ABDULHAMİD HAN
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
01 - EBU BEKR-İ EBHERİ (Rahmetullahi Aleyh
.Kusuru kendinde gör
Ebu Bekr-i Ebheri, evliya-yı kiramdan.
Şiddetle kaçınırdı, her günah ve haramdan.
Öyle tesirliydi ki, her sözü ve sohbeti,
Dinleyen, terk ederdi günah ve masiyeti.
Her hali, şahit idi evliya olduğuna.
Cemalini görenler, aşık olurdu ona.
Ebu Bekr-i Ebheri, çıktı bir gün evinden.
Geçiyordu bir bezzaz dükkanının önünden.
O dükkan sahibinin vardı ki bir evladı,
Bu zatı görür görmez, kalbi ona bağlandı.
Yok idi babası da o aralık dükkanda.
Lakin çocuk, herşeyi unutmuştu o anda.
Dükkanı terk ederek, peşinden gitti o an.
Zira hiç görmemişti, böyle nurlu bir insan.
Biraz sonra babası, avdet etti dükkana.
Oğlunu görmeyince, sordu komşularına.
Dediler: (Gördü oğlun, bir mübarek kişiyi.
Çıkıp gitti peşinden, unutarak her şeyi.)
O, böyle bir malumat alınca komşulardan,
Hakikatı bilmeyip, gadaba geldi o an.
Arkalarından gidip, tuttu hemen oğlunu.
İte kaka, dükkana getirdi tekrar onu.
O mübarek veli zat, görünce onu böyle,
O çocuğun haline kederlendi haliyle.
Ertesi gün, adama bir hediye alarak,
Doğruca dükkanına vardı mahzun olarak.
Dedi ki: (Dün geceyi, geçirdim çok bi-huzur.
Zira benim yüzümden, bu çocuk oldu mağdur.
Bu işte, evladının yoktu hiç kabahati.
Geldim ki, söyleyeyim size bu hakikati.
Ayrıca, sizi dahi üzmüş oldum böylece.
Bunun ızdırabıyla, uyumadım dün gece.
Şu naçiz hediyemi, kabul et de evladım,
Helal eyle hakkını, budur senden muradım.)
O çocuğun babası, duyunca bu sözleri,
Duygulandı, üzüldü, yaşla doldu gözleri.
Dedi: (Aman efendim, bu, olacak şey değil.
Veli olduğunuza, bu, en açık bir delil.
Çünkü hata işleyen, dün ben iken muhakkak,
Siz özür dilersiniz, bu, ne üstün bir ahlak.
Üstelik, hediyeyle gelmişsiniz buraya.
Bu haliniz, kalbimi gafletten etti ihya
Dünkü hareketimden, oldum çok müteessir.
Ve bu davranışınız, bana çok etti tesir.)
Buyurdu: (Yapmasa da, bir kul suç ve kabahat,
Yine o, kendisini, suçlu görmeli fakat.
İnsan, bunu kendine ederse adet, şiar,
Dünya ve ahirette, muhakkak kârlı çıkar.)
Bu sözler de, fethetti o kimsenin gönlünü.
Hep onunla geçirdi, geri kalan ömrünü.
.
02 - MUİNÜDDİN-İ ÇEŞTİ (Rahmetullahi Aleyh
.
Kalbi nurla doldu
Muinüddin, lakabı, Hasan, asıl adıdır.
Seyyid, yani sevgili Resul’ün evladıdır.
Hindistan'da yaşayan, bu mübarek veli zat,
Yüz yaşına gelince, Ecmir'de etti vefat.
O henüz çocuk iken, vefat etti babası.
Bir bağ düştü kendine pay edince mirası.
Bir gün, bir Hak aşığı, teşrif etti o bağa.
O zata hürmetinden, kalktı hemen ayağa.
Ellerini öperek, oturttu bir gölgeye.
En güzel üzümlerden, getirdi yesin diye.
Lakin o, üzümlere hiç rağbet etmeyerek,
Çıkardı iç cebinden, bir lokma kuru ekmek.
Koydu onun ağzına, eliyle o lokmadan.
Muinüddin’in kalbi, nur ile doldu o an.
Çıktı dünya sevgisi, tamamiyle kalbinden.
Yerine, muhabbeti ilahi girdi hemen.
Dağıttı fakirlere, sonra cümle malını.
Ezberledi Kur'an-ı kerimin tamamını.
Bir Allah adamını, aradı o arada.
Osman-ı Haruni’ye, tâbi oldu sonra da.
Yirmi yıl, bu hocaya hizmet edip, nihayet,
Tasavvufta yetişip, aldı mutlak icazet.
Bir kerpiç duruyordu, o anda önlerinde.
Emriyle alır almaz, altın oldu elinde.
Buyurdu ki: (Tamamdır, işin ya Muinüddin!
Artık hizmet bekliyor, şu anda senden bu din.)
Artık o, şefkat ile baksaydı bir insana,
Kavuşurdu o kişi, manevi çok ihsana.
Yedi günde bir lokma, hem de kuru olarak,
Katıksız ekmek yerdi, bir suya batırarak.
Hırkası eskiseydi, bizzat kendi yamardı.
Sonra, yama üstüne, tekrar yama yapardı.
Seyahatte bir ara, uğradı Beytullah'a.
Kâbe’yi tavaf edip, dua etti Allah'a.
Oradan, Medine'ye gelen bu mübarek zat,
Resul-i müctebayı, gözüyle gördü bizzat.
Şöyle ki, girer girmez o mescid-i Nebi'ye,
Bir ses çıktı Ravda'dan: (Muinüddin gel!) diye.
Bu ses, bizzat Resul’ün kabrinden geliyordu.
(Bana, Muinüddin'i çağırınız!) diyordu.
Türbedar, cemaatin arasına girerek,
Çağırdı: (Muinüddin! Muinüddin!) diyerek.
O böyle çağırınca mescitte olanlara,
(Buyur! buyur!) dediler, çok kişi türbedara.
Bu hale çok şaşırıp, geri geldi türbeye.
Sordu Resulullah'a: (Hangisi gelsin?) diye.
Türbedar, edep ile bekliyorken Ravda'da,
(Çeşti olanı gelsin!) denildi o arada.
Cemaate hitaben, bağırdı ki bu sefer:
(Muinüddin Çeşti'yi çağırıyor, o Server!)
. İçeri gel
Hazret-i Muinüddin, bu sesi duyduğunda,
Bambaşka bir hallere, giriverdi o anda.
Ağlayıp, gözlerinden gözyaşları dökerek,
İlerledi Ravda'ya, salevat getirerek.
Ravda'nın kapısında, edep ile beklerken,
(İçeriye gel!) diye, bir ses duydu türbeden.
Girdi mahcup bir halde, duyunca bu nidayı.
Görmekle şereflendi, Resul-i kibriyayı.
Peygamber Efendimiz, buyurdu ki o anda:
(Git ve benim dinime, hizmet et Hindistan’da.
Orada, evladımdan Hüseyin adlı bir zat,
Küffarla savaşırken, şehid düştü şu saat.
Nerdeyse bu memleket geçecek kâfirlere.
Durma, hemen bu günden, hareket et o yere.
Sen oraya varınca, mağlup olur o küffar.
İslamın nuru ile, aydınlanır o diyar.)
Sonra da bir nar verip, buyurdu ki: (Al bunu.
Buna bakıp, anlarsın Hindistan’ın yolunu.)
O Resul’ün elinden aldığında o narı,
Gördü onun üstünde, nehirleri, dağları.
Bir fatiha okuyup, Peygamberin ruhuna,
Çıktı kırk kişi ile, Hindistan'ın yoluna.
Dağları, tepeleri süratlice aştılar.
Nihayet selametle, Ecmir’e ulaştılar.
Daha sonra orada, satın alıp bir inek,
Keserek, yaparlardı etinden her gün yemek.
İneğe taptığından o yerdeki ahali,
Toplandılar meydana öğrenince bu hali.
Taş ile sopaları alarak ellerine,
Saldırdılar hep birden, onların üzerine.
Muinüddin-i Çeşti, yerden toprak alarak,
Saçtı o kâfirlere, dualar okuyarak.
O topraktan, onlara isabet ettiğinde,
Her biri taş kesilip, kala kaldı yerinde.
Bir santim yürümeye, olmadı mecalleri.
Asla gidemediler, ne ileri, ne geri.
Aciz kalıp döndüler, mecburen yerlerine.
Arz ettiler bu hali, meşhur cinnilerine.
Onu, kendilerine, yeni başkan seçtiler.
Müminlere bir daha saldırıya geçtiler.
Lakin o cin görünce, bir an onun nur’unu,
Yaprak gibi titreme kapladı vücudunu.
Sonra gelip hürmetle, kapandı ayağına.
Ve onun huzurunda, derhal geldi imana.
Diğerleri dönerek, hükümdara geldiler.
Gördükleri bu hali, ona haber verdiler.
O müşrik hükümdar da, kaldı hayret içinde.
Çok meşhur biri vardı, sihirbazlık işinde.
İsmi Ecipal olup, bu idi yalnız işi.
Öyle meşhur idi ki, dünyada yoktu eşi.
Hükümdarın ümidi, bunda idi nihayet.
O dahi, kendisine güvenirdi begayet
. İndir onu aşağı
Dedi ki: (Hükümdarım, bana bırak bu işi.
