta bir nevi öncü kuvvet olmuşlardır. Tasavvuf büyüklerinin dini yaymaktaki bu önemli fonksiyonunu gören İslâm düşmanları, bütün güçleri ile tasavvufa yöneldiler. Yüz yıldır, tarikat diyerek, birçok şey uyduruldu. Eshab-ı kiramın yolu unutuldu. Cahiller, sahtekârlar, şeyh maskesi altında, Müslümanlara her çeşit günahı işlettiler. İslâm memleketlerini, gerçek manada tasavvuf ile ilgisi olmayan, Müslümanları sömüren sahte mürşidler, sahte şeyhler istila etti. Böyle karışık zamanlarda, yani hakiki tasavvuf âlimi olmadığı devirlerde, eskiden yaşamış, bilinen meşhur evliyaların, mürşid-i kâmillerin kitaplarını okuyan, bunları kendilerine rehber edinen, dinini ve dinimizin güzel ahlâkını buralardan öğrenenler ancak bu tehlikeden kendini koruyabildi. Zamanımızdaki bu sahte şeyhlerden, aydın, çağdaş din adamı kılığındaki mezhepsizlerden, sinsi din düşmanlarının zararlarından kurtulmanın yolu budur. İşte bu doğru yolu bilenleri ve elinde ehl-i sünnet ölçüsü olanları, kimse kandıramaz. İlmin olmadığı, âlimin bulunmadığı yerde, din de kalmaz. Nitekim, hadis-i şerifte, "İlim bulunan yerde Müslümanlık vardır. İlim bulunmayan yerde Müslümanlık kalmaz" buyuruldu. Eskiden, yani zamanımızdan 100-150 yıl önce, ilim sahibi, dinimizin emir ve yasaklarını iyi bilen ve öğreten; severek, zorlama olmadan yapılmasını sağlayan, insanlara dinimizin güzel ahlâkını aşılayan birçok tarikat, birçok şeyh vardı. Fakat, Osmanlıların son zamanlarından itibaren, tarikatlar bozulmaya başladı. Tarikatlara, çeşitli ajanlar sızdı. Müslüman kılığındaki bu ajanlar, yerine göre talebe, yerine göre şeyh ve mürşid rolüne girerek çeşitli yollar ile tarikatlara haramlar, bid'atler karıştırdılar. O hâle geldi ki gayesi, insanlara dini sevdirmek olan tarikatı, insanları dinden uzaklaştırmak şekline çevirdiler. "Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır" sözünü öne sürerek, topladıkları Müslümanların imanlarını, itikadlarını bozdular. Bu söz, dine uygun tasavvuf ehli bir kimse olduğu zaman için geçerlidir. Yoksa her önüne gelen, ne olduğu belirsiz kimselere gidip, bağlanacak demek değildir. Böyle kimseler şeytandan daha kötü kimselerdir. Böyle bozuk bir tarikata girmek, yağmurdan kaçalım derken, doluya tutulmaktan, Dimyat'a pirince giderken, evdeki bulgurdan da olmaktan daha kötüdür. Çünkü bulgursuz yaşanır da, imansız yaşanmaz. Bunların tuzaklarına düşen kimse, sahte, cahil doktora giden hastaya benzer. Sahte doktora giden, hayatından olduğu gibi, sahte şeyhe giden de dininden, imanından olur. Şimdi de, yerli tarikatları bozdukları yetmiyormuş gibi, dışarıdan Hıristiyan kökenli ithal tarikatlar getirilmeye başlandı. Bozulan, dinden uzaklaştırılan kimseler Hıristiyanlaştırılmak isteniyor. Bu, ithal tarikatı merak ediyorsanız, yarını bekleyin!
.
"O, ümmetimin ışığı olacaktır"
5 Nisan 2002 01:00
Fıkıh ilmini kuran, sistemleştiren Ehli sünnetin reisi İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretleridir. Bunun için bu mübarek zat hakkında biraz bilgi vermek yerinde olacak. İmâm-ı a'zam hazretleri, Ticâret ederek helâl kazanırdı. Başka yerlere mal gönderir, kazancı ile talebesinin ihtiyaçlarını alırdı. Kendi evine bol harc eder, evine harc ettiği kadar da, fakirlere sadaka verirdi. Her Cuma günü, anasının, babasının ruhu için, fakirlere ayrıca yirmi altın dağıtırdı. Edebinden, hocası Hammâd'ın evi tarafına ayağını uzatmazdı. Hâlbuki, aralarında yedi sokak vardı. Ortaklarından birinin, çok miktârda bir malı, dine uygun olmıyarak sattığını anlayınca, bu maldan kazanılan doksanbin akçanın hepsini fakirlere dağıtıp, hiç kabûl etmedi. Kûfe şehrinin köylerini haydutlar basıp, koyunları kaçırmışlardı. Bu çalınan koyunlar şehirde kesilip, halka satılabilir düşüncesi ile, o günden beri, yedi sene, Kûfede koyun eti alıp yimedi. Çünkü, bir koyunun, en çok yedi yıl yaşayacağını öğrenmişti. Haramdan bu derece korkar, her hareketinde dini gözetirdi. İmâm-ı a'zam, kırk sene, yatsı namazının abdesti ile sabah namazı kıldı, yâni yatsıdan sonra uyumadı. Ellibeş defa hac yaptı. Son haccında, Kâbe-i muazzama içine girip, burada iki rekât namaz kıldı. Namazda, bütün Kur'an-ı kerimi okudu. Sonra, ağlayarak "Yâ Rabbî! Sana lâyık ibâdet yapamadım. Fakat, senin akıl ile anlaşılamıyacağını iyi anladım. Hizmetimdeki kusurumu, bu anlayışıma bağışla!" diyerek duâ etti. O ânda bir nida geldi: "Ey Ebû Hanîfe! Sen beni iyi tanıdın ve bana güzel hizmet ettin. Seni ve kıyâmete kadar, senin mezhebinde olup, yolunda gidenleri af ve magfiret ettim..." Her gün sabah namazını câmide kılıp, öğleye kadar tâliblere cevap verirdi. Öğleden önce, oturduğu yerde (Kaylûle) yapardı. Öğle namazından sonra, yatsıya kadar, talebeye ilim öğretirdi. Yatsıdan sonra evine gelip, biraz dinlenir, sonra câmiye gider, sabah namazına kadar ibâdet ederdi. Resûlullah, İmâm-ı a'zamın geleceğini haber verdi. Hadis-i şerifte, "Âdem ve bütün Peygamberler, benimle öğündüğü gibi, ben de, ümmetim içinde, soy adı Ebû Hanîfe, ismi Nu'mân olan bir kimse ile öğünürüm ki, ümmetimin ışığı olacaktır. Onları, yoldan çıkmaktan, cehâlet karanlığına düşmekten koruyacaktır" buyurdu.
.
Meydan boş kalınca
6 Nisan 2002 01:00
Son yıllarda medyanın gündeminden düşmeyen, "Moon" tarikatını halkımız merak etmeye başladı. Bu merakı bir nebze de olsa gidermek maksadıyla, NOKTA dergisinin bu konuda yaptığı geniş bir araştırmayı özetleyerek sizlere sunmak istiyorum: "Moon tarikatının lideri, Sun Myung Moon Kuzey Koreli bir köylü ailenin çocuğudur. Daha 16 yaşındayken kendisine vahiy geldiğini söyleyen Moon, 1954'te Seul'de Birleşik Kilise'yi kurdu. 1959'da Amerika günleri başladı. Kiliseleri birleştirme çalışmalarında 1989'a kadar anti-komünist mesajlar ağırlıklıydı. (Komünizmin çöküşünden sonra da, Batı'nın komünizmden sonra en büyük tehlike gördüğü İslamiyet'e yöneldi.) Tarikat, Hıristiyanları birleştirmenin yanısıra, Müslümanlarla Hıristiyanları da birleştirmeyi gaye edindiği için İslami kesimi de hedef kitle seçti. Türkiye'deki ilk girişimleri de bu amaca uygun olarak başladı. "Dini Araştırmalar" " Hoşgörü" "Diyalog" görüşmeleri ile Türkiye'den özellikle dini çevrelerden çok aşina isimler tarikata, tarikatın toplantılarına katılmaya başladı. (A.G.Tunceroğlu köşesinde, toplantılara Türkiye'den 40 kadar ilahiyatçının katıldığını yazdı. 3 Nisan 2002 tarihli Hürriyet gazetesinin haberine göre, biri de ilâhiyat dekanı.) Moon Tarikatı'nın 80'li yıllarda başlayan Türkiye serüveninde siyasi, medya çevrelerindeki isimlerden sonra şimdi de dini çevrelerin tanınmış isimlerinin eklenmesi ile faaliyet alanı genişledi. Bu yüzden Türkiye Moon için ideal bir çalışma alanı haline geldi. Bu tarikatın ilişki kurduğu isimler arasında kimler yok ki? (Burada bu kimselerin isimleri de yer alıyordu. Fakat, benim şahıslarla bir işim olmadığı için bunları almadım.) Hadisleri inkâr eden, Moon Tarikatı, peygamberin herkes gibi bir insan olduğunu, sözlerinin Kur'an-ı kerimle çeliştiğini ve inkar edilebileceğini ileri sürüyordu. Toplu nikah törenleri ile tanınan tarikat, Hz. İsa'nın evlenmediği için cennete giremeyeceği, ancak Moon'un takdisi ile girebileceği inancında. Tarikat lideri olarak sınırsız derecede zenginleşen Moon'un lideri Sun Myung Türkiye'de ve İslam dünyasında ne yapmak istiyor? Moon'un amaçları ne? Türkiye'nin en ünlü simaları, ilahiyatçıları bu "tuhaf" tarikatın içinde ne arıyor? Soruları tartışma konusu olmaya başladı. Tarikatın Türkiye'deki medyaya kapalı toplantılarına Türk kamuoyu için şok isimler katılımcı oluyordu. Ancak toplantı bitiminde bu konuda katılımcıların ağızlarından tek kelime bile alınamıyordu. Söylenenler ne olursa olsun bazı teorileri ortaya atanların ilişkili oldukları organizasyonların nitelikleri bazı şüpheleri ister istemez gündeme getiriyordu. Bir ayakları ABD'de öteki ayakları İsrail'de olan ve 'Moon tarikatı'yla sıkı ilişki içinde bulunanların, Japonya'dan Güney Kore'ye, Suudi Arabistan'dan Mısır'a. Hindistan'a kadar uzanan geniş coğrafyada hedeflerinin neler olduğu gerçekten merak uyandırıyor. Ülkemiz, ekonomik kriz ile meşgulken İslami çevrelerde sessizce yeni bir örgütlenme ya da yeni bir oluşumun (yeni bir din) temelleri mi atılıyor yoksa?.." Bu alıntıdan sonra kısa bir anekdot ile konuyu bitirmek istiyorum. Rahmetli Prof. Dr. Orhan Karmış hocayla bir görüşmemizde, "Moon tarikatı ilahiyat camiasında hızla yayılıyor. Yüklü bir maaş ve birçok imkan vaadinde bulunarak bana da teklif ettiler. Ben, 'yanlış kapı çaldınız beni paraya boğsanız bile asla kabul etmem' diyerek tekliflerini şiddetle reddettim, demişti." İşte böyle, meydan boş kalınca, bin yıllık İslam ülkesinde, Hıristiyan tarikatı da ilgi görüyor; Müslüman mahallesinde salyangoz da satılıyor! Hedefleri; ücüncü bin yılda bütün dünyanın silme Hıristiyan yapılması! Zaten sinsi din düşmanları her gün, "Müslüman Hıristiyan olmak fark etmez; Hıristiyanlar ve Yahudiler de Cennete gidecek" propagandasını yapıyorlar. Maksatları halkı, "Mademki öyle, namaz kılmaya, oruç tutmaya, harama helala dikkat etmeye ne gereği var, her istediğimi yapar, haftada bir Kiliseye gider, tertemiz(!) olurum" noktasına getirmek!
.
Herkesi şaşırtan bir zekâ!
6 Nisan 2002 01:00
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, Ehl-i sünnetin dört büyük imamının birincisidir. Muhammed aleyhisselâmın parlak olan dininin büyük bir direğidir. Acemistân'ın ileri gelenlerinden birinin soyundandır. Hicri seksen yılında, Kûfe şehrinde doğdu. Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik ve Abdüllah bin Ebî Evfâ ve Sehl bin Sa'd-i Sâ'idî ve Ebüttüfeyl Âmir bin Vâsile zamanlarına yetişmiştir. Fıkh ilmini, Hammâd bin Ebî Süleymân'dan öğrendi. Tâbiînden birçok büyük zatlarla ve İmam-ı Câfer Sâdık'la sohbet etti. Çok hadis-i şerif ezberledi. Mezhep imamı olmasaydı, büyük bir hakîm, fikir adamı olacak şekilde yetişti. Üstün bir akıl ve herkesi şaşırtan zekâsı vardı. Fıkh ilminde, az zamanda, eşi, benzeri olmıyan bir dereceye yükseldi. Talebesi pekçok olup, içlerinden büyük müctehidler yetişmiştir. Hicri 150 yılında, yetmiş yaşında vefât etti. Hadis-i şerifte, "Yüzelli senesinde dünyanın zîneti gider" buyuruldu. Selçûkî pâdişâhlarından sultan Melikşâhın vezîrlerinden Ebû Sa'd-i Hârezmî, Ebû Hanîfe hazretlerinin mezarı üzerine mükemmel bir türbe yaptırdı. Sonra, Osmanlı pâdişâhları, bu türbeyi çok defa tâmîr ve tezyîn eyledi. Hanefî mezhebi, Osmanlı devleti zamanında her yere yayıldı. Devletin resmî mezhebi gibi oldu. Bugün, dünya yüzünde bulunan Ehl-i islâmın yarıdan fazlası ve Ehl-i sünnetin pekçoğu, Hanefî mezhebine göre ibâdet etmektedir. İmâm-ı a'zamın babası Sâbit, Kûfe'de, imam-ı Ali ile buluşup, İmâm hazretleri, buna ve evladına duâ buyurmuştu. Hadis-i şerifte, "Ümmetimden, Ebû Hanîfe adında biri gelecektir. Bu, kıyâmet günü, ümmetimin ışığı olacaktır" buyuruldu. "Nu'mân bin Sâbit adında ve Ebû Hanîfe denilen biri gelecek, Allahü teâlânın dînini ve benim sünnetimi canlandıracaktır" buyuruldu. "Ebû Hanîfe adında biri gelir. O, bu ümmetin en hayrlısıdır", "Ümmetimden biri, dinimi canlandırır. Bid'atleri öldürür. Adı, Nu'mân bin Sâbittir", "Her asırda, ümmetimden, yükselenler olacaktır. Ebû Hanîfe, zamanının en yükseğidir", "Ümmetimden, Ebû Hanîfe adında biri gelecektir. İki küreği arasında ben vardır. Allahü teâlâ, dînini, onun eli ile canlandırır" hadis-i şerifleri meşhûrdur.
.
"Onun ilmi herkese lâzımdır"
7 Nisan 2002 01:00
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe'nin, fıkıhtaki çok geniş bilgisini ve hele kıyâstaki hârikulâde kuvvetini ve zühd ve takvâdaki ve hilm ve salâhdaki, akıllara hayret veren üstünlüğünü bildiren kitaplar, sayılamıyacak kadar çoktur. Âlimlerden biri, rü'yâda, Resûlullaha, "Ebû Hanîfenin ilmi için ne buyurursunuz?" dedi. Cevabında, "Onun ilmi herkese lâzımdır" buyurdu. Başka bir âlim, rü'yâsında, "Yâ Resûlallah! Kûfe şehrindeki Nu'mân bin Sâbit'in bilgileri için ne buyurursunuz?" dedi. "Ondan öğren ve onun öğrettiği ile amel et. O, çok iyi kimsedir" buyurdu. Hazret-i Ali, "Size, bu Kûfe şehrinde bulunan, Ebû Hanîfe adında birini haber vereyim. Onun kalbi, ilim ile, hikmet ile dolu olacaktır. Âhir zamanda, birçok kimse, onun kıymetini bilmiyerek helâk olacaktır. Ebû Bekir ve Ömer'in kıymetini bilmeyenler de helâk olacaklardır" dedi. İmâm-ı Muhammed Bâkır, Ebû Hanîfe'ye bakıp "Ceddimin dinini bozanlar çoğaldığı zaman, sen onu canlandıracaksın. Sen korkanların kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın! Sapıkları doğru yola çevireceksin! Allahü teâlâ yardımcın olacak!" buyurdu. Hadis-i şerifte, "Peygamberler benimle öğündükleri gibi, ben de Ebû Hanîfe ile öğünüyorum. Onu seven, beni sevmiş olur. Onu sevmiyen, beni sevmemiş olur" buyuruldu. Hadis-i şerifte, "İman Süreyyâ yıldızına çıksa, Fâris oğullarından biri, elbette alıp getirir" buyuruldu. Fâris demek, İrân'ın Fers denilen memleketindeki insanlar demektir. İmâm-ı a'zamın dedesi buradandır. Bu hadis-i şerifin, İmâm-ı a'zamı gösterdiği açıktır. Bunda hiç şüphe yoktur. Hadis-i şerifte, "İnsanların en hayırlısı, benim asrımda bulunan müslümanlardır. Yâni Eshâb-ı kirâmdır. Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir. Yâni Tâbiîndir. Onlardan sonra da en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir. Onlardan sonra gelenlerde, yalan yayılır. Bunların sözlerine ve işlerine inanmayınız!" buyuruldu. Eshâb-ı kirâmın hepsi, onlardan sonraki asırlarda gelenlerin ise çoğu, hadis-i şerifte bildirildiği gibidirler. İmâm-ı a'zam, bu hadis-i şerifte müjdelenen Tâbiînden biridir. Hattâ, Tâbiînin en üstünlerinden olduğunu, bütün müslümanlar, hattâ dinli dinsiz her ilim adamı bilmektedir. İmâm-ı a'zam, bu hadisle müjdelenenlerin en üstünlerinden biri olduğundan, onun şânını, yüksekliğini anlatmak için, başka hadis-i şerif aramaya lüzûm yoktur.
.
"Ömrümde bir kere güldüm..."
8 Nisan 2002 01:00
İmâm-ı a'zam hazretleri daha gençliğinde kelâm ilmine ve marifete çalışıp, pek mâhir oldu. Sonra, imam-ı Hammâd'a yirmisekiz yıl hizmet edip yetişti. Hammâd vefât edince, onun yerine, müctehid ve müftî oldu. İlmi, üstünlüğü her yere yayıldı. İlmi, fazîleti, zekâsı, anlayışı, zühd ve takvâsı, emâneti, "hazır cevap" olması, dîne bağlılığı, doğruluğu ve bütün insanlık olgunluklarında, herkesin üstünde idi. Zamanında bulunan ve sonra gelen bütün müctehidler ve başka âlimler, üstün kimseler, hattâ Hıristiyanlar, kendisini hep medh etmiş, övmüştür. İmâm-ı Şâfi'î "Fıkıh bilgisinde, herkes, Ebû Hanîfenin çocuklarıdır. Fıkıh âlimi olmak istiyen, Ebû Hanîfenin kitaplarını okusun" buyurmuştur. Bir kere de "Ebû Hanîfe ile teberrük ediyorum. Her gün, mezarını ziyâret ediyorum. Zor bir durumda kalınca, Onun kabrine gidip, iki rekât namaz kılarım. Allahü teâlâya yalvarırım. Dileğimi verir" buyurmuştur. İmâm-ı Şâfi'î, İmâm-ı a'zamın ikinci talebesi olan imam-ı Muhammedin talebesi idi. "Allahü teâlâ, bana ilmi iki kimseden ihsân etti. Hadisi, Süfyân bin Uyeyne'den, fıkhı, Muhammed Şeybânî'den öğrendim" buyurdu. Bir kere de, "Din bilgilerinde ve dünya işlerinde, kendisine minnettâr olduğum bir kişi vardır. O da, imam-ı Muhammeddir" buyurdu. Yine imam-ı Şâfi'î buyurdu ki: "İmâm-ı Muhammed'den öğrendiklerimle, bir hayvan yükü kitap yazdım. O olmasaydı, ilimden birşey edinemiyecektim. İlmde, herkes, Irâk âlimlerinin çocuklarıdır. Irâk âlimleri de, Kûfe âlimlerinin talebesidir. Kûfe âlimleri ise, Ebû Hanîfe'nin talebesidir." İmâm-ı a'zam, dörtbin kimseden ilim aldı. Hanefî mezhebinde, beşyüzbin din mes'elesi çözülmüş, hepsi cevaplandırılmıştır. İmâm-ı a'zamın takvâsı çok fazla idi. Helâl yimek için, ticâret yapardı. Ortakları vardı. Şüpheli sandığı binlerle lira kazancı, fakirlere ve din adamlarına dağıtırdı. Yüzlerce talebesini kendi kazancından besler, ihtiyaçlarını giderirdi. Bir azâb veya rahmet âyetini namazda veya namaz dışında tekrar tekrar okuyup, hıçkıra hıçkıra ağlar, sızlardı. İşitenler, hâline acırdı. Fakirler gibi giyinirdi. Bâzan da, Allahü teâlânın nîmetlerini göstermek için çok kıymetli elbise giyerdi. Az söyler, çok düşünürdü. "Ömrümde bir kere güldüm. Ona da pişmanım" demiştir.
.
Fıkıh ilmine savaş açanlar!
9 Nisan 2002 01:00
Her asırda , her zaman, hiç bozulmayan, Eshâb-ı kirâmın yolundan ayrılmayan, hakîkî, sâlih müslümanlar da vardır. Bunlara "Ehl-i sünnet vel cemaat" denir. Ehl-i sünnet âlimleri dünyanın her yerinde, her asırda , insanları irşâd ettiler. Hiçbir suâli cevapsız bırakmadılar. Müslümanları, bid'at sahiplerinin ve dinde reformcuların yalanlarına aldanmaktan korudular. İslâmiyetin kıyâmete kadar bozulmayacağını, Allahü teâlâ haber vermiştir. Hadis-i şerifte, "Her yüz senede bir müceddid gelir. Bu dîni kuvvetlendirir" buyuruldu. Fıkıh âlimleri nakli esas alıp dini, kendi görüşlerine, kendi akıllarına göre söylemeyip, Eshâb-ı kirâmdan gelen haberleri naklettikleri için, dinde reformcular, bu âlimleri cahillikle suçlayıp, fıkıh ilmine karşı savaş ilan ettiler. Hâlbuki, bu haberleri ve tatbîk yerlerini bilmeyen, kendileri uydurup söyleyen bu dinde reformcular câhildir. Hem de kara câhildirler. Fıkıh âlimleri, icmâ ile bildirilmiş olan ve ihtilâflı olan mes'eleleri bildirdiler. Bu ilmi bilenler, bunları birbirlerinden ayırır. Câhil dinde reformcular, fıkıh âlimlerini kendileri gibi sanıyorlar. Her sözü hikmet ile dolu olan Peygamber efendimizin, "Kıyâmete yakın, ortaya çıkan din adamları, eşek leşinden daha çok kokmuş olacaklardır" hadis-i şerifi ile haber verdiği kokmuşları aramaya lüzûm kalmamıştır. Onlar kendilerini teşhîr ediyorlar. Zehirli, pis kokuları her tarafa yayılıyor. Allahü teâlâ, genç din adamlarımızı ve hepimizi bu öldürücü hastalık mikroplarının bulaşmasından ve bu türedilerin şerrinden muhâfaza buyursun. Resûlullahın yolunu gösteren ve Onun vârisleri oldukları bildirilmiş olan, (Ehl-i sünnet) âlimlerinin doğru yolundan bizleri ayırmasın! Bu mübârek Allah adamları, fıkıh ve ilmihâl kitaplarını yazmamış olsalardı, bu türedi din câhillerinin pençelerine düşerek, yaldızlı sözlerine aldanarak, helâk olurduk. Küfürden, bid'atten bizleri koruyan, Ehl-i sünnet âlimlerinin mübârek ruhlarına bizlerden binlerce selâm ve duâlar olsun! Buhârîde, geçen bir hadis-i şerifte, "Allahü teâlâ, sizden ilmi almak için ilmi ile âmil olan âlimleri kaldırır. Câhiller kalır. Dinden suâl edenlere, kendi akılları ile cevap verip insanları doğru yoldan ayırırlar" buyuruldu. Bu hadis-i şerif, âlimlerden nakletmeye taklîdcilik, cahillik diyerek, Ehl-i sünneti kötüleyen, kendi kısa akıl ve boş kafaları ile dîni içerden yıkan dinde reformcuların zararlarını bildirmektedir.
.
"Din câhilleri çoğalacak"
10 Nisan 2002 01:00
Dinin temeli olan fıkıh ilmini yıkıp, İslamiyeti içeriden çökertmek istiyen dinde reformcular, kıyası sadece mezhep imamlarının yapmasına karşı çıkıyorlar, herkes kıyas yapmalı diyorlar. Halbuki kıyas yapabilmek herkesin işi değildir. Kıyas yapabilmek için, müctehid olmak, konunun mütehassısı olmak lazımdır. Asrımız ihtisas asrıdır. Yalnız tıb ilminde ve yalnız fizikte ve kimyâda yeni yeni ihtisas kolları meydana çıkıyor. Dahiliye mütehassısı olan doktor, hastasını bâzan sinir mütehassısı olan doktora, o da ruh mütehassısı olan doktora, bu da psikiyatri mütehassısı olan doktora göndermek zorunda kalıyor. Fiziko-terapideki ihtisas kolları ise, bundan daha çok. Fen kısımlarında, bu çeşitli ihtisas kolları bulunuyor da, daha geniş ve daha şümûllü ve daha yüksek olan din bilgisindeki ihtisas kollarını ve bunların mütehassıslarını hafîf görmek, hattâ inkâr etmek nasıl doğru olabilir? Bir câhilin, bir âlime, bir mütehassısa dil uzatmasının kıymeti olamaz. Âlimi, âlim tanır. Câhil tanıyamaz. Âlimlerin sözlerini anlamadan yazan, böylece sayfalar dolduran bir câhil, ancak kendi gibi câhilleri aldatabilir. Buhârî'de bildirilen hadis-i şerifte, "Kıyâmet alâmetlerinden biri, ilim yok olacak, din câhilleri çoğalacak, içki içenler ve zinâ edenler artacak" buyuruldu. Dinde reformcuların, Ehl-i sünneti yok edip, din adamı olarak ortaya çıkmaları, bu hadis-i şerifin, gaybdan haber veren mucizelerden olduğunu göstermektedir. Din bilgilerinin kıyâmete kadar bozulmadan devam edeceğini, hem Kur'an-ı kerim, hem de hadis-i şerifler, haber veriyor. Her yüz senede bir, bu dîni kuvvetlendiren âlimler yaratılacaktır. İtikadı bozulanlar çoğaldı. Fakat, hak üzere olan da vardır. Hak yol meydandadır. Din, ilk asırda olduğu gibi, sâfiyetini muhâfaza etmektedir. Dinde reformcular, İslam düşmanları, bu dîn-i mübîni, kıyâmete kadar, hiçbir zaman bozamıyacaklardır. Dünyanın her yerindeki kütüphânelerde bulunan İslâm kitapları arasında bozuk, yıkıcı, bölücü olanları pekçok ve her gün çoğalmakta ise de, bunlar arasında "Ehli sünnet" âlimlerinin yazdığı doğru fıkıh kitapları da vardır. Bu kitapları arayıp, bulup, okuyup saadete kavuşanlara müjdeler olsun!
.
Kur'ân-ı kerimi anlamak!..
12 Nisan 2002 01:00
Eskiden ramazanlarda, camilerde, evlerde, konaklarda, hatimler indirilir, mukabeleler okutulurdu. Şimdi işitiyoruz ki, reformcuların, mezhepsizlerin propagandaları ile bunun yerine manasını öğrenelim diye meal okuma hastalığı peyda olmuş. Halbuki, Kur'an-ı kerimin manasını, tam olarak, yalnız Muhammed aleyhisselam anlamış ve hadis-i şerifleri ile bildirmiştir. Çünkü Kur'an-ı kerim Ona inmiştir. Kur'an-ı kerimi tefsir eden Odur. Doğru tefsir kitabı da, Onun hadis-i şerifleridir. İslam alimleri de bu hadis-i şerifleri açıklayarak, herkesin anlayabileceği seviyede fıkıh kitaplarını yazdılar. Din ancak buradan öğrenilir. Çünkü, meallerden, tefsirlerden hüküm çıkartabilmek için en az otuz sene durmadan çalışıp, yirmi ana ilmi, iyi öğrenmek lazımdır. Bu yirmi ana ilmin kolları, seksen ilimdir. Ana ilimlerden biri, "Tefsir" ilmidir. Bu geniş ilimleri bilmeyenlerin, bugünkü Arapçaya göre yaptıkları Kur'an tercümeleri, Kur'an-ı kerimin manasından bambaşka birşey oluyor. Yeni yazılan Türkçe tefsirlerin hepsinde, şahsî düşünceler bulunmakta, biri diğerine uymamaktadır. Böyle olduğu için de, okuyanlara zararı, faydasından çok olmaktadır. Hele İslam düşmanlarının, bid'at sahiplerinin, Kur'an-ı kerimin manasını bozmak için yaptıkları tefsir ve tercüme kitapları, birer zehirdir. Bunları okuyanlarda, birtakım şüpheler, itirazlar hasıl oluyor. Çünkü herkes kendi kafasına göre mânâ veriyor. Din düşmanları kasıtlı olarak, dini yıkmak için piyasaya mealler sürmektedirler. Hepsi de sadece kendisininkinin doğru olduğunu söylüyor. Zaten ilk meali neşreden gayri müslimlerin bir yayınevidir. Dini, tefsirden, meallerden öğrenmeye kalkışmak, ilkokul çocuğunun eline, yüksek matematik kitabı koyup, buradan matematiği öğren demekten daha abestir. Bugün bir de piyasada latin harfleri ile yazılmış "Kur'an-ı kerim" denilen kitaplar var. Kur'an-ı kerimin orijinalinden başkasına Kur'an-ı kerim denmez. Kur'an-ı kerimin, latin harfleri ile yazılmasına imkan yoktur. Çünkü bu harflerde, Kur'an-ı kerim harflerinin hepsinin karşılığı yoktur. Mesela, Kur'an-ı kerimde, üç tane "s" harfi var. Üç tane "z" harfi var. Türkçede bunların hepsinin karşılığı bir harftir. Bunun için, mânâ bozuluyor. Okunan, Kur'an olmayıp, mânâsız bir ses yığını oluyor. Mesela, İhlas suresinde geçiyor. "Ehad" yerine "ehat" denilirse, namaz fasid oluyor, bozuluyor. Bunun için, Kur'an-ı kerimin okumasını öğrenip, aslından orijinalinden okumamız ve dinimizi de mealden değil ilmihal kitaplarından öğrenmemiz şarttır.
.
Âlimlerin ve evliyanın hakkı
15 Nisan 2002 01:00
Ehli sünnet âlimlerinin hakkını yerine getirmek, Sahâbe ve Ehl-i beytin hakkı gibi olup Allahü teâlânın ve Resûlünün "sallallahü aleyhi ve sellem" hakkını yerine getirmeğe dâhildir. Bunlar Peygamber vârisleri ve dînin taşıyıcılarıdır. Resûlullah, "Âlimler Peygamberlerin vârisleridir" ve "Peygamberler dînâr ve dirhem [altın, gümüş] mîrâs bırakmazlar, ancak ilim mîrâsı bırakırlar" buyurmuşlardır. Hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz, "Âlimin abid üzerine üstünlüğü, benim sizin en aşağınızın üzerine üstünlüğüm gibidir" buyurdu ve sonra Fâtır sûresinedeki, "Allahtan ancak âlim kulları korkar" âyet-i kerîmesini okudu. Bir hadîs-i şerîfte "Ben ancak size muallim [öğretici] olarak gönderildim" buyuruldu. Yine bir hadîs-i şerîfte "Allah en cömerttir. Ben insanoğlunun en cömerdiyim. Benden sonra insanların en cömerdi, ilim sâhibi bir kimsedir ki, ilmini yayar. Kıyâmet gününe o tek bir ümmet olarak gelir" buyurulmuştur. Bu hadîs-i şerîfteki ilim yayan kimse, Peygamber olmamasına rağmen, talebeleri onun ümmeti gibi olacaktır. Yine Zehebî'nin İmrân bin Huseyn'den rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Resûlullah, "Kıyâmet günü âlimlerin mürekkebi ile şehidlerin kanı tartılacak, âlimlerin mürekkebi şehidlerin kanına gâlib gelecektir" buyurmuştur. Âlimlere ve evliyâya itaat, Allahü teâlâya ve Resûlüne itaattir. Onlara muhabbet de aynı şekildedir. Allahü teâlâ Nisâ sûresi, ellidokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen "Ey îmân edenler! Allaha, Resûlüne ve Allahın emirlerini kullarına eriştirenlere itaat ediniz" buyurmaktadır. Eğer âlimler yol göstermeseydi, hiç kimse Allahü teâlâyı tanıyamayacaktı ve O'nun hakkı yerine getirilmeyecekti. Yine Resûlullah, "Allah bize doğru yolu göstermeseydi, biz bulamazdık, zekât vermez ve namaz kılmazdık" buyurmuştur. Bunlarla dostluk ve düşmanlık, Allahü teâlâya dostluk ve düşmanlık gibidir. Nitekim Buhârî'nin Ebû Hüreyre'den "radıyallahü anh" rivâyet ettiği hadîs-i kudsîde "Benim velî kullarıma kim düşmanlık ederse, benimle harbe girmiş olduğunu bilsin" buyurmuştur. Bir hadîs-i kudsîde de, "Evliyâm öyle kullarımdır ki, benim zikrimle onlar hatırlanırlar, onların zikriyle (hatırlanmasıyla) ben atırlanırım" buyurulmuştur.
.
.
Dinde reform çalışmaları
25 Mayıs 2002 01:00
Cağaloğlu'nda iken, "Mezhepler" konusunu tartışmak üzere ziyaretime ilahiyat talebesi bir genç gelmişti. Bu konuları konuşurken ikindi vakti geldi. Beraber Sultanahmed Camii'ne gittik. Şadırvanda abdest alıp, cemaate dahil olduk. Namazdan sonra, caminin bahçesinde de bu konuları konuşmaya devam ettik. Kendisine dedim ki: "Bak, sen hiçbir mezhebe bağlı olmadığını söylüyorsun fakat, dikkat ettim, abdestini tamamen Hanefi mezhebine göre aldın. Mesela, Maliki mezhebinde başın tamamı mesh edilir, sen Hanefi mezhebinin bildirdiği şekilde dörtte birini mesh ettin. Yine namazda dikkat ettim, imamın arkasında Fatiha okumadın, diğer mezheplerde Fatiha okumak gerekir, Hanefide okunmaz... Bu nasıl iştir, hem Hanefi değilim diyorsun hem de ibadetlerini Hanefiye göre yapıyorsun. Tabiri caiz ise sen, İmam-ı azam hazretlerinin arabasına binip yol alıyorsun fakat bunu inkâr ediyorsun. Mademki mezhepleri kabul etmiyorsun, otur kendine göre bir ibadet şekli koy ortaya. Buna lüzüm yok diyemezsin, çünkü Kur'an-ı kerimde, Hadis-i şeriflerde net olarak bunlar bildirilmemiştir." Bu anekdottan sonra, Diyanet'in "Dini meseleleri İstişare" yani "Dinde reform" toplantısına gelmek istiyorum. Toplantıda alınan kararlara bakıldığında, mezheplerin tamamen devre dışı bırakıldığı, mezheplerin, fıkhın yok farzedildiği açık şekilde görülüyor. Halbuki, mezhepsizlik dinsizliğe köprüdür. Şimdi bu toplantıya katılanlara yukarıdaki soruyu sormak istiyorum. Siz namazınızı nasıl kılıyorsunuz, kendi tespitlerinize göre mi yoksa ana babanızdan öğrendiğiniz Hanefi mezhebine göre mi? Tabii ki bu sorum namaz kılanlar içindir. Alınan kararlar kendi içinde çelişiyor. Bir taraftan, Kur'an-sünnet ölçü alınmıştır, deniliyor, diğer taraftan beşinci maddede "Doğrudan Kur'an'dan ve hadislerden çözüm üretilmesi de teorik ve pratik açıdan bazı olumsuzluklar taşıyacaktır" ifadesine yer veriliyor. Kararların, hadislerin ve âyetlerin zorlama yorumlarıyla alındığı belli. Bilhassa, açık âyet-i kerimelere rağmen, kadın-erkek eşitliği; kadının şahitliği, mirasın bölünmesi, kadının özürlü iken ibadet edebilceği gibi hususlar zamana uydurulmaya çalışılmıştır. Açıkca ifade edilmese de bazı ayetlerin bugün geçerliliğini yitirdiği ima edilmektedir. Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Son birkaç yıldır, değişik kesimlerden çıkan çatlak seslere resmiyet, meşruiyet kazandırıldı. Mezheplerin yok farzedilmesiyle, dinsizliğe köprü kuruldu. Refom için mücadele edenlere gün doğdu. Katılımcılar, "alınan kararlar devrim niteliğindendir" diye memnuniyetlerini bildirdiler. Devrim bir şeyi yıkmak, yerine başka bir şey koymak demektir. Bundan da anlaşılıyor ki, 1400 yıldır devam ede gelen, milyonlarca alimin, evliyanın, asıl kaynaktan; Resulullahtan, Eshabı kiramından alarak bize ulaştırdıkları, İslamiyeti bir tarafa bırakıp, yeni bir inanış biçimi, yeni bir din ortaya konulmaya çalışılmaktadır. Aslında bu tür çalışmalar yeni değildir. Bugünkü reformcuların fikir babaları olan, her fırsatta övgülerle göklere çıkardıkları Kursevî, Ş. Mercani, Musa Carullah... gibi kimseler tarafından Türkistan'da da dinde reform hareketi başlatılmıştı. 1917'de Moskova'da yaptıkları toplantına açıkça, "Unutmayınız ki, Kur'anın bazı kuralları eskimiştir. Bunları tarihin malı saymak lazım..." denilmişti. (Rusya'da Birinci Müslümanlar Kongresi Tutanakları-Kültür Bakanlığı yayınları sh.394) Bizde de, 1928'de ilahiyatçıların öncülüğünde bugünkü gibi bir rapor hazırlanarak, Reform hareketi başlatılmıştı. Müslüman halkın tepkisi ile karşılaştığı için bu hareket tutunamamıştı. Osmanlı ilmi ve terbiyesi ile yetişmiş âlimlerin ve halkın olması sebebi ile reform hareketleri kabul görmedi. Şuna inanıyorum ki, bugün de, halkımız 15 asırlık geçmişi, birikimi bir çırpıda çöpe atıp bu reform hareketine destek vermeyecektir. Reformcular kendileri çalıp kendileri oynayacaktır.
.
.
Kaosta birlik aramak!
31 Mayıs 2002 01:00
Başta toplantıya katılanlar olmak üzere herkesin, farklı farklı yorumladığı "İstişare" toplantısının kısa bir değerlendirmesini yapmak istiyorum bugün. 1- Mezheplerin, âlimlerin, fıkıh, kelam ve tasavvuf kitaplarının saf dışı edildiği kararlar burada kalmayacak, daha ileri noktalara götürülecektir. Sünnet de saf dışı edilecektir. Nitekim, bir katılımcı toplantıda bu konunun gündeme geldiğini ifade etmiştir. Arkasından Kur'an-ı kerim tartışılacak... Reform devam edecek. Katılımcıların, "Alınan kararlar yeterli değildir, daha devrimci, radikal kararlar alınmalıydı. Fakat bu bir başlangıçtır, devamı gelecektir" sözleri bunu doğrulamaktadır. 2- Bildiride, kararların, akademik disiplin içinde, bilgi ve tecrübe birikimi ile diğer ülkelere örneklik edebilecek kimseler tarafından alındığı bildirilmektedir. Halbuki kişinin gerçek manada örnek olabilmesi, savunduğu şeyi yaşayıp yaşamaması ile anlaşılır. Yine katılımcıların kendi ifadelerine göre toplantıda, namaz kılan-kılmayan tartışması yapılmış. Hadis-i şerifte dinin direği olarak bildirilen namazı kılmayan kimselerin din hakkındaki sözleri ne derece sağlıklı olur? 3- Toplantının gayesi birlik beraberliğin sağlanması, farklı görüşlerin önlenmesi olarak ifade edildi. Fıkıh kitapları, mezhepler bir tarafa bırakıldığına göre, müftüler, din adamları kendilerine sorulan meseleleri cevaplandırırken neyi ölçü alacaklar? Herkes Kur'an-ı kerimden, Hadis-i şeriflerden anladığına göre cevap verince her kafadan bir ses çıkmayacak mı? Bu durumda birlik beraberlik nasıl sağlanacak? 4- Oturup her meseleyi karara bağlayacağız denirse, o zaman yeni bir mezhep kurulmuş olmuyor mu? Eğer yeni bir mezhep, yeni bir yol tutulacaksa, 14 asırdır devam ede gelen, milyonlarca Müslümanın tabi olduğu, aralarında en ufak bir tartışmanın bile olmadığı mezheplerin kaldırılmasının mantığı ne? Bunun kime ne faydası var? 5- Alınan kararlar çok muğlak ve çeşitli yönlere çekilmeye müsaittir. Birçok madde birbiri ile çeliştiği gibi, bazı maddeler kendi içinde de çelişmektedir. Mesela, kadınların hayz dönemlerinde ibadet yapmamaları psikolojik ve fizyolojik sebeplere bağlanmıştır. Bu hükümden kadının bu hallerinde ibadet yapamayacakları hükmü çıktığı gibi, eğer psikolojik ve fizyolojik yönden bir rahatsızlık duymuyorlarsa ibadet yapabilecekleri; namaz kılıp oruç tutabilecekleri anlaşılır. Bunun hangisi doğrudur?. Nitekim katılımcılardan bazıları, ikinci hükmü doğru kabul ediyor. Kur'an-ı kerim okuyabildiğine göre, namaz da kılabilir, oruç da tutabilir, diyor. Yine kararda, namaz surelerini öğrenene kadar ayetin manasını okuyabilir deniyor. Aslında bu da yanlış, fakat toplantıya katılanlar, bununla da yetinmeyip, sınırlama olmaksızın her zaman manası okunabilir, diyor. Hani toplantının gayesi birliği sağlamaktı? Bu nasıl birlik? 6- Bir muğlak ifade de kadınların camiye gitme meselesindedir. Camide kadının nasıl, nerede namaz kılacağı, kıyafetinin ne olacağı hususunda niçin açıklık yok? Feminist şov meraklısı mini etekli bir kadın camiye gelip erkeklerin arasında saf tutmakta ısrar ederse, "Ben toplantı kararlarına uyuyorum. Kararlarda, ayrı yerde durur denilmiyor, kıyafet şartı da yok" derse, bundan dolayı camide olay çıksa sorumlusu kim olacak? 7- Namazlar cem edilebilir yani üç vakitte beş namaz kılınabilir deniyor. Hanefi mezhebinde mukim iken namazlar cem edilmez. Mukim iken bir mazeretle cem Hanbeli mezhebinde yapılır.. Hanefiye göre namaz kıldıracaksın, Hanbeli mezhebine göre cem ettireceksin. Bu nasıl anlayış? Mukim olanın meşakkati varsa, Hanbeli mezhebi taklid edilerek namazını cem edebilir dese mesele kökünden hallolacak. Fakat mezhepsizlik taassubu, mezhep düşmanlığı buna mani oluyor. 8- Peki bundan sonra mütedeyyin Müslümanlar nasıl bir yol takip edecek? 14 asırdır nasıl bir yol takip edildiyse aynı yola devam edecek. Yani, nakle dayalı dört kaynak esas alınarak hazırlanmış fıkıh ve ilmihal kitaplarından dinimizi öğreneceğiz, öğrendiklerimizle amel edeceğiz. Birlik ancak böyle sağlanır. Zaten, asırlarca da böyle sağlanmadı mı?
.
Cahilliğin ilâcı
18 Temmuz 2002 01:00
Cehalet, insanı dünya ve ahıret saadeti olan imandan mahrum bırakır. Veyahut da sahip olunan imanın elden çıkmasına sebep olur. Bunun için iman edilecek şeyleri ve farzlardan, haramlardan meşhûr olanları, lüzûmu kadar öğrenmek farzdır. Bunları öğrenmemek haramdır. İşitip de, öğrenmeğe ehemmiyet vermemek küfür olur. Cahilliğin ilâcı, çalışıp öğrenmektir. Cehalet yanlış, sapık itikâda sebep olur. Yunan felsefecilerinden ve Müslümanlardan yetmişiki bid'at fırkasından imanı gidenler böyledir. Bu cehâlet, birincisinden daha fenâdır. İlâcı bilinemeyen bir hastalıktır. İsâ aleyhisselâm, "Sağırı, dilsizi tedâvi ettim. Ölüyü dirilttim. Fakat, cahilliğin ilâcını bulamadım" demiştir. Çünkü, böyle kimse, cahilliğini ilim ve kemâl sanmaktadır. Câhil ve rûh hastası olduğunu bilmez ki, ilâcını arasın! Ancak, Allahü teâlânın hidâyeti ile hastalığını anlayan, bu dertten kurtulabilir. Bugün dünyada çok az da olsa, İslamiyeti duymamış, işitmemiş insanlar mevcuttur. Bunların durumu, İslamiyeti duymuş fakat kabul etmemiş kimselerle aynı olmayacaktır. Bu hususta ikinci bin yılın yenileyicisi büyük âlim İmâm-ı Rabbânî hazretleri, "Mektûbât" kitâbının birinci cildinin ikiyüzellidokuzuncu mektûbunda şöyle buyuruyor: "Dağda yetişip, hiçbir din duymayıp, puta tapan müşrikler, ne Cennete, ne de Cehenneme girmiyeceklerdir. Âhırette dirildikden sonra, hesâba çekilip, zulümleri, kabâhatleri kadar, mahşer yerinde azâb çekeceklerdir. Herkesin hakkı verildikten sonra, bütün hayvanlar gibi, bunlar da, yok edileceklerdir. Bir yerde sonsuz kalmayacaklardır. Herkesin aklı, dünya işlerinde bile, şaşırıp yanılırken, Allahü teâlânın, akılları ile bulamadıkları için, kullarını ateşte sonsuz olarak yakacağını söylemek, bu fakîre çok ağır gelmektedir. Küçük iken ölen kâfir çocukları da, böyle yok olacaklardır. Bir Peygamberin "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" vefâtından sonra, çok vakit geçip, zâlimler tarafından din bozularak, unutulduğu yerlerde yaşayıp, Peygamberlerden ve İslâmiyetten haberi olmayan insanlar da, Cennete ve Cehenneme sokulmayacak, böyle tekrâr yok edileceklerdir. Kâfir memleketlerinde yaşayıp, İslâmiyeti işitmeyenler de böyledir."
.
Avrupa medeniyetinin kaynağı
19 Temmuz 2002 01:00
Tarih boyunca, Müslümanlar, gayrı müslimlere her zaman müsamaha, hoş görü ile muamele etmişler. Gayrı müslimler ise, bütün bu hoş görülere rağmen, Müslümanlara hep gaddarca davranmışlar, her türlü zulmü reva görmüşlerdir. Yaptıkları bu zulümleri, kendileri de itiraf etmektedirler. Meselâ, Alman ilim adamlarından Prof. Graus ve Bayan Threlfall tarafından hazırlanan "Spaneien" yani İspanya ismindeki eserde, Müslümanların medeniyete hizmetlerini ve İspanyolların Müslümanlara yaptıkları zulümleri şöyle anlatmaktadır: "İspanya'da en mühim şehirlerden biri Kurtuba'dır. Bu şehir, Arap Endülüs Devletinin merkezi idi. Müslümanlar, Târık bin Ziyâd kumandasında, 711'de İspanya'ya geçince, bu şehri kendilerine başşehir yapmışlardı. Araplar, bu şehre medeniyet getirdiler. Yarı vahşî insanların yaşadığı bu şehri, tam bir medenî şehre çevirdiler. Bir büyük saray, hastahaneler, medreseler yaptılar. Bunların yanında, bir de büyük üniversite kurdular. Avrupa'da ilk kurulan üniversite budur. O zamana kadar Avrupalılar ilimde, fende, tıpta, zirâatte ve medeniyette çok geri kalmışlardı. Müslümanlar, onlara ilim, fen, medeniyet getirdiler. Onlara hocalık ettiler. Endülüs İslâm Devletini kuran Birinci Abdürrahmân Kurtuba'da çok büyük bir câmi yaptırmak istedi. Bu câminin Bağdât'ta bulunan câmilerden daha büyük, daha güzel ve ihtişâmlı olmasını istiyordu. Kurtuba'da bu işe en uygun arsayı seçti. Arsa bir Hıristiyana âit idi. Bu adam, arsası için çok para istedi. Çok âdil bir hükümdar olan Birinci Abdürrahman, isterse zorla bu arâzîyi alabilecek durumdayken, katiyyen böyle bir yola başvurmadı. Aksine, Hıristiyan sâhibine istediği parayı ödedi. Hıristiyanlar, bu para ile kendilerine üç kilise yaptılar. Caminin inşaatı başladı. Abdürrahmân, günde birkaç saat binâ inşaâtında, bir amele gibi çalışıyordu. İnşaât malzemesi, doğunun birçok yerlerinden getirtildi. Tahta kısımlar için Lübnan'ın en mükemmel ağaçları, mermer kısımlar için, doğunun birçok yerlerinden renkli mermerler, Irak'tan ve Suriye'den kıymetli taşlar, inci, zümrüt, fildişi, bu arâzîye yığıldı. Câminin içinde, her biri 10 metre yüksekliğinde 1419 sütun bulunuyordu. Bu sütunlar dünyanın en mükemmel mermerlerinden yapılmıştı. Sütunların tepelerindeki kemerler, birkaç renkli mermerden parça parça olarak meydâna getirilmişti. Câmiye girince, insanın gözü bu sütun ormanında kayboluyordu. Mermer sütun başlıklarına bakanlar, bu güzellik karşısında hayrân kalıyordu. Câmiye giren herkes, âdetâ büyüleniyordu. Bu kadar güzellik, o zamana kadar dünyanın hiçbir yerinde görülmemişti. Yapılan bu câminin 20 kapısı vardı. Kapıların önünde, özel portakal bahçeleri kurulmuş, her taraf yeşilliğe bürünmüştü. Câminin etrâfında, diğer bahçeler, havuzlar, fıskiyeler, çeşmeler vardı. İnsan, câmiye girip bir göz atsa, sanki bu muhteşem sütun ormanı bitmeyecek gibi görünüyordu. Geceleyin, binlerce gümüş kandillerden fışkıran renkli ışıklar, câmiyi aydınlatıyordu. Hıristiyanlar, 1492'de Endülüs Devletini yıkıp Kurtuba'ya girince, ilk iş olarak, bu muazzam câmiye saldırdılar. Bu çok güzel, haşmetli binâya atlarıyla girdiler. Câmiye sığınmış olan binlerce Müslümanı, merhametsizce kılıçtan geçirdiler. Hâlbuki, Müslümanlar ilk defa bu memleketleri zaptettikleri zaman, orada yaşayan Hıristiyan ve Yahûdîlere hiç dokunmamış, onların kendi dinlerine göre ibâdet etmelerine katiyyen mâni olmamışlardı. Siz, bugün Batı'nın diyalog, hoşgörü sözlerine bakıp, Hıristiyanların Müslümanlara bakış açısı değiştiğini zannetmeyin. Bu tamamen yeni bir taktik değişikliğidir. Düşmanlıkta artma var eksilme yok!
.
Endülüs fâciâsının sebebi
20 Temmuz 2002 01:00
Bugün de, İspanya'da Müslümanların hoşgörüsüne, medeniyete hizmetlerine karşılık Hıristiyanların yaptıkları barbarlıklardan ve Endülüs Devletinin yıkılış sebeplerinden bahsetmek istiyorum. Hıristiyan İspanyollar, Endülüs devletini yıkınca, görülmemiş bir vahşet ile ilim merkezi olan Endülüs'teki Müslümanları yok ettiler. Sonra da eşsiz sanat eserlerini tahrip ettiler ve bu arada şâheser câmiyi yıkmaya başladılar. Önce minârelerdeki altın ve zümrütle işlenmiş nar şeklindeki başlıkları indirerek yağma ettiler. Tavandaki o haşmetli, güzel tahta süsleri söktüler. Yerdeki güzel mermerleri kırıp parçaladılar. Yerlerine âdî taşlar dizdiler. Duvarlardaki bütün güzel süslemeleri yerle bir ettiler. Sütunları yıkmaya çalıştılar. Fakat, ancak bir kısmını devirebildiler. Geri kalan sütunları kireçle badana ettiler. Nihâyet, en son bir vahşet olarak, 1523 senesinde câminin içine bir kilise yapmaya karar verdiler. Bunun için, o zaman İspanya ve Almanya İmparatoru olan 5. Charles'ten izin istediler. Aldıkları bu izin ile kilise yapmak için, birçok sütunlar daha yıkıldı. Yapılan kilise, câminin ortasında haç şeklinde 52x12 metre ebâdında çirkin bir binâ olarak kendini gösterdi. Charles, bizzat Kurtuba'ya gelerek bu kiliseyi gördü. Çok üzüldü ve: "Yaptığınız vahşeti görünce, size bunun için izin verdiğime çok pişman oldum. Dünyada bir benzeri bulunmayan, bu güzel eseri böylece tahrip edeceğinizi bilseydim, size müsaade etmez ve hepinizi cezâlandırırdım. Yaptığınız bu çirkin kilise, eşi her yerde bulunan âdî bir binâdan ibârettir. Hâlbuki, bu haşmetli câminin bir benzerini yapma imkânı yoktur" dedi. Bugün bu haşmetli binâyı ziyâret edenler, harap olmasına rağmen, İslâm mimârîsinin bu büyük eserinin güzelliği, büyüklüğü karşısında hayrân kalmakta, ortada bir cüce gibi görünen kilisenin hâline acımakta ve böyle bir haşmetli eserin bu hâle gelmesine müteessir olmaktadırlar. Şimdi de, bu muazzam medeniyetin birkaç bin çapulcu ile nasıl yok edildiği üzerinde duralım. Müslümanların bu yıkımda, ne derece sorumlulukları vardı? Endülüs Emevi Devleti'ni ayakta tutan, yaşatan, büyük ve başlıca kuvvet, îmân kuvveti idi ve İslâm dîninde, çok kuvvetli bulunan adâlet, iyilik, doğruluk ve fedâkârlık kudreti idi. Önceleri Müslümanlar bu kuvveti dinlerinden alıyorlardı. Dinin emrettiği şekilde yaşadıkları için her işlerinde başarı sağlıyorlardı. Fakat sonra, İslâm ahlâkını, Allahü teâlânın emirlerini bıraktıklarından, hattâ Ehl-i sünnet i'tikâdını bozarak, İslâmiyeti içerden yıkma gafletine düştüklerinden Pirene dağlarını aşamadılar. Ümeyye devleti böylece çöktü. Sözde Müslüman olup da, Allahü teâlânın emirlerine uymamanın cezâsını buldular. Vaki olanda hayır vardır. Olanlardan ibret almak lazımdır. İspanya fâciası olmasaydı, felsefeci İbnürrüşd'ün ve İbni Hazm'ın bozuk fikirleri, belki din ve îmân hâlini alıp dünyaya yayılacak, bugünkü hazîn levha, yüzlerce sene önce meydana çıkacaktı. Zaten tarihî hadiselere kronolojik olarak bakıldığında, beşeriyeti ıstıraptan, felâketten kurtaran, Fâtımîler, Resûlîler gibi, İslâm ismini taşıyan, îmânı ve ameli bozuk devletler olmamış Emevîler, Tîmûroğulları ve Osmânlılar gibi, Ehl-i sünnet olan ve dînine sarılan milletler olmuştur. Bunlar, İslâm ilimlerinin din ve fen kollarında insanlığa ışık tuttular. Fakat, ne yazık ki, sonraları, bunlarda da İslâmiyet gevşemeye başladı. Devlet başkanlarını şehîd ettiler. Birçok önemli işler, din câhillerinin, masonların baskısı altında kaldı. Allahü teâlânın emrettiği gibi sevgiyi saygıyı terkettiler, çalışmayı bıraktılar. Bozuk, batıl inancın uzun süre ayakta kalması mümkün değildir. Osmanlı'nın uzun süre ayakta kalmasının sırrı işte buradadır. Ehli sünnete sahip çıktıkları için altı asır hüküm sürdüler.
.
Manevi değerlere saygısızlık etmek
20 Temmuz 2002 01:00
Kötü huyların en kötüsü olan insanı küfre, dinden çıkmaya götüren hallerden, sözlerden biri de "Küfür-i hükmî"dir. İslâmiyetin imansızlık alâmeti dediği sözleri söyleyen ve işleri yapan, kalbinde tasdîk olsa ve inandığını söylese de, kâfir olur. İslâmiyetin tazîmini, hürmet gösterilmesini emir ettiği şeyi tahkîr etmek, kötülemek böyledir. Bunun için, Allahü teâlâya lâyık olmayan şey söyleyen kâfir olur. Meselâ, Allah, Arştan veya gökten bize bakıyor demek, sen bana zulmettiğin gibi, Allah da sana zulmediyor demek, filân Müslüman benim gözümde Yahûdî gibidir demek, yalan bir söze, Allah biliyor ki, doğrudur demek ve melekleri küçültücü şeyler söylemek ve Kur'ân-ı kerîmi, hattâ bir harfini küçültücü söz söylemek, bir harfine bile inanmamak, çalgı çalarak Kur'ân okumak, hakîkî olan Tevrât'a ve İncîl'e inanmamak, bunları kötülemek küfür olur. Peygamberleri küçültücü şeyler söylemek, Kur'ân-ı kerîmde isimleri bildirilen yirmibeş Peygamberden "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" birine inanmamak, meşhûr sünnetlerden birini beğenmemek, çok iyilik yapan birisi için, Peygamberden daha iyidir demek küfürdür. Peygamberler muhtaç idi demek küfür olur. Çünkü, onların fakîrlikleri kendi istekleri ile idi. Birisi, peygamber olduğunu söylese, buna inananlar da kâfir olur. "Kabrim ile minberim arası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir" hadîs-i şerîfini işitince, ben minber, hasır ve kabirden başka birşey görmüyorum demek küfür olur. Âhırette olacak şeylerle alay etmek küfürdür. Kabirdeki ve kıyâmetteki azaplara akla, fenne uygun değildir diyerek inanmamak, Cennette Allahü teâlâyı görmeye inanmamak, ben Cenneti istemem, Allah'ı görmeyi isterim demek küfür olur. İslâmiyete inanmamak alâmeti olan sözler, fen bilgileri, din bilgilerinden daha hayırlıdır demek, namaz kılsam da, kılmasam da, berâberdir demek, zekât vermem demek, fâiz helâl olsaydı, zulmetmek helâl olsaydı demek, haramdan olan mâlı fakîre verip sevap beklemek, fakîr, verilen paranın haram olduğunu bilerek, verene hayır duâ etmek, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin kıyâsı hak değildir demek küfürdür. (A'râf) sûresinin ellialtıncı âyet-i kerîmesi kıyâsın hak olduğunu ispat etmektedir. İslâm bilgilerine inanmamak, bunları ve din âlimlerini aşağılamak da küfür olur.
