ABDULHAMİD HAN
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
01 - HAZRET-İ EBU BEKİR (Radıyallahü Anh
.O dediyse, doğrudur
Adı Abdullah olup, künyesi Ebu Bekir.
Hazret-i Peygamberin yar ve sevgilisidir.
Abdülkâbe idi ki önceleri adı hem.
Bu ismi, Abdullah’a çevirdi Fahr-i âlem.
Lakab-ı şerifinden bir tanesi (Atik)tir.
Manası, Cehennemden azad olmuş demektir.
Zira Resul-i ekrem, bakıp onun yüzüne,
Buyurdu ki: (Bu girmez, Cehennem ateşine.)
Biri dahi (Sıddık)tır onun isimlerinden.
Yani çıkmaz yalan söz, asla onun dilinden.
Mirac'dan döndüğünde nitekim Resulullah,
Anlattı miracını kâfirlere o sabah.
Ve lakin inanmayıp, hep ettiler itiraz.
Dediler ki: (Bir anda, göklere gitmek olmaz.)
Sonra inatlarından toplandılar bir yere.
Dediler: (Söyliyelim bunu biz Ebu Bekr'e.
Bakalım bu habere, ne söyler Ebu Bekir?
Zira o, tecrübeli ve akıllı kimsedir.)
O da inanmaz diye, bir ümitle geldiler.
Kapıya çıktığında, ona şöyle dediler:
(Ya Eba Bekr, sen söyle, Mekke'den Kudüs'e dek,
Ne kadar zaman alır, bir defa gidip gelmek?)
Dedi ki: (Birkaç defa o yolda ettim sefer.
Çok iyi biliyorum, bir aydan fazla sürer.)
Kâfirler sevinerek, dediler ki: (Doğrudur.
Tecrübeli adamın cevabı böyle olur.)
Gülerek, sevinerek, hem de alay ederek,
Onu, kendilerinin fikrinde zannederek,
Dediler: (Senin dostun, diyor ki, ben bu gece,
Göklere gittim geldim, o sapıttı iyice.)
Hazret-i Ebu Bekir, o Resul'ün adını,
İşitince, onlara verdi şu cevabını:
(Eğer o söylediyse, evet, gidip gelmiştir.
Zira o, ömründe hiç yalan söylememiştir!)
Kâfirler, bu cevabı alıp dona kaldılar.
Önlerine bakarak, oradan ayrıldılar.
Hazret-i Ebu Bekir, giyinip çıktı evden.
Peygamber-i zişanın yanına gitti hemen.
Kalabalık içinde, yüksek bir seda ile,
Fikrini, şu şekilde arz eyledi Resul'e:
(Miracınız mübarek olsun ya Resulallah!
Malım, canım, her şeyim fedadır sana Vallah.
Sonsuz hamd ve şükürler olsun ki Rabbimize,
Her şeyden habersizken, tanıttı seni bize.)
Ya resulallah, senin, doğrudur her kelamın.
İnandım miracına, fedadır sana canım!)
Mirac’a inanınca böyle can-ü gönülden,
(Sıddık) lakabı ile şereflendi o günden.
. Çocuğun yaşayacak
Validesi Ümmül-Hayr Hatunun, önceleri,
Doğan çocukları hep, ölüyordu her biri.
Hazret-i Ebu Bekr’i verince Allah ona,
Beytullah'a götürdü alarak kucağına.
Orada dua edip, dedi ki: (Ey Allah’ım!
Bağışla bunu bana, yaşasın bu evladım.)
Beyt-i şerif içinden, bir el çıktı o zaman.
Bebeğinin elini sıkıca tuttu o an.
Ve gaibten bir nida edildi ki: (Ey hatun!
Üzülme, sevin çünkü, yaşayacak bu oğlun.)
Bir gün de Resulullah, sevgili Eshabiyle,
Otururken, Ebu Bekr arz eyledi Resul'e.
Dedi: (Ya Resulallah, senin hakkın için ben,
Ömrümde hiçbir puta tapınmadım katiyen.)
Hazret-i Ömer dahi bulunurdu orada.
Şöyle sual eyledi, Sıddık'a o arada:
(Niçin yemin edersin Resul'ün hakkı için?
Cahiliyet devrinde bunca ömür geçirdin.)
O ise, sözlerine şöylece etti devam:
Küçükken, puthaneye götürdü beni babam.
(Bunlar, senin ilahın, secde eyle!) dedi ve,
Beni orada koyup, kendisi gitti eve.
O putlardan birine yaklaşıp ben bu sefer,
Bağırdım: (Karnım çok aç, bana biraz yemek ver!)
Cevap alamayınca, (Su ver!) dedim bu defa.
Baktım, yine o puttan çıkmadı ses ve seda.
Bir taş alıp dedim ki: (Atarım bunu sana!
Eğer sen ilah isen, mani ol haydi bana.)
Yine ses çıkmayınca, taşı attım bu kere.
O put, yüzü üzeri devrildi hemen yere.
Az sonra babam gelip, gördü bu vaziyeti.
(Ne için böyle yaptın?) diyerek sitem etti.
Annem de öğrenince, görmedi bunda beis.
Dedi: (Kendi haline bırakalım bunu biz.
Zira bunun hakkında, bana, Allah katından,
Bir hitap gelmişti ki, hiç çıkmaz hatırımdan.)
Ben, anneme sordum ki: (Nasıl hitap olundu?)
Dedi: Senin doğumun, vakta ki yakın oldu.
Gaibden, kulağıma ses geldi o esnada.
Diyordu ki (Ey hatun, müjdeler olsun sana.
Zira gayet mübarek bir çocuğun doğacak.
Adı hem, yerde Atik, gökte Sıddık olacak.
Hazret-i Muhammede iman eder hem de ilk.
O yüce Peygambere, olur hem yar ve refik.)
Hazret-i Ebu Bekir sözünü bitirince,
Gökten Cibril-i emin nazil oldu hemence.
Resul'e, tam üç defa dedi ki: (Ebu Bekir,
Bu anlattıklarını doğru söylemektedir.)
. Allah bizimledir
Ne zaman ki Resul'e verildi hicret izni.
O gün şereflendirdi Sıddık’ın hanesini.
Buyurdu: (Ya Eba Bekr, bana da, hicret için,
Rabbimiz tarafından, verildi bugün izin.)
O, merakla sordu ki: (Ey Resul-i mücteba!
Ben de beraber miyim, sizin ile acaba?)
Resulullah, cevaben buyurdular ki: (Evet.)
Hazret-i Ebu Bekir, sevindi buna gayet.
Ve hatta bu sevinci oldu ki öyle içten,
Ağlayıp, gözlerinden yaşlar aktı sevinçten.
O gece, yanlarına biraz azık aldılar.
Ve arka pencereden, gizlice ayrıldılar.
Belli olmasın diye, hem de ayak izleri,
Parmakları ucunda yürürlerdi ekseri.
Hazret-i Ebu Bekir, Resul'ün çevresinde,
Yürürdü bir korku ve telaş içerisinde.
Bir sağa, bir de sola geçerek yürüyordu.
Bir ileri, bir geri, yer değiştiriyordu.
Resulullah sordu ki: (Niçin böyle edersin?
Bir pervane misali, etrafımda dönersin.)
Dedi: (Ya Resulallah, endişe ederim ben,
Ki, size zarar gelir, herhangi bir cihetten.
Onun için bir sağdan, bir soldan yürüyorum.
Bir zarar gelecekse, bana gelsin diyorum.)
Buyurdu ki: (Üzülme, Rabbimiz bizimledir.
Onlar zarar yapmaya, olamazlar muktedir.)
Nihayet mağaraya vardılar selametle.
Ve lakin Resulullah yorulmuştu gayetle.
Ve hem de nalinleri koptuğundan o dağda,
Mübarek ayakları kanadı o arada.
Mağara kapısına vardılar en nihayet.
Sıddık arz eyledi ki: (Az bana müsade et.
Gireyim sizden önce, akrep yılan olmasın.
Haşeratın zararı, size hiç dokunmasın.)
Sonra girdi içeri, Resul izin verince.
İçerde büyük küçük, delikler gördü nice.
Gömleğini yırtarak, tıkadı delikleri.
Lakin parça bitince, açıkta kaldı biri.
Ve çıplak ökçesini, koydu açık deliğe.
Dedi: (Ya Resulallah, buyurun içeriye.)
Girdi Resul içeri, lakin çok yorgundular.
Ebu Bekr'in dizinde bir miktar uyudular.
Sıddık’ın, ayağını koyduğu o delikten,
Bir yılan, ayağını kuvvetle soktu birden.
Canı yandı ise de bu acıdan be gayet,
Uyanmasınlar diye, etmedi hiç hareket.
Lakin gözyaşlarına, mani olamamıştı.
Resul'ün nur yüzüne, bir damla damlamıştı.
. Korkma ya Eba Bekir!
Hazret-i Sıddık ile Resulullah, o gece,
Karanlık mağarada beklediler öylece.
Sabah, onu gömleksiz görür görmez o Server,
Buyurdu ki: (Gömleğin ne oldu ya Eba Bekr?)
Dedi: (Ya Resulallah, girdiğimde, burada,
Yılanlar ve akrepler, geziyordu ortada.
Beni görüp kaçtılar, hepsi deliklerine.
Gömleğimi yırtarak, tıkadım her birine.)
Sıddık'ın ayağını ısırınca o yılan,
Gözünden yaş damladı onun ızdırabından.
O yaş, Resulullah'ın düşünce nur yüzüne,
Uyanıp, sebebini sorunca kendisine,
Dedi: (Ya Resulallah, delikteki bir yılan,
Isırdı ayağımı, yaş geldi o acıdan.)
O Server buyurdu ki: (Geri çek ayağını!)
(Peki!) deyip çekince, gördüler o yılanı.
Koca bir yılan idi, çok heybetli ve iri.
Azarladı yılanı Allah’ın Peygamberi:
(Ey yılan, korkmaz mısın âlemlerin Rabbinden?
Hem de utanmaz mısın, Onun Peygamberinden?
Eziyet ediyorsun, sen bu arkadaşıma.
Izdırap veriyorsun, bu yar ve yoldaşıma.)
Yılan dile gelerek, dedi: (Ya Resulallah!
Sen, bütün varlıkların Peygamberisin Vallah.
Seni seven, sadece değildir ki insanlar.
Aşıktır sana kuşlar, karıncalar, yılanlar.
Ben de aşık olmuşum, yüzünüzü görmeye.
Ve yalnız, bu maksatla girmiştim bu deliğe.
Bu sıkıntılı yerde, gece gündüz demedim.
Senelerdir, sabırla yolunuzu bekledim.
Girdiniz güneş gibi, karanlık mağaraya.
Sıddık mani olunca, kalmadı bende haya.
Yüzünü görmek için, bu suçu işledim ben.
Özrümü kabul edip, af buyur beni lütfen.)
Resul kabul buyurdu, yılanın bu özrünü.
Görebildi böylece, Resul'ün nur yüzünü.
O sırada müşrikler, mağara önüne dek,
Gelmişlerdi onların izlerini sürerek.
Lakin gördüklerinde, o örümcek ağını,
Ve bir güvercinin de, hem yuva yaptığını.
Dediler: (Eğer onlar, girselerdi bu yere,
Ağ yırtılır, hem yuva bozulurdu bir kere.)
Onlar, kapı önünde konuşurken bu minval,
Hazret-i Ebu Bekir endişe etti derhal.
Dedi: (Ya Resulallah, onlardan bir tanesi,
Eğilip bakmış olsa, burada görür bizi.)
O Server buyurdu ki: (Korkma ya Eba Bekir!
Korkma ki, Hak teâlâ bizimle beraberdir.)
. Mağarada Cennet suyu
Peygamber Efendimiz, Sıddık ile böylece,
Mağarada kaldılar, üç gündüz ve üç gece.
Sıddık hararetlenip arzuladı serin su.
Ve hemen arz edince, Resul'e bu hususu.
Buyurdu: (Ya Eba Bekr, çıkıver dışarıya.
Bir ırmak görürsün ki, iç ondan doyasıya.)
Sıddık emre uyarak, dışarı çıktı hemen.
Bir ırmak görüverdi orada hakikaten.
Baldan tatlı kardan ak, miskten güzel kokardı.
Mağaranın önünde, gürül gürül akardı.
İçti Sıddık-ı ekber, o sudan doya doya.
Döndü ferahlanarak, tekrar o mağaraya.
Dedi: (Ya Resulallah, dağ başında bu ırmak,
Nasıl böyle akar ki, ederim bunu merak.)
Buyurdu: (Hararetten, vakta ki yandı için.
Hak teâlâ yarattı bu suyu senin için.)
Hazret-i Ebu Bekir sevindi gayet buna.
Dedi ki: (Anam babam, feda olsun yoluna.
Hak teâlâ katında, acaba bu günahkâr,
Ebu Bekr'in kıymeti, var mıdır ki bu kadar,
Bu güzel, serin suyu, Mekke'nin bir dağında,
Akıttı benim için, misk-ü anber tadında?)
Cevaben buyurdu ki: (Evet ya Eba Bekir!
Hak katında kıymetin, daha da ziyadedir.)
Hazret-i Ebu Bekir, yine o mağarada,
Bir kuşcağız gördü ki, dururdu hep tavanda.
Ne yer, ne de içerdi, dururdu aynı minval.
Çok tuhafına gitti, ondaki bu garip hal.
Düşündü ki: bir canlı, nasıl yaşar yemeden?
O esnada Cebrail oraya geldi hemen.
Resul vasıtasıyla buyuruldu ki ona:
(Merak ettiğin şeyi, sual et o hayvana.)
Hazret-i Ebu Bekir, etti ki kuşa sual:
(Ne yer, ne de içersin, nedir bu sendeki hal?)
O zaman kuş söyledi, sırrını Ebu Bekr'e.
Dedi ki: (Bu esrarı, size derim ilk kere.
Yarattı Hak teâlâ, bin yıl önce beni hem.
Sadece iki sözdür, benim yemem ve içmem.
Acıkınca, birini söylerim, doyar karnım.
Susayıp, öbürünü söyleyince kanarım.)
Buyurdu: (Ey kuşcağız, bu ne acayip şeydir.
Seni böyle doyuran, kandıran sözler nedir?)
Dedi ki: (Hak teâlâ, herşeye kadir elbet.
O, her türlü doyurur, Onundur güç ve kuvvet.
Doyurur beni dahi, iki kelime ile.
Bunlar dahi bahusus, ilgilidir seninle.
Sana buğz edenlere lanet eder, doyarım.
Seni çok sevenlere dua eder, kanarım.)
. Ey Cibril, çabuk yetiş!
Cebrail'e sordu ki, o Resul-i mücteba:
(Ümmetimin hepsine sual var mı acaba?)
Dedi ki: (Evet vardır, sırf Ebu Bekir hariç.
Ümmetinin içinde, sual olmaz ona hiç.
Ona, mahşer gününde, denir: Ya Eba Bekir!
Hesaba çekilmeden, sen buyur, Cennete gir.
O der ki: Beni seven müslümanlar da, tek tek,
Cennete girmeyince, istemem ben de girmek.)
Birgün de, Resulullah Efendimize diye,
Birisi, gümüş yüzük getirmişti hediye.
Peygamber Efendimiz, onu kabul ettiler.
Ve hemen o yüzüğü, Ebu Bekr'e verdiler.
Dediler: (Götür bunu, kuyumcunun birine,
La ilahe illallah nakşetsin üzerine.)
Hazret-i Ebu Bekir, onu Resulullahtan
Alıp, bir kuyumcuya götürdü hemen o an.
Dedi: (Yaz bu yüzüğe, la ilahe illallah.
İlave et yanına, Muhammed Resulullah.)
Halbuki Resulullah böyle emretmemişti.
İkinciyi, kendisi ilave ettirmişti.
Hazret-i Ebu Bekr'in, dediği gibi aynen,
Kuyumcu, iki ismi yüzüğe yazdı hemen.
Sıddık yüzüğü alıp, götürürken Resul'e,
Hak teâlâ bir hitap buyurdu Cebrail'e:
(Çabuk git, Habibimin yüzüğüne, sen dahi,
Ebu Bekir ismini yazıver bizatihi.
O, benim adım ile, Habibimin adını,
Madem uygun görmedi, ayrı olmalarını.
Ben de uygun görmedim, ayrılsın birbirinden.
Peygamberim'in ismi, Sıddıkım'ın isminden.)
Hazret-i Ebu Bekir, Resul'e giderken tam,
Bir anda indi yere, Cibril aleyhisselam.
Elindeki yüzüğe, olmadan hiç haberi,
(Ebu Bekir) ismini yazdı ve döndü geri.
Sıddık geldi nihayet, o Resul'ün evine.
Teslim etti yüzüğü, bizzat kendilerine.
Ve lakin o yüzüğe bakınca Fahr-i âlem,
Gördü, (Ebu Bekir) de yazılmış yüzüğe hem.
Hemen sual etti ki ona: (Ya Eba Bekir!
Yüzükte, senin dahi ismin var, sebep nedir?)
Hazret-i Ebu Bekir, utandı, etti hicab.
Bu hususta, Resul'e veremedi bir cevap.
O an yine Cebrail, emirle indi yere.
Allah’ın selamını iletti Peygambere.
Dedi: (Ey insanların, cinlerin Peygamberi!
Kendisinin isminden, Sıddık'ın yok haberi.
O, yolda gelir iken, Rabbimizin emriyle,
Ebu Bekr'in ismini, ben yazdım o yüzüğe.)
. Ebu Bekr vekilimdir
Hak teâlâ emriyle, Arasat meydanına,
Yakut’tan bir taht konur, hem de tam ortasına.
Sonra, bu taht üstüne, Hazret-i Ebu Bekir.
Hak teâlâ emriyle, gelip oturuverir.
Bu defa, sağ tarafa taht konulur altın’dan.
Buna dahi, bir melek oturur Hak katından.
Bir de gümüş taht konur, meydanın sol yanına.
Bir başka melek dahi, oturur gelip ona.
Sağda oturan melek, ayağa kalkar önce.
Bütün mahşer halkına, hitabeder şöylece:
Der ki: Ey müslümanlar, Rıdvan’dır adım benim.
Cennetlere müvekkel vazifeli meleğim.
Bana emreyledi ki, Hak teâlâ şu anda:
(Cennetin kapısının anahtarını al da.
Habibim Muhammed’e git ver o anahtarı.
O, kimlerden razıysa, içeri al onları.)
Ben vardım bu emirle, Allah’ın Resulü’ne,
Rabbimizin emrini ilettim kendisine.
Lakin o buyurdu ki: (Şu anda çok işim var.
Ümmetim, bu mahşerde hayli sıkıntıdalar.
Sen, işbu anahtarı bana verme kardeşim.
Bugün ben, ümmetime şefaat edeceğim.
Bunu sen götür hemen, Ebu Bekr’e teslim et.
O görsün bu hizmeti, vekilim odur elbet.)
Ben dahi, (Baş üstüne!) diyerek işbu emre,
Verdim o anahtarı, Hazret-i Ebu Bekr'e.
Cennetin kapısında, bizzat ben duracağım.
O, kimden razı ise, içeri alacağım.
Kimden razı değilse Hazret-i Ebu Bekir,
Onu almayacağım, böyledir zira emir.
Rıdvan bitirir sözü ve oturur yerine.
Soldaki melek kalkıp, başlar şu sözlerine.
Der ki: Ey mahşer halkı, Malik’tir adım benim.
Ben dahi, Cehenneme müvekkel bir meleğim.
Rabbimiz, Cehenneme ait anahtarı da,
Almamı emreyleyip, buyurdu ki bana da:
(Götür ver Habibime, sen de bu anahtarı.
O, kimi istiyorsa, Ateş'e at onları.)
Ben de, o anahtarı götürüp ona yine,
Rabbimizin emrini, ilettim kendisine.
Dedi ki: (Ey kardeşim, çok işim var şu saat.
Günahkâr ümmetime, edeceğim şefaat.
Sen, işbu anahtarı Sıddık’a teslim et ki,
Odur benim vekilim, o görsün bu hizmeti.)
Ben de, aynı şekilde (Peki!) deyip bu emre,
Verdim o anahtarı, Hazret-i Ebu Bekr'e.
Kim varsa Ebu Bekr'in razı olmadıkları,
Cehennem ateşine atacağım onları.
. Uçun aşk meydanında
Peygamber Efendimiz, buyurdu ki bir defa:
(Kainatta hiçbir şey yaratılmadan daha,
Yer ve gök, Arş ve Kürsi, hem Cennet ve Cehennem,
Yaratılmamıştı ki, henüz ne Lehv, ne Kalem.
Benim ve Ebu Bekr’in ruhunu, ilk evvela,
Güvercin suretinde yarattı Hak teâlâ.
Sonra da bu ruhlara emretti ki Rabbimiz:
(Çıkıp, aşk meydanında uçun şimdi ikiniz.
İsmi, Muhammed olsun, kim geçerse ileri.
Hem Ebu Bekir olsun, kalırsa her kim geri.)
Sonra uçtuk ikimiz ve ben, Ebu Bekir'i,
Bir parmak eni kadar geçiverdim ileri.)
İşte, Hazret-i Sıddık, bu şeref ve bu şana,
Uymakla kavuşmuştur, Peygamber-i zişana.
Yine Peygamberimiz buyurdu ki bir defa:
(İki mümin, bir işte düşerse ihtilafa.
Haklı olduğu halde, biri o müminlerden,
Eğer haksız görürse kendisini o hemen,
Cennette, onun için bir köşk verilecektir.
Kefili ise benim, anahtarı bendedir.)
Bir gün Resulullahla, Hazret-i Ebu Bekir,
Dururken, yanlarına hayasız biri gelir.
Hakarette bulunur Allah’ın Resulü’ne.
Sabreder Resulullah onun bu sözlerine.
O, bu hakaretlere bir müddet devam eder.
Resul-i ekrem ise, cevap vermez, sabreder.
Hazret-i Sıddık dahi, bakıp Resulullaha,
Sabredip, karşılıkta bulunmaz o ahmağa.
O hakaret ettikçe lakin mütemadiyen,
Artık dayanamayıp, cevap verir aniden.
Ve der ki: (Ey hayasız, hiç utanmıyor musun?
Allah’ın Resulü’ne hakaret ediyorsun.)
Hazret-i Ebu Bekir böyle cevap verince,
Resulullah, oradan ayrılırlar hemence.
Lakin Hazret-i Sıddık, koşup arkalarından,
Hazret-i Peygambere şöyle sorar o zaman:
(Anam babam, zatına feda olsun Efendim!
Ne için ayrıldınız, bir hata mı eyledim?)
Buyurur ki: (O bize, hakaretler ettikçe,
Melekler bizimleydi, biz cevap vermedikçe.
Hem de o, kötü sözler söyledikçe daima,
Melekler, (Sen öylesin!) derlerdi o adama.
Ama sen cevap verip, deyince bazı şeyler,
Melekler ayrıldı ve, şeytan geldi bu sefer.)
Sıddık bunu duyunca, üzüldü yaptığına.
O günden itibaren, taş koyardı ağzına.
Söylemek isteyince, faideli kelamlar,
Taşı çıkarıp söyler, koyardı sonra tekrar.
. Hazreti Aişe’nin gözyaşları
O Server geldi bir gün, evine Aişe'nin.
Sordu ki: (Yiyecekten var mıdır hiçbir şeyin?)
O, cevaben dedi ki: (Bu gece kaldığınız,
Evde çıkarmadı mı bir yemek, hanımınız?)
O böyle söyleyince Allah’ın Resulü’ne,
Peygamber Efendimiz, gücendi bu sözüne.
Müteessir olunca bu sözünden, o Server,
Dışarı çıkmak için, hazırlandı bu sefer.
Aişe validemiz, eteğinden tutarak,
Pek çok özür diledi, hemen pişman olarak.
Ve lakin eteğini çekerek Fahr-i âlem,
Çıkınca, Aişe'nin içini sardı elem.
Resul'ü üzdüğünü anlamıştı o zira.
Yüzünü yere koyup, başladı yalvarmaya:
(Ya Rabbi, senden gayri, yok bana acıyacak.
Beni, bu ızdıraptan, sen kurtarırsın ancak.)
Tam mescide girerken Rahmeten lil âlemin,
Bir anda indi yere, gökten Cibril-i emin.
Henüz bir ayağını atmıştı ki içeri,
Acele yetişerek, durdurdu o Server'i.
Dedi: (Hak teâlâdan, bir emir var ki size,
Malesef izin yoktur, mescide girmenize.)
Durup, sordu Cibril'e o Resul-i mücteba:
(Ey kardeşim Cebrail, sebep nedir acaba?)
O, cevaben dedi ki: (Ey Allah’ın Habibi!
Aişe'nin gözyaşı akıyor ırmak gibi.
Rabbimiz buyurdu ki, Aişe'ye giderek,
Teselli etsin onu, bir şeyler söyleyerek.)
Resul eve dönünce, af diledi Aişe.
Özrü kabul olunup, buldu huzur ve neşe.
Cebrail'e bir daha buyurdu ki Rabbimiz:
(O iki sevgiliyi barıştırdık şimdi biz.
Bir de ihsan edelim onlara şimdi yine.
Cennet nimetlerinden, al götür önlerine.
Girdi hemen Cennete, Cibril aleyhisselam.
Götürdü önlerine, Cennetten türlü taam.
İki lokma kalınca, Resulullah bu kere,
Buyurdu ki: (Bunlar da, kalsınlar Ebu Bekr'e.)
O an kapı çalındı, buyurdu ki o Server:
(Ebu Bekir gelmiştir, koş kapıyı açıver.)
O içeri girince, buyurdu ki: (Ey Sıddık!
Bunlar Cennet nimeti, senin için ayırdık.)
Aldı iki lokmayı, o da iki eline.
Uzattı o Server'le, temiz kerimesine.
O Resul buyurdu ki: (Senindi bu lokmalar.
Niçin sen yemeyip de, verirsin bize tekrar?)
Şöyle arz eyledi ki, o da Resulullaha:
(Yemeniz hayırlıdır, yememden bin kat daha.)
. Ümit kalmadı bende
Hazret-i Ömer der ki: Tebük’e gidilirken,
Yardım talep eyledi, Resul her sahabiden.
Şöyle buyurdular ki o zaman cümle halka:
(Herkes, iktidarınca getirsin bir sadaka!)
Resulullah, Eshaptan edince yardım talep,
Seferber oldu buna, Sahabe-i kiram hep.
Getirdi bazı şeyler, herkes gücüne göre.
Kimisi altın gümüş, kimi de verdi deve.
O zamanlar tesadüf, malım da çoktu benim.
Yarısını getirip, Resul'e teslim ettim.
Bana sual etti ki Resulullah o ara:
(Ne bıraktın ya Ömer, evinde olanlara?)
Dedim: (Ya Resulallah, bu kadar da evde var.)
Ben böyle söyleyince, bir şey buyurmadılar.
Az sonra Ebu Bekir, teşrif etti oraya.
Getirdiği malları, yığıverdi ortaya.
Resulullah, ona da sordu ki şöyle yine:
(Peki ya Eba Bekir, ne bıraktın evine?)
Dedi ki: (Neyim varsa, alıp geldim hepsini.
Koydum eve Allah ve Resul'ün sevgisini.)
Yani sevgi var iken Allah ve Resulüne,
İtibar edilir mi, dünya mal-ü mülküne?
O Server buyurdu ki, ikimize bakarak:
(Cevabınız kadardır, aranızda olan fark.)
O günden itibaren, iyi anladım ki ben,
Hiçbir şeyde, ben onu, geçemem hakikaten.
Zira yalnız bu işte, onu geçebilirdim.
O da böyle olunca, kalmadı hiç ümidim.
Hazret-i Ömer der ki: Bedir’e vasıl olduk.
Üçyüzsekiz sahabi, savaş için saf tuttuk.
Bin’e yakın kâfiri görünce Resul o gün,
Secdeye kapanarak, dua etti çok üzgün.
(Ya Rabbi, vadettiğin zaferi eyle ihsan!
Şu mağrur kâfirleri, eyle mahv-u perişan!)
Sıddık, başı ucunda işitip bu duayı.
Çok teselli eyledi, Resul-i mücteba'yı.
Dedi: (Ya Resulallah, kendini yorma fazla.
Korur elbet dinini, düşmandan Hak teâlâ.
Üzülme, O, vadinde duracaktır muhakkak.
Sana zafer verecek bu cenkte cenab-ı Hak.)
Sıddık'ın tesellisi bitmemişti ki daha,
Cibril, beşbin melekle, geldi Resulullaha.
Dedi ki: (Ebu Bekr'in, bu sözü üzerine,
Gönderdi Hak teâlâ bizi senin emrine.
zülme, müsterih ol, silahlıyız hepimiz.
Bu dini, kâfirlerden korumaya kafiyiz.)
. Ebu Bekir’in imanı
Peygamber Efendimiz, bir hadisinde yine,
Şöyle buyurmuşlardır, Sahabe-i güzine:
(Kardeşim Ebu Bekr'in imaniyle, eğer ki,
Tartılmış olsa idi, diğer müminlerinki,
Elbet ağır gelirdi, imanı Ebu Bekr'in,
İmanı toplamından, bilcümle müminlerin.)
Ve yine Resulullah buyurdu ki: (Rüyamda,
Gördüm ki, tartılıyor imanlar bir Mizanda.
Sıddık'ın imanını, kefelerden birine,
Koyup, öbürlerini koydular diğerine.
Ağır geldi imanı kardeşim Ebu Bekr'in,
İmanı toplamından, bilcümle ümmetimin.)
Hazret-i Ebu Bekir, henüz iman etmeden,
Sevgili Peygamberle arkadaştı önceden.
Kendisi anlatır ki: Cahiliyet devrinde,
Oturmuş duruyordum, bir ağacın dibinde.
Nagah bir ağaç dalı, eğildi benden yana.
Fasih bir lisan ile, konuştu birden bana.
Dedi: (Ya Eba Bekir, yakın bir gelecekte,
Muhammed isminde bir, Resul çıkar Mekke'de.
Peygamberler içinde, Odur en şereflisi.
Gelmedi bu dünyaya, Onun gibi birisi.
İlk önce sen girersin, o Resul'ün dinine.
Ve çok yakın arkadaş olursun kendisine.)
Ben şöyle düşündüm ki, bu sesi müteakip:
Bu ağaç, insan gibi konuşuyor, ne garip.
Ben de ona dedim ki: (Gelecekse O eğer,
Teşrif eylediğinde, yine bana haber ver.)
Sözleştik bu şekilde o ağaçla biz o gün,
Ben artık teşrifini beklerdim o Resul’ün.
O konuşmadan sonra, aylar geçti aradan.
Yine oturuyordum, aynı yerde bir zaman.
Baktım ki, yine o dal eğildi bana doğru.
Ve şöyle seslendi ki: (Ey Kuhafe'nin oğlu!
Sana sözüm vardı ki, vereyim tekrar haber.
Hicaz'da zuhur etti o dediğim Peygamber.
Acilen o Resul'ün huzuruna var hemen.
Önce sen iman eyle, kimse iman etmeden.)
Ertesi gün, ben onun giderken hanesine,
O da bana gelirmiş, rastladım kendisine.
Yolda karşılaşınca, o durdu, ben de durdum.
Buyurdu: (Ya Eba Bekr, ben sana geliyordum.
Bir haberim vardır ki, yenidir henüz daha.
İtimat ettiğimden, sana derim ilk defa.
Ben size, Rabbimizden gelen bir Peygamberim.
Bana iman etmeni, senden talep ederim.)
O böyle söyleyince, hiç tereddüt etmeden,
Hemen iman eyledim, Ona can-ü gönülden.)
. Hazreti Cebrail’in hocası
Bir gün Resul-i ekrem, mescid-i şerifinde,
Cibril'le konuşurdu, bir mevzu üzerinde.
Eshap dahi, mescide girdiğinde o günü,
Gördüler Cebrail'le, Allah’ın Resulü’nü.
O Resul'ün yanında Cebrail’i görünce,
Giren, oturuyordu sessiz ve edeplice.
Hazret-i Ali girdi, mescide daha sonra.
Selam verip oturdu, edeple bir kenara.
Sonra Hazret-i Osman girdi onu takiben,
Selam verip, edeple oturdu o da hemen.
Lakin Sıddık-ı ekber içeriye girince,
Cibril kalktı ayağa, derhal onu görünce.
Cibril'in kalktığını görünce Fahr-i âlem,
O dahi saadetle ayağa kalktı hemen.
Onu gören Eshap da, pek tabii olarak,
Hep ayağa kalktılar, o Resul'e uyarak.
Ve merak ettiler ki, cümle Eshab-ı kiram:
Niçin kalktı ayağa Resul aleyhisselam?
Sonra da, kendisinden bunu sual ettiler:
(O gün, niçin ayağa kalkmıştınız?) dediler.
Buyurdu ki: Ebu Bekr girince, baktım hemen,
Cibril kalktı ayağa, Ebu Bekr'e hürmeten.
Ben de kalkıp, sordum ki kendisine bu kere:
(Niçin tazim edersin, ey Cibril Ebu Bekr'e?)
Dedi: (Ya Resulallah, ona hürmet ederim.
Zira seneler önce, hocam olur o benim.
Sebebine gelince, vakta ki cenab-ı Hak,
Adem Safiyyullah'ı topraktan eyledi halk.
Ve bütün meleklere hitab edip Rabbimiz:
Emretti ki: (Adem'e doğru secde ediniz!)
O anda bir vesvese, kalbime geldi benim.
Dedim: Adem'e karşı, ben secde etmeyeyim.
Düşündüm ki: Çünkü o, topraktan olundu halk.
Bunun için, ben ondan hayırlıyım muhakkak.
Bu fasit düşünceye ben olunca giriftar,
Secde etmemek için, vermiştim kati karar.
Ama tam o esnada, süratle gökyüzünden,
Ebu Bekir’in ruhu yanıma geldi birden.
Dedi ki: (Ey Cebrail, eyleme muhalefet!
Bu, Allah’ın emridir, hemen sen de secde et!)
O böyle söyleyince, gitti o kibir, inat.
Ve Rabbimin emrine, eyledim tam itaat.
Bendeki kibir, benlik, İblis’e geçti o an.
Ve secde eylemedi, İblis bu gururundan.
Allah’ın bir emrine edince muhalefet,
Ona isabet etti, o ebedi felaket.
Ben ise, Ebu Bekr’in o ikazıyla hemen,
Secde edip, kurtuldum ebedi felaketten.)
. Yok olmaktan kurtuldum
Bir gün Cibril-i emin, geldi Resul katına.
Ve oturdu mescidde, Peygamberin yanına.
Hazret-i Ebu Bekir, girdi sonra içeri.
O dahi selam verip, oturdu diz üzeri.
Üçü oturur iken, Resulullah bu kere,
Gözlerini kapayıp, daldı bir tefekküre.
Hazret-i Cibril ile, Ebu Bekir, o anda,
Manalı bakıştılar, bir an aralarında.
İşaretler ettiler hatta birbirlerine.
Manalı ve sessizce, gülüştüler hem yine.
Farketti Resulullah onların bu halini,
Hazret-i Cebrail'e sordu şu sualini:
(Ey kardeşim Cebrail, Ebu Bekir'le sizin,
Sebebi neydi acep, böyle gülüşmenizin?)
Sükut etti o önce, Resul'e edebinden.
Lakin ısrar edince, arz etti sonra hemen.
Dedi: (Ya Resulallah, bizim, Ebu Bekir'le,
Çok mühim bir vak'amız olmuş idi vaktiyle.
Zira ben, zorda kalıp, muhtaçken çok yardıma,
Ebu Bekir, bir anda gelmişti imdadıma.
Yetişmiş olmasaydı bana ogün o eğer,
Şu an olmayacaktı hayatta benden eser.)
Cibril'i dinleyince, Peygamber Efendimiz,
Sordu ki: (Ey Cebrail, nedir o hadiseniz?)
(Arz edeyim) diyerek, Cibril Resulullaha,
O vak'ayı, şöylece başladı anlatmaya.
Dedi: Ya Resulallah, Rabbimiz Arş ve yeri,
Yaratmamış idi ki âlemde hiçbir şeyi,
Hep Cebrail isminde, yarattı yüzbin melek.
Hitab etti onlara, şöyle sual ederek:
(Ben kimim, siz kimsiniz, söyleyin ey melekler?)
Bu suale, hiçbiri cevap veremediler.
Yok etti Hak teâlâ onların her birini.
Peşinden tek olarak, yarattı sonra beni.
Aynı şeyi, bana da sorunca o gün Rabbim.
Şaşırıp, Rabbimize bir cevap veremedim.
Ben de aciz olunca, sualin cevabından,
Sonunda onlar gibi, yok olacaktım o an.
Büyük korku içinde kalmıştım ki, o anda,
Sıddık’ın ruhu geldi, yanıma o arada.
(Ey Cebrail, sen şimdi, Halıkın sualine,
Şöyle cevap ver!) deyip, uyardı beni yine.
(Ya Rabbi, sen Halıksın, ben senin mahlukunum.
Sen, her şeye kadirsin, bense aciz bir kulum.)
Böyle cevap vermeyi öğrenince Sıddık’tan,
Aynısını söyleyip, kurtuldum yok olmaktan.
İşte ya Resulallah, yeminle söylüyorum.
Bendeniz, Ebu Bekr'in azadlısı bir kulum.)
. Kıldan aba
Hazret-i Ebu Bekir, girip islam dinine,
Candan aşık olmuştu, Hüdanın Habibine.
Hem rızaları için, Allah ve Resulü'nün,
Tam seksenbin altını, sadaka verdi bir gün.
O böyle dağıtınca, elde varsa her nesi,
Kalmadı üzerinde giyecek elbisesi.
Buldu kıldan bir aba, geçirdi arkasına.
Bu yüzden gelemedi Eshabın arasına.
Resulullah mescidde, cemaate bakarak,
Onu göremeyince, ettiler hayli merak.
Eshaba sordular ki: (Kardeşim Ebu Bekir,
Cemaate gelmemiş, acaba sebep nedir?)
O esnada Cibril de, bürünmüş kıl aba’ya,
Geldi Rabbin emriyle, Resul-i müctebaya.
Resulullah, görünce Cibril'in bu halini,
Çok merak eyleyerek, sordu şu sualini:
(Ey kardeşim Cebrail, bu ne haldir ki böyle,
Kıldan aba giymişsin, hikmeti nedir, söyle?)
Dedi: (Ya Resulallah, gökte melekler dahi,
Kıldan aba giydiler, hep böyle, benim gibi.)
(Niçin?) diye sorunca, dedi: (Ya Resulallah!
Böyle giyinmemizi, emretti bize Allah.
Çünkü Sıddık, varını dağıttı ki o kadar,
Kırkbin altın gizlice, kırkbinini aşikâr.
Elbisesini dahi verince bir fakire,
Namaz için, mescide gelemedi bu kere.
Şimdi onun sırtında, kıldan bir aba vardır.
Dışarı çıkamayıp, evde oturmaktadır.
Bu yüzden emretti ki Rabbimiz meleklere:
(Siz de öyle giyinip, benzeyin Ebu Bekr'e.)
İşte ya Resulallah, emretti ki Rabbimiz,
Bir elbise bularak ona gönderesiniz.)
Allah’ın Sevgilisi, bunları işitince,
Hazret-i Ebu Bekr'e, dua etti bir nice.
Sonra hitab etti ki Eshaba Efendimiz:
(Fazla bir elbiseye, malik ise hanginiz,
Götürüp Ebu Bekr'e versin o esvabını.
Çoğaltsın bu sayede, ecir ve sevabını.)
Ve lakin hiçbirinde, yoktu fazla bir libas.
Zira yoktu onlarda, dünyalık bir ihtiras.
Gönderdiler bir esvap, bir yerden edinerek.
Hazret-i Ebu Bekir, onu alıp giyerek,
Resul'e varmak için, yola çıktı acilen.
Cibril, yine emirle, Resul'e geldi hemen.
Dedi: Ya Resulallah, emretti Hak teâlâ:
(Karşılasın Habibim, Ebu Bekr çıktı yola.)
Resulullah, Sıddık’ı yolda karşıladılar.
Müsafeha ederek, çok dua buyurdular.
. Ciğer kebabı
Komşusundan birkaçı, Hazret-i Ebu Bekr’in,
Hanesinin önünden geçerken sabahleyin,
Ciğer kebap kokusu duydular o haneden.
Bu kokuyu alınca, düşündüler ki hemen:
Bu, bir kebap kokusu, demek ki Ebu Bekir,
Evde, ciğer kebabı pişirmiş yemektedir.
Derhal Resulullahın hanesine geldiler.
Olanları anlatıp, haberdar eylediler.
Dediler: (Ey Allah’ın sevgili Peygamberi!
Ebu Bekir, evinde kebap yapmış ciğeri,
Kendisi yalnız yer de, bize hiç haber vermez.
O ciğer kebabından, bize de ikram etmez.
Böyle yapmamalıydı, darıldık ona biraz.
Geldik ki, bu durumu eyleyelim size arz.)
İltifat eylemedi Resulullah buna pek.
Buyurdu ki: (Bu işte, yanlışlık olsa gerek.
Yalnız yemez evinde, o, ciğer kebabını.
Kebap yiyecek olsa, gözetir ahbabını.
Ebu Bekir hakkında, böyle düşünmeyiniz.
Muhakkak bir şey vardır sizin bilmediğiniz.
Yine kebap kokusu duyarsanız evinden,
Haber verin, birlikte gidelim ona hemen.)
Bir gün haber verdiler Resulullaha yine.
Gittiler hep birlikte, Ebu Bekr’in evine.
Koku vardı ve lakin, kebabı görmediler.
Durumu görünce de, taaccüp eylediler.
Peygamber Efendimiz, sordu: (Ya Eba Bekir!
Evde kebap pişirip yermişsin, öyle midir?
Şimdi sana geldik ki, durum nedir, bilelim.
Ve bu işin aslını, biz senden öğrenelim.)
Ebu Bekr, hayret edip, verdi ki şu cevabı:
(Ama ben hiç yemedim, evde ciğer kebabı:
Evde kebap kokusu var ise, bu, doğrudur.
Bu, kendi ciğerimin kavrulmuş kokusudur.)
Ona sual etti ki, Resulullah bu sefer:
(Nasıl pişip kavruldu ciğerin ya Eba Bekr?)
Dedi: (Ya Resulallah, bu dini cenab-ı Hak,
Bana da nasib etti, hem de Eshap yaparak.
Ayrıca dost eyledi, beni Resulullaha.
Dünyada, bundan büyük bir nimet var mı daha.
Yapamazsam bu büyük nimetin ben şükrünü,
Ne olur sonra halim ölünce mahşer günü?
Bu nimetin şükrünü nasıl eda ederim?
Diye çok düşünmekten, kebab oldu ciğerim.
Evet, ciğer kokusu, yayılsa da evimden,
Bu koku yayılıyor, kavrulan ciğerimden.)
İşin hakikatini, Eshap da öğrenince,
Çok özür dilediler kendisinden hemence.
. Bir anlık ibadet
Allah’ın Sevgilisi, mescitte bir gün yine,
Nasihat ediyordu Sahabe-i güzine.
Geldi Cibril-i emin az sonra gökyüzünden.
Bir haber getirmişti, Resul'e Rabbimizden.
Dedi: (Ya Resulallah, bir haberim var size.
Arz etmek istiyorum, onu hazretinize.
Bir ibadet yaptı ki, bu sabah Ebu Bekir,
Bu da, tam yetmiş yıllık ibadete bedeldir.)
Hiç birşey buyurmadı, o zaman Cebrail'e.
(Sıddık'ı çağır!) diye, emreyledi Bilal'e.
Hazret-i Ebu Bekir, giyinip çıktı evden.
Geldi Resulullahın huzuruna acilen.
O Server, kendisine sordu ki geldiğinde:
(Ya Eba Bekr, bu sabah ne yapıyordun evde?)
Dedi: (Ya Resulallah, hiçbir şey yapmıyordum.
Sabah, namazdan sonra, evde oturuyordum.)
O zaman Resulullah, şöyle sual etti ki:
(Bir hayır hasenat da, yapmadın mı hiç peki?)
Hazret-i Ebu Bekir, arz etti ki cevaben:
(Hayır ya Resulallah, yapmadım hakikaten.)
Allah’ın Sevgilisi, sordu ona bu sefer:
(Peki, bugün kalbinden geçirdin mi bir şeyler?)
Hazret-i Ebu Bekir, dedi: (Ya Resulallah!
Evet, geçti kalbimden bazı şeyler bu sabah.)
Resulullah bu defa, sordu: (Ya Eba Bekir!
Kalbinden geçirdiğin o şeyler peki nedir?)
Dedi: (Ya Resulallah, bu sabah kıldım namaz.
Sonra, kendi kendime düşündüm şöyle biraz:
Yarattı Hak teâlâ, Cehennemi, Cenneti.
Ve her ikisini de, doldurmak murad etti.
Madem ki Cehennemin içi tam dolacaktır.
Demek ki, pek çok insan ateşte yanacaktır.
Sonra, kendi kendime, şöyle düşündüm ki hem:
Fevkalade büyük ve çok geniştir Cehennem.
Onun dolması için, pek çok insan gerektir.
Bu da, çok kimselerin yanmaları demektir.
Sonra da, Cehennemin şiddetini düşündüm.
Yanacak insanların haline çok üzüldüm.
Kimsenin yanmasını istemiyordum zira,
Şöyle bir temennide bulundum hem o sıra:
Öyle büyük olsa ki vücudum o gün benim,
Doldursa Cehennemi yalnız benim bedenim.
Sırf benim vücudumla dolsa yani Cehennem.
Ve ateşte yanmaktan kurtulsa cümle âlem.
Böyle bir temennide bulunmuştum bu sabah.
İnşallah bu temennim olur ya Resulallah.)
Peygamber Efendimiz, bu cevabı dinledi.
Ellerini açarak, ona dua eyledi.
. Ona hürmet, bana hürmettir
Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer ile,
Konuşurlar idi ki bir husus üzerinde,
Hazret-i Ebu Bekir, gadaplanıp ansızın,
Sert söyledi birazcık, elinde olmaksızın.
Pişman olup, çok özür dilediyse de, fakat,
Buna, Hazret-i Ömer, etmedi pek iltifat.
Yani onun özrünü kabul eylemedi ve,
Ebu Bekr'in yanından ayrılıp gitti eve.
Çok üzüldü bu hale, Hazret-i Ebu Bekir.
Dedi: Bu, benim için, bir felaket demektir.
Zira şimdi Ömer'in, kırıldı kalbi bana.
Koştu bu üzüntüyle, Resul'ün huzuruna.
O Server, kendisini görünce böyle üzgün,
Buyurdu: (Ya Eba Bekr, bir şeye mi üzüldün?)
O dahi cevabında dedi: (Ya Resulallah!
Kardeşim Ömer ile, konuşurken bu sabah,
Elimde olmaksızın, birazcık sert söyledim.
Sonra da pişman olup, hemen özür diledim.
Lakin o, bu özrümü kabul eylemeyince,
Kul hakkından korkarak, kederlendim bir nice.
İşte ya Resulallah, geldim ki size ilkin,
İstiğfar edesiniz Rabbime benim için.)
Resul onu dinleyip, çok üzüldü ve hemen,
Hazret-i Sıddık için, af diledi Rabbinden.
Hazret-i Ömer dahi, gark oldu bir kedere.
Dedi: haksızlık ettim, kardeşim Ebu Bekr'e.
O dahi, yaptığına üzülüp için için,
Düştü hemen yollara, Resul'e varmak için.
Geldiğinde gördü ki, Hazret-i Ebu Bekir,
Resul'ün huzurunda, sohbet dinlemektedir.
Evde, başkaları da var idi Sahabeden.
Selam verip, edeple oturdu o da hemen.
Resulullah, bakarak Ömer ibnil Hattab'a,
Bir nasihat eyledi, hazır olan Eshaba.
Buyurdu: (Kardeşlerim, hamdolsun Rabbimize.
Ki, peygamber yaparak, gönderdi beni size.
Sizler kabul etmezken benim nübüvvetimi.
Tasdik etti Ebu Bekr benim her dediğimi.
Ayrılmadı yanımdan, sıkıntılı anlarda.
Arkadaş oldu bana, karanlık mağarada.
Şanı yüce kimsedir kardeşim Ebu Bekir.
Ona hürmet eylemek, bana hürmet demektir.
Onun yüksek hatırı hoş tutulursa eğer,
Razı olur sizden de, hem Allah, hem Peygamber.)
Bunu, Hazret-i Ömer işitince Resul'den,
Kalktı ve Ebu Bekr’in, yanına vardı hemen.
O da kalktı ayağa, müsafeha ettiler.
Birbirlerinden pek çok özürler dilediler.
. Şehidliğin kıymeti
Bir gün Hazret-i Ali, bir kısım genç Eshaba,
Nasihat eyleyerek teşvik etti cihada.
Kalktı bir genç dedi ki: (Ya Emir-el müminin!
Cihadın sevabından, bize bahseder misin?)
Dedi: Resulullahla giderken bir gazaya,
Sormuştum ben de bunu, Resul-i müctebaya.
Buyurdu ki: (Ya Ali, bazı mümin kimseler,
Cihada çıkmak için, halis niyet etseler,
Bir berat yazılır ki, onlar için şimdiden:
(Bunlar, azad olmuştur Cehennem ateşinden.)
Meleklerine karşı, övünür Hak teâlâ,
Hak yolda cihad eden ihlaslı kullarıyla.
Buyurur: (Kullarıma bakınız ey melekler!
Onlar, benim yolumda cihada gitmekteler.)
Bu niyetle, evinden çıkarken sabahleyin,
Evinin duvarları, ağlarlar onlar için.
Ve onlar cihad için çıkarken sabahları,
Kuru yaprak misali, dökülür günahları.
Kırkbin melek gönderir, Rabbimiz her birine.
Ki, her türlü beladan korusun onu yine.
Gökte, cümle melekler, ona gıbta ederler.
Ayakları altına gelip kanat gererler.
Derler ki: (Bu mücahid bassın kanadımıza,
Biz de şereflenelim, onun ile bir lahza.)
Verilir herbirine, bin abidin sevabı.
Bir iyilik yapsalar, yazılır iki katı.
O, cihad etmek için, yola çıktığı zaman,
Öyle sevap alır ki, ancak bilir Yaradan.
Ağaçlar kalem olsa, katip olsa melekler,
Yine o sevapları, yazıp bitiremezler.
Düşmana karşı gelip, harbe giriştiğinde,
Dua eder melekler, her hücum edişinde.
Arş-ı a’la altından, nida eder bir melek:
(Cennet, kılıç gölgesi altındadır) diyerek.
Ona, kılıç darbesi, tatlı gelir bir hayli.
Sıcak günde içtiği, serin şerbet misali.
Atından düşer ise mücahid harpte eğer,
Düşmeden, melek gelip ona Cennet müjdeler.
Ruhu çıktığı zaman, nida eder bir melek:
(Merhaba ey temiz ruh, safa geldin!) diyerek.
(Afiyet olsun sana Cennetin nimetleri.
Altından sular akan köşkleri, hurileri.)
(Vekili benim) diye, buyurur Allah yine,
Şehidin yetim kalan evladına, ehline.
Şehidlerin ruhları, yükselirler uçarak.
Yeşil renkli kuşların kursağında olarak.)
Yine o buyurdu ki: (Yarın, mahşer yerinde,
Peygamberler karşılar, şehidler geldiğinde.)
. Kavuştu şehadete
Hazret-i Ali der ki: Şehidlik üzerinde,
Resulullah, Eshaba müjdeler verdiğinde,
Sahabe arasından, Nevfel adlı birisi,
İki oğlunu alıp, hanımıyla kendisi,
Geldi Resulullahın mübarek huzuruna.
Mühim bir arzusunu, arz etti o gün ona.
Dedi: (Ya Resulallah, müsade ederseniz,
Ben bir dua edeyim, siz de âmin deyiniz.)
Resul izin verince, şöyle yaptı duayı:
(Ya Rabbi, nasib eyle bana şehid olmayı.
Şu iki oğlum yetim, dul olsun hem de zevcem.
Şehidlik nasib eyle ya ilahi bana sen.)
Peygamber Efendimiz, (Âmin!) dedi duaya.
Nevfel, memnun olarak, katıldı bir gazaya.
Kılıcını kuşanıp, hiç vakit geçirmeden,
Düşmanın ortasına, kendini attı hemen.
Her vuruşta, bir kâfir düşüyordu önünde.
Şehid olmak, en büyük arzusuydu o günde.
Şehadet nimetine vasıl oldu birazdan.
Zira dua almıştı, Resul-i müctebadan.
Onun şehadetine, üzüldü cümle Eshap.
Resul de çok üzülüp, duydu büyük ızdırab.
Aldı onun başını, hem mübarek dizine.
Buyurdu ki: (Ey Nevfel, kavuştun isteğine.
Hak teâlâ, herkesi davet ettiği zaman,
Sen, başın sağ elinde, çıkarsın Arş altından.
Kanlar, damarlarından aka aka gidersin.
Hesaba çekilmeden, sen Cennete girersin.
Damarlarından akan o kanlar, o gün hatta,
Misk-ü amberden bile, güzel kokar adeta.)
Abdurrahman bin Avf'ın, verdiği bir gömleğe,
Sarıp, defn eylediler, onu uygun bir yere.
Defin işi bitince, kalktı Resul-i ekrem.
Parmakları ucuna basarak yürürdü hem.
Resul'e sordular ki, hemen Eshab-ı güzin:
(Hikmeti nedir acep, böyle yürümenizin?)
Buyurdu: (O kadar çok toplandı ki melekler,
Ayağımı basacak, bulamadım boş bir yer.)
Bitti gaza zaferle, birçok şehid vererek.
Gaziler dönerlerdi, Allah’a şükrederek.
Nevfel'in hanımı da, alıp iki oğlunu,
Tebrike gelmiş idi, Resul'ün ordusunu.
Doğruca o Server'in yaklaşıp huzuruna,
Büyük bir heyecanla, Nevfel’i sordu ona.
Dedi: (Ya Resulallah, mübarek olsun gazan.
Nevfel'i göremedim, nerededir o şu an?)
Gözleri yaşla doldu, o an Resulullahın.
Ağladı herbiri de, yanında olanların.
. Şehid Nevfel dirildi
Hatun sual edince, ahvalini Nevfel’in,
Yaşla doldu gözleri, Hazret-i Peygamberin.
Şehadet haberini, söyleyemedi ona.
Arkaya işaretle, devam etti yoluna.
Sonra Hazret-i Ali, geliyordu geriden.
Hatun ona yaklaşıp, Nevfel’i sordu hemen.
Hazret-i Ali'nin de, yaşla doldu gözleri.
Diyemedi bir türlü, ona acı haberi.
O da, işaret edip eliyle arkasına,
Yürüyüp geçiverdi, öndekinin yanına.
Sonra Hazret-i Osman, geliyordu geriden.
Hatun ona koşarak, Nevfel’i sordu hemen.
O da, bu manzaraya üzülerek gayetle,
Geçiverdi ileri, arkaya işaretle.
Sonra Hazret-i Ömer, geriden geliyordu,
Hatun, merak içinde yaklaşıp ona sordu.
O da söyleyemedi hatuna bu haberi.
Arkaya işaretle, geçiverdi ileri.
En arkada Ebu Bekr, yalnızca geliyordu.
Hatun, ondan müjdeli bir haber bekliyordu.
Çaresizlik içinde koşarak Ebu Bekr'e,
Nevfel’in ahvalini, ona sordu bu kere.
Resul-i müctebanın, mağara arkadaşı,
Ve onun çok sevdiği, hem yârı, hem sırdaşı,
Hazret-i Ebu Bekir, düşündü ki: Ne desem?
Şehadet haberini, bu hatuna verirsem,
Muhalefet olur bu, Allah’ın Resulü’ne.
Zira o, söylemedi bunu onun yüzüne.
(Geride kaldı) desem, bu söz de yalan olur.
Zira benden geride, gelen bir kimse yoktur.
Ya Rabbi, kaçındılar yıkmaktan bir gönülü.
Ali, Osman ve Ömer, hem de Allah Resul'ü.
Zor durumda kaldım ben, nasıl cevap vereyim?
Geride kimse yok ki, işaret eyliyeyim.
Üzmek istemiyorum bu zavallı kulunu.
Ya Rabbi, göster bana bunun çıkış yolunu.
Bütün ihtiyarını, Allah’a bırakarak,
Eliyle sakalını, tutup sıvazlayarak,
Bütün varlığı ile, sığındı Yaradan'a,
Sonra (Ya Allaah!) diye, kuvvetle etti nida.
O an, bir toz bulutu belirlendi uzaktan.
Şehid Nevfel, süratle, geldi ve indi attan.
Dedi: (Ya Eba Bekir, sırf senin hatırına,
Diriltti Rabbim beni, bir emrin mi var bana?)
Ve Hazret-i Sıddık'ın ellerini öperek,
Yürüdü ileriye bir bir selam vererek.
Atının üzerinde, yalın kılıç Nevfel’i,
Görüp, hayret ettiler Sahabenin her biri
. Ben ondan razıyım
Ne zaman dönselerdi, o Server bir gazadan,
İki rekat bir namaz kılarlardı her zaman.
Bu seferden de dönüp, varınca mescidine,
Eshapla ayrı ayrı kıldılar bunu yine.
Bir özür sebebiyle, bir vazifeyle veya,
Eshapdan gitmeyenler var ise o gazaya,
Resul'ün huzuruna gelerek hemen o gün,
Tebrik ediyorlardı gazasını Resul'ün.
Bu cenkten dönünce de, Resul-i ekrem yine,
Gelip oturmuşlardı, şerefli mescidine.
Harbe gitmeyen Eshap, gelmişti tebrik için,
Kalabalık var idi, kapısında mescidin.
İşte tam o sırada, mescidin kapısından,
Girdi Nevfel içeri, Sahabe arasından.
Buna şahid oldular Sahabeden her biri,
Hayretten şaşırdılar, görünce onu diri.
Nevfel içeri girip, Resul'e verdi selam.
Selamını alarak, Resul aleyhisselam,
Buyurdular ki: (Bu iş, açık bir keramettir.
Bu, acaba Eshaptan kimin sebebiyledir?)
O anda gökyüzünden, geldi Cibril Resul'e.
Dedi: (Ya Resulallah, şükür secdesi eyle!
Yarattı Hak teâlâ bir kişi, ümmetinden.
İsa Peygamber gibi, ölüleri dirilten.
Ey Hüdanın Habibi! Rabbimiz selam eder.
Ve şöyle buyurur ki: (Ebu Bekr, o gün eğer,
Bütün varlığı ile, bana tam sığınarak,
(Ya Allah!) dese idi, ikinci kez olarak,
Ne kadar şehid varsa, şu toprağın altında,
Celalim hakkı için, diriltirdim anında.
Onun hatırı için, dirilttim ben Nevfel’i.
Zira hiç yalan bir söz, etmedi onun dili.
Ben elbette razıyım Sıddık’ım Ebu Bekr’den,
Ey Habibim bir sor ki, razı mı o da benden?)
Resulullah, Cibril'den alınca bu haberi,
Kalkıp müjdelediler, hemence Ebu Bekr’i.
Sakalından öperek, buyurdu: (Ey kardeşim!
Cibril müjde getirdi şu anda senin için.
Rabbimiz buyurur ki: Sıddık'tan razıyım ben.
Dostun Ebu Bekir de, razı mı acep benden?
Ey Ebu Bekr kardeşim, müjdeler olsun sana.
Kavuştun Rabbimizin, büyük iltifatına.)
Hazret-i Ebu Bekir, bunları dinleyince,
Sevinip, gözlerinden yaşlar aktı bir nice.
Dedi: (Ya Resulallah, kim olur ki bu aciz,
Benden razı mı? diye, sual etsin Rabbimiz.
Razıyım, çok razıyım elbet ya Resulallah!
Çok şükür, bu nimeti bahşetti bana Allah.)
. Ebu Bekr’in müjdesi
Sahabe-i kiramdan, Bilal-i Habeşi’yi,
Köle diye almıştı, kâfirlerden bir kişi.
Bir de puthaneleri var idi ki küffarın,
Onun hizmeti için, tutmuşlardı bir kadın.
Bir gün Hazret-i Bilal, tenha görüp bu yeri,
Devirdi o putları süzülerek içeri.
Ertesi gün kâfirler, vaziyeti gördüler.
Bilal’in yaptığını, kadından öğrendiler.
Efendisine gidip, anlattılar bu hali.
Dediler: (İşte böyle, cezalandır Bilal'i!)
Efendisi dedi ki: (Bilal olsun sizlerin.
Nasıl istiyorsanız, cezasını siz verin.)
Yatırdılar Bilal'i, sıcak kumun üstüne.
Bir de kaya koydular, karnının üzerine.
Bağladılar sonra da, ayağını elini.
Dediler ki: (Ey Bilal, bırak islam dinini!
Bak eğer dönmez isen, sen bu islam dininden,
Asla kurtulamazsın, bu zor işkencelerden.)
Buna rağmen o yine, (Allah birdir!) diyordu.
Ve asla dinine bir halel getirmiyordu.
Bir gün Resul-i ekrem, gördü onu bu halde.
Yüreği sızlayarak, üzüldü fevkalade.
Buyurdu ki: (Ya Bilal, seni, bu kâfirlerden,
Gün gelir, elbette ki kurtarır Allah demen.)
Sonra teşrif eyledi, saadethanesine.
Az sonra geldi Sıddık, Peygamberin evine.
Anlatıp Ebu Bekr'e, gördükleri o hali,
Buyurdu ki: (Ancak sen, kurtarırsın Bilal'i.)
Hazret-i Ebu Bekir, gitti hemen Bilal'e.
Gözleriyle görerek, vakıf oldu bu hale.
Baktı ki, kızgın kumun içine yatırmışlar.
Karnının üstüne de, koca bir taş koymuşlar.
Çok üzülüp dedi ki, insafsız Ümeyye'ye:
(Niçin azap edersin, bu zavallı köleye?
La ilahe illallah söylüyorsa bir insan,
Cezaya mı layıktır, yok mudur sende vicdan?
Kaldır at üzerinden, evvela şu kayayı.
Ve söyle, onun için istediğin parayı.)
Dedi: (Satmam onu ben, çok para versen bile.
Ve lakin değişirim, senin kölen Amir'le.)
Kabul edip değişti, Amir ile Bilal’i.
Gelip Resulullaha, arz eyledi ahvali.
Dedi: (Ya Resulallah, Bilali Ümeyye'den,
Amir ile değişip, satın aldım bugün ben.
İkinci olarak da, müjde vereyim size,
Azad ettim Bilal'i, sizin şerefinize.
Şu anda köle değil, hürdür o bizim gibi.
Rahat etsin kalbiniz, ey Allah’ın Habibi!)
. Bir merhamet örneği
Hazret-i Sıddık ile Hazret-i Ali, bir gün,
Gelip oturmuşlardı, huzurunda Resul'ün.
O esnada içeri biri girdi bu kere.
Selam verdi Resul'le, Hazret-i Ebu Bekr'e.
Farketti ki, ordadır hem de Hazret-i Ali.
Adam onu görünce, değişti birden hali.
Benzi beti sararıp, mahcup oldu be gayet.
Hazret-i Ebu Bekir, eyledi buna hayret.
Hemen sual etti ki, Aliyyül Mürteza'dan:
(O, niçin mahcup oldu, seni gördüğü zaman?)
Dedi: (Yirmibin akçe, borcu var onun bana.
Bu, sebep olabilir çok mahcup olmasına.)
Hazret-i Ebu Bekir üzüldü buna gayet.
Zira pek çoktu onda, insanlara merhamet.
Huzuruna çağırıp, sordu ki o kimseye:
(Niçin ödemiyorsun, sen borcunu Ali'ye?)
Dedi ki: (Ödemeye, yok bende güç ve takat.
Yoksa, geciktirmezdim ödemeyi bir saat.)
Buyurdu ki: (Borcunu, şimdi ben ödeyeyim.
Sen dahi bir arzumu, yerine getir benim.
Fatiha suresinin, okuyup bir kısmını,
Hediye eyle bana, ecir ve sevabını.)
Çok sevindi o kimse, bunu duyduğu zaman.
Ve lakin okuyunca bir miktar Fatihadan,
Buyurdu ki: (Devam et, oku da gel sonuna.
Yirmibin akçe daha, vereyim ben de sana.)
O şahıs, bitirince okuyup Fatiha'yı,
Hediye etti ona, kırkbin akçe parayı.
Yine Resul-i ekrem, şöyle buyurmuşlardır:
(Sekiz adet Cennette, birçok kapılar vardır.
Beş vakit namazına dikkat eden insanlar,
(Namaz) adlı kapıdan, Cennete çağrılırlar.
Her kim de cihad için, etmişse fazla gayret,
(Cihad) adlı kapıdan, olunur o da davet.
Kimler de sadakayı, çok vermişlerse eğer,
(Sadaka) kapısından, çağrılırlar bu sefer.
Ve yine bunun gibi, çok oruç tutanlar da,
(Oruç) adlı kapıdan, çağrılırlar orada.)
Resul, bu hadisini buyurduğu saatte,
Hazret-i Sıddık dahi, var idi cemaatte.
Şöyle arz eyledi ki, müsade isteyerek:
(Kapıların birinden çağrılmak zor değil pek.
Acaba bir müslüman var mıdır ki dünyada,
Kapıların hepsinden çağrılsın aynı anda?)
Buyurdular ki: (Evet, vardır öyle kimseler.
Onları, her kapıdan davet eder melekler.
Ümit ediyorum ki, sen, o kimselerdensin.
Her kapıdan çağrılıp, Cennetlere girersin.)
. Hep o cevap vermişti
Resulullah Eshaba sordular ki bir zaman:
(Var mıdır içinizde, bugün oruçlu olan?)
Hazret-i Ebu Bekir, sualine Resul'ün,
Dedi: (Evet efendim, oruçluyum ben bugün.)
Yine sual etti ki Resulullah Eshaptan:
(Var mıdır içinizde, cenazede bulunan?)
Hazret-i Ebu Bekir, cevap verdi yine de.
Dedi: (Evet, bugün ben, bulundum cenazede.)
Sonra, şöyle suali oldu ki o Resul'ün:
(Bir fakirin karnını doyuran var mı bugün?)
Yine o arz etti ki Hazret-i Peygambere:
(Evet, yemek yedirdim, ben bugün fakirlere.)
Sonra sual etti ki, o Resul-i mücteba:
(Hasta ziyaretine, giden var mı acaba?)
Resul'ün sualine, o cevap verdi yine.
Dedi: (Evet, gittim ben, hasta ziyaretine.)
O zaman buyurdu ki: (Kardeşim Ebu Bekir,
Suale çekilmeden, Cennete girecektir.)
Bir gün yine o Server, Eshabına dönerek,
Buyurdu: (Hanginizin evinde varsa yemek,
O, Eshab-ı sôffa'dan birkaçını, bu akşam,
Hanesine götürüp, yedirsin biraz taam.)
Hazret-i Ebu Bekir, bu emir üzerine,
Onlardan birkaç kişi, davet etti evine.
Sofrada, yemekleri yer iken onlar fakat,
Baktılar ki, yemekler çoğalıyor kat be kat.
Birer lokma alsalar bir yemekten mesela,
Bakarlardı ki yemek, oluyor daha fazla.
Tam doyuncaya kadar, yedi o misafirler,
Sonunda gördüler ki, fazlalaşmış yemekler.
Hazret-i Ebu Bekir, bu sefer zevcesine,
Sordu: (Bu bereketin, acaba sebebi ne?)
O, şöyle arzeyledi: (Bilmem ki nedir sebep?