Sihrimin karşısında, tutunamaz o kişi.)
Cümle talebesini takarak arkasına,
Oturdu kendi dahi, bir ceylanın postuna.
Büyük gürültülerle, bağırıp çağırarak,
Geldiler, kendi dahi önlerinde uçarak.
Muinüddin-i Çeşti, gelenleri görünce,
Hemen etraflarına, bir çizgi çizdi önce.
Sonra da, buyurdu ki o müminlere hemen:
(Dışarı çıkmayınız, sakın bu daireden!)
Sihirbaz Ecipal ve cümle talebeleri,
Asla giremediler daireden içeri.
Çok uğraştılarsa da içeri girmek için,
Lakin gelemediler üstesinden bu işin.
Dünyaca gayet meşhur tanınan bu sihirbaz,
Büyük hayret içinde, dedi ki: (Hayır, olmaz!
Benim gibi bir sahir yokken bu yeryüzünde,
Nasıl mağlup olurum, bir insanın önünde.)
Bir şey yapamayınca müminlere velhasıl,
Başka sihirlerini denedi, fasıl fasıl.
Dağlardan, milyonlarca yılanları alarak,
Onların üzerine gönderdi, sihr yaparak.
Yılanlar, sürü sürü, dere tepe aştılar.
Sular gibi akarak, onlara ulaştılar.
Lakin geldiklerinde onlar da o çizgiye,
Yine giremediler, bir santim içeriye.
Yine aciz kalınca, bu sihirle de artık,
Ateşler yağdırmaya başladı bir aralık.
Lakin o ateşler de, geldiğinde çizgiye,
Tek bir kıvılcım dahi, girmedi içeriye.
Onlara, zerre kadar yapamadan bir zarar,
Meyus halde geriye döndü o sihirbazlar.
Onların en büyüğü, dedi ki hükümdara:
(İzin ver, tek başıma gideyim ben onlara.)
Bir ceylan derisinin üstüne oturarak,
Müminlerin üstüne, geldi tekrar uçarak.
Muinüddin Çeşti’yi tehdit etti bir hayli.
Hırlayan bir köpeğe benziyordu o hali.
O dahi, sihirbaza buyurdu ki o anda:
(Sen, yerde ne yaptın ki, ne yaparsın havada?)
Bu sözden etkilenen sihirbaz da, o zaman,
Postunun üzerinde yükseldi göğe o an.
Ne zaman ki müminler, görmedi artık onu,
Muinüddin-i Çeşti çıkardı pabucunu.
Buyurdu: (Ey pabucum, sen de çık havalara.
İndir onu aşağı, başına vura vura.)
Ve o pabuç, havaya fırladı birden bire.
Süratle yükselerek, yetişti o kâfire,
Başına vura vura, indirdi Ecipal’i.
Artık sihir yapmaya kalmamıştı mecali.
O da müslüman oldu
Anladı en nihayet kendi acizliğini.
Bir pişmanlık duygusu, kapladı hem içini.
Üzüldü çok hatalı bir yolda olduğuna.
Muinüddin Çeşti’nin kapandı ayağına.
O dahi Ecipal’e su uzattı bir bardak.
İçince, döndü kalbi islama tam olarak.
Kelime-i şehadet getirip hemen o an,
Küfürden kurtularak, o da oldu müslüman.
Buyurdu: (Ey Ecipal, her ne arzun var ise,
Hasıl olması için, şu anda söyle bize.)
Ecipal, fevkalade bir hürmet göstererek,
Dedi ki: (İnsanların, çok riyazet çekerek,
En son ulaştıkları, en üstün makam var ya,
Kavuşmak istiyorum, işte o üst noktaya.)
Muinüddin-i Çeşti, ona (Peki) diyerek,
Bir nazar etti ona, merhamet eyleyerek.
Onun bu nazarıyla, Ecipal de velhasıl,
Tasavvufta, en yüksek noktaya oldu vasıl.
Ve yine bu Ecipal, bu zatın huzurunda,
İman ve hidayete, o gün kavuştuğunda,
Arz etti ki: (Efendim, münasip görürseniz,
Bir merkezi bölgede, ikamet eyleseniz.
Böylelikle insanlar, size kolay gelirler.
Onlar da, iman ile belki şereflenirler.)
Muinüddin-i Çeşti, bunu uygun görerek,
Şehrin tam merkezine, taşındı göç ederek.
Sonra da buyurdu ki yanında olanlara:
(Gidiniz, söyleyiniz şu gafil hükümdara,
Deyin ki: Ey hükümdar, ey katı kalpli insan!
Sen de putperestliği bırak da, eyle iman.
Yoksa, çok pişman olup, ah edersin sen dahi.
Ve lakin bir faydası, olmaz onun Vallahi.)
Onlar, (Peki) diyerek, hükümdara geldiler.
Bu sözleri, ayniyle ona tebliğ ettiler.
Ve lakin açılmadı kalbindeki o zulmet.
Yani nasip olmadı ona iman, hidayet.
Bunu haber alınca, o, talebelerinden,
Gayretine dokunup, gadaba geldi birden.
Bir islam hükümdarı vardı ki o diyarda,
O günlerde bir gece, gördü onu rüyada.
Buyurdu ki: (Ey sultan, buraya et ki sefer,
Hindistan sultanlığı, sana olsun müyesser.)
O sultan, çağırarak bilcümle âlimini,
Sual etti onlara, rüyanın tabirini.
Dediler ki: (Ey sultan, mübarektir rüyanız.
O yere müteveccih, çıksın ordularınız.)
(Peki) deyip o sultan, sürerek ordusunu,
Fethetti baştan başa, o Hindistan yurdunu.
Muinüddin Çeşti’nin, saye-i himmetiyle,
Hindistan, islam ile nurlandı tamamiyle.
.. Haydi yap niyetini
Muinüddin-i Çeşti, bir gün bir kimse ile,
Giderken, biri geldi karşıdan hiddet ile.
Yanındaki kişinin, yakasından tutarak,
Dedi: (Öde borcunu, hemen acil olarak!)
Ödiyecek parası, yoktu o adamın da.
Bu yüzden mahcup oldu, bu velinin yanında.
Muinüddin-i Çeşti, yaklaşıp o kişiye,
Kibarca rica etti: (Biraz mühlet ver) diye.
Lakin inatçı adam, (Olmaz) dedi cevaben.
(Onun bana borcu var, ödesin şimdi hemen!)
Mübarek, cübbesini çıkarıp serdi yere.
Bir anda doldu içi, altın ve gümüşlerle.
Buyurdu: (Alacağın ne ise, al buradan.
Ve lakin fazla alma hakkın olan paradan.)
Fakat o, altınları görünce yığın ile,
Alacağından fazla para aldı hırs ile.
Lakin eli kuruyup, tutmaz oldu bir anda.
Bu uygunsuz işine, pişman oldu sonra da.
Feryad edip dedi ki: (Tövbe ettim efendim.
Bir dua buyurun da, iyileşsin bu elim.)
Muinüddin-i Çeşti, merhamet etti yine.
Şifa vermesi için, dua etti Rabbine.
Bir anda iyileşti, adamın hasta eli.
Ve hatta eskisinden, oldu daha kuvvetli.
Eğilip, hürmet ile öperek ellerinden,
Talebe oldu ona, o günden itibaren.
Yine Muinüddin-i Çeşti hazretlerine,
Biri gelip, edeple oturdu önlerine.
Dedi ki: (Çoktan beri, zatınızı, bendeniz,
Görmeği, ne kadar çok istiyordum bilseniz.
Bu, nedense müyesser olmadı uzun müddet.
Hamdolsun ki şu anda, nasip oldu bu devlet.)
Muinüddin-i Çeşti, dinledi onu, fakat,
Onun bu sözlerine, hiç etmedi iltifat.
Sonra da buyurdu ki: (Haydi gel, durmasana.
Ne için geldin ise, bana onu yapsana.)
Adam bunu duyunca, hayret etti bir hayli.
Değişti beti benzi, çok mahcup oldu hali.
Titredi a’zaları sonra baştan ayağa.
Yüzünü yere koyup, başladı ağlamaya.
Dedi ki: (Ey efendim, biri, beni gizliden,
Buraya gönderdi ki, öldüreyim sizi ben.)
Daha sonra elini, sokarak iç cebine,
Bir bıçağı çıkarıp, koyuverdi önüne.
Dedi ki: (Ey efendim, kabul ettim hatamı.
Siz nasıl dilerseniz, öyle verin cezamı.)
Buyurdu ki: (Bu yolda, kötülük edene de,
İyilik, ihsan yapmak lazım gelir yine de.)
Sonra dua eyleyip, dedi ki: (Ya ilahi!
Sevdiğin kullarına dahil et bunu dahi.)
.. Ateş sizi yakacak
Vardı ki o zamanlar, Bağdat’ta yedi kimse,
Ateşe taparlardı, onların yedisi de.
Çekerlerdi hem dahi, her gün sıkı riyazet.
Yani nefislerine, ederlerdi eziyet.
Öyle yapmış idi ki, bu riyazet onları,
Altı ayda, bir lokma ekmekti gıdaları.
Böyle açlık, susuzluk çekerek gün ve gece,
Sonunda istidraca kavuştular böylece.
Cahil halk, gördüğünde onların bu halini,
Büyük zat bilirlerdi, malesef her birini.