.
İmanı muhafaza etmenin yolu
22 Temmuz 2002 01:00
En güzel ahlâk imanlı olmaktır. Bunun için imanlı olmanın kıymetini bilmeliyiz. Müslüman, imanın yok olmasına sebep olacağı sözbirliği ile bildirilmiş olan şeyleri bilerek istekle söyler veya yaparsa, dinden çıkar. Buna "Mürted" denir. Mürtedin, mürted olmadan önceki ibâdetleri ve sevapları yok olur. Tekrâr imana gelirse, zengin ise, yeniden hac etmesi lâzım olur. Namazlarını, oruçlarını, zekâtlarını kazâ etmesi lâzım olmaz. Mürted olmadan önce, kazâya bırakmış olduklarını kazâ etmesi lâzımdır. Çünkü, mürted olunca, önceki günahlar yok olmaz. Dinimize göre, mürted olanın nikâhı fesh olur, gider. İmana gelerek, tecdîd-i nikâh etmeden önceki çocukları veled-i zinâ olur. Kestiği, leş olur, yenmez. İmanının gitmesine sebep olan şeyden tövbe etmedikçe, yalnız (Kelime-i şehâdet) söylemekle veya namaz kılmakla, Müslüman olmaz. Mürted olacak şeyi yaptığını inkâr etmesi de tövbe olur. Tövbe etmeden ölürse, Cehennem ateşinde ebedî olarak azâb görür. Bunun için, küfürden çok korkmalı, az konuşmalıdır. Hadîs-i şerifte, "Hep hayırlı, faydalı konuşunuz. Yâhud susunuz!" buyuruldu. Ciddî olmalı, latîfeci, oyuncu olmamalıdır. Dîne, kanûnlara, akla, insanlığa uygun olmıyan şeyler yapmamalıdır. Kendisini küfürden muhâfaza etmesi için, Allahü teâlâya çok duâ etmelidir. Hadîs-i şerifte, "Şirkten sakınınız. Şirk, karıncanın ayak sesinden daha gizlidir" buyuruldu. Bu hadîs-i şerifteki şirk, küfür demektir. Bu kadar gizli olan şeyden korunmak nasıl olur denilince, "Allahümme innî e'ûzü bike min en-üşrike bike şey-en ve ene a'lemü ve estağfirüke li-mâ lâ-a'lemü inneke ente allâmülguyûb" duasını okuyun, buyuruldu. Her müslüman, sabah ve akşam, bu îman duâsını okumalıdır: Sabah duâsı gece yarısında okumaya başlanır. Akşam duâsı öyleden başlar. Bu duâyı sabâh ve akşam çok okumalıdır. Kâfirlerin, Cehennem ateşinde sonsuz azâb görecekleri, Cennete hiç girmiyecekleri söz birliği ile bildirilmişdir. Kâfir, dünyada sonsuz yaşasaydı, sonsuz kâfir kalmak niyyetinde olduğu için, cezâsı da sonsuz azâbdır. Allahü teâlâ, herşeyin hâlikı, sâhibidir. Mülkünde dilediğini yapması hakkıdır. Ona, niçin böyle yaptın demeğe kimsenin hakkı yoktur. Bir şeyin sâhibinin, o şeyi dilediği gibi kullanmasına zulm denmez. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde, zâlim olmadığını, hiçbir mahlûkuna zulüm yapmadığını bildirmektedir.
.
Bozuk inanç küfre götürür
27 Temmuz 2002 01:00
Küfürden, imansızlıktan sonra en kötü huy, ahlâk, "Bid'at i'tikâdı" yani yanlış, sapık inançtır. İmanın bozuk ve sapık olmasıdır. Müslümanların çoğu, bu kötü hastalığa yakalanmışlardır. His organları ile anlaşılamıyan, hesap ile ulaşılamıyan şeylerde akıl yürütmek ve aklın yanıldığı şeylere inanmak, insanı bu hastalığa sürükler. Her Müslümanın (i'tikâdda mezheb)in iki imâmından birine, yani (Mâtürîdî) veya (Eş'arî) mezhebine tâbi' olması lâzımdır. Bu iki imâmdan birini taklîd etmek, insanı bu hastalıktan kurtarır. Çünkü, (Ehl-i sünnet) âlimleri, aklın ermediği bilgilerde, yalnız Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uymuşlar, akıllarını yalnız bu ikisinin manalarını arayıp bulmakta ve anlamakta kullanmışlardır. Bu manaları, Eshâb-ı kirâmdan, Onlar da, Resûlullahdan öğrenmişler ve öğrendiklerini kitâblarına yazmışlardır. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan birşeye inanmıyan veya şübhe eden (Kâfir) yani Allahın düşmanı olur. Açık olarak bildirilmemiş, şüpheli olan emirlere yanlış mana vermek (Bid'at) olur. Kur'ândan, hadîsden yanlış mana çıkarana (Bid'at sâhibi) denir. Kendi anladıklarına, düşüncelerine Kur'ân, hadîs diyene (Zındık) denir. Bu yanlış anladığına inanan, bid'at sâhibi olur. Böyle şey olmaz, aklım kabûl etmez derse, kâfir olur. Bir harama mubâh diyen kimse, bir âyete veya hadîs-i şerîfe dayanarak söyliyorsa, kâfir olmaz, bid'at sâhibi olur. Ebû Bekir ile Ömer'in hilâfete seçilmeleri haklı değildi demek bid'atdir. Hilâfete hakları yok idi demek küfürdür. Hanefî mezhebinin âlimleri, i'tikâdda, Ebû Mansûr Mâtürîdî hazretlerine tâbi' olmuşlardır. Mâlikî, şâfi'î ve hanbelî mezheblerinin âlimleri, i'tikâdda, Ebül-Hasen Eş'arî "rahime-hullahü teâlâ" hazretlerine tâbi' olmuşlardır. Bu iki mezhebin esâsda ayrılıkları yoktur. Her ikisi de, hak yoldadır. Muhammed Hâdimî hazretleri Bid'at sâhiblerinin muhakkak Cehenneme gidecekleri kitâblarında uzun yazmaktadır. Amelde, ibadetlerde dört mezhebden birine uymıyan Ehl-i sünnetten ayrılır. Ehl-i sünnetten ayrılanın da sapık veya kâfir olacağı S. Ahmet Tahtavi hazretlerinin Dürr-ül-muhtar haşiyesinde yazılıdır. Abdülgani Nablüsi hazretleri de, "Bugün dört mezhebden başkasına uymak caiz değildir. Kur'an-ı kerimin manasını öğrenmek isteyen, Ehl-i sünnet âlimlerinin kelam, fıkıh ve ahlâk kitaplarını okumalıdır!" buyuruyor.
.
18 Ağustos 2002 01:00
İlim öğrenmek dinimizde çok önemlidir. Alimlerin dinimizde ayrı bir yeri vardır. İlim, iyi yönde kullanıldığında ne kadar faydalı ise, kötü yönde kullanıldığında da o kadar zararlıdır. "Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir" hadîs-i şerîfindeki âlim, Resûlullahın "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" yolunda olan, Onun yoluna uyan din âlimi demektir. İslâmiyete uyan âlim, etrâfını aydınlatan ışık kaynağı gibidir. "Kıyâmet günü bir din adamı getirilip Cehenneme atılır. Cehennemdeki tanıdıkları etrâfına toplanıp, sen dünyada Allahın emirlerini bildirirdin. Niçin bu azâba düştün derler. Evet, günahtır yapmayın derdim, kendim yapardım. Yapınız dediklerimi de yapmazdım. Bunun için, cezâsını çekiyorum der" ve "Mi'râc gecesi göğe götürülürken insanlar gördüm. Ateşten makaslarla dudaklarını kesiyorlardı. Bunların kim olduklarını Cebrâîle sordum. Ümmetinin hatîblerinden, vâizlerinden, kendilerinin yapmadıklarını yapınız diyenlerdir, dedi" ve "Cehennem zebânîleri, günah işliyen hâfızlara, puta tapanlardan daha önce azâb yapacaklardır. Çünkü bilerek yapılan günah, bilmiyerek yapılandan daha kötüdür" hadîs-i şerîfleri meşhûrdur. Eshâb-ı kirâm çok âlim oldukları için küçük günahlardan da, büyük günahlar gibi korkarlardı. Buradaki hâfızlar, Tevrât hâfızları olsa gerektir. Çünkü günah işleyen Müslümanlara kâfirlerden daha şiddetli azâb yapılmayacaktır. Yâhut, bu ümmetten olup da, günahlardan, haramlardan sakınmağa ehemmiyet vermeyip, kâfir olan hâfızlardır. Hadîs-i şerifte, "Âlimler devlet adamlarına karışmadıkça ve dünyalık toplamak peşinde olmadıkça, Peygamberlerin emînleridir. Dünyalık toplamağa başlayınca ve hükûmet adamlarının arasına karışınca, bu emânete hıyânet etmiş olurlar" buyuruldu. Emânetçinin kendisine bırakılan mâlları muhâfaza etmekte emîn olması lâzım geldiği gibi, din âliminin de, islâm bilgilerini bozulmaktan muhâfaza etmekte emîn olması lâzımdır. Resûlullah, Kâ'beyi tavâf ediyorken, hangi insan daha kötüdür? diye soruldu. "Kötü olanı sorma! İyi olanları sor. Âlimlerin kötüsü, insanların en kötüsüdür" buyurdu. Çünkü âlimler, bilerek günah işlemektedir. Îsâ aleyhisselâm, "Kötü âlimler, su yolunu kapayan kaya gibidir. Su, kayadan sızıp geçemez. Akmasına da mâni' olur" dedi. Kötü din adamı, kanalizasyona benzer. Görünüşte, sağlam, san'at eseridir. İçi ise, pislik doludur.
.
İlmi ile amel etmeyenin hali
19 Ağustos 2002 01:00
İlim sâhibi, yani din bilgilerini öğrenen kimse, yâ sonsuz saadete kavuşur, yâhud nihâyetsiz felâkete düçar olur. Hadîs-i şerifte, "Cehennemde azâb çekenlerden bazıları, kötü kokular yayar. Bu koku diğerlerine ateşten daha fazla azâb verir. Sen ne günah işledin ki, böyle pis koku çıkarıyorsun denilince, ben din adamı idim. Bildiklerimi yapmazdım der" buyuruldu. Hadîs-i şerifte, "Kıyâmet günü azâbların en şiddetlisi, ilmi kendisine faydalı olmıyan din adamınadır" buyuruldu. Bunun için, münâfıklar, yani Müslüman görünen kâfirler, Cehennemin dibine gideceklerdir. Çünkü, bunlar işittikleri, bildikleri hâlde, inâd ederek, kâfir olmuşlardır. Ebûdderdâ "radıyallahü teâlâ anh" diyor ki: "İlmi ile âmil olmıyan din adamına âlim denilmez." İblîs, bütün dinleri biliyordu. Fakat ilmi ile amel etmedi. Çölde kalan kimsenin yanında on adet kılıç ve çeşitli silâhlar bulunsa, bunları kullanmasını iyi bilse ve çok cesûr olsa, kendisine hücûm eden arslana karşı kullanmadıkça, bu silâhların faydasi olur mu? Elbette olmaz. Bunun gibi, din bilgilerinden yüzbin mes'ele öğrense, bunları kullanmadıkça, faydalarını görmez. Hasta olan kimse de, derdinin en faydalı ilâcı bulunsa, kullanmadıkça, faydasını görmez. "Âhir zamanda ibâdet edenlerin çoğu din câhili olacaktır. Din adamlarının çoğu da fâsık olacaktır" hadîs-i şerîfinde bildirilen fâsık din adamları, dünyalık ele geçirmek için, hükûmet adamları arasına karışacaklardır. Süfyân-ı Sevrî diyor ki, Cehennemde ateşten bir vâdî vardır. Bu vâdîde, riyâkâr hâfızlar azâb göreceklerdir. Yine Süfyân diyor ki: "İlimde o kadar ilerledim ki, bir âyet-i kerîmeye otuzüç türlü mana veriyordum. Sultânın ziyâfetine gittim. Yediğim lokmaların tesîri ile bildiklerimin hepsini unuttum." Muhammed bin Seleme diyor ki: "Dünya menfaati için hükûmet adamlarının kapısında bekliyen bir hâfızın hâli, pislik üzerine konmuş olan sineğin hâlinden daha kötüdür." "İslâmiyet her tarafa yayılacaktır. Hattâ, islâm tâcirleri, ticâret için büyük denizlerde serbest yolculuk yapacaklar ve gâzilerin atları başka memleketlere yayılacaklardır. Sonra, hâfızlar türeyecek, benden daha iyi okuyan var mı? Benden daha çok bilen var mı? diyeceklerdir. Cehennemin odunları bunlardır" hadîs-i şerîfinden anlaşılıyor ki, riyâ ile okumaları ve tekebbür etmeleri kendilerini Cehenneme sürükleyecektir.
.
Gerçek ilim sahipleri...
20 Ağustos 2002 01:00
İlmi Allah rızası için öğrenip, Allahü telâlânın rızası olan yerlerde kullanmalıdır. İlim insanı kibre sürüklememelidir. "Allahü teâlânın ihsân ettiği ilmi, insanlara öğretmiyen kimseye, kıyâmet günü ateşten yular bağlanacaktır" hadîs-i şerîfi ilmi, ehlinden saklayan din adamlarının böyle olacağını bildirmektedir. Nisâ sûresinin, "Mallarınızı sefîhlere vermeyiniz!" meâlindeki beşinci âyet-i kerîmesi, alçaklara, münâfıklara ilim öğretmeyi men etmektedir. Hadîs-i şerifte, "Âlim olduğunu söyliyen kimse, câhildir" buyuruldu. Her sorulana cevâb veren, her gördüğünden mana çıkaran ve her yerde bilgi satan kimse, câhilliğini ortaya koyar. Bilmiyorum, öğrenip de söylerim diyen kimsenin, derin âlim olduğu anlaşılır. Resûlullaha "sallallahü aleyhi ve sellem", en kıymetli yer neresidir, denilince, "Bilmiyorum, Rabbim bildirirse söylerim" buyurmuştur. Bunu Cebrâîl aleyhisselâma sormuş, ondan da, aynı cevâbı almıştır. O da, Allahü teâlâya sormuş, "Mescidler"dir cevâbını almıştır. A'râf sûresinin "Af et ve ma'rûfu emret" meâlindeki yüzdoksansekizinci âyet-i kerîmesi gelince, Cebrâîl aleyhisselâmdan bunu açıklamasını istemiş, o da, Rabbimden öğreneyim, diyerek gitmiştir. Tekrâr geldiğinde, Allahü teâlâ, "Senden uzaklaşana yaklaş! Senden esirgeyene ihsân et! Sana zulm edenleri af et!" emrini verdi dedi. Şa'bî hazretleri, kendisine sorulanlardan birine bilmiyorum deyince, sen Irak memleketinin müftüsüsün. Bilmiyorum demek, sana yakışır mı? dediklerinde, meleklerin üstünleri bilmiyoruz dediler. Benim söylememden ne çıkar, buyurdu. İmâm-ı Ebû Yûsüf hazretleri, bir suâle bilmiyorum deyince, hem Beyt-ül-mâldan maaş alıyorsun, hem de cevâb veremiyorsun, dediler. "Beyt-ül-mâldan, bildiklerim kadar ücret alıyorum. Bilmediklerim için alsaydım, Beyt-ül-mâlda bulunanların hepsi yetişmezdi" dedi. Nefsine uymayan câhil ile arkadaşlık etmek, nefsinin esîri olan din adamı ile arkadaşlık etmekten iyidir. Din adamı olduğu için tekebbür etmek, câhil olmanın alâmetidir. Çünkü, ilim, tevazua sebep olur, kibirden men eder. Kibrin zararını bilmeyen kimse için âlim demek, yalan olur. İnsanın ilmi arttıkca, Allahü teâlâdan korkması artar. Günah işlemeğe cesâret edemez. Bunun için, Peygamberler "aleyhimüsselâm", tevazu sâhibi idiler.
.
Dinler birleşebilir mi?
23 Ağustos 2002 01:00
Bazı kesimler, "İnsanların hangi dinden, hangi inançtan olurlarsa olsunlar, 'Diyalog'suz yaşamaları mümkün değildir. Bu insanın tabiatına aykırıdır. Neden 'Diyalog'un üzerine bu kadar gidiyorsun?" diyorlar. Bu sorunun cevabına geçmeden önce "Diyalog" nedir? Bunun üzerinde durmamız lazımdır. Diyalog, insanların hangi görüşten, hangi dinden, hangi milletten olursa olsun hoşgörü içinde kavgasız yaşayabilmeleridir. Böyle bir diyaloğa karşı çıkmak mümkün mü? Buna karşı çıkmak, sosyal hayata, sosyal barışa karşı çıkmak olur. Burada önemli olan, nerede nasıl diyalog yapılacağının iyi bilinmesidir. Benim karşı olduğum "Dinlerarası diyalog'tur. Şunu da söyleyeyim, eğer diyalogtan maksat, her din mensubunun dinini yaşamasına hoşgörü göstermek, dini hürriyet sağlamak ise buna kimsenin itirazı olmaz. Fakat, diyalog dinleri bir ortak naktada birleştirmek, din hakkında şüpheye düşürmek şeklinde algılanırsa bu diyalog olmaz, dine inanca müdahale olur. Çünkü, kişiler hangi dinden olurlarsa olsunlar siyasette, ticarette, bilimde... ortak nokta bulmak mümkündür. Dinde, inançta ise ortak nokta olmaz. İşte benim diyaloğa itirazım, endişem bu noktada. İşin bilerek veya bilmeyerek bu noktaya çekilmiş olmasında. Mesela, dinlerarası diyaloğun mimarlarından, öncülerinden olan bir dergide bakınız diyalog nasıl algılanıyor: "Diyalog, 'ben doğruyum sen yanlışsın' anlayışından, 'ben de, sen de doğru olabiliriz, ikimizin de farkında olmadığı bir noktada ortak doğrulara ve işbirliğine sahip olabiliriz' anlayışına geçiş yapmaktır." Dinde, "ben de, sen de doğru olabiliriz" hiç mümkün mü? Bu, kişinin dininden şüphe etmesi manasına gelir. Çünkü iman, benim dinim doğru, diğer dinler yanlış demektir. Dinimize göre, bir Müslüman, benim dinim doğru, senin dinin de doğru olabilir, derse o kimsenin dinle ilgisi kalmaz, dinden çıkmış olur. Çünkü, inancımıza göre bugünkü Hıristiyanlık ve Yahudilik hak din değildir. İslamiyetin gelmesiyle, nesh edilmiş, yürürlükten kaldırılmış dinlerdir. Diyalogcu dönüp dolaşıp,"farklılıklarını askıya alan" "peşin hükümsüz" ortak bir naktada buluşmayı öne sürüyor. Diyor ki, "Diyalogda fikir müzakereleri; birbirini çürütme ve kendini ispat etme maksatlı değil, birbirinin farklılıklarını anlama ve var olanın ötesine gidip oralarda keşfedilen ortak bir noktada buluşmayı öngörür." İslamiyet, kendisinin doğru diğerlerinin yanlış olduğu esasına dayanır. Kendisinin doğru inançta olduğunu, diğerlerinin yanlış olduğunu ispat etmeyi kendisine gaye edinmeyen bir Müslüman, inancını inkar etmiş olur. Din zaten peşin hüküm demektir, bunu nasıl askıya alacaksın, nasıl mutabakat sağlayacaksın? Mesela, Hıristiyanlar, teslise üç ilaha inanıyor; biz Müslümanlar ise, tek Allah'a inanıyoruz, bunun ortak noktası nasıl bulunacak, nasıl mutabakat sağlanacak? Üçle bir toplanıp ikiye bölünerek elde edilen iki sayısında mı mutabakat sağlanacak? Böyle bir yaklaşımı aklı başında hiçbir müslümanın kabul etmeyeceği gibi, bir Hıristiyanın da kabul etmesi mümkün değlidir. Zaten Hıristiyanlar da bunu kabul etmiyorlar, kabul etti görünüyorlar. Nitekim, Vatikan'ın 1999 yılında yayınladığı; "Towards a pastoral approach to culture" adlı bir kitapta esas maksatlarını açıkca şöyle ifade etmekteler: "Bütün insanlar Hz. İsa'ya döndürülmeli, bütün insanlar vaftiz olarak kilisede birleşmeli ve onun vücudu olan kiliseye girmelidir. Yollar, usuller, metotlar değişir; ama hedef hiç değişmez: Nihai maksadımız, bütün insanları Hıristiyanlık dinine sokmaktır."
.
Nihaî hedef; Anadolu
24 Ağustos 2002 01:00
Dün de bahsettiğim gibi dinlerarası diyalogta, Vatikan samimi değil. İkiyüzlülük ediyor. Bunu anlayan, uyanık Yahudiler başlangıçta taraftar görünmekle beraber bu beraberlikten daha sonra çekildiler. Diyalog, dinlerarası değil Hıristiyan-Müslüman diyaloğu haline geldi. Diyalog konusunda Diyanet de uyanmaya başladı! Diyanet İşleri Başkanı, Vatikan'ın samimiyetsizliğinden şikayetçi. Bu konu ile ilgili gazetelerde yayınlanan haber şöyle: "Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz, Tiflis'te katıldığı ''Kafkaslar'da Barış İçin İşbirliği ve Dinlerarası Diyalog Toplantısı"nda, misyonerlik konusunu gündeme getirerek, diğer dinlerin temsilcilerine, artan misyonerlik faaliyetlerinin dinler arası diyaloğa gölge düşürdüğünü söyledi. Şûra'da, diyalog için samimiyetin şart olduğunu kaydeden Yılmaz, herkes dinini seçmekte özgürdür. Kimsenin baskı altında tutulmaması gerekir. Dinlerarası diyaloğun sonuç verebilmesi için misyonerlik faaliyetlerine son verilmesi gerektiğini, söyledi. Ayrıca, Başkanlığın camilerde okunması için hazırladığı hutbede de, misyonerlik çalışmalarına karşı sert bir tepki gösterilecek ve vatandaşlar "Misyonerlik Faaliyetlerine Dikkat Edelim" başlıklı bir hutbe ile uyarılacak. Vatikan'ın samimiyetsizliği, misyonerlik faaliyetleri ciddi boyutlara ulaşmış olacak ki, Yılmaz, geçen hafta Adapazarı'nda yaptığı konuşmada da bu konuya değindi. Deprem bölgesinde 100 kişinin dinini değiştirdiğinin tespit edildiğini belirterek, para karşılığı insanların vicdanlarının satın alınmasını, hiçbir dinin doğru bulmayacağına işaret etti. İnsanların düştüğü zor durumdan yararlanılmak istenildiğini, misyonerlik faaliyetlerine aldanmamak için, en başta İslam dinini iyi öğrenmek gelir, dedi. Bunun böyle olacağı baştan belliydi. Biraz geç de olsa, "Ne oluyor, anlaşmamız böyle değildi" noktasına gelinmesi de bir ilerleme sayılır. Çünkü hâlâ uyanamayanlar var. Nitekim, dinlerarası diyaloğun gayri resmi temsilcileri hâlâ tam gaz diyaloğu savunmaya devam ediyorlar. Bu tür diyaloglarda tarafların netice alabilmeleri için, fikrin, inancın doğruluğu yanında güç dengesinin de rolü büyüktür. Maddi gücü, üstünlüğü olan daha çok taraftar toplar. Hele Türkiye ve diğer Türk devletlerinde olduğu gibi, ekonomik sıkıntı içinde olan, açlık içinde kıvranan insanları kandırmak ve onların sıkıntılı hallerini istismar etmek daha kolay olmaktadır. Misyonerlerin dağıttıkları paranın haddi hesabı yok! Vatikan'ın yardım teşkilatı temsilcisi, depremden sonra, 13 milyon yardım yaptıklarını söyledi. Bu açıklanan resmi rakam, açıklanmayan kimbilir bunun kaç katı. Bu faaliyetin neticesinde, son yıllarda otuz binden fazla Türk Hıristiyan olmuştur. Nasıl ve niçin din değiştirdikleri bellidir. Bu otuz binden fazla kişi para gücüyle din değiştirmiştir. Sefalet çeken, geçim sıkıntısı içinde kıvranan insanları parayla kendi dinine çekmek diyalog anlaşmlasına uyuyor mu? Aslında Müslüman iken Hıristiyan olmuş değillerdir bunlar. Uzun yıllar, din eğitiminden, dini şuurdan uzak bırakılmış dolayısıyla, dinle ilgileri kalmamış kimselerdi. Onlar için ha Müslüman kimliği ha Hıristiyan kimliği fark etmiyordu zaten. Dinini bilen bir kimsenin Hıristiyan olduğu hiç görülmemiştir. Misyonerlik faaliyetlerine sadece dinî açıdan bakmak da yanlış olur. Çünkü Vatikan'ın nihai hedefi bu değil. Esas maksat ülkemiz. Nitekim, Osmanlı İmparatorluğunun kuyusunu bu misyonerler kazmıştı. Tanzimattan sonra, açılmasına iyi niyetle müsaade edilen yabancı okullar, yoğun bir şekilde misyonerlik faaliyetine girmişler ve yetiştirdikleri kimseleri devletin üst kademelerine getirerek Osmanlının yıkılışını sağlamışlardı. Vatikan'ın nihai hedefleri Anadolu'dur. Diyalog, hoşgörü vs. adı altında Anadolu'yu tamamen Hıristiyanlaştırarak eski haline döndürmek istiyorlar. Geçmişte kılıç ile yapamadıklarını şimdi "hile" ile yapmak istiyorlar.
.
Maksat, insanları kurtarmak
27 Ağustos 2002 01:00
Emr-i ma'rûf ve nehy-i anil-münker yani, iyi, faydalı şeyleri emir etmek, zararlı şeylerden uzaklaştırmak dinimizin ömenli bir kuralıdır. Emr-i ma'rûf ve nehy-i anil-münker, cihâddır. Bu cihâd ikiye ayrılır: Birincisi, kâfirlere İslâmiyeti tanıtmak, onları küfür felâketinden kurtarmak demektir. İkincisi, Müslümanlara ilm-i hâllerini öğretmek, onların haram işlemelerine mâni olmaktır. Bunların her ikisi de, üç türlü yapılır. Birincisi, beden ile yapmaktır. Beden ile yani her türlü harb vâsıtaları ile cihâd yapmak, İslâmiyetten haberleri olmayarak, başkalarından görmekle veya zâlimlerin, sömürücülerin baskıları ve işkenceleri ve aldatmaları ile küfüre sürüklenmiş olan zavallılara İslâmiyeti bildirmeğe engel olan diktatörlere, emperyalist güçlere karşı olur. En modern harb vâsıtaları ile dövüşerek, bu zâlim diktatörlerin, emperyalistlerin güçleri, kuvvetleri yok edilerek, bunların pençeleri, baskıları altında inleyen zavallı milletler esâretten, kölelikden kurtarılır. Bunlara İslâmiyet öğretilerek, seve seve Müslüman olmaları teklîf olunur. Kabûl etmezlerse, Müslümanlarla birlikte islâm dîninin âdil, hürriyyetçi ve eşitlik emir eden emirleri altında, Müslümanlarla aynı haklara mâlik olarak ve kendi dinlerinin îcâblarını ve ibâdetlerini serbestçe yapmak sûretiyle yaşamalarına izin verilir. Bu silâhlı cihâdı, muhârebeyi yalnız devlet yapar. Yani devletin ordusu, savunma kuvvetleri yapar. Devletin emri, bilgisi, izni olmadan hiçbir Müslümanın kâfirlere saldırması, eşkıyâlık yapması câiz değildir. Devletin sulh yaptığı kâfirlerden birini öldüren Müslümanı, islâm dîni en ağır cezâya çarptırmaktadır. Görülüyor ki, islâm dîninde, cihâd demek, memleketleri yıkmak, insanları öldürmek demek değildir. İnsanlara İslâmiyeti tanıtarak, kendiliklerinden seve seve Müslüman olmalarına çalışmak demektir. Peygamberimiz ve Eshâb-ı kirâm ve hakîkî Müslüman olan islâm devletleri, meselâ Osmanlılar, hep böyle cihâd etdiler. Güçsüz, savunmasız insanlara saldırmadılar. Bu insanlara İslâmiyetin ulaştırılmasına, tanıtılmasına mâni' olan, islâm düşmanı, kâfir diktatörlerle, emperyalistlerle ve Müslüman ismini taşıyan bid'at sâhibi bölücülerle harb ederek, bunların sömürücü, ezici güçlerini yok ettiler. Bu işkence güçlerinin altında inleyen insanları kurtararak hürriyete kavuşturdular. Onlara İslâmiyeti öğretip, kendiliklerinden seve seve hakîkî Müslüman olmalarına, ebedî saadete kavuşmalarına sebep oldular.
.
İç ve dış düşmanlara karşı...
28 Ağustos 2002 01:00
Geçmişte, İslâm devletleri, islâm orduları Müslümanları ve islâm dînini yok etmek için, islâm memleketlerine saldıran kâfirlere ve sapık inançlı bölücülere karşı cihâd ederek, Müslümanları ve islâm dînini korudular. Allahü teâlâ, Enfâl sûresinde, islâm devletinin, kâfir memleketlerinde yapılan harb silâhlarını araştırıp, öğrenip, bunların hepsini, sulh zamanında yapmalarını emir ediyor. İslâm cihâdının ikinci şekli, her türlü yayın vâsıtası ile İslâmiyeti insanlara yaymak, duyurmaktır. Bu cihâdı, islâm âlimleri islâm devletinin yardımı ve kontrolü ile yapar. Asrımızda islâm düşmanı olan kâfirler, misyonerler, masonlar, ateistler ve mezhebsizler, her türlü yayın organları ile İslâmiyete saldırıyorlar. Yalanlarla, iftirâlarla insanları, hattâ câhil Müslümanları aldatarak, islâm dînini yok etmeğe çalışıyorlar. (Kâdiyânî), yani Ahmedîler ve (Behâîler) ve (Mevdûdîciler) ve (Teblîğ-i cemâ'atcılar) ve (Selefîciler), (Mezhebsizler) ve (Vehhâbîler), Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden yanlış ve bozuk manalar çıkararak, islâmın doğru yolundan ayrılıyorlar. Bunların hepsi basın yolu ile, kitâblar, dergiler, broşürler çıkararak ve radyolarla, televizyonlarda bozuk inanışlarını yayıyorlar. Bunu yapmak için milyonlar sarf ediyorlar. Bir yandan, "Ehl-i sünnet" veya "Sünnî" denilen hakîkî Müslümanları aldatarak İslâmiyeti içerden yıkıyorlar. Diğer tarafdan da, İslâmiyeti bütün dünyaya yanlış olarak tanıtıyorlar. Müslüman olmak isteyen yabancılar, bu çeşitli propagandalar karşısında ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Yâ, Müslüman olmaktan vazgeçiyorlar, yâhud yanlış, bozuk bir yola girerek, Müslüman olduklarını sanıyorlar. İslâmın iç ve dış düşmanlarının yıkıcı, aldatıcı propagandalarına karşı Ehl-i sünnet âlimlerinin, hakîkî Müslümanlığı yani Muhammed aleyhisselâmın ve Eshâb-ı kirâmın yolunu, neşir vâsıtaları ile bütün dünyaya yaymaları, günümüzün en kıymetli hizmetidir. Cihâdın üçüncü kısmı, duâ ile yapılan cihâddır. Bütün Müslümanların bu cihâdı yapmaları farz-ı ayndır. Bu cihâdı yapmamak, büyük günah olur. Bu cihâdı yapmak, cihâdın birinci ve ikinci kısımlarını yapanlara duâ etmekle olur. Leşker-i gazâ, leşker-i duânın yardımına muhtâcdır. İhlâs ile yapılan duâ muhakkak kabûl olur
.
Faydası olmayan ilim!
29 Ağustos 2002 01:00
İlmi, dini bilgileri dünyalık menfaatler için kullanmak, istismar etmek kötü huydur. Bu, insana büyük zarar verir. Hadîs-i şerifte, "Âlimler arasında kıymet bulmak için ve câhiller ile mücâdele için ve her yerde meşhûr olmak için din bilgisi öğrenen ilim adamı, Cennetin kokusunu bile duymayacaktır" buyuruldu. Bu hadîs-i şeriften anlaşılıyor ki, mal toplamak ve bir makam elde etmek ve hayvanî arzûlarına kavuşmak için ilim öğrenen ve ilmi ile amel etmeyen kimse, islâm âlimi değildir. Diğer bir hadîs-i şerifte, "Dünyalık ele geçirmek için, ilim öğrenen, dünyada mal ve makam elde eder. Âhıretteki kazancı ancak Cehennem ateşi olur". Böyle ilmin faydasi yoktur. Böyle ilimden kaçmak lâzımdır. Nitekim hadîs-i şerifte, "Yâ Rabbî! Beni faydasiz ilimden koru!" buyuruldu. Dinimize göre, bir Müslümanın öğrenmesi lâzım olan bilgilere "İslâm ilimleri" denir. İslâm ilimleri ikiye ayrılır: Din bilgileri ve Fen bilgileri. Dinde reformcular, din bilgilerine "Skolastik bilgiler", fen bilgilerine "Rasyonel bilgiler" diyorlar. Faydasız ilim iki türlüdür: Birincisi, yukarıda bildirilen Cehennemlik olanların öğrendikleri din bilgileridir. İkincisi, din bilgileri ile birlikte olmıyan fen bilgileridir. Eski Romalıların Yahûdîlere yaptıkları arslanlar mezâlimi ve Ortaçağda Hıristiyanların Müslümanlara yaptıkları korkunc saldırılar ve Hitler'in Avrupa'daki ve Rus, Çin komünistlerinin Asya'da milyonlarca insanın canlarına kıydıkları nükleer silâhları ve İngilizler'in, milletleri aldatarak, kardeşi kardeşe boğdurdukları saldırılar, hep bu fen bilgileri ile yapıldı. Allâhü teâlâ, fen bilgilerinde ilerlemiş olan bu canavar insan düşmanlarını merkebe benzetmekte, Tevrâtı (ve İncîl) yüklenmiş eşek gibidirler, demektedir. İslâm ahlâkından haberleri olmıyan bu zâlim fen adamları, Hak yolunda değildir. Hak teâlâ bunlardan râzı değildir. "Her Müslüman erkeğin ve kadının, islâm bilgilerini öğrenmeleri farzdır" hadîs-i şerîfi, Allahü teâlânın rızâsına uygun ilimleri öğrenmeği emir etmektedir. Uygun olmıyan kimselere ilim öğretmek, domuzlara altın ve inci tasma takmak gibidir. Hadîs-i şerifte, "Kıyâmete yakın hakîkî din bilgileri azalır. Câhil din adamları, kendi görüşleri ile fetvâ vererek, insanları doğru yoldan saptırırlar" buyuruldu
.
"Fark"ı muhafaza edemeyen yok olur
30 Ağustos 2002 01:00
Ayakta kalmak, hayatı idame ettirebilmek için farkı muhafaza etmek şarttır. Peki fark nedir? Fark, orijinalliktir, diğerlerinden ayıran özelliklerdir. Bir cemiyeti, cemaati, inancı, hatta devleti bu farklılıklar ayakta tutar. Orijinalliğini muhafaza edemeyen toplumlar dağılır; tarihe karışır. Bunun geçmişte sayısız örnekleri vardır. Osmanlıyı altı asır sapa sağlam ayakta tutan, dünya imparatorluğu haline getiren orijinalliği idi; diğer devletlerden farkı idi. Bu orijinallik Batı hayranı enteller tarafından bozulunca, asli unsurlar bir bir yok olup, devlette sarsıntı başladı. Sözde aydınların körü körüne, her şeyi ile Batılılaşma gayreti, devletin sonunu hazırladı. Son yıllarda, Bosna-Hesek'in başına gelenler de, farkı muhafaza edememekten dolayıdır. Müslüman bir toplum olmalarına rağmen, yaşayış olarak Sırplardan farkları kalmamıştı. Çocuklarına Müslüman ismi koymak bile ayıplanır hale gelmişti. Kız alıp veriliyordu. Düğünleri ve diğer örf âdetlerinde arada hiçbir fark kalmamıştı. Onları kendilerinden farklı görmüyorlardı. Arada fark kalmayınca da bildiğimiz feci olaylar meydana geldi. İkiyüz elli bin kişi, çocuk, yaşlı, kadın, erkek demeden katledildi. Fark muhafaza edilmediğinde, sadece cemiyetler, devletler yok olmaz. İnançlar, dinler için de bu kural geçerli. Mesela bugün Peygamber efendimizden bu yana devam ede gelen "Ehli sünnet vel cemaat" itikadına sahip insan sayısı çok azaldı. Eskiden bütün İslam ülkeleri bu itikada sahipti. Bu itikadın aslına, orijinaline sahip çıkılmadığı ve yaşanmadığı için bu ülkelerin çoğunda kalmadı. Bırakın ehli sünnet itikadına mensup Müslümanı bulmayı, Ehli sünnet'in ne olduğunu bilen bile yok. İslam ülkelerinin Batı'dan farkı kalmadı. Hadis-i şerifte, "Kendini bir kavme benzeten onlardan olur" buyuruldu. Bu hadis-i şerif, âhlâkını, ibadetlerini, yaşayışlarını islâm düşmanlarına benzeten, onların kötü âdetlerine uyanları, haramlara "güzel sanat" ismini takanları haber vermektedir. Bir fikrin, bir inancın ayakta kalabilmesi "fark"ın devamlı gündemde tutulması ve bu farkın yaşanması ile mümkündür. Bunun için de; aynı inancı taşıyan kimselerin her vesile ile beraber olmaları, birbirlerinden kopmamaları gerekir. Aralarındaki ufak tefek meseleler ayrılığa sebep olmamalıdır. Sürüden ayrılanı kurt kapar. Sevgiyi, muhabbeti gideren, dedi-kodu, gıybet gibi aşağılıklara tenezzül edilmemelidir. Yine aynı inancı taşıyan kimselerin, zaruri beraberliklerin dışında, farklı, bozuk inançta ve yaşayıştaki kimselerden uzak kalmaları, bunlarla sosyal aktiviteye girmemeleri gerekir. Çünkü, kötülükler, kötü huylar, bozuk inançlar bulaşıcı hastalıklardan daha hızlı yayılır. Bunlara dikkat etmeyen, belli bir ideali, şuurlu bir inancı olmayan sıradan bir kimse durumuna düşer. İdeali olmayan; davasını, inancını yaşayamaz ve yaşatamaz. Kendisinden sonraki nesillere intikal ettiremez. Yaşanmayan davanın, "Orijinalliği", "farkı" zamanla yok olur. Farkı kaybeden farkında olmadan kendini de kaybeder. İnandığı gibi yaşamayan, daha sonra yaşadığı gibi inanmaya başlar. Ondan sonra da, bize ne oldu, biz eskiden şöyleydik, böyledik, demenin faydası olmaz. İnsan kendini değiştirmedikçe, Cenab-ı hak verdiği nimetleri geri almaz. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde, "Bir millet, kendini bozmadıkça, Allah onlara verdiğini değiştirmez." buyurmaktadır. İnsanın kendini bozulmaktan muhafaza etmesi kolay değildir. Azgın sele kapılmış kimsenin kendini koruyabilmesinden daha zordur. İnsan önce kendisini, sonra çoluk çocuğunu sonra da çevresini kurtarmanın gayreti içinde olmalıdır. Bir müslümanın imanını kurtarmak yüz kafiri müslüman yapmaktan daha kıymetlidir. Bu da ancak, "farkı", "Orijinalliği" muhafaza etmekle mümkündür
.
Ahırlarda uçan sinekler gibi"
31 Ağustos 2002 01:00
Faydasız, boş işlerle, oyun ile vakit öldürmek de kötü huylardandır. Kıymetli ömrünü ilim ile, hakiki âlimlerin kitapları ile geçirmelidir. Dînimiz ilme kıymet vermeği ve âlimlere hürmet etmeği ve Allah yolunda olanlarla berâber bulunmağı emir etmektedir. Bunun için, kıymetli ömrünü faydasız şeylerle geçirmemelidir. Hadîs-i şerifte, "Doğru ilim sâhibi olan ve ilmi ile amel eden bir âlim ile Peygamberler arasında bir derece fark vardır. Bu bir derece, peygamberlik makâmıdır" buyuruldu. Bu saadete kavuşmak için, ilim öğrenmeğe çalışmak lâzımdır. İmâm-ı Ebû Yûsüf hazretlerinin onbeş yaşında oğlu vardı. Oğlunu çok seviyordu. Ansızın vefât etti. Talebesine "Defin işini size bıraktım. Ben üstâdımın dersine gidiyorum. Bugünki dersi kaçırmıyayım" dedi. İmâmı vefâtından sonra rü'yâda gördüler. Cennette, büyük bir köşkün karşısında duruyordu. Köşkün yüksekliği Arş'a varmıştı. Bu köşk kimindir dediklerinde, benimdir buyurdu. Buna nasıl kavuştun denilince, "İlme ve ilim öğrenmeğe ve öğretmeğe olan muhabbetim ile" buyurdu. Muhammed Hadimi hazretleri anlatır: Hocamın çocuklarının en büyüğü takvâ sâhibi idi ve çok âlim idi. Vefât ederken, babası yastığı başında idi. Vefât edince, üstünü örttü. Medreseye gelip, bir cüz hadîs dersi verdi. Sonra medreseden çıkıp defin işine başladı. Dağlardan, her yerden gelen bir ses, "Oğlumun eceli geldi. Vefât etti. Bu iş, Allahü teâlânın rızâsı ile olduğu için, ben de râzı oldum. Başka bir çare bilmiyorum. Allahü teâlânın kazası ve emri böyle oldu" diyordu. Hassân bin Atıyye'nin rivâyet ettiği hadîs-i şerifte, "Âlimin ölümüne üzülmeyen, münâfıktır. İnsanlar için, bir âlimin ölümünden daha büyük musîbet yoktur. Bir âlim ölünce, gökler ve göklerde olanlar, yetmiş gün ağlar" buyuruldu. Hakîkî âlim vefât edince dinde bir yara açılır ki, kıyâmete kadar kapanmaz. Diğer bir hadîs-i şerifte, "Bir insan, yâ âlimdir, yâhud ilim öğrenmekte olan talebedir. Yâhud bunları sevmektedir. Bu üçünden başkaları ahırlarda uçan sinekler gibidir" buyuruldu. Bu dördüncülerden olmamağa çalışmalıyız! Faydası olan ilim, Resûlullahdan gelen ilimdir. Bu ilimler, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılıdır.
.
Dinimiz, orta yolu emreder
1 Eylül 2002 01:00
Tevazuun aşırı miktarına "Tezellül" bayağılık, kendini aşağı tutmak denir. Tezellül, kötü huydur haramdır. Başka haramlarda olduğu gibi, bu da zarûret ile câiz olur. Dînini, cânını, mâlını, ırzını korumak, zâlimden kurtulmak, zarûrettir. Dinimiz orta yolu emretmektedir. Kibri yasakladığı gbi, kişinin kendini aşağı görmesini de yasaklamaktadır. Tezellül, kötü huylardan biridir. Bir âlimin yanına bir ayyakkabı tamircisi geldiği zaman, âlimin ayağa kalkıp, yerine bunu oturtması ve gideceği zaman kapıya kadar yanında yürümesi ve ayakkabılarını önüne koyması tezellüle bir misâldir. Yalnız ayağa kalkıp otursaydı, ona yer gösterseydi ve işini, hâlini ve niçin geldiğini sorsaydı ve suallerine güler yüzle cevâb verseydi ve da'vetini kabûl etseydi ve sıkıntısını giderecek şey yapsaydı, tevazu göstermiş olurdu. Hadîs-i şerifte, "Din kardeşini sıkıntıdan kurtarana (nâfile) hac ve umre sevabı verilir" buyuruldu. Hazret-i Hasen, Sâbit Benânîye bir ihtiyacını görmesini istedi. Câmide i'tikâf ediyorum, başka zaman yaparım deyince, din kardeşinin ihtiyâcını gidermek için gitmenin, (nâfile) hac sevabından daha hayırlı olduğunu bilmiyor musun, dedi. Mevki sâhiblerinin, muhtâc olanlara ve hocaların talebelerine, makâmları ile ve mâlları ile yardım etmelerinin çok sevap olması, bu hadîs-i şerîfe dayanmaktadır. Nafakası, yani bir günlük yiyeceği, içeceği olan kimsenin dilenmesi, tezellül olur, haram olur. Bunun, bir günlük nafakası olmayan, başka bir kimse için veya borçlu için yardım toplaması tezellül olmaz. Fazla hediyye almak için, az bir şeyi hediyye vermek de, tezellül olur. Âyet-i kerîme böyle hediyye vermeyi men etmektedir. Alınan hediyyenin karşılığını bundan fazla vermek eftaldir. Fakat fazla karşılık için hediyye vermek câiz değildir. Davet olunmadan ziyâfete gitmek de tezellüldür. Hadîs-i şerifte, "Davet edilen yere gitmemek günahtır. Davet olunmadığı yere gitmek hırsızlık etmek olur" buyuruldu. Nikâh sâhibinin davet ettiği yerde haram şeyler yoksa, bu davete gitmek vâcib olur. Başka davetlere gitmek sünnettir. Riyâ ve iftihâr için yani gösteriş ve övünmek için yapılan davetlere gitmek câiz değildir. Bir menfaate kavuşmak düşüncesiyle, devlet adamları ile, hâkimlerle, zenginlerle arkadaşlık yapmak tezellül olur. Böyle kimselerle karşılaşınca ve bunlara selâm verirken eğilmek ve secde etmek de tezellüldür. Büyük günahtır. İbâdet için eğilmek küfür olur. Yahûdîlerin selâm vermelerine benzemek olur.
.
.
Çağa göre din olur mu?
18 Mayıs 2002 01:00
Sene 1970 veya 71 idi. Kasabamızın Merkez Camii minaresine din görevlilerinin arzusuyla hoparlör yeni takılmıştı. Hoparlörden çıkan gür sesi işiten halk sevinç içindeydi. O günlerde Ahmet Amca'nın dükkanına uğramıştım. Kendisini üzgün ve düşünceli görünce, "Hayrola Ahmet Amca, Karadeniz'de gemilerin mi battı yoksa?" diye takıldım. Başını kaldırıp, "Evlad, iyi olmadı! Bunlar bindikleri dalı kesiyorlar." dedi. Ben, "İyi olmayan nedir?" diye sorunca, karşısındaki caminin hoparlörünü gösterdi. Ben, "Bunun neresi kötü?" diye sorduğumda, "Bu, bu kadarla kalmaz, bir gün gelir bütün camilere bağlanır, sonra da ezan tek camiden okunarak ezan olmaktan çıkarılır; hatta namaz da bu şekilde merkezî olarak kılınır, müezzine, imama ihtiyaç kalmayacak, diye korkuyorum" demişti... Geçenlerde görüştüğüm bir din görevlisinin anlattıkları rahmetli Ahmet Amca'yı hatırlattı bana. İleri görüşlülüğünü bir kere daha takdir ettim. "Dinde reform" "Dinin çağa uydurulması" "Dinin emir ve yasaklarının gözden geçirilmesi" çalışmaları "Ezanda Birlik" projesiyle sürdürülüyormuş. Bazı illerde ezan, müzik dersi alan sesi güzel müezzinler tarafından bir merkezden okunuyormuş artık. Bundan böyle altyapısı hazır olan illerde ezan, merkezî bir camide okutulacakmış. Zamanla bütün şehirler merkezî sisteme geçecekmiş. Bu sistem genişletilince, daha da merkezî hale getirilince müezzinlere ihtiyaç kalmayacak. Hatta daha çok tasarruf için teyp kaseti de kullanılabilir. Teknik açıdan aralarında zaten fark yok. Çünkü, insan sesi, mikrofona gelince kayboluyor, bitiyor. Elektriğe, sonra mıknatıs dalgalarına çevriliyor. Bu elektro-manyetik dalgalar, antene gelip, elektriğe ve sonra yeni bir sese çevriliyor. Hoparlörde de böyle olmaktadır. Hoparlör, elektrik dalgalarını ses dalgalarına çeviren bir âlettir. Ayrıca minareler baz istasyonu olarak kiraya da verilmeye başlanmış. Bu da önemli bir gelir kaynağı. Dedik ya devir tasarruf devri! Zaten minareye çıkılmadığı için sadece hoparlör direği olarak kullanılıyordu, minareye çıkan yoktu. Minareler işe yaramış olur(!) Oldu olacak, başlamışken Ahmet Amca'nın söylediği ikinci kısmı da hayata geçirseler bari! Bundan daha çok tasarruf sağlanır. Merkezî bir camiden namaz kıldırılıp, bağlantı kurulmuş diğer camilerdeki cemaat buna uyarsa, imamlardan da tasarruf sağlanır. Böylece ekonomik krize büyük destek sağlanmış ve teknolojiye de uyulmuş olunur(!) Hizmette sınır yok, ileride evlere de hat çekilip, cemaat camiye gitmekten de kurtarılabilir. Evinde çoluk çocuğu ile namazını kılar. Camilere de ihtiyaç kalmaz. Zaten bazı islam(!) ülkelerinde bu var. Demek ki daha sırası gelmemiş, sırası gelince bizde de uygulanır. Nasıl olsa teknoloji her gün gelişiyor. Ben imamın kendini de göreceğim diyenlere görüntü sağlamak da mümkün. Mesela, imam Medine'de teknolojik Müslüman burada huşu (!) içinde namazını kılabilecek. Hıristiyanlar, bu teknolojiyi bulmuşlar, fakat geri zekalı oldukları için(!) kendileri ibadetlerinde kullanmayı akıllarına getirememişler. İbadetlerini asırlardır yaptıkları gibi yapıyorlar; hâlâ kiliselerde eski usul çan çalıyorlar. Halbuki, herkes duyamıyor çan seslerini. Çan sesini hoparlör ile yükseltseler her tarafta duyulacak. Bütün Hıristiyanlar kiliseye koşacak. Kiliseler, boş kalmaktan, kapanmaktan kurtulacak! Her nedense akıllarına gelmiyor böyle çağdaş fikirler! Değerli okuyucularım, hoparlöre, teknolojiye karşı olduğum anlaşılmasın. Teknolojiye karşı olanın aklından şüphe duyulması gerekir. Benim üzerinde durduğum teknolojinin yerinde kullanılması. Çünkü, teknoloji yerinde kullanılmazsa böyle garabetler ortaya çıkar. İbadetlerin yerini elektronik aletler alır. Programlanmış ruhsuz robotların yatıp kalkması haline döner. İşte dinin çağdaşlaştırılması, emir ve yasakların gözden geçirmesi gibi çalışmalarla yapılmak istenen de budur. Ruhsuz içi boş bir İslam... Çağa göre hiç din değişir mi? Eğer değişiyorsa, o gerçek din olmaz, sadece dinin ismi kalır. Çünkü dinde değişmezlik esastır.
.
Emirler ve yasaklar
18 Mayıs 2002 01:00
İslâm âlimleri, islâm dîninin emrettiği güzel ahlâkı, 1400 seneden beri, hep anlatmışlar ve kitaplarında yazmışlardır. Böylece, islâm dîninin bildirdiği güzel huyları gençlerin kafalarına, kalblerine yerleştirmeğe çalışmışlardır. Güzel ahlâkı yayan sayısız kitaplardan biri, derin islâm âlimi, büyük velî, ikinci bin yılın müceddidi olan İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî'nin "rahime-hullahü teâlâ" (Mektûbât) kitâbıdır. (Mektûbât) kitabında bir Müslümanın nasıl olması lazım geldiği şöyle bildirilmektedir: Sûre-i Haşr'ın yedinci âyetinde meâlen, "Resûlümün getirdiği emirleri alınız, itâ'at ediniz! Nehy, men, yasak ettiği şeylerden sakınınız!" buyurulmuştur. Dünyada felâketlerden, âhirette azâbdan kurtulmak için, iki şey lâzımdır: Emirlere sarılmak ve yasaklardan sakınmakdır. Bu ikisine, islâmiyyete uymak denir. Bu ikisinden en büyüğü, daha lüzûmlusu, ikincisidir. Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" yanında, birisinin çok ibâdet ettiğini, çok uğraştığını söylediler. Birisinin de, yasak edilen şeylerden çok sakındığını söylediklerinde, "Hiçbirşey, vera' gibi olamaz!" buyurdu. Yani, yasaklardan sakınmak, daha kıymetlidir demek istedi. Bir hadîs-i şerîfte de, "Dîninizin direği vera'dır" buyurdu. İnsanların meleklerden daha üstün olabilmesi, vera' sayesindedir ve terakkî etmeleri, yükselmeleri bu sayededir. Melekler de, emirlere itâ'at etmektedir. Hâlbuki melekler, terakkî edemiyor. O hâlde, vera'a sarılmak ve takvâ üzere olmak, herşeyden daha lüzûmludur. İslâmiyyette en kıymetli şey, takvâdır. Dînin temeli, takvâdır. Vera' ve takvâ, haramlardan kaçınmak demekdir. Haramlardan tamamen kaçınabilmek için, mubâhların fazlasından kaçınmalıdır. Mubâhları, lâzım olduğu kadar, kullanmalıdır. Bir insan, mubâh, yani İslâmiyyetin izin verdiği şeylerden, her istediğini yapar, taşkınca mubâh işlerse, şübheli şeyleri yapmağa başlar. Şübheliler ise, haram olanlara yakındır. Vera' ve takvâyı tam yapabilmek için, mubâhları lâzım olduğu kadar kullanmalı, zarûret mikdârını aşmamalıdır. Bu kadarını kullanırken de kulluk vazîfelerini yapabilmek için kullanmağa niyyet etmelidir. Mubâhların fazlasından tamamen kaçınabilmek, her vakit ve hele bu zamanda, hemen hemen mümkün değildir. Hiç olmazsa, haramlardan kaçınmalı, mubâhların fazlasından da elden geldiği kadar sakınmağa çalışmalıdır.
Etki tepki meselesi
19 Ekim 2002 01:00
İngiliz araştırmacı Karen Armstrong Müslüman ülkelerdeki terörün sebebini anlatmaya şöyle devam ediyor: "Kısa görüşlülükle hareket ederek ve sırf kendi çıkarlarını düşünerek İslam ülkelerine yön veren Batılılar, gitgide sevimsizleştiler ve nefret edilir duruma düştüler. Bir yandan insan haklarından ve demokratik değerlerden dem vururken, diğer yandan despot yönetimleri ayakta tuttuğu için ABD, sahtekâr devlet olarak görülmeye başlandı. Yüzbinlerce Filistinli, İsrail işgali yüzünden mülteci durumda bulunurken, hangi insan haklarından, hangi demokratik değerlerden bahsedebilirdi? Demokrasi adı altında yapılan zorbalıkları, insan hakları maskeli işgalleri göre göre Batı'dan ve Batılı değerlerden tiksinmeye başlayan Müslüman kitleler, çareyi giderek İslâmı daha iyi yaşamakta, direnmekte aramaya başladılar. Nerede Batı tipi bir toplum olmuşsa, orada mutlaka, fundamantalizm de ortaya çıkmıştır. Nitekim ben bunları yakından inceledim. Hepsinde de gördüğüm şudur: Bu insanlar Batının gerçek maksadının hakiki imanı ve dini değerleri yok ettiği kanaatini taşıyorlar. Bu fundamantalistler hayatta kalma mücadelesi verdiklerine inanıyorlar. İslâmda intihar, masum insanları, savaşmayan kadın, çocuk ve yaşlıları öldürmek haramdır. Fakat bazı gruplar, yapılan zulümlerden gına getirmiş ve eylemden başka çarenin kalmadığı kanaatine varmışlardır. Bu kimseler, hayatında çok zulüm görmüş ve sonunda da Seyyid Kutup'tan ilhamla zâlim yönetimleri silah yoluyla devirme yolunu seçmişlerdir. Bununla beraber itiraf etmeliyim ki, 11 Eylül saldırısı beni tam anlamıyla hayrete düşürdü. Çünkü bu saldırı, benim incelemiş olduğum Müslümanların hiçbirinin yapacağı bir işe benzemiyordu. Görünen o ki Muhammed Atta uçağa binmezden önce votka içmişti. Oysa alkol Kur'ân'da kesinkes yasaklanmıştır ve bir 'şehit adayı'nın nefesi votka kokarken cennete girebilmeyi düşünmesi asla ve kat'a mümkün değildir. Pansilvanya'da düşen uçaktaki terörist olduğu iddia edilen Lüblanlı Ziyad Cerrahi'nin de gece kulüplerine devam eden biri olduğu iddia ediliyor. Halbuki Müslümanlar kesinlikle içki içmezler. Gece kulüpleri gibi eğlence yerlerine adımlarını dahi atmazlar. Bütün bunları cahiliye davranışı olarak görür ve nefret ederler. Bir olup bitene, bir de bildiğim hakikatlere bakıyorum, bu meselenin Müslümanlarla hiçbir bağının olmadığını görüyor ve diyorum ki; galiba bu çok garip, çok tuhaf ve hiç görülmedik bir eylem şekli. Böyle bir eylemi de Müslümanların yapmayacağına inanıyorum. Peki bundan sonra Batılılar olarak bizler ne yapmalıyız? Zira bu trajediyi hayra çevirmek de pekâlâ mümkündür. Öncelikle bizler, biz Batılı vatandaşlar terörle mücadeleyi, politikacılarımıza veya ordularımıza bırakmalıyız! Artık yapılan zulüm ve cinayetlere kayıtsız kalamayız. Hem İslâm âlemini, hem de diğer Üçüncü Dünya ülkelerinin gönüllerini kazanacak hareketlerde bulunmalıyız. Sadece Müslümanlar diş bilemiyorlar Amerika'ya ve Avrupa'ya, Müslüman olmayan ülkeler de, en az Müslüman ülkelerin insanları kadar öfke ve kin duyuyorlar. Bizler İslam düşmanlığını bırakmak zorundayız. Bu kötü imajımızı dezeltmemiz gerekiyor. Çıkarlarımızı, onlara zulmetmeden demokratik haklarımızı kullanarak korumak zorundayız. İslam ülkelerindeki terörü ancak bu hususlarda dikkatli ve son derece titiz olursak önleyebiliriz. Biz güçlüyüz istediğimizi yaparız anlayışı ile bir yere varamayız!" Karen Armstrong, yanlışlıkları ve yapılması gerekeni açık yüreklilikle ortaya koymuş. Bize söyleyecek söz bırakmamış. İnşaallah akılları başına gelir de bunları hemen tatbike koyarlar. İslam ülkeleri de böylece yüz sene önceki huzura kavuşur! Herkes rahatlar!
