 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
Saatler 12 Hazirana ayarlı
3 Ocak 2011 01:00
> Washington, DC 2011 miladi yılına girdik. Herkese başarı dolu, huzur dolu bir sene diliyoruz. Artık bütün Türkiye'de saatler 12 Hazirana ayarlı. Önümüzde şüpheli, sallantılı bir 12 ay mı var, yoksa her seneden farksız bir sene mi? Eskiden seçim yılı dendi mi işler durur, politika vaatler yağdırır, bürokrasi işlemez, vatandaş iş yaptıramaz, gecekondular alıp başını giderdi. Topyekûn önlenemezse de son 8 yılda bu manzara artık böyle değil. ABD'deyiz. Burada da 3 Kasımda senato yenileme ve temsilciler meclisi seçimi vardı... belediye seçimi yaşadık. Hayat aynen devam etti Amerika'da ne siyasi ve ne de mahalli seçimlerde miting, afiş, pankart, duvar, çevre ve ses kirliliği yaşanıyor. Bir yabancının seçim takvimini anlaması imkânsız. Sadece yol kenarlarında çimenlere küçük sac levhalar dikiliyor. Onlarda adayların adı var. Biz de artık birtakım kötü alışkanlıkları arkada bırakmalıyız. Hükümet, seçim süreci olmasına rağmen bütün hızıyla çalışmalı. Devlet çarkı hız kaybetmemeli. Bürokrasi ipe un sermemeli. Belediyeler rehavete düşmemeli. Fırsatçılar, orman yağmalayarak veya kaçak kat çıkarak yahut, yeşil alan gasbederek gayrimenkul talanı yapamamalı. Ve partiler, mutlaka vasıflı elemanları aday göstermeliler. Buraya gelen siyasi temsilcilerimiz, önce bizim gözümüzü doldurmalı. Dediğimiz gibi son 8 yıldaki seçimler farklı oldu. Yine bazı suiistimaller yaşandı ama önceki zamanlardaki kadar değil. Şimdi daha da ders almış olarak çok ciddi tedbirler koymalı. Disiplinler, çalışmalar gevşememeli. Şu reformlar durmamalı. İşler tavsarsa ne 2023 vizyonu ve ne de 2071 ufku yakalanabilir. Saatler, dakikalar, saniyeler 12 Hazirana ayarlı. Göreceksiniz ne kadar çabuk gelecek. Ne demişler? -Bir şeyin vukuu mutlaksa onu olmuş bil! Tutun ki yarın 12 Haziran. * HOCA Bu bir kitap adı. Birkaç gündür Gürkan Zengin'in bu eserini okuyorum. Hoca, Dışişleri Bakanı Prof. Ahmet Davutoğlu'nun hariciyedeki unvanı. Kitap bir Davutoğlu doktora çalışması gibi. Çok iyi takip edilmiş. Çok iyi gözlemlenmiş. Sık sık Hoca'nın kitabından, konuşmalarından aktarmalar yapılmakta. Heyecanla hatta soluk soluğa okunuyor. Bu kitabın BKY'de çıkmamış olmasına itiraf etmeliyim ki hayıflandım. Ülke olarak çok işler başardık, çok işler de başaracağız. Davutoğlu ile yıllar evvelinden paralel duruşlarla ufuklara bakmamız da bizi ayrıca memnun etmekte. HOCA'yı herkes acilen okumalı. Ahmet Davutoğlu, siyasette, hariciyede, dünyada bir abide şahsiyet ismi olmuştur. İşte ondan bir cümle: "Tek boyutlu, tek renkli düzenler yaşayamazlar. Zaten düzen dediğimiz şey birçok rengi bir araya getirdiğimizde bir anlam ifade eder. Öyle bir resim düşünün ki bir tek renkten ibaret olsun. Ya da öyle bir mimari düşünün ki tek bir motifle ortaya çıkartılmış olsun. Ya da bir kilim düşünün ki ikinci bir unsur barındırmasın. Düzen dediğiniz şeyde mutlaka farklılıklar olacak..." Hoca/Gürkan Zengin. İnkılap-201
.
CHP işte bunu müdafaa ediyor
4 Ocak 2011 01:00
Adalet Bakanlığı, hakim ve savcı adaylarını mesleğe başlatmadan evvel haklarında araştırmalar yaptırıyormuş. Bu araştırmada adayların içki ve kumar gibi kötü alışkanlıklarının olup olmadığı da araştırılıyormuş. Bunu bakan Sadullah Ergin de doğrulamış. Bakanın doğrulaması, Gürsel Tekin tarafından fişleme diye takdim edildi. Hani 28 Şubat ortamında laikçiler, hızlı çağdaşlar, dünyadan kopuklar kebapçılara kadar vatandaşı fişlediler ya! Bu kelimesiyle o çirkinliğe atıf yapılıyor. Devlete alınan her memur hakkında güvenlik soruşturması yapılır. En sıradan bir memur için bile soruşturma yapılıyorsa hakim ve savcı için mutlaka yapılacak. Adalet dağıtma sorumluluğunu teslim edeceğiniz insanlar ahlaksız olmamalı, bölücü olmamalı, mazisi bozuk olmamalı. Ve tabiatiyle alkol düşkünü ve kumar müptelası olmamalı. Buna hayır diyecek bir Allah kulu olabilir mi? Evet, varmış. CHP'li Gürsel Tekin, kumar ve içki kişinin sosyal hayatıyla alakalı davranışlardır, bakanlık buna ne karışır? Bu uygulama kafalarının arkasındaki gizli gündemi ortaya çıkarmıştır yollu şeyler söyledi. Bu ne demektir? Bu sözler, kumarı ve içkiyi müdafaa etmektedir. Ey CHP! Yanlış yoldasın. Sen ne zaman bu milleti tanıyacaksın?Kadroların hayli değişti. Fakat zihniyetin tek parti aşısını aynen korumakta. Sen ne zaman adın halk olduğu halde bu halk gibi düşüneceksin? Gürsel Tekin, bu sözleri sarf ederken kulaklarıma inanamadım. İktidarı tenkit et, bakanlığa ne diyeceksen de ama dediklerinin iler-tutar bir yanı olsun. Kumarı ve içkiyi nasıl ve niçin ve kimin adına müdafaa ediyorsun? Şayet Adalet Bakanlığı, adayların trafik kurallarına uyarak araba kullanıp kullanmadıklarını, borçlarına sadakat gösterip göstermediklerini, bara pavyona ve benzeri yerlere gidip gitmediklerini araştırsaydı onlar da fişleme mi olacaktı? Kaç kere yazıp söyledik. İcranın her tasarrufuna karşı çıkmak muhalefet değildir. Köprülerin altından çok sular aktı. Bugünkü seçmen siyasetçinin her dediğini aynen kabul etmiyor. Bugünkü seçmen meclisteki rakiplerinizden daha dikkatli şekilde sözlerinizi ölçüp tartmakta. İşte şimdiden söylüyoruz, aile hayatımıza, cemiyet yapımıza, dini hükümlerimize aykırı bir şekilde içki kumar savunuculuğu yapan bir parti umduğu oyu alamaz. Alacağınız yine bir mezhep gibi taassupla CHP'ye bağlı insanların oyudur. Bir savcı veya hakim akşamın ilk saatlerinde alkol alacak, daha ilerleyen saatlerde kumar oynayacak, geç saatlerde zamparalık yapacak, sabah da bulanık kafa ve bozuk halle kürsüde hüküm verecek! Bugün herkes sosyal hayatın ne olup olmadığını gayet iyi bilmekte. Kime niçin oy verilip verilmeyeceğini de! Adalet Bakanlığı çok iyi yapmış.
.
Kanuni'nin seyisi
5 Ocak 2011 01:00
Zigetvar Muharebesinin tarihi 1566'dır. Bu, Kanuni Sultan Süleyman'ın son seferidir. Macar devleti, 1994'te işbu harbin cereyan ettiği sahayı Kanuni Sultan Süleyman'ın 500. doğum yılında adına tanzim ederek Hükümdarımızın büstünü dikmiş ve açılışa TC Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'i de davet etmişti. Türk-Macar Dostluk Parkı adı verilen bu sahaya Orta Anadolu'dan 82 ton taş getirtilmiş ve Türk işçiler tarafından işlenmişti. Türkiye'de dökülen bronz büstün ağırlığı ise 82 tondur. Çevre, Süleymaniye Camii çinilerinden aşk yansımaları taşımaktadır Avrupalıların Muhteşem Süleyman dedikleri Hakan-Halife, Zigetvar seferinde, kuşatma devam ederken 71 yaşında olduğu halde şehit olmuş, şahadet, Otağı Hümayun imkanıyla devlet geleneği gereği askerden saklanmış, fakat kale yine de fethedilmiştir. Aynı ordu, aynı padişah kumandasında daha evvel 1526'da da Mohaç'ta Macar ordusunu iki saat içinde imha etmişti... Vatanına giren, ordusunu imha eden, 152 sene o memlekete hakim olan bir milletin Hükümdarı için bunlara maruz kalmış bir devlet, neden şükran nişanesi olarak milli park düzenlesin, devasa büst diksin ve açılışa devlet reisimizi davet etsin? Bunun sebebi şudur? Macarlar, araştırma yapmışlar. Peşinde oldukları cevap şudur? 'Türkler, bu 152 sene içinde ne götürmüşler, ne getirmişler?' Yapılan araştırmaya göre biz oraya 3 götürmüş, bir getirmişiz. Bu kadar da değil. Dillerine, örflerine, ananelerine dokunmamışız. Bu sebeple Macar yönetimi şu hükme varmış: 'O gün Osmanlı Türkleri gelmeseydi, Almanlar gelecekti. Eğer, Almanlar gelse ve bir buçuk asır gibi bir zaman kalsalardı bizi asimile ederlerdi. O takdirde yeryüzünde Macar milleti diye bir millet ve Macar devleti diye bir devlet kalmazdı...' Zira aynı millet, yirminci asrın üç çeyreğini SSCB boyunduruğunda geçirdi. Ufacık bir hürriyet isteği karşısında gençleri 1956'da Rus tankları tarafından hunharca katledildi. O tarihte Macar milliyetçileri dünyaya Macarca bir cümle öğrettiler 'nem nem şu! Hayır hayır asla!..' Yabancılara karşı 'hayır hayır asla!' diyenler, Sultan'ül Berreyn/Karaların Sultanı, Hakan'ül Bahreyn/Denizlerin Hakanı, Hulefa-yi Ruyi Zemin/Dünya Müslümanlarının Halifesi ve Zıllullahi Fi'lard/Allah'ın yerküredeki gölgesi unvanlarının sahibi Sultan ibni's Sultan/Sultanoğlu Sultan bir Cihan Padişahı'na karşı böylesine bir asalet sergilemişti. Macar gündeminin temel unsurlarından Kanuni'nin, onların dilindeki adı 'Kahraman Düşman'dır. Bu bir şanlı ifadedir... 'Düşman!' Diyenlerin hayran olduğu Padişah'ı üzerinde hakkı bulunan nesiller, sıradan bir film malzemesi, bir reyting sebebi gibi görüyorlar. Aynı zamanda 'Muhibbi' imalı bir koca divan sahibi olan büyük Padişah, şu günlerde bir dizi film dolayısıyla yoğun şekilde konuşulmakta. Gençler dizinin tanıtım parçasından hareketle ateş püskürüyorlar. Biz de parçayı/fragmanı birkaç kere seyrettik, hakkında yazılanları okuduk. Tafsilata girmeden evvel şu kadarını söyleyebiliriz: Kanuni rolüne çıkartılan oyuncu olsa olsa Kanuni'nin seyisi rolüne çıkartılabilirdi. Daha esas karakter yerine oturmamış ki ortaya bir eser çıksın. * Yarın: BİR REKLAMA ALET OLMAK!
.
Bir reklama alet olmak
6 Ocak 2011 01:00
İnternet, Kanuni Sultan Süleyman ve asrını konu alan dizi film aleyhine çağrılarla kaynıyor. Şikâyet için RTÜK ve TV şirketinin telefonları veriliyor, aleyhte yazılar yayınlanıyor. Diğer taraftan televizyonlarda tarihçiler konuşuyorlar. Herhalde kanaat önderleri de düşüncelerini dile getireceklerdir. Parça, bütüne dair her şeyi söyler. 'Fragman' denen parça da o filmin en dikkat çekici sahneleri olduğuna göre üzerinde konuşmak pekâlâ mümkün. Şunu teslim etmek lazım. Tarihî film çekmek kolay değildir. Kıyafet, mekan, dil gibi mecburiyetler vardır. Hele bir de savaş sahneleri mevcutsa iş daha zorlaşır. Kanuni gibi zirve bir padişahla muhteşem yüzyılını sinema diliyle bugüne aktarmak ise hiç kolay değil. Çok kaliteli bir senarist ekibi, fevkalade tarih danışmanları, iyi yetişmiş oyuncular ve yüksek bir bütçe gerekir. Şimdi bunu okuyan yapımcılar diyecekler ki 'fakat bu bir TV dizisi.' Doğru, lakin o dizi ile en çok seyredilen saatlerde milyonlara eksik, yanlış, bozuk, hatalı bilgi verilmekte. Bu topraklarda bir asırdır tarih ders kitaplarında Osmanlıya yapılmadık iftira bırakılmadı. Yalan yanlış bir harem efsanesiyle nesiller kandırıldı, nesiller kendi geçmişlerine yan gözle bakar hale getirildi. Din ve tarih hakkında kitap yazmak, film yapmak son derecede veballi ve son derecede sorumluluk isteyen çalışmalardır. RTÜK ne yapabilir? Yasaklamaya kalkışsa adı sansürcüye çıkar. Orada da kalınmaz, siyasi iradeye veryansın edilir. Şunu bile düşünmüyor değiliz. İnternetteki protestolar kasten başlatılmış olabilir. Bizatihi işin sahipleri bunu yapmış olabilirler. Müthiş bir reklam olmakta. Fragman bin kat fazlasıyla seyredildi. Bu sebeple öfkelenip sağa-sola koşanlar dolaylı olarak muhalifi oldukları zihniyete hizmet ediyorlar dersek kimse şaşırmasın. Hiç fark etmeden bir reklama alet olmuş olabilirsiniz. Çare bu değildir. Bunun çaresi dinine, diline, tarihine, milliyetine bağlı, sinema sanatını evrensel değerlerde kavramış, dünyayı bilen, temsil kabiliyetine sahip vasıflı, senaristler, yönetmenler yetiştirmek ve var olanlara sahip çıkmaktır. Tabii onlardan evvel de tarihçiler ve romancılar gelir. Yoksa Kanuni değil O'nun ancak seyisi rolünde oyunculuk yapacak kimselerin ucuz şöhretlerinden istifadeyle çevrilmiş dizilerle toz kondurmadığın isimler hovarda olarak gösterilir sen de bağırdığın çağırdığınla kalırsın. Neyse ki yapılan dizi film devam edecek kalitede değil. Bir zaman sonra yarıda kesileceğine eminiz. Gelin şu şerden birkaç hayır çıkartalım. 1-Değerlerimize sahip çıkmayı herkesten rica ediyorum, lütfen sosyal liseler açın. 2-Yerli değerlere bağlı senarist ve yönetmenlere sahip çıkın. 3-Televizyonu ve sinemayı yeniden keşfedin. 4-Eli kalem tutan insanları fark edin. 5-Bu alanlarda milyon liralarda ödüller koyun. 6- Bildiğiniz tek şey tepki ve öfke olmasın. Siz eser verin, başkaları sizin yaptıklarınıza tepki göstersin. 7- Bu dünyada bir borcunuzun olduğunu unutmayın. 8-Bu sebeple söyleyecek sözünüz olsun. 9-Kendinizden razı olma
.
Bir Allah dostu dedi ki...
7 Ocak 2011 01:00
İnsanın yazdığından çok yazamadığı, dediğinden çok diyemediği kendinde kalıyor. O bir yüktür, o belki de bir azaptır. Yazmak paylaşmaktır, anlatmak bölüşmektir vebalden kurtulmaktır. Karşınızda aç bir insan olsa elinizde de bir ekmek bulunsa o ekmeği bir başınıza yiyemezsiniz. Onun için bilgiyi kendine saklamak mümkün değildir. Fakat her malumatı her yerde ulu orta yazmak veya konuşmak da fitneye, bozgunculuğa yol açabilir. Şimdi diyeceklerimiz ancak birer imadır, belki de bir rüyadan sahneler, anlayan anlar. Yeryüzünün en mukaddes beldelerinde, feyz ve nur kaynağında, Sevgili Peygamberimiz'in -aleyhisselam- muhteşem huzurlarında bir Allah dostu dedi ki: "Eshabı Kiram'dan sonra İslamiyet'e en büyük hizmeti Osmanlılar yapmışlardır." Bunu daha evvel de işitmiş olabilirsiniz. Bu hüküm, esas itibariyle yirminci asrın kutup yıldızı büyük mürşid Abdülhakimi Arvasi'ye -himmeti hazır olsun- aittir. Sohbetinde olduğumuz şefkat dolu güzel insan da onu naklediyor. Allah dostu, Resulullah divanesi o ağabey, soyunun bütün asaletiyle anlatmaya devam ediyor. Hem sofrası, hem sohbeti zengin. "Şu an, yeryüzünde İslamiyet'in en iyi yaşandığı yer Türkiye'dir!.." Bu şerefli cümleyi ümit etmek isteriz ki bir gün Türkiye'nin bütün giriş kapılarına altından harflerle yazarlar. Bu hakikatte acaba şu keyfiyetin payı olamaz mı? On sekiz bin âlemin Sultanının ve O'nun kara sevdalısı arkadaşlarının iz ve hatıraları artık yalnızca ve yalnızca Dar'ül Hilafe'de yani İstanbul'da ve aziz Anadolu'dadır. Topkapı Sarayı/Sarayı Cedid, bugün de 24 saat hafızlar eşliğinde o emanetleri ululamaktadırlar. Mübarek dişleri, mübarek sakallarından nur taneleri, hırkaları ve diğer emanet-i mukaddeseleriyle Halifelerine ve arkadaşlarına mahsus iz ve eserlerin hemen hepsi Türkiye'de. Onların Yavuz Sultan Selim Han-ı Evvel, tarafından bu topraklara getirilmesi hiç şüphesiz ki Padişahımız Efendimiz'in bir kerametidir. Aksi halde her mukaddese muğber olanlar, onları da yok ederlerdi. Yine o Allah dostu dedi ki... veya şu mealde dedi ki: "Bazıları vardır ki şekline baktığınızda ne iyi Müslüman diye kanarsınız, ama onlar, Allah ve Resulü'ne düşmandır, onlar İslamiyete düşmandır!.." İngiliz, yaman ustadır. Yetiştirdi mi tam yetiştirir. Allah dostu dedi ki: "Yeryüzünde öyle yerler vardır ki kutsaldır, kutsalda emsalsizdir, ancak, bugün oralarda Lut aleyhisselam devri dahil hiçbir devirde olmadığı kadar ahlaksızlık yaşamaktadır..." Ve dedi ki... Ve o sözü diyerek öyle çarpıcı bir tablo çizdi ki... İşte aynen aktarıyorum: "Beeen, o Sultanahmet Camii'ne girerken çantasını açıp örtüsünü çıkartarak başını örten, tırnakları ojeli o kadının tırnağındaki ojeye kurban olayııım, çünkü ooo, orayaaa kendi isteği ile giriyor!.." Cop ve ihlas farkı!.. Yetmez mi? Akıllılara lafın tamamı anlatılmaz. Bizim yârenlerimiz, hem akıllı ve hem de âriftir, ve's selam!
.
Yargı çıkmazda
10 Ocak 2011 01:00
> Washington, DC Genel seçimler öncesi yapılan tahliyeler şüpheyle karşılandı... dalet tevzii, devlet olmanın şartlarındandır. Hazreti Ömer'in o meşhur 'adalet mülkün temelidir' tesbitleri, adalet olmazsa devlet çöker demektir. Mülk, millet, bayrak, akçe, adalet. Devlet, bu beş temel üzerinde yükselir. Her ne sebeple olursa olsun devlet, adaletten vazgeçemez. Devlet, polis copu değil, hukuk terazisidir. Adalet nedir? Hakkın teslimidir. Bu sebeple mahkemeler vardır. Mahkeme, 'devlet' adlı her siyasi teşkilatta mevcuttur. Devlet, icap ettiğinde müeyyide de uygular. Trafik cezası da müebbed hapis de devletin tasarrufudur. Mahkemeler, ya mahalli mahkemeler ve yüksek yargı diye iki kademeli veya mahalli mahkemeler, istinaf mahkemeleri ve yüksek yargı diye üç kademelidir. Osmanlı devlet hayatımızda ve bugünkü ABD'de üçlü sistem mevcuttur. Bizde ise ikili yapı var. Nihayet bu yapı çıkmaza girdi. Yargının bu kadar tartışılması çıkmazın adıdır. Bu noktaya nasıl gelindi? Hikâye uzun... -Senden yardım umar her düşen dara! Bu niyaz, malum bir marşın sözleridir. Bu söz ancak "tanrısallaştırılmış" bir kudrete karşı diz çökülerek söylenir. Resmî ideoloji sadece: -Kâbe Arab'ın olsun, Çankaya bize yeter! Demekle kalmamıştır. O, Ankara'ya da böylesine bir "tanrısal güç" imajı yüklemişti. Her şeye yetince hâliyle her derdin dermanı olarak görülmüştür. Tayin, nakil, terfi, işe kabul ve bir beşer için ne lazımsa Ankara'ya taşındığı gibi davalar da 1923'ten bu yana oraya taşınmaktadır. Harç arabasında nakledilenler işte bu dosyalardır. Takriben yüzde 95 dava Ankara'ya yollanıyor. Doğru ve hızlı karar vermek için bir değil, 10 Yargıtay olsa yetişemezdi. Nitekim yetişemedi. Adalet, mahzenlerde küflendi. Halbuki vaktinde dağıtılmayan adalet, adalet değildir. Sanık, kim olursa olsun, suç ne olursa olsun, tutukluluk süresi seneleri bulamaz. Aslolan tutukluluk değildir. Kaçma ve delilleri tahrif etme gibi ihtimaller kuvvetliyse tutuklama kararı verilir. 5-10-15 yıl tutukluluk olur mu? 3, bilemediniz 6 ayı geçen her tutukluluk insana kötülüktür. Yargıtay da uygulamadan şikâyetçi. Öyleyse neden yeni daireler açılmasına karşı? Kadrolar, yetmediğine göre neden takviye kadrolara hayır diyorsunuz? Temyiz Mahkemesi sözcülerinin, yük fazlalığı ve kadro azlığından şikâyet edip yeni daireler açılmasına itiraz etmelerini anlamak mümkün değildir. Aslında bu tedbirler de kafi değil. Çareyi çok yazdık. Bir cümle ile tekrar etmek gerekirse şöyle diyebiliriz. -Bazı ihtilaflar, nüfus idareleri, noterler, yeminli avukatlık büroları ve yeminli mali müşavirlik bürolarında halledilmelidir. -İstinaf mahkemeleri elzemdir. Yargıtay'a sadece belli süre ve ceza şartıyla sınırlanmış dosyalar gidebilmelidir. Tutukluluk, makul sürelere çekilmelidir. Bunları yazdık diye de hakkımızda yine dava açılır mı acaba? Mahzenler dosya almıyor, politik atışma yerine işinize bakmalısınız, bir dava bir ömür sürmez, vatandaş mağdur şeklindeki yorumlarımız hakaret sayıldı. Halbuki biz aynı zamanda hukukçuyuz. Okunup istifade edileceğine hakkımızda birçok davalar açıldı. Ama ne yapalım ki dünya dönüyor! Zaman kimi haklı çıkardı? Akıl için yol birdir. Öyle ise akıl niye firarda?
.
Bu alınganlık bitsin artık
11 Ocak 2011 01:00
'Alınganlık' dedik ama bu yorumu okuyunca siz, pekâlâ başka bir şey de diyebilirsiniz. ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi, görevinin bitmesine çok az bir zaman kala kelimenin tam manasıyla şov yaptı. 'Ermeni soykırım iddiası tanınsın diye Kongre'ye getireceğim' diye tutturdu. Delinin zoru mu vardı? Hayır, hesabı vardı. Dünkü Mütevazı Türkiye'nin en zor zamanlarında bile bunu yapamamışken şimdi Büyük Türkiye'nin Bölgesel Süper Güç'lüğünü tescil ederek kendi pozisyonunu koruma peşindeki bir Amerika'nın böyle bir densizliğe geçit vermesi mümkün müydü? Asla! Şu var ki adı geçen bir politikacıdır. Ucuz politik işportacılık her yerde olduğu gibi Washington'da da yapılır. Bayanın sevdasında olduğu Ermeniler değildi. O, kendi postunun derdindeydi. Nitekim ne oldu? Her seferinde yapıldığı gibi birçok diplomatik bağırtı-çağırtıdan sonra balon söndü, sahne ışıkları karardı, Pelosi aşağı indi. Bir parlamenterin sıradan şovu ülkemiz ve onun kurumlarını hayli rahatsız etmişti. Halbuki bu psikolojiyi artık çoktan arkada bırakmalıyız. Muhataplarımıza Türklerin, Ermeni teb'aya jenosit uygulamadığına dair masaya konabilecek bütün delilleri getirdik. Daha başka ne yapabiliriz? Şayet karşınızdaki sizi peşinen mahkum etmişse ne her hüccet/delil gösterseniz nafiledir. Ne derseniz deyiniz, ne söylerseniz söyleyiniz faydası olmaz. O halde, üslup değiştirmek, tavır değiştirmek zorundayız. Şunu soralım: -Ne diyorsunuz? -Soykırım yapıldı? -Öyle ise isbat edin! Hukukun temel kaidesidir ki iddiayı isbat etmek müddeiye/iddia sahibine düşer. Biz yapmadık dedikçe üstümüze geldiniz. Sabrımız, aczimize yoruldu. Tarihin bir döneminde yaşananlar, sadece bir ırka ziyan vermedi. Bir mecburi tehcir tasarrufunun sahibi İttihad ve Terakki iktidarı, Türklere, Müslümanlara da bir imparatorluğu kaybettirdi. Bahsedilen kavga, devrin müsavi/eşit unsurları, aynı haklara sahip teb'ası arasında cereyan etmiştir. Bu sebeple dileyen dilediği tasarıyı dilediği yerde kabul edebilir. Ama o kabullerle bütün köprüler atılır. O kabulü yapanların adı silinmez mürekkeple yazılacak deftere yazılır. Bu hasmane tutumu gösterenlerin cemaziyel evveli araştırılıp dünya gündemine mal edilir! Bir de böyle densin bakalım neler oluyor? Zor, oyunu bozar. Bundan böyle köşeye sıkışmışlıktan kurtulup meydana hakim olmalı. Hatta şu bile denebilir. 'Türkiye, bugün Ergenekon davalarıyla bir anlamda bir zihniyeti yargılıyor. Siz ne yapıyorsunuz?' Bunları söyleyebilmek için kendinden emin olmak, tarihi olanca şuur ve tafsilatıyla bilmek şarttır. Üç çeyrek asırdan fazla zaman Ermeni ve Kıbrıs meselesiyle ziyan oldu. Fason ihtilaflarla zamanımız katledildi. Ne biz ve ne de Ermeni ve Rumlar kazançlı çıktık. Aynı kaderin etkisindeki bölge halkına aynı acılar yaşatıldı. Bu fason uyuşmazlıkların önümüzdeki hedeflere göre küçük işler olduğunu görebilmeliyiz. Bunlar, büyük bütünün içinde sadece mühim iki parçadır. İkisi de müdafaaya dönük. Oysa bizim yeni zamanlar hamlelerine ihtiyacımız var. Artık o hain düşmanların dört bir yandan bize saldıracağına dair hayaller bir daha yaşanmamalı. İmamı Rabbani Hazretleri ne diyorlar? -İş budur, bundan başkası hiçtir. * Yarın: PAPANDREU NE KADAR HAKSIZDI?
.
Papandreu ne kadar haksızdı?
12 Ocak 2011 01:00
2011 Üniversitelerarası Kış Olimpiyatları Erzurum'da yapılacak. Bu maksatla şehre çok tesisler kuruldu. Onlar, şüphesiz bir etkinlikle ömrünü tamamlamayacaktır. Başbakan, uluslararası kış olimpiyatlarını da buraya çekmeye çalışacağız dedi. Erzurum'a Davos benzetmesi yapıldı. Kalkınmamızın kalıcı olması için üç markayı mutlaka oluşturmamız lazım, diyoruz. Marka insan, marka şirket ve marka şehir. Şimdi Erzurum da markalaşıyor. Önceleri marka değil miydi? O da başkaları da yurt içi markalarımızdı. Erzurum bir şenliğin eşiğinde. O şenlik öncesinde bir komşu Başbakan da Türkiye Başbakanını yalnız bırakmadı. Komşu Başbakan bizim Yorgo idi. Elin adamı nereden bizim Yorgo oluyor? Son senelerde Türkiye'nin kazandığı dostlar içinde ikisi şaşırtıcıdır: Beşar Esat ve Yorgo Papandreu. Her ikisinin de babası şiddetle Türkiye muhalifi idiler. Ama her ikisinin de oğlu âdeta bizden biri oldu. Suriye, bugün yeniden Osmanlı'nın Şam-ı şerifidir. Selanik, Adalar ve Atina da o yolda. Bu sebeple onlar artık bizim Beşar ve bizim Yorgo'dur. Bizlere hep Batı Trakya'daki Yunan zulmünden söz edildi. Fakat bizdeki Rum vakıflarının yıkılmakta olduğu gözlerden kaçırıldı. Haksızlıklar karşılıklı olarak dile getirilince durumlar düzeldi. Komşu komşuya muhtaçtır. Bunu zelzeleler ve dış tehditler bir kere daha belletti. Yunanistan, Marmara depreminde bize, biz onların depreminde oraya koştuk. Suriye, süper güç tarafından ezilmek istenirken de biz kalkan olduk. Bunlar düşmanlık putlarının devrilmesinde ilk adımlar oldu. Türk Başbakanı, Erzurum'da Yunan Başbakanı'na dostum derken O, bir adım daha ileri giderek kardeşim dedi. Bunlar yaşanırken Erzurum'da aniden bir diplomatik kriz patladı. Bizim Yorgo, Büyükelçiler toplantısında elin Yorgosu gibi konuştu. Türk askerinin Kıbrıs'taki işgali devam ettikçe AB'ye girmeniz biraz zor dedi. Başbakan Erdoğan derhal gerekli cevabı verdi. Sonra Yunan Başbakanı sözlerimin böyle anlaşılmasını istemezdim diye bir bakıma tashih yaptı bir bakıma özür diledi. Peki, her şey yolunda giderken, Erzurum'dan sonra daha bir yakınlaşma beklerken Papandreu neden bu sözü etti? Unutmayalım, adı geçen zat, bir devletin Başbakanıdır. O'nu resmen davet etmişken misafirinizin konuşması sırasında jetleriniz Ege üzerinde gövde gösterisi yapar da o Başbakan da bunu sineye çekerse O'nun ülkesindeki adı satılmış olurdu. Keza hangi mecburiyetten olursa olsun bir Başbakan, misafir olmasına rağmen böylesine bir fütursuzluk yaptığında Türk Başbakanı, ona cevabını vermeseydi şafağı söken seçimlerde çok ciddi kan kaybına uğrardı. Yani? Türkiye ile Yunanistan dost olsun istenmiyor. Bunun için ince taktiklerle iki Başbakan kapıştırılmak istendi. Şimdi o sorunun zamanıdır? Kim bu jetleri uçuruyor? Cumhurbaşkanı Diyarbakır'a gidince jetler havalandı. Başbakanlar kol kola Erzurum'a girince jetler uçtu. Bunun hesabını kim verecek?
.
Osmanlıca meselesi
14 Ocak 2011 01:00
Kendi medeniyetimizle yüzleşmenin sancılarını yaşıyoruz. Tezatlar devam etmekte. Bir tarafta bölgesinin süper gücü olan bir devlet, bir tarafta bu devlette görülen şaşılası kavgalar. Bir tarafta siyasi üst yapı hareketleriyle kendi eksenine dönüş, diğer taraftan televizyonları esir almış dizilerin hiçbir gücün bugüne kadar tahrip edemediği kadar aileyi yıkıma uğratması. Bizim tarihimizde İslamcılık yoktur. Fakat saf, tertemiz Müslümanlık vardır. Osmanlıcılık da yoktur. 1299'dan -hatta- bugüne dek bu halk, Osmanlıdır. Osmanlıcılığı ise bilmez. Teb'anın Türk unsuru en duru şekliyle hep Türklüğünü yaşadı, Türkçülüğü ise aklına bile getirmedi. İslamcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük yerli halkın değil, yabancı yönlendirmesindeki münevverin çare arayışıdır. Fransız ihtilali olmuş. Dünya, imparatorluk hayatlarından milli devletlere doğru kaymaktadır. Osmanlı, 19. Asra tahammül azaplarındadır. Sunulan modeller, işte asrın zelzelesine karşı ayakta kalabilme arayışlarıdır. Bu teklifler tutmamıştır. Yalnızca Türkçülükten bazı bölümler tatbik edilmişse de o bir dünya görüşü halinde devlet hayatına da millet hayatına da girmemiş, dahası faydadan ziyade ayrışmalara yol açmıştır. O arayışlar 19. Asırda yaralı devin rüyalarıydı. Aynı dev şimdi de rüya görmekte. 19. Asrın rüyası mevcudu elde tutabilmek içindi. 21. Asrın rüyası, haklarım neden gasbedildi? Sorgulaması. Şair, yarım asrı aşkın biz zaman önce 'Sen bir devsin, yükü ağırdır devin' derken bugünlerin habercisidir. Dev olduğunu unutanlar 'kalk ayağa dimdik doğrul ve sevin!' müjdesini kavrayamazlardı. O dev, bugün bir bakıma hazırlıksız yakalanmıştır. Çünkü dev yanlış yuvalarda uykuya yatırılmıştı. Önce kendi kimliğini tanıyamadı. Ufak bir kıpırtı ile tren yeniden rayına oturdu. Hacda Osmanlıdan kalan yegane eser Medine Tren İstasyonunu gezerken bir arkadaş şöyle dedi: Bu defa buralara hızlı trenle geleceğiz. Hicaz Demiryolu da Bağdat Demiryolu gibi Sultan Abdülhamid'in eseridir. O, projesini ortaya koyarken düveli muazzama bıyık altından gülmüşlerdi. İnanmadılar. Şimdi de gelinen noktaya inanamıyorlar. Bu devlet, sadece 30 sene evvel 70 Cente muhtaçtı. Hızlı tren gibi bir proje daha var, Özal'ın Barış Suyu Projesi. Bunun unutulmaması ve hayata geçmesi lazım. Hızlı Tren, Barış Suyu Projesi, vizesiz hudutlar. Bunlar, Osmanlı Milletler Topluluğu'nun inşası, 2023 Büyük Türkiye'sine hazırlanan ülkemizin önündeki büyüme gömlekleridir. 2023 Bölgesel Süper Güç takvimidir. Süper Güç/Cihan Devleti olma tarihi 2071'dir. Bütün bunlar yoluna girerken mazi ile köprülerin sağlamlaştırılması gerekir. Kendi gençliğimiz, kendi mazisini keşfetme zorundadır. Çünkü ona çok uzun zamandır öğretilenlerin bir kısmı asılsız. Yabancı diller dış dünya ve yarınki dünya ile irtibat için. Osmanlı Türkçesi ise mazi ile sağlam bağlar kurmak adına elzem. Orta dereceli okullara Osmanlıca dersi konması, bir ideolojik çıkış, bir Osmanlıcılık değil, devletin bekası adına zarurettir. Osmanlıca bilmek günümüz insanı için artık bir entelektüel olma ölçüsüdür. Kendi ülkesinde turist hayatı bundan böyle bitmeli. Medeniyetimizle yüzleşirken, kendi medeniyetimizin diriliş sancılarını yaşarken elde sağlam veriler olması lazım. Bu coğrafyanın haritasını bilmeden yön tayin edemeyiz. Öyleyse önce o haritanın okunabilmesi lazım. Mevzubahis olan tek başına Osmanlıca Dersi değildir. Hedef, Devlet-i Ebed Müddettir. O rejimler üstü bir ideal.
.
Mağribde bir ateş yandı
18 Ocak 2011 01:00
Yerleşik kültürümüzde Orta Doğu, Uzak Doğu gibi tarifler yoktur. Onlar, başkaları merkezli. Bizde 'Mağribden Maşrıka kadar' diye bir deyim vardı, yine vardır. Kocaman hacimli kitapların cildleri açılsa bunlara dayalı metinler okunabilir. Mağribden Maşrıka dair alan tarifini 'Uzak Batıdan, Uzak Doğuya' kadar diye aktarmak mümkün. İki uç da doğrudan hudutlarımız içinde olmasa da bin yıl etki alanımızda/nüfuzumuzdaydı. Fatih, Yavuz, Kanuni, 4. Murad... İlki Rumeli fatihidir, ikincisi Orta Doğu fatihi, üçüncüsü Orta Avrupa fatihi, sonuncusu Kafkaslar-Basra Körfezi hattı fatihi. Elbette öncesi ve sonrasında başka isimler de var ama ağırlıklı olarak alan hakimiyetini bu Sultanlar tesis etmiştir. Bu hakimiyet, önce durdu, sonra zayıfladı sonra da Düveli Muazzama tarafından gasbedildi. Osmanlı Türkü, buraları kare kare adaletle, insafla ve hakkaniyetle idare etti. Kendini halkın hakimi değil, hadimi/hizmetçisi saydı. Kula hizmet, Allah'a makbul kulluktu. Osmanlı'dan sonra bu topraklar Düveli Muazzamanın eline geçti. Düveli Muazzama...İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya, Amerika. Ve arada bu tabire dahil olmasa da bazısı çömez diğer sömürgeciler: İspanya, Hollanda, Portekiz, Danimarka, Osmanlı Türkü'nün doğrudan veya dolaylı hakimiyetindeki bütün topraklarda gördüklerini kendi ülkelerine taşıdılar. 'Demokrasi, eşitlik, insan hakları getiriyoruz' diyerek yer altı ve yer üstünde ne buldularsa götürdüler. Sömürü, 1908'de Sultan Hamid'in çekilmesinden 2008'de II. Körfez Harekâtı'nın durmasına kadar devam etti. Biz merkezli bakarsak... Tanzimat döneminin süper gücü Fransızlardır. İttihad Terakki döneminin Almanya. Cumhuriyette II. Dünya Harbi sonuna kadar İngiltere, Bu tarihten 1990'a dek ABD ve SSCB. Bahsettiğimiz bütün bu coğrafyada harita iki elden çıkmıştır. Masa başı ve cetvel çizimidir. Yukarı tarafta Stalin, aşağıda Mağribden Maşrıka veya isterseniz yeşil kuşak veya ölü doğan tabirle BOP bölgesinde Çörçil. İngiliz başbakanı Çörçil ve halefleri, bu kuşakta nahiyeleri, kasabaları, şehirleri emirlik, şeyhlik, sultanlık, krallık şeklinde kurdular. Başlarına kendilerine sadık, azat kabul etmez bendeler getirdiler. Bazıları da sözde cumhuriyet rejimi oldu. Ortak tarafları despotluktur. Sistemli bir şekilde hepsinde Türk düşmanlığı işlediler. Türkiye ders kitaplarında Arap düşmanlığı işlettikleri gibi. Bunların içinde Müslümanlara en fazla zulüm Tunus'ta yapıldı. Habib Burgiba adlı diktatör zamanında kadın, Tunus sokaklarında bile başını örtemezdi. İleri yaştakiler bükülmüşler dışında kimse camilere gidemezdi. Sonra bu şiddet, kısmen hafifledi ama tamamen yok olmadı. Bir söz vardır 'her şey inceldiği, zulüm, kalınlaştığı noktadan kopar' diye. Halkın şuurlanması, halkın uyanması, halkın bir ihtialle hürriyet ateşini yakması Tunus'ta gerçekleşti. İşsizlik bahanedir. Sebep zulümdür, din düşmanlığıdır. Sebep, Türkiye'dir. Türkiye, Mağribden Maşrıka bütün bu coğrafyayı sarsıyor. Davos'taki 'One minute' gecesinde TGRT bize bağlandığında o gece, Antalya'daki otel odamızdan şunu ilan etmiştik: 'Şu andan itibaren Sultan Abdülhamid Han'dan bu yana bütün İslam âleminde en çok sevilen lider Recep Tayyip Erdoğan'dır.' Türkiye'nin sağlam iktidarlarla istikrarını koruması lazım. Su yatağına akıyor. Tarih'e verdiğimiz ödünç geri alınıyor. O sipariş, o güdümlü şeyhlik, sultanlık, emirlik, krallık ve güya cumhuriyetlerin hepsi göçecek. Onların yerine Türkiye ile kardeş, halktan idareler gelecek, İslam dünyası ve mukaddes olan her değer kurtulacaktır. Dahası İsrail de hizaya gelecektir. İslam ve diktatörlük zıt kavramlardır. Bu ateşin alev alev büyümesinden şüpheniz olmasın. Ankara teyakkuzda olmalıdır. Türkiye seçmeni ise macera peşinde koşmamalı. Tarih bize gülüyor, talihin de gülmesi aklımızı ve basiretimizi kullanmaya bağlı. Tarih, tashih olacak, toprak yerine oturacaktır.
.
Gelecek, iktidar ve istikrarı korumakta!
19 Ocak 2011 01:00
Önümüzde büyük hedefler var. 2023 var. 2071 var. Mağribden Maşrıka tarih tashih oluyor, tarih aslına dönüyor. Tunus, bir halk ihtilali yaşadı. Sıra diğer Orta Doğu ülkelerinde. Ismarlama yönetimler devri bitecek. Türkiye, artık bölgenin süper gücü. Bu defa her şeye hazırlıklıyız. Tarih, gülüyor, talih dönüyor. Bu altın tepsi içinde gelen fırsatı kurda-kuşa yem etmemek lazım. Selçuklu'nun amblemi kartaldı. Çünkü devlete kuzgunlar, akbabalar da musallat olur. Kartal gibi olunduğunda kuzgunlara hayat hakkı verilmez. Osmanlı devlet umdesinin o meşhur sözü kulaklara küpedir 'ya devlet başa ya kuzgun leşe!' Bu tavizsizliğin adıdır. AB'nin yarın ne olacağı belirsizdir. 10 yıl sonra 'Avrupa Birliği' diye bir kurum kalmayacağını tahmin ediyoruz. Veya 5 iri-kıyım devlet yeniden teşkilatlanır. ABD ciddi ekonomik sıkıntılarda. Türkiye, birkaç yıldır küresel krize rağmen tırmanışta. Hayrettir ki içerideki terör ve kavgalara rağmen tırmanışta. Bu tırmanışın devam etmesi, bu rüzgârın dinmemesi lazım. 2023'te Büyük Türkiye'ye, 2071'de asıl hedef olan Cihan Devleti Türkiye'ye/Süper Güç Türkiye'ye ulaşmalıyız. Bunlar devlet hayatı için çok yakın günlerdir. Bu iki tarih, önümüzdeki Kızılelma'dır. Tarihte ilk defa yirminci asırda Kızılelma hedefimiz olmadan bir çağ geçirdik. 29 Ekim 2023 ve 26 Ağustos 2071 Kızılelmaları içinde yaşadığımız yıllara bağlı. Bu sebeple 12 Haziran 2011 seçimleri çok önemli. Önümüzde böylesine büyük hedefler varken, çevremizde ihtilaller yaşanır, rejimler çöker, tarih ve talih bizi yeniden iş başına davet ederken seçim savurganlıklarına girmek, iktidar değişikliği hatalarına sapmak bu ülkede yaşayan hiçbir kimsenin hak ve yetkisi olamaz. Bunu istikbal affetmez. Düşmanımız ne o ne budur. Düşmanımız istikrarsızlıktır. Koalisyondan söz eden muhalefet var. Allah, yazdıysa bozsun. 27 Mayıs darbesinin kötülüklerinden biri de istikrarı yıkarak Türkiye'yi ilk defa koalisyon hükümetlerine mahkum etmesidir. 10 yıldır istikrar içinde giden DP iktidarı devrilip yerine 1961'de 80'lik İnönü başkanlığında koalisyon hükümeti dikildi. 1965'te gelen AP iktidarına 5 yıl bile çok görüldü. 12 Mart 1971-12 Eylül 1980 arası azınlık ve sol ve sağ koalisyon hükümetleri dönemdir. Bu 10 yıllık kayıptan sonra ilk istikrar 1983-1990 arası ANAP'la yakalandı. 1990-2002 dönemi ise yine azınlık ve koalisyon hükümetleriyle kayıp yıllardır. Görüldüğü gibi 1950-2010 diliminde sadece 25 yıl istikrarlıdır. Bu sebeple çok dikkatli olmak lazım. Kim hangi partiden olursa olsun. Ortak payda Türkiye'dir, Türkiye'nin âli menfaatleridir, geleceğidir. İster sosyal demokrat, ister Kürt, ister milliyetçi, ister liberal, isterse muhafazakâr olun. Oyunuzu istikrara vereceksiniz. Macera peşinde koşamayız. Şu gün vardığımız noktada iktidarın adı, partisi, rengi hiç önemli değil. Önemli olan vazgeçemeyeceğimiz istikrardır. Büyük işlerin eşiğindeyiz. Karşınızdaki duvara şöyle yazsanız yeridir: Gelecek, iktidar ve istikrarı korumakta!
.
Ne demek istiyoruz?
20 Ocak 2011 01:00
'Gelecek, iktidar ve istikrarı korumakta!' derken ne demek istiyoruz? 8 Sene evvel 8 yaşında olan çocuk, bugün 16 yaşında, 8 sene evvel 12 yaşında olan çocuk bugün 20 yaşında, 8 sene evvel 18 yaşında olan genç bugün 26 yaşında, 8 senen evvel 22 yaşında olan üniversite talebesi bugün 30 yaşında iş adamı. Bunlar o günleri layıkıyla bilmiyorlar. 8 sene az bir zaman değil. Hafızayı beşer nisyan ile maluldür/insan hafızasının kusuru unutmaktır. İnsan 8 sene aynı şeyleri yaşayınca alışkanlık kazanır. Her şey hep böyle gelmiş böyle gider zanneder. Şair, her ne kadar 'aldırma böyle gelmiş, bu dünya böyle gider! diyorsa da biz yine aynı şairin bir diğer mısraı ile 'durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!' demek zorundayız. Kalabalıklar durun... Ve bir dakika düşünün. Ve, şu gençlere onlardan önceki zamanı anlatın. Onlara anlatırken kendinize de anlatın: 8 sene evvel TL'de para diye bir itibar yoktu. Dünyanın en bol sıfırlı parası bizdeydi. Enflasyon yüze 70'leri aşmıştı ve yüksek enflasyonda yaşamak bir kültür olmuştu. IMF başımızda Düveli Muazzama Komiseri idi. Onun 'verin' baş işaretiyle yabancı finans merkezleri Ankara'ya kredi açar, fakat IMF ikide bir hükümeti teftişe gelirdi. 8 Sene evvel bütçenin verdiği açık kapanmayacak kadar büyük olurdu. 8 sene evvel insanlar maaş alınca döviz büfelerine koşup maaşlarını yabancı paraya çevirirlerdi. 8 sene evvel kiralar hemen hemen tamamıyla yabancı para üzerinden muamele görürdü. 8 sene evvel tarihten gelen o çirkin 'hasta adam' imajı yabancıların beyninde aynen yaşıyordu. 8 sene evvel şehirler arasında bu yollar yoktu. 8 sene evvel THY rötarlarıyla dünyada sayılı şirketlerden biriydi. 8 sene evvel dünyanın gıpta ettiği hava limanları bizde değildi. 8 sene evvel DDY çoktan gözden çıkartılmıştı. 8 sene evvel, bu alt-üst geçitler, metrolar, hızlı trenler, metrobüsler yoktu. 8 sene evvel OGS, EDS diye bir şey yoktu. 8 sene evvel bütün komşularımızla kötüydük. 8 sene evvel bütün üniversitelerimiz bugünün üçte biri kadardı. 8 sene evvel üniversite talebesi burs değil harçlık bile alamıyordu. 8 sene evvel gerçek demokrasi yoktu. Seçmen vardı, sandık vardı, meclis vardı, hükümet vardı fakat gerçek iktidar asker, yargı ve medyaydı. 8 sene evvel bu İstanbul yoktu. 8 sene evvel bu dış itibar yoktu. 8 sene evvel Bölgesinde Süper Güç bu Türkiye yoktu. 8 sene evvel kendini AB'ye mahkum sayan, ABD'nin ağzının içine bakan bir Türkiye vardı. 8 sene evvelini anlatmak için bir sütun değil, bir gazetenin bütün sayfaları yetmez. 8 sene evvelinin çocuk ve gençlerine demeli ki sanmayın ki ekonomi hep böyleydi, para hep böyleydi, Türkiye hep böyle hatırlıydı, turist sayısı on milyonlu rakkamlarla sayılıyor, tarihi eserlerimiz onarılıyor, ülkemizde olimpiyatlar yapılıyor, biz mağribden maşrika, Adriyatik'ten Çin seddine ticarette de siyasette de at koşturuyorduk. 8 Sene evvel bunların hiç biri yoktu. Öyleyse yine yok olabilir. Öyleyse iktidara ve istikrara sahip çık! Derdimiz, o, şu, bu parti değil. İstikbalimizi kumar masasında akılsızca zar atanlar gibi harcamaya hiç kimsenin hakkı yok. Yıllarca, içme suyu için, tüp için, margarin yağı için, çocuk maması için, benzin için, ilaç için, ampül için kuyruklarda beklemiş, elektrik kesintilerinden gına getirmiş, cebindeki paradan mahcup olmuş, yabancıların dik duruşu karşısında canı sıkılmış bir neslin mensubu olarak bunları yazıyoruz. Bunlar, bizim, bire bir yaşadıklarımız. Gaz, bez, tuz bulamayan, ekmeği, kömürü karne ile alan malum tek parti mazlumu babalarımızın zamanını anlatsak onu zaten havsalanız zor kavrar. Bu bolluk, terk edilip sakın ola ki çıkmaz sokağa sapılmasın. Hükmünce amel oluna.
.
Meclisi lekelersiniz
21 Ocak 2011 01:00
Dikkatinizi çekmiştir, politik arenada bir taktik dillendiriliyor. Bu bir Saraydan Kız Kaçırma operası değil. Silivri'den adam aparma oyunu. Kendisi de gayrı mevkuf/tutuksuz sanık, meşhur isim Prof. Yalçın Küçük, bir operasyonla Silivri Cezaevi'nde Ergenekon suçundan yatan sanıklardan bazılarını kurtarmak istiyor. İsimleri tasnif etmiş, şunlara şunlar CHP'den şunlara şunlar MHP'den aday gösterilsin diyor. Devlet Bahçeli ile görüşeceğim, Kemal Kılıçdaroğlu da bizi çocuk yerine koymasın diyor. Fakat ilginçtir onun serzenişte bulunduğu genel başkan kendisine yeşil ışık yakıyor. CHP'nin bazı tanınmış sanıkları 12 Haziranda milletvekili adayı yapacağı şimdiden belli. MHP de bu yolu tutar mı bilmiyoruz. Allah, kimseyi hapishaneye düşürmesin. Kimseyi hekime ve hakime muhtaç etmesin duaları meşhurdur. Bu duayı her birimiz, her işittiğimizde amin deriz. Şüphesiz ki ateş düştüğü yeri yakar. İçeride yatmanın ne demek olduğunu yatanla dışarıdaki yakınları bilir. Ama onları oraya eşkıya koymadığına göre ortada bir zarar da var demektir. Halli gereken bu zarar-ziyanı kimin verdiğini tayin ve tesbit etmekte. Bu sebeple mahkemeler, hakimler, savcılar, avukatlar, adli teşkilat ve yargılama var. Herkes sevdiği, yakını içeriden bir an evvel çıksın ister. Bunun en doğrusu yargılamanın gecikmeden ikmali, kim suçlu kim değil hükme bağlanmasıdır. Adalet o ki sanık bile verilen hükmü doğru bula. Şeriatin kestiği parmak acımaz bu demektir. Gecikmiş adalet, adalet değildir. İki bakımdan değil. Mağdur, hakkını alamamış olduğu için, suçlu da vaktinde cezalandırılmadığından. Öyleyse bu ülke aydınına düşen seçimi fırsata dönüştürüp içeriden meclise adam kaçırmak değildir. Bununla şikâyetçi taraf bir kere daha mağdur olacağı gibi mahkemelerin de mehabeti/büyüklüğü yara alacaktır. O zaman içeride yatıp da kendilerini kurtaracak politik mekanizmaya sahip olmayanların suçu ne? Bu yolun daha evvel bizde ve başka memleketlerde yaşanmış olması, mevzuatta açık kapı bulunması onu belki meşru kılar ama asla makbul yapmaz. Hadise kanuna karşı, adalete karşı, yargıya karşı hiledir. Cezaevinden TBMM'ye adam kaçırmadır. Yarın aynı suçtan yargılanan iki kişiden biri vekil olacak diğeri ceza yemiş bulunacak. Bu neticeyi diğer sanıklarla suçtan zarar gören kamuoyu yahut gerçek kişiye nasıl kabul ettireceksiniz? Tutulacak iki yol vardır. Ya dokunulmazlığı külliyen kaldırıp onu kürsü ile sınırlamak veya bu opera veya operasyona karşı kanuni düzenleme yoluna gitmek... Bir maddelik bir kanun: -Seçim tarihi ilan edildiğinde yargılanmakta olan sanıklar, milletvekili seçimlerine giremezler. Wolfgang Amadeus Mozart'ın Saraydan Kız Kaçırma oyunu Selim Paşa'nın Akdeniz kıyılarındaki sarayından tutsak kaçırmayı anlatıyor. Bu opera ise Marmara kıyılarında geçeceğe benziyor. Meclis yataklık değil. Olmamalı.
.
Muhafazakârlar hamaseti aşınca, laikçiler yerlileşince
24 Ocak 2011 01:00
> Washington, DC Pelin Batu, Haber Türk'teki tarih programında, "Bazı batılı yazarların kaleme aldığı kitaplarda okudum, Kanuni, İbrahim'le uygunsuz hayat yaşamış" dedi. O, farklı bir cümle kullandıysa da biz telaffuz etmeyeceğiz. İddiaya Murat Bardakçı 'hayır!' manasına sadece 'cık, cık, cık' diye muhalefet etti, o kadar. Erhan Afyoncu ise 'hayır, dedi, benim okuduğum Avrupalı tarihçiler böyle bir şey yazmıyorlar.' Yanımızda olsaydı biz, kendisine 'Erhan Bey' diye hitap ederek 'Peki, Erhan Bey, Avrupalılar, böyle yazmış olsalardı bu aşağılık iddia doğru mu olacaktı?' diyecektik. Nitekim, Pelin Batu'nun bahsettiği kitaplarda o cümleler vardır. Bugün olmuş Sevgili Peygamberimize -aleyhisselam- karikatürle, romanla vs. dil uzatmaya yeltenenler, O'nun Halifesi Padişah'ın hatırını mı sayacaklar? Tarihçimiz, tarihimizi Avrupalı tarihçiyle mi kendi arşivlerimizle mi müdafaa edecek? Nitekim Harem'i de kendi hayatları gibi zannedip asırlardır yalan resim ve yalan yazı ile resmettiler. Bu haçlı faaliyetinin sinsi tarafıdır. Ayrıca, 'İbrahim' diye konuşmak ne kadar doğru? O İbrahim, manav İbrahim mi, yoksa bu devlete 13 yıl Sadrazamlık yapmış İbrahim Paşa mı ?Tartışmalı dizinin danışmanı, hataları düzeltmede herkesten çok gayret etmeli. Neyse ki dizinin iddialarını Samanyolu Haber'de Talha Uğurluer vesikalara dayalı olarak çürüttü. Seyircilere enfes bir tarih zevki yaşattı. Ta Washington'dan kendisine tebriklerimizi ve alnından öptüğümüze dair haber yolladık. Dizi, bir tarih dersi değildir, doğru. Dizi de roman gibi hayal unsurlarına yer verir, o da doğru. Ama roman veya senaryo yahut film, tarihî gerçekleri tepetaklak edemez. Nesillerde zihni felce yol açamaz. Tarihî şahsiyetlerin manevî hayatları katledilemez. Batılı filmler, diziler, romanlar kendi geçmişlerine çamur atıyor diye bizim onları takip etmemiz mümkün değildir. Padişahlar, kutsal kişiler değildir gibi abes ötesi acınası cümlenin arkasına sığınan herkes kendini küçültür. Bu, hüznün bir tarafı. Sayfayı çevirelim... Kulaktan dolma malumatla dizi yapımcılarına, yayıncılarına, Pelin Batu'ya çileden çıkıp veryansın edenlere bakalım. Esasta haklılar... Fakat usul yanlış. Beyler, hanımlar... Sizler de babalarınız gibi, ağabeyleriniz gibi okumuyorsunuz. Sizin o sövüp saydığınız, belki 'artist kız!' diye küçümsediğiniz Pelin Batu var ya, bırakalım İngilizcesini, şakır şakır Osmanlıca kitap okumakta. Yanımda Divan okudu. Sizin kaçınız bunu yapabiliyorsunuz? Kaçınız, kaç tane tarih kitabını hazmederek okudunuz? Anlattıklarına kafa yordunuz. Değerlerinizi hatırlamanız için illa birilerinin onlara iftira atması, onları karalaması, çarpıtması mı lazım? O zaman şimdiki gibi reklama alet olursunuz. Bu muhafazakâr kitle beleş hamasetten kurtulup göz nuru ve ter dökmedikçe, dirsek çürütmedikçe yerinde sayar. Siz, hükümet, başkaları iktidar olmaya devam eder. Ne olursunuz biraz da başkaları ayağa kalksın? Ne zaman bu tepkici psikolojiden kurtulup da üretim yapacaksınız? Hamasete değil, fikri derinliğe muhtacız. Bu memlekette muhafazakârlar, hamaset alışkanlığını aşınca, laikçiler, yerlileşince çok şey düzelir.
.
Muhafazakârlar hamaseti aşınca, laikçiler yerlileşince
24 Ocak 2011 01:00
> Washington, DC Pelin Batu, Haber Türk'teki tarih programında, "Bazı batılı yazarların kaleme aldığı kitaplarda okudum, Kanuni, İbrahim'le uygunsuz hayat yaşamış" dedi. O, farklı bir cümle kullandıysa da biz telaffuz etmeyeceğiz. İddiaya Murat Bardakçı 'hayır!' manasına sadece 'cık, cık, cık' diye muhalefet etti, o kadar. Erhan Afyoncu ise 'hayır, dedi, benim okuduğum Avrupalı tarihçiler böyle bir şey yazmıyorlar.' Yanımızda olsaydı biz, kendisine 'Erhan Bey' diye hitap ederek 'Peki, Erhan Bey, Avrupalılar, böyle yazmış olsalardı bu aşağılık iddia doğru mu olacaktı?' diyecektik. Nitekim, Pelin Batu'nun bahsettiği kitaplarda o cümleler vardır. Bugün olmuş Sevgili Peygamberimize -aleyhisselam- karikatürle, romanla vs. dil uzatmaya yeltenenler, O'nun Halifesi Padişah'ın hatırını mı sayacaklar? Tarihçimiz, tarihimizi Avrupalı tarihçiyle mi kendi arşivlerimizle mi müdafaa edecek? Nitekim Harem'i de kendi hayatları gibi zannedip asırlardır yalan resim ve yalan yazı ile resmettiler. Bu haçlı faaliyetinin sinsi tarafıdır. Ayrıca, 'İbrahim' diye konuşmak ne kadar doğru? O İbrahim, manav İbrahim mi, yoksa bu devlete 13 yıl Sadrazamlık yapmış İbrahim Paşa mı ?Tartışmalı dizinin danışmanı, hataları düzeltmede herkesten çok gayret etmeli. Neyse ki dizinin iddialarını Samanyolu Haber'de Talha Uğurluer vesikalara dayalı olarak çürüttü. Seyircilere enfes bir tarih zevki yaşattı. Ta Washington'dan kendisine tebriklerimizi ve alnından öptüğümüze dair haber yolladık. Dizi, bir tarih dersi değildir, doğru. Dizi de roman gibi hayal unsurlarına yer verir, o da doğru. Ama roman veya senaryo yahut film, tarihî gerçekleri tepetaklak edemez. Nesillerde zihni felce yol açamaz. Tarihî şahsiyetlerin manevî hayatları katledilemez. Batılı filmler, diziler, romanlar kendi geçmişlerine çamur atıyor diye bizim onları takip etmemiz mümkün değildir. Padişahlar, kutsal kişiler değildir gibi abes ötesi acınası cümlenin arkasına sığınan herkes kendini küçültür. Bu, hüznün bir tarafı. Sayfayı çevirelim... Kulaktan dolma malumatla dizi yapımcılarına, yayıncılarına, Pelin Batu'ya çileden çıkıp veryansın edenlere bakalım. Esasta haklılar... Fakat usul yanlış. Beyler, hanımlar... Sizler de babalarınız gibi, ağabeyleriniz gibi okumuyorsunuz. Sizin o sövüp saydığınız, belki 'artist kız!' diye küçümsediğiniz Pelin Batu var ya, bırakalım İngilizcesini, şakır şakır Osmanlıca kitap okumakta. Yanımda Divan okudu. Sizin kaçınız bunu yapabiliyorsunuz? Kaçınız, kaç tane tarih kitabını hazmederek okudunuz? Anlattıklarına kafa yordunuz. Değerlerinizi hatırlamanız için illa birilerinin onlara iftira atması, onları karalaması, çarpıtması mı lazım? O zaman şimdiki gibi reklama alet olursunuz. Bu muhafazakâr kitle beleş hamasetten kurtulup göz nuru ve ter dökmedikçe, dirsek çürütmedikçe yerinde sayar. Siz, hükümet, başkaları iktidar olmaya devam eder. Ne olursunuz biraz da başkaları ayağa kalksın? Ne zaman bu tepkici psikolojiden kurtulup da üretim yapacaksınız? Hamasete değil, fikri derinliğe muhtacız. Bu memlekette muhafazakârlar, hamaset alışkanlığını aşınca, laikçiler, yerlileşince çok şey düzelir.
.
Hürriyet bizde gazete adı, bazı memleketlerde hayat tarzı
26 Ocak 2011 01:00
Smith Sonian American Art Museum iç bahçesindeyim. Yazıya hazırlanıyorum. Az evvel ne yazacağımı bilmiyordum. Yazı, ihtiyaca göre sanki kendini yazdırıyor. Bina merdivenlerinden çıkarken ne yazsam acaba diye düşünüyordum. Burası American Art Museum ile The National Portrait Gallery'den mürekkep haşmetli bir külliye. Kullandığım mekânlardan biri. İki bina arası 30 metre gibi bir yükseklikte şeffaf çatı ile kaplanmış. Bahçede kocaman ağaçlar bulunuyor. Bizdeki kış bahçelerinin büyüğü. Bahçede bir dolu masalar var. Geziden yorulan ziyaretçiler, ders çalışan üniversiteliler, yemekleriyle gelen aileler vs. burada. Smith Sonian bir vakıf. Amerika genelinde birçok seçkin müzeye sahip. Geçen sene 180 milyon insan gezmiş. 30 milyon da web ziyaretçisi var. Buraya öğlen saatlerinde geldim. Dizüstünü açtığımda önce elektronik mektuplara cevaplar yazdım. Sonra Face Book'a baktım, o sırada sanal şartlarda bizi bulan birkaç kişiye teşekkürle mukabele ettim. Twitter'a birkaç not düştüm. Başımı kaldırdığımda iki masa ötemde 20'li yaşlarda bir genç dikkatimi çekti. Kafasında özel maşa ile tutturulmuş takkesinden belli ki bir Yahudi. Masasını düzeltmek için ayağa kalktığında üzerinde gayet geniş bir kumaş pantolon bulunduğunu gördüm. Düzelttiği masasına sofrasını açtı bekliyor. Biraz sonra kendi yaşlarında bir genç hanım aynı masaya gelip oturdu. Onun da başı kulakları da kapanacak şekilde simsiyah örtülü, yüzü tamamen makyajsız. Yemeklerini yemeğe başladılar. Sonra erkek, başındaki kippanın üzerine kocaman siyah bir fötr taktı, bir kitapçık çıkarttı ve başladı öne-arkaya sallanarak okumaya. Belli ki yemek duası yapıyor. Sonra ayağa kalktı ceketinin üzerine paltosunu giydi. Sonra yürüyüp gittiler. Kız da siyah uzun çoraplı, erkek hayli uzun paltoluydu. Bir Türkiye Türkü olarak bunu görüp de kayıp yıllarımızı hatırlamamak mümkün mü? Kendilerini gardırop devrimciliği ile kandıranlar, bir din devleti olan İsrail'den insansız hava uçakları almakta, uçaklarını tamir ettirmekte, onların davetlerine koşmayı şeref telakki etmekte bir beis görmediler. İnsan düşünmeden edemiyor. Bizde bir çift, şu gün bile şu tasvir ettiğim manzarada TBMM lokantasında yemek yiyebilir mi, Danıştay lokantasına girebilir mi, üniversite yemekhanesinde dua edebilir mi? Memleketimizde yemekten sonraki duada karşısındaki kitleye 'tanrımıza hamdolsun' değil de 'Allahımıza hamdolsun' dedirtti diye ölesiye dayak yemiş insan hikâyeleri yaşanmıştır. Bu hürriyet fotoğrafın başka kareleri de var. Bu bahçede veya yol kenarındaki parkta veya alışveriş merkezindeki bir mağazada isterseniz seccadenizi bir kenara serip namazınızı da kılabilirsiniz. Peki neden, nice nice yıllardır batı dendiği, Avrupa dendiği halde oraların sadece bir tarafları bizlere gösterildi? Neden bu taraflar hep saklandı? Ankara Valisi Nevzat Tandoğan ne demişti? -Komünizm gelecekse onu da biz getiririz! Resmî ideolojinin izin verdiği kadar dindardın, vatandaştın, hürdün, insandın, aç veya toktun. Nasıl da müptezel bir yüzyıl yaşamışız. Bugün o günlerin devam etmesini isteyenlerle çağdaş yüzyıl standartlarına göre yaşamak isteyenlerin mücadelesini sürmekte. Bunların hoşgörüsü bizim muhteşem yüzyılımızdan iktibas izleri taşımakta. Hürriyetler insan içindir. Ne var ki hürriyet, bizde gazete adı, başka memleketlerde hayat tarzı oldu. Hürriyet, özgürlük, olmadan insanca yaşamak mümkün mü?
.
Faili meçhul ayıbı
27 Ocak 2011 01:00
İnfaz yeni bir sayfadır. İnfaz iki türlü olur, ya devlet tarafından kanun yoluyla veya gücü yetenlerce zorbalıkla. Her iki halde de bir hayat veya hayatlar bitmiştir. Artık o kişinin kendisi değil mirasçıları devrededir. Saklanmaz bir gerçek ki bir dönemde devlet adına kendini selahiyetli gören bir takım irade sahipleri kanununun yetmediği inancıyla gayri meşru yöntemleri devreye sokarak infazlar icra etmişler. Öldürülenler, bölücü, uyuşturucu, silah kaçakçısı, kabadayı... gibi cemiyetin başına dert olmuş kişi veya kişiler veya kalemiyle, sözüyle zülfü yare dokunan aydınlar, yahut devlet içinde varlıklarıyla kurgu bozan kimseler. Muhakak ki olayların tamamında devlet yok. Bazıları için kendi aralarında infazlar olduğu gibi yabancı istihbarat işi olanlar da vardır. Her ne olursa olsun, kim yaparsa yapsın. Sonuçta önemli olan birilerinin esrarengiz bir şekilde hayatlarını kaybetmeleridir. Üstelik sadece hayatlarını kaybetmediler, sadece kim vurduya gitmediler, bazılarının nereye gittikleri de belli olmadı, ölüleri de kayboldu. Şimdi yüreğiniz el veriyorsa bakın. Ekranlar dozerlerle faili meçhul kazılarını gösteriyor. Bu manzara tasvibi mümkün olmayan bir haldir. Öldürülenin bir anası, babası kardeşi kısacası ailesi var. Aile o görüştedir veya değildir. Ayrı mesele. Fakat hangi inanç veya ideoloji veya gayri meşru ticaretin mensubu olursa olsun, o hayatını kaybedenin cesedinin ailesine teslimi, yattığı yerin bilinmesi gerekir. Ölü saklamak kime ne kazandırır? Bugün olmuş faili meçhullerin hâlâ aydınlanmamış olması, bugün olmuş hâlâ Cumartesi Annelerinin gösteri yapmaları hiç doğru değildir. Ana ister Kürt, ister Türk, ister kaçakçı anası, ister sünni, isterse alevi anası olsun. Öldürülen ister dağda eşkiya, isterse şehirde gazeteci, emniyette amir, askerde paşa olsun. Devlet, doğruyu inşa etmekle, yara sarmakla mükelleftir. Bunun adı adalet olur. Ölüsünü bile veremediğin veya mezarını gösteremediğin insanları nasıl kazanırsın? Teklif, hangi partiden gelirse gelsin makul olana sahip çıkmalı. Şayet AK Parti'nin ihtirazi kaydı/çekincesi varsa o da bir teklif hazırlasın, bunlar birleştirilir. Yeter ki yeni bir sayfa açılabilsin. Yeni ve temiz sayfalara ihtiyaç var. Ağlayanı az olan toplum huzurludur. Göz yaşları durmalı.
.
Süheyl Batum CHP'den ne gün gider?
28 Ocak 2011 01:00
Bazı Ergenekon sanıkları CHP'den bazıları da MHP'den milletvekili yapılarak kurtarılmalıydı. Sanık Yalçın Küçük'ün bu sözleri hayretle karşılandı. TBMM yardım ve yataklığa teşvik ediliyordu. Yazdığımız makalede 'Meclisi lekelersiniz' dedik. Samimiyetle ifade edelim ki içeride hayli zamandır yatan insanlar varken bunları derken rahatsız oluyorduk. CHP genel başkan yardımcısı Süheyl Batum marjinalliği ile ünlü mezkur kişinin teklifine sahip çıktı. Önceleri Kılıçdaroğlu renk vermedi. Partisi ise çekişme ortamına girdi. Olay basına CHP ikiye bölündü diye yansıdı. Bunun üzerine genel başkan net şekilde hayır dedi. Başkan yardımcısı Süheyl Batum ise 'evet ama, lakin' üslubuyla sözlerini tevile çalıştı. Eğer, halk bu teklife sahip çıksaydı, konumu farklı olacaktı. Şimdi ise herhalde burkuldu. İşte politikanın kaygan zemini. Süheyl Batum, bir anayasa hocası. Aileden CHP'li değil. TGRT'de bizim Entellektüel Boyut programında da konuğumuz olmuştu. Partisine geçmeden evvel ekranlarda çok görüldü. Kendini bir yerlere hazırlıyordu. O ara rüzgâr da arkadan esti. Bir kamera kazası oldu ve biri kamera şakasıyla ana muhalefet partisinin başına geldi. Partiyi mütekait memurlar derneği havasından kurtarmak için yenileşme gerekiyordu. Bu meyanda Prof. Süheyl Batum da CHP'yi öz mülkü gibi gören Önder Sav'ın yerine genel sekreter oldu. Olduktan sonra da sıkça mikrofon ve kameralar önünde kendini gösterdi. Sanki genel başkanı gölgeliyordu. Bundan olsa gerek daha yerine bile ısınmamıştı ki sürpriz bir şekilde seçimlerden sorumlu genel başkan yardımcılığına kaydırıldı. Bu politikada karşılaştığı ilk tatsızlık olmalı. Yeni yer mutfaktı, arka palanda sessizce iş çıkartmak gerekirdi. Batum'sa enerjisini ispat etmek ve ilk kurultayda kendini göstermek azmindeydi. Bu sebeple Yalçın Küçük'ün teklifini sahiplendi. Teklif tutarsa kazanacaktı. Tutmazsa ben demiştim hakkı doğacaktı. Hatta orada da kalmadı. Bir pazartesi günü 50 bin kişiyi toplayıp Silivri mahkemesini basmak gibi kendine hiç yakışmayan beyanlarda bulundu. Sonuç ortada. Şimdi ne olabilir? Kılıçdaroğlu, CHP seçimleri kaybettiğinde ilk hesap sorulacak isim olarak seçimlerden sorumlu genel başkan yardımcısını görecektir. Buna mukabil Süheyl Batum ben, bazı isimler cezaevinden Ankara'ya taşınsın derken yalnız kaldım, eğer sesime kulak verilseydi şimdi tablo farklı olacaktı diyecektir. Bu CHP'nin sandıktan iktidar olarak çıkması imkânsızdır. Genel seçimlerden sonra bu partide hesaplaşmaya hazır olun. Süheyl Batum neticede akademisyendir. Bazı şeyleri yapamaz ve hazmedemez. Herhalde genel başkanlığa oynayacak bu da onun ihracıyla noktalanacaktır. Delegeye hakim olması mümkün mü? Bunun için kaşarlanmış politikacı tecrübesi gerekir. Ya konuşma ve aykırılıklarıyla genel başkan için tehlike olarak görülüp ihraç edilir veya işin bu tatsızlığa gittiğini görünce kendisi istifa eder. CHP çok genel başkanlı parti manzarasını koruyor. Sesler ahenkle çıkmayınca kavgalar, istifalar, ihraçlar kaçınılmazdır. Kendi içinde doku uyuşmazlığı yaşayan bir parti bugünkü dünya şartlarında Türkiye'ye nasıl iktidar olabilir?
.
Resneli Niyaziler
31 Ocak 2011 01:00
> Washington, DC Bir İttihadçı olan Kolağası Niyazi Bey, 1873 Resne doğumludur. Resne, bugün Makedonya'da. Bu subay, 1908'de Kolağası iken Resne kazası memurlarının ileri gelenleri ve bazı Sırp ve Bulgarlarla dağa çıktı. Sultan Hamid'in derhal meşrutiyeti ilan etmesini istiyordu. 'Ya ilan edersin veya ettirmesini biliriz' havasındaydı. 31 Mart düzmece isyanını bastırmak için Hareket Ordusu'nun Selanik'ten İstanbul'a gelmesi bu vesileyledir. İsyancı elebaşısı Resneli Niyazi'nin arkasında Balkanların Bektaşi Alevileri vardı. İsmine 'Kahraman-ı Hürriyet' yaftası layık görüldü. Dağda peşinden yürüdüğü geyiğinin adı da Rehber-i Hürriyet oldu. Fesli, külot pantolonlu ve Alman usulü yukarı doğru sipsivri bıyıklıydı. Fesinde fedayi-i vatan yazıyordu. Hakkında ordunun kasasını soyduğu ve baskınlar yaparak halktan 550 altın gasbettiği şeklinde iddialar vardır. Arnavut ve Bulgar ayırımcılarla iş birliği halinde olduğu ve Ermeni isyanlarına iyi gözle baktığı da hakkındaki diğer tarihî kayıtlardır. Niyazi'nin silahlanarak bir grup kandırılmış asker veya gönüllü sivil yahut ikisiyle birlikte devlete karşı isyan edip dağa çıkması tez zamanda tesirini göstererek diğer İttihadçıları da cesaretlendirdi. Onun isyanını Eyüb Sabri Beyin Ohri'de 900 mavzer ve 95 sandık cephanelik ile dağa çıkması takip etti. Onu başkaları... Nihayetinde emellerine nail oldular. Güya hürriyet geldi, meclis açıldı ama devlet gitti. Ne hazindir ki ismi İttihad/Birlik olan parti devleti böldü. Niyazi ne mi oldu? 1913 yılında Avlonya'da koruması tarafından tabancayla vurularak öldürüldü. İsminin çok öne çıkması, İttihad-u Terakki liderlerini rahatsız etmişti. Hülasası naklolunan bu hikâye neyi çağrıştırdı? Kim 50 bin kişi ile Silivri Mahkemesinin basılmasını teklif etti? Kim halkı sokağa çağırarak sivil isyana teşvik etti? İttihad-u Terakki! Kravatlı Resneli Niyaziler. Ama hikâyenin devamı da var. Resneli Niyazi'nin niçin öldürüldüğüne dair çok fikir yürütüldüyse de hakikat anlaşılamadı. Bunun üzerine meşhur deyim ortaya çıktı: -Ne şehit oldu ne gazi, pisi pisine gitti Niyazi... Boşuna denmemiştir: -Devrim, evlatlarını yer, diye. İttihad-u Terakki zihniyetinden bir türlü kurtulamayanlara, Resneli Niyazi özentilerine itaatsizliği, isyanı bırakıp demokrat olmalarını tavsiye ederiz. İtaatsizliğe çağırdığın halkın siyasi tercihine saygılı olman her şeyi çözer. Demokrasi bu değil midir? Sandık yerine silahı düşünmeyin diyoruz.
.
Popcorn -I-
1 Şubat 2011 01:00
Popcorn, malum, patlamış mısır demek. Mısır, şimdi tam da bu tarifteki gibi. Çöl tavasında mısır patlıyor. Ülkenin tarih, edebiyat, kültür ve ticarette adı Mısır'dır. Ama düveli muazzama öyle dediği için Egyptian adını benimsemişler. Emperyalizm, girdiği memleketlerde isimlerinden kafalarına kadar her şeylerini değiştirdi. Bu bizimle batılılar arasındaki farktır. Bizim medeniyetimiz paylaşır, onlar sömürür. Mısır, Türkiye'nin Akdeniz'in öte yakasındaki iz düşümü gibidir. Yavuz Sultan Selim tarafından 1517 Ridaniye Savaşıyla fethedilmiştir. Fethin sonundaki şühedadan biri de Veziri Azam Sinan Paşa'dır. Hazreti Ömer tabiatlı Yavuz, fethe rağmen buruktur. Dediği söz unutulmaz. "Mısır'ı aldık lakin Sinan'ı kaybettik..." Hilafet ve Emanet-i Mukaddese'nin İstanbul'a getirilme şerefi bu sefer-i hümayuna mahsustur. Elden çıkma sürecinin başlangıcı ise 1805 Kavalalı Mehmed Ali Paşa isyanı ile başlar. Bu isyan, devleti zora sokmuş, düşmandan yardım isteme mecburiyeti doğurmuş, bölge üzerindeki hükümdarlığı kısmen de olsa zedelemiştir. Her şeye rağmen hiç olmayan zamanda bile Mısır-Türkiye, Kahire-İstanbul münasebetleri hep diri ve sıcaktır. Vehhabi ayaklanmasına karşı Payitaht adına mücadele veren de Mehmet Ali Paşa'dır. İstanbul, Mısır hidivlerinin/valilerinin yazlık mekânıdır. Kandilli sırtlarındaki Hidiv Kasrı onlardan bir örnektir. Çok kesif bir şekilde kız alıp-verme yaşanmıştır. Her Mısır Arabı, kanında Türk kanı dolaşmasıyla iftihar eder. Ninem Türk'tü diyen Mısırlının hesabı yoktur. Mısır'ın Türk geçmişi Osmanlı ile kaim değildir. Tarihte ilk Türkiye adını almış devlet, 1250 Memluk Türk Sultanlığı "Ed'devlet'it Türkiye" Mısır'da kurulmuş, Ridaniye ile son bulmuştur. Bu Mısır da diğer Orta Şark, Şimali Afrika ve Orta Afrika gibi İngiliz-Fransız ağırlıklı yönetimlerin tünelinden geçmiştir. Önce 1798-1801 Napolyon komutasındaki Fransız işgali, sonra 1882-1952 İngiliz işgali. Bu devletler, geçen hafta Macar Cumhurbaşkanının bir İspanyol gazetesine yaptığı açıklamadaki Müslüman Türk adalet anlayışını buralarda tatbik etmediler. Macar Cumhurbaşkanı, daha evvel bizim kaleme aldığımız makaleleri teyid edercesine iyi ki Türkler, tarihte bizi 152 sene idare ettiler. Osmanlı Türkleri, bu zaman zarfında dilimize, dinimize örfümüze karışmadılar, başka bir millet olsaydı bizi yok ederlerdi dedi. Diğer taraftan Mısır'da hem Ahmed-i Rıfai, Seyyid'et Nefise, Ahmed-i Bedevi gibi İslam büyükleri ve hem de Mısır yakın tarih hayatında Muhammed Abduh, Seyyid Kutub gibi İslamı içten bozmak isteyen isimler vardır. Diğer taraftan son Şeyh'ül İslamımız Mustafa Sabri Efendi Kahire Mezarevler'dedir. Bir başka hatırlamamız gereken gerçekse şudur. Daha yüz sene evvel İstanbul'da Matbaayi Amire'de veya Kahire Bulak Matbaasında basılan bir kitap tıpkı İstanbul veya Kırım'da çıkan bir gazete gibi hem imparatorluk coğrafyasında ve hem de Uluğ Türkistan'da okunabiliyordu. Bunlar kaybolunca musibetler geldi
.
Popcorn -II-
2 Şubat 2011 01:00
Batılı müstemlekeciler, dünyanın her tarafında olduğu gibi Kuzey Afrika'da kendi çıkarlarına İngilizleştirme, Fransızlaştırma vs. yaptılar. Mısır'ın başına güdümlü darbelerle 1952'den itibaren İslam öncesine atlayıp Kıpti maziyi esas alan modern firavun yönetimlerinin gelmesi böylece başlamıştır. Mısır'da Cemal Abd'ünnasr, Tunus'ta Habib Burgiba ve çadır bedevisi dengesizler hep böyledir. Kürtlere İmralı eliyle aşılamak istedikleri de budur. İslam öncesini esas alın diyorlar. Kürtçülük her şeyden evvel İslama isyan hareketidir. Mübarekliği kendinden menkul, Hüsnü Mübarek, halkına zulmeden efendiler karşısında susta duran zincirin bir halkasıdır. Ne hüsnü, ne de mübarek olan bu 'monarac' şimdi zorda. Sokaklarda tanklar üzerinde poz veren halk, 'game over-oyun bitti' diye pankart kaldırıyor. Artık dayanması, kalması imkânsızdır. Fransa, İngiltere, Amerika'dan birine kaçar. Tabii alırlarsa. Tunus diktatörü Zeynelabin bin Ali kimse buyur demediğinden havada asılı kalmış, nihayet Arabistan'a iltica edebilmişti. Ne tuhaftır ki 1979'da İran ihtilali olunca yurt dışına kaçan Şah Rıza Pehlevi Amerika kabul etmediğinden Mısır'a gitmişti. Kabri, Ahmedi Rıfai Camiinin içinde. Beyaz Saray, çöldeki mısır patlamasını yakından takip ediyor. Fakat ne yapacağını henüz kestirmiş değil. Ancak halka iyi davran, reformları yap diyebilmekte ama o da biliyor ki istenmeyen adama yatırım yapmak akıl kârı değil. Muhammed el Baradey'e de tam destek olamıyor. Bu isim belki geçici bir çözüm olabilir. Amerika'nın hâlâ BOP gibi bir hayali varsa bu öfke o hayali bozmuştur. İç kamuoyuna dönük buradaki CNN, 24 saat Kahire'den naklen yayın yapıyor. Mısır'da bir ihtilal yaşanıyor. 1990 birinci Körfez işgalinin karakteristiği işgalin ekrandan seyriydi. 2011 Mısır ihtilalinin karakteristiği ise sosyal medyadır. Twitter ve Face Book ile cep telefonu ve internet. Elektronik devrim yaşıyoruz. 140 kelime bir bomba gibi. Turgut Özal ne demişti? Yirmibirinci Yüzyıl Türk Asrı olacak diye. Biz kısa bir süre önce ne yazdık? Mağribde Bir Ateş Yandı. Bu ateş diğer yerlere de sıçrayacak dedik. Elhak doğru çıktı. Yangın Yayılacaktır. Türkiye, büyümesi, gelişmesi ve itibarıyla bölgeyi derinden sarsıyor. Barack Obama, Tayyip Erdoğan'dan halkı yatıştırmak için Kuzey Afrika'ya gitmesini talep edebilir. Bu talebin kabul göreceğini sanmayız. Diğer taraftan İsrail derin kaygılar içinde. Ankara ile birlikte hareket eden bir Kahire, Tel Aviv için kâbustur. Türk diplomasisi Kahire'ye yerli ismin seçilmesi için büyük gayret sarf etmelidir. Bölge olması gereken yeri, kendi ruh iklimini yeniden keşfediyor. Şu kısa dünya hayatında saltanatla, debdebeyle, tantanayla ömür geçirip rezilane göz kapama ne hazindir. Kendileri şaşaa içinde yaşadıkları gibi bir de evlatları tatsın istiyorlar. 82'sine gelmiş Mısır'ın tepesindeki adam, oğlum da seçilsin diye tutturmasaydı belki halk hala uyuyor olacaktı. Hüsnü Mübarek'in üzerinde kim bilir kimlerin ahı var? Onu bilmiyoruz ama Gazze'nin gazabı kesin.
.
Nil taştı
3 Şubat 2011 01:00
Mısır patladı, Nil taştı. Ocak ateş aldı. Bütün Kuzey Afrika, Akdeniz havzasının altında. Akdeniz'i bir kocaman kazana benzetirsek, bu ateş, unvanı ne olursa olsun, halkından uzak, Hak'tan ırak bütün prefabrik devletleri saracağı kesindir. I. Dünya Harbi şimdi her şeyiyle ortadan kalkıyor, II. Dünya Harbi böylece bitiyor, Soğuk Savaşsız dünya yeni kuruluyor. Bu dünyanın diğer aktörleri kim olur bilemeyiz ama bölgenin mağribden maşrıka esas aktörü, baş rol oyuncusu Türkiye'dir. Türkiye Başbakanının kendi meclis grubunda yaptığı bir konuşma Kahire'nin Tahrir Meydanı'nda toplanmış bir milyon Mısır'lının kalb atışlarını değiştiriyor Bölgede dikta rejimleri, ceberrut idareler bitiyor. Orta Doğu ağırlıklı olarak Asya, Afrika ve Balkanlar siyasi, coğrafi, ekonomik bakımdan yeniden şekillenecek. Necip Fazıl Kısakürek, 1949'da haykırdığı meşhur Sakarya Destanı şiirinde Anadolu'nun nabzı gibi atan nehre neyi sormaktadır? 'Nerede kardeşlerin cömert Nil Yeşil Tuna? Giden Şanlı akıncı ne gün döner yurduna?' Şanlı akıncı yurduna dönüyor. Bunlar doğum sancıları, akıncının atının nal sesleri. Anadolu merkezdir. Orta Asya, Kafkaslar, Orta Doğu, Balkanlar, Afrika Tavuskuşu'nun kanatları. Tavuskuşu, afyonlandığı uykusundan zor uyandı. Muhteşem yüzyıldan ta yirminci yüzyıl denen müptezel yüzyıla yuvarlanmıştı. Şimdi yirmi birinci yüzyıl tepelerine tırmanıyor. O, tırmandığı tepelerde çevreyi, çevre de kendini yeniden keşfediyor. Aydınlık bir çağ başlıyor. Bunlar, önceki yazdıklarımızla birlikte öncü fikirlerdir. Öncü fikirlerin kabulü zordur. Ufuk ister. Öncüleri akranları taşlar, istikbal alkışlar. Hakkımızda kim ne derse desin, biz yolumuza devam edeceğiz. Önümüzde Devlet-i Ebed Müddet gerçeği duruyor. Bu aynı zamanda kızıl elmamızdır. Irk özeldir, millet öze mahsustur. Fakat çizilmesi gereken ümmet çerçevesidir. Ümmet muhabbetiyle etrafımızı kucaklamamız lazım. Tavus kuşu, rengarenk kanatlarını açıyor. Nil, zor ve uzun bir kıştan bahara hazırlanıyor. 'Nerede kardeşlerin Cömert Nil yeşil Tuna?' O kadar kardeş ki soyadlar bir yana, Türkiye'deki Nil isimli hanım sayısı Mısır'dakilerden kat kat fazladır. O kadar sevgi ki Türkiye'den her ay kafilelerle sevdalı Mısır evliyalarını ziyarete gidiyor, dualar onlarla hedefine varıyor. Halbuki Mısır, hep Firavun uygarlığı ve Şarm el Şeyh hovardalığı olarak tanıtılmıştı. Türkiye de Hititlere, Etilere, Cengizlere bağlanmamış mıydı? Nüve ne kadar sağlammış ki trilyon megawat gücündeki ihanetlere rağmen bu bölge diri kaldı. Bu temeli sağlam atan Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselama teşekkür ederiz. Herşeyimizi O'na borçluyuz. O'nun hükümranlık alanındaki zalimler şüphesiz ki yıkılıp gidecektir.
.
Sözümüz kime?
7 Şubat 2011 01:00
> Washington, DC Sözümüz ahirete göçmüş birine değil. O, şimdi ilahi hesapta. Sözümüz, bu tarafta vahim yanlışlar yapanlara. Bir kadın, evli ve çocuklu. İsmi ve işiyle gündemdeki bu kadın, bir gece bir bekâr insanın evinde ölü bulunuyor... Hadise, sadece dinimize, örfümüze ve cemiyetimize aykırı değildir. Bu tercih ve bu son insani değer kırıntısı taşıyan herkesin vicdanını kanatacak bir felakettir. Böyle bir başıboşluğa hiçbir millet ve hayat tarzı hoşgörü ile bakmaz. Ne Vietnamlı, ne Moğol, ne Yahudi, ne Kenyalı, ne Fransız... İşte şöhret ve işte şehvet... Bu genç kadının vahim akıbetini savunanlar ya ahmaktır ya içinde bulundukları topraklarla alakasız köksüzler. Birçoğu da ikiyüzlü sahtekâr. Bazılar için kör ölmüş badem gözlü olmuştur. Bu sebeple dedikleri ve yazdıkları yalandır. Dirisini aldattıklarının ölüsü karşısında da riyakârlık yapıyorlar. Bu utanmazlıkla nerede ise bu kadının veya sahnede hoplayıp zıplamak nasıl sanatçılıksa, 'bu sanatçının Ucube Heykelin yanına heykelini dikelim' diyecekler. Peki alkışlarınızın mağduru o bahtsızın yerinde kendi eşiniz, kızınız, ananız olsun ister miydiniz? Asla değil mi? Biz de Allah korusun diyoruz. Öyleyse yüceltme adına neden başkalarını aşağılıyorsunuz? Siz, överken yerdiğinizi de mi anlamaktan mahrumsunuz? Zinayı suç olmaktan çıkartanlar utansın, cemiyeti böylesine zehirleyenler utansın. Her türlü disiplini gericilik sayan çağdaş maymunlar aynaya baksın! Evlat yetiştirmenin hakkını vermeyenler düşünsün. Yine diyoruz, bu TCK tekrar ele alınmalı. Politik kişi adıyla anılan ihanet çapında aflarla sosyal dengeyi sarsan sorumsuzlar, aynı dönemde imal ettikleri mevzuatla bu milleti ve onun istikbalini cezalandırdılar. Başkasına yol göstermek kolay, her ne kadar vebal, günah, suç şahsi ise taraflardan birinin babası olmak sıfatıyla Ahmet Altan da bir şeyler demeli. Nerede yanlış yaptık? Bunu irdelemeli. Müptezel yirminci yüzyıldan bir veba gibi hangi hastalıkları kaptık? Bunları yazmalı. Bir zelzele gibi bu cemiyeti silkelemeli ki hiç olmazsa başkalarının çocukları bu çukura düşmesin. Ne var ki... Bugün, şu cemiyette bazı arsızlar, gece kulübü, disko, bar, pavyon yollarından gelip hiç sıkılmadan 'alkolik hareket engellenemez!' diye yürüyüş yapabiliyorsa benzer facialar devam edebilir. Zira ismiyle yüz buruşturan internet sözlüklerine aşağılık fikirlerini atık su gibi döken daha gençken çürümüşler, şu olayı kınayan yazarlara demediklerini bırakmıyorlar. Aileden Sorumlu Bakanlık daha etkin hale gelmelidir.
.
TSK, CHP'nin arka bahçesi değildir
8 Şubat 2011 01:00
AA'nın haberi şöyle: -CHP Genel başkan yardımcısı Süheyl Batum: "Koca bir askeri yıktılar, meğer kâğıttan kaplanmış, biz bunu asker zannedermişiz, meğer ABD içini oymuş. O koca ağacı hop diye yıktılar. Ancak CHP'yi yıkamadılar." Sınıf kürsülerinde, açık oturum saatlerinde konuşmakla politika kürsülerinde konuşmak çok farklı. Sayın Batum, sahip olduğu bazı avantaja rağmen seçildiğinin neredeyse haftasında genel sekreterliği kaybetti. Ardından da 'yıkılmadım ayaktayım' türküsünü söylercesine sivri dilli bir üslup kullanmaya başladı. Önce 50 bin kişi ile Silivri Mahkemesi'ne baskından dem vurdu. Hızını alamadı Ergenekon sanıklarını genel seçimlerde aday göstererek TBMM'yi zanlıya yardım ve yataklık suçuna itmeye çalıştı. Derken Zonguldak'a uzandı. Burada özgül ağırlığı düşük laflar etti. Necmettin Erbakan, dedi veya demedi, kesin değil. Buna rağmen 'sen İmam-Hatipler bizim arka bahçemizdir' dedin diyerek 28 Şubat Darbesi yapıldı. Peki, kanunlar kişilere göre mi işler? Yargıtay Başsavcısı, sağ taraftaki liderlerin konuşmaların hassasiyetle takip ederken şu sözlerin sahibi en azından 'ne demek istedin?' diye niçin çağrılmaz? Bazı partiler, parti kapatma davalarından muaf mıdırlar? Bu sözleri bir akademisyen diyor. Onun ayrıca bir de politik kimliği var. Öyleyse sade vatandaş, inanmakta mazurdur. Artık evlerde, kahvelerde, iş yerlerinde şunlar dile gelmez mi? 'Görüyor musunuz? Bizim kahraman diye güvendiğimiz ordu, meğerse kâğıttan kaplanmış. Bunu koca bir üniversite hocası diyor. Dediğine göre Amerika da içini oymuş, o da kof kütük gibi devrilmiş. Bu ordu mu savaşacak?..' Bu mealde konuşmalar kaçınılmazdır. Zihinler bulandırılır, TSK, politik malzeme yapılmak uğruna böylesine haksız bir ithama maruz kalırken Başsavcılıktan ses-seda çıkmıyor. Bunu derken sayın Batum da içeri tıkılsın gibi nahoş bir teklifte bulunmuyoruz. Fikrine baş vurulsun, bir hata düzeltilsin. Sözün sahibi de biraz derlenip toparlansın. Hazımsızlık şundan, asker, bir kesim Beyaz Türk tarafından oldum olası Tek Parti zihniyetinin muhafız kuvvetleri gibi hesap edildi. Türk Ordusu, uzak olmayan geçmişte zaman zaman CHP tepelerinden gelen işaretlere göre hareket etmiştir. O günkü askerin elini kana bulamasında devrin CHP yönetiminin 27 Mayıs darbesinde asli manevi fail olmasının büyük rolü vardır. Bu vesayet devam etsin arzusunda olanlar var. Hayır o imtiyaz bitti. Kurumlar, safralardan kurtuluyor. Bundan böyle Parti Devleti, Parti Matbuatı, Parti Silahlı Kuvvetleri olmayacak. Ne İmam Hatip veya başka bir mektep, yahut üniversite ve ne de TSK herhangi bir partinin arka bahçesi yapılamayacaktır. Konuşmanın yapıldığı ADD mi, o politik dernek olmuşsa bizi ilgilendirmez. Eti ne ki budu ne olsun? Sayın Batum, yanlış yapıyorsunuz. 'Yıkılmadım, ayaktayım' diye parti tribünlerine mesaj vermek hakkınızdır. Ancak o türkünün bir de 'dertlerimle baş başa' diye devamı var. Boğaz dokuz boğumdur, keskin sirke küpüne zarar verir. Yarın dertlerinizle baş başa kalabilirsiniz. Politika, aynı zamanda kabiliyetler değirmenidir. Siz, sizi CHP'den uzaklaştırmak isteyenlere yardımcı oluyorsunuz. Bu üslupla ya gidersiniz veya harcanırsınız. Buna da en fazla sizi rakip gören Kemal Kılıçdaroğlu sevinir.
.
Bunlar, CHP'ye kapatma davası mı açtırmak istiyorlar?
9 Şubat 2011 01:00
Süheyl Batum, Zonguldak'ta TSK'ya demediğini bırakmadı. Muharrem İnce, niye O'ndan geriye kalsın? Bu işin yarını da var. O da Ordu'da milleti isyana çağırdı. Konuşmanın haşin, fikir üretmekten, ortaya proje koymaktan ziyade hakaret içerme özelliği dikkat çekiyor. Bu tansiyonu yükseltip seviyeyi aşağı çeken söylev için AK Parti ve Başbakan dava açar-açmaz onu bilmeyiz. Fakat bir kimse milleti isyana çağırıyorsa, ayaklanmaya teşvik ediyorsa o kimse hakkında elbette ve elbette ve elbette dava açılmalıdır: İşte İnce'nin incileri: -Bu milletin Tunus'tan, Mısır'dan daha beter isyan etmesi lazım. Biz bunların hesabını soracağız. AK Parti'yi Yüce Divan da kurtaramayacak. Yapılan bu uygulamalarla devlet Tayyip devleti olmuştur. Sanki Padişah! Türkiye bir saltanat devleti oldu. Milletin Tunus'tan, Mısır'dan beter isyan etmesi ne demek? Halkın silahlanması, TBMM'yi, Çankaya'yı, iktidar partisini basması mı? Tunus'ta, Mısır'da halk sokağa çıktı, fakat bunlardan uzak durdu. Muharrem İnce bu ince ayarı yapmaya çalışıyor. Bu ne cür'etkâr suçtur? Bir ülke dostu böyle konuşabilir mi? Yeni Resneli Niyazilere ihtiyacımız yok. Dünyadan bu kadar habersizlik acınası bir haldir. Tunus, Mısır ve diğerleri Türkiye gibi olmak istiyorlar. Ora insanları bunun için sokakta. Söz konusu ülkelerde isyan yaşanırken Türkiye'de yıllık enflasyon yüzde beşlere düşüyordu, Erzurum, dünya markası bir şehir oluyordu, Davos'ta övgü üstüne övgü yapılıyordu, daha da hoş olanı IMF, iyi ki bizimle anlaşmadınız diyordu, işgal sonrasında Irak'ta en kârlı Türkiye çıkıyordu, Suriye ile hemhal/entegrasyon yaşanıyordu. Bu CHP'liler bunları hiç mi okumuyor, duymuyor, görmüyor. Kim yaparsa yapsın sonuçta ülke kazanmakta. Şu yazıyı kaleme almadan biraz evvel Washington, DC'de bindiğim taksinin şoförü tesadüfen Somalili çıktı. Türk olduğumuzu anlayınca aynen şunu söyledi: 'Başbakanınıza hayranız Türkiye bütün İslam dünyası için rol model...' Bu şoför yirmi bir yıldır buradaymış. Büyük ailesi Hollanda'da. Dünyayı bilen bir genç insan. Emin olun, bizdeki bazı parlamenterler, bazı akademisyenler, bazı sivil-asker-yargı bürokratları yurt dışında şoför bile olamazlar. Onun için seçmen lütfen partiden evvel adayı tanısın. Adaya oy versin. Yoksa konuşması laf ebeliğinden öteye geçmeyen kimseler, Meclise gitmeye devam ederler. Somalili taksi şoförü Türkiye'yi tanımış parti hırsı, gözlerini karartmış olanlar tanıyamamış. Sizce bu Kemal Kılıçdaroğlu, bu Süheyl Batum, bu Muharrem İnce neden böyle konuşuyorlar? Orduya hakaret edilmekte. Hükümete hakaret edilmekte. Başbakana sövülmekte. Halk mahkeme basmaya teşvik edilmekte. Ergenekon sanıkları milletvekili olsun diye tutturulmakta. Ve nihayet ve nihayet ve nihayet millet, Tunus ve Mısır'dan da beter isyana çağrılmakta. Millet dedikleri herhalde Türk milletidir. CHP'nin ayrı bir milleti olmasa gerek. Galiba şunun hesabındalar: Bazı CHP taktisyenleri bu konuşmalarla CHP aleyhine kapatma davası açtırmak istiyorlar! Bu bir beleş kahramanlık senaryosudur. Ne gün AK parti aleyhine kapatma davası açıldıysa bu parti oylarını katladı. Ne gün Anayasa Mahkemesi'ne gidildiyse bu parti kârlı çıktı, ne gün 367 hukuk ucubesi sipariş verildiyse AK Partinin yolu açıldı. Bunları hesap eden CHP'nin akıldaneleri ne yapıp edip haklarında kapatma davası açtırmak istiyorlardır! Hani seçimlere gidiliyor ya! Mağdur görünmeleri lazım. Bu millete isyan, orduya darbe çağrılarının bir sonraki adımı Anayasa Mahkemesine gidip 'ne olursunuz Allah rızası için partimiz aleyhine dava açın' diye dilekçe vermektir. Açılır mı dersiniz? Galiba hayır!.. Herhalde savcılar ve hakimler de kimlerin ciddiye alınacaklarını biliyordur. Öyle olmasaydı şimdi bu konuşma sahipleri çoktan savcılığa davet edilmiş, davalar da akşamdan açılmıştı.
.
CHP marjinalleşiyor
10 Şubat 2011 01:00
Kemal Kılıçdaroğlu'nun lider vasfına sahip olmadığını, bir partiyi taşıyamayacağını, CHP'de suların durulmayacağını seçildiği günlerde biz ve diğer tarafsız kalemler dile getirmiştik. Halbuki demokratik bir ülkede iktidar partinin karşısında ciddi bir ana muhalefet partisinin olması gerekir. Geçen zaman zarfında sayın Kılıçdaroğlu hangi yeni fikri üretmiştir. Adının Kemal olmasını sıtmaya bile reçete olarak sunmakta. İktidar partisi liderinin her dediğinin aksini söylemek ufuk sahibi olmak mıdır? Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, Kılıçdaroğlu'nun kendisine Ucube Heykeli üzerinden sataşması üzerine O'nun hakkında Türk polemik tarihine geçecek kadar veciz bir söz etmişti: -Kamera şakasıyla gelen kamera kazası. O kazanın şaşkınlığı hiç eksilmedi. Avcılar Belediyesi, Müslüman Türk kadınının şahsiyet haklarına saldırarak onu rahibelere benzetti. Belediye başkanı için bir şey yapamadılar. Genel başkan, 'Berhan Şimşek mi, bir başkası mı nereye kadar giderse gidin!' diyemedi. Kedi o gün kurtuldu, Kılçdaroğlu o gün kaybetti. Sonra aylarca Gürsel Tekin muamması yaşandı. Tekin'le Kılıçdaroğlu dost mu muhalif mi? Sorusu zihinlerde netleşemedi. Ardından bir Sav-Kılıçdaroğlu meydan muharebesi cereyan etti. Bilmem hangi tarihten beri CHP katibi umumisi olan Önder Sav'ın defteri dürülerek yerine parlak bir isim oturtuldu. Kaç tane kitabı ne kadar hakemli makalesi var bilmiyoruz ama akademik hayatta rektörlüğe kadar yükselmiş, tv'lerde vücut diliyle gırtlaktan konuşmasıyla tanınan Prof Dr. Süheyl Batum. O artık CHP'nin genel sekreteriydi. Hangi CHP'nin? Adı Kemal olan politikacının bir-iki kere telaffuz etme cesareti gösterdiği yeni CHP'nin. Parti, genel başkan, yardımcıları, genel sekreter ve daha bir çok isimle vitrin değiştirmişti. Gelin görün ki değişen insanlardı. Zihniyet aynıydı. Yeni demekle, yeni olunmuyordu. Olsaydı, Bülent Ecevit'le olurdu. Ecevit, hançeresini paralarcasına yüzlerce kere 'yeni CHP' dedi, ama kendisi gitmek zorunda kaldı. Zihniyet değişmeyince de skandallar sökün etti. Öncülüğü de kısa sürede genel sekreterliği kaybeden Süheyl Batum yaptı. Siyasi rüşdünü isbat zorunluğu hissediyrodu. Aman Allahım o ucuz ne laflar! En sonunda TSK hakkında konuştu. Sanki Sıddık Sami Onar, mezarından kalkmış yine orduyu darbeye teşvik ediyordu. TSK şunun şurasında üç gündür siyasete karışmamaya özen gösterirken Süheyl Batum, siz nasıl olur da bu iktidara karşı darbe yapmazsınız? diye aşağılayarak güya hesap sormakta. Bu kadar vahim hatayı arka arkaya işlemek için akademik kariyer şart mıdır? Nitekim kendisyle demagoji yarışındaki partidaşı Muharrem İnce'nin unvanı yok. Donkişot'n tesirinde kalma şüphesi taşıyan bu politikacı da milleti Tunus ve Mısır halkından daha şiddetli şekilde isyana çağırıyor. Askere hakaretler üzerine ilk defa bir genelkurmay başkanı 'üzüntülerini bildirmek için' bir parti merkezine gitti. Ne demişler? 'Kaval çalmasını bilmeyen çoban, sürüsüne kurt getirir'. Ertuğrul Günay gibi eski bir halk partili olan siyaset gözlemcisi Tarhan Erdem, 'CHP'de genel başkanlık boşluğu var, Kılıçdaroğlu partiyi yönetemiyor' diyor. Bu tesbit yanlıştır diyebilir misiniz? CHP şimdi ne yapacaktır? Avcılar'daki gibi hiçbir şey yaşanmamış mı farz edilecek? CHP'nin seçim değil, kongre ihtiyacı var. Olağanüstü kongreye giderek sil baştan genel merkezi değiştirmesi gerekir. Müslüman kadına rahibe demek, mahkeme basmaya kalkışmak, TSK'ya kağıttan kaplan benzetmesi yapmak, halkı isyana çağırmak marjinalleşmedir. Genel merkezinde genel başkanı genelkurmay başkanına bir anlamda ifade vermek zorunda kalan CHP, merkezle mi yarışıyor solundaki İP, TKP BDP ile mi? Tesettürlüyle kavgalı, kendi içinde kavgalı, askerle kavgalı, iktidarla kavgalı bir politik kurum ana muhalefet partisi olabilir mi? Bu kadro, ülke yönetebilir mi? CHP'nin yerlileşmeye ihtiyacı var. Bu CHP 2023'ü bulamaz.
.
Şeyh'ül Muharririn
11 Şubat 2011 01:00
'Şeyh'ül Muharririn' muharrirler, yazarlar Hocası... Merhum Ahmet Kabaklı, yazı hayatımızda bu unvanı alan yegane şahsiyettir. Hakkıyla layık olduğu bu unvan O'na 1997'de Milli Eğitim Bakanlığı ve fikir ve edebiyat kuruluşları tarafından müşterek bir kararla verilmişti. 1924 Yılında küçük bir İstanbul olan Harput'ta dünyaya geldi. 8 Şubat 2001'de İstanbul'a bir İstanbul Beyefendisi olarak dar'ül beka'ya irtihal eyledi... Türkoloji ve hukuk tahsil etmişti. 1957-1990 arası Tercüman'da yazdı. 27 Mayıs kanlı darbesi sonrasındaki yıkımlar ve '70'ler komünist ayaklanmaları karşısında Ahmet Kabaklı, kalemini yerine göre bir kelebek kanadı yumuşaklığında yerine göre de bir kılıç, bir gürz bir mızrak gibi kullandı. Var gücüyle dinimizi, dilimizi, milletimizi ve vatanımızı müdafaa etti. Bir yanda Türkiye komünist yapılmak isteniyor, diğer yandan Türkçe, maruz kaldığı tahribatlarla asli hüviyetinden çıkartılmaya çalışılıyordu. Kabaklı Hoca, her iki meydanda da canhıraş bir mücadele içindeydi. Bugünleri borçlu olduğumuz imzalar var. Onları unutmak nankörlüklerin en büyüğü olur... Yahya Kemal, Necip Fazıl, Osman Yüksel, Peyami Safa, A. Fuat Başgil, Kadircan Kaflı, Tarık Buğra, Dündar Taşer, S. Ahmed Arvasi, Ayhan Songar, M. Emin Alpkan, İrfan Atagün, Ahmet Kabaklı, Erol Güngör, Ömer Öztürkmen, Erdem Bayazıt, Yalçın Özer, Yücel Çakmaklı, Mehmet Niyazi Özdemir, Sezai Karakoç, Kadir Mısıroğlu, Yavuz Bülent Bakiler... gibi değerler. Bunlardan son dördü hamdolsun ki hayattalar. Ahmet Kabaklı 1990'da çok arzu ederek Türkiye gazetesine geçti. Enver Ören Beyi ziyadesiyle sevdi. Hayal ettiği insan numunesiyle muhataptı. Çok şahit olduk. Yemekli toplantılarda Enver Bey, sohbet ederken Kabaklı Hoca gözyaşlarını silerdi. Enver Ören Bey ise her karşılaşmada hiç ihmal etmeyerek Hoca'nın elini öpme nezaketi gösterdi. Kabaklı Hoca ile Yeşilay Han'da en az on beş yıl komşuluğumuz oldu. Türk Edebiyatı Tarihi ismiyle beş cildlik bir eser neşretti. Sonra bu isimden hareketle Türk Edebiyatı dergisini çıkarttı. Türk Edebiyatı Vakfı'nı kurdu. Bu hizmetlerin hepsi Allah'a şükür devam etmekte. Türk Edebiyatı dergisi başlı başına bir eserdir. Çarşamba Sohbetleri Türk Edebiyatı Vakfında yapıla gelmekte. Vakıf, aynı zamanda Kabaklı Hocanın bütün eserleriyle daha başka kitaplar da neşretmekte. Amcasının vefatından sonra değme evladın yapamayacağı bir azim ve fedakârlıkla bu hizmetleri devam ettirerek Şeyh'ül Muharririn Ahmet Kabaklı Hoca'nın amel defterinin açık kalmasına vesile olan Servet Kabaklı'dan Allah razı olsun. Şimdi sorulacak soru şudur? Gidenlerin yeri doluyor mu? Verilecek cevap herhalde tartışılır. Halbuki gidenlerin yerinin dolması değil, onların aşılması lazım. Onlar, bugünkü hangi imkâna sahiplerdi. Dünya görüşünüzün şairi, romancısı, yazarı, mütefekkiri, yönetmeni yoksa, idealiniz kalblere nakşedilemiyorsa hedefinize varmanız ya mümkün olmaz veya çok zorlaşır.. Kızılelma, fikirlerin iktidar olmasıdır. Bu da ideallerin yaşamasına bağlı. Zenginlik, rahat, bol imkân ideallere kezzap olmamalı. Fırat Üniversitesi'ne HARPUT AHMET KABAKLI ÜNİVERSİTESİ isminin verilmesi fevkalade bir kadirşinaslık olur.
.
Sevgili Peygamberim
14 Şubat 2011 01:00
> Washington, DC Şükürler olsun ki şu 14 Şubat 2011 Pazartesi günü Sevgili Peygamberim kitap dizisinin 13. Cildi de tamamlandı... Beyit nasıldı? 'Muntazamdır cümle ef'alin senin/Aklı ermez hikmetine kimsenin.' Yüce Allah'a arz ediliyor. 'Senin her işin intizam dahilindedir, fakat biz kullarının aklı, ondaki sırları anlamaya yetmez.' Türkiye'de başladığımız bir çalışmaya Amerika'da devam ediyoruz. Zahiri sebep bir uçak kazası ve tedavi süreci, batınî ve hakiki sebepler nedir? Onun cevabı 'aklı ermez hikmetime kimsenin' cümlesidir. Bize bu imkânı veren Allahü tealaya hamd, O'nun Habibine salat ve selam olsun... 13 kitap ve 13 senaryo. Bir başka ifadeyle 26 cildlik bir çalışma. Eseri yazmaya devam ediyoruz. Seslendirme senaryosu için eseri bir kere daha yoğurmaktayız. Sevgili Peygamberimiz'in -sallallahü aleyhi ve sellem- fezalar ve deryalar misali, güzellikler ve ibretlerle dolu hayatını layıkıyla nakletmek ne mümkün ve kimin haddine!.. Biz sadece bütün ümmete ve bütün insanlığa rehber muazzam hayatını anlatmaya gayret ederek hep beraber O'na ümmet olma şerefinden nasiplenme çabasındayız. Seyyid Abdülhakimi Arvasi Hazretleri, 'İslamiyeti anlatmanın en güzel yolu Resulullah'ın hayatını anlatmaktır. İslamiyete dair her şey O'nun hayatında var' buyuruyorlar. İslamiyet, insanın her iki dünyasını tanzim eden sistematik bir bütüne sahip olduğundan her şey, Allah Resulü'nün buyurdukları ve hayat tarzlarında mevcut. Bu kitap, satır araları dahil dikkatle okunmalı anlaşılmalı ve yaşanmalı. Sevgili Peygamberim eseri, bir çocuk kitabı değildir. Resimli olması yanıltmasın. Yeni zamanlarda telif edilmiş bu Sevgili Peygamberim adlı Siyer-i Nebi'nin bir hususiyeti de her yaştaki insana hitap etmesidir. Söylemekte mahzur yok ki bu bir edebi metindir. Hepimiz Peygamberler Peygamberini sevmekle mükellefiz. Hakkıyla sevmek için layıkıyla tanımak gerek. Şanlı Nebiyi öven şiirlere Na't-ı şerif, biyografisini anlatan kitaplara da Siyer-i Nebi dendiği malumlarınızdır. Siyer, siret kelimesinin çoğuludur ve hayat tarzı anlamına gelir. Bizde bilinen ilk Siyer-i Nebi 1388'de Erzurumlu Mustafa Dariri Efendi'nin Tercüme-i Siret'ün Nebi adlı eseridir. Vakidi, Taberi,Tirmizi, İbni Hişam, İbni İshak, Lamii Çelebi, Mustafa Dariri ve Altıparmak gibi müelliflerin eserleri meşhurdur. Duru Türkçe'sinden olsa gerek en yaygın Na't-ı şerif ise Süleyman Çelebi'nin Osmanlı Topraklarının Mevlid adını verdiği Vesilet'ün Necat'tır. Bugün 14 Şubat 2011. 14 asır evvel bugün 'ol sadeften doğdu ol dürr danesi'... Ulu Cami müezzininin teşbihine bakınız. Nebiler Sultanının doğumunu sedefin inci hasıl etmesine benzetiyor. Bugün Mevlid günü... Ve bugün 14 Şubat sevgililer günü. Sizi 'tarafınızı seçin' gibi çok büyük bir imtihana çağırmayacağım. Onun yerine şunu diyorum... Kimi seviyorsan... kime ne vereceksen, ne götüreceksen. Onu o haliyle, kuru ve yavan götürme. Ona bir değer kat. Hediyenin yanına bir adet de SEVGİLİ PEYGAMBERİM kitabı dahil et. Hayatın da sevgin de hediyen de ahiretin de kuracağın yuva da mana kazansın, temel sağlam olsun. O'nu tanımayan sevgi sevgi değildir. Yarın doğacak çocuk, ekranın soğuk yüzünden önce O'nu anlatan kitabın sıcaklığıyla buluşsun. Sen sevgiline bu kitabı götür... gazete dağıtıcısı da her gün senden bir mektup gibi bir adet Türkiye gazetesi götürsün. O, doğdu diye sevinen gönlünüz daha bir güzelleşsin diye tebriklerimizi sunarken sözü, belki de Peygamberimizi metheden en güzel şiiri yazmış olan Aişe Validemizin -radıyallahü anha- mısralarından bir kısmının Türkçesine bırakıyoruz: -Zeliha, Yusuf'a âşık oldu diyerek O'nun kınayan kadınlar, şayet Allah Resulü'nün yüzünü görselerdi parmakları yerine yüreklerini keser de bunu fark bile etmezlerdi.
