18 - RECİ VAKASI
Kâfirlerin ihaneti
Sahabe-i kiramın meşhur okçularından,
Olan Asım bin Sabit, Uhud harbinde, bir an,
İki ok fırlatmıştı, iki müşrik kardeşe.
İkisi de düşerek, ölmüş idi peşpeşe.
Bunların anneleri, Sülafe binti Sa'd,
Bu sebeple, Asım’a düşman oldu o saat.
Bunun intikamıyla yanardı için için,
Ve hemen, şu vaatte bulundu bunun için:
Dedi: (Onun başını, kim getirirse bana,
Yüz deve vereceğim karşılığında ona.)
Lihyanoğullarından , yine Halid bin Süfyan,
Öldürüldü Uhud'da, müminler tarafından.
Bunun intikamını almak için, onlar da,
Bir plan düşündüler haince o arada.
Güç yetiremeyince müslümanlara mertçe,
Birtakım hiylelere başvurdular namertçe.
Hemen aralarından birkaçı toplanarak,
Medine’ye gittiler, sonra elçi olarak.
Resulün huzuruna çıkıp onlar böylece,
Dediler ki: (Müslüman olduk biz kabilece.
Lakin islamiyet’i iyi bilemiyoruz.
Bu yeni dinimizi öğrenmek istiyoruz.
Yine zenginlerimiz, zekat vermek istiyor.
Ama nasıl verilir, kimse birşey bilmiyor.
İşte bütün bunları öğretmek için, bize,
Bir gurup muallimler gönder kabilemize.)
O an Resulullah da, Mekke’deki Kureyş’in,
Halini tetkik edip, araştırması için,
Vazife vermiş idi, on kadar sahabiye,
Küffar , harp hazırlığı içindeler mi? diye.
Lihyanoğullarının , gelince bu heyeti,
Gönderdi onlar ile, bu hazır kafileyi.
Buyurdu ki: (O yere, gidip tetkik ediniz.
Bu haber doğru ise, gelip haber veriniz.)
Onlar, bu heyet ile yollara koyuldular.
Bir sabah, Reci denen su yanında oldular.
Gündüzleri gizlenip, gece yol alırlardı.
Zira hep oralarda, düşman kavimler vardı.
Yine gizlenmek için, oradan ayrıldılar,
Yakındaki bir dağın üzerine vardılar.
O elçi heyetinden bir tanesi, tam o an,
Gitti bir bahaneyle ayrılıp yanlarından.
Lihyanoğullarına gidip hemen o ara,
Gizlendikleri yeri, haber verdi onlara.
Onlar da bekliyordu zaten böyle bir haber.
Silahlanıp, o yere gittiler hep beraber.
Kâfirler, tam ikiyüz kişilik bir kuvvetle,
Kuşattılar o dağı, hiyle ve ihanetle.
Asım bin Sabit ile birlikte o an Eshap,
Aldatıldıklarını anladılar derakab.
Onlarla çarpışmaya, verdiler hemen karar.
Kılıçları sıyırıp, kınlarını kırdılar.
Sayıları on olan bu seçkin sahabiler,
Arslan kesiliverdi o anda hepsi birer.
. Duası kabul oldu
Resulün huzuruna gelen elçi heyeti,
Dediler ki: (Biz artık seçtik islamiyet’i.
Ve lakin islamiyet nedir, hiç bilmiyoruz.
Bize muallim gönder, çok rica ediyoruz.)
Eshap’tan on kişiyi ayırarak o Server,
Gönderdi bu iş için, o heyetle beraber.
Lakin o kâfirlerin, yalandı bu sözleri.
Maksat, öldürmek idi gelen sahabileri.
Eshap , halis niyetle giderlerken nihayet,
Kâfirler pusu kurup, eylediler ihanet.
Onlar, Reci suyunun yanındaki bir dağda,
Gizlenmek gayesiyle bulundukları anda,
Birden ikiyüz kâfir peyda olup o zaman,
O dağın etrafını sardılar dört bir yandan.
Önce seslendiler ki: (Gelip teslim olunuz!
Aksi halde bilin ki, ölüm olur sonunuz.)
Asım bin Sabit ise, hiç de aldırmayarak,
Önce bir ok fırlattı, buna cevap olarak.
Sonra da seslendi ki: (Ey kâfirler, duyunuz!
Siz, Eshab-ı Resulü ne zannediyorsunuz?
Biz, asla çekinmeyiz savaşmaktan ve cenkten.
Hatta şeref duyarız, din için can vermekten.)
Yedi oku var idi, atıp peşi peşine.
Gönderdi yedisini, Cehennem ateşine.
Peşinden mızrağını havaya kaldırarak,
Öldürdü birçoğunu, şiddetle fırlatarak.
Sonra da kılıcını, çekip kırdı kınını.
Saldırıp, kâfirlerden öldürdü bir kısmını.
Uğraşırdı küffar da, onu öldürmek için.
Zira yüz deve vardı akabinde bu işin.
Çünkü onun başını getirecek kimseye,
Yüz deve vadetmişti müşriklerden bir kimse.
Hazret-i Asım ise, dua etti ki hemen:
(Ya Rabbi, vücudumu hıfz et bu kâfirlerden.
Ben, senin rızan için sahip çıktım dinime.
Sen dahi dokundurma onları bedenime.)
İhanete uğrayan bu on mesut sahabi,
Kılıçları sıyırıp, dövüştü arslan gibi.
Sonunda, sekizine nasib oldu şehadet.
Asım bin Sabit dahi, şehid oldu nihayet.
Kâfirler, öldüğünü görünce bu kişinin,
Koşuştular yanına, başını kesmek için.
Lakin bir şey oldu ki, gözlerinin önünde,
Hiçbiri, böyle bir şey görmemişti ömründe.
Gönderdi Hak teâlâ, bir arı sürüsünü.
Bulut gibi örttüler, cesedinin üstünü.
Arılardan, yanına hiç yanaşamadılar.
Bu sebeple başını kesip alamadılar.
Sonunda dediler ki: (Akşamı bekleyelim.
Arılar dağılsın da, öyle gelip keselim.)
Lakin akşam olunca, sel gelip birdenbire,
Mübarek bedenini, götürdü başka yere.
Çok aradılarsa da o dağın her yerini,
Asla bulamadılar mübarek bedenini.
. Muradım şehidliktir
Lihyanoğullarının hiylesine uğrayan,
Sahabeden sekizi, şehid oldular o an.
Hubeyb bin Adiy ile, bir de Zeyd bin Desinne,
İkisi esir düştü, müşriklerin eline.
Resulullah onları, dini öğretmek için,
Lihyanoğullarına göndermişti ve lakin,
İhanet eylediler kâfirler pusu kurup.
Saldırdılar bunlara, kalabalık bir gurup.
İkiyüz kişi olup, hepsi okçu idiler.
Müminlere seslenip, (Teslim olun!) dediler.
On sahabi dedi ki: (Hiç teslim olmayız biz.
Gelin de dövüşelim, varsa cesaretiniz.)
Arslan gibi dövüşüp, şehid oldu sekizi.
Nihayet esir düştü, geri kalan ikisi.
Bunlar düşündüler ki: O Resul-i kibriya,
Bizi, vazife ile göndermişti buraya.
Bir miktar sabredelim ikimiz bunun için.
Belki imkan buluruz, icrasına bu işin.
Mekke’ye götürdüler bunları o hainler.
Çok sevindi bu işe, Mekke’deki kâfirler.
İntikam hırsı ile yanıyorlardı zira.
Hepsi diş biliyordu, bütün müslümanlara.
Bedir ile Uhud’da, yakın akrabaları,
Ölenler, fırsat bilip satın aldı onları.
Maksat, bu ikisini öldürüp bir an önce.
O intikamlarını almak idi böylece.
Lakin haram aylarda bulunuyorlardı tam.
O aylarda savaşmaz, öldürmezlerdi adam.
Bekleyip, haram aylar tamamen geçsin diye,
Hapsettiler onları, ayrı birer hücreye.
Nihayet günler geçti ve çıktı haram aylar.
O iki sahabiyi, hücrelerden aldılar.
Ve iki darağacı kurdular bir meydanda.
Müşrikler, seyir için toplandılar o anda.
Hubeyb’i asarlarken, buyurdu: (Durun biraz!
Önce eda edeyim iki rekat bir namaz.)
Namazı, huşu ile kılarken melek gibi,
Müşrikler, heyecanla seyrettiler Hubeyb’i.
Daha sonra bağlayıp, onu darağacına,
Dediler: (Dön dininden, kıyma tatlı canına.)
Buyurdu ki: (Vallahi, dönmem asla dinimden.
Dünyayı verseniz de, vazgeçmem bu fikrimden.)
Dediler ki: (Ey Hubeyb, cevap ver şu suale.
Seni, Peygamberiniz sokmadı mı bu hale?
Şimdi senin yerinde, O olsa idi eğer,
Daha iyi olurdu değil mi, bir cevap ver.
Eğer ki evet dersen, ölümden kurtulursun.
Ve şimdi eve gider, rahat rahat uyursun.)
Buyurdu: (Değil ki ben, Onun asılmasını,
İstemem, ayağına bir diken batmasını.
Razı olmam, zerrece bir zarar gelsin Ona.
Yüzbin canım olsa da, feda olsun yoluna.
Korkmam Onun uğrunda işkenceden, ölümden.
Muradım şehidliktir zira can-ü gönülden.)
. Aleyküm selam!
Hubeyb , darağacında sıkı bağlanmış iken,
Gözlerini kapayıp, şöyle dedi içinden:
(Benden selam ulaştır ya Rabbi Resulüne.
Bana bu yapılanı, göster Onun gözüne.)
O böyle dediğinde, o anda Fahr-i cihan,
Eshabiyle bir yerde, oturuyordu o an,
Zeyd bin Harise der ki: Resulullah ile biz,
Eshaptan bir kaç kişi, oturuyorduk sessiz.
Bir ara, sanki biri selam verdi gaibden.
(Aleyküm selam) dedi Resulullah aniden.
Lakin biz göremedik selam veren kişiyi.
Hemen Resulullahtan sual ettik bu işi.
Buyurdu ki: (Cebrail, biraz önce Mekke’den.
Bana selam getirdi, kardeşimiz Hubeyb'ten.)
O sıra bağırdı ki kâfirlerden birisi:
(İşte bu öldürmüştür baba ve annenizi.
Onların öclerini varsa almak isteyen,
Fırlatsın mızrağını üstüne bunun hemen.)
O böyle bağırınca, bir anda birçok mızrak,
Hubeyb’in vücuduna saplandılar uçarak.
Yüzü, başka tarafa doğru çevrili iken,
Sonra, kendi kendine Kâbe’ye döndü birden.
Müşrikler, başka yöne çevirdiyse de, tekrar,
Yine Kâbe yönüne döndü ve kıldı karar.
Saplanınca mızraklar, ard arda bedenine,
Halini, zerre kadar değiştirmedi yine.
Diyordu: (Bütün bunlar, Allah içindir ki hep,
Bu yüzden gam ve elem çekmeye yoktur sebep.)
Sonra, bir nazar edip sertçe o kâfirlere,
Dedi ki: (Ya ilahi, sen bunları kahreyle.
Sağ bırakma bunların hem de bir tanesini.
Canlarını tek be tek, al ve mahvet hepsini.)
Onlar, bu bedduayı işitince Hubeyb’ten,
Korkarak, herbirisi kaçıştılar o yerden.
O sırada bir kâfir, sapladı mızrağını.
Göğsünden giren mızrak, delip çıktı sırtını.
Vücudundan, sel gibi akarken kanları hep
(La ilahe illallah) diyordu yalnız Hubeyb.
Vererek bu şekilde, en son nefeslerini,
İçti masum olarak, şehadet şerbetini.
Kırk gün darağacında cesedi kaldı, lakin,
Kokmadı, çürümedi, taze kan aktı hergün.
Emretti Resulullah, Mikdad ile Zübeyr’e:
(Onun cenazesini alın da gelin) diye.
Bu arslanlar, Mekke’ye girdiler geceleyin.
Cesedini oradan, indirdiler Hubeyb’in.
Deveye yükleterek, Medine’ye dönerken,
Müşrikler, önlerini kestiler gelip birden.
Onlar da, cenazeyi yere koyup o ara,
Mukabele ettiler, o karşı koyanlara.
Onlar, kâfirler ile mücadele ederken,
Yer yarılıp, cesedi içine aldı hemen.
Hazret-i Mikdad ile Zübeyr bunu gördüler.
Gönül rahatlığıyle Medine’ye döndüler.
.
.
19 - BENİ MUSTALIK GAZAS
.Nikahıyla şereflendi
Mustalıkoğulları kavminin, o zamanlar,
Bir reisi vardı ki, Haris bin Ebi Dırar.
Peygamber-i zişan'la savaşmak için, bu zat,
Etrafına, çok adam toplamıştı o bizzat.
Onların herbirinin, silah verdi eline,
Sonra yürüyecekti, Medine üzerine.
Ve lakin Resulullah, hazret-i Büreyde’yi,
Gönderdi ki, öğrensin gidip bu hadiseyi.
O gidip, Haris ile görüştü, dedi ki: (Siz,
Muhammediler ile cenk edecekmişsiniz.
Geldim ki, bu durumu iyice öğreneyim.
Eğer bu doğru ise, size yardım edeyim.)
O böyle söyleyince, ona hürmet ettiler.
Ve bu niyetlerini açıkça söylediler.
Büreyde , böylelikle herşeyi öğrenerek,
Allah’ın Resulüne haber verdi dönerek.
Yediyüz kişilik bir kuvvet ile, o Server,
Çıkıp, o kâfirlerin üstüne etti sefer.
Bir yerde karargahı kurarak en nihayet,
Önce, o müşrikleri islama etti davet.
Onlar, islamiyet’i kabul eylemediler.
Ve hatta ok atarak buna cevap verdiler.
O zaman Resulullah, verdi bir hücum emri.
Mücahidler , bir anda atıldılar ileri.
Aişe -i Sıddika ve Ümmü Seleme de,
Vardı Resulullahın yanında bu seferde.
On kişi öldürüldü, bir anda müşriklerden.
Kabilenin reisi, korktu ve kaçtı cenkten.
Sonra, diğerleri de kaçtılar ona bakıp.
Esir oldu, altıyüz kâfir de yakalanıp.
Kabile reisinin kızı Berre de yine,
Gazada esir düştü müminlerin eline.
Taksimde, Sabit ibni Kays’a düştü bu kadın.
Sonra, huzurlarına geldi Resulullahın.
Dedi: (Kavuşmam için hemen hürriyetime,
Dokuz altın götürmem gerekir sahibime.
Lakin dokuz altınım yok ki ona vereyim.
Sizin yardımınızı isteyebilir miyim?)
Onu, Resul-i ekrem satın aldı o saat.
Sonra da kendisini, acıyıp etti azad.
İslama davet etti sonra da onu hemen.
O da iman eyledi, hiç tereddüt etmeden
Müslüman olmasına, çok sevinip o Server,
Nikahları altına aldı onu bu sefer.
Sonra, Berre ismini, o günden itibaren,
(Cüveyriyye) olarak değiştirdiler hemen.
Bu olup bitenleri görünce sahabiler,
Hepsi, esirlerini hemen azad ettiler.
Dediler: (Annemizin akrabalarını, biz,
Hizmetçi kullanmaktan, artık haya ederiz.)
Zira Resulullahın mübarek zevceleri,
Bu ümmetin annesi sayılırlar her biri.
Aişe validemiz der ki: (Cüveyriyye’den,
Hayırlı, bereketli bir kadın görmedim ben.)
.
20 - HENDEK GAZASI
.Hendeği nerede kazalım?
Resulullah , Eshaptan birkaç kişi alarak,
Keşfe çıktı birlikte, etrafı dolaşarak.
Hendeğin, nerelere kazılması babında,
İstişare eyledi Eshabı arasında.
Medine’nin güneyi, sık ağaçlık idi hep.
Düşman saldıramazdı buradan bundan sebep.
Beni Kureyza kavmi vardı ki doğuda hem,
Onlarla, bir andlaşma yapmıştı Fahr-i âlem.
Batı ve kuzey ise, açık arazilerdi.
Düşmanlar, bu yönlerden saldırabilirlerdi.
Hendeğin, bu yerlere kazılması babında,
Bir karara varılıp ve başlandı anında.
Her sahabi, üç metre bir yeri kazacaktı.
Derinlik, iki adam boyunda olacaktı.
Genişliğe gelince, süratle koşan bir at,
Yetirememeliydi geçmeye güç ve takat.
Lakin zaman pek azdı, zira düşman, Mekke’den,
Çıkmış ve Medine’ye varırdı çok geçmeden.
Peygamber Efendimiz, gelerek kendi bizzat,
Vurdular ilk kazmayı, Besmeleyle o saat.
Kahraman Eshabını teşvik etmek için de,
Bizzat çalışıyordu hendek kazma işinde.
Sahabiler dedi ki Ona: (Ya Resulallah!
Canımız, herşeyimiz fedadır sana Vallah.
Hendek kazma işini, bizler hallediyoruz.
Sizin çalışmanızı biz arzu etmiyoruz.)
Şöyle buyurdular ki Resulullah Eshaba:
(Ortak olmak isterim, ben dahi bu sevaba.)
Mevsim kış olduğundan, çok soğuktu havalar.
Hem kuraklık ve kıtlık var idi o aralar.
Bu yüzden Resulullah, hem de Eshab-ı kiram,
Müthiş açlık içinde bulunuyorlardı tam.
Taş bağlıyorlardı da karınlarına hatta,
Gevşeklik yapmazlardı, yine hendek kazmakta.
Resulullah , kendini asla düşünmüyordu.
Eshabının halini görüp üzülüyordu.
Bir yanda kış ve soğuk, bir yanda açlık vardı.
Yine de aşk ve şevkle hep çalışıyorlardı.
Zira canlarından çok sevdikleri Peygamber,
Gece gündüz, onlarla çalışırdı beraber.
Gördükçe o arslanlar, Onun nurlu yüzünü,
Hemen unuturlardı her sıkıntı ve hüznü.
Resulullah , bakarak Eshabının haline,
Çok dua ediyordu âlemlerin Rabbine.
Diyordu ki: (Ya Rabbi, Eshabıma yardım et.
Muhacir ve ensarı, eyle af ve mağfiret.)
Çalışma, sabahleyin başlıyordu erkenden.
Geç vakitlere kadar sürerdi hergün hemen.
Ayağı yaralandı Sahabeden birinin.
Yanına getirdiler o zatı Peygamberin.
Mübarek elleriyle, sığadı onu bir an.
Derhal kesiliverdi ayağından akan kan.
Hem de Resulullahın bir mucizesi ile,
Yarası iyi oldu ve geçti tamamiyle.
. Soğuk, açlık ve düşman
Hendek kazma işine, her gün Eshab-ı kiram,
Hiç fasıla vermeden, ediyorlardı devam.
Bir ara, önlerine çıktı çok sert bir kaya.
Yetmedi takatleri o kayayı kırmaya.
Peygamber-i zişana, verdiler sonra haber.
Oraya, saadetle teşrif etti o Server.
Balyozu kaldırarak, o Hüdanın Habibi,
Dağıttı bir vuruşta, o kayayı kum gibi.
Zira her bir hususta, hatta güç ve kuvvette,
Resulullah , herkesten üstün idi elbette.
Nitekim harplerde de, sıkıştığında Eshap,
Ondan, yardım ve medet isterlerdi derakap.
Hazret-i Cabir der ki: O Server, Hendek günü,
Kayayı kırmak için, kaldırdı külüngünü.
Mübarek karnı üzre, üç taş bağlı dururdu.
Üç gün yemek yememek alameti idi bu.
Düşündüm: Evde biraz, yemek pişirttireyim.
Ve Resulü, gizlice yemeğe götüreyim.
Zira cümle Eshabı, eve davet edecek,
Miktarda, hanemizde bulunmazdı yiyecek.
O Server'in yanında, bir iki kişi şayet,
Gelse de mühim değil, yine eder kifayet.
Resulden izin alıp, geldim hemen evime.
Düşündüğüm bu şeyi söyledim aileme.
Dedim ki: (Hayli açtır Resul aleyhisselam.
İsterim yedirelim bir miktar Ona taam.)
Hatunum memnun olup, dedi ki: (İyi olur.
Evde biraz et ile, biraz arpa bulunur.
O eti pişirir ve un yaparız arpayı.
Var acele davet et, Resul-i kibriyayı.)
Dönüp, Resulullahın huzuruna geldim ve,
Dedim ki: (Yemek için, buyurun bizim eve.)
Buyurdu ki: (Ey Cabir, ne kadar vardır taam?)
Dedim: (Biraz et ile, biraz da vardır arpam.)
Buyurdu ki: (Çok iyi, hanıma de ki ama,
Ben gelinceye kadar el, sürmesin taama.)
Sonra nida etti ki, cümle hendek ehline:
(Ey Eshabım, geliniz Cabirin yemeğine!)
Eve gelip, hatuna dedim ki: (Dinle beni.
Çağırdı Resulullah, cümle hendek ehlini.
Bin kişiden fazladır gelenler tahminimce.
Peki biz ne yaparız, yemek yetişmeyince?)
O dedi ki: (Yemeğin miktarını, o Server,
Biliyorsa gam değil, düşünme böyle şeyler.)
Az sonra Resulullah, teşrif etti yemeğe.
Mübarek eli ile, dokundu tencereye.
Sonra, bereket için dua etti hem dahi:
(Bereket ihsan eyle yemeğe ya ilahi!)
Sahabe, onar onar gelip yemek yediler.
Kalkanların yerine, başka gurup geldiler.
Bin’i aşkın sahabi yediler o yemekten.
Bir çömlek yemek idi tamamı onun zaten.
Sonra baktım, o çömlek doluydu yemek ile.
Bitmesi şöyle dursun, azalmamıştı bile.
. Şimşekler çakmıştı
Selman -ı Farisi de iyi hendek kazardı.
On kişinin işini, tek başına yapardı.
Lakin o da rastladı gayet sert bir kayaya.
Öyle ki, imkan yoktu onu parçalamaya.
Bera bin Azib der ki: Toplandık o yere biz.
O kayayı kırmaktan, aciz kaldık hepimiz.
Mecburen arz eyledik Resul-i kibriya'ya.
Allah’ın Sevgilisi teşrif etti oraya.
Bir balyoz isteyerek, o hendeğe indiler.
Neticeyi, merakla bekliyorduk ki bizler,
İndirdi balyozunu o kayaya aniden.
O vuruşla, kayadan bir parça koptu birden.
Ve o zaman bir şimşek çaktı ki hem de yine,
Onun ışığı ile, aydınlandı Medine.
O vakit Resulullah, bir tekbir getirdiler.
Eshap , hep bir ağızdan onu tekrar ettiler.
Allah’ın Sevgilisi, kaldırıp balyozunu,
Yine ikinci defa kayaya vurdu onu.
Bir parça daha koptu o vuruşla kayadan.
Ve yine şimşek çaktı her yeri aydınlatan.
Yine Peygamberimiz, dedi: (Allahü ekber!)
Ve onu tekrar etti bilcümle sahabiler.
Resulullah , balyozu kaldırıp son bir defa,
Vurunca, çok kuvvetli şimşek çaktı bir daha.
Şimşeğin ışığında her yer aydınlanmıştı.
Ve kaya, bu vuruşla paramparça olmuştu.
Yine tekbir getirdi Allah’ın Sevgilisi.
Onu tekrar ettiler, Eshabın herbirisi.
Selman -ı Farisi’nin yardımıyle bu defa,
Resulullah , hendekten çıktılar dışarıya.
Her vuruşta, bir şimşek çaktığını o zaman,
Her kişi görmüş idi, Sahabe-i kiramdan.
Selman -ı Farisi de görmüştü ki bu hali.
Peygamber-i zişana arz etti şu suali:
(Anam, babam ve canım feda olsunlar sana.
Neydi o ışıklar ki, yükseldi asumana?)
Resulullah , Eshaba dönüp sual etti ki:
(Selman'ın gördüğünü, siz de gördünüz mü ki?)
Arz ettiler ki: (Evet, biz de gördük iyice.
Biz de tekbir getirdik, siz tekbir getirince.
Her bir vuruşunuzda, çok kuvvetli bir ışık,
Çıktı ki, böylesine hiç şahit olmamıştık.)
Peygamber Efendimiz, buyurdu ki o zaman:
(Sizin gördüğünüzü, ben de gördüm ya Selman!
Şöyle ki, ilk külüngü kayaya vurduğumda,
Kisra'nın köşklerini gördüm aydınlığında.
İkinci vuruşumda çıkan ışıkta dahi,
Gördüm Rum kayseri'nin kırmızı köşklerini.
Üçüncüde, San'anın köşklerini bittamam,
Görünce, geldi bana Cibril aleyhisselam.
Dedi: Ya Resulallah, müjde vereyim size.
Gördüğünüz o yerler, geçecek elinize.)
Hazret-i Selman der ki: (Ne dediyse o Server,
Aynısı vuku bulup, bize geçti o yerler.)
. Yahudi oyunu
Hendek kazılıyordu, durmaksızın gün gece.
Zira küfür ordusu yaklaşmıştı iyice.
Müslümanlar, zaruri ihtiyaçları için,
Ayrılırken, Resulden alırlardı hep izin.
Münafıklarsa, işi gevşek tutuyorlardı.
İstedikleri zaman, işe geliyorlardı.
Yine bu münafıklar, istedikleri zaman,
Bırakıp giderlerdi, hiç de izin almadan.
Velhasıl altı günde, hendekler tamamlandı.
Ve lakin bazı yerler, aceleden sığ kaldı.
Peygamber Efendimiz, buyurdu ki: (Müşrikler,
Buradan başka yerden hücuma geçemezler.)
Çok yaklaşmış idi ki müşrikler Medine’ye,
Nadir oğullarından, bir kimse (Huyey) diye,
Bu Kureyş ordusunun komutanına gelip,
Bazı şeyler söyledi, kulağına eğilip.
Dedi ki: (Ey kumandan, şimdi sen beni dinle.
Beni Kureyza diye vardır ki bir kabile,
Bunlar, müslümanlarla andlaşma içindedir.
Onların reisi de, Ka'b diye bir kimsedir.
Aldatılıp, bu yana çekilirse o eğer,
O andlaşmayı bozup, sizlere yardım eder.)
Kumandan çok sevinip, dedi ki: (Öyle ise,
Bu işi yapmak için, git hemen o kimseye.)
Bu Huyey yahudisi, ayrılıp ondan hemen,
Vardı Ka'bın evine, hiç vakit geçirmeden.
Dedi: (Onbin kişilik orduyla, Mekke’liler,
Muhammed'le cenk için Medine’ye geldiler.
Kurtulamayacaktır Muhammed ve Eshabı.
Artık görülecektir müminlerin hesabı.
Onları, tamamiyle imha edinceye dek,
Kureyşliler, buradan ayrılıp gitmeyecek.
Bozarak Muhammed'le yaptığın ahdnameyi,
Bize yardım edersen, olacak daha iyi.)
Ka'b dedi: (Peki ama, bu harpte Kureyşliler,
Yine müslümanlara yenik düşerse eğer,
Bizi, müslümanlarla başbaşa bırakarak,
Kendi ülkelerine dönerler hep kaçarak.
Bizi, yalnız kalınca, gelip Muhammediler,
Korkarım, hepimizi öldürür birer birer.)
Huyey dedi: (Hiç korkma, hallederiz bu işi.
Sen de, rehin istersin Kureyş’ten yetmiş kişi.
Onlar, senin yanında rehin durursa eğer,
Kureyşliler ayrılıp, bir yere gidemezler.
Şayet onlar yenilip, giderlerse faraza,
Ben, sizin yanınızdan ayrılıp gitmem asla.
Yani size gelirse, bir bela ve musibet,
Aynen benim başıma gelmiş olur o elbet.)
Ka'b , Huyey'den duyunca bu kabil konuşmayı,
Yırttı müslümanlarla yaptığı andlaşmayı.
Bu Huyey yahudisi, ayrılarak o yerden,
Kureyş kumandanının yanına geldi hemen.
Dedi: (Beni Kureyza, akdi imha eyledi.
Arkadan vuracaklar bu harpte Muhammed'i.)
. Allahü ekber! Allahü ekber!
Nihayet Medine’ye geldi küfür ordusu.
Onbin kişi, çok büyük bir kuvvetti doğrusu.
Hendeklerin önünde, gelip karar kıldılar.
Kuzey-batı yönünde, bir ordugah kurdular.
Gayeleri, tamamen Medine’yi yıkmaktı.
Resul ve Eshabını, ortadan kaldırmaktı.
Hendekleri görünce, eylediler çok hayret.
Zira Arabistan’da yoktu böyle bir adet.
Hiç beklemedikleri bir şeydi bu çukurlar.
Moralleri bozulup, hepsi şaşkın oldular.
Zira o hendeklerden, atlar sıçrayamazdı.
İçine düşenler de, kolayca çıkamazdı.
Resulullah görünce, düşman ordularını,
O da, karşı tarafta kurdu karargahını.
O gün, üçbin kişiden müteşekkildi ordu.
Hepsi de, savaş için sabırsızlanıyordu.
Zeyd bin Harise ile, Sa'd ibni Ubade,
İslamın sancağını taşırlardı bu harpte.
O sırada Resulün mübarek huzuruna,
Hazret-i Ömer gelip, bir haber verdi Ona.
Dedi: (Beni Kureyza, o mevcut andlaşmayı,
Bozup, göze almışlar bizimle savaşmayı.)
(Hasbünallah!) buyurdu, bu habere o Server.
Yani, cenab-ı Allah, bize kâfi ve yeter.
Müteessir olmuştu bu haber karşısında.
Ordu, iki ateşin kalmıştı arasında.
Zira kuzey-batıda bulunurdu kâfirler.
Güney-doğuda ise, vardı bu yahudiler.
Bu hususta, bir bilgi alıp da gelsin diye,
Zübeyr ibni Avvam’ı gönderdi o bölgeye.
O, Beni Kureyza'ya gidip yaptı tahkikat.
Gördü ki, işbu haber doğru imiş hakikat.
Resulün emri ile, bir kısım sahabiler,
Gidip, o kabileye nasihat eylediler.
O eski andlaşmayı yenilemek üzere,
Israr ettilerse de hain yahudilere,
Onlar, yine diretip hiç kabul etmediler.
Hatta Resulullaha hakaret eylediler.
Dediler: (Muhammed de kim oluyormuş ama?
Onunla, aramızda yoktur hiçbir andlaşma.
Onu öldürmek için, and içtik hep bir ağız.
Biz, kardeşlerimize yardımcı olacağız.)
Sa'd bin Muaz ile, onun yanındakiler,
Dönüp, Resulullaha verdiler bunu haber.
Buyurdu: (Gizli tutun bu haberi ey Eshap!
Tedbir ve aldatmaktan ibarettir çünkü harp.)
Ne emir verir? diye, o an üçbin mücahid,
Merakla o Resulü bekliyordu o vakit.
Biraz sonra oraya, o Sevgili Peygamber,
Geldi ve iki defa dedi: (Allahü ekber!)
Eshap da tekrar edip tekbiri aynen yine,
Büyük korku saldılar kâfirlerin kalbine.
O kum gibi kaynayan kalabalık kâfirler,
Bu tekbir sesleriyle korkarak titrediler.
. Hendeği geçtiler
Resulullah buyurdu: (Ey Eshabım, Rabbimiz,
Bize yardım ve fetih verecek, sevininiz.)
Gerçi onbin kişiydi ogün küfür ordusu.
Lakin yoktu Eshabın, onlardan bir korkusu.
Zira bundan önce de, Bedir, Uhud harbine,
Katılıp, o küffarla savaşmışlardı yine.
Hatta o harplerde de, kâfirler müminlerden,
Sayı ve silahça da, kat kat kuvvetlilerken,
Peygamber-i zişanın sığınıp himmetine,
Onları, hezimete uğratmışlardı yine.
Madem ki Resulullah başlarındaydı artık,
Yapamayacakları yoktu bir fedakârlık.
Şiddetli kış ve soğuk, kıtlık ve açlık vardı.
Hepsi, karınlarına bir taş bağlamışlardı.
Düşman, karşılarında kaynıyordu kum gibi.
Lakin dert etmiyordu bunu hiçbir sahabi.
Onların tek gayesi, hizmet idi bu dine.
Ve bu yolda, varmaktı şehidlik nimetine.
Velhasıl başkanları, toplanarak Kureyş’in,
Uygun yer aradılar, hendeği aşmak için.
Bazı yerler, acele kazıldığı cihetle,
Sığ ve dar olmuş idi, sair yere nisbetle.
Müşriklerden beş kişi, ortaya çıktı birden.
Geçmeyi başardılar, hendeğin dar yerinden.
Onların arasında, bir pehlivan vardı ki,
Adı, (Amr bin Abd) olup, pek çok idi kuvveti.
Hazret-i Ömer dahi, der ki: Biz, bir kervanda,
Ticarete gitmiştik, (Amr) da vardı o anda.
Çok mallar satın alıp, yurdumuza dönerken,
Haydutlar, yolumuzu kesiverdi aniden.
Çok kalabalık olup, sardılar hepsi bizi.
Artık biz, canımızdan kestik ümidimizi.
Lakin Amr, kılıç çekip, hücuma geçti hemen.
Onlar, Amr'ı görünce, kaçıştılar o yerden.
Bu Amr, Bedir cenginde, yaralanıp kaçmıştı.
Uhud'da özrü olup, harbe katılmamıştı.
Bedr’in intikamını almak düşüncesiyle,
Geldi hendek harbine o iri cüssesiyle.
Ve şöyle seslendi ki, mücahidlere karşı:
(Var mı gözüne alan, benim ile savaşı?)
Baştan ayağa kadar, bürünmüştü zırhlara.
O an hazret-i Ali geldi Resulullaha.
Bu Amr’ın karşısına, çıkıp savaşmak için,
Peygamber-i zişandan istedi ruhsat, izin.
O anda, üzerinde yok idi zırhı bile.
Eshap , ona baktılar büyük bir gıbta ile.
Resul, kendi zırhını giydirdi ona bizzat.
Sarığını çıkarıp, ona sardı o saat.
Ve kendi kılıcını, çıkararak belinden,
Allah’ın arslanına kuşattı kendi hemen.
Ve dua eyledi ki Allahü teâlâya:
(Ya Rabbi, sen yardım et Aliyyül Mürteza’ya.)
Resulün bu duası bitince, mücahidler,
Her biri, bir ağızdan (Âmin! Âmin!) dediler.
. Haydi yürü ya Ali!
Buyurdu ki: (Ya Ali, Allah’a güvenerek,
Çık Amr'ın karşısına, Zülfikârı çekerek.
Korkma uzun boyundan, çekinme cüssesinden.
Yiğitçe var yanına, ürkecektir o senden.
Ben dua edeceğim, senin için Rabbime.
Sen galebe edersin, öyle gelir kalbime.
O ölürse, küffarın kötü olur ahvali.
Allah’ın ismi ile haydi yürü ya Ali!)
Bu emrini alınca Resul-i müctebanın,
Yürüdü karşısına, bu insan azmanının.
Dedi: (Ya Amr, işittim, yemin etmişsin ki sen,
Bir Kureyşli, iki şey isterse eğer benden,
Muhakkak birisini, ederim hemen ifa.
Sahi, böyle bir sözün olmuş muydu bir defa?)
Amr cevaben dedi ki: (Bu doğrudur ya Ali!
Vardır böyle bir sözüm, bilir cümle ahali.)
Buyurdu ki: (Bilirsin, ben dahi Kureyşliyim.
Benim de, şimdi senden vardır iki isteğim.
Birincisi şudur ki, iman et de şimdiden,
Kurtar şu vücudunu, Cehennem ateşinden.)
Amr dedi: (Bu teklifi, asla kabul edemem.
İkincisi ne ise, onu de bana hemen.)
Hazret-i Ali dahi, buyurdu ki o vakit:
(Sen bu harbi bırakıp, geri dön, Mekke’ye git.)
Amr dedi: (Ebu Bekr’in, Osman'ın ve Ömer'in,
Başlarını kesip de, öyle geri dönerim.)
Kâfirin bu sözünü duyunca Şah-ı merdan,
Gayretine dokunup, gadaba geldi o an.
Gürledi ki: (Ey ahmak, bu, kolay mı sanırsın?
Ben izin verir miyim, onlara dokunasın?)
Amr dedi ki: (Ya Ali, dikkat eyle lafına.
Sen henüz doymamışsın bu dünyanın tadına.
İstemem bu genç yaşta öldüreyim seni ben.
Kaldırmam kılıcımı gençler için katiyen.)
O dahi kükredi ki: (Ama ben, seni bu gün,
İnşallah öldürürüm, duasıyla Resulün.)
Bu sözü işitince, kan sıçradı beynine.
Derhal inip atından, saldırdı üzerine.
Çok şiddetli bir kılıç vurdu ise de, lakin,
Kalkanı parçalandı, bununla sırf Ali'nin.
En güçlü kalkanlar da, ona dayanmıyordu.
Bu vuruşunda dahi, nitekim öyle oldu.
Parçalandığı gibi Mürteza’nın kalkanı,
Başı da yaralanıp, bir miktar aktı kanı.
Artık hamle sırası gelmişti Mürteza’ya.
Zülfikârı , bir anda kaldırarak havaya,
İndirdi şimşek gibi kılıcı ensesinden.
Ayırdı bir vuruşta, başını gövdesinden.
Resul (tekbir) getirdi o anki sevinciyle.
Yer ve gök inliyordu, o an tekbir sesiyle.
Küfür cephesindeyse, yükselmişti feryatlar.
Zira kanlar içinde, yere serilmişti Amr.
Kafası, miğferiyle uçarken bir tarafa,
Kanları, oluk gibi fışkırırdı etrafa.
. Bir hanım kahraman
En çok güvendikleri Amr’ı, hazret-i Ali,
Öldürünce, küffarın çok bozuldu morali.
Onunla beş müşrik de, geçmişti bu tarafa.
Diğer dördü, Ali’ye hücum etti bu defa.
Eshab -ı kiram dahi, oraya koşuştular.
O zırhlı kâfirlerle, dişe diş boğuştular.
Tuttu hazret-i Zübeyr, Nevfel bin Abdullah’ı.
Atı ile birlikte, hendeğe yuvarladı.
Hazret-i Ali dahi, hendeğe inip hemen,
Bir kılıçla, başını, ayırdı bedeninden.
Diğer üçü, hendeği çok güçlükle aşarak,
Böylece canlarını kurtardılar kaçarak.
O müşrik ordusunun başkumandanı ise,
Henüz harp başlamadan düşmüştü bir yeise.
Artık göğüs göğüse savaş gerekiyordu.
Lakin derin hendekler bunu engelliyordu.
Ok atmaya başladı iki taraf mecburen.
Lakin bu, neticeyi uzatıyordu hepten.
İşin uzadığını anlayınca müşrikler,
Bu sefer her taraftan saldırıya geçtiler.
Yani onbin kişilik bu düşman kuvvetleri,
Hendeği geçmek için, arıyordu bir yeri.
Eshap ise, ok ve taş atarak kâfirlere,
Püskürtüyorlardı hep onları gerilere.
Mücadele, çok müthiş bir hal aldı giderek,
Ve bütün şiddetiyle, sürdü hem akşama dek.
Beni Kureyza denen, yahudi kabilesi,
İhanet eylediler islama sinsi sinsi.
Saldırmazlık akdini, tek yönlü feshederek,
Müşrik ordusu ile, anlaştılar giderek.
Gece baskını için, bu hain yahudiler,
Küffardan , bin kişilik kuvvet talep ettiler.
Savunmasız kadın ve çocuklara, böylece,
Hücum edeceklerdi Medine’de her gece.
Resulullah , anlayıp onların bu fikrini,
Derhal görevlendirdi beşyüz sahabisini.
Buyurdu: (Medine’de dolaşın sabaha dek.
Küffara korku salın, tekbirler getirerek.)
Mücahidler , her gece devriye dolaştılar.
Ve tekbir sesleriyle gökleri çınlattılar.
Şanlı mücahitlerin, tekbir sedalariyle,
Korkuya kapıldılar yahudiler haliyle.
Yine şehre sızarak, on kadar yahudiler,
Hazret-i Safiyye’nin bahçesine girdiler.
İçerde, kadınlar ve çocuklar vardı yalnız.
Önce eve ok atıp, eylediler rahatsız.
O Server'in halası Safiyye Hatun hemen,
Erkek kıyafetine bürünüp çıktı evden.
Kalınca bir odunu alarak bir eline,
Arkasından, şiddetle indirince birine,
Kâfir, kanlar içinde yere düştü aniden.
Daha sonra, bıçakla başını kesti hemen.
Onu erkek zannedip, o namert yahudiler,
Korkup, alel acele orayı terkettiler.
. Münafıklar çıban başı
İkinci günü dahi, yine aynı şekilde,
Bu savaş devam etti, bütün şiddeti ile.
Oklar uçuşuyordu havada vınlayarak,
Taraflar arasında, vardı ama büyük fark.
Kâfirler onbin kişi, Eshap üçbin idiler.
Ayrıca, andlaşmayı bozarak yahudiler,
Kureyş müşrikleriyle ittifak eyleyince,
Müminler, çok sıkışık hale düştü bir nice.
Resulullah , Eshaba buyurdu o gün hemen:
(Allahü teâlâya yemin ederim ki ben,
Bu karşılaştığımız sıkıntılar bitecek.
Cenab -ı Hak, zaferi bize nasib edecek.)
Resulden bu müjdeyi alınca mücahidler,
Hepsi küffara karşı, bir arslan kesildiler.
Sa'd bin Muaz dahi, çok güzel çarpışırken,
Bir müşrikin okuyla, yaralanmıştı birden.
Ok, atar damarına etmişti hem isabet.
Kan kaybı sebebiyle, ciddi idi vaziyet.
Dedi ki: (Ya ilahi, harp sürecekse hala,
Bana ömür ihsan et, savaşayım küffarla.
Yok eğer bitecekse bu savaş ya ilahi!
Şehidlik rütbesini ihsan et bana dahi.
Şu Beni Kureyza’nın akıbetini bizzat,
Şu dünyada görmeden, ruhumu alma fakat.)
Eshabın arasında çarpışır gibi yapan,
Münafıklar, hainlik yapıyordu her yandan.
Gerilerde kalarak, gitmezlerdi ileri.
Alaya alırlardı hem de mücahidleri.
Derlerdi ki: (Muhammed, size ne vadetmişti?
Ülkelerin fethini hani müjdelemişti.
Kayser ile Kisra’nın hazinelerini de,
Ele geçireceğiz diyordu ileride.
Halbuki şu hendekte hapsolmuş duruyoruz.
Abdest bozmaya bile, bakın gidemiyoruz.)
Böyle sözler söyleyip, fitne çıkarırlardı.
Morallerini bozup, zararlı olurlardı.
Müşrik ordusu ise, bütün güçleri ile,
Varmak istiyorlardı çabucak neticeye.
Lakin mücahidlerin, o kahramanlıkları,
Karşısında, bir varlık gösteremiyorlardı.
En çok saldırdıkları, dar geçitti o zaman.
Lakin ayrılmıyordu Resulullah oradan.
En fazla, o dar yere yığınak yapıyordu.
Ve Eshabı, savaşa teşvik buyuruyordu.
Müşrikler, o Server'i sık sık hedef alarak,
Hücuma geçerlerdi, şiddetli ok atarak.
Lakin Resulullahın başında miğferiyle,
Mübarek vücudunda, zırh var idi haliyle.
Çadırının önünde, ayakta duruyordu.
Hale göre, Eshaba emirler veriyordu.
Kâfirler, o dar yerden uğraştıkça geçmeye,
Çalışırdı Eshap da, onları püskürtmeye.
Kahraman mücahidler, onlarla çarpışmaktan,
Yan tarafa bakmaya, bulamazlardı zaman.
. Savaş şiddetlenmişti
İkinci günü dahi, mücadele ve kıtal,
Geç saatlere kadar, devam etti bu minval.
Fırsat bulamadılar Eshap namaz kılmaya.
Gelip arz eylediler, Resul-i kibriyaya.
O da, üzüntü ile buyurdu ki: (Vallahi,
Savaşın şiddetinden, kılamadım ben dahi.)
Nihayet yatsı vakti, bir saldırı yaptılar.
O müşrik sürüsünü, bir anda dağıttılar.
Müşrikler de, bu cenkte, yorulmuşlardı gayet.
Gece, çadırlarına çekildiler nihayet.
Geldi mücahidler de, çadırına Resulün.
Ve lakin kendisini gördüler gayet üzgün.
Hatta beddua etmek, pek adeti değilken,
Kâfirlere, beddua eyledi kederinden.
Buyurdu: (Uğraştırıp, nasıl ki bizi onlar,
Namaz kıldırmadıysa gün batıncaya kadar,
Allahü teâlâ da, onların evlerine,
Doldursun ateşleri, hem de kabirlerine.)
Sonra öğle, ikindi ve yatsı namazını,
Kıldı Eshabı ile birlikte kazasını.
Müşriklerin gayesi, şu idi ki o zaman:
İslamı , tamamiyle kaldırsınlar ortadan.
Lakin müslümanları, gündüz mağlub etmenin,
Mümkün olmadığını anlayınca pek kesin,
Savaş taktiklerini değiştirip hemence,
Baskın düzenlemeye başladılar her gece.
Ve bu kararlarını tatbike başladılar.
Beni Kureyza ile, bu babta anlaştılar.
Değişik saatlerde ve değişik yerlerden,
Hücum ediyorlardı durmadan, dinlenmeden.
Başta Peygamberimiz ve Eshabı, aç susuz,
Müdafa yaparlardı, hem yorgun ve uykusuz.
Günlerce devam etti bu şiddetli müdafa.
Tek düşman geçemedi hendekten bu tarafa.
Lakin bu cenk, önceki savaşlara nisbeten,
Daha çok korkulu ve sıkıntılıydı hepten.
Şiddetli kış ve soğuk, uykusuzluk ve açlık,
Buna, Eshabın gücü yetmiyordu hiç artık.
Günlerdir çarpışmakta olan müşriklerde de,
Yiyecek sıkıntısı başladı son günlerde.
Yiyecek bulamayan bir çok at ve develer,
Ölmeye başlamıştı, açlıktan birer birer.
Bunu gören müşrikler, o Beni Kureyza’ya,
Birini gönderdiler biraz erzak almaya.
Beni Kureyza denen, o hain yahudiler,
Küffarın talebini derhal kabul ettiler.
Hemence arpa, buğday ve ayrıca sap, saman,
Develere yükleyip gönderdiler o zaman.
Müşrikler dönüyorken yirmi yük erzak ile,
Birden karşılaştılar bir gurup Eshap ile.
Sahabiler , bunlara saldırıp hepsi birden,
Bu yirmi yük erzakı aldılar ellerinden.
Müşrikler, canlarını zor kurtardı kaçarak.
Mücahidler , yirmi yük bu erzakı alarak,
Gelip teslim ettiler Resul-i müctebaya.
Böylece kavuştular, çok sena ve duaya.
. Aralarına tefrika sok
Bir ay devam etmişti, bu şiddetli çarpışma.
Mücahidler bu cenkte, çok yorulmuştu ama.
O Server, onlar için secdeye kapanarak,
Şöyle dua ederdi Allah’a yalvararak:
(Ey darda kalmışların imdadına yetişen!
Ve ey çaresizlerin duasını işiten!
Ey Rabbim, halimizi görüyorsun muhakkak.
Bizi, bu sıkıntıdan sen kurtarırsın ancak.
Küffarın arasına tefrika düşürüver.
Şu kâfirlere karşı, eyle bizi muzaffer.)
Allah’ın Sevgilisi, son günlerde ve sık sık,
Bu şekilde dualar ediyordu hep artık.
O günlerde, küffardan (Nuaym bin Mes'ud) diye,
Birisi, iman edip kavuştu hidayete.
Resulün huzuruna geldi hemen o zaman.
Dedi: (İslamiyet’e eyledim ben de iman.
Müslüman olduğumu bilmiyor ama kavmim.
Bana ne emredersen, onu yapabilirim.)
Buyurdu ki: (Küffarın arasına gir de sen,
Onları, birbirine düşür yapabilirsen.)
Dedi: (Ya Resulallah, yaparım bunu, fakat,
Her şeyi konuşmama, var mıdır izin, ruhsat?)
Buyurdu: (Harp hiyledir, söyle istediğini.
Yeter ki, boz ve dağıt küffarın birliğini.)
Nuaym , Resulullahtan izin aldı böylece.
Ve Beni Kureyza’ya gidiverdi ilk önce.
Dedi: (Kureyşlilere, siz yardım yaparsınız.
Ve lakin bu hususta, var mı teminatınız?
Zira mağlub olursa Kureyşliler eğer ki,
Sizi yalnız bırakıp, kaçarlar elbette ki.
Siz yalnız kalınca da, müslümanlar gelerek,
Hepinizi, burada öldürürler tek be tek.
Bunun için onlardan, rehine almadan siz,
Asla müslümanlarla savaşa girmeyiniz.
Yanınızda oldukça ama o rehineler,
Onları bırakıp da, bir yere gidemezler.)
Nuaym , kalkıp Kureyş’e gidiverdi oradan.
Dedi: (Beni Kureyza, vaz geçti ittifaktan.
Onlar, müslümanlarla anlaşmışlar gizlice.
Hatta sizden, rehine istiyorlar bir nice.
Derler ki, kureyşliler mağlub olursa eğer,
Bizi yalnız bırakır ve Mekke’ye dönerler.
Biz de yalnız kalınca, müslümanlar gelerek,
Hepimizi, burada öldürürler tek be tek.
Bize, yetmiş rehine verirlerse eğer ki,
Biz onlara yardımcı olabiliriz belki.
Sizden alacakları o rehineleri de,
Muhammed’e vererek diyecekler ki bir de:
Sen bunları al öldür, seninle anlaşalım.
Kureyşlilere karşı, birlikte savaşalım.
Buna karşı sen dahi, Nadiroğullarını,
Affederek bağışla onlara yurtlarını.
İşte, Beni Kureyza bu niyet ile, yarın,
Rehine isteyecek, vermeyin siz de sakın.)
. Cibril müjde getirdi
Nuaym , yahudilere ve Kureyş’e giderek,
Araya bir tefrika soktu yalan diyerek.
Zira Resulullahtan almıştı şöyle izin:
(Harp hiyledir, bu yüzden herşey diyebilirsin.)
İlk Beni Kureyza’ya gitti ve dedi ki: (Siz,
Niçin Kureyşlilerden rehin istemezsiniz?
Zira onlar, bu harpten mağlub çıkarsa eğer,
Sizi yalnız bırakıp, hep Mekke’ye giderler.
Sizin ise, yeriniz yakın müslümanlara.
Gelir ve öldürürler sizleri harpten sonra.)
Yahudiler, Nuaym’ın sözünü dinleyince,
Hak verip, teşekkürler ettiler ona nice.
Nuaym ise, oradan Kureyş’e gitti hemen.
Dedi: (Beni Kureyza, rehine ister sizden.
Onları, Muhammed’e teslim edeceklermiş.
Muhammed de onlara, bazı şeyler söz vermiş.
Yani Beni Kureyza sizlerden ayrılmışlar.
Gidip müslümanlarla anlaşmaya varmışlar.
Rehine isterlerse sizlerden bugün yarın,
Sözlerine inanıp, vermeyin aman sakın!)
Kureyşliler dinleyip, eylediler çok hayret.
Teşekkür eylediler kendisine begayet.
Ertesi gün, Kureyş’in komutanı, bu kere,
Şöyle haber gönderdi işbu yahudilere:
(Zorlaştı bizim için, artık burada durmak.
Zira hayvanlarımız ölüyor aç olarak.
Siz ve biz, bir hazırlık yapalım da bu gece,
Kuvvetli bir hücuma geçelim beraberce.)
Lakin Beni kureyza, dediler ki cevaben:
(Biz Cumartesi günü çatışmayız esasen.
Birlikte savaşmamız için de yine bizzat,
Rehin vermelisiniz bizlere bir çok zevat.
Zira siz, bu savaşta mağlub olur iseniz,
Bizi yalnız bırakıp, geriye gidersiniz.
Rehin bırakırsanız bir kısım insanları,
O zaman gitmezsiniz, bırakıp da onları.)
Kureyş komutanına ulaşınca bu haber,
Düşündü ki: Nuaym'ın doğruymuş sözü meğer.
Ve haber gönderdi ki onlara çok kızarak:
(Size, tek adam bile vermem rehin olarak.
Yarın harp ederseniz yanımızda, ne a’la,
Yoksa biz döneceğiz, kalmayız daha fazla.)
Kureyş’ten bu haberi alınca yahudiler,
(Nuaym'ın o sözleri doğru imiş) dediler.
Ve gelen haberciye dediler ki: (Söyle git.
Anlaşamayacağız sizinle hiçbir vakit.)
Böylece korku düştü kâfirlerin kalbine.
O zaman geldi Cibril Allahın Habibine.
Bir müjde getirdi ve dedi: (Ya Resulallah!
Kasırga gönderecek küffara cenab-ı Hak.)
O Server çok sevinip, diz üstü oturarak,
Mübarek ellerini ileri uzatarak,
Dedi ki: (Ya ilahi, Eshabıma ve bana,
Acıdın, bunun için hamdediyorum sana.)
. Kasırga başladı
O gece, ortalığı çok müthiş bir karanlık,
Bastırdı ki, göz gözü göremiyordu artık.
Ve bir rüzgar esti ki, çok şiddetli ve ani,
Bunu, şöyle anlatır Huzeyfe-i Yemani:
Bir karanlık bastı ki o gece bir aralık,
Bir gece görmemiştim ondan daha karanlık.
Ve gök gürültüsünü andıran bir ses ile,
Çok şiddetli bir rüzgar başlamıştı esmeye.
Biz, şiddetli açlık ve soğuktan titriyorduk.
Bulunduğumuz yerde, büzülmüş bekliyorduk.
O zaman Resulullah, Eshabına hitaben,
Buyurdu: (Kim küffarın yanına varıp hemen,
Onların ahvalini inceleyip de bir bir,
Yanlarından ayrılıp, bana haber getirir?
Ben de, o kimse için istiyeyim ki hemen,
Arkadaş olsun bana, Cennette ebediyen.)
Çok şiddetli açlık ve soğuktan bizde fakat,
Ayağa kalkmak için, yok idi güç ve takat.
O Server, karanlıkta yaklaştı bize o an.
Büzülmüş otururdum yerimde ben o zaman.
Eli ile dokunup, buyurdu ki: (Sen kimsin?)
Dedim: (Ya Resulallah, Huzeyfe'yim, emredin!)
Buyurdu ki: (Kâfirler ne yapıyor, git de bak.
Lakin atma onlara ne bir ok, ne de mızrak.
Onların hallerinden, bana bir haber getir.
Soğuktan ve sıcaktan olmazsın müteessir.)
Resulün himmetiyle, titreme gitti benden.
Bir kuvvet geldi bana, fırlayıp kalktım hemen.
Ve müşriklere doğru, başladım yürümeye.
Ne üşüme var idi ve ne de bir titreme.
Müşrik karargahına vasıl oldum nihayet.
Bir rüzgar eserdi ki, şiddetliydi begayet.
İleri gelenleri, oturmuşlar Kureyş'in,
Isınırlardı o an, yanında bir ateşin,
Onların arasında, gördüm ki, Ebu Süfyan,
Derdi ki: (Hemen çekip gitmeliyiz buradan.)
Düşündüm ki: Şunu bir, öldürsem bir an önce.
Bir ok alıp, yayıma yerleştirdim hemence.
Lakin Resulullahın emrini hatırladım.
Oku yerine koyup, yürüdüm bir kaç adım.
Beni tanımadılar, karanlıktı haliyle.
Varıp, ateş yanında oturdum onlar ile.
Öyle çok şiddet ile esiyordu ki rüzgar,
Çivileri sökülüp, yıkılırdı çadırlar.
Hatta kap kacakları, yere devriliyordu.
Ve kum fırtınasından, göz gözü görmüyordu.
Bir ara Ebu Süfyan dedi ki: (Dikkat edin!
Casusu gelebilir buraya Muhammed'in.
Herkes, yanındakine dikkat etsin!) deyince,
Anladım ki, o benden şüphelendi iyice.
Daha önce davranıp, ben yanımdakilere,
Kimler olduklarını sual ettim ilk kere.
. Kâfirler yine kaçtılar
Huzeyfe-i Yemani diyor ki: Ben o gece,
Düşmanların yanına sokulmuştum gizlice.
Zira Peygamberimiz göndermişti ki beni,
Öğrenip bildireyim, küffarın hallerini.
Öyle sert bir fırtına esiyordu ki o an,
Çadırları sökülüp, devrilirdi rüzgardan.
Yaktıkları ateşler, anında sönüyordu.
Ve savrulan kumlardan, göz gözü görmüyordu.
Bir ara Ebu Süfyan, dedi: (Ey Kureyşliler!
Bu yerden gitmeliyiz artık birer ikişer.
Şu esen fırtınayı görüyorsunuz zira.
Hayvanlarımız bile, başladı kırılmaya.
İşte, ben gidiyorum!) diyerek sonra hemen,
Devesiyle, süratle uzaklaştı o yerden.
Müşrik ordusu dahi, toparlanıp nihayet,
Mekke yönüne doğru, eylediler hareket.
Müşrikler, kaçar gibi, süratle gidiyordu.
Arkadan, üstlerine kum çakıl yağıyordu.
Huzeyfe-i Yemani diyor ki: Ben o zaman,
Geldim Resulullahın huzuruna oradan.
Karşıma, yirmi kadar beyaz sarıklı erler,
Çıktı ki, zannederim melekti o kimseler.
Dediler ki: (Resule müjdeyi ver ki şu an,
Hak teâlâ, düşmanı, etti mahv-u perişan.)
Nihayet o Server'in yanına gittiğimde,
Baktım, namaz kılıyor o vakit bir kilimde.
Selam verip sordu ki: (Müşrikler ne haldedir?)
Dedim: (Kaçıp gittiler buradan hepsi bir bir.)
Allah’ın Sevgilisi, buna çok sevindiler.
Hatta sevinçlerinden, bana gülümsediler.
Günlerdir uykusuzluk, açlık ve yorgunluktan,
Ayakta durmak için, takatım yoktu o an.
Resulullah beni de, alarak yanlarına,
Kilimin bir ucunu, eliyle örttü bana.
Resulullah ile ben, tek bir kilimde artık,
Fecir sökene kadar, öylece sabahladık.
Beni uyandırınca sabahleyin o Server,
Baktım ki, müşriklerden kalmamış hiç bir eser.
Müşrikler, ta Mekke’ye yaklaşıncaya kadar,
Hep esti peşlerinden rüzgar ve fırtınalar.
Ve yine o müşrikler, her an arkalarından,
Hep tekbir sedaları işittiler durmadan.
Velhasıl bu savaştan kaçınca Kureyşliler,
Diğer kabileler de, kaçıp firar ettiler.
Ağır bir mağlubiyet olmuştu bu, onlara.
Ve zafer nasib oldu yine müslümanlara.
Tekbir sedalarıyla o şanlı sahabiler,
Medine’ye dönünce, müminler sevindiler.
İnsanlar, sokaklara dökülmüşler o günü,
Tebrik ediyorlardı Allah’ın Resulünü.
O Server de, onlara tebessüm buyurarak,
Karşılık veriyordu herbirine bakarak.
Buyurdu: (Ey Eshabım, üstünlük geçti size.
Kureyş, artık gelemez sizin üzerinize.)
.
21 - BENİ KUREYZA YAHUDİLERİ
.Yahudilerin ihaneti
Hendek harbinden sonra, Server-i âlem yine,
Hazret-i Aişe’nin teşrif etti evine.
Zırh ve silahlarını, çıkardı üzerinden.
Vücudu tozlanmıştı, bir banyo aldı hemen.
O sırada Cebrail, Dıhye’nin suretinde,
Geliverdi zırhı ve silahı üzerinde.
Dedi: (Ya Resulallah, siz, Beni Kureyza'nın,
Üstüne yürüyün ki, bu, emridir Allah’ın.)
Kainatın sultanı, Bilal-i Habeşi’ye,
Emretti: (Bu haberi, herkese söyle!) diye.
Kendisi de giyinip, silahıyle zırhını,
Miğferini geçirip, kuşandı kılıcını.
Geldi at üzerinde Eshabın arasına.
Teslim etti sancağı, Allah’ın arslanına.
Ve gönderdi ileri, öncü kuvvet olarak,
İbni Ümmü Mektum’u, şehirde bırakarak,
Tekbir sedalarıyla çıktılar Medine’den.
Gammaroğulları’yla karşılaştılar hemen.
Silahlanmış, Resulü beklerdi o kimseler.
(Size kim haber verdi?) diye sordu o Server.
Dediler ki: (Dıhye-i Kelbi geldi az önce.
Biz de ondan öğrendik bu haberi böylece.)
Buyurdu ki: (O kişi, Cibril-i emin idi.
Ve Beni Kureyza'ya emirle gönderildi.
Onların kalesini kuvvetlice sarsacak.
Böylece kalplerine, büyük korku salacak.)
Velhasıl o kaleye varıncaya kadar tam,
Artıp, üçbin kişiyi buldu Eshab-ı kiram.
Gitti hazret-i Ali sancak ile en önde.
Ve dikti sancağını, o kalenin önünde.
Resulullah , oraya varınca en nihayet,
Önce o kâfirleri islama etti davet.
Yahudiler, daveti kabul eylemediler.
İkinci teklifini yaptı Resul bu sefer.
Buyurdu: (Öyle ise, Allah’ın Resulünün,
Emri ile, kaleden inin ve teslim olun!)
Onlar, bu emri dahi reddedince, bu sefer,
Sahabe-i kirama nazar etti o Server.
Sa'd hazretlerini görüp verdi şu emri:
(Ya Sa'd, oka tutun siz şu yahudileri!)
O ve diğer okçular, Resulün emri ile,
Fırlattılar okları, tekbir sedalariyle.
Onlar da buna karşı, ok ile taş attılar.
Bu hareketleriyle savaşı başlattılar.
Lakin korkularından, açıp da kapıları,
Hiç çıkamıyorlardı o kaleden dışarı.
Hain olduklarından, korkuyorlardı böyle.
Zira hain ve zalim, korkak olur haliyle.
Onlar, Resulullaha iman getirmediler.
Yalnız hasetlerinden, Onu inkâr ettiler.
Yine Hendek harbinde, haince davranarak,
Yapılan andlaşmayı, tek taraflı bozarak,
Kureyş kâfirleriyle anlaştılar gizlice.
Resulü, güç durumda bıraktılar böylece.
. Üç kişi iman etti
Muhasara halinde devam ediyordu harp.
Kuş uçurtmuyorlardı kaleden şanlı Eshap.
Ve lakin münafıklar, o kaleye, bir gece,
Gizliden şu haberi gönderdiler hemence:
Dediler ki: (Sakın ha, hiç teslim olmayınız!
Harbe devam edin ki, arkanızda biz varız.
Sizi çıkarırlarsa Medine’den eğer ki,
Biz dahi sizin ile geliriz elbette ki.
Dayanın biraz daha asla teslim olmadan.
Size yardım etmeye biz hazırız her zaman.)
Bu takviye vadini alınca yahudiler,
Müdafaya , azimle yine devam ettiler.
Lakin çok uzayınca muhasara müddeti,
Tükendi onların da artık mukavemeti.
Münafıklardan dahi, bir yardım gelmeyince,
Ümitleri kesilip, korktular binnetice.
Çaresizlik içinde kalan o yahudiler,
Hemen Resulullaha bir elçi gönderdiler.
Elçi huzura gelip, dedi ki: (Ya Muhammed!
Nadiroğullarına gösterdiniz merhamet.
Onlar gibi, bize de bir merhamet gösterin.
Bizleri öldürüp de kanımızı dökmeyin.
Bilcümle mallarımız, bütün silahlarımız,
Sizin olsun, yeter ki bağışlansın canımız.
Çoluk çocuğu ile birlikte her aile,
Çıkıp gitsin buradan, bir yük de erzak ile.)
Cevaben buyurdu ki ona Resul-i ekrem:
(Hayır, bu teklifini asla kabul edemem.)
Dedi: (Mal götürmekten vazgeçtik öyle ise,
Malsız çıkıp gidelim, müsade eyle bize.)
Buyurdu: (Hayır asla, hiçbir kayıt ve şartsız,
Hükmüme boyun eğip, teslim olacaksınız.)
Elçi, perişan halde oradan ayrılarak,
Gitti yahudilere, gayet üzgün olarak.
Bu haberi işiten o yahudiler ise,
Düştüler çok büyük bir üzüntü ve yeise.
Liderlerinden olan, Ka'b bin Eşref, o ara,
İnsafa yönelerek şöyle dedi onlara:
(Ey kavmim, benim size üç teklifim olacak.
Birisini seçmekte, serbestsiniz siz ancak.
Birincisi, geliniz hep müslüman olalım.
Böylece boynumuzu kılıçtan kurtaralım.
Zira biliyoruz ki hak Peygamberdir o zat.
Kitaplarımızda da okuduk bunu bizzat.
Yine biz, bile bile Peygamber olduğunu,
Yalnız hasedimizden, inkâra kalktık onu.)
Bu kabul görmeyince, dedi ki: (Öyle ise,
İkinci teklifimi yapıyorum ben size.
Kılıçları sıyırıp, çıkalım bu kaleden.
Savaşalım onlarla, hiç vakit geçirmeden.)
Dediler: (Cumartesi gecesidir bu gece.
Bu gece çarpışmayız dinimiz gereğince.)
İçlerinden üç kişi, imana kavuşarak,
Çıkıp, mücahidlere katıldılar koşarak.
. Titredi Arş-ı a’la
Yahudiler bir süre yaptılar istişare.
Teslim olmaktan başka, bulunmadı bir çare.
Hemen Resulullaha bir heyet yolladılar.
Ve teslim bayrağını çekip teslim oldular.
Gelen heyet dedi ki: (Bizim hakkımızda, siz,
Hüküm vermesi için, hakem tayin ediniz.)
Peygamber Efendimiz, buyurdu ki o zaman:
(Siz istediğinizi seçiniz Eshabımdan.)
Onlar, Resulullaha ettiler ki şöyle arz:
(Öyleyse hakemliği yapsın Sa'd bin Muaz.)
Bu zat, yaralanmıştı Hendek günü bir ara.
Hatta ok girmiş idi, hem de atar damara.
Şehid olacağını anlayıp kendi dahi,
Ellerini kaldırıp, demişti ki: (İlahi!
Bu savaş sürecekse, ömür ver bana yine.
Cenkte siper edeyim, kendimi Habibine.
Yok, ama bitecekse yakında bu harp eğer,
Şehidlik rütbesini eyle bana müyesser.
Şu Beni Kureyza’nın akıbetini dahi,
Göstermeden, ruhumu kabzetme ya ilahi!)
Velhasıl mücahidler, hemen Sa'da gittiler.
Sedye ile, Resulün yanına getirdiler.
Buyurdu ki: (Ya Sa'd, hakemsin, ver emrini.
Biz dahi ona göre yapalım gereğini.)
Dedi: (Ya Resulallah, akıl ve baliğ olan,
Bütün erkeklerinin, vurulsun boynu şu an.
Kadın ve çocukların, hepsi esir alınsın.
Malları, müslümanlar arasında dağılsın.)
Haklarında bu hükmü verince İbni Muaz,
Allah’ın Resulü de eyledi aynen infaz.
Buyurdu ki: (Ya Sa'd, verdin ki öyle karar,
Allah ve Resulü de, bundan razı oldular.)
O günden sonra tekrar, ağırlaştı yarası.
Nihayet şehid oldu çok geçmeden arası.
Ağladı cümle Eshap, onun şehadetine.
Hatta yetmişbin melek indi cenazesine.
Ve mübarek mezarı kazılırken bu defa,
İçinden misk kokusu yayıldı her tarafa.
Peygamber Efendimiz, ona üzüldüğünden,
Ağlayıp, yaşlar aktı mübarek gözlerinden.
Buyurdu ki: (Sa'ddan, razıdır Hak teâlâ.
Onun şehadetiyle, titredi Arş-ı a’la.)
. Resulullah taşıdı
Sa'd ibni Muaz’ın yahudiler hakkında,
Kararı, makbul oldu Hak teâlâ katında.
Ve hemen çadırına götürüldü oradan.
Yarası, birdenbire ağırlaştı sonradan.
Peygamber Efendimiz, geldi ziyaretine.
Kucaklayıp, duada bulundu kendisine.
El açıp buyurdu ki: (Ya Rabbi, kulun Sa'd,
Sırf senin rızan için düşmanla etti cihad.
O, senin Resulünü sevdi ve etti iman.
Sen de, ona şu vakit kolaylık eyle ihsan.)
Sa'd, fısıltı ile dedi: (Ya Resulallah!
Malım, canım, herşeyim fedadır sana Vallah.
Şehadet ederim ki, sen Hakkın Resulüsün.
Ve bir kimse yoktur ki, olsun o senden üstün.)
Peşinden hastalığı ağırlaştı o gece.
O gün, başka bir eve götürüldü hemence.
Bir iki saat sonra, Cibril aleyhisselam,
Resulün huzuruna geldi ve verdi selam.
Dedi ki: (Vefat eden, Eshaptan kim ki acep,
Melekler birbirine onu müjdeliyor hep.)
Resulullah , Cibril'den duyunca bunu derhal,
Sa'dın hastalığını, Eshaptan etti sual.
Onlar, Resulullaha ettiler ki şöyle arz:
(Filan evde, çok ağır hastadır İbni Muaz.)