Muinüddin Çeşti’yi, işitip bu kâfirler,
Onun ile tanışıp, görüşmek istediler.
Geldiler bu maksatla, bulunduğu ülkeye.
Sordular: (Filan zatın hanesi nerde?) diye.
Nihayet evi bulup, huzuruna vardılar.
Lakin birden, büyük bir dehşete kapıldılar.
Peşinden bir titreme aldı bedenlerini.
O zat ise, heybetle, süzerek herbirini,
Buyurdu: (Siz Allah'tan, hiç utanmaz mısınız?
Hak teâlâ dururken, ateşe taparsınız.)
Dediler: (Biz ateşe taparız ki elbette,
Yakmasın hiç bizleri, dünya ve ahirette.)
Buyurdu: (Ey ahmaklar, ateş mabud olur mu?
Hiç ateşe tapanlar, yanmaktan kurtulur mu?
Zira tek Allah vardır, ibadete müstehak.
Böyle iman etmeyen, yanacaktır muhakkak.
Ve siz, böyle Allah’a, koştukça şerik ve eş,
Dünya ve ahirette, yakar sizi o ateş.
Bakın ben, tek Allah'a inanırım şu anda.
Bu yüzden ateş beni, yakmaz iki cihanda.)
Onlar hayret ederek, dediler: (Nasıl olur.
İsbat et bu sözünü, bakalım doğru mudur?)
Muinüddin-i Çeşti, (Peki) dedi ve hemen,
İçerden bir yığın kor alıp geldi yanarken.
Ve Allah'a sığınıp, avuçladı közleri.
Dehşetten açık kaldı kâfirlerin gözleri.
Hatta onun elinde, söndü yanan ateşler.
Hayretle şahit oldu, buna ateşperestler.
Ve o gün görür görmez, bu müthiş kerameti,
Nakşoldu kalplerine, islamın muhabbeti.
O sırada gaibten, şöyle bir ses duydular:
(Ateş, halis mümine veremez asla zarar.)
Onlar, bütün bunları işiterek, görerek,
Hepsi iman ettiler, şehadet getirerek.
Oldular yedisi de, o zatın talebesi.
Hatta kısa zamanda, evliya oldu hepsi.
Nice kâfir kimseler, bir bakmakla yüzüne,
O anda iman edip, inanırdı sözüne.
Kendisinin Bağdat'ta bulunduğu yıllarda,
Gayr-i müslim bir kişi, kalmadı o diyarda.
.
03 - EBÜL FETH (Rahmetullahi Aleyh
.Kurtulan gemi
Ebül Feth anlatır ki: Mısır'a, bir iş için,
Gitmek üzre, hocamdan istedim bir gün izin.
Hocam, bu yolculuğu tehlikeli gördüler.
Mısır'a gitmem için, müsade etmediler.
Lakin benim istekli olduğumu görünce,
İzin verip dedi ki: (Git, fakat dinle önce.
Başın darda kalıp da, tehlikeye düşersen,
Şu duayı okuyup, hatırla bizi hemen.)
Daha sonra, açarak mübarek ellerini,
Çok dualar etti ve yolcu eyledi beni.
Yol arkadaşlarımla, Antakya'ya ulaştık.
Bir gemiye binerek, oradan yola çıktık.
O gece, çok şiddetli rüzgar esti durmadan.
Sallanmaya başladı gemimiz sağdan, soldan.
Batmak tehlikesiyle karşılaştı gemimiz.
Büyük bir endişeye kapılmıştık hepimiz.
Başladılar yolcular tövbe ve istiğfara.
Korkup, ben de kendimden geçmiş idim o ara.
Lakin birden hocamın gür sesini işittim.
Diyordu: (Ey Ebül Feth, sana ben ne demiştim.
Ne çabuk da unuttun, o duayı ve bizi.
Niçin dinlemiyorsun, o nasihatimizi.)
Hocamın ikaziyle kendime geldim derhal.
Baktım, gitmiş tamamen bendeki korkulu hal.
O duayı okuyup, dedim: (İmdat ey hocam!
Yüksek himmetinizi, ediyorum istirham.)
O anda, su üstünden birisi yürüyerek,
Geldi ve herkes ona baktı hayret ederek.
Gemiye yaklaşınca, gördüm ki o gelen zat,
Sesini işittiğim, hocammış meğer bizzat.
Dua etti: (Ya Rabbi, lütfet, deniz durulsun.
İçindeki insanlar, tehlikeden kurtulsun.)
O an durdu dalgalar, sakin oldu hem deniz.
Hocamın sayesinde, kurtulmuştuk hepimiz.
Herkes hayret ederken, bütün bu olanlara,
Hocam, gözler önünden gaib oldu o ara.
Bu mübarek veli zat, buyurdu ki bir gün de:
(Şiddetli acı duyar, insanlar öldüğünde.
Bir araya gelse de dünyadaki acılar,
Can acısı yanında, yine de hiç kalırlar.
Sonra, kabir hayatı başlar ki mezarında,
Karanlık, dar bir yerdir, kimse olmaz yanında.
Sonra, korkunç şekilde gelerek Münker-Nekir,
Suale çekerler ki, (Rabbin kim, dinin nedir?)
Günahı nisbetinde, mezarı sıkar onu.
Böcekler ve akrepler, kemirir vücudunu.
Sonra, mahşer azabı gayet zordur ve çetin.
İnsanlar, nice bin yıl beklerler hesab için.
Sonra Mizan önünde, başlar öne eğilir.
Beklenir ki hakkında, nasıl hüküm verilir?)
.
04 - FERİDÜDDİN GENC-İ ŞEKER (Rahmetullahi Aleyh)
.
.Tuz ve şeker
Feridüddin Genc Şeker, devrinin bir tekiydi.
Henüz doğmadan önce, görüldü kerameti.
Şöyle ki, validesi hamile iken ona,
Uzandı komşusunun bir erik ağacına.
Koparmamış idi ki velakin o erikten,
Karnında rahatsızlık, bir acı duydu birden.
Büyüdükte, annesi dedi ki bu oğluna:
(Oğlum, nasip olmadı bir haram lokma bana.)
O da gülümseyerek, şöyle dedi: (Anne, siz,
Komşunun ağacına uzanmışken izinsiz,
Birden ağrı vermiştim, meyveden koparmadan.
O gün ben vazgeçirdim, sizi haram lokmadan.)
Her gün oruç tutardı, uzun yaz günlerinde.
Yiyecek bulunmazdı, çoğu zaman evinde.
Açlığı, had safhaya geldiğinde, bir zaman,
Ağzına küçük taşlar doldurdu açlığından.
Hikmet-i ilahiyle ağzındaki o taşlar,
Bir anda, çok lezzetli tatlı şeker oldular.
Hocası bunu görüp, buyurdular ki hemen:
(Şeker hazinesidir bizim Ferid esasen.)
Yine bir gün, bir tüccar, ticaret gayesiyle,
Şeker yüklü bir kervan götürürken Delhi’ye,
Feridüddin Genc Şeker, görüp o çuvalları,
Sormuştu ki: (Ne ile doldurdun sen bunları?)
O tüccar, cevabında, sinsi sinsi gülerek,
(Tuz doludur) demişti, istihza eyleyerek.
O dahi buyurdu ki: (Madem öyle diyorsun,
Öyleyse, çuvalların içleri hep tuz olsun.)
Tacir, Delhi şehrine nihayet geldiğinde,
Çuvalları açtı ki, tuz dolu herbirinde.
Hatasını anlayıp, oradan döndü geri.
Arayıp, buldu hemen Ferid-i Genc Şeker’i.
Pek çok özür dileyip, arz etti ki: (Efendim!
Bendeniz, size karşı edepsizlik eyledim.
Zira, şeker var iken çuvallarda o zaman,
Tuz doludur diyerek, söyledim size yalan.)
Buyurdu: (Madem şimdi, şeker vardı diyorsun,
Öyleyse, o tuzların tamamı şeker olsun.)
Gelip, o çuvalları merakla açtı hemen.
Gördü ki, bütün tuzlar, şeker oluş tamamen.
Bu zat, bir sohbetinde buyurdu ki: (Bir kimse,
Günah işlediğinde, pişmanlık duyar ise,
Bu hali, onun için bulunmaz bir nimettir.
Zira bu pişmanlığı, tövbe etmek demektir.
Eğer Allah korusun, olmazsa hiç üzülmek,
Hatta tatlı gelirse, ona günah işlemek,
Günahta ısrardır ki, gayet fena bir iştir,
Bu hal, o kimse için tehlikeli gidiştir.)
. Gaibden tokat
Delhi’li genç bir adam, duydu ki Acuzan’da,
Evliyadan bir kimse var imiş bu zamanda.
Feridüddin Genc Şeker derlermiş kendisine,
Düşündü ki: Gideyim o zatın beldesine.
Yanında tövbe edip, talebesi olayım.
Onun teveccühüyle, doğru yolu bulayım.
Bu halis niyet ile, sefere çıktı hemen.
Yolda, bir kasabaya uğradı çok geçmeden.
Lakin bir kötü kadın, o genci gördüğünde,
Onun güzelliğine aşık oldu o günde.
Onu aldatmak için, uğraştı pek çok, fakat,
Genç, o kötü kadına hiç etmedi iltifat.