Bozuk inançlardan korunabilmek için
2 Kasım 2002 01:00
Bid'at sahiplerinin, bozuk inançlı kimselerin, din düşmanlarının zararlarından korunmak için Ehl-i sünnet itikâdını kısaca öğrenip inanmak şarttır. Allahü teâlâ, Müslümânların imânda birleşmelerini, Eshâb-ı kirâm gibi inanmalarını emrediyor. Eshâb-ı kirâmın imânlarını öğrenip, kitaplarına yazanlara "Ehl-i sünnet" denir. Bütün Müslümânların, Ehl-i sünnet âlimlerinin asırlardır bildirdikleri gibi imân etmeleri lâzımdır. Sonradan çıkan selefiyye ve mezhepsizlik inanışlarının bozuk olduğunu bilmemiz, öğretmemiz lâzımdır. Akrabasına ve emri altında olanlara din bilgisi öğretmemek kul hakkına sebep olur, büyük günahtır. İnanışları birbirine uymayan ve Eshâb-ı kirâmın inanışlarına hiç benzemeyen kimselerin birleşmeleri, kardeş olmaları düşünülemez. Müslümânları aldatmak için, kendi felâket yollarına sürüklemek için, kardeşlik maskesi altında bölücülük yapıyorlar. Bütün Müslümânların Ehl-i sünnet inanışında birleşerek Allahü teâlânın emrine uymaları, bu ortak inanışın hâsıl edeceği rahmet-i ilâhiyyeye, kardeşliğe kavuşmaları lâzımdır. Ehl-i sünnetin amelde, ibadetlerde dört mezhebe ayrılmalarını dînimiz emretmekte, bu ayrılığın rahmet ve merhamet netîcesi olduğunu bildirmektedir. İbadetlerde mezheplerin bir adet olmayıp, dört olmasının, lüzûmlu, faydalı olduğu, akıl ile de kolay anlaşılmaktadır. İnsanların yaratılışları birbirlerine benzemediği gibi, sıcak çölde yaşıyanlara, bir mezhebe uymak kolay olurken, kutuplara yakın yerlerde yaşıyanlara, başka mezhebe uymak kolay geliyor. Dağda yaşıyanlara, bir mezhep kolay iken, denizcilere, bu mezhep güç oluyor. Bir hastaya bir mezhep kolay iken, başka hastalık için, başka mezhep kolay oluyor. Tarlada çalışanlarla, fabrikada, askerlikte çalışanlar için de, bu farklılık görülmektedir. Herkes, kendine daha kolay gelen mezhebi seçip, taklit ediyor veyâ bu mezhebe tamamen intikal ediyor. Mezhepsizlerin istedikleri gibi, tek bir mezhep olsaydı ve herkes tek bir mezhebe uymaya zorlansaydı, bu hâl çok güç, hattâ imkânsız olurdu. Ehli sünnet âlimlerinin kitapları, ilim sâhiplerinin, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkardıkları bilgilerdir. Hadîs-i şerîfler, Kur'ân-ı kerîmin örtülü manâlarını açıklamaktadır. Müctehitlerin ictihâdları bu ikisini açıklamaktadır. Hanefî mezhebindeki müctehitler, İmâm-ı a'zamın "rahime-hullahü teâlâ" sözlerini açıklamaktadır. Fıkıh ve fetvâ kitapları da, bu imâmların sözlerini açıklamaktadır
Kelam" ve "fıkıh" düşmanlığı
27 Aralık 2002 01:00
Geçen hafta, büyük İslam âlimi İmam-ı Gazali hazretlerinin ölüm yıldönümüydü. Her nedense, İslam âleminin yetiştirdiği bu ender şahsiyetten yıldönümlerinde pek bahsedilmiyor; şatafatlı anmalar yapılmıyor. Bu durum, zamanımızda İmamı Gazali hazretlerinin on asırdır felsefecilere, inançsızlara karşı savunuculuğunu yaptığı Ehli sünnet inancının zayıfladığını gösterir. Halbuki, İmam-ı Gazali'nin Osmanlı ve Anadolu coğrafyası üzerinde çok büyük bir hizmeti vardı. Bunun için şahsı ve kitapları çok sevilirdi. Katip Çelebi'nin bu büyük imamın 'İhya'sı hakkındaki "Eğer İslam hakkındaki bütün kitaplar kaybolsa ve sadece İhya kalsa, bu kitap diğerlerinin boşluğunu doldururdu" sözü bunun bir göstergesidir. İmam-ı Gazali hazretleri bir mihenk taşıdır, insanların fikrî yapısını gösteren çok önemli bir ölçüdür. Eğer bir kimse, bu büyük zatı tenkit ediyorsa, üstünlüğünü kabul etmiyorsa, mezhepsiz olduğu, dinin nakli olduğunu kabul etmediği; dine, felsefeyi, aklı, mantığı ortak etmek istediği fikri çıkar. Nakle dayalı olmayan yani vahiy kaynaklı olmayan, kişinin kendi düşünceleri din olmaz, şahsi fikir olur. İşte İmam-ı Gazali hazretleri, bunun mücadelesini verdi. Gazali, Endülüs devleti ile başlayıp, daha sonra bütün İslam ülkelerine yayılan, İbni Sina, Farabi ve İbni Rüşd'ün din haline gelen felsefî düşüncelerini yok etti. İslam âlemini büyük bir tehlikeden kurtardı. Eğer bu mübarek zat, bütün gücüyle ortaya çıkıp bunun mücadelesini vermeseydi on asır önce dinin yerini felsefe almış olacaktı. Felsefeciler ve bunların etkisinde kalmış bazı cahiller bunun için, İmam-ı Gazali hazretlerini sevmezler, ona düşmanlık ederler. Geçenlerde İmam-ı Gazali'ye karşı olan bir felsefeci diyor ki: "Tesettür, faiz, namaz... gibi konular tartışılmalı, bunlara akla, zamana uygun yeni yorumlar getirilmeli. Bir hükme takınılıp kalınmamalı. Bugüne kadar âlimler, Müslümanları, "kelam" ve "fıkıh" kitapları ile tek tip hükme uymaya zorladı. Yeni yorumlar yapıp, halkımız, inançta ve ibadette tek tip Müslümanlıktan kurtarılmalıdır..." Bu görüştüki kimseler, halktan çekindiği için ben reform kelimesine karşıyım deseler de, bu sözleri, fikirleri tam bir "dinde reformdur". Bu saçma düşüncelerine engel gördükleri, İmam-ı Gazali ve diğer mezhep imamlarına düşman oluyorlar, halkın gözünden bunları düşürmek istiyorlar. İslam alimleri, gece gündüz çalışarak, Peygamberimiz ve Eshabının nasıl inandıklarını nasıl ibadet ettiklerini araştırmışlar, elde ettikleri nakle dayalı iman bilgilerini "kelam" ve amel, ibadet bilgilerini de "fıkıh" kitaplarında toplamışlar. 14 asırdır, her müslüman bu bilgileri bu kitaplardan öğrenmiş ve buna göre ibadetini yapmıştır. Herkes kendi anladığı ile amel etmeye kalkarsa Müslümanların hali ne olur? İnsan sayısı kadar din (!) yani dinsizlik ortaya çıkar. Maksat da zaten bu değil mi? İmam-ı Gazâlî'nin, felsefecilerin görüşlerini çürütmek ve felsefeci sapık fırkalara cevap vermek için yaptığı bu çalışmasını işiten birtakım kimseler de onu felsefeci zannetmişlerdir. Bunun sebebi, felsefe ile tefekkür arasındaki mühim farkı bilmemektir. Felsefeciler aklı rehber edinmişlerdir. Mütefekkirler, İslam âlimleri ise aklı kullanmakla berâber, akla da rehber olarak peygamberleri ve onların bildirdiği îmânı almışlardır. Göz için ışık ne ise, akıl için îman odur. Işık olmayınca göz göremediği gibi îman olmayınca akıl da doğru yolda yürüyemez. İmâm-ı Gazâlî, filozof değil müctehiddir. Felsefenin değil, Ehli sünnetin yılmaz savunucusudur. Ehli sünnetin ne olduğunu bilmeyen, İmam-ı Gazali'yi ve diğer İslam âlimlerinin büyüklüğünü anlayamaz. Bunları anlayamayan da, İslam bilgileri ile felsefecilerin bozuk fikirlerini ayırt edemez.
Fitne çıkarmak büyük günahtır
28 Aralık 2002 01:00
Ananın babanın, hocanın ve devletin haram olan şeyleri emir etmeleri hâlinde, bunlara isyân edilmez. Karşı gelinmez. Bu emirleri, dinde günah olmıyacak ve devletin kanûnunda suç olmıyacak şekilde yapılır. Meselâ bir adama anası evlenme derse veya falanca kızı almıyacaksın veya âileni bırakacaksın derse veya falanca âlime gidip dînini öğrenmiyeceksin derse, bu sözleri islâmiyyetin îcâb ettirdiği bir sebeb ile değil ise, itâat îcâb etmez. Fakat, yine sert söylemek, karşılık vermek câiz değildir. Bir müslüman, İslâmiyyete uymıyan emirleri karşısında müşkil vaziyete düşerse, kanûnî yollardan hakkını arar. Günah olmıyan emirlere itâat lâzımdır. Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" bir yere ufak bir askerî birlik göndermişti. Başlarına da bir kumandan tayîn etmişdi. Âmirleri, bunlara kızıp, büyük bir ateş yakdırdı ve bu ateşe giriniz, bana itâat farzdır dedi. Askerlerin bazısı girelim, dedi. Bir kısmı da biz ateşden kurtulmak için müslüman olduk, girmeyelim, dedi ve girmediler. Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" bunu haber alınca: "Eğer itâat edip girselerdi, Cehennemde ebedî kalırlardı" buyurdu. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: "Üzerinize âmir tayîn edilen müslüman, her kim olursa olsun, haram ile emr etmedikçe, ona itâat ediniz! Haram olan emirlerine itâat etmeyiniz!" İtâat etmemek başkadır. İsyân etmek, karşı gelmek başkadır. Bu iki şeyi birbirine karıştırmamalıdır. Ananın, babanın, hocanın, itâat lâzım olmıyan emirleri yapılmadığı zaman özür, bahâne anlatmalı ve hafîf ve yumuşak söylemelidir. Yanî, emri yapmamak, isyân ve hakâret şeklinde olmayıp, kusûr ve kabâhat şekli verilerek fitneye sebeb olmamalıdır. Mısırlı Hasan Bennâ ve bunun yetiştirmelerinden S. Kutub gibi mezhebsiz, câhil din adamları, (Cihâd, zulm edenlere ve zâlimlere karşıdır) âyet-i kerîmesini ileri sürerek, devlete isyân ettikleri için idâm edildiler. Aldattıkları binlerce genç de, zindanlarda senelerce işkence çektikten sonra öldürüldüler. (İhvân-ı Müslimîn), ya'nî "Müslüman Kardeşler" denilen bu gençler, 1982'de Sûriye'deki zâlim Esad hükûmetine de isyân ederek, Hama şehrinin yakılıp yıkılmasına ve on binlerce müslümanın fecî şekilde öldürülmesine sebeb oldular. Hâlbuki, zâlim, hattâ kâfir devlete karşı isyân etmeyi, fitne çıkarmayı, dînimiz yasak etmektedir. Böyle fitne çıkarmak, cihâd değil, ahmaklıktır, büyük günahtır.
Cihadı şahıslar değil, devlet yapar
29 Aralık 2002 01:00
Mısırlı Hasan Bennâ ve Seyyid Kutub gibi kimseler, "Cihâd, zulmedenlere ve zâlimlere karşıdır" âyet-i kerîmesini ileri sürerek gençleri devlete karşı ayaklandırdılar! Halbuki, bu âyet-i kerîme, Hac sûresinde olup, Medîne'de yeni kurulan islâm devletinin, Mekke'deki kâfirlerle cihâd yapmasına izin vermektedir. Yanî cihâdı, devlet yapar. Devletin ordusu yapar. İnsanın öteye, beriye saldırmasına, devlete karşı gelmesine cihâd denmez. Eşkıyâlık denir ki, büyük günahdır. Ehl-i sünnet âlimleri "rahime-hümullahü teâlâ", kâfir, zâlim hükûmete bile isyân etmeği yasak etmiştir. Mezhebsiz, câhil din adamları, Ehl-i sünnet âlimlerinin yüksekliklerini bilmedikleri için ve tefsîr, fıkıh kitâblarının manâlarını anlamadıkları için, kendilerini âlim sanıyorlar. Âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden yanlış, bozuk ma'nâlar çıkararak, islâm dînine ve müslümanlara çok zarar yapıyorlar. Halbuki, isyan etmemek Ehli sünnetin prensiplerindendir. Tarih boyunca Ehli sünnetin devlete isyanı görülmemiştir. Osmanlı devletinde görülen, Celali, Kabakçı gibi isyanlar da dış kökenlidir. Osmânlılara karşı yapılan son ihtilâli İngilizler hâzırladı. 7 Temmuzda Şemsî Paşa, teğmen Âtıf tarafından vuruldu. Dış destekli İttihat Terakki mensuplarının idâre ettiği ordu, İngiliz ve Fransız silâhları ile, İstanbul'a yürüdü. Devletin idâresi câhillerin eline geçti. Ehliyetli kimseler zindanlara atıldı. Çoğu idâm edildi. 1915'in ocak ayında Enver Paşa, Rus hudûduna asker gönderilmesi için emir verdi. Tecrübeli subaylar, yollarda kar var, marttan sonra gönderelim dediler. Hayır, ben emir ediyorum, şimdi gidilecek dedi, bu subayları cezâlandırdı. 86.000 asker Sarıkamış'ta donarak öldü. Her tarafta verilen, böyle ahmakça emirler ve idâmlar, milleti bıktırdı. Paşalar bu hâli anlayınca, canlarını kurtarmak için Avrupaya kaçtılar. Talât Paşa Berlin'de, Enver Paşa 1922'de Rusya'da, Cemâl Paşa Tiflis'te öldürüldü. Enver Paşa'nın kemikleri 1996'da İstanbul'a nakil edildi. 1908 isyânı milletimize nice büyük zararlar verdi. On yıl içinde, Osmanlı devletini bitirdiler. İslam alemi perişan oldu. Bugün Ortadoğuda, kan ve gözyaşının dinmemiş olması Osmanlının adaletli idaresinden mahrum kalmasındandır
.
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
2003
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Din nedir?
23 Şubat 2003 01:00
Din, insanları sonsuz saadete götürmek için Allahü teâlâ tarafından gösterilen yol demektir. Din ismi altında insanların uydurduğu eğri yollara din denmez, dinsizlik ve kâfirlik denir. Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmdan beri, her bin senede, bir Peygamber vâsıtası ile, insanlara bir din göndermişdir. Bu Peygamberlere "aleyhimüsselam" (Resûl) denir. Her asırda, en temiz bir insanı Peygamber yaparak, bunlar ile dinleri kuvvetlendirmiştir. Resûllere tâbi olan bu Peygamberlere de, "Nebî" denir. Bütün Peygamberler, hep aynı imanı söylemiş, hepsi ümmetlerinden aynı şeylere iman etmeği istemişlerdir. Fakat, dinleri, yani kalb ile, beden ile yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri başka başka olduğundan, islâmlıkları, Müslümanlıkları da ayrıdır. İman edip de kendini İslamiyetin emir ve yasaklarına uyduran Müslümandır. Ahkâm-ı islâmiyyeyi kendi arzûlarına, keyflerine uydurmak istiyen kâfirdir. Bunlar bilmezler ki, Allahü teâlâ, dinleri, nefsin arzûlarını, keyflerini kırmak ve taşkınlıklarını önlemek için göndermiştir. Her müslümanın yapmakla mükellef olduğu şeyler yani "Ef'âl-i mükellefîn" sekizdir. Farz, vâcib, sünnet, müstehab, mubah, haram, mekrûh ve müfsid. Yasak edilmiş olmıyan, yahut yasak edilmiş ise de, İslamiyetin özür, mani ve mecbûriyet tanıdığı sebeblerden birisi ile yasaklığı kaldırılmış olan şeylere "Helâl" denir. Bütün mubahlar helâldir. Meselâ, iki Müslümanı barıştırmak için yalan söylemek helâl olur. Her helâl mubah olmıyabilir. Meselâ ezân okunurken, alış veriş, mubah değil, mekrûhdur. Hâlbuki helâldir. İmanı ve farzları ve haramları öğrenmek, bilmek de farzdır. Otuzüç farz meşhûrdur. Bunlardan beşi esâs olup, kelime-i şehadet, namaz kılmak, oruc tutmak, zekât vermek ve hac etmektir. Bunlara, islâmın şartı denir. Bu farzları yerine getirene "Müslüman" denir. Bunların hepsini yapıp, haramlardan kaçınan, tam Müslümandır. İman ettikten sonra, farzlardan biri bozuk olur veya hiç olmazsa, Müslümanlık bozuk olur. Bunun âhırete imanla gitmek güç olur. İman, muma benzer, İslamın emir ve yasakları mum etrâfındaki fener gibidir. Mum ile birlikde fener de, "İslamiyet"tir. Fenersiz mum çabuk söner. İmansız, islâm olamaz. İslâm olmayınca, iman da yoktur
Yeni bir din kurma gayretleri
1 Mart 2003 01:00
Dün, bazılarının kasıtlı olarak, asırlardır devam eden, kurban kesme ibadetini değiştirmeye çalıştıklarından bahsetmiştim. Aslında bu değiştirme işi sadece kurbanla sınırlı değildir, bunların gerçek niyeti dini tamamen değiştirmek, kendilerine göre yeni bir din kurmak. Vahye dayalı, nakli esas alan İslamiyeti yok edip, Protestanlık gibi yeni bir dinin tarih sahnesinde yerini almasını sağlamak. Bunun için önce dinin, temeli esası olan imandan başladılar işe. "Dinlerarası Diyalog" çalışmaları ile, Hıristiyanlığın da Yahudiliğin de hak din olduğu, bunlara inananların da Cennete gideceği fikri gündeme getirildi.. Bu dinlerle, amentüde yani inanılacak şeylerde ittifak olduğu söylendi. Halbuki, ibadetlerde olduğu gibi iman konusunda da bunlarla ortak noktamız yoktur. Mesela, Hıristiyanlarda, "üç tanrı" inancı vardır, meleklerin Allahın kızları olduğuna inanırlar, biz Hz. Musa'ya, Hz. İsa'ya inanırız, onlar Muhammed aleyhisselama inanmaz. Diyalaogtan esas maksat, müslümanların imanını bozmak, özellikle de, imanın özü olan, "Hubb-i fillah ve buğd-i fillah"ı yani, Müslüman olanı Allah için sevmek, Müslüman olmayanı Allah için sevmemek, ona kalben düşman olmak esasını yıkmak. Bir de, 'emri marufu, neyhi münker'i yani, dinimizin doğru inanışı yaymak, yanlış inanışlara, yaşayışlara mani olmak emrini ortadan kaldırmak. İmandan sonra sıra namaza geliyor. Burada da iddiaları şu: Namaz duadan ibarettir, Allahı hatırlayıp ona sığınmak kafidir. Namaz kılma imkanı olmayanlar, namaz vakitlerinde bunu yaparlarsa namaz şartı yerine gelmiş olur, diyorlar. Halbuki namaz dinin direğidir. Peygamber efendimiz, en zor şartlarda mesela çetin savaş şartlarında bile beş vakit namazı bilinen şekliyle mutlaka kılmıştır. Peygamberimizin varisi olan âlimler de, namazı bedendeki başa benzetmişlerdir, başsız beden olamayacağı gibi namazsız din olamayacağını ve namaz kılmayanın dinini yıkmış olacağını bildirmişlerdir. Zekat için de, zekat bir vergidir, vergisini veren zekatını da vermiş sayılır diyorlar. İlla vermek istiyenler de, Kur'an-ı kerimde oranı bildirilmediği için, gönlünden ne koparsa, sembolik bir şey vermekle zekat borcunu ödemiş olur, hezeyanında bulunuyorlar. Hac konusunda da -kurban meselesinde olduğu gibi- fakir, muhtaç kimseler varken hacca gidilmez, hac parasını onlara vermek lazım, fikrini ortaya attılar. Hac ibadetini bozmak için de, senenin belli günlerinde değil de senenin diğer günlerine yaymak gerekir, diyorlar. Ayrıca, şeytan taşlama da yok. O nefsinizdeki şeytanı taşlamaktır, diyorlar. Oruca gelince; 'aslında o bir diyet ve kötü söz söylememe, yanlış iş yapmama konusunda yılda bir kez insanın kendi kendini otokontrole tabi tutması ve disiplin altına alması olayıdır. Bunu bir gün durup bir gün yapmak da mümkün. Aralıksız otuz gün tutmak da şart değil' diyorlar. Sadece bu saydığımız ibadetlerde değil tabii ki, her konuda yeni projeleri var bunların. Bunlara göre kalb temiz olsun, herkese iyilik yap yeter. İbadete bile luzum yok. İsim vermeden hümanizmi din diye halkın önüne koymaya çalışıyorlar. Peki, biz bu olup bitenlere seyirci mi kalacağız! Hayır, dinimizi muteber fıkıh kitaplarından, ilmihâl kitaplarından en iyi şekilde öğreneceğiz ve öğreteceğiz. Öğrendiklerimizi en güzel şekilde yaşayacağız ve yaşatacağız. Aksi takdirde, Cenâbı Hak, verdiği nimetin kıymetini bilemediğimiz için elimizden alır, dünya ve ahiretimiz harab olur. Allahü teâlâ kıyamete kadar dinini devam ettireceğine göre; başka milletlerle de devam ettirebilir bu dini. Bu İslam nimetinin on asırdır, bizde olması bundan sonra da bizde kalacak manasına gelmez. Yüce Allah, "Gönderdiğim nimetlerin kıymetini bilir, şükrünü yaparsanız, nimetlerimi artırırım. Şükrünü yapmazsanız elinizden alır, şiddetli azab ederim" buyuruyor. Unutmayalım, tarihte bunun örnekleri çoktur!
.
.
Ehli sünnet âlimleri
2 Mart 2003 01:00
Kur'ân-ı kerîmden ve hadis-i şeriflerden çıkarılan ilimler içinde, kıymetli ve doğru olan, yalnız "Ehl-i sünnet" âlimlerinin anladıkları ve bildirdikleridir. Ehl-i sünnet âlimleri, bu ilimleri, Eshâb-ı kirâmdan öğrendi. Bunlar da, Resûlullahdan öğrendiler. Her mülhid, her bid'at sâhibi ve her câhil, tuttuğu yolun, Kur'ân-ı kerîme ve hadis-i şeriflere uygun olduğunu sanır ve iddiâ eder. Bu halde, Kur'ân-ı kerîmden ve hadis-i şeriflerden çıkarılan her manâ, makbûl ve mu'teber değildir. Ehl-i sünnet âlimlerinin, o büyük ve dindâr insanların bildirdikleri i'tikâddan, imandan kıl kadar ayrılanların, kıyâmette azâbdan kurtulmaları imkânsızdır. Böyle olduğu akıl ile, Kur'ân-ı kerîm ile ve hadis-i şerifler ile ve din büyüklerinin (Basîretleri) ile yani kalb gözleri ile görmeleri ile anlaşılmakdadır. Yanlışlık ihtimâli yokdur. Bu büyüklerin kitaplarında bildirdikleri doğru yoldan kıl kadar ayrılanların sözleri ve kitapları, zehirdir. Hele dünyalık toplamak için, dîni âlet edenlerin ve kendilerine din adamı ismini verip, her akllarına geleni yazanların hepsi, din hırsızıdır. Bu kitapları ve dergileri okuyanların imanlarını çalarlar. Bunlara aldananlar, kendilerini Müslüman sanıp namaz kılar. Hâlbuki, imanları çalınmış, gitmiş olduğundan namazları ve hiçbir ibâdetleri ve iyilikleri kabûl olmaz ve âhırette işe yaramaz. Dinlerini dünyaya satanlar hakkında, Bekara sûresinde meâli, "Câhiller, ahmaklar, dünyadaki zevk ve lezzetlere kavuşmak için, dinlerini, imanlarını verdi. Âhiretlerini satıp, dünyayı, şehvetlerinin istediklerini aldılar. Kurtuluş yolunu bırakıp, helâke koştular. Bu alış verişlerinde birşey kazanmadılar. Bunlar, ticaret ve kazanç yolunu bilmedi. Çok zarar etti" olan onaltıncı âyet-i kerîmesi gönderildi. Her bid'at sâhibi, Kur'ân-ı kerîmde ve hadis-i şeriflerde manâları açık olmayan i'tikâd bilgilerinde, yanlış te'vîl yaparak, yanlış manâ çıkardığı için, hak yoldan ayrılmışdır. Hâlbuki, Peygamberimiz "aleyhisselâm" buyurdu ki: "Kur'ân-ı kerîmden kendi aklı ile, kendi düşüncesi ve bilgisi ile manâ çıkaran kâfirdir." Namazdan, imandan haberi olmıyanların, para kazanmak için, piyasaya sürdükleri, uydurma tefsîrlerinin, yaldızlı reklâmlarına aldanmamalı, bunları almamalı, okumamalıdır.
.
Doğru imanın alameti
3 Mart 2003 01:00
Dünya ve ahiret saadetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünya ve âhiretin efendisi olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi olmağa bağlıdır. Ona tâbi olmak için, iman etmek ve İslâmiyeti öğrenmek ve yapmak lâzımdır. Kalbde doğru imanın bulunmasına alâmet, kâfirleri düşman bilip, onlara mahsûs olan ve kâfirlik alâmeti olan şeyleri yapmamaktır. Çünkü islâm ile küfür, birbirinin aksidir, zıddıdır. Birinin bulunduğu yerde, diğeri bulunamaz, gider. Bu iki zıt şey, bir arada bulunamaz. Bunlardan birisine kıymet vermek, diğerini hakâret ve kötülemek olur. Allahü teâlâ, sevgilisi olan Muhammed aleyhisselâma, huluk-ı azîm sâhibi olan, çok merhametli olan Peygamberine "sallallahü aleyhi ve sellem", islâm düşmanları ile cihâd ve muhârebe etmeği ve onlara sertlik göstermeği emrediyor. Demek ki, islâm düşmanlarına sert davranmak huluk-ı azîmdendir. İslamiyetin izzeti ve şerefi, küfrün ve kâfirlerin hakîr ve zelîl olmasındadır. Kâfirlere izzet veren, hurmet eden, Müslümanları tahkîr etmiş, alçaltmış olur. Hak teâlâ, İmrân sûresinde kâfirlere kıymet verenlerin ve küfre tâbi olanların aldandıklarını ve pişman olacaklarını beyân buyurarak meâli, "Ey benim sevgili Peygamberime "sallallahü aleyhi ve sellem" inananlar! Eğer, kâfirlerin sözlerine aldanıp da, Resûlümün yolundan ayrılırsanız, kendilerine Müslüman süsü veren din düşmanlarının uydurma ve yaldızlı sözlerine kapılarak, imanınızı çaldırırsanız, dünyada ve âhıretde zarar edersiniz" olan yüzkırkdokuzuncu âyet-i kerîmeyi gönderdi. Allahü teâlâ, kâfirlerin, kendi düşmanı ve Peygamberinin düşmanı olduklarını bildiriyor. Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek ve onlarla kaynaşmak, insanı Allahü teâlâya ve Onun Peygamberine düşman olmağa sürükler. Bir kimse, kendini Müslüman zan eder. Kelime-i tevhîdi söyleyip, inanıyorum der. Namaz kılar ve her ibâdeti yapar. Hâlbuki, bilmez ki, böyle çirkin hareketleri, onun imanını ve islâmını temelinden götürür. Kâfirler, yani Resûlullahın bildirdiği islâm dînini beğenmiyenler, zamana, asra ve fenne uymuyor diyenler ve mürtedler, Müslümanlarla ve Müslümanlıkla, açıkça ve alçakça alay ediyor, Müslümanları aşağı görüyorlar. Müslümanlığın dışında kalmak, keyflerine, şehvetlerine ve içlerindeki kötü isteklerine uygun geldiğinden, Müslümanlığa gericilik, imansızlığa, dinsizliğe asrîlik, münevverlik ve ışıklı yol diyorlar. Bunlara aldanmamalıdır.
.
İslamiyet ve ilim...
4 Mart 2003 01:00
İnançsızlar, İslam düşmanları, temiz Müslüman yavruları aldatmak için, "İslamiyette herşey 'miş' ile bitiyor. Şöyle imiş, böyle imiş diye, hep mışa dayanıyor. Bir senet ve vesîkaya dayanmıyor. Diğer ilimler ise, ispat edilip, bir vesîkaya dayanmaktadır" diyorlar. Bu sözleri ile, ne kadar câhil olduklarını gösteriyorlar. Hiç de, bir islâm kitabı okumamışlar. İslamiyet ismi altında, hayallerinde, birşeyler tasarlayıp, din bu düşüncelerden ibârettir sanıyorlar. Hâlbuki Müslümanlar, peygamberlerin en üstünü Muhammed aleyhisselâma tâbi olmakta, haber verdiği, Mi'râc gecesinde görüp konuşduğu ve her gün Cebrâîl ismindeki melek vâsıtası ile haberleştiği bir Allaha ibâdet etmektedir. Bunların, İslamiyetten ayrı ve uzak gördükleri ilimler, fenler, vesîkalar, senetler, hep islâm dîninin birer şubesi, dallarıdır. Meselâ bugün liselerde okunan bütün fen bilgileri, kimyâ, biyoloji kitaplarında, "Dersimizin esâsı, müşâhede yani gözetleme, tetkîk, inceleme ve tecrübedir" diyor. Yani fen derslerinin esâsı, bu üç şeydir. Hâlbuki, bu üçü de, İslamiyetin emrettiği şeylerdir. Yani, dînimiz, fen bilgilerini emretmektedir. Kur'ân-ı kerîmin çok yerinde, tabîatı, yani mahlûkâtı, canlı ve cansız varlıkları görmek, incelemek emredilmektedir. Eshâb-ı kirâm, bir gün Peygamberimize "sallallahü aleyhi ve sellem" sordu ve: "Yemen'e gidenlerimiz, orada hurma ağaçlarını, başka türlü aşıladıklarını ve daha iyi hurma aldıklarını gördük. Biz Medîne'deki ağaçlarımızı babalarımızdan gördüğümüz gibi mi aşılayalım, yoksa, Yemen'de gördüğümüz gibi aşılayıp da, daha iyi ve daha bol mu elde edelim?" dediler. Resûlullah efendimiz, bunlara şöyle diyebilirdi: Biraz bekleyin! Cebrâîl "aleyhisselâm" gelince, ona sorar, anlar, size bildiririm. Veya, biraz düşüneyim. Allahü teâlâ, kalbime doğrusunu bildirir. Ben de, size söylerim, demedi ve "Tecrübe edin! Bir kısım ağaçları, babalarınızın üsûlü ile, başka ağaçları da, Yemen'de öğrendiğiniz üsûl ile aşılayın! Hangisi daha iyi hurma verirse, her zaman o üsûl ile yapın!" buyurdu. Yani tecrübeyi, fennin esâsı olan tecrübeye güvenmeği emir buyurdu. Kendisi melekten haber gelir veya mubârek kalbine elbette doğar idi. Fakat, dünyanın her tarafında, kıyâmete kadar gelecek Müslümanların, tecrübeye, fenne güvenmelerini işâret buyurdu.
.
İlim ve ahlâk
5 Mart 2003 01:00
İslamiyet, ilim ve ahlâk ve de bütün fen kolları üzerinde, her çeşit çalışmağı önemle emir etmektedir. Bunlara çalışmak, farz-ı kifâye olduğu, kitaplarda yazılıdır. Hatta, bir islâm şehrinde, fennin yeni bulduğu bir âlet, bir vâsıta yapılmayıp, bu yüzden bir Müslüman zarar görürse, o şehrin idârecilerini, âmirlerini, İslamiyet mes'ûl tutmakdadır. Hadis-i şerifte, "Oğullarınıza yüzmeyi ve ok atmayı öğretiniz! Kadınların, evinde iplik iğirmesi ne güzel eğlencedir" buyuruldu. Bu hadis-i şerif, harb için lâzım olan her çeşit bilgi ve âleti edinmeği, hiç boş durmamağı ve fâideli eğlenceleri emretmektedir. Bunun içindir ki, bugün, müslümanların, en son teknolojiyi, en son buluşları yaparak Müslümanlığı dünyaya tanıtması farzdır. Yapmağa çalışılmazsa, büyük günah olur. Müslümanların bilmesi, öğrenmesi lâzım olan bilgilere, Müslümanlık bilgileri denir. Bu bilgilerin kimisini öğrenmek farzdır. Kimisini öğrenmek sünnet, bir kısmını öğrenmek de mubahdır İslâm bilgileri, başlıca iki büyük kısma ayrılır: Birincisi, nakli ilimlerdir. Bunlara "Din bilgileri" de denir. Ehl-i sünnet âlimleri, bu bilgileri, "Edille-i şer'ıyye" denilen dört kaynaktan meydana çıkarmıştır. Din bilgileri de ikiye ayrılır: Zâhirî ilimler ve bâtınî ilmler. Birincilere "Fıkıh bilgileri" veya "Ahkâm-ı islâmiyye", ikincilere "Tasavvuf bilgileri" denir. İslâm bilgilerinin ikinci kısmı, akli ilimlerdir. Eskiden canlıları öğretene (Ulûm-i tıbbiyye), cansızları öğretene (Ulûm-i hikemiyye) denirdi. Semâları, yıldızları öğretene (Ulûm-i felekiyye), yeryüzü bilgilerine de (Ulûm-i tabî'ıyye) tabiat bilgileri demişlerdir. Ulûm-i akliyye, denilen bilgiler matematik, mantık ve tecrübî bilgilerdir. Bunlar, his organları ile duyularak, akıl ile incelenerek, tecrübe ve hesap edilerek elde edilir. Bu bilgiler, din bilgilerinin anlaşılmasına ve onların tatbîk edilmesine yardımcıdırlar. Bu bakımdan lüzûmludurlar. Bunlar, zamanla artar, değişir, ilerler. Bunun içindir ki, "Tekmîl-i sınâ'ât, telâhuk-ı efkâr iledir" denilmiştir. Bunun mânâsı "San'atın, fennin, tekniğin ilerlemesi, fikirlerin, deneylerin birbirlerine eklenmesi ile olur" demektir.
.
İslamın emir ve yasakları
6 Mart 2003 01:00
İslamiyetin bildirdiği emir ve yasaklar, aklın, beyin gücünün dışında ve üstündedir. Bunlar, hiçbir zamanda, kimse tarafından değiştirilemez. "Dinde reform olmaz" sözünün mânâsı da budur. Akıl ile elde edilen bilgileri, İslamiyet yasaklamamış, sınırlamamış, ancak, bunların nakil bilgileri ile birlikte öğrenilmesini ve sonuçlarının İslâmiyete uygun, insanlara faydalı olarak kullanılmasını, zulüm, işkence, felâket vâsıtası yapılmamasını emir etmiştir. Müslümanlar, tarih boyunca ilme gelişmelere önem vermişler, pek çok buluş müslüman ilim adamları tarafından gerçekleştirilmiştir. İslamiyet, islâma karşı olanların, islâm ahlâkını bilmiyenlerin, ilim şekline soktukları, çeşitli adlar verdikleri ahlâksızlıkların, uydurma târîhlerin, İslamiyete yapılan iftirâların okutulmasını, öğrenilmesini yasaklamakta, zararlı, kötü propagandalardan kaçınılmasını, faydalı, iyi bilgilerin öğrenilmesini istemektedir. İslamiyet, faydalı olan her ilmi, her fenni ve her tecrübeyi emreden bir dindir. Müslümanlar, fenni sever, fen adamının tecrübelerine inanır. Fakat, fen adamıyım diyen fen taklitçilerinin iftirâlarına, yalanlarına aldanmaz. Din cahilleri ellerinden gelirse, Müslümanları ezer, imhâ eder. Veyahud, Müslümanları, kendi uydurdukları yola sokarlar. Nitekim masonlar nihai hedeflerini "Dindârlara ve ma'bedlere galebe çalmak kâfî değildir. Asıl maksadımız, dinleri yok etmektir" şeklinde ifade etmektedirler. Dinden haberi olmayanlar, kitaplarında ve konuşmalarında, İslamiyete düşmanlıklarını açıkca ve hayasızca bildiriyorlar. İlimden, fenden haberleri olmadığı için, çocukca şeyler söylüyorlar. Meselâ, eski insanlar câhil imiş, tabiat kuvvetleri karşısında âciz, zavallı kalarak, hayalî şeylere inanmışlar. Uydurdukları şeylere tapınarak, yalvararak, küçüklüklerini göstermişler. Cennet, Cehennem, cin, melek, eski insanların uydurduğu şeylerdir. Gidip gören var mı? Görülmeyen, tecrübe edilmeyen şeylere inanılır mı, diyorlar. Dinsizlerin bu sözleri, târihden de haberleri olmadığını gösteriyor. Târih boyunca, her asırda gelen câhiller, kendilerini akıllı, bilgili, eski insanları câhil sanmış. Âdem aleyhisselâmdan beri, her asırda gönderilen dinleri, eski câhillerin sözleri diyerek bozmuşlar, inkâr etmişlerdir. Kur'ân-ı kerîmin birçok yerinde, din cahillerinin böyle sözleri bildirilmekte ve cevap verilmektedir.
.
İlmihâl tartışması
7 Mart 2003 01:00
Geçenlerde bir TV kanalında.Türkiye'deki Müslümanların durumu tartışılıyordu. Aralarında ilahiyatçıların da bulunduğu birçok konuşmacı, Müslümanların bugünkü, dağınıklığını, sıkıntılarını ve bunların sebeplerini konuşuyordu. Başka bir ifade ile suçlu aranıyordu Müslümanların bugünkü iç açıcı olmayan hallerine... Ben kendi kendime, "Suçu niçin şurada burada arıyorsunuz, dini kendi kafalarına göre yorumlayan, refomcu ilahiyatçılar değil mi?" diye söylenirken, ilahiyatçı bir Prof. söz alarak, katili bulmuş bir komiser edasıyla, kendine göre birçok safsata gerekçeleri de sıralayıp, "Bütün bu olumsuzlukların müsebbibi, ilmihal kitaplarıdır" demez mi? Yine kendi kendime, "pes doğrusu!" dedim. Hani derler ya, "Yavuz hırsız ev sahibini bastırır!" aynen öyle! Çok şükür başka bir ilahiyatçı söz alarak beni biraz olsun ferahlattı. Şükürler olsun ki, az da olsa insaf ehli ilahiyatçılar da varmış, dedim. Bu ilahiyatçı Prof. dedi ki: "Biraz insaflı olalım, Allahtan korkalım, eğer bugün öyle veya böyle memleketimizde Müslümanlık varsa, bu ilmihaller sayesindedir. Bir "Mızraklı İlmihal'in yaptığı hizmeti nasıl inkar edebiliriz. Halkımızın sahip olduğu din bilgilerinin esas kaynağı, "Mızraklı İlmihal'dir. Bugün halkımız islamiyeti yaşıyorsa, bu beğenmediğiniz ilmihaller sayesindedir. Sonra din kitapları sadece ilmihallerden ibaret de değil ki. Ahlak kitapları, hikmet kitapları da var. Bunların hepsini ihtiva eden kitaplar da var. İstiyen bunları da alıp okuyabilir. Bunu engelleyen mi var?" Eski ve günümüz ilmihallerine karşı çıkan ilahiyatçı Prof. kendisinin yeni bir ilmihal kitabı yazacağını söyleyince, bir başka konuşmacı hoşuma giden, yüzde yüz gerçeği yansıtan çok güzel bir söz söyledi: "Zahmet etmeyin hocam, yazacağınız ilmihali hiç kimse okumaz. Niçin diyecek olursanız, sebebini de hemen söyleyeyim: Dini bir kitabın okunması için, yazanın, ihlaslı olması, ilmi ile amil olması, yani İslamiyeti yaşaması, takva sahibi olması lazımdır. Bugün bu vasıflarda din adamı kalmadı. Eski kitapların çok okunmasının hikmeti de burada zaten. Çünkü, onlar gerçekten takva sahibi samimi insanlardı. Söylediklerini, yazdıklarını eksiksiz olarak yaşayan kimselerdi. Sadece Allah rızası için yazıyor ve konuşuyorlardı. Bugünkü din adamları için bu söylenebilir mi?" İlmihal, özellikle Mızraklı İlmihal düşmanlığı yeni değil. Fakat son yıllara kadar, bu düşmanlığı dinsizler, ateistler yürütüyordu. Mesela, Nazım Hikmet'in Mızraklı İlmihal düşmanlığını hedef alan bir şiiri vardır. İşin düşündürücü, ürkütücü yönü, ilahiyatçıların da bu kampanyaya katılmaları. Nazım Hikmet'in düşmanlığını anlıyorum; düşüncesi gereği dini ortadan kaldırmak istiyor. Zira kendisi inançsızdı. Peki iyi de ya İlahiyatçılar ne yapmak istiyor acaba? İster istemez insanın aklına geliyor, yoksa bazı ilahiyatçıların da nihai hedefleri dini ortadan kaldırmak mıdır?!. Bu konularda kafa yoran bir yazarın şu tespiti de bu şüpheyi doğrulamaktadır: "Yeni İslâmcılık projesi, daha önce dinle ilgisi olmayan elitler, aydınlar tarafından yürütülüyordu. Bundan netice alınamayınca yeni proje yürürlüğe konuldu. Bu yeni projeye göre, "Yeni İslam" başka bir ifadeyle dinsizleştirme, İslâmcı elitler ve aydın din adamları (!) eliyle yürütülecek. İslâmı Protestanlaştırma Projesi ile de buna destek verilecek. Veya, İslamı protestanlaştırma projesine dönüştürülecek." Dış güçlerin özellikle de, İngilizlerin ve "Vatikan"ın yönlendirdiği bu projeyi önlemenin yolu, asırlardır olduğu gibi, dinimizi ilmihal, fıkıh kitaplarından öğrenmekten geçer. (Hakikat Kitabevi'nin 0212 523 45 56 yayınladığı, Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye, (2. Kısımda "Mızraklı İlmihal" olan) İslam Ahlâkı ve Faideli Bilgiler kitapları fıkıh bilgilerini, İslâm ahlâkını, hikmet ve İslâmi şuuru çok güzel bir şekilde bildirmektedir. Sinsi oyunlara gelmemek için, bunlar mutlaka dikkatlice okunmalıdır.)
.
Dinin temel direği!
8 Mart 2003 01:00
Dün, bazı çevrelerin, İslamda reform yapıp, "yeni bir islam ortaya koyma projesi" dahilinde yapılan, fıkıh, "İlmihâl" düşmanlığından bahsetmiştim. Bugün de, ilmihal nedir, fıkıh nedir? Bunun üzerinde durmak istiyorum. Her Müslümanın, imân, amel ve ahlâk ile ilgili, öğrenmesi ve yapması lâzım olan bilgileri ihtiva eden kitaplara "İlmihal" denir. İlmihâllerle zaruri din bilgileri verilir. Bu bilgileri öğrenmeyen bir kimsenin dînin emirlerini doğru bir şekilde yerine getirmesi mümkün değildir. İlmihâl kitaplarında önce îtikâd (îmân) bilgilerine yer verilmiştir. Çünkü, inanılacak şeyler, dînin esâsını teşkil eder. Burada imanın altı şartı, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği şekilde anlatılır. Sonra islamın beş şartı; ibâdet, helâl ve haram bilgileri anlatılır. Bundan sonra da, İslâm ahlâkından bahsedilir. Bu kısım, kalbi kötülüklerden temizlemenin, kısaca iyi bir Müslüman olmanın yollarını öğretir. İlmihâl kitaplarının kaynağı, fıkıh kitaplarıdır. Fıkıh ilmi, insanların yapması ve yapmaması lâzım olan işleri bildirir. Fıkıh bilgileri, edille-i şeriyye denilen, "Kitap", "Sünnet", "İcmâ" ve "Kıyâs"tan çıkarılır. Dînin hükümlerini bu dört kaynaktan çıkartan müctehid âlimlere "Fakîh" denir. Müctehid olmıyanların doğrudan doğruya bu dört kaynaktan fıkıh bilgisi öğrenmeleri imkânsızdır. Bunun için din bilgileri ancak fıkıh kitaplarından öğrenilebilir. Cehenneme gidecekleri hadîs-i şerîfte bildirilen "Yetmiş iki sapık fırka" âlimleri, Kur'ân-ı kerîmden yanlış mana çıkardıkları için sapıttılar. Âlimler sapıtınca, âlim olmıyanların Kur'an-ı kerimden, Hadis-i şeriflerden dinini öğrenmeye kalkışması felâket olur. Kur'ân-ı kerîmin hakîkî manasını öğrenmek isteyen, Ehl-i sünnet âlimlerinin kelâm, fıkıh ve ahlâk kitaplarını okuması lâzımdır. Dört mezhebin kelâm (iman) kitapları aynı olup, fıkıh kitapları başka başkadır. Halk için yazılmış olan ve herkesin bilmesi ve yapması gereken iman, ahlâk ve fıkıh bilgilerini kısaca ve açıkça anlatan kitaplara "İlmihâl" kitapları denilmiştir. Her müslümanın, evinde mutlaka muteber ilmihâl kitabı bulundurması, dinini bu ilmihâlden öğrenmesi şarttır. Bunun için dinimiz fıkıh bilgisine çok önem vermiştir. Bir kimse Kur'ân-ı kerîmi, ihtiyaç miktarı ezberledikten sonra, fıkıhla meşgûl olmalıdır! Çünkü, Kur'ân-ı kerîmi ezberlemek farz-ı kifâye, fıkhın kendine lâzım olan miktarını öğrenmek ise farz-ı ayndır. Peygamber efendimiz, "İbâdetlerin en kıymetlisi fıkhı öğrenmek ve öğretmektir." "Her şeyin dayandığı direk vardır. Dinin temel direği, fıkıh ilmidir." "Fıkhı bilmeden ibâdet eden, gece karanlıkta bina yapıp, gündüz yıkana benzer." buyurmuştur. Kur'an-ı kerimde, Resulullaha ve âlimlere uymamız emrediliyor. Peygamber efendimiz de, "Âlimlere tabi olun" buyuruyor. O hâlde, Allahü teâlânın emrine uyarak, âlimlere tabi olmamız, uymamız şarttır. Bu vesîkalardan anlaşıldığı gibi, din ancak, bu âlimlerin kelâm, fıkıh ve ahlâk kitaplarından ve bu ilimlerin biraraya getirildiği, toplandığı ilmihâl kitaplarından öğrenilir. Asırlardır, İslamiyet böyle öğrenildi, bu yol sayeyesinde bozulmadan bize kadar geldi. İslamı yok etmek isteyen güçler acı tecrübelerden sonra bunun farkına vardılar. Bunun için, saldırılarını islam âlimlerine ve bunların yazdığı fıkıh ve ilmihal kitaplarına yönelttiler. Biliyorlar ki, bu kitaplar halkın gözünden düşürülürse, Müslümanlar arasındaki bütünlük bozulacak, dinde anarşi çıkacak. Müslümanlar birbirini yiyip bitirecek. Böylece, asırlardır top, tüfek ve diğer bütün güçleri ile yapamadıklarını hiçbir sıkıntıya girmeden yaptırmış olacaklardır. Maalesef bunda da hayli mesafe katetmiş oldukları görülüyor. Sözde dini temsil eden, bu ilahiyatçıların, bu aydın din adamlarının televizyonlarda, açıkça ilmihallerin, fıkıh kitaplarının zararlarını tartışmaları bunun açık göstergesidir.
.
İmanın temeli
28 Mart 2003 01:00
İmam-ı Gazali hazretleri "Kimyâ-i saadet" kitabında diyor ki: Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki: "İmanın temeli ve en kuvvetli alâmeti, Müslümanları sevmek ve Müslümanlara düşmanlık edenleri sevmemektir." Cenâb-ı Hakkın Îsâ aleyhisselâma, "Eğer yerlerde ve göklerde bulunan bütün mahlûkların ibâdetlerini yapsan, dostlarımı sevmedikce ve düşmanlarıma düşmanlık etmedikce, hiç faydası olmaz" buyurmuştur. Her mümin, kâfirleri, Allahü teâlâya düşman olanları sevmemeli, İslamiyete inananları sevmelidir. Bunu sözlerinde ve mümkün ise, hareketlerinde belli etmelidir. Kötü kimselerle arkadaşlık etmemeli, günahı çok olanlardan, çok kaçınmalıdır. Zâlimlerden, Müslümanlara eziyyet edenlerden daha ziyade kaçınmalıdır. Fakat, yalnız kendisine zulmedenleri affetmek, zulümlerine sabretmek lâzımdır ve çok iyidir. İslam büyüklerimizden bazıları, fâsıklara ve zâlimlere çok sert davranırdı. Bazıları da, hepsine şefkat ve merhamet gösterip, nasîhat ederdi. Fâsıklara ve zâlimlere acırlardı. Bu hâl, büyük ve kıymetli ise de, câhiller, ahmaklar, burada aldanır. İmanları zayıf ve İslamiyete uymakta gevşek olanlar, kendilerini Allahü teâlânın kaza ve kaderine râzı sanır. İslamiyete karşı duranları ve Müslümanlara düşman olanları sevmemek, bunları düşman bilmek farzdır. Mücâdele sûresinin son âyetinde meâlen, "Allahü teâlâya ve kıyâmet gününe iman edenler, Allahü teâlânın ve resûlünün düşmanlarını sevmezler. O kâfirler ve münâfıklar, müminlerin anaları, babaları, oğulları, kardeşleri ve başka yakınları olsa da, bunları sevmezler. Böyle olan müminleri Cennete koyacağım" buyuruldu. Bid'at sâhiblerini, yani Müslüman görünüp, Müslümanların imanlarını bozmak istiyenleri de sevmemek, bunların zararlarını Müslümanlara duyurmak lâzımdır. İmanı olup ibâdet eden fakat, yalancı şâhidlik, haksızlık, yalan, dedikodu, iftirâ, alay gibi hareket ve söz ve yazıları ile Müslümanları incitenlerle konuşmamak, onları sevmemek lâzımdır. İmanı olup da ibâdet etmiyenlere, kumar oynamak, içki içmek gibi haram işliyen, fakat Müslümanları incitmeyen fâsıklara karşı yumuşak davranıp, nasîhat etmeli, yola gelmezlerse, görüşmemeli, fakat hasta olunca ziyâret etmeli ve selâmına cevâb vermelidir. Söz ile, yazı ile ve kaba kuvvet ile Müslümanlara saldırmayan kâfirlere tatlı söz, güler yüz göstermeli, kimseye kötülük yapmamalıdır. Onları kalben sevmemelidir...
.
Kimler dost edinilir?
30 Mart 2003 02:00
Bazı çevreler, Hıristiyanları, Yahudileri kendilerine dost edinmektedirler. "Tasavvuf, herkesle iyi geçinmektir, herkese karşı hoşgörülü olmaktır" diyorlar. Halbuki, Allahü teâlâ, Tevbe sûresinin 74'üncü âyetinde Resulüne meâlen, "Ey Peygamberim! Kâfirlerle, münâfıklarla cihâd et! Onlara düşmanlık yap!" buyurdu. Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" yolu, kâfirlere düşmanlık, onlarla cihâd idi. Kafirlerle dost olanlar, Resûlullahın yolundan ayrılmışlar, başka yol tutmuşlar. Tuttukları yol, dalâlet yoludur. Doğru yoldan çıkmaktır. Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, Allahü teâlânın kâfirlere düşman olduğunu, açıkça bildiriyor. Onun düşmanlarını seven, Onu sevmiş olur mu? Kâfirler, Allahü teâlânın düşmanı olmasalardı, "Buğd-i fillah" farz olmazdı. İnsanı Allahü teâlânın rızâsına kavuşturacakların en üstünü olmaz ve îmânın kemâline sebep olmazdı. Hadîs-i şerîfte, "Bir kimse, Allahü teâlânın düşmanlarını düşman bilmezse, hakîkî îmân etmiş olmaz. Mü'minleri Allah için sever ve kâfirleri düşman bilirse, Allahü teâlânın sevgisine kavuşur" buyuruldu. Hadîs-i şerîflerde, "Bir kimse, Allahın dostlarını sever, düşmanlarını düşman bilirse ve Allah için verir ve Allah için vermezse, îmânı kâmil olur","İsyân edenlere düşmanlık ederek, Allaha yaklaşınız!", "Allahü teâlâ, bir Peygambere vahyetti ki, falan âbide söyle: Dünyada zühd ederek, nefsini râhata kavuşturdun ve kendini kıymetlendirdin. Benim için ne yapdın? Âbid sordu: Yâ Rabbî! Senin için ne yapılır? Allahü teâlâ buyurdu ki: Düşmanıma, benim için düşmanlık ettin mi ve sevdiğimi benim için sevdin mi?" Sevenin, sevgilinin sevdiklerini sevmesi ve sevmediklerini sevmemesi lâzımdır. Bu sevgi ve düşmanlık, insanın elinde değildir. Sevginin îcâbıdır. Dostun dostları, insana sevimli görünür. Düşmanları, çok çirkin görünür. Bir kimse, birisini seviyorum derse, onun düşmanlarından uzaklaşmadıkça, sözüne inanılmaz. Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki: "Kâfirleri sevmek, Allahü teâlâyı sevmemektir. İki zıt şey, birlikte sevilemez." İki düşman, birlikte sevilemez. Bir kimse, seviyorum dese, fakat onun düşmanlarından uzaklaşmazsa, bu sözüne inanılmaz. Âl-i İmrân sûresinin 28'inci âyetinde meâlen, "Kâfirleri sevenleri, Allahü teâlâ, azâbı ile korkutuyor" buyurdu. Bu büyük tehdît, kafirleri sevmenin çirkinliğinin çok büyük olduğunu gösteriyor.
"Mümin olmayanı dost edinemem"
31 Mart 2003 01:00
Geçmişte, İslamiyet karşısında, kâfirler türlü yollar tutmuş, kollara ayrılmış ise de, iki kısımda toplanmışlardı: Birinci kısımdakiler, dünya işlerini ve ibâdetlerini yapıp Müslümanlara saldırmaz. Bunlar, islâmın kuvveti ve büyüklüğü karşısında, küçüklüklerini anlamış vergi vermeği kabûl ederek islâmın hâkimiyetine ve adâletine sığınmıştı. Böyle kâfirleri sevmemek, düşman bilmek lâzım ise de kalblerini incitmek haramdır. Böyle gayr-i müslim vatandaşa zulmetmek, Müslümana zulm etmekten daha fenâdır. Hayvana zulüm, işkence etmek, zimmîye etmekten daha fenâdır. İkinci kısım kâfirlere gelince, bunlar, islâm güneşinin parlamasına dayanamaz. Bütün devlet kuvvetleri ile, propaganda vâsıtaları ile, yalan ve çirkin iftirâlar yaparak, islâm dînini yıkmağa çalışırlar. Bu zavallılar, anlıyamıyor ki, İslamiyeti dünyadan kaldırmak, insanları saadetten, rahatlıktan ve kurtuluştan mahrûm bırakmak demektir ve kendilerini ve bütün beşeriyyeti, felâketlere, sıkıntılara sürüklemek, kısaca bindiği dalı kesmek demektir. Bu her iki kısım kafirlerle zaruret olmadıkça bunlarla dost olmamalı, onlardan uzak kalmalıdır. Hz. Ömer'e, burada Hîre halkından bir hıristiyan var. Hâfızası çok kuvvetli, yazısı da çok güzel, bunu kendine kâtip yaparsan çok iyi olur, dediler. Kabûl etmedi. "Mü'min olmayan birini dost edinemem" dedi. Ebû Mûsel eş'arî, Hz. Ömer'e, "Yanımda hıristiyan bir kâtibim var. Çok işe yarıyor" deyince, "Allahtan kork! Niçin, bir müslümân kâtib kullanmıyorsun? Mâide sûresindeki, Ey mü'minler! Yahûdî ve hıristiyanları sevmeyiniz! âyetini işitmedin mi?" dedi. "Dîni onun, kâtibliği benim" dedim. "Allahü teâlânın hakîr ettiğine ikrâm etme! Onun zelîl etdiğini azîz eyleme! Allahın uzaklaştırdığına yaklaşma!" dedi. "Basra'yı onun yardımı ile idâre edebiliyorum" dedim. "Hıristiyan ölürse ne yapacaksan, şimdi onu yap! Hemen onu değiştir!" dedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Halîlullah olan İbrâhîm aleyhisselâmın o büyük makâmı bulması, Peygamberlerin ağacı olması, Allahü teâlânın düşmanlarından uzak olduğu içindi. Mümtehine sûresinin dördüncü âyetinde meâlen, "İbrâhîm aleyhisselâmda, sizin için ibret vardır" buyuruldu. İnsânı Allahü teâlânın rızâsına kavuşturacak şeylerden hiçbiri, bu uzak kalma gibi değildir. Allahü teâlânın, küfre ve kâfirlere düşmanlığı, zâtındandır. Cehennemde sonsuz yanmak, bu çirkin işin cezâsıdır.
İyiliklerin karşılığı...