Bu yemekler yendikçe, artıyorlar böyle hep.)
Yine Resul-i ekrem, bir hadis-i şerifte,
Şöyle buyurmuşlardır, Sahabeye mescitte:
(Bize kim yaptı ise, bir hayır ve iyilik,
Allah’ın izni ile, mükafatını verdik.
Sadece Ebu Bekr’in, iyiliği müstesna.
Onun mükafatını, veremedik tam ona.
Öyle çok iyilikler yaptı ki Ebu Bekir,
Tam karşılık vermeye, olamadım muktedir.
Biz veremedikse de mükafatını, ancak,
Ona, yarın Rabbimiz ikramda bulunacak.
Ebu Bekr’in malının verdiği fayda gibi,
Bana, kimsenin malı olmadı faideli.
Hak teâlâdan gayri, dost edinseydim şayet,
Kardeşim Ebu Bekr’i, dost edinirdim elbet.)
. Ayrılık kokusu geliyor
Ebu Bekr-i Havrani, âlim ve veli bir zat.
Gördüğü bir rüyayı, anlatır kendi bizzat.
Der ki: (Resulullahı, rüyada gördüm gece.
Sevinip, kendisine arz eyledim şöylece.
Dedim: (Ya Resulallah, iyi ki gördüm sizi.
Rehber olup, hak yola sevkedin bendenizi.)
Peygamber Efendimiz, buyurdu ki cevaben:
(Senin Peygamberinim bu dünyada ama ben.
Ebu Bekr-i Sıddık'a, git ve rehber bil onu.
Ondan öğren tamamen büyüklerin yolunu.)
Hazret-i Ebu Bekr'e, eyleyip bir işaret,
Buyurdu ki: (Sen bunu, doğru yola irşad et.)
Kalktım ve edep ile, yaklaştım huzuruna.
Büyüklerin yolunu, izah etti o bana.
Sığadı bedenimi mübarek elleriyle.
Tam sıhhate kavuştum, onun bereketiyle.
Zira vardı sırtımda, çıban ve sivilceler.
Ondan sonra kalmadı, bunlardan bende eser.
Uykudan uyanınca, sabahleyin erkenden,
Gördüm ki, çıbanlarım kaybolmuş hakikaten.
Ve çok iyi bildim ki, Hazret-i Ebu Bekir,
Bize, maddi manevi, feyiz ve berekettir.)
Arafat dağındayken, yine Server-i âlem,
Kusva nam devesinin üzerinde idi hem.
Geldi Cibril-i emin, o anda yeryüzüne,
Bir vahiy getirmişti, Allah’ın Resulü'ne.
Bir âyet gelmişti ki, sure-i Maide'den,
Mana-yı şerifesi, şöyle idi mealen.
Buyuruldu ki: (Bugün, ikmal ettim dinimi.
Tamamladım size hem, verdiğim nimetimi.)
Cümle Eshab-ı kiram, sevindi bu habere.
Lakin bir hüzün geldi, Hazret-i Ebu Bekr'e.
Eshap sual etti ki, ona: (Ya Eba Bekir!
Görürüz ki ağlarsın, acaba sebep nedir?
Nimetler tamamlandı ve din geldi kemale.
Sevinmek gerekirken, ağlanır mı bu hale?)
Buyurdu ki: (Nimetler tamamlandı ve lakin,
Bir de zevali vardır, elbette her kemalin.
Evet, din olgunlaştı, kemale geldi, fakat,
Ayrılık kokuları geliyor bana, heyhat!
Sultan, bir bina için gönderse mimarını.
O da, temeli atıp, örse duvarlarını.
Sonra kursa çatıyı, kapılar, pencereler.
Bina tamam olunca, onu geri çekerler.
Resul-i ekrem dahi, tamamladı bu dini.
Gönderdi Hak teâlâ, ona bu âyetini.)
Deve üzerindeydi, bu vahiy geldiği an.
Yere çöktü devesi, vahyin ağırlığından.
. Hazret-i Ömer ağlıyor
İntikal buyurunca, Resul dar-ı bekaya,
Sahabe, seçim için, geldiler bir araya.
İttifak etmesiyle, Sahabenin topyekün,
Hazret-i Ebu Bekir, halife oldu o gün.
Çıkıp hutbe okudu Sahabe-i kirama.
Buyurdu ki: (Halife seçtiniz beni, ama,
Şunu belirteyim ki, değilim en iyiniz.
Girdim bir yük altına, beni kabul ediniz.)
Kalktı Hazret-i Ali, müsade isteyerek.
Dedi: (Ne haddimize, seni kabul etmemek.
Resul, seni namazda geçirdi ileriye.
Kimde cüret vardır ki, çekiversin geriye?)
Hazret-i Ebu Bekir, yapıyorken hilafet,
Yapardı bir yandan da, geçim için ticaret.
Sahabe dediler ki: (Ya Emir-el müminin!
Sen ticaret yapma ki, emirisin milletin.
Maaş tayin edelim, sana biz beytülmaldan.
Hep devlet işleriyle iştigal et durmadan.)
Ücret tayin ettiler, (İki dirhem) yevmiye.
Lakin kabul etmedi, bu ücret fazla diye.
(Bir dirhem, iki dank)a, indirdiler ücreti.
O zaman kabul edip, bıraktı ticareti.
Her günkü ücretini, atardı bir testiye.
Sağlardı geçimini, hususi servetiyle.
Vefatı yaklaşınca, Hazret-i Aişe'yi,
Çağırıp, döküverdi önüne o testiyi.
Buyurdu ki: (Ey kızım, gördüğün bu paralar,
Beytülmaldan aldığım ücretti bir aralar.
Ölürsem, bu testiyi, götürüp ver Ömer'e.
Dağıtsın tamamını bilcümle fakirlere.)
Hazret-i Ebu Bekir, vakta ki etti vefat.
Ömer ibnil Hattab'a, Sahabe etti biat.
O testiyi götürüp, Aişe hazretleri,
Halifenin önüne döktü o dirhemleri.
Vasıyeti söyleyip kendisine o ara,
Dedi: (Dağıt bunları, fakir müslümanlara.)
Ağladı Ömer Faruk, dedi: (Ya Eba Bekir!
Senin gittiğin yoldan, hangi fert gidebilir?
Bize, çok ağır bir yük bırakıp, veda ettin.
Bizi pek şaşırtıyor senin bu hasletlerin.)
Yine Resul-i ekrem, edince Hakka vuslat,
Hazret-i Ebu Bekir, eriyordu her saat.
Aişe validemiz, sordu ki pederine:
(Bu zayıflamanızın, acaba sebebi ne?)
Buyurdu ki: (Ey kızım, firakıyle Resul'ün,
Üzülüp, kederimden eriyorum gün be gün.
Hiç dayanamıyorum, onun ayrılığına.
Resul'ün bu firakı, çok ağır geldi bana.)
. Dostu dosta kavuşturun
Hazret-i Aişe'den edilir ki rivayet:
Babam, dar-ı bekaya göç eyledi nihayet.
Tereddüt eyledi ki, Sahabenin her biri:
Nereye defnedelim acaba Ebu Bekr'i?
Ben de, bu ızdırapla, uyudum o arada.
Kulağıma, gaibden geldi şöyle bir nida:
(Dostu, dostun yanına, ulaştırın!) diyordu.
Bu ses, cümle Eshaba, manevi rehber oldu.
Uyanınca, Eshaba anlattım bu rüyayı.
Dediler: (Biz de duyduk, gece aynı nidayı.)
Artık lüzum kalmadı istişare etmeye.
Defnedildi Resul'ün bulunduğu hücreye.
Ayrıca kendisi de, vefat etmeden önce,
Vasıyet eylemişti, Sahabeye şöylece:
(Eğer vefat edersem, cenazemi alınız.
Hücre-i saadetin, eşiğine varınız.
Kapısını çalarak, içeri defnim için,
Resul-i kibriyadan isteyin ruhsat, izin.
Eğer açılır ise kapı kendiliğinden,
Cenazemi, hücreye defnedin siz de hemen.)
Hazret-i Ebu Bekir, vakta ki etti vefat,
Cenaze hizmetleri, icra oldu o saat.
Vasıyet mucibince, cenazeyi aldılar.
Hücre-i saadetin, tam önüne vardılar.
Kapısını çalarak, dediler: (Ebu Bekir,
İçeri defni için, izin istemektedir.)
Bu arzı müteakip, bütün Eshab-ı kiram,
Ne cevap gelir? diye, beklerken merakla tam,
Kapı derhal açılıp, ardından geldi bir ses.
Orada olanlardan, işitti bunu herkes.
Diyordu: (Cenazeyi, içeri getiriniz.
Hazret-i Peygamberin, yanına defnediniz.)
Girip defneylediler içeri cenazeyi.
Sahabenin cümlesi, gördü bu hadiseyi.
Yine Sıddık-ı ekber, ölüm hastalığında,
Aişe validemiz bulunurdu yanında.
O, hasta yatağında, erişmeden henüz mevt,
Hazret-i Sıddıka'ya, eyledi bir vasıyet.
Buyurdu ki: (Ey kızım, ben vefat ediyorum.
Lakin çocuklarımı, sana bırakıyorum.)
Bir miktar sükut edip, dedi ki daha sonra:
(İki kız, iki oğlan, göz kulak ol onlara!)
Lakin o, hayret edip, arz etti ki bahusus:
(Kız kardeşim bir idi, siz iki buyurdunuz.)
Dedi ki: (Hamiledir hanımım şu an benim.
Doğumu pek yakındır, kız olur zannederim.)
Bu vasıyeti yapıp, vefat eyledi hemen.
Doğum oldu, baktılar, (kız) oldu hakikaten.
. Size zarar gelmez
Peygamber Efendimiz, vefat ettiği zaman,
Münafıklar azdılar, bozuldu Arabistan.
Yalnız Medine ile Mekke hariç olarak,
Etraf kabilelerde, mürted oldu çoğu halk.
Hatta aralarında, anlaşıp onlar yine,
İtaat etmediler, kendi valilerine.
Mürted kadınlar dahi, vefatıyla Resul'ün,
Şenliğe başladılar, tef çalarak gece gün.
Böyle kötü haberler gelince Sahabeye,
Üzülüp, başladılar bunu müşavereye.
Huzuruna gelerek, Hazret-i Ebu Bekr'in,
Dediler ki: (Dersini verelim mürtedlerin!)
Hazret-i Ebu Bekir, minbere çıktı hemen.
Şöyle nida eyledi Sahabeye hitaben:
(Duydum ki münafıklar, başlamış fitnelere.
Asi oluyorlarmış, müslüman valilere.
İşi gevşek tutarsak, daha da şımarırlar.
Biz ses çıkarmadıkça, hadlerini aşarlar.
Ben şöyle diyorum ki, bir an fırsat vermeden,
O münafıklar ile, harb edelim biz hemen.
Bugünden tezi yoktur, izni ile Allah’ın,
Hakkından geleceğiz, biz o münafıkların.)
Rivayet edilir ki Cabir bin Abdullah'tan:
(Minberin dibindeydik birkaçımız Eshaptan.
Hutbenin tesiriyle, güçlendik biz o vakit,
Toplandı cihad için, hemen onbin mücahid.
Kumandan tayin edip, Halid bin Velid’i de,
Mürtedler üzerine gönderdi aynı günde.
Bir kabile üstüne gidip hemen hiddetle,
Verdiler derslerini onların çok şiddetle.
Yine o kadınlar ki, Resul vefat edince,
Mürted olup, şenlikler yaparlardı bir nice.
Hatta sevinçlerinden, azgınlaşıp büsbütün,
Tef çalıp, orda burda oynarlardı bütün gün.
O kadınları dahi bularak gidip hemen,
Verildi cezaları tehlike büyümeden.
Diğerleri, bunları hemen haber alarak,
Acele Halifeye geldiler ağlayarak.
(Biz ettik, sen eyleme!) deyip onlar bu kere,
Gelip boyun büktüler, Hazret-i Ebu Bekr'e.
Özür ve aflarını dileyerek bihakkın,
Dediler ki: (Halid'i gönderme bize sakın.
Bize bildir, yapalım her dilek ve emrini.
Gönderme bize yalnız Halid nam emirini.)
Ağlayıp sızlayarak, edince böyle talep,
Hazret-i Sıddık dahi, affetti onları hep.
Buyurdu ki: (Öyleyse, dönünüz yerinize!
Halid kumandanımdan, bir zarar gelmez size.)
. Şecaat sahibiydi
Hazret-i Ömer der ki: Bir ömür müddetince,
Ne kadar sevap ecir kazandıysam bir nice,
Sıddık’ın, bir saatlik ibadetiyle, hemen,
Değişirim hepsini, hiç tereddüt etmeden.
Çünkü Resul-i ekrem, ahirete göçünce,
Arab kabileleri, mürted oldu hemence.
Varıp Ebu Bekir'e, durumu eyledim arz.
Dedim: (Bu mürtedlere, mühlet tanısak biraz.)
Benim bu teklifimi, o, kabul etmeyerek,
Şöylece cevap verdi, hem de celallenerek:
(Ya Ömer, hamd olsun ki âlemlerin Rabbine,
Bu din, tamamlanmış ve ermiştir kemaline.
Allahü teâlâ da, bunu haber vermiştir,
Size, nimetlerimi tamamladım demiştir.
Şimdi, gayret lazımdır dinin selametine,
Göz yummak doğru olmaz, kuvvet kaybetmesine.
Ben bunu temin için, ederim sa'y-ü gayret.
Vermem o mürtedlere, ne fırsat, ne de mühlet.
Onlarla cihad için, geçirmem bir gün bile.
Kılıçtan başka şeyle konuşmam onlar ile.)
Halbuki o, halim ve yumuşaktı mizacen.
Şefkat ve merhametli bir kişiydi esasen.
Lakin münafıklara, şiddetli idi gayet.
Çekti hemen kılıcı, etmedi hiç merhamet.
O azgın mürtedler ki, karşı geldi Allah’a.
Onlara sert davranıp, etmedi müsamaha.
Hem konuşmaya bile, hiç lüzum görmeksizin,
Sıyırdı kılıcını, vakit geçirmeksizin.
Yine o gün toplayıp, Eshabın her birini,
Bir hutbe okuyarak, verdi (cihad) emrini.
Hatta Hazret-i Ömer, o kadar şiddetiyle,
Onun şecaatine, hayret etti o bile.
Yine Hazret-i Sıddık, vakta ki etti iman,
Resul-i mücteba'ya arz etti hemen o an.
Dedi: (Ya Resulallah, arkadaşlarım da var.
Getireyim, onlar da imana kavuşsunlar.)
Peygamber Efendimiz, (İyi olur) deyince,
Onların yanlarına, koşup gitti hemence.
Osman, Talha ve Zübeyr, Sa'd bin ebi Vakkas.
Abdurrahman bin Avf'la, eyledi o gün temas.
Onlar sual etti ki Hazret-i Ebu Bekr'e:
(Sen iman eyledin mi bu gelen Peygambere?)
Dedi ki: (Ben inandım, iman edin siz dahi.
O, Allah tarafından Peygamberdir Vallahi.)
Dediler ki: (Madem sen, iman ettin şüphesiz.
Öyle ise biz dahi, ona iman ederiz.)
O beş arkadaşını, götürdü o Resul'e.
Hepsi iman ettiler, onun vesilesiyle.
. Kullarımı kime bıraktın?
Rivayet edilir ki Cabir bin Abdullah'tan:
Resul'ün huzurunda bulunurduk bir zaman.
Kays denen kabileden, gelip bazı kimseler,
Sordular o Resul'e bazı garip sualler.
Ebu Bekr-i Sıddık'a, buyurdu ki o Server:
(Bunların sualine, bu günlük sen cevap ver.)
Hazret-i Ebu Bekir, onlara hemencecik,
Öyle güzel cevaplar verdi ki açık seçik,
Peygamber Efendimiz, gayet memnun oldular,
Ve ona, şu şekilde bir dua buyurdular:
(Ya Eba Bekr, çok güzel cevap verdin bunlara.
Rıdvan-ı ekber versin, sana da Hak teâlâ.)
Bu, (Rıdvan-ı ekber)in, ne demek olduğunu,
Eshap, Resulullahtan sorunca hemen bunu,
Buyurdu ki: (Cennette, herkese cenab-ı Hak,
Tecelli edecektir, hep umumi olarak.
Ebu Bekr'e, hususi tecelli edecektir,
Rıdvan-ı ekber'in de, manası bu demektir.)
Rivayet ediyor ki yine Ebu Hüreyre:
Cibril, Resulullaha, gelmiş idi bir kere.
Vahiy getirmiş idi ona, Hak teâlâdan.
O sırada Ebu Bekr, geçiyordu oradan.
Cebrail'e sordu ki, ins ve cin Peygamberi:
(Siz de tanır mısınız göklerde Ebu Bekr'i?)
Dedi: (Ya Resulallah, seni bize gönderen,
Allah’a, yemin ile derim ki elbette ben,
Gökte, daha meşhurdur o, bu yere kıyasla.
Halim diye tanınır göklerde daha fazla.)
Ali bin ebi Talib, rivayet eder ki hem:
Hadis-i şerifinde bir gün Resul-i ekrem,
Buyurdu ki: (Ruhları, ezelde cenab-ı Hak,
Cesetlerden, bin sene önceden eyledi halk.
İki ruh var idi ki özellikle bunlardan,
En önce, bu iki ruh, ettiler bana iman.
Birisi, erkeklerden, ruhuydu Ebu Bekr’in,
Öbürü, kadınlardan ruhuydu Aişe’nin.)
Abdullah ibni Abbas, rivayet eder ki hem:
Bir hadis-i şerifte, buyurdu Fahr-i âlem:
Miracda, vardığımda Rabbimin huzuruna,
Âlemlerin Rabbinden, bir nida geldi bana.
Dinledim, Hak teâlâ buyurdu ki: (Ey Ahmed!
Kullarımı dünyada, kime ettin emanet?)
Bu sual karşısında, arz ettim ki ben dahi:
(Onları, Ebu Bekr'e bıraktım ya ilahi!)
O zaman Hak teâlâ, buyurdu: (Ya Muhammed!
Dünyaya vardığında, ona benden selam et.
Zira o, kullarımın üstünü, iyisidir.
Senden sonra, en fazla sevdiğim birisidir.)
. Secdedeki dua
Hazret-i Huzeyfe'den, rivayet olunmuştur.
Bir hadis-i şerifte, şöyle buyurulmuştur:
(Rüyada beni gören, görmüştür beni mutlak.
Şeytan, benim şeklime giremez tam olarak.
Ebu Bekr'i gören de, görmüştür onu yine,
Çünkü şeytan, onun da giremez suretine.)
Ebu Hüreyre dahi nakleder ki: O Server,
Bir hadis-i şerifte, buyurdu ki bir sefer:
(Rüyada ben Rabbime, çok yakın idim ki hem,
İstedim Ali olsun, benden sonra halifem.
İçimde, bu şekilde bir arzu oldu, ama,
Meleklerden, şöyle bir ses geldi kulağıma:
Allah, dilediğini elbette yapacaktır.
Senden sonra halife, Ebu Bekr olacaktır.)
Rivayet ediyor ki, Hazret-i Ali dahi:
Ben de, Resulullahtan işittim bizatihi.
Buyurdu ki: Rabbimiz, miraca çıktığımda,
Ebu Bekr'in sesiyle, bir nida etti bana.
Bu ses, Ebu Bekir'in sesi diye, kalbimden,
Geçirirken, şöyle bir nida geldi Rabbimden:
(Ya Ahmed, Musa'ya da söylerken Tur dağında,
Çok sevdiği Harun’un sesiyle ettim nida.
Şimdi konuşurken de, bu gece senin ile,
Söyledim çok sevdiğin Ebu Bekr’in sesiyle.)
Bir gün de o Resul'e, Cibril aleyhisselam,
Gelip arz eyledi ki: Rabbimiz eder selam.
Buyurur ki: (Bir âlem yarattım gökyüzünde.
Beyaz miskten ve yetmiş dünya büyüklüğünde.
İçinde, iğne atsan, hiç yere düşmeyecek,
Şekilde, halk eyledim sayısız nice melek.
Onlar, tesbih ederek geçirir her anını.
Sıddık'ı sevenlere, verirler sevabını.)
Yine Resul-i ekrem, buyurdu ki bir kere:
(Ebu Bekr doğduğunda, şenlik geldi göklere.
O gün, Adn cennetine buyurdu cenab-ı Hak:
Ebu Bekr'i sevenler, girerler sana ancak.)
Bir hadis-i şerifte, Peygamberimiz yine,
Şöyle buyurmuşlardır, Sahabe-i güzine:
(Ümmetimden bir kimse, Rabbine sığınarak,
Herhangi arzusuna, isterse vasıl olmak,
Kılsın gece yarısı, iki rekat bir namaz.
Okusun her rekatta, bir Fatiha, üç İhlas.
Selam verip, başını, secdeye koysun yine.
Secdede, şu şekilde dua etsin Rabbine:
Ebu Bekr-i Sıddık'ın hürmetine ilahi!
Şu dilek ve arzuma, kavuştur beni dahi.)
Çünkü kalkar secdede aradan perde, hicab.
Secdedeki dualar, elbet olur müstecab.)
. Evet, o sensin
Aişe-i Sıddıka, radıyallahü anha,
(Babamdan anlat!) dedi, bir gün Resulullaha.
Buyurdu: (Ya Aişe, Cibril aleyhisselam,
Bir gün, benim yanıma geldi ve verdi selam.
Dedi ki: Hak teâlâ, ruhları halk edince,
Peygamberlerden sonra, onu seçti ilk önce.
Toprağı Cennettendir, suyu, ab-ı hayattan.
Onun için, Cennette, köşk yarattı yakuttan.
Ve yine Hak teâlâ, benim, onun hakkında,
Yaptığım her duayı, kabul etti anında.
Yine baban Ebu Bekr, komşumdur kabirde hem.
O olacak yerime, benden sonra halifem.
Bilir onu gök ehli ve yeryüzündekiler.
Elbette tanır onu, var olan bütün cinler.
Böyle meşhur birini, sevmeyen, düşman olan,
Kimse, benden değildir, değilim ben de ondan.)
Bir gün de buyurdu ki: (Ey Eshabım, bir kimse,
Vardır ki, o ne vakit Cennete girer ise,
Köşklerdeki insanlar, onu görüverirler.
Ve merhaba! diyerek, ona selam verirler.)
Hazret-i Ebu Bekir, sual etti: (Onu biz,
Köşklerden, saraylardan, görebilecek miyiz?)
Allah’ın Sevgilisi, buyurdular ki: (Evet.
Onu herkes görecek, o kimse sensin elbet.)
Yine Resul-i ekrem, birgün hutbe okurdu.
Hazret-i Ebu Bekr'e, çok iltifat buyurdu.
Sonra, etrafa bakıp, onu göremeyince,
Nerede olduğunu, sual etti hemence.
Öğrendi Sahabeden, dışarda olduğunu,
Hutbesine devamla, methetti yine onu.
Buyurdu: (Ey Eshabım, Cibril aleyhisselam,
Gelip, onun hakkında, eyledi şöyle kelam:
Dedi: ya Resulallah, Eshabın arasında,
Ebu Bekir'den üstün, kimse yoktur şu anda.)
Abdullah bin Abbas da, diyor ki: o Resul'ün,
Mübarek huzurunda bulunuyorduk bir gün.
Hazret-i Ebu Bekr’in, ismi geçti bir ara.
O zaman buyurdu ki orada olanlara:
(Kim Ebu Bekir gibi olabilir gerçekten?
O, beni tasdik etti, herkes tekzib ederken.
Ve halk benden kaçarken, bana verdi kızını.
Saçtı benim uğrumda, malını, parasını.
O vardı her müşkil ve sıkıntılı anımda.
Hicrette, mağarada, o bulundu yanımda.
Mahşerde, ben onunla, karşılıklı olarak,
Başbaşa konuşuruz, merak eder cümle halk.
Melekler, ikimizi, halka takdim ederler.
Onlar, Habibullah'la Ebu Bekir'dir derler.)
. Hazreti Ebu Bekr’in rüyası
Ömer ibni Hattab'tan, edilir ki rivayet:
Resulullah, dünyadan etmişti yeni rıhlet.
Geçerken Ebu Bekr'in hanesinin önünden,
Bir ağlama sesleri, duydum o ev yönünden.
Durup, çaldım kapıyı ederek hayli merak.
Çıktı hemen Ebu Bekr, ağlamaklı olarak.
Baktım, yaş akıyordu her iki gözlerinden.
Niçin ağladığını, sual ettim kendinden.
Dedi: (Bir rüya gördüm ya Ömer ben bu gece.
Sahabeyi topla da, anlatayım hemence.)
(Peki!) deyip, topladım cümle Sahabeyi ben.
Başladı anlatmaya rüyayı o da hemen.
Dedi: (Gördüm rüyada, kıyamet koptuğunu.
Herkesin, bir meydanda toplanmış olduğunu.
Yüzleri yıldız gibi parlayan kimseler de,
Gördüm, otururlardı hep nurdan minberlerde.
Bir melekten sordum ki: (Oturanlar kimlerdir?)
Dedi: (O gördüklerin, hepsi de Peygamberdir.
Şefaat yetkisini elinde bulunduran,
Hazret-i Muhammed'i beklerler hepsi şu an.)
Sordum, Resulullahın nerede olduğunu.
Dedi: (Arş-ı a’lanın yanında gördüm onu.)
(Beni de ona götür) diye rica eyledim.
Götürdü, edep ile yanına ilerledim.
Baktım ki, el kaldırmış, hep dua ediyordu.
Kulak verdim, Rabbinden birşeyler diliyordu.
Diyordu ki: (Ya Rabbi, sen acı ümmetime.
Affeyle hep onları, sen benim hürmetime.
Zira var içlerinde, mücahidler, veliler.
Onların herbirine, sen merhamet ediver.)
Rabbimizden bir nida erişti ki o yerde:
(Ey Resulüm, ümmetin günahkârları nerde?
Söylersin sen sadece, itaat edenleri.
Lakin hiç söylemezsin, günah işleyenleri.
İçlerinde zulmeden, faiz yiyen kimseler,
Yok mu hiç zina eden ve adam öldürenler?)
Arz etti ki: (İlahi, buyurduğun gibidir.
Lakin onlar, yine de, seni bir bilmişlerdir.
Onlar puta tapmadı, sana şirk koşmadılar.
Tevhid üzere olup, küfürden kaçındılar.
Acıyıp, bakma bugün onların günahına.
Layık görme onları, Cehennem azabına.)
Dedim: (Ya Resulallah, ne kadar ağlıyorsun.
Kendini, ümmet için, ne de çok yoruyorsun.)
Buyurdu: (Ya Eba Bekr, çok tazarru eyledim.
Rabbimden, ümmetimin aflarını diledim.
Rabbim kabul eyleyip, bağışladı hepsini.
Benim hatırım için, affetti cümlesini.)
. Köle azad ederdi
Hazret-i Ebu Bekir, halifelik devrinde,
Bir gece, yürüyordu sokakların birinde.
Evlerin birisinden, bir ses duydu ve durdu.
Bir kadın, ağlayarak beyitler söylüyordu.
Bunun devamını da, bir miktar dinleyerek,
Çaldı hemen kapıyı, gayet merak ederek.
O, şiiri bırakıp, kapıyı açtı hemen.
Halifeyi görünce, şaşırıp kaldı birden.
Sordu Sıddık: (Hür müsün, yoksa köle mi?) diye.
O, köle olduğunu, söyledi Halifeye.
Sordu ki: (Bu şiiri, kim için okuyordun?
Kim için bu sözleri söyleyip ağlıyordun?)
Bildirmek istemedi hakikati o önce.
Söyledi fakat sonra, ısrarını görünce.
Sevip aşık olduğu, genç bir delikanlının,
İsmini, utanarak söyledi ona kadın.
Hazret-i Ebu Bekir, ona merhametinden,
Gidip, efendisini aradı, buldu hemen.
Köleyi satın alıp, peşinden etti azad.
Aşık olduğu gence, nikah etti o saat.
İşte bu mübarek zat, halifelikten önce,
Fakir ve acizlere, şefkatliydi böylece.
Bilal-i Habeşi ve Amir bin Füheyre’yi,
Kurtardı, bunlar gibi böyle nice kimseyi.
Yine, Hindiye adlı, bir de kadın müslüman,
Vardı ki, bir kâfirde köle idi o zaman.
Bir gün, efendisine buğday öğütüyordu.
Hazret-i Ebu Bekir, geçerken onu gördü.
Acıyıp, gitti hemen sahibinin yanına.
Dedi: (Ne kadar para istersin bu kadına?)
Hazret-i Ebu Bekir, hep zayıf köleleri,
Alıp, azad edince, şöyle sordu pederi:
(Hep zayıf köleleri, sen satın alıyorsun.
Niçin kuvvetlilere, itibar etmiyorsun?)
Dedi: (Evet, daha çok zayıfları alarak,
Azad ediyorum ki, onlara acıyarak,
Beni de, Hak teâlâ, yarın mahşer gününde,
Acıyıp azad etsin, ben acze düştüğümde.)
. Nazar değmesi haktır
Emretti Hak teâlâ hem Cibril-i emine,
Ki, En'am suresini, indirsin Habibine.
Yetmiş bin melek ile, indi yere Cebrail.
Resul'ün huzuruna, bir anda oldu dahil.
Sureyi, Rabbimizden aldığı gibi yine,
Okudu âyet âyet, Allah’ın Habibine.
Resulullah o akşam, çağırdı Sahabeyi.
Ki, okusun onlara, nazil olan sureyi.
Sahabenin cümlesi, vahyi dinlemek için,
Toplandılar evinde Hazret-i Aişe'nin.
Herkes tamam olunca, yaktılar bir kandili.
Ve lakin biraz sonra, azaldı ışık hayli.
Bu sefer Resulullah, verdi ki şöyle emir:
(Kandilin ışığını çoğalt ya Eba Bekir!)
O, getirdi ise de iş bu emri yerine,
Ve lakin biraz sonra, azaldı ışık yine.
Hazret-i Ebu Bekr'e, yine Fahr-i kainat,
Buyurdu: (Ya Eba Bekr, ışığı yine çoğalt!)
Yağının bittiğini anlayıp o bu kere,
Arz edince durumu Hazret-i Peygambere,
Buyurdu: (Gece vakti, gidip yağ alamayız.
Ama bu sureyi de, lazımdır okumamız.
Öyleyse ya Eba Bekr, sen, kendi tükrüğünden,
O kandilin içine, bir miktar damlat hemen.)
(Peki ya Resulallah!) diyerek o bu defa,
Kalkıp, Resulullahın emrini etti ifa.
Aişe-i Sıddıka, ediyor ki rivayet:
(Babam, işbu emre de eyleyince riayet,
Öyle fazlalaştı ki, ışığı o kandilin,
Kamaştı hep gözleri, bilcümle sahabinin.)
O zaman: (Bu kandili, hiç söndürmeyin!) diye,
Emretti Resulullah, Hazret-i Aişe'ye.
O da, Resulullaha, hemen (Peki!) diyerek,
Söndürmedi onu hiç, kendisi sönene dek.
Hazret-i Aişe'nin, evinde o böylece,
Hiç fasıla vermeden, yanıp durdu çok gece.
Sonradan bir münafık, oldu buna muttali.
Çok hayretine gitti, o kandilin bu hali.
Ve kandile, kem gözle bakınca o münafık,
Azalıp söndü birden, yanmadı daha artık.
Onun kötü nazarı, söndürünce kandili,
Gönderdi Hak teâlâ, Hazret-i Cebrail'i.
Geldi Resulullaha Cibril aleyhisselam.
Dedi ki: Hak teâlâ, gönderdi sana selam.
Buyurdu: (Kullarımdan, vardır ki bazıları,
Çok şeye zarar verir onların nazarları.
Kandilin sönmesine, olmasaydı o sebep,
Ta kıyamete kadar, yanacaktı böyle hep.)
. Efendin kimdir?
Peygamber Efendimiz, hadis-i şerifinde,
Şöyle buyurmuştur ki: (Ben, mirac gecesinde,
Bir huriyi gördüm ki, Cennette dolaşırdı.
Yüzü çok nurlu olup, gözü kamaştırırdı.
Çevirdi Cibril hemen, o huriden yüzünü.
Hatta kapatıverdi eliyle de gözünü.
Sordum ki: (Gözlerini kapattın, acep niçin?)
Dedi: (Ona bakmaya, yoktur ruhsat ve izin.)
Gözünü kapatınca Cibril aleyhisselam,
Huri, benim yanıma geldi ve verdi selam.
Ve sual eyledi ki: (Ya Resul-i mücteba!
Şu anda, efendimin hali nasıl acaba?)
Hurinin kastettiği kimseyi merak ettim.
Ve hemen, o huriye: (Efendin kimdir?) dedim.
Dedi: (Sana ilk defa, o iman eylemiştir.
Malını ve canını, sana feda etmiştir.)
(Ebu Bekir için mi, yaratıldın sen?) dedim.
Huri cevap olarak, dedi: (Evet efendim.)
(Sen onu hiç gördün mü?) diye sual edince,
(Evet) deyip, büründü bir neşe ve sevince.
(İstersen göstereyim, ben şimdi sana onu.)
Diyerek açtı hemen, sağ elinin avcunu.
Baktım, eli içinde, resmi var Ebu Bekr’in,
Ayrıldık daha sonra yanından o hurinin.)
Yine nakledilir ki Ömer ibnil Hattab'tan:
Mescidde bulunurduk, bir çoğumuz Eshaptan.
Şöyle buyurdular ki, o Resul-i kibriya:
(Beş kişiden gayriye, kalkmayınız ayağa.
Bunlar, anne ve baba, âlim ve üstadlardır.
Hem seyyid ve şerifler ve adil sultanlardır.)
Sözünü bitirince kainatın Server'i,
Hazret-i Ebu Bekir, giriverdi içeri.
Ve onun içeriye girmesini takiben,
Peygamber Efendimiz, ayağa kalktı hemen.
Ne için kalktığını, sual ettim Resul'den.
Buyurdu ki: (Cebrail, önümde idi hemen.
Ne zaman ki Ebu Bekr, mescide oldu dahil,
(Gelen, Ebu Bekir'dir) dedi bana Cebrail.
Ben taaccüp ederek, Cibril'e sordum bunu.
Dedim ki: (Ey Cebrail, tanır mısın sen onu?)
Dedi ki: (Yerde onu, siz nasıl tanırsanız,
Biz dahi gökyüzünde, onu öyle tanırız.
Hepsi onu tanırlar gökteki melekler de.
Ve hatta Halim diye, tanınır o göklerde.)
Cebrail böyle deyip, ayağa kalktı birden.
O ayağa kalkınca, ben de kalktım yerimden.
Oturuncaya kadar Ebu Bekr yere hatta,
Cibril de oturmayıp, bekledi hep ayakta.)
. Cibril, Dıhye suretinde
Bir hadis-i şerifte, buyurdu Resulullah:
(Kendisinin nurundan, yarattı beni Allah.
Sonra benim nurumdan, yarattı Ebu Bekr'i.
Onun dahi nurundan, halk etti Aişe'yi.
Mümin kadınların da hepsini, cenab-ı Hak,
Hazret-i Aişe'nin nurundan eyledi halk.)
Enes bin Malik dahi, şöyle rivayet eder:
Hasta olmuşlar idi, Resulullah bir sefer.
Hazret-i Ebu Bekir, buna vakıf olunca,
Resul'ü ziyarete gitti hemen doğruca.
Zira onun adeti şöyle idi ki zaten,
İyi işi, önce o yapardı Sahabeden.
Velhasıl o Resul'ün evine vardığında,
Dıhye-i Kelbi’yi de, gördü onun yanında.
Resul, onun dizine dayanmış uyuyordu.
Girer girmez, Dıhye'den, Resulullahı sordu.
O dedi: (Ey Resul'ün halifesi, iyidir.)
Taaccüp etti buna Hazret-i Ebu Bekir.
Dedi ki: (Hak teâlâ, iyilik versin sana.
Resul'ün halifesi, ne için dersin bana?)
Dedi: (Hak teâlâya, yemin ederim ki ben,
En çok seni severim, hatta her sahabiden.
Çünkü ilk halifesi, sensin Resulullahın.
Peygamberlerden sonra, iyisi sensin halkın.
Seni seven kimseler, mutlaka felah bulur.
Senin yolundan giden, felaketten kurtulur.
Seni sevmeyenlerse, ziyandadır muhakkak.
Seni üzen kimseyi, hiç sevmez cenab-ı Hak.
Seni seven, Resul'ü sevdiği için sever.
Buğzeden de, Resulü sevmediğinden eder.
Senin dostun, dostudur Allah ve Resulü’nün.
Düşmanın da, onların düşmanıdır büsbütün.
Senin düşmanlarına, hiç şefaat olunmaz.
Allah’ın rahmetinden, onlara nasib olmaz.
İşte ya Eba Bekir, sen böyle bir kimsesin.
Yakın gel, dereceni yüceltsin Allah senin.)
Hazret-i Ebu Bekir, ona yaklaştığında,
Dıhye’yi, karşısında göremedi o anda.
Zira gaib olmuştu birdenbire ortadan,
Allah’ın Habibi de, uyandı tam o zaman.
Buyurdu: (Ya Eba Bekr, az önce uzun uzun,
Sen acaba kiminle, böyle konuşuyordun?)
Dedi: (Ya Resulallah, Dıhye vardı burada.
Onunla konuşurdum, kayboldu bu arada.)
Buyurdu: (Ya Eba Bekr, o zat, Dıhye değildi.
Konuştuğun o kişi, Cibril-i emin idi.
Müjde getirmiş idi, sana Hak teâlâdan,
Onları sana deyip, gaib oldu ortadan.
. Resul’e olan sevgi
Ebu Said-i Hudri, şöyle rivayet eder:
Bir hadis-i şerifte, buyurdu ki o Server:
(Hak teâlâ emriyle, o kıyamet gününde,
Yakuttan üç taht konur, Arş-ı a’la önünde.
Sağa ve sola konur kürsilerden ikisi.
Bunların ortasına konur hem de birisi.
Sağdakine, İbrahim Halilullah oturur.
Soldaki kürsiye ben, ortadaki boş durur.
O kürsiye, birazdan tazim, hürmet ederek,
Ebu Bekr’i getirip oturtur birçok melek.
Ve nida ederler ki: (Halil ile Habib'in,
Arasında olması, ne hoştur Ebu Bekr'in.)
Rivayet ediyor ki, hem de Ebu Hüreyre:
Şöyle buyurmuşlardır, Resulullah bir kere:
Ben, mirac gecesinde, çıktığımda Arş'a dek,
İşittim: (Ya Muhammed! ya Muhammed!) diyerek.
Hemence (Lebbeyk!) diye, cevap verdim nidaya.
Lakin aynı hitabı, duydum sonra bir daha.
Hak teâlâ katından, denildi: (Ya Muhammed!
Ben Sıddık'ı severim, sen de eyle muhabbet.)
Yine merak etti ki bir gün Cibril-i emin:
Sevgisi ne kadardır Resul'e Ebu Bekr'in?
Bunu anlamak için, girdi a’ma şekline.
Oturdu Ebu Bekr'in yolunun üzerine.
Hazret-i Ebu Bekir, o gün sabah erkenden,
Kıymetli elbiseler giyinip çıktı evden.
Gördü yolu üstünde oturan bir a’mayı,
Tam önünden geçerken, işitti şu duayı:
(Resul'ün aşkı için, kim birşey verir ise,
Hak teâlâ katında, aziz olsun o kimse.)
O Resul'ün ismini duyunca o a’madan,
Üstündeki cübbeyi çıkarıp verdi o an.
Hem öyle sevindi ki aldığı bu duaya,
(Bir daha söyle!) diye, rica etti a’maya.
Tekrar etti Cebrail, yaptığı bu duayı,
Bu sefer verdi ona, üstündeki ridayı.
Bir daha söyleterek, verdi pabucunu da.
Sonunda, tek gömleği kalmıştı vücudunda.
Cibril, sonra gelerek huzuruna Resul'ün,
Dedi ki: (Ebu Bekr’i, imtihan ettim bugün.
Verdi senin aşkına, cümle elbisesini.
Anladım sana olan, aşırı sevgisini.)
Aldıklarını verip, dedi ki: (Ya Muhammed!
Bunları, Ebu Bekr’e sen tekrar iade et.)
Çağırdı Resulullah, Hazret-i Ebu Bekr’i.
Vaziyeti anlatıp, onları verdi geri.
Lakin emir gereği, onları aldı hemen.
Sonra hediye verdi fukaraya tamamen.
. Beni yalnız bırakma!
Öyle bir gün idi ki, müminler küffar ile,
Bir temmuz sıcağında, başladılar kıtale.
Hem kâfirler ordusu, hem de islam askeri,
Pek kalabalık olup, kuvvetliydi her biri.
Öğleyin mücahidler, hücum etti düşmana.
Öyle şiddetlendi ki, karıştı toz dumana.
Birkaç sevdiği ile, Resulullah o günde,
Sevkederdi askeri, kumanda mevkiinde.
Ebu Bekr, Ömer, Osman, Talha, Said, Ebu Zer,
Resul'ün çadırında, hep birlikte idiler.
Fahr-i âlem gördü ki, şiddeti arttı cengin,
Hemen Sa’d ve Said’i, gönderdi yardım için.
Müminlerin kuvveti azalınca daha da,
Gönderdi Ebu Zer’le, Hazret-i Talha’yı da.
Görünce daha sonra şehid düşen erleri,
Gönderdi cenk yerine, Osman ile Ömer’i.
En son, Resulullahın mübarek çadırında,
Hazret-i Ebu Bekir kaldı bir tek yanında.
O dahi harbe girip, savaşmak istiyordu.
Ve lakin Resulullah, müsade etmiyordu.
En şiddetli haliyle devam ederken savaş,
Hazret-i Ebu Bekr’i, sardı birden bir telaş.
Ve sabırsızlanarak yerinde için için,
Fırladı biraz sonra, savaşa girmek için.
Ve lakin Resulullah, tutarak eteğinden,
Savaşa girmesine mani oldu ve hemen,
Buyurdu: (Ya Eba Bekr, şunu bil ki evvela,
Kalbime, vücuduma gelen her dert ve bela,
Hafifliyor, görmekle senin hoş cemalini.
Sen de harbe girip de, yalnız bırakma beni.)
Hem Abdullah bin Mes’ud adındaki sahabi,
Anlatır yine aynen, yukarıdaki gibi:
Ramazan-ı şerifin onyedinci gününde,
Hazır bulunuyorduk, meşhur Bedir harbinde.
Yoktu ordu içinde, benden zayıf mücahid,
Lakin ben öldürmüştüm, Ebu Cehl’i o vakit.
Geldik karşı karşıya kâfirlerle biz o gün.
Hazret-i Ebu Bekir, yanındaydı Resul'ün.
Oğlu, henüz islamla olmamıştı müşerref.
Düşman cephesindeydi bu sebepten malesef.
Görür görmez oğlunu, kâfirler arasında,
Hem de küffarın başı, Ebu Cehl’in yanında,
Sıddıklık damarları kabararak o saat,
Öldürmeyi istedi, oğlunu kendi bizzat.
Dedi: (Ya Resulallah, izin verin, gideyim.
Oğlumu, elim ile öldürüp de geleyim.)
Buyurdu: (Ya Eba Bekr, harbe girmemelisin.
Bilmez misin sen bana, kulak ve göz gibisin.)
. Yol gösterdi onlara
Resulullah, göçünce ahiret âlemine,
İnanmadı Sahabe, Resul'ün öldüğüne.
Ehl-i beyt ve Sahabe, başladı ağlamaya.
O günkü üzüntüyü, güç yetmez anlatmaya.
Aişe-i Sıddıka ve ezvac-ı tahirat,
Ağlayınca, bir anda şaşırdı cümle Eshap.
Ve ne olduklarını, hiç fark edemediler.
Hepsi, beyinlerinden vurulmuşa döndüler.
Kimi konuşamadı, aklı gitti kiminin.
O günkü üzüntüsü, sonsuzdu her birinin.
Ali bin ebi Talip, duyunca bunu hatta,
Hareket edemeyip, ölü oldu adeta.
Hazret-i Osman dahi, konuşamadı o an.
Hazret-i Ömer’in de, aklı gitti başından.
Kılıcını çekerek, dedi: (Dinleyin beni!
Keserim şu kılıçla, Resul öldü diyeni.)
Eshap bu halde iken, şaşkın ve müteessir,
Yetişti Hızır gibi, Hazret-i Ebu Bekir.
Sevgili Peygamberin, evine koştu hemen,
Örtüsünü kaldırıp, öptü aln-ı pakinden.
Anlayınca Resul'ün dünyadan göçtüğünü,
Ağlayıp, nur yüzüne sürdü yüz ve gözünü.
Ve gördü ki, Resul'ün, o mübarek cemali,
Çok latif ve parlıyor, nur saçan ay misali.
Dedi ki: (Anam babam, yoluna olsun feda.
Sanki hayatın gibi, ne hoştur mematın da.)
Sonra çıktı dışarı Resul'ün hanesinden.
Ve doğruca, mescid-i Nebi’ye geldi hemen.
Gördü ki, Sahabenin hepsi şaşkın ve bitkin.
Kimi konuşamıyor, aklı gitmiş kiminin.
Sahabe-i kiramın, geçip aralarından,
Bir sükunet içinde, minbere çıktı o an.
Bir konuşma yaparak bütün müslümanlara,
Herkes şaşırmış iken, yol gösterdi onlara.
Dedi: (Ey müslümanlar, Peygamber Efendimiz,
Şu an vefat etmiştir, bunu böyle biliniz!
Eğer tapıyorsanız Hazret-i Muhammede,
O da, her fani gibi, göç etti ahirete.
Eğer Hak teâlâya tapınıyor iseniz,
O, sonsuz hayattadır, hiç ölmez, bilesiniz!)
Onun bu sözleriyle, Eshap geldi kendine.
İnandılar Resul'ün vefat eylediğine.
Hazret-i Ebu Bekir, sonra da Al-i İmran,
Suresinden bir âyet okuyuverdi o an.
Rabbimiz buyurdu ki mealen bu âyette:
(Muhammed de, Allah’ın Resulüdür elbette.
Çok Resuller gelmiştir ondan önce de elbet.
O dahi, onlar gibi ölecektir akıbet.)
. Bu seferden vazgeçmem
Dünyadan ahirete göçmesiyle Resul'ün,
Halife seçilmesi, icab etti aynı gün.
Ve lakin bir tereddüt oldu ki o arada:
Halife, bir mi olsun, iki mi olsun ya da?
Bir başka tereddüt de, şu idi ki: Halife,
Ensardan mı seçilsin, Muhacirden mi? diye.
Bu iki meselede, Eshap kararsız iken,
Hazret-i Ebu Bekir, ortaya çıktı birden.
Dedi: (Ey müslümanlar, hamdolsun Rabbimize,
Ki, hidayet yolunu, gösterdi hepimize.
Şimdi görüyorum ki, tereddüt edersiniz.
Halife, bir mi olsun, ya iki mi? dersiniz.
Şunu iyi bilin ki, olmaz iki halife.
Bana soruyorsanız, karşıyım bu teklife.
Bir hanenin içinde, iki hane sahibi,
Bir kında, iki kılıç bulunmadığı gibi.
Yine ben işittim ki Resul'ün kendisinden:
(Halife, olmalıdır Kureyş kabilesinden.)
Cümle Eshap dinleyip, onu tasdik ettiler.
Onun dediği gibi, hal yoluna gittiler.
Yine Resul, dünyaya etmeden henüz veda,
Hazret-i Üsame’yi, göndermişti cihada.
Lakin islam ordusu, çıkmadan Medine’den,
Allah’ın Sevgilisi, göç etti bu âlemden.
Bir tereddüt geldi ki yine her sahabiye:
Gidelim mi, veyahut dönelim mi geriye?
Zira Resulullahın, vefatıyla beraber,
Rücu etti islamdan bir kısım kabileler.
Çok yerde, karışıklık baş gösterdi o ara.
Fırsat oldu bu durum, cümle münafıklara.
Saldırmak istediler, müminlere her yerden.
Eshabın tereddüdü olmuştu bu sebepten.
Muhacirin ve Ensar, dediler ki ekseri:
(İptal etsin Üsame, gideceği seferi.
Zira biz gönderirsek orduyu uzaklara,
Saldırır münafıklar, gelip müslümanlara.)
Lakin Hazret-i Sıddık, Hızır gibi yetişip,
Hitab etti Eshaba, bir hutbe irad edip.
Dedi: (Ey müslümanlar, bilin ki şunu iyi,
Dağdan kurtlar inerek, yiyecek olsa bizi,
Yine Resulullaha tam uyabilmek için,
Vazgeçmem bu seferden, doğrusu budur işin.)
Daha sonra dönerek Hazret-i Üsame’ye,
Buyurdu: (Devam edin, yarım kalan sefere!)
Buna vakıf olunca kâfir ve münafıklar,
İslamın bu gücünden, korkuya kapıldılar.
Dediler: (Müminlerin, ne büyük ki ordusu,
Bir kısmı, uzaklara gitti, hayret doğrusu.)
. Ay ve güneş misali
Peygamber-i zişanla, Hazret-i Ebu Bekir,
Birlikte, Medine’ye hicret eylemişlerdir.
Medine’ye varmadan, bir mahale geldiler.
Bir hurmalık içinde, oturup dinlendiler.
Bu haber, Medine’de, ulaşınca millete,
Halk, sevinçle koşarak, geldiler ziyarete.
(Güneş) ve (Ay) misali, iki kişi gördüler.
Hangisi Peygamberdir? ayırt edemediler.
Hazret-i Ebu Bekir, halkı karşılıyordu.
Onlarla konuşuyor ve hizmet ediyordu.
Allah’ın Sevgilisi Hazret-i Peygamber de,
Sessiz ve vakar ile, otururdu o yerde.
Az sonra güneş çıkıp, yükselince nihayet,
Isı ve harareti, fazlalaştı be gayet.
Hazret-i Ebu Bekir, ridasını, üstünden,
Çıkarıp, o Resul'e gölgelik yaptı hemen.
Ziyarete gelenler, görünce böyle onu,
Bildiler, Peygamberin hangisi olduğunu.
Yine bir gün Cibril'i, Hira’da, ilk olarak,
Görünce, ürpermişti elinde olmayarak.
Ayrılıp, aceleyle, şehre indi o yerden.
Hazret-i Hatice’nin yanına geldi hemen.
Dedi ki: (Ebu Bekr’i, çağır da bir aralık,
Bulayım onun ile bir sükunet, rahatlık.)
Hazret-i Ebu Bekir, hiç vakit geçirmeden,
Gelip sual edince, halini o Resul'den,
Buyurdu: (Ya Eba Bekr, bugün Hira dağında,
Bir kimseyi gördüm ki, tam ibadet anında,
Gayet heybetli olup, havada duruyordu.
Kırmızı yakuttan bir tahtta oturuyordu.
Melek miydi, cin miydi, birşey anlayamadım.
Korkup, Hatice ile, sana haber yolladım.)
Hazret-i Ebu Bekir, dedi ki cevabında:
(Yarın Hatice’yi de, götürüver yanında.
O şahıs yine sana görünürse, o zaman,
Hatice’ye söyle de, başını açsın o an.
Hatice’nin saçına, bakar ise o eğer,
Bil ki, lain şeytandır, ona hiç verme değer.
Yok eğer bakmaz ise, o zaman mübarektir.
Cebrail ismindeki, çok ulu bir melektir.)
Böylece ertesi gün, o Server-i enbiya,
Hazret-i Hatice’yi, alıp gitti Hira’ya.
Yine taht üzerinde, görününce o birden,
Hatice validemiz, başını açtı hemen.
O, başını çevirip bakmayınca, bildi ki,
Gördüğü, şeytan değil, melektir elbette ki.
Hazret-i Ebu Bekr’in ikaziyle, o gece,
O Server, endişeden halas oldu böylece.
. Hikmeti ne imiş?
Peygamber Efendimiz, hadis-i şerifinde,
Buyurdu ki: (Kıyamet günü eriştiğinde,
Dirilmeleri için, tekrar her bir ölünün,
Hazret-i İsrafil’e, emreder Allah o gün.
En büyük dört melekten birisi, bu melektir,
Sur’a üfürmek için, emir beklemektedir.
O, Sur’a üfürünce, ruhlar, onun içinden,
Çıkıp, bedenlerine girerler hepsi birden.
Parça parça olsa da bir beden o gün hatta,
Bir parçası şarkta ve birisi olsa garpta,
Hak teâlâ emriyle, ruh gelip bulur onu.
Ve şaşırmaz hiçbir ruh, bedeninin yolunu.
Ruhlar, tek tek çıksa da Sur’a üfürülünce,
Sadece Ebu Bekr’in ruhu çıkmaz hemence.
O zaman, (Sur içinde bir ruh kaldı) diyerek,
Hemen ikinci defa, üfürür Sur’a melek.
Yine de çıkmayınca, Hak teâlâ o saat,
Şöyle hitap buyurur o ruha kendi bizzat:
(Ey mutmain olan nefs, sen Rab’den, Rabbin senden,
Razı olduğu halde, çık, Rabbine dön hemen!)
Gelince kendisine, bu hitab-ı ilahi,
O zaman Sur içinden, çıkıverir o dahi.
O gün Arş-ı a’laya, üç adet kürsi gelir.
Habib, Halil ve Sıddık oraya getirilir.
Konulur o kürsiler, sağa, sola, ortaya.
Şöyle emir buyurur o zaman Hak teâlâ:
(Halilim İbrahim’i, oturtun sağdakine.
Getirin Cenneti de, Arş’ın sağ canibine.
Hem otursun Habibim solda duran tahtında.
Tutun Cehennemi de, Arş’ın sol tarafında.)
Ortadaki kürsiye, oturur Ebu Bekir,
Bu hal, melaikeye şaşkınlık, hayret verir.
Derler ki: (Ey Rabbimiz, bilmeyiz hikmetini.
Sen, Cennet tarafına gönderdin Halilini.
Halbuki Habibini, biz üstün bilirdik hep.
Onu, Nar’ın yanına gönderdin, neden acep?)
Buyurur: (Halilimdir İbrahim ey melekler!
Benim her isteğimi, o yapar, ifa eder.
Ve lakin Habibimdir Muhammed ta ezelden.
Onun her isteğini, yaparım elbette ben.
Arş’ın sağ tarafında bulunsun ki İbrahim,
Ümmet-i Muhammed’den, benim af ettiklerim,
Cennete girerlerken her biri birer birer,
Halilim İbrahim’i, görüp öyle gireler.
Habibim bulunsun ki Cehennemin yanında,
Ateşe girenleri görür görmez, anında,
Tutarak, Cehennemden kurtarsın onu hemen.
Orada durmasının hikmeti budur zaten.)
. Ay’dan parlak göründü
Aişe-i Sıddıka, şöyle rivayet eder:
Bir gece, benim ile otururdu o Server.
Başını, kucağıma koyuverdi bir ara.
Ben (Ay)a bakıyordum, o ise (Yıldızlar)a.
Resul'ün nur cemali, dolunaya nazaran,
Daha parlak ve nurlu göründü bana o an.
Duygulanıp, ağladım gözyaşıyla o anda.
Damladı nur yüzüne, hatta iki damla da.
Benim ağladığımı, o Server farkedince,
Buyurdu ki: (Ne için ağlarsın ya Aişe?)
Dedim: (Ya Resulallah, Ay’a baktım ve lakin.
Daha parlak göründü bana senin cemalin.
Kıyamette, yüzünü göremeyecek olan,
Kimseleri düşünüp, ağlıyorum ben şu an.)
O zaman buyurdu ki: (Evet, doğru diyorsun.
Ve lakin bu hususta, ne için şaşıyorsun?
Zira ay ve güneşin nurunu da evvela,
Yine benim nur'umdan yarattı Hak teâlâ.
Gördüğün bu yıldızlar, yer ve gök, bu kainat,
Nur'umdan yaratıldı, hatta bütün mahlukat.)
Ben sual eyledim ki: (Ya Resul-i mücteba!
Sen neden yıldızlara bakıyorsun acaba?)
Buyurdu: (Ya Aişe, biri var ki Eshaptan,
Onun ibadetleri, göke çıkar her zaman.
Lakin öyle çoktur ki onun iyilikleri,
Yıldızlar adedince, yükselir ecirleri.
Yıldızlara bakarak, bunu düşünüyordum.
Sayılarını, ancak Allah bilir diyordum.)
Peygamber o kimseyi, böyle çok methedince,
Ben, (babam) olduğunu, tahmin ettim hemence.
Yine de, kendisinden sordum ki: (Kimdir bu zat?)
(Ömer'dir) buyurunca, hayret ettim o saat.
Sonra devam ederek, buyurdu ki: (Ömer'in,
Kazandığı sevaplar bu kadar çoktur, lakin,
Bir kıyas edilirse, babanın sevabiyle,
Bir deryaya nazaran, değildir damla bile.)
Böyle çok kıymetlidir her sahabi de hatta.
Şöyle buyurmuşlardır çok âlimler bu babta:
Bilal-i Habeşi’yi, anlatabilmek için,
Asla gücü takati, yetmez hiçbir kişinin.
Nitekim Resulullah, buyurdu ki: Mirac'da,
Hazret-i Cibril ile bulunurduk biz Arş'da.
Birden nalin sesleri işitip, merak ettim.
Ve hemen Cebrail'e, (Bu sesler nedir?) dedim.
Dedi: (Ya Resulallah, Bilal, sabah erkenden,
Hanesinden çıkarak, mescide gider iken,
Çıkardığı seslerdir giydiği nalinlerin.)
Bundan anlamalıdır kıymetini Bilal'in
. Karınca dile geldi
Vakta ki o Resul'e, indi Furkan suresi,
Hatta altmışüçüncü âyet-i kerimesi,
Sahabe-i kirama okudu bunu hemen.
Şöyle buyurulmuştu, bu âyette mealen:
(Onun öyle kulları vardır ki yeryüzünde,
Vakar ve tevazuyla yürürler yer üstünde.)
Hazret-i Ebu Bekir, o günden itibaren,
Önüne bakardı hep, sokaklarda yürürken.
Derdi ki: Ezmeyeyim, hiçbir küçük canlıyı,
Bir gün yolda giderken, gördü bir karıncayı.
Onu ezmemek için, bilhassa durdu hemen.
O anda biri geldi yanına Sahabeden.
Onunla konuşurken, unuttu karıncayı,
Ezip, ta yüreğinde hissetti bu acıyı.
Onu öldürdüğüne, pek fazla üzülerek,
Başladı düşünmeye, ben ne yaptım! diyerek.
O anda, karıncayı diriltti Hak teâlâ.
Dile gelip, Sıddık’a, şöyle dedi evvela:
(Ya Eba Bekr, üzülme, bilmeden ezdin beni.
Hak teâlâ affeder böyle hata edeni.
Hem de sen üzülünce haddinden fazla buna,
Seni teselli için, can verdi Allah bana.
Senin ile konuşmak, benim için ne şeref.
Çok şükür, bu nimetle ben de oldum müşerref.)
Enes bin Malik dahi, der ki: Resul, ekseri,
Bize hep methederdi, Hazret-i Ebu Bekr’i.
Vakta ki Resulullah, bu dünyadan göçünce,
Bir defa, kendisini rüyada gördüm gece.
Bir tabak hurma vardı önünde o Server'in.
Dedim: (O hurmalardan, bana da ihsan edin.)
Bana, bir hurma verdi, ben yine ettim talep.
Bir daha verdiyse de, ben istedim yine hep.
Ben böyle istedikçe, o, tek tek veriyordu.
Böylece hurmaların sayısı (dokuz) oldu.
O esnada, Bilal’in ezanını duyunca,
Uyandım ve mescide koşup gittim doğruca.
Hazret-i Ebu Bekir yapıyordu imamlık.
Sonra, herkes çıkınca, ikimiz yalnız kaldık.
Dikkat ettim, önünde bir tabak duruyordu.
Hem aynı tabak olup, içi hurma doluydu.
Rüyayı hatırlayıp, ondan hurma istedim.
O, bir tane verince, ben yine talep ettim.
Resul-i ekrem gibi, o da, istedikçe ben,
Hurmadan birer birer verirdi bana aynen.
(Dokuz) adet olunca, istedim ben bir daha.
Vermeyip, bunda dahi uydu Resulullaha.
Buyurdu ki: (Rüyada, sana Resul-i zişan,
Bundan fazla verdiyse, vereyim ben de şu an.)
. Niçin üzülüyorsun?
Hatice validemiz, Resulle sözlü iken,
Şöyle haber gönderdi kendisine gizliden:
(Etraftan diyorlar ki, sen bu zenginliğinle,
Nasıl evleniyorsun, öyle fakir biriyle?
Bu dedikoduları, etmek için bertaraf,
Çeyiz diye, az bir şey gönder de, olmasın laf.
Ben, o gelen şeyleri, çoğaltıp bendekiyle,
Herkese gösteririm, senden gelen mal diye.)
Peygamber Efendimiz, alınca bu haberi,
Bu dedikodulardan, mahzun oldu kalpleri.
Zira göndermek için, Hazret-i Hatice’ye,
Hiç de malik değildi, az bile bir akçeye.
Kimden ödünç alayım? diye düşünür iken,
Hazret-i Ebu Bekir aklına geldi birden.
Ve onun dükkanına yürüdü bir an önce.
Kapıda karşıladı, o, Resulü görünce.
Ve şöyle arz etti ki: (Bir şey mi üzdü sizi?
Düşünceli görürüm zira hazretinizi.)
Buyurdu: (Ya Eba Bekr, bugün ben Hatice’ye,
Göndermem gerekiyor birşeyler çeyiz diye.)
O dedi: (Bu iş kolay, niçin üzülüyorsun?
Benim ne malım varsa, yoluna feda olsun.
Az önce haber aldım, bir kervanım gelecek,
Şam’a göndermiş idim, şimdi şehre girecek.
Tam yetmiş deve olup, yüklüdür çok mal ile.
O kervan sizin olsun, hem bütün mallariyle.
Kervanı, Hatice’ye gönder çeyiz olarak.
Yeter ki kalbinize, toz konmasın en ufak.)
O esnada, kervan da göründü uzaklardan.
Dedi: (Bakın göründü, geliyor işte kervan.)
Durdurdu daha sonra, o gelen kervanını.
Ve ipek kumaşlarla, donattı her yanını.
Hem görmeleri için, bunu cümle halkın da,
Dolaştırdı kervanı, Mekke sokaklarında.
Mekke halkı görünce, yetmiş yüklü deveyi,
Dediler: (Hiç görmedik, böyle çok hediyeyi.)
Nihayet geldi kervan Hatice’nin evine.
Onu kıskananların, ateş düştü kalbine.
Böylece, sayesinde Hazret-i Ebu Bekr’in,
Rahatladı kalpleri, Hazret-i Peygamberin.
Hazret-i Ömer dahi, ediyor ki rivayet:
Hazret-i Ebu Bekr’i, bir gün ettim ziyaret.
Tutmuş ovalıyordu, bir eliyle dilini,
Sual ettim kendinden bu işin hikmetini.
Dilini göstererek, dedi ki: (Ey kardeşim!
Beni, çok zararlara uğrattı işbu dilim.)
Hazret-i Ebu Bekir, bilhassa bundan sebep,
Bir taş bulundururdu dilinin altında hep.
. Gözyaşı cevher oldu
Hazret-i Ebu Bekr’e, biri gelip bir zaman,
Dedi: (Onbin akçeye, ihtiyacım var şu an.)
Hazret-i Ebu Bekir, buyurdu ki: (Kardeşim!
Dağıttım servetimi, kalmadı hiçbir şeyim.)
Dedi: (Yok senden gayri gideceğim bir kişi.
Sen bir himmet edersen, halledersin bu işi.)
Fakire şefkatinden, gitti bir yahudiye.
Söyledi: (Onbin akçe, bana ödünç ver!) diye.
O dedi: (Üç gün için veririm bunu ancak.
Lakin ödeyemezsen, o zaman ne olacak?)
Buyurdu: (Ödemezsem dediğim gün ve saat,
Sana köle olurum, ya çalıştır, ya da sat.)
Aldı ondan parayı, verdi fakir kimseye.
(Nasıl öderim?) diye, başladı düşünmeye.
Üç gün sonra, mecburen dedi ki: (Ne yapayım.
Gidip o yahudiye, bari köle olayım.)
Çok ağladı Aişe, bunun üzüntüsünden.
Ve bir damla gözyaşı, yuvarlandı gözünden.
Hazret-i Aişe’nin, o gözyaşı damlası,
Kudret-i ilahiyle, oldu cevher tanesi.
Bunu görüp, hemence seğirtti pederine.
O cevher tanesini, verip hemen eline,
Dedi ki: (Babacığım, bu cevheri götür sat.
O borcunu ödeyip, kendini eyle azad.)
O, çarşıya giderken, elinde cevher ile,
Emretti Hak teâlâ o anda Cebrail’e.
Buyurdu ki: (Ey Cibril, gir Cennete tezinden.
Onbin altın alarak, kudret hazinesinden,
Nurdan tabak içine koyup o altınları,
Yetiş Ebu Bekir’e, etmeden yolu yarı.
Elindeki cevheri, satın al bunlar ile.
Sıddık’ım, bunun için yorulmasın nafile.)
Girdi insan şekline Cibril aleyhisselam,
Hazret-i Ebu Bekr’e, yetişip verdi selam.
Dedi ki: (Satıyorsan, alırım o cevheri.
Takriben onbin altın, eder bunun değeri.)
O da, (Olur) diyerek Cibril’in teklifine,
Geldi o altınlarla, yahudinin evine.
Borcunu eda edip, ferahladı be gayet.
Yahudi, altınları görünce etti hayret.
Zira benzemiyordu, dünya altınlarına,
Baktı, yazı yazılmış ön ve arkalarına.
İhlas-ı şerif ile, kelime-i tevhidi,
Görünce, birden bire duygulandı yahudi.
Dedi ki: (Ya Eba Bekr, gerçeği gördüm şu an.
Ne yapmam gerekiyor olmak için müslüman?)
Şehadeti getirip, iman etti sonunda.
O onbin altını da, verdi Allah yolunda.
. Müjdeler olsun sana
Peygamber Efendimiz, bir sabah namazını,
Sahabeye kıldırıp, yapınca duasını,
Adetleri icabı, selamdan sonra yine,
Döndürmüştü yüzünü, Sahabe-i güzine.
Nur saçan cemalini görünce, Eshabın hep,
Kalpleri, sürur ile doluyordu lebalep.
O sabah, Resulullah sual etti Eshaba:
(Kardeşim Ebu Bekir, nerededir acaba?)
Duyuldu arkalardan cevabı Ebu Bekr’in:
(Buyur ya Resulallah, buradayım, emredin!)
Çağırdı Resulullah, onu huzurlarına.
Ve (Az önce nerdeydin?) diyerek sordu ona.
Dedi: (Ya Resulallah, ön safların birinde,
Yetişmiştim namaza, iftitah tekbirinde.
Ve lakin abdestimden, bir an şüphelenerek,
Tazelemek istedim, ilk rekat bitene dek.
Başladığınız anda Fatiha okumaya,
Ben dışarı yöneldim, tekrar abdest almaya.
Tam çıkıyor idim ki, bir nida duydum o an.
Baktım, içi su dolu, kap asılmış yukardan.
Dikkat ettim, beyaz bir mendil vardı üstünde,
Üstelik benim ismim var idi üst yüzünde.
O kaptaki su ile, bir abdest aldım, fakat,
Dünya suyu değildi, sanki bir ab-ı hayat.
Rengi, kardan ak idi, kokusu miskten güzel.