Resulullah , Eshaptan birkaçını aldı ve,
Gitti İbni Muaz’ın bulunduğu o eve.
Hızlı gittiklerinden, yoruldu Eshap biraz.
Bunu, Resulullaha eyleyince sonra arz,
Buyurdu: (Hanzala'nın namazında, melekler,
Nasıl ki bizden önce bulundularsa eğer,
Sa'dın namazında da, vaki olur öylece.
Yetişemeyeceğiz onlardan daha önce.)
Nihayet Resulullah, vardı Sa'dın yanına.
Gördü ki, İbni Muaz kavuşmuş Allah’ına.
Başucunda oturup, buyurdu ki: (Ya Sa'd!
Rabbimiz versin sana, en hayırlı mükafat.
Sen, elbet reislerin en iyileri idin.
Sen, Allah’a söz verip, tam yerine getirdin.
Allahü teâlâ da, sana vaadlerini,
Verecektir elbette, o sonsuz nimetini.)
Onun vefatı ile, Resulullah ve Eshap,
Göz yaşıyle ağlayıp, duydular çok ızdırap.
Gelmişti cümle Eshap, onun cenazesine.
Namazını, o Server kıldırdı onun yine.
Hatta cenazesini, yine Fahr-i kainat,
Eshabiyle birlikte taşıdı kendi bizzat.
Eshap arz ettiler ki: (Ya Resulallah, şu an,
Bir cenaze görmedik böyle kolay taşınan.)
Buyurdu: (Ey Eshabım, onu taşımak için,
Melekler indi gökten, sayıları yetmiş bin.)
Cenazesi, kabrine indirilirken de hem,
Mezarının başında oturdu Fahr-i âlem.
Mübarek sakalını tutarak çok üzüldü.
Ağlayıp, gözlerinden gözyaşları süzüldü.
.
.
22 - HUDEYBİYE SULHNAMESİ
.Lebbeyk! Allahümme lebbeyk!
Hicri altıncı yılın, zilka'de ayında hem,
Bir gece, rüyasında gördü ki Fahr-i âlem:
Sahabe-i kiramla hep Mekke’ye gittiler.
Ve Kâbe-i şerifi ziyaret eylediler.
O Server, bu rüyayı Eshaba söyleyince,
Kapıldı onlar dahi, heyecan ve sevince.
Zira ana yurtları, doğup büyüdükleri,
Yüzlerini beş vakit namazda döndükleri,
Mekke’ye, Beytullaha gideceklerdi zira.
Çünkü buna işaret ediyordu bu rüya.
Resulullah , Eshaba verince bu müjdeyi,
Hemen bir hazırlığa başladı onlar dahi.
Resulullah kendi de, yol için hazırlanıp,
İbni Ümmü Mektum’u yerine vekil yapıp,
Zilkade ayının ilk Cumartesi gününde,
Kusva nam devesine binerek Medine’de,
Bindörtyüz sahabiyle çıktılar Medine’den.
Şehirde kalanlarla vedalaştılar hemen.
Daha sonra her biri, niyet edip umreye,
Yürüyüşe geçtiler, o mukaddes beldeye.
Birer kılıç var idi, yanında her kişinin.
Yetmiş de deve vardı kurbanlık, kesmek için.
Zülhuleyfe denilen yere varınca ama,
Resulullah ve Eshap, girdiler hep ihrama.
Kurbanlık develere, işaretler yaptılar.
Herbirinin boynuna, birer ip bağladılar.
Sonra da Bişr bin Süfyan isimli sahabiye,
Emredip, haber için gönderdiler Mekke’ye.
Beyazlara bürünen Resul ve sahabiler,
Orada, hep birlikte telbiye eylediler.
Hepsi yüksek ses ile, telbiye söylüyordu.
Bu mübarek sözlerle, yer ve gök inliyordu.
Bir an önce Mekke’ye varmak için de hemen,
Yola devam ettiler çıkıp, Zülhuleyfe'den.
Yolda hazret-i Ömer ve Sa'd bin Ubade,
O Server'in yanına yaklaşıp az ilerde,
Dediler ki: (Efendim, Kureyş’in üstüne biz,
Silahsız olarak mı acaba gideceğiz?
Onlardan, zatınıza zarar erişir diye,
Korkar ve bu sebepten düşeriz endişeye.)
Buyurdu ki: (Umreye niyet ettim önce ben.
Silah taşımayı da, istemem böyle iken.)
Allah’ın Sevgilisi ve Sahabe-yi kiram,
Umre niyeti ile ettiler yola devam.
Bazı kabileleri, ederek hem ziyaret,
Resulullah , onları ederdi dine davet.
Lakin çekiniyordu bir kısım kabileler.
Verirdi bir kısmı da, kıymetli hediyeler.
Beyaz ihramlarıyla, o bindörtyüz sahabi,
Başlarında Allah’ın Sevgilisi, Habibi,
Heyecanlanırlardı Mekke’ye varmak için.
Zira burunlarında tütüyordu hepsinin.
. Kureyş ne zannediyor?
Allah’ın Sevgilisi ve Sahabe-i kiram,
Yolun yarılarına varmışlar idi ki tam,
Haber için, Mekke’ye giden Bişr hazretleri,
Dönüp, Resulullaha getirdi şu haberi:
Dedi: (Geldiğimizi, Kureyş haber alarak,
Tedbire başvurmuşlar korkuya kapılarak.
Etraf kabilelere, adamlar göndermişler.
Onlardan, savaş için yardım talep etmişler.
O kabileler dahi, ederek hep ittifak,
Ebtah denen mevkide yapmışlar bir yığınak.
Hatta sokmamak için Mekke’ye müminleri,
Toplanıp, bu hususta yemin etmiş herbiri.
Ve ikiyüz kişilik birliği, bir an önce,
Keşf için bize doğru çıkarmışlar hemence.)
Bu haberi Resule verince Bişr bin Süfyan,
Allah’ın Sevgilisi çok üzüldü o zaman.
Buyurdu: (Bu, Kureyş'i helak eden bir iştir.
Zaten harpler, onları yiyip de bitirmiştir.
Onlar, kendilerini ne zannediyorlar ki?
Ellerinin altında kuvvet ve güç mü var ki?
Rabbimin gönderdiği bu dini, Vallahi ben,
Ayrılıncaya kadar şu başım bedenimden,
Onlarla çarpışmaktan, geri durmayacağım.
Ve bu dini, tam hakim ve üstün kılacağım.)
Sonra da Eshabına döndürdü yüzlerini.
Bu babta, onların da sordu fikirlerini.
Onlar da, cevabında arz ettiler ki hemen:
(Allah ile Resulü, iyi bilir bizlerden.
Canımız, mallarımız feda olsun uğruna.
Biz, umre niyetiyle çıktık Kâbe yoluna.
Kimseyi öldürmeye, yok asla niyetimiz.
Beytullahı ziyaret etmektir tek gayemiz.
Lakin bu ziyarete, mani olurlar ise,
Çarpışıp, ulaşırız yine hedefimize.)
Eshab -ı kiramdaki bu tam kararlı hali,
Görünce, Resulullah memnun oldu bir hayli.
Buyurdu : (Ey Eshabım, beni sevindirdiniz.
Allah’ın izni ile haydi ilerleyiniz!)
Eshap , Resulullahın etrafında giderek,
Yürüyüşe geçtiler, tekbirler getirerek.
Sonra mola verildi, öğlen olduğu zaman.
Ve Bilal-i Habeşi okudu çıkıp ezan.
O esnada Kureyş’in, o ikiyüz kişilik,
Birliği de, oraya yetişti hemencecik.
Mekke ile Eshabın arasına girerek,
Bir hücum vaziyeti aldılar dizilerek.
Buna rağmen korkmayıp, Allah’ın Sevgilisi,
Ardında saf saf olmuş bindörtyüz sahabisi,
Ezanı müteakip, hep namaza durdular.
Müşriklerin bazısı, bundan duygulandılar.
O bindörtyüz kişinin, birden eğilmeleri,
Daha sonra doğrulup, secdeye inmeleri,
Görülmeye değer bir manzaraydı bu olan.
Sanki bir dağ, doğrulup eğiliyordu o an.
. Kusva birden çöküverdi
O Server imam oldu, o öğlen namazında.
Bindörtyüz sahabi de, saf tuttu arkasında.
O ikiyüz kişilik Kureyş süvarileri,
Görüp, hayret ettiler bu korkusuz erleri.
Hatta hayretlerinden, namaz bitene kadar,
Saldırıp, herhangi bir zarar yapamadılar.
Lakin namazdan sonra, dediler: (Biz ne yaptık?
Onlar namaz kılarken, biz niçin saldırmadık?
İstifade etseydik onların bu halinden,
Hücum edip, çoğunu öldürürdük aniden.
Neyse üzülmeyelim, nasılsa müslümanlar,
İkindi vaktinde de, yine namaz kılarlar.
Hiç olmazsa o zaman gafil davranmayalım.
Bir anda hücum edip, çoğunu haklayalım.)
O zaman Hak teâlâ, Cebrail ile yine,
Onların bu fikrini, bildirdi Habibine.
Buyurdu: (Eshabınla kılarken namazını,
O zaman iki kısma taksim et Eshabını.
Bir kısmı, senin ile o namazı kılsınlar.
Bir kısmı da, silahla düşmanı kollasınlar.
Sonra namaz kılanlar, beklesinler düşmanı.
Ve düşman bekleyenler, kılsın namazlarını.
Zira arzu eder ki, size düşman olanlar,
Gafil olduğunuz an, size baskın yapalar.)
Velhasıl ikindinin vakti girdiği zaman,
Yine hazret-i Bilal okudu gür bir ezan.
Müşrik süvarileri, bilerek bunu fırsat,
Hücuma geçmek için, aldılar bir tertibat.
Lakin Resul-i ekrem, o vahiy mucibince,
Eshabına emredip, tedbir aldı hemence.
Namazı, bu şekilde kılınca sahabiler,
Bunu görüp, şaşkına dönüverdi kâfirler.
Hak teâlâ onlara, korku verdi bir nice.
Onlara saldırmaktan, vazgeçtiler hemence.
Bir zarar yapamadan velhasıl süvariler,
Haber için, süratle Mekke’ye at sürdüler.
Peygamber-i zişanla, bindörtyüz Sahabe de,
Hudeybiye’ye doğru geçtiler harekete.
Mekke’nin hududuna varınca, Kusva birden,
Çöküverdi, zahirde hiçbir sebep yok iken.
Onu kaldırmak için, uğraştılar o saat.
Kusva , çöktüğü yerden kalkmadı yine fakat.
Allah’ın Sevgilisi buyurdu ki hemence:
(Kusva'nın çökme huyu yok idi daha önce.
Ve lakin Ebrehenin, adı Mahmude olan,
Filini, Beytullaha gitmekten alıkoyan,
Hak teâlâ, şimdi de bu Kusva’yı tutmuştur.
Ve Mekke’ye girmekten, onu alıkoymuştur.)
Sıçrayıp kalktı o an, Kusva adlı o deve,
Ve o yerden ayrılıp, başladı yürümeye.
Hudut üzerindeki Hudeybiye denilen,
Bir mevkiye gelince, yine durdu aniden.
Peygamber Efendimiz ve Eshab-ı kiram da,
İnip konakladılar, suyu az bu mekanda.
. Biz cenk için gelmedik
Peygamber Efendimiz, Eshabiyle beraber,
Mekke’nin hududuna gelip mola verdiler.
O hududun dışında, kurdurdu çadırları.
Lakin hudut içinde, kıldırdı namazları.
Kuraklıktan su yoktu kuyuların birinde.
Yalnız Resulullahın su vardı ibriğinde.
Bunu, Resulullaha gelip arzeylediler.
(Yanımızda hiç su yok, biz mahvolduk) dediler.
Buyurdu: (Bulunduğum müddetçe ben sizinle,
Asla mahvolmazsınız, Allah’ın izni ile.)
Ve elini, ibriğin üzerine koyarak,
Sonra, Besmele ile yukarı kaldırarak,
Eshabına , (Alınız!) diye buyurduğu an,
Su akmaya başladı parmak aralarından.
Kana kana su içip, abdestleri aldılar.
Ve bütün kırbaları su ile doldurdular.
At ve develeri de, suladılar o ara.
Bakıp gülümsüyordu Resulullah onlara.
Hazret-i Cabir der ki: (Bindörtyüz kişi idik.
Herbirimiz o sudan abdest aldık ve içtik.
Eğer yüzbin kişi de olsa idik hem dahi,
Yine kâfi gelirdi o su bize Vallahi.)
Huzaa kabilesi vardı ki o zamanlar,
Dost idiler her zaman, müslümanlarla onlar.
O kabile reisi, Büdeyl namında bir zat,
Geldi Resulullahın huzurlarına bizzat.
Dedi ki: (Kureyşliler, civar kabilelerden,
Çok asker toplayarak, bir ordu kurdu hemen.
Şimdi, Hudeybiye’ye yakın yere geldiler.
Geri dönmemek için, hepsi yemin ettiler.
Zira Kureyşlilerin yegane gayeleri,
Şudur ki, Beytullaha sokmayalar sizleri.
Aksi halde, sizinle isterler kıtal yapmak.
Bu hususta cümlesi, eylediler ittifak.)
Resulullah buyurdu: (Cenk için gelmedik biz.
Sırf ziyaret etmektir Beytullahı gayemiz.
Yani biz cenge değil, geldik umre yapmaya.
Yok asla niyetimiz, onlarla savaşmaya.
Onlar istiyorlarsa illa da cenk etmeyi,
Onlardan daha fazla, biz isteriz bu cengi.
Katledinceye kadar hepsini birer birer,
Savaşırım onlarla, bunu böyle bileler.
Zaten harpler, onları pek fazla yıpratmıştır.
Güçsüz yapıp, bir hayli zaafa uğratmıştır.
Ama istiyorlarsa, Kureyş ile şimdi biz,
Mütareke müddeti tayin edebiliriz
Ve o müddet içinde, emniyette olsunlar.
Beni, kabilelerle başbaşa bıraksınlar.
Ben galip gelir isem diğer kabilelere,
Ve onlar da müslüman olurlarsa bu kere,
Kureyş müşrikleri de isterlerse o zaman,
Hidayete kavuşup, olurlar hep müslüman.
Ben galip gelemezsem, o hal ve şartta onlar,
Daha kuvvetlenmeye zaman bulmuş olurlar.)
. Umre için gelmişler
Kalktı Büdeyl huzurdan, vardı Kureyşlilere.
Resulün teklifini söyledi müşriklere.
Dedi: (Ey Kureyşliler, Muhammed şöyle der ki:
Biz buraya, harp için gelmedik elbette ki.
İnanın ki, geldik sırf umre yapalım diye.
Kâbe’yi tavaf edip, döneceğiz geriye.
Ama istiyorlarsa illa da cenk etmeyi,
Onlardan daha fazla, biz isteriz bu cengi.
Ayrılıncaya kadar başım şu vücudumdan,
Bilsinler ki, onlarla savaşırım durmadan.)
Kureyşliler, Budeyl’e inanmadılar fakat,
Yalan söylediğine getirdiler kanaat.
Ve lakin içlerinde, Urve nam vardı biri.
Söz alıp, ikaz etti hemen o kâfirleri.
Dedi: (Ey Kureyşliler, dinleyin beni biraz.
Büdeyl doğru söylüyor, reddetmek doğru olmaz.
Zira mecbur değiller onlar yalan demeye.
İnanın ki, elbette gelmişlerdir umreye.
Kâbe’yi tavaf edip, döneceğiz demişler.
Ben de inanıyorum buna ey Kureyşliler!
Ben derim ki, onların bu teklifi, Vallahi,
Begayet muvafıktır, kabul edin siz dahi.
Ama istiyorsanız, ben de gidip göreyim.
Maksatları nicedir, yerinde öğreneyim.)
Dediler: (İyi olur, var öğren ki, ne söyler?
Görüp işittiğini, gelip bize haber ver.)
Ayrılıp geldi Urve, Resulün meclisine.
Kureyş’in niyetini, söyledi kendisine.
Dedi: (Onlar, Kâbe’ye sizi sokmamak için,
Kesin kararlı olup, ettiler hatta yemin.)
O Server, develeri gösterip kendisine,
Buyurdu ki: (Şunların kurban edilmesine,
Ve Kâbe-i şerifin ziyaretine dahi,
Sen söyle Allah için, olunur mu hiç mani?)
Urve , hak verir iken Allah’ın Habibine,
Bakardı bir yandan da, Eshabının haline.
Gördü Resulullaha olan hürmetlerini.
Etrafında pervane gibi döndüklerini.
Halbuki daha önce, gezmişti çok memleket.
Görmemişti bir yerde böyle sevgi ve hürmet.
Hepsi de, karşısında mum gibi duruyordu.
Emrini yapmak için, işaret bekliyordu.
Hayret içerisinde kalmış idi bir hayli.
Gelip, Kureyşlilere haber verdi bu hali.
Dedi: (Ey Kureyşliler, dolaştım nice yerler.
Ve gördüm nice melik necaşi ve kayserler.
Ama müslümanların, Ona gösterdikleri,
İtaatın , onlarda yok hatta binde biri.
Onun terini bile toprağa düşürmezler.
Seslerini, sesinden daha çok yükseltmezler.
Onlara, bir çocuğu kumandan etse şayet,
Cümlesi tâbi olup, etmezler muhalefet.
Size şöyle derim ki, sulh ediniz onlarla.
Umre için gelmişler, kurbanlık hayvanlarla.)
. Onu da dinlemediler
Urve devam ederek, dedi: (Ey Kureyşliler!
Ne zannediyorsunuz müslümanları sizler?
Ne kadar elinizi, siz kılıca atsanız,
Ve ne kadar, ne türlü çareye başvursanız,
Muhammed'in kılını, size teslim etmezler.
El sürmenize bile, asla izin vermezler.
Böyleyken, O andlaşma teklif ediyor bize.
Bunu kabul eylemek bizim faidemize.)
Dinledi Kureyşliler Urve’nin sözlerini.
Dediler: (Dinlemeyiz biz senin bu reyini.
Biz ittifak ettik ki, şimdi geri gideler.
Ertesi sene gelip, ziyaret eyleyeler.)
Hatta kaba davranıp Urve’ye bu sebepten,
Böylece onu kırıp ve darılttılar hepten.
Allah’ın Sevgilisi, Kureyş kâfirlerinin,
Bu hususta fikrini öğrenebilmek için.
Gönderdi elçi diye Hıraş bin Ümeyye’yi.
Kureyş, kaba davrandı bu sahabiye dahi.
Devesini alarak, hemen kesip yediler.
Hatta öldürmek için, üstüne yürüdüler.
O, güç bela kurtulup, geriye döndü yine.
Arz etti vaziyeti, Allah’ın Habibine.
Peygamber Efendimiz, öğrenince bu hali,
Yapılan hakarete, üzüldüler bir hayli.
O ara biri çıktı Kureyş karargahından.
Onu, elçi olarak gönderirlerdi o an
Ehabiş kabilesi reisi idi bu zat.
İsmi de Huleys olup, geliyordu o bizzat.
Resul onu görünce, buyurdu ki: (Bu gelen,
İbadet ve kurbana, saygı, hürmet gösteren,
Bir kabiledendir ki, ey Eshabım şimdi siz,
Kurbanlık develeri, ona doğru sürünüz.)
Resulün bu emriyle, hemence sahabiler,
Kurbanlık develeri, ona doğru sürdüler.
Ayrıca bir ağızdan (Lebbeyk! Lebbeyk!) diyerek,
Gökleri çınlattılar tekbirler getirerek.
Huleys , bu manzaraya bakarak uzun uzun,
Gözleri yaşardı ve üzülüp oldu mahzun.
Ve kendi kendisine dedi ki: Hakikaten,
Yok başka gayeleri Kâbe’yi ziyaretten.
Bu işe mani olmak, ne kötü harekettir.
Zira tavaf ve kurban, güzel bir ibadettir.
Kâbe’nin sahibine yemin ederim ki ben,
Kureyş helak olacak, bu yanlış hareketten.
Onun düşüncesini bildi Fahr-i kainat.
Buyurdu ki: (Ey Huleys, evet, öyle hakikat.)
Huleys , bakmak istedi Allah’ın Resulüne.
Ve lakin hayasından, bakamadı yüzüne.
Geri dönüp, Kureyş'e dedi: (Beni dinleyin!
Kâbe’yi ziyaretten onları men etmeyin.
Ben doğru bulmuyorum bunu men etmenizi.
Ve ikaz ediyorum, bu yanlış işten sizi.)
Müşrikler, onu dahi yine dinlemediler.
Ve hatta kendisine (Sen cahilsin) dediler.
. Biat-ı rıdvan
Huleys’in sözüne de, inanmadı kâfirler.
Ve hatta kendisine, hakaret eylediler.
Allah’ın Sevgilisi, Kureyş müşriklerinin,
Niyet ve maksadını öğrenebilmek için,
Gönderdi elçi diye, Osman-ı Zinnureyn’i.
Buyurdu ki : (Var öğren, Kureyş’in niyetini.
Ve onlara söyle ki: Buralara geldik biz.
Ve lakin kimse ile cenge yok niyetimiz.
Yalnız Beyt-i şerifi edeceğiz ziyaret.
Kurbanları da kesip, ederiz geri avdet.
Mekke’de mukim olan müminlere de de ki:
Mekke, yakın zamanda fetholur elbette ki.)
Geldi hazret-i Osman, bu emirle Mekke’ye.
Dedi: (Geldik Kâbe’yi ziyaret ve umreye.
Size, Peygamberimiz gönderdi böyle haber.
Tavaf edip, geriye döneceğiz beraber.)
Dediler: (İstiyorsan, sen tavaf eyle yalnız.
Ama diğerlerini katiyen bırakmayız.)
Dedi: (Resulullahı bırakmazsanız şayet,
Ben dahi Beytullahı etmem asla ziyaret.)
Duyunca bu cevabı Osman-ı Zinnureyn'den,
Kızıp, tevkif ettiler bir müddet onu hemen.
Osman İbni Affan’ın gecikince dönmesi,
Üzülüp kederlendi Allah’ın Sevgilisi.
Ve hatta kendisine, geldi ki şöyle haber:
(Osman ibni Affan'ı şehid etti kâfirler.)
Böyle haber gelince Allah’ın Resulüne,
Döndürdü nur yüzünü Sahabe-i güzine.
Buyurdu ki: (Bu haber doğruysa hakikaten,
Kureyş’le çarpışmadan, ayrılmam hiç bu yerden.)
Sonra, Semüre denen bir ağacın altına,
Oturup, buyurdu ki Eshab-ı kiramına:
(Geliniz ey Eshabım, bana biat ediniz!
Zira biat etmeyi emrediyor Rabbimiz.)
Geldi o kahramanlar, bu davet üzerine.
Koydular ellerini, Onun eli üstüne.
Ve şöyle dediler ki Ona o kahramanlar:
(Sana, Hak teâlâdan zafer gelene kadar,
Önünde çarpışarak, ya zafer, ya şehidlik,
Nasib olmak üzere, söz verip, biat ettik.)
O gün bindörtyüz kişi, Resulullahla tek tek,
Söz verdiler: (Ölmek var, dönmek yoktur!) diyerek.
Sahabe-i kiramın, Resulullahla bir bir,
Böyle sözleşmesine, (Biat-ı Rıdvan) denir.
Mekke’de idiyse de, o gün hazret-i Osman,
Yine mahrum kalmadı biatın sevabından.
O Server, bir elini havaya kaldırarak,
Eshaba , (Bu, Osman'ın elidir) buyurarak,
Koydu hem o elini, diğeri üzerine.
Öylece biat etti, o gün kendi kendine.
Yani onun namına, Peygamberimiz bizzat,
Kendi kendisi ile, eyledi o gün biat.
Sonra müjde verdi ki: (Bugün biat edenler,
Cehenneme girmekten mahfuz ve emindirler.)
. Mecburen anlaştılar
Sayıları bindörtyüz olan bu sahabiler,
O gün biat ettiler Resulle birer birer.
Dediler: (Biz hepimiz, muntazırız emrine.
Bize ne emredersen, getiririz yerine.
Düşman ile çarpışıp, ya Mekke’yi alırız.
Yahut da, bu uğurda tek tek şehid oluruz.)
Resule bu şekilde söyleyip birer birer,
(Ölmek var, dönmek yoktur!) diyerek söz verdiler.
Sonra, kılıçlarını çekerek kınlarından,
İşaret beklediler Resul-i kibriyadan.
Ve lakin bu esnada, islam karargahını,
Gözetleyen casuslar, tesbit etti bu anı.
Gelip haber verdiler, Kureyş müşriklerine.
Bu sebepten hepsinin, korku düştü içine.
O gece, müşriklerden elli kadar atlılar,
İslam askerlerine aniden saldırdılar.
Ve lakin nöbetçiler, verdiler derslerini.
Kıskıvrak yakalayıp, bağladılar hepsini.
Resulullah , onların kimini hapsederek,
Yine bir kısmını da, bıraktı affederek.
Müşrikler ertesi gün, tekrar baskın yaptılar.
Lakin müslümanlarca yine yakalandılar.
O zaman o müşrikler, anladı ki böylece:
Müslümanlar hazırlar savaşa gün ve gece.
Onlar da, bize baskın yaparsa bugün yarın,
Diye, bir korku düştü kalplerine küffarın.
Kendi aralarında yaparak istişare,
Dediler: (Anlaşalım, zira yok başka çare.)
Ve hemen Süheyl ibni Amr’ın başkanlığında,
Bir elçi heyetini gönderdiler anında.
Peygamber Efendimiz, Kureyş elçilerini,
Kabul edip, dinledi arzu isteklerini.
Elçiler dediler ki: (Tutup hapsettiğiniz,
Kureyşli müşrikleri salmanızı isteriz.)
Peygamber Efendimiz, buyurdu ki cevaben:
(Benim Eshabımı da, siz tuttunuz esasen.
Siz benim Eshabımı salmazsanız eğer ki,
Ben de, o esirleri bırakmam elbette ki.)
Süheyl cevap verdi ki: (Doğrudur, haklısınız.
Bize, adaletli ve insaflı davrandınız.)
Ve hazret-i Osman’la, on kadar sahabinin,
Bırakılmalarını sağladı hemen ilkin.
Ve bunun üzerine, o Sevgili Peygamber,
O esir müşrikleri derhal salıverdiler.
Sonra o elçilerle, konuşmalar yapıldı.
Nihayet neticede, andlaşmaya varıldı.
O gün, müslümanlarla müşrikler arasında,
Andlaşma yapılması, çok mühimdi aslında.
Zira müslümanların, bir (devlet) olduğunu,
Onlar da kabul etmiş, tasdikliyordu bunu.
Bu, müslümanlar için, bir zaferdi esasen.
Bunu, o müşrikler de kabul etmişti zaten.
Sıra, yazılmasına gelmişti sözleşmenin.
Katip, Hazret-i Ali seçildi bunun için.
. Peki, öyle yaz!
Kureyş elçileriyle konuşma yapılmıştı.
Andlaşma maddeleri, kararlaştırılmıştı.
Aliyyül Mürteza’ya emretti Fahr-i âlem.
Getirdi yazmak için, o da kağıt ve kalem.
Emretti Resulullah, hem hazret-i Ali'ye:
(Andlaşmanın başına, bir Besmele yaz!) diye.
Ve lakin Süheyl buna, hemen etti itiraz.
Dedi ki: (Bi ismike Allahümme diye yaz.
Zira Rahman ve Rahim, nedir, bilmiyorum ben.
Yoksa, bu andlaşmayı imzalamam katiyen.)
O Server kabul edip, (Peki, olur!) buyurdu.
Zira bu andlaşmada faydalar görüyordu.
Buyurdu: (Dediğini yaz Süheyl'in ya Ali!
Zira güzel kelamdır, onun dediği dahi.)
Peygamber Efendimiz, hem hazret-i Ali’ye,
Sonra emir buyurdu, (Şu şekilde yaz!) diye:
(Bunlar Resulullahın, Süheyl bin Amr’la, bir bir,
Üstünde, anlaşmaya vardığı maddelerdir.)
Tam yazacak idi ki bunu hazret-i Ali,
Süheyl elini tutup, bir daha oldu mani.
Resulullaha dönüp, dedi: (Öyle yazmasın!
Söyle, Abdullah oğlu Muhammed diye yazsın.
Zira senin, Allah’ın Resulü olduğunu,
Biz kabul etmiyoruz, o nasıl yazar bunu?
Zaten kabul etseydik, gelmezdik sana karşı.
Ve yapmazdık seninle, bunca harp ve savaşı.)
Onu da kabul edip, buyurdu ki o Server:
(Vallahi siz ne kadar reddetseniz de eğer,
Ben yine, hiç şüphesiz Resulullahım bizzat.
Onu öyle yazmakla, değişmez ki hakikat.)
Ve hazret-i Ali’ye buyurdu ki: (Onu sil!
Muhammed bin Abdullah diye yaz, mühim değil.)
Lakin Eshab-ı kiram, (Resulullah) lafzının,
Silinmesine karşı, hiç elde olmaksızın,
Üzülüp, hiçbirisi olmadı buna razı.
Ve hepsinin bu işe, oldu hep itirazı.
Ve herşeyi unutup, dediler: (Hayır, olmaz!
Ya Ali, sen oraya yine Resulullah yaz.
Müşriklerin dediği olursa bunda eğer,
Onlarla aramızı, ancak kılıç halleder.)
Peygamber Efendimiz, Sahabe-i güzinin,
İş bu gayretlerine, memnun oldu ve lakin,
Sükut etmelerini işaret eylediler.
Ve hazret-i Ali’ye, (Sen onu sil) dediler.
O dedi: (Feda olsun sana canım, herşeyim.
Lakin onu silmeye, varmıyor ki hiç elim.)
Peygamber Efendimiz, buyurdular ki ona:
(O kelime hangisi, sen göster onu bana.)
O da, o kelimeyi gösterince, bu sefer,
Mübarek parmağıyle, sildi onu o Server.
Ve yine emrederek hem hazret-i Ali’ye,
Yazdırdı, (Abdullah’ın oğlu Muhammed) diye.
. Andlaşma maddeleri
Peygamber Efendimiz, Süheyl ibni Amr ile,
Andlaşmaya vardılar bir kısım şartlar ile.
Şöyle ki, bu akd on yıl geçerli olacaktı.
Taraflar, bu müddette hiç savaşmayacaktı.
Müslümanlar bu sene, geriye edip avdet,
Kâbe’yi, ertesi yıl edecekti ziyaret.
Umreye gelince de, üç gün kalacaklardı.
Yalnız yolcu silahı bulunduracaklardı.
Müslümanlar, Kâbe’yi ziyaret ederlerken,
Uzakta olacaktı kureyşliler Kâbe’den.
Bir müşrik, iman edip giderse Medine’ye,
İade olacaktı o, Mekke’ye geriye.
Lakin müslümanlardan, Mekke’ye gitse biri,
O, verilmeyecekti Medine’ye hiç geri.
Sordu hazret-i Ömer Resul-ü müctebaya:
(Kabul edecek miyiz bu şartı da acaba?)
Buyurdular ki: (Evet, kim bizden ayrılarak,
Giderse, Allah onu bizlerden etsin ırak.)
Bir müslüman, hac için Mekke’ye gittiğinde,
Olacaktı o yerde, tam emniyet içinde.
Yine aynı şekilde Medine’ye, Mekke’den,
Giden de, emniyette olacaktı tamamen.
Arab kabileleri, istediği tarafla,
Serbest olacaklardı birleşip anlaşmakta.
Andlaşma maddeleri, yazıldı açık açık.
Ve imzalanmasına gelmişti sıra artık.
O esnada bir kişi, koşarak birden bire,
Ayaklarında zincir, geliverdi o yere.
Süheyl onu görünce, fırlayarak yerinden,
Dikenli bir dal ile, gelene vurdu birden.
Buna rağmen toplayıp, o bütün gayretini,
Resulün huzuruna atıverdi kendini.
Dedi: (Ya Resulallah, hidayete erdim ben.
Ne olur kurtar beni bu zalimler elinden.)
Bu, müşrik heyetinin temsilcisi Süheyl’in,
Oğlu Ebu Cendel’di, olmuştu yeni mümin.
Babası tarafından zincire vurularak,
İşkence edilirdi, hem aç bırakılarak.
Resul-ü müctebanın o yere geldiğini,
Duyup, kaçıvermişti kırıp zincirlerini.
Süheyl, Resulullaha şöyle dedi hemence:
(Onu bana teslim et andlaşma gereğince.)
O Server buyurdu ki Süheyl'e o aralık:
(Ama biz sulhnameyi henüz imzalamadık.)
Süheyl kabul etmeyip, dedi ki: (İyi, fakat,
Maddeler üzerinde mevcuttur mutabakat.
İade etmez isen eğer ki onu bana,
Ben de, bu sulhnamenin imza atmam altına.)
Buyurdu: (Öyle ise, benim hatırım için,
Haricinde tutuver onu bu sözleşmenin.)
Yine kabul etmeyip, çeke çeke oğlunu,
Götürürken, müminler ağladı görüp onu.
Rica etti ise de Resulullah bir daha,
Yine bağışlamadı onu Resulullaha.
. Medine’ye döndüler
Hazret-i Ebu Cendel, gelip Resulullaha,
(Beni kurtarın!) diye başladı ağlamaya.
Zira ona, müşrikler, müslüman olduğundan,
Dayanılmaz cefalar yaparlardı durmadan.
Lakin müşrikler ile yapılan sözleşmenin,
Maddelerinden biri, şöyleydi aynen metin:
(Bir müşrik, iman edip sığınsa müminlere,
Teslim edilecektir tekrar Mekke’lilere.)
Üstelik bu müslüman, oğlu idi Süheyl’in.
O da, temsilcisiydi andlaşmada Kureyş'in.
Oğlunu, çeke çeke geriye götürürken,
Feryad ediyordu ki: (Kurtarın beni lütfen!
Niçin veriyorsunuz beni bu müşriklere?
Tahammülüm kalmadı artık işkencelere.)
Bu içli yalvarışa, üzüldüler bî-hesap.
Ağlamaya başladı Resulullah ve Eshap.
Buna, müşrikler bile dayanamayıp hatta,
Dediler: (Ya Muhammed, sen üzülme bu babta.
Onu, himayemize alırız gidince biz.
İşkence çekmesine asla izin vermeyiz.)
Müşrikler, bu hususta eyleyince böyle arz,
Resulullah ve Eshap, rahatladılar biraz.
Mekke fethinden sonra, Süheyl de etti iman.
Böylece o da oldu Sahabe-i kiramdan.
Velhasıl sulhnamenin imzasını takiben,
Müşrikler ayrılarak, Mekke’ye döndü hemen.
Zahirde, müminlerin aleyhindeymiş gibi,
Olan maddeler için, müşrikler sevinçliydi.
Halbuki bu andlaşma, müşriklerden ziyade,
Müminlerin lehine olmuştu fevkalade.
Bu, müslümanlar için bir zafer oluyordu.
Zira (devlet) olduğu kabul ediliyordu.
Bu andlaşma gereği, müşrikler ara sıra,
Gidecek olsa idi Şam'a, yahut Mısır'a,
Yolda, Medine’ye de uğrasalar eğer ki,
Sağlanmış olacaktı can ve mal emniyeti.
Böylece o müşrikler, Medine’ye gelerek,
Eshabın güzel huy ve ahlakını görerek,
Hayran olup, islamı içten seveceklerdi.
Ve müslüman olmakla şerefleneceklerdi.
Velhasıl buyurdu ki Eshaba Efendimiz:
(Şimdi hepiniz kalkıp, kurbanları kesiniz.)
Sonra, yine Resulün emriyle sahabiler,
Tıraş olup, ihramdan çıktılar birer birer.
O Server'in berberi olan hazret-i Hıraş,
Hazret-i Peygamberin saçını etti tıraş.
O mübarek saçları, yere düşmeden önce,
Havada kapıştılar sahabiler hemence.
Eshap , Hudeybiye’de kalmışlardı yirmi gün.
Geri dönüş yaptılar, emri ile Resulün.
Yolda, Resulullaha geldi Fetih suresi.
Bu müjde haberiyle sevindiler cümlesi.
Peygamber Efendimiz, Eshabiyle nihayet,
O nurlu Medine’ye, zaferle etti avdet.
23 - DAVET MEKTUPLARI
. Habeş hükümdarına
Peygamber Efendimiz, istedi ki nihayet,
Dünyanın her yerine yayılsın islamiyet.
İnsanlar iman edip, hep müslüman olsunlar.
Cehennem azabından böylece kurtulsunlar.
Zira o, rahmeten lil âlemindir ki mutlak,
Geldi bütün âleme, yani rahmet olarak.
Çevre hükümdarlara, işte bu gaye ile,
Birer mektup yazarak, gönderdi Eshabiyle.
İslama davet etti mektuplarla onları.
Seçkin sahabilerle, gönderdi mektupları.
Mühür kazılmış idi mübarek yüzüğünde.
(Muhammed Resulullah) yazılıydı üstünde.
Mühürlü mektupları götüren sahabiler,
O sabah, o yerlerin lisanını bildiler.
Amr ibni Ümeyye’yi, tensib edip bu işe,
Gönderdi Habeşistan meliki Necaşi’ye.
O, mektubu alarak, koyuldu yola hemen.
Vardı Habeşistan’a, fazla vakit geçmeden.
Resulün mektubuyla, o içeri girince,
Melik, tahtından inip, tevazu etti nice.
Hürmet ile öperek Resulün mektubunu,
Yüz ve gözüne sürüp, okuttu hemen onu.
Mektup, Besmele ile başlıyordu ilk önce.
Onu müteakiben yazılmıştı şöylece:
(Allah’ın Resulünden, Habeş hükümdarına!
Selam olsun, Allah’ın imanlı kullarına.
Ey melik, selamette olmanızı dilerim.
Sana nimetlerinden, Allah’a hamdederim.
Allahü teâlâdan başka bir ilah yoktur.
Her şeye gücü yeten, hakiki ilah Odur.
Şehadet ederim ki, Adem’i Hak teâlâ,
Nasıl yarattı ise kudretiyle evvela,
Hazret-i İsa’yı da, hiç babasız olarak,
Yine kudreti ile yarattı cenab-ı Hak.
Ey hükümdar, ben seni, hiç ortağı olmayan,
Allah’a inanmaya çağırıyorum şu an.
Benim bu davetime, sen de eyle icabet.
Yalnız Hak teâlâya, yap kulluk ve ibadet.
Ben, Allah tarafından gelen bir peygamberim.
Ve Ona inanmaya seni davet ederim.)
Hükümdar, bu mektubu edep ile dinledi.
Şehadeti getirip, derhal iman eyledi.
Bu bahtiyar hükümdar, vakta ki etti iman,
Hemen bu imanını herkese etti ilan.
Daha sonra dedi ki: (Yemin ederim ki ben,
O, Allah tarafından Resuldür hakikaten.
Ve yemin ederim ki, o zat, ehl-i kitabın,
Beklemekte olduğu Peygamberdir bihakkın.
İmkânım olsa idi, giderek bin zevk ile,
Şereflenmek isterdim mübarek hizmetiyle.)
Mektup için çok güzel bir kutu yaptırarak,
Koydu onun içine, çok hürmetli olarak.
Dedi: (Resulullahın mektubu bizde iken,
Hiç hayır ve bereket, ayrılmaz ülkemizden.)
.Herakliyus’a mektup
Peygamber Efendimiz, Hudeybiye’den sonra,
Mektuplar yazdırmıştı, bazı hükümdarlara.
Ve Rum imparatoru Herakliyus’a dahi,
Gönderdi Eshabından hem Dıhye-i Kelbi’yi.
O ara Herakliyus, Kudüs’te bulunurdu.
Dıhye dahi arayıp, Kudüs'te onu buldu.
Yakın adamlarıyla bir temas kurdu önce.
Onlar onu dinleyip, dediler ki hemence:
(Görüşmek istiyorsan imparatorla eğer,
Huzuruna girince, eğilmen icab eder.
Yanına daha fazla yaklaştığında ise,
Derhal yere kapanıp, varacaksın secdeye.
Ve yine imparator, vermeden sana izin,
Tevessül etme zinhar, secdeden kalkmak için.)
Dıhye -i Kelbi için, ağır geldi bu laflar.
Dedi ki: (İmparator, ne için böyle yapar?
Halbuki böyle değil bizim Peygamberimiz.
Allah’tan başkasına, biz secde eylemeyiz.)
Adamlar dediler ki: (Secde etmezsen eğer,
O zaman huzurundan, kovar seni o Kayser.)
Dıhye hayret ederek, dedi ki en nihayet:
(Bizim Peygamberimiz mütevazıdır gayet.
Önünde, başkasının, değil ki secdesine,
Razı olmaz katiyen hafif eğilmesine.
Onunla, köle bile isterse görüşmeyi,
Kabul eder ve dinler, her ne ise isteği.
Onunla her isteyen, rahatlıkla görüşür.
Ona tâbi olanlar, şereflidir ve hürdür.)
Adamlar dinleyince Dıhye'den bu sözleri,
Dediler ki: (Madem sen, yapmıyorsun secdeyi,
O zaman o mektubu, Kayser’e vermek için,
Daha başka bir yol var, hiç secde etmeksizin.
Sarayının önünde, onun bir yeri vardır.
Mektubu oraya koy, çıkarken görür, alır.)
O da, koydu o yere Resulün mektubunu.
İmparator çıkarken, gördü ve aldı onu.
Derhal adamlarına emretti ki o zaman:
(Tercüman gelsin bana, Arapçadan anlayan.)
Bir tercüman geldi ve okudu hükümdara.
Yazılmış: (Selam olsun imanı olanlara.
Ey Rumların büyüğü, islamı kabul et ki,
Elde etmiş olasın ebedi saadeti.
Eğer kabul etmezsen, ölünce bil ki yarın,
Vebali sana olur bu hıristiyan halkın.)
Tercüman, o mektubu ona okuduğu an,
Terler dökülüyordu hükümdarın alnından.
Üskufuna sordu ki: (Bu, nasıl bir haberdir?)
Dedi: (O, geleceği bilinen Peygamberdir.)
Sordu ki: (Ne yapmamı ediyorsun tavsiye?)
Dedi: (Ona tâbi ol, sana ne yazdı ise.)
Herakliyus dedi ki: (Tâbi olursam eğer,
Benim hükümdarlığım ve tahtım elden gider.
Evet, biliyorum ki, Peygamberdir o mutlak.
Lakin iman edersem, öldürür beni bu halk.
. O zat peygamberdir
Herakliyus , okuyup Resulün mektubunu,
Araştırmak istedi Onun kim olduğunu.
Hemen emir verdi ki Şam'daki adamına:
(Aynı soydan birini, ara bul, gönder bana.)
İmana gelmemişti o vakit Ebu Süfyan.
Ticaret maksadıyle, Gazze'deydi o zaman.
Herakl’in o adamı, bu emir üzerine,
Harekete geçerek, geldi Gazze şehrine.
Bunu, şöyle anlatır sonradan Ebu Süfyan:
Kervanımla Gazze'de bulunurken bir zaman,
Kayser'in adamları, gelip bizi gördüler.
Ve acele kayser'in yanına götürdüler.
Baktım, bir azametle tahtında otururdu.
Vezir ve keşişleri, etrafında dururdu.
Bize bakıp sordu ki: (Nübüvvet dava eden,
O kimseye, hanginiz yakındır soy yönünden?)
Ben dedim ki: (Ey melik, ben, bunlara kıyasla,
O kimseye, neseben yakınım daha fazla.)
Ona yakınlığımı bilince Herakliyus,
Bana, işaret ile (Yaklaş!) dedi bahusus.
Ve sordu ki: (O zatın, nasıldır neseb hali?)
Dedim: (Neseb yönünden, şereflidir bir hayli.)
Sordu ki: (Ondan gayri, nübüvvet dava eden,
Bir kimse olmuş muydu kavminizde evvelden?)
Ben, (Olmadı) deyince, yine sual etti ki:
(Ecdadından hükümdar var mıydı Onun peki?)
Ben, (Yok idi) deyince, sordu ki bana tekrar:
(Zengin midir fakir mi, Ona tâbi olanlar?)
(Fakirdirler) deyince, sordu ki bana yine:
(Artar mı azalır mı, müminler günden güne?)
Ben, (Artıyor) deyince, sordu ki bana hemen:
(Ayrılan oluyor mu imana gelenlerden?)
Ben, (Olmuyor) deyince, sordu ki bana yine:
(Hiç şahid oldunuz mu yalan söylediğine?)
Dedim: (Hiç rastlamadık, doğru sözlü biridir.
Zaten Onun bir ismi, Muhammed-ül emin’dir.)
Herakl’in sualleri, nihayet erdi sona.
Bir miktar düşünerek, şunları dedi bana:
(Madem ki şereflidir o kimsenin nesebi,
Zaten şerefli olur, soy yönünden her Nebi.
Ondan başka bir kişi, bu davada olmamış.
Demek ki, başkasını taklide kalkışmamış.
Hiç hükümdar yok ise ecdadı arasında,
Demek ki, gözü yoktur dünya saltanatında.
Diyorsun ki, fakirdir o zatın tâbileri,
Sair Nebilerin de fakirdi ümmetleri.
Sayıları gün be gün artıyorsa, gerçekten,
Ehl-i hakkın şiarı böyledir hakikaten.
Ona iman edenler, hiç ayrılmıyor ise,
Bu da gösteriyor ki, peygamberdir o kimse.
Hem o zat, hayatında söylememiş hiç yalan.
Zaten yalan söylemez gerçek peygamber olan.
Bu vasıflar, sadece Peygamberlerde olur.
Ona tâbi olanlar, ebediyen kurtulur.)
. İmandan mahrum oldu
Herakliyus , hazret-i Dıhye'ye, sonra hemen,
Dedi ki: (Peygamberdir seni bana gönderen.
Lakin iman edersem, öldürür rumlar beni.
Şimdi ben, bir kimseye göndereyim ki seni,
İsmi Degatır olup, çok ilim sahibidir.
Cümle hıristiyanlar, o âlime tâbidir.
O, senin davetinle olur ise müslüman,
Ben dahi imanımı açıklarım o zaman.)
Hazret-i Dıhye dahi, arayıp buldu onu.
Okudu kendisine, Resulün mektubunu.
Degatır , o mektubu dikkatle dinleyince,
Ona, bütün kalbiyle iman etti hemence.
Dedi ki: (Ey kardeşim, o seni gönderen zat,
Allah’ın Resulüdür, inandım ben de bizzat.
Zira ben okudum ki semavi kitaplarda,
Ahir zaman Nebisi, gelir bu aralarda.)
Siyah elbisesini çıkarıp üzerinden,
Yerine, beyaz renkli elbise giydi hemen.
Daha sonra, eline asasını alarak,
Yöneldi kiliseye, iman etmiş olarak.
O an kalabalıktı kilise de bir hayli.
Onlara hitab edip, dedi ki: (Ey ahali!
Mühim bir haberim var, dinleyin beni lütfen!
Bir mektup geldi bize, Muhammed-ül emin'den.
Bizi davet ediyor Allah’ın birliğine.
Şahsen ben iman ettim, Onun nübüvvetine.
Zira ahir zamanda geleceği beklenen,
Peygamber işte budur, şüphe yok hakikaten.)
O böyle söyleyince, bilcümle iseviler,
Hücum edip, döverek, onu şehid ettiler.
Hazret-i Dıhye dahi, gördü bu olan şeyi.
Dönüp, Herakliyus'a nakletti hadiseyi.
Herakliyus dedi ki: (Demedim mi ben sana.
Onları ben diyeydim, uğrardım aynısına.)
Denedi kendi dahi, bu işi en nihayet.
Bilcümle âlimleri, yanına etti davet.
Kapıları kapatıp, dedi ki âlimlere:
(Dinleyin, çok mühim bir haberim var sizlere.
Ahir zaman Nebisi, Muhammed-ül emin'den,
Bana bir mektup geldi, okuyordum demin ben.
Bizi davet ediyor mektubunda dinine.
Ben şahsen iman ettim, Onun nübüvvetine.
Siz de iman edin ki, saadete kavuşmak,
Ona iman etmekle müyesser olur ancak.)
Duyunca bu sözleri, hıristiyanlar ondan,
Başlarını çevirip, ayrıldılar oradan.
Gördü ki, katılmadı hiçbirisi kendine,
Onları, huzuruna çağırdı tekrar yine.
Dedi ki: (Ben sizleri, imtihan etmiş idim.
Dinde sabit misiniz, öğrenmek istemiştim.
Şu anda öğrendim ki, kuvvetliymiş dininiz.
Çok teşekkür ederim, beni memnun ettiniz.)
Böylece maruz kaldı sonsuz bir felakete.
Tercih etti dünyayı, ebedi saadete.
. Hüsrev Perviz’e mektup
Allah’ın Sevgilisi, davet için bu dine,
Mektup gönderiyordu çevre meliklerine.
Acem kisrası olan Hüsrev Perviz’e dahi,
Göndermişti Abdullah adlı bir sahabiyi.
Abdullah, veda edip hemen Efendimize,
Götürüp o mektubu, verdi Hüsrev Perviz’e.
Kisra , onu okuyup huzuru kaçtı birden.
Ve mektubu yırtarak, yere attı kibrinden.
Bununla da kalmayıp, çok kudurdu ve azdı.
Yemen valisi olan Taran’a mektup yazdı.
Dedi: (Şöyle duydum ki, biri çıkmış Mekke'de.
Nübüvvet davasında bulunurmuş o yerde.
Ona, iki kimseyi gönder de askerinden,
Bağlayıp getirsinler, huzuruma acilen.)
Taran, Hüsrev Perviz'in bu emri gereğince,
Banub ile Cerces’e görev verdi hemence.
Geldiler o ikisi, Resulün huzuruna.
Dediler ki: (Kisramız emretmiş ki Taran'a,
Gönderip iki kişi, seni tevkif edeler.
Ve acilen Kisra'nın yanına ileteler.
İşte biz, bu görevle şu anda geldik size.
Alıp götüreceğiz, seni Hüsrev Perviz'e.)
Resulullah onlara, gösterip mülayemet,
Banub ile Cerces'i islama etti davet.
Dediler ki: (Biz asla, girmeyiz dininize.
Biz geldik, götürelim seni melikimize.
Aksi halde şehinşah, katleder cümlenizi.
Yahut vatanınızdan ayırır, sürer sizi.)
Onlar bu küstahane sözleri söyler iken,
Titrerdi vücudları, Resulün heybetinden.
Buyurdu ki: (Bu gece, varın siz yerinize.
Yarın birşey yaparız ne icab eder ise.)
Çıkıp, birbirlerine dediler: (Biz ne olduk?
Yanında biraz daha dursaydık, mahvolurduk.
Biz hiçbir hükümdarda görmedik böyle heybet.
Demek bu, ahir zaman peygamberidir elbet.)
Ertesi gün, gelince Resulün huzuruna,
O Server buyurdu ki: (Söyleyin ki Taran'a,
Dün, oğlu tarafından Hüsrev katl olunmuştur.
Oğlu, onun tahtına şah olup oturmuştur.)
Onlar dönüp, Taran'a verdiler bunu haber.
Dediler ki: (O şahıs, herhalde bir Peygamber.)
Taran dedi: (Var mıydı muhafızı, bekçisi?)
Dediler: (Hayır, yoktu bunların hiç birisi.)
Taran dedi: (Öyleyse, o, hakiki Nebidir.
İnandım ki, Hüda'nın en son Peygamberidir.)
Kisra’nın oğlundan da, mektup geldi o zaman,
Diyordu ki: (Kisra'yı, katleyledim ey Taran!
Sebepsiz zulmederdi zira o, milletine.
Halkı bulaştırırdı tefrika illetine.
Sana emrim şudur ki, bana biat edesin.
Hicaz'daki Nebiye, taarruz etmeyesin.)
Kisra'nın mektubunu okuyunca bu Taran,
Şehadeti getirip, imana geldi o an.
Ondan ilham alarak, cümle ehalisi de,
İslamı kabul edip, iman etti hepsi de.
. Onu tarif eder misin?
Peygamber Efendimiz, o günlerde Eshaba,
Buyurdu: (Şu mektubu, içinizden acaba,
Mısır hükümdarına, kim götürüp iletir?
Onun mükafatını, Rabbimiz kat kat verir.)
Ayağa fırlayarak Hatip adlı sahabi,
Dedi: (Ben götürürüm ey Allah’ın Habibi!)
Buyurdu ki: (Ey Hatip, Rabbimiz bunu, senin,
Hakkında çok hayırlı ve mübarek eylesin.)
Hatip, mektubu alıp, evine gitti hemen.
Sefer hazırlığını yaparak çıktı evden.
Mukavkıs hükmederdi o zamanlar Mısır’a.
Ve İskenderiye’de bulunurdu o sıra.
Varıp hazret-i Hatip, Resulün mektubunu,
Mukavkıs’a verince, okudu hemen onu.
Peygamber Efendimiz, bu mektubunda yine,
Davet buyuruyordu onu islam dinine.
Mukavkıs , o mektubu okuyunca dedi ki:
(Seni gönderen o zat Peygamber midir peki?)
O, (Elbette) deyince, dedi ki: (Öyle ise,
Bir şeyi sual etmek istiyorum ben size.
Kavmi, ana yurdundan onu çıkardığında,
O, neden onlar için etmedi hiç beddua?)
O, cevaben dedi ki: (İsa Peygamber dahi,
Öldürülmek istendi kavmince bizatihi.
İşte İsa Nebi de, o sıkışık anında,
Beddua etmemişti o kişiler hakkında.)
Bu cevabı beğenip, dedi: (Sen, bir hakimsin.
Bir hikmet sahibinin yakınından gelirsin.)
Ve sordu ki: (Ey Hatip, o Peygamber ne diyor?
Yani O, insanları neye davet ediyor?)
Dedi: (Peygamberimiz, diyor ki insanlara:
Tek Allah’a inanın, o Allah tektir zira.
Beş vakit namaz kılıp, orucunuzu tutun.
Bir söz verdiğinizde, o sözde elbet durun.)
Mukavkıs , daha sonra dedi ki: (Bana, esas,
Onun şemailinden bahseder misin biraz.)
Hazret-i Hatip dahi, bu istek üzerine,
Bir miktar tarif etti Resulü kendisine.
Meğer Resulullahın evsafını o dahi,
Semavi kitaplarda okumuş bizatihi.
Dedi: (Var o kişide daha başka vasıflar.
Mesela gözlerinde biraz kırmızılık var.
Sırtında, Peygamberlik mührü vardır ey Hatip!
Onu himaye eder, amcası Ebu Talip.)
O böyle söyleyince, Hatip dedi: (Doğrudur.
Onda, bu bahsettiğin vasıflar da bulunur.)
Mukavkıs rica etti: (Az daha anlat) diye.
Dedi: (Sadaka almaz, kabul eder hediye.
Aynaya nazar eder ve tarar saçlarını.
Yanından hiç ayırmaz, tarak ve misvakını.)
Mukavkıs , tasdik etti sözlerini Hatib’in.
Dedi ki: (Bir Peygamber gelecektir, velakin,
Şam'dan çıkacağını sanıyordum Onun ben.
Sair Peygamberler de, çıkmışlardır o yerden.
. Saltanatı bırakmadı
O gün hazret-i Hatip, Mısır hükümdarına,
Resulün evsafını anlattı bir bir ona.
O da, kitaplarında bunları okumuştu.
Anlattığı şeyleri, o da doğru bulmuştu.
Vasıflarını şimdi bana söylediğiniz,
O Resulün zuhuru, bu zamandır şüphesiz.
O, iki kızkardeşi vermez aynı adama.
Hediye kabul eder, sadaka almaz ama.
Fakir ve yoksullarla oturur, sohbet eder.
Bizim kitaplarımız, Ondan böyle bahseder.
Lakin ben, buna rağmen Ona uymayacağım.
Çünkü saltanatımı bırakamayacağım.
Birçok memleketlere, O sahip olacaktır.
Getirdiği o dini, her yere yayacaktır.
Kendisinden sonra da, Onun sahabileri,
Buralara gelir ve alırlar bu yerleri.
Ama ben, kıptilere, ne bundan bahsederim,
Ne de bu konuşmamı onlar bilsin isterim.)
Sonra da, katibini çağırıp huzuruna,
Şöyle cevap yazdırdı, Resulün mektubuna:
(Bu, Abdullah’ın oğlu Muhammed'e yazılan,
Mektuptur, kıptilerin büyüğü Mukavkıs'tan:
Adıma gönderdiğin o mektubunu aldım.
Yazdığını okuyup, davetini anladım.
Ben dahi bilirdim ki, bir peygamber çıkacak.
Şam’dan çıkacağını bilirdim onun ancak.
İki adet cariye sana gönderiyorum.
Ayrıca cins bir katır hediye ediyorum.)
Verdi bunlardan başka, misk ve güzel kokular.
Ve billur bir kadehle, kokulu nefis ballar.
Sonra, onun yanına muhafızlar katarak,
Gönderdi Medine’ye, bizzat uğurlayarak.
Geldi hediyelerle Medine’ye o yine.
Teslim etti onları Allah’ın Habibine.
Aldığı o mektubu, çıkarıp eyledi arz.
Ve onun sözlerini, nakledip, eyledi bahs.
Peygamber Efendimiz, buyurdu ki: (Ne fena.
Malesef kıyamadı dünya saltanatına.
Onun hidayetine, bu mani oldu, ancak.
Sonunda o saltanat elinde kalmayacak.)
Mukavkıs , o Server'e iki kardeş cariye,
Gönderdi, biri (Siri)n, ikincisi (Mariye.)
Hatip, yolda onları imana etti davet.
İkisi de müslüman oldular en nihayet.
Hazret-i Mariye’nin müslüman olmasına,
Resulullah sevinip, aldılar nikahına.
Mariye hazretleri, annemiz oldu o gün.
Ondan, (İbrahim) adlı oğlu oldu Resulün.
Kardeşi Sirin’i de, şair-i Nebi olan,
Hassan ibni Sabit’e hediye etti o an.
Cins ve beyaz katıra, (Düldül) adı verildi.
Merkebe ise Ufeyr, yahut (Yafur) denildi.
Hiç beyaz tüylü katır yoktu Arabistan’da.
Eshap , böyle bir hayvan, ilk gördüler o anda
. O da kabul etmedi
Peygamber Efendimiz, Şüca bin Vehb’i dahi,
Gassan hükümdarına gönderdi bizatihi.
Gidip, kapıcısıyla görüştü o da önce.
O kapıcı, çok sevdi Şüca’yı ilk görünce.
Şüca da onu sevip, islama etti davet.
O, derhal iman edip, buldu sonsuz saadet.
Ve onu, hükümdara götürüp sonra hemen,
Görüştü melik ile, az bile beklemeden.
Hükümdar, okuyunca Resulün mektubunu,
Bilmiş oldu islama davet olunduğunu.
Bu yüzden, bir öfkeye kapılıp birden bire,
O mübarek mektubu, kaldırıp attı yere.
Şüca hazretleri de, üzüldü bunu görüp.
Bunu, Resulullaha bildirdi geri dönüp.
Sevgili Peygamber de, müteessir oldular.
(Onun da saltanatı yok olsun) buyurdular.
Kısa bir müddet sonra, o, bir gün ölüp gitti.
O dünya saltanatı, nihayet böyle bitti.
Salit ibni Amr’ı da, Hevze ibni Ali’ye,
Gönderdi Resulullah, mektubu versin diye.
Hevze de, Yemame’de hükümdardı o vakit.
Resulün mektubunu, verdi hazret-i Salit.
Mektupta yazmıştı ki Resul aleyhisselam:
(Hakkı ve hidayeti bulana olsun selam.
Ey Hevze, bilesin ki hak dindir islamiyet.
Dünyanın her yerine yayılacaktır elbet.
Sen de kabul edersen eğer islamiyet’i,
Kazanırsın dünya ve ahiret saadeti.
Eğer müslüman olup, girersen bu hak dine,
O yer idaresini, veririm sana yine.)
Yemame hükümdarı, kabul etmedi fakat.
Bürümüştü gözünü zira mülk ve saltanat.
Elçi Salit ibni Amr, merhamet edip yine,
Nasihatte bulundu Yemame melikine.
Dedi ki: (Sen şu anda, bu kavmin büyüğüsün.
Lakin her melik gibi, sen de bir gün ölürsün.
Nitekim senden önce gelen nice melikler,
Birbirleri ardından dünyayı terkettiler.
O büyük zannettiğin, nice kayserler vardır.
Şu anda herbirisi, toprağın altındadır.
Üstünlük, dünyalıkla, makamla olmaz asla.
İnsanlar üstün olur, sırf iman ve ihlasla.
İman edip uyarsan, Allah’ın her emrine,
Kavuşursun ebedi Cennet nimetlerine.
O takdirde olursun, çok şerefli ve üstün.
Benden, bunu söylemek, gerisini sen düşün.)
Lakin kabul etmedi bunları o hükümdar.
Hazret-i Salit dahi, geriye döndü tekrar.
Geldi Resulullahın mübarek meclisine,
Hevze’nin durumunu arz etti kendisine.
Onun, islamiyet’ten mahrum olmasına hem,
Yine onun namına, üzüldü Fahr-i âlem.
Sonra ölüm haberi geldi o hükümdarın.
O saltanat sevdası, bitiverdi ansızın.
.
24 - HAYBER'İN FETHİ
.Sefere karar verildi
Yahudi milletini, Medine’den o Server,
Sürünce, hep Hayber’de yerleştiler bu sefer.
Zira Resulullaha suikast yapmışlardı.
Böylece yurtlarından sürüp atılmışlardı.
Lakin düşmanlıkları artmıştı günden güne.
Hepsi diş biliyordu Allah’ın Resulüne.
Hayatına son vermek istiyorlardı hepten.
Hemen faaliyete geçtiler bu sebepten.
Civar kabilelere gönderip birer haber,
Dediler ki: (Sizlerle birleşip hep beraber.
Müslümanlar üstüne, kuvvetle saldıralım.
Ve onlardan şiddetli bir intikam alalım.)
Civardaki yahudi kabileleri de hep,
Zaten böyle bir şeyi ediyorlardı talep.
Seçme savaşçıları silahlandırıp hemen,
Hayber’e gönderdiler, hiç vakit kaybetmeden.
Lakin Peygamberimiz, bundan oldu haberdar.
Ve onların üstüne gitmeye verdi karar.
Abdullah bin Revaha ve Eshaptan üç kişi,
Hayber’e gittiler ki, öğrensinler bu işi.
Onlar Hayber’e gidip, tebdil-i kıyafetle,
Gizlice kalelere girdiler maharetle.
Üç gün aralarında kalıp bilgi aldılar.
Dönüp, Resulullaha hepsini anlattılar.
Emretti Resulullah bilcümle Sahabeye:
(Acilen sefer için hazırlık yapın!) diye.
Velakin Medine’de bulunan yahudiler,
Maneviyat kırıcı bazı laflar ettiler.
Dediler ki: (Onların gücünü bilseydiniz,
Onlarla savaşmaya hiç niyet etmezdiniz.
Dağların tepesinde, yüksek burçlu kaleler,
Ve koruyor onları, yüzlerce zırhlı asker.
Hem de onlara göre, az sizin askeriniz.
Asla mümkün değildir kaleyi fethetmeniz.)
Velakin mücahidler diyorlardı ki yine:
(Hak teâlâ bu fethi vadetti Habibine.
Bedir ve Uhud’da da, düşmandan yine azdık.
Buna rağmen onları hezimete uğrattık.
Bu yahudileri de, yine aynı şekilde,
Elbet uğratacağız ağır bir hezimete.)
Münafık Abdullah bin Übey, telaşlanarak,
Derhal yahudilere haber ulaştırarak,
Dedi ki: (Müslümanlar, Hayber’e gelmektedir.
Korkacak şey yok ama, siz yine alın tedbir.
Sizinkine nisbetle pek azdır sayıları.
Kalelerden çıkarak karşılayın onları.)
Velhasıl sahabiler derhal silahlanarak,
Resulün etrafında toplandılar koşarak.
İkiyüz süvariyle, vardı dörtyüz piyade.
Cihada istekleri vardı hem pek ziyade.
Hatta bazı kadınlar, harbe katılmak için,
Gelip Resulullahtan aldılar buna izin.
Mübarek zevceleri Ümmü Seleme başta,
Yirmi kadın sahabi, var idi bu savaşta.
. Ordu hareket etti
Resulullah, yerine Siba hazretlerini,
Bırakıp, ordusuna verdi (Yürü!) emrini.
Tekbirler getirerek, hareket etti ordu.
Kalanlar, dualarla gelmiş uğurluyordu.
Resulün sancağını, ordunun en önünde,
Allah arslanı Ali taşıyordu elinde.
Hazret-i Ömer idi, sağ cenah kumandanı.
Neşeli geçiyordu yolculuğun her anı.
Hep birden aşk ve şevkle, getirerek tekbirler,
Bayrama gider gibi giderdi sahabiler.
Resulullah, Hayber’e yaklaşıldığı anda,
Ordusunu durdurup, bulundu şu duada:
(Ya rabbi, bu beldenin ve halkının dahi biz,
Yalnız iyiliğini senden niyaz ederiz.
Ve yine bu beldenin ve bu halkının dahi,
Şerrinden, yine sana sığınırız ilahi!)
(Âmin! Âmin!) sesleri göklere çıktı o gün.
Sonra buyurdular ki: (Besmeleyle yürüyün!)
Akşam vakti, Hayber’in bir kalesi önünde,
Durarak, bir karargah kurdular aynı günde.
Adeti gereğince Sevgili Peygamberin,
Hiç baskın yapılmazdı, düşmana geceleyin.
Hatta islamiyet’e ederdi önce davet.
Kabul etmezler ise, savaşırdı nihayet.
Bu sebeple, sabahı bekleyerek o Server,
Düşmana, şu şekilde bir haber gönderdiler:
(Ya müslüman olunuz, yahut cizye veriniz!
Aksi halde mecburen sizinle cenk ederiz.)
Yahudilerin başı, Sellam bin Mişkan idi.
Cümle yahudileri toplayıp şöyle dedi:
(Biz gidelim demiştim onların üzerine.
Kabul etmemiştiniz teklifimi siz yine.
Bari şimdi savaştan kaçmayınız!) diyerek,
Cümle yahudileri savaşa eyledi sevk.
Çocuk ve kadınları, bir kaleye koydular.
Bütün erzakları da, birine doldurdular.
Ve islam ordusunun tekliflerine karşı,
Kaleden ok atarak, başlattılar savaşı.
Mücahidler, oklara kalkanları tutarak,
Mukabele ettiler onlar da ok atarak.
Bir yanda Resulullah ve şanlı Sahabesi,
İslamı yaymak için gelmiş idi cümlesi.
Diğer yanda, islamın düşmanı yahudiler,
İslamı yıkmak için gayret içindeydiler.
Müminlerin sayısı binaltıyüzdü, fakat,
Yahudiler, sayıca ziyadeydi kat be kat.
Zira onbin kişiden fazlaydı yahudiler.
Lakin aldırmıyordu buna hiç sahabiler.
O gün akşama kadar, ok atışı yapıldı.
Eshaptan elli kişi oklardan yara aldı.
Bu minval savaşıldı, beşinci güne kadar.
Lakin hep yahudiler müdafada kaldılar.
Hazret-i Ebu Bekir, sonra hazret-i Ömer,
İlk iki gün, orduya kumanda eylediler.
Şiddetli çarpışmalar olduysa da iki gün,
Lakin kalenin fethi, olmadı yine mümkün.
. Haydi yürü ya Ali!
Resul teşvik edince Eshabını cidale,
Hepsi arslan kesilip, başladılar kıtale.
Ve bir anda saldırıp, atıldılar ileri.
Göklerde yankılandı (Allah Allah!) sesleri.
Lakin Hayber kalesi, sarp ve muhkem idi pek.
Kolay olmayacaktı, o kaleyi fethetmek.
Üzülmeye başladı bu yüzden sahabiler.
Gelip, Resulullaha bu hali arz ettiler.
Şöyle dua etti ki Allah’ın Sevgilisi:
(Ya ilahi yardım et, düşsün Hayber kalesi.)
Muhacir ve Ensardan gurup gurup müminler,
Hücum ettilerse de, düşmedi yine Hayber.
Hazret-i Ömer dahi, verdi bir (Hücum!) emri.
Lakin fetih müyesser olmayıp, döndü geri.
Sonra Sıddik-ı ekber sancağı aldı ele.
Çok gayret ettiyse de, düşmedi yine kale.
O Server buyurdu ki: (Yarın ben bu sancağı,
Birine veririm ki, fetheder bu kal’ayı.)
Allah’ın Resulünün bu sözü üzerine,
Bir merak ve heyecan düştü Eshap içine.
Derlerdi ki: (Acaba sancağı kim alacak?
Ve acaba bu şeref, kime nasib olacak?)
O gece, hep bunları düşündü mücahidler.
Bunu merak ederek, sabahı zor ettiler.
Zira o arslanların istiyordu ki hepsi,
Razı olsun kendinden, Allah’ın Sevgilisi.
Ömürleri boyunca, hep bunu istediler.
Uğrunda, seve seve can feda eylediler.
O sabah Resulullah dışarı teşrif edip,
Buyurdu ki: (Nerdedir Ali bin Ebi Talip?)
Dediler ki: (Ali’nin şu an gözü ağrıyor.
Ağrıdan, ayağının ucunu göremiyor.)
Buyurdular ki: (Olsun, getirin onu bana!)
Yardımla getirdiler Resulün huzuruna.
Şifa bulması için, dua etti o Server:
(Ya ilahi, Ali’nin gözlerine şifa ver.)
Ve mübarek elini sürünce gözlerine,
Kurtuldu hastalıktan, Resulün hürmetine.