1 Nisan 2003 01:00
Âhırette Cehennemden kurtulmak, yalnız Muhammed aleyhisselâma tâbi olanlara mahsûstur. Dünyada yapılan hayrât ve hasenât, yani bütün iyilikler, bütün keşifler, bütün hâller ve bütün ilimler Resûlullahın yolunda bulunmak şartı ile, âhırette işe yarar. Yoksa, Allahü teâlânın Peygamberine tâbi olmıyanların yaptığı her iyilik, dünyada kalır ve âhıretin harâb olmasına sebeb olur. Yani, iyilik şeklinde görünen, birer istidrâcdan başka birşey olamaz. Nitekim, dünyadaki faydalı ve hayırlı işlerden cenâb-ı Hakkın, en çok beğendiği, câmi yapmaktır. Câmi yapmanın, çok sevap olduğunu bildiren hadis-i şerifler vardır. Böyle olmakla beraber, Tevbe sûresi, onsekizinci âyetinde meâlen: "Kâfirlerin câmi yapmaları câiz değildir. Yerinde ve yarar bir iş değildir. Onların câmi yapmaları ve diğer bütün beğendikleri işleri, kıyâmette kendilerine yaramıyacak ve Muhammed aleyhisselâma tâbi olmadıkları için, Cehenneme girip, çok acı azâblarda sonsuz olarak cezâlandırılacaklardır" buyuruldu. Âl-i İmrân sûresi, seksenbeşinci âyetinde meâlen: "Muhammed aleyhisselâmın getirdiği İslâm dîninden başka din istiyenlerin, dinlerini Allahü teâlâ sevmez ve kabûl etmez. Dîn-i islâma arka çeviren, âhırette zarar edecek, Cehenneme girecektir" buyuruldu. Bir kimse, binlerce sene ibâdet etse ve ömrünü, nefsini temizlemekle geçirse ve güzel huyları ile yanındakilere ve keşfettiği âletler ile, bütün insanlara faydalı olsa, Muhammed aleyhisselâma tâbi olmadıkça ebedî saadete kavuşamaz. Nisâ sûresi, onüçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen: "Allahü teâlânın ve Peygamberi Muhammed aleyhisselâmın emirlerine aldırış etmiyenler, beğenmiyenler, asra, fenne uygun değildir, modern ihtiyaçlara kâfi değildir diyenler, kıyâmette Cehennem ateşinden kurtulamıyacaklardır. Bunlara, Cehennemde, çok acı azâb vardır" buyuruldu. Nisâ sûresi yüzyetmişikinci âyet-i kerîmesinin tefsirinde: "Muhammed aleyhisselâma inanıp, âhırete yarayan işleri yapanlara (yani İslâmiyete uyanlara), Allahü teâlâ, va'd ettiklerini verecek ve ayrıca çok ihsân yapacaktır. Allahü teâlâya ibâdet etmeği, yani Muhammed aleyhisselâma itâat etmeği, aşağılık, gericilik sanıp, kendilerine asrî ve münevver diyerek, büyüklük taslıyanlara, çok azâb edecektir. Kendilerini herkesin üstünde sanan bu kâfirleri, Cehennemden kurtaracak bir yardımcı, Allahü teâlâdan başka bir kuvvet sâhibi bulunmıyacaktır" buyuruldu.
.
Tohumu ekmeyip yiyenler!..
2 Nisan 2003 01:00
Bu Dünya, âhıretin tarlasıdır. Burada tohumlarını ekmeyip yiyenler, böylece bir tohumdan kat kat meyve kazanmaktan mahrum kalanlar, ne kadar tâlihsiz ve ahmaktır. Kardeşin kardeşten kaçacağı, ananın evlâdını tanımıyacağı o gün için, hazırlanmıyorlar. Böyle kimseler, dünyada da, âhırette de zarardadırlar ve sonunda pişman olacaklardır. Aklı başında olan, bu dünyayı fırsat bilir. Bu kısa zamanda, yalnız dünya lezzetleri ile zevklenmek için değil, bu fırsatta, tohum ekmek ve bir hayırlı iş, yani Allahü teâlânın beğendiği işi yaparak, âyet-i kerîmede bildirilen kat kat fazla meyveleri toplamak istemelidir. Cenâb-ı Hak, bu kısa zamanda yapılacak, hayırlı işlere ve ibâdetlere sonsuz nimetler ihsân edecekdir. Peygamberine tâbi olmıyan, İslamiyeti beğenmiyenlere de, sonsuz azâb yapacaktır. Niçin böyle sonsuz azap yapacağını kendisi bilir. İnsanların kısa akılları, bunun sebebini kavrıyamaz. Meselâ, dünyada yapılan cinâyetlere de, çeşitli cezâlar emir etmiştir. Bunların sebebini ve hikmetini hiçbir insan anlıyamaz. İşte, böyle geçici kısa bir zamandaki küfre, sonsuz azap edecektir. Âhırette azâblardan kurtulmak, ancak Muhammed aleyhisselâma tâbi olmağa bağlıdır. Onun gösterdiği yolda giden, Allahü teâlânın sevgisine kavuşur. Ona tâbi olan, Allahü teâlâya sâdık kul olmak saadetine erer. Dünyaya gelmiş olan yüzyirmidörtbinden ziyade Peygamberin en büyükleri, Ona tâbi olmağı istemiştir. Mûsâ "aleyhisselâm" Onun zamanında bulunsaydı, O büyüklüğü ile berâber, Ona tâbi olmağı severdi. Îsâ aleyhisselâmın gökten inip, Onun dîni yolunda yürüyeceğini herkes bilir. Onun ümmeti olan Müslümanlar, Ona tâbi oldukları için, bütün insanların hayırlısı ve en iyileri oldu. Cennete gireceklerin çoğu bunlar oldu ve Cennete herkesten önce gireceklerdir. Kur'ân-ı kerîmdeki emirlerini ve İslamiyetin hükümlerinin hepsini akla uydurmağa, akla beğendirmeğe kalkışan, Peygamberlik makâmının derecesini anlamamış ve inanmamış olur. Böyle, İslamiyeti akıl ile, felsefe ile îzâha ve inandırmağa çalışan kitapları okumamalıdır. Akıl ile anlaşılan şeyler, his uzuvları ile anlaşılanların üstünde olduğu ve bunların yanlışını çıkardığı gibi, yani his uzuvlarımız, akıl ile anlaşılan şeyleri anlıyamıyacağı gibi, akıl da, Peygamberlik makâmında anlaşılan şeyleri kavramaktan âcizdir. İnanmaktan başka çaresi yoktur. Akıl, anlıyamadığı şeyleri nasıl ölçebilir. Bunların doğru ve yanlış olduğuna nasıl karar verebilir?
Aklın kapasitesi
3 Nisan 2003 01:00
Din, nakle dayanır. Nakil yolu ile anlaşılan, yani Peygamberlerin "aleyhimüsselâm" söyledikleri şeyleri, akıl ile araştırmağa uğraşmak, düz yolda güç giden, yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamağa benzer. Yokuşa doğru at, kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya yıkılıp canı çıkar. Yahut, alışmış olduğu düz yola kavuşmak için sağa, sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyalar harâb olur. Akıl da, yürüyemediği, anlıyamadığı âhıret bilgilerini çözmeğe zorlanırsa, ya yıkılıp, insan aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünya işlerine benzetmeğe kalkışarak, yanılır, aldanır ve herkesi aldatır. Akıl, his kuvveti ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmağa yarayan, bir miyârdır, bir âlettir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara eremiyeceğinden, şaşırıp kalır. O halde, Peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan başka çâre yoktur. Görülüyor ki, Peygamberlere "aleyhimüssalâtü vesselâm" tâbi olmak, aklın gösterdiği bir lüzûmdur ve aklın istediği ve beğendiği bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmağa kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmiyen yerlerde, pervâsızca yürümeğe ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her ân uçuruma, girdâba düşebilirler. Nitekim, felsefeciler ve tecrübeleri hayalleri ile îzâha kalkışan maddeciler, akılları dışında bulunan sözlerinin çoğunda yanılmış, bir yandan birçok hakîkatleri meydana çıkarırken, bir taraftan da, insanların saadet-i ebediyyeye kavuşmalarına mani olmuşlardır. Tecrübelerin dışına taşmıyan akıl sâhibleri, bu acıklı hâli, her zaman görmüş ve bildirmiştir. Misâlleri çoktur. Felsefecilerin üstâdlarından olan Aristo için meşhûr Alman kimyâgeri profesör F. Arnd, İstanbul'da çıkan, Türkçe "Tecribî kimyâ" kitabındaki "Fen ve ilim terakkîsinin, hemen hemen binbeşyüz sene içinde durmuş olması, kısmen Aristo felsefesinin kabâhatidir" yazısı, bu doğru sözlerden biridir.
.
Zalimler hep lânetle anılmıştır
4 Nisan 2003 01:00
İnsanlık tarihi boyunca, zalim diktatörler, ellerini kana bulayıp, memleketlere hâkim olmuş, zulüm ile insanları inleterek, sömürerek, üstün silâhlar yapmış, dünyayı korkutmuş iseler de, çabuk yıkılmışlar ve târîh boyunca, lânetle anılmışlardır. Örümcek yuvası gibi çabuk kurulan tuzakları, sabah rüzgârı gibi hafîf bir kuvvetle uçmuş, insanlığa yarar birşey bırakmamışlardır. Şimdi de, zulme dayanan devletler, ne kadar büyük ve kuvvetli görünseler de, elbette yıkılacak, zulüm pâyidâr olmayacaktır. Böyle zalimler, bir anda parlıyan kibrite benzer ki, etrafındaki saman, talaş gibi hafîf şeyleri tutuşturur, eli yakar, evleri harâb edebilir. Kendi ise, hemen söner, biter. Adâlete dayanan devletler ise, kaloriferlerin radyatörü gibidir. Radyatör, birşeyi yakmaz, odaları ısıtarak, insanlara rahatlık verir. Sıcaklığı aşırı, zararlı değildir. Böyle hareket eden devletler tarihte az da olsa vardır. İslam tarihini inceleyenler iyi bilir. Hz. Ömer on yıllık Halifeliği zamanında, Kuzey Afrika'dan Türkistan'a, Azerbeycan'dan Yemen'e kadar uzanan iki milyon kilometre kareden büyük bir İslam Devletini kurdu ve mükemmel müesseselerle gayet muntazam bir şekilde yönetti. Herkes can ve mal güvenliği içinde idi. Tahakkümleri zulme değil, adelete, merhamete dayanıyordu. Örnek mi, işte size binlerce olaydan sadece biri: Rum İmparatoru Herakliyus'un büyük ordularını perişan eden İslâm askerlerinin başkumandanı Ebû Ubeyde bin Cerrâh hazretleri zafer kazandığı her şehirde tellallar dolaştırarak, Rumlara halîfe hazret-i Ömer'in emirlerini bildirirdi: "Hepiniz ticâretinizde, işinizde, ibâdetlerinizde serbestsiniz. Malınıza, canınıza, ırzınıza, kimse dokunmıyacaktır. İslâmiyetin adâleti aynen size de tatbîk edilecek, her hakkınız gözetilecektir. Dışardan gelen düşmana karşı, müslümanları koruduğumuz gibi, sizi de koruyacağız. Bu hizmetimize karşılık olmak üzere, müslümanlardan hayvan zekâtı ve uşur aldığımız gibi, sizden de, senede bir kere cizye dediğimiz vergiyi vermenizi istiyoruz. Size hizmet etmemizi ve sizden cizye almamızı Allahü teâlâ emretmektedir..." Humus Rumları, vergilerini seve seve getirip, Beytülmâl emîni Habîb bin Müslim'e teslîm ettiler. Bir müddet sonra, Herakliyus'un, bütün memleketinden asker toplıyarak Antakya'ya hücûma hâzırlandığı haber alındı. Bunun üzerine, Humus şehrindeki askerlerin de, Yermük'teki kuvvetlere katılmasına karar verildi. Ebû Ubeyde, şehirde tellallar dolaştırdı: "Size hizmet etmeğe, sizi korumağa, söz vermiştim. Buna karşılık, sizden cizye almıştım. Şimdi ise, halîfeden aldığım emir üzerine, Herakliyus ile gaza edecek olan kardeşlerime yardıma gidiyorum. Size verdiğim sözde duramıyacağım. Bunun için hepiniz Beytülmâla gelip, vergilerinizi geri alınız!" Böyle bir olay dünyanın neresinde görülmüş? Sömürme, gelirlerine el koymayı bırakın, hiçbir zorlama olmadan, zorlamayı bırakın normal istek bile olmadan alınan paralar iâde ediliyor. Hıristiyanlar, müslümanların bu adâletini, bu şefkatini görünce, senelerden beri Rûm İmparatorlarından çektikleri zulümlerden ve işkencelerden kurtuldukları için bayram yaptılar. Çoğu seve seve müslüman oldu. İşte, İslam devletlerini ayakta tutan, yaşatan, büyük ve başlıca kuvvet, îmân kuvveti idi ve İslâm dîninde, çok kuvvetli bulunan adâlet, iyilik, doğruluk ve fedâkârlık kudreti idi. Bunu için zulümleri ile değil, adeletleri ile anılıyor. Bundan sonra da anılacak!..
Akıl ve din
4 Nisan 2003 01:00
İslâmiyette aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan birşey yoktur. Âhıret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak bilinebilselerdi, binlerce Peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. İnsanlar, dünya ve âhıret saadetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ -hâşâ- Peygamberleri boş yere ve lüzûmsuz göndermiş olurdu. Hiçbir akıl, âhıret bilgilerini bulamıyacağı, çözemiyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asırda, dünyanın her tarafına, Peygamber göndermiş ve en son ve kıyâmete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, Peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir. Bütün Peygamberler, akıl ile bulunacak dünya işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup faydalanmak için çalışmağı emir ve teşvîk buyurmuş, kendileri dünya işlerinden her birinin, insanları ebedî saadete ve felâkete nasıl sürükliyebileceklerini anlatmış ve Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmişlerdir. O halde, insâf etmeli ki, Allahü teâlânın sonsuz kudretinin inceliklerini meydana çıkaran, bugünkü teknik bilgilerden ve tecrübelerden haberi olmayan ve islâm büyüklerinin kitaplarını okuyup anlamak şöyle dursun, bunların isimlerini bile işitmemiş olduğu, sözlerinden anlaşılan, bir câhilin, felsefeci maskesi, gazete yazarı perdesi altında çalışan bir zındığın, tam olmayan aklı ile, ortaya attığı bir düşünce, nasıl olur da, Allahın Peygamberinin "sallallahü aleyhi ve sellem" sözlerinden üstün tutulur? Peygamberimizin kitaplarımızda yazılı ilim, sıhhat, fen, ahlâk, hak, adâlet ve bütün saadet kollarını kavrayan ve bindörtyüz seneden beri dünyanın her tarafında gelmiş, ilim, tecrübe ve akıl sâhiblerini hürmet ve hayranlıkta bırakan ve hiç birisinde kimse tarafından bir kusur ve hatâ bulunmamış olan, emirleri ve sözleri, bir câhil sözü ile nasıl lekelenebilir? Bundan daha büyük bedbahtlık ve zavallılık olabilir mi? Tam akıl, şaşmıyan, yanılmayan akıldır. Etrâfa düşünceler savuran bir câhil, değil aklın erişemiyeceği şeylerde, belki kendi günlük işlerinde, hiç yanılmadığını iddiâ edebilir mi? Etse bile böyle bir iddiâya, kimse inanır mı? Yeryüzünde hiç bozulmıyan ve değiştirilemiyecek birşey vardır ki, o da Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmi ve Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" hadis-i şerifleri, yani mubârek sözleridir
Din ve fen
5 Nisan 2003 01:00
İslam tarihini inceleyenler bilirler. Târîh boyunca hiçbir zamanda, hiçbir teknik başarı, hiçbir fennî hakîkat, İslamiyete ters düşmemiş, dâimâ ona uygun bulunmuştur. Nasıl uygun olmasın ki, tabîatı incelemek ve madde ile kuvvet üzerinde çalışmak ve fen bilgilerinde akla güvenmek, İslamiyetin emrettiği şeydir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmin birçok yerinde, "Sizden evvel gelip geçenlerin hayatlarını, gittikleri yolları ve başlarına gelenleri, gözden geçirip, onlardan ders alınız. Yerleri, gökleri, canlıları, cansızları ve kendinizi inceleyiniz! Gördüklerinizin içini, özünü araştırınız. Bütün bunlarda yerleştirmiş olduğum kuvvetimi, kudretimi, büyüklüğümü ve hâkimiyetimi bulunuz, görünüz, anlayınız!" meâlinde emirler buyurmaktadır. Fen bilgisi, imanın altı şartından birincisi olan Allahü teâlânın var olduğuna inanmayı da kolaylaştırır. Fen bilgisi olan akıllı bir kimse, bunu düşünerek kolayca anlayabilir. İmanın diğer şartları ve bütün ibâdetler, bundan sonra öğrenilir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmin birçok yerinde, kâfirleri; neden akıllarını kullanmadıkları için ve neden yerleri, gökleri ve kendilerini inceliyerek düşünmedikleri ve böylece imana kavuşmadıkları için, azarlamakda ve aşağılamakdadır. Büyük islâm âlimi Seyyid Şerîf Cürcânî, aklı olan, iyi düşünen bir kimse için, astronomi ilmi, Allahü teâlânın varlığını anlamağa, çok yardım eder, diyor. İmâm-ı Gazâlî "rahmetullahi teâlâ aleyh" buyuruyor ki: Astronomi ve anatomi bilmiyen, Allahü teâlânın varlığını ve kudretini anlıyamaz. Evet, Îsâ aleyhisselâmın hak olan dîni, az zaman sonra düşmanları tarafından sinsice değiştirilmişti. Bolüs adındaki bir Yahûdî, Hz. Îsâ'ya inandığını söyliyerek ve Îsevîliği yaymaya çalışıyor görünerek, gökten inen İncîl'i yok etti. Dört kişi ortaya çıkıp, oniki Havârîden işittiklerini yazarak, İncîl adında dört kitap meydana geldi ise de, Bolüs'ün yalanları, bunlara da karıştı. Barnabas adındaki bir Havârî, Îsâ aleyhisselâmdan işittiklerini ve gördüklerini doğru olarak yazdı ise de, bu Barnabas İncîli de yok edildi. Uydurma İncîller zamanla çoğalarak, her yerde başka bir İncîl okunur oldu. Böylece, Hıristiyanlık dîni, akıl ve hakîkat dışında, acâyip bir şekil aldı. Avrupa'da Hıristiyanlığa karşı, yerinde yapılmış hücûmlar, İslamiyete karşı nasıl yöneltilebilir?
.
Kur'ân-ı kerîm
6 Nisan 2003 01:00
Kur'ân-ı kerîmin kelimeleri arabîdir. Fakat, bu kelimeleri yan yana dizen, Allahü teâlâdır. Bu kelimeler, insan dizisi değildir. Muhammed "aleyhisselâm", Allahü teâlâ tarafından, mubârek kalbine bildirilen şeyleri, arabca olarak anlatırsa, Kur'ân-ı kerîm olmaz. Bunlara "Hadîs-i kudsî" denir. Kur'ân-ı kerîmdeki arabî kelimeler, Allahü teâlâ tarafından dizilmiş olarak âyetler hâlinde gelmiştir. Cebrâîl ismindeki bir melek, bu âyetleri, bu kelimelerle ve bu harflerle okumuş, Muhammed "aleyhisselâm" da, mubârek kulakları ile işiterek, ezberlemiş ve hemen Eshâbına okumuştur. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmi, harf ve kelime olarak gönderdi. Bu harfler mahlûktur. Bu harf ve kelimelerin manası, kelâm-ı ilâhîyi taşımaktadır. Bu harflere, kelimelere Kur'ân denir. Kelâm-ı ilâhîyi gösteren manalar da Kur'ândır. Bu kelâm-ı ilâhî olan Kur'ân mahlûk değildir. Allahü teâlânın, başka sıfatları gibi, ezelî ve ebedîdir. Kur'ân-ı kerîm, Kadir gecesinde inmeğe başlamış ve hepsinin inmesi yirmiüç sene sürmüştür. Tevrât, İncîl ve bütün kitaplar ve sahîfeler ise, hepsi birden, bir defada inmişti. Hepsi, insan sözüne benziyordu ve lafızları mucize değildiler. Onun için çabuk bozuldu, değiştirildiler. Kur'ân-ı kerîm ise, Muhammed aleyhisselâmın mucizelerinin de en büyüğüdür ve insan sözüne benzememektedir. Cebrâîl "aleyhisselâm" her sene bir kere gelip, o âna kadar inmiş olan Kur'ân-ı kerîmi, Levh-il-mahfûzdaki sırasına göre okur, Peygamber efendimiz dinler ve tekrar ederdi. Âhırete teşrîf edeceği sene, iki kere gelip, tamamını okudular. Muhammed "aleyhisselâm" ve Eshâb-ı kirâmdan çoğu, Kur'ân-ı kerîmi tamamen ezberlemişti. Bazıları da, bazı kısımları ezberlemiş, birçok kısımlarını yazmışlardı. Muhammed "aleyhisselâm", âhırete teşrîf ettiği sene, halîfe Ebû Bekir "radıyallahü anh", ezber bilenleri toplayıp ve yazılı olanları getirtip bir hey'ete, bütün Kur'ân-ı kerîmi, kâğıd üzerine yazdırdı. Böylece, "Mushaf" denilen bir kitap meydana geldi. Otuzüçbin Sahâbî bu Mushafın her harfinin, tam yerinde olduğuna söz birliği ile karar verdi. Hz. Osmân zamanında Altı tane daha Mushaf yazdırıldı. Bugün, bütün dünyada bulunan mushaflar, hep bu yedisinden yazılıp, çoğalmıştır. Aralarında bir nokta farkı bile yoktur.
.
Mânâ içinde mânâ...
7 Nisan 2003 01:00
Kur'ân-ı kerîm insan sözü değildir. Kur'ân-ı kerîmin insan sözü olmadığı tecrübe ile de isbât edilmiştir ve her zaman edilebilir. Şöyle ki; bir Arab şâiri, bir sayfada, edebî san'at inceliklerini göstererek, birşey yazmış, bunun arasına birkaç satır hadis-i şerif ve başka yerinde de, aynı şeyi anlatan bir âyet-i kerîme koyup, hepsi bir arada, islâmdan ve Kur'ândan haberi olmıyan, Arabîsi kuvvetli birisine, bir adamın yazısı diye okutturulmuştur. Okurken, hadis-i şerife gelince, durmuş ve "Burası, yukarısına benzemiyor. Buradaki sanat daha yüksek" demiştir. Sıra, âyet-i kerîmeye gelince, şaşkın bir halde "Burası hiçbir söze benzemiyor. Mânâ içinde mânâ çıkıyor. Hepsini anlamağa imkân yok" demiştir. Kur'ân-ı kerîm, hiçbir dile, hatta Arabça'ya da tercüme edilemez. Herhangi bir şiirin, kendi diline bile, tam tercümesine imkân yoktur. Ancak meâli ve îzâhı olur. Kur'ân-ı kerîmin manâsını anlamak için tercümesini okumamalıdır. Bir âyetin manâsını anlamak demek, Allahü teâlânın, bu âyette, ne demek istediğini anlamak demektir. Bu âyetin herhangi bir tercümesini okuyan kimse, murâd-ı ilâhîyi öğrenemez. Tercüme edenin, bilgi derecesine göre yaptığı meâlini öğrenir. Bir câhilin, bir dinsizin yaptığı tercümeyi okuyan da, Allahü teâlânın dediğini değil, tercüme edenin, anladım sanarak, kendi kafasından anlatmak istediğini öğrenir. Köylüye âit bir kanûnu, hükûmet, doğruca köylüye göndermez. Çünkü, köylü okuyabilse bile, anlıyamaz. Bu kanûn önce, vâlîlere gönderilir. Vâlîler, iyi anlayıp, izâhını ekliyerek, kaymakamlara, bunlar da daha açıklayarak muhtârlara anlatır. Muhtâr, yalnız okumakla anlıyamaz. Muhtâr da, ancak, köylü dili ile, köylüye söyler. İşte, Kur'ân-ı kerîm de, ahkâm-ı ilâhiyyedir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde kullarına saadet yolunu göstermiş ve kendi kelâmını insanların en yükseğine göndermiştir. Kur'ân-ı kerîmin manâsını, yalnız Muhammed "aleyhisselâm" anlar. Başka kimse, tam anlıyamaz. Eshâb-ı kirâm, ana dili olarak Arabî bildikleri, edîb ve belîğ oldukları halde, bazı âyetleri anlıyamaz, Resûlullaha "sallallahü aleyhi ve sellem" sorarlardı. Kur'ân-ı kerîmin manâsını yalnız Muhammed "aleyhisselâm" anlamış ve hadis-i şerifleri ile bildirmiştir. Kur'ân-ı kerîmi tefsîr eden Odur. Doğru tefsîr kitabı da, Onun hadis-i şerifleridir. Hadis-i şerifleri de en doğru olarak, müctehidler yani mezhep imamları anlamış ve bizim anlayabileceğimiz şekilde fıkıh kitaplarında bildirmişlerdir.
Tefsir ilmi...
8 Nisan 2003 01:00
Bir gün, Hazret-i Ömer, bir yerden geçerken, Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem", Hz. Ebû Bekr-i Sıddîka birşey anlattığını gördü. Yanlarına gidip dinledi. Sonra, başkaları da, gördü ise de, gelip dinlemeğe çekindiler. Ertesi gün, Hz.Ömer'i görünce, "Yâ Ömer, Resûlullah dün size bir şey anlatıyordu. Bize de söyle, öğrenelim" dediler. Çünkü, dâimâ, "Benden duyduklarınızı, din kardeşlerinize de anlatınız! Birbirinize duyurunuz!" buyururdu. Hz. Ömer "Dün Ebû Bekir, Kur'ân-ı kerîmden anlıyamadığı bir âyetin manâsını sormuş, Resûlullah, ona anlatıyordu. Bir saat dinledim, birşey anlıyamadım" dedi. Çünkü, Ebû Bekir'in yüksek derecesine göre anlatıyordu. Hz. Ömer, o kadar yüksek idi ki, Resûlullah, "Ben, Peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra Peygamber gelmiyecektir. Eğer, benden sonra Peygamber gelseydi, Ömer Peygamber olurdu" buyurdu. Böyle yüksek olduğu halde ve Arabîyi çok iyi bildiği halde, Kur'ân-ı kerîmin tefsîrini bile anlıyamadı. Çünkü, Resûlullah, herkese, derecesine göre anlatıyordu. Ebû Bekir'in derecesi, ondan çok daha yüksekti. Fakat, bu da, hatta Cebrâîl "aleyhisselâm" dahî, Kur'ân-ı kerîmin manâsını, esrârını, Resûlullaha sorardı. Kur'ân-ı kerîmin manâsını yalnız Muhammed "aleyhisselâm" anlamış ve hadis-i şerifleri ile bildirmiştir. Kur'ân-ı kerîmi tefsîr eden Odur. Doğru tefsîr kitabı da, Onun hadis-i şerifleridir. Din âlimlerimiz, uyumıyarak, dinlenmiyerek, istirahatlarını fedâ ederek, bu hadis-i şerifleri toplayıp, tefsîr kitaplarını yazmışlardır. Bu tefsîr kitaplarını da anlıyabilmek için, otuz sene durmadan çalışıp, yirmi ana ilmi, iyi öğrenmek lâzımdır. Bu yirmi ana ilmin kolları, seksen ilimdir. Ana ilimlerden biri, "Tefsîr" ilmidir. Bu ilimlerin ayrı ayrı âlimleri ve çok kitapları vardır. Bugün kullanılan bazı Arabî kelimeler, fıkıh ilminde başka manâya, tefsîr ilminde ise daha başka manâya gelmektedir. Hatta aynı bir kelime, Kur'ân-ı kerîmdeki yerine, aldığı edâtlara göre, başka manâlar bildirmekdedir. Bu geniş ilimleri bilmiyenlerin, bugünkü Arapçaya göre, yaptıkları Kur'ân tercümeleri, Kur'ân-ı kerîmin manâsından bambaşka birşey oluyor. Bunun için Kur'an-ı kerimin gerçek manasını, emirlerini doğru olarak anlayıp amel etmek için müctehidlerin, mezhep imamlarının bildirdiklerine uymak şarttır.
Tefsir nedir?
9 Nisan 2003 01:00
Tefsîr, din büyüklerinin kalblerine doğan bir nûrdur. Tefsîr kitapları, bu nûrun anahtarıdır. Çekmeceyi anahtarla açınca, mücevherler meydana çıktığı gibi, o tefsîrleri okumakla, kalbe bu nûr doğar. Seksen ilmi iyi bilenler, tefsîrleri anlayıp, bizim gibilere bildirmek için, çeşitli derecedeki insanlara göre, binlerle kitap yazmışlardır. Yeni yazılan Türkçe tefsîrlerin en kıymetlisi sanılanlarında bile, şahsî düşünceler bulunmakta, okuyanlara zararı, faydasından çok olmaktadır. Hele islâm düşmanlarının, bid'at sâhiblerinin, Kur'ân-ı kerîmin manâsını bozmak için yaptıkları tefsîr ve tercüme kitapları, birer zehirdir. Bunları okuyan genç zihinlerde, birtakım şübheler, itirâzlar hâsıl oluyor. Zâten, bizim gibi, bilgisi az olanların, İslamiyeti öğrenmek için, tefsîr ve hadis-i şerif okuması uygun değildir. Çünkü, Kur'ân-ı kerîmi ve hadis-i şerifi yanlış anlamak veya şübhe etmek insanın imanını giderir. Yalnız Arapça bilmekle, tefsîr ve hadîs anlaşılmaz. Arapça bilenleri, din âlimi sanan, aldanır. Beyrut ve başka yerlerde ana dili Arapça olan, Arap edebiyâtını iyi bilen, çok papaz var. Fakat, hiçbirinin İslamiyetten haberi yok. Kur'ân-ı kerîmin hakîkî manâsını anlamak, öğrenmek isteyen bir kimse, din âlimlerinin kelâm ve fıkıh ve ahlâk kitaplarını okumalıdır. Bu kitapların hepsi, Kur'ân-ı kerîmden ve hadis-i şeriflerden alınmış ve yazılmıştır. Kur'ân tercümesi diye yazılan kitaplar, doğru manâ veremez. Okuyanları, bunları yazanların fikrlerine, düşüncelerine ve maksatlarına esîr eder ve dinden ayrılmalarına sebep olur. Kur'ân-ı kerîmin, Latin harfleri ile yazılmasına da imkân olmuyor. Çünkü bu harflerde, Kur'ân-ı kerîm harflerinin hepsinin karşılığı yoktur. Bunun için, manâ bozuluyor. Okunan, Kur'ân olmayıp, manâsız bir ses yığını oluyor. Meselâ, "ehad" yerine "ehat" derse, namaz fâsit oluyor, bozuluyor. Bugün, çok kimsenin, böyle bozuk tercümeleri ve Latin harfi ile yazılmış, ne olduğu belirsiz kitapları "Türkçe Kur'ân" diye gençliğin önüne sürdükleri, köylere dağıttıkları görülüyor. "Arapça Kur'ân, yabancı dildir. Onu okumayın! Öz dilimizle bunu okuyun" diyorlar. Böyle söyleyenlere dikkat edilirse, çoğunun namaz kılmadığı, oruç tutmadığı, haramlara, hatta dinsizliğe dalmış bulunduğu, Müslümanlığa, yalnız lâf ile bağlı olduğu anlaşılıyor. Bunun için bunlara aldanmayıp ihlasla yazılmış İslam büyüklerinin İlmihâl kitaplarını okuyup dinimizi bunlardan öğrenmemiz lazımdır.
.
Resulullah'ın kaçındıkları
10 Nisan 2003 01:00
Resûlullah'ın yaptığı ve kaçındığı şeyler iki kısımdır: Birisi, ibâdet olarak yaptığı ve kaçındığı şeylerdir. Her Müslümanın bunlara tâbi olması lâzımdır. Bunlara uymayan şeyler bid'attir. İkincisi, âdet olarak yani, bulundukları şehrin ve o memleketlerdeki insanların yapmakta oldukları şeylerdir. Bunları da beğenmiyen, çirkin diyen, kâfir olur. Fakat, bunları yapmak, mecbûrî değildir. Bunları yapıp yapmamak, memleketlerin ve insanların âdetlerine bağlıdır. Mubah kısmındandırlar. Din ile bağlılıkları yoktur. Her memleketin âdeti, başka başkadır. Hatta, bir memleketin âdeti, zamanla değişir. Bunlarla berâber, âdete bağlı şeylerde de Resûlullaha "sallallahü aleyhi ve sellem" tâbi olmak, dünyada ve âhırette, insana çok şey kazandırır ve çeşitli saadetlere yol açar. Kâfirlerin yaptıkları ve kullandıkları şeyler de iki kısımdır: Birisi, âdet olarak, yani her milletin, her memleketin âdeti olarak yaptıkları şeylerdir. Bunlardan, haram olmayıp, insanlara faydalı olanları yapmak ve kâfirlere benzemeği düşünmeyerek kullanmak hiç günah değildir. Pantalon, çatal, kaşık kullanmak, yemeği masada yemek ve herkesin önüne tabaklar içinde koymak ve ekmeği bıçak ile dilimlere ayırmak ve çeşidli eşyâ ve âletleri kullanmak, hep âdete bağlı şeyler olup mubahdırlar. Bunları kullanmak, bid'at olmaz, günah olmaz. Bunlardan, faydalı olmayanları ve çirkin, zararlı olanları kullanmak ve yapmak haram olur. Kâfirlerin kullandıkları şeylerin ikinci kısmı, ibâdet olarak yaptıkları ve kâfirlik alâmeti olan ve İslamiyeti inkâr etmek ve inanmamak alâmeti olan ve tahkîr etmemiz vâcib olan şeylerdir ki, bunları yapan ve kullanan kâfir olur. (Haç takmak, zünnar kuşanmak, ayinlerine, noellerine katılmak, ölülerine rahmet okumak, onların da Cennete gireceğine inanmak gibi...) Bunlardan meşhûr olanlarını bilmiyerek veya şaka olarak veya herkesi güldürmek için yapan da kâfir olur. Din düşmanları, Müslümanları aldatmak için, kâfirlerin âdetlerini, bayramlarını, Müslüman âdeti, Müslümanların mubârek günü diyerek, bunların gâvurluk ve kâfirlik olduğunu örtmeğe uğraşıyorlar. Büyük Kostantin'in Hıristiyanlık dînine karıştırdığı Noel Gecesi ve Cemşîd'in ortaya çıkardığı mecûsîlerin Nevruz günü böyledir. Bugün bütün dünyada, gerek imanı ve küfrü tanımakta, gerekse ibâdetleri doğru yapmakta, câhillik özür değildir. Meşhûr olan din bilgilerini bilmediği için aldanan, Cehennemden kurtulamıyacaktır.
.
Cennet ve Cehennem
17 Nisan 2003 01:00
Kıyâmet günü Allahü teâlânın izni ile, iyiler, kötülere şefâat edecek, araya gireceklerdir. Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" "Şefâatim, ümmetimden, günahı büyük olanlaradır" buyuruyor. Kâfirler, hesaptan sonra, Cehenneme girecek, Cehennemde ve azâbda ebedî kalacaklardır. Müminler, Cennette ve Cennet nimetlerinde sonsuz kalacaklardır. Günahı, sevabından çok olan müminlerin, Cehenneme girip, günahlarına karşılık, bir müddet azâb görmeleri câiz ise de, bunlar, Cehennemde sonsuz kalmıyacaklardır. Kalbinde zerre kadar iman bulunan bir kimse, Cehennemde sonsuz kalmıyacak, rahmet-i ilâhiyyeye kavuşarak Cennete girecektir. Cehennem sadece ateşten ibaret değildir. Cehennemde bir yer vardır ki, Zemherîr derler. Yani, soğuk Cehennemdir. Soğukluğu pek şiddetlidir. Bir ân dayanılmaz. Kâfirlere, bir soğuk, bir sıcak, sonra soğuk, sonra sıcak Cehenneme atılarak, azâb yapılacaktır. Cehennemde soğuk Zemherîr azâbları bulunduğunu, İmâm-ı Muhammed Gazâlî yazıyor. Hadis-i şeriflerde de açıkça bildirilmektedir. Din câhilleri, İslamiyete, yalan ve iftirâ ile saldırırken "Peygamberler, hep sıcak memleketlerde geldiği için, Cehennem azâbının ateş olduğunu söylemişler, hep ateşle korkutmuşlar. Kutuplarda, kuzeyde, soğuk memleketlerde gelselerdi, buz ile azâb yapılacağını söylerlerdi" diyor. Bunlar, hem çok câhil, hem de ahmak kâfirlerdir. Zâten Kur'ân-ı kerîmden haberleri olsaydı ve islâm büyüklerinin sözlerini duysalardı ve biraz akılları olsaydı, hemen Müslüman olurlardı. Hiç olmazsa, böyle ulu orta, yalanları yazmaktan, belki sıkılırlardı. Dînimiz, hem Cehennemde, soğuk azâblar olduğunu bildiriyor, hem de Peygamberlerin yalnız sıcak memleketlere değil, yeryüzünde, sıcak ve soğuk, her memlekete gönderildiğini haber veriyor. Kur'ân-ı kerîm, Peygamberimize sorulan suâllere, soranların bilgilerine ve anlayışlarına göre cevâb vermektedir. Âhiretteki bilinmiyen varlıkları da, dünyada gördüklerine, bildiklerine benzeterek anlatmakdadır. Mekkeliler, kutupları, buz memleketlerini duymadıkları için, Cehennemin soğuk azâblarını onlara bildirmek, faydasız olurdu. Mümin ve kâfir, son nefeste belli olur. Birçok kimse, bütün ömrünce kâfir kalıp, sonunda imana kavuşabilir. Bütün ömrü iman ile geçip, sonunda tersine dönen de olur. Kıyâmette, son nefesteki hâle bakılır. Genelde insan nasıl yaşarsa öyle ölür...
.
Bir millet kendini bozmadıkça..."
18 Nisan 2003 01:00
Haftalardır, Bağdat'ın yakılıp yıkılmasını, mübarek mekanların tahrip edilmesini içimiz kan ağlayarak seyrediyoruz. Bu yetmiyormuş gibi son günlerde bir de şehrin yağmalanmasına, hem de bunun yerli halk tarafından yapılmasına, bu çapulcuların nezdinde Müslümanların bütün dünyada aşağılanmasına şahit olduk. Kendi devletinin, kendi milletinin malını böyle vahşice yağmalayan millet tarihte az bulunur herhalde. Bir devlet, bir millet zulme uğruyorsa, suçu sadece dışarıda değil, biraz da içeride aramak lazımdır. Bir devletin, halkı bozulmuşsa; bozuk inanç, fuhuş yayılmışsa, bunun sonucunda idareciler de bozuk olur. Çünkü, Peygamber efendimiz, "Bir millet neye layık ise onunla idare olunur" buyurmuştur. Zulmü yapan devletin de, buna yardımcı olan, seyirci kalan halkın da bu yaptıkları yanına kalmaz. Birileri gelir hadlerini bildirir! Bağdat'ın başına gelen bu durum ilk değildir. Geçmişte de Bağdat aynı sebepler yüzünden defalarca istila olayı yaşamıştır. Tarih tekerrürden ibarettir. İbret alınmadığı için de tekrarlanıp duruyor. Geçmişte yaşananlar bugünküne o kadar benziyor ki, neredeyse birebir aynı. Sadece isimler farklı. Geçmişte en büyük yıkımı Moğol istilasında yaşamış Bağdat. Hükümdar Mütasım sünnî, fakat, saf ve dünyaya düşkün biri idi. Varlığı ile yokluğu birdi. Bundan dolayı her işi veziri İbni Alkamî'ye bırakmıştı. İbni Alkamî düzgün inançlı, iyi bir insan, iyi bir idareci değildi. Bunun için devlet kadrolarına, kendisi gibi kimseleri getirdi. Adaletten uzaklaşıldı, zulüm ve haksızlık yaygınlaştı. Sapık inançlı idareciler el altından devletin altını oymaya başladı. Devlet adamları böyle iken, sanki halk bunlardan farklı mı idi. Hayır. Halk da zevk ve safaya dalmıştı, fuhuş diz boyu idi. Her türlü bozuk inanç bütün ülkeyi sarmıştı. Devletin sahibi olan Ehli sünnet inancı azınlığa düşmüştü. Her tarafta bozuk inançlı kimseler söz sahibiydi. İbni Alkamî, Şii olduğu için, fırsattan istifade edip, mevcut devleti yıkıp yerine bir Şii devleti kurma gayretine girdi. Bunun için, Hülagü'nün Bağdat'ı istila etmesini el altından teşvik etti. Bu arada yüzbin olan talimli asker sayısı da yirmi bine indirilerek, şehrin kolay düşmesi için imkan sağlandı. Diğer taraftan din adamları da bozulmuştu. Farz olan emri maruf unutulmuş, herkes dünyaya dalmıştı. Din adamları, insanın dünya ve ahıretine yaramayacak meseleleri günlerce tartışıyordu. Fakat gaflet içinde olduklarından dinin imanın elden gittiğinden, bozuk inançların çığ gibi büyüdüğünden haberleri yoktu. Bütün bunlar umumi bir belanın habercisiydi. Zamanın meşhur bir âlimine sorarlar: Moğollar buraya niçin geldiler? O şöyle cevap verir: "Onları buraya biz getirdik. Bizim amellerimiz getirdi. Nimetlerin kıymetini bilemedik: Esas gayemizi unutup makam, mevki, mal mülk peşine düştük, zevke sefaya daldık. Cenab-ı Hak da verdiği bu nimeti almak üzere bunları gönderdi." Her izzet ve her nimet, Allahü teâlâya ihlas ile itaat ve ibâdet etmekten, her kötülük ve sıkıntı da, günah işlemekten hasıl olur. Herkese dert ve belâ, günah yolundan, rahat ve huzur da, itaat yolundan gelir. Allahü teâlânın adeti böyledir. Cenab-ı Hak, hiç kimseye, sebepsiz belâ göndermez. Bu husus Kur'an-ı kerimde şöyle bildiriliyor: "Bir millet, kendini bozmadıkça, Allah onların hallerini değiştirmez." (Rad 11) "Size gelen musibet, işlediğiniz (günahlar) yüzündendir." (Şura 30) Netice olarak başa gelen herşeye sebep, insanın kendisidir. Kimse başka suçlu aramasın. Kur'an-ı kerimde, "Allahü teâlâ, kullarına zulmetmez, haksızlık etmez, onları azaba, acılara sürükleyen bozuk düşünceleri, çirkin işleridir. Böylece kendilerine zulüm ve işkence ediyorlar." (Nahl 34) buyurulmaktadır. Hâşâ zulmetmez kuluna Hüdası, herkesin çektiği kendi cezası!
.
Kötü din adamının zararı
19 Nisan 2003 01:00
Dün, gafletler, ihanetler zinciri neticesinde meydana gelen Moğol istilasından bahsetmiştim. Bugün de, bu katliamın nasıl geliştiğini ve İslam âlemine verdiği zarardan bahsetmek istiyorum. Sinsi hareketleri ile ülkede söz sahibi olan İbni Alkamî, Hülâgü'nün Bağdat'ı almasını, kendisinin de ona vezîr olmasını istiyordu. Bunun için Hülâgü'den gelen mektuba sert cevap yazarak onu kızdırdı. Diğer tarftan sapık inançlı Nasirüddîni Tûsî, Hülâgünün müşâviri idi. Bu da, onu Bağdat'ı almaya teşvik ediyordu. İşler, iki rafizi inançlı kimse arasında cereyan ediyordu. Bunların yönlendirmesi ile Hülâgü Bağdat'a yürüdü. Bağdat'ta bulunan yirmi bin kişilik ordu, ikiyüzbin Moğol askerinin oklarına karşı duramadı. Geri çekildi. Hülâgü, Bağdat'a, neft ateşleri ve mancınık taşları ile saldırdı. Elli gün muhasaradan sonra, İbni Alkamî, sözde barış için Hülâgü'nün yanına gitti. Onunla gizlice anlaştı. Hükümdar Mütasım'a gelip, teslim olursak, serbest bırakılacağız dedi. Mütasım buna aldandı. 1258 senesi, Muharremin yirminci günü Hülâgü'ye gidip teslim oldu. Yanındakilerle beraber idam edildi. Yüzbinlerce müslüman kılınçtan geçirildi. Milyonlarca islâm kitabı Dicleye atıldı. Güzel şehir, harâbeye döndü. "Hırka-i saadet" ve "Asâ-yı nebevî" yakılıp külleri Dicleye atıldı. 524 senelik Abbâsî devleti yok oldu. Tarihçiler, Bağdat katliamında öldürülen insan sayısının, 800 binin üzerinde olduğunu bildiriyor. Moğollar, gördükleri kimseleri sağ bırakmadılar. Kadın, erkek, yaşlı, çocuk demeden herkesi öldürdüler. Hatta öldürdükleri hamile kadınların karınlarını deşip doğmamış bebekleri de hançerlediler. Ancak kuyulara ve sığınaklara saklanan çok az sayıda insan kurtulabilidi. Öldürülen insanların cesetleri günlerce sokaklarda açıkta kaldı. Cesetlerden yayılan kokular tahammül edilecek gibi değildi. Bu kokulardan Hülagü bile rahatsız olup şehir dışına çıkmak zorunda kaldı. Şehir tamamen yağmalandı. Camiler ahır olarak kullanıldı. Kütüphaneler, tarihi eserler tahrip edilerek yakıldı. Dicleye atılan el yazması kitaplardan dolayı, nehir günlerce mürekkep renginde aktı. İslam medeniyetinin duraklamasına sebep olan Moğol istilası, sadece Bağdat için değil bütün islam âlemi için korkunç bir felaket oldu. Tarihçiler, Âdem aleyhisselamdan beri Müslümanların böyle bir felaket görmediğini, bu olay ne kadar geniş anlatılırsa anlatılsın, gerçeği tam yansıtamayacağını sadece çok az bir bölümünün ifade edilebileceğini söylemişlerdir. Moğolların islâm memleketlerini yıkmalarına, Müslümanları kılıçtan geçirmelerine Sünni-Şii çatışmasını çıkartan bozuk inançlı iki kötü din adamı sebep olmuştur. Halbuki, Bağdat yerle bir olunca, ortada ne Sünni kaldı ne de Şii. İbni Alkami, Ehl-i sünnete yaptığı hıyânetinin cezasına gecikmeden duçar oldu. Kendi devletine hıyanet edenin bize ne yapacağı belli olmaz, düşüncesiyle Hülagu tarafından kendisine hiçbir vazîfe verilmeyip, zillet içinde o sene öldü. Yüzbinlerce Müslümanın katledilmesine sebep olan, Tusî ise, önce hapse atıldı sonra vezir yapıldı, daha sonda idam edildi. Kimsenin yaptığı yanına kâr kalmadı. Çünkü, zalime yardım eden onun zulmüne uğramadan ölmez. Bu arada Hülagü İslâm alemi için faydalı bir iş de yaptı: Hasan Sabbâh diye, İbni Sebe'nin yolunda giden azgın bir dinsiz vardı. Haramlara helâl diyerek, çok kimseleri yoldan çıkarmıştı. "Elemut" kalesi ve civarı bunun adamları ile dolmuştu. Hasan Sabbah, otuzbeş sene binlerce kimsenin canına kıydı. Bunun yerine geçen torunu Ahund Hasen, hepsinden daha azgındı. İslâmiyetin aslı yoktur. İş kalbdedir. Kalbi temiz olana günah zarar vermez. Herşeyi helâl ettim. Keyfinize bakınız! derdi. Hülâgü, bunları da kılınçtan geçirerek Müslümanları bu, otuz beş senelik zulümden kurtardı. İslam âleminin, Selçukluların başa çıkamadığı bir azılı din düşmanlarını ortadan kaldırdı. "Dinsizin hakkından îmansız gelir" sözünün doğru olduğu bir kere daha zâhir oldu
.
Bugünlere nasıl gelindi?
25 Nisan 2003 01:00
Bugün İslâm âleminin içler acısı durumu ortada. İç ve dış düşmanlar, İslamiyeti tamamen ortadan kaldırmak için bütün güçleri ile saldırıya geçmiş durumdadırlar. Şunu unutmayalım ki, bu duruma hemen gelinmedi. En az üç yüz yıllık bir çalışma sonunda, İslam âlemi içeriden çökertilerek bugüne gelindi. Bu yıkımı gerçekleştirebilmek için pek çok yıkım projeleri hazırlandı. Bunlardan biri de, 20. yüzyılın başlarında ortaya atılan Rus idaresindeki Müslümanların "Ceditçilik" yani reform hareketleridir. Şimdi bu akımın kitapları, piyasaya sürülmekte; bunların bozuk fikirleri "İslam" adı atında tanıtılmaya çalışılmaktadır. Bunun için bu akım hakkında biraz bilgi sunmak istiyorum. 19. yüzyılın ortalarından itibaren, Osmanlının iyice zayıflaması ile, Batı özellikle İngilizler İslamı içeriden yıkmak için harekete geçti. İslam âleminin üç önemli ilim merkezi olan, Mısır (Ezher), İstanbul ve Buhara-Semerkant hedef seçildi. Önce, Ezher ele geçirildi. Yetiştirdikleri, (Abduh, Reşit Rıza, Efgani gibi ) masonları buraya yerleştirdiler. Sonra burada eğittikleri kimseleri (Cemaleddin Efgani gibi ) Tataristan'na (Kazan şehrine) göndererek, Müslümanları Ceditçi-Kadimci diye ayırarak birbirlerine düşürdüler. O tarihlerde ele geçiremedikleri sadece İstanbul kalmıştı. Osmanlıdan kalma Ehli sünnet kültürü bu faaliyetlerine mani oldu. Türkiye'yi İstedikleri reformist fikir ortamına ancak seksen sene sonra getirebildiler. Geçen sene Diyanetin tertiplediği Şûra karaları ile ancak noktalanabildi. Son yıllarda dillerden düşürülmeyen, "Dinlerarası Diyalog", "hoşgörü faaliyetleri" de bu çalışmanın bir uzantısıdır. Şimdi Rusya'daki Müslümanlar arasında cereyan eden Ceditçilik hareketlerine bir göz atalım: 19. yüzyılın ortalarından itibaren, 1917 yılına kadar, Tataristan'da, hızlı bir "Dinde reform" hareketi yaşandı. "Cedidçilik" hareketi denilen bu akımdan önce, asırlardır bu bölgelerdeki dini faaliyetleri, tarihi Buhara ve Semerkant medreselerinde yetişen âlimler yürütürdü. Gerek müderrislerin, gerekse halkın Ruslarla doğrudan irtibatları yoktu. Ruslar, bu içe dönük sağlam yapıyı yıkmak için, Avrupa ile, özellikle de İngilizlerle bağlantılı olarak, Müslümanları parçalayıp aralarına nifak sokmak için faaliyete geçtiler. Kazan'da okul açarak, Tatar dili ile eğitim gören sınıflar oluşturdular. Buralarda yetiştirdikleri gençleri, Avrupa ile de irtibatlandırarak (Jön Türklere yaptıkları gibi) dini inançlardan koparıp, yeni bir inanç sistemine yönelttiler. Bu hareketin öncüleri, medrese tahsilinden sonra Rus okullarında da okuyan, Rus, Avrupa pozitivist (maddeci, inançsız) ve Ezher'in (Mısır) dinde reform fikirlerinden etkilenen kimselerdi. Mesela bunlardan biri olan Cemalettin Efgani 1888'de Petersburg'ta bulunmuş, ceditçilerle görüşerek onları yönlendirmiştir. Carullah ve Rızaeddin bin Fahreddin bundan çok etkilenmiştir. O kadar çok etkilenmiş olacaklar ki, daha sonra Rızaeddin bin Fahreddin, Efgani hakkında müstakil bir yazı yazmıştır. Musa Carullah, Ziya Kemali gibi reformcular Mısır'a giderek, Cemaleddin Efgani gibi reformcuların ders halkalarına katılmışlar ve bu kimseler Ruslarla iç içe olmuşlardır. 1917'deki Komünist ihtilalinden sonra, milyonlarca Müslüman ve din adamının katledilmesine rağmen, Carullah'ın, 1930 yılına kadar, Rusya'da kalması ve Moskova'da imamlık yapması ve çeşitli dini toplantılara katılması çok dikkat çekicidir. Hal böyle iken ülkemizdeki milliyetçi kesimin Carullah'a sahip çıkmaya kalkışmasını anlamak mümkün değildir. Bu akımın organizatörlüğünü yapanlar, milliyetçiliği dinin yerine ikame etmek için de, İttihatçılarla iş birliği yaparak Kırımlı İsmail Gaspıralı, Yusuf Akçura gibi kimseleri kullandılar. Her iki grup bilerek veya bilmeyerek, Ehli sünneti ve bunun hamisi olan Osmanlıyı yıkmak için iş birliği yaptı. Osmanlı yıkılınca da bugünkü hazin manzara ortaya çıktı. (Yarın, Ceditçilerin fikirleri)
.
Kıyamet alâmetleri
25 Nisan 2003 01:00
Resulullah "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" kıyâmet alâmetlerinden her ne haber verdi ise, hepsi doğrudur. Yanlışlık olamaz. O zaman Güneş, âdet dışı olarak garptan, yani batıdan doğacaktır. Hazret-i Mehdî çıkacak, Îsâ "aleyhisselâm" gökten inecek, Deccâl çıkacak, "Ye'cûc ve Me'cûc" yeryüzüne yayılacaktır. Ye'cûc ve Me'cûc denilen kimseler, Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes'in soyundandırlar. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısadır. Sayıları çok olacak. Îsâ aleyhisselâm ve Eshâbı duâ ederler. Boyunlarında yara hâsıl olup, bir gecede hepsi ölür. Pis kokularından yer yüzü yaşanamıyacak bir hâl alır. "Ye'cûc" ve "Me'cûc"ün, çok eski zamanda, bir duvâr arkasına bırakılmış, kıyâmete yakın, yeryüzüne yayılacak, iki kötü millet olduğu, Kur'ân-ı kerîmde haber verilmiştir. "Dabbetülerd" denilen hayvan çıkacak, gökleri bir duman kaplayıp, bütün insanlara gelip, cânlarını yakacak, herkes bunun acısından duâ edip, "Yâ Rabbî! Bu azâbı üzerimizden kaldır. Sana iman ediyoruz!" diyecektir. Alâmetlerin sonuncusu, bir ateştir ki, Aden'den çıkacaktır. Aden, Yemen'dedir. Ahir zamanda Hz. Mehdi gelecektir. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "Mehdînin başı hizâsında bir bulut olacaktır. Buluttan bir melek: Bu Mehdî'dir, sözünü dinleyiniz!" diyecektir. Bir hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki: "İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne (yani, o zaman bilinen memleketlerin çoğuna) dört kişi mâlik oldu. İkisi mümin, ikisi de kâfir idi. Mümin olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleymân "aleyhimesselâm" idi. Kâfir olan ikisi de, Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak, yeryüzüne, benim evlâdımdan biri, yani Mehdî de, mâlik olacaktır." Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Kıyâmet kopmadan önce, Allahü teâlâ, benim evlâdımdan birini yaratır ki, ismi benim ismim gibi, babasının ismi, benim babamın ismi gibi olur ve dünyâyı adâletle doldurur. Ondan önce dünyâ zulümle dolu iken, onun zamanında adalet ile dolar". Bir hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki: "Eshâb-ı Kehf, hazret-i Mehdî'nin yardımcıları olacaktır ve Îsâ "aleyhisselâm" bunun zamanında gökten inecektir. Îsâ "aleyhisselâm", Deccâl ile harb ederken, hazret-i Mehdî, onunla berâber olacaktır. Bunun hükümdârlığı zamanında, her zamankinin aksine olarak ve hesâbların tersine olarak, Ramazan-ı şerîfin ondördüncü günü güneş tutulacaktır ve birinci gecesinde ay tutulacaktır". Bugüne kadar bildirilen özelliklere sahip kimse gelmemiştir. Genelde mehdilik iddiasında bulunan kimseler, ruhi dengesi bozuk kimselerdir.
.