Görmedim ben ömrümde böyle su, daha evvel.
Velhasıl abdestimi alır almaz o kaptan,
Bir de baktım, bir anda, kap kayboldu ortadan.
İlk kıyamda durmanız, uzadı sizin ise.
Koşarak, ilk rekatta yetiştim tekrar size.)
Resulullah buyurdu: (Ya Eba Bekr kardeşim!
Dinle ki, ben de sana, bir müjde vereceğim.
Şöyle ki, okumamı bitirip ilk kıyamda,
Rüku’a gitmek için, eğileceğim anda,
İki dizim tutuldu, eğilmedi hem belim,
Bir müddet öyle kalıp, rüku’a gidemedim.
Sen abdestini alıp, bitirinceye kadar,
Bu, gayr-i ihtiyari, devam etti bu karar.
Vakta ki sen abdesti bitirip, girdin safa,
Bükebildim belimi rüku’ için bu defa.
O suyu, bir Cennetten, getirmişti Cebrail.
Ta ki sen, abdestini alasın hemen acil.
Mikail örtmüş idi mendili üzerine.
Ta ki vakıf olasın, kendi faziletine.
Benim dizlerimi de, İsrafil tuttu hatta.
Ta ki sen yetişesin namaza ilk rekatta.
Rabbimin ikramıydı, bunlar hep senin için.
Müjdeler olsun sana, ey mübarek kardeşim!)
. Haram korkusu
Hazret-i Ebu Bekr’in bir hizmetçisi vardı.
Her günkü yemeğini, o alıp hazırlardı.
Yine de soruyordu, her gün o hizmetçiye:
(Bu yemeği, nereden tedarik ettin?) diye.
Bunları, ince ince sorar ve incelerdi.
Helalden olduğunu öğrenip, sonra yerdi.
Buna rağmen bir akşam, getirdiği yemekten,
Bir lokma yemişti ki bir şey sual etmeden,
Arz etti hizmetçisi: (Hep sual ederdiniz.
Bugün, bir şey sormadan, hemen yiyiverdiniz.)
Buyurdu ki: (Haklısın, acıkmıştım bugün pek.
Öyleyse şimdi söyle, nerden geldi bu yemek?)
Dedi ki: (Cahiliye devrinde, bazı kere,
Raksedip oynar idim bir kısım kimselere.
Yine bir gün, bir yerde, raksedip oynamıştım.
Lakin karşılığında, bir şey alamamıştım.
Bugün, o kimselerden, gidip aldım paramı.
İşte o para ile, getirdim bu taamı.)
Hazret-i Ebu Bekir, duyunca bunu ondan,
Elindeki lokmayı, bıraktı hemen o an.
Hatta üzüntüsünden, başladı ağlamaya.
Gözlerinden sel gibi, başladı yaş akmaya.
Ve derhal boğazına sokarak parmağını,
Çıkardı o yediği lokmanın tamamını.
Öyle zahmet çekti ki lokmayı çıkarırken,
Ölecek zannettiler kendisini bu yüzden.
Dediler ki: (Bir lokma yemektir bu nihayet.
Değer mi bunun için çekersin bunca zahmet?)
Buyurdu: (Duymuştum ki, Resul'den ben bir kere:
Cennet haram kılındı, haramdan yiyenlere.
Bu yüzden çok uğraştım, lokmayı çıkarmaya.
Bunu, tercih eyledim Cehennemde yanmaya.)
Sonra dedi: (Ya Rabbi, elimden budur gelen.
Sana sığınıyorum, kaldıysa bir zerreden.
Ya Rabbi, ben çok zayıf ve çok aciz bir kulum.
Cehennem ateşine, dayanmaz bu vücudum.)
Yine bir âlim zata, gelip bazı ahali,
Oturup, kendisine sordular şu suali:
(Hazret-i Ebu Bekir, din-i islam uğrunda,
Malının tamamını verdi Allah yolunda.
Hazret-i Ömer ise, yarısını vermiştir.
Böyle yapmalarında, acaba hikmet nedir?)
Cevaben buyurdu k: (Hazret-i Ebu Bekir,
Sıdk, yani sıddıklığı temsil eylemektedir.
Gereği de şudur ki zira sadık olmanın,
Tamamını vermektir, elinde olanların.
Hazret-i Ömer ise, adl’in temsilcisidir.
Onun için malının yarısını vermiştir.)
. Bir cahilin suali
Cabir bin Abdullah’tan edilir ki rivayet:
Bir bedevi gördüm ki, cahil idi begayet.
Aliyyül Mürteza’nın, gelerek huzuruna,
Devesinden indi ve bir sual sordu ona.
Dedi ki: (Ey Halife, ölünce Ebu Bekir,
Şimdi Cehennemde mi, yoksa Cennette midir?)
İmam bunu duyunca, beynine fırladı kan.
Lakin kastı yok idi, cahildi bunu soran.
Hemence buyurdu ki ona hazreti Ali:
Onun üstünlüğünü bilir cümle ahali.
Resul hayatta iken, hem vefatından sonra,
Cesaret edemedi, kimse bunu sormaya.
Bilmeyen kimse yokken, onun çok hasletini,
Sen, hiç işitmedin mi onlardan bir tekini?
O, her işte, her zaman, veziriydi Resul'ün,
Halifesi olmuştu, vefatında aynı gün.
Peygamber Efendimiz, bir ömrü süresinde,
Tutuyordu onu hep, baba mesabesinde.
Allah’ın Resulü’ne, hem manen, hem bedenen,
Daha çok yakın idi, o, cümle Sahabeden.
Hem Cennette yoktur ki bir karışlık yer bile,
Aydınlanmamış olsun, Sıddık’ın nuru ile.
Cennet ehli, çıkarıp başlarını köşklerden,
Bu nur’u merak edip, sorarlar meleklerden.
Derler ki: (Bu parlak nur, kime ait ki acep,
Her köşkte, her odada bulunur bu nurdan hep?)
Denir ki: (Ebu Bekr’in nurudur bu elbette.
Bu nurun girmediği, bir yer yoktur Cennette.)
Bir gün bana dedi ki: (Gözümün nuru benim!
Hayatımın sonuna yaklaştım zannederim.
Eğer vefat edersem, sen yıka cenazemi.
Sana ısmarlıyorum, techiz ve tekfinimi.
Beni tabuta koyup, al götür beni yine,
Ravda-i mübarekin, kapısının önüne.
De ki: (Ya Resulallah, kapıda Ebu Bekir,
İçeri girmek için, izin istemektedir.)
Kapı açılır ise eğer kendiliğinden,
Resul'ün arkasına, defnedin beni hemen.
Kapı, kendi kendine açılmaz ise eğer,
Baki kabristanına defnediniz bu sefer.)
Vasıyet mucibince, alarak tabutunu,
Ravda-i mübareke, götürdüm o gün onu.
Dedim: (Ya Resulallah, var ise eğer izin,
Ebu Bekir, kapıda, bekliyor girmek için.)
Açıldı o sırada kapı kendiliğinden.
O sırada hepimiz, bir ses duyduk gaipten.
Diyordu: (Kavuşturun Habibe Habibini.
Zira çok özlemiştir onlar birbirlerini.)
. Hazreti Ebu Bekr’in vefatı
Hazret-i Ebu Bekir, göçünce bu dünyadan,
Üzüntüye gark oldu, cümle Eshap o zaman.
Resul'ün vefatında olduğu gibi, yine,
Ağlama sesleriyle doldu bütün Medine.
Bu haber erişince Aliyyül Mürteza’ya,
(İnna lillah...) okuyup, başladı ağlamaya.
Techiz ve tekfinini, bizatihi yaparak,
Şöyle hitab eyledi, başında ağlayarak:
(Ya Eba Bekr, kavuştun sen ebedi âleme.
Lakin ayrılığınla, gark olduk biz eleme.
Sendin Resulullahın, en yakın arkadaşı.
Sendin Onun munisi, müşaviri, sırdaşı.
Sen oldun o Resul'ü ilk defa tasdik eden.
Sen oldun ilk müslüman olmakla şereflenen.
Herkesin imanından, kuvvetliydi imanın.
Sendin Resulullaha, herkesten daha yakın.
Resulullah, sana çok şefkatli davranırdı.
Hepimizden daha çok, seni aziz tutardı.
Hepimizin içinde, en fazla sen cömerttin.
Yaptığın hayırlarla, herkesten öne geçtin.
Her kimin derdi olsa, yetişirdin anında.
Hicrette sen bulundun Peygamberin yanında.
İyilik ve ahlakta ve vücut biçiminde,
Ona, en çok benzeyen, sendin Eshap içinde.
Söylerken herkes onun yalancı olduğunu,
Arslan gibi çıkarak, sen tasdik ettin onu.
Herkes kötü söylerken Allah’ın Habibine,
Sen ferahlatıyordun kalbini Onun yine.
Herkes yalanlıyorken hem onun miracını,
Yine sen tasdik edip, aldın (Sıddık) adını.
Öyle yakın idin ki Allah’ın Resulü’ne,
Seni teşbih ederdi, kulağıyla gözüne.
Herkes, Resulullaha ederken muhalefet,
Sen, mübarek kalbine verirdin yine kuvvet.
Bir arzusu olsaydı, gelirdi önce sana.
Hep sen çare bulurdun, cümle sıkıntısına.
Dinin ağır yükünü, çekmekten biz acizken,
Hepimizin yerine, bu yükü taşıdın sen.
Bil ki, çok acı oldu vefatın yeryüzünde.
Şefaat bekliyoruz, senden mahşer gününde.
Resul'ün vefatından sonra, hiçbir sahabi,
Görmedi böyle acı, senin vefatın gibi.
Kavuştuğun nimetler, sana afiyet olsun.
Rabbimiz, bizi senin yolunda bulundursun.)
Bu sözleri söylerken Allah Arslanı Ali,
Ağlayarak dinledi, onu cümle sahabi.
Konuşması bitince, hepsi tasdik ettiler.
(Ya Ali, dediklerin, hepsi doğru) dediler.
. Yeter ki siz emredin
Hatice validemiz, radıyallahü anha
Yok idi hatunlardan akıllı ondan daha.
Hem de çok güzel idi, onun hüsn-ü cemali.
Asil ve temiz olup, üstün idi her hali.
Malı dahi çok olup, zengindi o zamanlar.
Çok idi bu sebepten, ona talip olanlar.
Lakin o, hiçbirine etmedi muvafakat.
Duymadı hiçbirine, bir ilgi ve iltifat.
Çünkü rüya görmüştü bu hususta o önce.
Onun tecellisini, bekliyordu gün gece.
O Server’in hanımı olmakla şereflenmek
Arzusu, günden güne, şiddetleniyordu pek.
Bunu, Nefise hatun, sezip girdi araya,
Geldi bu niyet ile, Resul-i kibriyaya.
Dedi ki: (Zatınızı, evlenmekten men eden,
Bir mani varsa eğer, söyleyin bana lütfen.)
Buyurdu: (Maddi yönden, elimiz dar bu ara.
Yani yok elimizde, yeterli mal ve para.)
Nefise Hatun ise, dedi ki: (Ya Muhammed!
Mal ve cemal sahibi bir hatun ile şayet,
Evlenmek isterseniz, ben hazırım hizmete.
Yeter ki siz emredin, bu iş olur elbette.)
Buyurdu: (O dediğin, acep hangi hatundur?)
Dedi: (Hatice’dir ki, senin de malumundur.)
Ayrılıp buldu sonra, Hazret-i Hatice’yi.
Gidip, kendi evinde, verdi ona müjdeyi.
Varaka’yı çağırıp, Hatice hatun ise,
Olanları anlatıp, dedi: (Böyle hadise.)
Ayrıca, Resulullah Efendimize dahi,
Adam salıp, evine çağırdı bizatihi.
Gidip arzettiler ki huzur-u saadette:
(Bize teşrif ediniz, falan gün ve saatte.)
Bu davet karşısında, amcası Ebu Talip,
Ve sair akrabası, oldular çok muzdarip.
Zira Resulullahın, davete gitmek için,
Yok idi elbisesi, iç yüzü buydu işin.
Satın almaya dahi, yok idi paraları.
Çaresizlik içinde, düşünürken bunları,
Yetişti Hızır gibi, Hazret-i Ebu Bekir.
Dedi: (Üzülmenize, acaba sebep nedir?)
O Server, Ebu Bekr’e anlatınca durumu,
Dedi ki: (Sizi üzen hadise, bir tek bu mu?
Bu iş gayet kolaydır, üzülmeyin katiyen.
Yeter ki siz emredin, hallederim bunu ben.)
Bu sözlerden, o Server ferahladı bu kere.
Pek çok dua eyledi, Hazret-i Ebu Bekr’e.
Dedi ki: (Sen razı ol ya Rab Ebu Bekir’den.
Zira esirgemedi yardımını hiç benden.)
. İslamla şereflenmesi
Server-i kainata, gelince Peygamberlik,
Hatice validemiz, iman etti ona ilk.
Resul'ün tebliğine, hiç tereddüt etmeden,
(Peki!) deyip, imanla şereflendi ilk günden.
Abdest almasını da, öğrenip ondan bizzat,
Sonra namaz kıldılar birlikte, iki rekat.
Ondan sonra Resul'e, ilk önce iman eden,
Arkadaşı, Hazret-i Ebu Bekir’dir hemen.
O, bir rüya görmüştü, tam yirmi sene önce.
Gökten, dolunay inip, parçalandı hemence.
Evlerin üzerine düştü hem o parçalar.
Sonra, hepsi birleşip yükseldi göğe tekrar.
O sabah, heyecanla uyanıp çıktı evden.
Bir yahudi âlime, anlattı bunu hemen.
O dedi: (Bu, karışık rüyadır, tabir olmaz.)
Bu sefer Bahira’ya gitti ve eyledi arz.
O dedi ki: (Kureyş’ten, bir Peygamber çıkacak.
Onun hidayet nuru, her yere yayılacak.
Sen, onun hayatında, olacaksın veziri.
Vefatından sonra da, olursun halifesi.)
Sevinip, hayret etti onun bu tabirine.
Yirmi sene, bunu hiç anlatmadı birine.
Vakta ki Resulullah, tebliğ etti dinini.
Hatırladı hemen o rahibin dediğini.
Koşup geldi Resul'ün huzuruna anında.
Dedi: (Bir şey işittim, bugün senin hakkında.
Peygamber olduğunu dermişsin Kureyş’e sen.
Hemen koşup geldim ki, duyayım bizzat senden.
Lakin her Peygamberin, Peygamber olduğuna,
Delili vardır elbet, delilin nedir buna?)
Buyurdu ki: (Delilim şudur ki bunun için,
Sen, yirmi sene önce, bir rüya görmüş idin.
Bir yahudi âlime, rüyanı eyledin arz.
O dedi: Bu, karışık rüyadır, tabir olmaz.
Ayrılıp gittin hemen ve buldun Bahira’yı.
Ona tabir ettirdin, bu sefer o rüyayı.
O dedi ki: Kureyş’ten, bir Peygamber çıkacak.
Hidayetinin nuru, her yere yayılacak.
Sen, onun tabirine, çok hayret eylemiştin.
Ve bunu, yirmi yıldır, kimseye dememiştin.)
Hazret-i Ebu Bekir, sevindi buna gayet.
Hemen can-ü gönülden, getirdi bir şehadet.
Dedi: (Ya Resulallah, şehadet ederim ki,
Sen, Allah tarafından Resulsün elbette ki.
Senin Peygamberliğin, elbet hak ve doğrudur.
Nübüvvetinin nuru, bu cihanı doldurur.)
Böylelikle islamda, yetişkin kimselerden,
İlk imana gelmekle, o oldu şereflenen.
. Eziyet, işkence, zulüm
Bir gün yine müşrikler, gelip, Kâbe dibinde,
Atıp tutuyorlardı, Resulün aleyhinde.
Sonra Resulullah da, teşrif edince hemen,
Hayasızca, üstüne saldırdılar hep birden.
Ve hatta içlerinde, en azılı ve bedbaht,
Bir kâfir var idi ki, Ukbe bin ebi Muayt.
Peygamber-i zişanın, yapıştı yakasına.
Ve sıkmaya başladı, sanki boğarcasına.
Yetişti o esnada, Hazret-i Ebu Bekir.
Ve gördü ki, vaziyet gayet tehlikelidir.
Onu, bu kâfirlerden kurtarmak maksadiyle,
Daldı aralarına hemence can havliyle.
Dedi: (Rabbim Allah’tır diyeni, ey kâfirler!
Öldürecek misiniz, ama o bir peygamber.)
Onlar, Resulullahı bırakarak, bu kere,
Saldırıya geçtiler, Hazret-i Ebu Bekr’e.
Ayakkabılarıyla vurarak yüzüne hem,
Kan içinde bırakıp, verdiler büyük elem.
Tanınmayacak hale gelmişti ki mübarek,
Birden, Teym oğulları yetişti seğirterek.
Onu, o kâfirlerin alarak ellerinden,
Böylece kendisini kurtardılar ölümden.
Bir çarşafın içinde, evine götürdüler.
Eve vardıklarında, onu baygın gördüler.
Ancak akşama doğru, kendisine gelince,
(Resulullah nasıldır?) diye sordu ilk önce.
Validesi Ümmül Hayr, dedi ki: (Ey evladım!
Ne yemek istiyorsan, söyle, hazırlayalım.)
Lakin o, Peygamberi ediyordu çok merak.
Dedi: (Ümm-i Cemil’den, gidip sorun koşarak.)
Hemşiresi olurdu, o, Hazret-i Ömer’in.
Ona gitti annesi, bir bilgi almak için.
Meğerse Ümm-i Cemil, habersizmiş bu işten.
Öğrenince, Sıddık’ın, yanına koştu hemen.
Sordu Ümm-i Cemil’e, Hazret-i Ebu Bekir:
(Şu anda Resulullah, acaba ne haldedir?)
(Hayattadır) deyince, dedi: (Elhamdülillah!
Peki, şimdi ne yapar, nerdedir Resulullah?)
Ümm-i Cemil dedi ki: (Erkam’ın evindedir.
Şükür, hayatta olup, sıhhati yerindedir.)
Dedi: (Resulullahı, ben bizzat görmedikçe,
Ne yer, ne de içerim bunu öğrenmedikçe.)
Gece, herkes uyuyup, çekilince el ayak,
Onların yardımıyla, güçlükle doğrularak,
Yavaş yavaş yürüyüp, vardı Resulullaha.
Onu sıhhatte görüp, şükreyledi Allah’a.
Koklayıp öptü onu, sevgiyle sarılarak.
Kalbi, onu görünce, müsterih oldu ancak.
. Ebu Leheb ve karısı
Ukbe bin ebi Muayt ve bir de Ebu Leheb,
Bunlar, Resulullaha sıkıntı verirdi hep.
Hatta Resulullahın hanesi, o demlerde,
Bunların evlerinin arasındaydı hem de.
Bunlar, fırsat buldukça, eziyet yaparlardı.
Kapısının önüne, işkembe atarlardı.
Amcası Ebu Leheb, bununla yetinmeyip,
Ona taş atıyordu, komşu eve gizlenip.
Karısı Ümm-i Cemil, kalmazdı ondan geri.
O da, öte beriden toplayıp dikenleri,
Geçeceği yollara dökerdi onları hep.
Ki, Allah’ın Resul'ü incinsin bundan sebep.
İşte Ebu Leheb’le, karısı Ümm-i Cemil,
Böyle yaptıklarından, oldular hor ve zelil.
Zira Tebbet suresi inince haklarında,
Daha da kudurdular bu düşmanlıklarında.
Karısı, işitince bu vahyin indiğini,
Aramaya başladı Allah’ın Habibini.
Kâbe’de olduğunu, birisinden duyarak,
Yürüdü o tarafa, hiddetten kudurarak.
Sonra yerden eline, alarak koca bir taş,
Resul'ün arkasından, yürüdü yavaş yavaş.
Hazret-i Ebu Bekir, Resul'ün huzurunda,
Bulunup, sohbetini dinliyordu o anda.
Bir ara fark etti ki Hazret-i Ebu Bekir,
Ümm-i Cemil, elinde, taş ile gelmektedir.
Heyecana kapılıp, dedi: (Ya Resulallah!
Bu size, bir fenalık yapabilir mazallah.
Hemen gizlenseniz de bir köşeye siz şu an,
Kurtulsanız bu melun kadının zararından.)
Ve lakin Resulullah, gizlemedi kendini.
Buyurdu ki: (Korkma sen, göremez hiç o beni.)
Nitekim ona gelip, sordu ki bedbaht kadın:
(Az önce buradaydı, ne oldu arkadaşın?
Duydum ki hicv eylemiş, o, kocamı ve beni.
O şairse, biz dahi şairleriz, ne yani?
Onun Nübüvvetini, biz kabul etmiyoruz.
Getirdiği dini de, asla istemiyoruz.
Yemin ediyorum ki, görseydim onu eğer,
Şu taşı, kafasına vuracaktım bu sefer.)
Ona dönüp dedi ki, Hazret-i Ebu Bekir:
(O, şair değil asla, o size Peygamberdir.)
Bir şey yapamamanın ateşiyle yanarak,
Çekilip gitti sonra, oradan ayrılarak.
Hazret-i Ebu Bekir, arz etti ki Resul'e:
(Nasıl oldu, o kadın görmedi sizi böyle?)
Buyurdu: (O, kör oldu yalnız benim hakkımda.
Artık beni göremez, olsa da yakınımda.)
. Birden kuma gömüldü
Hicrette, o Resul'le, Hazret-i Ebu Bekr’i,
Asla bulamayınca o Kureyş kâfirleri,
Çaresizlik içinde, bir yerde toplandılar.
Görüşüp, bu hususta, yeni karar aldılar.
Dediler ki: (Onları, kim nerede görürse,
Ve hemen yakalayıp, acilen öldürürse,
Yahut esir alırsa diri yakalayarak,
Yüz deve alacaktır, o mükafat olarak.)
Süraka bin Malik de, duydu bu yüz deveyi.
Düşündü: Yüz deveye, malik olmak ne iyi.
O böyle düşünürken, biri tutup kolundan,
Dedi ki: (İki kişi, gider sahil yolundan.
Halen falan tepeye, belki erişmişlerdir.
Zannederim gidenler, aranan kişilerdir.)
Bindi hemen atına, bir anda uzaklaştı.
Az sonra, Resul ile Ebu Bekr’e yaklaştı.
Hücum edecekti ki arkadan o Server’e,
Atı tökezlenerek, aniden düştü yere.
Yüz devenin hırsıyla, tekrar bindi atına.
Bundan ibret almayı, getirmedi aklına.
Yaklaştı tekrar yine, Sıddık'la Peygambere.
Bu hal, çok korku verdi Hazret-i Ebu Bekr’e.
Dedi: (Ya Resulallah, düşman geldi arkadan.
Korkarım hazretine bir zarar gelir ondan.)
Buyurdu ki: (Düşmandan korkma ya Eba Bekir!
Zira Dost, her saniye bizimle beraberdir.)
Sonra dua buyurdu: (Ya ilahel âlemin!
Süraka’nın şerrinden, sen bizi eyle emin.)
O anda Süraka da, yaklaşmıştı ki, birden,
Atının ayakları, kuma battı aniden.
O zaman vakıf oldu işin hakikatine.
Yalvardı can havliyle, Allah’ın Habibine.
Dedi: (Şimdi inandım, sen, elbet Peygambersin.
Beni bu felaketten, sen kurtarabilirsin.)
O zaman Resulullah, eyledi şu duayı:
(Ya Rab, doğru diyorsa, halas et Süraka’yı.)
Bir anda kurtularak, çıktı kumun içinden.
Ve yanında ne varsa, Resul'e verdi hemen.
Lakin kabul etmeyip, buyurdular ki ona:
(İhtiyacım yok benim asla senin malına.
İstediğim şudur ki, gizleyesin yerimi.
Kimseye demiyesin, bu yoldan gittiğimi.)
Süraka (Peki!) deyip, döndü hemen geriye.
Aynı yoldan giderken, rastladı çok kimseye.
Derdi ki: (Buralarda, onları çok aradım.
Nam ve nişanlarının izine rastlamadım.)
Onlar dahi, (Süraka doğru söylüyor) diye,
Atlarını çevirip, dönerlerdi geriye
. Bedir savaşı
Onyedinci günüydü Ramazan-ı şerifin.
Ve henüz ilk günüydü, meşhur Bedir cengi'nin.
O Server, Eshabını namaza kaldırdılar.
Ve sabah namazını, cemaatle kıldılar.
Sonra da Eshabına, Cihad ile Şehidlik,
Hakkında hitab edip, savaşa etti teşvik.
Biraz sonra, tarihin en mühim, en amansız,
Ve en büyük savaşı olacaktı hilafsız.
Bir yanda Fahr-i âlem, Allah’ın Sevgilisi,
Ve yanında, bir avuç şerefli sahabisi.
Hepsi, can ve başını koyarak orta yere,
Resul'ün aşkı için, gelmişlerdi Bedir’e.
Öbür tarafta ise, Allah’ı inkâr eden,
Ve Onun Habibini, yok etmeyi dileyen,
Azgın, taşkın, inatçı, kâfir güruhu vardı.
İki ordu, Bedir’de, karşılaşacaklardı.
O kâfir sürüsünün içinde, hem de o gün,
Akrabaları vardı, Allah’ın Resulünün.
Kâfirler bin kişiydi, üçyüzbeş ere karşı.
O gün ilk olacaktı, iman-küfür savaşı.
O sırada kâfirler, karargahtan çıktılar.
Harp sahasına doğru, gelmeye başladılar.
Çoğunun üzerleri, kaplı idi zırhlarla.
Techiz edilmişlerdi, binek ve silahlarla.
Ve yaklaşıyorlardı gurur, kibir içinde.
İslamı yıkmak idi gayesi hepsinin de.
Onların bu halini görünce Resulullah,
Hazret-i Sıddık ile, çadıra girdi nagah.
Mübarek ellerini, yukarı kaldırarak,
Şöyle dua eyledi, Rabbine yalvararak:
(Ya Rabbi, işte küffar, gururla geliyorlar.
Sana meydan okuyor, beni yalanlıyorlar.
Ya ilahi, vakta ki vadetmiştin ki bana,
Muzaffer eyliyesin, beni düşmanlarına.
İşte Kureyş geliyor yıkmak için bu dini.
Bugün getir yerine, bana olan vadini.
Sen yardım et Allah’ım, bu bir avuç mümine.
Bunlardır, rızan için hizmet eden dinine.
Ya Rabbi, vadettiğin o yardımı nasib et.
Yoksa, bu yeryüzünde yok olur islamiyet.)
Hazret-i Ebu Bekir, teselli ediyordu.
(Üzülme, Hak teâlâ yardım eder) diyordu.
O böyle söyleyince, Resul kalktı secdeden.
Gülerek, kendisine müjdeyi verdi hemen:
(Ya Eba Bekr kardeşim, hamd olsun Rabbimize.
Cebrail, bin melekle, yardıma geldi bize.
Yanında Mikail’le, İsrafil de hem dahi,
Geldi bin’er melekle yardıma bizatihi.)
. Veda tavafı
Hicri onuncu yıla gelince, en nihayet,
Bütün Arabistan’da, yayıldı islamiyet.
Her taraftan insanlar, gelerek akın akın,
Şemsiyesi altına giriyordu islamın.
Zira hakim olmuştu, heryerde müslümanlar.
İslama koşuyordu artık bütün insanlar.
Peygamber Efendimiz, o sene Hac yapmaya,
Niyet edip, başladı buna hazırlanmaya.
Medine’de bulunan müslümanlara dahi,
Hazırlanmalarını emretti bizatihi.
Medine haricinde olan Müminlere de,
Haber salıp, toplandı onlar da Medine’de.
Ve Zilkade ayının, yirmibeşinci günü,
Allah’ın Habibi ve insanların üstünü,
Kırkbin müslüman ile, çıktılar Medine’den.
Sonra, ihram giydiler fazla ilerlemeden.
(Lebbeyk! lebbeyk!) diyerek, yola devam ettiler.
Tekbir sedalarıyla, gökleri inlettiler.
Peygamber Efendimiz, kurban etmek üzere,
Yanında götürürdü, kurbanlık yüz de deve.
Yolculuk on gün sürmüş, Mekke’ye varmışlardı.
İltihak edenlerle, bir hayli artmışlardı.
Medine çıkışında, nitekim kırkbin iken,
Yüzyirmidört bin oldu, tam Mekke’ye girerken.
O Server, Zilhiccenin sekizinde Mina’da,
Oldu ertesi gün de, Arafat meydanında.
O gün öğleden sonra, o Sevgili Peygamber,
Kusva’nın üzerinde, halka hitab ettiler.
Ve Veda hutbesini okuyup, daha sonra,
O gün veda ettiler, cümle müslümanlara.
O gün Resulullaha, geldi yine Cebrail.
Maide suresinden, bir âyet oldu nazil.
Rabbimiz, bu âyette buyurdu ki mealen:
(Bugün ikmal eyledim dininizi tamamen.)
Okuyunca o Server, bunu müslümanlara,
Hazret-i Ebu Bekir, başladı ağlamaya.
Sahabeden birisi, dedi: (Ya Eba Bekir!
Şu an ağlamanıza, acaba sebep nedir?)
Dedi: (Resulullahın okuduğu bu âyet,
Vefat edeceğine etmektedir işaret.
Zira buyuruyor ki Hak teâlâ mealen:
Bugün ikmal eyledim dininizi tamamen.)
Peygamber-i zişan’ın gelmesinin hikmeti,
Tebliğ etmek içindi, bize islamiyet’i.
Madem ki ikmal etti Rabbimiz onu bugün.
Öyle ise, vefatı yakın oldu Resul'ün.)
Ondaki bu idrak ve bu keskin anlayışı,
Takdir edip, onlar da döktüler çok gözyaşı.
. Ya Resulallah, salat!
Üç gün kalmış idi ki, vefatına Resul'ün,
Hastalığın şiddeti, artmış idi büsbütün.
Öyle ki, çıkamadı mescide en nihayet.
Namaz kıldıramadı, Eshabına bir müddet.
İlk gelmediği vakit, yatsı namazı idi.
Ve Bilal-i Habeşi, yine eskisi gibi,
Resul'ün kapısına gelerek yine bizzat,
Şöyle nida etti ki: (Ya Resulallah! Salat!)
Peygamber Efendimiz, duyduysa da Bilal’i,
Lakin çıkıp gitmeye, hiç yok idi mecali.
Rivayet edilir ki Hazret-i Aişe’den:
O vakit, hastalığı ağır idi gerçekten.
Bana buyurdular ki: (Söyleyin Ebu Bekr’e.
Eshabıma, namazı o kıldırsın bu kere.)
Dedim ki: (Anam-babam, canım sana fedadır.
Babamın şu aralar, çok üzüntüsü vardır.
O seni, makamında görmezse varıp şayet,
Ağlamaktan, kıraat edemez hiçbir âyet.
Emir buyursanız da, Ömer ibn-il Hattab’a,
İmam olup, namazı o kıldırsa Eshaba.)
Tekrar buyurdular ki, Resul aleyhisselam:
(Ebu Bekr’e söyleyin, Eshaba olsun imam.)
Bilmecburi giderek, Hazret-i Ebu Bekr’e,
Resul'ün bu emrini, ilettiler bu kere.
Alınca bu haberi, Hazret-i Ebu Bekir,
Dedi: (Resul'ün emri, baş göz üzerinedir.)
Bir heyecan içinde, geçiverdi mihraba.
Baktı ki, yerinde yok o Resul-i mücteba.
Kalbinden vurulmuşa döndü üzüntüsünden.
Aklı gidecek gibi oldu hem bu hüzünden.
Ağlayıp, gözlerinden başladı yaş akmaya.
Onu görüp, Eshap da başladı ağlamaya.
Allah’ın Resul'ü de, buna vakıf oldular.
Güçlükle, Eshabının arasına vardılar.
Şöyle buyurdular ki, onlara en nihayet:
(Allahü teâlâya, ettim sizi emanet.
Takva üzere olup, korkun Hak teâlâdan.
Artık ayrılıyorum yakında bu dünyadan.)
Hazret-i Ebu Bekir, geçerek imamete,
Onyedi vakit namaz, kıldırdı cemaate.
Bir gün Resul-i ekrem, vücudunda hafiflik,
Hissedip, yardım ile, mescide gelmişti ilk.
Hazret-i Ebu Bekir, görünce Peygamberi,
Sevinip, istedi ki, çekilsin kendi geri.
Lakin Peygamberimiz, işaret ile ona,
(Yerinde dur!) diyerek, teşrif etti yanına.
Hazret-i Ebu Bekr’in, sol yanında durarak,
Kıldırdı o namazı, Eshaba son olarak.
. Dudakları kımıldıyordu
Peygamber Efendimiz, vakta ki etti vefat.
Sahabe, buna önce, inanmadılar fakat.
Hatta Resulullahın, ayrılık acısından,
Çoğu sahabilerin, aklı gitti başından.
Lakin böyle hallerde, Hazret-i Ebu Bekir,
Telaşa kapılmayıp, bulurdu çare, tedbir.
Bir konuşma yaptı ki,, Eshaba çıkıp o gün,
O zaman inandılar vefatına Resul'ün.
Lakin hüzün ve keder, Eshabın yüreğine,
Zehirli hançer gibi, saplanmış idi yine.
Herkesin gözü ağlar, gözyaşları çağlardı.
Ve ayrılık ateşi, ciğerleri dağlardı.
O gün, hemen toplanıp, cümle Eshab-ı kiram,
Onu halife seçip, emrine girdiler tam.
Velhasıl hicri onbir senesinin içinde,
Ve Rebiül evvel'in, hem de onikisinde,
Bir pazartesi günü, öğleden önceydi hem.
Vefat edip, Rabbine kavuştu Fahr-i âlem.
Ali bin ebi Talip, Resul'ü gasl eyledi.
Fadl ibni Abbas ise, ona yardım ederdi.
Yıkama esnasında, mübarek vücudundan,
Güzel bir misk kokusu, yayılmıştı o zaman.
Resul-i müctebayı, sonra kefenlediler.
Bir sedir üzerinde, mescide getirdiler.
Haber verdiği gibi, daha önce Resul'ün,
Cümle Eshap, mescitten dışarı çıktı o gün.
Melekler, bölük bölük gelip namaz kıldılar.
Daha sonra gaibden, şu nidayı duydular:
Diyordu: (Ey müminler, sevgili Peygamberin,
Cenaze namazını, siz dahi eda edin.)
Bu nidayı duyunca, bilcümle sahabiler,
Namaz kılmak üzere, içeriye girdiler.
İçerde, gurup gurup ve imamsız olarak,
Resul'ün namazını, eda etti cümle halk.
Cenaze namazının edası bitince de,
Sıra, defin işine, gelmişti neticede.
(Nereye defnedelim?) diye düşünürlerken,
Hazret-i Ebu Bekir, bunu da çözdü hemen.
Dedi: (Resulullahtan, duymuştum ki bir sefer:
Vefat ettiği yere defn olur Peygamberler.)
Resulullah, böylece, Hazret-i Aişe’nin,
Mübarek odasına defn oldu bunun için.
Kusem bin Abbas idi, kabirden en son çıkan.
O, gördüğü bir şeyi, haber verdi o zaman.
Dedi: (Nurlu yüzünü, ben gördüm son olarak.
Dudakları oynardı, eğilip verdim kulak.
Ya ilahi ümmetim!, ya ilahi ümmetim!
Diye yalvarıyordu, buna, bizzat şahidim.)
. Rüyanın tabiri
Henüz başlamıştı ki, islam ilk yayılmaya,
Bir gün Halid bin Said, gördü şöyle bir rüya.
Cehennem kenarında otururken bu kişi,
Babası, onu itip düşürmek istemişti.
O anda Resulullah, belinden tutup hemen,
Kurtardı kendisini, Cehenneme düşmekten.
Uyandı o esnada, ederek hem de feryat.
Söylendi ki: (Vallahi, bu rüya bir hakikat.)
Evden çıkıp rastladı, Hazret-i Ebu Bekr’e.
Rüyanın tabirini, ona sordu ilk kere.
O dedi ki: (Elbette hakikattır bu rüyan.
Muhammed, Peygamberdir bize Hak teâlâdan.
Koş git, ona tâbi ol bu rüyadaki gibi.
O, seni Cehennemden kurtaracak tabii.
Baban ise, malesef mahrum olup imandan,
Kurtulamayacaktır Cehennem azabından.)
Rüyanın tesiriyle, hemen Halid bin Said,
Koştu Resulullaha, kaybetmeden hiç vakit.
Sordu ki: (Ya Muhammed, maksadın nedir senin?
Sen, bu Kureyş halkını, neye davet edersin?)
Buyurdu: (Tek Allah’a çağırırım ben halkı.
Ki, asla o Allah’ın, yoktur eşi, ortağı.
Muhammed, o Allah’ın kulu ve Resulüdür.
Bu taptığınız putlar, ne işitir, ne görür.
Kendisine tapanla, tapmayanı bilmezler.
Kimseye, hiçbir fayda ve zarar veremezler.
Bu taş parçalarına, edilmez hiç ibadet.
İşte ben, insanları, ederim buna davet.)
Bunları dinleyince Halid Resulullahtan,
Şehadeti getirip, oldu hemen müslüman.
Hazret-i Ebu Bekr’in, yol göstermesi ile,
İman edip, Eshaptan oldu hem bilvesile.
Yine Resulullaha, Sahabenin sevgisi,
Öyleydi ki, dünyada yoktur bir nümunesi.
Tek arzuları vardı Sahabenin velhasıl,
O da, Resulullahı sevindirmekti asıl.
En ufak bir üzüntü gelmesin diye ona,
Hazırdı can vermeye, hepsi onun uğruna.
Sevinseydi, onlar da sevinirlerdi hemen.
Üzülseydi, onlar da üzülürlerdi hepten.
Hazret-i Ebu Bekir, bir gün Resul'e gelip,
Dedi: (Ya Resulallah, amcanız Ebu Talip,
Eğer iman etseydi, çok olurdu sevincim.
Öyle ki, sevinmezdim o kadar babam için.
Sebebi, senin amcan gelse idi imana,
Daha çok sevinirdin sen onun imanına.
Senin sevindiğine, seviniriz biz dahi.
Bizlere, bundan büyük mutluluk yok Vallahi.)
.
02 - HAZRET-İ ÖMER (Radıyallahü Anh
.Böyle hüküm veririm
Adaletin timsali, Sıddık’ın halifesi.
İyilikler menbaı, feyiz nur hazinesi.
Dokuzuncu dedesi, Ka’b adlı bir kimsedir.
Soyu, Resulullahla, bu kimsede birleşir.
İman etmesi ile, otuziki yaşında,
Müminlerin sayısı, kırk’a çıktı o anda.
(Faruk) lakabı ile, şereflendi sonradan.
Nitekim bir hadise, vuku buldu o zaman.
Şöyle ki, bir yahudi ve bir münafık kimse,
İhtilafa düştüler bir hususta nedense.
O zaman, münafığa dedi ki o yahudi:
(İstersen Muhammed’e, gidelim, yürü haydi!
Ona söyleyelim de, bu ihtilafımızı,
Meseleyi o çözsün ve bulsun aramızı.)
Böylece, yahudinin uyarak arzusuna,
Geldiler Peygamber-i zişan’ın huzuruna.
Meseleyi, ayniyle verince ona haber,
Yahudinin lehine, hüküm verdi Peygamber.
Çıktılar daha sonra, Resul'ün huzurundan.
Lakin o münafığın, huzuru kaçtı bundan.
Dedi ki: (Bu olmadı, gel Ömer’e gidelim.
O nasıl hükmederse, onu kabul edelim.)
Yahudi, buna dahi razı olup, bu sefer,
Ömer ibnil Hattab’ın, hanesine gittiler.
Meseleyi anlatıp, beklerken ondan cevap,
Önce, bir sual sordu onlara İbni Hattab.
Buyurdu ki: (Var iken Peygamber Efendimiz,
Siz, ona gitmeyip de, niçin bana geldiniz?)
Yahudi arz etti ki: (Biz buraya gelmeden,
Söylediğiniz zata gittik daha evvelden.
Lakin onun hükmünü, beğenmedi bu kişi.
Şimdi sana geldik ki, halledesin bu işi.)
O böyle söyleyince, celallendi o ara.
Lakin belli etmedi kızdığını onlara.
Sonra, o münafığa sordu ki dönüp hemen:
(Resul'e gittiğiniz, doğru mu hakikaten?)
Münafık, (Evet, doğru), diyerek edince arz.
Buyurdu: (Öyle ise, bekleyin beni biraz!)
İçeriye girerek, bir satır aldı hemen.
Eteğinin altında, çıktı belli etmeden.
Onlar, merak içinde beklerken ondan cevap,
O satırı, hiddetle kaldırdı İbni Hattab.
Büyük dehşet içinde bakarken bunlar ona,
İndirdi o satırı münafığın boynuna.
Buyurdu: (Peygambere, inanmazsa bir kimse,
Böyle hüküm veririm, ibret olsun herkese.)
Cibril aleyhisselam, Resul'e geldi o an.
Dedi: (Ayırdı Ömer, hakkı bâtıl olandan.)
. Rüya gören var mı?
Fahr-i âlem, kıldırıp, bir sabah namazını,
Verdi hemen mihraba, mübarek arkasını.
Sonra sual etti ki, Sahabeye şöylece:
(Bir rüya göreniniz, oldu mu hiç bu gece?)
Bir cevap gelmeyince o ara Sahabeden,
Buyurdu ki: (Garip bir rüya gördüm gece ben.
Şöyle ki, bir Cennete girmiş, geziniyordum.
Etrafıma bakarken, çok yüksek bir köşk gördüm.
Ben bu köşkü görünce, düşündüm ki, kim bilir,
Bu köşk, Peygamberlerden, acep hangisinindir?
Ben böyle düşünürken, bir meleği farkettim.
(Bu, kime ait?) diye, yaklaşıp sual ettim.
Dedi: (Bunun sahibi, değildir bir Peygamber,
Arap oğullarından bir kimsedir muteber.)
Sonra devam ederek, dedi: (Bunun sahibi,
Ümmet-i Muhammed’den şerefli bir sahabi.)
Dedim: (Peygamberiyim, işte ben bu ümmetin.
O Eshabım kim ise, bana da haber verin.)
Dedi: (Dost seçmiştin ya, dört kişiyi Eshaptan,
Ömer ibnil Hattab'dır işte bu, o dört zattan.)
Hurilerle doluydu o köşkün içerisi.
Birer yıldız misali, parlardı her birisi.
Ya Ömer, sana mahsus biri vardı ki hele,
O huriyi vasfetmek, mümkün değil dil ile.
Ve senin gayretinden, yüzüne bakamadım.
O sırada uyanıp, gece namaza kalktım.)
Bunu, Resulullahtan duyunca İbni Hattab,
Utandı, mahcup oldu ve şöyle verdi cevap:
(O köşk de, sahibi de, feda olsunlar sana.
Bizler, senin sayende kavuştuk her ihsana.)
Resul'ün rüyasını dinleyen sahabiler,
Onun üstünlüğünü, daha iyi bildiler.
Yine aynı şekilde, Eshaba, Resulullah,
Bir rüya gördüğünü, haber verdi bir sabah.
Buyurdu ki: (Rüyada, ümmetimi gördüm ben.
Her biri, birer birer geçiyordu önümden.
Bir kısmının gömleği, dizinin altındaydı.
Kiminin tam dizinde, kimi yukarıdaydı.
O sırada Ömer’i gördüm, geçti yanımdan.
Yere sürünüyordu gömleği uzunluktan.)
Eshap sual etti ki Resul-i kibriyaya:
(Nasıl mana verdiniz acaba bu rüyaya?)
Peygamber Efendimiz, bu suale cevaben,
Buyurdu ki: (Din ile, tabir ettim bunu ben.
Halifelik zamanı, uzundur zira onun.
Şark ve garpta insanlar, eğerler ona boyun.
Onun halifeliği zamanında hem yine,
Yayılır islamiyet, dünyanın her yerine.)
. Şeytanlar kaçar ondan
Peygamber Efendimiz, Sahabe-i güzine,
Buyurdu ki: (Bu gece, bir rüya gördüm yine.
Bir kuyunun başında idim ki o rüyada,
Küçük bir kova ile, su çekerdim orada.
Benden sonra kovayı, Ebu Bekir aldı ilk.
Onun su çekmesinde, var idi bir zaiflik.
Ondan sonra o kova, büyüdü, genişledi.
Ömer bin Hattab alıp, onunla çok su çekti.)
Bu hadis-i şerifin şerhinde, çok âlimler,
Resul'ün rüyasını, şöyle tabir ettiler:
Hazret-i Ebu Bekr’in, halifelik müddeti,
İki sene olmakla, çok yer fethedilmedi.
(Onun su çekmesinde, zayıflık vardı biraz.)
Diye buyurmasının, manası budur esas.
Ömer ibnil Hattab’ın, daha çok su çekmesi,
Uzun olduğundandır halifelik süresi.
Hazret-i Ebu Bekir devrinde, her ne kadar,
Alınamadıysa da çok yerler ve topraklar,
Lakin o, hiç kimsenin çekemeyeceği bir,
Büyük mesuliyet ve yük altına girmiştir.)
Yine buyuruyor ki, hadiste Resulullah:
(Doğru sözü, Ömer’in diline koydu Allah.)
Hazret-i Ali dahi, rivayet eder ki hem:
Şöyle buyurmuşlardır, hadiste Fahr-i âlem:
(Biz biliriz Ömer’in, hak sözlü olduğunu,
Kalplerin, o sözlerle, sükunet bulduğunu.)
Cabir bin Abdullah da, anlatır ki bir kere:
Bir gün Hazret-i Ömer, Hazret-i Ebu Bekr’e,
Şöyle hitab etti ki: (Ey Ebu Bekr, bilesin.
Resulullahtan sonra, halkın iyisi sensin.)
O dahi, cevabında buyurdu ki: (Ya Ömer!
Ben de Resulullahtan duymuştum ki bir sefer:
(Ömer ibnil Hattab’tan, daha iyi ve üstün,
Bir kimse üzerine, doğmamıştır henüz gün.)
Ukbe bin Amir dahi, şöyle rivayet eder:
Ben de Resulullahtan, şöyle duydum bir sefer:
(Benden sonra Peygamber gelmiş olsaydı şayet,
Ömer ibnil Hattab’a, verilirdi bu devlet.)
Aişe-i Sıddıka buyuruyor ki hem de:
Bir gün, Resulullahla oturuyorduk evde.
Habeşler oynuyor ve seyrediyor idi halk.
O Server buyurdu ki: (Ya Aişe, sen de bak!)
Çenemi, o Resul'ün, dayayıp omuzuna,
Baktım habeşilerin bir müddet oyununa.
O sırada, Hazret-i Ömer geldi aniden,
Halk, seyiri bırakıp, dağıldılar hep birden.
Resulullah buyurdu: (Görürüm ki aşikâr,
İns ve cin şeytanları, Ömer’den kaçıyorlar.)
. Onun fikri doğru çıktı
Bir hadis-i şerifte, buyurdu Resulullah:
(Doğru sözü, Ömer’in, diline koydu Allah.)
Zira Bedir harbinden dönüldüğünde geri,
Getirdiler küffardan alınan esirleri.
Peygamber Efendimiz, sordu her Sahabiye:
(Esirler hakkındaki fikriniz nedir?) diye.
Hazret-i Ebu Bekir, arz etti ki cevaben:
(Onlar kendi kavmimiz, öldürmeyelim hemen.
Sıkı takip edelim, onların işlerini.
Birer fidye alarak, bırakalım hepsini.
Ümit ediyorum ki, ilerde bu esirler,
Tövbe edip, imanla şereflenebilirler.)
Sonra Hazret-i Ömer, fikrini eyledi arz.
Dedi: (Ya Resulallah, bunlara şefkat olmaz.
Zira tekzib ettiler, seni ta baştan beri.
Hatta şehid ettiler, nice sahabileri.
Seni dahi katl için, teşebbüse geçtiler.
Mekke’den çıkman için, seni mecbur ettiler.
Bunun için derim ki, öldürüp herbirini,
Temizlemiş olalım kâfirlerden bu dini.
Bunun için mesela, emrediniz Ali’ye.
Öldürsün kardeşini, o, kendi eli ile.
Öldürsün Hamza dahi, karındaşı Abbas’ı.
Ben dahi öldüreyim, akrabamdan şu şahsı.
Çünkü reisleridir, bu kişiler küffarın.
Kati düşmanıdırlar, bunlar müslümanların.)
Resulullah cevaben, bir şey buyurmadılar.
Fikirleri dinleyip, oradan ayrıldılar.
Birazdan teşrif edip, buyurdu ki: (Muhakkak,
Değişik halk etmiştir, kalpleri cenab-ı Hak.
Ya Eba Bekr, benzersin sen İbrahim Nebi’ye.
Hayır dua etmişti, o, kâfir ahaliye.
Sen de Musa Nebi’ye benziyorsun ya Ömer!
Onun bedduasıyla, boğulmuştu kâfirler.)
Hazret-i Ömer der ki: O gün Resul-i zişan,
Ebu Bekr’in reyine, karar verdi o zaman.
Lakin Resulullahı gördüm ki ertesi gün,
Sıddık ile birlikte, ağlıyordu çok üzgün.
Merakla yanlarına yaklaştım ben o zaman.
Dedim: (Ya Resulallah, nedir sizi ağlatan?)
Buyurdu ki: (Ya Ömer, esirler hakkında ben,
Fidye alıp bırakmak, fikrini seçtiğimden,
Yanılmış olduğumu, bildirdi Hak teâlâ.
Az kalsın bir azaba olacaktık mübtela.
Öyle yakın geldi ki o azap üstümüze,
Şu gördüğün ağaçtan, daha yakındı bize.
Eğer o, başımızdan çevrilmeseydi geri,
Olmazdı tek kurtulan, Sa’d ile senden gayri.)
. Namazda konuştu
Hazret-i Ömer Faruk, celalliydi bir hayli.
Lakin sırf Allah için olurdu böyle hali.
Bir gün, namaz kılarken Resulullahla bu zat,
Resul imam olmuştu, kendisi de cemaat.
Resulullah, namazda okuyunca bir âyet,
Birden Hazret-i Ömer, celallendi be gayet.
Zira bu âyetinde, Hak teâlâ, Resul'e,
Fir’avnın bir sözünü bildiriyordu şöyle:
(Fir’avn, kendi kavmine demişti ki: Ey kavmim!
Sizin tapacağınız, en büyük tanrı benim.)
O, bunu işitince, kan sıçradı beynine.
Düşündü: Nasıl söyler, Fir’avn bunu kavmine?
Fir’avnın o sözüne, pek çok gadaplanarak,
Konuştu o namazda, elinde olmayarak.
Dedi ki: (Ben olsaydım, o kâfirin yanında,
Kendisini, muhakkak öldürürdüm anında.)
Sonra namaz bitince, o Server selam verdi.
Bu konuşması için, onu ikaz eyledi.
Buyurdu ki: (Tekrar kıl namazını ya Ömer!
Zira dünya kelamı, namazı ifsat eder.)
Tam kılacak idi ki o namazı bir daha,
Nazil oldu Cebrail, hemen Resulullaha.
Rabbimiz buyurdu ki: (Ey sevgili Habibim!
Ömer’in konuşması, hoşuma gitti benim.
Onun işbu namazı, gelmiştir yerine tam.
Hatta sevabını da, misliyle ettik ikram.
Zira biz, çok severiz gayreti çok olanı.
Sevdiğini çok sevip, böyle çok kayıranı.)
Yine Hazret-i Ömer, bir gün evi önünde,
Hırkasını yamardı, sıcak bir yaz gününde.
Güneşin harareti, pek fazla olduğundan,
Mübarek vücudunu, yakmıştı güneş o an.
Dönüp, sertçe bakınca, o, güneşe bir kere,
Güneşin sıcaklığı, azaldı birdenbire.
Öyle ki, bulut yokken havada bir zerrecik,
Dünyayı, bir karanlık kapladı hemencecik.
O anda nazil oldu Cibril-i emin yere.
Rabbinin şu emrini getirdi Peygambere:
Hak teâlâ buyurdu: (Ey şerefli Peygamber!
Güneşe, bir defa da şefkatle baksın Ömer.
Ona, yumuşaklıkla bakmaz ise o şayet,
Güneşin sönen nuru, bir daha etmez avdet.)
Çağırdı Resulullah, Ömer ibnil Hattab’ı.
Bildirdi kendisine, Haktan gelen hitabı.
(Peki ya Resulallah!) diyerek o da tekrar,
Güneşe, şefkat ile, bir daha etti nazar.
Sıcaklık ve ziyası, geldi eski haline.
Karanlıktan, ışığa kavuştu dünya yine.
. Hazreti Ebu Bekr’in vasiyeti
Hazret-i Büreyde’den, edilir ki rivayet:
O Server, bir gazadan, zaferle etti avdet.
Vakta ki Medine’ye, sağ salim döndüğünde,
Bir siyahi cariye, gelip durdu önünde.
Dedi: (Ya Resulallah, adamış idim ki ben,
Eğer sen, bu gazadan döner isen salimen,
Avdet eylediğinde, huzuruna geleyim.
Eğer izin verirsen, tef çalıp söyliyeyim.)
O Server, cariyenin bu arzusunu duydu,
(Eğer adadıysan çal, yoksa çalma!) buyurdu.
(Adamıştım) diyerek cariye o Server'e,
Başladı huzurunda, tef çalıp söylemeye.
Az sonra Ebu Bekr’in, fark etti geldiğini.
Buna rağmen susmayıp, çaldı yine tefini.
Biraz sonra oraya, Osman ibni Affan da,
Geldi, fakat cariye susmadı o zaman da.
Bir müddet geçince de, geldi Hazret-i Ali.
Yine de cariyenin, değişmedi o hali.
Lakin Hazret-i Ömer gelir gelmez o yere,
Cariye, tef çalmayı bıraktı birdenbire.
Tefinin üzerine, oturdu hiç çalmadan.
Peygamber Efendimiz, buyurdu ki o zaman:
(Ya Ömer, bil ki şeytan, senden korkar bir nice.
Cariye, tef çalmayı bıraktı sen gelince.)
Sa’d bin ebi Vakkas, nakleder yine bir gün:
Hazır bulunuyorduk, huzurunda Resul'ün.
Henüz örtünme emri gelmemiş olduğundan,
Yanında, kadınlar da olurdu bazı zaman.
Ona, islamiyet’ten sual soruyorlardı.
Yanında, yüksek sesle konuşup dururlardı.
O an Hazret-i Ömer, kapıya geldi birden,
Ve müsade istedi, girmek için Resul'den.
Ömer ibnil Hattab’ın sesini işitince,
Kadınlar, o odayı terk ettiler hemence.
Biraz sonra odaya, girdi Hazret-i Ömer.
Tebessüm ediyordu, o sırada Peygamber.
Buyurdu ki: (Ya Ömer, şimdi kadınlar vardı.
Bana, islamiyet’ten sual soruyorlardı.
Lakin senin sesini işitince aniden,
Perdenin arkasına kaçtılar hepsi hemen.)
Yine Hazret-i Sıddık, az kala vefatına,
Osman ibni Affan’ı, davet etti yanına.
Buyurdu ki: (Ya Osman, yazdım ki bir vasıyet.
Ben ölünce, sen bunu, Eshaba şöyle arz et:
Ben, Ömer bin Hattab’ı, halife seçtim bizzat.
Benden sonra hepiniz, ona edin itaat.)
Cümle Eshab-ı kiram, bunu kabul ettiler.
Onu halife seçip, itaat eylediler.
. Adalet böyle olur
Hazret-i Ömer Faruk, Allah’tan korkardı pek.
Titrerdi mahşerdeki hesabı düşünerek.
Bir gün halife iken, uğraşıp birkaç saat,
Zekat develerini, bağladı kendi bizzat.
Dediler ki: (Bu işi, niçin siz yaparsınız?
Olmaz mıydı birine bunu yaptırsaydınız?)
Buyurdu: (Fakirlerin, hakkıdır bu develer.
Onların işlerini, yapmalı bizzat Ömer.
Bana tevdi etmiştir bu işi Hak teâlâ.
Yarın mahşer gününde, benden sorar evvela.)
Dediler ki: (Ya Ömer, görürüz ki gece hep,
Gezersiniz şehirde, her yeri, neden acep?)
Buyurdu: (Dolaşırım, uzak, ücra yerleri.
Kendim arar bulurum, aciz ve fakirleri.
Zira budur evvela benim asli vazifem.
Onlara yardım etmek, zevk veriyor bana hem.)
Bir yere, yeni vali gönderirken, ilk önce,
Ona, vazifesini söylerdi ince ince.
Sonra da, bir kağıda, cümle vazifesini,
İki nüsha olarak, yazdırırdı hepsini.
Birinci nüshasını, verirdi kendisine.
Yollardı diğerini, şehrin ahalisine.
Ve onlara emredip, derdi ki: (Ey ahali!
Bilin ki, şehrinize geliyor yeni vali.
Eğer Hakkın emrini, tutarsa bu valiniz,
Siz de, onun emrine itaat eyleyiniz.)
Abdurrahman bin Avf da, nakleder ki şöylece:
Hazret-i Ömer Faruk, bana geldi bir gece.
Dedi ki: (Şehrimize, küffar diyarlarından,
Bir ticaret kervanı geldi ve kondu şu an.
Gerçi bunlar, müslüman değiller, hepsi kâfir.
Ve lakin şehrimize gelmişlerdir misafir.
Çok kıymetli mallarla yüklüdür kervanları.
Bizlere emanettir, canlarıyla malları.
Gel, gidip bekleyelim o kervanı bu gece.
Bir zarar görmesinler yurdumuzda böylece.)
(Peki!) deyip, kervanı, bekledik sabaha dek.
Lakin biri fark etmiş, bizi takip ederek.
Sonra, diğerleri de buna vakıf olmuşlar.
Kendi aralarında, şöylece konuşmuşlar:
(İslamın halifesi, cihan titreten Ömer,
Bizim kervanımıza, nasıl bekçilik eder?
Halbuki muhaliftir dinimiz, dinlerine.
Buna rağmen o bizzat, beklemiş bizi yine.
Bu, ne ince düşünce, bu ne ahlak, ne edep!
Demek ki, islam dini, bunları emreder hep.)
Böylece hayran olup, hepsi islamiyet’e,
Topyekün iman edip, geldiler hidayete.
. Kibire kapılmadı
Ömer ibnil Hattab’ın devrinde, çok memleket,
Fetholup, geçti ele, nice mal ve ganimet.
Onun şanı şöhreti, çıkmışken zirvesine,
Eski yaşayışını, değiştirmedi yine.
Yerdi acıktığında, kuru arpa ekmeği,
Ve yamalı olarak, giyerdi elbiseyi.
Kızı Hazret-i Hafsa, zevcesiydi Resul'ün.
Resulullahtan sonra, yaşadı bir nice gün.
Muhterem babasının, bu haşmetli devrinde,
Ziyarete gelmişti, onu kendi evinde.
Bir ara hırkasına, dikkatle etti nazar.
Gördü ki, üzerinde tam oniki yama var.
Dedi ki: (Babacığım, çok eskimiş hırkanız.
Bunu giymeseniz de, yenisini alsanız.)
Buyurdu ki: (Ey kızım, bu nasıl sözdür öyle?
Benden daha yakındın, zevce idin Resul'e.
Dünyadan kaçtığını bilmez misin Resul'ün?
Ehemmiyet verdi mi dünyaya, O hiçbir gün?
Vefatı yakın iken, çağırdı bir gün beni.
Bildirdi bu hususta, bana vasıyetini.
Buyurdu ki: (Ya Ömer, vefat eylediğinde,
Eğer bulmak istersen, beni mahşer yerinde,
Ayrılma benim ile, Ebu Bekr’in yolundan.
Şimdiki şu halini, değiştirme hiçbir an.)
Ey kızım, böyle iken vasıyeti Resul'ün,
Değiştirebilir mi, halini Ömer bugün?)
Yine halife iken bir gün, Hazret-i Ömer,
Bir yerde otururdu, Eshap ile beraber.
Hurma lifinden idi, üstündeki hırkası.
Var idi üzerinde, on tane de yaması.
Buna şahit olunca, o gün Eshab-ı güzin,
Üzülüp, dediler ki: (Ya Emir-el müminin!
Bu yamalı hırkayı, giymeseniz de şu an,
Yenisini alsanız sultanlara yakışan.)
Halife, bu sözlerden üzüldü, celallendi.
Sahabe-i güzine, şöyle hitab eyledi:
(Siz hala zahire mi, dışa mı bakarsınız?
Niçin bu vesveseden, hala kurtulmazsınız?
Bahşetti Allah bize, islam gibi nimeti.
Var mı bunun yanında, başka şeyin kıymeti?
Bu, öyle devlettir ki, herkese nasib olmaz.
Şükrünü yapmak için, kimsede güç bulunmaz.
O, iman nimetini, vermişken hepimize,
Hırkanın eskiliği, ne zarar verir bize?
İslamla aziz etti bizleri Hak teâlâ.
Şık görünmek arzusu, ne arar sizde hala.)
Edep ile dinleyip, vermediler bir cevap.
Zira bu sözlerine, hak verdi cümle Eshap
. Zeytinyağı, tuz, ekmek
Ömer ibnil Hattab’ın devrinde, bir zamanlar,
Şikayete gelmişti, İran’dan müslümanlar.
Dinledi Ömer Faruk, onların sözlerini.
Gönderdi üstlerine, bir grup askerini.
Gidip, önce onlara, islamı arz ettiler.
Kabul etmeyince de, (Cizye verin!) dediler.
Onu da reddedince, kalmadı artık vebal.
Başladı birdenbire, çok şiddetli bir kıtal.
Allah’ın yardımıyla, kazandı yine Eshap.
Çok ganimet malları, ele geçti bi-hesap.
Lakin mallar içinde, bir kutu var idi ki,
İnci ve mücevherle, dolu idi hep içi.
Başkumandan Mesleme, o kutuyu, bir ara,
Taksimden daha önce, ayırdı bir kenara.
Bu mevzuda, askerin rızasını alarak,
Gönderdi Halifeye, bir hediye olarak.
Ve şöyle emretti ki, götürecek o ere:
(Bunu, özel olarak, ver Hazret-i Ömer’e.)
(Baş üstüne!) diyerek, yollara düştü o er.
Erişti Medine’ye, o kutuyla beraber.
Hazret-i Ömer ise, onun geldiği saat,
Fakirlere, ziyafet verirdi kendi bizzat.
Bekledi bir kenarda, yemek bitti nihayet.
Halife onu görüp, evine etti davet.
Asker, Halife ile girince içeriye,
Rastlamadı minderle, kilimden başka şeye.
O minderde oturttu Halife gelen eri.
Kilimin üzerine oturdu kendileri.
Geldi sonra bir sofra, mütevazı idi pek.
Vardı yemek olarak, zeytinyağı, tuz, ekmek.
Çıkarınca kutuyu cebinden sonra o er,
(O kutu nedir?) diye, sordu Hazret-i Ömer.
Dedi ki: (Başkumandan, razı edip erleri,
Ayırdı ganimetten, işbu mücevherleri.
Sığınıp daha sonra, yüksek müsadenize,
Ve hediye gönderdi, bunu hazretinize.)
Hazret-i Ömer Faruk, işitince bu sözü,
Ağlayıp, yaşla doldu mübarek iki gözü.
Dedi: (Bize, islamı bahşetti Hak teâlâ.
Var mıdır bizim için, bir nimet bundan a’la?
Asla kabul edemem, götür bunu ver geri.
Yakmak mı istersiniz, siz bununla Ömer’i?
Zira mücahidlerin hakkıdır bu da yine.
Mesleme’ye götür de, dağıtsın askerine.
Ve ona şu hususu söyle ki benden taraf:
Adaletten, kıl kadar eylemesin inhiraf.
Gazilerin hakkını, göndermesin Ömer’e.
Yoksa o, hiç muvaffak olamaz, ona göre.)
. Bu kale niçin fethedilmez?
Rivayet edilir ki: Ömer Faruk devrinde,
Muhasara edildi bir kale, Şam şehrinde.
Kale, öğleye kadar fethedilmediğinden,
Hazret-i Ömer Faruk, gadaba geldi birden.
İslam askerlerini, toplayarak acele,
Buyurdu ki: (Ne için, fethedilmez bu kale?
Küffar dayanamazdı karşımızda bu kadar.
Aramızda mutlaka, bir günah işleyen var!)
Bilcümle mücahidler, üzüldüler buna hep.
Hepsi düşündüler ki: bu günah nedir acep?
O ara, ağlayarak biri geldi erlerden.
Dedi: (Aradığınız o hata oldu benden.
Zira ben, teheccüde kalktığımda bu gece,
Misvaksız abdest alıp, namaz kıldım öylece.
Karanlık olduğundan, bu hata etti zuhur.
Sizin aradığınız o günah, belki budur.)
Buyurdu ki: (Tövbe et öyleyse bu günaha.
Terk etme bu sünneti, bundan sonra bir daha.)
Bir gün de Ömer Faruk, Bizans’ın kralına,
Bir elçi göndererek, davet etti imana.
Bizans imparatoru, bu teklife cevaben,
Hediyeler gönderdi bir elçisiyle hemen.
Vakta ki Medine’ye, o elçi geldiğinde,
İslam halifesini bulamadı yerinde.
Zira o, o saatte, sıvamış kollarını,
Dul bir kadıncağızın, örerdi duvarını.
Dediler: (Elçi geldi, Bizans memleketinden.)
Buyurdu ki: (Buraya getirin onu hemen!)
Dediler ki: (Efendim, yıkayıp elinizi,
Bir yere otursanız, olmaz mı daha iyi?)
Kabul buyurmayınca, elçi geldi nihayet.
Onu böyle görünce, küçümsedi be gayet.
Dedi: (Padişahınız bu kişi mi, ne ilginç.
İmparator bilseydi, göndermezdi beni hiç.)
O zaman Ömer Faruk, gadaba geldi birden.
Çamurlu ellerini, uzatarak aniden.
İki parmağı ile, işaret eyleyerek,
Ona, şöyle bağırdı, fena celallenerek:
(Eğer göndermeseydi o imparator seni,
Şu iki parmağımla, oyardım gözlerini!)
Bizans imparatoru, bu hadise anında,
Hiçbir şeyden habersiz, otururken tahtında,
Girdi iki gözüne, çamurlu iki parmak.
Oyuldu ikisi de, böyle ani olarak.
Elçi geri dönüp de, öğrenince bu şeyi,
Hatırladı hemence, o günkü hadiseyi.
Hesap edip gördü ki, her iki hadise de,
Aynı güne rastlıyor, hem de aynı saate
. Düşmanım nefsimdir!
Bir gün Hazret-i Ömer, evinde otururken,
Dediler: (Elçi geldi, şimdi Bizans ilinden.)
İçeri girmesine, verildi ona izin.
Girdi elçi içeri, bir hususu arz için.
Bizans imparatoru, bu elçisiyle meğer,
Göndermiş Halifeye, bir garip hediyeler.
İlki, bir (doğan kuşu), ikincisi, bir (köpek).
Ve bir şişe dolusu (zehir) ki, şiddetli pek.
Arz etti Halifeye işbu hediyeleri.
Ve anlattı tek be tek, ne ise hünerleri.
Dedi: (Bu doğan kuşu, avcıdır ki pek yaman,
Olmadı bugüne dek, pençesinden kurtulan.
Bu tazı köpeği de, kaçırmaz bir avını.
Görmedik bunca zaman, elinden kurtulanı.
Bu zehire gelince, pek fazla tesirlidir.