Öyle ki, o ağrıdan kalmadı hiçbir eser.
Zira dua etmişti kendisine o Server.
Ve dua eyledi ki: (Ya ilahel âlemin!
Cümle sıkıntılardan Ali’yi eyle emin.)
Sonra kendi eliyle, Ona zırh giydirerek,
Kendi kılıcını da bizzat Ona vererek,
İslamın beyaz renkli sancağını, eline,
Verip buyurdular ki: (Git düşman üzerine!)
Peşinden kendisine buyurdu ki hem dahi:
(Hayber’i fethetmeden geri dönme ya Ali!
Ulaşıncaya kadar, zaferi sana Hakk’ın,
Çarpış yahudilerle, arkana bakma sakın.)
Hazret-i Ali dahi, dedi: (Ya Resulallah!
Anam babam ve canım fedadır sana Vallah.
Onlar dahi islama girinceye kadar ben,
Gidip çarpışacağım, hiç arkama dönmeden.
. Ben arslanım!
Aliyyül Mürteza’ya Allah’ın Peygamberi,
Buyurdu: (Geri dönme, fethetmeden Hayber’i!)
O da veda ederek hazret-i Peygambere,
Sancağını yükseltip, revan oldu Hayber’e.
Varıp kale önüne, dikince sancağını,
Büyük bir endişe ve korku sardı düşmanı.
Buna rağmen kaleden çıktı o yahudiler.
Hepsi iyi savaşçı ve çift zırhlı idiler.
Haris adlı birisi, ileri çıktı birden.
Er istedi meydana, Sahabe-i güzinden.
Bu, çok meşhur bahadır Merhab’ın kardeşiydi.
O dahi Merhab gibi, pehlivan bir kişiydi.
Önce o hamle yaptı Aliyyül Mürteza’ya.
Sonra hazret-i Ali, el attı zülfikâra.
Kılıcı, şimşek gibi kaldırıp vurdu birden.
Bir vuruşta, başını ayırdı gövdesinden.
Sahabe-i kiram da, bunu seyrediyordu.
O an tekbir sesleri göğe yükseliyordu.
Haris’in öldüğünü, Merhab da görüp, hemen,
Dolu dizgin meydana girdi hiç beklemeden.
Aliyyül Mürteza’nın dikildi karşısına.
İri yarı biriydi, bakındı etrafına.
İki zırh, iki kılıç kuşanan bu dev adam,
Sabırsızlanıyordu almak için intikam.
Ve ona seslendi ki: (Ya Ali, ben Merhab’ım.
En şiddetli anlarda, ben ortaya çıkarım.)
Hazret-i Ali dahi, ona cevap vererek,
Adeta arslan gibi haykırıp kükreyerek,
Dedi: (Benim adım da, Aliyyül Mürteza’dır.
Ve lakin bundan başka, bir adım daha vardır.
Haydar, yani Arslan’dır ikinci adım da hem.
Çünkü ben doğduğumda, bu adı vermiş annem.
Yani ben arslan gibi kuvvetli bir yiğidim.
Ve seni, bir vuruşta yere serebilirim.)
Merhab, (Haydar) lafını işitince aniden,
Kalbine korku düşüp, geriye kaçtı birden.
Çünkü o, görmüştü ki rüyada gece yatıp,
Bir arslan, kendisini öldürmüştü saldırıp.
(O arslan bu olmasın?) diye düşünerekten,
Aliyyül Mürteza’ya bir hamle yaptı hemen.
Çevik bir hareketle, derhal hazret-i Ali,
Kalkanını tutarak, karşıladı hamleyi.
O anda iki çelik çarpınca birbirine,
Çok kuvvetli bir seda yükseldi gökyüzüne.
O da Zülfikârını havaya kaldırarak,
Ve peşinden (Ya Allah!) diye nara atarak,
Adeta şimşek gibi indirip birden bire,
Öyle kılıç çaldı ki o heybetli kâfire,
Yukardan aşağıya ikiye biçti onu.
İkiye bölünmüştü, hatta burnu ve boynu.
Çelik kalkan ve miğfer, bölündü ikiye hem.
Kâfir, o vuruş ile devrilip öldü hemen.
Merhab’ın öldüğünü görünce sahabiler,
Tekbir sedalarını, göklere yükselttiler.
. Yahudiler teslim oldu
Merhab’ı öldürünce Allah arslanı Ali,
Bir anda çok bozuldu kâfirlerin morali.
Peşinden mücahidler hücum edince yine,
Kâfirler kaçıştılar hep kalenin içine.
Kovalıyorlardı ki müminler peşlerinden,
Aliyyül Mürteza’nın kalkanı düştü birden.
Velakin eğilip de, almaya yoktu vakti.
Fırsat bilip, kalkanı, kaçırdı bir yahudi.
Buna, hazret-i Ali üzülüp, bu hiddetle,
Hayber’in kapısını tutup sarstı kuvvetle.
Onu, kalkan yerine kullanmak istiyordu.
Ancak o, bu hususta Hakka güveniyordu.
Koca demir kapıyı, sarstı Allah adıyla.
Çıktı kapı yerinden Allah’ın yardımıyla
O, kapıyı sarsarak koparınca yerinden,
Hayber kalesi dahi sarsıldı temelinden.
Hatta Ahtab’ın kızı, o anda birden bire,
Sedirde otururken, sarsılıp düştü yere.
Sekiz on pehlivanın kımıldatamadığı,
Koca demir kapıyı, kaldırıp kalkan yaptı.
Bir eliyle kapıyı tutarak kalkan diye,
Kılıç savuruyordu, yine öbür eliyle.
Sonra kale içine girerek mücahidler,
İslamın sancağını burç üstüne diktiler.
Bu harikuladeyi görünce aşikâre,
Hep eman dilediler yahudiler son çare.
Hazret-i Ali ise, onlara verdi eman.
Zira Hayber kalesi fethedilmişti o an.
Resulün huzuruna gelerek dönüp geri,
Arz etti kendisine bu müjdeli haberi.
Sevindi Resulullah, bu fetih haberine.
Gözlerinden öperek, buyurdular ki yine:
(Bu kahramanlığınla bilesin ki ya Ali!
Senden razı oldular, Allah ve Peygamberi.)
O, duyunca bu sözü Allah’ın Resulünden,
Ağlayıp, yaşlar aktı hemen iki gözünden.
Resulullah sordu ki: (Ne için ağlıyorsun?)
Dedi: (Canım, herşeyim yoluna feda olsun.
Sevinç ve sürurumdan ağlarım ki şimdi ben,
Hem Allah, hem Resulü razıdır bendenizden.)
Buyurdu ki: (Ne kadar sevinsen, yine azdır.
Zira meleklerin de hepsi senden razıdır.)
Ve lakin bir tek kale, henüz fethedilmişti.
Diğer kalelerin de, düşmesi gerekirdi.
Ama hiç zor olmadı, onları fetheylemek.
Peşpeşe, kolaylıkla fethedildiler tek tek.
Hepsi sekiz kaleydi, alındı birer birer.
Artık sulh isteğinde bulundu yahudiler.
Bu sulh tekliflerini, o Server kabul etti.
İlk şart, bu yahudiler öldürülmeyecekti.
Çocuklarını alıp, bir yük de eşya ile,
Çıkıp gideceklerdi, Hayber’den başka yere.
Geri kalan ne kadar var ise mal ve nimet,
Hepsi, müslümanlara olacaktı ganimet.
. Hazret-i Safiyye
Peygamber-i zişanla, mücahidler, nihayet,
Hayber’in fethi ile, yorulmuşlardı gayet.
Bir yandan yaralılar tedavi edilirdi.
Bir yandan da gaziler, oturup dinlenirdi.
O gün, yahudilerin önde gelenlerinden,
Birisinin karısı, islama nefretinden,
Peygamberi zişana suikast tertib edip,
Öldürmek istemişti zehirli et yedirip.
Şöyle ki, bir keçiyi kesip ve pişirerek,
İçine de gizliden zehir yerleştirerek,
Kebap yapıp getirdi onu Efendimize.
Dedi: (Bizzat pişirip getirdim bunu size.
Bu, benim hediyemdir, lütfen kabul ediniz.
Eshabınla birlikte, afiyetle yiyiniz.)
Kabul etti o Server onun hediyesini.
Çağırdı sofrasına, birkaç sahabisini.
Ve önce kol kısmından, kendisi kopararak,
Koyuverdi ağzına, Besmele okuyarak.
O eti, birkaç defa çiğneyerek o Server,
Ağzından çıkardı ve attı onu bu sefer.
Şanlı Eshabına da, söyleyip bunu hemen,
Men etti onları da, bu yemeği yemekten.
Buyurdu ki: (Bu eti, yemeyip edin ki terk,
Zira ben zehirliyim diyor bana bu yemek.)
Resulün ikazıyle, sahabiler de hemen,
Herbiri, ellerini çektiler o yemekten.
Bir lokma yemiş idi ve lakin Bişr bin Bera,
Vücudu morararak, şehid oldu o ara.
Kadının yaptığına üzüldü sahabiler.
Ve onu yakalayıp, huzura getirdiler.
Peygamber Efendimiz sordu ki o kadına:
(Ne için zehir kattın bu keçi kebabına?)
O kadın, cevabında dedi ki: (Sen kocamı,
Öldürdün bu savaşta, hem babamla amcamı.
Düşündüm ki: O kişi Peygamberse eğer ki,
Allah, Ona bu işi bildirir elbette ki.
Değilse, o eti yer ve ölür tesirinden.
Böylece kurtuluruz biz dahi kendisinden)
Eshap, Resulullaha ettiler ki şöyle arz:
(Şunu öldürmemize var mıdır bize cevaz?)
Lakin kendi şahsına yaptığından o bunu,
Yüksek merhametinden, af etti o hatunu.
Bu büyük merhameti görünce o kadın da,
Şehadeti getirip, iman etti anında.
Huyey ibni Hattab’ın kızı (Safiyye) dahi,
Resulün hissesine düşmüştü bizatihi.
Lakin Peygamberimiz, eyledi onu azad.
O da çok duygulanıp, iman etti o saat.
Resulullah sevinip, onun bu imanına,
Hazret-i Safiyye’yi aldı nikahlarına.
Annesi olmuş oldu, cümle müslümanların.
Zira o, zevcesiydi artık Resulullahın.
Sehba denen mevkide yapıldı düğünleri.
Kavun ile hurmadan yendi düğün yemeği.
. Hangisine sevineyim?
Hazret-i Safiyye’nin gözünde, Efendimiz,
Bir morartı görerek, sordu ki : (Nedir bu iz?)
Dedi: (Ya Resulallah, rüyada gördüm ki ben:
Dolunay yere inip, koynuma girdi gökten.
Rüyanın tesirinde kalıp çok duygulandım.
Ve kocam Kinane’ye, bu rüyamı anlattım.
O bunu dinleyince, begayet sinirlenip,
Bana şöyle bağırdı zatınızı kastedip:
Üzerimize gelen o Arap melikinin,
Hanımı olmak mıdır yoksa senin niyetin?
Ve gözüme bir tokat vurdu ki o hırs ile,
Gördüğünüz bu morluk, ondan geldi husule.)
Hayber fethedilince, ordaki yahudiler,
Resulün huzuruna gelip şöyle dediler:
(Biz çekip gideceğiz Hayber’den şimdi hemen.
Fakat iyi anlardık biz ziraat işinden.
İstersen kiraya ver, toprağı işleyelim.
Mahsulün yarısını, sana teslim edelim.)
Hakikaten Eshabın hiç ziraat yapacak,
Yok idi zamanları, bu işle uğraşacak.
Onlar, din-i islamı dünyaya yaymak için,
Çalışıyorlardı hep, durup dinlenmeksizin.
Bu yüzden Resulullah, bunu uygun buldular.
Bu teklife, bir şartla müsade buyurdular.
Şöyle bir şart koydu ki onlara Efendimiz:
(Biz ne zaman istersek, çıkıp gideceksiniz.)
Yahudiler, bu şartı kabul edip böylece,
Toprağı işlemeye başladılar hemence.
Velhasıl Resulullah ve şanlı sahabiler,
Zafer ve ganimetle, Medine’ye geldiler.
Bu arada, vaktiyle Habeş’e hicret eden,
Eshabın geldiğini, o Server gördü hemen.
Cafer bin Ebi Talip ve yanındakileri,
Görüp şöyle buyurdu, Allah’ın Peygamberi:
(Hayber’in fethine mi, Cafer geldi diye mi,
Bunların hangisine sevineyim bilmem ki?
Sizin bu hicretiniz, iki defadır ama,
Hem Habeşe gittiniz, hem de benim yanıma.)
Hayber ganimetinden, hem harbedenler aldı.
Hem Biat-ı rıdvan’da olanlara ayrıldı.
Habeşistan’dan gelen muhacirlere de hem,
Hayber ganimetinden, pay verdi Fahr-i âlem.
Hayber’in fethi ile, yahudiler topyekün,
Girmiş oluyorlardı, emrine o Resulün.
Fethi gayet zor olan Hayber’in fethi ile,
İslam düşmanları hep, sindiler tamamiyle.
Çevredeki kavim ve devletler de, bu yüzden,
Korkmaya başladılar, müminlerin gücünden.
.
25 - UMRET-ÜL KAZA SEFERİ
.Umre için çıktılar
Bir sene geçmişti ki, Hudeybiye sulhünden,
Ve kurban bayramına, bir ay zaman var iken,
Peygamber Efendimiz, emretti Eshabına:
Ki, hemen başlasınlar umre hazırlığına.
Lüzumlu hazırlığı yapıp tamamladılar.
Yanlarına, kurbanlık yetmiş deve aldılar.
Muhammed bin Mesleme hazretlerinin dahi,
Emrine, Sahabeden verildi yüz süvari.
Onlar da, yanlarına, ok kılıç, zırh ve mızrak,
Ve daha bunlar gibi harpte kullanılacak,
Silahları alarak, önden yola çıktılar.
Zira bu müşriklere güvenilmezdi zinhar.
Eshaptan bazıları, dedi: (Ya Resulallah!
Hani almayacaktık yanımıza hiç silah?
Sırf kınına sokulmuş kılıçla gidecektik.
Zira Hudeybiye’de böyle sözleşmiş idik.)
Cevaben buyurdu ki o Server-i kainat:
(Biz bunları, Harem’e sokmayacağız fakat.
Bize bir saldırıda bulunurlarsa onlar,
Elimizin altında bulunsun bu silahlar.)
Velhasıl Resulullah, Medine’de hem yine,
Ebu Zer Gıfari’yi, vekil koydu yerine.
İki bin sahabiyle, o şerefli Peygamber,
O gün yola çıktılar, Mekke’ye hep beraber.
Eshabı, bir heyecan kaplamış idi gayet.
Zira edeceklerdi yurtlarını ziyaret.
Resulullah uğrunda bırakıp geldikleri,
İslamı yaymak için, hemen terkettikleri,
Ev ve ocaklarını göreceklerdi zira.
Bu, sevinç ve heyecan vermiş idi onlara.
Yıllardır gözlerinden yaş değil, kan akıtan,
Ve onlara, her türlü eza ve cefa yapan,
Kâfirlere, gösterip islamın şerefini,
Hayran kılacaklardı, Kureyş müşriklerini.
Belki de bunu gören müşrikler, bu sebeple,
Şerefleneceklerdi hep imana gelmekle.
Velhasıl Sahabeden Medine’de kalanlar,
Resulü, tekbirlerle o gün uğurladılar.
Zülhuleyfe denilen mevkiye gelince tam,
Durdu ve ihram giydi, Resul aleyhisselam.
Şanlı sahabiler de oldular Ona tâbi.
Beyazlara büründü, Resul ve her sahabi.
Ve telbiye yaparak yola devam ettiler.
Tekbir sedalarıyla gökleri inlettiler.
Muhammed bin Mesleme, teçhizatlı olarak,
Mekke’ye yaklaşınca, korkuya kapıldı halk.
Baktılar ki bir birlik, silahla gelmişlerdir.
Korku ile yaklaşıp, dediler ki: (Bu nedir?)
Dedi: (Askerleridir bunlar Resulullahın.
Allah izin verirse, onlar da gelir yarın.)
Dönüp, Mekke’lilere bunu haber verdiler.
Onlar da bunu duyup, savaş var zannettiler.
İşin hakikatini öğrenmek maksadiyle,
Bir heyet tertib edip, gönderdiler Resule.
. Lebbeyk, Allahümme lebbeyk!
Bir sene geçmişti ki, Hudeybiye sulhünden,
Ve kurban bayramına, bir ay zaman var iken,
Peygamber Efendimiz, emretti Eshabına:
Ki, hemen başlasınlar umre hazırlığına.
Lüzumlu hazırlığı yapıp tamamladılar.
Yanlarına, kurbanlık yetmiş deve aldılar.
Muhammed bin Mesleme hazretlerinin dahi,
Emrine, Sahabeden verildi yüz süvari.
Onlar da, yanlarına, ok kılıç, zırh ve mızrak,
Ve daha bunlar gibi harpte kullanılacak,
Silahları alarak, önden yola çıktılar.
Zira bu müşriklere güvenilmezdi zinhar.
Eshaptan bazıları, dedi: (Ya Resulallah!
Hani almayacaktık yanımıza hiç silah?
Sırf kınına sokulmuş kılıçla gidecektik.
Zira Hudeybiye’de böyle sözleşmiş idik.)
Cevaben buyurdu ki o Server-i kainat:
(Biz bunları, Harem’e sokmayacağız fakat.
Bize bir saldırıda bulunurlarsa onlar,
Elimizin altında bulunsun bu silahlar.)
Velhasıl Resulullah, Medine’de hem yine,
Ebu Zer Gıfari’yi, vekil koydu yerine.
İki bin sahabiyle, o şerefli Peygamber,
O gün yola çıktılar, Mekke’ye hep beraber.
Eshabı, bir heyecan kaplamış idi gayet.
Zira edeceklerdi yurtlarını ziyaret.
Resulullah uğrunda bırakıp geldikleri,
İslamı yaymak için, hemen terkettikleri,
Ev ve ocaklarını göreceklerdi zira.
Bu, sevinç ve heyecan vermiş idi onlara.
Yıllardır gözlerinden yaş değil, kan akıtan,
Ve onlara, her türlü eza ve cefa yapan,
Kâfirlere, gösterip islamın şerefini,
Hayran kılacaklardı, Kureyş müşriklerini.
Belki de bunu gören müşrikler, bu sebeple,
Şerefleneceklerdi hep imana gelmekle.
Velhasıl Sahabeden Medine’de kalanlar,
Resulü, tekbirlerle o gün uğurladılar.
Zülhuleyfe denilen mevkiye gelince tam,
Durdu ve ihram giydi, Resul aleyhisselam.
Şanlı sahabiler de oldular Ona tâbi.
Beyazlara büründü, Resul ve her sahabi.
Ve telbiye yaparak yola devam ettiler.
Tekbir sedalarıyla gökleri inlettiler.
Muhammed bin Mesleme, teçhizatlı olarak,
Mekke’ye yaklaşınca, korkuya kapıldı halk.
Baktılar ki bir birlik, silahla gelmişlerdir.
Korku ile yaklaşıp, dediler ki: (Bu nedir?)
Dedi: (Askerleridir bunlar Resulullahın.
Allah izin verirse, onlar da gelir yarın.)
Dönüp, Mekke’lilere bunu haber verdiler.
Onlar da bunu duyup, savaş var zannettiler.
İşin hakikatini öğrenmek maksadiyle,
Bir heyet tertib edip, gönderdiler Resule
. Çekilin ey müşrikler!
Peygamber Efendimiz, Sevgili Eshabiyle,
Şehre giriyorlardı, tekbir sedalarıyle.
Kâbe’yi ziyaret ve tavaf yapacaklardı.
Müşriklerde hayranlık uyandıracaklardı.
Nitekim onlar bakıp, Sahabe-i kirama,
Kalplerinde bir meyil hissettiler islama.
Sonunda Resulullah onlara galip geldi.
Ve o gün, kalplerinden onları fetheyledi.
Darünnedve denilen bir mahalde, müşrikler,
Çoluk çocuklarıyla yollara dizilmişler,
Sevgili Peygamberle, yüksek sahabileri,
Seyredip, hayranlıkla doluyordu kalpleri.
Kusva’nın yularını, şair-i Nebi olan,
Abdullah bin Revaha tutuyordu ki o an,
Ağır adımlar ile ve vakarlı olarak,
Yürürdü, şu şekilde beyitler okuyarak:
(Ey kâfirler, çekilin Peygamberin yolundan!
Ki, Allahü teâlâ gönderdi Ona Kur’an.
Vardır Onun dininde hep iyilik ve hayır.
Ona inananlara ebedi Cennet vardır.
O, gerçek Peygamberdir, kabul ettik gönülden.
Biz bu yola baş koyduk, hiç korkmayız ölümden.
Ey müşrikler, Kur’anı inkâr ettiğinizde,
Nasıl patladı ise, darbeler beyninizde,
Onun manasına da, inanmazsanız eğer,
İner aynı şekilde, başınıza darbeler.)
Hazret-i Ömer Faruk bunları işitince,
İkaz etmek istedi, Abdullah’ı şöylece:
(Sen Resulün önünde, Kâbe’ye giriyorsun.
Nasıl böyle şiirler söyleyebiliyorsun?)
Lakin Peygamberimiz, buyurdular ki ona:
(Ya Ömer, mani olma onun okuduğuna.
Yeminle söylerim ki, müşriklere, bu sözler,
Ok’tan daha çabuk ve daha çok tesir eder.)
Sonra da Abdullah bin Revaha’ya hitaben,
Buyurdu: (Ey Abdullah, devam et yine aynen.)
Ona izin verince Resul aleyhisselam,
Hazret-i Abdullah da şöylece etti devam:
(Allahü teâlâdan başka yoktur bir ilah.
Yoktur asla şeriki, la ilahe illallah.
Odur müslümanların askerine güç veren.
Ve Odur kâfirleri dağıtıp mağlub eden.)
Velhasıl Resulullah Beytullaha girdiler.
Ve sağ omuzlarını, biraz açıverdiler.
Teninin güzelliği, gözleri alıyordu.
Sevgili Eshabına dönüp şöyle buyurdu:
(Kendinizi küffara gayet güçlü ve zinde,
Gösterin ki, Rabbimiz affeylesin sizi de.)
Bu emir üzerine, bilcümle sahabiler,
Hepsi, sağ omuzunu derhal açıverdiler.
Heybetli bir şekilde, hızlı hızlı bu defa,
Kâbe’nin etrafında başladılar tavafa.
Hacer-ül esved ile, hem Rükn-ü yemani’nin,
Arasını, yavaşça yürüdüler velakin.
. Mekke içten fethedildi
Peygamber Efendimiz ve şanlı sahabiler,
Beytullahı, üç defa, önce tavaf ettiler.
Ve sağ omuzlarını, hepsi açık tutarak,
Yürürlerdi çok güçlü ve heybetli olarak.
Müşrikler de onları, hem seyrediyorlardı.
Hem de bu hallerine, hayret ediyorlardı.
Zira müslümanların, gidince oralara,
Çok zayıf düştükleri söylenmişti onlara.
Medine’nin havası güya iyi değilmiş.
Bu yüzden sıhhatleri hemen bozuluvermiş.
Yıllardır böyle sözler işitmişlerdi onlar.
Şimdiyse tam tersini görünce şaşırdılar.
Velhasıl tavafların, geri kalan dördünü,
Ağır ağır yaptılar müslümanlar o günü.
Tavaftan sonra dahi, makam-ı İbrahim’de,
İki rekat bir namaz kıldılar hep birlikte.
Sonra Safa ve Merve arasında hem dahi,
Yürüyüp, yedi defa sa’y yaptı her sahabi.
Getirilen kurbanlık develeri kesip hem,
Sonra tıraş ettirdi başını Fahr-i âlem.
Henüz yere düşmeden, mübarek saç kılları,
Müslümanlar, havada kapıştılar onları.
Sahabe-i kiram da, Onun gibi yaparak,
Hepsi tıraş oldular, Ona tâbi olarak.
İşte Resulullahın, bundan bir sene önce,
Gördükleri o rüya, gerçekleşti böylece.
Bu umre ziyareti, artık sona ermişti.
Ve öğle namazının, ezan vakti gelmişti.
Peygamber Efendimiz, Bilal-i Habeşi’ye,
Emir verdi: (Kâbe’de bir ezan oku!) diye.
Resulün müezzini, ifa etti bu emri.
Adeta çalkalandı ezanla Mekke şehri.
Eshabın, senelerdir bekledikleri bu an,
Gelmiş ve Beytullahta okunuyordu ezan.
Bilal-i Habeşi’nin sedası, dalga dalga,
Mekke ufuklarından yayıldı uzaklara.
Eshap da huşu ile onu dinliyorlardı.
Ve hepsi, yavaş sesle tekrar ediyorlardı.
Ezanı müteakip, imam oldu o Server.
Namazı, cemaatle kılıp eda ettiler.
Resulullah Ebtah’da bir çadır kurdurmuştu.
Eshap da, etrafında birer çadır kurmuştu.
Üç gün, bu çadırlarda ikamet eylediler.
Namaz vakitlerinde bir araya geldiler.
Diğer vakitler ise, dolaşıp haneleri,
Akraba ziyareti yaparlardı her biri.
İslamın bahşettiği o güzel ahlak ile,
Örnek oluyorlardı müşriklere haliyle.
Müşrikler, hayranlıktan içleri erimişti.
Üç günde, sanki Mekke, içten fethedilmişti.
Üç gün müddet bitince, emreyledi o Server.
Dönüş için derlenip toplandılar bu sefer.
Âlimler buyurur ki iş bu sefer hakkında:
(Mekke, bu umre ile fethedildi aslında.)
26 - MUTE GAZASı
.Halid nerelerdedir?
Resulullah, umrede bulunduğu günlerde,
Velid ibni Velid de vardı o kafilede.
Resulullah, Velid’le ederlerken hasbihal,
Ağabeyi Halid bin Velid’i etti sual:
(Halid nerelerdedir, onunla kur bir temas.
Onun, islamiyet’i bilmemesi olamaz.
Keşke iman etmekle o da şereflenseydi.
O kahramanlığını islamda gösterseydi.
Bizim saflarımıza katılsaydı o artık.
Kendisini çok sever, çok da üstün tutardık.)
Zaten bunu, Velid de isterdi pek ziyade.
Zaman zaman mektuplar yazardı bu mealde.
Bildirince Resulün bu sözlerini dahi,
O da islamiyet’e meyletti bizatihi.
Bir an evvel Resulle görüşeyim diyordu.
Huzurunda müslüman olmayı istiyordu.
Bu halini, kendisi anlatır ki sonradan:
Bana, bu saadeti Rabbimiz etti ihsan.
Resulün sevgisini yerleştirdi kalbime.
Bu sevgi sebep oldu benim saadetime.
Halbuki Ona karşı yapılan her savaşta,
Bulunup, onlar ile cenk etmiştim en başta.
Ama ben, her savaştan geriye döner iken,
Haksız olduğumuzu anlıyordum yakinen.
Hatta kendi kendime diyordum ki: Muhammed,
Bir gün gelir, bizlere muzaffer olur elbet.
Galip geleceğini, mutlaka biliyordum.
Her harpten, bu hislerle ayrılıp gidiyordum.
Yine Hudeybiye’ye geldiğinde, bir kere,
Yanlarına sokuldum, zarar vermek üzere.
Zira bendim Kureyş’in süvari komutanı.
İyi hatırlıyorum malesef ben o anı.
Bizden emin şekilde, güvenerek Rabbine,
Namaz kıldırıyordu Sahabe-i güzine.
O gün çok telaşsızdı Allah’ın Sevgilisi.
Yoktu hem etrafında muhafızı, bekçisi.
Atımı üstlerine sürdümse de kaç kere,
At ileri gitmeyip, sıçrardı gerilere.
Bundan çok duygulandım, düşündüm ki o zaman:
Hak teâlâ bu zatı koruyor her zarardan.
O ara kardeşimden bir mektup geldi bana.
Diyordu ki: (Ne zaman geleceksin imana?
Peygamber efendimiz seni sordu Vallahi.
Buyurdu ki: islama gelseydi Halid dahi.
Bizim saflarımızda yapsaydı kahramanlık.
Biz de onu kıymetli, hem de üstün tutardık.
Resul böyle istiyor, geçmemiştir iş işten.
İman et de kendini kurtar sonsuz ateşten.
Çok fırsatlar kaçırdın, haydi gel, durma artık.
Daha çok gecikirsen, fayda etmez pişmanlık.)
Velid’in mektubunu mütala eyleyince,
İman etme arzusu bende arttı iyice.
Resule gitmek için, acele ediyordum.
Onun muhabbetiyle, yanıp tutuşuyordum.)
Üçbin mücahid toplandı
Halid bin Velid der ki: Velid’den mektup aldım.
Okuyunca, sevinip bir hayli duygulandım.
Artık yegane arzum, o Server’e gitmekti.
Huzurunda diz çöküp, Ona iman etmekti.
Düştüm bu iştiyakla Medine yollarına.
Uğradım Osman ibni Talha’nın da yanına.
O da iman etmeyi çok istiyormuş meğer.
İkimiz, seher vakti, yola çıktık beraber.
Az sonra karşılaştık hem de Amr bin As ile.
O da, aynı maksatla, gidiyormuş Resule.
Yolda ilerledikçe, bu arzum fazlalaştı.
Medine’ye varınca, had safhaya ulaştı.
En güzel elbisemi giyinip hazırlandım.
Sonra, Resulullahın olduğu yere vardım.
Sevinç ve heyecanla girince yanlarına,
O, güler yüzü ile, bir nazar etti bana.
Huzurunda oturup, hürmetle verdim selam.
Baktım, gülümsüyordu Resul aleyhisselam.
Dedim: (Ya Resulallah, ederim ki şehadet,
Allah birdir, sen Onun Peygamberisin elbet.)
Buyurdu ki: (Rabbime olsun ki hamd ve sena,
Bu saadet yolunu gösteren Odur sana.)
Dedim: (Ya Resulallah dua buyurunuz da,
Affetsin Hak teâlâ beni huzurunuzda.)
Buyurdu: (Öyle üstün dindir ki islamiyet,
Önceki günahları tamamen siler elbet.)
Osman bin Talha ile Amr bin As da aynı gün,
İmanla şereflendi huzurunda Resulün.
Böylelikle Mekke’nin en güçlü, en sevilen,
Ve gözünü budaktan asla esirgemeyen,
Üç namlı pehlivanı, Resulün huzurunda,
Sahabe-i güzinden oldular en sonunda.
Buna, sahabiler de çok memnun olmuşlardı.
Ve bunu, tekbirlerle açığa vurmuşlardı.
Badema bu yiğitler, din ve Allah yolunda,
Gayret edeceklerdi, Resulullah uğrunda.
Hicretin sekizinci yılında Fahr-i âlem,
Bazı hükümdarlara, mektup gönderirdi hem.
İslama davet için, Fahr-i kainat yine,
Bir mektup yazdırmıştı Busra’nın hakimine.
Haris adlı sahabi, Resulün mektubunu,
Alarak, sürat ile tuttu Mute yolunu.
Mute’ye yaklaşınca nihayet bu bahtiyar,
Hıristiyan askerler onu tutukladılar.
Şurahbil bin Amr idi, o zaman Şam valisi.
Alçakça şehid etti o hazret-i Haris’i.
Onun şehadetini işitince o Server,
Bu haksız harekete pek fazla üzüldüler.
Ve hemen Eshabını toplayıp huzuruna,
Buyurdu ki: (Bir bölük çıksın Mute yoluna.
Zira rumlar, Haris’in akıtmıştır kanını.
Alalım kâfirlerden bunun intikamını.)
Allah’ın Sevgilisi böyle emrettiğinden,
Üçbin adet mücahit, toplandı o gün hemen
.Ordu yola çıktı
Müşrikler, katledince elçi olan Harisi,
Topladı Eshabını Allah’ın Sevgilisi.
Buyurdu: (Ey Eshabım, önce Şam’a varınız.
Zeyd ibni Harise’dir, sizin kumandanınız.
Eğer harp esnasında, Zeyd şehid olur ise,
Cafer bin Ebi Talip kumandan olsun size.
O da şehid olursa harp meydanında eğer,
Abdullah bin Revaha emir olsun bu sefer.
O da şehid olursa, bir araya geliniz.
Münasip bir kimseyi, emir tayin ediniz.)
İsimleri sayılan şahısların, derakap,
Şehid olacağını anladı cümle Eshap.
Ve lakin kendileri bunları işitince,
Bu müjdeden ötürü, gark oldular sevince.
Zira tek gayeleri var idi ki hepsinin,
O da, şehid olmaktı bu yolda Allah için.
Resulullah, sancağı Zeyd ibni Harise’ye,
Teslim edip, orduyu gönderdi bu sefere.
Sonra o kumandana buyurdu ki: (Gidiniz!
Evvela kâfirleri dine davet ediniz.
Kabul etmezler ise, gitmiştir bizden vebal.
Hemen o kâfirlerle yapınız cenk ve cidal.)
Üçbin kişilik ordu, muhacirin ve ensar,
Resulün duasıyla o gün yola çıktılar.
Peygamber Efendimiz Veda yokuşu denen,
Yere kadar, onların yürüdü peşlerinden.
Ve hatta Medine’de kalan sahabiler de,
Gelip uğurladılar, onları bu mahalde.
Tekbirler getirerek ayrılıyorken ordu,
Kalanlar, onlar için dualar ediyordu.
Mücahidler ufuktan kayboluncaya kadar,
Onlara, gözyaşı ve gıbta ile baktılar.
Zeyd ibni Harise’nin taşıdığı o sancak,
Dalgalanıyor idi, rüzgarda sallanarak.
Yolculuk, olaysız ve neşeli geçiyordu.
Mücahidler, cenk için sabırsızlanıyordu.
Abdullah bin Revaha giderken o arada,
Şiirlerle birşeyler söylerdi şu manada:
(Ey devem, kumluktaki şu kuyuya beni sen,
Oradan da, dört konak ileri götürürsen,
Bundan başka sefere artık çıkmayacaksın.
Zira bu cenkten sonra, sahipsiz kalacaksın.
Çünkü ben, bu savaştan geri dönmeyeceğim.
Öyle umuyorum ki, ben şehid düşeceğim.)
Sonra kendi kendini etti ki şöyle ikaz:
(Ey Revaha’nın oğlu, geç kaldın, hızlan biraz.
Çok yavaş gidiyorsun, bak diğer mücahidler,
Seni, çok gerilerde bırakıp da gittiler.)
Böyle deyip, deveyi hızlandırdı az daha.
Ve şöyle söylendi ki: (Bak ey İbni revaha!
Sen artık düşünme ki, geride malların var.
Umurunda olmasın, bağ bahçe ve hurmalar.
Zira Allah yolunda cihada gidiyorsun.
Sonunda şehidlik var, sana müjdeler olsun.)
.
. Öyleyse cizye verin!
Kahraman mücahidler, Suriye’ye varmıştı.
Şam valisi Şürahbil, bunu haber almıştı.
Bildi ki, geliyorlar kendisiyle savaşa.
Kapıldı birden bire, bir korku ve telaşa.
Hemen Herakliyus’a yazdı bu vaziyeti.
Gönderdi o da hemen, bir takviye kuvveti.
Yüzbin’e ulaşmıştı ordusu böylelikle.
Lakin Eshab-ı kiram, üç-dört bin yoktu bile.
Şam’a girdiklerinde velhasıl müslümanlar,
Bu düşman ordusunun haberini aldılar.
Hemen Zeyd bin Harise, Sahabeyi bir yere,
Toplayıp, bu hususta eyledi istişare.
Bu durum karşısında, bir kısım sahabiler,
(Bunu, Resulullaha bildirelim) dediler.
(Kâfirler yüzbin kişi, biz ise üçbin eriz.
Savaşa girelim mi? diye sual ederiz.
Ya geriye çağırır, döneriz Medine’ye.
Yahut yardım gönderir, yürürüz ileriye.)
Sonra da söz isteyip, Abdullah bin Revaha,
Dedi: (Niçin yazalım bunu Resulullaha?
Unuttuk mu buraya niçin geldiğimizi?
Resulullah cenk için göndermedi mi bizi?
Sonra hiç mühim değil, bizim için çok asker.
Kâfirler, Bedir’de de, bizden fazla idiler.
Vallahi vardı o gün, yalnız iki atımız.
Yine de zafer verdi bizlere Allahımız.
İnşallah bu cenkte de, biz oluruz muzaffer.
Zira böyle vadetti, Allah ile Peygamber.
Hak teâlâ, vadinden asla dönmez geriye.
Öyle ise durmayın, yürüyün ileriye.
Arkadaşlar, ne için tereddüt edersiniz?
Şehid olmak değil mi, zaten bizim gayemiz?
Bizi cenge gönderdi, o Sevgili Peygamber.
Haydi ilerleyiniz, ya şehadet, ya zafer!)
Abdullah’ın sözleri coşturdu müminleri.
Kurulmuş yaylar gibi fırladılar ileri.
Mute havalisine eriştiler nihayet.
Dağ taş düşman doluydu, kalabalıktı gayet.
Üçbin kişi idiler, o gün Eshab-ı kiram.
Düşman ordusu ise, yüzbin kişi idi tam.
Yani bir mücahide, otuz rum düşüyordu.
Lakin Eshab-ı kiram, bunu düşünmüyordu.
Bir heyet teşkil edip mücahidler o ara,
Muharebeden önce, gönderdiler Rumlara.
O Server'in emrine imtisalen o heyet,
Gidip, o kâfirleri islama etti davet.
Ve lakin bu daveti reddedince kâfirler,
(Öyleyse cizye verin!) diye teklif ettiler.
Rumların kumandanı, bunu da reddedince,
Cenge karar verdiler müslümanlar hemence.
Önde Zeyd bin Harise, sancağı yükselterek,
Girdi cenk meydanına, (Allah Allah!) diyerek.
Peşinden mücahidler saldırdılar topyekün.
Tekbir sedalarıyla, inledi yer gök o gün
. Hazreti Zeyd’in şehadeti
Derhal (Zeyd bin Harise), verdi bir hücum! emri,
Mücahidler ok gibi fırladılar ileri.
Üçbin mücahid vardı, yüzbin kâfire karşı,
Başlamıştı tarihin en ibretli savaşı.
Otuz rum düşüyordu o gün her mücahide.
Buna rağmen kâfirler azalırdı git gide.
Kılıçlar, şimşek gibi kalkıyor, iniyordu.
Her vuruşta, birkaç rum yere devriliyordu.
Mücahidler, düşmanın ortasına daldılar.
Ve düşman saflarını, birbirine kattılar.
At kişnemeleriyle kılıç şakırtıları,
Tekbir sedalarıyla, (Ah yandım!) nidaları,
Mute’de, asumana yükseliyordu o an.
Ve kan gölü haline geliyordu o meydan.
Her kılıç sallayışta, birkaç baş düşüyordu.
Müslümanlar, rumları ot gibi biçiyordu.
Zeyd bin Harise dahi, ordunun en önünde,
Düşmana, arslan gibi saldırırdı o günde.
Bir ara, düşmanların attığı birkaç mızrak,
Mübarek vücuduna saplandılar uçarak.
Sonra birkaç mızrak da, giriverdi sırtından.
Delik deşik olmuştu vücudu Zeyd’in o an.
Böylece yere düşüp, hiç etmedi hareket.
Şehidlik rütbesine kavuştu en nihayet.
Lakin islam sancağı, henüz yere düşmeden,
(Cafer bin Ebi Talip) yetişip tuttu hemen.
Onun yerine geçip, sancağı kaldırarak,
Salladı kılıcını düşmana haykırarak.
Bir elinde sancakla, daldı küffar içine.
Gönderdi birçoğunu, Cehennem ateşine.
Bir yandan arslan gibi, seri cenk ediyordu.
Bir yandan da Eshaba cesaret veriyordu.
Adeta şimşek gibi kılıç sallıyordu hem.
Kendinden geçmiş halde, savaşırdı muhteşem.
Safları yara yara, içerlere dalmıştı.
Rumların ortasında, tek başına kalmıştı.
Bu gidişin, dönüşü olmadığını dahi,
Çok iyi biliyordu kendi de bizatihi.
Kükremiş arslan gibi saldırırdı küffara.
Kâfirler, bir kolunu kopardılar bir ara.
Hemen öbür koluyla, sancağı kaldırarak,
Dalgalandırdı yine, havalarda tutarak.
Kâfirler koparınca sonra öbür kolunu,
İki pazusu ile, kaldırdı yine onu.
Kesik kolları ile bastırarak göğsüne,
İslamın sancağını düşürmedi o yine.
Fakat peş peşe inen kılıç darbelerinden,
Şehadet rütbesine kavuştu çok geçmeden.
Sıcak kumlar üstüne serilirken cesedi,
Temiz ruhu, Cennete uçuverdi ebedi.
İslamın sancağını, düşmeden mücahidler,
Tutarak, (Abdullah bin Revaha)ya verdiler.
. Sancak sana layıktır
Cafer bin Ebi Talip şehid olunca birden,
Abdullah bin Revaha sancağı kaptı hemen.
Bir eliyle sancağı göklere yükselterek,
Daldı düşman içine, şunları söyleyerek:
(Ey nefsim, Cafer gitti, sen hala dünyadasın.
Durma, cihad eyle ki, sen de şehid olasın.
Eğer ki seviyorsan köleni, hizmetçini,
Bilmiş ol ki, şu anda azad ettim hepsini.
Düşündürüyor ise, seni bağın ve bahçen,
Onların hepsini de, hibe ettim şimdi ben.
Velhasıl hiçbir şeyin kalmadı bu dünyada.
Yapacağın tek şey var, şehid olmaktır o da.
Ey nefsim, bana boyun eğeceksin mecburen.
Bugün şehid olurum, yemin ettim çünkü ben.
Ya sen kendiliğinden razı olursun buna,
Ya kabul ettiririm bunu ben zorla sana.
Düşün, öldürülmezsen bu savaşta eğer ki,
Hiç ölmeyecek misin ey nefsim, söyle peki?
Cafer bin Ebi Talip ve Zeyd bin Harise’nin,
Yaptığını yaparsan, bil ki iyi edersin.
Onlar şehid oldular, sen dahi durma geri.
Sonra pişman olursun, haydi, atıl ileri.)
Abdullah bin Revaha bunları söyleyerek,
Daldı düşman içine tekbirler getirerek.
Küffarla amansızca mücadele ederken,
Parmağına, bir kılıç isabet etti birden.
Sallanmaya başladı, elinde kesik parmak.
Sıçrayıp yere indi attan acil olarak.
O parmağı koyarak, ayağının altına,
Koparıp, şimşek gibi tekrar bindi atına.
Zira çarpışmasına, o engel oluyordu.
Şimdi daha şiddetli, seri harbediyordu.
Çok saldırdı ise de, düşmana hiç durmadan,
Şehadet nimetine erememişti o an.
Çok üzülür idi ki şehid olmadığına,
O sırada, bir mızrak saplandı vücuduna.
Derhal kanlar içinde yerlere serilmişti.
Şehadet şerbetini en son o da içmişti.
O dahi ayrılınca bu dünya âleminden,
Koşup Sabit bin Ekrem, sancağı kaptı hemen.
Halid ibni Velid’e götürüp verdi derhal.
Dedi ki: (Emirliğe sen layıksın, bunu al.)
Almak istemeyince, arz etti ki: (Ey Halid!
Çabuk al ki sancağı, çok dardır zira vakit.
Sen harbin usulünü, bizden iyi bilirsin.
Senin emir olmandır arzusu hepimizin.)
Sonra, sahabilere dönerek sordu hatta:
(Sizin fikirleriniz ne yoldadır bu babta?)
Bilcümle mücahidler dediler ki hep o an:
(Halid bin Velid olsun, başımıza kumandan.)
Bu durum karşısında, islamın bayrağını,
Büyük bir hürmet ile aldı ve öptü onu.
Ve atına atlayıp, hücum etti küffara.
Yeniden kuvvet geldi, cümle müslümanlara.
. Rumlar kaçıyor
Abdullah bin Revaha vakta ki oldu şehid,
Teslim aldı sancağı hemen Halid bin Velid.
Bu yeni kumandanın peşinden, mücahidler,
Yeniden güç kazanıp, saldırıya geçtiler.
Büyük bir cesaret ve maharetle o vakit,
Çarpışma yapıyordu o gün hazret-i Halid,
Bir aralık Kutbe bin Katade hazretleri,
Tekbir sedalarıyle hücum edip ileri,
Havaya kaldırarak kılıcını aniden,
Düşman kumandanının boynuna çaldı birden.
Başı düşüp, top gibi yuvarlandı yerlerde.
Bu feci manzarayı gördü Rum erleri de.
Kumandanları ölen düşmanların morali,
Bozulmuş ve ortalık karışmıştı bir hayli.
Zaten akşam olmuş ve bitmişti o gün savaş.
Herkes karargahına dönmüştü yavaş yavaş.
Savaşa, ertesi günü devam edilecekti.
Halid, harp tekniğinde pek mahir kimse idi.
Sabah, başka taktikle çıkıp karşılarına,
Döndürmek istiyordu düşmanları şaşkına.
O gece, askerine verip hemen emrini,
Ön ve arka safların değiştirdi yerini.
Sağ'da çarpışanları, geçirdi sol tarafa.
Soldakileri ise, sağ'a aldı bu defa.
Tekbir sedalarıyla o sabah mücahidler,
Düşmanın üzerine saldırıya geçtiler.
Lakin rum askerleri, şaşkına dönmüşlerdi.
Zira bu kimseleri ilk defa görmüşlerdi.
Bu durum karşısında dediler ki: (Herhalde,
Takviye kuvvetleri aldılar fevkalade.)
Bu şekilde düşünüp, paniğe kapıldılar.
Moralleri bozulup, geri adım attılar.
Şanlı sahabiler de, bunu fırsat bilerek,
Çullandılar rumlara tekbirler getirerek.
Ekin biçer misali o rum kâfirlerini,
Kılıçtan geçirdiler, binlerce erlerini.
Halid ibni Velid’in, o gün Mute cenginde,
Hilafsız dokuz kılıç kırılmıştı elinde.
Bozguna uğramıştı nihayet rum erleri.
Müminlerin önünden kaçıyorlardı geri.
Üçbin mücahid gazi, yüzbin düşmanı, o gün,
Hezimete uğrattı, duasıyle Resulün.
Allah’ın yardımıyle, bu harpte mücahidler,
Onbinlerce düşmanı kılıçtan geçirdiler.
Yalnız onbeş şehidle, bu harp bitirilmişti.
Ve böylece Bizans’a, haddi bildirilmişti.
İslam mücahidleri, cenk ederken bu yerde,
Mescidde otururdu aynı gün o Server de.
Eshap da karşısında oturuyordu o gün.
Üzüntülü olduğu belli idi Resulün.
Hiçbir şey konuşmuyor, sükut ediyordu hep.
Sahabe-i kiram da üzgündü bundan sebep.
Fakat edeblerinden, bu hale sebep olan,
Şeyi, Resulullaha soramazlardı o an.
. Onlar şehid oldular
Mücahidler Mute’de savaş yaptıkları an,
Resulullah, mescidde bulunurdu o zaman.
Huzuruna çağırdı cümle Eshabını da.
Lakin çok üzüntülü hali vardı o anda.
Eshaptan bir tanesi, dedi: (Ya Resulallah!
Canımız, herşeyimiz fedadır sana Vallah.
Üzgün görünürsünüz, acaba sebep nedir?
Size bakıp, biz dahi olduk hep müteessir.)
Peygamber-i zişanın mübarek gözlerinden,
Gözyaşları akarak, buyurdu ki cevaben:
(Beni üzen, Eshabın şehid olmalarıdır.
Zira şu an Mute’de, şiddetli bir harp vardır.)
O an harp meydanını gözleriyle görerek,
Eshabına, her şeyi anlattı şöyle tek tek:
(Ey Eshabım, önce Zeyd sancağı aldı ele.
Lakin şehid edildi düşman mızraklariyle.
O, Cennet köşklerinde şimdi oturmaktadır.
Yahut bahçelerinde koşuşup durmaktadır.
Cafer bin Ebi Talip sancağı aldı ondan.
Düşman ordularına saldırdı hiç durmadan.
Çarpışıp şehid oldu o dahi en nihayet.
Ona da nasib oldu bu devlet ve saadet.
Yakuttan iki kanat Rabbimiz verdi ona.
O, dilediği zaman uçmaktadır her yana.
Ondan sonra, sancağı İbni Revaha aldı.
Yalın kılıç düşmanın ortalarına daldı.
Çarpışıp şehid oldu, o da nihayetinde.
Cennette oturuyor altın taht üzerinde.
Onlar için şu anda, var sonsuz bir afiyet.
Ya rabbi, sen onları eyle afvü mağfiret.)
Mübarek gözlerinden yaşlar boşanıyordu.
Göz yaşları içinde, sonra şöyle buyurdu:
(Abdullah bin Revaha vakta ki oldu şehid,
İslamın sancağını aldı Halid bin Velid.
Ya rabbi, Halid senin kılıcındır ki elbet,
Düşmanın karşısında Halid’e sen yardım et.)
O Server, çok uzakta olan hadiseleri,
Görüp, böyle anlattı bir mucize eseri.
Resulullah, bunları Sahabe-i güzine,
Anlatıp, geldi sonra Cafer’in hanesine.
Hanımı Esma Hatun, o gün çocuklarını,
Yıkayıp giydirmiş ve tarardı saçlarını.
Peygamber Efendimiz, şehid olan Cafer’in,
Yetim çocuklarını görmeye geldi ilkin.
Buyurdu ki: (Ey Esma, Cafer’in oğulları,
Nerededir, sen şimdi bana getir onları.)
Getirince, kokladı, öpüp bastı bağrına.
Mübarek gözyaşları aktı yanaklarına.
Esma Hatun sordu ki: (Ya Resulallah, niçin,
Onlara, yetim gibi muamele edersin?
Yoksa beyim Cafer’e ve arkadaşlarına,
Bir hal mi vuku buldu, söyleyin lütfen bana.)
O hatuna cevabı, şöyle oldu Resulün:
(Evet, şehid oldular ya Esma onlar bugün.)
. 27 - MEKKE'NİN FETHİ
.Kureyş ahdi bozdu
Hudeybiye sulhünün şöyleydi bir maddesi:
O havalide olan her Arap kabilesi,
Ya Muhammedilerin olacaktı yanında,
Ya da olacaklardı Kureyş’in saflarında.
İşbu kabilelerden (Huzaa) kabilesi,
Müslümanlardan yana olmuşlardı cümlesi.
Lakin (Beni Bekr) ise, Kureyş müşriklerinin,
Yanında bulunmayı gördüler daha emin.
Zaten bu kabileler, düşmandı birbirine.
Sık sık saldırıyordu birisi diğerine.
Velakin Hudeybiye sulhüne göre bunlar,
İki sene müddetle, harp etmeden durdular.
Fakat Beni Bekir’den birisi, en nihayet,
Şiir yazıp, Resule eylemişti hakaret.
Huzaa’dan bir genç de, dayanamayıp buna,
O kimseye vurarak, boyadı onu kana.
Bekr oğulları ise, bilerek bunu fırsat,
Saldırıya geçtiler Huzaa’ya o saat.
Kureyş müşrikleri de, hem çok silah vererek,
Hem onlara gizlice, adamlar göndererek,
Bu saldırı işine yardım eylemişlerdi.
Ve yirmiden ziyade mümin öldürmüşlerdi.
Bu gece baskınında, bazısı Huzaa’dan,
Yardım istemişlerdi, manen Resulullah’tan.
O anda Resulullah, hazret-i Meymune’nin,
Evindeydi ve o an, kalkmıştı abdest için.
Allah’ın izni ile o Server-i kainat,
Duydu ki, müslümanlar istiyor ondan imdat.
(Lebbeyk! Lebbeyk!) buyurdu o çağrıya cevaben.
Meymune validemiz işitip sordu hemen.
Dedi: (Ya Resulallah, merak ettim bendeniz.
Yanımızda kimse yok, kime Lebbeyk dediniz?)
Peygamber-i zişan da buyurdu ki cevaben:
(Huzaa müminleri yardım istedi benden.)
Velhasıl Kureyşliler, Hudeybiye sulhünün,
Maddesine aykırı davranmışlardı o gün.
Huzaa’dan bir heyet, Medine’ye geldiler.
Peygamber-i zişana, bunu haber verdiler.
Peygamber Efendimiz, üzülüp buna hemen,
Gelen müslümanlara buyurdu ki cevaben:
(Yardımda bulunmazsam Huzaa’ya, Vallahi,
Hiç yardım olunmasın o zaman bana dahi.)
Daha sonra bir mektup yazdırdı ki Kureyş’e:
(Siz neden karıştınız böyle kötü bir işe?
Siz, Bekr oğullarına yardımda bulunarak,
Adam öldürmüşsünüz, gece baskın yaparak.
Onlarla ittifaktan, ya vaz geçeceksiniz,
Yahut ölenler için, diyet vereceksiniz.
Bunlardan birisini eğer ki tam olarak,
Yapmazsanız, sizinle harp ederim muhakkak.)
Lakin Kureyş, reddedip Onun bu teklifini,
Harbe tahrik ettiler, Allah’ın Habibini.
.Bu döşeğe oturamazsın
Resulün teklifini reddeden Kureyşliler,
Bu sefer de büyük bir endişeye düştüler.
Bin defa pişman olup öyle dediklerine,
Büyük bir korku düştü hepsinin kalplerine.
Hemen Ebu Süfyan’a dediler ki o vakit:
(Bunu düzeltmek için, derhal Medine’ye git.
Muhammed’le görüşüp, uzat muahedeyi.
Yoksa bu, bizim için olmayacak pek iyi.)
Ebu Süfyan, acele yola çıktı Mekke’den.
O Server bunu bilip, buyurdular ki hemen:
(Öyle anlıyorum ki, Ebu Süfyan geliyor.
Hudeybiye sulhünü yenilemek istiyor.
Lakin o, her ne için geldiyse Medine’ye,
Muradı olmaksızın dönüp gider geriye.)
Medine’ye gelince Ebu Süfyan velhasıl,
İlk Ümmü Habibe’nin evine oldu vasıl.
Bu hatun, kızı idi zira Ebu Süfyan’ın.
Ve zevcesi olurdu, hem de Resulullahın.
Girince Ebu Süfyan bu hanımın evine,
Oturmak arzu etti, bir döşek üzerine.
Lakin Ümmü Habibe koşup geldi odadan.
Kaldırdı o döşeği babası oturmadan.
Ebu süfyan üzülüp, dedi: (Ne yapıyorsun?
Benden bir döşeği mi yoksa esirgiyorsun?)
O dahi babasına eyledi ki şöyle arz:
(Bu döşek üzerine, müşrikler oturamaz.
Zira bu, o Server'in mübarek döşeğidir.
Senin buna oturman, asla layık değildir.)
Daha fazla üzülüp, şöyle dedi kızına:
(Evimden ayrılalı bir şeyler olmuş sana.)
Ona, Ümmü Habibe dedi: (Elhamdülillah.
Bana, islamiyet’i müyesser etti Allah.
Ey babam, senin gibi bir kimse, nasıl olur,
Küfürde inad edip, islamdan uzak durur?)
Ebu Süfyan, kızının sözlerine kızarak,
Geldi Resulullaha o evden ayrılarak.
Dedi ki: (Ya Muhammed, Hudeybiye sulhünün,
Yenilenmesi için, buraya geldim bu gün.
Ve yine senin ile, müşavere yapalım.
Sulhün müddetini de, bir miktar uzatalım.)
Peygamber Efendimiz önce biraz durdular.
Sonra, Ebu Süfyan’a şunları buyurdular:
(Biz bu muahedeye aykırı davranmayız.
Ve onun üzerinde değişiklik yapmayız.)
Hiç de beklemediği bir cevap işitince,
Ona, bu talebinde ısrar etti bir nice.
Lakin Peygamberimiz, sükut edip durdular.
Ve ona, herhangi bir cevap buyurmadılar.
Israr etti ise de Ebu Süfyan bir nice,
Yine de alamadı müsbet, iyi netice.
Dönüp, Kureyşlilere anlattı bu durumu.
O zaman bir korkuya kapıldı bil-umumu.
. Medine’den çıktılar
Ebu Süfyan ayrılıp geldiğinde Mekke’ye,
Karar verdi o Server Mekke’yi fethetmeye.
Zira ahidlerine sadık kalmamışlardı.
Hudeybiye sulhüne, ters tavır almışlardı.
Resulullah , Mekke’nin fethinde çok gizlilik,
Olması hususunda, gösterirdi titizlik.
Bildirdi bunu yalnız, hazret-i Ebu Bekr’e.
Ve Eshaptan birkaç da ileri gelenlere.
Sonra emir verdi ki Eshab-ı kiramına:
(Başlasın her müslüman sefer hazırlığına.)
Ne yöne olacağı hakkında ise fakat,
Sahabeden kimseye vermedi hiç malumat.
Civardaki müslüman kabileleri de hem,
Sefere katılmaya çağırdı Fahr-i âlem.
Eslem , Eşce, Cüheyme, Husayn, Gıfar, Müzeyne,
Adlı kabilelerin haber saldı hepsine:
(Allah’a iman eden bilcümle müslümanlar,
Ramazanın başında, Medine’de olsunlar!)
Ve bir tedbir olarak yine Fahr-i kainat,
Ömer ibnil Hattab’a verdi ki bir talimat:
(Mekke’ye giden yollar, dört cihetten tutulsun.
Bütün yol başlarında, nöbetçiler bulunsun.
Bu günlerde Mekke’ye gidecek kimseleri,
Tutup o nöbetçiler, çevirsinler hep geri.)
Bu gizlilik işine öyle çok ehemmiyet,
Verdi ki, kendisi de dua etti nihayet:
(Ya ilahi, Mekke’ye biz varıncaya kadar,
Kureyşliler, bizlerden olmasınlar haberdar.
Birden bire olalım hemen yakınlarında.
Onlar bizi görünce, şaşırsınlar anında.)
Hatta Bizans üstüne sefer intibaını,
Vermek için, ayırıp bir kısım Eshabını,
Gönderdi kuzeydeki İzam vadilerine.
Ki, düşmanlar sansın ki, sefer Bizans üstüne.
Çevre kabilelerden gelenlerle beraber,
Oniki bin olmuştu o zaman mücahidler.
Zübeyr ibni Avvamı, o Server, bir birlikle,
Keşif kolu olarak gönderdi ileriye.
Velhasıl gönülleri Allah ve Resulünün,
Aşkıyle dolu olan bu mücahidler, o gün,
Oniki bin kişilik muazzam ordu ile,
Çıktılar Medine’den Allah’ın adı ile.
Başlarında, Allah’ın Sevgili Peygamberi,
Tekbir sedalarıyle yürüdüler ileri.
Bundan sekiz yıl önce çıkmışlardı Mekke’den.
Fethe gidiyorlardı o yurdu kan dökmeden.
Bir puthane haline getirilen Kâbe’yi,
Temizleyeceklerdi putlardan gayet iyi.
O inatçı ve zalim müşrikleri, nihayet,
İman ve hidayete edeceklerdi davet.
Düşmemeleri için Cehennem ateşine,
Örnek olacaklardı Kureyş müşriklerine.
. Ebu Süfyan’ın imanı
Allah’ın Resulüyle oniki bin müslüman,
Kudeyd denen mevkiye ulaştılar o zaman.
Harp düzeni aldırdı o Server Sahabeye.
Zira çok yakın idi, bu havali Mekke’ye.
Medine’den çıkalı dört gün olmuş idi tam.
Mekke’nin sınırına yaklaştılar bir akşam.
Orası, Merrüzzahran denilen bir yer idi.
Resulün emri ile, orda mola verildi.
Ve vazife verdi ki hazret-i Ömer’e de:
(Her kişi, ayrı ayrı ateş yaksın bu yerde.)
Bir anda oniki bin ateş yanınca birden,
Aydınlığa boğuldu Mekke şehri aniden.
Hiçbir şeyden haberi olmayan Kureyşliler,
Ateşleri görünce, bir telaşa düştüler.
Yanına iki kişi alarak Ebu Süfyan,
Gizli gizli oraya yaklaştılar o zaman.
Ve islam ordusuna doğru ilerledikçe,
Hayret ve dehşetleri artıyordu gittikçe.
Resulullah , Eshaba buyurdu ki o zaman:
(Bize doğru geliyor şu anda Ebu Süfyan.)
Gidip, hazret-i Abbas rastladı yolda ona.
Ve Resul-i zişanın getirdi huzuruna.
Ebu Süfyan, Abbas’a merakla etti sual:
Dedi: (Anlayamadım, ya Abbas nedir bu hal?)
O da cevap verdi ve dedi: (Ya Eba Süfyan!
Yemin ediyorum ki, haliniz oldu yaman.
Zira Resul-i ekrem, geliyor üstünüze.
Vay Kureyş’in haline, vay sizin halinize!)
Az sonra Ebu Süfyan, hem de yanındakiler,
Korku ile Resulün huzuruna geldiler.
Resulullah , onları çok iyi karşıladı.
Mekke’liler hakkında onlardan bilgi aldı.
Geç vakitlere kadar konuşup en nihayet,
Onları, tatlı dille islama etti davet.
(Hakim bin Hizam) ile (Büdeyl), kabul ederek,
Hemen iman ettiler, şehadet getirerek.
Lakin iman etmedi o zaman Ebu Süfyan.
Zira tereddütleri vardı hala o zaman.
Resulullah o sabah, bakıp Ebu Süfyan’a,
Dedi: (Ya Eba Süfyan, yazıklar olsun sana.
Allah’tan başka ilah olmadığını bilmek,
Zamanı, senin için gelmedi hala demek.)
Ebu Süfyan utanıp, arz eyledi ki Ona:
(Anam, babam, herşeyim feda olsun yoluna.
Yumuşak huylulukta, şeref ve meziyette,
Bir tanesin, akraba hakkını gözetmekte.
Bu kadar işkence ve cefadan sonra dahi,
Sen, hala hidayete çağırırsın bizleri.
Ne güzel huylusun ve ne kerem sahibisin.
İnandım ki Allah’ın, sen hak Peygamberisin.
Evet, Allah’tan gayri ilah yok hakikaten.
Şu putların, faydası olmadı bize zaten.)
. Bugün öyle gündür ki...
Resulün davetiyle nihayet Ebu Süfyan,
Şehadeti getirip oldu halis müslüman.
Vakta ki iman etti o gün Ebu Süfyan da,
O Server, kendisine bulundu bir ihsanda.
Şöyle ki, Resulullah Eshabının yanında,
Bir talimat verdi ki Ebu Süfyan hakkında:
(Her kim Ebu Süfyan’ın evine girer ise,
Bugün öldürülmekten halas olur o kimse.)
Arz etti Ebu Süfyan hemen Resulullaha:
(Genişletir misiniz bu ihsanı az daha.)
Peygamber Efendimiz, buyurdu ki bu sefer:
(Kim mescid-i Harama girerse bu gün eğer,
Yahut kendi evinde oturursa eğer ki,
O da, öldürülmekten kurtulur elbette ki.)
Hem hazret-i Abbas’a buyurdular ki yine:
(Götür Ebu Süfyan’ı vadinin dar yerine.
Mücahidler heybetle yürüdükçe önünden,
İslamın haşmetini, o da görsün bu günden.)
Hazret-i Abbas dahi, bu emriyle Resulün,
Onu, o dar geçitte bir miktar tuttu o gün.
Sonra harp düzenine geçerek mücahidler,
Sancaklarını açıp, yürüyüşe geçtiler.
Hepsi, arslanlar gibi yürürken ileriye,
Sorardı Ebu Süfyan: (Bu kafile kim?) diye.
Hazret-i Abbas dahi, kabileleri tek tek,
Tanıtırdı hep ona, malumatlar vererek.
Hepsi zırhlı, silahlı yiğit bahadırlardı.
Yürürlerken, adeta yer yerinden oynardı.
Nihayet biraz sonra, parlak bir güneş gibi,
Göründü nur saçarak, o Hüdanın Habibi.
Kusva’nın üzerinde, mütevazı olarak,
Vakarla geliyordu ayetler okuyarak.
Yürürdü etrafında Ensar ve Muhacirin.
Hep davudi zırhları var idi herbirinin.
Görünce Ebu Süfyan işbu bahadırları,
Merak edip, Abbas’dan sual etti onları.
Hazret-i Abbas dahi, dedi ki ona hemen:
(Allah’ın Habibidir ortada teşrif eden.
Etrafındakilerse, Muhacir ve Ensardır.
Uğrunda can vermeye, hepsi de hazırlardır.)
Allah’ın Peygamberi geçerken o dar yerden,
Ebu Süfyan’a doğru buyurdular ki hemen:
(Bugün öyle gündür ki, Allahü teâlânın,
Yükselteceği gündür şanını Beytullahın.
Kâbe’nin, örtü ile örtüleceği gündür.
Bugün, yalnız şefkat ve bir merhamet günüdür.
Bugün öyle gündür ki, işbu günde Rabbimiz,
Bütün Kureyşlileri islamla eder aziz.)
. Kâbe’ye giren kurtulur
İslam ordularının haşmetini görerek,
Ebu Süfyan’ın kalbi yumuşamış idi pek.
Dedi: Rum kayserini ve Acem kisrasını,
Gördüm hem de bunların mülk ve saltanatını.
Fakat hiçbirisinde yoktu böyle ihtişam.
Bu ordu, herbirinden daha güçlü, muazzam.
Bu kudretli orduya kimse karşı koyamaz.
Hiçbir ordu, bunlara, asla baş kaldıramaz.
Bunları düşünerek tuttu Mekke yolunu.
İslamın bu haşmeti, etkilemişti onu.
Gelip Kureyşlilere dedi ki: (Ey insanlar!
Ta yanıbaşınıza sokulmuş müslümanlar.
Öyle büyük orduyla gelmiş ki hem Muhammed,
Karşısında durmanın imkanı yoktur elbet.
Boş yere kendinizi aldatmayın şimdi siz.
Müslüman olunuz ki, kurtulabilesiniz.
Her kim Ebu Süfyan’ın evine girer ise,
Kendisini ölümden halas eder o kimse.
Ve her kim, Beytullaha sığınırsa eğer ki,
O da, öldürülmekten kurtulur elbette ki.
Her kim de, kapanırsa, girip kendi evine,
Onlar da kurtulurlar, ölümden elbet yine.)
Bu sözler üzerine, korkudan Mekke’liler,
Koşarak, bu üç yerden birisine girdiler.
Onikibin müslüman ve Server-i kainat,
Zituva mevkiinde toplanmıştı o saat.
Âlemlerin sultanı hatırladı ki hemen:
Tam sekiz sene önce ayrılmıştı Mekke’den.
Müşrikler sarmış idi saadethanesini.
Öldürmek isterlerdi o gece kendisini.
O, Yasin-i şerif’ten ayetler okuyarak,
Çıkmıştı hanesinden aşikâre olarak.
Kimseye görünmeden, Ebu Bekr’in yanına,
Gitmiş ve oradan da, varmıştı Sevr dağına.
Mekke hudutlarından ayrılmadan hem dahi,
Demişti ki: Ey Mekke, bilirim ki Vallahi,
Sen, bu dünya yüzünde, en hayırlı mekansın.
Ben ve Allah katında, en sevgili olansın.
Zorla çıkarılmamış olsa idim eğer ben,
Bilmiş ol ki, hiç senden ayrılmazdım katiyen.
Böyle düşündüğünde, Cebrail gelmiş idi.
Tekrar döneceğini Ona müjdelemişti.
Kendilerinden kat kat üstün düşmana karşı,
Nasıl kazanmışlardı yapılan her savaşı.
Şimdiyse oniki bin kişi vardı yanında.
Hepsi, pervane gibi, dönerdi etrafında.
Mekke’ye girmek için, emir bekliyorlardı.
Resulullah , o anda bunları hatırladı.
Ve bütün bunlar için, hamdeyleyip Rabbine,
Başını, tevazuyla eğiverdi önüne.
. Müşrikler ümitliydi
Peygamber Efendimiz ve şanlı sahabiler,
Birlikte Beytullahı önce tavaf ettiler.
Ve hazret-i Abbas’ın kuyudan çıkardığı,
Zemzem suyunu içip, sonra da abdest aldı.
Vücudundan ayrılan suları, o arada,
Eshap , yere düşmeden kapıştılar havada.
Bunu gören müşrikler, çok hayret eylediler.
(Biz böyle bir hükümdar hiç görmedik) dediler.
Kâbe’nin çevresinde, taştan veya tahtadan,
Yapılmış çok sayıda putlar vardı o zaman.
Peygamber Efendimiz, kırılıp bu putların,
Tertemiz olmasını istedi Beytullahın.
Ve okuyup sure-i İsra’dan iki âyet,
Asa’sıyle putlara eyledi bir işaret.
Asa’nın dokunduğu o putlar, birer birer,
Yüzleri üzerine yerlere devrildiler.
Öğle vakti girince, Bilal-i Habeşi’ye,
Emretti Resulullah: (Kalk, ezan oku!) diye.
O da, yanık sesiyle okudu ki bir ezan,
Kalplere, çok büyük bir huzur geldi o zaman.
Velakin müşriklerin içleri eriyordu.
Elem ve üzüntüyle hepsi kahroluyordu.
Allah’ın Peygamberi, bazı Eshabı ile,
Beytullaha girdiler ibadet maksadiyle.
Kapıyı arkasına alıp Fahr-i kainat,
Namaz eda eyledi, burada iki rekat.
Sonra çıkıp, kapının her iki kanadından,
Mübarek elleriyle tutarak durdu o an.
Kureyşli müşriklerse, hep mescid-i haramda,
Toplanmış, heyecanla bekleşirdi o anda.