Lakin kadın, sonunda birçok hiyle yaparak,
Meylettirdi kendine, o genci aldatarak.
Genç adam, tam elini uzatırken kadına,
Bir kavi tokat indi gaibden suratına.
Ve bir ses işitti ki: (Sen kime gidiyordun?
Ne için bu kadına aldanıp mağlup oldun?)
Bu ikaz üzerine, mahcup oldu genç kişi.
Dedi: (Doğru, ben nasıl yaparım haram işi?)
Çekti hemen elini, ona hiç dokunmadan.
Devam etti yoluna, dinlenmeden, durmadan.
Lakin bu hadiseden, pek fazla duygulandı.
Nihayet o velinin memleketine vardı.
Büyük bir merak ile sordu o ahaliye:
(Feridüddin Genc Şeker, bu yerde kimdir?) diye.
Dergahını bularak, yanına vasıl oldu.
Feridüddin Genc Şeker, ona şöyle buyurdu:
(Ey oğlum, sen gelirken, rastladın bir kadına.
Hiylesine aldanıp, tam düşerken ağına,
Şu tertemiz elini, ona hiç dokunmadan,
Kurtardı bir zat seni, o günah ve haramdan.)
Genç kişi dinleyince, onun bu sözlerini,
Anladı o yardımın, o zattan geldiğini.
Bu zat buyuruyor ki: (Hakiki bir müslüman,
Şöyledir ki, kimseye bir zarar gelmez ondan.
Çünkü o, bağlanmıştır kalben cenab-ı Hakka.
Bir mesuliyet hissi taşır o cümle halka.
Birine, bir fenalık düşünse de o insan,
Mani olur o işe, kalbindeki o iman.
La teşbih, bir köpeğin tasması varsa şayet,
Ondan, hiçbir insana bir zarar gelmez elbet.
Lakin yoksa tasması, o, sahipsiz demektir.
İmansız olanlara, işte bu, bir örnektir.
Sahipsiz bir köpeğin, her an ne yapacağı,
Belli olmaz ne zaman, kime saldıracağı.
Bunun gibi, imanı olmayan kâfirler de,
Zarar yapabilirler her insana, her yerde.)
.
05 - ZENGİ ATA (Rahmetullahi Aleyh)
.Bir nazar
Vaktiyle dört arkadaş, gelerek bir araya,
Tahsil-i ilim için, geldiler Buhara’ya.
Zahiri ilimleri öğrenip bir hocadan,
İçlerine bir ateş düşüverdi sonradan.
Dediler ki: (Öğrendik zahiri ilimleri.
Lakin ihlas olmazsa, gidemeyiz ileri.
Yani batın ilmini öğrenmezsek biz eğer,
Bu tahsil ettiğimiz ilimler boşa gider.)
Böylece, bir mürşid-i kâmil bulmak üzere,
Medreseden ayrılıp, koyuldular sefere.
Seyyid Ata idi ki, birisi bu gençlerden,
Peygamber-i zişanın evladıydı neseben
Semerkant yakınından geçiyorken bu gençler,
Bir İhtiyar kimseyi görerek eyleştiler.
Ona seslendiler ki: (Mürşid arıyoruz biz.
Onunla, tasavvufta yetişmektir gayemiz.)
Meğerse o ihtiyar, Zengi Ata namında,
Bir kâmil kişi imiş, Semerkant diyarında.
Zengi Ata, cevaben dedi ki o gençlere:
(Aradığınız benim, gitmeyin başka yere.)
Onlardan üç tanesi, o zata inandılar.
Ve lakin Seyyid Ata hiç etmedi itibar.
Düşündü: Ben seyyidim, ilmim var, bu bir gerçek.
Bu siyahi kişi mi beni irşad edecek?
Kalben geçirdiyse de, bu bozuk fikirleri,
Yine de yapıyordu günlük vazifeleri.
Lakin çok yaptıysa da riyazet, mücahede,
Halinde, ilerleme hiç olmadı yine de.
En son Anber Ana’ya, gelip arz eyledi ki:
(Anacağım, üstada şunu haber verin ki,
Ben çok üzülüyorum, n’olacak böyle halim?
Yıllarca buradayım, açılmadı hiç kalbim.)
O dedi ki: (Bu gece, bir keçenin içine,
Sarılıp, tevazuyla yat kapı eşiğine.
Seni böyle görürse, şefkat ile bir bakar.
Onun bir tek nazarı, sana yeter ve artar.)
Seyyid Ata, o gece girdi keçe içine.
Uzandı o üstadın kapısı eşiğine.
O gece, Zengi Ata namaza kalktığında,
Gördü ki, biri yatar eşiğinin altında.
Tam basacak idi ki üzerine göğsünün,
O, tutup ayağını öpünce o büyüğün,
Buyurdu ki: (Kimdir o, yatmış eşik önüne?)
Dedi: (Seyyid Ata’yım, muhtacım himmetine.)
Buyurdu ki: (Kalk yerden, düzeldi şimdi halin.
Üzülme, bundan sonra açılır artık kalbin.)
O anda bir teveccüh etti Seyyid Ata’ya.
Çıkardı tasavvufta onu en üst noktaya.
.
06 - NİZAMÜDDİN EVLİYA (Rahmetullahi Aleyh
.Uzlet ve hizmet
Nasirüddin-i Mahmud, velilerden bir kişi.
Sünnet-i seniyyeye uygun idi her işi.
Küçükken, babasının aniden ölmesiyle,
Annesi ilgilendi, onun yetişmesiyle.
Nihayet Nizamüddin Evliya’yı bularak,
Onun teveccühüyle, açıldı kalbi ancak.
Onun bir teveccühü, yetti saadetine.
Zira o, tek bir nazar etmişti ki kendine.
İşte, ne oldu ise, o anda oldu esas.
Kalmadı o nazarla, hiç kalbinde kir ve pas.
Halbuki daha önce, uğraşıp kırküç sene,
Nice mücahedeler eylemişti nefsine.
Lakin bulamamıştı, maksuduna tam zafer.
Zira sırf ilim ile olmazmış bu iş meğer.
Bir Allah adamının, bir şefkatli nazarı,
Silip atar kalpteki karartı ve pasları.
Nasirüddin-i Mahmud, bir süre sonra yine,
İzinle avdet etti tekrar memleketine.
Lakin hayranlarının çokluğundan olacak,
Yapamaz hale geldi dersini tam olarak.
Bir haber gönderdi ki, biriyle üstadına:
(Efendim, müsadeniz var ise şayet bana,
İnsanlardan ayrılıp, uzleti istiyorum.
Tenhada, ibadetle uğraşayım diyorum.)
Nizameddin Evliya, buyurdu ki: (Yok izin.
İnsanlardan ayrılıp, uzlet etmemelisin.
İnsanlar arasında bulunup, hizmet etmen,
Üstündür, tenha yerde yaptığın ibadetten.
Ganimet bilmelisin, insanlara hizmeti.
Hizmet varken, büyükler reva görmez uzleti.
Zira çoğu veliler ve bilcümle Nebiler,
Ömrünü, insanlara hizmette geçirdiler.
Hatta cefa, sıkıntı verseler de sana halk,
Yine de bu hizmeti, yap devamlı olarak.)
(Baş üstüne) diyerek hocasının emrine,
Vakfetti hayatını, kulların hizmetine.
Bu zat buyuruyor ki: (Vakit, büyük nimettir.
Sıhhatle geçiyorsa, bulunmaz ganimettir.
Her saati, Allah’ın zikriyle geçirmeli.
Hep islama muvafık ameller işlemeli.
Her hareket ve duruş, oturup kalkmak bile,
Yapılırsa eğer ki dine uygun haliyle,
Yani kul, her işinde, Rabbimizin emrini,
Düşünüp, ona göre yapmışsa amelini,
Allah’ı unutmuyor demektir her anında.
Zikir de, hatırlamak demektir esasında.
Yani kişi, islama uyuyorsa her zaman,
Zikrediyor demektir Rabbini muntazaman.)
.
07 - TİMUR HAN (Rahmetullahi Aleyh
.Salih bir müslümandı
Timur Han’ın babası, Emir Toragay Hakan,
Tertemiz, çok salih bir müslümandı o zaman.
Seyyid Emir Külal’in talebesiydi hem de.
Ondan, çok istifade etmişti o devirde.
O da, oğlu Timur’u, çok iyi yetiştirdi.
Şemseddin-i Gilal’i hoca tayin ettirdi.
O oldu babasından sonra Belh'in emiri.
Çok sever ve sayardı, âlim ve velileri.
Bir gün arz eyleyerek, Şemseddin-i Gilal’e,
Ziyarete gittiler, Seyyid Emir Külal’e.
Yolda, koyun götüren birine rastladılar.
Konuşup, onu dahi yanlarına aldılar.
Meğer o kimse dahi, o zata gidiyormuş.
Ve hediye olarak, koyun götürüyormuş.
Köye geldiklerinde, o velinin evini,
Sormak için, civarda, görmediler birini.
Onlar araştırırken, o ara yanlarına,
Bir zat gelip götürdü, onları dergahına.
Seyyid Emir Külal’miş meğer o mübarek zat.
Onları, hanesine götürmüş kendi bizzat.
Onlar bunu bilince, çok özür dilediler.
(Efendim affediniz, tanımadık) dediler.