Zerresi, bir insanı öldürmeye kafidir.
Varsa bir düşmanınız, halkınızın içinde,
Ondan kurtulursunuz, bu zehir sayesinde.)
Dinledi o elçiyi, o gün Hazret-i Ömer.
Lakin bu sözlerine, vermedi hiçbir değer.
Buyurdu ki: (Ey kişi, bir şey diyeyim sana.
Methettiğin bu kuştan, fayda gelmez insana.)
Çözdürüp bağlarını, sonra o kuşcağızın,
Onun gözü önünde, salıverdi ansızın.
Sonra da buyurdu ki: (Bu köpek de lüzumsuz.
Zincire bağlamışsın, bak hayvan çok huzursuz.)
Emir verip, çözdürdü onu dahi anında.
Saldı sonra dışarı, o elçinin yanında.
Sonra, aldı eline o zehir şişesini.
O anda, korku sardı Bizans’ın elçisini.
Buyurdu ki: (Ey kişi, dedin ki biraz önce:
Zerresi, bir insanı öldürüyor hemence.
Bunu, düşmana karşı tavsiye ediyorsun.
Onlardan, bu zehirle kurtulursun diyorsun.
Lakin yoktur halkımdan bir kimse, bana düşman.
Tek düşmanım vardır ki, nefsimdir o da şu an.)
Elçi, merak içinde süzerken kendisini,
Yaklaştırdı ağzına, o zehir şişesini.
Peşinden, Besmeleyi okuyup ihlas ile,
İçti bütün zehiri, kalmadı biraz bile.
Elçi bunu görünce, dehşete düştü birden.
Kaybetti kendisini, o anda hayretinden.
Ayılıp, Halifeyi sapa sağlam görünce,
Kalbi, islamiyet’e meyletmişti iyice.
Kapandı Halifenin, nurlu ayaklarına.
Şehadeti getirip, derhal geldi imana.
Gitmedi ondan sonra Bizans’a tekrar geri.
İslama hizmet ile, geçti kalan günleri
. Lebbeyk diye bağırdı
Ömer Faruk, halife olmuştu ki ilk daha,
İslam askerlerini, gönderdi bir cihada.
Bir ay geçmiş idi ki, o günün üzerinden,
Halife, Cuma günü, minberin üzerinden,
Bir ara, birdenbire sesini yükselterek,
Bağırdı iki kere, (Lebbeyk! Lebbeyk!) diyerek.
Devam etti ise de hutbeye yine, fakat,
Neydi bunun hikmeti? Anlamadı cemaat.
O günün tarihini, kaydettiler bir yere.
Nihayet döndü ordu gazadan bir zaferle.
Kumandan, pek sevinçli anlatırken ahvali,
Halife, çok üzgün ve sinirliydi bir hayli.
Buyurdu: (Mühim değil anlattığın bu şeyler.
Asıl şunu söyle ki, nasıl boğuldu o er?)
Arz etti: (Ey Halife, içyüzü şu ki işin,
O asker girdi suya, dibini ölçmek için.
Velakin yüzmesini bilmiyormuş o meğer.
Bağırdı can havliyle, iki defa (Ya Ömer!)
Size, isminiz ile seslendi o mücahid.
Sonra da boğularak, malesef oldu şehid.)
Halifelik devrinde, Hazret-i Ömer, yine,
Gönderdi ordusunu, kâfirler üzerine.
Hazret-i Sariye’yi, başkumandan seçerek,
Uğurladı onları, dualar eyleyerek.
Vardı islam ordusu, muharebe yerine.
Kurdular karargahı, bir dağın eteğine.
Lakin bir Cuma günü, istirahat anında,
Pusu kurdu kâfirler, dağın öbür yanında.
Cuma vakti idi ki, Halife, tam o saat,
Hutbe okuyor idi, minberde kendi bizzat.
Hak teâlâ, gözünden kaldırdı perdesini.
Gördü o kâfirlerin, bu korkunç hiylesini.
Ve şöyle bağırdı ki, hutbenin arasında:
(Ya Sariye, düşman var o dağın arkasında!)
Bir aylık mesafeden, Halifenin sesini,
İşitince Sariye, anladı gafletini.
Daha önce davranıp, saldırıya geçtiler.
Böylece kâfirleri, perişan eylediler.
Ve lakin cemaati, sarmıştı ki bir merak:
Halife, niçin böyle seslendi bağırarak?
Sariye hazretleri, vakta ki döndü geri.
Anlattı Sahabeye, olan hadiseleri.
Dedi: Cuma vaktiydi, konduk dağlık bir yere.
Halifenin sesini, işittim birdenbire.
Evet bu, Halifenin sesi idi hakikat.
Diyordu: (Ya Sariye, düşman var, dağa dikkat!)
Dağı arkaya alıp, hücum ettik küffara.
Düşürdük biz onları, kurdukları tuzağa.
. Çocuk yiyen ejderha
Bahreyn vilayetinde, vardı ki bir ejderha,
Ortaya çıkıyordu, o, her sene bir defa.
Ve doğruca, Cabilka şehrine gidiyordu.
Her gidişte, bir erkek çocuğunu yiyordu.
Bir çocuk veriyordu, her sene bir aile.
Halk, büyük bir sıkıntı içindeydi haliyle.
Çocuk verme işini, sıraya koymuşlardı.
Fakir bir adamın da, bir tane oğlu vardı.
O yıl, ona gelmişti bu sıra en nihayet.
Fakir, bunu düşünüp, üzülüyordu gayet.
Çaresizlik içinde, giderek Medine’ye,
Çok üzgün olduğunu, arz etti Halifeye.
Dedi: (Ey yeryüzünün, biricik halifesi!
Reva mı halkınızın böyle çile çekmesi?
Halk, ızdırap içinde bizim diyarımızda.
Buna çare bulacak kimse yok aramızda.
Madem ki bu zamanda, halifemiz sizsiniz,
Öyleyse derdimizi, siz halletmelisiniz.)
Ömer ibnil Hattab’a, söyleyince o böyle,
Buyurdu ki: (Ey kişi, derdiniz nedir, söyle.
Söyle ki, çaresini bulalım derdinizin.
Elbette ben mes'ulüm her derdinizden sizin.)
Dedi ki: (Geliyorum, ben Cabilka şehrinden.
Halkımız bizar oldu, bir ejderha şerrinden.
Zira o, senede bir, şehrimize geliyor.
Bir erkek çocuğunu yiyip, geri dönüyor.
Bu sene sıra bizde, oğlumu vereceğim.
Ben bunu düşündükçe, kavruluyor ciğerim.
Ya Emir-el müminin, bu iş nasıl olacak?
Bu derdin çaresini, siz bulursunuz ancak.)
Çok üzüldü Halife, onun bu sözlerine.
Hemence bir kağıtla, kalem aldı eline.
Yazdı ki: (Ey ejderha, öğrendim haberini.
Bu günden itibaren, terk et o adetini.
Bundan sonra, o şehre gitmeyesin sakın ha!
Erkek çocuklarını, yemiyesin bir daha.
Böyle iş yaptığını işitirsem yine ben,
Bil ki, gelir, ateşte yakarım seni hemen!)
Kağıdı ona verip, buyurdu ki hem yine:
(Koy bunu, o hayvanın yolunun üzerine.)
Kağıdı, ejderhanın yoluna bıraktılar.
Ve ne olacak? diye, hayli meraklandılar.
Az sonra o ejderha, gelip onu görünce,
Durdu ve hürmet ile, kaldırdı onu önce.
Öpüp, koydu başına edep ile o emri.
Mahcup bir vaziyette, oradan döndü geri.
O günden itibaren, çocuk yiyen ejderha,
Bu Cabilka şehrine uğramadı bir daha.
. Nil akmaya başladı
Hazret-i Ömer Faruk, bir ordu tertib etti.
Mısır’a göndererek, bu ülkeyi fethetti.
Kumandan olduğundan, Amr bin As da o sıra,
Vali tayin eyledi kendisini Mısır’a.
Birkaç ay geçmişti ki, Mısır’da bir kısım halk,
Valinin huzuruna geldiler toplanarak.
Dediler ki: (Ey vali, Mısır’da, Nil nehrinin,
Bir adeti vardır ki, herkes bundan tedirgin.
Zira bu yapılmazsa, Nil’in suyu hiç akmaz.
Geldik ki, bu hususu eylyelim size arz.)
Hayret içerisinde kalarak hemen vali,
Dedi: (Nedir o adet, söyleyin ey ahali!)
Dediler: (Senede bir, filan ayda, muhakkak,
Anne ve babasının rızasını alarak,
Süsler, nehre atarız, bir tek kız çocuğunu.
O zaman su yükselir, biz yaparız hep bunu.
Eğer böyle yapmazsak, Nil’in suyu kesilir.
Mısır halkı, bu yüzden gayet müteessirdir.)
Halkın şikayetini dinleyen Amr ibni As,
Dedi: (Bu, çirkin iştir, böyle adet yapılmaz.)
Lakin bir müddet sonra, kesilince yine su,
Gelip haber verdiler, valiye bu hususu.
Dediler: (Su kesildi, yine oldu kuraklık.
Halk, başka diyarlara göçüyor şimdi artık.)
Bu sefer, kağıt kalem alarak hemen vali,
Ömer ibnil Hattab’a, bildirdi işbu hali.
Yazdı ki: (Ey Halife, durum bundan ibaret.
Ben izin vermeyince, yapılmadı o adet.
Lakin yine kesildi bu ara suyu nehrin.
Ne yapmamız gerekir, bize bir yol gösterin.)
Hazret-i Ömer dahi, okuyup bu mektubu,
Cevabında yazdı ki: (Kötü bir adettir bu.
Gayet iyi yapmışsın izin vermediğine.
Bir kağıt koyuyorum bu mektubun içine.
Mısır’ın Nil nehrine, bir yazı yazdım bizzat.
Eline geçtiğinde, o kağıdı suya at.)
Halifenin mektubu ulaşınca valiye,
Açtı bir merak ile, acep ne yazmış? diye.
O kağıdı çıkarıp, baktı ki hakikaten,
Şöyle bir mektup yazmış, Nil nehrine hitaben:
(Ömer ibnil Hattab’tan, Mısır’ın Nil nehrine!
Vakıf oldum suyunun, yine kesildiğine.
Ey Nil, akıyordunsa eğer kendiliğinden,
Akma bundan sonra da, su isteyen yok senden.
Yok eğer Hak teâlâ akıtmaktaysa seni,
Biz Ondan istiyoruz suyun yükselmesini.)
Kağıdı, vali gidip, atar atmaz o nehre.
Su aktı, hem bir daha kesilmemek üzere.
. Bir takva örneği
Ömer ibnil Hattab’ı, bir genç çok seviyordu.
Beş vakit namazını, ardında kılıyordu.
Lakin bir kötü kadın vardı ki, çok yılışık,
O günlerde, bu genci gördü ve oldu aşık.
Gence haber gönderip, davet etti yanına.
Lakin genç, hiç iltifat etmedi o kadına.
Sevdiremeyince de kadın ona kendini,
Bir kocakarı bulup, anlattı bu derdini.
Kocakarı dedi ki: (Gel, içeri geç hele.
Seni buluşturayım, bu akşam ben o gençle.)
Genç, yatsı namazını kılmış, eve dönerken,
Bağırmaya başladı, kocakarı o evden.
Dedi: (Ey genç, elimden kaçırdım bir koyunu.
Yardım et de, birlikte yakalayalım onu!)
Genç bu söze aldanıp, bahçeye girdi o an.
O kadın da kapıyı, kilitledi arkadan.
Genci kuvvetle tutup, dedi ki: (Beni dinle!
Günlerdir yanıyorum, bil ki senin sevginle.
Sana kavuşmak için, çırpınıp dururum hep.
Sen ise, hiç yüzüme bakmazsın, neden acep?)
Lakin yine bakmadı kadına bu genç yiğit.
Bu sefer kadın onu, eyledi şöyle tehdit:
(Bağırırım, cümle halk, toplanır etrafına.
Rezil rüsvay olursun, bir mahalle halkına.)
Genç dedi: (Ahirette, rezil olmaktan ise,
Bu dünyada olayım, bu, daha kolay bize.)
Baktı ki olmayacak, feryat etti o derhal.
Halk oraya toplanıp, sordular ki: (Ne bu hal?)
Dedi ki: (Ben evimde, yatacak idim ki tam,
Tecavüze yeltendi, eve girip bu adam.)
İnsanlar genci dövüp, başını da yardılar.
Ve Hazret-i Ömer’in yanına çıkardılar.
O kadın da, halk ile gelmiş, hep ağlıyordu.
Öyle ki, feryatları, ayyuka çıkıyordu.
Halife genci görüp, buyurdu ki: (Evladım!
Korkma, söyle doğruyu, var sana itimadım.)
Genç, başından geçeni, ona arz eyleyince,
Halife, hakikate vakıf oldu hemence.
Anladı bu yapılan hiyle ve iftirayı.
Sordu ki: (Tanır mısın, sen o kocakarıyı?)
Genç, (Tanırım) deyince, emretti ki bu kere:
(Bütün yaşlı kadınlar, getirilsin bu yere!)
Geçti gencin önünden her biri, birer birer.
Genç, onu teşhis edip, anında verdi haber.
Kocakarı, suçunu itiraf etti hemen.
Halife rahatlayıp, kalktı derhal yerinden.
Varıp, çözdü o gencin ellerinin bağını.
Takdir etti, günahtan böyle çok kaçtığını.
. Bir adalet örneği
Bir gün Hazret-i Ömer, bir grup sahabiyle,
Çıktılar Medine’den, Şam’a gitmek azmiyle.
Var idi kendisinin, sadece bir devesi.
Gelirdi yanı sıra, Mugire nam kölesi.
İkisinin bineği, tek bir deve olunca,
Sırayla binerlerdi deveye yol boyunca.
Bir saat kendi biner, köle yaya giderdi.
Sonra kölesi biner, kendi yere inerdi.
Şam’a yakın gelince kafile en nihayet,
Mugireye gelmişti, binmede en son nöbet.
Lakin razı olmadı buna Eshab-ı güzin.
Hemen arz ettiler ki: (Ya Emir-el müminin!
Gerçi binme sırası, gelse de Mugire’ye,
Şam’a gelmiş bulunduk, siz binseniz deveye.
Zira yaya görürse, sizi merak edenler,
Yanılıp, kölenizi halife zannederler.)
Fakat o buyurdu ki: (Mugire’nindir nöbet.
Ben deveye binersem, nerde kalır adalet?
İslamın nuru ile, aydınlandı kalbimiz.
Resul'ün ahlakıyle, düzeldi her halimiz.
Hak teâlâ bizlere, vermişken bu nimeti,
Deveye binmemizin, var mıdır bir kıymeti?
Ey Resul'ün Eshabı, iyi düşünsenize.
Eshap olmak şerefi, yetmez mi şimdi bize?)
Ve şereflendirdiler nihayet Şam şehrini.
Halife, tellal ile, bildirdi şu emrini:
(Sağ ve salim çıkmamız, belli değil bu yerden.
Kimin bir hakkı varsa, istesin gelip benden.)
Kölesi öne çıkıp, dedi ki: (Ey efendim!
Vaktiyle üstünüzde, bir hakkım kaldı benim.
Zira çekmiş idiniz, bir zaman kulağımı.
Şimdi müsadenizle, istiyorum hakkımı.)
Halife buyurdu ki: (Gel öyleyse kardeşim!
Sen de çek benimkini, dünyada ödeşelim.)
Dediler: (Ey Halife, arzımız şudur ki ilk,
Gelmemiştir dünyaya, sizin gibi bir melik.
Caizken, efendinin köleyi terbiyesi,
Doğru mu, onun sizden böyle hak istemesi?)
Buyurdu: (Bu iş mühim, sakın mani olmayın!
Bugün helallaşmazsak, güç olur sonra yarın.)
Ve Hazret-i Mugire, geldi ve çekti biraz.
Buyurdu: (Ey Mugire, ne için çekersin az?)
Dedi ki: (Ey efendim, fazla çekersem eğer,
Korkarım senin hakkın, bana geçer bu sefer.)
Mugire’nin bu işte, şu idi ki gayesi,
Sevsin daha ziyade, kendini efendisi.
Zerre kadar şüphesi olsaydı bunda şayet,
Yapmazdı ona karşı, asla böyle hareket.
. Bir adalet örneği
Bir gün Hazret-i Ömer, bir grup sahabiyle,
Çıktılar Medine’den, Şam’a gitmek azmiyle.
Var idi kendisinin, sadece bir devesi.
Gelirdi yanı sıra, Mugire nam kölesi.
İkisinin bineği, tek bir deve olunca,
Sırayla binerlerdi deveye yol boyunca.
Bir saat kendi biner, köle yaya giderdi.
Sonra kölesi biner, kendi yere inerdi.
Şam’a yakın gelince kafile en nihayet,
Mugireye gelmişti, binmede en son nöbet.
Lakin razı olmadı buna Eshab-ı güzin.
Hemen arz ettiler ki: (Ya Emir-el müminin!
Gerçi binme sırası, gelse de Mugire’ye,
Şam’a gelmiş bulunduk, siz binseniz deveye.
Zira yaya görürse, sizi merak edenler,
Yanılıp, kölenizi halife zannederler.)
Fakat o buyurdu ki: (Mugire’nindir nöbet.
Ben deveye binersem, nerde kalır adalet?
İslamın nuru ile, aydınlandı kalbimiz.
Resul'ün ahlakıyle, düzeldi her halimiz.
Hak teâlâ bizlere, vermişken bu nimeti,
Deveye binmemizin, var mıdır bir kıymeti?
Ey Resul'ün Eshabı, iyi düşünsenize.
Eshap olmak şerefi, yetmez mi şimdi bize?)
Ve şereflendirdiler nihayet Şam şehrini.
Halife, tellal ile, bildirdi şu emrini:
(Sağ ve salim çıkmamız, belli değil bu yerden.
Kimin bir hakkı varsa, istesin gelip benden.)
Kölesi öne çıkıp, dedi ki: (Ey efendim!
Vaktiyle üstünüzde, bir hakkım kaldı benim.
Zira çekmiş idiniz, bir zaman kulağımı.
Şimdi müsadenizle, istiyorum hakkımı.)
Halife buyurdu ki: (Gel öyleyse kardeşim!
Sen de çek benimkini, dünyada ödeşelim.)
Dediler: (Ey Halife, arzımız şudur ki ilk,
Gelmemiştir dünyaya, sizin gibi bir melik.
Caizken, efendinin köleyi terbiyesi,
Doğru mu, onun sizden böyle hak istemesi?)
Buyurdu: (Bu iş mühim, sakın mani olmayın!
Bugün helallaşmazsak, güç olur sonra yarın.)
Ve Hazret-i Mugire, geldi ve çekti biraz.
Buyurdu: (Ey Mugire, ne için çekersin az?)
Dedi ki: (Ey efendim, fazla çekersem eğer,
Korkarım senin hakkın, bana geçer bu sefer.)
Mugire’nin bu işte, şu idi ki gayesi,
Sevsin daha ziyade, kendini efendisi.
Zerre kadar şüphesi olsaydı bunda şayet,
Yapmazdı ona karşı, asla böyle hareket.
. Ehl-i beyte hürmeti
Ömer ibnil Hattab’ın devriydi ki, bir zaman,
Çok fazla ganimetle, dönüldü bir gazadan.
Zira kavuşulmuştu, çok büyük bir zafere.
Toplanan ganimetler, dağılırdı erlere.
Hazret-i Ömer dahi, bizzat bulunuyordu.
Erlerin hissesini, o tayin ediyordu.
Ganimet, hisse hisse dağılırken erlere,
Hazret-i Hasan geldi, hisse için o yere.
Halife, görür görmez Hasan’ın geldiğini,
(Bin dirhem gümüş verin!) diye verdi emrini.
Az sonra teşrif etti, Hazret-i Hüseyin de.
(Bin dirhem) tayin etti, onun hissesini de.
Her ikisine dahi, gösterdi saygı, edep.
Sonra, oğlu Abdullah eyledi hisse talep.
(Beşyüz dirhem) verince, hissesini oğlunun,
Dedi ki: (Babacığım, hikmeti ne ki bunun?
Sizce de malumdur ki, ben, yetişkin bir gencim.
Hem de Resulullahla, vakidir hayli cengim.
Nice başlar kesmişim Resulullah önünde.
Hiç geri durmamışım, asla bir cenk gününde.
Hasan’la Hüseyin’e, biner dirhem verirken,
Ne için bendenize, verdiniz beşyüz dirhem?)
Buyurdu ki: (Ey oğlum, otur da beni dinle!
Bir mi olmak istersin, Hasan ve Hüseyin’le?
Aliyyül Mürteza’dır, onların pederleri.
Hem de Resulullahtır, mübarek dedeleri.
Hazret-i Fatıma’dır, anneleri onların.
Şanları çok yüksektir, o iki bahtiyarın.
Cafer-i Tayyar ile, Hazret-i Ukayl dahi,
Amcaları olurlar, onların bizatihi.
Hazret-i Ümm-i Gülsüm ve Rukayye hatunlar,
O iki mübareğin, teyzeleri olurlar.
Onlar, Resulullahın elinde büyüdü hem.
Olur mu bundan büyük bir fazilet ve kerem?
İşte onlar, Resul'e olmuşken böyle yakın,
Sen, kendini onlarla, yoksa bir mi tutarsın?)
Abdullah, babasından duyunca bu sözleri,
Utandı, mahcup oldu, yaşla doldu gözleri.
Hazret-i Ali’nin de, gitti bu kulağına.
Hasan’la Hüseyin’i, çağırdı huzuruna.
Dedi: (Buyurmuştu ki o Server Ömer için:
O, islamın nuru ve ışığıdır Cennetin.)
Bunu, babalarından öğrenince o gençler,
Koşarak, kendisine bunu müjdelediler.
Sevinip, bir kağıda kaydetti bunu hemen.
Vasıyet eyledi ki: (Vefat ettiğimde ben,
Kabrime, bu kağıtla defnedin ki o günde,
Kâfi gelir bu senet, bana mahşer gününde.)
. İstisnası yok bunun
Ömer ibnil Hattab’ın, adlini ölçmek için,
Toplandı yahudiler, bir yere hepsi bir gün.
Bir tanesi dedi ki: (Bana verin bu işi.
Bakalım, bu kadar çok adil midir bu kişi?)
Bir plan hazırlayıp, girdi doktor şekline,
Geldi Ömer Faruk’un mübarek hanesine.
Zayıf bir oğlu vardı evinde Halifenin.
Dedi ki: (Ben hekimim, neyin var böyle senin?)
Çocuk, pırlanta gibi, temiz ve saftı gayet.
Dedi ki: (Bedenimde, var birazcık zafiyet.)
Yahudi, şeytan gibi, dedi ki: (Peki, hay hay!
Üzülme, bu illetin tedavisi çok kolay.
Bizim evde, bu derde var ki öyle bir ilaç,
Onu iç, başka şeye kalmaz artık ihtiyaç.)
Götürdü böylelikle, onu kendi evine.
Şarabı, ilaç diye, tutuşturdu eline.
Saf, temiz kalpli çocuk, aldanıp yahudiye,
İçti o gün şarabı, şifalı şerbet diye.
Tabii biraz sonra, kaybetti kendisini.
Yahudi bunu görüp, sürdürdü hiylesini.
Gönderip genç kızını, hemen onun yanına,
Şarabın tesiriyle, günah işletti ona.
Az sonra, kendisine gelince çocuk birden,
Tövbe etti ise de, geçmiş idi iş işten.
O alçak yahudiyse, Halifeye gelerek,
İstedi cezasını, bunu ihbar ederek.
Halife, çok üzüldü olan bu hadiseye.
Sual etti oğlundan: (Doğru mudur bu?) diye.
Hakikat olduğunu anlayınca o hemen,
Derhal verdi hükmünü, hiç tereddüt etmeden.
Buyurdu: (Yüz sopadır, cezası işbu suçun.
Derhal infaz edilsin, istisnası yok bunun.)
Sahabe, dediler ki o zaman Halifeye:
(Mazur görün çocuğu, kurban gitti hiyleye.
Zayıftır, dayanamaz, ne olur acıyınız.
Suçunu, bu seferlik bize bağışlayınız.)
Lakin o, affetmeye etmedi hiç temayül.
Buyurdu: (Din işinde, olur mu hatır gönül?)
Sonra da celallendi, onlar ısrar edince,
Dedi: (Bu teklifiniz, sığar mı adalete?
Cezasını çeksin ki, bu günahın peşinden,
Kurtulsun ahirette, Cehennem ateşinden.)
Başladılar vurmaya ikna edemeyince.
Bayıldı acısından, sopa kırk’a erince.
Devam ettilerse de, bitab düştü be gayet.
Sekseninci sopada, vefat etti nihayet.
Çok üzüldü, ağladı oğlunun öldüğüne.
Fakat dinin emriydi, pişman olmadı yine
. Var mı bir senediniz?
Bir gün Hazret-i Ömer, emredip askerine,
Gazaya göndermişti, kâfirler üzerine.
Savaşa gidenlerin, evlad-ü iyalini,
Yoklayıp, sordururdu herbirinin halini.
Dolaşırdı kendi de, her gece bir vardiye.
Yardıma muhtaç olan bir kimse var mı? diye.
Yine böyle gezerken şehirde, geceleyin,
Bir konuşma işitti, içinden bir hanenin.
Dinledi, diyordu ki bir fakir kadıncağız:
(Erim gitti gazaya, biz şimdi n'apacağız?
Aç ve susuz olarak bıraktı evde bizi.
Biliyor mu Halife, acep bu halimizi?)
Bunu duyup, oradan, gitti hemen evine.
Bir çuval un sırtlayıp, o eve geldi yine.
Kapısını çalarak, dedi ki: (Bunu alın.
Bir ihtiyaç olursa, doğruca bana varın!)
Kadın, çok memnun oldu bu gelen hediyeden.
Mahcup oldu bu sefer, kendisi Halifeden.
Yine Hazret-i Ömer, halifelik devrinde,
Fakir olup, pek para bulunmazdı elinde.
Hatta bir bayram günü, Eshaptan çok kimseler,
Almıştı çocuğuna, bayramlık elbiseler.
Halifenin oğlu da, yanına koşup derhal,
Dedi ki: (Babacığım, bana da elbise al!)
Lakin bir şey alacak, parası yoktu onun.
Durumu söyleyince, çocuğu oldu mahzun.
Yeni bayramlıklarla, her çocuk sevinirken,
Yamalıydı onunki, hem de birkaç yerinden.
Onlar bunu farkedip, yanına toplandılar,
Kendisini alay ve istihzaya aldılar.
Üzülüp, geldi çocuk babasının yanına.
Durumu, ağlayarak söyledi tekrar ona.
Hazret-i Ömer dahi, üzüldüyse de, ancak,
Yoktu o gün parası, bir elbise alacak.
Çağırdı huzuruna, beytülmal memurunu.
Anlatıp kendisine, çocuğun durumunu,
Dedi ki: (Gelecek ay maaşıma mahsuben,
Biraz avans olarak, para istiyorum ben.)
Bu teklif karşısında, düşünüp memur biraz,
Veremeyeceğini, kendisine etti arz.
Dedi ki: (Mazur görün bu hususta beni siz.
Asla gelmez yerine, sizin bu isteğiniz.
Çünkü yoktur hakkınız, o maaştan almaya.
Zira var mı bir senet, otuz gün yaşamaya?)
Halife, memurunun, bu haklı sözlerine,
Hak verip, pişman oldu avans istediğine.
. Günah işlemeyin!
Sa'd ibni ebi Vakkas, hazretlerini, bir gün,
Gönderdi Ömer Faruk, İran'ın fethi için.
Kisra, elçi gönderip, hemen Ebi Vakkas'a,
Sordu ki: (Gelmenizin, sebebi ne acaba?)
Cevaben buyurdu ki: (Biz Hakkın askeriyiz.
Sizi, islam dinine davet için gelmişiz.
Ya bunu kabul eder, olursunuz müslüman,
Yahut da harp ederiz, başka çare yok şu an.)
Elçi, işbu teklifi iletince Kisra'ya,
Savaşı tercih edip, başladı hazırlığa.
Dedi: (İslam ordusu, yirmibin kişi ancak.
Bizse yüzbin kişiyiz, ne var bunda korkacak?)
Nihayet harp başlayıp, devam etti durmadan.
Öyle şiddetlendi ki, oldu etraf toz duman.
Lakin düşman içinde, o gün bir kimse vardı.
Bu kuvvetli bahadır, (Rüstem bin Mihriban)dı.
İri cüsseli olup, savaşırdı pek şedit.
Karşısında, gaziler düşerdi bir bir şehid.
İslam ordusunda da, vardı ki bir kişi hem,
Saf dışı edilmişti, bir günahı yüzünden.
Zira Hazret-i Ömer, Sa'd hazretlerine,
Mektup yazmış idi ki: (Dikkat et askerine.
Varsa günah işleyen bir askerin, bir erin,
Onun savaşmasına, verme ruhsat ve izin.
Zira bir toplulukta, işlerse biri günah,
Bu sebepten, o kavmi muvaffak etmez Allah.
Düşmanın çokluğundan korkma ey Ebi Vakkas!
Sen, günah işlemekten ve Allah'tan kork esas.
Siz de günah işleyip, isyankâr olursanız,
Kisra’nın ordusundan, kalır mı bir farkınız?)
Velhasıl o hapis er, bulunduğu çadırdan,
Muharebe yerini, seyrediyordu her an.
O Rüstem kâfirini, görüp üzülüyordu.
O yerden, için için, ona diş biliyordu.
Tövbe edip, birine çözdürdü ellerini.
Ve aldı komutanın savaş aletlerini.
Fırlayıp bindi hemen, yine onun atına.
Çıktı nara atarak, Rüstemin karşısına.
Hamle edip düşürdü, onu at üzerinden.
Ayırdı daha sonra, başını gövdesinden.
Sonra acele ile, çadıra döndü yine.
O zinciri, tekrardan taktırdı ellerine.
Rüstem'in ölümüyle, kâfirler dağıldılar.
Gaziler kovalayıp, pek çoğunu kırdılar.
Başkumandan, bu hali bildirdi Halifeye.
Cevap geldi: (O eri, bağışladım ben!) diye.
Bu savaşta, elli bin kâfiri öldürdüler.
Büyük bir zafer ile, Medine'ye döndüler.
. Bunlar beytülmalındır
Birgün Hazret-i Ömer, zekat develerinden,
Birinin ardı sıra koşuyordu ki, birden,
Gördü Hazret-i Ali, Halifenin halini.
Sordu hayret içinde, ona şu sualini:
(Hayrola, nedir bu hal ya Emir-el müminin!
Neden böyle koşarsın, ardından bu devenin?)
Buyurdu ki: (Ya Ali, beytülmalın bu deve.
Havutunu düşürmüş, kaçıyor başka yere.
Tutup da havutunu vurayım ki ben derhal,
Zarara uğramasın, zamanımda beytülmal.)
Dedi ki: (İyi ama, siz niçin koşarsınız?
Olmaz mı başkasını bu işe koştursanız?)
Buyurdu ki: (Ya Ali, bu iş benim vazifem.
Yarın mahşer gününde, bu, benden sorulur hem.
Bizzat ben yapayım ki vazifemi bu günde,
Pişmanlık duymayayım, yarın mahşer gününde.)
Duydu Hazret-i Ali, bu sözü Halifeden,
Derinden bir (Âh) çekip, ağladı sonra hemen.
Ve dedi ki: (Ya Ömer, iş böyledir hakikat.
Senin gittiğin yoldan, gidemez kimse fakat.
Bu işi, senden sonra götürecek kişiler,
Korkarım yapamayıp, sıkıntıya düşerler.)
Yine Hazret-i Ömer, milletine faraza,
Herhangi bir nesneyi, yasaklayacak olsa,
Önce, ailesini toplayıp hemencecik,
Bu yasağı, onlara ederdi önce tatbik.
Yakın akrabaları, bu yüzden diğer halktan,
Daha çok kaçarlardı, her haram ve günahtan.
Yine Bizans ilinden, bir gün de Halifeye,
Bir elçi gelmişti ki, o dönerken geriye,
Halifenin hanımı, borç alarak bir altın,
Koku alıp doldurdu, içine cam bir kabın.
Ve hediye gönderdi, elçinin hanımına.
O da, buna karşılık, kokuların kabına,
Mücevher doldurarak, gönderdi ona geri.
Verdiler bu hanıma, gelen mücevherleri.
Akşam Hazret-i Ömer, evine geldiğinde,
Gördü mücevherleri, hanımının elinde.
Nereden geldiğini sual edince ondan,
Dedi ki: (Geldi bunlar, elçinin hanımından.)
Buyurdu: (Benim zevcem olmasaydın sen eğer,
Sana gönderilmezdi, elbet bu mücevherler.
Yabancı bir devletten, sana gelen hediye,
Aslında sana değil, gelmiştir Halifeye.
Hatta bu hediyeler, asıl beytülmalındır.
Senin olan, o ödünç aldığın bir altındır.)
Hanımı kabul edip, dedi ki: (Peki a’la.)
Mücevherler satılıp, konuldu beytülmala.
. Niçin mani olmadın?
Bir yıl Hazret-i Ömer, emredip askerine,
Gazaya göndermişti, İran’ın üzerine.
Düşmanla, şiddetli bir savaşa giriştiler.
Allah’ın yardımıyla, zafere eriştiler.
Sayısız ganimetle döndüler Medine’ye.
Bu sevinç ve sürurla, çıktılar Halifeye.
Yüz vermedi Halife, onlara o gün fakat.
Hatta soğuk davranıp, etmedi hiç iltifat.
Onlar bunu görünce, yıkıldılar adeta.
Dediler ki: (Muhakkak, işledik biz bir hata.)
Ve oğlu Abdullah’ı, hatırladılar o an.
Dediler: (Bu hususu, soralım gidip ondan.)
Geldiler Abdullah’ın yanına onlar derhal.
Anlatıp, dediler ki: (Böyledir işte ahval.
Gazadan, zafer ile döndüğümüz halde biz,
Nedense yüz vermedi, bize hiç pederiniz.
Halbuki bundan evvel, dönünce bir gazadan,
Ayrı ayrı iltifat ederdi bize baban.
Muhakkak hatamız var, bunu biz biliyoruz.
Ama nedir o hata? Öğrenelim diyoruz.)
Abdullah ibni Ömer, sordu ki haziruna:
(Siz böyle mi çıktınız, babamın huzuruna?)
Meğer onlar, İran’dan, görkemli elbiseler,
Giyip de, o şekilde huzuruna girmişler.
Çıkararak hemence, o üstündekileri,
Giydiler her zamanki, eski elbiseleri.
İzin alıp, huzura girince tekrar yine,
Çok iltifat eyledi, bu sefer herbirine.
Hal ve hatırlarını, sorarak hem de bizzat,
Hepsiyle ilgilenip, eyledi çok iltifat.
Birisi, cesarete gelerek Sahabeden,
Bu işin hikmetini, edeple sordu hemen.
Dedi ki: (Bundan önce, geldiğimizde size,
Hikmeti ne idi ki, bakmadınız hiç bize?)
Buyurdu: (O esvapla, görünce sizi o an,
Şöyle geldi kalbime, hiç elimde olmadan:
Değişti Sahabenin bugün elbiseleri.
Bu gidişle ilerde, değişir hep kalpleri.
Yarın mahşer gününde, kavuşunca Resul’e,
Korkarım, sorar bana: (Ya Ömer, bana söyle!
Görmedin mi gazadan geri dönen erleri?
Nasıl değiştirdiler, onlar elbiseleri.
Sonra, kalpleri dahi değişti de onların,
Bunları göre göre, niçin mani olmadın?)
İşte, bundan ötürü, siz gazadan dönünce,
İltifat edemedim, sizi öyle görünce.
Vakta ki çıkardınız, siz o elbiseleri.
Zail oldu endişem, iyi gördüm sizleri.)
. Ya Ömer, ölüm var!
Nasihatı şudur ki, bir islam âliminin:
(Kâmil olması için, imanı bir müminin,
Rabbe karşı, korku ve ümitte, o müslüman,
Eşit olmak lazımdır, ne fazla, ne de noksan.)
Büyüklerden biri de, diyor ki bu konuda:
(Müsavi olmalıdır, ümit ile korkuda.)
Hazret-i Ömer dahi, diyor ki: (cenab-ı Hak,
Buyursa, Cehenneme, bir kişi konulacak!
Günahıma bakarak, (O, belki benim) derim.
Rabbimin azabından, olamam asla emin.
Ve yine Hak teâlâ, buyursa ki şöylece:
Cennete, bir tek kişi girecektir sadece!
(O kişi belki benim), diye ümit ederim.
Rabbimin, sonsuz olan fadlına güvenirim.)
İslam âlimlerinden, bir büyük veli zat da,
Bu hususta, şu beyti yazıyor bir kitapta:
Benden ümit kesmeyin, buyurursun ey Rabbim!
Günahım çok olsa da, hiç ümit keser miyim?
Korkmak lazım ise de Allah’ın azabından,
Ümit de kesmemeli o sonsuz ihsanından.
Gençlikte, daha fazla Allah’tan korkmalıdır.
Yaşlılıkta, ümidi daha çok olmalıdır.
İslam âlimlerimiz, ediyor ki nasihat:
(Hatırda tutmalıdır, kul, ölümü her saat.)
Yine buyuruyor ki, Peygamber Efendimiz:
(Lezzetleri yıkanı, çok fazla yadediniz!)
Eshap sual etti ki Resul-i müctebaya:
(Lezzetleri yok eden o şey nedir acaba?)
Peygamber Efendimiz, buyurdu ki: (Ölüm’dür!
O, bütün lezzetleri temelinden götürür.)
Yine Peygamberimiz, bir hadis-i şerifte,
Buyurdu: (İki vaiz bırakıyorum size.
Bir tanesi konuşur, biri susar her zaman.
Konuşanı, Kur’andır ve ölüm’dür hep susan.)
İşte Ömer bin Hattab, Hazret-i Peygamberin,
Hadiste buyurduğu, (Ölümü çok yad edin!)
Emrine gösterdiği büyük ehemmiyetle,
Hatırlatması için, adam tuttu ücretle.
Buyurdu ki: (Ölümü, hatırlat her gün bana!
Bu iş için, şu kadar ücret vereyim sana.)
O kişi hergün gelir, (Ölüm var, ölüm!) derdi.
O günkü ücretini, alıp geri giderdi.
Yine bir gün gelerek: (Öleceksin ya Ömer!)
Deyince, buyurdu ki: (Söyleme artık, yeter.
Lüzum yok bana artık, bunu hatırlatmana.
Sakalıma ak düşmüş, o söyler zira bana.
Saç, sakal ağarması, ölümü haber verir.
Baktıkça hatırlarım, gözümün önündedir.)
. Bir merhamet örneği
Ömer ibnil Hattab’ın, halifelik devrinde,
Medine’ye, bir kervan geldi günün birinde.
Abdurrahman bin Avf’a, Halife gidip o an,
Buyurdu ki: (Şehirde, konaklamış bir kervan.
Gel, seninle kervanı bekliyelim bu gece.
Beldemizde bir zarar görmesinler böylece.
Eğer onlar burada, görürlerse bir zarar,
Yarın mahşer gününde, bunu bizden sorarlar.)
Velhasıl o kervanı, gece gidip beklerken,
Bir bebek ağlıyordu, yakındaki bir evden.
Ağlaması, çok uzun sürünce en nihayet,
Acıma duygusuyla, huzursuz oldu gayet.
Gidip ikaz etti ki annesini: (Ey hatun!
Bu masum yavrucağı, niçin ağlatıyorsun?)
Dönüp başladıysa da, tekrar ibadetine,
Çocuğun ağlaması, durmadı fakat yine.
Kaç defa gittiyse de o eve, fecre kadar,
Bebeğin ağlaması, sürdü hep aynı karar.
Nihayet seher vakti, üzgün halde Halife,
Kadını ikaz için, gitti yine o eve.
Buyurdu: (Sen ne kadar merhametsiz kadınsın!
Çocuğuna bakmayıp, devamlı ağlatırsın.)
Kadın, cevap olarak dedi ki: (Peki neden,
Beni azarlıyorsun, hiç halimi bilmeden?
Zira sütten kesmişim bunu ben, bir ay önce.
Karnı aç olduğundan, hep ağladı bu gece.)
Buyurdu ki: (Anladım sebebini ey hatun!
Peki, niçin sütünü erken kestin sen bunun?)
Dedi ki: (İnsaf versin, Allah Halifemize.
Bir çocuk süt emerken, nafaka vermez bize.
Nafaka parasını almak için, mecburen,
Vaktinden daha evvel sütten kestim bunu ben.)
O anda Halifenin, hüzün çöktü içine.
Oradan, ağlayarak yöneldi mescidine.
İmam oldu ise de, çıkmıyordu avazı.
Ağlama sebebiyle, zor kıldırdı namazı.
Sahabeye dönerek, ağlamaklı sesiyle,
Dedi: (Yazıklar olsun, sizin halifenize!
Zira onun verdiği bir kararın yüzünden,
Bir anne, bebeğini erken kesmiş sütünden.)
Sonra emir buyurdu cümle münadilere,
Ki, hemence şu emri duyursunlar her yere:
(Her kimin oğlu veya kızı olursa eğer,
Anında Halifeye, etsinler bunu haber.
Her çocuk, bir deftere, hemen kaydedilecek.
Ve ona, beytülmaldan, nafaka verilecek.
Badema hiçbir kadın, bu nafaka yüzünden,
Erkenden bebeğini, kesmesinler sütünden.)
. Müslümanın üç hasleti
Bir gün Hazret-i Ömer, halife iken, yine,
Yeni, temiz elbise giyinip üzerine,
Cuma namazı için, camiye gidiyordu.
Lakin yolda giderken, üzücü bir şey oldu.
Şöyle ki, üzerine, bir damın oluğundan,
Kanlı su döküldü ve üzüldü gayet bundan.
Sonra, başkasına da zarar verir diyerek,
Kaldırttı o oluğu, derhal emir vererek.
Lakin o ev, Hazret-i Abbas’ın idi bizzat.
Kendi de, dam üstünde bulunurdu o saat.
Yıkayıp, yaralanmış bir kedi yavrusunu,
Dökmüştü o oluğa, onun kanlı suyunu.
Halife, üzerini değiştirerek yine,
Geldi Resulullahın amcasının evine.
O yağmur oluğunu, kaldırtmış olduğundan,
Sebebini söyleyip, özür diledi ondan.
Lakin Hazret-i Abbas, arz etti ki: (Ya Ömer!
Onu, bizzat oraya, koymuş idi Peygamber.)
O böyle söyleyince, Halife üzüldü pek,
Başladı ağlamaya, (Ben ne yaptım!) diyerek.
Bu pişmanlık içinde, rica etti: (Ya Abbas!
Öyle ise gel şimdi, sen benim sırtıma bas.
O yağmur oluğunu, eskisi gibi yine,
Elin ile yerleştir, tekrar eski yerine.)
O dahi (Peki!) deyip, hiç vakit geçirmeden,
O oluğu, yerine yerleştirdiler hemen.
Biri dahi Resul'den, nasihat isteyince,
Ona buyurdular ki: (Sinirlenme hemence.
En iyiniz, geç kızıp ve çabuk barışandır.
En kötünüz, tez kızıp, çabuk barışmayandır.
Bir kimse, Allah için yenerse gazabını,
Kaldırır Allah dahi, o kuldan azabını.)
Eğer bir müslümanda, var ise şu üç haslet,
Hak teâlâ o kula, acır, eder merhamet.
Biri, nimete şükür, biri de, affetmektir.
Üçüncüsü, kızınca, öfkesini yenmektir.
Bir kimse kızdığında, davranırsa yumuşak,
Kalbini, iman ile doldurur cenab-ı Hak.
Bir kul da, kızdığında, gizlerse gadabını,
Allah da gizler onun, mahşerde günahını.
Bir gün Hazret-i Ömer, Resul'ün huzuruna,
Varıp, rica etti ki: (Bir amel söyle bana.
Öyle ki, kolay olsun işlemek o ameli.
Hem de bana mahşerde, olsun çok faideli.)
Buyurdu: (Örtücü ol aybını insanların.
Şeref ve namusunu, koru müslümanların.
Eğer böyle edersen, mahşerde de muhakkak,
Senin kusurlarını, affeder cenab-ı Hak.)
. Onlar böyleydi
Hazret-i Ömer Faruk, Selman-ı Farisi’ye,
Emir verip, İran’a gönderdi vali diye.
O dahi bu emirle, İran’a geldi hemen.
Başladı vazifeye, hiç vakit geçirmeden.
Vali oldu ise de İran’a her ne kadar,
Yine, tevazu ile yaşardı, orta karar.
Az şey ile geçinir, ederdi hep kanaat.
Sürerdi fakirane, gayet sade bir hayat.
Ve lakin biraz ağrı gelince bedenine,
Çağırıp sordu bunu, o yerin tabibine.
O dedi: (Bu illete, Şam kilimi iyidir.
Evinde kullanırsan, gayet faidelidir.)
Tabibin tavsiyesi bu olunca, nihayet,
Alıp serdi evine, o kilimden bir adet.
Ve lakin dedikodu yaptı bunu ahali.
Dediler ki: (Değişti, valinin eski hali.
Önceden, hiç parası bulunmazken elinde,
Şimdi, Şam kilimleri, serilidir evinde.
Bulamayan var iken, bir ekmek dilimini,
O nasıl kullanıyor, hem de Şam kilimini?)
Sonra bu dedikodu, ulaştı Medine’ye.
Şikayet eylediler, valiyi Halifeye.
Ne zaman ki Halife, muttali oldu buna,
Selman-ı Farisi’yi, çağırdı huzuruna.
Gayesi şu idi ki, öğrensin hakikati.
Yoksa o, valisine güvenirdi pek kati.
Vali emri alınca, binerek devesine,
Acele vasıl oldu, Medine beldesine.
Emir-ül müminini, görünce ta öteden,
Devesinden inerek, yaklaştı ona hemen.
Müsafeha ederek, arz etti ki: (Ya Ömer!
Affedin bendenizi kusurum varsa eğer.)
Buyurdu: (Geldi bana, senden bazı şikayet.
Nedir o Şam kilimi, hakikati beyan et?)
Dedi: (Hastalığıma iyi geldiği için,
Almıştım o kilimi, doğrusu budur işin.
Yoksa, Resulullahın yolundan ayrılmadım.
Ayrılmam asla yine o yoldan tek bir adım.)
Halife memnun olup, buyurdu ki: (Ya Selman!
Sen de, benim hatamı beyan et biliyorsan.)
Dedi: (Ben de duydum ki, halen zat-ı aliniz,
İki kat elbiseye, birden malikmişsiniz.
Peygamber-i zişan’ın, tek elbise giydiği,
Zat-ı alinizce de, malumdur gayet iyi.)
Dedi: (Evet, maliktim iki kat elbiseye.
Lakin verdim birini, daha muhtaç kimseye.
Sonra tövbe ederek, ettim ki şöyle niyaz:
Ya Rab, Resul yolundan ayırma beni biraz!)
. Çocuğun nasihatı
Ömer Faruk, Kur’andan, azap âyetlerini,
Okuyunca, bayılır, kaybederdi kendini.
Günlerce hasta yatar, gelemezdi kendine.
Dostları, ziyarete gelirlerdi evine.
Allah korkusu ile, ağlardı ki o kadar,
İz yapmıştı yüzünde, gözünden akan yaşlar.
Yine bir gün, evinin önünde duruyordu.
İçeride, Kur’an-ı kerim okunuyordu.
(Rabbinin azapları, olacak ebediyen.)
Âyetini duyunca, sarardı benzi birden.
Bayılmak üzereyken, bu halini gördüler.
Kendisini oradan, evine götürdüler.
Bir gün yine evinden, mescide gidiyordu.
Bir çocuk da, önünde, hızlıca yürüyordu.
Buyurdu ki: (Evladım, sen küçük bir çocuksun.
Mescide, niçin böyle acele gidiyorsun?)
Çocuk dedi: (Biz evde, yakarken hep ocağı,
Küçüklerle yakarız, büyükçe olanları.
Dün, benden daha küçük bir çocuk etti vefat.
Yakında belki ben de, ederim Hakka vuslat.)
Bir küçücük çocuktan, işitince bunları,
O kadar ağladı ki, ıslandı sakalları.
Bir gece de, Halife, gezerken şehri, birden,
Konuşmalar işitti, hanelerin birinden.
Bir kadın, (Haydi kızım, süte su kat!) diyordu,
Kız ise, bu teklife, rıza göstermiyordu.
Diyordu: (Anneciğim, bak Emir-el müminin,
Demişti ki, sütlere, su ilave etmeyin!)
Kadın, yine ısrarla diyordu: (Kat bir ölçek.
Gece vakti Halife, bizi nerden görecek?)
Kız dedi: (Görmese de Halife gerçi bizi,
Lakin Allah görüyor bizim her işimizi.
Rabbimiz değil midir, bizi yoktan var eden?
Nasıl haram işlenir, O bizi görüyorken?)
Duydu Hazret-i Ömer, kızın bu sözlerini.
Çok hoşuna gitti ve öğrendi evlerini.
Acele eve dönüp, buyurdu ki oğluna:
(Bir saliha kız buldum, alayım onu sana.)
Sabah gitti o eve, kapıyı çaldı hemen.
Kadın, onu görünce, telaşlandı aniden.
Buyurdu ki: (Ey hatun, Allah’ın emri ile,
Kızını, oğlum için, geldim talep etmeye.
Çünkü senin kızının, duydum bir kelamını.
Takvası sebebiyle, verdim bu kararımı.)
Kadın çok memnun olup, gönülden kabul etti.
Kız, takva sebebiyle, kazandı bu nimeti.
Hatta İkinci Ömer denmekle meşhur olan,
Ömer bin Abdülaziz, zuhur etti bunlardan.
. Hususi nazar etti
Hazret-i Ömer Faruk, naklediyor ki bizzat:
Bana şöyle buyurdu, bir gün Fahr-i kainat:
(Ya Ömer, Cibril bana geldiğinde bir günü,
Sordum, senin göklerde olan üstünlüğünü.
Dedi: Ya Resulallah, Ömer’in, göklerdeki,
Kıymeti, üstünlüğü çok fazladır, şöyle ki,
Onun vasıflarını, dokuzyüz elli sene,
Size ben, hiç durmadan anlatsam, bitmez yine.)
Ömer ibnil Hattab’ın, kıymeti hakkında hem,
Şöyle buyurmuşlardır, Eshaba Fahr-i âlem:
(Ömer’in gadabından korkunuz, çekininiz!
O, gadaba gelince, gadaplanır Rabbimiz.)
Bir gün de genç birisi, Sahabe-i kiramdan,
Ebu Zer Gıfari’ye, gelmiş idi bir zaman.
Ona rica etti ki: (Ey genç, bana dua et.
Ki, senin duan ile, olunayım mağfiret.)
Genç, buna çok şaşırıp, arz etti ki: (Efendim!
Bu halimle ben size, nasıl dua ederim?
Siz ki, hizmet ettiniz o Resule ihlasla.
Sohbette bulundunuz bizlerden daha fazla.)
Ebu Zer, ısrar ile edince dua talep,
Genç dedi: (Ne iyilik gördünüz bende acep?)
Dedi: Senin hakkında, bir gün Hazret-i Ömer,
Demişti ki: (Bak şu genç, iyidir ya Eba Zer!)
Resul de buyurdu ki, Sahabe-i güzine:
(Hak söz, kondu Ömer’in dilinin üzerine.)
Onun iyi dediği, iyi kimsedir elbet,
Dua et, Rabbim beni, etsin af ve mağfiret.)
Yine Hazret-i Ömer, bir yolda yürür iken,
Ebu Zer Gıfari’yi, gördü ve durdu birden.
Ebu Zer de durdu ve müsafeha eyledi.
Kendisine: (İslamın kilidisin sen!) dedi.
(Niçin böyle söylersin?) deyince ona fakat,
Dedi: Hatırlar mısın, bir gün Fahr-i kainat,
Eshaba buyurdu ki: (Aranızda fitneler,
Çıkıp yayılmasından korkuyorsanız eğer,
Olursunuz Ömer’in yanında emniyette.
Ya Ömer, sen islamın kilidisin elbette.)
Bir gün de, Eshabının arasında o Server,
Ömer ibnil Hattab’a, bakıp gülümsediler.
Sonra buyurdular ki o Resul-i mücteba:
(Ya Ömer niçin güldüm, bilir misin acaba?)
Dedi ki: (Onu, Allah ve Resulü bilirler.)
O zaman Resulullah, buyurdu ki: (Ya Ömer!
Bu gece, Arafat’ta toplanınca insanlar,
Allah, hepsine birden, bir defa etti nazar.
Sana ise, hususi nazar etti ayrıca.
Onun için güldüm ben, bunu hatırlayınca.)
. Selamını geç aldı
Bir gün Hazret-i Osman, bir akşam vakti idi.
Ömer ibnil Hattab’ın, ziyaretine gitti.
Selam verip oturdu Halifenin yanına.
Lakin o, selamını, almadı tam anında.
İki kandil vardı ki önünde Halifenin,
Biri, devlet malıydı, ötekiyse kendinin.
O anda. beytülmalın kandili yanıyordu.
Anladı ki, devlete ait iş yapıyordu.
Az sonra, o kandili söndürdü İbni Hattab.
Öbürünü yakarak, selama verdi cevap.
Lakin geciktirmişti cevabı az bir zaman.
Bu işi merak edip, sordu Hazret-i Osman.
Dedi ki: (Ey Halife, selam verdim girince.
Niçin cevap vermedin, anında işitince?)
Buyurdu ki: (Ya Osman, az önce yanan kandil,
Beytülmala aitti, şahsımın malı değil.
Sen odaya girip de, tam selam verdiğin an,
Devletin bir işini yapıyordum o zaman.
Beytülmalın kandili yanıyordu önümde.
Onu, hiç şahsım için kullanmadım ömrümde.
Az bir işim kalmıştı, bitirip hemen onu,
Söndürdüm akabinde, beytülmalın mumunu.
Benimkini yakarak, cevap verdim acele.
Lakin biraz gecikti, hakkını helal eyle.)
Bir gün de, bir müslüman, kızarak zevcesine,
Geldi hemen Hazret-i Ömer’in hanesine.
Zira sinirlenmişti hanımına begayet.
Geldi ki, Halifeye, etsin onu şikayet.
Lakin o, varır varmaz tam kapının yanına,
İçerden, bazı sesler erişti kulağına.
Zevcesi, yüksek sesle, ona bağırıyordu.
O ise sükut edip, hiç cevap vermiyordu.
O, bu hali görünce, düştü büyük hayrete.
Zira o, zevcesini gelmişti şikayete.
Vaziyeti görünce, vazgeçti şikayetten.
Kapıyı da çalmayıp, geriye döndü hemen.
Lakin Hazret-i Ömer, görmüştü gittiğini.
Çağırıp sual etti, ne için geldiğini.
O dedi: (Gelmiştim ki, ben zat-ı alinize,
Hanımımdan, şikayet edeyim biraz size.
Ve lakin içeriden duyunca o sözleri,
Bu fikrimden vazgeçip, kapıdan döndüm geri.)
Ona, Hazret-i Ömer buyurdu: (Ey müslüman!
Zevcemin, üzerimde hakkı vardır her zaman.
Her türlü hizmetimi, severek yapar benim.
Ben de, kusurlarını bağışlar, affederim.)
Dedi ki: (Öyle ise, affettim ben de onu.
Artık görmeyeceğim, zevcemin kusurunu.)
. Hazreti Ömer’in faziletleri
Aişe-i Sıddıka, naklediyor ki bizzat:
Sahabe-i kirama, bir gün Fahr-i kainat,
Şöyle buyurdular ki: (Meclislerinizi, siz,
Ömer ibnil Hattab’ı anarak süsleyiniz!)
Huzeyfe-tübnil Yeman, büyük Sahabedendir.
O da, bir hakikati şöyle bildirmektedir:
Ömer ibnil Hattab’ın devrinde din-i islam,
Aynen, (Gelen kimse)ye benziyordu sanki tam.
Nasıl yaklaşıyorsa, gelen kimse gitgide,
İslam'ın yakınlığı, artardı o devirde.
Ve lakin ondan sonra, öyle oldu ki islam,
Artık (Giden kimse)ye benziyordu sanki tam.
Uzaklığı artarsa, nasıl giden insanın,
Gitgide uzaklığı artıyordu islam'ın.)
Abdullah bin Mes'ud da, buyuruyor ki bizzat:
(Firaseti kuvvetli, tanıyorum ben üç zat.
Biri, Mısır azizi idi ki bu zatların,
O, Hazret-i Yusüf’ü tanımıştı bihakkın.
Hanımına dedi ki: (Sen bu gence iyi bak.
Zira bize faydası olur onun muhakkak.)
Yine Şuayb Nebi'nin, bir kızı vardı ki hem,
O da, Musa Nebi’yi bir defa görüp hemen,
Babasına dedi ki: (O, çok iyi biridir.
Ücretle tut ki onu, kuvvetli ve emindir.)
Firaseti kuvvetli olan o üç kimseden,
Biri de, Ebu Bekr-i Sıddık’tır ki esasen,
Ömer ibnil Hattab'ın, sezerek kıymetini,
Ona verdi, kendinden sonra hilafetini.)
Nitekim Resulullah, Sahabeye bu babta,
Bir hadis-i şerifte, buyuruyor ki hatta:
(Benden sonra, peygamber gönderilseydi eğer,
Ömer ibnil Hattab’a olurdu bu müyesser.
Rabbimiz, kendisine vermiştir iki melek.
Bunlar, ona verirler manevi güç ve destek.
Hata işlemekten de, korurlar bunlar onu.
Ve ona yaptırırlar, o şeyin doğrusunu.)
Yine buyuruyor ki Abdullah ibni Ömer:
(Sahabe, bir hususta ihtilaf etse eğer,
Ve bu babta, bir âyet gelse idi sonradan,
Babamın sözü gibi, geliyordu çok zaman.)
Yine ibni Hattab'tan bahsederken bir sefer,
Şöyle buyurmuşlardır bir hadiste o Server:
(Şeytan, ibni Hattab’ı görseydi eğer birden,
Yüzünün üzerine, düşerdi heybetinden.)
Yine buyuruyor ki o Sevgili Peygamber:
(Cibril aleyhisselam verdi ki bana haber,
Vakta ki Ömer Faruk, girdi islam dinine,
Melekler müjde verdi, hemen birbirlerine.)
. Çok merhametli idi
Ömer ibnil Hattab’a, buyurdu ki o Server:
(Sen, ümmetim üstüne bereketsin ya Ömer!)
Bir gün de Ömer Faruk, çarşıda geziyordu.
Yaşlı bir gayr-i müslim, baktı dileniyordu.
Onun, yaşlı halinde böyle dilendiğine,
Acıyıp, buyurdu ki hemence kendisine:
(Ey pir-i fani kişi, senden çok cizye aldık.
Seni af ediyorum, dilenme şimdi artık.)
Sonra emir buyurdu, o günden itibaren,
Beytülmaldan verildi ihtiyacı tamamen.
O, fakir kadınların ekmeğini, suyunu,
Sırtında taşıyordu odununu, ununu.
Bir gün de buyurdu ki: (Münafıksa bir kişi,
Onun, ümidi dünya ve günahtır her işi.
O, dünya işlerinde, zeki ve şevklidir pek.
Ahiret işlerinde olur cahil ve gevşek.)
Yine o buyurdu ki: (Çalışın, gayret edin.
Çalışmadan, rızkımı Allah verir demeyin.
Her canlının rızkını, O gönderirse de hep,
Ve lakin çalışmayı, kılmıştır buna sebep.
Benim, çocuklarıma nafaka kazanırken,
Öldüğüm yer, en fazla sevdiğim yerdir hemen.)
Hazret-i Ebu Bekir, ölüm hastalığında,
Vasıyetnamesini, yazdı bu son anında.
Lakin kırmamak için Resul'ün Eshabını,
Halife namzedinin, bildirmedi adını.
Hazret-i Abbas görüp, aldı onu eline,
Boş yere, (Ömer) yazıp, sonra koydu yerine.
Halife, biraz sonra açınca gözlerini,
Arz etti kendisine, böyle eylediğini.
Dedi ki: (Ey halife, küstahlık ederekten,
Açık kalan o yere, Ömer yazdım ben hemen.)
Sevinip buyurdu ki: (Hamd olsun Rabbimize.
Zaten o gelmiş idi, bizim de kalbimize.)
Sahabeden bazısı, dedi: (Ya Eba Bekir!
Ömer, sert tabiatlı ve gadaplı kimsedir.
Onu, müslümanlara halife yaptın, lakin,
Ne sebep gösterirsin, huzurunda Rabbinin?)
Hazret-i Ebu Bekir, onlara cevabında,
(Beni kaldırın!) deyip, oturdu yatağında.
Buyurdu: (Hak teâlâ, sorarsa bunu benden,
Derim ki: Ya ilahi, yeryüzünde Ömer’den,
Daha adil bir kimse aradım, bulamadım.
Bunun için yerime, onu halife yaptım.)
O halife olunca, etraftan çoğu insan,
Derlerdi: (Kim oldu ki halife acep şu an,
Birlikte gezerler de, kurtlar ile kuzular,
Yine de kuzulara, gelmiyor hiçbir zarar.)
. Eshap isar ederdi
Bir gün Hazret-i Ömer, bir kesenin içine,
Bir miktar para koyup, verdi hizmetçisine.
Buyurdu: (Bu kesede, para var dörtyüz dinar.
Bunu al, Ubeyde bin Cerrah’ın evine var.
De ki: Size gönderdi, Ömer bu dinarları.
Bak ki, Ebu Ubeyde ne yapacak onları?)
Köle, aldı keseyi, vardı onun evine.
Para dolu keseyi, arz etti kendisine.
Dedi ki: (Halifemiz, size bu dinarları,
Hediye göndermiştir, kabul edin bunları.)
O da aldı keseyi teşekkür eyleyerek.
Dağıttı tamamını, fukaraya tek be tek.
O bunları görünce, geriye geldi hemen.
Bildirdi Halifeye, gördüğü şeyi aynen.
Bundan, çok memnun oldu Halife hazretleri.
Para ile doldurup, ikinci bir keseyi,
Onu da, hizmetçiye teslim edip bu sefer,
Dedi: (Götür bunu da, Muaz bin Cebel’e ver.
Lakin hemen dönmeyip, yanında bekle biraz.
Bak ki, bu paraları ne yapar acep Muaz?)
Hizmetçi, onu dahi verdi o sahabiye.
Arz etti: (Halifenin hediyesidir) diye.
O dahi, (Allah ondan razı olsun) diyerek,
Dağıttı herbirini, fukaraya tek be tek.
Hizmetçi, oradan da, yine döndü geriye.
Ve yine gördüğünü, anlattı Halifeye.
Halife, hizmetçiye buyurdu ki bu sefer:
(Bak, Eshap birbirini, ne kadar çok severler.
Kendi ihtiyaçları var iken, onlar yine,
Seve seve verirler, daha fakirlerine.)
Yine Hazret-i Ömer, gezerken şehri gece,
Bir evden sesler duyup, şüphelendi iyice.
Evin damına çıkıp, içeri girdi hemen.
Bir adamla kadını, gördü içki içerken.
Dedi ki: (Sen Allah’tan, hiç utanmıyor musun?
Burada içki içip, günaha giriyorsun!)
Adam cevap verdi ki: Beni dinle sen ilkin.
Ben bir günah yaptıysam, sen dört günah işledin.
Hak teâlâ Kur’anda: (Eve, kapılarından,
Giriniz!) buyuruyor, sense girdin damından.
Yine buyuruyor ki: (Gayrinin evine, siz,
Müsade isteyerek, selam verip giriniz!)
Sen, bu emre uymayıp, girdin izin almadan.
Selam dahi vermedin ayrıca girdiğin an.
Yine buyuruyor ki: (Kimsenin kusurunu,
Hiç araştırmayınız!) sen ise yaptın bunu.
Halife, bu sözleri, doğru ve hak bularak,
Bir köle azad etti, keffareti olarak.
. O, islamın nurudur
Hazret-i Hüseyin’le, bir gün Hazret-i Hasan,
Ziyarete gittiler Halifeyi bir zaman.
Resul'ün torunları, girince içeriye,
Önce selam vererek, oturdular bir yere.
Lakin alamadılar o selama bir cevap.
Zira meşguliyetten, duymadı İbni Hattab.
İşini bitirince, farketti çocukları.
Ve yanına çağırdı hemencecik onları.
Lakin bu hadiseye, çok üzülmüştü gençler.
(Size selam vermiştik!) diye sitem ettiler.
Duyunca, çok üzüldü buna halife dahi.
Buyurdu: (Çok meşguldüm, işitmedim Vallahi.)
Ve kalkıp, yanlarına kendi gitti bu sefer.
Onlar dahi kalkarak, çok saygı gösterdiler.
Halife, çocukların aldı gönüllerini.
Hazine memuruna, verdi hemen emrini.
Dedi: (İki elbise, al getir hazineden.
Sonra bu çocuklara, onları giydir hemen.)
Yeni elbiseleri, giyinip o çocuklar,
Derhal babalarının huzuruna koştular.
Dediler: (Babacığım, halife Ömer, bize,
Hazineyi açtırıp, verdi birer elbise.)
Hazret-i Ali dahi, buna çok memnun oldu.
Dedi ki: Resulullah bir gün şöyle buyurdu:
(Ömer, hayatta iken, hem nurudur islamın.
Hem de cennet ehlinin, ışığıdır o yarın.)
Çocuklar, Halifeye, verdiler bunu haber.
Duyunca, çok sevindi buna Hazret-i Ömer.
İhsanından dolayı, hamdeyledi Allah’a.
Ve (Kağıt kalem getir!) buyurdu Abdullah’a.
Oğlu kağıt ve kalem getirip edince arz,
Buyurdu ki: (Ey oğlum, üzerine şöyle yaz:
Resul'ün torunları, Hüseyin ile Hasan,
Şöyle söylediler ki, duyup babalarından,
Bir gün şöyle buyurdu o Sevgili Peygamber:
(Cennetin ışığı ve islama nurdur Ömer.)
Abdullah, bu yazıyı verince yazıp ona,
Halife çok sevinip, buyurdu ki oğluna:
(Ey oğlum, bu yazıyı, iyi muhafaza et.
Ve ne zaman dünyadan göç edersem ben şayet,
Bunu al, kefenimin arasına iliştir.
Zor durumda kalırsam, imdadıma yetişir.)
Abdullah anlatır ki: Babam göçtü dünyadan.
Bir yıl sonra, babamı, rüyada gördüm bir an.
Buyurdu: (Bir senedir, hesap olunuyordum.
Hesaptan, ancak şimdi halas olup, kurtuldum.)
(Nasıl kurtuldun?) diye, sual ettim babama.
Buyurdu ki: (O yazı, yetişti imdadıma.)
. Ey toprak, sakin ol!
Bir gün Hazret-i Ömer, bulunurken minberde,
Bir zelzele olmuştu, aniden Medine’de.
Derhal tövbe ederek, iniverdi minberden.
Kamçısını, şiddetle toprağa vurdu hemen.
Buyurdu ki: (Ey zemin, sallanıyorsun, fakat,
Biz istiğfar eyledik, sen de ol sakin, rahat.
Yoksa, sana bir kamçı vururum ki şu anda,
Ta kıyamete kadar, söylenir bu dünyada.)
Vakta ki Ömer Faruk, yere böyle buyurdu.
Zelzele de, o anda sakin oldu ve durdu.