Korku ile karışık bir ümitle, cümlesi,
Resulün kararını bekliyorlardı hepsi.
Zira onlar, vaktiyle Sevgili Peygambere,
Ve Ona iman eden bir nice müminlere,
Her türlü eziyet ve işkence yapmışlardı.
Kırbaç ile dövmüşler, ateşte yakmışlardı.
İpi, boyunlarına takıp bir seferinde,
Yerde sürümüşlerdi, dikenler üzerinde.
Ateşte kızartılmış şişleri, bir çoğuna,
Vahşice sokmuşlardı çıplak vücutlarına.
Koyup hem üstlerine ağır, sıcak kayalar,
Döverlerdi onları, bayıltıncaya kadar.
Üç sene, bir bölgeye hapsedip aç ve susuz,
Mahrum bırakmışlardı her şeyden hem de suçsuz.
Sonunda, yurtlarından sürüp çıkarmışlardı,
Bunlar yetmezmiş gibi, çok da harp yapmışlardı.
Bütün bunlara rağmen, ümitlilerdi yine,
Ümitle bakarlardı, gözlerinin içine.
Çünkü karşılarında, âleme rahmet olan,
Bir merhamet deryası Peygamber vardı o an.
. Hak gelince bâtıl gider
Peygamber Efendimiz, Beytullahın önünde,
Güler yüz ve vakarla duruyordu o günde.
Müşrikler de, mescid-i haramda hepsi o gün,
Toplanmış, bekleşirdi huzurunda Resulün.
Bir endişe içinde bekliyorlar idi hep.
Ki, onların hakkında nasıl hüküm verecek?
Zira bu zalim kavim, onlara bir zamanlar,
Yapmışlardı çok ağır işkence ve cefalar.
Bütün bunlara rağmen, ümitlilerdi yine.
Af olunacakları gelirdi kalplerine.
O Server, karşısında bekleşen insanlara,
Bir müddet, merhametle nazar edip ve sonra,
Buyurdu ki: (Ey Kureyş cemaati, şimdi siz,
Hakkınızda ne hüküm vereceğim dersiniz?)
Dediler: (Yalnız hayır bekliyoruz biz senden.
Zira kerim kardeşsin, affedersin elbet sen.)
Onlara buyurdu ki o zaman Fahr-i cihan:
(Hakkınızda kararım şudur ki benim şu an,
Ne ki kardeşlerine dediyse Yusüf Nebi,
Ben de, bugün sizlere söylerim Onun gibi.
Bugün, kusurlarınız vurulmaz yüzünüze.
Ve benim tarafımdan kınamak olmaz size.
Sizin günahınızı, af buyursun Rabbimiz.
Gidiniz, bundan sonra siz hür ve serbestsiniz.)
Peygamber-i zişan’ın bu büyük merhameti,
Sevgiye çevirmişti onlardaki nefreti.
Duyunca bu sözleri Allah’ın Habibinden,
O kaskatı kalpleri, yumuşamıştı birden.
Sonra Peygamberimiz, oradan ayrıldılar.
Ve Safa tepesinin üzerine vardılar.
Müşrikler de, önünde toplandılar nihayet.
Ve onları, orada, islama etti davet.
Onun bu davetini, hepsi kabul ettiler.
Büyük küçük, yaşlı genç, hep imana geldiler.
Yani Resulullaha biat edip topyekün,
Müslüman olmak ile şereflendiler o gün.
Resulullah , onların, önce erkeklerinden,
Sonra, kadınlarından söz aldı şöyle hemen:
(Allahü teâlâya şirk koşmayacaksınız.
Ve Onun Resulüne, tâbi olacaksınız.
Her kadın, iffetini koruyacak muhakkak.
Kız çocuklarını da, öldürmek artık yasak.)
Hatta Ebu Süfyan’ın hanımı Hind de o gün,
Hazır bulunuyordu meclisinde Resulün.
Hepsi iman edince, evlerine gittiler.
Evlerdeki putları, param parça ettiler.
Çevre kavimlere de, birlikler gönderildi.
Oradaki putlar da, hep yerle bir edildi.
İslamın gelmesiyle putlar kalktı ortadan.
Nitekim hak gelince, bâtıl gider oradan.
28 - HUNEYN GAZAS I
Düşman pusu kurmuştu
Resulullah , Mekke’yi fethetmek maksadiyle,
Medine’den çıkınca kahraman Eshabiyle,
Bir kısım kabileler zannettiler ki, bunlar,
Kendi üzerlerine savaşa geliyorlar.
Bunlar, Hevazin ile, Sakif idi ki, hemen,
Savaş hazırlığına başladılar o günden.
Lakin Mekke fethine gidildiğini, onlar,
Sonradan öğrenince biraz rahatladılar.
Ama devam ettiler, bu hazırlıklarına.
Hatta daha ziyade hız verdi onlar buna.
Zira düşündüler ki: Mekke fethedilince,
Bizim üzerimize gelirler binnetice.
Ve yine dediler ki: Biz savaşçı milletiz.
Onlarla savaşırsak, elbette biz yeneriz.
Sebebine gelince, onlar, bu güne kadar,
Harp bilen bir kavimle hiç karşılaşmadılar.
Bütün hünerimizi, bu cenkte gösterelim.
Savaş nasıl olurmuş, onlara öğretelim.
Ve yirmibin kişilik kuvvetli bir orduyla,
Hevazin kabilesi, çıktılar o gün yola.
Başlarında Malik bin Avf diye biri vardı.
Bunlar, kendilerine çok güveniyorlardı.
Hatta zoru görünce kaçmamaları için,
Harbe, kadınları da geliyordu hepsinin.
Bu haberi Mekke’de işitince o Server,
Tahkik için, birini o yere gönderdiler.
O, bu emri alınca, Mekke’den hareketle,
Girdi düşman içine, tebdil-i kıyafetle.
Asıl niyetlerini öğrenip döndü geri.
Ve Resul-i zişana arz etti bilgileri.
Peygamberimiz dahi, Eshabını toplayıp,
Attab ibni Esed’i, Mekke’ye vali yapıp,
Onikibin kişilik kahraman ordusuyla,
Hareket emri verip, süratle çıktı yola.
İslamın sancağını, emri ile Resulün,
Ali bin Ebi Talip taşıyor idi o gün.
Ve öncü kuvvetlerin kumandanlığını da,
Yine Halid bin Velid yapıyordu o anda.
Kainatın sultanı, üst üste zırh giyerek,
Ve Düldül adındaki katırına binerek,
Şevval’in onbirinci gününün gecesinde,
Geldi ordusu ile, tam Huneyn vadisine.
O sabah namazını, kıldırıp cemaatle,
Harekete geçirdi ordusunu süratle.
Lakin pusu kurmuştu bu vadide düşmanlar.
Bundan habersiz idi, o anda müslümanlar.
Alaca karanlıktı ortalık zira o an.
Haberdar olmadılar, pusu kurduklarından.
.Şaşkınlık hasıl oldu
Öncü birliklerinin başkumandanı olan,
Halid bin Velid dahi, habersizdi pusudan.
Ve hareket emrini vererek birliğine,
Hızla sürdü atını, o Huneyn vadisine.
Vadiye girer girmez mücahidler hep birden,
Müthiş ok yağmuruna tutuldular aniden.
Hiç beklemiyorlardı böyle şey zira onlar.
Ne yapacaklarını o anda şaşırdılar.
Geri dönmekten başka, yoktu bir çareleri.
Bu sebeple mecburen, döndüler birden geri.
Bu ani dönüşüyle fakat öndekilerin,
Bozuldu düzenleri, arkadan gelenlerin.
Bir şaşkınlık içinde, islam mücahidleri,
Girdikleri vadiden dönüyordu ki geri,
Düşmanlar, yamaçlardan, yirmibin kişi kadar,
Sel gibi, o vadiye akmaya başladılar.
Hevazin kabilesi, her attığını vuran,
Okçu bir kabileydi, gerçekten de pek yaman.
Ok yağmuru altında kalınca mücahidler,
Bir şaşkınlık içinde, geriye çekildiler.
Lakin Peygamberimiz, bu kargaşa anında,
Tek başına kalmıştı düşmanın karşısında.
Buna rağmen o Server, saldıran bu düşmana,
Hücuma geçti hemen, kendisi tek başına.
Hazret-i Abbas ile Ebu Bekr bunu görüp,
Ve yüz kadar sahabi, bir anda geri dönüp,
Resulün arkasından süratle yetiştiler.
Kendi vücutlarını, Ona siper ettiler.
Tuttu hazret-i Abbas atının dizginini.
Süfyan bin Haris ise, tutup üzengisini,
O Resulün hızını kesmeye uğraştılar.
Onu, düşman içine yalnız bırakmadılar.
Ve hazret-i Abbas’a, Resulullah o ara,
Buyurdu ki: (Ya Abbas, nida eyle onlara.
De ki: Ey sahabiler ve ey Medine’liler!
Ey Biat-ı Rıdvan’da Resule söz verenler!)
Abbas, iri yapılı ve gayet gür sesliydi.
Sesi, çok uzaklardan rahat işitilirdi.
Şöyle nida etti ki: (Gelin ey sahabiler!
Ey Semüre ağacı altında söz verenler!
Bana doğru geliniz, buraya toplanınız.
Zira Peygamberimiz, burada kaldı yalnız.)
Bu ses ile kendine gelen o sahabiler,
(Biz n’apıyoruz?) deyip, hemen geri geldiler.
Ve derhal etrafında toplandılar Resulün.
Tekbir sedalarıyla inledi yer gök o gün.
Müthiş bir mücadele başladı ki o zaman,
Düşman dehşete düştü, tekbir sedalarından.
Kılıçlar, şimşek gibi kalkıp ve iniyordu.
Her vuruşta, bir düşman yere seriliyordu.
. Harp zaferle bitmişti
Yirmibin küffar ile, onikibin mücahid,
Şiddetli bir savaşa girişmişti o vakit.
Daha önce, Bedir’de, Uhud’da ve Hendek’te,
Yine Hayber ve Mute, hasılı her bir cenkte,
Büyük kahramanlıklar gösteren bu gaziler,
Arslan kesilmişlerdi bu gün de hepsi birer.
Ali bin Ebi Talip, hem de Ebu Dücane,
Savaşırlardı gayet seri ve çevikane.
Yine Zübeyr bin Avvam döne döne savaşıp,
O gün dehşet saçardı, düşmana kılıç çalıp.
Sevgili Peygamber de, bu hali görüyordu.
Zafer için, şöylece dualar ediyordu:
(Ya ilahi, biz senden yardım talep ederiz.
Düşmanın zaferini istemezsin şüphesiz.)
Allah’ın Peygamberi, bu duayı yaptılar.
Sonra yere eğilip, bir avuç kum aldılar.
(Yüzleri kara olsun!) buyurup sonra yine,
Savurdu o kumları düşmanın üzerine.
Bir mucize eseri, bir avuç olan kumlar,
O yirmibin düşmanın gözlerine doldular.
Yani Resulullahın savurduğu kumlardan,
Kurtulan, bir tek kişi olmadı o küffardan.
O ara melekler de, yetişince yardıma,
O Server müjde verdi Sahabe-i kirama.
Buyurdu ki: (Allah’a olsun hamd ve senalar,
Ki, kâfirler bu gün de bozguna uğradılar.)
Bundan sonra müşrikler, başladı bozulmaya.
Ve hatta geri geri, başladılar kaçmaya.
Eshap da peşlerine düşerek bu küffarın,
Kılıç vurup, çoğunu öldürdüler onların.
Hatta harp meydanına getirmiş oldukları,
Kıymetli mallarıyle, kadın ve çocukları,
Bırakıp, son süratle kaçıyorlardı harpten.
Müminlerin eline geçti onlar tamamen.
Kâfirler, yetmiş ölü bırakıp kaçmışlardı.
Geriye, altıbin de esir bırakmışlardı.
Başları Malik bin Avf ve bir kısım kâfir halk,
Taif’te , bir kaleye sığındılar kaçarak.
Allah’ın yardımı ve Resulün himmetiyle,
Bitmişti bu savaş da, Eshabın zaferiyle.
Lakin Peygamberimiz, görmeyip bunu kâfi,
Kuşatmak istiyordu, Eshabiyle Taif’i.
Çünkü kesin netice almak için, bu sefer,
O kaleyi düşürmek istiyordu o Server.
Halid ibni Velid’i, bir bölük ile, önden,
Gönderdi o kaleye, hiç vakit geçirmeden.
Kendisi de arkadan, mücahidlerle yine,
Geldiler tekbirlerle, o kalenin önüne.
Eshabın geldiğini görünce o müşrikler,
Kapıları kapayıp, savunmaya geçtiler.
Zira göğüs göğüse savaşabilmek için,
Yoktu cesaretleri o namert müşriklerin.
. Duası kabul oldu
Peygamber Efendimiz ve şanlı sahabiler,
O Taif kalesini muhasara ettiler.
Taif’liler , ok ile cevap verirdi ancak.
Yoktu cesaretleri çıkıp da savaşacak.
Eshap , mancınık ile taş atılması için,
İznini istediler o gün Efendimizin.
O da uygun görünce, bir mancınık yaptılar.
Koca koca taşları kaleye fırlattılar.
Lakin çok muhkem idi bu kale hakikaten.
Ondördü şehid oldu bu cenkte Sahabeden.
Muhasara, yirminci gününe erişince,
Peygamber Efendimiz rüya gördü bir gece.
Bir kap tereyağını, ki hediye gelmişti.
Bir horoz, gagalamış ve yere devirmişti.
Şöyle tabir etti ki bu rüyayı o Server:
Bu yıl Taif’in fethi, olmayacak müyesser.
Sekiz sene önce de, gelip Taif halkına,
Öğüt verip, onları çağırmıştı imana.
Lakin onlar, o gün de iman etmemişlerdi.
Ve hatta kendisine, hakaret etmişlerdi.
O an bir melek gelip, demişti ki: (İstersen,
Şu dağı, başlarına devireyim şimdi ben.)
Buyurmuştu ki: (Hayır, kıyma bu kimselere.
Çünkü rahmet olarak geldim ben âlemlere.
Belki bu kimselerin sulbünden bir kimseler,
Gelir ki, Rabbimize halis iman ederler.)
İşte Peygamberimiz, onlara bu gün dahi,
Yine dua buyurup, dedi ki: (Ya ilahi!
Bu Taif’e sığınan Sakif kabilesine,
Doğru yolu gösterip, onları gönder bize.)
Böyle dua ederek Taif’den ayrıldılar.
Eshabiyle Cirane denen yere vardılar.
Huneyn’de ele geçen esirlerle malları,
Burada, Eshabına dağıttı ayrı ayrı.
O esnada bir heyet, Hevazin’den geldiler.
İzin alıp, Resulün huzuruna girdiler.
Dediler ki: (Hevazin kabilesi, topyekün,
Müslüman olmak ile şereflendiler bu gün.)
Peygamber Efendimiz, buna çok sevindiler.
Kendi esirlerini derhal azad ettiler.
Sahabe-i kiram da, görerek bunu bizzat,
Onlar da, esirleri ettiler hemen azad.
Bir merhameti ile, o şerefli Resulün,
Hürriyete kavuştu altıbin esir o gün.
Bunu, o kabilenin reisi işitince,
Duygulanıp, imana geldi o da hemence.
Peygamber Efendimiz ve şanlı sahabiler,
Oradan ayrılarak, Medine’ye geldiler.
O ara Taif’ten de, Medine’ye bir heyet,
Gelip, Resulullah’la görüştüler bir müddet.
Dediler ki: (Taif’te mukim olan insanlar,
Hepsi, islam dinine girmeği istiyorlar.)
Resulün o duası, işte kabul olmuştu.
Onlar da iman edip, küfürden kurtulmuştu
29 - TEBÜK SEFE Rİ
Ümit kalmadı bende
Peygamber Efendimiz, Tebük’e gidilirken,
Maddi yardım istedi o gün her sahabiden.
Ve şöyle buyurdu ki o zaman cümle halka:
(Herkes, iktidarınca getirsin bir sadaka.)
Resulullah , Eshaptan edince yardım talep,
Sahabe, bunun için seferber oldular hep.
Hazret-i Ömer der ki: (Bu hususta biz hatta,
Birbirlerimiz ile yarışırdık adeta.
O zamanlar tesadüf malım da çoktu benim.
Yarısını getirip, Resule teslim ettim.
Düşündüm ki: Ebu Bekr, hayırlı amellerde,
Hepimizden, her zaman bulunur hep ilerde.
Her ne kadar bu böyle olsa dahi ekseri,
Bu sefer belki onu, ben geçerim ileri.
Zira bütün malımın yarısını vermiştim.
Artık ben Ebu Bekr’i geçerim zannetmiştim.
Peygamber Efendimiz sordu ki o an bana:
(Ne bıraktın ya Ömer evde çocuklarına?)
Dedim: (Ya Resulallah, bu kadar da evde var.)
Ben böyle söyleyince, bir şey buyurmadılar.
Az sonra Ebu Bekir, oraya geldi hemen.
Getirdiği malları teslim etti tamamen.
Allah’ın Peygamberi, ona sordu bu kere:
(Ya Eba Bekr, ne koydun peki evdekilere?)
Dedi ki: (Neyim varsa alıp geldim hepsini,
Koydum eve Allah ve Resulün sevgisini.)
Yani muhabbet varsa, Allah ve Resulüne,
İtibar edilir mi, dünya mal-ü mülküne?
O Server buyurdu ki ikimize bakarak:
(Cevabınız kadardır aranızda olan fark.)
Ve yine gayet iyi anladım ki o gün ben:
Onu, hiçbir hususta geçemem hakikaten.
Zira belki o zaman onu geçebilirdim.
O da olamayınca, kalmadı hiç ümidim.
Bütün Eshab-ı kiram, gücü yettiği kadar,
Mallarını vererek yardıma çalıştılar.
Velakin münafıklar, bunu çekemezlerdi.
(Sizin bu gayretiniz, gösteriştir) derlerdi.
Peygamber Efendimiz buyurdu ki: (Kim bu gün,
Bir sadaka verirse Allah rızası için,
Verdiği o sadaka, yarın mahşer yerinde,
Şahitlik yapacaktır o kimsenin lehinde.)
Eshaba bu şekilde buyurunca o Server,
Daha fazla yardımda bulundu sahabiler.
En fazla yardım eden, hazret-i Osman oldu.
Onun yardımlarıyla donandı zira ordu.
Hatta su tulumları delinse bir ihtimal,
Çuvaldız almayı da etmedi yine ihmal.
O gün, üçte birini teçhiz edip askerin,
Takdirini kazandı, Sevgili Peygamberin.
Ve şöyle buyurdu ki hakkında Resulullah:
(Bundan sonra Osman’a, yazılmaz hiçbir günah.)
. Üzüntüden ağladılar
Peygamber Efendimiz, Tebük’e gidilirken,
Yardım talep etmişti Sahabe-i güzinden.
Hatta maddi durumu zayıf olanlar bile,
İştirak ediyordu gayet az mallar ile.
Mesela Sahabeden, fakir bir kimse vardı.
Bu cihad sevabını, o da çok arzulardı.
Lakin yoktu hiç malı getirip de verecek.
O gece, birisine su çekti sabaha dek.
Kazandığı bir miktar hurmayı, sabahleyin,
Getirip, duasını kazandı o Server'in.
Hatta Peygamberimiz, onun getirdiğine,
Kıymet verip, koydurdu malların en üstüne.
Kadınlar da bu yolda gayret gösteriyordu.
Herkes, kendine düşen ne ise yapıyordu.
Kıtlık öyle şiddetli idi ki o günlerde,
Hiç para ve mal yoktu, çoğu sahabilerde.
Lakin daha kötüsü, bu fakir sahabiler,
Sefere iştirakten, hepten mahrum idiler.
Gelip arz ettiler ki sonunda o Server’e:
(Bir bineğimiz yok ki, katılalım sefere.)
Peygamber-i zişan da, buna üzülüyordu.
(Sizleri bindirecek bineğim yok) diyordu.
Yine Salim bin Umeyr ve başka sahabiler,
Sevgili Peygamberin huzuruna geldiler.
Dediler: (Bineğimiz yoktur hiçbirimizin.
Sefere katılmaktan, mahrumuz bunun için.)
Bu hali arz ederken onlar Resulullaha,
Hepsi de, üzüntüden başladı ağlamaya.
O an Resulullaha nazil oldu bir âyet.
Onları Hak teâlâ, takdir etti begayet.
Sonra hazret-i Osman bu hali haber aldı.
Ve onları, malıyla gazaya hazırladı.
Velhasıl sefer için bitmişti her hazırlık.
Mücahidler , sefere çıkabilirdi artık.
Seniyyet -ül veda’da, toplandı ordu o an.
Hemen hemen yok idi, orduya katılmayan.
Peygamber Efendimiz, tam çıkarken sefere,
Şöyle bir tavsiyede bulundu gazilere:
(Yanınızda olursa yedek ayakkabınız,
Bu sefer müddetince olmaz pek sıkıntınız.)
Münafıkların başı Abdullah bin Übey de,
Şöyle moral bozucu laf ederdi her yerde:
(Onu ve Eshabını, hem ikişer ikişer,
İpler ile bağlanmış görürüm ey kişiler!)
O, moral bozmak için söylüyordu bunları.
Kimse dinlemiyordu ve lakin bu lafları.
Hatta bu kabil sözler, moral bozacak yerde,
Askerin cihad aşkı oluyordu ziyade.
Resulullah , sefere Seniyyet-ül veda’dan,
Başlarken, sancakları açtırdı tam o zaman.
. Düğüne gider gibi
Peygamber Efendimiz ve otuzbin mücahid,
Seniyyet -ül veda’dan yola çıktı o vakit.
Kumandan olarak da, ordu başında bizzat,
Bulunuyordu o gün, o Server-i kainat.
Tam onbini süvari, otuzbin kişi vardı.
Hepsi de, o Resulün aşkı ile yanardı.
İslam sancaklarını, Resulullah bu kere,
Teslim etti Zübeyr’le, hazret-i Ebu Bekr’e.
Bu otuzbin kişilik muazzam ordu, o gün,
Çıktı yine sefere, emri ile Resulün.
O şanlı mücahidler, çok sıcak bir havada,
Neşe ve sürur ile yürürlerdi yollarda.
Zira Resulullahtı başlarında kumandan.
Hiçbir şey gözlerine görünmüyordu o an.
Madem ki başlarında, vardı Hakkın Habibi,
Sıkıntılar, onlara zevk verirdi tabii.
Peygamber Efendimiz ve şanlı mücahidler,
Düğüne gider gibi, o yolları gittiler.
Velakin susuzluktan çoktu ızdırapları.
Bir sabah, boşalmıştı tamamen su kapları.
Öyle ki, susuzluktan cümle Eshab-ı kiram,
Ölecek vaziyete gelmişti herbiri tam.
Bu hali fırsat bilen o münafıklar ama,
Şöyle söylüyorlardı Sahabe-i kirama:
(Peygamber olsa idi hakikaten Muhammed,
Dua eder, bu yere yağardı yağmur elbet.)
Peygamber-i zişana, onların sözlerini,
Söyleyince, kaldırdı mübarek ellerini.
Dedi ki: (Ya ilahi, susuzdur Eshap şu an.
Acıyıp, üstümüze bir yağmur eyle ihsan.)
Hava pek sıcak olup, hiç bulut yokken hatta,
Bir yağmur başladı ki, gök delindi adeta.
Peygamber Efendimiz ve şanlı sahabiler,
Derhal sevinçlerinden, tekbirler getirdiler.
Ordu hareket edip, oradan ayrılınca,
Gördüler ki, o yağmur, orada var yalnızca.
Ve o münafıklara dediler ki o zaman:
(Gördünüz, haydi şimdi siz de olun müslüman.)
Onlar ise cevaben dediler: (Bunda ne var?
Bir bulut geçiyorken, yağıp gitti, o kadar.)
Açlık da, son haddine gelmişti o vakitte.
Yemek için hiçbirşey yoktu bir mücahidde.
Bir hurmayı, iki er bölüşüp yiyorlardı.
Ve sefere, güçlükle devam ediyorlardı.
Cümle Eshap, aç susuz o yolları aştılar.
Büyük zorluklar ile, Tebük’e ulaştılar.
Ve Tebük kaynağına vardılar en nihayet.
Gördüler ki, azalmış kaynağın suyu gayet.
Peygamber Efendimiz, bulundu bir duada.
Birden kaynağın suyu, çoğaldı o arada.
Ve otuzbin kişilik koca islam ordusu,
İçti de, buna rağmen eksilmedi hiç o su.
Peygamber-i zişanın bir mucizesi ile,
O yerler, zümrüt gibi yeşillendi haliyle.
. Bir mucize daha
Peygamber Efendimiz ve şanlı mücahidler,
Zorlu bir yolculukla Tebük’e eriştiler.
Lakin karşılarında yoktu Bizans ordusu.
Zira korkularından kaçmışlardı doğrusu.
Nitekim evvelce de, rum ordusu Mute’de,
Uğramıştı çok büyük, ağır mağlubiyete.
Hem de üçbine karşı, yüzbin kişi idiler.
Şimdiyse müslümanlar, otuzbin kişiydiler.
Hatta kumandanları, Sevgili Peygamberdi.
Uğrunda, seve seve can feda ederlerdi.
Eshabın geldiğini işitince o Rumlar,
Fena halde korkarak, ortadan kayboldular.
Resulullah , Eshapla ederek istişare,
Gitmediler Tebük’ten ileri başka yere.
O bölgede oturan bir kısım kabileler,
Resulullaha gelip, hep eman dilediler.
O Server, bekliyorken düşmanı oralarda,
Eshabiyle sohbetler eyledi o arada.
O mübarek kalbinden çıkan feyiz ve nurlar,
Sahabe-i kiramın kalbini doldurdular.
Birgün buyurdular ki : (Kulların iyisini,
Bildireyim mi size, hem de şereflisini?)
Onlar (Bildir) deyince, buyurdu ki o zaman:
(Son nefesine kadar eğer ki bir müslüman,
Hak yolda, hiç durmadan çalışırsa eğer ki,
İnsanların iyisi, o kuldur elbette ki.
Yine Kitabullahı okuyup da, kim ondan,
Hiç faydalanmıyorsa, odur en kötü insan.)
Şehidlik hakkında da buyurdu ki bir defa:
(Ben yemin ederim ki Allahü teâlâya,
Yarın mahşer yerine, şehid olan kimseler,
Kılıçları boynunda, kan akarak gelirler.
Ve nurdan minberlerde otururlar o günde.
İnsanlar gıbta eder onları gördüğünde.)
Velhasıl mücahidler, emri ile Resulün,
Düşmanı o mevkide beklediler yirmi gün.
Sonra da Medine’ye dönmek için bu sefer,
Toparlanmalarını emreyledi o Server.
Velakin aç idiler mücahidler o ara.
Gelip arz eylediler bunu Resulullaha.
Zira açlıklarından sanki tükenmişlerdi.
Hiç yürüyemeyecek bir hale gelmişlerdi.
Resulullah , bir yaygı serdirip yer üstüne,
Yiyecekten ne varsa, yığdırdı üzerine.
Küçük bir tencereyi zor doldururdu bunlar.
O Server abdest alıp, bir dua buyurdular.
Peygamber-i zişanın duasıyla o zaman,
Hak teâlâ, yemeğe bereket etti ihsan.
Bir tencere yemeği, dağıttı Eshabına.
Doldurdu fazla fazla, herbirinin kabına.
Otuzbin sahabinin kabına yemek koydu.
Hepsi de o yemekten, o gün yedi ve doydu.
Koca islam ordusu yedi de hepsi tek tek,
Yine de tencerede eksilmedi o yemek.
. Münafıkların suiskastı
Mücahidler nihayet Tebük’ten ayrıldılar.
Ve nurlu Medine’nin yoluna koyuldular.
Velakin münafıklar, gelince dar bir yere,
Gece, tuzak kurdular Sevgili Peygambere.
Peygamber Efendimiz, Kusva adlı devenin,
Üstünde, izzet ile giderdi geceleyin.
Yuları, Ammar ibni Yasir’deydi o anda.
Ardından geliyordu Huzeyfe-i Yeman da.
Lakin münafıkların bu fikrini, o gece,
Cebrail o Server’e haber verdi hemence.
Dar yere yaklaşınca Resulullah giderken,
Bir münafık gurubu, hücuma geçti birden.
Bu hali görür görmez Huzeyfe-i Yemani,
Onların üzerine hücuma geçti ani.
(Ey Allah düşmanları!) diyerek hem o ara,
Elindeki sopayla vurdu münafıklara.
Yüzleri maskelenmiş o oniki münafık,
Askerin arasına karıştı o aralık.
Resulullah , onların isimlerini tek tek,
Hazret-i Huzeyfe’ye gizlice bildirerek,
Tembih buyurdular ki hazret-i Huzeyfe’ye:
(Sakın söylemeyesin bunu başka kimseye.)
Üseyyid bin Hudayr da, Resulün huzuruna,
Gelip arz eyledi ki: (Onları bildir bana.
Ki, o münafıkların cezasını vereyim.
Başlarını kesip de, size teslim edeyim.)
Lakin Peygamberimiz kabul eylemeyince,
Üseyyid (Peki) deyip, geri gitti hemence.
Bir münafık, Resule arz etti ki bir ara:
(Teşrif eder misiniz siz mescid-i dırar’a?)
Münafıklar yapmıştı Kuba’da bu mescidi.
Resulü, o mescide çağırırlardı şimdi.
Ve lakin maksatları kötü idi onların.
Gaye, bölünmesiydi cümle müslümanların.
Resulullah orada namaz kılarsa eğer,
Diyecekler idi ki: (Burası mübarek yer.)
Peygamber Efendimiz, bu davet üzerine,
Gitmeye karar verdi onların mescidine.
Velakin Hak teâlâ uyardı Resulünü.
Bildirdi bir vahiyle, onların içyüzünü.
Kainatın Sultanı, vakıf olunca buna,
Malik ibni Duhşüm’ü çağırdı huzuruna.
Buyurdu ki: (Asım bin Adiy ile gidiniz.
O mescidi yakarak, yer ile bir ediniz.)
Onlar da bu emirle, o mescide gittiler.
Önce ateşe verip, sonra harab ettiler.
Medine’li müminler, döndüğünü Resulün,
Öğrenip, istikbale çıktılar hepsi o gün.
Ve henüz bu seferden, iki ay geçmiş idi.
Münafıkların başı Abdullah ölmüş idi.
Böylece birlikleri bozulup dağıldılar.
Cümle müslümanlar da artık rahatladılar.
.
30 - VEDA HACC
.Hac farz oldu
Al-i İmran suresi, doksanyedinci âyet,
Hacc’ın farz olduğunu bildirdi açık ve net.
Peygamber Efendimiz, bu emri aldığında,
Eshab -ı kirama da tebliğ etti anında.
Derhal üçyüz kişilik bir Hac kafilesini,
Gönderdi ifa için, bu Hac farizesini.
Hazret-i Ebu Bekr’i, o Hac kafilesine,
Hac emiri olarak, tayin etti o sene.
Yola çıkmışlardı ki, o gün geldi Cebrail.
Berae suresinden, ilk âyet oldu nazil.
Burada, muahede, akit mevzuu ile,
Alakalı hükümler bildirildi Resule.
Bunu bildirmek için müminlere, o Server,
Aliyyül Mürteza’yı Mekke’ye gönderdiler.
Zira Arabistan’da var idi ki bir adet,
Bir andlaşma yapılır ve değişirse şayet,
Bunu, bizzat yapan ve değiştiren o insan,
Yahut bir akrabası, ederdi halka ilan.
Hazret-i Ali dahi, çıkıp bu emir ile,
Tam Mekke’ye girerken, yetişti kafileye.
Hazret-i Ebu Bekir, bir hutbe etti irad.
Ve Haccın erkanını anlattı halka bizzat.
Müminler, buna göre Hac yaptığı bir anda,
O da hutbe okudu, müminlere Mina’da.
Dedi: (Ey müslümanlar, buraya beni bizzat,
Resulullah gönderdi, sözüme edin dikkat.)
Nazil olan ayeti okuyup daha sonra,
Şöyle hitab eyledi toplanan insanlara:
(Buraya, emir ile gelmiş bulunuyorum.
Size, şu dört hususu bildirmeye memurum.
Birincisi şudur ki, gidince ahirete,
Müminlerden başkası, giremezler Cennete.
İkincisi, müşrike, artık Kâbe yasaktır.
Hiçbir müşrik, Kâbe’ye yaklaşamayacaktır.
Üçüncüsü, hiçkimse Kâbe’ye yaklaşarak,
Tavaf etmeyecektir, asla çıplak olarak.
Dördüncüsü, her kimin Resulullahla eğer,
Bir andlaşması varsa, olacaktır muteber.
Lakin bu sözleşmenin, biter bitmez müddeti,
Geçersiz olacaktır o ahd de elbette ki.
Bu çerçeve dışında kalanlar için de hem,
Dört ay kadar bir mühlet tanıdı Fahr-i âlem.
O andan itibaren, asla bir müşrik için,
Yoktur ahd ve himaye, bu, böylece bilinsin.)
O günden sonra artık, hiçbir müşrik ve kâfir,
Bu yasak gereğince, Kâbe’ye gelmemiştir.
Yine o günden sonra, bu talimat gereği,
Çıplak tavaf eyleyen, olmadı hiç Kâbe’yi.
Yine bu hususların bildirilmesi ile,
Çoğu müşrik, imana geldiler bilvesile.
Bu Hac farizasını ifayı müteakip,
Hazret-i Sıddik ile, Ali bin Ebi Talip,
Bilcümle Sahabe-i kiramı da aldılar.
Yola çıkıp, birlikte Medine’ye vardılar.
. Veda tavafı
Hicri onuncu yıla gelince en nihayet,
Bütün Arabistan’da yayıldı islamiyet.
Her taraftan insanlar, gelerek akın akın,
Şemsiyesi altına giriyordu islamın.
Zira hakim olmuştu her yerde müslümanlar.
İslama koşuyordu artık bütün insanlar.
Peygamber Efendimiz, o sene Hac yapmaya,
Niyet edip, başladı buna hazırlanmaya.
Medine’de bulunan müslümanlara dahi,
Hazırlanmalarını emretti bizatihi.
Medine haricinde olan müminlere de,
Haber salıp, toplandı onlar da Medine’de.
Ve Zilkade ayının yirmibeşinci günü,
Allah’ın Habibi ve insanların üstünü,
Kırkbin müslüman ile, çıktılar Medine’den.
Sonra ihram giydiler, fazla ilerlemeden.
(Lebbeyk! Lebbeyk!) diyerek, yola devam ettiler.
Tekbir sedalarıyla gökleri inlettiler.
Peygamber Efendimiz, kurban etmek üzere,
Yanında götürürdü yüz de kurbanlık deve.
Yolculuk on gün sürmüş, Mekke’ye varmışlardı.
İltihak edenlerle, bir hayli artmışlardı.
Medine çıkışında nitekim kırkbin iken,
Yüzyirmidört bin oldu, tam Mekke’ye girerken.
O Server, Zilhicce’nin sekizinde Mina’da,
Ve oldu ertesi gün, Arafat meydanında.
O gün öğleden sonra, o Sevgili Peygamber,
Kusva’nın üzerinden halka hitab ettiler.
Ve veda hutbesini okuyup daha sonra,
O gün veda ettiler, cümle müslümanlara.
O gün Resulullaha geldi yine Cebrail.
Maide suresinden bir âyet oldu nazil.
Rabbimiz bu ayette buyurdu ki mealen:
(Bugün ikmal eyledim dininizi tamamen.
Üzerinize olan nimeti tamamladım.
Size, islamiyet’i vermekle razı oldum.)
Okuyunca o Server bunu müslümanlara,
Hazret-i Ebu Bekir, başladı ağlamaya.
Sahabeden birisi, dedi: (Ya Eba Bekir!
Böyle ağlamanıza acaba sebep nedir?)
Dedi: (Resulullahın okuduğu bu âyet,
Vefat edeceğine etmektedir işaret.
Zira buyuruyor ki Hak teâlâ mealen:
Bugün ikmal eyledim dininizi tamamen.
Peygamber-i zişanın gelmesinin hikmeti,
Tebliğ etmek içindi bize islamiyet’i.
Madem ki ikmal etti, Rabbimiz onu bugün,
Öyle ise vefatı yakın oldu Resulün.)
Ondaki bu idrak ve bu keskin anlayışı,
Takdir edip, onlar da döktüler çok gözyaşı.
Peygamber Efendimiz, Mekke’de on gün kalıp,
Veda tavafı ile, veda Haccını yapıp,
Birlikte geldikleri müminleri alarak,
Medine’ye döndüler, Mekke’den ayrılarak.
.
31 - VEFATI
.Beni nasıl buldunuz?
Hicretin onbirinci senesinde, bir daha,
Cibril aleyhisselam, geldi Resulullaha.
Kur’anı , baştan sona etti ona kıraat.
Bir değil, iki defa okudu ogün fakat.
Önceki senelerde gediğinde Cebrail,
Bir defa okuyordu halbuki, iki değil.
Cibril-i emin ile Resule cenab-ı Hak,
O gün Nasr suresini gönderdi son olarak.
Rabbimiz bu ayette buyurdu ki mealen:
(Sana zafer ve yardım geldiğinden Rabbinden,
Görürsün ki insanlar, Allahü teâlânın,
Dini olan islama girerler akın akın.
O zaman sen Rabbine hamd eyle ve tövbe et.
Çünkü her istiğfarı kabul eder O elbet.)
Peygamber Efendimiz, hazret-i Cebrail’den,
Bu ayeti dinleyip buyurdular ki hemen:
(Ya Cebrail, şu anda öyle ki benim zannım,
Yaklaştı bu dünyaya veda etme zamanım.)
Cibril aleyhisselam cevaben bu sözüne,
Bir âyet-i kerime okudu kendisine.
Rabbimiz bu ayette şöyle buyurmaktadır:
(Ahiret, senin için dünyadan hayırlıdır.)
Peygamber Efendimiz, Medine’de bulunan,
Sahabeyi, mescide davet etti o zaman.
Bir hutbe okudu ki, onu dinleyenlerin,
Ağlayıp, gözlerinden yaş aktı herbirinin.
Buyurdu : (Ey insanlar, sizin Peygamberiniz,
Olarak beni nasıl buldunuz, söyleyiniz.)
Cümle Eshab-ı kiram, dedi: (Cenab-ı Allah,
Bol bol hayırlar versin sana ya Resulallah!
Çünkü sen, bizim için şefkatli baba idin.
Ve yine yol gösteren bir ağabey gibiydin.
Allahü teâlânın sana lütfeylediği,
Peygamberliğin ile, bu şerefli tebliği,
Hakkı ile yerine getirdin hiç şüphesiz.
Ve bize, bu tebliği tam yaptın, biz şahidiz.
Güzel nasihatınla, bizi Allah yoluna,
İslama davet ettin, şahidiz bizler buna.
Allahü teâlâ da, bu yaptığına senin,
En iyi karşılıklar sana ihsan eylesin.)
Sonra da hitab edip sevgili Eshabına,
Buyurdu: (Ey müminler, şimdi Allah aşkına,
Kimin bende bir hakkı var ise, gelip alsın.
Bu dünyada alsın ki, ahirete kalmasın.)
Resulullah , ikinci ve üçüncü defalar,
Bu daveti, üç defa yine tekrarladılar.
O sırada birisi, ayağa kalktı hemen.
Hazret-i Ukaşe’ydi, bu kişi Sahabeden.
Çok yaşlı, pir-i fani idi ki hem de bu zat,
Peygamber-i zişanın yanına vardı bizzat.
. Siz aradan çekilin
Resulullah , Eshaba buyurdu: (Kimin benden,
Bir hakkı varsa eğer, gelsin ve alsın hemen.)
Kimse kalkmadıysa da ayağa önceleri,
Daha sonra kalktı ve huzura vardı biri.
Hazret-i Ukaşe’ydi Eshaptan bu mücahid.
Hem pir-i fani olup, çok yaşlıydı o vakit.
Dedi: (Ya Resulallah, anam babam ve canım,
Sana feda olsunlar, benim var sizde hakkım.
Zira geri dönerken biz Tebük gazasından,
Senin ile, yan yana gelmiş idim bir zaman.
Ben devemden inerek, yanınıza sokuldum.
Mübarek vücudundan, öpmeği istiyordum.
O zaman kamçı ile, vurdunuz bana birden.
Niçin vurduğunuzu anlamadım ama ben.)
Buyurdu: (Hak teâlâ, seni, Peygamberinin,
Kasıtlı vurmasından muhafaza eylesin.)
Daha sonra Bilal-i Habeşi’ye hitaben,
Buyurdu: (Fatıma’nın hanesine git hemen.
Ukaşe’ye vurduğum kamçı, o hanededir.
Fatıma’dan isteyip, onu al, bana getir.)
Çıktı hazret-i Bilal Resulün mescidinden.
Hazret-i Fatıma’nın evine vardı hemen.
Giderken, hayret ile düşünürdü ki ancak:
Resulullah kendine kısas mı yaptıracak?
Değilse, ne sebepten istedi bu kamçıyı?
Böyle düşünerekten gelip vurdu kapıyı.
O, kapıya çıkınca, dedi ki: (Peygamberin,
Mübarek kamçısını getirip bana verin.)
Fatıma hazretleri, sordu ki ona ancak:
(Ya Bilal, babam onu acaba ne yapacak?)
Hazret-i Fatıma’ya şöyle dedi Bilal de:
(Kısas yaptıracaktır kendisine herhalde.)
Hazret-i Fatıma da, Bilal-i Habeşi’ye,
Dedi: (Kim razı olur söylediğin bu işe?
Ya Bilal, söyle bana, kim vardır ki Eshaptan,
Hakkını, kısas ile alsın Resulullahtan?
Madem ki O istedi, vereyim onu sana.
Fakat haber ilet ki Hüseyin’le Hasan’a,
Her kim Resulullahtan alacaksa hakkını,
O iki torununa yapsın bu kısasını.)
Kamçıyı Fatıma’dan aldı hazret-i Bilal.
Peygamberi zişanın yanına geldi derhal.
Teslim etti kamçıyı Allah’ın Habibine.
O dahi verdi onu, Ukaşe’nin eline.
Hazret-i Ömer ile hazret-i Ebu Bekir,
Bu durumu görünce, oldular müteessir.
Dediler: (Ya Ukaşe, işte biz yanındayız.
O hakkını bizden al, dokunma Ona yalnız.)
Peygamber Efendimiz, buyurdu ki o zaman:
(Ya Eba Bekr, ya Ömer, siz çekilin aradan.)
. Cennette arkadaşım
Resulullah , kamçıyı hazret-i Ukaşe’ye,
Verince, sahabiler düştüler endişeye.
Hazret-i Ebu Bekir ve hazret-i Ömer’den,
Sonra hazret-i Ali ayağa kalktı hemen.
Dedi ki: (Ya Ukaşe, Peygambere vurmana,
Gönlümüz razı değil, o kamçıyı vur bana.
İşte sırtım ve karnım, istersen yüz defa vur.
Ama Resulullaha hiç dokunma, ne olur.)
Peygamber Efendimiz görünce de bu hali,
Ona buyurdular ki: (Sen de otur ya Ali!)
Hazret-i Ali dahi oturunca, bu sefer,
Hazret-i Hasan ile Hüseyin de geldiler.
Dediler: (Ya Ukaşe, bilirsin ki sen dahi,
Bizler, Resulullahın torunuyuz Vallahi.
Bunun için, istersen yüz defa vur da bize,
Bir defa bile olsun, hiç vurma dedemize.)
O Server buyurdu ki görür görmez bunları:
(Siz dahi oturunuz ey gözümün nurları.)
Hazret-i Ukaşe’ye, o Allah’ın Habibi,
Buyurdu: (Ya Ukaşe, sen de vur bana haydi.)
Ukaşe hazretleri dedi ki: (Ama benim,
Sen vurduğun vakitte, açık idi bedenim.)
O zaman o mübarek sırtlarını açtılar.
Sahabenin cümlesi bu hale ağlaştılar.
Dediler: (Ya Ukaşe, Peygamber-i zişanın,
Mübarek vücuduna şimdi vuracak mısın?)
Herkes merak içinde bekleşirken, bu kere,
Ukaşe hazretleri yaklaştı o Server'e.
Mübarek sırtındaki o mühr-ü nübüvveti,
Gözyaşları içinde eğilip öpüverdi.
Dedi ki: (Anam babam, canım sana fedadır.
Sana kısas yapmaya, kimde cesaret vardır?
Mübarek vücuduna vurup seni üzmeye,
Gücü yeten kim vardır zatını incitmeye?)
Resulullah buyurdu: (Hayır, ya vuracaksın,
Yahut da o hakkını, sen bağışlayacaksın.)
Dedi ki: (Bağışladım onu ya Resulallah!
Beni de kıyamette, bağışlar mı ki Allah?)
O zaman Resulullah buyurdu: (Ey insanlar!
Biliniz ki Cennette, bana yar bir kimse var.
Merak ediyorsanız o kişi kimdir? diye,
Öyleyse nazar edin, siz şu pir-i faniye.)
Resulullah , Eshaba böyle buyurduğunda,
Hazret-i Ukaşe’ye bakıyordu o anda.
Bilcümle sahabiler ona gıbta ettiler.
Gelip, iki gözünün arasından öptüler.
Dediler: (Ya Ukaşe, sen ne çok bahtiyarsın.
Zira Resulullaha Cennette arkadaşsın.)
. Resulullah hastalandı
Olmuştu ki hicretin onbirinci senesi,
Ve Safer yirmialtı, günlerden Cumartesi.
Buyurdu Resulullah, cümle sahabilere:
(Bir ordu hazırlansın, çıkmak için sefere.)
Hazret-i Üsame’yi çağırıp huzuruna,
Kumandan tayin etti, Sahabe ordusuna.
Buyurdu: (Ey Üsame, çık Allah’ın ismiyle.
Yürü islam dinini yüceltmek gayesiyle.
Şam’a ve Filistin’e, oradan Darum’a git.
Baban, o topraklarda olmuştu zira şehid.
Allah’ın izni ile git de o topraklara.
Çiğnet o zalimleri develere, atlara.
Sonra Übnalılara çıkıp gidin oradan.
Saldırın şimşek gibi, haberleri olmadan.
Varacağın yerlere öyle hızlı ve seri,
Git ki, geleceğinden olmasın haberleri.)
Sonra kendi eliyle sancağı bağladı ve,
Hazret-i Üsame’ye verip çıktı minbere.
Buyurdu: (Üsame’nin babası olan Zeyd’i,
Hepiniz bilirsiniz, çok iyi bir kimseydi.
Nasıl kumandanlığa, o çok layık idiyse,
Yine benim katımda, o nasıl sevgiliyse,
Oğlu Üsame dahi emirliğe layıktır.
Onun dahi katımda, büyük değeri vardır.)
Üsame , ordusuyla vardı Cürf menziline.
Eshabın büyükleri tâbiydi kendisine.
Hazret-i Ebu Bekir, hazret-i Ömer, Osman,
Hazret-i Üsame’nin emrindeydi o zaman.
Üsame hazretleri çıkmak için sefere,
Geldi Resulullaha veda etmek üzere.
Vedalaşıp, ordunun başına geçti hemen.
Gazaya çıkmak için harekete geçerken,
Annesi tarafından, kendisine bir haber,
Geldi ki: (Şu sırada, hastalandı Peygamber.)
Safer yirmisekizi takvimler gösterirken,
Sıtmaya yakalandı Resulullah aniden.
Bu haberi alınca Üsame hazretleri,
Ziyaret etti tekrar, evinde o Server'i.
Abdullah ibni Mes’ud anlatır ki: O günde,
Bazımız toplanmıştık o Server'in önünde.
Bize bakıp, o kadar ağladı ki hüznünden,
Akardı gözyaşları, hep mübarek yüzünden.
Sonra buyurdular ki: (Merhaba ey Eshabım!
Sizi, her sıkıntıdan hıfz eylesin Allah’ım.
Rızkınıza bereket ve hayır versin size.
Hepimiz bir gün elbet döneriz Rabbimize.)
Dedik: (Ya Resulallah, ne için hazretiniz,
Eceliniz yaklaşmış gibi söz edersiniz?)
Buyurdu: (Veda vakti yaklaştı bu dünyaya.
Artık yakın olurum Allahü teâlâya.)
. Kor gibi yanıyordu
Yirmisekiz Safer’de o Server-i enbiya,
Yakalandı aniden şiddetli bir sıtmaya.
Ateşi, gün geçtikçe daha yükseliyordu.
Hastalığın şiddeti, ziyadeleşiyordu.
Lakin ağrılarının azaldığı bir gece,
Yatağından kalkarak, giyindiler hemence.
Onu öyle görünce Aişe validemiz,
Dedi: (Ya Resulallah nereye gidersiniz?)
Buyurdu: (Ya Aişe, emir aldım Rabbimden.
Baki kabristanına gideceğim şimdi ben.
Gidip, o kabristanda yatanlara, bu gece,
İstiğfar edeceğim bu emir gereğince.)
Ebu Rafi’i dahi alaraktan yanına,
Çıkıp gitti hemence Baki kabristanına.
Orada, uzun uzun duada bulundular.
Onların affı için Allah’a yalvardılar.
Sonra buyurdular ki: (Rabbim, beni şu anda,
Seçmekte serbest kıldı iki şey arasında.
Bütün nimetleriyle dünya ile ahiret,
Arz edilip, dendi ki, birisini tercih et.
Allahü teâlâya vasıl olmak için ben,
Ahiret nimetini seçtim bu ikisinden.)
Sonra mescide gelip, buyurdu: (Ey Eshabım!
Sizi, Kevser havuzu başında karşılarım.
En önce ben varırım Allah’ın izni ile.
Buluşma mahallimiz orasıdır sizinle.
Siz, islamdan ayrılır ve müşrik olursunuz,
Diye hiç korkmuyorum, buna emin olunuz.
Ve lakin bir hususta korkuyorum ki yine,
Yarın kapılırsınız dünya nimetlerine.
Bu yüzden kıskanarak birbirlerinizi siz,
Ve hatta bu sebepten öldürebilirsiniz.)
Sonra ağırlaşınca hastalığı Resulün,
Saadethanesine teşrif eyledi o gün.
Harareti, git gide ziyadeleşiyordu.
Yatakta hep bu yüzden yer değiştiriyordu.
Ebu Said-i Hudri anlatır ki: Bir kere,
Ziyaret maksadıyla gitmiştim o Server'e.
Sıtmanın sıcaklığı, üstündeki örtüden,
Dışarı çıkıyordu, hissettik bunu hemen.
O Server bize bakıp, buyurdu: (Ey insanlar!
Peygamberlere gelir en şiddetli belalar.
Ve lakin Peygamberler, gelince bela ve dert,
Bir nimet gelmiş gibi sevinirler begayet.
Hatta sizin nimete sevinmenizden fazla,
Sevinir o büyükler daha büyük bir hazla.)
Ümmü Bişr bin Bera da anlatıyor ki yine:
(Bir gün, Resulullahın gittim ziyaretine.
Baktım, ateş içinde yatakta yatıyordu.
Hararetten, vücudu kor gibi yanıyordu.)
. Ağlama ya Eba Bekr!
Ümmü Bişr, o Server'i ettiğinde ziyaret,
Gördü, Resulullahın ateşi yüksek gayet.
Dedi: (Ya Resulallah, fedadır sana canım.
Böyle yüksek ateşe, ben asla rastlamadım.)
Buyurdu: (Ey Ümmü Bişr, çok olması ateşin,
Çok olması içindir, bana sevap ve ecrin.
Bir yıl önce, Hayber’de yemiştim zehirli et.
Ondan geldi husule bendeki bu hararet.
O zehrin acısını, ben her zaman duyardım.
Sanki koparılıyor şimdi aort damarım.)
Resulün hastalığı, şiddetleniyordu hep.
Çok üzülüyorlardı müminler bundan sebep.
Acele toplanarak, Aliyyül Mürteza’yı,
Sormaya gönderdiler Resul-i müctebayı.
O Server, işaretle ona şöyle sordular:
(Ya Ali, benim için Eshabım ne diyorlar?)
Dedi ki: (Resulullah giderse aramızdan,
Diye üzülüyorlar, rahatları yok şu an.)
Hakikaten Resulün ateşi, günden güne,
Artınca, bir üzüntü çökmüştü üstlerine.
Şaşkın bir vaziyette mescide geldi hepsi.
Haber aldı bunu da Allah’ın Sevgilisi.
Zorlukla teşrif edip şerefli mescidine,
Şöyle hitab eyledi Sahabe-i güzine:
(Ey Eshabım, duydum ki bu günlerde hepiniz,
Ölümümü düşünüp, kederlenirmişsiniz.
Kavmiyle sonsuz kalan var mı ki bir Peygamber,
Ben de sonsuz kalayım sizin ile beraber.
Yalnız Hak teâlâdır, âlemde baki olan.
Her fani, elbette ki ölecektir bir zaman.
Ben de, her fani gibi öleceğim elbette.
Sonsuz kavuşacağım Rabbime ahirette.
Ey Ensar, şunu size edeyim ki vasiyet,
Sizler Muhacirine edin tazim ve hürmet.)
Sonra da seslendi ki Muhacir olanlara:
(İyilik, ihsan edin sizler dahi Ensar’a.
Onlar, size vaktiyle çok iyilik yaptılar.
Kendi hanelerinde sizi barındırdılar.
Her kim hakim olursa, içinizden Ensar’a,
Kusurunu affedip, ihsan etsin onlara.)
Sonra da buyurdu ki: (Bir kulu, cenab-ı Hak,
Dünyada kalmak ile, kendisine kavuşmak,
Arasında, tercihi bıraktı kendisine.
Rabbine kavuşmayı istedi o kul yine.)
Hazret-i Ebu Bekir, Resulün bu sözünden,
Vefat edeceğini yakinen sezdi hemen.
(Ya Resulallah, sana canımız olsun feda!)
Deyip, üzüntüsünden başladı ağlamaya.
O Server de üzülüp, dedi: (Ya Eba Bekir!
Ağlama, zira buna sabretmek lazım gelir.)
. Hakkınızı helal edin
Peygamber-i zişanın vefat edeceğine,
Cümle Eshap üzülüp, düştü keder içine.
Hazret-i Ebu Bekir, bunu sezip evvela,
Derin üzüntüsünden başladı ağlamaya.
Resulün gözünden de, o an yaş akıyordu.
Sahabe-i kirama bakıp şöyle buyurdu:
(Din-i islam yolunda, sıdk ile ey Eshabım!
Malını feda eden Sıddik’tan çok razıyım.
Bu ahiret yolunda bir arkadaş edinmek,
Eğer mümkün olsaydı, seçerdim onu elbet.)
Hutbesini bitirip, minberden indi yine.
Hazret-i Aişe’nin teşrif etti evine.
Ağlamaya başladı cümle Eshab-ı kiram.
Bunu duyup üzüldü Resul aleyhisselam.
Ali bin Ebi Talip ve Fadl’ın kollarına,
Girip, geldi tekrardan Eshabının yanına.
En alt basamağına oturup minberinin,
Eshabına , şöylece nasihat etti o gün.
(Ey Eshabım, siz dahi bana kavuşursunuz.
Tam Kevser havuzunun başında buluşuruz.
Ey müminler, bilin ki, kim günah işlerse hep,
Rızkının darlığına bu hali olur sebep.
İtaat ederlerse Allah’a eğer kullar,
Valiler de, onlara şefkatli davranırlar.
Fısk , fücur ve taşkınlık yaparlar ise şayet,
Valilerinde dahi, bulunmaz hiç merhamet.
Hayatım, sizin için nasıl hayırlı ise,
Ölümüm de hayır ve rahmettir hepinize.
Eğer ben bir kimseyi, haksız yere dövmüşsem,
Veyahut bir kimseye, fena söz söylemişsem,
Onun da, aynı sözü bana söylemesine,
Haksız bir şey almışsam, geri istemesine,
Yani benden hakkını almasına razıyım.
Ve helallaşmak için, karşınızda hazırım.
Çünkü dünya cezası, ahiret azabından,
Hafif olup, kurtulmak kolaydır bu gün bundan.)
Hutbesinin sonunda buyurdu: (Ey Eshabım!
Sizi, Hak teâlânın hıfzına ısmarladım.)
Bu şekilde buyurdu ve indi minberinden.
Kendi odalarına çekildi sonra hemen.
Şiddetli ağrıların olduğu bir gün yine,
Topladı Sahabeyi mescid-i şerifine.
Buyurdu: (Ey Eshabım, benim sizden ayrılık,
Zamanım, bu aralar pek yakınlaştı artık.
Kimin benden bir hakkı var ise, gelip alsın.
Şimdi ödiyeyim de, ahirete kalmasın.
Yahut helal etsin ki hakkını o müslüman,
Kavuşayım Rabbime ben de borcum olmadan.)
Sonra minberden inip, teşrif etti evine.
Ve sonra hastalığı çoğaldı günden güne.
. Ya Resulallah, salat!
Resulün vefatına üç gün kalmıştı artık.
O günlerde, daha da ağırlaştı hastalık.
Öyle ki, çıkamadı mescide odasından.
Namaz kıldıramadı Eshabına o zaman.
İlk gelmediği vakit, yatsı namazı idi.
Ve Bilal-i Habeşi, yine eskisi gibi,
Resulün kapısına gelerek yine bizzat,
Şöyle nida etti ki: (Ya Resulallah, salat!)
Peygamber Efendimiz duyduysa da Bilal’i,
Lakin çıkıp gitmeye hiç yok idi mecali.
Rivayet edilir ki hazret-i Aişe’den:
O vakit hastalığı ağır idi gerçekten.
Bana buyurdular ki : (Söyleyin Ebu Bekr’e.
Eshabıma namazı, o kıldırsın bu kere.)
Dedim ki: (Anam babam, canım sana fedadır.
Babamın şu aralar, çok üzüntüsü vardır.
O, seni makamında görmezse varıp şayet,
Ağlamaktan, kıraat edemez hiçbir âyet.
Emir buyursanız da Ömer ibnil Hattab’a,
İmam olup, namazı o kıldırsa Eshaba.)
Tekrar buyurdular ki Resul aleyhisselam:
(Ebu Bekr’e söyleyin, Eshaba olsun imam.)
Bu durum üzerine hazret-i Ebu Bekr’e,
Resulün bu emrini ilettiler bu kere.
Bu haberi alınca hazret-i Ebu Bekir,
Dedi: (Resulün emri, baş göz üzerinedir.)
Bir heyecan içinde geçiverdi mihraba.
Baktı ki yerinde yok o Resul-i mücteba.
Kalbinden vurulmuşa döndü üzüntüsünden.
Aklı gidecek gibi oldu hem bu hüzünden.
Ağlayıp, gözlerinden başladı yaş akmaya.
Onu görüp, Eshap da başladı ağlamaya.
Bunu Resul de görüp, oldu çok müteessir.
Sordu: (Bu ağlamalar, feryatlar acep nedir?)
Bu hale çok üzülüp, yardım ile kalktılar.
Güçlükle Eshabının arasına vardılar.
Şöyle buyurdular ki Eshabına nihayet:
(Allahü teâlâya ettim sizi emanet.
Takva üzere olup, korkun Hak teâlâdan.
Artık ayrılıyorum yakında bu dünyadan.)
Hazret-i Ebu Bekir, geçerek imamete,
Onyedi vakit namaz kıldırdı cemaate.
Bir gün Resul-i ekrem, vücudunda hafiflik,
Hissedip, yardım ile mescide gelmişti ilk.
Hazret-i Ebu Bekir, görünce Peygamberi,
Sevinip, istedi ki çekilsin kendi geri.
Lakin Peygamberimiz, işaret ile ona,
(Yerinde dur!) diyerek, teşrif etti yanına.
Hazret-i Ebu Bekr’in sol yanında durarak,
Kıldırdı o namazı Eshaba son olarak.
. Ağlama ya Fatıma!
Üç gün kalmış idi ki Resulün vefatına,
Cibril aleyhisselam geldi huzurlarına.
Dedi: (Ya Resulallah, Rabbin selam ediyor.
Habibim nasıl oldu? diye hatır soruyor.)
Hazret-i Cebrail’in sualine cevaben,
Resulullah , (Mahzunum) buyurdu ona hemen.
O günlerde Resule, hediye kabilinden,
Birkaç altın gelmişti Sahabenin birinden.
Resulullah görünce o gelen altınları,
Buyurdu ki: (Dağıtın fukaraya onları.)
Götürüp dağıttılar şehrin fakirlerine.
Velakin ellerinde bir miktar kaldı yine.
Aliyyül Mürteza’ya buyurdular ki hemen:
(Sen de bu altınları, götür dağıt tamamen.)
Vefattan bir gün önce idi ki, Resulullah,
Mescid -i şerifine teşrif etti o sabah.
Gördü ki, Ebu Bekr-i Sıddik’ın arkasında,
Sahabiler saf tutmuş, namaz kılar ardında.
Bu hale sevinerek, tebessüm buyurdular.
Kendi de en son safta, Ebu Bekr’e uydular.
Eshap , Resulullahı gördü selam verince.
Hastalık geçti sanıp, gark oldular sevince.
Lakin Peygamberimiz, odasına girdiler.
Bundan sonra bir daha namaza gelmediler.
Bir müddet istirahat ederek, sonra yine,
Aliyyül Mürteza’yı çağırdı hanesine.
Başını, kucağına koyuverdi Ali’nin,
Fakat çok değişmişti rengi nur cemalinin.
Hazret-i Fatıma da görünce Onu böyle,
Geldi oğullarının yanına üzüntüyle.
Ellerinden tutarak, ağladı için için.
Dedi: (Bizi kimlere bırakıp da gidersin?
Ey babam, canım babam, sana can feda olsun.
Hasan ve Hüseyin’i kime bırakıyorsun?
Vay babam, senden sonra nice olur halimiz?
Senden sonra, kimlere bakar bu gözlerimiz?)
Duyunca Resulullah kızının sözlerini,
Hafifçe araladı mübarek gözlerini.
Ve dua eyledi ki Allahü teâlâya:
(Sen sabır ihsan eyle ya rabbi Fatıma’ya.)
Ve mübarek kızına buyurdu ki o zaman:
(Ey kızım, can çekişme halinde şimdi baban.)
Kendisine bunları söyleyince babası,
İçli iniltilerle çoğaldı ağlaması.
Hazret-i Ali ise, dedi ki: (Ey Fatıma!
Sus, baban üzülüyor, daha fazla ağlama.)
Peygamber Efendimiz Onun bu dediğini,
İşitip, ikaz etti hemence kendisini.
Buyurdu ki: (Ya Ali, ilişme Fatıma’ya.
Bırak, babası için ağlasın biraz daha.)
. Benim derdim bu değil
En son nefeslerini alıyorken o Server,
Girdi hazret-i Ali huzuruna bu sefer.
Dedi: (Ya Resulallah, siz vefat ederseniz,
Gaslinizi kim yapar ve nasıl kefenleriz?
Cenaze namazını kim kıldırır o zaman?
Mübarek kabrinize, kim indirir sonradan?)
Buyurdu ki : (Ya Ali, beni sen gasledesin.
Fadl ibni Abbas dahi, sana yardım eylesin.
Gasl işi bitince de, kefenlersiniz hemen.
Cibril de, güzel koku alır gelir Cennetten.
Daha sonra, mescide götürünüz naşımı.
Ama, önce melekler kılacak namazımı.
Eshabım , daha sonra namazı eda etsin.
Ama sizden hiç kimse, benden öne geçmesin.)
Peygamber Efendimiz söylerken bu sözleri,
Hazret-i Azrail de giriverdi içeri.
Önce selam vererek, dedi: (Ya Resulallah!
Sana selam gönderdi ve buyurdu ki Allah:
İlk önce, hazretinden müsade isteyeyim.
Eğer iznin olursa, ruhunu kabzedeyim.
Müsadeniz olmazsa, giderim dönüp yine.
Bu hususta ben senin muntazırım emrine.)
Buyurdu: (Ey Azrail, acele etmeyesin.
Ruhumu kabzetmeden, kardeşim Cibril gelsin.)
Dedi: (Ya Resulallah, o şimdi göklerdedir.
Melekler, kendisini taziye etmektedir.)
O Server, Azrail’le konuşurken o ara,
Cibril aleyhisselam geldi Resulullaha.
Buyurdu: (Ey Cebrail, ben göçerim dünyadan.
Ne müjdeler getirdin bana Hak teâlâdan?)
Dedi: (Ya Resulallah, hatırı şerifine,
Hoş gelecek müjdeler getirdim hazretine.
Melekler süslediler Cennetin her yerini.
Sevinçle bekliyorlar, şu anda teşrifini.)
Buyurdu ki: (Bu haber, güzeldir ey Cebrail!
Lakin benim hatırım, bunun ile hoş değil.
Allahü teâlâya mahsustur bütün hamdler.
Bana sen, bundan başka bir müjde haberi ver.)
Dedi: (Cümle Nebiler, hem dahi ümmetleri,
Yasaktır senden önce, Cennete girmeleri.)
Buyurdu : (Bununla da müsterih olmuyorum.
Rabbimden, daha başka müjdeler umuyorum.)
Dedi: (Ya Resulallah, hem şefaat ve kevser,
Ve makam-ı mahmud’u sana etti müyesser.)
O Server buyurdu ki : (Benim derdim bu değil.
Benden sonra Kur’anı kim okur ya Cebrail?
Düşüncem ümmetimdir, onlar çok zaiftirler.
Sen bana, ümmetimin hallerinden haber ver.
Olmazsa işe yarar taat ve amelleri,
Kıyamet şiddetinde nice olur halleri?)
. Seni nerede arıyayım?
Çok az kalmış idi ki Resulün vefatına,
Bir ara melek-ül mevt geldi Resul katına.
Rabbimiz, Azrail’e buyurdu ki o vakit:
(En güzel bir suretle, bu gün Habibime git.
Eğer izin verirse, ruhunu yumuşak al.
Ama izin vermezse, geri dön yine derhal.)
O da girip çok güzel bir insan suretine,
Geldi Resulullahın hanesinin önüne.
Dışardan seslenerek içeri girmek için,
Ehl-i beyt-i Resulden istedi şöyle izin:
(Esselamü aleyküm ey hane sakinleri!
İzin verir misiniz, ben gireyim içeri?)
Fatıma , bu ses ile çıkıp baktı bu sefer.
Gördü ki biri gelmiş, içeri girmek ister.
Dedi ki: (Resulullah, hali ile meşguldür.
İçeri girmenize malesef izin yoktur.)
İzin istediyse de melek-ül mevt tekrardan,
Aldı aynı cevabı hazret-i Fatıma’dan.
Bu sefer yüksek sesle ve heybetli olarak,
Dedi: (Müsadenizle girmem lazım muhakkak.)
Allah’ın Sevgilisi uyandı bu seslerden.
Sordu ki: (Ya Fatıma, kimdir öyle seslenen?)
Arz etti ki: (Bir kimse, gelmiş sizi görmeye.
Bizden izin istiyor içeriye girmeye.
Özür beyan eyledim, gitmiyor lakin geri.
Ve diyor ki, mutlaka girmem lazım içeri.)
Buyurdu: (Ya Fatıma, kimdir o bilir misin?
O, lezzetleri yıkan melektir, söyle girsin.
O, çocukları yetim, kadınları dul eder.
Onunla evler harab, mamur olur kabirler.)
Fatıma hazretleri, bunları babasından,
Duyunca, fevkalade kederlendi o zaman.
Bu büyük ızdırapla başladı ağlamaya.
Eğildi babasının mübarek kulağına.
Ve sual eyledi ki: (Ey canım babacığım!
Seni, mahşer yerinde, nerede bulacağım?)
Buyurdu ki: (Kevser’in başında beni ara.
Orada su veririm gelen müslümanlara.)
Fatıma hazretleri, sordu yine: (Ey babam!
Nerede arıyayım orada bulamazsam?)
Buyurdu ki: (Mizan’ın yanına gideceğim.
Orada, ümmetime şefaat edeceğim.)
Sordu ki: (Orada da bulamazsam eğer ki,
Seni, hangi mahalde bulurum o gün peki?)
Buyurdu ki : (Sırat’ın kenarında olurum.
Ümmetim geçtiğinde, yardımda bulunurum.)
Sordu yine: (Ey babam, olmazsan orada da,
Nerede arıyayım hazretini orada?)
Buyurdu: (Cehennemin yanında ara beni.
O ateşe düşmekten, korurum ümmetimi.)
. Melekler de ağlıyor
Resulullah , alırken en son nefeslerini,
Ve verirken Eshaba son nasihatlerini,
Fatıma hazretleri, kenarda ağlıyordu.
Gözlerinden sel gibi yaşlar akıtıyordu.
O Server, çok üzülüp onun ağladığına,
Çağırdı kendisini ve oturttu yanına.
Buyurdu ki: (Ey kızım, ağlama, beni dinle.
Gökte, melekler bile ağlıyorlar seninle.)
Fatıma hazretleri, dinledi babasını.
Ağlamayı bırakıp, sildi gözü yaşını.
Sonra buyurdular ki . (Bunlar son üzüntüler.
Bundan sonra babana, olmaz başka bir keder.
Zira kurtulmaktadır bu mihnet diyarından.)
Ve hazret-i Ali’ye buyurdu ki o zaman:
(Ya Ali, zimmetimde bil ki filan kimsenin,
Şu kadar malı vardır, sen onu ödeyesin.
Kevser havzı başında, benimle ilk olarak,
Görüşecek kişi de, sen olursun muhakkak.
Sana, çok sıkıntılar gelecek benden sonra.
Lakin sabretmelisin sen o sıkıntılara.