.
Yılın Annesi, Berfo Ana
15 Şubat 2011 01:00
Başbakan Tayyip Erdoğan, 'Cumartesi Anneleri'ni kabul etmeseydi bu cemiyet hâlâ Berfo Ana'dan haberdar olmayacaktı. Halbuki her Cumartesi Galatasaray'da evladını yitirmiş fakat mezarını bile bilmeyen analar toplanıp seslerini duyurmak istemekteler. Ama biz onları görmedik. Tıpkı şehit analarının Edirnekapı şehitliğinde toplanmalarına aldırmadığımız gibi. Tıpkı Başörtüsü Analarının sessiz çığlıklarını duymadığımız gibi. Çünkü... Bizde bir illettir, genelleme yaparız. Komünist, faşist, gerici, Kürtçü, Alevi. Marmara depreminin enkazından kurtulduk fakat '70'ler, '80'ler ve 90'ların hormonlu terör enkazını kaldıramadık Hâlâ toprak altındayız, hâlâ ışıktan uzağız. Bugün general tutuklatan temel yanlışlar, o günlerde bu ülke gençlerinin önüne farklı kapılar çıkarttı. Neslinin en zekisi olan o gençlerin bazısı Türk'tü, bazısı Kürt, bazısı dindar, bazısı sosyalist. Teşhiste isabet edenler de oldu, ilaç yerine zehir içenler de. Ortak taraflarıysa şuydu: Kullanılmak... Her birini bir maşa kullandı. O maşaları tutanlar da bir başka gücün maşasıydı. Biz hep 250 bin genci kaybettik diye Çanakkale'ye ağladık. Biz hep 90 bin ana kuzusunu karlara teslim ettik Allahüekber Dağlarına ağladık. 1970-2000 arası toprağa düşen 75 bin gence ise yalnızca anaları ağladı. Onların bazısı ülkücü. Bazısı Kürtçü. Bazısı sosyalist. Bazısı dindar... Ortak yanları, hepsi bu memleketin çocuğu olmaları. Ortak yanları, hepsi bir çıkış arayışında kaybolmaları. Ortak yanları hepsi 20'li yaşlarda bulunmaları. Bir kısmı idam oldu. Bazısı kurşun yedi. 80'lerde hapse girip de gençliğini orada bırakarak dışarı çıkanların o elem yılları sigorta edilecek haberine çok memnun olduk. Muhsin Yazıcıoğlu'nu bildiklerini söylemesin diye katlettiler. Berfo Ana'nın oğlu da demek o yaşlardaymış. Kim bilir şimdi olsaydı neler söyler, hangi pişmanlıkları dile getirirdi.? Alıp götürülmüş, sonra da kaçtı demişler. Ne izi var, ne mezarı. Ağlayan anamız ne de çok. Her gün beş vakit Başörtüsü Analarının üzülmeleri... Her cuma Şehit Analarının evlatlarının kabri başında gözyaşı dökmeleri... Her hafta Cumartesi Annelerinin İstanbul'un ortasında çare beklemeleri, hepimizin derdi, hepimizin meselesi olmalı. Bazısı İmralı'da saltanat sürdü bazısı rütbelerin gölgesinde. Ölen bu vatanın düşmanlaştırılmış çocukları, ağlayan analar oldu. Ana, milliyetler üstüdür. TV'de Berfo Ana'yı dinleyen kim bilir kaç Şehit Anası, Başörtüsü Anası ağlamıştır. Bir anayı yine en iyi bir başka ana anlar. Berfo Ana! Oğlun kim olursa olsun, o ağulu yıllarda hangi yalan rüzgârına kapıldıysa kapılmış olsun. Ekranda seni, kızını ve diğer oğlunu gördük. Sen ve ailen ne kadar yerlisiniz. Eminim ki sen, bayrağa sarılı gördüğün her şehide, tertip kazayı işitince Muhsin Yazıcıoğlu'na hem gözyaşı döktün hem de dua ettin. Devlet mutlaka bu anaların gözyaşlarına derman olmalı. Suç varsa adil mahkeme cezasını verir. Fakat sorgusuz sualsiz yok etmek, bir mezarı çok görmek ne demek? Bu hangi insanlığa sığar? Bu manzaralar anonim ayıptır. 27 Mayıs darbesinden sonra Said Nursi'yi Urfa'da yattığı mezarından alıp meçhullere gömenler kimse bu gençlerin izini silenler de aynısı. Ama üzülmeyin Berfo Ana, Şehid Anaları, Başörtüsü Anaları. Balyoz indi. İlletlere neşter vuruluyor. 2011 için Yılın Anası Ödülü, 31 yıl boyunca oğlum gelir diye kapısını kapatmayan, 31 yıl boyunca yorulmadan mücadele veren 104 yaşındaki Berfo Ana'ya verilmelidir. Berfo Ana, şimdi bütün muzdarip anaların sembolü. Eminim ki O da 'Ben bu ödülü Şehid Anaları, Başörtüsü Anaları, Cumartesi Anaları adına kabul ediyorum' diye teşekkür konuşması yapacaktır.
.
Nobel Barış Ödülü Mısır halkının hakkı
16 Şubat 2011 01:00
Barack Obama, seçilmesinden kısa bir süre sonra İsveç Akademisi, kendisine Nobel Barış Ödülü verme kararı aldı. Biz o zaman kaleme aldığımız yazıda Sayın Obama'ya bir çağrıda bulunarak bu ödülü almayın dedik. Sonra baktık ki birçok Amerikalı da aynı görüşte. Henüz böyle bir ödülü hak edecek bir icraata imza atmamış bir devlet adamına ödül takdiri emrivakiden başka bir şey değildi. Eğer Amerika'nın da Orta Doğunun da başına dert olan Bush çalısını gönderdi diye bunu yaptılarsa bilmem. Ama değilse o ödül anlaşılmadı. Fakat bu hata, şu veya bu kadar da olsa Kraliyet ve İlimler Akademisinin saygınlığına gölge düşürdü. O vakte kadar bu Nobellerin, Oscarların bitaraf kurumlar eliyle adilane bir titizlikle verildiği yaygın kanaat idi. Ama o garip hadise işin politikadan çok da uzakta olmadığını gösterdi. Niye İsveç, neden Norveç? Hani ombusdmanlık da bizim Yeniçeri ocağından oraya gitmiş ya! Olay bir aferin mi Yoksa marka yönetimi mi? Bir 33 Derece virtüözü mü? Milyonları bulan parayı aferine bağlamak şair Nabi'yi tekzip etmek olur. Muhterem şairimiz demiştir ki: 'Ya Rab, bu aferin ne tükenmez hazinedir!' Şark milletlerinde sırt sıvazlamak esastır. Yusuf Nabi bunu taşlamakta. Nobellerde Oscarlarda aferin ve alkış var ama ciddi nakit taltifi de var. Bu ödül müesseseleri çok ayrı problemlerdir ve mutlaka üzerine derinlemesine incelemeler yapmak gerekir. Keriman Halis'le Erzurum'da buz pateni şampiyonası arasına bir illiyet bağı kurmak neden mümkün olmasın? Olayın perde arkası ve zihniyet boyutu olduğu şüphesiz. Onun için bu sene Nobel Barış ödülü kime verilecek diye merak ediyoruz. Sürpriz mi yapacaklar? Yoksa hak edene mi verilecek. Eğer dünyada bir tarafsız akademi varsa. Bu akademi hiç bir ideolojik ve siyasi tercih içinde değilse, ırk ve kültür taassubuna kapılmamışsa bu sene ödül verilecek isim apaçık bellidir: Mısır Halkı... Darbeler çok yapılıyor. Bugün bile üçüncü dünya ülkelerinde icabında bir üst çavuş birkaç haytayı yanına alarak beğenmediği hükümeti kovalayabilmekte. İhtilalse nadirattandır. Çünkü ihtilalin meydana gelmesi için halkın seyirci değil aktör olması gerekir. 80 milyonluk Mısır. Halkın yüzde 90'ı yoksulluk ve açlık sınırında. Ülkede iki patron var Saray ve Ordu. Bu halk, o kadar mağdur ve muzdarip olduğu halde 30 sene sabretti. Mağribde Bir Ateş Yanması üzerine artık yeter diyerek tribünden meydanlara inerek 18 günde 'Son Firavun'u yerinden söküp süpürdü. Gerçi devrim henüz tamamlanmadı. Siyonist sihirbazlıklar olanca hokkabazlığıyla perde arkasında. 'Firavun' sahneden inerken yetkileri meclis başkanına değil, orduya devretti. Buna rağmen bir halk, kan dökmeden, inançla, itidalle ve vakarla ihtilal yapmıştır. Bu ihtilalin kahramanları, gençler, kadınlar, yaşlılar ve bütünüyle halktır. Piknik yapar gibi devrim yaptılar. Eğer diktatörlük kötüyse bir diktatör devrilmiştir. Eğer kan dökmek iyi değilse kör bir çakı bile kullanılmadan, kan dökülmeden büyük bir muvaffakiyet elde edilmiştir. Öyleyse Nobel Barış Ödülü Mısır Halkınındır. Bakalım Akademi ne yapacak? Bu yılki ödülü seve seve sahibine mi verecek, yoksa 'Son Firavun' İsrail'e hizmet ediyordu, Yahudilerin dolaylı bile olsa aleyhine olan hiçbir eser veya faaliyete destek vermeyiz imasında mı bulunacak? İkincisi mi diyorsunuz? Bize de öyle geliyor. Ama hiç belli olmaz, bakarsınız hepimizi yanıltırlar. Canları isterse, o halk, özgürlük için o ağır yüke tahammül etti. Aferin için değil. Onların ödülü insanca yaşamaktır. Ötesini o tantanalı unvan sahibi kurumlar düşünsün
.
Muhtar Kent'i harcamak için mi?
17 Şubat 2011 01:00
Üzerinde sık duruyoruz, duracağız da. Diyoruz ki kalkınmamızın kalıcılığı 3 markaya bağlı, Marka Şehir, Marka Şirket ve Marka İnsan. Muhtar Kent, COCA COLA'nın CEO'su. Dünya markası bir ismimiz. Şu günlerde aniden COCA COLA'nın formulünün bulunduğuna dair bir yayın başladı. Haberde sır olduğu söylenen formül açıklanmakta. Ayrıca kolasıyla şurubu ayrı listelerde verilerek şurubun alkol ihtiva ettiği de yazılmakta. Ancak geniş kitle bu inceliğe dikkat etmeyebilir. Hadise, İslam Coğrafyası itibariyle karalama kampanyası diye de alınabilir. En azından zihinler bulanacak. Mahreç bir Amerikan internet sitesi. O da 1979 tarihli bir gazeteye dayanmakta. Sanki bu işte bir bit yeniği, bir belden aşağı vurma niyeti seziliyor: Nereden çıktı bu haberi yapma ihtiyacı? Madem 1979'da yayınlanmıştı neden yeni akla geldi? Ezbere hareket etmek yerine, ihtimalleri kurcalamakta fayda var. 10 Gün önce Coca Cola şirketinin CEO'su Muhtar Kent, Çin devlet başkanının Beyazsaray'da ağırlandığı akşam yemeğinde ABD Başkanı, eşi ve Çin'li misafirle aynı masada ve yan yanaydı. Bu fotoğraf, şüpheniz olmasın ki çok kıskançlıkları tetikler. Aynı günlerde televziyondaki söyleşisinde de köklerine bağlı bir insan intibaı veriyordu. Kısacası Türkiye'nin Erzurumun'dan gelmiş bir Türk bugün dünyanın çok devletinden daha fazla bütçeye sahip ve çok devlet reisliğinden daha önemli bir yerde bir numaralı isim. Bu müthiş bir başarıdır. Kıskananı, düşmanı çok olur. Muhtar Kent kimliği kendisi olmaktan çıkar aidiyetiyle birlikte sorgulanır. Böyle bakınca öyle bir yayın, geç bile kalmış denmez mi? Türkiye aleyhtarı fanatik Ermeniler vardı. Şimdi ona Yahudiler de eklendi. Sayın Kent'in babasının II. Dünya Harbi'nde yaptığı iyiliği umursamaz olabilirler. Şirket içi rekabet, ayak kaydırma taktikleri de mümkün. Hedef, Cola'ya ziyan vermekten öte, bir Türkü dünya liginden düşürme operasyonu gibimize geliyor. Bilişimden anlayanlar, o siteyi incelediğinde belki bazı ip uçları da çıkartırlar. Öyle bir idida ki CEO için o formülü kabul etmek de yalanlamak da sıkıntılı. Bu açmazla karşı karşıya bırakarak yıpratma sürecini başlatıyorlar. Hem dünya markaları çıkarmak ve hem de onları yalnız bırakmamak durmundayız.
.
Onlar uyudu, vatandaş sabahladı
18 Şubat 2011 01:00
Anayasa Mahkemesi Başkanı, zehir-zemberek sözlerle meslektaşlarını silkeliyor. Haşim Kılıç, yüksek yargı için 'yıllarca uyudular' diyor. Bu ağır söze güya bir yerlerden karşılık geliyor. Bilgi sahibi olmadan konuşmakla itham ediliyor. Bu ödünç cümleyle güya cahilsin deniyor. Herkes mi cahil? Bugün bu memlekette yargının işleyişinden Anayasa Mahkemesi Başkanı şikâyetçi. Başbakan şikâyetçi. Tayyip Erdoğan bir milyon altı yüz bin dosya Yargıtay'da bekliyor diye kaç kere ilan etti. Yargıtay ve Danıştay'a yeni daireler ilave edilmesi ve kadrolarının çoğaltılmasına dair kanunu tasdik ederken Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de şikâyetçi oldu. Devlet başkanı, ayrıca zaman aşımı adlı büyük haksızlığa dikkat çekti. Acilen istinaf mahkemelerinin devreye girmesini istedi. Şurada yazmaya içimizin elvermediği tüyler ürpertici bir cinayet sanığının tahliye edilmesine âdeta isyan etti. Evet... Türkiye'de... Sokaktaki vatandaş. Anayasa Mahkemesi Başkanı. Başbakan. Cumhurbaşkanı, herkes, şu zaman aşımı adlı felaketten, davaların vaktinde bitmemesinden, dosyaların ölü denize düşmüş gibi yüksek dereceli mahkemelerde yığılıp kalmasından şikâyet etmekteler. Yerden göğe haklılar. Peki onlar hakkında da dava açılacak mı? Bu soru da bizim hakkımız. 3 yıl önce, Yargıtay'ın bir bildirisini tahlil ederken Yargıtay'da TIR'lar dolusu dosyalar bekliyor, vatandaş mağdur, siz politika yapmak yerine işinize bakın dedik diye hakkımızda önce ceza davası açıldı. Onu savdık. hemen haftasında yüklü bir tazminat istendi. Dava devam ettiği için hakkında yazmayacağız. Zaman aşımından dolayı canisi, hırsızı, uğursuzu hukuk diliyle söylersek bi'lmecburiyye salıveriliyor, dosyalara mahzenler yetmiyor. Bugün mahkemelerde ömür tüketen vatandaşın gözünde yargı yargı olmaktan, mahkeme mahkemelikten, adalet adaletlikten çıkıyor. CHP ise şaşılacak bir gerçektir ki iyileştirmelerin iptali için dava açıyor. Daha hayret verici olansa reformlardan bazı yüksek mahkeme mensuplarının rahatsız olmaları. Bu muhalefet, tarihe karşı hiç bir mantık ve mazeretle izah edilemez. Hukuk devleti, hukukun adalet olarak tecelli ettiği devlete denir. Şu manzaranın neresinde adalet var? Abdurrahim Karakoç'un 40 yıl önce yazdığı Hakim Bey adlı şiiri bugün de benzer şikâyetlere tercüman oluyorsa ortada büyük bir ayıp var demektir. Usta şairin 9 kıtalık bu kahır dolu güçlü şiirinin ilk dörtlüğü şöyle: Gene tehir etme üç ay öteye Bu dava dedemden kaldı hakim bey Otuz yıl da babam düştü ardına Siz sağolun o da öldü hakim bey
.
Türkler de büyükelçiyi anlamıyor
21 Şubat 2011 01:00
> Washington, DC ABD yönetimi, Ankara'ya haylice bir zaman sefir gönderemedi. Kongre, kabul etmiyordu. Engel, sonunda başkanlık yetkisiyle aşılabildi. Seçilen isim, Türkiye zaviyesinden memnuniyetle karşılanmıştı. Francis Ricciardone, daha evvel Türkiye'de çalışmıştı. Çocukları Türkiye doğumluydu. İyi Türkçe biliyordu. Buradaki Türk dernek ve vakıfları onuruna bir gece tertipleyerek onu uğurladılar. Misyonu iki ülke arasında hâlâ var olan soğukluğun ortadan kalkması için iyi bir vesile sayıldı. Konuşmasında çevresine pozitif enerji yaydığı hissedilen büyükelçi, herhalde Cumhuriyetçi Bush'un kötü mirasını temizlemekte önemli işler yapacaktı. Her ne kadar Demokrat Barack Obama, ilk seferini Türkiye'ye yapmış, her fırsatta memleketimizin değerine dair konuşmuşsa da bunu esas hayata geçirecek saha çalışmasıydı. Bu da bir toplumun içine girip onlarla fikir, duygu ev proje paylaşımı ile mümkündü. Ne var ki Amerikan elçisi, hem Ankara'yı ve herhalde ondan evvel Obama idaresini sukutu hayale uğrattı. Hiç üstüne vazife olmayan bir işe karıştı. Hakkında konuştuğu, Türkiye'nin iç meselesi bile değildi. Amerikan elçisi, Türkiye'de yargıya müdahale ediyordu. Söylediği malum 'bir yandan basın özgürlüğü deyip, diğer yandan gazeteci tutuklamayı anlayamıyorum!' Sayın elçi lütfen dikkat ediniz. Birçok ülke gibi bizde de hatta biraz da fazlaca kuvvetler ayrılığı var. 'Basın özgürlüğü' diyen siyasi iradedir. Şüpheli hakkında adli hüküm verense mahkeme. Mahkemeler, siyasi iradenin güdümünde değiller. Emniyet, delil toplar, bunları dosyalayıp savcılığa verir. Savcılık da gelen dosyayı tetkik eder, zanlıyı dinler ve mahkemeye tutuklama talebiyle dava açar. Savcı emniyetin dosyasını ciddi bulmazsa takibe mahal yoktur diyerek talebi reddeder. Mahkeme, iddianameyi yerinde bulmazsa tutuklama talebini reddeder. Bütün süreç işlemiş ve Soner Yalçın tutuklanmıştır. Siz işte bu sürece dair konuştunuz. Halbuki biz, bu mevzuda yazı yazsak mahkemeye tesir etmekten dolayı hakkımızda dava açılır. Siz neden diğer yazarlar, gazeteciler değil de yalnızca bu isim için basının önüne geçip o talihsiz beyanda bulundunuz? Mahkeme önünde imtiyazlı olanlar mı var? Gayet iyi biliyorsunuz ki bizde eyalet genel valisi veya müstemleke komiseri intibaı vermek çok rahatsızlık uyandırır. Böyle bir niyetinizin olmadığına eminiz. Lakin görüntü öyle çıkınca işiniz zorlaşır. Bazı gazeteler hakkınızda 'acemi elçi' başlığı attılar. O kanaatte değiliz. Siz duayen bir hariciye mensubusunuz. Öyleyse bu yapılan kimin adına, neden bir kayırma? Sayın Ricciardone, dakika bir ve kendi kalenize gol. Sizin o konuşmanız üzerine Obama'nın o anki hâlini tahmin ediyorum. Yüzü kireç gibi olmuştur. Gelmeniz sizin dışınızda krizle olmuştu. İnşallah benzer hatalarla bu defa sizin aktörlüğünüzde bir kriz doğmaz. Anlayamadığınız şu olsa gerek, ilk görev yıllarınızla bugün arasında köprülerin altından çok sular aktı. Türkiye'de artık yabancılaşmış aydınlar, köksüzler, laikçiler değil ülkenin öz çocukları iş başında. Onlar, yerli dokudan oldukları için aynı zamanda bütün bu coğrafyayı sarsıyorlar. Yanlış ata oynadınız
.
Çaput bağladınız mı?
22 Şubat 2011 01:00
Bir psikiyatr doktorundan söz ettiler. Doktorun eşi, kendi sahasına giren bir hastalığa yakalanmış. Bütün çabalarına rağmen eşine bir fayda temin edemiyormuş. Arkadaşımıza demiş ki: -Başa gelmeye görsün, kimin ne diyeceğine aldırmadan karımı sağlığına kavuşsun diye nice hocaya, cinciye götürdüm... Bunu, Anıtkabir'deki kalabalığı görünce hatırladık. Bu kızgın insanlar, eşleri Balyoz davasından tutuklanan hanımlarla onlara destek olanlar. Eminiz ki hepsi olmasa da birçoğu daha düne kadar, dua eden masum insanlara üfürükçü diyordu. Türbe ziyaretlerini kınıyorlardı. Oralara gidip el açanlar yobazdı. Allahın veli kullarının yüksek hatırlarını araya koyarak dua eden dert, keder, hasta sahiplerini mum yaktı, çaput bağladı, mezardan medet umdu... diye karalıyorlardı. O halde soru şudur: Tutuklu akrabaları Atatürk'ün mezarına niye gittiler? Sebebi belli, herkesin bir inanma ihtiyacı var. Herkes, zor zamanında çevresinde dostlarını görmek isteyeceği gibi manen de bir yerlere sığınacaktır. Eyüp Sultan'a, Emir Sultan'a Aziz Mahmud Hüdai'ye, Mehmed Emin Tokadi'ye, Hacı Bektaş'a, Hacı Bayram'a, Osman Bedreddin'e, Abdülkadiri Geylani'ye, Şahı Nakşibend Hazretlerine... gidenler işte bunun için gittiler, gidiyorlar, gidecekler. Bunlar ve daha on binlerce evliya, Allah dostudur. Dostun hatırı kırılmaz. Onların hatırına, onların huzurunda Allaha yalvarılmakta. Bazısı borcunu ödemek için. Bazısı iftiradan kurtulmak için. Bazısı dermansız derdine çare için. Bazısı evlatları için. Bazısı askerdeki yavrusunun bir terörist kurşununa gelmemesi için. Siz, Anıtkabir'e gidip mum mu yaktınız, çaput mu bağladınız, tapındınız mı? Hayır. Türbelere giden insanlar da bunu yapmıyorlar. Yapmadıkları halde karalamalara maruz kaldılar, kalıyorlar. Bir yanda laikçiler, bir yanda bazı ilahiyatçılar. Bir asırdır, tertemiz müminlere filmlerde, romanlarda, tiyatrolarda, nutuklarda, gazete sütunlarında veryansın ettiniz. Eseriniz olan 28 Şubat darbesinde inanç sahipleri kan kustu. Bakın şimdi çaresiz kalınca nasıl da bir kabre koşuyorsunuz! Buradan çıkan ders şudur: Bu cemiyette insanların birbirini anlamak gibi çok büyük bir problemi vardır. Tutuklu yakını olmak bir azap. Bir yakınınız birdenbire bir suça muhatap oluyor, sizin başınıza da dünyalar yıkılıyor. Şunu biliniz ki başınıza gelenler, bu topraklara yabancılamış olmaktan geldi. Kocalarınız hem kendilerini hem sizi bu toprakların değerlerinden uzaklaştırdılar. Yakmak istedikleri o cami kubbelerinin altını hatırlayın. O zaman huzuru bulacaksınız. Yapacağınız kendi topraklarınızda turist gibi gezinmemektir, yapacağınız sırça salonlardan çıkmaktır. Siz de Yahya Efendi Dergahının yolunu öğrenin. Siz de Üftade hazretlerini öğrenin. Siz de Hacı Bayram hangi yanda bilin. Siz de dua almasını, sadaka vermesini bilin. Sabırdan, şükürden ve tevekkülden haberdar olun. Biz acınızı anlıyoruz.. Suçu olmayan kurtulur, buna inanın. Geçmiş olsun.
.
Türkiye Kürtleri de Apo'yu devirecek mi?
23 Şubat 2011 01:00
Tunus hadiseleri üzerine Mağrib'de bir ateş yandı demiş ve bu ateşin Maşrık'a kadar devam edeceğini söylemiştik. Aynen doğru çıktı. Toprak sarsılıyor, su yatağını arıyor, besleme diktatörler birer birer yıkılıyor. Şu an sahnede öncelikli olarak Libya'nın soytarısı var. Bilmiyoruz soytarılıktan başka kanlı katilliğe de soyunan Kaddafi'yi kim kabul edecek? Yeni süreçte sürpriz Irak Kürdistanında yaşandı. Kuzey Irak Kürtleri, Mesut Barazani'yi devirme çabasında. İyi ederler. Böylece ipotekten, aşiret töresinden kurtulurlar. Ya Türki Kürtler, Türkiye Kürtleri? Türkiye Kürtleri ne yapacaklar? Komşu Kürtler Barzani'yi devirmeye çalışırken buradakiler Apo'nun fotoğrafını asıp, heykelini yapmak ritüeli mi yaşayacak, paketlendiği gün yası mı tutacak, 'sen hapisten çık ben yatam!' dalkavukluğu mu sergileyecekler? Kürt kardeşim, sıra sende. Sen de Apo'yu devirmelisin. Hürriyet senin de hakkın. Anarşi ve taşkınlık göstermeden onu kalbinden silerek, arkasından gitmeyi terk ederek, gündeminden çıkartarak, rüşvet isteklerini reddederek, yolladığı talimatları çöpe atarak ipini çek. Bizim Kürt'ümüz ülkemizin en dindarlarındandır. Namuslu ve faziletlidir. Vatanperverdir. Bir avuç ideolojik grup, çoğunluğu bölgesel terör ve ırki baskıyla yönlendirmekte. Apo sanki bütün Kürtlerin temsilcisiymiş gibi yalan bir hava yayılmakta. Adı geçenin Kürtçülerle iş birliği olabilir ama Kürtlerle alakası yoktur. Yakın tarihin tartışmasız en güçlü araştırmacısı Kadir Mısıroğlu, hançeresini paralarcasına açıklıyor. Dediği şu: 'Apo'da zerrece Kürt kanı yoktur...' Dinle alakası olmadığı kendi beyanı. Hapse girer girmez Kürtlere verdiği ilk talimat: 'Çocuklarınıza İslam öncesi isimler koyun' demek oldu. Ahmet, Mehmet, Hasan hatta kendi ismine bile düşman bir adam. Apo, Ergenekon'un bir parçasıdır. Mülkiye'de talebe iken keşfedilerek güneydoğuya istihbarat amaçlı olarak yollanmış, fakat o sırada bölgede cirit atan Sovyet ajanlarına kaptırılmıştır. Marxist illegal parti kurması bundan sonradır. Sovyet istihbaratı ve Suriye muhaberatının güdümüyle Şam'da yıllarca saltanat sürdü. Gaddar talimatlarıyla Türk ve Kürt çocuklarını birbirine kırdırdı. Yüksek enflasyon, düşük yoğunluklu savaş ve ve Ergenekon faşizmi belli maşalar eliyle gerçekleştirilerek Türkiye'nin ayağa kalkması geciktirildi. Apo, Sovyetlerden sonra batının kullandığı bir maşa olmuştur. Son kullanma tarihi bitince de 28 Şubat projesinin bir parçası olarak Ecevit'i iş başına getirmek için paketlenip Ankara'ya teslim edildi. Apo için TCK'dan idam cezası çıkartılmıştır. Beklediklerini yapamayınca da Ecevit öldürülmeye kalkışılmıştı. Kürtlere 'lider' diye dayatılmaya kalkışılan isim bugün İmralı'da muamma bir hayat yaşamaktadır. Güneydoğuda özerklik ilan ettiremedi ama İmralı Dukalığında beş yıldızlı bir özerklik hüküm sürmekte. Kürt olmayan, İslamla da alakası olmayan Apo, 75 bin Türk ve Kürt'ün katilidir. Ergenekon ile doğulu ve batılı devletler onun eliyle Kürtleri kontrol etmek istediler. Böylece Türkiye'yi olmaz ve ölmez bir noktada bırakacaklardı. Uluslararası uyuşturucu ticareti, silah kaçakçılığı, istendiği zaman patlak veren terör eylemleri, Çekiç Güç tiyatrosu, böylece hayat buldu... İşte dünya yeni bir çağa giriyor. Ucube heykeller devrilmekte. Kürtler de bir sahte kahramandan kurtulmalı. Kürtler de Apo'yu devirmeli. Devletin idam edemediğini vicdanlarında asmalılar. Ezberlerin bozulma vaktidir. Hiçbir Türk, Ağca'yı izah edemez. Hiçbir Kürt de Apo'yu.
.
İsrail, panikleyeceğine Türkiye'nin garantörlüğünü isteyebilir
24 Şubat 2011 01:00
İsrail, 1948'den bu yana hiç bu kadar yalnız kalmadı. Hiç bu kadar karamsarlığa da düşmedi. Hiç bu kadar paniklediği de görülmedi. Kurulduğu tarihten beri komşuları aleyhine sürekli genişleyen, en ufak kıpırdama gördüğünde ölçüsüz kuvvet kullanarak orayı felç eden İsrail, şimdi kara kara düşünüyor. Önce Türkiye'yi kaybetti. Şimdi de Hüsnü Mübarek adlı taşeronun devrilmesiyle Mısır'ı. Amerika var diyenler çıkabilir. Amerika, dünyanın ta öbür tarafında. Dökme suyla değirmen dönmüyor. Dönseydi, Irak'ta zafer kazanmış olurdu. Bugün, İsrail, bir adada yapayalnız kalmış gibi. Bu İsrail İran'a da kafa tutamaz. Korku, büyük yanlışlara yol açabilir. Yaşadığı korku, İsrail'e inanılmaz hatalar işletebilir. O hatalar da bölgenin ve dünyanın huzurunu kaçırtabilir. Bunların olmaması için teklifimiz şudur. İsrail, panikleyip korkacağına, karamsarlığa düşeceğine Türkiye'nin garantörlüğünü istesin. Türkiye, Kıbrıs ve Nahçıvan'ın garantörüdür. Suriye, Filistin, Gürcistan, Batı Trakya, Kosova ve Saraybosna'nın da fiili garantörü. Garantör, himaye ettiği devletin varlığını teminat altına almış olur. İsrail, KKTC'de Türkiye aleyhtarlığını tezgâhlamak gibi yeraltı faaliyetlerine girişeceğine, şurada-burada Türkiye düşmanlığı çıkartacağına zekâsını kullansa iyi eder. Yahudiler, uyanık, menfaatini bilen adamlardır. Fakat şimdilerde alabildiğine hissi hareket etmekteler. Osmanlı Barışı, bölgeyi bin yıl huzur içinde yaşatmıştır. Türkiye, bugün o barışın da temsilcisidir. Tunus'tan başlayan ve her gün gelişen Uyanış Hareketi, o barışa doğru bir koşudur. İsrail'le Suriye'yi. İsrail'le Filistin'i. İsrail'le İran'ı. İsrail'le Hamas'ı. İsrail'le Hizbullah'ı barış, adalet, huzur ve denge içinde yaşatacak olan ne İngiltere, ne Fransa, ne Rusya ve ne de Amerika'dır. Bunu yapacak yegane devlet Türkiye Cumhuriyetidir. Onun için, Tel-Aviv, emperyal emellerden, zulümden, haksızlıktan, kan dökmekten vazgeçerek eşitlerden biri olmaya razı olmalı. Yahudi olması ona bir imtiyaz kazandırmaz. Arap, Fars ve Türki bütün İslam Coğrafyasının sözünü dinleyeceği bir merkez vardır, Türkiye. İsrail, tez elden zekâsını çalıştırıp Türkiye'nin garantörlük şemsiyesinin altına girmeli. Kurtuluşu bu tekliftedir. Bölge yeniden inşa olurken o hâlâ Nil'den Fırat'a ham hayalinin peşinde giderse, şoven niyetler taşırsa bu paniği, bu karamsarlığı, bu yalnızlığı ileride hezimete de dönebilir. Bu ay-yıldızlı bayrak, gölgesine sığınan kurt ile kuzuyu yan yana yaşatabilecek büyüklüktedir.
.
Bu uyanışın kıvılcımı "One Minute" oldu
25 Şubat 2011 01:00
Mağrib'de, bir uyanış başladı, sonra Tunus'tan ta Kuzey Irak'a kadar yayıldı. Bu bir devin, devinimiydi, bir devin uzun süren uykudan uyanışı. O dev, İslam ümmetiydi, son iki asrın mağduru ve mazlumu. Başına gelmedik kalmamıştı. Büyük devleti elinden alınmış, yerine gecekondu devletleri kurulmuş, her birinin başına da gözcülük yapsın diye kendi adamlarını dikmişlerdi. Üstelik bu ümmet asırlarca bir arada kardeşçe yaşarken biribirlerine hasım edilmişlerdi. Kimseyi yenemeyecekleri, kimseden öne geçemeyecekleri, geri kalmışlık kaderleri olduğu, üçüncü dünyalı oldukları gibi aşağılık duygularını iliklerine kadar işlemişlerdi. Topraklarından bir kısmı hile ve hurdalarla ellerinden alınarak İsrail diye bir devlet ihdas edilmişti. Sonra da silah baronları için kendi adamlarını bu devlete saldırtmışlardı. Her şey mizansen olduğundan sözde Arap, sözde İslam, sözde devlet olanların sözde orduları, Yahudi önünde her defasında perişan olmuştu. Böylece İsrail onların gözünde yenilmez bir güçtü. Bu İsrail, Arap olmayan bazı ülkelerinse bazı generallerini güdümüne almıştı. Haklı-haksız her ne durumda olursa olsun ABD bila kaydu şart işbu İsrail'i desteklemekteydi. Böyle olunca oluşan kanaat şuydu. İsrail'e dokunan yanar. İsrail'i konuşan biter. Bu sebeple Filistin'e istediğini yapabilir, aç bırakır, çocukları katleder. O süper gücün ruhudur. Onunla stratejik ortak olmalı. Savaş uçakları ona tamir ettirilmeli, tanklar ona iyileştirilmeli, gözetleme oyuncakları ondan satın alınmalı... İsrail, 4 milyonluk göçebe Yahudi varlığıyla bütün dünyayı burnundan yakalamış oynatıyordu. Emperyalizm, İslam dünyasının hem itikadını, hem tarihini, hem ırkını ve hem de hudutlarını bozmuştu. Artık başlarında.. Dışarıya satılmışlar. Çeyrek aydınlar. Sömürgeleşmiş zihniyetler bulunuyordu. Bu sebeple bütün İslam Coğrafyası ümitsiz vak'aydı. Toprakları her türlü yer altı zenginliğe sahipti. Ancak onlar, 3-5 Başkentle IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlara tabiydiler. 'Borçlu Köle Gibidir' buyuran Peygamber aleyhisselam olduğu hâlde bu ümmete sürekli borç isteme zilleti yaşattılar. BM adlı sekretaryanın ikinci sınıf üyesi olmayı bağımsızlık zannettiler. Bütün bunları tersine çeviren, devin kulağı dibinde 'Bir Dakika!' diye bağrılma hadisesidir. Faslı, Tunuslu, Mısırlı, Libyalı, Yemenli, Arabistanlı ve diğerleri insan olduğunu böylece hatırladı. Aldatıldığını, bir asırdır öğretilen tarihin rezil bir yalan olduğunu görmeye başladı, kendini idare edenlerin kendinden olmadığını fark etti. Bu uyanış kıvılcımı 30 Ocak 2009'da Davos'ta tutuştu. Lozan'da İsviçre'de Davos'ta. Başlangıç noktasına dönüldü.. Türk Başbakanı, Davos'ta balona iki kelimelik bir iğne batırdı, balon söndü, efsane yıkıldı. İslam Coğrafyası gördü ki dev olan karşındaki değil, dev kendisidir. Bu coğrafya yeniden inşa oluyor. Yarınki İslam Coğrafyası daha güzel ve daha yerli olacak. Ağzına sağlık 'One Minute' diyen adam.
.
LİDER OLMAK
28 Şubat 2011 01:00
Turgut Özal, Necmettin Erbakan, Süleyman Demirel... Bunlar erken Cumhuriyet dönemi çocukları. 20'li doğumlular. Bu nesiller Osmanlı ile Cumhuriyetin buluşma noktasında dünyaya gelmişler. Erbakan 29 ekim 1926 doğumludur. 50'lerde fakültelerini bitirmişler. Veya şöyle diyelim, tek partili cumhuriyet döneminde doğup, çok partili demokratik rejimde hayata başlamışlar. Bu nesillerin bürokrat ve siyasetçi olarak ülke gidişatında vazife almaları ise 1960'lar sonrasıdır. Süleyman Demirel, Turgut Özal, Necmettin Erbakan'ın hayat boyu kader çizgileri sık sık kesişmiştir. Bazen gönüldaşdırlar, bazen muhalif. Üçü de İstanbul Teknik Üniversiteli. Üçü de çalışkan. Üçü de fakülte sonrası yurt dışında yüksek lisans yapmış. Fakültede bazen aynı odadadırlar. Bazen aynı mescidde. Merhum Özal'la merhum Erbakan aynı zamanda aynı Hoca'nın talebeleri. İkisi de İskenderpaşa Cemaatinden. İkisinin hamurunda da Mehmed Zahid Kotku Hazretlerinin emeği var. Ülke topraklarına dağılmaları da ilginçtir. Turgut Özal doğulu, Süleyman Demirel batılı, Necmettin Erbakan Kuzeyli. Bu üç hal tercümesinde/biyografide 3 eğer vardır. Eğer, 1969 yılında Süleyman Demirel, TOBB başkanı Prof. Dr. Erbakan'ın Adalet Partisine girme talebini veto etmeyip de kabul etseydi Erbakan, MNP'yi kurmayacak, AP kan kaybetmeyecek, CHP-MSP koalisyonu olmayacak, Kıbrıs'a harekat yapılmayacak, darbeler yaşanamayacaktı vs. vs. Eğer, Turgut Özal, Milli Nizam Partisi'nden İzmir milletvekili seçilseydi 12 Eylül 1980'de muhtemelen içerdeydi. O takdirde ANAP kurulmayacak, reformalar yapılmayacak, Türkiye, dünya ile buluşmayacaktı. Eğer, Necmettin Erbakan, Başbakan olmasaydı Kaddafi senaryolu, Sincan tiyatrolu oyunlarla 28 Şubat 1997 darbesi yapılmayacak, Refah Partisi kapatılmayacak, orta dönem Cumhuriyet çocukları, 50'li doğumlular Tayyip Erdoğan'lar, Abdullah Gül'ler Milli Görüş gömleğini çıkartarak AK Parti'yi kurmayacak, bugünkü Bölge Süper Gücü Türkiye, dünyada bir yıldız gibi yükselmeyecekti. Necmettin Erbakan öyle 5-10 makaleye sığacak bir sima değildir. O, bir idealistti, dava ve mücadele adamıydı, ufuk sahibiydi ve hatipti. Düşüp kalkmalarının haddi hesabı yok. Bunların hepsinin bir araya gelmesiyle de liderdi. Lider olunmaz, lider doğulur. Olağanüstü bir zekaya sahip olduğunu kendisini tanıyan herkes teslim etmekte. 22 yaşında dışarıda doktora bitirmiş olması çok şey söylüyor olsa gerek. Siyasette bir ekol oldu. Milli Görüş diye bir çığır açtı. Tek başına yola çıktı, milyonlarla buluştu. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, post modern darbeye verdiği destekle Necmettin Erbakandan'dan aynı zamnda 1969'un da intikamını almıştır. 2002'den sonra şunu diyebilseydi çok iyi yapardı. Ama keşkeler, hayatın gerçekleriyle uyuşmuyor. -Kurduğum siyaset mektebinden cumhurbaşkanı, başbakanlar, sayısız bakanlar, belediye başkanları ve ülkeye hizmet eden binlerce değer yetişti. Kendim de Başbakan oldum. Şimdi de fikrim iktidarda. Dünyanın en bahtlı insanlarından biriyim. Bunun yerine talebelerini karşısına aldı. Onları rakip gördü. Şu mücadeleci hayattan çıkan sonuç şu ki, kim olursa olsun bu ülkede yetişen her fikir ve hareket sahibine özen göstermek gerekir. 28 Şubat darebesi yapıldığında kalkınma hızımız 7.5 idi. GSMH 1 puan yükselmişti. Bu ülkede kumarbaza tahammül edildi, fakat alnı secdeye gelene karşı darbe yapıldı. Erbakan'ın ne kadar milli ve yerli bir insan olduğu şimdi söyleniyor. Bir idealiste yapılanların hesabını tarih önünde kim verecek? Onu hapse atanların yolunu kesenlerin hiç biri yarın hatırlanmayacak. Liderlerse unutulmaz. Allah, rahmet eylesin.
.
28 Şubat Kaddafi'nin çadırında başladı
1 Mart 2011 01:00
Resmî ideoloji Kuzey Irak'taki isyancı Kürt teşkilatlanmayı gördü, Osmanlıya/ Türkiye'ye bağlı sünni varlığı yok saydı. Abdülhamid Han, sadece Hamidiye Alaylarını kurmadı. Şeyh Şamil'in Ruslara karşı yaptığı Müridan Hareketi gibi Libya, Sudan ve Cezayir üçgeninde çok etkin olan Sunusi Tarikatini de bir Sunusi Hareketi şeklinde teşkilatlandırdı. Niçin? Çünkü, Fransa, Kuzey Afrika'yı işgale hazırlanıyordu. Bu teşkilatın gücü Fransızlar için caydırıcı oldu. 1911'de İtalyanlar, bölgeyi işgal edince devlete son derecede bağlı bu hareket, Trablusgarb'ı müdafaa maksadıyla gelen Osmanlı askerine çok esaslı bir dayanak ve altyapı oldu. Trablusgarb Harbi'nde Sunusi Hareketinin lideri Şeyh Ahmed eş-Şerif es-Sunusi isminde karizmatik bir zattı. Anlaşıldığı gibi şeriftir. Bölgeye gelen Enver Paşa'ya da diğer kumandanlara da emrindeki mücahidlerle muazzam destek olmuştur. Osmanlı Ordusu ve bu müridan hareketi, Roma İmparatorluğunu diriltme ham hayaliyle Kuzey Afrika'ya çıkmak isteyen İtalyanlara geçit vermezken 8 Ekim 1912'de Balkan Harbi patlak verdi. Bunun üzerine 18 ekim 1918'de İtalyanlarla alelacele Uşi Andlaşması yapıldı. Hezar hayf ki/binlerce kere yazıklar olsun ki Trablusgarb yani Libya düştü. Fakat Şeyh Ahmed ve Sunusi Hareketi düşmedi. Gerilla harbi şeklide mücadeleye devam ettiler. Sunusi Hükümeti adını aldılar. Bu hareket ve bu lider, Halife ve Osmanlı Devleti'ne sadakatte zerrece fire vermedi. O kadar ki Sultan Vahideddin'in Eyüp Sultan'daki Cülus Merasiminde Padişah'a kılıcını Şeyh Ahmed eş Şerif es-Sunusi kuşattı. Sultan, Bursa'da bir süre istirahat etmesinden sonra Anadolu'yu geçerek halkın Kuvvayı Milliye Hareketine destek olması için onları irşad etmesini rica etti. Sunusi Hazretleri, bu vazifeyi canla başla yaptı. Ankara ile görüştü. Ama ne var ki bir süre sonra Anadolu'yu terk etmek zorunda kaldı. Bunda herhalde soyundan başka Enver Paşa'ya desteğinin ve kılıç kuşatmanın tesiri vardır. Libya istiklalini ilan edince bu aileden gelen İdris es Sunusi 1950'de Libya'da tahta geçti. 1969 senesine kadar devletin reisi idi. 1 Eylül 1969'da Muammer el Kaddafi isminde bir üsteğmen tarafından devrildi. Darbe yapıldığında Bursa'da tedavi görmekteydi. Kaddafi ve darbede yardımcısı Abdüsselam Callud, Ankara Kara Harb Okulu mezunudur. 27 Mayıs Darbesi esnasında bu okulda okuyorlardı. Kaddafi, Ankara'dan sonra 1963'te Libya'da Tarih'ten mezun oldu. 1966'da ise Londra Akademisinde askerlik ihtisasını bitirdi. Bu seyirden sonra Türkiye'ye bağlı ve o sırada Türkiye'de olan sünni bir lider ve harekete karşı darbe yapıp başa geçmiştir. Darbe üzerine nedense kendini mareşal değil de albay ilan etti. Ardından da Nasırcı, İslamcı Sosyalizmi, Yeşil Kitap, Yeşil Bayrak gibi safsatalara girişti. Fakat, göstermelik bir olaydan başka 41 yıl boyunca kimse bu deliye ilişmedi. Libya'da bugün yerli halkın açtığı ay-yıldızlı bayrak, Sunusi Bayrağıdır. O aynı zamanda bizim bayrağımızdır. 28 Şubat Post Modern Darbesi esasında Kaddafi'nin çadırında başlamıştır. Kaddafi'nin o gün Türkiye Başbakanını çok aşağıladığı haber bombardımanı yapılmıştır. Bu olay, milli öfkeyi kabartmış ve Başbakanın temsil kabiliyetini tartışmaya açmıştır. Bu öfke doğsun diye bu Kaddafi, 5 Ekim 1996 günü çadırında o rolü oynamıştı. 27 Mayıs darbesi bir İngiliz marifetidir. İdris es Sunusi'yi kimin devirdiği ortadadır. Sunusiler Osmanlı'nın parçası olduğu gibi Kaddafi, Ergenekon'un bir parçasıdır. Eğer intihar etmezse Silivri'ye alınması münasiptir. Ergenekon'da ipin ucu İngiliz'in elindedir.
.
At idrarı
2 Mart 2011 01:00
Ömer Fahreddin Paşa, Medineyi Münevvereyi İngilizlere karşı canhıraş bir şekilde müdafaa ederken açlık baş gösterince nasıl ki 'Asker evlatlarım! Dinimizde çekirge eti haram değildir, müdafaaya devam edebilmek için bu hayvanın etini yiyebilirsiniz' demişse... Nasıl ki askerimiz, Şanlı Peygamberi -sallallahü aleyhi ve sellem- ve O Peygamberin devleti, Devlet-i aliyyeyi Osmaniyyeyi Muhammediye uğruna çekirge yemişse... Aynı asker, Trablusgarb'da, Bingazi'de, Derne'de de at idrarı içmek zorunda kalmıştır!.. 1911-1912 Trablusgarb Harbi Osmanlı İmparatorluğuyla İngiltere Krallığı arasında cereyan etmiştir. İtalyanlar daha sonra Antalya'yı işgal edecekleri gibi Libya'yı da işgal etmişlerdir. Trablusgarb Harbi, bugünkü Libya, Adriyatik Denizi, Ege Adaları ve Kızıldeniz'de cereyan etmiştir. İttihatçılar, Sultan Abdülhamid'i üç yıl önce devirmişler, ama devlete hakim olamıyorlar. İtalyanlar, Trablusgarb'a çıkarken, başkaları da başka yerlere saldırmakta. Bu işgaller, 10 yıl boyunca kudurarak devam edecektir. Libya çöl, sıcak dayanılmaz halde. Askerlerimiz, işgalci İtalyanlara karşı aslanlar gibi dövüşmekteler. Fakat, askerin erzak olarak da cephane olarak da desteklenmesi gerekir. Doğru da bunu kim yapacak? Alman güdümüne girmiş ittihatçılar iktidar mücadelesiyle rakiplerini temizlemekteler. Cephede çarpışanlarsa zabit ve neferleriyle/subay ve erleriyle bir damla suya muhtaçlar. Askerimiz, bin damla kan döküyor lakin bir damla su bulamıyor. Sıcak yakmıyor, kavurmakta. Mülazımı sani/Üsteğmen Cevdet, Trabzonlu bir delikanlı. Dili damağına yapışmakta. Artık hayaller görüyor. 'Sular, ileride sular var'. Ne suyu, sanrı/halüsinasyon. İşte o sırada bir atın idrarını yapmakta olduğunu fark eder. Cevdet Üsteğmen koşar matarasını doldurur ve kafasına çeker. Bu genç, gün gelir Türkiye'de Cumhurbaşkanı olur. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay resmî kabullerde yemek yerken bir süre sonra yaveri gelip kulağına bir şey fısıldamakta ve o da yemeği bırakmaktadır. Bir, üç, beş. Merak edilir. Israr üzerine gerçek anlaşılır. Trablusgarb Harbinde içtiği at idrarı, Mülazımı sani Cevdet Efendi'nin beynindeki doyma hissini iptal etmiştir. O günden beri ne zaman doyduğunu bilememektedir. Onun için yaver, doydu kanaatine varınca gelip kulağına eğilmekte ve 'efendim doydunuz' demektedir. Kim bilir o Trablusgarb vilayetimiz daha böyle nice ürpertici sahneler yaşamıştır. Devrin subayları, ilmihalini bilen insanlardır. Eminiz ki mecbur kaldıklarında onlar da Çöl Aslanı Fahreddin Paşa gibi seslenmişlerdir: 'Asker evlatlarım! Fıkıhta ölmeyecek kadar leş yemek caizdir... Ölmüş at ve katırlardan yaşayacak kadar pişirip yiyebilirsiniz!..' Şimdi beyinleri şartlanmış bazıları diyeceklerdir ki Libya'da ne işimiz vardı? Şayet, İtalyanlar, Antalya'da tutunup kalabilselerdi bugün sen 'Antalya'da ne işimiz vardı?' diyecektin. Fransızlar, Maraş'ta kalsalardı, Ruslar Kars'ta, İngilizler İstanbul'da kalsalardı 'oralarda ne işimiz vardı?' diyecektin. Sen sormayı bırak da kendin cevap ver: -Senin bu memlekette ne işin var? Veya sus örovizyon şarkını dinle. Neden emperyalistlere sormadığını ikide bir bize sormaktasın?
.
Fos modern darbe
3 Mart 2011 01:00
Yeniçeri askerinin, Sultan Genç Osman'ı devirmeleri, IV. Murad'a kan kusturmaları, III. Ahmed'e Patrona Halil isyanıyla Sadrazam İbrahim Paşayı idam ettirmekle kalmayıp tahtta değişiklik yaptırmaları, III. Selim'i şehid etmeleri.... Tanzimat askerinin, Sultan Abdülaziz Han'ı şehid etmesi... Meşrutiyet askerinin, düzmece 31 Mart Vak'asıyla Sultan II. Abdülhamid'i çekilmek zorunda bırakması.... Cumhuriyet askerinin, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat 27 Nisan hareketleri... Bunların hepsi, meşru nizama, meşru iktidara karşı isyandır ve darbedir. Bunların hiç birinde halk desteğinin d'si yoktur. Hepsi ordu içindeki cuntacı zorba bir grubun eylemidir. İsyancılar, devrine göre sarıklıdır, feslidir, kalpaklıdır, şapkalıdır. Fakat kafa aynı kafa, hırs aynı hırs, zihniyet aynı zihniyettir. İsyancılar, yine devrine göre ya şeriat yürürlükte olduğu halde 'şeriat isterük' diye yürüyüp cami kurşunlanmış, veya uhuvvet, müsavat, adalet diye Fransız ihtilal kopyacılığı yapmış, yahut Atatürkçülük hakim olduğu halde laiklik, ilke ve inkılaplar elden gidiyor yalanı söylenmiş ve cami bombalama cinneti yaşamıştır. Bu darbelerin çoğunda yüz kızartıcı ve ibretlik sahneler vardır: Genç Osman, yeniçerinin tefessüh ettiğini/ ıslah edilemeyecek kadar bozulduğunu fark etmiştir. Bir şeyler yapacaktır. Bunu sezen yeniçeri ağaları daha çabuk davranırlar. Sultan Halife, uyuz denecek kadar bakımsız bir atın üstünde Yedikule Zindanlarına götürülürken bazı yeniçeri hayâsızları 'ne güzelmiş!' diye padişahın bacaklarını çimdiklemişlerdir. IV. Murad ve III. Ahmed'in sadrazamları parçalanmıştır. Orduyu çağa uydurma çabasının bedelini ödeyen III. Selime'e yapılan suikastte Hanedan bitme tehlikesi yaşamıştır. İsyancıların baskın yaptığı sırada Cevri Kalfa, o tarihte veliahd olan II. Mahmud'u kaçırmasaydı devlet başsız kalacaktı. Veliahd, Hanedan'ın tek erkek mensubuydu. Devlet-i aliye, Hanedan üzerine bina edilmişti. tahta çıkacak kimse kalmadığında kopacak kargaşayı düşünmek lazım. Abdülhamid, Selanik'e sürgün edilir. Ve orada Alatini isminde bir Yahudinin köşküne hapsedilir. Sen misin Filistin'i Yahudilere vermeyen? 1961'de idamından iki saat evvel ise Adnan Menderes'e prostat muayenesi yapılır. 28 Şubat,'a gelince... 28 Şubat isyanı, TSK'nın iradesini gasp eden bir avuç cuntacının bu milletin bin yıldır hayat üslubu olan her türlü değerini yok etmek için ona savaş açmasıdır. Milleti öz değiştirmeye zorlama hareketidir. Cuntacılar yalnız değildir. Arkalarında Kabakçı Mustafa'nın arkasında olduğu gibi, Abdülhamid'e yapılan isyanda olduğu gibi Selanik unsuru vardır. 28 Şubat, Türk Ordusunun değil, Selanik medyası, Selanik sermayesi ve cepheden kaçıp Beyoğlu'nda zamparalık yapan bozulmuş Yeniçeri'nin devamı cuntacı subayların yüz karasıdır. Teknik ve teknolojik olarak TSK'yı İsrail'e bağımlı hale getirmek üzereydiler. 28 Şubat hem Türk Ordusunun sadık mensuplarına ve hem de bu devletin sadık vatandaşlarına zulüm üstüne zulüm yapmıştır. Bu cuntacılar, kadınların baş örtüsündeki iğneden korkacak kadar da korkaklardı. Bütün gayretlerine rağmen milleti, ordusundan da devletinden de soğutamadılar. Fakat içlerinde 28 Şubat bin yıl yaşayacak diye hayal görenler oldu. Bir de yaptıklarına şatafatlı bir kulp taktılar: Post Modern Darbe! Rejimleri, 10 Sene bile dayanamadı. Millete dayanmayan zamana dayanabilir mi? Onun Post değil, Fos Modern Darbe olduğu bugün gayet net şekilde görülüyor. Fos Modern Darbeciler, hakim önüne çıkmalı. Davacı kim olacak? Herkesten önce TSK. TSK dipli köşeli iç temizlik yapmalıdır. 5 Asırdır devam eden bu Yeniçeri damarı kurusun artık. Bu dejenere olmuş yeniçeri, hiç bir zafere imza atamadı ama hep milletiyle, onun maneviyatıyla ve devletiyle kavga etti.
.
AK Parti kimin devamı?
4 Mart 2011 01:00
Adalet ve Kalkınma Partisi, nüve kadrosunun Milli Görüş Hareketi'nden geldiği doğrudur. Şu da doğrudur, bu kadro, artık Erbakan Hoca'nın bazı söylemlerine katılmaz noktaya gelmişti. Rektörlerin talebelere selama durması gibi. Değişen Türkiye ve dünya gerçekleri vardı. Hoca, aşılarak bu gerçeklerle buluşulması mümkün olamıyordu. O sırada bu ekibin gönlünde partiyi değiştirmek, olmazsa yeni bir oluşumu başlatmak fikrinin yattığı kesindir. Ne var ki konum icabı ikisi de mümkün olamazdı. İşte bu gayrı mümkünü, mümkün kılan 28 Şubat Darbesi oldu. Refah Partisi'nin kapatılması, sessiz arayıştaki RP genç kadrolarının önünü açtı. Aslında bu Türkiye için de bir fırsattı. Terör, darbe ve kutuplaşmalar toplumu yorgun düşürmüştü. En az yarım asırdır cemiyeti, cemaati, camisi, yazarı, yerli aydını, aile sohbeti kadrolar üretmişti. Köylü nüfus azalmış, şehirlerde yeni bir burjuva sınıf doğmuştu. Menderes, kısmen Demirel ve Özal devrinde çocuklar okutulmuş, dünya ile köprüler kurulmuş, ticaret keşfedilmişti. Rejimin bütün gayretine rağmen halk kendisiyle kavga etmiyordu. Cuntacıların olanca zulmüne rağmen muhafazakâr kitle çocuğunu yine de askere bayram havasında yolluyordu. Üniversitelerdeki işkenceye rağmen sabır terk edilmiyordu. Bunun iki sebebi vardı, birinci sebep Sünni itikatta ul'ül azm'e isyanın yasak olması, ikinci sebep ise milletin bir çıkış yolu bulacağına dair inancını hep koruması. İşte yukarıdaki malum gelişmeler bu sosyolojik çalkantının üstüne oturdu. Anadolu'nun arif insanı, AK Parti'yi, Tayyip Erdoğan'ı ve o ekibi söyledikleri ve söyleyemedikleriyle Türkiyeli aydınlardan evvel anladı. Bu sebeple cenaze namazına teşekkür ve vefa saikiyle iştirak etmiş kitlelerin AK Parti'ye sırtını dönmesini kimse beklemesin. Kimse milyonluk cemaati, MG partileri için oy deposu olarak görmesin. Hoca öldü diye partisi iktidar olamaz. Hatta oylarında bir oynama bile zor. Hakkı teslim etmek başka, ardından gitmek başkadır. Seçmen, Hocanın hizmetini de hatasını da biliyor. Cenaze namazındaki cemaat ile iktidar olunsaydı Turgut Özal'ın kurduğu ANAP iktidar olurdu. Bugün ANAP diye bir parti var mı? Bu ülkenin bir türlü yerlileşemeyen, muhterem münevveri, AK Parti'ye bir türlü merkez partisi diyemiyor. Onlar için DP, AP, ANAP, DYP merkez partisiydi. Hatta ortanın solu diye kendi yerini tayin etmiş, nevi şahsına münhasır bir politik karakter olan CHP bile merkez partisidir, AK Parti merkez partisi değildir! Hanımefendiler, beyefendiler... Ekran, sütun ve kitaplarınızda yanılıyorsunuz. Belki içi doldurulmaya muhtaçtır fakat AK Parti daha ilk döneminde Muhafazakâr Demokrat olduğunu ilan etmemiş miydi? Bu parti yeni bir hükmi şahsiyettir. Mensuplarının başka aidiyetlerden gelmiş olması kendi kişiliğini ortaya koymasına mani olamaz. Bugün Türkiye'yi dünya ligine yükselten bu partinin iktidarıdır. AK Parti elbette yerden bitmedi, ithal de edilmedi. Tabii ki bir devam hareketidir. AK Parti, DP, AP, ANAP, DYP ve RP'nin devamıdır. Orta yolda olan her inancın, her fikrin ve her aidiyetin partisi. Ülkesiyle de dünya ile de barışıktır. AK Parti, Türk'ün, Kürt'ün, Sünni'nin Alevi'nin, işçinin ve işverenin partisidir. Hem muhafazakâr ve hem de Avrupai kriterle sosyal demokrattır. Liberal, laik ve dindar kadrolar o çatı altında kendine yer bulabilmiştir. Türkiye'nin eğilimleri bu partide buluştu. Zira kadroları yerlidir, kendi değerlerimizle doku uyuşmazlığı yoktur. Manzarayı doğru okumalı. Sandık sapması çok tehlikeli olur.
.
Kalem tutan elle tetik çeken el bir olamaz
7 Mart 2011 01:00
> Washington, DC Fikir hürriyetinde ölçü fikir namusudur. Kalemi eğilip bükülmeyen, kara çalmayan, ideolojik şartlanmışlıklara mahkûm olmayan, ülkemiz ve ülkemiz değerlerine karşı çalışmayan kalem... hangi dünya görüşünde olursa olsun önüne set çekilmemeli, bileğine kelepçe takılmamalı. Nazım Hikmet, Necip Fazıl, Kadir Mısıroğlu, Tayyip Erdoğan... gibi onlarca kalem veya kelam sahibine karşı işlenmiş ayıplar temizlenmeden yeni ayıplar işlenmemeli. Düşünen beyin katsayısı yüksek ülke müreffeh ülkedir. Aksi sabit oluncaya kadar herkes, masumdur. Bu, beynelmilel ve tarihi insanlık kadar eski bir hukuk kaidesidir. Nezarette olan veya tutuklu hiçbir gazeteci henüz mahkûm değildir. İçerideki herkese geçmiş olsun diyoruz. Onların ailelerinin hangi azaplarda olduğunu, kendilerinin hangi ruh hallerini yaşadıklarını çok iyi tahmin etmekteyiz. Peşin hüküm hatadır. Kimse, kimsenin kendinden daha az vatansever olduğunu iddia edemez. İdamlık tutuklunun beraat ettiği çok görülmüştür. Allah, hiç bir masuma çektirmesin. Biz her masumun acısını paylaşıyoruz. Kimse, ama hiç kimse hak etmediği muameleye maruz kalmamalı. Onun adı zulümdür. Kürsü dokunulmazlığı da fikir dokunulmazlığı da olmalı. Karanlık kaynaklardan beslenmedikçe, oralara dahil olmadıkça sırf görüş ve yazılarından dolayı hiçbir kalem ceza görmemeli. Kimsenin kanunların üstünde olmadığı da ayrı bir gerçektir. Sokağa çıkan meslektaşlara bir sorum var? Neden çifte standart? Neden bizimkiler ve ötekiler? Bizim hakkımızda ve daha başka meslek mensupları hakkında davalar açılmışken ve açılırken niçin zerrece rahatsızlık duymadınız da şimdi sokağa dökülüyorsunuz? Aynı gök kubbeyi ve aynı toprakları sevmekteyiz, hepimiz fikrimizi paylaşmak için elimize kalem aldık. Düşünmekte, konuşmakta ve yazmaktayız. Öyleyse niçin bu fark? Rahim Er, hem Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'ne ve hem de avukatlık yapmasa da İstanbul Barosu'na mensuptur. İkisinde de kıdemi eski. 25 Şubat 2009'da yüzyılın en büyük kazalarından birini yaşadı. 3 yıldır mecburen yurt dışında. Bugün gazeteciler göz altına alındı diye öfke ile konuşan bu odaların yöneticileri, neden O'na bir kere bile bir telefon açmadılar, bir mektup yollamadılar? Bu mesleki olduğu kadar insani bir görev değil midir? İşte Türk aydının meselesi budur. Bir kısım Türk aydını ötekileştirme taassubuyla malul. Ayırımcılık yapmaktan hiç kurtulamadı. Bundan kurtulabilirsek belki şunlar yaşanmaz. Bir anlaşılmazla karşılaştık. İktidara iyilik mi yapılmakta kötülük mü? Terör örgütünün eylemsizlik kararıyla kalemli kuvvetlerin sokağa dökülme tarihlerinin çakışması nasıl bir tesadüftür? Millet olarak bir kere daha mı oyuna geliyoruz? Polisi, yazarı, siyasetçisiyle bu ülke bir yerlerden bir kere daha mı tuzağa düşürülmekte? Kalemleri ürkütmek değil çoğaltmak ihtiyacındayız. Öyleyse: Çare sevgi. Çare soğukkanlılık. Çare sağduyu. Kalem tutan elle, tetik çeken el bir olamaz.
.
Darbeci medya
8 Mart 2011 01:00
Matbuat döneminden imdilere medyada bir örtülü niyet olarak darbe teşvikçiliği hep sürüp gelmiştir. Sermaye de serlevha da/manşet de çok kere tartışma sebebidir. İkisinin de çıkış noktası daha ziyade suyun öte yakasıdır. Bugün kavga bu ikisinin kısmen olsun yerlileşmeye başlamasından doğmaktadır. Matbuat tek parti diktatoryasında kuldur. Manşetler, başta kim varsa onun isminden bahisle ..... hazretleri diye yazılırdı. Böyle manşet çekmeyen gazete de kapatılırdı. Aynı matbuat demokrasiye geçildiğinde kükreyen aslan kesildi. Şimdilerde 28 Şubatta birtakım çevik generallerin siparişi üzerine manşetler atıldı, deniyor. Buna verilecek cevap, gazeteni kapatsaydın da bu zillete katlanmasaydın sözüdür. Doğrusu, oldum olası askeri fikren iğfal eden birtakım basındır. Basın ve üniversite iki yandan kulaklara fısıldarlar: Haydi aslanlarım daha ne duruyorsunuz? Vatan elden gidiyor. Cumhuriyet tehlikede. Yobazlar her yana hakim oldular... Her gün sütunlardan bu şırıngayı yiyenler cuntalaşıp başa dert olmuşlardır. Sağa-sola iftira yağdıranlar, kendilerinden başka kimseyi görmezler. Dar çerçeveli batıl ve katı bir tarikat gibidirler. İman sahipleri öz yurtlarında parya olarak kaldı, bunlar turist olarak dolaştı. Basın özgürlüğü deniyor? Özgürlük, hürriyet ne kelime? Lafı mı olur? Biz, kalem tutanların mürekkebini şehidlerin kanından üstün gören bir yüksek anlayışın mensuplarıyız. Böyle kalemlere toz kondurur muyuz? Biz, hürriyeti Fransız ihtilaliyle tanımadık. İnsan haklarını da İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinden öğrenmedik. Fikir namusu olanlara, yalana, hileye, entrikaya, darbeye bulaşmamış kalemlere sahip çıkmak bir borçtur. Bir kimse sırf solcu diye, sırf sağcı diye sırf bilmem neci diye kıymetli olamaz. Kıymetli olması onun haysiyetine, üslubuna, sözüne, eserine bağlıdır. Selanik çıkışlı matbuatın kanserli tutuculuğu odur ki kendinden olmayanı kesinlikle görmez. O ister ölsün, ister kalsın, isterse Nobel alsın yoktur. Necip Fazıl'a, 'bir mısraı bir millete şeref vermeye yeter!' diyenler, 'Allah' der demez 'sabık şair kendine yazık etti' dediler. Tavır şudur: Ya doğuştan bizden olacaksın veya sonradan bize geleceksin. Ana haber bülteni sunucusu ve aşikâr sol hayranı gazeteciyi de yok sayıyorlardı, hatta dalağına kastettiler. Fakat bu kimse ne zaman ki saf değiştirdi dedikodularını bile haber yapmaya başladılar. Yarın işi bitip de silkelediklerinde yine yokluğa mahkum olacaktır. Oda'sından alınan zanlı kendini Abdi İpekçi'nin devamı diye takdim etti. Metin Toker'in devamı demek daha münasip olur. Gazeteci Metin Toker, İsmet İnönü'nün damadıydı. Çıkardığı Akis dergisiyle 27 Mayısta askeri uçurumdan itenlerin başındadır. Çizgisinden hiç şaşmadı. Gazetedeki sütununda Turgut Özal'a aynen şöyle yazmıştı: 'Sen istediğin kadar karının, kızının donunu göster biz senin niyetini biliyoruz.' Basın niyet okudukça, kalem ve kılıç cuntacılıkta birleşir. Çare, bizden diye zanlının heykelini dikmeye kalkışmak, polis ve yargıyı lince yeltenmek değil, öz eleştiridir. Jurnalcilerle gazeteciler ayrılmalı. Bu millet yerine göre öz evladını feda ederek yüz yıllar boyunca yaşadı. Silahlı kuvvetler de kalemli kuvvetler de bir de farklı pencereden baksınlar. Temiz medya. Temiz yargı. Temiz baro. Temiz üniversite. Temiz ticaret. Temiz siyaset. Temiz ülke. Temiz insan...
.
Batıl özgürlüğü
9 Mart 2011 01:00
Haber alma hakkı, haberi üçüncü kişilere ulaştırma hakkı, yorum hakkı, tenkit hakkı. Bilgi edinme hakkı. Bunlar çağdaş dünyanın olmazsa olmazlarıdır. Matbuat en eskiden kitaptır. Yanında bir de mektup vardır. Günümüzün polis köpekleri misali postacı güvercinler eğitilir. Sonra mecmua doğar. Bir gün insanlık birden telefon denen bir aletle tanışır. Telefonu radyo takip eder. Ajanslar devreye girer. Ardından televizyon başköşeye çöreklenir. Sinema aynı zamanda basın da sayılamaz mı? Şimdilerde internet ve cep telefonlarına bile basın denemez mi? Orta Doğu ve Kuzey Afrika'daki uyanış, bir internet ve cep telefonu devrimidir. Dünya Harplerini radyo haber yapar, işgalleri TV, halk isyanlarını internet ve cep telefonu. Kuvvetler üçe ayrılır, yasama, yürütme yargı. Fakat bir kuvvet daha vardır. Basın... Basına da dördüncü kuvvet denmiş. Bütün öteki kuvvetlere tesir eden kuvvettir. Halka en fazla yön veren basındır. Elinde kalem veya kamera olanın kalbinde de vicdan olması gerekir. Basın tarihimiz çok da iftiharlık değildir. Matbuatımızın geçmişi nifak, tahrik ve iltifatlar üzerine kuruludur. Geçmiş sayfalara baktığınızda Osmanlı düşmanlığı, tek parti dalkavukluğu ve darbe kışkırtıcılığı hemen göze çarpar. Arka teker, ön tekerin yolunda. Avrupa ve Amerika'da böyle gazete görmedik. Mertek kadar harflerle manşetler. Ve çıplaklık pazarlayan fotoğraflar. Washington'da bize şöyle bir olay naklettiler. Bir Türk talebe, bir kütüphanede çalışırken bir ara internetten Türk gazetelerine girip ülkesine dair malumat almak ister. Bir süre sonra kütüphane idaresi ikaz eder: 'Lütfen uygunsuz sitelere girmeyin.' O gencin ruh halini düşünmek lazım. 'Bunlar memleketimin gazeteleri' dediyse Türkiye'yi kötülemiştir, sustuysa kendini zora sokmuştur. Basın özgürlüğü, basın hürriyeti baş tacı. Ekmek kadar, su kadar, hava kadar lazım. Hem de layıkıyla olmalı. Fakat önce bunu hak eden basın gerekmez mi? Öyle bir çıkmaza girilmiş ki ölçülü, mesleğin itibarına özenli, kişi ve kurumlara saygılı davranan ziyan ediyor. Okuyucu eroine alıştırılır gibi çıplaklığa, müstehcenliğe, abartıya alıştırılmış, şimdilerde her kesimden ailenin düzenbaz dizilere alıştırıldığı gibi. Şu hale bakınız, zanlı bir kesim medyadan diye prens muamelesi görsün isteniyor. Hayır, her zanlı hesap versin. Press'de prens olur mu? Ortaya çıkan basın özgürlüğü değil, batıl özgürlüğüdür. Birileri batılda ittifak etmekte. İleri ülkelerde muhabir haber yapar, muharrir yorum yazar, sermaye gazete satar. Onlarda satılan Çingene bohçası değildir. Bize yandaş veya yoldaş değil seviyeli medya lazım. Medya, günün birinde Simavi geleneğini terk ederek bu seviyeyi yakalarsa Türk demokrasisi de kalite kazanır. O zaman kendisi de özgürlüğüne sahip olur. Bu olacak mı? Olacak? Türk Basını, Simavi geleneğinden kurtulma yolunda. Sedat Simavi, 1948'de Hürriyet'i yayınladığında 'Ben okunmak değil bakılmak üzere gazete çıkartıyorum, Sirkeci'den Eminönü vapuruna gidene kadar okuyucu gazetesini bitirip atacaktır' demiş, fotoğrafı ön plana alan bu anlayış, ne yazık ki bugüne dek sürüp gelmiştir. Şimdi? Şimdi amiral batmadıysa da o artık amiral gemisi değil. Basında kanal patladı. Daha şimdiden ortalığa ne kötü şeyler dökülmeye başladı.
.
Doğru, köy muhtarı olmadı, İslam âlemine muhtar oldu
10 Mart 2011 01:00
Bir hak teslim edilmeli ki Hüseyin Çelik, parlak bir beyindir, okur-yazardır. Vanlı bir fakir babanın evlat yetiştirmesindeki fevkalade maharet, bu ülkeye bir kaç değerli evlat ve bilhassa Türk Milli Eğitimine, siyasetine ve ilim dünyasına Hüseyin Çelik diye muvaffak bir imza kazandırmıştır. O imkan mahrum fakat irfana malik babalar üzerine bir gün araştırma yapılır. Onlar, diplomalı değildi, numune insanlardı. Cumhuriyet döneminin en büyük hatalarından biri diploma eşittir her şey denilmesi olmuştur. Sonunda da ortalık diplomalı cahillerden geçilmez oldu. Bir gün dostumuzla Bakanlık makamında konuşuyorduk. Söz Tayyip Erdoğan'a geldi. İşte o zaman bu hatırasını bizimle paylaştı: -Partiyi yeni kurmuşuz. Bir sabah bir de baktık ki Hürriyet gazetesi, Tayyip Bey hakkında berbat bir manşet atmış 'köy muhtarı bile yapmazlar!' Canı çok sıkıldı, üzüldü. Bunun üzerine 'sayın genel başkanım üzülmeyin, müsaade ederseniz size bir şiir okuyacağım' dedim ve Sezai Beyin Esir Kentten Başkentler Başkentine' şiirinden bir bölüm okudum. Ferahladı sonra programımız gereği uçağa bindik. Bir süre sonra 'Hüseyin Bey şu şiiri bir kere daha okur musun?' dedi, bir kere daha okudum. Tahminim o ki Tayyip Bey de Sezai Karakoç'un o şiirini biliyordu. Kendisi biliyordu, fakat onu hatırlatan bir başkasından dinlemek ferahlık veriyordu... Başbakan Tayyip Erdoğan, bu haftaki grup toplantısında pürüzsüz konuştu 'biz bu medya ile vuruşa vuruşa geldik' dedi. Ve ilave etti 'bizim için köy muhtarı bile yapmazlar diye manşet atmışlardı'. Ne tevafuktur ki biz, bu konuşmadan iki hafta evvel Twitter'da Hürriyet'in amiral gemisi olma döneminin kapandığını not düşmüştük. Ve yine bu konuşmadan bir gün evvel kaleme aldığımız Çarşamba günkü makalemizde bu mevzuu tahlil ettik. Manşetin tercümesi şu, Başbakanlık ne kelime köy muhtarı bile yapmazlar!. Kimi yapmazlar? Tayyip Erdoğan'ı. Kim yapmaz? Dil altında olan derin devlet. O kim? Asker. Bugünden bakarak düne dair sağlıklı tesbitler yapılabilir. Birinci gerçek şudur, askerin yaşadığı problemleri tezgahlayan bir kısım medyadır. Genelkurmay, tercih yanılması yaşamıştır. İkinci gerçek, bir kısım medya, bir kısım gazete yöneticileri ve bir kısım köşe yazarları kibirlerinden ülke doğrularını görme kabiliyetlerini kaybetmişlerdir. Mühim olan alınan oy değil, seçim ve sandık değil, mührün kime layık görüleceğidir. Seçmen de halk da kimmiş? O meşhur aşağılamalarıyla 'Hasolar-Memolar'. O manşet üzerine o gün ne kadar şişinmişlerdir. Şimdi o manşetleri atanların yerlerinde yeller esiyor. Yarın yel, esecek yer de kalmayacak. Tayyip Erdoğan'ın, Davos'ta İsrail Cumhurbaşkanına 'one minute!' dediği gece tv'den şunu seslenmiştik 'şu andan itibaren bütün İslam aleminde Sultan Abdülhamid Handan sonra en çok sevilen lider Recep Tayyip Erdoğan'dır!' Doğru, Tayyip Erdoğan, Köy muhtarı olmadı ama İslam aleminin muhtarı oldu. Bonjour ekselansları! Nesilleri kalem pınarlarından emzirerek bu mübarek coğrafyaya liderler, şahsiyetler ve adam gibi adamlar hediye edenlere selam olsun
.
AB'ye ya merhaba veya elveda
11 Mart 2011 01:00
Birkaç ay evveldi, 'AB kapısının dilencisi değiliz' başlığıyla bir makale yazmıştık. 1959'dan beri bekletildiğimizi, dünkü komünist ülkelerinse birkaç yıl içinde üyeliğe kabul edildiklerini, iki yıl zaman tanımamızı, olmazsa bu sevdadan vazgeçmemiz gerektiğini tafsilatlı bir şekilde dile getirmiştik. O günlerde ilgili devlet bakanı Egemen Bağış da 'fişi çeken biz olmayacağız' diye ilginç ve aynı zamanda 'bıçak kemiğe dayandı' manasına gelen bir açıklama yapmıştı... Keyfiyet o ki AB'nin Türk vatandaşı için artık bir mana ve kıymeti kalmamıştır. Şimdilerde Türkiye'nin AB'ye bir ihtiyacı da yoktur. AB'nin geleceği de parlak görünmüyor. Bazı önemli AB üyesi devletler, ekonomik sıkıntının sarmalındadır. Bu gidişle birliğin 10 yıla kalmaz safra atacağı beş esas ülkeden mürekkep bir yapıya dönüşeceği kuvvetle muhtemeldir. Bir başka ifadeyle mevcut AB şöyle veya böyle en fazla 10 yıl içinde bitecektir. Diğer yandan SSCB peyki Baltık, Orta Avrupa ve Balkan devletleri de AB'nin başına dert olmuştur. Realite bu iken, Türkiye'ye karşı mahcup olması gereken işbu AB, 'hem kel hem fodul' kabarmasındadır. Kıbrıs Rumlarına bile gösterdiği muhabbetin yüz binde birini Ankara'ya çok gören bu AB, parlamentosu vasıtasıyla iç işlerimize karışıyor. Yargıya müdahale ediyor. Genişlemeden sorumlu komiserlerinin olması yoksa kendisini de müstemleke komiseri mi yaptı? Gazeteci tutuklamaları Ergenekon soruşturmalarına gölge düşürmüşmüş... Ne keşif ama! Hangi ışıkölçerle bunu ölçtünüz? Madem bu kadar hassastınız neden 28 Şubatta sesiniz çıkmadı? Neden YAŞ mağdurları için tek kelam etmediniz? Zira 28 Şubat Fos Modern darbesinde ve YAŞ'larda mağdur olan muhafazakâr insanlardı. Onlar Avrupa için ötekilerdir. Siz bu ülkenin muhafazakârlarına temelden karşısınız. Eğer, muhafazakârlar, dindarlar yüzde 90'larda değil de yüzde 10'larda seyretseydi bugüne kadar 10 kere AB'deydik. Ama şunu bilin ki verdiğiniz kararın milletimizin gözünde 10 paralık değeri yoktur. Nitekim sayın Bağış, doğru söyledi. "Bugüne kadar hiçbir parlamento raporu, dengeli ve gerçekleri içeren rapor olmadığı gibi, bugünkü de dengeli ve gerçekleri içeren bir rapor olmamıştır." Bu diplomatik dilin tercümesi asılsız ve sallanarak konuşuyorsunuz demektir. Seçimlerden sonra Türkiye bu işi son kere masaya yatırmalıdır. Yeni meclis ve yeni hükümetin ilk işi AB olmalı. Süre verelim ve bunu akde bağlayarak el sıkışalım. Ya merhaba. Veya elveda. Biz en medeni kriterleri hazırlar ve dünya ile yarışırız. Üstelik insana yararlı kriterler ister Küba'da olsun ister Pekin'de ister Brüksel'de gocunmadan onları alır, zenginleştirir ve uygularız. Bıktık bu pozitif kayırımcılıktan.
.
Nerelerde o "Japon Mucizesi?"
14 Mart 2011 01:00
> Washington, DC Ülkemizde 1930-1980 arası 50 yıl dil ırkçılığı yapıldı. 10 asırdır kullandığımız, kelimeler, İslam kültür paydasına ait olmalarından dolayı hayattan sürüldüler. Sünni itikad, tefekkür ve amelin kökünden baltalanması gibi muhteşem Türkçe de fukaralaşsın diye her şey yapıldı. Maziden gelen ve maziye giden her köprünün kundaklanması plan gereği idi. Yapıtaşımız her kelime varlığımızdan kazınmaya çalışıldı. Bu Arapça, bu Farsça denilen her kelimeye taş bağlanıp denize atıldı. Doğan boşluğu İngilizce, Fransızcalar doldurdu. Baltalanan ehl-i sünnet itikad, tefekkür ve amelinin yerine, İngiliz ve Yahudi güdümündeki Orta Doğu kaynaklı kalemlere mahsus reformist fikirlerin ikame edilmeye çalışılması gibi dilde de bir kara faşizm yaşandı. Bu iki acı vak'a milletimizin başına gelmiş en büyük musibetlerdendir. Türkçe yıkımına karşı yerli kalemler, ısrarla karşı durarak uzun seneler büyük mücadele verdiler. Dinde reformist ve sonrasında Humeynici yozlaşmaya ise Sünni inançtaki yerli dindar ve mutasavvıflar set olarak tarihî bir hizmet ifa ettiler. Bugünkü dik duruşumuz yalnızca ekonomik başarıdan değildir. Bu dik duruşun arkasında din ve dil zaferi ve korunmuş asli kültür bulunmaktadır. Müptezel yüzyılda neredeyse her dini ıstılaha, her Kur'an kaynaklı kelimeye bir rakip ortaya sürülürken "mucize" aynen ve sıkça kullanıldı. Yerine bir söz uydurmadılar. Mucize, sinsi bir çaba ile alelâde bir hüviyete kavuşturularak dolaylı yoldan Peygamberlik müessesesi yıpratılmak isteniyordu! "Yarattı" kelimesi ise her fırsatta yerli yersiz telaffuz edilerek uluhiyet inancını sarsma divaneliği güdülmekteydi. O mucize, şu mucize, bu mucize. Ben şunu yarattım, o bunu yarattı!.. Halbuki mucize, ancak ve yalnız Peygamberlere mahsustur. Mucize gösterebilme imkânı, Allahü teala tarafından Peygamberlere verilmiştir. Yaratmak ise yoktan var etmektir, bu kudret ancak ve yalnız Allahü tealanın paylaşılmaz salahiyetidir. İnsan, deha sahibi bile olsa yaratamaz, keşfeder, yapar, inşa eder... Keza insan dâhi bile olsa, mucize değil maharet gösterebilir. Olur-olmaz zamanda mucize dediler. Yaratmaktan söz ettiler. Japon kalkınması "Japon mucizesi" yapıldı. Şimdi sorma vaktidir: Nerelerde o Japon mucizesi?!. Tsunami, şehirleri saman çöpleri gibi denizlere sürüklerken neden kimse bir şey yaratmıyor, neden Japonlar mucize göstermiyor?.. Neden bu felaket önceden durdurulmuyor? Çünkü bu kabiliyetler, fani insana takdir edilmiş üstünlükler değildir. İnsana düşen aklını kullanması ve haddini bilmesidir. Dost Japon milletinin acılarını paylaşıyoruz. Onları en iyi anlayacak olan bir asırda ortalama 100 bin vatandaşını zelzeleyle kaybetmiş bir millet olarak bizleriz. Japonya da Türkiye de deprem kuşağında. İki memleketin de kaybı büyük... Fakat Türkiye'nin kaybı daha büyük. Japonlar, sadece tabiat hadiselerinden ziyan gördüler. Türkler ise kültürel darbelere maruz kaldı. Japon, dinine, diline, örfüne, harsına ve harfine sımsıkı sarılırken bizde Japon tutkalına bile "Japon mucizesi" dendi. Ortaya hilkat garibesi bir çalışma koyan heykeltıraş dahi bunu ben yarattım diye kibirlendi..
.
Başbakanlıkta 8. yıldan 12. yıla doğru
15 Mart 2011 01:00
Bir gencin, bir kitle partisinin il başkanı olması önemlidir. O il İstanbul'sa daha önemli. Tayyip Erdoğan'ın siyasette ilk imtihanı İstanbul il başkanlığıdır. İl başkanlığından sonra belediye başkanlığı geliyor. İstanbul büyükşehir, devasa hedef. Her siyasetçi gibi bir parti genel başkanı olarak Recep Tayyip Erdoğan için asıl hedef, herhalde Başbakanlıktı, oraya yürüyordu. AK Parti'yi kurduğu yıl partisi tek başına iktidar oldu. Beş düzine parti arasından sıyrılmak kolay mı? Hele rakiplerinden büyük farkla önde olmak zorların zoru... Hedefi haliyle Başbakanlıktı. Oraya çetin merhaleleri aşarak çıktı: Adaletin katli, hapisler, mülevves manşetler, kurmaca ana haberler, diş gıcırdatmalar, kalem ve süngü darbeleri, gözdağı vermeler ve daha neler ve neler. O kadar ki partisi iktidar oldu kendisi kenarda beklemek mecburiyetinde kaldı, yasaklıydı. Sayın Erdoğan, bildiğimiz, bilmediğimiz birçok engelleri aşa aşa 8 sene evvel bugün 15 Mart 2003'te 'Başbakan' sıfatını kazandı. 20'li yaşlarda kendine tayin ettiği hedefe 50'li yaşlarda vardı. Demek ki hayatta pişme dönemi 30 seneden az olmuyor. 8 yıldır bilâfasıla Başbakanlığı, dur-durak bilmeden, gece-gündüz demeden üstün muvaffakiyetle götürüyor. Bu zaman zarfında girdiği bütün genel ve mahalli seçimlerden oylarını artırarak çıktı. Bir de referandum zaferi var. Bu zaman zarfında bir dünya lideri doğdu. İslam âleminin de sözcüsü oldu. Yine bu zaman zarfında Türkiye, bir Bölge Gücü ve büyük devlet itibarına kavuştu. Öyle görünüyor ki 12 Haziran 2011 genel seçimlerini de açık ara kazanacak. Bu başarının sırrı nedir? Bunun sırrı halk adamı ve Hak adamı olmaktır. Ailesi, çoluk çocuğuyla halktan biri gibi yaşamak, samimi olmak, Ramazanda kenar semtteki fukara evinde iftar açmak, cumada semtin manavıyla camide omuz omuza durmak, cenaze evinde Kur'an okuyabilmek, söylediği her sözün, attığı her imzanın, verdiği her kararın, yaptığı her icraatın ahiretteki hesabını düşünmek , çok çalışmak, dünya ile yarışmak, yabancılar önünde aşağılık kompleksine düşmemek, dünya önünde başını dik tutabilmek. Bu vasıflar halkla maya, doku, niyet ve hedef birliğidir. Bugün 15 Mart 2011, Başbakan Erdoğan'ın günüdür. Başbakanlık merdivenlerini ilk tırmandığı, hayal ettiği hedefe vardığı tarih. Önümüzdeki dönemde 2011 yılı 12 Haziranından 2015'e kadar Başbakanlığı götürecek, inşallah. Sonrasında bir hedef daha var, Çankaya. Veya Başkanlık. Seçimlerden sonra Anayasa ve Başkanlığı tartışmaya hazır olalım. Çok kuvvetli ihtimalle 2023'te Türkiye'de Cumhurbaşkanlığı yahut Başkanlık makamında Recep Tayyip Erdoğan oturacaktır. Orası en nihai hedef midir? Değildir. İl Başkanlığı, Belediye Başkanlığı, Başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı/Başkanlık, bunlar vesile. En nihai hedef, gaye başka. Tahammül edilmez zahmetlerin bir sebebi var: 'İlahi ente maksudi ve rıdake matlubi/Allahım! Benim maksadım sensin, ben senin rızanı istiyorum.' Bir mü'minin gayesi, o mümin ister sokaktaki vatandaş olsun, isterse Başbakan, Allah rızasıdır. Bilmem hatırlayan var mıdır? Tayyip Erdoğan, Başbakan olduktan sonra TGRT'de kendisiyle yaptığımız ilk canlı yayında bize 'Başbakanlık dediğin nedir?' demişti. Bu sözü, Fatih'in Sare Hatun'a verdiği cevaptan haberdar biri söyleyebilir. İşte 'Başbakanlık dediğin nedir?' cümlesinin açıklaması şu yazdıklarımızdır, İ'layı kelimatullahtır. Bu ülke insanı, niyeti hizmet, gayesi Allah rızası olanları seviyor. Açık ve net şekilde hakikat budur, sır buradadır... Allah'ın başarı bahşettiğine kimse mani olamaz. Yabancılaşmış zihniyetin köy muhtarlığını çok gördüğü insan, Başbakanlıkta 8 yılı arkada bıraktı, şimdi 12. yıla doğru, oradan da daha öte hedeflere yürüyor.
.
Savaşta temelli, barışta bedelli
16 Mart 2011 01:00
Askerlik çağına girmiş olup da gitmeyen 1 milyon, yoklama kaçağı, bakaya ve tecilli genç var. Askerlik, bu 1 milyon gencin, ana caddeye çıkışını engellemekte. Tali yollarda araba sürüyorlar. Askerlikleri askıda, evlilikleri askıda, işleri askıda, plan ve projeleri askıda, moralleri askıda. 1 milyon genç 4 milyonluk aile demektir. 4 milyonu seçmen olarak düşündüğümüzde partiler adına ortaya çok büyük, çok düşündürücü bir rakam çıkıyor. TSK profesyonelleşme yolunda. Önce cephe askerî komandolardan başlandı. Şimdi Uzman Er fikri kanunlaştı. Zaman içinde tamamen profesyonelleşme olacaktır. Doğrusu da budur. Kemiyet değil keyfiyet mühim. Elbette ve asla insan unsuru ihmal edilemez. Fakat makul sayıda insan ve çok güçlü teknolojik donanım nihai hedef olmalı. 70 milyonluk Türkiye'nin 700 bin askeri varsa, arzu edilen teknolojik güce kavuşması halinde bu yarı yarıya düşebilir. Kaba taslak binde 10 yerine binde 5 diyebiliriz. Son bedelli askerlik kanunu, 1999'da çıktı. O günden bu yana ümitler benzer kararda. Bu bekleyiş içindeki 1 milyonluk bir dinamik genç nüfus, düşük, kapasite ile çalışmakta veya atıl vaziyette kenarda beklemekte. En kötüsü bedelli çıkmadığı için yaşanan beyin göçüdür. Bu gençler, bir şekilde yurt dışına gitmekte ve pırıl pırıl beyinler oralarda ya başkaları tarafından kapılmakta veya boşa ömür tüketmekteler. AK Parti 'peki parası olmayan ne yapacak, bu haksızlık olmaz mı?' diyor. İktidar böyle söylemeye başlayınca, ana muhalefet, eski görüşünden cayarak vatandaşa bedelli askerlik vaad etmeye başladı. Bunu seçim propagandasına dönüştüreceği kesindir. Parası olan muaf, olmayan askere! Bu adaletsizlik midir? Evet adaletsizliktir. Ancak, telafi edilirse ortada adaletsizlik diye bir şey kalmaz. Paralı askerlik yapmak isteyenlere bu imkân verilebilir. Bedellilerden alınan paradan normal askerlik yapanlara para aktarılması mümkündür. Bunun miktarı en düşük devlet memuru veya Uzman Er maaşının yarısı yahut asgari ücret olabilir vs. Kabaca şöyle denebilir, bedelli mükelleften alınanın yarısı hazineye, yarısı Mehmetçiğe. O zaman askere giden genç, maaşlı ve sigortalı memur gibi askerlik yapacaktır. Bir anlamda yarı profesyonellik. Bir milyon genç, internet siteleriyle seslerini duyurmak istemekteler. Güzel de bir söz bulmuşlar. 'Savaşta temelli, barışta bedelli'. Vatana faydalı olmak sadece askerlikle olmuyor. Üreten herkes, ülkeye de insanlığa da fayda temin etmektedir. Bir geçiş döneminin tartışmasını yaşıyoruz. Yarın tam profesyonellik gerçek olunca bunlar çok uzaklarda kalacak. Meclise bedelli için bir kanun teklifi gelirse AK Parti, her halükârda konuyu ıskalamamalı. En doğrusu iktidar partisi hadiseye kanuni zemin hazırlamalıdır. Hiç bir parti 1 milyon genç ve en az 4 milyonluk seçmeni göz ardı edemez Çözüm yolunu gösteriyoruz... Olandan olmayana aktararak adaleti tesis etmek. Polis aileleri kazanıldı... Bakaya, yoklama kaçağı, tecilli aileleri de kazanılabilir. Bu aileler de bir şekilde rahatsız. Onları kazanan tabii ki oylarını da kazanır.
.
Tatlı hayat, acı son
17 Mart 2011 01:00
İnsan, köşeyi döndüğünde ne ile karşılaşacağını bilmiyor ki... O ne güzel duadır. Güngörmüş, ak yaşmaklı büyük anneler, sakallı büyük babalar, o duayı yaptıklarında yüreğiniz ferahlar 'Allah, hayrlarla karşılaştırsın'. İbrahim Tatlıses, kim bilir o tv programından hangi neş'elerle çıktı. Kim bilir, ertesi güne dair ne planları vardı. Yeni düşünceler içindeydi ki Kuzey Irak'lara kadar uzanıp inşaat işine girmiş. İsmini 1975'lerde askerlik yıllarından hatırlıyorum. Polatlı Topçu Okulu kantininde duvara asılı tv'de esmer, kıvırcık saçlı biri, yeni duyulan türküler söylüyordu. Şöhreti o türkülerle yayılıp gitti. 35 yıldır zirvede. Meşguliyeti ne olursa olsun, bir insanın bu kadar zaman zirvede kalması işleyen bir zeka ve durmayan bir enerji gerektirir. İnşaatlarda omuzunda harç tenekesi taşımaktan uçak sahibi olmaya, yüz milyonlarca dolarlık işlere imza atmaya yükselmek kolay değildir. Ama, acaba, o fukara günlerinde mi daha mes'uttu, ışıklı, paralı, şöhretli lüks içinde olduğu şu hayatında mı? 2003 yılı olmalı, İhlas Armutlu Tesislerinin açılışındayız. Törenden sonra birinci kata buyurulsun, ikramlarımız var diye ilan edildi. Çıktım yürüyordum. Bir davet üzerine bir masaya geçtim. Masadakileri selamlamaya başladığımda baktım sağımda İbrahim Tatlıses oturuyor. Biz merhaba ve hatır sorma faslındayken bir sesle arkaya dönmek zorunda kaldık. İki genç kız masamıza yaklaşırken onlardan biri cep telefonunda aynen şunu diyordu 'baba inanamazsın İbrahim Tatlıses'e bir buçuk metre mesafedeyim!' Bunu dedi ve telefonu açık olduğu halde 'n'olursun seni öpebilir miyim?' diye yalvarmaya başladı, bir kaç kere öylesine ısrarcı oldu ki adamcağız 'ne yapayım öp bakalım' dedi. Kızlar muradına erip gittiler. Bunun üzerine 'İbrahim Bey, hatırlar mısınız, bir Çavuşesku vardı, dedim. Hatırlıyorum, dedi. Romanya devlet başkanıydı, dedim, bütün dünyada komünizm çökmüşken Romanya'da devam ediyor, devlet başkanı Nikolay Çavuşesku da bununla övünüyordu. Bir gün bir yurt dışı seyahatinden dönmüş Bükreş meydanında halka hitap etmekteydi. Ortalık alkıştan yıkılırken yaşlı bir kadın, alçak yalan söylüyorsun in aşağı! diye bağırdı. O öyle bağırınca demin alkışlayanalar yuuh in aşağı, yalancı! diye yuh çekmeye başladılar. Adamın sonu idam sehbası oldu dedim. Dikkatle dinliyordu. Devam ettim, alkış sesiyle yuh sesi arasında ince bir zar vardır. İnsanı bugün öpenler, yarın taşlarlar. Bir kimsenin gerçek dostu bir elin parmaklarını geçmez...bunu derken sözümü keserek Allah onların eksikliğini vermesin dedi... Tatlıses'e insafsızca kurşun yağdıranlar, şüpheniz olmasın ki yüzlerce kere O'nun sesiyle neş'elenip hüzünlenmişlerdir. Ama aynı kimseler, gün geliyor tetik çeken canavar olabiliyor. İbrahim Tatlıses'in şimdi zor, çok zor günleri... İsminden hareketle Tatlı Hayat, Acı Son dedim...aslında hayat da acı son da acı. Tedavisi için çırpınan doktorlar, şunu yapabilirler mi? Hastalarından şöhretini geri alsalar, şirketini, servetini, uçağını, parasını, villasını, dünyalık olarak neyi varsa alsalar da onu sade, kendi halinde bir aile reisi olarak sağlığına ve 'Allah, onların eksikliğini vermesin! dediği dostlarına iade etseler. Ama yapamazlar, bunu hiç bir doktor ve kimse yapamaz. Hayatın dersi ağır oluyor, son tv programındaki konuşması bir vaizin kürsüdeki sorgulaması gibi. Belli ki başına gelenler, kendisine çok şey öğretmiş fakat at, bir kere gemi azıya almış. Cenabı Hak, İbrahim aleyhisselamın ismini taşıyan bu kuluna şu çaresiz zamanında O dostu hurmetine şifalar versin. Sokakları doldurup sevmek adına bağırıp-çağıranlara acaba kim 'lütfen evinize gidip dua edin, O'nun şimdi şamataya değil duaya ihtiyacı var!' der. Donanım harikası hastanelerimizde bu nasihati yapacak din adamlarımız var mı? Yoksa, niçin yok? Doktor reçetesi lazım. Dua reçetesi de lazım..
.
Japonya'ya yardım vakti
18 Mart 2011 01:00
Japonya sanki yıkıldı... Ne ölü sayısı belli, ne yaralı, ne kayıp, ne de ziyan. Önce büyük bir deprem, ardından gelen daha büyük bir tsunami felaketi. Derken üçüncü felaket nükleer infilak! Vahşi Batının atom adlı oyuncağını denediği bu ülke, bu defa kendi eliyle nükleer enerjinin tehdidinde. Japonya, âdeta küçük kıyamet sahneleriyle insanlığın gözü önünde. Onlar düne kadar çalışkanlıklarıyla, tevazularıyla dünyaya ders veriyorlardı. Bu defa da maruz kaldıkları ibretle dersteler. Bir ülkenin başına gelebilecek en dehşet dolu hallere düşmüş vaziyetteler. Buna rağmen kimseden yardım istemiyorlar. Belki de yardım talebini bir saygısızlık olarak görüyorlardır. Japon hükümeti, her şeyi az gösteriyor. Sanki utanmaktalar. Televizyon görüntülerinde sizin de dikkatinizi çekmiş olmalı. Ağlamaları ne kadar sessiz ve ölçülü. Zaten sakin ve terbiyeli bir millet. Tevazu hayatlarına sinmiş. Öylesine işkolik insanlar, bizim salonlarımız kadar evlerde yaşıyorlar. insanlığın, Japonlara borcu var: Şöyle bir 50 yılınızı gözden geçirdiğinizde belki de bugüne kadar düşünmediğiniz bir gerçeği fark edeceksiniz. Onlardan hayatımıza neler dahil olmamış ki!.. Tükenmez kalem, yapıştırıcı, transistörlü radyo, kol saati, fotoğraf makinesi, kamera, TV alıcısı ve derken otomobil. Eğer Japonlar, II. Dünya Harbinden sonra tezgâhlarının başına geçip, dünyada insan için üretilip de pahalı olduğundan ancak imkân sahiplerinin kullandığı, kalemden arabaya kadar endüstri ve sanayi malı olarak ne varsa onları taklit edip de dünyanın hizmetine sunmasalardı bu ihtiyaç ürünleri, belki bugün de lüks olarak kalacak, kitleler, onları hâlâ kullanamayıp sadece seyredeceklerdi. Onlar, bunu yaparken II. Dünya Harbinin diğer mağlubu Almanya gibi dışarıdan işçi getirmedi. Durmadan, yılmadan, yorulmadan çalışıp bir harbin enkazından gıpta edilecek bir memlekete çıkarttılar. Japonya, Güney Kore ve Almanya bu bakımdan takdire şayandır. Şimdi Japonlar, yine olanca onuru ve ağırbaşlılığıyla bu felaketi göğüslemeye çalışıyorlar. Ancak Türkiye dahil, Türkler dahil dünya, bu insanları felaketleriyle baş başa bırakmamalı. Bu, ayıpların ayıbı olur. Hele biz, hiç ihmalkâr olmayalım. Çünkü biz, Japonlarla tâ Ertuğrul Faciası'ndan beri dostuz. Ne hikmetse 1890'da maruz kaldığımız bir facia, bizi birbirimize yaklaştırdı. 17 Ağustos Marmarası bir kere daha bizi buluşturdu. Şimdi bir başka faciayla o dostluğumuz yarınlarda daha bir pekişecektir. Zaman, bir faciadan diğer bir faciaya evrilirken bu terbiyeli insanlar, bir dost tesellisine muhtaç olduğu için devlet ve millet olarak biz, Japonların yanında yer alalım. Böylesi günlerde yapılanlar unutulmaz...
.
Bir diktatörü mü deviriyorsunuz, bir memleketi mi paylaşıyorsunuz?
21 Mart 2011 01:00
> Washington, DC Saddam gibi, Taliban gibi ve daha nice benzerleri gibi... Muammer Kaddafi de vaktiyle Libya'nın başına bir hesapla getirilmişti. Osmanlı'nın oralardan nihai çekilmesi bu adamın Türk dostu Sunusileri devirmesiyle oldu. Libya'nın şu an yaşadıklarının sebebi malum, değişim rüzgârı. Önce Tunus'ta başladı, sonra Mısır'a sıçradı. Oralardaki kartlaşmış yaşlarını boyalı saçlarıyla örtmeye çalışan para ve makam muhterisi diktatörler çekildiler. Çöl ucubesi Kaddafi ise direndi. Halk 'git!' dedikçe o yerine yapıştı, tehditler savurdu. Bunun üç sebebi var. Ruh hastası olmasından, bu hastalığın tetiklediği devrimci akıl dışılıktan, oraya gelmesinde desteği olanların kendisini harcayabileceklerine inanmadığından. Halbuki 42 yıldır absürd bir tiyatro oynuyor. Köprülerin altından çok sular aktı, ikinci el malzeme haline geldi. Hakkında çoktan 'yenisi bulunduğundan eskisinin hükmü yoktur!' ilanı verildi. Türkiye, Libya hadiseleri patlayınca. 20 bin civarında vatandaşını maharetle tahliye etti. 10 bin kadar vatandaşımız hâlâ orada. Bunun dışında bir büyük gerçek daha var, Osmanlı'dan gelen Türk soylularımız da Libya'da mevcut. Bunların KKTC nüfusundan olduğunu sanmıyoruz. Kaddafi'nin muhaliflerini katletme ihtimali üzerine telaffuz edilen 'NATO müdahale etsin!' görüşünü Türkiye, meşru bulmayarak şiddetle reddetti. Bunun üzerine bu işe ilgi duyan devletler, en az bir ay, bir arayış dönemi yaşadılar. Sonunda BM'nin GK denen patronları toplandı. Orada alınan karar, Libya hava sahasının uçuşa yasaklanmasından ibaretken fiiliyatta garip tezgâhlar işledi. Önce Fransız jetleri Libya semalarında göründü. Sonra diğer birtakım devletler Paris'te toplanarak Libya üzerine yürüdüler. NATO devletlerinin NATO'suz müdahalesi gibi bir manzara ortaya çıktı. İlk müdahil olan Fransa'dır. İtalya ise üslerini savaş uçaklarına açtı. İspanya vs. de var. Danimarka bile işin içinde. İngilizler, sırt sıvazlamakta. Bunlar olunca Amerika da 'madem öyle işte ben de geldim!' diyerek başa geçti. Fransa'nın karışması Kuzey Afrika'yı sömürme niyetinden başka bir Sarkozy Kompleksidir. Bunu da üçe ayırabiliriz. Birincisi iç kamuoyuna mesaj vermek, ikincisi Türkiye'nin Göktürk Uydusu'nu Fransa değil Japonya'ya siparişinin intikamını almak, üçüncüsü Türkiye'nin bölgede yükselen prestijini sarsmak. İtalya eski bir Libya işgalcisidir. Orayı unutmamıştır. Eş zamanlı olarak iki Osmanlı mülkü Antalya ve Trablusgarb'ı işgal etmiştir. Ömer Muhtar filmiyle Libya işgali anlatılmış fakat Antalya işgali beyaz perdeye aktarılmamıştır. İspanya, kıdemli sömürgecidir. Danimarka gibi lego devletler, sadece garnitürdür. Lüksemburg niye yok anlayamadık. Malta Adası, Monako Prensliği de katılmalı. Dendiğine göre Katar kabilesi de harekâtın içindeymiş. İspanya temsilî bile olsa Don Kişot'la Şanzo Panzo'yu almalıydı. Her nedense Irak işgaliyle aynı tarihte yapılan bu müdahaleyle bir diktatörü mü deviriyorsunuz yoksa bir ülkeyi mi paylaşıyorsunuz. Âlemi kör, herkesi sersem sanmayın! Samimiyet imtihanındasınız.
.
Libya, kapanın elinde kalmasın!
22 Mart 2011 01:00
Amerika, Kaddafi ve muhalifleri olayında objektifin netlik ayarını kolay yapamadı. Barack Obama'nın 'Kaddafi başka şans bırakmadı' sözü de bunun teyidi sayılabilir. Çünkü süper gücün ağzı yanıktır. Irak ve Afganistan kendisi için ağır dersler oldu. Türkiye, olmadan muvaffak olamayacağının şuurundadır. Onun için dublörler ve figüranlar kullanılmakta. İngiltere ise her zamanki gibi karagöz oyununun perde arkası esas oynatıcısı. İslam âleminin ve bölgenin gözü Türkiye'dedir. Libya meselesinde şu âna kadar ihtiyatı elden bırakmadı. Buna mecburdu. Orada vatandaşları var, şirketleri var, çok büyük meblağlarda şirket alacakları var. Seçimlere gidiyor, bir ufak yanlışlık, bir asırda bir yeniden yakalanmış itibara halel getirebilir. Ancak, artık bir anlamda vaziyet kökten değişti. İpler başka merkezlere geçmek üzere. Oyun kuran yerine seyirci olmak tehlikesi mevcut. Güya Albay Muammer Kaddafi, bugün yarın ya vurulur veya Miloseviç'in hücresine götürülür. Bir gün duyarız ki intihar etmiş. İntihar, sırlar açığa çıkmasın diye alınan en kestirme tedbirdir. O zaman diktatör sonrası kurulacak yeni rejimle bu müdahaleci aktörler Libya'da da savaş masrafları ve ortak çıkarlar diye 50 yıllık anlaşmalar akdederler. Ankara, ne yapacak? Ne yapması lazım? Ankara, müdahalenin işgale dönmemesi için seferber olmalıdır. İslam Konferansı böyle bir zamanda ağırlığını ortaya koyamazsa niye var? Bu teşkilat da bu gibi zamanlarda silahlı müdahale kararı alabilmelidir. Kuruluş kanununa 'İKT gerektiğinde silahlı desteği TSK ve üye devletler ordularından temin eder' diye bir madde eklenemez mi? Eğer şu gün, böyle bir madde olsaydı BM Güvenlik Konseyinden önce İslam Konferansı Teşkilatı Kaddafi'ye 'dur!' diyebilirdi. 'Sivil halkı koruyoruz' iddiasıyla Libya, kapanın elinde kalacağa benziyor. Böyle bir netice fiilen ilk dünya savaşının sonunda olduğu gibi bölgenin altın tepsi içinde sömürgeci devletlere sunulması demektir. Fırsat menfaate çevrilmiştir. Diktatöre 'ya çekilirsin veya tepeleriz!' dedikleri ülkenin altı petrol denizidir. Kimse Libya halkının kara gözüne hayran değildir. Fakat kara petrolüne bayılmaktalar. Tuhaftır. G.W. Bush'un Irak işgalinde ağzından kaçırdığı 'bu bir Haçlı Seferidir' itirafını bu defa Kaddafi, vatanını vuran kuvvetlere kaşı halkı silahlanmaya çağırırken tekrar etmiştir. Ankara, sür'atle atağa geçmeli ve Libya'nın kapanın elinde kalmasının önüne geçmelidir. Her türlü ihtimale karşı teyakkuzda olmalı. Libya ahalisi, yarın 'biz Türkiye'nin parçasıyız, başka güç ve hukuk tanımıyoruz!' derse duymazlıktan gelemeyiz. Tokyo'dan nükleer sızıntı, Trablusgarb'dan petrol sızıntısı. Bu dünyada hiç mi huzur sızıntısı olmaz? Onu Çanakkale şehidlerine sormalı. Huzur Çanakkale Boğazının altında kaldı.
.
Libya trajedisinin 3 sorumlusu
23 Mart 2011 01:00
Libya'ya güya hava sahası yasağı getireceklerdi. Bununla Kaddafi uçaklarının Bingazi'yi bombalaması önlenecekti. Ama 'BM Güvenlik Konseyinden alelacele ve muğlak bir karar çıktı. Bu kararla her şey yapılabilir.' Bu görüş Vladimir Putin'e ait. İştirak etmemek mümkün değil. Fransa etrafına birtakım devletleri topladı ve yürüyün dedi. Öyle ki Sarkozy'nin elinde bir haçlı bayrağı noksandı. Nitekim Putin, hadiseye haçlı seferleri benzetmesi yaptı. Amerika, oyun kurucu mu olduğu, mecbur kaldığı için mi başa geçtiği şimdilik meçhul. Malum olan bir şey varsa o da Sarkozy uyanıklığı. Seçmenler nezdinde sür'atle prestij kaybediyor. Hava harekâtı yaptığı sırada bile bir kantonundaki seçimi, aşırı sağcılarla, komünistlere kaptırdı. Ülkeler arasında kibritler çakılır, fakat yangının boyu hesap edilemez. I. Dünya Harbi, bir Sırp prensinin vurulmasından dolayı çıkmıştı. II. Dünya Harbi ise Kaddafi kadar deli ve Sarkozy kadar muhteris bir Führer yüzünden patlak verdi. Yarın Rusya'nın, Çin'in müdahil olmayacağını kim iddia edebilir? Hadise aslanlarla çakalların petrol ve doğalgaz uğruna Libya ceylanını parçalayıp tike tike yemelerine dönerse başka iştahlar da kabarır. Başka haklar da doğar. Rus savaş gemilerinin Libya açıklarına demirlediğini tahayyül ediniz. Rusya ve Çin'in ortak bir deklarasyonla bundan böyle Libya'ya yapılacak müdahale bize yapılmış sayılacaktır derlerse ne olur? Bunlar veya şu an tahmin edemeyeceğimiz diğer vahim gelişmeler mümkündür. Ortaya bir Libya trajedisi çıkmıştır. Bu trajedide 3 sorumlu vardır. Kaddafi. Sarkozy. Güvenlik Konseyi. Kaddafi, 42 Sene yeter diyerek halkın değişim taleplerine saygı göstereceğine yanlış yola saptı. Sarkozy, dünyayı kandırmıştır. GK/Güvenlik Konseyi ise bu hadisenin asıl sorumlusudur. Üzerinde durulması gereken bu kurumdur. GK çağa cevap vermiyor. Adaletsizliğin simgesi haline gelmiştir. Bir soğuk savaş dönemi eseridir. Çok şaşıracaksınız ama şu bir hakikat ki Libya benzeri yerlere demokrasi götürme iddiasındaki GK sebebiyle bizatihi BM demokratik haklara muhtaçtır. Niçin? GK'nın 5 daimi ve 10 da geçici üyesi vardır. Bu 5 değişmez üye devlet, Çin, Rusya, Fransa, İngiltere ve ABD'dir. BM bir karar aldığında bunlardan biri veto hakkını kullandığında o karar, hükümsüz hale geliyor. Bunun için BM demokratik bir müessese değildir. BM 1945'te, II. Cihan Harbinin dumanları tüterken Cemiyet-i Akvam'ın yerine kuruldu. BM'nin en güçlü organı GK'dır. Binaenaleyh 5 daimi üye BM demektir. Aradan neredeyse 3 çeyrek asır geçmiş bulunuyor. Türkiye, Japonya, Almanya, İspanya ve Brezilya gibi devletler de bu konseyde olmalıdır. Veya G20'ler. Ayrıca her halükârda geçici üyelere de veto hakkı verilmelidir. Bir kararın hükümsüz hale gelebilmesi için asgari 3 devlet tarafından veto edilmesi şartı getirilmelidir. GK bu yapıda kaldıkça her zaman başı derde girebilir. Şayet Türkiye, daimi üye olsaydı, vetosuyla bu harekâta mani olacaktı. Rusya, çekimser kaldı. Putin bu açıklamayla aldatıldıklarına işaret ediyor olmalı. Obama, Libya'nın hava gücünü çökerttikten sonra çekilecek ve komutayı koalisyon güçlerine bırakacağız diyor. Hata edilir. Ciğeri kurdun boynuna asmak olur. Siyasi temsiliniz gibi bu krizi idare yetkisini de Türkiye'ye bırakırsanız muhtemel bir yangın önlenmiş olur. Libyalı, Türkler dışındaki herkesi fuzuli şagil görecektir. Buna Afganistan, Bosna vs. tecrübenizle vâkıfsınız. Davutoğlu'nun ince diplomasi üslubu gayet iyi gidiyor. Acaba, Ankara, Kaddafi'ye 'bize gel, seni Armutlu Kaplıcalarında misafir edelim' dedi mi? Demediyse bile bundan sonra benzer bir davet yapabilir. Bu trajedinin drama dönüşmemesi için sayılı başkentler, Ankara ile senkronize çalışmak zorundadır. Ne var ki Fransa Başkanı bunu yapmaz. ABD başkanının kolundan tutması gerekir. Deveden büyük fil vardır.
.