Hatta Hazret-i Ömer, hayatta oldukça hem,
Medine’de, bir daha olmadı öyle deprem.
Sonra halkı toplayıp, buyurdu: (Ey cemaat!
Ben, Resul-i ekremden işitmiştim ki bizzat,
Depreme sebep olan, iki mühim şey vardır.
Bunlardan biri (zulüm), ikincisi (zina)dır.
Aşikâre olursa eğer zulüm ve zina,
Yer, takat getiremez yapılan bu isyana.
Allahü teâlâya, yalvarır bu sebeple.
Ağlar, inler, sallanır, böyle olur zelzele.
Şimdi ben tövbe ettim, siz de edin istiğfar.)
Cemaat tövbe edip, gözyaşı akıttılar.
(Hava) da muti idi, emrine bu büyüğün.
Şöyle ki, Medine’de, halife iken birgün,
Nihavend diyarına göndermişti bir ordu.
Bir dağın eteğinde, erler dinleniyordu.
İstirahat ederken, dağın bir tarafında,
Kâfirler pusu kurdu, dağın öbür yanında.
Hazret-i Sariye’ydi, o orduda kumandan.
Ve lakin onun dahi, haberi yoktu bundan.
O sırada Halife, üç günlük mesafede,
Hutbe okuyor idi, Cuma vakti minberde.
O anda, kalp gözüyle görüp bu hadiseyi,
Bağırıp ikaz etti, Hazret-i Sariye’yi.
Seslendi: (Ya Sariye, dikkat et, dağa! dağa!)
Anında ulaştırdı, bu sesi ona hava.
Rüzgar, emrinde idi Süleyman Peygamberin.
Boyun eğdi emrine, hem Hazret-i Ömer’in.
Yemen yolu üstünde, ayrıca o devirde,
(Çah-ı Aden) denilen, bir kuyu vardı bir de.
Bu kuyunun içinde, devamlı ateş vardı.
Ve onun üzerinden, kim geçseydi, yanardı.
Ömer ibni Hattab’a, verdiler bunu haber.
O kuyunun başına, gelip durdu bu sefer.
Dedi: (Benim kamçımdan ne için korkmuyorsun?
Ümmet-i Muhammed’i, hep yakıp duruyorsun.)
Ateş, tam o sırada, gaib oldu ortadan.
Kıyamete kadar da, çıkmaz artık oradan.
Hemen müslüman oldu
Vakta ki Ömer Faruk, yaparken halifelik,
Elçi göndermiş idi, kendisine bir melik.
Birine sordu elçi Medine'ye gelince:
(Sizin sultanınızın sarayı nerde?) diye.
O kimse çok şaşırdı sualine elçinin.
Dedi: (Yoktur sarayı, bizim halifemizin.
O, şimdi bu saatte, Medine dışındadır.
Asayiş temin için, sahralarda dolaşır.)
Bu sefer, daha fazla hayretle sordu elçi:
(Bulunmaz mı yanında, bir muhafız ve bekçi?)
O, (Bulunmaz) deyince, isteyip ondan izin,
O da çıktı sahraya, sultanı görmek için.
Cihanın titrediği, o haşmetli büyük zat,
Kuru toprak üstünde, uyuyordu o saat.
Onu böyle görünce, düşündü ki: Herhalde,
Halife bu kişidir, sevindi fevkalade.
Dedi ki: (Şark ve garpta, milyonlarca kişi, hep,
Bu zattan korkuyorlar, hikmeti ne ki acep?
Şunu öldüreyim de, kimseler yokken şu an,
Kurtulsun bütün dünya, bu zatın korkusundan.)
Kılıcını kaldırıp, vurmadan henüz daha,
Çıktı yerin altından, koskoca bir ejderha.
Saldırdı üzerine, ona fırsat vermeden.
Korkudan, kılıcını düşürdü elçi hemen.
O sırada Halife, uyanıp kalktı derhal.
(Ne oluyor?) diyerek, elçiye etti sual.
Elçi bunu görünce, insafa geldi o an.
Şehadeti getirip, oldu hemen müslüman.
Bir gün de kıtlık oldu Medine'de bir ara.
Düştüler müslümanlar, çok sıkıntı ve dara.
Halife, kendisinin, kestirip devesini,
Fakir ve gariplere dağıttırdı hepsini.
Ve lakin hizmetçisi, etin iyi yerinden,
Ayırıp, onun için, pişirdi ayriyeten.
Getirip verdiğinde, üzüldü buna gayet,
Hizmetçiye sordu ki: (Nereden geldi bu et?)
Dedi: (Emrettiğiniz devenin etindendir.
Tamamını dağıttık, bu da senin hissendir.)
Halifenin yüz rengi, değişti birdenbire.
Dedi: (Yazıklar olsun, benim gibi Emir’e.
Kendisine ayırır, etin iyi yanını,
Dağıtır fakirlere, geriye kalanını.
Ben bu eti yiyemem, derhal kaldır önümden.
Çoluk çocuk sahibi bir fakire ver hemen.
Sakın böyle iş yapma sen kendi bildiğine.
Her günkü yemeğimden, sen bana getir yine.)
Hizmetçi, o yemeği, bir fakire vererek,
Getirdi ona yine, zeytinyağı, tuz, ekmek.
. Saman çöpü olsaydım
Bir gün Hazret-i Ömer, yârâniyle bir yere,
Giderken, ağlamaya başladı birdenbire.
Eshap bunu görünce, taaccüp eylediler.
(Ya Ömer, sebep ne ki ağlıyorsun?) dediler.
Buyurdu ki: (Bir çocuk, girse Fırat nehrine,
Çocuğun bu halinden, Ömer’in haberi ne?
Ama o boğulursa, yüzme bilmediğinden,
Yarın kıyamet günü, sorulur yine benden.)
Bir gün, bir (saman çöpü) ilişince gözüne,
Derhal bir temennide bulunmuştu o yine.
Buyurdu ki: (Keşke bir saman çöpü olsaydım.
Bilinen, hatırlanan bir kimse olmasaydım.
Keşke doğurmasaydı annesi şu Ömer’i.
Keşke hiç olmasaydı tanıyan, bilen biri.
Keşke ücra bir köyde, bir Kureyşi olsaydım.
Yarın zor olmasaydı mahşerdeki hesabım.)
Abdurrahman bin Avf da, anlatır ki şöylece:
Bir köye gidiyorduk, Ömer ile bir gece.
Sırtında, su tulumu var idi kendisinin.
Bir ara koydu yere, biraz dinlenmek için.
Ben, hemen kendisine eyledim ki şöyle arz:
(İzin ver, taşıyayım tulumu ben de biraz.)
Dedi: (Bugün taşırsan, sen Ömer’in yükünü,
Kim taşır günahını yarın kıyamet günü?)
Dedim ki: (Hafif olur, o gün sizin yükünüz.
Zira Resulullahın yolundan yürüdünüz.)
Buyurdu: (Kurtulursa cehennem ateşinden,
Anla ki, gitmiş Ömer Peygamberin peşinden.)
Vakta ki Ömer Faruk, terk etti bu dünyayı.
Oğlu, şöyle anlattı gördüğü bir rüyayı.
Dedi ki: (Ben babamı, rüyada gördüm gece.
Yüz rengi değişmiş ve solmuş idi bir nice.
Dedim ki: (Babacığım, niçin çok üzgünsünüz?
Niçin böyle sararıp, solmuş güzel yüzünüz?)
Buyurdu ki: (Evladım, öldüğümden beri hep,
Hesap ile meşguldüm, yorgunum bundan sebep.
Her şeyi, ince ince soruyorlar, şöyle ki,
Hesabın biri bitip, başlıyordu öteki.
Mesela bir tanesi, sorulan suallerin,
Eski bir yular'ıydı, zekat develerinin.
O yular, çok eskiyip, kopmuştu da, yine ben,
Bağlayıp kullanmıştım, onu birkaç yerinden.
Başka gün, o yuları görmüştüm de bir ara,
Kullanılmaz diyerek, atmıştım bir kenara.
Sordular ki: (Ne için, o deve yularını,
Atıp da ziyan ettin, müminlerin malını?)
Bu gibi suallere cevap vermek pek çetin.
Zira benden soruldu, her şeyi bu milletin.)
. Ölümü hiç unutma!
Hazret-i Ömer Faruk, her gece, muntazaman,
Şehrin sokaklarını, dolaşırdı her zaman.
Gayesi şu idi ki, varsa dertli bir kimse,
Ona yardım etsin de, kurtarsın mümkün ise.
Fakir ve gariplere, gizli yardım yapardı.
Buna rağmen o yine, devam üzre ağlardı.
Bir gün ona sordular: (Hikmeti ne ki acep,
Görürüz, devam üzre ağlayıp inlersin hep?)
Buyurdu ki: (Bir koyun, Fırat’ın kenarında,
Dolaşırken, faraza hastalansa bir anda,
Yarın mahşer gününde, korkarım ey insanlar,
Onun hesabını da, yine benden sorarlar.)
Amr ibni As’ın oğlu, Abdullah hazretleri,
Der ki: Gördüm rüyada, ben Hazret-i Ömer’i.
Ona sual ettim ki: (Ya Emir-el müminin!
Rabbinin huzurunda, nasıl sual edildin?)
Ben bunu sorduğumda, bitkin ve çok yorgundu.
Sordu ki: (Ben öleli, ne kadar zaman oldu?)
Dedim ki: (Bir yıl oldu, ne için sordun acep?)
Dedi: (Şimdiye kadar, hesap veriyordum hep.
Rahmeti, gadabını aşmasaydı Allah’ın,
Pek zordu kurtulması yoksa ibni Hattab’ın.)
Bir gün Hazret-i Ömer, Sahabe-i kiramdan,
Hazret-i Huzeyfe’yle otururken bir zaman,
Buyurdu: (Ya Huzeyfe, malumdur ki, o Server,
Münafık olanları, vermişti sana haber.
Çok rica ediyorum, lütfen bana beyan et.
Bende, münafıklıktan var mı hiçbir alamet?)
O ise cevabında, dedi: (Sen, ne diyorsun?
Sende böyle alamet yoktur, Allah korusun.)
Bir gün Herem bin Hayyan, geldi Veysel Karni’ye.
Rica etti: (Bana bir nasihat eyle!) diye.
O dahi buyurdu ki: (Ey Herem ibni Hayyan!
Unutma ki, öldüler senin annen ve baban.
Bir nice Peygamberler aleyhimüssalevat.
Hem Hüdanın Habibi, o dahi etti vefat.
Hazret-i Ebu Bekir ve birçok sahabiler,
Kardeşim Ömer dahi vefat etti, vah Ömer!)
Onun son haberine, şaşırdı Herem fakat.
Dedi: (Ömer hayatta, etmedi henüz vefat.)
Üveys, tekrar etti ki: (Elbette öldü Ömer.
Bana, onun mevtini, Rabbimiz verdi haber.
Kendini de ölmüş bil sen de ey İbni Hayyan!
Ve hatta sen ölümü, unutma hiçbir zaman.
Kavmine, akrabana varınca sen de bizzat,
Ölümü hatırlatıp, eyle öğüt nasihat.)
İbni Hayyan ayrılıp, gelince Medine’ye,
İşitti Ömer Faruk, dünyadan göçtü diye
. Hizmetçisi böyle olursa
Ömer ibnil Hattab’ın, bir hizmetçisi vardı.
Bir gün, Resulullahın huzurlarına vardı.
Dedi: (Ya Resulallah, bir acayip hadise,
Oldu ki, geldim onu, haber vereyim size.
Ben, efendim Ömer'in evinde bulunurken,
Biraz ekmek pişirmek istedim sabah erken.
Lakin odun yok idi, hurmalığa koşturdum.
Biraz odun toplayıp, bir yığın oluşturdum.
Götürmeye, takatim yetişmedi hiç fakat.
O sırada gördüm ki, geliyor atlı bir zat.
Çok nurani biriydi, yaklaşıp bana derhal,
(Resulullah nasıldır?) diyerek etti sual.
Dedim ki: (Pek iyidir, bize cennet müjdeler.
Cehennemden korkutup, günahlardan men eder.)
Dedi ki: (Eğer bugün, varırsan huzuruna,
Sen, benim tarafımdan, şunları söyle ona.
De ki: Cennet meleği, Rıdvan selam ediyor.
Onun nübüvvetine, çok sevindim ben diyor.
Yarın onun ümmeti, üç kısım olacaktır.
Bir kısmı, hiç hesapsız cennete konacaktır.
Bir kısmının hesabı, geçer kolay ve asan.
Onlar dahi Cennete girerler hep o zaman.
Ümmetinden vardır ki, çok asi olanlar da,
Senin şefaatinle, kurtulurlar onlar da.
Ümit ediyorum ki, yani Resulullahın,
Ümmetinden hiç kimse, hiç zayi olmaz yarın.)
Resulullah bunları, duyunca hizmetçiden,
Çok sevinip, başını secdeye koydu hemen.
Sonra da buyurdu ki: (Hamd olsun Rabbimize.
Rıdvan'ın dili ile, müjdeler verdi bize.)
Hizmetçi devam edip, dedi: (Ya Resulallah!
Daha garip hadise oldu hatta bu sabah.
Ben, o odun dengini kaldırmak arzu ettim.
Fakat çok ağır idi, takat getiremedim.
O zaman baktı Rıdvan bir bana, bir oduna,
(Götüremiyor musun?) diyerek sordu bana.
(Evet, çok ağır oldu) deyince ben cevaben,
Kamçısıyla bir taşa, işaret etti hemen.
O, bu emri verince, taş oynadı yerinden.
Adam gibi koşarak, yanıma geldi hemen.
Odunları yüklenip, yürüdü ileriye.
Az sonra bir de baktım, dönüp geldi geriye.
Ben oradan ayrılıp, evime vardığımda,
Gördüm o odunları, kapının kenarında.)
Bu hususta âlimler buyuruyor ki: (Bakın!
Böyledir hizmetçisi, işte İbni Hattab'ın.
Böyle üstün olursa hizmetçisi velhasıl,
Onun Efendisini düşünün bir de asıl.)
. Kemiğe yazılan yazı
Sa’d bin ebi Vakkas ki, Kufe vilayetine,
Vali olup, ev yapmak arzu etti kendine.
Arsa bulup, istedi, onu satın almayı.
Lakin bir mecusiye aitti yarı payı.
Çağırıp buyurdu ki: (Bu hisseni bana sat!)
Cevaben, (Satmam!) dedi mecusi ona fakat.
Para verdi ise de değerinden pek fazla,
Yanaşmadı mecusi, satmaya yine asla.
Dediler ki: (Efendim, bir mecusi kimseye,
Ne lüzum var, bu kadar fazla ısrar etmeye.
Siz bugün valisiniz, o, mecusi bir kişi.
Parasını vererek, bitirin hemen işi.)
Mecusi bunu duyup, evine gitti hemen.
Halifenin adlini, duymuş idi evvelden.
Derhal yollara düşüp, erişti Medine’ye.
Ve sordu: (Halifenin sarayı nerde?) diye.
Dediler: (Halifenin, yoktur köşkü, sarayı.
Dolaşmaya çıkmıştır, şu sırada sahrayı.)
(Peki!) deyip, şehirden, dışarı çıktı hemen.
Lakin yoktu sahrada, ne gelen, ne de giden.
Gördü bir kimseyi ki, uyuyordu orada.
Sordu ki: (Halifeyi gördün mü buralarda?)
Meğer o kimse idi, aramış olduğu zat.
Melik olacağını, tahmin etmedi fakat.
Doğrulup, mecusiye sordu ki şöyle hemen:
(Ne için arıyorsun Halifeyi peki sen?)
Anlattı hadiseyi, Emir-ül müminine.
Halife, onu alıp, geldi hemen evine.
Hizmetçiye dedi ki bunu halletmek için:
(Bana, bir parça kağıt bulup getirir misin?)
O, kağıt bulamayıp, Halifeye etti arz.
Buyurdu: (Öyle ise, deri ver bana biraz.)
O da bulunmayınca, buyurdu: (Öyle ise,
Yazmak için, bir kemik parçası getir bize.)
O, bir kürek kemiği buldu ve verdi hemen.
Halife, şöyle yazdı o valiye hitaben:
(Ya Sa’d, kırma kalbini sen bu gelen kişinin.
Aksi halde bana gel, ifade vermek için!)
Mecusi, o kemiği valiye götürünce,
Titremeye başladı, vali onu görünce.
Dedi: (Ne istiyorsan, yapayım her birini.
Yeter ki, Halifeye götürme sakın beni.)
Mecusi bunu görüp, bayılıp düştü birden.
Kendisine gelince, imana geldi hemen.
Dedi: (Emirinizi, gördüm ben Medine’de.
Eski bir hırka ile, uyurdu kuru yerde.
Onun heybetini de, gördüm ben işte şu an.
Arsam hediye olsun, ben de oldum müslüman.)
. Rabbim seni doğruladı
Hazret-i Ömer der ki: (Rabbimden, üç nesneyi,
İstedim, kabul etti Rabbim de o üç şeyi.
Birincisi şudur ki: Birgün, Resulullahın,
Huzur-u şerifine gelerek oldum yakın.
Dedim: (Ya Resulallah, makam-ı İbrahim’i,
Namaz kılacak bir yer, etseydiniz daimi.)
Ben böyle arz edince, Cebrail geldi hemen.
Bir âyet getirmişti, aynen bunu emreden.
Rabbimden istediğim, şudur ki öbür husus:
Bir gün, Resulullaha arz eyledim bahusus.
Dedim: (Ya Resulallah, sizin huzurunuza,
Bizler de geliyoruz, fasıklar da hep keza.
Gelen hiçbir erkeğe, sizin zevceleriniz,
Hiç görünmeselerdi, böyle emretseydiniz.)
Ben böyle arz edince, cenab-ı Allah, yine,
Örtünme âyetini, gönderdi Habibine.
Üçüncüsü şudur ki: Resul'ün zevceleri,
Birbirine darılıp, üzmüştü o Server’i.
Mübarek zevcelerle, konuştum gidip bizzat.
Hakikati bildirip, eyledim hem nasihat:
Dedim: (Birbirinize inad edip, siz sakın,
İncitmeyin kalbini, asla Resulullahın.
Yoksa, ona Rabbimiz, sizden iyi zevceler,
Vererek, bıraktırır sizleri birer birer.)
Benim, o zevcelere dediğim gibi aynen,
Bir âyet-i kerime, Resule geldi hemen.)
Yine İbni Hattab’a, gelerek yahudiler,
(Muhammed’e o gelen, hangi melek?) dediler.
Hazret-i Ömer dahi, buyurdu ki o zaman:
(Cibril aleyhisselam, geliyor muntazaman.)
Ona, karşılığında dediler ki bu sefer:
(Ama hiç Cebrail’i sevmezler bizimkiler.
Çünkü o, gizli olan sırlarımızı, tek tek,
Hemen haber veriyor Muhammed’e giderek.)
Onlar böyle deyince Ömer ibnil Hattab’a,
Elinde olmaksızın, geldi birden gadaba.
Dedi: (Ey zavallılar, siz onu sevmemekle,
İnkâr ediyorsunuz o Resulü elbette.
Hazret-i Cebrail’i sevmezse biri şayet,
Allahü teâlânın, düşmanıdır o elbet.)
O sırada Cebrail, Resule geldi hemen.
Bir âyet getirdi ki, şöyle idi mealen:
(Allah’ın Resulüne ve peygamberlerine,
Cibril’e, Mikail’e, sair meleklerine,
Kim düşman olur ise, şüphesiz Allah dahi,
Bu gibi kâfirlere düşmandır bizatihi.)
Âyet-i kerimeyi okuyarak o Server,
Buyurdu: (Rabbim seni doğruladı ya Ömer!)
. Hakkını helal ettin mi?
Bir gün Hazret-i Ömer, gezerken şehri yine,
Girdi bir mahallede, sokaklardan birine.
Öyle bir hadiseye şahit oldu ki birden,
Olmamıştı hiç onu, böyle çok sevindiren.
Zira yaşlı bir kadın, o sokağın içinde,
Oturmuş duruyordu, evinin eşiğinde.
Halife, o kadının yanına yaklaşırken,
Kızı, telaşlanarak, seslendi şöyle hemen:
(Anne, gir içeriye, orada durma daha!
Bak Emir-ül müminin, geliyor bu tarafa.)
İhtiyar kadıncağız, içeri girdi hemen.
Ve gördü Halifeyi, bakınca pencereden.
Söylendi ki: (Önceden, Ömer derdik biz ona.
Ne zaman Emir olmuş, hayret ettim ben buna.)
Hazret-i Ömer dahi, işitti bu sözleri.
Dedi: (Kimdir tanıtan, kendisine Ömer'i?
Ey kadın, doğru dedin, ben o eski Ömer'im.
Doğruyu anlamışsın, seni tebrik ederim.)
Bir gün de otururken, Eshapla bir sahrada,
Gayet fakir bir köle, gelerek o sırada,
Söyledi ki: (Ya Ömer, insafın yok mu senin?
Kalk da hizmet et bana, sen nasıl halifesin?)
Üzüldü Ömer Faruk, onun bu sözlerine.
Dedi: (Ne istiyorsan, getireyim yerine.)
Dedi: (Çoktan beridir, yırtıktır şu gömleğim.
Elimden gelmiyor ki, kendim tamir edeyim.
Madem ki halifesin şu anda millete sen,
Al dik şu gömleğimi, budur senin vazifen.)
Acıyıp buyurdu ki: (Çok haklısın kardeşim!
Düşkünlere hizmettir, evvela benim işim.)
Fakir, yırtık gömleği uzattı Halifeye.
Ki, yırtık yerlerini dikip de versin diye.
Tamire başlayınca fakirin gömleğini,
Söyledi bu sefer de, başka bir dileğini.
Dedi: (Çıplak durmaya, alışmamış bedenim.
Gömleğini çıkar da, üzerime ört benim.)
Ona da (Peki!) deyip, çıkardı gömleğini.
Üzerine örterek, yaptı bu dileğini.
Tamirini bitirip, giydirdi ona derhal.
Buyurdu ki: (Hakkını, ettin mi bana helal?)
Dedi ki: (Ben hakkımı helal ettim de, fakat,
Bilesin ki sen dahi, edersin bir gün vefat.
Ve o mahşer gününde, şarktan ta garba kadar,
Nice aç ve açıklar, nice düşkün olanlar,
Haklarını, hep senden alacaktır, bilesin.
Dünyada ona göre hareket eyliyesin.)
Çok ağladı Halife, onun bu sözlerine.
Gözyaşları dökerek, geri döndü evine.
. O cennete girmedikçe
Aişe-i Sıddıka hazretlerine bir gün,
İftira etmişlerdi münafıklar büsbütün.
Üzüldü Resulullah bu sözler sebebiyle.
İstişare eyledi, hemence Eshabiyle.
Hazret-i Ömer’le de konuşarak o Server,
Sordu ki: (Sen bu işe, ne diyorsun ya Ömer?)
Dedi: (Ya Resulallah, bu sözler hep yalandır.
İnanmayın, hepsi de büyük bir iftiradır.
Böyle sözler, yakışmaz bir müslüman kişiye.
Elbette imanlı ve tertemizdir Aişe.)
Onun bu sözlerine, tam muvafık olarak,
Bir âyet-i kerime gönderdi cenab-ı Hak.
Ve şöyle buyurdu ki bu âyette Rabbimiz:
(Onu duyduğunuzda, şöyle demeliydiniz:
Bu sözler, müslümana yakışmayan laflardır.
Hâşâl, bunların hepsi, büyük bir iftiradır.)
Yine Resul-i ekrem, hadis-i şerifinde,
Ömer ibnil Hattab’ın, buyurdu ki methinde:
İslam dini, mahşerde, insan şekli alarak,
Gelir güzel surette ve süslenmiş olarak.
Onun kim olduğunu bildiği halde yine,
Allah, (Sen kimsin?) diye sorar islam dinine.
(Ben islamım) deyince o da cevap olarak,
(Öyleyse Cennete gir!) buyurur cenab-ı Hak.
İslam da cevabında arz eder ki: (İlahi!
Beni aziz tutup da, ikram edeni dahi,
Bugün sen aziz tutup, ikram eylemedikçe,
Girmem asla cennete, o kulun girmedikçe.)
Ona, Hak teâlâdan şöyle bir hitap gelir:
(Seni aziz tutanı, kim ise, bul da getir!)
Ömer ibnil Hattab’ı, bulup, tutar elinden,
Sonra, yüksek bir sesle, arz eder şöyle hemen:
(Ya Rabbi, herkes beni horladığı bir anda,
Bu, beni aziz tutup, bulundu çok ikramda.)
O zaman Hak teâlâ, şöylece hitab eder:
(Peki, götür Cennete, onu dahi beraber.)
Lakin o, yine durup, Cennete girmez o an.
Bir niyazda bulunur, yine Hak teâlâdan.
Der ki: (Hal-i hayatta olduğu günden beri,
Ta kıyamete kadar, bu zatı sevenleri,
Cennete göndermezsen benim ile şu saat,
İletmem bu kulunu Cennete ben de bizzat.)
O zaman Hak teâlâ buyurur: (Öyle ise,
Peki, al onları da, kalmasın tek bir kimse.)
Safların arasında dolaşır islam dini.
Arar bulur, bilcümle onun sevenlerini.
Hazret-i Ömer ile, onlar da hep birlikte,
Ebediyen cennete girerler böylelikle.
. Şehid edilişi
Ömer ibnil Hattab’a, gelerek Ka'b-ül Ahbar,
Vefat edeceğini, haber verdi aşikâr.
Dedi ki: (Ey Halife, okumuştum Tevrat’ta.
Bil ki, senin üç günlük ömrün kaldı hayatta.)
Buyurdu ki: (Razıyız Allah’ın takdirine.
O nasıl yazdı ise, elbet gelir yerine.)
O günlerde bir köle, (Ebu Lü’lü) adında,
Ömer ibnil Hattab’ın, gelip durdu yanında.
Fazla para istiyor, diyerek kendisinden,
Şikayette bulundu, ona efendisinden.
O, ne istediğini, sordu efendisinin.
Dedi ki: (İki dirhem istiyor her gün için.)
Sordu ona bu sefer: (Sanatın nedir?) diye,
O da, bir ikisini söyledi Halifeye.
(Bu sanatlara göre, fazla değil bu para.)
Buyurup, kendisine, söyledi ki o ara:
(Bir de, yel değirmeni yapmakmış senin işin.
Yapar mısın acaba, bir tek de benim için?)
Dedi: (Yapacağım ki, sana ben bir değirmen,
Bu, şarktan garba kadar, duyulacak her yerden.)
O zaman Eshabına buyurdu ki Halife:
(Bu, beni öldürmeyi istiyor bu lafiyle.)
Eshabı dediler ki: (Ya Emir-el müminin!
Öyleyse öldürelim, yeter ki siz emredin.)
Cevaben buyurdu ki: (Buna, yok dinde cevaz.
Zira öldürmedikçe, kimseye kısas olmaz.)
Ebu Lü’lü kâfiri, o günden sonra, bizzat,
Onu öldürmek için, kolluyordu hep fırsat.
Bir sabah namazını, kıldırırdı ki, birden,
Sapladı bıçağını, hem de altı yerinden.
Ayrıca on kişi de, o gün yaralandılar,
Dokuzu, bu sebeple, sonra şehid oldular.
Hatırladı Halife, Ka’bın o dediğini.
Dedi: (Hakkın takdiri, bugün buldu yerini.)
Sahabe-i kiramı, toplayıp daha sonra,
Yaralı vaziyette, sual etti onlara:
Buyurdu: (Ey insanlar, beni öldürsün diye,
Siz mi emir verdiniz, yoksa Ebu Lü’lü’ye?)
Onlar: (Hâşâ, böyle şey asla yoktur) diyerek,
Onu temin ettiler, hepsi yemin ederek.
O zaman buyurdu ki: (Hamd olsun Rabbimize.
Olmadım bu ümmetin katlettiği bir kimse.
Bir yahudi elinde şehid oldum) diyerek,
Hamdeyledi Allah’a, fazla üzülmeyerek.
Sonunda şehid oldu, aldığı o yaradan,
Bize, şefaatini nasib etsin Yaradan.
. Baba yadigarıydı
Hazret-i Ömer Faruk, şehid edildiğinde,
Derin bıçak yarası var idi bedeninde.
Bir cerrah çağırdılar henüz vefat etmeden.
Gelip, yaralarını anında dikti hemen.
Dedi: (Üç gün müddetle, etmeyin hiç hareket.
Zira dikişler için, tehlikelidir gayet.)
Anladı vefatının yaklaşmış olduğunu.
Hazret-i Aişe’ye, irsal etti oğlunu.
Abdullah gitti hemen, onun evine kadar.
Dedi ki: (Pederimin, size bir ricası var.
Diyor ki: Ahirete göç edersek eğer biz,
Ravda’ya defnim için, izin verir misiniz?)
O bunu işitince, üzüldü, çok ağladı.
Dedi: (Ömer, babamdan bize bir yadigardı.
O yeri, kendim için düşünüyordum, fakat,
Madem ki o istiyor, ederim muvafakat.)
Abdullah, bu cevabı alarak geldi yine,
Nakletti aynısını, mübarek pederine.
İzin verdiği için, sevindi o da gayet.
Bu sefer, şu şekilde etti ona vasiyet:
(Ölürsem, bir daha git evine Aişe’nin.
Bir daha izin iste, Ravda’ya defnim için.
Belki benden utanıp, eylemiştir müsade.
Sonra vazgeçebilir, şimdi evet dese de.)
Çıkmasına, az vakit kalmıştı ki namazın,
Doğruldu yatağından abdest için ansızın.
Lakin o hareketle, söküldü dikişleri.
Eshap, haber alarak, girdiler hep içeri.
Buyurdu: (Hakkınızı helal edin cümleniz.
Zira mahşere kaldı, bir daha görüşmemiz.)
Kelime-i şehadet getirdi son bir daha.
Ruhunu teslim edip, vasıl oldu Allah’a.
Vasiyet mucibince, Abdullah gitti hemen,
Yine izin istedi, Hazret-i Aişe’den.
O, ağlayıp dedi ki: (Ya Emir-el müminin!
Vefatında bile sen, adlini terk etmedin.
Vermiş idim o yeri, sana ben daha önce,
Değişir mi kararım, şimdi vefat edince?)
Techiz ve tekfin gibi hizmetleri gördüler.
Namazını kılarak, Ravda’ya götürdüler.
Bir sahabi, Ravda’ya yaklaşıp biraz daha,
Edeple arz eyledi, şunu Resulullaha.
Dedi: (Ya Resulallah, getirdik Ömer’i biz.
Yanınıza defn için, var mıdır müsadeniz?)
İşitti cümle Eshap, sesini Peygamberin,
Buyurdu: (Dostumuzu, yanımıza getirin!)
Sonra Ravda kapısı, açıldı birdenbire.
Onu defn eylediler, şimdi yattığı yere.
. Kurt koyunu yemezdi
Hazret-i Ömer Faruk, öyle adil idi ki,
Görmemişti bu dünya, böyle adil meliki.
Kurt, koyunu yemezdi zira onun devrinde.
Lakin bu hal kesildi, o vefat ettiğinde.
Yani o göçer göçmez, bu dünya âleminden,
Kurtlar da, koyunlara saldırır oldu birden.
Nitekim Ömer Faruk, vefat ettiği günde,
Bir çoban, duruyordu sürüsünün önünde.
Aniden bir kurt gelip, saldırdı koyunlara.
O, (Vâh Ömer!) diyerek, feryat etti o ara.
İnna lillah... okuyup, hep ağladı o günü.
Dediler: (Nasıl bildin, Ömer’in öldüğünü?)
Dedi ki: (Ey insanlar, sağ olsaydı o şayet,
Kurt, koyuna bakmaya, edemezdi cesaret.
Senelerdir çobanlık yapıyorum bunlara.
Görmedim, bir kurt gelip saldırsın koyunlara.)
Hakikaten geçince aradan az bir zaman,
Tam o gün öldüğünü, haber aldı o çoban.
Vakta ki Ömer Faruk, dünyadan gitti artık,
Sardı bütün dünyayı, zifiri bir karanlık.
Her çocuk, annesine sorardı ki koşarak:
(Gökyüzü siyah oldu, kıyamet mi kopacak?)
Onlar dahi derdi ki: (Kıyamete var zaman.
Lakin Hazret-i Ömer, göç etti bu dünyadan.)
Abdurrahman bin Avf da, nakleder ki şöylece:
(Dolaşırdık şehri biz, Halifeyle her gece.
Lakin belli noktaya gelince, istisnasız,
(Sen burada dur!) deyip, giderdi kendi yalnız.
Vefat ettikten sonra, o yere gittiğimde,
Bir pir-i fani gördüm, hanelerin birinde.
Derdi ki: (Bütün gece, bekledim Ömer’i hep.
Gözlerim yolda kaldı, gelmedi, neden acep?)
Ben, mecburen söyledim, (O vefat etti) diye.
O, (Vâh Ömer!) diyerek, başladı inlemeye.
Dedim: (Arkadaşıyım ben onun hacı baba!
O sana, nasıl hizmet ediyordu acaba?)
Ağlayarak dedi ki: (Demek o etti vefat.
Bundan sonra Ömer’siz, yaşayamam ben fakat.
Zira ben kimsesizim, yok bir hizmet edenim.
Bütün ihtiyacımı, giderirdi o benim.
Onun yaptığı işi, sen yapamazsın, ama,
Bir yardım yapacaksan, âmin de şu duama.)
Ellerini kaldırıp, dedi ki: (Ya ilahi!
Madem ki gitti Ömer, yaşatma beni dahi.)
Ellerini duadan indirince yaşlı zat,
Duası kabul olup, vefat etti o saat.
Çok kıymeti varmış ki Hak teâlâ indinde,
Vefat etti hemence, duası bittiğinde.)
. Nereden gelirsiniz?
Resulullah, mescitte, birgün oturuyordu.
Sahabe-i güzine, nasihat ediyordu.
Buyurdu ki: (Her kişi, ölüp kabre girince,
İki sual meleği, ona gelir hemence.
İkisi de heybetli ve çok korkunç melektir.
Bunların sualine cevap vermek bir derttir.)
Dinleyenler içinde, Hazret-i Ömer dahi,
Vardı ki, o Resule arz etti şu suali:
Dedi: (Ya Resulallah, girince kabrimize,
Şu andaki aklımız, verilecek mi bize?)
Buyurdu: (Nasıl ise, şu andaki aklınız,
Kabre girince dahi, öyle olacaksınız.)
Dedi: (Madem aklımız, kabirde verilecek.
Öyle ise yok birşey, hiç endişe edecek.)
O, fikrini Resule eyleyince böyle arz,
Buna, Hazret-i Ali, taaccüp etti biraz.
Vakta ki Ömer Faruk, göç etti bu âlemden.
Hatırladı bu sözü, Hazret-i Ali hemen.
Düşündü ki: Şimdi biz, göreceğiz Ömer’i.
Bakalım olacak mı, davasının tam eri?
Nasıl cevap verecek, sual meleklerine?
Deyip, teveccüh etti hemen onun kabrine.
Yani kabre çevirip, o an nurlu kalbini,
Gördü Ömer Faruk’un, kabirdeki halini.
Baktı ki, biraz sonra, geldiler Münker-Nekir.
Suale başladılar: (Rabbin kim, dinin nedir?)
Lakin çok heybetli ve korkunçlardı o ara.
Bekledi, Ömer Faruk ne diyecek onlara?
Baktı, gayet sakindi, korkusuz, endişesiz.
Dedi: (Siz ey melekler, nereden gelirsiniz?)
Onun bu sualine, o melekler cevaben,
Dediler: (Geliyoruz, yedinci kat göklerden.)
Sordu ki: (Yedinci kat gök ile, benim kabir,
Arası, size göre ne kadar mesafedir?)
(Yedibin yıllık yoldur) diye cevap verdiler.
O zaman Ömer Faruk, dedi ki: (Ey melekler!
Ta yedibin senelik uzak yoldan geldiniz.
Yine de Rabbinizi, unutmadınız da siz,
Ben, şimdi biraz önce, yeni çıktım evimden.
Şuracıktan kabire gelinceye kadar ben,
Ne için unutayım Rabbim ile dinimi?
Hâşâl unutur muyum hem de Peygamberimi?)
Sonra, iki meleği, elleriyle tutarak,
Şöyle dedi onlara, çok heybetli olarak:
(Bu ümmete, bir daha, böyle korkunç, heybetli,
Gelmiyeceğinize, söz verin bana haydi!)
Allahü teâlânın, emriyle söz verdiler.
(Bu ümmete, heybetle hiç gelmeyiz) dediler.
. Yüksek meziyetleri
Bazı genç Eshap ile, Ali bin ebi Talip,
Sohbet ediyorlardı, eskilerden bahsedip.
Hazret-i Ömer’in de, bahsi geçti bir ara.
Hemen Hazret-i Ali, buyurdu ki onlara:
(Sizler, hangi Ömer’i söylersiniz ki acep,
Ömrü, islamiyet’e hizmet ile geçti hep.
Doğurmadı bir anne, böyle mümtaz bir evlat.
Methetti kitabında Rabbimiz onu bizzat.
Sünnet-i seniyyeye, muvafıktı her hali.
Ayırdı net olarak, haram ile helali.
Hak teâlâ, dinini, onunla etti aziz.
Onun gelmesi ile, kâfirler kaldı aciz.
Öyle sağlam yaptı ki halifelik işini,
Zor duruma düşürdü, kendinden sonrakini.
Yani onun yaptığı bir tarzda halifelik,
Yapmaktan, aciz kaldı ondan sonra her melik.
Zayıf ve düşkünlere, pek çoktu merhameti.
Yaymıştı yeryüzüne, huzur ve adaleti.
Cihana ün salmışken, böyle adaletiyle,
Hiç gurur ve kibire, kapılmazdı az bile.
Mertebesi, indallah bu kadar yüksek iken,
Hep aşağı görürdü kendisini herkesten.
Onun, din-i islama yaptığı o hizmeti,
Yapmaya, yetişmezdi hiç kimsenin kuvveti.
Öyle vera ve takva sahibiydi ki Ömer,
Onun gibi olmaktan, aciz kaldı gayriler.
Sadaka sütlerinden, verdiler bir gün ona.
İçti, lakin sonradan, vakıf oldu o buna.
Hemence, boğazına sokarak parmağını,
Çıkardı midesinden o sütün tamamını.
Dedi ki: (Ya ilahi, gelen budur elimden.
Sana sığınıyorum, kalan zerrelerinden.)
Bir gün de, ganimetten bir miktar miski, yine,
Emanet olaraktan, getirmişti evine.
Zevcesine dedi ki: (Bu, ganimet malıdır.
Benim değil, bilakis fakirlerin hakkıdır.
Bu misk'i, bir an önce satıver de bir ara,
Dağıt paralarını, fakir ve muhtaçlara.)
Aldı onu zevcesi, sandığa koydu hemen.
Birkaç gün geçmişti ki, o günden itibaren,
Bir sabah, otururken zevcesiyle evinde,
O misk'in kokusunu, duydu baş örtüsünde.
Anladı bu kokunun, o misk'ten geldiğini.
Derhal alıp yıkadı, örtünün her yerini.
Buyurdu ki: (Bu misk'in faydası, kokusudur.
O koku gitmedikçe, bulamam rahat, huzur.
Sakınabilir isek eğer böylelerinden,
Kurtulmak mümkün olur, daha büyüklerinden.)
. Müslüman oluşu
Peygamber Efendimiz, el kaldırıp bir gece,
Allahü teâlâya, dua etti şöylece:
(Ya Rabbi, bir kişiyle kuvvetlendir bu dini.
Vesile kıl bu işe, şu zatlardan birini.
Ömer ibnil Hattab’la, yahut Amr bin Hişam’la,
Bu islam aziz olup, yayılsın ihtişamla.)
Ertesi gün Ebu Cehl, yani Amr ibni Hişam,
Kureyş kâfirlerini, toplayarak bir akşam,
Resul'ün aleyhinde, bir konuşma yaptı ve,
Teşvik etti onları, Resulü öldürmeye.
Dedi ki: (Abdullah’ın yetimi, aramızdan,
Çıkarak, dinimizi kötüler hiç durmadan.
Hatta aşağılar da bütün putlarımızı,
Onun bu davranışı, sıkmaz mı canınızı?
İşte ben, bugün size derim ki açık açık,
Onu öldürmedikçe, huzur yok bize artık.
Bu işi becerene, yüz deve, ikiyüz at,
Ve sayısız altınlar vereceğim mükafat.)
Önce Ömer bin Hattab, ayağa fırlayarak,
Dedi ki: (Hattaboğlu becerir bunu ancak!)
Onun bu cevabını, iyi karşıladılar.
(Haydi, görelim seni!) deyip alkışladılar.
Kabarmıştı o anda, cahiliyet damarı.
Bu işi yapmak için, çıktı hemen dışarı.
Allah’ın Habibini öldürmek maksadıyla,
Kılıcını alarak, pür hiddet çıktı yola.
Nuaym bin Abdullah da, geliyordu ilerden.
Onu böyle görünce, merakla sordu hemen.
Dedi: (Ey Hattaboğlu, bu şiddet, bu hiddetle,
Nereye gidiyorsun, ne maksat, ne niyetle?)
Dedi ki: (Aramıza tefrikayı getiren,
Putları kötüleyip, bizlere ahmak diyen,
Muhammed’in katline giderim bir an önce.
Bu ayrılık işine, son vereyim böylece.)
Nuaym dedi: (Ya Ömer, güç bir işe gidersin.
Sen onu öldürmeye, nasıl cüret edersin?
Zira çok seviyorlar onu, iman edenler.
Bir pervane misali, etrafında dönerler.
Hem sonra, gelsen bile bu işin üstesinden
Nasıl kurtulacaksın, Haşimiler elinden?)
Kızdı Hazret-i Ömer onun bu sözlerine.
Kılıcını sıyırıp, yürüdü üzerine.
Dedi: (Yoksa sen de mi onlardansın ya Nuaym?
Eğer bu doğru ise, senin de işin tamam.)
Nuaym bunu görünce, fevkalade korkarak,
Dedi: (Hayır ya Ömer, sen şimdi beni bırak!
Müslüman olmuşlardır, hemşirenle enişten.
Git, onların halini öğren önce istersen.)
. Boynumuzu kessen de
Daha da hiddetlendi buna Hazret-i Ömer.
Dedi ki: (Doğru mudur söylediğin bu haber?)
Nuaym dedi: (Ya Ömer, bana inanmıyorsan,
Git hemen evlerine, inanırsın o zaman.
Hem bunu anlamanın, söyliyeyim yolunu.
Git, kendi elin ile, boğazla bir koyunu.
Eğer yemezler ise, senin kestiğin eti,
Bil ki, kabul etmişler onlar islamiyet’i.)
Hiddetinden o anda, kan sıçradı beynine.
Ayrılıp gitti hemen, kardeşinin evine.
Varıp, kapılarını vuracak idi ki tam,
İçerden, kulağına, geldi tatlı bir kelam.
Koyuldu dinlemeye o sözleri pür dikkat.
Bunlar, insan sözüne benzemiyordu fakat.
Meğer Taha suresi inmişti o günlerde.
Onu, Hazret-i Habbab, okuyordu içerde.
Hem Hazret-i Ömer’in gelmesi korkusundan,
Kilitlemişler idi, kapıyı arkasından.
Kapıya, şiddet ile vurdu Hazret-i Ömer.
İçerde, sure ile, Habbab’ı gizlediler.
Açtılar korku ile kapıyı en nihayet.
Baktılar ki o gelmiş, kılıç ile, pür hiddet.
Kız kardeşi Fatıma, çok kızgın olduğunu,
Görse de, (Buyur!) deyip, içeri aldı onu.
Girdi Hazret-i Ömer içeri o haneden.
Ve (Ne okuyordunuz?) diyerek sordu hemen.
Fatıma, maksadını anlamıştı pek kati.
Doğruyu söylemeyip, gizledi hakikati.
Dedi ki: (Aramızda, var idi bir mesele.
Onu konuşuyorduk, az önce zevcim ile.)
Lakin Hazret-i Ömer, inanmadı buna pek.
Başladı eziyete, fena öfkelenerek.
Dedi ki: (Doğru imiş işittiğim o haber.
Siz de, onun sihrine aldanmışsınız meğer.)
Sonra zevci Said’i, yakasından tutarak,
Fırlatıp yere attı, fena gadaplanarak.
Kız kardeşi, zevcini kurtarmak gayesiyle,
Koştuysa da, yıkıldı bir tokat darbesiyle.
O öfkeli tokatın şiddetiyle hem o an,
Kan akmaya başladı, her iki yanağından.
Fena canı yanmıştı kardeşi Fatıma’nın.
Lakin çok kavi idi imanları onların.
Hatta o, imanından aldığı kuvvet ile,
Derhal feryat etti ki: (Ya Ömer, beni dinle!
Niçin Hak teâlâdan korkmaz ve utanmazsın?
Ve onun gönderdiği Resule inanmazsın?
Ben ve zevcim, inandık Allah’ın bu dinine.
Boynumuzu kessen de, dönmeyiz bundan yine.)
. Sana müjdeler olsun
Haykırdı şehadeti, Fatıma din aşkından.
Çöktü Hazret-i Ömer, oraya şaşkınlıktan.
Sordu ki: (Okur iken, kim var idi seninle?)
Kız kardeşi dedi ki: (Yalnızdık zevcim ile.)
İnandıramamıştı lakin ibni Hattab’ı.
O, hiddetle kalkarak, derhal buldu Habbab’ı.
Dövmeye başlayınca, yetişti Said hemen.
Lakin Hazret-i Ömer, güçlüydü her birinden.
Koştu hemen Fatıma, girdi aralarına.
Lakin bir tokat ile, boyandı yine kana.
Çok incindi Fatıma, onun bu vurmasından.
Kan akmaya başladı, bu sefer de ağzından.
Görünce İbni Hattab, kardeşinin kanını,
Kaldırdı üstlerinden, eza ve cefasını.
Bir köşeye oturup, daldı bir tefekküre.
Sessizlik çöküverdi odaya birdenbire.
Vakit ilerlemişti, üzgün ve yorgundular.
Herbiri, bir tarafa çekilip oturdular.
Ve lakin biraz sonra, kız kardeşi Fatıma,
Abdest alıp, Kur’andan, başladı okumaya:
(Yerlerde ve göklerde ve bunlar arasında,
Olanların tamamı, Onundur esasında.)
Okuyunca Fatıma Kur’andan bu âyeti,
Ömer ibni Hattab’ın, fazlalaştı hayreti.
Dedi: (Bu okuduğun, gerçek ise, ne iyi.
Mütala eyliyeyim, ver de o sahifeyi.)
(Bu, öyle kitaptır ki...dedi ibni Hattab’a,
(Ancak temiz olanlar, dokunur bu kitaba.)
(Peki, ne yapmalıyım?) diye sual edince,
Dedi: (Gusül abdesti almalısın ilk önce.)
Gusül almak üzere, kalktı hemen yerinden.
Dedi ki: (Ya Fatıma, değişti kalbim birden.)
Başladı okumaya sureyi edeplice.
Okudukça, islama bel bağladı iyice:
(Sadece Allah vardır ibadet yapılacak.
Ve en güzel isimler, Onundur hem de ancak.)
Dedi ki: (Hakikaten, ne kadar doğru hepsi.
Silindi kalbimdeki küfür, inkâr perdesi.)
Kelime-i tevhidi okudu sonra hemen.
O zaman Habbab dahi, pek memnuniyetinden,
Dedi: (Müjde ya Ömer, bir gün Fahr-i kainat,
Şöyle dua etmişti, Hak teâlâya bizzat.
Demişti ki: Ya Rabbi, bu dini eyle tenvir.
Ebu Cehil veyahut Ömer’le kuvvetlendir.)
Şimdi, senin hakkında kabul oldu bu dua.
Bundan büyük bir nimet, dünyada yoktur daha.)
. İlet beni Resul’e
Artık Hazret-i Ömer, bir anda değişmişti.
Resul'ün muhabbeti, kalbine işlemişti.
Hemen dedi: (Ya Habbab, ilet beni Resule.
Zira yanıyor kalbim, onun muhabbetiyle.)
Ve Hazret-i Said’den, sual etti bu sefer.
Dedi: (Nerde bulunur şu sırada o Server?
Çabuk ulaştır beni, şerefli huzuruna.
Hizmetinde bulunup, köle olayım ona.)
Peygamber Efendimiz, o dakika, o saat,
Bir evde, Eshabına ediyordu nasihat.
Said dedi: (Ya Ömer, Resulullah şu anda,
Sohbet buyurmaktadır, Eshabı arasında.
Resulün Eshabından Erkam’ın evi vardır.
Öyle zannederim ki, şu anda oradadır.)
Hazret-i Said ile, Hazret-i Ömer, hemen,
Resule varmak için, çıktılar o haneden.
Büyük bir aşk içinde giderlerken ikisi,
O şerefli hanede, Allah’ın Sevgilisi,
Küffarın cefasından kurtulmak gayesiyle,
İnziva ediyordu, bir avuç Eshabiyle.
Evin geliş yoluna, bir gözcü koymuşlardı.
Hepsi, onun uğruna cansiper olmuşlardı.
Zira Hazret-i Ömer, Ebu Cehl’in vadine,
Aldanıp, çıkmış idi o Server'in katline.
Ümit ve sevinç ile bekleşirken kâfirler,
Müminler üzüntüde, endişede idiler.
Onların tek arzusu, şu idi ki nihayet:
Halkı, açık olarak etsinler dine davet.
Derlerdi ki: (Ölmeden, söyleseydik bir kere.
Kelime-i tevhidi, birlikte, aşikâre.)
O kadar artmıştı ki onların bu arzusu.
Nihayet arz ettiler Resule bu hususu.
Dediler ki: (Ne olur, bize izin veriniz.
Çıkalım bu haneden, bir kerecik hepimiz.
Haykıralım tevhidi, yüksek bir seda ile.
Gam değil ondan sonra, hepimiz ölsek bile.)
Buyurdu: (Ey Eshabım, asla gam çekmeyiniz.
Bu babta ümitli ve kavi olsun kalbiniz.
Hazret-i İbrahim’i, Nemrud’un ateşinden,
Ve dahi İsmail’i, bıçağın kesmesinden,
Nasıl kurtardı ise cenab-ı Hak vaktiyle,
Kurtarır bu cefadan bizi de yine öyle.
Yardımı, bizimledir Allah’ın çünkü ancak.
Bekleyin, biraz sonra, bakın neler olacak?)
. Yol açın kendisine!
Resulullah, Eshabın münkesir hallerini,
Görünce, bir köşede, kaldırdı ellerini.
Onların o çaresiz hallerine bakarak,
Şöyle niyaz eyledi, Rabbine yalvararak:
(Ya Rabbi, otuzdokuz kişi ki bu müminler,
Sana iman getirmiş kullardır hepsi birer.
Halas et sen bunları, kâfirlerin şerrinden.
Kurtar bu müminleri, korku ve endişeden.
Şanı yüksek biriyle, kuvvetlendir bu dini.
Sevindir nusretinle, bu bir avuç mümini.)
O anda nazil oldu Cebrail yeryüzüne.
Bir müjde getirmişti Allah’ın Resulüne.
Dedi: (Ya Resulallah, sen bir dua etmiştin.
Rabbinden, bu din için yardımcı istemiştin.
Kabul etti Rabbimiz, senin o dileğini.
Bir kimseyi seçti ki, sağlam eder bu dini.
Buyurdu ki gökteki cümle meleklerine:
(Saf çekin Beytullah’tan, ta Erkam’ın evine.
Dul olan hatunlara, odun taşımak için,
Kendini, Habibime siper etmesi için,
Bir kimseyi seçtim ki, Ömer’dir onun namı.
Takviye ederim ben, onun ile islamı.
Düşüp onun önüne, yol açın kendisine.
Cennet cevherlerini, saçın onun üstüne.)
Rabbimiz, meleklere, böylece verip emir,
Ömer ibnil Hattab’ı, size göndermektedir.
Ey Allah’ın Habibi, yoldadır şimdi Ömer.
Huzuruna geliyor Said ile beraber.)
Az sonra, heybet ile geldi Ömer bin Hattab.
Silahlı geldiğini, gördüler cümle Eshap.
Onu böyle görünce, korkuya kapıldılar.
Hemen Resulullahın etrafını sardılar.
Lakin Hazret-i Hamza, dedi: (Ey ehl-i iman!
Gelen, bir tek kişidir, kuvvetliyiz biz ondan.
Eğer hayra geldiyse, hoş geldi, büyük devlet.
Eğer şerre geldiyse, şu kılıç kâfi elbet.)
Sonra çıktı kapıya, etti ki şöyle hitap:
(Sen ne zannediyorsun bizi ey ibni Hattab!
Biz, Abdülmuttalib’in evladıyız, güçlüyüz.
Bi-iznillah demiri çiğneyip, püskürtürüz.
Zafer bulacağını eğer zannediyorsan,
Aldandığını bil de, geri dön, git buradan!)
İşitti Resulullah Hamza’dan bu sözleri.
Buyurdu ki: (Yol verin, giriversin içeri!)
Tebessüm buyurarak, karşıladı ve hemen,
Eshaba buyurdu ki: (Çekiliniz önünden!)
Girdi Hazret-i Ömer, kılıcı omuzunda.
Diz çöktü edep ile, Resul'ün huzurunda.
. Kırk olduk senin ile
Eğdi Hazret-i Ömer, başını utancından.
Yere düştü kılıcı, hatta omuz başından.
O sırada, kolundan tutup hemen o Server,
Ona buyurdular ki: (İmana gel ya Ömer!)
O dahi şehadeti getirerek o anda,
İmanla şereflendi, Resul'ün huzurunda.
İman etmesi ile, hem Hazret-i Ömer’in,
Kırk’a çıktı sayısı, bir anda müminlerin.
Hepsi çok sevinerek, Allah’a şükrettiler.
Tekbir sedalarıyla, gökleri inlettiler.
Onun imanı ile, yeni güç buldu Eshap.
Zira çok kuvvetli ve güçlüydü İbni Hattab.
(Şu anda kaç kişiyiz?) diye sordu Resule.
Buyurdu ki: (Ya Ömer, kırk olduk senin ile.)
Hazret-i Ömer der ki: (İman ettiğim zaman,
Gizli gizli ibadet yapardı her müslüman.
Buna çok üzülerek, sordum ki o Server’e:
(Yoksa biz değil miyiz, hak ve doğru üzere?)
Buyurdu ki: (Ya Ömer, elbette, hiç şüphesiz,
Yemin ediyorum ki, hak üzerindesiniz.)
Dedim ki: (Öyle ise, durmayalım bu evde.
Çıkalım, haykıralım dinimizi her yerde.
Lat ve Uzza denilen putlara, bi-gayri hak,
İbadet olunur da aşikâre olarak,
Onsekiz bin âlemin Rabbine, müslümanlar,
Niçin gizli olarak ibadet yapıyorlar?
Madem ki hak mabuda ibadet ediyoruz,
Aşikâre yapalım, kimden çekiniyoruz?)
Buna cevap olarak, Peygamber Efendimiz:
Buyurdu ki: (Ya Ömer, sayıca çok azız biz.)
Dedim: (Ya Resulallah, seni bize gönderen,
Allahü teâlâya, yemin ederim ki ben,
Kimseden çekinmeden, bu dinimizi artık,
Müşriklerin önünde yapalım açık açık.)
O gün Resul-i ekrem, kabul etti bu fikri.
Ve iki saf halinde, topladı müminleri.
Aliyyül Mürteza’ya, öncü yaptı birine.
Geçirdi Hamzayı, da öbür safın önüne.
Hepsinin önüne de, geçti Hazret-i Ömer.
Kırk bahtiyar sahabi, Kâbe’ye yürüdüler.
Hepsi, adımlarını sertçe yere vurarak,
Giderlerdi, yolları toz dumana katarak.
Kılıçlar ellerinde, yürüdüler heybetle.
Taşmıştı gönülleri, iman ve muhabbetle.
Bekliyordu müşrikler Kâbe’de şu haberi:
Ki, gidip, Hattaboğlu katletmiş Peygamberi!
Lakin bu manzarayı görünce birdenbire,
Düştüler çok büyük bir üzüntü ve kedere.
. Beni bilen biliyor!
Kâbe’de beklerdi ki, hep Kureyş kâfirleri,
Gelsin Resulullahın katledilme haberi.
Bir ara gördüler ki, bir grup gelenler var.
Önde Hazret-i Ömer, ardında müslümanlar.
Zannettiler ki: Ömer, bütün müslümanları,
Toplayıp, esir etmiş, getiriyor onları.
Lakin cin fikirliydi, o alçak Ebu Cehil.
Görünce anladı ki, bu geliş öyle değil.
Korku ve endişeye kapılarak bu sefer,
Uzaktan seslendi ki: (Bu ne haldir ya Ömer?)
Hazret-i Ömer ise, hiç aldırış etmeden,
Şehadeti söyleyip, haykırdı şöyle hemen:
(Beni bilen biliyor, bilsin ki bilmeyen de:
Hattaboğlu Ömer’im, müslüman oldum ben de.
Yerinden, tek bir adım kıpırdarsa eğer kim,
Bilsin ki, karısı dul, evladı olur yetim!)
Kureyşliler, onun bu sözlerine şaştılar.
Bir anda dağılarak, hemen uzaklaştılar.
Dediler: (Gitti Ömer, Muhammed’in katline.
Öldürmek şöyle dursun, köle olmuş kendine.)
Böyle deyip, döndüler geriye hepsi tekrar.
Ve Hazret-i Ömerin, üstüne saldırdılar.
Karşı koydu o dahi, onların her birine.
Tutup o müşrikleri, çarptı birbirlerine.
Müşrikler gördüler ki, bu, böyle olmayacak.
Selameti, kaçmakta buldular hepsi ancak.
Peygamber Efendimiz, Eshabıyla, ilk kere,
O gün namaz kıldılar, Kâbe’de aşikâre.
Müminlerin kalpleri, şad olmuştu ilk o gün.
Geldi Hazret-i Ömer, huzuruna Resul'ün.
Dedi: (Ya Resulallah, acep zat-ı aliniz,
Kâbe içerisine girmek ister miydiniz?)
(Evet) deyip, onunla, el ele tutuşarak,
Beytullah’ın içine girdiler ilk olarak.
Kâbe’nin içerisi, doluydu putlar ile,
Resulullah, onları gösterip asa ile,
Okudu bir âyet ki, şöyle idi mealen:
(Hak gelince bir yere, bâtıl gider o yerden.)
O putlara hitaben, Hazret-i Ömer dahi,
Düşünmeden, şunları söyledi bizatihi:
(Ey putlar! Peygamberdir Muhammed cümle halka.
Siz dahi şahit olup, secde edin Allah’a!)
O böyle söyleyince, o anda bütün putlar,
Yüzleri üzerine, hep secdeye vardılar.
O an Hak teâlâdan, bir âyet geldi hemen.
Mana-yı şerifi de, şöyle idi mealen:
(Ey Peygamberim, sana, kâfidir, yetişirler,
Allah ve müminlerden sana tâbi kişiler.)
. Açıkca hicret etti
Daha sonra müminler, Akabe biatiyle,
Sığınacak bir ülke bulmuşlardı haliyle.
Ve lakin öğrenince, o müşrikler bu şeyi,
Daha da artırdılar, onlara işkenceyi.
Öyle ki, müminlere, Mekke’de hayat sürmek,
Tahammülü imkansız bir hal aldı giderek.
Müminler, bu sebeple, Allah’ın Habibinden,
Müsade istediler, hicret için Mekke’den.
İşte tam o günlerde, bir ara Resulullah,
Eshabının yanına teşrif etti bir sabah.
Buyurdu: (Ey Eshabım, bana, hicret yeriniz,
Bildirildi ki, o yer Medine’dir biliniz.
Oraya hicret edin, Allah’ın izni ile.
Birleşin oradaki din kardeşlerinizle.
Rabbimiz, kardeş yaptı size o müminleri.
Huzur bulacağınız yurt kıldı hem o yeri.)
Resul'ün izni ile, artık hep Medine’ye,
Müminler, bölük bölük başladılar gitmeye.
İtina ederdi ki ve lakin müslümanlar,
Müşrikler, bu hicretin farkına varmasınlar.
Dikkat çekmemek için, geceleri, sessizce,
Küçük kafilelerle, giderlerdi gizlice.
Lakin Hazret-i Ömer, kılıcını kuşanıp,
Yanına, oklarını ve mızrağını alıp,
Müşriklerin önünde yürüdü Beytullah’a.
Açıkça tavaf etti Kâbe’yi yedi defa.
Sonra, o müşriklere seslendi gür sesiyle.
Dedi: (İşte, dinimi korumak gayesiyle,
Ben de, Allah yolunda, bugün hicret ederek,
Medine’ye giderim, yurdumu terk ederek.
Evet, karısını dul, çocuklarını yetim,
Bırakmak istiyorsa aranızda eğer kim,
Ve bana mani olmak isterse her kim eğer,
Şu vadinin ardında, önüme çıksın o er!)
Ve yirmi müslümanı, alıp sonra yanına,
Gittiler güpegündüz, Medine yollarına.
Ömer ibnil Hattab’dan korkularından, onlar,
Bu giden kafileye, hiç dokunamadılar.
Göçün ardı arkası, artık kesilmiyordu.
Sahabe, akın akın hep hicret ediyordu.
Ebu Bekr-i Sıddık da, bu ara, hicret için,
Gelip talep edince Resulden bir gün izin,
Buyurdu ki: (Sabreyle, bana dahi Rabbimiz,
İzin verir hicrete, seninle gideriz biz.)
O, şaşkınlık içinde, eyledi hemen sual:
Dedi: (Ya Resulallah, var mı böyle ihtimal?)
Allah’ın Habibi de, buyurdu: (Vardır, evet!)
Hazret-i Ebu Bekir, sevindi buna gayet.
. Ömer’e yakışır mı?
Ömer bin Abdülaziz, halifeyken, ilk defa,
Şöyle bir mektup yazdı, Salim bin Abdullah’a:
(Allah’ın takdiriyle, emir oldum millete.
Rabbimiz yardım etsin, bana bu vazifede.
Senden ricam şudur ki, deden Hazret-i Ömer,
Hakkında, gönder bana tafsilatlı bilgiler.
Zira onun izinden yürümek istiyorum.
Kendime, onu örnek almalıyım diyorum.)
Salim dahi yazdı ki, ona cevap olarak:
Yardımcı olsun sana, bu işte cenab-ı Hak.
Dedem Hazret-i Ömer, halife olduğu gün,
Maaş tayin ettiler, ona Eshab-ı güzin.
Hazret-i Ebu Bekr’in aldığı maaş kadar,
Ona dahi verdiler bir ücret, aynı miktar.
Fakat bazan düşerdi, maddi bir sıkıntıya.
Eshap çare aradı, toplanıp bu mevzuya.
Dediler: (Arz etsek de, bu durumu Ömer’e,
Maaşını, bir miktar arttırsak ona göre.)
Hazret-i Zübeyr ile, Hazret-i Ali, hemen,
Durumu Halifeye söylemeye giderken,
Yolda, Hazret-i Osman, durdurdu gidenleri.
Dedi: (Bilmez misiniz, acaba siz Ömer’i?
Zannetmem ki yanaşsın, o bu teklifinize.
Belki de celallenip, kızacaktır hem size.
Lakin kızı Hafsa’ya söyletirseniz eğer,
Onun hatırı için, inşallah kabul eder.)
Gidip izah ederek Hafsa’ya hemen bunu.
Dediler: (Sakın deme, bizlerden duyduğunu.)
O da, derhal giderek mübarek pederine,
Arz etti çekinerek, bunu kendilerine.
Lakin Hazret-i Ömer, celallenip aniden,
Sordu ki: (Kimdir seni, bana böyle gönderen?
Ey kızım, söyle bana adı için Allah’ın.
Kaç tane elbisesi vardı Resulullahın?)
Dedi ki: (Babacığım, Allah için diyorum.
İki kat elbisesi var idi, biliyorum.)
Buyurdu ki: (Ey kızım, doğru dedin, ne iyi.
Peki, neydi Resul'ün en kıymetli yemeği?)
Dedi: (Umumiyetle, arpa ekmeği yerdik.
Başkalarına dahi, ondan ikram ederdik.)
Sordu yine: (Ey kızım, Allah’ın Resulünün,
En geniş ve en rahat yaygısı neydi o gün?)
Dedi: (Kaba kumaştan, vardı ki bir sergimiz,
Yazın dört kat edince, olurdu minderimiz.)
Buyurdu ki: (Ey kızım, onlara git de söyle!
Seni göndermesinler bir daha bana böyle.
Dünyada yaşayışı böyleyken Peygamberin,
Yakışır mı, hayatı başka olsun Ömer’in?)
. Üstün firaset
Ümeyr ibni Veheb ki, iman etmeden önce,
Küffar tarafındaydı, meşhur Bedir cenginde.
Bir oğlu esir olup, firar etti kendisi.
Bu hususu, Safvan’la, konuştular ikisi.
Safvan dedi: (Ya Ümeyr, Bedir’den sonra bana,
Yaşamanın bir tadı kalmadı benden yana.)
Ümeyr dedi: (Vallahi, bu sözün tam yerinde.
Oğlum, hala esirdir müslümanlar elinde.
Eğer borcum olmasa, düşünmesem maişet,
Onun intikamını alırdım gidip elbet.)
Safvan dedi: (Ya Ümeyr, maişet ve borcunu,
Üstüme alıyorum, sen düşünme hiç onu.
Bu hususta, yapacak bir şeyin varsa şayet,
Hiç durma, Medine’ye şimdi eyle hareket.)
Ümeyr memnun olmuştu, kalktı hemen yerinden.
Dedi: (Kurtulamazlar, artık benim elimden!)
Kılıcını sıyırıp, zehirledi iyice,
Eteğinin altına, yerleştirdi gizlice.
Daha sonra pür hiddet, devesine binerek,
Ulaştı Medine’ye, kendini gizleyerek.
Tam mescidin önünde, inerken devesinden,
Hazret-i Ömer görüp, yapıştı ensesinden.
Zira firasetiyle, tanımıştı kendini,
Ve bilmişti, kötü bir maksatla geldiğini.
Hazret-i Ömer ile, Eshaptan bazı zevat,
Çıkardılar Ümeyr’i, Resule hem o saat.
Ona sual etti ki, şanı büyük Peygamber:
(Mekke’den Medine’ye, niçin geldin ya Ümeyr?)
Dedi ki: (Ya Muhammed, geldim, rica edeyim.
Oğlumu bağışlarsan, alıp geri gideyim.)
Buyurdu: (Eteğinin altında gizlediğin,
O zehirli kılıcı, ne sebeple getirdin?
Sonra sen Safvan ile, Mekke’de, bir odada,
Nasıl anlaşmıştınız, beyan eyle onu da.)
Ümeyr çok şaşırmıştı, başını eğdi öne.
Birşeyler oluyordu, o sırada kalbine.
Ne konuştular ise Safvan’la, teker teker,
Bütün tafsilatıyla söyleyince Peygamber,
Mahcubiyet içinde, değişti benzi birden.
Dedi: (Hak Peygambersin, iman ettim şimdi ben.
Zira işitmemişti, kimse bu şartımızı.
Hak teâlâ bildirdi, sana bu sırrımızı.)
Kelime-i şehadet getirerek o anda,
Müslüman oluverdi, Resul'ün huzurunda.
Ümeyr der ki: (Önceden, Allah’ın Resulünün,
Dinini söndürmeye çalışırken gün be gün,
Şimdi, aynı gayret ve samimiyetle yine,
Çalışırım Allah’ın dininin nusretine.)