Buyurdu ki: (Kimsesiz, garip Allah dostuna,
Ziyarete çıkanlar, kavuşur arzusuna.)
Hediye getirilen koyun ise, birazdan,
Kaçınca, tutmak için koştu biri ardından.
Velakin Emir Külal buyurdu ki: (Gitme dur!
Döner gelir o yine, kendini yorma, otur.)
Sonra cemaat ile, kalkıp namaz kıldılar.
Namazdan sonra dahi, sohbete koyuldular.
Onlar sohbet ederken, o koyun hakikaten,
Gelip, kapı önüne yatıverdi aniden.
Hazret-i Emir Külal buyurdu: (Ey insanlar!
Hakk’a tâbi olana, tâbi olur hayvanlar.
Eğer Hak teâlâ'ya yönelirse bir kişi,
İşte böyle rast gidip, kolay olur her işi.
Timur Han, gayet sade, mütevazı bir halde,
Dervişane bir hayat yaşardı fevkalade.
Bir gün, adamlarıyla bir yerde otururken,
Âlim ve velilerin halinden konuşurken,
Öteden bir gurubun geçtiğini gördüler.
Ve (bunlar kimdir?) diye, hayli merak ettiler.
Sonra öğrendiler ki, Seyyid Emir Külal’miş.
O gün, talebesiyle bir sohbete gidermiş.
Öğrenince, Timur Han birden duygulanarak,
Koştu onlara doğru, yerinden fırlayarak.
Edeple yaklaşınca Seyyid Emir Külal’e,
Yanında talebesi, hayret etti bu hale.
Arz etti ki: (Efendim, lutfedip biraz durun.
Bizim yanımızda da, biraz sohbet buyurun.)
. Âlimleri severdi
Esseyyid Emir Külal, bir nazar etti ona.
Buyurdu ki: (Çok mühim işler olacak sana.
Velakin hepsinde de, muvaffak olacaksın.
Ülkeyi baştan başa, mülküne katacaksın.)
Yoluna devam edip sonra o mübarek zat,
Namaz kılıp, tefekkür eyledi yarım saat.
Sonra, talebesinden seslenerek Mensur'a,
Buyurdu ki: (Süratle var git, Emir Timur'a.
Oturuyorsa kalksın, ayaktaysa durmasın.
Ordusunu, Harezm'in fethi için yollasın.
Sonra da, Semerkant'a yürüsün orduları.
Onunla beraberdir velilerin ruhları.)
Talebe, bu haberi getirince Timur'a,
Timur Han, ayak üzre duruyordu o ara.
O velinin emrini alınca haberciden,
Harekete geçirdi ordusunu acilen.
Harezm’i fethederek, yürüdü Semerkant’a.
Fethetti orayı da, çok kısa bir zamanda.
Seyyid Emir Külal’in himmetiyle Timur Han,
Çok geniş topraklara sahip oldu o zaman.
Kendi yazmış olduğu kanun ve tüzüklerle,
Devletinde düzeni sağlıyordu her yerde
Zamanında müminler şuna inanmışlardır:
Timur Han, çok adil ve dindar bir müslümandır
Âlimleri pek sever, çok hürmet gösterirdi.
Yanında bulundurup, özel değer verirdi.
Yine seyyidlere de, ederdi saygı, hürmet.
Veli türbelerini ederdi çok ziyaret.
Ahmed-i Yesevi’nin kabrinin üzerinde,
Çok mükemmel bir türbe yaptırmıştı devrinde.
Behaeddin Buhari hazretlerinin dahi,
Dergahına, çok hizmet ederdi bizatihi.
Buhara caddesinden, o bir zaman geçerken,
Bazı müslümanları gördü halı silkerken.
Merak edip sordurdu hemence bir kimseye:
(Silkinen o halılar, kime aittir?) diye.
Behaeddin Buhari, hanegahına ait,
Olduğunu duyunca, duygulandı o vakit.
Büyük bir sevinç ile, hemen kalktı yerinden.
O tozların içine kendini attı hemen.
Onu böyle görünce, insanlar şaşırdı hep.
Dediler ki: (Timur Han, ne yapar böyle acep?)
İşte bu velilere, öyle çok muhabbeti,
Vardı ki, ibret oldu onun bu hareketi.
Misk ve amber sürünür gibi koca Timur Han,
O tozların içinde, zevkle durdu bir zaman.
Allah'ın dostlarına gösterdiği bu hürmet,
Ve onlara, kalbinde beslediği muhabbet,
Sayesinde, her işte kavuştu çok zafere.
Sonunda, iman ile çıktı sonsuz sefere.
. Başarının sırrı
Timur Han’a sordular: (Böyle yükselmenize,
Sebep olan şey nedir, söyleyin lütfen bize.)
Dedi ki: (Ermek için arzu ve muradıma,
Karıncayı, kendime örnek aldım daima.
Şöyle ki, bir savaşta yenilmişti ordumuz.
Baktım ki, neticede perakende olmuşuz.
Bir duvarın dibinde bekliyorken bu kere,
Gözüm, bir karıncaya ilişti birdenbire.
Var idi ki ağzında koca buğday tanesi,
Onu, duvar üstünden aşırmaktı gayesi.
Ama hep yarı yolda, o tane düşüyordu.
Karınca tekrar alıp, yukarı çekiyordu.
Lakin tam yetmiş kere düşürmesine rağmen,
Vazgeçmedi yine de, maksat ve hedefinden.
Dikkat ettim, sonunda başardı gayesini.
Aşırdı o duvardan o buğday tanesini.
Ben bunu gördüğümde, düşündüm ki: Bu gayret,
Karıncadan ziyade, olmalı bende elbet.
Ondan sonra, bir işe verseydim şayet karar,
Yılmadan çalışırdım, başarıncaya kadar.
Ayrıca, her iş için sorardım âlimlere.
Onların duasını alıyordum her kere.)
Nitekim bu hususta buyurmuş ki erenler:
(Kurtulur sıkıntıdan, sorarak iş görenler.
Soran dağları aşar, sormayan yolda şaşar.
Danışarak iş yapan, daima rahat yaşar.
Ben bilirim diyenler, kurtulmaz sıkıntıdan.
Çünkü bilmediğini, öğrenmez gururundan.)
Bir başka evliya da, buyurdu ki bir kere:
(Eğer bilmiyorsanız, danışın bilenlere.
Ama kibirli olan, kaçınır danışmaktan.
Çünkü ben de bilirim demektedir o her an.
Bu kibir, öyle feci beladır ki mazallah,
Kibirli olanlara, düşmandır bizzat Allah.
Eğer yakalandıysa bu belaya bir kişi,
Temizler onu ancak Cehennemin ateşi.
Secde etmedi ise, Adem'e lain şeytan,
(Ben ondan hayırlıyım) dedi de, işte ondan.
Ve eğer bir müslüman, kılmıyorsa namazı,
Bu dahi kibirdendir, budur bunun manası.
Eğer hor bakıyorsa, bir kişi diğerine,
Bu dahi işarettir, o kimsenin kibrine.
Müslümana su-i zan, hakir görmek ve gıybet,
Sahibinin kibrine ederler hep işaret.
Biri danışmıyorsa yapacağı bir işte,
Kibirli olduğunu gösterir bu da işte.
Dua istemiyorsa, insan yakınlarından,
Bu dahi, kibir ile ilgilidir yakından.
Çünkü ihtiyacını arz etmek, kibri kırar.
Eğer arz etmiyorsa, kibirdendir aşikâr.)
. Kendisinden razıyız
Bu dünyanın en büyük devlet adamlarından.
Hem dahi âlimlerin dostu idi Timur Han,
Seyyid Emir Külal’in sohbetinde bulundu.
Manevi evlatlığa, hem de kabul olundu.
Bir ara, Semerkant'a yerleşince Timur han,
Buhara'ya gitmeyi, arzu etti bir zaman.
Seyyid Emir Külal'e, gönderdi şu haberi:
(Buhara'ya gelmeme var mı müsadeleri?
Eğer izin yok ise oraya gelmemize,
Lutfedip, kendileri gelsinler ülkemize.
Hocamızı görmeyi, çok arzu ediyoruz.
Nasıl uygun olursa, talimat bekliyoruz.)
Bu haber üzerine, hazret-i Emir Külal,
Oğlu Emir Ömer'i gönderip ona derhal,
Buyurdu ki: (Ey oğlum, git söyle Timur Han’a.
Kendisinden razıyız, duacıyız hem ona.
Lakin onun buraya gelmesi uygun olmaz.
Bizim de, o yerlere gitmemiz hiç olamaz.
Allah’ın rızasını istiyorsa Timur Han,
Tembih et, ayrılmasın adalet ve takvadan.
Eğer bu tembihimi yaparsa, iyi olur.
Kıyamette azaptan, ancak böyle kurtulur.
Eğer dünya malına meylederse kendisi,
Bizim duamızın da, hiç olmaz faidesi.)
Bu haberi alınca hocasından Timur Han,
Hocasının oğluna, söyledi ki o zaman:
(Döner dönmez, arzedin lütfen pederinize.
Buhara'nın mülkünü, vereyim emrinize.)
(Buna, izin yok) dedi, Emir Ömer cevaben.
Timur Han, bu sefer de dedi ki ona hemen:
(Öyleyse, filan şehri bağışlayayım size.