Fransa Haçlı Seferini kutluyor
24 Mart 2011 01:00
Bir tv programına katılan Fransa içişleri bakanı Claude Gueant, 'bu bir Haçlı Seferidir. Bu sefere önderlik yapan Başkanımız Sarkozy'yi kutlamak gerekir. Şayet, Haçlı Seferini başlatmasaydık Kaddafi halkı kesecekti' dedi. Böylece Haçlı Seferine dair iki tesbit ve bir de itiraf ve iftihar doğmuş oldu. İlk Haçlı Seferi tesbitini Muammer Kaddafi yaptı. İkinci tesbit Rusya Federasyonu Başbakanı Vladimir Putin'den geldi. Üçüncüsü ise bir tesbitten de öte itiraf, ondan da öte iftihar. Eğer, Bakan Gueant'ın Başkan'a mültefitlik gibi bir görevi de yoksa bu sözlerden şu anlaşılıyor ki en azından bir kısım Fransızıların gözünde Sarkozy daha şimdiden Libya fatihidir. Kaçıncı Napolyon olarak ilan ederler bilinmez. Bilinen bir şey var ki Nicolas Sarkozy yönetimindeki Fransa, bu operasyonda dünyaya karşı dürüst davranmamıştır. El çabukluğu marifet göz açıklığındaki Sarkozy, ilgili ilgisiz bir çok devleti bir emri vaki ile yanına alarak Libya'ya saldırdı. Tekrar edelim ki ona bu fırsatı veren soğuk savaş dönemi Güvenlik Konseyidir. Orada olayın sıcaklığından istifadeyle çıkartılan her yana çekilmesi mümkün bir kararla işe başlamış ve saldırıyı sürüklemiştir. Dünya şimdi bir deli ile bir kurnazın seyir defterine tabi. Oysa GK kararına göre Libya'da sadece hava keşfi yapılabilecek, uçuş engellenecekti. Kimse Fransa'yla çıkar ortaklarına bombalama yetkisi vermedi. Ama harekata katılan uçaklar, çok sayıda sivili katletmiş bulunuyorlar. Bunu da şimdi Haçlı Seferi diye itiraf, ikrar ve ilan etmekteler. Sarkozy, bir Yahudi kurnazlığıyla 'bu bir NATO operasyonu değildir, onun için Komuta Merkezi olarak ilgili devletler ve Arap Birliği dışişleri bakanlarından bir siyasi danışma heyeti kurulsun' demekte. Onları kendi güdümüne alarak istediğini yapacak. Sudan'ı bölerek zengin Güney Sudan'da sözde müstakil, esasta ise batı uydusu bir devlet meydana getirdiler. Şimdi sırada Libya mı var? Kaddafi bahane mi? Libya'yı da Batı Libya ve Doğu Libya diye ikiye mi bölecekler? Önce böler, sonra da yine sözde dost ilan ederler. Soru şudur: Bu bir haçlı Seferi mi? Diğer ülkeleri bekleyeceğiz. Fransız milletini de. Fakat şu anki resmi Fransız politikası için haçlı seferi. Bakanları, böyle ilan ederken aksini savunmak mümkün mü? Fransız Haçlı Orduları, vaktiyle Akdeniz'in Asya kıyılarına çıktığı için Fransa bugün de Lübnan'la meşgul. I. Dünya Harbinde Adana-Urfa-Şam ve çevresindeki geniş bölgeyi işgalleri de ondan. Napolyon da Mısır'ı işgal etmiş, fakat Akka'da Cezzar Ahmet Paşa tarafından hezimete uğratılmıştı. Sömürgecilik hevesi, iç politikadaki oy kaybı, Türkiye'nin bölgede yükselen yıldızı ve uydu ihalesini kendisine vermemesi Sarkozy'de öfke ve işgal duygularını kabartmıştır. Madde bir, bu duygular aklı örter. Madde iki, el yumruğunu yemeyen kendi yumruğunu balyoz sanırmış. Bugün, Türkiye'nin resmi tezi 'Libya, Libya halkınındır!' Eğer birileri, 'hayır Haçlı Seferi yaptık, kan döktük, Libya bizimdir!' derse tarihi tekekrüre zorlarlar.
.
Bingazi, Fransa'nın çapulu olmasın!
25 Mart 2011 01:00
Dünyanın düştüğü bir tezat var. Libya'ya değişim peşindeki halka destek vermek için gidilmekten söz ediliyor. Sokağa dökülen insanları yalnız bırakmamak adına GK oldukça acemi biçimde o kararı aldı. Ama aynı dünya, bu insanlara kasden olmasa bile 'isyancı' diyor. Onlara isyancı yani âsi derseniz mevcut Kaddafi rejimini meşru saymış olursunuz. Demek oluyor ki Libya mevzuunda sadece kafalar değil kavramlar da karışık. Haberler, siyasetçiler ve benzer ağızlar, Libyalının kendini ifade edebildiği insanca yaşama arayışına isyan derken Nicolas Sarkozy, onların lider ekibini Paris'e çağırarak kendilerine destek verdi. Bingazi'de bir ulusal konsey kurulmuş bulunuyor. Kaddafi sonrasına hazırlanan bu millî meclis, şimdi bir de geçici hükümet teşkil etti. Başbakan Muhammed Cibril. Paris'e giderek Fransa devlet başkanıyla görüşen, bu ismin başkanlığındaki ekiptir. Sözde koalisyon güçleri operasyon mahmurluğu içindeyken Haçlı Seferi başlatan Sarkozy, bir de hükümet kurdurmuş oldu. ABD ve diğer bazı devletler, olayın mal kaçırır gibi GK'den karar kaçırıp alelacele harekat düzenlemenin ne demek olduğunu yeni fark ediyorlar. Sarkozy, stadyum kapısında bacak aralarından maça kaçan haşarı çocuklar gibi Libya'ya sızmıştır. Bu sebeple harekatı, NATO üzerinden yeniden tanzim ediyorlar. Ankara, kırmızı çizgilerini müttefiklerine kabul ettirmek, Libya'yı böldürmemek, öldürmemek ve kapanın elinde bırakmamak için diplomasinin bütün yollarını kullanıyor. Şimdiden sonra NATO güçleri olarak Kaddafi daha çok bombalanacak. Türkiye ise her halükârda himaye eden, devlet, kardeş millet tavrını sürdürecektir. Diğer taraftan Türkiye, kara harekatıyla işgale karşıdır. Ama Türkiye, NATO'nun Libaya'ya gitmesine de karşıydı. Şartlar öylesine mecbur etti ki seyirci kalmamak için müdahil olmaktayız. Kara harekâtı yapılmadan sadece havadan müdahale ile ne kadar başarılı olunur? Kara harekâtsız zafer, imkansız. Kara harekâtı olunca da bunun adı işgaldir. Hasılı... Fransa, Haçlı Seferi yapmış ve kendine şükran duyacak bir de hükümet kurdurmuştur. Doğan şartlarda şu üç ihtimal de mevcuttur. BM üyesi bağımsız Libya, Kaddafi devrilmiş, diktatörlüğü yıkılmış olarak yoluna devam eder. Libya bölünür. BM üyesi Doğu Libya ve Batı Libya doğar. Veya Bingazi ve çevresinde kurulan DLC/Doğu Libya Cumhuriyeti sadece Fransa tarafından tanınır. Dünyanın kaale almadığı, BM'ye üye olamayan bir küçük şehir devleti doğar. Sarkozy, dünyaya iyi çelme attı. Akıllı düşünene kadar deli dağı aşarmış. Tükenme noktasındaki Sarkozy Napolyon olma deliliğini göze aldı. Şimdiden sonra Fransa dışındaki koalisyon güçleri sadece Kaddafi ile değil, Sarkozy ile de uğraşacaklar gibi gözüküyor. Bingazi çapul olursa, Libya çatal kazıktır.
.
Paris tamam, sırada GK var
28 Mart 2011 00:00
> Washington, DC Ankara, Paris'i alt etti, Türk hariciyesi Fransız hariciyesini yendi, Türkiye, Fransa'yı devre dışı bıraktı. Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu, Başbakan Sayın Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve emeği geçen herkesi kutlarız. Şu ân hâdise çok taze, paralel iç ve dış gelişmeler yüksek gerilimde. Bu bakımdan Ankara-Washington-Londra-Paris-Trablusgarp hattında yaşananlar henüz tam görülemeyebilir. Fakat bir tarih yapıldı. Bu tarih yazılacaktır. Hakkı teslim etmeli ki sonuç, ülkemiz adına tam bir zaferdir. Mösyö Sarkozy, Türkiye'yi devre dışı bırakarak Paris'te bir zirve topladı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde Libya'ya askerî müdahale yapılmasına dair başı-sonu belli olmayan, aceleye getirilmiş bir karar çıkarttı. Komuta merkezi Paris olmuştu. Sonra da bir çapulculuk hareketine girişircesine bazı devletler ve alakasız figüran devletçikleri peşine takarak Libya üzerine yürüdü. Libya kapanın elinde kalacaktı. Daha GK üyeleri, dünya devletleri ne olduğunu anlayamadan Sarkozy'nin içişleri bakanı operasyonun Haçlı Seferi olduğunu, başkanlarının kutlanması gerektiğini bir Hristiyan taassubuyla TV'de açıkladı. Hâdise iki nokta üzerinde toplanıyordu: Fransız kurnazlığı ve GK zaafı. Türkiye, inanılmaz bir tempo ile işe girişerek artık devrini tamamlamış ve mutlaka yeniden yapılanması gereken Güvenlik Konseyini aşarak Sarkozy'nin Yahudi kurnazlığını bozmuş, Fransız kibrini kırmış, Paris'e davet edilmemenin intikamını almış ve Haçlı Seferini durdurmuştur. Hadise basitti... Muammer Kaddafi adlı bir diktatör 42 yıldır doymamış, sonunda değişim isteğiyle meydanlara dökülen halkını havadan vurmaya başlamıştı. Müdahale, onun öz vatandaşını öldürmesinin önüne geçmeye matuftu. Aynı zamanda havadan ve denizden gelecek yardımlar engellenecekti. Halbuki ortaya çıkan manzara, bir diktatörü devirmek değil, Fransa liderliğinde bir ülkeyi işgal ve paylaşmaktı. İşte bu hileli oyun bozuldu. Sarkozy, artık tezgâhtan düşen karpuzdan farksızdır. Fransızlar sandıkta bunun hesabını soracaklar. Aksini düşünelim: Nicolas Sarkozy başkomutasındaki Haçlı çapulculuğu devam etseydi. Libya işgali yapılsaydı. Libya, işgal edilseydi. Bölünseydi. Paylaşılsaydı. Netice itibariyle Kaddafi'nin ihtirası Fransız'ın iştihasına yarasaydı... Ne olurdu? Türkiye'nin şahsiyeti çizilmekle kalmaz, son senelerde kazandığı itibarı çok büyük darbe yemiş olurdu. Bir diplomatik zafer kazandık. Ucuz kurnazlık değil, sorumlu devlet adamlığı galip geldi. Diğer taraftan Müslüman bir kardeş halk, zor zamanında yağma ve talan görmedi. Şimdi, bir kötü niyete alet edilmiş çalıntı NATO değil, NATO'nun kendisi devrede. Karargâh İzmir, denetim/murakabe Türkiye'de. Libya'da kara hava, deniz her şey sil baştan. Bundan böyle orada insafsızca petrol ve doğalgaz değil insanların yaşadığı hatırlanacak. Sırada GK da var. Türkiye, gelecek dönemde Güvenlik Konseyi'ni mutlaka masaya yatıracaktır. Soğuk savaştan gelen her müessese yeniden ele alınmaya muhtaçtır. Kazalar her zaman kolay atlatılmaz.
.
Türkiye, süper güç olana kadar bölgedeki çalkantı devam eder
29 Mart 2011 01:00
Avrupa'nın o zaman da Türkiye dediği Osmanlı'nın kudretli asırlarında 23 milyon 400 bin km2'lik muazzam coğrafyamızda nizam ve huzur vardı. Bu huzur sebebiyle dünya rahattı. Huzura hasret, Devlet-i aliyyenin zayıflamaya başlamasıyla birliktedir. Osmanlı sonrasında dünyanın yaşadığı, azaptan başka bir şey değildir. Osmanlı devletinde ana fikir, Nizâm-ı Âlemdir/Huzurlu Dünya Düzeni. Osmanlının çekilmesi, yeri doldurulmaz bir boşluk meydana getirmiştir. Şu an yaşananlar o boşluğun eseridir. İngiliz imparatorluğunun tek süper güç olduğu zamanlar, sömürge ve adaletsizlik devridir. Amerikan imparatorluğunu Sovyet imparatorluğu dengeledi. Eğer Sovyetler yıkılmasaydı Irak herhalde işgal edilemezdi. Osmanlı ihtişam asırları devam ediyor olsaydı bütün bu bölge talan ve vurgun görmeyecekti. Bugün tek süper güç sahnede yalnız. Seyredilebilir oyun kurulamıyor. Kuvvet kendinden değil de hasımdan alınırsa hasmın kalmamasıyla diğeri de ayakta durmaya zorlanır. Bu anlamda şöyle düşünmek mümkündür. 'Acaba Amerikan imparatorluğu, içten içe Sovyet imparatorluğunu arıyor mu? Biri çöktü, diğeri gölgeler veya vehimlerle korkuda.' Sömürgeci zihniyet için petrol tek kurtarıcı gibi görülüyor. Bu yanlışların yanlışıdır. Bütün dünyada petrol, bir ânda bitse dünya da bitecek mi? Araçların petrole mahkûmluğu bir efsanedir. Su, elektrik, doğalgaz ve nükleer enerji ve daha kim bilir neler alternatif olabilir. Tabiat da kirlenmekten kurtulur. Bu gerçek bilinmiyor mu? Biliniyor. Ama o zaman işgal ve sömürme gerekçesi kalmaz. Çünkü, bütün savaşlar yalandır. Bütün savaşlar bahanedir. Savaşların tek sebebi vardır, din. Fransız içişleri bakanı Claude Gueant doğru söylemiştir, Putin de doğru söyledi, Kaddafi de doğru söyledi. 10 yıl evvel Bush da doğru demişti. Söz konusu olan Haçlı Seferidir. Şu veya bu adla Haçı temsil edenler, iradesini hakim kılabiliyorlar. Hilal tarafında boşluk var, denge kurulamıyor. Bu yüzden dinler arası diyalog değil, dinler gerçeğinin görülmesi esastır. Herkesin dini kendine... Bu çalkantı yarın bitebilir, fakat öbürsü gün yine başlar. Şu an I. Dünya Harbi sonrasında doğan tüp bebek krallıklarıyla soğuk savaş döneminin ısmarlama diktatörleri tasfiye edilmekte. Esen değişim rüzgârıyla yerlerine belki daha iyileri gelecek fakat yerli düşünce ve yerli insan çok zor. Coğrafyamızın yeniden hayat bulması Beyaz Atlı Süvari'nin dönüşüyle mümkündür. Türkiye'nin bir kere daha Cihan Devleti/Süper güç olmasıyla süper güçler dengesi tekrar kurulur, bölge de dünya da böylece huzura kavuşabilir. 2071'e 60 yıl var. Sarsıntılar daha 60 yıl devam edecek gözüküyor. Bu millete nesebini inkâr soysuzluğunu aşılama çabaları, o gayrette olanlar için hüsranla bitmiştir. Mankurtlaştırılmak istenen nesiller, bugün 'ben kimim ve niçin buradayım?' Diye soruyor. Dünya gündeminde Osmanlı var. Büyük başkentlerde Osmanlı tartışılıyor
.
Bu coğrafya bu söze hasretti
30 Mart 2011 01:00
Başbakan Tayyip Erdoğan, seçim konuşmasına sanki Bağdat'tan başladı, Erbil'de devam etti. Oradan da Diyarbakır'a gelebilirdi. Veya Kahramanmaraş'ta başladı, Adana'da, Bağdat ve Erbil'de devam etti. Hani biz, hani bu coğrafya, hani bu iklim Türk, Kürt, Arap... diye bölünmüştük? Eğer bu iddia doğru olsaydı, Kahramanmaraş'taki toplantı ile Bağdat'takinin, Adana'daki ile Erbil'dekinin farklı olması gerekmez miydi? Sayın Tayyip Erdoğan'ın konuşması, bütün bu merkezlerde aynı. Dinleyen halk aynı, yüreklerdeki duygular aynı, dudaklardaki dualar aynı. Dilin ayrı olmasının ne önemi var, vücut dili, gönül dili bir. Türkiye, kendi coğrafyasını yeni fark ediyor, kendi mazisini yeni okuyabiliyor. Eğer vaktiyle Edirne istirdat edilmeseydi, Kars kurtarılmasaydı, Hatay ana toprağa yüz sürmeseydi şimdi onlar da Belgrad'dı, Sofya'ydı, Bağdat'tı, Erbil'di, Süleymaniye'ydi, Musul'du, Halep'ti, Gazze'ydi, Bingazi'ydi, Mekke ve Medine'ydi... Gözleri siyah bandla uzun süre sıkı sıkıya bağlı kalmış bir insan düşününüz. Bir ân gelip gözünü açtığınızda gün ortasında bile olsa geçici körlük yaşar. Türkiye yakın tarihi budur. Şimdi o körlük atlatılıyor, baş dönmesi geçiyor. Ülkemiz, ondan da öte devletimiz kendisiyle, özüyle, coğrafyasıyla kucaklaşıyor. Şuna ne ad konabilir? Asla tesadüf denemez. Acaba Başbakan bile farkında mı? Bugün sınırlarımız dışında kalan topraklarımıza giden son Türk Hakanının ziyareti bundan tam 100 sene evvel gerçekleşmişti. Bilahare elveda... Sultan Reşad Han'ın Kosova'ya gidiş tarihi 1911'dir. Kosova sahrasında bir milyon Müslüman, Halife ile birlikte Cuma namazı kıldılar. Sultan Reşad'ın 1911'de o gün o sahrada yaptığı konuşmayla bugün 2011'de Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Bağdat ve Süleymaniye'deki konuşmaları mahiyet itibariyle aynı değil midir? Ergenekon kanun zoruyla Kürt yoktur dedi. Hayır, bu coğrafyada Kürt vardır, fakat o bizim eşit kardeşimizdir. Hayır, bu coğrafyada Arap vardır, fakat o bizim eşit kardeşimizdir. Bu toplantılar, kardeşler kucaklaşmasıdır. Bu coğrafyanın mahzun ve mazlum ve mağdur insanı vefalıdır. Bir adım, yüz adımla karşılık görür. Seçimler arefesindeki bu kucaklaşmalar, aynı zamanda Kandil derebeyliğini, Diyarbakır dukalığını, İmralı şatosunu kuşatma harekâtıdır. Türk Ergenekonu gibi Kürt Ergenekonunun da çatırdamasıdır. Bu kucaklaşmalar, Kürtçülüğün bitme mutabakatıdır. Avrupa ülkeleri için ayrılan milletvekili kontenjanı Kürt, Arap ve diğerleriyle Orta Doğu için de ayrılmalı. Dereler denize akıyor. Tarihin dirilişini yaşıyoruz. Gözleri açılan adam, etrafını fark ediyor. Gözlerinden bandlar çözülmüş adam: -Ben bu toprakların çocuğuyum diyor, şu da benim kardeşim . Türk'ün de Kürt'ün de derdi ırkçı reçetelerle çözülemez. Başbakan, o konuşmalarda ne dedi 'biz, aynı dinin mensuplarıyız!' 40 bin, 60 bin, 100 bin genç toprağa verildi Fakat söz söylenmedi. Bu coğrafya, işte bu söze hasretti.
.
Dinsizleştirme projesinin sonucu
31 Mart 2011 01:00
Haberler tüyler ürpertici. Bu canavarlar, hangi ormanda yetişti? Tevhidi Tedrisat Kanunu'na dayalı bu milli eğitim müfredatı hiç mi insanlık öğretemedi? Bunlar artık eskinin tabiriyle cahil de değiller. Hepsi okullu. Bazısı komşu, bazısı üvey anne, bazısı üvey baba, bazısı öz anne, bazısı öz baba, amca, dayı...hatta öz nine. Bunlar 3 günlükten 15 yaşına kadar çocukları katlediyorlar. Hem de ne katil! Bazısı yalnızca katil değil aynı zamanda sapık da. Bebeğin önce ırzına geçiyor sonra parçalıyor. Balta ile parçalayanlar, kuyuya atanlar, telle boğanlar ve daha neler ve neler. Her suçun bir mazereti belki olabilir. Ama çocuklara karşı işlenen sarkıntılık, tecavüz ve öldürmelerin affı mümkün değil. Son zamanlarda ülkenin esas gündemi bu ırza geçmeler, istismarlar ve cinayetler oldu. Bunun temel sebebi araştırılmalı... Temel sebep nedir? Temel sebep, toplumu dinsizleştirme projesidir. Asıl suçlu 28 Şubat rejimidir. Çocuk cinayetiyle, çocuğa karşı sapıklıkla 28 Şubat'ın ne alakası var? Çok alakası var. Çünkü, 28 Şubat'ta çıkartılan kanunla ilköğretim bitmeden çocuklara Kur'an-ı kerim, ilmihal, ahlak ve kısacası İslamiyet öğretilmesi suç sayıldı. Okulların yazın kurslara açılmasının önü kesildi. Dinsizliğin çağdaşlık olarak özendirilmesi hzılandırıldı. Şimdi deniyor ki şu kadar dizi var, bu kadarında enişte-baldız münasebetsizlikleri işleniyor. Siz sabah koşusunda askere söyletilen Yaylalar Türküsü'nün sözlerini bilir misiniz? Buraya yazmaya hayâ ederiz. Bugün rahatsızlık duyulan her şeyi medya özendirdi. Diziler özendirdi. Filmler özendirdi. Kalb, boşaldı, kalb nasırlaştı, yerine hiç bir manevi değer giremedi. O yollar kapatıldı. Ortaya iyi tahsil yapan, iyi giyinen, iyi yiyen, iyi gezen, iyi konuşan, aklı-fikri çiftleşmekte olan profiller çıktı. Gündemde olan öldürülen çocuklar. Irzına geçilen yavrular. Bir de kayıplar var. Ya boşanmalar? Bazı tv programları, Halk Mahkemesi haline dönüştü. Bunlar tanzim edilerek jüri mahkemesi statüsü kazandırılmalıdır. Ayrıca, cemiyeti yakından alakadar eden davalar da tv'den naklen verilmelidir. Aileye dair olan çocuk cinayeti, çocuk istismarı, çocuk katli ile aldatma, boşanma gibi hadiseler Ergenekon davalarından on bin kere daha önemlidir. Çare camide, ailede, okulda ve medyada. Medya, böylesine aldatma ihtisası yaptırdıkça. Camiler, topluma bu kadar uzak kaldıkça. Okullarda Allah demek mümkün olmadıkça. Aile dört duvar sanıldıkça. Cezalar kuşa döndükçe daha çok üzülürüz. Bu cemiyet daha çok bozulur. Kanun kanun gibi olmalı. İnsan da insan gibi. Şunları yapanlar insan mı? Hayır onlar hayvan bile değil, âyeti kerimenin ifadesiyle 'hayvandan bile aşağı'. Hayvanların da tiksindiği bu canavarları bu cemiyetten kim ne zaman temizleyecek? Çok köklü tedbirler gerekiyor. * GATA Bu askeri hastane yine olaylı haber. Asker görüntüleri tüyler ürpertici. Mehmetçiğe bu muameleyi yapmaya kimsenin hakkı olamaz. Genelkurmay, bu kuruma neşter vurmalıdır. Hataya sahip çıkmak zarar verir. Latince açıklama kamu vicdanını tatmin etmedi.
.
Mahkeme savcıya da mülk değil
1 Nisan 2011 01:00
Kur'an-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden, âlimlerden, devlet adamlarından, atalardan ve şairlerden, bir başka ifadeyle Allahtan, Peygamberden, ulema, umera, ecdat ve şuaradan gelen adalet, mahkeme, hakim, şahit, hak, hukukla alakalı o kadar çok zengin hazinelerimiz var ki. Bunlar 'Hukuk Edebiyatı' ismiyle fakülte birinci sınıflarda okutulsa büyük hizmet olur. Mahkeme duvarlarında yer alsa ne kadar isabet kaydedilir. Avrupa'nın en büyük adliye sarayında sadece antik devir bronz heykeli yetmez. Bütün adliyelerde bir tek cümle yazılı. 'Adalet mülkün temelidir.' Bu söz harika. Atatürk belli ki bunu bir yerde kullandı. O kullanınca da Hazreti Ömer'in hükmünü ona ait zannedip duvarlara yazdılar. Zamanla galatı meşhur oldu. İyi ki 'para para para' demedi. Yoksa Napolyon'un bu kelimeleri ülkesinden buraya taşınmış olurdu. Müptezel yüzyılda sözlükle çok fazla oynandığından kaynaklar uzaklarda kaldı. Bu sebeple o hazinelerden bugün bilinenler pek az: -Şeriatin kestiği parmak acımaz. -Mahkeme kadıya mülk değil, gibi. 'Bir saat adaletle hükmetmek, bir yıl nafile ibadetten hayırlıdır' benzeri hadîs-i şerifleri, 'Allahın rızasını kazanmak isteyen Adaletle hükmeder' mealinde âyet-i kerîmeleri bilenler de az sayıda. Ayrıca birçok kıssa ve menkıbeler mevcuttur. Mahkeme kadıya mülk değil, deyimi sadece hakimi kastetmiyor, içinde hakim, savcı ve herkes var, her makam sahibi o sözde. Bunun böyle olduğunu işte çok sıcak bir şekilde gördük. Hususi yetkilerle donatılmış Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz görevinden alındı. Terfi bir tesellidir. Beklenmedik bir tasarruftu. Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu bu tasarrufu yaptı. Eminiz ki sayın Zekeriya Öz, karar kendisine tebliğ edildiğinde o cümleyi hatırlamıştır: 'Mahkeme kadıya mülk değil...' Zekeriya Öz, çok önemli hizmetlere imza attı. Bir kere çalışkanlığı ve cesareti takdire layıktır. Hakkını tarih verecektir. Hizmetleri bir dönüm noktası olmuştur. Bu gözü peklikte millet evlatlarının varlığı işte o bahsedilen devlette devamlılık fikrini temin ediyor. Şu var ki Ergenekon davası son zamanlarda çok fazla dal budak saldı. Hani söz meşhurdur. 'Bir şey haddini aşarsa zıddına inkılap eder.' Sayın Cumhurbaşkanı hukukun reklam malzemesi yapılmasını sanki hicvettiler. Biz de zaman zaman düşündük. 'Acaba teferruata dalmaktansa esas roldekiler hesaba çekilse beklenen gerçekleşmiş olmaz mıydı' diye? Haddinden fazla şişkinlik, adli mekanizmayı da ağırlaştırıyor. Tutukluluk sürelerinin uzunluğu kabul edilecek gibi değil. Son operasyonlar ise farklı fikirleri de çağrıştırdı. Birileri devletin imkânlarından istifadeyle başkalarıyla mı hesaplaşmaktalar? Zekeriya Öz, hizmetini yapmıştır. Bundan sonra O'nu korumak devletin şeref borcudur. Eğer O'nun gibi cesaret numunesi insanlar korunamazsa yarın kültür hazinelerimiz gibi cesur görevliler de bulamazsınız. Devlet, sahip çıkılması gerekene sahip çıkmazsa sahipsiz kalır. Kimsenin çerçevesine girmemesi dileğiyle Ziya Paşanın bir terkib-i bendiyle bitirelim... Fakat kaç kişi vakt-i kazayı trafik kazası değil de yargılama zamanında diye anlayacaktır? Eğer, bunları da öğretmek yerine gençlere yalnızca Roma Hukuku efsanesi okutur, Hamurabi kanunları ezberletirseniz netice böyle hazin olur. Zekeriya Öz ve benzerleri o müktesebat ve cesaretlerini okuldan almadılar: Lâyık mıdır insân olana vakt-i kazada Hak zahir iken bâtıl içün hükmü imalet. Kadi ola davacı vü muhzır dahi şahit Ol mahkemenin hükmüne derler mi adalet?
.
Ömür dediğin üç çeyrek
4 Nisan 2011 01:00
> Washington, DC O mısra doğru diyor, 'ömürler geçiyor ağlaya-güle'... Ömür, hayata başlama ve bitiş noktaları arasındaki süre. Hayatsa şahsî değil. Ömürler geçiyor, hayat devam ediyor. Ömür dediğin nihayetinde üç çeyrek. Türkiye'de erkek yaş ortalaması 69, kadın yaş ortalaması 71. Yine de 'üç çeyrek' diyoruz. Bu üç çeyreğin ilki bebeklik, çocukluk, tahsil vs. derken bitmekte. Şimdilerde yüksek lisanslar, doktoralarla 25 yıl da yetmiyor. Son çeyrek yüklerin arttığı dönemdir. Bu dönemde oğlan evlenecektir, kız gelin gidecektir, tedaviler yapılacaktır. Sıra sıra dağlar. Ömrün altın çağı, 25-50, bilemediniz 30-60 arasıdır. Üniversite imtihanları geçecek, fakat hayatın imtihanları bitmeyecektir. Üniversiteyi kazananın da kaybedenin de karşısına yazacağı cümle 'Ömür dediğin üç çeyrek!' sözüdür. Saatler, bu üç çeyreğe göre ayarlanmalı. Özellikle de orta çeyreğe dikkat etmeli. Sevgili Peygamberimiz -sallallahü aleyhi ve sellem- 'Yarın yaparım diyen ziyan etti!' buyuruyorlar. Ziyan edecek denmiyor, erteleme kararının verildiği ân ziyan doğmuştur. Bir zat da 'Ben bütün başarımı bir söze borçluyum, o da bu hadis-i şerif' buyuruyorlar. Abdülhakimi Arvasi Hazretleri diyorlar ki: 'Tasavvufun 700 çeşit tarifi yapılmıştır, fakat tasavvuf bana göre vaktin kıymetini bilmektir.' Şimdilerde zaman yönetimi kavramına çokça kafa yoruluyor, çeşitli dillerde kitaplar çıkıyor. İyi de oluyor ama çoğu, seküler düşündüğünden ortaya tek kanatlı fikirler konmakta. Halbuki konuya dair Peygamberlerin, velilerin, âlimlerin buyurdukları da var. Ne olur? Şehir meydanlarındaki saat kulelerine 'yarın yaparım diyen ziyan etti' diye yazılsa. Bu Peygamber buyruğu ile vakit bezense! Bazıları buna bile itiraz ederler. Zincirlikuyu Mezarlığı'nın cümle kapısındaki âyet mealine itiraz edilmedi mi? Orada üstelik de Latin harfleriyle 'Her nefs ölümü tadacaktır!' yazıyor. Buna karşı çıktılar. Sanki o karşı çıkanlar, ölümü tatmayacak. İtiraz gerekir miydi? Evet, fakat 'Buraya niçin böyle bir cümle yazıldı?' diye değil! 'Niçin âyetin İslam harfleriyle aslı bu satırın üstünde mevcut değil?' denmeliydi. Bazıları ölümü hatırlamaktan korkarlar. Korkunun ecele faydası yoktur sözü meşhurdur. Peygamberimizin şu mealdeki mübarek sözleri ise az bilinir: 'Ölümü çok hatırlayan, uzun ömürlü olur.' Yunus Emre diyor ki: 'Her gün yeni doğarız...' İmtihandan çıkanlar 'yeni doğdum' desinler. Bir şeye niyet etsin, bir şeyi de hiç unutmasınlar. Niyetleri, ömür boyu hizmet olmalı. Ömrün üç çeyrekten ibaret olduğunu da unutmasınlar. Bütün mesele, bugünün yarına devredilmemesinde. Sınıflarda, dershanelerde çocuklar, bunları da duysalar olmaz mı?.. Toriçelli kanunları öğretilmeli. Ama o kanunları yaratanın da kanunu var.
.
2023 Büyük Türkiye, 2071 Cihan Devleti Türkiye
5 Nisan 2011 01:00
Hayat bize şunu öğretti, yenilikler karşısında üç dönem yaşanır. İnkâr dönemi, acaba dönemi, bu adam nereden çıktı biz daha iyisini yaparız dönemi. Çığır açanlar, ortaya yeni gayeler koyanlar, ezber bozanlar bunları yaşarlar, yaşayacaklardır. Eğer dediklerine inanıyorlarsa ezberini bozduklarının moral bozmalarına taviz vermeden yollarına devam etmeliler. Damlaların koptuğu bir ân vardır, fetih kapıları bir mübarek seher vaktinde açılır. Sultan II. Mehmed'in kutlu emir rütbesine yükselmesinin sebebi, ne topları, ne atlarıdır. Fethi O'na nail eyleyen 'ya Konstantiniyye beni alacak veya ben Konstantiniyye'yi alacağım!!!' dedirten çifte su verilmiş çelik iradesidir. 15 yıl evvel OMT/Osmanlı Milletler Topluluğu diye bir fikir ortaya attığımızda muhtemeldir ki çok insan dudak büküp istihza etmiştir. 10 yıl evvel 2023 Büyük Türkiye, 2071 Cihan Devleti Türkiye derken de gıyabımızda birçok şeyler konuşulmuş olabilir. 7 yıl evvel Türkiye Bölgesel Süper Güç dediğimizde de kim bilir hakkımızda neler denmişti! Hiç mühim değil. Zira biz, deli, çılgın, hayalperest, kendini beğenmiş gibi yakıştırmalara çoktan alışkınız. OMT fikri, devleti yönetenlere de bu işin sevdalılarına da mal oldu. Türkiye, şu ân bilfiil Bölgesel Süper güç. 2023 Büyük Türkiye fikrini Başbakan Tayyip Erdoğan konuşmalarında bir bayrak gibi dalgalandırmaya başladı. Sırada 2071 Cihan Devleti/Süper Güç Türkiye fikri var. İlk defa o tespitimizi yapıp hedefi gösterdiğimizde 26 Ağustos 2071 Cihan Devleti olduğumuzun ilan tarihi olmalı diye yazmıştık. O gün, Anadolu'yu vatan tutmamızın bininci yılıdır. O gün, bin yıl dolacak. Malumdur ki 26 Ağustos 2071 Sultan Alparslan'ın Malazgirt Meydan Muharebesinin muzaffer kumandanı olarak Anadolu'ya girme vaktidir. Dikkat buyurunuz, kıyamete dek doğacak bütün zamanların fatihi Hazreti Muhammed aleyhisselamdır. Anadolu fatihi Muhammed Alparslan'dır. İstanbul fatihi de Sultan II. Muhammed'dir. Her ne kadar biz Türkler, edebimizden Mehmed diyorsak da her üçünün asli yazılışı aynıdır. Mümkündür ki 26 Ağustos 2071'de Türkiye'nin Cihan Devleti olduğunu dünyaya ilan edecek devlet adamımızın adı da Mehmed olabilir... Necip Fazıl, ne demişti? Rabbim isterse sular büklüm büklüm burulur, Sırtına Sakarya'nın Türk tarihi vurulur. 26 Ağustos 2071 yine aynı şairin tasvir ettiği Cömert Nil ve Yeşil Tuna'nın eve dönüş tarihleridir. İsteyen bunları hayal olarak görebilir. Öyle görülse ne gam! Hayal, hakikatin anasıdır. Bazı müctehidlerin ictihadı odur ki bir memleket, tarihin bir döneminde dar'ül İslam olmuşsa orası ebediyyen dar'ül İslamdır. Erdem Bayazıt, şu mısralarında neyi kastediyordu? Yeryüzü bana mescit kılındı Ant verdim toprak şahit tutuldu Her sabah her öğlen her akşam İkindiyle yıkanarak yatsıyla donanarak Seslerden bir sesle fırınlanıp Sularda polatlanan benim Bu sütunlar dedikodu yapmak için değildir. Bu kalemler gıybet yakıtı değil. Bu sütunlar Büyük Düşünce Ufukları'nı açmak için kurulmuş kürsülerdir. Demek ki Necip Fazıl, 3 çeyrek asır evvelden bu günü besliyordu: Vur kazmayı dağa Ferhat Çoğu gitti, azı kaldı. Kişne kırat, kişne kırat Çoğu gitti azı kaldı. Büyük ideali olanlara büyük müjdeler olsun.
.
Afganistan'da protesto sesleri
6 Nisan 2011 01:00
Florida'da bir papaz, Mushaf-ı şerif yaktı diye Afgansitan'da halk, protesto gösterileri yapmakta. Hakları ama biribirlerini öldürmelerinin izahı mümkün değil. Ülke zaten tâ Rus işgalinden bu yana 40 yıldır savaş içinde. Haberler, papaz, Kur'an yaktığı için Afgan halkı gösteri yapıyor diyor. Yanlışlık orada başlamakta. Kur'an yakmak hangi papazın ve kimin haddine? Yakılması mümkün mü? Bir ev, bir araba, bir eşya, bir kitap yakılabilir. Kur'an-ı kerim yakılamaz. Ateşe verilen, son ilahi kitabın yazılı olduğu bir nüshadır. Yakmak yok etmektir, bitirmektir. Papazın o nüshayı/Mushafı yakması İslam düşmanlığını ifade eden çirkin bir harekettir. Ama o suçu işlemesiyle Kur'an-ı kerim yok mu olmuştur? Dünyadaki milyarlarca Mushafın varlığı bir tarafa, ayrıca sayısız hafız var. Bunlar, kitabımızın tamamını ezbere bilmekte. Ne yeryüzündeki milyarlarca Mushafın yakılması mümkündür ve ne de sayısız miktardaki hafızın öldürülmesi. İnsanlar bile kendi mülklerini korurken Kur'an sahipsiz mi kalacak? Mukaddes kitabımızdaki her kelime, her ayet ve her sure Allahü tealanın buyruğudur. İnsan, kendi eseri zannettiğine sahip çıkarken Allah, mutlak eserine karışmayacak mı? Ne densiz bir papaz, ne bir kardinal, ne de papa veya başka biri Kur'an-ı kerimin tek harfine ziyan verebilir. Floridalı maskaranın yaptığı sadece edepsizliktir. Hiçbir dengeli din mensubu bunu tasvip etmez. Peki Afganlıdaki bu öfke neden? Hukukta ihkak-ı hak diye bir müessese vardır. Mağdur olanın mağduriyetinin meşru yolla telafi edilmemesi halinde ziyan görmüş olan kişinin hakkını bizzat almaya teşebbüs etmesidir. Yakılan Kur'an-ı kerim değil, O'nun yazılı olduğu bir nüshadır. Fakat hakarete uğrayan Kur'anın kendisi, bütün değerleriyle İslamiyet ve tek tek Müslümanlardır. Faile 'delinin zoruna bak!' denilip geçilemez. Bu umursamazlık, delileri çoğaltır. O zaman 'kitabım da ben de hakarete uğradık sahip çıkan yok' diyen birileri kendilerinde ihkak-ı hak yetkisi görebilirler. Salman Rüşdi, Danimarkalı karikatürcü ve Mushaf-ı şerif yakan papazlar. Devam ediyor. İşgal orduları, devlet başkanlarıysa her defasında dillerinin altından Haçlı Seferi baklası çıkartıyorlar. Garip olan dünyada bu kadar iyi imkânlı millet varken Afgan Müslümanlarının İslamiyeti korumak için ortaya çıkmalarıdır. Eğer o papaz, işinden kovulsaydı, mahkeme tarafından layıkıyla cezalandırılsaydı fukara Afganistan bugün bir de bu şekilde karışmazdı. Türkiye medyası, mahkeme tarafından el konan kitaplar için verdiği tepkinin yarısını bu edepsizlik karşısında gösterseydi belki de o garip Afganlı, böylesi taşkınlıklara girişerek hem ölmez ve hem de o papazları bıyık altından güldürmezdi. Her defasında bizde özgürlükler var savunmasıyla hakaretler, yapanın yanına kâr kalınca bir yerlerde öfke sel oluyor. Sel bu defa Afganistan'da kabardı. İnşallah ziyan büyük olmaz.
.
1000 Gazi, Bin Gazi
7 Nisan 2011 01:00
Bingazi'de dört yüz kadar genç taşkınlık yaparak konsolosluk personelimizi rahatsız ettiler. Tabela indirdiler, Türk bayrağını indirme talebinde bulundular. Bunlar, çabuk aldatılabilecek, heyecanlı gençler. Türkiye Başbakanının, 'muhaliflerin silahlandırılmasına karşıyız' sözlerine öfkelenmişler. Bunun, 'Libya'da iç harbe karşıyız' demek olduğunu kavrayamıyorlar. Libya olaylarının daha başında Bingazi'ye dikkati çekmiştik. Türkiye, mükemmel diplomatik ataklarla işi, oldu-bittiye getirip, Bingazi'de kendine tabi bir yapılanmaya kalkışan Fransa'yı devre dışı bırakınca adı geçen devletin bunu hazmetmeyebileciğini dile getirmiştik. Muhalifler, davalarında haklılar. Bir deli, Libya halkının başından artık gitmelidir. Yemedikleri, soymadıkları, doymadıkları ne kaldı? Diktatörler, 30, 40, 50 yıl bir milletin nesi varsa kendi hesaplarına kullanmaları yetmiyormuş gibi kendilerinden sonra da çocukları aynı saltanatı devam etsinler isteğindeler. Muhalifler buna öfkeli. Bu sebeple haklılar. Ancak, aynı muhalifler hadiselerin içindeler. Dışardan, soğukkanlı bakmaları mümkün değil. O diktatörleri başlarına musallat edip kendilerine hizmet ettiği sürece onlara destek olan emperyalist güçler, doymaz menfaatleri için gerekirse Libya'yı parçalama niyetindeler. Sömürgeler çağında Afrika, köle deposu olarak görülüyordu. Talihsiz kıtanın gördüğü göreceği rahat, Osmalı döneminde olmuştur. Bu da kuzey ve kısmen orta Afrika'dadır. Şimdilerde Afrika tekrar keşfediliyor. Çin'in Türkiye'den önce keşfetmesi geçmiş Türk hükümetleri adına büyük bir ayıptır. Türkiye'nin Libya'ya bakışı batılılardan farklıdır. Türkiye, Libya'ya kardeş nazarıyla bakıyor. Böyle bakmaya onun derdiyle dertlenmeye mecbur. Bingazi'den işçilerimizi tahliye için giden gemilerin hepsinin adı manidardı. Fakat ilk ikisi olan Osman Gazi ve Orhan Gazi daha manidardı. Onun için o günlerde dedik ki Libya'da bir şu ân çalışan Türkler var bir de Türk soyu Türkler. Bunlar da nüfus olarak KKTC'den az değildir. Türk devletinin şu anki Libya siyaseti, ülke bütünlüğünü korumaya dönüktür. Sıcak şartlarda muhalifler bunun ne kadar değerli olduğunu anlamayabilirler. Kapanın elinde kalmasın diye gayret sarf ediliyor. Usanmadan ve her yolla gerçekleri anlatmalıyız. Yardıma giden geminin limana sokulmaması hangi aklın eseri olabilir? Muhalife ortak kültürün diliyle o meşhur Hadisi Şerifi hatırlatarak demeli ki 'men sabere zafere/sabreden zafere kavuşur'. Ve yine demeli ki: Kime inanacağınıza dikkat edin. Bütün İslâm âleminin başına gelenler düşmanla dostu karıştırmasından doğdu. Şehrin adı, belki 1450'lerdeki hayrsever insan bin Gazi/Gazioğlu'ndan gelse de biz onu Türkçeleştirip 1000 Gazi olarak sevmişiz. Sanki orada, sahilde 1000 Gazi, Anadolu topraklarına hasretle bakmaktadır. Libya'da şehid düşmüş gazilerimizin torunları, size yardıma gelmek için devlete müracaat ettiler. Sayılsa bin gençten az çıkmayabilir. Bin Gazi veya 1000 Gazi... Ey büyük coğrafyamızın mazlum çocukları! Sizin bayrağınız sizin mübarek bayrağınızdır. Fakat indirilmesini istediğiniz o ay-yıldızlı albayrak bütün İslam âleminindir. Türk bayrağı inerse yer yüzünde hür Müslüman kalmaz. Çocukluk yapmayın... Biz, sizi sizden daha çok düşünüyoruz.
.
Artist filler
8 Nisan 2011 01:00
Cote d'lvoire, bu sömürge dönemindeki adı. İddiaya nazaran bugün de bu Fransızca ismin kullanılmasını arzu edermiş. Zaten resmî lisan Fransızca. Ödünç dil kullanan bir ülkenin sömürgelikten kurtulması sadece şeklidir. Al sana yönetim şekli, al sana sandık, al sana bayrak, al sana milli marş, al sana her dara düşene yetecek başkent işte bağımsızsın, tay dur dayın gelsin. Nereden gelecek? O dayılar hiç gitmedi ki. Fildişi Sahili'nden söz ediyoruz. Afrika'nın batı kıyısında 20 milyonluk bir ülke. Halkın yüzde 40'ı Müslüman, yüzde 25'i Hristiyan, diğerleri mahalli inanışlarda. 1960'ta Fransa'dan sözde istiklalini kazanmış. Ama huzura hasret topraklar. Niçin huzura hasret? Bir esmer güzeli de ondan. Üzerinde çok göz var. Fransa bu eski sevdasını bir türlü unutamıyor. Şu servet unutulur mu? Fildişi Sahili, kakao üretiminde dünya birincisi. Kahve, kauçuk, petrol, demir, pirinç, tatlı patates, ton balığı ve daha başka yer altı zenginliklerine sahip. Kuyularından günde 33 bin varil petrol çıkmakta. 220 milyon varil toprağın altında. Bu güzeli mahallenin hovardaları rahat bırakmıyorlar. Şahıslar yapsa tacizden içeri atarlar. Diğerlerinin adı düvel-i muazzama. Bağımsızlık, 1983'te Felix Houpho-Boigny eliyle lutfedilmiş. İlk cumhurbaşkanı, iki şey gerçekleştirmiş, Abidjan gibi gelişmiş bir ticari merkez varken doğduğu yer o Yamoussoukro bozkırını başkent yapmış, Vatikan'dakinden yedi kat büyüklükte dünyanın en büyük bazilikasını inşa ettirmiş. Bu zengin, zengin olduğu kadar da talihsiz ülkede 2002'de iç savaş çıktı. Fransa, halkın yararı için şıppadanak geldi ve Laurrent Gbagbo'yu efsunlu sandıklardan başkan olarak çıkardı. Ama zikredilen ismin görevi 2005'te bittiği halde yerini bırakmayı biteviye tehir etti. Kendini yoklayan cumhurbaşkanı herhalde çek-senet mafyalığı yapmayacağına karar veriyordu. İç savaştan bu yana Fransa ve kendini unutturmama adına biraz da ABD ve çalımlı AB'nin tazyikleriyle Laurent Gbagbo'yu seçime icbar ettiler. 2009'da darbe de yaşamış Fildişi'nde idari, siyasi, coğrafi her şey karmakarışıktı. Mart 2011'de bahar olanca güzelliğiyle ülkenin yüzüne gülerken her geri kalmış memlekette olduğu gibi ancak kaşe ücretiyle figüran rolünü kapabilen halk, bu tiyatroda sandığa gitti. Cumhurbaşkanı Gbagbo'nun karşısında eski başbakan, ondan da önemlisi IMF temsilcisi Alasanne Quattarrı rakip. Netice? Quattarrı, rakibi Gbagbo'ya yüzde 54.1 oyla çık dışarı dedi. Fakat cumhurbaşkanı sarayına daha bir sarıldı. Enayi değildi ya. O da tertibini almıştı. Anayasa Mahkemesi ne gün için kurulmuştu! Derhal seçim neticelerini mahkemeye taşıdı. Seçime hile, daha vahimi şifre karışmıştı. Davadan sonra ihtilaf artık bağımsız yargıdaydı. Daha ne olsun? Bağımsız devlet, bağımsız yargı. Mahkeme davayı esastan inceledi. Gereği düşünüldü. Yukarıda tadat edilen sebeplerle işbu seçimi Laurent Gbagbo kazanmıştır. Buyurun ayıklayın pirincin taşını. Taraftarlar, kakao içmek yerine silaha sarıldılar. 50'nin üzerinde insan öldü. Adayın biri ticari başkentte, diğeri resmî başkentte and içerek cumhurbaşkanlığını ilan etti. Ülke, zaten iç savaşta kuzey ve güney diye ikiye bölünmüştü. O'saat Sarkozy, BM GK'yi devreye soktu. Kafalar masa etrafında birbirine yaklaştı. Fransa'yı Libya'da incittik. Burada yardımcı olalım. Öyle de oldu. Fransa UN bandrolü altında uçaklarıyla askerleriyle havadan ve karadan Fildişi Sahili'ne girdi. Şimdi orada 10 bin BM askeri var. Asıl aktörse 900 kişilik eski sömürge gücü Licorne askerleri Fransa. 2002'de getirdiği Gbagbo'ya 2011'de git diyor. O ise defolun dedi ama, bodrum katına da inmek zorunda kaldı. Fransa dışişleri bakanı Michele Alliot-Marie askerlerimize saldırı yapılırsa meşru müdafaa hakkımız doğar diye hukukun üstünlüğünü hatırlattı. Bu arada BM Genel Sekreteri Ban ki-Moon ise çok önemli bir söz söyledi: -Fildişi, Fildişililerindir! Bu trajik filmi dedelerimiz siyah-beyaz gördü. Biz renklisini gördük. Torunlarımız da galiba internetten seyredecekler. Bu dünyada meğer ne çok artist varmış.
.
Köpeklere bağıran öğretmen!
11 Nisan 2011 01:00
> Washington, DC Haberlerden öğrendiğinizi kısaca tekrarlamak gerekirse... 23 yaşında, sözleşmeli bir Türkçe öğretmeni, dersten çıkmış evine gidiyor. İki genç onu takibe başlıyorlar. Bu sırada öğrencilerinden biri, onları sokağa girerken görüyor. Az sonra kayboluyorlar. Derken, çocuk, öğretmeninin bağırdığını işitiyor. Sonrası korkunç... 18-20'lik o azgınlar, bir kuytuya sürükledikleri öğretmene tecavüze kalkışıyorlar. Kızcağız, var gücüyle direniyor. Bunun üzerine öfkelenip bıçaklamaya başlıyorlar. Tam yirmi bıçak darbesi alıyor. Bu sırada anneannesi, evde torununu beklemektedir. Dönüş saatidir. Tam bunu düşünürken kapı çalınır. Açmasıyla donup kalması bir olur. Torununun kafasından, kulaklarından, burnundan, ellerinden kanlar akmaktadır. Allah, Allah! Bu nasıl trafik kazasıdır? Düşmüşse bu nasıl düşmedir? Anneanne, 'sanki üzerine hortumla kan tutmuşlardı' diyor. Torun, açılan kapıdan içeri zorlukla girerken şunları söyleyebilir, 'saldırıya uğradım, duvarlara tutunarak gelebildim....beni bu halde gören kimse, yardımcı olmadı.' Avucunda da bir pençe saç vardır. İffetini korumak için boğuştuğu kudurganların kafalarından yolmuştur. Onlar şimdi emniyette. Polis, şahit olarak öğrenciyi de bulur. Çocuğun gördüklerini anlattıktan sonra dediği şudur: -Öğretmenimin köşeyi döndükten sonra bağırdığını duydum, ama ben, onun köpeklere bağırdığını sandım! Doğru duymuşsun yavrucuğum... Senin öğretmenin köpeklere bağırdı, o sırada köpeklerle boğuşuyordu. Hakikatte tahminin yanlış değil. O öğretmen, bir genç kız olduğu halde iki kişiye karşı mücadele verip galip geldi. Nene Hatun'un Ruslara karşı Erzurumlu kadınların namusunu müdafaa etmesi gibi kendini müdafaa etti. O genç, Nene Hatun'un torunu olduğunu ispatladı. Onu kanlar içinde görüp de yardım etmeyenler kim? Onlar, Erzurumlu olamaz. Erzurumlu insan evladıdır. İnsan olan o şartlarda böylesine kayıtsız kalmazdı. Kaygımız o ki Erzurum'da, hele onun bir ilçesi olan Pasinler'de bu vahşet yaşanabiliyorsa Türkiye'de sosyal çözülme, ahlaki çöküntü tahminlerimizin çok ötesindedir. Daha 'Dinsizleştirme Projesi' adlı makalemizin mürekkebi kurumadı. Sen askerin sabah koşusunda, ekrandaki dizide baldızı bile mubah mal gibi gösterirsen sonu bu olur. Bugün, Türkiye'nin bir numaralı meselesi, TBMM'ye kimlerin gireceği konusu değildir. Meselemiz, bu korkunç gidişatı durduracak isabetli isimlerin TBMM'ye girip girmeyeceğidir. Zavallı öğretmenin akıbeti belli değil. Canilere ise bir ceza verilecek? Acaba cezalanması gereken sadece şehvet azgını bu şehir eşkıyası mı? İçinden çıktıkları ailenin, okudukları mekteplerin, aldıkları gazetelerin, seyrettikleri TV'lerin, vazifesini yapmayan politikacının, ağır işleyen adaletin suçu ne olacak? Yargılama uzun sürerse o mağdur aile bir kere daha yıkılır. Böyle bir davanın bir haftada bittiği Türkiye, hedefine varmış demektir...
.
Siyaset meslek değildir
12 Nisan 2011 01:00
Nihayet adaylar belli oldu. Hayırlı olsun. İnşallah isabetli seçimler yapılmış, her devrin adamları, adam satanları, ikiyüzlüler, siyaseti münhasıran çıkarı için yapanlar ve benzeri bozukluktakiler aralardan sızmamışlardır. Partiler de şirketler gibidir. Büyümesi bir çiledir, zirvede kalması başka çile. Merkeze gelmek başka zorluk, merkezde büyüklüğü muhafaza etmek başka çetinlik. Kitle partisi olmak ayrı müşkilat, bu safhayı aştıktan sonra birliğini muhafaza etmek bir başka yük. Bugün, yarın ve 50 sene sonra hiçbir kitle partisi, Adalet Partisi'nin 1969'daki bölünme faciasını akıldan çıkartmamalı. Türkiye yüzde 6.5 kalkınma hızını yakalamış giderken iktidar partisi bölündü. O bölündükten sonra anarşi azdı, iki sene sonra askerî muhtıra verildi, koalisyon dönemi başladı ve istikrar ancak 15 sene sonra yakalanabildi. Türkiye partilerini tahlil ettiğimizde manzara şudur: Muhafazakâr kitle partisi, AK Parti. Mezhep ağırlıklı rejim partisi, CHP. Türk partisi, MHP. Kürt partisi, BDP. Partiler küçüldükçe ideoloji ön plana çıkar. İdeoloji partilerine oy verenler, seçmenden çok taraftardır, hatta fanatik taraftardır. Kitle partilerinde vatandaş, ona buna değil, lidere oy verir. Bu anlamda ideoloji partilerinin nesilden nesle devam etme şansı kitle partilerinden fazladır. Kitle partilerinde lider giderse tavan çökebilir. Bu sebeple AK Parti genel başkanı Tayyip Erdoğan bir dönem sonra ayrılacağım niyetini dikkatlice analiz etmesi gerekir. DP Menderes'in, AP Demirel'in, ANAP Özal'ın, DYP Çiller'in partisiydi. Şu veya bu sebeple onlar gidince partileri bitti. MHP Türkeş'ten sonra da devam etti, eder. BDP de şu kadar-bu kadar devam eder. CHP mezheb tabanına oturduğu için yine az çok devam eder. Bu seçimler için tartışılan kim kazanacak? Sorusu değil. AK Parti'nin kazanacağında büyük kitle fikir birliği halinde. Tartışılan iktidar partisinin ne kadar oy alacağıdır. Tavan yapmış bir parti, bir bakıma kendi kendisiyle yarışıyor. Aday adayı rağbeti diğerlerinden çok oldu. Tehlike de orada. Prensipler, gevşetilirse partilerin kimyası bozulur. Onun için fevkalade isabetle aday seçmek gerekiyordu. Tayyip Erdoğan'ın adam tanımaktaki maharetini hep söylemişizdir. Şu var ki varılan noktada bunun da bir riski var. O da şu, böyle dönemlerde yeni iyileri seçince ne yazık ki eski iyilerden küskünler çıkıyor. Sonrasında gelsin dedikodu, gelsin yıpranmalar. Halbuki kabul edilmeli ki genel başkanlarıyla var oldular. Şimdi kendilerine sen artık bakan olmayacaksın, sen bundan böyle milletvekili değilsin, partinin şu işlerine bakacaksın denirse vefa ve temiz süt emmiş olma adına buna riayet edilmelidir. Problem, parti değil Türkiye'nin istikbalidir. Vücuda bir fitne virüsü girdi mi, azabilir. Sonrası partinin değil, Türkiye'nin felaketi olur. Siyaset meslek değil, vazifedir. Vazifeniz bitti, teşekkür ederiz deniyorsa yakışanı insanca vedalaşmak ve nankörlük, isyan ve inkârdan uzak durmaktır.
.
Bir toplumun sürgünden dönüşü
13 Nisan 2011 01:00
Seçimler arefesinde enflasyonun yüzde 3'lerle ifade edilir noktaya gelmesi, dünyanın en büyük üçüncü, Avrupa'nın birinci büyüyen ülkesi konumuna yükselmemiz, AB'ye 'ya makul süre veya elveda!' deme şartlarını yakalamamız, Marmaraylar, dünya markası İDO'lar, DDY'nin demir ağları kuru marş methiyesinden kurtarıp hızlı hamleler gerçekleştirmesi, bölgenin fiili liderliği tahtına oturmamız, ABD ve AB'nin bölgeye dair her düşüncelerinde Türkiye faktörünü göz önüne alma mecburiyetinin doğmuş olması ve daha birçok malum gelişme, eserin altındaki imza sahibi AK Parti adına büyük avantajdır. Bir parti bu memlekette hem siyasi hem mahalli iktidardır. Üçüncü kere de iktidara gidiyor. İktidar ve istikrar. Şu ân bütün partiler, AK Partiye bakarak kendilerine çeki düzen veriyorlar. Aday profillerini oraya benzetmeye çalışıyorlar. Bu bir yerlileşme ve öze dönüş süreci. Bu bir derin uykudan uyanma ve kendini sorgulama aşaması. Bu ülkenin sıradan vatandaşı okumuşundan ilerideydi. Diplomalı mahrumlar, vatandaşı hor görürdü. Şimdi aydın ve vatandaş aynı çizgide buluştu. Bu ülkede yarım-yamalak aydın devri bitiyor. Ülkenin suyu, havası, kültürüyle karılmış yeni ve yerli aydınlar artık devrede. Tahsilse tahsil, kültürse kültür, görgü ise görgü, cesaretse cesaret. 2023 Büyük Türkiye'sinin temelleri atılıyor. 2071 Cihan Devleti Türkiyesi yavaştan yavaşa şekilleniyor. Olay, bir parti problemi değil, hiç değil. Hadise büyük... Görmek için göz gerek. Rejimin ideologu Ziya Gökalp'in yazdığı basit bir hamaset şiirini bahane ederek Recep Tayyip Erdoğan'ı hizmet süresinin bitmesine bile müsaade etmeden yaka-paça belediye başkanlığından alıp hapse tıkanlar, acaba şimdi ne düşünüyor? AK Parti için ikide bir kapatma davası açanlar ne düşünüyor? Savcılar ne düşünüyor? 367 zorlama kararlarını çıkartanlar ne düşünüyor? Muhtıra verenler ne düşünüyor? Postal sesinden aldığı ilhamla sütunlarını dolduran, program hazırlayanlar ne düşünüyor? Üniversite despotları ne düşünüyor? Bu toprakların değerlerinden uzaklaşmış, yabancılaşmış sivil-asker-yargı bürokratik üçgenindekiler ne düşünüyor? Hayatı zindan etmeye çalıştığınız, kadrolar için bugün seçimi kazanacak mı denmiyor, onların alacağı oy yüzdesi tartışılıyor. Kültür el değiştiriyor, sermaye el değiştiriyor, iktidar çoktan el değiştirdi. Artık bu ülkede insanlar laiklik efsunuyla, ideoloji yalanıyla, gerici-ilerici-çağdaş göz boyamasıyla kandırılamayacaklar. Sloganlarla değil fikirlerle konuşulacak. Fransız ihtilalinden kötü bir kopya altı ok, artık partisinin bile gözüne batmakta. Bir toplum sanki sürgünden öz topraklarına dönüyor. Bir sessiz ihtilal yaşanıyor. Beyaz Türklerden özür dileriz...
.
Kemal'in Kemal'den intikamı mı?
14 Nisan 2011 01:00
Deniz Baykal'ı harcayarak Kemal Kılıçdaroğlu'nu CHP'nin başına getiren devrin kudretli genel sekreteri Önder Sav'dır. Üç kişinin omuzlarında geldi. Önder Sav, Gürsel Tekin ve Berhan Şimşek. Şu ân partinin iki numarası olan Gürsel Tekin'in Kılıçdaroğlu üzerinde tâ belediye başkan adaylığından başlayarak hakkı vardır. Ne var ki Kemal Kılıçdaroğlu genel başkan seçildikten sonra Gürsel Tekin, çok sancılı günler yaşadı. Neredeyse partinin kapısından sokulmayacaktı. İlerleyen zaman içinde Kemal Kılıçdaroğlu, parti içinde kendini kuvvetlendirmenin bütün yollarını kullandı. Önce dişe diş bir kavgayla 'CHP kimsenin babasının malı değildir!' diyen velinimeti Önder Sav'ı eledi. Bir taraftan referanduma gidilirken bir taraftan da partide dizginlere hakim olmaya çalışıyordu. İstanbul çok önemliydi. Bu kaleyi emin ellere bırakması gerekirdi. Has arkadaşlarından Berhan Şimşek'i de dalgalı bir süreçten sonra İstanbul il başkanı yaptı. Ama bugün o Berhan Şimşek, Kemal Kılıçdaroğlu'na karşı kelimenin tam manasıyla isyan halinde. Ağır sözler söylüyor. Zira aday gösterilmedi. Kendini ihanete uğramış ve kandırılmış hissediyor. 'Bizim üstümüzü çizenlerin, tarih, isimlerinin altını çizecektir!' diyor. Bu söz, köprüleri atma ve savaş ilanıdır. Bu ihtardan daha dehşetlisi de var... CHP Ankara milletvekili Zekeriya Akıncı'nın dedikleri müthiş: -CHP listesinde PKK avukatları dahil herkes var, CHP'liler yok. Bu bir tasfiye değil. Bu bir kazıma, kökünü kurutma, yok etmedir. Kemal Kılıçdaroğlu, ilk günlerinde bir CHP'linin konuşmasına muhalefet edememişti. 'Ne açılımı? Dersim'de Atatürk'ün yaptığı gibi Güneydoğu'da da bombalama yoluna gidilmeli!' diyen Onur Öymen, o zaman dediğiyle kaldı. Genel başkan üstelik de Dersimli olduğu halde bu şoven teklifi kınayamadı. Ama belli ki o söz not edilmişti. İşte hesabı görüldü. Aday listeleri hazırlanırken Onur Öymen'in işi bitirildi. Deniz Baykal'ın dişlerinin sökülmesi gibi. Yapayalnız kaldığı halde bir heveskâr gibi Baykal'ın adaylığı kabul etmesi çok gariptir. Zekeriya Akıncı'nın dedikleri tercümeye muhtaç değil. Çok açık ve öfkeli bir dille partide Cemaat dahil, PKK dahil herkes var, CHP'li yok diyor. Onur Öymen olayıyla birleştirince fotoğraf tamamlanıyor: -Kemal, Kemal'den intikam mı alıyor? Sayelerinde geldiği Önder Sav'ı harcadı. Berhan Şimşek'i harcadı. Ayrıca Deniz Baykal, Baykal'ın adamları, il başkanları ve ne kadar güçlü isim varsa hepsini harcadı. Sırada varlığına kerhen tahammül ettiği sezilen Gürsel Teklin var. Kemal Kılıçdaroğlu 12 haziranda imtihan verecek. Bazı niyetlerini seçimlere giderken gerçekleştirdi. Diğerlerini ise yerinde kalabilirse seçimi takiben yapar. 12 Hazirandan sonra CHP'den ya Kemalistler gidecek, küskünlerin ifadesiyle kök kurutulacak veya Kemal Kılıçdaroğlu gidecekti
.
Sert değil, mert konuştu!
15 Nisan 2011 01:00
Türkiye, kurucu üye olduğu AK/Avrupa Konseyi'nde dönem başkanı. Çarşamba günü Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Tayyip Erdoğan'ın Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi'nde üyeliğinin seneyi devriyesi münasebetiyle konuşması vardı. Başbakan, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve münasebetlerimize temas etti. Çifte standarttan şikâyetçi oldu. Bir misal olarak kızı ve gelininin ABD'ye vize alırken yaşadıkları zorluğu da dile getirdi. Büyükelçilik hemen 'sadece yüzü açık fotoğraf istiyoruz' açıklamasını yaptı. Uygulama öyle değil, bu tavzih itirazı mucip. Sadece yüz değil, kulaklar da açıkta bırakılma şartı yaşanıyor. AP'de giriş konuşmasının ardından sorular ve cevaplar safhası yaşandı. Bazıları düpedüz ithamdı. Sayın Erdoğan, her birine teklemeden, kekelemeden, evet-ama- fakat'lara sığınmadan net cevaplar verdi. Herkesin durması gereken yeri hatırlattı. Ergenekon'un önce işbaşına getirip sonra öldürmeye kalkıştığı bir Başbakanın AB aile toplantısına gidip de fotoğraf çekilirken kaybolmasını, aynı Başbakanın İspanya'da bu ülke Başbakanı tarafından kolundan tutularak yönlendirilmesini hatırladım. Şimdi ise Avrupa'nın ortasında değişik Avrupalı Parlamenterler soruyor, Başbakanımız gümbür gümbür cevap veriyordu. O gün orada geri kalmış, IMF'ye, Dünya Bankasına muhtaç ezik bir devletin lideri konuşmuyordu. Konuşan itibarlı bir dünya devletinin temsilcisiydi. Bilhassa Fransız parlamentere verdiği cevap çok ses getirdi. Parlamenterin azınlıklara din hürriyeti vermediğimize dair yaptığı suçlama üzerine Başbakan, 'Siz Fransızsınız galiba?' dedi. 'Evet' cevabını alınca eski futbolcu, ayağına gelen topu, doksandan kaleye gönderdi. 'Siz Fransızsınız ama Türkiye'ye Fransız kalmışsınız' dedi. Bazıları gibi o da peşin hükme kilitlenmişti. Araştırdığınızda Muriel Marland-Militello ismindeki bu bayanın Fransa-Ermenistan parlamento dostluk grubu üyesi olduğu görülüyor. O zaman niyetinin şifreleri çözülmekte. Konuşmayı 'ikinci One Minute' olarak değerlendirenler var. BBC, anında 'Erdoğan Avrupalı parlamenterlere çattı!' diye haber yaptı. Bu insafsızlığa en iyi karşılık, aynı parlamentonun Sosyalist Grup Başkanı Andreas Gross'un şu sözüdür: 'Deyim hoşuma gitti. Fransa, bunu hak ediyor!' Türkiyeli bir kısım medya da İngiliz ve Fransız medyasından farklı yerde değil. Zira onlar da Türkiye'nin değerlerine Fransız. Şunu diyenler de var: -Erdoğan, sert konuştu. Hayır, yanılıyorsunuz! Sert değil, mert konuştu! Yıllarca yıkık üsluplara alışmış olanlar için dik duruş ürkütücü geliyor. Denilenleri tahlil ediniz. Mübalağa yok, iftira yok, karalama yok. Türkiye Başbakanı, Avrupalı parlamenterlere nezaket ve seviye şartlarını koruyarak verilmesi gereken cevapları verdi. Bırakınız bu millet, artık bir erkek ses duysun. Başındakiler, derdine tercüman olsun. Liderleri gerektiğinde hesap da sorabilsin masaya yumruğunu da vurabilsin. Liderlerinin başı dik durduğunda milletin başı göğe erer. Buna layık değil miyiz? İki asır evvel böyle idik. Her şey aslına rücû eder. Milletler de coğrafya da
.
7. Şart
18 Nisan 2011 01:00
> Washington, DC Recep Tayyip Erdoğan'ın sunduğu seçim beyannamesini basın, '5 madde ön plana çıktı' diye verdi. Tam dikkat edilememiş. AK Parti genel başkanı, 2023'e giden yolda 5 değil 6 maddeyi başlık yaptı. Sıralayalım. İleri demokrasi, büyük ekonomi, güçlü toplum, yaşanabilir çevre, marka şehirler, marka şirketler. Dile getirilen görüş, teklif, taahhüt, proje, niyet ve ufuk bütünüyle Türkiye'mizin yarınlarının refahına, insanının mutluluğuna, hak ettiği yere varması için yakalaması gereken kalkınma şartlarına dairdir. Türkiye'de coğrafyası, sosyolojisi, hukuku, iş hayatı, sermayesi ve toplumu ile müthiş şeyler oluyor. Şu an AK Parti oyun kurucu rolde. O, oyun kurduğu için diğer iki parti de çatışmalı şekilde de olsa iktidar partisiyle yarış halindeler. ABD'nin Türkiye eski büyükelçisi Ross Wilson, geçen cuma günü yurdumuzun Washington'daki düşünce kurumu SETA'nın 'Genç Alimler' toplantısında bir konuşma yaptı. Tecrübeli diplomatın şu sözleri, vesika değerindedir: -Geçtiğimiz günlerde Türkiye'ye gittim. Gördüm ki Türkler, son iki-üç yüzyılda olmadığı kadar kendilerine güven duymaktalar. Olması gereken işte buydu!!! Kalemi elimize aldığımızdan bu yana bunu yapmaya çalıştık. Milletimize bulaştırılmış aşağılık kompleksini var gücümüzle söküp atmaya uğraştık. Büyük ufukları işaret ettik. 'Deden yaptıysa sen de yapabilirsin' dedik, 'lider ülke Türkiye' dedik, 'Bölgesel Süper Güç' dedik, 'Cihan Devleti' dedik vs vs... İki yılı Amerika'da olmak üzere üç yıldır batıda yaşayan bir insan olarak çok net bir şekilde ifade edelim ki bırakın Avrupa'yı bugün Türkiye, Amerika'dan hayranlıkla takip edilmekte. Burada her gün çeşitli örneklere şahit olmaktayız. Ülkemizde Kürtçülük yakın zamanlarda bitecektir. Bir marjinal grup her zaman kalır. Hiç kimse köpüğe aldanmasın. Şu gün Kürt kardeşlerimize üste para verseniz Türkiye'den kesinlikle kopmazlar. Aksine Erbil, yuvaya dönme fırsatını arayacaktır. Diyarbakır'daki cuma namazları, '70'lerin Toplu Sabah Namazlarına benziyor. Yarın onlar da acı tebessümlerle hatırlanır. Son tutundukları daldır. AK Parti, bu seçimlerde Güneydoğu'da tahmin edilmeyecek kadar yüksek oy alırsa kimse şaşırmasın. Sayın Wilson, 'Türkler' derken ırk anlamında söylemiyor. Her ferdiyle Türk vatandaşını kastediyor. Başa dönelim, beyannamede 5 değil 6 söylendi dedik, hakikatte ise 7 olması gerekirdi hatırlatmasını yaptık. Ne demek istiyoruz? Yazılarımızı, konferanslarımızı takip edenler bilir ki şu üç şartı son senelerde sıkça dile getirdik: Marka şehir. Marka şirket. Marka insan. En son, kısa bir süreliğine İstanbul'a gittiğimizde İhlas Holding'de ayda bir tertiplenen Dostlar Meclisi ekim toplantısındaki konuşmamızda bunları terennüm etmiştik. Topluma mal olma sürecine girmiş olmasına elbette ki fevkalade memnun olduk. Ancak metni kaleme alanlar ihtimal ki yetiştirme telaşından Marka İnsan şartını atlamışlardı. Kalkınmamızın kalıcı hale gelmesi bu üçe bağlıdır. En olmazsa olmazı ise Marka İnsandır. Bunları lüzumsuz övünme maksadıyla dile getirmedik. Bir kastımız var. Elinde kalem olan fikir üretmeli, babalarımızın diliyle 'imâl-i fikr' etmeli, diyoruz. Sütun, mikrofon ve ekran dedikodu yapılan barlar değildir. Amigo tribünü de değildir. Demek ki fikir adamı üretim yapınca o fikir adresini buluyor. Şu son örnektir. Zaten tarihimizin parlak zamanlarındaki sır da burada saklı? İcraat adamlarının arkasında tefekkür eden beyinler ve duyan gönüller vardı. İmparatorluğu zirveye taşıyan sebep, Ebussuud-Aziz Mahmud-Kanuni denklemidir. Ne gün haysiyetli kalem ve kalbler çekilip de yerini rakı masası beslemeleri aldıysa devlet umuru kısır, hışır ve mat vaziyetlere düştü. 7. Şartı da yerine yazmalı: Marka insan.
.
Devlet baba
19 Nisan 2011 01:00
Bundan böyle Türkiye 2023'e, Büyük Türkiye'ye kilitlidir. 12 Haziran 2011 seçimlerinin erken bereketi bu oldu. Partiler, projelerini toplumla paylaşmaktalar. AK Parti genel başkanı Tayyip Erdoğan, önümüzdeki 12 yılı muhtevi devâsâ bir planı topluma sundu. Sırada adına 'Çılgın Proje' dedikleri var. Çılgın Proje nedir? Henüz bilmiyoruz. Olur ki Karadeniz'le Akdeniz kucaklaşır. 27 Nisanda hep beraber öğreneceğiz. Programlar ana başlıklar taşımakta. Bunların da altı dolduruluyor. İstanbul'a iki yeni şehir. Sivil anayasa gibi... Bütün bu tekliflerin hayata geçmesi için siyasi istikrar şart. Tek parti iktidarı şart. Cesur irade şart. Başka bir söyleyişle 27 Mayıs darbesinin1960'tan sonra siyasi hayatımıza soktuğu koalisyon hükümetleri devri 3 Kasım 2002'de bitti. O siyasi mevtanın bir daha asla dirilmemesi şart. 12 sene devlet hayatında 12 gün gibidir. İnşallah bu projeler noksansız şekilde hayata geçer. Senin projen benim projem demeye de gerek yok. İyi, doğru güzel kimden gelirse gelsin kabul edilir. AK Parti kendi projelerini ülkeye tatbikle zaten mükellef. Orada da kalmamalı, ayrıca diğer partilerin de üzerinde kafa yordukları, millet menfaatine hayata geçirmeyi teklif ettikleri diğer projelere de sahip çıkmalıdır. Yeter ki kabili tatbik olsun. Ortada yıldız yıldız projeler uçuşuyor. Askerlikten çevreye kadar akla gelebilecek her şey var. Bunların gerçekleşeceğine de şüphemiz yok. Türkiye, artık bu projeleri uygulayacak olgunluktadır. Dediğimiz gibi yeter ki zayıf koalisyonlar ve zayıf idareciler gelmesin. Peki, bütün bu projelerin en faydalısı hangisi? Temel proje nedir? Cevap kişiye göre değişir. Karar vermek de kolay değil. Hiçbirinden vazgeçilemez ama bize göre en olmazsa olmazı evlenecek gençlere dayanmış döşenmiş evlerin ucuz fiyat ve uzun vade ile satılacak olmasıdır. Öyle ki tapu ile evlenme cüzdanı aynı anda verilebilmeli. Bunu yapacak Başbakanın alnından öpmek de bizim vazifemiz olmalı. Hani devlet baba derdik, ne yazık ki o baba da uzun zamandır çaresizdi. Evlatlar zorda iken bir şey yapamıyordu. Zira babanın kendisi de düşmüştü. Şimdi şükürler olsun o kara günler gerilerde kaldı. Artık 70 sente muhtaç bir memleket değiliz. Bakanlarımız bir milyon dolar için el kapılarında beklemiyor. Evlenecek gençlerin ev sahibi yapılması niçin önemli? Yazılması bile fazladan ama tekrarlayalım: Evlenmeler kolaylaşacaktır. Başıboşluk azalacaktır. Nüfus artışı ivme kazanacaktır. Aile hayatı öncelik alacaktır. Daha sayılamayacak kadar birçok önemli faydası var. Kısacası bu madde, aileye yatırımdır, yarınki nesillere yatırımdır, istikbalimize yatırımdır. Aileyi kurtarmaktır. Aile varsa her şey var. Aile yoksa hiçbir şey yoktur. 100. yılda 82 milyon olacakmışız. 100. yılda 100 milyon olmak gerekmez miydi? Büyük nüfusu olmayan bir millet, büyük devlet olamaz. Nüfus bakımından 2023 geçti. Şimdi O alandaki bütün fikirler Anadolu'ya gelişimizin 1000. yılında bizim 'Cihan Devleti' tarihi dediğimiz 2071'e göre yapılmalı. Diğer maddeler mücbir sebep zuhurunda belki ihmal olabilir. Fakat bu maddeyi şartlar her ne olursa olsun asla ihmal etmemelisiniz. Gençlere evliliğin, yuva sahibi olmanın, çocuk sahibi olmanın yolu açılmalı. Her çifte bir ev ve her çocuğun üniversiteyi bitirmesine kadarki masraflarını üstlenmek!.. Devlet baba işte budur!
.
Yüksek Seçim Mahkemesi'nin kararı
20 Nisan 2011 01:00
Resmî ismi YSK/Yüksek Seçim Kurulu. Fakat bu isim, bu kurumun bir mahkeme olduğunu anlatamıyor. Nedense kuruluş kanununda mahkeme değil de kurul denmiş. Tek partinin kötü miraslarından olmalı. Halktan birileri de heyette olsaydı anlardık. Olmadığına göre bu mahkemenin kanunu değişmelidir. Hem ismine ve hem de yetkisine dair. İsmi YSM olmalı, kararları AYM ve AİHM'ye götürülebilmeli. Şu ân verdiği kararların temyizi mümkün değil. Sadece aynı mahkemeye 'karara bir kere daha bakar mısınız?' demek olan itiraz hakkı var. YSM 12 bağımsız adayın milletvekili adaylıkları iptal etmekle gündemi sarstı. Aslında beklenti bu değildi. Beklenen Ergenekon sanıklarına dairdi. Ne var ki şok başka yerde yaşandı. YSM parti aday listeleriyle bağımsız aday listelerini incelemesini tamamladıktan sonra gündemdeki bu kararı verdi. Bir küçük partiye dair de engelleme getirdiğine göre başka bir karar vermeyerek Ergenekon sanığı adaylara meclis yolunu açacak mı? Bilemiyoruz. Mahkemenin seçime giremez dediği 12 adayın sadece altısı BDP mensubu. Karar işitilir işitilmez konuya dair hiçbir malumatı olmayan BDP'liler bile ağır yorumlara giriştiler. Bir rabarba havası hakim oldu. Seçime girmemeden, kaosa sürüklenmeye, kararın siyasi olduğuna kadar iddialar öne sürüldü. BDP'yi anlıyoruz... Yüksek baraj sebebiyle seçime parti olarak katılamıyor. Onun için kendi buluşu olan bağımsız adaylarla meclise girip kanunu deliyor. Bir anlamda kanuna karşı hile. Aslında aklıselim hakim olsa, her şey makul cereyan etse bir zaman sonra seçim barajı, normali olan yüzde 5 değilse bile kesinlikle yüzde 7'ye inecektir. Başbakanın AKPM'de bir soruya 'barajı düşürmeyi millete danışır gereğini yaparız, size mi soracağız?' Cevabı bunun işaretiydi. Şimdi BDP yakınıyor: -Parti olarak seçime giremiyoruz. -Bağımsız olarak engelleniyoruz. Bunlardan birincisi doğrudur. İkincisi hayır. Ya kurnaz bir propaganda için veya hazırlıksızlık yüzünden böyle konuşulmakta. Çünkü adaylıkları meşhur tabirle veto edilenler yalnızca BDP'li değildir. 12 Kişinin adaylığı veto görmüştür. Bu birinci husus. İkinci husus YSM diyor ki bu 12 adayın adli sicillerini inceledik, milletvekili seçilmeye engel sabıkaları var. Hakim, kanuna tabidir. Bizatihi BDP'li hukukçular YSM'de hakim olsalardı aynı hüküm çıkardı. BDP'nin hatasını kabul etmesi gerekir. Neden kör parmağım gözüne aday yapıldılar? Bu neticeyi üretmek için mi? Sabıka kaydı mevcut adayları öne sürüp iptal alarak AK Parti'ye karşı bölge seçmenini kışkırtmak için mi? Böyle bir niyet yoksa o zaman BDP bir Türkiye partisi gibi hareket etmeli, soğukkanlı davranmalı, ayaküstü konuşmamalı ve sorumlu davranmalıdır. Mahkeme kararına faşizm benzetmesi yapmak, bölgeyi AK Parti'ye bırakmayacağız diye meydan okumak, seçimi boykot ederiz tehdidi yapmak ve dağı işaret etmek gibi davranışlar yanlıştır. Bunlar artık dünde kalmalı. Niçin adayının dosyasını iyi incelemedin? BDP öyle derse bu soru sorulur. Hukuk yolunun kapanmadığını tahmin etmekteyiz. İtiraz da reddolursa vetolu bağımsızlar önce Anayasa Mahkemesi'ne sonra da AİHM'ye de gidebilirler. AYM yahut AİHM, YSM'nin hükmünü isabetli bulursa bugün telaffuzu edilen sözler, mahcubiyet sebebi olmaz mı? BDP'nin ayakta durması 6 kişiye mi bağlı? Soğukkanlı olursak herkes bundan istifade eder. Bir partiye bir başkan olur. Eş başkanlık da yanlış, bölge merkezli düşünmek de yanlış, yanlış hesabın mahkemeden dönmesine verilen tepkinin ölçüsüzlüğü de yanlış. Belki yeni yüzler, yeni zekâlar BDP için de Türkiye için de daha hayırlı olur.
.
Bu ihtilaf ortak akılla çözülür
21 Nisan 2011 01:00
Tam da 'artık Kürtçülük meselesi bitme sürecine girdi' diyorken ateşe benzin döküldü. Pirince taşlar dolduruldu. YSK ben, kanunları tatbikle mükellefim diyor. BDP, 'niçin bağımsızlardan da evraklarını istemedin?' Sorusunu yöneltiyor. Bazı beyan ve mütalaalar ise hayli sert. Bir mahkemenin böylesine sert tenkidlere muhatap olması düşündürücüdür. Memnun görünen sadece MHP. Devlet Bahçeli, AK Parti ve BDP'nin ülkeyi bölmek için ittifak halinde oldukları gibi inanılması mümkün olmayan bir öfke tavrı daha ortaya koydu. BDP genel başkanı Selahattin Demirtaş ise gençliğine, siyasette yeni olmasına, baskı altında bulunmasına rağmen itidalli davrandı. 'Türkiye barışına katkı sağlamak istiyoruz' sözleri mennuniyet vericidir. Kılıçdaroğlu'nun 'meclis toplansın' teklifi ise üstlerine düşeni yapmadıkça oy kapma maksadına dönük soyut bir çağrı olarak kalır. Diğer taraftan ne yazık ki sokaklar karıştı, gösteriler yapıldı... Meclisler, fikirlerin konuşulması içindir. Kendini mecliste temsil imkânı bulamayana 'sen niye oradasın?' denemez. Kürt unsurun bir kısmı kendilerini AK Parti'de temsil ve ifade etmekteler. Diğer bir kısmı farklı yapılanmada. Zaten gündemde olanlar da bunlar. Kürtler de homojen değil. Irkçısı var, sosyalisti var, muhafazakârı var. BDP sosyalist özden gelmekte. PKK-Kandil-İmralı- Ankara dörtgeninde. Bir türlü Türiye ölçekli olamadı. YSK bu partinin adamlarını veto etti. Adaylarını diyemiyoruz. Çünkü mevzubahis parti, bağımsız adaylar gösterip onları destekleyerek meclise girebilmekte. Buna ister kulağı dolaştırarak göstermek diyebilirsiniz, isterseniz kanuna karşı hile, isterseniz başka şey. Sonuçta hadise hoş değil. Sebebi seçim barajının yüksek olması. Ancak iktidar partisinin görüşü, baraj düşerse koalisyonlar gelir endişesidir. Çare hassas, adil bir baraj teşkilidir. Beklenmedik şekilde zuhur eden kargaşa içinde AK Parti Diyarbakır adaylarının dedikleri net işitilmedi. Mehdi Eker ve Galip Ensarioğlu, kimse engellenmesin, biz rakiplerimizle yarışarak seçilmek istiyoruz açıklamasını yaptılar. Doğru olanı budur. 2023 pojesi açıklanmışken, partiler bu yönde odaklanırken şu olanlara bakınız. Üç gün önce neler konuşuyorduk, bugünlerde neler konuşuyoruz? Kimse sırça köşkte değil. Herkes konuşmasına da kararına da dikkat etmek zorunda. Amerika'nın kredileri negatif yapılırken, Türkiye bütçesi fazlalık veririyor. İşte bu abeslikler böyle bir zamana denk geliyor. İki uç arasındayız: Bir tarafta dünya ile yarışan Türkiye var, bir tarafta tek parti Türkiyesi. Bir tarafta pırıl pırıl zekâlar, bir tarafta tek parti zihniyeti. Devlet yönetmek de işte böyle bir şey: Pirincin taşı ayıklanarak pilav pişecek. Kaymak bozulmadan yoğurt yenecek. Kimse ve bir yer yanmadan yangın söndürülecek. Kim yapacak bunları? Herkes... Partiler, YSK, AYM, TBMM, kanaat önderleri. Kanunlar insana hizmet, mahkemeler huzur ve istikrar için var. Yanlış hesap Bağdat'tan döner. Olansa yeni kayıp zamanlarımıza olur. Bir süre sonra yine birbirimize hayretle sorarız: Biz bunu niçin yaptık? diye. Ortak akıl, soğukkanlı davranış hakim olur, ucuz çıkar hesaplarından uzak durulursa bu ihtilaf çözülür.
.
O hakimler istifa etmeli, bu adaylar seçilmemeli
22 Nisan 2011 01:00
Referandumda oy verebilecekleri söylenmişti. Yurt dışındaki milyonlarca vatandaş, bunu bekliyordu. Başbakan Tayyip Erdoğan, Almanya'da Başbakan Andrea Merkel ile konuyu görüşüyorlardı. Tam mutabık kaldıkları ân pazar olmasına rağmen YSK toplanıp 'olmaz!' dedi. Şimdi yurt dışındaki vatandaşların ülkeye bağlı oldukları damarlardan biri kopuk. O karar henüz unutulmuştu ki pazartesi günü aynı YSK'nın yeni bir şok kararıyla haftaya başladık. Şekli hukuka uygun bir hüküm verilmiş ve 12 bağımsızın adaylıklarını iptal etmişti. Sebep bu adayların adli sicillerinin bozuk olması. Konuya dair yazdığımız son yazıda 'yanlış hesap Bağdat'tan döner, bu ihtilaf ortak akılla çözülür' dedik. Öyle oldu. Tartışmalı adaylar mahkemelerden memnu/ yasaklı olmadıklarına dair evrak ibraz ettiler. Mahkeme de bunu yapanlar için kararından rücu etti/döndü... Şimdi o hakimler rahat... O adaylar, huzurlu olmalılar. İyi ama çıkan çatışmalarda ölenler, yaralananlar, iş yerleri tahrip olanlar ne olacak? Ölen, ne rücu edip gelebiliyor ve ne de kalkıp vekil olabiliyor. Kim bilir arkada kaç dul ve yetim kaldı. İstanbul, Mersin, Diyarbakır, Mardin gibi vilayetlerde Libya, Mısır, Suriye görüntüleri meydana geldi. Bu resimler ajanslarla bütün dünyaya yayıldı. Türkiye, herhalde prestij kaybına uğradı. Bu kaybı kim telafi edecek? Prestijler bir düğmeye basılarak rücu etmiyor. Bunların sorumlusu birkaç memur olsaydı görevden alınır, haklarında milleti kin ve nefrete sürüklemekten dolayı dava açılırdı. Buradaki sorumlular hesap vermeyecek mi? Sorumlular YSK hakimleri ve adaylardır. YSK adli sicil taraması yaptığı gibi adayların daha sonra kendilerine ibraz ettiği mahkeme kayıtlarını da tarayıp bulabilir veya bunları adaylardan isteyebilirdi. Eksik tahkikat yaparak karar almış, o karar da ülkede bomba gibi infilak etmiştir. Bunun üzerine hakimler, ihsası rey açıklamalarıyla kamuoyunu yatıştırılmaya çalışmıştır. Bu mahkeme heyeti bu sebeple hemen istifa etmeliler. Bu hey'et mi Türkiye'yi 12 Haziran seçimlerine götürecek? Adaylara gelince... Onların her biri tecrübeli insanlar. Müracaat yaparken her türlü evrakı hazır ederek mahkemeye ibraz etmeleri gerekirdi. Bunu yapmadıkları gibi tahriklerle insanları sokağa dökmüşlerdir. Bu sebeple bu adaylara, oy verilmeyerek seçmen tarafından cezalandırılmalıdır. YSK'dan geçseler bile sandıkta kalmalılar. Ne o hakimler, bu ehliyet ve yaşadıkları moralle ülkeyi sağlıklı bir seçime götürebilir ve ne de gösterdikleri ihmal ile bu neticeyi hazırlayan o adaylar vatandaşa vekillik yapabilir. Çok geçmeden bu derin krizin arka planı yazılır. Hatta, hadisenin bir Yargı Muhtırası olup olmadığı da anlaşılır. Yanlış hesap, Bağdat'tan döndü ama Ba'de Harab'il Basra. Basra yıkıldıktan sonra. Az kalsın iç savaş çıkıyordu. Az kalsın birçok Basra yıkılacaktı. Mahkemenin mehabeti/itibarı büyük ziyan gördü. Kendisi farklı düşünse de vatandaş üzerindeki intibaı, zor karşısında geri adım atılmasıdır. Türk ve Kürt partisine daha nasıl iyilik yapılsın? AK Parti'ye daha nasıl iftira edilsin? Bazıları iyilik yapıldıkça küçüldü. Bazıları iftiraya uğradıkça büyüdü. Çünkü, bir de ilahi adalet var.
.
Suriye'ye kardeşlik çözümü
25 Nisan 2011 01:00
> Washington, DC 1960'ların ilk yıllarına kadar Şam'da kim erken kalkarsa o askerî darbe yapardı. Darbe haberleri artık kanıksanmıştı. 1963 Darbesi kalıcı oldu. Hafız Esed, bu darbede önemli rol oynadı. 1970'ten itibaren tek adamdı. Bu yeni rejim temelde bir azınlık rejimiydi. Suriye Alevisi yüzde 7'lik bir ekalliyet, çoğunluğa hakimdi. Rejimin karakteri Baasçı nasyonal sosyalist, SSCB dostu ve Türkiye düşmanı olmaktı. Muhaberat denilen istihbaratın hakim olduğu bir devlet mevzubahisti. O kadar ki fıkralar bile çıkmıştı. Deniyordu ki: Suriye'nin yarı nüfusu muhaberatta çalışır, diğer yarısı ise müracaat etmiştir sırasını bekliyor... Şam, illegal Kürt nasyonal sosyalist partisine 15 sene müddetle karargâhlık yaptı. Şimdi İmralı'da olan Ergenekon'un diğer yüzü malum kişi Şam'ın Türkiye'ye karşı bir tehdit kozuydu. Ortak payda, ateizm, ırkçı sosyalizm ve Türkiye'yi bölme isteğiydi. Türkiye'de Hafız Esed'den nefret ediliyordu. Ağır zulümler yaptı. Hama'da 20 bin kadar insanı öldürmesi tarihe Hama Katliamı diye geçti. Golan Tepelerini ise beceriksizce İsrail'e kaptırmışlardı. Diktatörün heykelleri şimdi sokaklarda sürütülüp tekmeleniyor. 2000'de ölümü üzerine oğlu Beşar Esed iş başına getirildi. Oğul, babasıyla zıt seciyede çıktı. Ilımlı bir insandı. Türkiye ile çok yakınlaştı. Zira taban buna yatkındı. Suriye, Filistin, Irak ve Ürdün demek doğrudan Anadolu halkı demekti. Beşar Esed'le Tayyip Erdoğan çok yakın tarihlerde işbaşına geldiler. O dönemde Suriye, ABD'den yana çok zor günler geçirdi. Washington vurdu vuracaktı. Eğer vurulmadıysa bu, Ankara'nın Şam'ın arkasındaki sağlam duruşundan oldu. Suriye, İsrail gibi bir düşmanla komşuydu. Türkiye ile vize, sınır ve her şey kalktı. İki ülkede ortak bakanlar kurulu toplandı, Kürtlere ilk defa vatandaşlık verildi, gerçekçi gelişmeler oldu. Doğrusu Tunus'ta, ardından da Mısır'da olaylar patlak verince Suriye ihtimal sıralamasında aşağılardaydı. Ne var ki zaman, dünyaya iki sürpriz yaşattı. Kaddafi'nin bu kadar dayanması bir sürprizdi, Beşar Esed'ın halka silah kullanması diğer sürpriz. Cumhurbaşkanı Esed'in savunması şudur: 1963'ten beri devam eden OHAL'i kaldırdım. Demokratik reform ve değişim adına beklenen ne varsa, seçimler, çok partili hayat, basın hürriyeti hepsini veriyorum fakat hadiseler durmuyor... İşte işin sırrı da burada: OHAL'in yaşı Beşar Esed'in yaşından büyük. O rezalete son verdiği, bütün değişim isteklerini kabul ettiği halde Suriye, alev alev. Hayli ölü var. Cenaze merasimlerine bile ateş açılıyor. Bunun sebepleri iç içedir. Halkın güvensizliği, yılların ezilmişliği, Bürokrasinin saltanatı bırakmak istememesi, komşu ve uzak istihbaratın devrede olması. Beşar Esed, rüzgâra kapılmış gidiyor, kontrolü kaybetmek üzere. Silah O'nun eline verilmiş, tetiği başkaları çekmekte. Amerika Suriye'yi vurdu vuracakken Ankara'ya demiştik ki: Yarın Suriye Parlamentosu Türkiye'ye ilhak kararı alsa buna dair bir planınız var mı? O soru yine gündemde... Şimdi coğrafik manzara şudur: Suriye şimalindeki/kuzeyindeki Türkiye'den emin. Türkiye'nin güneyi ise giderek düşündürücü olmakta. Suriye'den Türkiye'ye doğru iki imdat sesinden biri gelebilir: Ya halk imdat isteyecektir veya Beşar Esed... Her halükârda müdahil olma mecburiyetimiz doğabilir. Alevler biraz daha yükselirse Ankara, Şam'a seyirci kalamaz. Kardeşlik Çözümü devreye sokulmalıdır. Bu ismi verdiğimiz teklifimiz şudur: Suriye Muhalifleriyle mevcut yönetimi İstanbul'da aynı masa etrafında toplayan Ankara, Beşar Esed'den gerekli garantiyi aldıktan sonra Suriye halkına 'değişimin teminatı biziz, herkes işine dönsün' demelidir. Emin olunuz sükûnet avdet eder. Bin çevik kuvvet polisimiz gösteri olan yerlerde Suriye emniyetine destek de olabilir. Orada dökülen kanlar aynı zamanda Anadolu insanının kanıdır
.
Obama "Soykırım" deseydi!..
26 Nisan 2011 01:00
Her sene nisan ayı gelmeden Türk hariciyesi, kesif bir diplomatik çabaya girişir, Türk dostu Amerikalı senatör ve temsilciler meclisi üyeleriyle toplum üzerinde etkili isimleri devreye sokmaya çalışır. Bir benzeri de Ermeniler tarafından yapılır. Ermenilerin buradaki diasporası bayağı faal. Türkiye'nin avantajı büyük devlet olması. İki devlet ilişkileri ittifak düzeyinde. Üstyapıda tamamız fakat altyapı zayıf. Elçiliğimiz bunu telafiye çalışıyor. İki bin akademisyen ve iş adamı mevcut. Üç yüz bin vatandaşımız var. Kaydına ulaşılamayanlarla birlikte bu sayı rahat üç katı. 13 bin talebe ve ortalama 500 bin Türk'le neler yapılmaz? Geçmiş dönemlerde burası çok ihmal edilmiş. Cemaat, boşluğu kapatma niyetinde. Sayıları 10 binden az değil. İleriki senelerde Kongreye cemaat mensubu Türkleri seçtirmek için şimdiden çalışıyorlar. Yahudilerden sonra toplantılarına en fazla Amerikalı parlamenteri bu Türk Cemaati getirebilmekte. Devlet varlık içinde darlık çekiyor. Yabancı dostlara verilen emek, onlarda bir eksilme olmadan buradaki vatandaşlara da verilseydi manzara çok farklı olurdu. 13 bin talebe ve yüz binlerle ifade edilen vatandaş kitlemiz mevcut ama ne yazar? Türklere mail gönderiliyor, şu gün bölücüler, şu gün Ermeniler, gösteri yapacaklar gelin sefaret önünde yer alın. Toplanan sayıyı yazsak ayıp olur. Bunu bir cemaatin üçüncü dereceden temsilcisi söylese kalabalıktan yollar kesilir. Devlet nerede yanlışlık yaptı dersiniz? Biz hep 24 Nisanlarda ABD başkanları lehimize konuşsun diye bekledik. Ermeniler de Türkiye aleyhine konuşsunlar diye baskı yaptılar. Devlet politikası olduğu için Türkiye aleyhine laf edilmiyor. 1915'te ne soykırım kelimesi vardı ve ne de jenosit. Ermeniler zorluyor ki soykırım de... Türkler asılıyor ki hayır talebi reddet. Bunun üzerine onlar da bu bir felaketti. Ermenilerin acısını paylaşıyoruz. Fakat Ermenileri kurtaran Türkleri de takdir ediyoruz. Ortak tarih üzerine çalışılmalı gibi ortalama beyanatlar veriyorlar. Bu bir klasik. Barack Obama da bunu yaptı. Eskiler de böyle yapmıştı. Sonrakiler de böyle yapacak. Gerçek şu ki jenosit değil mukatele/karşılıklı katliam var. Osmanlı Devleti, kendi ülkesinde bir kısım teb'ayı zarurete binaen daha emniyetli bölgelere nakletmişti/tehcir etmişti. Arşivler açılsın, tarihçiler çalışsın resmî tezimiz. Ermeniler buna yanaşmıyor. Çünkü hadise bazı Ermeniler için tüccarlık mevzuu olmuş. Sorumuz şu: Obama, büyük felaket değil de soykırım deseydi ne olurdu? Ne olacak, hiçbir şey. Güneş yine doğudan doğup batıdan batacaktı. Amerikan başkanı mahkeme reisi mi ki konuşması bağlayıcı olsun. İsteyen bize inanır istemeyen dilediğini konuşabilir desek dünyanın sonu gelmez. Birçok tehdit yok mu, var. Ama devletler bu tehditleri göğüslemek için kurulur. Daha evvel soykırım demiş çok sayıda meclis ve başkan varken bu telaş niçin tekrar edip durur? Bu Ermeni meselesinde ezberleri bozmak lazım. Amerika'dan yükselecek güçlü Türk varlığı/diasporası bu ihtilafın halline büyük katkı sağlar. Bir devlet, 3 meseleyle bir asır doldurdu: Ermeni meselesi. Kıbrıs. AB.
.
Kalbi bozuk olanın ağzı da bozuk olur
27 Nisan 2011 01:00
İnsan kendi hayatına baktığında kaybettiği zamanların sertlik gösterdiği zamanlar olduğunu acı acı görür. Öfke, kavga sertlik, münakaşa daima kaybettirmiştir. Bundan sonra da kaybettirecektir. Kur'an-ı kerim ve hadis-i şerifler başta olmak üzere din kitapları, insanı bunlardan uzak tutmak isteyen nasihatlerle doludur. Bir tek mutasavvıf gösteremezsiniz ki öfkeyi, kırmayı, sertliği, münakaşayı tasvip etmiş olsun. İslâm ahlakını insana uygulama sanatı demek olan tasavvuf büyüklerinin tamamı yumuşak huyu teşvik etmişlerdir. Resulullah'ın nasihat isteyen birine üç kere arka arkaya 'öfkelenme, kızma' demeleri meşhurdur. Ümmeti daima zarif davranışa davet etmişlerdir. İslam âlimleri, 'münakaşa, dostun dostluğunu azaltır, düşmanın düşmanlığını çoğaltır' demişlerdir. Ayet-i kerime, hadis-i şerif ve kelam-ı kibar olarak sertliği, münakaşayı yeren, sabrı, itidali, güler yüzü, hoşgörüyü, affı metheden müstesna sözler sayılamayacak kadar çoktur. Sertlik, öfke, münakaşa ahlâka, dolayısıyla insan tabiatına aykırıdır. Mahiyetinde kibir, bencillik, başkasını hor görme gibi kötü huylar yatar. Bunun içindir ki atalarımız kem söz sahibine aittir, boğaz dokuz boğumdur, keskin sirke küpüne ziyan verir, öfkeyle kalkan ziyanla oturur gibi yüzlerce hikmetli söz bırakmışlardır. En güzelini ise Peygamberler Peygamberi buyurmuştur. 'Mümin aynadır ona bakan kendini görür.' Peygamberimizin ayaktaysanız oturun demeleri gibi kızıldığı zaman konum değiştirmeyi salık vermeleri ise müthiş bir psikolojik gerçektir. Şöyle bir araştırmayı biz görmedik: Dünyanın en kibar devlet adamları kimlerdir? Bu araştırma bir gün yapıldığında şeksiz ve şüphesiz olarak ortaya çıkacaktır ki o isim Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamdır. Tarih öğretimimizin saklı yanlışlarından biri de şudur. Padişah dediniz mi dik bir ses, çatık kaş, eli kılıcının kabzasından gelmeyen haşin bir adam. Böyle olsaydı, o imparatorluk günümüze kadar yaşayamazdı. Bu tasvirin olduğu yerde zulüm vardır, zulmün olduğu yerde gözyaşı. Gözyaşının olduğu yerde de adalet yoktur. Adaletin olmadığı yerde devlet yaşamaz. Yakın tarihimizin en kibar devlet adamı Sultan II. Abdülhamid Handır. Daha yakın tarihte ise Adnan Menderes. Sonraki isimler içinde Kâmran İnan'ı sayabiliriz. Sertlik ve öfke kişilere kendi hayatlarında kaybettirdiği gibi politik sahneye taşındığında millet hayatına da kaybettirdi. İnönü-Menderes, İnönü-Demirel, Demirel-Ecevit, Demirel-Özal, Yılmaz-Çiller kavgalarının sonu 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat darbeleri oldu. İnsanlar asıldı, binlerce genç öldü, yarım asır ziyan olup gitti. Vatandaş yeni çağda yeni politik üslup bekliyor. Projeler konuşsun. Dağarcığında bir şey olan projesini ortaya koyar, olmayansa ağzını bozar. Lisan'ül beyan ayniyle insan/insanın dilinden dökülen, o kimsenin tâ kendisidir. Kürsüde küfreden hatibin akıbeti berbat olur.
.
Kılıçdaroğlu, AK Parti seçmenine de küfretmiş oldu
28 Nisan 2011 01:00
CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Zonguldak'ta ağzını bozarak AK Parti Genel Başkanı Tayyip Erdoğan'ın 'anasına' veya 'avradına' veya her ikisine birden küfretti. Türk siyaseti hiç bu kadar seviye kaybetmedi. Çok partili hayata girişimiz asrı devirdi. Bu bir asır içinde böyle bir utanç yaşanmadı. Dünyada da bir örneği olduğunu sanmıyoruz. Kabahat sadece Kılıçdaroğlu'nda değil, O'nu CHP'nin başına getirenlerde. Temsil ehliyeti olmayanın kaza yapması kaçınılmazdır. Mezkür kimse bir ilçe başkanı olabilirdi. Bir kitle partisinin başına gelmesi ise mümkün değildi. Bir kere idari sicili buna müsait değil. Buna rağmen sırf Baykal buğzundan dolayı CHP derin yönetimi bu vahim hatayı işledi, O da onları ilk fırsatta silip süpürdü. Böylece layık olmayan birine yardım eden, ondan kötülük görmeden ölmez hikmeti bir kere daha tecelli etti. Vah vah dememek mümkün mü? CHP ne hallere düşmüş ki partiyi olgunlukla derin bilgi birikimiyle temsil edecek bir genel başkan çıkartamadı. Bula bula kendini kontrol etmekte zorlanan birini başa getirdiler. İnsan baktığında sanki bir komedyen sahneye çıkmış zannediyor. CHP böyle bir profil arıyor idiyse Şener Şen'i neden hatırlamadı? En iddialı tezi 'benim adım Kemal!'den ibaret. Kemal sahibi biri bu hamlığı yapar mı? Konuşmasının yüzde 90'ı da iktidar partisini karalamaya dayanıyor. Projelerini say deseniz 5'i bulmaz. Üretip üretebildikleri yazılarımızdan alınma kısa dönem askerlik ve aile sigortası teklifinden ibaret. Bunlar bir düzine olsaydı fena mı olurdu? Rakibe laf yetiştirmekten proje üretmeye vakit kalmıyor. Sonunda da işte bu oldu. Meydandaki binler ve ekran başındaki seyirciler önünde hiç sakınmadan üstelik de şu an bu ülkenin Başbakanı olan en büyük partisinin genel başkanına o malum küfrü yaptı. Bay Kılıçdaroğlu, 'cümleyi tamamlamadım' diyemez. Kürsüden inince gerim gerim gerilerek ne dedi? 'Tamamlamadım ama siz anlardınız.' Bu bir şecaat arzetmekti. Kaldı ki küfretmek îma ile de el-kol işaretiyle de yapılır. Edeb dışı bu davranışların hepsi hem ayıp, hem suç ve hem de günahtır. CHP referandum sürecinde bu ülke kadınlarını rahibelere benzeterek onlara sövdü. Şimdi de küfretti. Başkanın sözü, partinin sözüdür. O galiz küfür, o utandıran 'sin-kaf' sadece Recep Tayyip Erdoğan'a değil, aynı zamanda O'na oy veren 20 milyon dolayındaki seçmene yapılmıştır. O seçmen, o yetkiyi vermese Kemal Kılıçdaroğlu'nun Tayyip Erdoğan'la ne alıp-vereceği olacaktı? Vekile yapılan asile de yapılmıştır. Ey CHP! Genel başkanını parti disiplin kuruluna verebilecek dirayeti gösterebilecek misin? Ey CHP! İlk fırsatta genel başkanlık koltuğunu dolduracak mısın? Yoksa öldün de haberimiz mi yok? Günün Beyti Fuzuli'den: Fuzûlî âlem-i kayd içre sen dem urma aşkından Kemâl-i cehl ile da'vây-i irfân eylemek olmaz
.
Sabah namazına bekleyen şehîdler
29 Nisan 2011 01:00
Mehmet Akif'in o meşhur mısralarını bilirsiniz. Şair, otuz iki dişini öğütürcesine hıncını haykırır: 'Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela!..' İttihadçı sersemleri, devleti bir Alman oyunuyla I. Dünya Harbine sokmuşlar, memleket talan edilmektedir. Öyle ki o gün düveli muazzama denen 'uluslararası güç', tâ Yeni Zelandalardan, Avustralyalardan aç kurt sürüleri halinde gelip Osmanlı Türkiyesini işgal etmektedirler. Çanakkale'de onlara geçit verilmedi. Savaştan sonra ölülerine en mutena yerler tahsis edildi. Mehmetçiğin yattığı aziz topraklar ise bir zaman evveline kadar bakımsız kaldı. Öyle ki neredeyse burada işgalci evlatları yatan sömürgeci devletler, Çanakkale Şehitliğini ortak park adıyla Türkiye'den koparacaktı.. Bugün dahi hukuki yapının çok sağlam olduğunu bilmiyoruz. Fakat bildiğimiz bir şey var: Mehmet Akif'in 'Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela!' dediği Yeni Zelanda ve Avustralyalı yani İngiltere'nin taşeron istilacılarının torunları her sene uçakla 30 saat öteden Çanakkale'ye gelip ölülerini ziyaret ederek onlara dua etmekteler. Bu sene de geldiler. Hoş geldiler. Tabii ki o binlerce insan, misafirimiz. Tabii ki dedelerinin fiilinden onları mes'ul tutmayız. Aksine İslam içinde olduğunu iddia eden bazı akımların kabir ziyaretini 'küfr' yani dinden çıkma telakki ettikleri bir dünyada bu kadirşinaslığı takdir eder ve kendi çocuklarımıza da 'bakın ve ders alın!' deriz. Anzakzâdeler, Anzakzedelerin mübarek vatan topraklarına bu sene de geldiler ve yine bir şafak ayini yaptılar... Ayini idare etsin diye en namlı papazlarını getirmişlerdi. Bizim ise 57. Alay, 'Ata'nın yolunda' adıyla bir sabah yürüyüşü yaptı. Sayı açık farkla da olsa bir anlamda nisbet veya karşı duruştu. İsterdik ki o sabah, orada o alayımız daha bir kuşatıcı ve daha zengin düşünsün. İbret alınmış olsun, bir şeyler aşılsın. Önce o topraklarda şehid düşen azizler azizi genç fidanlar gibi sabah namazı kılmış olsunlar. Nasıl görülmez? Diğerleri yürüyüş yapmıyor, İncil okuyor, ayin yapıyor. İsterdik ki: Her 18 Martta 250 bin genç o Çanakkale'de o cennet yolu Şehidlikte bir sabah namazında buluşup 250 bin şehid dedesine Kur'an-ı kerîm okusun. Gençlerimizin epeycesi Paris'i bilir. Pekin'i bilir. Londra'yı bilir. New York'u bilir. Çanakkale'yi ise Anzaklar bilir. Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela/Hani tauna da züldür bu rezil istila/ Ah o yirminci asır yok mu, o mahluk-i asil/Ne kadar gözdesi mevcut ise hakkiyle sefil/Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına/Döktü karnındaki esrarı hayasızcasına...
.
Yunanlılar anladı
2 Mayıs 2011 01:00
> Washington, DC Komşumuzun Kanal İstanbul'u anladığını Yunan basınındaki yorumlardan okuyoruz. Ethnos'un projeye dair değerlendirmesini şöylece sıralamak mümkün: 1- Kanal İstanbul, ileri stratejik bir projedir. 2- Bu su yolunun hayata geçmesiyle Türkiye, Montrö Andlaşmasının mükellefiyetlerinden kurtulacaktır. 3- Böylece Türkiye, Asya ve Rusya'dan gelecek petrolü, tamamen kendi kontrolünde olarak Akdeniz'e nakledebilecektir. 4- Burgaz-Dedeağaç eksenli petrol boru hattı için de Romanya, Bulgaristan ve Yunanistan'a mecburiyet ortadan kalkacaktır. 5- İstanbul Boğazı tehlikelerden kurtulacaktır. Gazete, hadiseye 'Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Firavunca Projesi' diyor. Aldırış etmeye değmez. Kemal Kılıçdaroğlu, komşu çocuklarının da ağzını bozmuş olabilir. Bir de endişesi var. Ege'nin trafiği artacak ve Yunanistan bir çevre felaketine uğrayacaktır iddiasında. Tipik bir Yunan mübalağası. Ege trafiği artarsa bunu iki devlet, faydaya çevirir. Şayet çevre kirlenirse topyekûn coğrafya kirlenir. Onu da Türkiye halleder. Görüldüğü gibi bu kaydı ihtirazi/çekince hariç, komşumuz, Kanal İstanbul'u bazı Türk vatandaşlarından daha iyi anlamış. Muhtemelen onlar da kıskanıyor, fakat doğruyu da söylüyorlar. Bizdekiler serapa kıskanç. Başka laf edemeyince imzaya itiraz eder oldular. 'Proje Osmanlının' demekteler. Bu memlekette Boğaz Köprüsü, Tünel ve Marmaray da dahil Osmanlının olmayan ne var? Devlet-i âli Osman'a buğz edenler ne zamandan beri Osmanlı'yı müdafaa ediyorlarmış da biz işitmemişiz? 'Proje Ecevit'in' diyenler de bulunmakta. Biz, Ecevit'i de dönemini de iyi biliriz. Bülent Ecevit, 'toprak işleyenin su kullananın, doğa kanunu, ağa-maraba' deme dışında hangi projeye imza atmıştı? Bu işlerin adamı değildi. Birinci Boğaz Köprüsüne boğazını paralarcasına karşı çıktı. Fakat kader, onu Başbakan olarak köprünün kurdelesini kesmeye mahkûm etti. Mühim olan hayalleri hayata geçirmektir. Vaktiyle kim düşünmüş olursa olsun. Bu itirazcı mantık, makbul olsa daha evvel birçok kuşatma yapıldığı için Sultan Mehmed'e 'Fatih' denemez. Üstelik devlette devamlılık da bu değil midir? Yunanlı anlamış. Belki Fransız da anlar. Bazıları ise ayna karşısında anlar.
.
Taksim dersi...
3 Mayıs 2011 01:00
Bir barışın 34 yıl sonra gelmesi için 36 kişinin ölmesi mi lazımdı? Varılan seviyeye demokratik olgunluk mu demeli? İdeolojinin prangalarından kurtulmak mı? Hazmetme, paylaşma, çok kültürlülüğün zenginliğini tekrar hatırlama mı? Diğerine insanca yaşama hakkını çok görmeme hoşgörüsü mü? Belki de hepsi... Belki de bu sebeple Taksim, 34 yıl sonra taksim etmedi/bölmedi, tevhid etti/birleştirdi. Bu yüzden bir şölene toplumun bütün unsurları katıldı. Herkes kendini bir şekilde ifade edebildi. Polis her yerde oldu ama hiçbir yerde gözükmedi. Kimse coplanmadı. Kimse yerlerde sürüklenmedi. Kimse yaralanmadı. Kimse gözaltına alınmadı. Ateş açılmadı, taş atılmadı, cam-çerçeve inmedi, kimse ölmedi. Analar, eşler, çocuklar ağlamadı. Bu mutlu sona varmak için arkada dramatik bir hatıra bırakmak şart mıydı? Aslında ölenler 36 kişiden ibaret değildir. O yıllarda ölen 5 bin kişi de bu çerçevenin içinde. 1 Mayıs, adı bayram olan bir kâbustu, dehşetti. O gün İstanbullu evine kapanırdı. Dışarıda ise manzara şuydu: Askerî parkalı, sarkık bıyıklı, sol yumrukları havada boşluğu döven militanlar, Kızıl bayraklar ve komünist önder ve gençlik liderlerinin posterleri altında Taksim'e çıkan bütün ana caddeleri tutarak yürürlerdi. Saf saf taburlar sanki Kızıl Meydana gidiyordu. Orada Türk bayrağı olmazdı. Gözlerde hınç, öfke ve yakıp yıkma intikamları vardı. Bu yürüyüşçülerin kendilerinden başka herkes ve her şey faşistti. 1 Mayıslarda kızıl bir terör eserdi. Bu militanlar Rusçu komünist, Çinci komünist, Arnavutçu komünist ve Kürtçü komünistti. Onların tahakkümü altındaki işçilerse ideolojik ırgattı. 1 Mayıslar fırsattı. Türkiye, işçi ve talebelerle komünist ihtilale hazırlanıyordu. Aslında ise bir oyunun parçalarıydı. Derinlerdeki gerçeğin kimse farkında değildi. Bu militanlar, üniversite basar, rektör öldürür, Beyazıt Kulesine Kızılbayrak çekerlerdi. 1977 1 Mayısına böyle gelindi. Saydıklarımızdan bazısı vatan kurtarma sevdasındaki samimi komünistlerdi. Bazısı, o, şu, bu ülkelerinin ajanlarıydı. Türkiye iki koldan 12 Eylül darbesine hazırlanıyordu, işçiler ve talebeler. Okulda boykot, iş yerinde grev vardı. Onlara fikri lojistiği ise gazete sütunlarında yazarlar, dergiler ve devletin TRT'si veriyordu. Netice itibariyle bu ülke sol ve sağ diye ikiye taksim edilmişti. Her rengi ile sol bunlardı. Sağ ise diğer vatan kurtaranlardı. İki taraf da ne vatanı kurtarabildi ve ne de kendini? Sonunda bir yerlerden düğmeye basıldı, taşeronlar darbe yaptı. 13 Eylül günü ortalık sütlimandı. Şimdi Anayasa değişikliğinden sonra bu 12 Eylülcü denen taşeronlar yargılanacak. Ama o ölenler geri gelmeyecek, pişmanlıklar fayda vermeyecek, ziyan olan baharlar tekrar yaşanamayacak... Ne güzelmiş bir diğerini dinlemek. O zaman çiçekler açıyor işte. Taksim'de 1 Mayıs Bayramı pahalı tecrübelerden sonra tamam. Sırada Taksim Camii va
.
