ABDULHAMİD HAN
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
01 - ÂDEM ALEYHİSSELAM
.Topraktan Yaratıldı
Yeryüzünde İlk insan ve hem de İlk Nebi dir.
Ülül'azm peygamber ve Resullerin ilkidir.
Hiç bir şey yaratmadan alemde Hak teâlâ,
Habibinin nurunu halk eyledi evvela.
Ve hadis-i kudside, verdi ki şöyle haber:
(Hiç bir şey yaratmazdım, sen olmasaydın eğer.)
Âdem aleyhisselam yaratılmadan önce,
Yeryüzünde cinniler yaşıyordu sadece.
.
Sonra, aralarında çıkınca kin ve haset,
Kavga, cidal yaptılar, kan döküldü nihayet.
Hak teâlâ o zaman, gökteki meleklerden,
Müteşekkil bir ordu gönderdi yer'e hemen.
Onların başına da, İblis'i kıldı serdar.
Zira henüz Allah'a olmamıştı isyankâr.
Adı, Azazil olup, hepsinden alim idi.
O ordunun başında, göklerden yere indi.
Cinleri, yeryüzünden adalara, dağlara,
Sürerek, kendileri yerleşti oralara.
Böylece meleklerin bir kısmı, yeryüzüne,
Yerleşip, emirleri Azazil oldu yine.
Hem göklerin, hem yerin oldu idarecisi.
Cennet hazinesinin, hem o idi bekçisi.
O, bazan yeryüzünde, bazı kere göklerde,
İbadet ediyordu istediği her yerde.
Kırk bin sene yapmıştı, Cennetlerde bekçilik.
Yaptı seksen bin yıl da, meleklere emirlik.
Onlara, otuz bin yıl, yaptı vâz-ü nasihat.
Arş-ı âlâ altında, on bin yıl yaptı taat.
Allah, Âdem Nebi'yi yaratmak dileyince,
Ve bundan, melekleri haberdar eyleyince,
Dediler ki: (Ya Rabbi, sana hamd ediyoruz.
Ve seni tesbih edip, her an zikrediyoruz.
Yerde fesat çıkarıp ve kan dökecek olan,
Kimseleri, ne için yaratacaksın el'an?)
Hak teâlâ buyurdu: (Ey benim meleklerim!
Sizin bilmediğiniz şeyleri ben bilirim.
Siz, yalnız bakarsınız onların işlerine.
Bense, nazar ederim kalb ve niyetlerine.
Siz, masum olsanız da günahtan her ne kadar,
Onlar, günah işleyip, sonra pişman olurlar.
Sizin bu halinizi sevsem dahi bir nice,
Affı da çok severim kulum tövbe edince.
Bana yaklaşanlara, daha çok yaklaşırım.
Benden uzaklaşanı, bana yaklaştırırım.
Ben, zelil olanları, ederim tekrar aziz.
Benim bildiklerimi, bilmezsiniz ama siz.)
Gerçi bunu sormakta, meleklerin niyeti,
Sadece öğrenmekti o işteki hikmeti.
Yine de, (Bu suali, niçin sorduk?) diyerek,
İstiğfar eylediler, O'na boyun bükerek.
Dediler ki: (Ya Rabbi, seni tenzih ederiz.
Senin öğrettiğinden gayri şey bilmeyiz biz.
Ey Rabbimiz, muhakkak, sen her şeyi bilensin.
Ve her bir yaptığının, hikmeti vardır senin.)
Melekler, aczlerini böyle edip itiraf,
Kürsi'yi, yedi sene, ettiler her gün tavaf
. Önce Toprak İdi
Yaratmak dileyince Âdem'i Hak teâlâ,
Şöyle ferman buyurdu, yeryüzüne evvela:
(Ben, insan halk etmeyi diledim ki topraktan,
Bir kısmı muti olur, bazısı eder isyan.
İtaat edenlere, Cennet olur mükâfat.
Asiler, Cehennemde azaba düşer fakat.)
Yeryüzü, bunu duyup arz etti ki: (Ya Rabbi!
Bu, itaatkârlara büyük ihsan tabii.
Lakin isyan edenler, Cehennem ateşine,
Girerse, dayanamam azab çekmelerine.)
Emretti Hak teâlâ, Cebraile o zaman.
(Ya Cebrail, bir miktar toprak al getir Arz'dan.)
Cibril, yere inerek, alacaktı ki toprak,
Yeryüzü, feryat figan eyledi ağlıyarak.
Dedi ki: (Bu gün benden, hiç toprak alma sakın.
İsyan edip, azaba düşerler sonra yarın.
Benim sebebim ile, girmesinler günaha.
Benden toprak almandan, sığınırım Allah'a.)
Cebrail, acıyarak bu feryadına Arz'ın,
Hemen döndü geriye, hiç toprak almaksızın.
Dedi ki: (Ya ilahi, her şey malum zatına.
Toprak almadığımdan, sığındım ben de sana.)
Hak teâlâ bu sefer, emretti Mikaile.
O dahi yeryüzüne indi bu gaye ile.
O da, yerden bir miktar toprak alacağı an,
Yeryüzü, ona dahi eyledi feryat, figan.
O da toprak almadan, geriye döndü yine.
Aynı özrü, o dahi beyan etti Rabbine.
Bu sefer İsrafile verdi Allah bu emri.
O da, aynı sebepten eli boş döndü geri.
Emretti en sonunda, hazret-i Azraile.
O dahi yeryüzüne indi bu gaye ile.
Yeryüzü, ettiyse de Ona da öyle feryat,
O'nun yalvarmasına, şöyle dedi o fakat:
(Allah'a sığınırsın, sen az toprak vermekten.
Ben dahi sığınırım, O'na karşı gelmekten.)
Ve sonra, her kıt'adan Toprak alıp getirdi.
Taif-Mekke arası bir yere biriktirdi.
Yeryüzü, Azraile edince feryat, figan,
Ona, Hak teâlâdan geldi şöyle bir ferman:
(Ey Arz, sakın üzülme az toprak verdiğine.
İade edeceğim onu ben sana yine.
Şu cansız, siyah renkli toprağını alırım.
Beyaz tenli, ay yüzlü insanlar yaratırım.
Onlar, senin üstünde yaşarlar belli müddet.
Ölüp, tekrar içine girerler en nihayet.)
Azrail'in aldığı topraklar, o mahalde,
Kırk arşınlık bir yığın olup kaldı bu halde.
Bu topraklar, dünyanın türlü noktalarından,
Alınıp, bir araya gelmiş olduklarından,
İnsanlar da, dünyada, çeşitli renklerdedir.
Hem dahi türlü türlü huy ve tabiattedir.
Bu toprak yığınının üstüne, cenâb-ı Hak,
Kırk gün yağmur yağdırdı, aralıksız olarak.
Yağdı Gam denizinden, otuz dokuz gün gece.
Ferahlık denizinden, bir gün yağdı sadece.
Bunun için insanın kederi, sevincinden,
Fazla olur daima, sual yok hikmetinden.
. Çamur Olup Kurudu
Allah, Âdem Nebi'nin toprağını, o zaman,
Çeşitli safhalardan geçirip yaptı İnsan.
Emretti, o toprağa Hava koydu Cebrail.
Ateş ilave etti, daha sonra Mikail.
Ve yetmiş bin meleğe emretti daha sonra.
Su getirip döktüler, her biri o çamura.
Bir müddet yerde kalan o çamura, melekler,
Allah'ın emri ile, İnsan şekli verdiler.
Cansız bir heykel oldu, gayet güzel ve düzgün.
Kudret güneşiyle de, kurudu bir nice gün.
Öyle ki, dokunulsa hafifçe ona bir kez,
Pişkin bir saksı gibi, çınlayıp verirdi ses.
Velhasıl cansız olan bu kalıp tamamlandı.
Hak teâlâ emriyle, kırk sene yerde kaldı.
Emretti sonra Allah cümle melaikeye:
(Gidin de, o kalıbı ziyaret edin!) diye.
Melekler, hemen gelip yakınına vardılar.
Onun güzelliğine bakıp hayran kaldılar.
Zira görmemişlerdi böyle şey yeryüzünde.
Bir zerafet var idi endamında, yüzünde.
Ve gayr-i ihtiyari, şöyle dediler ki hep:
(Allah, bundan güzel şey yaratmış mıdır acep?)
İblis kovulmamışken, henüz Allah katından,
Geçerdi teb'asıyle, o yerin yakınından.
Eyleştiler hemence, görünce yerde onu.
Ve çok merak ettiler, onun ne olduğunu.
Parmağının ucuyla, dokundu İblis biraz.
Hasıl oldu o anda, çok kuvvetli bir avaz.
Meğer bir yabancının eli dokunduğundan,
Böyle çok kuvvetli ses, o zaman çıkmış ondan.
Endişeye kapılıp ve içinden dedi ki:
(Bu, büyük bir iş için yaratıldı belli ki.)
Lakin belli etmedi bunu hiç etrafına.
Başka türlü konuştu, kalbinin hilafına.
Dedi ki: (Bunun için, etmeyin hiç endişe.
Baksanıza içi boş, yaramaz hiç bir işe.
İsterseniz karnından, ben içeri gireyim.
İçinde bir şey varsa, size haber vereyim.)
Deldi sonra karnını, giriverdi içeri.
Gördü orda bilcümle, göklerdeki şeyleri.
Ve bir mahzen gördü ki, kilit var kapısında.
Lakin açamadı ki, ne vardır arkasında?
Bu acayip şeyleri görünce daha şaştı.
Önceki endişesi, daha da fazlalaştı.
Dedi ki: (Yaratıldın, sen büyük bir iş için.)
Çıktı yine dışarı, hiç belli etmeksizin.
Teb'asına dedi ki: (Eğer bunu, Rabbimiz,
Tutar ise sizlerden daha üstün ve aziz,
Ve hürmet etmenizi, isterse sizden eğer,
Sizler ne yaparsınız, o zaman ey melekler?)
Dediler: (Bize her ne emrederse Rabbimiz,
O emre mütabaat ederiz elbette biz.)
İblis hiç beğenmedi bu cevabı kibrinden.
Hemen kendi kendine, şöyle dedi içinden:
(Onu tercih ederse, muhalefet ederim.
Beni aziz tutarsa, onu helak eylerim.)
Halbuki Hak teâlâ buyurdu ki: (Sizin ben,
Bilirim gizli açık, ne geçse kalbinizden.)
. Ruh Girmek İstedi
Allah, Âdem Nebi'nin kalıbına ruh ve can,
Vererek, diriltmeyi murad ettiği zaman,
Ruh, bedeni cansız ve karanlık yer görünce,
İçeriye girmeyi, istemedi ilk önce.
O zaman Cebrail'e buyurdu cenâb-ı Hak:
(Habibimin nurunu, al emanet olarak.
Getirip koy ki hemen, iki kaş mabeynine,
Ruh girsin ona bakıp, Âdemin bedenine.)
Yani nasıl avcılar, bir kuş avlamak için,
Cazip yemler koyarlar o yere biraz ilkin.
Yani tuzak kurarlar o kuşa daha önce.
Gelip girer tuzağa, kuş, o yemi görünce.
Ruh kuşu da, bu nuru görünce oldu hayran.
Girdi zevk ve şevk ile, gözünün pınarından.
Lakin girip gördü ki, bu yer çok karanlıkmış.
Birbirine zıt olan dört maddeden yapılmış.
Ateş, hava, su, toprak, hepsi zıt birbirine.
(Bu bina çabuk çöker) dedi kendi kendine.
O sırada gördü ki, üzerine dört yandan,
Saldırıya geçtiler, bir hayli vahşi hayvan.
Ne kadar kötü huylar varsa insan içinde,
Ruha hücum ettiler bir hayvan biçiminde.
Gadap, bir canavardı, şehvet, sanki bir akrep.
Her sınıf hayvan vardı, saldırdılar ona hep.
Nazlı ruh, uzun yıllar, mukaddes alemlere,
Alışık olduğundan, şaşırdı birden bire.
Bu durum karşısında, istedi geri dönmek.
Lakin kendi kendine, bu, mümkün değildi pek.
Çaresizlik içinde, bir âh dedi o saat.
Aksırıp, her azası canlandı, buldu hayat.
Ruh yerleşti ise de, bedenine Âdem'in,
Bu karanlık cesede, alışamadı lakin.
Allahü teâlâya, yakınlık anlarını,
Düşünüp, üzülürdü eski makamlarını.
Bu beden kafesini parçalayıp, o yine,
Kavuşmak istiyordu, önceki günlerine.
Velhasıl bu cesede, etmedi hiç muhabbet.
Kuramadı onunla, bir yakınlık ve ülfet.
Zira değil idiler, ikisi aynı cinsten.
O, alem-i halk'tandı, bu, alem-i emir'den.
Sonsuz kudret sahibi bulunan Hak teâlâ,
Bu iki zıt şeyleri, getirdi bir araya.
Sonra Allah, hava'yı, bedene gıda edip,
Gönderdi ciğerlere, meleklere emredip.
Böylece en lüzumlu gıda olan bu hava,
Bahş oldu Rabbimizden, insanlara bedava.
Rabbinin kokusunu, ruh alıp bu hava'dan,
Taze hayat buluyor her saniye ve her an.
Zira insan, her nefes alıp ve verdiğinde,
(H) sesi hasıl olur, dikkat edildiğinde,
Allah kelamının da, son sesi yine (H)dır.
İşte o (H) sesleri, Allahı hatırlatır.
İnsan, günde binlerce nefes alıp veriyor.
Yani ruha, binlerce, O'ndan haber geliyor.
Ruh, Rabbinden aldıkça an be an bu haberi,
Beden de o müddette, kalır canlı ve diri.
Ne zaman ki bu haber gelmez olur bir daha,
O beden ölmüş olur, ruh kavuşur Allah'a.
. İblis Secde Etmedi
Vakta ki ruh bedene girer girmez, o saat,
Dimağa te'sir edip, önce o buldu hayat.
Yayıldı daha sonra, el, kol ve bacağına.
Her nereye gittiyse, kavuştu o yer cana.
Gözüne ulaşıp da, etrafını görünce,
Arş-ı âlâya baktı, her şeyden daha önce.
"Lâ ilahe illallah, Muhammed Resulullah".
Yazısını görünce, merak etti o nagah.
Ve sordu ki: (Muhammed, kim ola ki ilahi!
İsmin ile yan yana yazmışsın o'nu dahi?)
Buyurdu: (Evladından biridir ki ya Âdem!
Yaratmadım bir kişi, O'ndan daha mükerrem. )
Henüz ayaklarına gelmemişti ki ruhu,
Doğrularak, ayağa kalkmayı etti arzu.
Bu yüzden Hak teâlâ buyurdu ki Kur'anda:
(İnsan, çok aceleci halk oldu zamanında.)
Ve vermemiş idi ki ruhunu bedenine,
Şöyle ferman buyurdu, cümle meleklerine:
(Ey melekler, çamurdan, insan halk edeceğim.
Önce cansız bir kalıp, sonra ruh vereceğim.
Ne zaman ki ruhunu verirsem bedenine,
Siz secdeye kapanın hürmet için kendine. )
Vakta ki ruh verilip, kalktı Âdem Peygamber,
Secdeye kapandılar, ona cümle melekler.
Habibullahın nuru, alnında parlıyordu.
O yüzden meleklere, bu secde emrolundu.
Tek bir kişi var idi lakin secde etmeyen.
O da, İblis idi ki, tard oldu ebediyyen.
Melekler, beşyüz sene kalarak o secdede,
Kalkınca gördüler ki, sırf etmemiş o secde.
Emre uyduklarından, hamd ettiler Allah'a.
Secdeye kapandılar şükür için bir daha.
Yaptığı içindir ki melekler iki secde,
Beş vakit namazda da, emr oldu bu şekilde.
Onların arasında, İblis idi ki bir tek,
Emri dinlememişti, bir an kibirlenerek.
Şöyle sual eyledi, ona Rabbil-alemin:
(Ey mel'un, sen ne için secdeye eğilmedin?)
Cevabında dedi ki: (Hayırlıyım ben o'ndan.
Beni Nar'dan yarattın, o'nu ise Çamur'dan.)
O, gurur ve kibrinden secde etmedi diye,
Duçar oldu malesef, gadab-ı ilahiye.
Allah'ın bir emrini, icra etmediğinden,
Lânetlenip kovuldu huzur-u ilahiden.
İblis, Hak teâlâya eyledi ki şöyle arz:
(Kıyamet gününe dek, mühlet ver bana biraz.)
Hak teâlâ verince bu mühleti İblis'e,
O zaman da Allah'a, dedi ki: (Öyle ise,
Kullarının yoluna gidip oturacağım.
Onlara, dört cihetten musallat olacağım.
Onlara şirin, güzel, gösterip haramları,
Her an saptıracağım, doğru yoldan onları.
Emirlerine uyan halis kulların hariç,
Elimizden kurtulan, bir kimse bulunmaz hiç.)
.Şeytanın Önceki Hali
Önceden Azazil'di, İblis'in asıl adı.
Cinlerin babasıdır, ateşten yaratıldı.
Ateşin, nur kısmından yaratıldı melekler.
Duman kısmından ise, halk olundu cinniler.
Melekler nurlu olup, başladılar taate.
Cinler ise girdiler, günah ve şekavete.
Azazil, cin olarak halk olundu aslında.
Lakin hep bulunurdu, melekler arasında.
Hatta öyle çok ilmi vardı ki bu kimsenin,
Hocası olmuş idi, cümle melaikenin.
Ve yedi kat göklerde mevcud olan melekler,
İlim ve ibadette, ona gıbta ettiler.
Arş altında, yakuttan minberde otururdu.
Melekler, karşısında el bağlayıp dururdu.
Etrafında o kadar melek toplanırdı ki,
Sayılarını ancak, Hak teâlâ bilirdi.
Böylece, meleklere ederdi hep nasihat.
İminden istifade edilirdi her saat.
Vakta ki yerlerin ve göklerin idaresi,
Ona bırakılınca, kibir sardı İblis'i.
Ve şöyle düşündü ki hemen kendi kendine:
Bu makam verilirse, benden gayri birine,
O anda vazgeçerim Allah'a ibadetten.
Zira yok bir kişi ki, üstün olsun o benden.
Yapamaz hiç bir kimse benim yaptığım işi.
Çünkü yok yer ve gökte, benden üstün bir kişi.
Böyle kibirlenince Azazil bu hususta,
Melekler, şu yazıyı gördü Levh-i mahfuz'da:
(Allah�a yakın biri, gadaba uğrayarak,
Tard olunur, kovulur, hem de sonsuz olarak.)
Melekler, bu yazıyı görüp kederlendiler.
Acele Azazil'in huzuruna geldiler.
Dediler ki: (Birine, gelecekmiş bir bela.
Dua et, onu bize vermesin Hak teâlâ.)
Azazil, cevabında dedi ki: (Ey melekler!
O bela size gelmez, etmeyin fazla keder.
Zira ben, o yazıyı görürdüm çoktan beri.
Ve lakin demiyordum kimseye bu haberi.)
Melekler dua için fazla ısrar edince,
"Peki" deyip, onlara dua etti bir şöylece:
(Ya Rabbi, bu beladan koru meleklerini.)
Dedi ve gururundan, söylemedi kendini.
Bu belayı, kendine yaklaştırmıyordu hiç.
Bunun için duadan, kendini tuttu hariç.
Ve dedi: (Ya ilahi, yazıda kastedilen,
Bu kişi, kim acaba kullarının içinden?)
Hak teâlâ buyurdu: (O, öyle biridir ki,
Veririm o kuluma, nice nimetlerimi.
O ise, bir emrime itaat etmez benim.
Ben de onu huzurdan, ebedi tard ederim.)
İblis dedi: (O kulu, göster bana ilahi!
Ben, onun cezasını vereyim bizatihi.)
Hak teâlâ buyurdu: (Pek yakında görürsün.)
Bu hadiseden sonra, geçmedi fazla bir gün.
Bin yıl secde ettiği yerden kalktı nihayet.
Gördü Levh-i mahfuzda: (İblis'e olsun lânet.)
.Cennete Girmesi
. Cennete Girmesi
Hak teâlâ Âdem'e, her eşyanın adını,
Öğretti birer birer, hem de sıfatlarını.
Ayrıca, her sanatı bildirdi o'na yine.
Ve bütün ilimleri, ilham etti kalbine.
Sonra da evladının, kıyamet gününe dek,
Lisanlarını dahi öğretti o'na tek tek.
O'na, bu ilimleri verince Hak teâlâ,
Böylece meleklerden, oldu üstün ve âlâ.
Buyurdu: (Ey melekler, sadıksanız siz eğer,
Eşyanın adlarını, veriniz bana haber.)
İtiraf eylediler melekler aczlerini.
Dediler ki: (Ya Rabbi, tenzih ederiz seni.
Bize ne öğrettinse, ancak onu biliriz.
Senin bildirdiğinden, başka yok bir bilgimiz.)
Hazret-i Âdem'e de buyurdu ki bu kere:
(Eşyanın adlarını, haber ver meleklere.)
Âdem Peygamber dahi, bu emre ittibaen,
Onları, meleklere beyan etti tamamen.
Onlar, Âdem Nebi'den öğrenince bunları,
Daha da fazlalaştı, o'na hayranlıkları.
Hepsi şahit oldular ilminin kemaline.
Ve çok gıpta ettiler o'nun her bir haline.
Vakta ki kırk yaşına geldi Âdem Peygamber,
O'nu, Cennet içine ilettiler melekler.
Büyük bir taht yaptılar o'na Allah emriyle.
Ve o'nu süslediler, Cennet ziynetleriyle.
Giydirdiler üstüne, bir Cennet libasını.
Ve koydular başına, bir keramet tacını.
Tebessüm etse idi Âdem Nebi bir kere,
Dişlerinden çıkan nur, aks ederdi her yere.
Başını, ne tarafa döndürüp baksa idi,
Nur-u Nebi, alnında parlardı Güneş gibi.
Emretti Hak teâlâ, sonra meleklerine:
(Alın o'nun tahtını omuzlar üzerine.
Dolaştırın, gezdirin Cennetin her yerini.
Sonra Arş'ın yanında indirin kendisini.)
Bu emir üzerine, aldı o'nu melekler.
Göklerin her yerini gezdirip getirdiler.
Alnında, güneş gibi parıldayan Nurunu,
Bilirdi melekler de, Habib'in olduğunu.
Bu sebepten, ne vakit baksalardı yüzüne,
Salevat okurlardı, Habibullah üstüne.
Âdem aleyhisselam, Cennetlere girince,
Kürsiler konmuş gördü, Nebiler adedince.
Onların hangisinde biraz otursa idi,
O peygamberin nuru, alnında parlar idi.
Habibullah'ınkine, son kez oturduğunda,
Kayboldu öbür nurlar, o kürsi'nin nurunda.
Nasıl güneş çıkınca, kaybolursa yıldızlar,
O'nun ışığında da, kayboldu diğer nurlar.
Âdem Nebi görünce, bu açık kerameti,
Daha çok fazlalaştı, Resule muhabbeti.
Melekler de bu hale, eylediler çok hayret.
Meş'ale getirdiler, nurdan yetmişbin adet.
Başının üzerinde tuttular tazim ile.
Aydınlandı yer ve gök, onların zıyasiyle.
. Hazreti Havva'nın Yaratılması
Âdem aleyhisselam, Cennete girdiğinde,
Üzüm, incir ve hurma yedi ilk günlerinde.
Çok sevdi, çok beğendi Cennet meyvelerini.
Dolaşmaya başladı, saray ve köşklerini.
Lakin kendi cinsinden, arkadaş etti arzu.
Yatıp uyuyuverdi, aklındayken bu mevzu.
Sol göğüs kemiğinden, o'na, yaren olarak,
Halk eyledi hazret-i Havvayı cenâb-ı Hak.
Âdem aleyhisselam uyanınca uykudan,
Baş ucunda, ayakta, bir Kadın gördü o an.
Sordu ona: (Sen kimsin, yaratıldın hem niye?)
Dedi ki: (Halk olundum, sana ben zevce diye.)
O, hazret-i Âdem�in suret ve siretinde,
Yaratılmış idi hem, o'nun güzelliğinde.
Hazret-i Âdem ile, Havva�nın, cenâb-ı Hak,
Kıydı nikahlarını, Cennette ilk olarak.
Ve sonra buyurdu ki: (Ey Âdem ve ey Havva!
Gezinin Cennetimde ve yiyin türlü meyva.
Ve lakin şu ağaca hiç yaklaşmayın ki siz,
Yoksa zulmedenlerden olursunuz ikiniz.)
Böylece ikisi de, Cennetin her yerinde,
Yaşarlardı çeşitli zevk ve nimetlerinde.
Lakin bu ikisinin, Cennette kalmaları,
İblis�e hoş gelmeyip, şöyle verdi kararı:
�Düşünüp, bir an önce bulayım da bir hiyle,
Çıkarayım onları, Cennetten böylelikle�.
Şeytan, secde etmeyip kibir ve gururundan,
Tard olup kovulmuştu, Allah�ın huzurundan.
Bu hadiseden sonra, İblis, bu ikisine,
Düşman olup, düşmüştü bir intikam peşine.
Bu sebepten, hazret-i Âdem ile Havva�yı,
Düşünüp dururdu hep, Cennetten çıkarmayı.
Nihayet öğrendi ki, onlara, cenâb-ı Hak,
Cennette bir ağacı eyledi kat'i yasak.
Sevinip, çıktı hemen yeryüzünden göklere.
Geldi Cennet kapısı yakınında bir yere.
Çekti dikkatlerini, ağlayıp sızlanarak.
Onlar koştu kapıya, bu feryadı duyarak.
Acıdılar haline, lakin tanımadılar.
(Ne için ağlıyorsun?) diye ona sordular.
Dedi ki: (Ey yerlerin, göklerin seçilmişi!
Ve bütün meleklerin sevdiği makbul kişi!
Ben, sizin halinize ağlarım ki elbette,
Sizi, sonsuz olarak komazlar bu Cennette.
Afiyet libasını, alıp üzerinizden,
Ölüm elbisesini giydirirler tezinden.
Ve lakin bu Cennette, var ki öyle bir ağaç,
Meyvesinden yiyenler, Cennetten olmaz ihraç.
Siz dahi o ağaçtan yer iseniz birazcık,
İki melek olur ve çıkmazsınız hiç artık.)
Sonra, Allah adıyle, yetmiş kez etti yemin.
Buna, hazret-i Havva aldanıp yedi ilkin.
Hazret-i Âdem dahi, onun teşviki ile,
Yedi yasak ağaçtan, unutmak sebebiyle.
Emretti Hak teâlâ, Cebrail'e o zaman:
(Âdem ile Havva'yı, Cennetten çıkar heman.)
. Üçyüz Sene Ağladı
Âdem aleyhisselam, yasak olan meyveden,
Unutarak yiyince, çıkarıldı Cennetten.
Ve lakin çıkıyorken, sordu ki Cebrail'e:
(Nereye götürürsün ey Cibril beni böyle?)
Cebrail, cevabında şöyle dedi o'na hem:
(Halk olunduğun yere gidiyorsun ya Âdem!)
Buyurdu: (Ey Cebrail, gidiyorum ben, ancak,
Bana, o tenha yerde, kim arkadaş olacak?)
Dedi: (Burdan çıkmana, kim oldu ise sebep,
O arkadaş olacak yeryüzünde sana hep.)
Öyle çok ağladı ki Âdem Nebi o zaman,
Taşlar bile yarıldı, o'nun ağlamasından.
Buyurdu: (Ey Cebrail, az müsade eyle de,
Elveda eyliyeyim, cümle meleklere de. )
Sonra geri dönerek, söyledi şu sözleri:
(Esselamü aleyküm, ey Rabbin melekleri!
Dünyaya gidiyorum aranızdan ben artık.
Sizden ayrılıyorum, Allaha ısmarladık.
Lakin bir istirhamım olacak sizden benim.
Gitmeden, hepinize onu beyan edeyim.
Bu zelle'mden ötürü, demeyin "Yaptı kasten".
"Unuttu" deyin, zira, unuttum hakikaten.)
İndirdi Cibril o'nu, Serendib denen dağa.
Yoktu Arz'da o zaman, yüksek dağ, ondan daha.
Cidde'ye indirdiler, Havva validemizi.
Basra veya Mısır'a indirdiler İblis'i.
Âdem safiyyullahı, Cebrail, yeryüzüne,
Bırakıp, hemen sonra, semaya döndü yine.
Lakin o'nu bırakıp, ayrılacaktı ki tam,
Ağlamaya başladı Âdem aleyhisselam.
Buyurdu: (Ey Cebrail, sen gidiyorsun, ama,
Burda ben, tek başıma ne yaparım bâdema?
Bu mihnet diyarında, beni koyup gidersin.
Tekrar benim yanıma, ne gün avdet edersin?)
Cebrail, (Biz meleğiz, çıkmayız Hak emrinden.)
Diyerek gaib oldu bir anda göz önünden.
O an Âdem Nebi'nin, fazlalaştı mihneti.
Ve lakin diyordu ki: (Vardır bunun hikmeti.)
Yerde yalnız kalınca Âdem aleyhisselam,
Gece gün ağlamaya, üçyüz yıl etti devam.
Dereler hasıl oldu, gözlerinin yaşından.
Bakmadı gökyüzüne, bir daha utancından.
Akan göz yaşlarını, kuşlar gelip içerdi.
(Bundan daha lezzetli su görmedik) derlerdi.
Emretti Hak teâlâ, kurda, kuşa ve hatta,
Yeryüzünde yaşayan, bilcümle mahlukata:
(Âdem'in hatırını sormak için, hepiniz,
Giderek, kendisini teselli eyleyiniz.)
Geldiler gurup gurup, hemen cümle hayvanlar.
O'nun gözü önünde toplanıp saf tuttular.
Lakin o, başı önde devamlı ağlıyordu.
Ağlamaktan, başını kaldırıp bakmıyordu.
Bu babta, İbni Abbas, rivayet eder ki hem;
(Hazret-i Havva ile, beyi Hazret-i Âdem,
Üçyüz sene, devamlı, ağlayıp inlediler.
Kırk sene müddet ile, yemeyip içmediler.)
. Akd-i Misak (Sözleşme)
Cibril aleyhisselam, emri ile Rabbinin,
Gelip sual eyledi, hatırını Âdem'in.
Cennetten bir çift öküz, alıp yere indi ki,
Bunlardan biri siyah, kırmızıydı öteki.
Öğretti önce o'na, saban yapılmasını.
Sonra da, öküzlerin çifte koşulmasını.
Âdem Nebi, sürdürdü tarlayı öküzlere.
Ve ekti buğdayları, sürülen o yerlere.
Çıkan başakları da, Cibril'den öğrenerek,
Un haline getirdi, hem savurup döverek.
Sonra yaptı bir tandır, kazarak biraz yeri.
İçinde ateş yakıp, pişirdi ekmekleri.
Allah, Âdem Nebi'ye buyurdu ki sonra hem:
(Seni, toprak ve sudan, kim yarattı ya Âdem ?)
Cevabında dedi ki: (Sen yarattın ya Rabbi!)
Buyurdu ki: (Öyleyse, secde et bana haydi .)
Âdem aleyhisselam, secdeye vardı o dem,
O zaman Hak teâlâ, buyurdu ki: (Ya Âdem!
Seninle bir sözleşme yapalım ki, yakinin,
Olsun daha kuvvetli, hem artsın muhabbetin.)
Ve Hacer-ül esvedi, getirdiler Cennetten.
Bir beyaz yakut olup, parlardı her cihetten.
Âdem'in zürriyeti, belinden, ruh haliyle,
Çıktılar zerre zerre, kudret-i ilahiyle.
O zaman bu ruhlara, hitab edip Rabbimiz,
Buyurdu ki: (Ben sizin, değil miyim Rabbiniz?)
Her biri, (Kalu bela!), yani (Evet!) dediler.
Ve lakin bu dünyaya gelince de, bu sefer,
Dünya meşguliyeti, hem dahi gafletinden,
Verdikleri o sözü, unuttu çoğu hemen.
Şöyle hitab eyledi, ruhlara sonra Allah:
(Benim peygamberimdir Muhammed bin Abdullah.
O'nu, ahir zamanda dünyaya gönderirim.
Mahluklarım içinde, en çok O'nu severim.
Ey ruhlar, şimdi bana söz verin siz hepiniz,
O'na iman eyleyip, yardım eder misiniz?)
Hepsi söz verdiler ki: (Kabul ettik ilahi.)
Buyurdu: (Öyle ise, secde edin siz dahi .)
O anda bütün ruhlar, secdeye kapandılar.
Lakin secde etmedi kâfir ve münafıklar.
Secdeye giden ruhlar, kaldırıp başlarını,
Gördüler bir kısmının secde yapmadığını.
Sevinip hamd ettiler, secde ettiklerine.
Şükr için, ikinciye vardılar tekrar yine.
Bunları seyrederken gökte bazı melekler,
Allahü teâlâya, şöyle sual ettiler:
(Ya Rabbi, bu insanlar ne çok kalabalıktır.
Her birine, dünyada, yetecek yer var mıdır?)
Buyurdu ki: (Onların, bir kısmı fani olur.
Ölenlerin yerine, başkaları oturur.)
Melekler hayret edip, dediler ki: (İlahi!
Mâdem ki insanların, bir kısmı olur fani,
Onların yerlerine gelecek bu insanlar,
Ölenleri görünce, burda nasıl kalırlar?)
Hak teâlâ buyurdu: (Ey benim meleklerim!
Ben onlara gaflet ve uzun emel veririm.
Dost ve yakınlarını gömüp kabirlerine,
Gelip yine dalarlar, tûl-i emellerine.)
. Resulullahın Şefaati
Âdem aleyhisselam, zelle'si sebebiyle,
Ağladı üçyüz sene, affolmak gayesiyle.
Dedi ki: (Ya ilahi, evladımın içinden,
Öyle bir Peygamberi yaratacaktın ki sen,
Şayet sadır olursa, benden bir küçük zelle,
Affedecektin beni, O'nun şefaatiyle.
Ya ilahi, işte o evladım hatırına,
Affeyle bu babayı, bağışla beni O'na.)
Hak teâlâ buyurdu: (Nasıl bildin sen O'nu?)
Dedi ki: (Ya ilahi, yarattın ben kulunu.
Gözümü açar açmaz, baktım, Arş kenarında,
Yazılmış O'nun ismi, seninkinin yanında.
İsmin ile yan yana yazdığından ismini,
Anladım ta o günden, O'nu çok sevdiğini.)
Hak teâlâ buyurdu: (O'nu yaratmasaydım,
Seni ve kâinattan hiç bir şey yaratmazdım.
Şefaatçı olarak, O'nu gösterdiğinden,
Habibim hürmetine, bağışladım seni ben.)
Sonra da Hak teâlâ, Kâbe büyüklüğünde,
Bir yakutu gönderdi yeryüzüne o günde.
O Cennet yakutunu, şimdiki Beytullahın,
Mahalline koydular, emri ile Allah'ın.
Sonra da buyurdu ki: (Arş altında ya Âdem!
Beytül mamur adıyla, vardır benim bir hanem.
Gökteki o beytimin yerine, bu dünyaya,
Bir bina kurulmuştur, var şimdi sen oraya.
Nasıl tavaf ederse o haneyi melekler,
Sen dahi tavaf eyle bu evi çok kereler.
Ya Âdem, sen o evde namaz kıl ve an beni.
Ben de kabul edeyim, dua ile tövbeni.)
Âdem Nebi, uyarak Rabbinin bu emrine,
O evi tavaf için, geldi Mekke şehrine.
Hazret-i Havva dahi, Cidde'den ayrılarak,
Hazret-i Âdem ile buluştu ilk olarak.
İkisi, uzun yıllar ayrı yaşamışlardı.
Ve firak ateşiyle, yanıp yakılmışlardı.
Âdem Nebi, Havva'yı ilk defa gördüğünde,
Rengi değiştiğinden, tanımadı ilk günde,
Cibril tanıştırınca, Âdem ile Havva'yı,
Sevince gark oldular hemen bundan dolayı.
Oradan beraberce, Mina'ya yürüdüler.
Daha sonra, birlikte, Hindistan'a gittiler.
Hindistan beldesinde yaşarken Âdem Nebi,
Oradan yürüyerek, kırk defa Hacca geldi.
Huzur ve rahatlıkla, yaşadılar çok yıllar.
Başka bir sıkıntıya, olmadılar giriftar.
O seneler içinde, hem Havva validemiz,
Yirmi doğum yaptı ve her biri oldu ikiz.
Onlardan biri erkek, diğeri kız olmuştu,
Tek olarak sadece "Hazret-i Şit" doğmuştu.
Allah'ın sevgilisi, o Resul-i Kibriya,
Şit'in evlatlarından, teşrif etti dünyaya.
Âdem aleyhisselam vefat edince, yine,
Gökten gelen Beytullah, çekildi gökyüzüne.
Evladı, bulup sonra önceki temelleri,
Taşlar ile çamurdan, yaptılar ilk Kâbeyi.
. Vefatı
Rivayet edilir ki, Âdem aleyhisselam,
Bu dünyadaki yaşı, beşyüz olmuştu ki tam,
Hak teâlâ, Cibril'i gönderip kendisine,
Peygamber yaptı o'nu, evladı üzerine.
Cibril'le kırk sahife, gönderip cenâb-ı Hak,
Domuz ile şarabı, kıldı haram ve yasak.
Farz kıldı elli vakit namaz kılmalarını.
Oruç ve cenabetten gusül almalarını.
Vakta ki vasıl oldu, dünyada yaşı bin'e,
Hastalanıp, göç etti ahiret alemine.
Henüz vefat etmeden, Şit adlı evladını,
Çağırıp, yaptı o'na en son nasihatını.
Buyurdu ki: (Ey oğlum, alnında parlayan nur,
Muhammed Mustafa'ya mahsus olan bir nurdur.
Bu nuru muhafaza etmeye eyle gayret.
Ve bunu, en pakize bir hanıma teslim et.
Bu hususta, pek fazla dikkat göstermelisin.
Sen de, çocuklarına vasıyyet etmelisin!)
Sonra dedi: (Ey oğlum, yaklaşıyor ecelim.
Benden sonra yerime, halifem ol sen benim.
Gayret eyle yaymaya, Allah'ın bu dinini.
Unutma Rabbimizin Sevgili Habibini.)
Bu vasıyyeti yapıp, buyurdu ki: (Ey oğlum!
Cennetin zeytinini, çok arzu ediyorum.)
Şit aleyhisselam da, giderek Tur dağına,
Ellerini kaldırıp, yalvardı Allah'ına.
Şu nidayı duyurdu, o'na Rabbil alemin:
(Koy çanağı önüne, verilsin istediğin.)
Koydu o çanağını önüne bu emirle.
Doldu gayb aleminden, çanağı Zeytin ile.
Âdem aleyhisselam, yiyince o zeytini,
Rabbimiz verdi o'na, önceki sıhhatini.
Bir müddet sonra yine, bir daha hastalandı.
Cennet yemişlerini, bu sefer arzuladı.
Gönderdi evladını, getirmeleri için.
Onlar yola çıkarak, gidiyorlardı, lakin,
Gördüler ki, bir gurup melekler geliyorlar.
Hazret-i Âdem için "kefen" getiriyorlar.
Melekler dediler ki: (Hemen geri dönünüz!
Babanıza, Cennetten kefen getiriyoruz.)
"Peki" deyip, oradan elleri boş döndüler.
Melekleri, Âdem'in huzurunda gördüler.
Âdem aleyhisselam, konuşurken Cibril'le,
Girdi ve selam verdi, Azrail edeb ile.
Dedi ki: (Hak teâlâ, sana selam ediyor.
Seninçün evladına, baş sağlığı diliyor.)
O anda bir ses duydu: (Yukarı bak ya Âdem!)
Yukarı baktığında, Cenneti gördü o dem.
Gösterdi Allah o'na, Cennetteki yerini.
Gördü o, çeşit çeşit Cennet nimetlerini.
O anda melekül mevt, yaklaşarak yanına,
Kavuşturdu bir anda, canını Cânân'ına.
Cibril aleyhisselam, giydirdi bir gömleği.
Şit aleyhisselama, öğretti gasl etmeyi.
Yıkayıp, kefenleyip, kıldılar namazını.
Ebu Kubeys dağına, defn ettiler naşını.
. O Sana Helal Değil
Âdem aleyhisselam ve Havva validemiz,
Evlenip, çocukları oluyordu hep ikiz.
Onlar da oluyordu biri kız, biri erkek.
Sadece istisnaen, "Şit Nebi" doğmuştu tek.
İlk doğan, "Kabil" ile, onun kız kardeşiydi.
İkincisi, "Habil" ve onun ikiz eşiydi.
Âdem aleyhisselam, Allah'ın emri ile,
Evlendirmek istedi, onları birbiriyle.
Habil'in ikiziyle, Kabil evlenecekti.
Onun ikizini de, Habil'e verecekti.
O dinde, iki kardeş evlenebiliyordu.
Fakat ayrı batından olmak gerekiyordu.
Aynı batında doğan bir kızla, bir erkeğin,
Evlenmesi haramdı, böyleydi o günkü din.
Kabil'in kız kardeşi, Habil'in kardeşinden,
Güzel olduğu için, Kabil kızdı içinden.
Ve hemen babasına, gidip etti itiraz.
Dedi: (Niçin Habil'e tanıyorsun imtiyaz?
Benim ikiz kardeşim, mâdem ki daha güzel,
O kıza ben layıkım Habil'den daha evvel.
Fazla güzel değilken Habil'in kız kardeşi,
Niçin bana verirsin, anlamadım bu işi.
Benim kız kardeşimdir güzel olan, bilirsin.
Onu, bana değil de, niçin ona verirsin?)
Âdem aleyhisselam, buyurdu ki Kabil'e:
(O, sana helal değil, Allah�ın emri böyle.)
Çok izah ettiyse de babası ona bunu,
İnanmadı Allah'ın bir emri olduğunu.
İhtilaf, günden güne büyüyünce, nihayet,
Âdem Nebi, bu işi çözmeye etti gayret.
Buyurdu: (Birer kurban adayınız öyleyse.
O zaman belli olur, hanginiz haklı ise.)
Çobanlık işi ile meşguldü Habil o gün.
En kıymetli koçunu, gidip seçti sürünün.
Kabil'se, rençberlikle iştigal ettiğinden,
Bir bağ buğday getirdi, gidip kötülerinden.
Sonra Âdem Nebi'nin, uyup tavsiyesine,
Götürdüler onları, bir dağın tepesine.
Zira o zamanlarda, vardı ki şöyle adet:
İnsanlar arasında olursa muhalefet,
Hemence birer kurban adardı iki taraf.
Hak teâlâ katından, hallolurdu ihtilaf.
Şöyle ki, haklı olan kimseye ait adak,
Gökten inen ateşle, yok olurdu yanarak.
Onlar da, adakları o yere koyar koymaz,
Gökyüzünden oraya, bir ateş indi beyaz.
Ve Habil'in kurbanı yanınca o ateşte,
Anlaşıldı ki Kabil haksız idi bu işte.
Haksızlığı meydana çıkmasına mukabil,
Buna itirazını, sürdürdü yine Kabil.
Sırf nefsine uyarak, o inad ediyordu.
Bütün bunlara rağmen, "Ben haklıyım" diyordu.
Ve kalbinden, Habil'e kızarak için için,
Kötü şeyler düşündü, sonunda onun için.
Bu kıskançlık ve nefret, yakıyordu içini.
Öldürmeyi düşündü, gidip bu kardeşini.
Ve Habil'e giderek, dedi ki: (Beni dinle.
Seni öldüreceğim, söylüyorum yeminle.)
. İlk Katil İlk Şehit
Kabil, nefsine uyup, karşı geldi babaya.
Ve hatta asi oldu, Allahü teâlâya.
İçindeki o haset, düşmanlık ve kin ile,
(Seni öldüreceğim) dedi gidip Habil'e.
O da, (Niçin?) deyince, dedi ki ona Kabil:
(Seni fazla seviyor, babam, bana mukabil.
Ve güzel kardeşimle, seni evlendiriyor.
Güzel olmayanını, bana layık görüyor.)
Habil, yumuşaklıkla dedi ki: (İyi, fakat,
Bunların olmasında, yok bende bir kabahat.
Bu işe kalkışırsan, sen katil olursun ilk.
Benim günahımı da, yüklenirsin üstelik.
Tasarladığın bu şey, zalimlerin işidir.
Zalimlerin yeriyse, Cehennem ateşidir.)
Bunları dediyse de Habil bu kardeşine,
O, çoktan kararını koymuş idi içine.
Habil, yine yumuşak, uysal davranıyordu.
Ona, hep tatlılıkla nasihat ediyordu.
Diyordu ki: (Bak Kabil, ne zaman ki sen beni,
Öldürmek gayesiyle kaldırırsan elini,
Seni öldürmek için, kaldırmam elimi ben.
Çünkü o iş günahtır, ben korkarım Rabbimden.)
Ona, böyle nasihat ettiyse de o, lakin,
Bunu kabul edecek hali yoktu Kabil'in.
Hacca gittiği vakit Âdem aleyhisselam,
Onu öldürmek için, bunu fırsat bildi tam.
Onu, ıssız bir yerde öldürmek istiyordu.
Lakin bu nasıl olur, onu bilemiyordu.
O an insan şeklinde, şeytan geldi yanına.
Bir kuş tutup, başını, koydu bir taş altına.
Başka bir taş ile de, vurup ezdi başını.
Kabil görüp anladı, nasıl yapacağını.
O da gidip Habil'i, yatırdı bir zemine.
Koydu sonra başını, bir taşın üzerine.
Başka bir taş ile de, vurup şehid eyledi.
Bu sefer, "Bu cesedi, ne yapayım ben?" dedi.
Koyup gidecekti ki cesedi o sahrada,
Baktı ki, vahşi kuşlar dolaşıyor havada.
Ve hemen o cesedi, bir torbaya koyarak,
Sırtlanıp, taşımaya başladı bir kaç ayak.
Lakin yine baktı ki, havadaki o kuşlar,
Cesedin etrafında, dönüp dolaşıyorlar.
Şaşkın bir vaziyette, o yük ile giderken,
Gördü iki kargayı, hem de kavga ederken.
Hayret ile baktı ki seyrederken kavgayı,
Öldürdü biraz sonra, biri, öbür kargayı.
Sonra inip, toprağı kazdı ayaklarıyle.
Onu, oraya gömüp, kapattı toprak ile.
Kabil, görüp öğrendi ondan işin şeklini.
O da gömdü toprağa, Habil'in cesedini.
Perişan, üzüntülü, huzursuz oldu o an.
Kendi kız kardeşini, alıp kaçtı oradan.
Âdem Nebi üzüldü, şehid olunca Habil.
Gelip, teselli için, şöyle dedi Cebrail:
(Allah, sana bir evlat verecek ki ya Âdem!
O çocuğun neslinden, gelecek Fahr-i alem.)
Daha sonra, dünyaya "Şit Nebi" etti teşrif.
Gün gibi parlıyordu, alnında nur-u şerif.
.
02 - ŞİT ALEYHİSSELAM
.Allahın Hediyesi
Ne zaman ki Habil'i, Kabil öldürdüğünde,
Çok üzüldü babası, gelip de gördüğünde.
Teselli etmek için, Rabbimiz Onu bizzat,
Sonradan kendisine, ihsan etti bir evlat.
Allah'ın hediyesi, olan bu evladını,
Çok sevip, bu mânâda, Şit koymuştu adını.
Hem bütün çocukları, biri kız, biri erkek,
Hep ikiz doğuyorken, bu geldi dünyaya tek.
Habibullahın Nuru, kendi alnından, buna,
Geçince, muhabbeti çok oldu bu oğluna.
Diğer evlatlarından, Onu üstün ve aziz,
Tutarak, Onu yaptı onlara hakim, reis.
Bilcümle ilimleri ve ilahi sırları,
Ona, bizzat kendisi öğretti ayrı ayrı.
Vakta ki Âdem Nebi, göç etti bu dünyadan.
Şit'i peygamber yaptı Hak teâlâ o zaman.
Ve Ona, elli suhuf gönderdi ki, içinde,
Çok ilimler var idi, emirler haricinde.
Mesela fizik, kimya, matematik ve hatta,
Bilgiler mevcud idi çok çeşitli sanatta.
Şit peygamber, ekseri Şam'da oturuyordu.
İnsanları imana, hakka çağırıyordu.
Geçirdi bu dünyada, dokuzyüz senesini.
Bin tane şehir kurup, imar etti hepsini.
Çocuk ve torunları, seadetli bir hayat,
Yaşayıp, ederlerdi çok ibadet ve taat.
Yoktu aralarında, kin, haset ve düşmanlık.
Müreffehti herbiri, hiç yoktu perişanlık.
Emr-i maruf yapardı her kişi diğerine,
Allah'ın emirleri, hep gelirdi yerine.
Onları doğru yoldan çıkarmak için, her an,
Uğraşıp, her hileyi denerdi lain şeytan.
Lakin yine muvaffak olamıyordu asla.
Emr-i maruf yapardı çünkü onlar ihlasla.
Kabil'in evladıyse, bunların haricinde,
Yaşarlardı küfür ve bir sapıklık içinde.
Allah'ın emri ile, Şit Nebi en nihayet,
Gidip o azgınları imana etti davet.
Lakin küfürlerinde edince inat, ısrar,
Üstlerine yürüyüp, onlarla savaştılar.
Hatta kılıç kullandı, Şit Nebi o gazada.
O'dur peygamberlerden, ilk kılıç kullanan da.
Sonradan babasıyle birleşerek hem dahi,
Taş ve balçık kullanıp, bina etti Kâbe'yi.
Resulullahın Nuru, Onda idi emanet.
Alnında, yıldız gibi parlıyordu be gayet.
Âdem aleyhisselam, hayatının sonuna,
Gelince, Şit Nebi'yi, çağırdı huzuruna.
Buyurdu ki: (Ey oğlum, alnında parlıyan nur,
Son peygamber Muhammed Mustafa�nın nurudur.
Onu, temiz ve afif hanımlara teslim et.
Sen dahi evladına, böyle eyle vasiyyet.)
Hepsi, babalarının tutup vasiyyetini,
Çok iyi korudular, bu Nur emanetini.
Hep mü'min alınlardan geçerek o Nur yine,
Ulaştı en nihayet, hakiki sahibine.
.
03 - İDRİS ALEYHİSSELAM
.İlk Kitap Yazan
Şit aleyhisselamın, torunlarından idi.
Ona, Hak teâlâdan otuz sahife indi.
O idi kalem ile, ilk defa kitap yazan.
O idi terziliği, dünyada önce yapan.
Adı Ahnuh ise de, İdris geçer Kur'anda.
Çok kitap okuması, sebep oldu buna da.
Uzun boylu, nur yüzlü ve iri kemikliydi.
Gözleri güzel olup, doğuştan sürmeliydi.
Gür sakallı ve zarif, ahlakı güzeldi pek.
Ve ağır konuşurdu, acele etmiyerek.
Ekseri sükut eder, lüzumunda söylerdi.
Yürürken öne bakar, çok tefekkür ederdi.
Peygamber olmadan da, yapardı çok ibadet.
Lakin kendi kavminin, bozuktu hali gayet.
Âdem ve Şit Nebi'nin gösterdikleri yoldan,
Ayrılıp, her günahı yaparlardı korkmadan.
Büsbütün dalmışlardı, oyun ve eğlenceye.
Hiç lüzum görmezlerdi, ibadet eylemeye.
Ve lakin Hak teâlâ, bütün bunlara rağmen,
Onları, azabiyle helak etmedi hemen.
İçlerinden İdris'e, Cibril'i göndererek,
Bildirdi doğru yolu, suhuflar indirerek.
Peygamber olur olmaz, İdris Nebi, kavmini,
Toplayıp, tebliğ etti dinin emirlerini.
Buyurdu ki: (Ey kavmim, mabud, Allahtır ancak.
Ve sadece O vardır ibadet olunacak.
O'nun emirlerine yapışın ki şimdiden,
Yarın kurtulasınız, Cehennem ateşinden.
Dünya muhabbetini, sokmayın kalbinize.
Zira o, sebep olur azaba girmenize.)
Kendisi çok ibadet ederdi bizatihi.
Ve her gün okuyordu, onikibin tesbihi.
Çoktu hem ünsiyeti, bazı melekler ile.
Bilirdi bir çoğunun isimlerini bile.
Melekler, gurup gurup yanına gelirlerdi.
Onun ile oturur, hasbihal ederlerdi.
Hatta vazifeleri, işleri her ne ise,
Gelir ve söylerlerdi, hep hazret-i İdris'e.
O, çok gösterdiyse de, harika ve mucizat,
Yine de iman eden az oldu ona fakat.
O da yanına alıp, inanan mü'minleri,
Sonunda hicret edip, terk eyledi o yeri.
Nil nehri kenarına gelince, eyleştiler.
Burasını beğenip, o yere yerleştiler.
Yetmiş iki ayrı dil vardı kavmin içinde.
İdris Nebi, bunların bilirdi hepsini de.
Yüz ayrı şehir kurup, yaptı çok harp aleti.
Cihad edip, her yere yaydı ilmi, hikmeti.
Hak teâlâ izniyle, fen, tıp ve matematik,
Mevzuunda, kavmine bilgiyi o verdi ilk.
Yıldız ve gezenler hakkında da o yine,
Enteresan bilgiler verir idi kavmine.
Yani astronomi üzerinde çok derin,
Malumatı var idi, hem İdris Peygamberin.
O, fen ilimlerini, çok iyi biliyordu.
Bunları, Hak teâlâ ona bildiriyordu.
Zira insanoğlunun, çok olsa da zekâsı,
Yine zordu o günde, bunlara ulaşması.
. Kavmine Nasihatı
İdris aleyhisselam, kavmine, kendi bizzat,
Hikmetli sözler ile, ederdi hep nasihat.
Bir kere buyurdu ki: (Akıllıysa bir kimse,
Hakaret gözü ile bakmaz o, hiç kimseye.
Eğer Hak teâlâdan, gelirse dert, musibet,
Güzelce sabrederek, eylemez hiç şikayet.
Yükseldikçe manevi rütbe ve derecesi,
Çoğalır kendisini hep aşağı görmesi.
İşlediği günahlar, öyle üzer ki onu,
Göremez başkasının, hata ve kusurunu.
Dünya muhabbetini, o, kalbine koymaz hiç.
Malı çoğalsa bile, olmaz onda bir sevinç.
Hem akıllı olanda, olmaz hiç kibir, gurur.
Zira o, tevazuda bulur rahat ve huzur.)
Bir gün de buyurdu ki: (Ahiret ile dünya,
Birbirinin zıddıdır, gelmezler bir araya.
Birini sevindirsen, gücenir ötekisi.
Bir kalpte yerleşemez, iki zıddın sevgisi.
Ölüm uzakta değil, çok yakınınızdadır.
Ölümü uzak gören, kendisini aldatır.
Akıllı o kuldur ki, hazırdır ölüme hep.
Rahat ve müsterihtir, o gayet bundan sebep.)
Buyurdu ki: (Ey insan, sana ne oluyor ki,
Acıktığın zamanlar, olursun çocuk gibi.
Lakin karnın doyunca, değişirsin bu defa.
Bir azgın köle gibi saldırırsın etrafa.
Zaman zaman bilsen de, kendi acizliğini,
Lakin rahatlayınca, unutursun hepsini.
Ey insan, zenginliği malda ararsın, fakat,
Kanaat eyleseydin, ederdin daha rahat.
Size en faydalı şey, kanaat ve rızadır.
Zira gerçek rahatlık, bunlar ile sağlanır.
Hırs ile öfke ise, en kötü iki haslet.
Bu ikisi, insana olur büyük felaket.)
Buyurdu: (Cömertliği, mal azken de yapınız.
Ve gücünüz varken de, suçu bağışlayınız.
Akıllı'nın her işi, hep kendi lehinedir.
Ahmak ise, ne yapsa, yine aleyhinedir.
Ey insanlar, Allah'a ibadet eyleyiniz.
Ve O'nun kullarına, çok merhamet ediniz.
Hayır ve şer, herbiri, Allah'tandır muhakkak.
Lakin hayır işlerden, razıdır cenâb-ı Hak.
Her nimeti, Allah'tan bilirse eğer kişi,
Ne büyük seadettir onun böyle bilişi.
Zerre kadar iyilik yapsa insan bir kula,
Kavuşur ahirette, elbet karşılığına.
Kötülük yapar ise, bulur kötü karşılık.
O, gayriye değil de, kendine eder yazık.)
Ve yine buyurdu ki: (Başkasına eziyyet,
Mü'mine yakışmayan, en fena bir meziyyet.
İyi kul, öncelikle, kulluk yapar Rabbine.
Yardım eder durmadan, acizlerin derdine.)
. Cennete Girdi, Çıkmadı
Gece gündüz devamlı, İdris aleyhisselam,
Ölüm ve ahireti, düşünürdü her zaman.
Kabir azabı ile, Cehennem şiddetini,
Düşünüp, çok yapardı Hakk'a ibadetini.
Her taati, göklere yükselirdi muhakkak.
Hazret-i Azrail de, ona hayran kalarak,
Rabbinden izin alıp, girdi insan şekline.
Geldi İdris Nebi'nin, bir gün ziyaretine.
Girip, sohbet eyledi onun ile evinde.
Lakin geri dururdu, yemek vakitlerinde.
Yemekle alakasız görünce İdris onu,
Sual edip öğrendi, Azrail olduğunu.
Buyurdu: (Ey Azrail, ruhumu şimdi al da,
Ölümün acısını tadayım bu dünyada .)
Hazret-i Azrail de, izin alıp Rabbinden,
Alıp, iade etti ruhunu ona hemen.
Sual etti sonra da, bunu İdris Nebi'ye:
(Ya İdris, bunda senin maksadın neydi?) diye.
Buyurdu: (İstedim ki, bu acıyı bileyim.
Rabbime, daha fazla ibadet eyliyeyim.)
Ve dedi: (Ey Azrail, bir ricam vardır yine.
Şimdi de çıkar beni, buradan gökyüzüne.
Bu gün ben göreyim de Cehennemi, Cenneti,
Daha fazla yapayım, Rabbime ibadeti.)
Azrail, Rabbimizden izin alıp, o ara,
O gün İdris Nebi'yi, çıkardı semalara.
Buyurdu: (Ey Azrail, Malik'e eyle de arz,
Cehennemin içini göstersin bana biraz.)
Açtı o da kapıyı, Hakk'ın müsadesiyle.
Gösterdi Cehennemin içini tamamiyle.
Görünce İdris Nebi, Cehennem ateşini,
Korku ve dehşetinden, kaybetti kendisini.
Kendine geldiğinde, buyurdu ki: (Şimdi de,
Görmeyi istiyorum, Cennetin içini de. )
Rabbinden izin alıp, açtı Rıdvan Cenneti.
Girip, gördü içerde akıl almaz nimeti.
Azrail arz etti ki İdris'e sonra yine:
(Haydi çık, ileteyim, seni dünya evine.)
İdris aleyhisselam, buyurdu ki o zaman:
(Rabbim emretmedikçe, artık çıkmam buradan.)
O böyle buyurunca, Hak teâlâ bu defa,
Bir melek gönderdi ki, baksın bu ihtilafa.
Evvela Azraili, dinledi hakim melek.
Sonra İdris Nebi'ye, sordu tazim ederek.
O dedi ki: (Ey melek, buyurdu ki Rabbimiz:
"Elbette ki ölümü tadacaktır her nefis."
Ve yine buyurdu ki bizlere cenâb-ı Hak:
"Her nefis, Cehennemden geçecektir muhakkak."
Ayrıca buyurdu ki: "Bana imanı olan,
Cennetime girerse, artık çıkmaz oradan."
Ben de ölümü tadıp, Cehennemden geçmişim.
Ve imanlı olarak, bu Cennete girmişim.
Mâdem ki Hak teâlâ, eyledi böyle ferman,
O emir vermedikçe, artık çıkmam buradan.)
Melek, hayret içinde arz etti: (Ya ilahi!
Meselenin hallinde, aciz kaldım ben dahi.)
Rabbimiz buyurdu ki: (Haklıdır bunda İdris.
Çıkmasın Cennetimden, ona ilişmeyiniz. )
.
04 - NUH ALEYHİSSELAM
.Kundakta Konuştu
İdris aleyhisselam, göke çıktıktan sonra,
İnsanlar yoldan çıkıp, tapındılar putlara.
Hak teâlâ bu kavme, gönderdi Nuh Nebi'yi.
O gelip, insanları hak yola davet etti.
Babası, çok asil bir zattı Lamek adında.
Resulullahın Nuru parlıyordu alnında.
Annesi de Kaynuş nam bir hanımdı, pek afif.
Nuh Nebi, bu hanımdan dünyaya etti teşrif.
Lakin Dermesil adlı, var idi ki bir sultan,
İmanı olanlara, vermezdi asla eman.
Zalim ve kâfir olup, tapıyordu putlara.
Sebepsiz zulmederdi, imanı olanlara.
Vakta ki Nuh Nebi'ye, hamil oldu annesi,
Başladı bu hususta, korku ve endişesi.
Oğluna gelir diye, ondan zarar ve afet,
Gizli doğum yapmayı düşündü en nihayet.
Doğum vakti gelince, çıkarak hanesinden,
Gitti bir mağaraya, kimseye görünmeden.
Gizlice mağaraya gelip oldu mülaki.
Doğum, bu ıssız yerde, yalnızken oldu vaki.
Sonra bu yavrusunu, bırakıp mağaraya.
Dönerken, hüzünlenip, başladı ağlamaya.
İçli gözyaşlarıyla, "Vah oğlum!" diyerekten,
Ağlarken, konuşmaya başladı oğlu birden.
Dedi ki: (Anneciğim, hiç üzülme, rahat et.
Beni yoktan yaratan, hıfz eder yine elbet.)
Bir miktar ferahladı, o bunu işitince.
Velakin muhabbeti fazlalaştı iyice.
Yavrusunu bırakıp ıssız bir mağaraya,
ayrılmak, ne de büyük acıydı bir anaya.
Lakin selametini düşünerek oğlunun,
Buna sabır gösterip, takdire eğdi boyun.
Onu, Hak teâlâya emanet eyliyerek,
Ayrılıp gitti eve, gözyaşları dökerek.
O günden sonra kırk gün geçmişti ki aradan,
Melekler, onu gelip, aldılar mağaradan.
Getirip, annesine verdiler sağ ve salim.
Çok sevinip dedi ki: (Çok şükür sana Rabbim.)
Annesinin yanında büyüdü tamamiyle.
O, hazret-i Âdeme benzerdi her haliyle.
Gençliğinde, çobanlık yapmış idi bir miktar.
Biraz da ticaretle olmuştu alakadar.
Kavmi ise, tamamen çıkmıştı doğru yoldan.
Büsbütün gafildiler Allahü teâlâdan.
Zulüm ve ahlaksızlık, fitne, fesat, zorbalık,
Küfür karanlığıyla, kararmıştı ortalık.
Kendi elleri ile, taşlardan put yaparak,
İbadet ederlerdi, ona ilah olarak.
Vakta ki Nuh peygamber, yaşı tam oldu elli,
Gönderdi kendisine, Rabbimiz Cebrail'i.
Cebrail, bu emirle geldi Nuh'un yanına.
O, selamını alıp, (Kimsiniz?) dedi ona,
Cevabında dedi ki: (Ey Nuh, ben Cebrail'im.
Allahü teâlâdan, sana selam getirdim.
Seni, peygamber yaptı kavmine cenâb-ı Hak.
Dermesil ve kavmine, git peygamber olarak.
Allah'ın birliğine, onları eyle davet.
Puta değil, Allah'a eylesinler ibadet.)
. Ona İnanmadılar
Nuh Nebi'yi, peygamber edince cenâb-ı Hak,
Tamamen yoldan çıkıp, azmış idi cümle halk.
İçki, kumar ve zina, zulüm, hiyle, haksızlık,
Sarmış idi her yanı, feci bir ahlaksızlık.
Nuh Nebi, önceleri gizliliğe riayet,
Ederek, insanları eyledi Hakka davet.
Yılmadan, gece gündüz gayret sarf ettiyse de,
İnanan olmamıştı kendisine yine de.
Zira o ahlaksızlar, ona inansalardı,
Nefsî arzularını yapamıyacaklardı.
Bayramları vardı ki, onların senede bir,
O gün toplanırlardı, kadın erkek, genç ve pîr.
Putlarının önünde, binlerce kurban kesip,
İbadet ederlerdi, onlara secde edip.
Sonra içki içerek, çalıp oynuyorlardı.
Türlü ahlaksızlık ve zina yapıyorlardı.
Nuh aleyhisselam da, gitti bayram yerine.
(Bana yardım et) diye, dua etti Rabbine.
Yüksek bir yere çıkıp, seslendi ki: (Ey kavmim!
Beni, peygamber yapıp, gönderdi size Rabbim.
Allah�ın birliğine ederim sizi davet.
Hakiki mabud O'dur, O'na yapın ibadet.
Bu putlar, gerçek mabud değildir tapılacak.
Sadece Allah vardır, ibadet yapılacak.)
O böyle söyleyince, o putlar, birdenbire,
Oldukları yerlerden, devrilip düştü yere.
Hükümdar Dermesil de, duydu ve gördü bunu.
Sordu adamlarına, onun kim olduğunu.
Dediler: (Ey hükümdar, o, bizim kavmimizden,
İse de, son zamanlar ayrıldı fikrimizden.
Önce, aklı başında kişiyken gayet iyi,
Sonradan ne olduysa, aklını etti zayi.
Peygamber olduğunu, başladı iddiaya.
Onu bildirmek için, şimdi gelmiş buraya.
Yani o, bir delidir, tutulmuş bu illete.
Bu yüzden böyle şeyler söylüyor bu millete.)
Dermesil sordu yine: (Peki o, ne söylüyor?)
Dediler ki: (Dinine, bizi davet ediyor.
Diyor ki: Allah birdir, O'na edin ibadet.
Bizi, inandırmaya ediyor şimdi gayret.)
Dermesil çok kızarak, dedi ki: (Öyle ise,
Yakalayıp getirin o şahsı önümüze.)
Adamları, bir anda onu yakalıyarak,
Dermesil'in önüne getirdiler çabucak.
Dedi: (Sen kimsin böyle, sana yazıklar olsun.
Bizi, putlarımızdan ayırmak istiyorsun.)
Buyurdu: (Adım Nuh'tur, Allah�ın Resulüyüm.
Tek Allah'a imana, sizi çağırıyorum.
Taptığınız o putlar, değildir mabud-u hak.
Sadece Allah vardır, ibadete müstehak.)
O dedi: (Deli isen, tedavi ettirelim.
Yok eğer fakir isen, sana yardım edelim.)
Buyurdu: (Ne deliyim, ne de fakir bir kimse.
Allah'ın emri ile, peygamber geldim size.
İstediğim, sadece şudur ki benim yalnız,
Allah'a iman edip, O'na kulluk yapınız.)
Dedi ki: (Bu gün bayram olmasa idi şayet,
Seni, pek şiddetlice, öldürecektim elbet.)
. Kulaklarını Tıkarlardı
Hazret-i Nuh, kavmine der idi ki: (Ey kavmim!
Beni, Resul olarak gönderdi size Rabbim.
Bu putları bırakıp, uyanın bu gafletten.
Vazgeçin bu putlara secde ve ibadetten.
İbadet olunacak, tek mabud var ki elbet,
O da Hak teâlâdır, O'na yapın ibadet.)
Lakin inanmadılar yine o nasipsizler.
Reisleri gelerek, dedi ki: (Ey Nuh, yeter!
Sen dahi bizim gibi bir insansın nihayet.
Sana uymamız için, var mı lüzum ve hacet?
Senin, bize nazaran yok ki bir üstünlüğün.
Fazla değil hem bizden paran, malın ve mülkün.
Aşağı kimselerdir, sana inananlar da.
Gayet sefil ve fakir kimselerdir onlar da.
Onları kov yanından, ederiz belki iman.
Ar gelir zira bize, onlarla bulunmaktan.)
Buyurdu ki: (Ey kavmim, ben tebliğ ediyorum.
Sizden, buna karşılık, bir şey istemiyorum.
Sizin sözünüzle de, kovamam onları ben.
Onlar mükâfatlanır, Cennetle Rablerinden.)
Onlar inad ederek, dediler ki: (Ey Nuh, bak!
Sana inanmıyoruz, bu işi artık bırak.
Zira sen, bizim gibi yiyorsun, içiyorsun.
Sonra da gelip bize, "Peygamberim" diyorsun.
Allah istese idi, bize Resul göndermek,
İnsan değil, elbette gönderirdi bir melek.
Senin bu iddiada bulunman, bize göre,
Apaçık deliliktir, hiç yorulma boş yere.)
O, bu hakaretlere, her gün sabrediyordu.
Yine de, tebliğini devam ettiriyordu.
O, kavmine ettikçe, her gün öğüt, nasihat,
Onlar inanmamakta ederdi yine inat.
Üstüne hücum edip, döverlerdi de hatta,
O, yine bulunurdu onlara tebligatta.
Gece, kapılarını ısrarla çalıyordu.
Onları hidayete, dine çağırıyordu.
Lakin inanmadılar, onun bu tebliğine.
Sefih, alçak dediler, devam etti o yine.
Hatta delilik ile, ettiler onu itham.
O yine hiç yılmadan, tebliğe etti devam.
Her gün döverlerdi de kızarak bu sebepten,
Yine geri durmazdı, tebliğ-i risaletten.
Yanlarına giderek, derdi ki: (Ey insanlar!
Vazgeçin bu inattan, ilah değil bu putlar.)
Onlar, hiç duymuyordu onun dediklerini.
İnatla yaparlardı, yine bildiklerini.
Hatta onu görmemek, maksat ve gayesiyle,
Hemen kapatırlardı gözlerini bir şeyle.
Hem de kulaklarını kapatırdı ki onlar,
Onun nasihatinden, hiç bir şey duymasınlar.
Derlerdi: (Eğer batıl olsaydı putlarımız,
Tapar mıydı bunlara, âbâ-ü ecdadımız?
Eğer biz terk edersek, taptığımız putları,
Suçlamış sayılırız cahillikle onları.
Mâdem atalarımız, bunlara tapındılar,
Öyle ise bu putlar, hakiki tanrıdırlar.)
Bu sözleri söyleyip, inanmazlardı yine.
O, hep devam ederdi, gece gün tebliğine.
. Eziyet Ederlerdi
Nuh aleyhisselamın, etmeyip kavmi iman,
İşkence ederlerdi, kendisine her zaman.
Bayılıncaya kadar döverlerdi çok kere.
Sonra hasıra sarıp, atarlardı bir yere.
Toplanıp taşa tutar, ederlerdi hakaret.
O, bunlara sabredip, ederdi yine davet.
Saçarlardı üstüne kumları, yağmur gibi.
Bu kumların içinde, kaybolurdu Nuh Nebi.
Sonra da öldü diye, dönerlerdi geriye.
Çok zaman yaparlardı, bu işi Nuh Nebi'ye.
Hak teâlâ emriyle, Cebrail, gök yüzünden,
Gelir ve çıkarırdı, onu kumun içinden.
Sabah yine giderdi, o inatçı kavmine.
Çağırırdı onları, Allah'ın birliğine.
Derlerdi ki: (Biz seni döveriz de bu kadar,
Yine sen, bu davanda yürürsün aynı karar.
Hakiki bir peygamber olsa idin sen şayet,
Rabbin, bu cefalardan korurdu seni elbet.
Lakin sen resul değil, bir delisin apaçık.
Sana inanmıyoruz, uğraşma bizle artık).
O kavmin arasında, var idi ki bir kişi,
Ona eziyet edip, üzmek idi tek işi.
Bir gün oğlunu alıp, getirdi Nuh Nebi'ye.
Dedi: (Oğlum, her zaman cefa yap bu kişiye.)
O çocuk, babasının alarak asasını,
Vurup kana boyadı, mübareğin başını.
Bütün bunlara rağmen, yine sabrediyordu.
(Ya Rab, affet onları, bilmiyorlar ) diyordu.
Onun maruz kaldığı cefalara, melekler,
Çok üzülüp, Allah'a münacat eylediler.
Dediler: (Ya ilahi, Sen ne kadar halimsin.
Şefkat, merhametine, nihayet yoktur senin.
Onlar, bu yer yüzünde rahatça yürüyorlar.
Ve senin gönderdiğin rızıkları yiyorlar.
Buna rağmen putlara yapıyorlar ibadet.
Ve senin resulüne ediyorlar hakaret.
Bununla da kalmayıp, ederler eza, cefa.
Her türlü işkenceyi, görürler ona reva.
Yine sen, bu kullara rızık gönderiyorsun.
Ve azab eylemekte, acele etmiyorsun.)
Velhasıl Nuh peygamber, dokuzyüz elli sene,
Davet etti kavmini, Allah'ın birliğine.
Bir kaç kişi vardı ki, hidayete ilk gelen,
Olmadı bundan gayri, ona iman eyliyen.
Dediler ki: (Biz asla, sana iman etmeyiz.
Zira ecdadımızın dini üzerindeyiz.
Söyle de, gökten azab göndersin Rabbin bize.
Bizi helak eylesin, eğer ki muktedirse.)
Nuh peygamber, Rabbine arz etti ki: (İlahi!
Uğraştım gece gündüz, biliyorsun sen dahi.
Bunca sene, onları davet ettim ben, fakat,
Onlar inanmamakta ettiler yine inat.)
O günden itibaren, kırk sene müddet ile,
Kıtlık olup, hiç yağmur yağmadı damla bile.
Hatta hiç bir kadının, olmadı çocukları.
Üstelik helak oldu davarları, malları.
Nesilleri kesilip, oldular çok perişan.
Bağ ve bahçelerinden, kalmadı eser, nişan.
. Meydan Okudu
Nuh aleyhisselam'ın, dokuzyüz elli sene,
Gece gündüz, yılmadan yaptığı davetine,
İlk defa iman eden, o bir kaç kişi hariç,
Kavminden iman eden, bir kimse çıkmadı hiç.
Üstelik çok çeşitli eziyetler ettiler.
Sonra öldürmek için, çok gayret sarfettiler.
O ise, kâfirlere buyurdu ki: (Ey kavmim!
Sizin öldürmenizden, hıfz eder beni Rabbim.
Siz hepiniz birleşip, bana karşı dursanız,
Bütün imkanınızı, bu yolda kullansanız,
Hiç geri koymasanız, elinizden geleni,
Yine de öldürmeye, gücünüz yetmez beni.)
Böyle meydan okuyup, buyurdu ki peşinden:
(Bana bir fayda yoktur, imana gelmenizden.
Ve eğer yüz çevirip, gelmezseniz imana,
Yine neticesinde, bir zarar gelmez bana.)
Bütün bunlara rağmen, kâfirler yine o gün,
Vurup kana boyadı, yüzünü o Resul'ün.
O zaman Nuh peygamber, dua etti: (İlahi!
Bana yaptıklarını, görüyorsun sen dahi.
Hayır diledin ise, haklarında sen eğer,
Bu işlerine rağmen, bunlara hidayet ver.
Yoksa sen, haklarında hükmedeceksen şayet,
O gün gelene kadar, sabrımı ziyade et.)
Ona, şöyle bir vahiy geldi ki gayet açık:
(Kavminden, sana iman edecek çıkmaz artık.
Hatta o kâfirlerin, bundan sonra gelecek,
Nesillerinden bile, yoktur iman edecek.
O halde sen üzülme ve hiç mahzun olma ki,
Onlara bir azabın inmesi olur vaki.)
O zaman Nuh peygamber, dedi: (Öyleyse şayet,
Şu insafsız kavmimi, azabınla helak et.
Kalmasın bu dünyada, kâfirlerden tek diri.
Halas et bu azabdan, beni ve mü'minleri.)
Onun bu duasına, âmin dedi melekler.
Sonra da, (Bir gemi yap!) vahyi geldi bu sefer.
Nuh Nebi, Cebrail'den alır almaz bu vahyi,
Başladı mü'minlerle, bu işe bizatihi.
Bu iş için, ağaca, var idi çok ihtiyaç.
Ve lakin o bölgede, yok idi fazla ağaç.
Bu yüzden bol ağaçlı bir yer bulup çıktılar.
O yerde, gemi için dört sene çalıştılar.
Onları, çalışırken görünce o kâfirler,
Yanlarına gelerek, istihza eylediler.
Dediler ki: (Hani sen, peygamberim diyordun.
Yoksa onu bırakıp, şimdi dülger mi oldun?
Peygamberlik gibi bir mertebeyi bırakıp,
Adi bir dülgerliğe inivermek ne ayıp.
Hem sonra, yedi yıldır susuz olan bu yerde,
Nasıl yüzdüreceksin bu gemiyi ilerde?)
O da, o kâfirlere buyurdu ki: (Şimdi siz,
Bizim ile eğlenip, istihza edersiniz.
Lakin Hak teâlânın azabı geldiğinde,
İstihza edeceğiz biz dahi sizin ile.)
Nuh aleyhisselamın, üç katlıydı gemisi.
Abanos ağacından idi hep malzemesi.
Ateşi yanarak ve kazanı kaynıyarak,
Yürüdüğü, Kur'anda vardır açık olarak.
. Dünyayı Su Kapladı
Vakta ki tamamlandı, Nuh Nebi'nin gemisi,
Yakınlaştı iyice, o azabın gelmesi.
Nuh peygamber, kavmine dedi ki son olarak:
(Beni, size peygamber gönderdi cenâb-ı Hak.
Size, bunca senedir ettimse de nasihat,
Dinlemeyip, istihza eylediniz siz fakat.
Ben nasihat ettikçe, siz hep inat ettiniz.
Üstelik çok cefa ve eziyyet eylediniz.
İşte bu yüzdendir ki, yakında Hak teâlâ,
Sizin üzerinize, gönderecek bir bela.
Bari şimdi inanıp, bırakın bu inadı.
Yoksa, azab etmektir Hakk'ın size muradı.
O azab tufandır ki, dünya, suyla dolacak.
İmana gelmeyenler, o suda boğulacak.
Bu beladan kurtulmak isteyen varsa her kim,
Acele iman etsin, son sözümdür bu benim.)
Dediler: (Yüzyıllardır, bu lafı dinliyoruz.
Gelsin ne gelecekse, sana inanmıyoruz. )
Va'd olunan azabın, gelmişti vakti zaten.
Tufan alametleri görüldü çok geçmeden.
Su, yerde yavaş yavaş, başladı yükselmeye.
Ve başladı mü'minler o gemiye binmeye.
Nuh Nebi, bir kez daha kavmin hükümdarını,
Çağırtıp, kendisine yaptı son ihtarını.
Yanına geldiğinde, buyurdu ki: (İşte bak!
Bahsettiğim tufanı, gönderdi cenâb-ı Hak.
Haydi, iman edin de, kurtulun bu beladan.
Zira kâfir olana, necat yok asla bundan.)
Kral ve o müşrikler, yine inkâr ettiler.
Ve bunu, normal yağan bir yağmur zannettiler.
Müslümanlar, gemiye binince en nihayet,
Tufanın şiddeti de, fazlalaştı be gayet.
Oğlu Ken'an, kenarda dururdu zevcesiyle.
İkaz etti onu da, babalık şefkatiyle:
(Ey evladım, haydi gel, bizimle bin gemiye.
Kurtuluş yoktur bu gün, mü'minlerden gayriye.)
Babası, ettiyse de son defa onu ikaz,
Lakin o, inadından yine etti itiraz.
Dedi: (Su yükselirse, çıkarım şu dağlara.
Nasıl olsa bu sular, çıkmaz ta oralara.)
O böyle konuşurken, laubali olarak,
Büyük bir dalga gelip, eyledi onu helak.
Hak teâlâ emriyle, yağmurlar yağdı gökten.
Yer yer sular kaynadı, toprağın her yerinden.
Suların seviyesi, yükseldi ki o kadar,
Kayboldu su içinde, en yüksek büyük dağlar.
Kırk gündüz ve kırk gece, devam etti bu tufan.
Kâfirler hep öldüler, kalmadı ehl-i tuğyan.
Nuh Nebi'nin gemisi, altı ay müddet ile,
Dalgalar arasında, yüzdü hep selametle.
Hak teâlâ emriyle, kesilince yağmurlar,
Alçalmaya başladı, yavaş yavaş o sular.
Seviye alçaldıkça, gemi de iniyordu.
Yüksek dağlar, gemiyi, kendine bekliyordu.
Cudi dağı, tevazu eyleyip, etti dua.
İndirdi Hak teâlâ, onu bu küçük dağa
. Vefatı
Nuh Nebi, buğday tenli ve iri yapılıydı.
Ve fizikman hazret-i Âdemi andırırdı.
İri gözlü ve güzel bir zat idi mükerrem.
Sakalları uzunca, geniş omuzluydu hem.
Gayet gadaplı olup, sabrı dahi çoktu pek.
Kavminin cefasına, dayandı sonuna dek.
Zahmet ve meşakkatli geçerdi çoğu vakti.
Buna rağmen, Rabbine çok yapardı taati.
Yediyüz rekat namaz kılardı gün ve gece.
Asla ilgilenmezdi, dünya ile zerrece.
Bin senelik ömründe, etmedi bir ev talep.
Kıldan, siyah bir çadır içinde yaşadı hep.
Eshabı bunu ona, sual etti bahusus:
(Ne için kendinize, bir ev yapmıyorsunuz?)
Buyurdu: (Bugün yarın, ölürüz pek yakında.
Ev yapmaya değer mi bu kısacık zamanda?
Bu dünya hayatımız, zaten kısa bir müddet.
Yapılacak tek iş var, o da Hakk'a ibadet.)
Bir gün de, kendisine ev yapardı kamıştan.
Dediler: (Yapsaydınız, bu evi keşke taştan.)
Buyurdu ki: (Yakında ölecek insan için,
Bu kadarı çok bile, hikmeti budur işin.)
Biri dahi sordu ki: (Kerpiç varken, acep siz,
Niçin kara çadırdan, ev bina edersiniz?)
Buyurdu ki: (Ölünce, bırakıp gideceğim.
Daha kıymetlisine, niçin zahmet çekeyim?)
Vefatı yaklaşınca, Sam adlı evladını,
Çağırıp, yaptı ona en son nasihatını.
Buyurdu ki: (Evladım, ben artık ölüyorum.
Sana, iki nasihat bırakıp gidiyorum.
Birincisi şudur ki, şirk koşma hiç Allah'a.
Yoktur bir insan için, bedbahtlık, bundan daha.
Öbürü, kibirdir ki, şeytanın sıfatıdır.
Bir zerre kibri olan, Cennetten mahrum kalır.)
Ülül'azm peygamberler içindedir kendisi.
Bu sebeple indallah, yüksektir derecesi.
Onun o kâfirlere, bir gadaplanmasıyle,
Hak teâlâ, yer ve gök, gadaplandı haliyle.
Hem öyle bir gadap ki, dinmedi uzun müddet.
Tek kâfir kalmayınca, ancak buldu sükunet.
Nuh aleyhisselamın, erince ömrü sona,
Cebrail'le Azrail, birlikte geldi ona.