. Resulullaha uymak
İmam-ı Rabbani ki, çok büyük evliyadır.
O, bir nasihatinde, şöyle buyurmaktadır:
(Her iş ve her amelde, Mevlamız cümlemizi,
Dünya ve ahiretin iyisi, Efendisi,
Olan Resulullaha, tam olarak ve kesin,
Uymak saadetiyle, her an şereflendirsin.
Çünkü cenab-ı Allah, Ona tâbi olmayı,
Çok sever, her işinde aynen Ona uymayı.
Mesela o Resule tâbi olan bir kimse,
Eğer gün ortasında, bir miktar uyur ise,
Hiç Ona uymaksızın, geceleri, çok taat,
Ve ibadet yapmaktan üstündür, hem de kat kat.
Çünkü kaylule etmek, yani bir parça her gün,
Öğleden önce yatmak, adetiydi Resul'ün.
Yine, Resulullaha uymayı düşünerek,
Bayram günü, hiç oruç tutmayıp, yiyip içmek,
Hiç Ona uymaksızın, senelerce tutulan,
Oruçlardan, kat be kat üstündür yine bundan.
Ve mesela fakire, yine Ona uyarak,
Az bir şey verilirse, eğer zekat olarak,
Dağlar kadar altını, kendi arzusu ile,
Tasadduk eylemekten, üstündür yine böyle.
Bir gün Hazret-i Ömer, bir sabah namazını,
Cemaatle kıldırıp, gözetti Eshabını.
Lakin göremeyince birini o saatte,
Buyurdu: (Filan kimse, yok mudur cemaatte?)
Dediler: (Geceleri, o ibadet eder hep.
Şu anda uyuyordur belki de bundan sebep.)
Buyurdu ki: (Keşke o, gece hep uyusaydı.
Ve sabah namazını, cemaatle kılsaydı.)
Çünkü islamiyet’e uymayan bir iş için,
Verilmez sevap ecir, içyüzü budur işin.
Eğer böyle işlere, ücret hasıl olursa,
Bir iki menfaattir dünyadan olsa olsa.
Halbuki bu dünya'nın tamamının kıymeti,
Nedir ki, birkaçının olsun ehemmiyeti.
Yapacağı her işi, islama uyduranlar,
Yani her harekette, o Resule uyanlar,
Çok latif cevahir ve kıymetli elmaslarla,
Meşgul mücevherciler gibidirler mesela.
Bunlar, çok çalışmayıp, yorulmadığı halde,
Kazançları, herkesten olur daha ziyade.
Hatta bunlar, bir saat çalışmış olsa eğer,
Yılların kazancını, birden hasıl ederler.
Buna sebep şudur ki, bir iş, islamiyet’e,
Uygunsa, sahip olur indallah bir kıymete.
Rabbimiz beğenmezse, hakir ve kıymetsizdir.
Beğenilmeyen şeye, verilir mi hiç ecir?)
. Ölüler işitir mi?
Resulullah Bedir’de, önce Eshabı ile,
Gezdi harp sahasını, bir keşif maksadiyle.
Zaman zaman durarak, buyurdu: (Yarın sabah,
Şurada öldürülür filan kâfir inşallah.)
Kâfirlerin, vurulup düşeceği yerleri,
Gösterdi birer birer, Allah’ın Peygamberi.
Hazret-i Ömer der ki: (Dikkat ettim, o sabah,
Nerelere işaret ettiyse Resulullah,
Ve kimlerin ismini söyledilerse eğer,
Onlar, tam o yerlerde yerlere serildiler.
Hatta ne az geride, ne de ilerisinde.
Tam buyurduğu yerde öldürüldü hepsi de.)
Savaştan sonra dahi, emir verdi o Server.
Şehid olan erleri, bir bir tesbit ettiler.
Muhacir ve Ensardan, toplam ondört mücahid,
Din-i islam uğrunda olmuştu o gün şehid.
Küffardan yetmiş kişi lakin öldürülmüştü.
Hatta yetmiş kişi de, yine esir düşmüştü.
Cenaze namazını kılarak şehidlerin,
Sonra, kabirlerine ettiler bir bir defin.
Müşrik ölülerinden, yirmidört tanesini,
Kör bir kuyu içine, doldurdular hepsini.
Diğerlerini ise, bir çukura atarak,
Sonra, üzerlerine attılar taş ve toprak.
Şerefli Eshabiyle, üç gün sonra o Server,
O çukurun başına gelerek hep beraber,
O azgın müşriklerin adlarını tek be tek,
Hatta babalarının ismiyle söyleyerek,
(Ey Ümeyye bin Halef, ey Utbe bin Rebia!
Ey Ebu Cehl bin Hişam!) diyerek etti nida.
(Siz, Peygamberinize, karşı ne mütecaviz,
Ve ona eza eden ne kötü kavimdiniz.
Sizler yalanladınız benim nübüvvetimi.
Başkaları inanıp, tasdik etti dinimi.
Siz beni, zor kullanıp çıkardınız şehrimden.
Başkaları, bağrına bastılar beni hemen.
Sonra siz, savaştınız benim ile ruz-ü şeb.
Başkalarıysa bana, yardımcı oldular hep.
Ben, kavuştum Rabbimin vadettiği zafere.
Siz de kavuştunuz mu, azap ve elemlere?)
Böyle hitab edince o Sevgili Peygamber,
Bir şeyi merak edip, sordu Hazret-i Ömer.
Dedi: (Ya Resulallah, bu sözleri, şimdi siz,
Şu cansız leşlere mi, acaba söylersiniz?)
Peygamber Efendimiz, buyurdu ki: (Ya Ömer!
O Allah ki, gönderdi beni hak bir Peygamber.
O Allah hakkı için diyorum ki şüphesiz,
Siz beni, onlar kadar iyi işitmezsiniz.)
. Rüyada ağladı
Hazret-i Ebu Bekr’in, son hastalık anında,
Sahabenin bazısı, bulunurdu yanında.
Buyurdu ki: (Bu gece, istihare eyledim.
Ki, bu halifeliği, kime teslim edeyim?
Diledim Rabbimizden, en çok hayırlısını.
Ve onun rızasına, muvafık olmasını.
Siz de bilirsiniz ki, yalan yok bende zinhar.
Hayırlı olmasını istiyorum, o kadar.
Ben bu fikirde iken, uyumuşum öylece.
Resul-i kibriyayı, rüyada gördüm gece.
İki beyaz elbise giymişti Fahr-i âlem.
Ben de, eteklerini tutuyordum ki, o dem,
Libaslar, yeşil olup, başladı parlamaya.
Hatta parlaklığından, imkan yoktu bakmaya.
İki yanında dahi, var idi iki kimse.
Onlar da giymişlerdi, nurdan birer elbise.
Uzun boylu, heybetli kimselerdi ki onlar,
Hemen neşelenirdi, yüzlerine bakanlar.
O vaziyette iken, Resul aleyhisselam,
Müsafeha ederek, verdiler bana selam.
Bir elini, göğsüme koyunca sonra benim,
O anda zail oldu, cümle endişelerim.
Buyurdu ki: (Biz seni, çok özledik ey Sıddık!
Bize kavuşma vakti, yaklaştı şimdi artık.)
O böyle buyurunca, dedim: (Ya Resulallah!
Ben dahi çok şiddetle özledim sizi Vallah.)
Sonra Resul buyurdu: (Sen şimdi, bu ümmetten,
Faruk’u halife seç, hiç tereddüt etmeden.
Zira Ömer-ül Faruk, hem adil, hem sadıktır.
Yer ve gökte, herkesin rızasını almıştır.)
Yanında olanları, gösterip sonra bana,
Buyurdu: (Vezir olur, dünyada bunlar sana.
Hem vefatın anında, olur yardımcıların.
Cennete gidince de, olurlar komşuların.)
Dedim ki: (Anam babam, feda olsun yoluna.
Bu kişiler kimdir ki, tanıtın lütfen bana.)
Buyurdular ki: (Bunlar, melektir, insan değil.
Sağdaki Cebrail’dir, soldakiyse Mikail.)
O esnada yanımdan ayrıldı Resulullah.
Ben de hemen uyanıp, gördüm ki olmuş sabah.
Ağlamış olduğumdan rüyada göz yaşiyle,
Her iki yanağım da, ıslanmış o yaş ile.
Evde bulunanlar da, yanıma toplanmışlar.
Ben ağladığım için, onlar da ağlamışlar.)
. Seni üzgün görüyorum
O hazret-i Hafsa ki, hem hazret-i Ömer’in,
Kızı olup, eşiydi hem dahi o Server'in.
İlk zevci Huneys’di ki, o, Uhud savaşında,
Şehid olup, Hafsa da, dul kaldı genç yaşında.
Bu kızını, Hazret-i Osman’la, Ebu Bekr’e,
Teklif etti ise de kendisi birer kere,
(Düşüneyim) şeklinde, vermişlerdi bir cevap.
Üzgündü bu sebepten, buna Ömer bin Hattab.
O günlerde o Server, bir yere teşrif edip,
Sordu İbni Hattab’a, bu halini farkedip.
Buyurdu ki: (Ya Ömer, acaba ne ki sebep,
Seni ben, bu günlerde üzgün görüyorum hep.)
Hazret-i Ömer ise, bu suale cevaben,
Şöylece arz eyledi Resulullaha hemen:
Dedi: (Kızım Hafsa’yı, Ebu Bekr ve Osman’a,
Söyledim, almadılar, bu hüzün verir bana.)
O Server, üçünü de pek fazla seviyordu.
Onlar sevinsin diye, hemen şöyle buyurdu:
(Ya Ömer, kerimeni, ben onların yerine,
İster misin vereyim, daha iyi birine?)
Hayrete düşürmüştü, bu, Hazret-i Ömer’i.
Zira yoktu Eshaptan, onlardan iyi biri.
Bir hikmet olduğunu, anladı bu sözünden.
Dedi: (Ya Resulallah, isterim, verin hemen.)
Allah’ın Sevgilisi, buyurdu ki: (Ya Ömer!
Onlar almadı ise, sen kızını bana ver.)
Hafsa, zevce olunca, Allah’ın Habibine,
Üçü, daha sevgili oldular birbirine.
Yine anlatılır ki: Bir müşrikin, bir zaman,
Az alacağı vardı Resul-i kibriyadan.
Ve lakin vadesine, var iken henüz üç gün,
Geldi istemek için yanına o Resul'ün.
Birkaç Eshabı ile, bir yerde otururken,
Mübarek yakasına yapışıp çekti birden.
Ve (Ey Abdülmuttalip oğulları, acep siz,
Borcunuzu vaktinde, niçin ödemezsiniz?)
Diyerek, hakarette bulundu kendisine.
Sükutu tercih etti Peygamberimiz yine.
Lakin Hazret-i Ömer, fazla dayanamadı.
Ağır ve şert şekilde, kâfiri azarladı.
Fakat bu hareketi, o Sevgili Peygamber,
Hiç uygun görmeyerek, buyurdu ki: (Ya Ömer!
Öyle yapacağına, deseydin ki bana sen:
Borcunu ödemede, az daha davran erken.
Onu da, şu şekilde edebilirdin ikaz:
Alacağı isterken, insanca davran biraz.
Evet, benim şu kadar borcum var kendisine.
Lakin henüz üç gün var, vadenin bitmesine.)
.
03 - HAZRET-İ OSMAN (Radıyallahü Anh)
.Teyzen doğru söylemiş
Resul-i müctebanın, üçüncü halifesi,
Edep, haya timsali, merhamet hazinesi.
Hazret-i Şeyhayn gibi, o dahi nesebinde,
Resul ile birleşir, dördüncü dedesinde.
Lakab-ı şerifleri, (Zinnureyn)dir bu zatın.
Zira iki kızını aldı Resulullahın.
Önce (Rukayye) adlı mübarek kızı ile,
Nikahla şereflenip, damat oldu Resule.
Vefatından sonra da Hazret-i Rukayye’nin,
(Ümm-i Gülsüm) kızıyla evlendi o Server'in.
Sonra Ümm-i Gülsüm de, vefat ettiğinde hem,
Üzülüp buyurdu ki, ona Resul-i ekrem:
(Ya Osman, olsa idi bir kızım daha şayet,
Bilmiş ol ki, onu da verirdim sana elbet.)
Hazret-i Osman der ki: İman etmemiş iken,
Şu haberi işittim birgün Kureyşlilerden.
Dediler ki: (Ya Osman, var mı acep haberin,
Dün, sözünü kesmişler Utbe’ye, Rukayye’nin.)
Üzüldüm, ben ne için istemedim! diyerek.
Oradan eve vardım, bunu dert edinerek.
Baktım ki, evimizde, annem ve teyzem vardı.
Arap’tan bir kimseyi, methedip dururlardı.
Dedim ki: (Teyzeciğim, kimi methedersiniz?
Merak ettim doğrusu, kimdir bahsettiğiniz?)
Dedi: (O, tatlı dilli, güler yüzlü biridir.
Bizleri bâtıl yoldan, hidayete erdirir.
Ona vahiy geliyor Allahü teâlâdan.
Git, sen de o Resule tâbi ol, eyle iman.)
Dedim ki: (Teyzeciğim, açıkla o kim ise.)
Dedi ki: (Muhammed bin Abdullah’tır o kimse.)
Daha sonra dedi ki: (Sana, zevce olarak,
Güzel yüzlü, zahide bir kız nasib olacak.
O hanım, senden önce bir erkek görmemiştir.
Eli, bir yabancının eline değmemiştir.
Kızı olsa gerektir o hatun, bu Resul'ün.
Haydi git, o Resule iman et sen de bugün.)
Çok taaccüp ederek teyzemin sözlerine,
Koştum hemen oradan, Ebu Bekr’in evine.
Zira biz, onun ile arkadaştık o zaman.
Evine varır varmaz, bana dedi: (Ya Osman!
Sen akıllı kimsesin, teyzenin sözleri Hak.
Cansız put, ilahlığa hiç olur mu müstehak?)
Sonra, Resulullaha çıkıp gittik o zaman.
O da beni görünce, buyurdu ki: (Ya Osman!
Hak teâlâ, cennete ediyor seni davet.
Ben onun Resulüyüm, sen de eyle icabet.)
Hemen tasdik eyledim Allah’ın Resulünü.
Şehadeti getirip, iman ettim o günü.)
Adımlarını saydı
Birgün Hazret-i Osman, donatıp bir ziyafet,
Allah’ın Resulünü, evine etti davet.
Dedi: (Ya Resulallah, acaba bizim eve,
Teşrif eder misiniz, bugün yemek yemeye?)
Teklifi kabul edip, buyurdu ki o zaman:
(Yemeğe, tek beni mi çağırırsın ya Osman?)
Dedi ki: (Siz her kimi, istiyorsanız eğer,
Onlar da davetlidir, icabet eylesinler.)
O gün Hazret-i Osman, sevinçliydi be gayet,
Zira Resulullaha, veriyordu ziyafet.
Gaye, sevindirmekti o Server'i esasen.
Eshabın, bundan başka gayesi yoktu zaten.
Yola çıkıp giderken, Hazret-i Osman, o gün,
Tek tek adımlarını sayıyordu Resul'ün.
Resul bunu farkedip, sual etti o zaman:
(Niçin adımlarımı sayıyorsun ya Osman?)
Dedi: (Ya Resulallah, her bir adımınıza.
Köle azad etmeyi, düşündüm şanınıza.)
Hakikaten ne kadar kölesi varsa, o gün,
Hepsini azad etti şerefine Resul'ün.
Bir hadis-i şerifte, yine Resul-i ekrem,
Hazret-i Osman için, buyurmuş idi ki hem:
(Övünür her Peygamber, o gün bir Eshabiyle.
Ben dahi övünürüm, Osman bin Affan ile.)
Yine onun hakkında, buyurdu ki: (Melekler,
Nasıl ki benim ile övünürlerse eğer,
Övünürüm ben dahi, Osman bin Affan ile.
O, cennette yanımdan ayrılmaz bir an bile.)
Abdullah bin Mes'ud da, şöyle rivayet eder:
(Bir gazada, Resulle bulunurduk beraber.
İslam askerlerinin, bitti yiyecekleri.
Bir üzüntü kapladı, bu yüzden gazileri.
O Server buyurdu ki: (Rahat olsun kalbiniz.
Size rızık gönderir, gün batmadan Rabbimiz.)
Duyunca ibni Affan Resulden bunu o gün,
Düşündü ki: Her sözü, doğru çıkar Resul'ün.
Madem böyle buyurdu, elbet gelir yerine.
Ben vesile olayım, bu rızkın teminine.
Bu hayırlı iş için, yollara oldu revan.
Ondört yük yiyecekle, döndü akşam olmadan.
Erzak yüklü deveyi, sürdü gaza yerine.
Yeniden kuvvet geldi, islam gazilerine.
Resulullah sordu ki: (Ya Osman, bunlar nedir?)
Dedi: (Resulullaha, Osman’dan hediyedir.)
Onun bu halisane gayreti ile yine,
Resul'ün o sözü de, gelmiş oldu yerine.
O gün çok dua etti, onun için o Server,
Buyurdu: (Ya ilahi, Osman’a çok ecir ver.)
Yüz deve benden
Abdurrahman ibni Avf, Resul'ün huzuruna,
Gelerek, dörtbin dirhem, arz etti bir gün ona.
Dedi: (Ya Resulallah, sekiz bin dirhem param,
Vardı ki, yarısını bıraktım evime tam.
Diğer yarısını da, borç verdim Rabbimize.
O da, dörtbin dirhemdir, getirdim işte size.)
Ona, şöyle buyurdu o zaman Resulullah:
(Her iki parana da, bereket versin Allah.)
Yine aynı günlerde, hem Hazret-i Osman da,
Malı ve parasıyla, bulundu çok ihsanda.
Zira Tebük gazası var idi o zamanlar.
Çok maddi sıkıntıya düşmüştü müslümanlar.
Hazret-i Osman’ın da, vardı çok develeri.
Donattı onlar ile, cümle mücahidleri.
Bu iki sahabinin haklarında, nihayet,
Geldi Hak teâlâdan Resulü’ne bir âyet:
(Malını, Allah için infak edenler...) diye,
Mazhar oldu ikisi, bir meth-ü ilahiye.
Yine Tebük gazası yapıldığı zamanlar,
Çok maddi sıkıntıda idiler müslümanlar.
Geldi Hazret-i Osman Resulullaha yine.
Ve bin dinar parayı, verince kendisine,
O server buyurdu ki: (Bu günden sonra, Osman,
Artık yaptıklarından, görmez hiç zarar, ziyan.)
Peygamber-i zişanın, bu sözü üzerine,
Rabbimiz, şu âyeti gönderdi Habibine:
(Malını, Allah için sarf eden o insanlar,
Karşısındakileri, minnette bırakmazlar.
Onlara sevap verir Rableri fazla fazla.
Onlar için korku ve üzüntü olmaz asla.)
Burada minnet demek, başa kakmak demektir.
Ben sana şunu verdim deyip, onu üzmektir.
Yine Resul-i ekrem, tertib etti bir ordu.
Eshabı, yardım için teşvik buyuruyordu.
Zira maddi bakımdan, gayet zayıf idiler.
Binecek bir deveden, mahrumdu çok gaziler.
O gün Hazret-i Osman, ayağa kalktı hemen.
Dedi: (Ya Resulallah, yüz deve olsun benden.)
Resul devam edince, bu yardım teşvikine,
Hemen Hazret-i Osman, ayağa kalktı yine.
Dedi: (Ya Resulallah, üstünde her teçhizat,
Bulunan üçyüz deve vadediyorum bizzat.)
Çok sevindi o Server, onun bu sözlerinden.
Nasihati bitirip, inerken minberinden,
Buyurdu: (Bundan sonra, Osmana, çok veya az,
Yaptığı fiillerden, artık hesap sorulmaz.)
Yani o, yapmasa da hiç nafile ibadet,
Onun bu iyiliği, eder ona kifayet.
Bu, Osman’ın elidir
Resulullah, Mekke’nin fethinden bir yıl evvel,
Ömreye geldiyse de, kâfirler oldu engel.
Dediler: (Bırakmayız Kâbe’ye bugün sizi.
Gelecek sene yapın, bu ziyaretinizi.)
O zaman Resulullah, Kureyş kâfirlerinin,
Asıl niyetlerini öğrenebilmek için,
Vazifeli gönderdi, Osman-ı zinnureyn’i.
Buyurdu ki: (Var öğren, Kureyş’in niyetini.)
O da gidip dedi ki: (Müslümanlar, Mekke’ye,
Gelmiştir Beytullah’ı ziyaret ve ömreye.)
Dediler: (İstiyorsan, var ziyaret eyle sen.
Lakin diğerlerini, bırakmayız katiyen.)
Dedi: (Resulullahı bırakmazsanız şayet,
Ben dahi Beytullah’ı, asla etmem ziyaret.)
Duyunca bu cevabı Osman-ı zinnureyn’den,
Kızıp, onu bir müddet tutukladılar hemen.
Osman ibni Affan’ın, dönmesi gecikince,
Allah’ın Sevgilisi, üzüldüler bir nice.
Derhal o kâfirlerle, cenge karar verdiler.
Eshap da, bu hususta hemen biat ettiler.
O gün, bindörtyüz kişi, Resulullaha tek tek,
Söz verdiler: (Ölmek var, dönmek yoktur!) diyerek.
Mekke’de idiyse de, o gün Hazret-i Osman,
Yine mahrum kalmadı, bu biat-ı rıdvan’dan.
Zira Resul-i ekrem, Sahabeye bakarak,
Mübarek sol elini, havaya kaldırarak,
Buyurdu: (Ey Eshabım, bu, Osman’ın elidir.
O, Allah ve Resul'ün, şu an hizmetindedir.)
Sonra da sağ eliyle, tutarak sol elini,
Koydu onun yerine, bizatihi kendini.
Birgün de Resulullah, Hazret-i Aişe’nin,
Evinde bulunurdu, biraz dinlenmek için.
Mübarek etekleri, kıvrık idi birazcık.
Dizinden aşağısı, görünürdü az açık.
Hazret-i Ebu Bekir, bu dinlenme anında,
Girip oturuverdi, Peygamberin yanında.
Resul, gördü ise de Sıddık’ın girdiğini,
Örtmedi bacağının açık olan yerini.
Az sonra izin alıp, girdi Hazret-i Ömer,
Lakin yine bozmadı o halini Peygamber.
Ve lakin görür görmez, Osman’ın geldiğini,
Hemence toparlanıp, indirdi eteğini.
Sual etti Aişe, Hakkın Sevgilisine:
(Hiç bozmadın halini, Osman’dan gayrisine.
Lakin o, eve girip, görünce böyle seni,
Ne için toparlanıp, indirdin elbiseni.)
Buyurdu ki: (Melekler, haya eder Osman’dan.
Ben haya etmez miyim, böyle olan bir zattan?)
. Boşuna uğraşma!
Talha ibni Abdullah, bize şöyle nakleder:
Bir hadis-i şerifte, buyurdu ki o Server:
(Nasıl her Peygamberin, bir arkadaşı vardır.
Benim de, Cennetteki arkadaşım Osman’dır.)
Ve yine Resulullah, Sahabe-i kiramdan,
Bazısıyla, bir yerde bulunurken bir zaman,
Anlatırdı yakında doğacak fitneleri.
O sırada öteden, yürüyüp geçti biri.
O şahsı göstererek, buyurdu ki: (Bu, o gün,
Yolunda olacaktır Allah ve Resulünün.)
Onun kim olduğunu, Eshap merak ettiler.
Baktılar ki, Osman bin Affan’mış o zat meğer.
Sonra buyurdular ki peşinden bunun hemen:
(Bu şahıs, o fitnede katledilir mazlumen.)
Hazret-i Aişe de, şöyle rivayet eder:
Bir hadis-i şerifte, buyurdu ki Peygamber:
(Ya Osman, Hak teâlâ, sana, hilafet denen,
Bir gömlek giydirecek, henüz hayatta iken.
Onu almak isterse eğer ki münafıklar,
Çıkarma sakın onu, bana gelene kadar.)
Vakta ki, o fitneler çıktı ve daha sonra,
Münafıklar, evini ettiler muhasara.
Bu hadis-i şerifi hatırlayıp o hemen,
Bilerek çekilmedi, kendisi hilafetten.
Şöyle nakledilir ki onun hakkında yine:
Vakta ki iman edip, girdi islam dinine.
Amcası düşman olup, bu yüzden çok defalar,
Yaptı hiç acımadan, çok eza ve cefalar.
Öyle çok uğraştı ki, dininden dönsün diye,
Yaptığı zulümleri, imkan yok vasfetmeye.
En sonunda usanıp, dedi: (Hayret ya Osman!
Sana, bunca eziyet ettim de nice zaman,
Yine atalarının dinine dönmüyorsun.
Sen nasıl bu cefaya tahammül ediyorsun?)
Dedi ki: (Amcacığım, bana, şimdiye kadar,
Yaptığının yüz katı, yapsan da çok cefalar,
Yine dönmeyeceğim bu dinimden ben asla.
Sen boşa zahmet çekip, kendini yorma fazla.
Çünkü ben, doğru olan, hak din üzerindeyim.
Hak yolu bırakıp da, bâtıla döner miyim?)
Çok şaşırdı amcası, onun dediklerine.
Ve eziyet etmekten, vazgeçti yeğenine.
Hazret-i Osman dahi, eziyetten kurtulup,
Resul-i müctebanın, yanına gitti koşup.
Malını ve canını, din-i islam yolunda,
Severek feda etti, Resulullah uğrunda.
İslama, malı ile, çok hizmetler etmiştir.
Ve asla o Resulden, hiç yüz çevirmemiştir.
. Göklerde sureti var
Bir hadis-i şerifte, o Sevgili Peygamber,
Buyurdu: (Cibril bana, geldi ve verdi haber.
Dedi ki: Hak teâlâ, Yusüf Peygamberine,
Verdiği güzelliğin, bir benzerini yine,
Osman ibni Affan’a vermiştir ki esasen,
Osman’ın güzelliği, Yusüf’e benzer aynen.
Kim Hazret-i Yusüf’ü, görmek arzu ederse,
Osman ibni Affan’a baksın o, öyle ise.)
Yine bir hadisinde buyurdu ki o Server:
(Ben, Osman bin Affan’ın yüzünü birçok sefer,
Tam ve kâmil olarak, görmeyi arzu ettim.
Lakin mümkün olmadı, yine tam göremedim.
Bunu, Cebrail’e de, bir defa söyleyince,
Dedi ki: (Onu ben de, göremedim iyice.
Zira onun hürmeti, büyüklük ve haşmeti,
Meleklerin kalbinde, öyle yer etmiştir ki,
Bizi alıkoymuştur, onu müşahededen.
Mahrumuz biz de onun, yüzünü tam görmekten.
Onun, gece yarısı, hanesinden çıkarak,
Mescide gider iken, tam vakarlı olarak,
Haşmet ve hayasından, yerde ve göklerdeki,
Melekler, mahcup olur, utanır elbette ki.)
Yine Peygamberimiz, buyurdu ki bu babta:
(Ben, Mirac’da gökleri geçiyorken her katta,
Çeşitli büyüklükte yapılmış mihrapların,
İçinde, suretini görmüş idim Osman’ın.
Melekler, bölük bölük gelirlerdi oraya.
Bakıp şükrederlerdi, Allahü teâlâya.
Sordum ki: (Ya Cebrail, ne zamandan beridir,
Bu suretler buraya konuldu, belli midir?)
Dedi ki : (Bu yeryüzü, henüz yaratılmadan,
Dörtyüzbin sene önce, bunlar vardı o zaman.)
Zira o, gündüzleri oruçluydu çok zaman.
Ve çok namaz kılardı, gece fecir doğmadan.
Fakirleri giydirir, açları doyururdu.
Ve İhlas suresini, devam üzre okurdu.
Acı, bela, musibet gelseydi ona şayet,
Sabreder ve kimseye etmezdi hiç şikayet.)
Resulullah buyurdu: Miraca vardığımda,
Osman’ın suretini, gördüm ilk gök katında.
Dedim: (Bu mertebeye, ne ile eriştin sen?)
(Gece namaz kılmakla) dedi bana cevaben.
İkinci katta dahi, sordum bu sualimi.
Dedi ki: (Okumakla, hep Kur’an-ı kerimi.)
Altıncı gökte dahi, görünce onu yine,
Hemen aynı suali, sordum ben kendisine.
Dedi: (Ya Resulallah, musibet ve belaya,
Sabredip, şükreyledim Allahü teâlâya.)
. Zinnureyn’in manası
Lakabı Zinnureyn’dir Osman ibni Affan’ın.
Bu, iki nur sahibi olmasıdır bu zatın.
Niçin böyle dendiği hususunda, âlimler,
Birbirlerinden ayrı, fikir beyan ettiler.
Bazısı buyurdu ki: (Ona, Resul-i ekrem,
İki kızını verip, damat yapmış idi hem.
Hazret-i Ümm-i Gülsüm ve Hazret-i Rukayye,
Bunlardır o iki nur Osman-ı zinnureyn’e.
Veyahut iki defa, hicret eylediğinden,
Zinnureyn denilmiştir kendisine bu yüzden.)
İslam âlimlerinin, bir kısmı da bu babta,
Daha başka şekilde, bulundular izahta.
Dediler: Bu iki nur, iki muharebedir,
Bunlardan biri Bedir, biri Hudeybiye’dir.
Resul, ona Bedir’de, buyurdu ki: (Bilesin!
Ya Osman, ben sendenim, yine sen de bendensin.)
Hudeybiye’de dahi, Eshabiyle tek be tek,
Biat etti onlarla, müsafeha ederek.
Lakin Hazret-i Osman, Mekke’deydi o anda.
O gün bulunamadı, bu biat-ı rıdvanda.
Ve biat esnasında, Resul-i ekrem yine,
Koydu kendi elini, onun eli yerine.
Sol elini kaldırıp: (Bu, Osman’ın elidir!)
Deyip, öbür eliyle müsafeha etmiştir.
Elleri birbirine dokununca aniden,
Güneş ve ay misali, iki nur çıktı birden.
Buyurdu ki: (Bu nurlar, Osman’ın nurlarıdır.
O, benim ebediyen cennette yanımdadır.)
Bir kısım âlimler de, aldılar şunu esas:
(O, gündüz oruç tutup, kılıyor gece namaz.
Tuttuğu oruçlar ve kıldığı namazların,
Nurudur bu iki nur Osman ibni Affan’ın.)
Bir kısmı buyurdu ki: (Nurlardan biri iman,
Öbürü Mushaf’tır ki, okurdu onu her an.)
Ayrıca dertlilere, ihtiyar kadınlara,
Yardım ediyordu hep, körlere, a’malara.
Medine’de birinin, duysa aç olduğunu,
Kendi yemek yemezdi, doyurmadıkça onu.
Duysa idi birinin giyeceği yok diye.
Onu giydirmedikçe, giymezdi kendi yine.
Her gece, iki rekat namaz eda ederdi.
Kıraat olarak da, Kur’anı hatmederdi.
O Server buyurdu ki: (Rabbime arz eyledim.
Osman, hesap vermekten, haya ediyor dedim.
Buyurdu ki: Osman’dan, hesabı kaldırdım ben.
Herkese hesap sorsam, ona sormam katiyen.)
. Selam söyle Osman’a
Birgün evde dururken Allah’ın Sevgilisi,
Osman ibni Affan’ın, geldi bir hizmetçisi.
Hediye getirmişti, dört deve yükü buğday.
Dedi ki: (Efendimin hediyesidir bunlar.)
Resul, muhacirlere taksim etti hepsini.
Düşünmedi o anda, hiç kendi hanesini.
Hizmetçi geri dönüp, geldi Efendisine,
Hadiseyi, ayniyle nakletti kendisine.
Hazret-i Osman ise, bu haberin ardından,
Dört deve yükü daha, gönderdi ambarından.
Resulullah, onu da taksim etti Ensar’a.
Kendi hanelerine, gelmedi yine sıra.
Duydu Hazret-i Osman, bunu da hizmetçiden.
Dört deve yükü daha, gönderdi o gün hemen.
Sordu Resul-i ekrem, o gelen hizmetçiye:
(Efendinin, ne kadar buğdayı kaldı?) diye.
Dedi: (Ya Resulallah, hiç kalmadı yanında.
Gönderdi tamamını, ne varsa ambarında.)
Resulullah, bunu da öğrenip o gelenden,
Ellerini kaldırıp, bir dua etti hemen:
(Ya Rabbi, kim bir ihsan ettiyse bana eğer,
Verdim mükafatını hepsinin birer birer.
Osman’ın ihsanından, aciz kaldım ben fakat.
Ona sen, hazinenden karşılık ver kat be kat.)
O Server, duasını bitirmiş idi ki tam,
Geldi hemen yanına, Cibril aleyhisselam.
Dedi: (Ya Resulallah, Rabbimiz şimdi sana,
Selam eder ve der ki, selam söyle Osman’a.
Razı olduk biz onun, sana ihsanlarından.
Muaf kıldık onu biz, ahiret hesabından.
Onun mükafatından, sen aciz kaldın ise,
Karşılığını vermek, zor gelmez asla bize.)
Birgün de altın koyup, yedi tabak içine,
Verdi o tabakları, yedi hizmetçisine.
Dedi: (Resulullaha götürünüz bunları!)
Onlar dahi giderek, arz ettiler onları.
Peygamber Efendimiz, gayet memnun oldular.
(Peki, selam söyleyin Osman’a) buyurdular.
Lakin arz ettiler ki onlar Efendimize:
(Bizi de, tabaklarla hediye etti size.)
O zaman buyurdu ki Resul-i ekrem dahi:
(Sana havale ettim Osman’ı ya ilahi!)
Resul'ün bu duası, vakta ki oldu tamam.
Geldi yine Resule, Cibril aleyhisselam.
Dedi: (Ya Resulallah, Rabbimiz şimdi sana,
Buyuruyor ki: Benden selam söyle Osman’a.
Onun bu ihsanına karşılık, Huld ve Naim,
Adlı iki cenneti, ona ihsan eyledim.)
. Niçin satmamış?
Kıtlık vaki olmuştu, Medine’de bir sene.
Bu, çok sıkıntı oldu, Sahabenin hepsine.
Osman bin Affan ise, zengin idi begayet,
Büyük kervanlar ile, yapıyordu ticaret.
Bu açlık sıkıntısı, böyle sürüp giderken,
Onun buğday kervanı, şehire girdi birden.
Tam yüz deve var idi, bu buğday kervanında.
Halk, Hazret-i Osman’a, koşup geldi anında.
Dediler ki: (Bir ölçek buğday için, ya Osman!
Yedi dirhem verelim, sat bize buğdayından.)
O, cevaben dedi ki: (Satmam ey arkadaşlar!
Zira bir ölçeğine, sizden fazla veren var.)
Bu cevabı alınca, üzülerek döndüler,
Ebu Bekr-i Sıddık’ın, huzuruna geldiler.
Ona arz ettiler ki: (Ya Emir-el müminin!
Buğdayı geldi bugün, Osman-ı zinnureyn’in.
Yedi dirhem verdik de, buğdayın ölçeğine,
Fazla veren var deyip, satmıyor bize yine.
Resul'ün Eshabına, böyle cevap vermesi,
Olur mu, bu kıtlıkta çok fiyat istemesi?)
Hazret-i Ebu Bekir, buyurdu ki: (Osman’ın,
Hakkında, su-i zanda bulunmayın siz sakın!
Siz herhalde Osman’ı, iyi anlamadınız.
Onun meramı başka, siz başka anladınız.
Haydi kalkın, birlikte, kendisine gidelim.
O sözünden muradı ne imiş, öğrenelim.)
Teşrif etti onlarla, o Hazret-i Osman’a.
Buyurdu ki: (Ya Osman, kırılmış Eshap sana.
Yedi dirhem vermişler, bir ölçek buğday için.
Fazla veren var deyip, satmamışsın, bu niçin?)
Dedi: (Ya Eba Bekir, evet, öyle söyledim.
Sizin verdiğinizden, fazla veren var dedim.
Bir’e yedi verdiler Sahabe bana ancak.
Lakin bir’e yediyüz veriyor cenab-ı Hak.
Rabbim, bir’e yediyüz sevap, ecir verirken,
Bir’e yedi vereni, tercih eder miyim ben?)
Sonra emir verdi ki, hemen hizmetçilere:
(Bedava dağıtınız, buğdayı fakirlere!)
Peşinden kurban edip, yüz devenin hepsini,
Dağıttı fukaraya, etlerin cümlesini.
Hazret-i Ebu Bekir, Sahabenin yanından,
Sevinç ile kalkarak, öptü onun alnından.
Bunun tesiri ile, o gece rüyasında,
Resulullahı gördü, güllerin arasında.
Dedi: (Ya Resulallah, teşrifiniz nereden?)
Buyurdu: (Geliyorum Osman-ı zinnureyn’den.
İhsan ettiği için, Resul'ün Eshabına,
Çok büyük dereceler ihsan olundu ona.)
. Yedi haslet
Sordu Eshab-ı kiram, Hüdanın Habibine:
(Cennette, yıldırım ve şimşek olur mu?) diye.
Onların sualine, Resulullah o zaman,
Buyurdu: (Evet olur, cennette çünkü Osman,
Bir köşkünden çıkıp da, giderken diğerine,
Şimşek gibi görünür, nuru cennet ehline.)
Şöyle buyurmuşlardır, yine bir hadisinde:
(Hayası fazla olan, Osman’dır içinizde.)
Hak teâlâ her şeyi, çift yarattı dünyada.
Birlikte yaratıldı, iman ile haya da.
Enes bin Malik dahi, yine şöyle buyurur:
(İman, hep haya ile bir arada bulunur.)
Haya, bir sıfatıdır Allahü teâlânın.
Sıfatıdır hem dahi, melek ve insanların.
Yine buyurmuştur ki o Resul-i mücteba:
Hazret-i İsrafil de, bir günde yetmiş defa,
Yüzünü, kanadıyla örterek hayasından,
Utanır ve Rabbine arz eder ki her zaman:
(Ya ilahel âlemin, acizim, biliyorum.
Sana layık secde ve rüku yapamıyorum.)
Allah’tan, Nebiler de çok haya eylediler.
(Sana layık ibadet yapamadık) dediler.
Allahü teâlânın sıfatı olan haya,
Günahları örtmesi, affetmesidir veya.
Kulun günahlarını, O görür, fakat örter.
Türlü kusurlarını bilir, fakat affeder.
Nitekim buyurur ki: (Ey kulum, her ne kadar,
Hata kusur işleyip, olsan da çok günahkâr,
Günahından ötürü, edersen haya, edep,
Ben de, mahluklarımdan gizlerim onları hep.
Yaptığın günahları, sen bilirsin, bir de ben.
Gizlerim hem onları, kiramen katibinden.)
Öyleyse, günahları fazla olan kimseler,
Hak teâlâdan korkup, utanırlarsa eğer,
Gizler günahlarını, Allah da o kulların.
Mahşerde, hesapları kolay olur onların.
Yine Hazret-i Osman, bir iyilik, bir ihsan,
Yapsaydı, mahcup olur, utanırdı Allah’tan.
Rabbimiz, kendisine verdi ki yedi haslet,
Bunlardan birincisi, şehidlik idi elbet.
Sonra zühd, mükâleme, cemal ve cömertliktir.
Altıncısı pirlik ve en son haya etmektir.
Vardır her sahabide, bunlardan bir tanesi.
Lakin İbni Affan’da, toplanmıştır cümlesi.
Allah ve Resulünün, çok sevdiğidir bu zat,
Sekseniki yaşında, eyledi Hakka vuslat.
. Yeryüzüne dağılın!
Müşrikler, müminlere ettikçe eza, cefa,
Müminlerin sayısı, artıyordu çok daha.
Kâfirler bunu görüp, daha da azıttılar.
Bu işkencelerini, daha çok arttırdılar.
Sahabenin çektiği bu cefalara, fakat,
Pek çok üzülüyordu, o Server-i kainat.
Zira bu işkenceler, arttıkça artıyordu.
Buna, mübarek kalbi, hiç dayanamıyordu.
Birgün buyurdular ki, Sahabe-i güzine:
(Ey Eshabım, dağılın şimdi siz yeryüzüne.
Ümit ediyorum ki, yakında cenab-ı Hak,
Sizleri, bir araya toplar yine muhakkak.)
Onlar sual etti ki Resul-i müctebaya:
(Ne tarafa gitmemiz münasiptir acaba?)
Mübarek eli ile, eyledi bir işaret,
Yani Habeşistan’ı, gösterdi istikamet.
Buyurdu ki: (Gidiniz, Habeş memleketine.
Oranın hükümdarı, zulmetmez milletine.
Bir kurtuluş kapısı açılıncaya kadar,
O doğruluk yurdunda, bir müddet kılın karar.)
Bu hicret kararıyla, Resulullah o zaman,
Kurtarmış oluyordu Eshabını ezadan.
Onun müsadesiyle, Eshap hazırlanarak,
Hicrete başladılar, Mekke’den ayrılarak.
Lakin Resulullahtan ayrıldıkları için,
Çok üzülüyorlardı hepsi de için için.
Hazret-i Osman ile, Hazret-i Rukayye de,
Bulunuyorlar idi ilk giden kafilede.
Hazret-i Osman için, o gün Nebiyyi zişan,
Buyurdular ki: (Osman, hiç şüphe yok ki, şu an,
Lut Peygamberden sonra, zevcesiyle birlikte,
Hicret eyleyenlerin, ilkidir böylelikle.)
Sahabe-i kiramın, kimi binek alarak,
Kimi de hiç bineksiz, yani yaya olarak,
Vatan ve evlerini bırakarak, bir gece,
Mekke’den ayrıldılar, kâfirlerden gizlice.
Tüccarlarla anlaşıp, verdiler belli ücret.
Gemilerle, Habeş’e ulaştılar nihayet.
Müşrikler, Sahabenin böyle gidişlerine,
Vakıf olup, atlarla düştüler peşlerine.
Ve lakin boşa gitti onlardaki bu gayret.
Gidip meyus şekilde, ettiler geri avdet.
Habeş hükümdarının, ismi Eshame idi.
Adil, merhametli ve insaflı bir kişiydi.
Gayet iyi davrandı giden muhacirlere.
Yerleştirdi onları, ülkesinde bir yere.
Müslümanlar, orada tam himaye gördüler.
Allah’a, huzur ile ibadet eylediler.
. Ya Ali, niçin geldin?
Hazret-i Fatıma’yı istemek maksadiyle,
Ve Hazret-i Sıddık'ın, tasvip ve teşvikiyle,
Peygamber-i zişanın, kapısını çalarak,
Girdi Hazret-i Ali içeri, utanarak.
Oturdu o Server'in mübarek huzurunda.
Lakin hiç konuşmaya, gücü yoktu o anda.
Peygamber Efendimiz, ona şöyle sordular:
(Niçin geldin ya Ali, bir ihtiyacın mı var?)
O, mahcubiyetinden, başını öne eğdi.
Ne için geldiğini, bir türlü diyemedi.
Sadece arz etti ki: (Malumdur hazretine.
Vermişti babam beni, zatının hizmetine.
Hazretinden gördüğüm iyilik ve ihsanlar,
Öyle çok ki, yapamaz bunu başka insanlar.
Bendeniz her hususta, muhtacım hazretine.)
Bu kadar arz eyledi ve sükut etti yine.
Anladı Resulullah, ne için geldiğini.
Ve bildi, söylemeye hicab eylediğini.
Buyurdu ki: (Herhalde, Fatıma'yı istersin.
Ve lakin söylemeye, benden hicab edersin.)
Allah’ın Sevgilisi, ona böyle deyince,
O, (Evet) diyebildi, utanmıştı iyice.
Bunu, Fatıma'ya da duyurdu Resul hemen.
Hazret-i Fatıma da, sükut etti cevaben.
Buyurdu ki: (Ya Ali, senin, para edecek,
Neyin var mehr olarak Fatıma'ya verecek?)
Dedi: (Ya Resulallah, yanımda şimdi benim,
Sadece bir atımla, var bir zırhlı gömleğim.)
Buyurdu ki: (Ya Ali, lazım olur sana at.
Ve lakin zırhlı olan gömleğini hemen sat.)
O da (Peki!) diyerek, Allah’ın Habibine,
Gönderdi birisiyle, zırhı pazar yerine.
O gün Hazret-i Osman, yaparken pazarını,
Görüp, tanıdı hemen Mürteza'nın zırhını.
Onu satan tellala sordu ki varıp derhal:
(Sahibi, bu zırh için ne istiyor ey tellal?)
Dörtyüz dirhem deyince, dedi ki o tellala:
(Bunu ben, bu fiyata alıyorum pekala!)
Dörtyüz dirhem ödeyip, o zırhı aldı hemen,
Yanına, dörtyüz dirhem, koyarak ayriyeten,
Götürüp verdi o gün, hem Hazret-i Ali'ye.
Dedi: (Layık değildir, bu zırh senden gayriye.
Bu dörtyüz dirhemle de, hallet düğün işini.
Kusuru oldu ise, affet bu kardeşini.)
Ali bin ebi Talip, o zırhı alıp, yine,
Geldi Resulullahın mübarek hanesine.
Durumu arz edince, gayet memnun oldular,
(Cennette arkadaşım, Osman'dır) buyurdular
. Rahata memur değilim
Osman ibni Affan’ın, şehid edildiği gün,
Bir mucizesi daha, gerçekleşti Resul'ün.
Nitekim bir isyancı, intikam hırsı ile,
Ve Hazret-i Osman'a olan düşmanlığıyle,
Doğruca, hanesine gitti o Halifenin,
Girip, her tarafına göz gezdirdi hanenin.
Maksadı, eşyasına vermekti zarar, ziyan,
O esnada köşede, bir asa gördü o an.
O Server, bu asayı kullanıp, sonra yine,
Hediye etmişlerdi Osman-ı zinnureyn’e.
Bu asayı görünce, gidip aldı o bedbaht,
Dizine karşı verip, kırmayı etti murad.
Ve lakin başkaları, onu ikaz ettiler.
(Resul'ün asasıdır, sakın kırma!) dediler.
O yine bu asayı, karşı verip dizine,
Ona düşmanlığından, sonunda kırdı yine.
Ve lakin o dizinde, geçmeden fazla zaman,
Şirpençe hastalığı, zuhur etti sonradan.
Bu dertten, çok ızdırap ve acı çekti gayet.
Ve aynı hastalıktan, ölüp gitti nihayet.
Yine Habeşistan'a, giden ilk müslümanlar,
Birgün aslı olmayan, şu haberi duydular:
Güya müslümanlarla, müşrikler hem barışmış,
Hem de, aralarında bir anlaşma yapılmış.
Bu habere sevinip, hemence Necaşi'den,
İzin alıp, Mekke'ye döndüler hepsi birden.
Lakin öğrendiler ki, Mekke'de o gelenler,
Yanlış ve asılsızmış duydukları o haber.
O gün Hazret-i Osman, Allah’ın Resulüne,
Dedi: (Gittiğimizde, bizler Habeş mülküne,
İyi ticaret yeri, gördük o memleketi.
Çok kazanç hasıl eder, bir aylık ticareti.
Rabbimiz, hicret yeri tayin edene kadar,
Müslümanlar orada, bir müddet kılsa karar.
Böylece kurtulurlar cefasından Kureyş'in.
Bize çok lütfu oldu hükümdar Necaşi'nin.)
Buyurdu: (Tekrar gidin, Habeşistan iline.
Ki, mahfuz olasınız Allah’ın ismi ile.)
Dedi: (Ya Resulallah, Habeşistan'ın halkı,
İyi olup, kolayca teslim ederler hakkı.
Teşrif buyurursanız, siz de Habeş iline,
Seve seve girerler onlar islam dinine.)
Peygamber Efendimiz, kendisine cevaben,
Buyurdu ki: (Rahata memur edilmedim ben.
Hicret için, Rabbimden şimdi emir beklerim.
Nasıl emrolunursa, öyle amel ederim.)
Velhasıl Peygamberin, müsadeleri ile,
Tekrar Habeşistan'a yollandı bir kafile.
.
04 - HAZRET-İ ALİ (Radıyallahü Anh
.İsmini ne koydunuz?
Allah’ın Resulünün, dördüncü halifesi,
Bilcümle evliyanın seyyidi, efendisi.
Dindeki müşkilleri, çözüyordu bir anda.
Herkesten ileriydi, iyilik ve ihsanda.
O, Allah’ın aslanı, Resul'ün damadıdır.
Hem de Resulullahla, amca çocuklarıdır.
Resul ile birleşir, daha ilk dedesinde.
Herkesten yakın idi, ona hem nesebinde.
Babası Ebu Talip, Fatıma'dır annesi.
Doğmuş idi hicretten, yirmiüç yıl öncesi.
Fatıma hatun der ki: Bir gün tavaf yapardım.
Bir doğum sancısıyla, birden rahatsızlandım.
Allah’ın Resulü de, yakınımdaydı o an.
Halimi arz eyledim kendisine o zaman.
Ve rica eyledim ki: (Ya Muhammed-ül emin!
Oğlum olması için, bana dua eyleyin.)
Buyurdu ki: (Ederim ve lakin bir şart ile.
Eğer oğlan olursa, söz ver bana vermeye.)
Dedim ki: (Ben ve zevcim, size söz veriyoruz.
Doğacak oğlumuzu, sana nezrediyoruz.)
O zaman dua edip, buyurdu: (Durma daha!
Tavafını bitirip, gir hemen Beytullah'a.)
Ben Kâbe'ye girerek, dua ettim hem dahi:
(Bana, hayırlı oğul ihsan et ya ilahi!)
Geldi Hazret-i Ali, bu dünya âlemine.
Konuldu adet üzre, bir beşiğin içine.
Ebu Talip, oğlunun, görmek için yüzünü,
Kaldırmak isteyince, yüzünün örtüsünü,
Çocuk, hemen kuvvetle yapışıp örtüsüne,
Müsade etmedi ki, bakıversin yüzüne.
Annesi de, emzirmek istediyse de, fakat,
Bir müddet, ona dahi etmedi muvafakat.
Şaşırdılar, çocuğun bu hali nedir? diye.
Az sonra Resulullah, teşrif etti o eve.
Onlar onu görünce, bir hayli sevindiler.
(Ya Muhammed, hoş geldin, safa geldin!) dediler.
Resulullah, beşiğin yanına vardığında,
Nur çocuk, mışıl mışıl uyurdu yatağında.
Alınca kokusunu, velakin o Serverin,
rtüsünü kaldırıp, göründü ona ilkin.
Neşelendi, sevindi ve atıldı Resule.
Sanki şöyle diyordu, lisan-ı hali ile:
(Çok şükür nail oldum, devlet-i didarına.
Açmadım hiç yüzümü, senden gayrılarına.
Henüz beni görmeden, validemle pederim,
İstedim, sen göresin, buydu benim emelim.)
(İsmini ne koydunuz?) diye sual edince,
Dediler ki: (Senindir, koy arzu ettiğince.)
. O, benim çocuğumdur
Ne zaman ki dünyaya geldi Hazret-i Ali,
İlgilendi o Server, kendi oğlu misali.
(Ali) koydu adını, Allah’ın emri ile.
Yıkadı hem de onu, bizzat kendi eliyle.
O, öyle bir nimete kavuştu ki o saat,
Buna kavuşamadı, Sahabeden başka zat.
Zira Resul-i ekrem, sallardı beşiğini.
Onunla meşgul olur, yapardı her işini.
Ne zaman Resulullah, gelseydi evlerine,
O, derin uykularda olsa da, hemen yine,
Uyanıp, atılırdı ona beşik içinden.
Ellerini uzatır, coşardı sevincinden.
O Server, onu alıp mübarek kucağına,
Muhabbetle sarılır ve basardı bağrına.
Validesi Fatıma, görünce böyle onu,
Sordu, niçin onunla çok meşgul olduğunu.
Dedi ki: (Ya Muhammed, siz zahmet eylemeyin.
Zira bize aittir her hizmeti Ali’nin.)
Buyurdu ki: (Siz bunu, bana vermiştiniz ya.
Bu, benim çocuğumdur, siz girmeyin araya.)
Nihayet beş yaşına olmuştu ki mülaki,
Mekke’de, o zamanlar bir kıtlık oldu vaki.
Halk, gıda yokluğundan, olmuştu çok muzdarip.
Çok nüfusa sahipti bahusus Ebu Talip.
Resulullah görünce, onun bu durumunu,
Amcası Abbas’a da, söyledi gidip bunu.
Buyurdu ki: (Ey amcam, sen zenginsin ve lakin,
Yoktur fazla geliri amcam Ebu Talib’in.
Hem de çoluk çocuğu, bir hayli kalabalık.
Bu yüzden, mutazarrır etti onu bu kıtlık.
Geçici bir müddetle, bir kısım evladına,
Biz bakacak olursak, çok fayda olur ona.)
Sevindi Ebu Talip, işitince bu hali.
Dedi: (Bana bırakın, büyük oğlum Ukayl’i.)
Abbas Cafer’i aldı ve kefil oldu ona,
Hazret-i Ali’yi de, Resul aldı yanına.
İşte Ali Mürteza, o günden itibaren,
Artık hiç ayrılmadı Sevgili Peygamberden.
Onüç'üne girince Hazret-i Ali, birgün,
Gelip namaza durdu, yanında o Resul'ün.
Babası Ebu Talip, görse de kendisini,
Görmezlikten gelerek, çıkarmadı sesini.
Ve lakin annesinin, kurt düşmüştü içine.
Meraklanıp, söyledi bunu efendisine.
Dedi: (Haberin var mı, namaz kılıyor Ali.
Nasıl karşılıyorsun, acaba sen bu hali?)
Dedi: (Verdik biz onu, Muhammed-ül emine.
Öyleyse karışmamız doğru olmaz dinine.)
. Resulullah ağladı
O Hazret-i Ali ki, dünyaya geldiğinde,
Gördü Resulullahı, ilkin kendi evinde.
O Server, o gün onu kaldırıp beşiğinden,
Kucağına alarak, bağrına bastı hemen.
Ve mübarek dilini, ol Hüdanın Habibi,
Koydu onun ağzına, gonca yaprağı gibi.
Esrar çeşmelerinin, kaynağı gibi olan,
O mübarek dilini, sevgi ile o zaman,
Emzirince Ali’ye Resulullah bir müddet,
Geçti ona böylece feyiz, ilim ve hikmet.
Sonra da, bir leğene yatırıp sevgi ile,
Yıkadı Resulullah, onu kendi eliyle.
Ve lakin yıkayınca onun bir tarafını,
Kendi çeviriyordu, Ali öbür yanını.
Bu hali görür görmez, Aliyyül Mürteza’dan,
Ağlamaya başladı, Fahr-i âlem o zaman.
Sorunca validesi, niçin ağladığını,
Buyurdu: (Ben yıkarım, şimdi bu evladını.
Zaman gelir, vakta ki edince ben de vefat,
Benim bedenimi de, yıkar o gün bu evlat.
O da beni yıkarken, o gün kendi eliyle,
Ben de, kendiliğimden dönerim işte böyle.)
Birgün de Resulullah, Harem'e geldiğinde,
Oturtmuştu onu da, omuzu üzerinde.
Baktı, pehlivanlardan bahsederler o ara.
Aliyyül Mürteza’yı göstererek onlara,
Buyurdu ki: (Şu oğlum, gelecek ki bir zaman,
Olacak herbirinden daha üstün pehlivan.
Herkesin erkek aslan diye övdüklerini,
Birer birer devirip, dürer defterlerini.)
Onlar, hayret ederek dediler: (Ne diyorsun?
Bir küçük çocuk için, neler vadediyorsun.)
Buyurdu: (Unutmayın sözlerimi şimdi siz.
Seneler sonra bunu, görürsünüz hepiniz.)
Yine Ebu Talip'le, giderken oğlu Cafer,
Gördüler bir gün onu, Resul ile beraber.
Baktılar, sağ yanına durmuş hem de Resul'ün,
İkisi, cemaatle namaz kılıyor o gün.
İbadette görünce Ebu Talip, Ali'yi,
Dedi ki: (Haydi Cafer, çabuk gidip sen dahi,
Muhammed-ül emin'in, sol yanına dur hemen.
Sen de namaz kılarak, bu devletle şereflen.)
O da gelip, hemence, namaza oldu dahil.
Resul'ün sevgisine, o günden oldu nail.
Resulullah, onun da namaza durmasına,
Sevinip, buyurdu ki: (Müjdeler olsun sana!
İki kanat verir ki, Rabbimiz sana yarın,
Onlarla, yeryüzünden cennetlere uçarsın.)
. Hiç puta tapmadı
Hatice hatun ile, Allah’ın Sevgilisi,
Namaz kılıyorlardı cemaatle ikisi.
Gördü Hazret-i Ali, onları bu hal ile.
Henüz on yaşındaydı, merak etti haliyle.
O Resule sordu ki: (Bu yaptığınız nedir?)
Buyurdu ki: (Ya Ali, Allah’a ibadettir.
O Allah ki, birdir ve hiç şerik yoktur Ona.
Seni davet ederim o Allah’a imana.)
Dedi ki: (Babam ile meşveret eyliyeyim.
Sonra gelip bu babta, size cevap vereyim.)
Buyurdu ki: (Ya Ali, imana gelmez isen,
Bu sırrı, başkasına söyleme yine de sen.)
İki adım atınca, geldi ki hatırına,
Nasihat eylemişti bu babta babam bana.
Demişti ki: (Ya Ali, her ne derse Muhammed,
Hiç tereddüt etmeden, tasdik eyle, kabul et!)
Şehadeti getirip, müslüman oldu hemen.
O oldu çocuklardan, ilk önce iman eden.
Resulullah uğrunda, yaptı çok fedakârlık.
Onu, kendi nefsine tercih etti o artık.
Bir gün Hazret-i Ali, Hazret-i Fatıma'ya,
Bir hususta darıldı ve çıktı dışarıya.
Mescid-i Nebevi'ye giderek doğru hemen,
Kuru toprak üstüne, uzandı kederinden.
Fatıma hatun ise, doğruca babasına,
Acele seğirterek, derdini açtı ona.
Dedi ki: (Babacığım, bir hatamın yüzünden,
Darıldı Ali bana ve çıkıp gitti evden.)
Peygamber-i zişan da, üzüldü buna nice.
Onu aramak için, evden çıktı hemence.
Mescid-i Nebevi'ye gitti ilk olarak da.
Baktı, Hazret-i Ali, yatar kuru toprakta.
Onu böyle görünce, çok hayret eylediler.
Ve, (Kalk ya Eba Türab!) diye nida ettiler.
Ali bin ebi Talip, bu sesi işitince,
Resul'ün geldiğini, anlayarak hemence,
Toprağın üzerinden, fırlayıp kalktı hemen.
Yüzü gözü, toprağa bulanmıştı tamamen.
O Server bunu görüp, mübarek elleriyle,
Yüzündeki tozları, giderdi tamamiyle.
Nur yüzüne, toz toprak bulaşmış olduğundan,
O Server, (Ebu Türab) buyurdu ona o an.
Bu adı çok severdi o dahi bundan sebep.
(Beni, bu ismim ile çağırınız!) derdi hep.
Çünkü Resulullahın, çıkmış idi ağzından.
Bu adla çağrılmayı, istiyordu her zaman.
Ali bin ebi Talip, hiç puta tapmamıştır.
Onu, bu çirkin işten, Rabbimiz kurtarmıştır.
. Mübahale âyeti
Ali bin ebi Talip, orta boylu bir zattı.
Gözleri güzel olup, hem iri ve siyahtı.
Göğsü geniş, heybetli, iri yapılıydı hem.
Resul'ün hizmetinde bulunuyordu her dem.
Hem Hazret-i Ali’nin, sık idi sakalları.
Küffar onu görünce, artardı korkuları.
Harplerde nice günler, aç durur, hiç yemezdi.
Ve hatta aç olduğu, hatırına gelmezdi.
O, bütün gazalarda bulundu muntazaman.
Bir kal'ayı almakta, zorluk olduğu zaman,
Yahut galip gelmeye, yüz tutarsa kâfirler,
Sancağı, ona teslim ediyordu o Server.
Buyururdu: (Ya Ali, yürü Allah adıyla!
İşbu fetih senindir Allah’ın yardımıyla.)
O da hemen giderek, duasıyla Resul'ün,
Zafer kazanıyordu, olsa da düşman üstün.
Ve yine Beni Necran adında hıristiyan,
İnatçı bir kabile var idi ki o zaman,
Ne kadar çok nasihat ettiyse de o Server,
Yine de inad edip, imana gelmediler.
Onlar, hiçbir şekilde gelmeyince imana,
Bir âyet nazil oldu Peygamber-i zişana.
Rabbimiz, bu âyette buyurdu ki mealen:
(İman etmeyenlere, söyle ki şöyle hemen:
Gelin, oğullarınız ve oğullarımızı,
Yine kadınlarınız ve kadınlarımızı,
Bir araya toplayıp, diyelim ki: Allah’ın,
Laneti, üzerine olsun yalancıların.)
Bu âyet-i kerime mucibince, o Server,
O inatçı kavime, bir haber gönderdiler.
Necran oğulları da, bu davet üzerine,
Bir heyet gönderdiler, Allah’ın Resulü’ne.
Resulullah, onlara okuyup bu âyeti,
Derhal mübahele’ye, çağırdı o heyeti.
Yani buyurdular ki: (Ey kavim, öyle ise,
Gelin, şöyle bir dua edelim Rabbimize:
Kim yanlış yolda ise içimizden eğer ki,
Onun üstüne olsun Rabbimizin laneti.)
Onlar kabul etmekte, tereddüt eylediler,
(Bunu biz, aramızda konuşalım) dediler.
Ve izin isteyerek, Resul-i kibriyadan,
Bunu konuşmak için, ayrıldılar oradan.
Gelip reislerine, anlatıp bunu derhal,
Dediler ki: (Efendim, böyledir işte ahval.
Bu teklif karşısında, biz birşey diyemedik.
Yarın cevap veririz, diyerek geri geldik.)
. Toptan mahvolurlardı
Beni Necran diye bir kavim vardı o zaman.
İman etmiyorlardı, bunlar inatlarından.
Resulullah, onlardan, çağırıp bir heyeti,
Derhal mübaheleye, onları davet etti.
Buyurdu: (Var mısınız, gelelim bir araya.
Şöyle dua edelim, Allahü teâlâya:
Kim yanlış yolda ise, eğer ki içimizden,
Allah lanet eylesin onlara şimdi hemen.)
Onlar cevap vermeyip, (Düşünelim) dediler,
Gelip, reislerine bunu haber verdiler.
Bu durum karşısında, çok korktu reisleri.
Topladı kabilede bulunan kimseleri.
Ve şöyle söyledi ki: (Ey kavim, dikkat edin.
Peygamber olduğunu, biliriz Muhammed’in.
Bir kavim, Peygamberle mübahele ederse,
O kavmin hepsi ölür, sağ kalmaz tek bir kimse.
Eğer toptan yok olmak istemiyor iseniz,
Onunla mübahele etmekten el çekiniz.)
Ertesi gün gelince, hıristiyan heyeti,
Gördüler o Serverle, yanında ehl-i beyti.
Hazret-i Hüseyin’i, oturtmuş kucağına.
Hazret-i Hasan’ı da, alıvermiş yanına.
Hazret-i Ali ile, Fatıma’yı alarak,
Gelmişti Resulullah, bir aile olarak.
Ve şöyle buyurdu ki: (Şimdi beni dinleyin!
Ben bir dua edeyim, sizler de âmin deyin.)
O heyetin başkanı, korkuya kapılarak,
Yanında olanlara, dedi ki son olarak:
(Şu anda karşımızda, var ki öyle kimseler,
Yaratır Hak teâlâ, her neyi isteseler.
Mesela deseler ki: Şu dağ kalksın yerinden.
Onların hürmetine, kaldırır Allah hemen.
Sonra da deseler ki: Tekrar gelsin yerine.
Getirir Hak teâlâ, onların hürmetine.
Onlarla mübahele edersek eğer şu an,
Muhakkak ki topyekün, hep oluruz perişan.)
Bu şekilde konuşup, karar veren o heyet,
Peygamber-i zişana, dediler: (Ya Muhammed!
Biz bu babta konuşup, müşavere eyledik.
Mübahele etmemek yolunda karar verdik.)
Resulullah, onlara buyurdu ki o zaman:
(Öyleyse iman edip, siz de olun müslüman.)
Bunu da reddedince buyurdu: (Öyle ise,
Savaşa hazır olun, son ikazdır bu size.)
Dediler ki: (Seninle, savaş da etmeyelim.
İkibin kat elbise, sana cizye verelim.)
Peygamber Efendimiz, bunu kabul ettiler.
Oradan, saadetle evlerine döndüler.
. Kalbine nasıl sığdı?
Ali bin ebi Talip, cömert idi begayet.
Hatta onun hakkında, nazil oldu bir âyet.
Şöyle ki, dört dirhemi var idi ki bir kere,
Dağıttı ikisini, gizli ve aşikâre.
Dirhemlerin geride kalan o ikisini,
Gece ve gündüz verdi ve bitirdi hepsini.
O zaman Hak teâlâ, göndererek bir âyet,
Aliyyül Mürteza’yı, şöylece eyledi meth.
(Malını, gece gündüz, hem gizli ve aşikâr,
Hak teâlâ yolunda verenler, harcayanlar.
Onların, Hak katında mükafatları vardır.
Onlar, mahzun olmaz ve hiç korkmayacaklardır.)
Peygamber Efendimiz, ona sual etti ki:
(Ya Ali, bu şekilde yapmana sebep ne ki?)
Dedi: (Ya Resulallah, bu dört çeşitten başka,
Bir yol bilmediğimden, verdim böyle sadaka.
Şöyle ümid ettim ki, bir tanesi bunların,
Belki muvafık olur rızasına Allah’ın.)
Birgün de Resulullah, sordu ki şu suali:
(Allahü teâlâyı, sever misin ya Ali?)
O şöyle arz etti ki buna cevap olarak:
(Evet ya Resulallah, seviyorum muhakkak.)
O Server bu cevabı, ondan dinlediğinde,
Tekrar sual etti ki: (Sever misin beni de?)
O yine cevabında, dedi: (Ya Resulallah!
Zat-ı alinizi de, seviyorum ben Vallah.)
Buyurdu ki: (Ya Ali, seversin elbette ki.
Zevcen Fatıma'yı da, seviyor musun peki?)
(Seviyorum) deyince, buyurdular ki yine:
(Peki, sevgin var mıdır Hasan ve Hüseyin'e?)
Buna da, (Evet vardır) diye arz edince hem,
Ona, şöyle bir sual sordu ki Fahr-i âlem:
(Ya Ali, hepsini de seviyorum diyorsun.
Sen bunları, bir kalbe, nasıl sığdırıyorsun?)
Buna, Hazret-i Ali cevap veremeyerek,
Hazret-i Fatıma'ya, söyledi üzülerek.
Hazret-i Fatıma da, dedi ki ona evde:
(Öyle çok üzülecek, ne var ki bu sualde?
Hak teâlâyı sevmen, iman ve akıldandır.
Resulü sevmen ise, kavi imanındandır.
Hanımın olduğumdan, seversin hem de beni.
Tabiaten seversin, Hasan ve Hüseyin'i.)
Hazret-i Fatıma'dan, öğrenip bunu gece,
Gelip Resulullaha, arz eyledi böylece.
O Server buyurdu ki lakin ona bakarak:
(Bu meyve, Peygamberlik ağacındandır ancak.)
Yani Peygamberimiz, demek istediler ki:
(Bu cevap senin değil, Fatıma'nındır belki.)
. Fakir, yetim, esir
Hazret-i Hüseyin’le, hem de Hazret-i Hasan,
Hasta olmuşlar idi, ikisi de bir zaman.