İnsanlar, bu dünyaya meylettiğinde yarın.
Ahireti tercih et, sen aksine onların.)
Üsame hazretleri giriverdi o vakit.
Ona buyurdular ki: (Haydi sen savaşa git.)
Vefat etme zamanı yaklaşmıştı iyice.
En son nefeslerini veriyordu böylece.
O gün, Resulullaha geldi Cibril-i emin.
Dedi: (Selam ediyor sana Rabbil âlemin.
Buyurur ki: Habibim istiyor ise şu an,
Derhal şifa vereyim, kurtulsun hastalıktan.
Dilerse, ileteyim ahiret âlemine.
Muntazırdır melekler, şimdi Onun emrine.)
Buyurdu: (Ey Cebrail, kendisine bıraktım.
O nasıl diler ise, odur benim muradım.)
Sonra, işaret ile emredip haziruna,
Hazret-i Fatıma’yı çağırdı huzuruna.
Sinesine çekerek, bir şeyler dedi önce.
Ağlamaya başladı o bunu öğrenince.
Az sonra, bir şey daha söyleyince o Server,
Ağlamayı bırakıp, gülüverdi bu sefer.
Aişe validemiz, görüp onun halini,
Merak edip, hemence sordu şu sualini:
(Ya Fatıma, şaşırdım, taaccüp eyledim pek.
Olur mu bir arada hem ağlamak, hem gülmek?)
Dedi ki: (Önce babam, vefat edeceğini,
Söyleyince, üzülüp ağlama tuttu beni.
Sonra da buyurdu ki, (Ağlama ya Fatıma!
Ehl-i beytten ilk önce, sen gelirsin yanıma.)
Bu müjdeli haberi duyunca kendisinden,
Ağlamayı bırakıp, gülüverdim sevinçten.)
. Son bir defa görelim
O Server’in torunu Hazret-i Hasan dahi,
Resulün huzuruna gelerek bizatihi,
Dedi: (Ey dedeciğim, senin ayrılığına,
Kimler nasıl sabreder, nasıl dayanır buna?
Senden sonra Eshabın ve bütün müslümanlar,
O güzel ahlakını nerelerde bulurlar?)
O, bunları söyleyip, ağladı sonra hatta.
Onu görüp ağladı ezvac-ı tahirat da.
Dışarıda, Eshabın ileri gelenleri,
Bu sesleri duyunca, dağlandı gönülleri.
Zira öğrendiler ki, şiddetlenmiş hastalık.
Onlar da ağlamaya başladı hepsi artık.
Dediler ki: (Ne olur, açınız da kapıyı,
Görelim son bir defa Resul-i müctebayı.)
Bunu, Resul-i ekrem içeriden duydular.
(Kapıyı açın!) diye, işaret buyurdular.
Sahabe-i kiramın ileri gelenleri,
Hepsi, yaşlı gözlerle girdiler hep içeri.
Resulullah buyurdu: (Ey Eshabım, şimdi siz,
Halkın en üstünü ve şereflilerisiniz.
Sizden sonra dünyaya, her kim gelirse gelsin,
Yine yarın Cennete, siz girersiniz ilkin.
Siz, Kur’an-ı kerimi edinin rehber, imam.
Dinin hükümlerine ittiba eyleyin tam.)
Sonra, (Tebliğ ettim mi ya rabbi?) buyurdular.
Ve peşinden mübarek gözlerini yumdular.
Aliyyül Mürteza’nın bir göz işaretiyle,
Dışarıya çıktılar hepsi gözyaşlarıyle.
Aişe validemiz içeri girdi o an.
Bir nasihat istedi Peygamber-i zişandan.
(Ya Aişe, evinin köşesinde oturup,
Kendini muhafaza eyle) diye buyurup.
Yatağının içinde başladı ağlamaya.
Mübarek gözlerinden başladı yaş akmaya.
Ümmü Seleme dahi üzülüp oldu mahzun.
Dedi: (Ya Resulallah, ne için ağlıyorsun?)
Buyurdu: (Şu sebepten ağlarım ki şu zaman,
Rabbimiz, ümmetime merhamet etsin ihsan.)
Güneş hayli yükselmiş, tepeye yaklaşmıştı.
Resulün vefatına çok az zaman kalmıştı.
Artık son anlarını yaşıyordu o saat,
Yine de Eshabına ediyordu nasihat.
Buyurdu: (Kölelere merhametli olunuz.
Elbiseler giydirip, onları doyurunuz.
Onlarla konuşurken, olun gayet yumuşak.
Ve beş vakit namaza, devam edin muhakkak.
Kadınlarınız ile, köleler hakkında hem,
Allahü teâlâdan korkunuz yine her dem.)
Sonra buyurdular ki: (Ya rabbi beni affet.
Beni, refik-i a’la zümresine dahil et.)
. İşte şimdi rahatladım
Peygamber Efendimiz, henüz vefat etmeden,
Cebrail şu müjdeyi getirdi Ona hemen:
(İlk defa sen şefaat edersin kıyamette.
Ve senin şefaatin kabul olur elbette.)
Buyurdu ki: (Allah’a aittir bütün hamdler.
Sen bana, daha başka bir müjdeli haber ver.)
Cibril arz eyledi ki Resul-ü müctebaya:
(Ne hususta müjdeler istersiniz acaba?)
Buyurdu: (Ümmetimdir endişem benim bütün.
Sen, onların hakkında müjde ver bana bugün.)
Cibril aleyhisselam arz etti ki: (Onların,
Büyük günahlarını affeder Allah yarın.)
Peygamber Efendimiz buyurdu ki: (Şu anda,
İki muradım vardır Hak teâlâ katında.
Biri, mahşer yerine geldiğinde ümmetim,
Günahkâr olanlara şefaat eyleyeyim.
Öbürü, Pazartesi ve Perşembe günleri,
Bana da arzedilsin onların amelleri.
İyi amellerini görüp dua ederim.
Günahları için de, Rabbimden af dilerim.)
Rabbimiz kabul edip Onun bu dileğini,
Ferahlattı böylece Habibinin kalbini.
Ve şöyle buyurdu ki Rabbimiz Cebrail’e:
(Habibimin ümmeti çok günah yapsa bile,
Ölmeden bir yıl önce, eğer tövbe etseler,
Bütün günahlarını silerim, kalmaz eser.)
Buyurdu ki: (Ey Cibril, arz eyle de Allaha,
Bu tövbe müddetini kısaltsın biraz daha.)
Rabbimiz buyurdu ki: (Bir hafta evvelinden,
Tövbe eden kulumu, affederim tamamen.)
Buyurdu ki: (Ey Cibril, fazladır bir hafta da.
Ümidim şöyledir ki, kısaltır biraz daha.)
Hak teâlâ buyurdu: (Bir gün önce ölmeden,
İstiğfar edenleri affederim ben hemen.)
Buyurdu ki: (Ey Cibril, fazladır bir gün dahi.
Rabbimden rica et ki, kısaltsın bu vadeyi.)
Hak teâlâ buyurdu: (Bir saat önce bile,
Tövbe eden kimseler, affolur tamamiyle.)
Buyurdu: (Bir saat da uzundur ey Cebrail!
Bu babta benim kalbim, yine de rahat değil.)
O zaman buyurdu ki Cibril’e Hak teâlâ:
(Ey Cibril, Habibime şunu söyle pekala:
Celalim hakkı için, ümmetinden bir kimse,
Ömrünün tamamını günahta geçirirse,
Sonunda pişman olup, lakin gelse eceli,
Kalbinden tövbe edip, söyleyemese dili,
Anadan doğmuş gibi affederim onu ben.
Bütün günahlarından temizlenir tamamen.)
Buyurdu: (İşte şimdi rahatlattın sen beni.
Ey Azrail yakın gel, icra et vazifeni.)
. Ehl-i beyt ağlıyor
Peygamber efendimiz, son nefesinde bile,
Ümmetini düşündü büyük merhametiyle.
O zaman Hak teâlâ buyurdu: (Ey Habibim!
Ümmetine şefkati, kalbine getiren kim?)
Buyurdu ki: (Sen verdin elbette bu şefkati.
İsterim, görmesinler ahiret meşakkati.)
Buyurdu: (Bana bırak onları ey Habibim!
Senden, bin kat fazladır onlara muhabbetim.)
Peygamber Efendimiz, müsterih oldu o an.
Ümmeti hususunda kurtuldu bu tasadan.
Melek-ül mevte bakıp buyurdu ki nihayet:
(Yakın gel ey Azrail, vazifeni icra et.)
Okuyup daha sonra kelime-i tevhidi,
Peşinden, (Ey Allah’ım, refik-i a’la!) dedi.
Melet-ül mevt, Resulün izni, müsadesiyle,
Mübarek ruhlarını başladı kabzetmeye.
Resulün benzi bazen kırmızı oluyordu.
Bir müddet öyle kalıp, sonra sararıyordu.
Buyurdu: (Ümmetimin ruhlarını da acep,
Böyle çok şiddetli ve zorla mı alırsın hep?)
Dedi: (Ya Resulallah, sayısız canlar aldım.
Hiç kimsenin ruhunu, böyle kolay almadım.)
Buyurdu: (Ümmetime yapacağın şiddeti,
Bana yap ki, onların azdır mukavemeti.)
Kelime-i tevhidi okuyup sonra yine,
Yükseldi temiz ruhu, a’la-yı illiyyine.
Cibril aleyhisselam, Sevgili Peygambere,
Veda edip giderken şöyle dedi son kere:
(Esselamü aleyküm ey Allah’ın Habibi!
Sendin benim dünyada tek maksadım tabii.
Sen, madem ki dünyadan gidiyorsun Allah’a,
Ben dahi yeryüzüne gelmem artık bir daha.)
Vakta ki ahirete göç eyledi o Server,
Ağlamaya başladı ehl-i beyt ve zevceler.
O esnada, bir nida işitildi gaibten:
Ehl-i beyti Resule bir selam verdi hemen.
Ve dedi: (Biliniz ki, her canlı ölecektir.
Sabredin, bunun ecri size verilecektir.)
Sonra teselli edip, dedi ki: (Ey ehl-i beyt!
Bir musibet gelince sabretmek lazım elbet.
Allahü teâlânın fadlına güveniniz.
Bu bela karşısında feryat eylemeyiniz.
Zira sabredilmezse bir bela geldiğinde,
Ecrine kavuşulmaz, yarın mahşer yerinde.
Asıl şu kimsedir ki, musibete uğrayan,
Belaya sabretmeyip, mahrum kalır sevaptan.)
Ehl-i beyt, gayet açık işittiler bu sesi.
Ve onun selamına cevap verdi cümlesi.
(Hazret-i Hızır) idi onlara nida eden.
Böylece Resulullah ayrıldı bu âlemden
. Yol gösterdi onlara
Resulullah göçünce ahiret âlemine,
İnanmadı Sahabe Resulün öldüğüne.
Ehl-i beyt ve Sahabe, başladı ağlamaya.
O günkü üzüntüyü, güç yetmez anlatmaya.
Aişe-i Sıddika ve ezvac-ı tahirat,
Ağlayınca, bir anda şaşırdı cümle Eshap.
Ve ne olduklarını hiç farkedemediler.
Hepsi, beyinlerinden vurulmuşa döndüler.
Kimi konuşamadı, aklı gitti kiminin.
O günkü üzüntüsü, sonsuzdu herbirinin.
Ali bin Ebi Talip, duyunca bunu hatta,
Hareket edemeyip, ölü oldu adeta.
Hazret-i Osman dahi konuşamadı o an.
Hazret-i Ömer’in de aklı gitti başından.
Kılıcını çekerek, dedi: (Dinleyin beni!
Keserim şu kılıçla Resul öldü diyeni.)
Eshap bu halde iken, şaşkın ve müteessir,
Yetişti Hızır gibi hazret-i Ebu Bekir.
Sevgili Peygamberin evine girdi hemen.
Örtüsünü kaldırıp, öptü aln-ı pakinden.
Ve anladı Resulün dünyadan göçtüğünü.
Ağlayıp, nur yüzüne sürdü yüz ve gözünü.
Ve gördü ki, her yeri ve mübarek cemali,
Çok latif ve parlıyor, nur saçan (Ay) misali.
Dedi ki: (Anam babam, yoluna olsun feda.
Sanki hayatın gibi, ne hoştur mematın da.)
Ve mübarek yüzünün örtüsünü örterek,
Ehl-i beyti Resulü teselli eyledi pek.
Sonra çıktı dışarı Resulün hanesinden.
Ve doğruca mescid-i Nebiye geldi hemen.
Gördü ki, Sahabenin hepsi şaşkın ve bitkin.
Kimi konuşamıyor, aklı gitmiş kiminin.
Sahabe-i kiramın geçip aralarından,
Bir sükunet içinde, minbere çıktı o an.
Ve bir hutbe okudu bütün müslümanlara,
Herkes şaşırmış iken, yol gösterdi onlara.
Dedi: (Ey müslümanlar, Peygamber Efendimiz,
Şu an vefat etmiştir, bunu böyle biliniz.
Eğer tapıyorsanız hazret-i Muhammed’e,
O da, her fani gibi göç etti ahirete.
Eğer Hak teâlâya tapınıyor iseniz,
O, sonsuz hayattadır, hiç ölmez bilesiniz.)
Onun bu sözleriyle Eshap geldi kendine.
İnandılar Resulün vefat eylediğine.
Hazret-i Ebu Bekir, sonra da Al-i İmran
Suresinden bir âyet okuyuverdi o an.
Rabbimiz buyurdu ki, mealen bu ayette:
(Allahın Resulüdür habibim Muhammed de.
Yine Ondan önce de, çok Resuller gelmiştir.
O dahi onlar gibi, elbette ölecektir.)
. Dudakları kımıldıyordu
Peygamber Efendimiz, vakta ki etti vefat,
Sahabe, buna önce inanmadılar fakat.
Çünkü Resulullahın ayrılık acısından,
Çoğu sahabilerin aklı gitti başından.
Lakin böyle hallerde, hazret-i Ebu Bekir,
Telaşa kapılmayıp, bulurdu çare, tedbir.
Bir hutbe irad etti Eshaba çıkıp o gün.
Eshap, ancak inandı vefatına Resulün.
Lakin hüzün ve keder, Eshabın yüreğine,
Zehirli hançer gibi saplanmış idi yine.
Herkesin gözü ağlar, göz yaşları çağlardı.
Ve ayrılık ateşi, ciğerleri dağlardı.
O gün hemen toplanıp, cümle Eshab-ı kiram,
Onu halife seçip, emrine girdiler tam.
Velhasıl hicri onbir senesinin içinde,
Ve Rebi-ül-evvel’in hem de onikisinde,
Bir Pazartesi günü, öğleden önceydi hem,
Vefat edip, Rabbine kavuştu Fahr-i âlem.
Ali bin Ebi Talip, Resulü gasl eyledi.
Fadl ibni Abbas dahi Ona yardım ederdi.
Yıkama esnasında, mübarek vücudundan,
Öyle bir misk kokusu yayıldı ki o zaman,
Sahabe-i kiramdan hiç kimse, o güne dek,
Öyle güzel bir koku, koklamamışlardı pek.
Resul-i müctebayı sonra kefenlediler.
Bir sedir üzerinde, mescide getirdiler.
Haber verdiği gibi, daha önce Resulün,
Cümle Eshap, mescitten dışarı çıktı o gün.
Melekler, bölük bölük gelip namaz kıldılar.
Daha sonra gaibten, şu nidayı duydular:
Diyordu: (Ey müminler, Sevgili Peygamberin,
Cenaze namazını siz dahi eda edin!)
Bu nidayı duyunca bilcümle sahabiler,
Namaz kılmak üzere, içeriye girdiler.
İçerde, gurup gurup ve imamsız olarak,
Resulün namazını eda etti cümle halk.
Cenaze namazının kılınması bitince,
Sıra, defin işine gelmişti binnetice.
(Nereye defnedelim?) diye düşünür iken,
Hazret-i Ebu Bekir bunu da çözdü hemen.
Dedi: (Resulullahtan duymuştum ki bir sefer,
Vefat ettiği yere defnolur Peygamberler.)
Resulullah, böylece hazret-i Aişe’nin,
Mübarek odasına defnoldu geceleyin.
Kabirden en son çıkan, Kusem bin Abbas idi.
O, gördüğü bir şeyi çıkınca haber verdi.
Dedi: (Nurlu yüzünü, ben gördüm son olarak.
Dudakları oynardı, eğilip verdim kulak.
Ya ilahi ümmetim! ya ilahi ümmetim!
Diye yalvarıyordu, buna bizzat şahidim.)
.
32 - HİLYE-İ SAADET
.Her azası mükemmeldi
Server-i kainatın mübarek yüz ve sesi,
Hatta bütün mübarek aza-yı şerifesi,
Bilcümle insanların yüz, aza ve sesinden,
Her yönüyle mükemmel ve güzeldi hepsinden.
Mesela güzel yüzü, yuvarlaktı bir miktar.
Ay gibi nurlanırdı, sevindiği zamanlar.
Bir şeye sevinip de, neşelendiği zaman,
Hemen belli olurdu bu, mübarek alnından.
Gündüz nasıl görürse o Server farz-ı misal,
Gece karanlıkta da, görürdü aynı minval.
Önünde olanları gördüğü gibi yine,
Ardındakileri de görürdü aynı böyle.
Gözde görmek halk eden Hak teâlâ, elbette,
Diğer uzuvda dahi kadirdir halk etmeye.
Yana veya geriye bakmayı etse talep,
Bütün bedeni ile dönüp de bakardı hep.
Mübarek gözlerinde kırmızılık vardı az.
Karası çok siyahtı, beyazı da çok beyaz.
İri ve güzel idi mübarek gözleri hem.
Mübarek kirpikleri uzundu ayriyeten.
İnce ve yay gibiydi, hem mübarek kaşları.
Ve yine kaşlarının açıktı araları.
Mübarek burnu dahi, çok güzeldi ve kibar.
Burnunun orta yeri yüksek idi bir miktar.
Mübarek dişleri de parlak idi ve beyaz.
Mübarek ön dişleri seyrekti hem de biraz.
Konuşmaya başlayıp, söz söylediği zaman,
Sanki nur çıkıyordu dişleri arasından.
Allahü teâlânın mahlukları içinde,
Hiç Ondan tatlı sözlü görülmedi bir kimse.
Sözleri gayet kolay anlaşılabilirdi.
Gönülleri alır ve ruhları cezbederdi.
İyi anlaşılması için de Fahr-i âlem,
Bazı zaman üç kere tekrar ediyordu hem.
Cennetin lisanı da arapça olacaktır.
Orada, Onun gibi hep konuşulacaktır.
O, güler yüzlü olup, gülmezdi söyler iken.
Mübarek dişleri de görünürdü gülerken.
Allah'ın Peygamberi, ne vakit gülse yine,
Nuru ışık verirdi duvarlar üzerine.
Peygamber-i zişanın ağlaması da, gayet,
Yine gülmesi gibi hafif idi nihayet.
Yani kahkaha ile hiç gülmediği gibi,
Yine yüksek sesle de ağlamazdı tabii.
Lakin ağladığında, gözlerinden yaş akar,
Hatta göğsünün sesi duyulurdu aşikâr.
Allah korkusundan ve Kur'anı duyduğunda,
Ağlıyordu bazan da, namaza durduğunda.
. Miskten güzel kokardı
Server-i kainatın mübarek parmakları,
İri olup, etliydi hem mübarek kolları.
Vücudunun kokusu, güzel idi miskten de.
Bedeni hem yumuşak, kuvvetli idi hem de.
İriydi kemikleri yine omuz başının.
Genişti göğsü dahi Peygamber-i zişanın.
Boy itibariyle de, yine Server-i âlem,
Uzun boylu olmayıp, kısa da değildi hem.
Gelse idi yanına, uzun bir kimse eğer,
Yine de ondan uzun görünürdü o Server.
Oturduğu vakitte, mübarek omuzları,
Diğer oturanlardan olurdu hep yukarı.
O Server'in mübarek saç ve sakalları da,
Kıvırcık ve düz değil, ondüleydi aslında.
Uzatır ve bazan da keserdi saçlarını.
Yine O, boyamazdı saç ve sakallarını.
Vefat ettiği zaman, saç ve sakallarında,
Ak kıl, yirmiden dahi azdı aralarında.
Mübarek bıyığını, zaman zaman kırkardı.
Uzunluğu ve şekli, tam kaşları kadardı.
Misvak ve tarağını ayırmazdı yanından.
Ve aynaya bakardı taranacağı zaman.
Bütün güzel huylarla, iyi ahlakın hepsi,
Peygamber-i zişanda toplanmıştı cümlesi.
Bunlar, Ona doğuştan verilmiş idi ancak.
Kazanılmış değildi sonradan çalışarak.
Asla bir müslümana, hiç lanet etmemiştir.
Ve mübarek eliyle, kimseyi dövmemiştir.
Kendi için, kimseden almamıştır intikam.
Her işi, Allah için yapıyordu çünkü tam.
Aile efradına, hısım akrabasına,
Çok iyi muamele ederdi Eshabına.
Ev içinde yumuşak ve güleryüzlü idi.
Hizmetçisine bile tevazu gösterirdi.
İşlerinde yardımcı olurdu Eshabına.
Küçük çocuklarını, alırdı kucağına.
Fakat kalbi, bunlarla hiç meşgul değil idi.
Ruhu, her an melekler ulvi âlemindeydi.
O, bütün insanların cömerdiydi en fazla.
Bir şey istendiğinde, (yok) demiyordu asla.
Zira istenilen şey, var ise veriyordu.
Eğer mevcut değilse, hiç cevap vermiyordu.
İyi kötü herkese, o Peygamber-i zişan,
Yapardı ki o kadar çok iyilik ve ihsan,
Rum imparatorları, hatta İran şahları,
Yapamazdı o kadar ikram ve ihsanları.
Buna rağmen kendisi, kendi arzusu ile,
Yaşardı sıkıntı ve tam bir tevazu ile.
.
33 - FAZİLET ve ÜSTÜNLÜKLERİ
.O, herkesten üstündür
İslam âlimlerimiz buyurdu: Her Peygamber,
Kendi zamanlarının en üstünü idiler.
Peygamberimiz ise, farklı idi onlardan.
Zira O, her zaman ve mekandaki insandan,
Yani Adem Nebiden, kıyamet kopana dek,
Gelmiş veya gelecek kim varsa ins-ü melek,
Hepsinden, her bakımdan üstün ve kıymetlidir.
Hiç kimse, hiç bir yönden, Ondan üstün değildir.
Bu, güç bir şey değil ki, her şeye gücü yeten,
Onu, böyle şerefli yaratmıştır her şeyden.
Kimsenin gücü yoktur Onu metheylemeye.
Kimsenin iktidarı yoktur tenkit etmeye.
Hakkında, Hak teâlâ buyurdu ki mealen:
(Hiç bir şey yaratmazdım olmasaydın eğer sen.)
Hep Onda toplanmıştır iyi huy, güzel ahlak.
Zira O, âlemlere geldi rahmet olarak.
O idi insanların hem en güzel yüzlüsü.
Kırmızıyla karışık beyaz idi gül yüzü.
Gülünce, nur cemali (Ay) gibi nurlanırdı.
Sözü çok tatlı olup, gönülleri alırdı.
Aklı öyle çoktu ki, Arabistan'da gelip,
O vahşi insanların cefasına sabredip,
Güzel huyları ile, hep iyilik ederek,
Ağır cefalara tahammül göstererek,
Çoğunu yumuşatıp, getirdi itaate.
İnsanlar Onu sevip, koştular hidayete.
Hatta Onun uğrunda, mal ve evlatlarını,
Terk edip, seve seve verdiler canlarını.
Hiç de böyle şeylere değillerdi alışık.
Lakin Resulullah'a olmuştu hepsi aşık.
Onun güzel huyları, afvı, sabrı, ihsanı,
Hayran bırakıyordu kendine her insanı.
Onun, hiç bir işinde, gizli veya aşikâr,
Bir çirkinlik ve kusur görülmemiştir zinhar.
Kendi için, kimseye gücenmediği halde,
Dine saldıranlara sert idi fevkalade.
Kimseden ders görmeyip, bir şey okumamışken,
Eline kalem alıp, hiç yazı yazmamışken,
Tevrat, İncil ve sair semavi kitaplarda,
Yazılan bilgileri, haber verdi ard arda.
Ve en büyük mucize olarak da nihayet,
Kur'an -ı kerim indi kendine âyet âyet.
Ve meydan okudu ki, (Çok uğraşsanız da siz,
Bir kısa âyet gibi hiç söyleyemezsiniz).
Hakikaten kâfirler, çok uğraştılar, fakat,
Hiç yetiremediler bu işe güç ve takat.
Kur'anın belagati karşısında bu sefer,
Aciz kalıp, imana geldiler birer birer.
. Resulullaha uymak
İmam-ı Rabbani ki, çok büyük evliyadır.
O, bir nasihatinde şöyle buyurmaktadır:
Her iş ve her amelde, Mevlamız cümlemizi,
Dünya ve ahiretin iyisi, efendisi,
Olan Resulullaha, tam olarak ve kesin,
Uymak saadetiyle her an şereflendirsin.
Çünkü cenab-ı Allah, Ona tâbi olmayı,
Çok sever her işinde aynen Ona uymayı.
Ona tâbi olmanın ufak bir zerresi hem,
Üstündür ahiret ve dünya lezzetlerinden.
Mesela o Resule tâbi olan bir kimse,
Eğer gün ortasında bir miktar uyur ise,
Hiç Ona uymaksızın, geceleri çok taat,
Ve ibadet yapmaktan üstündür hem de kat kat.
Çünkü kaylule etmek, yani bir parça her gün,
Öğleden önce yatmak, adetiydi Resulün.
Yine Resulullah'a uymayı düşünerek,
Bayram günü, hiç oruç tutmayıp, yiyip içmek,
Hiç Ona uymaksızın, senelerce tutulan,
Oruçlardan, kat be kat üstündür yine bundan.
Ve mesela fakire, yine Ona uyarak,
Az birşey verilirse, eğer zekat olarak,
Dağlar kadar altını, kendi arzusu ile,
Tasadduk eylemekten üstündür yine böyle.
Bir gün hazret-i Ömer, bir sabah namazını,
Cemaatle kıldırıp, gözetti eshabını.
Lakin göremeyince birini o saatte,
Buyurdu: (Filan kimse yok mudur cemaatte?)
Dediler: (Geceleri, o ibadet eder hep.
Şu anda uyuyordur belki de bundan sebep.)
Buyurdu ki: (Keşke o, gece hep uyusaydı.
Ve sabah namazını cemaatle kılsaydı.)
Çünkü islamiyet’e uymayan bir iş için,
Verilmez sevap ecir, içyüzü budur işin.
Eğer böyle işlere ücret hasıl olursa,
Bir iki menfaattir dünyadan olsa olsa.
Halbuki bu dünyanın tamamının kıymeti,
Nedir ki, bir kaçının olsun ehemmiyeti.
Yapacağı her işi, islama uyduranlar,
Yani her harekette o Resule uyanlar,
Çok latif cevahir ve kıymetli elmaslarla,
Meşgul mücevherciler gibidirler mesela.
Bunlar, çok çalışmayıp, yorulmadığı halde,
Kazançları, herkesten olur daha ziyade.
Buna sebep şudur ki, bir iş, islamiyet’e,
Uygunsa, sahip olur indallah bir kıymete.
Rabbimiz beğenmezse, hakir ve kıymetsizdir.
Beğenilmeyen şeye, verilir mi hiç ecir?
. Saadete kavuşmak için
İmam-ı Rabbani ki, büyük veli ve âlim.
Buyurdu ki: Saadet istiyorsa eğer kim,
Muhammed Mustafa’ya uymalıdır o elbet.
Böylece ele geçer zira sonsuz saadet.
Cennet nimetlerine kavuşabilmek için,
Ona tâbi olması lazımdır her kişinin.
Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak,
Allah'ın Habibine uymakla olur ancak.
Ona uymayanların yaptığı ibadetler,
Hak teâlâ indinde bulamaz kıymet, değer.
Veliler, Onun sonsuz deryasından bir yudum,
İçip, muratlarına kavuştular bil-umum.
Velhasıl mevcut olan ne varsa kainatta,
Hep Onun şerefine yaratılmıştır hatta.
Âlemde mevcut olan her varlık, canlı cansız,
O Resulün ruhundan feyz aldı istisnasız.
Allah'ın varlığını, O beyan eylemiştir.
Yüce Rab, Onu razı etmeyi istemiştir.
Ona ve Eshabına, binlerce selam olsun.
Gönüllerimiz Onun muhabbetiyle dolsun.
Ey sonsuz saadete kavuşmak isteyenler!
Ona tâbi olmaya çalışın, size yeter.
Bu devlete ermeye, ne varsa mani olan,
Bütün var gücünüzle kaçınınız onlardan.
O yüce Peygambere, kim ki uymaz her işte,
Her bir sözü zehirdir, hakikat budur işte.
Onu dinleyenleri, sürükler felakete.
Kimseyi düşürmesin Allah böyle afete.
Lakin görürsünüz ki, eğer bir âlim kişi,
O Resule uyarak yapıyor her bir işi.
Dikkat ve titizlikle Ona tâbi oluyor.
Hem diğerleri gibi, hiç gösteriş yapmıyor.
İşte, hakiki âlim ve Veli böyle olur.
Onlara tâbi olan, bulur rahat ve huzur.
Dünya ve ahirette felaketten kurtulmak,
Böyle din adamına uymakla olur ancak.
Çünkü o, Allah için, ihlasla yazar, söyler.
Kalpten dediği için, kalplere tesir eder.
Her kim böyle bir zatı tanır ve sever ise,
Çok büyük bir nimete kavuşmuştur o kimse.
Kendi küçük aklını, bir kenara koymalı.
Sevgi ve muhabbetle ona tâbi olmalı.
Böyle bir Evliyaya kavuşulmazsa eğer,
Onların kitabını okumak icab eder.
Dünya kazancı için konuşan ve yazandan,
Arslandan kaçar gibi kaçmalıdır her zaman.
Çünkü arslan, insanın alır yalnız canını.
Bunlar ise alırlar dinini, imanını.
. Saadetlerin başı
İmam-ı Rabbani ki, çok büyük evliya zat.
Bir gence mektup yazıp, eyledi çok nasihat.
Buyurdu ki: Ey yavrum, kıyamet yakın oldu.
Bid'atlerin zulmeti her tarafı doldurdu.
Bir kahraman lazım ki, yok etsin bid'atleri.
Ve çıkarsın ortaya kaybolan sünnetleri.
Onun sünnetlerinin nurları olmaz ise,
Doğruya, hidayete kavuşamaz hiç kimse.
Ona uyulmaksızın bu yolda ilerlenmez.
Allah'ın rızası ve sevgisi ele geçmez.
Saadete kavuşmak istiyorsa bir kişi,
O Resule uyarak yapmalıdır her işi.
Görünen, görünmeyen nimet ve saadetler,
O yüce Peygamberi sevmekle ele geçer.
Bu yolda yükselmenin ölçüsü, bu sevgidir.
Bu sevgi çoğaldıkça, daha çok nimet gelir.
Sevgili Habibini yarattı Hak teâlâ,
Mahlukatın hepsinden daha yüksek ve a’la.
O, ins'in en iyisi ve en sevimlisidir.
Her iyilik ve hayır, Onda cem'edilmiştir.
Sahabenin cümlesi, Ona aşık oldular.
Onun sevgisi için, ortaya baş koydular.
Nur saçan cemalini bir defa görmek hatta,
Onlar için, en büyük lezzet oldu hayatta.
Onu, herşeylerinden daha fazla sevdiler.
Hatta Onun uğrunda, can feda eylediler.
Onu sevenleri de, çok sevdiler gönülden.
Birbirlerini dahi, çok sevdiler bu yüzden.
Onun üstünlüğünü idrak edemeyenler,
Onun güzelliğini o gün göremeyenler,
Sevmek saadetine kavuşamayanlarla,
Asla uyuşamayıp, savaştılar onlarla.
Bu halis sevgi ile, o yüksek sahabiler,
Rabbin sevgisine ve rızasına erdiler.
Yükselip, insanların en üstün, en iyisi,
Ve en şereflileri oldular her birisi.
Zira dostları sevip, düşmanları sevmemek,
Bütün ibadetlerin başı ve mühimdir pek.
(Rabbimi seviyorum) diyor ise bir kimse,
Eshab -ı kiram gibi olmalı öyle ise.
Hem seven, sevdiğinin sevdiğini de sever.
Onun düşmanlarına, o da düşmanlık eder.
Bu sevgi ve düşmanlık, hiç elinde değildir.
Hatta o, bu hususta sanki deli gibidir.
Nitekim: (Bir kimseye deli denmezse eğer,
İmanı kâmil olmaz) buyurmuştur büyükler.
Her kimde, bu delilik eğer mevcut değilse,
Bu hakiki sevgiden mahrum olur o kimse
. Resulullahın şefaati -1
Mahşerin sıkıntısı olunca gayet çetin,
Şefaatçi ararlar, halk bundan halas için.
Önce Adem Nebinin varırlar huzuruna.
Bu sıkıntılarını söylerler önce ona.
Derler ki: (Ey babamız ve ey hazret-i Adem!
Sen Allah'ın Resulü, aziz ve şerifsin hem.
Halimiz pek fenadır, şefaat et ki bize,
Buyursun Hak teâlâ ne hüküm verir ise.
Artık hesabımıza başlasın ki Rabbimiz,
Zira bu sıkıntıya kalmadı takatimiz.)
Adem aleyhisselam, özür beyan ederek,
Nuh aleyhisselama buyurur onları sevk.
Bin sene müşavere ederek, sonra onlar,
Nuh aleyhisselamın huzuruna varırlar.
O da, layık görmeyip şefaate kendini,
İbrahim Peygambere söyler gitmelerini.
Onlar, yine bin sene ederek müşavere,
Giderler bu sefer de İbrahim Peygambere.
O da özür dileyip, geri çeker kendini.
Ve Musa Peygambere söyler gitmelerini.
O da özür dileyip, onlara der ki hemen:
(Talep edin siz bunu, gidip İsa Nebi'den.)
Ona gidip derler ki: (Ya İsa, bize acı!
Bu halden halas için, sen ol bize aracı.)
O da özür dileyip, buyurur ki onlara:
(Gidin siz bunun için Hatem-ül enbiyaya.
Çünkü Peygamberlerin Odur en şereflisi.
Odur Hak teâlânın en kıymetli Nebisi.
Hep Onun hürmetine var oldu bu kainat.
Siz şimdi gidip Ondan talep edin şefaat.)
Onlar bunu duyunca, pek fazla sevinirler.
Hemen Resulullahın minberine gelirler.
Derler ki: (Elbette sen, Habibisin Allah'ın.
Habib, en iyisidir bütün vasıtaların.
Biz, hazret-i Adem’e gittikse de ilk kere,
O, havale eyledi bizi Nuh Peygambere.
Ona gidip arz ettik, bu fena halimizi.
İbrahim Peygambere gönderdi o da bizi.
Ona gidip söyledik derdimizi bu defa,
O da gönderdi bizi, Musa Kelimullaha.
Ona dahi giderek arz edince nihayet,
Dedi: İsa Nebi'den isteyin yardım, medet.
En son ona gittik ki, şefaat etsin bize,
Lakin o da gönderdi bizi Hazretinize.
Kalmadı senden başka bir kimsemiz gidecek.
Merhamet et ki bize, halimiz fecidir pek.
Dayanılmaz hal aldı artık bu azabımız.
Sen şefaat eyle ki, başlasın hesabımız.)
. Resulullahın şefaati -2
İnsanlar mahşer günü, Resullere müracat,
Ederek, herbirinden isterler bir şefaat.
Ve lakin sevk ederler herbiri diğerine.
En son Habibullaha gelirler onlar yine.
Peygamber Efendimiz buyurur: (Ey cemaat!
Rabbim izin verirse, ben ederim şefaat.)
Sonra kalkıp, izzetle Arş-ı a’laya varır.
Orada, bin senelik bir secdeye kapanır.
Rabbini, bir mükemmel eder ki hamd ve sena,
Bu, nasib olmamıştır Ondan gayri insana.
O an ehl-i mahşerin pek fenadır halleri.
Anlatmak mümkün olmaz çekilen zahmetleri.
Çoklarının dünyada sarıldıkları mallar,
O gün, boyunlarında birer halka olurlar.
Yüklendikleri şeyler, öyle ağırlaşır ki,
Boyunları üstünde büyük dağ olur sanki.
Feryat ve figanları artar ki öyle hatta,
Sanki gök gürlemesi gibi olur adeta.
(Va veylâ! Va sebura!) diye feryat ederler.
Onların feryadına, dayanmaz yer ve gökler.
Ticaret eşyasıyla, altın ve gümüşün de,
Zekatını vermeyen, çok pişmandır o günde.
Zira zekatlarını vermediği o mallar,
Koca bir yılan olup, boynuna dolanırlar.
Değirmen taşı gibi ağırlık, zahmet verir.
O kimse feryat edip, bağırır ki: (Bu nedir?)
Melekler cevap verip, derler ki: (Bu, dünyada,
Zekat vermediğiniz mallardan oldu peyda.)
Bazıları vardır ki, avret mahallerinden,
Kan, cerahat ve irin akar mütemadiyen.
Tahammülü imkansız pis kokuları vardır.
Bunlar da, zina yapan erkek ve kadınlardır.
Bir kısmının dilleri, sarkmış böğürlerine.
İftira edenlerdir bunlar da birbirine.
Velhasıl Resulullah secdedeyken, o anda,
Rabbimiz, kendisine eder şöyle bir nida:
(Ya Muhammed, başını kaldır da şefaat et.
İste muradını ki, ben edeyim icabet.)
Resulullah, başını secdeden kaldırarak,
Allahü teâlâya arz eder yalvararak:
Ve der ki : (Ya ilahi, kulların arasından,
İyi ve kötüleri ayırt et ki bu zaman,
Rezil rüsvay oldular günahıyla her biri.
Ve artık bu azaba yoktur tahammülleri.)
Şefaat muradını böyle arzettiğinde,
Derhal kabul edilir Hak teâlâ indinde.
Onun şefaatıyla, hemen Mizan kurulur.
Böylece ehl-i mahşer, izdihamdan kurtulur.
. Resulullahın şefaati -3
Mahşerde Hak teâlâ, (Cehennem gelsin!) diye,
Emredince, melekler giderler getirmeye.
Derler ki: (Ey Cehennem, seninle cenab-ı Hak,
Küffarın cezasını verecektir muhakkak.
Biz de, bu maksat ile sana geldik esasen.
Sen dahi bunun için yaratılmıştın zaten.)
Onu, yetmişbin iple çekerler kuvvetlice.
Her bir ipte, yetmiş bin halka vardır bir nice.
Her halkada, yetmiş bin vardır ki zebaniler,
Her biri, ayrı ayrı dağları devirirler.
O zaman Cehennemin öyle bir bağırması,
Olur ki hem etrafa öyle ateş saçması,
Yine öyle şiddetli gelir ki galeyana,
Yedi kat asumanı boğar siyah dumana.
Mahşere, bir senelik bir mesafe var iken,
Bir ara, meleklerin kurtulur ellerinden.
Gümbürtüsü, şiddeti olur ki öyle hatta,
Bir yıllık mesafeden duyulur Arasat'ta.
Ehl-i mahşer, bu sesi işitip çok korkarlar.
Hemen birbirlerine (Bu ne?) diye sorarlar.
Denir ki: (Meleklerden kurtulmuş da Cehennem,
Ehl-i mahşere doğru geliyormuş şimdi hem.)
Bunu duyan herkesin, çözülür dizi bağı.
Oldukları yerlere çöker hep mahşer halkı.
Hatta Peygamberler de, korkuya kapılırlar.
Çoğu, Arş-ı a’laya korkuyla sarılırlar.
(Nefsî! Nefsî!) diyerek, o zaman her Peygamber,
(Bu gün, nefsimden başka hiç bir şey istemem) der.
Yalnız Peygamberimiz, eder ki şöyle niyaz:
(Ya rabbi, ümmetime ver selamet ve halas.)
O zaman Cehennemden çıkar ki öyle bir ses,
Korkudan, boğulmaya yüztutar o an herkes.
Bu yüzden bitkin hale gelerek ehl-i mahşer,
Yüzleri üzerine kapaklanıp düşerler.
Hak’tan gayri kimseden bir ümit kalmadığı,
Korkudan, hiç kimsenin kımıldıyamadığı,
Bir anda, Resulullah derhal ortaya çıkar.
Cehennemi durdurup, kendine tâbi kılar.
Buyurur ki: (Dön geri hor ve hakir olarak!
Ki, gelsin sonra sana, her kim ise müstehak.)
Sakinleşir Cehennem bu ikaz üzerine.
Ve der ki: (Ya Muhammed, muntazırım emrine.)
O zaman Resulullah, Cehennemi tutarak,
Arş’ın soluna koyup, mahşerden eder ırak.
Onun bu şefkatini görünce ehl-i mahşer,
Derler ki: (Ne merhamet sahibi bir Peygamber.)
Nitekim buyurur ki Kur'anda cenab-ı Hak:
(Gönderdik âlemlere Onu rahmet olarak.)
. Cehennemdeki müminler -1
Mizan’da günahları ağır gelen müminler,
Topluca Cehenneme doğru sevkedilirler.
Ateşe yaklaşınca korkup çekinirler pek.
Ve haykırmak isterler (Ya Muhammed!) diyerek.
Lakin Malik’i görüp, onun azametinden,
Peygamberin ismini unuturlar aniden.
Sorar Malik onlara: (Siz hangi kavimsiniz?)
Derler ki: (Üstlerine Kur'an inen kavimiz.)
O der ki: (Muhammed'e inmiş idi o Kur'an.)
Peygamberin ismini duyunca onlar ondan,
Hep birden haykırırlar ve derler ki: (İşte biz,
Muhammed ümmetinden günahkâr kimseleriz.)
Ve Malik'e derler ki: (Biraz izin ver bize.
Oturup ağlayalım şu feci halimize.)
Malik izin verince ağlarlar ki o kadar,
Sonunda gözlerinden yaş yerine kan akar.
Malik der ki: (Ne güzel sizin bu ağlamanız.
Ama keşke dünyada böyle ağlasaydınız.
O ağlama, ateşten korurdu belki sizi.
Lakin bu ağlamanın şimdi yok faidesi.)
Sonra bir zebaniye verir ki bir talimat,
(Sen bu müslümanların hepsini ateşe at!)
Ve lakin Cehenneme düşerken o müminler,
(La ilahe illallah!) diye feryat ederler.
Kelime-i tevhidin sesi ile o ara,
Ateş, o müminlerden kaçar çok uzaklara.
Malik bunu görünce, emir verir ki: (Ya Nar!
Tut bu müminleri ki, çok günahkârdır bunlar.)
Ateş der ki: (Ey Malik, ben tutacağım, fakat,
La ilahe illallah diyorlar bu cemaat.)
Bir daha emir verir onları tutsun diye.
Lakin ateş, onlardan kaçar yine geriye.
Malik der ki: (Ey ateş, tut ki o kimseleri,
Zira Hak teâlânın böyledir bize emri.)
O zaman müminleri ateş gelir yakalar.
Günahlarına göre, az veya fazla yakar.
Malik der: (Yüzlerini yakma ki şimdi hele,
Zira secde ettiler Allah'a o yüzlerle.
Yine kalplerini de yakma ki hiç onların,
Zira o gönüllerde, nuru parlar imanın.)
Hak teâlâ, Cibril'e buyurur ki: (Git hemen!
Ümmet-i Muhammed’in sor halini Malik'ten).
Malik der: (Pek fenadır, dayanılmaz buna hiç.
Yandı her tarafları yüz ve kalpleri hariç.
Bu yerlerde, imanın nuru olduğu için,
Buraları yakmaya gücü yoktur ateşin.)
Cibril der ki: (Kaldır da bir an perdelerini,
Müşahede edeyim ben dahi hallerini.)
. Cehennemdeki müminler -2
Malik talimat verir görevli bir meleğe:
(Cehennem perdesini Cibril'e kaldır!) diye.
Perde aralanınca, azap çeken müminler,
Cebrail’i görerek, pek fazla sevinirler.
Ve derler ki: (Ey Malik, kim ki bu sahib-kemal,
Zira biz, hiç görmedik böyle güzel bir cemal.)
Der ki: (Bu Cibril'dir ki, sahibtir çok haslete.
Vahiy getirir idi hazret-i Muhammed'e.)
Onlar, Resulullah'ın ismini duyar duymaz,
Hep birden bağırarak ederler şöyle niyaz:
(Ey Cebrail, Resule bir selam ilet bizden.
Ve acil haber götür Ona şu halimizden.)
Cibril, üzüntü ile oradan ayrılarak,
Huzur-u ilahiye varır mahzun olarak.
Hak teâlâ, Cibril'e sorar ki şu suali:
(Ümmet-i Muhammed'in nasıldır şimdi hali?)
O der ki: (Çok fenadır, hepsi ateş içinde.
Yanmış her tarafları Cehennem ateşinde.)
Hak teâlâ buyurur: (Ya Cebrail, sen hemen,
Haber ver Habibime onların hallerinden.)
Cibril, Resulullah'ın huzuruna giderek,
Ümmetinin halini nakleder üzülerek.
O zaman Resulullah, varır Arş-ı a’laya.
Ve secdeye kapanır Allahü teâlâya.
Rabbimiz buyurur ki: (Secdeden kalk ve iste!
Derhal kabul olunur, dileğin her ne ise.)
Arz eder ki: (Ya rabbi, ümmetin asileri,
Ateşte yanıyorlar, pek fenadır halleri.
Tek dileğim şudur ki kerem ve ihsanından,
Azad eyle onları Cehennem azabından.)
Hak teâlâ buyurur: (Ey şefkati bol Resul!
Ne ki benden istedin, indimde oldu makbul.
Onlardan kim diyorsa, La ilahe illallah,
Çıkar hemen ateşten, bulsunlar Nar’dan felah.)
Oradan ayrılarak Resul aleyhisselam,
Cehenneme gelir ve Malik’e verir selam.
Malik, tazim ederek kalkar hemen ayağa.
Gösterir Cehennemi Resul-i Müctebaya.
Peygamber-i zişanı görünce ehl-i iman,
Hep birden Ona karşı ederler ah-u figan.
Derler: (Ya Resulallah, pek fenadır halimiz.
Cehennem ateşinde yandı her yerlerimiz.)
O Server çok üzülüp, hemen bunun peşinden,
Kurtarır cümlesini Cehennem ateşinden.
Kâfirler görür görmez, onları böyle mesrur,
Hayıflanır, üzülür, olurlar hep bi-huzur.
Derler ki: (Keşke biz de, olsaydık ehl-i iman,
Biz dahi onlar gibi kurtulsaydık buradan.)
. Resulullaha salevat
Bir gün hazret-i Abbas, Allah'ın Resulüne,
Dedi ki: (Bir şey sormak isterim Hazretine.
Kırk günlük idiniz ki, Ay’la söyleşirdiniz.
Siz ona, o da size acaba ne derdiniz?)
Resulullah buyurdu: (Ey amcam, o gün benim,
Bir şeyle, kuvvetlice bağlanmıştı bir elim.
Ağlayacak idim ki o acı ve ezadan,
Ay, benimle konuşup şöyle dedi o zaman:
Ağlama, gözyaşından bir damlacık toprağa,
Düşerse, yeşil bir ot bitmez olur bir daha.)
O bunu işitince Allah'ın Habibinden,
Elini, bir eline vurarak hayretinden,
Dedi ki: (Siz o zaman, henüz bebek idiniz.
Nasıl bu olanları hatırlayabildiniz?)
Buyurdu ki: (Evet ben, henüz doğmadan önce,
Olan şeyleri dahi bilirim ince ince.
Peygamberler içinde, kırk yaşına gelmeden,
Peygamber olduğunu, önceden yoktu bilen.
Yalnız İsa Peygamber, dünyaya geldiği gün,
Dedi ki: Ben Allah'ın kulu ve Resulüyüm.
Ey amcam, bir de senin kardeşin oğlu vardır.
Henüz doğmadan önce, bunlardan haberdardır.
İstersen biraz daha bahsedeyim bunlardan.
Mesela ben bedenen dünyaya geldiğim an,
Yani o pazartesi gecesi, cenab-ı Hak,
Yedi gökte, yedi dağ bir anda eyledi halk.
Hem bu yerler, büyük ve geniş idi gayetle.
Doldurdu buraları görevli meleklerle.
Tesbih ve takdis ile meşguldür her bir melek.
Yoktur başka işleri, kıyamet gününe dek.
Bunların sevabını, her kim bana salevat,
Okur ise, onlara bağışlarlar her saat.)
Resulullahtan sonra, mübarek sahabiler,
Bir gün, bir diğerini görseydi biri eğer,
Derdi ki: (Gel kardeşim, biraz Efendimizden,
Bahset de, azalmasın sevgisi kalbimizden.)
Öyle severlerdi ki Sevgili Peygamberi
Can siper olmuşlardı etrafında her biri.
Onun tek bir kılına zarar gelmesin diye,
Ölüme atılırdı herbiri seve seve.
Derlerdi: (Mühim değil şu olsun, bu olmasın.
Yeter ki, Ona asla bir zarar dokunmasın.)
İslam için, her türlü güçlüğü aşa aşa,
Peşinden giderlerdi kâfirlerle savaşa.
Kendi vücudlarını yaparak birer kalkan,
Allah'ın Resulünü korurlardı düşmandan.
. O, âlemlere rahmet idi
Yerlerde ve göklerde her ne ki olundu halk,
Resulün hürmetine yarattı cenab-ı Hak.
Allah, (İste vereyim) buyurdu kendisine.
O, arzu eylemedi dünyalık hiç bir nesne.
Ne mülk ve saltanatı, ne makam, ne rütbeyi,
İstedi fakirlikle, bir de peygamberliği.
Bir gün ziyaret için, Cibril aleyhisselam,
Resulün huzuruna girdi ve verdi selam.
O Server, Cebrail'e buyurdu ki şöylece:
(Evimizde, bir lokma taam yoktu bu gece.)
O esnada İsrafil adındaki bir melek,
Resulün huzuruna girdi selam vererek.
Dedi: (Ya Resulallah, Cibril'e dediğini,
Hak teâlâ işitip, gönderdi şimdi beni.
İstersen altın olsun dokunduğun taş toprak.
Ve Peygamberliğini yap bir melek olarak.)
Buyurdu ki: (İstemem ne altın, ne parayı.
İsterim kul olarak Peygamberlik yapmayı.)
O, insana ve cinne ve hatta canlı, cansız,
Her mahluka, Peygamber gelmiştir istisnasız.
Hem Onun rahmetinden, herşeye nasip vardır.
Müminlere rahmeti, açık ve aşikârdır.
Kâfirlere rahmeti şöyle olur ki yine,
Hiç umumi bir azap gelmiyor üstlerine.
Bir gün konuşur iken o Server Cebrail’le,
Buyurdu: (Hak teâlâ bildirdi ki vahiyle.
Seni, rahmet olarak gönderdim âleme ben.
Sana dahi bir nasip oldu mu bu rahmetten?)
Cibril aleyhisselam arz etti ki o anda:
(Evet, rahmetinizden nasib oldu bana da.
Zira Hak teâlânın kudret ve azameti,
Karşısında, sonumdan korkudaydım ben dahi.
Vakta ki iki âyet getirmiştim ben sana.
O zaman gitti korkum, kavuştum itminana.
Çünkü o ayetlerde, benim emin olduğum,
Bildirilmiş idi ki, bu yüzden rahat oldum.
Bu meth-ü senasına kavuştum Rabbimizin.
Bundan büyük bir rahmet olur mu benim için?)
Yine Resulullah'ın, bilcümle enbiyadan,
Faziletli olduğu bellidir ki şunlardan,
Sair Peygamberlere inanmayan kâfirler,
Yaparlardı onlara çeşitli hakaretler.
Onların bu iftira ve hakaretlerine,
Her Peygamber, kendisi cevap verirdi yine.
Lakin Resulullaha Kureyş kâfirlerinin,
Dedikleri yalan ve iftiraları için,
Hak teâlâ, kendisi, bizzat cevap vermiştir.
Böylece Habibini müdafa eylemiştir.
. Budur senin ilacın
Allahü teâlânın Resulüdür o Server,
Onun hatırı için, her şeyi ihsan eder.
Hatim-i Esam var ki, evliya-yı kiramdan,
Resulün ravda'sına gelip durdu bir zaman.
Dedi ki: (Ya ilahi, Resulünün kabrini,
Ziyarete geldim ben, eli boş koma beni.)
O esnada, gaibten duyuldu ki şu nida:
(Ey kulum, Habibimin türbesinde şu anda,
Senin ile birlikte kim varsa cemaatten,
Onun hürmeti için af eyledim tamamen.)
İmam-ı Kastalani hazretleri de yine,
Buyurdu ki: (Çekmiştim bir derdi bir kaç sene.
Doktorlar, çaresini bilmeyince bu işin,
Dua ettim Rabbime, Resulün hakkı için.
Tam o gece, rüyamda gördüm bir mübarek zat.
Elinde bir reçete tutuyordu o bizzat.
Onu bana uzatıp, dedi: Budur ilacın.
Emri ile yazıldı zira Fahr-i Cihan'ın.
Uyanıp, tatbik ettim o reçeteyi aynen.
Allah'ın izni ile şifa buldum tamamen:)
Kıyamette, kabirden önce O kalkacaktır.
Üzerinde Cennetten elbise olacaktır.
Ve burak adındaki bir Cennet hayvanına,
Binerek gelecektir o mahşer meydanına.
Liva-yı hamd denilen sancağı tutacaktır.
Her mümin, o sancağın altında olacaktır.
Mahşer halkı, bin sene bekleyip o meydanda,
Çok sıkılacaklardır o müthiş izdihamda.
Hesablar bir an önce başlasın diye hemen,
Yardım talep ederler bütün Peygamberlerden.
Lakin özür dileyip bilcümle peygamberler,
Hatem-ül enbiyaya onları sevkederler.
Peygamber Efendimiz, şefaat eyleyince,
Herkesin hesapları görülür ince ince.
İlk Onun ümmetinin görülür hesapları.
Ve tartılır Mizan’da günah ve sevapları.
Önce, Onun ümmeti Sıratdan geçecektir.
Ve Cennete ilk önce, bu ümmet girecektir.
O, nereye giderse mahşer karanlığında,
O yer, Onun nuruyla aydınlanır anında.
O, iki cihanın da reisi, sultanıdır.
Onu sevmek, elbette her müslümana farzdır.
Hatta Resulullah'ı canından ve malından,
Daha çok sevmektedir elbette her müslüman.
Bir hadis-i şerifte buyurdu ki o Server:
(Allahü teâlâyı sevenler beni sever.)
O Resulü sevmenin alameti bir tektir.
O da, Onun dinine tam riayet etmektir.
. En çok sevap Onadır
Peygamber-i zişanı, her yönden Hak teâlâ,
Diğer Peygamberlerden kıldı üstün ve a’la.
Onun ümmeti dahi, öteki ümmetlerden,
Daha faziletli ve üstündür her cihetten.
Cennetliklerin dahi üçte ikisi, yarın,
Ümmetinden olacak Server-i kainatın.
Yine Resulullah'a verilen sevap, ecir,
Diğer Peygamberlerden kat be kat ziyadedir.
Sebebine gelince, mesela bir müslüman,
Bir ibadet, yahut da hayır yapsa ne zaman,
O işinden ne kadar alırsa sevap, ecir,
İki misli sevap da, üstadına verilir.
Çünkü bu hayırlara, o üstadıdır sebep.
Onun öğretmesiyle yapmıştır bunları hep.
Yine bu hocasının, hocası dahi vardır.
O da bu hayırlardan, dört misli sevap alır.
Onun da bir üstadı vardır ki yetiştiren,
Ona da, sekiz misli verilir bu ecirden.
Bu sevap verilmesi, devam eder artarak.
Yukarlara çıktıkça, çoğalır katlanarak.
Peygamber-i zişana ulaşıncaya kadar,
Öyle fazlalaşır ki bu ecir ve sevaplar,
Bunların sayıları, gelmez ölçü hesaba.
Başkası kavuşamaz bu kadar çok sevaba.
Çünkü bütün ümmetin, âlim ve evliyanın,
Mezhep imamlarıyla, Sahabe-i kiramın,
Hepsinin üstadıdır o Server-i kainat.
Onadır her bir ecir, her dua ve salevat.
Yine her Peygamberin, ona inananları,
Kendi isimleriyle çağırırdı onları.
Resulullah'ı ise, ismi ile çağırmak,
Haramdır, hem yanında yüksek sesle konuşmak.
Yine Cibril-i emin, başka Peygamberlere,
Gelmiş idi sadece on ila dörtyüz kere.
Resulullaha ise, yirmiüç senede tam,
Yüzyirmidörtbin defa gelmiş idi berdevam.
Diğer Peygamberlere, hem hazret-i Cebrail,
Hep insan suretinde göründü, oldu nazil.
Resulullah'a ise altıyüz kanadıyle,
İki defa göründü asıl melek haliyle.
Diğer Peygamberlere hiç böyle gelmemiştir.
Onlar, melek haliyle onu hiç görmemiştir.
Başka Peygamberlerin zevceleri hem yine,
Zararlı olmuşlardır çoğu kendilerine.
Halbuki o Server’in mübarek zevceleri,
Hep ferahlandırdılar Sevgili Peygamberi.
Hem dünya, hem ahiret işlerini yapmakta,
Ona hizmet ettiler, islamı yaymakta da.
. Merhamet deryasıydı
Peygamber Efendimiz, henüz daha doğmadan,
Şiddetli kıtlık vardı Arabistan'da o an.
Vakta ki Resulullah teşrif etti dünyaya,
Kavuştu Arabistan bir bolluğa ve suya.
Ve yine Resulullah, Mekke'den Medine'ye,
Hicretinde, bir kıtlık gelmişti ki Mekke'ye,
Hiç bir şey bulamadı yemeğe Mekke'liler.
Hatta çaresizlikten kedi köpek yediler.
Medine'ye gönderip derhal Ebu Süfyan’ı,
Yalvardılar Resulün dua buyurmasını.
O merhamet deryası, vakta ki etti dua,
O kıtlık sona erip, halk kavuştu bolluğa.
Halbuki o kâfirler, düşmandı kendisine.
Ama merhametinden, dua etti O yine.
O Resulün hayatı rahmet olduğu gibi,
Vefatından sonra da rahmettir O tabii.
Buyurdu ki : (Hayatım rahmetse nasıl size,
Benim mematım dahi, rahmettir hepinize.
Zira dünyada iken, her bir müşkilinizi,
Çözer ve gideririm her türlü şüphenizi.
Vefatımdan sonra da, haftada iki defa,
Bana, amelleriniz arz edilir orada.
İyi işlerinizi görünce sevinirim.
Günahınız için de, Rabbimden af dilerim.)
Yine Fahr-i âlemin diğer Peygamberlerden,
Bir çok faziletleri vardır ki şu yönlerden,
Her Peygamberin dini, vefatlarından sonra,
Doğru ulaşamadı sonraki insanlara.
Yani kısa bir zaman içinde bozuldular.
Bir müddet sonra ise, tamamen yok oldular.
Resulün getirdiği bu islam dini ise,
Bozulmadan, taptaze geldi ta günümüze.
Yine bizden sonra da, ta kıyamete kadar,
Bozulmadan, sapsağlam devam eder bu karar.
Yine Resulullah'ın, diğer Peygamberlerden,
Faziletli olduğu belli ki şu yönlerden,
Her Peygamber, istedi rızasını Rabbinin.
Allah da, rızasını istedi Habibinin.
Her Nebi, yemin etti Allah'ın ismi ile.
Allah da yemin etti, Habibinin ismiyle.
Yine Musa Peygamber, tabiaten, doğuştan,
Gadaplı , sert mizaçlı bir kişi olduğundan,
Hak teâlâ, hazret-i Musa ile Harun’a,
Buyurdu ki: (Yumuşak söyleyin Firavun'a!)
Resulullah'ı ise, farklı olarak bundan,
Son derece yumuşak yaratmış olduğundan,
İslamı tebliğinde Sevgili Habibine,
Buyurdu ki: (Sert söyle Kureyş kâfirlerine!)
. Bu ümmetin üstünlüğü
Peygamber Efendimiz, o kıyamet gününde,
Gelip durur günahkâr ümmetinin önünde.
O an Hak teâlâdan şöyle bir nida gelir:
(Habibim, ümmetini al ve hesaba getir.)
O zaman Eshabıyla, âlim ve velileri,
İleri sürer hemen, şehid ve salihleri.
Rabbimizden bir nida gelir ki: (Ya Muhammed!
Ümmetinin tamamı bunlardan mı ibaret?
Mutileri getirdin, hani nerde asiler?
Âlimleri getirdin, peki nerde zalimler?
Sen, namaz kılanları getirdin buraya hep.
Peki kılmayanları nerdedir şimdi acep?)
Arz eder ki: (Ya rabbi, buyurduğun gibidir.
Ama onlar, yine de seni bir bilmişlerdir.
Onlar puta tapmadı, sana şirk koşmadılar.
Tevhid üzere olup, küfürden hep kaçtılar.
Bağışla suçlarını işbu imanlarına.
Layık görme onları Cehennem azabına.)
Rabbimiz buyurur ki: (Ey benim Peygamberim!
Ümmetinin hepsine, şefkatim çoktur benim.
Ümmetini, kendime eylemişim muhatap.
Onun için sorarım onlara bugün hesap.
Onlarla söyleşmeyi sevmeseydim eğer ben,
Hep Cennete koyardım, hiç hesaba çekmeden.)
Bir gün de Mikail’le Cibril aleyhisselam,
Resulullah'a gelip, verdiler önce selam.
Sonra Cibril, Resulün sarılıp örtüsüne,
Sevgi ve muhabbetle öpüp sürdü yüzüne.
Sorunca Resul bunun hikmetini Cibril'den,
Mikail izin alıp, arz etti şöyle hemen:
Cebrail, gelmek için huzurunuza sizin,
Allahü teâlâdan istedi çokça izin.
Melekler, kendisine sual eylediler ki:
(Çok izin istemenin sebebi nedir peki?)
Dedi ki: (Ben aşıkım Ona can-ü gönülden.
Ve hiç duramıyorum kendisini görmeden.)
Yine Resul-i ekrem, dünya ve ahirette,
Herkes için, rahmet ve berekettir elbette.
Rahmetinden, herkesin olur istifadesi.
Hatta kâfirlere de ulaşır faidesi.
Şöyle ki, azabları verilmez dünyada pek.
Yani tehir edilir, ahiret gününe dek.
Yine bir gün bir köylü, gelip Efendimize,
Dedi: (Ya Resulallah, bir sualim var size.
Öteki ümmetlere nisbeten bu ümmetin,
Üstünlüğü nasıldır, lütfedip izah edin.)
Buyurdular ki: (Benim, diğer Peygamberlerden,
Üstünlüğüm nasılsa, öyledir bu da aynen.)
. Ümmetine şefkati
Vaktiyle zengin biri, donatıp bir ziyafet,
Çok fakir bir âlimi, evine eder davet.
Âlim gelip oturur, zenginin sofrasına.
Lakin bir lokma bile alıp koymaz ağzına.
Ev sahibi üzülüp, arz eder ki: (Efendim!
Görürüm yemezsiniz, bunu ben merak ettim.)
O âlim şöyle der ki: (Evimde, şu aralar,
Birkaç zayıf ve garib ciğerparelerim var.
Aç ve susuz olarak dururken onlar evde,
Nasıl yiyebilirim bunları ben bu yerde?)
Ev sahibi, bunları âlimden öğrenerek,
Çocuklarına dahi gönderir hemen yemek.
Âlim, ancak o zaman gönül rahatlığıyle,
Zenginin sofrasında başlar yemek yemeye.
Kıyamet gününde de, Rabbimiz, bunun gibi,
Cennete davet eder o Sevgili Habibi.
Lakin girmez Cennete o Server-i kainat.
Zira kalbi, değildir hiç müsterih ve rahat.
Ümmetinden günahı fazla olan kimseler,
Çünkü mahşer yerinde gayet zahmettedirler.
Onları düşünerek o Hüdanın Habibi,
Allah’a yalvararak, arz eder ki: (Ya rabbi!
Ya beni, onlar ile gönder Cehennemine.
Ya da sok onları da, benimle Cennetine.)
Rabbimizden bir hitab gelir ki: (Ey Habibim!
Ben, yalnız senin için Cenneti halk eyledim.
Sen o günahkârların tamamını alarak,
Girin hep Cennetime, birlikte şad olarak.)
Yine Beni İsrail zamanında bir adam,
Vardı ki, günah ile geçmişti ömrü tamam.
Uzun yıllar yaşayıp, sonra da öldü birden.
İlgilenen olmadı kötü bilindiğinden.
Sonradan birkaç kişi gelerek bir araya,
Cesedini götürüp, attılar bir sahraya.
Lakin Musa Nebiye hemence cenab-ı Hak,
Vahyetti ki onunla alakalı olarak:
(Ya Musa, onu gidip güzel kefenleyiniz.
Namazını da kılıp, öylece defnediniz.)
Musa aleyhisselam, Rabbinin bu emrini,
Yaptı ve daha sonra sorunca hikmetini,
Buyurdu ki: (Ya Musa, o, halkın bildiğinden,
Daha günahkârdı da, af eyledim yine ben.
Çünkü o, bir zamanlar baktığında Tevrat’a,
Habibimin methini görmüştü o kitapta.
Kalbinde, Habibime muhabbet hasıl oldu.
O sahifeyi öpüp, sonra başına koydu.
Sevgili Habibime gösterdiği muhabbet,
Sebebiyle ben onu, ettim af ve mağfiret.)
. Onu sevmek ibadettir
Resulün kızları ve hanımları, hep birer,
Dünya hanımlarının en üstünü idiler.
Onun Eshabı dahi, Nebiler haricinde,
En üstün kimselerdir insanların içinde.
Yine Fahr-i âlemin yaşadığı şehirler,
Her şehirden üstün ve daha şereflidirler.
Mekke ile Medine, şehridir ki Resulün,
En üstün yerleridir bunlar da yeryüzünün.
Mescidinde bir kimse namaz kılsa bir rekat,
O namazın sevabı, yazılır ona bin kat.
Kabr -i şerifi ile minberi arası da,
Cennet bahçelerinden bir bahçedir aslında.
Onun Ehl-i beytini ve Eshabını sevmek,
Her müslüman olana vacibtir, sevmek gerek.
Her insanın yanında şeytan vardır bir tane.
Gayesi, doğru yoldan saptırmaktır yegane.
Kalbine, vesveseler vererek hiç durmadan,
İster ki, mahrum etsin o kulu imanından.
Vardır böyle şeytanı, hem Resulullah'ın da.
Lakin iman etmiştir o, Resulün yanında.
Yine her müslümana, kabrine girdiği an,
Sual edilecektir, Resul-i kibriyadan.
Yani (Rabbin kim?) diye, sual edildiğinde,
Sorulur arkasından: (Peygamberin kim?) diye.
O Server-i kainat vefat edeceği an,
Cibril selam getirdi Allahü teâlâdan.
Evvela haber verip vefat edeceğini,
Sıraladı sonra da, Ona müjdelerini.
Peşinden melek-ül mevt, ruhunu almak için,
Peygamber-i zişandan istedi gelip izin.
Kabz eyledi ruhunu, ancak izin alarak.
Ona, böyle talimat vermişti cenab-ı Hak.
Mübarek vücuduna, kabrinde temas eden,
Topraklar, şereflidir dünyadaki her şeyden.
Kâbe'den, Cennetlerden, Arş-ı ala’dan hatta,
O mübarek topraklar, kıymetlidir daha da.
O, kabri şerifinde, bizim bilmediğimiz,
Bir hayatla diri ve hayattadır şüphesiz.
Dünyanın her yerinde bulunan müslümanlar,
Peygamber-i zişan'a salevat okusalar,
Vazifeli melekler, onu duyduklarında,
Gelip haber verirler o Resule anında.
Ümmetinin yaptığı amel ve ibadetler,
Yine Resulullah'a verilir her gün haber.
Bunları yapanları, işledikleri saat,
O, mübarek kabrinden ayrıca görür bizzat.
Günah işleyenleri görür ise O eğer,
Üzülüp, affı için kabrinden dua eder.
. Onun hürmetine
Enes bin Malik der ki, Eshaptan Ebu Talha,
Ziyarete gelmişti bir gün Resulullah'a.
Görünce o Server’in sevinçli olduğunu,
(Sebebi nedir?) diye, Resulden sordu bunu.
Cevaben buyurdu ki: (Nasıl sevinmeyeyim.
Biraz önce Cebrail yanıma geldi benim.
Dedi: Kim sana hergün, okursa bir salevat,
Allah da, on salevat gönderir ona bizzat.
Yine o müslümanın, siler on günahını.
Ve on ecir vererek, arttırır sevabını.)
Allah, Musa Nebiye buyurmuştur ki hem de:
(Salevat söyle her gün, Habibim Muhammed’e.
Beni İsraile de söyle ki, Ona eğer,
İman etmezler ise, Cehenneme girerler.)
Musa Nebi sordu ki: (Ya ilahi, Muhammed,
Kim ola ki, zatına yakındır böyle gayet?)
Buyurdu ki: (Ya Musa, O olmasaydı eğer,
Olmazdı gece gündüz, olmazdı yer ve gökler.
Cennet ile Cehennem ve bilcümle mahlukat,
Hep Onun hürmetine var oldu bu kainat.)
Musa aleyhisselam dedi ki: (Ya ilahi!
Onun nübüvvetini tasdik ettim ben dahi.)