Melek-ül mevt yaklaşıp, sual etti ilk sefer:
(Ey dünyada çok uzun ömür süren peygamber!
Bu kadar yaş yaşadın, çok çalıştın, yoruldun.
Sen bu fani alemi, acaba nasıl buldun?)
Cevaben buyurdu ki: (Bu dünyayı, şimdi ben,
Sanki iki kapılı han gibi buldum aynen.
Birinden girmiş idim, öbüründen çıkarım.
Ve ancak içeride, çok az bir zaman kaldım.)
Sonra da Allah deyip, teslim etti ruhunu.
Beyt-i makdis içine, defn etti ehli onu.
.
05 - HUD ALEYHİSSELAM
.Putlar İlah Olamaz
Kuvvetlendirmek için Nuh Nebi'nin dinini,
Gönderdi Âd kavmine, Allah bu Nebi’sini.
Hûd’un lügat manası, yumuşaklık demektir.
Sakinlik, sulh ve sükun manasına da gelir.
Hûd Nebi, Âd kavminin yaşadığı yer olan,
Ahkaf denen bölgede, yaşadı uzun zaman.
Ve babası Abdullah, görmüştü ki bir rüya,
Sırtından nur şulesi yükseliyor havaya.
Sonra da, kendisine denildi ki gaibten:
(Ey Abdullah, haydi kalk, amca kızınla evlen!)
Uyanıp, amcasına gidiverdi aynı gün.
Kızını istedi ve evlenip yaptı düğün.
Bu iki mümtaz şahsın evlenmeleri ile,
Dünya nura kavuştu, nihayet Hûd Nebi’yle.
Hamile olduğunda, annesi bu oğluna,
Canlı cansız her nesne, müjdeler verdi ona.
O sabah kalktığında, yeşermişti ağaçlar.
Her yere, birden bire, gelmişti sanki bahar.
Ağaçlarda, her çeşit meyveler oldu hasıl.
O diyar, bir bolluğa kavuşmuştu velhasıl.
O gece, Âd kavminden herkes duydu şu sesi:
(Ey insanlar, yakındır Hûd'un teşrif etmesi.
Ona iman etmekte, tereddüt etmeyiniz.
Helake uğrarsınız aksi halde hepiniz.)
Nihayet tamam oldu hamilelik müddeti.
Ve bir Cuma gecesi, dünyaya teşrif etti.
O beldede yaşıyan insanları, aniden,
Korku ile karışık, titreme aldı birden.
Önce anlamadılar bunun ne olduğunu.
Sonra, Hûd peygamberin, duydular doğduğunu.
Hemen birbirlerine verdiler ki bir haber:
(Büyüyünce, bu olur herhalde bir Peygamber.
Zira onun halleri, çok farklı her insandan.
Dikkatli olmalıyız, ona karşı her zaman.)
Onun, ana rahmine düştüğü günden beri,
Görülürdü her zaman fevkalade halleri.
Herkesten farklı idi yine çocukluğunda.
Seçkin insanlardı hep, nesebi ve soyu da.
Devrin insanlarının, en güzel yüzlüsüydü.
Akıl bakımından da, yine en üstünüydü.
Namaz kılıyordu ki, bir gün kendi kendine,
Annesi, merak ile sordu ki: (Oğlum bu ne?
Sen bu ibadetini, kim için yapıyorsun?
Kime kulluk ediyor, kime yalvarıyorsun?)
Dedi ki: (Seni, beni, her mahluku halkeden,
Allahü teâlâya, ibadet ederim ben.)
Annesi hayret edip, dedi ki: (Her insanın,
Taptığı şu putlara, ibadet yapmaz mısın?)
Dedi ki: (Anneciğim, o put dediğin şeyler,
Kimseye, ne bir fayda, ne zarar veremezler.
Bu putlar cansız olup, ya taştır, ya da tahta.
Bunlar layık olur mu, ibadet ve taata?
İbadete müstehak, bir tane ilah vardır.
O, her şeyi yaratan, Allahü teâlâdır.)
. Gurura Kapıldılar
Hûd Nebi, annesine, Allah birdir deyince,
Kapıldı validesi, bir sürur ve sevince.
Ve hemen bu oğlunun boynuna sarılarak,
Dedi ki: (Ey evladım, senin yolun doğru, hak.
Sen, bildiğin şekilde ibadete devam et.
Sırf senin ilahına layıktır her ibadet.
Ben sana hamileyken, hem doğum esnasında,
Çok acayip hallere şahit oldum aslında.
Sen dünyaya gelince, o vakit gece iken,
Her taraf, gündüz gibi aydınlık oldu birden.
Kuru olan ağaçlar, o zaman yeşermişti.
Ve hatta çiçek açıp, hepsi meyve vermişti.
Ben, seninle beraber, bir yere gider iken,
Karşıma, çok heybetli bir kimse çıktı birden.
Seni benden alarak, verdi bir kimselere.
Onlar da götürdüler, seni uzak yerlere.
Çok beyaz ve nurani yüzlüydü bu kimseler.
Sonra seni getirip, bana teslim ettiler.
Geldiğinde, nur vardı başının üzerinde.
Hem de yeşil yakutlar vardı bileklerinde.
Biri sana dedi ki: “Müjdeler olsun sana.
Seni peygamber kıldı, Allah cümle insana.”
Bunlar şeytani değil, mutlaka rahmanidir.
Gördüğüm kimseler de, insan değil, melektir.
Doğru yol üzeresin bunun için sen elbet.
Sen, bildiğin şekilde yap Rabbine ibadet.)
Hûd Nebi, sevimli ve tatlıydı konuşması.
Ve hazret-i Âdem'e benziyordu siması.
Dünya ve dünyalıkla, ilgisi yoktu asla.
Hep ibadet ederdi Halık’ına pek fazla.
Merhametli, şefkatli ve cömert idi gayet.
Yapardı ayrıyeten, ara sıra ticaret.
Âd kavmi insanları, iri cüsselilerdi.
Tuttuğunu koparan, kuvvetli kimselerdi.
Gelmemişti dünyaya, onlardan iri insan.
Hem de yaşamışlardı, dünyada uzun zaman.
Çok da bereketliydi yaşadıkları yerler.
Her yer yemyeşil olup, çoktu bağ ve bahçeler.
Adım başı pınarlar ve akarsular vardı.
Ayrıca, o beldede sık sık yağmur yağardı.
Kayaları yontarak, sütun şekli verip tam,
Üzerine, binalar yaparlardı muazzam.
Hazret-i Nuh’tan sonra, sekiz asır geçince,
Âd kavmi insanları, bozuldular iyice.
Hak, adalet üzere yaşarken önceleri,
Sonra çok kötüleşip, kalmadı bu halleri.
Dinlerini unutup, cahilliğe daldılar.
Böylece yavaş yavaş, hak yoldan ayrıldılar.
Nuh tufanını gören kimse kalmadığından,
Silinmişti tesiri, bütün hafızalardan.
Boy ve kuvvetlerine, dünya nimetlerine,
Bakıp, asi oldular tamamen Rablerine.
(Bizden daha kuvvetli kimse var mı?) diyerek,
Bir gurur ve kibire kapıldılar giderek.
. Görülmemiş Çılgınlık
Âd kavmi insanları, dinden uzaklaştıkça,
Hak bildikleri yoldan, ayrıldılar açıkça.
Boy ve cüsselerine bakarak aldandılar.
Allah'a isyan edip, günahlara daldılar.
Hatta Hak teâlâyı unutup, daha sonra,
Tamamen kapıldılar, bir kibir ve gurura.
Sonra puta tapmaya başlıyan bu Âdlılar,
Zulüm ve haksızlığa, zorbalığa daldılar.
Zayıf ve güçsüzlere işkence yaparlardı.
Onları, binalardan aşağı atarlardı.
Kimsesiz garipleri, bu zalim kavim hatta,
Eğlence vasıtası görürlerdi adeta.
Baskınlar yaparlardı, güçsüz kabilelere.
Eziyet ederlerdi, kimsesiz gariplere.
Şiddetli muamele, işkence ve zorbalık,
Bu merhametsizlerin, şiarı idi artık.
Merhamet duyguları, kaybolmuştu tamamen.
Hatta zevk alırlardı böyle fena hallerden.
Issız çöl yollarına, yanlış işaretleri,
Koyup, aldatırlardı gelen ve geçenleri.
Yolcular, bakarak bu yanlış işaretlere,
Bilmeden, yollarından saparlardı çok kere.
Onların bu çöllerde, perişanlıklarını,
Kurda kuşa yem olup, heba olmalarını,
Seyre koyulurlardı, çıkıp yüksek yerlerden.
Hatta zevk alırlardı, malesef bu şeylerden.
Allah korkusu ile, merhamet ve insanlık,
Duyguları, bunlarda kalmamıştı hiç artık.
Halbuki fevkalade zenginlikleri vardı.
Ama sırf zulüm için, bunu kullanırlardı.
Dünyalık nimetleri, çoğaldıkça gün be gün,
Şımarıklıkları da, artıyordu büsbütün.
Allah'ın bahşettiği, dünya nimetlerine,
Nankörlük ederlerdi, hamd ve şükür yerine.
Bağ bahçe, tarla hayvan, mevcud idi her imkân.
Yoktu noksanlıkları, dünyalık bakımından.
Her arzu ettikleri şeye kavuşmaları,
Daha da azıttırıp, şımartmıştı onları.
Çok muazzam binalar yaparak hem de kat kat,
Tam ihtişam içinde sürerlerdi bir hayat.
Binalar yaparlardı, sırf eğlenceye ait.
Oralarda, oyunla geçirirlerdi vakit.
İşte bu Âd kavminin hükümdarı, Halecan,
Adında çok zalim bir kimse idi o zaman.
Yine bir zat vardı ki, bu kavim arasında,
Resulullahın nuru, parlıyordu alnında.
Bu, hazret-i Hûd olup, üstün idi kavminden.
Onun bu fazileti, belliydi her halinden.
O, nesebce ve soyca, onlardan idi, fakat,
Tamamen başka türlü sürüyordu bir hayat.
Halim, selim, şefkatli, itibar sahibiydi,
Herkesin saygı hürmet gösterdiği biriydi.
Fevkalade güzellik sahibiydi o hem de.
Kavminin üstünüydü, o ahlaki yönden de.
. Git Peygamber Olarak
Hûd Nebi, çok güzeldi insanlar arasında.
Habibullahın nuru, parlıyordu alnında.
Daha küçüklüğünde, bir sesler duyuyordu.
Gaibden birileri, ona şöyle diyordu:
(Habibullah’a ait, mübarek nur-u Nebi,
Şimdi senin alnında parlıyor yıldız gibi.
Bütün putları kırıp ve küffarı öldürmek,
Sana müyesser olur bu ateşi söndürmek.)
O da, Nuh peygamberin dinine tabi idi.
O din üzre ibadet yapıyordu daimi.
Taşkınlık içindeyken insanlar fevkalade,
O, hayat sürüyordu onlardan farklı halde.
Hep doğruluğu ile, kavminde ün yapmıştı.
Emin lakabı ile, daha çok tanınmıştı.
Kavmi, küfür içinde yaşıyordu ama hep.
Bakıp üzülüyordu onlara bundan sebep.
Zira o insanlara, karşı gelemiyordu.
Üzülüyordu ama, birşey diyemiyordu.
Gayet sakin, yumuşak huylu idi o, ama,
Bir vakar ve heybete sahip idi daima.
Kırk yaşına gelince, Cibril aleyhisselam,
Allah'ın emri ile, geldi ve verdi selam.
Peygamber olduğunu bildirdi kendisine.
O, Rabbinin emriyle, başladı tebliğine.
Hak teâlâ, vahiyle buyurdu ki o vakit:
(Kalk, peygamber olarak, kavminin yanına git.
Korkma kendilerinden, tebliğdir senin işin.
Mucize yaratırım onlara senin için.
Onlara, bir dünyalık bahşettim ki bir nice,
Bu, nasip olmamıştı kimseye daha önce.
Zenginliğin yanında, uzun ömür, güç kuvvet,
Topraklarına dahi, verdim yümün, bereket.
Onlar, benim verdiğim rızıkları yiyorlar.
Lakin başkalarına ibadet ediyorlar.
Git, onları tevhide ve hak yola davet et.
De ki, Hak teâlâya edin yalnız ibadet.)
O gün de, bayram olup, hepsi toplanmışlardı.
Hûd Nebi emri alıp, hemen oraya vardı.
Halecan adlı biri, hükümdardı onlara.
Altın taht üzerinde otururdu o ara.
O anda Hûd Nebi’nin, işitildi gür sesi.
Bağırarak tevhide çağırırdı herkesi.
Diyordu ki: (Ey kavmim, putları terk ediniz.
Hak olan tek Allah'a ibadet eyleyiniz.
Taptığınız şu putlar, değildir mabud-u hak.
Yalnız Hak teâlâdır, ibadete müstehak.
Nuh kavmi de, şu cansız putlara tapındılar.
Lakin suda boğulup, toptan helak oldular.)
Reisleri Halecan, onun davet sesini,
İşitip, inkâr etti hemence kendisini.
Dedi: (Ey Hûd, kendini, sen ne zannediyorsun?
Bize sen, bu halinle akıl mı veriyorsun?
Peygamber olduğunu, biz kabul etmiyoruz.
Ve senin sözlerine, asla inanmıyoruz.)
. Yine İnkâr Ettiler
Hûd peygamber, kavmini, dinine etti davet.
Lakin onlar, davete etmediler icabet.
Dediler ki: (Sen teksin, biz ise çoğunluğuz.
Bir gün ve bir gecede, doğar bin çocuğumuz.
Bu kadar kalabalık kavimiz, görüyorsun.
Tek başına sen bize, meydan mı okuyorsun?)
Böyle deyip, itiraz ettiler kendisine.
Lakin devam eyledi, Hûd Nebi tebliğine.
Buyurdu: (Peygamberim, ben size Rabbimizden.
O'na iman edin de, vazgeçin kibrinizden.
Eğer inanmazsanız, çetin azap var size.
Zira eski kavimler, ibrettir hepinize.
Nuh kavmi insanları, sizden kuvvetliydiler.
Onlar dahi, bu yüzden, helak olup gittiler.)
Fakat o mağrur kavim, inanmadılar yine.
Hiç kıymet vermediler, onun bu davetine.
Hûd Nebi, ettiyse de onlara çok nasihat,
Âdlılar, hidayete gelmedi yine fakat.
Sonunda, ellerini kaldırarak duaya,
Bir niyazda bulundu, Allahü teâlâya.
Onlar, çocuklarıyle iftihar ederlerdi.
Hûd Nebi de Rabbine, şöyle dua eyledi:
Dedi ki: (Ya ilahi, kavmimin kadınları,
Çocuk doğurmasınlar, kısır eyle onları.)
Anında kabul oldu duası Hûd Nebi'nin.
Hiç çocuğu olmadı, ondan sonra birinin.
Buna rağmen, o azgın ve inatçı Âdlılar,
Yine inatlarından, ona inanmadılar.
O ise, hiç yılmadan nasihat ediyordu.
(Yalnız Hak teâlâya kulluk edin!) diyordu.
Onlar kabul etmeyip onun bu teklifini,
Derlerdi ki: (Terk ettin, sen kavminin dinini.
Bu yüzden, sen akılsız bir kimsesin diyoruz.
Yalancı olduğunu, hem de zannediyoruz.)
Buyurdu: (Ben akılsız ve yalancı değilim.
Ben, Allah tarafından gelen bir peygamberim.
Rabbim, bana her ne ki vahyediyorsa eğer,
Size, yalnız onları veriyorum ben haber.
Ben sizi, tek Allah'a, hak dine davetçiyim.
Ben Allah tarafından, size gelen elçiyim.
O bana ne dediyse, diyorum aynısını.
Asla söylemiyorum, noksan ve fazlasını.
Rabbim, Nuh'un kavmini, su ile etti helak.
Ve onların yerine, sizleri eyledi halk.
O kavime verdiği nimet ve ihsanlardan,
Kat be kat fazlasını, sizlere etti ihsan.
Uzun boy, iri cüsse, kuvvet, mal ve zenginlik,
Hak teâlâ bunları, sizlere bahşetti ilk.
Daha nice nimetler verdi hem fazla fazla.
Bunları düşünün de, kulluk edin ihlasla.
Şükredip, yalnız O'na eyleyin ki ibadet,
Ebedi nimetlere eresiniz nihayet.
Bu putlara tapmayı, bırakmazsanız eğer,
Helake uğrarsınız azapla hep beraber.)
. Zulümde Yarışırlardı
Hûd aleyhisselamın tebliğine, Âdlılar,
İnanmayıp, hem onu istihzaya aldılar.
Dediler: (Peygambersen eğer ki kavmimize,
Rabbine dua et de, bir ceza versin bize.
Söyleyip duruyorsun, azap olacağını.
Rabbine dua et de, göndersin azabını.)
Hûd peygamber, onlara buyurdu ki: (Ey kavmim!
Size azap hak oldu, gönderir onu Rabbim.
Şimdi durup bekleyin, azabın gelmesini.
Ben dahi bekliyorum, sizinle inmesini.)
Hûd peygamber, kavmine, böylece uzun zaman,
Nasihat ettiyse de, inanmadı çok insan.
İman edenleri de, kâfirlerden korkarak,
Söyliyemiyorlardı, aşikare olarak.
Kavminin ekserisi, iman etmiyorlardı.
Üstelik alay edip, hem şöyle diyorlardı:
(Ey Hûd, hani bizlere vadettiğin o azap?
Ne oldu, getir artık onu bize der-akab.)
O da buyururdu ki: (O azap elbet gelir.
Ama onun vaktini, sadece Rabbim bilir.
Ben size, Rabbimizin elçisiyim diyorum.
Bana ne vahyettiyse, onu bildiriyorum.
Siz iman etmezseniz, o azap gelecektir.
Resulün vazifesi, ancak haber vermektir.)
Devamlı acıyarak ve yalvarırcasına,
Nasihat ediyordu, böylece Âd halkına.
Durmadan, usanmadan, hep tebliğ ediyordu.
(Gelin, inat etmeyin, iman edin!) diyordu.
Soy ve neseb olarak, o da aynı kavimden,
Olunca, anlıyordu onların her halinden.
Bilip ne hususlarda hassas olduklarını,
Ona göre yapardı, her gün nasihatını.
Ama azıtmaları, olduğundan pek fazla,
Hiç tesir etmiyordu onlara birşey asla.
Öyle dalmışlardı ki, küfür ve şirke hepten,
Uyandırmak çok güçtü onları bu gafletten.
Düne kadar, akıllı, zeki ve doğru sözlü,
Ve emin bildikleri bu mübarek Resulü,
Bugün, akılsızlık’la, itham ediyorlardı.
Ve ona inanmıyor, yalancı diyorlardı.
Ona tabi olarak, Allah'a iman etmek,
Bu nasipsiz kavime, güç geliyor idi pek.
Derlerdi ki: (Biz sana, asla inanmıyoruz.
Ve şu putlarımıza, ibadet ediyoruz.)
İman etmek isteyen, olsa da ona eğer,
Mani oluyorlardı, onlara da bu sefer.
Onun ile görüşmek isteyen kimseleri,
Şiddet ve zorbalıkla, gönderirlerdi geri.
Hûd Nebi, senelerce, bu güç şartlara rağmen,
Hakka davet ederdi, halkı mütemadiyen.
Onlar da, halka zulüm ve kötü işlerine,
Devam ediyorlardı küfür ve şirklerine.
Garib ve güçsüzlere, zulmederler ve hatta,
Bunda yarışırlardı o kâfirler adeta.
. İki Kişi İnandı
Hûd aleyhisselama, ilk önce Âd kavminden,
Cünabe bin Esam’dı inanıp iman eden.
Amcasının oğluydu, bu zat Hûd peygamberin.
Ona, can-ü gönülden inanıp, oldu mü'min.
Bir gün, akrabasından, kırk kişi ile bu zat,
Otururken, onlara şöyle etti nasihat:
(Bize peygamber oldu, amcamızın oğlu Hûd.
O diyor ki, Allah'tır, yegane ilah, mabud.
Tebliğ ettiği halde, o size Hak yolunu,
Sebep ne ki, inkâra kalkışırsınız onu?
Niçin hâlâ bu yolu terk edemiyorsunuz?
Ve niçin o Allah'a iman etmiyorsunuz?
Hûd, sizin amcanızın oğludur ayriyeten.
Siz inanmalısınız, daha önce herkesten.
Önce de tanırdınız amcanızın oğlunu.
Bilirdiniz ne kadar emin zat olduğunu.
Hayatında yalan söz söylememiştir asla.
Şimdi inkâr etmeniz, bağdaşır mı insafla?
O, Allah tarafından geldi size peygamber.
Ve saadet yolunu, veriyor size haber.
Hâlâ inanmamanın sebebi acep nedir?
Lakin inkârcılara, yakında azap gelir.
Nitekim Nuh kavmi de, etmişti onu inkâr.
Ama Nuh tufanında, hepsi helak oldular.
Korkuyorum siz dahi, inanmazsanız bu gün,
Onlar gibi, size de azap gelir topyekün.)
O böyle söyleyince, hep gadaba geldiler.
Üstüne hücum edip, hakaret eylediler.
Öldüreceklerdi ki, Cünabe’yi, bu kere,
Ellerinden kurtulup, geldi Hûd peygambere.
Başına gelenleri, ona da verdi haber.
Çok teselli eyledi, bu zatı Hûd peygamber.
Buyurdu ki: (Üzülme, elbette cenâb-ı Hak,
Bunun mükâfatını, verir sana muhakkak.)
Ve yine Hûd peygamber, bir gün yolda giderken,
Mersed adlı biriyle, karşılaşmıştı birden.
Önce Mersed dedi ki: (Ben sana geliyordum.
Ve sana, bir şart ile inanayım diyordum.
Hanımla, aramızda bir konuşma geçmişti.
Ben bir şey söylemiştim, o da cevap vermişti.
Bana, o konuşmayı haber verirsen şayet,
İman edeceğim ki, hak peygambersin elbet.)
Hûd peygamber, tebessüm buyurup ona önce,
Buyurdu: (Hanımınla, konuşurken dün gece,
Sen hanıma dedin ki, Yarın Hûd'a gideyim.
İşbu konuşmamızı, ondan sual edeyim.
Eğer haber verirse bu konuşmayı bana,
Ben de iman edeyim, peygamber olduğuna.
Hanımın da, cevaben şöyle dedi o vakit:
Çok iyi söylüyorsun, yarın hemen ona git.)
Mersed bunu duyunca, iman etti anında.
Dönüp iman ettirdi, o gün hanımını da.
Lakin o da korkarak, müşriklerin şerrinden,
Bir müddet imanını, gizledi müşriklerden.
.. Azap Belirtileri
Hûd Peygamber, kavmini çok edip dine davet,
Onlar da, etmeyince davetine icabet,
İyice anladı ki, bunlar iman etmezler.
Vadi-yi Nuh denilen yere gitti bu sefer.
Orada abdest alıp, yirmi rekat bir namaz,
Kılıp, Hak teâlâya eyledi dua, niyaz.
Dedi ki: (Sen her şeyi biliyorsun ilahi!
Tebliğ ettim bunlara her şeyi bizatihi.
Açlık ve kıtlık ile korkuttum onları ben.
İçlerinde inanan olmadı buna rağmen.
İlahi, sen kavmime nasip eyle hidayet.
İnanmıyacaklarsa, azabınla helak et.
Öyle bir azap ile helak et ki ya Rabbi!
Helak olmuş olmasın bir kavim bunlar gibi.)
Kabul etti Rabbimiz onun bu duasını.
Gönderdi yavaş yavaş onlara azabını.
Üç sene müddet ile, yağmaz oldu yağmurlar.
Nehirler akmaz oldu hem kurudu pınarlar.
Ağaçlar ve meyveler, hep sarardı ve soldu.
Meşhur İrem bağları, tez zamanda yok oldu.
Hırpaladı onları bu kıtlık ve kuraklık.
Hatta yeşil bir ota, rastlanmaz oldu artık.
Bir damlacık su ile, bir lokmacık ekmeğe,
Muhtac olup, açlıktan başladılar ölmeye.
Bunaltıcı, çok sıcak rüzgar esiyordu hep.
Göz gözü görmüyordu savrulan tozdan sebep.
Herkes, ağızlarını güçlükle açıyordu.
Hepsi, zor ve perişan halde bulunuyordu.
Hûd Peygamber, kavmine derdi ki o aralar:
(Gelecek o azabın belirtisidir bunlar.
Ve çekmiş olduğunuz bu bela ve musibet,
Hep iman etmemenin neticesidir elbet.
Bu inattan vazgeçip, inanırsanız eğer,
Kalkar üzerinizden bu sıkıntılı haller.)
Lakin inanmadılar yine de Hûd Nebi’ye.
Ve hatta kendisini kalktılar öldürmeye.
Ama bu musibetler, günden güne artarak,
Dayanılmaz bir hale gelmişti son olarak.
İnsanlar birleşerek, Hûd Nebi’ye geldiler.
Bu sıkıntılarını ona arz eylediler.
Dediler ki: (Sen emin, doğru sözlü kişisin.
Ve iyilik sahibi, yardımsever birisin.
Dua et, beldemize yağmurlar yağsın artık.
Bolluk bereket gelip, son bulsun bu kuraklık.)
Hûd Nebi, cevabında buyurdu: (Ey kimseler!
Peki, benim duamla yağmurlar yağsa eğer,
Bu batıl yolunuzdan geri döner misiniz?
Ve inadı bırakıp, iman eder misiniz?)
Hûd aleyhisselamın bu teklifine, o an,
Peki diyemediler yine inatlarından.
Ve razı oldular da kıtlık musibetine,
Yine de girmediler Hûd Nebi'nin dinine.
Suratlarını asıp, oradan ayrıldılar.
İnanmak şerefinden yine mahrum kaldılar.
. Ben Değil, Siz Delisiniz
Üç sene müddet ile devam eden Kuraklık,
Sebebiyle, Hûd kavmi perişan oldu artık.
Hûd Nebi, bakarak bu ikaz-ı ilahiye,
Hep ümid ediyordu iman ederler diye.
Bu yüzden tebliğine hep devam ediyordu.
Belki iman ederler bu sebeple diyordu.
Ve lakin umduğunun tam aksine olarak,
Yine inanmadılar, daha uzaklaşarak.
Hatta bu kuraklığa, o sebep oldu diye
Daha fazla düşmanlık yaptılar Hûd Nebi’ye.
Kendi aralarında toplanıp bu kâfirler,
Onu öldürmek için kat'i karar verdiler.
Dediler: (Bunun için, kendisine gidelim.
Ona, çok güç şeyleri yap diye söyliyelim.
O da yapamayınca, herkese diyelim ki,
Gördünüz mü, işte Hûd bir yalancı belli ki.
Bize söyledikleri sözler de, hepsi yalan.
Bizi, yalan sözlerle aldatıyor durmadan.
Herkesi, aleyhine böyle tahrik edelim.
Sonra da, üzerine saldırıp öldürelim.)
Bu niyetle birleşip ve yola koyuldular.
Az sonra, Hûd Nebi’nin huzurunda oldular.
Dediler ki: (Peygamber olduğun doğru ise,
Bunun isbatı için, mucize göster bize.)
Böyle teklif etmekten kâfirlerin maksadı,
Güya Hûd Peygamberi zor duruma sokmaktı.
Buyurdu: (Nasıl olsun mucize ey insanlar?)
Dediler: (Emrin ile, yön değiştirsin rüzgar.)
Rabbimiz buyurdu ki Hûd Nebi’ye o ara:
(Ne tarafa istersen, işaret et rüzgara.)
Hûd Nebi, eli ile bir işaret ederdi.
Rüzgar, ani olarak o cihete dönerdi.
Onlar, bu mucizeyi gördülerse de ondan,
Yine inanmadılar kuru inatlarından.
Sonra bir Dağ vardı ki, sert kayalıktı fakat.
Bu sebeple, üstünde bitmezdi ot ve nebat.
Dediler: (Peygambersen, dua et de Rabbine,
Kayalar ufalanıp, gelsin toprak haline.)
Dua etti, bir anda toprak oldu kayalar.
Çiçeklerle donandı sonra da o ovalar.
Kayalar yumuşayıp, geldi de toz haline,
Onların taş kalpleri yumuşamadı yine.
Dedikleri olunca, o kâfirler, yeniden,
Mucize istediler bir daha Hûd Nebi'den.
Dediler: (Peygambersen, dua et de Rabbine,
Koyunların yünleri, gelsin ipek haline.)
Hûd Peygamber, edince Rabbinden bunu dilek,
Koyunların yünleri, bir anda oldu ipek.
Bu mucizeyi dahi görüp o nasipsizler,
Yine inatlarından imana gelmediler.
Dediler ki: (Biz yine inanmıyoruz sana.
Delilik arız olmuş zira senin aklına.)
Hûd Nebi, bu sözlerle gadaba geldi o an.
Buyurdu ki: (Ben değil, sizsiniz deli olan.)
. Onlara Meydan Okudu
Hûd aleyhisselamı öldürmek gayesiyle,
Mucize istediler kâfirler bu hileyle.
Lakin istedikleri yerine gelince tam,
Bu sefer, delilik’le ettiler onu itham.
Hûd Nebi, bu ithamla gayet huzursuz oldu.
O kâfirlere karşı, o gün meydan okudu.
Zira demişlerdi ki kâfirler ona ilkin:
(Bizim putlarımıza dil uzattığın için,
Putlarımızdan biri, seni çarpmış olacak.
Senin deliliğinin sebebi budur ancak.)
Hûd Peygamber, onlara buyurdu ki: (Vallahi,
Delilik bende değil, sizdedir bizatihi.
Allahü teâlâyı şahid tutarım ki ben,
O putlardan, hiç bana zarar gelmez kat'iyyen.
Onlarda böyle tesir ve kuvvet varsa eğer,
O putlarınızı da alarak hep beraber,
Beni öldürmek için, haydi, gelin topunuz!
Gücünüz yetiyorsa, kılıma dokununuz!
Elinizden geleni, koymayın ardınıza.
Haydi, ne durursunuz, bana saldırsanıza.
Ama şunu bilin ki, hepiniz de gelseniz,
Siz bana, zerre kadar zarar veremezsiniz.
Zira ben, Allah’ıma sığındım tam ihlasla.
Bu yüzden sizin bana gücünüz yetmez asla.
Benim dediklerime inanmazsanız eğer,
Rabbim azap gönderip, sizleri helak eder.)
Hûd aleyhisselamın bu cesurca sözleri,
Şaşkına çevirmişti o azgın kâfirleri.
Saldırmak şöyle dursun, ona, bir kelimeyle,
Cevap olacak bir söz diyemediler bile.
Birden şaşırmışlardı, hepsi donup kaldılar.
Ve ne olduklarını hiç anlıyamadılar.
O yine buyurdu ki: (Niye çok şaşırdınız?
Yerinizde mıh gibi, niçin kalakaldınız?
Ben, sizin karşınızda yalnızım baksanıza.
Hep birden üzerime haydi saldırsanıza.
Kalabalığız diye, iftihar ederdiniz.
Bizim gibi kuvvetli kimse var mı derdiniz
Haydi, kuvvetinizi bana gösterseniz ya.
Niçin duruyorsunuz, üstüme gelseniz ya.)
Kâfirler, put misali yerlerinde kaldılar.
Ona doğru bir adım bile atamadılar.
Zira bu cesaretle, bu sözleri, o ara,
Bir mucize eseri söylemişti onlara.
Çünkü onlar, gerçekten güçlü kuvvetlilerdi.
Ayrıca, merhametsiz ve zalim kimselerdi.
Adam öldürürlerdi eğlence olsun diye
Bir şey yapamadılar ve lakin Hûd Nebi’ye.
Halbuki o kimseler, birine kızsalardı,
Onu, yüksek binadan aşağı atarlardı.
Bu sebeple onlara, değil meydan okumak,
Asla mümkün değildi yan gözle bile bakmak.
Bütün bunlara rağmen, Hûd Peygamber, kavmine,
O gün meydan okudu güvenerek Rabbine.
. İnadın Bu Derecesi
Hûd Peygamber, kavmine buyurdu ki: (Ey kavmim!
Şu putları bırakıp, Allaha edin tazim.
İmana gelirseniz, Allah sizi affeder.
Bol bol yağmur yağdırıp, bereket ihsan eder.)
Hûd Peygamber, bunları söylediği zamanda,
Orada bulunurdu hükümdar Halecan da.
Hûd aleyhisselamın bu nasihatlerine,
Aldırmayıp, bir cevap vermeyince kendine.
Uzaklarda bulunan bütün kurtlar ve kuşlar,
Hûd aleyhisselamın huzuruna koştular.
Dediler: (Ey Peygamber, biz hazırız emrine.
Sen kimseden korkmadan, devam et tebliğine.)
Herkes bu hadiseyi gördü de hep alenen,
Yine Hûd Peygambere olmadı iman eden.
Hatta biri, o anda hakaret eder oldu.
Lakin konuşamayıp, birden dili tutuldu.
Kâfirler, davasından artık vazgeçsin diye,
Her türlü eza cefa ederken Hûd Nebi'ye,
O, yine tahammül ve sabır gösteriyordu.
Ve bu hak davasından asla vazgeçmiyordu.
Onun bu ihlasının altında, o Âd'lılar,
Bir maddi menfaat ve dünyalık aradılar.
Zira maneviyattan tam mahrum bir milletti.
Değer ölçüleri, sırf dünyadan ibaretti.
Dediler: (Ediyoruz bunca eza cefalar.
Yine de davasından vaz geçmiyor kıl kadar.
Bunda, bir menfaati var ki onun pek fazla,
Yolundan, tek bir adım gerilemiyor asla.)
Bunu, aralarında konuşup onlar önce,
Sonra itham ettiler kendisini böylece.
Bu, mesnedi olmayan ithamı, Hûd Peygamber,
Reddedip, doğrusunu onlara verdi haber.
Buyurdu ki: (Ben sizi, hak yola davetimden,
Dolayı, bir menfaat beklemiyorum sizden.
Benim ecr-ü sevabım, alemlerin sahibi,
Olan Hak teâlâya aittir pek tabii.
Artık Hak teâlâdan korkun da, edin iman.
Yoksa, büyük bir azap erişir size O'ndan.)
Onlar, cevap olarak dediler ki: (Asla biz,
Şimdiki halimizi değişecek değiliz.)
Ve lakin tam dört sene sürünce bu kuraklık,
Âd'lıların takatı kalmadı buna artık.
Bu sebeple bazısı insafa yöneldiler.
Bir gün reislerine gelip şöyle dediler.
(Açlık ve susuzluğa kalmadı hiç gücümüz.
Ona iman etmeyi mecburen düşünürüz.)
Halecan sinirlenip, dedi: (Ne münasebet.
O sebepten gelmedi bizlere bu musibet.
Öyle olmuş olsaydı, kırılmazdı hayvanlar.
Zira o hayvanların, bunda ne günahı var?
Demek ki, bu musibet herkese umumidir.
Biraz daha sabredin, elbette sonu gelir.
Kum yiyin, toprak yiyin, idrarınızı için.
Yine asla dinine girmeyin bu kişinin.)
. Üç Bulut Geldi
Hûd Peygamber, yüksek bir tepeden, ahaliye,
Seslendi ki: (Ey kavmim, bu inkâr hâlâ niye?
Eğer inanmamaya devam eder iseniz,
O dediğim azaba uğrarsınız hepiniz.
Eğer inanırsanız Allahü teâlâya,
Ben dahi, sizin için yalvarırım Allaha.
Kalkar üzerinizden bu bela ve kuraklık.
O eski berekete kavuşursunuz artık.)
Kalpleri mühürlenmiş o insafsız Âd'lılar,
Yine de inad edip, ona inanmadılar.
Dediler ki: (Kalsak da günlerce susuz ve aç,
Asla senin Rabbine olmayız yine muhtaç.
Biz şimdi bir heyeti göndeririz Kâbeye.
Onlar dua edince, yağmur yağar bu yere.)
Az sonra, vasıl oldu Beytullaha o heyet.
Ve Kayl adlı birisi, dua etti nihayet.
Dedi ki: (Ya ilahi, eğer Hûd haklı ise,
Gökyüzünden yağmur ve bereket gönder bize.)
Bilmiyerek anınca o zat hazreti Hûd’u,
Gönderdi Hak teâlâ onlara üç bulutu.
Beyaz, kızıl ve siyah gördüler renklerini.
Gaibden denildi ki: (Seç bunlardan birini.)
Onlar düşündüler ki: “Beyaz bulut boş olur.
Kızıl olanı ise, rüzgar ile doludur.
Yalnız o siyah bulut yağmur yüklü herhalde.
Biz onu seçelim ki, onda var istifade”.
O sırada bir nida geldi ki: (Ey kavim, siz,
Yağmur değil, azabı ama tercih ettiniz.
Zira o, yüklüdür ki çetin bir azap ile,
Yok eder Âd kavmini, bırakmaz bir iz bile.)
O bulut, Âd kavmine doğru ilerliyordu.
Onlar, hâlâ (O bulut yağmur yüklü) diyordu.
Bulut, kavmin üstünde gelip durdu nihayet.
Kâfirler onu görüp, sevindiler be gayet.
Dediler: (İşte geldi yağmur yüklü o bulut.
Bakalım bundan sonra, ne diyecek bize Hûd?)
Hûd Nebi buyurdu ki: (İşte geldi o gerçek.
O, bir musibettir ki, sizi helak edecek.)
Az sonra, bir fırtına kopuverdi aniden.
Hûd Nebi nida etti yine merhametinden:
(Ey kavmim, o azabın ilk belirtisi budur.
Her kim iman ederse, bu azaptan kurtulur.)
Onlar, yine aldırış etmeyip, dediler ki:
(Bu, yağmur öncesinde esen yeldir belli ki.)
O sırada bir kadın, o buluta bakarak,
Bağırıp düştü yere, bir çığlık kopararak.
Kendine geldiğinde, dedi: (Vay halimize!
O bulut, yağmur değil, ateş getirdi bize.
Zira ben, o bulutta gördüm bazı kişiler,
O ateşli rüzgarı bize doğru çekerler.)
Kâfirler, ona dahi vermediler hiç kıymet.
Dediler: (Biz onlardan güçlüyüz daha elbet.
Haydi biz, hep birlikte ona doğru gidelim.
O güçlü kimseleri geriye çevirelim.)
. Kâfirler Helak Oldu
Âd kavmi, görür görmez o azap bulutunu,
Geri çevirmek için gittiler güya onu.
O sırada, buluttan çok kuvvetli sedalar,
Zuhur etti peşinden, rüzgar ve kasırgalar.
Müthiş bir uğultuyla esince birdenbire,
O mağrur Âd'lıları seriyordu yerlere.
Hiçbir mağlubiyete alışmamış Âd'lılar,
Kızarak, geri geri kaçmaya başladılar.
Çaresizlik içinde girdiler evlerine.
Rüzgar sakinleşince, çıktılar tekrar yine.
Hûd Peygamber, kavmini son defa etti davet.
Onlar, karşılığında eylediler hakaret.
Vakta ki tamam oldu azabın gelme vakti,
Melekler ve o bulut, kuşattı o milleti.
Küfürde inad ile direnen o Âd'lılar,
Bu sefer, ellerine ok ve silah aldılar.
Rabbimizin emrini beklerken o melekler,
Onlar da, oklarını gererek beklediler.
Şöyle yorumladı ki bekleyişi o millet:
O bulut ve melekler, korktular bizden elbet.
Dediler ki: (Sen dahi görüyorsun ki ey Hûd!
Bizimle cenk etmeye çekiniyor o bulut.
Bize saldırmak için, yoktur cesaretleri.
Gör ki, nasıl birazdan terk ederler bu yeri.)
Buluttan esen rüzgar ve fırtına, gittikçe,
Uğultusu çoğalıp, şiddetlendi iyice.
Ağaçları, kökünden çıkarıp atıyordu.
Ses ve soğukluğu da gittikçe artıyordu.
El ele tutuşarak o inatçı Âd'lılar,
Kadın ve çocukları orta yere aldılar.
Dediler ki: (O bulut, bizden kuvvetli ise,
İşte biz buradayız, bir zarar versin bize.)
Sonra o nasipsizler, daha fazla azarak,
Hepsi, ayaklarını sertçe yere basarak,
Dediler ki: (O bulut, güçlü ise bizlerden,
Gelip ayağımızı kımıldatsın bu yerden.)
Biraz sonra, nihayet geldi emr-i ilahi.
Esti azap rüzgarı pek şiddetli ve kavi.
Öyle ki, develeri deviriyordu yere.
Âd'lılar bunu görüp kaçıştılar evlere.
Gözleriyle görüp de bu müthiş musibeti,
İnsafa gelmediler yine bu Âd milleti.
Evlerine kapanıp, derhal kilitlediler.
(Rüzgarın, bu evlere gücü yetmez) dediler.
Lakin azap rüzgarı bir şey dinlemiyordu.
Dağları bile yıkıp, yerle bir ediyordu.
Evlerini, kökünden kaldırıp gökyüzüne,
Kuvvetle çarpıyordu birbirleri üstüne.
O mağrur insanların, öyle oldu ki hali,
Atıldılar havaya saman çöpü misali.
Büyük cüsseleriyle övünen o Âd'lılar,
O rüzgar karşısında, sinek gibi kaldılar.
Yedi gece, sekiz gün esen azap rüzgarı,
Helak etti topyekün o mağrur insanları.
. Kâbede Vefat Etti
O gurur ve kibirli ve çok azgın Âd'lılar,
O Azap rüzgarıyla toptan helak oldular.
Rüzgar, o kâfirleri kaldırıp yükseklere,
Çok şiddetle, yüz üstü çarpıyordu yerlere.
Rüzgar, Hak teâlâdan sonra alıp emrini,
Yığdı üzerlerine o kum tepelerini.
Yedi gece, sekiz gün müddetle o kâfirler,
O kum tepelerinin altında inlediler.
O yığınlar altında helak oldu her biri.
Oradan da, denize atıldı ölüleri.
Âd kavminin cümlesi, helak olduğu zaman,
Henüz hayatta idi, reisleri Halecan.
Dağa doğru kaçarken büyük can korkusuyla,
Yine iman etmeyi düşünmüyordu asla.
Hûd Nebi, kendisini görünce bir aralık,
Buyurdu ki: (Kendine ediyorsun çok yazık.
Bile bile, ebedi azaba gidiyorsun.
Ancak iman etmekle bundan necat bulursun.)
Halecan, Hûd Nebi'nin, bu en son teklifine,
Bütün bunlara rağmen, peki demedi yine.
Ve sual eyledi ki: (Olursam ben müslüman,
Bana, Rabbin katında ne var peki o zaman?)
Hûd Peygamber, (Cennet var) diye cevap verince,
O zaman, melekleri sual etti hemence.
Dedi ki: (O bulutta gördüklerim kimlerdir?)
Buyurdu ki: (Rabbimin emrinde meleklerdir.)
Dedi: (Bu felakete, onlardır asıl sebep.
Onların sebebiyle, kavmim helak oldu hep.
Ben müslüman olursam, o zaman senin Rabbin,
İntikam alır mı ki onlardan benim için?)
Hûd Nebi o kâfire buyurdu ki o zaman:
(Sen, bu dünya yüzünde gördün mü ki bir sultan,
Askerine emredip, düşmanı helak etsin.
Sonra, düşmanı için onlara ceza versin.)
O nasipsiz Halecan dedi ki son olarak:
(Rabbin, keşke kavmimi etmeseydi de helak,
Hep devamlı olsaydı gücümüz, kuvvetimiz.
Ve hiç azalmasaydı malımız, servetimiz.)
O, inanmadıysa da ve lakin en sonunda,
Azap rüzgarı gelip, helak etti onu da.
Âd kavmi ve Halecan, şiddetli rüzgar ile,
Feci bir vaziyette helak olurken böyle,
Hûd Nebi ve mü'minler, olmayıp hiç muazzep,
Avlu gibi bir yerde bulunuyorlardı hep.
O dağları deviren, bir kavmi helak eden,
O rüzgar, kâfirleri böyle helak ederken,
Hûd aleyhisselamla, yanında olanlara,
Ferahlatıcı tarzda esiyordu o ara.
O şiddetli kasırga, hafifleşerek hemen,
Tatlı, serinletici esiyordu tamamen.
Hûd aleyhisselamla iman eden Mü'minler,
Oradan ayrılarak Beytullaha gittiler.
Ve Hûd aleyhisselam vefat etti bu yerde.
Harem-i şeriftedir hem mübarek kabri de.
.
06 - SALİH ALEYHİSSELAM
.Semud Kavmi
Salih aleyhisselam, teşrif etti dünyaya.
Nuh aleyhisselamın dinini etti ihya.
Ne zaman ki Ad kavmi, şiddetli rüzgar ile,
Helak olup, kâfirler mahvoldu tamamiyle,
O zaman Hud Nebi’ye iman eden mü'minler,
Kurtulup, o diyarı, acele terk ettiler.
Onlardan birisi de, Semud idi ki, bu zat,
Nuh aleyhisselamın neslinden idi bizzat.
Bu zatın torunları, seneler sonra yine,
Geldiler Hud Nebi’nin kavminin mahalline.
Yani Semud evladı, vaktiyle helak olan,
Ad kavminin yurduna yerleştiler sonradan.
Önce tek kabileden ibaret iken bunlar,
Sonradan çoğalarak, bir topluluk oldular.
Tıpkı Ad kavmi gibi, bu insanlar da yine,
Zamanla gark oldular dünya nimetlerine.
Dağları, kayaları oyarak birer birer,
Tepeler üzerinde, evler bina ettiler.
Sert taşları oyarak, yaparlardı evleri.
Taş oymacılığında, gittiler çok ileri.
Yaptılar düzlükte de, çok saraylar ve köşkler.
Yetiştirdiler hatta, çok bağlar ve bahçeler.
Oldu her birisinin, çok dünya nimetleri.
Üçyüz yahut bin sene, ömür sürdü herbiri.
Önce, bu nimetlere şükrederlerken bunlar,
Sonra bunu terkedip, zevk sefaya daldılar.
Kabile reisleri başta olmak üzere,
Adam öldürürlerdi, zulüm ve haksız yere.
O kavmin içindeki bazı mü'min kimseler,
Onları bu işlerden, men etmek istediler.
Dediler: (Ad kavmi de, yapmıştı böyle isyan.
Lakin helak oldular, kalmadı sağ bir insan.
Siz dahi onlar gibi, zulüm yapıyorsunuz.
Korkarım bu sebepten, siz de yok olursunuz.)
Onlar bunu dinleyip, dediler ki cevaben:
(Evet, helak oldular Ad kavmi hakikaten.
Lakin o insanların, yoktu sağlam evleri.
Kum üzerinde olup, çürüktü temelleri.
Bu yüzden sert bir rüzgar esince birdenbire,
Onların evlerini, kolayca yıktı yere.
Lakin biz, kayaları, taşları oyuyoruz.
Kapıları demirden haneler yapıyoruz.
Bizim evlerimize, tesir etmez o rüzgar.
Çok şiddetli esse de, veremez yine zarar.)
Mü'minler, bu cevabı alıp o kimselerden,
Vazgeçtiler onlara böyle nasihatlerden.
Çünkü onlar, isyanda gitmişti çok ileri.
Asla dinlemezlerdi, böyle güzel sözleri.
Cenda bin Amr idi ki, reisleri bu kavmin,
Toplanıp, huzuruna gittiler bu kimsenin.
Dediler: (İbadet ve secde edeceğimiz,
Çok muazzam tanrılar yapmak istiyoruz biz.
Öyle ki, ne Ad kavmi, ne de Nuh'un kavminde,
Böyle büyük bir tanrı, olmasın hiçbirinde.)
. Alem Nura Boğuldu
Ad kavmi, izin alıp birgün reislerinden,
Bir kayayı oymaya başladı hepsi birden.
Ona şekil verdiler, ince ince oyarak.
İki göz, ağız burun, boyun, göğüs ve ayak.
Böylece o kayadan, büyük bir put yaptılar.
Her yerini, altın ve gümüşle kapladılar.
Altından bir taç yapıp, geçirdiler başına.
Sonra secde ettiler, geçerek karşısına.
Reisleri Cenda da, bunu haber alarak,
Gelip secde eyledi, yerlere kapanarak.
Sonra onun yanına, başka putlar yaptılar.
Ve o cansız şeylere, tanrı diye taptılar.
Putperest olmuşlardı Semud kavmi böylece.
Küfür ve dalalette, yıllar geçti öylece.
Hayvanları çoğalıp, doldu dağlar, yamaçlar.
Bir yılda, iki defa meyve verdi ağaçlar.
Gark oldular tamamen, dünya nimetlerine.
Şımardılar, azdılar bu yüzden günden güne.
Onlar, bu nimetleri, putlarından bilerek,
Küfür karanlığına saplandılar giderek.
Yayıldı her tarafa zulüm, fesat, haksızlık.
Hatta hüner sayıldı zina ve ahlaksızlık.
Küfrün kara zulmeti, çökmüşken onlara tam,
Teşrif etti dünyaya, Salih aleyhisselam.
Babası, Ubeyd adlı bir zat idi ki, yine,
Bir gece, rüyasında dendi ki kendisine:
(Ey Ubeyd, hak gelince, elbette batıl gider.
Pek yakında, neslinden gelir Salih peygamber.
Onu, Semud kavmine gönderir Hak teâlâ.
Onları, batıl yoldan, çağırır doğru yola.)
Bir başka gün, geçerken puthanenin önünden,
Birdenbire şöyle bir ses duydu puthaneden:
(Ey Ubeyd, nesebinde, bir kimse var ki senin,
Peygamberlik verecek, ona Rabbil alemin. )
O esnada, Ubeyd'in alnındaki nur ile,
Aydınlığa boğuldu yeryüzü tamamiyle.
Ve gayet şiddetli bir rüzgar esti peşinden.
Devrildi bütün putlar, o yelin şiddetinden.
O en büyük put dahi, yüzüstü düştü yere.
Başındaki altın taç, yuvarlandı yerlere.
Bu garip hadiseler, ederken böyle devam,
Dünyaya teşrif etti Salih aleyhisselam.
Muharrem ayında ve Cuma gecesi doğdu.
Onun doğumu ile, alem nura boğuldu.
Nida etti melekler, kara ve denizlerde.
Onun doğum haberi, müjdelendi her yerde.
Rahmet melekleri de, yeryüzüne indiler.
Ağaçlar, şükür için hep secde eylediler.
İnsanlar haber alıp, geldiler puthaneye.
Baktılar, bütün putlar, devrilmiş hep yerlere.
Büyük putu kaldırıp, dediler: (Nedir bu hal?)
Şeytan, putun içine acele girdi derhal.
Dedi: (Ey Semud kavmi, biri doğdu bu gece.
Sizi, Hud'un dinine çağırır büyüyünce.)
. Yüzü Çok Güzeldi
Hak teâlâ, çok nimet verdi Semud kavmine.
Hepsi gark olmuşlardı, dünya nimetlerine.
Lakin elleri ile putlar imal ederek,
Taparlardı onlara, ilah, tanrı diyerek.
Davet etmesi için, onları doğru yola,
Artık Salih Nebi’yi, gönderdi Hak teâlâ.
Dünyaya gelir gelmez lakin Salih peygamber,
Duyar oldu insanlar, birtakım garip sesler.
Bir bayram gününde de, eğlenirdi ki hepsi,
Bir ara, ağaçlardan ses duydular cümlesi.
Allah'ın izni ile, ağaçlar geldi dile.
Halkı ikaz ettiler, şu kelimeler ile:
(Ey Semud insanları, niçin gaflettesiniz?
Niçin hakikatleri idrak edemezsiniz.
Ağaçlarınız ile, sizlere Hak teâlâ,
Meyve ihsan ediyor, senede iki defa.
Daha nice nimetler etmişken size ihsan,
Siz, niçin buna karşı, edersiniz hep isyan?
Size, bu nimetleri, Allah iken veren hep,
Putlara taparsınız siz hâlâ, neden acep?)
Ağaçlardan bu sesi duyunca bu kişiler,
Hepsini, balta ile bir bir kesip biçtiler.
Sonra ehlî hayvanlar, bağırdılar hep birden.
Dediler: (Ey insanlar, vazgeçin bu kibirden.
Ağaçların dediği, çok doğru idi elbet.
Yalnız Hak teâlâya yapılır her ibadet.)
Bunu da işitince, daha fazla azdılar.
O hayvanları dahi, tutup boğazladılar.
Bağırmaya başladı, sonra vahşi hayvanat.
Dediler ki: (Ey kavim, etmeyin artık inat.
İbadet edilecek, yalnız bir ilah vardır.
O da, sizi yaratan Allahü teâlâdır.
Siz niçin ağaç kesip, hayvan öldürürsünüz?
Onlar doğru söyledi ve lakin siz körsünüz.)
Bunu dahi işitip, silaha sarıldılar.
Onları vurmak için, hayli kovaladılar.
Hayvanlar hem kaçıyor, hem de şöyle diyordu:
(Ya Rabbi, Semud kavmi sana hep asi oldu.
Bilcümle nimetleri, sen verirken onlara,
Onlar, seni bırakıp, tapıyorlar putlara.
Yaydılar yeryüzüne, zulüm, fesat ve günah.
Peygamberin Salih'le, onları eyle ıslah.)
Vakta ki Salih Nebi geldi yedi yaşına,
Nurlar saçılıyordu, yüzünden etrafına.
Yanakları kırmızı, beyaz idi hem yüzü.
Konuşması fasih ve tatlı idi her sözü.
Kavminin sevgisini kazandı büyüdükçe.
Herkesin hayranlığı, arttı ona gittikçe.
Hele yirmi yaşına girince Salih Nebi,
Parlardı nur cemali, ondördüncü Ay gibi.
Onun güzelliğini, dil ile anlatmaya,
Güç yetmezdi hem dahi, cemaline bakmaya.
Otuz yaşında ise, ilim, hikmet, sekîne,
Gibi üstün vasıflar verildi kendisine.
. Pek Azı İman Etti
Vakta ki kırk yaşına, girince Salih Nebi,
Emretti Cebrail'e, Alemlerin Sahibi.
Buyurdu: (Ya Cebrail, git Salih'in yanına.
Peygamber olduğunu, tebliğ et hemen ona .)
Bu emri alır almaz, Cibril aleyhisselam,
Derhal Salih Nebi’ye geldi ve verdi selam.
Ve dedi ki: (Ey Salih, var git hemen kavmine.
Davet eyle onları, Allah'ın hak dinine.
Söyle, uzak dursunlar şirkten, puta tapmaktan.
Vazgeçsinler hem zulüm ve haksızlık yapmaktan.
De ki, t ürlü nimetler, verdi de Allah size,
Siz devam edersiniz, hâlâ bu şirkinize.
Sonra sor ki onlara, Ad kavmi, neden acep,
Şiddetli bir rüzgarla, helak olmuşlardı hep?)
Sonra da bir elbise giydirdi kendisine.
Nübüvvet mührü bastı, sağ elinin üstüne.
Ve hazret-i Âdemin, asasını vererek,
Yükseldi gökyüzüne, ona veda ederek.
Salih aleyhisselam, hiç vakit geçirmeden,
Reisleri Cenda’nın, yanına gitti hemen.
Ve ona yaklaşarak, güleryüz, tatlı dille,
Buyurdu ki: (Ey Cenda, dikkatle beni dinle.
Ben, Peygamber olarak, bu kavme gönderildim.
Tek Allah'a imana, seni davet ederim.
Zira bir ilah vardır ibadet yapılacak.
O hakiki ilah da, Hak teâlâdır ancak.)
Cenda cevap olarak, dedi: (Yarın gel yine.
Bana dediklerini, aynen söyle kavmine.)
Toplandı ertesi gün, Semud kavmi bittamam.
Teşrif etti o yere, Salih aleyhisselam.
Buyurdu: (Ey insanlar, yalnız bir ilah vardır.
O, herşeyi yaratan Allahü teâlâdır.
Öyleyse kendisinden başka ilah olmayan,
Allahü teâlâya, ediniz siz de iman.
Çünkü ilah değildir taptığınız o putlar,
İbadet edilecek, sadece bir Allah var.
O Allaha dönün ki, tövbe etmiş olarak,
O, bütün tövbeleri, kabul eder muhakkak.)
Salih aleyhisselam, onlara bu şekilde,
Allah'ın birliğini, tebliğ etti ise de,
Pek azı iman edip, çokları etti inkâr.
Ve hatta kendisine, hemen baş kaldırdılar.
Dediler ki: (Ey Salih, bizim aramızda sen,
Önce, çok güvenilir bir kişiydin esasen.
Şimdi kalkmış, nelerden bize bahsediyorsun.
Putlara ibadetten vazgeçiniz diyorsun.
Ama biz, bahsettiğin Allah'a ibadetten,
Bir şüphe ve tereddüt içindeyiz gerçekten.
Halbuki isterdik ki, böyle şey demiyesin.
Sen de, bizim putlara ibadet eyliyesin.)
Salih aleyhisselam, buyurdu ki: (Ey kavmim!
Peygamberlik görevi vermişken bana Rabbim,
Size bu tebligatı yapmazsam bugün eğer,
Rabbime karşı gelmiş olurum ben bu sefer.)
. Çoğu İnkâr Ettiler
Salih Nebi, kavmini, Allah'ın hak dinine,
Davet etti ise de, inanmadılar yine.
Kendi kendilerine, dediler ki o zaman:
(Salih de, bizim gibi alelade bir insan.
Bize bir üstünlüğü yok iken bu kişinin,
Biz, neden kendisine uyalım, hem de niçin?
Hem sonra, nübüvvete layık nice kimseler,
Varken, niçin bu kavme, o oluyor peygamber?
Doğrusu, o kibirli ve yalancıdır hatta.
Ona uymak, yanlış ve deliliktir adeta.)
Salih aleyhisselam, buyurdu ki: (Ey kavmim!
Beni, resul olarak gönderdi size Rabbim.
Dünya nimetlerinin, içinde yüzersiniz.
Size, bütün bunları, kim veriyor dersiniz?
Allahü teâlâdır, bunları size veren.
Öyleyse o Allah’a, iman edin siz hemen.
O Allah'tan korkun ve bana edin itaat.
Bana itaatınız, O'nadır yine fakat.)
DinlediSemudkavmi,onunbutebliğini. Benimseyen olmadı lakin dediklerini.
Halbuki önceleri, çok severlerdi Onu.
Bilirlerdi çok asil bir kimse olduğunu.
Onları doğru yola çağırınca ve lakin,
Çoğu düşman oldular, kendisine o kavmin.
Dediler: (Bu sözlerle, aldatarak o bizi,
Almak ister herhalde, mal-ü emvalimizi.)
Bazısı da dedi ki: (Hayır, öyle değildir.
Onun asıl maksadı, mal değil, reisliktir.)
Lakin bazıları da, buna etti itiraz.
Dediler ki: (Aklında, halel var onun biraz.)
O ara, şeytan dahi vererek bir vesvese,
Dedi ki: (Düne kadar, bir çobandı o kimse,
Şimdiyse, birdenbire ne oldu ki, o adam,
Küfür ve sapıklıkla ediyor sizi itham?
Bütün putlarınızı, bir kenara itiyor.
Görünmez bir mabud'a tapmanızı istiyor.)
Bu vesvese ile de, gayet hiddetlendiler.
Hemen Salih Nebi’nin huzuruna geldiler.
Dediler: (Öyle şeyler söylersin ki sen şu an,
Kabul edecek olsak, oluruz hep perişan.
Çünkü başka bir dine bizi çağırıyorsun.
Bunca mabudumuzu, hiç kabul etmiyorsun.
Karışıklık çıkıyor senin bu sözlerinle.
Kimden öğreniyorsun bu sözleri sen böyle?
Görünmeyen o mabud, sana ne söylemiştir?
Ve sana, o mabud’dan, bir vahiy mi gelmiştir?
Halbuki farkın yoktur senin asla bu halktan.
En iyisi, sen vazgeç güttüğün bu dâvâdan.
Doğru söylüyor isen, o takdirde sen bize,
Göster harikulade bir olay, bir mucize.)
Salih aleyhisselam, buyurdu: (Ey insanlar!
Size, kendiliğimden söylemiyorum zinhar.
Mucizeye gelince, O yaratır her şeyi.
Hiçbir şey yoktur O'nun gücünün yetmediği.)
. Yine İnkâr Ettiler
Cibril aleyhisselam, gelip Salih Nebi'ye,
Bildirdi: (Mü'minlere, mescit inşa et) diye.
Mescidin inşasına, başladı Salih Nebi.
Yardım ediyorlardı, ona melekler dahi.
Mescidin yapılması, tamam oldu nihayet.
Mü'minler, o mescitte ederlerdi ibadet.
Salih Nebi gece gün, konuşup kavmi ile,
İmana çağırırdı, onları tatlı dille.
Ve lakin o insanlar, hem inanmıyorlardı,
Hem de bu Peygamberle, alay ediyorlardı.
Bir gün de, kendisine dediler ki: (Bizi sen,
Bilinmeyen bir dine çağırırsın esasen.
Bize, putlarınızı bırakınız diyorsun.
Ad kavmi helakiyle, bizi korkutuyorsun.
Halbuki kum üstüne yapılmıştı o evler.
Elbet rüzgar onları, yıkıp, yerle bir eder.
Bizim evlerimizse, dağlara oyulmuştur.
Rüzgarın dağ yıktığı, hiç vaki olmuş mudur?
Ey Salih, senin aklın ermez böyle şeylere.
-Haşa-Rabbinin dahi, gücü yetmez bizlere.)
O anda şiddetli bir ses ile irkildiler.
Bütün putlar, bu sesle, yüz üstü devrildiler.
Diyordu ki: (Putlara, yapılmaz hiç ibadet.
Salih, Hak teâlâ'nın Peygamberidir elbet.)
Semud'lular bu hali görünce, hepsi bir bir,
Dediler: (Olsa olsa, bu, Salih'in sihridir.
Doğru bir kişi idi, halbuki o evvelden.
Şimdi, yalancılığı ortaya çıktı hepten.)
Salih aleyhisselam, asasını o ara,
Yukarı kaldırarak, bağırınca onlara,
Kalplerine büyük bir korku düşüp o zaman,
Herbiri, bir tarafa kaçıştılar oradan.
Ertesi gün, tekrardan biraraya geldiler.
Ve Salih Peygamberden, mucize istediler.
Dediler ki: (Peygamber olduğun doğru ise,
Gelip vahşi hayvanlar, söylesin bunu bize.)
Seslendi Salih Nebi: (Ey vahşiler, geliniz!
Peygamber olduğuma, şehadet eyleyiniz.)
O esnada bir arslan, koşup geldi önüne.
Dedi: (Buyur ey Salih, muntazırım emrine.
Sen, Allah tarafından gelen bir peygambersin.
İnsanları küfürden, hakka davet edersin.)
Bu hadise, onların gitti gariplerine.
Dediler ki: (Bakınız, şu Salih'in sihrine.)
Onlar böyle deyince, arslan dahi aniden,
Onların üzerine, hücuma geçti hemen.
Kâfirler çok korkarak, evlerine gittiler.
Hatta kapılarını, derhal kilitlediler.
Lakin arslan, terk edip gitmeyince o yeri,
Korkup, yaptıklarına pişman oldu herbiri.
Dediler ki: (Ey Salih, senden özür dileriz.
Bizi bundan halas et, seni dinleyeceğiz.)
Salih Nebi, arslana işaret etti hemen.
Hayvan, boyun bükerek uzaklaştı o yerden.
. Kırk Sene Uyudu
Semud kavmi, küfürde çok ileri gidince,
Hak teâlâ onlara, belalar verdi nice.
Ters gitmeye başladı, işleri hemen birden.
Tek tek mahrum kaldılar, dünya nimetlerinden.
Kadınlar kısırlaşıp, olmadı çocukları.
Hayvanlarının dahi, kısır oldu çokları.
Yine Semudluların, bir kuyuları hariç,
Kurudu hepsi birden, kalmadı suları hiç.
Kin ve öfke içinde, gelerek ona hemen,
Dediler: (Bütün bunlar, geldi senin yüzünden.
Biz, senin sebebinle helake gidiyoruz.
Çekil git bu diyardan, seni istemiyoruz.)
Sonra tehdit ettiler, ölümle hatta o an.
Döndü Salih peygamber, mescidine oradan.
Buyurdu: (Ey mü'minler, siz burada kalınız.
Ben, bir müddet dağlarda bulunacağım yalnız.)
Hemen sonra ayrılıp, çıkıverdi bir dağa.
Ve girdi misk kokulu, nurlu bir mağaraya.
Gördü ki, içeride, sedir ve yaygılar var.
Ve hatta kandillerle donatılmış duvarlar.
Uzandı sedirlerden, hemen bir tanesine.
Allah'ın takdiriyle, uyudu tam kırk sene.
Mü'minler, kendisinden haber alamadılar.
Ayrılık ateşiyle, kırk sene ağladılar.
İnsan şekline girmiş melekler, ara ara,
Teselli verirlerdi, gelip o insanlara.
Derlerdi ki: (Sabredin ve fazla ağlamayın.
Zira o, hıfzındadır Allahü teâlânın.
Onu, şimdi görmeniz değilse de pek mümkün,
Velakin görürsünüz ilerde onu bir gün.)
Mü'minlerin sayısı, azaldı günden güne.
Kimi öldü, kimi de, döndü eski dinine.
Vakta ki mağarada, kırk sene oldu tamam,
Uyandı o uykudan, Salih aleyhisselam.
Dedi: Hemen kalkayım, alayım da bir abdest,
Yine gidip, kavmimi edeyim dine davet.
Abdest alıp giderken, duydu şöyle bir nida:
(Ey Salih, kırk senedir uyudun sen burada.)
O bunu öğrenerek, kavmine döndü yine.
Ve geldi ilk olarak, kendi mescitlerine.
Lakin vardı mescitte, sadece birkaç melek.
Salih aleyhisselam, merak etti bunu pek.
Dedi ki: (Ben giderken, vardı çok müslümanlar.
O mü'min kardeşlerim, acaba ne oldular?)
Melekler dediler ki: (Kimi göçtü dünyadan.
Kimi de mürted oldu, uzaklaşıp imandan.)
Salih aleyhisselam, üzülüp buna gayet,
Gitti ki, insanları eylesin dine davet.
Bayram dolayısıyla, Semud kavmi, o anda,
Hepsi toplanmışlardı, genişçe bir meydanda.
Reisleri Cenda da, orada bulunurdu.
Ve altın işlemeli bir tahtta otururdu.
Başında bir taç vardı, hükümdarlara ait.
Etrafında erkânı toplanmıştı o vakit.
. Yine İnanmadılar
Salih Nebi, kırk sene uyuyup, sonra yine,
İmana davet için, geldi tekrar kavmine.
Buyurdu ki: (Ey kavmim, La ilahe illallah!
Deyin ki, ahirette bulasınız tam felah.)
Kelime-i tevhidi deyince Salih Nebi,
Bütün putlar, yüz üstü devrildi kütük gibi.
Reisleri, o anda düşüp hayret içine,
(Sen kimsin?) diye sordu, Hakkın bu elçisine.
Salih aleyhisselam, tanıttı kendisini.
O ise dedi: (Hayır, unutmuştuk biz seni.
Zira sen, aramızda yok idin kırk senedir.
Şimdi çıktın ortaya, anlamadık, bu nedir?)
Velhasıl o kâfirler, inanmayınca yine,
Bir kartal, süzülerek geldi üzerlerine.
Dedi: (Ey Semud kavmi, gerçekten bu Salih'tir.
Ve Allah tarafından gelen bir Peygamberdir.)
Bir tanesi dedi ki: (Evet, seni tanıdık.
Ama biz, seni asla istemiyoruz artık.
Sen, öğüt ve nasihat edersin bize yalnız.
Ama bizim onlara, yoktur ihtiyacımız.
Ve sana, son olarak deriz ki, git buradan!
Seni istemiyoruz, uzak ol bu diyardan.)
Salih Nebi, cevaben buyurdu ki: (Ama siz,
Çoluk çocuğunuzla, bugün öleceksiniz.
Yarın da, anan baban ölecek şu saatte.
Benim bu dediklerim, olacaktır elbette.
Çabuk iman eyle ki, iman ile ölesin.
Ahirette, bitmeyen nimetlere eresin.
Ve seni dirilterek, ilerde cenâb-ı Hak,
Gösterir bu kavime, bir mucize olarak.)
Bu sözler üzerine, o kişi etti iman.
Ve imanlı olarak, çıkıp gitti oradan.
O kişi, aynı günde vefat etti hakikat.
Çoluk çocuğu dahi, aynı gün etti vefat.
Anne ve babası da, ertesi günü yine,
Göçtüler hakikaten, ahiret alemine.
Semud kavmi, bu hali duyup hayret ettiler.
(Salih'in o sözleri, doğru çıktı) dediler.
Reisleri Cenda da, olan hadiselere,
Bakarak, bir korkuya kapıldı birden bire.
O zaman Salih Nebi, buyurdu ki: (Ey kavmim!
Duamla diriltirse o zatı benim Rabbim,
Hayata döndüğünü, görürseniz eğer siz,
Bu küfürden vazgeçip, iman eder misiniz?)
Dediler ki: (Ey Salih, vaki olursa bu hal,
Elbet iman ederiz o zaman sana derhal.)
Gittiler hep birlikte, o ölenin evine.
Baktılar göçüvermiş, ahiret alemine.
Salih aleyhisselam, önce dua ederek,
Seslendi o kimseye, ismini söyliyerek.
Şehadeti okuyup, dirildi o zat hemen.
Dedi ki: (Peygambersin ey Salih elbette sen.)
Lakin o inatçılar, yine inanmadılar.
Buna da sihir deyip, dalalette kaldılar.
. Onu İmtihan Ettiler
Salih aleyhisselam, bir nice mucizeler,
Gösterdi, ama onlar yine sihir dediler.
Son olarak, ölmüş bir kimseyi diriltince,
Kâfirler, puthaneye koştu telaş içinde.
En büyük putlarının, karşısına geçtiler.
Hadiseyi anlatıp, (Nasıl olur?) dediler.
O anda lain şeytan, girip putun içine,
Dedi ki: (İnanmayın Salih'in bu işine.
Onu gördüğünüzde, deyin ki: Bize hemen,
Bir mucize göster ki, inanalım gerçekten.)
Semudlular, sevinç ve neş'e içinde tekrar,
Bayram yerine dönüp, eğlenceye daldılar.
Ve Salih Peygamberi, ertesi gün görünce,
Şeytanın dediğini, söylediler hemence.
Buyurdu ki: (Bu kadar mucizeler gördünüz.
Ne yazık ki, hâlâ var bunda tereddütünüz.
Size, vahşi hayvanlar, ağaçlar ve ölüler,
Peygamber olduğumu, açıkça söylediler.
Bu kadar alametler kâfi gelmedi mi ki,
Benden, başka mucize istiyorsunuz peki?
İman etmeniz için, bunlar yetmedi ise,
Daha ne isterseniz, yapayım onu size?)
Dediler: (Yarın bayram, toplanacak her kişi.
Sen de gel, o mecliste halledelim bu işi.)
Nihayet bayram günü, geldiğinde cümle halk,
Büyükçe bir meydanda, toplandı tam olarak.
Reisleri Cenda da, yine o toplantıda,
İpek elbiselerle, otururdu tahtında.
Tam çıkmak üzereyken, Salih aleyhisselam,
Hazret-i Cebrail de, geldi ve verdi selam.
Âdem Safiyyullahın asasını eline,
Verip, elbisesini giydirdi üzerine.
Salih aleyhisselam, dua edip bir müddet,
Kavmine varmak için, yola çıktı nihayet.
Bir nice mucizeler zuhur etti giderken.
Ağaçlar, ona karşı eğilirdi hürmeten.
Kuşlar, başı üstünde, gölge yapıyorlardı.
Hayvanlar, onun için dua ediyorlardı.
Nihayet Salih Nebi, vasıl oldu kavmine.
Davet etti onları, Allah'ın hak dinine.
Dedi: (Ben peygamberim size Allah katından.
İman edip kurtulun, Allah'ın azabından.)
Reisleri dedi ki: (İsbat et dediğini.
İmtihan edeceğiz, bu hususta biz seni.
İstediğimiz şeyi, getirirsen yerine,
Artık inanacağız, senin nübüvvetine.
Şöyle ki, şu ilerde, büyükçe bir kaya var.
Varalım hep birlikte, onun yanına kadar.
Sen Rabbine dua et, Rabbin de hemen o an,
Kızıl tüylü bir deve çıkarsın o kayadan.
Dişi ve gebe olup, doğursun çıkınca hem.
Yavrusunun rengi de, benzesin ona aynen.
Sütü, yazın soğuk ve kışın da sıcak olsun.
Fakir içince zengin, hastalar şifa bulsun!)
. Kayadan Deve Çıktı
Semudlular dedi ki: (Ey Salih, şu kayadan,
Bir deve çıkarırsan, ederiz sana iman.
Ama o, kızıl tüylü ve hem de gebe olsun.
Ayrıca o kayadan, çıkar çıkmaz doğursun.
Yavrusunun rengi de, benzesin ona aynen.
Sütünü fakir içse, zengin olsun o hemen.)
Onların tek gayesi, bunu yapamasın da,
Utanıp mahcub olsun kavminin arasında.
Zira bu, olmıyacak bir şeydi onlar için.
İhtimal vermediler, olmasına bu işin.
Salih Peygamber ise, güvenerek Rabbine,
Bunu kabul etti ve buyurdu ki kavmine;
(Yerine gelir ise, peki bu isteğiniz,
Benim nübüvvetime, iman eder misiniz?)
Onlar, cevap olarak, hiç tereddüt etmeden,
Dediler ki: (Elbette, inanacağız hemen.)
O zaman Salih Nebi, (Peki) dedi kavmine.
Namaz kılıp, dua ve niyaz etti Rabbine.
Semud halkı, merakla kayaya bakıyordu.
O esnada kayada, bir kımıldama oldu.
Büyümeye başladı giderek o kayalık.
Sonra, “Gebe bir deve” şeklini aldı artık.
Ve bir takım sancılı sesler peyda oldu ve,
Koca kaya, ortadan çatladı birden bire.
Herkes dehşet içinde kalmış idi ki, birden,
Kızıl tüylü bir deve çıkıverdi içinden.
(La ilahe illallah, Salihun Nebiyyullah.
Hamd ederim ki beni, mucize kıldı Allah.)
Bunları, fasih dille söyleyince o deve,
Reis Cenda, kendini, tahtından attı yere.
Gelip, Salih Nebi’nin öpüverdi alnından.
Sonra Semud kavmine, nida etti ardından.
Dedi: (Ey Semudlular, bu kadar körlük yeter.
Bu mucizeyi, ancak, gösterir bir peygamber.
Ben iman ediyorum o hakiki Allah'a.
Bundan başka delile, lüzum yok artık daha.)
Onun ile yüz kişi daha iman ettiler.
Ve lakin çoğunluğu, inkârda direttiler.
Reis Cenda, oradan, evine döndü hemen.
Ne kadar putu varsa, kırıp attı tamamen.
Üstüne, sert keçeden bir elbise giydi ve,
Dağıttı neyi varsa, imanlı fakirlere.
Sonra çıktı evinden, kavmine vardı bizzat.
O gafil insanlara, verdi öğüt nasihat.
Dedi: (Ey Semud kavmi, siz de iman ediniz!
Siz dahi o devenin dediğini deyiniz.)
Onlar kızıp dedi ki o zaman kendisine;
(Ne çabuk da aldandın, Salih'in bu sihrine?)
Kötü sözler söyleyip, ettiler çok hakaret.
Onların bu haline, üzülüp o da gayet,
Dedi: (İtibarımı, ne çabuk unuttunuz.
Siz iman etmemekle, kötü bir yol tuttunuz.
Biliniz ki azabı, çok çetindir Allah'ın.
Bunu, öldüğünüzde göreceksiniz yarın.)
. Deveyi Öldürdüler
Salih aleyhisselam, bir dua eyledi ve,
Çıktı kaya içinden, kızıl tüylü bir deve.
Buyurdu ki: (Ey kavmim, işte istediğiniz,
Deve çıktı kayadan, şahit olun hepiniz.)
Yine Semudluların, vardı ki tek kuyusu,
Herkes, o tek kuyudan temin ediyordu su.
Buyurdu: (Sıra ile, bu suyu kullanınız.
Birgün o deve içsin, bir gün de siz alınız.
Herhangi bir şekilde, yapmayın ona zarar.
Yoksa, sizi büyük bir azap gelip yakalar.)
O deve, yavrusuyla, mer'alara giderdi.
Ağaçlar, kendisine dallarını eğerdi.
Ağaç yaprakları yer, otlardı vadilerde.
Taze otlar biterdi onun için her yerde.
Her gün akşam olunca, dönerdi yine geri.
Geceleri, mescidin yanıydı onun yeri.
Anlaşılır lisanla, derdi ki hergün hemen:
(Her kim süt istiyorsa, gelip alsın o benden.)
Semudlular gelir ve o sütten alırlardı.
Sağmadan, hiç zahmetsiz, süt kaplara akardı.
Tesbihle meşgul olur gece sabaha kadar,
Sabahleyin, dağlara giderdi yine tekrar.
Her sabah, fasih dille diyordu ki bir defa;
(Ya ilahi, sütümü, hem dert eyle, hem deva.
Mü'minler içtiğinde, olsun şifa, afiyet.
Ve lakin kâfirlere, olsun dert ve musibet.)
Gerçekten kâfirlerden, kim içtiyse o sütten,
Çaresiz derde düşüp, helak oldu o yüzden.
Semudlular toplanıp, bunu konuştular ve,
Dediler: (Bize hayır getirmedi bu deve.
İşte görüyorsunuz, her kim içse sütünden,
Çaresiz hastalığa, düşer onun yüzünden.
O, istediği gibi, otluyor mer'alarda.
Bizim hayvanlar ise, ölüyorlar ard arda.
Bunun bir çaresini bulmalıyız muhakkak.
Yoksa, onun yüzünden olacağız hep helak.)
Müşavere ettiler Semudlular o gece.
Onu öldürmek için, karar çıktı böylece.
Sonra, bunu yapacak insanlar aradılar.
Ve nihayet sonunda, dokuz kişi buldular.
Bunlar, pusu kurdular yol üstünde bir ara.
Çünkü deve, o yoldan gidiyordu dağlara.
Deve yaklaştığında, önce bir ok attılar.
Yaralanıp düşünce, koşup boğazladılar.
Kestiler yavruyu da, kalpleri titremeden.
Pişirdiler, yediler, hiç de haya etmeden.
O zaman kurtlar kuşlar, feryat figan ettiler.
(İşte şimdi bu kavim helak oldu) dediler.
Salih aleyhisselam, vakıf olunca buna,
Ağlayıp, gözyaşları aktı yanaklarına.
Dedi ki: (Ya ilahi, ahir zaman Nebisi,
Senin en çok sevdiğin, Nebilerin reisi,
Muhammed Mustafa'nın hürmetine, sen yine,
İman ve hidayet ver, bunların kalplerine.)
. Hidayet Ver Ya Rabbi
O mucize deveye, pusu kurup kâfirler,
Ok ile yaralayıp, sonra kesip yediler.
Salih peygamber ise, bütün bunlara rağmen,
Yine dua eyledi, onlara merhameten.
Dedi ki: (Ahir zaman Nebisi hürmetine,
Hidayet ver ya Rabbi, bunların kalplerine.)
Lakin o nasibsizler, yine inanmadılar.
Hatta bu Peygamberi, istihzaya aldılar.
Dediler ki: (Ey Salih, beklemekten usandık.
O bize vadettiğin azabı getir artık.
Her zaman diyorsun ki, azabınız çok yakın.
Hani, nerde o azap, gecikmesin o sakın.
Bak, biz senin deveni, kesip de yedik bile.
Sen hâlâ korkutursun, bizi o azap ile.)
Salih aleyhisselam, buyurdu ki: (Niçin siz,
Azabın gelmesinde acele edersiniz?
İstiğfar etseydiniz, keşke Hak teâlâya.
Hiç de uğramazdınız, böylece o belaya.
Allah'a iman edip, istiğfar etseniz hem,
Gelmez üzerinize, artık azap ve elem.)
Dediler: (Sen bu dini, atar atmaz ortaya,
Uğradı Semud kavmi, türlü türlü belaya.
Halbuki evvelce biz, rahat oturuyorduk.
Hiç böyle belalara, giriftar olmuyorduk.)
Salih aleyhisselam, buyurdu: (Hayır ve şer,
Allah'ın takdiri ve emriyle zuhur eder.
Yani her bir hadise, gelir Hak teâlâdan.
Lakin siz, bunlar ile olursunuz imtihan.)
O esnada bir vahiy geldi Salih Nebi'ye:
(Azap geleceğini, kavmine bildir) diye.
Salih aleyhisselam, toplıyarak kavmini,
Bildirdi o azabın, artık geleceğini.
Dedi: (Evlerinizde, üç gün daha kalınız.
Bu üç günün ilkinde, sararır suratınız.
İkinci gün kızarır, kararır üçüncü gün.
Ve helak olursunuz, dördüncüde topyekün.)
Semudlular dedi ki: (Bunları çok dinledik.
Velakin o azaptan, bir işaret görmedik.
Yıllardır bir azapla, bizi korkutuyorsun.
Gelsin artık o azap, ne olacaksa olsun.)
Kâfirler, o gecenin sabahında kalktılar.
Bazı acayip haller görüp dona kaldılar.
Zira kalktıklarında o sabah yerlerinden,
Kanlar fışkırıyordu, devenin izlerinden.
Kızardı o ilk günü, hep ağaç yaprakları.
Ve yine kan kırmızı oldu kuyu suları.
Yüzleri de sapsarı olunca, o kâfirler,
Bunu, birbirlerine görüp haber verdiler.
Sonra, koşup sordular bunu Salih Nebi'ye:
(Bugünkü olanlara, ne diyorsun sen?) diye.
Salih aleyhisselam, buyurdu: (İşte bakın!
Bu, henüz ilk günüdür vadettiğim azabın.
Üçüncü gün sonunda, biliniz ki muhakkak,
Sizi helak edecek, azapla cenâb-ı Hak.)
. Toptan Helak Oldular
İnkârda inad eden Semudlular, bu kere,
Bir araya gelerek, yaptılar müşavere.
Dediler ki: (Bu Salih, bize sihir yapıyor.
Yüzümüz, o sihirle sararıp kararıyor.
Ve yine o diyor ki, üç gün sonra, hepiniz,
Büyük bir azap ile toptan öleceksiniz.
Malesef o ne derse, oluyor o şey aynen.
Bunun bir çaresine bakmalıyız biz hemen.
Üç gün tamam olmadan, bir tedbir düşünelim.
O azap yetişmeden, biz onu öldürelim.)
Bu işi yapmak için, sonra da Semudlular,
O deveyi öldüren insanları buldular.
Bunlar, gece sardılar Peygamberin evini.
Lakin Cibril, taş ile öldürdü her birini.