Uygur Türk Özerk Bölgesi
4 Mayıs 2011 01:00
Türk Dış Ticaret Müsteşarlığı, sessiz-sedasız bir şekilde tarihî bir hizmete imza atmış. Haberi heyecanla okuduk. Gerçi şu ân dünya gündemi Üsame bin Ladin'in öldürülmesi. Ama El Kaide liderini herkes yazacak. Şimdilik şu kadarını söyleyelim. Başkan Obama, ülkesinin nefret fayındaki bu kırılmayla ikinci kere seçilmesini âdeta kesinleştirmiş oldu. Malum dünya gündemine dair söylenmedik bir şey kalmayacak. Fakat öyle şeyler vardır ki onlar da asrın gündemidir. Türkiye Cumhuriyeti'nin Çin Türkistan'ı ile bir ticari muahede/andlaşma imzalaması bunlardandır. Ne zaman ki Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Tacikistan'la bir kucaklaşmamız olsa kendi kendime hep sormuşumdur: 'Şarkî Türkistan ne zaman?' Nitekim Tataristan Özerk Cumhuriyeti ile de andlaşmalar yapıldı. Bu Cumhuriyet, Rusya Federasyonunun ortasında muhtar bir yönetim. Öyle ise Uygur Türkleriyle neden olmasındı? İşte o da oluyor. Çeçenistan gibi Doğu Türkistan gibi ülkelerle yapılacak akıllı iş birliği, onlara yapılacak iyilik budur. Aksi halde Rusya ve Çin de sizin bir bölgenizle meşgul olmaktalar. Müsteşarlığımızdan bir hey'et ile Doğu Türkistan Ticaret Bakanlığı'ndan mevkidaşları, müzakereler sonucu Doğu Türkistan'ın başşehri Urumçi'de bir Sanayi Bölgesi kurulması, bu bölgede Türk işletmecilere yer tahsisi ve ortak platform ve ortak iş hey'etleri teşkili hususunda mutabık kalınarak mukavele imzalamışlar. Orada sanki Türkiye'ye bir ticari Özerk Bölge ayrılmış. Eskiden Şarkî Türkistan denirdi. Sonra Doğu Türkistan dendi. Şimdilerde Sincan Uygur Özerk İdaresi denmekte. Çin'in en büyük idari kısmı. Toprakları Türkiye'nin iki katı. Nüfusu Türkiye'nin yarısı ile üçte biri arasında. Yer altı zenginliğinin her çeşidine sahip. Urumçi, İzmir kadar. Dil, Uygur Türkçesi. En eskiden tek Türkistan vardı. Birini Çin, birini Rusya işgal etti. Rusya bıraktı. Çin de herhalde bir gün bunu yapar. 10 küsur yıl evvel bu konuları TGRT'de Entellektüel Boyut programında işlerken Çin sefiri telefonla bağlanarak seyircilerin canını haylice sıkmıştı. Çünkü nükleer silahlarla yüzüne bakılmaz hale gelmiş Uygur Türklerinin fotoğraflarını göstermiştik. Anlaşılıyor ki Çin'de de bir yumuşama var. Dünya ile el sıkışan yeni Çin'in kalkınmada dünya üçüncüsü Türkiye'yi ıskalaması mümkün değildir. Uygur Türklerine dokunmadıkça, bu bölgeye Çinli nüfus yığarak asimilasyona gitmedikçe, onlara insanca yaşama hakkı verdikçe Türkiye, bütün Türk ve İslam dünyası ile sıcak dostluklar kurabilir. Doğu Türkistan, neden İslam Konferansına üye olmasın? Andlaşma hayırlı olsun ve devamı gelsin. Adriyatik'ten Çin Seddi'ne dediğimiz buydu: Dostluk kuşağı. İsa Yusuf Alptekin'in ruhu şâd olsun
.
Üst irade yoksa kargaşa vardır
5 Mayıs 2011 01:00
Amerika'ya geldiğimizde anlatmışlardı. 11 Eylül saldırısı olmasaymış İslamiyet resmi din olarak tanınacakmış. Bu kararın eşiğinde malum hadise patlak vermiş. 11 Eylül'ü kimin yaptığı en azından net değil. Tarihi yapanlar hayatta iken tarih yazılmaz. 11 Eylül vuku bulunca Amerika'da her şey tersine dönmüş. İslamiyeti resmi din olarak kabul etme hazırlığındaki bir toplum, tam aksi yerde tavır almış. 2009'da bunu hissedilir biçimde gördük. Hüküm şuydu. 'Müslüman eşittir terörist.' Öyle ki şu tebessüm uyandıran cümleyi kendimiz işittik. Amerikalı hayretini şöyle dile getiriyordu 'ailenizi tanıdıktan sonra Müslümanlardan da iyi insanlar olabileceğine inandık'. 11 Eylülle birlikte Usame bin Ladin diye bir aktör 10 yıl boyunca sahnedeydi. Bu adamlar süper derin devletin eseri. Yirmi sene sonra yıkılacak SSCB'nin Afganistan'ı ahmakça işgal edip komünist bir rejim kurarak başa Babrak Karmal gibi, Necibullah gibi zalimleri getirince Amerika, yetiştirdiği bu yer altı kadrolarını devreye soktu. Sonra onlar üzerindeki kontrolü kaybetti. Tıpkı Türkiye derin devletinin yetiştirip bir süre istifade ettikten sonra kontrolü kaybettiği Abdullah Çatlı, Abdullah Öcalan vs misalindeki gibi. Amerika da bir zaman sonra kendi adamlarıyla yollarını ayırıyor. O artık hedeftir. Düşmandır. Bu düşman o andan itibaren paratönerdir. Toplumun husumet duyguları ona yöneltilir. Üsame bin Ladin'in hikâyesi kısaca bu satırlardadır. Şimdi hayatta değil. Bir operasyonla evinde vuruldu. Şaşırtıcı olan dünya, O'nun dağda olduğuna inanmışken şehirde çok dikkat çekici bir binada bulunmuş olmasıdır. NATO'nun Muammer Kaddafi'nin karargâhını bombalayark oğluyla üç torunun öldüğü günün akşamında bu operasyonun yapılması ise 'acaba' dedirtmiştir. Bir tesadüf müdür, güç gösterisi mi? bilinmez. Uzun vadede 30, kısa vadede ise 10 yıllık bu maceranın üç mağduru vardır. İkiz kulelerde ölenler, İslamiyete karşı zihni karışan Amerikan cemiyeti ve iftira ve saldırılara maruz kalan Müslümanlar. Mushaf-ı şerîf yakan sapık papazın eylemi bunun son örneğidir. Amerika'daki Müslümaların tedirginliği diğer gerçektir. Usame bin Ladin'in öldürülmesi ile Başkan Obama ikinci kere seçimini hemen hemen garanti etti. Cenazenin denize atılması ise doğru değildir. Bir insanın cezasının infazı onu muhatap olmaktan çıkartır. Ailesine teslim edilmesi gerekirdi. Hayati soru şudur: -Terör biter mi? Belki de azar. Müslümanlar başsız. Batı, İslam dünyasını üst iradeden mahrum etti. Onun cezasını çekiyor. Ancak Türkiye, diğer süper güç olduğunda kuvvet dengelenir, teör o zaman biter. Dünya, daha 60 yıl huzura hasret yaşayacaktır
.
Camiye "ucube" diyen zihniyet, Taksim Camii'ne karşı çıkıyor
6 Mayıs 2011 01:00
Vicdansızlık, iz'ansızlık ve irfansızlık... Camiye 'ucube' diyen zihniyet, ancak bu kelimelerle tarif edilebilir. Hiçbir din mensubu, asla ve kat'a bir cami için 'ucube' veya başka hakaretamiz kelime kullanmaz. Onun metafizik anlayışı buna manidir. Uzak ihtimal ama ateist belki der. Kaldı ki İslam Medeniyetinde camiler, Endülüs'ten Urumçi'ye, Kırım'dan Yemen'e birer mimari sanat şâheseridir. İnsanlık lügatinde daha üstün bir kelime olmadığı için 'şâh-eser' diyoruz. Aslında onlar şâheser de değil ilâhî eser. O eserlerin son numûneleri ise Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Beylikler Dönemi ve Osmanlı Camileridir. Ama bunu görmek için göz gerek. Ayet-i kerîmenin tarifiyle gözleri var fakat görmezler. Bir turist kadar bile bu topraklara ve bu toprakların îmânına, ahlâkına, örfüne ve tarihine yakın değiller. Turist, pek tabiî ki saygılı. Hatta bu eserlere hayran. Hatta sırf bu camileri görmek için her sene milyonlarca misafir, yurdumuza gelmekte. Ucube diyenler, bu iftirayı atanlar, Danimarka'da Sevgili Peygamberimizin -sallallahü aleyhi ve sellem- güya karikatürünü çizen mecnun çizer ve Amerika'da Mushaf yakan manyak papaz karakterinde aşağılık mahluklardır. 1952'den bu yana Taksim'de cami yapılmasına karşı gönye kaldıran da bu zihniyettir. Onlar da camiyi ucube olarak görmekte. Taksim noksandır. Taksim öksüzdür. Taksim olması gereken güzellikten mahrumdur. Taksim'i, yüksek kilise haçları önünde iki metrelik teneke minareli iş hanı mescidine mahkûm edenler bu milletin dinine düşmandır. Onlar vicdanlarda ebediyyen mahkûmdur. Büyük devlet sadece kılıcıyla değil, mimarisi, edebiyatı ve zevkiyle büyüktür. Selimiye, Süleymaniye ve Sultanahmet camilerini çekip alın Osmanlı Medeniyeti çöker. Benzerleri, Taksim ve diğer iki mekânda inşa edilmediği için Türkiye Medeniyeti yükselemiyor. Ama yükselecek. Bu millet ölmediyse, o Taksim, ecdaddan mülhem şanlı bir mâbede kavuşacak.
.
İki şehir, iki sancı
9 Mayıs 2011 01:00
> Washington, DC Bizim uygarlığımız, bir şehirler medeniyetidir. Şanlı Peygamber -aleyhisselam- müşrik teröristlerden/dehşet salıcılardan dolayı gönüldaşlarını Mekke'den zorunlu olarak peyderpey yolladıktan sonra kendisi de yurdundan çıkma acısını yaşamıştır. Hicret ettiği bu yeni kentin adı Yesrib'dir. Burada ilk elden iki kelimeyi değiştirirler. Biri kısa süre sonra bir Dünya Payitahtı olacak bu beldeye 'Medine' adını verirler. Diğeri ise ekonomiyle alakalıdır. Simsar kelimesini tacir/tüccar yaparlar. Biri hedef olarak şehir medeniyetini, diğeri de ticarette istismarın yerini dürüst ticaretin almasını göstermektedir. Başka bir ifadeyle temiz para ve şehirli kültür... Bunun sonucudur ki gelişen İslam Medeniyetinde temiz sermaye birikimi ve bu birikimin beslediği şehir kültürü dünyada asırlarca İslam bayrağının dalgalanmasına yol açmıştır. İslam Medeniyeti, bir şehir medeniyetidir. İslam medeniyeti, aynı zamanda bir tüccar medeniyetidir. İslamiyetin zuhurunda da İstanbul bir yıldızdır. Bundan dolayıdır ki Sevgili Peygamberimiz daha Hendek Muharebesi'nde, İstanbul'un fethini muştulamış, Fatih Sultan ve askerini methetmişlerdir. Bu müjde, Medine çevresine düşmana karşı hendek kazılırken verildi. İstanbul kuşatmasında da şehrin etrafı içi su dolu hendeklerle çevrilidir. İslamiyet, birçok yere kılıçla değil dürüst tüccarlarla ulaşmıştır. Filipinler, Malezya, Endonezya, kısmen Hindi Çini ve Güney Asya böyledir. Tüccarlarla bilginlerin İslamiyetin cihanşümul çapa vasıl olmasında büyük payı vardır. Bu iki sınıfı yetiştiren önce Peygamber İlkeleri, sonra da onlara kundaklık yapan şehir kültürüdür. Haritayı şöyle bir tahayyül edelim: Mekke, Medine, Kahire, Gırnata, Kurtuba, Saraybosna, Üsküp, Edirne, Bahçesaray, İsfahan, Bursa, Konya, Harput, Kerkük, Bağdat, Buhara, Semerkand, Kazan, Serhend, Urumçi... Ve İstanbul, Diyarbakır ve Şam. Tabii ki hepsini saymadık. İşte biz, insan tabanlı, kitap tabanlı, irfan tabanlı varlığımızı bu saydığımız ve saymadığımız şehirlere borçluyuz. Bu şehirlerin her türlü dokusuyla örselenmemesi gerekir. Kirlenmemesi gerekir... Buraların insanı pak, irfanı berrak kalmalı. En kötü kirlenme ideolojik kirlenmedir. Bu coğrafyanın Türkçü kirlenmeden de Kemalist kirlenmeden de Kürtçü kirlenmeden de de Baascı kirlenmeden de kurtulması gerekiyor. Bu ideolojiler, azınlık bölücülüğüdür. Diyarbakır ve Şam medeniyetimizin iki rüya kentidir. Şimdilerde bu iki güzel kent şairler, âlimler şehri Diyarbakır ve Peygamberler şehri Şam, azınlık ideolojilerinin tutsaklığında. Bu şehirler, ağlıyor. Bu iki şehir tutuşursa bu coğrafya yangın yerine döner. Hiç dikkatten kaçmasın Diyarbakır'ın kıblesiyle, Şam'ın ahlakıyla oynanmakta.
.
CHP demek garne demektir, guyruk demektir, zam demektir!"
10 Mayıs 2011 01:00
Başvekil Adnan Menderes'in su işleri umum müdürüymüş. Biz o zamanlar, küçücük çocuktuk... Ama, eşkıya darbesiyle merhumun bütün kadroları tasfiye edildiği halde O, delege dalaveresiyle Menderes'in yerine geldi. Kaç tane baraja imza atmıştı kimse pek bilmiyordu. Buna rağmen lakabı 'Barajlar Kralı'ydı.. Eğer 'kral' unvanı alması gereken biri varsa bunu siyasi iradenin sahibi Adnan Menderes mi almalıydı, onun bürokratının mı? 27 Mayıs 1960 darbesi olduğunda 3. Ordu Komutanı Ragıp Gümüşpala, darbeye biraz muhalif kalır olmuştu. Darbeden sonra Demokrat Partililer O'nun etrafında toplandı, AP/Adalet Partisini kurdular. Fakat bir zaman sonra general Gümüşpala, otel odasında ölü bulundu. AP'ye yeni genel başkan seçilecekti. Başkan aranmadı. Zira sonraki başkan belliydi. Zaten lakabı da 'Başkan'dı. Kongreye gidilirken 'Koca Reis' lakaplı Saadettin Bilgiç'in seçilmesine kesin gözüyle bakılıyordu. Ama netice öyle tecelli etmedi. Edemezdi, Koca Reis'in bir kusuru vardı, O bir müftü çocuğuydu. Elinde kara fötr şapka, gözünde kara gözlük olan biri, sürpriz bir şekilde AP genel başkanı yapıldı. Halk kendisini tanımıyordu. O günden sonra o fötr elinden hiç düşmedi. Sanki onunla bir yerlere bir mesaj veriyordu. Önce CHP-AP koalisyonunda Başbakan yardımcısı oldu. Sonra da Başbakanlık koltuğuna oturdu. Oturuş o oturuş. 1965'ten asrın sonuna kadar Türk politik hayatında esas aktördü. 6 kere gitti 7 kere geldi. Sekizincide ise Çankaya'ya çıktı. Barajlar Kralı'ndan sonraki lakabı, 'Çoban Sülü'ydü'. O tarihlerde köylülük iftihar vesilesi olduğundan bu şirinlik çıkarılmıştı. Nitekim O da meydanlarda 'yüzde şu kadarımız köylü!' diye sık sık övünecekti. En büyük sermayesi CHP idi. Genel olsun, mahalli olsun her seçime giderken, bir o yana, bir bu yana giderek kürsüleri inletirdi. 'CHP demek garne demektir, guyruk demektir, zam demektir!!!' Her seçimde oy getiren bu propaganda, devrin en büyük silahıydı. Mademki herkes safını seçti. Defterler açılmalı.
.
28 Şubatta sevenlerini sattı
11 Mayıs 2011 01:00
1970'lerde faşizmin zulmünü yaşamış nesillerden haylisi hayattaydı. Gençler onlardan dinledikleriyle büyümüşlerdi. Tek parti devrinde sadece cenaze kaldıracak imamlar, tükenmemişti. Cenazeyi saracak kefen de kalmamıştı. Ekmek, tuz, un, şeker, gaz yağı, kaput bezi karaborsadaydı. Bunlar 'garne' ile alınabilirdi. 6 lira vergi veremeyen fukara köylü, jandarma tarafından ite-kaka götürülerek yol inşaatlarında boğaz tokluğuna çalıştırılırdı. Tahsildar zulmünün anlatılması buralara sığmaz. Ezan yasaktı, Kur'an öğretilmesi yasaktı, camiler ahırdı. Bunlar ve ardından gelen kanlı 27 Mayıs darbesi yüzünden milletin çoğunluğu CHP'den nefret etmişti. Onun için 'CHP demek garne demektir, guyruk demektir, zam demektir!' sloganı oy getiriyordu. CHP aleyhtarlığı saf Müslümanları O'nun peşine takmıştı. Cömertçe yeni unvanlar veriyorlardı. -Muhteşem Süleyman! -Nurlu Süleyman! Solcularsa 'Morrisson Süleyman' diye yazıp çiziyorlardı. Muhafazakâr kitle, bunu dedikleri için 'bu vatan hainlerini, bu komünistleri' yakalasa bir kaşık suda boğacaktı. Şu sözü ise derinliksiz Müslümanları mest etmişti. 'Her sabah Kur'ana el sürmeden evden çıkmam!' Kur'ana el sürmenin ibadet olduğu o Kur'anın hiçbir yerinde yokken haram üstüne böyle bir reklam sözü yazılmıştı. İsim hafızası müthişti. Karnı genişti. İşine yarayanı alırdı. Çünkü 'dün dündü, bugün bugündü'. Sokaklarda gençlerin sapır sapır düşmesi de bir şey değildi. 'Sokaklar yürünmekle aşınmazdı'. Cemaatleri fevkalade idare ediyordu. Onlardan kim ziyaretine gitse kitaplarını masasında görürlerdi. Bir keresinde Nur Cemaati liderlerinden Mehmet Kutlular, sitem edecek olmuş 'kabinede bizden kimse yok' cevap hazırdır: 'Ben varım ya!..' 12 Eylül ile iktidarı kaybettiği halde bu rejimle dost, Turgut Özal'la kavgalı oldu. Cumhurbaşkanı Turgut Özal'a 'Çankaya Noteri' ve 'Çankaya'nın şişmanı' diye kan kusturdu. CHP düşmanlığını bırakmış, Özal muhalifliğine başlamıştı. Ne var ki bir kısım kitlenin gözü hâlâ açılmamıştı. Mitinglerde 'kurtar bizi baba!' diye bağıranlar da çıkmıştı. O günden sonra bir unvanı da 'baba' oldu. Evlatlar, bu babaya ömrünü vermişti. Bir gariban evlat, bir gün bir mitingde babasının hatırasına sahip olmak istedi. Elinden düşürmediği fötrü kapmaya yeltendi, O'nda fötrünü 'gaptıracak' göz var mıydı? Yağlı güreş yaparcasına çekip sembolünü aldı. Derken 28 Şubat post modern darbesi oldu. Ne beklenirdi? İnsan hakları düşmanı bu darbeye kafa tutsun, karşı çıksın, mağdurların yanında olsun. Hayır O, kafa tutmadı, çanak tuttu... Sevenlerini hüsrana uğrattı. Menderes'in değil, Bayar zihniyetinin devamıydı. Çünkü İttihatçı Celal Bayar, bir keresinde milliyetçi gençlere şöyle demişti: 'Sizin CHP'ye muhalif olduğunuz noktada ben, CHP ile beraberim!' Zaman, bir adamın asıl çehresini gösterecekti. Fötr düşecek kel görünecekti. Bir adam, milyonları kandırmıştı...
.
Kandıran adam
12 Mayıs 2011 01:00
12 Eylül darbesinden sonra dili bile değişti. Ama yakasına iliştirilecek bir unvan daha hazırdı: 'Bir bilen'... O bir zandı. Sevenlerini satması ise hakikat. 28 Şubat sürecinde kendisine 'Nurlu Süleyman', 'Muhteşem Süleyman' diyen kitlelerin çocukları, üniversiteye gitmek isteyince başlarındaki örtüleri göstererek, gayzını ortaya koydu: 'Suudi Arabistan'a gitsinler!..' Sırf millete inat, 'Hasoları' 'Memoları' medenileştirme projesi olarak çalınan 9. Senfoniyi dinledikten sonra 'İşte Çağdaş Türkiye' diye emsalsiz bir demagoji yaptı. O, 28 Şubat ihanetinde, yıllarca kendisine oy vermiş milyonlarca insanı sattı. Onları hayal kırıklığına uğrattı. Artık Çankaya'ya çıkmıştı, millete ihtiyacı kalmamıştı. Bundan böyle niyetini de saklamaya lüzum yoktu. Bayar gibi O da kalben CHP ile beraberdi. Tiyatro bitmişti. Halbuki kendi devrinde 5 bin genç toprağa düştü. CHP genel başkanı Bülent Ecevit'le cenazelerde bile konuşmazdı. 12 Mart 1971 Muhtırasında fötrünü alıp gitti. 12 Eylül 1980'de tatile yollandığı Hamzakoy'dan dönüşte kendisini deviren darbeyle değil, bir zamanlar 'deha' dediği Turgut Özal'la uğraştı. 28 Şubat 1997'de ise kendine kanmış milyonlara hakaret etti. Kurumların başına, ülkenin değerlerine ters adamları inadına tekrar tekrar seçti. Onun bir de bir emanetçisi vardır. Bu avukat, kıdemli Menderes simsarıdır. Onu önce bir delege oyunuyla DP'nin başına geçirdi. Niçin? Çünkü Süleyman Soylu diye bir yerli insanla bu parti ümit vadeder olmuştu. Emanetçi DP'yi kısa sürede sıfırladı. Görevi bitince işareti verdi: 'Haydi yuvaya!..' Yuva CHP'ydi. Önce emanetçi oraya gitti sonra da kendisi meydanlara çıkmak için fötrünü eline aldı. Senelerce 'CHP demek garne demektir, guyruk demektir, zam demektir' dediği partiyi bu defa iktidara getirmek için onlarla ittifak yapıyor. Ne ham hayal! Artık o çarıklı erkan-ı harp yok, onların çocukları var. Kimse artık O'na meydanlarda 'Nurlu Süleyman' diye bağırmayacaktır, 'Muhteşem Süleyman!' diyen hiç olmayacaktır. Şimdi O, miting meydanlarında böyle bağırmış vatandaşların gözünde 'kandıran adamdır'. Kandıran adam, Erbakan'ın cenazesinde milyonluk cemaati görünce eminiz ki kendi akıbetini düşünmüştür. Kaygılanmasın. CHP'liler bile kendisi kadar vefasız değildir. Cemevleri ne güne duruyor
.
Sivil Cumhuriyet
13 Mayıs 2011 01:00
Türkiye, genel seçimlere gidiyor. Üç partili seçim yaşanmakta. MHP için bir baraj tökezlenmesi vuku bulursa önümüzdeki dönem bağımsızlardan aşılama bölge partisi hariç iki partili yasama dönemi başlayacaktır. MHP genel başkan yardımcılığına kadar gelmiş bazılarının kaset skandalına karışmaları, bu partiye büyük ziyan verdi. Elbette yatak odalarındaki günahı deşifre etmek de günahtır. Ama o konumdaki insanların böyle bir vebali omuzlamaları da daha büyük günah. Bu işlere yatkın mizaç sahiplerini sorumluluk mevkilerine taşımak da insan seçememe zaafına örnek. Devlet Bahçeli'yi hayli tedirgin bir psikolojide görüyoruz. CHP artık ne ortanın solundadır, ne sosyal demokrattır ve ne de demokratik soldur. Bir kaset düzenlemesiyle partinin başına geçici bir isim getirildi. Kemal Kılıçdaroğlu, kendini geçici görevle getirenleri eleyerek kalıcı olma hırsında ama bunun uzun vadeli olması beklenemez. Suç unsuru raporlarla yıllarca hastanelerde kaçak hayatı süren Mehmet Haberal'ın partinin başına geçeceği daha şimdiden söyleniyor. Bu partinin yine bir doğal genel başkanı var, Süleyman Demirel. CHP yeni dönemde Ergenekoncuların iltica etiği bir İttihad ü Terakki devam partisi olmuştur. Kılıçdaroğlu yeni CHP diyor ya. O söz bu anlamda doğrudur. Sosyal demokrat değil, yukarıdaki özelliklerde statükocu sağcı parti. Batılı anlamda sosyal demokrat parti AK Parti'dir. Son bir ay seçimler için tayin edici devre... Bu bir ay grafiği belli edecektir. İktidar partisinde AK Parti eşittir Recep Tayyip Erdoğan realitesi ortadadır. Vatandaş bu simaya oy veriyor. Tayyip Erdoğan, yerini dolduran bir lider, çok çalışkan bir hizmet ehli, iyi bir aile reisi, salih bir mü'min, halkın değerleriyle konuşan bir gönül adamıdır. Miting meydanları zaman zaman sohbet meclisine dönmekte. İktidar partisinin avantajı proje üretebilmesi. CHP havanda su dövüyor, sataşma dışında bir şey dediği yok. AK Parti genel başkanının bu bir ayda kendi proje ve stratejilerini anlatması, kavgacı gibi bir imaja imkân tanımaması en akıllısı olacaktır. Takma akılla yedi adım gidilir. CHP oylarında çok fazla bir kıpırdama olmayacağı kanaatindeyiz. AK Parti açık ara önde olacaktır. Ancak, bu önde olma aralığı tek başına anayasa yapma ve en azından anayasayı referanduma götürme salahiyetini bu partiye vermelidir. 12 Haziran 2011 yeniden doğuştur. En büyük karakteristiği sivil anayasa inşa edebilmesi olacaktır. Anayasa sivil olursa Cumhuriyet de sivil olacak, Tek parti diktatoryası da darbeler dönemi de sandığa gömülecektir. Ya kalkınmış dünyalılar gibi insanca sivil hayat. Veya vesayet altında klasik rejim... > diyoruz ki... Kılıçdaroğlu, kendini geçici görevle getirenleri eleyerek kalıcı olma hırsında ama bunun uzun vadeli olması beklenemez.
.
Malatya stadında "Olll!" sesi
16 Mayıs 2011 01:00
>Washington, DC Merhum Necip Fazıl'ın şöyle bir sözü vardır: -Statları dolduran şu insanlar 'gool!' diye bağıracaklarına 'olll!' diye bağırsalar Türkiye'nin istikbali değişir. Bu arzu gerçek oldu. Bir stattan çıkan 'Olll!'sesi göklere yükseldi. Malatya stadında 22 bin kişi, 20 dakika süreyle aynı kitabı sesli olarak okudular. Bu okuma, verdiği mesaj itibariyle 'olll!' demektir. NT Kırtasiye Mağazalarının Malatya valiliğine teklif götürdüğü anlaşılıyor. Vali Ulvi Saran, teklife sahip çıkmış. Böylece Valilik, Milli Eğitim Müdürlüğü ve NT dayanışmasıyla bir rekor kırılmış. Hadise Guinness rekorlar kitabında yer alacak. Burası çok da önemli değil. Almasa ne olur? Kitap, yeter ki elde, kalbde ve rafta yerini alsın. Valiler, Belediye Başkanları, Kaymakamlar, Milli Eğitim Müdürleri vatandaşa kitap okutmanın olmazsa olmaz işlerinden olduğunu unutmamalılar. Yiğit düştüğü yerden kalkar. Nesillerimizi en önce kültürden vurdular. Sayın vali Ulvi Saran'ın verdiği malumata göre 1 yıldır 'Malatya Okuyor' kampanyası icra olunmaktaymış. Son yedi ayda 100 bin vatandaş 900 bin kitap almış/okumuş. Hadisenin geçmişi var... 5 yıl önce Elazığ Valiliği ve BKY-Babıali Kültür Yayıncılığı ortak bir teşebbüsle 'Elazığ Okuyor' kampanyasını başlatmıştık. Sonra biz bunu Sayın Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül ile de görüşerek daha da genişletip 'Türkiye Okuyor'a çevirdik. Ancak araya malum uçak kazası girdi, 3 senedir uzaklardayız. Bu bakımdan fikrin fidanını diken bir insan olarak Malatya stadından yükselen bu sesten dolayı emeği geçenlere kalbden teşekkür ediyoruz. Ancak bu hizmet, bir-iki ilde kalmamalı. 81 vilayetimiz, belediye başkanları, kaymakamlıklar, iş adamlarımız bu kampanyalara sahip çıkmalıdır. Milletlerin kalkınmışlığı okuma grafikleriyle doğru orantılıdır. Bir de cehalet enflasyonunu 4.0'lara çekme meselemiz olmalı. Bilhassa son senelerde ortaya, iyi yiyen, iyi giyinen, iyi gezen fakat sadece seyreden bir millet görüntüsü çıktı. Sanki herkes, kitapla ve ciddi gazeteyle küs gibi. Kitap, millet gemisinin dubasıdır. Milleti açık denizlerinde o duba yerinde tutar. Sayın Başbakan Tayyip Erdoğan, Milli Eğitim Bütçesini bir numaraya oturttuğu gibi Kültür Bakanlığını da layık olduğu imkânlara kavuşturmalı, Bakanlık da bu yükü omuzlamalıdır. Veya daha doğrusu, valilik, kaymakamlık ve belediyelere bu kültür hizmetine dair esaslı bütçe payları ayrılmalı, iş adamları bu gibi kampanyalara verdikleri desteği vergiden düşebilmelidir. 'Olll!' diyenlerin sayısı çoğalırsa Türkiye insanlık ailesinde itibarlı yerini alır. Ne elektronik tablet, ne Face Book, ne Twitter, ne de başka bir şey matbu kitabın yerini tutamaz. Miras kalmayan, eser değildir.
.
Başkan Obama'ya teklif
17 Mayıs 2011 01:00
------------ "Amerika'da mahkûmların yüzde 93'ü cezalarını çektikten bir süre sonra hapishaneye dönüyor. Hapiste Müslüman olanlardan sadece yüzde 3'ü geri dönüyor!" ------------ Amerika'ya ilk defa TGRT'ye cihazlar almak için 1992'de gelmiştim. New York üzerinden Las Vegas'taki fuara geçecektim. Beni alanda Musa Korkmaz karşıladı. Bir kitabevi işletiyordu. İstanbul Darüşşafaka Caddesinde bulunan Hakikat Kitabevi'nin kitaplarını satmaktaydı. Şimdi Hakkın rahmetine kavuşmuş olan o güzel insan bir taraftan arabasıyla New York'u gezdirirken bir taraftan da anlatıyordu: -Burada mahkûmların yüzde 93'ü cezalarını çektikten kısa bir süre sonra tekrar suç işleyip hapishaneye dönmekteler. Fakat Amerikan adalet bakanlığının bir husus dikkatini çekmiş. Hapishanede Müslüman olanlardan sadece yüzde üçü geri dönüyormuş. Merak ediyorlar. Bu mahkûmlar, nasıl ıslah olmaktalar? Bakıyorlar ki Hakikat Kitabevinin kitaplarını okumaktalar. Bunun üzerine bakanlık bize müracaat etti, şimdi kitaplar satın alıp kendileri hapishanelere dağıtıyorlar. Bu uygulama kaç yıl sürdü bilmiyorum. Sayın Barack Obama İslam âlemine sesleniyor. Nutkunun özü tek cümle: -İslamiyet'le değil, terörizmle savaşıyoruz! Başkan'a teklifimiz olacak. Hristiyan âlemine de hitap etmelisiniz. 'Müslüman eşittir terörist!' olamaz. Hristiyanlar, Müslümanları tanımıyor. Selefiniz Bush, Irak'a 'bu bir Haçlı Seferidir' diye girdi. Bu virüsü hafızalara tekrar G.W. Bush soktu. Nitekim şu ân Kaddafi de söze 'Haçlılar' diye başlayarak destek arıyor. Haçlı zihniyeti terk edilirse terör ciddi anlamda geriler. Terk edilmezse Mushafı şerif yakan papazlar, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselama izafe edilen çirkin karikatürler devam eder. O zaman da huzur Kaf Dağının ardına kaçar. Çare, Amerikan Adalet Bakanlığının eski uygulamasıdır. Bu kitaplar, mahkûmlara, cezaevlerine, okullara ve kütüphanelere dağıtılmalıdır. Dünya, huzura ancak Ehl-i Sünnet Yolu'ndan kavuşabilir. Pax Ottomana'ın yüksek muvaffakiyetindeki sır budur. Osmanlı, Sünni bir devlettir. Sünni yani Ehli Sünnet itikatta aşırılıklar caiz değildir, itidal esastır, bu yol orta yoldur. Karanlık doğru kitapla aydınlanır. Terörü sadece kurşunla, tankla topla alt etmeye çalışmak mümkün değil. Şu an kim bilir kaç kişi Usame bin Ladin olma hayalleri kuruyor. Çare kitaptır, vicdanlarda yer almaktır. Teklifimizin bütçesi olsa olsa 500 milyon dolar civarındadır. O kitapları okuyan iyi insan olur. Samimi Müslüman olur. Adalet Bakanlığının arşivlerine bakabilirsiniz
.
Bu dünya bu kadar gerilimi kaldıramaz!
18 Mayıs 2011 01:00
> Avrupa Birliği'nin yaşaması zor görünüyor. Şengen'in bitmesini euro takip edecektir. Tek çareleri Türkiye'yi razı edip birliğe almak. Japonya farklı bilinirdi, bir dehşetli deprem, bir nükleer infilak her şeyi alt-üst etti. Rusya, düne kadar bir süper gücün mağrur merkeziydi, şimdi bombaların patlamadığı, onlarca insanın ölmediği ay yok. Çin, Mao'dan sonra etrafındaki duvarların kalkmasıyla dünyada saldırmadığı servet bırakmadı ama yine de 10 dolara 30 gün çalışan köleler ülkesi. Hindistan da öyle. Bu iki ülke tam zenginler ve sürünen fakirler memleketi. İsrail, çok yakın zamanlara kadar kendini ne de ambalajlı pazarlardı. Fanatizmin çağdaş adı. Komşularıyla yüzde yüz problem yaşayan tek devlet. Bir de bir AB vardı dememize çok yok. Ortak vize tehlikede. Avrupa Birliği'nin yaşaması zor görünüyor. Şengen'in bitmesini euro takip edecektir. AB yürümez. Tek çareleri Türkiye'yi razı edip birliğe almak. Türkler, bundan sonra AB'ye gönüllü olmayacaktır. Türkiye, evvela özür bekleyecek, sonra da şartlarını sıralayacaktır Ülkeleri tek tek sıralamaya gerek yok. Batı, uyuşturucunun kıskacında. Batı, fuhşun bataklığında. Batı, insafın uzağında. Batı, işsizlik tehdidinde. Batı, ekonomik darlık kuşatmasında. Batı, bastonlu batı olmakla yüz yüze. ABD mi? Hiçbir şey dışarıdan göründüğü gibi değil. Hispanikler cemiyeti ayrı problemi, Afrikalı Amerikalılar ayrı problemi. İşsizlik ve diğer her mevcut. Derin devlet gücü, Barack Obama ile zencileri kazanmak istedi. Obama'dan sonra Latin/Hispanik asıllı bir başkana hazır olun. İslam âlemine veya Orta Doğu-Kuzey Afrika kuşağına gelince. Bir şey demeye gerek var mı? Şu gün vitrin düğünleriyle çürük diş gibi sallanmasını makyajlayan Britanya krallığının, bölgeye ilk dünya harbiyle getirdiği sözde sultanlar, kukla krallar, despot reisler, mazlum halkı iliklerine kadar sömürdükleri halde hâlâ doymamışlar. 'Benden sonra tufan' demiyorlar, 'benden sonra oğlum!' direnmesindeler. Dünyada atom var, huzur yok. Uzayda uydular var, evlerde saadet yok. Mücadele samimiyetsiz yapıldığı için terör daima azgın. Kurumlar iflasa gidiyor: NATO Libya'da beceriksizlikten, zincirleme hatalardan başka ne yapabildi? BM adaletsizliğin sembolüdür. IMF, üçüncü dünya ülkelerine girdi mi hükümetler titrerdi. Meğerse diplomatik dokunulmazlıkları bile yokmuş. Şüpheli bir taciz rezaletine adı karışan başkanlarının bileğine kelepçeyi bir çavuş taktı. Bu çağda çok zulmedildi. Bu çağın seması ahlarla, feryatlarla dolu. Dünya gerildikçe gerilmiş vaziyette. Bu kocamış dünya, bu kadar gerilimi kaldırmaz. Bu fay, bir gün kırılır. Bir üçüncü dünya temizliği olur ama nasıl olur, faturası nasıl çıkar şimdiden bilinmez. Şu bir gerek ki kimsenin yaptığı yanına kâr kalmaz. Dünya zalimler çöplüğüdür.
.
Suriye için geri sayım başlamıştır
19 Mayıs 2011 01:00
Başbakan Tayyip Erdoğan, geçen hafta 'Suriye, bizim iç meselemizdir' dedi. Aynen doğrudur, kendisinin de ifade ettiği gibi kardeş Suriye ile güçlü akrabalık bağlarımız var. Daha da mühimi coğrafi bütünlük, dini yekpârelik ve kültürel ayniyettir. Başbakan, o beyanattan bir hafta sonra ABD'nin Türkiye büyükelçisini dinledi. Büyükelçi, Francis Ricciardone, seçim trafiğinin sıkışıklığından helikopter alanında kabul edildi. Tercüman alınmayan 50 dakikalık müzakerede sefir, şunları söylemiş: -Beşar Esad, kayda değer bir adım atmadı, Başkan Obama, ölümlere üzülüyor, meclis reform yapmadan tatile girdi. Esad, İran ve Hizbullah'la iş birliği yapmamalı. Türkiye Başbakanı da bu sözlere karşılık 'bizi dinleyin acele etmeyin, yumuşak geçiş olmalı' cevabını vermiş. Büyükelçi taban tesisi için söze Amerika kamuoyunu da katmış ama alakası yok, Suriye, Amerikan halkının ne umurunda o şimdilerde geçim derdini düşünüyor. Bunlar, görüşmenin basına yansıyan tarafları. Şüphesiz ki çok şey konuşulmuştur. Bizim için bütün Orta Doğu ve Kuzey Afrika birinci derecede ehemmiyetlidir. Irak ve Suriye ise birebir kıymet sahibi. Onun için şu seçimler bir ân evvel kazasız geçsin diye dua ediyoruz. Biz, Ankara meydan muharebelerini yaşarken hemen burnumuzun dibinde çok kanlı savaşlar patlak verebilir. Bu kaygıya karşı tek tesellimiz, Türkiye, devlettir, seçim süreci devletin işlemesini sakatlamaz inancımızdır. Barack Obama, İslam âlemine seleniyor. Bunu yaparken bir bakıma Türkiye'den de muvafakat almakta. Dediği malum 'İslamiyetle değil, terörizmle savaşıyoruz'. Biz de kendisine teklif ettik. 'Hristiyan âlemine de konuşun. Hristiyanlar, İslamiyeti tanımıyor. İslamiyet eşittir terör saplantısından kurtulmaları lazım.' İsrail, ABD için kara sevda konumundan dolayı sayılmaz, Mısır içinde bulunduğu şartlar sebebiyle bir kenarda tutulursa Türkiye, ABD için bölgede ittifak fikrinden tefriki gayrı kabil müttefikidir. Bu itibarla bu görüşme mecburi idi. Obama'nın önünde G.W. Bush gibi bir ders var. Bir Irak felaketi yaşandı. Başbakanımızın: -Bizi dinleyin, acele etmeyin, yumuşak geçiş olmalı. Tesbiti, Türkiye'nin mevzua dair devlet politikasıdır. Washington, bu tavsiyeyi dinlemezse bir kere daha maceraya atılmış olur. Amerika, filler misali yine züccaciye dükkânına girer. Türkiye, bu ihtimali zihinlerden çıkarmak zorundadır. Görünen o ki Suriye, dünkü adıyla Şam Vilayetimiz için geri sayım başlamıştır. Bu Orta Doğu nasıl bir beddua aldı da huzura hasret!. > Bizim için bütün Orta Doğu ve Kuzey Afrika birinci derecede ehemmiyetlidir. Irak ve Suriye ise birebir kıymet sahibi.
.
Suriye için ihtimaller
20 Mayıs 2011 01:00
> Türkiye, Suriye konusunda boşluk bırakırsa bunu Rusya ve İran, belki Fransa doldurur. Türkiye için iki geriye sayım takvimi birlikte işliyor: 12 Haziran seçim süreci ve Suriye'ye müdahale tarihi. İkincisinin günü belli değil, fakat galiba uzak da değil. Suriye için önümüzdeki ihtimaller nelerdir? 1-Suriye milli meclisi, Türkiye'ye iltihak etme kararı alır ve bu karar, Türkiye milli meclisinin de karşı kararıyla kabul edilir. 2-ABD, bu karara muhalefet eder ve Irak milli meclisi de aynı kararı alsın der. 3- Türkiye, iltihak kararlarını duymazdan gelir. 4-İki numaralı madde yaşanmaz. 5-Yukarıdaki maddelerin hiçbiri gündeme gelmez. 6-ABD bildiğini okur. Uluslararası camia tiyatrosu sahne alır. İngiltere, İtalya vs. gibi batılı devletlerle bir-iki küçük Afrika ve Arap ülkesi ve uzaklardan bir-iki devlet, sembolik kuvvetlerle işgale meşruiyet kazandırmak için sözde uluslararası güce katılırlar. BM müdahaleyi haklı bulan bir karar çıkartır. Suriye işgal edilir. 7-Bunun üzerine İran, eş zamanlı olarak Amerikan birliklerine, savaş gemilerine ve İsrail'e saldırır. İsrail, Filistin, Suriye ve İran'a saldırır. ABD İran'ı vurur. 8-Rusya, Suriye'ye sahip çıkar. Suriye'ye yapılacak her türlü müdahale Rusya'ya yapılmıştır diye ilan eder. Esat, intihar eder veya Rusya'ya sığınır. 9-En az iki milyon Suriyeli, bir o kadar İranlı Türkiye topraklarına kaçar. 10-Terör örgütü fırsattan istifadeye kalkışır. 11-ABD Irak'ta olduğu gibi girdiği bataktan ancak 10 yılda kurtulur. Amerikan ekonomisi tamamen kötüleşir. Barack Obama da basiretsiz ve başarısız başkanlar listesine girer. 12-Dünyada yeni süper güçlere kadar fiilen süper gücü olmayan bir geçiş dönemi başlar... Türkiye, bu senaryonun neresindedir? Aktör mü olacak, seyirci mi olacak? Tabiatta boşluğa yer yok. Türkiye, boşluk bırakırsa bunu Rusya ve İran, belki Fransa doldurur. O zaman Ankara'nın karizması çizilir. Kazanılan itibarlar tuz-buz olur. Aksini yaparsa işgalcilerle karşı karşıya gelir. Onun için yapılacak iş eli çabuk tutmaktır: Tetik çekilmeden, postallar Şam topraklarına basmadan, tanklar şehirlere girmeden, iç katliam cinneti yaşanmadan caydırıcı, önleyici tedbirleri almaktır. İkna siyaseti güdülerek bir numaralı ihtimal işletilmeli ve 'her şey aslına rücu eder' tarihî hükmü tecelli etmelidir. I. Dünya Harbi ve Irak işgalini unutamayız. Şu senaryonun ilk maddesi hayata geçmezse diğer ihtimaller kâbus gibi bölgenin başına çökebilir Evet, Suriye, Türkiye'nin iç meselesidir. Ha Şam, ha Şanlıurfa
.
CHP'nin başına Haberal, MHP'nin başına Alan!
24 Mayıs 2011 01:00
> MHP'nin CHP kazanında eritilmek istenmesi ülkücüler için azaptır. Önce CHP genel başkanı Baykal'ın kaset bulaşıklığı ortaya çıkmıştı. Beklenirdi ki artık seçimlerde aday olmasın. Kolu-kanadı budandı, buna rağmen Antalya'dan aday. İşin garibi MHP'lilerin kasetleri hakkında yorum yapması. Şimdilerdeyse bazı MHP üst düzey yöneticilerinin skandalları ortalıkta. Hadise, ülkemiz adına utandırıcı bir biçimde dünya basınında. Hem CHP ve hem de MHP'de yaşanan bu olaylar için denen şu: Özel hayata müdahale edilmiştir! Bu denmekte ve bir sürü çürük laf sıralanmakta. Tabii ki kimsenin bir başkasının günahını yayma hakkı yoktur. Hele onun evine, odasına, bürosuna kamera koyma hakkı hiç yoktur. Kayda alıp internette yayınlamak iddia edilen zina günahı gibi ayrı bir büyük günahtır. Ama faillerin hiç mi suçu yok? Sen iktidara talip bir partinin genel başkanı olacaksın, fakat yaşına ve mevkiine bakmadan evli bir kadınla dilleneceksin. Sen milliyetçi ve mânevi değerlere sahip bir partinin yönetim kadrolarında yer alacaksın ama fütursuzca hovardalık yapmaktan sakınmayacaksın! Böyle bir hadisenin kabulü mümkün mü? Şayet dinî nikâhlı eş deniyorsa o zaman da bunun hukuki meşruiyetine çalışsaydınız! Hadise en baştan beri tezgâhtır, tertiptir. Olmayan şeyler tertip edilmedi. Olanlar tanzim edildi. Makro plan, AK Parti'dir. Bu partiyle liderinin yolu kesilmek istenmekte. Baktılar ki Deniz Baykal ile hedeflerine varamayacaklar, baktılar ki Devlet Bahçeli'yle umduklarını bulamayacaklar, o zaman kirli çamaşırlar pencereden sokağa saçıldı. Son olayla MHP seçmeni CHP'ye kanalize edilmek istenmekte. Şu an Devlet Bahçeli de budanmıştır. Fakat plan bundan ibaret değil. Bakmayın öyle gülemediğine, bağırıp-çağırdığına. Devlet Bahçeli, terbiyeli ve mahcup bir insandır. Kemal Kılıçdaroğlu, hali ortada, konu mankeni. Rolü bitince yollanacak. Arkadaki derin gücün başrol oyuncusu değildir. Arkada Ergenekon ve İttihad Terakki zihniyeti var. Yerli değerlere düşmanı bu zihniyet, MHP'nin başına Engin Alan ve CHP'nin başına da Mehmet Haberal'ı getirme peşinde. Nihai gaye milletin özüne dönüşünü engellemektir. Hedefe giden her yolu mubah saymaktalar. Bu itibarla Devlet Bahçeli'nin gerçekleri göremeyip Tayyip Erdoğan'ı tenkit edeyim derken İsmet İnönü, Süleyman Demirel müdafii kesilmesi MHP tarihine aykırı ve kendi adına büyük talihsizliktir. Seçimin sonucu bellidir. İktidar açık ara kazanacak. CHP ve MHP'de ise iç hesaplaşmalar yaşanacaktır. Mevzubahis iki parti birbirine benzetilip tek parti yapılmak istenmekte. Bu da Ergenekon'un negatif çılgın projesi. Ülkücülerin bunu hazmetmesi imkânsızdır. MHP'nin CHP kazanında eritilmek istenmesi onlar için azaptır. Ülkücüler, MHP'nin CHP olmasına izin vermeyeceklerdir.
.
Obama, İsrail'i '67 sınırlarına çekebilecek mi?
25 Mayıs 2011 01:00
> İsrail kurulduğundan bu yana kan, ateş ve zulümle 100 kat büyüdü. Barack Obama diyor ki: Irak'taki misyonumuzu bitirerek askerimizi geri çektik, Afganistan'da Taliban'ın gücünü zayıflattık, El Kaide liderini öldürdük, Kuzey Afrika ve Orta Doğu'daki reform hareketlerini destekliyoruz, Tunus ve Mısır diktatörleri gittiler, sırada Kaddafi ve diğerleri var, bu ülkeler gibi İsrail de statükoyu terk ederek 1967 Savaşı öncesindeki sınırlarına çekilmeli, güvenli İsrail ve sürdürülebilir Filistin şartlarıyla iki devlet yan yana yaşayabilmelidir. Başta Müslüman ülkeler olmak üzere dünya başkentleri, Washington'dan böyle bir çıkış beklemiyordu. Obama, yumuşak radikallik gösterdi. Çağrı, Ankara başta olmak üzere, Filistin ve İslam başkentlerinde olması gereken olarak değerlendirildi. Gerçi aynı Obama, İsrail'e 'kendini savunabilme şartlarına sahip olması barışa katkıdır' da diyor. Halbuki İsrail kendini savunmuyor. Kurulduğundan bu yana kan, ateş ve zulümle 100 kat büyüdü. Bu tavizkâr bakışa rağmen İsrail başbakanı Benjamin Netanyahu, randevu şu-bu demeden gelip Beyaz Konak'ın kapısına dayandı. İsrail yönetimi, Amerikan başkanının bölge barışına hizmet anlamında takdir edilecek bir konuşma yaptığını, ancak '67 sınırlarına çekilmelerinin mümkün olamayacağını beyan ve iddia ve ısrar ediyor. Bu cümlenin birinci kısmı, şarta bağlı bir rüşveti kelamdır. Hani demişler ya 'Allah, şu ama, fakat, lakin, ancak' kelimelerinin cezasını versin!' diye. Cümlenin ikinci kısmı karşısında ilk kısmının ne kıymeti harbiyesi olabilir? Obama'nın zor-güç de olsa sağlık sigortası problemini çözüp Amerikan halkını bu medeni imkâna kavuşturması bir büyük artıydı, fakat neredeyse unutulmaya yüz tutmuştu ki bin Ladin olayı patlak verdi. Gerçi küçük kızının yanında öldürülmesi, cesedinin denize atılması dünyada tartışılıyor. Buna rağmen Üsame bin Ladin'i silmesi ile içeride elini tekrar kuvvetlendirdi. Şimdi üçüncü adımı atıyor. Küllenmiş BOP projesi biraz da kendiliğinden infilaka başladı. Barack Obama coğrafyamızı kastederek şunu diyor: -Onlar, bizim kıyılarımızdan çok uzak olabilir, fakat inanç, tarih ve ekonomi olarak istikbalimiz bu bölge ülkelerine bağlıdır. Washington, reform, değişim arayışlarını tarihî fırsat olarak görüyor. Bunu görürken statükonun en katısına saplanmış İsrail'in bu fırsatı baltalamasına izin vermek istemiyor. Türkiye, Filistin ve İslam dünyası, Obama'nın İsrail'e söylediği 67 öncesine çekil, küflenmiş, kireçlenmiş statükoyla daha fazla gidemezsin! Mealindeki sözlerine destek verirken, Tel Aviv, güler yüzlü bir hırçınlıkla 'ne münasebet!' dedi. Bakalım, İsrail mi daha güçlü ABD mi? Obama mı dirayetli Netanyahu mu? Başkan, geri adım atmamalıdır. Başına buyruk bir İsrail'le dünya daha nereye kadar gidebilir?
.
15 Haziran tehdidi
26 Mayıs 2011 01:00
Seçimlerden sonra 15 Haziran'da iç harp çıkabilir, iktidar düşebilir, Başbakan Tayyip Erdoğan da hapse girebilirmiş... Bu iddianın sahibi, eski milletvekillerden Mahmut Alınak. Şimdi, Abdullah Öcalan'ın avukatlarından. 11 Mayıs'ta müvekkili ile görüşmüş. Fakat iki hafta sonra açıklama yapıyor. Hangi görüşlerin müvekkiline ait ve hangilerinin şahsi mütalaası olduğu net değil. Çok da önemli değil, neticede dile gelenler ortak fikirleri. Buna göre Abdullah Öcalan, örgüt üzerindeki kontrolünü giderek kaybetmektedir. İktidar, Kürt meselesinde katı davranmaktadır. Bu anlamda askerle iş birliği halindedir. Ama aynı zamanda askerle iktidar rekabeti de yapmaktalar. 15 Hazirana kadar makul adımlar atılmazsa, ateşkes uzatılmayacak, iç harp çıkacak, darbe yapılarak iktidar düşürülecek, Başbakan hapse girecektir. Bazıları, gündüz rüya görebilirler. Rüyanın zamanlaması ilginç: Bu açıklamanın bekletilip Egenekon temsilcilerinin Kandil'de örgütle görüşme yaptığı, Kemal Kılıçdaroğlu'nun ayak üstü 'özerklik dağıtıyommm abla!' vari boşboşcu ağzıyla konuştuğu, Süleyman Demirel'in CHP'ye fahri genel başkan olduğu, MHP'nin kaset baskısıyla şekillendirilmek istendiği günlere denk gelmesi tesadüf olabilir mi? Kısacası, Ergenekon-Kandil-Silivri-İmralı dörtgeni devrede. Buna güneyimizdeki küçük devlet de yakında katılırsa şaşmamak lazım. Hükümet, Kürt probleminde makul adımlar atmıştır, atmaktadır ve atacaktır. 80'lerde, 90'larda şu sütunlarda Kürt diye yazamıyor, Güneydoğulu diyebiliyorduk. O günlerden geldik. Şimdi ise makul adım dedikleri şudur: Aynı topraklarda iki devlet, iki resmi dil, iki bayrak ilanı. Bu hedef için özerklik, bir basamaktır. Tayyip Erdoğan, tek bayrak, tek devlet, tek vatan ve tek resmi dil dediği için yukarıdaki tehditler yapılıyor. Şer odakları, bölücüler ve Ergenekoncular işbirliği halindeler. Ortak hedef iktidar. İktidarı devirdikten sonra kendi aralarında masaya oturacaklar. Yeni bulunan kayıtlarla Lenin'in Yahudi olduğu kesin şekilde ortaya çıktı. Kurnaz Yahudi, Ekim ihtilalini yaparken Orta Asya Türklerine kendisine destek olduklarında onlara istiklallerini vereceğini vaad etmişti. İktidarı ele geçirince işe önce Türklere zulümle başladı. Bu zulüm 70 yıl sürdü. Ergenekon, şimdi, kendi emrindeki Kürtçüleri harekete geçirerek parlak vaadlerle onları, kullanma planı yapıyor. Bu oyuna bu ülkenin Türk, Kürt, milliyetçi, vatansever insanlarının uyanık olması gerekir. İç harpmiş. İç harp zaten bazılarının şuur altı isteğidir. İç harp olmayacak! Seçimlerden sonra insana, ülkeye ve çağa yaraşır bir anayasa yapılacak. Türkiye, 2023 ve 2071 Büyük hedeflerine yürüyecek. Mahmut Alınak'ın konuşması iyi tahlil edildiğinde 'kontrol' sözü önem kazanmaktadır. Net şekilde anlaşılıyor ki Abdullah Öcalan, Ergenekon'un Kürtler üzerindeki kontrol memurudur. > Ergenekon-Kandil-Silivri-İmralı dörtgeni devrede. Buna güneyimizdeki küçük devlet de yakında katılırsa şaşmamak lazım.
.
Necip Fazıl Yılı
27 Mayıs 2011 01:00
ANAP iktidarının ilk döneminde şairin Erenköy'de oturduğu köşkün satın alınarak Necip Fazıl Müzesi yapılmasını teklif etmiştik, olmadı. 5 yıl kadar evvel Sakarya Valiliği'nin Sakarya Nehrinin kıyısına veya şehir meydanına bir anıt dikerek üzerine Sakarya Destanı'nı kazıtmasını teklif etmiştik, bu da olmadı. Bir buçuk yıl kadar önce İBB'nin İstanbul'un nerelerine Necip Fazıl şiirlerini mermer anıtlara kazıtarak dikmesi gerektiğini teklif ettik, o da olmadı. Bunların olması merhuma bir şey kazandırmayacaktı. Yine de zaman geçmiş değildir. Muhafazakâr taraf, bu hususta inanç varlığının aksine olarak diğer kitleye göre ihmalkârdır. Şayet Necip Fazıl, yaradılış gayesine dönüş yapmasaydı şimdi Nobel sahibiydi. Bizde sol, laik, artık adına ne denecekse o kesim, Ahmet Hamdi Tanpınar'ı keşfetti ve bir bakıma sağın elinden aldı. Aynı kesim, Cemil Meriç'i de keşfederek, O'nu da aldı. Peyami Safa'yı aldı. Daha Necip Fazıl'ı keşfedemedi. Ama yeni nesiller, keşfediyor. İnternetten görüyorum, muazzam bir alaka var. Temenni ederim ki şimdilerde Osmanlıya karşı yapıldığı gibi kuru kuruya hayranlık olmaz. Zaten kendisi de bu durumlardan 'anlaşılmadan benimsenmek' ve 'tanınmadan dışlanmak' sözleriyle şikâyetçi. 26 Mayıs 1904'te dünyaya geldi. Yirmili yaşlarda eser vermeye başladı, ömrünün sonuna kadar yazdı ve anlattı. 25 Mayıs 1983'te vefat etti, fakat bir gün sonra doğum tarihi olan 26 Mayısta toprağa verildi. 6 ay sonra, kasım ayında Turgut Özal Başbakan oldu. Necip Fazıl Fikriyatı'nın iktidara gelişi ANAP'la başlar. Bugünse AK Parti iktidar kadroları, O'nun takipçisidir. Şu günkü müreffeh Türkiye imkânının büyük imzalarından biridir. Necip Fazıl, bir mazlum ve mağdurdur. Sistem var gücüyle bu 'Yalnız Dâhi'nin üstüne gitmiştir. Aleyhine kesinleşmiş mahkeme kararıyla mahkum olarak öldü. Vahidüddin Vatan Haini Değil, Büyük Vatan Dostu ismindeki kitabından dolayı ceza aldı. İsmi böyle koymak, Atatürk'e hakaret sayıldı. Temyiz vs. kâr etmedi. Hapse girmesini Dr. Ayhan Songar'ın raporları engelledi. Necip Fazıl nedir? En evvel ve en sonra mütefekkir... Şairliği, hikâye yazarlığı, tiyatro yazarlığı, muharrirliği, hatipliği ve ne varsa hepsi bu ana damardan beslenir. Yüksek fikri gerilim ve coşkun hissiyat terkibi eserlerinin kimyasıdır. Türkçe, dilinde çağlayandır. Peki diğer kesim Necip Fazıl'ı keşfetsin mi? Mütefekkir ve san'atkâr, bütün insanlığın ortak değeridir. Değerleri kimse kimsenin elinden alamaz. Keşfedildikçe çoğalırlar. Vefatının 30. yılı Necip Fazıl Yılı ilân edilebilir. Kültür Bakanlığı şimdiden bütün eserlerini basmaya başlamalı. 5 büyük şiirinin yazıldığı yıllarda Necip Fazıl kutlamaları yapılabilir. Çile Yılı, Canım İstanbul Yılı gibi... > Şayet Necip Fazıl, yaradılış gayesi-ne dönüş yapmasaydı şimdi No-bel sahibiyd
.
826 yıl süren rüya
30 Mayıs 2011 01:00
Şanlı Peygamber -sallallahü aleyhi ve sellem- Hendek Harbi'nde "Le tüftehanne'l Konstantiniyyete ve le nî'mel emrü zâlike'l emr ve le nî'mel ceyşü zâlike'l ceyş/Konstantiniyye bir gün fetholunacaktır, O'nu fetheden emir, ne güzel emirdir ve O'nu fetheden asker ne güzel askerdir" diye istikbalin İstanbul'unun fethedileceğini muştulamışlardı. Hicri 5. yılda, 627 senesinde verdikleri bu müjde, 826 yıl boyunca Müslümanların büyük rüyası oldu. Beldet'üt tayyibe/güzel şehir, Araplar tarafından 5 kere, Osmanlılar tarafından da 7 kere muhasara edildi. İlk İslam Kuşatması, Hazreti Osman'ın Şam Valisi olan Hazreti Muaviye komutasında yapılmıştır. Konstantiniyye, ancak 29. Kuşatmada 29 Mayıs 1453 tarihinde fethedildi. Oğuzların Kayı Boyundan bir Osmanlı Türkü ile O'nun aynı zamanda Sultan'ın Ordusu olan necib milleti, kutlu Peygamber müjdesine nail oldular. İstanbul'un fethi, Türklerin İslamın bayraktarlığı vazifesini de devralma tarihidir. Fatih Sultan 'Mehemmed Han' Halife değildi. Lakin, fiilen Halifeydi. 'Halife' unvanını hukuken ilk defa 29 Ağustos 1516'da Yavuz Sultan Selim Han aldı. Emanet-i Mukaddese'nin Payitaht'a gönderilmesi ise 6 Temmuz 1517 tarihindedir. İstanbul' un hükmettiği topraklar, 23 milyon 400 bin km2'ye kadar çıkmıştır. Bu şehir, hiçbir gün 777 bin km2 gibi küçük bir toprağa merkezlik yapmadı. Bu ceza 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Muahedesiyle Ankara'ya kesilmiştir. İstanbul, 29 Ekim 1923'e dek 470 yıl devletin merkezi oldu. 3 Mart 1924'e kadar 408 yıl da Dar'ül Hilafe'ydi. II. Mehmed tarafından fethedildi. Peki kim muhafaza etti? Sultan II. Abdülhamid. Bu padişah, siyonist tezgâhıyla 27 Nisan 1909'da tahttan indirilerek Selanik'e sürgüne gönderildi. 3 yıl sonra Beylerbeyi Sarayına nakli yapıldı. Selanik düşmektedir. Padişah, düşman eline geçebilir. Diğer taraftan İstanbul 13 Kasım 1918'de İtilaf devletleri, Britanya Krallığı, Fransa ve İtalya tarafından 55 gemi ile gelen 3500 askerle işgal edilir. Bu işgal başlamadan evvel İttihad Terakki, Payitahtı Anadolu içlerine nakletmeyi planlar. Bu defa nezaret altındaki Sultanı İstanbul'dan da götürmek isterler. Devrik Padişah der ki: - Hiçbir yere gitmem! Ben, Bizans imparatoru kadar da mı olamayacağım? O çarpışa çarpışa surların dibinde öldü. Verin bir tüfek, kendimi müdafaa ederim!.. Bu dirayetli çıkış üzerine başşehrin naklinden vazgeçilir. İstanbul, o gün boşaltılsaydı bugün Selanik gibi bir Yunan şehriydi. İşgalciler, 6 Ekim 1923'te gittiler. Ama geldikleri gibi gitmediler. Neleri alıp götürdüklerini namuslu tarih yazacaktır. BOP belki de bir eski projedir.
.
Roma İmparatoru
31 Mayıs 2011 01:00
Şu diyeceğimiz, bölünmenin, devletin devamlılığını imkânsızlaştırmasına önemli bir misaldir. Büyük Roma İmparatorluğu, 395 yılında Doğu Roma ve Batı Roma diye ikiye ayrıldıktan sadece 81 yıl sonra ana gövde Batı Roma çökmüştür. Diğeri ise bir süre bütünü kucaklama iddiasıyla şaşaalı zamanlar yaşasa da 'Köhne Bizans' derekesine düşmekten kurtulamaz. Devleti ayakta tutan mermer sütun adaletin yerini yılan kıvraklığında entrikalar alır. Bizans denen bu Şarkî/Doğu Roma'nın ortadan kaldırılma tarihi 29 Mayıs 1453 olacaktır. Böylece iki kere miras hadisesi yaşanır. Siyasi teşkilatlar, üstyapı, dağılsa da insan unsuru ve toprak unsuru değişerek devam eder. Doğu Roma, Batı Roma İmparatorluğu'nun 4 Eylül 476'da yıkılması üzerine O'nun, insan, toprak, kültür mirasını tevarüs eder. Bu, şu demektir, artık darala darala sur içine sığınan Bizans yahut Konstantiniyye'yi devirerek O'nu tarihten düşüren Devlet-i Osmaniyye, hem mütevazı bir devlet olmaktan Cihan Devleti/Süper Güç derecesine yükselmiş ve hem de her iki Roma'nın bütün mirasını devralmıştır. 29 Mayıs 1453'ten itibaren Osmanlı Sultanları aynı zamanda Roma İmparatoru'dur. Padişahın unvanları vardır. Halife-i Ruyi Zemin/Yeryüzünün Halifesi, Sultan'ül Berreyn/Karaların Sultanı, Hakan'ül Bahreyn/Denizlerin Hakanı gibi. Bunlardan biri de Sultan-ı İklim-i Rum/Roma'nın Sultanı'dır. Anadolu'nun ismi 'Diyar-ı Rum'dur. Buradaki 'Rum' Roma'dır. Rum Eli/Roma Eli. Burada bir fasıl açmak gerekirse Kıbrıslı gayrimüslimler, Yunan değil, Roma bakiyesidir. Yunan, Kıbrıs'ta hükümran olmamıştır. İstanbul, İslamın 826 yıllık rüyası ve aynı zamanda Müslüman Türk'ün 1071'den beri Kızılelmasıydı. Ancak, İstanbul payitaht olunca Kızılelma, bu defa bir kızıl gagalı kartal gibi Roma Sarayı'nın kubbesine konar. Bunun içindir ki Fatih, Garbi/Batı Roma memleketlerini de fethetmek istemektedir. Gedik Ahmet Paşa'nın Toronto seferini, muhtemelen Hünkârın Memluklar üzerine yapacağı seferi hümayundan sonraki muhteşem seferi takip edecektir. Ne var ki ordunun başında olduğu halde bu cihada giderken Gebze Çayırına geldiğinde rahatsızlanır. Tıbbi müdahaleler tesir etmez. Yahudi asıllı hekim Yakup Paşa şerâb-ı fariğ adlı ilacı içirir. İlaca zehir katılması kuvvetli şüphedir. Padişah, birkaç saat içinde şehid olur. Batı Roma fütuhatı gerçekleşmez. Ama, İstanbul'un fethi, gönüllerde Devlet-i Ebed Müddet diye bir aşkı tutuşturmuştur... > 29 Mayıs 1453'ten itibaren Osmanlı Sultanları aynı zamanda Roma İmparatoru'dur. Padişahın unvanlarından biri de Sultan-ı İklim-i Rum (Roma'nın Sultanı)dır.
.
İstanbul'un kazandırdıkları
1 Haziran 2011 01:00
Osmanlı Sultanı, 1516'dan itibaren aynı zamanda İslam Halifesi'dir. Keza Roma İmparatorudur. Gayrimüslim teb'anın hukukunun da teminatıdır. Dar'ül Hilafe, aynı zamanda Ortodoks Hristiyanlığın da merkezidir. Fatih Sultan Mehmed Han, camiye tebdil eylediği Ayasofya Camiî Şerifini 'Kim ki camilikten çıkartırsa' ona mânevi tehditler yağdırdığı vasiyetnamesini tanzim eder. Ancak diğer taraftan Ermeni patrikliği kurdurur ve her kavmi insanca yaşama ve ibadetini hür bir şekilde eda etme imkânlarına kavuşturur. Hukuk ana caddesinde iki şerit vardır. Müslim ve gayrimüslim. Tercihini yapan, hayat üslubunu seçmektedir. Bunların kavranması imparatorluk hayatına bir parça aşina olmakla mümkün. Herkes himaye görür. Herkesin hukuku mahfuzdur. Ama ihanetin imtiyazı yoktur. Rus çarı Alexandr'la iş birliği yaparak devlete ihanet eden patrik V. Gregorious, Sultan II. Mahmud iktidarında 21 Nisan 1821'de Patrikhane'nin orta kapısı önünde idam edilir. Dikkat edilecek husus, ülkeden ilk kopuşun az sonra yaşanacağıdır. Bugün de kendine gelemeyen Yunanistan 1829'da isyan edip istiklaline kavuşacaktır. Suç tafsilatı, patriğin göğsündeki yaftada mevcuttur. Heybeliada Ruhban Mektebi'ne izin verileceği zaman bu kapının açılması da şartlar arasında yer almalıdır. 826 yıl rüyası görülen İstanbul. 470 yıl başkent olan İstanbul 408 yıl hilafet merkezliği yapan İstanbul milletimize 5 şey kazandırdı: Büyük bir itibar. İstanbul Türkçesi. İstanbul Hanımefendisi. İstanbul Beyefendisi. Ve dünya çapında düşünme melekesi. Eğer Abdülhamid-i Sani, İttihadçılara uyarak Beylerbeyi Sarayını tahliye edip Anadolu içlerinde tahsis ettikleri bir başka nezarethaneye gitseydi Bugün Türkiye, küçük bir devletti. İstanbul, Anadolu'nun da İslam âleminin de başı durumundadır. Baş varsa gövde vardır. Bugün Libyalı muhalifler yeni Libya devletini gelip İstanbul'dan ilan etmeleri tesadüfi bir hadise değildir. İstanbul müşterek değerdir. İçinden deniz geçen ve iki kıtaya kurulmuş olan bu şehir, bugün de doğu ve batı kültürleri arasında köprüdür. Çağ açıp çağ kapayan bir fetih, elbette bayramdır... > İçinden deniz geçen ve iki kıtaya kurulmuş olan İstanbul, bugün de doğu ve batı kültürleri arasında köprüdür.
.
Devletle derin devletin mücadelesi
2 Haziran 2011 01:00
Dokunulmazlık zırhındakilere dokunuluyor. İlk defa bir orgeneral tutuklanabildi. Gerçi nezarette sadece bir gece kaldı. Hemen sabahında malum rapor senaryosu ile hastaneye aparıldı. Tutuklama istisnai olduğu halde nasıl vahim deliller ibraz edildi ki mahkeme bu kararı verdi. Geçen hafta, önce Gölcük Donanma Komutanlığı'nda kanlı terör örgütüyle iş birliği yaparak ülkeyi karıştırma planlarına dair dehşet verici belgeler ortaya çıktı. Heyhat ki terörle mücadele için para, postal ve rütbe verdiğimiz bir kısım kimseler, teöristlerle ortak çalışmaya girmişler. Sonra bu orgeneral olayı patlak verdi. Aynı günlerde 12 Eylül generallerine dava açıldı. Hopa, terörü yukarıdaki sahnelerden hemen sonra geldi. Buna tesadüf denebilir mi? Ne o tesadüftür ne de Hopa-Ankara-İstanbul terörünün eş zamanlı olması. Hizmet üretemeyenler terör üretiyor. Bunlar, şartlanmış kafalar, yürekleri kin ve kıskançlıkla dolu. Türkiye'nin dünyadaki itibarı, kalkınma yüzdesi, sağlıktan, ulaşımdan şehirlere kadar hemen her alanda başka ülkeleri gıpta ettiren devasa hamleler hiç umurlarında değil. Şu hayal gibi projeleri gördükleri yok. Demokratik bir yolla iş başına gelmiş ve çalışan bir iktidara karşı garezkâr hisler içindeler. Şimdi tam da seçim arefesine girmişken balta, mızrak, taş, kurşun, bozuk para neleri varsa onlarla polise, iktidara ve dolaylı olarak millete saldırmaktalar. Statüko, direniyor. Ergenekon, sol-sağ, rütbeli-rütbesiz ve Kürtçü kanatları ile iş birliği halinde. Tek saf ve tek cepheler. Derin devletin gözünü uyku tutmaz olmuş. AK Parti, üçüncü kere ve açık ara iktidara yürüyor. Üçüncü kere iktidara gelmesinin bütün iddialarını bitireceğini bilmekteler. Fikren yok oluyorlar. Seçimlerden sonra yapılacak yeni anayasada kurumlar ve kurum temsilcileri olması gereken yerlerde olacaklar. Kürt asıllı vatandaş, bir kâbustan uyanıyor. Gerçek milliyetçi, itibarlı Büyük Türkiye'nin en büyük milliyetçilik olduğunun şuurunda. Ekonomisi berbat, parası puldan beter, devlet adamları yabancı devlet adamlarının kapısında randevu için boyun büken, üçüncü sınıf bir Türkiye'nin adını Milliyetçi Türkiye diye değiştirseniz ne çıkar? Derin devletin militan yüzü olan Ergenekon cephesi, ülkenin değerlerine, istikrarına, itibarına, istikbaline ve iktidarına savaş açmış bulunuyor. Sokaklarda zekâ özürlü terör magandalarını kullanıyorlar. 12 Haziran 2011'de Türkiye, tarihi virajı almasın diye her yol mubah sayılacaktır. Kitleler halinde katliamlar yapabilir, darbelere kalkışabilir, büyük sabotajlara girişebilirler. Bu eşit ve insanca hayata inanmışlarla mütegallibenin mücadesidir. Ya her anlamda bağımsız Büyük Türkiye gerçek olacak veya Ergenekon pençesindeki köhne Türkiye'ye dönülecektir. Devletle, derin devletin tarihi mücadelesi yaşanıyor. > Hizmet üretemeyenler terör üretiyor.Bunlar, şartlanmış kafalar. Yürekleri kinle dolu.
.
Kutsal Diyarbakır
3 Haziran 2011 01:00
> Peygamber, sahabe, âlim, evliya ve şair şehri olan Diyarbakır, 30 senedir yakasına yapıştırılan imaja layık değil. İnşallah bu mübarek şehrin kötü talihi dönüyor. Mekke-i mükerreme'de Harem-i şerif... Medine-i münevvere'de Ravza-i mutahhara... Kudüs-ü şerif'te Mescid-i Aksa... Diryarbekr-i şerif'te Camiî Kebir/Ulu Cami... Diyarbakır, beşinci Harem. Beşinci mübarek İslam kenti. İslam medeniyetinde şehirlerin de derecelenmeleri mevzubahistir. Eski iktidarlardan bazıları, Güneydoğu'nun kopmasına razı oldular fakat bu zaruri konuşmaları yapmadılar. Başbakan Tayyip Erdoğan'ın şimdilerde seslendirdiği sözler, 25 sene evvel dile gelseydi, Güneydoğu'da bu kadar insan, zaman ve imkân kaybı olmaz, analar ağlamaz Kürt meselesi diye bir dert ortaya çıkmazdı. Bu kayıplara razı oldular, o cümleleri asla sarf etmediler. Bunlar, meseleye ırk değil, ümmet ufkundan bakmaktı. Bin yıl o ufkun rahmeti bu topraklara yağmıştı. Yabancılaşmış bazı beyinler, ulvi anlamları kavrayamadılar. Halbuki bu ümmet, ümmetçiliği bilmez, lakin her rengiyle kardeş olarak bir arada yaşar. Ümmetçilik tıpkı sosyalizm gibi batının masamıza bıraktığı bir reçetedir. Söylenecek söz oydu. Söylenecek söz, şu sütunda 35 yıldır yazdıklarımızdı. -Allahımız bir, Peygamberimiz bir, kıblemiz bir, dinimiz bir! Bu gerçeği ikrar, bu vatandan saklanarak bölücü örgüte dolaylı destek verildi. Bir yanda "Kürtlerin dini Zedüştlüktür" diyen sözde Kürtler, diğer tarafta "Türklerin dini Şaman'dır" diyen sahte Türkler vardı. Saklanan, mutlak doğruları kürsüden ilk defa Tayyip Erdoğan dile getirdi. İyi de etti. Böylece AK Parti, Doğu ve Güneydoğu'da dimdik yükseldi. Bu defa çarşamba günü Diyarbakır mitinginde bu gerçeği daha da kuşatıcı bir şekilde anlattı: -Diyarbakır bir Peygamberler şehridir, burada 21 Sahabe-i kiram yatmaktadır, Diyarbakır, Mekke, Medine, Kudüs ve Şam'dan sonra beşinci Harem'dir, dedi. Diyarbakır'ın İslam Medeniyeti'nin merkezlerinden olduğuna dikkat çekti. Diyarbakır Surlarının dünyanın ikinci en uzun suru olduğunu hatırlattı. İnşallah bu mübarek şehrin kötü talihi dönüyor. Peygamber, sahabe, âlim, evliya ve şair şehri olan Diyarbakır, 30 senedir yakasına yapıştırılan imaja layık değil. O berbat imaj, bölücü, kirli, emniyetsiz ve korkulan bir terör şehri resmediyor. O, tez vakitte bu imajdan kurtulmalı. Diyarbakır, sanki işgal altında. İnsanlar gitmeye ürküyor. Yatırımcı dönüp bakmıyor. Bu imaj ortadan kalkarsa bu tarihî şehrimiz, huzur içinde ziyaret edilecek. Vatandaşlar, din büyüklerinin huzuruna gelecekler. Bölgenin cazibe merkezi olacak. Turistler, ürkmeden oraya da gidecekler. Belki hac organizasyonu yapan şirketler, İstanbul, Harput, Urfa, Diyarbakır, Bağdat, Şam, Kudüs, Mekke diye kara yolunu 'Beşinci Harem'den geçirecekler. Yer altı ve yer üstüyle Diyarbakır çok çekti. Bir bakır levha gibi dövüldü. 12 Haziran, her şehir için değerli. Diyarbakır içinse bambaşka değerli. Diyarbakır'ın hata yapma lüksü yok
.
Kader haftası
6 Haziran 2011 01:00
> Washington, DC 51 milyon seçmen 12 Haziran 2011 Pazar günü gün doğumundan gün batımına, ortalama 10 saat süreyle sandığa gidip oyunu kullanmakla mükellef. Bu pazar, seçmenin vebali her seçimdekinden çok daha büyük. Çıkacak neticeye göre Türkiye, sürdürdüğü tırmanışta ya zirveyi garanti edecek veya bir sarhoş gibi o yükseklikten yere düşecektir. Seçmen, ya ülkemizi doğru yola sevk ederek sıhhat, selamet ve dirayetle 2023 Büyük Türkiye'sine varmasını temin edecek veya kendi geleceğini kilitleyecektir. 2023'te Büyük Türkiye olmamız, 2011 Seçimlerine bağlıdır. 2071'de Cihan Devleti Türkiye/ Süper Güç olmamız ise 2023'te Büyük Türkiye olmamıza bağlı. Siyaset, din değil. Parti, mezhep değil. Lider, kutsal değil. Kutsal olan, değerlerin ve istikbalindir. İnsanlık camiasında şerefle yaşamak ve nesillerinin böylece yaşamasını temin zorundasın. Partiler, liderler, siyaset, bu ufka ve bu gayeye hizmet ettiği, bunlara inandığı ve güven verebildiği nisbette makbuldür. Politik taassup, bir yobazlık çeşididir. Futbol takımı tutmuyorsun. Önümüzdeki 60 yılı oyluyorsun. Kader kavşağındayız. Kader haftasındayız. Türkiye kader haftasında. Seçmen bu hafta sonu: -Şahsının. -Ailesinin. -75 milyon Türk vatandaşının. -300 milyon Türk'ün. -1 milyar 500 milyon dünya Müslümanının... Geleceğine, hayatına, söz hakkına itibarına hükmedecektir. Kimse pikniğe gittiğini sanmasın. Kimse, olayı basit bir parti tercihi gibi düşünmesin. Birbirinden ne farkı var ahmaklığına düşmesin. Hakikati idrak şuurunu kaybetmesin. O oyda Gazze'deki mazlum dulun da, Libya'daki çaresizin de, Doğu Türkistan'daki ezilmişin de, Irak'taki yetimin de Karabağ'daki evsizin de Almanya'daki işçinin de hakkı var... Ne istiyorsun? Başbakanı uluslararası toplantılarda kaybolan bir Türkiye mi? Kendisi haritada bulunamayan bir Türkiye mi? IMF ve Dünya Bankası müfettişlerine hesap verirken boncuk boncuk terleyen bir Türkiye mi? Eğitimi bitik bir Türkiye mi? Sivil iradenin olmadığı bir Türkiye mi? Hiçbir önemi kalmamış bir Türkiye mi? Enflasyonun canavar kesildiği bir Türkiye mi? Çivi çakılmayan bir Türkiye mi? Aşağılık kompleksinin vücudu bir kanser gibi sardığı bir Türkiye mi? Bu ve benzeri yüz kızartıcı manzaralardaki bir Türkiye mi istiyorsun? Yoksa başı dik, ufku açık, bir haksızlık karşısında 'bir dakika!' diyerek putları devirebilen yürekli, bilekli, cesur, Osmanlının devamı, Tek Parti faşizminin karanlık mahzeninden çıkma mücadelesi veren bir Türkiye mi istiyorsun ? Sen elbette, vatandaşı huzurlu, pasaportu kıymetli, bölgesinde lider, dünyanın ilk 10'u arasına dahil olmuş, refah içinde bir Türkiye, bir memleket, bir devlet istiyorsun. Öyleyse kılı kırk yar. Ona göre oy kullan. Anayasayı değiştirmeyen bir iktidar topal kalır. > Bu pazar çıkacak neticeye göre Türkiye, sürdürdüğü tırmanışta ya zirveyi garanti edecek veya bir sarhoş gibi o yükseklikten yere düşecektir.
.
Oyunu kaosa atma
7 Haziran 2011 01:00
> Tam 203 yıldır kalıcı anayasa peşindeyiz. Bunda bir anormallik, bir sakatlık, bir utanılacak taraf yok mu? ilk meşruti hukuk mukavelemiz 1808 Tarihli Sened-i İttifak'tır. İlk anayasa, 1921'e kadar yürürlükte kalan 1876 Tarihli Kanuni Esasidir. 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu esas itibariyle bir geçiş metnidir. 1924'te -1961'e kadar- yine 'Teşkilat-ı Esasiye Kanunu' ismiyle yeni bir anayasa yapılmıştır. İstiklal Mahkemeleri, tek parti icraatları, elitist uygulama bu devirdedir. İlk defa ismi 'Anayasa' olan teşkilat kanunu, 27 Mayıs'tan sonra 1961'dedir. Bu anayasa, sonraki her yıkıcı ve bölücü ideolojik harekete zemin hazırladı. 1982 tarihine kadar yaşayabildi. '61 Anayasası devrinde sol-sağ kavgalarından 5 bin kişi öldü. 1982'de ise 12 Eylül darbecileri anayasa yaptılar. Halen yürürlükte olan, onun çok değişmiş devamıdır. Muhtevasında şahıs milliyetçiliği gibi bir garabet taşır. Zamanında bölücü terör, hem azdı ve hem de uluslararası desteğe kavuştu. İşin hazin ve izahı zor tarafı şudur, 27 Mayıs ve 12 Eylül anayasaları, referanduma sunulmuş ve halk da bunları kabul etmiştir. Tarık Zafer Tunaya, derste anlatmıştı. 27 Mayıs olur, apoletli darbeciler, cübbeli darbecileri, başkente çağırır ve onlara şu talimatı verirler: -İki saat içinde bir anayasa yapıp da getirin! Hukuk hocaları şaşkınlığa düşerler... Bir anayasanın iki saatte yapılabileceğine inanmış adamlar, darbe yapmış, iktidar devirmişlerdir. Böyle kimselerin 30 veya 300 değil de 3 kişi asmalarını şans saymalı. Görüldüğü gibi ülkemizde 1808'de Senedi İttifak'la anayasa arayışı başlamış, 2011'e gelmişiz hâlâ o arayış devam ediyor. 203 yıldır kalıcı anayasa peşindeyiz. III. Selim öldürülerek Senedi İttifak, Sultan Abdülaziz öldürülerek 1876 Anayasası, Osmanlı Hanedanı yurt dışına zorla gönderilerek 1924 Anayasası, Başbakan ve bakanlar asılarak 1961 Anayasası, üniversite gençleri asılarak 1982 Anayasası yapıldı. Bunda bir anormallik, bir sakatlık, bir utanılacak taraf yok mu? Demek ki yanlış kimseler, yanlış anayasa fikri yoğurmuş. Bu toplumda yıllardır sivil anayasa konuşulmakta. Şayet millet, 12 Haziran 2011'de yetki verirse iki asrı aşkın bir zamandır ilk defa ciddi bir fırsat yakalanacak. İlk defa katliam yaşanmadan, sürgün olmadan, idam yapılmadan bir mutabakat metni ortaya çıkacak, kalkınmanın yolu açılacak, kuvvetler ayrılığındaki ifrat makul olana çekilecektir. Bu neticeye varmak için seçmenin oyunu kaosa vermemesi gerekiyor. Oylar, kaosa atılmaz, Tayyip Erdoğan'a en az 367 yardımcı verilirse millet, 1961 ve 1982 Referandum kusurlarının keffaretini de ödemiş olur. ?Kaos, kargaşadır. Nifaktır. Bozgundur. Huzursuzluktur. Yeniden üçüncü dünya ligine düşmektir.
.
Suriye iç savaşa sürükleniyor
8 Haziran 2011 01:00
40 yıllık diktatörlükler, direnişe dayanamadılar. İnsanca yaşama hakkı isteyen halk hareketi, önce Tunus'ta Türk bayraklarıyla başladı. Zeynelabidin bin Ali, ülke dışına kaçmak zorunda kaldı. O, Arabistan'da ölürken makam odasının gizli bölmelerinde saklanmış döviz ve mücevherat ekranlardaydı. Diktatörlerin bir yanı zulüm, diğer yanı ihtirastır. Tunus, zulüm üzerine kurulmuştu. Kurucu Habib Burgiba, tam bir batı ajanıydı. Zeynelabidin bin Ali, gençlerin camiye gidemediği, kadınların sokakta bile başlarını örtemediği Burgiba rejiminin bekçisiydi. Halk hareketi, Tunus'tan sonra Mısır'a sıçradı. Kokuşmuş rejim önce direndi, fakat sonra orduyla kendini kurtarmaya çalıştı. Mısır'ın kurucu diktatörü ise çağdaş firavun Nasır'dı. Ne hüsnü ne de mübarek olan Hüsnü Mübarek de bu rejimin bekçisiydi. Halkı sosyal paylaşım iletişimiyle Tahrir Meydanı'na toplayanlar ise bir avuç genç oldu. Diktatör, önce dayandı, sonra pes etti. Fakat O, kaçmadı. Ama Şarm el Şeyh'te tatil de yapamadı. Orduevinde olmasa da şimdi O da Kenan Evren gibi hesap veriyor. Muammer Kaddafi delisi hâlâ direnmekte. Çocukları öldüğü halde hâlâ devrim türküleri söylemekte. Türkiye'nin 30 bin vatandaşını daha hava bozar bozmaz tahliye etmesi bir başarı, hareketi dalgalanmaya bırakması ise diğer başarıdır. Bir diğer direnense Yemen devlet başkanı Ali Abdullah Salih. İkametgâhına atılan bombalardan kıl payı kurtuldu. Yara aldığı söylenmekte. Arabistan'a gitti. Tekrar döneceği iddia edilse de hayli zor. Dönse de tutunamaz. Suriye sürpriz oldu. Aslında Suriye'de halk Beşar Esad'a değil, babasına hınç duymaktaydı. 48 yıl sıkıyönetim mi olurmuş? Bir azınlık, 48 yıl, boyunca memleketi ezdi. Hareket bölgede patlak verince Türk hükümeti Beşar Esad'ı sürekli uyardı. O da istenen bütün reformları yapacağını söyledi ama diğer taraftan kan döküldü. Bunun sebebi Beşar Esad'dan ziyade O'nu kendine perde yapan el Muhaberat güdümlü derin devlet. Netice itibariyle Ankara, kendisine danışmanlık da yaptığı halde Esad, krizi yönetemedi ve sonunda korkulan oldu. Kitleler halinde polis ve subay öldürülmeye başlandı. Bunun adı iç harp başlangıcıdır. Suriye, çok daha kötü günlere sürüklenebilir. Beşar Esad, gelen bu sele dayanamaz. İkna ederek kendisini Türkiye'ye almak Suriye için de bölge için de iyi olur. Ankara, seçime kilitlenmişken etrafımız, her geçen gün daha da karışmakta. Yunanistan'da açlık, Suriye'de hürriyet ayaklanması var. Ankara bugüne kadar dalgalanmaya bırak ve takip et politikası izledi. Şimdi B Planı veya ana planı uygulama günlerine gelmiş bulunuyor. Muhaliflere silah verenler, hadiseyi dilediği gibi yönlendirebilirler. Ona meydan vermeyelim.
.
Vereceğin oyla bölgeyi de yöneteceksin
9 Haziran 2011 01:00
> Maceraya prim vermemeli. Şunu da denesek dememeli. Yapacağın yanlış, hiç şüphen olmasın ki o kötü günleri geri getirir. Hiç partizanlık yapma, dar düşünme, parti tassubu gösterme vakti değil. İstikrarın, ekonomik kalkınmanın, itbarın devam etmesi şart üstü şart. Böylece 2023 Büyük Türkiye hedefine varmak mümkün olacaktır.... Maceraya prim vermemeli. Şunu da denesek dememeli. Ucuz polemiklerin tuzağına düşmemeli. Akıl, aklı selim, basiret ve soğukkanlılık günü. Türkiye'nin yakaladığı bu ivme, bu tarihi kalkınma ve istikrar, bu büyüme gücü bölgeye de huzur veriyor, Türkiye bir kere daha rol model oluyor. Vereceğin oy, sadece Türkiye için değil, asla değil. Oyunla Suriye, Irak, Yemen, Libya, Filistin ve Dağlık Karabağ'ın da huzuruna yön vereceksin. Ya büyümeye devam veya küçülmeye dönüş günündeyiz. Parti milliyetçiliği değil, ülke, millet, vatan ve tarih milliyetçiliği yapmalısın, partiler gaye değil vesiledir. Oylar, hatır için, hatıra için desinler için ziyan edilemez. Türk, Kürt, Arap, Arnavut... kim olursan ol bu gerçekler seni bağlamaktadır. Türkiye, 1990-2001 arasını boşa harcadı. Post Modern Darbe diye yargılanması gereken bir zulüm rejimi öz vatandaşını perişan ederek 2001 Ekonomik krizine yol açtı. Ülke tekrar perişan günlere sürüklendi. Şimdi yapacağın yanlış bir tercih, hiç şüphen olmasın ki o kötü günleri geri getirir. 'Ol maîler ki derya içredirler deryayı bilmezler' gafletine düşmemeli. Biz, üç yıldır yurt dışındayız. Yabancı ülkelerde her gün ülkemiz üzerine bir dizi sempozyum ve seminer yapılmakta. Birinci soru şu, Türkiye ne yaptı da 2001 gibi ağır bir krizi atlatıp bu sür'ati yakaladı? İkinci soru, siz ne yaptınız ki Dünya Krizinden etkilenmediniz? Bunun sihirsiz formülü şudur: Türkiye sevdası ve çok çalışmak.... Ankara'dan çıkmayan politikacılardan dünyayı hallaç pamuğu gibi atan, bölgeye hakim, dünya gündeminde ortak söz sahibi idareciler dönemine geçtik. Bu Allahın bir lütfudur. Kıymetini bilmek lazım. Şu gün Türkiye Orta Doğu ve Kuzey Afrika'da ABD'yi arkada bırakmıştır, İngiltere Fransa vs'nin esamesi yok. Bu mutlu sonuç Başbakan Erdoğan ve ekibinin akıllı düşünüp delice çalışmasından ileri geliyor. Bizi bilen bilir, hatır gönül için yazmayız, kalemimizi eğip bükmeyiz. Kalemimizin şeref ve haysiyeti her şeyin üstündedir. İşte bu titizlikle diyoruz ki oyuna sahip çık. Çevrenin oyuna da sahip çık. Bir asırda bir yakalanan bu millet iktidarına omuz ver, destek ver, yürek ver ve oy ver. Telefon zinciri, mail zinciri, SMS zinciri ve gönül zinciriyle gönlü gönlünce atan kardeşlerinin arkasında kaya gibi sağlam dur. Memeleket için. İstikbal için.. Allah için!!!
.
Olgunluk imtihanı
10 Haziran 2011 01:00
> 13 Haziran sabahı güneş, yepyeni bir Türkiye'nin üzerine doğmalıdır. Sonuç ne olursa olsun. Hayırlı olsun. Türkiye kazansın. Türkiye, genel seçimlere gidiyor. İhtilafsız, duru, huzurlu bir seçim günü temenni ediyoruz. Partiler, haftalar boyu meydan meydan seçmenin önüne çıktı. Herkes görüş ve projesini ortaya koydu. Vatandaş, şimdi hür iradesiyle tercihini yapacak, vekiller meclise gidecekler. Meclis bir istişare mekânıdır. Orada fikirlerin temsili gerekir. Tahmin ederiz ki yapılacak sivil anayasa, bu seçim barajı problemini dengeli bir şekilde halledecektir. Ortak payda Türkiye sevdası, yarınlarımız olmalı, milletimiz, yeniden güçlü bir iradeye kavuşmalı, yakalanmış bu rüzgâr daha güçlü esmelidir. Hedef aynı ise, iyilikte yarış dururken kavga niye? İki büyük hedefimiz var: Cumhuriyetin yüzüncü yılı 2023'te Büyük Türkiye'yi, Türklerin Anadolu'ya gelişlerinin bininci yılı 2071'de de Cihan Devleti Türkiye'yi inşa etmek. Yürüyüş bu kutlu yoldadır... 12 Hazirana giden süreçte genel başkanlar, zaman zaman çok sertleştiler. Halbuki biz bu sertlikten çok çektik. '70'ler, '80'ler kavgalarla geçmiş kayıp yıllardır. Bir güzel nasihat vardır. Der ki: 'Biriyle dost olduğunda bütün sırrını paylaşma, olur ki bir gün düşman olursun, biriyle ihtilafa düştüğünde de ağzına geleni sayma olur ki bir gün dost olursun!' Bu gerçek, kürsülerde ihmal ediliyor... Yunus neden hatırlanmaz? Ben gelmedim davi içün Benim işim sevi içün Dostun evi gönüllerdir Gönüller yapmaya geldim Kurşun renkli soğuk savaş dönemi politikalarından hâlâ kurtulamadık. Ne muhalefet, iktidarın yaptığını baştan sona karalamalı ve ne de iktidar muhalefetin her dediğini yok saymalı. Bir teklifte, bir icraatta hiç mi işe yarayacak taraf yoktur? Onu al ve köprü kur. Tersine var olan köprüler de atılıyor. O konuşmaları duyanlar 'peki bu insanlar, mecliste karşılaşınca ne yapacaklar?' diye düşündüler. Üstelik meydanlar, şenlik havasındaydı. Liderler sertleşince bir kısım zayıf kimseler de şaşırmakta. Gelen bazı mailler her türlü insaftan uzak. Bizde teşekkür kültürü dumura uğramışken tenkit fikri saldırganlığa dönüşmüş. Yazar zabıt kâtibi değildir. Mes'uliyet sahibi bir kalem, ne yazdığının şuurundadır. Herkes, tarih önünde de ahiret önünde de konuştuğunun, yazdığının ve yaptığının hesabını verecektir. Hesap dışılık yok, buna kimsenin şüphesi olmasın. Bir vatandaş, bir partiye gönül verebilir. Fakat partizanlık makbul değil. Partizanlık kara sevda gibi, kişinin gözünü bağlar. Bir siyasi hareket ülkemize, kalkınmamıza, geleceğimize ve insanlığa hizmet ettiği kadar kıymetlidir... Demokratik olgunluk imtihanındayız. Herkes, memleketimizi dünyada küçük düşürecek her türlü dar görüşten, sorumsuz davranıştan kaçınmalı, 13 Haziran sabahı güneş, yepyeni bir Türkiye'nin üzerine doğmalıdır. Sonuç ne olursa olsun. Hayırlı olsun. Türkiye kazansın . Türkiye, Büyük Türkiye olsun.
.
Şimdi helalleşme vakti
13 Haziran 2011 01:00
> Tayyip Erdoğan, bugün sadece Türklerin değil, Endonezya'dan Fas'a Müslümanların bir Dünya Markası'dır. > Washington, DC Seçimler yapıldı... Seçim neticesi, seçilenlere, milletimize ve bölgemize hayırlı olsun. TBMM sadece Türkiye'nin değil, bölgenin de Büyük Meclisidir. Seçimler, Doğu Türkistan'dan Endülüs'e, Kırım'dan Yemen'e kadar devasa bir bölgeyi alakadar ettiği için dünya da yakından takip etti. Seçmen, bir kere daha ağırlığını istikrardan yana koydu. Seçimlerden sonra içeride 3 olay önem kazanacaktır. Biri hemen, ikincisi bir miktar sonra diğeri ileriki yıllarda. Hemen olan Sivil Anayasa'dır. Yapanları yargılanan bir anayasa masum kabul edilebilir mi? İkinci mevzu Başkanlık Sistemidir. Üçüncüsü ise ikinciyle irtibatlı: Tayyip Erdoğan, son kere genel başkan. Yerine kim gelecek? İleriki zamanlarda bu sorulacaktır. Şüphesiz ki sayın Erdoğan kimi işaret ederse o, ama bu mesele AK Parti için büyük imtihan olacaktır? Çünkü, Recep Tayyip Erdoğan'ın güçlü şahsiyeti partisinden baskındır. Tayyip Erdoğan, bugün sadece Türklerin değil, Endonezya'dan Fas'a Müslümanların bir Dünya Markası'dır. CHP'de, MHP'de oylar partiye verilir. AK Parti'de ise Tayyip Erdoğan'a verildi. O'ndan sonra yapılacak bir hata, partiyi ya böler veya bitirir. Turgut Özal, daha sonra kendi ikrarıyla sabittir ki bu hataya düş-müştür. Önümüzde duran fevkalade ciddi diğer konu ise Libya-Suriye hattıdır. Türkiye meseleyi akıllı bir politika ile seçim sonrasına kadar zamana yayıp dalgalanmaya bıraktı. Ama artık böyle gidemez. Üçüncü kere kapımıza gelen fırsat tepilirse büyük vebal olur. Başbakanın defalarca dile getirdiği gibi Suriye, iç meselemizdir: 1. Suriye, en fazla yüzde yedi bir azınlığın demir pençesi altındadır. 2. Bu azınlık 48 yıldır ülkede hürriyetleri gasbetmiştir. 3. O azınlığın dışındaki büyük çoğunluk Türkiye Sünnisidir. 4. Nüfusun en az yarısı Türk vatandaşlarıyla akrabadır. 5. 3.5 milyon Türkmen, 1.5 milyon Kürt, Türkiye'nin ayrıca meselesidir. Verdiğimiz o kadar desteğe rağmen Beşar Esad, vaziyete maalesef hakim olamamıştır. Bu memleket, Mahir Esad adlı Hitler kopyası bir vicdan mahrumuna teslim edilemez. Suriye'de zulme razı olamayız. Seçimlerden güçlenerek çıkmış bir Türkiye'nin önünde büyük iç ve dış meseleler duruyor: İçeridekiler Anayasa ve diğerleri. Dışarıdakilerse Suriye ve diğerleridir. Bunlar, sorumluluğunun şuurunda, ahenk ve huzurla çalışan bir parlamento ile çözülebilir. Bu itibarla şimdi helalleşme vaktidir. Herkes herkesten helallik dilemeli. Haklı-haksız sertliklerden çok şeyler kırıldı. Olur ki biz de fark etmeden birilerini incitmiş olabiliriz. Biz de helallik dileriz. Değil mi ki niyet bir, hedef bir, gaye bir. Öyleyse bu kavgalar dünde kalmalı, bugün yeni beyaz sayfalar açılmalı. Şahsi hak iddialarıyla zaman öldürecek günde değiliz
.
Huzur veren Türkiye
14 Haziran 2011 01:00
> Yüzde 50'ler çok yüksek bir başarıdır. İktidar yıpratır, demek ki çalışmayanı yıpratıyormuş. Demokrat Parti'den sonra ilk defa bir iktidar partisi üçüncü kere seçim kazanıyor. Sonuçlar hayırlı olsun. En çok memnuniyet verici olan seçimin huzur içinde yaşanmış olmasıdır. Ama yine bir hukuk garabetiyle karşılaştık. YSK'nın iller bazında yaptığı düzenleme üzerine birinci parti, oylarını arttırsa bile milletvekili sayısında düşme yaşanıyor. Oylarını hayli arttıran AK Parti grubunda küçük de olsa düşme var. Küçük diyoruz ama o düşme olmasa alınacak parlamento kararlarını referanduma götürme yetkisi doğacaktı. Kim kazandı? İstikrar kazandı. Demokratik olgunluk kazandı. Netice olarak Türkiye kazandı. Netice olarak 2023 Büyük Türkiye hedefi kazandı. Netice olarak Cihan Devleti 2071 Ufku kazandı. AK Parti üçüncü kere kazandı. 2002'de 34.28 oy almışken bunu 2007'de 46.58'e çıkardı. 2011'de ise yüzde 50'lerde. Bu çok yüksek bir başarıdır. İktidar yıpratır, demek ki çalışmayanı yıpratıyormuş. Demokrat Parti'den sonra ilk defa bir iktidar partisi üçüncü kere seçim kazanıyor. Bir parti 21 milyon oy alıyorsa, 7 bölgede birinci oluyorsa ve her iki kişiden biri ona oy veriyorsa o parti tebrike layıktır. CHP 5 puan gibi bir artış elde etti. Fakat iddia ettiği yüzde 30'u aşma başarısını yakalayamadı. Hedefine varamamıştır. Kılıçdaroğlu, vekil sayısındaki kıpırdamaya dikkat çekiyorsa da CHP'de yeniden bir iç iktidar kavgası yaşanır mı şimdiden bir şey demek mümkün değil. Ergenekon'dan, Silivri'den yaptığı transferlerle ne kadar ahenkli bir parti olacağı merak konusudur. MHP başına gelen onca badireye rağmen küçük bir düşüşle seçimden çıktı. Barajı aşması tartışılırken baraj sınırını 3 puan arkada bıraktı. Bu sonuç, partiyi tatmin eder mi? Orada neler olabilir? Göreceğiz. Belki kan tazeleme adına büyük bir feragat da yaşanabilir. BDP vekil mevcudunu çoğalttı. Fakat bu parti, diğer bir-iki seçim bölgesindeki bir-iki vekil sayılmazsa güneydoğuda birkaç vilayete sıkışmış durumda. BDP'nin terörden yüzünü çevirmesi, bölücülüğe destek olmaması, vesayetten kurtulması, gerçekçi ve milli olması gerekir. Tercihini meşru zeminden yana yapmalı. Bu tablo şu durumu tescil etmiştir: Türkiye'de 4 eğilim vardır. Muhafazakâr merkez Büyük Türkiye partisi, AK Parti. Statükonun partisi, CHP. Türk partisi, MHP. Kürt partisi, BDP. Başbakan Erdoğan, yaptığı 'Balkon Konuşması'nda her vatandaşın her türlü hakkının kefili olduklarını açıkladı. Konuşma bir durum muhakeme ve muhasebesiydi. Şu fotoğraf iftihar vesilesidir: Türkiye, çevresine huzur veriyor. 2023'te 10. büyük ekonomik güç olmamız bugünden çok çalışmaya başlamakla mümkün. Akıllı veya çılgın ne kadar proje varsa sür'atle hayata geçmelidir. Kolay gelsin
.
Temel bakış açısı
15 Haziran 2011 01:00
Seçim sonuçları, aynı zamanda 'izm'lerin de tükendiğinin ilânıdır. Ülkemizde 12 Haziran 2011 İtibariyle İslamcılık, ırkçılık, Kemalistlik ve solculuk bitmiştir. Bu tarihle birlikte yeni bir çağa ve yeni bir coğrafyaya girdik. Veya şöyle diyelim. Öze döndük ve eve döndük. Veya şöyle diyelim, bir derin uykudan uyandık. Veya şöyle diyelim, korkuları korkuttuk. Bu dönüş, cemaatçilikten ehl-i sünnet ve'l cemaat çapına, millet dağarcığından imparatorluk kültürüne, kavmiyetten ümmete yükseliştir. Yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağmurlu... diye tarif edilen küçük vatan anlayışından sıyrılarak ezanların okunduğu o ulu coğrafyaya sevdalanmaktır. Bizim coğrafi hududumuzu Ezan-ı Muhammediler çizer. Seçim konuşmaları yapılırken aidiyet kültürü dışında Türkçülükten ve Kürtçülükten söz eden olmadı. Ana muhalefet kendine 'yeni' diyerek örtülü bir reddi mirasta bulunuyor. Bu parti nerede ise Kemalizmi de laikliği de ağzına almamakta. Fransız ihtilali sonrasında dünya 'izm'lerle tanıştı: Kapitalizm ve komünizm. Faşizm ve nasyonalizm... Portekiz, İspanya, Almanya, İtalya, Arnavutluk, Yunanistan, Türkiye, Rusya ve Arap ülkeleri, bunları değişik tonlarla kendi ülkelerine uyguladılar. Her biri bir heykel etrafında gardırop dansı yaptı. Her biri yoktan var oluyordu. Buralarda rejimler, kültürler, değerler altüst olur, insanlar pırasa gibi doğranırken bu ideolojileri fırınlayıp pompalayan İngiltere ve Fransa'da zerrece bir değişim olmadı. On dokuzuncu yüzyıl bu fikirlerin kuluçka dönemidir. Yirminci yüzyılın ilk çeyreği sahneye çıkmaları, ikinci çeyreği kan ve ateşe dönüşmeleri, son çeyreği ise grup vaktidir. Kapitalizm, faşizmi yirminci yüzyılın tam ortasına, komünizmi ise son hududuna gömdü. Şimdilerde o da can çekişiyor. Türkiye açısından on dokuzuncu yüzyıl aydın şaşkınlığı dönemidir. Çünkü bir imparatorluk, bir muazzam coğrafya ayakları altından kayıyordu. Cemiyet, bir taraftan harpler ve bir taraftan da fikir akımlarıyla çalkanıyordu. Yirminci yüzyılımız ise aydın inkârı, aydın korkaklığı ve aydın bunaması dönemidir. Erken bunamaya maruz kalmış sözde aydın, slogancıdır, şahısçıdır, taklitçidir ve ateisttir. Yabancılaşmış bu aydının Kemalizm, laiklik ve batıcılık diye övdüğü üç beş kavrama mukabil sövdüğü bir koca din, tarih ve mazi vardır. Türkiye'de bin sekiz yüzlerin başından iki binlerin başına kadar yaşanan, darbe, devrim ve reformlar aslında kendini arayışın birer kötü provasıdır. Sipariş üzere yazılmış kurtarma reçeteleridir. Su yatağını unutmaz. Su yatağını arıyor. Dönüş başlamıştır. Sular, denize hasret. Olay ne Arap baharıdır ve ne de Türk Turuncusu. Öze ve eve dönüştür. Uzun yalanlar zincirinin kırılması ve yerli değerlerin ithal ideolojileri mağlup edişidir. > Türkiye'de 1800'lerin başından 2000'lerin başına kadar yaşanan, darbe, devrim ve reformlar aslında kendini arayışın birer kötü provasıdır.
.
Reaksiyon partisi
16 Haziran 2011 01:00
> CHP, bir proje ve hizmet partisi değildir. O, bir reaksiyon kurumudur. Rejimin muhafızı olduğunu iftiharla dile getirir. Kemal Kılıçdaroğlu'nun işinin kolay olmadığını yazmıştık. Fakat parti içi çatışmanın daha sandıklar açılırken başlayacağını tahmin etmemiştik. Şimdi buna bir de Mehmet Haberal faktörü eklendi. İddialara göre Süleyman Demirel, Haberal vasıtasıyla CHP'ye sızmış, burada grup kuracak sayıya varmıştır. Tasavvur edilen bu grup, yakında seçildikleri çatı altından koparak müstakil bir parti olacak veya DP'ye geçecektir. Eğer bu plan gerçekleşirse CHP yeniden 115'e düşecek ve dolayısıyla artış namına hiçbir şey kalmamış olacaktır. Halbuki CHP genel başkanının seçim meydanlarında 'Haberal'ın başımızın üstünde yeri var!' sözü daha kulaklarda çınlıyor. Böyle bir vefasızlık kendisine acı bir ders olacaktır. Hem Ergenekon sanıklarını partiye aldıkları için bir kısım seçmeni kaçırdılar ve hem de kaçma sebebi ekip, şimdi yeni kondukları daldan göçüyor. Gel de tekerlemeyi hatırlama: 'Dal tartar kartal kalkar, kartal kalkar dal tartar!' Şaşırmadan hızlıca söylemek lazım. Fakat Kılıçdaroğlu nasıl şaşırmasın? Sonunda kimseye yaranmamışa dönecek. Halbuki çok koşturdu, çok kavga etti, çok ter döktü.. Ve sayın Kılıçdaroğlu bir hususta klasik halk partililerden daha muhtevalı davrandı. Seçim meydanlarında Atatürkçülük pazarlamadı, laiklik istismarı yapmadı. Ama bunu yapmayarak da klasik halk partilileri kızdırdı. Onlara göre suç bununla da kalmadı. Yeni CHP dedi. İki kelimesinden biri Atatürk, biri laiklik olmadıysa aile sigortası, askerlik gibi teklifler hiç mühim değil. O halde şurada resmedilen tablo açıktır: Statükocu CHP'liler için Kılıçdaroğlu bir mücrimdir. Bu fikri sabit sahibleri, Kemal Kılıçdaroğlu'nu yakında Atatürk düşmanı ilan ederlerse hiç şaşmayın. Hey gidi Kılıçdaroğlu! Bülent Ecevit bile o partiye dayanamamıştı. Yeni CHP sözünü ilk telaffuz eden Bülent Ecevit'tir. Karaoğlan efsanesiyle CHP'ye hiç alamadığı kadar oy kazandırıp birinci koalisyon ortağı yapmıştı. Buna rağmen kopmadan edemedi. Entellektüel Boyut adlı programda kendisine şunu sormuştum. 'Neden hapisten çıkınca CHP'nin başında devam etmeyip de DSP'yi kurdunuz?' Cevap 'CHP kendine has partidir, bazı şeyleri aşamadım!' CHP, bir proje ve hizmet partisi değildir. O, bir reaksiyon kurumudur. Rejimin muhafızı oluğunu iftiharla dile getirir. Rejim düşmanlığı diye bir hayali hakikat gibi görür. Muhafız, üretmez, korur. Sizi, Baykal'ı devirmek için kaldıraç olarak kullananlar işiniz bittiği için defterinizi dürme peşindeler. Dayanmanız çok zor. CHP'de bazı şeyleri aşamazsınız. Eğer dayanırsanız, eğer aşarsanız bu defa da onlar giderler. Halk Evleri'ne yerleşip oradan size ateş ederler. Tahminimiz o ki bir zaman sonra şöyle diyeceksiniz: -Boşa koşturmuş, boşa ter dökmüşüm!
.
CHP aynı CHP
17 Haziran 2011 01:00
> Kılıçdaroğlu, seçim meydanlarındaki gömleğini çıkartmaya fırsat bulamadan köşeye sıkıştırıldı. Taarruz edenler başarının B'sini bile söyletmiyor. Söylemediğin sözün hakimi, söylediğin sözün mahkumusun" deyimi meşhurdur. Kılıçdaroğlu şimdilerde söylediği sözün mahkumu oldu. Kendisiyle ekibinin dedikleri neydi? "Yüzde 30'un üzerine çıkacağız." Ama sandıklar açılınca hüsran başladı. Yeni olduğunu iddia eden CHP yüzde 26'da kaldı. Bunun üzerine parti içinden ve dışından Kılıçdaroğlu'na şiddetli salvolar başladı. Halbuki zahire bakılırsa 12 Haziran'da CHP'nin oyları yüzde 5 artmış, 15 milletvekili çoğalmış ve 5 milyon yeni seçmen kazanmıştır. Statükocu ekip bu neticeyi beğenmedi, elinin tersiyle itiyor. Çünkü hem vaad tutmadı ve hem de Güniz Sokak rüzgârlı oylar ödünç. CHP'de cadı kazanı kaynıyor. Bir kere daha bir Halk Partisi klasiği sahnede. Eski ekip iki parça, Deniz Baykal ve Önder Sav. Yeni ekip de iki parça, Kemal Kılıçdaroğlu ve Gürsel Tekin. Bir de Mustafa Sarıgül'den söz ediliyor. Mehmet Haberal ekibi var. Hepsi 6 ekip ediyor ki her ekibe bir ok düşer. Kılıçdaroğlu, çok zorda. Daha seçim meydanlarındaki gömleğini çıkartmaya fırsat bulamadan köşeye sıkıştırıldı. Taarruz edenler başarının B'sini bile söyletmiyorlar. Kavgalı dövüşlü olağanüstü kongre uzak olmasa gerek. Bakalım kim kimi yiyecek. Yiyenler de sonra birbirine düşer. Kanlı bıçaklı düşmanlar ortak düşman konusunda dost olacaklar. Fakat hedefteki düşman ortadan kalkınca birbirlerinin kanına ekmek doğrayacaklar. Bu bir gen olayıdır. CHP yeniliği hazmedemez, slogansız yaşayamaz. Anti oksidandan hoşlanmaz. Proje değil, reaksiyon partisidir. Bu partide hizipler, kavgalar, küslükler hiç eksik olmadı. Kemal Atatürk, İsmet İnönü'ye küs olarak öldü. İsmet İnönü, genel başkanlıktan devrilmesi üzerine hem partiden istifa etti ve hem de Bülent Ecevit'e küs olarak öldü. Bülent Ecevit, 12 Eylül'de hapse girmeyi fırsat sayarak CHP'ye küstü, Deniz Baykal'la şekerrenk öldü. Deniz Baykal, parti içi Bizans entrikalarıyla devrildi, şimdi rövanş arayışında. Sonuç ne olur? Mehmet Haberal ekibi gider. Mustafa Sarıgül, vaziyeti netleştirmeden mayınlı araziye girmez. Baykal-Sav ittifakı zor olsa da imkânsız değil. Yahut Gürsel Tekin, Baykal'a sonrasında kendini garantiye alacak şekilde bir iadeyi itibar fırsatı için çalışır. Kemal Kılıçdaroğlu da kendisi gibi 'yeni' diyen Bülent Ecevit'in yaptığını yapar ve kasketini de alarak ekibiyle birlikte DSP'ye gider, bu partinin başına geçer, bir dört yıl böylece dolmuş olur. CHP kadrolu ana muhalefet olarak sloganlarını tekrar edip durur. İş Bankasından miras payı, hazineden seçim payı dururken yenileşme gibi lüks fikirlere niye kafa yorulsun?
.