Süfyan -ı Sevri der ki: Beytullahta ben bir zat,
Gördüm ki, o Server’e okurdu çok salevat.
Ben, bunun hikmetini sorunca o kimseye,
Dedi ki: (Ben babamla çıkmıştım bu sefere.
Ve lakin yolda babam, vefat etti aniden.
Ölür ölmez, yüzü de simsiyah oldu birden.
Ben buna çok üzülüp, uyumuşum o saat.
Rüyamda, yanımıza geldi bir mübarek zat.
Ve sürünce elini, pederimin yüzüne,
O siyahlık kaybolup, nur geldi üzerine.
Ben o zata sordum ki tutarak eteğinden:
(Sen kimsin ki, kurtardın babamı bu halinden?)
Buyurdu: (Bilmiyorsan, kendimi tanıtayım.
Ben, senin Peygamberin Muhammed Mustafa’yım.
Senin baban, günahkâr bir kimse idi, fakat,
Getirirdi ömründe bana çokça salevat.
Onların hürmetine imdada geldim hemen.
Ve kurtardım onu bu, düştüğü kötü halden.)
Ben dahi o esnada, o rüyadan uyandım.
Ve hemence babamın yüzünü açıp baktım.
Gördüm ki, o siyahlık kaybolmuş hakikaten.
Nurlanmış , güzelleşmiş, sevinip kalktım hemen.
Böylece o Resule salevat okumanın,
Öğrendim faydasını yaşayarak bi-hakkın.
O günden itibaren, elimden geldiğince,
Salevat okuyorum Resule gündüz gece.
. Habibullah’ın nur’u
Hiç bir şey yaratmadan âlemde Hak teâlâ,
Habibinin nurunu halk eyledi evvela.
Ve hadis-i kudside verdi ki şöyle haber:
(Hiç bir şey yaratmazdım, olmasaydın sen eğer.)
Nitekim yer ve gökler, canlı cansız mahlukat,
Hep Onun hürmetine var oldu bu kainat.
Yine Adem Nebi'nin kalıbına ruh ve can,
Vermek murad edince Allahü azimüşşan,
Ruh, karanlık bedeni o an hiç sevmemişti.
Bu yüzden o bedene, girmek istememişti.
O zaman buyurdu ki Cibril'e cenab-ı Hak:
(Habibimin nur’unu, makamından alarak,
İki kaş arasına koy onu emaneten.
Ki, ruh ona bakarak, bedene girsin hemen.)
Yani nasıl avcılar, bir kuş avlamak için,
O kuşu cezbedecek yem korlar ona ilkin.
Yani tuzak kurarlar o kuşa daha önce.
Gelir girer tuzağa o kuş yemi görünce.
Ruh da, Habibullah'ın nuruna olup hayran,
Girdi zevk ve şevk ile, gözünün pınarından.
Canlandı Adem Nebi, ruh bedene girince.
Arş-ı a’laya baktı gözleriyle ilk önce.
(La ilahe illallah Muhammed Resulullah)
Yazısını görünce, merak etti o nagah.
Ve sordu ki: (Muhammed kimdir ki ya ilahi!
İsmin ile yan yana yazmışsın Onu dahi.)
Buyurdu: (Evladından biridir ki ya Adem!
Bir kimse yaratmadım, Ondan daha mükerrem.
Ona her kim uyarsa kullarımdan eğer ki,
Cennetime sokarım o kulu elbette ki.)
Ve hazret-i Adem'in zürriyeti, bu kere,
Belinden dışarıya çıktılar zerre zerre.
Şöyle hitab etti ki ruhlara sonra Allah:
(Benim Peygamberimdir Muhammed bin Abdullah.
Onu, ahir zamanda dünyaya gönderirim.
Mahluklarım içinde en çok Onu severim.
Ey ruhlar, şimdi bana söz verin ki hepiniz.
Ona iman eyleyip, yardım eder misiniz?)
Hepsi söz verdiler ki: (Kabul ettik ilahi!)
Buyurdu: (Öyle ise secde edin siz dahi.)
O anda bütün ruhlar, secdeye kapandılar.
Lakin secde etmedi, kâfir ve münafıklar.
Secde, Adem Nebi'ye doğru yapılıyordu.
Habibullah'ın nuru, alnında parlıyordu.
İslam âlimlerimiz buyurdu ki bu babta:
(Bu secde, o Nur için yapıldı o gün hatta.
Lakin ibadet için olmayıp işbu secde,
Bir tazim ve hürmeti gösterirdi sadece.)
. Salevat okumak -1
Şöyle nakledilir ki: Vaktiyle bir müslüman,
Geldi Hasan Basri’nin huzuruna bir zaman.
Dedi: (Bir kızım vardı, vefat etti bu ayda.
Dua edin, göreyim kendisini rüyada.)
İmam (Peki) diyerek, dua etti hemence.
O müslüman, kızını rüyada gördü gece.
Ve lakin üzüntüsü daha ziyadeleşti.
Zira kızının yeri, Cehennem ve ateşti.
Azap içerisinde görünce onu böyle,
Sabahleyin, İmam'a gitti bu üzüntüyle.
Dedi ki: (Ey efendim, kızımı gördüm, fakat,
Ateş içinde idi, üzüntüm arttı kat kat.)
Ona, Hasan-ı Basri buyurdu ki o zaman:
(Hiç üzülme, inşallah kurtulacak azaptan.)
Ertesi gün, o kimse kızını gördü yine.
Azab edilmiyordu bu sefer kendisine.
Cennet nimetlerinde görünce hatta onu,
Sordu, kurtuluşuna ne sebep olduğunu.
Kız dedi: (Babacığım, bu kabristandakiler,
Çoğu da benim gibi, azap içindeydiler.
Dün, uğradı buraya lakin bir evliya zat.
Durup, Resulullah'a okudu bir salevat.
Ve bunun sevabını, bütün bu kabristanda,
Bulunan mevtalara bağışladı o anda.
İşte, o salevatın hürmetine, Rabbimiz,
Affetti hepimizi, şimdi hep Cennetteyiz.)
Yine Resul-i ekrem buyurdu ki: (Bir kimse,
Her ne zaman bana bir salevat getirirse,
Hak teâlâ, bir melek halk edip ondan hemen,
Sonra şöyle buyurur o meleğe hitaben:
Bu kulum, şimdi bana okudu bir salevat.
Sen dahi bu kuluma dua eyle her saat.)
Rabbimizin bu emri üzerine, o melek,
Dua eder o kula, kıyamet gününe dek.)
Yine Peygamberimiz, buyurdu ki Eshaba:
(Bir kısım müslümanlar çekilirler hesaba.
Sonunda, sevapları Mizan’da ağır gelir.
Sonra bu kimselere, (Cennete girin!) denir.
Onlar, Cennete doğru yola düşerlerse de,
Şaşırırlar Cennetin yolunu az ilerde.)
Eshap sual etti ki: (Ya Resulallah, bunlar,
Kimlerdir ki, Cennetin yolunu şaşırırlar?)
Buyurdu ki: (İsmimi duyardı da bu zevat,
Lakin okumazlardı bana bir tek salevat.)
Hazret-i Ebu Bekir buyurmuştur ki yine:
(Salevat okununca Allah'ın Habibine,
Öyle temizlenir ki bundan küçük günahlar,
Su bile, hiç ateşe tesir etmez bu kadar.)
. Salevat okumak -2
Vaktiyle bir şehirde, salih bir kimse vardı.
Lakin Resulullah'a salevat okumazdı.
Bir gece, rüyasında Resulü gördü, fakat,
O Server, kendisine etmiyordu iltifat.
Dedi: (Ya Resulallah, ey Resul-i mücteba!
Böyle davranmanıza sebep nedir acaba?)
Peygamber Efendimiz buyurdu ki o zaman:
(Hiç tanımıyorum ki, seni ben ey müslüman!)
O kimse ağlayarak dedi: (Ya Resulallah!
Ben, senin ümmetinden bir müslümanım Vallah.
Nasıl olur siz beni hiç tanımıyorsunuz.
Halbuki bir hadiste şöyle buyurursunuz:
Bir babanın, oğlunu tanıyıp bilmesinden,
Daha fazla tanırım ümmetin hepsini ben.
Ben dahi ümmetinden bir kimseyim Vallahi.
Tanımanız lazımdı öyleyse beni dahi.)
Peygamber Efendimiz buyurdu: (Doğru dersin.
Ve lakin sen hiç bana, salevat getirmezsin.
Ben ise ümmetimi, bana okudukları,
Salevat miktarınca tanıyorum onları.)
O esnada uykudan uyandı o müslüman.
Ve yaptığı hatayı idrak etti o zaman.
O günden itibaren, her gün, belli bir miktar,
Salevat okudu hep, ta ölünceye kadar.
Bir kaç gün olmuştu ki göreli bu rüyayı,
Bir gece, gördü yine, Resul-i kibriya’yı.
Bu sefer muhabbetle bakıyordu yüzüne.
(Seni şimdi tanıdım) buyurdu kendisine.
Bir gün de, gayet fakir bir kimsenin, bir ara,
İhtiyacı olmuştu beşyüz dirhem paraya.
Bir gece, Resulullah, rüyada o kimseye,
Buyurdu ki: (Git Ebül Hasan-ı Kisai'ye.
O, Nişabur halkından, gayet zengin biridir.
Her yıl, onbin fakiri, parasıyla giydirir.
Benden çok selam söyle, sen o Ebül Hasan’a.
Beşyüz dirhem parayı, söyle de versin sana.
Rüyana inanmazsa, ona de ki, her gece,
Yüz salevat okurken, dün unuttun sadece.)
Fakir, Ebül Hasan'a giderek ertesi gün,
Söyledi kendisine, selamını Resulün.
Lakin o inanmayıp, ilgi göstermeyince,
Ona, bu salevatı hatırlattı hemence.
O zaman Ebül Hasan, fırlayarak yerinden,
Secde-i şükre vardı, sürur ve sevincinden.
Dedi: (Al beşyüz dirhem, sarf eyle bir işine.
Al şu bin dirhemi de, Resulün şerefine.
Çünkü ben inandım ki, doğru imiş o rüyan.
Zira benim sırrımı eyledin bana beyan.)
. İste vereyim
Peygamber Efendimiz, hüzünlüydü sürekli.
Olurdu ekseriya mahzun ve düşünceli.
Ümmetinin derdini, dert etmişti kendine.
Ortaktı ümmetinin sevinç ve kederine.
Sık sık buyururdu ki: (Varsa bir derdi olan,
Özellikle, derdini bana duyuramayan,
Varsa, bildiriniz ki onları halledeyim.
Önemli vazifemdir bu işler çünkü benim.)
Peygamber Efendimiz, çok şefkatliydi yine,
Kimsenin ayıbını, hiç vurmazdı yüzüne.
Çok zaman, Eshabının arasında olurdu.
Davetlerine gider, birlikte otururdu.
Onların güldüğüne, gülüyordu kendi de.
Hayret ettiklerine, şaşardı kendisi de.
Sık sık buyururdu ki: (İhtiyaçlı birini,
Görürseniz, halledin hemen onun derdini.)
Bir hadis-i şerifte buyurdu ki nitekim:
Şüphesiz benim size, pek çoktur merhametim.
Ve bana Hak teâlâ buyurdu: (Ya Muhammed!
Bir muradın var ise, onu, benden talep et.)
Dedim ki: (Ya ilahi, ben neyi isteyeyim?
İbrahim'i dost yaptın, Musa'yı ise kelim.
Verdin Süleyman'a da, bir nice servet, sâmân.
Kimseye vermediğin bir mülkü ettin ihsan.)
O zaman Hak teâlâ buyurdu: (Ey Habibim!
Bunlardan üstün olan Kevser’i sana verdim.
Arş’ın üzerinde ve Cennet kapılarında,
Yazdım senin ismini, benimkinin yanında.
Ayrıca, yeryüzünün her tarafını yine,
Temiz ve mescit kıldım, sana ve ümmetine.
Senin, gelmiş gelecek, sildim her kusurunu.
Senden başka kimseye, yapmadım asla bunu.)
Ve yine buyurdu ki Peygamber Efendimiz:
(Ben, Allah'ın kulu ve Resulüyüm şüphesiz.
Cümle Peygamberlerin en sonuncusu benim.
İsa'nın müjdelemiş olduğu Peygamberim.)
Bir gün de buyurdu ki: (Ben, henüz küçük idim.
Emzirilmek üzere, bir köye gönderildim.
Bir gün süt kardeşimle, koyun otlatır iken,
Beyaz giymiş üç kişi, yanıma indi gökten.
Beni, hemen sırt üstü yatırdılar o yere.
Ve kalbimi çıkarıp, ettiler iki pare.
İçinden siyah bir şey çıkardılar, attılar.
Kar gibi bir şey ile kalbimi yıkadılar.
Bir tanesi, göğsümü mühürleyince hemen.
İman ve hikmet ile doldu kalbim tamamen.
Biri dahi, göğsümü meshedince eliyle,
Yardıkları o yerden, kalmadı bir iz bile.)
. Övünmüyorum
Peygamber Efendimiz, Allah'ın Habibi'dir.
Herşeyin en iyisi, sevgiliye verilir.
Onun için, ne varsa iyi huy, güzel ahlak,
Sevgili Habibinde topladı cenab-ı Hak.
Önce O kalkacaktır kabirden kıyamette.
İlk, Onun şefaati kabul olur elbette.
Cennetin kapısını, önce O çalacaktır.
Ve kapı, kendisine hemen açılacaktır.
(Liva-i hamd) denilen sancak da yine o gün,
Elinde olacaktır mahşerde o Resulün.
Adem aleyhisselam ve bütün ehl-i islam,
O sancağın altında olacaktır o zaman.
Kendisi buyurdu ki: (Önce ve sonra gelen,
Bilcümle insanların seyyidiyim elbet ben.
Allahü teâlânın bir tek sevgilisiyim.
Bütün Peygamberlerin sonu ve reisiyim.
Bilcümle insanları yarattı Hak teâlâ.
Beni, en iyisinden getirdi bu dünyaya.
Kavimlere ayırdı insanları sonradan.
Beni, en iyisinde bulundurdu her zaman.
Ayırdı insanları sonra kabilelere.
Beni, en iyisinde bulundurdu her kere.
Sonra o kabileyi, evlere ayırarak.
Beni, en iyi evden eyledi dünyada halk.
Ben, insanlar içinde, en üstün bir kişiyim.
Kıyamette, herkese şefaat ediciyim.
O gün ben konuşurum, herkes sustuğu zaman.
Ve ben müjde veririm, ümitler bittiği an.
O gün her türlü yardım, her iyilik bendedir.
Liva-i hamd denilen sancak da elimdedir.
Ben, insanlar içinde en hayırlı kişiyim.
Herkesin en iyisi, hem de en cömerdiyim.
O gün binlerce melek, hep benim emrimdedir.
Ve o gün, her kapının anahtarı bendedir.
O gün, Peygamberlerin imamı benim bizzat.
Ve o gün, her birine, ben ederim şefaat.
Lakin bütün bunları söylerken şimdi size,
Asla söylemiyorum, övünmek gayesiyle.
Ben size, hakikati söylüyorum yalnızca.
Doğrusunu bildirmek, vazifemdir ayrıca.
Eğer bütün bunları etmezsem size beyan,
Vazifemi yapmamış olurum ben o zaman.)
Bilcümle insanlığın Seyyidi, Efendisi,
Allahü teâlânın Habibi, Sevgilisi,
Olan bir Peygambere inanan, iman eden,
Ve Onu çok severek, Onun yolunda giden,
Kimseler de, herkesin en iyileri olur.
Dünya ve ahirette bulur rahat ve huzur.
. Çok cömertti
Peygamber-i zişanın bedenleri, hilkaten,
Çiçekten daha güzel kokardı hakikaten.
Elini tutsa idi mesela birisinin,
Eli, güzel kokardı o gün hep o kişinin.
Enes ibni Malik’in hanesinde, o Server,
Bir gün biraz uyuyup, bir miktar terlediler.
Enes hazretlerinin annesi, o terlerden,
Alarak, bir şişeye koyuyordu ki hemen,
Peygamber Efendimiz, uyanıp gördü onu.
Sordu, bu yaptığına sebep ne olduğunu.
O şöyle arz etti ki: (Biz bunları alırız.
Sonra, esans olarak günlerce kullanırız.)
Peygamber-i zişan'ın üstün hasletlerinden,
Birisi de, çok cömert olmasıydı esasen.
Bir zaman Medine'ye, bir gayr-i müslim geldi.
Resul-i kibriyadan bir miktar mal istedi.
Ona, öyle çok koyun vermişti ki o Server,
İki dağ arasını doldurdu o sürüler.
Onun bu fevkalade ihsanını görünce,
İman edip, kavmine geri geldi hemence.
Ve şöyle söyledi ki: (Siz de hemen gidiniz.
O ihsan sahibine siz de iman ediniz.
Zira ben, hayatımda böyle ihsan sahibi,
Görmedim hiç bir yerde bir cömert o zat gibi.)
Yine doksan bin dirhem kıymetinde çok altın,
Getirdiler önüne bir gün Resulullah'ın.
Allah'ın Sevgilisi, ayağa kalkıp hemen.
Taksim etti Eshaba onları bekletmeden.
Bitirinceye kadar verdi her isteyene.
Az sonra biri gelip, istedi o da yine.
Lakin hiç kalmamıştı bir şey ona verecek.
Ona, şöyle buyurdu ayrıca üzülerek:
(Her neye ihtiyacın var ise ey kardeşim!
Git namıma satın al, ben sonradan öderim.)
Sahabeden birisi, buna şahit olunca,
Şaşırıp, huzuruna gidiverdi doğruca.
Dedi: (Ya Resulallah, gücünün yetmediği,
Şey ile, Allah seni yükümlü eylemedi.)
Fakat pek hoş gelmedi bu söz Resulullah'a.
O esnada Eshaptan söz aldı biri daha.
Dedi: (Ya Resulallah, sen yine ihsan eyle.
Korkma, Allah'ın mülkü azalmaz vermek ile.)
O zaman neşelenip, buyurdu ki: (Ben zaten,
Böyle ihsan etmekle emrolundum esasen.)
Enes bin Malik der ki: (Peygamber-i ins ve cin,
Hiç bir şey saklamazdı bugünden yarın için.
Her ne zaman eline geçseydi bir şey eğer,
Anında Eshabına dağıtırdı her sefer.)
.
34 - GÜZEL AHLAKI
.Kimseyi kırmazdı
Enes bin Malik der ki: (Allah'ın Sevgilisi,
Gayet edebli idi ve gayet mütevazi.
Herhangi müslümanla müsafeha edince,
Ayırmazdı elini, o kimse çekmeyince.
Yine çevirmedikçe yüzünü o müslüman,
O, mübarek yüzünü çevirmez idi ondan.
Bir kimsenin yanında otursa idi yine,
Otururdu ekseri, iki diz üzerine.
Yani o müslümana saygılı olmak için,
Dikmezdi bacağını yanında o kişinin.)
Yine o nakleder ki: (O Resul-i kibriya,
Hasta ziyaretine giderdi ekseriya.
Cenaze arkasında, sessizce yürüyordu.
Ve çağrılan yerlere, lütfedip gidiyordu.
Sabah namazlarını, kıldırıp Fahr-i cihan,
Mescitten dışarıya çıksa idi ne zaman,
Medine çocukları, gelerek birer birer,
Su dolu kaplarını önüne getirirler,
Kendisine istirham ederlerdi ki sonra,
Mübarek parmağını daldırsın o sulara.
Kış ve soğuk olsa da, kırmazdı hiç birini.
Yerine getirirdi işbu isteklerini.
Küçük bir kız çocuğu, o Resulün elinden,
Tutup da, bir iş için götürseydi evinden,
Hemen gidip, birlikte görürdü o işini.
Küçük çocuk da olsa, çözerdi müşkilini.)
Yine Enes bin Malik anlatıyor ki: (Bir gün,
Birlikte gidiyordum yanında o Resulün.
Peygamber-i zişan'ın üzerinde o zaman,
Bir paltosu var idi, hem Yemen kumaşından.
Arkasından bir köylü, gelerek bir hiddetle,
Mübarek yakasından tutup çekti kuvvetle.
Paltosunun yakası, çiziverdi boynunu.
Yine de kızmadı ve azarlamadı onu.
Geriye döndüğünde, köylü, zekat malından,
Bir şey talep eyledi Habib-i kibriya'dan.
Köylünün bu haline gülüverdi sadece.
Bir şey verilmesini emir verdi hemence.
Nitekim bir dişini kırdılar da Uhud’da,
Yine de bulunmadı onlara bedduada.
Buyurdu ki: (Ya rabbi, bilmiyorlar gerçekten.
Bilseler yapmazlardı, af eyle onları sen.)
Onun bu merhameti, değildi sırf insana.
Acır, şefkat ederdi O her canlı olana.
Hayvanlara, eliyle tutarak su kabını,
Bekliyordu bir müddet içip de kanmasını.
Mesela çok koşup da, terlerse bindiği at,
Yüzünü, eli ile silerdi onun bizzat.
. Ben hükümdar değilim
Peygamber Efendimiz mütevazı idi pek.
Ayrıca çok heybetli ve sevimliydi gayet.
Kendisi mütevazı davranmasaydı eğer,
Rahat oturamazdı yanında hiç kimseler.
Bir gün, bir kimse geldi Allah’ın Resulüne.
Terlemeye başladı baktığında yüzüne.
Onun sıkıldığını görünce Resul hemen,
Buyurdu ki: (Sıkılma, hükümdar değilim ben.
Ben, kurumuş et yiyen bir kadının oğluyum.
Herkes gibi yer içer, yorulup otururum.)
İşitince Resulün o böyle dediğini,
Korkusu zail olup, açabildi derdini.
Kapıcısı, bekçisi bulunmazdı ayrıca.
Herkes, gelip derdini anlatırdı rahatça.
Öyle haya sahibi idi ki Resul yine,
Konuştuğu kimsenin, bakmazdı hiç yüzüne.
Allahü teâlâdan çok fazla korkuyordu.
(En fazla korkanınız, benim) buyuruyordu.
Ve buyurur idi ki: (Benim gördüğümü, siz,
Görseydiniz, çok ağlar, gayet az gülerdiniz.)
Havada bulut görse, der idi ki derakap:
(Ya rabbi, bu bulutu gönderme bize azap.)
Ve yine kuvvetli bir rüzgar esince dahi,
Derdi: (Bize hayırlı rüzgar ver ya ilahi!)
Gök gürleyince ise, derdi ki yalvararak:
(Ya rabbi, azabınla eyleme bizi helak.)
O server, bu dünyaya vermedi asla gönül.
Bu faniye, zerrece eylemedi temayül.
Allah, (İste vereyim) buyurdu kendisine.
O, dünya servetini istemedi hiç yine.
Mirac'da , Cennetlere girip gezdi o kadar.
Lakin o nimetlere etmedi tek bir nazar.
Hiç doyuncaya kadar yediği görülmedi.
Ekmeğine sirkeyi katık eder ve yerdi.
Bazan da hurma yahut, yalnız zeytinyağını,
Katık edip yiyerek, doyururdu karnını.
Hiç katıksız yer idi ekmeğini bazan da.
Zira bulamıyordu onu çoğu zaman da.
Evinde, iki üç ay, hiç yemek pişmediği,
Ve olurdu sadece, süt ve hurma yediği.
Vefat ettiği zaman, zırhı, bir yahudide,
Az arpa karşılığı bulunmuştu rehinde.
Peygamber-i zişan'ın, herhangi bir yemeği,
Asla görülmemiştir sevip beğenmediği.
Eve geldiği zaman, yerdi yemek var ise.
Yahut oruç tutardı, (yemek yok) denilirse.
Suyu, Besmele ile, üç yudumda içerdi.
Sonra, (Elhamdülillah) der ve dua ederdi.
. Herkesi affederdi
Bir gün hazret-i Ömer, gelerek huzuruna,
Dedi ki: (Anam babam feda olsun yoluna.
Beddua etse idin sen kavmine kızarak,
Eski kavimler gibi, olurduk biz de helak.
Zira nübüvvetini inkâr etti müşrikler.
Mekke'den hicret için, seni mecbur ettiler.
Hatta sana saldırıp, dişini kırdılar da,
Yine de bulunmadın onlara bedduada.)
Yine Peygamberimiz, bir harpten döndüğünde,
Ganimet taksimatı yapıyordu o günde.
O ara, huzuruna cahil bir köylü geldi.
(Ganimet taksiminde, adalet eyle!) dedi.
Onun bu saygısızca söylediği kelama,
Çok üzüldü ise de, kızmadı yine ama.
Ona, yumuşaklıkla şöyle cevap verdi ki:
(Ben adil davranmazsam, kim adil olur peki?
Ben Peygamber olarak, adl ile mükellefim.
Yıkılır aksi halde dünya ve ahiretim.)
Yine Peygamberimiz mücahit gazilerle,
Hayber’i fethederek dönüyorken zaferle,
Bir yahudi kadını, zehirleyip bir eti,
Yolda, Resulullah'a getirip ikram etti.
Lakin Peygamberimiz, nübüvvet nuru ile,
Anladı ki: Bu kadın, bu ete yaptı hiyle.
İtiraf ettiyse de, o, zehir kattığını,
Hiç cezalandırmadı yine de o kadını.
Bu büyük merhameti görünce kadın Ondan,
Şehadeti söyleyip, imana geldi o an.
Kureyş kâfirlerinden biri de vardı yine.
Büyü yapmak istedi Allah'ın Habibine.
Ve lakin Hak teâlâ, gönderip bir vahyini,
Haberdar etti derhal, bu işten Habibini.
O kimse de suçunu ettiyse de itiraf,
Yine Peygamberimiz kendisini etti af.
Enes bin Malik dahi anlatır ki bir kere:
Resulullah , ganimet dağıtırdı askere.
O sırada bir köylü, arkasından gelerek,
Yakasına yapışıp, kuvvetlice çekerek,
Dedi: (Yüklet şu benim deveme dahi ondan.
Nasılsa vermiyorsun kendi şahsi malından.)
Peygamber Efendimiz, sükut etti ilk önce.
Sonra da ona dönüp, sual etti şöylece:
(Senin şu hareketin, ne çirkindir ve kaba.
Karşılığında sana ne yaparım acaba?)
Köylü, boyun bükerek dedi ki: (Affedersin.
Çünkü sen, kötülüğe hep iyilik edersin.)
O Server gülümseyip, buyurdu ki Eshaba:
(Ganimetten buna da verin hurma ve arpa.)
. Kötülüğe iyilik ederdi
Aişe hazretleri, şöyle der ki: (O Server,
Kendisine, haksızlık etseydi her kim eğer,
Görmedim hiçbirine karşılık verdiğini.
Ve asla eli ile dövmemiştir birini.)
Bir gün huzurlarına bir adam getirdiler.
Ve (Bu, sizi öldürmek istiyordu) dediler.
O kimseye bakarak buyurdu ki: (Ey insan!
Korkma, sana bir ceza vermeyeceğim şu an.)
Kureyş müşriklerinden birinin de bir zaman,
Az alacağı vardı Resul-i kibriyadan.
Ve lakin vadesine var iken henüz üç gün,
Geldi talep etmeye yanına o Resulün.
Bir kaç Eshabı ile, bir yerde otururken,
Mübarek yakasına yapışıp çekti birden.
Ve (Ey Abdülmuttalip oğulları, acep siz,
Borcunuzu, vaktinde niçin ödemezsiniz?)
Diyerek, hakarette bulundu kendisine.
Sükutu tercih etti Peygamberimiz yine.
Fakat hazret-i Ömer buna dayanamadı.
Ağır ve sert şekilde kâfiri azarladı.
Ve lakin bunu dahi, o Sevgili Peygamber,
Hiç uygun görmeyerek, buyurdu ki: (Ya Ömer!
Öyle yapacağına, deseydin ki bana sen:
Borcunu ödemede, az daha davran erken.
Onu da, şu şekilde edebilirdin ikaz:
Alacak ister iken, insanca davran biraz!
Evet, benim şu kadar borcum var kendisine.
Lakin henüz üç gün var, o borcun vadesine.)
Yine Fahr-i Kainat, Mekke'yi fethedince,
Kureyş müşriklerini affetmişti hemence.
Halbuki o zalimler, onlara bir zamanlar,
Yapmışlardı çok ağır işkence ve cefalar.
Bütün bunlara rağmen, ümitlilerdi yine.
Af olunacakları gelirdi kalplerine.
Zira karşılarında vardı ki kerim bir zat,
Vücudu, âlemlere rahmetti Onun bizzat.
O Server, karşısında bekleşen insanlara,
Merhamet nazarıyla biraz baktı ve sonra,
Buyurdu ki: (Ey Kureyş cemaati, şimdi siz,
Hakkınızda ne karar vereceğim dersiniz?)
Dediler ki: (İyilik bekleriz senden elbet.
Zira sen çok kerimsin, bugün sen bizi affet.)
O zaman buyurdu ki onlara Fahr-i cihan:
(Hakkınızda, kararım şudur ki benim şu an,
Asla kusurlarınız vurulmaz yüzünüze.
Ve benim tarafımdan kınamak olmaz size.
Sizin günahınızı affetsin cenab-ı Hak.
Haydi, şimdi gidiniz hür ve serbest olarak.)
. Tevazu sahibiydi
Peygamber Efendimiz tevazu sahibiydi.
Yine bu hasleti de büyük ve emsalsizdi.
Şunu teklif etti ki kendine cenab-ı Hak:
(Yap Peygamberliğini ister melek olarak.)
Lakin O, buna bile olmadı müteveccih.
Kul olarak Peygamber olmayı etti tercih.
Yoksul ve fakirlerle oturup kalkıyordu.
Köleler davet etse, kabul buyuruyordu.
Buyurdu ki: (İsa'yı nasıl hıristiyanlar,
Uzun uzun methedip, övüyorlarsa onlar,
Beni de, onun gibi böyle methetmeyiniz.
Bana, Allah'ın kulu ve Resulü deyiniz.)
Arpa ekmeği ile, içyağından yapılan,
Basit bir yemeğe de çağrılsaydı ne zaman,
Hiç tereddüt etmeden, kabul edip giderdi.
O kimsenin gönlünü yapar, memnun ederdi.
Sırtına, çok sade bir şilte vurulmuş olan,
Bir deve üzerinde Hacca gitti bir zaman.
Oysa fakir değildi o Sevgili Peygamber.
Memleketler fethetmiş, almıştı ganimetler.
Ve hatta bu Haccında, o Peygamber-i zişan,
Yüz besili deveyi etmişti kendi kurban.
Ancak mütevazıydı o Server-i kainat.
Dünyalığı olsa da, etmezdi hiç iltifat.
Nitekim O, Mekke'yi fethettiği gün bile,
Ordusu, ihtişamla giriyorken şehire,
O, deve üzerinde geliyordu o zaman.
Başı öne eğikti yine tevazuundan.
Ebu Hüreyre dahi anlatır ki şöylece:
Çarşıya çıkmış idik ikimiz beraberce.
Pazardan öte beri alıp Fahr-i kainat,
Satıcıya, parayı fazlaca verdi fakat.
Onun bu ihsanından, satıcı memnun kalıp,
Derhal öpmek istedi, ellerine kapanıp.
Lakin Peygamberimiz vermedi buna izin.
Buyurdu: (Bir sebep yok elimi öpmen için.
Çünkü ben, ne melikim ve ne de padişahım.
Ben, sizin içinizden sadece bir insanım.)
Sonra, satın aldığı o şeyleri alarak,
Başladı taşımaya oradan ayrılarak.
Ben taşımak istedim, buyurdu ki: (Her kişi,
Kendisi yapmalıdır kendine ait işi.)
O Server, emin, adil, doğru sözlü idi hem.
İtiraf etmişlerdir bunu da cümle âlem.
Hatta Peygamberlikten önce de, herkes yine,
Hep (Muhammed-ül emin) derlerdi kendisine.
İslamdan önce dahi, her hususta yine halk,
Onun hakemliğine başvururdu muhakkak.
. Vakarlı idi
Peygamber Efendimiz, vakarlı idi gayet.
Asla tiksindirici yapmazdı bir hareket.
Eshabı arasında gelip otursa bile,
Hemen ayaklarını örterdi cübbesiyle.
Kolay anlaşılırdı sözleri o Server'in.
Yanında bulunanlar, olurdu gayet emin.
Yani Onun yanında otursaydı bir kimse,
Kalbi çok rahat olup, kapılmazdı yeise.
Eshabı , huzurunda çok edebli olarak,
Gelip otururlardı hiç kıpırdamayarak.
Hatta kuşlar, onları, birer ağaç zannedip,
Omuzları üstüne konarlardı hep gelip.
Lakin o sahabiler yine edeblerinden,
Kıpırdamıyorlardı az bile yerlerinden.
Resulullah , dünya ve dünya lezzetlerine,
Önem ve ehemmiyet vermez idi hiç yine.
Sade bir hayat yaşar, sevmezdi şatafatı.
Ve hep tercih ederdi, mütevazı hayatı.
Vefatında, az arpa kalmış idi evinde.
Zırhı da, rehindeydi bir yahudi elinde.
Bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuşlardır:
(Bu gün, Eshabım için fakirlik hayırlıdır.
Lakin ahir zamanda gelecek ümmetimin,
Zenginliği, daha çok hayırdır onlar için.)
Kendisi, sıkıntıyla yaşamak arzulardı.
Günlerce yemek yemez, sert yatakta yatardı.
Aişe validemiz buyurur ki şöylece:
Yumuşak yatak serdik kendisine bir gece.
Sabahleyin uyanıp, kalkınca Efendimiz,
Buyurdu : (Bu yatağı bir daha sermeyiniz.
Zira bunun yüzünden, gece uyanamadım.
Teheccüd namazını kılmaktan mahrum kaldım.)
Yine Peygamberimiz çok ibadet yapardı.
Farzların haricinde, çok da namaz kılardı.
Mübarek ayakları şişene kadar hatta,
Kıyamda, namaz için duruyordu ayakta.
Dediler: (Hak teâlâ, senin gelmiş, gelecek,
Bütün günahlarını affetti, bu bir gerçek.
O halde, niçin böyle yaparsın çok ibadet?
Ve ne için kendine edersin böyle zahmet?)
Peygamber Efendimiz buyurdu ki cevaben:
(Rabbime şükredici kul olmayayım mı ben?)
Aişe validemiz buyurdu ki: (O Server,
Kalkıp namaz kılmaya başlayınca her sefer,
Onun mübarek göğsü, hemen hırıldıyordu.
Su fokurduyor gibi sesler duyuluyordu.)
İbni Ebi Hale de, ediyor ki rivayet:
(O, hep düşünceli ve hüzünlü idi gayet.)
. Haya imandandır
Haya sahibi idi o Server-i kainat.
Kimseyi kırmamaya ederdi fazla dikkat.
Eğer bir müslümanın görseydi kusurunu,
Yüzüne söyleyip de, kırmazdı asla onu.
Onun da bulunduğu mecliste, başka zaman,
Ortaya söyler idi, asla isim anmadan.
Bir hadis-i şerifte buyurdu: (Haya, edep,
İnsanlara hayır ve iyilik getirir hep.)
Yine bir hadisinde, o Server-i enbiya,
Şöyle buyurdular ki: (İmandan cüz'dür haya.)
Eshap , Resulullah'ın saadethanesine,
Gelir, katılırlardı şerefli sohbetine.
Vakit ilerlese de, yine de Fahr-i cihan,
Onlara, (Kalkın gidin!) demezdi hiç bir zaman.
O, hep güler yüzlüydü Eshabına, ehline.
Sevip, yaklaştırırdı herkesi birbirine.
Sevgili Eshabını arar, ilgilenirdi.
Birini göremezse, derhal sual ederdi.
Hep iltifat ederdi yanına kim gelirse.
Kimi çok sevdiğini, bilemezdi hiç kimse.
Bir şey isteyenlere, var ise veriyordu.
Yoksa, tatlı sözlerle gönlünü alıyordu.
Herkesin derdi ile, o Resul-i mücteba,
İlgilenip olurdu, onlara müşfik baba.
Kimseyi ayıplamaz, ardından laf etmezdi.
Kimseyi de lüzumsuz, boş yere methetmezdi.
Hoşlanmadığı bir şey görürse bir kimseden,
Eğer günah değilse, gelirdi görmezlikten.
Nitekim bir âyette, mealen cenab-ı Hak,
Buyurdu ki: (Onlara, davrandın hep yumuşak.
Onlara kaba ve sert davransaydın sen eğer,
Dağılırlar, yanında kalmazdı hiç kimseler.)
Bir kimse, ziyarete gelse kendilerini,
Verirdi o gelene, kendi minderlerini.
Ve oturması için, buyururdu işaret.
Olandan ikram edip, gösterirdi muhabbet.
Sevgili Eshabını çok sevip Fahr-i cihan,
Şaka bile yapardı onlarla bazı zaman.
Hatta (Ebu Hüreyre) ve (Ebu Türab) diye,
Künyeler de takardı bir kısım sahabiye.
Bütün güzel ahlakın canlı timsali olan,
Resulullah , kimseyi kırmazdı hiç bir zaman.
Hiç kimsenin sözünü kesmezdi katiyetle.
Sözü bitene kadar, dinlerdi dikkat ile.
O kimse, kendi gitmek isteyinceye kadar,
Onunla sohbetini kesmezdi yine zinhar.
. Ahde vefa
Peygamber Efendimiz, gayet merhametliydi.
Herkesi memnun etmek, her zaman adetiydi.
Bir gün bir köylü gelip, istedi bazı şeyler.
İstediği şeyleri verdi ona o Server.
Sonra sual etti ki o Resul-i mücteba:
(Memnun edebildim mi şimdi seni acaba?)
Köylü (Hayır) deyince, ordaki sahabiler,
Onun bu cevabına taaccüp eylediler.
Hatta öfkelendiler bu sebepten köylüye.
Nasıl Resulullah'a sen hayır dersin? diye.
Lakin Peygamberimiz, onu mazur görerek,
Kendisine tatlı dil, güler yüz göstererek,
Birşeyler daha verip istediğinden onun,
Buyurdular ki: (Nasıl, oldun mu şimdi memnun?)
O, çok memnun olmuştu, dedi ki: (Allah sana,
Versin karşılığını, boğdun beni ihsana.)
Sonra Resulullaha çok dualar yaparak,
Ayrıldı çok sevinçli ve çok memnun olarak.
O zaman Resulullah buyurdu: (Ey Eshabım!
Biraz önce, sizlere ben mani olmasaydım,
Azarlayacaktınız o köylüyü muhakkak.
Ve helak olacaktı bizden uzaklaşarak.)
Yine O, Eshabına çok merhamet ederdi.
Herşeyin kolayını onlara emrederdi.
Kendi gece namazı kıldığı halde, yine,
Bunu emretmemişti hiç kendi ümmetine.
Eshabından birisi, mescitten çıkmıyordu.
Durup dinlenmeksizin hep namaz kılıyordu.
Onu böyle görünce, tutarak omuzundan,
Ayağa kaldırdı ve men etti onu bundan.
Yine bir sahabi de, her gün oruç tutardı.
Peygamber Efendimiz, bunu da haber aldı.
Kendisini çağırıp, buyurdu: (Öyle yapma!
Her gün tutacağına, bir gün tut, bir gün tutma.)
Yine Peygamberimiz, mesela bir namazı,
Kılarken işitseydi bir çocuk ağlaması.
Ona merhametinden, bitirip onu çabuk,
Buyururdu: (Susturun, ağlamasın o çocuk.)
Sahabeden birisi anlatır ki şöylece:
Ben, Resulullah ile Peygamberlikten önce,
Alışveriş yapmış ve alacaklı kalmıştım.
Ödeme hususunda Onunla anlaşmıştım.
Yani buluşacaktık falan gün, falan yerde.
Ödeyecekti bana, borcunu bir seferde.
Lakin ben, o saatte başka bir işe daldım.
Unutup, üç gün sonra bu şeyi hatırladım.
Üç gün sonra, o yere koşarak gittiğimde,
Baktım, beni bekliyor konuştuğumuz yerde.
. Vefakârlık örneği
Peygamber Efendimiz vefakâr idi ki pek,
Bu da, her hali gibi bizlere oldu örnek.
Sahabe-i kiramdan Enes bin Malik der ki:
Bir hediye gelseydi o Server'e eğer ki,
Buyururdu ki: (Onu, filan kadına verin.
Zira arkadaşıydı o kadın Hatice'nin.)
Hatice validemiz onu severdi diye,
Ona gönderiyordu, gelseydi bir hediye.
Nitekim Aişe-i Sıddîka da bu babta,
Diyor ki: (Hatice'ye ediyorum çok gıbta.
Çünkü Resul-i ekrem, ondan çok bahsederdi.
Onu çok sevdiğini zaman zaman söylerdi.
Ve mesela ne zaman kesilseydi bir koyun,
Akrabasına dahi gönderirdi hep onun.)
Hatta Resul-i ekrem, bütün yakınlarını,
Çok sever ve sorardı sık sık hatırlarını.
Hısım akrabasının, razıydı her birinden.
Ve hiç üstün tutmazdı birini diğerinden.
Habeşistan meliki Necaşi’den de bir gün,
Huzuruna, elçiler gelmişti o Resulün.
O elçi heyetine gösterdi çok iltifat.
Hatta hizmet edince onlara kendi bizzat,
Eshap arz ettiler ki: (Siz zahmet etmeyiniz.
Onların hizmetini bizler eda ederiz.)
Buyurdu: (Bu hizmeti siz yaparsınız, ama,
Onlar hizmet ettiler vaktiyle Eshabıma.
Ben, o hizmetlerinin karşılığı olarak,
İstiyorum onlara bir ikramda bulunmak.
Bu yüzden bizatihi ben hizmet ediyorum.
Ve hatta bu hizmetten, büyük zevk duyuyorum.)
Bir gün de Resulullah, savaş esirlerinden,
Süt kardeşi Şeyma’yı tanıdı görüp hemen.
Sevinip, kendisine ikram olmak üzere,
Üstündeki örtüyü çıkarıp serdi yere.
Üzerine Şeyma’yı oturttu sonra derhal.
Ve ona buyurdu ki: (İstersen yanımda kal.
İstersen göndereyim seni memleketine.
İhtiyacın olursa, bana gel ama yine.)
Çok memnun etmiş idi Şeyma’yı bu iltifat.
Memlekete dönmeyi tercih etti o fakat.
Yine Ebu Leheb’in bir azadlı kölesi,
Ve hatta kendisinin birinci süt annesi,
Süveybe hatunun da, evine muntazaman,
Yiyecek ve giyecek gönderirdi her zaman.
O vefat edince de, sordu ki sonra hatta:
(Onun akrabasından kimse var mı hayatta?)
Onlara göndermekti bundan sonra gayesi.
Ve lakin dediler ki: (Kalmadı hiç kimsesi.)
. Seni inkâr etmiyoruz
Peygamber Efendimiz, doğru ve emin idi.
Zaten meşhur lakabı, (Muhammed-ül emin)di.
Resulün baş düşmanı o Ebu Cehil bile,
İtiraf etti bunu bizzat kendi diliyle.
Zira Resulullah'a, o bir gün şöyle dedi:
(Ya Muhammed, biz seni yalanlamıyoruz ki.
Doğru sözlü birisin aramızda çünkü sen.
Yalan söylediğini işitmedik katiyen.
Fakat o getirdiğin bir kitap var ya senin,
Ona inanmıyoruz, sana değil, bilesin.)
Yine Bedir cenginde, henüz savaştan önce,
Bir müşrik, Ebu Cehl’i gece yalnız görünce,
Yanına yaklaşarak, dedi: (Ya Eba Cehil!
Şurada ikimizden başkası mevcut değil.
Sana, gizli olarak bir şey sormak isterim.
Ama doğru cevap ver, çok istirham ederim.)
Ebu Cehil kâfiri, dedi: (Haydi, sual et.
Ben, hakikat ne ise, söylerim sana elbet.)
O sordu ki: (Muhammed, doğru ve emin midir?
Yoksa aldatıcı ve yalancı biri midir?)
Ebu Cehil, o zaman dedi ki cevabında:
(O, doğru söyleyici bir kişidir aslında.)
O, bu sefer sordu ki. (Peki biz, öyle ise,
Niçin savaşıyoruz böyle bir kimse ile?)
Dedi: (Biz, kendisine bir şey söylemiyoruz.
Getirdiği o dini yalnız istemiyoruz.)
Yine henüz imana gelmeden Ebu Süfyan,
Yolu, Rum diyarına uğramıştı bir zaman.
Herakliyus öğrenip, çağırttı huzuruna.
Resulullah hakkında bir sual sordu ona.
Dedi ki: (Sizin bu gün, inkâr eylediğiniz,
Kimseyi, önceden de inkâr eder miydiniz?)
Dedi ki: (Hayır asla, Onu doğru bilirdik.
Onu, her ihtilafta, hakem tayin ederdik.
Çünkü hiç rastlamadık yalan söylediğine.
Bu yüzden inanırdık Onun her dediğine.)
Yine sahabilerden, Nadir bin Haris, gidip,
İnkârcı müşriklerin karşısına dikilip,
Şöyle hitab etti ki: (Yazıklar olsun size!
İman etmiyorsunuz siz Peygamberinize.
Halbuki düne kadar, Ona emin derdiniz.
Her hususta, her zaman, Ona güvenirdiniz.
Herhangi ihtilafla karşılaşınca yine,
Hemen başvururdunuz Onun hakemliğine.
Şimdi O aynı şahıs, Hak’tan emir alarak,
Gelmiştir aranıza bir Peygamber olarak.
Hatta gönderilmiştir, O bilcümle cihana.
Niçin inanmazsınız şimdi aynı insana?)
. Yetim sevindirmek
On yaşında bir çocuk, zamanı saadette,
Kaybetti babasını kâfirlerle bir harpte.
Adı Abdullah olup, çok mahzun hali vardı.
Oynayan çocuklara, bakar bakar ağlardı.
Peygamber Efendimiz, geçiyorken o yerden,
Abdullah’ı gördü ve yaklaştı ona hemen.
Buyurdu: (Evladım sen, niçin oynamıyorsun?
Ve niçin bir kenara çekilmiş ağlıyorsun?)
Dedi ki: (Şehid oldu bir cenkte benim babam.
Bu yüzden onlar gibi sevinip oynayamam.)
Resulullah , şefkatle sordu ki ona yine:
(Sen kardeş olur musun Hasan ve Hüseyin'e?)
Çocuk (Evet) deyince, sordu ki sonra şunu:
(İster misin olasın Peygamberin torunu?)
Sevinip, (Çok isterim) deyince de Abdullah,
O zaman buyurdu ki yetime Resulullah:
(Ey Abdullah, öyleyse torunumsun sen benim.
Haydi gel, tut elimden, bizim eve gidelim.)
Abdullah, o Server'in bir elinden tutarak,
Yürüdü Onun ile çok sevinçli olarak.
Sevgili Peygamberin evinde çok mutluydu.
Yetimliği unutmuş, artık ağlamıyordu.
Sonra güzel bir kaftan giyinip üzerine,
Resulden izin alıp, geldi oyun yerine.
Lakin ağlamıyor ve sevinçten hopluyordu.
(Ben, Peygamberimizin torunuyum) diyordu.
Çocuklar, Abdullah'ın yanına seğirterek,
Ona şöyle dediler çok gıbta eyleyerek:
(Ey Abdullah, bizler de keşke yetim olsaydık.
Kavuştuğun şerefe biz dahi kavuşsaydık.)
Hazret-i Aişe de anlatır ki şöyle hem:
Benimle otururdu bir gece Fahr-i âlem.
Başını, kucağıma koyuverdi bir ara.
Ben (Ay)a bakıyordum, O ise (Yıldızlar)a.
Resulün nur cemali, dolunaya nazaran,
Daha parlak ve nurlu göründü bana o an.
Kendimi tutamayıp, ağlamaya başladım.
Damladı nur yüzüne, iki damla gözyaşım.
O zaman buyurdu ki o Resul-i mücteba:
(Ya Aişe, ne için ağlıyorsun acaba?)
Dedim: (Ya Resulallah, Ay'a baktım ve lakin,
Ay’dan nurlu göründü, bana senin cemalin.
Senin güzelliğini görmekten mahrum olan,
Kimseleri düşünüp, ağlıyorum ben şu an.)
Allah'ın Peygamberi buyurdu: (Doğru dersin.
Ve lakin bu hususta niçin hayret edersin?
Zira ay ve güneşin nurunu da evvela,
Bil ki, benim nurumdan yarattı Hak teâlâ).
. Önce selam verirdi
Menbadır Resulullah bütün güzelliklere.
Gücü yetmez kimsenin Onu sena etmeye.
Çok zaman, Eshabının arasında olurdu.
Ayağını uzatmaz, diz çöküp otururdu.
Gelseydi Eshabının bulunduğu bir eve,
Geçer ve otururdu, boş gördüğü bir yere.
Bazan kendi dikerdi yırtık ve söküğünü.
Ve sağardı bazan da, koyununun sütünü.
Yem verirdi eliyle bazan da hayvanına.
Yükünü kendi taşır, vermezdi Eshabına.
Hasta ziyaretine giderdi muntazaman.
Cenazelerde dahi, bulunurdu çok zaman.
Yolda rastlasa idi eğer bir müslümana,
Daha önce davranıp, selam verirdi ona.
Eshaba , misafire kendi hizmet ederdi.
(Bir kavmin efendisi, hizmet edendir) derdi.
Üzüntülü görünür, az söylerdi çok defa,
Konuşurken, ağzından nur çıkardı adeta.
Hiç kimsenin aybını vurmaz idi yüzüne.
Asla sert söylemezdi Sahabe-i güzine.
Bir şey istendiğinde, katiyen (Yok) demezdi.
O şey var ise verir, yoksa cevap vermezdi.
Konuşmaya başlardı hep tebessüm ederek.
Ve lakin hiç gülmezdi, kahkaha eyleyerek.
Bazan aylarca az yer, çok yemeği sevmezdi.
Tam doyuncaya kadar yediği görülmezdi.
Vücudunun kokusu, güzeldi miskten daha.
Teri dahi, çiçekten güzel kokardı hatta.
Hep önüne bakarak yürürdü süratlice.
Geçtiği, kokusundan bilinirdi hemence.
Hiç işitilmemiştir yemek beğenmediği.
Kabul edip yer idi, her yemek ve meyveyi.
Kırmızıyla karışık beyaz benizliydi hem.
Onun gibi bir güzel, hiç görmedi bu âlem.
Hep Onda toplanmıştı iyi huy, güzel ahlak.
Gönderdi Hak teâlâ Onu rahmet olarak.
Kendi için, kimseden intikam almazdı hiç.
Onu gören insanı, kaplardı neşe, sevinç.
Bir kimse Onu eğer görse idi ansızın,
Korkuya kapılırdı elinde olmaksızın.
Halbuki tevazuyla davranırdı her zaman.
Eshabının yüzüne bakmazdı hayasından.
Aç yatıp tok kalkar ve olmazdı esnemesi.
hiç düşmezdi toprağa, vücudunun gölgesi.
İçi, hurma ağacı iplikleriyle dolan,
Deri yatak üstüne yatardı çoğu zaman.
Bazan hasır üstüne, bazan kıldan bir keçe,
Bazan kuru toprakta yatıyordu öylece.
. Resulullahın şefkati
Allah'ın Resulüne komşu bir kadın vardı.
Gayetle fakir olup, yokluk ile yaşardı.
Bir gün, küçük kızıyla haber salıp Resule,
Giymek için, elbise istedi bu suretle.
O Server, gömleğini çıkarıp üzerinden,
O gelen çocuk ile, gönderdi ona hemen.
Namaz vakti, bu yüzden gidemedi mescide.
Eshap bunu işitip, çok üzüldü hepsi de.
Derhal hazret-i Ali giderek huzuruna,
Dedi: (Ya Resulallah, çok üzgün Eshap buna.
Yanımda, sekiz dirhem ödünç para var yalnız.
Yarısını vereyim, bir elbise alınız.)
O Server, dört dirhemi alarak hemen ondan,
Elbise almak için, çarşıya çıktı o an.
İki dirhemi ile alarak bir elbise,
Dönerken, yol üstünde gördü a’ma bir kimse.
Hem de yoktu üstünde ne elbise, ne gömlek.
Şöyle dua ederdi gözleri görmeyerek:
(Kim bana, Allah için bir gömlek verir ise,
Allah da ona versin Cennette bir elbise.)
Aldığı elbiseyi verdi a’ma adama.
Elbiseyi eline alır almaz o a’ma,
Misk ve amberden dahi güzel koku duyarak,
Şöyle dua eyledi Rabbine yalvararak:
(Bu gömlek sahibinin hürmetine ilahi!
Aç benim a’ma olan iki gözümü dahi.)
Hemen açılıverdi iki gözü anında.
Baktı ki, Resulullah durmaktadır yanında.
Allah'ın Peygamberi, oradan dönüp yine,
Kalan iki dirhemle vardı pazar yerine.
Bir dirhemle elbise alıp geri dönerken,
Gördü bir kızcağızı, oturmuş ağlar iken.
Niçin ağladığını sorunca kendisine,
Arz etti kız derdini Allah'ın Resulüne.
Dedi: (Hizmetçisiyim, bir yahudi kişinin.
Bulunurum yanında, her türlü hizmet için.
Bana bir dirhem verip, şişe ve yağ al dedi,
Şişe düştü elimden, hem şişe, hem yağ gitti.)
Resul, son dirhemini verip kızın eline,
Buyurdu ki: (Onları al da götür evine.)
Kız dedi: (Çok geç oldu, burada çok eylendim.
Bu saatte gidersem, döver beni efendim.)
Buyurdu ki: (Hiç korkma, ben de gelip evine,
Seni dövmemesini söylerim efendine.)
Varıp, o yahudiyi gördü evde geç saat.
Ve (Kızı dövme!) diye, istirham etti bizzat.
Yahudi, kapısında Resulü gördüğü an,
Şehadeti söyleyip, eyledi derhal iman.
. Herkese aynı muamele
Peygamber Efendimiz mütevazı idi pek.
Kendi hizmetçisiyle oturup yerdi yemek.
Pazardan öte beri alarak kendi yine,
Torba içine koyup, götürürdü evine.
Herkimle karşılaşsa Resul aleyhisselam,
Ondan önce davranıp, verirdi kendi selam.
Hayvanına ot verir, bağlardı devesini.
Koyununu sağar ve süpürürdü evini.
Kölenin efendiyle, beyazın da siyahla.
Resulullah indinde bir farkı yoktu asla.
Her kim olursa olsun, yemeğe etse davet,
Ayırım yapmaksızın, ederdi hep icabet.
Severdi her insana iyilik eylemeyi.
Herkes ile, her zaman geçinirdi hep iyi.
Hep güler yüzlü idi Resul aleyhisselam.
Ve lakin hiç gülmezdi söylerken kendi kelam.
Daima üzüntülü görünse de o Server,
Ve lakin çatık kaşlı değildi hiç bir sefer.
Gayet heybetli idi, yine Fahr-i kainat.
Korku hasıl etse de, kaba değildi fakat.
Yine O, cömert olup, yapıyordu çok ihsan.
Ama israf edici değildi hiç bir zaman.
Daim mübarek başı, önüne eğikti az.
Lakin ihtiyacını kimseye etmezdi arz.
Enes bin Malik der ki: Hamd olsun ki Allah'a,
On sene hizmet ettim her gün Resulullaha.
Bana, bu on senede, bir defa üf demedi.
(Bunu niçin yapmadın?) diye hitab etmedi.
En güzel huylusuydu insanların O zira.
Beni, bir gün bir yere göndermişti bir ara.
(Vallahi gitmem!) dedim, gidecektim ve lakin.
Dışarı çıktım hemen, emrini yapmak için.
Çocuklar o sokakta oynuyordu o zaman.
Yanlarından geçerken, arkama baktım bir an.
Gördüm ki, Resulullah arkadan geliyordu.
Ve hatta bana bakıp, tebessüm ediyordu.
Buyurdu ki: (Ya Enes, hemen gidiyor musun?)
Dedim: (Evet, yoluna şu canım feda olsun.)
Ebu Hüreyre der ki: Bir harpte, kâfirlere,
Beddua etmesini söyledik o Server'e.
Cevaben buyurdu ki o Hatem-i enbiya:
(Ben lanet etmek için gelmedim bu dünyaya.
Bilakis insanların, hem dünya, hem ahiret,
Saadetleri için gönderildim ben elbet.)
Nitekim buyurur ki Kitabında Rabbimiz:
(Seni, rahmet olarak gönderdik âleme biz.)
Yer ve gök, Arş ve Kürsi, kainatın cümlesi,
Hep Onun şerefine yaratılmıştır hepsi.
. Sade hayat yaşardı
Her ne zaman söylense iyi huy, güzel ahlak,
O anda, Resulullah hatırlanır muhakkak.
Zira O, çok iyilik ve ihsanlar ederdi.
Ama kendi, yoklukla yaşamayı severdi.
O, yaşıyor idi ki hatta öyle bir hayat,
Hatırına gelmezdi yemek içmek ve rahat.
Ne vakit gelir ise, o zaman yerdi taam.
Kabul eder ve yerdi, etseler neyi ikram.
Bazan aylarca az yer, az yemeyi severdi.
Bazan orta miktarda ve bazan da çok yerdi.
Yemeklerin sonunda, su içmezdi o Server.
Suyu, oturur iken içiyordu her sefer.
Yine başkalarıyla oturup yemek yerken,
Herkesten daha sonra el çekerdi yemekten.
Hediye kabul edip o Server-i kainat,
Karşılığında dahi, verirdi ona kat kat.
Yine Peygamberimiz, adeti mucibince,
Çeşitli elbiseler giyerdi gereğince.
Yabancı devletlerin gelince sefirleri,
Giyerdi çok kıymetli, nefis elbiseleri.
(Muhammed Resulullah) yazardı yüzüğünde.
Onu, mühür olarak kullandı bir ömründe.
İçi, hurma ağacı ipliği dolu olan,
Deri yatak üstüne yatardı çoğu zaman.
Sağ avcunu koyarak, sağ yanağı altına,
Sağ yanı üzerine yatardı yatağına.
Hiç sadaka almaz ve zekat kabul etmezdi.
Çiğ soğan ve sarmısak gibi şeyler yemezdi.
Beşyüz yetmişbir yılı, Nisan’ın yirmisinde,
Hicri Rebi-ül evvel ayı onikisinde,
Pazartesi gecesi ve sabaha karşı hem,
Mekke’de, bu dünyaya gelmişti Fahr-i âlem.
Bu gün, Resulullah'ın doğduğu güzel gündür.
Müminlerin bayramı ve bir sevinç günüdür.
Göklerde ve Cennette, üstünde hem de Arş'ın,
Hep ismi yazılmıştır Peygamber-i zişan'ın.
Görüldü o Server'in bin adet mucizesi.
Bunları, dost ve düşman bilmektedir cümlesi,
Bunların arasında en kıymetlisi lakin,
Güzel huyları idi Allah'ın Habibi'nin.
Allahü teâlâ da, Habibi'ne mahsusen,
Verdiği iyilik ve ihsanları sayarken,
Şöyle buyurmaktadır mealen bir ayette:
(En güzel ahlak üzre yaratıldın elbette.)
Hatta bir çok kimsenin hidayetine sebep,
Onun güzel ahlakı vesile olmuştur hep.
Düşmanlarına bile yapınca çok çok ihsan,
Çoğu, imana gelip, olmuşlardı müslüman
. Ben de bir kulum
Peygamber Efendimiz güzel tevazuundan,
Asla üstün tutmazdı kendini Eshabından.
Birisi kendisini çağırsa idi eğer,
Ona, (Efendim!) diye seslenirdi her sefer.
Bir gün Eshabı ile, çıkmışlardı bir yola.
Bir yerde, yemek için verdiler biraz mola.
Koyun kesip, pişirmek istediler o zaman.
Birisi, (Ben keserim) dedi hemen Eshaptan.
Biri aldı üstüne derisini yüzmeyi.
Aldı bir diğeri de, etini pişirmeyi.
Peygamber Efendimiz buyurdu: (Ey Eshabım!
Ben dahi ateş için, çalı çırpı toplarım.)
Onlar arz ettiler ki: (İstirahat edin siz.
Odun toplanacaksa, hallederiz onu biz.)
Allah'ın Sevgilisi buyurdu: (Ey Eshabım!
İsterim ki, benim de olsun bunda sevabım.
Evet siz, her hizmeti yaparsınız muhakkak.
Ama siz iş görürken, ben istemem oturmak.)
Eshabının yanına gelse idi o Server,
Ayağa kalkmazlardı oturan sahabiler.
Zira bilirlerdi ki, böyle değil muradı.
Onu üzmemek için böyle davranırlardı.
İçeri girdiğinde, geçmezdi baş köşeye.
Girince, otururdu boş gördüğü bir yere.
Bir gün bastonu ile, çıkmış idi sokağa.
Onu yolda görenler, kalktılar hep ayağa.
Durup, o kimselere şöyle hitab ettiler:
(Benim için ayağa kalkmayın ey müminler!
Ben dahi sizin gibi bir insanım, bir kulum.
Herkes gibi yer içer, herkes gibi uyurum.)
Asla sert söylemezdi O hizmetçilerine.
Hatta yardım ederdi, onların işlerine.
Bu babta şöyle der ki Enes bin Malik dahi:
(On sene hizmet ettim Resule bizatihi.
Lakin bu on senede, hizmeti Onun bana,
Benim Ona yaptığım hizmetten çoktur daha.
Yine bu on senede, bana hiç incindiği,
Asla vaki olmadı, sert bir şey söylediği.)
Her sabah namazını kıldırıp bitirince,
Nur yüzünü Eshaba döndürerek hemence,
Onlara sorardı ki: (Hasta bir kardeşimiz,
Varsa, ziyaretine gidelim bir kaçımız.
Ve yine cenazesi var ise bir kişinin,
Yardımına gidelim o din kardeşimizin.
Aranızda bu gece, var ise rüya gören,
Anlatsın, tabirini yapalım onun hemen.)
Çocuk ve yaşlılarla latife yapıyordu.
Böylelikle onların gönlünü alıyordu
. Ondan inip bana gel
Sahabe-i kiramdan Cafer ibni Muhammed,
Resulullah hakkında eder şöyle rivayet.
Der ki: Resul-i ekrem hastalandı bir kere.
Cebrail haber alıp, geldi Onu görmeye.
Getirdiği meyveden alır almaz o Server,
Zikretmeye başladı elinde o meyveler.
Enes bin Malik dahi anlatır şöyle bizzat:
Bir gün, Uhud dağına çıktı Fahr-i kainat.
Sallanmaya başladı Uhud dağı tam o an.
Dağa, şöyle seslendi Resulullah o zaman:
(Ya Uhud sakin ol ki, şu anda üzerinde,
Bir Peygamber, bir Sıddîk, Şehid vardır iki de.)
Bu nidası üstüne Allah'ın Habibinin,
Uhud’un sallanması durdu ve oldu sakin.
Bir gün de Resulullah, müşriklerin şerrinden,
Selamet bulmak için, çıktı Mekke şehrinden.
Önce Sebir dağına çıkmıştı ki, o anda,
O dağdan, kendisine geldi şöyle bir nida:
(Ey Allah'ın Resulü, in benim üzerimden.
Daha emin bir yere gidiver bu zeminden.
Zira benim üstümde, müşrikler sana zarar,
Verirlerse, korkarım Rabbim beni azarlar.)
Abdullah bin Abbas da naklediyor ki bizzat:
Mekke'yi fethedince o Server-i kainat,
Mekke'nin çevresinde taştan veya tahtadan,
Yapılmış, çok sayıda putlar vardı o zaman.
Resulullah, Kur'andan okuyup iki âyet,
Asasıyla putlara eyledi bir işaret.
Asanın gösterdiği o putlar, birer birer,
Yüzleri üzerine yerlere devrildiler.
Yine Ebu Talip’le Resulullah, bir kere,
Oniki yaşlarında çıkmıştı bir sefere.
Busra'ya vardılar ki, Resul ve Ebu Talip,
Orda, Bahira diye yaşıyordu bir rahip.
Bu zat okumuştu ki semavi kitaplardan:
Ahir zaman Nebisi bir gün geçer buradan.
Hem de o Peygamberin çok alametlerini,
Öğrenmiş, bekliyordu her gün teşriflerini.
Belki o Peygamberle görüşürüm diyerek,
Beklerdi manastırda gece gün demiyerek.
Yıllardır gördüyse de pek çok kafileleri,
Fakat görememişti malum alametleri.
Ve nihayet gördü ki, bir kervanı ilerden,
Bir bulut geliyordu kervanın üzerinden.
Heyecanla irkilip, dikkatle baktı yine.
Taşlar selam verirdi, kervandaki birine.
Ağaçlar, bir kimseye doğru eğiliyordu.
Bildi ki ahir zaman Nebisi geliyordu.
. Putun şehadeti
Peygamber-i zişanın nübüvvetini, bazan,
Putlar bile konuşup, söylerdi zaman zaman.
Nitekim Sahabeden Abbas adında bir zat,
Yaşadığı vakayı anlatır kendi bizzat.
Der ki: Ben, iman ile henüz şereflenmeden,
Bir yere gidiyordum gayet ıssız bir yerden.
Rastladım çok acayip, şekilsiz birisine.
Ki, hatta binmişti bir deve kuşu üstüne.
Cinlerden olduğunu tahmin ettim onun ben.
Bir şeyler söylüyordu, hem de bana hitaben.
Diyordu ki: (Ey Abbas, son buldu fitne fesat.
Çünkü islamiyet’in sahibi geldi bizzat.
Adı Muhammed'dir ki, emin, doğru sözlüdür.
O, cihana son gelen Allah'ın Resulüdür.
Hemen iman eyle ki Onun nübüvvetine,
Ölünce, kavuşasın Cennet nimetlerine.)
Bir hayli etkilendim onun bu sözlerinden.
Zira hiç böyle şeyler duymamıştım birinden.
Henüz mümin değildim ben bunu duyduğumda.
Hatta bir putum vardı, hep taşırdım boynumda.
O putun üzerine elimi koydum hemen.
Kurtulmak istiyordum ben o cin’in şerrinden.
Lakin benim put dahi, hemen dile gelerek,
Başladı konuşmaya Resulü methederek.
Hem de bana hitaben konuşuyordu esas.
Açık bir lisan ile diyordu ki: (Ey Abbas!
O cin doğru söylüyor, inan onun sözüne.
Sen de git iman eyle Allah'ın Resulüne.)
Ben, bunları putumdan dinleyip eve geldim.
Sonra bu hadiseyi kavmime haber verdim.
Üçyüz kişi toplanıp, Mekke'ye geldik hemen.
İmanla şereflendik hiç vakit geçirmeden.
Bir gün de Resulullah, bir kabileye vardı.
Yahudiler toplanmış, Tevrat okuyorlardı.
Resulullah gelince, okumayı kestiler.
(Niçin birden sustunuz?) diye sordu o Server.
Cevap veren olmadı lakin yahudilerden.
Biri, (Ben söyleyeyim) diyerek kalktı hemen.
Bu nur yüzlü ihtiyar, yalnız oturuyordu.
Ve o yahudilere hiç de benzemiyordu.
Dedi: (Ahir zamanda gelecek Peygamberin,
Yüksek vasıflarını okurlardı ki demin,
Siz teşrif eylediniz buraya tam o anda.
Bunun için kestiler okumayı onlar da.)
Buyurdu: (Öyle ise, sen oku onu bizzat.)
O da onu okuyup, dedi ki: (Sensin o zat.)
Şehadeti getirip, iman etti ve hemen,
Teslim etti ruhunu başka şey söylemeden.
. Bebek ve annesi
Peygamber-i zişanın çoktur mucizeleri.
Dost düşman kabul eder ve söyler bu şeyleri.
Cansız şeyler ile de, mesela taş ve nebat,
Konuştu bizatihi o Server-i kainat.
Böyle mucizeleri gören bazı kâfirler,
İnsaf edip, imanla şerefleniverdiler.
Peygamber Efendimiz, yine cin ve melekle,
Konuşmuştu ve hatta yeni doğmuş bebekle.
Resulullah, bir yolda yürüyorken bir defa,
Karşıdan da bir kadın gelirdi bu tarafa.
Bu kadın, o Server'e düşmanlık beslerdi pek.
Vardı hem kucağında yeni doğmuş bir bebek.
Kadın, Resulullah'ın geçerken tam yanından,
Büyük bir insan gibi konuştu bebek o an.
(Esselamu aleyke ya Resulallah!) dedi.
Resulullah durdu ve selama cevap verdi.
Sonra sual etti ki o küçücük bebeğe:
(Peygamber olduğumu nereden bildin öyle?)
Bebek, devam ederek yine konuşmasına,
Dedi ki: (Hak teâlâ bildirdi bunu bana.
Hazret-i Cebrail de yanımdadır şu saat.
İşaret etmektedir gösterip seni bizzat.
Ey Allah'ın Resulü, dua et benim için.
Cennete gittiğinde, ben olayım hizmetçin.)
Peygamber Efendimiz öyle dua edince,
Bebek bunu anlayıp, kapıldı bir sevince.
Tebessüm eyleyerek dedi: (Ya Resulallah!
Sen Allah'ın kulu ve Peygamberisin Vallah.
Ne mutlu o kula ki, etmiştir sana iman.
Ne yazık o kula ki, mahrumdur bu imandan.)
Allah'ın Resulüne bunları söyleyerek,
Teslim etti ruhunu sonra (Allah!) diyerek.
Kadın, kucağındaki bu küçücük bebekten,
Bunları dinleyince, insafa geldi hemen.
Kalbinde o Server'e beslediği düşmanlık,
Sevgi ve muhabbete dönüşmüş idi artık.