Ertesi gün, oraya gelince Semudlular,
Yerde, dokuz kişinin cesedini buldular.
Hak teâlâ, Cibril'i göndererek o zaman,
Haberdar etti onu, kavminin tuzağından.
Hazret-i Cebrail'in tembihiyle o dahi,
Müslümanları alıp, terk etti o beldeyi.
İkinci gün, yüzleri kızıl oldu küffarın,
Azap geleceğine, inandılar bihakkın.
Simsiyah, katran gibi oldu sonra yüzleri.
Azaptan kurtulmaya, kalmadı ümitleri.
Kahrolup, sağa sola, göğe nazar ederek,
Derlerdi ki: (Acaba, azap nerden gelecek?)
Hak teâlâ, Cibril'e buyurdu ki o zaman:
(Ey Cibril, Semud kavmi etmedi bana iman.
Asla şükretmediler, verdiğim imkânlara.
Benim Rab olduğumu, yeltendiler inkâra.
Ve Resulüm Salih'i dahi inkâr ettiler.
Devesini öldürüp, etlerini yediler.
Şimdi indir azabı, şiddetli Sayhan ile.
Onların beldesini, harab et tamamiyle.)
Cebrail bu ilahi emri aldı vakta ki,
Kuvvetli sayhasını, vurdu bir sabah vakti.
Övünmüş oldukları o muhkem binalarda,
Semud kavmi, o sesle, helak oldu bir anda.
Öyle ki, o sayhanın kuvvet ve şiddetinden,
Yüz üstü kapaklanıp, ödleri koptu birden.
Onlar, hanelerinde işitince bu sesi,
O şiddetle, bir anda, helak oldu cümlesi.
Bu hal, Hicr suresinde beyan olunmaktadır.
Hak teâlâ, mealen şöyle buyurmaktadır:
(Yakaladı onları, Cebrail'in sayhası.
O muhkem evlerinin, olmadı bir faydası.)
Kamer suresinde de, buyuruldu ki yine:
(Biz, bir sayha gönderdik, onların üzerine.)
A'raf suresinde de, buyurdu ki mealen;
(Onlara, heybetli bir sayha geldi göklerden.
Kalpleri parçalanıp, yere kapaklandılar.
Ve kendi evlerinde, toptan helak oldular.)
Salih aleyhisselam, olunca kavmi helak,
Mekke'ye çıkıp gitti, mü'minleri alarak
.
07 - ZÜLKARNEYN ALEYHİSSELAM
.Ya Peygamber, Ya Veli
Nuh aleyhisselamın, oğlu Yafes soyundan,
Bir zat olup, kıssası, Kur'anda oldu beyan.
Peygamber mi, veli mi, ihtilaf olunmuştur.
O, bütün yer yüzüne, hakim, malik olmuştur.
Hak teâlâ bir zaman, emretti ki bu şahsa:
(Emir ve yasağımı, tebliğ et cümle nasa.)
O, bu emri alınca, arz etti ki: (Ya Rabbi!
Bu işte, yardımına muhtacım ben tabii.
Bu işi yapmam için, ordu, asker ve kuvvet,
Lazım hem sabır ile, ilim, akıl, hitabet.
Bunların hiçbirisi, bende yok ya ilahi!
Kerimsin, sen bunları ihsan et bana dahi.)
İstediği her şeyi, bahşetti ona Allah.
İki de Sancak verdi, bir beyaz, bir de siyah.
Gece, beyaz sancağı, açsa idi o eğer,
Gündüz gibi aydınlık olurdu hemen o yer.
Eğer siyah sancağı, açsa idi gündüzün,
Orası, karanlığa bürünürdü büsbütün.
Her ne zaman sefere gitse idi o ordu,
Arkası tam karanlık, önü ışık olurdu.
Hızır aleyhisselam, oğluydu teyzesinin.
Onu da, ordusuna kumandan etti tayin.
Yürüdü bu orduyla, önce batı yönüne.
Fethetti Avrupayı, ne geldiyse önüne.
Sonra aynı orduyla, doğuya yönelerek,
Bir Asya kıtasını fethetti sonuna dek.
Oradan da kuzeye yürüdü ordu ile.
Malik oldu sonunda, dünyaya tamamiyle.
Yayarak yer yüzüne, Allah'ın birliğini,
Bitirdi böylelikle, tebliğ vazifesini.
Sonra da izin verdi, bilcümle askerine.
Kendi dahi ayrılıp, çekildi uzletine.
Allahü teâlâya, hep ibadet ve taat,
Yaparak, bu hal üzre, az sonra etti vefat.
Bu zat, güzel simalı ve gayet sevimliydi.
Hem orta boylu olup, iyi huy sahibiydi.
Dünyayı, tamamiyle geçirmişken mülküne,
Halka çok mütevazı davranırdı o yine.
Asla dünya malına vermezdi ehemmiyet.
Haram ve şüpheliden, kaçınır idi gayet.
Elinin emeğiyle, geçinmeyi severdi.
Bunun için kendisi, bizzat zenbil örerdi.
Evine, evladına harcardı bu paradan.
Ve sadaka verirdi, fakirlere artandan.
Vasiyyet etmişti ki, ölmeden daha önce:
(Kefenleyip, tabuta koyun beni ölünce.
Tabuttan, dışarıya sarkık olsun kollarım.
Yürüsün peşim sıra, asker ve ordularım.
Hazinelerim dahi, yüklenip katırlara,
Onlar da yürütülsün, tabutun ardı sıra.)
Vakta ki göç eyledi, ahiret alemine,
Vasiyyeti, ayniyle getirildi yerine.
Demek istemişti ki, “Şu ardım sıra gelen,
Ordu ile, dünyaya malik oldum tamamen.
Hayattayken, var idi bunca hazinelerim.
Ve lakin ahirete giderken, boş ellerim.
Dünya malı, dünyada kalıyor bakın işte.
Elleri boş oluyor, insanın bu gidişte”.
.
08 - İBRAHİM ALEYHİSSELAM
.Babası Târuh idi
İbrahim Halilullah, ülül'azm peygamberdir.
Ve Keldani kavmine gönderilen Nebidir.
Resulullah'tan sonra, bilcümle peygamberler,
Ve insanlar içinde, odur üstün, muteber.
Hak teâlâ, On suhuf gönderdi kendisine.
İmana davet etti, kavmini nice sene.
Allah, ona halilim, yani dostum buyurdu.
Böylece Halilullah ismine mazhar oldu.
Sülalesinden, pek çok peygamber geldiğinden,
“Peygamberler babası“ denilir ayriyeten.
Babası, Târuh adlı bir mü'min idi, fakat,
O dünyaya gelmeden, bu kişi etti vefat.
Temiz bir mü'mindi hem, validesi Emile.
İbrahim'e, Târuh'tan kalmış idi hamile.
Âzer diye kardeşi vardı ki bu Târuh’un,
O ölünce, bununla evlenmişti bu hatun.
Yani Âzer, Halil'in, değildi öz babası.
Hem amcası olurdu, hem de üvey babası.
Lakin o, iman ile olamadı müşerref.
Yıldızlara, putlara tapıyordu malesef.
Kralları Nemrut da, putlara tapıyordu.
Kavmini de, zor ile puta taptırıyordu.
Daha sonra aldanıp, şeytan vesvesesine,
Kaptırdı kendisini, İlahlık hevesine.
Kendi heykellerini yaptırarak bu defa,
Sonra da, bu putları gönderdi her tarafa.
Rablerini büsbütün unutan o insanlar,
Yıldızlara, putlara ve Nemrud'a taptılar.
Onlar bu azgınlıkta tanımadan had, hudut,
Yaşarlarken, bir gece, bir rüya gördü Nemrut.
Şöyle ki, otururken, tahtında, birden bire,
Biri, onu tahtından kaldırıp vurdu yere.
Korku ile uyanıp, çağırdı kâhinleri.
Ve onlara sordu ki: (Nedir bunun tabiri?)
Dediler ki: (Ey Nemrut, yakında bir Peygamber,
Çıkar ve insanları hak yola davet eder.
Senin bu mülkünü de, yıkar o, temelinden.
Sen, bunun tedbirini almalısın şimdiden.)
Lakin o, kibirlenip, gücüne güvenerek,
Fazla önemsemedi, bu iş kolay diyerek.
Ve hemen emretti ki: (Bu günden itibaren,
Kimse, çocuk sahibi olmıyacak kat'iyyen.
Ayrı, uzak duracak hanımından her erkek.
Doğan erkek çocuklar, derhal öldürülecek.)
Memurlar tayin etti, bu işi takib için.
Hatta on aileye, bir memur etti tayin.
Ve bütün erkekleri, sürdü şehir dışına.
Nöbetçiler diktirdi, sınır kapılarına.
Böylelikle, o şehrin sınırları içinde,
Hiç erkek kalmamıştı, kadınlar haricinde.
Korumak gayesiyle, Nemrut saltanatını,
Yüzbin masum yavrunun, döktürmüştü kanını.
Hazret-i İbrahim'in, validesi Emile,
O zaman hamileydi, Allah dostu Halile.
Lakin doğumdan önce, Târuh vefat etmişti.
Emile hatun dahi, Âzerle evlenmişti.
. Âzer amcası idi
Hazret-i İbrahim'in, validesi Emile,
Târuh öldükten sonra, evlendi Âzer ile.
Hazret-i İbrahim'e, hamileydi önceden.
Doğan erkek çocuklar, öldürülürdü hemen.
O, iyi bildiğinden Âzer'in şerrini de,
Korkuyordu, çocuğa bir zarar verir diye.
Ondan kurtulmak için, bir gün dedi: (Ey Âzer!
Bu benim karnımdaki, oğlan doğarsa eğer,
Hemen alıp, Nemrud'a teslim et ki anında,
Daha çok itibarın olsun onun yanında.)
Böyle deyip, şerrinden halas oldu bir müddet.
Doğumun zamanı da, gelmiş idi nihayet.
Başından savmak için, doğum günü Âzer'i,
Dedi: (Ölüm de olur doğumlarda ekseri.
Bu yüzden korkuyorum, sen git, puthaneye var.
Benim kurtulmam için, dua eyle ve yalvar.)
Peki deyip çıktı o, bunu makul görerek.
Puthaneye kapanıp, çıkmadı akşama dek.
O da çıkıp, gizlice gitti bir mağaraya.
Halilullah, orada teşrif etti dünyaya.
Böylece, Nemrut denen o zalim diktatörün,
Aldığı o tedbirler, tam boşa gitti o gün.
Zira onun mülkünü, temelinden yıkacak,
Resul’ün doğumundan, habersizdi o alçak.
Annesi, çocuğunu, iyice emzirdi ve,
Mağaranın ağzını kapatıp döndü eve.
Âzeri, birisiyle çağırttı puthaneden.
O gelip, merak ile, doğumu sordu hemen.
Dedi: (Başın sağ olsun, bir oğlan doğdu, fakat,
Çok zayıf olduğundan, az sonra etti vefat.)
Onun bu sözüne de, kandı Âzer pekâlâ.
Zira hıfz ediyordu, onları Hak teâlâ.
Artık Âzer, her sabah, puthaneye gidince,
O da, o mağaraya gidiyordu gizlice.
Gerçi o, emzirmeye gidiyordu oğlunu.
Lakin parmaklarını emer bulurdu onu.
Allah'ın kudretiyle, onun parmaklarından,
Yağ, bal, hurma şırası, süt gelirdi her zaman.
Oradan, hanesine geldiğinde o tekrar,
Korkunç bir sapıklığın içindeydi insanlar.
Zira halk, yıldızlara, putlara tapıyordu.
Nemrut dahi, İlahlık iddia ediyordu.
İbrahim Halilullah, ermeden büluğuna,
Hak teâlâ, rüşd ile hidayet verdi ona.
Allahü teâlânın verdiği bu rüşd ile,
Başladı insanlara, doğru yolu tebliğe.
Hatta üvey babası Âzer de putperestti.
Önce ona söyleyip, imana davet etti.
Dedi: (Ey babacığım, putlar ilah olamaz.
Yalnız Hak teâlâya yapılır dua, niyaz.
Kendini korumaktan acizken bunlar hatta,
Aklı olan, bunlara tapınır mı hayatta?
Bana tabi olup da, iman edersen şayet,
Senindir ahirette, sonsuz olan seadet.)
. Putlar şahit oldular
İbrahim Halilullah, Âzer'i, Hakk'a davet,
Ettiyse de, o kabul etmeyip, eyledi red.
Dedi ki: (Ey İbrahim, sen neler söylüyorsun?
Yoksa putlarımızı, inkâr mı ediyorsun?
Ve kötülüyor musun, ilahlarımızı sen?
bu davranışlarından, eğer vaz geçmez isen,
Sana, çok çirkin şeyler söylerim ben o vakit.
Ve hatta öldürürüm, aramızdan çık da git.)
Âzer, putperest olup, put yapardı eliyle.
Sattırırdı onları, kendi oğullarıyle.
Çocuklar, o putları, pazara götürerek,
Satarlardı bir hayli, meth-ü sena ederek.
Bir gün de, bir put verip, o İbrahim Nebi'ye,
Emretti: (Bunu götür, methederek sat) diye.
O da, bir ip bağlayıp ayağına o putun,
Yerde sürükleyerek, dolaştırdı hep o gün.
Böyle, hakaret ile, vasıl oldu pazara.
Şöyle nida eyledi o gafil insanlara:
(Hem sağır, hem kör olan, bir işe yaramayan,
Bu puta, aranızda var mıdır talip olan?)
Civardaki bir evden, çıktı bir kadıncağız.
Dedi: (Âzer nerede, biz ondan alacağız.)
Buyurdu: (Niçin benden almıyorsunuz acep?)
Dedi ki: (Sen putlara, hakaret edersin hep.)
Buyurdu: (Ne oldu ki, bir önce ki putunuz,
Şimdi bir yenisini, almak istiyorsunuz?)
Dedi ki: (Evimize, hırsız girmiş bu gece.
Biz uyurken, o putu çalıp gitmiş gizlice.)
Buyurdu ki: (Kendini, bir hırsıza çaldıran,
İlaha, hiç tapar mı birazcık aklı olan?
Dinle, sana hakiki ilahı bildireyim.
Onun vasıflarını, sana beyan edeyim:
Yaratır, rızık verir, korur her tehlikeden.
Hasta olsan, yine O şifa verir acilen.
Her ne yapsan O görür, dua etsen işitir.
Ondan yardım istesen, zamanında yetişir.)
Dedi: (Çok pahalıdır o ilah zannederim.
Onu satın almaya, takatim yetmez benim.)
Buyurdu ki: (Sadece, La ilahe illallah ,
Der isen, senin olur söylediğim bu ilah.)
Kadın bunu duyunca, bir hayli sevinerek,
İman etti o anda, şehadet söyliyerek.
İbrahim Halilullah, akşam döndü evine.
Gördü ki, put yapmakla uğraşır Âzer yine.
Dedi ki: (Bu yonttuğun taş ile tahtaların,
İlah olacağını, alır mı senin aklın?)
Âzer dedi: (Bu putlar, dile gelipde şayet,
Allah'ın birliğine ederlerse şehadet,
Ben de iman ederim, Allah'ın birliğine.
O takdirde girerim, ben de senin dinine.)
İbrahim Halilullah, dua etti Allah'a.
O Resul'ün duası, bitmeden henüz daha,
La ilahe illallah diyerek bütün putlar,
Allah'ın birliğini tasdik edip durdular.
Ve lakin hidayete gelmedi Âzer yine.
Tercih etti dünyayı, ahiret üzerine.
. En büyüklerine sorun
Halilullah, daima kötüleyip putları,
İmana çağırırdı, gece gün insanları.
Vahyetti Hak teâlâ, kendisine nihayet:
(Halkı, açık olarak dinine eyle davet.)
Hazret-i İbrahim'in, şöyle geldi kalbine:
Dinimi, toplulukta tebliğ etsem kavmime.
Bayramları var idi o kavmin senede bir.
Toplanırdı bir yere, kadın erkek, genç ve pir.
O belli gün gelince, herkes gitti o yere.
Âzer ona dedi ki: (Sen de gel bizim ile.)
Biraz gittikten sonra, (Ben hastayım) diyerek,
Geri döndü, gitmedi, şehirde o kaldı tek.
Kapı anahtarını, Âzer'den aldı önce.
Doğruca puthaneye gelip girdi hemence.
Gördü ki, büyük küçük, dizilmiş bütün putlar.
Herbirinin önünde, türlü türlü yemek var.
Bereketlensin diye, koymuşlardı onları.
Zira putperestlerin, böyleydi inançları.
İbrahim Halilullah, sesini yükselterek,
Bağırdı o putlara, istihza eyliyerek:
(Önünüzde yemek var, niçin yemiyorsunuz?
Sizlere ne oldu ki, hiç konuşmuyorsunuz?)
Sonra da balta ile, herbirine vurarak,
Kırdı bütün bunları, biri hariç olarak.
Bilerek dokunmadı, en büyük olanına.
Sonra da baltasını, astı onun boynuna.
Halilullah, kapıyı kitleyip çıktı hemen.
Akşamleyin kâfirler, döndü bayram yerinden.
Putlarının halini görüp fena oldular.
Dediler: (Yapsa yapsa, İbrahim bunu yapar.
Zira o, devam üzre, kötülerdi putları.
Şehirde tek kalınca, o kırmıştır bunları.)
Hemen haber verdiler, Nemrud'a bunu ilkin.
O dedi: (Öyle ise, onu bana getirin!)
İbrahim Halilullah, girdi onun yanına.
Lakin secde etmedi, âdetin hilafına.
Kızdı o, Niçin bana, secde etmedin? diye.
Buyurdu: (Secde etmem, ben Rabbimden gayriye.)
Sordu Nemrut bu defa, daha gadaplanarak:
(Kim kırdı bu putları, balta ile vurarak?)
Buyurdu ki: (Kırmıştır, belki en büyükleri.
Sorun küçüklerine, söylesin kendileri.)
Nemrut ona dedi ki: (Bilirsin ki bu putlar,
Konuşmaktan acizdir, cansızdır sonra bunlar.)
Buyurdu ki: (Öyleyse, söze kadir olmayan,
Kendilerine dahi faydası dokunmayan,
Bu putları, ne için ilah tanıyorsunuz?
Sizden aciz şeylere, niçin tapıyorsunuz?)
Müşrikler bu sözlere cevap veremediler.
Utanıp, başlarını aşağı indirdiler.
Lakin inatlarından, vazgeçmediler yine.
Nemrut dedi: (Kapatın, onu zindan içine.)
Sonra, adamlarıyle istişare ederek,
Sordu ki: (İbrahim'e, nasıl bir ceza versek?)
Oturup, uzun boylu müşavere ettiler.
En nihayet “Yakalım” diye karar verdiler.
. Korkunç ateş
Nemrut, Halilullahı, atıp zindan içine,
Başladı daha sonra, ateş yakma işine.
Onun talimatiyle, bağırdı bir münadi:
(Herkes odun toplayıp, şu yere yığsın haydi!
Bu, Nemrud'un emridir, her kişi taşıyacak.
Muhalefet edenler, ateşe atılacak.)
O putperest insanlar, olsa da yaşlı, hasta,
Bunda, birbirleriyle yarıştılar adeta.
Ve lakin hayvanattan, sadece katır hariç,
Bu iş için, tek odun taşıyan olmadı hiç.
Onlar, kırk gün kırk gece, taşıyıp odunları,
Otuz metre boyunda, yığdılar hep onları.
Sonra ateşlediler Nemrud'un emri ile.
Alevler, gökyüzüne yükseldi birden bire.
Toplanmıştı oraya, büyük bir kalabalık.
Zira onu, ateşe atacaklardı artık.
Nemrud'un adamları, toplanmışlar o saat,
Bekliyorlardı ondan, bir emir ve talimat.
(Haydi, onu getirin!) dedi Nemrut zalimi.
Çıkardılar zindandan, hazret-i İbrahim'i.
Ayağında bukağı, ellerinde kelepçe,
Yürüdü o meydanda, arslan gibi, erkekçe.
Zira Hak teâlâya, tevekkül ve yakinin,
En yüksek zirvesinde bulundukları için,
Onda, korku yerine, vardı sanki bir sevinç.
Küffarın kısa aklı, ermemişti buna hiç.
Bir rivayete göre, Halil aleyhisselam,
Bu işler olduğunda, yaşı, onaltıydı tam.
Onu, ateş içine atacaklardı, lakin,
Ateşin yakınına varabilmek ne mümkin?
Müşavere ettiler, bu işi ince ince,
Ki: (Nasıl atacağız, onu ateş içine?)
Zira öyle şiddetli ve korkunç yanardı ki,
Havadaki kuşları yakardı harareti.
Oturup düşünürken bu işi kara kara,
Şeytan, fırsat bilerek, yakın geldi onlara.
Nemrut, (Sen kimsin?) diye sorduğunda İblis'e,
Dedi ki: (Senelerdir, duacıyım ben size.
Duydum ki, bir sihirbaz kötüler dininizi.
Putları, balta ile kırarak üzmüş sizi.
Atmayı istersiniz ateşe şimdi onu.
Ve lakin bilmezsiniz siz bu işin yolunu.
İşte bu maksat ile, geldim hizmetinize.
Bu işin usulünü, öğreteceğim size.)
Ve hemen bir mancınık yaptı kendi eliyle.
Evvela bir taş attı, tecrübe gayesiyle.
Nemrut ve putperestler, bu mancınık fikrini,
Beğenip, hepsi tebrik ettiler kendisini.
Sonra Halilullah'ı, bir kaç kişi aldılar.
Getirip, mancınığa sıkıca bağladılar.
Lakin o, o sırada, başka bir alemdeydi.
Aşk-i ilahi ile kalbi yanar haldeydi.
Rabbinin sevgisiyle, geçmişti kendisinden.
Haberi olmamıştı, mancınıktan, ateşten.
Ateş, korkunç seslerle, şiddetle yanıyordu.
Alevleri, göklere doğru uzanıyordu.
. Var ama, sana değil
Halil i, mancınığa götürüp bağladılar.
O anda, göklerdeki melekler ağladılar.
Dediler: (Ey Rabbimiz, bir dostun var ki senin,
Kalbi, senin sevginle doludur o kimsenin.
Ateşe atıyorlar kâfirler o dostunu.
İzin ver, kurtaralım ateşten gidip onu.)
Sonra kurtlar ve kuşlar, cümle vahşi hayvanlar,
Onu kurtarmak için, çareler aradılar.
Herbiri, bu maksatla toplandılar o yere.
Ve çırpınıp durdular, ona yardım etmeye.
Bir yavru bülbül vardı, onların arasında.
Kendisini ateşe atarken tam son anda,
Emretti cenâb-ı Hak, Cibril'e: (Hemen git sor!
O kuş, niçin kendini o ateşe atıyor?)
Kuş dedi ki: (Ey Cibril, Rabbim bilir halimi.
Ateşe atıyorlar, hazret-i İbrahim'i.
Mâdem ki kurtarmaya, çarem yoktur elimde.
Bari yansın onunla, şu benim bedenim de.)
Sonra bir bal arısı, su doldurup ağzına,
Söndürmek gayesiyle, geldi ateş yanına.
Onun bu niyyetine karşılık Hak teâlâ,
Ağzındaki o Suyu, çevirdi Tatlı bala.
Geldi sonra bir melek, dedi ki: (Ya İbrahim!
Ben, rüzgara müvekkel, vazifeli meleğim.
Hazırım yardım için, bana ne emredersen.
Ateşi, rüzgar ile söndüreyim istersen.)
Başka bir melek gelip, dedi ki: (Ya İbrahim!
Ben dahi deryalara, sulara müvekkelim.
Dünyada bütün sular, benim emrim altında.
İstersen, bu ateşi söndüreyim anında.)
Geldi sonra yanına, bir başka melek yine.
Dedi ki: (Ya İbrahim, ben de geldim emrine.
Ben de Arz ve toprağa müvekkel bir meleğim.
İstersen, bu ateşi toprakla söndüreyim.)
Dinledi Halilullah, bu gelen üç meleği.
Lakin hiç düşünmedi, bir yardım dilemeği.
buyurdu: (Ey melekler, Rabbim bana kafidir.
O, çok iyi yardımcı, hem çok iyi vekildir.
Asla yardım istemem, Ondan gayri kimseden.
İki dost arasına, girmeyiniz siz lütfen.
Eğer O kurtarırsa, lütfudur, hamdederim.
Yakmak murad ederse, cezamdır, sabrederim.)
Attılar daha sonra, Halili mancınıktan.
Yükselip de ateşe tam düşeceği zaman,
(Dileğin var mı?) diye, gelip sordu Cebrail.
O yine buyurdu ki: (Var ama, sana değil.)
Böyle dediği için, Cebrail'e son anda,
“ Sözünün eri” diye, methedildi Kur'anda.
Hak teâlâ, ateşe buyurdu ki nihayet:
(İbrahim üzerine, ol serin ve selamet!)
Ateşin sıcaklığı, o anda erdi sona.
Zira cenâb-ı Hakkın, böyleydi emri ona.
Nemrud'un ateşini, bir anda söndürmeye,
Kadirdi Hak teâlâ, hemen imha etmeye.
Lakin öyle yapsaydı, kâfirler derlerdi ki;
(O, ateşe düşseydi, yanardı elbette ki.)
Ateşin ortasında yakmamakla dostunu,
Gösterdi büyük kudret sahibi olduğunu
. Dağlar bile dayanmaz
İbrahim Halilullah, Nemrud'un ateşine,
Atılıp da, havadan tam düşerken içine,
Cibril ile Mikail, gelip onu tuttular.
Yavaşça indirerek, bir yere oturttular.
Yanmadı Halilullah, Nemrud'un ateşinde.
İstirahat eyledi, nurdan çadır içinde.
Sadece bağlarını yaktı Halilullah'ın.
Zira emri, ateşe, böyle idi Allah'ın.
Fışkırmaya başladı, sonra tatlı bir pınar.
Nağmeye başladılar, bülbül ile kumrular.
Nemrut dahi, bir rüya görerek o gün yine,
Onun yanmadığının, kapılmıştı vehmine.
Bunu, erkanına da anlatarak o zalim,
Dedi: (Zannederim ki, sağdır şimdi İbrahim.)
Dediler: (Bu ateşe, dağlar bile dayanmaz.
Böyle ateş içinde, İbrahim nasıl yanmaz?)
Nemrut yine dedi ki: (Ne derseniz deyin siz.
Bana öyle gelir ki, mağlub olduk bunda biz.)
Yüksek bir yere çıkıp, baktı merak içinde.
Nurdan bir çadır gördü, o ateşin içinde.
Halilullah, yastığa dayanmış oturuyor.
Ona benzer biri de, ona hizmet ediyor.
Hayret içerisinde, seslendi: (Ey İbrahim!
Seni, böyle ateşten kurtaran acaba kim?)
O dahi seslendi ki, ona ateş içinden;
(Beni Rabbim kurtardı senin bu ateşinden.)
O dedi: (Ya İbrahim, büyükmüş Rabbin senin.
Çıkıp ateş içinden, yanıma gelir misin?)
Halilullah çıktı ve geldi onun yanına.
Nemrut onu görünce, kapandı ayağına.
Dedi ki: (Ya İbrahim, merak ettim bu işi.
Kimdi hem yanındaki, sana benzer o kişi?)
Cevaben buyurdu ki: (Melekti o gördüğün.
Arkadaş olsun diye, gönderdi Rabbim bugün.)
Dedi: (Senin Rabbini, isterim ki bileyim.
Ve ona, dört bin adet, sığır kurban edeyim.)
Buyurdu ki: (İmana gelmez isen sen eğer,
Senin kurbanlarına, Rabbimiz vermez değer.)
Dedi ki: (Terk edemem, mülk ve saltanatımı.
Ve lakin keseceğim Ona kurbanlarımı.)
Dört bin deve ve sığır, kurban edip peşinden,
Sonra, iman etmeyi tasarladı içinden.
Lakin mani oldular, yanındaki vezirler.
(Biraz mühlet iste ve meşveret et) dediler.
O da mühlet istedi, hazret-i İbrahim'den.
Haran adlı vezirle, meşveret etti hemen.
O dedi ki: (Ey Nemrut, yerin tanrısıyız biz.
Nasıl gök tanrısına kulluk edebiliriz?)
Böyle dediği için, veziri Haran ona,
Yine nasib olmadı, gelemedi imana.
Bütün bunlara rağmen, Nemrut ve Keldaniler,
Çok az kimseler hariç, imana gelmediler.
Hatta Halilullah'a ve iman edenlere,
Başladılar eza ve ağır işkencelere.
Dayanılmaz olunca, küffarın eziyyeti,
Hak teâlâ onlara, emreyledi hicreti
. Nemrut ve sivrisinek
İbrahim Halilullah, Nemrud'un ateşinde,
Yanmayınca, kâfirler kaldı hayret içinde.
Bir kaç kişi, insafa gelip iman ettiler.
Lakin büyük çoğunluk, imana gelmediler.
Üstelik, mü'minlere eziyyet ederlerdi.
Onlar tahammül edip, yine sabrederlerdi.
İbrahim Halilullah, yaptı son ikazını.
Sonra o kâfirlerden, kesti alakasını.
Hak teâlâ, hicreti emreyledi bu sefer.
Onlar dahi Babilden, Şama hicret ettiler.
Onlar hicret edince, putperest kavme dahi,
Geldi sivrisinekle, bir azab-ı ilahi.
Gök yüzünü kaplıyan bir gurup sivrisinek,
Helak etti onları, kanlarını emerek.
Bir sinek de, Nemrud'a gelip oldu musallat.
Bırakmadı peşini, vermedi asla rahat.
Ne tarafa kaçsaydı, geliyordu peşinden.
Asla kurtulamadı bu sineğin şerrinden.
Pek çok istediyse de, bu sineği öldürmek,
Muvaffak olamadı, galip geldi o sinek.
İlahlık davasına kalkışan o nasibsiz,
Bir sinek karşısında, tamamen kaldı aciz.
Ondan kurtulmak için, çareler arar iken,
Sivrisinek, burnundan içeri girdi birden.
Ta ki beynine kadar, ilerleyip giderek,
Rahatsız etti onu, az hareket ederek.
Sinek, kurcaladıkça o ahmağın beynini,
Çok büyük acı duyup, kaybederdi kendini.
Başına, tokmak ile vurdurdu en nihayet.
Zira tokmak vurunca, duruyordu bir müddet.
Lakin vurma durunca, yine kımıldıyordu.
O da, hemen başına, tokmak vurduruyordu.
Hususi bir tokmakçı tayin etti kendine.
Onun işi, tokmakla vurmak idi beynine.
O iyi vuramazsa, hemen değiştirirdi.
Yerine, daha iyi vuranı getirirdi.
Ve artık Nemrut için, en iyi, makbul insan,
Ona tokmak vurandı, bıkmadan, usanmadan.
Çünkü o, beynindeki küçük sivrisineğin,
Cefasından kurtulmak isterdi, bir an için.
Bu hal, uzun bir süre devam etti ve fakat,
Vuran tokmakçılarda, kalmadı güç ve takat.
Artık usanmışlardı, onlar da vura vura.
Çünkü vurmak lazımdı, vermeden asla ara.
Nihayet bir tanesi, bundan çok usanarak,
Parçaladı beynini, çok kuvvetli vurarak.
Böylece sona erdi, dünyadaki hayatı.
Onu, kurtaramadı mülkü ve saltanatı.
İnsanları, kendine taptırıp senelerce,
Cehennem azabına yakalandı böylece.
Ne kendi etti rahat, ne alem buldu huzur.
Geçip gitti dünyadan, dayansın ehl-i kubur.
. Mısır’a hicreti
İbrahim Halilullah, Rabbinin emri ile,
Yaptı hazırlığını, göç etmek gayesiyle.
Kardeşinin oğlu Lut ve zevcesi Sareyi,
Alıp geldi Harran'a, terk ederek o yeri.
Harran'da biraz kalıp, sırf Sareyi alarak,
Geldi Mısır iline, oradan ayrılarak.
O zamanlar Mısır'da, vardı ki bir hükümdar,
Çok da ahlaksız idi, zalim olduğu kadar.
Var idi sınırlarda, hususi adamları.
Gözetip dururlardı, giren ve çıkanları.
Eğer güzel bir kadın görselerdi faraza,
Götürüp verirlerdi, o alçak ahlaksıza.
Hazret-i Sarenin de, çok güzeldi cemali.
Yok idi güzellikte, bir eşi ve emsali.
Adamlar onu görüp, çok hayret eylediler.
Ve hemen tutuklayıp, ona teslim ettiler.
Sare'nin cemalini görür görmez o azgın,
Sordu Halilullah'a: (Neyin olur bu kadın?)
Duymuş idi sultanın ahlaksız olduğunu.
Bu yüzden söylemedi, ona tam doğrusunu.
Ve din kardeşliğini, niyet edip, anında,
Kız kardeşimdir diye, söyledi cevabında.
Musallat olmak için, Sare'ye o hayasız,
Hususi odasına çağırdı onu yalnız.
O ise abdest alıp, hemen durdu namaza.
Ve başladı Rabbine, dua ile niyaza:
(Ya Rabbi, ben sana ve Resulüne inandım.
Bu kâfirin şerrinden, sen bana eyle yardım.)
Ne zaman ki elini, o uzattı Sare'ye,
Birden eli tutulup, devrildi hemen yere.
Dedi: (Bana dua et, canlansın yine elim.
Bundan sonra sana hiç zarar vermiyeceğim.)
Sare dua edince, kurtulup buldu sıhhat.
Lakin ikinci sefer, yine oldu musallat.
Uzatınca elini, ona ikinci kere,
Eli yine tutulup, yıkıldı tekrar yere.
Yine dedi: (Dua et, benim için Allah'a.
El uzatmıyacağım, sana asla bir daha.)
Sare dua eyledi, kavuştu sıhhatine.
Lakin üçüncü defa, musallat oldu yine.
Tekrar tutuldu eli, yere yuvarlanarak.
Yine dua istedi, Sare'ye yalvararak.
Üçüncü seferde de, o dua etti yine.
O zalimin sıhhati, geldi eski haline.
Sonra serbest bıraktı o, hazret-i Sare'yi.
Hem de hibe eyledi, Hacer nam cariyeyi.
Sare geldi yanına, hazret-i İbrahim'in.
Halilullah sordu ki: (Nicedir acep halin?)
Dedi: (Elhamdülillah, halim iyi ve ala.
Beni, onun şerrinden kurtardı Hak teâlâ.)
Hazret-i Hacer'i de, göstererek dedi: (Bak!
Bunu da, ikimize bahşetti cenâb-ı Hak. )
Asil bir aileye, mensub idi bu Hacer.
Sonra Zevcelik dahi, oldu ona müyesser.
Halilullah, Hacer'le evlenerek sonradan,
Hem hazret-i İsmail dünyaya geldi ondan.
. Filistin’e hicreti
Sare ile Hacer'i, alıp bir gün yanına,
Hicret etti Mısır'dan, Filistin diyarına.
Sebu denen bir yere yerleşti onlar, fakat,
Kupkuru bir yer olup, yok idi su ve hayat.
Halilullah burada, hemen kazdı bir kuyu.
Öyle su fışkırdı ki, tatlı ve hoştu suyu.
Bir kaç gün olmuştu ki, buralara geleli,
Bitti yanlarındaki yiyecek ekmekleri.
İbrahim Halilullah, yiyecek bulmak için,
Heybesini alarak, yola düştü ve lakin,
O bölgeden şehire, yol çok idi varmaya.
Varsa bile, parası yoktu buğday almaya.
Çaresizlik içinde, geriye dönecekti.
Sare ile Hacer'e, lakin ne diyecekti?
Elindeki heybeye kum-çakıl doldurarak,
Eve gelip uyudu, onu yere koyarak.
Hemen hazret-i Sare, söyledi ki Hacer'e:
(Heybeye bak bakalım, getirmiş mi zahire?)
O da bakıp dedi ki: (Buğday dolu tamamen.)
Dedi ki: (Öyle ise, ekmek yapalım hemen.)
Buğdayın bir kısmını, un yapıp oracıkta,
Ve sonra pişirdiler, ekmekleri ocakta.
Sonra Halilullah'ı, gelip davet ettiler.
Dediler ki: (Buyurun, taze pişti ekmekler.)
Halilullah, sıcacık ekmekleri görünce,
(Nereden un buldunuz?) diye sordu hemence.
Bu suale, ikisi, çok hayret eylediler.
(Sen buğday getirdin ya, ondan yaptık) dediler.
Halilullah bildi ki, Rabbinin ihsaniyle,
Kum ve çakıl, buğdaya dönüşmüş tamamiyle.
Bir kısmını ayırıp sonra o zahirenin,
Ziraatte kullanıp, bir hayli oldu zengin.
Yarım milyondan fazla, var idi davarları.
Ova ve vadileri doldururdu malları.
Misafiri olmadan, oturmazdı sofraya.
Yok ise, bulmak için çıkar idi sahraya.
Yine bir defasında, vermişti bir ziyafet.
İkiyüz mecusiyi, yemeğe etti davet.
Onlar gelip yiyerek, çok teşekkür ettiler.
Ve ona, bir yardımda bulunmak istediler.
Dediler: (Ey İbrahim, çok teşekkür ederiz.
Herhangi emrin varsa, yapalım onu da biz.)
Buyurdu ki: (Öyleyse, sizden bir dileğim var.
Rabbime, bir kerecik secde edin, o kadar.)
Hiç beklemiyorlardı mecusiler secdeyi.
Oturup, müşavere eylediler bu şeyi.
Zira davet etmişti imana daha önce.
Kabul etmemişlerdi, şaşırdılar böylece.
Dediler ki: (Yalandan, yapalım isteğini.
Memnun etmiş oluruz, böylece kendisini.)
Secdeye kapandılar o anda hepsi birden.
O ise dua etti, onlar secdede iken:
(Ya ilahi, sendendir kullarına hidayet.
Şu ikiyüz kâfire, müslümanlık nasib et.)
O anda kabul etti duayı cenâb-ı Hak.
Her birisi, secdeden kalktı mü'min olarak.
. Sen herşeye kadirsin
İbrahim Halilullah, bir deniz kenarında,
Bir hayvan leşi gördü, bir miktar uzağında.
Baktı ki, denizden ve karadan bir çok hayvan,
O leşin üzerine, üşüştüler her yandan.
Yemeye başladılar, her biri o laşeyi.
O zaman Halilullah, merak etti bir şeyi.
Ve kendi kendisine, düşündü ki o bir an:
Her birinin karnına, taksim oldu bu hayvan.
Halbuki dirilince her mahluk ahirette,
Bu yenen hayvan dahi, dirilecek elbette.
Lakin bunun cesedi, parça parça edilip,
Hayvanlar tarafından, bitirildi yenilip.
Her birinin karnına girince ayrı ayrı,
Nasıl birleştirecek, cenâb-ı Hak onları?
Gerçi onun imanı, tamdı bu meselede.
Lakin görmek istedi, bunu gözleriyle de.
Yani İlim olarak bildiği bu hususu,
Aynel yakin olarak, görmek idi arzusu.
Bunun için dedi ki: (Ya Rabbi, sen mevtayı,
Nasıl diriltiyorsun, göster hem bana dahi.)
Hak teâlâ cevaben, buyurdu: (Ya İbrahim!
Elbette kudretimle, mevtayı diriltirim.
Sen de bunu biliyor, inanıyorsun elbet.
Sana, bu iman etmen, etmiyor mi kifayet?)
Dedi ki: (Ya ilahi, şeksiz inanıyorum.
Sen her şeye kadirsin, çok iyi biliyorum.
Gözümle de görmeği istedim ki ve lakin,
Hasıl olsun kalbimde, bir itminan ve yakin)
Hak teâlâ buyurdu: (Dört kuş tut, ayrı ayrı.
Keserek, parçalara ayır sonra onları.
Her parçayı götür koy, bir dağın üzerine.
Sonra da o kuşları, kendine çağır yine.
Görürsün ki o kuşlar, sür'atle sana gelir.
Allah, istediğini yapmaya muktedirdir.)
O dahi tuttu o gün, dört kuşu ayrı cinsten.
Kesti ve tüylerini eliyle yoldu hemen.
Parçalara ayırıp onları ince ince,
Sonra, birbirlerine karıştırdı iyice.
Sadece başlarını yanında alıkoyup,
Sonra o parçaları, yaptı dört ayrı gurup.
Koydu her bir gurubu, dört dağın üzerine.
Ve onları, ismiyle çağırdı sonra yine.
Gördü ki, o parçalar, kalkarak yerlerinden,
Havada ayrıldılar hepsi birbirlerinden.
Aynı cinsten olanlar, gelerek bir araya,
Başsız bedenleriyle, geldi hepsi oraya.
Sonra da birleşerek, kendi başları ile,
Dirilip canlandılar kudret-i ilahiyle.
Bekara suresinde, bu hali cenâb-ı Hak,
Bildirdi Habibine, gayet açık olarak.
. Malı ile imtihan
Hazret-i İbrahimi, Rabbimiz kendisine,
Dost edinip ve bunu bildirince kendine,
Melekler dediler ki: (Ya Rabbi, hikmet nedir?
İbrahim, sana nasıl halil, Dost olabilir?
Zira var onun dahi, evladı, malı, nefsi.
Kalbini meşgul eder, bunların hemen hepsi.)
Meleklerden Allah'a, olunca bu maruzat,
Hak teâlâ, dostunu imtihan etti bizzat.
Evvela Nefsi ile etti onu imtihan.
O, tam halis olarak çıktı bu imtihandan.
Zira Nemrut, ateşe atınca kendisini,
Reddetti meleklerin yardım tekliflerini.
Ve hatta, tam ateşe düşeceği an bile,
(Senden yardım istemem) buyurdu Cebrail'e.
Nefsiyle imtihanda, çıkınca böyle halis,
Malı ile imtihan etti onu Rabbimiz.
Oniki bin sürüsü var idi kendisinin.
Biner de köpekleri, bulunurdu hepsinin.
Ve altından tasmalar, vardı her köpeğin de.
Geldi bir gün Cebrail, insan kıyafetinde.
Dedi ki: (Ya İbrahim, ovalar, vadiler hep,
Dolmuş sürüler ile, kimindir bunlar acep?)
Buyurdu ki: (Rabbime aittir hepsi bunlar.
Şimdi benim elimde, emanet bulunurlar.)
Baktı köpeklerdeki, o altın tasmalara.
Dedi: (Bu altınları, neden taktın bunlara?)
Buyurdu: (Altın, gümüş, adi bir dünyalıktır.
Kıymetsiz olduğundan, köpeklere layıktır.)
Cibril aleyhisselam, sordu ki sonra ona:
(Sürülerden birini, satar mısın sen bana?)
Buyurdu ki: (Bir kere, söyle Allah ismini.
Vereyim sürülerin, sana üçte birini.)
Cebrail, La ilahe illallah söyleyince,
Gark oldu Halilullah, bir neş'e ve sevince.
Buyurdu ki: (Bir daha, söyle bu kelimeyi.
Vereyim sürülerin, üçte birini dahi.)
Cibril aleyhisselam, söyledi bir kez daha.
Bu, daha çok bir neş'e verdi Halilullah'a.
Buyurdu ki: (Bir daha, söyle Allah ismini.
Vereyim buna karşı, sürülerin hepsini.)
Cebrail Peki deyip, söyleyince bir daha,
Halilullah daha çok neş'elendi bu defa.
Buyurdu ki: (Bir daha, söylersen onu eğer,
Altın tasmalarıyle, senin olur köpekler.)
Bir daha söyledi o, La ilahe illallah.
Öyle neş'elendi ki, bu kere Halilullah,
Buyurdu ki: (Bir daha söyle, yine duyayım.
Bunun karşılığında, sana köle olayım.)
Gördü Cibril, Halil'in bu aşk ve sevgisini.
Hakikati bildirip, tanıttı kendisini.
Dedi ki: (Ya İbrahim, ben, Allah'ın emriyle,
İmtihana gelmiştim, seni malların ile.
Hakiki dost olduğun, yine oldu aşikar.
Sürüler benim değil, senindir yine onlar.)
Buyurdu: (Allah için, vermiştim, almam geri.)
Sonra bir başkasına, sattı o sürüleri.
Arazi ve mülk alıp, parasıyle hepsinin,
Vakfetti insanların, faydalanması için.
. Vefatı
Henüz vefat etmeden, oğlu İsmail'ini,
Çağırıp, yaptı ona, en son vasiyyetini.
Buyurdu ki: (Ey oğlum, alnında parlıyan nur,
Son peygamber hazret-i Muhammed'in nurudur.
Bize, ecdadımızın şudur ki vasiyyeti:
Çok iyi muhafaza edin bu emaneti.
İşte, ahir zamanda gelecek o Resulün,
Nuru, senin alnında parlıyor şimdi bu gün.
Sen de, bu emanete ederek tam riayet,
Onu, temiz ve afif bir hanıma teslim et.
Kendi evladına da, vasiyyet et ki yine,
Nur, temiz alınlardan, ulaşsın sahibine.)
Bu vasiyyetten sonra, çıktı bir gün evinden.
Kilitledi kapıyı, adeti üzre hemen.
Biraz sonra geldi ve içeri girdi tekrar.
Gördü ki, odasında bir yabancı kimse var.
Buyurdu ki: (Ey kişi, sen kimsin, niye geldin?
Bu ev kilitli iken, sen nasıl girebildin?)
Dedi ki: (Senden başka, bir sahip vardır ki hem,
Her şey Onun mülküdür, Onundur cümle alem.)
O zaman anladı ki, bu, İns ve Cin değildir.
Ve sorup öğrendi ki, hazret-i Azraildir.
Buyurdu: (Ey Azrail, mü'minlerin ruhunu,
Ne şekilde alırsın, bir göster bana bunu.)
Peki deyip, çok güzel bir surete girerek,
Göründü bir an ona, tebessüm eyliyerek.
Gönlüne sürur doldu o yüzü gördüğünde.
Zira böyle güzel yüz, görmemişti ömründe.
Buyurdu ki: (Bir mü'min, ölürken, ona şayet,
Yalnız bu gösterilse, eder ona kifayet.
Facirlerin ruhunu, ne tarzda kabzedersin?
Mümkünse onu dahi, bana gösterir misin?)
Peki deyip, iğrenç ve korkunç şekle büründü.
Hazret-i İbrahim'e, bir de böyle göründü.
Bayıldı Halilullah, onun iğrençliğinden.
Kendine geldiğinde, buyurdu şöyle hemen:
(Bir kâfir de ölürken, o kula cenâb-ı Hak,
Yalnız bunu gösterse, yeter azab olarak.)
Buyurdu: (Ey Azrail, gelmene sebep nedir?
Ruhumu almaya mı, yoksa ziyaret midir?)
Melekül mevt o zaman, arz etti ona şunu:
(Eğer izin verirsen, kabzederim ruhunu.)
Buyurdu ki: (Kalbimde, bir şüphe vardır benim.
Bu şüpheden kurtulup, öyle ölmek isterim.
Ey Azrail, Rabbime arz et ki benden şunu:
Hiç bir dost, bir dostunun, alır mı ki ruhunu?)
Melekül mevt, onun bu sualini, Allah'a,
Arz edip, geldi sonra yine Halilullah'a.
Dedi ki: (Ya İbrahim, buyurdu cenâb-ı Hak:
Hiç bir dost, bir dostuna, istemez mi kavuşmak?)
İşitti Halilullah, bu cevabı melekten.
Buyurdu: (Ey Azrail, acele eyle hemen!
Çabuk gel de kavuştur, bu canımı Canan'a.
Ölümden daha güzel, müjde yok zira bana.)
O böyle söyleyince, yaklaştı melekül mevt.
Ve mübarek ruhunu, kabz eyledi nihayet
.
09 - LÛT ALEYHİSSELAM
.En Ahlaksız Kavim
Hazret-i İbrahim'in, kardeşinin oğluydu.
Siyah gözlü ve güzel, iri, orta boyluydu.
Bütün iyi huylara, sahip idi ne varsa.
Cömertliği ve sabrı, meşhur idi bilhassa.
Hazret-i İbrahim'le, o da, Babil şehrinden,
Birlikte hicret etti, o Nemrud’ un şerrinden.
Amcasının yanında, Şam'a geldi o dahi.
Orada, onun için, geldi vahy-i ilahi.
Hakkında buyurdu ki, Rabbimiz Halil'ine:
(Lût, Peygamber olarak, gitsin Sedum kavmine!)
İbrahim Halilullah, çağırıp yeğenini,
Bildirdi kendisine, Allah'ın bu emrini.
Buyurdu ki: (Git hemen, Sedum ahalisine.
Allah'ın birliğini, tebliğ eyle hepsine.)
O Sedum milleti ki, şimdiki Lût gölünün,
Bulunduğu bölgede yaşıyorlardı o gün.
Birbirlerine yakın, beş müstakil şehirde,
Binlerce Sedum halkı yaşardı o devirde.
Ve lakin kâfir olup, puta tapıyorlardı.
Yol kesip, insanlara zulüm yapıyorlardı.
Bilhassa o güne dek, hiç bir eski milletin,
İşlememiş olduğu, çok iğrenç ve pek çirkin,
Bir fiili, açıkça ederlerdi irtikâb.
Hem de hiç duymazlardı, bir utanma ve hicab.
Ahlaksızlık ve zulüm, böyle kol geziyordu.
Kuvvetliler, zalimce zayıfı eziyordu.
Edep haya duygusu, yok olmuştu tamamen.
En çirkin, ayıp işler, yapılırdı alenen.
Hatta kimler bu işi çok yaparsa ne kadar,
O kimseler, bilhassa görürdü çok itibar.
Hiç kimse, diğerini, bundan men etmiyordu.
Bilakis yapmayanlar, hakir görülüyordu.
Bununla da kalmayıp, öldürülürdü hatta.
Ahlaksız olmayanlar, kalamazdı hayatta.
Yabancı kim gelseydi, kalkıp memleketinden,
Mallarını, zor ile alırlardı elinden.
Ve zorla o kimseye, o çok iğrenç ve çirkin,
Fiili yaparlardı, hiç haya etmeksizin.
Ve bir yolcu geçseydi, onların diyarından,
Küçük taş atarlardı, ona yol kenarından.
Kimin taşı isabet etseydi o yolcuya,
O giderdi onunla o fiili icraya.
Vardı bu alçaklarda, her türlü kötü haslet.
Mesela koğuculuk, söz taşımak, hiyanet.
Ve bilhassa hepsinde, var idi ki cimrilik,
Hiç kimse, diğerine yapmazdı bir iyilik.
Herkes üstün görürdü, kendini diğerinden.
Yanlarına yanaşmak, zordu kibirlerinden.
İstihza ederlerdi, zayıf kimseler ile.
Bundan, zevk alırlardı, sıkılmak dursun hele.
İşte onlar, hak yoldan kalmışken böyle uzak,
Lût aleyhisselamı gönderdi cenâb-ı Hak.
Nemrud'un bir yakını, Sedum ibni Harik nam,
Bir kral var idi ki, layıktı onlara tam.
Velhasıl Lût peygamber, Sedum'a oldu vasıl.
Gördü ki, her işleri günah, çirkin ve batıl.
. Mucize istediler
Vakta ki Lût peygamber, geldi Sedum şehrine,
Çıktı o havalinin, yüksekçe bir yerine.
Oradan, insanlara seslendi ki: (Ey kavmim!
Ben size, Rabbimizden gelen bir peygamberim.
Sizi çağırıyorum, tek olan bir Allah'a.
Zira Allah’tan başka, bir ilah yoktur daha.
Taptığınız bu putlar, değildir mabud-u hak.
Yalnız tek Allah vardır, ibadete müstehak.
Bu putları bırakıp, O'na edin ibadet.
Yoksa, hep yanarsınız ateşte ilel-ebet.
Sizden önce, kimsenin yapmadığı şu çirkin,
Ve iğrenç fiili de, işlemekten vazgeçin!
Eğer Hak teâlâya, ibadet ederseniz,
Ve o çirkin günahtan, hemen vazgeçerseniz,
Huzurlu olursunuz, dünya ve ahirette.
Yoksa, hep kalırsınız ebedi felakette.
Buna karşı, sizden bir ücret istemiyorum.
Mükâfatını ancak, Rabbimden bekliyorum.)
Lût aleyhisselamı, dinledi Sedumlular.
Ve lakin inanmayıp, hemen yalanladılar.
Kral dahi duyunca, onun bu tebliğini,
(Onu bana getirin!) diye verdi emrini.
Lût aleyhisselamı, götürdüler saraya.
Sordu kral: (Sen kimsin, niçin geldin buraya?)
Buyurdu ki: (Adım Lût, Rabbin peygamberiyim.
Sizi, O'nun dinine tebliğle görevliyim.
Eğer bu sapıklıktan dönmezseniz geriye,
Müstehak olursunuz, azab-ı ilahiye.)
Bu sözlerden, krala, geldi korku ve heybet.
Dedi ki: (Kavmime de, git bunları tebliğ et.
Ben dahi, bu milletin içinden bir kimseyim.
Onlar kabul ederse, ben de kabul edeyim.)
Lût peygamber ayrılıp, kavmine geldi tekrar.
Allah'ın birliğini, tebliğ etti aşikâr.
Onlar inanmayarak, dediler: (Öyle ise,
Bunun isbatı için, mucize göster bize.
Eğer sen bu davanda sadıksan hakikaten,
Mesela yağmur yağdır, havada bulut yokken.)
Lût Nebi dua etti Allahü teâlâya.
Ve işaret eyledi, bir eliyle semaya.
Bir zerre bulut yokken o anda gök yüzünde,
Birden yağmur boşandı, halkın gözü önünde.
O azgın Sedum'lular, gördü bu mucizeyi.
Lakin yalanladılar, yine de Lût Nebi’yi.
İntikam almak için, hatta bu Peygamberden,
Toplanıp, şu karara vardılar o gün hemen:
(Onun koyunlarını, takibata alalım.
Otlu olan yerlerde, asla otlatmayalım.)
Başka bir dağ vardı ki, şehrin kenar yerinde,
Tek bir ot bitmez idi, yıllarca üzerinde.
Onun koyunlarını, o dağa sürerlerdi.
Çıkmasınlar diye de, hususi beklerlerdi.
Lût Nebi, dua etti Allahü teâlâya.
Bir anda döndü o dağ, bol otlu bir mer'aya.
Hem de Sedum kavminin koyunları, o dağdan,
Otlasa, ölürlerdi çok geçmeden aradan.
. Öldürmek istediler
Lût Peygamber, kavmini, usanmadan, yılmadan,
Allah'ın birliğine, çağırırdı durmadan.
Lakin o insafsızlar, inkâr ederdi yine.
Hatta taş atarlardı, mübarek bedenine.
Fakat korurdu onu, Allah'ın himayesi.
Etmezdi hiç isabet, zira tek bir tanesi.
Onlar taş atsa bile, o ederdi nasihat.
Ve bunda, elli sene eyledi sabır, sebat.
Lakin o nasipsizler, yine inanmadılar.
Hatta öldürmek için, bir gün karar aldılar.
Bildirdi bu hususu, Allah bu Nebi'sine.
Bir dağa gitmesini, emretti kendisine.
Vakta ki geldi ona, böyle emr-i ilahi,
Şehirden ayrılarak, dağa gitti o dahi.
Kavminden yedi kişi, gittiğini farkedip,
Arkasına düştüler, izini takib edip.
O ise, uzun zaman yürüyüp yorulmuştu.
Ve bir taşın üstüne, uzanıp uyumuştu.
Gelip onu buldular, takib neticesinde.
Gördüler ki uyuyor, bir taşın üzerinde.
Öldüreceklerdi ki kendisini uyurken,
O an dikkatlerini, bir husus çekti birden.
Zira farkettiler ki, hayret ile şu hali,
Yattığı taş, yumuşak, sanki sünger misali.
Hatta çukurlaşmıştı, yattığı yer tamamen.
Onlar bunu görünce, iman ettiler hemen.
Lût Peygamber oradan, kavmine döndü yine.
Devam etti onlara, hak yolu tebliğine.
Kavminden bir kimsenin, bir gün oğlu kayboldu.
Pek çok aradıysa da, lakin bulamıyordu.
Çaresizlik içinde, geldi Lût Peygambere.
Dedi ki: (Benim oğlum, kayboldu birden bire.
Her yerde arıyorum, lakin bulamıyorum.
Ayrılığına ise, hiç dayanamıyorum.
Sen, gerçekten Allah'ın peygamberiysen eğer,
Oğlumun bulunduğu yeri bana haber ver.)
Lût Nebi, bir an için, kapayıp gözlerini,
Gördü ve haber verdi, o çocuğun yerini.
Çok geçmeden oğlu da, çıka geldi o yerden.
O bunu da görünce, imana geldi hemen.
Lût Nebi, kavmi için eyledi bunca gayret.
Onları, elli sene imana etti davet.
Ve lakin o nasipsiz Sedum ahalisinden,
Sadece sekiz kişi, inandı içlerinden.
İki de kızı vardı kendisine inanan.
Kendi hanımı bile, etmedi ona iman.
Elli sene içinde, o kadar etti gayret.
İnanan, on kişiyi geçmemişti nihayet.
Kâfirler, kendisine hem inanmıyorlardı.
Hem de küçümsiyerek, alay ediyorlardı.
Sonunda, ufak taşlar ve kumlar geldi dile.
Dediler: (Ey Peygamber, Rabbinden şunu dile:
Bizi, ateş haline getirsin de Rabbimiz,
Hepsini teker teker, yakalım her birimiz.)
O da Hak teâlâya, eyledi şöyle niyaz;
(Beni ve ailemi, bunlardan eyle halas.)
. Azap geliyor
Lût kavmi, her geçen gün, daha da azarlardı.
Ve kötülüklerine, kötülük katarlardı.
Öyle çok daldılar ki, zulüm ile günaha,
Toprak bile tahammül edemez oldu daha.
Ve kendi lisaniyle, niyaz etti nihayet:
(Ya Rabbi, sen bu kavmi, azabınla helak et.)
O zaman Hak teâlâ, emredip Cebrail'e,
Görevlendirdi onu, bu kavmin helakiyle.
O dahi İsrafil’le, Azraili alarak,
Gittiler ki, o kavmi etsinler toptan helak.
Hazret-i İbrahime, uğradılar ilk önce.
Melek olduklarını, anladı ilk görünce.
Buyurdu: (Ey Allah'ın elçileri, siz acep,
Buraya, ne maksatla geldiniz, nedir sebep?)
Dediler ki: (Bir kavim var ki azgın ve asi,
Onların helakine gönderdi Allah bizi.
Ateşte pişirilmiş taşları yağdırarak,
Onları, teker teker edeceğiz hep helak.
Her taşta, bir kâfirin ismi yazılmıştır ki,
O bir taşla olacak, sahibinin helaki.
Küfürde çok ileri gittiler zira onlar.
Onların günahından, yer bile oldu bizar.)
Halilullah buyurdu: (Onlar, Lût'un kavmidir.
Lakin o, onlar gibi zalimlerden değildir.)
Dediler: (Ya İbrahim, o kavmin hepsini biz,
Kim kâfirdir, kim değil, gayet iyi biliriz.
Kurtuluş vereceğiz, biz Lût ile kavmine.
Lakin azap gelecek, ehlinden zevcesine.)
Üzüldü Halilullah, duyunca bu haberi.
İstedi ki, bu azap gelmeden dönsün geri.
Zira çok merhametli bir zattı Halilullah.
Ümit ediyordu ki, affeder belki Allah.
Melekler dediler ki: (Emretti cenâb-ı Hak.
Azab-ı ilahiyle, olacak hepsi helak.
Zira onlar, günahta gittiler çok ileri.
Bu azap, dua ile çevrilmez artık geri.)
Hazret-i İbrahim'in, yanından çıktı onlar.
Sedum şehrine doğru, hemen yola çıktılar.
Parlak ve güzel yüzlü, genç erkek suretinde,
Vardılar o şehire, tam da akşam vaktinde.
Lût aleyhisselamın, iki kızı vardı ki,
Büyük olan, çeşmeden su dolduruyor idi.
Gelenleri görünce, dedi ki: (Acaba siz,
Niçin bu azgınların diyarına geldiniz?
Sizi barındıracak kimse yok, bir zat hariç.
Ona da, bu hususta müsade etmezler hiç.
O, misafir ederdi yabancıları, ancak,
Ona, bu alçak kavim, bunu da etti yasak.)
Ve hemen babasını, koşup etti haberdar.
Dedi ki: (Babacığım, üç tane misafir var.)
Lût Nebi, gelip gördü güzel yüzlü gençleri.
Buyurdu ki: (Nereden buldunuz siz bu şehri?
Siz, benim bilmediğim, yabancı gençlersiniz.
Bu günahkâr kavime, acep niçin geldiniz?)
Önce bildirmediler, aslını onlar işin.
Dediler: (Geldik sana, misafir olmak için.)
. Hanımı ihanet etti
Lût aleyhisselamın, kavmini helak etmek,
Üzere, Hak teâlâ göndermişti üç melek.
Hem de o melekleri, bu kavmin helakine,
Gönderirken, onlara emretmişti ki yine;
(Bu kavmin azgınlığı hakkında, Lût Nebi'nin,
Tam dört defa şahitlik etmesini bekleyin.)
Lût Peygamber, onları genç ve güzel görünce,
Endişeye kapıldı, onlar için ilk önce.
Zira düşünmüştü ki, bu çok azgın ve sapık,
Alçaklar, bu gençlere yaparlar bir fenalık.
Hemen sual etti ki: (Nereden gelirsiniz?)
Dediler ki: (Çok uzak bir yerden geliriz biz.)
Buyurdu ki: (Bu kavmin, ne kadar azgın, şaki,
Oldukları hakkında, bilginiz var mı peki?)
Cebrail, meleklere dönüp yaptı işaret.
Ve yavaşça dedi ki: (Bu, birinci şehadet.)
Dediler ki: (Biz senin, misafiriniz ey Lût!
Bu kavimde ne gibi azgınlık, günah mevcut?)
Buyurdu: (Yer yüzünde, bunlardan daha alçak,
Bir kavim yoktur daha, kahretsin cenâb-ı Hak.)
O böyle söyleyince, Cebrail dönüp yine,
(Bu, ikinci şehadet) dedi diğerlerine.
Lût peygamber, onlara buyurdu ki bu defa:
(Bekleyin de karanlık yayılsın her tarafa.
Sizin ile birlikte, şehre girdiğimizi,
Bu alçak insanlardan, görmesin hiç birisi.
Çünkü öyle azgın ve ahlaksızdır ki bunlar,
Allah'ın lanetine olsunlar hepsi duçar.)
Cebrail, meleklere yine yaptı işaret.
Ve yavaşça dedi ki: (Bu, üçüncü şehadet.)
Biraz sonra, iyice bastırınca karanlık,
Buyurdu ki: (Gizlice gidebiliriz artık.)
Öne geçti kendisi, arkasında melekler.
Kimseye görünmeden, gelip eve girdiler.
Kilitledi kapıyı, hemen sonra içerden.
Hanımını çağırıp, tembih etti ki hemen;
(Getirdiğim bu gençler, misafirimdir benim.
Bilirsin, çok ahlaksız kimselerdir bu kavim.
Bu yüzden bunlar için ben düştüm endişeye.
Bu hususu gizli tut, söyleme hiç kimseye.)
Söz vermesine rağmen, peki, olur diyerek,
Haber verdi kavmine, ihanet eyliyerek.
Çünkü o, iman ile olmamıştı müşerref.
Bunu, hemen kavmine ihbar etti malesef.
Dedi ki: (Ey insanlar, haber vereyim size.
Lût, erkek misafirler getirdi evimize.
Öyle parlak ve güzel gençtir ki hem de bunlar,
Görmedim böylesini hatta şimdiye kadar.)
Zalimler toplandılar, duyunca bu haberi.
Gelerek, muhasara eylediler bu evi.
Lût aleyhisselamı, dışarı çağırdılar.
Dediler ki: (İçerde, genç misafirler mi var?
Bize teslim eyle ki, o genç misafirleri,
Onlara da yapalım, o malum fiilleri.)
Lût peygamber üzülüp, çok daraldı o ara.
Ve nasihat etmeye başladı azgınlara.
. O şehir yere battı
Lût Nebi’nin evini, sararak o kâfirler,
Dediler: (O gençleri, çabuk getir bize ver!)
O, buna çok üzülüp, buyurdu ki: (Ey kavmim!
Allah'tan korkun, bunlar, misafirimdir benim.
Beni, bunlara karşı rezil etmeyin şu an.
Yok mudur içinizde, aklı başında olan?)
Lakin o inatçılar, gelmediler insafa.
Dediler ki: (Biz sana, demiştik ya son defa,
Bizim işlerimize, bir şey demeyecektin.
Evine, hiç misafir kabul etmeyecektin!
Getirip teslim et ki, bize o üç kişiyi,
Yapalım biz onlara, istediğimiz işi.)
Onlara, ne kadar çok ettiyse de nasihat,
Kapıda toplanan halk, dağılmıyordu fakat.
İyice darlık geldi, Lût Nebi'nin kalbine,
Şöyle niyaz eyledi, sonra kendi kendine:
(Size yetecek kadar keşke güçlü olsaydım.
Yahut sağlam bir kale bulup da sığınsaydım.)
Cebrail işitince, bu dua ve haceti,
Dedi ki: (İşte onun, dördüncü şehadeti.)
Hakikati bildirip, dedi ki: (Elbette biz,
Hak teâlâ katından, gelen habercileriz.
Üzülme, onlar sana yapamazlar bir zarar.
Bu kavmin üzerinde, azab-ı ilahi var.
Sırf sana ve ehline, bundan kurtuluş vardır.
Senin hanımın bile, helak olanlardandır.
Sen şimdi aç kapıyı, sonra çekil geriye.
Hiç korkma, o kâfirler girsinler içeriye.)
Lût Peygamber, kapıyı açtı ve çıktı geri.
O azgın çapulcular, daldılar hep içeri.
Ve lakin kanadıyla, Cibril, o kâfirlere,
Vurunca, her birisi, kör oldu birden bire.
Şaşkın şaşkın geriye kaçarken dediler ki:
(Evine, sihirbazlar getirmiş Lût meğer ki.)
Kalpleri mühürlenmiş, o azgın ve sapıklar,
İnanmak nimetinden, yine mahrum kaldılar.
Sonra Cibril dedi ki o gece Lût Nebi'ye:
(Ehlinle çıkıp gidin, hiç bakmayın geriye.)
Onlar çıkıp gidince, Sedum vilayetinden,
Ateşte pişmiş taşlar, yağdı gök cihetinden.
Her taşta, bir kâfirin ismi nakşedilmişti.
Ve her taş, sahibini bulup helak etmişti.
Sonra Cibril, o şehri takarak kanadına,
Çıkardı bir lahzada, topyekün gök katına.
Sonra da ters çevirip, havada birden bire,
Koca şehri, yüksekten, kuvvetle çarptı yere.
Gadab-ı ilahinin, nişanesi olarak,
Şehri, yerin dibine geçirdi cenâb-ı Hak.
Açılan o çukura, sonradan pis kokulu,
Siyah sular dolarak, Lût gölü hasıl oldu.
Yaşamadığı için, hiç bir canlı içinde,
Ölü deniz olarak, meşhurdur halk içinde.
Allah ve Peygambere karşı gelen bu kavmin,
Çok çirkin bir günahı işledikleri için,
Gadab-ı ilahiye, uğradığına dair,
Bu göl, mahşere kadar, apaçık bir delildir.
.
10 - İSMAİL ALEYHİSSELAM
.Nur, onda parlıyordu
Annesi Hâcer hatun, babası Halilullah.
Cürhüm kabilesine gönderdi onu Allah.
Resulullahın nuru parlıyordu alnında.
Kendinden sonra dahi, parladı evladında.
Hazret-i İbrahim'le Sâre hatun, mecburen,
Hicret etmişler idi o Nemrud'un şerrinden.
Lakin ikisinin de ilerledi yaşları.
O zamana kadar da, olmadı çocukları.
Halilullah, el açıp dua etti: (Ya Rabbi!
Bana sen, salihlerden bir oğul bağışla ki,
Halkı dine davette, yardımcım olsun benim.
Gurbete çıkınca da, olsun yar ve refikim.)
Hazret-i Sâre’nin de böyle idi muradı.
Lakin o ana kadar olmamıştı evladı.
Hâcer nam hizmetçisi vardı ki kendisinin,
Onu azad eyledi bu işe çare için.
Dedi ki: (Ya İbrahim, Hâcer'i eyle nikâh.
Belki ondan, bir çocuk bahşeder sana Allah.)
Evlendi Hâcer ile bu teklif üzerine.
Rabbimiz, İsmaili lutfetti kendisine.
Ne zaman ki İsmail dünyaya etti teşrif,
Parlamaya başladı alnında nur-u şerif.
İbrahim Halilullah, çok severdi oğlunu.
Yanından, bir an bile ayırmazdı hiç onu.
İntikal eyleyince nur-u şerif Hâcer'e,
Bir kıskançlık duygusu arız oldu Sâre'ye.
O ümit ederdi ki, kendine geçsin o nur.
Olmayınca, üzülüp kalben oldu bîhuzur.
Yine de Halilullah, onu hoş tutuyordu.
Ve hiç incitmemeye gayret sarfediyordu.
Çoğalınca Sâre'nin kalbindeki bu gayret,
Hazret-i İbrahim’e geldi bir gün nihayet.
Dedi ki: (Al yanına İsmail'le Hâcer'i.
Başka yere götürüp, bırak, hemen dön geri.)
Rabbinden de bir vahiy geldi ki ona yine:
(Sâre'nin isteğini getiriver yerine!)
O da, hemen Hâcer'le, kundaktaki oğlunu,
Alarak çıktı yola, tuttu Mekke yolunu.
O zamanlar Mekkede, tek insan yaşamazdı.
Ve hatta içmek için, damla su bulunmazdı.
Bu ıssız yere koyup, oğlu ile Hâcer'i,
Hiç bir şey söylemeden, kendisi döndü geri.
Zira Sâre hatunun şöyleydi şartı ona:
(Konuşmadan geri dön, bakma hem de ardına.)
O da, tenbih üzere, hiçbir şey konuşmadan,
Dönünce, Hâcer hatun koşturdu arkasından.
Dedi: (Bu ıssız yerde, kimse yok görüşecek.
Lokma ekmek, damla su yoktur yiyip içecek.
Bu yer, sıcak ve kurak bir çöldür, görüyorsun.
Bizi, yalnız bırakıp nereye gidiyorsun?)
Bunları, tekrar tekrar söylediyse de ona,
O, bir cevap vermeyip, devam etti yoluna.
Hâcer de, son olarak şöyle sual eyledi:
(Sana, böyle etmeni Allah mı emreyledi?)
Yalnız (Evet) deyince cevaben Halilullah,
Dedi ki: (Zayi etmez öyleyse bizi Allah.)
. Zemzemin bulunması
İbrahim Halilullah, Hâcerle İsmaili,
Kâbe'nin yakınına bırakıp döndü geri.
Ve Hâcer'in gözünden kayboluncaya kadar,
Gidip, sonra yüzünü Kâbeye döndü tekrar.
Ellerini kaldırıp dedi ki: (Ya ilahi!
Sana emanet ettim onları bizatihi.
İnsanların yönünü, yönelt ki bu beldeye,
Ziyarete gelsinler senin beytin Kâbeye.)
Hâcer de geri gelip, yerden aldı oğlunu.
Emzirip, şefkat ile bağrına bastı onu.
Bir sepet hurma ile, su vardı bir testide.
Ve lakin biraz sonra tükendi ikisi de.
Hem Hâcer, hem İsmail susadılar bir hayli.
Lakin bir damla sudan mahrumdu bu havali.
Kıvranırken İsmail susuzluk tesiriyle,
Kalbi yandı Hâcer'in annelik şefkatiyle.
Topladı kendisini Rabbine güvenerek.
Ve Safa tepesine baktı ümid ederek.
Hiç görebilir miyim acaba bir kimseyi?
Diye düşünerekten, tırmandı o tepeyi.
Lakin hiç göremedi ne insan, ne bir canlı.
İndi sonra tepeden, tedirgin, heyecanlı.
Zor işle karşılaşan bir insan azmi ile,
Eteğini toplayıp, koşturdu ileriye.
Hızlı adımlar ile geçerek o vadiyi,
Tırmandı bu sefer de Merve adlı tepeyi.
Yine baktı ümitle, dört yanına vadinin.
Gözüne, hiçbir canlı görünmedi ve lakin.
İndi yine Merveden, çıktı Safa dağına.
Bir kimse var mı? diye bakındı etrafına.
Kimseyi görmeyince, inerek o tepeden,
Yeni bir ümit ile Merveye çıktı hemen.
Mübarek Hâcer hatun, bir Merve, sonra Safa,
Gidip geldi devamlı, peşpeşe yedi defa.
Yedinci seferinde, Merve üzerindeyken,
Gaibden, kulağına bir sesler geldi birden.
Ve kendi kendisine dedi ki: (Sus ve dinle!)
Dikkatli dinleyince, o sesi duydu yine.
Sesin geldiği yöne bakarak Hâcer hatun,
Dedi: (Ey ses sahibi, bana bir ses duyurdun.
Yardım edebilecek vaziyetteysen şayet,
Hemen imdadımıza yetiş, bize yardım et.)
O böyle söyleyince, tam Zemzem mahallinde,
Hazret-i Cebrail'i gördü insan şeklinde.
Cebrail, (Kimsin?) diye sordu Hâcer hatun'a.
(İbrahim'in zevcesi Hâcer'im) dedi ona.
Sordu Cibril: (O sizi, kime etti emanet?)
Dedi: (Hak teâlâya bıraktı bizi elbet.)
Dedi: (Öyle birine emanet eylemiş ki,
O, her şeye kadirdir, yok ortak ve şeriki.)
Ve sonra, kanadıyla toprağa vurdu hemen.
Fışkırmaya başladı zemzem suyu o yerden.
Hâcer baktı, çıkan su dağılıyor etrafa.
Dursun diye, hemence (Dur! dur!) dedi bu defa.
O, (Zem! zem!) demiş idi kendi lisanı ile.
Meşhur oldu böylece bu su zemzem ismiyle.
. Eşiği değiştirsin
Zemzemi yer altından çıkarınca Cebrail,
Kana kana içtiler Hâcer ile İsmail.
Onlar tek başlarına sürerken orda hayat,
Geldi bir gün o yere, Yemen'den bir cemaat.
Cürhüm kabilesine mensubtu bu kişiler.
Hâcer'den izin alıp, oraya yerleştiler.
İsmail, Cürhümiler içinde büyüyerek,
Üstün halleri ile, onlara oldu örnek.
Sonra o kabileden evlendi bir kız ile.
Geçinip giderlerdi zemzem ve av etiyle.
Halilullah, bir zaman oğlunu görmek için,
Geldiyse de, İsmail evinde yoktu o gün.
Sorunca hanımından (Nereye gitti?) diye,
Dedi ki: (Ava gitti, maişet edinmeye.)
Yine sual eyledi: (Nasıldır geçiminiz?)
Dedi ki: (Gayet fena, sıkıntı içindeyiz.)
Buyurdu: (Efendine selam söyle ve de ki:
Acilen değiştirsin kapının eşiğini.)
İsmail avdan eve avdet eylediğinde,
Hissetti babasının kokusunu evinde.
Hanımına sordu ki: (Kim geldi bize bu gün?)
Dedi ki: (Yaşlı bir zat gelmişti, sen yok idin.
Bana, geçimimizden sordu hem o ihtiyar.
Dedim: Sıkıntıdayız, geçimimiz hayli dar.
Giderken, senin için yaptı şu tembihini:
Söyle de, değiştirsin kapının eşiğini.)
Buyurdu: (O, babamdır, eşik de sensin elbet.
Sen, babanın evine edebilirsin avdet.)
O hanımı boşayıp, evlendi başkasıyla.
Yine geldi babası, ziyaret maksadıyla.
Lakin yine İsmail evde yoktu o anda.
Nereye gittiğini sordu o hanımdan da.
O, çok saygı ve hürmet gösterip kendisine,
Dedi: (Gitti efendim maişet teminine.)
Halilullah sordu ki: (Nasıldır geçiminiz?)
Dedi: (Elhamdülillah, bollukla geçiniriz.)
Buyurdu ki: (Bollukla geçiniriz dersiniz,
Peki, evde ne yiyip ve neler içersiniz?)
O, yine gayet rahat söyledi ki ona hem:
(Yemeğimiz av eti, suyumuz tatlı zemzem.)
Halilullah, Rabbinden niyaz etti ki şunu:
(Mübarek kıl bunların etleriyle suyunu.)
Ve tembih eyledi ki: (Akşam söyle eşine.
İyi mukayyet olsun kapının eşiğine.)
Ne zaman ki İsmail, eve geldi av sonu.
Hissetti babasının yine hoş kokusunu.
Hanımına sordu ki: (Kim geldi bugün bize?)
Dedi: (Nur yüzlü bir zat geldi ki evimize,
Çok asil, pek şerefli bir kişiydi bu gelen.
Geçiminiz nasıldır? diye sordu o benden.
Dedim: Elhamdülillah, bollukla geçiniriz.
Biz her gün av eti yer, tatlı zemzem içeriz.
Sana selam söyleyip, dedi: Söyle beyine.
Çok iyi sahip olsun kapının eşiğine.)
Buyurdu: (O, babamdır, eşik de sensin bizzat.
Seni hoş tutmam için, bana etmiş nasihat.)
. Kâbenin inşası
İbrahim Halilullah, Filistin'den Mekke'ye,
Teşrif etti, hazret-i İsmaili görmeye.
O ise, o sırada zemzemin yakınında,
Okunu düzeltirdi bir ağacın altında.
Görünce babasının uzaktan geldiğini,
Koşarak, hürmet ile öptü iki elini.
İbrahim Halilullah, dedi: (Ey İsmailim!
Şerefli bir vazife emretti bana Rabbim.)
O dahi cevabında dedi ki pederine:
(Sana ne emrettiyse, onu getir yerine.)
Buyurdu ki: (Ey oğlum, yaparken bu işi ben,
Sen dahi bana yardım edeceksin bedenen.)
Dedi ki: (Babacığım, ederim elbetteki.
Şereftir benim için, siz emredin yeter ki.)
Halilullah, oğluna (Peki, dinle!) diyerek,
Ve ona, bir tepeyi işaret eyliyerek,
Buyurdu ki: (Ey oğlum, şu tepede, işte bak!
Bana, bir ev yapmamı emretti cenâb-ı Hak.)
Ve hemen baba-oğul, sığınıp Yaradan'a,
Kâbenin temelini çıkardılar meydana.
Taşı, oğlu İsmail bulup getiriyordu.
O da, o taşlar ile duvarı örüyordu.
Lakin çok yükselince, güçleşti duvar örmek.
Zira taşı, yükseğe, zor oldu yerleştirmek.
İsmail, büyük bir taş getirdi pederine.
O, kullandı o taşı bir İskele yerine.
Şimdi o taş, makam-ı İbrahim diye, her an,
Ziyaret ediliyor hacılar tarafından.
Binanın yapılması erince nihayete,
İkisi de el açıp, dua etti Kâbede:
(Sen bu hizmetimizi kabul et ey Rabbimiz!
Elbet sence malumdur niyetimiz, kalbimiz.)
Halilullah ve oğlu ve bilcümle mü'minler,
Cibril'in tarifiyle, birlikte hac ettiler.
Kâbenin bakımını, oğlu İsmail'ine,
Bırakıp, kendi döndü tekrardan Filistin'e.
Hazret-i İsmail'i, sonra Rabbil alemin,
Cürhüm kabilesine Peygamber etti tayin.
Başka bir din ve kitap verilmedi kendine.
Çağırdı insanları, babasının dinine.
Kavmini, elli sene hak yola etti davet.
Pek az kimse imanla şereflendi nihayet.
Cürhümi reisinin vardı ki kızı Hâle,
İkinci kez olarak, evlendi onun ile.
Resulullahın nuru, bu mübarek kadına,
Geçerek, ondan dahi geçti oğullarına.
O nur, hep mü'minlerden dolaşarak bu minval,
Hakiki sahibine eylemiştir intikal.
Hazret-i İsmail'in yaklaşınca vefatı,
Davet etti yanına, biraderi İshakı.
Kızını, nikâhlayıp kardeşinin oğluna,
Çeşitli vasiyetler eyledi sonra ona.
Yüzotuzüç yaşında, Kâbede etti vefat.
Kabri, Hatim denilen yerdedir şimdi bizzat.
. Kurban edilişi
İbrahim Halilullah, Nemrudun ateşinden,
Kurtulup, hicret etti o kâfirin şerrinden.
Sonra dua etti ki: (Ya Rabbi, fadlın ile,
Bana sen, salihlerden, bir oğul ihsan eyle.)
Onun bu duasını, Rabbimiz etti kabul.
Ve İsmail adında, ihsan etti bir oğul.
Resulullahın nur'u, bu çocuk doğduğunda,
Merih yıldızı gibi, parlıyordu alnında.
Pek fazla seviyordu, oğlunu bundan sebep.
Ve her zaman, yanında tutuyordu onu hep.
İsmail, yedi veya onüç yaşında iken,
Rüya gördü babası, mihrabında uyurken.
Gördü ki, İsmail’le otururken beraber,
Bir melek, gelip ona, verdi şöyle bir haber:
Dedi ki: (Ben Rabbimin elçisiyim, bil bunu.
Allah, Kurban etmeni istiyor bu oğlunu.)
Korku ile uyanıp, tereddüt etti ki hep:
Bu rüya, rahmani mi, şeytani midir acep?
O gün bunu düşünüp, tereddüt etti diye,
O güne, bu sebepten dendi yevm-i terviye.
Gördü aynı rüyayı, ikinci gün de fakat.
İyice anladı ki, bu rüya bir hakikat.
Rahmani olduğunu, İyi bildi bu işin.
O güne de arefe denildi bunun için.
Görünce aynısını, hem üçüncü gecesi,
Rahmani olduğunda, kalmadı hiç şüphesi.
O gün, Hâcer hatunun yanına geldi hemen.
Ona şöyle buyurdu, rüyadan bahsetmeden:
(Yıka İsmailim'i, sürme çek gözlerine.
Yeni elbisesini giydir hem üzerine.
Güzel koku sürüver üstüne göznurumun.
Zira ziyaretine gideriz bir dostumun.)
Sonra da buyurdu ki sevgili evladına:
(Ey oğlum, biraz iple, bir bıçak al yanına.)
Dedi ki: (Babacığım, bıçak ile i p niçin?)
Dedi: (Kurban keseriz, Allah rızası için.)
Sordu ki: (Babacığım, nereye gideceğiz?)
Buyurdu: (Bir dostumu ziyaret edeceğiz.)
Yine sual etti ki: (O’nun evi nerdedir?)
Buyurdu: (O, evden ve mekândan münezzehtir.)
Dedi: (O, yemek yer mi oturup bizim ile?)
Buyurdu: (Münezzehtir o dostum bundan bile.)
Şeytan, fırsat bilerek, ihtiyar kılığında,
Geldi Hâcer hatunun hanesine anında.