Yunanistan Türkiye'ye katılsa 4 mesele birden hallolur
20 Haziran 2011 01:00
> Washington, DC > Yunanistan'da gelinen nokta o kadar vahim ki bu ülke, Batı Trakya ve 12 Adanın satımıyla kurtulacak gibi değil... Yunanistan ve Suriye, iki komşumuz... İki komşumuz da açlığın pençesinde. İlki ekmeğe aç. İkincisi hürriyete. Komşusu aç iken uyumayı mubah saymayan bir medeniyet dairesinin mensubuyuz. Suriye için kapıları açtık. Canını kurtaran ana vatana geçiyor. Mülteciler 10 bini aştı. Kardeşlerimizi çocuk bahçelerine varıncaya kadar düşünerek en iyi şekilde ağırlıyoruz. Almanya da bir ara bu itibara ortak olmak istedi, fakat herhalde Ankara, kibarca reddettiği için bir daha sesleri çıkmadı. Suriye'nin tamamı gelse yine misafir ederiz. Nitekim Başbakan Erdoğan, önümüzdeki günlerde Şam ve Kahire'ye gidecek. Seçim sonrası teşekkür konuşmasında bütün o iklimleri de andı, çünkü Türkiye'dekilerin reyi, onların duası kendisi ile idi. AK Parti kazandı diye o merkezlerde halk sokağa döküldü. Başbakanın gitmesi müthiş bir atak, fakat en az 100 mükemmel yetişmiş güvenlik görevlisinin refakat etmesi, yenilecek-içilecek her şeyin buradan götürülmesi gerekir. Orta Doğu, Kuzey Afrika, Osmanlı Coğrafya'sının veya diğer söyleyişle Osmanlı Milletler Topluluğu'nun doğu ve güney kanatları. Güneye, sıcak gündemde, fakat batı kanadında henüz atılmış bir adımımız yok. Çıkmaza girince daha evvel şunu demiştik... -Yunanistan, Batı Trakya ve 12 Adaları Türkiye'ye satabilir. Rusya da soğuk savaştan sonra Doğu Almanya'yı Batı Almanya'ya satmıştı. Ne var ki bu artık yetmez, gelinen nokta o kadar vahim ki bu ülke, Batı Trakya ve 12 Adanın satımıyla kurtulacak gibi değil... Daha köklü icraat gerekiyor. Daha köklü ve daha cesur. Yunanistan, Türkiye'ye iltihak etmeli, yani olduğu gibi Türkiye'ye katılmalıdır. Şimdi bu teklifimize hayal diyen ve dudak bükenler olacaktır. Varsın olsun. Bizim vazifemiz, perdeyi aralamak, fütürologluk yapmak, ezberleri bozmaktır. Ya böyle veya buhrana devam. Coğrafyanın kanunları vardır, o kanunlar insanların zoruyla bir dönem değiştirilebilir. Ama önünde-sonunda coğrafya, tekrar kendi zeminine oturur. Yunanistan, 1829'da garbın iğfalleriyle Osmanlı İmparatorluğuna ilk isyan edip kopan parçadır. Şimdi o asi çocuk, aç ve perişan. Yuvaya ilk dönen de o olacaktır. Bu dönüşle dört mesele birden hallolur. 1- Yunanistan'ın açlık meselesi biter, O'nun açlıktan kurtulması AB'yi de kurtarır. 2- Türkiye-AB sürtüşmesi ortadan kalkarak, Türkiye doğrudan AB üyesi olur. 3- Kıbrıs meselesi kökten tedavi görür. 4- Patrikhane, Heybeliada gibi müzmin sıkıntılar yok olur. Bu coğrafyanın kanunlarını kabul etmekten başka şans yoktur. Böylece yirminci yüzyılın vahim hataları düzelecektir. Dünyanın, bilhassa batının Türkiye'ye özür borcu vardır. Yunanistan'ı başkaları takip edecektir.
.
Doğu ve güney kanadına gelince
21 Haziran 2011 01:00
OMT/Osmanlı Milletler Topluluğu'nun bir de doğu ve güney kanadı var. Batı kanadında 19. Asrın son çeyreğinden bir kaç yıl öncesine kadar Bulgaristan ve Yunanistan'la zaman zaman kanlı savaşlar şeklinde cereyan eden ihtilaflar yaşadık. Bulgaristan'la en son Jivkov zulmü gündemdeydi. Yunanistan'la şu gün üstü küllenmiş olsa da kıt'a sahanlığı, 12 Ada, Kıbrıs hatta Batı Trakya, çekişme mevzuudur. Doğu kanadında Ermenistan'la ihtilaf halindeyiz. Güneydoğu'da Irak topyekun bir kargaşa bölgesi. Kerkük, paylaşılamayan topraklar. Suriye ile bir Hatay problemi pompalanıp durdu. Burası ayrıca bölücü örgüte yıllar boyu yardım ve yataklık yaptı. Şimdi ise alev topu. Resmettiğimiz bu seyrin neticesinde komşularıyla ihtilaflı bir Türkiye ortaya çıkmakta. Bunun suçlusu Türkiye mi, onun Lozan'da kolunu kanadını kırarak bu coğrafyada yaşamaya mecbur eden düveli muazzama mı? İkinci Dünya Harbi sonuna kadar süper güç İngiltere'ydi. İngiltere, girdiği her coğrafyada problemler bıraktı. Tarih, tabiat ve nüfus unsuru gibi tabiî mecraından koparıp cetvelle harita çizilince orada ihtilaf ve savaş kaçınılmazdır. Ege'de burnu sahillerimize çarpan adalar Yunanistan'a verilmiş, doğu ve güneyde petrol denizinden tecrit edilmişiz. Coğrafyanın da tarihin de kanunlarına aykırı bu haritanın düzelmesi gerekir. Kaf dağının ardında kalmış bir Ermenistan'ın huysuzluktan kurtulması mümkün değildir. Irak, zaten sun'i bir devletken şimdilerde orada bir de sun'i Kürt özerkliği meydana getirildi. Ermenistan, Sovyet, Irak ve Suriye Baas dikatörlükleri altında sindirilmişti. Bundan dolayı sesleri çıkamıyordu. Şimdi dikta rejimleri yıkıldığı ve yıkılmakta olduğu için ortalık yangın yeri. Birinci Dünya Harbi haksızlıklarıyla çizilen haritalar, bugün artık eskimiş, soğuk savaş bitmiş ve dünya, yeni bir çağa girmiştir. Bu çağın adı 'Türk Asrı'dır. Bin yılda şekillenen bir yapıyı dışardan gelip cetvelle bozarsanız başınız ağrıdan kurtulmaz. 15 yıl kadar önce kaleme aldığımız bir makalede bölge için konfederasyon ihtiyacını dile getirmiştik. Konfederasyonla federasyonu karıştırmamak lazım. Eğer dünyanın da bölgenin de huzura kavuşması isteniyorsa Yunanistan'dan başka Ermenistan, Irak, Suriye ve İsrail'in Türkiye'ye katılması gerekir. Katılması gereken devletler bunlardan ibaret değil. O yazımızda tafsilatı var. Bunların iltihakıyla Emeni ihtilafı, Karabağ meselesi, Kürt problemi, Filistin sancısı bitecektir. Osmanlı Coğrafyasının batı kanadında da doğu ve güney kanadında da gerekli düzeltmelerin yapılması zamanın emredici hükmüdür. Bölme, işgal gibi her yol denendi. Fakat hiç biri sadre şifa olmadı. Coğrafi restorasyon şart. Rölöve planı mevcut...
.
Doğu ve güney kanadına gelince
21 Haziran 2011 01:00
OMT/Osmanlı Milletler Topluluğu'nun bir de doğu ve güney kanadı var. Batı kanadında 19. Asrın son çeyreğinden bir kaç yıl öncesine kadar Bulgaristan ve Yunanistan'la zaman zaman kanlı savaşlar şeklinde cereyan eden ihtilaflar yaşadık. Bulgaristan'la en son Jivkov zulmü gündemdeydi. Yunanistan'la şu gün üstü küllenmiş olsa da kıt'a sahanlığı, 12 Ada, Kıbrıs hatta Batı Trakya, çekişme mevzuudur. Doğu kanadında Ermenistan'la ihtilaf halindeyiz. Güneydoğu'da Irak topyekun bir kargaşa bölgesi. Kerkük, paylaşılamayan topraklar. Suriye ile bir Hatay problemi pompalanıp durdu. Burası ayrıca bölücü örgüte yıllar boyu yardım ve yataklık yaptı. Şimdi ise alev topu. Resmettiğimiz bu seyrin neticesinde komşularıyla ihtilaflı bir Türkiye ortaya çıkmakta. Bunun suçlusu Türkiye mi, onun Lozan'da kolunu kanadını kırarak bu coğrafyada yaşamaya mecbur eden düveli muazzama mı? İkinci Dünya Harbi sonuna kadar süper güç İngiltere'ydi. İngiltere, girdiği her coğrafyada problemler bıraktı. Tarih, tabiat ve nüfus unsuru gibi tabiî mecraından koparıp cetvelle harita çizilince orada ihtilaf ve savaş kaçınılmazdır. Ege'de burnu sahillerimize çarpan adalar Yunanistan'a verilmiş, doğu ve güneyde petrol denizinden tecrit edilmişiz. Coğrafyanın da tarihin de kanunlarına aykırı bu haritanın düzelmesi gerekir. Kaf dağının ardında kalmış bir Ermenistan'ın huysuzluktan kurtulması mümkün değildir. Irak, zaten sun'i bir devletken şimdilerde orada bir de sun'i Kürt özerkliği meydana getirildi. Ermenistan, Sovyet, Irak ve Suriye Baas dikatörlükleri altında sindirilmişti. Bundan dolayı sesleri çıkamıyordu. Şimdi dikta rejimleri yıkıldığı ve yıkılmakta olduğu için ortalık yangın yeri. Birinci Dünya Harbi haksızlıklarıyla çizilen haritalar, bugün artık eskimiş, soğuk savaş bitmiş ve dünya, yeni bir çağa girmiştir. Bu çağın adı 'Türk Asrı'dır. Bin yılda şekillenen bir yapıyı dışardan gelip cetvelle bozarsanız başınız ağrıdan kurtulmaz. 15 yıl kadar önce kaleme aldığımız bir makalede bölge için konfederasyon ihtiyacını dile getirmiştik. Konfederasyonla federasyonu karıştırmamak lazım. Eğer dünyanın da bölgenin de huzura kavuşması isteniyorsa Yunanistan'dan başka Ermenistan, Irak, Suriye ve İsrail'in Türkiye'ye katılması gerekir. Katılması gereken devletler bunlardan ibaret değil. O yazımızda tafsilatı var. Bunların iltihakıyla Emeni ihtilafı, Karabağ meselesi, Kürt problemi, Filistin sancısı bitecektir. Osmanlı Coğrafyasının batı kanadında da doğu ve güney kanadında da gerekli düzeltmelerin yapılması zamanın emredici hükmüdür. Bölme, işgal gibi her yol denendi. Fakat hiç biri sadre şifa olmadı. Coğrafi restorasyon şart. Rölöve planı mevcut...
.
Dünya bu kadar devleti kaldıramaz
22 Haziran 2011 01:00
> 1950'lerde 51 devletle yola çıkan dünya, yarım asırda her sene 3 yeni devlete ruhsat vermiş. Yer küredeki anarşi, terör ve huzursuzlukta devlet çokluğunun payı büyük . BM/Birleşmiş Milletler Teşkilatı, kurulduğunda üye sayısı 51'dir. Bugün bir rivayete nazaran 192 devlet var. 1950'lerde 51 devletle yola çıkan dünya, yarım asırda her sene 3 yeni devlete ruhsat vermiş. Şişmiş bir dünya var. Yüzde 50 fazla. Nerede ise her kabile, her aşiret devlet olmuş. Ne nüfus tatmini ölçüsü var ve ne de ülke genişliği. Bir şekilde BM'de tescil yapılıyor. Fakat bir şemsiyenin altında, bir yerlere muhtaç. Gerçekte ise BM beş patron devletin güdümünde. Modern düveli muazzama. Veto yani aslında hükümranlık/egemenlik hakkına sahip 5 devlet söz sahibi. ABD, Rusya, Çin, Britanya, Fransa. Lisan hükümranlığı ise bu devlet dillerinin yanısıra Arapça ve İspanyolca ile 6 devlette. Yunanistan'ın 1829 yılındaki isyan ve kopmasıyla Balkanlar, Kafkaslar, şark'ül evsat/Orta Doğu ve şimali Afrika/Kuzey Afrika'yla başlayarak her tarafta devletler yükseldi. Afrika'da bugün de devam etmekte. İri kıyım devletler işlerine geldiği ülkeyi menfaatleri için bölüp yeni gizli sömürgeler ihdas ediyorlar. Sudan onlardan biri. Irak'ta yapmak istedikleri o. Ama öbür taraftan Filstin diye bir dram yok. O topraklarda İsrail, kayıtsız ve şartsız şekilde haklı. Soğuk savaşın bitmesi üzerine yer küredeki devlet sayısı daha da arttı. Eski demirperde ülkelerinden bazıları Baltıklarda, Balkanlarda, Orta Avrupa ve Orta Asya'da devletleşti. Bütün Orta Asya, Türkistan diye tek memleket iken önce Çin ve Rusya arasında Şarki/Doğu Türkistan ve Garbi/Batı Türksitan diye ayrıldı. SSCB'nin dağılmasından sonra Batı Türkistan da beş devlet oldu. Acaba ABD'nin bugün 50 Eyaletli bir birliğe sahip olması mı dünya için daha hayırlı, yoksa 50 ayrı devlet olarak BM üyesi olması mı daha iyi? Suyun mecraında akması, coğrafyanın kanununa riayet edilmesi şart. Düveli muazzama, bugün nasıl ki Irak'a filin züccaciye dükkanına girmesi gibi girmişse, Sovyetler nasıl Orta Asya, Kafkaslar, Balkanlar ve Orta Avrupa'yı perişan etmişse dün de aynı düveli muazzama Osmanlı İmparatorluğu memleketlerine dalıp paramparça etti. Osmanlı Barışı kırıldı. Bunun neticesi olarak Balkanlar, Orta Doğu ve Kuzey Afrika ve dolayısıyla arz küre huzura muhtaç edildi. Dünya bir damla petrol uğruna harcandı. Onun için asla dönüş gerekiyor. Osmanlı mülklerinin dünyanın selameti için ana çatı altında toplanması lazım. Bölge de dünya da yeniden Türk Barışına muhtaç.
.
Celladına meftun aptal
23 Haziran 2011 01:00
Farkında olmalısınız, son zamanlarda bazı ucubelerle karşılaşıyoruz. Birincisi 'ucube' sözünün gündeme girmesine sebep olan heykel. Bitmemiş bir heykel, neden götürülüp üstelik de sit alanına, tarihî eserin üzerine konmuştu? Tarihî eserin kaide olarak seçilmesindeki sakatlığa dikkat çekildi, fakat heykelin nâtamam olması konuşulmadı. Şimdi numaralanmış olarak depoda. Ama bir şey yine gözden kaçtı. Bu heykel, 275 Bin liraya sökülmüş. İnanılır gibi değil. Apartman mı satın alınmakta, heykel mi nakledilmekteydi? 3 tane inşaat işçisi 3 bin liraya o işi yapamaz mıydı? Ortada büyük bir anormallik var. Heykel, depoya kaldırıldı ama derdi bitmedi. AB bayağı bir burukmuş. Bakın şu dostlarımızın gericiliğimiz uğruna çektiği ızdıraba? Sevgi dediğiniz böyle olur, hasreti 61 sene sürer. Ey AB, sen Türkiye'deki beton heykele yanacağına, Yunanistan'a ağla! Uğruna çok ter dökülmüş sanat eseri eski Yunan heykelleri, bu gidişle bakımsızlıktan ziyan olabilir. İkinci ucube ise Stockholm Sendromu lakırdısı oldu. Kemal Kılıçdaroğlu, bir kaset entrikasıyla dublör niyetine sahneye çıkartıldı. Ama 'el mi yaman, bey mi yaman?' Sözü bir kere daha gerçek oldu, ummadık taş baş yardı, 'güderiz' dedikleri, polit büro şeflerini tasfiye edip koltuğa yerleşti. Ne var ki muarızları da çetin cevizlerdi. Kendisini seçimlerde koşturduktan sonra oklarını mızraklarını çekerek had bildirme kavgasına giriştiler. Oy arttırmış, vekil çoğaltmış bir yönetim, 'ama sen yüzde 30 demiştin!' gerekçesiyle hedefe oturtulmuş vaziyette. İşin esasına bakarsanız bunlar, devrini tamamlamış halk partisinin tükeniş manzaralarıdır. Parti, bu çalkantıda iken Kılıçdaroğlu, dikkatleri güya bir başka tarafa çekmek istedi. Sözcüleri gazetenin 'hem gider hem ağlarım' deyimini değiştirip müstehcenleştirerek manşetten halka galiz hakarette bulunması gibi, hıncını saklamış ateist bir Tatar'ın 'Türk milletinin yüzde 60'ı aptaldır' demesi gibi, zevzek bir tiyatrocunun 'AK Parti'ye oy verenlerin yüzde 60'ı aptaldır' demesi gibi, ismini borçlu olduğu İslam dinine düşman bir akşamcı fıkra yazarının memleketin kahir ekseriyetini teşkil eden muhafazakâr kitleye 'bidon kafalı', 'göbeğini kaşıyanlar' demesi gibi CHP'nin iğreti genel başkanı da AK Parti'ye oy veren yüzde 50'lik kitleyi Stockholm Sendromuna yakalanmış hastalar olarak ilan etti. Devasa seçmen kitlesine dolaylı olarak 'celladına meftun manyak' diyen bu politika acemisinin Stockholm Sendromu'nun ne manaya geldiğini bildiği şüphelidir. Duyduğunu seslendirdi. Garip olan, bu hakarete maruz kalanlardan 100 Kişinin CHP genel merkezi önünde buluşarak 'devam edin, siz hakaret ettikçe biz şuurlanıyoruz!' dememesidir. Onu da mı Genç Siviller yapsın?
.
Merkez medya sendromu
24 Haziran 2011 01:00
Türkiye, merkez medyasına değil, medyaya muhtaç. Merkez olmanın ölçüsü ne? Darbe yandaşlığı mı, çıplak fotoğraf basmak mı? Bir ucube söz de 'merkez medya' yakıştırması. Bu da bir başka sendrom. Malum, 'syndrom' Fransızca bir kelime ve araz, belirti anlamında. Son zamanlarda bilgiç edalarla bir merkez medya lafıdır gidiyor. Bazıları merkezin medyası, diğerleri varoşların. Bazıları merkezin seçmeni diğerleri kenar semtlerin, Özhan Eren gibi yerli duruşlar, köylülüğün sembolü, Kars ucubesi AB'nin sevdası... Çünkü, Özhan Eren 'aynı' diyerek birleştirirken, CHP 1950 Alışkanlığıyla 'Hasoların-Memoların' çocuklarına 'celladına âşık manyak' diyor. 28 Şubat Darbesinin basın ayağı, şimdi sütten çıkmış ak kaşık. Bilge kişi pozisyonunda. Yahu siz değil misiniz şu gün dünyanın sayılı bir kaç liderinden biri olan Tayyip Erdoğan'a 'Köy Muhtarı bile yapmazlar' diyen? Siz değil misiniz Ahmet Kaya için 'Vay Hain!' diye manşet attıktan 10 yıl sonra mezarına gidip özür dileyen, bundan dolayı da bir hanım yazardan 'yelloz' hakaretine maruz kalan? Halbuki özür dilemek, hatayı kabul dürüstlüğüdür. Tekel medya olup bu milleti yıllar boyu şartlandırdınız. Sizi okudular fakat ne dediyseniz tersini yaptılar. İşte bunu göremediniz. Belki sattınız, belki konuşuldunuz fakat inandırıcı olamadınız. Gazete kulübesinde size para verenler, sandıkta yerdiklerinize destek oldular. Bunlar üzerine kafa yormak, sebep-sonuç ilişkilerini ortaya çıkarmak varken kolaycılığa, ucuzculuğa kaçıp etiket üretmek yanlışta ısrardır. Bu kadar darbe yandaşlığına, bu kadar sicil bozukluğuna rağmen hâlâ pişkinlik. O pişkinlikle malum medya, merkez medya oluyor... Bazıları merkez medya. Diğerleri dinci medya. Yandaş medya. Dilin kemiği yok, karalayabildiğin kadar karala. Ötekileştirme olsun da nasıl olursa olsun! 2011 Seçimlerine kadar AK Parti'yi merkeze layık görmüyorlardı. Damga hazırdı, İslamcı parti. Yüzde 50'yi görünce sustular. Siyasetteki gibi medyada da taşlar oturuyor. Bu sebeple bu merkez medya lafı, bu ucube cümle 'burası benim!' çocukluğunun ifadesidir. Siyasi gerekler gibi sermaye de medya da sivil, asker yargı kuvveti de yerine oturacaktır. Kimse ikinci sınıf olmayacak. Kimse kimseye tepeden bakamayacak. İdeolojiler gibi şartlanmışlıklar da çöp sepetine atılacak. İstense de istenmese de yeter artık söz milletin! Söz, Hasoların Memoların torunları, göbeğini kaşıyan bidon kafalıların Stockholm Sendromuna yakalanmış aptalların. Türkiye, merkez medyasına değil, medyaya muhtaç. Dünya medyası gibi bir medya. Merkez olmanın ölçüsü ne? Darbe yandaşlığı mı, çıplak fotoğraf basmak mı?
.
Bu ihtilafın kazananı olmaz
27 Haziran 2011 01:00
> Yunanistan batarken, AB panikte iken sadece 10 yıl önce krizde olan bir Türkiye ne yapmıştı da bu muvaffakiyeti elde etmişti? > Washington, DC Ne kadar sevinmiştik, 12 haziran 2011 seçimlerinde 50 Milyon seçmen sandığa gitmiş, fakat kimsenin burnu kanamamış, bir kaza, bir ölüm olmamıştı. Seçimlerin hakim teminatında sükûnet içinde yapıldığı nadir demokratik ülkelerden biri unvanını hakkıyla kazanmıştık. Üstelik bu seçimden bütün partiler kazançlı çıktı. BDP 36 milletvekilliği ile mazisinde yaşamadığı kadar yüksek vekil elde etmişti. MHP kaset kavgalarına rağmen barajın 3 puan üstünde yer almıştı, CHP oy ve vekil arttırmıştı, AK Parti üçüncü kere iktidar olmakla kalmamış yüzde 50 oy gibi yüksek bir grafik çizmişti... Bu netice sanki ilahi iradenin ülkenin huzuru için bir lütfuydu. Vatandaş sevinmişti... Dünya, Türkiye'yi konuşuyordu. AB üyesi Yunanistan batarken, AB panikte iken sadece 10 yıl önce krizde olan bir Türkiye ne yapmıştı da bu muvaffakiyeti elde etmişti? Dışımızdaki dünya, onlara göre bu formülün peşinde. ABD'de düşünce kulübü toplantılarında gündemle alakası olmasa bile Türkiye konuşuluyor. Dünya kalkınmamıza, yıldız olmamıza hayranlık duymakta. Bölge ülkeleri, Türkiye'yi merkez görüyorlar. News Week de Osmanlı'nın döneceğini yazdı. Bu ünlü mecmuanın geçen hafta çok yankı yapan haberi, bizim iki günlük ve tabii ki bir ömürlük makalelerimizle bire bir çakışıyordu. İşte tam bu esnada iki ihtilafla birden karşılaştık. Kamuoyu, önce ne olduğunu tam anlayamadı, hâlâ da anlamış değil. Bunlardan ilkinin anlaşılmayacak tarafı yok. Sonuçta böyle bir çıkmaz sokağa girilmesi sürpriz olmayacaktı. Ergenekon, Balyoz gibi siyasi dâvâ sanıklarının aday yapılmamasını biz de diğer kanaat önderleri de çok yazdık. Fakat MHP de CHP de Yalçın Küçük'ün projesini daha önemsediler. Hayati tehlike iddasıyla hastanede tutulan adamın CHP'nin başına getirilme senaryosunun ne kadar rahatsız edici olduğunu ayrıca dile getirmeye gerek var mı? Neticede mahkeme, söz konusu adaylar seçilse de tahliye taleplerini reddetti. Bu sebeple o ihtilaf orada dursun. Muhakeme devam ediyor. Hakim, bu celse reddeder gelecek celse şartlar değiştiğinden tahliyeye karar verebilir. Veya dâvânın mahiyetinden dolayı hiç tahliye etmez. Vekil iken kaçıp kaybolma örneği varken bu takdirinden dolayı adalete söz etmek yargılamaya şeksiz ve şüphesiz müdahaledir. Asıl ihtilaf Hatip Dicle olayı ve DTP'nin rüzgârda savrulmasıdır. Bu ihtilaf ne o kişiye ne bu şahsa ne o partiye ne bu hizbe kazandırır. İnce bir Ergenekon tuzağı olan bu oyuna kapıldığında Türkiye kaybeder. Türkiye, kaybedince her unsur kaybeder. Eksi 70 Sent de artı 10 bin dolar da ortak neticedir
.
Küçük düşünmek
28 Haziran 2011 01:00
> DTP bu fırsatı faydaya çevirebilirdi. Bu yol hâlâ da kapanmış değil. Bu zor imtihanı aşabilirse kendisi kazançlı çıkar. Asıl ihtilaf, asıl kaygı verici olan bir krize doğru sürüklenen Hatip Dicle olayıdır. Bu ihtilafta sorumlu kim? Avukatları mı, BDP mi, YSK mı, hepsi mi? Dicle'nin mahkûmiyet süresi YSK'dan saklandı deniyor. Doğru ise YSK bunu nasıl tesbit edemez? İzahı mümkün olmayan, bir insanın adaylığını kabul edip vekilliğini reddetmektir. Otobüs biletini vermişsin, yolda haydi in diyorsun. Kafaların karıştığı diğer konu Hatip Dicle'nin vekilliği iptal edilince onun yerine bir başka parti adayının seçim kurulu kararıyla tayin edilmesidir. Seçmen, ben onu değil bunu seçtim, sen benim irademin yerine nasıl geçersin, derken haklıdır. Şehit annesi bir de böyle üzülmesin. Bize kalırsa AK Parti, bu bağışlanmış vekilliği kabul etmemelidir. Bu trajik seyirde DTP en baştan itibaren makul olmayan, sert ve uzlaşmadan uzak bir dil kullanır oldu. TBMM'yi boykot gibi abes üstü bir yola girdiler. Hele bu abes ve absürd fikre Ahmet Türk gibi, Şerafettin Elçi gibi ak saçlıların sözcü olması daha da kınanacak bir manzaradır. Halbuki DTP bu fırsatı faydaya çevirebilirdi. Bu yol hâlâ da kapanmış değil. Bu zor imtihanı aşabilirse kendisi kazançlı çıkar. Sağduyuyu değil de öfkeyi tercih edip rüzgâr ekerse bir şekilde fırtına biçmek mukadderdir. En azından seçmen ürker, bir daha bu kadar oy alamayabilir. Bu hadisede iktidara çullanmak kolaycılık yapmaktır. Eğer kuvvetler ayrılığı varsa iktidar ne yapabilir? Kabul edelim ki DTP veya MHP iktidar... Bu iş de AK Parti'nin başına gelmiş. Ne yapabilirlerdi? Bu itibarla herkesin diline de kendine de üslubuna da çeki düzen vermesi gerekir. Bir yer değil, her yer yıpranıyor. YSK dolayısıyla yargı hakkında edilen zehir zemberek sözler bir hukuk devleti için çok hazindir. Terazi yere düştü. Aynı şekilde partiler de adaylar da yıpranıyor. Şimdi yıpranma sırası TBMM'ye gelmesin. O yıpranırsa Türkiye yıpranır. Sandıkta kazanılan mahkemede veya mazbatada kaybediliyor. Çözüm yeri meclistir, amenna ama mahkemeler de kendini katı hukuk kaidelerine mahkum etmemeli. Hakimin kendini vazıı kanun yerine koyması da bir hukuk kaidesidir. Yargı ihtilaf üretemez, yargı ihtilaflara çare makamıdır. Herkes, mahkeme de siyaset de sorumlu olmalı. Ne tecziye ne tehdit! Lazım olan aklı selim... Profesyonellik tahammül demektir. Türk de Kürt de kardeş. Birbirine tahammülden öte her şey boş ve beyhude. 2023 Büyük Türkiye'sini, 2071 Cihan Devleti Türkiye'yi konuşurken, bölgede tarihi vizyon ve coğrafi misyonu üstlenmemiz mevzubahis iken 1, 3, 5 milletvekilliği ile uğraşmak küçük düşünmektir.
.
MİRAC
29 Haziran 2011 01:00
Şayet, kalem olmasaydı kelam öksüz kalırdı... ama, hiç bir kalemde kelamla kıvam bulmuş sohbetin ledünni/gönülle örülen lezzeti bütünüyle tadılamaz. Mirac, yegâne Sevgili'nin göklere yükseldiği ve dünya zamanından çıkıp, ahiret zamanında Allahu teâlâ tarafından kabul edildiği muhteşem hadisenin ismidir. Şanlı Peygamber'in -sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem- Mirac'ta maveradan/ötelerden, ötelerin ötesinden getirdiği bir büyük haber de Sidret'ül Münteha'da yazıcı meleklerin mevcudiyeti ve onların divitlerinden çıkan yazı sesleridir. Mirac, yokların varlığıdır... harf yok, kelime yok, söz yok, mekân yok, yön yok... bu dünyaya, fani olana mahsus hiç bir şey orada yok, yok bile yok... Ezelî olan Allah ve ebedî olan Sevgili vardır, Sevgili Peygamberimiz vardır. Miracı, her beynin idrak etmesi mümkün değil. Bazı kafalar, imanı akıl süzgecinden geçirmekle malûldür. Onlar, güneşi mum ışığıyla yoklamaya çalışırlar. Miracın iki müstesna hediyesi vardır. Biri Peygamber'in -aleyhisselam- getirdiği 5 vakit namazdır. Diğeri, yetişkinlerde ilklerin ilki, İslamın teslimiyet numunesi, Hulefa-i Raşid'in en yükseği, Peygamberlerden sonraki erişilmez zirve Hazreti Ebubekir'in büyük imtihandaki çarpıcı cevabıdır: -O diyorsa doğrudur! Bu yükseliş, bu akıl ötesi maveraî hadiseyi gerçekleştiren Şanlı Peygamberi derin hurmet ve en mümtaz selamlarla selamlarız... O, seyyîd'il evvelîn ve'l ahirîndir/ kendinden önce gelmiş olanların ve kendisinden sonrakilerin en yükseğidir. Sevgili Peygamberim kitabından Mirac bahsini okumanızı ve kaset/ cd'den de miracı dinlemenizi tavsiye ederiz. Miraca sevinenlere, mirac rahmet sebebi olsun der...amin, bin kere amin diye de niyazda bulunuruz. Habersiz olanlar içinse uyanma vesilesi olmasını dileriz... amin, tekrar tekrar amin. Mirac gün ve gecenizi tebrik ediyoruz. Dualarınıza ihtiyacımız var. Miracta ümmetim... diyen Peygamberin, ümmetinden her ferdin kendisinin de içinde bulunduğu büyük ümmet camiasını düşünme vaktidir. Düşünme ve kalbden dua mükellefiyeti. Hastalara, borçlulara, mazlumlara, hürriyetsizlere, muratsızlara, işsizlere, çaresizlere, yolculara, geçimsizlere... Dua... > Mirac, yokların varlığıdır... harf yok, kelime yok, söz yok, mekân yok, yön yok...
.
Hukuk yuvarlak değildir
5 Temmuz 2011 01:00
Tutuklu general sayısı geçen hafta 36'yı buldu. Oralıkta çıt yok, asker de halk da işinde gücünde. Mahkeme öyle uygun görmüş ve tevkif kararı vermiş. Üstelik de sivil mahkeme. Yakın tarihe kadar böyle bir şeyi tahayyül etmek mümkün değildi. Savcı Ferhat Sarıkaya, bir kuvvet komutanını da sanık listesine dahil etti diye avukatlık yapma hakkı bile elinden alındı. Ama şimdi Ankara savcısı oldu. Onu kazıyanlar ise 'sıra bana da gelir mi?' diye korkulu bekleyiş içindeler. Kenan Evren hakkında dava açma cesareti gösteren Adana savcısı Sacit Kayasu da derhal emekli edilmişti. Eskiden general tutuklanacak ve güneş, doğudan doğup batıdan batacaktı? Herkes yönünü şaşırırdı. Şimdi ise her vatandaş gibi muamele görmekteler. Hüküm tesis edilene kadar da masumlar. Artık dikkat bile çekmeyen general tutuklamalarını futbol generali göz altıları takip etti. Savcı Zekeriya Öz, bir pazar günü milleti yatağından fırlattı. Fenerbahçe Spor Kulübü başkanı nezarete alınacaktı? Bunu hayal etmek mümkün müydü? Bir 'cumhuriyet' hakkında konuşuyoruz. On milyonlarca taraftarı olan bir takım. Bildiğiniz isimler nezarete alındı. Burada da hüküm kesinleşinceye kadar herkes masumdur. Tabii ki tutuklamalar, beraatler cezalar olur. Belki küme düşmeler bile yaşanabilir. Bizim meselemiz ne general tutuklanması, ne futbol generali sorgulanması ve ne de 'oh oldu!' basitliğidir. Üzerinde durmak istediğimiz bugüne kadar adı söylenip kendi pek de olmayan hukukun varlığına dair. Hukuk yani yargı yani adalet artık sadece ve yalnızca garip gureba, fakir fukaraya işlemiyor. General de emniyet müdürü de gazeteci de holding sahibi de futbol imparatoru da tutuklanabiliyor, mal varlığına el konabiliyor, ceza alabiliyor velhasıl kanun neyi emrediyorsa o tatbik ediliyor. Mafya, Ergenekon, darbecilik çok yerlere girmiş durumda. İstediğini yapabilme imtiyazında idiler. Sözlerinin üstüne söz yoktu. Diledikleri adam bakan olur, istedikleri hükümet düşer, beğenmedikleri takım mağlup olur, alkışladıkları şampiyon olur, ihale kendi adamlarına verilirdi. İşte bu imtiyaz çöküyor. Üstünlerin hukuku devri bitiyor. Hukukun üstünlüğü devri başlıyor. Daha alınacak çok yol var ama böylece hedefe varılacak. Kalkınmanız yüzde 11 de olsa adaletiniz yoksa orada refah, servet, milli gelir ve külfet eşit dağıtılamaz. İşte bunu doğru tartan terazi gerçekleştirecek. Mahkeme duvarına vecize asmakla adalet dağılmıyor. Adalet, sırça köşke de dokunabilme kudretiyle olur. Hukukun varlığı. Hukukun gücü. Hukukun üstünlüğü. "Türkiye'de hakimler var!" dedirtir. Top yuvarlak olabilir. Hukuk yuvarlak değildir. Sırada rüşvet çürümüşlüğü olmalı... > Savcı Zekeriya Öz, bir pazar günü milleti yatağından fırlattı. Adalet, sırça köşke de dokunabilme kudretiyle olur. Top yuvarlak olabilir. Hukuk yuvarlak değildir.
.
Uzlaşma kültürü
6 Temmuz 2011 01:00
TBMM, yeni başkanını seçti. Hayırlı olsun diyoruz. Sayın Cemil Çiçek, AK Parti oylarıyla kürsüye oturdu. Gönül isterdi ki diğer partilerden de destek almış olsun. Seçilmesi öncesinde partiler, şahsına dair güzel sözler sarf etmişlerdi. Oylamaya CHP ve BDP'nin katılmamış olmaları ülkeye bir kazanç temin etmemiştir. MHP hiçbir şansı olmayan bir aday göstermek yerine seçilme şansı yüksek olan adaya oy verseydi itibar grafiğine bir derece daha kazandırmış olurdu... Uzlaşma kültürünün yer etmesine muhtacız. Biz, bir vesileyle üç yıla yakındır ABD'deyiz. Burada belki de toplumun hayatın her kademesine dair en bariz hususiyeti uzlaşma kültürüdür. Uzlaşma kültürü, bir arada yaşama üslubudur. Diğerini de kabullenme tavrı. Kimseyi itmeme, ötelememe, yok saymama ahlakı. Uzlaşma dengedir, geçinebilmedir. Bu saygı, çok daha fazlasıyla bizim medeniyetimizde var. Âyetler, hadisler, âlim ve evliya sözleri hep bunu teşvik etmekte. Bilir misiniz? İnsanlarla iyi geçinmek, hükmen şehitlik sebeplerindendir. Cemiyetin soğuk savaş tortularından kurtularak uzlaşma kültürüne yeniden dönmesi onu içine sindirmesi göz önündekilerin bunu yaşamasıyla mümkün. 'Balık baştan kokar', 'ön teker nerden giderse arka teker onu takip eder' deyimleri meşhurdur. Cemil Çiçek'in, parlamentonun başına gelmiş olması uzlaşma kültürü adına bir ümittir. Mutedil davranışlara sahip bir aksakaldır/duayendir. Seçilmeden önce söylediği 'bayram günü cenaze kaldırıyoruz' sözü bir hayıflanmaydı. 'Gıpta edilen bir seçim yapmışız, bunu kutlamak varken boykotlarla bayramı yasa çevirdik!' demek istedi. Seçildikten sonraki teşekkür konuşmasında da keza iki kere uzlaşma kültürü figürleri kullandı. Bunlar 'yumruk sıkmayalım el sıkışalım' ve 'vuruşmayalım konuşalım' ifadeleriydi. Tabiî ki öyle... Kandilde birlikte sevindiğin, cumada aynı safta durduğun, ülken kalkındığında birlikte heyecanlandığın, bir depremde hep beraber dövündüğün yani kaderde, kıvançta ve tasada birlikte olduğun insanlarla neden kavga edersin? O insanlarla birçok bağın var. Din kardeşliği, vatandaşlık, aynı milletten olma, aynı vatanı paylaşma, aynı tarihe yaslanma gibi. Yumruk ilkelliktir. Kavga çirkinliğin adı. Öfke aczin infilakı. Başkan Çicek'in işi kolay olmasa gerek. Henüz seçilmeden yüksek beklentiler doğdu. Seçildikten sonra da bir anlamda çıtayı yükselterek siyaset içi uzlaşmayı tesis etmeye dair kendini mahkûm etti. Lekesiz yeni bir sayfa açılmalı. Buna şiddetle ihtiyaç var. CHP ve BDP'nin yasama faaliyetlerine dahil edilmesi gerekmekte. Bu yakışıksız 'küstüm öyleyse!' hâli bitmeli. Meclis dışında kalmış partilerden, eski siyasetçilerden dahi üç ayda bir mütalaa alınmasında fayda var. TBMM ferahlık veren bir çalışma huzurunda olmalıdır... > Uzlaşma kültürü, bir arada yaşama üslubudur. Kimseyi itmeme, ötelememe, yok saymama ahlâkıdır. Bu saygı, çok daha fazlasıyla bizim medeniyetimizde vardır.
.
Kovandan çıkmış arıyı geri getirmek
7 Temmuz 2011 01:00
Şunu haber verelim ki bu buhranın, bu krizin kazananı olmaz. Çünkü bu krizin bir mantığı yok. Akıl, öfkeye teslim olmuş durumda. Bir hal tarzı bulunacak mekanizma TBMM iken meclis 'bu iş yerinde grev vardır' dercesine, oturma eylemi yaparcasına boykot ediliyor. Mücerred bir tutum olarak bakıldığında CHP'nin 'arkadaşlarımız tahliye edilmeden and içmeyiz!' sözleri takdire layıktır. Ancak hangi arkadaşlar, Ergenekon Davasından tutuklu olanlar değil mi? Geçmiş yasama dönemlerinde sık sık milletvekilliği dokunulmazlığını gündeme getiren bu parti, bu defa tuttu sanıkları dokunulmazlık yoluyla adaletten almak istedi. Öyle olunca sonucun böyle çıkması sürpriz değildir. Muhakeme devam ediyor: Sanıklar, tahliye istiyor mahkeme reddediyor, üst mahkemeye itiraz yapılıyor orası da reddediyor. Dosyayı üçüncü kişiler bilmiyor ki. Ona mahkemeler vâkıf. Onlar da dâvânın selameti açısından ne lazımsa onu yapmaktalar. Nitekim aynı durumda olan MHP zerrece pürüz çıkartmadı. Kiminle kavga edeceksiniz? CHP iktidara yükleniyor. Yargı, iktidarın emrinde mi? Türkiye'de kuvvetler ayrılığı yok mu? Başbakan veya adalet bakanının herhangi bir sanıkla alakalı olarak hakimlere tesir etmesi uygun mudur? Aksini düşünelim. AK Parti'den seçilip de içeride tutulan vekiller olsaydı da Başbakan veya diğer sahib-i salahiyet olan makam sahipleri onların tahliye edilmeleri için müdahale etselerdi bunu alkışlayacak mıydık? O zaman CHP 'doğrusu yapıldı!' mı diyecekti, yoksa bunu kınayacak mıydı? Bu krizde CHP neticeyi baştan kabul ederek aday tesbiti yapmıştır. Muhatabı yargıdır. Yargının kararını beklemekten başka çare yoktur. Şu an yapılan ülkeyi yok yere germekten ibarettir. Öbür taraftan hakikat tam da bu olduğu halde AK Parti, sözcülerinin de daha dikkatli daha uzlaşmacı bir dil kullanmaları gerekir. Ne diyorlardı? 'Anayasayı tek başımıza yapacak güçle gelsek dahi bunu diğer partilerle gerçekleştirecektik.' Doğru olanı budur. Her şey şekli şartlar, takvimler ve maddelerle olmaz. Adaylık düşerse meclis mi yenilenecek, ara seçim mi yapılacak? Meclis yenilenecekse AK Parti'de üçüncü dönem meselesi ne olacak? Sürüyle problem çıkar. Hadiseyi yatıştırarak kovandan çıkan arıları tekrar kovana çekmenin yoluna bakmalı. Seçimler yapıldı. Meclis açıldı. Başkan seçildi. Hükümet kuruldu. Şimdi sırada bir numaralı taahhüt var. Bütün partiler, bütün konuşmalarında Sivil Anayasa yapma sözü verdiler. Hep beraber Anayasayı konuşmalıyız. CHP ve BDP Cemil Çiçek'in de onlara yardımcı olmasıyla and içmeli ve bütün partilerin iştirakiyle komisyon kurularak Sivil Cumhuriyet için Sivil Anayasa hazırlığına başlanmalıdır. Kovandan çıkıp dala konmuş arı salkımını geri getirmek, insanı hayli uğraştırır. > Geçmiş yasama dönemlerinde sık sık milletvekilliği dokunulmazlığını gündeme getiren CHP, bu defa tuttu sanıkları dokunulmazlık yoluyla adaletten almak istedi.
.
61. Hükümetin 4 vasfı
8 Temmuz 2011 01:00
Acaba 1950 öncesi hükümetlerde kaç üniversite mezunu vardı? 1975 öncesi hükümetlerde lisan bilen kaç bakan bulunuyordu? 2000 öncesindeki hükümetlerde akademik unvan sahibi kaç kişi yer alıyordu? Yok değildi ama şu günkü sayı mevcut değildi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, çarşamba günü Türkiye Cumhuriyeti'nin 61. Hükümetini açıkladı. Birçok doktora sahibi, master sahibi bakan var. Lise mezunu yokken çok az da olsa birden fazla fakülte mezunu dikkat çekiyor. Gayet iyi lisan bilen kabine üyesi yine az. Birden fazla lisana tam hakim hemen hemen mevcut değil. Fikri veya edebi eseri olan bakan da herhalde yok. Bu seviye de gelecek zamanlar kabinelerinde yaşanacaktır. O zamanlar kalem mahsulü olan, doğu ve batı lisanlarını bilen bakanlarımız da devlet hayatında yer alır. Kabineye baktığımızda aklımıza 4 vasıf geldi. Önce 3'ü: -Ustalık Hükümeti. -Hizmet Hükümeti. -Denge Hükümeti. İlk vasıf zaten sayın Başbakanın ustalık dönemimiz diye kendi verdiği isim. Bazı Bakanlar, bir sonraki dönemde vekil de seçilemeyecekler. 'Hizmet Hükümeti' dememiz şundan. İsimler üzerinde tek tek durduğumuzda şu yanlış seçim veya yanlış yerde diyeceğimiz bir isim göremedik. Bir vakitler bir buçuk ay süren bakanlık oluyordu, altı ayda bir dışişleri bakanları değişebiliyordu. Bugünkü netice sadece bir iktidarın iyi çalışmasının eseri değildir. Aynı zamanda darbesiz günler geçirmiş olmanın da neticesidir. İşte askerî vesayetten, IMF vesayetinden, yabancı başkent vesayetinden, holdingler vesayetinden, medya vesayetinden çıkarak milletin hükümeti olmak böyle bir şeydir. İlk defa demokrasinin lezzetini tadıyoruz. Bugün Türkiye, Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan ve Hükümet bakımından takım ruhunu, hizmet aşkını yakalamış önemli bir kalite sergilemektedir. Bu kadro mahkum bir kadrodur. Uyku, istirahat, dur durak bu ekibe yasaktır. Türkiye, meclis murakabesinde bu ekiple bugünden 2023'ün ilk ondaki Büyük Türkiyesi'ne taşınacaktır. Bu kadar güzel şeyi dile getirdikten sonra şu meclis defosuna dokunmaya kalemimiz hiç gitmiyor. İlk ustalık, şu iki partinin and krizini çözmekle başlamalı sonra da yeni Anayasa gündeme alınmalıdır. Bir sürçülisan sözü bile havayı yumuşatabildi. Öyleyse dördüncü vasfı söyleyebiliriz: -Uzlaşma Hükümeti. Yunus Emre ne diyor? 'Zehirle pişmiş aşı yemeğe kimler gelir?' Hükümet etmek demek, masasında zehirle pişmiş aş, sırtında ateşten gömlek olmak demektir. Bu, bir denge ile kurulmuş ustalık döneminin hizmeti hedef almış uzlaşma kültürüne sahip bölge lideri Türkiye'nin hükümetidir. Hizmeti, bütün bölgeye hitap edecektir. Hayırlı olsun. Allah, utandırmasın. > Hükümet etmek demek, masasında zehirle pişmiş aş, sırtında ateşten gömlek olmak demektir
.
Bir arada yaşama kültürü
11 Temmuz 2011 01:00
> Washington, DC Geçimsiz, kavgacı hırçın insanlar gibi böyle milletler ve devletler de sevimsizdir. Bu tarife uyan devletler bölgemizde de dünyada da mevcut. Bizim bu sevimsizlikten uzak durmamız lazım. Bizim sevimsiz olmaya hakkımız yok, çünkü biz, böyle bir miras devralmadık. Bizim medeniyetimizin temelinde İslamiyet vardır. İslamiyet, bu toprakların Türk , Kürt... bütün unsurlarının ortak değeridir. İslamiyette kişinin kendi hukuku kadar karşısındakinin de hukuku da korunmaya değerdir. İslamiyet, mensubuna bencilliği değil, paylaşmayı öğretir. Katlanma, tahammül ve iyi geçim esastır. Bunların buluşma noktası sabırdır. Sabır, affa, af hoşgörüye götürür. İslam gök kubbesinin altında çok dinli, çok ırklı, çok kültürlü bir tarihten geliyoruz. İslamiyetin beslediği o yüksek hukuk anlayışı bu cemiyete yüksek adalet hayatını kazandırdı. Böylece bin yıl boyunca bu coğrafyada müslim ve gayrimüslimiyle bir arada huzur içinde yaşadık. Doğum yerimiz olan Harput, bir küçük İstanbul numunesiymiş, İstanbul da imparatorluk numunesi. Harput'ta geçen asrın ilk çeyreğine kadar Müslümanlar, Ermeniler, Yahudiler, Keldaniler/Katolik Süryaniler, bir arada yaşayagelmişlerdi. Herkesin kendi mahallesinde mektebi de mâbedi de mevcuttu. Gayrimüslimler kendi ibadetlerini serbestçe yapabildikleri gibi onlar da ramazan ayı gelince Müslüman komşularına hürmeten gün içinde yiyecek-içecek satılan dükkânlarını açmaz, çocuklarına da sokakta bir şey yedirmezlerdi. İslamiyet, Osmanlı'yı Osmanlı her rengiyle cemiyetini terbiye etmişti. Dünkü hayatımızda iki unsur vardı, müslim ve gayrimüslim. Bütün tarihî kayıtlarda bu böyledir. Müslim dedikten sonra onun ayrıca ırkına atıf yapılmamıştır. Çocukluğumuzda Alevi ve Sünni vatandaşlar arasındaki sıkı komşuluk bağlarını hatırlıyoruz. Alevi ve Sünni aileler birbirlerinin çocuklarına kirve olurlardı. Son Peygamberin -aleyhisselam- bir sünneti icra edilirken deruhte edilen bu kirvelik, Anadolu'da o kadar mühimdir ki kirvelikten sonra artık birbirlerinden kız bile alıp vermezler. O ailelerin çocukları sanki kardeş olmuştur, sanki sütkardeşliği doğmuştur. Toplumların mecburiyetleri vardır. Uzlaşma kültürünü yeniden yaşamak ve yaşatmak zorundayız. O kültür genlerimize işlemiştir. Fakat bunun için Uzlaşma Kültürünü Yaşatma ve Kalkındırma Derneği kuracak halimiz yok. Kendimizi hatırlamak, kendimizle yüzleşmek, kayıp yüzyılımızı iyi tahlil etmek durumundayız. > Toplumların mecburiyetleri vardır. Uzlaşma kültürünü yeniden yaşamak ve yaşatmak zorundayız.
.
And olsun ki...
12 Temmuz 2011 01:00
Dört semavi din, onların mezhepleri, tarikatleri, birçok gayrı semavi din ve birçok ırk, kültür, hayat tarzını bin yıl huzur, barış, dostluk içinde yaşatmış bir ülkenin, bir devlet an'anesinin yirminci asrın son çeyreğinden itibaren tıkanma noktasına gelmiş olması sosyolojik, siyasi, psikolojik vs. bakımından incelenmelidir. Bugün Türkiye'de siyasi görüş, 4 partiye bölünmüştür. Dindarlar, muhafazakârlar, muhafazakâr Aleviler, Sünni Kürtler, liberaller AK Parti'de. Kemalistler, Aleviler, Alevi Kürtler, laikçiler, katı bürokratlar CHP'de. Milliyetçi Türkler, ülke birliğine dair kaygı duyan Türkler, MHP'de. Birkaç Doğu vilayetiyle bazı Güneydoğu vilayetinin malum örgütle barışık bir kısım Kürt ahalisi ise BDP'de. Bu tasnifimiz, esasa dairdir. Fizik kanun gibi algılanmamalı. Bunların her birinden her partide var. Öyle ise haklı-haksız her ne sebeple olursa olsun and içme krizleri çıkartarak Büyük Türkiye'ye giden yolu kesmenin kabul edilir tarafı yoktur. Bu dört unsur bir arada yaşamak zorundadır. Avukatın mahkemedeki sıfatı 'vekil'dir. Avukatı vekil tayin ederken ona ayrıca yemin yaptırılmaz. Öyleyse milletin vekil seçtiğine bu and içme mecburiyeti niye? Batıda da böyle diyen olursa orada, o laik batıda İncil üzerine yemin yapıldığını hatırlatmak isteriz. İncille yemin yapılmakta, papazla oturum açılmakta. Bizde bugün bile aile imamı ihtiyacına ateş püskürenler var. Şu bir vakıadır ki adına ister yemin deyiniz, isterse and, mânevî müeyyidesi olmayınca ondan beklenen faydayı elde etmeniz mümkün değildir. 12 Mart 1971 Muhtırasından sonra ilkokullarda okunan and bozulmuştur. Bir tapınma kültürüne çevrildi. Laikçi zihniyet o günlerde 'Atatürk milliyetçiliği' diye daha evvel hiçbir zaman ve zeminde mevcut olmayan bir kavramı işte bu andlara zerk etti. Sonra kavramlar 12 Eylül 1980'de biraz daha karıştı, ortalık kavram kargaşasına döndü. Kişilerin, kurumların kavramların yerli yerine oturması gerekir. Bunu yapacak ve kolaylaştıracak Anayasadır. Bu Anayasa, daha ilk günden parlamenteri riyakâr olmaya zorluyor. Yasak savma kabilinden bir and okunup geçilmekte. Yasama faaliyetlerine katılıp hazırlanacak olan sade, sivil, ideolojik olmayan üst bir hukuk metninden darbe mahsulü fazlalıkları ayıklamak, yeni bir anayasa yapmak varken meclise küsmenin anlaşılır tarafı yoktu. Yanlış hesap Bağdat'tan dönmüştür. Ancak zaman kaybına yol açtı. Lüzumsuz tartışmalar yaşandı. Dünkü cemiyetten alınacak çok ders var. Hoşgörü, bir arada yaşama kültürü, insan haklarına saygı ve daha nice fazilette dedelerimiz bizden çok ilerideler. Asili ve vekiliyle herkese düşen asıl şunu demektir. -Andolsun ki ben, çok çalışıp ecdadımı geçeceğim! > Asili ve vekiliyle herkese düşen asıl şunu demektir: Andolsun ki ben, çok çalışıp ecdadımı geçeceğim!
.
BDP bu kompleksten kurtulmalı
13 Temmuz 2011 01:00
BDP tahlil edildiğinde bu partide bir kompleks fark ediliyor. Kendini sürekli ötekilenmiş hissetmekte. Bu durum, bu partinin kendi kendisine kötülüğüdür. BDP bilmeli ki O, Türkiye'nin esas partilerinden biridir. Başka memleketlerde iki parti ne kadar o memleketlerin gerçeği ise bizde de dört parti aynı gerçektir. BDP ülkemizin ana renklerinden Kürt unsurunun partisidir. Fakat Kürtleri temsil eden tek parti değildir. AK Parti'de hemen hemen 3 BDP mevcudu bulunuyor. BDP ideolojik Kürtlerin temsilcisidir ama bütün Kürtlerin temsilcisi değildir. Bunu kabul ettikten sonra problemler daha kolay çözülür. CHP ile meclisin boykot edilmesi krizi aşıldı. CHP meclise giriyor, fakat faaliyetlere iştirak etmiyordu. Nihayet akla aykırı bu yoldan vazgeçildi. Eğer ısrarcı olsaydı 3 ay sonra kamuoyundaki desteği grup kurmaya yetmeyebilirdi. O'nu bu tehlikeden bir akil adam çıkışı kurtarmıştır. Kuyunun dibinden Deniz Baykal yukarı çekti. Şimdi sırada BDP var. BDP hâlâ yanlış yapıyor, vatandaş onlara Diyarbakır'a gidin, orada toplanın, demokratik özerklik lafları ederek zaman tüketin diye oy vermedi. TBMM'de her türlü dert ve dileğine çare bulması için oy verdi. Haksızlığa uğramış olabilirler. Ama bunun muhatabı diğer partiler değil. Mahkemeler kendi tasarruflarından kendileri sorumlular. Eğer mahkemelerin hükümleri hatalı bulunuyorsa onların uyguladıkları hukuk mevzuatını değiştirmek gerekir. Bu da TBMM'de olur. Ortada bir gölge boksu var. CHP gibi BDP de bu hayali kavgayı terk etmeli. BDP, AK Parti kurucu çekirdek kadrosunun yaptığını yapabilmelidir. Bu kadro, Milli Görüş akımından gelirken bir gün toplumun önüne çıkarak 'bu gömleği çıkartıyoruz, bundan böyle Muhafazakâr Demokratız' dediler. Çünkü çok partileri kapatılmış, çok düşüp kalktıktan sonra kendilerini hesaba çekmişlerdi. Böylece duruşlarını tashih ettiler. Büyüyüp gitmeleri bundan sonradır. BDP de Marksist bir Kürtçü akımdan geliyor. Bugünkü Türkiye ve dünya şartlarında bu partinin bu akımlarla büyümesi mümkün değildir. İdeolojiler geçen asırda kaldı. Bu ideolojilerden kurtulmadıkça karışık kompleksler içinde boğuşup duracaktır. Diğer partiler profesyonel ligde iken bu parti amatör kümede ısrarlı. Hele ideolojisinin silahlı eylemcilerinin asker ve memur kaçırması ise ilkel bir şantajdır. BDP'nin aklıselim çizgisine çekilmesi Türkiye'nin bir büyük yarasının tedavi edilmesi demektir. Bu küskün parti dahil Meclisteki Doğulu ve Güneydoğulu vekillerden makul bir kısmı Mehmet Şimşek başkanlığında bir araya gelerek BDP'yi meclise getirecek ortak mutabakata varabilirler. Zaman Türk'ü ve Kürt'üyle bütün ülkenin aleyhine işliyor. Anayasa yerine neleri konuşuyoruz. > CHP ile meclisin boykot edilmesi krizi aşıldı. Kuyunun dibinden Deniz Baykal yukarı çekti.
.
Anayasanın dünü
14 Temmuz 2011 01:00
İlk anayasamız olan Kanun-u Esasi'nin yürürlüğe girdiği tarih 23 Aralık 1876'dır. Eğer yetiştirilebilirse son anayasamız ise 2012'de yapılmış olacaktır. Böylece 136 Yıl yani bir buçuk asır bile olmayan bir kısa zaman diliminde altıncı anayasa, hayatımıza yön vermiş olacak. Bu keyfiyet, bizde anayasal hayatın da demokratik hayatın da hâlâ oturmadığının işaretidir. 1808 Senedi İttifak, 1839 Tanzimat Fermanı, 1856 Islahat Fermanı ile başlayan arayışlar devam ediyor. Yapılabilirse yeni anayasa hariç, hepsi fevkalâde dönemlerin eseridir: 30 Mayıs 1876'da ikisi de eski sadrazam Hüseyin Avni Paşa-Midhat Paşa cuntasının darbesiyle Sultan Abdülaziz katledilmiş, 15 Haziran'da padişahın kayın biraderi Çerkes Hasan tarafından H.A. Paşa'nın öldürülmesiyle cunta liderliği tamamen Midhat Paşa'ya kalmıştır. Midhat Paşa'nın hazırlanmasında hey'et reisliği yaptığı Kanunu Esasi, yeni başa geçen Abdülhamid'e dayatılarak 1876'da ilan ettirilmiştir. Bu tarihten sonra olmasa da 50 Sene sonra ısmarlama unvanlar dönemi başlayacaktır. Midhat Paşa, 'Hürriyet Kahramanı'dır, arkadaşlarını jurnallediği sonradan ortaya çıkan Namık Kemal'in ısmarlama 'Vatan Şairi' olması gibi. Garabete bakınız ki o anayasayı da ülkeyi de muhafaza eden Sultan II. Abdülhamid ise bir asır boyunca Fransa'dan ithal edilen boyalı iftirayla 'Kızıl Sultan'dır. 1876 Anayasası arada 1921 Geçici anayasası olsa da 1924 Yılına kadar devam etmiştir. Böylece 1876 Anayasası, 1921'i son tarih sayarsak 45, 1924'e son dersek 48 yıl mer'iyyette kalmıştır. 1923-24 döneminde kâğıt üzerinde de olsa 1876 Anayasası mevcuttur. 1924 Teşkilatı Esasiye Kanunu'nun ömrü 37 yıldır. 1961 Anayasası, Yassıada utancıyla Başvekil Adnan Menderes ve iki bakanının idamlardan sonrasının mahsulüdür. Yürürlük süresi 21 Yıldır. 1982 Darbesinden sonra sözde referandumla kabul edilen 1982 Anayasası şayet 2012 son kabul edilirse 30 yıl Türk vatandaşının hayatına hükmetmiş olacaktır. Sayısız kere tashih gördüyse de özü aynıdır. Farkedileceği gibi bu 136 yıl içinde anayasaların ismi de üç kere değişmiştir. Bizde cumhuriyetle demokrasi kavramları karıştırılmıştır. Halk, devletin şekliyle hükümet etme tarzının bir olmadığını kavrayamamıştır. Derin devlet, cumhuriyeti demokrasi olarak belletti. Halbuki demokrasi, hükümet etmekle alakalıdır. İlk anayasanın yürürlükte kaldığı 48 Yıl'ın 47'sinde meşruti nizam hayattadır. O sırada devlet Hanedanla yönetilmektedir, Padişah, bugünkü Britanya krallığında olduğu gibi sembolik olarak vardır. 1908-1923 Arasında çok partili hayat da mevcuttur. 1923-1945 Dönemindeyse arada çok kısa süreli iki parti açma hadisesi sayılmazsa tek parti rejimi olanca katılığıyla iş başındadır. Sovyetler gibi parti devleti söz konsuydu. > 136 yıl içinde anayasaların ismi de üç kere değişmiştir. Bizde cumhuriyetle demokrasi kavramları karıştırılmıştır.
.
Anayasanın yarını
15 Temmuz 2011 01:00
Tek parti dikta döneminde çok partili hayata dair iki kısa deneme yaşanmıştır: İlki Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası'dır. 17 Kasım 1924'te kuruldu. Cumhuriyeti kuran 7 kurucudan Mustafa Kemal ve Mustafa İsmet hariç diğer 5'i bu fırkadadır. Fırka umumi reisi/genel başkanı Kâzım Karabekir'dir. Nutuk'taki sözlerle bu parti saltanatçı, Hilafetçi, İngiliz adamlığı, isyan tahrikçiliği ve nizamnamesinde/tüzüğünde yer alan 'dine saygılıyız' ibaresinden dolayı da din istismarcılığıyla itham edilmiştir. Böylesine ağır bir baskı altında kalan liberal görüşlü bu parti 5 Haziran 1925'te kendi kendini feshetmek zorunda kalmıştır. İkinci deneme ise Serbest Cumhuriyet Fırkası'dır. Ali Fethi Okyar, bu partiyi 12 Ağustos 1930'da talimatla kurmuş ve 17 Kasım 1930'da dahliye vekaletine istida vererek partinin kapatılmasını talep etmiştir. Tüzüğüne göre bu da liberaldir... İktidardaki partinin ilk, diğer ikisinin ise ikinci adları cumhuriyettir. Parti adına demokrat kelimesinin girmesi için son kapatmadan sonra 16 sene geçmesi gerekecektir. Türk Baharı 1945'te yaşanmıştır. Yeni süper güç ABD'nin zorlamasıyla 1945'te çok partili hayata geçilmiş, 1945'te Nuri Demirağ başkanlığında Milli Kalkınma Partisi, 1946'da Demokrat Parti kurulmuştur. Yeni politik hayatla Führer karşılığı Milli Şef devri fiilen kapanmıştır. 1948 Marshall askeri yardımı, 1949 Avrupa Konseyi, 1950 NATO, süt tozu ve barış gönüllüsü olayları bundan sonradır. '46 seçimleri, açık oy gizli tasnif Baasçılıklarına alet edilerek tek parti faşizmi sürdürülmüş, 1950'de ise yaşanan Beyaz İhtilal üzerine iktidar mecburen terk edilmiştir. O halde... 12 Haziran 2011'de TBMM'ye giren vekilleri eliyle bu millet, bu toprakların çocukları ilk defa kendisi anayasa yapacaktır. Bu defa kalem, darbecilerde, beyaz Türklerde değil halkın elinde. Boykotlar, eylemler, and krizleri 'Hasoların Memoların' evlatları anayasa yapmasın diyedir. Yeni anayasa ile sivil cumhuriyet ve demokratik hayatı oturtmak söz konusu olmalıdır. Bizde anayasalar, ölümlü, idamlı, darbeli, kanlı, hapisli ve hürriyetleri çok gören düzenlemeler olmuştur. 136 Yıllık siyasi, sosyal ve demokratik çalkantı bundan. Sabote edilmezse ilk defa arkasında kan ve göz yaşı olmayan, insan haklarına değer veren, ferdi ön plana alan, hürriyetleri kendi vatandaşına çok görmeyen bir anayasa yapılacak. Kısa, az ve öz olması gereken yeni anayasada 3 hayat yeniden tanzim edilmelidir: 1. Devlet hayatı. 2.Demokratik hayat 3.Bireyin hayatı. Üzerinde çok iyi çalışmalı. İdeolojilerden uzak olmalı. Refah, hürriyet ve haysiyet kapısını açmalı. Hayatımızdan tek parti kalıntıları, kan izleri, darbe lekeleri kazınmalı. Yapılacak anayasa bir kaç asır yaşabilmelidir. > Yeni anayasa ile sivil cumhuriyet ve demokratik hayatı oturtmak söz konusu olmalıdır.
.
Türkiye büyüdükçe düşman uyumayacak
18 Temmuz 2011 01:00
Zaferler kurbansız olmaz. Zafer sadece cephede değildir. Eğer, daha bir asır geçmeden yeniden Büyük Devlet mevkiine yükselip dünyada konuşulmaya başlanmışsan, apansız gelen bazı haberler, Kalaşnikof tarrakaları gibi yürekleri yaralar, ateşe verilen ormanlar gibi insanın içini kavurur... 14 Temmuz günü Türkiye, 13 şehit verdi. O gün İslam âlemi gibi yurdumuz da Berat Kandiline hazırlanıyordu. O askerler ailelerine, aileleri onlara kandil tebrikleri göndereceklerdi. Buna fırsat verilmedi. Komandolar, kaçırılan askerleri arıyorlardı. Pusuya düşürülerek hem kurşunlandı ve hem de yakıldılar. Fark edildi mi? Bu acı haber, dört olayla üst üste çakıştı: Ankara'da AK Parti ve BDP hey'etleri BDP'nin TBMM'ye girmesi için müzakereler yapmaktaydı, Cumhurbaşkanlığında 42 zanlı ve tutuklu generalin emekliliği konuşuluyordu, sokakta spor olmaktan çıkmış kirli oyunlara dair şikeler tartışılıyordu, basında Danıştay'ın baş örtüsüne yeşil ışık yaktığı haberi okunuyordu. Sonra 7 de teröristin öldürüldüğü öğrenildi. O sıcak temmuz günü 13 eve ateş düştü... Evet, doğru ama ateş, sadece 13 eve düşmedi. Ateş, bu ülkede 20 eve düştü. Eminiz ki o gün evladını kaybeden Türk analarının da Kürt analarının da birçoğu oruçluydu. Şehit evlerine dikkat edenler görmüşlerdir, anaların bazıları Türkçe bazıları Kürtçe ağıt yakıyordu. Yani şehit analarının bazısı Türk'tü, bazı Kürt'tü, yani şehitlerin bazısı Türk, bazısı Kürt asıllı Türk vatandaşı evlatlarımızdı. Türkiye'nin 13 şehidi fakat maalesef 20 kaybı vardır. Bunu böylece görmezsek çıkış yolu bulunamaz. Şu an dünyanın gözünde manzara nedir? 'Türk gençleri birbirleriyle çatışmakta, birbirini öldürmekte.' Ölen de öldüren de aynı T.C. kimliğini taşıyor. Hadiseye 'hain teröristler' hamasetiyle bakmak ânlık iç soğutmadır. Her şey öncelikle Cumhuriyetin sivilleşmesi ve sivil Anayasa yapılmasını engellemek için. Dünyanın ilk 10 büyük devleti arasına girme hedefimizi ilan etmişiz. Kalkınmada dünya birincisi olmuşuz, öyleyse birileri bir şeylere engel olamıyor, sen onlara rağmen büyük işlere imzalar atıyorsun demektir. Mesele, bir örgüt çapından çok fazladır. Can alıcı iki soru şudur: Malum örgüt bu kadar silahı nereden, nasıl ve ne zaman alır? Cinayet karargâhı Kandil'in arkasında kimler var? İki soru da araştırmacıyı aynı adreslere götürecektir. Bu silah unsurunu iyi irdelemek lazım. Kandil'in dokunulmazlığını iyi anlamak lazım. Geriye çekilip soğukkanlı değerlendirmeler yapmak zorundayız. Şehitlerimize rahmetler diliyoruz. Türk'ü ve Kürt'üyle anaların acılarını paylaşıyoruz. > Türkiye'nin 13 şehidi, fakat maalesef 20 kaybı vardır. Bunu böylece görmezsek çıkış yolu bulunamaz
.
BDP'ye çok iş düşüyor
19 Temmuz 2011 01:00
Türkiye, kendisiyle yüzleştikçe, büyüdükçe daha bir süre bu kaosu yaşamaya devam edecek, anaların Türkçe ve Kürtçe ağıtları dinmeyecektir. Gündem saptırma niyeti görmezden gelinemez. Anayasa konuşulacakken önce and krizi, sonra meclis boykotu derken asker kaçırılması ve bu kanlı pusu gündemi işgal etti. Arkada çok niyet, çok el ve çok merkez var. Eğer bir Türkiye partisi ise BDP'ye iş düşüyor. BDP kapatılmalı diye sesler yükseldi. Çok yanlış. Parti kapatmak sadece zaman kaybettirdi. Tekrar tekrar söylüyoruz. Türkiye 4 partili hayata alışacaktır. Ülke kendini 4 Eğilimle ifade edebiliyor. Kapatma yerine BDP'yi bir an evvel TBMM'ye getirmeli. Açıklamalara bakınca kafaları karışık. Tek söz sahibi sahnedeki yöneticiler değil. O acı içinde aralarından birilerinin demokratik özerklik ilanına kalkışması çok şey anlatmakta. 14 Temmuz günü BDP genel başkanı Selahattin Demirtaş, şaşkın bir yüz ifadesiyle bu acı hepimizin dedi. Bu ifade iyi ama devamı yanlış. Sebep çözümsüzlük diye ekledi. Peki çözüm ne?Demokratik özerklik safsatası mı? Bingazi, Şam, Erbil... Türkiye ile bütünleşmek isterken kutsal Diyarbakır ve çevresini ana gövdeden koparmak mı? O gün Sırrı Sakık'ın sözü belki çok daha fazla şey anlatıyordu: 'Eyvah korktuğumuz başımıza geldi!' Demek ki ortada bu parti mensuplarını aşan bir tehlike var. BDP'ye iç barışın temininde önemli görevler düşüyor. Ama bunu yapabilmek için bu kurulmuş, kurgulanmış halden çıkması gerekiyor. BDP 14 Temmuz vahşetini protesto için hiçbir şart koşmadan TBMM'ye gelebilir mi? Meclis bir günlüğüne olağanüstü toplanabilir. Bunu yapabilmelidir. Bu partide herkes mi İmralı veya Kandil'in buyruğunda. Diriliş ekolünden gelen Altan Tan ve sosyal demokrat Sırrı Süreyya Önder fanatik Kürtçü mü oldular? BDP bütünü kucaklamaya yöneleceğine 'ama biz de 7 şehit verdik!' derse hata eder. Birileri Türkiye gündemini değiştirmek için asker kaçırıyor, komandolar kaçırılan askerlerin peşindeyken pusuya düşürülüp öldürülüyor. Pusuya düşürdüğü askere yangın bombaları ve kurşun yağdıranlara şehit denebilir mi? Onlar en hafif tabirle âsidir. Şöyle denirse anlarım. Türk anaları gibi Kürt anaları da çocuklarına Fatiha okumakta. İşte o, hadisenin acı gerçeğidir. Çözüm de oradadır. Çözüm, bu toprakların bin yıllık hamurunda ve çamurundadır. Bakalım BDP'de kim İmralı ve Kandil'e gözü kapalı uymaktan çıkma şahsiyetini gösterebilecek? > İç barışın temininde BDP'ye önemli görevler düşüyor. Ama bunu yapabilmek için bu kurulmuş, kurgulanmış halden çıkması gerekiyor.
.
Profesyonel ordu şart oldu
20 Temmuz 2011 01:00
Asker üzerinden politika yapmak bir CHP klasiğidir. Tek parti CHP'si orduyu hep kendi arka bahçesi olarak görmüştü. 27 Mayıs, bu anlayışın neticesidir. Şimdi bakıyoruz 'YCHP' diye ortaya çıkan Kemal Kılıçdaroğlu da aynı üslubu korumakta. Silopi'de 13 evladımızı şehit verdiğimiz gün 'YCHP' genel başkanı 'orduda savaşacak moral mi kaldı' dedi. Bu, öyle bir günde söylenebilecek en kötü sözdü. Adı geçen genel başkan, bu sözle Ergenekon ve Balyoz soruşturması sebebiyle içeri alınmış subaylara atıfta bulunmakta... Ordumuzu en iyi Yahya Kemal'in 1922'de terennüm ettiği şu mısralar ifade eder: Şu kopan fırtına Türk ordusudur yarabbi Senin uğrunda ölen ordu budur yarabbi Ta ki ezanlarla yükselsin müeyyed namın Galib et çünkü bu son ordusudur İslamın! Ruhu bu olan böyle bir orduya 200 yıldır darbe mikrobu musallat olmuştur. Eğer malum ve meşhur askerî darbeler yaşanmasaydı bugün Türkiye, en kötü ihtimalle dünyanın 5. büyük devletiydi. 14 Temmuz günü söylenmesi gereken o söz değildi. Üzerinde durulması gereken, askerin kaçırılabilmesidir. Haydi onu geçtik, kazadır diyelim. Ama kaçan askerin peşine düşen komandonun pusuya düşürülüp takır takır öldürülmesi ve yakılması mutlaka sorgulanmalıdır. Her türlü imkân ve desteği emrine verdiğim askerim bu vahşete nasıl maruz kalabilmekte? Sorulması gereken soru budur? Sebep belli... Defalarca yazdık ve yazıldı: O cinayeti işleyen katiller, o dağları avucunun içi gibi bilmekte. Onlar profesyonel terörist. Ömürleri, gün 24 saat o dağlarda geçiyor. TSK ise askere alıp bir süre eğittiği gençleri oralara yolluyor. 6 aylık eğitimle 6 yıllık tecrübe bir olur mu? Nizami orduyla gayri nizami 'savaş' veriliyor. Öyleyse yapılacak olan bellidir. TSK sür'atle profesyonel ordu düzenine geçmelidir. Böyle yapınca değerinden bir şey kaybetmez. Aksine yıpranmayacaktır. Dahası da var, büyük bir iş alanı ortaya çıkacaktır. Zira profesyonel asker, belli bir yaşa gelince emekli olacak, o emekli olurken yerine yeni asker alınacaktır. Bu bir faydası, diğer faydası da Türkiye asker kaçağı, tecil, bakaya, paralı asker tartışmalarından ve beyin göçü vermekten kurtulacaktır. Neredeyse kışladaki 600 bin genç kadar üniversite mezunu da askerliğe çare için beklemekte. En mühimi ise şudur: Terörist, profesyonel ordu karşısında tutunamayacak, bu kayıplar olmayacak, bu gözyaşları dökülmeyecektir. Silahlı mücadeleyi kaybeden bölücü ideoloji, politik olarak da makul noktaya gelme mecburiyetinde kalacaktır. > Nizami orduyla gayri nizami 'savaş' veriliyor. Öyleyse yapılacak olan bellidir. TSK sür'atle profesyonel ordu düzenine geçmelidir.
.
KKTC'nin en güçlü günü
21 Temmuz 2011 01:00
Resmî tarihte Kıbrıs'ın 1960'tan öncesi yoktu. Onun için bugün hadiseye doğru perspektiften bakmak gerekir: Müslümanlar, Hazreti Osman zamanında iken Hazreti Muaviye komutasında Hicri 27'de Kıbrıs'ı fethettiler. Sefere Ubade bin Samit ile eşi Ümmü Haram da katılmıştı. Bu hanımın Sevgili Peygamberimizle -aleyhisselam- süt akrabalığı vardır. Ordu Kıbrıs'a çıktığında bineğinden düşerek şehit olmuştu. Ada 1571'de II. Selim döneminde Lala Mustafa Paşa ve Kapdan-ı derya Piyale Paşa tarafından 80 bin şehit verilerek Osmanlı mülküne dahil edilince Hala Sultan'ın Larnaka'daki kabrine türbe yapılmıştır. Başka tapuya ihtiyaç var mı? Kıbrıs, 15 asırdan beri Müslüman ve 5 asırdan beri de Türk'tür. 1878'de Rusya'ya karşı ittifak için İngiltere'ye kiraya verilmiş, İttihat ve Terakki, Almanya ile aynı safta savaşa girince de İngiltere, 1914'te Kıbrıs'ı ilhak, Türkiye de Lozan'la bunu kabul etmiştir. Kıbrıs'ta iki cemaate dayalı devlet kurulma tarihi 1960'tır. Türklerin lideri Dr. Fazıl Küçük, Rumların lideri Papaz Makarios'tu. 1964'te Makarios bu devletin hukuki dayanağı olan Londra ve Zürih andlaşmasını tanımadığını ilan etti. Şoven bir politikayla Kıbrıs Türklerini daha sonra Bosna örneğinde görüldüğü gibi asimile etmeye çalıştı. Tetikçisi o günkü Rumların 'Murat Karayılan'ı denebilecek Grivas'tı. Cumhurbaşkanı Makarios, 15 Temmuz 1974'te Yunanistan'daki cuntacı albayların desteğiyle Nikos Samson tarafından devrildi. Yeşilada, Yunanistan'a katılmak isteniyordu. Türkiye'de ise CHP-MSP iktidarı işbaşındaydı. Milli olduğu ölümünden sonra teslim edilen başbakan yardımcısı Necmettin Erbakan'ın ağırlığını Başbakan Ecevit'ten daha fazla koymasıyla Türkiye, 20 Temmuz 1974'te hava ve deniz harekâtıyla Kıbrıs'a girdi. 500'e yakın şehit verildi. ABD Türkiye'ye 15 yıl ağır bir ekonomik ambargo uyguladı. 1976'da Kıbrıs Türk Federe Devleti, 15 Kasım 1983'te ise KKTC kuruldu. Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş oldu. Türkiye'nin Kıbrıs politikası, 2000 başlarına dek 'en iyi çözüm çözümsüzlüktür' diye sürüncemede kaldı. Annan planını Türklerin kabulü, Rumların reddetmesi, AB'nin Rum tarafını Hristiyanlık tercihiyle üyeliğe alması vs. yenidir... 20 Temmuz 2011 Günlerindeyiz. Bu genç devlet, yol ayırımında. KKTC, şimdi T.C. Hükümetinin AB'ye verdiği muhtıra ile hiç olmadığı kadar güçlü. Türkiye, AB'ye Başbakan Tayyip Erdoğan'la 3 şart koştu: 1- 2012'ye kadar Kıbrıs ihtilafını çöz. 2- Rum tarafına AB dönem başkanlığını verme. 3- Türk tarafı iki eşit devletli bir federasyona hazırdır. Bunlar yapılmazsa dünya, çok sayıda devletin KKTC'yi tanımasına hazır olsun. Türkiye, artık bütün çevresine olduğu gibi Kıbrıs'a da güçlü, şuurlu ve şahsiyetli bir iradeyle tarihi ve jeopolitik açıdan bakıyor. > KKTC, şimdi T.C. Hükümetinin AB'ye verdiği muhtıra ile hiç olmadığı kadar güçlü.
.
Temiz aile
22 Temmuz 2011 01:00
Kadını korumak için ne kadar geç kalmışız. Bu geç kalışla kim bilir kaç kadın hayatından, sağlığından veya iffetinden oldu? İstikbaline titizlenen cemiyet, kadını korumak zorundadır. Kadın ya annedir veya anne adayıdır. Evladı yetiştiren annedir. Doğuran kadın, ne kadar anne ise çocuklar o kadar sağlamdır. Cennete anaya hürmet edilerek gidilir. Sevgili Peygamberimizin -aleyhisselam- "Cennet anaların ayakları altındadır" hadisleri meşhurdur. Gariptir, modernite ile şiddet ve tefessüh paralel gitmekte. Kadını yani anayı veya ana adayını ve çocuğu, bir adım sonra da gencini koruyamayan cemiyetin geleceği çürüktür. Devletin 'kadına şiddet' denen vahşete el koyması yarınları kurtarma adına sevindirici bir gelişmedir. Terör, kelime anlamıyla şiddet demektir. Terörist sadece sokakta veya dağda değil. Kadına şiddet uygulayan evdeki o koca da teröristtir, magandadır, insanlık tarafı hayli çökmüş biridir. Sevmişsin, almışsın, eş yapmışsın, çocuklarının anası olmuş. Sana birçok hizmetler etmiş. O öfke dolu sözleri söylerken, o tokadı vururken, o bıçağı çekerken, o zalim kurşunu sıkarken hiç mi insan tarafın, İslam tarafın aklına gelip de o iyiliklerden birini hatırlamıyorsun? Aynı hayatı paylaştığın, pişirdiğini yediğin, temizlediğini giydiğin bir insana bu kötülüğü hangi insafla layık görürsün? Elektronik kelepçe iyi fikir. Fakat yetmez. Çünkü, her kadın polise gitmeyecektir. Bazısı korkacak, bazısı çocuklarını düşünerek bağrına taş basacaktır vs. Bunun bir önceliği olmalı... O da mânevî tedbirdir. Aileye, sabır, muhabbet, dayanışma ve feragat ruhunun aşılanması gerekir. Mânevî eğitim şart. Felaket, sadece dayak değil ki, boşanma daha mı az felaket? Mânevî tedbir, cami, okul, medya, aile iş birliğiyle gerçekleşebilir. Bazen telkin, kanunî müeyyideden daha caydırıcıdır. Mevzuat, artık İslamiyeti keşfetmeli, keza bu işler için teşkil edilecek hey'etlerde müftü gibi din adamları da olmalıdır. Erkeğin vicdanına kadının da çocuğun da Allah'ın emaneti olduğu, onların kendisine haklarının geçeceği silinmez harflerle yazılmalıdır. Önce insandaki görünmeyen canavara kelepçe vurulmalı. Obeziteden kurtulmak, annelerimizin, büyükannelerimizin sofralarına dönmekle mümkün olduğu gibi aile huzuruna dönmek de büyükanne ve büyükbabaların yeniden aileye katılmasıyla mümkün olacaktır. Nine veya dedesinden masal, menkıbe, kıssa ve hatıra dinleyerek büyüyen çocuk şefkati tanır, merhametli olur. Çekirdek aile, aile hayatımıza terstir. Temiz toplum, temiz aileyle kurulabilir. > Kadına şiddet uygulayan evdeki o koca da teröristtir, magandadır, insanlık tarafı hayli çökmüş biridir.
.
Somali bizi ilgilendirir
25 Temmuz 2011 01:00
> Unuttuğumuz bu ülkeyi yeniden tanımalıyız. Somali, ilk İslam topraklarının ikincisidir. >Washington, DC Demokratik Somali Cumhuriyeti, 8 milyon nüfuslu, 600 bin küsur km2 araziye sahip, Kızıldeniz'den Hind Okyanusuna açılan kilit noktada bir doğu Afrika devletidir. Halkının tamamı Ehl-i sünnet Müslümandır. Türkiye ve dünya gündemi fevkalade dolu. Bu sebeple çok dramatik bir halde olan Somali yine gözden kaçabilir. 'Hani açlıktan ölen mi olmuş?' diye bir deyim vardır. O soru, cevabını 2011 dünyasında aldı. Şu gün Somali'de insanlar açlıktan ölüyor. İnsanın aç olarak ölmesi en önemli gündem maddesidir. Birkaç yıldır Somali dünyaya 'Somalili korsanlar' kavramıyla tanıtılmakta. Unuttuğumuz bu ülkeyi yeniden tanımalıyız. Tanıyınca buralara henüz sefaret açma ihmali karşısında saçınızı-başınızı yolsanız yeridir: Somali, ilk İslam topraklarının ikincisidir. İslamiyet'in zuhurundan sonra müşriklerin baskıları dayanılmaz bir hâl alınca bir kısım Müslüman, Sevgili Peygamberimizin -aleyhisselam- talimatıyla Habeşistan'a hicret ettiler. Müslümanların dinlerini muhafaza etmek için göçtükleri bu yer, tarihteki ismiyle Habeşistan ise de bugünkü ismi Somali'dir. O zaman Somali de bir Habeşistan toprağıdır. Cafer ibni Ebi Talip başkanlığında hicret eden bu Müslümanlar, Somali'nin Zeyla şehrine gitmişlerdir. Bu hadise, Somalili Müslümanlar için büyük bir iftihar vesilesidir. Zira, Peygamberimiz, daha Medine'ye Hicret etmemiştir. İslamiyet, Mekke'de zorlu bir çıkış mücadelesi vermektedir. Yeryüzünde daha Mekke'den başka hiçbir yerde Müslüman yokken Somali, ikinci İslam beldesi olma şerefine kavuşmuştur. Hicret etmiş Müslümanlar, dinlerini ilk defa Necaşi Esham'ın Somalisinde hürriyet içinde yaşamışlardır. Müşrik baskılarına rağmen misafirlerine din hürriyeti veren bu âdil devlet reisi, Hicri 7. yılda Resulullah'tan aldığı bir mektup üzerine Müslüman olmuştur. Duydukları bu iftihar, Somalili ailelerde asırlardır var olan köklü bir geleneğin doğmasına vesile olmuştur. Her aile, bir ferdini hafız olarak yetiştirmiştir. Miladi 10. asırda buraya giren İslam Orduları, Somali Sultanlığı'nı kurmuşlardır. Türklerin bölgeye gelmesi Kanuni zamanındadır. Özdemir Paşa, Yemen, Sudan, Habeşistan ve Somali'yi fethetmiştir. Kanuni, Paşayı İstanbul'da kabul etti. Paşa, Portekiz'in bölgeye musallat olmaya başladığını, müstemleke ve Hristiyanlaştırma gayretleri içine girdiğini arz etti. Bunun üzerine Padişah O'nu Beylerbeyi rütbesine yükselterek Habeşistan'a yolladı. Özdemir Paşa, dönüşte, Eritre, Kenya, Uganda, Tanzanya'yı da fethetti. Portekiz'le kapışmalar oldu. Özdemir Paşanın kabri Eritre'de Paşa Camiî haziresindedir. Ölümünden sonra oğlu Osman Paşa 7 yıl Habeş Beylerbeyliği yapmıştır. Özdemiroğlu Osman Paşa, daha sonra Nahçıvan, Azerbaycan ve Kafkasları fethedip Kafkas Fatihi unvanını almıştır. Aslan yavrusu da aslan olur. ..... Yarın: BİR KARA SEVDAN OLSUN
.
Bir kara sevdan olsun
26 Temmuz 2011 01:00
> Somali niye aç? Bunun sebebi sömürge politikalarıdır. Avrupalı sömürgeci, iki asırdır ülkenin nesi varsa soymuştur. Osmanlı Devleti yıpratılınca Somali, 1839'da İngiltere'nin 1884-1927 arasında İtalya'nın sömürgesi oldu. 1949'da bağımsızlığını kazandı. 1969'da general M. Siyad Barre, eliyle Marksist bir darbe yaşadı. Darbeci, halkın bin yıllık Arap alfabesini yasakladı. Ayrıca Somalili Müslümanların asırlardır süren her aileden bir hafız çıkartma geleneği ile de mücadele etti. 1975'te iç harp çıktı. Diğer taraftan İngiltere, çekilirken Habeşistan'la Somali arasında Ogaden ismindeki ihtilaflı bir bölge bırakmıştı. Sovyetler, Habeşistan'ın yanında yer almak için bölgeye kara kıtaya indi. 11 bin Kübalı asker de yardıma geldi. 1977'de Habeşistan ve Somali arasında harp çıktı. Rus ve Küba destekli Etiyopya savaşı kazandı. Darbeci general Barre, 1991'de bir karşı darbe ile devrilebildi. Ülkedeki karışıklıklar ise hep devam edip geldi. Somali niye aç? Bunun sebebi sömürge politikalarıdır. Avrupalı sömürgeci, iki asırdır ülkenin nesi varsa soymuştur. Somali'nin sadece serveti soyulmakla kalmamış, insanların kalbleri de soyulmak istenmiştir. Somali milleti, çok yoğun bir şekilde Hristiyan misyonerliğine maruz kalmıştır. Israrlı çalışmalar bugün de devam ediyor. Fakat misyonerler, bu çalışmalardan hiçbir başarı elde edemediler. Ülke, batılı kapitalist sömürgeciler tarafından Hristiyan, kuzeyli komünist sömürgeciler tarafından da Marksist-Leninist yapılmak istenmiş ise de ikisi de boşa çıkmıştır. Ama zavallı Somalili iç harp ve komşu harpleriyle sanayi ülkelerinin silah fabrikalarına çalışmıştır. Baharat memleketi de denen Somali'nin başına gelen felaketlerin iki temel sebebi vardır. Biri halkın yüzde yüzünün Sünni Müslüman olması ve olanca gayrete rağmen bu fakir fakat şerefli insanların imanından taviz vermemesi, ikinci sebep de Afrika Boynuzu denen Kızıldeniz'den Hind Okyanusu'na açılan hakim noktada bulunmasıdır. Bizim Boğazları düşününüz. Yer altı ve tabiî zenginlikler zaten klasik sebeptir saymaya bile gerek yok. Ey Müslümanlar! Bilirsiniz ki bir yerde bir kimse açlıktan ölse, oranın diğer insanları sorumlu olur. Dünya artık küçüldü. Az ötenizde din kardeşleriniz açlıktan ölüyor. Bunu duyduğunuz için sorumlusunuz, vebal altındasınız. Ümit ederiz ki ramazan günlerinde iftar sofranız sade, gönlünüzse gani olur. Somalili de ilk sahabiler gibi, ölmeye razı ama dininden dönmeye razı değil. Şayet orası bir Hristiyan memleketi olsaydı açlık sebebiyle bir tek kişi ölür müydü? Bir kara sevdan olsun. Bir kardeşin, yeryüzünün herhangi bir yerinde açlıktan ölürse sen yarın nasıl bayram yaparsın? Kaldı ki herhangi bir yeri değil, bir-bir buçuk asır evvel senin olan toprakları konuşuyoruz. Filistin gibi Somali de bizi ilgilendirir.
.
Kara kıtanın ak yürekli insanları
27 Temmuz 2011 01:00
Doyma hissi dumura uğramış çağ, şöyle bir devridaime girmiş bulunuyor: Sera gazları atmosferi, atmosfer okyanusları ısıtmakta. Bu ısınmalar çölleşmeye, o da küresel ısınmaya yol açmakta. Bundan dolayıdır ki Afganistan, Tacikistan ve Yemen gibi Asya ülkeleriyle Orta Amerika devletleri ve Afrika yokluk, kıtlık ve çölleşmenin birinden veya tamamından zarar görmekteler. Afrika'nın kuzeyiyle kısmen güneyi hariç, tamamı bu halde. Kenya, Habeşistan ve komşularının durumu ise daha ağır. Somali, korkunç vaziyette. Şu an dünyada en kötü şartlarda olan memleket Somali'dir. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiseri, Afrika'da 12 milyon insanın acil yardım beklediğini haber veriyor. Bu yüksek memur, hazin manzarayı, 'dünyadaki en büyük insani felaket' olarak tarif etmekte. Artık o susuzluğa dayanıklı develer bile ölüyor. Su yok, yemek yok, ilaç yok. Diğer taraftan Somali'de bir de iç savaş yaşanıyor. Şu vaziyetteki bir memlekette iç savaş, aklın hafsalanın almayacağı bir cinnettir ama, silah fabrikaları kapanmayacağına göre cinnet işlenecektir. Ancak, cinnet orada kalmıyor. Şayet denilenler doğru ise Eş'şabab adlı örgüt dış yardımları da engelliyormuş. Uluslararası gözlemcilerin ifadesine göre şimdi Somali'nin iç bölgelerinde on binler, açlıktan ölmüş olabilir. Eğer bu doğruysa dünya Afrika'dan gelecek hastalıklara da hazır olsun. Sanayi ülkeleri bu memleketleri sömürdüler. Sonra yardım edeceğiz diye göz boyayıp riyakârlık yaptılar. Halbuki Afrika devletleri 1970'lere kadar Avrupa'ya sebze, meyve ve gıda ihraç ediyorlardı. Bugünse son 60 yılın görülmemiş kıtlık felaketiyle karşı karşıya. Bu yokluk, kıtlık, kuraklık, çölleşme ve küresel ısınma kaçınılmaz olarak dünyanın başına iş açar. Afrika aç, Yemen aç, Afganistan aç, Orta Amerika aç. Bu karnı doymayan insanların memleketlerinde umumiyetle işgal, o yoksa iç harp, o yoksa uyuşturucu, o yoksa organ kaçakçılığı eksik değil. Dünya, kelimesi 'denî/alçak' kökünden gelir. Bu dünyada bir tarafta sanayi ötesi, bilişim ötesi, refah ötesi toplumlar hayat sürerken, bir tarafta da hayatlar yerlerde sürünmekte. Farkında olmalısınız. İşaret ettiğimiz bu milletlerin hepsi de esmer veya kara tenlidir. Beyaz adamın günahı büyük. Bu günaha ortak olmamak için Türk Kızılayı, sağlık bakanlığı, sosyal yardım fonları, yardım kuruluşları ve elbette Türk vatandaşı Somali'ye yardımcı olmalıdır. Kara kıtanın ak yürekli insanları yardımınıza muhtaç. Bütün gözyaşları ak renklidir.
.
Anderson masalı değil
28 Temmuz 2011 01:00
Anderson Behring Breivik, henüz 32 yaşında olan Norveçli bir genç. 76 kişiyi katleden bu cani, anlaşılan o ki Tapınak Şövalyeleri tarafından iyi yetiştirilmiş. Zaten kendini 'Şövalyeler Başkomutanı' olarak ilan etmiş vaziyette. Arkasında bir haçlı gücü olduğu belli. Onu tesadüfen seçmemişler. Norveç de tesadüfen seçilmemiş. Cani 1998'de Türkiye'ye gelmiş. Sık sık İngiltere'ye gidip uzun süre kalmaktaymış. Tam bir nefret kültürü ifade eden dünya görüşünü 2006'da daha 27 yaşında iken yazmaya başlamış. Yazdıkları 1518 sayfayı buluyor. Adına 'manifesto' demiş. 5 yılda 1518 sayfa yazmak! Bu, şu demektir. Bu katil, hiç aralık vermeden 5 yıl boyunca her gün bir makale kaleme almıştır. Hırsla çalıştığı belli. Selçuklu, Osmanlı, Türkiye tarihini incelemiş. Yazdıklarında Türklerin Anadolu'ya gelişlerinin başlangıcı olan 1071'den Ergenekon davasına kadar bize dair hemen her önemli noktaya temas etmiş. İslam dini ile Müslüman Türklerden nefret ediyor. Nefretinin iki istisnası ise Atatürk'le Ergenekon'a hayranlığı. İkisinin de başarılı olamadığını söylüyor. Türkiye, İslamiyete dönüş yaparak Osmanlının yeniden doğuşuna yol açmıştır diyor. İşte diğer bazı görüşleri: -2021 Avrupa'nın yeniden yapılandırılmasının başlangıcı olmalıdır. Türkler, Hristiyan olmazsa NATO'dan, AB'den ve Avrupa'dan sürülüp atılmalı. Bununla da kalmamalı 2071'e kadar da Avrupa'daki bütün İslami eserler cami, minare ne varsa tamamı kazınıp yok edilmelidir. Türkler, Anadolu'yu fethederken Hristiyan nüfus yüzde 93 iken bugün yüzde 3'e düşmüştür. Sevr Projesi hayata geçirilerek Türkler Anadolu'nun ortalarına sürülmelidir. Ermeni soykırımı yapmışlardır. KKTC de güneye verilmelidir. 2083 Bağımsız Hristiyan Avrupa'nın ilan tarihi olmalıdır. 2083 II. Viyana Kuşatmasının 400. yıl dönümüdür. Biz kuşatma diyorsak da onlar 'zafer' demekte. 'III. Viyana Zaferi'ni gerçekleştirmek arzusundalar. Kimse 'deli saçması!' deyip hadiseyi hafife almasın. Medya da sorumsuzca magazinleştirme yapmasın. Haçlı ruhu ile yazdıklarının 1518 sayfa olmasından bile şüphe etmeli. Hilafetin Türkiye'ye gelme tarihine işaret etmiş olabilir.. Bu, köktendinci bir Hristiyanın delikanlının kendi başına yapacağı, yazacağı çalışma değildir. Onu besleyen örgütler, devletler istihbarat güçleri olmalı. Haçlı ve ırkçısı terörist ne diyor? "Terör eylemi dikkat çekmek içindir. Fikirlerime dikkat çekmek için bu katliamı yaptım, pişman değilim!" MİT bu olay için 3 kişilik bir ekip kurarak dinimize ve milliyetimize kin kusan bu eylemin içyüzünü ortaya koymalıdır? Anderson masalı dinlemiyoruz! Bir düşman proje infilak etmiştir. Bu vahşete kimse neden "Avrupa'nın 11 Eylülü demiyor?" O terörist, ilk andaki iddialar gibi Müslüman olsaydı o yafta da hazırdı. Ah şu batının çifte standardı! O ahmak standart daha çok kan akıtır. > Kimse 'deli saçması!' deyip hadiseyi hafife almasın. Bir düşman proje infilak etmiştir.
.
Özür borcunuz var
29 Temmuz 2011 01:00
> İsrail, Ermenistan, BBC, Wall Street Journal... Norveçli yöneticilerden ibret alarak özür dilemeliler. Özür dileyen, dünyanın güzelleşmesine hizmet eder. Norveç'te 16 bin Türk yaşıyor. Vatandaşlarımız, Oslo'daki merkez camiinde terör kayıpları için bir merasim tertiplediler. Norveç veliahdı Haakon Magnos ile belediye başkanı Fabian Stang, burada birer güzel konuşma yaptı. Konuşmaları, İslamiyet'e ve Müslümanlara dair çok takdire şayan muhtevadaydı. Bir yerde herhangi bir terör olunca bunu hemen Müslümanlara mal etmekteki sakat bakışı samimi ifadelerle kınadılar. Onlara teşekkür ediyoruz. Bazı Avrupa ve Amerikan basın ve yayın kuruluşlarına ise teessüf ederiz. Oslo'da kargaşa çıktığında ilk haberler, şu cümle ile bitti: 'İngiliz yayın kuruluşu BBC terörist eylemi Kafkasyalı Müslümanların yaptığını duyurdu.' Oslo'da bomba patlamış, daha neyin ne olduğu belli değil. Fakat yafta hazır: -Müslüman teröristler!.. Neden? Çünkü, herkes Norveçliler gibi gerçek demokrat değil. Bazı Hristiyanlar için 'İslam eşittir terör ve Müslüman eşittir terörist'tir. Hadi diyelim ki BBC ilk ânda böylesine vahim bir hataya düştü. Bazı isim sahibi Amerikan gazetelerine ne demeli? Gazete yazı işlerinde haberi daha bir dinlendirerek işlemek mümkün. Böyle olmasına rağmen WSJ ve bazıları aynen BBC gibi yaptılar. ABD basınını takip ve raporlarını hazırlayan FAIR ise şimdi onları kınamakla meşgul. Fakat WSJ hatasını telafi edeceğine yazdığı baş yazıda zekâya perende attırmak istiyor. Norveçli terörist cani her ne kadar Müslüman değil ise de El Kaideden ilham almışmış!.. Dürüstçe 'hata ettik, özür dileriz' denmeliydi. Norveç, Filistin'i tanıyacak bundan dolayı başına bu getirildi iddiasını araştırmaları gerekirdi. Nitekim geçen hafta WSJ'in sahibi Rupert Murdoch ve oğlu telekulak skandalından dolayı Londra parlamentosunda özür dilediler. Radikal Hristiyan Anders Breivik'le alakalı yapılan peşin hükümlü yayınlardan dolayı BBC , Wall Street Journal dünya Müslümanlarından özür dilemelidir. Fakat hiç tahmin etmiyoruz. Şu kadar zaman geçmiş, İsrail, Mavi Marmara katliamı sebebiyle hâlâ özür dileyip tazminat ödeyecek. İpe un sermeye devam ediyor. Şimdi İsrail'e bir de Ermenistan eklendi. Başbakan Tayyip Erdoğan, Azerbaycan'daki konuşmasında Ermenistan devlet başkanı Serj Sarkisyan'ı o fütursuz konuşmasından dolayı özür dilemeye çağırdı. O halde... İsrail, Ermenistan, BBC, WSJ ve benzer yayın yapmış olanlar Norveçli yöneticilerden ibret alarak özür dilemeliler. Kastı olmayan rahat özür diler. Özür dileyen, dünyanın güzelleşmesine hizmet eder.
.
Türkiye normalleşiyor
1 Ağustos 2011 01:00
> Bir asırdır demok-ratik hayat, hukukun üstünlüğü, bulutlu havada güneşin görünmesi gibi arada bir fırsat buldukça yüzünü gösterebiliyordu. > Washington, DC Suriye, 48 yıldır sıkıyönetim altında diye bu ülkeyi ayıplıyoruz. '48 yıl sıkıyönetim mi olurmuş?' diyoruz. Bir yıl bile olmaması lazım. Sıkıyönetim bir fevkalade rejim tarzıdır. O açıdan bakarsak biz de normal şartlarda değildik. 31 mart 1908'de başlayan baskıcı, dayatmacı, diğerine hayat hakkı tanımayan ipli, namlulu, zindanlı anlayış sürüp geldi. Buna bazen İttihad-u Terakki dendi, bazen Tek Parti idaresi, bazen kanlı darbe, bazen muhtıra, bazen e-muhtıra. Bu bir asır zarfında demokratik hayat, hukukun üstünlüğü bulutlu havada güneşin görünmesi gibi arada bir fırsat buldukça yüzünü gösterebiliyordu. Sonuçta Suriye de üçüncü dünyalıydı biz de. Sovyet rejimi dağıldıktan sonra son komünizmin bizde olduğunu bizzat geçmiş başbakanlar dile getirdi. Şimdi bu genelkurmay başkanı ayrılması, zanlı general tutuklaması vs. ile anormal şartlardan kurtulma mücadelesi veriyoruz. Şükretmemiz gereken o ki normalleşme, kurumların arınması başka ülkelerde çok büyük sancılarla gerçekleşirken bizde sakin bir şekilde oluyor. Sağlıklı vücut, bütün uzuvların ahenkle çalıştığı vücuttur. Sağlıklı vücutta her uzuv kendi işini görür. Her uzuv kıymetlidir. Huzurlu mahalle hayatında komşuluk münasebetleri karşılıklı saygıyla seyreder. Bir veya birkaç hane halkı, kendi görüş ve hayat tarzlarını diğerlerine zorla kabul ettirmeye kalkışmazlar. Bu uzuvlara veya bu komşuluğa devlet hayatında müessese veya kurum denmekte. Yüzyılı aşkın bir zamandır kurumlarımız anormal çalışmayla malul. Gücü yeten diğerini ya susturuyor veya güdümüne alıyordu. Böyle bir hayat ne siyasi ve ne de sosyal bakımdan dengeli hayattır. Ülke yüz yıldır yaşadığı darbelerle oligarşik cumhuriyete dönmüştü. Bürokrasi, yargı, emniyet, asker, medya, üniversite, siyaset şu veya bu kadar dejenere olmuştu. Kuvveti olan diğerlerine tahakküm ediyordu. Vatandaşın elindeki rey, oy sadece kâğıt parçasıydı, 4 yılda bir sandığa atılırdı. Asıl tayin edici iradeyse namlu, kalem ve paraydı. İşlemeyen, hantal ve nüfuz suistimalini meşru sayan bürokrasi, güven vermeyen, gününde tecelli etmeyen sözde adalet, merhametten uzak düşmüş emniyet, cuntalaşmış, diktalaşmış asker, şantaj ve dalkavukluğa batmış medya, ideolojiyi ilim zannedecek kadar hasta üniversite, yönetemeyen siyaset. Yakın zamanlara kadar Türkiye buydu. İçeride biz kendi kendimize hayrandık. Birbirimizi ağırlayan sağırlardık. Doğruyu söylemek, konuşmak ve yazmak mümkün değildi. Bunu göze alanlar için damga hazırdı. Onlar ya komünist veya gericiydi. Onlar vatan satıcılarıydı. Savcı Ferhat Sarıkaya hain muamelesi görürken Sabih Kanadoğlu, Vural Savaş ve diğerlerine ezberin devamına icazet vermelerinden dolayı prestij gösteriliyordu. ..... Yarın: KURUMLAR YERİNE OTURUYOR
.
Kurumlar yerine oturuyor
2 Ağustos 2011 01:00
> Ne hazindir ki komutanlar, askerini koruyamadığı için değil, sanık generallerini kollayamadığı için emekliliklerini istediler. Geri kalmış ülkelerde seçimler göstermeliktir. Baas rejimlerinde de seçim yapılıyordu. Böyle ülkelerde silah kimdeyse yetki ondadır. Meclis, hükümet bunlar göstermeliktir. Türkiye, bugün bu hallerden kurtulma mücadelesinde. Kan akmadan, gözyaşı dökülmeden normalleşiyor. Hükümet, sadece meclise karşı sorumlu olduğunu fiilen gösteriyor. İmtiyazlı kurum anlayışı bitmekte. Herkes, her kurum olması gereken yerde olmalı, durması gereken yerde durmalıdır. Ne icra yargıya, ne TSK medyaya, ne polis başka bir yere müdahale etmeli. TSK safra atıyor, üniversite derebeylik rejiminden çıkıyor. Asker, yanlış düşman algılamasıyla önemli reflekslerini kaybetti. Genelkurmay başkanıyla kuvvet komutanlarının çekilmesinden dolayı kimse üzgün değil. Kendilerine emanet edilen gençlerin harcanmasına engel olamayan komutanlar, niçin o makamlarda kalsınlar? Fakat ne hazindir ki bu komutanlar askerini koruyamadığı için değil, zanlı generallerini kollayamadığı için istifa ettiler veya yumuşatılmış uygulamayla emekliliklerini istediler. Zannederiz şimdi anlaşılıyordur 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu için neden o kadar yazı kaleme aldığımız. Eğer, Anayasa değişikliği, yüzde 58 gibi büyük bir 'evet' oyuyla kabul edilmeseydi Türkiye, bugün de askerî vesayet altındaydı. Bugün de jüristokratik faşizm yaşanıyordu, bugün de geniş ölçüde fikir üretme kabiliyetini kaybetmiş medyanın halka karşı psikolojik savaşı devam ediyordu. Âmânın gözlerinin açılma sürecini yaşıyoruz. Baas tünelinden ışığa çıkma zamanlarındayız. Üniversite, adliye, kışla, Bâb-ı âli, siyaset kirden, pastan temizleniyor. Öz ülkesine yüklenen kurumlar, tek parti dayatması, kalkıyor. Türkiye kendisiyle yüzleşiyor. Eskiden bize hata ve eksiklerimizi söyleyen herkes haindi, düşmandı. Şimdi görüyoruz ki öyle değilmiş. Her denilen art niyetle söylenmemiş. Türkiye, bir yeniden yapılanma döneminde, 31 Mart 1908'den bu yana süre gelen anormal şartlardan kurtulma temizliğinde. Eskiden, 'eskiden' diyorsak en fazla 15 yıl önce bir başçavuşa bile dokunmak mümkün müydü? Şimdi savcı, suça bulaştığı kanaatine vardığı kuvvet komutanı için yakalama müzekkeresi çıkartıyor, generaller tutuklanıyor, yargılanıyor. Doğrusu budur. Hukuk üstünse adalet herkese karşı işlemeli. Garip-gurebaya gücü yeten adalet, zavallı bir taşra mahkemesidir. Türkiye, karanlıktan çıkmayı 5 temel sebebe borçlu. 1-Dünya krizlerinden bile etkilenmeyen sağlam ekonomi. 2-Anayasa referandumu. 3-Siyasi iktidarın, üstüne gelen bütün baskılara karşı dik durması. 4-İktidarın koşarcasına çalışması. 5-İktidarı fikren besleyen kaynakların varlığı... ..... Yarın: 'ONE MİNUTE'A EŞ DEĞERDE
.
"One Minute"a eş değerde
3 Ağustos 2011 01:00
> Türkiye, kan tazeliyor. Hiç taviz vermeden dipli köşeli temizlik yapılmalı ve herkes icraatının ve ihmalinin hesabını vermeli. Kurumlar temizleniyor. Siyaset kurumu, medya, üniversite, TSK, emniyet, adliye, kulüpler bile... Temizlik daha da sürmeli. Türkiye, kan tazeliyor. Hiç taviz vermeden dipli köşeli temizlik yapılmalı ve herkes icraatının ve ihmalinin hesabını da vermeli. Ödül varsa, plaket varsa hesap da olmalı. Nasıl oluyor da Mehmetçik, bozuk para gibi harcanıyor? Kimlerin ihmal veya ihaneti tesbit edilirse mutlaka gün yüzüne çıkmalı. Evet, cephede şahadet olur ama onun da bir makul ölçüsü vardır. İnternet andıcı da Başbağlar katliamı da Madımak Oteli de, Diyarbakır Cezaevi utancı da Dağlıca dramı da hepsi bütün sebep ve failleriyle meydana konmalı. Türkiye, kendi kendisiyle asırlık bir yüzleşme içinde. Özel Harekât Polisi, bölücülükle aslanlar gibi mücadele verirken, teröristlerin korkulu rüyası olmuşken 28 Şubat Darbesi yollarını kesti. Askere ise yanlış düşman algılaması yaptırıldı. Düşman, başörtülü kız, sakallı vatandaş, ibadetindeki insandı. Böylece hedef şaşırtıldı. Mücadele başka sahaya kaydı. Dikkat dağıldı. Sloganlar, ideolojik zekâ ön plana geçti. Bundan dolayı silahlı mücadele kabiliyeti zaafa uğradı. Şimdi bu hatalardan kurtuluyoruz. Yeni ve sivil bir anayasa yapabilir ve darbe mahsulü bu yamalı anayasa arşivdeki yerine konursa çok daha güzel gelişmeler bekleyebiliriz. 2023 Büyük Türkiye, 2071 Cihan Devleti Türkiye diyoruz. Kurumları bozulmuş bir memleket, bu hedeflere varabilir miydi? 28 Şubat rejimi, yine IMF'ye, Dünya Bankasına, Avrupa devletlerine el açan 70 Cente muhtaç bir Türkiye hazırlıyordu. Nitekim ekonomiyi, 2001 Ekonomik krizi uçurumuna düşürdü. 3 Kasım 2002 Türkiye için bir Milad olmuştu. 29 Temmuz 2011 ise Vak'ayı Hayriye'dir. Bugün devlet, kurumlarına gücünü yetirebildiğini ve sözünü geçirebildiğini fiilen göstermiştir. Aciz ve boynunu büken iradenin yerini kudretli devlet iradesi aldı. Gitmek isteyen başarısız paşaya 'ver dilekçeni, haydi selametle!' diyebilmek dışarıya söylenen 'one minute'a eş değerdedir. ..... Yarın: VATANDAŞ, ELİNDEKİ OYUN GÜCÜNÜ KEŞFETTİ
.
Vatandaş, elindeki oyun gücünü keşfetti
4 Ağustos 2011 01:00
3 Kasım 2002'de başlayan sıkı ve azimli çalışmanın sonunda Türkiye, 29 Temmuz 2011'de bir hayırlı vak'a yaşadı. Vak'ayı Hayriye 'güç bende!' diye bağırmakla güce sahip olunamayacağının tescilidir. Paşalar kendi rızalarıyla ayrılmışlardır. Ama o 13 askerin ve diğer Mehmetçiklerin hesabı verilmelidir. Herkes hesap vermeli. İhmal ve kusurlarının olmadığına mahkeme hükmetsin. Türkiye doğru yoldadır. Bu doğru yolda muhalefet de sorumlu davranmalı. Artık soğuk savaş dönemi muhalefetine kimse itibar etmiyor. İki general istifa edince acaba bana da bir pay düşer mi diye tatili kesip Ankara'ya seğirtmedeki abeslik sadece tebessüm ettirmiştir. Eski Anayasa Mahkemesi düzeninde o günkü mahkeme, 367 diye bir hukuk çarpıtmasına imza atabilmişti. Medya, manşet, sütun yazıları ve ana haber bültenleriyle buna destek olabilmişti, o günkü asker web sitesinden ikide birde elektronik muhtıra verebiliyordu. 1945'in Türk Baharı'nda çiçeğe duran ağaçlar, 29 Temmuz 2011'de meyve verebildi. Ne kadar uzun bir zaman değil mi? Milletimiz çok sabırlıdır. Sabırla koruk helva oldu. Eğer geçen bu zamanda 5 defa namlulu veya klavyeli darbe yaşanmasaydı, Türkiye ,14 Mayıs 1950'de yakaladığı rüzgârı hız kesmeden estirebilseydi. Bugün beşinci büyük güçtük. Birkaç ay evvel, Suriye'nin de karıştığı günlerde bir Güney Koreli tanıdık Washington'da bize şunu sordu: 'Yemen ve Suriye de karıştı, Türkiye'de de bir şeyler olur mu?' İftihar ederek 'hayır olmaz, çünkü biz 17. büyük ekonomik gücüz' dediğimde karşımdaki 'hafifçe gülerek fakat biz 12. büyük gücüz' dedi. Oysa, bizim askerimiz 1950'de giderek bu memleketi Çin'in elinden kurtarmıştı. Kore, Japonya, Almanya nihayet Çin gelip geçerken bizim bugün bile askerî vesayet konuşmamız Ergenekon zihniyetinden dolayıdır. Artık, askerî vesayet Stalin mirası Rusya'da bile konuşulmuyor. Neyse ki bizde de geç de olsa, güç de olsa iklim değişmekte. Türkiye demokratikleşiyor. Türkiye sivilleşiyor. A'dan Z'ye bütün anayasal kurumlar kirlerden ve kibirlerden arınıyor. Hatta şikeye, kumara, haram paraya batmış dernekler bile. Oligarşik Cumhuriyet, ismine layık şekilde halkın cumhuriyeti olma çabasında. Hukuk, en üstün güç olma yolunda. Vatandaş, seçimlerde artık oyunu atmıyor. O artık rey veriyor, oy kullanıyor. Referandum, seçim ve anketlerle vatandaş, yönlendirme gücünü harekete geçirdi. Mühür kimdeyse Süleyman odur. Demokratik rejimlerde oy kimdeyse güç ondadır. Vatandaş gücünü keşfetti. > Artık, askerî vesayet Stalin mirası Rusya'da bile konuşulmuyor. Neyse ki bizde de geç de olsa, güç de olsa iklim değişmekte. Türkiye demokratikleşiyor.
.