Ceditçilerin fikirleri
26 Nisan 2003 01:00
Dün, Batı, özellikle de İngiliz patentli, Ceditçilik (Dinde reformculuk) hareketinin Rusya'daki Müslüman Türkler arasında nasıl ortaya çıktığından bahsetmiştim, bugün de bunların belli başlı fikirlerine değinmek istiyorum: 1- Bugüne kadar gelmiş geçmiş bütün alimler, bütün kitaplar, dört mezhebin fıkıh kitapları da dahil olmak üzere yok farz edilip din, Kur'an ve hadis ışığında yeniden yorumlanacak. 2- Dinin yeniden yorumlanmasında, İbni Teymiyye, İbni Kayyum el- Cezviye, Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Cemalettin Efgani gibi reformcuların fikirlerinden ilham alınacak. 3- Medreseler yeniden yapılandırılacak; Batı ölçülerinde, eğitim reforma tabi tutulup Rusça okullarda mutlaka okutulacak. (İsmail Gaspıralı 1881'de yayınladığı, "Russkose Musulmanstvo" (Rus İslamı!) kitabında bu eğitimin temel unsurlarını bildirmektedir) 4- Dinde, akıl esas alınacak. Asırlardır devam eden Vahiy inancı yıkılacak. Bu konuda, Kindi, İbni Rüşt, Farabi, İbni Sina gibi felsefecilerin fikirlerinden ilham alınacak. 5- İbni Sina, İbni Rüşt, Farabi gibi felsefecilerin, "dünya, âlem ebedidir, sonsuzdur" görüşü benimsenecek. İmam-ı Gazali hazretleri taassupçulukla (Felsefecilerin bu fikirlerini çürütüp, onların küfre düştüklerini bildirdiği için) suçlanacak. 6- Ehli sünnet inancına; kelâm, itikat kitaplarının bildirdiği şekilde iman edilmesine ve yine fıkıh kitaplarında bildirildiği gibi amel, ibadet yapılmasına karşı çıkılacak. Herkesin, istediği gibi inanması ve istediği gibi ibadet yapması teşvik edilecek. (Herkes istediği gibi inanır, istediği gibi ibadet ederse ortada din diye bir şey kalmayacak; böylece bunlar da nihaî maksatlarına ulaşmış olacaklar.) 7- Kur'an-ı kerimde geçen, kafirlerin "ebedi" olarak Cehennemde kalacağı ifadesi, uzun süre manasında ele alınıp, Cehennemin sonsuz, olmadığı, kafirlerin de Cennete gireceği fikri savunulacak. (Halbuki sadece Kur'an-ı kerimde değil hadis-i şeriflerde de, kafirlerin ebedi, sonsuz olarak Cehennemde kalacağı bildirilmiş, 15 asırdır, bütün alimler, müminler böyle inanmışlardır. Vahyi değil aklı öne çıkarmalarının bir sebebi de budur. Herkes istediği gibi yorumlasın, din diye bir şey kalmasın.) 8- Kur'an-ı kerimin mutlaka tercümesinin yapılması ve namazlarda her millet kendi ana diline göre yapılan tercümeyi okuması savunulacak. (Carullah, bir makalesinde, tercümenin mukaddes bir vazife olduğunu hatta farz olduğunu dile getirmiştir. Kendisi de bir tercüme yapmış fakat bastıramamıştır. Bastırması için Cemal Kutay'a vermiş, daha sonra da bu tercüme kaybolmuştur. Cemal Kutay'ın ısrarla Türkçe ibadeti savunması fikri demek ki Carullah'tan geçmiş.) 9- Bunlara göre, ictihadın terk edilip belli bir mezhebe uyulması yanlıştır, her Müslümanın gücüne göre, ictihad yapması farzdır. (Mercani, daha da ileri gidip, hadis varken fıkıh kitapları ile amel etmenin küfür olduğunu söylemiştir. Curullah da, bir mezhebe uymanın, bu mezhebi, Kur'an yerine geçirmek olduğunu söylemiştir.) 10- Kadınlar ön plana çıkartılacak. Kadın ve erkeğin, nikahta, boşanmada, mirasta eşit hakka sahip olmaları gerekli olduğu, bazı âyetlerin geçerliliğini kaybettiği fikri savunulacak. 1-11 Mayıs 1917'de Moskova'da toplanan genel kurultay tutanaklarındaki şu ifade "Ceditçilerin" (Reformcuların) gerçek niyetlerini açıkca göstermektedir. "Efendiler, unutmayınız ki, Kur'anın bazı kuralları eskimiştir. Bunları tarihin malı saymak lazım." (Rusya'da Birinci Müslümanlar Kongresi Tutanakları-Kültür Bakanlığı Yayınları sh. 394) Ancak bu kurultaydan altı ay sonra, meydana gelen komünist ihtilali, reformcuların yaklaşık 70 yıllık çalışmalarını yerle bir etti. Böylece "Dinsizin hakkından imansız gelir" sözü bir kere daha gerçekleşmiş oldu. Yukarıdaki kararlar, bu iddialar sizlere, bugün ülkemizde din adına ahkam kesen bazı kimseleri hatırlattı zannederim. Çünkü aynı şeyleri tekrarlıyorlar. Bugün ülkemizde bu ve buna benzer sapık fikirleri, dinde reformu savunanların da aynı yolun yolcuları olduğunu unutmayalım!
.
Dinde bid'at
27 Nisan 2003 01:00
Kalbi temizlemek için İslâmiyete uymak lâzımdır. İslâmiyete uymak da, emirleri yapmakla ve yasaklardan ve bid'atlerden sakınmakla olur. Bid'at, sonradan yapılan şey demektir. Peygamberimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" ve dört halîfesinin zamanlarında bulunmayıp da, onlardan sonra, dinde meydana çıkarılan, ibâdet olarak yapılmağa başlanan şeylerdir. Meselâ, namazlardan sonra hemen "âyet-el-kürsî" okumak lâzım iken, önce "Salâten tüncînâ"yı ve başka duâları okumak bid'attir. Bunları, "âyet-el-kürsî"den ve tesbîhlerden sonra okumalıdır. Namazdan, duâdan sonra secde edip de kalkmak bid'atdir. Ezânı hoparlörle okumak, namazı hoparlör ile kıldırmak ta bid'attir. Dinde yapılan her değişiklik ve reform bid'attir. Yoksa, çatal, kaşık, kravat kullanmak, kahve, çay, tütün içmek bid'at değildir. Çünkü, bunlar ibâdet değil, âdettir ve mubâhdırlar. Haram değildirler. Bunları yapmak, dînin emrettiği şeyi terk etmeğe veya yasak ettiği şeyi yapmağa sebeb olmazlar. Bid'at, dinden olmıyan, ibâdet olmıyan, âdet olan birşey ise, dînimiz bunu red etmez. Yemekte, içmekte, elbisede, vâsıtalarda ve bina, mesken, ev işlerinde, ibâdet etmeye niyet etmeyip, yalnız dünya işi düşünülürse, bunlar bir ibâdeti yapmağa mâni olmadıkça veya bir haramı işlemeğe sebeb olmadıkça, bid'at olmazlar. Dînimiz bunları men etmez. Bid'at üç türlüdür: 1- İslâmiyetin küfür alâmeti dediği şeyleri zarûret olmadan kullanmak, en kötü bid'attir. Ne niyetle olursa olsun, haç takmak, zünnar kuşanmak, gayri müslimlerin, noellerine, yortularına ve cenazelerine katılmak ve onlara rahmet dilemek, onların da Cennete gideceklerine inanmak böyledir ve küfürdür. 2- Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uymıyan inanışlar da kötü bid'attir. 3- İbâdet olarak yapılan yenilikler, reformlar, amelde bid'at olup büyük günahdır. Âlimler, ameldeki, ibâdetteki bid'atleri ikiye ayırmışlar, hasene ve seyyie demişlerdir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri âlimlerin hasene dedikleri bid'atlere bid'at dememiş, sünnet-i hasene demiştir. Bid'at-i seyyie dediklerine bid'at demiş, bunları çok kötülemiştir. Vehhâbîler, hasene denilen, beğenilen bid'atlere de, seyyie diyor, bunları yapanlara kâfir, müşrik diyorlar.
.
İlk insanın yaratılışı
28 Nisan 2003 01:00
İlk insan Âdem aleyhisselâm Peygamber idi. Melekler kendisine karşı secde etmişlerdi. Allahü teâlâ, balçık çamurundan insanı yaratıp, bunu ete ve kemiğe çevirmişti. Allahü teâlâ, toprak maddelerini, azotlu, fosforlu tuzları, bitki fabrikasında, proteinlere döndürmekte, bu bitkisel proteinleri de, hayvan vücudunda, ete ve kemiğe ve organ şekline çevirmektedir. Bugün fen bunu anlayabildiği gibi, katalizör ismini verdiğimiz maddeler yardımı ile, binlerce sene sürecek olan kimyâ reaksiyonlarını, bir saniyede, pek çabuk, yapabiliyoruz. İnsanlar binlerce senelik bir işi bir ânda yapıyor da, Allahü teâlânın, toprak maddelerini, birkaç senede, et, kemik maddelerine çevirdiğini, bugün bildiğimize göre, bir ânda çevireceği fen yolu ile kolayca anlaşılmaktadır. Allahü teâlâ toprak maddelerini, bir ânda organik hâle çevirip, rûhu bu bedene bağlıyarak, "ilk Âdemi" yarattığı gibi, kıyâmette de, elemanları, bir ânda, bir araya toplayıp, insan vücûdunu yapacak ve zâten mevcûd olan önceki rûhları, bu vücûdlara verecektir. İnsanın ölmesi, rûhun bedenden ayrılması demektir. Rûh ölmez. Kıyâmette, herşeyle berâber, rûhlar da yok edilip tekrar yaratılacaktır. Bugün, fizik, kimyâ, fizyoloji ve astronomi gibi ilimlerde Allahü teâlânın kudretini iyi anlıyan, zekî kimseler, Âdem aleyhisselâmın ve kıyâmette bütün insan ve hayvanların topraktan çıkarılacaklarını, bir fen olayı olarak, kolayca anlıyabilir. Bir asır evvel, müslümânlar, buna, anlamadan inanıyordu. Bugün ise, basît bir fennî olay şeklinde görüyor ve pek açık olarak, inanıyoruz. Allahü teâlâ Cenneti ve Cehennemi yaratmış, her ikisini de, cin ve insan ile dolduracağını haber vermiştir. Bunun için, ilk insan olan Âdem'den "aleyhisselâm" beri, her zaman, yeryüzünde imanlılar ve dinsizler bulunmuş ve birbirleri ile atışmıştır. Dinsizler, Allah'tan başka şeylere tapınmış, imanlılar ise, Allahü teâlânın gönderdiği Peygamberlere ve kitaplara tâbi olmuştur. İlk insanlar, bazı târihçilerin zan ettiği gibi ve islâm dînine inanmıyanların uydurduğu, filmlerde görüldüğü gibi, ilimsiz, fensiz, görgüsüz, çıplak, vahşî kimseler değildi. Evet bugün, Asya, Afrika çöllerinde ve Amerika ormanlarında tunç devrindekilere benziyen vahşîler yaşadığı gibi, ilk insanlarda da bilgisiz, basît yaşıyanlar vardı. Fakat, bundan dolayı, ne bugünkü, ne de ilk insanların hepsi için, vahşîdir denilemez..
.
İlk insanlar
29 Nisan 2003 01:00
İlk insan ve ilk Peygamber Âdem aleyhisselâm ve ona iman edenler şehirlerde yaşardı. Okumak, yazmak bilirdi. Demircilik, iplik yapmak, kumaş dokumak, çiftçilik, ekmek yapmak gibi sanatları vardı. Âdem "aleyhisselâm"ın boyu ve ömrü kesin olarak bildirilmedi. Allahü teâlâ, kendisine on kitap gönderdi. Cebrâîl "aleyhisselâm", oniki kere gelmişti. Bu kitaplarda, iman edilecek şeyler, çeşitli dillerde lügatlar, her gün bir vakit namaz (sabah namazı) kılmak, gusül abdesti almak, oruç tutmak, leş, kan, domuz yememek, birçok sanatlar, tıb, ilâclar, hesâb, hendese yani geometri gibi şeyler bildirilmişti. Altın üzerine para dahî basmış, maden ocakları işletilip âletler yapılmıştı. Nûh aleyhisselâmın gemisinin, ateş yanarak, kazanı kaynayarak hareket ettiğini, Kur'ân-ı kerîm açıkça bildiriyor. Bazı târîhciler, hiçbir vesîka ve incelemeğe dayanmadan, yalnız dinleri inkâr etmek, Peygamberleri küçültmek maksadı ile, ilk insanlar vahşî idi, birşey bilmezdi diyerek Âdem, Şis (Şît) ve İdrîs "aleyhimüsselâm" gibi Peygamberlerin birer masal, birer hurâfe olduğunu göstermek, böylece müslümân evlâdlarını dinsiz, imansız yetiştirmek istiyorlar. Hiçbir dîne inanmıyanlardan bir kısmı da, fen adamı görünerek bozuk düşüncelerini, fen perdesi altında, etrâfa saçıyor. Meselâ "Bütün canlıların yapı taşı olan hücre, milyonlarca sene evvel, denizlerde, tesâdüfen kendi kendine meydana gelip, zamanla küçük deniz bitkileri ve hayvanları ve sonra karadakiler meydana gelmiş, en son insan hâline dönmüştür" gibi şeyler söylüyorlar. Böylece, Âdem aleyhisselâmın topraktan yaratılmadığını, Kur'ân-ı kerîmin ve mukaddes kitapların, hâşâ, hikâye olduklarını, ilk canlı maddeyi vücûda getiren büyük bir kudretin varlığına inanmanın fenne uymıyacağını anlatıyorlar. Böyle kâfirlere "Ateist" denir. Bunlardan müslümân görünenlere "Zındık" denir. Fen bilgileri, müşâhede ve tedkîk ilimleridir. Fen olayları, önce his uzuvları ile veya bunları takviye eden âletlerle gözlenir ve olayın sebebleri tahmîn olunur. Sonra, bu olay, tecrübe ve tekrâr edilerek, bu sebeblerin tesîrleri, rolleri tesbît edilir. İnsanlar, bugünkü derecede kalmayıp, ilk canlıların ne sûretle yaratıldığı hakkında doğru bilgi edinilirse, İslâmiyete zararlı değil, faydalı olur. Çünkü, canlı ve cansız, herşey yok idi. Hepsi, sonradan yaratıldı. Ayet-i kerîmede "Herşeyi nasıl yarattığımı arayın, işlerimdeki intizâmı, incelikleri görün! Böylece varlığıma, kudretimin, bilgimin sonsuzluğuna inanın!" buyuruldu.
.
İlk insanların dağılması...
30 Nisan 2003 01:00
Âdem aleyhisselâmın evlâdı çoğalarak Arabistân, Mısır, Anadolu ve Hindistân'a yayılmıştı. Nûh "aleyhisselâm" zamanında tûfanda, hepsi boğularak, yalnız gemidekiler kurtuldu. İnsanlar bunlardan türedi. Zamanla çoğalarak, Asya, Afrika, Avrupa, Amerika ve Okyanusya'ya, yani bütün yeryüzüne yayıldı. Bu yayılma, hem karadan, hem büyük gemilerle denizden olmuştu. O zamanlarda Asya'dan Amerika'ya ve Okyanus adalarına, belki kara yolları vardı. Fen ilerledikce, müslümânların, görmeden, akıl ermeden, inandıkları birçok şeyler, birer ikişer, fen yolu ile anlaşılmaktadır. Meselâ, bugün Avrupa ve Amerika'da, okullarda şöyle okutuluyor: "Eski jeolojik devirlerde, güney kıtaları arasında kara yollarının bulunduğu kabûl edilmiştir. Meşhûr Meteoroloji âlimi Alfred Wegener, karaların kayması nazariyesini kurmuş ve altı kıtanın evvelce birbirine bağlı olup, sonra yavaş yavaş ayrıldıklarını söylemiştir. Başka bir profesör, kıtalar arasında köprü gibi kara parçaları olduğunu, Zoocoğrafik tecrübelere dayanarak, iddiâ etmiştir. Görülüyor ki, Âdem aleyhisselâmın topraktan yaratıldığı ve insanların, yeryüzüne, Sûriye, Irâk ve Orta Asya'dan yayıldıkları, fen bilgileri ile de anlaşılmaktadır. Hâdiseleri değil de, propagandaları yazan ve hakîkatlere değil de, siyâsî menfaatlere koşan bazı târîhçiler, İslâmiyete ve islâm büyüklerine, körü körüne hakâret etmekte hâlâ inat ederken, fen adamları, fen bilgileri, islâmın büyüklüğünü, doğruluğunu, gün geçtikçe daha yakından görmekte ve anlamaktadır. Kalbleri hasta, bilgileri az olan İbni Sina, Farabi gibi felsefeciler âlemin kadîm olduğunu, yoktan var edilmediğini söylüyorlar ve tekrâr yok olacağını, kıyâmetin kopacağını inkâr ediyorlar. Bazıları da tenâsüha (reenkarnasyona) inanıyor. "Rûhlar olgunlaşmadan önce, bir bedenden ayrılınca, başka bir bedene geçer. Kemâle geldikten sonra, insanlara gelmezler, tenâsüh yolu ile olgunlaşmış olurlar" diyor ve tenâsühü gösteren birçok hikâyeler uyduruyorlar. Hâlbuki tenâsüha, yani ölen insan rûhunun başka bir çocuğa geçerek tekrâr dünyaya gelmesine inanmak küfürdür. Tenâsüh vardır diyen, dîn-i islâma inanmamış olur. Yani, müslümânlıktan çıkar. Tenâsüh olunca Cehennem kimler için olur, kimler azâb görür? Buna inanmak, Cehennemi inkâr etmek ve hattâ öldükten sonra tekrâr dirilmeğe inanmamak olur.
.
Emr-i ma'rûf
1 Mayıs 2003 01:00
Bazıları, başkalarının yaptıklarına karışmamak lazım, tasavvuf büyükleri, başkasına karışmazlardı, kimseye ilişmezlerdi, diyorlar. Bu, doğru değildir ve dinde yara açmağa sebeb olur. Hâlbuki, dinimizde "Emr-i ma'rûf" ve "Nehy-i münker" (Dinin emirlerini yaymak, yasaklarına mani olmak) ve "Buğd-ı fillâh-Hubbu fillah" (Allah için sevmek, Allah için düşmanlık) farzdır. O hâlde, bunları terk etmek, dinin bu farzlarını terk etmek olur. Bunları inkar eden de dinden çıkmış olur. Tasavvuf ehli, insanı kurtuluşa kavuşturacak ve helâka götürecek şeyleri bildirmek için, binlerle kitap yazdı. Bu çalışmaları, emr-i ma'rûf değildir de nedir? Tesavvuf büyüklerinden hâce Mu'înüddîn-i Çeştîye hocası, (Dostun yolu çok ince ve tehlikelidir. Herkese nasîhat et ve tehlikeyi bildir!) buyurmuştu. Şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî zamanındaki sofileri simâ ve rakstan yani mûsikîden ve dans etmekten men ediyordu. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî "kuddise sirruh" (Gunyet-üt-tâlibîn) kitabında, uzun uzadıya emr-i ma'rûfu anlatıyor. Evliyânın büyükleri, sofiyyenin imâmları, emr-i ma'rûfu ve nehy-i münkeri terk edici olsalardı, kitaplarında bunları yazarlar mı ve bu derece mübâlega ederler mi idi? Açık olan emir ve nehyi her müminin yapması lâzımdır. İkinci kısmı, yalnız âlimler bilir. Allahü teâlâ için, ne gibi şeylere ve nasıl inanmak lâzım olduğu gibi. Bunları âlimler emir ve nehy eder. Her müminin Ehl-i sünnet i'tikâdına yapışması, bozuk imandan, yani dalâletden, i'tikâdda bid'atten kaçınması lâzımdır. Din bilgilerinde âlim olmıyan kimse, bid'at sâhibleri ile münâkaşa etmemeli, onlardan uzaklaşmalı, selâm vermemelidir. Bayramlarda, sevinçli zamanlarda ziyâretlerine gitmemeli, cenâzelerine namaz kılmamalı, onlara acımamalıdır. İ'tikâdları bozuk olduğu için, onları sevmemeği ibâdet bilmelidir. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", bir hadîs-i şerîfte, "İmanında veya ibâdetinde bid'at, bozukluk bulunan bir kimseye, Allah için sert bakanın kalbini, Allahü teâlâ imanla doldurur ve korkudan korur" buyurdu. Tasavvuf büyüklerinden Fudayl bin Iyâd hazretleri buyurdu ki: "Bid'at söyleyenleri ve yapanları sevenlerin ibâdetlerini, Allahü teâlâ kabûl etmez ve kalblerinden imanlarını çıkarır. Bid'at sâhibini sevmeyenin ibâdeti az olsa da, Allahü teâlânın bunu af buyurmasını ümit ederim. Yolda bid'at sâhibine karşı gelirsen, yolunu değiştir!"
.
İnsanın esası !
3 Mayıs 2003 01:00
Hubb-i fillâh ve Buğd-ı fillâh, imanın esasıdır. Cenab-ı Hakkın en çok beğendiği şeydir. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma, "Benim için ne amel yaptın?" diye sorduğunda, "Yâ Rabbî! Senin için namaz kıldım, oruç tuttum, zekât verdim, ismini çok zikr ettim" deyince, "Yâ Mûsâ, namazların sana burhândır. Oruçların Cehennemden siperdir. Zekât kıyâmet gününün sıcaklığından koruyan gölgedir. İsmimi söylemen de, kabir ve kıyâmet karanlığında seni aydınlatan nûrdur. Yani bunların faydası hep sanadır. Benim için ne yaptın?" buyurunca, Mûsâ aleyhisselâm, "Yâ Rabbî! Senin için olan ameli bana bildir!" diye yalvardı. Cenâb-ı Hak: "Yâ Mûsâ! Dostlarımı benim için sevdin mi ve düşmanlarıma benim için düşmanlık ettin mi?" meâlindeki âyet-i kerîme ile cevâb verdi. Mûsâ "aleyhisselâm" da, Allah için amelin, "Hubb-i fillâh" ve "Buğd-ı fillâh" olduğunu anladı. Muhabbet, sevgilinin dostlarını sevmeği, düşmanlarına düşmanlık etmeği îcâb eder. Bu sevgi ve düşmanlık, sâdık olan âşıkların elinde ve irâdesinde değildir. Çalışmaksızın, zahmet çekmeksizin kendiliğinden hâsıl olur. Dostun dostları güzel görünür ve düşmanları çirkin ve fenâ görünür. Dünyanın güzel görünüşlerine kapılanlara hâsıl olan muhabbet de, bunu îcâb ettiriyor. Seviyorum diyen bir kimse, sevgilisinin düşmanlarından kesilmedikce sözünün eri sayılmaz. Buna münâfık, yani yalancı denir. Muhabbetin bu iki şartı, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîfte bildirilmektedir. Bu âyet-i kerîmelerden anlaşıldığına göre, Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Teberrî etmedikce, tevellî olmaz. Yani uzaklaşmadıkça, dostluk olmaz. Fakat bu bazılarının yaptığı gibi, insanı, Eshâb-ı kirâmı sevmemek yoluna saptırmamalıdır. Çünkü, düşmanlık, düşmanlara olacaktır. Bunların zan ettiği gibi, dostlara düşmanlık kötüdür. Sahâbe-i kirâmın hepsi, Peygamberimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" huzûrlarına ve sohbetlerine ve kalbe, rûha şifâ olan mübârek nazarlarına kavuşmakla şereflendiklerinden birbirlerini sever, kâfirlere düşmanlık ederdi. Hepsi Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" sevgilileri idi. Bunlardan birine bile düşmanlık, Resûlullaha "sallallahü aleyhi ve sellem" muhabbetin şartı olabilir mi? Böyle söyleyenler, sevgi yerine düşmanlıklarını bildirmiş olmuyor mu?
.
Zamanımızın müslümanları
7 Mayıs 2003 01:00
Her müslümanın bütün hareketlerinin, duruşlarının, gidişlerinin, İslâmiyete uygun olması lazımdır. Her şeyden önce, Ehl-i sünnet vel-cemâ'at âlimlerinin "Allahü teâlâ onların durmadan çalışmalarına, çok mükâfât versin" bildirdiği, kitaplarında yazdığı i'tikâdı öğrenmek ve imanını buna göre düzeltmek lâzımdır. Ondan sonra, fıkıh ahkâmını öğrenmeli, farzları yapmağa sarılmalı, halâle, harama dikkat etmelidir. Farzların yanında, nâfile ibâdetlerin, hiç kıymeti yoktur. Zamanımızın müslümânları, farzları bırakıp, nâfile ibâdetlere sarılıyor, nâfile ibâdetleri yapmağa meselâ, kadın erkek karışık olarak mevlid okutmağa, câmi yapmağa, sadaka ve hayrât yapmağa ehemmiyet verip, farzları meselâ beş vakit namaz kılmağı, Ramazân-ı şerîf ayında, oruç tutmağı, zekât vermeği, uşur vermeği, borç ödemeği, halâli, haramları öğrenmeği ve kadınların, kızların sokağa çıkarken, örtünmeyi, radyo ve televizyonda, din düşmanlarının imanı ve ahlâkı bozan sözlerini dinlemelerini hafîf ve ehemmiyetsiz görüyorlar. Olur olmaz yerlere birçok para sarf ediyorlar da, az bir zekâtı bir müslümâna vermeği benimsemiyorlar. Hâlbuki, bilmiyorlar ki, bir altın zekâtı yerine vermek, binlerce altını sadaka vermekten, katkat daha sevaptır. Zekât vermek, Allahü teâlânın emrini yapmaktır. Sadaka ve hayrâtın çoğu ise, şöhret, hurmet ve nefsin şehvetlerini kazanmak için olur. Farzlar yapılırken araya riyâ, gösteriş karışmaz. Nâfile ibâdetlerde ise, gösteriş çok olur. Bunun içindir ki, zekâtı, âşikâre vermek lâzımdır. Bu sûretle insan iftirâdan kurtulur. Nâfile sadakayı, gizli vermelidir ki, kabûl ihtimâli fazla olur. Sözün özü şudur ki, dünyanın zararından kurtulabilmek için, ahkâm-ı islâmiyyeye yapışmaktan başka çare yoktur. Dünya zevklerini büsbütün bırakamıyanların, hiç olmazsa, hükmen terk etmesi, yani dünyayı terk etmiş sayılmaları lâzımdır. Bunun için de, her sözü ve her işi İslâmiyete uygun yapmalıdır. Kâfirlerin, mürtedlerin, bazı emellerine kavuşmak için, İslâmiyete uygun işler yapmaları, dünyâda faydalı olur, râhat, mes'ûd yaşamalarına sebeb olur ise de, kıyâmet gününde fayda vermez. Çünkü onlar, imanla şereflenmemiştir. İbâdetlerin kabûl olması için, iyiliklere sevâb kazanabilmek için, iman sâhibi olmak lâzımdır.
.
Fetva vermek
10 Mayıs 2003 01:00
Eskiden şeyh-ul-islâm denilen, müftîler vardı. Yine o devirlerde, müftî adını taşıyan devlet memûrlarının da bulunduğu zamanlar oldu. İslâm müftîleri, Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını, yani ahkâm-ı islâmiyyeyi bildiren âlimler idi. Müftî denilen devlet memûrları ise, zâten ahkâm-ı islâmiyyeyi bilmezlerdi. Allahü teâlânın yasak ettiği birşeyi, hükümdar emir etseydi, bu şeyi yapmak câiz değildir demezlerdi. Allahü teâlânın emretdiği birşeyi, bir zâlim terk etseydi, bu şeyi yapmak lâzım olduğunu söyleyemezlerdi. Susarlar veya tersini söylerlerdi. Böylece, kendileri dinden çıkar, müslümânları da günaha veya küfre sürüklerlerdi. Cengiz askerinin, islâm memleketlerine yayılıp, câmilerin yıkıldığı, müslümânların öldürüldüğü zamanlarda ve Fâtımîler ve Resûlîler zamanlarında, hattâ Abbâsîler zamanında, böyle müftî denilen devlet memûrları, haramlara câizdir dediler. Hattâ, Kur'ân-ı kerîme mahlûktur dediler. Müftî adı verilen bu memûrların böyle uydurma fetvâlar vererek dînin yıkıldığı zamanlarda, fıkıh, ilmihâl kitaplarına uyanlar, doğru yolda kaldı. Dinlerini kurtarabildi. Fetvâ demek, herhangi birşeyin ahkâm-ı islâmiyyeye uygun olup olmadığını bildirmek demektir. Yalnız, (uygundur) veyâ (câiz değildir) demek, fetvâ olmaz. Bu cevâbın, hangi fıkıh kitabının, hangi yazısından alındığını da bildirmek lâzımdır. Fıkıh kitaplarına uymıyan fetvâlar yanlıştır. Bunlara bağlanmak câiz değildir. İslâm bilgilerini öğrenmeden, bilmeden, âyet-i kerîme veyâ hadîs-i şerîf okuyup da, bunlara kendi kafasına, kendi görüşüne göre manâ verenlere islâm âlimi denmez. Bunlar Beyrut'taki papazlar gibi, Arapça bilen bir tercüman olabilir. Ne kadar yaldızlı, parlak söyleseler ve yazsalar da, hiç kıymeti yoktur. "Ehl-i sünnet âlimleri"nin anladıklarına ve bunların yazdığı fıkıh kitaplarına uymıyan sözleri ve yazıları Allahü teâlâ beğenmez. İbni Âbidîn isimli kıymetli fıkıh kitabında buyuruluyor ki: Fâsıkın müftî olması uygun değildir. Bunun verdiği fetvâlara güvenilmez. Çünkü fetvâ vermek, din işlerindendir. Din işlerinde fâsıkın sözü kabûl edilmez. Böyle müftîlere birşey sormak câiz değildir. Gerçek Müftî, imâm-ı a'zam Ebû Hanîfenin sözüne uygun olarak fetvâ verir. Aradığını onun sözlerinde açıkca bulamazsa, İmâm-ı Ebû Yûsüf'ün sözünü alır. Onun sözlerinde bulamazsa, İmâm-ı Muhammed Şeybânî'nin sözünü alır. Ondan sonra İmâm-ı Züfer'in, daha sonra Hasen bin Ziyâd'ın sözünü alır. Bugün doğru yazılmış ilmihal kitaplarında, bir müslümana lazım olacak bütün bilgiler yazılmıştır. Bir mesele olunca, ilmihale müracaat edilmelidir.
Müslümanlar niçin geri kaldı?
16 Mayıs 2003 01:00
Son zamanlarda, bazı yazarlar köşelerinde bu sorunun cevabını arıyorlar. Bu konuyu tartışmaya açtılar. Bazıları da bundan istifade ederek "Vur abalıya" misali İslamiyete, İslam büyüklerine saldırmayı fırsat bildi. Asırlar önceki gelişmeler ile ilgili fikir yürütmek kolay değil. Tarihi olayları kendi zamanlarındaki şartlar içinde değerlendirmek gerekir. O günün şartlarını bilmeden, "bu da yapılır mıydı? Bu hatayı ben bile yapmam!" gibi serzenişler büyük yanlış olur, başkaları da yanıltılır. Müslümanlar niçin geri kaldi? Sorusunun cevabını bulabilmek için, isterseniz önce meseleyi biraz geriden ele alalım, konunun iyi anlaşılması için. İslâm tarihi incelendiği zaman görülür ki, İslâm dünyasının en kuvvetli olduğu dönem, 7. ve10. asırlar arasıdır. 17. ve 18. asır, Fetret Devri, bir bakıma ayakta kalma mücadelesinin verildiği dönem. 19. ve 20. yüzyıl ise, Batı'nın üstünlüğünü mecburen kabullenme ve onların kontrolüne girme devri. İslâm dünyasının yükselmesini, onuncu asra kadar Müslüman Araplar sağladı. On birinci asırdan itibaren, bayrağı Türkler ellerine aldı. Türkler, doğuda Bizans'ı çökerterek Viyana kapılarına kadar ilerlediler. Endülüs Devleti de Avrupa'yı batıdan sıkıştırmaya başladı. Bu kıskaç sebebiyle, yarı vahşî bir hayat süren Avrupa, gerçek bir medeniyet ile tanıştı. Güçsüzlüklerini anladılar. Kendilerini tenkit etmeye başladılar. Bu öz eleştiri, Avrupa'nın toparlanmasına sebep oldu. Birçok buluşların, üstün başarıların kaynağında, zaten çaresizlik yatar. Avrupa'da böyle gelişmeler olurken, Müslüman dünyası elde edilen zaferlerin rehavetine kapıldı. Sahip olunan üstünlük sebebiyle, Avrupalıları küçümsediler. Avrupa teknolojide, buluşlarda hızla ilerlerken, Müslümanlar bu yenilikleri ciddiye bile almadılar. Bernard Lewis'e göre, geri kalmada coğrağanın da rolü büyük: "Kurak Ortadoğu coğrafyasına, bir de denizlerden kopma eklenince, İslam âlemi, Avrupa'nın ürettiği ekonomik gelişmeyi üretemedi, elindeki mirası bile yitirdi. Hele de dünya ticareti Akdeniz'den okyanuslara kayınca islam âlemi çöktü!" İslam âleminin son temsilcisi Osmanlıların bir dezavantajı da, zirvede olmaları... Çünkü, 'zirvede kalmak, zirveye çıkmaktan çok daha zordur.' Zirvede rüzgârlar sert eser. Zirvenin düşmanları çoktur. Bir dezavantaj da, insanın zirveye ulaşınca, gayretinin zayıflaması... İnsan isteklerine kavuşunca, rahata düşkünlük, uyuşukluk hastalığına tutulur. Zirveye çıkmada en büyük etken olan aşk, şevk kalmaz. Makam mücadelesi ve mal mülk yarışı başlar. Bu kural, her devirde, her medeniyet, her cemiyet, cemaat ve millet için geçerlidir. Böyle durumda, herkes, külfetsiz nimet peşine düşer. Başka bir ifadeyle, herkes birer mirasyedi olur. Herkes, geçmişteki birikimden, payına düşeceğinin peşindedir. "Her nimet külfet karşılığıdır" prensibi unutulur, vermeden alan hazır yiyiciler çoğalır. Hâlbuki ayet-i kerimede, "Bilinsin ki, insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur." (Necm-39) buyurulmuştur. Bu tehlikeli hastalığa, Osmanlı da maalesef yakalandı. Bunun neticesinde, devlet ricalinin büyük ekseriyeti oyun, eğlence peşine düştü. Yeniçeri, kendi vatanında, sanki bir işgalci orduydu. İkide bir kazan kaldırdıkları için, halkın ve padişahların korkulu rüyası hâline gelmişti. Tanzimattan sonra fen dersleri kaldırıldırığı için Medreseler teknolojiden kopuk haldeydi. Tekkeler, tembellerin barınağı oldu. Memurluk, gizli işsizlerin sığınağı durumundaydı. Aslında, görünüş olarak, medeniyeti zirveye çıkaran bütün müesseseler ayaktaydı. Fakat bunların gerçek temsilcileri yoktu. İçleri boşaltılmıştı. Demek ki, gerilemenin sebebi Müslümanlık değil, Müslümanlardır. İslamiyetin emirlerine uyan kim olursa olsun, muvaffak olur. Avrupalılar bilmeyerek de olsa bu emre uyup; çalıştılar, çabaladılar ve neticede zirveye ulaştılar
Müslümanlar niçin geri kaldı? (2)
17 Mayıs 2003 01:00
Son günlerin tartışma konusu; Müslümanlar niçin geri kaldı? Sorusunun cevabını bugün de aramaya devam edeceğiz... Bu tartışmayı fırsat bilenler, geri kalmanın suçlusu olarak, İslamiyeti ve büyük İslam âlimi İmam-ı Gazali hazretleri gibi bazı İslam büyüklerini göstermeye çalışmaktadır. İmamı Gazali; Farabi, İbni Sina gibi felsefecilerin fikirleri ile mücadele edip yok ettiği için İslam âleminin bu hale düştüğünü iddia etmektedirler. Halbuki Gazali, dini inançları temelinden sarsan bu felsefecilerle mücadele yapmamış olsaydı, İslam âlemi bugünkü inanç boşluğuna daha 11. yüzyılda düşmüş olacaktı. Bunun için her Müslümanın bu büyük imama "teşekkür borcu" vardır. Bizdeki sözde ilim adamları, peşin fikirli Gazali düşmanları böyle söylerken insaf ehli yabancı tarihçiler ise suçun Gazali'de olmadığını yazmaktadırlar. Mesela, meşhur tarihçi Fernand Braude, Gazali'nin sorumlu tutulması fikrine katılmaz. Bunun insafsızlık olacağını kaydeder. Batı, yüzyıllarca karanlık çağları yaşarken, İslamın ilimde, medeniyette bir altın çağ yaşadığını anlatır. Misal olarak da Endülüs'te Halife II. Hakem'in kitaplığında 400 bin yazma eser varken, komşusu Fransız Kralı V. Charles'in kütüphanesinde sadece 900 adet kitap bulunduğunu belirtir. (Medeniyetlerin Tarihi) Tarih boyunca, iman ve fen ilmi atbaşı olduğu sürece devletler başarılı olmuş, halk rahat ve huzur içinde yaşamıştır. Mesela, İspanya'daki Endülüs Emevi Devleti, bu dengenin sağlandığı zamanlarda medeniyette zirveye çıkmıştır. Ne zaman ki, Allahü teâlânın emirleri bırakıldı, hattâ Ehl-i sünnet itikâdını bozularak, İslâmiyeti içerden yıkmak cüreti başlatıldı ardından yıkım geldi. İspanyollar, 1492'de, Gırnata şehrini de alıp müslümanları kılınçtan geçirdiler. Böylece, Allahü teâlânın emirlerine uymamanın cezasını buldular. Çöküşün sebebi felsefeci İbnürrüşt'ün ve İbni Hazm'ın bozuk fikirleri dine sokulması oldu. Çökmemiş olsaydı, belki de din ve iman hâlini alıp dünyaya yayılacak, bugünkü hazîn levha, yüzlerce sene önce meydana çıkacaktı. Osmanlı'da ise tersi olmuş; fen ihmal edilip teknolojide Batı'ya ayak uydurulamayanca gerileme başlamıştır. Osmanlı'dan önce, İslam aleminin gerilemesinin sebebini de, yabancı tarihçiler şöyle açıklar: Fernand Braudel'e göre, Haçlı seferleri, iç savaşlar, Moğol istilası, Müslümanların Akdeniz'den kopup karalara kapanması, İslamı zora sokmuş ve dünya ekonomisindeki değişmeler gibi son derece karmaşık, sosyal, ekonomik ve siyasi sebepler İslam dünyasının geri kalmasına yol açmıştır. Osmanlıların yükselişi bu gerilemeyi bir ölçüde telafi etmiştir ama istenilen netice tam sağlanamamıştır, yükseliş devam ettirilememiştir. Çünkü, Osmanlı İmparatorluğu, 16. yüzyılda zirvedeydi. Böyle çok iyi bir durumda olduğumuz bir devrede, Avrupa çok zor durumdaydı. Şartlar Avrupa'yı artık zorlamaya başlamıştı. Bir çıkış yolu aramaya mecbur etti. Bu arayışlarla Amerika keşfedildi, 15. Asırda, 16. Asır ve 17. Asrın başlarına doğru Amerika'dan, özellikle Güney Amerika'dan büyük bir servet Avrupa'ya akmaya başladı. Altın, gümüş ve birçok kıymetli taşlar geliyor; hak hukuk tanımadan kaçırılan bu maddelerle Avrupa zenginleşiyordu. Bu zenginlik, fiyatların yükselmesine sebep oldu. Osmanlı ülkesinden de mal kaçmaya başladı. Çünkü, mal daima, nerede daha iyi fiyat bulursa, oraya gider. Sadece bununla kalmadılar. Hindistan, Uzakdoğu, Avustralya'da da koloniler kurdular. Batı, biriken sermayeyi sanayi devriminde kullandı. Sanayi devrimi tabiatıyla Avrupa'yı değiştirdi. İleriye götürdü. Bizde ise bu devir Osmanlı'nın gerilemesinin hızlandığı bir devredir. Ekonomik olarak o yarışa giremedik. Aynı şeyleri yapamadık, aynı şekilde gelişmemizi sürdüremedik... Avrupa'nın artan zenginliği bize menfi tesir etti. Ekonomimizi sıkıntıya soktu. Sonunda İslam âlemini temsil eden Osmanlının ekonomisini çökertti. Bugün yapılacak olan; şunu bunu suçlamak değil bundan sonra ne yapılabilir, bunun hesabını iyi yapmaktır.
.
.
İmam-ı Gazali'ye neden düşmanlar?
23 Mayıs 2003 01:00
Geçen hafta, reformist çevrelerin İmam-ı Gazali düşmanlığından bahsetmiştim. Birçok okuyucum arayarak, bu düşmanlığı biraz açmamı istediler. Büyük İmam, bunlara ne yaptı ki bu kadar düşman oluyorlar? diye sordular. Bu sorunun cevabına geçmeden önce, Gazali düşmanlarının bir tahlilini yapmak lâzım. Dikkat edilirse bunlar, İslamiyeti kendi kafalarına göre yorumlamak isteyen; kısa akıllarına göre dine ilaveler çıkarmalar yaparak ismi "İslam" olan fakat gerçek islamla ilgisi olmayan yeni bir din kurmak isteyenlerdir. Veya alt yapısı müsait olmadığı, dine ait temel bilgilerden yoksun oldukları için bu tür art niyetli kimselerin oyununa gelen kimselerdir. İşte, İmam-ı Gazali hazretleri bu inançsızlık yolunu kapadığı için ona düşman oldular. İmam-ı Gazali bu tehlikeli yolu öyle sağlam engellerle kapatmış ki on asırdır bu yolu açmak için zorluyorlar. İtiraf edelim ki otoban olarak olmasa da stabilize yol olarak geçiş yapabilecek hale getirdiler. Nihai hedefleri otoban haline getirmek. İmam-ı Gazali hazretlerinin savunduğu doğrular neydi, bunun karşısında olan felsefecilerin yanlışları neydi, şimdi de biraz bunun üzerinde duralım: İmam-ı Gazali hazretleri bir ehli sünnet âlimi idi. İlimde tek ölçüsü vahye dayalı nakil bilgileri idi. Yani Cenab-ı Hakkın, Muhammed aleyhisselam ile bildirdiği bilgilerdi. Gazali'ye göre daha doğrusu dinimize göre, bu bilgiler herşeyin üzerinde idi. Başta akıl olmak üzere diğer bilgi kaynakları buna uygun ise bir değer ifade ederdi; uygun değil ise hiçbir kıymeti yoktu. İmam-ı Gazali hazretlerine karşı olan felsefeciler ise aklı esas almışlardı. Başta Kur'an-ı kerim ve Rusulullahın bildirdikleri olmak üzere herşey akıl süzgecinden geçiriliyor, akla uygun değil ise kabul görmüyordu. Bunlarla ilgili bir-iki örnek verecek olursak: Mesela, Müslümanlara, (Yahudilere ve nasârâya ve mecûsîlere) göre, varlıkların maddeleri de, sıfatları da hâdistir. Yani bunlar yok iken sonradan yaratıldı. Sonunda yine yok edileceklerdir. Ezeli ebedi değildirler. Ebedi ve ezeli olan sadece Cenab-ı Haktır. Aristo ve onun yolunda olan Fârâbî, İbni Sînâ gibi felsefeciler, bunu akıl ile anlayamadıkları için, cisimlerin maddeleri de, sıfatları da kadîmdir, yâni ezelîdir, hep vardır dediler. Bu sözün yanlış olduğunu, bugün modern kimya bilgisi kesin olarak bildirmektedir. Böyle bir inanç küfürdür. Aklı yaratan Allahü teâlâdır. Yaratanı bırakıp aklı esas almak, aklı ilahlaştırmak en büyük akılsızlıktır. Felsefenin tek dayanağı akıldır. Fakat, gerek zamanla tecrübî bilgilerin değişmesi ve gerekse bir başka insanın aklının bir önceki filozoftan daha farklı bir yapıya sâhib olması sebebiyle kurdukları felsefik sistemler şu veya bu oranda ve bâzan tamamen değişmiştir. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmaya kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmiyen yerlerde, pervâsızca yürümeye ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her ân uçuruma, girdâba düşebilirler. Nitekim, Yunan, Hind, Fars, Latin felsefelerinden ilhâm alan, İbni Sînâ, Fârâbî, İbni Tufeyl, İbni Rüşt, İbni Bâce gibi filozoflar, Kur'an-ı kerimin hak yolundan ayrılarak kendilerini ve arkalarından gidenleri uçuruma yuvarlamışlardır. Örneğin, İbni Sina, Muad kitabında Kıyamette dirilmeği inkar etmektedir. İbn-i Tufeyl ise öldükten sonra dirilmeye inanmamakla birlikte ilk insanın Âdem aleyhisselâm ile hazret-i Havvâ'dan çoğaldığını kabul etmemektedir. İşte bu ve buna benzer inançlarından dolayı, felsefecilerin bütün fikirlerini incelemiş olan İmam-ı Gazali ve İmam-ı Rabbani gibi İslam büyükleri bunların imanlarını kaybettiklerini küfre düştüklerini bildirmişlerdir.
.
Felsefe ve tefekkür
24 Mayıs 2003 01:00
Madde ve hayâtı, kâinât, cemiyet, rûh, ölüm-ölüm sonrası, din ve tanrı konularını inceleyen ve bunlarla ilgili akla dayanarak ortaya konulan düşünce ve görüşlerin tamamına "felsefe" denir. Felsefede vahyin yerini akıl aldığı için İslam dininde felsefenin yeri yoktur. Çünkü felsefenin cevap aradığı soruların hepsine hiç değişmez ve aksi iddia ve isbat edilemeyecek bir mükemmellikte dinimizde cevap verilmiştir. Kur'ân-ı kerîm, yaratanı (Hâlık'ı) ve yaratılmışı (mahlûku) birbirinden kesin bir şekilde ayırarak, her şeyin aslını haber vermektedir. İnsan, ruh, yaratılış, hayat, ölüm, ölümden sonraki hayat, ahlâk, cemiyet düzeni ve idâresi ve felsefecilerin akıllarına dayanarak îzâh etmeye çalıştıkları her şey, Allahü teâlâ tarafından, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma bildirilmiş ve O da bütün insanlara, kıyâmete kadar değişmemek üzere, tebliğ etmiştir. Felsefeciler kendilerine, akıllarına o kadar güneniyorlar ki, Eflâtûn, Îsâ aleyhisselâmın zamanında yaşamasına rağmen, "Olgunlaşmış olanın olgunlaştırıcıya ihtiyacı yoktur" diyerek O yüce Peygambere ümmet olma şerefinden mahrum kalmıştır. Dini bilgiler vahiy ile geldiği insan aklından çıkmadığı için, fen bilgisinin, tekniğin, zamanın, coğrafyanın ve insan aklının değişmesiyle değişmez. Kıyâmete kadar bâkidir, devamlıdır. Îmânın altı esâsını iyi öğrenen, Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği gibi inanan bir Müslümanın, felsefecilerden öğreneceği bir şey ve felsefe yapacağı bir konu kalmaz. Batı âleminde ve bilgileri tamamen batıya dayananlar nazarında, İslâm dünyâsındaki tasavvuf, felsefe zannedilmiş ve tasavvuf büyüklerinin (evliyâların) pek çoğu haksız ve yanlış olarak filozof olarak isimlendirilmiştir. "İslâm felsefesi" tâbiri de bu yanlışlıktan doğmuştur. Felsefe ile tefekkürü karıştırmamalıdır. İslâm dîninde "tefekkür" vardır ve çok kıymetli bir ibâdettir.Tefekkür "Fikri, bâtıldan hakka çevirmek" olarak târif edilmiştir.Tefekkür eden kimseye "mütefekkir" denir. Tefekkürden maksat iki şeydir. Birincisi: Allahü teâlânın azametini (büyüklüğünü), kudretini düşünerek, insanın bu azamet karşısındaki acz ve zayıflığını anlayarak, O'na yönelmek ve sığınmak, eşyadan, olaylardan, kâinattan ibret alarak, eserden müessire (o eseri yaratana) yol bulmak. İkincisi: Günlük hayatta karşılaşılan güçlük ve sıkıntıları yenmek, eşyayı, ilmi ve tekniği İslâm dîninin bildirdiklerine uygun, insanların râhat ve huzûrunu temin etmekte kullanmak için akıl ve fikir yormak. Her iki tür tefekkür de çok mühimdir, birincisinin ikincisinden daha kıymetli olduğu bildirilmiş olup, her ikisi de Müslümanlara emredilmiştir. İmâm-ı Gazâlî; "Gördüm ki akıl izmihlâl (yıkılma) içindedir. Akıl daha kendisinden bile habersizdir.Her şey peygamberlik gerçeğindedir. Bu gerçeğe yapıştım ve kurtuldum" demiştir. Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin; "Hocam Şems-i Tebrîzî'yi tanıyınca ona tâbi oldum. Aklıma uymadım, kurtuldum" sözü meşhurdur. İslâm âlimlerinin yüz binlerce cilt kitaplarında bu konu ile ilgili her söz, aynı şeyi tekrarlamaktadır. Dolayısıyla İslâm dünyasında aklı temel alan bir felsefe olmamış, vahyin bildirdiklerine uygun tefekkür (düşünme, fikir yorma) olmuştur. Böylece akıl, yerinde kullanılmıştır. Hiçbir Müslüman, peygamberlik makâmının ve peygamberlerin bildirdiklerinin yerine aklını koymamıştır. Fârâbî, İbn-i Rüşd ve İbn-i Sînâ gibi bâzı felsefeciler Yunan filozoflarının tesirinde kalıp, akla çok güvendikleri, nakli değil, aklı esas aldıkları, Kur'ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri kendi akıllarına göre açıkladıkları için, doğru yoldan ayrılarak küfür bataklığına düşmüşlerdir.
.
İslâmiyet ve fen
24 Mayıs 2003 01:00
Peygamberlerin ve kitapların gönderilmesine sebeb ve bildirilmesi en lüzûmlu olan emir, yerlerin, göklerin yaratanının varlığını, Onun bir olduğunu, ilim ve başka üstün sıfatları bulunduğunu, kudret ve büyüklüğünün sonsuz olduğunu kullara bildirmektir. İnsanların çoğu, gördüklerine, duyduklarına, göründüğü gibi inanıp, içlerini, inceliklerini anlıyamadıklarından, Allahü teâlâ, kitaplarında, varlığına, büyüklüğüne alâmet olan, mahlûklarının en büyükleri ve en açıkta bulunan ve insanların çok şaştığı her bakımdan düzgün görünen ayı, güneşi ve yıldızları, her çeşit insanın anlıyabilmesi için, göründükleri gibi tarîf buyurmuştur. Bunların hesaplarını, kanûnlarını, iç yüzlerini açıklamıyarak, câhil olan çoğunluğu, anlıyamıyacağı şeylerle uğraşmağa zorlamamış, bunları her asırdaki zekî, akıllı, seçme kimselerin çalışarak anlamalarını teşvîk buyurmuştur. İnsanların buluşları, zamanla değişmekte, bir vakitler doğru, güvenilir sanılan buluşların, sonradan yanlış olduğu anlaşılmaktadır. Her asrın insanları, zamanlarındaki son buluşların doğru olacağına inandıkları için, muhtelif asırlardaki insanların inanışları başka başka olmuş, bu inanışlar, günah, küfür olmamıştır. Çünkü, Peygamberlerin kitaplarına uymıyan, bunlarda bildirilenleri inkâr eden inanışlar, suç olur. Cenâb-ı Hak, kullarını küfürden, suçtan korumak için, herkesin anlıyamıyacağı, inanamıyacağı fen bilgilerini, kitaplarında açıklamayıp, bunlara işâret buyurmuş, yer küresini, güneşi, gökleri göründükleri gibi anlatarak, bunlardan ibret alınmasını, varlığının, büyüklüğünün anlaşılmasını emir eylemiştir. Kâdî Beydâvî hazretleri, Nahl sûresinde, "Kullarıma hikmet ile ve güzel vaaz ile beni tanıt!" meâlindeki yüzyirmibeşinci âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken, "Anlayışlı, tahsîlli olanlara, fen bilgileri ile; hislerine tâbi olan câhil halka da, görünenleri anlatmakla bildir, demektir" buyuruyor. Hindli molla Kudsî, "Esrâr-ı melekût" adındaki Arabça astronomi kitabında, yer, ay, güneş, gökler, yıldızlar hakkındaki âyet-i kerîmelere, islâm âlimlerinin, vakti ile verdikleri manâları bir araya toplıyarak bugünün yeni buluşlarına tam uygun olduğunu göstermiş, bu kitabını Sultân Abdülmecîd Hân'a takdîm ederek, çok makbûl olmuştu. İslam âlimleri naklî din bilgilerinin yanında fen bilgilerine de önem verirlerdi. Medreselerde okuturlardı
.
İlim din ile çatışır mı?
25 Mayıs 2003 01:00
Yahûdî ve Hıristiyan din adamları, yeryüzünü düz ve hareketsiz, güneşin bunun etrâfında döndüğünü, göklerin yer üzerine çadır gibi kapatılmış olduğunu, Allahü teâlânın, insan gibi, kürsîde oturup, işleri yürüttüğünü sanmışlar, tecrübe ile bulunan fen bilgileri, bu inanışlarına uymadığından, fen adamlarına dinsiz demişlerdir. Fen adamları, bu haksız hüküm karşısında, Yahûdîliğe ve Hıristiyanlığa saldırmıştır. Meselâ, din düşmanlığı ile tanınan William Draper "İlim ile dînin çatışması" adlı kitabında, "Kâinâttan ayrı, kâinâta hâkim, dilediğini yapabilen bir insan yoktur" diyor ki, bu sözü, Allahü teâlâyı bir insan sanıp bunu inkâr etmekte olduğunu göstermektedir. Bir yerinde de, "Kâinâtta herşeye hâkim bir kuvvet varsa da, bu papazların inandığı ilâh değildir" diyerek, Allahü teâlânın, fizik, kimyâ kuvvetlerinin en büyüğü olacağını zan ettiğini göstermektedir. Görülüyor ki, fen adamları arasında dinsiz olanlar, ya papazların ve câhil halkın yanlış anladıkları şeylere haklı olarak saldırmış, yâhud zamanlarının fen bilgileri arasına sıkışıp kalmış olan kafaları ile düşündüklerini, hayâlî inanışlarını inkâr etmişlerdir. Eğer, islâm âlimlerinin, Kur'ân-ı kerîmden çıkardıkları fenne bağlı bilgileri, bunların inceliğini, doğruluğunu okuyup anlasalardı, hepsi hakîkati görüp, seve seve müslümân olurdu. Neml sûresindeki, meâl-i şerîfi, "Dağları, yerinde duruyor görüyorsun, hâlbuki bunlar bulut gibi hareket etmektedir" olan seksensekizinci âyet-i kerîmesini Kâdî Beydâvî tefsîr ederken, "Yerinde duruyor gördüğün dağlar, bulut gibi, boşlukta hızlı gitmektedir. Büyük cisimler, bir cihete doğru hızlı gidince, üstündekiler, bunun hareket ettiğini duymaz" buyurmaktadır. Fahreddîn-i Râzî, Enbiyâ sûresi, otuzüçüncü âyetinin tefsîrinde, ayın, güneşin, yıldızların mihverleri ve yörüngeleri etrâfında döndüklerini, Dahhâk ve Kelbî'nin söylediğini yazmaktadır. Fahreddîn-i Râzî, Bekara sûresi, yirmidokuzuncu âyetini tefsîr ederken diyor ki: (Hidâye) fizik kitabının ve (Îsâgucî) mantık kitabının yazarı olan Esîrüddîn-i Ebherî, Batlemyus'un (Mecistî) adındaki astronomi kitabını okuturdu. Bunu okutmasını hoş görmeyen biri, müslümân çocuklarına böyle ne okutuyorsun diye sorunca, meâl-i şerîfi, "Yerleri, gökleri, yıldızları, bitkileri ne güzel yarattığımızı görmüyorlar mı?" olan Kaf sûresinin altıncı âyetini tefsîr ediyorum diyerek, cevâb vermiştir. Fen ilmi ile dinin çatışmadığını göstermiştir. İmâm-ı Râzî, Ebherînin bu cevâbının doğru olduğunu, tefsîrinde yazmakta ve Allahü teâlânın mahlûklarını inceleyen fen adamları, Onun büyüklüğünü, iyi anlar demektedir.
.
Müslüman fen adamları
26 Mayıs 2003 01:00
Bugün Batı bütün buluşlara, keşiflere sahip çıkmakta, geçmişte hiçbir buluş yapılmadığını söylemektedir. Halbuki pek çok buluşun alt yapısını Müslüman ilim adamları oluşturmuşlardır. Mesela, aynalarda ışıkların yansıması kanûnlarını bulan, Muhammed bin Hasen ibni Heysem'dir. Avrupalılar buna (Alhazem) derler. 965'te Basra'da doğdu 1039'da Mısır'da vefât etmiştir. Matematik, fizik ve tıb ilimlerinde yüze yakın kitap yazmış, eserlerinin çoğu Avrupa dillerine tercüme edilmiştir. Türkistânlı Alî bin Ebilhazm doktor idi. Tıb ilmindeki buluşlarını bildiren kitapları, bu ilimde kıymetli kaynak olmuşlardır. Akciğerlerdeki kan deverânının şemasını ilk çizen budur. Din bilgilerinde de derin âlim idi. İbn-ün-Nefîs ismi ile meşhûr olup, 1210'da Türkistân'da Karş şehrinde doğup 1287'de Mısır'da vefât etti. İslâm cerrâhlarından, meşhûr operatör Amr bin Abdürrahmân Kirmânî, Endülüs hastahânelerinde ameliyât yapardı. 1066'da orada vefât etti. Ebû Bekr Muhammed bin Zekeriyyâ Râzî, bir müslüman tabîb olup, göz ameliyâtı yapardı. Yüze yakın eseri vardır. (Ber-üs-sâ'), (Kitab-ül-hâvî) ve diğer kitapları, tıb ilmine olan hizmetinin şâhidleridir. 923'te Bağdâd'da vefât etmiştir. Tıb tahsîlini Bağdâd'da yaparak, mütehassıs olmuştur. İlâçlar ve kimyâ üzerinde de kıymetli kitapları vardır. Peygamberimizin torunu hazret-i Hüseyin'in kızı Sitti Sükeyne'nin, islâm tabîbleri tarafından, gözbebeği çıkarılarak, tekrâr yerine konduğu, "Müncid"de yazılıdır. Meşhûr İbni Hazm Alî bin Ahmed, "El-fasl" kitabında, yer küresinin yuvarlak olduğunu ve döndüğünü âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerle, bundan dokuz asır önce isbât etti. Yer küresinin çapı ve güneşin irtifâ dereceleri Mûsâ bin Şâkir'in oğulları Ahmed ve Muhammed tarafından, halîfe Me'mûn zamanında Sincâr ve Küfe sahrâlarında ölçüldü. Bu iki kardeşin yaptıkları astronomi âletleri, o zaman müslümânların ilme ve fenne verdikleri ehemmiyyetin açık senetleridir. Câbir bin Hayyân'ın simyâ ve kimyâ üzerindeki çalışmalarını bildiren kitapları meşhûrdur. Avrupa'da, liselerde, bunlar gibi daha nice müslümân fen adamlarının hiçbirinin ismi talebeye öğretilmiyor. İslâm memleketlerinde de müslümân çocuklarına, dedelerinin fenne olan hizmetleri bildirilmiyor. Büyük buluşları olan islâm âlimlerinin isimleri bildirilmiyor. Ufacık birşey yapmış olan hıristiyanlar, fen adamı olarak övülüyor.
.