Dedi ki: (İsmail’i, babası, aceleyle,
Ne maksatla götürdü, bıçak ile, ip ile?)
Bilmedi Hâcer onun, bir şeytan olduğunu.
Dedi ki: (Ziyarete gittiler bir dostunu.)
Şeytan, Hâcer hatuna, dedi: (Ne münasebet.
Kesmek için götürdü, bahanedir ziyaret.)
Hâcer, şaşkın bir halde dedi ki: (Sen acaba,
Gördün mü ki, oğlunu, boğazlasın bir baba?)
Mel’un şeytan, Hâcer’e, dedi ki son olarak:
(Öyle zannederim ki, emretti cenâb-ı Hak.)
Hâcer dedi: (Rabbimiz emrettiyse eğer ki,
Ona, can-ü gönülden razıyız elbetteki.)
. Şeytan rezil oldu
Hiç yüz bulamayınca, la’in şeytan Hâcer’den,
Rezil rüsvay olarak, geri döndü o yerden.
İhtiyar kılığına girerek aynı minval,
Hazret-i İsmailin yanına geldi derhal.
Dedi ki: (Ey İsmail, bilir misin ki şu an,
Nereye götürüyor acaba seni baban?)
Anlamadı o onun, bir şeytan olduğunu.
Dedi: (Ziyaretine götürüyor dostunu.)
Şeytan, yemin ederek, dedi ki: (Ey İsmail!
Kesmeye götürüyor, ziyaret falan değil.)
Dedi ki: (Hiçbir baba, öldürür mü oğlunu?
Gördün mü sen ömründe, böyle şey olduğunu?)
La’in şeytan bu sefer, dedi ki İsmail’e:
(Bunu, Allah emretti, belki de rüya ile.)
O dedi: (Bunu Allah emrettiyse eğer ki,
Buna, can-ü gönülden razıyım elbetteki.)
Sonra da, babasına dedi ki: (Bu ihtiyar,
İster ki versin bana, bir vesvese ve zarar.)
Buyurdu: (Ona taş at, uzaklaşsın bu yerden.)
İsmail taş atınca, def olup gitti hemen.
Şeytan, İsmailden de, hiç yüz bulamayarak,
Hazret-i İbrahime, yaklaştı son olarak.
Dedi ki: (Ey İbrahim, sen yanlış yapıyorsun.
Şeytan vesvesesiyle, hareket ediyorsun.
Bir rüya üzerine, oğlunu boğazlama.
Sonra pişman olursun, çaresi olmaz ama.)
Anladı lakin onun, bir şeytan olduğunu.
Şöyle cevap vererek, yanından kovdu onu:
(Bu, Rabbimin emridir, sen ise bir şeytan'sın.
İbrahim ve ehline, bir zarar yapamazsın.)
Bu cevabı alınca, rezil oldu bir daha.
Oradan uzaklaştı ve gizlendi bir dağa.
Oradan vesveseler vermeye etti devam.
İsmail’e hitaben, söyledi bazı kelam.
Dedi ki: (Ey İsmail, şimdi kanın akacak.
Öleceksin, kabrin de içimde bulunacak.)
İsmail, babasına arz etti ki o zaman:
(Şöyle şöyle bir sesler duyuyorum şu dağdan.)
Buyurdu ki: (Evladım, duyarım ben de, fakat,
Şeytandır o konuşan, etme ona iltifat.)
Sonra, Buseyr dağına, iyice yaklaştılar.
O anda, göklerdeki melekler ağlaştılar.
Dediler: (Sübhanallah! bir peygamber, oğlunu,
Boğazlamak üzere, getirdi şimdi onu.
Sabr-ü tahammülünü ziyade et sen onun.
Zira hiç tereddütsüz, emrine eğdi boyun.)
Velhasıl Halilullah, orada İsmail’e,
Gördüğü rüyaları, anlattı tamamiyle.
Ve sonra buyurdu ki: (İşte böyle evladım!
Seni kurban etmeyi, Rabbimden emir aldım.
Ve seni, bu maksatla getirdim ben bu yere.
Bu babda fikrin nedir, ne diyorsun bu emre?)
Dedi ki: (Babacığım, ne derim ki bendeniz.
Beni boğazlamanı, emretti mi Rabbimiz?)
O (Emretti) deyince onun bu sualine,
Sürur ve sevinç doldu, İsmail’in kalbine.
. Nasıl sevinmeyeyim?
Sevinince İsmail, kurban olacağına,
Babası Halilullah, çok hayret etti buna.
Buyurdu: (Seni kurban edeceğim diyorum.
Buna rağmen seni çok sevinçli görüyorum.)
Dedi ki: (Babacığım, nasıl sevinmeyeyim.
Rabbimden istediğim, bu idi zaten benim.
O'nun rızası üzre ve O’nun huzuruna,
Gitmekten daha büyük, müjde yok zira bana.
Bütün ömrüm boyunca çeksem de çok eziyet,
Yine de kolaylıkla, ele geçmez bu nimet.
Şimdiyse bu devlete, kolay kavuşacağım.
Sen şimdi vazifeni ifa et babacığım!
Ne emir aldın ise Allahü teâlâdan,
Çabuk getir yerine, geçirme daha zaman.
Senden, Hak teâlâya oğlunu feda etmek.
Benden de, Allah için, bir can feda eylemek.
Haydi bitir işini, çabuk ol babacığım.
Zira dosta varmayı, çok ister şimdi canım.
Nemrud, seni ateşe atınca, son olarak,
Sabrettin, razı oldu zatından cenâb-ı Hak.
Ben de, boğazlanmaya sabredeyim ki şu an,
Belki Allah, benden de razı olur o zaman.
Senden ayrılırsam da, Rabbime kavuşurum.
Ona, kendi rızası üzre vasıl olurum.
Gerçi ayrılırsam da, dünya nimetlerinden,
Cennet nimetlerine ererim ebediyyen.
Can vermek bir an sürer, sabretmesi kolaydır.
Benim asıl üzüntüm, sırf senden dolayıdır.
Çünkü sen, elin ile, boğazlarsın oğlunu.
Hem de ömrün boyunca, unutmazsın hiç bunu.
Evlat hasreti ile, daim yanar ciğerin.
Devam eder bu acı, ta ki ölene değin.
Niçin daha önceden, vermedin bana haber?
Sarılıp ağlaşsaydık annem ile beraber.)
Buyurdu: (Bir gevşeklik olur da birinizden,
Azarlanırız diye, çok korktum Rabbimizden.)
İsmail arz etti ki: (Ey şefkatli pederim!
Senin rızandan gayri, bir gayem yoktur benim.
Birkaç vasiyetim var, iznin olursa eğer,
Onları, hazretine diyeyim birer birer.)
Babası buyurdu ki: (Ey saadetli oğlum!
Nedir o vasiyetler, beyan et, dinliyorum.)
Dedi ki: (Önce beni, bağla ki şu ip ile,
Bir kusur etmiyeyim, canımın acısıyle.
İkincisi, topla ki mübarek eteğini,
Kanımdan sıçrayıp da, üzmesin hazretini.
Üçüncüsü, bıçağı bile hem, şunun için:
Zahmetsiz ve kolayca hallolsun senin işin.
Dördüncüsü, yüzüme bakma ki bir kez bile,
Emri geciktirirsin, babalık şefkatiyle.
Beşincisi, çıkarıp gömleğimi sırtımdan,
Boğazla ki, gömleğe sıçramasın kanımdan.
Sonra bu gömleğimi, götürüp anneme ver.
Selam söyle ve de ki, etmesin fazla keder.)
. Bıçağı yanaştırdı
(Annem, benim kokumu, bu gömleğimden alsın.
Benim için, pek fazla üzülüp ağlamasın.
De ki: O, senin için, şefaatçı olarak,
Gitti Hak teâlâya, bir emrine uyarak.
O, kıyamet gününde, Rabbimden seni diler.
Ve ümit edilir ki, Allah da kabul eder.
Altıncı vasiyetim, benim yaşta bir oğlan,
Görürsen her nerede, hatırla beni o an.)
Dinledi Halilullah oğlundan bu sözleri.
Ağlayıp, yaşla doldu o mübarek gözleri.
Sonra dua eyledi el açıp Yaradan’a:
(Bu halimden dolayı, ya Rabbi acı bana.
Bana acımıyorsan günahım sebebiyle,
Merhamet et bu temiz ve masum İsmail’e.)
Ondan sonra İsmail, dua etti nihayet:
(Ya Rabbi, bu hal için bana sabır ihsan et.)
Sonra da, babasına dönüp dedi şunları:
(Baba, görüyor musun, açık gök kapıları.
Melekler bize bakıp, çok hayret ediyorlar.
Kapanmışlar secdeye, hepsi şöyle diyorlar:
Ya Rabbi bir peygamber, başka bir peygamberin,
Bekliyor baş ucunda, ki onu kurban etsin.
Onu kesmek istiyor senin rızan uğruna.
Sen sabır ver ya Rabbi bu babayla oğluna.)
İşitti Halilullah bunları evladından.
Yüzünü kapatarak. çok ağladı ardından.
Gökteki melekler de, bu işe çok şaştılar.
Bu manzara önünde, onlar da ağlaştılar.
Nihayet bir ip ile, Halilullah, oğlunu,
Bağlayıp, yüzü koyun, yatırdı sonra onu.
Bıçağını çıkarıp, biledi kesmek için.
Ve sonra boğazını tutarak İsmail’in,
Dedi ki: (Ya ilahi, bu, sevgili oğlumdur.
İki gözümün nuru, gönlümün sürurudur.
Bana emreyledin ki, oğlunu kurban eyle!
Bu emri yapmak için, geldim halis niyetle.
Onu kurban ederken, tahammül ver sen bana.)
Diyerek bıçağını, yanaştırdı boynuna.
(Ey oğlum, veda olsun sana mahşere kadar.
Ancak kıyamet günü, görüşürüz biz tekrar.)
Diyerek, bıçağını kaldırmış idi ki tam,
Arz eyledi İsmail: (Acele et, ey babam!
Muhalif olmıyalım Rabbimizin emrine.
Ne emir aldın ise, çabuk getir yerine.
Emri ifa etmekte gecikirsek eğer biz,
Korkarım ki, azarlar bizi şimdi Rabbimiz.
Ey babam, şimdi çöz ki ayağımı, elimi,
Melekler, isteğimle kurban edildiğimi,
Gök yüzünden görerek, desinler ki şimdiden:
İsmail tam razıdır, Rabbinin bu işinden.)
Babası (Peki) deyip, çözüverdi bağını.
İyice yanaştırdı, boynuna bıçağını.
İsmail, babasını eyledi yine ikaz.
Dedi ki: (Babacığım, acele eyle biraz!
Dosta vasıl olmayı, çok ister zira canım.
Çabuk yerine getir bu emri babacığım!)
. Bıçak kesmedi
Halilullah, güzelce biledi bıçağını.
Sonra tekbir söyleyip, andı Allah adını.
Ve bütün kuvvetiyle bıçağı vurdu, ancak,
İsmail’in boynunu, kesmedi keskin bıçak.
Hayret edip, kuvvetle, bir daha çaldı onu.
Bıçak yine kesmedi, İsmail’in boynunu.
Uğraşıp sürdüyse de bıçağı tekrar tekrar,
Hikmet-i ilahiyle, etmedi yine de kâr.
Şaşırıp, bıçağını tekrar aldı eline.
Bileyip, var gücüyle boynuna sürdü yine.
Yine kesemeyince, evladı İsmail’i,
Olan bu hadiseye, hayret etti bir hayli.
İsmail arz etti ki: (Babacım, dene şunu.
Bastır şah damarıma, bıçağının ucunu.)
Öyle yapıp, kuvvetle bastırdı diziyle de.
Lakin bıçak, onu hiç kesmiyordu yine de.
Hatta o bastırmakla, bıçak oldu iki kat.
Buna rağmen iz bile, yapmadı onda fakat.
Üzülüp, o bıçağı şiddetle çaldı taşa.
Bir anda koca kaya, yarıldı baştan başa.
Bıçak dile gelerek, dedi ki: (Ya İbrahim!
Sakin ol, benim sana var şöyle bir sualim:
Nemrud, seni ateşe attığında o günü,
Ne için yakmamıştı o ateş vücudünü?)
Şaşırıp, o bıçağa buyurdu ki cevaben:
(Hak teâlâ, ateşe, yakma dedi mealen.)
Bıçak arz eyledi ki, sonra Halilullah’a:
(Ateşe, yakma diye emrettiyse bir defa.
Bana, tam yetmiş defa kesme dedi Rabbimiz.
Mazur gör ya İbrahim, böyle emir aldık biz.)
Halilullah, bıçaktan duyunca bu sözleri,
Hayret ve şaşkınlıktan, oturdu diz üzeri.
İsmail, o sırada dedi ki ona yine:
(Günahkâr olmıyalım, emri getir yerine!)
İki emr arasında, şaşırdı tam olarak.
O anda kendisine, vahyetti cenâb-ı Hak:
(Ya İbrahim, rüyanı tasdik ettin pek iyi.
Sen, yaptın üzerine düşen bu vazifeyi.
Şimdi, bana münasip ihsanımı gör benim.
Başını kaldırıp da, dağa bak ya İbrahim!)
Halil, emre uyarak yukarı baktığında,
Besili bir koç gördü, Mekke’nin o dağında.
Cennet bahçelerinde, otlamıştı kırk sene.
Cebrail indirmişti bu koçu kendisine.
(Bu, oğluna fedadır) buyurdu cenâb-ı Hak.
Halilullah o koçu, gidip yakalıyarak,
Mina’da kurban etti, İsmail’in yerine.
Allahın kurban emri, yerine geldi yine.
Onların yanlarına, geldi sonra Cebrail.
Oğluna hitab edip, buyurdu: (Ya İsmail!
Rabbimiz, senin için şöyle buyurdu bana:
İsmail ne isterse, vereceğim ben ona.)
O dahi, ellerini duaya kaldırarak,
Dedi ki: (Ya ilahi, sana, mü’min olarak,
Ölüp de gelenleri, affeyle tamamiyle.)
Rabbimiz, (Kabul ettim) buyurdu bir vahiyle.
.
12 - YAKUB ALEYHİSSELAM
.Rüya gördü bir gece
Ken'an iline gelen Hakk'ın Peygamberidir.
Ve hazreti Yusuf’un kıymetli pederidir.
Babası İshak Nebi, rüya gördü bir gece.
Bir ağaç yükselmişti belinden pek büyükçe.
Hayretle bu ağaca baktığında, bu defa,
Gördü ki, dal ve budak saldı dört bir tarafa.
Sonra bir ses duydu ki: (Gördüğün bu dal budak,
Evladından gelecek Nebilerdir ey İshak!)
Uykudan uyanınca, sevindi, ferahladı.
Ta ki yaşlandığında, oldu ikiz evladı.
İys ve Yakub adını verdiği bu oğullar,
Büyüyüp, kendisine hizmete koyuldular.
Ne zaman ki vefatı yaklaşınca nihayet,
Bu iki evladını, yanına etti davet.
Yakub aleyhisselam huzuruna girince,
Ellerini açarak dua etti şöylece:
(Neslimden çok Nebiler gelecekti ya Rabbi!
İşte bu evladımdan zuhur ettir o va'di.)
İys dahi girdiğinde, eyledi şöyle dua:
(Soyundan çok melikler göndersin Hak teâlâ.)
Lakin İys, Yakub için ettiği temenniyi,
Kendine yapılandan görünce daha iyi,
Bir kıskançlık duygusu giriverdi içine.
Ve düşmanlık besledi hemen bu kardeşine.
İshak Nebi, görüp bu İys'in kıskançlığını,
İki eşit parçaya ayırdı mallarını.
Hatta bir karışıklık çıkmaması için de,
Verdi hisselerini her iki kardeşin de.
Lakin İys, buna dahi razı gelmediğinden,
Yakub’a düşeni de, zorla aldı elinden.
Kalmayınca Yakub’un elinde bir nesnesi,
Annelik şefkatiyle üzüldü validesi.
Dedi ki: (Kalk evladım, dayının yanına var.
Ümit ediyorum ki, o sana yardım yapar.)
Peki deyip, Harran'a vasıl oldu nihayet.
Bir kuyuya uğrayıp, orada aldı abdest.
Sonra da namaz kılıp, dua etti Rabbine.
Kalktı ve dayısını sual etti birine.
Meğerse dayısının kızı imiş o dahi.
Dönünce, babasına söyledi bu haberi.
O dedi ki: (Ey kızım, o kimseyi çağır git!)
Kız gidip çağırınca, eve geldi o vakit.
Dayısı onu görüp, sual etti ki hemen:
(Ey genç, sen kimlerdensin ve teşrifin nereden?)
Dedi: (Adım Yakubtur, hem İshakın oğluyum.
Annemin isteğiyle ta Şam'dan geliyorum.
Ninem Sâre hatundur, kardeşim var İys diye.
Babam vefat edince, yöneldim bu beldeye.)
Dayısı, bu habere çok sevindi içinden.
Ve ona, vazifeler verdi kendi işinden.
Büyük kızı Leya’yı, eyledi ona teklif.
Lakin onun gözünde, bir kusur vardı hafif.
Küçük kızı Rahil’e talip oldu o fakat.
Dayısı, küçük deyip, etmedi muvafakat.
Önce, büyük kızını verdi bu yeğenine.
Yedi sene sonra da, küçüğü verdi yine.
Küçük kızı Rahil'den, gayet güzel ve şerif,
Yusuf aleyhisselam dünyaya etti teşrif.
. Peygamber gönderilmesi
Yakub aleyhisselam, dayısının evinde,
Kalarak, uzun müddet bulundu hizmetinde.
Ve onun kızı ile evlenerek sonradan,
Yusuf aleyhisselam doğdu bu hanımından.
Bu oğlunun dünyaya teşrif ettiği sene,
Peygamber gönderildi Ken'an ahalisine.
Ve ona, Hak teâlâ gönderdi ki şu vahyi:
(İman ve ibadete davet et ahaliyi!)
Yakub aleyhisselam, bu vahyi alır almaz,
Bunu, dayısına da aynı gün eyledi arz.
Teşekkürler ederek iyilikleri için,
Ve Ken'ana gitmeye, istedi ondan izin.
O dedi ki: (Ey Yakub, madem ki böyledir hal,
Ailenle birlikte, revan ol yola derhal.
Seninle uzun müddet yapmıştık arkadaşlık.
Görmedim senden asla bir kötülük, fenalık.)
Beşyüz koyun ve sığır, bir o kadar katır, at,
Vererek, uğurladı onları kendi bizzat.
Vakta ki yaklaştılar onlar Ken'an iline,
Melekler müjde verdi, bunu birbirlerine.
Lakin İys, bilmiyordu iç yüzünü bu işin.
Dedi ki: (Ben layıktım peygamber olmak için.)
Dörtyüz kişi toplayıp, kurdu kötü bir niyet.
Onu öldürmek için, yola çıktı pür hiddet.
Yakub Nebi, birini elçi gönderip İys'e,
Buyurdu ki: (Git ondan, bir haber getir bize.)
O gidip gördü İys'in o kötü niyetini.
Ve gelip arz eyledi hiddetle geldiğini.
Bu sefer de oğlunu çağırıp huzuruna,
Buyurdu ki: (Şimdi de, sen git İys'in yanına.
Ona de ki: Babamın, size selamları var.
Diyor ki, sor bakalım, o niçin böyle yapar?
Biz, seninle kardeşiz herşeyden daha önce.
Aldın bütün malımı pederimiz ölünce.
Sen, benim helakimi istedin haddi aşıp.
Ben, evimi terk ettim yanından uzaklaşıp.
Şimdi ise peygamber eyledi beni Allah.
Bana inanır isen, bulursun ancak felah.)
Oğlu peki dedi ve giderek amcasına,
Ne tembih etti ise, söyledi aynen ona.
Lakin İys, bunu dahi kabul eylemeyince,
Yakub aleyhisselam dua etti bir nice.
Dedi ki: (Ya ilahi, beni ve mü'minleri,
Kardeşimden gelecek zarardan eyle beri.)
Peygamberlik şefkat ve merhameti içinde,
İmana gelmesini istiyordu İys'in de.
Az sonra iki taraf, birden karşılaştılar.
İys ile Yakub Nebi az ileri çıktılar.
Teke tek mücadele başladı birden bire.
İys'i , Yakub Peygamber kaldırıp vurdu yere.
Daha sonra göğsünün üstüne oturarak,
Buyurdu ki: (Gördün mü, ne yaptı cenabı Hak?)
İys özür dileyerek, ağladı göz yaşiyle.
Oda kalkıp, hemence sarıldı kardeşiyle.
İys dedi: (Affet beni, bildim ki Hak teâlâ,
Seni Peygamber yapıp, eyledi benden ala.)
Yakub Peygamber dahi, buyurdu: (Ey kardeşim!
Benim de, şimdi ancak huzura erdi içim.)
. Mucizeleri ve vefatı
Yakub aleyhisselam, sesi gür Peygamberdi.
İsteseydi, sedası çok uzağa giderdi.
Kâfirler, savaşlarda sesini işitince,
Korkudan uzaklara kaçarlardı bir nice.
Bir mucizesi ise, atsaydı bir nesneyi,
Kat'ederdi bir anda, çok uzak mesafeyi.
Bir gün oğullarını, Amalika kavmiyle,
Muharebe etmeye gönderdi ordu ile.
Savaşta, bir oğlunun elindeki bir mızrak,
Kırılıp parçalandı, kâfirlere vurarak.
Çaresizlik içinde bağırdı: (Babacığım!
Bana bir silah gönder, parçalandı mızrağım.)
Yakub aleyhisselam, çok uzak mesafeden,
İşitip, bu oğluna bir mızrak attı hemen.
Ayrıca seslendi ki uzaktan bağırarak:
(Bak oğlum, atıyorum, al sana yeni mızrak.)
Oğlu dahi bu sesi işitip döndü yana.
O mızrağı kaparak, hücum etti düşmana.
Bir gün de, bir meydana toplamıştı kavmini.
Söylüyordu onlara Allahın birliğini.
Dediler ki: (Ey Yakub, Peygamberim diyorsun.
Allahın birliğinden bize bahsediyorsun.
Halbuki kayalıktan ibaret her yerimiz.
Ziraate müsait hiç yoktur arazimiz.
Madem ki peygambersin, dua et de Rabbine,
Bu kayalar gitsin de, toprak gelsin yerine.)
Yakub aleyhisselam, kaldırıp ellerini,
Dedi: (Ya Rab, toprağa tebdil et yerlerini.)
Onun bu duasıyla, kayalık olan yerler,
Ekilmeye müsait toprak oluverdiler.
Bu büyük Peygamberin, suret, huy ve ahlakta,
En üstün olduğunu bilirdi cümle halk da.
Beyaz, buğday benizli, uzun boylu ve cömert,
Doğru sözlü, sabırlı, kerim bir zattı gayet.
Yumuşak tabiatlı, halim, selim ve nazik,
Ve lakin tebliğinde etmedi hiç gevşeklik.
Vefatı yaklaşınca, bilcümle evladını,
Çağırıp, şöyle yaptı en son nasihatını:
(Oğullarım, dünyada gelmeden eceliniz,
Allahü teâlâya ibadet eyleyiniz.
Ve hiçbir işinizde, terk etmeyin ihlası.
Budur en lüzumlu şey, budur işin esası.
Din ve imanınızdan, kıl kadar ayrılmayın.
Çok pişman olursunuz mahşerde yoksa yarın.)
Ölüm vakti gelince, hazır oldu melekler.
Ve ona, Cennetteki yerini gösterdiler.
Yakub Nebi baktı ve gördü çok minberleri.
Ve sordu, üstündeki nur yüzlü kimseleri.
Melekler dediler ki: (Ey Yakub, işte onlar,
Deden Halilullahın torunu oluyorlar.)
Buyurdu: (Ey melekler, isterim ki şu anda,
Ben dahi bulunayım onların arasında.)
Dediler ki: (Oraya gitmek istersen eğer,
Şu bardaktan, bir yudum içmeniz icab eder.)
Peki deyip, o sudan içince Yakub Nebi,
Kabzettiler ruhunu, yağdan kıl çeker gibi.
Cenaze hizmetini tamam ifa ettiler.
Götürüp, babasının yanına defnettiler.
13 - YUSUF ALEYHİSSELAM
Onu kıskanırlardı
Yusuf aleyhisselam, Allahın bir Nebi’si,
Mısır ahalisine gönderildi kendisi.
İşte bu Peygamberle ilgili hadiseler,
Anlatılır Kur'an-ı kerim’de birer birer.
Babası olurdu ki Yakub aleyhisselam,
Oniki oğlu vardı, üç hanımdan onun tam.
Yusuf’la Bünyamin’in bir idi anneleri.
Öbür iki hanımdan olmuştu diğerleri.
Yakub aleyhisselam, on oğluna kıyasla,
Yusuf’la Bünyamin’i severdi daha fazla.
Bir idi anneleri çünkü bu ikisinin.
Hem de küçükleriydi yaş yönünden hepsinin.
Ayrıca, anneleri vefat eylediğinden,
Öksüz büyümüşlerdi ikisi de bu yüzden.
Yusuf aleyhisselam, ayrıca doğduğunda,
Bir Peygamberlik nur'u parlıyordu alnında.
Bu yüzden, babaları Yakub aleyhisselam,
Bunlara, daha fazla gösterirdi ihtimam.
Bilhassa küçük Yusuf, büyüyüp serpildikçe,
Yüzünün güzelliği artıyordu gittikçe.
Annesi vefat edip, öksüz de kaldığından,
Babası, onu asla ayırmazdı yanından.
Oniki yaşlarında idi ki, o bir gece,
Uyuyup, rahmani bir rüya gördü şöylece:
Gökten ay ve güneş'le, onbir yıldız indiler.
Birlikte, ona doğru secdeye eğildiler.
Heyecanla uyanıp, anlattı babasına.
Ve bunun tabirini merakla sordu ona.
Yakub aleyhisselam, anlattığını bir bir,
Dinleyip, o rüyayı şöylece etti tabir.
Buyurdu ki: (Bu sana, müjde ve beşarettir.
Güneş bana, ay ise annene işarettir.
O onbir yıldız ise, biraderlerindirler.
Bir gün, senin önünde secde ediverirler.
Ama, sakın anlatma bunu kardeşlerine.
Zira şeytan, kıskançlık düşürür içlerine.
Sana yapabilirler bu yüzden bir fenalık.
Çünkü şeytan, insanın düşmanıdır apaçık.)
Babası bilirdi ki, onbir kardeşinin de,
Maharetleri vardı rüya tabir işinde.
Anlarlarsa rüyada bir müjde olduğunu,
Bu sefer daha fazla kıskanırlardı onu.
Rüya hadisesiyle, kendisinin de fakat,
Yusuf’a muhabbeti fazlalaştı kat be kat.
Diğerleri, onun bu muhabbetli halini,
Görüp, kıskanırlardı Yusuf’la Bünyamin’i.
Diyorlardı ki: (Onlar, henüz küçük çocuktur.
Bir iş yapabilecek güçleri henüz yoktur.
Bizim ise, gücümüz kuvvetimiz yerinde.
Hep biz çalışıyoruz bu geçim işlerinde.
Velhasıl bizim varken babamıza faydamız,
Yine, bizden onları çok seviyor babamız.)
Onlar haset ederken zaten bu ikisini,
Duydular üstelik bu, rüya hadisesini.
. Onu bizimle gönder
Yakub aleyhisselam Yusuf’u çok sevince,
Onu, biraderleri kıskandılar iyice.
Şeytan vesvesesiyle ettiler ona haset.
Gördüğü rüyayı da, işittiler nihayet.
O zaman hasetleri daha da fazlalaştı.
Günden güne çoğalıp, had safhaya ulaştı.
Toplanıp, bu hususu ettiler istişare.
Dediler: (Onu evden ayırmaktır tek çare.)
Bunu yapmak için de, iki yol vardı ancak.
Birincisi, Yusuf'u öldürmekti çabucak.
Dediler: (Ayırmazsak onu pederimizden,
Babamız, daha soğur gitgide hepimizden.
Yahut da, çok uzakta bir yere götürelim.
Ve onu, tek başına ölüme terk edelim.)
Onlar böyle yapmakla, zannederler idi ki,
Böylelikle babamız çok sever bizi belki.
Yaptıkları bu işin günah olduğunu da,
Bile bile, ittifak ettiler hepsi bunda.
Zira düşündüler ki, sonra tövbe ederiz.
Ve bu günahımızı böyle affettiririz.
Ve yine, babamıza hizmet edip gün gece,
Onun muhabbetini kazanırız böylece.
Onlardan bir tanesi dedi: (Beni dinleyin.
Bana soruyorsanız Yusuf'u öldürmeyin.
Onu bırakınız ki bir kuyunun dibine,
Yolcular, o kuyudan çıkarsın onu yine.)
Onun bu teklifine, hepsi uygun dediler.
Kuyuya atmak için, ittifak eylediler.
Lakin almak çok zordu, onu babalarından.
Çünkü hiç ayırmazdı onu kendi yanından.
Sonra, babalarının, onu kendilerine,
Vermiyeceğini de biliyorlardı yine.
Çünkü bilirlerdi ki, Yusuf'a duydukları,
Haset ve kıskançlığı bilirdi babaları.
Bunun için toplanıp, yaptılar istişare.
Dediler ki: (Hiyeye başvuralım tek çare.)
Yusuf'u çok seviyor gibi tavır alarak,
Hemen babalarına gittiler toplanarak.
Dediler: (Ey babamız, Yusuf biraderimiz,
Devamlı ev içinde oturur, bilirsiniz.
İzin ver, bizim ile o da gelsin kırlara.
O da gezsin, oynasın, tırmansın bayırlara.
Çayır çimen üstünde koşuştursun yavrucak.
Şimdi tam zamanıdır gezecek, oynayacak.
Bize, Yusuf hakkında neden inanmıyorsun?
Bizden, onun hakkında ne için korkuyorsun?
Halbuki ona karşı, biz çok merhametliyiz.
Onun iyiliğidir tek arzu ve gayemiz.
Onu, gözümüz gibi biz koruruz pek iyi.
Asla yaklaştırmayız ona bir tehlikeyi.
Yarın onu gönder ki, bizim ile kırlara,
Meyve yesin, ok atsın, katılsın yarışlara.
Muhakkak iyi gelir bu gezi ona gayet.
Bize güven ve onu, eyle bize emanet.)
. Onu kuyuya attılar
Yakub aleyhisselam, görmüştü ki rüyada,
Yusuf'a, on tane kurt saldırıyor bir anda.
Yer yarılıp, içeri düşüyor sonra birden.
Üç gün sonra çıkıyor, yine o yer içinden.
Yakub aleyhisselam, bu rüyayı görünce,
Oğlu Yusuf hakkında korkuya düştü nice.
Kardeşleri gelince Yusuf'u almak için,
Bu yüzden, gitmesine vermedi önce izin.
Buyurdu ki: (Siz onu götürürseniz eğer,
Onun bu ayrılığı, beni çok mahzun eder.
Ayrıca Yusuf'umu ayırmayın ki benden,
Korkarım kurt yer onu, siz ondan gafil iken.)
Dediler ki: (Bu kadar güçlü, kuvvetliyken biz,
Onu yalnız bırakıp, kurda yedirir miyiz?)
Yakub aleyhisselam, (Onu, kurt yer) demekle,
İp ucu vermiş oldu onlara böylelikle.
Çünkü onlar, bir kurdun, asla o güne kadar,
İnsan yiyeceğini bilmiyorlardı zinhar.
Akşam döndüklerinde, ona verecekleri,
Cevabı, böylelikle öğrenmişti herbiri.
Velakin babaları müsade etmeyince,
O ara bir kurnazlık düşündüler hemence.
Yani babalarını ikna için, bu sefer,
Gidip, küçük Yusuf’u buna ikna ettiler.
Onu, kıra gitmeye böyle razı ederek,
Tekrar babalarına geldiler seğirterek.
Dediler: (Ey babamız, işte sor kendisine.
O da gelmek istiyor bu kır gezintisine.)
Yakub Nebi, bu sefer takdire oldu razı.
Zira baktı, onun da vardı buna rızası.
Kır elbiselerini giydirip üzerine,
Gönderdi onu dahi, onlarla kır yerine.
Onlar uzaklaşmadan henüz babalarından,
Yusuf'a çok yakınlık gösterdiler yalandan.
Lakin daha yürüyüp, gözden ırak olunca,
Ezaya başladılar hemen o yavrucağa.
Dediler ki: (Ey yalan rüya sahibi kişi!
Söyle, nasıl uydurdun yıldız, ay ve güneşi?
Hani o ay ve güneş, nerede o yıldızlar?
Çağır da, gelip seni ölümden kurtarsınlar.)
Bir kuyunun başına geldiler sonra o gün.
Üstünden gömleğini çıkardılar Yusuf'ün
Kuyuya sarkıttılar, ipe sarıp belinden.
Yarısına gelince, kestiler ipi birden.
Bir miktar su var idi, o kuyunun dibinde.
Yusuf düştü o suya ipi kestiklerinde.
Cebrail ismindeki meleğe, Hak katından,
(Kuluma yetiş!) diye, bir hitap geldi o an.
Cebrail, bu emirle kuyuya derhal varıp,
Onu, kaya üstüne oturttu sudan alıp.
Ve dua etmesini söyledi ona yine.
O dahi şu şekilde dua etti Rabbine.
Dedi: (Ey duaları işiten, kabul eden!
Lütfedip kurtar beni bu sıkıntılı yerden)
. Köle diye sattılar
Yusuf aleyhisselam, o kuyuya düştü ve,
Hemen Hak teâlâyı başladı zikretmeye.
Onun zikrettiğini işitince melekler,
Çevresinde toplanıp, ona eşlik ettiler.
Sonra ilham geldi ki Hak teâlâ katından:
(Yakında kurtulursun elbet bu sıkıntıdan.
İlerde, hem büyük bir mevkiye geleceksin.
Ve bu yaptıklarını onlara diyeceksin.)
Velhasıl kardeşleri, Yusuf'un gömleğini,
Bir hayvanın kanıyla bulayıp her yerini,
Ve o kanlı gömleği ellerine alarak,
Döndüler akşam eve, yalandan ağlayarak.
Yakub aleyhisselam, ağlama seslerini,
İşitip, sordu hemen onlara sebebini.
Dediler: (Ey babamız, kır yerine ulaştık.
Ve kendi aramızda, yarış için anlaştık.
Dağıldık bunun için hepimiz kır yerine.
Yusuf'u, bekçi koyduk eşyamız üzerine.
Biz bu yarış işiyle meşgul idik ki, o an,
Kurt gelip yemiş onu, gafil iken biz ondan.
Biz doğru söyleyici olsak da halisane,
İyi biliyoruz ki, inanmazsın sen yine.
Lakin inanmıyorsan, işte kanlı gömleği.
Zira biz bilemeyiz hiç yalan söylemeyi.)
Yakub aleyhisselam, babalık şefkatiyle,
Yusuf'unu düşünüp, ağladı göz yaşiyle.
Buyurdu ki: (Siz bana nasıl söz vermiştiniz?
Hayır, fena aldatmış sizi nefisleriniz.
Sizin bu yaptığınız, hiç de gerçek değildir.
Ve lakin bana düşen, yine sabr-ı cemildir.)
Yusuf'un gömleğini sürdü yüz ve gözüne.
Lakin hiç rastlamadı onda yırtık izine.
Buyurdu: (Vallahi o, ne şefkatli kurt imiş.
Yusuf'uma şefkati, sizlerden ziyadeymiş.
Görmedim bu kurt gibi merhametli birini.
Yusuf'umu yemiş de, yırtmamış gömleğini.)
O kuyunun içinde, geçince az bir zaman,
Hemen yakın bir yerde, konakladı bir kervan.
Kervanbaşı, su için gönderdi sakasını.
O da gelip, kuyuya sarkıttı kovasını.
Yusuf aleyhisselam sarılıp o kovaya,
Kova ile birlikte, yükseldi yukarıya.
Saka onu görünce, duydu büyük heyecan.
Sevinçle bağırdı ki: (Müjde, işte bir civan!)
Biraderi Yehuda var idi ki Yusuf'ün,
Yemek getiriyordu kuyuda ona her gün.
Lakin o gün gelince, Yusuf'u göremedi.
Koşup, kardeşlerine durumu haber verdi.
Kardeşleri bu hali öğrenip Yehuda'dan,
Koşarak, o kervana yetiştiler arkadan.
Bir heyecan içinde dediler ki onlara:
(Bu, bizim kölemizdi, kaçmış ta buralara.
İsterseniz satarız size biz bu köleyi.
Ucuzdur, hemen alıp terkedin bu ülkeyi.)
. Aziz onu satın aldı
Yusuf’u bulanlara dedi ki kardeşleri:
(Bunu satın alın da, terkedin siz bu yeri.)
Ona da dediler ki ibranice olarak:
(Bizleri yalanlarsan, öldürürüz seni bak!)
Yusuf aleyhisselam, onların bu tehdidi,
Yüzünden sükut edip, hiçbir şey söylemedi
Kardeşleri, Yusuf'u, bizim kölemiz diye,
Satmak istediyse de o kervandakilere,
Onların paraları yoktu onu alacak.
Dediler: (Birkaç dirhem verebiliriz ancak.)
Peki deyip, onlardan birkaç dirhem aldılar.
Ve o kervancılara çok ucuza sattılar.
Zira maksat ve gaye, para değildi o an.
Uzaklaştırmak idi onu babalarından.
Velhasıl kervancılar, Yusuf'u da alarak,
Mısır'a ulaştılar oradan ayrılarak.
Para kazanmak için, yine o kervancılar,
Onu, satmak üzere pazara çıkardılar.
Onun güzelliğini kim görse idi bir an,
Elinde olmaksızın, olurdu ona hayran.
Birçok kimse müşteri olunca kendisine,
Yükseldi fiyatı da bu yüzden günden güne.
Bir maliye vekili var idi ki Mısır’da,
Aziz deniliyordu onlara o asırda.
Bu Aziz de, Yusuf'u gördü ve oldu hayran.
Onu, yüksek fiyatla satın aldı onlardan.
Hak teâlâ Yusuf’u sevdirdi o vekile.
Doldu Aziz’in kalbi, onun muhabbetiyle.
Hanımına getirip, dedi: (Buna iyi bak.
İlerde faydasına kavuşuruz muhakkak.)
Yani, işlerimizi belki ona veririz.
Yahut onu ilerde, bir evlat ediniriz.
O, evlat edinmeyi düşünmüştü o zaman.
Çünkü yoktu çocuğu hanımı Zeliha'dan.
Böylelikle hazret-i Yusuf’a, cenâb-ı Hak,
Rüya tabir ilmini öğretti tam olarak.
Semavi kitapların manasını da yine,
Hak teâlâ, vahiyle öğretti kendisine.
Beden bakımından da tam yetiştiği zaman,
Peygamberlik makamı olundu ona ihsan.
O zaman hem çok güzel, hem de gençti Zeliha.
Elinde olmaksızın meyletti kalbi ona.
Çünkü hazret-i Yusuf, bir hayli güzel idi.
Akıllara durgunluk verirdi güzelliği.
Hatta nur-u nübüvvet parlardı ki yüzünde,
Herkes hayran olurdu onu ilk gördüğünde.
Zeliha da, bu yüzden onu hemen sevmişti.
Ve gayr-i ihtiyari ona gönül vermişti.
Ve onu, ne zaman ki sevmiş idi Zeliha,
Artık kendi beyine bakmaz oldu bir daha.
Hazret-i Yusuf için, her gün süsleniyordu.
Ve onu, kendisine celbetmek istiyordu.
Fakat o, hiç itibar etmezdi Zeliha'ya.
Zira Hak teâlâdan ederdi edep, haya.
. Hangisi haklı?
Zeliha ne kadar çok uğraştıysa da, fakat,
Göremedi hiç ondan bir ilgi ve iltifat.
Murad almak isterdi, Hakkın bu Nebi’sinden.
Lakin göremeyince bir ilgi kendisinden,
Sonunda, kapıları kapatarak bir anlık,
Dedi ki: (Yanıma gel, itiraz etme artık!)
Bu durum karşısında, Yusuf aleyhisselam,
Allahü teâlâya sığınıp iyice tam,
Buyurdu ki: (Ben ona, edemem hiç ihanet.
Rabbim, ikimizi de görmektedir nihayet.
O günahı yapmaktan, sığınırım Allaha.
Nefsine zulmedenler eremez hiç felaha.)
O, böyle söyleyerek kapıya koştu birden.
Maksadı, kurtulmaktı Zeliha'nın elinden.
Kapıya yaklaşıp da, çıkmadan henüz daha,
Arkasından, sür'atle koşup geldi Zeliha.
Yusuf aleyhisselam, tam çıkarken kapıdan,
Yetişip, gömleğine yapıştı arkasından.
Sonra, kendine doğru çekince onu geri,
Mübarek gömleğinin yırtıldı arka yeri.
Mücadele sonunda, kurtulup Zeliha'dan,
Sür'atle dışarıya kaçıverdi oradan.
O sırada Zeliha, değildi kendisinde.
Yani o an değildi iradesi elinde.
Ona olan şiddetli sevginin ateşinden,
O da evden çıkarak, koşuverdi peşinden.
Peşpeşe koşarlarken onlar bu halleriyle,
Birden karşılaştılar Zeliha'nın beyiyle.
Zeliha, görür görmez birden kendi beyini,
Müdafaya başladı o anda kendisini.
Yani töhmet altından kurtulabilmek için,
Durdu ve kocasına bir sual sordu ilkin.
Dedi ki: (Kast ederse biri senin ehline,
Bu suçu işliyenin, kanunda cezası ne?)
Böyle sordu ise de Zeliha ona birden,
Korktu sonra, beyinin onu öldürtmesinden.
Bunu hiç istemeyip, değiştirdi lafını.
Dedi ki: (Hapsederek ver onun cezasını.)
Bu sefer Yusuf Nebi, kaldı töhmet altında.
Hakikati söylemek zorunda kaldı o da.
Dedi: (Murad almayı istemişti o benden.
Ben bunu reddederek, dışarı kaçtım hemen.)
Onların bu haline, Aziz de şaşırmıştı.
Ve bu konuşmalardan bir şey anlamamıştı.
Tereddütte kaldı ki ikisi arasında:
Acaba haklı olan kim idi davasında?
Bunun için, bir hakim çağırıp sordu hemen.
Dedi ki: (Bu hususta kim haklıdır esasen?)
O dedi ki: (Ey Aziz, kolayı var bu işin.
Nereden yırtılmıştır gömleği o kişinin?
Önünden yırtılmışsa, Zeliha doğru söyler.
Yırtık arkada ise, genç haklıdır bu sefer.)
Gömleğe baktılar ki, yırtılmış arkasından.
Dedi ki: (Öyle ise, Yusuf'tur haklı olan.)
. Zeliha haksız çıktı
Yusuf aleyhisselam, Zeliha'nın evinden,
Kaçarak kurtulmuştu ancak onun elinden.
Gömleğinin, arkadan yırtılmış olması da,
Onu haklı çıkardı, Zeliha karşısında.
Başka delilleri de inceleyip hakimler,
Onun haklılığına, kat'i hüküm verdiler.
Şöyle ki, Yusuf Nebi, hür olmasına rağmen,
Aziz'in kölesiydi görünüşte, zahiren.
Dediler: (Bir kölenin, Zeliha'ya böyle bir,
Hareket yapması da, uzak bir ihtimaldir.
İkincisi, peşpeşe koşarlarken o günde,
Yusuf koşuyor idi Zeliha'nın önünde.
Kötü bir düşüncesi olsa idi Yusuf'ün,
Ne için Zeliha'nın önünden kaçsın o gün?
Üçüncüsü, Zeliha süslü ve şıktı gayet.
Yusuf ise giymişti, çok sade bir kıyafet.
Böyle kötü niyeti olsaydı onun eğer,
Bilakis o giyerdi çok cazip kıyafetler.
Dördüncüsü, o evde uzun müddet kalmıştı.
Ve lakin böyle bir hal, hiç vuku bulmamıştı.
Beşincisi, Zeliha ederken onu itham,
Açıkça konuşmayıp, söyledi muğlak kelam.
Halbuki Yusuf ise, hiç telaşlanmayarak,
Savundu kendisini, açık ve net olarak.
Eğer suçlu olsaydı, konuşmazdı böyle net.
Zira suçlu olanlar, çekinir, korkar elbet.
Altıncısı, o Aziz, iktidarsız kişiydi.
Öyleyse bu hadise, Zeliha'nın işiydi.)
Böyle değerlendirip insanlar bu davayı,
Kat'i suçlu buldular bu işte Zeliha’yı.
Aziz vakıf olunca, işin hakikatine,
Utandı hanımının işbu hareketine.
Ve dedi ki: (Ey Yusuf, kimseye deme sakın.
Bugünkü hadiseyi başka kimse duymasın.
Ey Zeliha, sen dahi günahına tövbe et.
Zira suçlu olduğun anlaşıldı nihayet.)
Sakladılar ise de her ne kadar bu işi,
Yine de çok geçmeden, duydu bunu çok kişi.
Bilhassa hadiseyi işiten çok kadınlar,
Zeliha'yı, arkadan konuşup kınadılar.
Dediler ki: (Zeliha, Ken'anlı kölesine,
Öyle bir tutulmuş ki, mağlub olmuş nefsine.
Yüreğine işlemiş o kölenin sevgisi.
Gözüne görünmezmiş ondan başka birisi.
Acep niçin o gence tutulmuş ki bu kadar?
Yok mudur onun gibi civan delikanlılar?)
Onlar söyleseler de, buna benzer sözleri,
Aslında başka idi onların gayeleri.
Zira duymuşlardı ki, Yusuf'a bir an bakan,
Derhal onu severdi, hiç elinde olmadan.
Onlar da düşmüşlerdi onu görmek derdine.
Lakin yoktu gösteren onu kendilerine.
Görmek, belki bu yolla mümkün olur diyerek,
Tahrik ediyorlardı Zeliha'yı bilerek.
. Ellerini kestiler
Zeliha, hakkındaki bu dedikoduları,
İşitip, utandırmak arzu etti onları.
Düşündü ki; Siz dahi görseniz onu bir an,
Şüphesiz olurdunuz siz de aşık ve hayran.
Yakında o güzeli siz de göreceksiniz.
Bakalım siz o zaman neler diyeceksiniz?
Onu böyle sevmekte, elbette ben mazurum.
Bunu, siz kadınlara anlatmak istiyorum.
O, böyle düşünerek, evinde bir ziyafet,
Tertib edip, onlardan kırk kişi etti davet.
Oturttu her birini rahat minderlerine.
Birer de bıçak verdi, herbirinin eline.
Zira o, önlerine, bıçakla kesilerek,
Yenecek yiyecekler getirmişti bilerek.
Velhasıl misafirler, yerlerini aldılar.
Meyveleri, bıçakla soymaya başladılar.
Hazret-i Yusuf'a de söyledi ki o ara:
(Ey Yusuf, çık da bir an görün şu kadınlara!)
O da, çıkıp yürüdü bir defa önlerinden.
Kadınlar onu görüp, bayıldı hepsi birden.
Çünkü Yusuf Nebi’nin yüzündeki güzellik,
Akıllara durgunluk verirdi görünce ilk.
Kadınlar, hayran olup onun güzelliğine,
Ellerini kestiler hepsi meyve yerine.
Hiç acı duymadılar hatta bu kesilmeden.
Zira tam geçmiş idi, hepsi de kendisinden.
Hazret-i Yusuf gibi güzeli, o kadınlar,
Asla görmemişlerdi çünkü o güne kadar.
Haklılardı bu yüzden, kesmekte ellerini.
Çünkü ilk görmüşlerdi böyle güzel birini.
Yusuf Nebi, sokakta dolaşsaydı bir ara,
Yüzünün parıltısı yansırdı duvarlara.
Eğer aç olan biri, görseydi onu bir an,
Hemence kurtulurdu açlık sıkıntısından.
Yine dertli bir kimse, görse idi yüzünü,
Anında unuturdu cümle üzüntüsünü.
Bütün bunlara rağmen Yusuf aleyhisselam,
Daha güzel değildi Resul-i kibriya’dan.
Ona, verilmiş idi güzelliğin bir cüz'ü,
Onun için çok güzel, nurluydu gayet yüzü.
Tamamı verilmişti lakin Resulullaha.
Bu yüzden Resulullah, güzeldi ondan daha.
Hatta en güzeliydi, o, cümle mahlukatın.
Çünkü Habibi idi, Allahü teâlânın.
Yaratmadı Rabbimiz, Ondan güzel birini.
Lakin örttü herkesten Onun güzelliğini.
Bir gün eshab-ı kiram sordu Resulullaha:
(Siz ve Yusuf Nebi'den, hanginiz güzel daha?)
Buyurdu ki: (Güzeldir kardeşim Yusuf benden.
Daha çok sevimliyim ben kardeşim Yusüf'ten.)
Evet, Yusuf Nebi'den güzeldi Resulullah.
Lakin güzelliğini gizledi Onun Allah.
Eğer gösterilseydi hakiki melahati,
Bakmaya, hiç kimsenin yetişmezdi takati.
. Yoksa hapse girersin!
Müstesna güzellikte olsa da Yusuf Nebi,
Ondan daha güzeldi o Hüdanın Habibi.
Nitekim Resulullah buyurdu ki kendi de:
(Çok güzeldir Allahın her bir Peygamberi de.
Lakin onlar içinde, sizin Peygamberiniz,
En güzel yüzlüsü ve seslisidir şüphesiz.)
Hazret-i Aişe de buyurdu ki bu babta:
(Resul'den güzel kimse yoktur bu kainatta.
Yusuf'u satın almak isteyen o zenginler,
Resul'ün cemalini işitselerdi eğer,
Yüzünün güzelliği dillere destan olan,
Yusuf için, hiç para vermezlerdi o zaman.
Bir kere görmek için Resul'ün nur yüzünü,
Satarlardı her biri, bütün mal-ü mülkünü.
Ve hazret-i Yusuf'u görüp hayran olanlar,
Ellerini kesip de, hiç acı duymayanlar,
Görseler idi eğer Sevgili Peygamberi,
Kalplerini keser de, olmazdı haberleri.)
Velhasıl o kadınlar, bir müddet sonra yine,
Geldiler herbirisi tekrar kendilerine.
Hepsi, hayretlerini tam dile getirerek,
Dediler ki: (Bu kişi, insan değil, bir melek.)
Zeliha da onlara dedi: (İşte bakınız!
Sizler ayıplanmaya benden çok layıksınız.
Ey kadınlar, ne oldu, sizlerin bu hali ne?
Şimdi hak verdiniz mi Zeliha'nın haline?
Siz daha ilk görmede Yusuf'u bir kerecik,
Ne oldu, kendinizden geçtiniz hemencecik.
Siz, daha layıksınız öyleyse kınanmaya.
Güç yetiremediniz ona bir an bakmaya.
Bense, çoktan beridir yanındayım Yusuf'ün.
Sizin bu halinize düşmedim asla bir gün.
Beni kınamanıza sebep olan genç budur.
Gördünüz ki Zeliha, o halinde mazurdur.)
Zeliha'nın bu işte, yine asıl maksadı,
Nefsinin arzusuna kolayca kavuşmaktı.
Bu işte, onların da yardımı olur diye,
Başvurmuştu o böyle bir plan ve hiyleye.
Dedi: (Siz de duydunuz, sizin de bilginiz var.
Ben ondan bir talepte bulundum bir zamanlar.
O ise, bu hususta gösterip masumiyet,
Benim bu teklifimi anında eyledi ret.
Emrettiğim o şeyi yapmaz ise eğer ki,
Zindanlara atılıp, sürünür elbette ki.)
Kadınlar, Zeliha'ya hak verdiler büsbütün.
Ve hemen etrafında toplandılar Yusuf'ün.
Dediler: (Zeliha'ya etme sakın itiraz.
Emrine karşı gelmen, sana fayda sağlamaz.
Zira hapse attırır yoksa seni Zeliha.
Kendine yazık olur, bak henüz gençsin daha.)
Böyle baskı yaparak onlar Yusuf Nebi’ye,
Onu tahrik ettiler o işi yapsın diye.
. Afiyet İsteyiniz
(Ey Yusuf, Zeliha'nın o emrini yap!) diye,
Baskı yaptı kadınlar, o gün Yusuf Nebi'ye.
Dediler ki: (Ey Yusuf, onun bu isteğini,
Yap ki, aksi takdirde hapsettirir o seni.)
Yusuf aleyhisselam, bu hiyleli sözlerden,
Korkup, Hak teâlâya iltica etti hemen.
Ve mübarek kalbine gelen o ürpertiyle,
Allaha sığınarak bir dua etti şöyle:
(Ya Rabbi, kurtar beni sen bunların elinden.
Sana sığınıyorum bunların şerlerinden.
Bunlar teklif ederler bana bu masiyeti.
Ancak sen giderirsin benden bu musibeti.
Ya Rabbi, girmektense bu zina ve günaha,
Bana, zindana girmek iyidir bundan daha.)
Yani işlemektense bu günah ve hatayı,
Elbet tercih ederim Zindana atılmayı.
Onun bu duasını kabul edip Yaradan,
Onların şerlerini geri çevirdi ondan.
Bu babta buyurdu ki tefsir alimleri hep:
Zindana girmesine, bu dua oldu sebep.
Çünkü işlemektense o fuhuş ve zinayı,
Talep etti dediler zindana atılmayı.
Afiyet isteseydi eğer zindan yerine,
Zindansız kurtulurdu o musibetten yine.
Bir hadis-i şerifte buyurdu ki o Server:
(Ağızdan çıkan söze bağlıdır musibetler.)
Yine Resul duydu ki, biri dua ederken:
(Ya Rabbi, sabr-ı cemil istiyorum ben senden.)
Buyurdu ki: (Ey kişi, sen, bela talep ettin.
Keşke Hak teâlâdan afiyet isteseydin.)
Sahabe-i kiramdan Abdullah ibni Abbas,
Bir gün Resulullaha gelerek etti niyaz.
Dedi: (Ya Resulallah, bana sen, kendisiyle,
Dua eyleyeceğim bir şey tavsiye eyle.)
Peygamber Efendimiz buyurdu ki o zaman:
(Afiyet talep eyle Allahü teâlâdan.)
Velhasıl Zeliha'nın zevci olan o Aziz,
Yusuf'u hapsetmeyi görüyordu gereksiz.
Çünkü biliyordu ki, Yusuf aleyhisselam,
Zeliha hususunda suçsuz ve masumdu tam.
Aziz, Yusuf Nebi'ye bir ceza vermeyince,
Zeliha, başka yollar araştırdı bir nice.
Ondan murad almaya uğraştıysa da, fakat,
Göremedi hiç ondan zerre kadar iltifat.
Ümidini kesince, dedi ki kocasına:
(Artık çıkamaz oldum insanlar arasına.
Rezil rüsvay eyledi bu genç beni herkese.
Halbuki bu hususta mazur idim ben ise.
İffet ve onurumu eyledi beş paralık.
Tahammülüm kalmadı, hapse at onu artık.)
Halkın dedikodusu kesilinceye kadar,
Onu hapse atmaya, verdiler artık karar.
Zerre kadar bir suçu yokken Yusuf Nebi’nin,
Yine hapse atıldı, ama bir müddet için
. Tek kapıdan girmeyin
Oğulları, hazret-i Yakub’a dediler ki:
(Ey baba, Bünyamin'i bizim ile gönder ki,
Zahire getirelim gidip Mısır ilinden.
Korkma, ona bir zarar ziyan geleceğinden.)
Açtılar o sırada zahire ve yükleri.
Gördüler, paraları konulmuş tekrar geri.
Dediler ki: (Biz artık, ne isteriz ey baba!
Bundan büyük iyilik olur mu ki acaba?
İşte görüyorsun ki, Mısır'ın o Aziz'i,
Tekrar iade etmiş bize sermayemizi.
Şimdi Bünyamin'i de götürürsek birlikte,
Bir yük fazla zahire alırız böylelikle.
Zira bize, bu buğday az gelir ey babamız!
Bizim, daha çoğuna vardır ihtiyacımız.)
Yakub aleyhisselam buyurdu: (Öyle ise,
hemen geri götürün o akçeyi Aziz'e.
Belki de yanılarak iade etmişlerdir.
Yahut da bu şekilde bizi denemişlerdir.
Peygamber evladıyız diyorlar bu kişiler,
Bakalım bu doğru mu? demiş olabilirler.)
Sonra, oğullarından, Bünyamin hususunda,
Hemen yemin ettirip, söz aldı en sonunda.
Buyurdu: (Bünyamin'i, sağ ve salim olarak,
Getireceğinize söz verin bana mutlak.
Etrafınız çevrilip tam çaresiz kalmanız,
Müstesnadır tabii toptan helak olmanız.)
Onlar, babalarına kuvvetli söz verdiler.
Hatta Allah adıyla ona yemin ettiler.
Yakub aleyhisselam buyurdu: (Öyle ise,
Rabbimiz şahit olsun, bu dediklerinize.)
Duyup evlatlarından bu ahit ve yemini,
Gönderdi onlar ile göz nuru Bünyamin’i.
Lakin onlar çıkarken tam Mısır seferine,
Bazı tavsiyelerde bulundu herbirine.
Çünkü hep boylu poslu, kuvvetli kişiydiler.
Hepsi de yakışıklı ve gösterişliydiler.
Üstelik Yusuf Nebi onları çok sevmişti.
Bunu da, Mısır halkı iyice öğrenmişti.
Yakub aleyhisselam bunları bildiğinden,
Düşündü ki, Mısır'a girerse hepsi birden,
Olur ki nazar değer onların bu haline.
Bu yüzden buyurdu ki: (Oğullarım, siz yine,
Şehre, tek bir kapıdan, birlikte girmeyiniz.
Hep ayrı kapılardan, ayrı ayrı giriniz.
Bize düşen, sadece sebebe yapışmaktır.
Rabbimizin takdiri neyse o olacaktır.
Size göz değmesini dilerse, değer elbet.
Ama O dilemezse, erişmez bir musibet.
Allahü teâlâya aittir bütün işler.
Gelir elbet zuhura, ne dilemişse eğer.
Ben, ancak Rabbimize dayanır, güvenirim.
Ona tevekkül eder, Ondan yardım beklerim.)
. Niçin bana bakıyorsun?
Yakub Nebi, öğütler verip onbir oğluna,
Yolcu etti onları, sonra Mısır yoluna.
Nazar değmesin diye, dedi ki: (Gidince siz,
Mısıra, tek kapıdan, birlikte girmeyiniz.)
Onlar, bu nasihate uyarak, birer birer,
Hep ayrı kapılardan gidip şehre girdiler.
Gelip Yusuf Nebi’ye dediler ki: (Ey Aziz!
Getirdik, işte budur küçük biraderimiz.
Hem yaşlı babamızın size selamları var.
Size, gıyabınızda ediyor çok dualar.)
Yusuf aleyhisselam, öncekine nisbetle,
Karşıladı onları daha büyük izzetle.
Bir yemek ziyafeti tertib etti onlara.
İkişerli olarak oturttu sofralara.
Onbir kişi idiler kardeşleri ve lakin,
İkişer oturunca, yalnız kaldı Bünyamin.
Biraderi Yusuf’u hatırlayıp o birden,
O ara, için için ağladı kederinden.
Düşündü, sağ olsaydı kardeşim Yusuf eğer,
Beni de, onun ile oturturdu beraber.
Yusuf Nebi görünce onu böyle neşesiz,
Dedi ki: (Yalnız kaldı bakın bu kardeşiniz.)
Dediler: (Vardı onun, bir biraderi başka.
İsmi de Yusuf olup, ölmüştü küçük yaşta.)
Yusuf aleyhisselam zor tuttu kendisini.
Yine açıklamadı onlara künyesini.
(Öyle ise arkadaş olayım ben de ona.)
Deyip, hemen oturttu onu kendi yanına.
Bünyamin yemek yerken hazret-i Yusuf ile,
Sık sık onun yüzüne bakardı göz ucuyle.
Yusuf aleyhisselam farkedip bunu hemen,
Sordu: (Niçin yüzüme bakıyorsun böyle sen?)
Dedi ki: (Vefat eden Yusuf adlı kardeşim,
Aynen size benzerdi, bakardım onun için.)
Nihayet yatma vakti gelmişti o arada.
Yine iki kişiye verilmişti bir oda.
Hepsi, odalarına çekilip yattı, lakin,
Yine aynı sebepten, yalnız kaldı Bünyamin.
Tekrar hatırlayarak Yusuf’un yokluğunu,
Kederinden ağlayıp, yad etti yine onu.
Düşündü, şimdi Yusuf sağ olsaydı burada,
Ben dahi kalır idim onunla bir odada.
Yusuf Nebi görünce onu böyle mükedder,
Dedi: (Sen de benimle kalır mısın beraber?)
Diğer kardeşlerinden ayrılmış olduğuna,
Üzülerek, mecburen peki dedi o buna.
Çünkü Yusuf Nebi'nin, kardeşi olduğunu,
Henüz anlamamıştı, bundandı mahzunluğu.
Lakin Hazret-i Yusuf, bu hali anlayarak,
Aldı onu yanına, tek ve yalnız olarak.
Teselli etmek için onun mahzun kalbini,
Hususi odasında yatırdı Bünyamin'i.
Şimdilik hakikatten habersizdi Bünyamin.
Biraz sonra, herşeyi öğrenecekti lakin.
. Ben Yusuf’um!
Yusuf aleyhisselam, kardeşi Bünyamin’i,
Odasına alarak, hoş eyledi kalbini.
Bünyamin, kendisini tanımadı ise de,
Ona, kanı kaynamış, sevmişti pek ziyade.
Hazret-i Yusuf ise, tanıdı Bünyamin'i.
Ama bir müddet için tanıtmadı kendini.
Onlar, birbirlerine bakarken hayran hayran,
Yusuf aleyhisselam sordu ki ona bir an:
(Ey Bünyamin, o ölen kardeşinin yerine,
Benim kardeş olmamı ister misin kendine?)
Bünyamin çok sevinip, dedi: (Elbet isterim.
Senin gibi kardeşi kim istemez efendim.
Ve lakin senin baban, benim babam değil ki.
Hem de seni, dünyaya annem getirmedi ki.)
Bünyamin'in sözleri, çok tesir etti ona.
Ağlayarak sarıldı Bünyamin'in boynuna.
Artık gizleyemedi hakiki künyesini.
(Ben Yusuf'um!) diyerek, tanıttı kendisini.
Diğer kardeşlerini kastedip sonra hemen,
Buyurdu ki: (Onların, bize daha evvelden,
Yaptıkları şey için, hiç mahzun olma sakın.
Çünkü bize ihsanı, pek çok oldu Allahın.
Bizi helak olmaktan kurtarıp cenab-ı Hak,
Sonra birbirimize kavuşturdu işte bak.)
Çünkü Yusuf Peygamber, diğer kardeşlerini,
Affetmişti tamamen o eski işlerini.
Kalbinde, onlar için hiçbir kötü düşünce,
İntikam alma gibi bir şey yoktu zerrece.
Kardeşi Bünyamin'in kalbinin de tamamen,
Tertemiz olmasını isterdi böyle aynen.
Ve tembih eyledi ki kardeşi Bünyamin'e:
(Sakın bu halimizi, açma diğerlerine.)
Bünyamin peki deyip, arz etti ki ardından:
(Gitmek istemiyorum ama senin yanından.)
Yusuf aleyhisselam buyurdu: (İyi ama,
Babamız zaten üzgün benim ayrılığıma.
Sen dahi hiç sebepsiz dönmezsen eğer geri,
Dayanılmaz hal alır babamızın kederi.
Evet, senin gitmeni ben de istemiyorum.
Ama buna bir çare, yol bulalım diyorum.)
Bünyamin sevindi ve verdi ki şöyle cevap:
(Bu işte karar senin, istediğin gibi yap.)
Sonra Yusuf Nebi'ye geldi vahy-i ilahi.
Öğrendi böylelikle çaresini o dahi.
Şöyle ki, o zamanlar, İbrahim Peygamberin,
Dininde, çalınsaydı bir malı bir kimsenin,
Ve çalınan o malı, o malın sahibi de,
Eğer yakalasaydı hırsızın üzerinde,
Hırsızın hürriyeti elinden alınarak,
Ona esir olurdu, derhal ceza olarak.
Bunu, Yusuf Peygamber vahiyle öğrenince,
Bünyamin'in yüküne, tas koydurdu gizlice.
Tas, Mısır Melikine ait olup hem dahi,
Som altından yapılmış, kıymetliydi bir hayli.
. Siz hırsızsınız!
Yusuf aleyhisselam, onbir biraderine,
Birer yük buğday verip gönderdi yerlerine.
Ve lakin Bünyamin’in yanında kalmasını,
Temin için, melikin altından su tasını,
Gizlice Bünyamin'in yüklerinin içine,
Koymasını emretti hizmetçiden birine.
O da, gizli olarak o tası alıp hemen,
Bünyamin'in yüküne koydu belli etmeden.
Ve kafile ayrılıp, bir miktar yol gidince,
Bir memur, peşlerinden seğirterek hemence,
Şöyle nida etti ki: (Durunuz ey insanlar!
Zira bu kafilenin arasında hırsız var.)
Bu nida üzerine, kafile durdu o an.
Rahatsız olmuşlardı böyle bir suçlamadan.
Şerefli kimselerdi onların hepsi birer.
Çünkü Yakub Nebi’nin oğulları idiler.
Böyle nida edene dönerek onlar yalnız,
Dediler: (Ne kayboldu, nedir aradığınız?)
Demek istediler ki: Bu, çalınmış değildir.
Aradığınız o tas, kaybolmuş olabilir.
Nitekim o münadi öyle nida ederken,
Emir almamış idi hiç Yusuf Peygamberden.
Vaziyetten habersiz bazı vazifeliler,
Melikin su tasını yerinde görmediler.
O sırada, orada olunca o kafile,
Onların çaldığını zannettiler haliyle.
Ve Yusuf Peygamberden bir talimat almadan,
Öyle bağırmış idi o münadi arkadan.
Lakin o kafilenin, aradığınız nedir?
Bu, hırsızlık değil de bir kayıp olabilir.
Demesi üzerine, lafı değiştirdiler.
(Melikin su kabını zayi ettik) dediler.
Ve nida ettiler ki: (O tası getirene,
Bir deve yükü buğday verilecektir yine.)
Onlar da, dediler ki buna cevap olarak:
(Vallahi sizler dahi bilirsiniz muhakkak.
Fesat çıkarmak için gelmedik buraya biz.
Zannettiğiniz gibi hırsız dahi değiliz.)
Gerçekten böyle birşey yapmazdı o kimseler.
Güvenilir, şerefli insandı hepsi birer.
Peygamber evladıydı her biri ne de olsa.
Başkasının malına, dokunmazlardı asla.
Değil ki kendileri, hayvanlarına bile,
Sahip oluyorlardı bu babta titizlikle.
Yani başkalarına ait olan ot, ekin,
Yahut fidanlarını yememeleri için,
Gerekeni düşünmüş ve tedbir almışlardı.
Hayvanların ağzını yolda kapamışlardı.
Yine onlar, Mısır’dan evlerine dönünce,
Zahire ücretini yüklerinde görünce,
Bunu bile yanlışlık diye addetmişlerdi.
Tekrar geldiklerinde, iade etmişlerdi.
Harama, bu kadar çok dikkat eden insanlar,
Böyle bir hırsızlığı yapamazlardı zinhar.
. Sizi arayacağız
Vakta ki o kafile, bir miktar yol gittiler.
Arkadan bir memurun sesini işittiler.
Derdi ki: (Ey kafile, siz elbet hırsızsınız!
Zira melikimizin tasını çalmışsınız.)
Ne kadar (Biz almadık) dedilerse de onlar,
Yine bu sözlerine inanmadı memurlar.
Dediler: (Sözünüze asla inanmıyoruz.
Şimdi yüklerinizi aramak istiyoruz.
Eğer ki o altın tas, çıkarsa birinizde,
Ona nasıl bir ceza verilir dininizde?)
Dediler: (Hangimizin yükünde çıkarsa tas,
Size esir olmaktır cezası onun esas.
Yani tas, hangimizin yükünde çıkar ise,
Onu alıkoyun ki, köle olur o size.)
Onlar, kendilerine iyice güvenerek,
Böyle söylemişlerdi durumu bilmeyerek.
Yusuf aleyhisselam, emredip memurlara,
Önce diğerlerinden başladı aramaya.
Diğer kardeşlerinin kalbine, herhangi bir,
Şüphe gelmesin diye, almıştı böyle tedbir.
Ve arama sırası gelince Bünyamin’e,
Buyurdu ki: (Boş yere bakmayın onunkine.
Zira melikimizin o kıymetli tasını,
Hiç tahmin etmiyorum onun alacağını.)
Ve lakin kardeşleri ettiler bunda ısrar.
Dediler ki: (Onun da yükünü arasınlar.
Yükü, bizimki gibi aransın ki onun da,
Kalbinizde bir şüphe kalmasın en sonunda.)
Onların ısrarıyla onu da aradılar.
Ve tası, Bünyamin'in yüklerinde buldular.
Onlar bunu görünce, mahcubiyetlerinden,
Başlarını önüne eğdiler hepsi birden.
Zira ummuyorlardı ondan böyle hareket.
Dediler: (Rezil ettin bizi sen en nihayet.
Böyle ne işler açtın sen bizim başımıza.
Ne yüzle gideceğiz, biz şimdi babamıza.)
Bunda, Yusuf Nebi'nin maksadı tekti yani.
O da, alıkoymaktı yanında Bünyamin’i.
Böyle bir neticeye varmak da, ancak o gün,
Babasının dininde olurdu yine mümkün.
Zira Mısır'lıların dinleri, hiç o vakit,
Böyle bir şey yapmaya değil idi müsait.
Bu tedbir ve çareyi, Yusuf Peygamberine,
Hak teâlâ, vahiyle öğretti elbet yine.
Nitekim Hak teâlâ buyurdu ki mealen:
(Yusuf'a bu tedbiri biz öğrettik tamamen.)
Yine buyuruyor ki: (Dilediğimizi biz,
Nice derecelere, ilimle yükseltiriz.)
Yine bir âyetinde şöyle buyurmaktadır:
(Her âlimin üstünde, daha çok bilen vardır.)
Zira Yusuf Nebi'nin kardeşleri hep birer,
Gerçekten fazilet ve ilim sahibiydiler.
Ama Yusuf Nebi’nin, onların her bakımdan,
Üstünde olduğunu eyledi öyle beyan
. Hepsi telaşlandılar
Melikin altın tası, Bünyamin'in yanında,
Çıkınca, kardeşleri şaşırdılar anında.
Bu durum karşısında, birden telaşlandılar.
Ne diyeceklerini adeta şaşırdılar.
Dediler ki: (Bünyamin hırsızlık yaptı ise,
Bu, o kadar şaşkınlık vermedi yine bize.
Çünkü onun vardı ki Yusuf nam bir kardeşi,
O da, çocukluğunda yapmış idi bu işi.
Halbuki Bünyamin’e benzemeyiz biz asla.
O, kardeşi Yusuf'a benziyor daha fazla.
Bünyamin ve Yusuf’a layıktır böyle işler.
Çünkü onlar ikisi, anne bir kardeştirler.
Aynı olduğu için onların anneleri,
Benziyor bu sebepten bunların amelleri.)
(O hırsızlık yaptıysa...) demekle onlar yine,
İhtimal vermemişti hırsızlık ettiğine.
Dediler: (Bir Peygamber evladı, hakikaten,
Yapamaz bu şekilde bir hırsızlık hilkaten.)
Yine, (Eğer yaptıysa, Yusuf da yapmış idi.)
Demekten de, onların maksatları şu idi:
Henüz Yusuf Nebi'nin çocukluk yıllarında,
Bir Peygamberlik nuru parlıyordu alnında.
Babası, daha fazla severdi bu oğlunu.
Diğer biraderleri kıskanırlardı onu.
Sonra da, annesinin genç yaşta vefatiyle,
Henüz çocukluğunda öksüz kaldı haliyle.
Babası Yakub Nebi, ona merhametinden,
Halasının yanına bıraktı onu hemen.
Lakin dayanamayıp onun ayrılığına,
Gidip almak istedi yine kendi yanına.
Ama kızkardeşinden isteyince oğlunu,
Hiç vermek istemedi, halası hemen onu.
Çünkü babası gibi, o da küçük Yusuf’ün,
O yüz güzelliğine hayran idi büsbütün.
İbrahim Peygamberden kendilerine kalan,
Çok kıymetli bir kuşak var idi ki o zaman,
Küçük Yusuf uyurken, bir ara habersizce,
Beline, o kuşağı sarıverdi gizlice.
Yakub Nebi gelince almak için oğlunu,
Onu üzgün görerek, sordu ne olduğunu.
Kız kardeşi dedi ki: (Halilullah’tan gelen,
O kuşak kayboldu da, üzgünüm bu sebepten.)
Evin her tarafını birlikte aradılar.
En son küçük Yusuf’un üzerinde buldular.
İbrahim Peygamberin dinine göre ise,
Birisinin malını çalar ise bir kimse,
Ve onun üzerinde bulunur ise o mal,
Hırsız, köle olurdu mal sahibine derhal.
Yusuf, kendi yanında az daha kalsın diye,
Baş vurmuştu halası, bu gibi bir hiyleye.
İşte kardeşlerinin, Yusuf da çalmış idi.
Dedikleri hadise böylece olmuş idi.
. Bünyamin tutuklandı
(Yusuf da çalmış idi( deyince o kardeşler,
Duymazlıktan gelmişti bunu Yusuf Peygamber.
Yani cevap vermedi onların sözlerine.
Ve eski suçlarını vurmadı yüzlerine.
Düşündü: Unutmadım sizin o işinizi.
Hani siz, yıllar önce masum kardeşinizi,
Yani beni, çocukken babamdan ayırdınız.
Uzaklara götürüp, bir kuyuya attınız.
Sonra beni kuyudan çıkaran o zevata,
Köle diye sattınız çok ucuz bir fiyata.
Şimdi de hırsızlıkla suçluyorsunuz, fakat,
Söylediğiniz gibi değildir hiç hakikat.
Sizin o sözünüzün aslını, Hak teâlâ,
Sizden iyi olarak bilmektedir pekala.
Velhasıl kardeşleri, çok mahcuptu o günde.
Zira tas bulunmuştu Bünyamin’in yükünde.
Mısır’da kalacaktı Bünyamin de bu yüzden.
İşte, kardeşlerini bu idi asıl üzen.
Zira düşündüler ki: Bünyamin dönmez ise,
Nasıl cevap veririz gidip pederimize?
Bünyamin'i almadan dönersek eğer geri,
Kat be kat fazlalaşır babamızın kederi.
Sonra Yusuf Nebi'ye dediler ki: (Ey aziz!
Bünyamin dönmez ise, mahvolur pederimiz.
Zaten o, hep ağlıyor firakıyle Yusuf’ün.
Ağlamaktan, gözüne perde indi büsbütün.
Bünyamin’i, Yusuf'un yerine koyuyordu.
Ve sadece onunla teselli oluyordu.
Çünkü o, Bünyamin'i seviyordu çok fazla.
Bünyamin'in yerini tutamayız biz asla.
Lütfen onun yerine, içimizden birini,
Alıkoy da, ne olur azad et Bünyamin'i.)
Yusuf aleyhisselam dinledi bunu, fakat,
Bu teklifi reddedip, etmedi muvafakat.
Buyurdu ki: (Zulümdür sizin bu teklifiniz.
Sizin fetvanız ile tutukladık onu biz.
Siz bana dersiniz ki, bırak suçlu olanı.
Tevkif eyle yerine günahı olmayanı.
Allaha sığınırım böyle zulüm yapmaktan.
Bu yüzden vazgeçemem onu tutuklamaktan.
Sizin dininiz dahi, böyle emretmektedir.
Aksine bir davranış, zulüm, günah demektir.)
Bu cevap karşısında, kalmadı ümitleri.
Sonra, fısıldaşarak çekildiler hep geri.
Büyükleri dedi ki: (Gelirken buraya siz,
Bünyamin hususunda hani söz vermiştiniz.
Siz şimdi geri dönün, babamızın yanına.
Olan bu hadiseyi anlatın aynen ona.
Ve deyin ki: Bünyamin, gördüğümüze göre,
Hırsızlık yaptığından dönemedi geriye.
Hükümdarın su kabı, çıktı onun yükünden.
Ve Bünyamin, Mısır'da tutuklandı bu yüzden.
Hakikaten çaldı mı, yoksa bir hiyle midir?
Bunun hakikatini sadece Allah bilir.)
. Sabır güzel şeydir
Dokuz kardeş, Mısır'dan dönünce evlerine,
Durumu anlattılar aynen pederlerine.
Bünyamin’in, Mısır’da hırsızlık yaptığını,
Bu yüzden tutuklanıp, orada kaldığını,
Söylediler ise de, inanmadı o fakat.
Çünkü o, etmiyordu onlara tam itimat.
Çünkü Yusuf için de, kendisine bir zaman,
Söylemişlerdi onlar, böyle hiyle ve yalan.
Bu sebeple onlara buyurdu: (Hayır, hayır!
Bu iş böyle değildir, bunda başka hal vardır.
Muhakkak ki aldatmış sizi nefisleriniz.
Bizim dinin hükmünü, nerden bilsin o Aziz?
Bana düşen, sabırdır, umarım Rabbim yine,
Kavuşturacak beni Yusuf'la Bünyamin'e.)
O, zaten ağlıyordu gece ve gündüzleri.
Hatta görmez olmuştu ağlamaktan gözleri.
Oğulları dedi ki: (Niçin hep ağlıyorsun?
Ve ne için onları hiç unutamıyorsun?
Eritip bitirecek bu hasret seni artık.
Bırak bu ağlamayı, kendine etme yazık.)
Evet, Yakub Peygamber üzülüyordu, ama,
Bu bela karşısında sabırlıydı daima.
Bunun için etmedi kat'iyyen feryat, figan.
Ve şikayet etmedi kimseye hiçbir zaman.
Hazret-i Azrail de, üzülüp hatta buna,
Teselli etmek için geldiyse de yanına,
Buyurdu: (Ey Azrail, Yusuf’umu görmeden,
Ruhumu almaya mı bana geldin yoksa sen?)
Azrail arz etti ki: (Hayır, senin derdine,
İştirak etmek için geldim ziyaretine.)
Velhasıl onun derdi olsa da hayli fazla,
Yine de şikayette bulunmadı o asla.
Buyurdu ki: (Ben asla şikayet etmiyorum.
Derdimi, ben Rabbime ancak arz ediyorum.)
Yakub aleyhisselam, Yusuf'undan velhasıl,
Ayrı kaldı kırk sene, veyahut da seksen yıl.
Ve bu müddet zarfında devamlı ağladı hep.
Gözlerinden akan yaş, dinmedi bundan sebep.
Lakin Yakub Peygamber, yine bu hali ile,
Kat'iyyen unutmadı Rabbini bir an bile.
Alimler buyurur ki: (Daraldığında kullar,
Allahü teâlâya daha yakın olurlar.)
Kaldı ki, o, Allahın büyük Peygamberiydi.
Ve kalbi, her mahlukun sevgisinden beriydi.
O, hazret-i Yusuf’u çok seviyordu, evet.
Onun muhabbetiyle ağladı uzun müddet.
Ama oğluna olan bu sevgisi de yine,
Hiç mani olmuyordu Rabbinin sevgisine.
Çünkü o da Allahın Peygamberiydi zaten.
Onu sevmek, Allahı sevmekle birdi aynen.
Nitekim Resulullah buyurdu ki: (Bir kimse,
Beni, kendi nefsinden daha çok sevmez ise,
Hatta ebeveyninden ve bütün insanlardan,
Daha çok sevmedikçe, olmaz kamil müslüman.)
. Asla ümit kesmeyin!
Yakub aleyhisselam, oğlu Yusuf Nebi’den,
Sonra, ayrılmış oldu evladı Bünyamin’den.
Hasretiyle yanarken oğlu Yusuf Nebi'nin,
Bu hasrete, şimdi de eklenmişti Bünyamin.
Ama o, hiç şikayet etmeyip insanlara,
Bir sabır nümunesi gösterdi biz kullara.
Buyurdu ki: (Ben asla şikayet etmiyorum.
Zira bilmediğiniz şeyleri biliyorum.)
O demek istedi ki: Peygamberlik haliyle,
Rabbim, bana çok şeyi bildiriyor vahiyle.
Tefsir alimlerinin çoğu şöyle buyurdu:
Yakub Nebi, ümitle bir şeyi bekliyordu.
Yıllardır hasretini çektiği Yusuf'üne,
O, kavuşacağını beklerdi bir gün yine.
Ziyaretine gelen Azrail’e, o bir gün,
Sormuştu ki: (Ruhunu aldın mı Yusuf'ümün?)
Azrail (Hayır) deyip ve Mısır'ı o ara,
Gösterip, demişti ki: (Onu orada ara!)
Ve ikinci olarak, oğlu Yusuf Nebi'nin,
Küçük iken gördüğü bir rüya vardı ilkin.
İnanıp onun sadık bir rüya olduğuna,
Ümitle, kavuşmayı bekliyordu oğluna.
Ve yine oğulları, Mısır'dan edip avdet,
Aziz'i, kendisine methetmişlerdi gayet.
Onu, her yönü ile methettikleri için,
Yusuf olacağını düşündü o kişinin.
Bünyamin'in hırsızlık yaptığına da zaten,
En ufak bir ihtimal vermemişti esasen.
Hatta yakalayınca kendisini o Aziz,
Dövmeyip, gayet iyi davranmıştı bilakis.
Yakub aleyhisselam, bunu da öğrenince,
Bu hususta tahmini kuvvetlendi iyice.
Yani Mısır Azizi dedikleri kişinin,
Yusuf olacağını düşündü bunun için.
Bu yüzden demişti ki: (Gidin Mısır iline.
Olur ki rastlarsınız Yusuf'un bir izine.
Asla ümit kesmeyin Rabbimizin lutfünden.
Gidin, haber getirin bana siz Yusuf'ümden.)
Onlar peki diyerek, Mısır'a yollandılar.
Gelip Yusuf Nebi'nin huzuruna vardılar.
Dediler ki: (Ey Aziz, inan ki ailemiz,
Pek kalabalık olup, kalmadı zahiremiz.
Paramız az ise de, ihsan et yine bize.
Birer yük buğday ver de, dönelim evimize.
Bundan ayrı olarak vardır ki bir derdimiz,
Bünyamin sebebiyle üzgündür pederimiz.
Zaten o ağlıyordu gece gün Yusuf'üne.
Bu da ilave oldu bu derdinin üstüne.
Gerçi Yusuf hakkında ümidimiz yok, lakin,
Eliniz altındadır kardeşimiz Bünyamin.
Onun firakı ile, hep ağlıyor babamız.
Onu azad eyle ki, tam olsun ihsanınız.
İyilikte bulun ki bizlere sen bu yolla,
İyilik edenleri çok sever Hak teâlâ.)