Suriye'de devlet terörü
5 Ağustos 2011 01:00
> Norveç'te fanatik bir Hristiyan, terörü kendi başına yaptı. Suriye'de ise devleti ele geçirmiş Nusayri fanatizmi, terör suçu işlemekte. Suriye rejimi, şu gün, dünyayı hiçe sayarak kendi halkına karşı insafsız bir devlet terörü estirmekte. Öz vatandaşlarına kurşun yağdırıyor. Dünkü Şam vilayetimiz, kan kusuyor. Baasçı Nusayri dikta, öteki saydığı Arap, Türkmen ve Kürt'e bugün değil 1963'ten beri kan kusturuyor. İsrail, Golan Tepelerini elinden almışken ona bir şey yapamayan bu değişmez iktidar, Suriyeliye her kötülüğü reva gördü. 1982'de Hama'da zehirli gaz ve bombardımanla 30-40 bin kişiyi katletmesi, hafızalardan silinmez bir kara lekedir. Diktatörü Hafız Esed'le Türkiye'nin arası hiç iyi olmadı. Haddini aşan iddialar taşıyor, bütünlüğümüze karşı terörist besliyordu. Ölümünden sonra 2000'de yerine oğlu 'Beşşar el Esed' geçti. Tunus'ta 'Arap Baharı' başladığında Beşar Esed, Türkiye ile temas halindeydi. Halep'te ortak bakanlar kurulu toplanıyor, vizeler kalkıyor, kendisi defalarca ülkemize gelip-gidiyordu. Türk yöneticilerini takip ettiği kanaati doğmuştu. Halk hareketi Tunus'tan diğerlerine sıçrıyorken Suriye için böyle bir manzara tahayyül edilmiyordu. Beşar Esed, buna sebebiyet vermezdi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Tayyip Erdoğan ve dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu'nun telkinlerde bulunduğu Suriye'nin bu genç devlet başkanı, değişime dair ümit vermekteydi. Ancak gelişmeler öyle olmadı. Hadiseler, Suriye'de de patlak verdi. Göstericilere sert müdahaleler yapılıyor, ölenler oluyordu. Buna rağmen hemen herkes, yine de Beşar Esed'i ayrı tutuyordu. 'Suriye bir istihbarat devleti. Beşar Esed değil, kardeşi bunları yapmakta' deniyordu. Kardeşi Mahir Esed, gizli polis, istihbarat ve 4. Zırhlı Tümenin başıdır. O da Hama katliamının faili amcası Rifat Esed gibi acımasız bir yapıya sahip. Bunların doğruluğu geldiğimiz noktada Beşar Esed'i masum yapmaz. Kuzu postundan kurt çıktı. Eğer samimi olsaydı, ya kardeşiyle diğer radikalleri yerinden alır veya 'gücüm yetmiyor, engel olamadım' der ve istifa ederdi. Aksine ramazan ayı başında oruçlu insanları yığınlar halinde öldürttü. Nedir bu sokağa dökülmüş insanların suçu? Hakim azınlığa karşı eşitlik, hürriyet, çok partili hayat, inancını serbestçe yaşama, demokrasi ve insanca yaşama hakkı istemekteler. Ceberut rejim ise hiç esnemiyor. İstekler kurşunla karşılık görmekte. Dünya, Suriye'ye ambargo uygulayacakmış. Müeyyide olarak ambargo tek başına yetmez. Bu azınlık diktasına son vermek şart olmuştur. Hüsnü Mübarek gibi, Suriye diktatörleri de mahkeme önüne çıkmalıdır. Yüzde 93'lük büyük çoğunluk yüzde 7 azınlığın elinden kurtarılmalı, 2011'de Hama katliamının tekrarlamasına fırsat verilmemelidir. Norveç'te fanatik bir Hristiyan, terörü kendi başına yaptı. Suriye'de ise devleti ele geçirmiş Nusayri fanatizmi, terör suçu işlemekte. Zulüm payidar olmaz. Deveden büyük fil vardır
.
Dua
8 Ağustos 2011 01:00
> Hayırların celbi, belaların def'i için dua devranıdır. Umulanlara nail olup, korkulanlardan emin olmak için dua mevsimidir. > Washington, DC Ramazan veya asıl yazılışıyla 'ramezân' yanma demek. Günahların, kötülüklerin, yanması, yok olması. Bu da oruç tutmak, dua etmek, bazı vazgeçilmez duaları da kendinde toplamış olan namaz kılmak, içten pişmanlıklarla af dilemek, hayır ve hasenat yapmakla mümkün. Oruç, hususi yazılışıyla 'uruç' ayındayız, günahlardan kurtulup mânevi mertebelerde yükseliş ayı. Ecdad ne güzel tarif etmiş 'on bir ayın sultanı' diye. On bir ayın sultanı gelirken ilk akşamdan teravihlerle karşılanır, sanki yoluna güller dökülür ve 'hoş geldin ya şehr-i ramazan' ey ramazan ayı hoş geldin, sana hasrettik, şükür kavuşturana, denir. Ayın ikinci yarısı hüzne dönüktür, 'el veda ya şehri ramazan! Gidiyorsun ama umarız ki memnun kaldın, kusurumuz çok, fakat sen âli cenabsın, kusurumuza bakma ve bize lütfen şefaatçi ol.' Dua, yine orijinal metniyle 'düa' Arapça bir kelime, yalvarma, yakarış demek. Kulun samimi olarak Allahü teâlâya sığınması, yalnız kalmışken, çaresizken kimsesizlerin kimsesine 'el gıyas/yetiş ya Rabbi' demesi. Bizim irfanımızda duanın bir adı da 'tazarru'dur. Duayı tenha köşelerin samimiyeti içinde yaptığımız gibi, mensur şiirler, şiirlerle dillendirmiş veya yağmur duası gibi sosyal olaylarda çözüm tarzı olarak da yaşamışız, yaşarız. Çünkü ilâhi vaad vardır: O'nun, o yüceler yücesinin vaadi mutlaktır. Kitaplar üstü kitabında 'bana halis kalb ile dua ederseniz duanızı kabul ederim' anlamında muştusu, ezelden ebede bir mahya gibidir. Allah Resulünün -sallallahü aleyhi ve sellem- kutlu haberi, tükenmez bir müjdedir. 'Bir mü'minin din kardeşi için arkasından yaptığı hayır-dua kabul olur. Bir melek, dua edene Allahü teâlâ, bu iyiliği sana da versin, der.' Duaların da gündemi var... O gündem zamana, mekâna veya şahsa bağlıdır: Zaman, seher vakti, cuma gibi mübarek günler, hutbe okunma vakti, leyle-i kadr gibi, kandiller gibi mübarek gecelerdir, kalbin kırık olma zamanlarıdır. Mekân, Kâbe, Arafat, Peygamberler Peygamberinin yüksek huzurları, enbiya, İslam hükümdarı, âlim, evliya ve şehidlerin kabirleridir, gurbettir. Şahıs, hoca, ana-baba, dul yetim, fakir-fukara, mazlum, mağdur insanlardır. An bu ân dem bu demdir. Hayırların celbi, belaların def'i için dua devranıdır. Umulanlara nail olup, korkulanlardan emin olmak için dua mevsimidir. Gündem duadır. O değişmez gündemdir. Ramazan, aynı zamanda hediyeleşme ayıdır. Duadan öte hediye ne mümkün. Aşağıdaki dua SEVGİLİ PEYGAMBERİM kitabı 15. Cildinden. Bu da bizim sizlere hediyemiz. -Ey Allahım! Gelecek için endişelenmekten, geçmiş için tasalanmaktan, güçsüzlükten, tembellikten, korkaklıktan, cimrilikten, bel büken borçtan, zalim ve kötü kimselerin kötülüğünden sana sığınırım! Amin.
.
Ümmet, İslamı keşfediyor
9 Ağustos 2011 01:00
> Sıcak savaşla, Haçlı Seferleriyle, işgallerle netice alamayan dünkü Hıristiyan dünya, İslama karşı psikolojik, ekonomik ve kültürel savaş açmıştı. İslam ümmeti, deryadaki aidiyetini keşfediyor. Yirminci asır kayıp yüzyılımızdır. Kayıp yüzyılda din, arka plana itilerek ırk öne çıkartıldı. Bu 1789 Fransız İhtilalinin ülkemiz kıyılarına vuran dalgalarıydı. Ancak dalga boyu hiç de kısa olmadı. Ümmet fikri, kardeşliği telkin edip perçinlerken, ırk duygusu teke irca eder. Şu üzerinde durduklarımızın İslamcılık ve ümmetçilikle alakası yok. Millet kavramıyla da çatışması da söz konusu değil. Ümmetçilik, İslamcılık, üstün ırk vs. ithal kavram ve empozelerdir. İslam coğrafyasında yaşananlar, hangi adı alırsa alsın, aslında iki yüz yıla yayılmış olan emperyalist niyet ve sömürme açgözlülüğünden kurtulma mücadelesidir. Müslüman Türkler, bin yıl İslama bayraktarlık yaptı. Bu hizmet, zamanın milletimizin omuzlarına işlediği en şerefli rütbedir. Haçlı Ordularını durdurmak için döktüğümüz kan, herhalde on baraj dolusu sudan fazladır. Anadolu barajlarında enerjiyi üreten, madde âleminde su ise de mânâ âleminde şehidlerin kanıdır. I. Dünya Harbi'nde, İstiklal Harbi'nde yedi koldan Osmanlı mülküne tecavüz eden 'düvel-i muazzama' Haçlı Ordusundan başka nedir? 2003'te Irak işgal edilirken neocon güdümlü Bush, net bir şekilde 'bu bir Haçlı seferidir' demedi mi? Fanatik Hıristiyan Garplının şuuraltı değişmedi. O günkü emeli şuydu: 'Türkiye' dediği Osmanlıyı Anadolu ortasında denizlerden uzak bir kara devleti haline getirmek ve İslamı hayata dair emir ve yasaklarından kopararak onu ruhanileştirmek. '30'lar Türkiye'sine bakınız dinde reform dayatmalarıyla dini hayata dair yasak zorbalıklarının hemen tamamının ramazan aylarında yapıldığını görürsünüz. '70'ler Türkiyesinde bile Cumhurbaşkanı dini bayram mesajında kodlanmış ifadelerle din aleyhine ağır ifadeler kullanıyordu. Derin batıda niyet değişmemiştir. Buna rağmen hiç sanmıyoruz ki Norveç'te Hıristiyan terörist Anders Breivik'in İslamiyet ve Türklere dair yazdıkları, eylemi ve projesi ilahiyat veya tarih fakültelerimizde inceleme konusu olsun. Terörist Breivik, İslamiyete dair dedikleriyle, Türkleri Ankara çevresine sürme niyetiyle, Sevr'in izinde gitmesiyle şahsının değil bir dünya görüşünün temsilcisidir. Sıcak savaşla, Haçlı Seferleriyle, işgallerle netice alamayan dünkü Hıristiyan dünya, İslama karşı psikolojik, ekonomik ve kültürel savaş açmıştı. Böylece kendileri çekilip vekillerini, ısmarlama diktatörleri iş başına getirdiler. Bunun neticesinde İslam dünyasında dejenerasyon büyük oldu. Toprak ve kaynak sömürgeciliğinin yerini kültür, inanç ve şahsiyet sömürgeciliği aldı. Son iki yüzyıl, başkalaştırma, mankurtlaştırma, içten vurma, içeriden ihanet faaliyetidir. Kitapla, kültürle oynamanın gayesi bu toprakların insanını Kur'andan koparmak içindi. Patriğin mektubunu vasiyet gibi kabul ettiler. ..... Yarın: RÜCU
.
Rücu
10 Ağustos 2011 01:00
> Şimdi asla dönüş başlamıştır. Bir rücu hareketi yaşıyoruz. Türkiye, yeniden tarihî memuriyetini üstlendi. Bosna, Kosova, Gazze'den sonra Somali ve Afrika'dayız. II. Mahmud zamanında Patrik V. Gregorious'un Rus Çarı II. Aleksandr'a yazdığı mektup, çok şeyi izah etmeye yeter. 1820-21'de, bugün Yunan Başbakanı Papandreu'nun içine düştükleri ekonomik çıkmaza dair yapılan tenkitlere "Ne yapayım, Mora'yı mı satayım?" dediği Mora yarımadasında isyan çıkar. Çok sayıda Müslüman kılıçtan geçirilir. Padişah, sadrazam Benderli Ali Paşa'ya talimat verir, isyanın arkasında kimlerin olduğu araştırılır. Fener'de patriğin evine baskın yapılır. İsyan tertipçisinin evinde Rus çarı ile yazışmaları da bulunur. Patrik, "Türkleri Kur'andan ayırmadıkça onları mağlup etmenin çaresi yoktur" mealinde mektup yazmıştır. Yargılanır ve daha sonra Patrikhanenin Kin Kapısı denecek olan kapı önünde asılır. Acaba bu hadiseyle II. Mahmud'a atılan iftira arasında bir münasebet yok mudur? Adlî unvanlı sultana "Gâvur Padişah" denmiştir. Bunun sebebinin idamdan dolayı başlatılan kara propaganda olduğu tahmin edilebilir. Bir kısım basiretsiz teb'a/vatandaş, Halifesine "gâvur" diyebilmiştir. Aynı hain propaganda bu padişahın torunu II. Abdülhamid'e de mektep kitaplarında bir asra yakın zaman "Kızıl Sultan" dedirtecektir. Bu bir üçlemedir, üçlemenin üçüncü halkasında üç çeyrek asır boyunca insafsızca "vatan haini" diye gösterilen VI. Mehmed Vahideddin vardır. Osmanlı hedefin tam ortasındaydı. Çünkü devlet, bütün ümmete çatıydı. Açe'deki Müslüman da Eritre'deki Müslüman da İstanbul'a, Dar'ül Hilafe'ye güveniyordu. Şimdi asla dönüş başlamıştır. Bir rücu hareketi yaşıyoruz. Ümmet, İslamı keşfediyor. Türkiye, yeniden tarihî memuriyetini üstlendi. Bosna, Kosova, Gazze'den sonra Somali ve Afrika'dayız. Şüphesiz ki Hama'ya da yardım edilecektir. İşgalciler Irak'a girdiklerinde nasıl ki bir aşiret reisini alıp Irak Cumhurbaşkanı yaptılarsa kayıp çağda da önce ümmeti kavimlere, düşman topraklara bölüp yekpareliği ortadan kaldırdılar, sonra da her birine bir temsilci diktatör diktiler. Bu ufuktan bakınca Kürtçülük hem anlaşılır, hem çözülür ve hem de Sevr'in bir parçası olduğu görülür. Geçen çağ diktatörler çağıdır. Ama artık diktatörler kafese girmeye başladı. Çağ yüzümüze gülüyor. İki yüz yıl sonra bir büyük dönüşüm yaşıyoruz. Bundan sonrası daha kolay. Yeter ki yeni hatalarla tarihî fırsat heba edilmesin, yeter ki Peygamberler Peygamberinin SEVGİLİ PEYGAMBERİM 15. Cildde yer alan şu ikazlarına dikkat edilsin: -Bir millette Beyt'ül male/hazine malına hıyanet yaygınlaşırsa o milletin kalbine muhakkak korku yerleşir. Bir millette zina yaygınlaşırsa onlarda muhakkak ölümler çoğalır. Bir millet, ölçü ve tartıda hileye saparsa o millette muhakkak geçim zorlaşır. Bir millette kararlar adil olmazsa o millette muhakkak cinayetler çoğalır. Bir millette verilen sözlerden cayılırsa, Allah, muhakkak o milletin üzerine başka millerleri sevk eder, hakimiyet yabancılara geçer.
.
Ruhaniyet
11 Ağustos 2011 01:00
Sevgili Peygamberimizin -sallallahü aleyhi ve sellem- Veysel Karani hazretlerinden bugüne intikal eden mübarek hırkasının sergilendiği makam, mükemmel bir estetik anlayışıyla yeniden tefriş edilerek halka açıldı... Eskiden müminler, hasretle ziyarete gider fakat anlık zaman diliminde hırkanın bir küçük kısmını ya görür veya göremezlerdi. Şimdi Hırka-i Şerif, ortada olanca ihtişamıyla ışıldarken bakan gözlere nur, sevgi duyan kalblere şifa vesilesi olmakta. O mübarek ve müstesna emanete bu çok değerli hizmeti yapan herkese müteşekkiriz.... Hırkanın ilk dönemi zaten bilinmekte. Anadolu'ya gelişinden sonraki tarihçesini ise şöylece nakletmek mümkündür: Sultan I. Ahmed Han, 17. Asır başlarında Anadolu'ya gelerek Kuşadası'na yerleşmiş olan Üveysi Ailesi'nin o günkü reisi Şükrullah Efendiyi bir Fermanla/ 'kanunla' İstanbul'a aldırarak Fatih'te bir ev tahsis etti. Peygamber sevdalıları, Hırka-i Şerifi bu evde ziyarete başladılar. Fakat ev yetmeyince bir zaman sonra Sadrazam Çorlulu Ali Paşa, bir hücre, imaret ve çeşme yaptırdı. 1725'te Şeyh Osman Üveysi, emaneti, kurduğu bir vakıfla hukuken kayıt altına aldı. I. Abdülhamid Han 1780'de sonradan cami avlusunda kalmış olan hücreyi yaptırdı. Ondan sonra buraya 'Küçük Hırka-i Şerif Dairesi' de denir oldu. II. Mahmud Han, bu hücreyi yeniletmesine rağmen mekân darlığı devam edince I. Abdülmecid Han, 1847'de bir külliye inşası başlattı. Eser, 1851'de bitti. Külliye'de iki Minareli, kubbeli bir cami, camide Hünkar Mahfili, ayrıca Hünkar Kasrı, Üveysi Aile reisi için bir meşruta ve Hırka-i Şerif'e muhafızlık yapacak olan jandarma bölüğünün de bir kışlası yer aldı. Sultanın kendi eliyle yazdığı hat levhaları da minberin üstüne asıldı. Dikkat edileceği gibi hiçbir padişah "O'nu da Topkapusu'na, Emanet-i Mukaddese'ye alalım" dememişler, belki bu düşünce zihinlerinden bile geçmemiştir. O kadar kıymetli bir eşya hususi mülkiyette devam etmiştir. İstanbul ve onun şahsında da hepimiz ne kadar iftihar etsek yeridir. Kâinatın Sultanının iki hırkasından biri Seray-ı Cedîd'de/Topkapı Sarayı'nda, diğeri de Fatih'te Hırka-i Şerif Camiî'ndedir. Topkapı Sarayı'ndaki mübarek hırkayı ise daha evvel Orta Doğu ve Kuzey Afrika fatihi Yavuz Sultan Selim Han İstanbul'a getirmiştir. Bu benzersiz servetle aynı toprakları paylaşmanın şerefini yaşıyoruz. Bu padişahlardan askerlerine, inşaatlarda çalışan amelelere, yerleri süpürenlere, başta aile olmak üzere emaneti hassasiyetle koruyup günümüze kadar taşıyan herkese ve bugün de bu büyük hizmeti yapanlara millet olarak teşekkür ve dua borcumuz vardır. Unutulmasın... Emanet-i mukaddesenin/Kutsal Emanetlerin tamamı İstanbul'dadır. Bunların hepsi ve başlayan tamirden altı yıl sonra -inşallah- muhteşem bir yenilenmeyle çıkacak Eyüb Sultan Türbesi, sahabe kabirleri ve bizatihi İstanbul'un kendisi büyük bir mânevî mirastır. Mirasçı, miras bırakanın her şeyine mirasçıdır. Bu Peygamber mirası, bir vesikadır, bir yetki belgesidir. Yetki, söz hakkı verir. Şimdi muhakeme vaktidir. Şimdi muhasebe vaktidir. Şimdi konuşma vaktidir. > Mukaddes emanetlerin tamamı İstanbul'dadır. Ayrıca Eyüb Sultan Türbesi, sahabe kabirleri ve bizatihi İstanbul'un kendisi büyük bir mânevî mirastır.
.
Aynadaki sensin
12 Ağustos 2011 01:00
> Suriye'deki zulüm de Somali'deki aç da Bangladeş'teki yoksul da Doğu Türkistan'daki insan hakları ihlalleri de Türkiye'nin meselesidir. O algı yanlıştır, doğrusu öğretilmedi. TBMM, 3 Mart 1924'te Hilafeti kaldırmamış, temsilinde değişiklik yapmıştır. Hal edilen hilafet makamı değil, halifedir. 431 No'lu Kanun, 'Hilafet, Hükûmet ve Cumhuriyet mânâ ve mefhumunda esasen mündemiç'tir diyor. Dikkat edilirse sadece mündemiç/ihtiva eder denmiyor, 'esasen mündemiçtir' deniyor. Kanun metninde tek başına hükümet ve tek başına cumhuriyet vurgusu yapılmamakta. Kanun lafzıyla ve ruhuyla tefsir edilir. Lafzı kanun metninde yazılı. Ruhu yani niyeti ise ifade ettiğimiz cümle. O kadar ki bunu belki kanun koyucu o ân sarahaten düşünmemiş olabilir. Fakat metin, onun şuuraltını, şuuraltı ikrarını ve belki de özrünü çok açık bir şekilde göstermekte: -Bugün, elimiz mahkûm olduğu için mecburen böyle hareket ediyoruz ama, aslında müesseseye var gücümüzle sahibiz. Devrin ve devrim kargaşasında bir temsil, irade ve nüfuz makamı olan Hilafet, TBMM'nin tüzel kişiliğine alınmıştır. Bir kısım hukukçular maddeyi böylece yorumlamaktalar. Hükümet ve Cumhuriyet birlikte mütalaa olunca buna TBMM de denebilir, T.C. devleti de denebilir. Şayanı dikkat olan, kanun metninde icra makamının daha evvel sayılmış olmasıdır. Hadise sembolik olarak görülmüyor. Öyle görülmediği diğer vurgudan da çıkartılabilir. Hem manaya işaret edilmekte ve hem de mefhuma. Kanun dilinden bir parça anlayan görür ki Hazreti Peygamberin -aleyhisselam- vekilliği bugün de Türk milletindedir. Millet adına da onun devletindedir. TBMM sağduyunun hakim olduğu uygun bir zamanda temsil keyfiyetini devletin mânevî kişiliğinden ayırarak bir gerçek kişiyle temsil yaptırabilir. Veya şöyle diyelim. Bir ülke, hilafet kurumunu ilan iddiasına kalkışsa Türkiye, buna müdahale ederek engeller. Bir kişi, ecdadından kalan tarlayı sürmeyebilir. Ancak, bu tehir üçüncü kişilere, o mülk üzerinde hak sahibi olma iddiasını vermez. O halde Suriye'deki zulüm de Somali'deki aç da Bangladeş'teki yoksul da Doğu Türkistan'daki insan hakları ihlalleri de Türkiye'nin meselesidir. Bunu derken sağa sola taarruz edelim gibi sorumsuz bir teklifte bulunmuyoruz. İdeolojik bir hilafetçilik de kastetmiyoruz. Bizde halife, Katoliğin papası, Şianın imamı değildir. Padişah, Yavuz Selim'den itibaren aynı zamanda halifedir. Fakat hilafetin idari tarafını padişah temsil ederken şer'i tarafını meşayih makamı temsil etmiştir. Hakan Halife ferman çıkartmış fakat fetva vermemiştir. Aksine fetvaya/hukuka riayet etmiştir. Haklarımıza ve yetkilerimize dikkat çekiyoruz. Bunların ilmî planda konuşulması bir şey kaybettirmez. Hadiseler, tahminlerden öte hızlı gelişmekte. Dev siyasi ve sosyal değişim dalgaları geliyor. Hazır olmayan kaybeder. Büyük devlet, evrensel müesseselere sahip olan devlettir.
.
Jomo Kenyatta doğru demiş!
15 Ağustos 2011 01:00
> 'Avrupalılar geldiklerinde onların elinde İncil, bizim elimizde ise topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapatıp dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda baktık ki İncil, bizim elimizdeydi. Topraklarımız ise beyazların olmuştu...' > Washington, DC Biri bize 'yazı hayatında en çok hangi günlüklerini sevdin?' diye sorsa en evvel 25, 26, 27 Temmuz 2011 günkü 'Somali Bizi İlgilendirir', 'Bir Kara Sevdan Olsun', 'Kara Kıtanın Ak Yürekli İnsanları' adını taşıyanları sayarız. İsmi geçen yazılar vesilesiyle şu merhamet seferberliğinde bir nebzecik de olsa payımız olduğu ümidindeyiz. Onları kaleme aldığımızda Türkiye ve dünya gündeminde Somali diye bir mesele hemen hemen yoktu. Dünya gündeminde bugün de yok. Türkiye'nin ise dört büyük gündeminden biri Somali. Milletimiz ne kadar asil bir mayaya sahip olduğunu ortaya koydu. Devlet, Hükümet, partiler medya hep beraber Somali ve Afrika'nın aç insanlarına sahip çıktık. Somali başkası değil ki. 'Bir Kara Sevdan Olsun' adlı yazımızda da ifade ettiğimiz gibi Kanuni Sultan Süleyman zamanında Özdemir Paşa, Yemen, Habeşistan, Sudan ve Somali'yi ondan sonra Habeş Beylerbeyi unvanını devralan Oğlu Osman Paşa, ise Kenya, Tanzanya, Uganda ve Eritre'yi fethetti. Bunları hangi tarih dersi öğretiyor? Genç beyinler, yıllarca İslam öncesi, eski Yunan, Roma gibi milletlerin tarih ve edebiyatıyla dolduruldu. Bunu yapanlara göre yeni devlet, Osmanlının küllerinden doğmuş, önceki tarihimiz de ortada kül olduğuna göre zaten yanmıştı. Ama hakikat öyle değil ki. Bakınız şu gün Batı basını, 'hasta adamın muhteşem dönüşü' mealinde başlıklar atmaktalar. Afrika'yı bugün de fethediyoruz... Türkler, dün oralarda hem ülkeleri ve hem de kalbleri fethetmişlerdi. Adaletle hükmeden ecdadımız, onlar için aziz bir hatıraydı. Orada bugün de Osmanlı Sultanının ismi hutbede okunan yerler var. Dün toprak ve gönüller fethedildi. Bugünse gönüller fethedilecek. Zaten dünkü toprak fethi de gönüller içindi. Bahsettiğimiz memleketlerde halkın dilindeki Türkçe kelime çokluğuna hayret edersiniz. Biz 'banyo' deriz. Sudanlı ise Türkçe'den aldığı o zarif ismi kullanır 'edebhane'. Türk vatandaşı, her kesimiyle Kara Kıtanın Ak Yürekli İnsanları'na ilaç olmuştur. Olmaya da devam edecek. Suriye gibi Somali de iç meselemizdir. Biz sömürgeci değiliz. Olsaydık OMT/Osmanlı Milletler Topluluğu halkları Türkleri özlemezlerdi. Bizden sonra emperyalistler Afrika'ya gittiler. Çocukken İskoç misyonerler tarafından kabilesinden alınıp Hristiyanlaştırılarak adı bile değiştirilen Kenya'nın kurucu başkanı Jomo Kenyatta diyor ki: 'Avrupalılar geldiklerinde onların elinde İncil, bizim elimizde ise topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapatıp dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda baktık ki İncil, bizim elimizdeydi. Topraklarımız ise beyazların olmuştu...' Biz onlara gözlerinizi kapayın demeyeceğiz: -Yeter uyutulduğunuz, yeter sömürüldüğünüz, artık gözlerinizi açın!' diyeceğiz. Somali bize bir Hicret hatırasıdır.
.
Suriye'de problem giderek ağırlaşıyor
18 Ağustos 2011 01:00
Beşar el Esed ne yapıyor? Hakikaten ortada anlaşılmaz bir durum var. Bir aile reisi kendi hane halkını kesip doğrar mı? Bir devlet reisi de bunu yapamaz. Hama'da tarih önünde bir kere daha utandıracak manzaralar ortaya çıkınca Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Şam'a gitti. Görüşme, diplomasi tarihine geçecek bir süreyle altı buçuk saat tuttu. Bu süre zarfında dışişleri bakanımız meseleyi Suriye, Türkiye, bölge ve dünya ölçeğinde bütün cepheleriyle dile getirdi... Ziyaretin üzerinden daha 24 saat geçmeden Suriye iktidarı, Hama'dan tanklarını çekti. Tankların çekilmesi Ankara ve ilgili her merkez ve herkese 'oh' dedirtti. Beşar Esed, üstelik dünya basınının Hama'ya girmesine de razı olmuştu . Gerçi o tanklar çekilirken seslendirilen yorumlardan bazısı çok haklıydı. 'Zaten ortada bir ölü şehir kaldı, tanklar çekilse ne olur, çekilmese ne olur?' deniyordu. Çekilmenin verdiği memnuniyet esnasında bu yorumlar pek işitilmedi ama şimdi ne kadar doğru olduğu görülüyor. Tanklar, Hama'dan çekildi Lazkiye'ye girdi. Karadan tanklar, denizden savaş gemileri Lazkiye'yi tahrip etmekteler. Suriye, bir şehrini daha hayalete çeviriyor. Beşar Esed, güya çok partili hayata izin verdi. O zaman sistemin işlemesine neden müsaade edilmiyor? Muhalifler, neden tanklar, uçaklar ve savaş gemileriyle cezalandırılmakta? Kendine güvenen, seçime girer, kim kazanırsa o iktidar olur. Halka rağmen işbaşında kalmak mümkün olabilir mi? İşin kötü tarafı Beşar el Esed'in arka bulmasıdır. İran, bu tabloya rağmen modern silahlar yardımına başlayacakmış. Lazkiye'de büyük bir hava meydanı kurup orayı üs olarak kullanacak. Buna mukabil, Suriye'de Lübnan'daki İran güdümlü Hizbullah'a yardımcı olacak. Şam idaresi, kurnaz bir taktikle Ankara ile Tahran'ı karşı karşıya getirme maksadını güdüyor olabilir. Daha başka ihtimalleri da düşünüyor, fakat şimdilik yazmayı doğru bulmuyoruz. Suriye problemi giderek ağırlaşıyor. Şam, iktidarı devretmeme niyetinde. Tahran, Şii yayılma ve Akdeniz'e inme derdinde. Türkiye'nin liderlik yolunun kesilmesi için başına böyle bir gaile açmak isteyenler olabilir. Onun için soğukkanlılıkla hadiseyi kurtarmaya bakmak lazım. Bir tarafta muhalif vatandaşlarını kesip-biçen bir rejim, bir tarafta ona yardımcı olan bir başka rejim, beri tarafta komşularıyla sıfır problemi yeni bir hayat üslubu edinmiş gelişip büyüyen bir Türkiye var. Orta Doğuda ciddi bir baş ağrısı başlamıştır. Suriye, Tahran kontrolüne giriyor. Tahran olmazsa Moskova'nın kapısını çalar. Şartlar ne olursa olsun şiddetli bir ikna politikasıyla Şam'ı sağduyu çizgisine, birkaç ay evvelki dost olgunluğuna çekmeliyiz. > Halka rağmen işbaşında kalmak mümkün olabilir mi? İşin kötü tarafı Beşar el Esed'in arka bulmasıdır
.
Türkiye, meşru müdafaa hakkını kullanıyor
19 Ağustos 2011 01:00
> Çok sabrettik. 17 Ağustos 2011 sabahında bardak taşınca akşamında meşru müdafaa harekâtı başladı. Bu defa dağ-taş bombalanıp gelinmeyecek. Askerleri, vatandaşları öldürülen, ülkesi parçalanmak istenen Türkiye şer odaklarını bombalayarak meşru müdafaa hakkını kullanıyor... Meşru müdafaa bir hukuk müessesesidir ki saldırıya uğrayana karşısındakini ortadan kaldırmak dahil her türlü savunma imkânını verir. Daha nasıl saldırı olsun? Sadece son bir ayda kırk iki şehit verdik. Yaralılar da ayrı kayıp. Şehit haberi almadığımız gün yok. Her haber, sadece aile ocaklarına değil, bütün evlere kor ateş olarak düşüyor. Üç ayları da dinlemediler. Bu ayların mânevî müeyyidelerine rağmen katliamlarına devam ettiler. Halbuki kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü o devr-i cahiliyyede bile 'haram aylarda' kan dökülmezdi. Günümüzde bu hürmete riayetsizlik iki zihniyette yaşıyor. Baasçı Şam yönetimi ve Kürtçü terör eşkıyası. İkisi de mübarek ramazanı hiçe saydılar. İkisi de Marksist -Leninist ideolojiden gelmekte. Nitekim Şam işgalcileri, on beş yıl boyunca yoldaşlarına yataklık yapıp onlara Türkiye eylemlerinde destek olmuşlardı. Türkiye, sivilleştikçe ,açılımlar yaptıkça terör derebeylerinin elindeki kozları tek tek almaktadır. Bir küçük aşırı uç hariç Güneydoğulu vatandaşımız, devletinin yanındadır. Örgütün ev ev seçim baskılarına rağmen AK Parti bu kadar milletvekili çıkarttı. Ülkemiz şimdi olanca gücüyle sivil bir anayasa yapma peşinde. Türkiye, bunun peşindeyken örgütün politik tarafı yemin boykotu yaptı. Demokratik özerklik diye bir ham hayal peşine düştüler. Terör 22 Temmuzdan bu yana adım adım tırmandı. Haydutlar, Hakkari'nin hemen ötesinde Kandil adlı dağa çöreklenmiş oradan ülkemizi kana bulamaktalar. Teröre karşı tedbirler muhkemleştikçe daha da keskinleştiler. 15 yıl evvel Çevik Kuvvet onların korkulu rüyasıydı. Şimdi polis-asker iş birliğiyle yeniden ve daha kuvvetli bir şekilde devreye girmekte. Başlarına geleceği tahmin ettiklerinden tuzağın her çeşidini kullanmaktalar. 17 Ağustos sabahı Hakkâri'de yine arka arkaya tuzaklar kuruldu. Bir günde dokuz güvenlik personelini şehit vermiş olduk. Bu eylemleri belli tarihlere bilhassa getiriyorlar. Cumhurbaşkanının ve Başbakanın şehit ailelerine iftar verdikleri akşamların sabahını seçtiler. Devlet erkânı şehit ailelerine sahip çıktıkça Zerdüştler, azmakta. Terörist elebaşı ne diyor? -Kürtler Zerdüşttür! Hayır, estağfirullah, bizim Kürtler, itikatta ehl-i sünnet, amelde Şafii mezhebinde kardeşlerimizdir. Zerdüşt olan bu örgüt eşkıyasıdır. Bu emperyalizm taşeronu eli kanlı eşkıya, Türk'ün de Kürt'ün de Müslümanlığın da demokratikleşmenin de sivilleşmenin de sivil anayasanın da düşmanıdır. Çok sabrettik. 17 Ağustos 2011 sabahında bardak taşınca akşamında meşru müdafaa harekâtı başladı. Bu defa dağ-taş bombalanıp gelinmeyecek. Devamında ne lazımsa yapılacaktır. Türkiye, eski Türkiye değil. Terör artık kimsenin rant kapısı olmayacak. Kandil, bu rüzgâra dayanamaz.
.
Somalili bir yetime de siz yetin
22 Ağustos 2011 01:00
İHH Somalili yetim çocuklar için 'Sponsor Aile Kampanyası' başlattı. Her çocuk için ayda 70 TL verilmesi o çocuğu büyütmeye yetecek. Yılda bin lira bile yapmıyor. > WashIngton, DC Bizim medeniyetimiz, bir sivil medeniyettir, dünden kalan bütün eserler de şahsi fedakârlıkların eseri. Bugün sivil toplum kuruluşlarımız aynı ruhla dünyanın neresinde bir felaket olsa oraya koşturmaktalar. Bu devirde felaket denince deprem, sel gibileri hatırlanıyor. Şu yüzyılda açlığın bir felaket olarak dünyanın önüne çıkacağı düşünülemezdi. Fakat bu acı gerçek şu günlerde bütün dehşetiyle yaşanıyor. Halbuki bu çağ bir lüks ve israf çağıdır. Demek ki birileri, doyma sınırlarını aşmışken, birileri açlıktan ölümle pençeleşmiş. Amerika'da evlerdeki köpek sayısının 80 milyonun üzerinde olduğu ifade ediliyor. Bilmiyoruz Somali, kaç Amerikalı, İngiliz, Fransız, Türk köpeksever ailenin umurunda? İnsanlığın Somali'ye borcu var. Hele vaktiyle Afrika'yı sömürge olarak kullanmış Portekiz, Hollanda, Belçika, İtalya, Fransa ve İngiltere gibilerin sadece sorumluluğu değil vebali de var. Somali'de açlıktan 30 bin çocuk ölürken, her altı dakikada bir ölüm olurken, bir koca memleket insanlık için yüz karası bu hallere düşerken, bir damla su, bir lokma ekmek bulamazken nerelerdeydik, medya nerelerdeydi, şirketler, zenginler, Başkentler, Parlamentolar, İİT, BM nerelerdeydi? 21. Yüzyılda insanlık, yüz kızartıcı bir suç işlemiştir. Bütün insanlık Somali'deki her açtan ve her ölümden mes'uldür. Giyilmeyen dolaplar dolusu her giyecekte, çöpe dökülen her yiyecekte, lüzumsuz yakılan her benzinde Somali'nin hakkı var. Asalete bakınız, Somalili ölmeye razı olmuş fakat feryat etmemiş. Beklemişler ki insanlar onları görsün. Ama görmediler. Ne Afrika'yı her şeyi ile sömüren uygar Batı, ne petrol zengini gamsız Doğu onları gördü. Somali'yi, Afrika'yı gören, yine vaktiyle oraya huzur ve adalet götürmüş Osmanlının evlatları oldu. İçeride bu denli kesif işler mevcutken Somali'ye giden Türkiye başbakanıdır. Sayın Tayyip Erdoğan, 17 Eylülde BM'deki konuşmasını tamamen Somali'ye ayırıp ayıplarını yüzlerine haykıracak. Hükümet olarak Türkiye Somali'ye sahip çıkıyor. STK'lar olarak sahip çıkılıyor. Ama yetmez, çok daha yüksek gayretler gerekmekte. Biliniz ki bütün çağrılara rağmen sömüren uygar Batı ve petrol zengini gamsız Doğu oralı olmayacaktır. İş başa düşüyor. Hizmet şerefi yine milletimizde. İHH Somalili yetim çocuklar için 'Sponsor Aile Kampanyası' başlattı. Her çocuk için ayda 70 TL verilmesi o çocuğu büyütmeye yetecek. Yılda bin lira bile yapmıyor. Haydi, o masum yavrular ölüme, organ tacirlerinin eline, fuhuş şebekelerinin bataklığına terk edilmesin. Sizin hem merhametiniz ve hem de 70 liranız vardır. Varsın uygar Batılının, gamsız Doğulunun olmasın. Somalili kardeşimizdir. Bir yetime de siz yetin.
.
Türkiye, imparatorluk vizyonuyla bakmak zorunda
23 Ağustos 2011 01:00
> Osmanlı Türkiyesi, tesbihin imamesi hükmündeydi. Birinci Dünya Harbiyle beraber tesbih koptu, taneler dağıldı. Türkiye yeni çağa ve bundan sonrasına yine imparatorluk vizyonuyla bakmak zorundadır. Tesbihi toplama vaktindeyiz. İslam coğrafyasını değişik şekillerde tarif edebilirsiz. Endonezya'dan Fas'a gibi. İslam ülkeleri ağırlıklı olarak Asya ve Afrika'da. Avrupa'da Türkiye'den başka Saraybosna, Kosova ve Arnavutluk'u sayabiliriz. Nüfusu dünya nüfusunun üçte biri kadar olan İslam Coğrafyasından huzur sürüp çıkartılmıştır. İslam coğrafyasındaki huzursuzluk dışarının silah fabrikalarına çalışıyor. Osmanlı Türkiyesi, tesbihin imamesi hükmündeydi. Birinci Dünya Harbiyle beraber tesbih koptu, taneler dağıldı. Sömürgeci Batı, yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde, bu asrın başında Irak'ta yaptığı gibi, mim koyduğu memleketin başına kendi adamını getirdi. İçeride taraftarlar oluşturdular. Kendilerinden yana olanlar Batılı, çağdaş, aydın ve ilericiydi. Romanlara, filmlere bakılırsa işgal İstanbul'u ile işgal Libyası'nın aynı olduğu görülür. Bu işgallerin bir asır evvelinde kafalar sömürgeleştirilmiştir. Sömürgeci Batı, yirminci asrın son çeyreğinde bu coğrafyaya yeni bir kavram daha taşıdı, fundamentalist. Bu kaygan bir kavramdı. Buna dayanarak modern zamanlar işgalleri yapıldı. İslam coğrafyası henüz tamamen zihin işgalinden kurtulmamıştır. Hem siyasi yapı parçalanmış. Hem sosyal yapı dağınık. Hem inançlar farklı. Şimdi buna refah rüzgârı da eklendi. Bir tarafta Somali örneğinde olduğu gibi açlıktan ölenler varken diğer tarafta şekli Müslümanlıkla her şeyi hallettiğini zanneden görgüsüz zenginler meydana çıktı. Halbuki batı çan eğrisini tamamlamıştır. Batı, 'her kemalin bir zevali vardır' nöbetini savdı. Batı, bundan böyle düşüşe geçmiştir. Batı, uyuşturucudan her şeye kadar ahlaki yıkıma maruz. Birçok batı ülkesinde nüfus geriliyor. Ekonomi çatırdıyor. İşsizlik devamlı yükselişte. Bu batı, kendine kaynak arayacaktır. Sömürge çağlarında İslam coğrafyasına yayılıp her şeyi kazıyıp götürmelerini tekrar etmek isterler. Arap baharı dendi. Tunus'ta ne değişti, Mısır'da ne değişti? Bugün Libya'da, birkaç gün sonra Suriye'de bir şey değişecek mi? Miadı dolmuş diktatörler alaşağı edilirken yine aynı merkezler adına başka diktatörlerin aynı yerleri işgal etmesi bu coğrafyaya bir asır daha kaybettirir. İslam coğrafyasında halk başka yerdedir, yönetimler başka yerde. Yönetimler, dizayn edilmiş yabancılardır. Farkları aidiyetlerinin farklı başkentlerle olmasıdır. 70'ler kanlı olaylarının Anadolu çocukları üzerinden bir Rus Amerikan bilek güreşinin yapılması olduğu bugün keşfediliyor. Vazife yine Osmanlı ahfadına/çocuklarına düşüyor. İslam Coğrafyasındaki bu perişanlığı toparlayacak olan Türkiye'dir. Böyle bir görevin geldiğini sömürgeciler, Müslümanlardan evvel gördüler. Kürtçülük bu sebeple imal edildi. Kürtçülük bir fason imalattır. Türkiye'nin eteğinden çekme çalışmasıdır. Türkiye yeni çağa ve bundan sonrasına yine imparatorluk vizyonuyla bakmak zorundadır. Tesbihi toplama vaktindeyiz. Tarihen sabit ki huzur Türklerle gelir. Hem İslam Coğrafyasına. Hem yeryüzüne.
.
Kurtlar sofrası
24 Ağustos 2011 01:00
> Batılıların 'isyancı' dediği muhalifleri İstanbul'da toplayan, onlara nakdi yardım yapan, bu yönetime meşruiyet kazandıran Türkiye'dir. Sayın Davutoğlu, Kaddafi devrilir devrilmez bu ülkeyi ziyaret eden yine ilk ve tek devlet adamıdır. Muhaliflerin daha Trablus'a girdiği gün, bazı meşhur İngiliz gazetelerinde Libya'daki hareketi 'Fransa ve İngiltere başlattı' diye baş makaleler intişar etmeye başladı. Bu şişinmenin tercümesi şudur: 'Kaddafi'yi biz yolladık...' İyi de onu ve o diktatörleri o masum halkların başına musallat eden kimdi? Ayrıca şunu nasıl inkâr eder veya görmezden gelirsiniz? Türkiye, sert şekilde frene basmasaydı Fransa, NATO'yu da peşine takmış olarak Libya'ya bodoslama giriyordu. Şimdi iki satırınızdan biri 'Irak tecrübesi'. Eğer Türk hükümetinin kararlı gayretleri olmasaydı Irak'a olduğu gibi Libya'ya da filin züccaciye dükkânına dalması gibi girecek ve burada da onmaz yaralar açacaktınız. Sizin 'isyancı' dediğiniz muhalifleri İstanbul'da toplayan, onlara nakdi yardım yapan, bu yönetime meşruiyet kazandıran Türkiye'dir. Hadiselerin en alevli günlerinde Bingazi'ye giden Türk dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu'dur. Sayın Davutoğlu, Kaddafi devrilir devrilmez bu ülkeyi ziyaret eden yine ilk ve tek devlet adamıdır. Tunus diktatörü, Mısır diktatörü, Yemen diktatörü ve nihayet Libya diktatörü gittiler. Onların gidiş sürecinde Türkiye kontrollü takip uyguladı. Sağduyu ve soğukkanlılıkla hareket etti. Oyunun peşine takılan olmayıp oyun kurucu oldu. NATO içinde silahlı müdahaleyi içten takip etti. Yoğun diplomasi trafiğiyle de sivil takip yaptı. Çünkü, Fas'tan Doğu Türkistan'a, Endonezya'ya kadar uzanan İslam Coğrafyasında rol, hak ve mükellefiyet sahibi olan Türkiye'dir. Tarihin seyri içinde bir silsile halinde devam eden İslam, Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı mirasının sözcüsü Türkiye'dir. Bunlardan bazılarının tek mirasçısıdır. Bu itibarla Batı matbuatı ve Batı mantığı ve Batı politikası sakın ola ki ucuz Batı kurnazlıklarına düşmesinler. Diktatörler gidiyor. Fakat ne hikmetse bazı Orta Doğu merkezleri koruma altında. Ora diktatörleri batılı merkezlerle canciğer kuzu sarması. Bu diktatörlüklere ilişen yok. Onlar para ve petrolleriyle Batıyı âbâd etmekte. Dikkat edilmesi gereken şudur: Gidenlerin yerine kendi adamları gelmedikçe oraları kargaşa içinde tutmaya çalışacaklardır. İslam Coğrafyasındaki ve daha dar çerçevede Osmanlı Milletler Topluluğundaki kargaşa, anarşi, huzursuzluk, aleyhimizedir. Endonezya'dan Fas'a kadar başkentlere devlet yönetme tecrübesi kazandıracak olan Türkiye'dir. Türkiye bugün de dün olduğu gibi kalkan ülkedir. Bu sebeple kurtlar, Türkiye'yi rahat bırakmazlar. Bundan dolayı bölücü örgüte gizliden gizliye destek olacaklardır. Örgütten ele geçen, mayın, bomba ve silah menşeleri her şeyi anlatmıyor mu? Mekteplerde 'cilalı taş devri vs.' gibi uydurma teoriler okutulur. Dış politikada da zaman zaman cilalı laflar devri açılır, stratejik ortaklık gibi. Halbuki meşhur Türk deyimi başka bir şey diyor: Kurtlukta düşeni yemek esastır
.
Zamanın derin uyanışı
25 Ağustos 2011 01:00
Kaynayan SSCB ve onun ideolojik hinterlandındaki bölgelerdir. Bu kaynama tam çeyrek asırdır devam etmekte. Önce rejimler yıkıldı, sonra diktatörler devrildi. Bu aynı zamanda Marksist-Leninist dünya görüşünün de tasfiyesidir. Önce Sovyetler Birliği çöktü. Eğer o sırada Mihail Gorbaçov diye okur-yazar bir adam Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerinin başında olmasaydı ana gövde de parçalanacağından, bugün Rusya Federasyonu diye bir devlet ya olmaz veya bu cesamette olmazdı. Kızıl dikta rejiminin yıkılmasını kızılcık diktalar takip etti. Bugün SSCB gibi Yugoslavya da bir ansiklopedik malumattır. Sovyetlerin yok olmasıyla Podgorniler, Brejnevler, polit bürolar, kızıl ordular, devri bitti. O bitiş Arnavutluk'ta Enver Hoca, Yugoslavya'da Tito, Bulgaristan'da Jivkov, Romanya'da Çavuşesku rejimlerini de bitirdi. Hatta Çin de bunun etkisinde kaldı. Mao komünizmine kapitalizm aşısı yapılarak yeni bir melez Çin doğdu. Bunların bir adım öncesinde Şah Rıza Pehlevi'nin İran'dan kaçıp canını zor kurtarması vardır. Sonrasında Irak dramı ve Saddam adlı diktatörün idamı söz konusu. Şimdi dünya, soğuk savaş döneminin kapanma filmini seyrediyor. Merak edilen şu. Bu filmin yönetmeni kim? Onun kim olduğunu tarih yazacak. Film, Zeynelabidin bin Ali, Hüsnü Mübarek, Ali Abdullah Salih, Muammer Kaddafi konulu bir filmdir. Beşar el Esed, boşa hülyalar kurmakta. Filmin devamı da çekilecek. Bütün dikta rejimleri zalim, bütün diktatörler daha da zalimdir. Diktatör, bir ekiple gelir, sonra ekip harcanır, diktatör layüsel olur, hata işlemediklerine inandırılırlar. Soğuk savaş dönemi kapanırken aynı çıkış tarihli sıcak savaş dönemi aynen devam etmekte. O dönemde Hitler Nazizmi çökertildi, Mussolini ve Franko faşizmleri bitirildi, 90'larda bunların anti tezi komünist rejimler devrildi, Mao komünizmi başkalaşım geçirdi. Vahşi kapitalizm ise devam ediyor. Vahşi kapitalizmin kendine payanda yaptığı diktatörlerle diktatörlükler sürüp gidiyor. Bize öyle geliyor ki bir çember tamamlanacak. Bahar varsa yaz da vardır, sonbahar ve diğer mevsimler de. O diğer mevsimlerin başka rejimleri, başka dünyaları vurması uzak olmasa gerek. Gece yarısı Paris'teki çöplükte ekmek arayan sürgündeki Osmanlı saray kadınının da Sünni olduğu için ölüme terk edilen bugünkü Somalili mazlumun da gözyaşı, bir dönemi kapatacaktır. Soğuk savaş bittiyse sıcak savaş da biter. Çağ kendisiyle hesaplaşıyor. Zamanın derin uyanışındayız. > Şimdi dünya, soğuk savaş döneminin kapanma filmini seyrediyor. Merak edilen şu. Bu filmin yönetmeni kim? Onun kim olduğunu tarih yazacak.
.
Bu yapılması gereken bir itiraftı
26 Ağustos 2011 01:00
> Savcılar, eski genelkurmay başkanının bilgisine müracaat ederek yok yere alnından vurulan erin hakkının takipçisi olacak, silahını bırakıp kaçan rütbeli için ceza davası açacaktır. Bir önceki genelkurmay başkanı Işık Koşaner'in olduğu iddia edilen konuşma da şimdi herkesin elinde. Sayın Koşaner, metni tekzip etmediğine göre kendine ait olduğunu kabul ediyor demektir. Aslında ortaya çıkıp dediklerine sahip çıkması gerekir. TSK'nın en tepe noktasındaki general, kuvvet komutanlarına acı itiraf veya ikrarlarda bulunmakta, onlarla ağır bir nefs muhasebesi yapmakta. Ne hazin ki gerçek bir öz eleştiri dile gelmiş. Komutan, o itirafta bazı durumları 'rezalet' diye açıklıyor. Rütbeli muvazzafın silahını bırakıp cepheden kaçmasından söz ediyor. Karşıda iki kişi görününce gözü kara birkaç kişi dışında yerinde durmayanlara işaret ediyor. Sık sık koordinasyon bozukluğuna işaret ediyor. Kum torbalarının üst üste yığılarak mevzi diye kulübe yapılıp hedef olma şaşkınlığını gösteriyor. Her şeyimiz var, herkesin cebinde telsiz bulunuyor, gece de görebiliyoruz, gündüz de ama kendi erimizi kendimiz alnından vurduk diyor. Keşke mâneviyatla mesafemiz çok açıldı da deseydi, keşke 28 Şubatta milletin örtüsü, sakalı gibi yanlış hedeflere yöneltildiklerini de dile getirseydi... Işık Koşaner, övünüp böbürlenmeden, hakikati örtbas etmeden gözler önüne sermiş. Peki, bu denli öz eleştiri yapan bir genelkurmay başkanı, bu yaraya müdahale ederek onu iyileştirmek zorundayken bu ayıpta sorumluluğu olan bazı paşaları kurtarma uğruna neden iki sene önceden emekli olup gitti? Düzeltmeye dair ümidi mi yoktu? Bu konuşmadan sonra yerinde mi kalamadı? Başka bir sebep mi var? Konuşmanın gayrı kanuni şekilde basına sızması bahsi diğerdir. Ancak olan olmuş, her şey gündeme dökülmüştür. Bu tesbit, tahlil, tenkid ve muhasebe, Işık Koşaner'in belki de askerlik hayatındaki en büyük hizmetidir. Onun için susmamalı. Dile getirmediği daha başka hangi acı gerçek varsa onları da açıklamalıdır. Zaten, çıkan bu haberi yargı, ihbar telakki eder. Bu itibarla savcı, eski genelkurmay başkanının bilgisine müracaat ederek yok yere alnından vurulan erin hakkının takipçisi olacak, silahını bırakıp kaçan rütbeli için ceza davası açacaktır. Komutan o firari için 'utanmadan aramızda dolaşıyor' dediğine göre onu tanımaktadır. 'Bir ordu yarım asır savaşmazsa savaş kabiliyetini kaybeder' diye bir tez vardır. O anlamda terörle girişilen bu mücadele TSK'yı böyle bir tehlikeden alıkoymakta. Her kurumda hata işlenebilir. Ancak adalet, sağlık ve ordudaki hata insan hayatıyla ödenir. Muallim Naci ne demişti? 'Bir hakîkat kalmasın âlemde Allahım nihân.' Artık dünyada gerçekler saklı kalmıyor.
.
Dua köprüsü
29 Ağustos 2011 01:00
> Şimdi dua çağındayız. İnsan hiçbir devirde bu kadar yalnız değildi. İnsan, şimdi duaya yöneliyor. O kanaatteyiz ki bir zaman sonra hekimler, reçetelere "dua" da yazacaklar. > WashIngton, DC Beşeriyetin en talihsizleri amentüsü olmayan inançsızlar, yani ateistlerdir. Ateist, ruhani bir şeye inanmadığı gibi duaya da inanmaz. Yok dediğine nasıl el açacaktır? Bir kimsenin yaşadığı ânda kelime-i şahadet, kelime-i tevhid, istiğfar yoksa, haftasında cuma, aylarında kandiller, senesinde oruç yoksa, kulağında ezan, zevkinde çini, minare, kubbe, bakışında hüsnü hat yoksa o ne kadar talihsizdir. İnanan insan, daraldığında, bunaldığında, yalnızlaştığında, çaresizleştiğinde, bir yere sığınma ihtiyacı olduğunda, kendinden kurtulma zarureti duyduğunda, iyilik yapma arzusuna kapıldığında kalbden, içten, gönülden duaya sarılır. Duasını yapar, ferahlar, dağların altından kurtulur. Kişi duayla kendini yeniden keşfeder. Hayatın anlamını tekrar kavrar. Öfkenin çirkinliğini arkada bırakır. İnsan, on dokuzuncu asrın sonuna kadar iç dengelere sahipti. Fransız ihtilalinden sonra materyalizm ön plana geçti. Kim ne çektiyse emperyalizm ve materyalizmden çekti. İzm'ler ve ist'ler iki asır boyunca insan ruhunu bir güve gibi kemirdiler. Yirminci asır, ferdi hayat açısından ilaç asrıdır. Beşer çaresizliğinin çaresi olarak renkli çocuk şekerleri gibi torba torba ilaçlar görüldü. Dünya kurulduğundan beri sürüp gelen an'anevi tedavi usullerine kapitalist ilaç fabrikaları, 'koca-karı ilacı' iftirasını yapıştırdılar. Duaya ise 'üfürükçülük' dendi. Çeyrek asırdır artık bu böyle değil. Şimdilerde o 'koca-karı ilacı' denen tıbbi tedavinin adı 'alternatif tıp'tır. İtibarı da hayli yüksek. Kaldı ki 'koca-karı' diye küçümsenen büyük anneydi. 'Nine' adlı bu büyük anneler, cemiyetin kültür taşıyıcılardır. Onların sürgün edilmesiyle ailede iç huzur çöktü. İnsanlığın alternatif tıbbı yeniden bulmasının ardından üçüncü dönem geldi. Şimdi dua çağındayız. İnsan hiçbir devirde bu kadar yalnız değildi. O şatafatlı mekânlar, gerçekte evden ziyade yalnızlık anıtlarıdır. İnsan, şimdi duaya yöneliyor. O kanaatteyiz ki bir zaman sonra hekimler, reçetelere "dua" da yazacaklar. Dua, insana köprü olacak. İnsanla insan, insanla aile, insanla sosyal hayat, insanla huzur ve insanla ahiret arasında köprü olacak. Dua insanın kalbini besleyecek. İnsan, duayla yeniden güzel insan olacak. Arefenin araladığı huzur kapısından dudaklarında dualarla bayrama giren güzel insanlar, bu inanç, bu amel, bu ramazan, bu leyle't ül kadr, bu dua güzelliğini yeryüzüne yaymalıdır. Yeryüzü, yeniden size hasret. Dünya kan kaybediyor. Sebep, farklı görünse de aslında hep aynı. İnsan, emperyalizm ve materyalizm mağdurudur
.
Yıldızın hilale sevdası
30 Ağustos 2011 01:00
26 Ağustos 2011'de üç güzellik bir araya geldi. Malazgirt Zaferi, iki cihanın en üstün günü Cuma ve Kur'an-ı kerîmin 'oku' emriyle Sevgili Peygamberimize -aleyhisselam- vahyedilmeye başlandığı mübarek leyle't ül kadr/kadir gecesi. Ama büyük buluşma, sadece 26 Ağustos 2011'de değildi. Bir buluşmayı da bugün yaşıyoruz. Bugün, 30 Ağustos 2011 Ramazan Bayramı. Sadece kalbler değil, yeryüzü de bir güzellik arınmasında. Huzur, kır çiçekleri kokusuyla semaya yükseliyor. 2011 Kadir gecesinin ilâhi âlemden neş'et eden Malazgirt şehit, gazi ve kahramanlarıyla randevusu varmış. Allahü teâlâya şükürler olsun ki onu gördük, duyduk ve yaşadık. Bir başka buluşma da bugün. Bugün de fıtr bayramının/ramazan bayramının 30 Ağustos Zafer Bayramıyla, Yahya Kemal'in 'Gaalib et çünkü bu son Ordusudur İslamın' dediği İstiklal Harbi'mizin o günkü ismiyle 'Milli Mücahede/Milli Cihad' şehit, gazi ve kahramanlarıyla randevusu var. Onu da şükür ki görüyor, duyuyor ve yaşıyoruz. İslamı kendine ruh, Peygamberini rehber edinmiş Mehmetçik, 1071'de Anadolu'ya Malazgirt'ten girerek Kızılelma peşinde Viyana'ya kadar gitmiş, sonra yorgun dizlerle dönüşe geçmek zorunda kalmış, bu dönüşe geçen kem talih, 12 Eylül 1921'de Sakarya'da Necip Fazıl'ın deyimiyle suya perçin vurularak durdurulmuş, 30 Ağustos 1922'de ise yine Yahya Kemal'in söyleyişiyle kopan bir fırtına olmuştur. Mehmetçiğin yeter ki kalıbı değil kalbi yerinde, adam gibi adam, komutan gibi komutanı olsun. Anadolu'nun destanlardan beslenmiş ve destanlar yazmış serapa fedakâr evladının, bu kınalı kuzularının kazanamayacağı hiçbir muvaffakiyet yoktur. O, kuvvetini duadan alır. Malazgirt neslinin devamı yiğit Mehmetçik, Bedir şehidlerine sığınarak canını dişine takıp düveli muazzama emperyalizminin İngiliz öncülüğünde 15 mayıs 1919'da Anadolu'ya saldığı Yunan palikaryasını 23 Ağustos-12 Eylül 1921 Sakarya Meydan Muharebesiyle Afyon'a kadar sürüp geriletti. 30 Ağustos 1922 ise düşman için Anadolu'dan atılmak sonun başlangıcıdır, 9 Eylül 1922'de İzmir'in kurtulmasıyla da nihayet buldu. Bugün bir dinî bayramla bir millî bayram iç içe. Hilal ve yıldız bir kez daha buluştu. 2011 Kurban Bayramı ise daha farklı bir takvime hazır. Bizde yas kültürü yokken on yıllar boyu yaslar ve mahremiyetlerin ortaya döküldüğü pagan taklitçiliği hayatımıza katılmak istendi. Ya Rabbi... Bizi bayramlardan, bizi zaferlerden mahrum eyleme. Türkiye, Türkiye'den ibaret değildir. Türkiye, 74 milyon değildir. Türkiye, İslam Coğrafyasına çatıdır. O'nun zaferi Müslümanın şanıdır... Bayramınız ve zaferiniz mübarek olsun. Şehidlerimize rahmet üstüne rahmet diliyoruz. Üzerimizde ödenmez haklar var...
.
Bayramı hak etmek
31 Ağustos 2011 01:00
> Şüphesiz ki bayram, bayrama olanca mânâsıyla sevinen herkesin hakkı. Fakat bu ilahi lütfu ne kadar hak ediyoruz, ona ne kadar layıkız? Bayrama bir şuur penceresinden bakmalı. Bayramlar tabiî ki aynı zamanda gelenektir. Ancak gelenek olduğu için bayram değildir. Bayram olduğu için gelenekte yer alır. Arada ne fark var? Biri alışkanlıktır. Diğeri ibadet. Şüphesiz ki bayram, bayrama olanca mânâsıyla sevinen herkesin hakkı. Fakat bu ilahi lütfu ne kadar hak ediyoruz, ona ne kadar layıkız? Bayramlar kimin? Çevremizde işte bayramı tam anlamıyla hak etmiş diyebileceğimiz hangi çoklukta insan var? Bayram, asıl onların, bayramı hak eden onlar. Bir de aksi var: Ramazana hürmette kusur edildiyse, namazlar kılınmadıysa, cumalar unutulduysa, zekât verilmediyse, sadaka ihmal edildiyse, Kur'an okunmadıysa, ilmihal tahlil edilmediyse, iftar imtiyazlılar sofrası olduysa... O zaman ramazan-ı şerif memnun ayrılmaz ki. Sadece aç mı kalındı? Namaz şeklen mi kılındı? Öfkeler fren mi tutmadı? Konu-komşu hatırlanmadı mı? Şüphesiz ki ramazan, bir ahirete hazırlık imtihanı. İmtihanı ne kadar verebildik. Biz önceki nesillerden bir gelenek mi devraldık, bir şuur mu inşa ettik? Kiminle ağladık kiminle güldük? Hangi âyetle tefekkür denizine açıldık, hangi hadisle kendimizi keşfe çabaladık. Dolmabahçe Sarayı'ndaki büyük salonun adı Muayede Salonu'dur. Iyd, bayram, muayede bayramlaşma demektir. Eski İstanbullular 'ıydınız said olsun' derlerdi. Bana sorsalar ki bu üç yıl içinde Türkiye'de en çok neyi özledin? diye. 'Evvela Süleymaniye, Fatih, Yavuzselim, Yeni Cami, Sultanahmet gibi sultanların sultan camileri' derim. Ama insan gurbette sadece ülkesinin camilerine hasret duymuyor, sadece ezan sesini özlemiyor. Kabirleri de özlüyor. Yıllar geçiyor. Fakat yanına gidip bir Fatiha okuyacağınız kabir yok. Bayramlar, öncelikle çocuklar, yaşlılar, yoksullar ve ölüler için bayram değil midir? Ramazan, bir bakıma da diğerkâm olma disiplinini kazanmaktır. Zaten aç kalma aynı zamanda bir empatidir. Kendi ailemize bakarken dulu yetimi, yoksulu hatırlamak, aç kalarak Somali'nin bir deri bir kemik çocuğunun ızdırabını iliklerine kadar hissetmek. Ramazan, bu hasleti yeniledi mi, bayram bu merhameti, derinleştirdi mi? Bayram hissetmektir. Bütün İslam Coğrafyasını bütünüyle hissetmek. Ben yerine biz şuurunu oturtmak Yalnızca milletim dememek. Ümmetim de demek.
.
Sünni sancı
1 Eylül 2011 01:00
Herkesin seslendirdiği veya seslendiremediği merak şudur 'Somali bu hale gelirken dünya hiç mi görmedi?' Dünya gördü. Dünya Somali'de 'geliyorum' diyen kıtlığı gördü fakat müdahale etmedi. Haritaya bir bakınız, İslam ülkelerinden hangisinde anarşi veya fakirlik varsa orası sünnidir. İran asudedir. Arabistan rehavet halindedir. Şia ve vehhabiliğin hakim olduğu ülkelerde sapan taşı bile atılmıyor. Buna mukabil Afganistan'ın 1979'dan beri başı önce komünizmden sonra da kapitalizmden yana dertte. Vaktiyle alim ve evliya yatağı olan bu sünni İslam ülkesi üzerinde çok çalıştılar. Böylece ortaya çok kötü bir imaj çıktı. 'İslam eşittir terör' Afganistan, Somali'den çok fazla iyi değil. Orayı bir laboratuvar gibi kullanarak İslam'dan nefret duygusunu işlediler. Alınan mesafe hiç de azımsanamaz. Yurt dışında size milliyetinizle değil, amentünüzle bakıyorlar. Filistin hem komünist örgütlerden çekti, hem de Yahudi dehşetinden. Irak gerçi yekpare sünni bir ülke değildir. Fakat sünniliğin ilim, feyz ve hayat mekânlarından biridir. Orayı karıştırarak bu kaynağı tahrip yoluna gittiler. Irak'ta önce Baascı sosyalizm ve sonra da işgalci kapitalizmle her şey yapıldı. Suriye ise bir sünni ülkedir. Buna rağmen yarım asırdır nusayri diktası, Baascı Sosyalizm ile bu memlekette sünnileri örsle çekiç arasında perişan etti. Tunus, Libya, Mısır hemen hemen aynı manzarada. Buralar da kiralık zihniyetlerin tutsağı oldu. Somali kenarda kaldığından bir bakıma gözden saklanarak ölüme terk edildi. Onunla da kalmayıp vehhabilik, Balkanlara, Kafkaslara olduğu gibi buraya da ideoloji ihraç etti. Keza Bangladeş de yoksulluğun girdabındadır. Öbür taraftan haritaya dikkat kesilirsek daha farklı manzarlar da görürüz. Zaman zaman Kafkas Müslümanları susturulmaktadır. Doğu Türkistan sesini dünyaya duyuramıyor. Hindistan'daki 140 Milyon Müslümanın hiç mi derdi yok? Kürtlerin iki ateş arasında kalmaları da haddi zatında sünni olmaları sebebiyledir. Böylece iki sünni unsur birbirine kırdırılıyor. İslamî coğrafyada iddia, sadece yer altı kaynaklarından ibaret değildir. Yer altı kaynaklarına tasallut doğru. Fakat hedefte inanç kaynakları da var. İnsan, yabancısı olduğuna kolay inanamaz. Biz misyonumuza yabancılaşalım diye bizi Kıbrıs, Kürt ve Ermeni meselesi ile meşgul ettiler. Biri bir gün, diğeri öbürsü gün gündeme oturtuldu. Türkiye kendine gelirse İslam coğrafyasında sahipsizliğin biteceğini biliyorlardı. Türkiye, şimdi küçük problemleri kendi şartları içinde iyileştirmeye çalışırken beynelmilel/global ölçekteki mükellefiyetini yüklenmeye başlamıştır. Büyük devlet de böyle olunur. Şimdi Somalili ne diyor? Türkiye var. Libyalı, Mısırlı, Suriyeli, Filistinli ne diyor? Türkiye var. Doğu Türkistanlı ne düşünüyor? Türkiye var.
.
Dünya kültür mirası
2 Eylül 2011 01:00
> Selimiye Camii daha yeni geçen ay UNESCO dünya kültür mirasına dahil oldu. Bir ay öncesine kadarsa sadece 9 eserimiz bu listede mevcutmuş. Selimiye Camii ve Külliyesi ile sayı 10 oldu. BM Teşkilatı herhalde insanlık için beklenen adil hizmetleri hiçbir zaman layıkıyla yapamadı. Bu soğuk savaş dönemi yapılanması ve bu veto imtiyazı devam ettikçe de hiçbir zaman yapamaz. BM'nin UNESCO-BM Eğitim Bilim ve Kültür Teşkilatı isminde bir kurumu da var. 1946'da kurulmuş. Merkezi Paris. 1972'de 175 üye devletle 38 maddelik bir mukavele imzalamış. Bunu yaparak, taahhüt sahibi ülkelerde kültür ve tabiat eseri olarak insanlığın müşterek malı haline gelmiş olan eserleri himaye altına alarak onları gelecek nesillere kazandırmak maksadını gütmüş. Hangi ülkeden hangi tarih, kültür ve tabiat eserinin koruma altına alındığına dair listeyi buraya aktarmak imkânsız. Türkiye'den seçilmiş eser listesini ise aşağıda okuyacaksınız. Diğer ülkelerle hatta bize göre kültür veya tabiat zenginliği açısından çok fazla fakirlerle mukayese edildiğinde ne kadar az eserimizin tescil edildiği hayret uyandıracaktır. Hatta ihtimaldir ki buna OMT/Osmanlı Milletler Topluluğu eserleri katılsa da durum böyledir. Kaldı ki listedeki eserlerimizden üçte ikisi yine eski Yunan, Roma, Hitit ve Hristiyanlık devrine mahsustur. Yanlış anlaşılmasın, topraklarımızda olan her şey bize aittir. Ancak, Müslüman Türk'ün eseri, neden hakkıyla dünya kültür listesine girmemiştir? Sorusu tatmin edici cevap ister. Hak teslim edilince adalet yerini bulur. Selimiye Camii daha yeni geçen ay UNESCO dünya kültür mirasına dahil oldu. Bir ay öncesine kadarsa sadece 9 eserimiz bu listede mevcutmuş. Selimiye Camii ve Külliyesi ile sayı 10 oldu. Şu anki sicil kaydımız şöyle: Kapadokya ve Göreme Millî Parkı, Divriği Ulu Cami ve Dar'üş Şifası, İstanbul'un Tarihî Mekânları, Hattuşaş, Nemrut Dağı, Pamukkale ve Hieropolis Millî Parkı, Ksantos Letoon, Safranbolu, Truva, Selimiye Camii ve Külliyesi. 1985-2011 seneleri arasında sadece bu kadar eseri kabul ettirebilmişiz. Bir de 22 eserlik aday listemiz var. Aday listesinin de tasnifi aynı. Doğrudan Müslüman Türk'e mahsus olan yine azınlıkta. Listedeki isimlerden Ksantos Letoon, nedir biz bilmiyoruz. Dünya Kültür Mirasında niçin bu kadar zayıf kalmışız? Daha iki asırlık devletlerin çarşaf çarşaf listeleri var. Acaba bize karşı farklı bir bakış mı taşınıyor, eserlerimizi takdirde acze mi düşülüyor, yoksa bizim geçmiş kültür bakanlıkları mı üstlerine düşeni yapmamışlar? Türkiye gibi tarih, kültür ve tabiat zenginliğinde emsalsiz bir ülkenin dünya kültür mirası listesinde 10 kalem eserinin olması kabul edilemez. Neden, dâhi san'atkâr Mimar Koca Sinan'ın bütün külliyatı değil de yalnızca Selimiye? Bir yazar Nobel için seçilirken onun bütün eserleri Nobel kazanmış olmakta. Burada bir hata işlendiği kanaatindeyiz. Bu meselenin çok ciddi olduğu izahtan varestedir. Milli Kültür Bakanlığı'na büyük iş düşmekte.
.
Devlet sahibi olmanın tadına varmak
5 Eylül 2011 01:00
> Washington, DC Devletimizin belirleyici sıfatı 'Devlet-i Ebed Müddet'tir. Cumhuriyet, devletin bugünkü idare tarzıdır. Osmanlı'da Padişahlık, Selçuklu'da Sultanlık, İslam öncesinde ise Hakanlık vardı. Gelecek yüzyıllarda idare tarzı başka bir şekil alsa bile Devlet-i Ebed Müddet aynen devam edecektir. Devlet-i Ebed Müddet, dört ana unsura sahiptir: Millet, o milleti birbirine kaynaştıran iman, o imanın şekillendirdiği gaye birliği, milletin hayatta iken üstünde, mematta iken de altında yaşadığı memleket. Bir insanın başına gelebilecek en büyük felaketlerden biri vatansızlıktır. Vatansız kalmak, evsiz kalmaktan daha büyük felakettir. Doğu ve Güneydoğu Üniversitelerinden ziyaretimize gelme nezaketi gösteren doçentlerimize sohbet esnasında onu anlattık: -Devlet, çatıdır. Çatı çökerse herkes altında kalır. Bu itibarla sizler, bulunduğunuz yerlerde harç vazifesi yapacaksınız. İnsanın göğsünü kabartan anne-babası ne kadar kıymetliyse iftihar edebileceği devletinin varlığı da o denli kıymetlidir. Bayramın ikinci günü Washington Sefaretimizde bayramlaşma vardı. Daha evvel de iftar olmuştu. Büyükelçimiz Namık Tan, ilklere imza attı. O bayramlaşmaya giderken bindiğimiz taksinin şoförü Habeşistanlı bir Müslüman çıktı. Her aklı başında Müslüman gibi o da petrol kuyularının başını tutmuş gamsızlara sitem ediyordu. İşte o zaman, 'Somali'ye benim devletim ve benim milletim tek başına yardım ediyor, ihtiyaçlarını tek başımıza karşılayacağız' dedik. O sevindirici konuşmamızı Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül, dışişleri bakanımız Ahmet Davutoğlu, milli savunma bakanımız İsmet Yılmaz ve AB bakanımız Egemen Bağış'ın beyanatları takip etti. Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül, varlığı çoktan sorgulanır hale gelen BM'ye 'o karar bizim için yok hükmündedir' diyerek layık olduğu karşılığı verdi. Yok olan ne tartışılır ve ne de konuşulur. Ahmet Davutoğlu, şımarıklığı, zulmü ve keyfiliği had ve hudut tanımaz hale gelmiş olan İsrail'e beş okkalı Osmanlı tokadı indirdi. Diplomasi diliyle cezalandırma da böyle olur. İsrail'e 'sen' diyordu, 'sen kimsin ki Doğu Akdeniz'e kendi gölün muamelesi yapıyorsun? Burada ben, artık seyr-ü sefer emniyetini alacağım. Karşımıza çıkarsan neticesine katlanırsın!' İsmet Yılmaz, 'Kandil ve çevresine kara harekâtı yapacağız' dedi. Zira oradaki haydutlar sadece hava harekâtıyla temizlenemez. Egemen Bağış ise Güney Kıbrıslı Rumların sınırlarını aşarak Akdeniz'in diğer tarafında petrol aramaya kalkışmalarına 'donanmamız bunun için vardır' diyordu. Bu, 'teşebbüs ederlerse vururuz' demektir. Cumhurbaşkanı ve Hükümetin üç bakan aynı gün devletin gücünü gösteren bu konuşmaları yaptılar. Bayramda devlet sahibi olmanın tadına vardık. Bu tada bir asırdır hasrettik.
.
11 Eylül bir düşmanlık projesidir
12 Eylül 2011 01:00
> Washington, DC Nedir şu eylüllerden çektiğimiz? Hayatın eylülleri, mevsimlerin eylülleri, siyasetin eylülleri hep bir yaprak dökümü. 12 Eylül 1980 darbesi ülkemizde ne ömürlere ve ne ölümlere sebep oldu. Tahribatının tamiri 30 sene sonra henüz yapılmaya çalışılıyor. Bir projenin, iç düşmanlığa sıkılan benzin olduğu yeni fark edilmekte. 11 Eylül 2001 saldırıları da, ABD üzerinden geliştirilen bir düşmanlık projesidir. Üzerinden on koca yıl geçmiş olmasına rağmen 11 Eylül 2011 tarihinden günler evvelinde tedirginlikler başladı. FBI İslam Kültür Merkezlerine yani cami derneklerine yazılar tebliğ ederek dikkatli olmalarını, şüphelendikleri bir hal olduğunda hemen polise haber vermelerini tebliğ etti. Diğer taraftan 'Müslümanlar dikkatli olun, zaruret olmazsa dışarı çıkmayın' tarzında birbirlerini ikaz ettiler. Bunlar, Amerikalı Hıristiyan fanatiklere karşı alınan tedbirler. Bir de tam aksi olmakta. El Kaide'nin 11 Eylül günü intikam saldırısı yapacağı şayiası gündeme girdi. Bir tedirginlik de böylece yaşandı. Yani hem Amerika'daki Müslüman rahatsız oluyor. Ve hem de bizatihi Amerikalılar. Böylece de her iki tarafta giderek birbirine şüpheyle bakan insanlar türüyor. Acaba 11 Eylül saldırılarının gayesi de bu muydu? Veya bu değil miydi? '11 Eylül bir düşmanlık projesidir' tespitini yaparken isabet kaydetmiyor muyuz? Size şu çok yakınlardan bir misal vereceğim. Bizzat Başbakan açıkladı: Zihni Ergenekon saplantısıyla malul bazı kimseler, 'şayet bir günde gelen Mehmetçik tabutu 15'i bulursa AK Parti hükümeti dayanamayıp düşer' diye akıl dışı hesaplar içindelermiş. 11 Eylülün özündeki zihniyet bu mantığın izdüşümü dense yanlış olmaz. 11 Eylül için sayılamayacak kadar çarpıcı malumat, komplo teorileri ve cevapsız sorular var. Kızılderili imhasını anlatan Amerikan çizgi romanları bir dönemin dünya salgınıydı. Şimdi ise roman ve filmleri önümüzdeki on yıllar boyu 11 Eylül merkezli çalışacaklardır. Amerikalı yazarlar, düşünce kulüpleri, 11 Eylül'ün daha bugünden bir endüstri haline geldiğini belirtmekteler. Bugün için net bir şekilde '11 Eylülü şu kimseler şu sebeple yapmıştır' diye söylemek çok zor. Belki gerçek sebep burada da 30 sene sonra anlaşılacaktır. Ama işin püf noktası bizden verdiğimiz tabut gerçeğidir. Eğer 11 Eylül 2001 dramı yaşanmasaydı 20 Mart 2003'te II. Körfez Harekâtı yapılamazdı. Bush, Irak'a giremezdi. 11 Eylülde belki 5 tane heyecanlı genç oltaya takıldı. Fakat bugün de Irak'ta neredeyse her gün iki-üç düzine insan ölüyorsa onun derin sebebi 11 Eylüldür. Çağımızda çok devlet, kendi derin devletinin güdümünde. YARIN: İslam, Eşittir Barış
.
İslam eşittir, barış
13 Eylül 2011 01:00
11 Eylül saldırısı ile çakışan sürüyle olay var: -Amerikan hava sahasını koruma konulu ve dört uçağın kaçırılması senaryosuna dayanan tatbikatın saldırıdan 3-4 gün önce ve saldırı sabahı yapılması nasıl bir tesadüftür? -Emlakçı Larry Silverstein, Dünya Ticaret Merkezi hava saldırısına maruz kalmadan sadece altı ay evvel o alanı 99 yıllığına 3.2 milyar dolara kiraladı. Şimdi oraya devasa bir ticaret merkezi ve AVM yapmakta. -11 Eylül'ün oyuncusu 5 kişinin saldırıdan önce NSA Amerika Milli Güvenlik Kurumunun yanındaki bir otelde kaldıkları ortaya çıkmıştır. -Savunma Bakanı Donald Rumsfeld 12 Eylül sabahı Pentagon'a çarpan uçağın kara kutusunun bulunduğunu, fakat seslerin kurtarılamadığını söylemiştir. Böyle bir hadise son 40 yılda ilk defa işitilmektedir? Buna benzer malumat uzayıp gitmekte. Keza komplo teorileri de istemediğiniz kadar: -Başkan Yardımcısı Dick Cheny'in saldırıyı yapan uçaklara dokunmamak için orduya talimat verdiği iddia edilmekte. -Amatör bir pilot, uçağıyla Amerikan ordusunun karargâh merkezi Pentagon'a nasıl dalış yapar diye sorulmakta. Filmi geriye saralım: Bir Alman amatör pilot olan Mathias Rust, 28 Mayıs 1987'de süper güç SSCB hava sahasını delerek Kızıl Meydana inmişti. Bu sürpriz, Aleksandr Soljenitsin'in Gulag Takım Adaları romanı, Polonya'da işçi lideri Lech Walesa'nın Gdansk Limanında başlattığı grevler ile birlikte Sovyetler Birliği için sonun başlangıcı oldu. G.W. Bush, Irak'a yapılan petrol harekatını hangi cümle ile ilan etmişti? -Bu bir Haçlı Seferidir! O niyet şimdi tahlil ediliyor. Amerika, bugünkü sıkıntıları daha çok yaşayacağa benzer. Ayrıca haksız işgallerin bir de geri dönüşümü vardır. Yukarıda SSCB'ye temas ettik. Aslında daha eski tarihler var. 1958 Macaristan ve 1968 Çekoslovakya işgalleri, Sovyet gövdesine giren kurtlardır. Düşmanlık projelerine karşı Amerika'nın şansı şurada. Müslümanlar orta yoldadır. Yani İslam dünyasında kahir ekseriyet ehl-i sünnet ve'l cemaat itikadındadır. Bu yolda olanlar, terör, saldırı, nifak, bozgun gibi insan ve cemiyet hayatına zarar veren her nev'i eylemden uzak dururlar. ABD'de 15 milyon dolayında Müslüman yaşıyor. Bunlar teröre prim veren yapıda olsaydı yeni dünya perişan olurdu. Şia, Vehhabilik ve günümüz terör örgütleri, İslam dışı güçlerin tarihten beri İslam dünyasına taşıdıkları eserleridir. 11 Eylül'ün birkaç mühim hedefi vardı. Saklı hedefi 'İslam eşittir terör' imajını yerleştirmekti. Bu yalan, bazılarının kafasında tutmuşsa da istenen hedefe varılamamıştır. Hiçbir zaman da varılamayacaktır. İslamda terör yani şiddet, kan ve gözyaşı yoktur. Hukuksuzluk ve adaletsizlik yoktur. İslam, eşittir barıştır.
.
İnsansız hava aracı, insanlı deniz zırhlısı
14 Eylül 2011 01:00
Hava'da Balkan ve Dünya harbi kokusu vardır. Yunanistan Averoff kruvazörünü alarak deniz kuvvetlerini takviye etmektedir. 19 Temmuz 1909'da Yağcızâde Şefik Beğ öncülüğünde Donanma-yı Osmanî Muavenet-i Millîye Cemiyeti kurulur. Gayesi halktan iane toplayarak donanmayı kuvvetlendirmektir. Kısaca 'Donanma Cemiyeti' denen teşebbüs, muazzam alaka görür. 1912 Balkan Harbi öncesi Almanya'dan Turgut Reis ve Barbaros isimleri verilen iki zırhlı satın alınır. Bunları yine 1912'de aynı devletten satın alınan Yâdigâr-ı Millet, Muavenet-i Millîye, Nûmune-i Hamiyet, Gayret-i Vataniyye muhripleri takip eder. Ayrıca 1912'de İngiltere'ye de bir zırhlı siparişi verilir. Buna Reşadiye diye padişahın ismi konur. İngiltere ile eski bir sipariş de yenilenir. Bu gemiye de Osman-ı Evvel yani I.Osman denir. Her iki zırhlı, mukavele icabı 1914 Ortalarında bitecektir. Ancak İngiltere, teslimatı sürüncemede bırakır. Gemileri teslim almakla vazifeli Rauf Beğ, bahriye nazırı Cemal Paşa'ya şikâyetçi olur. Paşa, 'son taksitini de gönderiyoruz" diyerek O'nu tesellüm için Londra'ya geri yollar. O günlerde, 28 Haziran 1914 tarihinde Saraybosna'da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliahdı katledilir. Böylece ufukta I. Dünya Harbi gözükür. Ancak, devletimiz, 1 Ağustos 1914'te Osman-ı Evvel zırhlısının son taksidi 649.647 sterlini öder. Ama niyet bozuktur. İngiltere, bir gün önce imalatçı tersane işletmecisi Brezilya şirketine ihbarname göndererek göz dağı verip teslimatı durdurmuştur. Bunun üzerine büyükelçimiz Tevfik Paşa, hadiseyi İstanbul'a bildirir. Hükümetimiz bu gasp olayını protesto edip, 5 milyon lira gemi bedeliyle 1 milyon lira da zarar- ziyan tazminat talebinde bulunur. Osmanlı teb'ası da İngiliz yönetimini protesto eder. Evladı askerde olan Behice Hanım, "Allah da sizin inşallah tekmil gemilerinizi Alman donanmasına çiğnetir. Amin!" diye İngiliz hükümetine bedualı bir telgraf çeker. İngiliz hükümeti, Osmanlı devleti, harbe iştirak etmediği ve Alman askeri uzmanlarını topraklarından çıkardığı takdirde, harp nihayetinde her iki gemiyi veya bunların bedelini iade edeceğine ve ayrıca gemiler için Osmanlı hazinesine kira vereceğine dair taahhütte bulunur. Bitmiş iki zırhlı yapılmakta olan Fatih zırhlısı vs. için toplam olarak 5 milyon sterlinden fazla para ödenmiştir. Ancak İngiltere, ne gasp ettiği gemilerimizi verdi ve ne de herhangi bir sözünü tuttu. Türk murahhası 24 Temmuz 1923'te Lozan'da şöyle bir maddeyi imzalayabildiler: -Türkiye, Hükümet-i Osmaniye tarafından İngiltere'ye sipariş olunup, Britanya Hükümeti tarafından 1914'te el konulan harp gemilerine mukabil ödenen paranın iadesini, ne Britanya Hükümeti'nden ve ne de onun vatandaşlarından talep etmemeyi kabul ve bundan dolayı vaki her türlü iddiasından feragat eder. İsrail'in tamir için alıp elinde tuttuğu insansız hava araçlarımız, bizi uzun ve hazin bir hikâyenin kısa özetini yazmaya mecbur etti. Bir asır sonra bile sipariş üzre çalışıyoruz. Nerede kendi imalatımız? Kendi tamirhanelerimiz?
.
Tarih ve talih dönmüştür
15 Eylül 2011 01:00
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın Mısır'da çok büyük bir heyecanla karşılanması, acaba ülkemizde kimin göğsünü kabartmamıştır? En muarız bile herkesin içinde muhalefet etse de kendi başına kaldığında farklı düşünmekten kendini kurtaramaz. Başbakanımızın Libya ve Tunus ziyaretleri de farklı manzaralarda olmaz. Oradan Fas'a, Sudan'a, Nijer'e, Tanzanya'ya vs geçse benzer coşkular yaşanır. Bir ziyaret vaki olsa Şam, Mekke-Medine, Yemen, Körfez ve Irak aynı olur. Bosna-Hersek, Makedonya, Kosova, Arnavutluk vs. benzer fotoğraflar verir. Keza Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, Azerbaycan gibi Kafkas ve Orta Asya ülkelerinde yine çok yüksek alakayla bağra basılır. Doğu Türkistan'a gitse yer yerinden oynar. Afganistan, Pakistan, Bangladeş, 140 Milyon Müslümanın da memleketi Hindistan, Malezya ve Endonezya'da netice aynıdır. Türkiye, 21. Asrın başında böyle bir lider yetiştirdiği için şükretmelidir. Bu manzaralar, tam bir asır evvel Sultan V. Mehmed Reşad'ın 7 Haziran 1911 Senesinde Kosova sahrasında Murad-ı Hüdavendigâr'ın meşhedi önünde /şehid düştüğü yerde yüz bin Mü'min ile Cuma namazı kılmasından sonraki en büyük buluşmadır. Bu itibar, bu liyakat sayın Erdoğan'ın şahsında Türkiye'yedir. ABD'de bütün bu saydığımız ülke mensupları, Türk vatandaşları kadar memnunlar. Başbakanın Kahire'de konuştuğu gün, Amerikalı bir yazar, Washington, DC'deki bir düşünce kulübünde kitabını tanıtırken 'İslam dini bugün sahipsizdir! diyordu. Bizler, bunu onlarca yıldır yazıyoruz. Hıristiyanlık için böyle bir şey denebilir mi? Diyene papalık gösterilir. Onun için yaşanan ve yaşanacak olan bütün bu heyecan ve kucaklaşmalar, esasta bir ümmetin şuuraltının uyanışı, bas'u ba'del mevtidir. Türkler, Türkiye, bin yıl boyunca İslam'a bayraktarlık yaptı. İsmi, şanı, şerefi ve itibarı bu bayraktarlıktan dolayıdır. O elin sahibi, bugün o bayrağı yeniden yükseltiyor, daha doğrusu kader, bir kere daha kredi açıyor. İslam Coğrafyasında müstemleke artığı sözde liderler, savuşup gittikçe birlik, beraberlik ve dayanışma artacaktır. Bir kirli düzen yeni bitiyor. Her İslam ülkesindeki her samimi sohbette İslam dünyasının gerçek sahibinin Türkiye olduğu ikrar ve teslim ediliyordu. 20'nci Yüzyıl boyunca sahibini arayan İslam Coğrafyası, bugün yeniden ona kavuşmanın heyecanı içinde. Bu heyecanda gençlerin başı çekmesi ise ayrıca sevinilecek bir durumdur. Hadise büyüktür: Dikkatli hareket etmeli. Bahar yılda bir kere gelir Böyle fırsatlar bir asırda bir doğar. Yarın güneş, İslam Coğrafyasına daha güzel gülecek. Tarih ve talih dönmüştür. Yâ Rab, tamamına erdir.
.
Osmanlı coğrafyasının uyanışı
16 Eylül 2011 01:00
Bazı Avrupa ülkelerinin bazı politikacıları, Türkiye Başbakanının Kuzey Afrika ziyaretlerinden fevkalade rahatsızlar. Bazı fanatikler, ağzını bozarken bazıları, Tayyip Erdoğan'ın Halifeliğinden söz etmekte. Bazıları ise partnerlerini suçlayarak Türkiye'nin AB üyeliği sürüncemede bırakıldığı için Orta Doğu'ya yöneldiğini iddia etmekteler. Halbuki bu suçlamayı yapanların kendileri de tam üyeliğimize karşılar. O sözlerden bazı Avrupalıların medeniyetten ne kadar da mahrum oldukları ortaya çıkmakta. Diğer bazıları ise genel kültür olarak dahi Osmanlı, Türkiye, Orta Doğu tarihinden çok uzak olduklarını göstermekteler. Neyse ki uzaklar, bir parça tarih malumatları olsaydı şunu da iddia ederlerdi: Yavuz Sultan Selim, Hilafeti Mısır'dan getirmişti. Recep Tayyip Erdoğan da aslında bu maksatla Mısır'a giderek sembolik de olsa bunu tekrarlamaktadır. Bu çeşit Avrupalılarla bizdeki Avrupa mukallidleri/taklidcileri çok sığ tarih kültürleriyle Hilafetin lağvedildiğini zannederler. Mevzua dair yazdığımız makalenin daha mürekkebi kurumadı. Türkiye Cumhuriyeti, Hilafeti lağvetmemiş, onu devlet erkinin manevi gücüyle birleştirmiştir. Bu itibarla devlet, dilediği zaman bu kurumu kendinden ayırarak bir mümtaz şahsiyetle temsil ettirebilir. Bu bir hesap-kitap işidir. Köhne Avrupa hakikaten şaşırmış vaziyette. Bir ziyaret, ne kadar da panikletti? Bir Türkiye Başbakanının -onlara göre- bir yabancı ülkede bu denli iltifat görmesini hafsalaları almıyor. İşte can alıcı nokta da tam burasıdır. Sömürgecilerin yabancılaştırmak istediği topraklar ve insanlar yabancılaşmıyor. Gönül mayaları aynı olanlar yabancılaşır mı? Bu burnundan soluyanlar tarihten haberli olsalardı bilirlerdi ki bu karşılamalar bizim için yeni değildir. Türklerin Hakanı ve Müslümanların Halifesi II. Abdülhamid Han, Hind Müslümanlarına bir Kur'an-ı kerim ile bir selam-ı şâhânesini gönderdiğinde bugünkü Pakistan, Hindistan, Keşmir ve Bangladeş topraklarında yer yerinden oynardı. Yine tarih bilseler şundan da haberleri olurdu: Ertuğrul Firkateynimiz, Kızıldeniz'e geçtiği ândan Japonya'ya varana dek uğradığı uzak-yakın bütün Asya limanlarında insanlar, seller misali kıyılara dökülerek Halifenin zabitlerini/subaylarını, gemisini ve ay-yıldızlı bayrağımızı selamlamışlardır. Tayyip Erdoğan ne yaptığını bilen bir insandır. Halifelik iddiası yakıştırmadır. Ancak 'Hilafet' bir gücün adıdır. Eğer şu gün Türkiye, İslam dünyasında Hilafet nüfuzunun temin ettiği imkânları elde edebiliyorsa o fiili faydayı tesis etmemek büyük ihmal olur. Köhne Avrupa, dün Hasta Adam dediği devletin kalkınmasını, bölge liderliğini, AB üyeliğini, dünya liderliğini, hilafeti ve daha çok şeyimizi sorgulayacaktır. Türkiye, büyüdükçe, geliştikçe... Osmanlı Coğrafyası uyandıkça çok şeyler konuşulacak. AB'ye girmemiz için daha rica da edecekler. Sanayi inkılabıyla kaybettiğimizi teknolojik inkılapla kazanıyoruz. Şaşkına dönmüş o bazıları ne diyorlar? Osmanlının askerle yaptığını Başbakan Erdoğan, ekranla yapıyor. Ya Rab, hayallerimizi hakikat eyle.
.
Menderes'in idam sebepleri
19 Eylül 2011 01:00
> Washington, DC Dünyada başbakan ve bakan asarak bayram yapan bir yönetim herhalde başka bir memleketin başına musallat olmamıştır. Millet, 27 Mayıslarda üzüntülere gömülürken diktacı zihniyet bayram ederdi. Bilindiği gibi 27 Mayıs 1960'ta DP iktidarına karşı askeri bir darbe yapılmıştı. Süngü güdümlü Yassıada mahkemesi, 14 kişinin idamına karar verdi ise de bunlardan Başvekil Adnan Menderes, Hariciye vekili Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye vekili Hasan Polatkan idam edildi. Menderes, idamında 62 yaşındaydı. Hukukçudur. Madalya sahibi İstiklal Harbi gazisiydi. I. Dünya Harbi'nden evvel Karşıyaka'da forvet, Altay'da kalecilik yapmıştır. Türkiye Cumhuriyetinde ilk büyük kalkınma hareketini başlatan devlet adamıdır. 17 Şubat 1959'da Londra'ya giderken uçağı düşmüş, 14 kişi ölmüş, kendisine bir şey olmamıştı. Fatin Rüştü Zorlu, idamında 51 yaşındaydı. Paris mülkiye ve Cenevre Hukuk Fakülteleri mezunudur. Meslekten hariciyecidir. Kıbrıs'a müdahale hakkımızı veren garantörlük yetkimizle AB müracaatımız O'nun imzasını taşır. Hasan Polatkan, mülkiyelidir. İdamında 46 yaşındadır. Darbe sürecinde ölümler, bu üç idamdan ibaret değildir: Emniyet müdürlüğünde pencereden atılanlarla kalb krizi intıbaı verilerek işkence altında vefat edenlerin sayısı da iki düzineye yakındır. Cuntacı zihniyet, hiç bir mahcubiyet hissi duymadan 1960'tan 12 Eylül 1980'e kadar 27 Mayısı, özel paralı, hatıra pullu, tanklı-toplu, törenli, marşlı, bayraklı bir bayram olarak kutladı. Aslındaysa o, bir Ergenekon klanının ayiniydi. Bu ayin yirmi sene sürdü. Ülkenin imar ve inşasını bütün alanlarda yeniden ve hızla başlatıp uygulayan ekibe her sene 27 Mayısta, 'katiller, kuyruklar, düşükler, diktatörler' diye mikrofonlardan, radyolardan, manşetlerden, okullardan sövülüp durulurdu. 'Adam asma bayramı' 12 Eylül 1980'den sonra kaldırıldı. İki bakanı 16 Eylül 1961 günü idam edilen Ali Adnan Ertekin Menderes, rahatsız olduğu için tedavi edilerek 17 Eylül günü asıldı. Öldürdükten sonra tedavi etsen ne olacak, etmesen ne olacak? Turgut Özal zamanında 1990'da aslında hiç kaybetmedikleri şerefleri iade edilerek cenazeleri İmralı'dan İstanbul'a nakledildi. Bu dolaylı olarak devletin özür dilemesiydi. Adnan Menderes neden idam edildi? İddianamede sıralanan suçlamalar iftiradır. İdama götüren gerçek sebepler bir çoksa da esas şunlardır: 1-Ezanın Türkçe okunma mecburiyetine son verilmesi. 2-Yurt dışına sürgün edilmiş ve oralarda ağır şartlarda hayatlarını idame ettirmeye çalışan Osmanlı Hanedanı kadın mensuplarının yurda kabulü. 3-Menderes'in bu millet isterse Hilafeti de getirir demesi. 4-İstersem orduyu yedeksubaylarla da idare ederim sözü. 5-Kıskançlık hissi 6-Sovyetler Birliği ile işbirliğine gidilmesi. Yukarıdaki maddelerden ilk beşi az-çok herkes tarafından bilinmektedir. Fakat son madde az bilinir. Çok az dile gelmiştir.
.
Saklı tarih
20 Eylül 2011 01:00
Türkiye, 'yol' denen medeniyet eseriyle Menderes iktidarlarında tanışmıştır. Böylece şehirleşme başlamıştı. Bugünkü iktidar mensuplarının babaları, o yollardan şehirlere taşınmışlardı. Demokrat Parti iktidarında Anadolu yolu, İstanbul caddeyi tanıdı. Ancak, Adnan Menderes daha büyük hayallere sahiptir. İskenderun'da Demir-Çelik, Seydişehir'de Alüminyum, İzmir'de Ali Ağa tesislerini, Elazığ'da Keban Barajı'nı, İstanbul'da Boğaziçi Köprüsüyle benzer tesis ve işletmeleri hayata geçirmek için proje dosyaları hazırlatmış, bunlara kaynak bulmak derdindedir. Bu maksatla 1959'da ABD'ye gelir. Talep ettiği kredi 300 Milyon dolardır. Marshall yardım fonunun bittiği, bu sebeple anlaşmanın mümkün olmadığı cevabı verilir. Başvekil, eli boş olarak vatanına döner. Ama O, hizmet sevdalısıdır. Bu sebeple fikrinin hayata geçmesine çare bulacaktır. Derdi fukara milletini gününde yakalayamadığı sanayi inkılabına kavuşturmaktır. Kuzeyde SSCB vardır, ikinci süper güç. Komünizmin, koyu- kızıl günleridir. O günlerde değil Sovyetlerle iş birliği yapmak Moskova tarafına dönüp bakmak bile tehlikelidir. Lügatteki anlamıyla 'girdap' demek olan Menderes, işte o tehlikeyi göze alır veya kendini girdaba atar. Bakanlarından Lütfi Kırdar'ı Moskova'ya yollar. Görevli bakan, temaslarda bulunur. Dönüşte raporunu arz eder. Durum sevindiricidir, gerekli kredi bulunmaktadır. Adnan Menderes, Temmuz 1960'ta Moskova'ya giderek anlaşmayı imzalayacaktır... Ama gidemez. 27-28 Nisan'da üniversite talebesini sokağa döküp nümayişler başlatılır. Böylece şartlar olgunlaştırılır, 27 Mayıs 1960'ta ordu, gençleri kıyma makinelerinden kurtarmak için idareye el koyar. Darbenin politik güdücüsü İsmet İnönü, akademik aktörü Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar, montajlanmış lideri orgeneral Cemal Gürsel, mahkeme başkanı Salim Başol, savcı Altay Ömer Egesel, Yassıada komutanı desbotluğuyla ün yapan albay Tarık Güryay. Eğer cunta, isyan etmeseydi, İstanbul asma köprüye on yıl öncesinde kavuşacaktı. Eğer o kanlı darbe olmasaydı 1961'de genel seçimler yapılacaktı. Ali Adnan Ertekin Menderes, seçime sokulmadı, ama O, yine seçildi. Bu defaki seçim siyasî seçim değildir. Şehidlik seçimidir. Kader, onu, bir mazlum millete hizmetinden dolayı seçim yılında şahadetle mükâfaatlandırdı. Mahkeme başkanının sonraki yıllarda nasıl ölmüş olduğunu çağrılan doktor bize anlatmıştı. O doktor, şimdi Şişli bölgesinde bir hastanede baş hekim: 'Reis beyefendi''yi ailesi, evlatları terk ederler. Ankara'daki evinde bir gün son nefesini teslim eder. Fakat yanında kimse yoktur. Pis kokudan olsa gerek komşular ilgili mercilere haber verirler. Giden hey'etteki doktor ölünün ağzından neler geldiğini anlatırken bile midesi kabarıyordu.
.
Bir Fidan'a daha kıymak!
21 Eylül 2011 01:00
MİT Başkanı Hakan Fidan'ın bölücü örgütle görüştüğü iddia edilmekte. Ortaya çıkan ses kaydı delil olarak kullanılıyor. Kaydın ortaya çıkış tarihi, İsrail'le ihtilafın zirve yaptığı ve Türkiye'nin Kuzey Afrika'ya tam açıldığı günlerdir. Hadisenin İsveç'te cereyan ettiği söyleniyor. Kimin alıp servis ettiği ise meçhul. Kanaat o ki bu ses kaydı resmidir. Ancak, onun sızdırılması köstebek işidir. Hakan Fidan, konjonktür manivela olarak kullanılıp iç muhalefetin ağzına atılmak istenmektedir. Bu nedir? Bu tarihin tekrarıdır. Gazi Osman Paşa Plevne'de canhıraş bir müdafaa yapmaktadır. Direnir, direnir fakat bir zaman gelir ki mühimmat tükenmeye yüz tutar. Bunun üzerine en yakınlardaki Paşalara haber gönderip yardım ister. Ancak beklenen destek gelmez. Bu Paşaların sözü şudur. 'Osman Paşa'ya yardım edersek gider İstanbul'da Sadrazam olur!' Bu kıskançlık, bir koca coğrafyanın kaybına yol açar. Sayın Hakan Fidan'ı tanırız. Aslan gibi bir vatan evladıdır. Kumaşı, özü, mayası yerlidir. İçerde kimin, kimlerin nasırına bastıysa onlar bu oyunu kurdular. Bir isim hedefe oturtulurken bir kurumun yıpratılması umurlarında bile değil. Böyle tezgâh kuranlar için o hassasiyetler yoktur. Eleştirenler, MİT nasıl olur da örgütle konuşur? diyorlar. Peki siz konuşmayınca başkaları küsüyor mu? Sizin yok saymanızla örgüt bitiyor mu? Bu örgüt var ve bugün devleti meşgul edecek kadar azmanlaşmıştır. Gerçekçi olmak dururken hamaset tercih edilirse kayıp yıllara yenileri eklenir. Örgüt yeni çıktığında ne denmişti? 'Üç-beş' çapulcu? O gün küçük görülen tehlike, bugün yabancı kuvvetlerin Türkiye'ye karşı kullandığı bir güç haline geldi. Hakan Fidan, görüşmüşse lazım geleni yapmıştır. Kaldı ki O, bir müsteşardır. Bağlı olduğu makamların haberi olmadan müzakere yapması mümkün değildir. Ancak dediğimiz gibi, işin içinde nasır acısı var. Problem temas gibi gösterilse de değil, problem şahsidir ve bir fidanı daha kurutmaya dönüktür. Bizde geçmişte hep o olmuştur. Bir yandan kaht-ı ricalden şikayet edilmiş, bir yandan da şu veya bu vesileyle yetişmiş insanlar, fidanlar kırıp-kurutulmuştur. Celali isyanlarını yapanlarla görüşülmedi mi? Kavalalı Mehmet Ali Paşa ile görüşülmedi mi? Yeter ki ülkenin, devletin, milletin menfaatine yarasın. 30 Yılda ölenlerin, yaralananların ve maddi kayıpların haddi hesabı yok. Buradaki kayıplar daha şimdiden İstiklal harbi kayıplarını 10'a katlamıştır. O halde bu kanın, bu ateşin ve bu kaybın durması lazım. Devletin bir adı da 'baba' ise... Baba, ıslah için isyan eden evlâdıyla da konuşur. İşine bak Hakan Fidan, aldırma, meyveli ağaca taş atılır. Çiğ süt emmişler, böyle çiğlikler yapar.
.
Beyaz Saray'ın yolu Ankara'dan geçiyor
22 Eylül 2011 01:00
Gözlemcilerin ortak kanaati o ki Avrupa lider krizindedir. Nicolas Sarkozy ile O'nun peşine takılan Davit Cameron, geçen hafta herkesi güldürdü. Hele Sarkozy'nin aç insanlara filozof götürmesine ne demeli? Lider krizine düşülmesinde AB'nin bir etkisi olmuş mudur bilmiyoruz. Veya şöyle diyelim, Türkiye AB üyesi olsaydı bugün bir Erdoğan, bir Gül, bir Davutoğlu gibi.... devlet adamları sahneye çıkabilir miydi? Avrupa, dünkü Türkiye yerine kaht-ı rical dönemine girerken Türkiye muhafazakâr kanadıyla güçlü liderler ve lider adayları yetiştirmiştir. ABD'nin durumu da EURO bölgesinden farklı değil. Ronald Reagan sinema kurgusundan siyaset kurgusuna geçerken güçlü bir imza olmuştu. Bill Clinton, seçildiği her iki döneme de mührünü vurdu. Dünyalı, bu iki lideri ne kadar sevdiyse G.W. Bush'tan da o denli nefret etti. Barack Obama, o nefretten sonraki ümitti. Ne var ki Obama, takım kuramadı, hatırı sayılır bir icraat yapamadı. Bundan dolayıdır ki bugün oyu yüzde 48'e düşmüştür. Buna mukabil işsizlik yüzde 9'u bulmuş, alt gelirli ve işsiz sayısı toplamı 25 milyona yükselmiştir. Usame bin Ladin'i ortadan kaldırmayı bir çıkış yolu olarak gördü. Ancak o rüzgâr iki ay bile sürmedi. Şimdi ise yoksullaşmayı önlemek için zenginlere yeni vergi düzeni getirme planları yapmakta. Doğru bir seçimle risk alıyor. Yakında 'bu Obama komünistmiş, bizi kandırdı' diyenler çıkabilir. Cumhuriyetçiler, bu plandan dolayı başkanı topa tutmaktalar. 'Amerika'da doğmadı', 'aslında Müslüman' diyenlerse öteden beri mevcut. Başkan, 2008 Seçimlerinde yüzde 52 oy almıştı. Bu, Demokratların son 30 yıldaki en yüksek başarısıdır. Amerikalılar seneye Barack Obama'ya bir şans daha vermezlerse bu aleyhlerine mi olur, lehlerine mi? Zor bir karar. Ortalıkta lider veya lider adayı denecek yeni isimler gözükmediğine göre pahalı bir tecrübe yaşarlar. Obama, enkaz devraldığını bir türlü söylemedi. Halbuki selefi kötü bir ekonomik miras bırakmıştı. Şimdi Irak ve Afganistan'da biraz daha oyalanırsa Amerikan ekonomisi, daha tehlikeli noktalara geriler. Barack Obama, işte bu psikolojik baskı altında New York'ta Başbakan Tayyip Erdoğan'la görüştü. Görüşme talebi bizzat Obama'dan geldi. Obama dış ve iç sancılar içindeyken Türkiye Başbakanı güçlü bir lider konumunda. Obama'nın ikinci kere seçilmesinde veya seçilememesinde Türkiye ve O'nun lideri Erdoğan'ın çok büyük rolü olacaktır. Bugün Abraham Lincoln mezarından çıkıp gelse Türkiye'ye, Tayyip Erdoğan'a rağmen Orta Doğu ve Kuzey Afrika'da bir şey yapamaz. Artık Beyaz Saray'ın yolu Ankara'dan geçiyor. Barack H. Obama bunu görmekte. Bu gerçeği ülkemiz de görmeli
.
Yeniden Akdeniz
23 Eylül 2011 01:00
İsrail, Suriye, Ermenistan ve Güney Kıbrıs. Bu küçük memleketler, sıfır siyaset ilkemize rağmen Türkiye ile ihtilafı varlık sebebi gibi görmekteler. Mahallenin haylazları, Türkiye ile barıştan korkmakta, bizimle yüzde yüz işbirliğine girdiklerinde kendilerini inkâr etmiş olmaktan çekinmekteler. Onun için teröre destek olmaktalar. Yurdumuzda neredeyse saat başı yaşanan her şahadetin arkasındaki adresler sadece batıda değildir. Türkiye ve İsrail bir buçuk sene evveline kadar güya müttefiklerdi. Ergenekon zihniyeti TSK'yı adeta her alanda Tel Aviv'e mecbur etmişti. Ne kadar çürük bir dostluk olduğu Mavi Marmara katliamıyla ortaya çıktı. Dost dosta bunu yapar mı? Milletlerarası sularda silah ve savunma imkânı olmayan dokuz sivil vatandaşımızı öldürdüler. Devletimizin münasebetlerin düzelmesi için masaya koyduğu şartlar belli. İsrail, ne özür diledi, ne tazminat ödedi ve ne de Gazze'ye uyguladığı ambargoyu kaldırdı. Aksine lobisini devreye sokarak BM'den Palmer adı verilen adalet için yüz karası bir rapor çıkarttı. Ancak İsrail, orada da kalmadı. Şimdi Rumlarla doğu Akdeniz'i denizaltı ve üstüyle paylaşma çalışmasındalar. Bir süredir Akdeniz'e dair dikleşiyordu. Mavi Marmara Gemisi'ni kendi suları dışında durdurup katliam yapması bundandır. İsrail, ayrıca petrol platformuna hava desteği de vermekte. Bu şer tahrikler bizim için hayırlı gelişmelere yol açtı: 1-Seyr-ü sefain serbestisi bakımından savaş gemilerimiz Akdeniz'de bayrak gezdirmeye başladılar. 2- KKTC ile münhasır ekonomik saha imkânına zemin hazırlayacak Kıta Sahanlığı Andlaşmasıyla Türkiye ve KKTC de Akdeniz'de petrol arama kararı aldı. Akdeniz, Osmanlı zamanında asırlarca Türk gölüdür. Avrupa'nın 'Barbaros' dediği kaptanı derya Hızır Hayreddin Paşa, Cezayir'le Ceyhan arasını gönderinde üç hillali bayrak ve güvertesinde Ezan-ı Muhammedi'nin yükseldiği kadırgalarla bir büyük göl haline getirmişti. Dünkü Türkiye, denizlerden seyr ve karalardan sefer ile dünya devleti olmuştu. Asrımızda onlara hava unsuru da katıldı. Yeni hedeflere varmak büyük nüfus, güçlü iktisat ve kara, hava ve deniz hakimiyetimizle mümkündür. Dün Akdeniz bizim için bir körfez, bir liman gibiydi, gemilerimiz buradan dünya sularına kuğular gibi süzülürdü. Bakalım bu millet, yeniden Barbaroslar çıkartabilecek mi? Çok fazla işitilmedi, Davutoğlu Hoca, o sözü bir kere ve bin kere daha tekrar etmeli: -Kimse, bizi Anadolu'ya hapsedemez!!! Şiirler, bazen tapu belgesi gibidir. Merhum Yahya Kemal Beyatlı, bunu isbat etmekte. O ne muhteşem mısralardır öyle... Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor? Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor! Adalar'dan mı? Tunus'dan mı, Cezayir'den mi? Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor; O mübarek gemiler hangi seherden geliyor?
.
BM, kuruluş gayesini gerçekleştiremedi
26 Eylül 2011 01:00
> Washington, DC Birleşmiş Milletler Teşkilatı, 1945'te kuruldu. Bu tarihte 51 olan üye sayısı yakınlarda Güney Sudan'ın da kabulü ile 193'e yükseldi. En etkili organı 15 üyeli Güvenlik Konseyidir. GK'nın 10'u iki yıllığına seçilen geçici, 5'i daimi üyedir. 5 Değişmez devlet, Çin, Rusya, Fransa, İngiltere ve ABD'dir. Resmi dil, Arapça, İspanyolca, Fransızca, Rusca, Çince ve İngilizce'dir. Sağlıktan kültüre, üniversiteden adalete kadar birçok bağlı kuruluşları vardır. Bu kuruluşlar da değişik batı şehirlerindedir. BM, kuruluş gerekçesini, 'bütün milletler arasında adalet, güvenlik, ekonomik kalkınma ve sosyal eşitliği temin etme' gayesiyle ifade etmektedir. Ne var ki aradan geçen 66 yılda sayılan hedeflerden herhangi birine varıldığını hiç kimse iddia edemez. Ne adalet, ne güvenlik, ne ekonomik kalkınma ve ne de sosyal eşitlik tesis edebilmiştir. Eğer adalet olsaydı, Sudan parçalanıp güneyi üye yapılmazdı. KKTC 25 yıllık bir devletken yok sayıldı, BM'nin 1947 yılında tanıdığı Filistin Devleti yok sayıldı, fakat Güney Sudan, hemen kabul edildi. Eğer ekonomik kalkınma olsaydı, Somali başta olmak üzere Afrika'da milyonlarca çocuk açlıktan ölmezdi. Eğer güvenlik olsaydı, bölücü örgütün beslenmesine müsaade edilmeyerek Türkiye'de onbinler katledilmezdi. Kuruluş kanununa hangi iyi niyetle yazılmış olursa olsun BM bu hedeflerin hiç birine yaklaşamadı, onların uzağında kaldığı için de tabiatıyla sosyal eşitlik olmadı. Bu Birleşmiş Milletler Teşkilatı, bu yapısıyla varlık sebebini asla ve kat'a hayata geçiremez. Çünkü, BM haddi zatında şekli bir teşkilat. BM sanal, beş devlet gerçek. Bu beş devlet, tashihi mümkün olmayan katı bir veto hakkına sahiptir. 188 devlet, bir gün 'deniz suları tuzludur' diye bir karar alsa, daimi üyelerden yalnızca biri bu kararı red yani veto ettiğinde o karar ortadan kalkar. Onun için 188 devlet Somali'ye 188 dolar para gönderme, Filistin ve KKTC'yi üye kabul etme gibi tasarruflara gittiğinde bu kararlar bir veto ile hükümsüz hale gelir. Temeli bozuk bir teşkilatın adalet, emniyet, iktisat içtimai refah paylaşımı yapması mümkün müdür? BM, II.Cihan Harbi galip devletlerinin patronajındadır. Orada bir sözleri muteber birinci sınıf devletler var, bir de eli mahkum devletler. Bu yapının değişmesi, bu keyfiliğin bu eşitsizliğin bitmesi şarttır. Cemiyet-i Akvam II. Cihan Harbine mani olamayınca 1946'da dağılmıştı. Zayıf genel sekreterlerle bu kadar vahim haksızlıklara sadece seyircilik yapan bir teşkilatın yaşaması mümkün değildir. Sararmış soğuk savaş eserleri, güz yaprakları gibi dökülecektir. İşte Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas, tam üyelik için müracaat etti. Şimdi BM bir kere daha imtihanda. Ne var ki BM'de hukukun üstünlüğü değil, üstünlerin hukuku hakimdir. Ey öküz neredesin? Eğer varsan boynuzlarını salla!
.