Fen adamlarının yanlışları
28 Mayıs 2003 01:00
Batılı meşhur fen adamları öyle yanlışlıklar yapmışlar ki, bugün bu hataları lise talebesi bile yapsa sınıfta bırakılır. Mesela, bugün kimyanın babası ismi verilen ve hakîkaten, kimyaya teraziyi sokmakla, Aristo'nun yanlış nazariyelerini temelinden yıkarak, tecrübî ilimlere, yeni, müsbet bir çığır açan Fransız kimyâgeri Lavoisier, bir taraftan, fennin bugünkü dereceye ilerlemesine çok hizmette bulunmuş, bir taraftan da, mütehassıs olduğu kimya ilminde öyle hatâlar yapmıştır ki, onun buluşu olduğu için kitaplara geçen, üniversitelerde okutulmuş olan bu sözleri, bugün bir ortaokul talebesi söylerse, sınıfta bırakılır. Meselâ, klor gazına bileşik cisim, bir oksid diyordu ve asitleri yanlış anlatıyordu. Lavoisier'nin en büyük hatâsı, doğru tecrübesini, kıymetli buluşunu îzâh ederken, câhillerin ve dinsizlerin, çok eskiden beri söylemekte oldukları bir sözü tekrârlaması idi. Kimya tepkimelerinde, ağırlık değişmediğini görerek, "ağırlığın sakımı kanûnu"nu kurunca, "Tabîatta hiçbirşey var olmaz ve yok olmaz" deyiverdi. Bunu duyan fen taklîdcileri, "Yoktan birşey yaratılmaz. Hiçbirşey yok olmaz" diye, yaygarayı kopardılar. Fen kitabı diye çıkardıkları sayfaları, bu siyâh yazılarla lekeleyip, güyâ dîni yıkıp İslâmiyeti yere serdiler (?). İman kal'asını uçuracak fennî bir kuvvete sâhib oldular! Hâlbuki, Lavoisier, herşeyin kimyâ ile olduğunu, Allahü teâlânın da, onun görebildiği kanûn içinde kalacağını, bu kanûndan başka hâdiseler olmadığını sanarak, bu hatâya düşmüştü. Lavoisier adındaki bu kimyâgerin, kimyâ olaylarında, maddenin artmadığını ve azalmadığını görmesi, "İnsanlar hiçbirşey var edemez ve yok edemez" hakîkatini meydana çıkarmaktadır. Başka din düşmanları gibi, bu da, tecrübesinden yanlış netîce çıkararak dîne saldırdı. Fakat, böylece kendini lekeledi. Çünkü, bugünkü (fiziko-kimyâ) bilgisi, kimyânın ulaşamadığı atomun derinliklerine girerek, Lavoisier'in aldandığı isbât edilmiş, Einstein'ın (relativite nazariyesi), kütlenin korunması kanûnu bile modifie edilmiştir. Yani değiştirilmiştir. Bu sûretle anlaşılmıştır ki, madde, Lavoisier'in sandığı gibi, dünyanın temeli değildir. İşte fen adamları, kendi ihtisâslarında bile, böyle yanılmış ve insanlığa büyük zararlar da yapmıştır. Bu yanılmaları, onların fen çerçevesi içindeki kıymetlerini ve ehemmiyetlerini azalttı demek istemiyoruz. Fakat, ihtisâslarında bile yanıldıklarını gösterip, fen adamının, ihtisâsı dışındaki ve hele tamamen başka, derin ve geniş olan din ilmindeki kuru düşüncelerinin, din büyüklerinin, din ilmi ile dolmuş, din zevki ile doymuş olan o hakîkî büyüklerin sözleri yanında, bir hiç olacağını göstermek istiyoruz.
.
İnsanlığı felâkete sürükleyenler
29 Mayıs 2003 01:00
Hakîkî bir fen adamı, ilmî gerçekleri kabûl eder. Fakat para adamları, yani para kazanmak, etiket kazanmak için, âdet üzere, birkaç senelik ömrünü çürütüp, birkaç şey ezberleyen fen yobazları, sinema filminden farkı olmayan rûhsuz dimâğlarındaki, birkaç basma ve komprime, silik çizgileri fen sanarak, fennin değil, cehâletin verdiği bir cesâretle ve taşkınlıkla, islâmın yüksek ilimlerine saldırarak helâk oluyor ve insanlığı ebedî felâkete sürüklüyorlar. Meselâ, bir fen adamı, jeolojik tabakalar arasında bulduğu bir kemik parçasında tedkîkler yaparak, hayât üzerinde kıymetli bilgiler toplamağa uğraşırken, beri taraftan, fen yobazları, bunu haber alıp, "İnsanların aslı olan maymunun kemikleri bulundu. İnsanların maymundan hâsıl olduğu hakîkat hâlini aldı" yaygarasını basıyor. Saf müslümânları aldatmağa, dinleri inkâra çalışıyorlar. İngiliz fen adamı Darwin'in (canlılar arasındaki hayât mücâdelesi) nazariyyesini öne sürerek müslümânlığı yıkmağa bir silâh yerinde kullanıyorlar. Evet, yüz seneden beri, birkaç biyolog, hayvanlarda, kan grubları, kan benzerliği, kromozom sayıları, muhîte adaptasyon için fizyolojik ve anatomik değişmeler, somatik değişmeler ve harâret, ışık, röntgen ve radium şuâları ile ve bazı kimyâ maddeleri tesîri ile çeşitli mutanlar meydâna gelmesi ve nihâyet paleontolojik müşâhedeler ve bütün canlılarda meios ve bunu takîb eden mitoz bölünme bulunması ve bazı hayvanlarda körleşmiş uzuvlar görülmesi, meselâ insanlarda apandis denilen kör bağırsak bulunması ve çok hücreli hayvanların hepsinde embriyon teşekkül etmesi ve bir hayvanın, embriyon devrelerini geçirirken, çeşitli hayvan vasıflarını göstermesi, meselâ insan embriyonunda pronefroz, mezonefroz, solungaç yarıkları gibi teşekküllerin görülmesi karşısında, hayvan nevilerinin, milyonlarca sene içinde, basîtten mükemmele doğru değiştiklerini, yani evolution veya desendens denilen evrim bulunduğunu zan etti. Canlıların basitten mükemmele doğru değiştiğini ilk yazan, Fransız doktoru Lamarck'tır. Lamarck 1809'da neşrettiği "Filozofi zoolojik" ismindeki kitabında "canlıların bir asıldan türeyebileceğini" yazdı. Fakat, aynı asırdaki biyologlar, Lamarc'kın verdiği misâllerin, hayvânların birbirlerine dönmesini değil, cânlıların, bulundukları muhîte intibâk etmelerini (adaptasyonu) göstermekte olduğunu söylediler. Dinlerin, peygamberlerin inkarına yönelik olan bu saçmalıkları, insanları dinden koparamadı. Çok az bir kesimin dışında, kahir ekseriyetle insanlar inançlarını korudular
.
Din, matbaaya mani oldu mu?
1 Haziran 2003 01:00
Geçmişimizi, ecdadımızı kötüleyebilmek için sık sık gündeme getirdikleri husus matbaanın getirilmesi meselesidir. Bu konuda da olaylar çarpıtılarak verilmektedir. Gazetelerde, TV'lerde, "Avrupa'da matbaa yapılırken, kitaplar basılırken, bizdeki sarıklı, sakallı, kara kafalılar, matbaa günahdır, gâvur îcâdıdır diyerek yapdırmadılar. Yıllarca geri kalmamıza sebeb oldular. Müslümânlık, çöl kanûnu, Türklüğe çok zarârlı oldu" diyerek, dinsiz, imansız yetişdirmek istiyorlar. İslâm düşmanlığı aşılıyorlar. İslâmiyete, ilm, fen, ahlâk yolundan saldıramadıkları için, böyle alçakça yalanlar düzüyorlar, körpe dimâgları zehrliyorlar. Her iftirâları gibi, bu sözlerinin de yalan olduğu meydandadır. Kara zihniyet dedikleri islâm âlimlerinin en yüksek temsîlcileri olan Osmânlı şeyh-ul-islâmlarından elliyedincisi, Yenişehrli Abdullah Efendi, matbaa açmak, kitap basmak için kendisine sorulduğunda, bakınız nasıl cevap vermiştir: İbrâhîm-i Müteferrika adındaki Macar asıllı bir müslümân, İstanbul'da 1725'te ilk matbaayı kurmak isteyince, şeyh-ul-islâma soruluyor: "Kitap basma san'atını iyi bildiğini söyleyen bir kimse, lügat, mantık, astronomi, fizik ve benzerleri âlet ilmleri kitaplarının harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp, buradan kâğıtların üzerine basarak, bu kitapların benzerlerini elde ederim dese, bu kimsenin böyle kitap basmasına İslâmiyet izin verir mi?" Şeyh-ul-islâm Abdullah Efendi, cevâbında: "Kitap basma san'atını iyi bilen bir kimse, bir kitabın harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp, buradan kâğıtlara basmakla, bu kitapdan az zamanda kolayca, çok sayıda elde ediyor. Böylece çok ucuz kitap yazılmasına sebeb oluyor. Faydalı bir iş olduğundan, İslâmiyet bu kimsenin bu işi yapmasına izin verir. Kitapta yazılı ilmi bilen birkaç kişi, önce kitabı tashîh etmelidir. Tashîh ettikten sonra basılırsa, güzel bir iş olur" buyurmuştur. Bu cevâb, (Behcet-ül-fetâvâ) kitabının (Hazar ve lebs) faslında yazılıdır. İslâm dîninin ilme, fenne nasıl kıymet verdiğini göstermektedir. Matbaacılığın Osmânlı idâresi altında bulunan islâm memleketlerine Avrupa'dan ancak 200 sene sonra gelmesini, (islâm dîni matbaa ile kitâb basmayı men eder) tarzında îzâh etmeye kalkanlar tamamiyle yanılmaktadırlar. Matbaacılığın Türkiye'ye gelmesinin gecikmesine, kitâblar basılırsa işsiz kalacaklarından korkan kitâb müstensihleri, yanî para karşılığında kitâb yazanlar sebeb olmuştur. Bunlar, matbaanın Türkiye'ye gelmemesi için türlü propagandalar yapmışlar, divitlerini bir tabuta koyarak, Bâb-ı Âliye kadar yürümüşlerdir.
.
Fen dışı konular
2 Haziran 2003 01:00
Yıllardır, Müslüman ilim adamları için, "fen ilminden anlamazlar, fen ilmine karşıdırlar" iftirası yapıldı. Halbuki eskiden medreselerde din bilgileri ile beraber zamanın fen bilgileri de öğretilirdi. Sultân İkinci Abdülhamîd Hân zamanında yetişen din adamlarından, Abdüllatîf Harpûtî'nin 1911'de, İstanbul'da basılan (Tenkîh-ul-kelâm fî-akâid-i Ehl-i islâm) kitabı, fen bilgilerini ve din büyüklerinin bunlar üzerindeki sözlerini uzun bildirmekdedir: Fen adamları, cisimleri ve cisimlerdeki olayları araştırır, inceler. Bunlar üzerinde deneyler yapar. Madde ve olayları anlar ve anladıklarını bildirir. Gördüklerinden, his ettiklerinden dışarıya çıkmazlar. Bundan dışarıya çıkan, vazîfesinin dışına çıkmış olur. His olunamıyan, incelenemiyen, deney yapılamıyan konular, fen bilgisinin dışında kalır. Böyle konularda, fen adamının sözü kıymetsiz ve ehemmiyetsiz olur. Bir fen adamı, melek yoktur deyince, meleğin varlığı, fen ile incelenemez, deney ile anlaşılamaz demek isterse, bu sözü, fenne uyar. Fakat, deney ile isbât edilemediği için meleğin varlığına inanılmaz demek istiyorsa, hiç kıymeti olmaz. Söyleyenin yüzüne çarpılır. Çünkü, bu sözü ile, kendisi fennin dışına çıkmakta, fenne uymamaktadır. İncelemekle, deneyle varlığı anlaşılamıyan şeyi inkâr etmeğe, var olamaz demeğe kalkışmak, varlığını, fen göstermektedir demesi kadar yersiz ve fenne aykırıdır. Rûh, melek, cin, Cennet, Cehennem gibi, fen konusu dışındaki varlıkları, madde ve olay sınırları içinde aramak ve deney ile anlamağa uğraşmak, fen adamına yakışmaz. Böyle varlıkları anlamak, Peygamberlerden "aleyhimüsselâm" işitmekle olur. Bu bilgileri, fen yolu ile anlamağa kalkışmak, ekmeği kulağına götürmeğe, kulakla yemeği istemeğe benzer. Gök dürbünleri yapılınca görülen yıldızlar ile, mikroskopla görülen küçük varlıklar, daha önceki zamanlarda görülemiyor, varlıkları bilinmiyordu. O zaman görülemediği için, bu varlıklara yok demek, yanlış, haksız olduğu gibi, fen adamlarının, bugünkü fen âletleri, fen bilgileri ile anlayamadıkları şeyleri ve hele, fen, madde bilgisi sınırları dışındaki varlıkları inkâr etmesi, yok demesi de, yersiz ve haksız olur. Fenne uymayan bir söz, bir câhil sözü olur.
.
En büyük eser"
3 Haziran 2003 01:00
Yıllardır içeride, sözde ilim adamları tarafından Kur'an-ı kerim ve din düşmanlığı yapılırken, dışarıda müslüman olmamasına rağmen İslâmiyet'e düşman olmayan, Kur'an-ı kerimin üstünlüğünü kabûl eden ilim adamları çıkmıştır. Meselâ, Gibon, (Roma İmparatorluğunun çökmesi ve yıkılması) adlı eserinde, İslâm dîni ve Kur'ân-ı kerîm hakkında şunları söylüyor: "Kur'ân-ı kerîm, Allahın birliğini isbât eden en büyük eserdir." Amerikalı astronomi uzmanı Michael H. Hart, Hazret-i Âdem'den bugüne kadar gelen bütün büyük insanları birer birer inceleyerek, bunların içinden 100 tanesini ayırmakta, bu 100 kişi arasında, en büyüğü olarak Peygamberimizi "sallallahü aleyhi ve sellem" göstermektedir. "Onun kudreti, kendisine Allah tarafından vahiy edildiğine inandığı, muazzam eser, Kur'ândan geliyor" demektedir. Kur'ân-ı kerîmi İngilizceye tercüme eden Arbeyrry ise: "Ne zaman ezân dinlesem, bana bir mistik müzik gibi te'sîr eder" demektedir. Marmaduke Pisthall ise, Kur'ân-ı kerîm için: "En taklîd olunamaz senfoni, en sağlam bir ifâde, insanları ağlamağa veya coşturmağa sevkeden bir kudret" ifâdesini kullanmıştır. Bunların yanında birçok batılı filozof, yazar, ilim ve siyâset adamı, Kur'ân-ı kerîmden, büyük bir takdîr ve büyük bir hayrânlıkla bahsetmektedirler. Lamartine bile Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" için, "Filozof, hatîb, Peygamber, kumandan, yeni dogmalar koyan, muazzam bir İslâm Devleti kuran adamdır. İnsanların büyüklüğünü ölçmek için kullandıkları bütün mikyâslarla ölçülsün, acaba ondan daha büyük bir insan var mıdır? Olamaz!" demekten kendini alamamıştır. Amerikan Chicago Üniversitesi profesörlerinden, tanınmış psikoanaliz uzmanı Jules Masserman 1974 yılının 15 Temmuzunda yayınlanan "Time" mecmuasının özel nüshasında, "Büyük liderler nerede?" başlığı altında, târihte şimdiye kadar gelip geçmiş olan önderleri incelemekte, bunların psikoanalizini yapmakta ve bu liderlerin en büyüğünün Muhammed aleyhisselâm olduğunu bildirmektedir. Kültürlü insanlar, insafla düşündükleri zaman, Allahü teâlânın varlığına inanmak mecbûriyetinde kalıyorlar. Doğru dürüst yapılmayan Kur'ân-ı kerîm tercümelerinden bile, hakîkî dînin İslâmiyet olduğunu itirâf ediyorlar. Tercümeler, hiçbir zaman, aslına uygun olamaz. Bu bakımdan İslâmiyeti incelemek isteyen yabancılara, islâm âlimlerinin (Akâid) kitapları tavsiye edilmelidir.
.
Tabiî ilimler ve din
4 Haziran 2003 01:00
Dünya'nın en büyük tabîî (fizik, kimya, biyoloji gibi) ilimler âlimlerinden biri olan Max Planck diyor ki: "Gerek din ve gerek tabîî ilimler, üzerimizde kendisine erişmek kâbil olmıyan çok muazzam bir kudret bulunduğunu, bu kudretin dünyayı kurduğunu ve ona hükmettiğini ortaya koymaktadır. Gerek din, gerek tabîî ilimler, bu âlemi ancak mâhiyetini hiç bir zaman anlıyamıyacağımız, insanların hiç bir zaman erişemiyecekleri bir kudretin yaratabileceğini kabûl ederler. Bu muazzam kudretin bütün azametini biz bilemiyoruz ve hiçbir zaman bilemiyeceğiz. Din, bu kudreti ve yaratıcıyı tanımak ve insanları Ona yaklaştırmak için kendine mahsus akla hitâbeden semboller kullanır. Tabîî ilimler ise, bu kudretin tanınması için ölçü ve formüllerden fâidelenir. Hâlbuki, bu iki yolu birleştirecek olursak, asıl o zaman bu yaratıcının ne büyük bir kudret sâhibi olduğu meydana çıkar. Tabîî ilimlerin bu kudretin ancak küçücük bir kısmında yaptığı araştırma, ölçme ve formüller, yaratıcının zâtını ve büyüklüğünü meydana koyar. Din ile tabîî ilimleri karşılaştıracak olursak, hiç bir yerinde bunların birbirinden aykırı bir bilgi vermediğini görürüz. Gerek din, gerek tabîî ilimler, bir muazzam yaratıcı olmadan bu dünyanın kurulamıyacağını kabûl ederler. Tabîî ilimlerin bulduğu bütün yenilikler, yaratıcının varlığı ve büyüklüğü hakkında birer vesîkadır. Din ile tabîî ilimler arasında hiçbir fark yoktur. Bazılarının sandığı gibi, tabîî ilimlerin tuttuğu yol ayrı değildir. Bugün ne yazık ki, bazı insanlar, tabîî ilimlerin artık din ile hiçbir ilgisi kalmadığını sanırlar. Hâlbuki bu, çok yanlıştır. Yukarıda îzâhına çalıştığım gibi, tabîî ilimler, bilakis dîni inanç ve düşünceleri takviye ederler. Târîhe bakılacak olursa, dünyâya gelmiş olan büyük tabîî ilim bilginlerinin dîne çok bağlı oldukları görülür. Leibniz, Newton, Kepler çok dindâr insanlardı. Araştırmalar yavaş yavaş laboratuvarlar, çalışma enstitüleri, üniversite ilim merkezleri kurulduktan sonra, din adamları ile tabîî ilimler bilginleri birbirlerinden ayrıldılar ve ayrı çalışma usûllerini tatbîke başladılar. Zamanla bunların çalışma metodları birbirinden çok ayrılmış gibi göründü ve bunlardan beklenenler birbirinden farklı sanıldı. Hâlbuki, bu iki yol, ayrı ayrı istikâmetlere doğru birbirinden ayrılan, başka başka yerlere sapan iki yol değildir. Bilakis birbirine tamamiyle paraleldir. Aynı gâyeye doğru giderler ve nasıl ki, paralel hatlar sonsuzda birbiriyle birleşecekler ise, din ile tabîî ilimler de, esas gâye sonsuzunda birbiriyle kucaklaşacaklardır.
.
Edison'un itirafı
5 Haziran 2003 01:00
Meşhûr, Amerikan fen adamı Edison'u hepiniz bilirsiniz. Birçok keşifleri yanında, ilk elektrik ampulünü yaparak her yeri aydınlatan, bu meşhûr kâşif hakkında, yakın mesâî arkadaşı olan Martin Andre Rosonoff, şu hâtırayı anlatır: Birgün laboratuvara girince, Edison'u kendinden geçmiş, çok dalgın bir hâlde, hiç kımıldamadan elinde tuttuğu bir kaba baktığını gördüm.Yüzünde büyük bir hayret, hürmet, takdîr ve tazîm ifâdesi vardı. Yanına tam yaklaşıncıya kadar, geldiğimin bile farkına varmadı. Sonra beni yanında görünce, elindeki kabı bana gösterdi. Kap, cıva ile doluydu. Bana: (Şuna bak!) dedi, (Bu ne muazzam bir eserdir! Sen cıvanın hârikulâde birşey olduğuna inanır mısın?). Ben, (Cıva, hakîkaten hayrete değer bir maddedir) diye cevâb verdim. Edison konuşurken sesi titriyordu. Bana, (Ben cıvaya bakınca bunu yaratanın büyüklüğüne hayran oluyorum. Buna ne türlü hâssalar vermiş? Bunları düşündükce, aklım başımdan gidiyor) diye mırıldandı. Sonra tekrar bana döndü ve şunları söyledi: (Dünyadaki bütün insanlar bana hayrândır. Benim yaptığım birçok keşifleri, birçok yeni buluşları birer hârika, birer başarı zan ediyorlar. Beni, insan üstü bir varlık gibi görmek istiyorlar. Hâlbuki, ne büyük hatâ! Ben, beş para bile etmeyen bir insanım. Benim keşiflerim esâsen dünyada bulunan, fakat o zamana kadar insanların göremedikleri büyük hârikaların ufacık bir kısmını meydana çıkarmaktan ibârettir. Bunu ben yaptım! diyen bir insan, en büyük yalancı, en büyük budaladır. İnsan, elinden hiçbir şey gelmeyen âciz bir mahlûktur. İnsan, ancak bir parça konuşabilen, biraz düşünebilen bir mahlûktur. İyi düşünse, kibre, gurûra kapılmaz, aksine, ne kadar boş olduğunun farkına varır. İşte ben de, bunları düşündükçe, ne kadar kudretsiz, ne kadar âciz, ne kadar zaîf bir mahlûk olduğumu anlıyorum. Ben mûcidim ha! Asıl mûcid, asıl dâhî, asıl yaratıcı işte Odur, Allah'tır!) Görülüyor ki, fen adamları Allahü teâlânın varlığına inanmakta ve iki elle Onun dînine sarılmaktadır. Fakat İslamı aslından ciddi bir şekilde inceleme imkanı bulamadıkları için çoğu İslam ile şereflenememektedirler. Yalnız maddiyyâta inanan kimseler, çok kereler dertlerine çâre bulamayıp, ümitsizliğe kapılmaktadırlar. Bu, onların rûhlarının boş kalmasından ileri gelmektedir. İnsanın rûhu da, bedeni gibi gıdâya muhtâçtır. Bu da, ancak îmân etmekle kâbildir ve Allahü teâlânın yolunu ancak din gösterir. Allahü teâlâyı inkâr edenler bile, muhakkak birgün bu ihtiyâcı duyarlar.
.
Batılılaşma süreci
6 Haziran 2003 01:00
İki asır önce sadece yönümüzü çevirdiğimiz Batıya yönelişimiz, son yıllarda koşar adıma dönüştü. Gerçi Batıya yönelişimizin miladı iki asır öncesi değil. Osmanlı kuruluşundan itibaren Batıya yönelmişti. Fakat iki yönelişin arasında çok büyük fark var. İlk yönelişin hedefinde, onlara İslam ahlakını tanıtmak ve onların İslam ile şereflenmelerini sağlamak vardı. Batıdan bir şey öğrenmek, onların medeniyetlerin istifade etmek için değil, onlara gerçek medeniyeti gerçek insan haklarını sunmak, onları despot yönetimlerden, akıl almaz zulümlerden kurtarmak içindi. İkinci yönelişimizde tam tersine, onların medeniyetinden istifade, insan haklarından yararlanma söz konusu. Şimdi aynı şeyleri onlar söylüyor; sizde insan haklarına uyulmuyor, adaletiniz güvenilir değil, din ve vicdan hürriyetiniz yok, diyorlar. Nereden nereye geldiğimizin resmi işte budur. Bu iki farklı, yönelişin altında ekonomik güç yatıyor. Güçlü olanın sözü geçer. Güçlü olanın cazibesi, çekim gücü fazla olur. Gücünüz yoksa, sahip olduğunuz değerler ne kadar kıymetli olursa olsun uygulama alanı bulamazsınız. Bir hikmet ehli, "Her kaidenin bir istisnası vardır. Sadece bir kaidenin istisnası yoktur. O da; 'parası olan her zaman güçlüdür!' kaidesidir" diyor. Gerçek manada hürriyet, bağımsızlık; paraya, güçlü olmaya bağlıdır. J. J. Rousseau, "Eldeki para hürriyetin simgesidir. Fakat peşi kovalanan para tam tersine köleliğin simgesidir" demiştir. Bugün, bütün milletlerde Avrupalı, Amerikalı gibi olma özlemi var. Bu ülkelere düşman bile olsalar para gücüne dayalı propagandaların tesiri ile gizli bir hayranlık var. Paranın, ekonomik gücün etki alanına girmeyen hiçbir şey yoktur. Siyaset, moda, kültür hatta inançlara bile tesir eder. Tarih boyunca bu hep böyle olmuş bundan sonra da böyle olacaktır. Örneğin, Osmanlılar 15. 16. 17. asırlarda siyasi sahada olduğu gibi sosyal ve ahlaki yönden de dünyada örnek alınan, taklid edilen devlet konumundaydı. Çünkü, ekonomik yönden de karşılarında rakib olabilecek bir kuvvet yoktu. Bu güçten dolayı dünyada Osmanlı örf ve âdeti, Osmanlı modası hakimdi. Her Batılının içinde, İslamiyete düşman da olsa gizli bir Osmanlı hayranlığı vardı. Bunun için İslam ahlakını, adaletini yaymak kolay oldu, milletler toplu olarak İslama geçti. Çünkü 10. yüzyıldan beri Avrupa'da medeniyet yoktu, halk açlık, sefalet, hastalık ve zulüm içerisinde inim inim inliyordu. Batı, Osmanlı medeniyetinden çok şey öğrendi. Haçlı seferleri ve çeşitli vesilelerle İslam memleketleri ile olan irtibatları sırasında bu medeniyeti tanıma fırsatı buldular. Rönesans denilen hamlelerinde bunun büyük tesiri oldu. Şartlar zorladı, Avrupalılar, deniz yoluyla Hindistan'a ulaşabilme çarelerini aradılar. Bu yüzden pekçok deniz seyahatleri yaptılar. Bu faaliyetleri sırasında denizcilik bilgi ve tecrübeleri genişledi. Denizcilik mektepleri açarak bu bilgi ve tecrübelerini ilerlettiler. Donanmalarını bu bilgilerle teçhiz ettiler. Osmanlının son zamanlardında ve daha sonraki zamanlarda, İslam medeniyeti bütün dünyada orijinalliğini kaybetti. Orijinal olmayan bir sistem model olamaz. Bunun sonucu bu modele yakın orijinal bir medeniyet olan Batı medeniyeti ortaya çıktı. Yakın derken maksadım, inanç yönü değil tabii ki. Çalışmak, insana ve emeğe değer verme, teknolojiyi kullanma gibi değerlerdir. Bunlar zaten dinimizin emridir. Kim olursa olsun dinin dünya ile ilgili emirlerine uyarsa, dünyada rahat eder, ahıret ile ilgili emirlerine uyan ahırette de rahat eder. Aslında biz, kıymetini bilmediğimiz, bunun için de elimizden kaçırdığımız değerlerin peşindeyiz. Fakat Batı bizden aldığı bu değerleri tekrar bize verirken 'KDV'sini de ihmal etmiyor. Bu da, kendi örf âdeti ve inancı. Yani kırk katır mı kırk satır mı?
.
"Maddeye tapıyorsunuz!"
6 Haziran 2003 01:00
Ünlü Rus yazarı Solzhenitsyn, Amerika'ya yerleştiği zaman, kendisinin büyük sıkıntılardan, rûhî bunalımlardan, makina olmaktan kurtulacağını zan etmişti. Bir gün, bir üniversitede Amerikan gençlerini başına toplıyarak onlara şunları söyledi: "Ben buraya gelince, çok bahtiyâr olacağımı zan etmiştim. Ne yazık ki, burada da büyük bir boşluk hissediyorum. Çünkü siz, artık maddenin esîri olmuşsunuz. Evet, burada hürriyet var, herkes istediğini yapıyor. Fakat, ancak maddeye çok ehemmiyyet veriyor. Ona tapınılıyor. Rûhları bomboş. Hâlbuki, insanı hakîkî insan yapan, onun tekâmül etmiş, gelişmiş, temizlenmiş rûhudur. Size tavsiyem şudur: Rûhunuzu geliştirmeğe, güzelleştirmeğe bakın! Ancak o zaman, memleketinizde bulunan ve sizi de üzen çirkinlikler yok olmağa başlar. Dîne önem verin! Din, insan rûhunun gıdâsıdır. Dînine bağlı insanlar, her işte sizin en büyük yardımcınız olacaktır. Çünkü, onları Allah korkusu doğru yoldan ayırmaz. Sizin en büyük zâbıta kuvvetiniz bile, herkesi gece gündüz murâkabe edemez. İnsanları fenâlıktan alıkoyan polis değil, onların duyduğu Allah korkusudur." İnsan rûhunun gıdâsı, dindir. Mevcûd dinlerin içinde tek doğrusu, en yenisi ve dünyâ şartlarına en uygunu İslâm dînidir. Din, insanlar için en büyük ihtiyâcdır. Kendi dînine inanmıyan, fakat Hak din olan islâmiyyeti incelemeğe fırsat bulamıyan zavallıların rûhu boş kalır ve bunlar, yalancıların yanlış inanışlarına sarılırlar. Çünkü, insan muhakkak kendinden üstün bir kudret sâhibinin varlığına inanmağa ve ona bağlanmağa muhtâcdır. En ileri, en gelişmiş milletlere mensûb insanlar bile, bu ihtiyâcı tatmîn için, türlü türlü sapık düşüncelere, uydurma fikirlere bağlanmışlardır. Ne yazık ki, biz müslümânlar, pırlanta gibi temiz dînimizi dünyaya istediğimiz gibi anlatamıyoruz. Bunda, bizim de dînimize tam bağlı olmamamızın ve onun emirlerine tam uymamamızın tesîri vardır. İslâm dîni, her şeyden evvel, beden ve rûh temizliğini emreder. Rûh temizliği, önce Allahü teâlâya ve Onun, son Peygamberi olan Muhammed aleyhisselâm vâsıtası ile göndermiş olduğu emirlerin ve yasakların hepsine inanmakla ve elinden geldiği kadar bunlara uymağa çalışmakla hâsıl olur. Rûhun böylece temizlenmiş olduğu, hiç yalan söylememekle, kimseyi aldatmamak, dâimâ dürüst olmak, yanlış inanışlara inanmamak ve herkese yardım etmek ve Allahü teâlânın emirlerine tâbi olmak ile belli olur. Bir müslümândan, ancak bu beklenir. O hâlde, islâm dînini teblîğ etmek isteyen bir insan, kendisi bizzat nümûne bir müslümân olmalıdır. Böyle doğru ve dürüst hareket edersek, bizi gören başka dîne bağlı olan kimseler, bize hayrân kalacak ve kendiliklerinden islâm dînini araştırmağa başlıyacaklardır...
.
Batılılaşmanın neresindeyiz?
7 Haziran 2003 01:00
Batının teknolojisine değil de örf âdetine, yaşayışına talip olarak "Batılılaşma" 1839 yılında Tanzimat Fermanı'ndan sonra başladı. Bunun öncülüğünü de Mustafa Reşid Paşa yaptı. İskoç Mason Teşkilatı üyesi Lord Rading vasıtasıyla tatlı vaadlerle Reşid Paşa, Mason locasına üye yapıldı. Daha sonra da sadrazamlık makamına tayin ettirildi. Reşid Paşa'nın ilk işi daha önce Lord Rading'le beraber hazırlamış olduğu reform ve ıslahatları Tanzimat Fermanı adı altında yayınlatarak yürürlüğe koymak oldu. Ardından sistemli bir şekilde, Osmanlı'yı geri bırakan sebepler olarak İslamiyet gösterilmeye çalışıldı. Osmanlıyı medeniyete götüren tek vasıta İslamdı. Osmanlıyı yıkmak için İslamı yok etmek veya gücünü zayıflatmak gerekiyordu. Bugün de yapılmak istenen budur. Bana göre, bütün siyasi, ekonomik kriterler yerine getirilse bir bahane ile yine almayacak veya geciktirecek. Niçin geciktirecek? Çünkü, İslamiyet bugün hâlâ potansiyel bir tehlike! İslamiyet gerçek, orijinal şekliyle yaşandığı müddetçe Batı için büyük tehlike devam ediyor demektir. AB'ye girdiğimizde, inanç boşluğu içinde olan Hıristiyanların, toplu olarak Müslüman olmaları riski onların uykularını kaçırıyor. Bunun tahlilini yapan Batı, içeriden dışarıdan İslamiyeti bozma, orijinal halinden uzaklaştırma faaliyetine hız verdi. Son yıllarda gündemden düşmeyen, dinler arası diyalog ve hoşgörü, İslamda reform, erkek müslümanlığı, Müslüman feminist kadın tartışmaları bu dini aslından uzaklaştırma faaliyetinin birer parçasıdır. Çok kimse belki de bilmeden Batının bu oyununa geliyor: "Namaza, Peygambere ihtiyaç var mı? Dinde ne varsa herşeyi tartışalım. Tartışılmadık bir şey bırakmayalım" diyorlar. Böyle sözler, bana hep Batının, AB'ye giriş sürecindeki isteklerini hatırlatıyor. Halbuki tartışacak şeyler var tartışılmayacak şeyler. Din peşin kabule dayanır. Ya inanırsın ya da inanmazsın. Fakat kimsenin kendi inancını din haline getirmeye hakkı yoktur. Nasıl ki, fennin, teknolojinin esası tartışmaya dayalı ise, bu ilimler ancak tartışmayla gelişip olgunlaşıyorsa, din de tartışmamak, olduğu gibi kabul etmekle mükemmelliğini, orijinalliğini koruyabilir, gerçek din olarak kalabilir. Şu da bir gerçek ki, AB'ye girmemek artık mümkün değil. Çünkü, insan tabiatına en yakın sistem bugün Batıda. Bunun da bir bedeli var. Fakat zaten resmi olarak girmesek de, fiili olarak Batının bizim örf ve adetimize, inancımaza aykırı kültürleri içimize girmiş durumda. Bunun için işimiz zor. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık misalı... İstesek de istemesek de, Batının kültürü sel gibi geliyor. Bundan kurtuluş yok. Ne kadar az zararla inancımızı, ahlakımızı koruyabiliriz, bunun hesabını yapmak zorundayız. Bunun için de eskisinden daha çok gayret göstererek, önce kendimizi sonra çoluk çocuğumuzu manevi değerlerimizle donatmamız gerekiyor. Artık taarruzda değil savunmada olduğumuzu unutmayalım. Şunu da unutmayalım ki, mücadele ne kadar zor şartlar altında yapılırsa mükafat da o kadar fazla olur..
.
Din adamının üç sıfatı
7 Haziran 2003 01:00
Hakîkî din adamlarında üç sıfat bulunur: Akıl sâhibi, ilim sâhibi, din sâhibi... Bu üç sıfatı da birlikte taşıyan din adamına "Din âlimi" denir. Bir sıfatı noksan olursa, onun sözüne güvenilmez. İlim sâhibi olmak için, akıl ve nakil ilimlerinde mütehassıs olmak lâzımdır. Dünyaya gönül kaptırmıyan, mal, mevki, şöhret kazanmak, başa geçmek sevdâsında olmıyan din âlimleri, âhiret adamlarıdır. Peygamberlerin "aleyhimüsselâm" vârisleri, vekîlleridir. Mahlûkların en iyisi bunlardır. Kıyâmet günü, bunların mürekkebi, Allahü teâlâ için cânını veren şehîdlerin kanı ile tartılacak ve mürekkeb, dahâ ağır gelecektir. "Âlimlerin uykusu ibâdettir" hadîs-i şerîfinde medh edilenler, bunlardır. Âhiretdeki sonsuz ni'metlerin güzelliğini anlıyan, dünyanın çirkinliğini ve kötülüğünü gören, âhiretin ebedî, dünyânın ise fânî, geçip tükenici olduğunu bilen onlardır. Bunun için kalıcı olmayan, çabuk değişen ve biten şeylere bakmayıp, bâkî olana, hiç bozulmıyan ve bitmiyen güzelliklere sarılmışlardır. Âhiretin büyüklüğünü anlıyabilmek, Allahü teâlânın sonsuz büyüklüğünü görebilmekle olur. Âhiretin büyüklüğünü anlıyan da, dünyaya, yani haramlara hiç kıymet vermez. Çünkü, dünya ile âhiret birbirinin zıddıdır. Birini sevindirirsen öteki incinir. Dünyaya kıymet veren, âhireti gücendirir. Dünyayı beğenmiyen de, âhirete kıymet vermiş olur. Her ikisine birden kıymet vermek veya her ikisini aşağılamak olamaz. İki zıd şey bir araya getirilemez. Ateş ile su bir arada bulundurulamaz. Dünya hayâtı çok kısadır. Âhiretin azâbları pek acı ve sonsuzdur. İleriyi gören akıl sâhiblerinin hazırlıklı olması lâzımdır. Dünyanın, güzelliğine ve tadına aldanmamalıdır. İnsanın şerefi ve kıymeti dünyâlıkla ölçülse idi, dünyâlığı çok olanların herkesden dahâ kıymetli ve daha üstün olması lâzım gelirdi. Tesavvuf büyüklerinden bazısı, kendilerini ve Dünya'yı tamamen unuttuktan sonra, birçok sebebler, faydalar için, dünya adamı şeklinde görünürler. Dünyayı seviyor, istiyorlar sanılır. Hâlbuki, içlerinde hiç dünya sevgisi, arzûsu yoktur. Sûre-i Nûrun otuzyedinci âyetinde meâlen bildirdiği gibi, "Bunların ticâretleri, alış-verişleri, Allahü teâlâyı hâtırlamalarına hiç mâni' olmaz". Dünyaya bağlı görünürler. Hâlbuki, hiç bağlılıkları yoktur. Hâce Behâüddîn-i Nakşibend Buhârî "kuddise sirruh" buyuruyor ki: "Mekke-i mükerremede Minâ pazarında, genç bir tüccar, aşağı yukarı, ellibin altın değerinde alış-veriş yapıyordu. O esnâda, kalbi, Allahü teâlâyı bir an unutmuyordu...
.
Kötü din adamları...
8 Haziran 2003 01:00
Dün "Din yobazlarından" yani kötü din adamlarından bahsetmiştik. Büyük İslâm âlimi İmâm-ı Ahmed Rabbânî bunların zararlarını şöyle anlatır: Dünyalık peşinde olan kötü din adamlarının sözlerini dinlemek, kitaplarını okumak, zehir yemek gibi zararlıdır. Kötü din adamlarının zararları, bulaşıcıdır. Cemiyetleri bozar, milletleri parçalar. Geçmişte İslâm devletlerinin başlarına gelen felâketlere hep kötü din adamları sebeb oldu. Devlet adamlarını doğru yoldan bunlar saptırdı. Peygamberimiz "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" "Müslümânlar yetmişüç fırkaya bölünecek. Bunların yetmişikisi Cehenneme gidecek. Yalnız bir fırkası Cehennemden kurtulacak!" buyurdu. Doğru yoldan ayrılan bu yetmişiki sapık fırkanın reisleri, hep kötü din adamları idi. Câhil bir yobazın zararının başkalarına bulaşması az görülmüştür. Câhil ve sapık tekke şeyhleri de, kötü din adamlarıdır. Bunların da zararları başkalarına bulaşır. Peygamberimiz, "Kıyâmet gününde, en şiddetli azâb görecek kimse, Allahü teâlânın kendi ilminden, kendisini fâidelendirmediği âlimdir" buyurdu. Allahü teâlânın kıymet verdiği ve herşeyin en şereflisi olan ilmi, mal, mevki kapmaya ve başa geçmeğe vesîle edenlere, bu ilim zararlı olmaz mı? Hâlbuki, dünyaya düşkün olmak yani haramlara, mekruhlara yönelmek Allahü teâlânın hiç sevmediği birşeydir. O hâlde, Allahü teâlânın kıymet verdiği ilmi, Onun sevmediği yolda harc etmek, çok çirkin bir iştir. Onun kıymet verdiğini kötülemek, sevmediğini de kıymetlendirmek, yükseltmek demektir. İnsanların en alçağı bunlardır.Din, îmân hırsızları bunlardır.Hâlbuki bunlar, kendilerini din adamı, âhiret adamı ve insanların en iyisi sanır ve tanıtır. Allahü teâlâ bunlar için, Sûre-i Mücâdelenin onsekiz ve ondokuzuncu âyetlerinde meâlen, "Onlar, kendilerini müslüman sanıyor. Onlar son derece yalancıdır. Şeytân onlara musallat olmuştur. Allahü teâlâyı hâtırlamaz ve ismini ağızlarına almazlar. Şeytâna uymuşlar, şeytân olmuşlardır. Biliniz ki, şeytâna uyanlar ziyân etti. Ebedî saâdeti bırakıp sonsuz azâba atıldı" buyuruyor. Büyüklerden biri şeytânı boş oturuyor, insanları aldatmakla uğraşmıyor görüp, sebebini sorar. Şeytân cevâb olarak, "Zamanın din adamı geçinen, kötü âlimleri, insanları yoldan çıkarmakta, bana o kadar yardım ediyor ki, bu mühim işi yapmama lüzûm kalmıyor" demiştir. Zamanımızda insanların dinden yüz çevirmesi, hep din adamı perdesi altında söylenen sözlerden, yazılardan ve bu adamların bozuk niyetlerinden dolayıdır.
.
Fen yobazları
9 Haziran 2003 01:00
Elinde üniversite diploması bulunan, fen adamı olarak ortaya çıkan, birikimlerini dini yıkmakta kullanan kimselere "Fen yobazları"denir. Fen yobazları, gençlerin îmânlarını bozmak, bunları dinden, islâmiyetten ayırmak için, uydurdukları şeyleri fen bilgisi, tıb bilgisi, ilericilik olarak anlatır ve yazarlar. "Din kitapları yanlıştır, bu bozuk kitaplara inanmak, bunların gösterdiği yolda yaşamak gericiliktir" derler. Din yobazları, din bilgilerini değiştirdikleri gibi, fen yobazları, fen bilgilerini değiştirerek İslâmiyete saldırmaktadırlar. İslâmiyeti iyi bilen ve üniversitede iyi yetişmiş olan akıllı bir kimse, bunların sözlerinin ilme, fenne uymadığını, fen ve din câhili olduklarını hemen anlar ise de, gençler, talebeler, bunların etiketlerine aldanarak, yalanlarına inanır, felâkete sürüklenirler. Böylece islâm topluluğunu parçalarlar. Cahil yobazlar, din yobazları ve fen yobazları her üç kısmı da, islâm memleketlerine ve tertemiz islâm dînine çok zararlı olmuş ve olmaktadırlar. İslâmiyeti içerden yıkmağa çalışan böyle münâfıklar, zındıklar şimdi de vardır. Eskiden sinsice yaydıkları fikirlerini bugün açıkca yaymaktadılar. Allahü teâlâ, fennin bütün inceliklerini öğrenmeyi, çalışmayı emretmektedir. Ne yazık ki, Orta Çağda ilim ve fende en önde olan müslimânlar, islâmiyete karşı olanların hîlelerine aldandıklarından ve islâm dîninin emirlerini ihmâl ettiklerinden, son zamanlarda bu husûslarda geri kalmışlardır. Demek oluyor ki, islâm dîni her husûsta kusûrsuz ve bugün içinde olduğumuz yirmibirinci asrın şartlarına tamamen uygun bir dindir. İlmi, fenni ve adâleti emreder, miskinliği men eder ve Avrupa'nın ancak ondokuzuncu asırdan itibâren tesîs etmeğe başladığı sosyal nizâmın kurucusu ve koruyucusudur. İslâmiyet, her zaman daha üstün, daha yeni ve medenî cihâzların yapılmasına ve daha akıllı, daha kahraman milletlerin yetişmesine sebep olmuş; dinsizler, ilimde, fende, silâhta ve şecâatte dâimâ geri kalmışlardır. Hattâ, bir islâm ordusu, her cihetten adalete bağlılığı nisbetinde gâlip geldiği hâlde, aynı orduda adaletten uzaklaşıldıkça, başarının azaldığı görülmüştür. İslâm devletlerinin, kurulması, yükselmesi, durması ve çökmeleri de hep, adalete bağlılıkları nisbetinde olmuştur.
.
Yobaz çeşitleri
10 Haziran 2003 01:00
Yobaz; kaba, câhil, bozuk ve sapık düşüncelerini ve siyâsî kanaatlarını din bilgisi olarak ileri süren kimse demekdir.Bozuk düşüncelerini, yanlış kanaatlarını kabûl ettirmek için, din bilgilerini yanlış söyler. Bunlardan bazıları, taşıdıkları etiketlerinden, sığındıkları dış mihraklardan, çoğu da müslümânların îmânlarını istismâr etmekten güç alırlar. Büyük halk topluluklarını arkalarına takarak ihtilâl çıkarmağa, bölücülüğe, kardeş kavgasına sebeb olurlar.Yobazların en zararlısı ve en tehlükelisi, mal, para, makâm elde etmek için yabancı ideolojilerin, dinde reformcuların ve mezhebsizlerin propagandalarını yaparak, milletin îmânını, ahlâkını bozan, satılmış, din ve fen ve siyâset yobazlarıdır. Yobazları üçe ayırabiliriz: 1- Din ve dünya bilgilerinden mahrûm olan, fakat kendilerini ilim adamı, akıllı sanan "Câhil yobazlar" dır. Bunlar, bölücülük yaptıkları gibi, din düşmanlarına çabuk aldanıp, zararlı yollara kolayca sürüklenebilirler, Osmanlı târîhini kana boyayan Patrona Halil, Kabakçı Mustafâ, mehdî olduğunu iddiâ eden kızılbaş Celâlî gibi kimseler bu kısım yobazlardandır. 2- Yobazların ikinci kısmı, "Din yobazları" dır.Bunlar kötü din adamlarıdır. İlimleri biraz varsa da, sinsi maksadlarına, mala ve mevkiye kavuşmak için, bilmediklerini veya bildiklerinin tersini söylerler ve yaparlar. İslâmiyetin dışına çıkarlar.Kötülük yapmakda, dîni yıkmakta, câhillere nümûne olur, rehberlik ederler. İslâm dîninde büyük yaralar açan Abdüllah bin Sebe ve Ebû Müslim Horâsânî ve Hasan Sabbah ve Samavne kadısı oğlu şeyh Bedreddîn ve Osmânlı padişâhlarının şehîd edilmelerine fetvâ veren din adamları ve vehhâbîlik fitnesini ortaya çıkaran Necdli Abdülvehhab oğlu Muhammed ve Mısrdaki mason locası başkanı Cemaleddîn-i Efgânî ve Kâhire müftîsi mason Muhammed Abduh ile çömezi Reşid Rızâ ve Mısrlı Hasen el-Bennâ ile Seyyid Kutb ve İstanbulda islâmiyete saldıranlardan doktor Abdüllah Cevdet ve Hindistânda İngilizlerin islâmiyyete hücûmlarına vâsıta olan münâfık Ahmed Kâdıyânî ve Pâkistanlı Ebülâlâ Mevdûdî, Muhammed İkbal, Hamidullah ve benzerleri, yeni türeyen reformcular ve mezhebsizler ve din adamı şekline girerek, Osmanlı Devletinin yıkılmasına çalışan meşhûr ingiliz câsûsu Lavrens hep bu kısmdaki yobazlardandır.Bunlar, müslimânların din duygularını, îmânlarını sömürerek, İslâm dînini içerden yıkmağa çalışmışlardır. 3- Yobazların üçüncü kısmı, elinde üniversite diploması bulunan, bunu dini yıkmakta kullanan fen adamı olarak ortaya çıkan "Fen yobazları"dır.
.
Âlimlerin lekesi!..
30 Haziran 2003 01:00
Alimlerin dünyayı sevmesi ve ona düşkün olması, güzel yüzlerine siyâh leke gibidir. Böyle olan ilim adamlarının, insanlara faydası olur ise de, kendilerine olmaz. Dîni kuvvetlendirmek, İslamiyeti yaymak şerefi, bunlara âid ise de, ba'zan kâfir ve fâsık da, bu işi yapar. Nitekim, Peygamberlerin efendisi "aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât" kötü kimselerin de, dîni kuvvetlendireceğini haber vermiş ve "Allahü teâlâ bu dîni, fâcir kimselerle de, elbette kuvvetlendirir" buyurmuştur. Bunlar, çakmak taşına benzer. Çakmak taşında enerji vardır. İnsanlar bu taştaki kudretten ateş yapar, istifâde eder. Taşın ise, hiç istifâdesi olmaz. Bunların da ilimlerinden kendilerine fayda olmaz. Hattâ, bu ilimleri, kendilerine zararlıdır. Çünkü, kıyâmet günü, bilmiyorduk, günâh olduğunu bilseydik yapmazdık diyemezler. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: "Kıyâmet gününde, en şiddetli azâb görecek kimse, Allahü teâlanın kendi iliminden, kendisini faydalandırmadığı âlimdir." Allahü teâlanın kıymet verdiği ve herşeyin en şereflisi olan ilmi, mal, mevki kapmağa ve başa geçmeğe vesîle edenlere, bu ilim zararlı olmaz mı? Hâlbuki, dünyaya düşkün olmak, Allahü teâlanın hiç sevmediği birşeydir. O hâlde, Allahü teâlanın kıymet verdiği ilmi, Onun sevmediği yolda harc etmek, çok çirkin bir iştir. Onun kıymet verdiğini kötülemek, sevmediğini de kıymetlendirmek, yükseltmek demektir. Açıkçası, Allahü teâlâya karşı durmak demektir. Ders vermek, va'z etmek ve dînî yazı, kitab, dergi çıkarmak, ancak, Allah rızası için olduğu vakit ve mevki, mal ve şöhret kazanmak için olmadığı zaman faydalı olur. Böyle hâlis, temiz düşünmenin alâmeti de, dünyaya düşkün olmamaktır. Bu belâya düşmüş, dünyayı seven din adamları, hakîkatte dünya adamlarıdır. Kötü âlimler bunlardır. İnsanların en alçağı bunlardır. Din, îman hırsızları bunlardır. Hâlbuki bunlar, kendilerini din adamı, âhiret adamı ve insanların en iyisi sanır ve tanıtır. Sûre-i Mücâdelede, "Onlar, kendilerini Müslüman sanıyor. Onlar son derece yalancıdır. Şeytan onlara musallat olmuştur. Allahü teâlâyı hâtırlamaz ve ismini ağızlarına almazlar. Şeytana uymuşlar, şeytan olmuşlardır. Biliniz ki, şeytana uyanlar ziyan etti. Ebedî saadeti bırakıp sonsuz azâba atıldı" meâlindeki âyet-i kerîme bunlar içindir.
.
Şeytanın vekilleri!
1 Temmuz 2003 01:00
Büyüklerden biri şeytanı boş oturuyor, insanları aldatmakla uğraşmıyor görüp, sebebini sorar. Şeytan cevâb olarak, (Zamanın din adamı geçinen, kötü âlimleri, insanları yoldan çıkarmakta bana o kadar yardım ediyor ki, bu mühim işi yapmama lüzum kalmıyor) demiştir. Doğrusu, zamanımızda İslamiyetin emirlerini yapmaktaki gevşeklikler ve insanların dinden yüz çevirmesi, hep din adamı perdesi altında söylenen sözlerden, yazılardan ve bu adamların bozuk niyetlerinden dolayıdır. Din adamları üç kısımdır: Akıl sâhibi, ilim sâhibi, din sâhibi. Bu üç sıfatı da birlikte taşıyan din adamına (Din âlimi) denir. Bir sıfatı noksan olursa, onun sözüne güvenilmez. İlim sâhibi olmak için, akıl ve nakil ilimlerinde mütehassıs olmak lâzımdır. Dünyaya gönül kaptırmıyan, mal, mevki, şöhret kazanmak, başa geçmek sevdâsında olmıyan din âlimleri, âhıret adamlarıdır. Peygamberlerin "aleyhimüsselâm" vârisleri, vekîlleridir. İnsanların en iyisi bunlardır. Kıyâmet günü, bunların mürekkebi, Allahü teâlâ için canını veren şehîdlerin kanı ile tartılacak ve mürekkeb, daha ağır gelecektir. "Âlimlerin uykusu ibâdettir" hadîs-i şerîfinde medh edilen, bunlardır. Ahıretteki sonsuz nimetlerin güzelliğini anlıyan, dünyanın çirkinliğini ve kötülüğünü gören, âhıretin ebedî, dünyanın ise fanî geçip tükenici olduğunu bilen onlardır. Bunun için kalıcı olmayan, çabuk değişen ve biten şeylere bakmayıp, bâkî olana, hiç bozulmıyan ve bitmiyen güzelliklere sarılmışlardır. Âhıretin büyüklüğünü anlıyabilmek, Allahü teâlanın sonsuz büyüklüğünü görebilmekle olur. Âhıretin büyüklüğünü anlıyan da, dünyaya hiç kıymet vermez. Çünkü, dünya ile âhıret birbirinin zıddıdır. Birini sevindirirsen öteki incinir. Dünyaya kıymet veren âhıreti gücendirir. Dünyayı beğenmiyen de, âhırete kıymet vermiş olur. Her ikisine birden kıymet vermek veya her ikisini aşağılamak olamaz. İki zıd şey bir araya getirilemez. Tasavvuf büyüklerinden bazısının işlerine bakıp, dünyayı seviyor, istiyorlar sanılır. Hâlbuki, içlerinde hiç dünya sevgisi, arzûsu yoktur. Sûre-i Nûrda, "Bunların ticâretleri, alış verişleri, Allahü teâlâyı hâtırlamalarına hiç mani olmaz" meâlindeki âyet-i kerîme bunlar içindir. Dünyaya bağlı görünürler. Hâlbuki, hiç bağlılıkları yoktur. Hâce Behâeddîn-i Nakşibend Buhârî "kuddise sirruh" buyuruyor ki: "Mekke-i mükerremede Minâ pazarında, genç bir tâcir, aşağı yukarı, ellibin altın değerinde alış veriş yapıyordu. O esnâda, kalbi, Allahü teâlâyı bir an unutmuyordu..
.
Âlimler, milletin kalbidir
4 Temmuz 2003 01:00
İslâm âlimi, milletin yanında, bedendeki kalb gibidir. Kalb, temiz, iyi olunca, beden iyi işler yapar. Kalb bozuk olunca bütün uzuvlar, hep kötü iş yapar. Bunun gibi, âlimler iyi ise, millet de iyi olur. İleriye gider. Onlar, bozuk olursa, millet de bozulur. Felâkete gider. İslamiyete yardımın en kıymetlisi ve önemlisi, Ehl-i sünnet itikadını ve dinin emir ve yasaklarını meydana çıkarmak, fitne ve fesâd ateşini söndürmektir. Bunu yapacak olan, ancak, doğru yolda olan âlimlerdir. Böyle âlimler siyâsetle uğraşmaz. Dîni, siyâsete, mal, koltuk ve şöhret kazanmağa âlet etmez. Kendilerine din adamı ismini verip Kur'an tercümeleri, din kitabları yazan, mal ve makâm âşıkları, âhıret âlimi değil, dünyalık toplayıcılarıdır. Bunların kitabları, dergileri, sözleri zehirdir. Dîni, îmanı bozar ve millet arasına fitne, fesâd sokar. Her devirde, Müslümanların başına gelen belâlara hep kötü din adamları, dinsizler sebeb olmuştur. Müslüman ismi altında, yanlış yolda gidenlerin başları, hep bu kötü din adamları olmuştur. Din âlimi tanınmayan bir kimse, yoldan çıkarsa, bu sapıklığı, başkalarına bulaşmaz veya nâdiren bulaşır. Zamanımızın din adamları da, Müslümanları doğru yoldan çıkarıyor. Bunlar da, sahte din adamlarının yazıları gibi, gençlerin dîninin, îmanının bozulmasına sebeb oluyor. Her Müslüman, elinden gelen yardımı yapmalıdır. İslamiyete yardımı esirgeyen her Müslüman ahirette mes'ûl olacaktır. İslamiyet, Allahü teâlanın emirleridir. Hâkim, Allahü teâlâdır. Emiri de, Kur'an-ı kerîmdir. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerîmi, yalnız okumak için göndermedi. Amel için, din âlimlerinin, anlayıp fıkıh kitablarında bildirdiklerini, yapmak için gönderdi. Bunları yapacak, yaptıracak da hakîkî din âlimleridir. Bunlara (Ehl-i sünnet âlimi) denir. Müslümanlık, ilim üzerine kurulduğundan, ilim ve âlim kalmayınca, İslamiyet bozulur. Bulut olmayınca, yağmur beklemek, mu'cize istemek olur. Allahü teâlâ, bunu yapabilir. Fakat, âdeti böyle değildir. İslâm âlimi yetişebilmesi için, islâm ilimleri meydana çıkıp, yayılıp, yüz sene geçmesi lâzımdır. Ehl-i sünnet âlimleri çok kıymetlidir. Bunlara uymıyanlar kıymetsizdir. Çünkü bunlar bildirdiklerini, Eshâb-ı kirâmın ve Selef-i sâlihînin eserlerini inceliyerek elde etmişlerdir. O hidâyet yıldızlarının ışıkları ile parlamışlardır. Bunun için, ebedî kurtuluş bunlara mahsûs oldu. Sonsuz saadete bunlar kavuştu. Allah yolunda giden kâfile bunlar oldu. Kurtuluş, ancak Allah yolunda bulunanlar içindir.
.
Kurtuluş yolu...