. Yoksa sen Yusuf musun?
Vakta ki kardeşleri, gelip Yusuf Nebi'ye,
Yalvarınca, (Az daha bize buğday ver) diye,
Yusuf aleyhisselam, onlara şefkatinden,
Kendisini tanıtmak arzu eyledi hemen.
Ve lakin bundan önce, onlara bir nasihat,
Olması kabilinden bir sual sordu bizzat.
Dedi ki: (Siz Yusuf'a yaptığınız o işten,
Tövbe edip, şu anda pişman mısınız cidden?
Siz beni, babamızdan ne için ayırdınız?
Ve niçin beni o gün bir kuyuya attınız?)
O, bunu sormak ile istemişti ki, o an,
İstiğfar eylesinler eski günahlarından.
Yoksa onun maksadı, bunu hatırlatarak,
Değildi hiç onları ayıplayıp kınamak.
Yusuf aleyhisselam, o gün kardeşlerine,
Bu gibi sualleri sorması üzerine,
Bir şaşkınlık içine düştü hepsi büsbütün.
Şüpheyle sordular ki: (Yoksa sen Yusuf müsün?)
Bünyamin de yanında duruyordu o ara.
Tanıttı kendisini en nihayet onlara.
Buyurdu: (Ben Yusuf'um, bu dahi Bünyamin'dir.
Bize bu nimetleri ihsan eden Rabbimdir.
Bizi, birbirimize kavuşturmakla şu an,
Eyledi Hak teâlâ bize büyük bir ihsan.)
Onlar vakıf olunca işin hakikatine,
Hayretle bakıştılar hemen birbirlerine.
Önce Yusuf Nebi'yi meth-ü sena ettiler.
Sonra hatalarını itiraf eylediler.
Dediler ki: (Biz sana yaptığımız o işten,
Günahkâr olduk ama, pişmanız şimdi içten.)
İtiraf eyleyince onlar bu işlerini,
Affeyledi o dahi hemen kardeşlerini.
Buyurdu: (Bundan sonra, bu işleri sayarak,
Size bir ayıplama yoktur ve olmayacak.
Allah, günahınızı eder af ve mağfiret.
O, merhametlilerin en büyüğüdür elbet.)
Affedildiklerini müjdeleyip onlara,
Mahzun gönüllerini ferahlattı o ara.
O gün kardeşlerini, Yusuf aleyhisselam,
Affederek, onlara yaptı çok izzet, ikram.
Kardeşleri, onun bu ikramını görünce,
Ezilip, kendisine dediler ki hemence:
(Bize, çok ikramlarda bulundunuz her zaman.
Ama biz çok mahcubuz o yaptıklarımızdan.)
Cevaben buyurdu ki: (Beni, şimdiye kadar,
Az dirheme satılmış köle bildi insanlar.
Şimdi ben şeref buldum sizlerin sayesinde.
Ve yükseldi mertebem, insanların nezdinde.
Çünkü öğrendiler ki, kardeşiyim sizlerin.
Ve oğullarındanım hem Yakub Peygamberin.
İnsanlar, sayenizde bunları öğrendiler.
Ve ben, nazarlarında şimdi oldum muteber.)
Kendisine zulmeden kardeşlerine, o gün,
Böyleydi davranışı o hazret-i Yusuf’ün.
. Gözleri açıldı
Yusuf aleyhisselam tanıtıp kendisini,
O gün kardeşlerinin affeyledi hepsini.
Ve hemen sual etti babasını onlardan.
Dediler ki: (Çok üzgün senin ayrılığından.
Ağlıyor devam üzre, gece ve gündüzleri.
Hatta çok ağlamaktan görmez oldu gözleri.)
Yusuf aleyhisselam, onların sözlerinden,
Üzülüp, gömleğini çıkardı üzerinden.
Eliyle teslim edip, onu kardeşlerine,
Buyurdu: (Sürün bunu babamın gözlerine.
Babam, benim kokumu alınca bu gömlekten,
Allahın izni ile kurtulur görmemekten.
Sonra, anne babamla bütün ailenizi,
Alıp bana getirin, beklerim hepinizi.)
Ayrıca babasına mektup yazıp o sıra,
Dedi: (Teşrifinizi bekliyorum Mısır'a.)
O gömlekle mektubu alarak kardeşleri,
Tekrar gelmek üzere döndüler hepsi geri.
Vakta ki o kafile koyuldular yollara,
Yakub Nebi dedi ki yanında olanlara:
(Yaşlılık sebebiyle, hakkımda eğer ki siz,
Aklına halel geldi demiyecek iseniz,
Size, bir hakikati diyeyim ki ben bugün,
Şu anda kokusunu alıyorum Yusuf'ün.)
O böyle buyurunca, yanında bulunanlar,
Onun bu sözlerine hiç inanamadılar.
Dediler: (Sen Yusuf'u hiç unutamıyorsun.
Hatta ona kavuşmak ümidi taşıyorsun.
Halbuki yıllar oldu o gideli bu ilden.
Sen ise, hala onu düşürmezsin dilinden.)
Onlar böyle söylerken, o anda oğulları,
Bir müjdeli haberle aşıyordu yolları.
Yehuda ismindeki oğlu, o gömlek ile,
Müjdeyi, babasına getirdi öncelikle.
Zira kardeşlerine, o dedi ki gelirken:
(Yusuf'u, yıllar önce ayırmıştık evinden.
Sonra, kurt yedi deyip ve kanlı gömleğini,
Ben götürüp, üzmüştüm babamızın kalbini.
Şimdiyse bu gömleği, ona ben götüreyim.
Hiç olmazsa bu sefer onu sevindireyim.)
Velhasıl çıkageldi Yehuda gömlek ile.
Müjdeyi, babasına o verdi böylelikle.
O, alıp gözlerine sürer sürmez gömleği,
Bahşetti Hak teâlâ ona tekrar görmeyi.
Oğlunun kokusunu, Yakub aleyhisselam,
O gömlekten alınca, açıldı gözleri tam.
Sonra, öbürleri de gelip pederlerine,
O emanet mektubu verdiler kendisine.
Yakub aleyhisselam açılınca gözleri,
Hemen oğullarına buyurdu şu sözleri:
(Size dememiş miydim hani daha evvelden,
Sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim ben.)
Sizin bilmediğiniz şeyden, onun muradı,
Oğlu Yusuf Nebi'nin hayatta olmasıydı.
. İşte budur o rüya
Yakub aleyhisselam, o müjdeyi getiren,
Oğlundan, Yusuf’unun halini sordu hemen.
O oğlu, cevabında dedi ki: (Çok iyidir.
O, Mısır ülkesinin maliye vekilidir.)
Buyurdu: (Ne yapayım bu dünya mevkiini.
Ben asıl sorarım ki, nicedir acep dini?)
O dahi arzetti ki: (Çok şükür hak dindedir.
İbrahim Halilullah dini üzerindedir.)
Sevindi bu cevaba Yakub aleyhisselam.
Buyurdu: (Şimdi oldu ve nimet oldu tamam.)
Sonra da oğulları dediler: (Ey babamız!
İtiraf ederiz ki, bizler çok günahkârız.
Allahü teâlâya bizim için dua et.
Bizim günahımızı etsin af ve mağfiret.)
Buyurdu: (Sizin için elbet dua ederim.
Kulların günahını affeder çünkü Rabbim.)
O gece seher vakti, kalktı ve kıldı namaz.
Allahü teâlâya eyledi şöyle niyaz:
(Ya ilahi, Yusuf'un benden ayrılığına,
Tahammül edemedim, sığınırım affına.
Yine oğullarımın, Yusuf'a yaptıkları,
İşlerinden ötürü, affeyle sen onları.)
Hak teâlâ, (Onları mağfiret ettim) diye,
Vahiyle haber verdi, hemen Yakub Nebi'ye.
Velhasıl Yakub Nebi, emredip evladına,
Başladılar hemence sefer hazırlığına.
Yetmişüç kişi idi tamamı kadın erkek.
Çıktılar yolculuğa, develere binerek.
Mısır'a yaklaşmıştı kafile böylelikle,
Yusuf aleyhisselam görüştü melik ile.
Karşılamak üzere muhterem babasını,
Topladı askeriyle bütün ümerasını.
Bilcümle ahali de, karşılamak üzere,
Toplu halde çıktılar şehirden uzak yere.
Baba-oğul gördüler birbirini nihayet.
Doruğuna çıkmıştı onlardaki bu hasret.
Develerden inerek, yürüyüp yaklaştılar.
O anda ikisi de, sevinçten ağlaştılar.
Nihayet baba-oğul, hasret ve muhabbetle,
Hemen birbirlerine sarıldılar kuvvetle.
Daha sonra onları, Yusuf aleyhisselam,
Sarayına getirip, gösterdi çok ihtimam.
Anne ve babasına etti çok tazim, hürmet.
Görülmemiş şekilde eyledi ikram, izzet.
Çıkarttı ikisini tahtının üzerine.
Bu lutfünden dolayı şükreyledi Rabbine.
Buyurdu ki: (Ey babam, işte budur o rüya.
Hak teâlâ, bizleri getirdi bir araya.)
Yakub aleyhisselam, kavuşup bu nimete,
Yirmidört sene sonra, göç etti ahirete.
Yusuf Peygamber dahi, bir müddet sonra ondan,
Mısır’da vefat edip, ayrıldı bu dünyadan.
Bu iki Peygamberin hürmetine ilahi!
Böyle sevgi, muhabbet ihsan et bize dahi
14 - EYÜP ALEYHİSSELAM
.Önce çok zengin İdi
Eyüp aleyhisselam, beni İsrail için,
Gönderdiği büyük bir Nebi'dir Rabbimizin.
Çağırdı insanları Allah’ın birliğine.
Yedi kişi inandı kavminden kendisine.
Çok malı mülkü ile, var idi on evladı.
Hak teâlâ, onların hepsini geri aldı.
Hep hastalık içinde sürdüyse de bir hayat,
Hiç şikayet etmeyip, sabretti yine fakat.
Yeniden sıhhat bulup, yaşadı yüzkırk sene.
Daha çok mal ve evlat verildi kendisine.
Güzel huylu ve cömert, merhametli idi pek.
Yardımda bulunurdu muhtaçlara, severek.
Malına, evladına geldiyse de çok ziyan,
Yine geri durmadı ibadetten o bir an.
Hastalıktan, yıllarca oldu da mutazarrır,
Takdire razı olup, gösterdi yine sabır.
Hem öyle bir sabır ki, makbuldü Hak indinde.
Bir darb-ı mesel oldu, insanlık tarihinde.
Onun güzel huyu ve sabrını, cenab-ı Hak,
Kur'an-ı keriminde methetti net olarak.
Buyurdu ki: (Biz ona, belalar verdik, ama,
Bunların herbirine o sabretti daima.
O, ne güzel bir kuldu, hakikaten onu biz,
Yüzünü, hep Allah’a dönmüş bulduk şüphesiz.)
O, nesep yönünden de çok asildi devrinde.
Beşinci torunuydu İshak Peygamber’in de.
Dedesi İshak Nebi, dua ettiği için,
Onun bereketiyle olmuştu hayli zengin.
Sürü sürü hayvanlar, bağlar ile bahçeler.
Vardı haddi hesabı bilinmeyen akçeler.
Yalnız çiftliklerinde, ücret ile çalışan,
Binlerce insan vardı işçi, memur, bahçıvan,
Velhasıl en zengini, o idi zamanının.
Hesabı bilinmezdi servet-ü sâmânı’nın.
O kadar fazla iken malı, mülkü, serveti.
Hiç yok idi kalbinde onlara muhabbeti.
O, kendini tamamen vermiş idi Rabbi’ne.
İbadet ediyordu gece gün Sahibi’ne.
Servetinin çokluğu, onu, Allah yolundan,
Ve Ona ibadetten alıkoymadı bir an.
Hak teâlâ Cibril'i gönderip kendisine,
Onu peygamber yaptı o yer ahalisine.
Allah’ın birliğine eyledi halkı davet.
Bu uğurda uğraşıp, çekti çok dert ve zahmet.
Sonra malı, evladı ve bedeniyle de hem,
İmtihan edilerek, çekti çok gam ve elem.
Pek çok sıkıntılara göğüs gerdi be gayet.
Yine de hiç birinden eylemedi şikayet.
Düşünüp hep bunların imtihan olduğunu,
Bırakmadı bir lahza Rabbine kulluğunu.
Bilhassa sabrı ile ve başka huylariyle,
Sonraki insanlara örnek oldu haliyle.
Ona gelen bela ve musibetlere de hep,
Rahmetten uzaklaşmış şeytandı asıl sebep.
. İlahi İmtihan
Eyüp aleyhisselam, zengin idi be gayet.
Rabbine, gece gündüz yapıyordu ibadet.
Ne zaman ki Rabbini ansa idi o eğer,
Ona selam verirdi göklerdeki melekler.
O, bu minval üzere sürerken böyle hayat,
Allah, onu imtihan etmeyi etti murat.
Onun sahip olduğu malların hepsi birden,
Türlü vesilelerle gidiverdi elinden.
Koyunları, sel ile tamamen oldu telef.
O, buna üzülmeyip, etmedi asla esef.
Kuvvetli rüzgarla da, mahsulü oldu heder.
Yine hiç üzülmeyip, etmedi asla keder.
Velakin mel'un şeytan, bunu fırsat bilerek,
Geldi çoban şeklinde, ağlayıp inleyerek.
Dedi: (Mallarınıza geldi ki öyle bela,
Helak etti onların hepsini Hak teâlâ.
Öyle ki, ne bir koyun, ne de canlı bir hayvan.
Geriye, bir çöp bile kalmadı bunca maldan.)
Eyüp aleyhisselam bunları öğrenince,
Hiç şikayet etmeyip, hamdeyledi hemence.
Buyurdu ki: (Üzülme, yok olan o nimetler,
Bana, Hak teâlâdan gelmişti birer birer.
Emanet duruyordu o mallar bende önce.
Hakiki Sahibine gitmiş oldu böylece.)
Bu cevap, şamar gibi şeytanın suratına,
İnince, çekip gitti hiç bakmadan ardına.
Yine Eyüp Nebi'nin on oğlu vardı ki hem,
Hepsi, ilim sahibi kimselerdi muhterem.
İmtihan etmek için Allah bu Nebi’sini,
Bir afetle, onların geri aldı hepsini.
Hocada ders okurken, zelzele oldu birden.
Böylece on oğlu da vefat etti aniden.
O şeytan, bu sefer de hoca şekli alarak,
Geldi Eyüp Nebi’nin yanına ağlayarak.
Gözünden yaş yerine kanlar akıtıyordu.
Yerden toprak alarak, başına saçıyordu.
Diyordu ki: (Ya Eyüp, yıkıldı evin barkın.
Ve altında kalarak, can verdi on evladın.
Parça parça oldular hepsi enkaz altında.
Feryat figan ederek öldü on evladın da.
Onların feryatları gitmiyor kulağımdan.
Eğer sen işitseydin dayanamazdın bir an.)
Eyüp aleyhisselam, onun bu sözlerinden,
Üzülüp, yaş boşandı mübarek gözlerinden.
Şeytan bekliyordu ki, eylesin o da feryat.
Sabır ve tevekkülü bırakmadı o fakat.
Bir şeytan olduğunu anladı çünkü onun.
Rabbine hamd ederek buyurdu ki: (Ey mel’un!
Eğer vefat ettiyse benim on evladım da,
Emanet bulunurdu zaten benim yanımda.
Onlar, Hak teâlânın bana bir nimetiydi.
Geçici zaman için bana emanetiydi.
Malım da, evladım da, aslında Onundu hep.
Ne için incineyim Rabbime bundan sebep?
. Rahime hatun’un sadakati
Hak teâlâ, hazret-i Eyüb’ü, malı ile,
İmtihan eylemişti sonra da evladiyle.
Her ikisinde dahi, Rabbine şükrederek,
Kazandı imtihanı şikayet etmeyerek.
Bu ikisinden sonra, mübarek bedenine,
Bir hastalık vererek, imtihan etti yine.
Öyle ki, gün geçtikçe ilerledi hastalık.
Takat getirilmesi güç hale geldi artık.
Yedi sene, yedi gün devam etti işbu dert.
Yine de o halinden etmedi hiç şikayet.
Akrabası, ahbabı gelmez oldu yanına.
Eşi Rahime hatun bakardı yalnız ona.
Yedi sene baktı da, yılmadı yine fakat.
Az bulunur cihanda böyle ehl-i sadakat.
Şefkat ve merhametle hizmete etti devam.
Usanmadan, zevk ile gösterdi hep ihtimam.
El işleri yaparak, maişetini dahi,
O, kendi üzerine almıştı bizatihi.
Her neye ihtiyacı olsa idi beyinin,
Kendisi gayret edip, ederdi yine temin.
Eyüp aleyhisselam, çekti de bunca zahmet,
Yine de hastalıktan etmedi hiç şikayet.
Bu sefer lain şeytan, ona adavetinden,
Şehir ahalisine vesvese verdi hemen.
Dedi ki: (Rahime’ye olmayın ki hiç yakın,
Eyüb’ün hastalığı, size de bulaşmasın.
En iyisi, çıkarın onları bu şehirden.
Ancak kurtulursunuz, böyle bir tehlikeden.)
O insanlar, aldanıp şeytan vesvesesine,
Bir haber gönderdiler mübarek zevcesine.
Dediler: (Ey Rahime, uzadı bu hastalık.
Bize bulaşmasından korkar olduk biz artık.
Eyüp ile beraber, çıkın gidin buradan.
Huzursuz oluyoruz, hepimiz zira bundan.
Bu, ilk ve son ihtardır, durmayın biraz bile.
Yoksa ikinizi de, öldürürüz taş ile.)
O gün Rahime hatun, aldı onu sırtına.
Götürdü bizzaruri derhal şehir dışına.
Altına kumlar serip, bir yastık yaptı taştan.
Hizmetini, orada sürdürdü yeni baştan.
Sonra, ot ve saplardan bir kulübe yaparak,
Devam etti hizmete, içinde yatırarak.
Eyüp aleyhisselam bu kulübede artık,
Hayatını sürerken, devam etti hastalık.
Hatta o, senelerce çekti de böyle mihnet,
Yine bu hastalığı, dert değil, bildi nimet.
O, bu kulübesinde hasta yatarken bile,
Emr-i maruf yapardı herkese o haliyle.
(Allahü teâlâyı hatırlayın!) diyordu.
Sabır ve şükretmeyi tavsiye ediyordu.
Rahime hatun ise, şehirli hanımlara,
İplik eğirmek ile meşguldü ara ara.
Onun üstünde idi çünkü maişetleri.
Para kazanıyordu yaparak bu işleri.
. Şeytan aldatamadı
Eyüp aleyhisselam, çekti de nice zahmet,
Yine de hastalıktan etmedi hiç şikayet.
Rahime hatun dahi, şefkat ve merhametle,
Görürdü hizmetini yılmadan, maharetle.
Izdırap çektiğine yalnız üzülüyordu.
Şifayab olmasını bu yüzden istiyordu.
Bir gün de kendisine dedi: (Dua eyle de,
Hak teâlâ bir şifa ihsan etsin bu derde.)
O böyle dediğinde, Eyüp aleyhisselam,
Bir tevekkül içinde bulunuyor idi tam.
Buyurdu: (Ey Rahime, acele etme henüz.
Ne kadar sürmüş idi sıhhatli günlerimiz?)
(Seksen sene) deyince, buyurdu: (Ey Rahime!
Şimdi dua edemem sıhhat için Rabbime.
Zira bu hastalık da seksen sene olmadan,
Şifa talep etmeye utanırım ben Ondan.)
O, bu sözleri ile Hakk'a teslimiyetin,
En güzel örneğini vermiştir bir kul için.
Malına, evladına, sonra bizzat nefsine,
Gelen musibetlerin, sabreyledi hepsine.
O, bu dert ve belanın tattıysa da üçünü,
Tahammülü ve sabrı, aştı beşer gücünü.
Eyüp Peygamber sabrı diye de gayet güzel,
İnsanlık tarihinde oldu bir darb-ı mesel.
Şöyle ki, sabır dense, tahammül dense bize,
Hemen Eyüp Peygamber gelir hep zihnimize.
Belaya sabredince o böyle katlanarak,
Methetti kendisini Kur’anda cenab-ı Hak.
Lakin Eyüp Nebi’nin çok sadık ve vefakâr,
Zevcesi, kendisiyle olurdu alakadar.
Yedi sene müddetle hizmet etti o bizzat.
Şeytan, iki defa da oldu ona musallat.
Bir gün yiyecek için, o yerin çarşısına,
Giderken, biri çıktı aniden karşısına.
Dedi ki: (Ey Rahime, sen Yusuf Peygamber’in,
Torunu değil misin, burada ne gezersin?)
O, insan kılığında bir şeytan idi, fakat,
Rahime, tanımayıp etti ona iltifat.
Dedi: (Eyüp Nebi'nin vefakâr zevcesiyim.
O şimdi çok hastadır, ona hizmet ederim.)
O böyle dediyse de, gitmedi şeytan yine.
Bir fit sokmak istedi onun temiz kalbine.
Dedi: (Niçin sen onun çekiyorsun derdini?
Hastalık sana geçer, düşün önce kendini.
Bak henüz genç kadınsın, üstelik de güzelsin.
Niçin kendi kendine böyle yazık edersin?)
Bu sözler, Rahime’yi üzmüş idi pek fazla.
Dedi: (Onun hakkını ödeyemem ben asla.
Seksen sene, birlikte sürdük de mesut hayat,
Bunca yıl, kendisinden incinmedim hiç fakat.
Şimdi yakalanınca böyle bir hastalığa,
Onu yalnız bırakmak, sığar mı insanlığa?
Hep ben ona muhtaçtım, şu birkaç sene hariç.
Şimdi hasta olunca, terketmek olur mu hiç?)
. Niçin sıhhat İstedi?
Eyüp aleyhisselam yedi yıl çekti mihnet.
Lakin bunu dert değil, bilakis bildi nimet.
Hastalık, günden güne daha şiddetlenince,
Kulluk vazifeleri zorlaşmıştı iyice.
Hastalık elemine getirse de güç, takat,
İbadeti, hakkıyla yapamıyordu fakat.
Ayakta namaz kılmak istemişti bir kere.
Lakin dermansızlıktan, yıkılıp düştü yere.
Daha da şiddetlenip, öyle oldu ki hali,
Diliyle zikre bile kalmadı hiç mecali.
Artık yapamayınca bu kadar da ibadet,
Taattaki aczinden, şöyle dedi nihayet:
(Hakikaten hastalık isabet etti bana.
Erhamürrahiminsin, sığındım ya Rab sana.)
Yani Hak teâlâya sığınarak yürekten,
Kurtulmayı istedi, bu hastalık ve dertten.
Rabbine ibadeti, hakkıyle yapmak için,
Böyle dua etmişti, doğrusu budur işin.
Ve lakin bu hususta, bir kısım müfessirler,
Bunun için, başka da sebepler var dediler.
Mesela, bir gün şeytan görerek Rahime’yi,
Demişti: (Ben Eyüb’ü edebilirim iyi.
Bana, secde etmesi lazımdır onun fakat.
Eğer bunu yaparsa, muhakkak bulur sıhhat.)
Üzülüp, mahzun oldu duyunca bunu ondan.
Derhal sıhhat istedi Allahü teâlâdan.
Yine Eyüp Nebi'ye, bazı iman edenler,
Hasta olduktan sonra, uygunsuz laf ettiler.
Dediler: (O kişide hayır olsaydı şayet,
Ona, böyle hastalık etmezdi hiç isabet.
Çaresi bulunmayan derde olmuş mübtela.
Hiç iyi insanlara gelir mi böyle bela?)
Eyüp aleyhisselam, çok mahzun oldu bundan.
Derhal şifa istedi Allahü teâlâdan.
Yine bazı kimseler, edip onu ziyaret,
Dediler ki: (Bu kimse, hastadır uzun müddet.
Bir merhamet olmadı Rabbinden kendisine.
Bilakis çoğalıyor hastalık günden güne.)
Bu sözlere incinip, dedi ki: (Ya ilahi!
Ben bu derdi çekerim, çok uzun sürse dahi.
Lakin bana, bu sözler dokunuyor be gayet.
Erhamürrahiminsin, bana şifa ihsan et.)
Bir gün de, kendisine Cibril aleyhisselam,
Ziyaret maksadıyla geldi ve verdi selam.
Baktı konuşamıyor, bitkin halde ve mahzun.
Ona sual etti ki: (Neden böyle durursun?)
Eyüp aleyhisselam cevaben kendisine,
Dedi: (Sabırdan başka, bu işin çaresi ne?)
Dedi: (Hak teâlânın hazinesinde, elbet,
Bulunur çok miktarda bela ile musibet.
Ve lakin sen hepsine takat getiremezsin.
Afiyet talep eyle Rabbinden bunun için.)
Eyüp Peygamber dahi, duyunca bunu ondan,
Afiyet talep etti Allahü teâlâdan.
. Hastalıktan kurtulması
Eyüp aleyhisselam, o şehrin haricinde,
Yaşıyordu küçük bir kulübenin içinde.
Onu, Rahime hatun yapmıştı ot ve saptan.
Ona hizmet ederdi bıkmadan, usanmadan.
Bir gün Rahime hatun, yiyecek aramağa,
Kulübeden ayrılıp, gitmişti az ırağa.
O, Eyüp Peygamber’in ayrılınca yanından,
Henüz akşam olmaya var idi hayli zaman.
Tekrardan kulübeye dönmemişti ki hemin,
Hak teâlâ emriyle, geldi Cibril-i emin.
Ve ona buyurdu ki vahiyde Hak teâlâ:
(Ya Eyüp, vermiş idim sana ben dert ve bela.
Sen, bunların hepsine gösterdin sabır, sebat.
Şimdiyse vereceğim sana nimet ve sıhhat.
Yere vur ayağını, iki su fışkıracak.
Onlardan biri soğuk, biri sıcak olacak.
Sıcağıyle gusl eyle, iç soğuk olanından.
Sıhhate kavuşursun bunları yaptığın an.)
Eyüp Nebi alınca bu emrini Rabbi’nin,
Güçlükle kulübeden dışarı çıktı ilkin.
Sonra da ayağını, hafifçe vurdu yere.
İki pınar fışkırdı önünde birden bire.
Biri ile gusledip, içti öbür pınardan.
Halas oldu bir anda bütün hastalıklardan.
Öyle ki, hiç kalmadı bir derdi ve mihneti.
Geri geldi tamamen, eski gücü, kuvveti.
Hak teâlâ, derdine bir anda verdi deva,
Gencecik delikanlı oluverdi bu defa.
Cibril, libas getirdi Cennetten ona birkaç.
Ve Cennetten, başına giydirdi süslü bir taç.
Daha sonra, bir Lütuf bulutu geldi yine.
Altın parçacıkları saçıldı üzerine.
O sırada Rahime, şehirden etti avdet.
Ve lakin birdenbire şaşırıp etti hayret.
Zira görememişti o hazret-i Eyüb’ü.
Çok taaccüb etti ve garibine gitti bu.
Genç ve güzel bir adam otururdu orada.
Eyüp Peygamber ise, yok idi ortalarda.
Düşündü ki: Ben bundan, hiçbir şey anlamadım.
Zira o, tek başına yürüyemez tek adım.
Hiç mecali yok iken az harekete dahi,
Nereye gidebilir o şimdi ya ilahi?
Endişeye kapılıp, sahraya koştu o an.
Sağa sola seğirtip, eyledi feryat figan.
Ve derdi ki: (Ya Eyüp, nerdesin şimdi acep?
Seni hangi canavar kaçırıp da yedi hep?
Ya Rabbi ne acayip, ne garaip haldir bu.
Sen her şeye kadirsin, buldur bana Eyüb’ü.)
Böyle koşuştururken sağa sola sahrada,
Eyüp Nebi, Cibril’le otururdu orada.
Ve lakin sıhhat bulup, genç halini almıştı.
Rahime onu görmüş, lakin tanımamıştı.
Cibril, Eyüp Nebi’ye dedi ki bir aralık:
(Rahime’yi çağır da, kendini tanıt artık.)
. Yeniden genç oldu
Eyüp aleyhisselam, Rabbinin ihsaniyle,
O ağır hastalıktan kurtuldu tamamiyle.
Genç delikanlı olup, bulmuştu tam bir sıhhat.
Rahime onu görmüş, tanımamıştı fakat.
Telaşa kapılarak, o seğirtti sahraya.
Sağa sola koşarak, başladı aramaya.
Cibril, Eyüp Nebi’ye dedi ki o aralık:
(Rahime’yi çağır da kendini tanıt artık.)
O zaman Eyüp Nebi, seslendi ki: (Ey kadın!
Nedendir acep senin bu feryat ve figanın?)
Rahime, genç kişinin sesini işiterek,
Geldi onun yanına biraz ümitlenerek.
Dedi: (Bir hastam vardı, çok ihtiyar, bi-takat,
Onunla seksen sene sürmüştük mesut hayat.
Lakin yedi senedir, hasta idi bir nice.
Ona hizmet ederdim elimden geldiğince.
Yiyecek almak için ayrılmıştım yanından.
Döndüm ki yok yerinde, ağlarım işte bundan.)
Eyüp aleyhisselam buyurdu ki: (Ey hatun!
Ben yardımcı olayım, ne idi adı onun?)
Dedi ki: (Eyüp idi, sabrederdi her derde.
Allahü teâlânın Peygamberi’ydi hem de.)
Sordu yine: (Nasıldı onun şekli ve hali?
Tarif et bana biraz, nasıldı şemaili?)
Dedi ki: (Gençliğinde, benzerdi aynen sana.
Ve lakin şimdi yaşı erişmişti doksana.)
Eyüp aleyhisselam buyurdu: (Ey Rahime!
O Eyüp işte benim, bakma bu genç halime.
Yeniden verdi Rabbim, bana sıhhat, afiyet,
Çok şükür sona erdi o hastalık ve mihnet.)
O bunu öğrenince, çok memnun oldu içten.
Ağladı ikisi de bu sürur ve sevinçten.
Eyüp aleyhisselam ve Rahime, böylece,
İhsan-ı ilahiye kavuştular bir nice.
Daha sonra ayrılıp, o küçük kulübeden,
Şehre gitmek üzere, çıktılar yola hemen.
Tam şehrin kapısına yaklaşınca nihayet,
Onların ikisi de şaşırdılar be gayet.
Zira onlar, orada gördüler ki bu defa,
İnsanlar, akın akın geliyor bu tarafa.
Bilcümle şehir halkı, toplanmış kadın erkek,
Kendilerine doğru gelirdi sevinerek.
Eyüp Nebi, onlara etti ki şöyle sual:
(Nereye gidersiniz güruh güruh, ne bu hal?)
Dediler ki: (Gaibten bir ses duyduk hepimiz.
Diyordu: Ey insanlar, dikkatle dinleyiniz.
Vakta ki Eyüp diye vardı ki bir Peygamber,
Onu, şehir dışına kovmuştunuz beraber.
Şimdi o sıhhat buldu, şehire gelmektedir.
Çıkıp karşılayınız, şimdi filan yerdedir.)
Eyüp aleyhisselam şehire geldiğinde,
Gördü ki, evi barkı duruyor hep yerinde.
Halbuki yıkılmıştı evi ve binaları.
Hak teâlâ yeniden ihsan etti onları.
. Rahime Hatun’un kıymeti
Eyüp Nebi, eşiyle şehre vasıl oldular.
Köhnemiş evlerini, sapasağlam buldular.
Önce sahip olduğu bilcümle servetine,
Daha ziyadesiyle kavuştu tekrar yine.
On oğlu var idi ki, etmişlerdi hep vefat.
Hak teâlâ, hepsine yeniden verdi hayat.
On oğul daha verdi ona hem Hak teâlâ.
Her hali, eskisinden oldu iyi ve âlâ.
Yüz çeviren dostları, gösterdiler muhabbet.
İnsanlar, daha fazla ettiler ona rağbet.
Ve lakin Eyüp Nebi, henüz sıhhat bulmadan,
Rahime hatun için üzülmüştü bir zaman.
Gadaplanıp, yeminle demişti ki ona hem:
(Yüz sopa vuracağım sana iyileşirsem.)
Sıhhate kavuşunca, hatırladı ahdini.
Lakin istemezdi ki, kırsın onun kalbini.
O, bunu dert edinip, düştü bir üzüntüye.
(Bu ahdimi, ne tarzda ifa ederim?) diye.
O, böyle düşünürken bu yemin ve ahdini,
Rabbimiz, kendisine gönderdi şu vahyini.
Buyurdu ki: (Ya Eyüp, incesinden yüz adet,
Çubuk al, iple bağla, olsun yüzlük bir demet.
Onunla Rahime’ye bir defa vurur isen,
O ahdini yerine getirmiş olursun sen.)
Eyüp aleyhisselam, bu emir gereğince,
Yüz adet çubuk alıp, demet yaptı hemence.
Rahime’ye bir defa vurarak hafifinden,
Kurtuldu böylelikle, o yemin ve ahdinden.
Hazret-i Rahime’nin incinmemesi için,
Bu vahyi göndermişti ona Rabbil âlemin.
Zira Rahime hatun, yedi sene müddetle,
Ona, can-ü gönülden baktı hem merhametle.
Her türlü hizmetini yaptı hiç usanmadan.
Hem de bir defa olsun, asla surat asmadan.
Maişetini dahi, ederdi kendi temin.
O, böyle fedakârdı, hem de sadık ve emin.
Kusursuz hizmet etti, şefkatle, acıyarak.
Bir insanda sadakat, bu kadar olur ancak.
Erzaksız bırakmadı hiç hazret-i Eyüb’ü.
Çok fedakârlık ister, zira kolay değil bu.
Hatta bir gün, elinde kalmamıştı hiç para.
Fazla elbisesini alıp gitti pazara.
Satıp, parası ile aldı yiyeceğini.
Yine de yiyeceksiz bırakmadı beyini.
Böyle fedakârane edince ona hizmet,
Hak teâlâ katında, kazandı büyük kıymet.
Eyüp aleyhisselam yüz yerine, bir defa,
Vurarak, yeminini edince böyle ifa,
Sordu Rahime hatun hikmetini bu işin.
Buyurdu: (Vahiy geldi Rabbimden bunun için.)
O, hazret-i Eyüp’ten işittiğinde bunu,
Bildi Hak teâlânın kendisine lütfunu.
(Hak teâlâ, hususen lutfetti bana) diye,
Sevinip, şükreyledi olan bu hadiseye.
. Niçin ah etti?
Eyüp aleyhisselam, yedi yıl çekti mihnet.
Sonunda halas olup, buldu sıhhat, afiyet.
Lakin gece olup da, gelince vakt-i seher,
Şiddetli bir (Ah) edip, gözünden aktı seller.
Rahime hatun dahi, işitti bu (Ah)ını.
Ve sordu kendisinden niçin ağladığını.
Buyurdu: (Ey Rahime, çekerken ben bu derdi,
Bir nida işitirdim her gece, seher vakti.
Ey benim hasta kulum, bugün nasılsın? diye,
Muhatap oluyordum hitab-ı ilahi’ye.
Bekledim duymak için, bu seher vakti dahi.
Gelmedi lakin bu kez, o hitab-ı ilahi.
Gerçi kalmadıysa da hastalıktan bir eser,
Ve lakin bu şereften, mahrum kaldım bu sefer.)
Yakınları sordu ki kendisine bir defa:
(Ya Eyüp, yedi sene çektin çok dert ve bela.
Peki, bize der misin, bu seneler içinde,
Sana, en zor ne geldi hastalık haricinde?)
Buyurdu: (Hastalıktan etmedim hiç şikayet.
Dostların serzenişi zor geldi bana gayet.
Birkaç mü’min vardı ki, beni çok sever iken,
Sonra hasta olunca, yüz döndürdüler birden.
Dediler ki: Bu nasıl Peygamber’dir acaba?
Hak teâlâ, dünyada koydu onu azaba.
Onda hayır olsaydı, çekmezdi çok meşakkat.
Etmezdi Allah ona, bu dertleri musallat.
O, nasıl yakındır ki Allah’a böyle acep,
Hayatı, dert ve bela çekmekle geçiyor hep?
Onların bu sözleri incitti beni fazla.
Hastalıktan, bu kadar incinmemiştim asla.
Başka gün, birkaç kişi etti beni ziyaret.
Dediler: Bu kişiye, niçin geldi bu mihnet?
Hem sonra senelerce, niçin sürdü bu bela?
Niçin şifa vermiyor bu zata Hak teâlâ?
Eğer o olsa idi, iyi ve salih biri,
Vermezdi Allah ona bunca musibetleri.
Hem de bu hastalığı, iyileşmek yerine,
Daha da şiddetlenip, artıyor günden güne.
Beni çok incitmişti bu gibi sözler dahi.
Rabbime sığınarak, dedim ki: Ya ilahi!
Çektim bu hastalığı yedi sene, yedi ay.
Hiç şikayet etmedim, gelmişti bana kolay.
Nice zaman çekmeye razıydım dert, hastalık.
Lakin bu serzenişler, güç geldi bana artık.
Zerrece incinmedim hastalıktan ve dertten.
Lakin bu gibi sözler, incitti beni hepten.)
Ve Eyüp Peygamber’in, olunca yaşı yüzkırk,
Rabbine kavuşmayı arzulamıştı artık.
Nihayet az bir zaman kalınca eceline,
Evladından Havmel’i, vekil kıldı yerine.
Techiz ve tekfinini ona tevdi ederek,
Teslim etti ruhunu, en son (Allah!) diyerek.
Ya Rabbi, bu mübarek Peygamber hürmetine,
Kavuştur bizi onun yüksek şefaatine.
.
15 - ŞUAYB ALEYHİSSELAM
.Çok nasihat ederdi
Medyen’e gönderdiği Peygamber’dir Allah’ın.
Ve kayın pederidir Musa Kelimullah’ın.
Sözleri, dinleyene ettiğinden çok tesir,
Kendisine (Hatib-ül enbiya) denilmiştir.
Asil bir aileye mensup idi kendisi.
Bu kavmin arasında geçti gençlik senesi.
Bakıp üzülüyordu, o azgın insanlara.
Çünkü sapmışlar idi bozuk, bâtıl yollara.
Allah’a ibadeti bırakarak büsbütün,
Putlara, heykellere taparlardı gece gün.
Çoğu uğraşıyordu ticaret işleriyle.
Lakin ölçü tartıda, yaparlardı çok hiyle.
Yolcu ve garipleri, yollarda kollayarak,
Alırlardı malını, hiyleye başvurarak.
Eziyet eyledikçe hatta garip birine,
Bundan zevk alırlardı, hem nedamet yerine.
Bolluk ve bereketle yaşıyorlardı, ancak,
Nankörlük yaparlardı azıtıp şımararak.
Zulüm ve sapıklıkla yaşarlarken böyle tam,
Peygamber gönderildi Şuayb aleyhisselam.
Onları toplayarak, buyurdu ki: (Ey kavmim!
Ben size, Rabbimizden gelen bir peygamberim.
Allah’a şirk koşmaktan sakının ki muhakkak,
Sadece tek O vardır ibadete müstehak.
Aldatmayın kimseyi sakın alış verişte.
Yoksa ahiret günü, yanarsınız ateşte.
Zayıf ve gariplere etmeyin ki eziyet,
Mahşerde, haklarını alırlar sizden elbet.
Eğer dediklerime riayet ederseniz,
Ölünce, ebediyyen rahata erersiniz.
Eğer dinlemezseniz, biliniz ki elbette,
Azaba uğrarsınız dünya ve ahirette.)
O, tebliğ ettiyse de kavmine hakikati,
Lakin dinlemediler, bu doğru nasihati.
Hakaret eylediler hatta Şuayb Nebi’ye.
Ve tehdit eylediler (Nasihat etme!) diye.
Ve lakin onun nuru, yayıldı dalga dalga.
Medyen’den Şam’a kadar, ulaştı cümle halka.
Allah aşkıyla yanan çok gönül sahipleri,
Görmeye geliyordu bu büyük Peygamber’i.
Ve lakin Medyen’liler, mani olmak üzere,
Eziyet ederlerdi dışardan gelenlere.
Şuayb aleyhisselam, bütün bunlara rağmen,
Kat'iyyen yılmıyordu kavmine nasihatten.
Buyurdu ki: (Ey kavmim, niçin anlamazsınız?
Ben nasihat ettikçe, siz daha azarsınız.
Halbuki sizin için çırpınıp duruyorum.
Çünkü yanacaksınız, bunu duyuruyorum.
Size yasak ettiğim haram, günah işlerden,
Ben de sakınıyorum, daha fazla sizlerden.
Ve istemiş olduğum emirlere gelince,
Ben dahi yapıyorum, sizlerden daha önce.
Sizden istediklerim, size verir menfaat.
Niçin siz yapmamakta edersiniz hep inat?
Zor ile yaptırmaya gücüm yok benim asla.
Ve lakin yardımcımdır her işte Hak teâlâ.
Ben Ona güvenirim, Odur hakim-i mutlak.
Biliniz ki, her şeye kadirdir cenab-ı Hak.)
. Yine İnanmadılar
Şuayb aleyhisselam, her ne kadar kavmine,
Nasihat ettiyse de, inanmadılar yine.
Onlar inkâr etse de, o asla yılmıyordu.
Sabredip, tekrar tekrar nasihat ediyordu.
Bir gün yine onlara buyurdu ki: (Ey kavmim!
Beni, Resul olarak gönderdi size Rabbim.
Ben haber veriyorum size her hakikati.
Bilin ki, dediklerim olacaktır pek kat'i.
Ey kavmim, hatırlayın ne oldu Nuh kavmine?
Onlar da inanmazdı Hakk'ın Peygamberine.
Lakin inat edince, sonunda cenab-ı Hak,
Bir tufanla, onları eylemedi mi helak?
Bir de Hûd’un kavmini düşünün ey insanlar!
Onlar dahi küfürde etmişlerdi çok ısrar.
Ve lakin o kavim de, en sonunda malesef,
Kuvvetli bir rüzgarla olmadılar mı telef?
Ve ey kavmim, düşünün Semud kavmini yine.
Karşı gelmişler idi kendi Nebilerine.
Onlar dahi küfürde edince böyle inat,
Allah göndermedi mi onlara da bir afat?
Hazret-i Cebrail’in bir kuvvetli sesiyle,
Helak olmadılar mı bir yer zelzelesiyle?
Ey kavmim, son olarak düşünün Lut kavmini.
Onlar da inkâr etti, kendi Peygamberini.
Hem de onlar, sizlerden, zaman ve yer olarak,
Siz de bilirsiniz ki, değildir fazla uzak.
Onların da başına geleni bir düşünün.
Nasıl yerin dibine geçmişlerdi büsbütün.
Bu misaller, herşeyi söylüyor açık açık.
Bu gafleti atın da, son verin küfre artık.
Bu putları bırakıp, iman edin Allah’a.
Ve artık hiç dönmeyin, bu isyan ve günaha.
Mağfiret dilerseniz, günahınız affolur.
Şüphesiz benim Rabbim, çok rahim ve gafurdur.)
O, bu nasihatleri ettiyse de kavmine,
Onlar inatlarından inkâr ettiler yine.
Dediler ki: (Ey Şuayb, senin bu aşiretin,
Olmasaydı, elbette gelmişti sonun senin.
Eğer düşünmeseydik onların hürmetini,
Taşlamak suretiyle, öldürürdük biz seni.)
Şuayb aleyhisselam, kavmini dinleyerek,
Şöyle dedi onlara asla çekinmeyerek:
(Ey insanlar, akrabam, sizlerin indinizde,
Allahü teâlâdan daha mı azizdir de,
Onlardan çekinerek beni öldürmezsiniz.
Allahü teâlâya hiç önem vermezsiniz.
Hiç çekinmezsiniz de Allahü teâlâdan,
Korkarsınız çok aciz olan akrabalardan.
Ey kavmim, elinizden yapın ne gelir ise.
Ben yine, hakikati söylerim her gün size.
Çünkü ben peygamberim, vazifemdir söylemek.
Yalancı deseniz de, söylerim ölene dek.
Siz inanmasanız da, ne yapsanız da, fakat,
Elbet bir gün meydana çıkacak her hakikat.
Pek yakında bir azap verince size Rabbim,
O zaman görürsünüz yalancı kim, haklı kim?
Siz şimdi hazır olun gelecek o azaba.
Bakalım ki haliniz ne olacak acaba?)
. Toptan helak oldular
Şuayb Nebi, kavminden hiç de çekinmeyerek,
Buyurdu ki: (Bekleyin, size azab gelecek!)
Ve lakin o azgınlar, yine inanmadılar.
Küfür ve sapıklıkta ettiler inat, ısrar.
Hatta inananları yakalayıp tek be tek,
Derlerdi ki: (Siz ona itimat etmeyin pek.)
Başka memleketlerden gelenleri de yine,
Hemen çevirirlerdi, hep onun aleyhine.
Derlerdi ki: (Şuayb’a inanırsanız şayet,
Çok büyük zararlara uğrarsınız akıbet.)
Şuayb aleyhisselam, oldu buna muttali.
Onlara nasihatle beyan etti bu hali.
Buyurdu ki: (Ey kavmim, ne yapıp durursunuz?
İmana gelenlere mani mi olursunuz?
Bu, gayet yanlış iştir, sakın böyle etmeyin.
Önceki ümmetlerin halini fikreyleyin.
Onlar da yapmışlardı bozgunculuk, ihanet.
N’oldu akıbetleri, düşünün, alın ibret.
Eğer dediklerime inanmıyor iseniz,
Üstünüze gelecek azabı bekleyiniz.)
Kâfirler inad edip, inanmadılar yine.
Ona düşmanlıkları ulaştı son haddine.
Reisleri dedi ki tehditler savurarak:
(Ey Şuayb, söylüyoruz sana biz son olarak.
Ya kabul edersiniz bizim bu dinimizi,
Ya da, diyarımızdan çıkarırız biz sizi.)
O dahi buyurdu ki cevaben o reise:
(Biz asla dönemeyiz sizin milletinize.
Sizin dininiz mi var, siz şirk içindesiniz.
Biz haktan ayrılıp da, bâtıla döner miyiz?)
Şuayb aleyhisselam, kesince ümidini,
Talep etti Rabbinden kavminin helakini.
El kaldırıp dedi ki: (Bizim ile kavmimiz,
Arasında, artık sen hüküm ver ey Rabbimiz!)
Kırık ve mahzun kalple devam edip o daha,
Sonunda, kavmi için eyledi bir beddua.
Çünkü hep gece gündüz uğraşmasına rağmen,
Onlardan ümidini kesmiş idi tamamen.
O inatçı kâfirler, azıtıp günden güne,
Büyük düşman oldular Hakk'ın bu Resulü’ne.
Hem Şuayb Peygamberi, hem de ona inanan,
Mü’minleri katl için, kurdular gizli plan.
Tam dökeceklerdi ki bunu fiiliyata,
Bir müthiş azap ile, yok oldular adeta.
Hazret-i Cebrail’in çok kuvvetli bir sesi,
Sebebiyle, bir anda helak oldu cümlesi.
O kuvvetli sayha ve zelzeleyle, cümle halk,
Yüzleri üzerine düşerek oldu helak.
Şuayb aleyhisselam, iman edenler ile,
Azaptan müteessir olmadılar az bile.
Onlar, imanlarının mükafatı olarak,
Erdiler saadete azaptan kurtularak.
. Yanıp yok oldular
Vakta ki ehl-i Medyen, azapla yok edildi.
Şuayb Nebi, Eyke’ye Peygamber gönderildi.
Lakin Eykeliler de, o kavim gibi aynen,
Aynı fenalıkları yaparlardı tamamen.
Onlar da bolluk ile hayat sürüyorlardı.
Lakin ölçü-tartıda, hiyle yapıyorlardı.
Alış verişlerinde, karşı taraftakine,
Muhakkak zarar vermek, âdetleriydi yine.
Hepsinden de kötüsü, hak yolu bırakarak,
Şirk ile yaşarlardı, putlara tapınarak.
Şuayb Nebi, onların yanına gelip bizzat,
Tesirli sözleriyle eyledi çok nasihat.
Buyurdu ki: (Ey kavmim, şirktir bu yaptığınız.
Niçin bu heykellere ibadet yaparsınız?
İbadet edilmeye layık ve hakkı olan,
Yalnız Hak teâlâdır, siz Ona edin iman.)
Dediler ki: (Ey Şuayb, iddian doğru ise,
Gerçek peygamber isen, mucize göster bize.)
Şuayb Nebi, o zaman seslendi ki: (Ey Putlar!
İlah kimdir, ben kimim, söyleyiniz aşikâr.)
Taş ve ağaçtan mamul, cansız ve aciz olan,
O putlar dile gelip, ettiler şöyle beyan:
(Ey Şuayb, ilahımız elbette cenab-ı Hak.
Sen dahi, o Allah’ın Resulüsün muhakkak.)
Bunu, fasih dil ile söyleyerek o putlar,
Sonra da yere düşüp, parça parça oldular.
Kâfirler bunu görüp, kaçtılar evlerine.
Buna rağmen bir çoğu inanmadılar yine.
Hatta ileri gidip, hadlerini aştılar.
Onun ile istihza etmeye başladılar.
Dediler ki: (Gerçekten peygambersen, dinle bak.
Gökten azap indir de, bizleri eyle helak.)
Şuayb Nebi, o zaman bu azgın kâfir halka,
Bedduada bulundu dönüp cenab-ı Hakka.
Onun bu duasıyla, esti sıcak rüzgarlar.
Öyle ki, bu sıcaktan bizar oldu insanlar.
Çaresizlik içinde, akarsulu, ağaçlık,
Gibi serin yerlere koşuştu hepsi artık.
Ve lakin o sıcaklık, artarak günden güne,
Gölgede de durulmaz bir hale geldi yine.
Akarsular, sıcaktan ısınıp oldu kaynar.
Yine de bu küfürde inad etti insanlar.
Cibril aleyhisselam getirdi bir bulutu,
Ve güneşin önünde mahsusen onu tuttu.
Kâfirler, o gölgeyi görüp çok sevindiler.
Onun altına doğru, her yandan seğirttiler.
Cümle halk toplanınca o bulutun altına,
O anda işittiler hepsi şöyle bir nida:
(Siz Peygamberinizi madem yalanladınız.
Şimdi de Rabbinizin azabını tadınız.
Söyleyin, taptığınız o aciz, cansız putlar,
Güçleri varsa gelip, sizleri kurtarsınlar.)
Sonra da o buluttan, o azgın kâfirlere,
Ateş ve kıvılcımlar saçıldı birden bire.
Hem kâfirler ve hem de onlara ait olan,
Ne varsa ev ve eşya, tamamen yandı o an.
Bir anda yok oldular Allah’ın izni ile.
Kalmadı o kavimden bir nişan ve iz bile.
. Mucizeleri ve vefatı
Şuayb aleyhisselam, halka, tatlı ve güzel,
Bir lisanla nasihat ediyordu mükemmel.
Resulullah, onun bu güzel konuşmasından,
(Hatib-ül enbiyadır) diye bahsetti ondan.
Çok ibadet ediyor, çok namaz kılıyordu.
Ve Allah korkusundan pek fazla ağlıyordu.
Tebliğ vazifesini tamam yapamamaktan,
Korkarak, görmez oldu gözleri ağlamaktan.
Eyke ahalisi de, helak olunduğunda,
Ayrılarak, Medyen’de mekan tuttu sonunda.
Evlendi ve iki de, kızı oldu nihayet.
Kendisi de yaşlanıp, kuvvetten düştü gayet.
Kızlarından birini, verdi Musa Nebi’ye.
Gençleşip, gözleri de başladı tam görmeye.
Daha sonra Mekke’de, bir miktar sürdü hayat.
Birkaç sene sonra da, bu yerde etti vefat.
Zemzem kuyusu ile makam-ı İbrahim’in,
Arasında bulunan mahalde oldu defin.
Nasıl ki her Peygamber mucize gösterdiyse,
Şuayb Peygamber’den de görüldü çok mucize.
Mesela Medyen’liler, birgün ona geldiler.
(Siyah kuzularımız, beyaz olsun) dediler.
Şuayb aleyhisselam (Peki) dedi ve hemen,
Bu işin olmasını talep etti Rabbinden.
Ne zaman ki o bunu, Rabbine eyledi arz,
Bütün siyah kuzular, bir anda oldu beyaz.
Yine bir defasında, gelerek kendisine,
Dediler: (Peygambersen mucize göster bize.)
Buyurdu ki: (Nasıl bir mucize istersiniz?)
Dediler ki: (Dağlardan ibarettir yerimiz.
Dua et de, şu dağlar aradan kalksın artık.
Her taraf, baştan başa olsun dümdüz ovalık.)
Şuayb Nebi, bunu da arz edince Rabbine,
Buyurdu: (Koy elini dağların üzerine.)
Şuayb aleyhisselam, bu emrin gereğini,
Yaparak, o dağlara değdirince elini,
Kudret-i ilahiyle o tepeler ve dağlar,
Giderek, yerlerine geldi dümdüz ovalar.
Bir gün de, kavmi gelip dediler ki: (Biz artık,
Senin asıl gayeni gayet iyi anladık.
Bizim koyunumuz çok, halbuki yoktur senin.
Sen bizim koyunlara sahip olmak istersin.
Peygamberlik yoluyla hakimiyet kurarak,
Bizim mallarımıza istersin sahip olmak.)
Üzüldü Şuayb Nebi bunları işitince.
Bu hususta Allah’a dua etti hemence.
O zaman buyurdu ki Şuayb’a cenab-ı Hak:
(İşaret et taşlara, ne olacak sonra bak.)
Bu emrin gereğini yapınca bu Peygamber,
Bir anda (koyun ) oldu o taşlar birer birer.
Yine bir gün taşlara nazar etti bir kere.
(Bakır )a tebdil oldu o taşlar birden bire.
İsteseydi bir dağdan geçmeyi Şuayb Nebi,
Alçalırdı önünde, dağ sanki deve gibi.
O, kolayca yürüyüp geçince, o dağ yine,
Yükselerek gelirdi tekrar eski haline.
Şuayb aleyhisselam hürmetine ya Rabbi!
Sevgili Habibine bizleri eyle tâbi.
.
16 - MUSA ALEYHİSSELAM
.Firavun’un rüyası
İsrail oğulları Mısır’da yaşarlardı.
Allahü teâlâya ibadet yaparlardı.
Kıbtilerse, tapardı yıldızlara, putlara.
Eziyet ederlerdi müslüman insanlara.
Fir’avn da, kıbtilere mensuptu, bundan sebep,
Köle gibi görürdü beni İsrail’i hep.
O günlerde Firavun rüya gördü bir gece.
Uyanınca, korktu ve telaşlandı bir nice.
Çağırdı huzuruna cümle kâhinlerini.
Rüyasını anlatıp, istedi tabirini.
Dedi: (Beyt-ül makdis’ten, çıktı ateş ve alev.
Mısır’ın evlerini yaktı ve kalmadı ev.
Kıbtileri tek be tek, yakıp kül ediyordu.
Beni İsrail ise, hiç zarar görmüyordu.)
Dediler: (Şöyledir ki tabiri bu rüyanın,
Bu beni İsrail’den bir kimse çıkar yarın.
Büyüyüp gelişince, olur güçlü bir kişi.
Senin saltanatını almak olur ilk işi.
Seni ve kıbtileri, çıkarır yurdumuzdan.
O çocuğun doğması, yakındır hem de şu an.)
Fir’avn bunu duyunca, kin ile doldu içi.
Dedi: (Kim yapabilir bana karşı bu işi?)
(Benim saltanatıma kim son verir?) diyerek,
Düşündü: Öyle ise, bir tedbir almam gerek.
Merhamet hislerinden mahrum idi o zaten.
Kendine yakışacak şu emri verdi hemen:
(Kim beni İsrail’den bir erkek çocuğunu,
Doğurursa, öldürün, yaşatmayın hiç onu.)
Cümle ebeleri de yanına çağırarak,
Söyledi onlara da, bir hayli korkutarak.
Hatta tayin etti ki bazı vazifeliler,
Bu hususta gevşeklik göstermesin ebeler.
Bir kadın, doğursaydı bir erkek çocuğunu,
Doğar doğmaz, anında öldürürlerdi onu.
Bu tüyler ürpertici, insanlık dışı vahşet,
Bütün şiddeti ile sürmüştü uzun müddet.
Böyle devam ederken onun bu işkencesi,
Hazret-i Musa’ya da hamileydi annesi.
Doğum da yakın olup, korkardı ki o hatun,
Eğer oğlum olursa, öldürür bu Firavun.
O zalimin, onlara musallat eylediği,
Ebelerden birini, tanırdı gayet iyi.
Sevdiği bu ebeyi çağırarak gizlice,
Dedi ki: (Senin ile dostluğumuz var nice.
İşte doğum zamanım yaklaştı, bil de bunu,
Göster bana bu babta sevgi ve dostluğunu.)
O da gelip gizlice, girdi bir gün odaya.
Musa aleyhisselam teşrif etti dünyaya.
Ebe de, çocuktaki parlak nuru görerek,
Aşık oldu çocuğa, çok muhabbet ederek.
Dedi ki: (Bu oğlunu, sakla gizli bir yere.
Ben çıkınca, memurlar girerler içeriye.)
Hakikaten o ebe çıkar çıkmaz o evden,
Fir’avnın memurları, kapıya koştu hemen.
. Onu tandıra gizledi
Musa Peygamberin de vardı bir kız kardeşi.
Memurları görünce, ürperdi hemen içi.
Koşarak, annesine korkuyla verdi haber:
(Anneciğim, Fir’avnın adamları geldiler.)
Şaşırdı annesi de neye uğradığını.
Gitti aklı başından, bilmedi n'aptığını.
Bebeği, bir hırkaya sararak can havliyle,
Koyuverdi tandırın dibine o haliyle.
Tandır ise, bir hayli kızmış idi ateşten.
Lakin düşünemedi bunu o telaşeden.
Fir'avnın adamları girdiler içeriye,
Didik didik ettiler bir bebek var mı? diye.
Her yeri aradılar, tandırın içi hariç.
Onu açıp bakmaya lüzum görmediler hiç.
Çünkü kızgın olduğu, belli idi haliyle.
Oraya çocuk koymak, gelmezdi akla bile.
Koymuştu zaten o da, bir şey düşünemeden.
Yoktu aklı başında, korku ve endişeden.
Belli de olmuyordu doğum yapmış bir hali.
Fir’avnın adamları şaşırdılar bir hayli.
Dediler: (Biraz önce, bu evden çıktı ebe.
Muhakkak doğum yaptın, söyle, bebek nerede?)
Dedi: (O gördüğünüz, ebe idi ve lakin,
Ziyarete gelmişti, gelmedi doğum için.)
Bu cevabı alınca, hep gittiler geriye.
Lakin o, çok korkmuştu onu bulurlar diye.
O dehşeti, üstünden kolay atamamıştı.
Bir müddet kendisini toparlayamamıştı.
Ne zaman ki bir ara gelince kendisine,
(Çocuk nerede?) diye sordu kerimesine.
Hadisenin şokundan, o anda çocuğunu,
Hiç hatırlayamadı nereye koyduğunu.
Kız dedi: (Anneciğim, bilmem ki nerde çocuk?
Memurlar geldiğinde, sendeydi, düşün çabuk.)
Onlar, onu aramak telaşesinde iken,
Bir ağlama sesleri geldi tandır içinden.
Bu, hazret-i Musa’nın ağlama sesleriydi.
Sanki, (Ben buradayım) diye haber verirdi.
Can havliyle seğirtip, tandırdan aldı onu.
Bağrına bastı hemen bu göz nuru oğlunu.
Sıcak tandır içinde, görmemişti bir zarar.
Allah, onu ateşten korumuştu aşikâr.
Nasıl Halilullahı yakmadıysa ateşte,
Yakmadı onu dahi tandırda böyle işte.
İlk tehlike, böylece atlatılmıştı, fakat,
Mübarek validesi değildi henüz rahat.
Fir’avnın casusları, bunu öğrenirlerdi.
Bu yüzden yine korku, endişe içindeydi.
Ve lakin Hak teâlâ, ilham etti ki ona:
(Bir zarar gelmeyecek, kâfirlerden oğluna.
Eğer öğrenirlerse bir zaman onlar bunu,
Bir sandığın içinde, Nil’e bırak oğlunu.
Korkma, geri veririz biz onu sana yine.
Ve Peygamber eyleriz hem de Mısır iline.)
Hak teâlâ, kalbine verince bu ilhamı,
Kalmadı bu hususta endişesi, evhamı.
Oğlunu Nil nehrine bırakmak istiyordu.
Ve lakin bu iş için sandık gerekiyordu.
. Oğlunu suya bırak!
Kıbti bir marangozun giderek dükkanına,
Dedi ki: (Şu evsafta sandık yap hemen bana.)
Bu teklif, tuhafına gitti o marangozun.
Dedi: (Ne yapacaksın bu sandığı ey hatun?)
Hakikati, ayniyle izah etti kendine.
Ertesi gün sandığı alıp geldi evine.
Halbuki mü’minlerin düşmanıydı kıbtiler.
O da hemen gitti ki, polise versin haber.
Ve lakin polislere gider gitmez o kıbti,
Bir tek söz söylemeye, olmadı hiç takati.
Zira dili tutuldu o kıbti marangozun.
Bir şey konuşamadan, bekledi uzun uzun.
Fir’avnın memurları, ona sinirlendiler.
(Niçin konuşmuyorsun, niye geldin?) dediler.
Bir şeyler söylemeye çalışıyordu, fakat,
Tek bir söz söylemeye, yok idi onda takat.
Canları sıkılmıştı onların bu kıbtiye.
Dövüp kovaladılar (akıldan noksan) diye.
Dayak yiyip, dükkana gelince geri tekrar,
Gördü ki konuşuyor, dilinde açılma var.
Heyecan ve telaşla, yine gitti bu defa.
İstedi ki, kendini ediversin müdafa.
Lakin söyleyemedi, yine de tek bir kelam.
Bu defa da gözleri kör olmuştu bittamam.
Memurlar baktılar ki, bu marangoz anormal.
Dövüp, hakaretlerle, kovdular yine derhal.
Acınacak bir hale geldi kıbti büsbütün.
Sağa sola çarparak, hor, zelil oldu o gün.
Bu hali, hidayete getirdi lakin onu.
Anladı ilahi bir ikazın olduğunu.
Hem dilsiz, hem kör idi, olmuştu çok perişan.
Yapmak istediğine gönülden oldu pişman.
Dedi: (Bu musibetten kurtulursam ben eğer,
Saklarım bu hususu, kimseye vermem haber.)
Ne zaman ki zihninden geçirdi bu sözleri,
Başladı konuşmaya ve açıldı gözleri.
Bir iman ve hidayet gelmişti kendisine.
Sevincinden kapandı şükrane secdesine.
Velhasıl bu korku da atlatıldı pekala.
Zira hıfzediyordu onları Hak teâlâ.
Sandığı, bir kamıştan yapmış idi o kişi.
Ülül’azm bir Resul’ü taşımaktı tek işi.
Annesi, pamuk koyup bu sandığın dibine,
Yatırdı ihtimamla evladını içine.
Kucaklayıp, gizlice Nil nehrine giderek,
Bıraktı su üstüne, Rabbine güvenerek.
Elbet bir anne için, zor bir şeydi bu gerçi.
Lakin Hakk'a güvendi, rahattı gayet içi.
Taşırdı nehir onu, gayet rahat ve sakin.
Sanki idrakindeydi yaptığı bu hizmetin.
Fir’avnın sarayının civarından geçerken,
Bir kanal ayrılırdı saraya bu nehirden.
Tam o yere gelince, dönüp girdi kanala.
Sanki onu, birisi, sevk etmişti o yola.
Su üstünden süzülüp, geldi kıyıya kadar.
Ağaçlar arasına girdi ve kıldı karar.
Saray hizmetçileri, su için o nehire,
Gelince, o sandığı gördüler birden bire
. Çabuk onu öldürün!
Nehirden o sandığı alıp merak ettiler.
Ve hemen Asiye’ye koşup teslim ettiler.
Hazret-i Asiye ki, eşiydi Firavun’un.
Lakin Hak teâlâya imanı tamdı onun.
Sandığı açtığında, kaldı hayret içinde.
Yeni doğmuş bir bebek vardı zira içinde.
Bir oğlan çocuğuydu, güzeldi hem de gayet.
Kalbinde, o çocuğa duydu büyük muhabbet.
Sandıktan çıkararak, bastı onu bağrına.
Ve hemen söylemedi bu işi Firavun’a.
Çünkü haber verseydi bu erkek çocuğunu,
Derhal emir vererek, (Öldürün!) derdi onu.
Lakin çabuk yayıldı bu haber her tarafa.
Casuslar, Asiye’ye koşup geldi bu defa.
Dediler: (Yanınızda varmış bir erkek çocuk.
Bize teslim eyle ki, boğalım onu çabuk.)
Fakat hemen vermedi, dedi: (Biraz sabredin.
Bununla mı artacak sayısı mü’minlerin?
Ben rica edeceğim gidip de Firavun’a.
Bu erkek çocuğunu bağışlar belki bana.)
Dediler: (Firavun’un emridir bu iş bize.
Hiç erkek çocuğunu bağışlar mı o size?
Biz nerede görürsek bir erkek çocuğunu,
Firavun’un emriyle öldürüyoruz onu.
Ey Asiye, hiç gitme boş yere Firavun’a.
Katiyen bağışlamaz, imkan yok zira buna.)
Dedi ki: (Az bekleyin, bir gidip söyliyeyim.
Eğer bağışlamazsa, gelip size vereyim.)
Ve derhal bebek ile seğirtti Firavun’a.
Dedi ki: (Bu çocuğu bağışla lütfen bana.)
Fir’avn şöyle bir baktı, dedi: (Fakat bu, oğlan.
Bilmez misin oğlanlar öldürülür hep şu an.
Götür de öldürsünler bunu da ilgililer.
Eğer biz öldürmezsek, o bizi helak eder.
Bana öyle gelir ki, bu, İsrail oğludur.
Beni helak edecek o çocuk belki budur.)
Asiye Hatun ise dedi ki: (Ey Firavun!
Niçin öldürtüyorsun, ne suçu var ki bunun?
Bu, masum bir çocuktur, öldürme bunu zinhar.
Bundan, kati surette gelmez sana bir zarar.)
Daha başka şeyler de söyliyerek zevcine,
Bağışlattı çocuğu, nihayet kendisine.
O günden itibaren, Musa aleyhisselam,
Fir’avnın sarayında gördü hürmet, ihtimam.
Ne garip bir tecelli, ne büyük hikmettir ki,
Kucağında büyüttü onu Fir’avn kâfiri.
Hem de büyük itina, izzet ve ikram ile,
Yetişip, bir sıkıntı görmedi zerre bile.
Halbuki o Peygamber, varınca kırk yaşına,
Onun saltanatını yıkacaktı başına.
Esasen Bu çocuğu arıyordu Firavun.
Onu bulup öldürmek, tek arzusuydu onun.
Nice masum yavruyu öldürtmüştü malesef.
Bu yolda hazineler ederdi sarf ve telef.
Halbuki yanındaydı aradığı o bebek.
Kendisi büyütürdü, bizzat hizmet ederek.
. Süt anne aranıyor
Musa aleyhisselam saraya vasıl oldu.
Lakin hiçbir kadının sütünü emmiyordu.
Ona, bir süt annesi bulmak arzu ettiler.
Bu iş için, her yere haberler ilettiler.
Bu hizmete, o kadar oldu ki fazla talep,
Firavun’un sarayı, kadınlarla doldu hep.
Musa Peygamberin de vardı bir kız kardeşi.
O, hep takip ederdi gerilerden bu işi.
Duydu ki, süt annesi ararlar kardeşine.
Sevincinden, sığmadı onun içi içine.
Sair kadınlar ile, o da geldi saraya.
Bilgi toplamak için giriverdi araya.
Gördü ki, biraderi, o gelen hatunların,
Emmiyor hiçbirini, olmuyor hatta yakın.
Onlara söyledi ki: (Buna, süt anneliği,
Yapacak bir kadın var, tanırım gayet iyi.)
Pek de heyecanlıydı bunu söylediğinde.
Hiç belli etmemeye çalışırdı yine de.
Firavun’un veziri, Haman da sezdi bunu.
Anladı bu çocuğun yakını olduğunu.
Dedi: (Senin telaşın nedir böyle ey çocuk?
Niçin ilgilenirsin bu işle, söyle çabuk.
Sen, bunu emzirecek hatunu ne bilesin?
Yoksa bir yakının mı, kardeşin mi bu senin?)
Çocuk da idrak etti işin ciddiyetini.
Haman’ın karşısında topladı kendisini.
Dedi: (Hayır efendim, değilim ben kardeşi.
Yalnız bu gün işitip, merak ettim bu işi.
Gördüm ki, bu çocuğa süt anne arıyorlar.
Şöyle bir yardım etmek istemiştim, o kadar.)
Lakin iyi olmuştu Biliyorum demesi.
Çünkü bulunmamıştı ona bir süt annesi.
Dediler: (Bir kız çocuk, bir şeyler söylüyordu.
İyi bir süt annesi biliyorum diyordu.)
Kalabalık içinden, buldular onu tekrar.
Süt anne hususunda, ondan medet umdular.
Dediler: (Süt annesi biliyordun ey çocuk!
Koş, ona haber ver de, saraya gelsin çabuk.)
Dedi ki: (Bahsettiğim o hatun, benim annem.
Gidip söyliyeyim de acele gelsin madem.)
Sevinç ve heyecanla koşup gitti evine.
Bu müjde haberini söyledi annesine.
Az sonra, ikisi de vasıl oldu saraya.
Girdiler Firavun’un bulunduğu odaya.
Fir’avnın kucağında ağlardı çocuk o an.
O ise, susturmaya çalışırdı durmadan.
Lakin o, görür görmez bir anda annesini,
Ağlamayı bırakıp, kesiverdi sesini.
Aldı onu annesi sevgiyle kucağına.
Sarıldı çocuk dahi, hemen anacığına.
Hiç kimsenin sütünü emmezken daha evvel,
Annesine sarılıp, emdi onu mükemmel.
Dikkatini çekmişti bu durum Firavun’un.
Dedi: (Annesi misin yoksa sen bu yavrunun?)
O böyle söyleyince, endişe etti birden.
Dedi ki: (Hayır hayır, annesi değilim ben.)
Dedi ki: (Bu, yüzlerce kadından, hiçbirinin,
Sütünü emmez iken, seni emdi, ne için?)
. Karşılama merasimi
O dedi ki: (Ey melik, değil yalnız bu bebek,
Her çocuk da, sütümü emerler pek severek.
Çünkü sütüm tatlıdır, her çocuk bunu sezer.
Her hangi çocuk olsa, onlar da böyle emer.)
Odada bulunanlar tasdik ettiler hemen.
Hediyeler verdiler altın ve cevahirden.
Bu mübarek hatunu, Firavun böylelikle,
Süt anne tayin etti, bir dinar gündelikle.
Çocuğunu alarak, dönerken hanesine,
Asiye hazretleri dedi ki kendisine:
(İstersen bu sarayda emzir onu ey hatun!
Çünkü ayrılığına dayanamam ben onun.
Bil ki ben, hiçbir şeyi sevmedim bunun kadar.
Burada emzirirsen, gelmez sana bir zarar.)
Ve lakin validesi, özür beyan ederek,
Sarayda emzirmeyi arzu eylemedi pek.
Dedi ki: (Bir çocuğum daha var benim fakat.
Ondan ayrı kalırsam, kalbim hiç etmez rahat.
Müsade ediniz de, ben evime gideyim.
İkisini beraber, evimde emzireyim.)
Asiye peki dedi onun bu teklifine.
O da, oğlunu alıp, avdet etti evine.
Bir gün evvel, nehire bırakarak oğlunu,
Öldürürler mi? diye, düşünürken hep onu,
Ertesi gün, her türlü korkudan kurtularak,
Yanında besliyordu, endişesiz olarak.
Yaralı olan kalbi, şimdi mesrur ve rahat.
Zira bitmişti artık, her musibet ve afat.
Diyecek yoktu onun, sürur ve sevincine.
Neşeden sığmıyordu o gün içi içine.
Zaten ilham etmişti Allah da ona bunu.
Bir gün içerisinde geri verdi oğlunu.
Musa aleyhisselam gelişince bir miktar,
Asiye, görmek için eyledi yine ısrar.
Dedi: (Çok özlüyorum ben o senin oğlunu.
Şimdi arzum odur ki, göreyim hemen onu.)
O da peki dedi ve bir gün tayin ettiler.
Asiye çok sevinip, dedi: (Ey hizmetçiler!
Falan gün, sarayıma geliyor benim oğlum.
O gün hepinizi de, burada istiyorum.
Karşılasın oğlumu, herkes bir hediyeyle.
Ve hatta bunda herkes, yarışsın birbiriyle.
Bu babta kim daha çok gösterirse itina,
Daha fazla itibar ederim ben de ona.)
O gün yola çıktılar iltifat ve izzetle.
Hazret-i Asiye’ye geldiler bu suretle.
Öyle bir karşılama merasimi oldu ki,
Olmamıştı evvelce bir tören bunun gibi.
Zira hanelerinden çıkıp o bahtiyarlar,
Asiye’nin yanına vasıl olana kadar,
Her bir adımlarında, yapıldı tezahürat.
Verildi çok kıymetli hediye ve mükafat.
Hazret-i Asiye de, sevindi gayet buna.
Çocuğu, muhabbetle alıp bastı bağrına.
Meliklere yakışır bir tarzda etti ikram.
Ve yenildi sarayda çeşitli leziz taam.
Asiye, daha sonra çocuğu Fir’avna da,
Götürdü ki, o dahi bulunsun bir ikramda.
. Heyecanlı İmtihan
Firavun, kucağına oturttu onu, fakat,
O, onun sakalını çekip vurdu bir tokat.
Bu hareket, fazlaca kızdırdı Firavun’u.
İçinden, emir verip öldürtmek geldi onu.
Çocuk ise, eline kamçı alıp bir yerden,
Yaklaşıp, Firavun’un başına vurdu birden.
Firavun daha kızıp, yorumladı kötüye,
Düşündü, aradığım düşmanım budur diye.
Hemen cellatlarına gönderdi ki bir haber,
Derhal gelip, çocuğu orada öldüreler.
Ve lakin bu haberi duyar duymaz Asiye,
Koşup, çalıştı onu bundan vazgeçirmeye.
Dedi ki: (O, çocuktur, bilmeden yaptı bunu.
Bilemez yaptığının uygunsuz olduğunu.)
Lakin bu olanlara, çok kızmıştı Firavun.
Öldürtmek hususunda kararı tamdı onun.
Asiye hazretleri dedi ki: (Az dur hele.
İstersen deneyelim çocuğu bir şey ile.
Mesela bir yakutla, bir de ateş korunu,
Önüne bırakarak, takip edelim onu.
Bunlardan hangisine bakalım el uzatır?
Çocuk mudur, değil mi, o zaman belli olur.
Yakutu almak için uzanırsa o şayet,
Deriz, aklı eriyor, cezasını ver elbet.
Eğer ateş koruna uzatırsa elini,
Anlarız çocuk olup, aklı ermediğini.)
Bu imtihan şeklini kabul etti Firavun.
İkisini getirip, önüne koydu onun.
Çok heyecanlanmıştı Asiye de o ara.
Yakuta uzanırsa, ölecekti o zira.
Çocuk, yakuta doğru uzanıyordu ki tam,
Süratle indi gökten Cibril aleyhisselam.
Ve hazret-i Musa’nın elini tutup birden,
Ateş koruna doğru çevirdi onu hemen.
Musa aleyhisselam, bir kor aldı eline.
Götürüp koydu onu dilinin üzerine.
Hatta mübarek dili, bu kordan yandı biraz.
Bu yüzden, lisanında bir miktar kaldı araz.
Ve lakin Tur dağı’nda, niyaz etti Rabbine.
Düzelip, çok fasih ve beliğ konuştu yine.
Asiye, Firavun’a dedi ki son olarak:
(Aklı ermediğini sen de gördün işte bak.
O, henüz bir çocuktur, bilmez ne yaptığını.
Anlamaz o bu yaşta zararını, kârını.
Öyleyse vaz geç artık, öldürmekten onu sen.
Bir günahsız masumu, ne çıkar öldürmekten.)
Bu hadiseyi görüp, vaz geçti Fir’avn dahi.
Hatta onu sevmeye başladı bizatihi.
Çünkü onda vardı ki bir melahat, güzellik,
Derhal aşık olurdu, kim görseydi onu ilk.
Büyüyüp erginleşti Fir’avnın sarayında.
Ne istese, önüne geliyordu anında.
Onun bineklerine binip dolaşıyordu.
Herkes onu, Fir’avnın oğlu zannediyordu.
Büluğ yaşına gelip, erdi rüşd kemaline.
Hak teâlâ, ilim ve hikmet verdi kendine.
Firavun’un dininin, bozuk din olduğunu,
Bilip, insanlara da anlatırdı hep bunu.
. Mısır’dan hicreti
Fir’avnın sarayında, Musa aleyhisselam,
Büyüdü, erginleşti, delikanlı oldu tam.
Bir gün şehri gezerken, rastladı bir kıbtiye.
Eziyet ediyordu mü’minlerden birine.
Ondan yardım istedi, o mü’min bağırarak.
O da, gelip kıbtiye dedi ki: (Onu bırak!)
Ayırmak istiyorken onları birbirinden,
O kıbti sendeledi, düştü ve öldü birden.
Fir’avn verdi emrini şöylece askerine:
(Onu bulup öldürün, ceza gelsin yerine!)
Musa aleyhisselam, alınca bunu haber,
Mısır'dan hicret ile, eyledi o gün sefer.
Hiç de yol bilmiyordu, şaşa kaldı o saat.
Zira hiç önceleri etmemişti seyahat.
Ana yolu takiben yürüdü yavaş yavaş.
Yoktu hiç yol azığı, yoktu ona bir yoldaş.
Fir’avnın askerleri, onu yakalamaya,
Dağıldılar bilhassa gizli, tali yollara.
Lakin o, ana yoldan, açıkça gidiyordu.
Onun böyle gitmesi, hiç akla gelmiyordu.
Cibril aleyhisselam girip insan şekline,
Rehber olup götürdü, onu Medyen şehrine.
Sekiz gün yolculukta, çekmişti çok meşakkat.
Oturup, insanların haline etti dikkat.
Çobanları gördü ki, önlerinde sürüler.
Sırayla, bir kuyudan onlara su verirler.
Görülmemiş izdiham, sıkışıklık vardı hem.
İnsanlar, bir su için çekerlerdi çok elem.
Onların içlerinde, iki kız vardı, ama,
Kenarda beklerlerdi, girmeyip izdihama.
Yanlarına giderek, buyurdu ki: (Niçin siz,
Diğer çobanlar gibi sıraya girmezsiniz?)
Dediler: (Onlar erkek, biz aciz kadınlarız.
Onlar gider, biz sonra hayvanları sularız.
Gerçi Şuayb namında, bizim bir babamız var.
Lakin o da acizdir, çünkü hayli ihtiyar.)
Onlara şefkatinden dedi ki: (Buralarda,
Başka kuyu var ise, sulayın siz de orda.)
Dediler: (Şu ilerde başka bir kuyu vardır.
Ve lakin üzerinde bir kaya var, çok ağır.)
Buyurdu ki: (Gösterin bana siz o kuyuyu.
Açayım üzerini, belki de boldur suyu.)
Dediler: (O kayayı kaldıramaz on kişi.
Sen nasıl yapacaksın tek başına bu işi?)
Buyurdu: (Hak teâlâ ederse bana yardım,
O kayayı inşallah kolayca kaldırırım.)
Geldi kuyu başına, andı Hak teâlâyı.
Ve Bismillah diyerek kaldırdı o kayayı.
Kızlardan ip ve kova isteyip daha sonra,
Su çekip, rahatlıkla su verdi koyunlara.
Kızlar, hayret içinde bakıp birbirlerine,
Dediler: (Rastlamadık böyle müşfik birine.)
Müteşekkir kalarak ettiler eve avdet.
Lakin onun haline, etmişlerdi çok hayret.
Şuayb Nebi sordu ki: (Ne oldu ki bugün siz,
Her günküne nazaran daha erken geldiniz?)
. Onu bana çağır!
Dediler: (Babacığım, salih bir kimse vardı.
Halimize acıyıp, koyunları suladı.)
Birine buyurdu ki: (Git çağır onu bana!)
Kız, utana sıkıla geldi onun yanına.
Dedi: (Yardımınıza sevindi babam gayet.
Ücretini vermeye, ediyor eve davet.)
O önde, kız arkada, yürüdüler beraber.
(Siz kimsiniz?) diyerek, sordu Şuayb Peygamber.
Dedi: (Yakub neslinden, Musa bin İmran’ım ben.
Mısır’dan hicret ettim Firavun’un şerrinden.)
Buyurdu: (Bu yer girmez, onun mülk sahasına.
Müsterih ol, burada hiç zarar gelmez sana.)
İzin alıp, istedi biraz istirahati.
Çünkü çok meşakkatli geçmişti seyahati.
Kızlardan bir tanesi gelip Şuayb Nebi'ye,
Arz etti: (Onu bize, ücret ile tut!) diye.
(Babacığım, bu kişi çok hayırlı biridir.
Otlatır hayvanları, kuvvetli ve emindir.)
Şuayb Nebi, kızının beğendi bu fikrini.
Ve Musa Peygambere yaptı şu teklifini:
(Yanımda sekiz sene kal ve yardım et bana.
Kızlarımdan birini, nikah edeyim sana.)
Dedi ki: (Ben garibim, hiç yok ki dünyalığım.
Mehrini eda edip, düğünümü yapayım.)
Buyurdu ki: (Lüzum yok dünya mal-ü mülküne.
Sekiz yıl hizmet eyle, geçer mehir yerine.)
Peki deyip, evlendi o kızla en nihayet.
Yanında, sekiz sene kaldı ve etti hizmet.
Hizmete başlayınca o gün hazret-i Musa,
Şuayb aleyhisselam verdi ona bir asa.
Cennette bir ağaçtan yapılmıştı vaktiyle.
Ve hazret-i Âdem’den gelmişti elden ele.
Şuayb aleyhisselam, o gün sürülerini,
Ona teslim ederek, yaptı şu tembihini:
(Ya Musa, koyunları al götür otlatmağa.
Ve lakin şu kavşaktan sola dön, sapma sağa.
Çünkü o sağ tarafta, büyük bir ejderha var.
Korkarım o ejderden zarar görür hayvanlar.)
Musa aleyhisselam, peki deyip, oradan,
Ayrılıp, o noktaya vasıl oldu birazdan.
Ve lakin gelir gelmez sürüyle o kavşağa,
Hayvanları, ısrarla saptılar birden sağa.
Gayret sarfettiyse de çevirmeye o kadar,
Muvaffak olamadı, ilerledi hayvanlar.
Bir hikmet vardır deyip, bıraktı hallerine.
Sonra yatıp uyudu, toprağın üzerine.