Eğer kabul ederse, bu, nimet olur bize.)
Emir Ömer dedi ki: (Bunu da kabul etmez.
Babam, dünya malına, bir zerre kıymet vermez.)
Son olarak dedi ki: (İkamet ettiğiniz,
Köyü bağışlayayım, lütfen kabul ediniz.)
Emir Ömer, cevaben dedi: (Tahmin ederim,
Bu teklifinizi de kabul etmez pederim.
Zira bana dedi ki ayrılırken oradan:
Bizleri memnun etmek istiyorsa Timur Han,
Adalet ve takvadan ayrılmasın herhalde.
Ancak böyle kurtulur, azaptan kıyamette.
Ölmeden, ahirete yarar iş yapmalı ki,
İnsan, böyle kurtulur azaptan tabii ki.
Ve yine ahirette, yarar iş de bir tektir.
O da, Resulullah'ın yolunda yürümektir.
İşlerde ve sözlerde, hatta her harekette,
Emir ve yasaklara, uymalıdır elbette.
Bu emirlere uymak, necata sebep olur.
Yani tatbik edenler, ebediyen kurtulur.)
.
08 - YUSUF MAHDUM (Rahmetullahi Aleyh)
.Fatiha-i şerife
Yusuf Mahdum adında vardı ki bir evliya,
Duaları, müstecab olurdu ekseriya.
Bir kimse de vardı ki, bu zata hizmet eden,
Adı Mehmet Dede’ydi, çocuğu olmazdı hem.
Buna, hanımı ile pek çok üzülürlerdi.
(Hak teâlâ, bize de çocuk verse) derlerdi.
Bir gün bu Mehmet Dede, bu zatın huzuruna,
Gelerek, bu derdini arz etti şöyle ona:
(Efendim, otuz yıldır bu evde hizmetteyim.
Çocuğumuz olmuyor, bundan üzüntüdeyim.
Dua edin, Rabbimiz, bir oğul versin bize.
Ölürsem, oğlum baksın sizin hizmetinize.)
O an yağmur yağardı, buyurdular ki ona:
(Bir bardak yağmur suyu doldur da getir bana.)
O suya, fatiha-i şerife okuyarak,
Buyurdu ki: (Her şeye, bu, şifadır muhakkak
Zira fatiha ile, çok kapılar açılır.
Çok insanlar, bununla muradına ulaşır.
Sizler dahi bu sudan, üçer yudum alınız.
İnşallah hasıl olur sizin de muradınız.)
Hocasının emriyle içince o suları,
Çok geçmeden, onların oldu bir oğulları.
Velakin a’ma idi, bu çocuk doğduğunda.
Getirip arz eyledi, hocasına bunu da.
Hazret-i Yusuf Mahdum, buyurdu ki: (Ey Mehmet!
Bu, benim evladımdır, üzülme, biraz sabret.
Bu çocuk büyüdükte, Allah'ın izni ile,
Veli olup, herkesi irşad eder ilmiyle.)
Daha sonra alarak çocuğu kucağına,
Ezan okuyuverdi, onun sağ kulağına.
Sol kulağına dahi, okuyunca ikamet,
Babası, birdenbire sevinip etti hayret.
Zira o, kucağında çocuğa okur iken,
Çocuğun iki gözü açılmış idi birden.
Hakikaten bu çocuk, büyüyüp daha sonra,
Kâmil bir veli olup, feyz saçtı insanlara.
Bu zat buyuruyor ki: (Bir veliye muhabbet,
Var ise, o veliden, akar feyiz ve hikmet.
Onların kitabını, severek okuyan da,
O velinin feyzinden, nasiplenir o anda.
Hiç kitap okumadan, geçer ise bir ömür,
Bulunmaz mahşer günü bir bahane ve özür.
Haberim yoktu demek, insanı kurtaramaz,
Bilmiyordum demek de, geçerli özür olmaz.
Çünkü ilk vazifemiz, herşeyden daha evvel,
Dinin emirlerini öğrenmektir mükemmel.
Bir insan, Rehberine, tam teslim olsa eğer,
Akar ona sel gibi, o nur ile feyizler.
Teslim olmak dinidir nitekim islamiyet.
Yani peki demeli, rehbere kişi elbet.)
.
09 - KADI MUHAMMED ZAHİD (Rahmetullahi Aleyh
.Muradın nedir?
Evliyanın büyüğü, ilmin hazinesiydi.
Ubeydullah Ahrar’ın mümtaz talebesiydi.
Kendisi anlatıyor: Talebelik çağında,
Bir arkadaşım vardı, Nimetullah adında.
Semerkant'tan Hirat’a, yola çıktık ikimiz.
Tasavvufta bir rehber bulmaktı niyetimiz.
Şaduman adındaki bir köyde konakladık.
Hava da çok sıcaktı, günlerce orda kaldık.
Biz o köyde dururken, işittik ki bir haber:
Ubeydullah-ı Ahrar, o köye gelmiş meğer.
Bir ikindi vaktiydi, gittik ziyaretine.
Daha ilk sohbetinde, tutuldum kendisine.
(Sen neredensin?) diye, sordu bana o zaman.
Arz ettim ki: (Efendim, gelirim Semerkant'tan.)
Çok güzel, tesirli ve fasih konuşuyordu.
Kalbimden geçenleri, dile getiriyordu.
Lakin biz Hirat için çıkmış idik bu yola.
Hava sıcaklığından, vermiştik orda mola.
Her nedense bu arzu, çıkmamıştı içimden.
Bunu dahi anlayıp, buyurdu ki peşinden:
(Hirat'a gitmekteki muradın acep nedir?
Tasavvufa girmek mi, ilim öğrenmek midir?)
Öyle heybetliydi ki, sükut ettim korkudan.
Yerime, arkadaşım cevap verdi o zaman.
Dedi: (Onun maksadı, tasavvufa girmektir.)
Buyurdu ki: (Öyleyse, iyi ve mübarektir.)
Sonra beni alarak, götürdü evlerine.
Elimi, eli ile tutup çekti kendine.
O anda bayılmışım, ayıldım sonra birden.
Gördüm ki, Hirat fikri silinmemiş kalbimden.
Bu halimi anlayıp, Hirat'a gitmem için,
Biraz tefekkür edip, sonunda verdi izin.
Yola çıktık ve lakin hastalandı hayvanım.
Öyle ki, zafiyetten atamazdı tek adım.
Hayvanımdan inerek, yürüdüm biraz yaya.
Bu sefer de gözlerim başladı ağrımaya.
Bu ağrıdan ötürü, bir yerde verdim mola.
İyileşip, tekrardan Hirat’a çıktım yola.
Sonra da, bedenimi sıtma tuttu bu sefer.
Anladım ki, bu işte hayır yok bana meğer.
Acele geri dönüp, kavuştum ona yine.
O günden itibaren katıldım sohbetine.
Bu zat buyuruyor ki: (Rabbimiz, bir kuluna,
Acır, onu severse, iki şey verir ona.
Birincisi, tanıtır sevdiği bir kulunu.
Onun vasıtasıyla kendine çeker onu.
İkinci olarak da, ona iyi, münasip,
Yani hayırlı bir iş, bir meslek eder nasip.
Allah'ın, bir kulunu sevdiğine tek nişan,
Hep hayırlı işlerle, meşgul olur o insan.)
.
10 - MUHAMMED SIBGATULLAH (Rahmetullahi Aleyh
.Yetişir bu kadar naz
Bu büyük zat, Masum-u Faruki’nin oğludur.
İmam-ı Rabbani’nin sevgili torunudur.
Bu çocuk doğduğunda, babası, dedesiyle,
Ecmir’de bulunurdu, ilim vesilesiyle.
Serhend'e dönerlerken duydular bu haberi.
Çok sevinip, o anda sürur doldu kalpleri.
Dedesi oluyordu, İmam-ı Rabbani de.
Önce çocuğu sordu, Serhend'e geldiğinde.
Yüzünü görür görmez, dedi: (Elhamdülillah.
Esselamü aleyküm, ya molla Sıbgatullah!)
Dedesinin mübarek lisanıyla, o gece,
(Sıbgatullah ) adını almış oldu böylece.
Sevgili torununa eğilip sonra hemen,
Müjdeler fısıldadı, kulağına gönülden.
Henüz alışmamışken dili süt emmesine,
Alıştı dedesinin, o mübarek sesine.
Muhammed Sıbgatullah, henüz beş aylık iken,
Ağır bir hastalığa, yakalanmıştı birden.
Ona çare bulmaktan aciz kaldı tabipler.
Ve hatta, (Bugün yarın vefat eder) dediler.
Hastalığın şiddeti, arttı her gün begayet.
Nabzı da, hissedilmez olmuştu en nihayet.
Anasıyla babası, ölecek zannettiler.
Hatta cenaze için, hazırlığa girdiler.
Lakin o gün, İmam-ı Rabbani hazretleri,
O eve teşrif edip, giriverdi içeri.
Eliyle torununun yüzüne dokunarak,
Buyurdu ki: (Ey oğlum, üzme bizi, haydi kalk!
Yetişir bu kadar naz annen ile babana.
Yeter bunca üzüntü, aç gözünü, bak bana.
Sen kalk ki, annen baban birazcık sevinsinler.
Şöyle huzur içinde, biraz yemek yesinler.)