5 Temmuz 2003 01:00
Kıyâmet günü herkese İslamiyetten sorulacaktır. Cennete girmek, Cehennemden kurtulmak, ancak İslamiyete uymakla olur. İnsanların en iyileri, seçilmişleri olan Peygamberler "salevâtüllahi teâlâ ve teslîmâtühü aleyhim", herkesi İslamiyete çağırmıştır. Kurtuluş yolu İslamiyettir. O büyükler, İslamiyeti bildirmek için gönderildi. O hâlde en kıymetli ibâdet, insanlara yapılacak en büyük iyilik, İslamiyetin öğrenilmesine, yapılmasına çalışmaktır ve İslamiyetin bir emrini meydana çıkarmaktır. Hele, din düşmanları, azgınca, dîne saldırarak, islâm kitablarını yok ettikleri, Müslüman yavrularını aldattıkları bir zamanda, Allahü teâlanın emirlerinden bir tanesinin yapılmasına sebeb olmak, binlerle, milyonlarla lira sadaka vermekten daha sevâbdır. Çünkü, bu ufak iş, Peygamberlere uymak, onların vazîfesine ortak olmaktır. Hâlbuki, ibâdetlerin en kıymetlisi, sevapların en çoğu onlaradır. Milyonlarla sadaka vermek, hayrât, hasenât yapmak ise, herkese müyesser olabilir. İslamiyetin meydana çıkmasına çalışmak, nefsin istemediği şeydir. Buna çalışan, nefsi ile cihâd etmiş olur. Hayrât yapmak ise, nefsin hoşuna gidebilir. Fakat, İslamiyetin öğrenilmesi, yapılması için para sarf etmek, şübhesiz çok kıymetlidir. İlim öğrenen kimse, nefsine uymakla kendine zarar yaparsa da, herkes onun ilminden faydalanır. Kendini yakarsa da, başkalarının kurtulmasına sebeb olur. İslamiyet, insanların saadetine çalışanları, kendini kurtarmağa çalışanlardan, daha üstün tutmaktadır. İslamiyetin öğretilmesine çalışmak, îman edilecek şeyleri, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitablarında bildirdikleri gibi yaymak ile ve ahkâm-ı islâmiyyeyi, yani Allahü teâlanın emir ve yasak ettiği şeyleri, fıkıh kitablarına uygun olarak bildirmek ile olur. Böyle çalışanlara, beden ile hizmet edenler ve mâl ile, söz ve yazı ile ve duâ ile yardım edenler de, bu sevâba kavuşurlar. Hayırlı, faydalı yerde kullanılmayan mal hakîkatte öldürücü zehirdir. İşe yaramaz bir maldır. Ona bağlananlara, tutulanlara, kurtuluş yoktur. Dünya yaldızlanmış pislik gibidir. Şekerle kaplanmış zehir gibidir. Aklı olan, bu bozuk mala gönül kaptırmaz. Âlimler buyuruyor ki, "Bir kimse, ölürken malının zamanın en akıllısına verilmesini vasıyyet etse, zâhide vermek lâzımdır". Çünkü zâhid, dünyaya rağbet etmez, özenmez, üzerine düşmez. Dünyaya, yani zararlı şeylere düşkün olmaması, aklının çok olduğunu gösterir.
.
Saadet, âlimlerin elinde
7 Temmuz 2003 01:00
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: Din adamları içinde, mevki, makam maaş arzûsunda olmıyan, yalnız İslamiyetin yayılması ve yalnız İslamiyetin kuvvetlenmesi için uğraşan, hemen hemen yok gibi olmuştur. Mevki almak, koltuk kapmak arzûsu araya karışınca, din adamlarından herbiri, ayrı yol tutup, kendi üstünlüğünü göstermek ister. Birbirinin sözlerini beğenmez olurlar. Bu sûretle gözünüze girmeğe çalışırlar. Maalesef din işi ikinci derecede kalır. Her zaman Müslümanların başına çöken her belâ din adamı geçinen kimseler yüzünden gelmiştir. Göze girmek için, uydurma Kur'an tercümeleri, yanlış fetvâlar, Ehl-i sünnet âlimlerinin sözlerine uymıyan din kitabları yazdılar. Din düşmanları da, din adamı şekline girip, istedikleri gibi yazdı. İslamiyeti, akla, fenne ve ilerlemeğe uymuyormuş gibi gösterdiler. Müslümanlar, şimdi de, böyle belâdan korkmaktayız. Dînin ilerlemesi nerede? Yine yıkılmasından endişe duyuyoruz. Allahü teâlâ Müslümanları bu sahte din adamlarının şerrinden korusun! Dînini seven bir âlim bulup, seçmeniz yetişir ve büyük bir nimet olur. Çünkü, âhıreti düşünen âlimin sözleri, yazıları, aklı, vicdanı olan herkesi yola getirir. Kalblere tesir eder. Fakat, şimdi böyle bir âlim nerede? Bunu bulamazsanız, diğerleri içinden, zararı en az olanı bulmağa çalışınız. (Bir şeyin hepsi ele geçmezse, hepsini de elden kaçırmamalıdır), sözü meşhûrdur. İnsanların saadeti, âlimlerin elinde olduğu gibi, insanları felâkete, Cehenneme sürükleyenler de, din adamı şeklinde görünen, din düşmanlarıdır. Din adamlarının iyisi, insanların en iyisidir. Dîni dünya isteklerine âlet eden, herkesin îmanını bozan din adamı da, dünyanın en kötüsüdür. İnsanların saadeti ve felâketi, doğru yola gelmesi ve yoldan çıkmaları din adamlarının elindedir. Büyüklerden biri, şeytanı boş oturuyor görüp, sebebini sormuş. Şeytan demiş ki: (Bu zamanın din adamları, bizim işimizi görüyor. İnsanları yoldan çıkarmak için, bize iş bırakmıyorlar). Bunun için, çok düşünerek hareket etmelidir. Her fırsatta İslamiyeti yaymaya çalışmalıyız. Fırsat elden çıkınca, bir daha gelmez. Din adamı görünüp, dünya toplıyan kimse, Kendi sapıtmış yolu, gayra nasıl göstere?
.
İlim, amel ve ihlâs
8 Temmuz 2003 01:00
Sonsuz kurtuluşa kavuşabilmek için, üç şey, muhakkak lâzımdır: İlim, amel, ihlâs. İlim de, iki kısımdır: Birisi yapılacak şeyleri öğrenmektir ki, bunları öğreten ilme (Fıkıh ilmi) denir. İkincisi, itikad edilecek, kalb ile inanılacak şeylerin bilgisidir ki, bunları bildiren ilme (İlm-i kelâm) denir. İlm-i kelâmda Ehl-i sünnet vel cemaat âlimlerinin, Kur'an-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anladığı bilgiler vardır. Cehennemden kurtulan, yalnız bu âlimlerdir. Bunlara uymıyan, Cehenneme girmekten kurtulamaz. Bu büyüklerin bildirdiği itikaddan kıl ucu kadar ayrılmanın, büyük tehlike olduğu, Evliyanın keşfi ve kalblerine gelen ilhâm ile de anlaşılmakdadır. Yanlışlık ihtimâli yoktur. Ehl-i sünnet âlimlerine uyanlara, onların yolunda bulunanlara müjdeler olsun. Onlara uymıyanlara, yollarından sapanlara, onların bilgilerini beğenmiyenlere ve aralarından ayrılanlara, yazıklar olsun! Bu ana yoldan ayrıldılar, başkalarını da saptırdılar. Müminlerin Cennette Allahü teâlâyı göreceklerine inanmıyanlar oldu. Kıyâmet günü, iyilerin, günâhlılara şefâ'at edeceklerine inanmıyanlar oldu. Eshâb-ı kirâmın kıymetini ve yüksekliğini anlamıyanlar ve Ehl-i beyt-i Resûlü sevmiyenler oldu. Ehl-i sünnet âlimleri diyor ki: Eshâb-ı kirâm, kendileri arasında, en yükseği, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk olduğunu sözbirliği ile söylemiştir. Ehl-i sünnet âlimlerinden, Eshâb-ı kirâm üzerindeki bilgisi çok kuvvetli olan, imâm-ı Muhammed bin İdrîs-i Şâfi'î, buyuruyor ki: Fahr-i âlem âhıreti şereflendirdiği zaman, Eshâb-ı kirâm, aradı, taradı, yeryüzünde hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkdan daha üstün birini bulamadı. Onu halîfe yapıp emrine girdiler. Bu söz, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın, Sahâbenin en üstünü olduğunda, müttefik olduklarını göstermektedir. Yani Eshâb-ı kirâmın en yükseği olduğunda icmâ-i ümmet bulunduğunu göstermekdedir. İcmâ'-i ümmet ise seneddir, şüphe olamaz. Ehl-i beyt için ise, "Ehl-i beytim, Nûh aleyhisselâmın gemisi gibidir. Binen kurtulur, binmiyen boğulur" hadîs-i şerîfi yetişir. Büyüklerimizden bazısı buyurdu ki: Peygamberimiz, Eshâb-ı kirâmı yıldızlara benzetti. Yıldıza uyan, yolu bulur. Ehl-i beyti de, gemiye benzetti. Çünkü gemide olanın, yıldıza göre yol alması lâzımdır. Yıldızlara göre yürümezse, gemi sâhile kavuşamaz. Görülüyor ki, boğulmamak için, hem gemi, hem yıldız lâzım olduğu gibi, Eshâb-ı kirâmın hepsini ve Ehl-i beytin hepsini sevmek, saymak lâzımdır.
.
En sağlam doğru yol
9 Temmuz 2003 01:00
Hakîkî bir din âliminin bir saat kadar sohbetinde bulunmak, yediyüz sene nafile ibâdet etmekten daha hayırlıdır. Hazret-i Ali vasiyetlerinden birinde diyor ki, Resûlullahtan "sallallahü aleyhi ve sellem" işittim. Buyurdu ki, "Kırk gün içinde bir âlim meclisinde bulunmayan bir kimsenin kalbi kararır. Büyük günâh işlemeye başlar. Çünkü ilim kalbe hayat verir. İlmsiz ibâdet olmaz. İlmsiz yapılan ibâdetin faydası olmaz!". (Künûz-üd-dekâ'ık)daki hadîs-i şerîfte, "Âlimin yanında bulunmak ibâdettir" ve "Fıkıh ilmi meclisinde bulunmak, bir senelik ibâdetten daha hayırlıdır" ve "Evliyâyı görünce, Allah hâtırlanır" ve "Herşeyin kaynağı vardır. Takvanın menba'ı, âriflerin kalbleridir" ve "Âlimin yüzüne bakmak ibâdettir" ve "Onlarla birlikte bulunan kötü olmaz!" ve "Ümmetimin âlimlerine hurmet ediniz! Onlar yeryüzünün yıldızlarıdır" buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfler gösteriyor ki, hayatta hakiki rehber İslâm âlimleridir. İşte bunun için, Tâbi'înin en üstünü olan Veysel Karanî, Eshâb-ı kirâmın en aşağısının derecesine yetişememiştir. (Peygamberimizi îmanı var iken görenlere (Eshâb) denir. Göremeyen, fakat Eshâbdan birini görenlere (Tâbi'în) denir.) Hiçbir üstünlük, sohbetin üstünlüğü kadar olamaz. Çünkü, sohbete kavuşanların yani Eshâb-ı kirâmın îmanları, sohbetin bereketi ve vahyin bereketi sâyesinde, görmüş gibi kuvvetli îman olur. Sonra gelenlerden hiçbir kimsenin îmanı, bu kadar yüksek olmamıştır. Ameller, ibâdetler, îmana bağlıdır ve yükseklikleri, îmanın yüksekliği gibi olur. Eshâb-ı kirâm "aleyhimürrıdvan" arasındaki uygunsuzluklar ve muhârebeler iyi düşünceler ve olgun görüşler ile idi. Nefsin arzûları ile ve cehâlet ile değildi. İlim ile idi. İctihâd ayrılığından idi. Evet bir kısmı ictihâdda hatâ etmişti. Fakat, Allahü teâlâ, ictihâdda hatâ edene, yanılana da, bir sevâb vermektedir. İşte, Eshâb-ı kirâm için, Ehl-i sünnet âlimlerinin tuttuğu yol, bu orta yoldur. Yani, taşkınlık da, gevşeklik de etmeyip, doğruyu söylemişlerdir. En sâlim ve sağlam yol da budur. Bazıları Ehl-i beyti sevmekte taşkınlık yaptılar. Ehl-i beyti sevmek için, üç halîfeyi ve bunlara bî'at eden Eshâbın hepsini "radıyallahü teâlâ aleyhim ecma'în" sevmemek, hepsine düşman olmak lâzımdır dediler. Hâricîler, yani Yezîdîler ise, bu sevgide gevşeklik yaptılar. Ehl-i beyte düşman oldular. Her meselede olduğu gibi bu meselede de yine en doğrusu, Ehli sünnet alimlerinin bildirdiği orta yoldur.
.
Peygamberler gönderilmeseydi?
10 Temmuz 2003 01:00
Allahü teâlâ, Peygamberler "aleyhimüsselâm" vâsıtası ile, insanlara, sonsuz kurtuluş yolunu göstermiş ve sonsuz azâptan kurtarmıştır. Eğer Peygamberlerin mubârek vücûdları olmasaydı, Allahü teâlâ zâtını ve sıfatlarını kimseye bildirmezdi. Kimsenin, Allahü teâlâdan haberi olmazdı. Kimse Ona yol bulamazdı. Allahü teâlanın emirleri ve yasakları bilinemezdi. Allahü teâlâ ganîdir. Yani hiçbir şeye muhtac değildir. İnsanlara acıdığı için, insanlara iyilik ederek, emir ve yasakları göndermiştir. Emirlerin ve yasakların faydaları insanlaradır. Allahü teâlâya hiç faydaları yoktur. Allahü teâlanın, bunlara ihtiyâcı yoktur. Peygamberler olmasaydı, Allahü teâlanın beğendiği şeyler ve beğenmediği şeyler belli olmaz, birbirinden ayrılamazdı. O hâlde, Peygamberlerin gönderilmesi, pek büyük nimettir. Bu nimetin şükrünü hangi dil söyleyebilir. Kim, bu şükrü yapabilir? Bize nimetlerini gönderen, bizlere islâm dînini bildiren, bizleri Peygamberlere inanmak saadetine kavuşturan Rabbimize hamd ederiz. Bütün Peygamberlerin dinlerinin aslı, temeli birdir. Başka başka değildir. Hep aynı şeyi söylemişlerdir. Allahü teâlanın zâtı ve sıfatları için, (Haşr), mezârdan kalkınca, arasat meydanında toplanmak ve (Neşr), hesâbdan sonra Cennete ve Cehenneme gitmek, dağılmak için ve Peygamberler için ve melek gönderilmesi için ve melekle kitablar gönderilmesi için, Cennetin sonsuz nimetleri ve Cehennemin sonsuz azâbları için söyledikleri hep aynıdır. Sözleri birbirine uygundur. Helâl, haram ve ibâdetler için olan sözleri, yani fürû'âta âit sözleri ise, başka başkadır, birbirine uymaz. Allahü teâlâ, bir vakit, o vaktin insanları için, zamanlarına ve hâllerine uygun emirleri, bir ülül'azm Peygambere göndermiş ve o insanların, buna uymalarını emir buyurmuştur. Birçok sebepler, faydalar için, Allahü teâlâ, emir ve yasaklarında değişiklikler yapmaktadır. Çok defa, din sâhibi, aynı bir Peygambere, başka başka zamanlarda, birbirine uymayan emirler göndermiştir. Yani, önceki emirleri, sonradan nesh etmiş, değiştirmiştir. En son olarak da Muhammed aleyhisselamı göndermiştir. Bütün Peygamberlerin, söz birliği ile söylediği hiç değişmeyen sözlerden biri, Allahü teâlâdan başka, bir şeye ibâdet etmemek, Allahü teâlâya şerîk, ortak yapmamaktır. Mahlûklardan bazısını, başkalarına rab, ma'bûd yapmamaktır. Bu sözü, yalnız Peygamberler söylemiştir. Onların yolunda gidenlerden başka, hiç kimse bu devletle şereflenmemişti
.
Peygamberler aynı şeyi söylemişler
11 Temmuz 2003 01:00
Her Peygamber aynı şeyi söylemiş; Yaratıcı birdir, demiştir. İbâdet olunacak, yalnız O'dur demişlerdir. İbâdet olunmağa hakkı olan sadece O'dur. (Lâ ilâhe illallah) demek, ibâdet olunacak, Allahü teâlâdan başka hiçbir şey yoktur. İbâdet ancak O'na yapılır, demektir. Bu büyüklerin birlikte söyledikleri ikinci söz, kendilerini, herkes gibi insan bilir, yalnız Hak teâlâya ibâdet olunur derler. Herkesi, yalnız O'na ibâdet etmeye çağırırlar. Hak teâlâ, hiçbir şeyle birleşmemiştir. Hiçbir maddede yerleşmemiştir derler. Peygamberlere inanmıyanlar ise, böyle söylememiş, hattâ, başta bulunanlar, kendilerine taptırmak istemiş, Hak teâlâ bize hulûl etti, bizdedir demişlerdir. Böylece, kendilerine ibâdet olunmak lâzım geldiğini, ilah olduklarını söylemekten sıkılmamışlardır. Kendileri, kulluk vazîfelerinden çekilerek, her türlü çirkin, kötü şeyleri yapmışlardır. İlah oldukları için, kendilerinin sorumsuz olduklarını, herşeye tecâvüz edebileceklerini, kendilerine hiçbir şeyin yasak olmayacağını sanmışlardır. Her sözlerinin doğru olduğunu, hiç yanılmıyacaklarını, her istediklerini yapabileceklerini sanarak aldanmışlar, milleti de, aldatmışlardır. Peygamberlerin "aleyhimüsselâm" sözbirliği ile bildirdikleri birşey de, kendilerine melek geldiğini söylemişlerdir. Peygamberlere inanmıyanlardan hiçbiri, bu devlete kavuşmamıştır. Melekler, muhakkak ma'sûmdur. Yani vazîfelerini elbette doğru yapar. Hiç yanılmaz ve hiç kötü, pis değildirler. Vahyi, değiştirmeden, unutmadan getirirler. Allahü teâlanın kelâmını taşırlar. İşte, Peygamberlerin "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" her sözü, Hak teâlâdandır. Her getirdikleri emir, haber, hep Hak teâlâdandır. İctihâd ettikleri her söz de, vahy ile sağlamlaştırılmıştır. İctihâdlarında ufak şaşırsalar, Hak teâlâ, hemen vahy göndererek düzeltir. Hâlbuki, Peygamberlere inanmayıp, kendilerini ilah, tanrı tanıtan, sizi, biz yarattık, biz kurtardık, deyip kendilerine taptıran kâfirlerin her sözü kendilerindendir. Sözlerini doğru sanırlar. O hâlde, insâf edelim! Ahmak, cahil bir kimse, kendini ilah, tanrı sanıp, kendine tapınmasını emreder, her kötü zararlı işi yaparsa, buna inanılır mı? Onun yolunda gidilir mi? Bu kadar uzun anlatmamıza sebep, açıkça anlaşılmak içindir. Yoksa, hak bâtıldan, nûr zulmetten ayrıdır. Nitekim Allahü teâlâ İsrâ sûresi seksen birinci âyet-i kerîmesinde meâlen, "Hak gelince, bâtıl gider, bâtıl her zaman gidicidir" buyuruyor.
.
Bu işte bir terslik yok mu?
11 Temmuz 2003 01:00
Dünya'nın ve içindeki canlıların varlıklarını sürdürebilmesi, ayakta kalabilmesi Allahü teâlâ belirlediği tabiat kanunlarına bağlıdır. Meselâ, havadaki oksijen oranı, % 21, karbondioksit oranı ise 0.03'tür. Havadaki oksijen oranı %21'den az veya çok olursa hiçbir canlı nefes alamaz ve yaşayamaz. Hiçbir insan, hayvan ve bitki hayatta kalamaz. Yine korbondioksit oranı yükselirse canlılar zehirlenip ölür. Bunun gibi, Dünya'nın bir de sosyal kanunları vardır. Bu kanunlara uymak insanın rahat ve huzur içinde yaşamasını sağlar. Bunlara uyulmazsa, toplumların dengesi bozulur; dünya sıkıntı ve ıstırap yeri olur. Çekilmez hale gelir. Bütün toplumlar aile üzerine kurulmuştur. Aileler toplumun temel taşlarıdır. Aile olmazsa veya ailede taşlar yerine oturmamışsa o toplumda huzur olmaz. Çünkü, Allahü teâlâ toplumu bu denge üzerine yaratmıştır. Ayet-i kerimede, "Allah, evlerinizi, sizin için bir huzur ve sükûn yeri yaptı." buyurmuştur. Aile yoksa veya aile fertleri görevlerini yerine getirmiyorsa, evde babanın otoritesi yoksa, aile fertleri babaya saygıda kusur ediyorsa o toplumdan huzur ve sükun olmaz. Bugün bütün dünyada, İnsanın bindiği dalı kesmesi gibi, toplumun huzur kaynağı olan ailenin yıkılması için bazı güç odakları tarafından büyük bir çaba sarfediliyor. İşin garibi bu faaliyetler de hürriyet, özgürlük adına akıllarınca ailede kadına iyilik olsun diye yapılıyor. Bu iyilik ayının yaptığı iyiliğe benziyor: Adamın biri ayıyı ölümden kurtarır. Ayı adamın yaptığı iyiliğe karşılık olarak bir petek bal getirir. Adam afiyetle balı yer. Bir müddet sonra da uyur. Yüzündeki tatlı bulaşığına sinekler konmaya başlar. Ayı, sineklerin adamı rahatsız etmesine üzülür. Sinekleri öldürmeye karar verir. Eline aldığı büyük bir kaya parçasını adamın yüzündeki seneklerin üzerine bırakır. Böylece adamı sineklerden kurtarır. Fakat adamın yüzünü de yamyassı yapar. İşte bugün özgürlük adı altında ailede kadına yapılmak istenen budur. Allahü teâlâ insanı zaten hür olarak yaratmış fakat, hür demek her istediğini yapmak demek değildir. Hür insan kendine çizilen sınırlar dahilinde istediğini yapan kimse demektir. Bu sınırı da, onu yaratan çizer, yaratılanın (insanın) çizdiği sınır ile yapılan iyilik ayının yaptığı iyilikten farklı olmaz. Bugün Batı'da zaten aile mefhumu neredeyse kalmadı. Aile ortadan kalkınca da, alkol, uyuşturucu, fuhuş, her türlü cinsi sapıklık da diz boyu. Bunun neticesi olarak da boşanma oranları her yıl hızla artmaktadır. Ülkemiz de bu konuda, maalesef hızla Batı'ya ulaşma yarışında. Geçen hafta gazetelerde yayınlanan bir araştırma sonucu bu konuda aldığımız mesafeyi göstermesi bakımından çok ibret vericidir: Devlet İstatistik Enstitüsü verilerine göre, Türkiye'de boşananların sayısı yüzde 36 oranında artmış.1990 yılında 25 bin 712 boşanma rakamı 2000 yılında 34 bin 862'ye yükselmiş. Boşanmaların birinci sebebi de karşılıklı "aldatma" yani zina. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Işık Sayıl, yaptığı açıklamada, boşanma oranlarındaki artışı, "insanların evlilik kurumuna verdiği değerin azalması"na bağlıyor. Kadınların "ekonomik özgürlük" kazanmasının ve "eğitim seviyesindeki artış"ın etkili olduğunu söylüyor. Prof. Dr. Işık Sayıl, "toplumda eşler anlaşamıyorsa ayrılmalıdır" gibi yanlış bir anlayışın olduğunu belirterek, "ayrılık çözüm değil, daha büyük sorunların kaynağıdır" diyor. Çünkü ayrılık demek, huzur kaynağı ailenin dağılması, sahipsiz kalması, çocukların sokağa düşmesi demektir. Aileye sağlanan maddi desteğin, aileyi rahatlatacağı, böylece aile yuvasını sağlamlaştıracağı; yine kadının eğitim seviyesinin yükseltilmesi ile eğitimli kadına dayalı huzurlu sağlam bir aile ortamı sağlaması beklenirken, tam tersine, bu iki unsurun aileyi yıkmakta baş rol oynaması hayli düşündürücü değil mi? Sizce bu işte bir terslik yok mu, ne dersiniz
.
.
.
İthal tarikatlar furyası
18 Temmuz 2003 01:00
Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz, diye bir söz vardır. Artık bu sözün geçerliliği kalmadı. Müslüman mahallesinde salgangoz satılıyor ve alıcı da buluyor. Çünkü, son yıllarda ülkemizde Hıristiyan tarikatlar hızla yayılmakta, mensupları da hızla artmaktadır. Bir Müslüman ülkesinde İslamiyet doğru olarak anlatılmazsa; anlatılmadığı gibi her fırsatta reformist akademisyenler tarafından kötülenip dinini yaşamaya çalışan mütedeyyin insanlar gericilikle, ortaçağ zihniyetçiliği ile suçlanırsa; bundan dolayı da insanlar dinden uzaklaşmışsa meydana gelen boşluk ne ile dolacak? Tabii ki böyle saçma sapan tarikatlarla. Hıristiyan kökenli Moon tarikatı ve benzerlerinden sonra şimdi de "Prisma" tarikatı karşımıza çıktı. Eski manken ve TV dizi oyuncusu Pınar Altuğ'un boşanma kararında önemli bir etken olduğu iddia edilen "Prisma Organizasyonu" basında geniş yer aldı. Önceleri bir çok gazetenin magazin sayfalarında bu tarikatların ne kadar çok faydalı olduğu yazılırken; gerçekler ortaya çıkınca, mızrak çuvala sığmadı. Prisma'nın ne kadar tehlikeli bir tarikat olduğunu yazılmaya başlandı. Mesela, Akşam Gazetesinde Güler Kömürcü "Çok tehlikeli bir tarikat" başlığıyla yazdığı yazısında "Prisma Organizasyonu" hakkında şu bilgileri veriyor: "Tehlike hiç sanmadığınız kadar yakın. Son birkaç yıldır tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de 'inanılmaz artışla mürit bulan' bir tarikatımsı yapıya dikkatinizi çekmek istiyorum. Kimilerine göre adı 'din' olamayan, kimilerine göre mutluluğun altın anahtarına sizi sahip kılan bir 'öğreti' bu; değişik isimler altında faaliyet gösteriyorlar; 'PRİSMA GRUBU, Bülent Hanım ve kardeşlik derneği-SİRUS'a inananlar.. Hepsinin felsefesi ortak; deizm. Tanrı var ama DİN yok. Ya da bütün dinlere aynı oranda yakınlık. 'Biz İslam-Müslümanlık ve Yahudiliği sentezledik, hepsine eşit oranda inanıyoruz veya hiçbir dine inanmıyoruz sadece Tanrı'ya inanıyoruz' diyorlar. İstanbul-Ankara-Antalya-Bursa ve İZMİR'de inanılmaz bir yapılanma içindeler, çoğu para almıyor seminerler için, maksat sevgi kardeşliği! " Dikkat ederseniz, bu tarikatın ve diğerlerinin ortak özelliği; sevgi kardeşlik, diyalog, ortak din vs. Maksatları, diyalog, hoşgörü, sentez diyerek son ve tek doğru din olduğu inancını yıkmak, bilahare de insanları Hıristiyanlığa yönlendirmek. Bu neticesi hemen alınacak bir çalışma değil. Fakat uzun vadede hedef, bu. Reformcu, tasavvuf düşmanı profesörler yıllardır, TV'lerde, gazetelerde, toplantılarda ondört asırlık bilinen yaşanan İslamiyeti kötülediler; İslam tasavvufunun din dışı olduğunu devamlı vurguladılar. Böylece halk dinden ve İslam ahlakını aşılayan tasavvuftan uzaklaştırıldı. Her nedense yıllardır, İslamiyeti ve tasavvufu kötüleyen medyatik reformcu Prof.'lar bu ithal Hıristiyan tarikatları ile ilgili hiçbir kötüleme kampanyasına girmiyorlar. Ülkemizde inanç hürriyeti var, herkes istediği dine ve istediği tarikata girebilir, diyorlar. İslamiyeti ve tasavvufu anlatmaya gelince, buna mani olmak için halkın önüne akıl almaz engeller çıkartıyorlar. Demek ki, inanç hürriyeti sadece yabancılar için. Bütün bunlar gizli bir Hıristiyanlaştırma faaliyetini hatıra getiriyor. Ayrıca, reformcu Prof.'ların çoğunun bu tür ithal tarikatların ya sempatizanı ya da üyesi olduğu gerçeği de bunu kuvvetlendiriyor. Hıristiyan Batı âlemi, asırlardır İslamı güç kullanarak yok etmek istedi. Bunda netice alamayınca işte böyle sinsi bir şekilde, içeriden çökerterek İslamı yok etmek istiyor. Sonra da, meydana gelen boşluğu Hıristiyanlıkla doldurmak istiyorlar. Böylece Hıristiyan âlemi ve papalık ondört asırlık intikamını almış olacak! Aslında bu durum sadece dini yönden değil, milli birlik ve bütünlüğümüz ve devletimizin varlığı, güvenliği açısından da büyük tehlike teşkil ediyor.
.
Hıristiyan tarikatların taraftar bulabilmesi
19 Temmuz 2003 01:00
Dün, ülkemizde son yıllarda "entel" kesim arasında hızla yayılan Hıristiyan kökenli Prisma tarikatından bahsetmiştim. Bugün de başka bir Hıristiyan tarikatına değinmek istiyorum. Aslında bu tarikatları Yerleşik Hıristiyanlar da "Sapık" kabul edip reddediyorlar. Dinimize göre, bugünkü Hıristiyanlar da sapık olduğundan, bu tarikatlara "sapık dinin sapık kolları" diyebiliriz. Bahsetmek istediğim, Jon Smith tarafından kurulan 1831 "Mormonculuk" tarikatı. Gazete haberlerine göre; "Türkiye'de Mormonluk hızlı bir şekilde büyümektedir. 1998 yılından bu yana Türkiye'de Mormon sayısı binin üzerine çıkmış durumda. Temel felsefelerini anlatan Mormon Kitabının tümü Türkçe olarak yayınlandı. Kürtçe tercümesi üzerinde de çalışılıyor. Türkiye'de biri Anadolu yakasında diğeri ise Avrupa yakasında olmak üzere iki Mormon din görevlisi Türkiye'de faaliyet gösteriyor. Mormon kilisesine ait olan Birgham Yougn Üniversitesi Türkiye'den yabancı dil öğrenmek için ABD'ye gitmek isteyen gençlere birtakım mali imkânlar sunuyor." Peki anne babası, ecdadı Müslüman olan bu insanlar nasıl oluyor da böyle sapık bir inanca ilgi duyabiliyorlar? Biraz da bunun üzerinde duralım: Bu ithal tarikatların tuzağına düşülmesinin birinci sebebi; altyapısı olmayan, temel dinî bilgilerden mahrum cahil ve arayış içinde olan kimselerin varlığı. Bunlar, kandırılmaya, yönlendirilmeye, istismara müsait insanlardır. İkincisi sebebi inanç boşluğu: Hiçbir şeyden haberi olmayan "entel" tabir edilen, sanatçı, tiyatrocu gibi kimselerin inanç boşluğu içinde olmaları. İnsan, yaratılıştan bir şeye inanma ihtiyacını hisseder. İnsan, doğru veya yanlış bir şeye inanmazsa, huzursuz olur. Bu tür inançsızlık boşluğuna düşmüş kimselerin, genelde, dinle pek ilgisi yoktur. Bu tür insanlar derler ki: "Biz iyi kötü bir şeye inanalım, fakat bu inandığımız şey, bizi bazı şeylere zorlamasın. Biz özgürce istediğimiz gibi yaşayalım, bunlar bizim inancımıza zarar vermesin." Dikkat edilecek olursa, bu tür tarikat mensupları tam bunların istediği gibi konuşan, onların nabzına göre şerbet veren kimselerdir. Ayrıca son yıllarda yapılan şu tür propagandalar da Hıristiyanlığı özendirdi: "Hıristiyanlık da bir dindir, onlar da Cennete gidecek!" Böyle bir inancın, Müslümanı dinden çıkartacağını bilmeyen enteller, "Madem ki, onlar da Cennete girecek, ha Müslüman olmuşsun ha Hıristiyan ne farkeder!" düşüncesine kapıldılar. Hıristiyanlığın belli başlı bir kuralı da olmadığından, "Haftada bir kiliseye gider ayine katılır" sonra da her istediğimi yaparım. İçki de içer, zina da yapar, istediğim gibi yaşarım" anlayışı Hıristiyanlığı cazip hale getirdi. Aslında, İslam tarihi boyunca, dinini bilen şuurlu bir müslümanın din değiştirip Hıristiyan olduğu görülmemiştir. Bütün baskılara, her türlü maddi vaadlere rağmen bu mümkün olmadı. Fakat son yıllarda, sağlam bir din eğitimi almayan bunun için de dininden haberi olmayan, dinini yaşamayan, sadece ismi Müslüman bir halk meydana geldi. Bu tarikatlara girenler, aslında müslüman iken Hıristiyan olmuş değillerdir. Zaten Müslüman değillerdi. Çünkü "Dinini bilmeyenin dini olmaz!" Bugün Müslümanlar belki de tarihlerinin en zor günlerini yaşıyorlar. Eskiden de, bu tür maddi manevi saldırılara hedef oluyorlardı. Fakat İslam devletleri maddi saldırılara; yetişmiş âlimler manevi saldırılara karşı koyup zararsız hale getiriyorlardı. Bugün Müslümanlar bu iki güçten de mahrumlar. Üstelik Batı âlemi eskiye mukayeseyle tartışılmaz bir siyasi ve maddi güce sahip. Bunun için ferdi savunmaya ağırlık verip, dinimizi en iyi, en doğru şekilde öğrenip, çoluk çocuğumuza öğretip; öğrendiklerimizi de eksiksiz yaşamak zorundayız. Ayakta kalmak için buna mecburuz; hatta mahkumuz
.
Yetmişüç fırka
24 Temmuz 2003 01:00
Hadîs-i şerîfte, Müslümanların yetmişüç fırkaya ayrılacakları bildirildi. Bu yetmişüç fırkadan herbiri, İslamiyete uyduğunu iddiâ etmektedir. Cehennemden kurtulacağı bildirilen bir fırkanın kendi fırkası olduğunu söylemektedir. Müminûn sûresi, ellidördüncü ve Rûm sûresi otuzikinci âyetinde meâlen, "Her fırka, doğru yolda olduğunu sanarak, sevinmektedir" buyuruldu. Hâlbuki, bu çeşitli fırkalar arasında kurtulucu olan birinin alâmetini, işâretini, Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" şöyle bildirmektedir: "Bu fırkada olanlar, benim ve Eshâbımın gittiği yolda bulunanlardır." İslamiyetin sâhibi kendini söyledikten sonra, Eshâb-ı kirâmı da "rıdvanullahi teâlâ aleyhim ecmaîn", söylemesine lüzum olmadığı hâlde, bunları da söylemesi, "Benim yolum, Eshâbımın gittiği yoldur. Kurtuluş yolu, yalnız Eshâbımın gittiği yoldur" demekdir. Nitekim Nisâ sûresi, yetmişdokuzuncu âyetinde meâlen, "Resûlüme itâat eden, elbette Allahü teâlâya itâat etmiştir" buyuruldu. Resûle itâat, Hak teâlâya itâat demektir. Ona "sallallahü aleyhi ve sellem" uymamak, Allahü teâlâya isyandır. Allahü teâlâya itâatin, Resûlüne itâatten başka olduğunu sananlar için nâzil olan, Nisâ sûresinin, "Allahü teâlanın yolu ile, Resûlünün yolunu birbirinden ayırmak istiyorlar. Senin söylediklerinin bazısına inanırız, bazısına inanmayız diyorlar. İkisi arasında ayrı bir yol açmak istiyorlar. Bunlar, elbette kâfirdir" meâlindeki yüzkırkdokuzuncu âyeti, bunların kâfir olduklarını bildiriyor. Eshâb-ı kirâmın yolunda gitmeyip de, Peygambere "aleyhissalâtü vesselâm" uyduğunu söyleyen, yanılıyor. O'na "sallallahü aleyhi ve sellem" uymuş değil, isyan etmiş oluyor. Böyle yol tutan, kıyâmette kurtulamayacaktır. Mücâdele sûresinin, "Doğru birşey yaptıklarını sanıyorlar. Biliniz ki, onlar yalancıdır, kâfirdir" meâlindeki onsekizinci âyeti bu gibilerin hâlini gösteriyor. Eshâb-ı kirâmın "aleyhimürrıdvan" yolunda giden, hiç şübhe yok ki, Ehl-i sünnet vel cemaat fırkasıdır. Allahü teâlâ, bu fırkanın yorulmadan, yılmadan çalışan büyüklerine, bol bol mükâfat versin! Cehennemden kurtulan fırka, yalnız bunlardır. Çünkü, Peygamberimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" Eshâbına "aleyhimürrıdvan" dil uzatan, bunlara uymaktan, elbette mahrûmdur. Mahrum kalmamak için, Ehli sünnetin dört mezheb imamının bildirdiği gibi inanmak ve yaşamak şarttır.
.
Eshâb-ı kirâma saygı
25 Temmuz 2003 01:00
İmam-ı Rabbani hazretleri, Eshâb-ı kirâma dil uzatmak, Allahü teâlanın Peygamberine "sallallahü aleyhi ve sellem" dil uzatmak olur. "Eshâb-ı kirâma saygı göstermeyen, Allahü teâlanın Resûlüne îman etmemiştir" buyurdu. Çünkü, onların kötülenmesi, sâhiblerinin, efendilerinin "sallallahü aleyhi ve sellem" kötülenmesi olur. Böyle yanlış itikada düşmekten, Allahü teâlâya sığınmalıyız. Kur'an-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkan ahkâmı bizlere getiren, Eshâb-ı kirâmdır. Onlara dil uzatılınca, onların getirdiği şey de, kıymetten düşer. İslamiyeti bizlere getiren, Eshâb-ı kirâm arasından belli kimseler değildir. Bunda, herbirinin hizmeti, payı vardır. Hepsi adâlette, doğrulukta, öğretmekte müsâvîdir. Eshâb-ı kirâmdan herhangi birine dil uzatılınca, dîn-i islâm kötülenmiş, söğülmüş olur. Allahü teâlâ, bu çirkin hâle düşmekten hepimizi korusun! Eshâb-ı kirâmı sevmeyenler, "Biz, yine Eshâb-ı kirâma uyuyoruz. Onların hepsine uymak, şart değildir. Hattâ mümkün değildir. Çünkü, sözleri birbirine uymıyor. Yolları başka başkadır" derse, bunlara denir ki: Eshâb-ı kirâmdan bazısına uymuş olmak için, hiçbirini inkâr etmemek lâzımdır. Bir kısmını beğenmeyince, başka kısmına uyulmuş olamaz. Çünkü, meselâ Hazreti Ali "radıyallahü anh", diğer üç halîfeyi büyük biliyor, hurmet ediyor ve uyulmaya lâyık olduklarını biliyordu. Bunlara, seve seve bî'at etmiş, hilâfetlerini kabûl etmişti. Diğer üç halîfeyi sevmedikçe, Hazret-i Emîre uyduğunu söylemek yalan olur, iftirâ olur. Hattâ, Emîri beğenmemek, onun sözlerini, hareketlerini, kabûl etmemek olur. Allahü teâlanın arslanı Hz. Ali için, onları idâre ediyordu, yüzlerine gülüyordu demek, cahilce, ahmakça söz olur. Allahın arslanının, o kadar ilim ve kahramanlığı ile, tam otuz sene, üç halîfeye karşı düşmanlığını saklayıp, dost göründüğünü ve onlarla yalandan arkadaşlık ettiğini hangi akıl kabûl eder? Hazret-i Ali'yi bu kadar küçülten, âciz, hîleci ve münâfık yapan böyle sözlerin çirkinliğini anlamak lâzımdır. Allah göstermesin, Hz. Ali'nin böyle olduğunu, bir an kabûl etsek bile, Peygamber efendimizin bu üç halîfeyi medh etmesine, büyültmesine, bütün yaşadığı müddetçe, bunlara kıymet vermesine ne diyecekler? Peygamber efendimize de, iki yüzlü mü diyecekler? Hâşâ! Bu, hiç olamaz. Peygamberin doğruyu bildirmesi şarttır. İdâre ediyordu diyen zındık olur, dinsiz olur. Mâ'ide sûresi, yetmişinci âyetinde meâlen, "Ey kıymetli Resûlüm! Rabbinden sana indirileni, herkese ulaştır! Bunları, doğru bildirmezsen, Peygamberlik vazîfeni yapmamış olursun! Allahü teâlâ, seni, düşmanlık etmek istiyenlerden korur" buyuruldu.
.
"Elbette dînini yıkar!"
27 Temmuz 2003 01:00
İnsanın önce itikadını, îmanını düzeltmesi lâzımdır. Bundan sonra, sâlih, yarar işleri yapmak lâzımdır. İbâdetlerin hepsini kendinde toplayan ve insanı Allahü teâlâya en çok yaklaştıran yarar şey, namazdır. Peygamberimiz "aleyhissalâtü vesselâm", "Namaz dînin direğidir. Namaz kılan kimse, dînini kuvvetlendirir. Namaz kılmayan, elbette dînini yıkar" buyurdu. Namazı doğru dürüst kılmakla şereflenen bir kimse, çirkin kötü şeyler yapmaktan korunmuş olur. Ankebût sûresinin kırkbeşinci âyetinde meâlen, "Doğru kılınan namaz, insanı fahşâdan ve münkerden (kötülüklerden) herhâlükârda uzaklaştırır" buyuruldu. İnsanı kötülüklerden uzaklaştırmayan bir namaz, doğru namaz değildir. Görünüşte namazdır. Bununla berâber, doğrusunu yapıncaya kadar, görünüşü yapmayı elden bırakmamalıdır. Büyüklerimiz, "Bir şeyin hepsi yapılamazsa, hepsini de elden kaçırmamalıdır" buyurdu. Sonsuz ihsan sâhibi olan Rabbimiz, görünüşü hakîkat olarak kabûl edebilir. (Böyle bozuk namaz kılacağına, hiç kılma dememelidir. Bu sözü din düşmanları çıkarmıştır. Böyle bozuk kılacağına doğru kıl demelidir. Bu inceliği iyi anlamalıdır.) Namaz ve diğer bütün ibadetler zorluklar içinde, sıkıntılar içinde yapılırsa ibâdetin kıymeti kat kat daha çok olur. Gençlerin ibâdet etmeleri de, bunun için daha kıymetlidir. Çünkü, nefislerinin kötü isteklerini kırmakta ve ibâdet etmek istememesine karşı gelmektedirler. Eshâb-ı Kehf, bir hicret yaparak din düşmanları arasından çıktıkları için şerefli oldular. Peygamberimiz bir hadîs-i şerîfde, "Fitnenin, fesâdın çoğaldığı zamanda ibâdet etmek, hicret ederek benim yanıma gelmek gibidir" buyurdu. Görülüyor ki, din düşmanlarının güçlük çıkarması, ibâdetlerin şerefini artırmakta, sevâbı katkat çoğalmaktadır. Zarar yapmak istemeleri, Müslümanlar için faydalı olmaktadır. Allah adamları ile görüşmekten sıkılmamalıdır. Dünyaya düşkün olanlardan uzak durmalıdır. Onlarla düşüp kalkmanın, insanı felâkete götüreceği bilinmelidir. Onlarla beraber olmanın ahlâkı bozacağını düşünmelidir. Kötü arkadaşlardan kaçmalıdır. İnsanın dînine, îmanına saldıran tatlı dilli, güler yüzlü korkunç düşmanlara aldanmamak için, çok uyanık omalıdır. Sahîh olan hadîs-i şerîfte "alâ masdari-hessalâtü vesselâm", "Mal ve mevki sâhiblerine, malı için, makâmı için alçalan kimsenin dîninin üçte ikisi gider" buyuruldu
.
Fitne fesad zamanında
28 Temmuz 2003 01:00
İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki: Hadîs-i şerîfte, "Yeryüzünü küfür kaplamadıkça ve heryerde küfür ve kâfirlik yapılmadıkça, hazret-i Mehdî gelmez" buyuruldu. Bundan anlaşılıyor ki, hazret-i Mehdî çıkmadan evvel, küfür ve kâfirlik her tarafa yayılacak, İslâm ve Müslümanlar garîb olacaktır. Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem", âhır zamânda, Müslümanların garîb olacaklarını haber vermiş ve "Fitne zamânında yapılan ibâdet, (Mekke'den Medîne'ye) benim yanıma hicret etmek gibidir" buyurmuştur. Fitne ve fesâd zamânında, polisin, askerin ufak bir hareketi, râhatlık ve sükûnet zamânlarında yapacakları hareketlerinden katkat daha kıymetli olduğunu herkes bilir. Fitne yok olduğu zaman gösterecekleri kahramanlıkların kıymeti yoktur O hâlde ibâdetlerin en kıymetlisi ve kabûl olunanı, fitnelerin yayıldığı zamânlarda yapılanlardır. Kıyâmet günü, makbûl olanlardan, kurtulanlardan olmak istiyorsanız, Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği iyi işleri yapınız! Sünnet-i seniyyeye, yani Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" yoluna sarılınız! Bu yola uymayan hiçbirşey yapmayınız! (Eshâb-ı Kehf) "rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn", her tarafı fitne kapladığı zaman, bir hicret yapmakla, yüksek dereceye kavuştular. Biz, Muhammed aleyhisselâmın ümmetindeniz. Ümmetlerin en iyisi olan ümmetteniz. Ömrümüzü lehv ve la'b ile, yani oyun ve eğlence ile ziyân etmemeliyiz. Çocuklar gibi, top oynamakla vaktimizi elden kaçırmamalıyız. Fitnelerin yayıldığı, fesatların çoğaldığı zamanlar, tövbe ve istiğfâr zamânıdır. Kenâra çekilmeli, fitnelere karışmamalıdır. Fitneler çoğalıyor. Gün geçtikçe yayılıyor. Peygamberimiz "aleyhi ve alâ âlihis-salâtü vesselâm" buyurdu ki, "Kıyâmet yaklaştıkça, fitneler çoğalır. Gece başlarken karanlığın artması gibi olur. Sabah evinden mümin olarak çıkan çok kimse akşam kâfir olarak döner. Akşam mümin iken, gece safâlarında îmânları gider. Böyle zamânlarda, evinde kapanmak fitneye karışmaktan hayırlıdır. Kenârda kalan, ileri atılandan hayırlıdır. O gün oklarınızı kırınız! Silâhlarınızı, kılınçlarınızı bırakınız! Herkesi tatlı dil ile, güler yüzle karşılayınız! Evinizden çıkmayınız". Hazret-i Mehdî, hükûmet sürdüğü zaman, dîni yayarken ve sünneti diriltirken, bid'at işlemeye alışmış olan Medîne'deki âlim, bid'ati güzel sandığı ve ibâdet olarak yaptığı için, hazret-i Mehdî'nin emirlerine şaşarak, (Bu adam, bizim dînimizi yok etti ve milletimizi öldürdü) diyecektir. Hazret-i Mehdî bu âlimi öldürecektir
.
Keşf ve ilham delil mi?
5 Ağustos 2003 01:00
Dînimizde, rüya, keşf ve ilhâm; dînimizde kesin delil değildir. Çünkü, bilgisini şeytânın karıştırmadığı kimse yoktur. Peygamberlere bile karışabileceği, hattâ karıştığı hâlde, evliyâya karışmaz olur mu? Nerde kaldı ki, acemi tâliblere karışmasın. Şu kadar var ki, Peygamberlere "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" şeytânın karıştırdığı, haber verilir ve yanlış doğrudan ayırt olunur. Nitekim Hâc sûresinde, "Allahü teâlâ, şeytânın karıştırdığını değiştirir. Sonra kendi âyetlerini, sağlam olarak bildirir" meâlindeki âyet-i kerîme, bunu beyân etmektedir. Evliyâya, şeytânın karıştırdığını haber vermek lâzım değildir. Çünkü velîler, nebîlerin izinde yürümektedir. Bunlar, nakli esas alırlar Peygamberlerin bildirdiğine uymayan ilhamlarını red ederler, kıymet vermezler. Fakat, Peygamberin dîninin bildirmediği, doğru veya yanlış demediği bilgilerin doğrusunu, eğrisinden ayırmak güçtür. Çünkü ilhâm zannîdir, şübhelidir. Dünya ve âhıret saadetlerine kavuşmak, İslâmiyete uymakla olur. İslâmiyetin bildirmediği şeyler, ehemmiyetli değildir. İnsanlara, ehemmiyetsiz şeyleri yapmak emir olunmadı. Keşf ve ilhâmlarda yanlışlık, yalnız şeytân tarafından gelmez. Çok defa, şeytân hiç karışmadan, hayalde, doğru olmayan bazı şeyler hâsıl olur. Meselâ, bazan Peygamberimizi rüyâda görüp, bazı şeyler öğrenenler oluyor ki, bu öğrendikleri, kitablara uymamaktadır. Hâlbuki, bu rüyâlara şeytânın karışmadığı meydândadır. Çünkü şeytânın, her ne sûretle olursa olsun, Peygamber "sallallahü aleyhi ve sellem" efendimizin şekline giremeyeceğini, âlimlerimiz bildirmekdedir. İşte, böyle rüyâlarda, hayal, yanlış şeyleri, doğru gibi göstermektedir. Evliyânın kerameti ile, kâfirlerde hâsıl olan istidrâc birbirine benziyor. Harikulâde bir halin velînin kerameti, veyahut bir yalancının istidrâcı mı olduğunu ancak elinde doğru bir ölçüsü olan ayırt edebilir. Her şeyden önce keramet sahibi kimse, dinin bütün emirlerine eksiksiz uyar. Ayrıca, hal sahibi kimse ile konuşunca, konuşanın kalbinde, dünya sevgisi azalıp, Allahü teâlâya bağlılığı artarsa onun, keramet sâhibi bir velî olduğunu anlar. Eğer böyle olmazsa, istidrâc gösteren bir yalancı olduğu anlaşılır. "Velî olmak için, Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmalıdır" demişlerdir. Cahiller, bu ahlâklanmayı başka türlü anlamış ve yoldan çıkmıştır. Velîler, ölüleri diriltir, gayb olan şeyleri bilir sanmışlar. Böyle, daha nice bozuk düşüncelere saplanmışlardır. Hâlbuki bazı zanlar, günâhtır.
.
Kötü din adamları
27 Ağustos 2003 01:00
Tarih boyunca, dine en büyük zarar kötü din adamlarından gelmiştir. Geçmişte, din düşmanlığını körükleyenler, hep bu kötü din adamları idi. Yani islâm düşmanları, din adamı şekline girerek yazıları ile, sözleri yol göstererek, İslâmiyeti yıkmağa ön ayak olmuşlardı. Bunun için bu işte çok uyanık olmalıyız. Allahına inanan, dînini bilen ve seven, doğru dürüst din adamı bulmalıyız. Dinimizi bunlardan öğrenmeliyiz. Satılmış din adamları, din hırsızlarıdır. Bunların düşüncesi, mevki ve paradır. Koltuk kapmak, şöhret salmak sevdâsındadırlar. Allahü teâlâ, Müslümanları, bunların fitnesinden korusun! Din adamlarının iyisi "rahmetullahi aleyhim ecma'în", insanların en iyileridir. Kıyâmet günü, bunların mürekkepleri, şehîdlerin kanları ile ölçülecek, bunların mürekkepleri ağır gelecektir. İnsanların en kötüsü, kötü din adamlarıdır. İnsanların en iyileri de, iyi din adamlarıdır. Âlimlerin iyiliği, milletin hepsine yayılır. Bunun için de, herkes onları sever. Çünkü insanlar, kendilerine iyilik edenleri sever. Bu sevgi sebebi ile, onların ahlâkı ve âdetleri, herkese, iyilikten aldıkları paya göre bulaşır. Böylece, iyilikler, kötülükler, düzelme veya bozulma, baştan aşağı doğru yayılır. Belki de bunun için, (İnsanların dîni, başlarında bulunanların dinleri gibidir) buyurulmuştur. Söz sâhibi olan, eli kalem tutan bütün Müslümanların, elbirliği ile İslâmiyeti yaymağa çalışmaları lâzımdır. Önce yasak edilen farzları, unutturulan ibâdetleri, tekrâr meydana çıkarmalı, yayılan harâmları, ahlâksızlıkları yok etmelidir. Duracak zaman değildir. Söz sâhipleri, sünnet-i seniyyenin yayılmasında gevşek davranırsa, işbaşında olanların hepsi de, neme lâzım derler. (İslâmın en büyük düşmanı olan İngilizler, yalanlarla, iftirâlarla, bütün dünyayı İslâmiyete karşı düşman yapıyorlar. Harplere sebeb oluyorlar. Yaptıkları vahşeti uzaktan seyrediyorlar. Bir taraftan da, İslâmiyeti içerden yıkıyorlar. "İslamiyeti çağımıza uydurmalıyız, dinde reform yapmalıyız" diyerek dini yok etmek istiyorlar. Gençleri ahlaksızlaştırıyorlar, fuhşu, kumarı yayıyorlar. Farzları değiştiriyorlar. Müslümanlar çok uyanık olmalı, İngilizlerin hilelerine aldanmamalıdır.)
.
Peygamberlerin vârisleri
6 Ekim 2003 01:00
Hadîs-i şerîfde, "Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir" buyuruldu. Peygamberlerin bıraktığı ilim iki türlüdür: 1. Ahkâm bilgileri, 2. Esrâr bilgileri. Bir âlimin vâris olması için, bu ilimlerin ikisinden de pay alması lâzımdır. Yalnız birisinden pay alan kimse vâris olamaz. Çünkü vâris, bırakılan malın herbirinden pay alır. Bir kısmından alıp, başka parçalardan almaması olamaz. Belli bir kısmdan payı olana vâris denilmez. Buna alacaklı denir. Alacaklı olan, yalnız hakkı olan maldan alır. Peygamberimiz "aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm" başka bir hadîsde, "Ümmetimin âlimleri, İsrâîloğullarının Peygamberleri gibidir" buyurdu. Burada bildirilen âlimler de, vâris olan âlimlerdir. Alacaklı gibi olanlar değildir. Alacaklı olanlar, kalan malın yalnız bir kısmından alırlar. Çünkü vâris çok yakın olduğu için ve şâhidi olduğu için malı bırakan kimse gibidir. Alacaklı olan ise, böyle değildir. İşte vâris olmıyan, âlim olamaz. Buna belki belli birşeyin âlimidir denilebilir. Meselâ, fıkıh âlimidir denir. (Âlim), vâris olana denir ki, her iki ilimden de nasîbi vardır. İlm-i esrâr deyince, çok kimse, tevhîd-i vücûdî, yani herşeyde, bir olan varlığı görmek, bir olanda herşeyi görmek gibi bilgileri sanır. Bu bilgiler, esrâr bilgileri değildir. Bunlar, Peygamberlik makâmına yakışacak bilgiler değildir. Peygamberlerin bilgileri, hem ahkâm bilgileri, hem esrâr bilgileri, hepsi ayık, şuûrlu bilgilerdir. Hiçbirine, dalgınlık bilgileri hiç karışık değildir. Peygamberlik derecelerinin üstünlüğü büyük bir deniz gibidir. Evliyâlık dereceleri, bu denizin yanında bir damla gibi kalır. Peygamberliğin derecelerine yetişemiyen bazı kimseler, Evliyalığı nübüvvetten daha yüksek sandı dedi. Bunlar, Peygamberliğin ne olduğunu anlıyamamışlardır. Anlamadan konuşmuşlardır. Sekr, yani şuûrsuz, dalgınlık hâlini sahv, yani uyanıklıktan üstün görenleri de böyledir. Sahvın ne olduğunu bilmiş olsalardı, sahvın yanında sekri dillerine bile almazlardı. Evliyâlığı Peygamberlikten ve sekri sahvdan üstün tutmak, kâfirliği, Müslümanlıktan üstün tutmağa ve bilgisizliği ilimden daha üstün tutmağa benzer. Çünkü küfür ve cehl, evliyâlığa benzer. İslâm ve marifet ise, Peygamberlikte olur. Muhammed "aleyhisselâm" küfürden sakınmış, Allahü teâlâya sığınmıştır. İsrâ sûresinin seksendördüncü âyetinde meâlen, "Onlara de ki, herkes, yaratılışında bulunanı yapar!" buyuruldu. Evliyâlık, Peygamberliğin hizmetçisinden başka birşey değildir.
.
Yolların en kısası!
9 Ekim 2003 01:00
İtikadı, imanı, Ehl-i sünnet velcemaat âlimlerinin kitaplarında bildirdiğine uygun olarak düzeltmelidir. Bundan sonra farz, vâcib, sünnet, mendûb, helâl, harâm, mekruh gibi fıkıh hükümlerini öğrenmeli, her işi bunlara uygun yapmalıdır. İmanı ve işleri düzelttikten sonra, kalbi Allahü teâlâdan başka şeylere tutulmaktan kurtarmak lâzımdır. Kalbin selâmeti için de, kalbe Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin düşüncesini getirmemek lâzımdır. Kalbe hiçbir düşüncenin gelmemesi için, Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmak lâzımdır. Öyle unutmalıdır ki, bir şeyi düşünmek için kendisini zorlasa, düşünemez olmalıdır. Bu çok kıymetli nimete (Fenâ-i kalb) denir. Bu büyük nimete kavuşturan yolların en kısası, Ebû Bekr-i Sıddîk'tan gelen yoldur. Bu yoldakiler başka yollardaki riyâzetler ve mücâhedeler yerine, sünnete yapışmışlar, bid'atten sakınmışlardır. Behâüddîn-i Buhârî "kuddise sirruh" hazretleri buyurdu ki: "Bizim yolumuz, yolların en kısasıdır". Lâkin sünnete yapışmak çok güç bir şeydir. Bu yolda, iki şeyi elden kaçırmamak lâzımdır: Birincisi, İslâmiyetin sâhibine uymak "aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm". İkincisi, bağlı olduğu rehberini yalnız Allah için sevmektir. Bu iki şey varken, hiçbir şey verilmese, hiç üzülmemelidir. Bir gün gelir, elbet verirler. Fakat, Allah göstermesin, eğer bu ikisinden birisi sarsılırsa, hâsıl olan hâlleri ve zevkleri istidrâc bilmelidir. Bunları harâblık ve yıkım saymalıdır. Doğru yol işte budur. İnsanı her şeye kavuşturan ancak Allahü teâlâdır. Bu yolda bir adım ilerlemek, başka yollarda yedi adım ilerlemekten daha fâidelidir. Peygamberlere uyarak ve vâris olarak, onların kemâlâtına kavuşturan yol ancak bu yüksek yoldur. Başka yollar, vilâyetin kemâlâtının sonuna ulaştırır. Eshâb-ı kirâm verâset yolu ile, Peygamberlik kemâlâtından çok şeylere kavuştukları gibi, bu yolun sonuna varanlar da, onlara uydukları için, o kemâlâttan çok şeylere kavuşurlar. Bu yolun başında ve ortasında olanlar, sonunda bulunanları çok sevdikleri için, "Kişi, sevdiği ile berâber olur" hadîs-i şerîfindeki müjdeye kavuşurlar. Bu yola girip de, bir şeye kavuşamıyan ve zarar eden kimse, bu yolun edeblerini gözetmiyen ve yenilikler, reform yapan ve edeblere uymayıp, rüyâlarına, hülyâlarına uyan kimsedir. Bu kimsenin yoldan çıkmasında, felâkete sürüklenmesinde, yolun günâhı nedir? O, rüyâlarının, hülyâlarının yolunda gitmektedir. Kâbe yolundan sapmıştır...
.