Birazdan o ejderha o yere geldi birden.
Ve lakin asa dahi, canlanıp kalktı yerden.
O da oldu ejderha, büyüktü hem de gayet.
Saldırıp, ötekini öldürdü en nihayet.
Uyandı uykusundan hazret-i Musa dahi.
Ölü vaziyetinde gördü o ejderhayı.
. Peygamber olması
Vakta ki söz vermişti o gün Şuayb Nebi'ye,
(Sekiz veya on sene hizmet ederim) diye.
On sene hitamında, Mısır’a dönmek için,
Kendisine arz edip, gitmeye aldı izin.
Eşiyle sürüsünü alarak yanı sıra,
Soğuk bir kış gününde, revan oldu Mısır’a.
En büyük arzusu da, bularak bir yolunu,
Mısır'dan çıkarmaktı biraderi Harun’u.
Yön bilmeden, sahrada, devam eti yoluna.
Vasıl oldu nihayet mübarek Tur dağı’na.
Soğuk kış gecesiydi, sık sık gök gürlüyordu.
Şimşek çakıp, sel gibi yağmurlar iniyordu.
Sürttü çakmak taşını, çalmadı taşı fakat.
Görmüyordu bir yeri, şaşa kaldı o saat.
Soğuktu, karanlıktı, sahrada bir ıssızlık.
Tur dağı cihetinden gördü parlak bir Işık.
Onu ateş sanarak, hanımına dedi ki:
(Gideyim, şu ilerde ateş bulurum belki .)
Yürüdü karanlıkta ateş bulmak üzere.
O ışık, bir ağaçtan yükselirdi göklere.
Kapıldı bir dehşete ve titredi her yanı.
Zira baktı bir ateş, fakat yok hiç dumanı.
Yaklaştıkça, o nur da çekilirdi geriye.
Hayreti daha arttı (Bu gördüğüm ne?) diye.
Hanımının yanına gidecekti ki, fakat,
Eli boş dönecekti, etmedi kalbi rahat.
O nur yükseliyordu yeryüzünden göklere.
O sırada bir nida işitti birden bire.
Hak teâlâ buyurdu: (Ya Musa, ben muhakkak,
Alemlerin Rabbiyim, asanı yere bırak.)
Bu nida üzerine, koyunca onu yere,
Yılan gibi canlanıp, titredi birden bire.
Ve buyurdu: (Elini, koynuna sok ve çıkar.
Görürsün güneş gibi, etrafa ışık saçar.
Git peygamber olarak, kavmini davet için.
Sen, benimle görür ve benimle işitirsin.
Seni gönderiyorum zaif, aciz birine.
Kul olmasına rağmen, gururlanır o yine.
O Fir’avn ki, bilirim niyetini, içini.
O ise zanneder ki, bilmem hiçbir işini.
Sonsuz olmasa idi eğer ki merhametim,
Muhakkak ki bir anda, onu helak ederdim.
İzin versem, göklerden üstüne taş yağardı.
Yer yutar, dağlar ezer, deniz onu boğardı.
Git, resulüm olarak, ona haber ulaştır.
Ve bana ibadete, taate onu çağır.
Hatırlat azabımın şiddetli olduğunu.
Emrimi bildirerek, kulluğa çağır onu.
Yumuşak sözler ile söyle, belki inanır.
Ve belki kendisine gelir de, ibret alır.
Korkutmasın seni hiç onun o şatafatı.
Hep benim elimdedir onun hal-i hayatı.
De ki, Rabbin sıhhat ve saltanat verdi sana.
Sen ise kalkışırsın ilahlık davasına.
Buna rağmen, rızkını kesmiyor Rabbin yine.
Dünya nimetlerini saçıyor üzerine.
İstese verir sana, O bir ceza ve bela.
Zira bunu yapmaya kadirdir Hak teâlâ.)
. Firavun’u İmana daveti
Musa Nebi, alarak biraderi Harun’u,
Gelip iman etmeye çağırdı Firavun’u.
Fir’avn, Musa Nebi’ye sual etti: (Sen kimsin?)
Dedi: (Peygamberiyim alemlerin Rabbinin.)
Hayretle karşıladı böyle söylemesini.
Tek ilah biliyordu zira o kendisini.
Dedi: (Geldin bebekken, sen bizim elimize.
Nankörlük değil midir bu yaptığın iş bize?)
Buyurdu: (Sen zulüm ve işkence yapmasaydın,
Erkek çocuklarını öldürüp boğmasaydın,
Büyütürdü ailem elbette beni yine.
Zulmünün sebebiyle düştüm senin eline.)
Bir cevap veremeyip, bir an sükut eyledi.
(Peki, bu alemlerin sahibi kimdir?) dedi.
Buyurdu: (Kainatta her ne ki şimdi vardır,
Hepsinin yaratanı Allahü teâlâdır.)
O böyle söyleyince, sinirlendi Firavun.
Dedi: (Sen, benden gayri ilah mı tanıyorsun?
Eğer ki böyle ise, haber vereyim sana.
Muhakkak ki seni ben, hapsederim zindana.)
Buyurdu: (Mucizeyle isbat edersem eğer,
Yine beni zindana atar mısın bu sefer?)
Dedi ki: (Sadık isen Peygamberlik davanda,
Haydi, göster bakalım mucizeni şu anda.)
Musa Nebi, elinden yere koydu asayı.
Gördü Fir’avn o anda, koca bir ejderhayı.
Dehşete kapılarak, fırladı koltuğundan.
Ve ne yapacağını şaşırdı korkusundan.
Dedi: (Seni peygamber gönderen o ilahın,
Hakkı için tut onu, üstüme saldırmasın.
Eğer onun şerrinden halas edersen beni,
Serbest bırakacağım seni ve kabileni.)
Musa aleyhisselam, dokununca eliyle,
O ejderha, bir anda bir asa oldu yine.
Fir’avn dedi: (Ya Musa, var mı başka mucizen?
Var ise, onu dahi göster bana şimdi sen.)
Musa aleyhisselam buyurdu ki: (Evet, var!)
Ve elini, koynuna soktu ve çekti tekrar.
Eli, güneş misali başladı nur saçmaya.
Hatta parlaklığından, imkan yoktu bakmaya.
Öyle ki, ışıkları uzaklara giderdi.
Evlerin duvarından içerlere girerdi.
Fir’avnın da ziyadan kamaşmıştı gözleri.
Düşündü bir an için ona iman etmeyi.
Fikrini söyleyince veziri Haman’a da,
Şiddetle karşı çıkıp, vazgeçirdi o anda.
Dedi ki: (Ey Firavun, Musa’ya inanma sen.
Biz sana tapıyoruz, ilahsın sen de zaten.
Sana yakışır mı ki, böyle şey konuşasın?
İlahlığı bırakıp, kula tabi olasın?)
Bu sözler karşısında, vazgeçti inanmaktan.
Apaçık mucizeye, sihir dedi o zaman.
Cümle sihirbazlara gönderdi ki bir haber,
Gelip, Musa Nebi'yle müsabaka edeler.
Bu karşılaşma için, birçok meşhur sihirbaz,
Geldi, hünerlerini eylesinler halka arz.
Binlerce seyirciyle dolmuş idi o meydan.
Zira başlıyacaktı müsabaka birazdan.
. Büyük mucize
Meydana, yetmişiki sihirbaz gelmişti tam.
Fir’avnın karşısında, ettiler arz-ı endam.
Ve ona dediler ki: (Çağırdın geldik, fakat,
Eğer galip gelirsek, ne var bize mükafat?)
Dedi: (Gayet tabii, siz galip gelirseniz,
Benim yakın adamım olursunuz hepiniz.)
Hazret-i Musa dahi, kardeşini alarak,
Teşrif etti meydana, asaya dayanarak.
Baktı ki, toplanmışlar bir hayli çok sihirbaz.
Üzülüp, herbirini eyledi hemen ikaz.
Hiddetle çıkıştı ki: (Yazıklar olsun size!
Hiç beraber olur mu sihir ile mucize?
Siz, Allah ve Resul’e karşı mı gelirsiniz?
Böyleyse, tam hüsrandır ancak akıbetiniz.)
İnsafla karşılayıp, etmediler itiraz.
Toplanıp, müşavere ettiler bunu biraz.
Dediler ki: (Apaçık peygamberdir bu kimse.
Ona iman etmezsek, bir bela gelir bize.)
Ve lakin Firavun’un zararından korktular.
Bunu, müsabakadan sonraya bıraktılar.
Her birinin elinde var idi ip ve ssa.
Edebe riayeten dediler ki: (Ya Musa!
Sen mi önce başlarsın, bizler mi başlıyalım?
Bu babta sen ne dersen, biz de öyle yapalım.)
Cevaben buyurdu ki: (Siz başlayın ilk kere.)
Onlar, aletlerini koydular hemen yere.
Ve sihir tesiriyle, ipler ile asalar,
Oynadı yılan gibi, gördü bunu insanlar.
Sonra hazret-i Musa, asayı koydu yere.
Kocaman bir ejderha oldu o birden bire.
O ip ve sopaları, yerlerden toplıyarak,
Yutuverdi hepsini, bir mucize olarak.
Sihir aletlerinden kalmadı yerde eser.
Az sonra o ejderha, asa oldu bu sefer.
O kadar aletleri yutup aldı içine.
Genişleme olmadı hacminde asla yine.
Bu büyük mucizeyi görünce sihirbazlar,
Peygamber olduğuna verdiler kati karar.
Secdeye kapanarak, dediler ki: (Şimdi biz,
Alemlerin Rabbine iman ettik hepimiz.)
Fir’avn bunu görünce, kudurdu, öfkelendi.
Gadabından, yerinde duramaz hale geldi.
Dedi: (Ey sihirbazlar, siz benden müsadesiz,
Musa'nın tanrısına iman mı edersiniz?
Demek ki oymuş meğer, hepinizin üstadı.
Siz de körüklersiniz demek ki bu fesadı.
Ben sizin cezanızı veririm şimdi ama.
El ve ayağınızı kesip de çaprazlama,
Hurma ağaçlarına asayım da akıbet,
Herkes bu halinizi görsün de alsın ibret.)
Dediler: (Ey Firavun, ne yaparsan yap bize.
Biz iman eylemişiz hakiki Rabbimize.
Senin, ancak dünyada erişir bize zulmün.
Ve lakin ahiret var, hesap var elbet o gün.)
Buna rağmen o zalim, yaptı dediklerini.
O iman edenlerin öldürdü herbirini.
Sabahleyin, cümlesi sihirbaz ve kâfirken,
Akşama mü’min olup, hep öldüler şehiden.
. Kıbtilere gelen azaplar
Fir’avn, Musa Nebi’nin bir çok mucizesini,
Görse de, inkâr etti yine de kendisini.
İnkârla da kalmayıp, beni İsrail’e hep,
Dayanılmaz ezalar yapıyordu ruz-ü şeb.
Musa aleyhisselam, dua etti Rabbine:
(Ya Rabbi, bela gönder bu Fir’avnın kavmine.)
Kabul etti Rabbimiz onun bu duasını.
Gönderdi bu kavime bir tufan belasını.
Su doldu evlerine boğulmayacak kadar.
Bu tufandan, sadece kıbtiler gördü zarar.
Halbuki mü’minlerle bitişikti evleri.
Ve lakin Hak teâlâ hıfz etti mü’minleri.
Gelip Musa Nebi’ye, dediler ki: (Dua et.
Kalksın üzerimizden bu bela ve musibet.
Bundan halas olursak, sana iman ederiz.
Ve Beni İsraile cefadan el çekeriz.)
O dua buyurunca, anında durdu tufan.
Ve lakin o kıbtiler etmedi yine iman.
Bu sefer Hak teâlâ, verdi başka bir afat.
Çekirgeyi eyledi başlarına musallat.
Ekin ve meyvelerden ne varsa, hep yediler.
Sonra da, evlerini istila eylediler.
Kemirdiler bilcümle pencere, kapı, tahta.
Demir çivileri de yediler sonra hatta.
Zira doymuyorlardı çekirgeler ne yese.
Kıbtiler bunu görüp, düştüler büyük ye’se.
İsrail oğulları görmezdi yine zarar.
Buna, yalnız kıbtiler olmuşlardı giriftar.
Aciz kalıp, geldiler yine Musa Nebi’ye.
Dediler: (Dua et de, azab gitsin geriye.
Sana iman ederiz kalkarsa bu musibet.
Ve beni İsrail’e veririz tam hürriyet.)
Dua etti Rabbine Musa aleyhisselam.
Çekirge afeti de, bir anda buldu hitam.
Ve lakin sözlerinde durmadı onlar yine.
Asla inanmadılar Allah’ın birliğine.
Bu azgın kıbtilere, bu sefer Hak teâlâ,
Bit ve güve gönderip, verdi yine bir bela.
Mahsul ve ekinleri istila eylediler.
Hiçbir şey bırakmayıp, ne varsa hep yediler.
Sonra da, evlerini ettiler muhasara.
Bir anda dadandılar mutfak ve odalara.
Her nereye gitseler, bit ve güve vardı hep.
Kıbtiler, bundan dahi oldular çok muazzep.
Yemek pişirmek için alsalar tencereyi,
Görürlerdi içinde binlerce bit, güveyi.
Ağzını pek sıkıca kapatsalar da, yine,
Girerdi bit ve güve o kapların içine.
Bedenlerine dahi girdiler sonra hatta.
Her yerden bit ve güve kaynıyordu adeta.
Gece, yataklarına hücum ederlerdi hep.
Hiç uyuyamazlardı kıbtiler bundan sebep.
Yine Musa Nebi'ye gelerek o kıbtiler,
(Dua et, bu musibet kalksın artık) dediler.
Musa aleyhisselam etti dua ve niyaz.
Kıbtiler, böylelikle bundan da oldu halas.
Ve lakin onlar yine gelmediler imana.
Dediler ki: (Ya Musa, inanmayız biz sana.)
. Azap devam ediyor
Bu kadar çok musibet gördüyse de kıbtiler,
Yine iman etmeyip, küfre devam ettiler.
Hak teâlâ, onlara, yine verdi bir afat.
Eyledi bu sefer de, kurbağayı musallat.
Bir kurbağa sürüsü çıkarak o gün Nil’den,
Gelip, o kıbtilerin evini sardı birden.
Evleri, avluları kurbağa kaynıyordu.
Bir tane öldürseler, bin tane artıyordu.
Yataklarına dahi, dolardı onlar hatta.
Hiç kimse, kurbağadan yatamazdı yatakta.
Biri, konuşmak için ağzını açsa eğer,
İçine kurbağalar sıçrıyordu her sefer.
Yemek pişirmek için, yaksalar bir ateşi,
Derhal söndürürlerdi atlayıp üçü beşi.
Yemek kaplarına da, girerdi kurbağalar.
Ateş ile sıcaktan, görmezlerdi bir zarar.
Bu, öyle bir sıkıntı verdi ki her kıbtiye,
Aciz kalıp, geldiler yine Musa Nebi’ye.
Ağlayıp, bu azabdan ettiler çok şikayet.
Dediler ki: (Mahvetti bizleri bu musibet.
Kaldır üzerimizden bu afet ve belayı.
Biz de iman edelim sana bundan dolayı.)
Musa Nebi, onlardan kavi söz aldı yine.
Belanın def’i için dua etti Rabbine.
Hak teâlâ, bir rüzgar estirerek bu sefer,
O yerde, kurbağadan kalmadı tek bir eser.
Kurbağa musibeti ortadan kalktı, fakat,
Yine göstermediler sözlerine sadakat.
Musa aleyhisselam beddua etti yine.
Nil’in suyu, bir anda dönüştü kan haline.
Sadece kıbtilere geldi lakin bu afet.
Aynı su, mü’minlere tatlı ve saftı gayet.
Mesela su çekseydi bir kıbti bir kuyudan,
O su, onun elinde kan olurdu her zaman.
Sonra, aynı kuyudan, mü’minler çekse eğer,
Onlara, saf ve temiz su gelirdi her sefer.
Bir mü’minle bir kıbti, su içseydi bir kaptan,
Mü’minin içtiği su, kıbtiye olurdu kan.
Bir kıbti, bir mü’minden etti ki bir gün niyaz:
(Şu senin saf suyundan ikram et bana biraz.)
Olur deyip, kabından döktü onun kabına.
Ve lakin döker dökmez, su, birden döndü kan’a.
Dedi: (Önce sen iç de, anla su olduğunu.
Sonra aynı bardakla, sen içir bana onu.)
O da içip dedi ki: (Bu, saf sudur Vallahi.)
Sonra, kendi eliyle, içirdi ona dahi.
Lakin su, girer girmez o kıbtinin ağzına,
Hikmeti ilahiyle dönüştü yine kan’a.
Fir’avn da, susuzluktan kemirdi yaş ağacı.
Lakin bu da, ağzına geldi tuzlu ve acı.
Yine Musa Nebi'ye yalvardılar gelerek.
Dediler: (Bu belaya, gücümüz kalmadı pek.
Rabbine, bunun için eyle de yine niyaz,
Bu kan belasından da, eylesin bizi halas.
İmana geleceğiz, sana söz, hem de kati.
Yeter ki üstümüzden kaldır bu musibeti.)
Dua etti, bu bela ortadan kalktı yine.
Lakin inanmadılar yine onun dinine.
. Firavun’un boğulması
Fir’avn, Musa Nebi’den bu kadar çok mucizat,
Gördüyse de, imana gelmedi yine fakat.
O günlerde, bir vahiy geldi Musa Nebi’ye.
(Mü’minleri alarak, Mısır’dan çık git!) diye.
Musa aleyhisselam, toplayıp mü’minleri,
Tebliğ etti onlara, Hak’tan gelen bu emri.
Ve hazırlık yaparak müslümanlar o gece,
Hep birlikte, Mısır’ı terk ettiler gizlice.
Meşgul etti onları Hak teâlâ o saat.
Aynı anda, hepsinin kızları etti vefat.
Herkes, kendi başının derdine düştü naçar.
Onların gittiğinden olmadılar haberdar.
Ve lakin ne zaman ki, bitti bu defin işi,
Baktılar, mü’minlerden kalmamış tek bir kişi.
Fir’avn da, hadiseyi duyup oldu perişan.
Tedbir almadığına üzülüp oldu pişman.
Onları, peşlerinden takibe verdi karar.
Ordusuyla Mısır’dan çıktılar apar topar.
Güneşin doğmasına kalmıştı ki az zaman.
Gelip, o mü’minlere yetiştiler arkadan.
Görünce müslümanlar Fir’avn ve askerini,
Bir korku ve endişe sardı kendilerini.
Ve lakin Musa Nebi, buyurdu: (Korkmayınız!
Onların şerlerinden, korur bizi Rabbimiz.)
Kızıl deniz çıkınca, önlerine nihayet,
Dedi ki: (Ya ilahi, sen bize ver selamet.)
Emretti Hak teâlâ, o an Musa Nebi’ye.
(Geçmek için, asa’nı o denize vur!) diye.
Asa’sını denize vurunca Musa Nebi,
Denizden oniki yol açıldı cadde gibi.
Zaten beni İsrail, oniki kavimdiler.
Her bir kavim, bir yola girip ilerlediler.
İki yol arasında, dağlar gibi su vardı.
Lakin birbirlerini yine görüyorlardı.
Onlar karşı yakaya geçince sağ ve salim,
Henüz Kızıl denize erişmişti o zalim.
Görünce o yolları, ettiler pek çok hayret.
Kimse gösteremedi girmek için cesaret.
Fir’avn dedi: (Bakınız, deniz de korktu benden.
Heybetimden, yollara ayrılmış ben gelmeden.)
Veziri Haman ise, dedi: (Ben girmiyorum.
Bu, Musa’nın işidir, sen de girme diyorum.)
Fir'avn, hiç aldırmayıp onun bu sözlerine,
Derhal girmek istedi o yollardan birine.
Gitmedi bu sefer de, diretti bindiği at.
Cibril aleyhisselam, çıkageldi o saat.
O yollardan birine, atıyla girdi önce.
Fir’avnın atı dahi, girdi onu görünce.
Hazret-i Mikail de, gelip arkalarından,
Derdi: (Haydi yürüyün, ayrılmayın ordudan!)
Ön ucu varmamışken henüz karşı sahile,
Arka ucu, denize girmişti tamamiyle.
Yani Fir’avn ordusu, denizdeyken kamilen,
Hak teâlâ, denize, (Kapan!) dedi aniden.
O sular birleşerek, kapandı bütün yollar.
Firavun ve ordusu, tamamen boğuldular.
On Muharrem, Aşure günü idi tam o gün.
Mü’minler, şükür için oruç tuttu topyekün.
. Firavun tanrı değildir
Musa aleyhisselam devrinde yaşıyordu.
Firavun’un kızına, dadılık yapıyordu.
Allah’ın birliğine inanmıştı içinden.
Lakin bunu gizlerdi, Firavun’un şerrinden.
Kuvvetli inanmıştı Allah’a hem de gayet.
Ve lakin gizli gizli yapıyordu ibadet.
Bu, bir gün Firavun’un kızının saçlarını,
Tarıyorken, elinden düşürdü tarağını.
Eğilip, o tarağı alıyorken oradan,
Bismillah deyiverdi hiç elinde olmadan.
Kız, hayretler içinde sordu ona: (Ey dadı!
Bu senin söylediğin, acaba kimin adı?)
Dedi: (Öyle birinin ismi ki kızım bu ad,
Onun kudreti ile, var oldu bu kainat.
Canlı cansız her şeyi yaratan, bu ilahtır.
Yoktur Onun şeriki, Onun adı Allah’tır.)
Kız daha şaşırarak, sordu ki ona tekrar:
(Yani babamdan başka, bir ilah daha mı var?
Sen nasıl hiç korkmadan böyle şey söylüyorsun?
Firavun’dan ayrıca bir ilah var diyorsun.)
Dedi ki: (Evet yavrum, Allah vardır ve birdir.
O, bütün âlemlerin Rabbi ve malikidir.
Yeri göğü, herşeyi, seni beni, babanı,
O Allah yaratmıştır cümle kevnü mekanı.
Odur gerçek tek ilah, başkası yok ki daha.
Ben de inanıyorum bu hakiki Allah’a.
Baban ise, çok aciz bir kuldur, ilah değil.
Ona bu saltanatı O vermiştir iyi bil.)
Firavun’un kızına, ağır geldi bu sözler.
Ve gidip, babasına bunları verdi haber.
Kızının bu sözleri kızdırdı Firavun’u.
Ve derhal huzuruna çağırdı bu hatunu.
Dedi: (Sen, benden başka tanrı mı biliyorsun?
Bana değil, Ona mı ibadet ediyorsun?)
Artık gizleyemedi, yoktu başka bir çare.
Söyledi imanını Fir’avna aşikare.
Dedi ki: (Ey Firavun, bilirsin ki tabii,
Sen de aciz, zavallı bir kulsun bizim gibi.
Seni, bizi, her şeyi ve cümle mevcudatı,
Yaratan ilah vardır, Allah’tır Onun adı.
O Allah, hep var idi ve hep var olacaktır.
O ölmez, çünkü herkes o ilaha muhtaçtır.
Sen ise bir fanisin, öleceksin bir zaman.
İlah olabilir mi ölüme mahkum olan?)
Onun bu sözlerine, sinirlendi Firavun.
Ve öldürülmesini emretti hemen onun.
Lakin adamlarına verdi ki bir talimat:
(Alın bunu öldürün, ölmesin hemen fakat.
Her gün başka uzvunu keserek bunun tek tek,
Yavaş yavaş öldürün, işkence eyleyerek.)
İntikam hırsı ile yanıp tutuşuyordu.
O işkence gördükçe, zevkinden uçuyordu.
O zalimin gayesi şuydu ki asıl bundan,
Herkes görüp korksun da, etmesin hemen iman.
Önce, tırnaklarını çektirdi azar azar.
Kırbaçlattı sonra da, kan akıncaya kadar.
Bütün bunlara rağmen, sabrederdi o yine.
Asla zarar gelmedi imanına, dinine.
. Şehid edildi
Merhametsiz Firavun, bu zavallı hatuna,
Çok işkence ettirdi, ihtirası uğruna.
O ise, imanından hiç taviz vermiyordu.
Sabrediyor ve yine (Allah birdir!) diyordu.
Beş yaşında kızı ve oğlu vardı üç aylık.
Bu masum yavrulara el attı hain artık.
Önce kız çocuğunu, anasının yanına,
Getirtip, bir bıçağı dayadı boğazına.
Dedi ki: (Ey Maşita, de bana sen tanrısın.
Yoksa, kanlar içinde ölecektir bu kızın.)
Maşita, bir çocuğa, bir de Fir’avna baktı.
Zalim, bıçak elinde, merhametten uzaktı.
Yine de söylemedi onu o zor zamanda.
İmanda sebat edip, kazandı imtihanda.
Dedi: (Benim ilahım bir tektir, o da Allah.
Zaten Ondan gayri de, yoktur başka bir ilah.)
Firavun bunu duyup, nefret, kin ve gayzından,
Kesiverdi bıçakla masumu boğazından.
Etrafa yayılırken kızcağızın feryadı,
Maşita’da bir vakar, bir kararlılık vardı.
İmanına bir halel gelmemişti katiyen.
Ve lakin kanlı yaşlar akardı gözlerinden.
Firavun, bu hırs ile bağırırdı ki şöyle:
(Benden başka bir tanrı var mıdır, haydi söyle!)
Maşita, imanında tam sebat ediyordu.
Aynı kararlılıkla (Allah birdir!) diyordu.
Bu sefer de Firavun, dönüp adamlarına,
Dedi ki: (O üç aylık bebeği verin bana!)
Kenarda, kızgın halde bir fırın yanıyordu.
Firavun, Maşita’ya şöyle bağırıyordu:
(Benim tanrılığıma şimdi de dersen hayır,
Bu bebeğin, fırında yanacak cayır cayır.
Kızını boğazlayıp öldürdüm, biliyorsun.
Sıra bunda, sen hala inat mı ediyorsun?)
Zalim, bebek elinde o fırına yaklaştı.
Maşita, artık buna dayanamayacaktı.
Düşündü: Bu zalimin dediğini diyeyim.
Fakat yine kalbimden, onu inkâr edeyim.
Vermişti kararını, o sözü diyecekti.
Lakin onu, içinden yine reddedecekti.
Böyle kendi kendine düşünürken, tam o an,
O üç aylık bebeği fırına attı Fir’avn.
Lakin fırın içine düşünce masum bebek,
Seslendi annesine hemen dile gelerek:
(Anneciğim aman ha, söyleme onu sakın!
Biraz daha sabreyle, şimdi kurtulacaksın.
Cennete kavuşmana az kaldı, sabret biraz.
Aradaki mesafe, bir adımdan daha az.
Sakın söylemeyesin Fir’avnın dediğini.
Cennette, çok nimetler bekliyor şimdi seni.
Ben ve ablam, ikimiz, şu anda Cennetteyiz.
Büyük sabırsızlıkla seni beklemekteyiz.)
Maşita, işitince yavrusunun sesini,
Allah dahi, gözünden kaldırdı perdesini.
Çocuğun gördüğünü, o dahi görüyordu.
Bir an önce Cennete kavuşmak istiyordu.
O sırada Maşita vefat etti şehiden.
Cennet nimetlerine kavuştu ebediyyen.
. O da İman ediyor
Asiye binti Muzahim radıyallahü anha.
O zaman, ondan üstün bir hanım yoktu daha.
Bu hatun, Firavun’un zevcesiydi ve lakin,
Çok iyi huylu idi, aksine o kâfirin.
Şefkatli, merhametli, yardım severdi fazla.
Zulüm ve haksızlığa dayanamazdı asla.
Musa Nebi bebekken zaten yıllar öncesi,
Sandıkla, Nil nehri’ne bırakmıştı annesi.
Sandık, su üzerinde gidip bir istikamet,
Fir’avnın bahçesinde karar kıldı nihayet.
Vakta ki o bebeği görür görmez bu hatun,
Korktu ki, zarar yapar ona zalim Firavun.
Çünkü emretmişti ki: (Her kim, bir erkek çocuk,
Görürse, beklemeden öldürsün onu çabuk.)
Asiye, o çocuğa bir zarar gelir diye,
Hemen evlat edinip, sahip çıktı bebeğe.
Halbuki o günlerde imanlı değil idi.
Lakin yaratılıştan pek çok merhametliydi.
Musa aleyhisselam, Fir’avnın hanesinde,
El üstünde büyüdü bu hatun sayesinde.
Peygamber olunca da Musa aleyhisselam,
İnanıp, imanı da oldu kavi ve sağlam.
Lakin önce sakladı, ondan hidayetini.
Gizli gizli yapardı Hakk'a ibadetini.
Ta ki Maşita Hatun zulümle oldu şehid.
Artık gizleyemedi imanını o vakit.
Şöyle ki, o Firavun, Maşita Hatun için,
İşkence ettirirken gayet acı ve çetin,
Seyrederdi Asiye pencereden bu işi.
Maşita’nın haline, kavruldu, yandı içi.
Hemen aşağı inip, gelerek Firavuna,
Dedi ki: (Yeter artık, zulmetme bu hatuna.
Ne kabahati var ki, bu kadar zulmedersin?
Buna dayanılır mı, insafın yok mu senin?)
Lakin tesir etmedi bu sözler ona asla.
Hatta eziyetini, arttırdı daha fazla.
Asiye de gördü ki, sözü hiç etmedi kâr,
Çok üzgün vaziyette, odaya çıktı tekrar.
Saray penceresinden dışarı baktı yine.
Lakin dayanamadı Maşita’nın haline.
Üzüldü, ama bir şey gelmiyordu elinden.
O sırada Firavun içeri girdi birden.
Artık gizleyemedi halini o biçare.
Söyledi imanını Fir’avna aşikare.
Dedi ki: (Ey Firavun, sana yazıklar olsun!
Sen nasıl o masuma eziyyet yapıyorsun?
Sende şefkat, merhamet duygusu yok mudur hiç?
O eziyyet çektikçe, duyuyorsun sen sevinç.)
Firavun, bu sözlerden bir şey anlamadı pek.
Dedi: (Sen de aklını kaçırmış olsan gerek.)
O zaman haykırdı ki ona Asiye hatun:
(Asıl sensin aklını kaçıran ey Firavun!
Çünkü sen, bizim gibi aciz bir mahluk iken,
Ben tanrıyım diyorsun, hiç de haya etmeden.
Halbuki seni, beni, bütün bu kainatı,
Yaratan ilah vardır, Allahtır Onun adı.
İşte ben iman ettim, o hakiki ilah'a.
O, birdir, Ondan gayri bir ilah yoktur daha.)
. Şehid edildi
İmanını açıkça söyleyince bu hatun,
Birden bire şaşırıp, sinirlendi Firavun.
Ve ne yapacağını bilmeyip, kızdı gayet.
Kayın validesini çağırdı en nihayet.
Dedi ki: (Kızın dahi, Maşita gibi aynen,
Kaybetti şuurunu, çare bul buna hemen.)
Sonra da Asiye’ye döndü ve dedi şöyle:
(Ey Asiye, son sözün ne ise bana söyle.
Sen şimdi ya Musa’nın ilahına söversin,
Ya da, Maşita gibi işkenceye girersin.
Haydi ver kararını, ya hayır de, ya evet.
Çabuk, bu ikisinden birisini tercih et.)
Bu tehdidi savurup, çekip gitti odadan.
Annesi, Asiye’ye şöyle dedi o zaman:
(Ey Kızım, Maşita’nın gördün akıbetini.
Dediğini söyle de, azad eyle kendini.
Sen de biliyorsun ki, yoktur bunda merhamet.
Ona yaptığı şeyi, sana da yapar elbet.)
Asiye hatun ise, dedi ki: (Anneciğim!
Hâşâ ben ilahıma hiç sövebilir miyim?
Hayır, hayır, Vallahi, bunu asla yapamam.
Öldürürse öldürsün, söylemem öyle kelam.
İmanımdan kıymetli, neyim var anacığım?
Bu uğurda bir değil, feda olsun bin canım.)
Firavun dışarıdan işitti bu sözleri.
Dört direk arasına bağlattı Asiye’yi.
Acımasız şekilde ederek çok eziyet,
Dedi ki: (Ey Asiye, beni tanrı kabul et!)
Lakin o, imanında hep sebat ediyordu.
Her cefaya sabredip, (Allah birdir!) diyordu.
Firavun, daha kızıp onun bu cevabından,
Mıhlattı bir direğe, el ve ayaklarından.
Sonra yere yatırıp, taş yığdı üzerine.
Asiye, imanından dönmedi asla yine.
O, daha sinirlenip, yaptırdı başka cefa.
Dört direk arasına çiviletti bu defa.
Sırtının üzerine yatırdı onu yine.
Bir değirmen taşını koydurdu üzerine.
Bununla da iktifa etmeyerek o mel’un,
Çok ağır bir kayayı üstüne koydu onun.
Lakin Asiye hatun yine sabrediyordu.
Rabbine, şu şekilde dualar ediyordu:
(Ya Rabbi, Cennetinde bir ev yap benim için.
Ve beni halas eyle, şerrinden bu kişinin.)
Ona ilham etti ki o zaman cenabı Hak:
(Ey Asiye, öyleyse başını kaldır da bak.)
Bu emirle, başını kaldırıp baktığında,
Gözünden de perdeler kalkmış idi o anda.
Artık Asiye hatun Cenneti görüyordu.
Ve hiç acı duymuyor, bilakis gülüyordu.
Çünkü görüyordu ki, o Cennette şimdiden,
Ona köşk yapılıyor, hem de beyaz inciden.
Çok acı işkenceler altında bu hatunun,
Güldüğünü görünce, delirirdi Firavun.
Beklerdi ki, acıdan yalvarsın kendisine.
O ise aldırmayıp, gülüyordu aksine.
Bütün bu cefalara gösterip sabır, sebat,
O da, Maşita gibi şehiden etti vefat.
. Önce İyi huylu İdi
Karun, Musa Nebi'nin ümmetinden biriydi.
Ya amcası, yahut da amcası oğlu idi.
Önceden fakir olup, iyiydi huyu gayet.
Tevrat’ı güzel okur, yapardı çok ibadet.
Dördüncü torunuydu Yakub Peygamber’in de.
İnandı, Musa Nebi peygamber geldiğinde.
İman etmeden önce, Fir’avn’ın veziriydi.
Halka zulüm, eziyet eyleyen birisiydi.
İman ettikten sonra, el çekti vezirlikten.
Kendisini ilme ve taate verdi hepten.
Musa Nebi'ye karşı vardı hürmet, edebi.
Ona, kimya ilmini öğretti Musa Nebi.
Hazreti Musa ile, Harun'dan sonra hatta,
O idi en ileri, ilim ile taatta.
Yüzünün fevkalade bir güzelliği vardı.
Bu yüzden kendisine nur yüzlü diyorlardı.
Kırk sene, dağ başında eyledi hep ibadet,
İblis, onun halini öğrendi en nihayet.
Onu aldatmak için, bir insan kılığında,
Başladı ibadete, gidip onun yanında.
Öyle ki, geçti hatta ibadette Karun’u.
O, iblise inanıp, mübarek bildi onu.
Kalbinde ona karşı besledi çok muhabbet.
Ona çok kıymet verip, eyledi saygı, hürmet.
İblis kavuşmuş idi tam da aradığına.
Hiylesi gereğince, şöyle dedi Karun’a:
(Dağ başında durmakla iyi mi yapıyoruz?
Eş dost hasta olsalar, ilgilenemiyoruz.
Ve hatta ölseler de, olmuyoruz haberdar.
İşte bu bakımlardan bir noksanlığımız var.)
Karun onu dinledi ve hak verdi İblis’e.
Dedi ki: (Ne yapmamız lazımdır öyle ise?)
İblis de, (İnsanlara karışmak lazım) deyip,
Dağdan köye indirdi Karun’u ikna edip.
Başladılar taate bir yere kapanarak.
Yemek getirirlerdi onlara her gün o halk.
Bir müddet böyle devam edip taatlerine,
Sonunda şöyle dedi Karun’a İblis yine:
(Ey Karun, başkaları getirip biz yiyoruz.
Sanki böyle yapmakla iyi mi ediyoruz?
Başkasına yük olmak, iyi değil bu dinde.
Böyle taat, makbul de olmaz Allah indinde.)
Karun yine hak verip, dedi ki: (İyi, a’la.
Öyleyse ne yapmamız icab eder peala?)
Dedi: (Cuma günleri, çalışıp kazanalım.
Diğer günlerde ise, hep ibadet yapalım.)
O günden itibaren artık öyle yaptılar.
İblis, bir müddet sonra Karun’a geldi tekrar.
Dedi: (Böyle yapmakla iyi mi yapıyoruz?
Kimseye bir iyilik, yardım yapamıyoruz.)
Karun dedi: (Öyleyse, ne yapmak icab eder?)
Dedi: (Bir gün çalışıp, bir gün ibadet yeter.
Böylelikle daha çok kazanırız bol para.
Yardımda bulunuruz, fakir ve muhtaçlara.)
Karun, bu fikri dahi münasib buldu gayet.
Para kazanmak için, eyledi sa’y-ü gayret
. Malıyla böbürlendi
İblis’in teşvikiyle, Karun’un, günden güne,
Para kazanma hırsı, tam yerleşti gönlüne.
Kazandıkça, bu hırsı daha da artıyordu.
Artık bütün gücünü, bu yolda harcıyordu.
Musa aleyhisselam, daha önce de zaten,
Ona, kimya ilmini öğretmişti tamamen.
O, bu ilmini dahi, bu yolda harcadı hep.
Dünyalık toplamakla meşgul oldu ruz-ü şeb.
Görülmemiş hırs ile, hep mal kattı malına.
İnsanlara hizmeti getirmedi aklına.
Hakikaten çok büyük zengin oldu ilerde.
Öyle ki, zenginliği destan oldu dillerde.
Hatta günümüzde de, bu, bir darb-ı mesel’dir.
Zenginlik söylenince, hep Karun akla gelir.
Hazineler almazdı, servet ve mallarını.
Kırk katır taşıyordu sırf anahtarlarını.
Vakta ki, bu kadar çok zengin oldu o günde,
Gelip kibirlenirdi fakir halkın önünde.
Önceden edindiği iyi huy, güzel ahlak,
Kalmadı kendisinde, azıtıp şımararak.
Zulüm ve haksızlığa başladı sonra hatta.
Kendini kaf dağında görür oldu adeta.
Süslü elbiselerle, salınarak yürürdü.
Kibrinden, elbisesi yerlerde sürünürdü.
Binip altın eğerli, beyaz renkli atına,
Hep gösteriş yapardı, her gün o yer halkına.
Onu tatmin etmedi bu hareketleri de.
Küçük gördü sonunda, Musa Peygamberi de.
Onun duası ile zengin olmuştu fakat.
Şimdi dinlemiyordu, o etse de nasihat.
Hatta halk, etse idi ona biraz temayül,
Hasetten, buna bile edemezdi tahammül.
İtibar gösterdikçe Musa Peygambere halk,
Çekemez hale geldi hasetten kudurarak.
Musa Nebi, Allahın emriyle ileride,
Hibir yaptı kardeşi Harun Peygamberi de.
Hibirlik, kurban kesmek manasına gelirdi.
İtibarlı kimseler bunu yapabilirdi.
Bunu duyup, hasedi daha da arttı onun.
Gidip, Musa Nebi'ye şöyle dedi bu Karun:
(Sende Peygamberlik var, Harun da oldu hibir.
Bende yok böyle şeyler, bu nasıl olabilir?)
Buyurdu ki: (Ey Karun, terk et bu düşünceyi.
Ben değil, Allah verdi ona bu vazifeyi.)
Karun dedi: (Ne belli, belki de öyle değil.
Bu babta istiyorum bir alamet, bir delil.)
Musa aleyhisselam buyurdu: (Öyle ise,
Her kişi, bastonunu getirip versin bize.
O bastonlar, mescitte dursunlar sabaha dek.
Bakalım ertesi gün, kiminki yeşerecek?
Sabah kimin bastonu verirse dal ve budak,
Bilin ki, hibirliğe, o kişiymiş müstehak.)
İsrail oğulları, verdiler bastonları.
Musa Nebi, mescide gidip dikti onları.
Sabaha gördüler ki, hep hayrette kalarak,
Sırf Harun Nebi’ninki vermişti dal ve budak.
Buyurdu ki: (Ey Karun, şimdi söyle, bu nedir?)
Dedi ki: (Bu, sihirden başka bir şey değildir.)
. Zekatı da reddetti
Karun, zenginliğiyle her gün daha şımarıp,
Musa Peygambere de kin güttü haddi aşıp.
Düşmanlığı, gün be gün ziyadeleşiyordu.
Servetine güvenip, ona diş biliyordu.
Hatta müslümanlar da, bu haset ve kinine,
Üzülüp, şöyle öğüt verdiler kendisine:
(Ey Karun, şımarma ki servetine bakarak,
Malıyla şımaranı, hiç sevmez cenab-ı Hak.
Rabbin sana verdiği bu büyük servet ile,
Ondan, ahiretini, Cenneti talep eyle.
Nasıl ki, Allah sana verdiyse bunca servet,
Sen de ondan, Allahın kullarına ihsan et.
Ve fesat çıkarmaya yakın olma ki asla,
Fesat çıkaranları hiç sevmez Hak teâlâ.)
Mü’minler, ona böyle ettiyse de nasihat,
O hiç kabul etmeyip, kininde etti inat.
Ve nankörlük ederek, şöyle dedi cevaben:
(Bu malı, ilmim ile edindim ben tamamen.)
Karun’un bu sözünü, Rabbimiz beğenmeyip,
Şöyle haber gönderdi Nebisine vahyedip:
(Öncelerde vardı ki nice zengin kavimler,
Hak teâlâ, onları yok etti birer birer.
Onlar, daha zengindi kendisinden halbuki.
Madem ki ilmi vardı, bilmez mi bunu peki?)
Ayet-i kerimede, Hak teâlâ Karun’u,
Kınadı, malı ile çok mağrur olduğunu.
Halbuki o bunları okumuştu Tevrat’ta.
Birçok tarihçilerden dinlemişti de hatta.
Vazgeçmediği için malla gururlanmaktan,
Kurtarmadı o ilmi, onu helak olmaktan.
Süslü elbiselerle, bir ihtişam içinde,
Kavminin arasından kibirle geçtiğinde,
Bazıları imrenip, diyorlardı ki: (Ah ah!
Böyle servet, bize de verseydi keşke Allah.)
Lakin kavi imanlı bir kısım müslümanlar,
Onların bu sözlünü beğenmezlerdi zinhar.
Onlara derlerdi ki: (Yazıklar olsun size!
Ne kadar düşkünsünüz dünyalık zevkinize.
Halbuki iman edip, salih amel işleyen,
Yarın kavuşacaktır Cennete ebediyyen.)
Karun, muhalefette giderek ileriye,
Açıktan cephe aldı artık Musa Nebi’ye.
Sırf altın’dan bir bina yaparak en nihayet,
Verirdi insanlara, her gün türlü ziyafet.
Onun, bundan maksadı şu idi ki bu sefer,
Halk, yalnız kendisine teveccüh eylesinler.
Cahillerden bir kısmı, kanıp bu iltifata,
Onun gibi olmayı istediler adeta.
Onun emrine girip, oldular hizmetkârı.
Çünkü onlar, servette gördüler asıl kârı.
Musa aleyhisselam, bütün bunlara rağmen,
Nasihat ediyordu ona mütemadiyen.
Hak teâlâ, zekatı emredince vahyedip,
Musa Nebi, Karun'a bildirdi bunu gidip.
Karun eve gidince, bir hesab etti, fakat,
Çok geldi kendisine vereceği bu zekat.
Bu kadar malı vermek, çok zor geldi nefsine.
Zekat vermemek için, baktı bir çaresine.
. Malıyla yere battı
Vakta ki Hak teâlâ, zekatı eyledi farz.
Karun kabul etmeyip, hemen etti itiraz.
Sonra, adamlarıyla görüşerek bu şeyi,
Dedi: (Gidip çağırın, falanca fahişeyi.)
Anında onu bulup, getirdiler yanına.
Bin dirhem gümüş verdi, o fahişe kadına.
Dedi ki: (Sana daha, çok şeyler vereceğim.
Ve seni, pek yakında çok zengin edeceğim.
Buna karşı benim de, senden bir isteğim var.
Yarın filan meydanda, toplanacak insanlar.
Musa dahi oraya gelince teklifimle,
Diyeceksin ki, Musa, zina etti benimle.)
Ertesi gün olunca, cümle beni İsrail,
Karun’un davetiyle meydana oldu dahil.
Sonra Musa Nebi’ye dedi ki gidip bizzat:
(Gel, beni İsrail’e eyle biraz nasihat.)
O dahi kabul edip onun bu teklifini,
Teşrif edip, anlattı dinin emirlerini.
Buyurdu ki: (Hırsızlık etmeyin ki siz sakın,
Cezası pek büyüktür hırsızlık yapanların.
Sopa ile vurulur, iftira edilirse.
Elbette öldürülür, evli zina ederse.)
O an Karun dedi ki: (Öyle diyorsun, ancak,
Sen de bir suç işlersen, o zaman ne olacak?)
Musa aleyhisselam buyurdu ki cevaben:
(Ceza tatbik edilir bana da yine aynen.)
Dedi: (Beni İsrail, diyorlar ki hakkında,
Düşüp kalkıyormuşsun sen filanca kadınla.)
Musa Nebi üzülüp, çağırdı o kadını.
Sordu ona, bu işi yapıp yapmadığını.
Peygamberlik nuruyla buyurdu ki: (Ey kadın!
Sen Allah hakkı için iftira etme sakın.)
Korku geldi kadına, titredi birden içi.
Dedi ki: (Hayır hayır, yapmadın sen bu işi.
Lakin senin hakkında etmem için iftira,
Karun beni aldatıp, verdi çok mal ve para.)
Musa Nebi, secdeye koydu hemen başını.
Dedi ki: (Ya ilahi, ver onun cezasını!)
Sonra kalkıp secdeden, buyurdu ki: (Muhakkak,
Beni, Karun’a dahi gönderdi cenab-ı Hak.
Kim ona tabi ise, gitsin onun yanına.
Beni tercih edenler, ayrılsınlar bu yana.)
Sadece İki kişi onunla kaldı o gün.
Diğerleri, Karun’dan ayrıldılar topyekün.
İnsanlar neticeyi bekliyorken korkarak,
Musa Nebi buyurdu: (Yut onları ey toprak!)
Yeryüzü, tamamiyle yutuverdi onları.
Bu sefer şöyle dedi İsrail oğulları:
(Kavuşabilmek için Musa onun malına,
Dua edip, geçirtti Karun’u yer altına.)
Musa Nebi işitip, niyaz etti: (Ya Rabbi!
Bütün servetini de helak et kendi gibi.)
O zaman, nesi varsa Karun’un tamamiyle,
Geçti yerin dibine onun bu muradiyle.
O çok mağrur olduğu sayısız servet, sâmân,
Kendisiyle birlikte hak ile oldu yeksan.
Böbürlendiği için dünya zenginliğiyle,
Kalmadı servetinden, bir nişan ve iz bile.
. Sabırlı olmalısın
Hak teâlâ Kur’anda onu zikreylemiştir.
Alimler, (Ya Peygamber, ya velidir) demiştir.
Hazret-i Zülkarneyn’in teyzesinin oğluydu.
Ve onun ordusunun baş komutanı oydu.
O eğer otursaydı otsuz, kuru bir yere,
Yemyeşil olurdu hep, orası birdenbire.
Güzel ahlak sahibi bir zat idi çok cömert.
İnsanlara karşı da, merhametliydi gayet.
Keramet gösterirdi Allah’ın izni ile.
Bilirdi kimya’yı da Onun bildirmesiyle.
Ledünni ilmine de vakıf idi tamamen.
Gariplerin işine yardım eder o halen.
Allah’ın sevgili bir kulu idi o gayet.
O da doğdu, büyüdü, vefat etti nihayet.
Lakin onun ruhuna, ona mahsus olarak,
Bazı hususiyetler vermiştir cenâbı Hak.
Şöyle ki, onun ruhu girip insan şekline,
Yetişir darda kalan kimselerin işine.
Musa aleyhisselam, sordu bir gün: (Ya Rabbi!
Var mı benden daha çok böyle ilim sahibi?)
(Evet var) buyurunca, sordu yine: (O kimdir?)
Buyurdu ki: (O kimse, Hızır diye bilinir.)
Nerde bulacağını öğrenip daha sonra,
Gidip, deniz yanında vasıl oldu Hızır’a.
(Esselamü aleyke ya Hızır!) dedi hemen.
O da, (Aleykesselam ya Musa) dedi aynen.
Hayret edip sordu ki, ona Musa Peygamber:
(Sen, Musa olduğumu nereden aldın haber?)
Hızır aleyhisselam dedi ki: (Beni sana,
Bildiren, seni dahi bildirdi işte bana.)
Musa Nebi buyurdu: (Ya Hızır, iznin ile,
Birlikte bulunmayı isterim az seninle.
Bundan da, asıl gayem şu ki benim ya Hızır!
İlminden, bana dahi öğretesin bazı sır.)
O dedi ki: (Ya Musa, bende bir ilim var ki,
Bilemiyebilirsin sen onu tabii ki.
Ve lakin sende olan ilmi de bilmez Hızır.
Sen benimle olunca, edemezsin hiç sabır.)
Musa aleyhisselam buyurdu ki o zaman:
(İnşallah bulacaksın beni sabırlılardan.)
Hızır dedi: (Ya Musa, gel benimle ve lakin,
Bir şey sormayacaksın yaptığım işler için.)
Bu şartla başladılar birlikte gezintiye.
Bir müddet yol yürüyüp, bindiler bir gemiye.
İyi tanıdığından Hızır’ı gemiciler,
Onları, bila ücret gemiye bindirdiler.
Böyle gemi içinde ederken yola devam,
Hasar verdi gemiye, Hızır aleyhisselam.
Musa Peygamber ise, çok şaşırdı bu hale.
Hemen onun işine eyledi müdahale.
Dedi: (Bizi ücretsiz bindirdi bu insanlar.
Sen, onların malına yaparsın böyle hasar.)
Hızır dedi: (Ya Musa, ben sana demiştim ya.
Sabır gösteremezsin benim ile olmaya.)
Musa aleyhisselam buyurdu: (Doğru, evet.
Lakin dalgınlığımdan oldu bu muhalefet.)
Bu özrü kabul edip Hızır aleyhisselam,
Yine Musa Nebiyle o yola etti devam.
. Hikmetleri ne İmiş?
Musa Peygamber ile, Hızır aleyhisselam,
O gemiden inerek, ettiler yola devam.
Bir kasaba içinden geçerlerken, bir ara,
Rastladılar ilerde oynayan çocuklara.
Hızır aleyhisselam, onların içlerinden,
Birisini ayırıp, öldürdü onu hemen.
Musa Nebi, buna da dayanamayıp yine,
Dedi: (Niçin öldürdün, çocuğun günahı ne?)
Hızır aleyhisselam dedi: (Ben demiştim ya.
Hiç sabredemiyorsun benim ile olmaya.)
Buyurdu ki: (Haklısın, bundan sonra ben artık,
Karışırsam, benimle yapma hiç arkadaşlık.)
Buna da peki deyip Hızır aleyhisselam,
Onunla yolculuğa eyledi yine devam.
Yolları bir beldeye uğradıysa da, fakat,
İnsanlar, hiç onlara etmediler iltifat.
Yiyecek bulmak için dolaşırken bir miktar,
Gördüler yıkılacak hale gelmiş bir duvar.
Bir işaret ederek Hızır aleyhisselam,
O duvarı doğrultup, eyledi sapa sağlam.
Musa Nebi, buna da etmeyip yine sabır,
Dedi: (Niçin düzelttin o duvarı ey Hızır?
Onlar bize bakmayıp, davrandılar çok kaba.
Sen iyilik yaparsın, hikmet nedir acaba?
İsteseydin, bir miktar ücret alabilirdin.
Onlardan para bile almadın, acep niçin?)
Hızır aleyhisselam ona dedi: (Ya Musa!
İşte bu, bir sebeptir artık ayrılmamıza.
Lakin senin gördüğün bu garip hadiseler,
Hakkında, açıklama yapayım birer birer.
Evvela, bindiğimiz o gemi vardı ya bir,
İşte o, on kardeşe aitti gayet fakir.
Karşı sahilde ise, zalim bir kral vardı.
Sağlam gemi görürse, gasbedip el koyardı.
Gemiye, bunun için zarar verdim ki derhal,
Bunu hasarlı görüp, el koymasın o kral.
Çocuğu öldürmemin hikmetine gelince,
O, mürted olacaktı büluğuna erince.
Çünkü yaratılıştan kâfir tabiatliydi.
Ebeveyni için de, gayet tehlikeliydi.
Salih kimseler idi lakin ebeveyni de.
Bu, küfre sokacaktı onları ileride.
Ben onu öldürünce, kurtuldu çocuk esas.
Anne babası dahi, oldular ondan halas.
O duvara gelince, eğikti, ben düzelttim.
O, iki çocuğundu gayet fakir ve yetim.
Babaları, salih bir müslüman idi, fakat,
Ölünce, yetim kaldı ortada iki evlat.
Bu duvarın altında, büyük bir define var.
Lakin bu defineden, kimse değil haberdar.
Eğer düzeltmeseydim o duvarı ben yine,
Yıkılıp, çıkacaktı ortaya o define.
Çocuklar henüz küçük yaştadır, bundan sebep,
Bu servete, gayriler sahip çıkacaktı hep.
Düzeltince, çökmekten halas oldu o duvar.
Çocuklar büyüyünce, ona malik olurlar.)
. Kâfir İmana geldi
Hızır aleyhisselam, Mısır’ın çarşısında,
Giderken, bir dilenci belirdi karşısında.
Ve Hızır’a dedi ki: (Bana bir sadaka ver.
Allah da versin sana hayır ve iyilikler.)
Buyurdu: (Hak teâlâ eylesin sana ihsan.
Benim sana verecek bir şeyim yoktur şu an.)
Lakin yine isteyip o ikinci olarak,
Dedi: (İyilik versin sana da cenâbı Hak.)
Hızır aleyhisselam, cevabında dedi ki:
(Hak teâlâ herşeye kadirdir elbette ki.
Sana yardım etmeyi pek ziyade isterdim.
Lakin sana verecek bir şeyim yoktur benim.)
O, üçüncü olarak yalvardı ki bu sefer:
(Allah rızası için, bana bir sadaka ver.)
Buyurdu ki: (Yanımda bir şeyim yoktur, fakat,
Tut benim elimden de, götürüp pazarda sat.)
Dilenci peki deyip, alıp gitti pazara.
Dörtyüz dirheme satıp, o kadar aldı para.
O alan da götürdü Hızır’ı hanesine.
Üç gün geçti, hiçbir iş vermedi kendisine.
Hızır aleyhisselam buyurdu ki: (Efendim!
Bana bir iş emret de, onu ifa edeyim.)
Efendisi, Hızır’a şöyle dedi o vakit:
(Yaşlısın, sana göre iş yoktur öyle basit.)
Buyurdu ki: (Ama ben yorulmam, sen iş emret.)
Dedi: (Madem şu taşı, şu filan yere naklet.)
Kalktı ve bir hamlede o taşı nakledince,
O kişi, bunu görüp hayret etti bir nice.
Zira taş ağır olup, kuvvetli altı kişi,
Ancak yapabilirdi bir saatte o işi.
Sonra ona dedi ki ileriki günlerde:
(Sefere gidiyorum, sen vekil kal bu evde.)
Hızır aleyhisselam buyurdu: (İyi, ancak,
Bir iş ver de öyle git bana da uğraşacak.)
Dedi: (Köşk yapacağım, hazırlığım yoktur hiç.
Ben gelinceye kadar, yap bari biraz kerpiç.)
O sefere gidince, Hızır aleyhisselam,
Kerpiç döküp, o köşkü yaptı ve etti tamam.
Efendi, o seferden döndüğünde evine,
Eskisinden daha çok hayrette kaldı yine.
Çünkü köşk yapılmıştı, gayet zarif ve muhkem.
Bu kısacık zamanda, bu, mümkün değildi hem.
Hızır’ın karşısında adam döndü şaşkına.
Ve sordu ki: (Sen kimsin, söyle Allah aşkına.)
Dedi ki: (Soruyorsun madem ki Allah için,
Öyleyse söyliyeyim doğrusunu bu işin.
Sen beni, köle diye satın almıştın, fakat,
Köle değil, Hızır’ım, işte budur hakikat.
Biri, benden sadaka istemişti geçende.
Lakin ona verecek hiçbirşey yoktu bende.
O ise, Allah için isteyince sadaka,
Dedim ki, götür beni, köle diye sat halka.
O da beni götürüp, sana sattı bu sefer.
Böylece beni görmek, oldu sana müyesser.)
O adam ağlayarak, öptü iki elini.
Dedi ki: (Bilemedim, ne olur affet beni.)
Kâfirdi hem o kişi, bir şey oldu gönlünde.
Hemen can-ü gönülden iman etti o günde.
. Resule selam söyle
İbrahim-i Havvas’tan nakledilir ki şöyle:
Kâbe yolculuğunda, yolum düştü bir çöle.
Öyle susamıştım ki çölün hararetinden,
Sonunda baygın halde, yıkıldım yere birden.
Gözlerimi açınca biraz sonra ben fakat,
Gördüm ki, su serpiyor yüzüme nurlu bir zat.
Ve o sudan içince, geliverdim kendime.
O nurlu zat dedi ki: (Sen de gel, bin terkime.)
İkimiz beraberce gidince çölde biraz,
Bir de baktım, ilerde göründü bize Hicaz.
Bana dedi: (Kabeye vasıl olduk işte bak.
Haydi in, kabul etsin haccını cenâb-ı Hak.
Hac’dan sonra, Ravda’yı edeceksen ziyaret,
Benim de selamımı, Resulullaha arz et.
Hatta şöyle söyle ki, olsun daha aşikâr.
De, kardeşin Hızır’ın size selamları var.)
Ebu Bekr Hemedani anlatır ki bir gün de:
Pek fazla acıkmıştım hem de Hicaz çölünde.
Düşündüm ki, şu anda, evimde olsa idim,
Taze pişmiş sıcacık ekmek ve bakla yerdim.
Lakin kendi kendime dedim ki sonra da ben:
Şu anda bir çöldeyim, çok uzağım evimden.
Ben böyle düşünürken, baktım ki tam o anda,
Birisi yaklaşıyor, bir köylü kılığında.
Elindeki tepsiyle, bana doğru gelerek,
Dedi ki: (İster misin sıcacık bakla ekmek?)
Ben hayretle bakarken elindeki tepsiye,
O önüme koyarak, dedi: (Buyur, haydi ye!)
Ben doyuncaya kadar yedim ise de onu,
Lakin çok merak ettim onun kim olduğunu.
Dedim ki: (Ben bu çölde, yapayalnız ve garip,
Yolcu iken, açlıktan olmuştum çok muzdarip.
Az önce bakla ekmek geçirdim hatırımdan.
Tam o anda baktım ki, sen göründün karşıdan.
Ben bilmek istiyorum hikmetini bu işin.
Bana, kim oluğunu beyan et Allah için.)
Ben ona bu suali sorunca, o aniden,
(Ben Hızır’ım!) dedi ve kayboldu göz önünden.
Velilerden biri de, Hızır’ı görüp bizzat,
Dedi: (Eder misiniz bana biraz nasihat.)
Buyurdu: (Yumuşak ol, hiddete olma yakın.
Ve hep güler yüzlü ol, hiç surat asma sakın.
Allah’ın kullarına faydalı olmaya bak.
İşte budur Allah’ın sevdiği güzel ahlak.
Kusurundan dolayı, kötüleme kimseyi.
Örtücü ol, büyütme ufak bir meseleyi.)
Eshaptan birisi de, gördü bir mübarek zat.
Tanımadı ve lakin istedi bir nasihat.
Buyurdu ki: (Kardeşim, nasihat için, sana,
Yalnız ölüm kafidir, lüzum yok başkasına.)
(Yine söyle!) deyince, buyurdu ki: (Dinle bak!
Yalnız kabri düşünmek, yeter tasa olarak.)
O sahabi, bu hali söyleyince Resul’e,
Buyurdu: (O Hızır’dı, söyledi sana böyle.
. Herkes aslına döner
Padişah emretti ki bir gün baş vezirine:
(Hızır’ı bul ve getir, emrim gelsin yerine!)
Dedi ki: (Onu bulmak çok zordur, kolay değil.
Bu iş için siz bana tanıyın kırk gün mehil.)
Fakir bir müslüman da var idi ki o yerde,
Sultanın bu emrini duymuştu o fakir de.
Ve kendi kendisine düşündü ki, gideyim.
Baş vezire, Hızır’ı ben bulurum diyeyim.
Lakin kırk gün, sultana ait olsun nafakam.
Hiç olmazsa bu kırk gün, sakin olsun şu kafam.
Biraz rahat edeyim, sonra da Allah kerim.
Hızır’ı bulamazsam, cezam neyse çekerim.
Gitti bu düşünceyle baş vezirin yanına.
Dedi ki: (Çıkar beni sultanın huzuruna.)
Çıktı ve arz eyledi sultana bu fikrini.
Sultan buna sevinip, verdi her isteğini.
Otuz dokuzuncu gün, sultan, o müslümana,
Hatırlattı: (Yarın son, Hızır’ı getir bana!)
Sonra gönderdiyse de ertesi gün iki at,
Lakin bulamamıştı Hızır’ı bu fakir zat.
Güzel bir abdest alıp, iki rekat bir namaz,
Kılarak, Yaradan'a yalvarıp etti niyaz.
Dedi ki: (Habibinin hürmetine ya Rabbi!
Sultanın zararından sen koru bu garibi.)
Sonra saraya gidip, çıkarıldı huzura.
Dedi ki: (Çok aradım rastlamadım Hızır’a.)
Sultan sinirlenerek, dedi: (Ey baş vezirim!
Ne dersin, bu adama nasıl ceza vereyim?)
Dedi ki: (Parça parça edelim bedenini.
Her sokağın başına, asalım etlerini.)
O sırada bir çocuk girip aralarına,
Dedi: (Herşey, sonunda dönecektir aslına.)
İkinci vezirine sorunca bu suali,
Dedi: (Bunu, dibekte dövelim un misali.)
O çocuk, cevabını şöyle verdi onun da:
(Her şey, kendi aslına dönecektir sonunda.)
Üçüncü vezire de sorunca bunu sultan,
Dedi ki: (Affetmektir sultanlara yakışan.)
O çocuk, buna dahi şöyle dedi bu sefer:
(Sonunda herşey yine, aslına rücu eder.)
Sultan, o müslümana dönüp şöyle sordu ki:
(Şu yanındaki çocuk, senin neyin olur ki?)
Dedi: (Tanımıyorum, haberim yok benim de.
Sizin bir hizmetçiniz sanmıştım geldiğimde.)
Bu sefer o çocuğa sordu sultan: (Ey çocuk!
Sen kimsin, böyle neler diyorsun, söyle çabuk.)
Dedi: (Şu başvezirin, oğludur bir kasabın.
Onu, kasap başı yap, et kesip parçalasın!
İkinci vezirinse bir aşçının oğludur.
Onu, aşçı başı yap, onun da işi odur.
Üçüncü vezirinin babasıysa vezir’dir.
İşte sen, bu veziri yap kendine başvezir.
Hızır’la görüşmeyi isterdin zannederim.
Görmek arzu ettiğin o Hızır işte benim.
Ey sultan, sen bağışla bu garip müslümanı.
Devam ettir kendine yaptığın o ihsanı.)
Sultan, hayret içinde dinlerken onu, birden,
Kayboldu o arada gözlerinin önünden.
. O, Hızır İdi
Bir gün Sultan Süleyman, boğaz gezintisine,
Çıkmıştı ki, uğradı ortaköy sahiline.
Kayığını sahile yanaştırıp bir müddet,
Yahya Efendi’yi de kayığa etti davet.
O da, bir ahbabiyle, padişah kayığına,
Gelip oturdu hemen, Kanuni’nin yanına.
Ahbabı da, sultanın karşısına oturdu.
Lakin Sultan Süleyman, onu ilk görüyordu.
Hem giderken, devamlı, o karşıda duran zat,
Sultanın parmağına bakıyordu pür dikkat.
Çok kıymetli bir yüzük var idi ki sultanda,
O zat da, o yüzüğe bakıyordu o anda.
Onun böyle bakışı, çekiyordu dikkati.
Yüzüğe baktığını anladı sultan dahi.
Çıkarıp verdi ona ve dedi: (İsterseniz,
Şöyle daha yakından bakıp inceleyiniz.)
Sultandan o yüzüğü alan o kimse ise,
Evirip çevirerek, atıverdi denize.
Yahya Efendi hariç, kayıkta bulunanlar,
Onun bu yaptığına hep hayrette kaldılar.
Hadise üzerinden geçince yarım saat,
İnmek istediğini söyledi birden o zat.
Padişahın kayığı yanaşınca sahile,
O, eğilip denizden su aldı avcu ile.
Ve onu, padişaha uzanıp sunduğunda,
Gördüler ki, o yüzük duruyor avucunda.
Yahya Efendi hariç, yine kayıktakiler,
Buna dahi şaşırıp, çok hayret eylediler.
Kanuni, o yüzüğü eline aldı, fakat,
Gözlerinin önünden kayboldu birden o zat.
Sultan yine şaşırıp hem Yahya Efendi'ye,
Sual etti: (Ağabey, neler oluyor?) diye.
Yahya Efendi ise, dedi ki: (Sultanımız!
O, Hızır’dı ve lakin sizler tanımadınız.)
Şemseddin-i Attar da, hazret-i Hızır ile,
İlgili bir kıssayı nakleder bize şöyle:
Celaleddin-i Rumi, bir gün vaz ediyordu.
Cemaat da oturmuş, zevk ile dinliyordu.
Hazret-i Musa ile Hızır hikayesini,
Dinlerken, kesmişlerdi hepsi nefeslerini.
Zira anlatırdı ki öyle fasih dil ile,
Dinliyordu cemaat, onu can kulağıyle.
Yanımda biri vardı, o dahi dinliyordu.
Baktım, kendi kendine bir şey söyleniyordu.
Kulak verip dinledim, şöyle diyor idi ki:
(Nasıl da anlatıyor, yanımızdaymış gibi.)
Düşündüm ki, o madem, söylüyor böyle kelam,
Öyleyse bu olmalı, Hızır aleyhisselam.
Yanına sokularak, dedim ki: (Bildim, evet.
Sen, hazret-i Hızır’sın, lütfen bana ihsan et.)
Buyurdu ki: (Burada işte var ya Mevlana.
Sen ona rica et ki, ihsan etsin o sana.)
Sonra kayboluverdi ortadan birden bire.
Ben bunu Mevlana’ya gittim haber vermeye.
Ben söze başlamadan, buyurdu ki o ilkin:
(Hızır’ın söylediği doğrudur ey Şemseddin.)
. Ne İçin ağlıyorsun?
Hadis alimlerinden o Hakim-i Tirmizi,
İlk hazret-i Hızır’dan aldı ilim ve feyzi.
Küçükten yanıyordu kalbi ilim aşkıyle.
Anlaşmıştı genç iken, iki arkadaşıyle.
Tirmiz’den ayrılarak, o ve diğer ikisi,
Gidip yapacaklardı üçü ilim tedrisi.
Onun, yaşlı ve hasta annesi vardı fakat.
Her türlü hizmetini, o yapıyordu bizzat.
Gelip, bu kararını ona haber verince,
Annesi çok üzülüp, sitem etti bir nice:
(Ey yavrum, ben yaşlı ve hastayım, biliyorsun.
Beni, kime bırakıp sefere gidiyorsun?)
O böyle söyleyince, vazgeçti o seferden.
İki arkadaşıysa, çıktılar yola hemen.
Muhammed bin Ali’ydi bu zatın adı asıl.
Seferden kaldığına çok üzüldü velhasıl.
Zira bu ilim aşkı çıkmıyordu gönlünden.
Perişan, üzüntülü, çok şaşkın oldu birden.
Bu ilim tedrisinden mahrum kaldığı için,
Tenhalara gider ve ağlardı için için.
Bir gün de, mezarlıkta oturmuş ağlıyordu.
Ve kendi kendisine, şöyle söyleniyordu:
(Ben, burada ilimden mahrum, cahil kalmışım.
Alim olup dönecek o iki arkadaşım.)
O böyle düşünerek ağlarken gözyaşiyle,
Aniden karşılaştı nur yüzlü bir kişiyle.
Ona şöyle sordu ki o sevimli ihtiyar:
(Oğlum, niçin ağlarsın, yoksa bir derdin mi var?)
O zata anlatınca başından geçen hali,
Şefkatle sordu ona, o zat da şu suali:
(İki arkadaşını ilimde geçmen için,
Sana, her gün ben gelip ders versem, ister misin?)
Işıldadı gözleri, kalbine doldu sevinç.
Dedi: (Elbet efendim, arzu etmez miyim hiç?)
O, hazret-i Hızır’dı, her gün gelip üç sene,
Bilcümle ilimleri öğretti kendisine.
Hızır aleyhisselam, ona, bu derin ilmi,
Öğretince, oldu o büyük hadis alimi.
Bu geniş ilmi ile çok kitap yazdı, ancak,
Yoktu o gün onları okuyup anlayacak.
Talebeden birini çağırıp huzuruna,
Yazdığı kitapların, hepsini verdi ona.
Buyurdu ki: (Bunları götürüp Ceyhun’a at!)
O ise kıyamayıp, atmadı o gün fakat.
Kitapları götürüp, gizleyerek evine,
Hakim-i Tirmizi’nin yanına geldi yine.
(Attın mı?) dediğinde, dedi: (Attım efendim!)
(Ne gördün?) buyurunca, dedi: (Bir şey görmedim.)
Buyurdu: (Sen onları atmamışsın ey evlat!
Haydi git, evden al da, götürüp Ceyhun’a at.)
Peki efendim! deyip, götürüp attı artık.
Su, ikiye ayrılıp, gördü bir açık sandık.
Attığı o kitaplar, düştü sandık içine.
Hayretle hocasının yanına geldi yine.
Ve ona, gördüğünü verince aynen haber,
Buyurdu ki: (Atmışsın kitapları bu sefer.
Hızır aleyhisselam istemişti onları.
Bir ehline verecek sonra o kitapları.)
.
17 - HARUN ALEYHİSSELAM
.Kardeşinin veziriydi
Beni İsrail için gelen bir peygamberdir.
Ve hazret-i Musa’nın büyük biraderidir.
Ondan, üç yaş büyük ve beyaz, nur yüzlü idi.
Peygamberlik işinde, onun başveziriydi.
İri yapılı olan bu sahib-i saadet,
Halim ve selim olup, sabrı da çoktu gayet.
O, Musa Peygamber’e olmuştu yar ve refik.
Sonradan ona dahi verildi peygamberlik.
Hak teâlâ emredip, Musa Nebi'ye ilkin,
Gönderince Fir’avnı imana davet için,
Arz etti ki: (Ya Rabbi, biraderim Harun’u,
Yardımcı ver, birlikte yapalım gidip bunu.
Fasih olduğu için lisanı onun hem de,
Gelip yardım eylesin bana bu vazifemde.)
Hak teâlâ buyurdu: (İstediğin şeyi biz,
Verip, kardeşin ile sana kuvvet veririz.
Hatta Fir’avna karşı, bir üstünlük, mucize,
Veririz ki, bir zarar gelmesin ondan size.
Onları, hidayete davet edin gidip siz.
Firavun ve ehline galip geleceksiniz.)
Musa Peygamber ile Harun aleyhisselam,
Tebliğ-i risalete ettiler her gün devam.
Lakin Fir’avn, onlara asla inanmıyordu.
Hatta zulümlerini daha arttırıyordu.
Allah, Musa Nebi’ye emretti ki o vakit:
(Mü’minleri alarak, Mısır'dan gece çık git!)
Musa Nebi çıkınca alıp müslümanları,
Firavun, ordusuyla takib etti onları.
Cümle mü’minler ile Musa aleyhisselam,
Giderek, karayolu nihayet buldu hitam.
Vakta ki Kızıl deniz sahiline geldiler.
Denizde yollar görüp, o yollara girdiler.
Onlar karşı sahile geçer geçmez salimen,
Firavun’la ordusu boğuldular kamilen.
Tih çölü’nde, kavmiyle dururken Musa Nebi,
Onu, Tur’a çağırdı Alemlerin Sahibi.
Tevrat’ı almak için Tur dağına giderken,
Biraderi Harun’un yanına geldi hemen.
Buyurdu: (Ey nübüvvet sahibi biraderim!
Ben, Rabbimin emriyle Tur dağına giderim.
Sen bana vekil olup, kavmimi iyi gözet.
Ne yapıp yapmıyorlar, hallerine dikkat et.
İşlerini halledip, yumuşak davranasın.
Fesat çıkarırlarsa, onlara uymayasın.)
Sonra veda ederek, gidince Tur’a artık,
O kavim arasında, belirdi bir münafık.
Adı Samiri olup, kuyumcuydu bu zaten.
Altın'dan bir buzağı heykeli yaptı hemen.
Ve beni İsrail’e şöyle dedi o alçak:
(Sizin de, Musa'nın da tanrısı budur ancak.
Lakin unuttuğundan bu tanrıyı Musa da,
Tur’da aramak için, gitti o bu sırada.)
İsrail oğulları, bu yalana inanıp,
Tapmaya başladılar o puta, tanrı sanıp.
Halbuki Hak teâlâ buyurdu ki Kur’anda:
(Onlar görmezler mi ki, can yoktur bu hayvanda.
O, ne söyleyebilir, ne cevap verebilir.
Onlara, ne bir zarar, ne de bir fayda verir.)
. Buzağıya taptılar
İsrail oğulları, Samiri’nin fendine,
Aldanıp, tapınınca buzağı heykeline,
Harun aleyhisselam, üzüldü buna gayet.
Bundan vazgeçirmeye eyledi sa’y-ü gayret.
Buyurdu ki: (Ey kavmim, siz aldanıyorsunuz.
Hidayetten ayrılıp, şirke sapıyorsunuz.
Şüphe yok ki, Rabbiniz Hak teâlâdır elbet.
Allah’ı mabud bilip, Ona edin ibadet.
Siz bana tabi olup, sebat edin bu dinde.
Başka bir ilah yoktur Allah'ın haricinde.)
İsrail oğulları onu dinlemediler.
Ve hatta karşı gelip, ona şöyle dediler:
(Musa gittiği yerden gelinceye kadar, biz,
Bu heykele tapmaktan hiç vazgeçmiyeceğiz.)
Harun Nebi, onlara ettiyse de nasihat,
Lakin küfürlerinde ettiler yine inat.
Dediler ki: (Ey Harun, sen kendine bak asıl.
Ne kadar söylesen de, inanmayız velhasıl.)
Musa Peygamber ise, Tur dağından dönünce,
Çok üzüldü, kavminin bu halini görünce.
Tevrat levhalarını, o gadapla elinden,
Bırakıp, kardeşinin yanına geldi hemen.
Gadabından, saçını tutup çekti kendine.
Buyurdu: (Ey kardeşim, bu kavmin halleri ne?
Görmedin mi onların şirke gittiklerini?
Niçin ikaz etmedin hemen kendilerini?
Ne için onlar ile mücadele etmedin?
Yoksa benim emrime, muhalefet mi ettin?)
O, özür dileyerek, dedi: (Ey biraderim!
Sen böyle sakalımı, saçımı çekme benim.
Onlarla mücadele edecektim ben, fakat,
Korktum ki parçalanıp, dağılır bu cemaat.
Men etmek gayesiyle, gücüm yettiği kadar,
Gayret ettim ve lakin bana inanmadılar.
Hatta öldürmek için, geldiler üzerime.
Beni azarlayıp da, düşmanı sevindirme.)
Musa Nebi dinleyip onun bu beyanını,
Anladı kardeşinin suçu olmadığını.
Dedi ki: (Ya ilahi, eyle bizi mağfiret.
Her ikimizi dahi rahmetine ithal et.)
Sonra kavmine dönüp, buyurdu ki: (Peki siz,
Niçin hakkı bırakıp, batıla yöneldiniz?)
Dediler: (Hilesine aldandık Samiri’nin.)
O zaman bir beddua eyledi onun için.
Allah, Musa Nebi'ye vahyetti ki sonra da:
(Harun’un ömrü bitti, bulunun filan dağda.)
Oğullarını alıp, o dağa yöneldiler.
Bir mağara görerek, içeriye girdiler.
Orada bir taht ile, bir yazı duruyordu.
(Bu, kime uygun ise, onundur) yazıyordu.
Harun aleyhisselam, çıkıp yattı o taht'a.
Buyurdu: (Benim için bu yapılmış adeta.)
İnip, oğullarına eyledikte vasiyet,
Girdi genç suretinde içeri melek-ül mevt.
Müsade isteyerek kabz eyledi ruhunu.
Musa Nebi, oraya defn etti o gün onu.
.
18 - YUŞA ALEYHİSSELAM
.Güler yüzlü İdi
Beni İsrail için gönderilen Nebi'dir.
Ve hazreti Musa’nın vekil ve yeğenidir,
Yusüf Peygamber gibi, güzeldi yüzü gayet.
Kim görse, hayran olur, ederdi hem de hayret.
Karayağız ve cesur, çok kahraman biriydi.
Ve savaş tekniğinde maharet sahibiydi.
Musa Nebi göçünce ahiret alemine,
Hak teâlâ, Yuşa’yı irsal etti yerine.
Peygamber eyleyerek vahyetti ki nihayet:
(Al Beni İsrail'i, kâfirlerle cihad et!)
O dahi ordu kurup, kuşattı Eriha’yı.
Onu alıp, sonra da aldı şehr-i İlya’yı.
Sonra Belka şehrine yürüdü fetih için.
Etrafı, surlar ile çevriliydi bu şehrin.
Bu beldede, Bel’am bin Baura ismi ile,
Bir kimse var idi ki meşhurdu ilmi ile.
İsm-i a’zam denilen duayı biliyordu.
Her duası, indallah kabul ediliyordu.
Yüksekti derecesi ilim ve ibadette.
Yoktu onun gibisi, hem de o vilayette.
Şehrin hükümdarı da kâfir ve zalimdi pek.
Herkes bizar olmuştu zulmünden o güne dek.
Yuşa aleyhisselam gelirken ordu ile,
Bu zalim hükümdar da vakıf oldu bu hale.
Kavminden, kalabalık bir gurupla beraber,
Bel’am-ı Baura’ya verdiler bunu haber.
Dediler ki: (Ey Bel’am, İsrail oğlu Yuşa,
Büyük bir ordu ile gelir bizle savaşa.
Korkarım, çıkarırlar bizi bu beldemizden.
Ve hatta öldürürler, ricamız şu ki sizden.
Rabbine, bizim için edesiniz bir dua.
Kalksın üzerimizden bu tehlike ve bela.
Şimdi tek ümidimiz, bu duadır ki elbet,
Çünkü kabul oluyor duanız, olmuyor ret.)
Cevabında dedi ki: (Yazıklar olsun size.
Nasıl gelebiliyor böyle şey zihninize.
Yuşa aleyhisselam, Rabbin peygamberidir.
Yanında gelenler de, onun tâbileridir.
Hem sonra Yuşa Nebi, benim de Peygamberim.
Onların aleyhine nasıl dua ederim?)
Lakin onlar, bu söze hiç kulak asmadılar.
Dua etmesi için ettiler yine ısrar.
Kıymetli hediyeler verdiler de, o yine,
Asla dua etmedi onların aleyhine.
Bu sefer zevcesini koyaraktan araya,
Baskıya başladılar Bel’am-ı Baura’ya.
O dedi ki: (Ey Bel’am, dua etmezsen eğer,
Senden ayrılıyorum, işte sana son haber.)
Buna da aldırmayıp, demeyince o evet,
Hükümdar, ölüm ile tehdit etti nihayet.
Dedi: (Dinle ey Bel’am, bu sana son ihtarım.
Eğer dua etmezsen, asarım seni yarın.)
Yine Hayır deyince, sinirlendi hükümdar.
Onu öldürmek için, pek kati verdi karar.
Kuruldu darağacı emriyle hükümdarın.
Bel’amı getirterek, dedi: (Nedir kararın?
Tercih eyle şunlardan hemen bir tanesini.
Ya dua et, yahut da asarım şimdi seni.)
. Bel’am-ı Baura
Ölümle korkutunca Bel’amı o hükümdar,
Dedi ki: (Müsade et şimdi bana bir miktar.
Ben bu gece, bu işi Rabbime arz edeyim.
Ne ilham eder ise, size haber vereyim.)
Oradan avdet etti o gece hanesine.
Rüyada, (Dua etme!) denildi kendisine.
Ertesi gün gelerek, dedi ki: (Ey hükümdar!
Rüyamda dua etme! denildi bana tekrar.)
Lakin gerek hükümdar, gerekse şehir halkı,
Dua etmesi için yaptılar yine baskı.
Başvurdular bu sefer, başkaca çarelere.
Boğdular kendisini pekçok hediyelere.
Servetler vadedince Bel’am-ı Baura’ya,
O zaman döndü kalbi, meyletti bu dünyaya.
Görünce bir arada bu kadar çok serveti,
Kapladı kendisini para mal muhabbeti.
Dedi ki: (İzin verin, arz edeyim Rabbime.
Yarın ifa ederim, ne gelirse kalbime.)
Ve lakin hiçbir ilham gelmeyince, bu defa,
Dediler ki: (Ey Bel’am, ahdini eyle ifa.)
Servet vaadlerini görünce o bu kadar,
Onlara dua için, malesef verdi karar.
O şehrin haricinde vardı bir Husban dağı.
Gidip, o dağ başında yapacaktı duayı.
Merkebine binerek, o dağa oldu revan.
Ve lakin çöktü yere, yürümedi o hayvan.
İndi ve kaldırmaya uğraştıysa da biraz,
Hayvan dile gelerek, eyledi onu ikaz:
(Ey Bel’am, sen o dağa ne için gideceksin?
Peygamber aleyhine dua mı edeceksin?
Bak, melekler önüme çıkıyor şimdi benim.
Bana, gitme diyorlar, ben nasıl yürüyeyim?)
Bel’am, geri dönmeye karar vermişti, fakat,
Şeytan, insan şeklinde oldu ona musallat.
Dedi: (Merkep sözüyle dönülür mü hiç geri?
Şeytandır öyle diyen, dönme, yürü ileri.
Eğer dua edersen, çok artar itibarın.
İmana çağırırsın böylece halkı yarın.
Belki de Rabbin sana verecek peygamberlik.
Bu kadar servetler de, senin olur üstelik.)
Bu sözlere aldanıp, gittiyse de o yere,
Gadab-ı ilahiye uğradı birden bire.
Dili göğsüne sarkıp, hali oldu fecaat.
Gadaba geldiğini anlayıp etti feryat.
Dedi: (Gitti elimden dünyam ve ahiretim.
Böyle olduktan sonra, neye yarar servetim?)
Birazcık meyl etmesi bu dünya servetine,
Sebep oldu Bel’amın sonsuz felaketine.