İslam İşbirliği Teşkilatı bunun için var
27 Eylül 2011 01:00
1969'da Rabat'ta kurulan İİT/İslam İşbirliği Teşkilatı'nın merkezi Cidde'dir. Teşkilata 57 Müslüman devlet üyedir. Rusya Federasyonu gözlemci. Moro Müslümanları Teşkilatı keza gözlemci. Her nedense KKTC ve Bosna Hersek de gözlemcidir. Bu ikisinin gözlemciliği ile Doğu Türkistan'ın gözlemci olmamasını anlamış değiliz. 57 devlet, Kuzey Amerika ve Avustralya hariç, her kıtada yer almaktadır. Yakın tarihlere kadar ismi, İslam Konferansı Teşkilatı olan İİT bütün Müslüman devletleri çatısı altında toplayan tek kuruluştur. Bir bakıma İslam Birleşmiş Milletler Teşkilatı'dır. Ancak, 32 yıllık teşkilatın akılda kalıcı icraatlarını hatırlamakta zorlanıyoruz. BM hangi devletler sebebiyle çaresizse İİT de yine malum devletlerin dolaylı etkisiyle cevval ve faal değildir. En büyük kazanç ve muvaffakiyet, bu teşkilatın kurulmuş olması ve dağılmadan bugünlere kadar devam etmesidir. İİT petrole hakim ülkelerin kuruluşudur. Bunlar tarih ve yer altı zenginliğine de sahiptir. 57 devlet aynı zamanda BM üyesidir. Ne var ki üç yıl gibi uzun aralıklarla toplanan teşkilatın kararları iyi dilek ve temenniden öteye geçememektedir. İİT Filistin için çoktan derde deva olmalıydı. İİT 28 Şubatta Türkiye'de dindarlara zulmedilirken dünyayı ayağa kaldırmalıydı. İİT KKTC'yi tam üye olarak tanımalıydı. İİT Çin'de Doğu Türkistan diye 30 milyonluk bir özerk Müslüman ülke olduğunu dünyaya öğretmeliydi. İİT Hac'da kesilen kurban etlerini dünyanın açlarına aktarabilmeliydi. İİT ben varsam Somali'de de başka yerde de kimse açlıktan ölemez diyebilmeliydi. Bu liste böylece uzayıp gider. Teşkilatın resmi dilleri, Arapça, İngilizce ve Fransızca'dır. Peki 300 milyonun dili Türkçe nerede? Bu garabet ne ile izah edilebilir? Şimdi BM gibi İİT büyük bir imtihanda. Temenni ederiz sınıfta kalmaz. Ne kadar kudretli olup olmadığını gösterecek. Evvela üye ülkelere baskı yapacak, sonra BM'ye. Eşit teşkilat statüsüyle ağırlığını hissettirmeli. Filistin, haklı olarak BM'ye üyelik için müracaat etti. Böylece o da müstakil devlet olacak. Böylece İsrail'le yan yana komşu olarak yaşayacak. Böylece bölge barışına kapı aralanacak. İİT'ye düşen Filistin davasına sahip çıkması, Mahmud Abbas'ı yalnız bırakmaması, vetoya ve haksızlığa engel olmak için elinden geleni yapmasıdır. Netice ne olursa olsun mutlaka faaliyete geçmeli. Artık kınama kararı istemiyoruz. En küçük icraat, en büyük kınama kararından daha faydalıdır. Aktif bir İİT için merkezin İstanbul'a nakli gerekir. BM Barış Teşkilatı gibi İİT de İstanbul'da olmalı. Başarıda mekânın payı büyüktür.
.
Yazıcıoğlu davası adaletin namusudur
28 Eylül 2011 01:00
Şehit Muhsin Yazıcıoğlu, dâvâsını karanlıklardan çıkartıp, failleri layık oldukları cezalarla cezalandırmak adaletimizin namus borcudur. Yargı teşkilatı bunun için vardır. Devletin varlık sebebi de bir cephesiyle bundan dolayıdır. Adalet dağıtamayan devlet, özürlü sayılır: Merhum Muhsin Yazıcıoğlu'nun ölüm meselesi karanlıktan aydınlığa çıkarsa, bu başarı, mümkündür ki tamamı 'Ergenekon' diye ifade edilebilecek o malum bir sürü problemi, Hrant Dink dâvâsı da dahil olmak üzere çözecektir... 25 Mart 2009 günü kaza olduğunda ard arda çelişkili açıklamalar yapıldı. Helikopter kanadının dağa çarptığı iddia ediliyordu. Enkaz, kazadan 48 saat sonra bulundu. Ancak koordinatları verilmiş, ekiplerin arama yaptıkları noktada değil, oradan 115 km ötedeydi. İstediği kadar hava muhalefeti olsun. Düşen bir kartal bile olsaydı şu günkü elektronik ve teknolojik imkânlarla en fazla 3-5 saat içinde yeri tesbit edilirdi. Halbuki koca bir helikopter düşmüştü. Kaldı ki diğer şehidimiz İHA muhabiri İsmail Güneş de helikopterdeydi. Sıcağı sıcağına hadise ve ölü ve yaralılara dair telefonla malumat vermişti. O'nun telefon verileriyle bile olay mahalline ulaşmak mümkündü. Mezkür gazeteci, Yazıcıoğlu'nun hayatta olduğunu ve inlediğini bildirmişti. Ancak o da çok şüpheli şekilde ölü bulundu. Kadere bakınız ki merhum Güneş, son haberini kendi ölümüne dair yaptıktan sonra bu dünya ufkundan çekilmiş oldu... Yazıcıoğlu'nun ölüm şekli, gündemden hiç düşmedi. Fakat şimdi daha ağırlıklı olarak gündemde. Çünkü, bu defa sayın Cumhurbaşkanı devrede. Her kim ise Allah ondan razı olsun, bir kamu görevlisi, Cumhurbaşkanımıza bir video kaseti yollamış. Ve şöyle demiş 'sayın Cumhurbaşkanım, biz, o gün kendimizi görev yapıyoruz zannetmiştik ama aldatılmışız. Lütfen şu videoya bir bakınız'. Sayın Gül bakmış, gözlerine inanamamış. Bazıları cenazelerle meşgulken bazıları, sinsi sinsi helikopterin kara kutusunu sökmekte. Cumhurbaşkanı, 'kutu şimdi yok, dedikten sonra da onu yerinden keçiler sökmedi' diye de hayli iğneleyici bir hiciv de yapmakta. Çankaya DDK'yı devreye sokmuş vaziyette. Başbakanlık, Teftiş Kurulunu görevlendirdi. Özel yetkili savcılar iş başında. Amme vicdanı az yanılır... Amme vicdanının müşterek inancı o ki cuntacılar, darbeciler, o helikopteri düşürerek vatanperver bir siyaset adamına suikast yapıp delil karartmak istemişlerdir. Savcılık, enkazı bulmakla görevlendirilmiş isimlerin listesini Genelkurmay'dan istedi. Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve yargının üçlü çalışmasıyla bu defa bu karanlık aydınlanacaktır ümidindeyiz. Bunu yapmak Yazıcıoğlu'na bir vefa borcudur. O'nun kefeni karlar oldu. Karlarda üşüyerek vefat etti. Yıllar evvelinde hapishanede 'Üşüyorum Anne' diye bir şiir yazmıştı. Yıllar sonra özlediği yere kavuştu: Bir coşku var içimde bugün, kıpır kıpır Uzak, çok uzak bir yerleri özlüyorum. Yarın: YAZICIOĞLU ÜNİVERSİTESİ
.
Yazıcıoğlu Üniversitesi
29 Eylül 2011 01:00
Muhsin Yazıcıoğlu, vefatından on gün kadar evvel bizi aramıştı. Derin ıstırap günlerimizdi. Amsterdam'da hastanedeydik. 'Kardeşim, dedi, sana ulaşamadık.' Dualar etti, üzüntüsünü dile getirdi. Biz de 'kardeşim, dedik, dün cumayı arkadaşlarınızın yaptığı Alperen Camiî'nde kıldık, öğle yemeğini arkadaşlarla yedik. Allah, hizmetlerinizi çoğaltsın, her zaman yanınızdayız.... Böylece vedalaştık. Nereden bilebilirdik ki bu son konuşmamız olacakmış. Bir aksiyon adamıydı, idealleri ve ufku vardı. Bu millete karşı borcunu fiilen ödemiş bir insandır. 55 Yıllık ömrünün 5.5 Yılını hücre hapsinde 2.5 yılını da hapis yatarak geçirmiştir. Ölüm şekli ise ortada. 12 Eylülden önce serbest bırakıldığı müsned/atılı suçlardan darbe yapılınca yeniden içeri alınıp bu defa mahkum edilmişti. Bu kazadan evvel merhum Yazıcıoğlu'yla ikimizin de bir helikopter hadisemiz vardır. 1998'de Sırplar, bazı Kosova köylerini tecrid etmişlerdi. Onlara ulaşılamıyordu. Ağustos sonunda kalkıp Tiran'a gittik. Muhsin Bey, bir helikopter kiraladı. Havalandık. Sırp sınırına sıfır uçuyoruz. Helikopterde pilottan başka, kendisi, bir kameraman ve bir de biz varız. Aşağıdan bir kurşun sıkılsa taş gibi yere düşeceğiz. Herhalde yarım saat kadar uçtuktan sonra bir köyün dışında çayırlık bir yere indik. '60'lı modellerde yayla gibi bir otomobil devrile devrile geldi. Karşılanıyoruz zannetmiştik, meğerse ticariymiş. Binince baktık ayaklarımızın altında sert bir şeyler var. Eğilince bir çok kalaşnikof gördük. Kaçırılsak kimsenin haberi olmayacak. Köy merkezine gittik. Ortalık bayram yerine döndü. Türkiye'den onların derdiyle dertlenen divaneler gelmişti. Bir müdet sohbet ettik. Sonra aynı şekilde Tiran'a döndük. Muhsin Yazıcıoğlu, biz olmadan UÇK lideriyle görüştü. Ona lazım gelen desteği vermiş. Fakat bir ay sonra Sırpların onu şehit ettiğini işittik. Bu seferimizi, Osmanlı Coğrafyasında bir Arnavutluk mıntıkasına yapmıştık. Yola çıktığı noktaya nazaran çizgisini, ufkun daha ötelerine taşımıştı. Muhsin Yazıcıoğlu, aynı zamanda bir Mektep Adam'dı. Bu mektep adam, dişiyle-tırnağıyla pahalı bedeller ödeyerek gençler yetiştirmiştir. Dedikleri de aslında çok kısadır. Dinimizin emir ve yasaklarına riayet edin, dilinizi, milletinizi sevin, tarih şuurunda derinleşin, dünya ile yarışın, Allah'ın kullarına merhametli olun, tevazuu elden bırakmayın. Şehit Muhsin Yazıcıoğlu, milletine, devletine karşı vazifesini yaptı. Milleti ve devleti O'na karşı vazifesini yaptı mı? Ölüm sebebini ortaya çıkartmak için ne lazımsa ifa edilmekte denirse, o yargının borcudur. Millete, devlete gelince: Açılacak veya mevcutlardan bir üniversiteye ismi verilsin deriz. 'Yazıcıoğlu Üniversitesi' veya 'Muhsin Yazıcıoğlu Üniversitesi'. Biz birinciyi tercih ederiz. Böylece bu millete asırlara dayanan hizmetleriyle evliyadan Yazıcızâde Ahmed-i Bîcan ve kardeşi ulemadan Yazıcızâde Muhammed Bîcan Efendiler gibi daha nice yazıcıoğlu âlim ve kâmil zâtları da aynı ismin mânâ çerçevesine alınmış olur.
.
Kürt'ün Türk'ten başka dostu yoktur!
30 Eylül 2011 01:00
Stalinci örgüt, çıldırma çizgisini de aştı. Sağlık memuru, öğretmen, polis, asker, memur, işinde gücünde vatandaş, hacca giden insanlar, hamile kadınlar, bebekler, çocuklar, oyun bahçeleri, cami, okul, karakol, kışla, hastane... Her şey ve herkes hedef. Eli kanlı vicdansızların neler yaptığını tek tek saymaya gerek yok. Kahvaltılarınızı da akşam yemeklerinizi de zehir eden haberlerden bunları zaten öğreniyorsunuz. Bölücü örgütün çıldırma takviminin farkında olmalısınız: Ciddiyetle sürdürülen darbe davaları, hükümetin Kürt açılımı, sivil anayasa yapma gayretleri, dünyaca takdir edilen kalkınma hızımız ve İsrail'in Türkiye önünde acze düşmesi. Bu kiralık örgüt, dışarıda Türkiye aleyhtarı devletlerin, içeride darbecilerin emrindedir. Onların Kürtler adına, Kürtlerin hakları için mücadele ettikleri göstermelik bir yalandır. Bugün Kürt'ün hangi hakkı yoktur? Havaalanı mı yok, elektriği, suyu, telefonu mu yok? Okulu, öğretmeni, şehrinde üniversitesi mi yok? Kürtçe mi konuşamıyor? Çocuğuna istediği ismi mi veremiyor? Seyahat mi edemiyor, istediği şehirde mi oturamıyor, hastaneden mi istifade edemiyor, ticaret mi yapamıyor, bankadan kredi mi alamıyor? Her Kürt, diğer vatandaşların sahip olduğu her hakka sahiptir. Denecektir ki ana dilde eğitim verilmiyor. Kürtçe tv kuruldu, resmisi de var, özeli de. Kürtçe dershaneleri açıldı. Kürt enstitüleri faaliyete geçti. Türkiye'nin tarihten beri gelen taviz kabul etmez birkaç kırmızı çizgisinden biri resmî dildir. Resmî dil, tektir ve Türkçe'dir. Bunun dışında ana dilde eğitim, okullara seçmeli ders olarak konabilir. Ama hükümete fırsat verilmiyor. Önce özerklik saçmalıkları, sonra katliamlarla kamuoyunun hassasiyeti tahrik edilmekte. Mes'eleler kavgasız halloldukça bölücü örgüt çıldırmakta. Dayanakları tek tek çöküyor. Onlar çökünce uyuşturucu ve silah kaçakçılığı da çökecek, Kürtlerden haraç alınamayacak. İstismar konuları yok oldukça kendileri de yok olacaklar. Kürtlerin düşmanı bu örgüttür. Bu örgüt, Kürtlerin başına getirilmiş bir felakettir. Kürt'ü sevimsizleştirmek için bir ihanet projesidir. Bugün dışarıdan aldığı talimatlarla bir iç harp çıkartma peşinde. Vatandaşlarımız, büyük bir sağduyu ile yıllardır bu tuzağa düşmediler. Yine düşmeyecekler. Fakat bu defa Kürtler saflarını tam tayin etmelidir. Şimdiden sonra büyük bir imtihandalar. Artık kendilerini istismar eden bu her değerden mahrum Baasçı artığı zalimlere karşı cesaretle tavır koymalı, onlara yardımcı olan kim varsa dışlamalılar. Türk sağ gözse, Kürt sol gözdür. Kürt sağ else, Türk sol eldir. Bu iki ırk, bu ümmetin bu topraklardaki üç ana unsurundan biridir. Kürt'ün dostu, kardeşi, dağ gergedanları değil, din kardeşi Türklerdir. Kürt'ün Türk'ten başka dostu yoktur. Değişmez gerçek budur.
.
Anayasa
3 Ekim 2011 01:00
> Washington, DC TBMM, yeni yasama dönemine Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün açış konuşmasıyla başladı. Bu meclis, sadece Türkiye'nin değil, Adriyatik'ten Çin Seddi'ne Türk dünyasının ve Endonezya'dan Endülüs'e İslam Coğrafyasının en mühim devlet kurumudur. TBMM'de olan her partinin bu şuurla hareket etmek gibi bir mecburiyeti vardır. Meclisimizin önünde iki fevkalade vazife bulunmaktadır. Birincisi terörü bitirmek ve ikincisi sivil bir anayasa yapmaktır. Gerek Anayasa Uzlaşma Komisyonu'nda ve gerekse Anayasa Komisyonu'nda vazife yapacak vekiller derslerine iyi çalışarak meclis umumi hey'etinin huzuruna bir hukuk abidesi getirmeliler. Biz de buradan fikir desteği vereceğiz. Bu tarihî fırsatı heba edeni gelecek nesiller affetmez. Yeni teşkilat kanununu inşa için bir yıl az zaman değildir. Aceleye getirilmesi yanlış olacağı gibi gecikmesi de kusur olur. Yeryüzünde ilk defa bir anayasa metni hazırlanmayacak. Ortada çok ders ve ibret alınacak yerli ve istifadeye açık yabancı örnekler bulunmaktadır. Bu devlet, 1876, 1921, 1961 ve 1982 tarihlerinde yapılmış olan Anayasalarla idare edilmiştir. Elde bu metinlerle birlikte birkaç tane de emek verilmiş taslak mevcuttur. Bunlar ve Amerika, Fransa, Rusya, Almanya ve Japonya gibi gelişmiş devletlerin anayasaları gerekçeleri ve yaşadığı değişikliklerle birlikte tefekkür edilmelidir. 1876 Kanun-ı Esasi'si Fransız ve Belçika Anayasaları kaynak alınarak hazırlanmıştır. 119 maddedir. Aynı zamanda Halife olan Padişahın İslamiyeti korumakla mükellef olduğu kaydedilmiştir. Ayrıca devletin yekpare olduğu, tefrik edilemeyeceği ve resmî dilin Türkçe olduğu maddeleri mevcuttur. 1921 ve 1924 Anayasalarında devletin dininin İslam olduğu yazılıdır. Resmî dili Türkçe'dir ve devletin bütünlüğü esastır. 1921 Teşkilatı Esasiye Kanunu 23 ve 1924 Teşkilatı Esasiye Kanunu 105 Maddedir. 1961 Anayasası ise 157 Maddedir. Bu kanlı darbe anayasası, objektif hukuk önünde yüz kızartıcı sözlerle doludur. Ondaki şahıs milliyetçiliği gibi birçok hata 1982 Anayasasına taşınmıştır. Bugünkü terörde bu iki anayasanın büyük payı vardır. 1982 Anayasası 177 Madde ile zirve yapmıştır. 1876 Anayasası Sultan Abdülaziz'in katledilmesinden sonra, 1924 rejim değişikliğiyle, 1961 ve 1982 Anayasaları askerî darbelerin ardından yapılmıştır. İlk defa sivil, meclis tehdit altında kalmadan ve ortak akılla bir anayasa yapılacaktır. Etraflıca ve samimi konuşma vaktidir... 10 yılda bir darbe yaşayan Türkiye sık sık da anayasa imal etmiştir. Amerika'da ise 1787 Anayasası devam ediyor. Neden Amerikan Anayasası 7 madde iken bizdeki 177 Madde? Hangi ülkede ilk devlet başkanı üzerine and ve onun adından hareketle şahıs milliyetçiliği vardır? 2023 Büyük Türkiye Anayasasını inşa ettiğimizin farkında olmalıyız.
.
Halkıyla barışık anayasa
4 Ekim 2011 01:00
Var olmak için aslolan, insan unsuru ile din, dil, ülke ve devlettir. Demek ki madde ve mânâsıyla insan, ülke ve o ülke insanının üzerinde ittifak ettiği 'devlet' denen hükmi şahsiyet. İnsan unsuru, imparatorluklarda teb'a, milli devletlerde ise vatandaştır. Tâ cumhuriyetin ilanından bugüne dek 'Türksün-değilim' çatışmasının temelinde bir kargaşa yaşamaktayız. Bir kere şu kat'i bir vakıadır. Kim, kendini ne hissediyorsa odur. Yarım yüzyıl önce Avrupa, Amerika ve Avustralya'ya işçi olarak giden vatandaşlarımızın üçüncü, dördüncü nesillerinden haylisi kendilerini yaşadıkları topraklara ait hissedeceklerdir. Türkiye'ye düşen onlarda İslamiyet ve Türkçe'yi muhafaza mecburiyetine riayettir. Osmanlı Devleti, Selçuklu'nun Bizans'a karşı bir uç beyliğidir. Anadolu Selçuklu Sultanlığı'nın tarih ufkundan çekilmesine şahit olmuş, kendini O'nun yerine hazırlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti böyle değildir. 28 Ekimde Devlet-i ali Osman teb'ası olan insanlar, ertesi sabaha Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak uyanmışlardır. Hazırlıksızlık, istihale yerine inkılap, yaşanan tehdit ve baskılar, Selçuklu ve Osmanlı devlet geleneğinden yani bin yıldan layıkıyla istifade imkânını ortadan kaldırmıştı. Bırakınız istifadeyi inkâr ve tahkir vardır. Devrimin sertliği, değişimi kurutmuştur. Cumhuriyetin başında kaçırılan imkânları bugün yakalama fırsatı doğdu. Selçuklu da Osmanlı da Cumhuriyet de bizim devletimizdir. Onlar, 'Devlet-i Ebed Müddet' denen nehir devletin parçalarıdır. Çok pahalıya mal olmuş bilgi birikimlerini imbiklerden geçirip alabilirsek bu bizim için yeni başlangıçlar olacaktır. Bunun için de peşin hükümlü, hissi ve ideolojik olmamak lazımdır. Şu gün bir gerçektir, artık 'Türk milleti' dendiğinde Türkiye'nin her ferdi anlatılamamakta. Bir kısım nüfus, kendini farklı sayıyorsa, siz de devlet olarak ona kendi diliyle yayın yapıyorsanız, dershane hizmeti vs. veriyorsanız öyle bir ifade eksik kalır. 1876, 1924, 1961 ve 1982 Anayasalardan '24 Anayasası konumuza dair en zayıf olandır. Vatandaş tarifi yerine 68. Maddede 'Her Türk hür doğar, hür yaşar' diye hamasi bir cümle vardır. '61 ve '82 Anayasaları ise sürrealisttir. 'Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkes Türk'tür'. Bu kendini kandırmadır, sebebi de 'Osmanlı' kavramının bıraktığı boşluğun dolmamış olmasından ileri gelmektedir. Halbuki 1876 Anayasası hadiseyi kendi zeminine oturtmuştur: Madde 8: Devlet-i Osmaniye tabîyetinde bulunan efradın cümlesine herhangi din ve mezhepten olur ise olsun bilâ istisna 'Osmanlı' tabir olunur. Çıkmaz şurada, son üç anayasa, ırk esasından hareketle herkesi Türk saymakta. Dünkü hukukumuz ise devletle orada yaşayanlar arasında ırkı değil, 'Osmanlı' sıfatını esas almış. O halde yeni anayasa için teklifimiz şudur: -Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkes, kendini 'Türk' veya 'Türkiyeli' diye ifade edebilir.
.
Anayasa, çatışma üretmemeli
5 Ekim 2011 01:00
Anayasanın üzerinde en fazla ihtilaf çıkan maddeleri, milliyet anlayışı, yemin, ülkenin yekpareliği, resmî dil, bayrağın tekliği, laiklik, manevi yapı ve kuvvetler ayrılığında yetki çatışmasıyla kurumların olması gereken yerleriyle alakalıdır... Anayasalarımız, geçim yerine ihtilaf, dirlik yerine çatışma üretmişlerdir. 1876 Kanun-ı Esasi'si kendi kafasına göre bir metin hazırlattıran Mithat Paşa ile Abdülhamid Han arasında bir mücadele mevzuudur. Padişah, sonradan cinayet mahkûmu olacak bu sadrazamın metnini bir kenara iterek kendisi yeni bir anayasa yaptırtmıştır. Toprak ayaklar altından kayıyor, imparatorluk kaynıyor. Mevcudu muhafaza birinci meseledir. Bugün nasıl ki bölünme birinci endişeyse 136 yıl önce de benzer endişe yaşanmaktadır. Aynı dönemde Cevdet Paşa Mecelle'yi insanlığa armağan eder. Ceza ve ticaret kanunu tercümeleri yapılır vs. 1293/1876 Anayasası mevcudu muhafaza derdindedir. 1924 Anayasası ise başka bir derttedir: Cumhuriyeti muhafaza. Yeni telakki, dine topyekûn cephe alır, tarihe, Osmanlı Sülalesine iyi bakmaz, mazi karalanır. Osmanlının borçları kabul fakat kendisi reddedilir. Bu reddiye ile Cumhuriyeti muhafaza en büyük problemdir. Bir taraftan bu tedirginlik sürerken diğer taraftan inkılaplarla dünden kalan disiplin, müesseseler, hukuk, hayat ve sosyal yapı devlet bünyesinden âdeta kazınır. Laiklik, kendisi ve objektif olmaktan ziyade kılıftır. 1961 Anayasası ise tepkiden de öte nefretin adıdır. Seçimle gelmiş meşru bir iktidara karşı isyan belgesidir. 27 Mayıs darbe faili cuntacılar, kısa süre içinde ne yaptıklarını anlamış fakat iş işten geçmiştir. Artık idamlar olmuştur. Bu itibarla kendilerine kontenjan senatörlüğü diye bir sığınak ihdas ederler. Bu anayasa ile vatandaş arasında kan uyuşmazlığı başlar. O uyuşmazlık, az zamanda çatışmalar halinde gençliğe, işçiye sınıflara sıçrayacaktır. Ülke yabancı ajanların idman sahasına döner. 1971'de ikinci bir darbe ile tedavi yapıldığı zannedilir. Ancak millet iktidarına ve milletin değerlerine karşı reaksiyoner zihniyetin anayasası kalbura çevrilmiş olarak sadece 21 sene yaşayabilir. 1982 Anayasası mantık, muhakeme ve anlayış olarak 1961'in tekrarıdır. İki anayasanın da dili kelimeden ziyade kurşundur. O da her değere öfke ve tepki içindedir. Şu farkla ki bu defa anayasa, aynı zamanda kendine yapay metafizik payanda arama arayışındadır. Bu sebeple '61 Anayasasının Türk milliyetçiliği dediği kavrama o, Atatürk milliyetçiliği demiş, milletvekili ve Cumhurbaşkanı yemin metinlerine de kurucu reisicumhurun ismi eklenmiştir. '24 Anayasası kürsüdeki insana 'vallahi' diye yemin ettirirken '82 Anayasası 'Atatürk' dedirtmiştir. Böylece ortaya meşruti bir Cumhuriyet çıktı. Bu anayasanın girişi ise sanki 'münacat' faslıdır. O fasılla '71 darbesiyle ilkokul andlarına eklenmiş 'eyyy' diye başlayan ayin cümlesi aynı öfke, red ve tepki zihniyetinin mahsulüdür. Çatışmadan uzak, kendinden emin bir anayasa yapmalıyız.
.
İdeolojik anayasalar devri kapanmalıdır
6 Ekim 2011 01:00
Müstakbel '2012 Anayasası', önümüzdeki yüzyıla damgasını vuracaktır. Bu parlamentonun en mühim icraatı olacak olan bu anayasa, satır veya satır aralarında muhtemel pişmanlıkları taşımamalı. Önümüzdeki yıl içinde bitmesi gereken anayasa, Türkiye'yi önce 2023 Büyük Türkiye'sine ve oradan da 2071 Cihan Devleti Türkiye'ye hazırlayacaktır. Eğer, o anayasa, bunları yapamayacaksa zaten kimse bir zahmete katlanmasın. Şimdi, dünyanın güç merkezi yeniden Asya'ya kayıyor. Bu tarihi seyri dürbünle takip edip kendi devletimizi değil de Çin'i, Hindistan'ı vs. daha layık görürsek veballerin katmerlisi işlenmiş olur. Bu vebale düşmemek, TBMM'ye, hükümete, yargıya ve ülke insanına rehber olacak aydınlık, hukuk namusuna sahip ve ideolojilerden uzak bir esas teşkilat metni ile mümkün olacaktır. Tuhaftır ki ideolojinin en yoğun olarak yer aldığı, 1924 değil 1982 Anayasasıdır. O yıllardaki makalelere bakarsanız bir hususun şiddetle eleştirildiğini görürsünüz. Zira kültürümüzde, doktrinde ve hiçbir yerde mevcut olmayan bir ifade anayasaya derc edilmektedir, Atatürk milliyetçiliği. 1982'de çıkan çok sayıda fikir yazısı ve kitapta şahıs milliyetçiliği olamayacağı, milliyetçiliğin milliyet üzerinden yapılabileceği gayet ilmi delillerle isbatlanmış, fakat cunta emrindeki anayasa katiplerine dünyanın yuvarlaklığı anlatılamamıştır. Adı geçen anayasanın ön sözü ideolojik radyasyonla kirlidir. Kendilerine dayanak arayan darbeciler, beyin külfetine katlanmamak için kolaycılığa kaçarak Atatürk ve Atatatürkçülüğü kullanmışlardır. Nasılsa Atatürk'ü koruma kanununda hakaret suç, fakat dalkavukluk suç değildir. 1982 Anayasa kâtipleri, sadece milliyetçilik kavramını dejenere etmekle kalmamış, milletvekili ve Cumhurbaşkanı yeminlerine de Atatürk'le ilke ve inkılaplarını dahil etmişlerdir. Bunların hiç biri önceki anayasalarda olmadığı gibi benzer bir keyfiyet hiç bir başka devlette de yoktur. Artık rejim, bir korku taşımamalı ve dolayısıyla şu veya bu sebeple cumhuriyeti muhazafa kaygılarına düşmemelidir. Sağ iktidarlar bilhassa bugünkü iktidar halkla rejim arasındaki soğukluğu tamir etmiştir. Bundan böyle cumhuriyete bizatihi muhafazakâr kitle sahiptir. Bu itibarla mer'iyyeteki Anayasasının hataları tekrarlanmamalıdır. İslam öncesi, sonrası, Osmanlı, Cumhuriyet hangi dönemden olursa olsun milliyeti bir tarihi kişiye mal etmek ve aynı kişiyi üzerinde yemin edilecek bir Türk Zeusu'na döndürmek milliyeti de milleti de mukaddesatı da hafife almak olur. Aksine yeni anayasa, artık koruma kanunlarına gerek kalmadığını konuşturabilecek olgunlukta olmalıdır. Büyük düşünebilen sorumlu insanlar, büyük anayasa ve Büyük Türkiye'yi inşa edebilirler... İdeolojiler geçen çağda kalmıştır. İdeolojiler öldü. Sadece ekonomik olarak değil, fikren de en ileri 10 ülke arasında yer alabilmeliyiz. Yaşasın yeni zamanlar!
.
Yeni anayasa devleti taşıyabilmeli
7 Ekim 2011 01:00
Devletin kendisiyle yüzleşmesi bir muhasebedir, kaybettirmez kazandırır. Neden 10 yılda bir darbe ve 10 yılda bir iktisadi kriz yaşandı. Ülke, neden sosyal, siyasi ve ekonomik buhran üçgeninde savrulup durdu? Güneydoğu'daki kaybımız, sanki, Allahüekber Dağlarındaki 90 bini yakalama inadında! Bugün, bu devletin bir kısım vatandaşı dağa çıkmış kendisiyle savaşıyorsa bunun çok yönlü sebepleri olmalı. Devlet, bunların ne kadarından mes'uldür? 28 Şubat şımarık darbesinde de dindarlar gayrıkanuniliğe zorlandı. Kimse dağa çıkmadı ama önemli bir kısmı yurt dışına çıktı, bir kısmı hayata küstü. "Bir sabah, Ulus'tan İstasyona kadar uzayan darağaçları gördüm. Dili dışarıda cansız cesetler, kefenler içinde sallanıyordu. Bu insanlar şapka giymedi iddiasıyla idam edilmişlerdi..." Bu sözleri görgü şahidinden bizzat dinlemiştim. Devletin son iki yüz yılı ile yüzleşmesi gerekir. Ama bilhassa son yüzyılla. Adnan Menderes ve arkadaşlarına iadeyi itibarda bulunmak, cumhuriyetin kendisiyle yüzleşmesi ve bir özürdür. Bu özür, bir barış getirmedi mi? Bunun gibi 31 Mart'ın, Kubilay olayının, Şeyh Said vak'asının, İskilipli Atıf Hoca hadisesinin ve daha nelerin, tertip olduğu ikrar edilse kayıp mı olur, kazanç mı olur? Her darbe, bir yüzleşme mecburiyetidir. Son yüzyıl karanlık ve kutsanmış çağdır. 'Devlet bizimdir' diyenlerin masumiyetiyle 'devlet benim!' diyenlerin ceberutluğu asra damgasını vurdu. Korumacı tutuculuk, sadece devlete değil ne varsa her şeye ziyan vermekte. Yeni anayasa, devleti yeniden ayağa kaldırmaya yaramalıdır. Yersiz teferruatlar değil, büyük ufuklar bekliyoruz. 1982 Anayasası neredeyse 'kabzımallar domates kasalarına domatesi şu şekilde yerleştirirler' diye tarif yapar. Zira mantık, kafatası ölçen faşizan anlayışın mirasıdır. Türkiye'de kalkınma müesseseleşemedi. Kalkınmayı yakalayan iktidarlar, ortalama 20 yıl arayla gelebiliyor. Bunlar kişiye bağlı kalkınmalardır. Bugün son yüzyılın en parlak günlerini yaşamaktayız. Bunu müesseseleştirecek olan anayasadır. Bu da sivil, demokrat ve vatandaşla gönül birliği içinde olmakla mümkün. Genelkurmayı, imtiyazlı konumdan çıkartıp çağdaş dünyada olduğu gibi savunma bakanlığına bağlama meşruiyeti, aynı zamanda ülkemizi üçüncü dünyalıktan kurtaran çalışmalardan biri olacaktır. Ordunun devleti değil, devletin ordusu düzenlemesi ihtiyaçtır. 1876 Anayasasında devlet reisine İslamiyeti koruma mükellefiyeti tevdi edilirken son üçünde din, hayali bir irtica elbisesine büründürüldü. Laiklik, mücerred bir kaide değil bir saldırı silahı hırçınlığıyla kullanıldı. Arkada kalan cumhuriyet Türkiyesinde devlet, vatandaşa inanmakta zorlandı. Bir anayasa, korku ve şüphe temeli üzerinde yükselemez. Türkiye, Mecelle'den bu yana cihanşümul bir hukuk eseri verememiştir. 2012 Anayasası, bu ayıbı telafi edebilmelidir. Bu da pırıl pırıl beyinli fikir disiplinine sahip kalemlerle olur.
.
Türkiye'nin anası
10 Ekim 2011 01:00
> Washington, DC Eminim, çok eminim ki merhume Tenzile Erdoğan'ın fotoğrafına bakan, hayatta olsun veya olmasın O'nda bir parça da kendi anasını bulmaktadır. Bizim bir ana tipimiz vardı. Onlar, ulu çınarlar gibi sabır analardı. Eğer, arkada bir yüzyıl boyu savaşmış, bundan dolayı da çarığa muhtaç düşmüş bir milletin bugün başı göklere eriyorsa ondaki sır, işte o analarındır. O analar, önce kocalarına, sonra evlatlarına destek oldular. Sonra da torunlarına çoban yıldızı. Her birinin hayatı bir destandır, bir romandır, bir uzun metrajlı filmdir. O analar şikâyet nedir bilmezler. Onların ahlâkı, sabır ve şükürle yoğrulmuştur. Layıkıyla eş ve helal süt emzirmiş ana olmaktan öte umurları yoktur. Tenzile Erdoğan, diğer nesildaşları gibi işte bu ana tipinin perde gerisindeki sessiz, fakat sevdalı bir numunesidir. Onların sevdası yüce Allah'a ve 'aleyhisselam' diye selamladığımız Şanlı Peygamberedir. O devletli kadınlar, otağımızın orta direğidir. Artık tarih oldu sayılır... Bugün dile gelme vesilesi doğmuştur? 2008 yılı başlarıydı. Sayın Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül'e Çankaya'da 'biz, sizler gibi hayırlı evlatlar yetiştirdikleri için evvela ana-babalarınıza dua ediyoruz' demiştim. Bir ay kadar sonra bir kandil telefonuna dönüşünde Cumhurbaşkanına da söylemiş olduğumu ifade ederek aynı cümleyi bu defa da sayın Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan'la paylaştım. Biz, Tayyip Erdoğan'ı, Abdullah Gül'ü ve diğerlerini bu makamlara geldikleri için sevmedik. Bizimki mevsimlik muhabbet değildir. Bizim sevgimiz yek vücut, yek cihet ve yek kalb pınarından beslenir. Tenzile Ana'nın hicret haberini aldığımız kahvaltıda eşim, bazı okuduklarını, Tayyip Beyin anasına duyduğu merhameti anlattı. Bunun üzerine sofra, şu cümleye şahit oldu. 'O merhamet, bu muvaffakiyeti besledi'. Zira o merhametin geldiği ana kaynak var: Ki onun adı Kur'andır. -Ana-babalarınıza 'öff!' bile demeyiniz, kültürünü bina eder. Ki onun adı Peygamber buyruğu hadistir. -Cennet, anaların ayakları altındadır! Haber, cennetin anaların razılığıyla kazanılacağına metafizik bir ihtar, kıymetini bilen içinse bir tebşir, bir muştudur. Ah, ağzı dualı, dili şükürlü analar. Sultan, Cumhurbaşkanı, Başbakan doğuran analar. Tenzile Ana! Başucunda gözyaşlarını içine akıtırken Yasin okuyan devlet adamı yetiştiren güzel analar, onlar bu toprakların servetidir! O devlet analara ne devlet ki tabutlarını hem millet, hem devlet ve hem de melekler taşır. Tayyip Erdoğan, herkese vekaleten Türkiye'nin anasını uğurladı. Analar ölmez, göçer, hicret ederler. 1992'de göçen anam benim için hiç ölmedi ki. Tayyip Erdoğan için anacığı hiç ölmeyecek ki. Onlar, burada duaları, orada himmetleriyle yanımızdalar. Analar, Cennet yolunun bir kırmızı halı gibi ayakları önüne serildiği mü'mine kadınlardır. Nur içinde yatsın, haklarını helal etsinler. Türkiye, ana modelini asla kaybetmemeli. Analar, devletleştikçe devlet, devleşir.
.
Anayasanın manevi iklimi
11 Ekim 2011 01:00
Anayasalar, bir içtimai mukaveledir, bir başka deyişle toplumsal sözleşme. Cemiyeti meydana getiren unsurların birbirleriyle ve toplumun devletle müzakerelerinin kanunlaşarak hukuka havale edilme hali. Devletlerin güçlü oldukları zamanların değil zayıf zamanlarının keşfidir. Fransız filozof, ansiklopedist ve mahkûmları, ihtilalin arkasındaki dinamizm oldu. 1789 İhtilali, eşiğinde olduğu 19. Asra vatandaşlık, milliyet gibi yeni kavramlar kazandırır. Sloganı malumdur. Hürriyet, eşitlik, kardeşlik. Bu rüzgâr, çok kısa süre sonra 1798'de ABD'de Anayasa olarak tecelli eder. Jön Türk takımı da 'hürriyet, müsavat, uhuvvet' diyerek 1908'de II. Meşrutiyeti ilan eder. Halbuki sloganların da ideolojilerden çok farkı yoktur. Sloganlar, ideolojilerin türküsü gibidir. Bilhassa kardeşlik/uhuvvet lafının kaynağı tahkike muhtaçtır. Fransız İhtilalinin bizde fikre, hukuka ve devlete ve bilahare hükümete etkileri, 1808 Sened-i İttifakı'ndan itibaren görülür. Devleti yeni tarif ve belgelere bağlılık mecburiyeti ortaya çıkmak üzeredir. Ama tesirler bundan ibaret değildir. Din, dil ve ülkeye dair sosyal çatlamalar için dışarıdan yoğun yönlendirme akımları başlar. 1803'te Harput'ta misyonerlik faaliyetleri sahneye çıkar, 1808'de Sened-i İttifak yapılır, 1826'da Yeniçeri Ocağı'nın imhası, 1829'da Yunan isyanı, 1839'da Tanzimat ilanı, 1856'da Islahat süreci yaşanır, 1915'te Ermeni isyanı çıkmaz bir diken olarak ayağa batar. Tanzimat Cumhuriyetin habercisi gibidir. 1923-1937 aralığında resmiyet kazanan hangi devrim varsa Tanzimat'tan Cumhuriyet'e kadar onların hemen hepsi tartışılmıştır. Dil ve harf inkılapları sebebiyle bugün görülemiyor. Yani İngiliz entelektüeli, Shakespeare'in dört asır evvel kaleme aldığı bir eseri okuyup anlayabildiği hâlde bizde 90 yıl önce neşredilmiş kitap veya gazete ne okunabilmekte ve ne de anlaşılmaktadır. Bu itibarla Osmanlı Türkçe'sinin ilk ve orta öğretime mecburi ders olarak konması çok geç kalınmış bir mecburiyettir. Şu yazılanlarla yeni bir anayasa yapılmasının ne alakası vardır? Böyle bir şey demek sığlık olur. Anayasa nihayetinde bir ülkenin hayat tarzının siyasi, sosyal, hukuki esas maddelerdir. Tek başına değildir. Öncesi ve sonrası vardır. Belli güzergâhlara ana cadde denebilmesi için ana caddelere bağlı yolların olması gerekir. Dünya ölçeğinde bakıldığında Anayasa/Esas Teşkilat Kanunu/Constitution tarihçesi iki yüz yıldan biraz fazladır. Yurdumuzdaki mazisi 136 yıldır. İkiye ayrılır, meşruti anayasalar ve cumhuriyet anayasaları. 1876 Kanun-ı Esasi'sinde Padişaha sadakat sözü verilir. Bu şundandır, hükümdarlık rejimlerinde ülke hükümdarın mülküdür. Saltanatı hümayun gibi memaliki şâhâne esası vardır. Bu, bugünkü Avrupa krallık rejimlerinde de böyledir. Ama hem cumhuriyet hem şahsa yemin olursa bu defa ortaya 'meşrutî cumhuriyet' diye tarifi olmayan bir müessese çıkar... YARIN: ANAYASADA YEMİN MESELESİ
.
Anayasada yemin meselesi
12 Ekim 2011 01:00
250 yıl evvel dünyanın hiçbir yerinde anayasa yoktu. Ama devletler, rejimler ve memleketler vardı. Bugün de bazı devletlerin yazılı anayasası yok. Fakat onlar gelişmiş memleketler arasında yer almaktalar. Anayasanın varlığı her şey demek olmadığı gibi anayasa maddelerinin çok olması da o anayasanın sağlamlığına işaret etmez. Karışıklığa sebep olur. Maddeleri arasında and yahut yemin olup olmaması da o anayasayı mükemmel veya gayrı mükemmel yapmaz. Bugün sadece anayasası değil, Amerikan parası da Allah'a sığınmakta, kongreyi papaz açmakta, başkan kitaba el basarak yemin etmekte. İzah için biraz çevreden merkeze doğru gelirsek, cemaate imam olmak için illa da diploma almış olmak şart değildir. Namaz kılmak için belli mekân şartı da yoktur. Bir miktar sure bilen her erkek Müslüman, imam olabilir, her temiz yerde de ibadet yapılabilir. Kur'an'a el sürme, el basma diye bir ibadet şeklimiz mevcut değil. Bilakis, Kur'an-ı kerim, abdestsiz ele alınamaz. Bu açıdan bakıldığında hadise samimiyete gelip dayanmakta. İnsanın Müslümanlığındaki samimiyetin adı 'ihlas'tır yani yöneldiğini ivazsız ve garezsiz, bir çıkar ummadan benimsemek. Yapılacak anayasa, insanların dinlerini serbestçe yaşama hakkına engel olmak bir tarafa onu kolaylaştıracak hükümler taşımalıdır. Maddeler lastik gibi sünmemeli. Taş gibi muhkem olmalı. 1876 Anayasasında devletin dininin İslam olduğuna dair madde vardır. Ayrıca Padişahın aynı zamanda Halife olduğu da yazılıdır. Aynı şekilde 1924 Anayasası da ilk meclis döneminde 'devletin dini İslamdır' der. Bugüne kadarki bütün anayasalar içinde 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, 'vallah' diyerek Allah üzerine yemin yaptıran tek hukuk metnidir. Yemin, Allahü teâlâ üzerine olur. Anayasada yemin, and gibi mânevî müeyyide yükleyen madde olmasa ne olur? Hiçbir şey olmaz. Zaten, Allah üzerine yemin olmadıktan sonra o beyan yemin değil, belki söz verme, vaat veya taahhüttür. Dünyanın en güzel metni de yazılsa şayet bir vekil veya Cumhurbaşkanı onu ihlal edecek yapıdaysa boşa uğraşılmış olunur. Güvensizliği değil, itimadı esas almalı. Milletvekili seçilmiş bir kimse, Cumhurbaşkanlığı makamına yükselmiş bir mümtaz şahsiyet, milletinin, temsil ettiği halkın hiçbir maddi ve gayrı maddi varlık ve değerine karşı ihlal, ihanet ve ihmal içinde olmaz diye düşünmelidir. Şayet olursa buna dair cezai müeyyideler yemin olsa da olmasa da uygulanmakta. Anayasada yemin illa olacaksa kısa sade ve ideolojiden arınmış olmalıdır. Yemin maddesi kavga çıkartan bir anayasa iç barışı tesis edemez... YARIN: ANAYASANIN HEDEFİ REFAH TOPLUMU OLMALI
.
Anayasanın hedefi refah toplumu olmalı
13 Ekim 2011 01:00
Laiklik, din gibi veya en az 50 sene yapıldığı gibi dinsizlik şeklinde dayatılmamalı. Nihayetinde laiklik, dün denecek kadar yakın bir zamanda 1937'de bu ülkenin hukuk metnine dahil edilmiştir. Halbuki bin yıldır Müslümanız. Laikliği, bir kanun maddesi olmaktan çıkartıp kutsallaştırmak ona pagan kültürü aşılamaya kalkışmaktır. Aslolan toplumun huzur ve saadetidir. Osmanlı'da Kanun-ı Esasi, 'devletin dini İslamdır' diyor ama hemen peşinden de ekliyor: 'Gayrimüslim bütün anasırın inanç ve ibadet hakkı teminat altındadır.' İşte hadisenin püf noktası bu 'teminat' mefhumudur. Anayasal vatandaşlık bağıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin mensubu olan her ferd bu teminat altında yaşamalıdır. O himayeyi, o şefkati hissetmeli. Bu itibarla esasında anayasada yemin metni olması şart olmadığı gibi illa laiklik maddesi de gerekli değildir. Ancak şu gün için bazılarını buna inandırmak fazlasıyla zordur. Bu sebeple laikliğin ideolojik yaptırımlardan kurtarılıp ilmi, objektif ve gerçekçi bir tercihle teminat unsuru ekseninde tarif edilmesi maksadı temin adına faydalı olur. Din sahibi olan vatandaşlardır. Mensup oldukları inancı yaşama hakkı onlarındır. Devlete düşen tanzim ve teminattır. Onun için çok fazla şeklileşmiş ve çok fazla teferruata boğulmuş anayasanın sadeleşmesi gerekir. Şöyle bir madde gereklidir: -Bu anayasa, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının inanç ve ibadetlerini yaşamalarının teminatıdır. Ana fikir, insana saygıya dayanmakta. Anayasanın, devletin, kanunun değil insanın dini olur. Onu dilediği zaman ve zeminde ve şartlarıyla yaşaması mevzubahistir. Her şey insan içindir. Hukuktan önce insanın üstünlüğü esastır. İnsan varsa devlet ve anayasa vardır. Eşref-i mahlukat olan insandır. Bütün gayret, çaba ve niyetler, onun mutluluğu içindir. İnsanları birbirine saygılı, devleti insana saygılı bir cemiyet esas alınmalıdır. Yeni anayasa, bu manevi iklimin eseri olmalı. Nice ülkeler, anayasalarındaki nice parlak maddelerle sözde cumhuriyettir. Sözde demokrattır. Sözde laikliktir. Aslındaysa hepsi geridir, GSMH yerlerde sürünmektedir. Ama nice ülkelerde de bunlar yoktur. Fakat onların müreffeh toplumları vardır. Ne yazık ki bizde 21. Asrın başına kadar laiklik bir projedir, bir dayatmadır. Şimdi normalleşme sürecindeyiz: Dünyaya örnek bir anayasa yapmaktan aciz miyiz? İnanç ve ibadet hürriyeti, ekonomik refah ve hukuk teminatı huzuru temin eder. Şehrin trafik lambaları gibi bunlara işaret eden az maddeli bir anayasa kâfidir. Trafik lambaları yanlış çalışırsa şehirde kargaşa çıkar. Kargaşa zaman kaybıdır. YARIN: ANAYASADA YENİ LAİKLİK ANLAYIŞI
.
Anayasada yeni laiklik anlayışı
14 Ekim 2011 01:00
Çatı katı kavgaları, bizde Batıdan farklıdır. Onlarda aydının kavgası kiliseyle. Avrupa'nın aydını dinsizleşirken absürd dayatmaya karşı çıkar. Bizdeki yarım aydının tavrı özentidir, kendine, yaşadığı toprakların değerlerine yabancılaşmıştır, din, manevi değerler ve tarihle didişir. Bu yarım aydında çok kere reddiyecilik esastır. İttihad ve Terakki'nin kurucularından Arapgirli Dr. Abdullah Cevdet, imparatorluk hayatında Türk ırkının bozulduğu iddasıyla ortaya o yüz kızartıcı teklifi attığı gibi cumhuriyetten sonra da din değiştirip Hrıstiyan olma teklifini yapanlar da çıkmıştır. Tevfik Fikret'in oğlu Haluk'un İngiltere'de papaz olmasında, muhakkak ki pozitivist bir babanın telkinlerinin payı vardır. Anayasa Profesörümüz Selçuk Özçelik 1924 Anayasasına 'Türkiye'nin dini Hristiyanlıktır' diye yazmak isteyenler oldu fakat halktan çekindiler diye derste anlatmıştı. Devir, Mahmut Kemal Bozkurt gibilerin etkili olduğu ödünç fikirler devridir. Nitekim laiklik maddesi de asli anlamından çok kendi muratlarını ifa niyetine dönük olarak anayasaya enjekte edilir. Öbür taraftan ikinci dünya savaşı öncesidir. Almanya, İtalya, Portekiz gibi devletlerde Nazi ve faşist, Rusya'da komünist diktalar vardır. Führerler çağıdır. Bu führerlik bizde göksel anlam yüklenen ebedi ve yersel anlam yüklenen milli şeflikler olarak ifade edilir. 1960'lı yıllara gelindiğinde bile TDK sözlüğünde 'Kemalizm: Türk'ün dini' diye yazar. Fransız ihtilalinin giyotini, fiilen İstiklal Mahkemesi diye tercüme edilir. Annesinin cenaze namazına gitmeyen sadece Kemahlı Fahri Sabit Korutürk değildir. Ondan çok seneler evvel Mustafa Kemal Atatürk de gitmez. Balıkesir'de camide hutbeye çıkmış bir insan, ne olmuştur da bu değişimi tercih etmiştir? Nitekim 1980 Darbesinden sonra Kenan Evren, İKT'nin AKM'deki toplantısına toplantı başlayıp açılış yapıldıktan sonra katılırdı. Bugün başkanlığı bir Türk'te olan ve merkezi İstanbul'a taşınsın dediğimiz İslam İşbirliği Teşkilatı, Kur'an-ı kerim okunarak açılıyor diye devrin Türkiye devlet başkanı, ev sahibi olduğu halde laiklik telakkisiyle toplantıya geç girerdi. Daha evvelinde Cevdet Sunay Cumhurbaşkanı seçilip de meclis kürsüsünde yerine otururken kendi duyacağı kadar okuduğu Besmele, mikrofona aksedince yer yerinden oynamıştı. Fahri Korutürk de İran gezisinde Hafız'ın kabrine gidildiğinde laik devlet olmamız gerekçesiyle Fatiha okumasına müsaade etmediğini büyükelçi Oğuz Gökmen bize anlatmıştı. O devirlerde devlet laikse kişi de laiktir. Eski anlayışta laiklik, bir ikame değerdi. Eğer Laiklik, politikanın camiye, okula kışlaya girmemesi ise buna kimse hayır demez. Ama yakın tarihte bu iddia dilden düşmediği halde cami hariç aksi oldu. Üniversiteler şer politikası üretti, cuntalar tankları yürüttü, adliye kılıf buldu. Bir yerli ve rahatsız etmeyen anlayışta buluşabilmeli. PAZARTESİ: HERKESİN BENİMSEDİĞİ ANAYASA
.
Herkesin benimsediği anayasa
17 Ekim 2011 01:00
> Washington, DC Artık ortak değer ve ortak olgunluk devri. Cumhuriyet muhafızlığı taassubuna gerek yok. Şu tesbitimizi tekrarlayabiliriz: Sağ iktidarlar milletle rejim arasında köprü oldular. Bugün artık cumhuriyete muhafazakâr kitle sahip çıkmıştır. Bizler, darbelerde evinden kitap toplanan, sair zamanlardaysa ihbarlarla evinden takke ve tesbihin suç unsuru diye yakalandığı mağdur haberleriyle büyümüş nesilleriz. Bunlar tek parti zihniyetinin, öz vatandaşını Ulus semtinden öteye bırakmayan zorba tavrın üslubudur. Kur'an-ı kerimin kaçak öğretildiği, günler unutulsa bile şu dramatik sahnelerde vatandaşın, bilhassa dindar ailelerin laikliği benimsemesi mümkün olabilir miydi? Onun için yapılacak yeni anayasada laikliğin ideolojilerden uzak düzgün bir tarifi olmalıdır. Vatandaş, vicdanen inanacak ki buradaki niyet, batıl bir din getirme veya din düşmanlığı değildir. Yüzde 99'u Müslüman bir ülkeye anayasa yapıldığını hiç kimse unutmamalıdır. Şu fark edilmezse ileride telafisi zor kayıplar ortaya çıkabilir. Dünkü hatalar da başarılar da mağlubiyetler de zaferler de bugün için istifade edilecek malzemedir. Kendimize, yakın ve uzak tarihimize karşı cesur olmalıyız. Ne Saltanat devri kusursuzdur ne Cumhuriyet devri. Tekrar etmeliyiz. Önceki devletler de bugünkü de bundan sonrakiler de bizim devletimizdir. Senelerdir şunu anlatmaya çalışıyoruz. Tarih seyrinde Türk Devleti tektir. Devrin icabına göre, rejim uygulama esnekliğine sahiptir. Aslolan, Devlet-i Ebed Müddet adlı nehir devletin kıyamete kadar yaşamasıdır. Bu itibarla Devlet-i Ebed Müddet, 2023 Büyük Türkiye'sine ve 2071 Cihan Devleti / Süper Güç Türkiye'ye hazırlanırken yapacağı anayasayı çok esaslı fikri bir hazırlıkla inşa etmeli. İki sene sonra yeniden yama yapılacak bir anayasaya verilecek emeğe yazık. Yeni anayasa hazırlamak için bir yılı az bulanlara ise hayret ediyoruz. Eğer TBMM bir anayasa yapamazsa en geç altı ay içinde bir anayasa yazıp teslim edecek insanlar vardır. Büyük bir tarih dönemecindeyiz. Evvela olduğumuz yer fark edilmeli. Eğer bu dönemeçte dünlerden hız alarak yarınlara projektör tutacak bir anayasa yerine toplumu eteğinden geriye çeken veya patinaj yaptıran bir metin ortaya çıkarsa bu da bir darbe olur. '2012 Anayasası' her vatandaşa hitap etmeli. Her inanıştaki ve her ırk kökünden gelen vatandaş onu benimsemelidir. Bir zorlukla karşılaşan herkes, 'fakat benim anayasam var' diyebilmeli. Türkiye'nin anayasası ya olsun. Veya olmasın... Mahcup eden bir geri kalmış ülke anayasası bizlerden ırak olmalıdır.
.
Anayasa için tefekkür malzemesi
18 Ekim 2011 01:00
TBMM ve Adalet Bakanlığının, internet sayfalarında eski anayasa metinlerini yayınlamaları isabetlidir. Fakat, cumhuriyet dönemiyle sınırlı kalması eksiklik olmuştur. Cumhuriyet öncesi çalışmalarla belli-başlı beş devletin anayasaları da olmalıdır. Anayasaya dayalı devlet idaremizin başlangıcı 1293/1876 Tarihli Kanun-ı Esasi'dir. Eğer, resmî kurumlarımız, bugün olmuş hâlâ anti demokratik baskılar korkusuyla üzerinde çalışılan hukuk metninin tarihçesine dair vesikaları halka açamazlarsa orada bir noksanlık kalabilir. İdeolojik yahut 'ne derler?' kaygısıyla bakılırsa tarihçe, 1921'den başlar. Gerçekçi olunursa başlangıç 1876'dır. Daha geniş bakılırsa 1808 Sened-i İttifakı ihmal edilemez. Daha yüksek bir ufuktan bakıldığında ise IV. Murad devrine gitmek gerekir. Koçi Bey, padişaha devlet idaresindeki aksaklıklarla tekliflerini bir risale/rapor halinde sunmuştu. IV. Murad gelmeseydi devlet, belki iki asır evvel çekilecekti. Bahsi geçen risalenin ömrün uzamasında ne gibi etkileri olmuştur? O halde adı geçen kurumlar, hareketi 1921'den başlatmamalı. Aydınlatmaya matuf bu destek, alakası olan her türlü çalışmayı da ihtiva etmelidir. Başka ülkeler, kendilerine zoraki tarihler tedarik ederken bizim zengin malzeme servetini ihmal etmemiz, yine bize ziyan verir. Bu itibarla o ağ sayfalarında 1982, 1961, 1924, 1921, 1876 Anayasaları olmalı. Ayrıca 1856 Islahat Fermanı, 1839 Tanzimat Fermanı, 1808 Sened-i İttifak metinleri de bulunmalıdır. Bunlar da yetmez. Bir bakıma Anayasa Mahkemesinin selefi sayılabilecek Encümen-i Daniş'in kararlarından ve yine Anayasa Mahkemesinin daha da önceki selefi sayılabilecek Meşihat Makamı'nın fetvalarından örnekler de olabilir. Bunlar bile eksik kalır. Koçi Bey Risalesi ve Ebussuud Fetvalarından da parçalar yer alabilir. Zihni ezberlere alışmış olanlar 'fetva dönemine mi dönüyoruz?' diye çiğ itirazlar yapabilir. Demek istediğimiz şu. Bugünkü ismi 'Türkiye Cumhuriyeti' olan Devlet-i Ebed Müddet, derme-çatma mevzuatlarla süper güç olmamıştır. Bugün söyleyecek sözü olan milletler, bu müktesebat üzerinde çalışırken biz uzak kalamayız. Tabiî ki yazdıklarımızdan bazısı anayasa değildir. Ancak aslolan madde değil. Hukuk mantığı ve onu besleyen tefekkürdür. Bundan istifade edilmesine işaret ediyoruz. Adına fetva da dense, ferman da olsa, senet veya karar adı da verilse sonuçta onların hepsi bir cihan devletinin, yükselme, yerini muhafaza ve geriye düşmemek için düşünülen teklif, tenkit ve tedbirler bütünüdür. Eski başarı, pişmanlık ve hatalar bizim için malzemedir. Hepsi de insan beyninin eseri. O beyinler de bizim beyinlerdir. Çağa damgasını vuracak hukuk abidesi bir anayasa yapılacaksa bunlar gereklidir. 'Dediklerin, akademik çalışmalardır, biz üniversite değiliz!' itirazı da kabul edilemez. Dün, bugün, yarın dengesine dikkat etmeli.
.
Anayasa'da resmî dil
19 Ekim 2011 01:00
Yapılacak yeni anayasada üzerinde en fazla münakaşa çıkacak mevzulardan biri resmi dil olsa gerek. Mümkündür ki kabulü mümkün olmayan iddialar ileri sürülecektir. Türkçe, anayasanın Türk idari hayatına girdiğinden beri resmî dilidir. Daha önce de resmî dil, fiilen Türkçe'dir. Hatta 1876 Kanun-ı Esasisi devlet dairelerinde çalışacak her şahsın Türkçe bilmesini şart koşmuştur. Yani 'imparatorluk' hayatımızda bile gerçek aynıdır. Dil, devlet olmanın olmazsa olmazlarından biridir. Bu toprakların dili Türkçe'dir. Bu coğrafyanın birkaç büyük dilinden biri de Türkçe'dir. Türkçe, Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar uzanan coğrafyadaki Türk kavimlerinin dilidir. Uygurlar, Kırgızlar, Kazaklar, Türkmenler, Özbekler, Azeriler, Anadolu Türkleri, Batı Trakya Türkleri, Bulgaristan Türkleri ile Sancak Vilayeti gibi daha bazı evlad-ı Fatihan ülkesi Türkçe konuşmaktadır. Aslına bakarsanız bu harita, 1960'a kadardır. Türkçe, 1960'tan sonra daha da geniş coğrafyaya yayılmıştır. Bugün Avrupa'da milyondan fazla, Avustralya'da 200 bine yakın, ABD'de en az 200 bin Türk yaşamaktadır. Ural-Altay dil grubundaki Türkçe üç lehçedir: Çağatay Türkçesi, Azeri Türkçesi, Anadolu Türkçesi. Komünizm, Kemalizm, Titoizm... gibi rejimler, bin yıldır İslam harflerini kullanan Türkçe'yi yirminci asırda Kiril ve Latin harfleri arasında savurmuş, ayrıca Türkiye Türkçesi kelimeleriyle oynanma ırkçılığına maruz da kalmıştır. Türkçe, resmettiğimiz haritadaki 300 milyonun dilidir. Bölgenin diğer dilleri Arapça ve Farsça'dır. Arapça, Türkçe'den biraz fazla nüfus tarafından kullanılmaktadır. Farsça 70 küsur milyonluk İran'ın dilidir. Arap ülkelerinde Arapça İran'da Farsça, Türkiye'de Türkçe resmî dildir. Diğer Türk Cumhuriyetlerinde de o ülke Türkçeleri resmî dildir. Âlimlerin şöyle bir tasnifi vardır. Arapça ilim dili. Farsça evliya dili. Türkçe devlet dili. Bölgemizde alt diller de var. Bunlardan önemli olanlardan biri Kürtçe'dir. Türkiye, Irak, İran ve Suriye arasındaki coğrafyada yaşayan 20 milyon dolayındaki insanın dilidir. Hint-Avrupa dil grubundaki Farsçanın bir dalı gibidir. Bu defa da dağdaki tek parti faşizminin baskısında kalan Kürtler, tek parti zihniyeti tarafından yok sayılmışlardır. Hayır Kürtler vardır, Kürtçe vardır. İstanbul'un Kürt nüfusu belki Kuzey Irak kadardır. Türkiye'ye düşen Kürt vatandaşlara seçmeli ders, özel okul, kurs, Kürtçe klasiklerini yayınlamak... gibi imkânlarla ana dillerini öğrenme kolaylığı getirmektir. Fakat hiçbir Türkiye anayasasında resmî dilin Türkçe dışında olması mümkün değildir. Türkçenin yanına başka resmî dil eklenmesi de mümkün değildir. Rusya'da Türkiye Kürtleri nüfusunda en az beş alt ırk, Çin'de 30 milyon Uygur Türk'ü, Fransa'da 5 milyondan fazla Arap var. Ama onların hiç birinde ikinci, üçüncü resmî dil diye bir yol yoktur. Alt Diller yok sayılmasın. Onlar zenginliğimizdir. Resmî dil ise Türkçe'dir. Fakat gündelik ihtiyaçlar için Kürtçenin uygulandığı yerler olabilir. Bunun için de ortak akla gelmek ve mutlaka dağdan inip silahı bırakmak gerekir.
.
Anayasa'da bayrak telakkisi
20 Ekim 2011 01:00
Gündemdeki tabirle söylemek lazımsa anayasa için düşünülebilecek kalın kırmızı çizgiler resmi dil, ülke bütünlüğü ve bütünlüğün alemi olan bayraktır. Herhalde çalışmalarda bu kalın çizgilerin yanına dar enli iki çizgi daha eklenir. Başkent ve laiklik ilkesi. Ancak bunlar izafidir. Diğerleri ise mutlaktır, taviz kabul etmez. Proje çok büyüktür. Kürt'ü dinsizleştirme. Türk'ü dinsizleştirme ve sonradan bunları birbiriyle çatıştırma. Türk, tek parti zihniyeti eliyle dinsizleştirilmek için ne lazımsa yapıldı. 14 Mayıs 1950 o projenin iflas tarihidir. Kısmi başarıları hiçbir zaman ekseriyete hakim bir galibiyete dönmedi. Şimdi aynı tezgâhta Kürtler işlem görmekte. Dün Türkler, tek parti pençesindeydi. Bugün Kürtler illegal bir tek partinin pençesinde. Çeyrek asrı aşkın bir zaman Tek Parti, dininden, dilinden, isminden, örfüne kadar Türkleri manevi iklimindeki her bağdan koparmaya çalıştı. Şimdi de güya sosyalist aslındaysa simetrisindeki mevzubahis zihniyet gibi koyu faşist silahlı parti de Kürtleri dinsizleştirme peşinde. 2000'in başlarında İmralı sakini, Kürtlere 'çocuklarınıza İslâm öncesi isimler koyun' diye talimat vermişti. Bu film, bizler için eskidir. İki devlet geçişinde bunu görmüştük. Vatandaş, çocuğuna babasının ismini veremezdi. Bu dinsizleştirme projesinde gaye nedir? Gaye makası açmaktır? O ne demek? Türklerle Kürtleri birbirine bağlayan İslamiyet'ten uzaklaştırmak. Ortak kıymet kalmayınca her iki tarafın da sarılacağı manevi değer ırktır. Temenni ederiz ki Türkler için iflas eden bu proje Kürtler için de bir gün bir başka mayıs müjdesiyle yine iflas eder. Şu var ki Kürtler, ikinci kere Tek Parti zulmünü yaşamaktadır. Eğer ırki değerler değil de tarihte olduğu gibi şimdi de ümmet ölçekli bir büyük bakış hakim olsaydı bugün şu kırmızı çizgi problemleri yaşanmazdı. O takdirde herkesin bayrağı aynı bayrak, uğruna canını verdiği vatanı aynı vatan olacaktı. Bu bin yıldır böyleydi. Bir asır öncesine kadarki Kürtlerde iz'an yok muydu ki onlar ayrı dil, ayrı ülke, ayrı vatan istemesinlerdi. İz'anın da idrakin de alâsı vardı. O günlerde bunları dile getirecek Kürtleri 'neuzü billah bu kâfir olmuş!' diyerek yine Kürtler boğardı. Şunu demek mübalağa olmaz, 'bir çok Kürt, Halife'yi bir çok Türk'ten daha çok seviyordu'. İttihad-u terakki artı Kemalizm terkibinden mürekkep Ergenekon, bizatihi Kürtçülüğün mimarıdır. Yoksa Kürt de Türk gibi şuna inanırdı: Bu bayrak, rengini İslâm uğruna can vermiş şehitlerin kanından alır. Cumhuriyet öncesinde sağdan sola olan hilal, Allahü teâlâ isminin ilk harfi Elif'in, yıldız da Sevgili Peygamberimizin -aleyhisselam- isminin ilk harfi Mim'in usta eliyle bu şekli almasıdır. Ay yıldızlı bu bayrak, her Müslümanın bayrağıdır. Resmi dilin yanına başka dil olamayacağı gibi al bayrağın yanına da başka bayrak olamaz. Aksine hareket şehidlerin kemiklerini sızlatır, ceddimize hakaret olur.
.
Anayasada vatan bütünlüğü
21 Ekim 2011 01:00
Resmî dilin Türkçe, bayrağın ay-yıldızlı bayrağımız olması gibi pazarlık mevzuu yapılamayacak hususlardan biri de vatan bütünlüğüdür. Başkent, laiklik, hatta milli marş bahsi diğerdir. İstiklal Marşımız, beste hariç emsalsizdir. Ama yarın bir başka şair çıkıp daha iyisini yazabilir. Kimsenin düşüneceğini sanmayız fakat pekâlâ başşehir de değişebilir. Tarihte de bugün de yazlık başkent-kışlık başkent örneği vardır. İşte teklif bizden gelsin. İstanbul yazlık başkent olabilir. Zaten fiilen öyle. Yazın TBMM kapalıdır. İstanbul trafiği etkilenmez. Yaz aylarında Cumhurbaşkanı, Hubar Köşkü'nde Başbakan, Dolmabahçe Dairesi'nde bir hayli zaman kalmaktalar. Eksiksiz şekilde din ve ibadet hürriyetine sahip Müslümanın laiklikle alıp-veremeyeceği bir şey olmaz. Bu itibarla vazgeçilmez hassasiyet, vatanın birlik ve bütünlüğüdür. Şunu hiç unutmamak lazım: Bugünkü vatanımız 800 bin km2 bile değildir. Halbuki aynı vatan, Cihan Devleti/Süper Güç olduğumuzda 23 milyon 400 bin km2 idi. O büyüklükten bu küçüklüğe gerilemekteki esas sebeplerden biri önce özerklik istekleri, sonra da o isteklerin istiklal arzusuna dönmesiyle doğan kopmalardır. Osmanlının kendine mahsus bir eyalet sistemi vardı. Ancak o büyüklükteki coğrafya ve o idari sistemin kaldırabildiği bir yapıydı. Esas yine yekpare vatan fikrine dayanıyordu. Bugün vatan toprağı o kadar küçülmüş ki kendisi zaten bir eyalet kadar kalmış. Onun için bayrak, idari ve siyasi yapı olarak tekrar bölünemez. ABD denirse şunu söylemek mümkündür. ABD toprağı, Osmanlı toprağı kadardır. Osmanlı Devleti, bugün devam etseydi şu anki Amerika nüfusu olan 300 küsur milyon olurdu. O halde buradan çıkan kesin sonuç şudur: Büyük nüfus ve büyük coğrafya olmadan büyük devlet olunamaz. Büyük devlet olunca şimdiki yaşanmayabilirdi. Onun için en azından erken evlilik ve çok çocuk her sebep ve vesileyle teşvik edilmelidir. Bu devlet, bütün İslam coğrafyasının başı yerindedir. Vücutta baş neyse İslam coğrafyasında Türkiye odur. Onun için Selçukludan günümüze hep Türkiye ile uğraşılmıştır. Onun için Osmanlı 'Ya devlet başa, ya kuzgun leşe!' demiştir. Zayıf Türkiye, bitmiş İslam dünyası demektir. Birliği zedelenmiş, dirliği zehirlenmiş, bütünlüğü darbe yemiş bir Türkiye küçük kalmaya mahkum edilmiş olur. O da felaketin tâ kendisidir. Türk için de Kürt için de Arap için de Arnavut için de büyük felaket.
.
Medeniyetler savaşı
24 Ekim 2011 01:00
> Washington, DC Bu bir Kürt-Türk kavgası, bir terör değil, bu bir medeniyetler savaşı, bir kinin terörleştirilip üstümüze salınmasıdır. İçte sivilleştikçe, dışta büyüdükçe başımıza gaileler açılmaya devam edecektir. Bu kavga, haçlı saldırılarının yeni zamanlar taktiğidir. 'İslam eşittir terör' diyenlerin bu ümmetin unsurlarını birbirine düşürmesidir. Teröristin, elindeki silah, yerdeki mayın hangi ülke yapımı ise o ülke, terörün arkasındadır. Dış politika bir riyakârlıklar pazarı, orada samimiyetsizlikler alınıp satılır. Bu sebeple terörü gündelik başka icrai faaliyetlerle karıştırmamalı. Üçüncü Boğaz Köprüsünü konuşmuyoruz. Toprak, bayrak ve unvan vaadiyle ikna edilmiş gafil insanların ihaneti üzerindeyiz. Bu hadise şu veya bu hükümetin problemi değil, hükümetler üstüdür, devlet meselesidir. Bir anlamda kangrenleşmiş, ranta dönüşmüş, rütbeli, rütbesiz satmalarla dert derinleşmiştir. Arkasında bazı devletler olmasa bu terör örgütü altı ay dayanamaz. Sevgili Peygamberim kitabında bir cümle vardır, orada şöyle yazıyoruz: -Dâvân büyükse şehîdin olur. İslâm medeniyeti, Bedir Harbi'nden bu yana şehit vermekte. Biz Türkler, 650 yıl Osmanlı, 350 yıl da Selçuklu dönemi olmak üzere bin yıl İslamın Bayraktarlığını yaptık. Acaba bu bin yılın bir yılında bile şehit verilmediği olmuş mudur? Cebel-i Tarık'tan Kıbrıs'a, Viyana'dan Kore'ye, Moskova önlerinden Yemen'e kadar dağlara ovalara, denizlere şehidler vere vere gelmekteyiz. Osmanlı, demiryolu inşaatında Resulullah'ı -aleyhisselam- rahatsız etmesin diye keçe ile çalışırken, İngiliz güdümlü Vehhabi, Medine'yi bombalıyordu. Varsanız, ayaktaysanız, davanız büyükse şehit verirsiniz. Taarruz ederken de şehit verilir. Değerlerinizi müdafaa ve muhafaza ederken de. Düşman bazen mertçe gelir. Bazen nâmertçe. Bazen kendisi gelir. Bazen içinizden vurur. Devlet-i ali Osman, Avrupa üstüne yürürken Karamanoğlu Beyliği, Papalıkla iş birliğine gidiyordu. Avrupa'ya yapılan hemen her Sefer-i Hümayûnda İran, arkadan vurdu. Mısır isyanında İbrahim Paşa güdümündeki isyan güçleri, Kütahya'ya kadar ilerlediler. Moskova ve Londra ile kendi vilayetimize karşı çareler arandı, gayrı devletlere tavizler verilmek zorunda kalındı. Celali eşkıyası, devleti onlarca sene meşgul etti. Mora İsyanında dehşetli katliam yaşadık. Soğukkanlı olma vaktidir. Suriye'de zulmü sarstıysanız. İsrail'e 'bir dakika, sen burayı sahipsiz mi sandın?' dediyseniz, Fransa devlet başkanını yarım gün kabul ettikten sonra koltuğunun altına Kanuni'nin mektubunu verip kapıyı gösterdiyseniz, bazı Avrupa devletleri iflasa sürüklenirken siz uzay araştırmalarına başladıysanız, o zaman 'bu daha dün hasta adam değil miydi, biz bunu tarihe gömmemiş miydik?' der ve ittifak kuracakları ihanet merkezleri ve satılık vicdanlar bulurlar. Yüce Allah'tan gencecik şehîdlerimize rahmetler diliyoruz. Artık 'şehit ana-babası' rütbesine sahip ebeveynlerini de tebrik ediyoruz. ÜZÜNTÜMÜZ BÜYÜK Van'da meydana gelen depremden dolayı hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Allah'tan rahmet, yaralılara şifa, akrabalarına sabır ve metanet diliyor, hizmeti geçenlere teşekkür ediyoruz. Güzel Van'ımıza ve Türkiye'ye geçmişler olsun..
.
Ebeveyn-i şüheda
25 Ekim 2011 01:00
Bizler, Balkan Harbi, Cihan Harbi, Çanakkale Muharebesi, Sarıkamış Faciası destanları, hikâyeleri, Yemen türküleri... dinleyerek büyümüş nesilleriz. Sonra Koreli gazilerimizle tanıştık. Onları nesildaşımız Kıbrıs gazilerimiz takip etti. Yaşıtlarımız, Kıbrıs'tayken biz de Sarıkamış'ta bir Rus istila tehlikesine karşı adam boyu karlar içinde hudut bekliyorduk. Çocukluğumuzdan itibaren Yemen'den Çanakkale'ye anlatılanlar bir çığlıktı: "Burası Huş'tur yolu yokuştur, giden gelmiyor bu nasıl iştir?" Derken bazen yumruklar sıkılır, bazen de bir başka feryat, erkek seslerle duvarları döverdi: "Çanakkale içinde vurdular beni/Ölmeden mezara koydular beni!" Bizim nesillerin en fazla işittiği kelimelerden biri evlad-ı şühedadır. Evladı şüheda, şehid çocukları demek. Evlad-ı şüheda. Evlad-ı fatihân... Bu ülkenin köksüz sözde aydınları, ecdattan intikam alırcasına önce derinliği olan kelimeleri öldürdüler. Öyle olmasaydı bugün gazete manşetleri ağuş'la avuç kelimesini karıştırmazdı. Kelimeler bir mânâ ifade etmeyince ufuklar kararır. Neyse ki Anadolu vardı. Büyük şehirler yozlaşmış, yabancılaşmış, başkalaşmıştı ama Anadolu insanı, tangolaşmıyor, alafrangalaşmıyor ve kendisi kalmakta direniyordu. Şimdi onların evlatları da tıpkı neneleri-dedeleri-emmileri gibi evlatlarını, ellerine-başlarına kınalar yakarak düğün-bayramlarla askere yollamaktalar. Onlar şöyle derler: -Evladımı, Peygamber Ocağı'na yolluyorum. Yavrumu Allah'ıma havale ve Peygamberine teslim ediyorum. Bin türlü iç ve dış ihanete rağmen bu çatı çökmediyse, bu topraklar ayaklarımızın altından göçmediyse bu kavi iman sebebiyledir. Bu millet, dün evlad-ı şüheda olmakla övünürdü. Şimdi ebeveyn-i şüheda/şehidlerin ana-babası olmakla övünebilir. Medeniyetler savaşında "İslam, eşittir terör!" diyen düvel-i muazzama/büyük devletler, dün Yemen'de Çanakkale'de ve yedi cephede küffara karşı omuz omuza, yürek yüreğe birlikte çarpıştığımız kardeşlerimizden bazılarının oğullarını-kızlarını kandırıp önce imanlarını sonra insaflarını imha ederek bu vatana karşı öldürücü silah yaptılar. Onların kurşunlarıyla 1-3- 6-12-24... evladımızı hayatının baharında kaybettik. Aramızdaki bazı insanlar, ebeveyn-i şühedadır Lütfen, onlara "vah vah, başın sağ olsun" demeyin. "Tebrik ederiz, rütben mübarek olsun, inanıyorum ki evladını, evladımızı Şehidler Serdarı Hazret-i Hamza -radıyallahü anh- karşılamıştır" deyin. Ey, ebeveyn-i şüheda ağlamayın, insanın çocuğu Peygamberine, kendisi de yüksek rütbelere kavuştuğu gün ağlamak olur mu? Bizzat Şanlı Peygamber -aleyhisselam- Bedir, Uhud, Hendek, Hayber, Mute, Huneyn, Taif ve Tebük'te ve daha nice Gaza, Gazve, Sefer ve hain davette şehidler vermedi mi? Bu satırları kaleme alanın dedesi İsmail oğlu Mustafa, bir şehittir, Çukurca Şehitlerinin dedeleri veya dede babaları da şehit değil mi? Mehmet Akif, onun için "şehit oğlu şehit" diye hitap ediyor: "Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber!" ... Kollarını açmış tebessüm ederek bekleyen Peygamberler Peygamberi. Bundan güzel son olur mu? Sonumuzun şehitlik olması duasıyla...
.
İyilikte yarışmak
26 Ekim 2011 01:00
İslam Ordusu, Bizans'a karşı ilk seferini hicri sekizinci yılda yapmıştı. Araya Huneyn ve Taif seferleri girdikten sonra dokuzuncu yılda tekrar karşılaşma mevzubahis oldu. Alınan habere göre Bizans, Medine üzerine yürüyordu. En iyi müdafaa taarruzdur. Şanlı Peygamber, emretti 30 bin küsur kişilik bir ordu hazır oldu. Bedir'de 313 olan sayı, yüz kat artarak 30.013'ü bulmuştu. Ne var ki askerin bir kısmı fakirdi, techizat noksanlığı vardı. Peygamberimiz 'imkânı olanlar yardım etsin' buyurdular. Hazreti Ömer, kendi kendine dedi ki: "Ebu Bekr her fazilette beni geçmekte. Bu defa öyle bir yardımda bulunayım ki ben O'nu geçeyim..." Gitti ilgili kuruma bütün servetinin yarısını bağışladı. Hazreti Ebu Bekr de yardım yaptı. Sonra biri diğerinden habersiz olarak Peygamberimizin huzurunda buluştular. Sordular: "Ya Ömer ne kadar yardım yaptın?" "Ya Resulallah, servetimin yarısını verdim." Sevgili Peygamberimiz, teşekkür ederek Hazreti Ebu Bekr'e döndüler: "Ya Eba Bekr, sen ne verdin?" 'Ya Resulallah, servetimin tamamını verdim..." Efendimiz yeniden sordular: "Peki çoluk-çocuğuna ne bıraktın?" "Allahü teâlâ ile Resulünü bıraktım..." Hazreti Osman da 300 deve verdi. Diğer sahabiler keza fedakârlıklar yaptılar. Ordu böylece hakkıyla hazırlanıp Şam önlerine kadar geldi. Düşman görünmedi, çarpışma olmadı. Fakat başka şey oldu: Bu gaza, şeklen Bizans üzerine olsa da esasta münafıkları elek gibi eledi. Onları ayıkladı. Sanki buna vesile olmak için yapılmıştır. İlk ândan son ânâ kadar her durakta münafıklar yani bölücüler yani Müslüman olmadıkları halde kendilerini Müslümanmış gibi tanıtanlar koptular. Bu bir tarafı, bir de iyilikte yarış tarafı var. Van/Erciş depremzedelerine yardım yağması gerekir. Gönüller Van gölü kadar zengin olmalı. Hani, Kur'an-ı kerîm haber veriyor ya. "Sizin hayır bildiğinizde şer, şer bildiğinizde hayır vardır" diye. Tam da TSK Çukurca Harekâtı'nı yaparken yer kıpraştı, yüreğimize ateş düştü. İnşallah bu gözyaşları, bu ızdıraplar yarınki bahtiyarlıkların habercisi olur. Ama gereği yapılırsa. O da şudur. Bu zelzelenin yaşandığı yerlerde bir aile dahi aç veya barınaksız kalırsa, kalbi kırılırsa bunu münafıklar yani bölücüler istismar edeceklerdir. Tersi olduğunda bu acı, muhabbete dönüşüp kardeşliği pekiştirir. O gün iyilikte yarışan Hazreti Ömerler, Ebu Bekrler, Osman bin Affanlar, Amr bin As'lar -aleyhimürridvan- Peygamberi memnun ettiler. Bugün de iyilikte, cömertlikte, fedakârlıkta yarışarak Peygamberi memnun etmek mümkündür. Çünkü bu toprakların doğusu ve batısındaki Müslümanlar, Sevgili Peygamberimizin -sallallahü aleyhi ve sellem- ümmetidir. İslam Coğrafyasının kardeş olduğu gibi. Mü'min mü'minin kardeşidir. Münafıklara gelince: O gün sonları hüsran oldu. Bugün de sonları hüsran olacaktır.
.
Kürtlerin muhakeme vaktidir
27 Ekim 2011 01:00
Değerli Kürt kardeşlerimiz, Bütün Türkiye'yi görüyorsunuz. Bütün manşetleri, haber bültenlerini görüyorsunuz. Herkes sizlere yardımcı olmak için samimi bir çırpınış içinde. Kürt diye hitap ediyoruz ama tabiî ki Van, Erciş, başka yerlerin tamamı Kürt değil. Türkler var, seyyidler var, eshabı kiram evladı ve başka unsurlar var. Ama tamamı Kürt olsa ne olur! Olmasa ne fark eder! Ermeni mezalimi sonrasında nasıl sayım yapılmıştı? Zabıtlar Kürt, Türk, Çerkez...diye yazmadı. 'İslam' diyerek kaydedildi. Bir hakkı teslim etmek lazım. Bu millet, bir hususta hep terbiyeli davrandı. En zor şartlarda bile 'Ermenileri Kürtler' öldürdü demedi. 'Müdafaa maksadıyla yaptılar' bile demedi. Derse ayıp olurdu. Çünkü biz bin yıl bir arada sadece iki unsur olarak yaşadık. Anasırı İslam ve gayrı müslim anasır. Yani Müslüman nüfus ve Müslüman olmayan nüfus. Müslüman olmayanlar, şer'i şerifin ilgili hükümlerine tabiydi. Müslüman olansa ilk harfinden son harfine kadar şeriatin yani Allahın emirlerinin her kaidesine tabiydi. 'Türk' bir kavimden çok sıfattı. 'Türk' denirken Müslüman kasdediliyordu. Ekseriyet sembol olur. Biz önce din kardeşiyiz. Sonra aynı toprakların çocukları. Aynı devletin vatandaşları. Aynı tarihin devamı. Aynı kültürün parçaları Tek ülke, tek devlet ve bir ümmetiz. Ve şüphesiz ki insanız. Endonezya'ya, Pakistan'a, Somali'ye... koşarken kendi kardeşimize alâkasız kalmak mümkün müydü? Peki tek tük de olsa lüzumsuz laflar eden olmadı mı? Ne demişler? 'Ahmak dostun olacağına akıllı düşmanın olsun!'. Bunlar, içimizdeki beyinsizlerdir. 74 Milyon, Van için Erciş için çırpınıyor. Devlet ve hükümet çırpınıyor. Hatta şuna kalbden inanınız. Bu çırpınışlar asla bir ihsan, bir lütuf olarak görülmüyor . Vazife yapılmakta, mükellefiyet eda edilmekte. Marmara depremine de her taraftan koşulmamış mıydı? Doğudaki diğer depremlere de sahip çıkılmamış mıydı? Van'da, Erciş'te her şey mükemmel mi oldu? Hayır, fakat mükemmel olsun diye titizlikle çalışıldı ve çalışılıyor. Diğer bölge insanları da Ercişliyle Vanlıyla üşüyor, onlar da ölülerimize ağlıyor, sofralarda lokmalar boğazlara düğümleniyor. Aksaklıkların sebebi esas itibariyle terör örgütüdür. Mahallelere çadır kurulamaması onlardan gelebilecek ziyan yüzünden. Sevgili Kürt kardeşim, Muhasebe, muhakeme, öz eleştiri ve karar vaktidir. Kürtçülük, bölücülük senin en büyük düşmanındır. Bu kara günde kim yanında yer aldıysa kardeşin odur? Bölücülük belasını bitirecek olan, senin yüksek idrakindir. Onlar tuzağa düşmüşler sen de onların tuzağına düşme. Bu topraklarda bu bayrak altında herkes kardeştir. Dünün hataları orada kalsın. Türkiye, her vatandaşıyla büyüyecek. Bizim acılarımız da bir saadetimiz de bir. Sen-ben yok. Biz varız. Dirlik... Birlikle olur. Birlik, dayanışmayla olur. Acıyla gelen bu dayanışma hiç bitmesin.
.
Şefaat ya Resulallah
28 Ekim 2011 01:00
Biz, şehitler verdik... Biz, yani Türkler Çukurca'da, Mehmetçiklerimizi şehit verdik, veriyoruz. Biz, şehitler verdik... Biz, yani Kürtler Van/Erciş zelzelesinde kardeşlerimizi şehit verdik. Düşman veya hainin kılıcı, kurşunuyla can vermek de şahadet. Bir yıkıntı altında kalıp ölmek de şahadet. Tek şartı var, îmân sahibi olmak. Türkiye, Çukurca şehitlerine ağlıyorken hemen ardından gelen acı haberle Van şehitlerine de ağlamaya başladı. Yürekler ikiye yarıldı. Şehitlerimiz şimdi, Çanakkale'deki gibi yine birlikteler. Her şehit anasının, babasının kalbi delik-deşik. Onları kim teselli edebilir? Kimin sihirli cümlesi yetebilir? Türk ananın da Kürt ananın da, Kürt babanın da Türk babanın da sığınağı aynı: İltica edilecek olan Sevgili Peygamberimiz'dir -sallahü aleyhi ve sellem- Onun için şimdi bütün Türkler ve bütün Kürtler ve bütün şehit sahipleri buraya toplansın. Çünkü Peygamberler Peygamberi bir savaşı ve o savaştaki mübarek şehitleri anlatacaklar: İslam Ordusu, Mute'de kendinden katbekat fazla Bizans'a karşı muharebede. Harp, Şam bölgesinde cereyan ederken Peygamberimiz, Medine'de mescitte idiler. Allahü teâlâ, çarpışmaların en şiddetli ânında savaş meydanını olduğu gibi Peygamberinin gözleri önüne getirdi. Efendimiz, gördüklerini ızdırap içinde nakletmeye başladılar: -Sancağı Zeyd ibni Haris aldı, şu ân şeytan, O'na musallat oluyor, hayatı tatlı, ölümü kötü göstermekte, fakat Haris, kanmadı, canla-başla vuruşmakta, ancak şehit oldu. O şehit olunca sancağı Cafer ibni Ebi Talib aldı. Bu defa Şeytan, Cafer'i caydırmaya çalışıyor. Çok şükür O da kanmadı, küffar, fena yükleniyor. Cafer, hem sağ, hem sol kolunu kaybetti, yetmiş yarası var, buna rağmen pazularıyla tutmuş sancağı teslim etmiyor, Cafer'i de şehid verdik. Sancağı Abdullah ibni Revaha kaptı. Abdullah, var gücüyle vuruşuyor, ama artık Abdullah da cennette. Şimdi sancak ve kumanda Halid bin Velid'de. O, seyfullah'tır. Elhamdülillah, mücahidler, Halid bin Velid kumandasında düşmanı önlerine kattı kovalıyorlar... Resulullah, bu şehitlerin cennetteki makamlarını da anlattılar. Allahü teâlâ, Cafer ibni Ebi Talib'e yakuttan iki kanat vermiş, cennette uçuyordu... Böylece Halid bin Velid'in lakabı Seyfullah/Allah'ın kılıcı, Cafer ibni Ebi Talib'in lakabı Cafer-i Tayyar/Uçan Cafer oldu. Abdullah ibni Revaha, Peygamber Şairi'ydi. Resulullah, mescidden çıkınca kendisine en fazla benzeyen yedi kişiden biri olan amucazadesi Cafer-i Tayyar'ın evine gitti. Şehidin çocukları küçüktü. Onları istedi. Anacıkları Esma binti Ümeys, oğulcuklarını sevinçle getirdi. Merhamet Sultanı, başlarını okşadı, onları öptü. Gözleri yaşlanmıştı. Hazreti Esma, kocasının şehit olduğunu hemen anladı, dövünüyordu. Sevgili Peygamberimiz, şöyle buyurdular: -Ya Esma! Feryat etme, ziyade söyleme ve bağrını dövme! Cafer, şimdi Cebrail ve Mikail ile birlikte cennette dilediği yere uçarak hakîkî nimetleri tatmaktadır...
.
Cumhuriyeti kavga konusu yapmak
31 Ekim 2011 01:00
> Washington, DC Yıllardır yazıyoruz:2023, Cumhuriyetin 100. yılı Büyük Türkiye'nin, Türklerin Anadolu'ya gelişlerinin 1000. Yılı 2071 de tekrar Cihan Devleti olmamızın ilan tarihi olmalı... Birinci teklifimiz, hükümet tarafından benimsenerek hedefler de tesbit edildi. En mühim hedeflerden biri, Türkiye'yi 2023'te dünyanın ilk 10 güçlü devleti arasına dahil etmektir. Oraya varılmasın diye Türkiye'nin ayağına bölücü bela dolaştırılmakta. Oysa bu devlet, önce Büyük Türkiye, sonra süper güç Türkiye olduğunda o nimetten, bu toprakların her vatandaşı yararlanacaktır. Tarihten rövanş alma dönemindeyiz. Hem 2023 ve hem de 2071 hedeflerine varacağımızdan kimsenin şüphesi olmasın. Ne var ki bir düz yolda huzur içinde gitmek var, bir de kötü yollarda kavga-dövüşle gecikerek gitmek. Düz yola çıktık, ancak, bu yolda ağız tadıyla hedefe yürümemiz engelleniyor. Bunu yapanlardan biri malum taşeron örgüt. Uyuşturucu, insan ve silah kaçakçısı Türkiye düşmanı bu örgüt, kim karşımızdaysa onun emrindedir. Diğeri de evhamlılar, kâbus görenler, tek parti zihniyetinden bir türlü kurtulamayanlar, çağın gerisinde kalmış olanlar. Bunlar, insanları dönemine göre, gerici, mürteci, ümmetci, hilafetci, yobaz, cumhuriyet düşmanı, laiklik düşmanı şeklinde insafsız ithamlarla suçlayanlar. Bu sebeple bu ülkenin bir kısım vatandaşlarını bir kısım yerleri 'kamusal alan' diye bir yalan uydurarak yıllarca oralara sokmadılar. Halbuki onlar da vergi vermekte, askerlik yapmakta, onların da dedeleri cephelerde şehit düştü. Buna rağmen hayali düşmanlıklar çıkartarak diş gıcırdatmaktalar. Şimdi yine öfke krizindeler. Cumhuriyet Bayramıyla Kurban Bayramını mukayese ediyorlar. 'Madem birinci iptal edildi, o halde Kurban Bayramı da iptal edilsin!' diye akıl ve mantığın almayacağı sözler sarf etmekteler. Bir kere iptal edilen Cumhuriyet değil, kutlamalardır, şenliktir. 29 Ekimlerde yapılan Cumhuriyet kutlamalarıdır. Kurban Bayramı ise ibadettir. Birincisi insan iradesinin kararıdır, diğeri ilahi iradenin, yüce Allahın emri. Allah'ın emri kul kararıyla ortadan kaldırılamaz. 10 yıldır içeride ve dışarıda bu devleti başarıyla temsil ederek bugünkü iftihar edilen seviyeye getiren kadrolara itimat edilse ne olur? 'Van'da aile fertleriyle beraber en az 10 bin kişi gözyaşı dökerken biz eğlenmeyelim, resepsiyonlar kalksın' denmiş. Hadise bundan ibaret. 88 yıl sonra hâlâ Cumhuriyetin yarınını tehlikede görmek sağlıklı bir ruh hali değildir. Burası devlet, kabile değil. Geçenlerde bir vesileyle yazmıştım. 'Cumhuriyet bugün her zamankinden daha sağlam, çünkü artık muhafazakâr kitle ona sahip çıktı' diye. Seçimlerde oyunu dilediği yere verip, seçimlerden sonra, 'o benim de Cumhurbaşkanım, o benim de Başbakanım' demek demokratik olgunluğu gösterir. Şu söylenenlerse ilkelliktir. Bir başka çeşit bölücülüktür.
.
Devletin şekli, insanın saadeti
1 Kasım 2011 01:00
Aslolan vatandaşın cebindeki paranın gücü, dilediği yerden ev alabilmesi, çocuklarına istediği tahsili yaptırabilmesi, oğlunu-kızını vaktinde evlendirebilmesi, tatmin edici bir gelire sahip olması, sağlık hizmetlerini insanca alması, yeterince gezip dünyayı tanıyabilmesi, tasarruf edebilmesi, inancını yaşayabilme, fikrini söyleyebilme hürriyetine sahip olması, kendini baskı altında hissetmemesi, yarın endişesinin olmaması, kalkınmış dünyalılarla aynı seviyede bulunmasıdır. Devlet adlı teşkilat, vatandaşa bunları temin için vardır. Bunların toplamı insanca yaşamadır. Huzurdur, mes'ut olmaktır, saadettir. Devlet, çocuğu ideolojik malzeme, genci askerlik techizatı, yetişkini vergi kaynağı, yaşlıyı yük olarak görürse orada ne huzur olur, ne saadet. Dünyanın ekseni insandır. Şu hayat, insan üzerinedir. Bu sebeple devrine ve yerine göre ne icap ederse devlet, o yönetim şeklini alır. İnsana hangisi daha çok hizmet edecekse o kıymetlidir. Devlet şeklimiz İslam öncesinde hakanlıktı. İslam sonrasında sultanlık. 88 yıldır cumhuriyet. Belki beş sene sonra başkanlığa geçilir, yüz sene sonra başka bir şekil tercih edilir. Bugün bile cumhuriyete dair yapılan konuşmalar, atılan manşetler izahı mümkün olmayan tuhaflıklar şeklinde ortaya çıkmakta. Uzun seneler cumhuriyet yani devlet şekli ile demokrasi yani hükümet şekli birbirine karıştırıldı. Daha doğrusu cumhuriyet aynı zamanda demokrasi gibi öğretildi. Halbuki 1923-46 arasında demokrasi yoktur. 1946-50 arasında ise ayıplı bir demokrasi vardır. 1960'tan sonra beş kere süngü ile yaralanmış bir demokrasi mevzubahistir. Japonya, İngiltere, Hollanda, İsveç, Norveç, Danimarka cumhuriyet değildir. Bu krallık veya imparatorluklar, dünyanın kişi başına en yüksek gelire sahip devletlerindendir. İspanya, bir dönem cumhuriyete geçmişken referandum yaparak tekrar krallığa döndü. Kanada ve Avustralya, İngiltere'ye bağlı genel valiliktir. Bunlar, dünya nüfusunun da önemli bir kısmı. Hepsi hükümdarlık fakat hepsi ileri demokrasilere sahip. Vatandaş, başta devletin birliğini temsil eden bir sima tutmakta fakat kendisi serbest iradesiyle hükümetini seçmektedir. Devleti işleten halkın seçtiği hükümetlerdir. Hükümetler gerçek demokratik yollarla gelip gidiyorsa, halka tarafsız ve eşit hizmetler veriliyorsa, herkes kendini memnun hissediyorsa orada demokrasi vardır. Değilse ister meşrutiyet olsun, isterse cumhuriyet. Irak, cumhuriyet, Hollanda krallıktır. Japonya İmparatorluk, Mısır Cumhuriyettir. Suriye Cumhuriyet, Kanada valiliktir. Acaba kim kiminle yer değiştirir? Diğer taraftan Afrika ve Orta Doğu'da ise her kabile bir krallık. Aynı deprem, sende şehirleri yıkıyor, başkalarında sıyrıklarla atlatılıyorsa kuru övünmek boşunadır. Artık yeter şu üslup bitsin. Asra yaklaşan cumhuriyet rejimini hâlâ kavga konusu yapmak neyin nesi? Kavgayı bir tarafa bırakıp çağdaş bir anayasa inşa ederek yüksek kalitede bir demokrasiyi yakalamalıyız.
.
Demokrasinin bedeli
2 Kasım 2011 01:00
En yakın, en uzakta, yakın tarih, çok muğlak. Bugün gerçekleri olduğu gibi öğrenmek, düne ziyan vermez, yarına fayda sağlar... İlk TBMM sonraki ve daha sonraki birçok meclisten daha demokrattır. Üstelik ortalıkta henüz demokrasi lafı da yoktur. Mecliste parti de yoktur. Sadece Hanedan değişmiştir. Bazıları bunun sarhoşluğunda bazıları da hazımsızlığındadır. Harpler bitmiştir ama at, merkep dışkısından arpa-buğday ayıklanıp un yapıldığı dönemdir. Memleket baştan sona gaileler içindedir. Harp bitmiştir, fakat içeride inkılaplar başlayacaktır. O inkılaplardan 'efendi, bey, paşa' denmesinin yasaklanması, vatandaşa zorla şapka giydirilmesi gibi bazıları, bugün komik olarak karşılanmaktadır. Harf inkılabı gibi bazıları içinse 'keşke öyle değil de farklı bir yol bulunsa, Latin harfi de kendi harfimizle birlikte hayat bulsaydı' gibi hayıflanmalar olmaktadır. Zamanın mecburiyeti gereği farklı alfabeler de öğrenilecekti. 1922'ye kadar mekteplerimizde Arapça, Farsça, Fransızca dersleri vardır. Arapça, Farsça ve Türkçe aynı elifbayı kullanmaktadır. Fransızca malum. Bu itibarla tedrisata Fransızca girmesinden sonra Latin alfabesi de zaten öğrenilmeye başlanmıştır. Şöyle düşünüyorsanız haklısınız. Harf inkılabı yapılmasaydı bugün yine İngilizce öğrenilecekti. Evet ve fakat belki kavram zenginliğinden daha başarıyla. Şu bir fikir veriyor olmalı. İlk mecliste 390 vekilin 162'si birden fazla dil biliyordu. 23 Nisan 1920-11 Ağustos 1923 tarihleri arasında vazife yapan ilk meclis, toplumun her kesimini yansıtmaktadır. Birinci grubun temsilcisi Mustafa Kemal'dir. İkinci grupta Ali Şükrü, Hüseyin Avni, Ziya Hurşit gibi isimler, şiddetle muhalefet yapmaktadırlar. Ali Şükrü ile Mustafa Kemal'in birbirinin üstüne yürüdükleri olmaktadır. Deniz kurmay subayı olan Ali Şükrü Bey 27 Mart 1923'te Mustafa Kemal Paşa'nın muhafızı Topal Osman tarafından katledildi. Fakat ardından katil de vuruldu. İlk meclis kuvvetler birliği meclisidir. Meclis, hükümet ve fiilen devlet başkanlığı aynı isimdedir. Seçimler, 23 Ekim 1923'te erkence yenilenir. 1925 ve 1930'da beş yıl arayla kurulan Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası ile Serbest Cumhuriyet Fırkası'na sadece birkaç ay tahammül edilir. Artık, tek pençe yönetimi vardır. Söz verilen inkılaplar sıradadır. Reis-i Cumhur Mustafa Kemal, 1927'den itibaren aynı zamanda CHP'nin değişmez ebedi şefi ve milletvekili tek seçicisidir. 1923, 27, 31, 35 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde tek aday ve seçilenidir. Anayasa biteviye seçilmeye imkan vermektedir. Tarih yaşanmıştır. Tarihi yapanlar kendi yerlerini almışlardır... Sonraki nesillere düşen fikir dürüstlüğü ile tarihi tahlil edip büyük yarını inşa edebilmektir. Ders alınamayacaksa tarih niye okunsun? Muhasebesi yapılamayan tarih, yanıltır. İlk muhalif lider Ali Şükrü Bey de Başvekil Adnan Menderes de milletin devlette yetki sahibi olması için canlarını verdiler. Demokrasi, milletin devlette yetki sahibi olmasının adıdır.
.
Umran
3 Kasım 2011 01:00
Umran ve urban.... Ne yazık ki veya mateessüf ki şimdi bazıları 'bu da ne?' diyeceklerdir. Haklılar çünkü onlar, İbni Haldun'u da Cemil Meriç'i de büyük ihtimalle duymamışlardır. Bu ülkede kelimelerin de İstiklal Mahkemesi denebilecek bir yakın mazi dramı yaşandı. Onun için Kurban öncesi umranı, urbanı konuşalım. Bilmeyiz ki kaç insan, zahmet edip 'umran' yahut 'urban' kelimesine bakar. Hani denecektir ki bir sütun yazısını lügat vasıtasıyla mı öğreneceğiz? Şayet bir sütun sahibi dedikoducu değil de bir kürsü anlayışında ise okuyucusunu bazı şeylere zorlayabilir. Ne var ki TDK'da 'umran' kelimesinin karşılığını hemen bulamazsınız. Sizi 'ümran'a yönlendirir. Bulunca hüküm de verilir 'eskimiş kelime'. Halbuki 'umran' diye kişi isimleri, Ümraniye diye de ilçemiz eskimemiş. 'Urban' karşılığına gelince nâmevcuttur, varken yoktur. 'Çokluk' dese de bu tek başına bir anlam ifade etmez. TDK sözlüğünde olur- olmaz her kelimenin karşısında 'eskimiş' diye yazılmasının kabulü mümkün değildir, konumuz Hitit dili değil. Bu kurumda bir tutumun 1980 öncesinde kaldığı, 'eskimiş' olduğu kanaatindeyiz. Demek ki bugün dahi dünden gelen ayıklanmaya muhtaç alışkanlıklar var. Oysa bir genç, Türkçe Sözlüğü açtığında 'umran'ın karşısında hemen 'bayındırlık, medeniyet, şehir gelişmişliği', 'urban' için de 'şehre mahsus', 'kente ait', 'mülkî', yahut 'beledî' açıklamalarını okuyabilmeli. Urban İngilizce'de bile altmışın üzerinde karşılıkla tâ şehir efsanesi deyimine kadar var. TDK sözlüğünde insanı rahatsız edecek kadar 'eskimiş kelime' hükmü ile karşılaşılmakta. Bu temyizi olmayan yargı, şöyle anlaşılıyor, 'kelime, eskimiş kullanmayın!' Hırçın bir telkin. Şu mealde bir savunma yapılabilir. 'Adı üzerinde bu Türkçe Sözlük'tür'. Elhak doğru. Fakat 'Irkça Sözlük' değil. Biz, kabile değiliz. Hakanlıklar, Sultanlıklar, kurmuş, Cihan devleti olarak bütün dünyaya hükmetmişiz. İslam Medeniyeti içinde, çadırın orta direğiyiz. Dilimiz sadece Arapça ve Farsça'dan kelime almadı.Temasta olduğu hemen her milletle kelime alış-verişi yaptı, yapıyor. Semaver'in Rusça olduğunu kim bilir? Türkçe üzerine titremek, O'nun için hassasiyet göstermek başka -bugünkü TDK'yı tenzih ederiz- ırkçılık başka. Eğer Rumca diye balık isimlerini atarsanız kimse balıkçıdan balık isteyemez. Bir kelime dün veya bugün milletin gündelik konuşmasına, yazıya, deyime vs girmişse o artık Türkçe'dir. Elde bir avuç kelime kaldı onları da hemen Dar'ül acezeye yollamamalı. TDK, önce tutuculuğu terk ederek Türkçe Sözlüğü alabildiğine zenginleştirmelidir. Onun dışında da yapması şart olan işleri var. Osmanlı Türkçesi Sözlüğü, Arapça-Türkçe, İngilizce Türkçe, Farça-Türkçe, Fransızca Türkçe Sözlük, Türkistan Türkçesi-Türkiye Türkçesi Sözlüğü. TDK keza lisan kursları da açabilir. Depremin etkilerine dildeki zelzeleden başlamalı. Dil, insanın irfanını, insan da şehirleri yani umran ve urbanı inşa eder.
.
Şehir umranlıktır
4 Kasım 2011 01:00
Bir toplumun umranlığı, uygarlık seviyesi şehirleşmesiyle doğru orantılıdır. Büyük devlet, kendine gıpta ettiren devlet gibi şehirlerle olur. Onlar, yalnızca memleketlerinin değil, dünyanın da servetleridir. Vatan, yaşanan yuvadan başlar. İslam Medeniyeti, güneyden kuzeye, doğudan batıya, girdiği bütün coğrafyayı zarafete kavuşturmuştur. Müslüman, Endülüs'ten Çin Seddi'ne, Mekke'den Moskova'ya kadar bütün ufuklara altın gerdanlıklar takmıştır. Güzel insanlar, güzel eserler vermişlerdir. Diğerkâm olanlar, mekânla da kâğıtla da kalemle de barışık olmuşlardır. Büyük mütefekkir, büyük şair, büyük mimar ve büyük tüccar ufuklu şehirlerden çıkar. Umranlık, medeniyet, şehir kültürüyle ölçülür. Evlerle insanlar şehirlerin iki aslî unsurudur. Şehir ismiyle bile önemlidir. Sevgili Peygamberimiz -sallallahü aleyhi ve sellem- Hicret edince göçtükleri şehrin adını Yesrib'den Medine'ye çevirdiler. İstanbul'un dünyaca meşhur, şehre bir alem, bir remz olmuş gün batımı silüetini bozanlar, Sultanahmet, Ayasofya ve Fatih'in öfkesinden korkmalılar. Avrupa sahilinden Anadolu yakasına bakan ufuk güzelliğimizi yıllar evvelinde bozmuş, Haydarpaşa Lisesi'yle Haydarpaşa Garını mahzun etmişlerdi. Gar, dayanamayıp kendini ateşe verdi. O hastane, yıllardır rahatsız eder. Yanına yeni binalar da yapıldı. Çirkinlikleriyle Tac Mahal endamlı Haydarpaşa Lisesi'nin narin duruşuna kara leke oldular. İstanbul, 10 yıl içinde yıkılıp yeniden inşa edilmelidir. Konutlar 3 kattan fazla yapılmamalı. Asla 5 katı geçmemeli. Bunu büyük şehirlerde tatbik etmek çok zor olsa bile İstanbul ve takip eden dört şehirde imkânları zorlamalı. Cami, minare, kubbe, her türlü mirasıyla Sultan Şehir, kurtarılmalıdır. Bu da haddinden fazla yükselmiş binaları ortadan kaldırmakla mümkün olur. Biz, dün temizliğimiz, cömertliğimiz, dürüstlüğümüz, dilimiz, dinimiz ve mekâna nakış nakış işlenmiş binalarımızla dünyaya örnektik. Dünya, şehirlerimize de o şehirlerin insanlarına da hayrandı. Avrupalı seyyahlar, şehirlerimize gelince hayal âleminde olup olmadıklarını kendilerine sormuşlardır. Bir zehirli zihniyet, bu memlekette sadece ruhlara değil mekânlara da zarar verdi. Hatlar kazındı, çiniler, kubbe kurşunları, levhalar, musluklar çalındı, ahşap konaklar yakıldı, vakıflar satıldı. Osmanlıdan intikam almak saikiyle ne varsa yapıldı. Ecdadımızla, mazimizle, dinimizle, tarihimizle, dilimizle, edebiyatımızla barışılırken buna mekân barışıklığını da dahil etmek zorundayız. Bugün ne kadar hazindir ki Türk'ün milli mimarî üslubu yoktur. Şehircilik Bakanlığı, bir taraftan çirkinlikleri yıkarken bir taraftan da kendi mimari üslubumuzu inşa etmelidir. İstanbul olmasaydı Cihan Devleti olamazdık.
.
Bayramla imtihan olmak
7 Kasım 2011 01:00
Yer yüzü yine bir heyecan dalgasıyla güzelleşti. Müminler bayram yapıyor. Bir büyük güne kavuşmanın sevinci içindeler. Onların bazısı hapiste, bazı hastanede, bazısı huzur evinde, bazısı tahmin edilemeyecek kadar fakir, bazısı orta halli, bazısı zengin, bazısı cephede. Bazısı yaşlı, bazısı genç, bazısı çocuk, bazısı kadın, bazısı erkek. Bazısı zenci, bazısı sarışın, bazısı beyaz. Bazısı Türk, bazısı Arap, bazısı Malezyalı, bazısı Boşnak. Bazısı hür, bazısı zulüm altında. Öyle bir gün ki herkes o günde ve 'bayram namazı vakti' denen o saatte birleşiyor. O günlerde ve o saatte kalbler aynı iman, muhabbet, kardeşlik duyguları ve iyilik istekleriye atıyor. O insanları ne kimse bayramdan önce hazırlığa zorluyor, ne namaza gitmeye mecur ediyor ve ne de bayramda tebrikleşmeye, ziyarete mahkum ediyor. Sene dönüp geliyor ve insanlar, o gün aynı renk tebessümlerle güzelleşiyor. Aynı dileklerle affa ve merhamete talip oluyor ve hayrda yarışıyorlar. Bütün gayeler aynı: Allahü tealaya kul olabilme, O'nun rızasına kavuşma, ve Sevgili Peygamberimize ümmet olma olabilme ve O'nun muahbbetine ulaşma. Bu, İslamiyetin başlangıcından bugüne hep böyleydi. Kıyamete kadar da böyke devam edecek. Günahkârı, fakiri, zengini, siyahı ve beyazıyla her mümin, insanın yaradılış maksadına mahsus hedeflere yönelik olarak yaşayacaktır. Onları bu niyet ve hedeften döndürmek için nice diktatörler, zalimler mücadele verdi. Bayram, başlangıç değil sonuçtur. Hak edenin hakkıdır. İlahi mükâfata giden yolda imtihanı kazananların ödülüdür. Bayramı tatil zannedenler elbette yanılıyor. Bayram bir ruh iklimidir. İnsanın kendisiyle hesaplaşmasıdır. İnsanın diğer kâm olması, bencillikten çıkıp 'biz' şuur ve idrakine yükselmesidir. Ahireti görür gibi yaşamaktır. Önden gidenlerin, şehidlerin, üzerimizde hakkı olanların, zulüm altında yaşayanların, afete maruz kalmış bulunanların, fakir, fukara ve yolcuların, hastaların unutulmaması kaydıyla Kurban Bayramının, şahsınıza, ailenize, milletimize ve ümmetimize rahmet, huzur ve iyilik vesilesi olmasını Allahü tealadan niyaz ederiz.
.
Milletvekili emekliliği
8 Kasım 2011 01:00
Eski milletvekillerinin 2011 yılındaki tedavi ve ilaç masrafları için hazineden 60.2 milyon lira para çıkmış. Bu harcamanın yüzde 91.4'ü yurt dışında yapılmış. Kalan ufak bir kısım da yurt içinde olmuş. Masraflar 2011'de ayrılan payı zorladığı için 2012 ödeneği 68.5 milyona yükseltilmiş. Herkes değil ama bazıları bu emeklilik imtiyazından dolayı meclise giderler. Bir kimse vekil olduktan iki sene sonra emekliliğin bütün haklarını kazanıyor. Seçilemeyince de ömür boyu emekli vekil oluyor. Böylece eski değil, eskimeyen vekil olmuş olmakta. Bir vakitler tabiî senatörlük vardı? Onlar, ölünceye kadar senatördü. Bu emeklilik sistemi de vekil olmuş bazı vatandaşlara öyle bir imkân sunuyor. Bir kere milletvekilliği meslek değildir. Bir hizmettir. Belli süreyle sınırlıdır. Süre bitince vekil, neden asilin aleyhine olarak haksız kazanç sahibi yapılır? Emeklilikle alakalı adaletsizliklerin ortadan kaldırılması için bazı düzenlemeler yapılırken bu vekil emekliliği de ele alınmalıdır. Söz konusu 60 küsur milyonun takriben 55 milyonu yurt dışında harcanmış. Bunu normal görmek mümkün mü? Yurt dışına giden tabii ki olur, istisnai sağlık mecburiyetlerine bir şey denemez. Fakat burada sanki her sebeple yurt dışına tedaviye gidilmiş. Şunları öğrenmek istiyoruz? -Bugün emekli maaşı alan kaç eski vekil vardır? -Onların yurt dışına sevki nasıl olmaktadır? AK Parti, yeni iktidar olduğunda meclis lojmanlarını ortadan kaldırdı. Şimdi bir neşter de bu milletvekilliği emekliliğine de atılması gerekir. Milletvekili emekli olmasın mı? Tabii ki olacak, ama mesleği veya işi ne ise oradan emekli olmalı. O zaman meclise hizmet etme aşkında olanlar talip olacak, 'şu meclise bir girsem sonra ömür boyu rahat ederim' diyenler rağbet etmeyeceğinden kalite ve verim artacaktır. Vekile zaten görev zamanında her imkân en iyisiyle sunulmakta. O halde bu lüks emeklilik ne oluyor? Ya milletevekili emekliliği kökten iptal edilmeli. Veya bu tasarrufu yapmak mümkün değilse o zaman hakiken muhtaç olana makul bir emeklilik maaşı verilmelidir. Çünkü her vekil zengin veya âbâd olmuyor. Bazı vekiller de tam tersine elindekini kaybetmekte. Eski vekiller de her sene mal beyanında bulunmalı. Mali durumu sıkı takibe alınmalı ve hak edenler vekil emeklisi yapılmalıdır. Yoksa bir çok yerden geliri olan bir insana milletvekil emekliliği vermek doğru değildir. O doğru ise müteahhidin yeşil kart alması da doğru olur.
.