Esas olan âlimlerin bildirdiği
10 Ekim 2003 01:00
Allah yolunda bulunmak isteyene, önce lâzım olan şey, itikadını düzeltmektir. Doğru itikad, Ehl-i sünnet âlimlerinin, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden ve Eshâb-ı kirâmdan öğrendikleri, anladıkları itikaddır. Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin manasını doğru anlıyan, doğru yolun âlimleridir. Bunlar da, Ehl-i sünnet vel-cemaat âlimleridir. Bunların anladığı, bildirdiği manalara uymıyan herşeye, akla, fikre, hayale iyi gelse de ve tasavvuf yolunda keşf ve ilhâm ile anlaşılsa da, hiç kıymet vermemelidir. Bu büyüklerin anladığına uymıyan bilgilerden, buluşlardan Allahü teâlâya sığınmalıdır. Meselâ, bazı âyetlerden ve hadîs-i şerîflerden (Tevhîd-i vücûdî) anlaşılmaktadır. Bazılarından da, ihâta, sereyân, kurb ve maiyyet manâları çıkmaktadır. Fakat, (Ehl-i sünnet âlimleri), bu âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden, böyle ma'nâlar anlamadı. Yani Allahü teâlânın bu âlem içinde olmasını, mahlûkları kapladığını, bunlarla birleşik olduğunu, kendisinin yakın olduğunu, berâber olduğunu anlamadılar. Böyle olmadığını söylediler. O hâlde, tasavvuf yolunda ilerliyen bir kimseye böyle bilgiler hâsıl olursa, her varlığı, bir varlık olarak görürse, yâhud herşeyi bir varlığın kapladığını, Allahü teâlânın zâtının, mahlûklara yakın olduğunu anlarsa, bu bilginin, görüşün yanlış ve tehlükeli olduğunu anlamalıdır. Demek ki, tasavvuf yolcularının keşflerinin, buluşlarının doğru olup olmadıkları, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri doğru ma'nâlara uygun olup olmamaları ile anlaşılır. Bu yolculara ilhâm olunan bilgilerin doğruluğu, ancak o doğru ma'nâlara uymaları ile belli olur. Çünkü, onların bildirdiği ma'nâlara uymıyan, her ma'nâ, her buluş kıymetsizdir, yanlıştır. Çünkü her sapık, her bozuk kimse, Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uyduğunu sanır ve iddi'â eder. Yarım aklı, kısa görüşü ile, bu kaynaklardan yanlış ma'nâlar çıkarır. Doğru yoldan kayar. Felâkete gider. Bekara sûresinin yirmialtıncı âyetinde meâlen, "Kur'ân-ı kerîmde bildirilen misâller, örnekler, çoklarını küfüre sürükler. Çoklarını da hidâyete ulaştırır" buyuruldu. Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıkları ma'nâlar doğrudur, kıymetlidir . Bunlara uymıyanlar kıymetsizdir. Çünkü bu ma'nâları, Eshâb-ı kirâmın ve Selef-i sâlihînin eserlerini inceliyerek elde etmişlerdir. O hidâyet yıldızlarının ışıkları ile parlamışlardır. Bunun için, ebedî kurtuluş bunlara mahsûs oldu. Sonsuz saadete bunlar kavuşdu. Allah yolunda giden kâfile bunlar oldu. Kurtuluş, ancak Allah yolunda bulunanlar içindi
.
"Onların her şeyini mahvettik!"
11 Ekim 2003 01:00
Ülkemizdeki, diğer İslam ülkelerindeki ve bütün dünyadaki Müslümanların; dini inanç ve yaşayış yönünden, ekonomik yönden kısacası her yönden perişan hallerini gördükçe, Vatikan adına çalışan ve "dinlerarası diyalog" fikrinin babası olan Louıs Massignon'un sözü aklıma geliyor. Müslüman ülkelerdeki misyonerlik çalışmalarının gözden geçirildiği toplantıda, misyonerlere moral vermek için Massignon şöyle diyordu: "Onların (Müslümanların) her şeylerini tahrif ettik. İnançları, dinleri, ahlakları, insanlıkları mahvoldu. Artık hiçbir şeye tam olarak inanmıyorlar. Dinlerini tartışılır hale getirdik. Derin bir boşluğa düştüler. Bundan sonra işimiz daha da kolay olacak!" Belki bazılarınız, bu konuşmaya "abartmış" diyebilir. Bana kalırsa, hiç abartma yok. Hatta, eksiği var fazlalığı yok. Massignon'un sözlerinin doğruluğunu gösteren o kadar çok örnek var ki, günlerce konuşabilir, sayfalarca yazabiliriz. İsterseniz size son günlerin haberlerinden birkaç örnek vereyim. Önce yurt dışından iki örnek: Anadolu Ajansı'nın, "Fransa hükümetinin tek Müslüman bakanı, okullarda başörtü yasağını savundu" başlığı ile verilen habere göre: Cezayir asıllı Kalkınma Bakanı Tokia Saifi, RTL radyosuna verdiği demeçte, 'Okullarda başörtüsüne karşıyım. Bu konuda, 2004 yılında okullarla ilgili yönetmeliğe bir yasak dahil etmemiz gerekir. Başka bir çözüm yok' dedi Fransız Bakan, söz konusu yasağın, Hıristiyanlar ve Museviler için dini simgeli (haçlı) kolyeleri de kapsaması gerektiğini belirtti. Yine biliyorsunuz geçenlerde, Almanya'da Anayasa mahkemisi, başörtüsünü serbest bıraktı. Mahkemenin bu kararına ilk tepki, Alman Parlamentosundaki Türk milletvekillerinden geldi. Hıristiyan Alman milletvekilleri, din ve vicdan yönünden olumlu bir gelişme olarak yorumlarken, Türk milletvekilleri, böyle bir kararın ayırımcılık olacağını ifade ettiler... Görüyorsunuz, İslamiyeti savunmak kimlere kalmış. Müslümanları ilgilendiren bir karara, Hıristiyanlar sahip çıkarken, Müslüman kökenli kimseler karşı çıkıyor. Ahlakı çökertmelerine de iki canlı örnek vereyim: Hatırlarsınız iki sene önce meşhur bir "erkek starımız"ın, homoseksüel yaşantısını gösteren fotoğraflar basında yayınlanmıştı. Bunun üzerine, starımız günlerce sokağa çıkmadı. Artık ben bu ülkede kalamam, sanat hayatım söndü diye düşünerek Amerika'ya yerleşmeye karar verdi. Hazırlıklara da başladı. Bunu haber alan hayranları, o senin özel hayatın bizi ilgilendirmez, seni bırakmayız kampanyasını başlattılar. Starımız bir hafta sonra, korka korka sokağa çıktı. Eskisinden daha çok itibar görünce, Amerika'ya gitmekten vazgeçti. Homoseksüel hayatı şöhretini daha da artırdı. Yine geçen ay buna benzer bir olay da bu defa "bayan bir starımız"ın başına geldi. Gençliğinde, kısa yoldan meşhur olup piyasaya girebilmek için bedenini ortaya koyduğu porno kaseti ortaya çıkınca, sanat hayatım bitti korkusuyla depresyona girdi, günlerce tedavi gördü. Birileri kendisine akıl verdi. Sen merak etme korkulacak bir şey yok, diyerek basının önüne çıkarttılar. İlk sözü, "Ben utanılacak bir şey yapmadım" oldu. (Daha ne yapacaksa!) Bu sözü alkışlarla karşılık buldu. Fiyatını yüzde yüz artırarak tekrar sahnelere döndü. Şöhretine şöhret kattı bu porno kasetleri. Şimdi gençler, demek ki meşhur olmanın, çok para kazanmanın yolu buymuş düşüncesine kapılırsa bunun sonu nereye varacak. Entel basınımız, sosyologlarımız acaba bu sorunun cevabını hiç düşündüler mi? Massignon'un "Müslümanların her şeylerini tahrif ettik. İnançları, dinleri, ahlakları, insanlıkları mahvoldu" sözünü şimdi daha iyi anlıyoruz değil mi? Vatikan dini, imanı yok etmek için önce ahlaktan başladı işe. Hayânın imanla ilgisini bizimkiler bilmese de onlar biliyorlar. Nitekim hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Hayâ ile iman bir aradadır. Biri giderse, öteki de durmaz.
.
Müctehide uymak şart
11 Ekim 2003 01:00
Müctehidlerin Kitab ve Sünnetten çıkardıkları ahkâma, yani İslâmiyete uygun işlere, ahkâm-ı islâmiyyeye uymak lâzımdır. Bu ahkâm, helâl, harâm, farz, vâcib, sünnet, müstehab, mekruh ve şübheli olan işler demektir. Bu ahkâmı öğrenmek de lâzımdır. Müslümanlar iki kısımdır: Ya (Müctehid)dir veya (Mukallid)dir. Müctehid olmıyan her Müslümana mukallid denir. Mukallidlerin, Kitabdan ve sünnetten, müctehidlerin çıkarmış olduğu hükümlere uymıyan hüküm çıkarmaları câiz değildir. Kendi çıkardığı hükümlere göre yapacağı işleri kabûl olmaz. Her mukallidin bir müctehide uyması, yani bir mezhebe girmesi lâzımdır. Bulunduğu mezhebin âlimlerinin çoğunun uyduğu hükümlerine uymalıdır. Ruhsattan, izin verilen işleri yapmaktan sakınmalı, azîmet ile amel etmelidir. Kendi mezhebine uymakla berâber, başka mezheblere de uymağa çalışmalıdır. Böylece müctehidlerin sözbirliğine uyulmuş olur. Meselâ, imâm-ı Şâfi'î "rahimehullah" abdest alırken, niyet etmek farz demiştir. Hanefîler de, abdest alırken niyyet etmelidir. Bunun gibi, uzuvları yıkarken sıra gözetmek ve birbiri ardına çabuk yıkamak lâzımdır. İmâm-ı Mâlik, abdest uzuvlarını oğmak farz demiştir. Elbette oğmalıdır. Her işi, dört mezhebe de uygun yapmağa çalışmalıdır. Her Müslümanın hilâftan kurtulmasının, yani dört mezhebe de uygun ibâdet etmesinin en iyi yol olduğu sözbirliği ile bildirilmiştir. İtikadı ve ameli doğrulttuktan, bu iki kanadı ele geçirdikten sonra, Allahü teâlâya yaklaştıran yani sevgisine kavuşturan yolda ilerlemek sırası gelir. Zulmânî ve nûrânî konakları aşmağa başlanabilir. Fakat şunu iyi bilmelidir ki, böyle konakları aşarak yükselebilmek ancak, yolu bilen, yolu gören, yol gösteren, kâmil (yetişmiş) ve mükemmil (yetiştirebilen) bir rehberin teveccühü ve tasarrufu yani idâre etmesi ile olabilir. Bunun bakışları, kalb hastalıklarına şifâ verir. Bunun için önce, bir rehber aranır. Böyle bir kimse bulamadığı zamanlarda vefat etmiş bir büyük rehber edinilir. Allahü teâlâ, lutf ve ihsân ederek, bunu tanıtırsa, bunu tanımağı en büyük nimet bilmelidir
.
Aklın anlayamadığı!
20 Ekim 2003 01:00
Allahü teâlânın sıfatları, Onun zâtı gibi anlaşılamaz. Hiç değişmezler. Meselâ, ilim sıfatı, hiç değişmez. Önceki sonsuzdan, sonraki sonsuza kadar bilinenler ilim sıfatının bir yayılması ile bilinmektedirler. Kudret sıfatı da, olgun, geniştir. Herşey bu sıfatla var olmaktadır. Kelâm sıfatı da yayılmıştır, hiç değişmez. Ezelden ebede kadar, bu bir kelâmla söyleyicidir. Sekiz sıfatın hepsi böyledir. İlim sıfatının bilinen şeylere, kudret sıfatının yaratılmış ve yaratılacak şeylere bağlantıları çok ise de, bu sıfatlarda çokluk ve değişiklik yoktur. Hak teâlâ, herşeyi bilir ve herşeye gücü yeter. Fakat ilim ve kudret sıfatlarının hiçbir şeye, hiçbir ilişiği yoktur. Akıl, bunu düşünemez ve anlıyamaz. Yalnız akla uyanlar, felsefeciler, böyle şey olamaz derler. Hak teâlâ herşeyi bilsin. Fakat, Onun ilmi hiçbirşeye bağlanmasın. Bunun gibi, herşeye gücü yetsin. Fakat, kudretin hiçbir şeye ilişiği olmasın. Böyle şey olamaz derler. Bunlar bilmiyorlar mı ki, ezel ve ebed o mertebede, bir aradadır. An denecek zamanın bile orada yeri yoktur. O mâkama en yakîn ve en uygun ân kelimesinden başka birşey olmadığı için ân denilir. Ezeldeki ve ebeddeki varlıkların hepsi, o bir ânda vardır. Yok olanlar da, o bir ânda yoktur. O bir ânda bir kimseyi hem yok olarak, hem var olarak, hem dünyaya gelmeden önceki hâlini, hem çocukluğunu, hem gençliğini, hem ihtiyârlığını, hem diriliğini, hem ölülüğünü, hem kabirde, hem haşrda, hem Cennetlerde olarak bilir. O ânın bu varlıklarla hiçbir ilgisi yoktur. Eğer bir ilgisi olursa, ânlıktan çıkar. Uzun zaman olur. Geçmiş zaman ve gelecek zaman ayrılır. Bu varlıklar, o bir ânda, hem vardırlar, hem yokturlar. Bilinen şeylerin hepsi, ilim sıfatının bir yayılması ile bilinmektedir. Bu, şaşılacak bir şey değildir. Çünkü zıt olan, ters olan şeyler, bu makâmda ve bir zamanda, bir arada bulunmaktadırlar. O makâmda zaman yoktur. Zamanda da değişiklik yoktur ki, zaman denilsin. Bir kimse bir kelimeyi bir ânda hem isim olarak, hem fiil olarak, hem geçmiş zaman, hem gelecek zaman olarak düşünebilir. Bunları bir ânda bir arada görüyorum der. Kelimenin çeşitli ve ters hâllerini bir arada gördüğüm gibi, kelimenin bunların hiçbiri ile ilgisi yoktur derse, akla uyanlar, felsefeciler buna karşı birşey diyemezler. Allahü teâlânın sıfatları, Onun zâtı gibi anlaşılamaz, olduğundan bildirildiği gibi inanmaktan başka çare yoktur. Bunların anlaşılamaz olduğunu bilmek, bunları anlamak demektir
.
xxxxxxxxxxx
2004xxxxxxxxx
Akıl ve mantığın dinimizdeki yeri
17 Ocak 2004 01:00
Son yıllarda çok kimse, "İslamiyet akıl ve mantık dinidir" deyip kendi kısa aklına göre dinde yorum yapmaktadır. Evet, dinde aklın mantığın yeri önemlidir, aklı olmayanın dini de olmaz. Fakat dinin kaynağı akıl ve mantık değildir. Her şeyi akla mantığa göre yorumlamaya çalışırsak, insan sayısı kadar din çıkar ortaya. Yani insan sayısı kadar dinsizlik çıkar. Bunun için Kur'an-ı kerimdeki emirlerini ve islâmiyetin hükümlerinin hepsini akla uydurmaya, akla beğendirmeye kalkışan, Peygamberlik makamının derecesini anlamamış ve ona inanmamış olur. İslamiyette aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan birşey yoktur. Âhıret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce Peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. İnsanlar, dünya ve âhıret saadetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ, hâşâ Peygamberleri boş yere ve lüzûmsuz göndermiş olurdu. Hiçbir akıl, âhıret bilgilerini bulamayacağı, çözemeyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asırda, dünyanın her tarafına, Peygamber göndermiş ve en son ve kıyamete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, Peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir. Aklı olmayan delidir. Aklını kullanmayan sefîhdir. Yâni israfçıdır, yerli yerinde kullanmaz. Akla uygun iş yapmamak sefâhattir. Aklı az olan da ahmaktır. Yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip, aklın ermediği şeylerde yanılan kimse, felsefecidir. Aklın erdiği şeylerde ona güvenen, aklın ermediği, yanıldığı yerlerde, Kur'ân-ı kerîmin ışığı altında akla doğruyu gösteren yüksek insanlar ise, islâm âlimleridir. Dini, bir felsefe, düşünce olarak görmek demek, dinin kaynağının, insanlar olduğuna inanmak demektir. Halbuki, İslamiyet, insanları ebedi saadete götürmek için, Allahü teâlâ tarafından gösterilen yoldur. Demek ki dinin sahibi Allahü teâlâdır. Cenâb-ı Hakkın bildirdiği bir sisteme, düşünce, felsefe demek çok yanlış olur. Düşünce, fikir, insanlara mahsus şeylerdir. Bu sözler cenab-ı Hak için kullanılamaz. Böyle söylemek, insanı dinden çıkartır. İslamiyyette felsefe yoktur... İslâm felsefesi, islâm filozofu olmaz! Felsefenin çok çok üstünde olan islâm ilimleri ve felsefecilerin çok çok üstünde olan islâm âlimleri vardır... İslâm bilgilerine felsefe demek, pırlantayı cam parçalarına benzetmek gibidir. İslâm âlimlerine felsefeci demek de, aslana kedi demek gibi olup, bu yüksek âlimlere hakâret etmek olur. Akıl, göz gibidir, din bilgileri de ışık gibidir. Yâni insanın aklı, gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremiyor. Allahü teâlâ, görme organımızdan faydalanmamız için, güneşi, ışığı yaratmıştır. Güneşin ve çeşitli ışık kaynaklarının nuru olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Tehlikeli cisimlerden, zararlı yerlerden kaçamaz, faydalı şeyleri bulamazdık. Evet, gözünü açmayan veya gözü bozuk olan, güneşten faydalanamaz. Fakat, bunların güneşe kabahat bulmaya hakları olmaz. Aklımız da, yalnız başına maneviyâtı, faydalı, zararlı şeyleri anlıyamıyor. Allahü teâlâ, aklımızdan faydalanmamız için, peygamberleri, gönderdi. Akıl ile herşey halledilmiş olsaydı, peygamberlerin gönderilmesi lüzumsuz olurdu. Peygamberler, dünyâda ve âhırette râhat etmek yolunu bildirmeseydi, aklımız bulamaz, işe yaramazdı. Tehlikelerden, zararlardan kurtulamazdık. Bunun gibi, İslâmiyete uymayan veya aklı az olan kimseler ve milletler, peygamberlerden faydalanamaz. Dünyada ve âhırette tehlikelerden, kendilerini koruyamazlar.
Mucizeye inanmak Kur'an-ı kerimin emri
10 Nisan 2004 01:00
Hazret-i İsa'nın ölmediği ve kıyamete yakın tekrar geleceği konusuna bugün de devam ediyoruz... Hazreti İsa'nın göğe kaldırılması, kıyamete yakın ruh ve beden beraber olarak tekrar gelecek olması normal bir olay değildir; bunlar birer mucizedir. Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Mustafa el-Meraği Mahmud Şeltut gibiler işte bunun için inanmıyorlar. Çünkü bu ekolün mensupları mucize kavramı konusunda iman zaafı yaşarlar. Mucizelerden büyük rahatsızlık duyar, Kur'an-ı kerimde her nerede bir mucizeye rastlasalar, o olayın bir mucize olmadığını, sıradan, doğal bir şey olduğunu ispatlamak için ellerinden geleni yaparlar. Mesela Fil Suresinde Cenab-ı Hakk'ın Kâbe'yi yıkmak maksadıyla gelen Habeş ordusu üzerine sürü sürü kuşlar gönderdiği, bu kuşların ordunun üzerine siccilden taşlar attığı anlatılır... Sonsuz kudret sahibi Allahü teala, bu azgın orduyu kuşların attığı taşlarla, yenilmiş ekin yaprağı gibi yaparak helak eder. Abduh bu sureyi tefsir ederken, o zamanda çiçek ve kızamık hastalığı ortaya çıktığını belirtir. Bu hastalığa ise, ayette kuş olarak açıklanan sineklerin ayaklarına bulaşmış olan mikropların sebep olduğu fikrini ortaya atar. Halbuki Kur'an-ı kerimin pek çok suresinde Hz. İbrahim, Hz Musa, Hz. İsa, Hz. Süleyman, Hz. Davud, Hz. Salih gibi birçok peygamberlerin mucizeleri anlatılmaktadır. Kur'an-ı kerimde tekrar tekrar anlatılan bu mucizeleri çeşitli şekillerde tevil etmek ve bunları bir mucize olmaktan çıkarmak mümkün değildir. Bu yapılmaya çalışılırsa ayetler işaret ettikleri hakiki manalarından çıkarılarak tahrif edilmiş olurlar.. Kur'an-ı kerimdeki bütün bu mucizelere inanan, Hz. İsa'nın ruh ve beden beraber olarak yükseltilmesi ve yine ruh ve beden olarak inmesine de inanmak zorundadır. Zaten Kur'an-ı kerimde, hazret-i İsa'nın ölmediği açık bir şekilde bildirilmektedir: "...Ve 'biz Allah'ın peygamberi Meryem oğlu Mesih İsa'yı öldürdük' demeleri sebebiyle (onları rahmetimizden kovduk...) Halbuki onlar onu öldürmediler, onu asmadılar da. Fakat kendilerine benzeri gösterildi. Onun hakkında ihtilafa düşenler bir şek ve şüphe içindedirler. Onların buna (onun katline) ait hiçbir bilgileri yoktur. Ancak zanna uymaktadırlar. Onu kesinlikle öldürmemişlerdir. Tersine Allah onu kendisine yükseltmiştir..." (Nisa, 157, 158). Bu ayetten Hz. İsa'nın göğe yükseldiği anlaşılmaktadır. Zira bu ayette yükseltmek ve yukarı kaldırmak kelimesi (Rafea) kullanılmaktadır. Yükseltmek ve yukarı kaldırmak kelimesi bir şeyi aşağıdan yukarıya nakletmek anlamına gelir. Ali İmran Suresi 55. ayette de, "Ey İsa, doğrusu seni teveffi ettireceğim. Seni kendime yükselteceğim ve seni inkar edenlerden arındıracağım..." buyurulmaktadır. Kevserî, Nazretun Abira, kitabında "teveffi" kelimesini şöyle izah eder: Hz. İsa'nın geleceğini inkar edenler, bu kelimenin vefat ve öldürmek manasına geldiğini, dolayısıyla onun ölmüş olduğunu ileri sürmekteler... Halbuki teveffi kelimesi başka manalara da gelmektedir. Bunlardan biri de "kabzetmek ve almak"tır. Mecaz olarak canını almak, öldürmek anlamına da gelir. Zemahşeri'nin "Esasu'l-Belağa" adı sözlüğünden anlaşılan budur. O halde ayetin anlamı: Seni yerden alacağım ve kendime, semama kaldıracağım, şeklindedir. Teveffi kelimesinin "Almak, kabzetmek" anlamına gelişine Kur'an-ı kerimden şu örnekler de gösterilebilir: "Allah, ölümleri anında canları alır (teveffi ettirir); ölmeyenleri ise uykularında alır (teveffi ettirir...)" (Zümer: 42), "Geceleyin sizleri teveffi ettiren ve gündüzün neler yaptığınızı bilen O'dur." (Enam: 60) Bu iki ayette de geceleyin uykuda ruhların bir çeşit alınmasına (uyku haline) teveffi denilmiştir. Açıktır ki bu ayetlerde teveffi, ölüm anlamına gelmemektedir. İşte bunlar gibi Hz. İsa hakkındaki ayette geçen teveffi de ölüm anlamında değil, yükseltmek, yukarı kaldırmak manasındadır. İsa aleyhisselam ölmemiştir; göğe kaldırılmıştır.
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
2005
Çare; dinimizi yaymak
5 Şubat 2005 01:00
Dün, Hıristiyan misyonerlerle en iyi mücadelenin, dinimizi öğrenmek ve öğretmekle olacağını söylemiştik. Kısacası tek çare; dinimizi yaymak. Dinimizde buna Emr-i maruf ve nehy-i münker denir. Maruf, dinimizin emrettiği hususlardır. Münker ise, dinimizin yasakladığı, yani Allahü teâlânın razı olmadığı işlerdir. Dini yayma işi yani emr-i maruf çok mühimdir. Emr-i maruf yapılmazsa, dinimiz unutulur, yok olur. Aradan 1400 yıl geçmesine rağmen bugün İslamiyet bize ulaşmışsa bu emri maruf sebebiyle, bizden öncekilerin dini yaymasıyla olmuştur. Din doğru olarak öğretilmezse cehalet ve sapıklık yayılır. Din adı altında birçok dinsizlikler ortaya çıkar. Emr-i maruf ve nehy-i münker yapılmazsa, o ülkenin başına büyük belâlar gelir. En büyük belalardan biri de, dinin unutulması ve o ülkenin Hıristiyanlaşmasıdır. Bundan büyük bela, zillet olur mu? Geçmiş ümmetlerde, Allahü teâlâ, bir meleğe, bir beldenin altını üstüne getirmesini emretti. O melek, bu kasabada hiç günah işlemeyen bir zatın da olduğunu, o zatı kurtarıp kurtarmayacağını suâl edince, Cenab-ı Hak, "Bütün şehir halkı ile onu da alt üst et! Çünkü o zat, günah işleyenlere yüzünü ekşitmemiştir" buyurdu. Bunun için, misyonerlerin yaptıkları faaliyetleri görenin, işitenin gafletten uyanması ve; bu kendi batıl dinini yaymak için bu kadar uğraşıyor ben ne yapıyorum, diye üzülmesi; gücü, imkânı nisbetinde İslamiyetin yayılmasına çalışması lazımdır. Peygamber efendimize, "İçinde iyilerin de bulunduğu bir ülke helak olur mu?" diye soruldu. Cevabında, "Evet helak olur. Çünkü günah işlendiğinde, iyiler sükut edince, hepsi helak olur" buyurdu. Dini yaymanın önemi büyük olduğu için mükafatı da büyüktür. Nitekim, hadis-i şerifte, "Bütün ibâdetlere verilen sevap, Allah yolunda savaşa verilen sevaba göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Savaşın sevabı da, emr-i maruf ve nehy-i münker sevabı yanında denize göre, bir damla su gibidir" buyurulmuştur. Dini yayma işi yani emri maruf farzdır. İlmi, imkânı nisbetinde buna katılmamak büyük vebaldir. Peygamber efendimiz, "İmkânı var iken, emr-i maruf ve nehy-i münker yapmayan bizden değildir"buyurmuştur. Hz. Âişe tarafından bildirilen hadis-i şerifte de: "İçinde peygamberler gibi ibâdet eden seksen bin kişi bulunan bir ülke azaba maruz kalmıştır. Çünkü onlar, Allah için buğzetmedi, emr-i maruf ve nehy-i münkerde bulunmadı" buyurulmuştur. Emr-i mâruf iki yolla yapılır: Birincisi, söz, yazı ve her çeşit yayın vâsıtası iledir. Bunu yaparken, bilgi az ise ve şahsa, âdetlere, kanûnlara dikkat ve riâyet edilmezse, fitneye sebep olabilir. Dinimizde fitne, anarşi çıkarmak da haramdır, büyük günahtır. İkinci yol, hâl ile, İslâmın güzel ahlâkına uyarak, örnek olmaktır. Herkese tatlı dil, güler yüz göstermek, kimseyi incitmemek, kimsenin malına, ırzına göz dikmemek, kanunlara uymak, borçlarını ödemek, en tesîrli, en faydalı nasihat yapmak olur. Bunun içindir ki, "lisan-ı hâl, lisan-ı kalden entaktır" demişlerdir. Hâl hareket ile, örnek olarak yapılan, söz ile yapılandan üstündür, demektir. İslâmın güzel ahlâkına uygun yaşamak, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmanın en güzel yoludur. Mühim bir farzı yapmaktır. Bunun için, kimse ile tartışma, münakaşa yapmadan, dinimizin güzel ahlakını, emir ve yasaklarını bildiren kıymetli kitapları çevremize, münasebette olduğumuz kimselere güler yüzle, tatlı dille vermek veya bu hizmeti yapan kuruluşlara destek olmak lazımdır. Dinimizin bu önemli emri karşısında duyarsız kalmak, bizleri dünyada da ahirette de büyük sıkıntılara sokar. (Bu konularda daha geniş bilgi için; www.mehmetoruc.comsitesine müracaat edilebilir.)
.
Batı kendini sorguluyor
19 Mart 2005 01:00
Batı son yıllarda birçok konuda kendini sorgulamaya başladı. İlim adamları "Nerede hata yaptık?" demeye başladı. Atı alan Üsküdar'ı geçti ama, zararın neresinden dönülürse kârdır. En azından Batı'nın peşine takılmış bizim gibi ülkeler aynı hatalara düşmemiş olurlar. Batı'nın son 50 yılda yaptığı en büyük hata, aile fertlerine özgürlük gayesiyle aile üzerinde yaptıkları tahribattı. Özgürlük adına, fuhuş ve cinsi sapıklıkların her türlüsü meşru hale getirildi. Bu da, Batı'da aile hayatını bitirdi. Birçok ülkede, nüfus artışı eksilerde. Bu da, ülkenin aydınlarını gelecek ile ilgili ciddi endişelere sevketti. Bu konularda ciddi bilimsel araştırmalara yönelmek zorunda kaldılar. Gazetelerde aileyi kurtarmakla ilgili makaleler, yorumlar sıklaştı. Geçenlerde İngiliz Daily Mail gazetesinde boşanmaların artması ve ailenin çökmesi ile ilgili bir haber yayınlandı. Daily Mail gazetesinin bu haberine göre; günümüz kadını artık aileden, cinsellikten uzaklaşıyor. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki; modern kadının artık buna ayıracak zamanı yok. Bir kadın magazin dergisi olan Prima'nın araştırmasına göreyse; günümüzde, çalışan modern kadın yorucu geçen iş günü sonrası kocasına ayıracak vakit bulamıyor. Modern, kendi ayakları üzerinde duran kadınlar kendilerinde 'eş görevlerini' yerine getirmek zorunluluğu hissetmiyor. Prima dergisinin editörlerinden Maire Fahey, "40 ve 50'li yıllarda kadınlar kendilerini adeta eşlerinin ve ailelerinin mutluluklarına adamışlardı. Günümüzde ise, kadınların tek derdi; kariyerleri. İş hayatları, kariyer hırsları, özel ilişkilerinin önüne geçiyor" diyor. Bu da, erkeklerin gayri meşru arayışlarına, boşanmaların artmasına, ailenin çökmesine sebep oluyor. Pek çok araştırma gösteriyor ki; 50'li yıllarda mutlu aile tabloları vardı. 60'lı yıllarda cinsel devrim yaşandı ve kürtaj yasallaştı. 70'li yıllarda feminizm fikri giderek taraftar sayısını artırdı ve kadınlar erkeklerle eşit haklara sahip olabilmek ve ekonomik özgürlük için mücadele ettiler. O yıllarda kadınlarda evlilik yaşı ortalama 20 idi. 80'li yıllarda kariyere odaklı kadınların sayısı giderek arttı ve 90'lı yıllarda boşanma sayısı tavana vurdu. Son on yılda kadınların evlenme yaşı ortalama 27'ye çıktı. Cambridge Üniversitesi Sosyal Psikoloji uzmanlarından Dr. Terri Apter, "50'li ve 60'lı yıllarda yaşayan kadınlar hayatlarını dolduracak çok fazla şey bulamıyorlardı, fakat günümüz kadınlarının yapacak çok işi var. Boş vakitlerin giderek azalması, yüklerinin artması; iş hayatı kadınların cinsel hayatlarını ve aile düzenini olumsuz yönde etkiliyor" diyor. (SABAH, 30.08.2004) İngiltere'de, Bristol, Edinburg, Aberdeen ve Glasgow üniversitelerinden bilim adamlarının 30 yıl boyunca yaptığı araştırmanın sonuçlarına göre ise, zeki kadınlar yalnız kariyer için değil, ayrıca evlilik için de mücadele etmek zorunda... Çünkü erkekler, eş olarak kendilerinden daha az zeki, kariyer sahibi olmayan kadınları tercih ediyor. Araştırmaya göre, kariyer sahibi kadınlar evliliklerini sürdürmek için de özel çaba harcıyor. 900 kadın ve erkeğin 10 yaşında IQ'lerini ölçen ve 40'lı yaşlarına kadar hayatlarının nasıl geliştiğini izleyen bilim adamları, zeki birer öğrenci olan kız çocuklarının evlilik hayatlarında başarılı olamadıklarını ortaya koydu. (Milliyet, 4.1.2005) Her kurum gibi ailenin de olmazsa olmaz prensipleri var. Bunlara uyulmazsa aile ayakta kalamaz. Ayrıca aile başka kurumlara benzemez, yıkılınca tekrar inşa edilemez, giden geri gelmez.
.
Din sorgulanır hale getirildi
25 Mart 2005 01:00
Geçen hafta, televizyonlarda, gazetelerde tartışma konusu yapılan bir haber vardı: New York'ta bir kilisede ilahiyatçı bayan bir profesör, kadın erkek karışık cematin önüne geçip cuma namazı kıldırıyor. Sözde namaza başı, kolu açık kadınlar da katılıyor. Namaz sonrası yapılan açıklamada, "Bu olay, kadınlara yönelik eşitsizliğe dikkati çekmek için düzenlendi. İslam içerisinde haklarımız için duruyoruz. Artık daha fazla arka kapıları ve gölgelikleri kabul etmeyeceğiz" deniliyor. Geçen cuma akşama kadar, televizyonlarda bu rezaletin tartışması yapıldı. Onlar konuşur da bizim ilahiyatçılarımız konuşmaz mı, onlar da ahkam kestiler. Kimisi olur diyor, kimisi olmaz diyor; niçin olurdu niçin olmazdı konularının tartışıldığı bu olayda medyamıza epey renkli malzeme çıktı! Bu tartışmaları takip ederken meşhur misyoner ve iş adamı, Al Dobra'nın şu sözünü hatırladım. "Hedefimiz bir Müslümanı doğrudan dininden dördürmek değildir. Önce bir fitne tohumu ekeceğiz o çürüyecek, bir daha ekeceğiz o da çürüyecek, üçüncüsü çatlayıp filiz verecek. Bu filiz büyüyecek ve Müslümanlar dinlerini sorgulayacak hale gelecek. Bunu yaptığımız an, vazife yapılmış olacak..." Evet, bu duruma geldikten sonra bir şey yapmalarına gerek yok, Müslümanların kendi kendilerine verdikleri zarar yeter de artar bile. Al Dobra'nın bu sözü, her Müslümanın bilmesi ve çocuklarına öğretmesi gereken önemli bir tespit. Bugün bu hedefe varılmıştır. Misyonerler büyük bir başarı kazanmış olup, Müslümanları İslamiyeti sorgulama noktasına getirmişlerdir. Sorgulama ise şüphenin bir tezahürüdür. Ondört asırdan beri, dinde sorgulama diye bir şey yoktu. Çünkü din sorgulamaya değil, kesin şeksiz şüphesiz kabule dayanır. Ya kabul edersin veya etmezsin bu kişinin sorumluluğunda bir şeydir. Kabul ettikten sonra da, olduğu gibi inanmak zorundasın. İlave veya çıkarma yapmaya kalkarsan o ilahi din değil, senin düşüncen olur. Buna da din denilmez. Eskiden bu sorgulama sadece ilahiyatçılar arasında oluyordu. Son zamanlarda artık halka da bulaşmaya başladı bu hastalık. Her zararlı şey gibi, bu hastalığın mikrobu da bize Batı'dan geldi. Asr-ı saadetten beri güç kullanarak yıkamadıkları İslamiyeti, ancak içlerine mikrop salarak yıkabilecekleri düşüncesinin bir mahsulüdür bu tür olaylar ve tartışmalar. Mikrobun sağlam bedene zarar veremeyeceğini bildikleri için de, önce Müslümanları zaafa uğrattılar. Müslümanların en büyük zaafları da cahilliktir, dinin temel değerlerinin, esaslarının bilinmemesidir. Nitekim, hadis-i şerifte "Nerede ilim varsa, orada Müslümanlık vardır. Nerede ilim yoksa, orada kâfirlik vardır!"buyuruldu. Misyonerlerin önde gelen isimlerinden Zwemer, 1930'ların başında Kudüs'te Zeytindağı'nda toplanan misyonerler kongresinde yaptığı konuşmada, bunu açıkça göstermektedir: "Sizin göreviniz, Müslümanların Hıristiyan yapılması değildir. Asıl göreviniz Müslüman ülkelerdeki nesillerin dinini öğrenmesine mani olmaktır." Eğer İslamiyet, günümüze kadar bozulmadan, aslına uygun bir şekilde gelebilmişse bu ilim ile yani, İslamiyetin toplumun her kesimine özellikle gençlere, ilmihal ve fıkıh kitapları yolu ile öğretilmesi ve yaşatılması ile olmuştur. Çünkü, suyu kesilen değirmenden un beklemek akıl dışı bir bekleyiş olur. Din öğretilmezse, bugün New York'ta yapılan maskaralıklar, yarın ülkemizde ve diğer bütün İslam ülkelerinde hakim olur. İslamiyetin sadece adı kalır; İslam adına yapılanların gerçek İslam ile bir ilgisi kalmaz. Yapılmak istenen de zaten bu.
.
"Üçüncü Dalga" korkusu!
1 Temmuz 2005 01:00
Son yıllarda Batı'yı üçüncü büyük İslamî dalga korkusu sardı. AB ülkelerinin Türkiye'yi içlerine almada gösterdikleri direncin sebebi bu korku. Kendi bilim adamları tarafından yapılan araştırmalar sonunda hazırlanan rapora göre; birinci büyük dalga, Asr-ı saadet dediğimiz dört büyük halife zamanındaki dalga. Daha hazret-i Ömer devrinde İslamiyet; Arap Yarımadasından dışarı taşıp, Kuzey Afrika'dan Türkistan'a, Azerbaycan'dan Yemen'e kadar iki milyon kilometre karelik büyük bir alana yayılmıştı. Bu dalga, İslam âlemine sokulan fitnelerle, bozuk akımlarla durdurulmuş, uzun bir duraklamadan sonra, Osmanlılar zamanında tekrar ivme kazanmıştı. Batı'nın tespit ettiği ikinci büyük İslamî dalga işte budur. Osmanlılar, İslamın yayılmasına hız vererek Avrupa'nın içlerine, Viyana kapılarına kadar dayanmışlardı. Avrupa, tamamen İslamın kontrolüne girme tehlikesi ile karşı karşıya gelmişti. Osmanlının varlığını kendileri için büyük bir tehlike gören Batı, canhıraş bir gayretle öncelikle Osmanlı'yı Avrupa'dan atma ve sonra da tamamen yok etmeyi hedef aldı. İçeriden ve dışarıdan yaptığı yıkıcı faaliyetlerle buna mavaffak oldu. Onların hesabına göre, Osmanlı'nın yıkılmasıyla; hamiliğini yaptığı İslamiyet de yıkılacak, yok olacaktı. Fakat hesap tutmadı. 20. yüzyılda, komünizmin zulmünden, kapitalizmin acımasızlığından ve Hristiyanlığın içi boş, akla mantığa ters inancından dolayı dünyada, yeni bir inanç ve sistem arayışları baş gösterdi. Neticede insanlar İslama yönelmeye başladı. Batı, Müslümanları dinlerinden uzaklaştırmayı planlarken, kendi içlerinden, Hristiyanlardan da gayri ihtiyari bir İslam merakının uyandığının farkına vardı. Batı, önüne geçemediği bu yönelişe de üçüncü büyük İslamî dalga adını verdi. Batı'nın yeni planı, projesi muhakkak gerçekleşeceğine inandığı bu dalgayı kendi kontrolüne almaktır. Kendilerinin organize ettikleri, yönlendirdikleri sözde İslamî hareketler ile bu dalgayı kontrolleri altında tutmak. Bu proje kapsamında hiçbir masraftan da kaçınmıyorlar. Bu gaye için 2005 yılında ayırdıkları bütçe 10 milyar dolar! 23 İslam ülkesinde dağıtılacak para bu. Amaç, dizayn ettikleri dini kabul ettirmek. Yani dinde reforma, İslamın Protestanlaştırılmasına razı etmek. Nihai hedef ise; fıkhı, emir ve yasağı olmayan içi boşaltılmış bir İslam!.. US News&World Report'in haberine göre, İslâm dininde reform yaşanması için dünya çapında olağanüstü gayret gösterilmektedir. Bütçesi 21 milyar doları aşan Uluslararası Kalkınma Ajansı, bütçesinin yarıdan fazlasını 'İslâm dünyasına yardım' için kullanmaktadır. Bu kuruluş, 24 ülkede İslâmî radyo ve televizyon programlarına, dini okullara, İslâmî düşünce üretim kuruluşlarına, 'ılımlı İslâm'ı teşvik eden faaliyetlere mali yardım yapmaktadır. (Güler Kömürcü, Akşam, 3.6.2005) Bu maksatla, geçen nisan ayında, Katar'ın başkenti Doha'da yapılan toplantıda, kolay kolay bir araya getirilmesi zor 200 katılımcı bir araya getirildi. Burada, İslam ülkelerinden gelen temsilcilere, Batı'nın İslamî reformlardaki kararlılığı dile getirilerek aba altından sopa gösterildi. Ancak, onlar istemese de, İslamiyet varlığını sürdürecek. Nitekim ayet-i kerimde mealen "Onlar, Allahın nurunu söndürmeye yelteniyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de, Allah nurunu tamamlayacaktır"buyuruluyor. (61/ Peki bu durumda fert bazında bizim yapmamız gereken ne? Onların, reform yapıp bozmak istedikleri gerçek İslamı, klasik fıkıh ve ilmihal kitaplarından iyice öğrenmek ve yaşamak... Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29
.
Önce fıkıh bilgisi
2 Temmuz 2005 01:00
Öğrenilmesi farz veya vâcib olan fıkıh bilgilerini öğrenmemek büyük günâhtır. Bunun için eskiden bu bilgileri bilmeyenin, bilip de yapmayanın İslâmiyette şâhidliği kabûl edilmezdi. Kadı mahkemede şâhidlere i'tirâz olunduğu zaman, fıkıhtan sorardı. Bilemezse şahidliğini kabûl etmezdi. Dinimizde bilinmesi gereken din bilgilerini bilmek, öğrendikten sonra bildiği ile amel etmek çok önemlidir. Bunun için her Müslümanın bilmesi gereken hususları öğrenmesi şarttır. Kur'ân-ı kerîmden namaz kılacak kadar ezberlemek farzdır. Bunu öğrendikten sonra, fıkıh bilgilerinden farz-ı ayn olanları öğrenmek, Kur'ân-ı kerîmin fazlasını ezberlemekten daha iyidir. Çünkü, Kur'ân-ı kerîmi ezberlemek, hâfız olmak farz-ı kifâyedir. İbâdetler ve alışveriş için lâzım olan fıkıh bilgilerini öğrenmek ise farz-ı ayndır. Helâlden, harâmdan zaruri bilgileri ezberlemek lâzımdır. İlmihâllerdeki bilgilerin tamamını öğrenen kimse bu bilgileri öğrenmiş olur. Bunların bir kısmı farz-ı ayndır. Bir kısmı da farz-ı kifâyedir. Herkese, işine göre, lüzûmlu olanlar farz-ı ayn olur. Fakat hepsini öğrenmek, Kur'ân-ı kerîmi ezberlemekten daha iyidir. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde fıkıh ilmini övmektedir. Bir fıkıh âlimi, bin zâhidden daha kıymetlidir. Fıkıh bilgileri, ancak dört mezhebin âlimlerinden öğrenilir. Ehli sünnete göre dört mezhebden birinde bulunmayan fıkıh bilgisi ile amel etmek câiz değildir. Tefsîr ilminin kâideleri kurulmamış, kollara ayrılmamış, sonuna varılmamıştır. Her âyetin çok tefsîri vardır. Hepsini Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Önce, îmânı Ehl-i sünnet i'tikâdına uygun hale getirmelidir. Sonra farzları, harâmları öğrenmek farzdır. Bunları öğretmek ve kendine lâzım olandan başka fıkıh bilgilerini öğrenmek farz-ı kifâyedir. Fıkıh kitabı okuyanlar, müctehidlerin ömürlerini feda ederek, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkardıkları hazır hükümleri öğrenirler. Âyetten ve hadîsten hüküm çıkarmak ihtiyacından kurtulurlar. Zaten Hicrî dördüncü asırdan sonra, Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarabilen âlim kalmadı. Farz-ı kifâye olanları bilen, yapan var iken, bunları öğrenmek müstehab olur. Bunları yapmak nâfile ibâdet olur. Namaz kılacak kadar Kur'ân-ı kerîm ezberleyen kimsenin, boş zamanlarında daha çok ezberlemesi, nâfile namaz kılmasından daha çok sevâb olur. İbâdetlerinde ve günlük işlerinde lâzım olan fıkıh bilgilerini öğrenmesi ise, bundan daha çok sevâb olur. Lüzûmundan fazla fıkıh bilgilerini öğrenmek de, nâfile ibâdetlerden daha sevâbdır. Lüzûmundan fazla fıkıh bilgisi öğrenirken, tasavvuf bilgilerini ve âriflerin sözlerini ve hâl tercümelerini öğrenmesi de müstehab olur. Bunları okumak, kalbde ihlâsı artırır. Fıkıh bilgilerini, derin âlimler, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden çıkarmışlardır. Bunlar, ancak fıkıh kitaplarından ve fıkıh âlimlerinden öğrenilir. Farz-ı ayn olan fıkıh kitaplarını okumayı bırakıp, nâfile olan tefsîr okumak, câiz değildir. Zâten, müctehid olmayanların, tefsîrden fıkıh bilgisi öğrenmesi imkânsızdır. Cehenneme gidecekleri bildirilen yetmişiki fırkanın âlimleri, tefsîrlerden yanlış mana anladıkları için, sapıttılar. Âlimler sapıtınca, diğerlerinin tefsîrden ne anlayabileceğini düşünmeliyiz! Doğru yazılmış tefsîrleri okuyanlar, böyle felâkete düşerse, Seyid Kutup, Abduh, Ömer Rızâ vb. dinde reformcuların, mezhepsizlerin tefsîr adındaki kitaplarını okuyan acabâ ne olur? Bu büyük tehlikelerden kurtulmanın tek yolu, güvenilir kimselerin yazdığı ilmihal kitaplarından dinimizi öğrenmektir. Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29
.
Doğruları bildirmezlerse..."
26 Kasım 2005 01:00
Dört büyük halifenin üstünlüklerini bildiren hadis-i şerifler: "Ümmetim arasında bid'atler yayılıp, Eshâbım kötülendiği zaman, Âlimler üzerine lâzımdır ki, ilimlerini açıklasınlar, doğruyu bildirsinler. Eğer bildirmezler ise, Allahü teâlânın ve meleklerin la'neti onların üzerine olsun." Âlimlerin açıklayacağı ilim nedir, yâ Resûlallah, dediler. Buyurdu ki: "Doğru inancı açığa çıkarmak, Sahâbe-i güzînin fazîletlerini bildirmek. Tâ ki, bid'at fırkaları fırsat bulmayıp, benim ve Eshabımın inancı gâlib gelsin, kuvvetlensin." "Zaman ve mekândan mukaddes, kemiyyet ve keyfiyyetten münezzeh olan Allahü teâlâ, Ebû Bekir, Ömer, Osmân ve Alî'nin sevgisini sizin üzerinize farz etmiştir. Nasıl ki, namazı ve zekâtı, orucu ve haccı farz etmiştir. Nasıl ki, vücûdlarınız, namazın ve zekâtın ve orucun, haccın şerefi ile şereflenir ise, kalbleriniz de, Ebû Bekir, Ömer, Osmân ve Ali'nin (radıyallahü teâlâ anhüm) muhabbetleri ile süslenir, şerefli olur. Âgâh olunuz. Her kim benim ümmetimden, bedeni ile namaz kılar ve eliyle zekât verir ve ağzı ile oruç tutar ve ayağı ile hacca gider, Ebû Bekir, Ömer, Osmân ve Ali'yi kalbi ile dost edinir, o kimse, Allahü teâlâ huzurunda, Cebrâîl ve Mikâîl aleyhimesselâm gibidir. Her kim namaz kılar, zekât verir, oruç tutar ve hac eder ve lâkin, gönlü ile Ebû Bekir, Ömer, Osmân ve Ali'yi (radıyallahü teâlâ anhüm) sevmezse, o kimse, Allahü teâlâ dergâhında İblîs gibidir ve İblîs'ten kötü ve mel'ûndur." Eğer bir kimse, cehâlet ve tembellikten dolayı ömrü boyunca az ibâdet işlemiş olsa ve şartlarını tam yerine getirememiş olsa, kalbiyle bu dört serveri sevse, sonunda Firdevs-i alâya gelir. Eğer bir kimse Nûh ve Lokmân aleyhimesselâm hazretlerinin ömrü kadar yaşayıp, her sâatinde bir çeşit hizmet ve tâat işlese, kalbinde bu Çihâr yâr-i güzîne, bir zerre buğuz olsa, sonunda Lazy Cehenneminden başka yere gitmez. Sonunda, bin sene tâat ve ibâdet, bir zerre sevilenlere buğuz ile faydasız hâle gelip, Cehennemlik olur. Bin sene boyunca hatâ ve ma'siyyet işlese, bir zerre Çihâr yâr-i güzîne sevgi ile Cennetlik olur. Tabî'atiyle, ehl-i sünnet i'tikâdında olanların günâhından îmân ve tevhîd ve saadet kokusu gelir. Bid'at fırkasında olanların tâat ve ibâdetinden Küfür ve ilhâd ve şekâvet kokusu gelir. Ebû Bekr-i Sıddîk namaza benzer. Ömer-ül Fârûk zekâta benzer. Osmân-ı Zinnûreyn oruca benzer. Aliyyül Mürtedâ hacca benzer.
Şeytanın maskarası olmamak için
2 Aralık 2005 01:00
Dinimiz İslamiyyet, ilmi dâimâ medhetmiş, Müslümanları dâimâ ilme teşvik etmiştir. Zümer sûresi, dokuzuncu âyet-i kerîmesinde mealen, "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Bilen elbette kıymetlidir" buyurulmuştur. Peygamberimiz ise "İlim Çin'de bile olsa, gidin öğrenin." "Nerede ilim varsa, orada Müslümanlık vardır." "Kadın erkek her Müslümana ilim öğrenmek farzdır!" buyurmuştur. Kadın erkek herkesin her ilmi (örneğin, fizik, kimya, astronomi...) öğrenmesi mümkün olmadığına göre, bir Müslümanın hangi ilmi ne kadar ve hangi sıraya göre öğrenmesi gerekir? sorusu akla geliyor haliyle. Dinimize göre, öncelikle öğrenilmesi farz olan ilim, iman, itikat bilgileridir. Bundan sonra, fıkıh ve ahlâk bilgilerigelir. Bir kimse zaruri iman bilgilerini bilmiyorsa, inancında eksiklik varsa, yaptığı ibadetlerin bir faydası olmaz. İbadet bilgilerinde eksiklik varsa yaptığı ibadetler boşa gider. Bunun için kadın erkek herkesin bu bilgileri kendi ihtiyacı kadar öğrenmesi farzdır. Kitap okumayan, dinini öğrenmeyen câhil sofu, şeytanın maskarası olur. Bundan sonra, meslek ve fen bilgileri gelir. Bu bilgiler herkese farz değildir. Bu bilgileri de ihtiyacı olanın ihtiyaç miktarı kadarını öğrenmesi farzdır. Örneğin bir doktorun, doktorluk bilgilerini öğrenmesi farzdır. Bilgi eksikliğinden dolayı hastasına zarar vermişse, onun ölümüne sebep olmuşsa bundan mesul olur. İlim silah gibidir. Bu kadar önemli ve kıymetli olmasına rağmen kötü maksatla kullanıldığında ise o kadar çok zararlıdır. Çünkü ilim, kibir gibi kötü huylara da insanı sürükler. İlim, çok kıymetli olduğu için, ilim sâhibi kendini üstün ve şerefli sanır. Gurura, kibire kapılır. Bazılarının bilhassa ramazan aylarında din adamı diye ortaya çıkıp, kendine ve dine ne kadar zarar verdiklerini esefle görüyoruz. İlimden gayenin, maksadın ne olduğunu bilen gerçek âlim kendini bunlardan korumasını bilir. Çünkü, hakîkî ilim, insana aczini, kusûrunu ve Rabbinin büyüklüğünü, üstünlüğünü bildirir. Yaratanına karşı korkusunu ve mahlûklara karşı mütevâzı olmasını artırır. Kul haklarına önem verir. Böyle ilmi öğretmek ve öğrenmek farzdır. Gerçek ilim, ihlâs ile ibâdet etmeğe sebep olur. Amel ve ihlâs ile olmayan ilim zararlıdır. Hadîs-i şerîfte, "Allah için olmayan ilmin sâhibi Cehennemde ateşler üzerine oturtulacaktır"buyuruldu. Dini ilimlerde ilmi istismar etmek çok daha kötüdür. Bu hal, altın kaşıkla necâset yemeğe benzetilmiştir. Dîni dünya kazancına âlet edenler, din hırsızlarıdır. Hadîs-i şerîfte, "Din bilgilerini dünyalık ele geçirmek için edinenler, Cennetin kokusunu duymayacaklardır"buyuruldu. İlim sahipleri iki türlüdür. Hadîs-i şerîfte, "Bu ümmetin âlimleri iki türlü olacaktır: Birincileri, ilimleri ile insanlara faydalı olacaktır. Onlardan bir karşılık beklemeyeceklerdir. Böyle olan insana denizdeki balıklar ve yeryüzündeki hayvanlar ve havadaki kuşlar duâ edeceklerdir. İlmi başkalarına faydalı olmayan, ilmini dünyalık ele geçirmek için kullananlara kıyâmette Cehennem ateşinden yular vurulacaktır" buyuruldu. Diğer bir hadîs-i şerîfte, "Bir insan, yâ âlimdir, yâhut ilim öğrenmekte olan talebedir. Yâhut bunları sevmektedir. Bu üçünden başkaları ahırlarda uçan sinekler gibidir." ----- Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29
.
.
.
İmam yerine TV ekranı
20 Ocak 2006 01:00
Bugün, ABD'de bulunan Turan Yıldız kardeşimin üzüntüsünü sizlerle paylaşmak istiyorum. Değerli kardeşim mailinde üzüntüsünü şöyle dile getiriyor: "Mısır, Hindistan gibi bazı İslam ülkelerinde camilerde müezzin yerine merkezî sistemle ezan okunduğunu, imam yerine dev TV'ler koymaya başlandığını, merkezî sistem ile namaz kıldıran imama (TV'deki imama) uymaya başlandığını duymuştum. Hep korkarak aklımdan geçerdi, acaba bu yaygınlaşır biz de görür müyüz, şahit olur muyuz bu bid'atlere diye. Geçen Kurban Bayramı korktuğum başıma geldi. Başkent "Washington, DC" eyaletinin yanında "Maryland" eyaletinde bir Türk camisi var. Bu camide geçen Kurban Bayramında yeni bir karar alınıp TV ile namaz kılındı. İmamın namaz kıldırdığı mescide kamera sistemi yerleştirildi. Salı sabahı bayram namazı kılınırken, imam otomatik kameradan çekilip arka binadaki TV'den yayınlandı. Oradaki TV ekranı en öne konup, cemaat arkasında ona bakarak namazlarını kıldılar. Yani TV "imam" gibi en öndeydi ve arkada cemaat vardı. Bu olanlar başkent Washington, DC'de görev yapan Türk gazeteciler ve muhabirler tarafından Türkiye'de haberini yapmak için kayda da alındı. Maalesef her geçen gün buna benzer üzücü hadiselerle karşılaşarak âhir zamanda bulunduğumuzun bir defa daha farkına varıp böyle bid'atlere düşmediğim için kendimin ne kadar büyük bir nimet içinde bulunduğunu anladım. Bunda sizlerin ve tavsiye ettiğiniz kitapların büyük payı olduğunu da söylemek zorundayım. Cenâb-ı Hak hepimizi razı olduğu doğru yoldan ayırmasın, dinimizi bozmak isteyenlere de fırsat vermesin!" İşte sevgili kardeşimizin maili özetle böyle. Araba yoldan çıkınca nerede duracağı belli olmadığı gibi, insan da bid'at felaketine yakalanınca nerede duracağı belli olmuyor. İlk defa iyi niyetle ortaya atılan, ezanı hoparlör ile okuma bid'ati işi nerelere götürdü. Hoparlör önce minareden caminin içine indi, sonra da imamı caminin dışına attı. Merkezî ezan ile müezzinlere lüzum kalmadığı gibi bu gidişle merkezî "TV ekranlı" namaz ile imamlara da lüzum kalmayacak. Yerinde kullanmak kaydıyla tabii ki, teknolojiden istifade edilecek. Ancak teknolojinin de dinin de kendine mahsus kuralları vardır. Teknolojide, müspet ilimde değişme, gelişme esastır; dinde ise değişmemezlik esastır. Bu kurala uyulmazsa, mesela, esası değişmezlik olan din değiştirilmeye, teknolojiye, zamana uydurulmaya çalışılırsa örneğin imam yerine TV ekranı kullanılırsa işte yukarıda bahsettiğim garabetlikler ortaya çıkar. Din, din olmaktan çıkar, oyuncak haline gelir. Bunun için dinimiz, dinde değişiklik, dini tabirle "bid'at" üzerinde çok durmuştur. Peygamberimiz, "Her bid'at sapıklıktır ve her sapık da Cehennemdedir" buyurmuştur. Allahü teâlâ, kullarını, kendisini tanımaları ve ibâdet etmeleri için yarattı. İbadetin nasıl yapılacağını da Peygamberimiz vasıtasıyla kullarına bildirdi. Kullarına bırakmadı. Bir insan, kendi görüşü, anlayışı ile ibadet yaparsa, O'na kulluk yapmamış olur. Resûlullahın bildirdiklerinde eksik veya fazlalık bulmuş olur. Hâlbuki dinde eksiklik olmaz. Böyle yapılırsa daha iyi olur demek, Resûlullahın bildirdiğini beğenmemek olur. Hadis-i şerifte "İbadetleri bizim gibi yapmayan bizden değildir" buyuruldu. Bid'atin bir tehlikesi de tövbe etme durumu olmamasıdır. Çünkü, bu bid'ati iyi bildiği ve karşılığında sevap beklediği için tövbe etmek aklına gelmez. Bir hadîs-i şerîfte, "Bid'at sahibi, bid'atini terk etmedikçe, Allahü teâlâ ona tövbe etmesini nasîb etmez."buyuruldu. > Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29
.
.
.
|
Bugün 188 ziyaretçi (948 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|