Yuşa aleyhisselam, ordusuyla gelerek,
Bu Belka şehrini de, fethetti harb ederek.
O zalim hükümdarla Bel’am-ı Baura'yı,
Öldürüp, ülkesine katmış oldu burayı.
.
19 - YUNUS ALEYHİSSELAM
.Yine İnanmadılar
Peygamber gönderildi Nineve beldesine.
Benzerdi sesi aynen, Davud Nebi sesine.
O, Nebi olmadan da söylemezdi hiç yalan.
Emin ve yardımsever bir kişiydi her zaman.
Otuz yaşında iken gönderildi peygamber.
Gelip, risaletini kavmine verdi haber.
Lakin inanmadılar, dediler ki: (Ey Yunus!
Eskiden söylemezdin, nerden çıktı bu husus?
Var iken aramızda bu kadar alim, kahin,
Senin söylediğini söylemez kimse lakin.
Biz, babalarımızın yolunda gitmekteyiz.
Onlardan böyle bir şey işitmedik asla biz.
Sen çıkmış, tek başına onları kötülersin.
Bizi, bilmediğimiz dine davet edersin.)
Yunus aleyhisselam, sabredip tekrar yine,
Yılmadan davet etti onları hak dinine.
Yüzbin kişi idiler Nineve ahalisi.
Lakin iman etmedi onlardan hiç birisi.
Ve hatta, eza cefa ettiler her gün ona.
Yine de ısrar ile çağırırdı imana.
Yine inkâr edince, buyurdu: (Ey insanlar!
Küfürde kalanlara, ahirette azab var
Allahü teâlâya inanmazsanız şayet,
Gelir üzerinize çok büyük bir felaket.)
Onlar, alay ederek dediler ki: (Ey Yunus!
Bizi, azab ile mi korkutursun bahusus?
Senin hatırın için gelecekse bu azap,
Bunca halk, senin için çekecekse ızdırab,
Çok merak ediyoruz gelecek felaketi.
Rabbine dua et de, göndersin o afeti.)
Yunus Nebi, kavmine darılarak bu defa,
Üzüntüyle ayrılıp, gitti başka tarafa.
Bu sefer Hak teâlâ vahyetti ki kalbine:
(Çok acele eyledin, geri dön, git kavmine.
Onları, kırk gün daha imana eyle davet.)
Yunus Nebi dönerek, emre etti icabet.
Kaldı aralarında otuzyedi gün daha.
Lakin tek kişi bile inanmadı Allah’a.
Buyurdu: (Küfrünüzde ettiniz madem ısrar,
Bekleyin o azabı, hem de üç güne kadar.
Azabın geldiğine, şudur ki ilk alamet,
Hepinizin benizi sararır, solar gayet.)
Ve ilahi bir emir gelmeden kendisine,
Kavmine darılarak, ayrılıp gitti yine.
Hakikaten Peygamber ayrılınca o yerden,
Hepsinin benizleri sarardı, soldu birden.
Dediler: (İşte budur dediği o alamet.
Demek ki üstümüze geliyor o felaket.
Çünkü o, beniziniz sararacak demişti.
Hem de o, hiç ömründe yalan söylememişti.)
Gök kararıp, her yeri sardı siyah bir duman.
Telaş sardı herkesi, ettiler feryat, figan.
Dediler: (Yunus Nebi, aramızdaysa şayet,
Korkmayın, üstümüze gelse de bu felaket.
Ve lakin aramızdan gitmiş ise o eğer,
O zaman cümlemizi o azab helak eder.)
Hak teâlâ bir korku verdi onun kavmine.
Hepsinin, bir nedamet hissi geldi kalbine.
. Pişman oldular
İnanmadıklarına gayet pişman olarak,
Yaşlı, salih bir zata geldiler ağlayarak.
Dediler: (Görüyorsun başımıza geleni.
Biz yapmaya hazırız her türlü tavsiyeni.)
Dedi ki: (O felaket gelmedi henüz daha.
Şu tepeye çıkarak, tövbe edin Allaha.
Birbirleriniz ile helallaşın topyekün.
Yunus’un Rabbi için kurbanlar kesin bugün.
Yalvararak deyin ki, ey Yunus’un ilahı!
Kaldır üzerimizden bu azab ve belayı,
Çünkü biz pişman olduk cümle kusurumuza.
Gönülden iman ettik hem sana, hem Yunus’a.
Ondan öğreneceğiz bize emirlerini.
Ve tatbik edeceğiz harfiyyen her birini.)
Onlar, bu ihtiyarın uyup tavsiyesine,
Çıktılar yüzbin kişi o tövbe tepesine.
Yüzlerce kurban kesip, edince böyle dua,
Kaldırdı üstlerinden azabı Hak teâlâ.
Sevinip, evlerine döndüler hepsi tekrar,
Hemen Yunus Nebi’yi aramaya çıktılar.
Allahın Peygamberi, Yunus aleyhisselam,
Şehirden ayrılalı olmuştu kırk gün tamam.
Ne olup bittiğini öğrenmek maksadiyle,
Teşrif etti o şehrin yakınında bir yere.
Hiç azap alameti görmeyip, etti hayret.
Anladı ki, rahmete tebdil olmuş o afet.
Düşündü ki, şehire girersem şimdi eğer,
Kavmim, yalancılıkla beni itham ederler.
Yine mazhar olmadan bir emr-i ilahiye,
Şehire hiç girmeden, dönüverdi geriye.
Acele uzaklaşıp, dağlar tepeler aştı.
Nihayet Dicle nehri kıyısına ulaştı.
Bir gemiye bindi ki, doluydu yolcu ile.
Gemi hareket edip, seyretti ileriye.
Lakin durdu az sonra aniden gemileri.
Hiç kımıldamıyordu ne ileri, ne geri.
Dediler: (Aramızda suçlu biri olacak.
Yoksa bir sebep yokken gemi niçin duracak?)
Bir adet var idi ki eskiden o yerlerde,
Kura atarlar idi böyle hadiselerde.
Kura kime çıkarsa, suçlu diye tutarak,
Denize atarlardı, onu ceza olarak.
Adetleri gereği yaptılar böyle yine.
Ve lakin kura çıktı Yunus Nebi ismine.
Görünce neticeyi Yunus Peygamber dahi,
Düşündü ki, bu bana, bir ikaz-ı ilahi.
Bakarak şaşkın halde bekleşen ahaliye,
Dedi: (Aradığınız asi kul, benim!) diye.
Onlar, (Bu zat köleye benzemiyor) dediler.
O kurayı, bir kere daha yenilediler.
Lakin bu sefer dahi çıktı onun ismine.
Dediler: (Bu da yanlış, tekrar edelim yine.)
Üçüncü defada da etti ona isabet.
Dediler: (Öyle ise, bu işte var bir hikmet.
Çok salih bir kimseye benzese de bu kişi,
Demek ki, Hak katında var kusurlu bir işi.)
Adetleri veçhile tuttular onu yine.
Suçlu diye, attılar hemen suyun içine.
. Balıktan kurtulması
Yunus aleyhisselam suya atıldığında,
Denizdeki bir balık, yuttu onu anında.
Hak teâlâ, balığa verdi ki şu emrini:
(Onu hiç yaralama, kırma kemiklerini.)
Balık, Yunus Nebi’yi hiç rahatsız etmeden,
Suyun derinliğinde kaybolup gitti hemen.
Balığın karnındayken Yunus aleyhisselam,
Şuuru yerinde ve aklı başındaydı tam.
Ve lakin bilmiyordu nerede olduğunu.
Bir kısım sesler duyup, çok merak etti bunu.
Hak teâlâ buyurdu: (Ey Yunus, sen şu anda,
Mahbus bulunuyorsun bir balığın karnında.
O sesler zikirdir ki, duyarsın sen de bizzat.
Beni, böyle zikreder denizdeki mahlukat.)
Yunus Nebi o zaman dua etti Rabbine:
(Ya ilahi, kavmime kavuştur beni yine.
Onları mü’min görmek ümidindeyim her an.
Razıyım takdirine, senindir emir, ferman.)
Böyle dua eyleyip, devam etti zikrine.
Onun zikir sesleri yükseldi gök yüzüne.
Melekler de işitip, sordular: (Ya ilahi!
Bu, kimin zikridir ki, duyuyoruz biz dahi?)
Buyurdu ki: (Yunus’un zikridir ki bu gelen,
Bir balığın karnında bulunuyor o halen.)
Dediler: (Ey Rabbimiz, o, şu Yunus mudur ki,
Her amel ve duası yükseliyor nur gibi?)
O balığın karnında, Yunus aleyhisselam,
Her zamanki yaptığı zikrine etti devam.
Ayrı dua olarak, derdi ki: (Ya ilahi!
Elbette, yoktur asla bir ilah, senden gayri.
Bütün noksanlıklardan seni tenzih ederim.
Haksızlık edenlerden oldum ben, af dilerim.)
O, devam ettiğinden zikrine hiç durmadan,
Tam Aşure gününde, halas oldu oradan.
Balık, onu çıkarıp bıraktı bir sahile.
Kurtuldu o zindandan Rabbinin ihsaniyle.
Buyurdu ki: (Ey Yunus, kavmine eyle avdet.
Bildir ki, Hak teâlâ etti sizi mağfiret.)
Bu emir gereğince, koyuldu yola hemen.
Bir çobana rastlayıp, sual etti kavminden.
O dedi: (Yunus diye vardı peygamberleri.
Kavmine darılarak terk etmişti bu yeri.
Bu yüzden üstlerine geldiyse de bir afet,
Pişman olduklarından, kurtuldular akıbet.
Şimdi onlar, Yunus’u bekliyorlar gün gece.
Hepsi bayram yapacak bir gün çıkıp gelince.)
Buyurdu ki: (O Yunus işte benim ey çoban!
Şu ağaç şahidimdir bir delil istiyorsan.)
O çoban, seğirterek kavmine verdi haber.
(Delilin ne?) deyince, o ağaca geldiler.
Ağaç dile gelerek, söyledi ki bu defa:
(Yunus’u görmek için, gidiniz şu tarafa.)
Onlar gidip, namazda buldular kendisini.
Beklediler başında, kılıp bitirmesini.
Hasretle kucaklaşıp özürler dilediler.
Beraber şehre dönüp, sevinip şükrettiler.
Dinlerini öğrenip, sarıldılar taate.
Ve artık dönmediler küfür ve dalalete.
.
20 - DAVUD ALEYHİSSELAM
.Talut, Calut, Tabut
Beni İsrail için gelen Hakk'ın Nebisi.
Hazreti İbrahim’e dayanır sülalesi.
Milattan bin yıl önce teşrif etti dünyaya.
Yüz yaşında, Kudüs’te göçtü dar-ı bekaya.
Musa Nebi’den sonra, İsrail oğulları,
Zamanla doğru yoldan ayrıldı pek çokları.
Hak teâlâ lütfedip, gönderdi çok Nebiler.
Lakin beni İsrail, yine dinlemediler.
Amalika namiyle bir kavim vardı yine.
Musallat etti Allah, onların üzerine.
Calut nam biriydi ki, o kavmin hükümdarı,
Askeriyle saldırıp, mağlub etti onları.
Hem beni İsrail’in korumasında olan,
Ve içinde, mukaddes emanetler bulunan,
Tabut denen kıymetli sandığı da aldılar.
İsrail oğulları çok perişan oldular.
Zira o kutsal olan Tabut’u, Hak teâlâ,
Âdem Peygamber’ine göndermişti evvela.
Sair peygamberlerden dolaşıp bu emanet,
Musa Nebi’ye kadar gelmişti en nihayet.
O da, mühim şeyleri ve Tevrat-ı şerifi,
Bunda sakladığından, pek çok idi şerefi.
İsrail oğulları, Tabut elden gidince,
Rahatları bozulup, üzüldüler bir nice.
Gelip, Nebilerine müracat eylediler.
Başlarına, kudretli bir melik istediler.
Hak teâlâ vahyedip zamanın Nebisine,
Talut nam bir kimseyi melik kıldı hepsine.
Lakin beğenmediler onu beni İsrail.
Dediler: (İçimizde en kuvvetli o değil.)
Takviye etmek için Hak teâlâ Talut’u,
Calut’un elindeki o mukaddes Tabut’u,
Getirtti meleklerle Talut’un hanesine.
Görüp, itimatları çoğaldı kendisine.
Dediler: (Ne kudretli hükümdar ki bu Talut,
Şimdi onun yanında bulunuyor o Tabut.)
Talut, önce orduyu soktu harp düzenine.
Yürüdü cihad için Calut’un üzerine.
Seksenbin kişi vardı Talut’un ordusunda.
Kudüs’ten ayrılarak, gelip kondu bir su’da.
Mevsim pek sıcak olup, ihtiyaç çoktu suya.
Lakin Talut, şöyle bir emir verdi orduya:
(Kim doyuncaya kadar içerse işbu sudan,
bilsin ki, o değildir Talut’un ordusundan.
Her kim içmez ve yahut içerse tek bir avuç,
O, benim askerimdir, bu kadar sayılmaz suç.)
O seksenbin kişiden, üçyüzonüç halis er,
Talut’un bu emrine ittiba eylediler.
Diğerleri su içip, oldular hep perişan.
Üçyüzonüç er ise, kazandı kıymet ve şan.
Talut dahi alarak, bu üçyüzonüç eri,
Calut’la savaş için, derhal geçti o nehri.
Nihayet iki ordu, karşılıklı geldiler.
Bir yanda koca ordu, bir yanda bir avuç er.
Talut’un üçyüzonüç kişilik ordusunda,
Genç bir yiğit vardı ki, hem de Davud adında,
Hem babası ve hem de onüç biraderiyle,
Gelmiş idi Calut’u öldürmek gayesiyle.
. Hükümdar oldu
Davud Nebi, küçükten çok cesur bir yiğitti.
Yaşından umulmayan cesarete sahipti.
Koyun güttüğü için gençliğinde bir müddet,
Sapan taşı atmada hüneri çoktu gayet.
Attığı taş, mutlaka varırdı hedefine.
Arslanları tutarak, binerdi üstlerine.
Ve dağlarda yürürken, tesbih etseydi eğer,
Dağ taş dile gelerek, zikrederdi beraber.
Bir gün dağda giderken, bir taş çıktı yoluna.
Fasih bir lisan ile söyledi şöyle ona:
(Ey Davud, beni al da, koy torbanın içine.
Calut’u öldürmekte yarar bir gün işine.)
Davud aleyhisselam bu sesi işiterek,
Eğilip aldı onu, bir hikmet var diyerek.
Savaşmaya giderken Talut’un ordusunda,
Hazır bulunuyordu o taş da torbasında.
Talut ferman etti ki cenk günü askerine:
(Kızımı vereceğim Calut’u öldürene.
Hem ikram edeceğim salahiyet ve makam.
Her yerde onun mührü geçerli olacak tam.)
Calut’un ordusunda binlerle var idi er.
Talut’un askeriyse, üçyüzonüç idiler.
Geldi karşı karşıya iki taraf nihayet.
Onlar dua etti ki: (Ya Rab, bize yardım et.
Korku ve endişe sal küffarın yüreğine.
Muzaffer kıl bizleri, onların üzerine.)
Evvela kâfir Calut, meydana at sürerek,
Dedi: (Var mı benimle dövüşecek bir erkek?)
İri cüsseli olup, bilirdi savaşmayı.
Göze alamadılar ona karşı çıkmayı.
Mü’minler korktu diye kâfir böbürlenirken,
Davud aleyhisselam ortaya çıktı birden.
Belinde sapanı ve sırtında torbasıyla,
Çıktı er meydanına iman ve ihlasıyla.
Sordu Calut: (Ne için öne çıktın ey hakir?)
Dedi: (Geldim seninle dövüşmeye ey kâfir!)
Calut alay ederek, dedi ki: (Sen mi yani?
Nasıl cenk edeceksin, kılıcın nerde hani?)
Belindeki sapanı aldı derhal eline.
Torbadan taş çıkarıp, yerleştirdi yerine.
Calut onu görünce, gülüp alay ederek,
Bıraktı kalkanını Lüzum yoktur diyerek.
Davud aleyhisselam, tam Calut’un başını,
Dikkatle nişan alıp, salıverdi taşını.
O anda çok kuvvetli rüzgar esip aniden,
Calut’un başındaki Tolgası düştü birden.
Ve hazret-i Davud'un attığı taş, nihayet,
Calut’un tam alnına ediverdi isabet.
O iri cüssesiyle, düşüp öldü atından.
Müslümanlar, hücuma geçti hemen ardından.
Calut’un ölümüyle, kâfirler bozuldular.
Bir avuç müslümana, o gün mağlub oldular.
Talut, zaferden sonra sadık kalıp vadine,
Nikah etti kızını, derhal Davut Nebi’ye.
Sonra da verdi ona, makam ve salahiyet.
Onun idaresine geçti bütün memleket.
. İstiğfarın faydası
Davud aleyhisselam Allah’tan korkardı pek.
Çok istiğfar ederdi, göz yaşları dökerek.
Ne zaman düşünseydi, Cehennem şiddetini,
Mafsalları gevşer ve kaybederdi kendini.
Rahmetinin çokluğu gelince de kalbine,
Derman bulup, gelirdi yine eski haline.
Bir gün, eli başında olarak çıktı dağa.
Tövbe istiğfar edip, başladı ağlamağa.
Niçin ağladığını sordular kendisinden.
Buyurdu: (Bırakın da, ağlayayım şimdiden.
Şimdi ağlayayım ki dünyada fazla fazla,
Ahirette ağlamak faide vermez asla.)
Bir gün, eshabı ile oturmuşlar bir yere,
Nasihat ediyordu etrafındakilere.
O ara, genç birisi yanlarına gelerek,
Hakaretler eyledi, çok sözler sarfederek.
Orada bulunanlar, çok kızdılar o gence.
Ve haddini bildirmek istediler hemence.
Lakin o buyurdu ki: (Bırakın şimdi onu.
O gitsin, siz sabredin ve bekleyin sonunu.
Ben istiğfar edeyim Rabbime bunun için.
Bakın nasıl olacak neticesi bu işin.)
Sonra kalktı ayağa, bir abdest aldı tekrar.
Namaz kılıp, Rabbine etti tövbe istiğfar.
Sonra da dua edip, geldi tekrar yerine.
Başladı yarım kalan evvelki sohbetine.
Henüz geçmemişti ki aradan fazla zaman,
Mahcup bir vaziyette, o genç geldi tekrardan.
Büyük bir hürmet ile öperek ellerini,
Ayakları dibine atıverdi kendini.
Ağlayıp sızlayarak, dedi ki: (Ey efendim!
Az önce, size karşı büyük hata eyledim.
Size, durup dururken ettiğimden hakaret,
Üzgün ve çok pişmanım, ne olur beni affet.)
Gördü gencin af için böyle yalvarmasını.
Merhamete gelerek, affetti hatasını.
Hak teâlâ, hazreti Davud’a vahyetti ki:
(Ey Davud, kullarımdan bir tanesi eğer ki,
Gayriden yüz çevirip, sırf bana güvenirse,
Herşeyden ümit kesip, doğru bana gelirse,
Yedi kat göklerde ve yerde olan kimseler,
Birleşip, ona zarar yapmak arzu etseler,
İzzet ve celalime yemin ederim ki ben,
Ona, zerre bir zarar yapamazlar katiyen.
Bütün dünya birleşse ona zarar yapmaya,
Muktedir olamazlar kılına dokunmaya.
Eğer beni bırakıp, kullara güvenirse,
Gönlünü benden alıp, başkasına verirse,
İzzet ve celalime yemin ederim ki ben,
Onu, kendi haline bırakırım tamamen.
Doldururum kalbini sırf dünya sevgisi’yle.
Uğraşır didinir hep, dünya meşgalesiyle.
Birinden kurtulursa, veririm başka ümit.
Beni düşünmesine bırakmam fırsat, vakit.
Dünyanın ömrü kadar uzun olsa da ömrü,
Rahat yüzü göremez, bu halinden ötürü.
Zira onun kalbinde her şey vardır, ben hariç.
Onları düşünmekten düşünemez beni hiç.)
. Kim geldi de boş döndü?
Bir gün Davud Nebi’ye şöyle vahyolundu ki:
(Ey Davud, kullarımdan hiçbir kul var mıdır ki,
Bana dua etsin de o hulus-ü kalp ile,
Ben onun duasını çevireyim geriye?
Kim kapımı çaldı da, onu açılmaz gördü?
Kim benden istedi de, eli boş geri döndü?
Onlar her ne isterse, gönderirim o demde.
İstedikleri şeyler, mevcuttur hazinemde.
Kullarıma söyle ki, seviyorsa beni kim,
Ona, ondan daha çok fazladır benim sevgim.
Ey Davud, bir sevgili görülmüş mü ki asla,
Sevsin başkalarını, sevgilisinden fazla?
Her kim beni ararsa, elbette ki kavuşur.
Kim gayriyi ararsa, beni kaybetmiş olur.
Kim beni zikrederse, onu ferahlatırım.
Bana muhabbetini elbette arttırırım.
Herkes unutmuş iken beni gaflet içinde,
O kulum agah olur, o sevgi ateşinde.
Benden razı olandan, olurum ben de razı.
Kabul olur indimde, her dua ve niyazı.
Gönderdiğim belaya, her kim sabredemezse,
O, benden bir talepte bulunmasın öyleyse.
Kullarımın içinde gizlerim ben dostları.
Yalnız sevdiklerime tanıtırım onları.
Beni unutanları bile hiç unutmazken,
Hep beni ananları hiç unutur muyum ben?
Saçarken ihsanımı nice cimri kullara,
Cimrilik eder miyim hiç cömert olanlara?
Gönderirim dostlara, türlü dert ve belalar.
Ve onlar sabrettikçe, veririm çok sevaplar.
Dünyada korkanlara, korku vermem mahşerde.
Benden utananları, utandırmam o yerde.
Kim beni sevdiğini iddia ediyorsa,
Sözü doğru olur mu bütün gece uyursa?
Tenhada aramaz mı herkes sevgilisini?
Ben de duymak isterim, gece dostlar sesini.
Ey Davud, ne oldu ki kulların hallerine,
Dünya muhabbetini sokarlar kalplerine?
Halbuki ben dünyaya vermem hiç değer, kıymet.
Onlar nasıl verirler dünyaya ehemmiyet?
Ey Davud, rastlar isen beni talep edene,
Bütün imkanın ile, gir onun hizmetine.
Kullarıma söyle ki, sevsinler beni hepsi.
Ben, beni sevenlerin olurum sevgilisi.
Ben, benimle olanı arkadaş edinirim.
Beni tercih edeni, ben de tercih ederim.
Kullarımdan kim beni fazla severse şayet,
O da, kullar içinde görür çok fazla rağbet.
Kullarımın içinde, severim sabredeni.
Belama sabretmeyen, kazanamaz ecrini.)
Bir gün, Davud Nebi’nin çocuğu etti vefat.
Üzülünce, kendine bir vahiy geldi fakat.
Buyurdu ki: (Ey Davud, vefat etti çocuğun.
Nazarında ne kadar kıymeti vardı onun?)
Dedi ki: (Yer dolusu altın, mücevher kadar.)
Hak teâlâ o zaman vahyetti ona tekrar:
(Madem onun kıymeti bu kadardı gönlünde,
O kadar mükafata kavuşursun o günde.)
. Sesi çok güzeldi
Davud aleyhisselam merak edip gayetle,
Sık sık dolaşıyordu tebdil-i kıyafetle.
Zira o, şu hususu bilmek isterdi ki hep,
Milleti idarede kusurum var mı acep?
Kendisinin hakkında, milletteki kanaat,
Acaba nasıl? diye, yapardı istihbarat.
Bu maksatla gezerken, bir gün memleketinde,
Karşısına, bir melek çıktı insan şeklinde.
Hazreti Cebrail’di rastladığı o melek.
Yaklaşıp sordu ona, teb’adan zan ederek.
Dedi: (Nasıl milletin şimdi rahat, huzuru?
Davud’un, idarede sence var mı kusuru?)
Cibril dedi: (İyidir, kusuru yoktur, ancak,
Onda bir haslet olsa, daha iyi olacak.)
(O haslet nedir?) diye sordu Davud Peygamber.
Dedi ki: (Beytülmaldan geçinirmiş o meğer.
Halbuki bir kimsenin, elinin emeğiyle,
Yemesi, kıyaslanmaz asla diğerleriyle.)
Davud Nebi, Rabbinden niyaz etti: (İlahi!
Elimin emeğiyle geçim ver bana dahi.)
Ona, demirciliği öğretti Hak teâlâ.
Geçimi, eskisinden oldu iyi ve a’la.
Ramazan-ı şerifte geldi Cibril bir sene.
Ve Zebur-u şerifi getirdi kendisine.
Sesi, öyle yanık ve tesirliydi ki onun,
Böyle güzel değildi sedası hiçbir kulun.
Sadece Resulullah müstesna idi bundan.
Zira O, her Nebi’den üstündü her bakımdan.
Kim hazret-i Davud’un işitseydi sesini,
Hayran ve şaşkın olup, kaybederdi kendini.
O, Zebur okumaya başlasaydı ne zaman,
Halka halka dizilip, dinlerdi ins ve hayvan.
Önce din alimleri, sonra diğer mü’minler,
Onların arkasına saf olurdu cinniler.
Sonra, ehli ve vahşi hayvanatın cümlesi,
Toplanıp, huşu ile dinlerlerdi bu sesi.
O anda bütün kuşlar, üstlerine gelerek,
Gölgelik ederlerdi, hepsi kanat gererek.
Davud aleyhisselam evden çıktığı zaman,
Evinin kapısını kitlerdi muntazaman.
Yine bir gün, evinden çıkıp gitti bir yere.
Kilitledi kapıyı, bu adeti üzere.
Geriye geldiğinde açıp girdi içeri.
Lakin baktı, içerde oturur başka biri.
Çok taaccüp ederek, buyurdu: (Kimsin ki sen,
İçeri girebildin kapı kilitli iken?)
Dedi ki: (Ben öyle bir kimseyim ki ey Davud!
Fark etmez bana açık, kilitliymiş veyahut.)
Onun kim olduğunu tahmin etti o dahi.
Dedi: (Sen, öyle ise Azrailsin Vallahi.
Ruhumu kabzetmeye geldinse şimdi eğer,
Niçin bunu önceden vermedin bana haber?)
Dedi: (Çok haberciler göndermiştim sana ben.
Mesela nerde şimdi ecdadın, nerde deden?)
Davud aleyhisselam dedi: (Hepsi öldüler.)
Dedi ki: (İşte onlar, birer haberciydiler.)
Ve hazreti Davud’a hürmetkâr davranarak,
Kabzeyledi ruhunu, ondan izin alarak.
. Ayrıca sultan İdi
Kudüs yakınlarında, Gazze şehrinde doğan,
Bir peygamber idi ki, sultan oldu sonradan.
O, beni İsrail’e peygamber gönderildi.
Ve Mescid-i Aksa’yı, ilk o bina eyledi.
Davud Nebi, ondokuz evladının içinden,
En çok onu severdi, üstün hasletlerinden.
Öyle fazla idi ki idrak ve anlayışı,
Babası, önce ona danışırdı her işi.
Mesela babasının sultanlık zamanında,
İki kadın, birer de oğulları yanında,
Giderken, bir kurt gelip, büyük olan kadının,
Oğlunu, yanlarından alıp kaçtı ansızın.
Lakin kadın, saptırmak istedi hakikati.
Dedi: (Senin oğlunu kurt götürdü, bu kati.)
Küçük kadın, şiddetle etti buna itiraz.
Dedi ki: (Seninkini götürdü, bu olamaz.)
Geri kalan çocuğu paylaşamıyorlardı.
İkisi de, (Bu, benim oğlumdur) diyorlardı.
Aslında, küçük olan kadınındı o oğlan.
Ve yalan söylüyordu malesef büyük olan.
Bunlar, çocuk yüzünden düşünce ihtilafa,
İşi, Davud Nebi’ye götürdüler bu defa.
Davud Nebi, onları sorup dinlediğinde,
Çocuk, büyük kadının bulunurdu elinde.
Küçük kadın, (Bu benim oğlumdur) dedi, fakat,
Delili olmayınca, edemedi tam isbat.
Bu hususta bir şahit gösteremeyince de,
Büyük kadın lehine hükmetti neticede.
Onlar bu mahkemeden çıkar çıkmaz dışarı,
Oğlu Süleyman’a da söylediler kararı.
Henüz çocuk yaştaydı, dinledi o da yine.
Ve derhal vakıf oldu işin hakikatine.
Dedi: (Bana bir bıçak getirin de bakayım.
İkisi arasında bunu paylaştırayım.)
O böyle söyleyince, küçüğü etti feryat.
Dedi ki: (Ben davamdan ediyorum feragat.
Sakın kesme çocuğu, bu, çok fena bir fiil.
Çocuk bu kadınındır, elbette benim değil.)
Küçük kadın, böylece edince feryat, figan,
Bu kadının lehine hüküm verdi o zaman.
Davud Nebi öğrenip, beğendi bu hükmünü.
Takdir etti oğlunun akli üstünlüğünü.
Ömrünün sonlarında, vahiy geldi ki ona:
Mülk ve saltanatını bıraksın Süleyman’a.
Yerine, onu vekil bıraktığı zamanda,
Oniki yaşındaydı hazret-i Süleyman da.
Buyurdu ki: (Ey oğlum, vekilimsin sen benim.
Dinle ki, şudur sana benim nasihatlerim:
Kızma ve sinirlenme, Takvaya sarıl her an.
Ve Allah’tan korkarak, çok sakın her haramdan.
Allahü teâlâya fazla yap ki ibadet,
Allah, böyle kullara verir muvaffakıyet.
Bekleme insanlardan hiçbir şey, hiçbir işte.
Hakiki zenginliğin esası budur işte.
Ve kıskanma kulların elindeki nimeti.
Budur fakirliğin de insanda alameti.
Gayret et iyi olsun, düne göre, bugünün.
Özrü gerektirecek olmasın iş ve sözün.)
. Rüzgar emrine girdi
Peygamber olduğunda Süleyman Nebi dahi,
Dedi: (Af ve mağfiret eyle beni ilahi!)
Ve peygamberliğini teyid etmek üzere,
Rabbinden, bir mucize talep etti bir kere.
Dedi ki: (Ya ilahi, dünyada bir kuluna,
Nasib etmeyeceğin bir saltanat ver bana.)
Zira onun devrinde, vardı zalim sultanlar.
Mülk ile övünmeyi etmişlerdi hep şiar.
Ve her kimin vardıyse mülkü ve saltanatı,
Halk, ona gösterirdi ilgi ve iltifatı.
Süleyman Peygamber de bunları bildiğinden,
O da, mülk ve saltanat talep etti Rabbinden.
Lakin o, istemedi keyf için saltanatı.
Dinini daha kolay yaymak idi maksadı.
Hazret-i Musa’nın da asası oldu ejder.
Zira onun devrinde meşhurdu böyle şeyler.
Peygamber-i zişan’ın devrinde de insanlar,
Nutuk ve Belagata ederlerdi itibar.
Bu yüzden, Hak teâlâ Resul Efendimiz’e,
Kur’anı nazım yapıp, kıldı büyük mucize.
Hak teâlâ, Süleyman Nebi’ye mülkten ayrı,
Verdi onun emrine cinler ile rüzgarı.
Havadaki kuşlarla, yerde cümle hayvanat,
Süleyman Peygamber’e ederlerdi itaat.
Cinlerin dokuduğu vardı ki bir yaygısı,
Çıkarlardı üstüne kendisiyle ordusu.
Ve Süleyman Peygamber, emrederdi rüzgara.
Çok hızlı götürürdü onları uzaklara.
Yarım günde, bir aylık mesafe giderlerdi.
Her nereye istese, oraya inerlerdi.
Yemek kapları ile, malzemelerini de,
Alıp götürürlerdi, hep beraberlerinde.
Hak teâlâ, o kadar mülk vermişti ki ona,
Hatta sahip olmuştu dünyanın tamamına.
Ona ihsan olunan mucizeden biri de,
Uzaktan duymasıydı çok hafif sesleri de.
Ordusuyla havada giderlerken ileri,
Taif’te, bir vadiye murad etti inmeyi.
Lakin karıncaları pek çok idi o yerin.
Gördüler indiğini Süleyman Peygamber’in.
Reis durumundaki dişi karınca dahi,
Onların indiğini görünce bizatihi,
Diğer karıncaları eyledi derhal ikaz.
Dedi: (Ey karıncalar, dinleyin beni biraz.
Dolaşmayın ortada, havadan bir Peygamber,
Geliyor bize doğu, ordusuyla beraber.
Onlar yere inmeden, girin ki yerinize,
Bilmeden basmasınlar sizin üzerinize.)
O böyle söyleyince, bilcümle karıncalar,
Yuvalarına girip, görmediler bir zarar.
Süleyman Peygamber de, o dişi karıncanın,
Sesini işitmişti, ihsanıyla Allah’ın.
Ve muttali olunca karıncanın sesine,
Tebessüm eylemişti hem de gülercesine.
Zira bir karıncanın kelamını işitip,
Anlamak, bu dünyada her kula olmaz nasip.
Rabbinin kendisine verdiği bu nimeti,
Tefekkür eylemişti, buydu memnuniyeti.
. Hüdhüd kuşu ve belkıs
Süleyman Peygamber ki, hem de büyük sultandı.
Ve Mescid-i Aksa’nın binasını yapandı.
İnşa tamamlanınca, karar verip bu defa,
Yöneldi ordusuyla Beytullah’ı tavafa.
İleri gelenlere buyurdu ki o yerde:
(Burada bir Peygamber çıkacaktır ilerde.
Nebi’lerin sonu ve Allah’ın Habibidir.
Ona iman edenler, ne kadar talihlidir.)
Orada kurban kesip, yaptı hem çok ibadet.
Yemen taraflarına etti sonra hareket.
San'aya vardığında, namaz kılmak üzere,
Alçalıp, ordusuyla indi yeşil bir yere.
Hüdhüd kuşu vardı ki, emrine itaatkâr,
Yükseklere çıkarak, etrafa kıldı nazar.
İlerde, yeşillikli bahçeler görüp indi.
O yerler, Belkıs denen kadın melikenindi.
Bir başka hüdhüd ile karşılaştı o yerde.
Sordu buna: (Sen kimsin, yerin yurdun nerede?)
Dedi: (Padişahımız Süleyman Peygamber’in,
Haşmetli ordusunda vazifeli bir erim.
O, öyle sultandır ki, insan ve hayvanlara,
Hükmeder cinler ile, şu esen rüzgarlara.)
O dedi: (Sultanınız güçlü imiş bayağı.
Bizim melikemiz de değil ondan aşağı.
Bütün Yemen diyarı hep onun emrindedir.
İstersen göstereyim bu yeri sana bir bir.)
Dedi: (Olur ve lakin ben buraya gelirken,
Müsade almamıştım bizim melikimizden.
Su için beni arar ve bulamazsa şayet,
Derhal cezalandırır, korkarım ondan gayet.)
Orduya su bulmaktı hüdhüd’ün vazifesi.
Nerde su olduğunu anlardı onun hissi.
Keşfedince, iner ve o yeri gagalardı.
Cinler gelip kazarak, suyu çıkarırlardı.
Hakikaten o yerde, ihtiyaç oldu suya.
Ve Süleyman Peygamber sordu onu orduya.
Lakin onun yerini kimse bilemiyordu.
Bu sefer akbaba’yı çağırıp ona sordu.
O dahi arzedince bir şey bilmediğini,
Anladı müsadesiz uzağa gittiğini.
Ona gadaplanarak, buyurdu ki bu defa:
(Gelince, vereceğim ona büyük bir ceza.)
Kuşların efendisi, bir ukab kuşu vardı.
Bu sefer de o kuşu huzuruna çağırdı.
Buyurdu ki: (O hüdhüd, nerdeyse şimdi şayet,
Onu bul ve acele yanıma edin avdet.)
(Baş üstüne!) diyerek, havalandı anında.
Yükseklerden aradı onu dört bir yanında.
O ise ayrılmış ve geliyordu ilerden.
Gördü onu, telaşla kendisine gelirken.
Yaklaşınca dedi ki: (Ey hüdhüd, nerde idin?
Sana ceza verecek, izinsiz niye gittin?)
Hüdhüd bunu duyunca, kederlendi, üzüldü.
Süleyman Peygamber’in tarafına süzüldü.
Bu sefer de Akbaba ve sair bütün kuşlar,
Üzgün bir vaziyette onu karşıladılar.
Dediler: (Yazık sana, niçin gittin izinsiz?
Sana, büyük bir ceza verecek melikimiz.)
. Belkıs ve mektup
Ukab kuşu, hüdhüd’ü alaraktan yanına,
Süleyman Peygamber’in çıkardı huzuruna.
O, oturur idi ki sultanlık kürsüsünde,
Bir anda, ikisini gördü gözü önünde.
Ukab çıktı ileri, arz etti ki: (Efendim!
Hüdhüd'ü, emrinizle bulup size getirdim.)
Sonra hüdhüd yaklaşıp Peygamberin önüne,
Hürmetini arz edip, başını eğdi öne.
Buyurdu ki: (Ey hüdhüd, izinsiz niçin gittin?
Sana büyük ceza var yoksa bir mazeretin.)
O da, cevap olarak dedi ki: (Ey Peygamber!
Size, Sebe' ilinden getirdim mühim haber.
O yerin, Belkıs diye var ki bir melikesi,
Hep onun emrindedir bütün yemen ülkesi.
Hem de o melikenin çok büyük bir tahtı var.
Teb’asıyla birlikte, güneşe tapınırlar.)
Bunları işitince birden geldi gadaba.
Buyurdu: (Doğru mudur bu sözlerin acaba?)
Öğrenmek maksadıyla bunun doğruluğunu,
Belkıs’a mektup yazıp, hüdhüd'e verdi onu.
Buyurdu ki: (Bunu al, Belkıs’a götür, ancak,
Gizlenip takib et ki, okuyup ne yapacak?)
Belkıs, hep sarayında dururdu ekseriya.
Ve haftada bir kere, çıkardı dışarıya.
Sair günler, kapılar kapalı bulunurdu.
Etrafta devriyeler gezip onu korurdu.
Hüdhüd dahi gelince, kapalıydı kapılar.
Hem de dolaşıyordu etrafta muhafızlar.
Bakıp giremeyince kapıların birinden,
Köşkün penceresinin girdi açık yerinden.
Odalardan geçerek tuttu bir istikamet.
Belkıs’ın odasına vasıl oldu nihayet.
İçeri girdiğinde, büyükçe bir taht gördü.
Belkıs ise uzanmış, tahtında uyuyordu.
Göreceği bir yere, mektubu bırakarak,
Pencere kenarında bekledi saklanarak.
Uyanınca gördü ve aldı Belkıs mektubu.
Lakin merak etti ki, nerden, nasıl geldi bu?
Zira her bir kapıda, var iken muhafızlar,
Kim girebilirdi ki benim odama kadar?
Odasından çıkarak, o, bunun telaşında,
Gördü ki, muhafızlar hepsi işi başında.
Onlara sordu hemen: (Kim girdi sarayıma?
Biri mektup bırakmış, hem de benim yanıma.)
Dediler: (Nasıl olur, kimseyi görmedik biz.
Ve devamlı kapıda durup beklemekteyiz.)
Büyük bir heyecanla mektubu açtı derhal.
Besmele-i şerifi görünce oldu hoş-hal.
İleri gelenleri çağırıp huzuruna,
Dedi ki: (Çok şerefli bir mektup geldi bana.
Bu, melik Süleyman’dan bizlere gelmektedir.
Bizi, kendi dinine davet eylemektedir.
Diyor ki, bana karşı hiç tekebbür etmeyin.
Ve müslüman olarak, emrime boyun eğin.
Şimdi siz söyleyin ki, ne yapalım dersiniz?
Bu teklif karşısında, nedir sizin reyiniz?)
Dediler: (Savaş dersen, biz savaş erbabıyız.
Eğer sulh emredersen, ona dahi razıyız.)
. Belkıs İman ediyor
Süleyman Peygamber’in mektubuna cevaben,
Kıymetli hediyeler gönderdi Belkıs hemen.
Dedi: (Kabul ederse bu şeyleri o eğer,
Anlarım ki, bir dünya padişahıymış meğer.
Eğer kabul etmezse hediyeleri benim,
Anlarım peygamberdir, ben de iman ederim.)
Gelip hediyeleri arz edince elçiler,
Asla kabul etmeyip, vermedi hiçbir değer.
Elçiler, bunu gelip söyleyince Belkıs’e,
Dedi: (O, peygamberdir eğer hal böyle ise.)
Ordusunu toplayıp, dedi: (Hazır olunuz!
O büyük Peygamberin yanına gidiyoruz.)
Koydurdu tahtını da, gayet muhkem bir yere.
Sonra teslim eyledi onu nöbetçilere.
Dedi ki: (Gayet iyi bekleyin ki bu tahtı,
Bulamasın hiç kimse bunu çalma fırsatı.)
Allahın peygamberi Süleyman Nebi ise,
Onlara bir mucize göstermek gayesiyle,
Belkıs’ın o tahtını getirtmek etti arzu.
İleri gelenlere söyledi bu hususu.
Buyurdu: (Onlar bana gelmeden henüz daha,
Belkıs’ın o tahtını kim getirir buraya?)
İfrit namında bir cin, dedi: (Ben muktedirim.
Sen yerinden kalkmadan, o tahtı getiririm.)
Buyurdu: (Daha çabuk gelmeli o buraya.)
O zaman baş veziri, Asaf ibni Berhiya,
Dedi: (Ya Nebiyyallah, bana tevdi et bunu.
Göz kırpacak zamanda getiririm ben onu.)
Buyurdu ki: (Ey Asaf, derhal getir o tahtı!)
Asaf, ism-i azam’ı okuyup secde yaptı.
Dua etti orada Allahü teâlâya.
O secdeden kalkmadan, taht gelmişti oraya.
Belkıs gelip şaşırdı tahtının gelişine.
Düştü büyük hayret ve şaşkınlığın içine.
Düşündü ki, kaç aylık mesafeden, bu tahtım,
Bir anda nasıl gelir, almadı bunu aklım.
Ayrıca çok muhkem ve kilitli idi o yer.
Beklerdi kapısında, gece gün devriyeler.
Belkıs henüz gelmeden, Süleyman Peygamber de,
Gayet ziynetli bir köşk yaptırmıştı o yerde.
Ve Belkıs’ı, bu köşkte kabul etmişti o gün.
Saf billur döşetmişti avlusuna o köşkün.
Altından sular akar ve balıklar yüzerdi.
Girenler, o avluyu derin su zannederdi.
Belkıs dahi girince avludan içeriye,
Kaldırdı eteğini, suya girecek diye.
Buyurdu ki: (Ey Belkıs, su değil, gir içeri.
Bu, şeffaf bir avludur, billurdandır üzeri.)
Belkıs, gördüklerine oldu meftun ve hayran.
Peygamber olduğuna yakini arttı o an.
Gönülden iman etti Allahın birliğine.
İslamla şereflenip, girdi onun dinine.
Sonra da, Nikahına girip bu Peygamber’in,
Yüksek derecesiyle şereflendi Cennetin.
. Vefatı
Süleyman Peygamber ki, hükmederken dünyaya,
Allah’tan utanarak, ederdi Ondan haya.
Zaten onun, Rabbinden, bu mülk ve saltanatı,
Talep etmesindeki yegane, tek maksadı,
Dinini daha kolay yaymaktı insanlara.
Ve kabul ettirmekti, kendisini onlara.
Bir mucize olarak istemişti o mülkü.
İnsanlar, saltanata kıymet verirdi çünkü.
Bu kadar dünyalığa sahip iken, o yine,
Alçak gönüllülüğü, şiar etti kendine.
Daima Hakk'a karşı, bildi acizliğini.
Durmadan cihad edip, tebliğ etti dinini.
Hem öyle adaletle hükmetti ki kırk sene,
Dünya meliklerini hayran etti kendine.
Bu kadar çokken onun, mülkü ve saltanatı,
Bu nisbette çok idi, ibadet ve taatı.
Girip kendi yaptığı, o mescid-i Aksa’ya,
Hep ibadet yapardı, Allahü teâlâya.
Ve hatta bir iki ay, çıkmazdı dışarı pek.
Yemek için, yanına, alırdı biraz ekmek.
Her sabah, mihrabında, biter idi bir fidan.
Sorardı o fidana: (Neyedir senin faydan?)
Her fidan söyler idi, ona önce adını.
Sonra da arz ederdi, neye yaradığını.
Bir gün keçi boynuzu mihrapta gördü birden.
Ona dahi sordu ki: (Senin nedir faiden?)
O şöyle cevap verdi Süleyman Peygamber’e:
(Ben, senin mescidini geldim harab etmeye.)
Dedi: (Ben hayattayken, mescidim olmaz harap.)
Vefat edeceğini anlayıp dedi: (Ya Rab!
Ecelim yakın ise, öleceksem ben şayet,
Gizle bu cinnilerden öldüğümü bir müddet.
Böylelikle insanlar, anlasınlar ki iyi,
Asla bilmez cinniler, olacak hadiseyi.)
Sonra, yine mihrapta, dayanıp asasına,
Devam etti her günkü namazın edasına.
İşte bu vaziyette kılarken namazını,
Melek-ül mevt gelerek, alıverdi canını.
İbadet eylediği mescid-i Aksa’nın da,
Birer delik var idi, önüyle arkasında.
Cinler, bu deliklerden takip edip hep onu,
Görürlerdi devamlı ayakta durduğunu,
Sandılar ki, ayakta namaz kılıyor yine.
Vakıf olamadılar işin hakikatine.
Hayatta zannederek, Süleyman Peygamberi,
Aynen yapıyorlardı ağır ve zor işleri.
Aradan uzunca bir zaman geçti bu minval.
Hatta gariplerine gitmiyordu işbu hal.
Zira o, önceden de dışarı çıkmazdı pek.
Hep ibadet yapardı, sabahtan akşama dek.
Sonra bir ağaç kurdu, asa’yı kemirince,
Süleyman Peygamber de yere düştü böylece.
Yere düşmüş görünce, mübarek bedenini,
O zaman anladılar vefat eylediğini.
Cinniler, insanlara derdi ki o devirde:
(Biz biliriz, her ne ki olacaksa ilerde.)
Bu hadiseden sonra, kesildi hep sesleri.
Zira çıktı ortaya, yalan söyledikleri.
. Buhtunnasar’ın rüyası
Beni İsrail için, gönderildi peygamber.
Ve Tevrat’ın hükmünü, herkese verdi haber.
İsrailoğulları, önceden gönderilen,
Bir nice Peygamber’i dinlemediklerinden,
Musallat kıldı Allah, onlara zalimleri.
İstilaya uğradı, birden memleketleri.
Buhtunnasar, orduyla girip bölgelerine,
Şam ve havalisini, hep geçirdi eline.
En ufak bir merhamet bile hiç göstermeden,
Öldürdü pek çoğunu, büyük küçük demeden.
Beyt-ül mukaddes’i de, bir harabe haline,
Çevirip, ordusuyla Babil’e döndü yine.
Esir almış olduğu yetmişbin çocuğu da,
Babil’e gittiğinde, paylaştırdı orduda.
Danyal aleyhisselam, pek de genç hali ile,
Esirler arasında, gitmiş idi Babil’e.
Buhtunnasar, fark edip onun olgunluğunu,
Esirlerden ayırıp, saraya aldı onu.
O, artık el üstünde, sarayda büyüyordu.
Buhtunnasar, ona çok ilgi gösteriyordu.
Lakin haset ettiler onu çekemeyenler.
Bu işi bozmak için, düşündüler hileler.
Gelip, Buhtunnasar’a şöyle söylediler ki:
(O, senin milletinden ve dininden değil ki.)
Buhtunnasar hemence, bu işi tahkik edip,
Hapse attı sonunda, hakikati öğrenip.
Çok geçmeden, korkulu bir rüya gördü, lakin,
Uyanınca, rüyayı unuttu sabahleyin.
Bütün kahinlerini, toplayıp bir araya,
Dedi ki: (Söyleyiniz, nasıl idi o rüya?)
Dediler ki: (Efendim, bilemeyiz onu biz.
Rüyayı anlatırsan tabir edebiliriz.)
Çok kızdı Buhtunnasar, dedi ki: (Ben sizleri,
İşte bu günler için saklardım çoktan beri.
Size üç gün müsade, halledin bu işi siz.
Yoksa, ceza olarak ölürsünüz hepiniz.)
Danyal aleyhisselam, duydu bunu hapisten.
Zindancıyı çağırıp, dedi ki ona hemen:
(Eğer buhtunnasar’a, götürür isen beni,
Rüyasını söyleyip, yaparım tabirini.)
Haber verdi zindancı, bu teklifi sultana.
Çok sevinip, dedi ki: (Acele getir bana.)
Ve lakin o zamanlar, şöyle bir adet vardı.
Onun yanına giren, önce secde yapardı.
Danyal aleyhisselam, bu hususu önceden,
Bilirdi, lakin yine, girdi secde etmeden.
Buhtunnasar, merakla sordu ki ona derhal:
(Niçin secde etmeden giriyorsun ey Danyal?)
Buyurdu: (Rabbim bana, rüya tabir etmeyi,
Öğretti ki, bu işi yaparım gayet iyi.
Lakin bir şart koştu ki bu babta bana Rabbim,
O da, Ondan gayriye, hiç secde etmeyeyim.)
O böyle söyleyince, dedi ki o bu defa:
(Demek ki sen Rabbinin ahdine ettin vefa.
Hakikatli kişisin, seni tebrik ederim.
Benim bir müşkilim var, çözersin zannederim.
Geçen gün rüya gördüm, unuttum sonra fakat.
O rüya ve tabiri nasıldı, bana anlat.)
. Rüyayı tabir etti
Danyal aleyhisselam, buyurdu ki o anda:
(O gece, büyük bir put görmüş idin rüyanda.
Altın, gümüş ve bakır, demir ve kerpiç ile,
Yapılan o heykele bakarken sevinç ile,
O anda, gökyüzünden büyük bir taş düşerek,
Toz haline getirdi, ona çarpıp ezerek.
Sonra o taş büyüdü, öyle oldu ki hem de,
O taştan başka bir şey görünmezdi âlemde.)
Buhtunnasar, rüyayı hatırlayıp dedi ki:
(Evet, buydu o rüya, tabiri nedir peki?)
Buyurdu: (Gördüğün put, çeşitli ümmetlerdir.
Altın, senin içinde bulunduğun ümmettir.
Gümüş ise, oğlunun hükmedeceği millet.
Demir Acem demektir, bakır Rum’a işaret.
Gökyüzünden inip de, o putu helak eden,
Taş ise, Peygamberdir ahir zamanda gelen.
O Resul, son olarak dünyaya gelecektir.
O gelince, putları, kırıp devirecektir.
O Peygamber’in dini, İslamiyyettir ki hem,
O dinin gelmesiyle, aydınlanır bu âlem.)
Dinledi Buhtunnasar onun bu tabirini.
Dedi ki: (Sıkıntıdan kurtardın şimdi beni.
Rüyayı doğru bildin, tabir dahi hakikat.
Sana, karşılığında ne vereyim mükafat?
İstersen bırakayım, yurduna eyle avdet.
İster eskisi gibi, burda eyle ikamet.)
Danyal aleyhisselam, düşünerek bir miktar,
Yine o memlekette kalmaya verdi karar.
O zaman Buhtunnasar, devletin erkanına,
Emir verip getirtti hepsini sarayına.
Dedi: (Danyal, çok zeki ve akıllı biridir.
Unuttuğum rüyayı, o bilip etti tabir.
Kavuşturduğu için beni huzurlu hale,
Memleket işlerini, ona ettim havale.
Benim emrim uymazsa Danyal’ın bir emrine,
Bana değil, Danyal’a tabi olun siz yine.
Muhalif olur ise, her hangi bir emrimiz,
Siz, hep beni bırakıp, onu tercih ediniz.)
Onlar bunu dinleyip, eylediler çok hayret.
Ve hazret-i Danyal’a, güttüler kin ve haset.
Ona böyle itibar, ilgi göstermesine,
Karşılık dediler ki, hileyle kendisine:
(Seninle onun dini, aynı değil bir defa.
Sen ateşe taparsın, o ise bir Allah’a.
O, iyi biliyorsa rüya tabirlerini,
Rabbinden öğreniyor bu tür bilgilerini.
Sen de bize izin ver, put yapalım sana bir.
O da gizli şeyleri, sana söyliyebilir.)
Buhtunnasar dedi ki: (İsbat da ederseniz,
Elbette makbulümdür, becerebilirseniz.)
Putu yapıp, yanında, bir de ateş yaktılar.
Secde etmeyenleri, o ateşe attılar.
Hazret-i Danyal’ı da bularak bir yolunu,
Attılar, lakin ateş yakmadı asla onu.
Buhtunnasar bu hali, seyredip sarayından,
Yanmadığını görüp, hayrette kaldı o an.
Danyal Nebi en sonra, Kudüs’e etti avdet.
Suse denen şehirde, vefat etti nihayet.
.
21 - SÜLEYMAN ALEYHİSSELAM
.Ayrıca sultan İdi
Kudüs yakınlarında, Gazze şehrinde doğan,
Bir peygamber idi ki, sultan oldu sonradan.
O, beni İsrail’e peygamber gönderildi.
Ve Mescid-i Aksa’yı, ilk o bina eyledi.
Davud Nebi, ondokuz evladının içinden,
En çok onu severdi, üstün hasletlerinden.
Öyle fazla idi ki idrak ve anlayışı,
Babası, önce ona danışırdı her işi.
Mesela babasının sultanlık zamanında,
İki kadın, birer de oğulları yanında,
Giderken, bir kurt gelip, büyük olan kadının,
Oğlunu, yanlarından alıp kaçtı ansızın.
Lakin kadın, saptırmak istedi hakikati.
Dedi: (Senin oğlunu kurt götürdü, bu kati.)
Küçük kadın, şiddetle etti buna itiraz.
Dedi ki: (Seninkini götürdü, bu olamaz.)
Geri kalan çocuğu paylaşamıyorlardı.
İkisi de, (Bu, benim oğlumdur) diyorlardı.
Aslında, küçük olan kadınındı o oğlan.
Ve yalan söylüyordu malesef büyük olan.
Bunlar, çocuk yüzünden düşünce ihtilafa,
İşi, Davud Nebi’ye götürdüler bu defa.
Davud Nebi, onları sorup dinlediğinde,
Çocuk, büyük kadının bulunurdu elinde.
Küçük kadın, (Bu benim oğlumdur) dedi, fakat,
Delili olmayınca, edemedi tam isbat.
Bu hususta bir şahit gösteremeyince de,
Büyük kadın lehine hükmetti neticede.
Onlar bu mahkemeden çıkar çıkmaz dışarı,
Oğlu Süleyman’a da söylediler kararı.
Henüz çocuk yaştaydı, dinledi o da yine.
Ve derhal vakıf oldu işin hakikatine.
Dedi: (Bana bir bıçak getirin de bakayım.
İkisi arasında bunu paylaştırayım.)
O böyle söyleyince, küçüğü etti feryat.
Dedi ki: (Ben davamdan ediyorum feragat.
Sakın kesme çocuğu, bu, çok fena bir fiil.
Çocuk bu kadınındır, elbette benim değil.)
Küçük kadın, böylece edince feryat, figan,
Bu kadının lehine hüküm verdi o zaman.
Davud Nebi öğrenip, beğendi bu hükmünü.
Takdir etti oğlunun akli üstünlüğünü.
Ömrünün sonlarında, vahiy geldi ki ona:
Mülk ve saltanatını bıraksın Süleyman’a.
Yerine, onu vekil bıraktığı zamanda,
Oniki yaşındaydı hazret-i Süleyman da.
Buyurdu ki: (Ey oğlum, vekilimsin sen benim.
Dinle ki, şudur sana benim nasihatlerim:
Kızma ve sinirlenme, Takvaya sarıl her an.
Ve Allah’tan korkarak, çok sakın her haramdan.
Allahü teâlâya fazla yap ki ibadet,
Allah, böyle kullara verir muvaffakıyet.
Bekleme insanlardan hiçbir şey, hiçbir işte.
Hakiki zenginliğin esası budur işte.
Ve kıskanma kulların elindeki nimeti.
Budur fakirliğin de insanda alameti.
Gayret et iyi olsun, düne göre, bugünün.
Özrü gerektirecek olmasın iş ve sözün.)
. Rüzgar emrine girdi
Peygamber olduğunda Süleyman Nebi dahi,
Dedi: (Af ve mağfiret eyle beni ilahi!)
Ve peygamberliğini teyid etmek üzere,
Rabbinden, bir mucize talep etti bir kere.
Dedi ki: (Ya ilahi, dünyada bir kuluna,
Nasib etmeyeceğin bir saltanat ver bana.)
Zira onun devrinde, vardı zalim sultanlar.
Mülk ile övünmeyi etmişlerdi hep şiar.
Ve her kimin vardıyse mülkü ve saltanatı,
Halk, ona gösterirdi ilgi ve iltifatı.
Süleyman Peygamber de bunları bildiğinden,
O da, mülk ve saltanat talep etti Rabbinden.
Lakin o, istemedi keyf için saltanatı.
Dinini daha kolay yaymak idi maksadı.
Hazret-i Musa’nın da asası oldu ejder.
Zira onun devrinde meşhurdu böyle şeyler.
Peygamber-i zişan’ın devrinde de insanlar,
Nutuk ve Belagata ederlerdi itibar.
Bu yüzden, Hak teâlâ Resul Efendimiz’e,
Kur’anı nazım yapıp, kıldı büyük mucize.
Hak teâlâ, Süleyman Nebi’ye mülkten ayrı,
Verdi onun emrine cinler ile rüzgarı.
Havadaki kuşlarla, yerde cümle hayvanat,
Süleyman Peygamber’e ederlerdi itaat.
Cinlerin dokuduğu vardı ki bir yaygısı,
Çıkarlardı üstüne kendisiyle ordusu.
Ve Süleyman Peygamber, emrederdi rüzgara.
Çok hızlı götürürdü onları uzaklara.
Yarım günde, bir aylık mesafe giderlerdi.
Her nereye istese, oraya inerlerdi.
Yemek kapları ile, malzemelerini de,
Alıp götürürlerdi, hep beraberlerinde.
Hak teâlâ, o kadar mülk vermişti ki ona,
Hatta sahip olmuştu dünyanın tamamına.
Ona ihsan olunan mucizeden biri de,
Uzaktan duymasıydı çok hafif sesleri de.
Ordusuyla havada giderlerken ileri,
Taif’te, bir vadiye murad etti inmeyi.
Lakin karıncaları pek çok idi o yerin.
Gördüler indiğini Süleyman Peygamber’in.
Reis durumundaki dişi karınca dahi,
Onların indiğini görünce bizatihi,
Diğer karıncaları eyledi derhal ikaz.
Dedi: (Ey karıncalar, dinleyin beni biraz.
Dolaşmayın ortada, havadan bir Peygamber,
Geliyor bize doğu, ordusuyla beraber.
Onlar yere inmeden, girin ki yerinize,
Bilmeden basmasınlar sizin üzerinize.)
O böyle söyleyince, bilcümle karıncalar,
Yuvalarına girip, görmediler bir zarar.
Süleyman Peygamber de, o dişi karıncanın,
Sesini işitmişti, ihsanıyla Allah’ın.
Ve muttali olunca karıncanın sesine,
Tebessüm eylemişti hem de gülercesine.
Zira bir karıncanın kelamını işitip,
Anlamak, bu dünyada her kula olmaz nasip.
Rabbinin kendisine verdiği bu nimeti,
Tefekkür eylemişti, buydu memnuniyeti.
. Hüdhüd kuşu ve belkıs
Süleyman Peygamber ki, hem de büyük sultandı.
Ve Mescid-i Aksa’nın binasını yapandı.
İnşa tamamlanınca, karar verip bu defa,
Yöneldi ordusuyla Beytullah’ı tavafa.
İleri gelenlere buyurdu ki o yerde:
(Burada bir Peygamber çıkacaktır ilerde.
Nebi’lerin sonu ve Allah’ın Habibidir.
Ona iman edenler, ne kadar talihlidir.)
Orada kurban kesip, yaptı hem çok ibadet.
Yemen taraflarına etti sonra hareket.
San'aya vardığında, namaz kılmak üzere,
Alçalıp, ordusuyla indi yeşil bir yere.
Hüdhüd kuşu vardı ki, emrine itaatkâr,
Yükseklere çıkarak, etrafa kıldı nazar.
İlerde, yeşillikli bahçeler görüp indi.
O yerler, Belkıs denen kadın melikenindi.
Bir başka hüdhüd ile karşılaştı o yerde.
Sordu buna: (Sen kimsin, yerin yurdun nerede?)
Dedi: (Padişahımız Süleyman Peygamber’in,
Haşmetli ordusunda vazifeli bir erim.
O, öyle sultandır ki, insan ve hayvanlara,
Hükmeder cinler ile, şu esen rüzgarlara.)
O dedi: (Sultanınız güçlü imiş bayağı.
Bizim melikemiz de değil ondan aşağı.
Bütün Yemen diyarı hep onun emrindedir.
İstersen göstereyim bu yeri sana bir bir.)
Dedi: (Olur ve lakin ben buraya gelirken,
Müsade almamıştım bizim melikimizden.
Su için beni arar ve bulamazsa şayet,
Derhal cezalandırır, korkarım ondan gayet.)
Orduya su bulmaktı hüdhüd’ün vazifesi.
Nerde su olduğunu anlardı onun hissi.
Keşfedince, iner ve o yeri gagalardı.
Cinler gelip kazarak, suyu çıkarırlardı.
Hakikaten o yerde, ihtiyaç oldu suya.
Ve Süleyman Peygamber sordu onu orduya.
Lakin onun yerini kimse bilemiyordu.
Bu sefer akbaba’yı çağırıp ona sordu.
O dahi arzedince bir şey bilmediğini,
Anladı müsadesiz uzağa gittiğini.
Ona gadaplanarak, buyurdu ki bu defa:
(Gelince, vereceğim ona büyük bir ceza.)
Kuşların efendisi, bir ukab kuşu vardı.
Bu sefer de o kuşu huzuruna çağırdı.
Buyurdu ki: (O hüdhüd, nerdeyse şimdi şayet,
Onu bul ve acele yanıma edin avdet.)
(Baş üstüne!) diyerek, havalandı anında.
Yükseklerden aradı onu dört bir yanında.
O ise ayrılmış ve geliyordu ilerden.
Gördü onu, telaşla kendisine gelirken.
Yaklaşınca dedi ki: (Ey hüdhüd, nerde idin?
Sana ceza verecek, izinsiz niye gittin?)
Hüdhüd bunu duyunca, kederlendi, üzüldü.
Süleyman Peygamber’in tarafına süzüldü.
Bu sefer de Akbaba ve sair bütün kuşlar,
Üzgün bir vaziyette onu karşıladılar.
Dediler: (Yazık sana, niçin gittin izinsiz?
Sana, büyük bir ceza verecek melikimiz.)
. Belkıs ve mektup
Ukab kuşu, hüdhüd’ü alaraktan yanına,
Süleyman Peygamber’in çıkardı huzuruna.
O, oturur idi ki sultanlık kürsüsünde,
Bir anda, ikisini gördü gözü önünde.
Ukab çıktı ileri, arz etti ki: (Efendim!
Hüdhüd'ü, emrinizle bulup size getirdim.)
Sonra hüdhüd yaklaşıp Peygamberin önüne,
Hürmetini arz edip, başını eğdi öne.
Buyurdu ki: (Ey hüdhüd, izinsiz niçin gittin?
Sana büyük ceza var yoksa bir mazeretin.)
O da, cevap olarak dedi ki: (Ey Peygamber!
Size, Sebe' ilinden getirdim mühim haber.
O yerin, Belkıs diye var ki bir melikesi,
Hep onun emrindedir bütün yemen ülkesi.
Hem de o melikenin çok büyük bir tahtı var.
Teb’asıyla birlikte, güneşe tapınırlar.)
Bunları işitince birden geldi gadaba.
Buyurdu: (Doğru mudur bu sözlerin acaba?)
Öğrenmek maksadıyla bunun doğruluğunu,
Belkıs’a mektup yazıp, hüdhüd'e verdi onu.
Buyurdu ki: (Bunu al, Belkıs’a götür, ancak,
Gizlenip takib et ki, okuyup ne yapacak?)
Belkıs, hep sarayında dururdu ekseriya.
Ve haftada bir kere, çıkardı dışarıya.
Sair günler, kapılar kapalı bulunurdu.
Etrafta devriyeler gezip onu korurdu.
Hüdhüd dahi gelince, kapalıydı kapılar.
Hem de dolaşıyordu etrafta muhafızlar.
Bakıp giremeyince kapıların birinden,
Köşkün penceresinin girdi açık yerinden.
Odalardan geçerek tuttu bir istikamet.
Belkıs’ın odasına vasıl oldu nihayet.
İçeri girdiğinde, büyükçe bir taht gördü.
Belkıs ise uzanmış, tahtında uyuyordu.
Göreceği bir yere, mektubu bırakarak,
Pencere kenarında bekledi saklanarak.
Uyanınca gördü ve aldı Belkıs mektubu.
Lakin merak etti ki, nerden, nasıl geldi bu?
Zira her bir kapıda, var iken muhafızlar,
Kim girebilirdi ki benim odama kadar?
Odasından çıkarak, o, bunun telaşında,
Gördü ki, muhafızlar hepsi işi başında.
Onlara sordu hemen: (Kim girdi sarayıma?
Biri mektup bırakmış, hem de benim yanıma.)
Dediler: (Nasıl olur, kimseyi görmedik biz.
Ve devamlı kapıda durup beklemekteyiz.)
Büyük bir heyecanla mektubu açtı derhal.
Besmele-i şerifi görünce oldu hoş-hal.
İleri gelenleri çağırıp huzuruna,
Dedi ki: (Çok şerefli bir mektup geldi bana.
Bu, melik Süleyman’dan bizlere gelmektedir.
Bizi, kendi dinine davet eylemektedir.
Diyor ki, bana karşı hiç tekebbür etmeyin.
Ve müslüman olarak, emrime boyun eğin.
Şimdi siz söyleyin ki, ne yapalım dersiniz?
Bu teklif karşısında, nedir sizin reyiniz?)
Dediler: (Savaş dersen, biz savaş erbabıyız.
Eğer sulh emredersen, ona dahi razıyız.)
. Belkıs İman ediyor
Süleyman Peygamber’in mektubuna cevaben,
Kıymetli hediyeler gönderdi Belkıs hemen.
Dedi: (Kabul ederse bu şeyleri o eğer,
Anlarım ki, bir dünya padişahıymış meğer.
Eğer kabul etmezse hediyeleri benim,
Anlarım peygamberdir, ben de iman ederim.)
Gelip hediyeleri arz edince elçiler,
Asla kabul etmeyip, vermedi hiçbir değer.
Elçiler, bunu gelip söyleyince Belkıs’e,
Dedi: (O, peygamberdir eğer hal böyle ise.)
Ordusunu toplayıp, dedi: (Hazır olunuz!
O büyük Peygamberin yanına gidiyoruz.)
Koydurdu tahtını da, gayet muhkem bir yere.
Sonra teslim eyledi onu nöbetçilere.
Dedi ki: (Gayet iyi bekleyin ki bu tahtı,
Bulamasın hiç kimse bunu çalma fırsatı.)
Allahın peygamberi Süleyman Nebi ise,
Onlara bir mucize göstermek gayesiyle,
Belkıs’ın o tahtını getirtmek etti arzu.
İleri gelenlere söyledi bu hususu.
Buyurdu: (Onlar bana gelmeden henüz daha,
Belkıs’ın o tahtını kim getirir buraya?)
İfrit namında bir cin, dedi: (Ben muktedirim.
Sen yerinden kalkmadan, o tahtı getiririm.)
Buyurdu: (Daha çabuk gelmeli o buraya.)
O zaman baş veziri, Asaf ibni Berhiya,
Dedi: (Ya Nebiyyallah, bana tevdi et bunu.
Göz kırpacak zamanda getiririm ben onu.)
Buyurdu ki: (Ey Asaf, derhal getir o tahtı!)
Asaf, ism-i azam’ı okuyup secde yaptı.
Dua etti orada Allahü teâlâya.
O secdeden kalkmadan, taht gelmişti oraya.
Belkıs gelip şaşırdı tahtının gelişine.
Düştü büyük hayret ve şaşkınlığın içine.
Düşündü ki, kaç aylık mesafeden, bu tahtım,
Bir anda nasıl gelir, almadı bunu aklım.
Ayrıca çok muhkem ve kilitli idi o yer.
Beklerdi kapısında, gece gün devriyeler.
Belkıs henüz gelmeden, Süleyman Peygamber de,
Gayet ziynetli bir köşk yaptırmıştı o yerde.
Ve Belkıs’ı, bu köşkte kabul etmişti o gün.
Saf billur döşetmişti avlusuna o köşkün.
Altından sular akar ve balıklar yüzerdi.
Girenler, o avluyu derin su zannederdi.
Belkıs dahi girince avludan içeriye,
Kaldırdı eteğini, suya girecek diye.
Buyurdu ki: (Ey Belkıs, su değil, gir içeri.
Bu, şeffaf bir avludur, billurdandır üzeri.)
Belkıs, gördüklerine oldu meftun ve hayran.
Peygamber olduğuna yakini arttı o an.
Gönülden iman etti Allahın birliğine.
İslamla şereflenip, girdi onun dinine.
Sonra da, Nikahına girip bu Peygamber’in,
Yüksek derecesiyle şereflendi Cennetin.
. Vefatı
Süleyman Peygamber ki, hükmederken dünyaya,
Allah’tan utanarak, ederdi Ondan haya.
Zaten onun, Rabbinden, bu mülk ve saltanatı,
Talep etmesindeki yegane, tek maksadı,
Dinini daha kolay yaymaktı insanlara.
Ve kabul ettirmekti, kendisini onlara.
Bir mucize olarak istemişti o mülkü.
İnsanlar, saltanata kıymet verirdi çünkü.
Bu kadar dünyalığa sahip iken, o yine,
Alçak gönüllülüğü, şiar etti kendine.
Daima Hakk'a karşı, bildi acizliğini.
Durmadan cihad edip, tebliğ etti dinini.
Hem öyle adaletle hükmetti ki kırk sene,
Dünya meliklerini hayran etti kendine.
Bu kadar çokken onun, mülkü ve saltanatı,
Bu nisbette çok idi, ibadet ve taatı.
Girip kendi yaptığı, o mescid-i Aksa’ya,
Hep ibadet yapardı, Allahü teâlâya.
Ve hatta bir iki ay, çıkmazdı dışarı pek.
Yemek için, yanına, alırdı biraz ekmek.
Her sabah, mihrabında, biter idi bir fidan.
Sorardı o fidana: (Neyedir senin faydan?)
Her fidan söyler idi, ona önce adını.
Sonra da arz ederdi, neye yaradığını.
Bir gün keçi boynuzu mihrapta gördü birden.
Ona dahi sordu ki: (Senin nedir faiden?)
O şöyle cevap verdi Süleyman Peygamber’e:
(Ben, senin mescidini geldim harab etmeye.)
Dedi: (Ben hayattayken, mescidim olmaz harap.)
Vefat edeceğini anlayıp dedi: (Ya Rab!
Ecelim yakın ise, öleceksem ben şayet,
Gizle bu cinnilerden öldüğümü bir müddet.
Böylelikle insanlar, anlasınlar ki iyi,
Asla bilmez cinniler, olacak hadiseyi.)
Sonra, yine mihrapta, dayanıp asasına,
Devam etti her günkü namazın edasına.
İşte bu vaziyette kılarken namazını,
Melek-ül mevt gelerek, alıverdi canını.
İbadet eylediği mescid-i Aksa’nın da,
Birer delik var idi, önüyle arkasında.
Cinler, bu deliklerden takip edip hep onu,
Görürlerdi devamlı ayakta durduğunu,
Sandılar ki, ayakta namaz kılıyor yine.
Vakıf olamadılar işin hakikatine.
Hayatta zannederek, Süleyman Peygamberi,
Aynen yapıyorlardı ağır ve zor işleri.
Aradan uzunca bir zaman geçti bu minval.
Hatta gariplerine gitmiyordu işbu hal.
Zira o, önceden de dışarı çıkmazdı pek.
Hep ibadet yapardı, sabahtan akşama dek.
Sonra bir ağaç kurdu, asa’yı kemirince,
Süleyman Peygamber de yere düştü böylece.
Yere düşmüş görünce, mübarek bedenini,
O zaman anladılar vefat eylediğini.
Cinniler, insanlara derdi ki o devirde:
(Biz biliriz, her ne ki olacaksa ilerde.)
Bu hadiseden sonra, kesildi hep sesleri.
Zira çıktı ortaya, yalan söyledikleri.
.
22 - DANYAL ALEYHİSSELAM
.Buhtunnasar’ın rüyası
Beni İsrail için, gönderildi peygamber.
Ve Tevrat’ın hükmünü, herkese verdi haber.
İsrailoğulları, önceden gönderilen,
Bir nice Peygamber’i dinlemediklerinden,
Musallat kıldı Allah, onlara zalimleri.
İstilaya uğradı, birden memleketleri.
Buhtunnasar, orduyla girip bölgelerine,
Şam ve havalisini, hep geçirdi eline.
En ufak bir merhamet bile hiç göstermeden,
Öldürdü pek çoğunu, büyük küçük demeden.
Beyt-ül mukaddes’i de, bir harabe haline,
Çevirip, ordusuyla Babil’e döndü yine.
Esir almış olduğu yetmişbin çocuğu da,
Babil’e gittiğinde, paylaştırdı orduda.
Danyal aleyhisselam, pek de genç hali ile,
Esirler arasında, gitmiş idi Babil’e.
Buhtunnasar, fark edip onun olgunluğunu,
Esirlerden ayırıp, saraya aldı onu.
O, artık el üstünde, sarayda büyüyordu.
Buhtunnasar, ona çok ilgi gösteriyordu.
Lakin haset ettiler onu çekemeyenler.
Bu işi bozmak için, düşündüler hileler.
Gelip, Buhtunnasar’a şöyle söylediler ki:
(O, senin milletinden ve dininden değil ki.)
Buhtunnasar hemence, bu işi tahkik edip,
Hapse attı sonunda, hakikati öğrenip.
Çok geçmeden, korkulu bir rüya gördü, lakin,
Uyanınca, rüyayı unuttu sabahleyin.
Bütün kahinlerini, toplayıp bir araya,
Dedi ki: (Söyleyiniz, nasıl idi o rüya?)
Dediler ki: (Efendim, bilemeyiz onu biz.
Rüyayı anlatırsan tabir edebiliriz.)
Çok kızdı Buhtunnasar, dedi ki: (Ben sizleri,
İşte bu günler için saklardım çoktan beri.
Size üç gün müsade, halledin bu işi siz.
Yoksa, ceza olarak ölürsünüz hepiniz.)
Danyal aleyhisselam, duydu bunu hapisten.
Zindancıyı çağırıp, dedi ki ona hemen:
(Eğer buhtunnasar’a, götürür isen beni,
Rüyasını söyleyip, yaparım tabirini.)
Haber verdi zindancı, bu teklifi sultana.
Çok sevinip, dedi ki: (Acele getir bana.)
Ve lakin o zamanlar, şöyle bir adet vardı.
Onun yanına giren, önce secde yapardı.
Danyal aleyhisselam, bu hususu önceden,
Bilirdi, lakin yine, girdi secde etmeden.
Buhtunnasar, merakla sordu ki ona derhal:
(Niçin secde etmeden giriyorsun ey Danyal?)
Buyurdu: (Rabbim bana, rüya tabir etmeyi,
Öğretti ki, bu işi yaparım gayet iyi.
Lakin bir şart koştu ki bu babta bana Rabbim,
O da, Ondan gayriye, hiç secde etmeyeyim.)
O böyle söyleyince, dedi ki o bu defa:
(Demek ki sen Rabbinin ahdine ettin vefa.
Hakikatli kişisin, seni tebrik ederim.
Benim bir müşkilim var, çözersin zannederim.
Geçen gün rüya gördüm, unuttum sonra fakat.
O rüya ve tabiri nasıldı, bana anlat.)
. Rüyayı tabir etti
Danyal aleyhisselam, buyurdu ki o anda:
(O gece, büyük bir put görmüş idin rüyanda.
Altın, gümüş ve bakır, demir ve kerpiç ile,
Yapılan o heykele bakarken sevinç ile,
O anda, gökyüzünden büyük bir taş düşerek,
Toz haline getirdi, ona çarpıp ezerek.
Sonra o taş büyüdü, öyle oldu ki hem de,
O taştan başka bir şey görünmezdi âlemde.)
Buhtunnasar, rüyayı hatırlayıp dedi ki:
(Evet, buydu o rüya, tabiri nedir peki?)
Buyurdu: (Gördüğün put, çeşitli ümmetlerdir.
Altın, senin içinde bulunduğun ümmettir.
Gümüş ise, oğlunun hükmedeceği millet.
Demir Acem demektir, bakır Rum’a işaret.
Gökyüzünden inip de, o putu helak eden,
Taş ise, Peygamberdir ahir zamanda gelen.
O Resul, son olarak dünyaya gelecektir.
O gelince, putları, kırıp devirecektir.
O Peygamber’in dini, İslamiyyettir ki hem,
O dinin gelmesiyle, aydınlanır bu âlem.)
Dinledi Buhtunnasar onun bu tabirini.
Dedi ki: (Sıkıntıdan kurtardın şimdi beni.
Rüyayı doğru bildin, tabir dahi hakikat.
Sana, karşılığında ne vereyim mükafat?
İstersen bırakayım, yurduna eyle avdet.
İster eskisi gibi, burda eyle ikamet.)
Danyal aleyhisselam, düşünerek bir miktar,
Yine o memlekette kalmaya verdi karar.
O zaman Buhtunnasar, devletin erkanına,
Emir verip getirtti hepsini sarayına.
Dedi: (Danyal, çok zeki ve akıllı biridir.
Unuttuğum rüyayı, o bilip etti tabir.
Kavuşturduğu için beni huzurlu hale,
Memleket işlerini, ona ettim havale.
Benim emrim uymazsa Danyal’ın bir emrine,
Bana değil, Danyal’a tabi olun siz yine.
Muhalif olur ise, her hangi bir emrimiz,
Siz, hep beni bırakıp, onu tercih ediniz.)
Onlar bunu dinleyip, eylediler çok hayret.
Ve hazret-i Danyal’a, güttüler kin ve haset.
Ona böyle itibar, ilgi göstermesine,
Karşılık dediler ki, hileyle kendisine:
(Seninle onun dini, aynı değil bir defa.
Sen ateşe taparsın, o ise bir Allah’a.
O, iyi biliyorsa rüya tabirlerini,
Rabbinden öğreniyor bu tür bilgilerini.
Sen de bize izin ver, put yapalım sana bir.
O da gizli şeyleri, sana söyliyebilir.)
Buhtunnasar dedi ki: (İsbat da ederseniz,
Elbette makbulümdür, becerebilirseniz.)
Putu yapıp, yanında, bir de ateş yaktılar.
Secde etmeyenleri, o ateşe attılar.
Hazret-i Danyal’ı da bularak bir yolunu,
Attılar, lakin ateş yakmadı asla onu.
Buhtunnasar bu hali, seyredip sarayından,
Yanmadığını görüp, hayrette kaldı o an.
Danyal Nebi en sonra, Kudüs’e etti avdet.
Suse denen şehirde, vefat etti nihayet.
..
23 - UZEYR ALEYHİSSELAM
.Ya peygamber, ya veli
Ya peygamber, yahut da evliyadan, büyük zat.
Zira Nebiliğine, Kur’anda yok sarahat.
Küçük yaşta öğrenip, ezberledi Tevrat’ı.
Kudüs’te yaşadı ve orda oldu vefatı.
İsrail oğulları, ilahi emirlere,
Göz yumup, uymayınca birçok Peygamberler’e,
Cezalandırmak için, Hak teâlâ onları,
Bela etti o kavme zalim Buhtunnasar’ı.
Babil'in hükümdarı olan bu Buhtunnasar,
Ordusuyla saldırıp, yaptı çok zulüm, hasar.
Kudüs’ü de istila eyleyip, etti harap.
Savunmasız millete, verdi elem, ızdırap.
Mescid-i Aksa’yı da eyledi yer ile bir.
Çoklarını öldürüp, gençleri etti esir.
Hazreti Uzeyr dahi, esirler içindeydi.
Buhtunnasar, Kudüs’ten Babil’e geri geldi.
Uzeyr Nebi, Babil’de esir kaldı bir müddet.
Lakin çok isterdi ki, Kudüs’e etsin avdet.
Elli yaşındaydı ki, nihayet verdi karar.
Merkebine binerek, Babil’den etti firar.
Kudüs yakınlarında buldu sonra kendini.
İnerek, bir ağaca bağladı merkebini.
Nazar etti etrafa, gördü ki, koca şehir,
Viraneye çevrilmiş, oldu çok müteessir.
Karnı da acıkmıştı, çok yorgun idi zaten.
Biraz incir ve üzüm kopardı o bahçeden.
İncirden biraz yiyip, üzüme geldi sıra.
Onları da sıkarak, yaptı taze bir şıra.
Ondan dahi içerek, bir tefekküre daldı.
Yıkılmış hanelere, harap yollara baktı.
İnsanların, çürümüş ten ve kemiklerine,
Bakıp, şöyle söylendi bir an kendi kendine:
(Böyle harab olmuşken, bu beldenin her yeri,
Nasıl ihya edecek, Hak teâlâ bu yeri?)
O böyle düşünürken, uykuya daldı birden.
Kabzetti hak teâlâ, ruhunu bedeninden.
Ve lakin Allah onun, aldıysa da ruhunu,
İnsanlardan, yüz sene gizledi vücudunu.
Ölmüş olduğu halde Uzeyr aleyhisselam,
Bu kadar yıl, bedeni, kalmıştı sapasağlam.
Yüz sene hitamında, Hak teâlâ, Uzeyr’i,
Diriltip, kendisine gönderdi bir meleği.
(Ne kadar zaman geçti?) diye sordu o melek.
Dedi ki: (Bir gün veya daha az olsa gerek.)
Çünkü uyuduğunda, olmuştu yeni gündüz.
Dirilince baktı ki, batmamış güneş henüz.
Melek dedi: (Ya Uzeyr, yüz yıl geçti aradan.
Bak, yiyeceklerin de, duruyor bozulmadan.)
Baktı, incir ve üzüm taptaze duruyorlar.
Dalından yeni kopmuş gibiydi hem de onlar.
Merkebine baktı ki, hep çürümüş etleri.
Birbirinden ayrılıp, toz olmuş kemikleri.
Melek dedi: (Merkebin çürümüş, bitmiş, ancak,
Hak teâlâ, yeniden bak nasıl yaratacak?)
Uzeyr aleyhisselam, bakarken merkebine,
Dirilip, yürümeye başladı hemen yine.