Peygamber Efendimiz, alınca bunu haber,
Çok üzülüp, onların evlerine geldiler.
Hazret-i Ali ile, Fatıma'ya hitaben,
Buyurdu: (Bunlar için, bir adak yapın hemen!)
Peygamber Efendimiz böyle emir verince,
Üç gün oruç tutmayı, nezrettiler hemence.
Birkaç gün geçmişti ki, o günden itibaren,
Sıhhate kavuştular ikisi de tamamen.
İyileşip kalkınca Hasan ile Hüseyin,
Oruca başladılar, bu nezri eda için.
Lakin yiyecekleri, yoktu iftar edecek.
Birinden ödünç arpa istediler üç ölçek.
Üç parçaya ayırdı, bunu hizmetçileri.
Ve pişirdi biriyle, iftarlık çörekleri.
İftar vakti gelince, Fatıma, kalkıp hemen,
Her birinin önüne, koydu o çöreklerden.
Az zaman kalmıştı ki, tam iftar zamanına,
Gayet fakir bir kişi, geldi kapılarına.
Dedi ki: (Çok fakirim, merhamet eyleyiniz.
Allah rızası için, bana ekmek veriniz.)
Hepsi de çöreğini, o fakire verdiler.
Kendileri su ile, o gün iftar ettiler.
O zavallı fakirin karnını doyurunca,
Niyetlendi hepsi de, ikinci gün oruca.
Hizmetçi, o gün dahi, arpadan öğüterek,
Yine iftarlık için, pişirdi birer çörek.
Yine çok az bir zaman kalmıştı ki iftara,
Yetim bir çocuk geldi, kapıya tam o ara.
Dedi: (Ben yetimim ve açım, emin olunuz.
Allah rızası için, karnımı doyurunuz.)
Hepsi de, önündeki iftarlık çöreğini,
Verip, sevindirdiler o yetimin kalbini.
İftarı, sırf su ile açarak, en nihayet,
Üçüncü gün oruca, ettiler yine niyet.
Hizmetçi, geri kalan arpanın tamamından,
Beş adet çörek yaptı, iftara yakın zaman.
Bu sefer de bir esir, geldi kapılarına,
Dedi: (Açım üç gündür, az ekmek verin bana.)
Verdiler çörekleri, hepsi de bu esire.
Açtılar iftarları, yine yalnız su ile.
Dördüncü gün, onlara teşrif etti Peygamber.
Getirdi Cibril dahi, çok müjdeli bir haber.
Okuyup o Resule, Hel eta suresini,
Dedi: (Ya Resulallah, tebrik ederim seni.
Ehl-i beytin verdiği sadaka sebebiyle,
Methetti Hak teâlâ, onları bilvesile.)
. Seni, müminler sever
Ali bin ebi Talip, Resul'ün, bizatihi,
Amcası oğlu olup, damadıydı hem dahi.
Ona buyurdular ki bir defa Efendimiz:
(Seninle ben, Harun'la Musa Nebi gibiyiz.)
Böyle dedikten sonra, buyurdular ki: (Ancak,
Benden sonra, peygamber yoktur ve olmayacak.)
Nitekim Resulullah, bir harbe gittiğinde,
Halife bırakmıştı, onu kendi yerinde.
Buyurdu ki: (Ya Ali, Medine'de kalarak,
Müminlerin işine, ol burada göz kulak.)
Münafıklar bu hali, derhal haber aldılar.
Bunu fırsat bilerek, şu fitneyi yaydılar.
Dediler ki: (Muhammed, sıkılıyordu ondan.
Bu yüzden, onu böyle uzak tuttu ordudan.)
Ali bin ebi Talip, bunları işiterek,
Sevgili Peygambere, bildirdi üzülerek.
Peygamber Efendimiz, öğrenince bu hali,
Buyurdu: (Yahudiler, yalan söyler ya Ali!
Ben seni, Medine'de bıraktım ki yerime,
Sen göz kulak olasın, ehlin ile ehlime.
Yani sen, Harun ile Musa Nebi misali,
Olmak istemez misin benim ile ya Ali?)
Yine onun hakkında, buyurdu ki o Server:
(Ya Ali, seni ancak mümin olanlar sever.)
Hayber kalesinin de, gecikince düşmesi,
Çok üzüldü haliyle, Allah’ın Sevgilisi.
Eshaba buyurdu ki: (Sancağı, ben bu sefer,
Birine veririm ki, o, kal'ayı fetheder.)
O sabah, bu maksatla dışarı teşrif edip,
Buyurdu ki: (Nerdedir Ali bin ebi Talip?)
Dediler ki: (Ali'nin gözünde ağrı vardır.
Bu ağrı sebebiyle, gayet ızdıraptadır.)
Buyurdular ki: (Olsun, onu bana getirin!)
Yardımla getirdiler yanına Peygamberin.
O Server, ellerini sürünce gözlerine,
Kurtuldu o ağrıdan Resul'ün hürmetine.
Ve dua eyledi ki: (Ya ilahel âlemin!
Cümle sıkıntılardan, Ali'yi eyle emin.)
Daha sonra, bayrağı, verip onun eline,
Buyurdu ki: (Ya Ali, git düşman üzerine!)
Sonra da kendisine tembih etti ki hemen:
(Ya Ali, geri dönme Hayber'i fethetmeden.
Yardımı erişecek sana Hak teâlânın.
Çarpış o kâfirlerle, arkana bakma sakın!)
Hazret-i Ali dahi, dedi: (Ya Resulallah!
Anam, babam ve canım, fedadır sana Vallah.
Onları, hidayete getirinceye kadar,
Gider ve harbederim, arkama etmem nazar.)
. Hep o cevap verdi
(En yakın akrabanı, davet eyle hak dine!)
Diye vahiy gelince Allah’ın Habibine,
Cümle akrabasına, vererek bir ziyafet,
Onları, şu şekilde islama etti davet:
(Ben sizi, dilde kolay, mizanda ağır basan,
Şu iki kelimeye çağırıyorum şu an.
La ilahe illallah, Muhammedün Resulullah.
Buna inanırsanız, bulursunuz tam felah.
Yani hakiki ilah, Hak teâlâdır yalnız.
Ben de Peygamberiyim, sözüme inanınız!
Benim bu davetimi, hanginiz kabul eder?
Hanginiz bu hak yolda, bana hep yardım eyler?)
Üç defa tekrar etti, Resul bu teklifini.
Kimse cevap olarak, çıkarmadı sesini.
Yalnız her defasında, bir kimse kalkıyordu.
(İnandım, her yardıma ben hazırım) diyordu.
Hazret-i Ali idi, bu şerefe kavuşan.
Hem henüz çocuk olup, on yaşındaydı o an.
Ebu Zer Gıfari de, islamı işiterek,
Geldi Mekke şehrine, hayli merak ederek.
Tek maksadı, görmekti, Allah’ın Habibini.
Korkudan, hiç kimseye açamadı halini.
Zira müslümanlara, kâfirler o zamanlar,
Yaparlardı çok feci, dayanılmaz cefalar.
Beytullah'ın dibinde, bekledi uzun müddet.
Resulü göremedi, akşam oldu nihayet.
Onu, Hazret-i Ali, davet etti evine.
Lakin sabah olunca, Kâbe'ye geldi yine.
Zira Resulullahı görmekti arzusu tek.
Yine bekleyecekti, Resulü görene dek.
İkinci ve üçüncü günler de, akşam vakti,
Onu, Hazret-i Ali, evine davet etti.
Karnını doyurarak, sordu ki Ebu Zer'e:
(Nereden, ne maksatla teşrif ettin bu yere?)
Dedi: (Söylerim ama, kimseye söylemeyin.)
O da cevap verdi ki: (Siz hiç merak etmeyin.)
Dedi: (Duydum, bu yerde, var imiş bir Peygamber.
Geldim ki, kendisinden edineyim bir haber.)
Hazret-i Ali ona, dedi: (Bu, büyük nimet.
Ben Ona gidiyorum, sen de beni takib et.
Benim girdiğim eve, peşimden sen de gel gir.
Velakin sokaklarda, müşrikler görebilir.
Böyle bir tehlikeyi sezer isem ben şayet,
Yere eğilir gibi, yaparım bir işaret.
O zaman beni geçip, yürü eve girmeden.
Böylece kurtulursun, öyle bir tehlikeden.)
Böylece, o Resulü görerek en sonunda,
İmanla şereflendi, Resul'ün huzurunda.
. Resul’ün yatağına yattı
Resul'ün emri ile, hemence müslümanlar,
Mekke'den hicret edip, Medine'ye vardılar.
Mekke'de kaldı yalnız, o Resulü mücteba.
Hazret-i Ebu Bekir ve Aliyyül Mürteza.
Sonra, fakir ve hasta, ihtiyar biçareler,
Ve bir de, müşriklerin hapsettiği kimseler.
Müşrikler, bu durumda telaşlandılar gayet.
Dediler: (Muhammed de, hicret edip nihayet,
Medine'de, bir islam devleti kurar ise,
Kuvvetlenip saldırır sonra üzerimize.)
Buna bir tedbir için, bir araya geldiler.
Bu hususu görüşüp, istişare ettiler.
İhtiyar kılığına girerek Şeytan dahi,
Bu fesat güruhuna, katıldı bizatihi.
O, bu konuşmalara, en sonda olup dahil,
Dedi: (Bu tekliflerin, hiçbiri çare değil.
Çünkü bu güler yüz ve tatlı dil var ki onda,
Aldığımız her tedbir, bozulur en sonunda.)
Ebu Cehil dedi ki: (Öyle ise biz hemen,
Birer kişi seçelim, gelin her kabileden.
Bu gece, hanesinin etrafını sarsınlar.
Kılıç vurup, kanını yerlere akıtsınlar.)
Şeytan bunu beğenip, mesrur oldu gayetle.
Hemen teşvik eyledi bu fikri hararetle.
Cibril, bunu Resule haber verdi anında.
Dedi ki: (Yatmayasın bu gece yatağında.)
Resulullah, Hazret-i Ali'ye geldi hemen,
Buyurdu ki: (Ya Ali, hicret edeceğim ben.
Sen yat benim yerime, bu gece yatağımda.
Hatta ört üzerine, şu benim hırkamı da.
Hatırını kavi tut, endişe etme zinhar.
Zira sana onlardan, asla gelmez bir zarar.)
Yattı Hazret-i Ali, Resul'ün yatağına.
Hiç korku ve endişe, getirmedi aklına.
Hazret-i Cebrail'le, Mikail'e, o zaman,
Şöyle bir emir geldi, Hak teâlâ katından:
(Bu gece, Arslanım’ın yanında bulununuz!
Onu, düşmanlarının şerrinden koruyunuz.)
Geldi Cibril-i emin, durdu tam başucunda.
Bekledi Mikail de, gelip ayak ucunda.
Resul'ün çıkmasını beklerken gece küffar,
Biri gelip sordu ki: (Burda ne işiniz var?)
Dediler: (Muhammed'i bekliyoruz şimdi biz.
Çıkar çıkmaz saldırıp, hemen öldüreceğiz.)
Dedi: (O, çıkıp gitti birşeyler okuyarak.
Hatta saçtı o size, bir avuç kum ve toprak.)
Kâfirler bunu duyup, hücum etti anında.
Gördüler, Ali yatar Resul'ün yatağında.
. Eşyalarımı getir!
Hazret-i Peygamberle, Hazret-i Ebu Bekir,
Medine'ye, birlikte hicret eylemişlerdir.
Sekiz Rebiül-evvel, pazartesi gününde,
Oldular kuşluk vakti, önce Kuba köyünde.
Resulullah burada, bir mescit yaptırdılar.
Ve Kuba vadisinde, ilk Cumayı kıldılar.
(Temeli, takva üzre kurulan mescit) diye,
Mazhar oldu bu mescit, bir meth-i ilahiye.
O esnada Mekke'de, Ali bin ebi Talip,
Bütün emanetlerle, Kâbe yanına gelip,
Resul'ün makamında, nida etti ki hemen:
(Herkes, emanetini gelsin ve alsın benden!)
Bu nidayı işiten o Kureyş kâfirleri,
Gelip ondan aldılar, bir bir emanetleri.
Mekke'de kalmış olan, cümle Eshab-ı kiram,
Aliyyül Mürteza'ya sığındılar o zaman.
Haber geldi Resul'den hem hazreti Ali'ye:
(Eşyalarımı alıp, Medine'ye gel!) diye
Hazret-i Peygamberden, alır almaz bu emri,
Kâfirlere, açıkça, bildirdi bu haberi.
Dedi ki: (Medine'ye gideceğim yarın ben.
Bir şey diyecekseniz, söyleyin ben gitmeden.)
Müşrikler, başlarını aşağı indirdiler.
Korkudan, bir kelime cevap veremediler.
Lakin Hazreti Ali, yükleyip eşyaları,
Giderken, karşısına çıktı Kureyş küffarı.
Dediler: (Gidemezsin, geri dön yüklerinle.
Yoksa pişman olursun, cenk ederiz seninle.)
Derhal Hazret-i Ali, devesinden inerek,
Yürüdü üstlerine, hiddetle kükreyerek.
O zaman korku düştü kalplerine küffarın.
Dört yana kaçışarak, oldular darmadağın.
Sonra çıktı yoluna, Mikdat adında biri.
Kılıcını çekerek, dedi: (Hemen dön geri!)
İndi yine deveden, yürüdü üzerine.
Bir hamlede yıkarak, çıktı göğsü üstüne.
Velakin öldürmeyip, islama etti davet.
O dahi kabul edip, nasib oldu hidayet.
Sonra, yaya olarak, devam etti sefere.
Ve nihayet Kuba'da, yetişti o Server'e.
Şişmiş ayaklarından, kanlar akıyordu hep.
Öyle ki, varamadı huzura bundan sebep.
Resulullah öğrenip, teşrif etti yanına.
Haline çok acıdı ve sarıldı boynuna.
Mübarek elleriyle, onun ayaklarını,
Okşayıp, takdir etti bu fedakârlığını.
Mübarek ellerini, kaldırıp daha sonra,
Çok dualar eyledi, Aliyyül Mürteza’ya.
. Öyle kılıç çaldı ki...
Resulullah Bedir'de, verdi bir (hücum!) emri.
Şanlı Eshap, bir anda atıldılar ileri.
Tekbir sedalarıyla, oklar fırlatılmaya,
Başladı sonra taş ve mızraklar atılmaya.
Hazret-i Ömer ile, hem de Hazret-i Ali,
Savaşırlardı o gün, birer arslan misali.
Lakin Hazret-i Ali diyor ki: (Bedir günü,
Biz öyle görmüştük ki Allah’ın Resulünü,
İçimizde en yiğit, en cesur, en kahraman,
Ve en cesaretlimiz, Resulullahtı o an.
En yakın, o dururdu küffara bundan sebep.
Biz sıkıştığımızda, ona sığınırdık hep.)
O esnada bir müşrik, Allah’ın Arslanı’na,
Saldırıp, kılıcı da saplandı kalkanına.
Hazret-i Ali dahi, bunu fırsat bilerek,
Öyle kılıç çaldı ki, ona (Allaah!) diyerek,
Zırhlar örttüğü halde, müşrikin vücudunu,
Zırhı ile birlikte, ikiye biçti onu.
Hazret-i Hamza dahi, vurunca o kâfire,
Kellesi, miğferiyle yuvarlandı yerlere.
Peygamber Efendimiz, bu iki sahabiyi,
Görüp, kendilerini methetti bizatihi.
Ve onların hakkında, buyurdu ki o günde:
(Onlar, arslanlarıdır Allah’ın yeryüzünde.)
Yine Uhud harbinde, bilcümle sahabiler,
Arslan kesilmişlerdi hepsi de sanki birer.
Yok idi yanlarında fazla silah, teçhizat.
Çoğunda bulunmazdı ne bir zırh, ne de bir at.
Üstlerinde bir gömlek, bir kılıç ellerinde.
Ama iman ve ihlas vardı gönüllerinde.
Kâfir ordusu ise, müminlerin dört katı,
Olup, her birisinin vardı zırhı ve atı.
Ama mahrum idiler, o imandan malesef,
Bu yüzden savaşlarda, olurlardı hep telef.
Nihayet yaklaşmıştı ordular birbirine.
Ve herkeste heyecan, varmıştı son haddine.
Bir ara, müşriklerin sancağını taşıyan,
Talha bin Ebi Talha, meydana çıktı o an.
Bağırdı ki: (Kendine güvenen varsa eğer,
Benimle çarpışmaya, karşıma çıksın o er!)
Kâfir, çok gururlu ve kibirliydi bir hayli.
Karşısına bir anda, çıktı Hazret-i Ali.
Kâfir, baştan ayağa, zırhlıydı tam olarak.
Ali bin ebi Talip, bir nara kopararak,
Öyle kılıç çaldı ki sancak tutan kâfire,
Başı kopup, sancağı düşüverdi yerlere.
Resulullah ve Eshap, tekbirler aldı o an.
İnledi yer gök o gün, tekbir sedalarından.
. Resul’ün duası ile
Küffardan bir bahadır vardı ki (Amr) adında,
Hendek günü, küffarın içinde vardı o da.
Ali bin ebi Talip, emri ile Resul'ün,
O Amr'ın karşısına, yiğitçe çıktı o gün.
Dedi: (Ya Amr, işittim, yemin etmişsin ki sen,
Bir Kureyşli, iki şey isterse eğer benden,
Muhakkak birisini, ederim hemen ifa.
Doğru mu, böyle bir şey söyledin mi bir defa?)
Amr cevaben dedi ki: (Evet, doğru ya Ali!
Böyle bir şey demiştim, bilir cümle ahali.)
Buyurdu ki: (Bilirsin, ben dahi Kureyştenim.
Benim de şimdi senden, vardır iki isteğim.
Birincisi şudur ki, iman et de şimdiden,
Kurtar şu vücudunu, cehennem ateşinden.)
Amr dedi: (Bu teklifi, asla kabul edemem.
İkincisi ne ise, onu söyle sen hemen.)
Hazret-i Ali dahi, buyurdu ki o vakit:
(Öyleyse sen bu cengi bırakıp, Mekke'ye git!)
Amr dedi: (Ebu Bekr'in, Osman'ın ve Ömer'in,
Başlarını kesip de, öyle geri dönerim.)
Kâfirin bu sözünü, duyunca Şah-ı merdan,
Gayretine dokunup, gadaba geldi o an.
Gürledi ki: (Ey ahmak, bu kolay mı sanırsın?
Ben izin verir miyim, onlara dokunasın.)
Amr dedi ki: (Ya Ali, dikkat eyle lafına.
Sen henüz doymamışsın, bu dünyanın tadına.
İstemem, bu genç yaşta öldüreyim seni ben.
Kaldırmam kılıcımı gençler için katiyen.)
O dahi kükredi ki: (Ama ben, seni bugün,
İnşallah öldürürüm, duasıyla Resul'ün.)
O, bu sözü duyunca, kan sıçradı beynine.
Derhal atından inip, saldırdı üzerine.
Çok şiddetli bir kılıç vurdu ise de, lakin,
Kalkanı parçalandı, sırf Hazret-i Ali'nin.
Artık hamle sırası, gelmişti Mürteza'ya.
Zülfikârı, bir anda kaldırarak havaya,
İndirdi şimşek gibi, kâfirin ensesinden.
Ayırdı bir vuruşta, başını gövdesinden.
Kafası, miğferiyle uçarken bir tarafa,
Kanları, oluk gibi, fışkırırdı etrafa.
En çok güvendikleri Amr'ı, Hazret-i Ali,
Öldürünce, küffarın çok bozuldu morali.
Geçmişti beş müşrik de, hendekten bu tarafa.
Ve Hazret-i Ali'ye, saldırdılar bu defa.
Eshap da bunu görüp, oraya koşuştular.
O zırhlı kâfirlerle, dişe diş boğuştular.
Kâfirler, o hendeği çok güçlükle aşarak,
Böylece canlarını kurtardılar kaçarak.
. Öbür ismim Arslan’dır
Hayber fethinde dahi, o Resul-i kibriya,
Teslim etti sancağı, Aliyyül Mürteza'ya.
Buyurdu ki: (Ya Ali, haydi yürü sen hemen.
Lakin dönme geriye, Hayber'i fethetmeden.
Sana, Hak teâlâdan zafer gelene kadar,
Çarpış yahudilerle, geriye bakma zinhar.)
O da veda ederek Hazret-i Peygambere,
Sancağını yükseltip, revan oldu sefere.
Varıp, kale önüne dikince sancağını,
Büyük bir endişe ve korku sardı düşmanı.
Buna rağmen kaleden, çıktı o yahudiler.
Hepsi, iyi savaşçı ve çift zırhlı idiler.
Haris adlı birisi, ileri çıktı birden.
Er istedi meydana, Sahabe-i güzinden.
Bu, çok meşhur bahadır, Merhab’ın kardeşiydi.
O dahi Merhab gibi, pehlivan bir kişiydi.
Önce o hamle yaptı, Aliyyül Mürteza'ya.
Sonra Hazret-i Ali, el attı zülfikâr'a.
Kılıcı, şimşek gibi, kalktı ve indi birden.
O an kâfirin başı, ayrıldı gövdesinden.
Bunu seyrediyordu, Sahabe-i kiram da.
Tekbir sedalarıyla, gök inledi o anda.
Haris’in öldüğünü, görünce Merhab, hemen,
Meydana, dolu dizgin girdi hiç beklemeden.
Ve Hazret-i Ali'nin, dikildi karşısına.
İri yarı biriydi, bakındı etrafına.
İki zırh, iki kılıç kuşanan bu dev adam,
Sabırsızlanıyordu almak için intikam.
Ve şöyle seslendi ki: (Merhab'dır benim adım.
Bekle ki, çok şiddetli olacak intikamım!)
Hazret-i Ali dahi, ona cevap vererek,
Ve bir arslan misali, haykırıp kükreyerek,
Dedi: (Benim adım da, Aliyyül Mürteza’dır.
Ve lakin bundan başka, bir adım daha vardır.
Haydar, yani Arslan’dır ikinci adım da hem.
Çünkü Arslan demiştir, doğunca bana annem.
Yani ben, arslan gibi kuvvetli bahadırım.
Ve senin, bir hamlede başını koparırım.)
Merhab, (Arslan) ismini işitince aniden,
Kalbine korku düşüp, geriye kaçtı birden.
Zira o görmüştü ki, rüyada gece yatıp,
Bir arslan, kendisini öldürmüştü saldırıp.
O arslan bu olmasın! diye düşünerekten,
Aliyyül Mürteza'ya, bir hamle yaptı hemen.
Çevik bir hareketle, lakin Hazret-i Ali,
Kalkanını tutarak, karşıladı hamleyi.
O anda iki çelik, çarpınca birbirine,
Çok kuvvetli bir seda yükseldi gökyüzüne
. Sevinçten ağladı
Merhab denen o kâfir, Aliyyül Mürteza'ya,
Kılıç salladıysa da, hamle gitti havaya.
Sonra Hazret-i Ali, zülfikâr'ı kaldırıp,
Ve (Ya Allaah!) diyerek, kuvvetli nara atıp,
Öyle kılıç çaldı ki o heybetli kâfire,
O koca gövdesiyle, devrildi birden yere.
Yukardan aşağıya, ikiye bölünmüştü.
Kanlar içerisinde, yere düşüp ölmüştü.
Çelik miğferi ile, kalkanı dahi hemen,
İkiye bölünmüştü o şiddetli darbeden.
Onu, kanlar içinde görünce mücahidler,
Tekbir sedalarıyla gökleri inlettiler.
Merhab'ı öldürünce o gün Hazret-i Ali,
O anda çok bozuldu kâfirlerin morali.
Peşinden mücahidler, hücuma geçti yine.
Kâfirler, kaçıştılar hep kalenin içine.
Kovalarken müminler, küffarı peşlerinden,
Aliyyül Mürteza'nın, kalkanı düştü birden.
Eğilip almaya da, lakin yoktu zamanı.
O ara bir yahudi, alıp kaçtı kalkanı.
Buna, Hazret-i Ali üzülüp, bu hiddetle,
Hayber'in kapısını, tutup sarstı kuvvetle.
Onu, kalkan yerine istiyordu kullanmak.
Ve Allah’a güvenip, ondan kuvvet alarak,
Koca demir kapıyı sarsınca o hırs ile,
Çıktı kapı yerinden, Rabbimizin izniyle.
Sekiz on pehlivanın, kımıldatamadığı,
Koca demir kapıyı, kaldırıp kalkan yaptı.
Bir eliyle, kapıyı tutarak kalkan diye,
Kılıç savuruyordu, yine öbür eliyle.
Sonra, kale içine girerek mücahidler,
İslamın sancağını, burç üstüne diktiler.
Bu harikuladeyi görünce onlar o an,
Hep eman dilediler, Aliyyül Mürteza'dan.
Kale fethedilmişti, oradan döndü geri,
Arz etti o Resule bu müjdeli haberi.
Peygamber Efendimiz, çok memnun olup buna,
Gözlerinden öperek, buyurdular ki ona:
(Ya Ali, getirince sen bana bu haberi,
Senden razı oldular, Allah ve Peygamberi.)
O da bunu duyunca Allah’ın Resulü’nden,
Ağlayıp, yaşlar aktı derhal iki gözünden.
Resulullah sordu ki: (Ne için ağlıyorsun?)
Dedi: (Canım, herşeyim yoluna feda olsun.
Sevinç ve sürurumdan ağlarım ki şimdi ben,
Allah ve Peygamberi, razıdır bendenizden.)
Buyurdu ki: (Ne kadar sevinsen, yine azdır.
Zira meleklerin de, hepsi senden razıdır.)
. Sen, benim kardeşimsin
Peygamber Efendimiz, gelince Medine'ye,
Çok kuvvetli bağlılık husule gelsin diye,
Muhacir müminlerle, onlara yardım eden,
Ensar'ı, kardeş yaptı birbirlerine hemen.
Lakin Hazret-i Ali, kalınca en sonraya,
Unutuldum zannedip, geldi Resulullaha.
Üzüntülü bir halde, arz eyledi halini.
Dedi: (Ya Resulallah, unuttunuz mu beni?)
Buyurdu ki: (Ya Ali, unutmadım elbette.
Sen, benim kardeşimsin dünya ve ahirette.)
Ve yine Medine'ye geldiğinde o Server,
Önce, hemen bir mescit yapmak arzu ettiler.
Böyle karar verince Allah’ın Sevgilisi,
Temel atıp, ilk taşı, koyuverdi kendisi.
Sonra buyurdular ki: (Sen dahi ya Eba Bekr!
Taşını, benimkinin tam yanına koyuver.)
Hazret-i Ömer'e de, şöyle buyurdular ki:
(Onunkinin yanına, koy taşını sen dahi.)
Ve yine buyurdu ki Osman ibni Affan'a:
(Sen dahi koy taşını, onunkinin yanına.)
Hazret-i Ali'ye de, buyurdu ki: (Ya Ali!
Getir, Osman'ınkinin yanına koy sen dahi.)
Birgün de, Sahabeden müteşekkil bir ordu,
Medine'den çıkarak, Bedir’e vasıl oldu.
Kâfirlerden üç kişi, önce öne çıktılar.
Üçü de, en azılı islam düşmanıydılar.
Bunlar Utbe ve Şeybe iki birader idi,
Üçüncüsü, Utbe'nin oğlu olan Velid’di.
O zaman Resulullah, üç yiğit sahabiye,
İşaret buyurdular, öne çıksınlar diye.
Hatta isimleriyle çağırdılar tek be tek:
(Kalk ya Ali, ya Hamza, ya Ubeyde!) diyerek.
Resul'ün bu emriyle, bu üç büyük sahabi,
Çıktılar ileriye hemen arslanlar gibi.
Kılıçları sıyırıp, derhal ilerlediler.
Üç azılı kâfirin karşısına geçtiler.
Kureyşten o üç kişi, sordular: (Siz kimsiniz?
Cenk ederiz sizinle, eğer dengimizseniz.)
Onlar, kendilerini tanıttılar tek be tek,
(Ben Hamza'yım, Ali'yim, Ubeyde'yim!) diyerek.
Dediler: (Şimdi oldu, bizim dengimizsiniz.
Sizinle çarpışmayı, kabul ettik şimdi biz.)
Mücahidler, onları, imana etti davet,
Lakin onlar reddedip, etmediler icabet.
O zaman üçü birden, kılıçları çektiler.
Müşriklerin üstüne, saldırıya geçtiler.
Ve Allah’ın Arslanı olan Hazret-i Ali,
Öldürdü bir vuruşta, kâfirlerden Velid’i.
. Hepsi iman ettiler
Bizzat nakledilir ki, Aliyyül Mürteza'dan:
Çağırdı Resul beni, huzuruna bir zaman.
Ve şöyle buyurdu ki: (Ya Ali, bin devene.
Zira kadı olarak gideceksin Yemen'e.)
Dedim: (Ya Resulallah, başüstüne velakin,
Arz etmek istiyorum bir husus, varsa izin.
Şöyle ki, görmüyorum kendimi buna ehil.
Zira henüz çok gencim, bilgim de kâfi değil.)
O zaman Resulullah, mübarek elleriyle,
Göğsümü sıvazlayıp, buyurdular ki şöyle:
(Ya Rabbi, sen Ali'ye ihsan et ilim, hikmet.
Ve bu vazifesinde, ver ona tam dirayet.)
Sonra da, saadetle buyurdu ki: (Ya Ali!
Haydi git, zira seni bekliyor o ahali.
Velakin sen varmadan, sınırına Yemen'in,
Bir tepe üzerinden geçecek yolun senin.
O zaman nida et ki: Ey ağaçlar ve taşlar!
Allah’ın Resulünün, size selamları var.)
(Başüstüne!) diyerek, çıktım yola velhasıl.
Resul'ün buyurduğu tepeye oldum vasıl.
Resul'ün selamını, söyleyince o dağda,
Bir anda kopuverdi, bir uğultu, dağdağa.
Ne kadar taş ve ağaç var ise dağda eğer,
Resul'ün selamını, aldılar hep beraber.
Kâfirler görür görmez, benden bu kerameti,
Derhal iman ederek, buldular hidayeti.
Birgün de, bir savaşta, ayağının birine,
Kâfirlerden ok gelip, saplandı kemiğine.
Bir türlü çıkmayınca, ok kemiğin içinden,
Bazıları dedi ki: (Cerrah anlar bu işten.)
Çağırdılar, geldi ve görür görmez bu hali,
Dedi: (Bayıltmam lazım, önce sizi ya Ali!
Zira çok fazla girmiş, bu ok kemiğinize.
Bayıltmadan çekersem, çok elem verir size.)
Buyurdu: (Bayıltmana, şu anda lüzum yoktur.
Bir miktar bekleyiniz, şimdi ezan okunur.
Namaza duracağım zira vakit olunca.
Çekip çıkarırsınız, ben namaza durunca.)
Okundu ezan dahi fazla zaman geçmeden.
O, ayağa kalkarak, namaza durdu hemen.
Cerrah ise, almıştı zaten talimatını.
Neşterle yardı hemen, mübarek ayağını.
Oku, kemik içinden, çekip çıkardı hemen.
Ve sardı yarasını, henüz selam vermeden.
Namazını bitirip, sordu ki o cerraha:
(Ne oldu, yoksa oku çıkarmadın mı daha?)
Cerrah arz eyledi ki: (Çıkarıldı efendim!)
Buyurdu: (Zerre kadar bir acı hissetmedim.)
. O kişi Cebrail’di
Uhud muharebesi kızıştığı zamanda,
Birer arslan kesildi, sahabiler o anda.
Ali bin ebi Talip, bu cenkte de bahusus,
Düşmana, amansızca yapıyordu taarruz.
O sırada küffardan birisi, at üstünde,
Çıkıp meydan okudu müminlere o günde.
Vücudu, zırhlar ile kaplı idi büsbütün.
Bağırdı ki: (Karşıma, er isterim ben bugün!)
Halbuki ondan önce, böyle böbürlenerek,
Üç kâfir can vermişti, birer kılıç yiyerek.
Resulullah o zaman, Allah’ın Arslanı’na,
Buyurdu ki: (Ya Ali, çık şunun karşısına!)
Çıkıp Ali Mürteza, kaldırdı kılıcını,
İndirip, kağıt gibi parçaladı zırhını.
Müşrik, cansız olarak yıkıldı yere hemen.
Akabinde tekbirler, yükseldi Sahabeden.
Hazret-i Ali der ki: O gün Uhud harbinde,
Onaltı darbe yiyip, yere düştüm birinde.
O esnada, nur yüzlü biri tuttu kolumdan.
Kaldırdı ve dedi ki: (Saldır, kalma yolundan!)
Allah’ın Resulüne, arz edince bu hali,
Buyurdu ki: (O kişi, Cebrail'di ya Ali!)
Yine Uhud harbinde, karışınca ortalık,
O Server'in yanında, az kişi kaldı artık.
Onları da, müşrikler, ablukaya aldılar.
Sonra da o çemberi, gitgide daralttılar.
Kâfirlerin gayesi, o gün yine bir tekti,
O da, ne yapıp yapıp, Resulü öldürmekti.
Lakin bu, zor bir işti, zira Eshab-ı kiram,
Resul'ün etrafında, halka olmuşlardı tam.
Ona gelen her türlü hücumlara, her saat,
Siper oluyorlardı, bedenleriyle bizzat.
Buna rağmen müşrikler, fırsat bulup, bir ara,
İyice yaklaştılar, Resulü kibriyaya.
Peygamber Efendimiz, görür görmez bu hali,
Buyurdu ki: (Şunlara hücum eyle ya Ali!)
Allah Arslanı Ali, derhal hücum ederek,
Düşmanın üzerine, saldırdı kükreyerek.
Amr ibni Abdullah'ı, öldürdü vurup hemen.
Diğerleri korkarak, kaçıştılar o yerden.
Vura vura, kılıcı, ikiye bölününce,
O Server, zülfikârı verdi ona hemence.
Tekrar hücum olunca Resule müşriklerden,
Buyurdu ki: (Ya Ali, bunları def et benden!)
Yine Hazret-i Ali, çekerek Zülfikâr'ı,
Dağıttı bir hamlede, hücum eden küffarı.
Onu görüp Cebrail, geldi Resul katına.
Aliyyül Mürteza’yı, eyledi meth-ü sena.
. En büyük müfessirdi
Resulullah dönerken, o gün Veda haccından,
Gadirhum denen yerde, mola verdi bir zaman.
Sahabe-i kirama, namazı kıldırdı ve,
Şöyle hitab eyledi, cümle sahabilere.
Buyurdu: (Her mümine, kendi nefislerinden,
Daha çok sevgili ve yakın değil miyim ben?)
Hep tasdik ettiler ki: (Evet ya Resulallah!
Sen bize, nefsimizden çok sevgilisin Vallah.)
Onlar böyle deyince, memnun olup ve hemen,
Aliyyül Mürteza'nın, yapışarak elinden,
Buyurdu ki: (Ben kimin efendisiysem şayet,
Ali de, o kimsenin efendisidir elbet.)
Sonra dua ederek, dedi ki: (Ya ilahi!
Onun düşmanlarına, düşmanlık et sen dahi.
Onu seven kimseye, sen de eyle muhabbet.
Kim aşağı tutarsa, zelil et onu gayet.
Ona yardım edene, yardımcı ol sen dahi.
Bildir ona her zaman, doğru ve hakikati.)
Birgün de Resulullah, Hazret-i Fatıma'yı,
Hasan ve Hüseyin'le, Aliyyül Mürteza'yı,
Abasıyla örterek, buyurdu: (İşte benim,
Bunlardır ehl-i abam, bunlardır ehl-i beytim.)
Ve dua eyledi ki: (Bunlardan, ya ilahi!
Kötülükleri kaldır, temiz eyle hem dahi.)
O, Arap lisanına, çok vakıf olduğundan,
Gayet beliğ ve fasih konuşurdu her zaman.
Resulullahtan sonra, onun derecesinde,
Beliğ hutbe okuyan, yoktu Eshap içinde.
Hem Kur'an-ı kerimin belagatına dahi,
O, herkesten daha çok vakıftı bizatihi.
Peygamber-i zişandan, yayılan feyizlere,
Herkesten daha önce, o kavuştu ilk kere.
En büyük müfessiri olduğunda Kur'anın,
Yoktu hiçbir şüphesi, Sahabe-i kiramın.
Birgün hutbe okurken cemaate hitaben,
Buyurdu ki: (Siz bana, sorunuz her âyetten.
Gece mi, gündüzde mi gelmiş bulunduğunu,
Kırda mı, ovada mı nazil olunduğunu,
Ve ne ile ilgili geldiyse bu âyetler,
Bunların hepsini de, bilirim birer birer.)
Yine Resulullahın hadisleri hakkında,
En çok o bilgiliydi, Sahabe arasında.
Hadis-i şeriflerden, beşyüz seksenaltısı,
Onun rivayetiyle, bildirildi hasılı.
Ali bin ebi Talip, hem bunların yanında,
Fıkıh âlimi idi, Sahabe meyanında.
Fıkıhta, halli müşkil mesele olsa eğer,
Bunu, ona havale ederdi sahabiler.
. Sizi imtihan ettim
Yumuşak huylu idi, hiç kızmazdı boş yere.
Şefkatli davranırdı, kendinden acizlere.
Hiddetli olsa bile savaşlarda bir hayli,
Lakin sulh zamanında, yumuşaktı her hali.
Kanber adlı kölesi vardı ki kendisinin,
O, severek yapardı, çoğunu hizmetinin.
Birgün, bu kölesini çağırmak etti icab.
Seslendi, lakin ondan gelmedi hiçbir cevap.
Daha yüksek ses ile, çağırdı onu yine.
Lakin yine bir cevap gelmedi kendisine.
Halifenin sesini, köle işitiyordu.
Velakin bile bile hiç cevap vermiyordu.
Hazret-i Ali ise, düşünür idi ki hep:
Kanber cevap vermiyor, sebebi ne ki acep?
Dışarda duruyordu halbuki biraz evvel.
İşitmesi lazımdı sesimi gayet güzel.
Yedi defa çağırıp, bir cevap gelmeyince,
Allah Arslanı Ali, meraklandı iyice.
Kanber'i bulmak için, dışarı çıktı hemen.
Velakin çıkar çıkmaz, dona kaldı hayretten.
Zira dururdu Kanber, tam kapının önünde.
Üstelik de korkmadı, hiç onu gördüğünde.
Buyurdu ki: (Ey Kanber, burada duruyorsun.
Peki ama, ne için bir cevap vermiyorsun?)
Dedi ki: (Ey efendim, duyuyordum sesini.
Lakin cevap vermeyip, imtihan ettim seni.
Baktım, kızacak mısın ben cevap vermeyince?
Kazandın imtihanı, hiç öfkelenmeyince.)
Buyurdu ki: (Ey Kanber, içyüzü şu ki işin,
Kolayca öfkelenmem dünyalık şeyler için.
Lakin bu imtihana, seni teşvik edeni,
Kızdırmak maksadıyla, azad ettim ben seni.)
Onu, bu imtihana, şeytan’dı teşvik eden.
Onu azad ederek, şeytanı üzdü hemen.
Çok zaman yaya yürür, binmez idi atına.
İşini kendi yapar, vermezdi başkasına.
Çarşıdan erzak alıp, taşır iken kendisi,
Onu görüp, bir hayli üzüldü hizmetçisi.
Dedi ki: (Ey halife, bu hizmeti ver bize.
Zira bu gibi işler, münasip değil size.)
Buyurdu: (Bir babanın, çoluk çocuğu için,
Çalışıp yorulması, güzeldir, değil çirkin.)
Hizmetçisi dedi ki: (Halifesiniz sizler.
Hafiflik verir size bu gibi basit işler.)
Buyurdu ki: (Bir baba, kazanıp helalinden,
Taşırsa, hiçbir nesne kaybetmez kemalinden.
Hem de her adımına, yazılır sevap, ecir.
Hak teâlâ indinde, hem daha da yücelir.)
. Halis niyet
Sahabe zamanında, küffarla müslümanlar,
Karşı karşıya gelip, cenge hazır durdular.
Bir pehlivan vardı ki velakin kâfirlerde,
Öyle kuvvetli kişi, pek yoktu o devirde.
O pehlivan, meydana çıktı böbürlenerek.
Ve atının üstünde, bir gururla dönerek,
Cenk için er istedi, müminler tarafından.
Dedi ki: (Aranızda, yok mudur hiç pehlivan?)
Müminlerden birkaç er, hemen çıktı ise de,
Kâfirin karşısında, şehid oldu hepsi de.
Daha da gururlanıp, seslendi: (Ya Muhammed!
Ne oldu erlerine, bittiler mi nihayet?
Hiç yiğidin yok ise, bari amcan oğlunu,
Gönder de, o da görsün erlik ne olduğunu.)
Şah-ı merdan duyunca, bu sözü o kâfirden,
Kükredi arslan gibi o anda hiddetinden.
O kâfirin haddini bildirmek için ona,
Geldi Resulullahın mübarek huzuruna.
Dedi: (Ya Resulallah, varsa eğer müsaden,
Şu kâfirin boynunu, vurayım gidip hemen.)
Peygamber Efendimiz, ona izin vererek,
Gönderdi dövüşmeye, dualar eyleyerek.
Bir anda, sert bir yaydan fırlayan ok misali,
Kâfirin üzerine, atını sürdü Ali.
Yüksek bir seda ile, attı ki öyle nara,
Gök gürleyip, kıyamet koptu sanki o ara.
Hatta ödleri koptu küffarın bu naradan.
Kimi öldü, kimi de, bayılıp düştü o an.
Şah-ı merdan, kâfiri imana etti davet,
Lakin o, bu teklife, eylemedi icabet.
Allah Arslanı Ali, bir kılıç vurdu ona.
Düşürüp, kılıcını dayadı boğazına.
Tekrar dine çağırdı, son defa öldürmeden,
O ise, tükrüğünü fırlattı ona birden.
O kâfirin tükrüğü, nur yüzüne gelince,
Öldürmekten vazgeçip, kalkıverdi hemence.
Kâfir buna şaşırıp, sordu ki şu suali:
(Beni sen, ne sebepten öldürmedin ya Ali?)
Buyurdu ki: (İslamı kabul etmeyince sen,
Allah rızası için, öldürecektim hemen.
Lakin sen tükürünce, çok zor geldi nefsime.
Korktum, nefsim karışır bu halis niyetime.
Nefsim için öldürmüş olmaktan korkup hemen,
Kılıcı geri çekip, vazgeçtim öldürmekten.)
O dedi ki: (Ya Ali, sizde bu halis niyet,
Bulunduğuna göre, dininiz haktır elbet.)
Ve Hazret-i Ali'nin, mübarek huzurunda,
Şehadeti getirip, iman etti sonunda.
. Bir suale, on cevap
Birgün Resul-i ekrem, şöyle buyurmuşlardır:
(Ben ilmin şehriyim ve Ali de kapısıdır.)
Bu hadis-i şerifi işiten bazıları,
Denemek istediler Aliyyül Mürteza'yı.
On kişi toplanarak, dediler ki: (Gidelim.
Hepimiz, aynı şeyi, ona sual edelim.
Eğer hep ayrı ayrı cevaplar verir ise,
O takdirde ilmini, isbat eder o bize.)
Gelip sual ettiler, ilk Hazret-i Ali'ye:
(Mal mı daha efdaldir, yoksa ilim mi?) diye.
Şöyle cevap buyurdu, buna hiç düşünmeden:
(İlim daha efdaldir, elbet mala nisbeten.
Çünkü ilim, mirastır Resul-i kibriyadan.
Mal ise, miras kaldı, Karun ile Haman'dan.)
Sordu ikincisi de, tekrar aynı suali.
(İlim efdaldir) dedi, yine Hazret-i Ali.
(Zira ilim, korur hep sahibini zarardan.
Halbuki mal sahibi, malı korur her zaman.)
Sordu üçüncüsü de, aynı suali yine.
(İlim efdaldir) dedi, o sual sahibine.
(Çünkü mal sahibinin, pek çok düşmanı vardır.
İlim sahibininse, dostları çok fazladır.)
Dördüncü kişi dahi, sordu aynı suali.
(Elbet ilim efdaldir) dedi Hazret-i Ali.
(Çünkü ilim, artar hep gayriye verilince.
Velakin mal azalır, başkasına verince.)
Beşinci kişi dahi, edince bunu sual,
Cevaben buyurdu ki: (Elbette ilim efdal.
Çünkü mal sahipleri, çabuk unutulurlar.
Âlimse, yad edilir ta kıyamete kadar.)
(İlim efdaldir) dedi, hem altıncı kimseye.
(Çünkü korkmaz âlimler, ilmim çalınır diye.
Halbuki mal sahibi, her an olur rahatsız.
Der ki, halim ne olur, çalarsa onu hırsız.)
Yedinciye buyurdu: (İlim efdal mutlaka.
Zira ilim eskimez, mal bozulur durmakla.)
Sekizinci kimseye, buyurdu yine derhal:
(Elbet mala nisbetle, ilimdir daha efdal.
Sebebine gelince, mal karartır kalpleri.
İlimse zihni açar, parlatır gönülleri.)
Dokuzuncu kimseye, buyurdu ki cevaben:
(İlim daha efdaldir, elbet mala nisbeten.
Mal sahibi, şımarır ve unutur Rabbini.
Lakin ilim sahibi, asla aşmaz haddini.)
Onuncu kişiye de, buyurdu ki son kere:
(Elbet ilim efdaldir, dünya malına göre.
Zira mal, sahibini, dünyaya bağlar hepten.
İlimse, sahibini uyandırır gafletten.)
. Kim kesti elini?
Ali bin ebi Talip, vakta ki halifeyken,
Yakalandı bir köle, tam hırsızlık yaparken.
Lakin çok seviyordu, o Hazret-i Ali'yi.
Halife, huzuruna çağırdı o köleyi.
(Bu işi sen mi yaptın?) diye sual edince,
(Evet) deyip, suçunu ikrar etti hemence.
Suçu sabit olunca o siyahi kölenin,
Emir verip, kestirdi bir tekini elinin.
Köle, kesik eliyle gidiyorken geriye,
Rastladı az ileride, Selman-ı Farisi'ye.
Görünce o sahabi, halini bu kimsenin,
Buyurdu ki: (Elini, kim kesti böyle senin?)
Dedi: (Benim elimi, kesti ki öyle biri,
Resul'ün damadıdır, müminlerin emiri.
Cömerttir, onun gibi yapamaz kimse ihsan.
Yok şimdi yeryüzünde, böyle kerim bir insan.)
Buyurdu ki: (Ey köle, sen, elini keseni,
Nasıl methediyorsun, tebrik ederim seni.)
Cevabında dedi ki: (Nasıl methetmiyeyim.
Hak teâlâ emriyle, elimi kesti benim.
Eğer o, bu cezamı vermeseydi, elbette,
Daha şiddetlisini çekerdim ahirette.
Şimdi çok minnettarım ona ben, bu işinden.
Zira kurtardı beni, Cehennem ateşinden.)
Geldi Hazret-i Selman, yanına Halifenin.
Nakletti aynen ona, bu sözünü kölenin.
Çağırdı huzuruna, Halife onu yine.
Alıp kesik elini, koydu eski yerine.
Kölenin kesik eli, anında iyi oldu.
Öyle ki, sağlamından hiç farkedilmiyordu.
Yine nakledilir ki âlimlerin birinden:
Ben, garip bir yolcuya rastladım Şam'da iken.
Yüzünün bir tarafı, olmuş idi simsiyah.
Lakin onu, eliyle, örtüyordu o seyyah.
Yaklaşıp sual ettim: (Bu nasıl oldu?) diye.
Dedi ki: Buğz ederdim, ben Hazret-i Ali'ye.
Şanına yakışmayan sözleri sarfederdim.
Ve hakkında, çok çirkin hakaretler ederdim.
Geçen gece, rüyamda, bir zat durdu önümde.
Böyle nurlu bir kişi, görmemiştim ömrümde.
Lakin bana, hiddetle sordu ki: (Neden acep,
Sen, hakkımda konuşup hakaret edersin hep?)
Ve şiddetli bir tokat vurdu bana o nagah.
Sabahleyin gördüm ki, yüzüm olmuş simsiyah.
Hazret-i Ali imiş, meğer o tokat vuran.
Uyanınca gördüm ki, değişmiş kalbim o an.
Şu anda ona karşı, yoktur hiç adavetim.
Ve hatta muhabbetle doludur ona kalbim.)
. Kabirden çıkan adam
Musa Nebi kavmine mensub bazı kimseler,
Allah’ın Resulünün huzuruna geldiler.
Dediler: (Ya Muhammed, dersin: Benim mertebem,
Sair Peygamberlerden, daha yüksek ve ekrem.
Halbuki Musa Nebi, çıktı Tur-i Sina’ya.
Ve Allah, bizatihi hitab etti Musa’ya.
Bu yüzden Allah ona, kelimim demektedir.
Allah ile konuşmak, ne yüksek mertebedir.)
Buyurdu ki: (Ey kişi, Rabbimiz şayet ona,
Kelimim dedi ise, habibim dedi bana.
Hak teâlâ katında, bir midir bu ikisi?
Elbet daha yüksektir, habibin derecesi.
Hem Tur’a çıkardıysa Musa’yı Hak teâlâ,
Çıkardı Burak ile, beni Arş-ı a’laya.
Cenneti, cehennemi, cümle kevn-ü mekanı,
Gösterip, verdi bana Kâbe kavseyn makamı.
Hem Onun sonsuz olan lütuf ve ihsanıyle,
Görmekle şereflendim Rabbimi baş gözüyle.)
Bitirdi sözlerini, o Sevgili Peygamber.
Onlar da kabul edip, hep imana geldiler.
Sonra İsa Nebi’nin kavmine mensub olan,
Kimseler, o Resule, bir sual sordu o an.
Dediler: (Ya Muhammed, dersin ki: Ben Allah’a,
Nebilerin hepsinden yakınım elbet daha.
Halbuki diriltirdi İsa, ölü kimseyi.
Vermişti Hak teâlâ, ona bu mertebeyi.)
O zaman Resulullah, hemen bir sahabiye,
Dönüp emir verdiler: (Ali’yi çağır!) diye.
Bu emri alır almaz, geldi Hazret-i Ali.
Baktı, Resul yanında durur bazı ahali.
O Server buyurdu ki, onlardan bir kimseye:
(Ey filan, çok eski bir kabir göster Ali’ye.)
O kişi gösterince, bin yıllık bir kabiri,
O zaman buyurdu ki Allah’ın Peygamberi:
(Ya Ali, o mevtayı üç kez çağır ismiyle!
Ve bak ki ne görürsün, Hak teâlâ izniyle.)
Vardı Hazret-i Ali mezara hemencecik.
Ve (Ey Yakub!) diyerek, bağırdı bir kerecik.
Hak teâlâ izniyle, tam o esnada, birden,
Yarıldı boydan boya kabir orta yerinden.
Sonra ikinci defa, seslenince kabire,
Orta yeri, tamamen açıldı birdenbire.
Üçüncü seslenişte, hepsi şahit oldular.
Çıktı kabir içinden, nur yüzlü bir ihtiyar.
Uzamış saçlarından, toprakları atarak,
Okudu şehadeti, yüksek sesli olarak.
Mucizeyi görünce, kâfirlerin cümlesi,
Şehadeti getirip, imana geldi hepsi.
. Cennete girme izni
Ali bin ebi Talip ve sevgili Peygamber,
İkisi, bir hanede otururken beraber,
Peygamber Efendimiz, Allah’ın Arslanı’na,
Buyurdu ki: (Ya Ali, müjdem var benim sana.
Mahşerde, buyurur ki Rıdvan'a cenab-ı Hak:
Cennete girmek için, geldiğinde sana halk,
Ali izin vermeden, gelen o kişileri,
Cennetin kapısından, alma sakın içeri.)
Hazret-i Ebu Bekir, bu müjdeyi işitip,
Şöyle sual eyledi, doğruca ona gidip:
(Ya Ali, ahirette, cennete girmem için,
Verir misin bana da böyle ruhsat ve izin?)
Dedi ki: (Resulullah, bu müjde haberini,
Verince, buyurdu ki: ya Ali, dinle beni.
Müminlerin cennete girebilmesi için,
Ebu Bekr-i Sıddık’a sormadan verme izin
Bu yüzden ya Eba Bekr, o gün geldiği zaman,
Ruhsat vermem kimseye, senden izin almadan.)
Yine Şam civarında, bir kimse yaşıyordu.
Aliyyül Mürteza’ya, düşmanlık yapıyordu.
Her hafta Cuma günü, çıkardı minberine.
Hakaretler ederdi, Hakkın bu velisine.
Halk, korktukları için, dinlerdi hutbesini.
Ve bu yüzden hiç kimse, sevmezdi kendisini.
Ebu Abdullah diye, tanınmış bir kimseden,
Şöyle nakledilir ki: Cuma idi günlerden.
Cuma namazı için, girdim cami içine.
İlerleyip oturdum, minberin tam dibine.
Ve namaza başladık, sünnetler oldu tamam.
Sonra da hutbe için, minbere çıktı imam.
Hutbenin arasında, etti çok çirkin laflar.
Ve Hazret-i Ali’ye, yaptı çok iftiralar.
Bir ara uyumuşum hutbenin arasında.
Hatta gördüm kendimi, Resul'ün ravdasında.
Ravda-i mübareke bakıyordum ki, birden,
O Server, dışarıya çıktı kabr-i şeriften.
Ve bana buyurdu ki iki cihan Server'i:
(Seni hiç üzmüyor mu bu adamın sözleri?)
Dedim: (Ya Resulallah, üzülüyorum ama,
Elimde bir imkanım yoktur mani olmama.)
O zaman buyurdu ki: (Gözlerini aç da bak.
Hak teâlâ, valiye, birazdan ne yapacak.)
Ben gözlerimi açıp, baktım ki vali yine,
Aynen devam ediyor o fena sözlerine.
Velakin biraz sonra, baktım ki vali, birden,
Tepetaklak aşağı yuvarlandı minberden.
Ve hatta o düşmekle, ölüp gitti anında.
Ve buldu yaptığının cezasını sonunda.)
. Bir’e elli hasene
Birgün Hazret-i Ali, Hazret-i Fatıma'ya,
Sordu ki: (Yiyecekten, bir şey var mı acaba?)
O, cevaben dedi ki: (Hiç yok yiyeceğimiz.
Yalnız para olarak, vardır altı akçemiz.
Meyve istemişlerdi çocuklar da bu ara.
Bununla yiyecek ve meyve al çocuklara.)
Çıktı Hazret-i Ali, görmek için bu işi.
Lakin yolda gördü ki, çekişir iki kişi.
Yaklaşıp, birisine sordu ki: (Nedir bu hal?)
Dedi ki: (Bunun bana, altı akçe borcu var.)
Zaten altı akçesi var idi kendisinin.
Verip, gördü işini borçlu olan kimsenin.
Ve müsterih olarak, geri döndü oradan.
Eve geldi haliyle, hiçbir şey alamadan.
Olanları anlatıp, dedi ki: (İşte böyle.
Hiçbir şey alamadan, eli boş döndüm eve.
Ama senin verdiğin o altı akçeyle ben,
Kurtardım o mümini, böylelikle hapisten.)
Dedi: (Elhamdülillah, ne güzel iş yapmışsın.
Çaresiz bir mümini, hapisten kurtarmışsın.)
Lakin mahzun olmuştu hatırı o arada.
Zira Hasan Hüseyin, ağlıyordu odada.
Hazret-i Ali dahi, sezip onun halini,
Çıkıp gitti görmeye, Allah’ın Habibini.
Zira Resulullahın yüzünü, bir kez gören,
Kurtulurdu o anda, cümle üzüntüsünden.
Gördü yolda bu sefer, yabancı bir kimseyi.
Tutardı bir eliyle, besili bir deveyi.
O kimse, selam verip Allah’ın Arslanı’na,
Dedi ki: (Yüz akçeye, satarım bunu sana.)
(Param yok!) dediyse de cevaben o kimseye,
O dedi: (Mühim değil, al götür veresiye.)
Aldı Hazret-i Ali deveyi o kimseden.
Rastladı başkasına, birkaç adım gitmeden.
O da sual etti ki: (Satılıksa bu deve,
Alırım bunu senden, peşin üçyüz akçeye.)
Üçyüz akçeyi alıp, deveyi sattı ona.
Geldi Resulullahın mübarek huzuruna.
Resul onu görünce, sordu ki şu suali:
(Deveyi kimden alıp, kime sattın ya Ali?)
Edebinden sustu ve başını eğdi öne.
O Server buyurdu ki o zaman kendisine:
(Ya Ali, Cebrail’di deveyi sana satan.
Sonra da İsrafil’di, deveyi senden alan.
Cennetten getirdiler deveyi senin için.
Lütfu ve ihsanıdır, bu sana Rabbimizin.
Yardım ettiğin için, o borçlu müslümana,
Bir’e elli mükafat ihsan olundu sana.)
. Hakikaten layıkmış
Ali bin ebi Talip, çok büyük evliyadır.
Ne kadar güzel ahlak var ise, onda vardır.
Peygamber-i zişanın kalbinden çıkan nurlar,
Onun vasıtasıyla, kalpden kalbe akarlar.
Zira Resulullahın elinde yetişmiştir.
Herşeyi, o kaynaktan doğruca edinmiştir.
Peygamber-i zişan da, onu çok seviyordu.
Sahabe, hikmetini, Resulullaha sordu.
Huzuruna gelerek, dediler ki: (Acep siz,
Ali'yi, ne sebepten böyle çok seversiniz?)
Buyurdu ki: (Ali'yi çağırın öyle ise.
Niçin çok sevdiğimi, söyliyeyim ben size.)
Çağırmaya gidince Sahabeden birisi,
Sual etti onlara Allah’ın Sevgilisi.
Buyurdu: (Ey Eshabım, bir kimseye eğer siz,
Allah rızası için, bir iyilik etseniz.
O da, buna karşılık, kötülük etse size,
Sizler ne yaparsınız o zaman o kimseye?)
Şöyle cevap verdiler buna Eshab-ı kiram:
(Biz, iyilik yapmaya ederiz yine devam.)
Buyurdu ki: (O kimse, kötülük etse yine.
Peki ne yaparsınız, onun bu ettiğine?)
Peygamber-i zişanın sualine cevaben,
Dediler ki: (İyilik yaparız yine aynen.)
Peygamber Efendimiz, Sahabeye bakarak,
Sordu aynı suali, üçüncü kez olarak.
O zaman, başlarını aşağı indirdiler.
Bir cevap veremeyip, hep sükut eylediler.
İşte tam bu esnada, geldi Hazret-i Ali.
Resulullah, ona da sorunca bu suali,
Dedi: (Bana kötülük yapsa dahi bir adam,
Ben iyilik yapmaya, ederim yine devam.)
Resulullah, bir daha sorunca o suali,
Yine aynı cevabı verdi Hazret-i Ali.
Tekrar etti o Server suali yedi kere.
Aynı cevabı verdi, o yine Peygambere.
Sonunda arz etti ki: (Ey Allah’ın Habibi!
Bana, mahşere kadar sorsanız bu suali,
Size, aynı cevabı veririm yine de ben.
O kötülük ettikçe, vazgeçmem iyilikten.)
Onun, Resulullaha verdiği cevapları,
Sahabe-i kiram da, duydular ayrı ayrı.
Bu güzel ahlakına, oldular hepsi hayran.
Niçin sevildiğini, anladı hepsi o an.
Dediler ki: (Efendim, siz, Hazret-i Ali'yi,
Niçin çok seversiniz, anladık daha iyi.
Hakikaten layıkmış sizin çok sevginize.
Aramızda en güzel, o cevap verdi size.)
. Üç altın’ın hesabı
Ali bin ebi Talip, ordu ile bir sefer,
Bir gazaya gitti ve fetih oldu müyesser.
Ve ganimet olarak, kavuştu çok altın’a.
Bir çuval altın ile, geldi Resul katına.
Dedi: (Ya Resulallah, yardım etti Rabbimiz.
Zaferle döndük geri, işte ganimetimiz.)
Dağıttı gazilere, tek tek avuçlayarak.
Velakin kendisine, (üç altın) verdi ancak.
Onlara nisbet ile, kendisine, daha az,
Altın verilmesini, merak etti o biraz.
Düşündü ki: Resul'ün her işi hikmetlidir.
Muhakkak ki bunda da bir hikmet var, kimbilir?
O gece rüyasında, Arasat meydanını,
Gördü ki, herkes verir malının hesabını.
Sıra ona gelince, dediler ki: (Ya Ali!
Sen de, şu üç altın’ın hesabını ver haydi.)
Üç altın’ın hesabı, ona sorulduğunda,
Terledi, ateş bastı vücudunu bir anda.
O kadar sıkıldı ki hesabın korkusundan,
Tere gark olmuş halde, uyandı uykusundan.
Yatağından doğrulup, uyuyamadı daha.
Sabahleyin erkenden, geldi Resulullaha.
Peygamber Efendimiz, kendisini görünce,
Hem tebessüm ederek, buyurdu ki hemence:
(Ya Ali, üç altın’ın hesabının altından,
Kalkmak için, sıkılıp, fırladın yatağından.
Sayısı daha fazla olsaydı altınların,
Kalkabilecek miydin altından sen onların?)
Allah’ın Resulünden, bunları işitince,
Bu işin hikmetine vakıf oldu iyice.
Yine Resulullahın, ciğerparesi olan,
Fatıma hazretleri, ayrılınca dünyadan,
Hazret-i Ali ile oğulları elinde,
O gece defnedilip, geri gelindiğinde,
Ali bin ebi Talip, üzülüp çok ağladı.
Beyitler söyleyerek, yüreğini dağladı.
Ertesi sabahleyin, gidip o kabirlere,
Seslendi: (Ey mevtalar, haberim var sizlere.
Tamamen varislere taksim oldu malınız.
Hatta başkalarıyla evlendi hanımınız.
Tanımadıklarınız, göçtüler evinize.
Gayriler sahip oldu, mal-ü emvalinize.
Bizden, size haberler bunlardır ey mevtalar!
Sizden dahi bizlere, ne gibi haberler var?)
O anda bir ses duydu, diyordu ki: (Ya Ali!
Bize, dünya malının oldu büyük vebali.
Allah için verdiysek, hep çıktı karşımıza.
Kullandığımız ise, kâr kaldı yanımıza.)
. Onu sevmek, ibadettir
Ali bin ebi Talip, Allah’tan korkusundan,
Hemen her gün, her gece, ağlardı çoğu zaman.
O, her güzel ahlak ve huyların sahibiydi.
Hatta güzel ahlakın, canlı bir timsaliydi.
Çok hadis-i şerifle, edildi meth-ü sena.
Bu da, açık delildir çok yüksek olmasına.
Şöyle buyurdular ki, mesela Resulullah:
(Dört kimseyi sevmemi, emretti bana Allah.)
(Bunlar kimlerdir?) diye, sorunca sahabiler,
(Ali de onlardandır.) diye cevap verdiler.
Yine buyurdular ki o Allah’ın Habibi:
(Ali, parlar cennette, sabah yıldızı gibi.)
Birgün de Resulullah, şöyle buyurmuşlardır:
(Ben ilmin şehriyim ve Ali de kapısıdır.)
Yine onun hakkında, buyurdu ki o Server:
(O benden, ben ondanım, müminler onu sever.)
Buyurdu ki: (Ali'ye bakmak bir ibadettir.
Her kim onu üzerse, beni üzmüş demektir.)
Hazret-i Fatıma'yı, ona verdiğinde hem,
Ali bin ebi Talip hakkında, Fahr-i âlem,
Buyurdu: (Kadınların en iyisini, yine,
Erkeklerin içinden, verdim en iyisine.
Hem kızım Fatıma'yı, Ali'ye vermem için,
Allahü teâlâdan, aldım emir ve izin.
Allah, her Peygamberin neslini, kendisinden,
Benim sülalemi de, yaratmıştır Ali’den.)
Bir gün de buyurdu ki: (Kıyamet meydanında,
Ali bin ebi Talip, bulunur hep yanımda.
Kevser, Sırat, cennette, benimle beraberdir.
Rabbimi görürken de, o yine benimledir.)
Birgün de buyurdu ki: (Münafığın kalbinde,
Dört kimseye muhabbet, bulunamaz birlikte.)
Eshap sual etti ki: (Bu dört kişi kimlerdir?)
Buyurdu: (Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali'dir.)
Yine onun hakkında, birgün de Fahr-i âlem,
Buyurdu: (İyilerin rehberidir Ali hem.
Ona yardım edenler, hep yardımcı bulurlar.
Sıkıntı verenlerse, sonunda mahvolurlar.
Cennetin, üç kişiye çok muhabbeti vardır.
Bunlar, Ali ve Selman, üçüncüsü Ammar'dır.)
Birgün de buyurdu ki: (Benim evimdekiler,
Nuh aleyhisselamın gemisi gibidirler.
Onlara tâbi olan, elbet bulur selamet.
Tâbi olmayan ise, helak olur nihayet.)
Peygamber Efendimiz, Sahabeye hitaben,
Birgün de buyurdu ki: (Ağaca benzerim ben.
Fatıma bunun kökü ve Ali gövdesidir.
Hasan ve Hüseyin de, onun meyveleridir.)
. Sen peygamber misin?
Birgün Peygamberimiz, Allah’ın Arslanı'na,
Şöyle sual etti ki: (Ya Ali, söyle bana!
Altıyüzbin koyun mu, benden talep edersin,
Altıyüz bin öğüt ve nasihat mi istersin?)
Peygamber-i zişanın sualine cevaben.
(Altıyüzbin nasihat isterim) dedi hemen.
Buyurdu ki: (Uyarsan, eğer şu altısına,
Altıyüzbin nasihat yerine geçer sana.
Herkes nafilelerle meşgul olduğu zaman,
Sen, farz ibadetleri ifa et muntazaman.
Herkes dünya işiyle meşgul olduklarında,
Sen, cenab-ı Allah’ı hatırla her anında.
Yani uğraşırken de dünya işleri ile,
Allahü teâlâyı, unutma bir an bile.
Herkes araştırırken, başkasının aybını,
Sen, araştır sadece kendi ayıplarını.
Ve Herkes, insanların rızasını ararken,
Allahü teâlânın rızasını ara sen.
Herkes uğraşır iken, çok amel yapmak için,
Sen, halis olmasına dikkat et her işinin.
Herkes dünyayı sevip, onu imar ederken,
Dinini imar eyle, ziynetlendir onu sen.)
Bir gün Hazret-i Ali, Sıffine gidiyordu,
Lakin yol esnasında, susadı bütün ordu.
Aradılar ise de, su yoktu oralarda.
Yerde, büyük bir kaya gördüler o arada.
Onu kaldırmak için, uğraştılar bayağı.
Kımıldatamadılar yine de o kayayı.
Lakin Hazret-i Ali, gelerek tek başına,
Kaldırınca, altından su fışkırdı dışına.
Yine o yakınlarda, vardı ki bir kilise,
Otururdu içinde, yaşlı bir rahip kimse.
O bunu görür görmez, oraya koştu derhal.
Ve (Sen peygamber misin?) diyerek etti sual.
Cevaben buyurdu ki: (Ben peygamber değilim.
Lakin son peygamber’in, varis ve vekiliyim.)
Rahip, onun elini tutarak sevincinden,
Şehadeti okuyup, müslüman oldu hemen.
Dedi: (Biz okuduk ki semavi kitaplarda,
Güzel bir pınar vardır, bu kayanın altında.
Velakin o kayayı kim kaldırabilirse,
Ya peygamber, ya onun vekilidir o kimse.
Burada, bunun için yıllardır bekliyordum.