Ölüm derecesinde olduğu halde bile,
Açtı hemen gözünü, onun bu sözleriyle.
Hareketler eyledi, hem dahi ağlayarak,
Ve şifaya kavuştu, bir anda tam olarak.
Babasına dönerek, buyurdu ki o zaman:
(Yaşamak ümidini, kesmişti herkes bundan.
Ben, kalben görürüm ki, Allah'ın izni ile,
Saçları, sakalları ağarmış tamamiyle.
İlim ve tasavvufta, yetişip kemal bulmuş.
Ve binlerce talebe, huzurunda oturmuş.
Nurundan istifade ediyor çok insanlar.
Allah'ın izni ile, olacak hepsi bunlar.)
İmam-ı Rabbani’nin sözleri, hakikaten,
Seneler sonrasında, vukua geldi aynen.
İnsanlar bilmese de ileriki işleri,
Hak teâlâ, onlara bildirir çok şeyleri.
Çünkü onlar, Allah'ın çok sevdiği kullardır.
Onların, böyle üstün kerametleri vardır.)
.
11 - ŞAKİK-İ BELHİ (Rahmetullahi Aleyh
.Genç iken tövbe etti
Belh şehrinde ikamet ediyordu evvelden.
Tüccarlık yapıyordu, henüz tövbe etmeden.
Türkistan’a gitmişti, genç iken mal almaya.
O yeri merak edip, başladı dolaşmaya.
Bir puthane görerek, girdi hemen içeri.
O anda içeride, var idi yaşlı biri.
İbadet ediyordu, o, bir putun önünde.
Hayret içinde kaldı o bunu gördüğünde.
Yanına yaklaşarak, dedi: (Ne yapıyorsun?
Niçin sen, böyle cansız bir puta tapıyorsun?
Bu putun, ne kendine, ne sana faydası var.
Veremez hiç kimseye, ne bir fayda, ne zarar.
Halbuki bir Sahibin var ki seni yaratan,
Her türlü muradına kavuşur Ona tapan.
O hakiki ilah da, Allahü teâlâdır.
İbadet olunmaya, sırf Onun hakkı vardır.)
O putperest dedi ki: (Doğruysa söylediğin,
Niçin yurdundan çıkıp, bu uzak yere geldin?
Bahsettiğin o Allah, verirken sana rızık,
Sen, rızkını burada arıyorsun, çok yazık.
Halbuki orada da görülürdü bu işin.
Niçin ta buralara uzandın rızık için?)
Bu sözden duygulanıp, çok haklı gördü onu.
Oradan ayrılarak, tuttu Belh'in yolunu.
Rastladı bu sefer de, yolda bir mecusiye.
Ticaret yaptığını söyledi o kimseye.
O dahi öğrenince ne için geldiğini,
Bir şeyler söyleyerek ikaz etti kendini.
Dedi: (Ticaret için geldinse, yazık sana.
Rızk için gelinir mi Belh'ten ta Türkistan'a?
Kısmetinde olmayan bir rızkın peşindeysen,
Ele geçiremezsin, yıllarca böyle gezsen.
Şayet kısmetin olan rızıksa aradığın,
Ne için arkasında koşuyorsun o rızkın?
Bil ki o, senin için ayrılmıştır bir yana.
O gelip bulur seni, lüzum yok aramana.)
Onun dahi sözünü beğenip, oldu hayran.
O günden itibaren, soğudu bu dünyadan.
Her iki kişinin de, doğru bulup sözünü,
Dünyadan ahirete tam çevirdi yüzünü.
Düşündü ki: Ahiret lazımdır bana önce.
Çünkü hesap sorulur her insana, ölünce.
Önce, islamiyet’i bilmeliyim mükemmel.
Sonra da, yapmalıyım onunla iyi amel.
Beni, ibadet için yarattı Hak teâlâ.
İbadet nasıl olur? Bilmem lazım evvela.
O böyle düşünerek, ilme verdi kendini.
Öğrendi ince ince, islam bilgilerini.
Daha sonra çalışıp, oldu büyük evliya.
Kararmış gönülleri, diriltip etti ihya.
. Niçin tesir etmedi?
Tüccarlık yapıyordu gençlik senelerinde.
Bir kıtlık baş gösterdi, bir ara Belh şehrinde.
Bu yüzden, suratları asık idi herkesin.
Açlıktan gülmüyordu yüzleri hiç kimsenin.
Rastladı o sırada neşeli bir köleye.
Merak etti, (bu, niçin neşeli böyle?) diye.
Sordu ki: (Bu kıtlıktan, herkes üzüntülü hep.
Sen ise neşelisin, hikmeti nedir acep?)
O, cevaben dedi ki: (Ne için üzüleyim?
Çok varlıklı ve zengin bir efendim var benim.
Şefkatli, merhametli, cömerttir hem de gayet.
Ne için edineyim kıtlığı kendime dert?)
O bunu işitince, dedi: (Aman ya Rabbi!
Duymadım ben ömrümde güzel söz, bunun gibi.
O, bir kula güvenip, oluyor da bahtiyar,
Benim, yok tevekkülüm Rabbime onun kadar.)
Gençlik senelerinde, reisiydi gençlerin.
Gitti tapınağına bir gün mecusilerin.
Dedi ki: (Arkadaşlar, girelim de içeri,
Görelim şu ateşe tapan mecusileri.)
Girince gördüler ki, genç biri oturuyor.
Önünde ateş yakmış, ona secde yapıyor.
Dedi ki: (Bu ateşe ibadet etme sakın.
Allah'a iman et ki, azaptan kurtulasın.)
O böyle dediyse de, aldırmadı o fakat.
Ve hatta sinirlenip, gelip vurdu bir tokat.
Çok üzüldü o gencin böyle davranışına.
Ve sonra çıktı hemen, tapınağın dışına.
Dedi ki: (Arkadaşlar, benim kusurlarımdan,
O mecusi genç kişi, olamadı müslüman.
Benim bozukluğumdan, etmedi sözüm tesir.)
Deyip, bu hadiseye oldu çok müteessir.
Tövbe istiğfar edip, ağladı için için.
Sel gibi gözyaşları akıttı bunun için.
Başladı hemen sonra, ilim tahsil etmeye.
Büyük bir âlim olup, tekrardan geldi Belh'e.
Fakat uzun seneler geçmiş idi aradan.
Geldi o tapınağa, talebeyle bir zaman.
Buyurdu ki: (Girelim, gelin şu tapınağa.
Hallerini görüp de, şükredelim Allah'a.)
Girip gördü içerde, gayet yaşlı bir kişi.
Buyurdu: (Müslüman ol, terk eyle bu ateşi.)
İhtiyar, (Peki) dedi hiç itiraz etmeden.
Bir şehadet getirip, imana geldi hemen.
Buyurdu: (Yıllar önce, bir genç vardı burada.
O, şimdi nerededir, yaşıyor mu dünyada?)
(O genç, benim) deyince, hayret edip dedi ki:
(İmana gelmemiştin o zaman, niye peki?)
Dedi: (Tesir etmedi sözlerin bana o gün.
Şimdi ise kalbime işledi tek bir sözün.)
. Eğer müslümansanız...
Bir gün zengin bir adam, Şakik hazretlerine,
Gelip, bir istirhamda bulundu kendisine.
Dedi ki: (Ey efendim, ben zengin bir kimseyim.
Her ihtiyacınızı karşılamak isterim.)
Onun bu teklifine karşılık, bu büyük zat,
Buyurdu: (Olabilir, şartım var benim fakat.)
Zengin, hayret içinde dedi ki: (Ey efendim!
O şartınız nedir ki, bunu çok merak ettim.)
Dedi: (Bana verince, malın noksanlaşırsa,
Veya hırsız gelip de, malların çalınırsa,
Yahut da vazgeçersen ilerde bu fikrinden,
Bir kusurumu görüp, dönersen niyetinden,
Ve yahut da ölürsen bir gün ani olarak,
Nafakasız kalırsam, o zaman ne olacak?
Bana, bu hususlarda verirsen bir teminat,
Derhal kabul ederim teklifini şu saat.)
Bunları, şaşkın halde dinledi zengin adam.
Sonra, hazret-i Şakik eyledi şöyle devam:
(Şu an benim rızkımı, verir ki öyle bir zat,
Bütün bu hususlarda, kefildir bana bizzat.
Saçar ihsanlarını, hepsine mahlukatın.
Yine de, hazinesi hep doludur o zatın.
Her canlının rızkını verir de fazla fazla,
Yine hazinesinde, azalma olmaz asla.
Hem o kadar çoktur ki şefkat ve merhameti,
Kulları yapsalar da her suç ve kabahati,
Bakmayıp hiç onların isyan etmelerine,
Kesmez rızıklarını, devamlı verir yine.
Hem de O, ölümsüzdür, O hep vardır, hiç ölmez.
Her ne olursa olsun, vadinden geri dönmez.
Böyle bir zat, rızk için kefilken şimdi bana,
Yakışır mı, bırakıp, gideyim başkasına?
Böyle yapan kimseye, akıllı denilir mi?
Böyle yüce bir Sahip, bırakıp gidilir mi?)
Zengin onu dinleyip, dedi ki: (Ey efendim!
Beni affediniz ki, büyük hata eyledim.)