Kelime-i şehadet getirerek sonunda,
İmanla şereflendi Resulün huzurunda.
Dedi: (Ya Resulallah, küfürde geçti ömrüm.
Şimdi elhamdülillah zulmetten nura döndüm.)
Peygamber Efendimiz, onun bu imanına,
Sevinip, buyurdu ki o bahtiyar kadına:
(Sana müjde olsun ki, vazifeli melekler,
Senin için, Cennetten bir kefen getirdiler.)
O kadın, sevincinden (Allah!) dedi ve hemen,
Ruhunu teslim edip, ayrıldı bu âlemden.
Cenaze namazları kılınarak o ara,
Oğlu ile birlikte, konuldu bir mezara.
. Tek ok’un yaptığı iş
Peygamber-i zişanın her duası, anında,
Derhal kabul olurdu Hak teâlâ katında.
Mesela nişancıydı Sa'd bin Ebi Vakkas.
Ok atma hususunda, kazanmıştı ihtisas.
Zira dua etti ki ona Hakkın Habibi:
(Şaşmasın onun oku hedefinden ya rabbi!)
O, Uhud savaşında, her bir oku çekişte,
Diyordu ki: (Ya rabbi, bu, senin okun işte.
Senin düşmanlarına atıyorum bunları.
Sen isabet ettirip, helak et bu küffarı.)
Sa'd bin Ebi Vakkas hazretleri, hep o gün,
Düşmana ok atardı emri ile Resulün.
Fırlattığı her bir ok, isabet ediyordu.
Zira ona, o Server dua buyuruyordu.
Yine Uhud harbinde, birleşerek kâfirler,
Peygamber-i zişan'a doğru hücum ettiler.
O Server, Sa'dı görüp ve ona bağırarak,
Buyurdu: (Geri çevir onları ok atarak!)
Ve lakin tek bir oku mevcut idi o zaman.
Oku sadaktan çekip, düşmana attı o an.
Resulün emri ile onu atmış idi ki,
Ok, isabet ederek, devirdi bir müşriki.
Elini sadağına götürdü sonra yine.
Yok iken, bir ok daha geliverdi eline.
Çünkü Resulullah'ın duası vardı onda.
Oku alıp, yayına yerleştirdi o anda.
Atmadan, dikkatlice baktı Sa'd hazretleri.
Gördü ki, ilk attığı ok tekrar gelmiş geri.
Fırlattı aynı oku, müşrikler üzerine.
Müşriklerden birisi düşerek öldü yine.
Elini sadağına götürdü sonra hemen.
Bir ok daha çekti ki, aynı oktu gerçekten.
Onu dahi atarak öldürdü bir kâfiri.
Aynı ok, sadağına tekrardan geldi geri.
Sa'd bin Ebi Vakkas, o bir tek okla o gün,
Öldürdü çok kâfiri duasıyla Resulün.
Hatta Resulullah'ın mucizesi eseri,
Koca müşrik ordusu, püskürtüldü hep geri.
Bir gün de Resulullah, amcası oğlu olan,
Abdullah bin Abbas’a dua etti bir zaman:
(Ya rabbi, Abdullah'ı âlim yap dinde derin.
Sırrına vakıf eyle, hem Kur'an-ı kerimin.)
Resulün duasıyla Abdullah ibni Abbas,
İslami ilimlerde kazandı tam ihtisas.
Bilhassa tefsir ile hadis ilimlerinde,
Zamanının bir teki oldu kendi devrinde.
Sahabe ve tabiin, bu ilimlerde bizzat,
Onun yüksek ilmine ederlerdi müracat.
. Korkudan titriyordu
Bir gün, garip bir kişi gelmiş idi Mekke'ye.
O gün Ebu Cehil’e satmış idi bir deve.
Ebu Cehil kâfiri, deveyi aldı, ama,
Devenin bedelini vermiyordu adama.
Adam, bilemiyordu kime gideceğini.
Zira kim dinlerdi ki bu garibin derdini?
Beytullah'ın yanına gelmişti o arada.
Kureyş müşrikleri de toplanmıştı orada.
Dedi: (Ben buralarda kimseyi bilmiyorum.
Hakkımı alın ondan, çok rica ediyorum.)
Yabancı olduğunu anlayınca müşrikler,
Hiç de ilgilenmeyip, hem istihza ettiler.
Ona, Resulullahın evini göstererek,
Ve alaylı şekilde sinsi sinsi gülerek,
Dediler ki: (Şurada oturan biri vardır.
Ondan senin hakkını, ancak o kimse alır.)
O kişi sevinerek onların bu sözüne,
Gelip açtı derdini, Allah'ın Resulüne.
O Server buyurdu ki: (Gidelim şimdi hemen.
Senin alacağını alalım o kişiden.)
Geldiler Ebu Cehl'in hanesine o saat.
Peygamber Efendimiz, kapıyı çaldı bizzat.
Ebu Cehil, kapıda görünce o Server'i,
Titremeye başladı vücudunun heryeri.
Ve yalvaran bir sesle dedi ki: (Ya Muhammed!
Söyle, hemen yapayım bir emrin varsa şayet.)
Büyük bir vakar ile o Sevgili Peygamber,
Buyurdu: (Bu garibin hakkını getir de ver.)
(Hayhay!) deyip, hemence içeriye girerek,
Gelip verdi parayı, çok özür dileyerek.
Adam teşekkür etti Allah'ın Habibine,
Oradan ayrılarak, Kâbe’ye geldi yine.
Müşriklere dedi ki: (Size çok minnettarım.
Zira alacağımı o zatla gidip aldım.
Beni öyle birine göndermişsiniz ki siz,
Hakkımı aldı ondan bir söz ile, zahmetsiz.)
Onlar, birbirlerine bakarken şaşkın şaşkın,
Geldi Ebu Cehil de o sırada ansızın.
Dediler: (Muhammed'in sözüyle, az önce sen,
Yabancıya borcunu ödedin mi gerçekten?)
O (Ödedim) deyince, dediler: (Sen ne dersin?
Nasıl Onun sözüyle sen hareket edersin?)
Dedi: (Onun sözüyle ödedim, bu doğrudur.
Ve lakin ödemeye bıraktı beni mecbur.
Zira çıktım kapıya, baktım ki Muhammed var.
Ve yanında duruyor çok korkunç bir canavar.
Bana, bir düşman gibi bakıyordu o hayvan.
Eğer ödemeseydim saldıracaktı o an.)
. Üç defa yenmişti
Zaman-ı saadette Rekane adlı biri,
Vardı ki, müşrik olup kuvvetliydi ve iri.
Kiminle güreşseydi, yeniyordu muhakkak.
Çıkmazdı bir güreşten, asla yenik olarak.
Bir gün, koyunlarını güdüyorken sahrada,
Sevgili Peygambere rastladı o arada.
Kibirle seslendi ki Resule ta uzaktan:
(Sen mi ayırıyorsun halkı Lat ve Uzza’dan?)
Resulullah, az daha yaklaşıp sonra durdu.
Ve büyük bir vakarla (Evet, benim!) buyurdu.
O yine gururlanıp, dedi ki: (Beni dinle.
Gel öyleyse şurada güreşelim seninle.
Bakalım ki, hangimiz hangimizi yenecek?
Hangimizin tanrısı ona yardım edecek?)
O Server (Peki) deyip, Rekane'yi tuttu ve,
Havaya kaldırarak, anında vurdu yere.
Şaşırmıştı Rekane, güçlükle kalktı yerden.
Dedi ki: (Bu olmadı, güreşelim yeniden.)
O Server (Olur!) deyip, onu yine tutarak,
Bir daha yere vurdu havaya kaldırarak.
O, şaşkın vaziyette baktı Resulullah'a.
Dedi: (Bu da olmadı, güreşelim bir daha.)
Peygamber Efendimiz, yine kabul buyurdu.
Rekane'yi kaldırıp, bir daha yere vurdu.
Rekane perişandı, dedi ki: (Ya Muhammed!
Mabudun yardım etti, sen galip geldin, evet.
Lakin ne diyeceksin gidince şimdi halka?)
Buyurdu : (Doğrusunu diyeceğim mutlaka.)
Dedi: (Mümkün olmaz mı hakikati demesen?
Zira mahcub olurum yendiğini söylersen.)
O Server buyurdu ki: (Ama ben Peygamberim.
Bende yalan söz olmaz, ben hep doğru söylerim.)
Rekane çok şaşırıp, dedi ki: (Ya Muhammed!
Peygamberlik gücünle beni sen yendin elbet.
Sana ben, şu sürümden vereyim otuz koyun.
Bana galip gelmenin, mükafatı bu olsun.)
(Koyunu ne yapayım?) buyurunca o Server,
(Peki ne istiyorsun?) diye sordu bu sefer.
Buyurdu: (İman et ki, her şeyden daha önce,
Ebedi Cehennemden kurtulasın böylece.)
Dedi ki: (Bunun için mucize göster bana.)
O Server, bir ağacı davet etti yanına.
Ağaç emri dinleyip, huzura geldi hemen.
Resulullah'a doğru eğilerek hürmeten,
Fasih bir lisan ile dedi ki: (Ya Muhammed!
Sen, Allah'ın kulu ve Peygamberisin elbet.)
Rekane bunu görüp, imana geldi hemen.
Kurtardı kendisini ebedi Cehennemden.
. Gölgesi yere düşmezdi
Peygamber Efendimiz tebessüm ettiği an,
Sanki bir nur çıkardı dişleri arasından,
Aişe validemiz anlatır ki şöylece:
Kandilimizin yağı kalmamıştı bir gece.
Resulullah o akşam geldiğinde mescitten,
Işık olmadığını arz ettim Ona hemen.
Buyurdu: (Ya Aişe, bir ışık ister misin?
Ki, ona yağ ve fitil hiç de icab etmesin.)
Dedim: (Ya Resulallah, isterim, o nerde var?)
O zaman bana bakıp, tebessüm buyurdular.
O anda nur saçıldı dişleri arasından.
Aydınlandı hanemiz o nurun ziyasından.
Öyle ki, o ışıkta bazımız ip eğirdik.
Bazımız da iğneyle oturup dikiş diktik.
Yine Resulullah'ın vücudunun kokusu,
Miskten ve çiçeklerden güzel idi doğrusu.
Zira Ebu Hüreyre anlatıyor ki şöyle:
Bir gün fakir bir kimse, gelerek o Resule,
Dedi: (Ya Resulallah, bir kızım var ki benim,
O şimdi evlenecek, biraz yardım isterim.)
Ona buyurdular ki: (Ey kişi, bu aralık,
Benim dahi elimde yok bir şeyim dünyalık.
Yine de bir ihsanda bulunayım size ben.
Yarın, bana ufak bir şişe getir evinden.)
Ertesi gün, huzurda gördüm aynı kimseyi.
Verdi Resulullah'a elindeki şişeyi.
Resulullah, mübarek kolundan bir şey ile,
Terini sıyırarak doldurdu o şişeye.
Buyurdu ki: (Kızına, bu, benden hediyedir.
Bunu, esans olarak kullansın, pek güzeldir.)
O kadın, o kokuyu kullandı uzun zaman.
Daha güzel kokardı, o, misk ve her esanstan.
Yine Resulullah'ın mübarek gölgeleri,
Düşmezdi asla yere, bir mucize eseri.
Zira eğer düşseydi gölgesi yer yüzüne,
Belki düşebilirdi pis bir şey üzerine.
Yahut da kâfirlerden birisi, belki bir gün,
Gelip basabilirdi gölgesine Resulün.
Rabbimiz, Habibinin bedenini her şerden,
Nasıl korudu ise zararlı, pis şeylerden,
Onun gölgesini de korudu böyle yine.
Bu yüzden gölgesini düşürmedi zemine.
Çünkü O, çok seviyor Habib-i kibriya'yı.
Hep Onun şerefine yarattı bu dünyayı.
Nitekim bir ayette buyurdu ki Rabbimiz:
(Seni, rahmet olarak gönderdik âleme biz.)
Ve yine buyurdu ki: (Sen olmasaydın eğer,
Hiç bir şey yaratmazdım, olmazdı yer ve gökler.)
. Bir kılın hürmetine
Resulün kıymetini, insanlar değil yalnız,
Bütün hayvanat dahi bilirdi istisnasız.
Uçmadıkları gibi kuşlar Kâbe üstünden,
Onun üzerinden de uçmazlardı edebten.
Yine Peygamberimiz, Mirac'ta hem o gece,
Allahü teâlâya sual etti şöylece:
(Ya rabbi, Cebrail'e altıyüz kanat verdin.
Bunun mukabilinde bana ne ihsan ettin?)
Hak teâlâ cevaben Sevgili Peygambere,
Buyurdu: (Senin bir tek saç kılın, bana göre,
Cebrail’in altıyüz kanadına nazaran,
Daha çok kıymetli ve sevgilidir her zaman.)
Yine Halid bin Velid hazretlerinin dahi,
Bir başlığı var idi, pek çok değer verdiği.
Onu, hangi savaşta örtse idi o eğer,
Düşmanlarına karşı olurdu hep muzaffer.
Ve lakin o başlığı kaybedince o bir gün,
Oldu bunun yüzünden çok mükedder ve üzgün.
Dediler: (Kaybettiğin, bir başlık değil midir?
Öyle ise, bu kadar üzülmek peki nedir?)
Dedi ki: (Bu üzülmem, çok azdır bunun için.
Zira siz bilmezsiniz hikmetini bu işin.
O başlığın içinde, o Server’in saçından,
Bir mübarek kıl vardı, üzülmem işte bundan.
O başlık, hangi harpte bulunsaydı başımda,
Muzaffer oluyordum mutlak o savaşımda.
Bütün başarılarım, bundandır işte benim.
Kaybettim şimdi onu, nasıl üzülmeyeyim?)
Yine Resulullah'ın o mübarek cemali,
Nurluydu ondördüncü bir dolunay misali.
Hazret-i Aişe’nin evine geldi bir gün.
Bakıp güldü Aişe yüzüne o Resulün.
Ne için güldüğünü sual etti o Server.
Aişe validemiz izah etti bu sefer.
Dedi: (Ya Resulallah, bu gün bir elbiseyi,
Dikerken, düşürmüştüm elimdeki iyneyi.
Çok aradım ise de, bulamamıştım yine.
Sen içeri girince, bulundu şimdi iyne.
Öyle aydınlandı ki nurundan zira evim,
İyneyi, rahatlıkla gördüm ve alıverdim.)
Bunları arz edince Aişe validemiz,
Ağlamaya başladı Peygamber Efendimiz.
Sebebini sorunca, buyurdu ki o zaman:
(Ya Aişe, mahşeri hatırladım ben şu an.
Şöyle ki, ümmetimden o gün bazı kimseler,
Benim bu cemalimi hiç göremeyecekler.
İşte o ümmetimin halini hatırladım.
Onların durumuna üzüldüm de ağladım.)
. Kuru ağaçtan hurma
İbni Tiha adında vardı ki bir sahabi,
Resulullah, bu zatın ziyaretine gitti.
Hazret-i İbni Tiha, o Resulü görünce,
Kapıldı birdenbire bir neşe ve sevince.
Dedi: (Hak teâlâya olsun ki çok şükürler,
Resulullah gelerek, bize şeref verdiler.
Ve lakin ne yazık ki, Ona ikram edecek,
Şu anda evimizde, yoktur hiç bir yiyecek.)
Böyle çok üzülürken ev sahibi o zaman,
Resulullah, bahçede bir ağaç gördü o an.
Buyurdu: (Bu ağaçtan hurma toplamam için,
Bana, ey İbni Tiha müsade eder misin?)
Dedi: (Ya Resulallah, canım sana fedadır.
O, kurumuş bir halde duruyor çok zamandır.)
O Server, su isteyip birazını içtiler.
Kalanı, o ağacın dibine döktürdüler.
Ağaç kurumuş iken, meyve verdi bir anda.
Hurmaları toplayıp, yediler o arada.
Yine yahudilerden, genç birisi vardı ki,
Çok yakışıklı olup, güzeldi yüzü dahi.
İşte bu güzel yüzlü genç kişi, yine bir gün,
Gelmiş oturuyordu meclisinde Resulün.
Bir ayeti kerime gelmişti ki o ara,
O Server okuyordu onu müslümanlara.
Mealen: (Müminlere mükafat olaraktan,
Huriler verilecek Cennete girdiği an.)
Bu ayeti kerime, çok tesir etti gence.
Resulün huzuruna kalkıp geldi hemence.
Dedi: (İman edersem, bana dahi onlardan,
Bir tane verilir mi Cennete girdiğim an?)
Resulullah (Elbette!) buyurunca o gence,
(Sen kefil olur musun?) diye sordu hemence.
O Server buyurdu ki: (Bir tanesine değil,
Yetmiş tanesine de olurum sana kefil.)
Genç bu sözü alınca, imana geldi hemen.
Lakin az zaman sonra, vefat etti aniden.
Resulullah, o gencin namazını kıldılar.
Mübarek elleriyle sonra kabre koydular.
Dışarı, gecikerek çıktığında mezardan,
Terlemiş ve gömleği yırtılmıştı arkadan.
Sebebi sorulunca, buyurdu: (Kabre indim.
Vakta ki kendisini yerine tevdi ettim.
O anda yetmiş huri, Cennetlerin birinden,
Gelip, gencin başına üşüştüler hep birden.
Herbiri, daha yakın olmak için o gence,
Kendi aralarında çekiştiler bir nice.
Bu yüzden çok izdiham hasıl oldu mezarda.
Benim gömleğimi de yırttılar bu arada.)
. Kızın dirilmesi
Peygamber Efendimiz Kureyş’ten birisini,
Görüp, teklif eyledi imana gelmesini.
O dedi ki: (Müslüman bir komşum var ki benim,
Kızı vefat etti ve ben onu çok severdim.
Sen o kızı diriltir, çıkarırsan mezardan,
Senin nübüvvetine inanırım o zaman.)
Peygamber Efendimiz, o kimseyle beraber,
Vefat eden o kızın mezarına geldiler.
O Server, ismi ile kızı çağırdığında,
Kız dirilip, mezardan çıkıverdi anında.
Resulullah, o kıza sordu ki: (Sen, tekrardan,
Bu dünyaya dönmeyi ister misin oradan?)
Dedi: (Ya Resulallah, hayır, hiç arzu etmem.
Çünkü baba evimden daha rahat bu âlem.
Zira ben öldüğümde, anladım ki pek kati,
Müminin, dünyasından iyidir ahireti.)
Adam, bu mucizeyi gördü hayret ederek.
Derhal müslüman oldu şehadet getirerek.
Cabir bin Abdullah da, bir koyun kesip yine,
Allah'ın Resulünü davet etti evine.
Resulullah, bir kısım Eshabiyle geldiler.
(Yiyin, kemiklerini hiç kırmayın) dediler.
Bu emir üzerine Cabir bin Abdullah da,
Kemikleri, bir yere biriktirdi sofrada.
Mübarek ellerini daha sonra o Server,
Kemikler üzerine koyup dua ettiler.
O Resulün yaptığı dua bereketiyle,
Dirilip kalktı koyun Allah'ın kudretiyle.
İki gözü görmeyen bir ihtiyarı da yine,
Tutarak getirdiler Allah'ın Habibine.
Mübarek ellerini, bir defacık o Server,
O kimsenin görmeyen gözlerine sürdüler.
O seksenlik ihtiyar, bir anda görür oldu.
Hem öyle ki, iyneye iplik geçiriyordu.
Yine bir müslüman da, diyor ki: (Ben çocuktum.
Kaynar su dökülerek yanmış idi vücudum.
Babam bunu görünce, hiç vakit geçirmeden,
Resulün huzuruna götürdü beni hemen.
İki cihan Server'i, ellerini hafifçe,
Yanık olan yerlere dokundurdu sadece.
Sonra da şifa için, bana dua buyurdu.
Baktım ki o yanıklar, bir anda iyi oldu.)
Yine Ebu Talip’le, o Sevgili Peygamber,
Deve ile bir çölde gidiyordu beraber.
Amcası Ebu Talip, (Çok susadım) deyince,
Peygamber Efendimiz, yere indi hemence.
Mübarek ökçesiyle vurur vurmaz toprağa,
O anda serin bir su başladı fışkırmaya
. Öyle yağmur yağdı ki...
Bir zaman Medine'de, o Server-i kainat,
Hutbe okuyordu ki, ayağa kalktı bir zat.
Dedi: (Ya Resulallah, çok uzadı kuraklık.
Çocuklar ve hayvanlar ölüyor bir bir artık.
Yerdeki mahsuller de mahvoldu bu sebepten.
Dua buyurunuz da, kurtulalım bu dertten.)
O zaman Resulullah, el kaldırıp duaya.
Yalvardı yağmur için Allahü teâlâya.
O esnada havada buluttan yokken eser,
Toplanmaya başladı her taraftan bu sefer.
Çok geçmeden bir yağmur başladı ki hemence,
Üç gün, hiç fasılasız devam etti gün gece.
Üç gün sonra, o Server, yine hutbe okurken,
Yine o aynı şahıs ayağa kalktı hemen.
Dedi: (Ya Resulallah, çok şükür suya kandık.
Daha fazla yağarsa, mahvolacağız artık.)
O zaman Resulullah, tebessüm etti biraz.
Ellerini kaldırıp, eyledi dua, niyaz.
Dedi ki: (Şükrederiz ya Rabbi sana bundan.
Başka kullarına da ihsan et bu yağmurdan.)
O anda yağan yağmur kesildi birden bire.
Bulutlar dağılarak, güneş çıktı bu kere.)
Yine sahabilerden hazret-i Cabir dahi,
Anlatır ki: (Borçlarım çoğalmıştı bir hayli.
Üzülüp, bu durumu Resule verdim haber.
Biraz sonra, bahçeme teşrif etti o Server.
Ben o gün ağaçlardan hurmayı toplamıştım.
Ve bahçe ortasında, onu yığın yapmıştım.
Onlardan verecektim alacaklılarıma.
Lakin yetişmiyordu herbirine o hurma.
Buyurdu ki: (Gelsinler bütün alacaklılar.)
Gelene, o hurmadan verdik biz hakkı kadar.
Herbiri, haklarını alıp da gittiğinde,
Baktım, hurma yığını duruyordu yerinde.
. Niçin kabul etmediniz?
Sahabeden bir kadın, Sevgili Peygambere,
Hediye kabilinden bal gönderdi bir kere.
Peygamber Efendimiz, hediyeyi alarak,
Kabını, o kadına gönderdi boş olarak.
Lakin kap dolu geldi o kadının eline.
Üzüldü kadıncağız, geriye geldiğinde.
Bu üzüntü içinde, hiç vakit geçirmeden,
Gelip, Resulullah'a arz etti bunu hemen.
Dedi: (Bal göndermiştim bu gün size hediye.
Kabul olmadı mı ki, aynen geldi geriye?)
Peygamber Efendimiz buyurdu ki cevaben:
(Senin o hediyeni, alıp kabul ettim ben.
Geri gelen bal ise, ilahi bir nimettir.
Senin o hediyene verilen berekettir.)
Kadın, Resulullahtan bu cevabı alarak,
Geri geldi evine, çok sevinçli olarak.
Onu, çocuklarıyla yediler senelerce.
Yine de bir azalma hiç olmadı zerrece.
Ve lakin bir gün o bal, kabından alınarak,
Daha başka bir kaba konuldu yanılarak.
Çok zaman geçmedi ki, o günden itibaren,
Günden güne azalıp, bal tükendi tamamen.
Bunu haber alınca buyurdu ki o Server:
(Gönderdiğim o kapta dursaydı o bal eğer,
Onu, dünya durdukça yerlerdi de insanlar,
Yine de bir azalma olmazdı zerre kadar.)
Süleyman Nebi gibi, yine Server-i âlem,
Bilcümle hayvanların dilinden anlardı hem.
Ve Düldül ismindeki kendi katırına da,
(Yere çök!) buyurunca, çöküyordu o anda.
. Ay’ın ikiye ayrılması
Peygamber-i zişanın bir işareti ile,
Gökyüzünde dolunay, ayrılmıştı ikiye.
Velid ibni Mugire ve Ebu Cehil, bir gün,
Mübarek huzuruna gelerek o Resulün,
Dediler: (Hakikaten Peygambersen sen eğer,
Şu gökte duran Ay’ı, ikiye ayırıver.)
Onlara buyurdu ki Peygamber Efendimiz:
(Eğer bunu yaparsam, iman eder misiniz?)
Müşrikler, cevabında hemen (Evet) deyince,
Peygamber Efendimiz, dua etti hemence.
Ayın ondördü olup, Ay, yuvarlak idi tam.
Geldi halkın içine Resul aleyhisselam.
Mübarek parmağıyla işaret eyleyince,
Ay ikiye ayrıldı mucize gereğince.
Bir müddet öyle durup, sonradan birleştiler.
Bu hale, gözleriyle şahid oldu müşrikler.
Bir kaçının ismini söyleyip Resul o an,
Buyurdu: (Şahid olun, ey filan ve ey filan!)
Sonra, müslümanlara seslenip bizatihi,
Buyurdu: (Ey müminler, şahid olun siz dahi!)
Müşrikler, mucizeyi gördüler de aşikâr,
Yine inatlarından ettiler onu inkâr.
Dediler: (Muhammed'in sihridir bu da artık.
Zira kabul eder mi bunu akıl ve mantık?
Eğer bu, Muhammed'in bir sihri değil ise,
Her yerden görülmüştür o zaman bu hadise.
Başka yerlerden gelen insanlara soralım.
Onlar da görmüş müdür, bunu araştıralım.
Ay’ın bölündüğünü onlar da görmüş ise,
Deriz ki sihir değil, gerçektir bu hadise.)
Onlar, aralarında konuşup böyle hemen,
Bunu araştırmaya başladılar acilen.
Dışarıdan Mekke'ye gelenlere sordular.
Dışarıya adamlar gönderip sordurdular.
Her kime sordularsa onlar bu hadiseyi,
Hepsi, gördüklerini söylediler bu şeyi.
Hep ittifak halinde dediler ki şöylece:
(Evet, ay iki parça olmuştu filan gece.
Ayın ondördü olup, tam tepsi gibiydi ay.
Hadiseyi o gece gördük biz gayet kolay.)
Her kime sordularsa bu şeyi o müşrikler.
Herbirinden, hep aynı cevabı işittiler.
Ama inkâr ettiler yine bu mucizeyi.
Halbuki gözleriyle görmüşlerdi bu şeyi.
İnkârcıların başı, Ebu Cehil’di yine.
Başladı ifsad eden inkârcı sözlerine.
Dedi: (Ebu Talib'in yetiminin bu sihri,
Başladı yerden sonra, göklere de tesiri.)
. Kütüğün ağlaması
O Server’in mescidi, ilk inşa edilince,
Hutbe okumak için bir minber yoktu önce.
Peygamber Efendimiz, hutbe okumak için,
Bir hurma kütüğüne dayanıyordu ilkin.
Bu hurma kütüğünün, (Hannane) idi adı.
Cansız idi o ama, Resulün aşıkıydı.
Sonra, üç basamaklı bir minber yaptırarak,
Oradan okudular hep devamlı olarak.
Lakin ilk seferinde, oldu ki bir hadise,
Buna şahid oldular Eshaptan çoğu kimse.
Şöyle ki, Cuma günü olunca vakit tamam,
Toplandı o mescitte, cümle Eshab-ı kiram.
Hutbe okumak için, nihayet Resulullah,
Yine minberlerine çıkmışlardı ki, nagah,
Eskiden dayandığı kuru hurma ağacı,
İnlemeye başladı o anda acı acı.
Bir hamile devenin ağlayışı gibi hem,
Seslice ağlıyordu, hüzünlü ve pür elem.
Cümle Eshab-ı kiram, mescit içerisinde,
İşittiler bu sesi bir şaşkınlık içinde.
Evet, hurma kütüğü ağlayıp inliyordu.
Cümle sahabiler de bu sesi dinliyordu.
Hayret içerisinde kalmıştı o an herkes.
Zira kesilmiyordu bu inilti ve bu ses.
O zaman Resulullah, inerek minberinden,
O hurma kütüğünün yanına geldi hemen.
Mübarek elleriyle okşayınca bir müddet,
Kütüğün ağlaması kesildi en nihayet.
Eshap, kuru kütüğün Resulullaha olan,
Bu aşkını görünce, ağladı hepsi o an.
Hatta yemin ederek buyurdu ki o Server:
(İnip de o kütüğü okşamasaydım eğer,
Bana karşı duyduğu hasret ile böylece,
Ta kıyamete kadar ağlardı gün ve gece.)
Sonra da, o kütüğe dönerek Fahr-i âlem,
Teselli etmek için buyurdu ki ona hem:
(İster seni dikeyim, bahçedeki yerine.
Tekrardan dal budak sal, gel önceki haline.
İstiyorsan dikeyim, Cennete ebediyen.
Yesin Allah dostları senin meyvelerinden.)
Kütük dile gelerek, arz etti dileğini.
Dedi: (Ya Resulallah, Cennete dikin beni.
Hiç çürümeyeceğim bir yere gideyim ben.
Ve Allahın dostları yesin meyvelerimden.)
Resul ve yanındaki Sahabenin cümlesi.
Gayet açık olarak işittiler bu sesi.
Sonra Eshaba dönüp, o Habib-i kibriya,
Buyurdu: (Tercih etti, ahireti dünyaya.)
. Taşlar tesbih ederdi
Resulullah islamı ilk tebliğ ettiğinde,
Bir müşriki gördü ki, bir put vardı elinde.
Ona buyurdular ki: (O tuttuğun put senin,
Benimle konuşursa, imana gelir misin?)
Adam, hayret içinde dedi ki: (Ya Muhammed!
Ben buna, elli yıldır ediyorum ibadet.
Lakin konuştuğunu hiç görmedim bu putun.
Seninle konuşması mümkün müdür hiç bunun?)
Resulullah, o puta hitab edip o zaman,
Buyurdu ki: (Ben kimim, açıkça eyle beyan!)
Puttan bir ses geldi ki gayet fasih olarak:
(Sen, Allah'ın kulu ve Resulüsün muhakkak.)
Putundan bu sözleri duyunca müşrik o an,
Şehadeti getirip, severek etti iman.
Kureyş müşriklerinden birisi, yine bir gün,
Mübarek huzuruna gelerek o Resulün,
Dedi ki: (Söylüyorsun Peygamber olduğunu.
Ben nereden bileyim bunun doğruluğunu?)
Ona buyurdular ki Resul aleyhisselam:
(Şu hurma ağacının salkımını çağırsam,
O, emrimi dinleyip yanıma gelse şayet,
Peygamber olduğuma eder misin şehadet?)
Bu sual karşısında, adam kaldı hayrette.
Dedi: (Öyle olursa, inanırım elbette.)
O zaman o salkıma hitab edip o Server:
(Yanıma gelir misin!) diyerek seslendiler.
O esnada o salkım, ağacından koparak,
Geldi Resulullah'ın yanına hoplayarak.
Yine Peygamberimiz bir çayırda giderken,
(Ya Resulallah!) diye, bir nida duydu birden.
O tarafa bakınca, bağlı bir geyik gördü.
Hemen yanıbaşında bir adam uyuyordu.
Geyik dile gelerek, dedi: (Ya Resulallah!
Bu avcı, üç gün önce avladı beni nagah.
Fakat benim ilerde, üç tane yavrum vardır.
Şimdi onlar acıkmış, beni arıyorlardır.
Beni sal, gidip hemen onları emzireyim.
Herbirini doyurup, yine geri geleyim.)
Resulullah salınca, koştu yavrularına.
Emzirip, geldi yine o Server’in yanına.
O an avcı uyanıp, Resulü gördü hemen.
Dedi: (Ya Resulallah, bir arzun var mı benden?)
O zaman Resulullah buyurdu ki: (Ey avcı!
İstersen bu geyiği azad et, ona acı.)
(Peki ya Resulallah) diyerek avcı hemen,
Geyiğin bağlarını çözüverdi tamamen.
Geyik, sevinç içinde giderken sıçrayarak,
Şehadet söylüyordu gayet açık olarak.
. Sen şehid olacaksın
O Server, hem maziye, hem istikbale ait,
Haberler veriyordu Eshaba bazı vakit.
Muaz ibni Cebel’i, mesela Fahr-i cihan,
Yemene göndermişti vali diye bir zaman.
Ve ona buyurdu ki: (Git Allah'ın izniyle.
İnşallah ahirette buluşuruz seninle.)
Hakikaten hazret-i Muaz ile o Server,
Bu dünyada, bir daha hiç görüşemediler.
Yine sahabilerden, Kays ibni Semmas’a da,
Buyurdu ki: (Sen şehid olursun bir savaşta.)
O günden itibaren yıllar geçti aradan.
Hazret-i Ebu Bekir halifeyken bir zaman,
Yemame savaşına katılıp bu sahabi,
Şehid oldu Resulün buyurdukları gibi.
Yine Peygamberimiz, etseydi her ne dua,
O, kabul oluyordu Hak teâlâ katında.
Ümmü Hiram adında vardı ki bir hanım zat,
Süt teyzesi olurdu Resulün hem de bizzat.
Medine'de bir evi var idi bu hatunun.
Sık sık ziyaretine giderdi Resul onun.
Yine bir gün o Server, o haneye vardılar.
Ve bir müddet uyuyup, gülerek uyandılar.
Hazret-i Ümmü Hiram, Resulün bu halini,
Görünce, merak edip sordu şu sualini:
Dedi: (Ya Resulallah, uyudunuz kalktınız.
Lakin sebep neydi ki, gülerek uyandınız?)
Buyurdu ki: (Rüyamda, bazısı ümmetimden,
Gazaya giderlerdi, gemilerle denizden.)
Dedi: (Ya Resulallah, dua buyur bana da,
Ben dahi bulunayım onlarla o gazada.)
Ricasını kırmayıp buyurdu: (Ya ilahi!
O deniz seferinde bulundur bunu dahi.)
Bu hadiseden sonra, yıllar geçti aradan.
Hatta Resul-i ekrem göç etti bu dünyadan.
Ve hazret-i Osman’ın o zaman emri ile,
Bir sefer düzenlendi Kıbrıs’a gemilerle.
Buna, Ümmü Hiram da iştirak eylemişti.
Çünkü Resul-i ekrem, ona dua etmişti.
O an, bulunuyordu seksenaltı yaşında.
Şehid olmak isterdi bu deniz savaşında.
Ulaştı mücahidler Kıbrıs'a çok geçmeden.
Rumlarla çok şiddetli cenk başladı peşinden.
Ümmü Hiram, çok yaşlı olduğu halde o gün,
Savaştı aslan gibi, himmetiyle Resulün.
Onun hali, herkesi düşürürdü hayrete.
Gençler onu gördükçe gelirlerdi gayrete.
Ve lakin Larnaka da, atı tökezlenerek,
Düştü ve şehid oldu, en son (Allah!) diyerek.
. Ağaçlar selam aldı
Abdullah bin Abbas’ın annesini, o Server,
Görerek, kendisine verdi şöyle bir haber:
Buyurdu ki: (Ey hatun, çok yakında senin bir,
Oğlun olacaktır ki, doğunca bana getir.)
Çok geçmeden bir oğlu olmuştu hakikaten.
Alıp, Resulullah'a getirdi onu hemen.
Resulullah, çocuğu aldı ondan severek.
Buyurdu: (Halifeler babasıdır bu bebek.)
Buna vakıf olunca hazret-i Abbas dahi,
Gitti Resulullah'ın yanına bizatihi.
Dedi: (Ya Resulallah, oğlumuzun hakkında,
Halifeler babası dediniz mi yakında?)
Buyurdu ki: (Ya Abbas, söyledim öyle, evet.
Çünkü halifelerin babasıdır o elbet.)
Velhasıl Resulullah nasıl buyurdu ise,
Hakikaten aynıyle vuku buldu hadise.
Abbasi devletinin zira her halifesi,
Abdullah bin Abbas’ın soyundan geldi hepsi.
Yine nakledilir ki Aliyyül Mürteza’dan:
Çağırdı Resul beni huzuruna bir zaman.
Ve bana buyurdu ki: (Ya Ali, bin devene.
Zira kadı olarak gideceksin Yemen'e.)
Dedim: (Ya Resulallah, baş üstüne ve lakin,
Bu hususta, size bir arzı var bu fakirin.
Şöyle ki, görmüyorum kendimi buna ehil.
Zira henüz çok gencim, ilmim de kâfi değil.)
O zaman Resulullah, mübarek elleriyle,
Göğsümü sıvazlayıp buyurdular ki şöyle:
(Ya rabbi, sen Ali'ye ihsan et ilim, hikmet.
Ve bu vazifesinde ver ona tam ehliyet.)
Sonra da saadetle buyurdu ki: (Ya Ali!
Haydi git, zira seni bekliyor o ahali.
Müslüman olmayanlar varsa da içlerinde,
Onlar da iman eder, seni gördüklerinde.
Ya Ali, sen Yemen'e varmadan biraz evvel,
Bir tepe üzerinden geçeceksin muhtemel.
O tepeye varınca, görürsün ki o ara,
İnsanlar, senin için dökülmüşler yollara.
O zaman nida et ki: Ey ağaçlar, ey taşlar!
Allah'ın Resulünün size selamları var.)
(Baş üstüne) diyerek çıktı yola velhasıl.
Buyurulan tepeye nihayet oldu vasıl.
Resulün selamını söyleyince o dağda,
Bir anda kopuverdi bir uğultu, dağdağa.
Ne kadar taş ve ağaç var ise dağda eğer,
Resulün selamını aldılar hep beraber.
Kâfirler görür görmez Ondan bu kerameti,
Derhal iman ettiler, getirip şehadeti.
. Üç dua
Peygamber Efendimiz, Sahabe-i kiramdan,
Enes bin Malik için dua etti bir zaman.
Buyurdu ki: (Ya rabbi, çoğalt bunun malını.
Ömrünü uzun edip, affet günahlarını.)
Bu dua sebebiyle Enes hazretlerinin,
Çoğaldı malı mülkü ve gayet oldu zengin.
Ağaçları, bağları meyve verdi her sene.
Yüz çocuk ihsan etti Rabbimiz kendisine.
Ömrünün sonlarında, yüz oldu yaşı dahi.
Rabbine yalvararak, dedi ki: (Ya ilahi!
Habibinin, hakkımda ettiği üç duadan,
İkisi kabul oldu, hamdolsun sana her an.
Geriye üçüncüsü, son dua kaldı ancak.
Yani günahlarımın affı nasıl olacak?)
O esnada, gaibden duyuldu şöyle bir ses:
(Onu da kabul ettik, sen üzülme ya Enes!)
Yine sahabilerden Malik bin Rebia’ya,
Bakarak, kendisine eyledi hayır dua.
Evlatları hakkında buyurdu ki: (İlahi!
Bereketli kıl bunun evlatlarını dahi.)
Yine bu duası da indallah oldu kabul.
İhsan etti Rabbimiz ona da seksen oğul.
Yine sahabilerden Urve ibni Cud için,
Buyurdu ki: (Kazançlı olsun senin her işin.)
Bu kişi, ticaret ve alışveriş yapardı.
Bu dua sebebiyle kazancı pek çok arttı.
Bir gün de, kerimesi Fatıma’yı görmüştü.
Lakin onun haline, bakarak üzülmüştü.
Zira benzi, açlıktan sararmıştı o anda.
Elini omuzuna götürüp etti dua.
Buyurdu ki: (Ya rabbi, ey açları doyuran!
Kızım Fatıma'yı da aç koyma hiç bir zaman.)
O anda Fatıma'nın can geldi bedenine.
Ve hiç açlık çekmedi o günden sonra yine.
Yine Peygamberimiz, Acem padişahına,
Bir mektup göndererek, davet etti imana.
Lakin o, okuyunca huzuru kaçtı birden.
Ve mektubu yırtarak, yere attı kibrinden.
Allah'ın Resulüne ulaşınca bu haber,
Çok üzüldü bu hale o Sevgili Peygamber.
Dedi: (O, mektubumu parçaladığı gibi,
Sen de onun mülkünü yırt, parçala ya rabbi!)
Çok geçmemiş idi ki aradan fazla zaman,
Hançerlendi bir gece, öz oğlu tarafından.
Ve hazret-i Ömer'in hilafetinde ise,
O ülke fethedilip, tamamen geçti bize.
Yani Hüsrev Perviz’in mülkü de, kendi gibi,
Parçalanıp yok oldu, kalmadı izi dahi.
. Ateş kuyusu
Resulullah, islamın ilk geldiği yıllarda,
Emr-i maruf yapardı halka çarşı pazarda.
Hakem bin As adında bir müşrik de, ardından,
Gelir ve taklidini yapardı çoğu zaman.
Bir gün yine görünce Allah'ın Resulünü,
Arkasından giderek, buruşturdu yüzünü.
O, tam böyle yaparken kaş göz işaretleri,
Peygamber Efendimiz, o anda döndü geri.
Onun çirkin halini görür görmez o Server,
Buyurdu ki: (Devamlı bu şekilde kalıver.)
O anda yüzü gözü, oynak vaziyetteydi.
Kala kaldı öylece ve asla düzelmedi.
Yine Resulullahı, Hak teâlâ her zaman,
Korurdu düşmanların zarar ve ziyanından.
Bir zaman Ebu Cehil, büyükçe bir taş aldı.
Beytullaha gelerek, beklemeye başladı.
Maksadı, Resulullah oraya geldiğinde,
Başına vurmak idi secdeye indiğinde.
Az sonra Resulullah, teşrif etti ve hemen,
Namaza duruverdi orada beklemeden.
Kalktı hemen o kâfir, elinde koca bir taş.
Resulün arkasından yaklaştı yavaş yavaş.
Az sonra Resulullah, secdeye vardığında,
Daha da ilerleyip, durdu hemen ardında.
Ve o taşı kaldırıp, vuracaktı ki, birden,
Bir telaşa kapılıp, o taş düştü elinden.
Bir şeyden korkmuş gibi titriyordu elleri.
Geri dönüp, süratle terk eyledi o yeri.
Kâfirler merak edip, sordular ona hemen:
(Niçin taşı vurmayıp, geri kaçtın o yerden?)
Dedi ki: (Hiç sormayın, yaklaşınca yanına,
Koskoca bir ejderha hücuma geçti bana.
Öyle çok heybetli ve büyüktü ki hem başı,
Ondan korkup, düşürdüm elimdeki o taşı.
Görmedim ben ömrümde öyle korkunç bir hayvan.
Elimde olmaksızın firar ettim oradan.)
Bir gün de Ebu Cehil, sordu ki kâfirlere:
(Muhammed, namaz için gelecek mi bu yere?)
Onlar (Evet) deyince, dedi ki: (Çok geçmeden,
Şu bıçakla, işini bitireceğim hemen.)
Ertesi gün o Server, namaza durdu gelip.
O, gitti arkasından gizlice ilerleyip.
Bıçağını kaldırıp vuracaktı ki, birden,
Bir korkuya kapılıp, firar etti o yerden.
(Ne için kaçtın?) diye ona sorduklarında,
Dedi: (Ateş kuyusu hasıl oldu anında.
Birileri, üstüme saldırıyordu, gördüm.
Korkup, hemen acele oradan geri döndüm.)
. Seni kim kurtarır?
Peygamber Efendimiz yine günün birinde,
Yalnızca yatıyordu bir ağacın dibinde.
O ara müşriklerden Da'sur adında biri,
Baktı, tenha yerdedir Allah'ın Peygamberi.
Bu müşrik, çok kuvvetli bir pehlivandı yine.
Geldi ses çıkarmadan o ağacın dibine.
Sonra da kılıcını, çekip hemen belinden,
Dedi ki: (Kim kurtarır seni benim elimden?)
Peygamber Efendimiz, soğukkanlı bir tavır,
Alarak, buyurdu ki: (Beni,Rabbim kurtarır.)
O esnada Cebrail görünüp birdenbire,
O müşrikin göğsüne vurarak yıktı yere.
Elindeki kılıç da, yere düştü fırlayıp.
Peygamber Efendimiz, kılıcı yerden alıp,
Müşrikin boğazına dayadı sonra birden.
Buyurdu: (Kim kurtarır seni benim elimden?)
O, yalvaran gözlerle bakıp Resulullaha,
Dedi ki: (Senden başka bir kimse yoktur daha.)
Peygamber Efendimiz, merhamet etti yine.
Buyurdu ki : (Serbestsin, haydi kalk, git evine!)
Müşrik, bu merhameti görüp çok duygulandı.
Peygamber olduğuna pek yakinen inandı.
Kelime-i şehadet getirip sonra hemen,
İmanla şereflenip, oldu sahabilerden.
Ve yine iki müşrik, Amir ve Erbed diye,
Vardı ki, bunlar birgün geldiler Medine'ye.
Gayeleri, Resulü öldürmekti ki hemen,
Plan hazırladılar bunun için evvelden.
Amir, Resulullah'ın önüne gelecekti.
Ve iman ettiğini Ona söyleyecekti.
O esnada Erbed de, arkadan gelip hemen,
Yaklaşıp, kılıcını vuracaktı aniden.
Nihayet Amir geldi, önden tevazu ile.
Müslüman olduğunu arz eyledi Resule.
Erbed de, arkasından yaklaştı o Server'in.
Bir türlü kılıcını vuramıyordu lakin.
Amir, ona gözüyle işaret ediyordu.
(Haydi, ne duruyorsun, vur!) demek istiyordu.
Resulullah anlayıp, buyurdu ki o zaman:
(Korudu Rabbim beni, sizin zararınızdan.)
Oradan ayrılıp da geri geldiklerinde,
Amir, arkadaşına sordu merak içinde.
Dedi: (Ne konuşmuştuk, sen sözünde durmadın.
Niçin ben konuşurken, sen kılıçla vurmadın?)
Dedi ki: (Ne yapayım, ben kılıcı, kaç kere,
Vurmak istedimse de, sen girdin ara yere.
Seni, Onun yerinde görüyordum her sefer.
Seni öldürecektim vurmuş olsaydım eğer.)
. Kuş ve ayakkabı
Bir gün Peygamberimiz, abdest aldı sahrada.
Ve ayakkabısını giyeceği sırada,
Yukardan bir kuş gelip, bir tanesini aldı.
Ve o ayakkabıyla birlikte havalandı.
Resulullah o kuşa bakıyorken, bu kere,
Ayakkabı içinden bir yılan düştü yere.
Sonra da o pabucu, kuş getirip tekrardan,
Aldığı yere koyup, uzaklaştı oradan.
Yine Peygamberimiz, gazalarda, çöllerde,
Bilhassa tehlikeli zaman ve mahallerde,
Kendini muhafaza etmek için düşmandan,
Bekçi ve muhafızlar koyardı çoğu zaman.
Ne zaman ki bir âyet inince o Server’e,
Artık lüzum kalmadı muhafız kimselere.
Zira buyuruldu ki o ayette mealen:
(Seni, Allah hıfzeder insanların şerrinden.)
Yine Resulullah'ın mübarek bedenine,
Değen bir şey, yanmazdı, ateşe girse bile.
Ve nitekim Enes bin Malik’in bir mendili,
Vardı, Resulullah'ın hediye eylediği.
O mendil kirlenince, ateşe atıyordu.
Kirleri temizlenip, kendisi yanmıyordu.
Selman-ı Farisi de, önce mecusi iken,
Sonunda iman edip, oldu sahabilerden.
O der ki: Bir isevi âlimi, bana bir gün,
Şu üç alametini bildirmişti Resulün:
(Sadaka almaz ama, kabul eder hediye.
Sırtında bir ben vardır, mühr-ü nübüvvet diye.)
Ben bunu öğrenince, bir miktar hurma aldım.
Gidip, Resulullah'ın huzurlarına vardım.
Dedim: (Bu sadakadır, lütfen kabul ediniz.
Arkadaşlarınızla beraberce yiyiniz.)
Eshabını çağırıp, buyurdu: (Yiyin bundan.)
Ve lakin hiç yemedi kendisi o hurmadan.
Bu, birinci delildi Peygamber olduğuna.
Az hurma daha alıp, vardım huzurlarına.
O bir avuç hurmayı çıkarıp takdim ettim.
Dedim ki: (Bu hurmalar, hediyedir efendim.)
Çağırdı Sahabeyi huzuruna bu sefer.
Ve yedi kendisi de Eshabiyle beraber.
Yirmibeş tane idi o hurmalar vallahi.
Çekirdekleri saydım, fazlaydı bin’den dahi.
Ertesi gün, Resulün yanına gittim yine.
O ise gidiyordu bir mevtanın defnine.
Mühr-ü nübüvveti’ni görmekti arzum o gün.
Bu niyetle yanına yaklaştım o Resulün.
Muradımı anlayıp, kaldırdı gömleğini.
Görmekle şereflendim Mühr-ü nübüvvetini.
. Katırcının ihaneti
Peygamber Efendimiz Medine'de bir ara,
Mektup yazıp gönderdi bazı hükümdarlara.
Lakin bu mektupları götüren sahabiler,
O yerlerin dilini hiç bilmiyor idiler.
Ama Resulullah'ın bir mucizesi ile,
Hep aşina oldular herbirisi o dile.
Hatta o topraklara basar basmaz ilk ayak,
O dili konuştular bir mucize olarak.
Yine Zeyd bin Harise hazretleri, bir kere,
Kira ile katırcı tutup çıktı sefere.
Ve lakin o katırcı, ona edip ihanet,
Öldürmek isteyince, istedi biraz mühlet.
Ve orada kılarak iki rekat bir namaz,
Allahü teâlâya eyledi şöyle niyaz:
(Resulün hürmetine ya ilahel âlemin!
Bu zalimin şerrinden sen beni eyle emin.)
O esnada oraya, biri girdi aniden.
Katırcıyı, kılıçla öldürdü vurup hemen.
Buna, Zeyd bin Harise memnun oldu bir nice.
Ona, kim olduğunu sual etti hemence.
O ise cevabında dedi ki: (Ben meleğim.
Sen dua ettiğinde, yedinci kat gökteydim.
Vakta ki dua ettin Resulün hatırına.
Rabbimizin emriyle yetiştim yardımına.)
Yine Resulullah'ın sevgili Eshabından,
Sefine hazretleri var idi ki o zaman,
Bir gazaya giderken bu sahabi, bir ara,
Ordudan ayrılarak, esir düştü rumlara.
Sonra, bir fırsatını bulup kaçtı oradan.
Ve islam ordusunu aradı hiç durmadan.
Bir gün gidiyordu ki çok ıssız bir alanda,
Koca bir arslan çıktı karşısına o anda.
Tam saldıracaktı ki kendisine o arslan,
Hayvana, şu şekilde hitab etti o zaman:
(Ben, Peygamberimizin hizmetçilerindenim.
Onun askerleriyle bir gazaya giderdim.
Biraz ayrılmıştım ki ordumuzdan bir ara,
Tenhada yalnız kalıp, esir düştüm rumlara.
Şimdi ise kurtulup, ordumu arıyordum.
Bir an önce onlara yetişeyim diyordum.)
Arslan, Resulullah'ın ismini işitince,
Durdu ve insan gibi mahcub oldu bir nice.
Yüzünü ve gözünü sürerek ona hatta,
Sanki özür diledi kendisinden adeta.
Düşmandan kendisine herhangi zarar, ziyan,
Erişmesin diye de ayrılmadı yanından.
Ne zaman ki göründü islam mücahitleri,
O zaman kendisinden ayrılıp gitti geri.
. Kırma dediler, ama...
Osman ibni Affan’ın şehid edildiği gün,
Bir mucizesi daha gerçekleşti Resulün.
Nitekim bir isyancı, intikam hırsı ile,
Ve hazret-i Osman'a olan düşmanlığıyle,
Doğruca hanesine gitti o Halifenin.
Girip, her tarafına göz gezdirdi hanenin.
Maksadı, eşyasına vermekti zarar, ziyan.
O esnada köşede bir asa gördü o an.
O Server, bu asa’yı kullanıp sonra yine,
Hediye etmişlerdi Osman-ı zinnureyn'e.
Bu asa’yı görünce, gidip aldı o bedbaht.
Dizine karşı verip, kırmayı etti murad.
Ve lakin başkaları, onu ikaz ettiler.
(Resulün asasıdır, sakın kırma!) dediler.
O yine bu asa’yı, karşı verip dizine,
Ona düşmanlığından, sonunda kırdı yine.
Ve lakin o dizinde, geçmeden fazla zaman,
Şirpençe hastalığı zuhur etti sonradan.
Bu dertten çok ızdırap ve acı çekti gayet.
Ve aynı hastalıktan, ölüp gitti nihayet.
Ebu Katade’nin de, Uhud cenginde yine,
Gözü çıkıp düşmüştü, yanağı üzerine.
Onu, o vaziyette Resule ilettiler.
Onun çıkan gözünü, tutup aldı o Server.
Ve mübarek eliyle yerleştirip yerine,
Buyurdu ki: (Ya rabbi, şifa ver bu gözüne.)
Dua bereketiyle o anda gözü gördü.
Hatta diğer gözünden, daha iyi görürdü.
. Sağ elinle ye!
Kim yalan konuşsaydı Resule karşı eğer,
Muhakkak cezasını çekerdi o kimseler.
Nitekim bir hayasız, o devirlerde bir gün,
Sol elle yemek yerdi huzurunda Resulün.
Peygamber Efendimiz, o zaman o kimseye,
Buyurdu ki: (Ey kişi, daima sağ elle ye!)
O, yalan söyleyerek, o Resule cevaben,
Dedi: (Yiyemiyorum sağ elimle ama ben.)
Resulullah, bir daha (Sağ elle ye!) buyurdu.
O, (Mümkün değil) deyip, yine yalan uydurdu.
Peygamber-i zişan'a yalan söylediğinden,
Artık o, sağ el ile yiyemez oldu birden.
Ve hatta istese de, yine yiyemiyordu.
Çünkü asla sağ eli, ağzına gitmiyordu.
Peygamber Efendimiz, bir kimse için yine,
Eğer dua etseydi, o gelirdi yerine.
İşte Ebu Hüreyre, bu babta diyor ki hem:
İmana gelmemişti önceleri validem.
Ne kadar uğraştıysam, hiç fayda vermemişti.
Ne yolu denediysem, asla kâr etmemişti.
Bazan yumuşaklıkla, bazan da sert söyledim.
Olmayınca, son çare Resulullah'a geldim.
Dedim: (Ya Resulallah, anneme dua buyur.
Hak teâlâ, kalbine versin hidayet ve nur.)
Merhamet buyurarak, el kaldırıp o zaman,
Dua buyurdular ki, validem etsin iman.
Ben buna çok sevinip, ayrıldım o Resulden.
Büyük bir ümit ile anneme gittim hemen.
Yanına varmak için sabırsızlanıyordum.
İmana geldiğini görür müyüm? diyordum.
Bunları düşünerek eve vardım böylece.
Kapıyı çaldımsa da, açılmadı hemence.
Gayet sabırsızlanıp, kapıyı tekrar çaldım.
Yine açılmayınca, bir hayli meraklandım.
Ben böyle bekliyorken, kapıya geldi annem.
Şehadet söylüyordu açarken kapıyı hem.
Dedi ki: (Biraz önce, otururken şurada,
Kalbim birden değişip, yumuşadı bir anda.
Yani islama karşı, bende bir meyil oldu.
Kalbim, Resulullah'ın muhabbetiyle doldu.
İçimden abdest almak ihtiyacını duydum.
Sen kapıya vururken, ben abdest alıyordum.)
Ben bunları duyunca, ağladım sevincimden.
Hemen birbirimize sarıldık bu sevinçten.
Resulullah'a gittim daha sonra ben yalnız.
Dedim: (Elhamdülillah, kabul oldu duanız.)
Peygamber-i zişan da, buna çok sevindiler.
(Sonsuz şükürler olsun Rabbimize) dediler.
. Bir avuç un
Enes bin Malik der ki: Resul aleyhisselam,
Medine'ye gelince, yaşım sekiz idi tam.
Validem Ümmü Süleym, bir gün biraz un bulmuş.
Komşudan da süt alıp, ikisini yuğurmuş.
Pişirip, sonra bana dedi ki: (Git hemence.
Babanı çağır gelsin, yiyelim beraberce.)
(Peki) deyip, mescide koşuverdim anında.
Baktım, babam oturmuş Resulün tam yanında.
Ben, Peygamberimizi görür görmez ansızın,
Doğruca Ona vardım, elimde olmaksızın.
Dedim: (Ya Resulallah, yemek yaptı validem.
Sizi yemek yemeye çağırıyor şimdi hem.)
O Server seslendi ki cümle cemaatine:
(Kalkın, Ümmü Süleym'in gidelim davetine!)
Derhal Resulullahla birlikte o topluluk,
Yürüyüp, bizim eve az sonra vasıl olduk.
Resulullah sordu ki hem babama bakarak:
(Neler hazırladınız bize yemek olarak?)
Babam arz eyledi ki: (Bilmiyorum Vallahi.
(Dünden beri, hiç bir şey yemedim kendim dahi.)
Peygamber Efendimiz buyurdu: (İyi ama,
Zevcen çağırmadı mı şimdi bizi taama?)
Babam içeri geçip, sordu bunu annemden.
Gelip, Resulullah'a arz etti şöyle hemen:
(Hanımımın eline, biraz un geçivermiş.
Biraz da süt bularak, hamur edip pişirmiş.)
Babam böyle deyince, o zaman Efendimiz,
Buyurdu : (O yemeği yanıma getiriniz.)
Getirdik, ellerini koydu kabın üstüne.
Sonra bereket için, bir dua etti yine.
Tam yetmiş kişi idi, hepsi yiyip doydular.
Yemekte bir azalma olmadı zerre kadar.
Zeyd bin Harise dahi, anlatır şu hususu:
Bizim kabilemizin vardı bir su kuyusu.
Kışın iyi ise de ve lakin yaz gelince,
Nedense içinde su, azalırdı hemence.
Bunun için toplanıp, Resulullah'a gittik.
Kuyunun bu halini, kendisine arz ettik.
Dedik: (Ya Resulallah, lütfen dua buyurun.
Suyu, bize yazın da yetişsin bu kuyunun.)
Peygamber Efendimiz, derdimizi dinleyip,
Sonra yerden bir miktar taş topladı eğilip.
Ve bize buyurdu ki: (Bu taşları alınız.
O kuyunun içine, birer birer atınız.)
(Peki ya Resulallah!) diyerek biz ayrıldık.
O taşlarla birlikte, kuyu başına vardık.
O taşları atınca, gördük ki çok aşikâr,
Yükseldi kuyu suyu, hem de ağzına kadar
. O benim olsun mu?
Sahabe-i kiramdan Huzeyme hazretleri,
Diyor ki: Gördüm bir gün hazret-i Peygamberi.
Buyurdu: (Ya Huzeyme, bir rüya gördüm ki ben,
Eshabım Buheyra’yı fethetmişti tamamen.
Ve hatta kumandanın kızı Nesimayı da,
Esir almışlar idi Eshabım o esnada.
Beyaz deveye binmiş, şöyleydi kıyafeti.
Hak teâlâ ilerde, nasib eder bu fethi.)
Resulullahtan böyle bir müjde işitince,
Huzeyme hazretleri sual etti şöylece:
(Ben dahi o gazada hazır bulunur isem,
Buyurduğunuz hatun, olsun mu benim kölem?)
Resulullah cevaben buyurdular ki: (Evet.
Nesima, harpten sonra verilsin sana elbet.)
Bu hadiseden sonra, yıllar geçti aradan.
Hatta Peygamberimiz, göç etti bu dünyadan.
Hazret-i Ebu Bekr’in devrinde, bir gün yine,
Çıktı islam ordusu, Buheyra’nın fethine.
Halid bin Velid idi bu orduya kumandan.
Hazret-i Huzeyme de orduda vardı o an.
Kendisi anlatır ki: Nihayet bitti sefer.
Allah'ın yardımıyla fetih oldu müyesser.
Ben, esirler içinde bir kadını görünce,
Seneler öncesini hatırladım hemence.
Zira bir vadi vardı, bana Resulullah'ın.
Düşündüm: Budur işte, buyurulan o kadın.
O günü hatırlayıp, bir hayli duygulandım.
Ve Peygamberimizi düşünüp çok ağladım.
Ve hemen Nesima’yı indirip o deveden,
Başkumandan Halid'in yanına vardım hemen.
Söyleyip kendisine, Resulün o sözünü,
Dedim: (Bana vermişti Nesima'yı o günü.)
Bana, (Şahidin var mı?) diye sual edince,
Sahabeden üç kişi, şahid oldu hemence.
O zaman tasdik edip, anlattığım vak’ayı,
Bana teslim eyledi hemence Nesima’yı.
Bir gün de, bir kaç kişi, bir koyun sürüsüyle,
Bir şey arz etmek için, geldiler o Resule.
Dediler: (Çok fazladır bizim koyunlarımız.
Başkalarınınkiyle karışır bunlar yalnız.
Karışmaması için, başka bir sürü ile,
Ne tedbir almamızı, edersiniz tavsiye?)
Resulullah o zaman, bakıp koyunlarına,
Bir işaret buyurdu sonra kulaklarına.
O anda, sürüdeki koyunların tamamen,
Kulaklarının rengi, siyaha döndü hemen.
O günden itibaren, o nesilden koyunlar,
Hep siyah kulaklıdır zamanımıza kadar.
. Kurt ve kertenkele
Resulullah devrinde, dağ başında bir çoban,
Kırda, koyunlarını otlattığı bir zaman,
Bir kurt, gelip kaçırdı koyunlardan birini.
Çoban, takib ederek buldu kurdun yerini.
Ve kurtardı koyunu, o kurdun pençesinden.
Lakin kurt dile gelip, seslendi ki peşinden:
(Ey çoban, o koyunu niçin benden alırsın?
Rızka mani olmaya Allah'tan korkmaz mısın?)
Çoban bunu duyunca, pek çok hayret eyledi.
(Ne garip, insan gibi konuşan bir kurt) dedi.
Kurt dedi ki: (Sen buna garip dersin ve lakin,
Bundan daha gariptir halbuki senin halin.
Zira sen, koyunların tanırsın herbirini.
Ve lakin tanımazsın kendi Peygamberini.
Onunla aranızda, sadece bir vadi var.
Haydi git, sen de ona tâbi ol, etme inkâr.)
Dedi: (Kime emanet edeyim koyunları?)
Kurt dedi: (Ben beklerim, sen düşünme onları.)
Çoban, koyunlarını kurda edip emanet,
Resulün huzuruna vasıl oldu nihayet.
Resulullah, görünce çobanın geldiğini,
Buyurdu: (Haydi anlat kurdun hikayesini.)
Çoban, hayret içinde (Peki) dedi ve hemen,
Anlattı o Resule hadiseyi tamamen.
Ve şehadet getirip o Resulün yanında,
İman edip, Eshaptan oluverdi anında.
Bir gün de, Eshabiyle otururken o Server,
Huzuruna, bir köylü çıkageldi bu sefer.
Elinde kertenkele tutuyordu o hatta.
O hayvanı gösterip, Server-i kainata,
Dedi: (Şu kertenkele tasdik ederse seni,
Ben de tasdik ederim senin nübüvvetini.)
O Server hitab edip, sordu ki o hayvana:
(Kime kulluk edersin ey mahluk, söyle bana?)
Hayvan dile gelerek, dedi: (Ey Peygamberim!
Allahü teâlâya ancak kulluk ederim.)
Resulullah buyurdu: (Peki ey kertenkele!
Benim kim olduğumu, açıkça beyan eyle.)
Hayvan, fasih lisanla dedi: (Ya Resulallah!
Sen, Allah'ın kulu ve Peygamberisin Vallah.
Mahlukatın içinde, en şerefli kişisin.
Cihanın efendisi, Hüdanın Habibisin.)
Köylü, kertenkeleden duyunca bu sözleri,
Şaşkın bir vaziyette oturdu diz üzeri.
Kelime-i şehadet getirip en sonunda,
Girdi islam dinine, Resulün huzurunda.
Dedi: (Can-ü gönülden iman ettim ben dahi.
Sen Allah'ın kulu ve Resulüsün Vallahi.)
. Ağaç selam alınca
Peygamber Efendimiz evinde otururken,
Hazret-i Ebu Bekir kapıyı çaldı birden.
İzin alıp girince huzuruna Resulün,
Dedi: (Ya Resulallah, çok fazla açım bu gün.)
Sonra hazret-i Ömer gelip girdi içeri.
O da Resulullah'a arz etti aynı şeyi.
Yine geçmemişti ki aradan fazla zaman,
Bu sefer de içeri girdi hazret-i Osman.
O dahi onlar gibi girince içeriye,
Arz etti o Server'e: (Çok açım şimdi) diye.
Nihayet biraz sonra geldi hazret-i Ali.
O da, Resulullah'a arz etti aynı hali.
Peygamber Efendimiz, üzüldüler buna pek.
Zira yoktu evinde hiç bir şey yedirecek.
Söyledi üzülerek hakikati onlara.
Hatta kendisi dahi, çok aç idi o ara.
Hem mübarek karnında üç taş bağlı dururdu.
Üç gün yemek yememek alameti idi bu.
Ali bin Ebi Talip arz etti ki: (Şimdi biz,
Mikdad ibni Esved'e gidelim isterseniz.
Zira onun bahçede, bir hurma ağacı var.
Gidersek ikram eder, olmuştur o hurmalar.)
Peygamber Efendimiz, Onun bu teklifine,
(Peki) deyip, gittiler hemen onun evine.
Ev sahibi görünce, şaşırdı sevincinden.
Zira Resulullahtı evine teşrif eden.
Dedi: (Ya Resulallah, fedadır canım sana.
İçeriye buyurun, ne şereftir bu bana.)
Peygamber-i zişanla, bu ulu misafirler,
Mikdad'ın hanesinden içeriye girdiler.
Biraz sonra: (Ya Mikdad, hiç hurma var mı?) diye,
Peygamber Efendimiz, sordu bu sahabiye.
Bu sual karşısında, üzüldü ev sahibi.
Ve şöyle arz etti ki: (Ey Allah'ın Habibi!
Az önce biraz vardı, dağıttık komşulara.
Malesef o hurmadan hiç kalmadı şu ara.)
Aliyyül Mürteza'ya buyurdu ki o vakit:
(Şu hurma ağacına selamımı söyle git.)
(Peki ya Resulallah!) deyip hazret-i Ali,
Gitti hemen ağacın yanına bizatihi.
Ve şöyle seslendi ki o hurma ağacına:
(Allah’ın Resulü’nün selamları var sana.)
O esnada ağaçtan, (Aleyküm selam!) diye,
Resulün selamına cevap geldi Ali'ye.
Hatta aynı zamanda hurma doldu dalları.
Doldurdu bir sepete hemen o hurmaları.
Getirip arz eyledi Server-i enbiyaya.
Ve yediler onlardan hepsi de doya doya.
. Cennetten gelen yemek
Peygamber Efendimiz, günlerden bir gün yine,
Hazret-i Fatıma’nın teşrif etti evine.
Gördü ki, kızının ve çocukların yüzleri,
Solmuş ve kansızlıktan sararmış benizleri.
Üzülüp, sebebini sorunca Fatıma'dan,
O da Resulullah'a arz eyledi o zaman.
Dedi ki: (Babacığım, şudur ki buna sebep,
Ben ve onlar, üç gündür aç yatıp kalkarız hep.)
Resulullah bu hale gayet kederlendiler.
Ve hemen onlar için çok dua eylediler.
Hazret-i Fatıma'ya buyurdu ki sonra da:
(Ya Fatıma çık da bak, ne var karşı odada?)
Hazret-i Fatıma ve Hasen ile Hüseyin,
O odaya koştular, emriyle o Server’in.
Bir tabak gördüler ki, işlenmiş ziynet ile.
İçi de dolu idi yeni pişmiş et ile.
O yemekten devamlı yediler bir nice gün.
Yine de eksilmedi, duasıyle Resulün.
Ve lakin bir kadının kötü nazarı ile,
Daha sonra o tabak, kayboldu birdenbire.
Peygamber Efendimiz buyurdu ki bu babta:
(Size ben söylerim ki yemin ederek hatta,
O kadının nazarı değmeseydi gerçekten,
Hayatınız boyunca yerdiniz o yemekten.)
Bir gün de, Eshabıyla Allah'ın Peygamberi,
Otururken, o yere gelmişti köylü biri.
Elinde torba ile yaklaşarak o ara,
(Muhammed kimdir?) diye sual etti onlara.
Öğrenince, yaklaşıp sordu ki: (Ya Muhammed!
Şu torbada ne vardır, biliyorsan beyan et.)
Peygamber Efendimiz, tebessüm eylediler.
(Bilir isem, imana gelir misin?) dediler.
Köylü (Evet) deyince, buyurdu ki: (Sen bu gün,
İki güvercin ile, annelerini gördün.
Yavru güvercinleri, sen alıp da gidince,
Anneleri, ardından feryat etti bir nice.
Ve onların üstüne gelip attı kendini.
Sen de attın torbaya, o anne güvercini.)
Peygamberi zişan'ın sözlerini takiben,
O köylü, elindeki torbayı açtı hemen.
Baktılar, bir anne kuş, iki de yavru yine.
Germiş kanatlarını onların üzerine.
Resulullah buyurdu: (Bakınız ki bunlara,
Ne çok merhametlidir anne kuş yavrulara.
Bir kul tövbe edince, o kula, Rabbimizin,
Şefkati, şefkatinden çoktur şu güvercinin.)
Köylü, bu mucizeyi görüp oldu müslüman.
O güvercinleri de salıverdi o zaman.
. Şimdi rahatladım
Aliyyül Mürteza’nın valideleri olan,
Fatıma binti Esed ayrılınca dünyadan,
Hemen Resulullah'a verdiler bunu haber.
Ve lakin çok üzülüp, mahzun oldu o Server.