AB mi? Sizlere ömür
9 Kasım 2011 01:00
Herhalde üç yıl olmuştur, AB'nin on senelik ömrü kaldığını, bu zaman zarfında birliğin ya tamamen dağılacağını veya beş merkezi devletin yeni bir yapılanmayla yola devam edeceğini yazmıştık. O zaman ne Yunanistan iflastaydı, ne diğerleri krizdeydi. Halbuki şimdi gidişat çöküşe doğru. Yaptığımız, muhakkak ki kehanet değildi. Bugün 9 Kasım... İlk makalemiz 9 Kasım 1976 tarihinde Türkiye gazetesinde çıkmıştı. 35 yıl gibi bir zaman arkada kalmış. Bir insan, bu kadar zaman buna benzer meseleler için okuyor, araştırıyor, takip ediyor, tenkid ediyor, takdir ediyor, tahlil ediyorsa onda bir geleceği tahmin melekesinin gelişmesi tabiîdir. Öyle zannediyoruz ki on senenin biraz altında veya biraz üstünde bir müddet içinde AB beklenen sona varacak, gemi kayalara bindirecektir. Dua etmeli ki hasar ucuz atlatılsın. Yoksa yeryüzü allak bullak olur. Bugün Almanya, Hollanda, Fransa, İngiltere ve birkaç ufak devlet hariç bütün AB devletleri dökülüyor. Bu niye böyle oldu? Sovyetler dağıldığı için. Soğuk savaş bitince AB küçük hesaplar uğruna ne kadar Sovyet artığı devletçik varsa buyur etti. Hatta yer yer ehl-i salip tutkusundan dolayı Güney Kıbrıs'ı almak gibi acaiblikler bile işlendi. Aslına bakarsanız İsrail'e de gel diyeceklerdi ama bunun fırsatını yakalayamadılar. Türkiye ise hiçbir mahcubiyet hissi duyulmadan 1959'dan beri bekletilmekte. Ama zamanın kime güleceği belli olmaz. Ne demişler alma "Türk'ün ahını çıkar aheste aheste." Hem Türkiye'yi her defasında ipe un sererek almadılar, hem de bazı üyeler, katil örgüte her türlü desteği vererek üstümüze saldılar. Ama son gülen iyi gülermiş. Bugün gülen AB değil. Gülen biziz... Teşkilatın ortak insani değerler adına bulduğu ne kadar kriter varsa alıp onları işleriz. İki ay kadar evvel AB bakanı Egemen Bağış Washington Büyükelçiliğimizdeydi. Şunu dedik: 'Fatin Rüştü Zorlu, ilk müracaat istidasını verdiğinde biz, dokuz yaşındaydık, daha ne kadar beklemeli? Bir zaman verelim ya kabul etsinler veya çıkalım!..' Sayın Bakan dedi ki: 'Papaza küsüp oruç bozmayalım. O süreyi aslında vermiş olduk. Biz 2013'e kadar bütün mükellefiyetlerimizi yerine getireceğiz...' İster misiniz AB çöksün ve yeni yapılanmanın ilk üç aktöründen biri Türkiye olsun. Bir zaman evvel bizim G-20'de olacağımız hayal edilir miydi? Şimdi 17. İktisadi güç olarak oradayız. Yarınki 'Yeni Avrupa'nın oyun kurucusu Türkiye'dir. O günkü euro banknotunda Sultanahmet Cami altı minaresiyle ne de muhteşem duracaktır.
.
Aldatma
10 Kasım 2011 01:00
30 yaşından küçük olanlar o günleri bilmezler: Her sene 10 Kasım'da gazete logoları siyah renkte çıkar, ön yüz kapkara matem rengine bürünürdü. Bu yarım asırdan fazla zaman devam eden dayatmayı Turgut Özal kaldırdı. Tâ ilkokuldan itibaren her 10 Kasım günü bu sahneler yaşanırdı. Siyahlar giyinmiş, güya gözyaşı döken özellikle bayan öğretmenler, mikrofonda çığlık çığlığa besleme şairlerden şiir okuyan öğrenciler ve üstü-başı dökük, soğuktan titreyen çocuklar. Mesai saatinin başlamasından biraz sonra öten fabrika boruları ve seyir halinde iken benzini bitmiş gibi olduğu yerde kalan arabalar, olduğu yerde kalan yayalar. Güya başlar önde Anıtkabir ziyaretleri. Deftere yazılan beylik laflar... Bu her tarafından samimiyetsizlik akan kanun buyruğu seneler senesi sürüp gittikten sonra basın, bir ayıptan kurtarıldı. Fakat yas ve türevleri hâlâ devam ediyor. Fabrikalar yine siren, arabalar yine klakson, vapurlar yine düdük çalmakta, öğretmen ve öğrenciler yine rol gereği yas bağlamakta, yayalar yine 'acaba bir gören var mı?' korkusuyla olduğu yerde kalakalmaktalar. Yabancı bir iş adamı uçağına giderken bindiği taksi birden kopan bir vaveyla üzerine durduğunda sebebini anlayınca nasıl afalladığını düşünmek lazım. Çünkü dünyanın hiçbir yerinde böyle anma adeti yok. Zaten manzaraya vakıf olan yabancılar, 'bu bir beşer ötesi hadiseye dönüşmüş' demekteler. 'Böyle bir ayin laikliğe aykırıdır' dememeleri ise bizi incitme kaygılarından. Artık şu çağda bu hareketler hem yapmacık, hem yersiz, hem de ayıp. Cahiliyye devri Araplarında parayla tutulan ağlayıcılar vardı, o âdeti bu millete reva görmemeli. Hiçbir Peygamber vefat tarihinde böyle anılmıyor. Hiçbir devlet adamı, âlim ve evliya da kanun tehdidiyle anılmıyor. Dünyada söz sahibi bir Türkiye'ye 10 Kasım matemi de Atatürk'ü koruma kanunu da yakışmıyor. Üçüncü dünyalı olmadığımızı artık görmeliyiz. Şehirlerden köylere kadar Atatürk heykel ve büstleri herhalde 25 binden az değildir. 10 Kasım günü bu 25 bin noktaya çelenk konulmaktadır. Her çelenk asgari yüz lira olsa 2.5 milyon lira yapar. Bir deprem için bir kampanyada 50 bin lira toplandığında ne kadar seviniyoruz. O 2.5 milyon lira ne çok işler görür. Bu Atatürk istismarı bitmeli, şu yas sun'iliği sona ermelidir. Kimse kimseyi zorla sevmez veya nefret etmez. Bugüne kadar Atatürk'ü anlayan anlamış seven sevmiş, buğz eden de etmiştir. Bunu gösteri törenleriyle tersine çevirmek imkânsızdır. Kimsenin iradesine kelepçe vurulamaz. Dalkavukluk kime karşı yapılırsa yapılsın çirkindir. Türkiye, türbe ziyaretine gidenin de Anıtkabir ziyaretine gitmeyenin de tutuklandığı yakın tarih çelişkileri yaşamış bir memlekettir.
.
Kadın kurtarılırsa aile kurtulur
11 Kasım 2011 01:00
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin'e dikkatimi ilk olarak eşim çekti. Bizdeki intıbaı şudur. Çalışkan ve içindeki ideale varma sancısı, yüzünde ızdıraba dönüşmüş üretken bir insan. Son teşebbüsü okul, cami ve kışla dayanışmasını temin etmeye dönük. Bir ömür boyu yazdık... Okul, cami ve kışla iş birliği içinde olmalı diye. İlletli zihniyet ise bunları çatıştırarak ayakta kalmak istedi. Kaç kere teklif ettik... Köylerde, ufak yerlerde ilkokul öğretmenliği, cami imamlığı ve muhtarlığı aynı kişi yapabilir diye. O kimseye nikâh akdetme yetkisi verilince dininin emriyle sistemin engeli arasında kalan vatandaşa büyük kolaylık temin edilmiş olur. Ama bu teklifi sahiplenmek isteyecek bir hükümeti, kökten laikçi medya, derhal linç ederdi. Kadına şiddet ne demek? Dinimizde, tarihimizde yeri var mı? İslamiyette çocuğa da kadına da hayvana da şiddet, cezayı muciptir. Ne var ki bir Şaman artığı, kötü bir geleneğe dönüşmüş. Bazı yörelerde kadın dövmek, yiğitlik göstergesidir. O nasıl bir terbiyesiz deyimdir öyle? 'Kadınının sırtından sopası, karnından sıpası eksik olmayacak!' Daha bunun gibi nice aşağılayıcı lakırdı var. Çocuk yetişirken babasının anasına dövüp-sövdüğünü görür. Kendisi de babasından ve ağabeyinden dayak yer. Okula gider, öğretmen döver, karakolda polis döver, kışlaya gidince ana-avratlı küfür ve sopayla dayak başlar. Maçta koro halinde küfredilir. Camide imam efendi, önce sevdireceğine önce korkutur. Adana'da ilkokul ikinci sınıfta matematik dersimize gelen yaşlı bir erkek öğretmen vardı. O kadar asabiydi ki yüzüne bakılamazdı. İmamların kadın göbeği yazan üfürükçü, öğretmenlerinse melek gösterildiği bir zaman. O öğretmen, bir gün derste bana bir 'beş kere beş kaç eder?' diye sordu. '10' demem üzerine yüzümde arka arkaya tokatlar patladı. Hayatta aldığım en güzel haberlerden biri şudur: Terhisimden yıllar sonra alay komutanımız Osman Doğruol aramıştı. Emekli olmuş. 'Hatırlıyor musun dedi, bir gün bana gelerek komutanım bu erlerin içinde evli-barklı çocuklar var, astsubay ve subaylar, galiz şekilde küfrediyorlar, lütfen bir tamim çıkartsanız, ben de onu yapmıştım.' Okul, cami ve kışla... Bu kurumlar hem dayanışma içinde olmalı, hem de iç düzenleme yapmalı. Fakat dördüncü olarak bir kurum daha var: Medya. Gazete ve dergiler bu yüz kızartıcı çıplaklıktan, TV'ler yuva yıkıcı dizilerden temizlenmeli. Onlar, rol model oldukça annelik değeri ölür. Kadını kurtarmak kız çocuğundan başlar. Anne varlığı sağlam olan cemiyet kaya gibidir. Bu devlet, devlet analarla devlet baba oldu. Kadın kurtarılırsa aile, oradan cemiyet ve millet kurtulur. Ailenin çatırdadığı, boşanmaların tehdit ettiği bir çağdayız. Aile Manevi ve Sosyal Rehber Uzmanlığını çok önemsiyoruz.
.
Tabancalı spiker
14 Kasım 2011 01:00
> Washington, DC O spikeri unuttunuz mu? Libya'da muhalifler sokaklarda Kaddafi aleyhine gösteri yaparken, Kaddafi yanlısı bir spiker de ekranda gösteri yapıyordu. Yayın esnasında birden bir tabanca çıkartarak elinde sallayıp muhalifleri tehdit etti. Bilmiyoruz, o spiker şimdi nerelerdedir. Kaçtı mı, öldürdüler mi, yoksa ateşli bir yeni iktidar taraftarı mı? Ne de olsa bu dünyada 'kral öldü yaşasın kral?' diye bir kültür de var. Spikeri nereden hatırladık? Suriye'de Beşar el Esad taraftarları, yabancı diplomatik binalara ve bu arada bizim de bina ve bayrağımıza saldırdıkları için... On binler, iktidar aleyhine gösteri yapıp can verirken, bir avuç taraftar zulmü alkışlıyor. Taraftarlar, zalimlerin dev aynasıdır. Arap devletleri Kahire'de toplandılar. Esad'a karşı birtakım müeyyide kararları almışlar. Amigo öfkesi buna. Halbuki aynı Arap ligi, iki ay evvel yine benzer kararlar almıştı. 18 devlet kararlara destek olmuş. Irak çekimser, Lübnan ve Yemen ise zalimin yanında... Çıkan sonuç şudur: Araplar arasında 3 devlet doğrudan veya dolaylı Suriye'ye destek olmaktadır. Bu üç devlet tahlil edildiğinde Yemen anlaşılır. Orası da Suriye benzeri bir rejimde. Irak'ın durumu ise gariptir. Zira, Irak idaresi böylece Saddam'ı mı özlemekte, yoksa işgalde yapılanları mı haklı bulmakta? Lübnan'a gelince, evvela İran faktörüne bakmalı. Her ne kadar 3 devlet görünse de esasta bölgede dört devletten destek görüyor. Gerçi denecektir ki Lübnan, Yemen, Irak, bunların ne derecede ağırlığı olur? Ancak belli ki Lübnan'ı yönlendiren İran'dır. Hatta Irak üzerinde de tesiri var. Diğer üçü mühim değil. Fakat İran unsuru karışık problemdir. İran, Basra Körfeziyle İskenderun Körfezi arasında köprü kurma hayalinde. İş uzadıkça halli zorlaşır. Başlangıçta sesleri çıkmazken bir zamandır Çin ve Rusya da Esad'ı tutmakta. Suriye, tam bir dram ve katliam manzarasında. Vaki katliam karşısında ne yapılacak, daha ne kadar beklenecektir? Kuzey Kore diktatörü Suriye'deki katliamın çeyreğini yapsaydı dünya ayağa kalkardı. Baasçı kanlı sosyalizmin, Kore'nin ihtilalci sosyalizminden ne farkı var? Tunus, Mısır, Yemen, Libya diktatörleri gitti. Esad, kan dökmeye devam ediyor. Türkiye aleyhine bölücü örgüte de destek vermekte. Bu zalime kim 'yeter artık!' diyecektir? İçimiz sadece Van ve Erciş depremzedelerine değil, Şam'da, Halep'te hayatını kaybeden insanlara da yanıyor. Camilerde bile katliam yapılmakta. İnsaflı düşman dahi mabedde adam öldürmez. Sezgimiz şöyle ki haber spikeri ekranda şaklabanlık yaptıktan kısa süre sonra Kaddafi gitti. Esad şaklabanlarının sokak taşkınlıklarından sonra da herhalde Esad, gidecek.
.
Revakların yeri Sultanahmet'tir
15 Kasım 2011 01:00
3-5 yıl evvel yine bir tartışma vardı. Yazdığımız yazılarda Kâbe revaklarının İstanbul Sultanahmet'e getirilmesini teklif etmiştik. Galiba revaklar geliyor ama kalbimiz de kanıyor. 5 asırdır orada duran ve Kâbe'nin bir parçası haline gelmiş olan o eserin yerinde kalması gerekir. Türkiye var gücü ile buna çalışmalı. Fakat korkarız ki yerinde bırakılmayacağı gibi inşaat enkazı haline de getirilir. En azından buna izin verilmemeli ve o emanetler alınıp Sultanahmet'e taşınmalıdır. Başka bir yeri düşünmek imkânsızdır. 5 Aralıkta kazma vurulacakmış. Sebep Beytullahın etrafını genişletmek. Nereye genişleteceksiniz? Yer mi kaldı? Etraftaki çirkin gökdelenlerden biri de Ecyad Kalesinin yerinde yükseliyor. Bazı Türk hacılar bile bu otellerde yatıp ayaklarını Allahın evine doğru uzatmaktalar. Peygamber yurdunda Osmanlı'dan kalan ne varsa kazınıp yok edildi. Hendek Muharebesinin cereyan ettiği yerin üst tarafında bir Kışla, Medine Tren İstasyonu ve bir de bu revaklar kalmıştı. Onlar da gidiyor. Kışlamızı da yıkacaklarmış. Bir bahane ile istasyon da tarumar edilir. Peki bu UNESCO o kadar eser yıkılırken neredeydi? Şimdi nerede? Veya daha doğru soru: Osmanlı Türkünün mirası mahvedilirken miras sahibi Türkiye devleti neredeydi? Bu topraklardaki bu yıkımlar ciddi problemdir. Bir başka ciddi problemse hac ibadetidir: Arafat'a çıkıp-inmek, vakfeler azap haline gelmiştir. Daha beteri, Kâbe'deki tavafta yaşanmaktadır. Zaman zaman harama düşülen izdihamlarda kadın-erkek karmakarışıktır. Bunu ecdadımız, erkek ve kadınlar için ayrı saatlere bağlamıştı. Bugün de mümkünken hoyratlık sebebiyle kadın, erkek, engelli aynı anda tavaf etmekteler. Bir insanın bir ömür boyu beklediği bir ibadet bu kadar hafife alınır! O halde tekelden kurtarılmalıdır. İngilizler, emin ellere teslim edip çıkarken o devirde Haremeyn-i Şerifeynin/Mekke ve Medine'nin Türkiye'nin de aralarında olduğu beş devlet tarafından idare edilmesine dair bir muahede yapıldığını, fakat devrin Türkiyesi laikçi tutuculukla buna alaka göstermeyince anlaşmanın yürürlüğünü kaybettiğini biliyoruz. O andlaşmanın bulunup ortaya çıkartılması gerekir. Türkiye ve birkaç devlet de hac organizasyonuna dahil olmalı. Veya tamamen İİT'ye bırakılmalı. Veya İBB'ye bu hizmeti kiralamalı. Veya beş veya on büyük Türk şirketi ortak bir yapıyla organizasyonu devralmalıdır. Bize öyle geliyor ki Sevgili Peygamberimizin -aleyhisselam- türbelerinin üstündeki Yeşil Kubbe/ Kubbeyi Hadra'yı da kaldıracaklar. Hemen yanına madeni renkte bir başkası yapılmış. Çünkü ilki Osmanlı eseridir. II. Mahmud zamanında yeşil renge boyanmıştır. Sahibi Kâbe'yi muhafaza buyursun. Tabii şu var, senin Şanlı Peygamberine Türkiye'deki bir TV programında bir yaşlı adam 'kabile şefi' diyebiliyorsa revaklara da kazma vurulur. Dünyada güya bir buçuk milyar Müslüman var. Bu dinin sahibi ne kadar?
.
Osmanlı Açılımı -l-
16 Kasım 2011 01:00
TBMM ilk defa bir Padişahı anıyor. 17 Kasım 2011 Günü Dolmabahçe Sarayı'nda 3 gün sürecek bir sempozyum yapılacak. TBMM Başkanlığı, I. Abdülmecid Han'ın 150. vefat seneyi devriyesi münasebetiyle bu ilmî müzakere tertiplemiş. TBMM Başkanı Cemil Çiçek, başarılı bir bakanlık döneminden sonra bugünkü mevkiine seçildi. Ancak bize göre sayın Çiçek, yeni Anayasaya dair gayretleri bilahare değerlendirilmek kaydıyla, bir sözü ve Osmanlı Açılımı denmesi mümkün bu başlangıçla anılacaktır. Sözü şudur: Bu yakınlarda 'ben, demişti, şayet rahmetli Turgut Özal'ı tanımasaydım bugün hâlâ yumruğu sıkılı bir adam olacaktım, elimi uzatıp karşımdakiyle tokalaşmayı ondan öğrendim.' Bu söz, aynı zamanda on binlerin itirafıdır. Şimdi ise bir ilke imza attı: Bir devre iadeyi itibar mahiyetinde resmen bir Osmanlı Padişahı anılıyor. Cumhuriyet döneminde en az 50 yıl padişahlar karalanmıştır. Neler denmedi ki? Şu var ki bu resmî ideolojinin bir parçasıydı. Yıkanlar, öncekileri takdir ederlerse, kendilerini inkâr etme korkusuna düşerler. Tarihî şahsiyetler de düşmanlıklar da müesseseler de tarihe mal olmuştur. Onları soğukkanlı bir şekilde tahlil edebildiğimiz nisbette bugün için dünden istifade etmiş oluruz. Tanzimatı bilmeden Cumhuriyeti tanımak zordur. Eminiz ki yarın son 8 padişahın hepsi anılacaktır. Bugünlerin başlangıcı III. Selim'den bu yana devam eden bir fikri silsiledir. 36 padişahın her biri değişik çapta insanlardır. Bazıları dâhidir. Bazıları sessiz sedasız gelip gitmiştir. Ancak hepsi, istisnasız vatansever insanlardır. 31. Osmanlı Padişahı ve 96. İslam Halifesi I. Abdülmecid, 1823'te 17 yaşında iken tahta geçmiş, 1861'de 38 yaşında iken memleket meseleleri, paşalar ihaneti ve saray sıkıntılarıyla verem olmuş olarak vefat etmiştir. 1 Temmuz 1839'da tahta çıkmasından 4 ay sonra 3 Kasım 1839'da Gülhane Hattı Hümayununu ilân etmişti. O yaşta bir gencin 4 ayda bir imparatorluğa her şeyi ile vâkıf olup köklü bir inkılap tahakkuk ettirmek gayrı mümkündür. 1839 aynı zamanda devletin en az 100 yıl sürecek bir mason paşalar kuşatmasına maruz kalma başlangıcıdır. Avrupa'ya tahsile yollanmış talebeler, mason localarının, bilhassa İngilizlerin eline düşmüşlerdi. Bunların üstadı sadrazam Mustafa Reşid Paşa'dır. Tanzimat Fermanı da bu paşanın eseridir. Gülhane Bahçesinde okuduğu fermanın neler getirdiği, neler götürdüğü, Islahat, Meşrutiyet, Cumhuriyet ve münevverler üzerindeki tesirler, herhalde masaya yatırılacaktır. Cesur ve hakkıyla emek verilmiş tezlerin ortaya konmasını temenni ederiz. Yoksa sade suya tirit kabilinden tekrarlar olursa sadece konser konuşulur. Oysa konuşulması gereken fikri kanserdir. Toplantıda Hanedan'ı temsilen de biri olmalı, Sultan Abdülhamid Han'ın torunu Şehzade Harun Osmanoğlu şeref payesiyle protokolde yerini almalıdır.
.
Osmanlı Açılımı -ll-
17 Kasım 2011 01:00
Neden 'Osmanlı Açılımı' dedik? Türkiye Cumhuriyeti sadece komşularıyla kavgalı değildi. Değişik dünya görüşündeki, inanç ve sosyal yapıdaki vatandaşlarıyla da kavgalıydı. Menemen tertipleri de İstiklal Mahkemeleri de Dersim Bombalamaları da Diyarbakır Cezaevi de mahcubiyet belgeleridir. Fakat kavga sadece komşular ve evdekilerle olmadı. Mazi ile de kavga vardı. Bugün yaşı 15'in üstündeki bütün nesiller, padişahlara hakaret eden, onları uçkur düşkünü harem zamparası olarak gösteren, kızıl veya korkak veya hain padişah diye öğreten ahlaksız kalemlerden çıkma tarih ders kitapları okuyarak yetişmişlerdir. Bu nesiller evde başka okulda başka insandı. Hatta bazı öğretmenler bile evde başka okulda başkaydı. Son asrımız vatan sathında tiyatrodur. Osmanlıya iki türlü bakış var: Biri bahsettiğimiz küfretme hafifliğini işleyenler, biri de her türlü hatadan tenzih edip hayallerini hakikat zannedenler. Düşünmüyorlar ki devlet durup dururken çökmez. Kısır laikler, sığ muhafazakârlar tezadı. Yani ilim ya küfürle veya muhtevasız muhabbetle örtüldü. I. Abdulmecid Han'ın 150. vefat yılında yâd edildiği sempozyum, tabiî ki O'nun inşa ettirdiği Dolmabahçe Sarayı'nda yapılacaktı. Bu saray ve İstanbul Boğazının iki yakasındaki diğer saray ve kasırların hemen hepsi O'nun hükümdarlık döneminin eseridir. Dolmabahçe 1856'da hizmete girmiştir. Fatih'ten itibaren bütün padişahlar Topkapı Sarayında ikamet etmiş ve devleti yönetmişlerdi. Ne var ki gerileme başlayınca Avrupa'dan alınan borç altınlarla Avrupa saraylarının taklidi saraylar inşasına başlanmıştır. Önce sarayda benzeme sonra hukukta taklit birbirini tetiklemişti. Tanzimat Fermanı bunun başlangıcıdır. Devlet yüz yıl fesle şapka arasındadır. Abdulhamid Han'dan itibaren de Yıldız Sarayı hizmete girmişti. Dolmabahçe'yi esas itibariyle Cumhuriyeti kuranlar kullanmıştır. Bir ara reis-i cumhur İsmet İnönü'nün oğulları üniversiteye giderken onlara fiilen talebe yurdu olmuştu. Hâl böyle olsa da barok üsluptaki Dolmabahçe de Türk'ün göz kamaştırıcı ruh güzelliğini aksettiren muhteşem Topkapı sarayı da bizimdir. Madem vatandaşlara açılım yapılırken kaçınılmaz olarak tarihe de açılım başladı, o halde tarih de dipli köşeli araştırmayla hata ve kasıtlardan kurtarılmalıdır. Dolmabahçe neden saraydır? Topkapı neden müzedir? Dolmabahçe neden TBMM Başkanlığına bağlıdır? Topkapı neden Kültür Bakanlığındadır? İstanbul üniversitesi kapısındaki tuğra neden hâlâ mermerle kapalıdır? Bu açılım iyi olmuştur. Böylece onlarca benzer soru, teklif ve tenkit dile gelecektir. Üstelik Tanzimat dönemi de tamamen unutulmaya yüz tutmuştu. Halbuki dediğimiz gibi Tanzimatı tanımadan Cumhuriyeti tahlil etmek zordur. Fakat bütün bunları yaparken fikir namusuna sahip söz ve kalem erbabı olmalı. Yeni sözler bekliyoruz. Yeni ufuklar gözlüyoruz. Bakalım o sempozyumda kim şunu diyebilecektir: -Bugün çocuklarımızın okulda Osmanlı Türkçesi öğrenmeleri en az bir yabancı dil öğrenmeleri kadar zaruridir.
.
Osmanlı açılımı -III-
18 Kasım 2011 01:00
Abdülmecid Han, babası II. Mahmud Han'ın 1 Temmuz 1839'da vefat ettiği gün tahta çıkmıştı. Babası gibi değişimciydi. Hangi şartlarda işbaşına geldiğini şu üç vak'a izaha kâfidir: Meclis-i Valayı Ahkam-ı Adliye reisi Koca Mehmed Hüsrev Paşa, II. Mahmud'un cenaze merasiminde sadaret mührünü sadrazam Mehmed Emin Paşa'dan zorla alarak 2 Temmuz günü kendini sadrazam ilan ettirmiştir. Ordu Nizip'te asi İbrahim Paşa'ya mağlup olmuş, fakat netice yeni padişahtan saklanmıştı. Padişah, ordu ve donanmanın Mısır'a müdahale etmesini emretmişse de Hüsrev Paşanın Başbakan olmasını istemeyen Kaptan-ı Derya Ahmed Fevzi Paşa, donanmayı 3 Temmuzda Mısır'a götürüp Mehmed Ali Paşa'ya teslim etmiştir. Diğer taraftan İngiltere, Rusya, Fransa ve Avusturya, İstanbul'a bir muhtıra vererek devletin Mısır isyanını tek başına çözmemesini istemiştir. Kargaşa büyüktür, Cidde'den Balkanlar'a kadar ayaklanmalar vardır. Tanzimat Fermanı'ndan başka 1856'da Islahat Fermanı da ilan edilir. Asliyetin yerini taklit almaktadır. Aynı yıl Kırım Harbi çıkar. 1859'da Kuleli Vak'ası patlak verir, cunta devrededir. Bir kısım üst rütbeli subay, sözde ulema ve talebenin niyeti, Abdülmecid'i katledip veliahd Abdülaziz'i padişah yapmaktır. Teşebbüs halinde iken yakalanıp Kuleli Kışlası'nda muhakeme edilir ve idam cezasına çarptırılırlar ise de Sultan, 'ama ben hayattayım!' diyerek suikastçıları affeder. Kendi valisine mağlup olmuş bir ordu. Tefessüh etmiş bürokrasi. Yabancı devletlerle Galata Yahudi bankerlerine bile borçlanan maliye. Aynı bankerlerin saraya kadar sızarak borçlandırma avantajları yakalamaları. Bitmeyen dış baskılar. Hasılı hariçten, dahilden ve saraydan azap yaşayan bir padişah. İnsan verem olmaz da ne olur. Babası gibi verem olur ve 38 yaşında ölür. Nerede o cumhuriyet mekteplerinde belletilenler, nerede hakikatler? 18 yaşında boğularak öldürülen II. Osman'ın hayatı çok farklı değildir. 28 yaşında ölen IV. Murad'ın da öyle. Son iki yüzyılı tanımadan bugün hiçbir şey çözülemez. Onun için Abdülmecid Sempozyumu isabetli olmuştur. Her padişah için bir büyük sempozyum şarttır. O ateş ve alev dolu zamanlar içinde bile bu sultanlar güzel sanatlarla da meşgul olabilmişlerdi. Sultan Abdulmecid, Hırkayı Şerif için yaptırdığı aynı isimdeki camiin mihrabına kendi elinden çıkma hattı astırmıştı. Sevgili Peygamberimiz -sallallahü aleyhi ve sellem- Hicri 6. yılda devlet başkanlarına mektuplar yollayarak onları İslama davet etmişlerdi. Bunlardan biri de Mısır mukavkısı Cureyc ibni Mina'dır. Bu mektup, 1850 senesinde Mısır'ın Ahrim bölgesindeki bir kilise kütüphanesinin Kıpt kitapları arasında bulundu. Hadiseyi öğrenen Sultan Abdülmecid Han, mektubu satın alarak Topkapı Sarayındaki Emanet-i Mukaddese Dairesi'ne hediye etti. Böylece Sultan, İstanbul'u Peygamber dişi, Peygamber sakalı şerifi, Peygamber hırkası, Peygamber savaş techizatı gibi mübarek emanetlerden sonra Peygamber mektubuyla da tâclandırmıştır.
.
Meydanları okumak
21 Kasım 2011 01:00
Meydanları duymayan, meydanları okuyamayan rejimler ve liderler kaybetmeye mahkûmdur. Bu, dün böyleydi, yarın da böyle olacaktır. Meydanları dolduran kitleler, o gün kayıp verse bile esasında takip eden günlerde zafer onlarındır. Meydanlar, geçmiş dünyada önemliydi. Bugün 'sosyal medya' denen iletişim devrimiyle çok daha önemli oldu. Mısır halkı, aylar öncesinde rejime karşı sosyal medya üzerinden Tahrir Meydanı'nda toplanmışlardı. Hüsnü Mübarek her ne kadar tatlı vaatlerde bulunduysa da kanan olmadı. Hiçbir baskı, o meydan halkını yıldıramadı, dağıtamadı. Sonunda kaybeden uzatmalı diktatör oldu. Şimdi oğluyla beraber çok ibretlik bir manzarada yargılanıyor. Şu dünyanın parası, şöhreti, serveti, makamı uğruna kendine böyle bir son hazırlayanlara yazıklar olsun! Tunus diktatörü Zeynelabidin bin Ali, meydanlara dayanamayarak firar etti. Hüsnü Mübarek, kapana kısıldı. Muammer el Kaddafi bir insanın başına gelebilecek en kötü ölüm şekillerinden biriyle linç edilerek öldürüldü. Hepsinin ortak yanı zalim olmaları ve halkı soymaları. Diğerlerini bekleyen son da herhalde farklı olmaz. Diktatörlükte babasıyla yarışan Beşar el Esad, şimdilerde en çok merak edilen. O merak edilirken Kahire'de Tahrir Meydanı, bir kere daha infilak etti. Hafta sonu on bini aşkın bir kitle yine sosyal medya üzerinden haberleşerek öfkeleriyle meydana inip zamana isteklerini tahrir ettiler/yazdılar. Hüsnü Mübarek gitsin demişlerdi. Direndiler ve gönderdiler. Hırsız bir dikta rejimi bitsin, insanca yönetim gelsin istemişlerdi. Fakat, aradan geçen zaman içinde halk da dünya da gördü ki Mısır'da asıl diktatör Hüsnü Mübarek değildir. O bir kukla. Asıl diktatör, rejimdir. Rejimin sahibi askerdir. Batı böyle tanzim etmiş. Aylardır yeni anayasa için bekleniyor. Ancak hazırlanmakta olan anayasa, eski hamama eski tası uydurma kurnazlığı içinde. Yeni anayasaya ordunun rejimi koruma ve kollamakla vazifeli olduğu yazılıyormuş. İstediği zaman müdahale edebilecek. O kadar da değil. Ordu harcamaları her türlü muhasebe kaydının dışında kalıyormuş. İşte bu maddeler halkı galeyana getirmeye yetti. Şimdi Tahrir Meydanında ikinci perde açıldı. Dikkatler Şam üzerinde iken Kahire'de beklenmedik şeyler olabilir. Büyük kan akmasından korkarız. Türkçe'de "Mısır'daki sağır sultan duydu"... diye bir deyim vardır. Demek ki Mısır'ı yönetenler hep sağır. Meydanları okumak, duymak bu kadar mı zor? Zor değil ama işe gelmiyor.
.
Reddi miras olmasın
22 Kasım 2011 01:00
Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül, Londra yolunda gazetecilerin sorularını cevaplandırırken kısa fakat içinde kaygılara işaret eden bir cümle kullanmış. Dediği şu: 'Yeni anayasa yapılamazsa büyük hayal kırıklığı olur.' Ve devam ediyor: 'Yapılır, yeter ki siyasi çekişme olmasın...' Abdullah Gül, şu an bir aksakaldır/duayendir. Dışişleri Bakanlığı, Başbakanlık yapmış ve yıllardır da en ufak bir falso vermeden Cumhurbaşkanlığı görevini icra eden büyük tecrübeye sahip bir devlet adamı. Hem tecrübesine ve hem makamına binaen söylediği çok mühimdir. Beyan etiği görüş tahlil edildiğinde üç sonuç çıkmakta: -Uzak ihtimal de olsa yeni anayasa yapılamayabilir. -Yapılamazsa büyük hayal kırıklığı doğurur. -Yapılması siyasi çekişme olmamasına bağlıdır. Siyasi çekişme denen aslında politik hırçınlıktır. Politik hırçınlık, bir seviyesizliktir. Partizanlık yapılır. Dar ve kısır bakış açısı hakimdir. Fikir üretme, tahlil yapma yerine bir cerbeze ve laf ebeliğiyle karşı tarafı külliyen inkâr tavrı bozuk bir üslup olmuştur. Bu bozuk üslup sahibi olanlar, siyasetimizin problemli tipleridir. Bunlar politik esnaftır. Temenni ederiz ki aklıselim hakim olsun. Yeni anayasa inşasında her parti, temsil kabiliyetine sahip, sözü dinlenir, itibarlı isimleri vazifelendirsin. Zira yarın inşa edilmekte. Yapılacak anayasa bugünden ziyade yarına aittir. Çıta da hayli yükseldi. Yarına miras bırakılıyor. Mevzubahis anayasayı yarının dünyayı daha iyi tanıyan, daha pırıl pırıl beyinleri reddi miras ederlerse o red, bugünün ayıbı olur. Halbuki, çok manidardır, seçmen anayasayı yapma yetkisini bir partiye vermedi. Onun için Başbakan Sayın Tayyip Erdoğan da bu işi artık siyaset üstü bir konumda olan bir diğer ak sakal sayın Cemil Çiçek'e havale etti. Meclis Başkanı, anayasa için Uzlaşma Komisyonunun varlığıyla iktifa etmedi. Neredeyse her gün kim ne biliyorsa, ne diyecekse yazsın, söylesin, destek versin mealinde konuşmakta. Başbakanın çalışmayı siyaset üstü bir yetkiye havale etmesi bir kazanç O şahsın kolları sıvayıp çalışması bir başka kazanç. Uzlaşma Komisyonu, taslağı hazırlayıp Anayasa Komisyonuna gönderebilirse bu defa da sayın Burhan Kuzu'nun büyük tecrübesi devreye girecektir. Burhan Kuzu hem bir Anayasa Hocası ve hem de Siyaset Hocasıdır. Bir aksakal daha devrede olacak. Bu da bir kazanç. Bütün bunlara rağmen yeni bir anayasa yapılamazsa bu toplum elbette hayal kırklığına uğrar. Veya yapılır da politik hırçınlıktan dolayı kabulü mümkün bir şey olmazsa o zaman da yarınki toplum reddi miras eder. Herkes sorumlu hareket etme zorunda. Yarınların yol haritası çiziliyor...
.
Sünni katliam
23 Kasım 2011 01:00
I. Dünya Harbi, bir neticesi veya temel niyetiyle Sünni, ehl-i sünnet itikad ve nüfus ve nüfuza karşı yapılmıştır. Devlet-i ali Osman, bir Sünni yönetimdi. Tarih sahnesinden çekilmeye zorlanmasındaki sebeplerden biri budur. Düveli muazzama, muradına erince de eski Osmanlı vilayetlerinde ya ehl-i sünnet dışı unsurları iktidara getirdiler veya iktidarı, Sünniliği sadece sözde kalmış olan dejenere insanlara teslim ettiler. Bu uygulamayla sonuna kadar sömürü yaptılar. Kendi kuklalarını şimdilerde istenmeyen adam ilan etmiş bulunuyorlar. Eğer Sünni karşıtı batılı irade tasvip etmeseydi, Tunus'tan Suriye'ye kadar güya sosyalist, güya laik, güya İslam cumhuriyeti güya emirlik, güya şeyhlik, güya krallık devletçikler bu kadar zaman ayakta kalamazdı. Modern emperyal güçler, kuklaları eliyle petrolden başlayarak Orta Doğu'nun yer altı ne zenginliği varsa talan ettikten sonra beslediklerinin bir canavara dönüştüğünü fark ettiler. Sünni inancın, terörü, silahı, insana saygısızlığı reddettiğini o zaman görmek istediler. Bir bakıma şu Arap Baharı denen olay, Sünniliğe bir iadeyi itibar arayışıdır. İki yüz yıldır dünyanın huzurunu altüst edenler gördü ki dünya itidal, denge ve barışı ön planda tutan Sünni hayat tarzıyla içine düştüğü terör çağı çıkmazından kurtulabilir. Bunu ya gördüler veya şuuraltlarındaki bu gerçeği itiraf edemeden hatalarını düzelterek gasbettikleri hakları yeniden Sünni iktidarlara teslim etmeye başladılar. Her şey bu kadar net olmasa bile seyir budur. Buna direnen Beşar el Esad, tarihin akışı önünde fütursuzca bir Sünni katliama girişmiş bulunuyor. Yüzde yedilik bir Nusayri/Arap Şii azınlığı, gösterilerin başlangıcından bugüne en az yedi bin kişiyi öldürmüştür. Babası bir Sünni şehri olan Hama'da soykırım gibi katliam yapmıştı. Oğlu da sistematik bir şekilde Sünni katliam yapıyor. Hadiseye objektif kriterlerle bir de böyle bakmalı. Tarihî bir dönüşüm söz konusu. Bir aslına rücu/dönüş mevzubahis. Buna bir devin uyanışı da denebilir. Aynen öyle, ışık doğudan yükselir. Misyonunu tamamlayan batı, hatalarıyla yüzleşmek durumunda, dökülen kana ortak olduğunu inkâr edemez
.
Temiz tarih
24 Kasım 2011 01:00
CHP Tunceli milletvekili Hüseyin Aygün, Dersim katliamına dair bir araştırma kitabı yazmış. Yazar, 'Dersim katliamının sorumlusu devlet ve CHP'dir' dedi. Bunu diyebilmesi çok şeyi göze aldığının işaretidir. Nitekim bir kısım CHP'li vekiller, arkadaşlarını lince kalkıştılar. Genel başkan Kemal Kılıçdaroğlu'nun konuşması bekleniyordu. O'nun halası da katledilenler arasında. Gariptir ki Kılıçdaroğlu, hadisenin tartışmaya taşınmasını ihanet olarak telakki etti. Tıpta veya psikolojide kendine zulmedene hayranlık duymanın bir adı vardır... Kıdemli Tunceli milletvekili Kamer Genç de arkadaşını kınadı. 'Yetmiş beş yıl evvelinde kalmış bir olayı bugüne taşımanın anlamı var mı?' dedi. Madde bir, bunu daha evvelden Kamer Genç, doğduğu topraklara bir borç olarak ortaya çıkartmış olmalıydı. Madde iki, onu yapmadıysa yapanı yalnız bırakmamalıydı. Madde üç, yetmiş beş yıl öncesi tarih için bir hafta kadar uzaktır. Yetmiş beş yıl öncesi tahkik, tahlil ve tenkit edilmezse ondan öncesi büsbütün karanlıkta kalır. Kimseyi peşinen mahkum etmeden, fakat kimseyi sorgulama dışında da bırakmadan namuslu tarihçilik ve vicdani mes'uliyetle araştırma yapılmalı ve karanlıkta kalmış her vak'a gün ışığına getirilmelidir. Bunlar, tarih fakültelerinde master ve doktoralara konu olmalı, araştırmacılar teşvik edilmeli, hiçbir araştırmacı ve fikir adamı yaptığı çalışmadan dolayı korku çekmemelidir. Kendi topraklarımızda zamanın bir döneminde yaşanmış her şeyi bilme hakkına sahibiz. Yanlış yapılmışsa düne aittir. Onu geriye doğru gidip değiştirmek mümkün değil. Çekinmenin mânası yok. Onların üstü örtülürse efsaneler doğar. Şu kadarcık bir tartışma bile gazete sayfalarına varıncaya kadar her şeyi yazıp çizilir kıldı. 1937-38 Dersim katliam kararını veren isimler de uygulayıcılar da artık ortada. Elli ila yüz bin insanın katlinden söz edilmekte. Hatıra sahiplerinin ifadesiyle bu insanlar mağaralarda 'fare gibi' zehirlenmişler, bombalanmışlar. Suç işlenmiş olabilir. Fakat suçla ceza arasındaki dengenin adı adalettir. Adaletten sapmaya zulüm denir. Yargılamadan yapılan infaz meşru değildir. Ayrıca suçun şahsiliği esastır. Genelleme yapılarak kırıma gidilemez. Sultan Abdülaziz suikastı, 31 Mart Vak'ası, Vahideddin'in ülkeyi terk sebebi, Şeyh Said vak'ası, İskilipli Atıf Hocanın asılması, İzmir Suikastı, Menemen, Dersim, 6-7 Eylül olayları ve daha neler varsa son iki yüz yılda karanlıkta kalmış her tarihî olay aydınlanmalıdır. Bunun için Genelkurmay da MİT de arşivlerini mutlaka ve tez zamanda açmalıdır. Dahası bizzat bu kurumlar, araştırmacılara teşvik ödemeleri yapmalıdır. Bu olgunluk bu memlekete çok görülmemeli. Slogan devri, ideolojiler, ezberler bitti. Kimse hatadan münezzeh değil. Şüpheler aydınlandıkça tarih temizlenir. Kirli tarihle güçlü yarınlara varılamaz.
.
Kurtköy Havaalanı
25 Kasım 2011 01:00
1937'de mağaralara sığınmış veya doldurulmuş en az elli bin Dersimli zehirli gaz atılarak öldürüldü. Buna dair emrin devrin cumhurbaşkanı, başbakanı, genelkurmay başkanına ait olduğu kaç gündür gazetelerde imzaları yayınlanarak ortaya konmakta. Bizzat bir CHP milletvekili olan Hüseyin Aygün, konuya dair araştırma yapmış. 'Sorumlu CHP ve devlettir' diyor. O böyle dedi diye de beyaz CHP'liler ateş püskürmekteler. Halbuki iki yıl evvel Onur Öymen, Dersim katliamını bir iftihar vesikası olarak ilan etmişti. Dersim CHP'den ikinci kere ah almakta. Her şey tarihe intikal etmiştir. Kararı verenler belli. Kararı tatbik edenler de belli. Onlardan biri de Sabiha Gökçen. Biz, oldum olası hep hayret etmişizdir. Bir kadın, nasıl olur da böylesine kitle katliamına uçaktan bombalar atarak katılır? Bunu kadın hilkatine aykırı bulmuşuzdur. 1937 Dersim Harekâtında başrolde olmasından dolayı harekâttan sonra devrin reis-i cumhuru, başvekili ve erkânı harbiye reisi tarafından bir merasimle kendisine THK Murassa Madalyası verilmiştir. Sabiha Gökçen, hatıralarında babası Edirne Defterdarı Hafız Mustafa İzzet Beyin Jön Türk olması sebebiyle Edirne'den Bursa'ya sürgün edilmesinden dolayı 1913'te Bursa'da dünyaya geldiğini yazar. Atatürk tarafından evlat edinildiği bilinmekte, hemen neredeyse sürekli yanındadır. 2001'de ölümünden sonra Ermenistan vatandaşı Hripsime Gazalyan, Sabiha Gökçen'in kendi teyzesi ve Urfalı bir Ermeni ve asıl isminin de Hatun Sebilciyan olduğunu iddia etmişse de tanıyanlar ve THK bunu şiddetle yalanlamıştır. 1998'de Pendik Kurtköy'de bir havaalanı inşaatına başlandı. Devir 28 Şubat'ın olanca şiddetiyle devam ettiği tarihtir. Normalde bu havaalanına 'Kurtköy Havaalanı' ismi verilmesi gerekirken Sabiha Gökçen adı verilmiştir. Şimdi, Türkiye yakın tarihiyle yüzleşirken bu konu da tartışmaya açıldı. AK Parti Adıyaman milletvekili Mehmet Metiner, bu ismin o havaalanından kaldırılmasını teklif ediyor. Bunu kimse yadırgamamalı. Milletvekili bu gibi teklif ve fikirler üretmek için var. Şimdi taraftar olan da karşı olan da görüşünü ortaya koyabilir. Bir yere bir isim verilmekse verilmiş ve 10 küsur yıldır da kullanılmakta. Bu kâfi görülebilir. Bir isim bir yerden ilk defa kaldırılmayacak. On binlerce vatandaşın ölümünde dahli olan bir insanın bir havaalanında adının yaşatılması haksızlıktır. Bir kişiye saygı gösterilmek istenirken on binlerce kişiye saygısızlık yapılmıyor mu? Oranın adı Kurtköy Havaalanı'dır.
.
Esad'ın dostları
28 Kasım 2011 01:00
Türkiye'nin yönlendirmesiyle toplanan Arap Birliği İktisadi ve İçtimai Meclisi, Suriye'ye karşı bazı müeyyide kararları aldı. Başbakan Yardımcısı Ali Babacan da oradaydı. O kararlar, Ahmet Davutoğlu'nun da katıldığı dışişleri bakanları şûrasında onaylanmakla hayatiyet kazanıyor. Maddeler şunlardır: -Suriye'ye uçuşların durdurulması. -Halkın zaruri ihtiyaçları hariç, ticari ambargo uygulanması. -Yönetimin yurt dışındaki mal varlığının dondurulması. -Merkez bankasıyla ilişkilerin askıya alınması... Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari, karara karşı olduklarını açıkladı. Zebari, ayrıca Yemen, Lübnan ve Ürdün'ün de karşı olduğunu sözlerine ekledi. Ürdün'ü bilmiyoruz. Ürdün Haşimi Krallığı'nı ihtiyaten bir kenara ayırırsak her gün en az iki düzine vatandaşını daha doğrusu Sünni vatandaşını katleden bir zorba idarenin böylece dostları netleşmektedir. Bunları şöylece sıralamak mümkün: Lübnan, Yemen, Irak. Kurnaz politikalarla Çin ve Rusya. İsrail de yarın destek verirse şaşmamalı. İsrail belki, fakat Kuzey Kore, Venezuela ve Küba, halkların kardeşliği için Beşar el Esad idaresiyle omuz omuza olduklarını açıklayabilirler. Soyadından dolayı kendini gerçekten aslan zanneden kuzu postundaki bu acımasız adamın başka dostları da var. Onlardan biri CHP, diğeri PKK. CHP'lilerin sırf AK Parti'ye inat devlet politikasına aykırı olarak Şam'a gidip elini kana bulamış talihsiz bir adama destek vermeleri ana muhalefet partisi ağırlığıyla bağdaşmamıştır. Neden bir kısım CHP'liler, katledene hayranlık psikolojisindedir anlamak mümkün değil. Dersim kaynaklı CHP yönetimi, Dersim katliamını mazur göstermek gibi izahı mümkün olmayan sağlıksız bir problem içinde olmaktan başka bu partiden birileri de sivil insanları kurşunlayan bir diktatör heveslisinin elini sıkmak, sırtını sıvazlamak için gidebildi. Üstelik bu hey'etteki bazı bayanlar da eşarp taktılar. Neyse ki peçeyi düşünmemişler. Mümkündür ki Suriye halkının çarşaflı, peçeli olduğunu sandıklarından böyle bir tuhaflık yapıldı. Acaba Seyf'ulislam Kaddafi'nin metroseksüel erkek olmasındaki gibi Esad'ın hanımının da topraklarına ne kadar yabancılaştığını bilmiyorlar mıydı? PKK'ya gelince. Esad da biliyor ki ne Irak, ne Küba, ne CHP. Suriye, despot idaresinin kullanacağı, onların da bu rejimi kullanacağı tek unsur bu örgüttür. İkisi için de eski dost düşman olmaz ve düşmanımın düşmanı dostumdur fikri esastır. İkisi de kan dökmekte zalimdir. Burada Sünni Kürtlerin uyanık olması gerekir. Kim kimi nereye vagon yapmakta? Bu ikili çok tehlikeli teşebbüslere girişebilirler. Köşeye sıkışan canavar saldırır. İkisi de köşeye sıkıştı. Çok dikkat edilmelidir. Bombanın pimi çekiliyor.
.
Askerlikte yaş ve bedel için gerçekçi olmalı
29 Kasım 2011 01:00
Türkiye'nin önündeki olmazsa olmazları çok, ama bunlardan ikisinin halli çok acildir. Biri kalıcı bir anayasa yapılması, ikincisi de profesyonel askerlik sisteminin kurulmasıdır. Anayasa da ordunun yapısı da çok çeşitlendi. Çağın, sosyal hayatın getirdiği zorlayıcı hükümler, mecburi askerlik sistemini fiilen eskitmiştir. Bu eskime veya bitme sebebiyle askerlik yaşına girmiş yarım milyon genç, askere gidememektedir. Yarım milyon asker kışlada varsa yarım milyon asker adayı da dışarıdadır. Ancak ikinciler kaçaktır ve kâğıt üzerinde bile suç işlemektedir. Durumuna göre bazısı yoklama kaçağı, bazısı bakaya. Hiçbir ülkede yarım milyon vatandaşa suçlu muamelesi yapılamaz. Yarım milyonun kabul etmediği mevzuat düşer. Bugün TSK çok çeşitlendi. Profesyonel komando var, sözleşmeli er var, muvazzaf var, paralı var, dövizli var, subay var, astsubay var. Hatta korucu var. Diğer taraftan bazı vatandaşlar, parayı verip hiç askerlik yapmayacak, bazısı 21 gün, bazısı 6 ay bazısı 15 ay yapacak... Bir tarafta terörle mücadele ve orduyu zayıflatmama mecburiyeti, diğer tarafta yarım milyon suçlu. Bedelli ve dövizli gailesi böyle bir havada yine gündeme geldi ve birkaç senelik tartışmadan sonra yeniden tanzim edildi. Fakat derde derman olunamadı. Bir hayal kırıklığı doğmuştur. Yaş 30'dan gün almaya bağlandı. Para, bedelli için 30 bin TL, dövizli için 10 bin euro. Bu aslında mecbur kalınarak yapılmış düzenlemedir. Genelkurmay endişeli. Bir anda kaynaktan mahrumiyet sıkıntısı yaşamak istemiyor. Siyasi irade ise büyük baskı altında. Onun için yaşın 25 ve paranın da daha makul olması gerekirken yapılamadı. Tasarı bugün TBMM genel kurulunda. Genel Kurul, politika üstü bir mutabakatla suçluların sayısını düşürmelidir. Neticeyi okumak lazım, yaş ve para yüzünden müracaat çok az olacak, kaçak sayısı ise giderek artacaktır. Bu sonuç da insanlarda evlilikten iş hayatına, beyin göçüne kadar türlü sağlıksız etkiler yapar. Ortada öyle bir çıkmaz var ki: Asker adayı, TSK, Hükümet, parayı verebilen, veremeyen, şehit ailesi, diğer aileler herkes rahatsız. Çıkış yolu profesyonel orduya geçmektir. Zaten şu gün ortaya çıkan sonuç vicdanları kanatmakta: 'Parası olan gitmesin, fakir ölsün' gibi kahır sözleri ayyuka çıktı. Herkesin haklı olduğu, herkesin şikâyetçi olduğu çok yönlü bir problem var. Yaş konusunda da ödenecek bedelde de gerçekçi olmak lazım. Bir gerçekçi olması gereken de Genelkurmaydır. Genelkurmayı profesyonel askerlik hususunda gönülsüz görüyoruz.
.
Yunanistan, bunu yapabilir mi?
30 Kasım 2011 01:00
Bir gün gelecek Yunanistan'a acıyacağımız hiç aklımıza gelmezdi. Eskiden demirbaş düşmanlarımız vardı. SSCB ilk sıradaydı. Ona tarihten devraldığımız bir nefretle 'Moskof' derdik. Bulgaristan, diğer bir düşmandı. Çok mühimce biri de Yunanistan'dı. Yunanlılar, İngilizler tarafından İzmir'den Anadolu'ya çıkartıldığında yangın, yağma, vahşet gibi çok kötülükler işlediler. Bu mezalimi yaşayan nesiller, bizlere de affetmeme kararını mukaddes bir miras gibi bıraktılar. Gün geldi, tarihin hakikatini mahfuz tutarak şartları değiştirdik. Yunanistan'la Kıbrıs hariç birçok problem en azından askıya alındı, dostluklar kuruldu. Artık Ege'de it dalaşı haberleri çıkmıyordu. Oniki Ada, hep derin bir yara olarak yüreğimizde kaldı ve kalmaya devam etmekte. Tarihte on büyük haksızlık sayılsa bunlardan biri Oniki Adanın Yunanistan'a bağışlanmasıdır. Türk'ün hakkı fiilen gasbedilmiştir. Düveli Muazzama denen Büyük Devletler, XIX. Asrın ortalarında bir senaryo yazıp onu adım adım tatbik ettiler. XXI. Asrın başında Irak'ta sahneye konan dram, o tarihte Osmanlı devletine reva görüldü Osmanlı vilayetlerini önce kopartıp sonra silah verip üstümüze saldılar. Dün de dağda Bulgar, Rum, Sırp çeteleri vardı. Geçen asırda kuzey batımızda oynanan oyun, bu asırda güney doğumuzda sahneleniyor. Bugün Yunan yönetiminin, entelektüellerinin bir nefis muhasebesi yapması şart olmuştur. Yunan vicdanı, Macar vicdanı kadar hakkı teslim kabiliyetine sahip olsun isteriz. Problemler hep kavga ve savaşla çözülmez. Savaş çözüm değil, bir tarafın galibiyeti veya iki tarafın mahvolmasıdır. Yunan aklı, muhakemesi İstiklal Savaşımızda piyon olarak kullanıldıklarını bugün olsun görebilmeli, bir haksız zenginliğin kendilerine lütfedildiğini fark etmelidir. Yunanistan'la belli başlı olarak Ege Adaları, Ege hava sahası, Kıbrıs, Heybeliada Ruhban Mektebi ve Batı Trakya'ya dair ihtilaflar var. Bu ihtilaflar aşılamaz mı? İyi niyet olursa neden aşılmasın? Araya başka hiçbir devleti katmadan kurulacak komisyonlarla bunları halledebileceğimizi sanıyorum. İki ülkenin birbirini anlaması için mutlaka deprem mi olması lazım? Bir ay evvel Yorgo Papandreu'yu Angela Merkel karşısında el pençe dururken görünce üzüldük. İki gün önce bir haber okudum, Yunanistan'da ekonomik sefaletten dolayı kötü yola düşen kadın sayısı korkutucu sayılara çıkmış. Son haberde ise AB patronlarının Yunanistan'ı Euro'dan atacakları vardı. Kendileri bilir ama bu kadar aşağılandıkları bir birlikten atılmaya kalmadan ayrılsalar daha manalı olur. Sonra ne yapacaklar? Türkiye ile aynı çatı altında beş asır yaşadılar. Yorgo Papandreu, başbakanlıktan ayrılırken, Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan'ı arayıp bilgi verdi. Dahası, yerine gelen başbakan da aynısını yaptı. Bu gözden kaçan ayrıntı zenginleştirilmelidir. Bizde düşene tekme vurulmaz, el uzatılır.
.
Uzun tutukluluk, adalete kaybettirir
1 Aralık 2011 01:00
Adalet, hakim veya hey'etin muhakeme şartlarına riayet ettikten sonra kanaatini, tecrübe ve vicdanının imbiklerinden geçirerek verdiği kararla doğar. Vaz geçilemez vasfı inandırıcılığıdır. Kararın isabetine mağdur da mahkum da inanabilmelidir. Tarafların, hele hakimin inanmadığı hüküm adalet değil faciadır. 'Şeriatin kestiği parmak acımaz!' deyimi unutulmamalı. Ceza mahkemesinde bir tarafta iddia makamı, bir tarafta müdafaa makamı, ortada da hakim bulunur. Süreç, mağdurun şikâyeti veya emniyetin doğrudan müdahalesiyle başlar. Emniyetin hazırlık dosyası savcıya gider. Savcı, ya takipsizlik kararı verir veya mahkemeden dava açılmasını talep eder. Mahkeme, talebi kabul veya gerekçesini göstererek reddeder. Hakkında suçlama yapılan insan, mahkemenin tutuklama kararı verdiği âna kadar zanlı veya şüpheli sıfatını taşır. Tutuklama kararından itibaren sıfatı 'mevkuf' yahut 'tutuklu' olur. Tutuklu ara celselerde de tahliye edilebilir. Veya davanın sonuna kadar salınmaz. Tutuklama kararı da tutukluluğun devamı da delilleri korumak içindir. Kanunda buna pek de yerine oturmayan bir ifadeyle 'delilleri karartma tehlikesi' deniyor. Hükme adil dedirten temel sebeplerden biri kararın hızlı olmasıdır. 'Gecikmiş adalet adalet değildir' sözü çok doğrudur. Tutukluluk, nazari olarak istisnaidir... Ancak hiç istisnai olamadı. Halbuki bırakınız tutukluluğu hükümler bile bazen yargıtaydan geçmiş olsa da yanlış olabilmekte. Onun için 'iadeyi muhakeme' denen bir müessese vardır. İsabetsiz tutuklama veya haddinden fazla tutuklululuk yahut iadeyi muhakemeyi icab ettiren hatalı karar doğrudan doğruya insan hayatıyla alakalıdır Daha kısa ceza verilmesi gerekene müebbet ceza verilmesi adaletsizliktir. Müebbed ceza verilmesi lazım gelene sıradan ceza verilmesi de adaletsizliktir. Bazı fiiller için ilk anda tutuklama makul olabilir. Ama tutukluluk, senelere varıp hükümden çok evvel mahkumiyete dönerse o dört duvar azabıdır. Artık tutuklama gerçekten istisnai olmalıdır. İstihbarat, iletişim ve kolluk kuvvetlerinin böylesine kuvvetlendiği bir zamanda parmak basarak imza atma döneminden kalan uygulama doğru değildir. Devlet, vatandaşı içeri alıp ona masraf yapacağına aynı masrafla delilleri korumalı. Kaçacaksa kaçırtmamalı, delilleri yok edecekse ettirmemeli. Tutuklu bir kişi değil, ailesi de onunla beraber cezalanıyor. Uzun tutukluluk tüyler ürperticidir. Ya yargılama sonunda beraat ederse? İşte hukukta bu 'ya'ya şüphe denir, şüpheden de sanık faydalanır. Savcıların bundan böyle kendi tasarruflarına dair basına kendilerinin açıklama yapma yetkisinin tanınması çok yerinde oldu. Onun gibi tutukluluğa dair bir üst sınır getirecek kanun da bir an evvel çıkmalıdır. Vaktinde k
.
AB'ninki kıskançlık
2 Aralık 2011 01:00
Çarşamba günü Türkiye'ye dair veya Türkiye'nin Beşar Esad siyasetine dair iki gelişme oldu. Birbirine zıt iki tutum. Beyaz Saray, Türkiye'nin aldığı birtakım müeyyidelerden dolayı tebriklerini dile getirdi. AB ise perşembe günü AB dışişleri bakanlarının Brüksel'de Suriye için toplanacağını açıkladı. Ne var ki bu toplantıya Türkiye yani sayın Ahmet Davutoğlu dâvet edilmedi. Sebep? Sebep, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Bölgesi, Türkiye'nin dâvet edilmesini veto etmişler. Kim veto yani red kararı vermiş? Yunanistan ve Kıbrıs Rumları. Çok iyi etmişler, Avrupa bunu bin kere hak etti. Körle yatan şaşı kalkar. Bu şaşılığın şaşkın eseri, Avrupa Birliğine hayırlı olsun! Yunanistan dediğin iflasla pençeleşen bir hazır yiyici devlet. Eğer, orada kararlar sağlıklı olsaydı bu acınacak hallere düşmezlerdi. Kıbrıs Rum Bölgesini tarife bile gerek yok. Lunapark aynasına bakıp kendini devlet zanneden bir cüce. AB işte bunları rehber edinmiş. Basiretsizliğin bu kadarını göstermek için AB kuruntusuna mı malik olmak gerekirdi? Şunlar nasıl anlaşılmaz? Türkiye olmadan, İslâm âleminde ve bilhassa Orta Doğu'da alınacak her karar kadük kalmaya, hayat bulmamaya mahkûmdur. Avrupa'nın da Orta Doğu'nun da huzur reçetesi Ankara'dadır. Bırakınız Türkiye gibi Suriye ile, din, akrabalık, bin yıllık tarih, kültür ve tam coğrafi ayniyet içinde olan bir ülke dışişleri bakanını çağırmamayı, Endonezya veya Fas gibi Suriye'ye uzak bir devletin Ahmet Davutoğlu gibi üstad bir Hariciye Vekili olsaydı O'nu dahi akıl, mantık ve menfaat bu toplantıya dâvet etmeyi behemehal emrederdi. AB'nin Yunanistan ve Rum Bölgesi elinde ciddiyetini kaybetmesine sadece tebessüm ederiz. Havanda su dövdükleri toplantının sade suya tirit kararlarından bir netice çıkmazsa vebali kendilerine. Türkiye kayıpta değil, parası, birliği ve istikbalinden sonra şimdi basireti/uzak görüşlülüğü/ufku da münakaşa mevzuu olan AB kayıptadır. Kaht-ı rical yaşayan Avrupa, bundan böyle tehlikeli bir sath-ı mailde, tercih isabetsizliği ile malûl. O nasıl dışişleri teşkilatı ki spor adamları kadar basirete sahip değiller. AB'li spor adamları, 2012 Avrupa Spor Başkenti olarak İstanbul'u seçerken AB'nin kendisi politik madrabazlığın mağduru olmayı sineye çekebilmektedir.
.
Topkapı vak'ası
5 Aralık 2011 01:00
> Washington, DC 400 küsur yıl Adalet Kulesi altında toplanan devrin Bakanlar Kurulu ile yeryüzüne hükmeden Topkapı Sarayı için Necip Fazıl, Canım İstanbul adlı anıt şiirinde "Hâlâ çığlıklar gelir Topkapı Sarayı'ndan" der. Resmî ideolojinin Topkapı Müzesi diye haksızlık yaptığı bu mekân, elbette ki o dört asır içinde kahkahaya da çığlığa da gözyaşına da zafer şükürlerine de sahne oldu. 1856'dan Cumhuriyet'in ilk dönemine kadarsa yine Necip Fazıl merhumun bir şiiriyle tasvir edersek 'sükût gibi münzevî ve çığlık gibi hür'dü. Sanki Büyük Veda'yı en önce o hissetti ve bir bahaneyle artık taşımaktan yüksündüğü mes'uliyeti Dolmabahçe'ye devretti. Müzeye çevrilince de turistler için büyük câzibe merkezi oldu. Şimdi Topkapı'da eserleri görünce 'aman Allahım!' diyen turistlerin hayranlık sesleri var. Tâ ki geçen haftaya kadar. Geçen hafta Bab-ı Hümayun'da bir buçuk saat boyunca silahlı çatışma yaşandı. Suriye plakalı arabayla ve turist vizesiyle Türkiye'ye giriş yapan bir kişi, Beyoğlu'nda Libyalı yaralılarla aynı otele yerleşiyor, Mercan'dan pasaport ibrazıyla pompalı tüfek ve fişeklikler alıyor, oradan Sultanahmed'e gidip bir kahvede kahve söyleme bahanesiyle hazırlığını yapıp sonra da sarayın dış kapı girişindeki askere 'Allahü ekber!' haykırışıyla saldırıyor. Sorular şunlardır: 1-İki kişi oldukları anlaşılan bu şahıslar, nasıl vize alabilmişlerdir, vize vermeden gerektiğinde araştırma yapılmıyor mu? Neden Suriye'ye gitmiştir? Vizeyi hangi ülkeden almıştır? Libya'dan Suriye'ye ne şekilde gelmiş, Suriye'den İstanbul'a kara yolu gibi pahalı bir tercihi hangi imkânla karşılamıştır? Arkadaşının kayıtları nedir? 2-Saldırgan, bir Kaddafi fanatiği mi, Beşar Esad'ın mektubu mu? 3- Niyeti için ne düşünülmektedir? Neden Topkapı? 4-İstanbul gibi içinde yaşayan her İstanbullunun bile her semtini tam bilmediği bir büyük şehri nasıl bu kadar iyi tanımaktadır? Daha evvel gelmişliği var mı, yoksa onu bir yabancı istihbarat mı eğitti? 5-Suriye plakalı o araç şimdi nerededir, araç şahsa mı ait, kiralanmış mı, bir Suriyelinin mi? Suriyelininse o Suriyeli kim? 6-Nasıl olmuş da bir saldırgan hedefine adım adım yaklaşırken güvenlik birimlerimiz onu görememiştir? 7-Topkapı Sarayı ve diğer sarayları hangi evsafta asker beklemektedir. Bir kişi kapıdaki nöbetçiyi ağır yaralayıp silahını alabilmiştir. Peki on kişi olsalardı ne olurdu? Topkapı Sarayı'nda bir emniyet zaafı mı var? 8-Hadise siyasi mi, bir psikopatın macerası mı? Bir profesyonelin cesareti mi? Kan tahlili ne diyor? 9-Katil, Samir Salem Ali el Madharvî kimdir? Ailesi necidir? 10-Suikastı tezgâhlayan Muhaberat veya eski Libyalılar değil de üçüncü bir devlet mi? Vak'a düşündürücü. Bu mektupta şu yazılmış olabilir: -Biz, sizi gerektiğinde kalbinizden vururuz!
.
Norveç Katliam Ödülü!
6 Aralık 2011 01:00
Olay hafızlarda o kadar taze ki... Daha birkaç ay evvel, bir meşhur ajans ve yerel medya 'İslamcı teröristlerin Norveç'i kana buladıkları' haberini yaydılar. Norveç'te bir adada kamp kurmuş üniversite talebelerine baskın yapılmış ve yüze yakın insan ölmüştü. Norveç halkı da duyanlar da şoka girdi. Fakat çok kısa süre sonra anlaşıldı ki eylem, "İslamcı terörist" işi değildi. Katil, Anders Behring Breivik isminde '79 doğumlu ve iş adamı diye kaydı bulunan bir Norveçliydi. Eylemi bu Hıristiyan terörist yapmıştı. Nitekim itiraf da etti. Araştırmalar sonucu bu kişiyle alakalı şu sonuçlar ortaya çıktı: -Köktendinci ve ırkçı bir Hıristiyan. Hıristiyan Avrupa idealine sahip. Bunun için internette 1516 sayfalık bir bildiri yayınlamış. Bildiride Müslümanlar için ağır ifadeler kullanmakta. Tapınak Şövalyeleri üyesi ve mason. Katliamda değişik bilgiler verildiyse de sonunda biri Türk vatandaşı olan 77 gencin katledildiği kesinleşti. Katil, son derecede soğukkanlıydı ve bu eylemi fikirlerine dikkat çekmek için yaptığını söylüyordu. Norveçli yetkililer Müslümanlardan özür dilediler. Bizler de yazarken, konuşurken Norveç'i ayrı tutmaya özen gösterdik. Hadiseye ilgili ülke adliyesi el koydu. Gerçi Norveç'te en yüksek ceza 21 yıldı ama 'eh, dedik, herhalde bu ceza verilir.' Öyle ya 77 canın bir katil etmesi lazım! Fakat etmeyecek görünüyor. 1516 sayfa yazı yazabilen birine deli raporu verdiler. Böylece cezai ehliyeti olmadığını ispatlama gayretindeler. Norveç basını da katil için romantik laflar etmekte. Mahkemenin bu sipariş rapor ve duygusal propagandaya dayanarak beraat kararı vermesinden kaygı duyulmakta. Buradan çıkan sonuç şudur. Hiçbir şey göründüğü gibi değil. En azından etkin bir Norveçli grup Breivik gibi düşünmektedir. Norveç Avrupa'nın çatısında. Nüfusu 5 milyondan az bir memleket. Kişi başına milli geliri zirvede. AB 'gel bize katıl!' diye yalvar yakar olmakta fakat halk, bu isteği referandumla reddediyor. Sıfatı da çok, ödül ülkesi, balıkçılık ülkesi, şu ülkesi bu ülkesi... Ancak, şu sorunun cevabı henüz belli değil 'adalet ülkesi' mi? Devleti devlet yapan ana unsurların başında adalet tevzii gelir. Devlet, adalet vasfıyla devlettir. 77 balık öldürülmedi! Bakalım, Norveç meşruti krallığı bir devlet mi değil mi? Orada hakimler sahte raporlar ve bağnaz satırlarla mı yönlendiriliyorlar, yoksa onlar vicdanlarıyla ve 'teröristin her çeşidi cezaya layıktır' diye hakkaniyet ölçüsüyle mi karar veriyorlar. Norveç'te yerler buz tutmuşsa yürekler de mi buz tutmuş? İmtihandasın Norveç. Katile ya ceza vereceksin.. Veya ceza vermeyerek ödül vermiş olacaksın.
.
İstikrarımız itibarımızdır
12 Aralık 2011 01:00
> İstanbul İçeride ve dışarıda sahip olduğumuz hangi avantaj varsa bunların tamamı 'istikrarlı Türkiye' gerçeğinden dolayıdır. İçteki yüksek heyecan ve dıştaki yüksek teveccüh bu istikrar yüzünden. İstikrar, yarından emin şekilde yaşamanın adıdır. Aksi, kargaşa, kaos ve bir saat sonrasından korkmaktır. Memleketimiz, 1990-2000 arasındaki kayıp yıllarından sonra -şükür ki- 10 yıldır bir istikrar ve huzur coğrafyasıdır... ABD'den yeni döndük. Bu memleketin vatandaşları dahil yabancıların yurdumuza bakışlarını anlatsak mübalağa ediyorsun denebilir. ABD'de ekonominin seyri, işsizlik ve benzer problemler, ülkenin istikbalini en azından düşünme noktasına getirmiştir. Sanki bir rüya bitme sürecine giriyor. 2012 Seçimleri galiba bir kavşak noktası olacaktır. Rusya'da sandık kavga getirdi. Moskova, Putin muhaliflerinin protestolarıyla çalkanıyor. Orta Doğu kaypak ve kaygan bir bahar havasında, rüzgâr her ân her yöne dönebilir. AB hakkında birkaç yıldır yazdıklarımız bizi doğrulamakta, oradan çatırdama sesleri geliyor. Bu şartlardaki dünyada Türkiye şanslı ülkelerden biri, hatta birincisi. Öyleyse herkes, bu istikrarın muhafazası için titremelidir. İstikrar bozulursa itibar yitip gider. TBMM altı ay evvel çıkardığı bir kanunu altı ay sonra cezaları fazla bularak tashih etme ihtiyacını hissetti. Bu kadar kısa sürede böyle bir tasarruf şık mıdır? 'Evet' demek çok zor. Cumhurbaşkanı da bundan dolayı bir kere daha mütalaa edilmesi isteğiyle kanunu meclise iade etti. Buna 'veto' dendi. Tarif, bir galatı meşhurdur. Cumhurbaşkanı hükümdar değil ki veto etsin. Ama, aynı zamanda Cumhurbaşkanı Çankaya noteri de değildir. O makamın da bir fikri olacak ve bunu dile getirecektir. Türkiye ciddiyeti için esas itibariyle tali olması gereken bir mevzua dair bir kanun TBMM'de aynen kabulle tekrar geçti. Şimdi bazıları, içten içe iktidarla Çankaya'nın daha açık bir söyleyişle sayın Abdullah Gül'le sayın Tayyip Erdoğan'ın arasının açılmasını beklemekte, hatta dilemektedir. Kimse kem bir arzuya kapılmasın, bu olmayacaktır. İki isme de akl-ı selim hakimdir. Devlet yönetme sorumluluğuyla hareket etmekteler. Biz hiç sanmıyoruz ki Cumhurbaşkanı, kanunu kerhen imzaladıktan sora iptali için Anayasa Mahkemesine gitsin. Bir yol kazası oldu. Kabul edilsin ki altı ay evvel kanun bu şekliyle çıkmıştı. Saklanmaması gereken futbol dünyasındaki kokuşmuşluktur. Bunun telafisi gerekir. Ama cezaların kabili tatbik olması da gerekir. Fakat bunlar yapılırken Türkiye ligden düşmesin. Çıkacak bir fitne, kendi kalemize gol atmak olacaktır.
.
Doğru; dizi bir silahtır
13 Aralık 2011 01:00
Time, 100 Türk dizisi 23 ülkeye satıldı, diziler Erdoğan'ın gizli silahıdır ve dizi silahı, Obama'nın silahlı gücünden daha etkilidir diye haber yapmış. Türkiye'de birkaç nesil, resimli Amerikan çizgi romanlarıyla büyüdü. Bu romanlar öylesine yaygındı ki sinema önlerinde kiraya verilirdi. Kitap 25 kuruş, kirası 5 kuruştu. 50'li, 60'lı yılların gençleri sinema önünde veya evinde yahut sınıfta kitap arasında bunları okuduktan sonra sinemaya gidince de western filmlerini seyrederdi. Okullarda barış gönüllüsü adı verilen Amerikalı öğretmenler vardı. Kitap diye Amerikan çizgi romanları okunuyordu. Film olarak da Amerikan filmleri seyredilmekteydi. Hollywood sineması zamanla gelişerek bir endüstri halini aldı. 70'li-80'li yıllar ise Türk kadınının kendini Brezilya pembe dizilerine kaptırdığı yıllarıdır. Bu dizilerin hakimiyeti, çeyrek asır kadar sürdükten sonra yerli diziler onların yerini aldı. Şimdi Türk sineması, Avrupa ve Amerikan sinemasıyla mücadele içinde. Hatta ilgili bakanlıklar Türk ve Hind sinemasının iş birliği için görüşmeler yapmaktalar. Şunu hep dedik ve yazdık: -Amerika, bir gün Hollywood veya ordudan birini seçmek zorunda kalsa sinemayı tercih eder. Time dergisinin ima ettiği budur. Türkiye, bir piyasayı ele geçiriyor. Ancak bu sadece bir ticari olay değildir. Haber, onun için "Erdoğan'ın filmi, Obama'nın ordusundan daha güçlü" diyor. Tesbit, ilginçtir. Ne var ki bizim ve daha birçok kanaat önderinin büyük kaygıları var. O da şu, Türk dizileri ne kadar yerli? Bizi, bizim insanımızı, ailemizi, aşkımızı, üslubumuzu, hayat tarzımızı, değerlerimizi ne kadar yansıtmaktadır? Bazı diziler iktidarın üst yapıda yapmak istediklerini altyapıda kaidesinden kaydırmakta. Bundan dolayıdır ki aile için zararlı olmakta ve bundan dolayıdır ki bazı ülkeler Türk dizilerini yasaklamaktalar. Şunu demiyoruz: İdeolojik sinema olsun, güdümlü dizi çekilsin. Hayır, fakat bu ağaç, çiçek açtığı toprakların iklimiyle uyuşsun, bir yıkım yaşanmasın. Elde kumanda olmadan, 'aman şimdi ne çıkacak!' korkusu yaşanmadan 3 neslin ekran başında zevkle zaman geçirdiği dizi yerlidir, bizdendir. Veya 3 neslin gittiği beyaz perde yerlidir. Reklamcılığımız da diziler de filmciliğimiz de dünya ile yarışır hale gelmiştir. Kalıp tamam sıra kalbde. Yakalanan bu fırsat, heba edilmeyerek bizi layıkıyla temsil edecek şekilde müesseseleşmeli. Şehvet, sanata ve insana ve aileye kıymamalı. Doğrudur, dizi bir silahtır. Ancak o silah, elde ve aile içinde ve ihraç edildiği yerde patlamasın. Diziler yaygınlaştıkça evden kaçmalar da artmakta. Sanat ve ahlak dengesi kurulabilmelidir. Kamera, yatak odasına girdikçe kaybeder ve kaybettirir.
.
En önemli gündem maddesi yeni anayasadır
14 Aralık 2011 01:00
'Muvaffakiyet, ehemmi, mühime tercih etmektir' denmiş. En önemli, önemliden evvel yapılırsa başarı elde edilmiş olur. Yılın bitmesine bir aydan az kaldı. İkinci yılda da altı ay sonra yaz rehaveti başlar. Daha yeni anayasaya dair ortada tek maddelik olsun taslak yok. Halbuki yeni anayasa 2012'de biter diye düşünmüştük. Öyle de olmalıydı. Hızlı bir giriş yapıldı, ama devamı gelmedi. Ne kadar önemli olsa da anayasaya göre tali gündem maddeleri bir anlamda yalancı gündem, esas gündemi, iktisattaki o meşhur tabirle kötü para iyi parayı kovdu. Böyle giderse korkarız ki sivil anayasa yapma fikri çok erkenden bitecek. Spor suiistimalleri, spor mafyası, futbol baronları ve spor şiddetine dair tartışmaların gündemlerin gündemi hayati bir meseleyi katlayıp rafa koymasını rüyada görsek inanmazdık. Futbol anayasa çalışmasını taca atmıştır. Vaziyetin acilen fark edilmesi gerekir. Yılgınlık mı geldi her neyse konuşması gerekenler bir şey demiyor. Başbakanın araya rahatsızlığının girmesi de bir şanssızlık oldu. Her iki muhalefet partisi anayasanın göz ardı edilmesinden sanki zımnen memnunlar. O cenahtan da bir ses-seda yok. Tabii ki koca memleketin tek gündeme kilitlenmesi beklenemez. Lakin mevzubahis olan öyle-böyle değil, yüzyılın gündemidir. 2023 Büyük Türkiye'sine ve 2071 Süper Güç Türkiye'sine koşarken bir değişiklik olmazsa darbe anayasası kötü pençe yapılmış postal gibi ayağımızı vuracaktır. TBMM Başkanlığı, Uzlaşma Komisyonu, Anayasa Komisyonu ve ilgili herkes yeniden silkinmelidir. Şayet bu defa da sivil irade bir anayasa inşa edemezse bu ayıp yüzünden uzun yıllar dile gelmeyebilir. Onun için Başbakan Tayyip Erdoğan, hareketi yeniden ateşlemelidir. Terörle mücadele tamam, Baasçı dikta ile diplomatik mücadele iyi, ötekilere de diyecek yok ama esas gözden kayboluyor. Gözden ırak olan gündemden de ırak olur. Yeni anayasa 2012'de yapılırsa büyük başarı olur. 2013'te de mümkün. Fakat sonrası karanlıktır. 2012'de meclis sadece iki hafta tatil yaparak bu büyük vazifeyi eda etmelidir. Mart 2014'te belediye seçimleri var. Hiçbir seçim peşin galibiyet değildir. Demir tavında dövülür. Tav kayboluyor. Tatiller uzun olursa önümüzde bir buçuk yıl gibi net bir zaman kalmakta. Hiç tatil yapılmazsa bile 24 ay var. Başbakan Erdoğan'ın çekici ele alması, anayasa demirini soğutmaması gerekir
.
Zıtların sahne alması
15 Aralık 2011 01:00
Kadına şiddet, karakolda dayak, faili meçhul cinayet soruşturmaları ve bir dönem F 16'lara yanlış adres verilerek terör örgütünün değil de dağın taşın bombalatılması ihaneti eş zamanlı olarak toplumun önüne geldi. Bunların hepsi aynı maneviyatsızlık temeline dayanmakta. CHP'li bir vekilin 'mele' uygulamasına dair konuşurken din eğitiminden bahsetmesi bizde acı tebessümlere yol açtı. Mele, 'molla' kelimesinin mahalli şivedeki telaffuzudur. Mollalar, her şeye rağmen doğuda ayakta kalabilmiş medreselerden dini tahsil almış insanlardır. CHP'li akademisyen vekil, buna karşı dini tahsilin gereğini dile getirdi. Samimi olabilir. Ne var ki mazi ve vaziyet öyle değil. Bu insanlar, sistemin şiddetine rağmen eğitim aldılar. Alamayanlardan bazıları ise işte böyle oldu. Faili meçhul de kadına şiddet de karakolda dayak da askerdeki satma da hep vicdan ve maneviyat mahrumiyetinden ileri gelmekte. Lafı ağızda dolaştırmaya gerek yok. Allah korkusu olan, şu sayılanların hiçbirini yapmaz. Bu günler dünkü Tek Parti zulmünün, kalblerden manevi değerleri kazıyarak insanda insanlığı bitirmesinin eseridir. Sosyal hadiseler, ertesi gün netice vermez. İşte böyle yarım asır sonra cemiyetin burnundan getirir. Kalkınmada dünya ikincisi, ihracatta dünya birincisi olduğumuz günkü sevindirici haberlerle bu kara haberler üst üste çakıştı. 'Bu başarılarla o rezaletler aynı milletin eseri midir? Faili meçhul de kadına çocuğa şiddet de karakolda vahşet de jetlere yanlış koordinat verme ihaneti de yüz karasıdır. İradeli, ahlaklı, şahsiyetli ve insanlık ve İslamlıktan nasipli kimseler bunları yapmazlar. Fakat yapılmış. Yapılmakta. Ve yapılıyor. Öyleyse çare nedir? Üstünkörü pansuman tedbirlerle çare üretilemez. Belki ötelenir ama kökten söküp atılamaz. Çare, Allah'a inanmak, ahlaka dayanmak, adalet fikrine sahip olmaktır. Sistem, bir anlamda kendi toplumundan 'mele' adı altında din adamı devşirmekte. Demek ki bir boşluk meydana gelmiş. O boşluk, illegal yolla doldurulmaya kalkışıldı. Şimdi icra, onu gerçekçi bir bakışla kendisi tanzim ediyor. Aynı gerçekçilik fire veren diğer alanlarda da olmalı. Aile, emniyet, asker, okul her nerede kayıp varsa bunlara el atılması gerekir. Faili meçhul de karakolda dayak da aile içi şiddet de yüz karasıdır. Bu lekeler silinmeli, hiçbir meçhul suç kalmamalı, herkes fiilinin hesabını vermelidir. Bir taraftan suçlular cezalanırken, diğer taraftan yeni suçluların çıkmaması, cemiyetin küflenmemesi için tedbirler alınmalıdır
.
Reyting, tiraj ve hakkaniyet
16 Aralık 2011 01:00
Polisin bazı reyting firmalarına baskın yaptığını duyan hiç kimsenin bir üzüntü yaşadığını sanmıyoruz. Reyting, tiraj ve tıklama Türkiye'nin sancılı diğer yüzüdür. Bunların ne olduğunu herkes bilmeyeceği için kısaca yazalım: Raiting/reyting, bir televizyonun ne kadar seyredildiğini gösteren ölçüdür. 'Denek' adı verilen 1000 veya 1200 gibi noktaya güya ölçme aletleri konmakta ve bu kadar az noktadan hareketle 20 milyona yakın hane bulunan Türkiye'de 75 milyonun seyir tercihine dair rapor çıkartılmaktadır. Tiraj, bir gazetenin, matbaadan çıkan baskı sayısıdır. Satış, bu baskının okuyucuya ulaşan kısmıdır. Tıklama ise internet medyasındaki okunma göstergesi. Bunların her üçü de en azından şüphelidir. Her TV, her gazete ve her internet gazetesi hile yapıyor demiyoruz. Bunu demek doğru da olmaz. Ama 'bunu yapan kimse yoktur!' demek de doğru olmaz. Bu üç kesimde de yıllardır böyle bir problem hatta hastalık vardır ve bir türlü de işin içinden çıkılamamaktadır. Bir başka söyleyişle bazı medya unsurları, hile ile kendilerini üst sıralarda takdim etmekte, böyle inandırmaktalar. Halbuki gerçek bu değildir. Peki böyle bir neticenin zararı nedir? Haksızlık... Reklam, çok okunduğu zannedilen gazeteye, çok takip edildiği zannedilen internet sitesine, çok seyredildiği zannedilen televizyona akmakta. Yani göz açıklar, kayırılanlar, pasta bölüşenler hak etmedikleri kazançlara kavuşurken şişirme yapmayan, bir yerlerle anlaşmayan, internette gizli oyunlar çevirmeyenler mağdur olmakta. Kısacası reklam yani para, ter dökene değil hile-hurda yapana gitmekte. Bunlar ne kadardır? Kimlerdir? Bilmeyiz... Onu ortaya çıkartmak, polisin, savcının ve mahkemelerin vazifesidir. Tabiî ki aynı zamanda RTÜK ve kokmaz bulaşmaz basın-yayın meslek kuruluşlarının. Şu var ki bugüne kadar buralarda bir rahatsızlık işitmedik, bir teşebbüs de görmedik. Bu itibarla şu müdahale yerinde ve geç kalmış bir operasyondur. Böylece ihtimaldir ki hak, haklı belli olacak, hakkaniyet elde edilecektir. Seçimler hakim denetiminde yapılmıyor mu? Bir anlamda tıklama, tiraj ve reyting raporları da hakim denetiminde olmuş olacaktır. Eğer buna 'sansür' diyecek bayat laf pazarlamacıları çıkacaksa, gocunanlar olacaksa o zaman şu deyim hatırlanır: 'Yarası olan gocunur'... Bizce bu bir temiz ekran ve temiz sayfa operasyonudur. Manşet linçleri gelebilir, fakat bunu yapanlar her şeyi göğüsleyerek hakkaniyet adına, Türkiye adına, dürüst medya adına her zorluğa katlanmalıdır. Doğru iş yapanlar yalnız bırakılmamalı.
.
Şaşkın çoban
19 Aralık 2011 01:00
Cafer Zorlu'nun Akbaba dergisinde kapak olan bir karikatürü çocukluk hafızamdan hiç silinmedi. Kocaman burnuyla general Charles de Gaulle'ü çizmişti. Generalin burun deliklerine mevzilenmiş Fransız askerler, oradan Cezayir halkına insafsızca kurşun yağdırıyorlardı. İstiklal isteğine karşı işgal ve kıtal öylesine zalimaneydi ki neredeyse generallerinin burun deliklerinden bile masum halka ateş edip öldürmekteydiler... Şimdi bu Fransa, bir kanun tasarısı hazırlamış bulunuyor. Tasarıya göre Fransa topraklarında 'Ermeni soykırımı yoktur' diyen kimse derhal hapse atılacaktır. Konu 22 Aralıkta Fransız milli meclisinde görüşülecek. Temenni ederiz ki sağduyu galip gelir. Yoksa Fransa, Türkiye Cumhuriyetinden tahmin edemeyeceği kadar sert karşılık görecektir. Neden bir kimse görüşünü serbestçe dile getiremesin? Nerede kaldı fikir hürriyeti? Nicolas Sarkozy, Fransa için de dünya için de bir şanssızlık olmuştur. Yetişmiş insan ihtiyacında Fransa bu kadar mı fakirleşti ki temsil kabiliyetinden mahrum Sarkozy'ye kadar düştü. Bu kişi kaval çalmasını bilmeyen çoban gibi. Acemi çoban, sürüye kurt getirir. Fransa devlet başkanı da ucuz kahramanlıkla ülkesini zora sokmakta. Sen hukuku çarpıtırsan Türkiye de tarihi gündeme getirir. Dünyanın en iyi senarist, yönetmen ve oyuncularıyla Fransız katliamlarını anlatan birinci sınıf filmler hazırlatır, ithalatını-ihracatını ve Paris'e çıkan yolları keser. Dünyayı takipte zorlandığını sandığımız başkan, Türkiye'yi galiba hâlâ sırtına vurdukları damgayla dolaşan çıplak ayaklı bir gariban biliyor. Veya şantajlara boyun eğecek bir ürkek. Beyim o günler geride kaldı. Siz şimdi bırakın ısmarlama tezleri de gelin kendi hesabınızı verin. Cezayir, Libya ve Ruanda'da neler yaptınız, buralarda ne maksatla, kaç milyon insan katlettiniz onları söyleyin. Ayrıca Adana, Antakya, Maraş, Antep, Urfa'da işlediğiniz cinayetleri de konuşalım. Bir sütçü esnafı olan Maraşlı İmam, durup dururken mi elini kirletti? Üstelik zulmünüz sadece Anadolu'da olmadı? İstanbul'da da işkenceler yaptınız. Bunlar bizde ileriye bakma, affetme, dostluklar kurma adına sonraki nesillere öğretilmedi. Yenikapı'da 'Necip Fazıl Kültürevi' diye bir bina vardır. Bu binanın adı 'Fransız Hapishanesi'ydi. Fransa'nın İstanbul'un ortasında hapishanesi ne gezer? İşgale karşı gelen vatanseverleri bu zindana atıyorlardı. Bizim Fransız halkıyla bir problemimiz yok. Fransız edebiyatının çağdaş kültürümüzde önemli bir yeri vardır. İdare hukukumuza tesir etmiştir. Geçmiş tarihçilere, biz kalem sahiplerine kalsın. Fransa'ya düşense bu tip deliliklerin önüne geçmek ve bu şaşkın çobanı bir an evvel yollamaktır. El yumruğunu yemeyen kendi yumruğunu balyoz sanırmış. Türkiye'yi seçim malzemesi yapmak isteyenlere soykırım neymiş gösterirler. El mi yaman bey mi yaman? O meydanda belli olur.
.
Batı, Ermenilerin yakasından düşsün
20 Aralık 2011 01:00
Nicolas Sarkozy, seçime gidecek diye yalan-yanlış şekilde Ermenileri kullanarak, bir milletin tarihe mal olmuş bir problemini istismar etmekte. Bugün bunu işini bilir bir Fransız politika tüccarı yapıyor. Dün de başkaları yapıyordu. Yarın yine başka başka memleketlerin insafsız politika esnafı aynı oyunları tezgâhlayacaklar. Bu meseleyi mecraından çıkartan üç unsur var: -Fakir Ermeni halkının sırtından Ermenistan'ın imkânlarını kullanan ırkçı Ermeniler. -Fransa ve Amerika gibi ülkelere yerleşmiş, fevkalade rahata malik ve birçoğu Ermenistan'ı bile görmemiş, Türkiye'yi hiç görmemiş tarih bilgisi kıt diaspora denen Ermeniler. -Ülkelerindeki Ermeni asıllıların oylarını almak için timsahın gözyaşlarını döken Beyaz Batılılar... 1915'te bir ızdırap yaşanmadığını hiçbir Türk aydını iddia etmiyor. Bir kıtal olmuş ve bunun neticesinde de devrin hükümeti, kendi teb'asını/vatandaşlarını daha emin yerlere nakletmişlerdir. Buna sebep yine Beyaz Batılılardır. Ruslar ve Avrupalılar, 1800'lerin başından itibaren sadakatinden dolayı Osmanlı'nın 'millet-i sadıka' dediği Ermenileri kendi devletine karşı kışkırtarak fikren iğfal edip kanlarına girdiler. Bugün Kürtçüler için ne yapıyorlarsa dün de Ermeni Irkçıları için onu yapmaktaydılar. Bundan dolayı müfrit Ermeniler, çeteleşip Müslümanlara ziyan vermeye, mezalim ve katliam yapmaya, Kürt ahali başta olmak üzere diğer İslam teb'aya saldırmaya başladılar. Dayanılmaz feci manzaralar üzerine tehcir/zorunlu göç bir tedbir olarak uygulandı. Yoksa Türk, Kürt, Çerkez, Laz, Arap... Müslüman unsurun asırlarca Ermenilerle bir geçimsizliği olmamıştır. Herkes aynı mahalleyi, aynı çarşıyı, aynı kültürü paylaşagelmişti. Bu aslında bugün de giderek aslına dönmekte. Ermenistan'dan kaçan insanlardan 100 bine yakını Türkiye'de ekmek yemektedir. Sayı 200 bin olursa her 10 Ermeni'den biri burada yaşamış olur. Erivan, Dağlık Karabağ'ı ve işgal ettiği diğer Azerbaycan topraklarını iade etse, Ankara, sınırları bile kaldırabilir. Ermenistan denilen bizim orta çaplı bir ilçemizdir. Bu topraklar, dün bereketiyle bütün bölgeye yetiyordu, yine yeter... Herkes konuştu, herkes her şeyi dedi. Şimdi sıra aklıselim sahibi Ermenilerde. Onlar devreye girmeli, kendilerinin kefen soyucular tarafından kullanılmasını önlemeliler. Bu topraklarda zanaatkâr ve san'atkâr Ermenilerin de alın teri, göz nuru var. Yurdumuza kaçak olarak girmiş Ermeni bakıcılara Türk anaları, evlatlarını ve evlerini emanet ediyor, bu bir sevgi tezahürü değil midir? Tekrar ediyoruz, tarihi, sosyolojik ve kültürel sebeplerden dolayı artık bu riyakâr Beyaz Batılılara Ermeniler karşı çıkmalı, kendilerinin seçim broşürü olarak kullanılmasına izin vermemeliler. Çıkarcılar aradan çekilirse Türklerle Ermeniler dertlerini çözerler.
.
Türk-Ermeni dostluğu
21 Aralık 2011 01:00
Birçok ırkla olduğu gibi Ermenilerle de tâ Selçuklu'dan bir asır evveline kadar aynı devlet çatısı altında ve aynı topraklar üstünde yüz yıllar boyu sıcak dostluklarla yaşadık. Şayet Osmanlı Devleti, gerileme sürecine girip de emperyalizm kuşatmasına maruz kalmasa, bazı kavimler isyana kışkırtılmasaydı bu dostluklar bugün de devam ederdi. Halbuki yaralar almış olarak yerini Batının oyunlarına bıraktı. İşte burada Türk diplomasisi, devreye girerek oyunu bozmalıdır. 1915 Hadisesi Ermeniler için de Türkler için de kötü hatıradır. Çıkarcı devletler içinse bir kullanma sebebi. Ermeniler üzerinden Türkiye'ye vurmak, yolunu kesmek istiyorlar. Sarkozy, alamadığı ihale bedellerinin acısını çıkartma peşinde. Fransa'da hürriyet anlayışı intihara hazırlanmakta. Ermenilerle dostluk kurulur mu? Her Ermeni olmasa da birçok Ermeni, Türk düşmanı, fakat hemen her Ermeni Türkçe dostudur. Avrupa'da da Amerika'da da ikinci nesli Türkçe bilmeyen vatandaşlarımız mevcutken dünyanın her yerindeki Ermenilerin beşinci nesli bile Türkçe bilmekte. Ermeni aileler, çocuklarına Türkçe öğretmekteler. Burada maksat ne olursa olsun, netice güzeldir. Washington'da bir gün oğlum ve eşim bir Ermeni'yle karşılaşmışlar. Dediği şu olmuş 'O kavgalar siyasilerin, biz kardeşiz...' Bir gün de biz, eşimle birlikte Macy's'e gittik. Haylice yaşlı bir tezgâhtar hanım yanımıza geldi, 'Türk müsünüz?' dedi, konuşmamızı işitmiş. 'Evet' deyince Türkçe konuşmaya başladı. Kullanmamaktan dolayı dil zayıflamış olsa da fena sayılmazdı. 'Ben, dedi, Ermeni'yim, ismim Lüsyen.' Anadolu'dan, âdetlerden, hatıralarından, torunlarından söz ederken bir taraftan da mağazayı gezdiriyor 'hayır, bunu almayın pahalı' diyerek yardımcı oluyordu. Zor yürümesine rağmen işini bırakarak o koca mağazada yarım saat kadar bizimle dolaştı. Geçen cumartesi akşamı Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Başkanı Mevlüt Çavuşoğlu, Marmara Vakfı toplantısında dinleyenlere geniş bir ufuk turu yaptırdı. 'KKTC ve Rum kesiminden 50'şer genci İstanbul'da bir araya getirdik' dedi. Bu çok isabetli bir davranıştı. Aynısı Ermenistan'la da yapılabilir. Türkiye, Azerbaycan ve Ermenistan'dan gençler buluşturulup konuşturulabilir. Böylece yarının barışı bugünden inşa edilmeye başlanır. Bazı batılı menfaatperestler, Azerbaycan-Ermenistan, Türkiye Ermenistan kışkırtmaları yaparken planları tersine çevirmeli, Ermenistan'ı ve Ermenileri makul olmaya zorlamalıyız. Ebedi düşmanlık olamaz. Diğer taraftan Sarkozy muhaliflerine destek vermeliyiz. Büyükelçi vs. çekme artık çok da tercih edilecek şeyler değil. Bugün bölge devleti olduk. Yarın inşallah Cihan Devleti olacağız. Öyleyse bir talihsiz dönemi tarihe terk ederek eski dostlarımızla yeniden köprüler kuralım. Zor bir teklif yaptığımızın şuurundayız. Ancak bize yakışan zoru başarmaktır. Dedelerimizin ninelerimizin dostlarıyla biz de dost olabiliriz...
.
Diplomatik savaş
22 Aralık 2011 01:00
Aslında Fransa bir kompleks içinde, aşağılık kompleksi duyuyor. O, bugün bir anlamda eski gücünü yitirmiş ve sıradanlaşmış bir ülkedir. İngiltere-Almanya-Türkiye üçgeninde ikinci derecede yer alıyor. Libya'da Türkiye, doğru siyasetiyle yüksek başarı kazanırken, Sarkozy filozof götürmüştür. Franszılar, başkanlarının büyücü götürmediğine şükretsinler. Aynı zamanda tarih korkusunda. Türkiye'nin Akdeniz etkinliğinden de ciddi mânâda endişe ediyor. Bu sebeple bugün Ermenileri kullanmaya kalkıştığı gibi yarın Yunanlıları da kullanmak isteyecektir. Devamında Türkistan Türklüğü gelebilir. Sarkozy, Ankara'da koltuğunun altına Kanuni'nin mektubunun verilerek yarım gün içinde gönderilmesinin intikamı peşinde. Şaşkın çoban üslubuyla baş çektiği bu mantıksız politikada gaye Ermenilerin yaşadığı tarihi acı değil, Fransız menfaatidir. Onun için Ermeni kozunu sonuna kadar kullanacaktır. O kadar ki 1915'in yüzüncü yılında, 2015'te daha da azgın saldırılar olabilir. 2015'in provası yapılmakta. Bugünden itibaren Türkiye ile Fransa arasında savaş vardır. Bu bir sıcak savaş değildir. Ancak bu bir diplomatik savaştır. Bir kaç gündür yazdığımız gibi Ankara, topyekun taarruz yapmalıdır. Bu cümleden olarak Selçuklu Devletinden bu tarafa bin yıl birlikte yaşadığımız Ermenilerle tekrar dostluk köprüleri kurulmalı, Fransa'da Sarkozy muhalifi parti, yazar, gazete, dergi, televizyon ne varsa destek verilmeli, orada yaşayan 500 Bin Türk, STK olarak teşkilatlandırılmalı, Avrupa'daki diğer Türkler buradayız demeli, bugün dahi Fransa sömürgesi olan ülke halkları uyandırılmalı, Avrupa, Orta Doğu ve dünya devletleri yanımıza alınmalı, ekonomik yaptırımlar en tavizsiz şekilde uygulanmalıdır. Fransa 2011 Sarkozy kanunuyla 1789'u bitirmiştir. Adalet, eşitlik, hürriyet ilkelerinden hürriyet, bu memlekette bugünden sonra iflas etmiştir. Malum kanuna göre her kim 'Ermenilere karşı soykırım yapılmamıştır' derse hapse girecektir. Bin gönüllü Türk gidip Paris'in ortasında megafonla bunu ilan etmelidir. Bu kanunun akıl ve mantık tarafı yoktur. Hotanto kabilesinde görülse dahi yadırganır. Fransa'da fikir özgürlüğü bittiği gibi, devlet görgüsü de bitmiştir. Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, mevkidaşı Nicolas Sarkozy'yi aradığı halde telefona çıkmama kabalığı yapılmıştır. Kendine güvenen çıkar ve şakır şakır tezlerini sıralardı. Bütün bunlar olurken AB'nin, Avrupa Konseyinin ve İİT'nin susması ise yanlıştır. Sarkozy'nin yaptığı, Almanya'daki neonazi akımını da cesaretlendirebilir
.
Fransa özür dileyecek
23 Aralık 2011 01:00
Fransa senatosu hatayı düzeltmeye çalışsa bile ne kadar başarılı olur. Vazo kırılmıştır. Bu kırık eskisi gibi tutmaz. Eski haline gelmesi için uzun yıllar ister. Fransa, Sarkozy gibi bir yöneticiyi seçtiği için şanssızdır. Herhalde bugün çok Fransız seçmen pişman. Zira Fransa, düşmanlık üreten bir ülke konumuna gerilemiştir. Dünya yeni dostluklara yönelir, yeni kapılar aralarken Paris, İhtişam'dan Sefalete düşmüş, sokaklarında Kötülük Çiçekleri açmış, siyasi olgunlukta Sefiller'i oynamaya başlamıştır. 65 milyona yakın Fransa, arkasında 300 milyonluk Türk ve 1.5 milyarlık İslam âlemi olan bölgede ve dünyada itibarlı Türkiye'yi karşısına almakla politik kumar oynamıştır. Şüphesiz ki her Fransız, bu tutumu tasvip etmez. Fakat, vekil asil gibidir. Netice itibariyle Fransa'yı bugünkü yönetim kadroları temsil ediyor. Milletler yaptıkları yanlışın bedelini öderler. Adı geçen devletin dış politikasına giderek haçlı zihniyeti hakim oluyor. Bu Fransa, bu Sarkozy ile iflah olamaz. Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkeleri, neden kıştan kurtulup bahar iklimine girmek istiyor? Hürriyetler için. Onlar bu çabadayken Sarkozy hukuksuzluğu boşalan alanı doldurmaya çalışmakta. Fransa'nın mazisini inkâr edercesine fikir hürriyetine pranga vurmakta. Sözde Ermeni haklarını müdafaa edecek. Üsluba, usule ve tarihe bakınız. Fransa'da 550 bin Türk 5 milyon Müslüman var. Bu demektir ki Fransa'nın huzuru Ankara'ya bağlı. Ankara, aklıselimle hareket ettiği için bunu yapmaz, temenni de etmeyiz ama bir düğmeye basılsa Fransa'da her şey olur. Müslümanlar üç gün işe gitmesin dense bakın neler olur? Sarkozy, herhalde ileride dış politika derslerinde öz milletine hırsıyla zarar veren lider örneği olarak okutulur. Bu liderler devri bitti. Totaliter, otoriter liderlerden belki Kuzey Kore ve Küba bile kurtulmakta. Sarkozy ise bir diplomatımızın vefat yıl dönümünde faşist bir uygulamaya gidiyor. Soruyoruz, tasarı kanunlaşırsa bundan Fransa ne kazanacak, Ermeniler ne elde edecektir? Kimse bir şey kazanamayacaktır. Türkiye'nin işaretiyle fazla değil sadece on bin kişi Paris Meydanında toplanıp 'Ermenilere soykırım yapılmamıştır!' diye haykırsa, Fransa ne yapacak, bu on bin kişiyi hapse mi atacaktır? Fransa kendi lideriyle kendi tarihine kara leke düşürüyor. Metin ve karalı şekilde yolumuza devam edelim.
.
Çile bitti
26 Aralık 2011 01:00
Aydın Menderes'i anne ve babasının yanına uğurladık. Bu bir aydının göçüydü. Siyasetten gerçek bir yıldız kaydı ve hakiki bir beyefendi kayboldu... İsmi gibi aydın, okur-yazar ve yerli bir insandı. Menderes soy ismi, yörenin ırmağından alınma. Kelimenin mânâsı 'girdap' demek. Bu ailenin hayatını sanki bu kelime ifade eder. Adnan Menderes'in annesinin verem hastalığından ölmesini, ailenin diğer uzantılarını belki hariç tutsak bile baba ve oğullarının hayatı hep çiledir. Eş ve anne Berin Menderes'inki çile üstüne çile. Başvekil Adnan Menderes, bir cinayet şebekesi tarafından asıldı. Büyük oğlu Yüksel Menderes 1972'de evinde ölü bulundu. Ortanca oğlu Mutlu Menderes 1978'de bir trafik kazasıyla hayatını kaybetti. Küçük oğlu Aydın Menderes, 1996'da geçirdiği trafik kazası sonucu felç oldu. Son kaza hariç Berin Menderes, eşinin dramıyla, iki oğlunun ölümünü gördü. Ancak kimse O'nu 'yılın annesi' seçme kadirşinaslığını göstermedi. Merhum Başvekil, çocuklarına Yüksel, Mutlu ve Aydın demişti. Ne hazindir ki ne birincisi ikbal yolunda yükselebildi, ne ikincisi mutlu olabildi. En küçük oğlu ise erken yaşta aydın oldu. Ama O'nu da bir trafik kazası yakaladı. Kimse 'her üçününki de yüzde yüz kasıttır!' diyemeyebilir. Ne var ki yine kimse 'her üçünün başına gelen tesadüftür' de diyemez. Bugün Ergenekon hadiselerine bakınca onların bir tertibe maruz kalmış olma ihtimali fevkalade yüksek görünmekte. Adnan Menderes'e nasıl bir kin, nasıl bir hınç beslenmiş ki kendisinin zalimane bir şekilde şehit edilmesi yetmezmiş gibi ailenin kökü kurutulmaya azmedilmiş. Aydın Menderes'i 19 Ağustos 1997'de TV programıma misafir etmiştim. Program şeref defterine eşi Umran Hanım vasıtasıyla yazdığını bugün hakkında araştırma yapmak isteyeceklerle paylaşmak isterim: "TGRT-Entelektüel Boyut Programına bu akşam katılmak nasip oldu. Daha önceleri zevkle ve devamlı olarak izlediğim bu programın konuğu olmaktan onur duydum. Bunun için teşekkürlerimi sunuyorum. Entelektüel Boyut programının bütün elemanlarına Sayın Rahim Er'e başarı dileklerimi sunuyorum. Saygılarımla..." Aydın Menderes, her ne kadar siyasetin içinde olsa da politika üstü bir isimdi. Bir seviye idi. Zaten 2002'de politikayı bırakarak yazarlığa geçti. Yaşadığı ister kaza, isterse ihanet olsun hem kendisi ve hem de siyasetimiz için talihsizlik olmuştu. Daha ortaokul talebesi bir gençken babasının idamına, sonraları da ağabeylerinin ölümüne şahit olan bir insan, bu defa da yıllar boyu bizatihi kendi çilesini yaşamıştı. Şimdi çile bitti. Saadet başladı, inşallah. İşte bu kadar... Sonunda zalimler de mazlûmlar da aynı toprağın altına girmekte... fakat, farklı adreslere gitmekteler. Ahirete göçmüş Menderes ailesi ferdlerine yüce Allah'tan gani gani rahmetler dileriz.
.
Düşünceye serbestlik
27 Aralık 2011 01:00
İbrahim aleyhisselam malumdur ki aynı zamanda cömertliğiyle de meşhurdur. Misafirsiz sofraya oturmaz, kimse yoksa etrafı araştırır ve bir misafir bularak onunla yemeğe başlardı. Bir gün yine bir misafirle beraberdir. Misafir çok yaşlıdır. Bir taraftan yerken bir taraftan da sohbet ederler. Peygamber, bir ara Allahü teâlânın ihsan ettiği nimetlerden bahseder. Fakat aldığı karşılık kendisini şaşırtır. Adam, inançsızdır. Bunun üzerine bir soğukluk olur, yemek yarıda kalır, misafir çıkar gider... Biraz sonra Cebrail aleyhisselam gelir. Meleğin böyle apansız gelişi Hazreti İbrahim'i kuşkulandırır. Tahmini doğrudur. Yüce Allah -mealen- o darılıp giden insan bana inanmadığı halde ben onun rızkını bir gün olsun kesmedim, sense bir öğün dayanamadın, der. Peygamber derhal dışarı koşar. Etrafı arar ve deminki misafirini bulur, gönlünü alır. Adam, kısa aralıkla yaşanan farklı bu tavrı anlayamaz. İbrahim Peygamber, hadiseyi olduğu gibi nakleder. Bu defa şaşırma sırası ondadır. Sırf benden dolayı Allah, sana melek mi gönderdi? diye sorar. Evet cevabı üzerine iman eder. Kıssadan hisse: Cenab-ı Hak, inanların sahibi olduğu halde onları fikirlerinde serbest bırakmıştır. Halbuki emirlerine aykırı düşünüp-konuşanların canını o ân alabilirdi. Dünya kurulalı beri bunu kimseye yapmadı. Öyleyse hürriyetin kaynağı Allah'tır. Batı serbest fikir konusunda doğudan ve bu arada Türkiye'den ileride. Bizde o sahanın kapıları henüz açılıyor. Başbakan yardımcısı Beşir Atalay, yeni bir demokratikleşme paketinden söz ederken bu paketin özünün şiddet içermeyen her türlü fikrin serbest olacağını haber verdi. Daha Amerika'dan döndüğümüz günün haftasında mahkemeye taşındık. Neymiş gizliliği ihlal etmişiz. Kanunun gizlilik dediği manşet ve ana haberlere düşmüş biz de bunun üzerine yorum yapmışız. Sen misin bunu yapan? Haydi ceza mahkemesine. Öyle bir durum ki savcı inanmıyor, hakim inanmıyor, avukat inanmıyor fakat dava açılıyor. Eğer şiddet ihtiva etmeyen fikirler öteden beri suç olmasaydı Türkiye'nin bir kısım aydınları yurt dışına kaçmayacak, bazıları hapse düşmeyecek, sosyal çalkantılar yaşanmayacaktı. Halbuki bunlar hep oldu. Ağızlar tutuldu, kalemlere pranga vuruldu, ülkenin yetişmiş insanları harcandı. Bugünkü nesillere 'her darbede evlerimizde silahlı askerler kitap araması yaptılar, farklı fikirdeki gençler başka gençlere, işkenceler ettiler desek zor inanırlar. TCK'da bir zamanlar 141-142 ve 163. maddeler vardı. Bunlar, soldan ve sağdan gelen fikirleri cezalandırma mekanizmalarıydı dersek yine zor inanırlar. Bugünlere kolay gelinmedi. Her türlü silaha hayır, her türlü fikrin ifadesine evet.
.
Adli kalkınma
28 Aralık 2011 01:00
Adalet Bakanı Sadullah Ergin, 'bir dâva bir yıl' dedi. Bir dâva, açıldığı ândan itibaren bir yılda bitecekmiş. Bakanlıkta buna dair çalışmalar olmaktaymış. Bu bir müjdedir. Hem de inanılması zor bir müjde. Zira bir yıla Yargıtay safhası da dahilmiş. Eğer bunu başarabilirsek hadise, sadece bizim mevcut hantal işleyişi değil, dünya ortalama dâva süresini de aşar. Çünkü ABD dahil dâvaların uzunluğu hemen her memleketin problemidir. Adaletin sür'atlenmesi haliyle uzun tutukluluk sürtüşmelerini de yok edecektir. Yargı mensuplarının özlük hakları iyileştirildi. Adliyeler, lafta değil de gerçekte 'adalet sarayı' oldu. Çatısı akan, ortasına çamaşır leğeni konmuş fakat kapısında 'adliye sarayı' yazan zamanlar çok uzak değil. Şimdi sıra asıl olması gerekende. O da bu konuştuğumuz mevzudur, yani dâvaların sürüncemede kalmadan hızlıca bitirilmesi... Gecikmenin temel sebeplerinden biri mahkemelerdeki kadro azlığıdır. Herhalde buna çare bulunuyor. Mahkemeler, tam kadro çalıştığında masa üstlerinde dosya tepeleri olmayacaktır. Barolarda bir yığılmanın varlığı gerçektir. Buralardan adli sınıfa kaydırma yapmanın çekici şartlarına bakmalıdır. Ayrıca her ihtilaf mahkemeye taşınmamalı. Bazı hukuki ihtilaflar Avukat bürolarında, bazıları tapuda, bazıları nüfus memurluğunda bazıları noterde halledilebilir. Mahkemeye temel dâvalar gitmeli. Anlaşmalı boşanma dâvası neden hakime gitsin? Keza jüri sistemini araştırmalı, üstünde düşünmelidir. Ombudsmanlık ne oldu, niçin gündemden düştü? Adaliye kadrolarındaki eksikliğin telafisinden başka istinaf mahkemeleri de kurulmalıdır. Böylece her dâvanın Ankara'ya yollanması gibi bir gariplikten kurtuluruz. Ayrıca bir hakim, hakkını vereceği kadar dâvaya bakarak hukukçu olmanın mesleki hazzını yaşayabilir. Günde altmış dâvaya bakarak adalet dağıtmak imkânsızdır. Bu sayı bir hafta için bile çok büyüktür. Duvarlara vecize yazmakla adalet mülke yani devlete temel olamaz. Adaletin temel olması için hükmün adil, ibret verici ve sür'atli olması şarttır. Adli kalkınma olmadıktan sonra ekonomik kalkınma tek başına yetmez.
.
Yakın plan Sarkozy
29 Aralık 2011 01:00
Nicolas Paul Stephane de Nangy-Bocsa Sarkozy, 1955 Paris doğumlu. Avukat. Yirmi yıl avukatlık yapmış. Babası Macar. Bazı tarihçilere göre Sarkozy ailesi, Osmanlı Türklerine karşı inatla savaştığı için Macar kralı II. Ferdinand tarafından ödüllendirilmiş. Sarkozy'nin parmağındaki 'kılıçlı aslan' yüzüğünün tâ o zamandan geldiği iddia edilmekte. Babası Paul Sarkozy, reklamcılık için Macaristan'dan Fransa'ya göçmüş fakat Cezayir işgalinde yer almıştır. Dedesi Senedicth Mallah, Osmanlı idaresi tarafından İspanya'dan kurtarılarak Selanik'e yerleştirilmiş safarat Yahudisidir. Annesi Yahudi olduğu halde kendisi katolik lisesinde okumuş ve papa II. John Paul'ü örnek kabul ettiğinden katolik olmuş veya politika icabı kendini böyle göstermiştir. Talebeliğinde tembel biri olduğuna dair kayıtlar vardır. Sevgili Peygamberimizi -sallallahü aleyhi ve sellem- kötüleyen karikatürlerden dolayı aleyhine dava açılan bir dergi hakkında mahkeme reisine mektup yazarak edepsiz karikatüristle dergiyi fikir hürriyeti bahanesiyle desteklemiştir. Sarkozy'nin Fransa'daki lakabı 'sarko'dur. Belediye başkanı sıfatıyla nikâhını kıydığı kadınla daha sonra evlenmek, artist eş gibi konuşulan evlilikler yapmıştır. Babası, annesinden ayrılmış, bu husumetle onunla nadirattan görüşmüştür... Kimsenin kimliği bizi ilgilendirmez. Irkı hiç ilgilendirmez. Ancak Türkiye'ye diplomatik muharebe başlatan bir kimseyi tanımak da hakkımızdır. Sarkozy, çok kısa, çok özet olarak budur. Bu Sarkozy, Peygamberimize saldıran karikatüristle karikatürü yayınlayan dergi için yargılamaya müdahale etmesinden başka Türkiye'nin AB'ye girmesine de karşıdır. Şimdi de Türkiye aleyhine Ermeni kinini uyandırmaya çalışmaktadır. Dört düzine vekille Fransız parlamentosundan soykırım kanununu geçirtti. Veya tiyatro yaptı. Sırada senatonun tasvibi veya reddi mevzubahis. Bilmeyiz, 2012'de çark eder mi? Politikadır bu her şey mümkün. Ama biraz zor ihtimal. Zira kimliğini resmettiğimiz bu politikacı tekrar seçilme uğruna Ermenileri Türklere karşı kullanmaktadır. Dostu da muhalifi de tanımalı. Bilerek sevmeli. Şuurla mücadele etmeli. Şu kısacık biyografide az ibretlik taraf olmasa gerek.
.
Kentsel dönüşüm
30 Aralık 2011 01:00
| | |