Sen onu kaldırınca, aradığımı buldum.
Zaten bu kilise de, yapıldı bundan sebep.
Yıllardır çok rahipler, bekledi burada hep.)
Ali bin ebi Talip, bunları işitince,
Ağlayıp, gözlerinden yaşlar aktı bir nice
. Güneş hareket etmedi
Hazret-i Ali için, güneşi, Hak teâlâ,
Geriye çevirmiştir, batmadan iki defa.
Birisi, Resulullah bulunurken evinde,
Hazret-i Ali dahi, var idi hizmetinde.
O esnada Resule, gökten indi Cebrail,
Hak teâlâ katından, bir âyet oldu nazil.
Resulullah, başını, vahyin ağırlığından,
Aliyyül Mürteza’nın, dizine koydu o an.
Güneş batmak üzere idi ki, o arada,
Başını, o vakte dek kaldıramadı hatta.
Hem rahatsız olmasın diye Peygamberimiz,
Hazret-i Ali dahi, oturdu hareketsiz.
İkindi namazını, kılmamış idi hatta.
Öylece, ima ile namazı etti eda.
Peygamber-i zişanın, geçer geçmez o hali,
Sordu: (Kılabildin mi ikindiyi ya Ali?)
Resul'ün sualine, o da cevap olarak,
Dedi ki: (İma ile kılmıştım oturarak.)
O zaman Resulullah, güneşe, bir işaret,
Edince, durdu güneş, etmedi hiç hareket.
Kıldı Hazret-i Ali namazı tekrar yine,
Bitince, devam etti güneş hareketine.
Yine Hazret-i Ali, bir kısım Eshap ile,
Bir iş için, birlikte, giderlerken Babil'e,
Yolda, Fırat nehrini geçerlerken nihayet,
İkindi namazının, daraldı vakti gayet.
Yine de bu namazı kılmıştı ekserisi.
Lakin kılamamıştı, onlardan bir ikisi.
Ali bin ebi Talip, dua etti Rabbine.
Güneş, tam batacakken, yerinde durdu yine.
Ta ki namazlarını bitirinceye kadar,
Güneş, Hakkın izniyle durdu ve kıldı karar.
İşte Hazret-i Ali, böyle bir evliyadır.
Kalplere tesir eden, nasihatleri vardır.
Buyurdu ki: (Yalnızca, müminler beni sever.
Ve yine bana yalnız, münafıklar buğzeder.
Kul, yalnız ümidini bağlamalı Rabbine.
Ve yalnız günahından, korkmalı insan yine.)
Sordular ki: (Allah’ı, en iyi bilen kimdir?)
Buyurdu: (Onu en çok tazim eden kişidir.)
Birgün de buyurdu ki: (Sizin hakkınızda ben,
Ancak şu hususlarda, korkuyorum esasen:
Birisi, nefsinizin hevasına uymaktır.
Öbürü tul-i emel, dünyaya bağlanmaktır.
Birincisi alıkor kulu iyi amelden,
Öbürü, ahireti unutturur tamamen.)
. Kıymetli sözleri
Ali bin ebi Talip, evliyanın piridir.
Sözleri hikmetli ve kalplere tesirlidir.
Birgün de buyurdu ki: (Yaşlanıp da bir insan,
Rabbini tanıyarak gitmesi bu dünyadan,
Küçük yaşta ölüp de, hiç sorgusuz, sualsiz,
Cennete girmesinden, hayırlıdır şüphesiz.)
Birgün de buyurdu ki: (Kalpler, bir kap gibidir.
Hayırla dolu olan, en hayırlı bir kalptir.
Takva sahibi kişi, korkar Hak teâlâdan.
Ve Allah korkusuyla, sakınır her günahtan.)
Birgün de buyurdu ki: (İlimsiz ibadetten,
Hayır gelmez kula hem, ihlassız amellerden.)
Birgün de buyurdu ki: (Müminin en iyisi,
Daha çok olanıdır, gayriye faidesi.)
Buyurdu: (İyilikte bulun her müslümana.
Velev ki teşekkürde bulunmasın o sana.
Dost ve arkadaşları toplayıp yemek vermek,
Köle azad etmekten, sevimlidir bana pek.)
Yine o buyurdu ki: (Sizin en hayırlınız,
Her günahta, istiğfar edendir istisnasız.
Öyle devir gelir ki, zengin olması için,
Cimrilik göstermesi lazım gelir kişinin.
Ve hatta zulm etmeden, hükümdarlık yapılmaz.
Bir menfaat olmadan, kimseyle konuşulmaz.
Bu zamana kavuşan, korursa kendisini,
Rabbimiz verir ona, elli sıddık ecrini.
Öyle zaman gelir ki, günaha tövbe eden,
Az olur, insanların hatta onda birinden.
Sonraki zamanlarda, daha da az bulunur.
Öyle zaman gelir ki, artık hiç kalmaz olur.)
Birgün de buyurdu ki: (Kim ki her fenalıktan,
Kurtulmak istiyorsa, dilini tutsun her an.
Hayra niyet edince, hemen yap ki acele,
Çünkü nefsin caydırır, seni bir bahaneyle.)
Birgün de buyurdu ki: (Dünya baki değildir.
Derdi de, nimeti de, birgün gelir tükenir.)
Yine şöyle buyurdu birgün Hazret-i Ali:
(İki husus vardır ki, bozar aklı, tedbiri.
Bunlardan birincisi, çok acele etmektir.
Biri de, olmayacak şeyleri istemektir.)
Birgün de buyurdu ki: (Edep gibi bir miras,
İlim gibi bir şeref, akıl gibi mal olmaz.)
Birgün de buyurdu ki: (İstişare etmeden,
Doğruya, hakikate ulaşılamaz hemen.)
Birgün de buyurdu ki: (Tembellik edilince,
Yıpratır o insanı, vaktinden daha önce.)
Yine Hazret-i Ali, buyurdu son olarak,
(Öksüz bir yavrucağı, zulüm olur ağlatmak.
. Cennetin direği
Resulullah, Hazret-i Ali’yi çok severdi,
Bir şey yiyecek olsa, o da yesin isterdi.
Birgün huzurlarına, kuş eti getirdiler.
Onu yemeden önce, şöyle dua ettiler:
(Ya Rabbi, kullarından çok sevdiğin birini,
Gönder de, onun ile yiyelim kuş etini.)
Resul'ün bu duası, müstecab oldu hemen.
Hazret-i Ali geldi oraya çok geçmeden.
Birgün de Resulullah, tertib edip bir ordu,
Düşmanın üzerine, harbe gönderiyordu.
Hazret-i Ali dahi, var idi o orduda.
O Server, onun için, bulundu bir duada.
Buyurdu ki: (Ya Rabbi, Ali dönene kadar,
Bana ömür ihsan et, göreyim onu tekrar.)
Birgün yine mescitte, kılıyorken o namaz,
Sadaka talep etti bir fakir ondan biraz.
Hatta Hazret-i Ali, rükuda idi o an,
Yüzüğünü çıkarıp, bıraktı parmağından.
Onun bu hareketi, makbul geldi Allah’a.
Bir âyet nazil oldu hemen Resulullaha.
Maide suresinden, ellibeşinci âyet,
Gelerek, kendisini, Rabbimiz eyledi meth.
Birgün de Resulullah, Aliyyül Mürteza'ya,
Buyurdu: (Ya Ali, sen, benziyorsun İsa'ya.
Yahudiler, ona çok düşmanlıklar ederek,
Annesi Meryem'e de, iftira ettiler pek.
Hıristiyanlar ise, çok aşırı sevdiler.
Kendi makamından da, yukarı yükselttiler.)
Kendisi de, bununla alakalı olarak,
Buyurdu: (Benim için, yoldan çıkar bazı halk.
Zira benim sevgimi, sürerek ileriye,
Çok düşmanlık yaparlar, bir kısım sahabiye.
Benim hiç muhabbetim yok böyle insanlara.
Onların sevgileri, samimi değil zira.
Yine bazıları da, bana çok buğzederler,
Ama bazı Eshabı, güya fazla severler.
Bu iki grup dahi, ehl-i sünnet değildir,
Doğru yoldan ayrılmış, yani cehennemliktir.)
Yine buyurdular ki Allah’ın Sevgilisi:
(Gökte, çok perdelerden geçtim Mirac gecesi.
Yükselip, bir makama geldim ki en nihayet,
Orada bir ses duydum, derdi ki: Ya Muhammed!
Senin baban İbrahim, ne güzel bir pederdir.
Senin kardeşin Ali, ne güzel biraderdir.)
Yine Resul-i ekrem, şöyle haber verdi ki:
(Cennetin direğidir, Ali ve ehl-i beyti.)
. Cehennem yaratılmazdı
O Server buyurdu ki: (Ya Ali, Hak teâlâ,
Seni, dört haslet ile, herkesten kıldı a’la.)
Hazret-i Ali dahi, bu sözler üzerine,
Şöyle arz eyledi ki Allah’ın Resulüne:
(Anam, babam, yoluna feda olsun büsbütün.
Bu fakir nasıl olur, herkesten daha üstün?)
Buyurdu ki: (Ya Ali, dilerse cenab-ı Hak,
Dilediği kuluna, ihsan eder muhakkak.
Öyle ki, hiç kimsenin hayaline, aklına,
Gelmeyen nimetleri, bahşeder o kuluna.)
Eshap sual etti ki: (Ali'yi üstün kılan,
O dört husus nedir ki, merak ettik biz şu an.)
Buyurdu ki: (Ali'ye, Fatıma gibi hanım,
Hasan, Hüseyin gibi, oğul verdi Allah’ım.
Hem de Resulullah'tır, onun kayınpederi.
Bana nasib etmedi, lakin bu nimetleri.)
Sahabe-i kiramın, üstünlerinden bir zat,
Der ki: Resulullahtan, işittim ben de bizzat.
Buyurdu ki: (Ali'ye, kim kötü söyler ise,
Onu, bana söylemiş gibi olur o kimse.
Bana dil uzatırsa bir kimse de eğer ki,
Allah’a dil uzatmış sayılır elbette ki.)
Cabir bin Abdullah da, bu babta der ki aynen:
(Bizler, Resulullahın zamanında da zaten,
Bir kimse münafık mı, bunu anlamak için,
Sadece bir tavrına bakardık o kişinin.
O, Hazret-i Ali'ye, ediyorsa düşmanlık,
O zaman anlardık ki, bu kişi bir münafık.)
Yine Hazret-i Ali, der ki: (Resul-i ekrem,
Bana bin çeşit ilim talim buyurdu ki hem,
Vardır her bir ilmin de bin kolu ve şubesi,
O takdirde bir milyon ilim olur cümlesi.)
Cabir bin Abdullah'ın, yine rivayetiyle,
Peygamber Efendimiz, buyurdular ki şöyle:
(Nasıl ki hakkı varsa, oğlunda her babanın,
Ümmette hakkı vardır, Aliyyül Mürteza'nın.)
Muaz bin Cebel dahi, şöyle rivayet eder:
Hadis-i şeriflerde, buyurdu ki o Server:
(Ateş, nasıl odunu, yakıp küle çevirir,
Ali'nin sevgisi de, günahları bitirir.
Ben ilmin şehriyim ve Ali de kapısıdır.
O, ilmi ümmetime tam açıklayıcıdır.
Ve yine imandandır ona sevgi, muhabbet.
Ona bakmak rahmettir, sevgisi de ibadet.
Ali'nin sevgisinde, birleşseydi eğer halk,
Rabbimiz, cehennemi o zaman etmezdi halk.
Yer gök, bir kefesine konulsa terazinin,
Buna rağmen, imanı ağır gelir Ali'nin.)
. Resulullah’ın nasihatı
Peygamber Efendimiz, hadis-i şeriflerde,
Aliyyül Mürteza'yı, övmüştür birçok yerde.
Mesela buyurdu ki: (Ali halk olmasaydı,
Fatıma'ya münasip, bir kimse bulunmazdı.
Kim Ali'ye düşmanlık beslerken ölse eğer,
O, imansız olarak ruhunu teslim eder.)
Birgün de buyurdu ki kendisine hitaben:
(Ya Ali, sen herşeyi, iste yalnız Rabbinden.
Bilmediğin birşeyi, sorduğunda insanlar,
Bilmiyorum demekten, utanma yine zinhar.
Güler yüzlü, cömert ol, kimseyi kırma sakın.
Bu üçü, şiarıdır zira her müslümanın.)
Enes bin Malik dahi, şöyle rivayet eder:
Birgün Resulullahla, otururduk beraber.
Ensardan Ebu Ukayl, sordu Resulullahtan:
(Senden sonra en üstün, kimdir bu insanlardan?)
(Ebu Bekr-i Sıddık'tır) diye cevap verince,
(Ondan sonra kim?) diye, sordu yine hemence.
Resulullah, (Ömer'dir) buyurunca cevaben,
(Ömer'den sonra kimdir?) diye sordu o hemen.
(Osman ibni Affan'dır) buyurunca o Server,
(Peki, Osman'dan sonra, kimdir?) dedi bu sefer.
Peygamber Efendimiz, buna dahi cevaben,
(Aliyyül Mürteza'dır) buyurdu ona hemen.
Hazret-i Peygamberin cevabı üzerine,
Ebu Ukayl, dedi ki Allah’ın Resulüne:
(Anam, babam ve canım, yoluna feda olsun.
Niçin amcan oğlunu, sona bırakıyorsun?
Halbuki Ali senin, kardeşin değil midir?
Niçin onun ismini, en sona ettin tehir?)
O Server buyurdu ki ona cevap olarak:
(Bütün Peygamberleri, yaratıp cenab-ı Hak,
Gönderdi her birini, birbirlerinden sonra.
Beni, en son olarak, gönderdi insanlara.)
Peygamber Efendimiz, devam edip sözüne,
Şöyle izah buyurdu, bu mevzuda hem yine.
(Benim, Peygamberlerin sonuncusu olarak,
Gelmemin, bir zararı oldu mu ki en ufak,
Ali’nin de, hilafet sırasında, en sona,
Kalması, bu bakımdan bir zarar versin ona.
Ve ayrıca Adem'in yaratıldığı andan,
Kıyamet gününe dek, ne kadar ehl-i iman,
Geldi ve gelecekse, onların her birinin,
Ecrini, bana dahi verir Rabbil âlemin.
Ve yine yeryüzünde, şarktan ta garba kadar,
Allah’a iman eden, varsa nice insanlar,
Onların kazandığı sevapları da aynen,
Ali’ye bağışladı Hak teâlâ tamamen.)
. O, melek değildir
Aliyyül Mürteza'ya, o Server-i Kainat,
Hususi nasihatler ederdi ona bizzat.
Birgün de buyurdu ki: (Ya Ali, olma cimri.
Cömert ol ve katiyen, ayıplama kimseyi.
Buz, nasıl erir ise güneşin karşısında,
Öyle erir günahı, cömert insanların da.)
Bilal-i Habeşi de, rivayet eder ki hem:
Yanımıza gelmişti, bir zaman Fahr-i âlem.
Gayet sevinçli olup, tebessüm ediyordu.
Ondördüncü ay gibi, yüzü nur saçıyordu.
Dedim ki: (Anam, babam, feda olsun yoluna.
Sizdeki bu nur nedir, çok parlak geldi bana?)
Buyurdu: Amcam oğlu, kardeşim ve damadım,
Hakkında, Rabbimizden şimdi bir müjde aldım.
Nikah ettiği zaman, Ali'ye Fatıma'yı,
Rıdvan'a emretti ki, (Sallayıver Tuba'yı!)
O, Tuba ağacını, tutup salladığında,
Çok senetler saçıldı o ağaçtan anında.
Onların üzerinde, şu yazı vardı ki hem,
Ondandır işte benim bu sevincim ve neşem:
(Kim benim Resulümle, onun ehl-i beytini,
Severse, görmez onlar Cehennem ateşini.)
Peygamber Efendimiz, buyurdu ki birgün de:
Aç, susuz ve çıplakken halk kıyamet gününde,
Biz dört kişi, binekler üzerinde oluruz.
Ben, burak üzerinde bulunurum bahusus.
Salih aleyhisselam, devesine biner, ve,
Biner Fatıma dahi, Asba adlı deveye.
Aliyyül Mürteza da, cennet develerinden,
Birisine binerek, gider benim önümden.
(La ilahe illallah, Muhammed Resulullah!)
Diye nida edince, melekler görür nagah.
Kendi kendilerine, şöyle zannederler ki:
Bu, büyük meleklerden biridir elbette ki.
Hak teâlâ katından, o esnada bir nida,
Gelir ki, herkes onu işitirler o anda.
Der ki: (Ey mahşer halkı, o, bir melek değildir.
O, benim Habibimin Eshabından Ali'dir.)
Bir gün de buyurdu ki: (O Kıyamet gününde,
Ben gelirim, Ali de durur benim önümde.
Liva-i hamd’i dahi, o taşır ki o zaman,
Sancak, iki parçadır sündüs ve istebrak'tan.)
Biri sual etti ki: (Ya Resul-i mücteba!
(Nasıl taşıyabilir, o sancağı acaba?)
Buyurdu ki: (Elbette, onu taşıyabilir.
Çünkü ona, çok üstün hasletler verilmiştir.
Sabrı bana benziyor, güzelliği Yusüf'e.
Benzer kuvvette dahi, o aynen Cebrail'e.)
. Onun suretindeki melek
Şöyle nakledilir ki, Aliyyül Mürteza'dan:
Resul'ün huzuruna varmış idim bir zaman.
Dedim: (Ya Resulallah, neşeli gördüm sizi.
Acaba sevindiren, nedir hazretinizi?)
Buyurdu ki: (Ya Ali, Cebrail, Rabbimizden,
Bana, şöyle bir haber getirdi şimdi hemen.
Dedi: Adn cennetini, yarattı cenab-ı Hak.
Ve kendi kudretiyle, bir ağaç eyledi halk.
Ağaçtan, yediyüzbin dal budak çıktı o an,
Her dalda, yediyüzbin köşk yarattı yakuttan.
O köşklerin içinde, gözlerin görmediği,
Ve hatta kulakların duyup işitmediği,
Akıllara gelmeyen yiyecek, içecekler,
Yarattı Hak teâlâ, hem bir nice nimetler.
Ya Ali, bütün bunlar, sana verilecektir.
Ve seni sevenlere, ihsan edilecektir.
Sana düşmanlık eden, bana eder esasen.
Onlar, şefaatime kavuşamazlar zaten.)
Abdullah bin Abbas da, naklediyor ki: Bir gün,
Kılmıştık ikindiyi, arkasında Resul'ün.
Namazını bitirip, cemaate döndüler.
Sonra da el kaldırıp, çok dua eylediler.
Sonra buyurdular ki: (Miracda yükselirken,
Bir kimseyi görmüştüm, Ali’ye çok benzeyen.
O anda düşündüm ki o kimseyi görünce:
Ali gelip oturmuş, buraya benden önce.
Lakin Cibril dedi ki: O zat, Ali değildir.
Ali'nin suretinde halkolmuş bir melektir.
Göklerdeki melekler, onu, sık sık görmeyi,
İsteyince, Rabbimiz yarattı bu meleği.
Aliyyül Mürteza’yı, görmeyi isteyenler,
Bu meleğin önüne gelip, selam verirler.
İsterseniz yaklaşıp, selam verin siz dahi.
Bakın, göreceksiniz Ali'yi bizatihi.
Ben de yanına varıp, kucaklayınca onu,
Gerçekten aldım ondan, Ali'nin kokusunu.)
Yine o, kış gelince, hep yaz elbiseleri,
Yazın da, kışlık libas giyiyordu ekseri.
Hikmeti sorulunca kendisine bir yerde,
Dedi: (Hayber fethinde olduğumuz günlerde,
Peygamber Efendimiz, Eshaptan beni sordu.
O sırada benim de, gözlerim ağrıyordu.
Mübarek ellerini, gözüme sürdü benim.
O anda iyileşti çok ağrıyan gözlerim.
Ve dua buyurdu ki benim için o zaman:
(Ya Rabbi koru bunu, soğuk ile sıcaktan.
Resul'ün bu duası, anında etti tesir.
Artık bu ikisinden, olmadım müteessir.)
. azreti Ali’nin şehadeti
Bir münafık vardı ki, (İbni Mülcem) adında,
Öldürmek niyetiyle, dolaşırdı ardında.
Bir sabah namazına, mescide geldi hain.
Oturdu arkasında, tam Hazret-i Ali’nin.
Zehirli kılıcını, saklamıştı beline.
Kavuşmak istiyordu, o sabah emeline.
İmam olup, namaza durunca en nihayet.
İbni Mülcem, ardında, fırsat kolluyordu hep.
Secdeden doğrulup da, gitmeden ikinciye,
Savurdu kılıcını, o, Hazret-i Ali’ye.
Darbenin tesiriyle, kaybederek kendini,
Kalkıp, taş bir direğe sertçe vurdu elini.
Öyle ki, o vuruşla, derler ki rivayette,
Beş parmağının dahi, izi çıktı direkte.
Ana-baba gününe dönmüştü birden cami.
Lakin yakaladılar, derhal İbni Mülcem'i.
Ve sual ettiler ki: (Sen mi vurdun Emir’e?)
Hemen inkâr eyledi cinayeti ilk kere.
İtiraf eyleyince daha sonra mecburen,
Emir'in huzuruna aldılar onu hemen.
Buyurdu: (Ey zavallı, bu işi niçin yaptın?
Ve benim evladımı, niçin yetim bıraktın?)
Bir cevap vermeyince, o, Hazret-i Ali'ye,
Buyurdu: (Atın bunu, zindandan içeriye.)
Sonra da, evladını yanına çağırarak,
Vasiyetler eyledi onlara son olarak.
Emretti daha sonra, (Kapıyı örtün) diye.
O gün bırakmadılar, kimseyi içeriye.
Hasan ile Hüseyin, kapıda bekleşirken,
Ses duydular bir ara, evlerinin içinden.
Diyordu: (Vefat etti Peygamber ey ahali!
Şehid oldu Ebu Bekr, Ömer, Osman ve Ali.)
Girdiler içeriye, gördüler, hakikaten,
Allah Arslanı Ali, göç etmiş bu âlemden.
Allah’ın Resulüne uyarak, o da yine,
Tam altmışüç yaşında, vasıl oldu Rabbine.
Her gazada bulundu yanında Peygamberin.
Bir tanesini bile, kaçırmadı harplerin.
Buğday benizli olup, uzun idi gerdanı.
Cihan, hiç görmemişti, böyle bir pehlivanı.
İri yapılı olup, genişti göğsü hem de.
Mübarek sakalını, uzatırdı harplerde.
Öyle ki, savaşlarda, o mübarek sakallar,
Yayılırdı her iki omuzlarına kadar.
Aliyyül Mürteza’nın, ömrünün son yılları,
Pamuk gibi, bembeyaz olmuştu sakalları.
Vilayet makamında, o, herkesten öndedir.
Her veli’ye, her zaman, feyiz hep ondan gelir.
. Dünyaya geldiği gün
Şöyle nakledilir ki Cabir bin Abdullah'tan:
Eshap sual ettiler, birgün Resulullahtan.
Dediler ki: (Ali'nin, dünyaya gelmesiyle,
İlgili bir malumat verir misiniz bize?)
Buyurdu: Hak teâlâ, dünyayı yaratmadan,
Ali'yle ikimizi, yarattı aynı nurdan.
Allah’ın huzurunda, onu tesbih ederdik.
Bir sulb'den bir rahim'e, birlikte nakledildik.
Ben, Abdülmuttalip'ten, Abdullah’ın sulbüne,
O da, Ebu Talib’in sulbüne geçti yine.
Abdullah'ın sulbünden, Âmine’ye geçtim ben,
Ali de, Fatıma’ya geçti Ebu Talip'ten.
O gece, tam bin kişi, hepsi rüyalarında,
(Bu doğan kimdir?) diye, işittiler bir nida.
Buna cevap olarak, şöyle ses işitildi:
(Ali bin ebi Talip, dünyaya teşrif etti.)
Zelzele oldu o gün Mekke'de birdenbire.
Putlar, yüzü üzeri devrildiler hep yere.
Mekke halkı, bu halden endişe eylediler.
(Bu gece, fevkalade hadise var) dediler.
O esnada, şöyle bir nida geldi gaibten.
Diyordu ki: (Bu gece, müşrikleri kahreden,
Habibullahın mührü, abidlerin ziyneti,
Kendisinde toplayan, ilim ile hikmeti,
Cehil karanlığına, ziya ve ışık salan,
Ali bin ebi Talip, dünyaya geldi şu an.)
Yine Peygamberimiz, Mekke'yi fethedince,
Beytullah'ın içinde, putlar vardı bir nice.
Resul'ün emri ile, bir bir kırıp attılar.
Lakin bir tanesini, yerinde bıraktılar.
Zira o, büyük olup, hem taştan yapılmıştı.
Zincir ve çivilerle, tavana çakılmıştı.
Peygamber Efendimiz, bizzat girdi Kâbe'ye.
Hazret-i Ali'yi de, çağırdı içeriye.
Buyurdu ki: (Ya Ali, omuzuma basarak,
O putu deviriver, bağlarını açarak.)
Dedi: (Ya Resulallah, fedadır canım sana.
Nasıl basabilirim, ben senin omuzuna?
İşte benim vücudum, her zaman emrindedir.
Siz benim omuzuma bassanız, yerindedir.)
Buyurdu ki: (Ya Ali, bendeki Nübüvvetin,
Sıkletini çekmeye, takatin yetmez senin.)
Ali bin ebi Talip, Resul'ün arzusuna,
Uyarak, basıp çıktı mübarek omuzuna.
Bir eliyle o putu, zincir ve çivilerden,
Tamamen ayırarak, acele indi hemen.
Dedi: (Ya Resulallah, çıkınca ben oraya,
Sandım ki değdi başım, sanki Arş-ı a’laya.)
. Cehennem kimler için?
Peygamber Efendimiz, Aliyyül Mürteza’ya,
Hususi nasihatler ederdi ekseriya.
Birgün de buyurdu ki: Mirac gecesinde, ben,
Cennetin kapısında, bir yazı gördüm hemen.
Şöyle ki: (Kim nefsine, ederse muhalefet,
Ebediyen cennette olur o, yarın elbet.)
Buyurdu ki: (Ya Ali, Allahü teâlânın,
Rızası, rızasında olur anne babanın.
Ya Ali, misafire, komşuna ikram eyle.
Hele anne babana, olsalar kâfir bile.
Bir mücrim, günahkâr kul, felaketine sebep,
Olacak bir şey için, duada bulunsa hep,
Rabbimiz emreder ki bazı meleklerine:
(Bu kulun istediği, hemen gelsin yerine.
Derhal ifa edin ki onun her isteğini,
Duymak istemiyorum, zira onun sesini.)
Ya Ali, bir kulu da, severse cenab-ı Hak,
Onun her muradını, vermez acil olarak.
O, ne kadar Rabbinden etse de onu talep,
Geciktirir Rabbimiz, onun duasını hep.
Melekler bunu görüp, arz eder ki hem dahi:
(Bu kulun duasını kabul et ya ilahi!)
Rabbimiz buyurur ki: (Bırakın onu bana.
Benden daha fazla mı, acırsınız siz ona?
Ben geciktiriyorum, onun bu duasını.
Zira çok seviyorum, bana yalvarmasını.)
Hak teâlâ bir kula, gadap ederse eğer,
O zaman o kimseye, haram mal nasib eder.
Faidesiz şeylerle, artık o meşgul olur.
Dalar gaflet içine, ahireti unutur.
Peygamber Efendimiz, buyurdular ki yine:
Ya Ali, eğer bir kul, gelse ölüm haline,
A'zası, birbirine selam verir ve der ki:
(Ben öldüm, sen de şimdi ölürsün elbette ki.)
Hatta onun ak tüyü, der ki kara tüyüne:
(Ben öldüm, sen de elbet ölürsün birkaç güne.)
Ya Ali, her yeni gün, seslenir ki her daim:
(Ey insanoğlu, senin, her haline şahidim.)
O gündüzün peşinden, gelince de her gece,
O da, insanoğluna nida eder böylece.
Ya Ali, gün doğmadan ve fecir ağarmadan,
Tövbe eden kulunu, affeder Allah o an.
Yıldızlar sayısınca, olsa da günahları,
Yine de Hak teâlâ, af buyurur onları.
Ya Ali, bir insanda, en iyi aza, dildir.
Zira yarın cennete, onun ile girilir.
Yine en kötü aza, dilidir ki insanın,
Zira kul, cehenneme, onunla girer yarın.)
. Ne için iki hisse?
Sahabe, bir gazadan dönmüşlerdi zaferle,
Çok miktarda ganimet geçmişti hem de ele.
Peygamber Efendimiz, o ganimet malından,
Mücahid gazilere, dağıtıyordu o an.
Velakin birer hisse verir iken herkese,
Aliyyül Mürteza'ya, vermişti iki hisse.
Bu durumu görünce, birtakım münafıklar,
Hemen asker içinde, dedikodu yaptılar.
Dediler ki: (Peygamber, amcasının oğluna,
İltimas eyleyerek, iki pay verdi ona.)
Resulullah üzülüp, çıktı hemen minbere.
Şöyle hitab eyledi, o zaman gazilere:
(Ey insanlar, bu harpte, küffarın ordusunu,
Bilen var mı acaba kimin susturduğunu?
Kâfirleri korkutan müthiş naraları, hep,
Kimin attığını da, bilir misiniz acep?)
Mücahidler, cevaben dediler ki bahusus:
(Evet ya Resulallah, biz onu biliyoruz.
Ablak bir ata binmiş, yeşil sarık başında.
Sanki dağlar titrerdi, her nara atışında.
O, hamle yaptığında, sanki yer sallanırdı.
Her kılıç sallayışta, nice başlar alırdı.
Lakin o, kılıcını, küffara vurduğunda,
Bir bulut kaplıyordu etrafını o anda.
Bu yüzden göremezdik, biz onu tam olarak.
Lakin yerde görürdük, kesik baş, kol ve ayak.)
Peygamber Efendimiz, buyurdu ki o zaman:
(Kardeşim Cebrail'di, o şekilde savaşan.
Giderken de dedi ki: Ganimet hissemi, siz,
Ali'nin hissesine, ilave eyleyiniz.
Bunun için Ali'ye, iki hisse vermiştim.
Yoksa amcam oğluna, iltimas etmemiştim.)
Birgün de, bir akarsu taşarak birdenbire,
Hayli ziyan vermişti, etrafta ekinlere.
Halk Hazret-i Ali'ye gelip rica ettiler.
(Dua buyurunuz da, su azalsın) dediler.
(Peki!) deyip, az sonra, çıktı kapı dışına.
Resul'ün sarığını, koymuş idi başına.
Giymişti üzerine, hem onun abasını.
Elinde tutuyordu, mübarek asasını.
Hasan ve Hüseyin'i, alarak hem yanına,
Ata binip geldiler, o suyun kenarına.
Asa ile, o nehre bir işaret buyurdu.
Suyunun seviyesi, azalıp yine durdu.
İkinci işaretle, seviye indi yine.
Üçüncüde geldi tam normal seviyesine.
(Bu kadar kâfi midir?) diye sual ettiler.
İnsanlar, (Yeter!) deyip, teşekkür eylediler.
. Cemaata yetişsin!
Birgün Hazret-i Ali, bir sabah namazına,
Gidiyorken, rastladı ihtiyar bir insana.
Aynı istikamette giderdi o da o an.
Lakin yavaş giderdi, çok yaşlı olduğundan.
Ali bin ebi Talip, cemaate yetişmek,
Düşüncesiyle onu, istedi geçip gitmek.
Velakin hürmet edip, onun ak sakalına,
Önüne geçemeyip, takıldı arkasına.
İhtiyarın ardından, yavaşça yürüyerek,
Geldiler bu şekilde, mescidin önüne dek.
Sonra Hazret-i Ali, mescide girdi, fakat,
Devam etti yoluna, oradan o yaşlı zat.
Ali bin ebi Talip, anladı ki bu sefer,
O kişi mümin değil, hıristiyanmış meğer.
Velhasıl içeriye tam girdiği saatte,
Gördü ki, hep rükua eğilmiş cemaat de.
Güneşin doğmasına, kalmıştı az bir zaman.
Aceleyle son safta, imama uydu o an.
Resulullah, rükuda bir müddet beklediler.
Sahabe-i kiram da, bunu merak ettiler.
Namaz bittikten sonra, sordular: (Efendim, siz,
İlk rükua gidince, niçin çok beklediniz?)
Buyurdu ki: (Rükudan doğrulacağım zaman,
Süratle geldi Cibril, Sidret-ül münteha'dan.
Eli ile başıma, kanadıyla arkama,
Bastırıp, mani oldu o rükudan kalkmama.
Bir müddet öyle kalıp, bıraktı sonra beni.
Ben dahi anlamadım, bu işin sebebini.)
O sırada, Allah’ın emri ile Cebrail,
Sevgili Peygamberin yanına oldu nazil.
Dedi: Ya Resulallah, emriyle Rabbimizin,
Geldim ki, bildireyim hikmetini bu işin.
Sen, birinci rükudan tam kalkacaktın, fakat,
Bana, Hak teâlâdan erişti bir talimat.
Buyurdu ki: (Acele, Habibime git şu an.
Ve sırtına bastır ki, kalkmasın o rükudan.
Zira Ali kulum da, namaza gelmektedir.
Bir yaşlının peşinden, yavaş yürümektedir.
Çünkü o ihtiyarın, haya edip yaşından,
Önüne geçemeyip, yürüyor arkasından.
Habibimin sırtını git tut ki, doğrulmasın.
Ali de, cemaate yetişip, sevap alsın.
Ben de bu emir ile, yetiştim yanınıza.
Ve hemen kanadımla, bastırdım sırtınıza.)
Peygamber Efendimiz, çok hayret eylediler.
Ve ondan duyduğunu, Eshaba naklettiler.
Aliyyül Mürteza’nın, Hak teâlâ indinde,
Kıymeti, daha iyi anlaşıldı o günde.
. Beni ona kavuştur!
Ali bin ebi Talip, henüz vefat etmeden,
Hasan ve Hüseyin’e vasiyet etti hemen.
Vakta ki göç eyledi, ahiret âlemine,
Vasiyeti, ayniyle getirdiler yerine.
Oğulları, geriye dönerken kabristandan,
Bir garip gördüler ki, ediyor ah-ü figan.
Şaşırıp o kimsenin bu acıklı haline,
Niçin ağladığını sordular kendisine.
Dedi ki: (Ey azizler, garibim, üzüntüm çok.
Lakin bu üzüntümü, paylaşacak kimse yok.)
Dediler ki: (Ey kişi, bu zamana kadarki,
Üzüntünü, kiminle paylaşıyordun peki?)
Dedi ki: (Bir senedir, bir kimse geliyordu.
Bütün ihtiyacımı, o ifa ediyordu.
Velakin iki gündür, gelmedi bana o zat.
Üzüntüm işte budur, kimseler bilmez fakat.)
Dediler: (O dediğin kimsenin ismi neydi?)
Dedi ki: (Bilmiyorum, ben sordum, söylemedi.
Derdi ki: Allah için, ben hizmet ediyorum.
Mükafatını ise, Rabbimden bekliyorum.)
Fakire sordular ki yine Hasan, Hüseyin:
(Şemaili nasıldı dediğin o kimsenin?)
Dedi ki: (Ben a’mayım, bu yüzden bilmem onu.
Bilirim fakat onun, çok yüksek olduğunu.
Zira o, devam üzre Rabbini anıyordu.
Zikrine, melekler de iştirak ediyordu.
Bunu ben, hislerimle çok iyi anlıyordum.
Bu dünya gözüyle de, görmeyi istiyordum.
Çok zaman benim ile beraber durduğuna,
Memnun olduğunu da, söylerdi hatta bana.
Hep derdi ki: Fakirler, fakirlerle oturur.
Garip de, gariplerle oturup rahat olur.)
O böyle başlayınca bunları anlatmaya,
Hasan ile Hüseyin, başladı ağlamaya.
Ve: (Senin bahsettiğin ahlak ve alametler,
Aliyyül Mürteza'da, aynen vardır) dediler.
Fakir, heyecanlanıp dedi ki: (Öyle ise,
Onu tanıyorsunuz, ne oldu o kimseye?)
Vefat eylediğini, söyledikleri zaman,
O fakir, ağlayarak eyledi ah-ü figan.
Dedi: (Resulullahın, yüksek hatırı için,
Beni, kabri başına götürün o kişinin.)
Onlar, çok acıyarak o fakirin haline,
Alıp, babalarının, götürdüler kabrine.
Fakir, mezar başında, dedi ki: (Ya ilahi!
Bu kabir sahibine kavuştur beni dahi.)
Kabul etti Rabbimiz, onun bu arzusunu.
Onun kabri başında, teslim etti ruhunu.
. Bana kim yardım eder?
(En yakın akrabanı, davet eyle hak dine!)
Diye vahiy gelince Allah’ın Habibine,
Toplayıp, tebliğ etti dinini onlara hep.
Lakin itiraz etti, amcası Ebu Leheb.
Hemen ayağa kalkıp, dedi ki haziruna:
(Daha önce davranıp, mani olun siz buna.
Onun dediklerini kabul eder iseniz,
Zillet ve hakarete uğrarsınız hepiniz.)
O Server'in halası, Atike hatun ise,
Dedi: (Böyle konuşmak, yakışır mı hiç bize?
Kardeşimin oğlunun bu dini, elbette hak.
Bize layık değildir, onu yalnız bırakmak.
Bugün bütün âlimler diyor ki ittifakla:
Kureyş'ten bir Peygamber gelecektir mutlaka.
Hem de Abdülmuttalip soyundan gelecektir.
O Resul işte budur, sözü, hak ve gerçektir.)
Bu sözlere mukabil, yine de Ebu Leheb,
Çirkin konuşmasına, devam edip durdu hep.
O zaman Ebu Talip, fena gadaplanarak,
Hemen Ebu Leheb'e, bağırdı ki: (Ey korkak!
Ne için yeğenime edersin muhalefet?
Sağ oldukça, biz onun yardımcısıyız elbet.)
Sonra, Resulullaha döndürerek yüzünü,
Gayet ferahlandırdı Allah’ın Resulünü.
Dedi ki: (Ey yeğenim, insanları hak dine,
Çağıracağın zaman, haber ver bize yine.
Silahlanıp, seninle hep birlikte gelelim.
Seni, düşman şerrinden muhafaza edelim.)
Sonra Resul-i ekrem, devamla sözlerine,
Dedi: (Davet ederim, sizi islam dinine.
Ben sizi, dilde kolay, mizanda ağır basan,
Şu iki kelimeye çağırıyorum şu an:
La ilahe illallah, Muhammedün Resulullah
Buna inanırsanız, bulursunuz hep felah.
Benim bu davetimi, hanginiz kabul eder?
Ve hanginiz bu yolda, bana hep yardım eyler?)
Üç defa tekrar etti, Resul bu teklifini.
Kimse cevap olarak, çıkarmadı sesini.
Yalnız her defasında, bir kimse kalkıyordu,
(İnandım, her yardıma ben hazırım!) diyordu.
Hazret-i Ali idi bu şerefe kavuşan,
Hem henüz çocuk olup, on yaşındaydı o an.
Üçüncüde kalkarak, dedi: (Ya Resulallah!
Senin nübüvvetine, inanıyorum Vallah.
Gerçi yaşça bunların en küçüğü isem de,
Sana yardım ederim her zaman ve her yerde.)
Peygamber Efendimiz, tuttu onun elinden.
Diğerleri, hayretle dağıldılar evinden.
. Ben ondanım, o benden
Uhud’da, kâfirlerin gayesi yine tekti.
O da, bir fırsat bulup, Resulü öldürmekti.
Lakin bu, zordu gayet, zira Eshab-ı kiram,
Resul'ün etrafında, halka olmuşlardı tam.
Ona gelen her türlü hücumlara, her saat,
Siper oluyorlardı, bedenleriyle bizzat.
Buna rağmen müşrikler, fırsat bulup bir ara,
Yaklaşmışlar idi ki, Resul-i kibriyaya.
Peygamber Efendimiz, görür görmez bu hali,
Buyurdu ki: (Şunlara hücum eyle ya Ali!)
O, kılıca sarılıp, derhal hücum ederek,
Düşmanın üzerine, saldırdı kükreyerek.
Amr ibni Abdullah'ı, öldürdü vurup hemen.
Diğerlerini ise, kaçırttı o bölgeden.
Bir aralık kılıcı, ikiye bölününce,
O Server, zülfikârı verdi ona hemence.
Yine hücum olmuştu, o ara müşriklerden.
Buyurdu ki: (Ya Ali, bunları def et benden!)
Yine Hazret-i Ali, çekerek Zülfikâr'ı,
Dağıttı bir hamlede, hücum eden küffarı.
Bunu görüp Cebrail, geldi Resul katına.
Aliyyül Mürteza'yı, eyledi meth-ü sena.
Peygamber Efendimiz, buyurdu ki cevaben:
(Ey Cibril, elbette ki ben ondanım, o benden.)
Cibril aleyhisselam, bu sözün üzerine,
(Ben de ikinizdenim) diye arz etti yine.
Bu sırada, bir nida duyuldu ki aşikâr:
(Yiğitlerden Ali ve kılıçlardan Zülfikâr.)
Küffarın tek hedefi, Resulullahtı bizzat.
Lakin Eshab-ı kiram, vermiyordu hiç fırsat.
Resul'ün etrafında, et'ten bir duvar gibi,
Kale oluşturdular, otuz kadar sahabi.
Ona gelen oklara, o mümtaz sahabiler,
Kendi bedenlerini ettiler kalkan, siper.
Birçoğu, ona gelen oklara karşı durup,
O Resul'ün önünde, şehid oldu vurulup.
Bir ara, müşriklerin sancağını taşıyan,
Talha bin Ebi Talha, meydana çıktı o an.
Sonra da seslendi ki: (Kendisine güvenen,
Var ise, çarpışmaya, karşıma çıksın hemen!)
Kâfir, çok gururlu ve kibirliydi bir hayli.
Onun da karşısına, çıktı Hazret-i Ali.
Kâfir, baştan ayağa bürünmüştü zırhlara.
Allah Arslanı Ali, tekbir aldı o ara.
Öyle kılıç çaldı ki, sancak tutan kâfire,
Başı kopup, sancağı, düşüverdi yerlere.
Resulullah ve Eshap, tekbirler aldı o an.
İnledi yer gök o gün, tekbir sedalarından.
. Müşrikler öldürüldü
Uhud cengi başında, müşriklerden iki er,
Müminler tarafından, hemen öldürüldüler.
Biri, sancaktar idi, o da öldürülmüştü.
Sancağı yere düşüp, yerlerde sürünmüştü.
Osman bin ebi Talha, meydana koştu hemen.
Düşen sancaklarını, kaldırdı alıp yerden.
O dahi seslenerek, müslümanlardan yana,
Kendine çok güvenip, er istedi meydana.
Halbuki biraz önce, kendisine güvenen,
İki müşrik, anında öldürülmüştü hemen.
Zübeyr bin Avvam ile Allah Arslanı Ali,
Şimdi öldürmüşlerdi, mağrur iki kâfiri.
Bu da, gururlanarak yine er isteyince,
Hazret-i Hamza çıktı, karşısına hemence.
Kaldırdı kılıcını, hiç fırsat vermeyerek,
Öyle kılıç çaldı ki, ona (Allaah!) diyerek,
Giydiği çelik zırhı, tam ikiye bölündü.
Sancak yere düşerken, kâfir de düşüp öldü.
Bu, üçüncü müşrikti anında öldürülen.
Dördüncüsü yürüdü, meydana sonra hemen.
Adı, Ebu Said’di, geldi yaya olarak.
Düşen sancaklarını, o yerden kaldırarak,
Bağırıp mağrur halde müslümanlardan yana,
O da, çarpışmak için, er istedi meydana.
Baştan ayağa kadar, zırhlarla kaplı idi.
(Benimle çarpışacak, yürekli kim var?) dedi.
Halbuki ondan önce, böyle böbürlenerek,
Üç kişi can vermişti, birer kılıç yiyerek.
Peygamber Efendimiz Allah’ın Arslanı’na,
Buyurdu ki: (Ya Ali, çık şunun karşısına!)
Çıktı Hazret-i Ali, kaldırdı kılıcını,
Çalıp, böldü ikiye, kağıt gibi zırhını.
Müşrik, cansız olarak, yıkıldı bir tarafa,
Dönüp Hazret-i Ali, tekrardan girdi safa.
Müşriklerin sancağı, yine yere düşmüştü,
Bununla, dördüncüsü böyle öldürülmüştü.
Kaç kişi çıktıysa da, o gün er meydanında,
Hepsi de, bir hamlede öldürüldü anında.
Müminler çok sevinip, hamd ve şükr ediyordu,
Ve tekbir sedaları, göğe yükseliyordu.
Bu durum, gerideki, o müşrikleri ise,
Düşürürdü büyük bir üzüntü ve yeise.
Hatta kadınlar bile, hayıflanıyorlardı,
(Size yazıklar olsun, yuh olsun!) diyorlardı.
Görünce erkeklerin, peşpeşe öldüğünü,
Hakaretler ettiler, onlara Uhud günü.
(Haydi, ne durursunuz, hücum edin!) diyerek,
Tahrik ediyorlardı, onlara şevk vererek
. Bana doğru geliniz!
Uhud’da harbin seyri, tersine döndü birden.
Zira Halid bin Velid, saldırmıştı geriden.
Kargaşa peyda olan bu düşmanı görünce.
Toparlanamadılar mücahidler hemence.
Çünkü bırakmışlardı, birçoğu silahını.
Bir anda şaşırdılar, görünce bu düşmanı.
Kaçan müşrikler dahi, durumu öğrenerek,
Saldırıya geçtiler, derhal geri dönerek.
Harp meydanı, bir anda, yeniden karışmıştı.
Müminler, iki ateş arasında kalmıştı.
Hem önden, hem arkadan sıkıştırınca düşman,
Zor duruma düştüler mücahidler o zaman.
Eshabın irtibatı, kalmadı birbiriyle.
O şaşkınlık içinde, dağıldılar haliyle.
Sonra müslümanlarla, kâfirler karıştılar.
Hatta birbirlerini vurmaya başladılar.
Hazret-i Ali der ki: Küffar hücum edince,
Dağıldı müslümanlar şaşkınlıktan bir nice.
Düşmanlar arasında kalmıştım ben o zaman.
Yanımda, bir tek kişi yoktu müslümanlardan.
Kâfirlerden çoğunu, öldürdüm çarpışarak.
Lakin Resulullahı, eyledim pek çok merak.
Etrafıma bakınıp, onu göremeyince,
Üzülüp, endişeye kapıldım ben iyice.
O anda düşündüm ki: Allah’ın Peygamberi,
Küffarın karşısından, bir adım gitmez geri.
Herhalde Hak teâlâ, bizim günahımızdan,
Habibini, semaya kaldırdı aramızdan.
Öyle ise ben dahi, çarpışıp bir an önce,
Şehid olup, Resule kavuşayım böylece.
Kılıcımın kınını, kırdım böyle diyerek.
Hücum ettim küffara, tekbirler getirerek.
Düşmanı kıra kıra ilerlerken o yerde,
Birden Resulullahı gördüm daha ilerde.
Kâfirler arasında, o da yalnız başına,
Kılıç savuruyordu, hiç durmadan düşmana.
Kendini, hücumlardan müdafa ediyordu.
Yine de tek bir adım, geriye gitmiyordu.
Bir yandan çarpışırken, bir yandan seslenerek,
Eshabını, yanına çağırıyordu tek tek:
(Ey filan ve ey filan, bana doğru geliniz!
Bana doğru gelene, cennet var bilesiniz.)
Ali bin ebi Talip ve Üseyyid bin Hudayr,
Ve yine bunlar gibi, bir nice bahtiyarlar,
Derhal koşup gelerek, Resul'ün etrafında,
Canlı kale duvarı oldular hep anında.
Onu, düşman şerrinden korumak maksadiyle,
Asla ayrılmadılar yanından bir an bile
. Ağaç selam alınca
Peygamber Efendimiz, evinde otururken,
Hazret-i Ebu Bekir, kapıyı çaldı birden.
İzin alıp girince, huzuruna Resul'ün,
Dedi: (Ya Resulallah, çok fazla açım bugün.)
Sonra Hazret-i Ömer, gelip girdi içeri.
O da Resulullaha, arz etti aynı şeyi.
Nihayet biraz sonra, geldi Hazret-i Ali.
O da, Resulullaha arz etti aynı hali.
Peygamber Efendimiz, üzüldüler buna pek.
Zira yoktu evinde, hiçbir şey yedirecek.
Söyledi üzülerek hakikati onlara.
Hatta kendisi dahi, çok aç idi o ara.
Hem mübarek karnında, üç taş bağlı dururdu.
Üç gün yemek yememek alameti idi bu.
Ali bin ebi Talip, arz etti ki: (Şimdi biz,
Muaz ibni Cebel'e gidelim isterseniz.
Zira onun bahçede, bir hurma ağacı var.
Gidersek ikram eder, olmuştur o hurmalar.)
Peygamber Efendimiz, onun bu teklifine,
(Peki!) deyip, gittiler hemen onun evine.
Ev sahibi görünce, şaşırdı sevincinden.
Zira Resulullahtı, evine teşrif eden.
Ve yanında ayrıca, Hazret-i Ebu Bekir,
Hem de iki sahabi gelmişlerdi misafir.
Dedi: (Ya Resulallah, fedadır canım sana!
İçeriye buyurun, ne şereftir bu bana.)
Peygamber-i zişanla, bu ulu misafirler,
Muaz'ın hanesinden içeriye girdiler.
Biraz sonra: (Ya Muaz, hiç hurma var mı?) diye,
Peygamber Efendimiz, sordu bu sahabiye.
Bu sual karşısında, üzüldü ev sahibi.
Ve şöyle arz etti ki: (Ey Allah’ın Habibi!
Az önce biraz vardı, dağıttık komşulara.
Malesef o hurmadan, hiç kalmadı şu ara.)
Aliyyül Mürteza'ya, buyurdu ki o vakit:
(Şu hurma ağacına, selamımı söyle git!)
(Peki ya Resulallah!) deyip Hazret-i Ali,
Gitti hemen ağacın yanına bizatihi.
Ve şöyle seslendi ki o hurma ağacına:
(Allah’ın Resulünün selamları var sana!)
O esnada ağaçtan, (Aleyküm selam!) diye,
Resul'ün selamına, cevap geldi Ali'ye.
Hatta aynı zamanda, hurma doldu dalları.
Doldurdu bir sepete, hemen o hurmaları.
Getirip arz eyledi, Server-i enbiyaya.
Ve yediler onlardan, hepsi de doya doya.
. Peki, öyle yaz!
Hudeybiye sulhünü yazmak için, o Server,
Aliyyül Mürteza'ya, (kağıt getir!) dediler.
Sonra emir buyurdu, hem Hazret-i Ali'ye:
(Antlaşmanın başına, bir Besmele yaz) diye.
Lakin müşrik elçisi, buna etti itiraz.
Dedi ki (Bi ismike Allahümme diye yaz.
Rahman ve Rahim nedir, bilmiyorum bunu ben.
Yoksa bu antlaşmayı, imzalamam katiyen.)
O Server kabul edip, (Peki olur) buyurdu.
Zira bu antlaşmada, faydalar görüyordu.
Buyurdu: (Dediğini yaz Süheyl'in ya Ali!
Zira güzel kelamdır, onun dediği dahi.)
Peygamber Efendimiz, hem Hazret-i Ali'ye,
Sonra emir buyurdu şu şekilde yaz diye:
(Bunlar, Resulullahın, Süheyl bin Amr'la bir bir,
Üstünde anlaşmaya vardığı maddelerdir.)
Tam da yazmış idi ki bunu Hazret-i Ali,
Süheyl elini tutup, bir daha oldu mani.
Resulullaha dönüp, dedi: (Öyle yazmasın!
Söyle, Abdullah oğlu Muhammed diye yazsın.
Zira senin, Allah’ın Resulü olduğunu,
Biz kabul etmiyoruz, o nasıl yazar bunu?
Zaten kabul etseydik, gelmezdik sana karşı.
Ve yapmazdık seninle, bunca harp ve savaşı.)
Onu da kabul edip, buyurdu ki o Server:
(Vallahi siz ne kadar reddetseniz de eğer,
Ben yine, hiç şüphesiz Resulullahım bizzat.
Onu öyle yazmakla, değişmez ki hakikat.)
Ve Hazret-i Ali'ye, buyurdu ki: (Onu sil!
Muhammed bin Abdullah diye yaz, mühim değil.)
Lakin Eshab-ı kiram, Resulullah lafzının,
Silinmesine karşı, hiç elde olmaksızın,
Üzülüp, hiçbirisi olmadı buna razı.
Ve hepsinin bu işe, oldu hep itirazı.
Ve herşeyi unutup, dediler: (Hayır, olmaz!
Ya Ali, sen oraya yine Resulullah yaz.
Müşriklerin dediği olursa bunda eğer,
Onlarla aramızı, ancak kılıç halleder.)
Peygamber Efendimiz, Sahabe-i güzinin,
İşbu gayretlerine memnun oldu ve lakin,
Sükut etmelerini, işaret eylediler.
Ve Hazret-i Ali'ye, (Sen onu sil!) dediler.
O dedi: (Feda olsun sana canım, herşeyim.
Lakin onu silmeye, varmıyor ki hiç elim.)
Peygamber Efendimiz, buyurdular ki ona:
(O kelime hangisi, sen göster onu bana.)
O da, o kelimeyi gösterince, bu sefer,
Mübarek parmağıyla, sildi onu o Server.
. Hac farz oldu
Al-i imran suresi, doksanyedinci âyet,
Haccın farz olduğunu, bildirdi açık ve net.
Peygamber Efendimiz, bu emri aldığında,
Eshab-ı kirama da, tebliğ etti anında.
Derhal üçyüz kişilik bir hac kafilesini,
Gönderdi ifa için, bu hac farizesini.
Hazret-i Ebu Bekr’i, o hac kafilesine,
Hac emiri olarak, tayin etti o sene.
Yola çıkmışlardı ki, o gün geldi Cebrail.
Berae suresinden, ilk âyet oldu nazil.
Burada, muahede, akit mevzuu ile,
Alakalı hükümler bildirildi Resule.
Bunu bildirmek için müminlere, o Server,
Aliyyül Mürteza’yı Mekke’ye gönderdiler.
Zira Arabistan’da, var idi ki bir adet,
Bir antlaşma yapılır ve değişirse şayet,
Bunu, bizzat yapan ve değiştiren o insan,
Yahut bir akrabası ederdi halka ilan.
Hazret-i Ali dahi, çıkıp bu emir ile,
Tam Mekke’ye girerken, yetişti kafileye.
Hazret-i Ebu Bekir, bir hutbe etti irad.
Ve haccın erkanını, anlattı halka bizzat.
Müminler, buna göre hac yaptığı bir anda,
O da, hutbe okudu müminlere Mina’da.
Dedi: (Ey müslümanlar, buraya beni bizzat,
Resulullah gönderdi, sözüme edin dikkat.)
Nazil olan âyeti okuyup daha sonra,
Şöyle hitab eyledi, toplanan insanlara:
(Buraya, emir ile gelmiş bulunuyorum.
Size, şu dört hususu, bildirmeye memurum.
Birincisi şudur ki, gidince ahirete,
Müminlerden başkası, giremezler cennete.
İkincisi, müşrike, artık Kâbe yasaktır.
Hiçbir müşrik, Kâbe’ye yaklaşamayacaktır.
Üçüncüsü, hiç kimse Kâbe’ye yaklaşarak,
Tavaf etmeyecektir asla çıplak olarak.
Dördüncüsü, her kimin, Resulullahla eğer,
Bir antlaşması varsa, olacaktır muteber.
Lakin bu sözleşmenin, biter bitmez müddeti,
Geçersiz olacaktır o ahd de elbette ki.)
O günden sonra artık, hiçbir müşrik ve kâfir,
Bu yasak gereğince, Kâbe’ye gelmemiştir.
Yine o günden sonra, bu talimat gereği,
Çıplak tavaf eyleyen, hiç olmadı Kâbe’yi.
Bu hac farizasını ifayı müteakip,
Hazret-i Sıddık ile, Ali bin ebi Talip,
Bilcümle Sahabe-i kiramı da aldılar.
Yola çıkıp, birlikte Medine’ye vardılar.
. Ağlama ya Fatıma!
Üç gün kalmış idi ki, Resul'ün vefatına,
Cibril aleyhisselam, geldi huzurlarına.
Dedi: (Ya Resulallah, Rabbin selam ediyor.
Habibim nasıl oldu? diye hatır soruyor.)
O günlerde, Resule, hediye kabilinden,
Birkaç altın gelmişti, Sahabenin birinden.
Resulullah görünce, o gelen altınları,
Buyurdu ki: (Dağıtın fukaraya onları.)
Götürüp dağıttılar şehrin fakirlerine.
Velakin ellerinde, bir miktar kaldı yine.
Aliyyül Mürteza’ya, buyurdular ki hemen:
(Sen de, bu altınları götür dağıt tamamen.)
Vefattan bir gün önce idi ki, Resulullah,
Mescid-i şerifine teşrif etti o sabah.
Gördü ki, Ebu Bekr-i Sıddık’ın arkasında,
Sahabiler saf tutmuş, namaz kılar o anda.
Bu hale sevinerek, tebessüm buyurdular.
Kendi de, en son safta Ebu Bekr’e uydular.
Eshap, Resulullahı gördü selam verince.
Hastalık geçti sanıp, gark oldular sevince.
Lakin Peygamberimiz, odasına girdiler.
Bundan sonra bir daha, namaza gelmediler.
Bir müddet istirahat ederek, sonra yine,
Aliyyül Mürteza’yı çağırdı hanesine.
Başını, kucağına koyuverdi Ali’nin.
Fakat çok değişmişti, rengi nur cemalinin.
Hazret-i Fatıma da, görünce onu böyle,
Mübarek huzuruna geldi bir üzüntüyle.
Ellerinden tutarak, ağladı için için.
Dedi: (Bizi, kimlere bırakıp da gidersin?
Ey babam, canım babam, sana can feda olsun.
Hasan ve Hüseyin’i kime bırakıyorsun?
Vay babam, senden sonra nice olur halimiz?
Senden sonra, kimlere bakar bu gözlerimiz?)
Duyunca Resulullah, kızının sözlerini,
Hafifçe araladı mübarek gözlerini.
Ve dua eyledi ki Allahü teâlâya:
(Sen sabır ihsan eyle ya Rabbi Fatıma’ya.)
Ve mübarek kızına buyurdu ki o zaman:
(Ey kızım, can çekişme halinde şimdi baban.)
Kendisine bunları söyleyince babası,
İçli iniltilerle, çoğaldı ağlaması.
Hazret-i Ali ise, dedi ki: (Ey Fatıma!
Sus, baban üzülüyor, daha fazla ağlama.)
Peygamber Efendimiz, onun bu dediğini,
İşitip, ikaz etti hemence kendisini.
Buyurdu ki: (Ya Ali, ilişme Fatıma’ya.
Bırak, babası için ağlasın biraz daha.)
. Resulullahın hastalığı
Ümm-ü Bişr, o Server'i ettiğinde ziyaret,
Gördü, Resulullahın ateşi yüksek gayet.
Dedi: (Ya Resulallah, fedadır sana canım.
Böyle yüksek ateşe, ben asla rastlamadım.)
Buyurdu: (Ey Ümm-ü Bişr, çok olması ateşin,
Çok olması içindir, bana sevap ve ecrin.
Bir yıl önce, Hayber’de yemiştim zehirli et.
Ondan geldi husule, bendeki bu hararet.
O zehrin acısını, ben her zaman duyardım.
Sanki koparılıyor şimdi aort damarım.)
Resul'ün hastalığı, şiddetleniyordu hep.
Çok üzülüyorlardı müminler bundan sebep.
Acele toplanarak, Aliyyül Mürteza’yı,
Sormaya gönderdiler, Resul-i müctebayı.
O Server, işaretle ona şöyle sordular:
(Ya Ali, bu hususta Eshabım ne diyorlar?)
Dedi ki: (Resulullah, giderse aramızdan,
Diye üzülüyorlar, rahatları yok şu an.)
Hakikaten Resul'ün ateşi, günden güne,
Artınca, bir üzüntü çökmüştü üstlerine.
Şaşkın bir vaziyette, mescide geldi hepsi.
Haber aldı bunu da, Allah’ın Sevgilisi.
Zorlukla teşrif edip şerefli mescidine,
Şöyle hitab eyledi, Sahabe-i güzine:
(Ey Eshabım, duydum ki, bu günlerde hepiniz,
Ölümümü düşünüp, kederlenirmişsiniz.
Kavmiyle sonsuz kalan, var mı ki bir Peygamber,
Ben de sonsuz kalayım sizin ile beraber.
Yalnız Hak teâlâdır, âlemde baki olan.
Her fani, elbette ki ölecektir bir zaman.
Ben de, her fani gibi öleceğim elbette.
Sonsuz kavuşacağım Rabbime ahirette.
Ey Ensar, şunu size edeyim ki vasiyet,
Sizler, Muhacirine edin tazim ve hürmet.)
Sonra da seslendi ki muhacir olanlara:
(İyilik, ihsan edin sizler dahi Ensara.
Onlar, size vaktiyle, çok iyilik yaptılar.
Kendi hanelerinde, sizi barındırdılar.)
Sonra da buyurdu ki: (Bir kulu, cenab-ı Hak,
Dünyada kalmak ile, kendisine kavuşmak,
Arasında tercihi, bıraktı kendisine.
Rabbine kavuşmayı istedi o kul yine.)
Hazret-i Ebu Bekir, Resul'ün bu sözünden,
Vefat edeceğini, yakinen sezdi hemen.
Ve bunun üzerine, hüzünlendi derinden.
Resul'ün ayrılığı, üzdü onu o günden.
. Sen yıka cenazemi
En son nefeslerini alıyorken o Server,
Girdi Hazret-i Ali, huzuruna bu sefer.
Dedi: (Ya Resulallah, siz vefat ederseniz,
Gaslinizi kim yapar, hem nasıl kefenleriz?
Cenaze namazını kim kıldırır o zaman?
Mübarek kabrinize, kim indirir sonradan?)
Buyurdu ki: (Ya Ali, beni, sen gasledesin.
Fadl ibni Abbas dahi, sana yardım eylesin.
Gasl işi bitince de, kefenlersiniz hemen.
Cibril de, güzel koku alıp gelir cennetten.
Daha sonra, mescide götürünüz naşımı.
Ama, önce melekler kılacak namazımı.
Eshabım, daha sonra namazı eda etsin.
Ama sizden hiç kimse, benden öne geçmesin.)
Resulullah, alırken en son nefeslerini,
Veriyordu Eshaba, son nasihatlerini.
O arada Fatıma, kenarda ağlıyordu.
Gözlerinden sel gibi, yaşlar akıtıyordu.
O Server, çok üzülüp onun ağladığına,
Çağırdı kendisini ve oturttu yanına.
Buyurdu ki: (Ey kızım, ağlama, beni dinle!
Gökte melekler dahi, ağlıyorlar seninle.)
Fatıma hazretleri, dinledi babasını.
Ağlamayı bırakıp, sildi gözü yaşını.
Sonra buyurdular ki: (Bunlar, son üzüntüler.
Bundan sonra babana, olmaz başka bir keder.
Zira kurtulmaktadır bu mihnet diyarından.)
Ve Hazret-i Ali’ye buyurdu ki o zaman:
(Ya Ali, zimmetimde, bil ki filan kimsenin,
Şu kadar malı vardır, sen onu ödeyesin.
Kevser havzı başında, benimle ilk olarak,
Görüşecek kişi de, sen olursun muhakkak.
Sana, çok sıkıntılar gelecek benden sonra.
Lakin sabretmelisin sen o sıkıntılara.
İnsanlar, bu dünyaya meylettiğinde yarın,
Ahireti tercih et, sen aksine onların.)
Üsame hazretleri, giriverdi o vakit.
Ona buyurdular ki: (Haydi sen, savaşa git!)
Vefat etme zamanı yaklaşmıştı iyice.
En son nefeslerini, veriyordu böylece.
O gün Resulullaha, geldi Cibril-i emin.
Dedi: (Selam ediyor, sana Rabbil âlemin.
Buyurur ki: Habibim istiyor ise şu an,
Derhal şifa vereyim, kurtulsun hastalıktan.
Dilerse, ileteyim ahiret âlemine.
Muntazırdır melekler şimdi onun emrine.)
Buyurdu: (Ey Cebrail, kendisine bıraktım.
O nasıl diler ise, odur benim muradım.)
. Nasıl saydın ya Ali?
Resulullah, kılınca her sabah namazını,
Eshaba döndürürdü, mübarek nur yüzünü.
Onlar onu görünce, nurlanırdı kalpleri.
Hemen unuturlardı, üzüntü ve dertleri.
Yine öyle bir sabah, kılındı namaz o gün.
Eshap bekliyordu ki dönmesini Resul'ün,
Allah’ın Peygamberi, Sahabeye dönmeden,
Hazret-i Ali ile, çıktı bir şey demeden.
Eshap anlamamıştı niçin gittiklerini.
Bir miktar beklediler, dönüp gelmelerini.
Allah’ın Peygamberi, Hazret-i Ali ile,
Fatıma’ya gittiler, bir neşe ve sevinçle.
Buyurdu ki: (Ya Ali, ben gireyim içeri.
Sen kapıda bekle de, girmesin başka biri.)
Zira yeni doğmuştu torunları Hüseyin.
Melekler, gurup gurup gelirdi tebrik için.
Velakin Resulullah, mescide dönmeyince,
Bekleşen Sahabeyi, merak sardı iyice.
Önce Hazret-i Sıddık, sonra Ömer ve Osman,
Geldiler o haneye, cümle Eshap birazdan.
Resul'ün izni ile, hep girdiler içeri.
Aliyyül Mürteza’yı tebrik etti her biri.
Hazret-i Ali dahi, içeri girdi hemen.
Çok sevinçli olduğu, belli idi yüzünden.
Dedi: (Ya Resulallah, sabahtan, şu ana dek,
Geldiler tebrik için, dörtyüzellibin melek.)
Buyurdu: (Nasıl saydın ya Ali melekleri?)
Dedi ki: (Gurup gurup gelirlerdi her biri.
Konuşurdu hepsi de, ayrı bir lisan ile.
Her grup, sayısını söylerdi bana yine.)
İkinci torunları, dünyaya geldiğinden,
Allah’ın Resulü de, sevinçliydi bu yüzden.
Ve o gün, Hüseyin’i alarak kucağına,
Ezan ve ikameti, okudu kulağına.
Hazret-i Hüseyin’in, çok nur vardı yüzünde.
Etraf aydınlanırdı gece yürüdüğünde.
Yaya, yirmibeş defa hac yaptı Medine’den.
Her kişi binse dahi, o binmezdi katiyen.
Derdi ki: (Cömert kişi, daima izzet bulur.
Cimri ise, her zaman zelil olur, hor olur.
Biri yardım ederse, bir müminin işine,
Ve merhamet ederse, hem bir din kardeşine,
Yarın mahşer gününde, düşse o bir darlığa,
Allah da, o kimseyi çıkarır ferahlığa.)
Bir hadis-i şerifte, Allah’ın Peygamberi,
Buyurdu: (Ben benzerim, şöyle bir ağaca ki,
Fatıma, onun kökü ve Ali gövdesidir.
Hasan ve Hüseyin de, ağacın meyvesidir.)
.
...
Bugün 36 ziyaretçi (44 klik) kişi burdaydı!