Buyurdu: (Bu hatunun hakkı çoktur üstümde.
Analık yaptı bana, zira küçüklüğümde.)
Cenaze namazını kendisi kıldırarak,
İndirdi kabrine de, gayet mahzun olarak.
Sonra da, (Ya Fatıma!) diye nida etti hem.
O da cevap verdi ki: (Buyur ya Fahr-i âlem!)
Buyurdu: (Sana kefil olmuştum iki şeyde.
Onları, Hak teâlâ verdi mi işbu yerde?)
(Evet ya Resulallah) deyince o cevaben,
Resulullah sevinip, kabirden çıktı hemen.
Daha sonra Eshaptan, birisi sual etti:
(Kabirde çok kaldınız, neydi bunun hikmeti?)
Buyurdu ki: (Bu hatun, hal-i hayatta iken,
Bir gün bana gelmişti, Kur'an okuyordum ben.
Ayetlerden birini tilavet eyleyince,
O, bunun manasını sual etti hemence.
Dedim: Şöyle buyurur burada cenab-ı Hak:
İnsanlar haşr olunur yarın çıplak olarak.)
Çok üzülüp dedi ki: (O gün, avret yerlerim,
Açılırsa, o zaman ne olur halim benim?)
Baktım ki, çok üzülüp mahzun oldu bu halden.
Ben dahi kendisini teselli ettim hemen.
Dedim: (Bu gömleğimi giyersen kefen diye,
O zaman mahal kalmaz böyle bir üzüntüye.)
Ben böyle söyleyince, çok sevindi o buna.
Münker ile Nekir’i anlattım sonra ona.
Dedim: (Korkunç şekilde gelerek bu melekler,
İnsanları kabirde, sorguya çekecekler.)
O, yine çok üzüldü bunu da öğrenince,
Dedi: (Ben ne yaparım, onlar bana gelince?)
Ben yine kendisini teselli eyleyerek,
Dedim: (Korkunç gelmezler sana bu iki melek.)
Sonra da dua edip, dedim ki: (Ya ilahi!
Ona korkunç gönderme Münker ile Nekir'i.
Güzellikle gelsinler Fatıma'nın kabrine.
Geniş ve rahat olsun mezarı onun yine.)
Böyle dua edince, sevindi yine gayet.
Bu iki endişeden kurtuldu en nihayet.
Şimdi onu, elimle koyunca mezarına,
Bu hususlar hakkında seslenip sordum ona.
Dedim: (Kefil olduğum hususlarda, şimdi sen,
Kurtuldun mu o bana dediğin endişeden?)
Dedi: (Evet, onlardan kurtuldum tam olarak.
Versin mükafatını sana da cenab-ı Hak.)
. Habbab’ın aşkı
Bir yahudi âlimi ve bir de oğlu vardı.
Güzel yüzlü çocuğun (Habbab)tı hem de adı.
Bir gün bu, babasının odasına girince,
Gizli bir sandık görüp, meraklandı iyice.
Üstelik kilitliydi, açınca onu hemen,
Odaya nur fışkırdı o sandığın içinden.
Çok büyük hayret verdi bu hadise Habbab'a.
Düşündü: Bu gördüğüm, bir rüya mı acaba?
Daha sonra sandıkta, sayfalar gördü birden.
O nur, fışkırıyordu üstteki sahifeden.
Onda yazılıydı ki: (Resulullah Muhammed,
Allah'ın Habibi ve Peygamberidir elbet.
Onun kitabı, Kur'an, islamdır dini ise.
Ne mutlu Onu görüp, iman eden kimseye.)
Habbab bunu okuyup, Resule oldu aşık.
Onun için yanmaya başladı kalbi artık.
O, kendi kendisine şöyle diyordu ki hep:
(Ey Allah'ın Habibi, nerdesin şimdi acep?)
Ağlamaya başladı sonra da birdenbire.
Ve kendinden geçerek, bayılıp düştü yere.
Bir nice zaman sonra, kendine geldi lakin.
Babası onu görüp, sordu ki: (Ne bu halin?)
Dedi ki: (Babacığım, ben, son Peygamber olan,
Hazret-i Muhammed'e oldum aşık ve hayran.)
Vurulmuşa dönmüştü babası birdenbire.
Onu dövüp, hapsetti karanlık, dar bir yere.
Habbab ise orada, hep dua ediyordu.
(Ya rabbi, Habibini bana göster) diyordu.
O esnada gaibten, duydu şöyle bir nida:
(Ey Habbab, Resulullah şimdi bu yakınlarda.
Eğer Onu görmeyi çok arzu ediyorsan,
Şu yöne doğru yürü, başka yere sapmadan.)
Habbab bunu duyunca, kapıldı bir sevince.
Çıkıp, o yöne doğru yol katetti bir nice.
İlahi iradeyle o yöne gidiyordu.
Sanki Resulullah'a doğru çekiliyordu.
Nihayet Medine’ye geldi o aynı günde.
Yorulmuştu, oturdu bir kapının önünde.
Ev sahibi, Habbab'ı gördü ve sordu hemen:
(Sen kimsin, nerden geldin, üzgünsün acep neden?)
Dedi ki: (Nasıl geldim, ben dahi bilmiyorum.
Lakin son Peygamberin izini arıyorum.)
Anladı o sahabi Habbab'ın bu halini.
Dedi: (Ben biliyorum Allah'ın Habibini.)
Ve götürdü Habbab'ı Resulün huzuruna.
Kavuştu en nihayet bir aşık, maşukuna.
Nasıl şükredecekti, onu bilemiyordu.
Gözlerinden sel gibi göz yaşı iniyordu.
Nihayet çok sevdiği Resulün huzurunda,
İmanla şereflenip, Eshaptan oldu o da.
. Ağaç yürüyor
Bir gün, bir köylü gelip Allah'ın Habibine,
Dedi ki: (Bir delilin var mı nübüvvetine?
Allah'ın hak Resulü olduğunu gösteren,
Bir mucize göster ki, inanayım sana ben.)
Peygamber Efendimiz, o köylüye dönerek,
İlerdeki büyük bir ağacı göstererek,
Buyurdu: (Git öyleyse, şu ağacın yanına.
Seni Peygamberimiz çağırıyor de ona.)
Köylü, merak içinde ağaca ilerledi.
(Allah'ın Peygamberi seni istiyor) dedi.
O anda koca ağaç, toprağı yara yara,
Geldi Resulullah'ın huzuruna o ara.
Sonra dile gelerek, dedi: (Ya Resulallah!
Sen, cümle mahlukların Peygamberisin Vallah.)
Köylü, şaşkın bir halde dedi ki: (Ettim hayret.
Bir daha emir versen, eder mi geri avdet?)
Resulullah, ağaca buyurdu: (Git yerine!)
Ağaç geri giderek, yerine girdi yine.
Köylü bunu da görüp, fazlalaştı hayreti.
Resulullah'a karşı çoğaldı muhabbeti.
Şehadeti söyleyip, girdi islam dinine.
Dedi ki: (Tam inandım senin nübüvvetine.
Eğer izin verirsen, sana secde edeyim.
Mübarek ayağına, eğilip yüz süreyim.)
Buyurdu ki: (Ey köylü, hayır secde etme, dur!
Zira secde, yalnızca Rabbimize mahsustur.)
Hazret-i Ömer dahi, Resulün huzuruna,
Gelerek, bir hususu arz etti bir gün Ona.
Dedi: (Ya Resulallah, yeminle söylüyorum.
Nefsim hariç, herşeyden seni çok seviyorum.)
Peygamber Efendimiz buyurdu ki o zaman:
(Ya Ömer, ümmetimden eğer ki bir müslüman,
Beni, kendi canından sevmezse daha fazla,
O kimsenin imanı mükemmel olmaz asla.
Yani beni, kendinden, seviyorsa daha az,
Bil ki onun imanı, asla kâmil olamaz.)
O zaman Ömer Faruk, dedi: (Ya Resulallah!
Seni, kendi canımdan fazla severim Vallah.)
Onun bu beyanını beğenerek o Server,
Cevaben buyurdu ki: (Şimdi oldu ya Ömer.)
Bir gün de, biri gelip sordu Resulullah'a:
(Kıyamete ne kadar zamanımız var daha?)
Peygamber efendimiz, ona sual etti ki:
(Kıyamet günü için ne hazır ettin peki?)
Dedi: (Ya Resulallah, fazla bir taat ile,
Hiç hazırlanamadım nafile ibadetle.
Ama Resulullah'a pek çoktur muhabbetim.
Kıyamet günü için, hazırlığım bu benim.)
Resulullah buyurdu: (Öyleyse ahirette,
Sevdiğin kimse ile bulunursun elbette.)
. Dirilen delikanlı
İbrahim bin Hammad’dan nakledilir ki şöyle:
Ganimetten bir merkep düşmüştü o Resule.
Ona, (Yafur) adını verip Fahr-i kainat.
Hususi hizmetinde kullandı onu bizzat.
Çağırmak isteseydi Eshabından birini,
Gönderirdi hemence ona bu merkebini.
O gidip, başı ile kapıya vuruyordu.
O da, çağrıldığını böylece anlıyordu.
Resulullah göçünce ahiret âlemine,
Yafur dayanamadı ayrılık elemine.
Divane gibi olup, dolaştı orda burda.
Fazla dayanamayıp, nihayet öldü o da.
Ve yine bir seferde, mücahitler ordusu,
Bir yere geldiler ki, yok idi bir damla su.
Üçyüz kişi vardı ki, Sahabe-i kiramdan,
Hepsi, kıvranıyordu susuzluktan o zaman.
Orda bir keçi bulup, o sıra mücahidler,
Hemen Resulullah'ın yanına getirdiler.
O Server onu sağıp, dağıttı askerine.
O sütten, üçyüz kişi içti de arttı yine.
Yine namaz kılarken bir gün Fahr-i kainat,
Başlamadan, atına verdi şöyle talimat.
Buyurdu: (Ben namazı bitirinceye kadar,
Sen, bir yere ayrılma ve bekle aynı karar.)
Ona böyle buyurup, namaza durdu hemen.
O at, Resulullah'ı dinledi hakikaten.
Namaz bitene kadar, durdu at o haliyle.
Hatta bir azasını kımıldatmadı bile.
Bir gün de, o Server’e, yine bazı kimseler,
Yeni dünyaya gelmiş bir bebek getirdiler.
Resul aldı bebeği mübarek kucağına.
Ve (Ey bebek, ben kimim?) diyerek sordu ona.
Yeni doğmuş o bebek, konuşup gayet düzgün,
Dedi ki: (Sen elbette Allah'ın Resulüsün.)
Bu cevap, memnun etti Allah'ın Resulünü.
Buyurdu: (Uzun etsin Allah senin ömrünü.)
Enes bin Malik dahi naklediyor ki bizzat:
Ensar’dan genç birisi, eyledi bir gün vefat.
Çok yaşlı bir annesi kalmış idi geriye.
Gittik kadıncağızı etmek için taziye.
Oğlunun cenazesi, yanında duruyordu.
Kadın, üzüntüsünden devamlı ağlıyordu.
Yani çok dertli idi kadıncağız o anda.
Ellerini açarak bulundu bir duada.
Dedi ki: (Ya ilahi, Habibin hürmetine,
Vefat eden oğlumu geri ver bana yine.)
O anda delikanlı, açtı hemen gözünü.
Dirilip, bizim ile yemek yedi o günü.
. Onu çok severlerdi
Eshabın, o Resule öyleydi ki sevgisi,
Yoktu hiç bu dünyada, bunun bir nümunesi.
Nitekim o Server'in mübarek huzuruna,
Bir sahabi gelerek, arz etti şöyle Ona:
Dedi: (Ya Resulallah, yeminle söylüyorum.
Seni, kendi nefsimden daha çok seviyorum.
Bu dünyada canımdan, malım ve evladımdan,
Daha çok seviyorum, seni her varlığımdan.
Senin nurlu yüzünü, hep göreyim diyorum.
Cemalini görmeden rahat edemiyorum.
İdare etsem dahi dünyada böyle, ancak,
Ahirete gidince, bu iş nasıl olacak?
Çünkü sen, Cennette ve Peygamberlere mahsus,
Yüksek derecelerde bulunursun ba-husus.
O zaman seni görmek, hiç mümkün olmaz asla.
Ben bunu düşünerek, üzülürüm pek fazla.)
O böyle arz ederken, mahzun idi begayet.
O an Resulullah'a nazil oldu bir âyet.
Şöyle buyuruldu ki mealen: (Ey Habibim!
Allah ve Resulüne tam tâbi olsa her kim,
Cennette Peygamberler, sıddıklar ve şehidler,
Ve salih kimselerle bulunur o kişiler.)
Resulullah hemence, çağırdı o kimseyi.
Okuyup kendisine, bildirdi bu müjdeyi.
Yine Resulullah'ın meclisinde bir zaman,
Hep Ona bakıyordu, bir sahabi durmadan.
Resul bunu fark edip, sordu o sahabiye:
(Hiç durmadan yüzüme bakarsın, acep niye?)
Dedi ki: (Feda olsun yoluna anam babam.
Ben senin cemaline bakmadan hiç duramam.
Senin güzel yüzünü çok göreyim ki bu gün,
Zira bu, ahirette hiç olmaz belki mümkün.
Çünkü Peygamberlerle olursun sen o zaman.
Seni görmek, o vakit olmaz kolay ve asan.)
Buyurdu ki: (Kim kimi severse bu gün eğer,
Cennette, hep birlikte olurlar o kimseler.)
Tek arzuları vardı Sahabenin velhasıl.
O da, Resulullah'ı sevindirmekti asıl.
En ufak bir üzüntü gelmesin Ona diye,
Hazırdı her birisi, canlarını vermeye.
Hazret-i Ebu Bekir bir gün Resule gelip,
Dedi: (Ya Resulallah, amcanız Ebu Talip,
Eğer iman etseydi, çok olurdu sevincim.
Öyle ki, sevinmezdim o kadar babam için.
Şundan ki, senin amcan gelse idi imana,
Daha çok sevinirdin sen onun imanına.
Senin sevindiğine, seviniriz biz dahi.
Bizlere, bundan büyük mutluluk yok Vallahi.)
. Resulullahı sevmek
Bir hadis-i şerifte buyurdu ki o Server:
(Allahü teâlâyı seviyorsanız eğer,
Ve sizi sevmesini isterseniz Allah'ın,
Bana tâbi olunuz öyle ise bi hakkın.)
Lakin Resulullah'a tam uyabilmek için,
Onu tam sevmelidir, esası budur işin.
Nitekim Hak teâlâ, Kitabında mealen,
Buyurdu: (Ey Habibim, onlara söyle hemen.
Eğer babalarınız ve akrabalarınız,
Kazanmış olduğunuz mal ve makamlarınız,
Allahü teâlâdan ve Onun Resulünden,
Ve bu Allah yolunda cenk ve cihad etmekten,
Daha aziz ve daha sevgili ise size,
Allah'ın azabını bekleyin öyle ise.)
Ayrıca bir hadiste, o Sevgili Peygamber,
Şöyle buyurdular ki: (Bir kimseye, ben eğer,
Kendisinden ve bütün evlat ve yakınından,
Sevgili olmadıkça, kâmil olmaz o iman.)
Safvan ibni Kudame, o Resule gelerek,
Dedi: (Ya Resulallah, seviyorum seni pek.)
Cevaben buyurdu ki: (Öyleyse ahirette,
Sevdiğinle birlikte bulunursun elbette.)
Hazret-i Ali dahi nakletti ki: O Server,
Torunları Hasan ve Hüseyin'in, bir sefer.
Ellerinden tutarak, buyurdu: (Her kim beni,
Ve şu iki torunum Hasan ve Hüseyin'i,
Ve bunların anne ve babasını severse,
Cennette benim ile bulunacak o kimse.)
Biri dahi sordu ki: (Ya Resulallah, şu an,
Kıyamet kopmasına ne kadar kaldı zaman?)
Ona, Peygamberimiz şöyle sual etti ki:
(Sen kıyamet gününe ne hazırladın peki?)
Dedi ki: (Yok ise de fazla bir ibadetim,
Allah ve Resulüne fazladır muhabbetim.)
Buyurdu ki: (Onları çok seviyorsan eğer,
Cennette, sevdiğinle bulunursun beraber.)
. Zarar yapamadılar
Mugire oğulları kabilesinden biri,
Öldürmek istemişti Sevgili Peygamberi.
Kendisini arayıp, buldu tenha bir yerde.
Arkasından, sessizce yaklaştı pek ziyade.
Tam saldıracaktı ki, görmez oldu gözleri.
Göremedi bir türlü Sevgili Peygamberi.
Sesini işitiyor, göremiyordu fakat.
Zira iki gözü de kör olmuştu o saat.
Şeybe bin Osman dahi, iman etmeden önce,
Allah'ın Resulüne düşman idi bir nice.
Müşrik saflarındaydı hatta o Huneyn günü.
Hep takip ediyordu Allah'ın Resulünü.
Babası ve amcası öldürülmüştü zira.
İntikam alacaktı Resulden aklı sıra.
Nihayet tenha yerde, gördü Onu bir zaman.
Öldürmek maksadıyla, yaklaştı arkasından.
Tam vuracak idi ki kılıcını, o ara,
Vaz geçip, hızla kaçtı oradan uzaklara.
Sebebi sorulunca, dedi: (Tam vuracaktım.
O anda şiddetli bir ateş gördüm ve kaçtım.
Eğer Ona vursaydım, yanardım o ateşte.
Çok acele kaçmamın sebebi budur işte.
Buna rağmen O bana, yine edip merhamet,
Kaçtığımı görünce, yanına etti davet.
Ve mübarek elini, göğsüme koydu benim.
O anda kendisini, herşeyden fazla sevdim.
Az önce düşmanımken, dost oldu bana o an.
Ve Ona, bin can ile oldum aşık ve hayran.
Bana buyurdular ki: (Haydi gel, bana yaklaş.
Sen dahi bizim safta, düşmana karşı savaş.)
(Peki) deyip, Resulle gelip omuz omuza,
Kâfirlere, şiddetle geçtim bir taarruza.
O sırada karşıma çıksaydı babam dahi,
Yine de hiç dinlemez, öldürürdüm Vallahi.)
Fudale bin Amr dahi, anlatır ki şöylece:
İmana gelmemiştim Mekke fethinden önce.
Hatta Resulullah'a düşmanlık besliyordum.
Onu, tenha bir yerde öldürmek istiyordum.
Arayıp, kendisini buldum tavaf ederken.
Tam fırsattır diyerek, yaklaştım Ona hemen.
Eteğimin altında, gizli idi kılıcım.
O anda kendisine büyüktü kin ve hıncım.
İyice yaklaşınca, bana bakıp O derhal,
(Hey, sen Füdale misin?) diyerek etti sual.
Ben de (Evet) deyince, yine sual etti ki:
(Doğru söyle, şu anda ne düşünürsün peki?)
Ben, (Hiç bir şey) deyince, gülümsedi o zaman.
Mağfiret talep etti, benim için Allah'tan.
Ve mübarek elini, göğsüme koydu benim.
O anda kendisini, herşeyden fazla sevdim.
. Her zaman korunurdu
Her ne olacak ise ilerde, birer birer,
Resulullah, hepsini Eshaba verdi haber.
Mesela Ebu Zer-i Gıfari için bizzat,
Buyurdu: (Tek başına yaşar ve ölür bu zat.)
Buyurdukları gibi hakikaten Resulün,
Tek başına yaşadı ve yalnız öldü bir gün.
Hanımları hakkında hem şöyle buyurmuştur:
(En fazla cömert olan, bana önce kavuşur.)
Vefatlarından sonra, ilk defa vefat eden,
Hazret-i Zeynep oldu mübarek zevcelerden.
Zira cömertlikte ve çok sadaka vermekte,
O, daha ileriydi cümlesine nisbetle.
Yine Peygamberimiz, Sahabe-i kiramdan,
Zeyd bin Sühan hakkında buyurdu ki bir zaman:
(Bu kimsenin azası, bir zaman gelecektir,
Kendinden daha önce Cennete girecektir.)
Yıllar sonra bu kişi, bir cenkte savaşırken,
Bir eli kesilerek, toprağa düştü birden.
Sonra defnedilirken, harpten sonra şehidler,
Onun elini dahi, birlikte defnettiler.
Yine Peygamberimiz, Eshabın, ara ara,
Kalplerinden geçeni söylüyordu onlara.
Yine münafıkların, ne gizli planları,
Varsa çevirdikleri türlü entrikaları,
Çok gizli olsa dahi, biliyordu O yine.
Hatta haber verirdi, bunu kendilerine.
Mesela bir münafık, bir münafığa eğer,
Resulün aleyhinde söyleseydi bir şeyler,
O, buna mani olup, derdi ki diğerine:
(Sus, sakın bir şey deme o zatın aleyhine.
Zira söyleyeceğin o şeyleri, hep bir bir,
Mekke taşları bile, o zata haber verir.)
Ve yine Hak teâlâ, düşmanın zararından,
Sevgili Habibini koruyordu her zaman.
Müşriklerden Hakem bin Ebil As da, bir kere,
Suikast planladı, Sevgili Peygambere.
Kendisi anlatır ki: (Biz bu babta anlaştık.
Onu öldürmek için, bir grup yola çıktık.
Onu, namaz kılarken gördük Kâbe yanında.
Hücuma geçmek için bekliyorduk ardında.
O ara şiddetli bir ses duyduk herbirimiz.
Korkumuzdan bayılıp, yere düştük hepimiz.
Bir gece, yine Ona suikast hazırladık.
Onu tenhada görüp, arkasından yaklaştık.
Tam Onu öldürmeye gidiyorken, bu defa,
Onunla aramıza girdi (Merve) ve (Safa).
Yani bir duvar olup, aramızda mükemmel,
Onu öldürmemize oldular birer engel.
. Bir tabak yemek
Resule Peygamberlik ilk tebliğ edilince,
İnsanları islama çağırırdı gizlice.
Lakin tek tük, nadiren inanan oluyordu.
Üç yılda iman eden, sadece otuz oldu.
Bir müddet sonra ise, gelmişti ki bir âyet,
Mealen, (Akrabanı islama eyle davet.)
O Server, yapmak için Rabbinin bu emrini,
Yakın akrabasının çağırdı herbirini.
Onlar, Ebu Talib’in geldiğinde evine,
Sadece bir kap yemek getirdi önlerine.
Besmele söyleyerek önce yedi kendisi.
Ve (Buyurun!) deyince, başladı sonra hepsi.
Yemek bir kişilikti, onlar kırk kişiydi tam.
Hepsi yiyip doydular, eksilmedi hiç taam.
Onlar, bu mucizeyi gördüler birer birer.
Yine de iman ile şereflenemediler.
Ebu Hüreyre dahi, anlatır ki: (Bir harpte,
Çok şiddetli bir açlık başladı Sahabede.
Yoktu hiç birisinde yiyecek bir lokmacık.
Herkes, açlık içinde kıvranıyordu artık.
O sıkışık zamanda, bana bakıp o Server,
(Yiyecek bir şey var mı?) diye sual ettiler.
(Az miktarda hurma var) diye arz edince ben,
Bana buyurdular ki: (Onları getir hemen.)
Getirdim, o hurmadan tek bir avuç aldılar.
Bir serginin üstüne, elleriyle yaydılar.
Sonra, bereket için bir dua eyledi ve,
Buyurdu ki: (On kişi çağır gelsin yemeğe.)
Çağırdım, geldiler ve yediler o hurmadan.
(On kişi daha çağır) buyurdular sonradan.
Çağırdım, onlar dahi gelip yiyip doydular.
Sonra, (On kişi daha davet et) buyurdular.
Böylece onar onar çağırdım gazileri.
Gelip, doyana kadar yiyip gitti her biri.
Hiç yemiyen kalmadı bu islam ordusunda.
(Koyduğun hurmaları al) buyurdu sonunda.
Zaten bir avuç kadar hurmaydı getirdiğim.
O hurmaları alıp, tekrar eve ilettim.
Onları, senelerce hem yedik, hem yedirdik.
Dağıttık sağa sola, yine bitiremedik.
Enes bin Malik dahi, rivayet eder ki hem:
Bir miktar yemek yaptı validem Ümmü Süleym.
Götürüp arz eyledim Resul-i kibriyaya.
Buyurdu ki: (Ya Enes, onu koy da oraya.
Git, filan filan ile, kime rastlarsan eğer,
Söyle, yemek yemeye bizim eve geleler.)
Tam üçyüz kişi geldi yemek ziyafetine.
Hepsi bir tabak idi, kâfi geldi hepsine.
. Doksan kişi çağır
Peygamber-i zişanın mucizesi eseri,
Az yemek, çok kimseye yetiyordu ekseri.
Mesela Resulullah, Mekke'den hicretinde,
Ve nurlu Medine'ye teşrif ettiklerinde,
Önce, hazret-i Halid bin Zeyd Eba Eyyub’ün,
Hanesinde ikamet ettiler bir nice gün.
Bu mübarek sahabi anlatır ki: (Bir kere,
Yemek götürmüş idim hazret-i Peygambere.
İki kişilik idi götürdüğüm o yemek.
Zira Resulullahla Ebu Bekir vardı tek.
Bana buyurdular ki : (Haber ver Sahabeye.
Ensardan otuz kişi gelsin yemek yemeye.)
(Peki ya Resulallah!) deyip çıktım o zaman.
Yemeğe, otuz kişi davet ettim Ensar'dan.
Onar onar oturup, yemek yiyip doydular.
Yemekte bir azalma olmadı zerre kadar.
Sonra buyurdular ki: (Ya Halid, sen git yine.
Altmış kişi davet et yemek ziyafetine.)
Çağırdım, hepsi gelip yediler o yemeği.
O altmış kişinin de doydular hepsi iyi.
Sonra, üçüncü defa buyurdu ki o Server:
(Ya Halid, doksan kişi davet eyle bu sefer.)
Davet ettim, geldiler, yediler o yemekten.
O doksan kişinin de doydu hepsi tamamen.
Misafirler gidince, yemeğe ettim nazar.
Gördüm ki, bir azalma olmamış zerre kadar.
Peygamber Efendimiz, mücahidlerle yine,
Bir sefere çıkmıştı rumların üzerine.
Mücahidler ordusu, emri ile Resulün,
Düşmanı, o mevkide beklediler yirmi gün.
Sonra da Medine'ye dönüş için o Server,
Hareket emri verdi ordusuna bu sefer.
Lakin acıkmışlardı mücahidler bu kere.
Gelip arz eylediler bu hali o Server’e.
Dediler ki: (Bir şeyler yemek arzu ederiz.
Zira artık açlıktan yürüyemez haldeyiz.)
Yere yaygı serdirip, buyurdu ki o Server:
(Getirin yanınızda ne mevcut varsa eğer.)
Kimi bir avuç buğday, kimi hurma getirdi.
Küçük bir tencerede bunları pişirttirdi.
Ve dua buyurunca, ona Nebiyyi zişan,
Hak teâlâ yemeğe bereket etti ihsan.
O kaptaki yemeği, dağıttı Eshabına.
Doldurdu hem de çok çok, herbirinin kabına.
Otuzbin sahabinin kabına yemek koydu.
Hepsi de o yemekten, o gün yedi ve doydu.
Koca islam ordusu, yedi de hepsi tek tek,
Yine de tencerede eksilmedi o yemek.
. Güneş yerinde durdu
Bir gün Peygamberimiz, bulunurken evinde,
Hazret-i Ali dahi var idi hizmetinde.
O esnada Resule, geldi Cibril-i emin.
Bir vahiy göndermişti Ona Rabbil âlemin.
Mübarek başlarını, vahyin ağırlığından,
Aliyyül Mürteza'nın dizine koydu o an.
Vakit ikindi olup, güneş batana kadar,
Mübarek başlarını hiç kaldıramadılar.
Rahatsız olmasınlar diye Peygamberimiz,
Hazret-i Ali dahi bekledi hareketsiz.
İkindi namazını kılmamıştı ki hatta,
Mecburen ima ile namazı etti eda.
Lakin Resulullah'ın geçer geçmez o hali,
Sordu: (Kılabildin mi ikindiyi ya Ali?)
Resulün sualine, o da cevap olarak,
Dedi ki: (Kılabildim ima'yla oturarak.)
Güneş batmak üzere idi ki o sıra tam,
Üzüldü bu duruma Resul aleyhisselam.
Güneşe, eli ile bir işaret buyurdu.
Güneş tam batıyorken, olduğu yerde durdu.
Kıldı hazret-i Ali namazı yine tekrar.
Bekledi güneş onu, selam verene kadar.
Sahabe-i kiramdan Cabir bin Abdullah da,
Anlatır ki: (Bir fakir geldi Resulullah'a.
Zahire talep etti Resulden o fakir zat.
Bir miktar buğday verdi ona Fahr-i kainat.
Fakir döndü evine sonra o zahireyle.
Ekmek yapıp yediler, onu misafiriyle.
Sonradan azalmamış görünce buğdayını,
Merak edip tarttı ki, miktarı yine aynı.
Şaşırıp, geldi hemen Resulün hanesine.
Gördüğü garipliği arz etti kendisine.
Peygamber Efendimiz dinledi o kimseyi.
Buyurdu: (Tartmasaydın eğer o zahireyi,
Siz onu senelerce hep yiyecektiniz de,
Yine bitmeyecekti o buğday evinizde.)
Yine Enes bin Malik hazretleri de bir gün,
Mübarek huzuruna gelmiş idi Resulün.
Koltuğunun altında ekmek vardı gayet az.
Onu, Resulullah'a götürüp eyledi arz.
Peygamber-i zişan'ın mübarek huzurunda,
Eshaptan seksen kişi bulunurdu o anda.
Eshab-ı soffa denen kimselerdi ki onlar,
Yemek bulamazlardı onlar çoğu zamanlar.
O bir parça ekmeği, Resulullah bu kere,
Bölüp dağıtıverdi, tek tek ordakilere.
Seksen kişi yediler o bir parça ekmeği.
Üstelik o kadarla, doydular gayet iyi.
. Ağacın şehadeti
Abdullah ibni Ömer şöyle anlatır ki: (Biz,
O Server’le bir yere gidiyorduk ikimiz.
Yolda bir köylü ile karşılaştık bu defa.
Ona sual etti ki: (Ey köylü ne tarafa?)
(Evime gidiyorum) deyince, sordu hemen:
(Hayırlı bir iş yapmak ister misin peki sen?)
Köylü, merak içinde sordu ki: (O iş nedir?)
Buyurdu: (Allah'a ve bana iman etmendir.
Yani Allah'tan başka ilah olmadığına,
Muhammed’in de Onun Resulü olduğuna,
Şehadet getirip de, eğer iman edersen,
En hayırlı bir işi işlemiş olursun sen.)
Köylü sual etti ki: (Şahidin var mı buna?)
Buyurdu: (Elbette var, yeter ki inan bana.
Mesela şu ilerde gördüğün ağaç dahi,
Buna şehadet edip, inanır bizatihi.)
Velhasıl Resulullah buyurup böyle ona,
O ağaca seslenip, çağırdı huzuruna.
Ağaç, derhal bir sağa, bir sola eğilerek,
Çıkıp geldi Resulün yanına yürüyerek.
Kelime-i şehadet getirip sonra yine,
Geri dönüp, tekrardan giriverdi yerine.
Köylü şahit olunca bu hale bizatihi,
Şehadeti söyleyip iman etti o dahi.)
Ve yine İbni Fürek nakleder ki şöylece:
(O server, karanlıkta yürüyordu bir gece.
O zaman Taif'te ve harpte bulunuyorduk.
Cümle Eshab-ı kiram uykusuz ve yorgunduk.
Peygamber-i zişan da, yorgunluktan bir nice,
Mübarek gözlerini zor açardı o gece.
İşte böyle uykusuz vaziyette giderken,
Karanlıkta, önüne bir ağaç çıktı birden.
Tam çarpacak idi ki, o ağaç birdenbire,
Yukardan aşağıya ayrıldı tam ikiye.
Onların arasından geçip gitti o Server.
O ağaç, o haliyle kaldı uzun seneler.)
Enes bin Malik dahi nakleder ki: (O Server,
Bir avuç çakıl taşı aldı yerden bir sefer.
O mübarek avcuna girer girmez o taşlar,
Kendi lisanlarıyla bir zikre başladılar.
Sonra döktü hazret-i Ebu Bekr'in eline.
Onun elinde dahi zikretti onlar yine.
Sonra başka Eshabın ellerine verdiler.
Fakat başkalarında artık zikretmediler.)
Hazret-i Abbas dahi, diyor ki: (Fahr-i cihan,
Bana ve evladıma dua etse ne zaman,
Kapı eşikleriyle duvarlardan, ekseri,
İşitirdik hepimiz, (Âmin! Âmin!) sesleri.)
. Ne dediyse, aynen oldu
İleride olacak şeyleri, birer birer,
Sevgili Eshabına haber verdi o Server.
Müseylemet-ül kezzab denen kâfir hakkında,
Buyurdu ki: (O kişi, öldürülür yakında.)
Hazret-i Ebu Bekir zamanında, gerçekten,
Öldürüldü bir harpte, fazla zaman geçmeden.
Yine vefat ederken buyurdu ki şöylece:
(Bana, ehl-i beytimden Fatıma gelir önce.)
Buyurdukları gibi, altı ay sonra bundan,
Fatıma hazretleri ayrıldı bu dünyadan.
(Benden sonra hilafet otuz yıldır) buyurdu.
Nasıl buyurdularsa, gerçekten öyle oldu.
Veysel Karani’nin de yerini ve şehrini,
Bildirdi Eshaba hem, vücudunun şeklini.
Mübarek hırkasını çıkarıp üzerinden,
Buyurdu: (Bu hırkamı veriniz ona benden.)
Gidenler, o Resulün bildirdiği mahalde,
Buldular kendisini tarif ettiği halde.
Ve yine bunlar gibi, o Peygamber-i zişan,
Mekke'den hicret edip, ayrılacağı zaman,
Mahzunluk çöküverdi o mübarek gönlüne.
Çevirdi devesini Beytullah'ın yönüne.
Buyurdu ki: (Ey Mekke, ayrılıyorum senden.
Lakin kavuşacağım sana ben çok geçmeden.)
Buyurdukları gibi, geçmeden fazla sene,
Mekke'yi fethederek, kavuştu beldesine.
Yine kâfirler ile harpteyken müslümanlar,
Esmeye başlayınca şiddetlice bir rüzgar,
Buyurdu: (Bir münafık eksildi bu dünyada.
Bu rüzgar, bize onu bildiriyor şu anda.)
Nihayet savaş bitti, Medine'ye döndüler.
O gün, bir münafığın öldüğünü gördüler.
Bir gün de, kaybolmuştu devesi o Resulün.
Eshap aradıysa da bulamadılar o gün.
Buyurdu: (Benim devem, şimdi falan yerdedir.
Yuları, bir ağaca dolanmış bir haldedir.)
Gidip, Resulullah'ın buyurduğu mahalde,
Buldular o deveyi bildirdikleri halde.
Yine Bedir harbinden bir gün önce, o Server,
Bazı Eshabı ile harp yerini gezdiler.
Mübarek parmağıyla bir yeri göstererek,
Buyurdu: (Falan kâfir, tam bu yerde ölecek.)
Sonra, başka bir yeri gösterip az ilerde,
Buyurdu ki: (Falan da, ölecek tam bu yerde.)
Böylece kâfirlerden öleceklerin, tek tek,
Gösterdi yerlerini işaret eyleyerek.
Hakikaten onların hepsi de, o Resulün,
Gösterdiği yerlerde öldürüldü hep o gün.
. Olacak şeyleri bilirdi
Peygamber efendimiz, ileride olacak,
Şeyleri bildirirdi bir mucize olarak.
Sahabe-i kiramdan Huzeyfe hazretleri,
Der ki: (Hak teâlânın Sevgili Peygamberi,
Ta kıyamete kadar her ne olacak ise,
Hepsini, teker teker haber verdi hep bize.)
Ve hatta kıyametin çok alametlerinden,
Bildirdi herbirini, henüz vefat etmeden.
Kendi ehl-i beytinin başlarına gelecek,
Musibetleri dahi, haber verdi tek be tek.
Hazret-i Ali için : (Tam namaz kıldırırken.)
Hazret-i Osman için, yine (Kur'an okurken.)
(Şehid olacaksınız) diye buyurdular ki,
Bildirdiği bu şeyler, aynıyle oldu vaki.
Yine dört sahabiye buyurdu ki bir sefer:
(En sona kalanınız, yanarak vefat eder.)
Üçü vefat eyleyip, geriye biri kaldı.
Semüre bin Cündeb’di o sahabinin adı.
Soğuk bir kış gününde, bu zat, ısınmak için,
İyice sokulmuştu yanına bir ateşin.
Bu mübarek sahabi, bir ara tutuşarak,
Bildirildiği gibi vefat etti yanarak.
Yine Uhud harbinde Hanzala hazretleri,
Sırtından mızraklanıp, düştü yüzü üzeri.
Kanı, sıcak kumlara akarken bu büyük zat,
Şehadet şerbetini içerek etti vefat.
O Server buyurdu ki bu sahabi hakkında:
(Hanzala'yı gördüm ben, yerle gök arasında.
Vardı hem etrafında çok sayıda melekler.
Onu, Cennet suyuyla gördüm ki gasl ederler.)
Bir başka sahabi de, dedi: (Gördüm ben dahi,
Hanzala'nın başından su damlardı Vallahi.)
Resulün emri ile, hanımına geldiler.
(Bu hususta bildiğin bir şey var mı?) dediler.
Dedi: (Uhud cengine vardı ki yalnız bir gün,
Biz onunla evlenip, o gece yaptık düğün.
Lakin düğün gecesi, o başka âlemdeydi.
Ertesi gün olacak cengin hayalindeydi.
Eğer şehid olursam, ne büyük bir saadet
Diye düşündüğünden, heyecanlıydı gayet.
Lakin cenge vaktinde yetişemezsem diye,
Kapıldı sabahleyin büyük bir endişeye.
Kılıcını kaparak, acele çıktı evden.
Ve lakin gusl etmeyi unuttu aceleden.
Yine ben görmüştüm ki, o gece şu rüyayı:
Melekler, gökyüzüne çektiler Hanzala’yı.
Uyanıp, o rüyayı ettim ki şöyle tabir:
(Hanzala şehid olup, ruhu göğe yükselir.)
. Tuzlu su, tatlı su
Resulullah bir şeye dokunsa idi eğer,
Anında bir canlılık kazanırdı o şeyler.
Mesela birisinin var idi ki bir atı,
Zayıf olup, yok idi yürümeye takatı.
Bir gün, bu zayıf ata bindi Fahr-i kainat.
Rüzgar gibi koşmaya başladı hemen o at.
O günden itibaren, öyle oldu ki hatta,
Ondaki bu çeviklik yoktu başka bir atta.
Yine Sa'd bin Ubade hazretlerinin dahi,
Bir merkebi vardı ki, uyuşuktu bir hayli.
Peygamber Efendimiz, bir gün de bindi ona.
O anda bir canlılık, kuvvet geldi hayvana.
Eshaptan birinin de, hanesinde bir vakit,
Bir tencere var idi Resulullah'a ait.
O tencere içinde, su bulunduruyordu.
Ve hasta olanlara, o sudan veriyordu.
Peygamber-i zişan’ın bereketiyle hemen,
İçenler, şifa bulur, kurtulurdu derdinden.
Yine Peygamberimiz, bazı Eshabı ile,
Bir kuyunun yanından geçiyordu bir kere.
(Bu su nasıldır?) diye sual etti o Server.
Cevaben kendisine: (Tuzlu sudur) dediler.
Peygamber Efendimiz buyurdular ki: (Hayır.
Tuzlu değil, bilakis çok güzel tadı vardır.)
Vakta ki Resulullah o gün böyle buyurdu.
O su, o günden sonra tatlı ve leziz oldu.
Bir gün de Resulullah, Eshaptan bir zat ile,
Beraberce yatsıyı kılarak cemaatle,
Bir hurma dalı verdi eline o kimsenin.
Buyurdu ki: (Yolunu aydınlatır bu senin.)
O dal ile evine giderken o sahabi,
Aydınlattı önünü o dal bir lamba gibi.
Yine Bedir harbinde savaşırken pek çetin,
Kılıcı kırılmıştı hazret-i Ukaşe’nin.
Resulullah, yerden bir hurma dalı alarak,
Uzattı kendisine hemen acil olarak.
Ve ona, (Al bununla savaş) buyurduğunda,
O dal, onun elinde kılıç oldu anında.
Uzun, parlak ve keskin, kalındı hem de gayet.
Savaştı o kılıçla harplerde uzun müddet.
Peygamber Efendimiz, yine sahabilerden,
Umeyr’in saçlarını okşamıştı küçükken.
Bu mübarek sahabi, geldi seksen yaşına.
Yine de bir tek olsun, ak düşmedi saçına.
Hazret-i Katade’nin yüzüne de, o Server,
Mübarek eli ile dokunmuştu bir sefer.
Onun dahi yüzüne geldi ki bir parlaklık,
Herkesin arasında fark edilirdi artık.
. Bir lokmanın yaptığı
Bir kadın sahabinin vardı ki bir evladı,
Kendisinde delilik alametleri vardı.
Dua etmesi için, annesi bu oğluna,
Götürdü bir gün onu, Resulün huzuruna.
O Server, dizlerine alarak önce onu,
Mübarek elleriyle sıvadı vücudunu.
Sonra dua buyurdu annesinin yanında.
O çocuk, oracıkta şifa buldu anında.
Yine Peygamberimiz, bir yerde yemek yerken,
O ara bir hizmetçi geçiyordu o yerden.
Yemek yediklerini o hizmetçi görünce,
Rica etti: (Bana da yediğinden ver) diye.
Peygamber Efendimiz, önündeki taamdan,
Veriyordu ki fakat, istemedi o ondan.
Edepsizlik ederek, dedi ki: (Ey Peygamber!
Ağzında çiğnediğin lokmadan çıkar da ver.)
Şöyleydi ki Resulün adet-i şerifleri,
Her istenilen şeyi verir idi ekseri.
O hizmetçiye dahi, merhamet edip yine,
Onun bu talebini getirdiler yerine.
Lakin Resulullah'ın o mübarek ağzından,
Lokmayı, o hizmetçi alıp yuttuğu zaman,
Halinde, birdenbire oldu bir değişiklik.
Resulden mahcub olup, utandı hemencecik.
Ve hatta ondan sonra, öyle oldu ki hali,
Oldu o havalide, edep, haya timsali.
Yine Peygamberimiz, açıp bir gün elini,
Dua etti: (Ya rabbi, kuvvetlendir bu dini.
Ya Ebu Cehil ile, yahut da Ömer ile,
Takviye et islamı ikisinden biriyle.)
Onun bu duasını, Rabbimiz, çok geçmeden,
Ömer Faruk hakkında kabul eyledi hemen.
Nitekim geldi Cibril az sonra yer yüzüne.
Ve bir müjde getirdi Allah'ın Resulüne.
Dedi: (Ya Resulallah, sen bir dua etmiştin.
Rabbinden, bu din için takviye istemiştin.
Kabul etti Rabbimiz senin o dileğini.
Ve Ömer'i seçti ki, sağlam eder bu dini.)
O gün hazret-i Ömer, Resulü öldürmeye,
Giderken, iman edip aşık oldu bu kere.
Kavuşturması için Resulullah'a hemen,
Dua etti Allah'a, gece mütemadiyen.
Nihayet aşkı ile yanarak o Resulün,
Mübarek huzuruna kavuştu ertesi gün.
Kapıda karşılayıp kendisini o Server,
Ona buyurdular ki: (İmana gel ya Ömer!)
O dahi şehadeti getirip en sonunda,
İmanla şereflendi, Resulün huzurunda.
. Çocuk dirildi
Cahiliye devrinde vardı ki yine biri,
Kendi kız çocuğunu gömmüştü diri diri.
Sonra iman edince, çok pişman oldu buna.
Geldi Resulullah'ın mübarek huzuruna.
Peygamber Efendimiz, onun ile bu kere,
Geldiler kızcağızın gömüldüğü o yere.
Sonra, ona ismiyle hitab edince, nagah,
Cevap geldi o kızdan: (Buyur ya Resulallah!)
O Server buyurdu ki: (Ey kızım, annen baban,
Allah'ın lütfu ile ettiler şimdi iman.
İstersen, senin için ben bir dua edeyim.
Diril, seni onlara iade eyleyeyim.)
Kızdan cevap geldi ki: (Hayır, arzu eylemem.
Ben buradan ayrılıp, dünyaya geri gelmem.
Allah'a hamd olsun ki, o dünyadan kurtuldum.
Ve Rabbimi, onlardan çok merhametli buldum.)
Osman bin Huneyf dahi anlatıyor ki hatta:
Bir gün, bir a’ma geldi Server-i kainata.
Dedi: (Ya Resulallah, bana bir dua edin.
Şu ama gözlerimi açsın Rabbil âlemin.)
Şöyle buyurdular ki ona Fahr-i kainat:
(Sen şimdi abdest alıp, namaz kıl iki rekat.
Sonra de ki: Ya rabbi, Sevgili Habibinin,
Hürmetine, gözünü açıver bu garibin.)
O böyle dua etti, o Resulün yanında.
Açılıp, görüverdi iki gözü anında.
Yine Bedir cenginde Ensar’ın gençlerinden,
Hazret-i Muavvez’in kesildi kolu birden.
O da, kesik elini alıp öbür eline,
Geldi hemen acele, Allah'ın Habibine.
Kesik eli, yerine yerleştirip o Server,
Şifa bulması için sonra dua ettiler.
O el derhal kaynayıp, sapa sağlam oldu hem.
Çünkü dua etmişti, o gence Fahr-i âlem.
Yine Bedir cenginde, Hudeyd adlı mücahid,
Boynundan öyle yara almıştı ki o vakit,
Nerdeyse başı kopup, düşecekti ki yana.
O halde geldi hemen, o Server'in yanına.
Peygamber Efendimiz, tuttu onun başını.
Ve mübarek eliyle sığadı yarasını.
Şifa bulması için, eyledi sonra dua.
Başı derhal kaynayıp, iyileşti o anda.
Yine bir kadının da, yeni çocuğu doğdu.
Lakin çocuk, doğuştan hiç konuşamıyordu.
Alıp, Resulullah'a getirdi onu hemen.
Bir miktar su istedi Resul o sahabiden.
Ve mübarek ağzına su alarak bir miktar,
Aynı suyu, o kaba bıraktı yine tekrar.
Daha sonra çocuğu annesine vererek,
Buyurdu: (Bu su ile, banyo yapsın bu bebek.)
Kadın öyle yapınca, konuştu çocuk o an.
Hatta daha akıllı oldu akranlarından.
. Dağın konuşması
Peygamber Efendimiz, bir mucize eseri,
Cansız şeyler ile de konuşurdu ekseri.
Ukayl bin Ebi Talip anlatır ki: Bir kere:
Resul ile ikimiz, çıkmıştık bir sefere.
Hava gayet sıcaktı, susadım bu sebepten.
Sevgili Peygambere arz ettim bunu hemen
Buyurdu ki: (Şu dağa, git söyle dileğini.
De ki: Peygamberimiz istiyor su vermeni.)
Ben dahi seslendim ki, hemen: (Ey dağ, ey zemin!
Resulullah ister ki, sen bana su veresin.)
Dağdan, şöyle bir nida geldi ki o esnada:
(Resulullaha de ki, hiç suyum yok şu anda.
Zira Ona, Bekara suresinden bir âyet,
Geldi ki, bu sebepten korkudayım begayet.
Mealen: (O ateşten korkun ki ey insanlar!
Müşrikler ve taşlardır, onu tutuşturanlar.)
Bu ayeti kerime geldiği günden beri,
Korkumdan ağlıyorum gece ve gündüzleri.
Zira, Benim taşlarım olursa onlar diye,
Ağlamaktan, hiç suyum kalmadı damla bile.)
Yine hazret-i Ukayl anlatır ki: Bir sefer,
Bir yere gidiyorduk biz Resulle beraber.
Az mola vermiştik ki, o esnada karşıdan,
yanımıza bir deve geldi hem koşaraktan.
Önünde diz çökerek Peygamber-i zişanın,
Dedi: (Ya Resulallah, imdat, beni kurtarın!)
Arkasından bir köylü, çok telaşlı olarak,
Geldi bıçak elinde yanımıza koşarak.
Peygamber Efendimiz, sordu ki ona hemen:
(Ey köylü, ne istersin bu biçare deveden?)
Dedi: (Ya Resulallah, ben bunu aldım, fakat,
Görmedim kendisinden bir fayda ve menfaat.
Bana hizmet etmeyip, asi oldu durmadan.
Bir işimi görmeyip, firar etti sonradan.)
Deve dahi konuşup, dedi: (Ya Resulallah!
Müsade ederseniz, edeyim size izah.
Yatsı namazlarını kılmıyor bu kabile.
Helak olabilirler bunlar bir azab ile.
Zira bir hadisinde, vermişsin ki sen haber:
(Yatsıyı kılmayanın üstüne azab iner.)
O azap, bana dahi gelmesin diye hemen,
Korkumdan firar edip, kaçtım o kabileden.)
O zaman Resulullah, dönerek o köylüye,
Sordu: (Anlattıkları doğru mu bunun?) diye.
Köylü itiraf edip, dedi: (Ya Resulallah!
Hakikati, ayniyle söyledi size Vallah.
Lakin söz veriyorum, bugünden itibaren,
Yatsı namazlarını kılacağım artık ben.)
O böyle söz verince namaz kılacağına,
Deve de sakinleşip, itaat etti ona.
. Deve konuşuyor
Bir gün, bir köylü geldi Allahın Resulüne.
Yörük, cins bir deveyi gösterdi kendisine.
Resulullah, deveyi çok beğenip hoşlandı.
Fiyatını sorarak, köylüden satın aldı.
Deve, Resulullahı görünce geldi dile.
Ve şöyle hitab etti Ona fasih dil ile:
(Esselamü aleyke, ey insin en iyisi!
Esselamü aleyke, ey Hakkın Sevgilisi!)
Deveden bu sözleri duyunca Fahr-i âlem,
Okşayıp, kendisine iltifat eyledi hem.
Deve, konuşmasına devam etti şöylece:
(Ey Allah’ın Resulü, bunun idim ben önce.
Lakin günah işlerdi, bu yüzden kaçtım ondan.
Dağlarda, tek başıma dolaştım uzun zaman.
Beni, vahşi hayvanlar dağlarda görürlerdi.
(Bu deve, Peygamberin devesidir) derlerdi.
Onların bu sözünü duyar, çok sevinirdim.
Ve sana kavuşmayı, ne kadar çok isterdim.
Sonsuz hamd ve şükürler olsun ki Allah’ıma,
Erdirdi şimdi beni, o büyük muradıma.)
Resulullah, dinleyip onun konuşmasını,
Onu daha çok sevip, verdi (Adba) adını.
Deve, yine konuşup, dedi ki sonra hemen:
(Ey Allah’ın Resulü, bir dileğim var senden.)
O Server, ricasını dinleyip o devenin,
Buyurdu: (Söyle peki, nedir benden dileğin?)
Dedi: (Ya Resulallah, dua et, ahirette,
Yine senin bineğin, ben olayım Cennette.
Eğer sen, benden önce ahirete varırsan,
Üstüme, senden gayri binmesin hiçbir insan.
Zira ben yanıyorken, senin ayrılığına,
Tahammül gösteremem senden gayrılarına.)
Peygamber Efendimiz, bunu kabul buyurdu.
Deve, bu söz üstüne rahat ve huzur buldu.
Vakta ki Resulullah, geldi ömrü sonuna,
Hazret-i Fatıma’yı çağırdı huzuruna.
Ve ona buyurdu ki: (Ey kızım, ben vaktiyle,
Bir sözleşme yapmıştım devemiz Adba ile.
Benden sonra Adba'ya, hiçbir kimse binmesin.
Ona yem ve su vermek, vazifen olsun senin.)
Vakta ki Resulullah, göç etti bu dünyadan.
Yemeden ve içmeden kesildi deve o an.
Artık ne ot yiyordu, ne de su içiyordu.
Günleri, başı önde, çok mahzun geçiyordu.
Hazret-i Fatıma’yı gördü bir gün nihayet.
Dedi ki: (Ey Resulün kızı, bana dua et.
Öyle zannederim ki, çok yaklaştı ecelim.
Biraz sonra ölerek, Resule gideceğim.)
Ve başı, Fatıma’nın tam kucağında iken,
Vefat edip, Resule kavuştu ebediyen.
. Devenin şehadeti
Resulullah, Eshapla bir yerde durur iken,
Yanlarına, develi bir köylü geldi birden.
Ardından, kalabalık bir cemaat geldiler.
O köylüyü, Resule şikayet eylediler.
Dediler: (Ey Allah’ın Sevgili Peygamberi!
Bu şahıs, gece gelip çalmış bizim deveyi.
Şu gördüğünüz deve, bizimdir yani esas.
Geldik ki, hakikati eyleyelim size arz.
Onu, ondan alarak verirsen eğer bize,
Kavuşmuş olacağız, biz kendi devemize.)
Onlara şöyle sual etti ki Efendimiz:
(Var mıdır bu hususta peki bir şahidiniz?)
(Elbette var) diyerek Allah’ın Resulüne,
Onlardan bir kaç kişi, çıktılar biraz öne.
Resulullah, onları tam dinleyecekti ki,
O köylünün durumu, çok dikkatini çekti.
Zira o, bu hususta hiçbir şey demiyordu.
Ve asla kendisini müdafa etmiyordu.
Duruyordu, başını eğivermiş önüne.
Bir şey mırıldanırdı yalnız kendi kendine.
Resulullah köylüye, sordu: (Sen ne diyorsun?
Ne için sen kendini müdafa etmiyorsun?
Bak bunlar diyorlar ki: Bizim idi bu deve.
O, çalmak suretiyle geçirmiş onu ele.
Bu iddia doğruysa, deveyi onlara ver.
Eğer doğru değilse, bir şeyler söyleyiver.)
Tam edecek idi ki kendisini müdafa,
Devesi dile geldi ve konuştu bu defa.
Dedi: (Ya Resulallah, doğruyu edeyim arz.
Ben, bu şahsın yanında dünyaya geldim esas.
Bu zat beni büyütüp, verdi her gün yemimi.
Ben, hep ona hizmetle geçirdim günlerimi.
Yani ben, bu kimsenin devesiyim esasen.
Onların iddiası, iftiradır tamamen.
Çünkü bu kimseleri, ben hiç tanımıyorum.
Nereden ben onların devesi oluyorum?)
Devenin sözleriyle, onlar mahcub oldu pek.
Resulullah o zaman, o köylüye dönerek,
Buyurdu ki: (Ey kişi, söyle bana hemence.
Başını öne eğmiş, ne diyordun az önce?)
Dedi: (Ya Resulallah, durumu edeyim arz.
Rabbime yalvararak, eyledim dua, niyaz.
Dedim: İftira ile karşılaştım ya rabbi!
Ancak sen biliyorsun bu gerçeği tabii.
Yalnız sen kurtarırsın beni bu iftiradan.
Habibin hürmetine, kurtar beni bunlardan)
Resulullah, onlara buyurdu: (Dağılınız!
Zira boş ve asılsız çıktı sizin davanız.)
İftiracı kişiler, çok mahcup ve perişan,
Olmuş bir vaziyette, ayrıldılar oradan.
. Merkebin konuşması
Resulullah, büyük bir orduyla bir gün yine,
Gazaya gidiyordu, müşrikler üzerine.
Şiddetli susamıştı o gün Eshab-ı kiram.
Ve lakin içmek için, su yoktu tek bir gram.
O esnada, Habeşli bir köle gidiyordu.
Devesinde bir kap su, almış götürüyordu.
Eshap su arıyorken, bu köleyi gördüler.
Hemen Resulullahın yanına götürdüler.
Resulullah, o kabı istedi o köleden.
Ve mübarek elini, üstüne koydu hemen.
Fışkırmaya başladı o anda kaptan sular.
Cümle Eshab-ı kiram, içip abdest aldılar.
Kap, yine su doluydu, verdiler o köleye.
Ayrıca para dahi eylediler hediye.
Resulullah, köleyi uğurlarken o günü,
Mübarek eli ile, sıvazladı yüzünü.
Vakta ki nurlu eli, yüzüne etti temas,
O siyah yüz, bir anda oldu nurlu ve beyaz.
O köle, bu haliyle binerek devesine,
Resule veda edip, döndü kabilesine.
İnsanlar, o köleyi görünce ta uzaktan,
Onu tanımadılar o nur ve beyazlıktan.
Dediler: (Gelen deve, bizim devedir, fakat,
Bizim köle değildir üzerinde gelen zat.)
Köle gelip, vak'ayı onlara anlatınca,
Hep müslüman oldular o kabile topluca.
Yine Hayber fethinde, ganimetlerden o gün,
Bir merkep düşmüş idi hissesine Resulün.
Bu soylu ve cins hayvan, Peygamberi görünce,
Sevinip, raks etmeye başladı hemen önce.
Sonra da dile gelip, dedi: (Ya Resulallah!
Çok şükür, beni sana hizmetçi yaptı Allah.
Şimdi benim şudur ki yegane, tek muradım:
Hep senin yanında ve hizmetinde olayım.
Zira bir yahudinin hizmetindeydim önce,
Uygunsuz konuşurdu, ismini işitince.
Ben dahi, bu sebepten onu hiç sevmiyordum.
Ve onu, bile bile yere düşürüyordum.
Nihayet firar edip, kurtuldum o kişiden.
Ve senin hizmetinle şereflendim şimdi ben.)
O Server, kendisine buyurdu ki ba-husus:
(Sana bir eş alayım, olsun yine yavrunuz.)
Dedi: (Ya Resulallah, hiç yavru olmaz bizden.
Zira işitmişiz ki biz dedelerimizden,
Yetmiş yavrusu olur toplam bu sülalenin.
Ve bineği olurlar, hepsi bir Peygamberin.
Yetmişinci, son yavru, en şerefli yavrudur.
Zira son Peygambere, o yavru binek olur.
Son yavru işte benim, sen de son Peygambersin.
Eğer izin verirsen, bineğinim ben senin.)
. Kurt konuşuyor
Mekke'nin civarında, bir kurt, acıktığından,
Hızla kovalıyordu bir geyiği ardından.
Kâfirlerin yanından geçiyorken, bir ara,
Dile gelip şöylece hitab etti onlara:
(Ey Kureyş kâfirleri, yazıklar olsun size.
Niçin inanmazsınız siz Peygamberinize?
O, ebedi Cennete çağırırken sizleri,
Siz inkâr edersiniz böyle bir Peygamberi.)
Yine Eshaptan biri, anlatır ki şöylece:
Bir gün evde dururdum, iman etmeden önce.
Her gün tapındığımız bir putumuz vardı ki,
Konuşmaya başladı o birden insan gibi
Hem de gayet fasih ve beliğ konuşuyordu.
Ve Resulü metheden şiirler söylüyordu.
Ben, şaşkınlık içinde düşünürken, o anda,
Bu sefer bir kuş gelip, eyledi şöyle nida:
(Ey Abbas, sen bu işe çok hayret ediyorsun.
Ama kendi haline, neden şaşırmıyorsun?
Ahir zaman Nebisi, o hazret-i Muhammed,
İnsanlığı, islama ediyor şimdi davet.
Davetine koşarken herkes o Peygamberin,
Ne garip ki, bu işten yoktur senin haberin.)
Kuştan da bu sözleri işitince, nihayet,
Çok şükür bana dahi nasib oldu hidayet.
Derhal Resulullahın gidip hanelerine,
Ben dahi şereflendim, girmek ile bu dine.
Ebu Hüreyre dahi, der ki: (Medine'de, biz,
Kimsenin bostanına giremezdik izinsiz.
Zira her bir bostanda, bir deve duruyordu.
Yabancı biri girse, ona saldırıyordu.
Bir gün girdi Resul de, birinin bostanına.
Lakin onun devesi, saldırmadı hiç Ona.
Hatta önüne gelip, burnunu yere koydu.
Ve Onun huzurunda, hürmet ile oturdu.
Resulullah, devenin yularını, boynuna,
Atarak, daha sonra buyurdular ki ona:
(Yerlerde ve göklerde hiçbir şey yok ki zinhar,
Peygamber olduğumu bilmeyip, etsin inkâr.
Yalnız insan ve cinden, bazısı müstesnadır.
Zira onlar içinde, inanmayanlar vardır.)
Daha sonra, devenin sahibine dönerek,
Buyurdu ki: (Bu senden, şikayet ediyor pek.
Ona, öteden beri hep zor işler vermişsin.
Üstelik kendisine, pek az yem yedirmişsin.
Kesmek istiyormuşsun şimdi de bu deveyi.
Ey kişi, doğru mudur onun bana dediği?)
Adam, hayret ederek olmuştu hem bi-huzur.
Dedi: (Ya Resulallah, evet, bunlar doğrudur.)
O zaman Resulullah buyurdu ki: (Ey kimse!
Madem doğru söylüyor, kesme onu öyleyse.)
. Kurdun endişesi
Peygamber Efendimiz, bir defin esnasında,
Hazır bulunuyordu Baki kabristanında.
O sırada, uzaktan bir kurt geldi koşarak.
Korkuya kapıldılar Eshap telaşlanarak.
Lakin Resulullahın, bu hadise anında,
Değişiklik olmadı sükun ve vakarında.
Ve hatta Eshabına buyurdu ki o zaman:
(Korkmayın, elçiliğe gelir bize o hayvan.)
Hakikaten kurt gelip, edep ile yaklaştı.
Ve Peygamberimize derdini şöyle açtı:
Dedi: (Ya Resulallah, bu gün vahşi hayvanlar,
Medine haricinde bir yerde toplandılar.
Ve beni, elçiliğe gönderdiler ki size,
Emir buyurasınız kendi ümmetinize.
Ki, bize rızk için, bir şey tayin etsinler.
Vahşi hayvanlar dahi, onlarla yetinsinler.
Biz, o tayin olunan hayvanları yiyelim.
Daha başkalarına, artık göz dikmeyelim.)
Peygamber Efendimiz, (Ne diyorsunuz?) diye,
Baktılar oradaki mevcut sahabilere.
Teslimiyet içinde, onlar sükut ettiler.
Bu hususta bir fikir beyan eylemediler.
Lakin Peygamberimiz, onlara bakıp tekrar,
(Sizler de fikrinizi söyleyin) buyurdular.
O zaman bir tanesi, fikrini eyledi arz.
Dedi: (Ya Resulallah, zekat, bize oldu farz.
Biz ancak, zekat için hayvan verebiliriz.
Bir hayvan da onlara vermeye yok gücümüz.)
Resulullah o zaman, kurda dönüp yüzünü,
Buyurdu ki: (Duydun mu Eshabımın sözünü?)
Kurt şöyle arz etti ki: (Ama, beni hayvanlar,
Eshabına değil de, zatına yolladılar.)
O zaman buyurdu ki: (Diyorum ben de öyle.
Daha başka arzunuz var ise, onu söyle.)
Kurt şöyle arz etti ki: (Bir arzumuz daha var.
Şunu demek ister ki size vahşi hayvanlar:
Biz her gün, bir hayvanı parçalar, onu yeriz.
İnsanların hoşuna gitmez bu fiilimiz.
Bunun için, senin ve Eshabının, bizlere,
Beddua etmesinden korkudayız bu kere.)
O merhamet deryası, Peygamber Efendimiz,
Buyurdu ki: (Korkmayın ve müsterih olun siz.
Çünkü size ulaşan günlük nasibinizden,
Ötürü, bir beddua erişmez size bizden.)
Kurt bunu işitince, dedi: (Elhamdülillah!
Sizin bedduanızdan korudu bizi Allah.
Eğer bedduanıza olsa idik müstehak,
Bütün vahşi hayvanlar, olurduk cümle helak.)
Müsade isteyerek sonra Resulullahtan,
Ayrılıp, sevinç ile uzaklaştı oradan.
. Putun şehadeti
Peygamber Efendimiz, hicret edip Mekke'den,
Medine beldesine teşrif etti ve hemen,
İlk icraat olarak, bir mescit etti bina.
Ve ağaç lazım oldu, o binanın damına.
Hazret-i Ebu Bekir, o Resule gelerek,
Dedi: (Ya Resulallah, üzüldüm bu işe pek.
Zira vardı ağaçlar, Mekke’de benim evde.
Burada olsalardı, kullanırdık bu yerde.)
Peygamber Efendimiz buyurdu: (İster misin?
Ki, senin ağaçların, buraya şimdi gelsin?)
O, (İsterim) deyince, Resulullah bu sefer,
Buyurdu: (Öyle ise, onları çağırıver.)
Hazret-i Ebu Bekir, derhal emre uyarak,
Seslendi ağaçlara, oradan bağırarak.
O anda, ağaçları gördü hemen yanında,
Ve onları kullandı, o mescidin damında.
Yine bir gün, Yemen'den çıkıp bazı müşrikler,
İmtihan maksadıyla o Resule geldiler.
Yanlarında ayrıca, bir put getirmişlerdi.
Ve nefis kumaşlarla, onu süslemişlerdi.
Resulullah, onları edince dine davet,
Dediler: (Bir mucize görürsek, olur elbet.
Mesela şu bizim put, tasdik ederse seni,
Biz de tasdik ederiz senin nübüvvetini.)
O Server, asasını koydu putun başına.
Daha sonra, (Ben kimim?) diyerek sordu ona.
O put dile gelerek, dedi: (Ya Resulallah!
Sen, Allah’ın kulu ve Peygamberisin Vallah.)
Kâfirler, putlarından işitince bu sesi,
Dehşete kapılarak, imana geldi hepsi.
Yine Süfyan bin Haris anlatır ki şöylece:
Ben, Peygamberimize iman etmeden önce,
Ahir zaman Nebisi gelir diye, her yerden,
Duyar ve gelmesini beklerdim her gün hemen.
O günlerde garip bir at gördüm bir mahalde.
Kelime-i tevhidi söylerdi fevkalade.
Buna çok hayret edip, düşündüm ki o saat:
Ne garip, insan gibi gördüm bir konuşan at.
O bana cevap verip, dedi: (Ey gafil insan!
Daha acayibini diyeyim sana şu an.
Hak teâlâ, hiç yoktan yarattı önce seni.
Ve her gün gönderiyor, sana yiyeceğini.
Seni, Resulüyle de Cennete etti davet.
Ama sen, bu davete etmiyorsun icabet.)
Ben sual eyledim ki: (Dediğin Resul kimdir?)
Dedi ki: (Son Peygamber, Muhammed-ül emin'dir.
Mekke’de zuhur edip, Medine’ye göç eder.
Onun gelmesi ile, put devri sona erer.)
Bu kadar mucizeler görünce, ben o zaman,
Şehadeti getirip, hemen oldum müslüman
. Dirilen kuzu
Resulullah, Eshapla bir evde otururken,
Bir ara, yemeklerden açıldı bahis birden.
Sevilen yemekleri sayarken birer birer,
Hepsi, (Et yemeğini seviyoruz) dediler.
O zaman buyurdu ki Peygamber Efendimiz:
(Et yemeği yemedik şu tarihten beri biz.)
Bir sahabi dedi ki: (İzin verin, gideyim.
Evde bir et yemeği pişirip getireyim.)
Kalkıp gitti evine Resul izin verince.
Bir kuzusu vardı ki, kesti onu hemence.
Ve kendi eli ile kızartıp, yaptı kebap.
Resulün huzuruna alıp geldi derakap.
O Server buyurdu ki o zaman Sahabeye:
(Mescitte her kim varsa, çağırın bu yemeğe.)
Bu davet üzerine, bir kısım sahabiler,
Gelip, Resulullahla o kebaptan yediler.
O Server buyurdu ki Eshaba o arada:
(Kemikleri atmayın, biriktirin kenarda.)
Nihayet bitirince hepsi yemeklerini,
Kaldırdı Resulullah mübarek ellerini.
Sonra, o kemiklerin üzerine koyarak,
Buyurdu ki: (Allah’ın izniyle dirilip kalk!)
O anda kuzu hemen dirilip kalktı yine.
Koşarak gidiverdi sahibinin evine.
Ev halkı onu görüp, dediler ki: (Bu kuzu,
Sabah kestiğimize çok benziyor doğrusu.)
Ebu Kuhafe dahi, der ki: (Ben küçük idim.
Babam vefat edince, ben birden kaldım yetim.
Annem ile birlikte kalırdık dayımlarda.
Ben de, koyunlarını güdüyordum dağlarda.
Şereflenmemişlerdi imanla henüz onlar.
Biz de, islamiyet’ten hiç değildik haberdar.
Ben koyun otlatırken, Eshaptan biri bir gün,
Beni alıp götürdü sohbetine Resulün.
Öyle duygulandım ki Onun o sohbetiyle,
Gitmeden yapamazdım sohbete bir gün bile.
Fakat dayım ve yengem, razı değildi bundan.
Dediler: (Gitme Ona, çıkarır seni yoldan.)
Koyunların başında ben olmayınca gündüz,
Akşamları koyunlar, dönerdi eve sütsüz.
Dayım vakıf olunca en nihayet bu işe,
Dedi: (Gitmeyeceksin sen artık o kişiye.)
Ben hemen bu hususu Resule eyledim arz.
Buyurdu: (Koyunları önüme getir biraz.)
Getirdim, bereketle dua etti onlara.
Koyunların sütleri, pek çoğaldı o ara.
Sebebini sorunca bana yengem ve dayım,
İşin hakikatini onlara da anlattım.
Dediler ki: (O zatın sohbetine devam et.
Ondan, sana sadece gelir hayır, bereket.)
Ve hatta yengem ile birlikte aynı günde
Gidip iman ettiler Peygamberin önünde.
.