Dedi ki: (Ben elbette biliyorum pekala.
Şüphesiz ki her şeye kadirdir Hak teâlâ.)
. Onu tanımadılar
Uzeyr aleyhisselam, dirilen merkebine,
Binerek, geldi yine Kudüs vilayetine.
Lakin tanıyamadı insanları, evleri.
Zira yüz yıl geçmişti ayrıldığından beri.
Eski mahallesinin, tahmin edip yerini,
Bir sokağa girerek, durdurdu merkebini.
Bir hanenin önünde, bir kadın gördü, fakat,
Gözleri ama idi, eli ayağı sakat.
Sordu ona: (Uzeyr’in eski evi nerdedir?)
Eliyle göstererek, dedi: (İşte şu evdir.
Ben dahi yüz yıl önce onun hizmetçisiydim.
Tekrar geleceğine yok artık hiç ümidim.)
Ağlamaya başladı Uzeyr de o aralık.
Buyurdu: (Ben Uzeyr’im, yurduma döndüm artık.)
Lakin o inanmadı, düşündü ki hemence:
Ben nasıl inanayım Uzeyr diye bu gence?
Derhal kabul olurdu Uzeyr’in her duası.
Şimdi çıkar meydana doğruysa iddiası.
Dedi: (Sen Uzeyr isen, dua et de bakayım.
Gözlerim açılsın ve tutsun elim ayağım.)
Uzeyr aleyhisselam dua etti Rabbine:
(Ya Rabbi, bu kadının şifa ver her derdine.)
Kadının kör gözleri, iyi oldu bir anda.
Ve canlılık hissetti el ve ayaklarında.
Buna çok sevinerek, koştu hemen evine.
Söyledi bunu diğer aile fertlerine.
Onsekiz yaşındaki oğlu da, o zamanlar,
Yüzonsekiz yaşında olmuştu bir ihtiyar.
Ak saçlı, pir-i fani haldeki o evladı,
Gelip gördü ise de, onu tanıyamadı.
Dedi: (Bakın sırtına, Hilal gibi beyaz bir,
Ben varsa, anlayın ki hakikaten Uzeyr’dir.)
Uzeyr aleyhisselam kaldırdı gömleğini.
Aile fertlerinin hepsi gördü o ben’i.
O zaman bildiler ki, Uzeyr’dir hakikaten.
Şehir ahalisi de duydular bunu hemen.
Sevinç ve heyecanla yanına seğirttiler.
Baktılar, yüz yıl önce nasılsa, aynı Uzeyr.
Ve lakin doğru yoldan ayrılıp o insanlar,
Azıp sapıtmışlardı iyice o zamanlar.
Uzeyr Nebi, onlara eyledi çok nasihat.
Onun öğütlerini tutmadı kimse fakat.
Dediler: (Sen, Tevrat’tan söylüyorum diyorsun.
Buhtunnasar, onları yakmıştı biliyorsun.
Şu anda yeryüzünde Tevrat’tan yokken eser,
Bize, senin sözlerin asla olmaz muteber.)
Onlardan bir tanesi dedi ki: (Filan dağda,
Tevrat'ın bir nüshası gömülüdür şu anda.)
Çıkarıp getirdiler o nüshayı acilen.
Dediler ki: (İmtihan edelim onu hemen.)
Ezberden okuyunca Uzeyr aleyhisselam,
Baktılar, okuduğu, Tevrat’ın aynısı tam.
Dediler ki: (İçinde, başka şey var bu işin.
Zira bu, mümkün değil normal bir insan için.
Yüz yıl geçtiği halde, okuduğu doğrudur.
Öyleyse şüphe yok ki, o, Allahın oğludur.)
Uzeyr aleyhisselam, nasihat ettiyse de,
Ve lakin o ahmaklar, inanmadı yine de.
.
24 - ZEKERİYA ALEYHİSSELAM
.Beni İsrail’e geldi
Beni İsrail için gelen Hakk'ın Nebisi.
Süleyman Peygamber’e dayanır sülalesi.
Hep Mescid-i Aksa’da vakit geçiriyordu.
Allahü teâlâya ibadet ediyordu.
Peygamber olmak ile şereflenince bu zat,
Ona, beni İsrail eylediler itaat.
O, Musa Peygamber’in dininin mucibince,
İnsanları, hak yola çağırdı gündüz gece.
Yaşlanmasına rağmen, olmamıştı evladı.
Lakin salih bir oğlu olmasıydı muradı.
Dua etti: (Ya Rabbi, bize, yüce katından,
Rızanı gözetecek bir evlat eyle ihsan.)
Bu halis duasını, Allah kabul eyledi.
Ve Hazret-i Yahya’yı Cibril'le müjdeledi.
Hanımı doksansekiz, kendi yüzyirmi’sine,
Varmışlardı, bu müjde gelince kendisine.
Onun için, hayretten alamadı kendini.
Sual etti Rabbinden bunun keyfiyetini.
(Ya Rabbi, ben yaşlıyım, zevcem ise acuze.
Bu halde mi bir evlat vereceksin sen bize?)
Hak teâlâ, Cibril'le vahyetti ki: (Böyledir.
Hak teâlâ her neyi dilerse yapabilir.)
Vakta ki doğum için o müddet oldu tamam.
Teşrif etti dünyaya Yahya aleyhisselam.
Onun tevellüdünden bir altı ay sonra da,
İsa aleyhisselam teşrif etti dünyaya.
O doğunca, annesi, onu yanına alıp,
Kavminin arasına götürdü kundaklayıp.
Kavmi sual etti ki: (Ey Meryem, kim bu çocuk?
Yoksa çirkin bir iş mi işledin, söyle çabuk?
Sen ki, genç bir kız idin, evli de değildin hem.
Öyleyse bu çocuğu nerden aldın ey Meryem?
Salih bir kimse idi halbuki baban İmran.
Annen dahi, iffetli hanımdı ayan beyan.
Annesiyle babası temiz olan bir kişi,
Nasıl işliyebilir böyle çirkin bir işi?
Sen nasıl bu halleri başımıza getirdin?
Gayr-i meşru bir çocuk sahibi oluverdin?)
Meryem, yalnız dinleyip, vermedi hiç bir cevap.
Onları, kendisine eylemedi muhatap.
Lakin maruz kalınca bu tür iftiralara,
Kundakta İsa Nebi cevap verdi onlara.
Dedi ki: (Ey cahiller, dinleyin herbiriniz.
Bu iffetli anneme iftira etmeyiniz.
Beni, âdet harici ve babasız olarak,
Yalnız kün emri ile yarattı cenâbı Hak.)
Onlar bunu duyunca, el çekerek Meryem’den,
Zekeriya Nebi’ye dil uzattılar hemen.
Dediler ki: (Meryem'in yanına girip çıkan,
O idi, bunun için bu işi odur yapan.)
Onu öldürmek için, hep düştüler peşine.
O da, girip saklandı bir bahçenin içine.
Bir ağaç, kendisini çağırdı açılarak.
O içeri girince, kapandı tam olarak.
Böylelikle kâfirler kaybedince izini,
Şeytan ihbar eyledi onlara kendisini.
Ağacı, bıçkı ile keserek o müşrikler,
Bu büyük Peygamber’i böyle şehid ettiler
.
25 - YAHYA ALEYHİSSELAM
.Çok güzel İdi
O, beni İsrail'e, Hakk'ın bir peygamberi.
Güzellik ve cemalde yok idi bir benzeri.
Yumuşak huylu idi, ederdi halka vaaz.
Saçları seyrek olup, inceydi sesi biraz.
Zekeriya Peygamber, dururken mihrabında,
Cibril aleyhisselam nazil oldu bir anda.
Hak teâlâ, vahiyle buyurdu ki: (Elbet biz,
Seni, Yahya isminde oğulla müjdeleriz.)
Yahya aleyhisselam gelir gelmez dünyaya,
Melekler, kendisini çıkardılar semaya.
Sütten kesilinceye kadar belli bir zaman,
Gıdası, sırf Cennetten olundu ona ihsan.
Çocukluktan belliydi olgunluğu, kemali.
Ve sair çocuklara benzemezdi bir hali.
Mesela akranları oynarken her gün oyun,
Allahü teâlâyı anardı kalbi onun.
Derlerdi: (Gel bizimle, sen de oyna ey Yahya!)
Derdi ki: (Oyun için gelmedik biz dünyaya.)
Kıldan elbise giyer, yerdi arpa ekmeği.
En büyük zevk bilirdi, o, ibadet etmeyi.
Cehennem korkusuyla ağlardı gece gündüz.
Öyle ki, gözyaşları yapmıştı yüzünde iz.
Babası bakardı hep, her vaza başlar iken,
O varsa, bahsetmezdi Cehennem ateşinden.
Bir gün onu görmeyip, azaptan bahsedince,
O, bunları işitip, feryat etti bir nice.
Ağlayıp inleyerek, dışarı çıktı hemen.
Yöneldi sahralara, geçmiş idi kendinden.
Eve geldi babası, mescidden ayrılarak.
Dedi ki: (Ey Yahya’nın validesi, durma kalk.
Yahya'dan gafil olup, bahsettim Cehennemden.
Meğer o içerdeymiş, işitmiş bunu benden.
Cehennemi duyunca, gitti o feryad edip.
Korkarım ki ölmüştür, anlayalım gel gidip.)
Çıkıp, oğullarını ararken yana yana,
Nihayet rastladılar sahrada bir çobana.
Dediler: (Genç birini gördün mü bu mahalde?)
Dedi ki: (Siz Yahya'yı ararsınız herhalde.
Şu dağın eteğinde gördüm onu deminden.
Ağlayıp, yaş dökerdi devamlı gözlerinden.)
O tarafa giderek, buldular onu yine.
Ve alıp getirdiler aynı gün evlerine.
Yahya aleyhisselam gelince rüşt çağına,
Rabbimiz, Peygamberlik makamı verdi ona.
İnsanları hak yola çağırdı senelerce.
Lakin inanmayanlar oldu ona bir nice.
Yehudi hükümdarı Herod’un bir torunu,
Olan Birinci Herod, severdi lakin onu.
Kardeşinin kızıyla evlenebilmek için,
Bir fetva isteyince, vermedi ona izin.
Zira caiz değildi o dinde bu evlilik.
Kız, bu defa Herod'un nefsini etti tahrik.
Müstehcen görünerek, dedi ki: (Beni dinle.
Yahya'yı öldürürsen evlenirim seninle.)
O, nefsine aldanıp, emir verdi bu sefer.
Gelip yakalayarak, onu şehid ettiler.
Ve lakin cezasını Allah verdi tabii.
Kızı, yerin dibine batırdı Karun gibi.
.
26 - İSA ALEYHİSSELAM
.Babasız yaratıldı
Beni İsrail için gelen en son Nebi’dir.
Yeni bir din getiren ülül’azm Peygamberdir.
Sair Nebi’ler gibi, İnsan idi o dahi.
Babasız halkeyledi Rabbimiz kendisini.
O, Kudüs'te dünyaya teşrif eylemişti ilk.
Sonra, otuz yaşında verildi peygamberlik.
Hak teâlâ İncil’i indirdi kendisine.
Çağırdı gece gündüz halkı kendi dinine.
Rabbimiz, üç yıl sonra, onu yerden alarak,
Çıkardı gök yüzüne, hem de diri olarak.
Kıyamet yaklaşınca, Rabbimiz onu yine,
İndirecek Şam'daki Ümeyye camiine.
Daha sonra evlenip, çocukları olacak.
Mehdi ile buluşup, kırk sene yaşayacak.
Sonra vefat ederek gidecek ahirete.
Defni dahi olacak Hücre-i saadete.
Annesi Meryem hatun, çok mübarek bir kadın.
O idi en iyisi dünya hatunlarının.
Babası İmran olup, Hunne idi annesi.
Çocuğu olmuyordu Hunne'nin önceleri.
Bir kuş gördü, oynardı kendi yavrularıyle.
İmrenip, çok istedi çocuğum olsa diye.
Dedi: (Bana bir çocuk verirsen ey Allahım!
Onu, Beytül makdis'e hizmetçi yapacağım.)
Zira böyle bir adet var idi o zamanlar.
Çok sevap kazanırdı böyle nezir yapanlar.
Lakin yalnız oğlanlar hizmete verilirdi.
Hem de, çocuk doğunca bu nezir edilirdi.
O, bu nezri yapınca, bir yıl geçti aradan.
Ona, bir kız evladı ihsan etti Yaradan.
Lakin oğlan çocuğu o ümid ediyordu.
Şükredip, bu kızına Meryem adını koydu.
Dedi ki: (Kızım oldu ya Rabbi, ne yapayım.
Bunu kabul eyle ki, nezrimden kurtulayım.)
Sonra kızı Meryem’i kucağına alarak,
Onu, beytül makdis'e götürdü ilk olarak.
Orada olanlara anlatıp vaziyeti,
Dedi: (Bunun, bu beyte dokunur çok hizmeti.
Bir kız çocuk ise de gerçi bu gördüğünüz,
Ben onu adamıştım doğmadan önce henüz.)
Sonra, kızı Meryem’i teslim edip oraya,
Dedi ki: (Alın bunu, bu, adaktır buraya.)
Kabul edip, sonra da düşündüler ki çoğu:
Kimin himayesine verelim bu çocuğu?
Lakin beytin imamı, Zekeriya Nebi’ydi.
Ayrıca da Meryem'in teyzesinin beyiydi.
Dedi: (Benim, bununla akrabalığım vardır.
Zira bunun teyzesi, benim nikahımdadır.
Daha çok münasiptir onu bana vermeniz.
Ona iyi bakarım, olmasın hiç şüpheniz.)
Lakin can atıyordu herkes onu almağa.
Dediler: (Öyle ise, gidelim bir ırmağa.
Herkes Tevrat yazdığı kalemi suya atsın.
Kiminki batmaz ise, bu çocuğu o alsın.)
Zekeriya Nebi’nin batmayınca kalemi
Ona teslim ettiler bakmak için Meryem’i.
. Seni oğulla müjdelerim
Meryem sütten kesilip, bir miktar büyüyünce,
Yani kalkıp oturur bir duruma gelince,
Zekeriya Peygamber, sırf onun için, özel,
Beyt içinde, bir oda yaptırdı gayet güzel.
Biraz yüksekçe olup, çardağa benziyordu.
Ve ancak merdivenle çıkıp iniliyordu.
Bu odaya, hazret-i Zekeriya’dan hariç,
Görevlilerden bile, bir giren olmazdı hiç.
Zekeriya Nebi’de var idi bir anahtar.
O, her girip çıktıkça kitlerdi yine tekrar.
Meryem’in ihtiyacı ne ise, o görürdü.
Ona, her gün bir günlük yiyecek götürürdü.
Ve lakin o odaya girseydi her ne vakit,
Önünde, çok yemekler görürdü çeşit çeşit.
Halbuki o odaya başkası girmiyordu.
Öyleyse bu rızıklar nereden geliyordu?
Üstelik kış meyvesi görürdü yaz gününde.
Kışın da, yaz meyvesi bulurdu hep önünde.
Sordu bir gün Meryem'e: (Nedir bunun hikmeti?)
Dedi ki: (Bunlar bana, Rabbimin bir nimeti.)
Hem Meryem, o kadar çok yapardı ki ibadet,
İnsanlar gıpta edip, ederlerdi çok hayret.
Hak teâlâ, bir vahiy gönderdi Cebrail'le:
(Ey Meryem, Rabbin seni seçti bu taatinle.
Seni, her kötülükten pak etti Hak teâlâ.
Ve bütün kadınlardan kıldı üstün ve a’la.
Ey Meryem, ibadete devam et yine böyle.
Namazın kıyamını daha çok uzun eyle.)
Bundan sonra, kıyamda daha uzun beklerdi.
Namazda çok durmaktan ayakları şişerdi.
Bir gün hazret-i Meryem, dururken makamında,
Genç bir delikanlıyı gördü birden yanında.
Bu gelen, Cebrail’di, insan şeklindeydi hem.
Lakin tanımamıştı onu hazret-i Meryem.
Aniden rastlayınca genç bir krkek kişiye,
Kemal-i iffetinden kapıldı endişeye.
Başkasının girmesi hiç de mümkün değilken,
Yine perde çekmişti önüne iffetinden.
Lakin nasıl girmişti bu genç erkek yanına?
Kalbi çok ürpererek, şöyle söyledi ona:
(Ey kişi, Allah’tan kork, çekilip git yanımdan!
Allah’a sığınırım bana zarar yapmandan.)
Cibril dahi o zaman tanıtıp kendisini,
Giderdi böylelikle onun endişesini.
Dedi ki: (Ben Allah’ın elçisi bir meleğim.
Ve seni, çok temiz bir oğulla müjdelerim.)
O bunu işitince, korkusu oldu zail.
Dedi: (Benim çocuğum olur mu, mümkün değil.
Zira evli değilim, etmedim henüz tezvic.
Yabancı bir erkek de dokunmadı bana hiç.
Günah da işlemedim, bütün bunlara rağmen,
Çocuğum nasıl olur, anlamadım bunu ben.)
Cibril dedi: (Ey Meryem, doğrudur dediklerin.
Evet, evli değilsin, günah da işlemedin.
Ve lakin bilesin ki, şu dediğim bir gerçek.
Allah, sana babasız çocuk ihsan edecek.
Hak teâlâ katında, kolaydır böyle yapmak.
Zira bütün şeylere kadirdir cenab-ı Hak.)
. Kudüs’e hicreti
Cebrail bu müjdeyi ona verdi ve hemen,
Yakasına üfürüp, çıkıp gitti o yerden.
Meryem, Hak teâlânın emri ve kudretiyle,
Hamil oldu hazret-i İsa’ya böylelikle.
Bir anne namzedinde görülen haller, aynen,
Görüldü onda dahi o andan itibaren.
Onbeş yaşında idi bu vaki olduğunda.
Yusüf-i Neccar ile nişanlıydı o anda.
Meryem’in bu halini, daha önce herkesten,
Nişanlısı farkedip, çok şaşırdı hayretten.
Zira kati olarak bilirdi ki o dahi,
Dünyada, ondan daha İffetli yoktu biri.
Günah işlemesine ihtimal vermiyordu.
Lakin bu halini de izah edemiyordu.
Bu endişe, gitgide çok büyüdü içinde.
Aklı gidecek hale geldi neticesinde.
En son dayanamayıp, bularak bir yolunu,
Ve hazret-i Meryem’e sual etti o bunu.
Dedi: (Sende, annelik halleri görüyorum.
Lakin bu nasıl oldu, asla çözemiyorum.
Ey Meryem, söyler misin bana sen şunu yalnız,
Çocuk gelebilir mi dünyaya hiç babasız?)
Cevabında dedi ki: (Elbette gelebilir.
Zira cenab-ı Allah her şeylere kadirdir.
Bilmez misin hazret-i Âdem'le Havva'yı da,
Anasız ve babasız yarattı Hak teâlâ.)
O bunu işitince, oldu teskin ve rahat.
Onun temizliğine getirdi tam kanaat.
Ve lakin yahudiler, başladı bu sefer de.
Bunun dedikodusu yapılırdı her yerde.
Hiç akla gelmeyecek, ağza alınmayacak,
İftiralar ettiler, sabrederdi o ancak.
O hazret-i Meryem ki, iffet ile haya'nın,
Zirvesinde bulunan çok şerefli bir hanım.
Hakkında söylenenler, üzdü onu be gayet.
Başka yere hicreti düşündü en nihayet.
Kudüs'ün güneyinde ve bir dağın ardında,
Bir kasaba vardı ki, hem Beyt-i Lahm adında,
Tenha ve sakin olup, tam aradığı yerdi.
Kudüs'ten ayrılarak, buraya hicret etti.
Gözden uzak bu yere geldiyse de o fakat,
Malesef olamadı yine teskin ve rahat.
Hakkında söylenilen o dedikoduları,
Düşündükçe, artardı dert ve sıkıntıları.
Lakin biliyordu ki, bu üzüntü ve dertler,
Allah’ın takdiriyle vukua gelmekteler.
Çaresizlik içinde, sabra bel bağlıyordu.
Çoğu gün, üzüntüyle oturup ağlıyordu.
Bir gün geziniyorken o yerin bahçesinde,
Doğum alametleri belirdi kendisinde.
Yakınında vardı bir kuru hurma ağacı.
Oraya vardığında, arttı ağrı ve acı.
Mecburen bu ağaca gelip yaslanıverdi.
Çok büyük bir sıkıntı ve darlık içindeydi.
Dedi ki: (Ne olaydı, dünyaya gelmeyeydim.
Ve keşke öleydim de, bunları görmeyeydim.)
O, ağaca yaslanmış, söylenirken böyle tam,
Teşrif etti dünyaya İsa aleyhisselam.
. İlk mucize
İsa aleyhisselam dünyaya geldiğinde,
Fazlalaştı elemi hazret-i Meryem’in de.
Zira o düşündü ki, yahudiler bu sefer,
Eskisinden daha çok iftiralar ederler.
Ve hatta beni bulup, sorarlar ki bir çoğu,
Nereden elde ettin bu babasız çocuğu?
O anda, kendisine bir nida geldi birden.
Hazret-i İsa idi bizzat nida eyleyen.
Diyordu ki: (Üzülme, bilakis haz duy, sevin.
Zira böyle muhterem bir oğlun oldu senin.
Bak, önünde bir nehir yarattı Hak teâlâ.
Böylece mertebeni yüceltip kıldı a’la.
Şu hurma dalını da, tut şimdi, kendine çek.
O, hemen yeşillenip, sana meyve verecek.
Ye bu taze hurmadan, bul eski kuvvetini.
O sudan da içerek, gider hararetini.
Ve senin bu oğlunla, gözün aydın olsun hem.
Manevi bir lezzetle ömür sür, çekme elem.
İnsanlar, eğer senin yanına gelirlerse,
Babasız çocuk için bir sual ederlerse,
Oğluna işaretle de ki, oruçluyum ben.
Bu gün hiçbir kimseye söz söylemem katiyen.)
Zira şöyle idi ki o dinde oruç tutmak,
Yemek ve içmek gibi, hem yasaktı konuşmak.
O gün hazret-i Meryem duyunca bu nidayı,
Ayağının ucunda gördü akan ırmağı.
O hurma dalını da silkeledi bir miktar.
Bir anda, o ağaçta bitti taze hurmalar.
O hurmalardan yiyip, içince o sudan da,
Üzüntüsü azalıp, sakinleşti o anda.
İsa Nebi, dünyaya teşrif eylediğinde,
Yıkıldı bütün putlar dünyanın her yerinde.
İblis dahi bu işi merak etti büsbütün.
Duydu ki, İsa Nebi dünyaya gelmiş o gün.
Bunu haber vererek bilcümle evladına,
Dedi: (Gelin gidelim biz de onun yanına.)
Gelince gördüler ki, şeytanlar hep beraber,
Onların etrafını kuşatmış hep melekler.
Ve o gün, gökyüzünde doğdu büyük bir yıldız.
İran şahı görünce, korkup oldu rahatsız.
Cümle kahinlerini toplayıp etrafına,
Dedi ki: (Hikmetini söyleyin bunun bana.)
Dediler: (Büyük yıldız doğduysa gökyüzünde,
Çok büyük bir kişi de doğmuştur yeryüzünde.)
Buna, yahudiler de muttali oldular hem.
Baktılar ki, yerinde yoktur hazret-i Meryem.
Hayret içerisinde kalan o yahudiler,
Nereye gidebilir? diye merak ettiler.
Biri dedi: (Ben onu görmüştüm Beyt-i Lahm'da.
İhtimal ki orada bulunur o şu anda.)
Toplanıp, o yalancı ve hain yahudiler,
Meryem’in bulunduğu Beyt-i Lahm'a geldiler.
. Yahudilerin İftirası
Geldi beni İsrail, Beyt-i Lahm’a ve lakin,
Gördüler, bir çocuk var kucağında Meryem’in.
Ve hemen sordular ki: (Ey Meryem, ne bu çocuk?
Çirkin bir iş mi yaptın sen yoksa, söyle çabuk?
Sen ki genç bir kız idin, evli de değildin hem.
Böyleyken bu çocuğu nerden aldın ey Meryem?
Halbuki baban İmran, salih idi elbette.
Validen Hunne dahi, meşhur idi iffette.
Annesiyle babası temiz olan bir kişi,
Nasıl işliyebilir böyle çirkin bir işi?
Bu halleri, sen nasıl başımıza getirdin?
Gayr-i meşru bir çocuk sahibi oluverdin.)
Meryem yalnız dinledi, vermedi hiçbir cevap.
Onları, kendisine kılmadı hiç muhatap.
Zira işin aslını onlara izah etmek,
Fevkalade zor olup, hatta imkansızdı pek.
Bu sebepten hiçbirşey konuşmayıp, bu defa,
İşaret etti yalnız o hazret-i İsa’ya.
Demek istemişti ki, siz bunun hikmetini,
Buna sorun, o söyler işin hakikatini.
Dediler ki: (Ey Meryem, beşikteki sabi’ye,
Ne sual edelim ki, bize haber ver diye?
O yaştaki bir çocuk konuşamaz, bu gerçek.
O bize, hakikati nasıl beyan edecek?
Belli ki, sen cevaptan düşünce aciz hale,
Çaresiz, cevabını ona ettin havale.
Sen söyleyemeyince doğrusunu bu işin,
Bunu, masum çocuğa yükletirsin, ne için?
Eğer günah sonunda doğduysa da o fakat,
Bu suç sana aittir, çocukta yok kabahat.)
Meryem maruz kalınca böyle iftiralara,
Kundakta İsa Nebi cevap verdi onlara.
O iftiracıları bir anda susturarak,
Başladı konuşmaya bir mucize olarak.
Dedi ki: (Ey cahiller, dinleyiniz hepiniz.
Benim yüksek şanıma taarruz etmeyiniz.
Edep haya timsali ve çok iffetli olan,
Validem hakkında da sakının iftiradan.
Bilin ki, ben Allah’ın şerefli bir kuluyum.
Ve halkı, doğru yola çağıran resulüyüm.
Bana bu vazifeyi verdi ki Hak teâlâ,
Herkesi irşad edip, sevk edeyim hak yola.
Bu işi yapmam için, O bana Kitap verdi.
Ve çok nimetler ile beni mümtaz eyledi.
Adetin hilafına, hem babasız olarak,
Beni, (Kün!) emri ile yarattı cenab-ı Hak.
Ben, Allah’ın kullara gönderdiği Nebi’yim.
Her nerede olursam, bereket sahibiyim.
Farketmez olsam da ben, herhangi bir beldede,
Herkes, bereketimden ederler istifade.
Ben doğduğum bu günden, ta vefatıma kadar,
Şeytanlar bana asla yapamaz hiçbir zarar.
Mahşerde dirilip de, kalktığımda mezardan,
Yine ben korunurum o gün de her zarardan.)
İsa Nebi kundakta konuşunca bunları,
Şaşıp dona kaldılar İsrailoğulları.
Dillerini yutarak hepsi sükut ettiler.
Lakin dedikodudan yine vaz geçmediler.
. Peygamber olması
İsa aleyhisselam bu dünyaya gelince,
Gökte, büyük bir yıldız doğmuş idi o gece.
İran şahı, sorunca kahinlerden bu işi,
Dediler ki: (Doğmuştur bu gün büyük bir kişi.)
Şah, onlardan aldığı bu cevap üzerine,
Elçiler irsal etti dünyanın her yerine.
Dedi ki: (Öğreniniz onun kim olduğunu.
Hediyeler vererek görün de gelin onu.)
Onlardan bir kısmı da, geldi Şam diyarına.
Sordular bu çocuğu devrin hükümdarına.
O dedi: (Beyt-i Lahm'da, geçen gün doğdu biri.
Doğar doğmaz görüldü fevkalade halleri.)
Ve bir adamını da yanlarına katarak,
Gönderdi Beyt-i Lahm’a, kötü plan kurarak.
Zira tembih etti ki adamına gizliden,
(Elçiler ayrılınca, çocuğu öldür hemen.)
Ve lakin annesine, gaibten bir münadi,
Hak teâlâ katından bu işi haber verdi.
Hazret-i Meryem dahi, bu ihbar üzerine,
Oğlunu kucaklayıp, gitti Mısır iline.
Orada, oniki yıl kalarak en nihayet,
Oğlu ile beraber, Kudüs’e etti avdet.
İsa aleyhisselam çocuk yaşında bile,
Halk içinde tanındı çok üstün halleriyle.
Sonra, otuz yaşına vasıl olunca dahi,
Peygamberlik verilip, geldi vahy-i ilahi.
Bu vahyi alır almaz, başladı tebliğine.
Çağırdı insanları Allah’ın hak dinine.
Lakin beni İsrail ona inanmadılar.
Bir çoğu inad edip, dalalette kaldılar.
Bazısı daha azıp, (İsa ilahtır) diye,
İsnatta bulundular hatta İsa Nebi'ye.
İsa Peygamber dahi işitince bunları,
Bu bozuk itikattan ikaz etti onları.
Buyurdu: (Ey insanlar, hem benim, hem sizlerin,
Rabbi olan Allah’a inanıp, kulluk edin.
Benim, ilahlık ile alakam yoktur asla.
Beni de, sizin gibi yarattı Hak teâlâ.
Bu, Allah’a şirktir ki, gayet fena bir iştir.
Cezası, ahirette ebediyen ateştir.)
Lakin beni İsrail, yine inanmadılar.
O nasihat ettikçe, daha fazla azdılar.
Girmedikleri gibi getirdiği hak dine,
Hem de mani oldular onun bu tebliğine.
Hatta o insafsızlar, gidip daha ileri,
Öldürmek istediler bu büyük Peygamber’i.
İsa Nebi, giderek halis müslümanlara,
Oniki kişi seçip, buyurdu ki onlara:
(Allah’ın bu dinini tebliğde ey müminler!
İçinizde hanginiz bana hep yardım eder?)
Dediler: (Ey Allah’ın Resulü, biz hepimiz,
Bu dini yayman için, sana yardım ederiz.
Biz, senin emrindeyiz bütün varlığımızla.
Hiçbir fedakârlıktan çekinmeyiz biz asla.
Zira biz, iman ettik sana ve Rabbimize.
Bu dine hizmet etmek, büyük şereftir bize.
Bu yolda, gerekirse cihad edip Vallahi,
Veririz seve seve canlarımızı dahi.)
. Gökten sofra İniyor
Bir gün İsa Nebi’ye gelerek havariler,
(Dua et, gökten bize sofra insin) dediler.
Hiç de İsa Nebi'ye hoş gelmedi bu fakat,
Buyurdu ki: (Bu işte, nedir gaye ve maksat?
Şüphe mi edersiniz Allah’ın kudretinden?
Değilse, niçin bunu istersiniz siz benden?)
Dediler ki: (Allah’a ve sana inandık biz.
Lakin istiyoruz ki, artsın bu yakinimiz.)
İsa aleyhisselam, iki rekat bir namaz,
Kılıp kalktı ayağa, saf saf oldu cümle nas.
Ayakta el bağlayıp, başını eğdi öne.
Sonra da, ağlayarak dua etti Rabbine.
Dedi: (Ya Rab, bir sofra indir de gökten bize,
Peygamber olduğuma olsun açık mucize.)
Kendisine bir vahiy geldi ki Rabbimizden:
(Ya İsa, bu sofrayı indiririm size ben.
Lakin biri, nankörlük ederse bu sofraya,
Uğratırım ben onu şiddetli bir belaya.)
O anda gördüler ki, bulutlar arasından,
Bir sofra iniverdi önlerine semadan.
Lakin İsa Peygamber, devamlı ağlıyordu.
Rabbine dua edip, şöyle yalvarıyordu:
(Beni, buna şükreden kullardan eyle ya Rab!
Rahmet kıl bu sofrayı, kılma ceza ve azap.)
Sofranın, misk-i amber misali kokuları,
Yayılıp, mest eyledi orada olanları.
İsa Nebi, sofraya bizzat teşrif ederek,
Kaldırdı örtüsünü Besmele söyleyerek.
Baktılar, var sofrada kızarmış yedi balık.
Öyle ki, hiç birinde yok idi pul ve kılçık.
Ayrıca, yedi pişmiş, taze sıcak çörekler.
Bir yanda tuz ve sirke, öbür yanda meyveler.
İsa aleyhisselam, fakir, hasta ve sakat,
Kim varsa, o sofraya davet etti o saat.
Buyurdu ki: (Bu rızık, lutfüdür Rabbimizin.
Yiyiniz, size şifa, beladır gayri için.)
Binüçyüz kişi gelip, yediler fazla fazla.
Yine de bir azalma olmadı onda asla.
Bu bereket sofrası, doyunca herkes yine,
Gözlerinin önünde yükseldi gökyüzüne.
O sofra, gün aşırı, kuşluk vakti gelirdi.
Öğle üzeri tekrar, semaya çekilirdi.
Hem de o, yükselirken yer yüzünden göklere,
Onun gölgesi dahi, düşerdi hatta yere.
Onun bereketiyle, şifa buldu çok hasta.
Fakirler zengin olup, kavuştular rahata.
Sonradan kadın erkek, zengin fakir, hür köle,
Tam kırk gün, bu sofradan yediler böylelikle.
Sonra bir vahiy geldi Allahü teâlâdan:
(Sağlamlarla zenginler yemesin bu sofradan.)
Bundan sonra bazısı, başladılar isyana.
Ve arka çevirdiler bu ilahi ihsana.
Hatta alay ederek, dediler ki: (Bunu siz,
Gerçekten hak nesne mi telakki edersiniz?)
Küfran-ı nimet eden o nasipsiz kişiler,
Bir anda, birer domuz şekline dönüştüler.
Ve üç günün sonunda, hepsi de oldu helak.
Verdi cezalarını onların cenab-ı Hak
. Zalim kralın İman etmesi
İsa aleyhisselam devr-i saadetinde,
Zalim, mağrur bir kral var idi Nusaybin’de.
Cibril, İsa Nebi'ye bir vahiy getirdi ki:
(İmana davet eyle o kibirli meliki.)
O da, gelip dedi ki derhal havarilere:
(İçinizden hanginiz gidip de bu şehire,
Seslenir ki, Allah’ın Peygamberi ve kulu,
Olan İsa Peygamber geliyor size doğru.)
Yakub, Tevman ve Şem'un adlı üç havari'ye,
Emredip İsa Nebi, gönderdi o beldeye.
Önce Tevman girince, onu yakaladılar.
Ve zalim hükümdarın yanına çıkardılar.
El ve ayaklarını kestirip zalim kral,
Gözlerine mil çekip, hapsetti onu derhal.
Şem'un dahi gizlice giderek o diyara,
Aklı ve zekasıyla yaklaştı hükümdara.
Onlardan görünerek, sakladı imanını.
Kazandı hükümdarın sonsuz itimadını.
Hatta öyle sevdi ki Şem'unu o hükümdar,
Ona danışmaksınız almazdı tek bir karar.
Bir gün Şem'un, krala dedi ki: (Hükümdarım!
Şu Tevman'ı çağırıp, bazı şeyler soralım.)
Kral (Peki) deyince, huzura geldi Tevman.
Şem'un dedi: (Ey kişi, nedir senin iddian?)
Tanımıyormuş gibi Tevmanı daha önce,
Sualler sordu ona, planı gereğince.
Tevman cevap olarak, dedi ki: (İsa Nebi,
Allah’ın Resulüdür diğer Nebi’ler gibi.)
Sordu yine: (Ey kişi, delilin nedir bunda?)
Dedi: (Her hastalığı iyi eder anında.
Ayrıca, haber verir gizli olan şeyleri.
Allah’ın izni ile diriltir ölüleri.)
Şem'un dedi: (Ey melik, bu, büyük iddiadır.
Zira böyle vasıflar, ancak Nebi'de vardır.
Çağıralım o zatı, hakikat böyle ise,
O zaman hiç şüphesiz peygamberdir o kimse.
Biz dahi, seve seve ona iman ederiz.
Değilse, bu kişinin cezasını veririz.)
Kral makul görünce, gönderdiler bir haber.
Nihayet yanlarına geldi İsa Peygamber.
Tanımıyormuş gibi yaparak Şem'un onu,
Dedi: (Size Peygamber diyorlar, bu doğru mu?
Her türlü hastalığı iyi eder diyorlar.
Şu Tevman'ı iyi et, herkes görsün aşikâr.)
Tevman’ın kesik olan el ve ayaklarına,
Elini sürer sürmez, tam sıhhat geldi ona.
Sonra da, gözlerine sürer sürmez elini,
Bir anda, görür hale getirdi gözlerini.
Şem'un dedi: (Pekala, bir de ölü diriltsen.
O zaman anlarız ki, gerçekten Nebi’sin sen.)
İsa aleyhisselam, Nuh’un evladı olan,
Sâm’a seslendiğinde, o kalktı mezarından.
(İsa aleyhisselam Peygamberdir) dedi ve,
Yine vefat ederek, giriverdi kabire.
Kral bunu görünce, insafa geldi birden.
Bütün maiyetiyle iman etti gönülden.
. Göke çıkarılması
İsrailoğulları, hem Musa Peygamber’i,
İnkâr etmişler idi, hem de sonrakileri.
Şehid ettiklerinden pek çoklarını hatta,
Rahat ve huzur yüzü görmediler hayatta.
Kimi öldü zulümle, kimisi oldu esir.
Zilletle yaşadılar perakende ve fakir.
Onlar, kendilerini derleyip toplayacak,
Bir Nebi gelmesini bekliyorlardı ancak,
Öyle bir kurtarıcı umuyordu ki onlar,
Tuttuğunu koparan biri olsun, cüretkâr.
Mücadeleci ruhlu, kavgacı biri olsun.
Onları, esaretten hürlüğe kavuştursun.
Lakin İsa Nebi’de bunu göremediler.
Onu yumuşak bulup, yine inkâr ettiler.
O, onlara ne kadar ettiyse de nasihat,
İnat ve hırçınlıktan, inanmadılar fakat.
Bununla da kalmayıp, kötü söz söylediler.
Ona ve annesine iftiralar ettiler.
Üzüldü İsa Nebi onların bu haline.
Ellerini kaldırıp, dua etti Rabbine:
(Beni, (Ol) emrin ile halk ettin ya ilahi!
Bu iftiracılara lanet eyle sen dahi.)
Kabul oldu duası bu büyük Peygamber’in.
Birer maymun ve domuz oldular hepsi o gün
Onlar bunu görünce, daha azgınlaştılar.
Onu öldürmek için toplanıp anlaştılar.
Sonra da aramaya başladılar her yerde.
İsa Nebi öğrenip, saklandı bir hanede.
Ve malesef (Yehuda) adında bir havari,
Para karşılığında, haber verdi bu yeri.
O hain Yehuda’yla birleşip yahudiler,
Onun saklı olduğu o haneye girdiler.
Cibril aleyhisselam, gelerek Hak katından,
Tek bir an ayrılmadı o gün onun yanından.
Vakta ki yahudiler girdi hepsi oraya,
Cibril, İsa Nebi’yi alıp çıktı semaya.
Yehuda’yı, İsa’ya benzetti Allah o an.
Onu, İsa Peygamber sandılar bu bakımdan.
Derhal yakaladılar üstüne yürüyerek.
Ve öldürüp astılar, onu İsa diyerek.
Ve lakin bir hususu hayli merak ettiler.
Hatta bu güne kadar, bunu çözemediler.
Dediler: (İsa buysa, nerye gitti Yehuda?
Yehuda buysa eğer, o zaman nerde İsa?)
Halbuki o sırada, İsa’yı cenab-ı Hak,
Cibril'le, gökyüzüne çekti diri olarak.
Otuzüç yaşındaydı göke çıktığı anda.
İnecek yeryüzüne yine ahir zamanda.
Göke çıkarıldıktan, az müddet sonra yine,
Meleklerle inerek, göründü annesine.
Buyurdu: (Anneciğim, ben ölmedim, işte bak.
Oğlunu, gökyüzüne çıkardı cenab-ı Hak.
O hain Yehuda'yı, bana benzetip onlar,
Onu, benim yerime öldürüp de astılar.
Şeytandan sakının ki, dünyayı süsler size.
Rabbimizin rahmeti olsun üzerinize.)
Dört büyük melek ile gelen İsa Peygamber,
Yine göke yükseldi meleklerle beraber.
. Hazine ne İmiş?
İsa aleyhisselam bir yerden geçiyordu.
Bir kabrin başucunda ağlayan kadın gördü.
Niçin ağladığını sorunca o kadına,
Dedi: (Kızım öldü de, ağlarım şimdi buna.
Rabbime söz verdim ki, buradan gitmeyeyim.
Ya bu kızım dirilsin, yahut ben de öleyim.)
Buyurdu ki: (Kızını görürsen eğer şu an,
Ayrılıp gider misin mezarının başından?)
Kadın (Evet) deyince, kalkıp namaz kıldı ve,
Rabbine dua edip, yaklaştı o kabire.
Seslendi: (Ey kızcağız, Rahman ve Rahim olan,
Allah’ın izni ile, diril kalk mezarından.)
Kabir birden yarılıp, çıktı o kız dışarı.
Lakin beyazlaşmıştı saç, kirpik ve kaşları.
Dedi: (Ben zannettim ki, kıyamet koptu şu an.
Beyazlaştı saçlarım bu dehşet ve korkudan.
Anneciğim ne olur, merhamet et de bana,
Ölümü, iki defa tattırma evladına.)
Bunları söyleyerek, vefat etti tekrardan.
Kadın sözünde durup, ayrıldı o mezardan.
Bir gün de İsa Nebi, havarileri ile,
Seyahat ederlerken vardılar bir şehire.
Buyurdu: (Bu şehirde, Hazine vardır ki bir,
İçinizden hanginiz onu bulup getirir?)
Dediler ki: (Burası, bir yerdir ki acayip,
Derhal öldürüyorlar kim gelse yolcu, garip.)
(Ben gideyim) buyurup, İsa aleyhisselam,
Bir hanenin önünde durdu ve verdi selam.
Bir yiğit delikanlı, çıkarak karşısına,
Dedi: (Burya girmene kim izin verdi sana?)
Buyurdu: (Misafir et beni sen, söz vereyim.
Hükümdarın kızıyla seni evlendireyim.)
Delikanlı düşündü: Bu iş olmaz hayatta.
Dedi: (Sen ya delisin, İsa'sın veyahut da.)
İsa aleyhisselam çıkarmadı sesini.
Ve hemen hükümdara gönderdi kendisini.
Buyurdu ki: (Git iste, lakin olmaz diyecek.
Senden, çuval dolusu mücevher isteyecek.
Sen onun teklifini kabul eyle ve de ki:
Hepsini getiririm, ver kızını yeter ki.)
O gidip, hükümdarın kızını istedi ve,
Bu teklifi alarak, döndü ve geldi eve.
İsa aleyhisselam bir mucize eseri,
Verdi çuval dolusu inci mücevherleri.
Genç, bunları götürüp, aldı onun kızını.
Gelip İsa Nebi'ye sordu şunun sırrını.
Dedi ki: (Ey Ruhullah, sen bu mertebedesin.
Lakin niçin bu kadar fakirlik üzeresin?)
Buyurdu: (Ben Rabbimi koymuşum ki kalbime,
Bu yalancı dünyanın malı mülkü neyime?
Beni öyle sarmış ki Rabbimin muhabbeti,
Yanında, bu dünyanın nedir ehemmiyeti?)
O genç veda ederek evine ve eşine,
Bir şevk ve iştiyakla düştü onun peşine.
Havariler, merakla geçirmişken geceyi,
İsa Nebi gelerek, takdim etti o genci.
Buyurdu: (Hazine'den bahsetmiştim gidişte.
O hazine bu idi, getirdim onu işte.)
. Sâm bin Nuh’un dirilmesi
Bir gün İsa Nebi'ye gelerek havariler,
Dediler: (Ey Ruhullah, gönlümüz şunu diler.
Nuh'un gemisindeki insanlardan bir kimse,
Dirilip, o gemiden malumat verse bize.)
İsa aleyhisselam biraz ileri vardı.
Bir duvarın dibinden, bir avuç toprak aldı.
Buyurdu ki: (Bu toprak, Nuh'un evladı olan,
Sâm'ın toprağıdır ki, dinleyin bunu ondan.)
Dua edip, o yere vurarak asasıyle,
Buyurdu ki: (Diril kalk, Hakk'ın müsadesiyle.)
Birden bire orası, yarılıp açılarak,
Çıktı o, saçlarından toprakları saçarak.
Lakin çok ihtiyar ve çökmüş görünüyordu.
Saçı başı ağarmış ve bitkin duruyordu.
İsa Nebi sordu ki: (Vefat eylediğinde,
Yine bu halde miydin kabire girdiğinde?)
Dedi: (Hayır, genç idim, şimdi ihtiyarladım.
Zira senin sesinle, kıyamet koptu sandım.
Kıyametin şiddet ve dehşeti, beni öyle,
Korkuttu ki, bir anda kocadım işte böyle.)
Buyurdu ki: (Geminin halinden söyle biraz.)
Dedi ki: (Ey Ruhullah, pekala, edeyim arz.
Onun boyu altıyüz, eni üçyüz metreydi.
Birbirinden müstakil ve üç kat üzereydi.
Birisinde hayvanlar, birinde vardı kuşlar.
Üçüncü katta ise, vardı yalnız insanlar.)
Buyurdu ki: (Dön şimdi yine eski haline.)
O, tekrar vefat edip giriverdi kabrine.
Bir gün de İsa Nebi bir yere gidiyordu.
Gördüğü insanlara nasihat ediyordu.
Yemenli insanlara rastladı en nihayet.
Konuşup, onları da dinine etti davet.
Onlar, İsa Nebi'den mucize istediler.
(Bir ölüyü diriltip, bize göster) dediler.
(Âd oğlu Şeddad diye bir hükümdarın kabri,
Şu tepe üstündedir, diriltsen onu bari.)
İsa aleyhisselam dua etti ve hemen,
Dirilip kalktı Şeddad, o karşıki tepeden.
Seslendi: (Ey insanlar, ben bir hükümdar idim.
Bin sene ömür sürüp, bin kız ile evlendim.
Vardı emrim altında, bin kumandan, bin vali.
Bin ayrı kasabanın malikiydim hem dahi.
Bir ordum var idi ki, yoktu öyle savaşan.
Onunla, çok düşmanı etmişimdir perişan.
Bu mülk ve saltanatım öyle idi ki hatta,
Pek az hükümdarlara nasib olur hayatta.
Lakin şimdi anladım, hepsi (Hiç)miş bunların.
Sakın siz, benim gibi dünyaya aldanmayın.
Bu kadar dünyalığım, servetim varken, yine,
Sonunda ben de ölüp, girdim kabir içine.
Bari siz, başınıza alın da aklınızı,
Boş yere harcamayın ömr-ü hayatınızı.
Bu ölüm, var muhakkak ve gelecek herkese.
Dünyada ebediyen kalmayacak hiç kimse.
Allah’a ibadete sarılın ki şimdi siz,
Yoksa, siz de ölünce pişmanlık çekersiniz.)
İnsanlar onu görüp, duymuşlardı bu sesi.
Hiç itiraz etmeden, imana geldi hepsi.
. Ben de sizin gibi İnsanım
Petrus, İsa Nebi'ye, (Sen Allah’ın oğlusun.)
Deyince, gadaplandı bu sözüne Petrus'un.
Onu azarlayarak buyurdu: (Git yanımdan.
Çünkü senin bu sözün hem iftira, hem yalan.
Sen benden uzak dur ki, çirkin düşünüyorsun.
Ve bana bir fenalık yapmayı istiyorsun.)
Sonra da buyurdu ki dönüp havarilere:
(Çok çok yazıklar olsun böyle söyleyenlere.
Bu kişiler hakkında, Rabbimiz bana zira,
Şöyle emir verdi ki, Lanet eyle onlara!
Ey insanlar, ben dahi halk olundum toprak’tan.
Ben dahi her kul gibi, uzağım yaratmaktan.
Ayrıca eğer bir kul, işlerse hata, günah,
Onu ben affedemem, affeder ancak Allah.
Şeytan, benim hakkımda, (O Allah)tır diyecek.
Bu çirkin yalanıyla sizi ifsat edecek.
Siz sakın aldanmayın onun bu hiylesine.
Yoksa çarpılırsınız Allah’ın lanetine.)
Ve yine buyurdu ki: (O gelecek Resul'ün,
Yolunu hazırlamak üzere geldim bu gün.
O Resul, benden sonra dünyaya gelecektir.
Onun doğduğu gece, putlar devrilecektir.
O gün benim İncil’im, tahrif olmuş olacak.
Ve gerçek inananlar yirmi kişi kalacak.)
Bir gün de buyurdu ki: (Dünyanın beklediği,
Ve İbrahim Nebi’nin onu müjdelediği,
O Mesih, ben değilim, o, sonra gelecektir.
O gelince, insanlar huzura erecektir.
Lakin dikkat ediniz, o gelinceye kadar,
Çıkabilir yalandan bu davada olanlar.)
Havariler dedi ki: (O gelecek Mesih'in,
Hakkında, bize biraz malumat verir misin?)
Buyurdu: (Ondan önce, insanlar bozulur hep.
Bu dünya, küfür ile dolu olur lebalep.
O zaman Hak teâlâ acıyıp insanlara,
Bu hakiki Mesih’i gönderecek dünyaya.
Onun başı üstünde, daim bulut bulunur.
Sayesinde insanlar, bulur rahat ve huzur.
Bana, (Allah) veyahut (Allah’ın oğlu) diyen,
Kimselerden, intikam alır mütemadiyen.
O, güneyden gelir ve kavuşur çok nimete.
Halkı putperestlikten çağırır hidayete.)
Dediler: (Söyleyiniz bize Onun ismini.
Ve biz nasıl biliriz teşrif eylediğini?)
Buyurdu: (Onun ismi Ahmed’dir kardeşlerim.
Onun geleceğini şimdiden müjdelerim.
Yarattığı vakitte Allah Onun nurunu,
Ona bu ismi verip, çok sena etti Onu.
Buyurdu: (Ey Resulüm, ne varsa yer ve gökte,
Hepsini, senin için halk eyledim elbette.
Seni yaratmasaydım, yaratmazdım bir şeyi.
Senin için halk ettim yeri, Arş'ı, Kürsi'yi.)
Ondan önce, insanlar taparken hep putlara,
Hak teâlâ Ahmed’i irsal eder onlara.
Dünya zulmette iken, teşrif eder o Ahmed.
Saçılır insanlara ilahi nur ve rahmet.)
Bunu duyan insanlar, başladı bağırmaya:
(Ey Ahmed, acele gel dünyayı kurtarmaya!)
. Yeryüzüne İnmesi
İsa aleyhisselam, yaklaşınca kıyamet,
Semadan yer yüzüne inecek bir gün elbet.
Bu babta buyurdu ki ol Hüda’nın Habibi:
Kıyamet yaklaşınca inecek İsa Nebi.
Halen Şam'da bulunan Mescid-i Emevi’ye,
İner iki melekle, hem de Ak minare’ye.
Hazret-i Mehdi iken mescidde o gün imam,
Teşrif eder içeri İsa aleyhisselam.
(Ey Ruhullah geç öne, sen imam ol) der, fakat,
Buyurur ki: (Sen kıldır, ben olayım cemaat.)
Ve hazret-i Mehdi'ye uyup kılar namazı.
Sonra, müslümanlarla çıkar o gün dışarı.
Deccali arayarak, bulur Lud kapısında.
Arkasından yetişir ve öldürür anında.
Orta boylu idi ki o İsa ibni Meryem,
Teni, kırmızı ile karışık beyazdır hem.
Hem saçları düz olup, hiç kıvırcık değildir.
Yaş olmadığı halde, saçı Islak gibidir.
Başını eğdiğinde, sular damlar ve düşer.
Kaldırsa, inci gibi yuvarlanır gümüşler.
İki asası vardır, kırar haç'ı, salib’i.
Domuzu öldürür ve batıl kılar cizyeyi.
Zamanında, müslüman olmayan varsa millet,
Onun daveti ile, olur ehl-i hidayet.
Ondan evvel, zulümle dolmuş iken bu dünya,
O gelince, adalet yayılır dört bir yana.
Develerle inekler, aslan ve kaplan ile,
Gezer de, hiçbir zarar görmezler zerre bile.
Kurtlar ile birlikte otlar hem de kuzular.
Çocuklar, yılanlarla oynar da gelmez zarar.
Son bulur zamanında, kin, haset ve düşmanlık.
Hiç kimse, diğerine kötülük yapmaz artık.
Onun nefes kokusu bir yere gelse eğer,
Oldukları yerlerde, ölür cümle kâfirler.
Hatta onun nefesi, süratlidir ki öyle,
Vasıl olur güzünün görebildiği yere.
Sonra (Ye'cüc) ve (Me'cüc) yayılır her taraftan.
Ve bir vahiy gelir ki Allahü teâlâ’dan:
(Kimsenin eli varmaz öldürmeye onları.
Tur'a götür ve koru halis müslümanları.)
Bu kavim, yassı yüzlü, büyük kulaklıdırlar.
Gözleri küçük olup ve kısa boyludurlar.
Bin’er çocuğu olur her birinin onların.
Ve şimdi arkasında dururlar bir duvarın.
Set ardından çıkınca, etrafa saldırırlar.
İnsanlar, şerlerinden hep kaçıp saklanırlar.
Hayvanları yiyerek, bitirirler onları.
Ve içip kuruturlar nehir, göl ve suları.
İsa Nebi el açıp, Rabbine eder dua.
Bir anda hepsi ölüp, leş ile dolar dünya.
Gönderir Hak teâlâ dünyaya bazı kuşlar.
Onların leşlerini başka yere taşırlar.
Müminler, Tur dağından inerler yer yüzüne.
Bir bereket ve bolluk saçılır üstlerine.
Zira öyle bir yağmur yağar ki hep o günü,
Toprak, bir’e yediyüz çıkartır mahsulünü.
İsa aleyhisselam vefat eder sonunda.
Hücre-i saadete defni olur onun da.
.
27 - ŞEM'UN ALEYHİSSELAM
.Yiğit ve cesur İdi
İsa Nebi’den sonra yiğitliğiyle meşhur,
Bir Peygamber vardı ki, çok kuvvetli ve cesur,
Onu, Resulullah da eshaba verdi haber.
Buyurdu: (Şem'un adlı vardı ki bir Peygamber,
O, bin ay, Allah için cihad etti durmadan.
Ve asla çıkarmadı silahını boynundan.)
Şem'un aleyhisselam, İncil'e tâbi idi.
Abid ve zahid olup, pek çoktu ibadeti.
Annesi nezr etti ki, o yeni doğduğunda,
Hizmet ve cihad etsin daim Allah yolunda.
Hakikaten büyüyüp, olunca delikanlı,
Din için, kâfirlerle cihad etti devamlı.
Hak teâlâ, bir kuvvet vermişti ki bu zata,
Kâfirler, karşısında aciz kaldı adeta.
O şehrin hakimi de, kâfir idi haliyle.
Onu öldürmek için, planladı bir hiyle.
Hanımına bir haber gönderdi ki: (Eğer sen,
Kocanı öldürmede bize yardım edersen,
Seni kendime alıp, rahat ettireceğim.
Dünyalık ne istersen, misliyle vereceğim.)
Kadın buna aldanıp, dedi ki cevabında:
(Peki, ne yapmalıyım size yardım babında?)
Dedi ki: (O uyurken, bağlarsın kuvvetlice.
Biz dahi gelip onu öldürürüz böylece.)
Kadın, sağlam bir iple bağladı gece onu.
O, uyanıp anladı bağlanmış olduğunu.
Bir hamlede koparıp, sordu ki hanımına:
(Sen bu muameleyi ne için yaptın bana?)
Dedi ki: (Biliyordum, pek fazla kuvvetlisin.
Denedim ki, bu ipi koparabilir misin?)
Melik vakıf olunca ipi kopardığına,
Bu sefer (demir zincir) gönderdi hanımına.
Bir gece de, bununla bağladı çok kuvvetle.
Lakin o zinciri de kırdı bir hareketle.
Ve yine sebebini kadına sorduğunda,
Dedi: (Merak ettim ki, kırar mısın bunu da?)
Buyurdu ki: (Sadece saçımın teli hariç,
Her ne ile bağlarsan, kırarım, dayanmaz hiç.)
Kadın bunu öğrenip, o uyurken bir gece,
Saçından, birkaç uzun tel kopardı gizlice.
Birbirine ekleyip, uyurken yine Şem'un,
El ve ayaklarını bağladı gece onun.
Melikin adamları, gelip yakaladılar.
O gün asılmasına acil karar aldılar.
Şem'un Nebi, Rabbine şöyle dedi duada:
(Ya Rabbi, cihad için yaşıyordum dünyada.
Bunda samimiyetim, ihlasım varsa şayet,
Beni, bu kâfirlerin ellerinden halas et.)
Rabbimiz kabul etti onun dualarını.
Bir melek göndererek, çözdürdü bağlarını.
Köşkü vardı melikin, dört direk üzerinde.
Kendi ve avanesi buradaydı o günde.
Şem'un aleyhisselam kurtulunca bağından,
Melikin o köşkünü yıkarak etti viran.
Enkaz altında kalıp, oldular toptan helak.
Verdi cezalarını onların cenâbı Hak.
.
28 - CİRCİS ALEYHİSSELAM
.Ticaretle uğraşırdı
İsa Nebi’den sonra gönderilen Peygamber.
Onun nübüvvetine inandı çok kimseler.
Ticaretle uğraşır, kazanırdı çok para.
Lakin kazandığını verirdi muhtaçlara.
Yaşadığı bölgeye, hakimdi putperestler.
Eziyet ederlerdi onlara bazı beyler.
Kurtulmak gayesiyle bu beylerin şerrinden,
Çıkmayı düşündüler bu Filistin şehrinden.
Kralın bulunduğu Musul vilayetine,
Gelip, dahil oldular onun maiyetine.
Lakin geldiklerinde, hayret edip şaştılar.
Zira o gün, çok garip şeyle karşılaştılar.
Kral, adamlarıyla bir meydana çıkmıştı.
Ve kenarda, büyükçe bir ateş yaktırmıştı.
Tapmakta oldukları putu da getirterek,
Secde ettiriyordu herkesi ona tek tek.
Karşı gelen olursa, ateşe atıyordu.
Secde eden, kendini bundan kurtarıyordu.
Circis aleyhisselam üzüldü buna gayet.
Ve hemen o kralı, islama etti davet.
Gidip dedi: (Ey melik, sana bir hak sözüm var.
İbadet edilmeye layık değil bu putlar.
Hiddet ve kızgınlığı bırak da bir tarafa,
Bu masum insanlara yapma eza ve cefa.
Sen dahi onlar gibi bir kulusun Allah’ın.
Büyüklenip, kendinde bir varlık görme sakın.
Mahlukatı yaratan, rızık veren hep Odur.
Ona iman edersen, bulursun ancak huzur.
O puttan fayda zarar gelmezken hiç kimseye,
Ne için zorluyorsun halkı ona secdeye?
Allah’a iman et de, o putu terket, bırak.
Çünkü yalnız Allah’tır ibadete müstehak.)
Melik, Circis Nebi’ye kızıp sordu: (Sen kimsin?
Bana sen, bu sözleri nasıl diyebilirsin?)
Buyurdu ki: (Ey melik, herşeye gücü yeten,
Allah’ın bir kulu ve Resulüyüm size ben.
O bizi halk eyledi toprak ile az su’dan.
Ölünce, yine toprak olacağız sonradan.
Adım dahi Circis’tir, Şam'da yerleşmiş idim.
Emniyet bulmak için yanınıza gelmiştim.
Fakat gelip görünce şu puta taptığını,
Söyledim bilmecburi yanlış iş yaptığını.
Ey melik, beni dinle, var iken cenab-ı Hak,
Bu put layık olur mu ibadete müstehak?)
Melik dedi: (Ey kişi, sen karışma bu işe.
Sen de secde etmezsen, atılırsın ateşe.
Bana tâbi olursan, kurtarırsın kendini.
Yoksa yanar gidersin, yap şimdi tercihini.
Madem tapınıyorsun sen hakiki mabuda,
Niçin hakim kılmıyor Rabbin seni bu yurda?)
Buyurdu: (Benim Rabbim, dilediğini yapar.
Benim, Allah indinde kıymetim, şerefim var.
Onun bana verdiği bu yakin ve imanın,
Yanında, hiçtir senin mülkün ve saltanatın.
Senin taptığın şu put, ne aciz ve zelildir.
Bu, ahmak olduğuna en büyük bir delildir.)
Melik kızıp dedi ki: (Kendine ettin yazık.
Sen, en büyük ölüme müstehak oldun artık.)
. Çok eziyet ettiler
Melik, ağaç bir direk diktirerek bir yere,
Sonra Circis Nebi’yi bağlattı bu direğe.
Soyup, demir tarakla tarattı vücudunu.
İşkence olsun diye yaptırmıştı o bunu.
Etini, Lime lime etti de demir tarak,
Hiç acı duyurmadı Circis'e cenab-ı Hak.
Kral, Circis Nebi'nin beklerken ölmesini,
Onu sağlam görmesi, arttırdı öfkesini.
Derhal adamlarına emretti ki o melun:
(Tez gidip, şimdi bana tuz ile sirke bulun.)
Karıştırdı onların birini diğerine.
Döktü o Peygamber’in yaralı bedenine.
Lakin hıfz ediyordu Circis’i Hak teâlâ.
Melik bakıp gördü ki, yaşamakta o hala.
Döktüler de tuz ile sirkeyi vücuduna,
Rabbimiz yine acı duyurmadı hiç ona.
O melik, böyle bir şey görmemişti ömründe.
Zira o, sapasağlam duruyordu önünde.
Şaşırıp, emretti ki derhal adamlarına:
(Büyükçe bir demiri kızdırıp verin bana.)
O kızarmış demiri aldı habis eline.
Koydu o Peygamber’in başının üzerine.
Derhal beyni kaynayıp, yüzüne aktı, fakat,
Hak teâlâ Circis’e bahşetti yine hayat.
Zerre kadar bir acı hissetmedi o hatta.
Melik bakıp gördü ki, Circis yine hayatta.
Öfkelendi, kudurdu, dedi: (Kazan getirin.
Ateş yakıp, içinde bolca bakır eritin.)
Fokur fokur kaynarken kazanda o bakırlar,
Circis’i soyundurup, o kazana attılar.
Kapağını kapatıp beklerken ölmesini,
Korudu bundan dahi, Allah bu Nebi’sini.
Kaynattılar onu hem kazanda bir müddet de.
Açınca gördüler ki, o yine afiyette.
Bunu dahi görünce, hayreti haddi aştı.
Hiddet ve öfkesinden daha da azgınlaştı.
(Zindana atın!) diye emretti adamlara.
El ve ayaklarını çiviletti duvara.
Yasladı üstüne de büyük bir taş sütunu.
Ve lakin Hak teâlâ kurtardı yine onu.
Ona bir melek gelip, dedi ki: (Yılma sakın.
Selamını getirdim sana Hak teâlânın.
Rabbimiz buyurdu ki: Onun eziyyetine,
Sabredip, davet etsin islama onu yine.
Dört defa öldürecek o kâfir onu, fakat,
Ben yine dirilterek, veririm ona hayat.
Ve her dirilişinde, derecesi yükselir.
Sonunda şehid olup, sürurla bana gelir.)
Sonra çekip kurtardı onu çivilerinden
Ve o mermer sütunu kaldırdı üzerinden.
Çıktı Circis dışarı sıhhat ve afiyetle.
Gitti yine krala, sevinçliydi gayetle.
. Bıçakla doğradılar
Circis Nebi, zindandan kurtulup geldi derhal.
O zalim hükümdara buyurdu ki: (Ey kral!
Gel, inad etme artık, vaz geç puta tapmaktan.
Allaha iman et ki, Odur seni yaratan.)
Kral onu görünce yeis çöktü içine.
Dedi ki: (O zindandan nasıl çıktın sen yine?)
Buyurdu: (Hak teâlâ kurtardı beni elbet.
Ateşten halas için, sen de Ona iman et.)
Lakin o inanmayıp, inkârda kaldı yine.
(Tutun!) diye emretti derhal maiyetine.
İkiye yardırarak bir ağaç kütüğünü,
Kıstırdı arasına Circis'in vücudünü.
Sonra, adamlarına sordu ki şu suali:
(Buna, nasıl işkence yapalım ey ahali?)
Düşünüp emir verdi tekrar adamlarına:
(Gayet keskin bir bıçak getirin derhal bana.)
Bıçakla Lokma lokma doğrattı bedenini.
Arslanların önüne bıraktı etlerini.
Sonra geri çekilip, seyredince bir miktar,
Gördü ki, o etleri yemedi o hayvanlar.
Artık ölmüştür diye, çekip gitti evine.
Hak teâlâ bir melek gönderdi ona yine.
Circis’in etlerini topladı yerden melek.
Diriltti Allah onu, tekrar hayat vererek.
Kral, avanesiyle bir gün eğleniyordu.
Şarap içip, kendini halka methediyordu.
Diyordu: (Bir zamanlar, biri, Circis namiyle,
Beni korkutuyordu Rabbinin azabiyle.
Hani, ona ne oldu, gelmez mi buralara?
Gelemez, çünkü onu yedirdim arslanlara.)
Tam bunları söylerken, Circis geldi o yere.
Kral ve avanesi şaşırdı birden bire.
Onun, o olduğuna ihtimal vermediler.
(Bu, Circis'e ne kadar çok benziyor) dediler.
Buyurdu: (Ey insanlar, bilin ki Circis benim.
Siz beni öldürdünüz, diriltti yine Rabbim.
Bırakın inadı da, imana gelin artık.
Allah’a imandadır hakiki bahtiyarlık.)
Dediler: (Bu, sihirbaz, işleri de sihir'dir.
Kendini bazan ölü, bazan diri gösterir.)
Mevcut sihirbazlardan, en meşhur birisini,
Çağırıp, sordu ona bu işin çaresini.
Dedi: (Bu sihirbazın elinden aciz kaldık.
Sen bir sihir yaparak, Circis'i öldür artık.)
Su içine bir şeyler okuyup o bir nice,
Dedi: (O sihirbazsa, ölür bunu içince.)
Circis aleyhisselam Besmele okuyarak,
Verdikleri o suyu içti hem tam olarak.
O sihirbaz gördü ki, etmedi ona tesir,
Dedi ki: (Öyle ise, o, sihirbaz değildir.)
Peygamber olduğunu anladı behemahal.
Onu tasdik ederek, imana geldi derhal.
Kral, saltanatının elden gideceğini,
Tahmin edip, kestirdi o kimsenin dilini.
Ayrıca dörtbin kişi, iman ile müşerref,
Olduysa da, hepsini şehid etti malesef.
En son Circis Nebi de şehid oldu nihayet.
İlahi, hürmetine eyle bizi mağfiret.
.
29 - MEHDİ ALEYHİSSELAM
.Evlad-ı Resul İdi
Kıyamete yakın bir zamanda teşrif eder.
Dünyaya hakim olup, her yere hükmü geçer.
Evlad-ı Resulullah olan bu mübarek zat,
İsa Peygamber ile görüşür sonra bizzat.
Baba adı Abdullah, ismi de Muhammed’dir.
İslamı, yeryüzüne hakim kılsa gerektir.
Müctehid ve müceddid olur ki kendisi hem,
Onun gelmesi ile, nurlanır bütün âlem.
Dişleri seyrek olup, açıktır alnı onun.
Sakalları gür ve sık, değildir kısa, uzun.
Yüzü nurani olup, ay gibi ışık verir.
Burnunun üst tarafı, bir miktar yüksekçedir.
Yüzündeki bir ben’i, parlar yıldız misali.
Sırtında mühür vardır, mühr-ü nübüvvet gibi.
Medine'de doğar ve Mekke'de zuhur eder.
Eshab-ı kehf uyanıp, ona yardım ederler.
Kendi ictihadıyla kurar ki o bir mezhep,
Hanefi mezhebine uygun olur hükmü hep.
Resulullah buyurdu: (Dünya zulmette iken,
Bir kişi çıkacaktır benim ehl-i beytimden.
Zulüm ve düşmanlıkla dolu iken bu dünya,
Onun adaletiyle kalmaz kötü, eşkıya.
Müminler onu görüp, sevinirler bir hayli.
Sararlar etrafını bal arısı misali.
O, dağıtır malları insaf ve adaletle.
Sarılır herkes ona, sevgi ve muhabbetle.
O, öyle biridir ki, insan, cin ve melekler,
Onun iyiliğinden gıbtayla bahsederler.
Herkes öyle doyar ki dünya mal-ü mülküne,
Haset etmez katiyen bir kimse ötekine.
Hatta emrettiğinde münadiyle o bir gün,
(Bir ihtiyacı olan, gelip alsın, götürsün.)
Bir şey istemek için, yalnız bir kişi gelir.
O da, gelen kimseyi memuruna gönderir.
O gidip, isteğini söyler hazinedara.
Gücünün yettiğince götürür mal ve para.
Sonra da pişman olup, aldığı o malları,
İade etmek için görür hazinedarı.
Ve lakin geri almaz onları hazinedar.
Der ki: (Biz, verileni almayız geri tekrar.)
Dünya huzurla dolar o teşrif ettiğinde.
Hep bir bulut bulunur başının üzerinde.
O bulutun içinden, nida eder bir melek.
(Bu Mehdi'dir, sözünü dinleyiniz!) diyerek.
Peygamber-i zişan’ın bayrağını, o taşır.
O bayrak, dikişsiz ve dört köşeli, siyahtır.
Resulullah'tan sonra hiç açılmayan sancak,
İlk onun tarafından açılır yine ancak.
Üçbin melek gönderir Hak teâlâ Mehdi’ye.
Bu yolda, kendisine yardım etsinler diye.
Havada uçan kuşa, işaret etse eğer,
Kuş, ona itaatle anında yere düşer,
Eline kuru ağaç alıp da dikse yere,
O anda yeşillenip, verir yaprak ve meyve.
Yayar bütün dünyaya huzur ve adaleti.
Bid’atleri yok edip, ihya eder sünneti.
Bu yolda, dağlar bile çıksa onun önüne,
Kolaylıkla aşarak, yol bulur kendisine.
.
30 - ESHAB-I KEHF
.Şu anda uyuyorlar
Mekke’deki müşrikler, Medine'ye bir kere,
Bir adam gönderdiler kâfir yahudilere.
Allah’ın Resulünü imtihan etmek için,
Bilgi alacaklardı, iç yüzü buydu işin.
Yahudiler dedi ki o haberci gelince:
(Ona, eshab-ı kehf’ten sual edin siz önce.
Sorunuz ikinci kez Ona Zülkarneyn’den.
Üçüncü olarak da Ruh’un mahiyetinden.
Verirse bu üç şeyden size doğru malumat,
Hakiki peygamberdir, o zata edin biat.
Yok, cevap veremezse, yalancıdır o halde.
Ona, her eziyeti yapın daha ziyade.)
Rabbimiz, Habibine bunların bilgisini,
Vermek için gönderdi hemen (Kehf suresi)ni.
Bu sureyi Resul'e gönderince Rabbimiz,
Oldu bilgi sahibi Peygamber Efendimiz.
Bunlar, Tarsus şehrinin ahalisindendiler.
Altısı, hükümdarın müşaviri idiler.
Hükümdar, o tarihte (Dokyanus) nam biriydi.
Müminlere zulmeden, putperest birisiydi.
Sonra, tanrılığını ilan eden bu zalim,
İşkence ediyordu inanmazsa ona kim.
Halis müslümanları, aratıp köşe bucak,
Yakalayıp, onları astırırdı çabucak.
Ve lakin bu zalimin veziri bu altı genç,
Bulurdu bu işleri haksız, çirkin ve iğrenç.
Çaresizlik içinde, gelerek bir araya,
Hep dua ederlerdi Allahü teâlâya.
Bunlar, yine bir evde toplanınca bir gece,
Takip etti bir kâfir peşlerinden gizlice.
Yanlarına gelerek dedi ki: (Bu evde siz,
Ne için toplandınız, bunda nedir gayeniz?)
Dediler ki: (İbadet ederiz Rabbimize.
Eğer arzu edersen, sen de gel, katıl bize.
Allahü teâlâya iman edersen şayet,
Sana da nasib olur ebedi bir saadet.)
Lakin o inanmayıp, dedi ki o gençlere:
(Puthanede gördüm ben ecdadımı ilk kere.
Onların yollarından ayrılamam bahusus.
Sonra siz, hükümdara karşı geliyorsunuz.)
Onların yanlarından ayrılıp daha sonra,
Acele ihbar etti gençleri hükümdara.
Bu ihbar üzerine, Dokyanus da o vakit,
Onları, huzuruna çağırıp etti tehdit.
Onları da putperest yapmak için o zalim,
Dedi ki: (Öldürürüm, karşı gelen varsa kim.)
Onlar, imanlarında sebat edip ihlasla,
Onun bu teklifine yanaşmadılar asla.
Dediler: (Ey hükümdar, biz halis müslümanız.
Rabbimiz Allah’tır ki, başkasına tapmayız.
Zira yok başka ilah ibadete müstehak.
Odur bizi yaratan ve Odur mabud-u hak.
Eğer kabul edersek teklifini biz sizin,
Ebedi felaketi olur bu hepimizin.
Zira Allah’tan gayri birine tapsa kişi,
Ebedi yakar onu Cehennemin ateşi.)
. Hicret ettiler
İmanlı altı yiğit, Dokyanus'tan korkmadan,
Hakikati söyleyip, dönmediler imandan.
Dokyanus da anlayıp dinde kuvvetlerini,
Sinirlenip, orada söktü rütbelerini.
Dedi: (Putperestliği kabul etmez iseniz,
Size hayat hakkı yok, ölümdür neticeniz.
Lakin henüz gençsiniz, size, üç gün mühlet var.
İyice düşünün de, öyle verin bir karar.
Eğer istiyorsanız ölümden kurtulmayı,
Kabul edeceksiniz bu putlara tapmayı.
Kurtulmak mı, ölmek mi, buna siz karar verin.
Ve son kararınızı, gelip bana bildirin.)
Dokyanus bu gençlere üç gün mühlet verince,
Müşavere ettiler toplanıp bunu gece.
Ve karar verdiler ki nihayet onlar şuna:
(Hicret edip çıkalım bu diyarın dışına.)
Her biri, evlerinden azık için bir miktar,
Para alıp, gizlice ettiler dağa firar.
Kaçarken bir çobana rastladılar o ara.
O dahi iman edip, tâbi oldu onlara.
Altı iken, bu defa yedi kişi oldular.
Dinlenip, beraberce o yola koyuldular.
Lakin çoban gidince sürüsünün başından,
(Kıtmir) adlı köpeği, koştu arkalarından.
Geri döndürmek için uğraştılar ise de,
Mani olamadılar, koşup geldi yine de.
Onlar istemiyordu gelmesini onun da.
Ve lakin dile geldi o köpek en sonunda.
Dedi: (Benden korkmayın, gelmeme verin izin.
Zira ben dostunuzum Rabbimizin ve sizin.
Sizlere zarar değil, fayda gelir hem benden.
Ben bekçilik yaparım, siz orada uyurken.)
O dağa yaklaşınca, çoban dönüp onlara,
Dedi: (Ben biliyorum bu dağda bir mağara.)
Gizlenmek gayesiyle, mağaraya girdiler.
Ve Allah’a yalvarıp, şöyle dua ettiler:
(Ya Rab, bize rızık ve mağfiret ver katından.
Emniyet ihsan eyle küffarın zararından.)
Büyükleri Yemliha dedi: (Ey arkadaşlar!
Bizler, sırf Allah için buraya ettik firar.
Din ve imanımızı, kâfirlerin şerrinden,
Korumak maksadiyle, hicret ettik şehirden.
Şimdi biz, mesken edip bu tenha mağarayı,
Taat yapıp analım Allahü teâlâyı.)
Lakin hepsi yorgundu, bir miktar uzandılar.
Ve Hakk'ın takdiriyle, hep uyuya kaldılar.
Dokyanus, üç gün sonra sual etti gençleri.
Dediler ki: (Habersiz terk ettiler bu şehri.)
Hemen babalarını çağırıp etti tehdit.
Dedi: (Bulun onları, geçmeden fazla vakit!)
Dediler: (Onlar bizden, biraz para aldılar.
Sonra, şu dağa doğru gizlice yollandılar.)
O zalim, gelip buldu o dağ mağarasını.
Ve muhkem bir şekilde kapattırdı ağzını.
Maksadı şu idi ki, hiç çıkamasınlar da,
Neticede açlıktan ölsünler hep orada.
Lakin bilmiyordu ki şu gerçeği o ahmak,
Onları, her zarardan korurdu cenab-ı Hak.
. Üçyüz yıl uyudular
Eshab-ı kehf ve kıtmir, girince mağaraya,
Hakk'ın iradesiyle daldılar bir uykuya.
Güneş, sabah ve akşam içeri girdiğinden,
Rütubet olmuyordu içerisi katiyen.
Gözleri açık idi uyurken o müminler
Onları, sağa sola çevirirdi melekler.
Çürümemesi için onların bedenleri,
Hak teâlâ vermişti meleklere bu emri.
Kıtmir, dirseklerini, kapının eşiğine,
Uzatmış, bekler gibi uyurdu o da yine.
Hiçbir hayvan, Cennete giremezken esasen,
Yalnız bu girecektir Cennete istisnaen.
Ölü değil idiler ve nefes alırlardı.
Hem dahi uzar idi saç, sakal, tırnakları.
Üçyüz yıl uyudular hem de bila fasıla.
Korudu her zarardan onları Hak teâlâ.
Vakta ki üçyüz sene zaman geçti aradan,
Bu uykudan, onları uyandırdı Yaradan.
Onlar, güneş doğarken girmişlerdi bu yere.
Uyanıp gördüler ki, güneş batmak üzere.
Mekselina adlı genç, onlara şöyle sordu:
(Uyuyalı acaba ne kadar zaman oldu?)
Onlar dahi güneşe bakarak dediler ki:
(Bir gün veya bir günün bir kısmı geçti belki.)
Sonra görüp uzamış saç ve sakallarını,
Dediler: (Allah bilir geçen gün miktarını.)
Mekselina onlara dedi ki daha sonra:
(Biriniz, şu parayı alıp gitsin pazara.
Baksın, hangi yiyecek helal ve temiz ise,
Onlardan satın alıp, getirsin hemen bize.
Lakin belli etmesin kimseye yerimizi.
Yoksa, gelip bulur ve öldürürler hep bizi.
Ve yahut da zorlarlar o dine girmemize.
O zaman Cehennemden kurtulmak olmaz bize.)
En tecrübelileri, Yemliha nam genç idi.
O parayı alarak, ayrılıp şehre indi.
Lakin bakıp şaşırdı Tarsus’un durumuna.
Çarşı, pazar, mahalle değişik geldi ona.
Hiç tanıyamıyordu insanlardan kimseyi.
Zira değişmiş buldu tamamiyle her şeyi.
Bu şaşkınlık içinde, bir fırına girerek,
Parasını uzatıp, istedi birkaç ekmek.
Dokyanus zamanının parasını görünce,
Hazine bulduğunu zannetti o zat önce.
Parayı, zaptiyeye derhal ulaştırdılar.
Onlar da, bu parayı görünce şaşırdılar.
Gelip tevkif ettiler Yemliha’yı nihayet.
Dediler: (Hazineyi getir bize teslim et.)
Dedi: (Ne hazinesi, hiç bir şey bulmadım ben.
Daha dün, bu parayı almıştım pederimden.)
(Baban kimdir?) dediler, söyledi Yemliha da.
Dediler: (Bu isimde kimse yoktur burada.
Sen yalan söylüyorsun, beyan et hakikati.
Sen hazine bulmuşsun, bizce bu, oldu kati.)
Dedi: (Bari götürün beni siz Dokyanus'a.
Zira benim işimi, o biliyor bilhassa.)
O böyle deyince de, istihza eylediler.
(O öleli, üçyüz yıl zaman geçti) dediler.
. Halen de uyuyorlar
Yemliha'dan duyunca, İsmini Dokyanus’un,
Dediler: (Hikaye mi, bize anlatıyorsun?
Üçyüz seneden fazla oluyor o öleli.
Ve yalan söylediğin, iyice oldu belli.)
Yemliha, kaldığından çaresizlik içinde,
Başlarından geçeni, dedi neticesinde.
Dedi: (Dün burdan çıkıp, girdik bir mağaraya.
Bu gün de, ekmek için, inip geldim buraya.
Ben size hakikati, doğruyu söylüyorum.
Bildiğim bu kadardır, başka şey bilmiyorum.)
Hadise, hükumete aksetti en nihayet.
Hükümdar, (Teodüs) nam bir salih zattı gayet.
Ve lakin kâfir idi o devrin insanları.
Dirilmeyi, bir türlü almazdı akılları.
Çok üzülüp, sonunda, Rabbine dua etti:
(Ya Rab, inkâr ediyor bu kavim ahireti.
Sen bir harikulade göster bu kimselere.
İnansınlar öldükten sonra da dirilmeye.)
İşte tam o sırada, Yemliha ve polisler,
Hükümdar Teodüs'ün huzuruna girdiler.
Dediler: (Hükümdarım, bu kişi, fevkalade,
Şeylerden bahsediyor, emrinize amade.)
Yemliha anlatınca başından geçenleri,
Mağaraya giderek, gördüler o gençleri.
Ayrı ayrı sarılıp her birinin boynuna,
Sevindi, duasının kabul olunduğuna.
Zira devlet erkanı ve bütün yakınları,
Bu harikuladeyi gördüler ayrı ayrı.
Din ve imanlarını korumak gayesiyle,
Hicret eden gençlerin, kudret-i ilahiyle,
Üçyüz sene uyuyup ve uyandıklarını,
Görünce, anladılar ahiret hayatını.
Hükümdar, mağaradan ayrılacağı vakit,
Kapısının önünde, inşa etti bir mescit.
Lakin zaman geçip de, görünce mescit hasar,
Osmanlı sultanları, yaptılar onu tekrar.
Veda edip gidince oradan yerlerine,
Eshab-ı kehf, uykuya daldılar tekrar yine.
Resulullah devrinde, hazret-i Ebu Bekir,
Hazret-i Ali ile, oraya gitmişlerdir.
İkinci kez uyanıp, onlarla görüştüler.
(Biz de, Resulullah’a iman ettik) dediler.
Onlar da veda edip, ayrılırken oradan,
Dua talep ettiler, hepsi Resulullah’tan.
Hazret-i Mehdi’nin de, zamanında bu gençler,
Uyanıp, kendisine çok hizmet edecekler.
Onun askeri olup, gece gündüz yanında,
Hizmet edeceklerdir küffarla savaşında.
Alimler buyurur ki, (Bu yedi bahtiyarlar,
Hak teâlâ katında, çok kıymet kazandılar.
Nerede bulunursa, bunların isimleri,
Hıfz eder Hak teâlâ, her beladan onları.
Bu isimler, tarlanın, dört köşesine şayet,
Gömülürse, mahsulde olur bolluk, bereket.)
.
.
.
.
.
Bugün 71 ziyaretçi (1885 klik) kişi burdaydı!