Bazı asi gençlere, bir gün de bu büyük zat,
Biraz sert konuşarak, şöyle etti nasihat:
(Eğer çocuk iseniz, mektebe devam edin.
Eğer deli iseniz, tımarhaneye gidin.
Şayet hasta iseniz, görünün tabiplere.
Eğer ölü iseniz, gömülün kabirlere.
Yok müslüman iseniz, o takdirde islamın,
Şartları her ne ise, ifa edin bihakkın.)
Bir gün de buyurdu ki: (Etmeyin sakın gaflet.
Yoksa, pişmanlığınız çetin olur begayet.
Aklı olan, dünyada henüz ecel gelmeden,
Ölüm ve ahirete hazırlanır evvelden.
Bilir ki dünya fani, ebedidir ahiret.
Ahiret günü için, gösterir sa'y-ü gayret.)
. Sultana nasihatı
Bir yıl Şakik-i Belhi, hacca gitmek üzere,
Hazırlığını yapıp, çıktı hemen sefere.
Bağdat'ta mola verip, eyledi istirahat.
Halife haber alıp, çağırttı onu bizzat.
Teşrif eylediğinde, sordu ki: (Her kimsenin,
Zahid diye bildiği Belh'li Şakik sen misin?)
Buyurdu: (Şakik benim, zahid değilim fakat.)
Harun Reşid dedi ki: (Eyle bana nasihat.)
O da peki diyerek, buyurdu: (Ey halife!
Rabbimiz verdi sana çok ağır bir vazife.
Hükümdar olmak ile, mühim bir mevkidesin.
Sen, şu büyük zatları, rehber edinmelisin.
Rabbimiz Ebu Bekr-i Sıddık’ın makamını,
Sana ihsan etti ki, veresin tam hakkını.
O, nasıl doğru ise, sen de öyle olasın.
Mazlumların hakkını, zalimlerden alasın.
Ve Hazret-i Ömer’in verdi ki makamını,
Sen de ayırt edesin, hak ve bâtıl olanı.
Hazret-i Osman’ın da makamını hem sana,
Verdi ki, sarılasın haya ile ihsana.
Hazret-i Ali’nin de makamını verdi ki,
Sen de ilim sahibi olasın onun gibi.)
Harun Reşid dinleyip, başladı ağlamaya.
Dedi: (Doğru söyledin, devam et biraz daha.)
Buyurdu ki: (Ey Harun, vardır ki bir Cehennem,
Oraya bekçi yaptı Hak teâlâ seni hem.
Sana, üç şey verdi ki, mal, kılıç ve kırbaçtır.
Bunlarla, insanları ateşten uzaklaştır.
Yanına muhtaç biri gelirse, mal ver ona.
Sıkıntısı gitsin de, girsin Allah yoluna.
Kim de günah işlerse islamdan ayrılarak,
Onu da, kırbaç ile yola getir vurarak.
Başkasının hakkına tecavüz edenleri,
Mesela haksız yere adam öldürenleri,
Sen çık karşılarına, bu kılıcı alarak.
Mazlumların hakkını, zalimden al muhakkak.
Böyle yapmazsan eğer, şunu bil ki yakinen,
Mahşerde Cehenneme, sen olursun ilk giren.)
Harun Reşid dinleyip, eyledi ki şöyle arz:
(Devam eyle ey Şakik, alıyorum büyük haz.)
Buyurdu ki: (Ey Harun, sen devlet reisisin.
Sen, bir suyun menbaı ve kaynağı gibisin.
Senin valilerin de, bu suyun kollarıdır.
Su, menbada nasılsa, kollarda da aynıdır.
Veyahut bir bedende, baş gibidir hükümdar.
Halk ise o bedende sanki bir a’zadırlar.
Bedendeki a’zalar, elbet başa tâbidir.
Baş iyi olur ise, a’zalar da iyidir.)
Harun Reşid dedi ki: (Ne güzel söylüyorsun.
Rabbimizin rızası, senin üstüne olsun.
. Övünme malın ile
Halife Harun Reşid, bir gün Şakik Belhi’ye,
Rica etti: (Bana bir nasihat eyle!) diye.
Buyurdu ki: (Ey Harun, gaflete gelme sakın.
Zira ölüm, insana uzak değil, çok yakın.
Aldanma bu dünyanın mal ve saltanatına.
Ahirette, bunların faydası olmaz sana.
Düşün şimdi bir çölde, günlerce kaldığını,
Hararetten susayıp, içinin yandığını.
Tam ölecek bir hale gelmişken susuzluktan,
Biri gelse yanına, hem de serin su satan.
Senin, bu susuzluktan yanmışken böyle için,
Ne kadar mal verirsin o suyu almak için?)
Dedi ki: (Ne isterse veririm o ücreti.
Olur mu o durumda, malın ehemmiyeti?)
Buyurdu: (Yarısını isterse servetinin,
Verir misin o şahsa, o suyu almak için?)
Harun Reşid dedi ki: (Veririm hemen elbet.
Zira ben ölüyorken, neye yarar bu servet.)
Buyurdu ki: (Pekala, içtin ve kandın suya.
Lakin atamıyorsun o suyu dışarıya.
Yani bir damla bile, idrar yapamıyorsun.
Şiddetli bir sancıyla, kıvranıp duruyorsun.
O ara, bir başkası gelse senin yanına.
Dese: Çare bulurum, senin hastalığına.
Kalan servetini de talep etse o hepten,
Acaba verir miydin halas için o dertten?
Dedi: (Gayet tabii, seve seve verirdim.
Ben sancıdan ölürken, neye yarar servetim?)
Buyurdu: (Öyle ise, övünme malın ile.
Bir içimlik su kadar kıymeti yokmuş bile.)
Harun Reşid ağlayıp, dedi ki: (Söyle daha.)
Buyurdu ki: Ey Harun, isyan etme Allah'a.
Tövbeyi, bir an bile sakın geciktirme ki,
İstiğfar edemeden ölebilirsin belki.
Pişman olur, tövbeyi sonraya bırakanlar.
Zira ecel, çok zaman, ani gelip yakalar.
Bil ki halis müslüman, kimseyi kötü bilmez.
Kimsenin arkasından, konuşup gıybet etmez.
Tarifi şöyledir ki hakiki bir müminin:
Elinden ve dilinden, insanlar olur emin.
Tam yediyüz âlime sordum ki şu suali:
(Akıllı bir insanın, nasıl olur ahvali?)
Dediler: (Soğumuştur o kimse bu dünyadan.
Ahiret hazırlığı içindedir durmadan.
Bilir ki dünya fani, ahiret ebedidir.
Ahiret günü için hazırlık içindedir.
Dünya işleriyle de uğraşsa da nihayet,
Lakin dünya malına, beslemez hiç muhabbet.
Dünyadan, ahirete çevirmiştir yüzünü.
İbadetle geçirir gece ve gündüzünü.)
. Az konuşun
Bir gün Şakik-i Belhi Mekke'ye vardığında,
İnsanlar haber alıp, toplandılar yanında.
Onlardan bir tanesi yaklaşıp ona bizzat,
İstirham eyledi ki, etsin biraz nasihat.
Buyurdu ki: (Geçimin nasıldır senin şu an?
Bir şey bulamayınca, ne yaparsın o zaman?)
Dedi: (Bir şey bulunca, ona şükrediyorum.
Bulamayınca ise, durup sabrediyorum.)
Ona, Şakik-i Belhi buyurdu ki cevaben:
(Belh'in köpekleri de yaparlar böyle aynen.
Yani bir şey bulunca, sevinip onu yerler.
Bulamayınca ise, bekleyip sabrederler.)
O kimse, şaşkın halde dedi ki: (Efendim siz,
Bu gibi durumlarda, peki ne edersiniz?)
Buyurdu ki: (Bir şeyler geçerse elimize,
Veririz hemen onu, bir din kardeşimize.
Bir şey geçmeyince de, buna hiç üzülmeyiz.
O zaman Rabbimize, hamd-ü sena ederiz.)
Bu cevap, o kimsenin gitti pek çok hoşuna.
Ve Şakik-i Belhi’nin sarılarak boynuna,
Dedi ki: (Sen Vallahi, çok mübarek bir zatsın.
Hak teâlâ nurunu ve feyzini arttırsın.)
Bir gün de buyurdu ki: Sızlanmayın belaya.
İsyankâr olursunuz yoksa Hak teâlâya.
Zira geri çevrilmez, sızlanmakla bela, dert.
Sabır sevabından da mahrum olur böyle fert.
Belaya sabretmenin mükafatını bilen,
Ondan halas olmaya, heves etmez katiyen.
Allahü teâlâdan korkmanın alameti,
Terk etmektir her türlü günah ve masiyeti.
Rahmetinden ümitli olmanın nişanı da,
Çok ibadet etmektir, fırsat varken şu anda.
(Hak teâlâ affeder) diyerek, bir müslüman,
Çekinmeden, Rabbine ederse günah, isyan,
Veyahut da (Sonradan tövbe ederim) diye,
Kim ki tövbe etmeyi atarsa ileriye,
Bu kimseler, büyük bir gaflet içindedirler.
Zira umumiyetle ani gelir eceller.
Ölüme hazırlıklı olmalı ki gün gece,
Geri döndüremezsin, zira ölüm gelince.
Muhafaza eyle ki, kötü sözden dilini,
Ki, mahcup eylemesin, mahşerde o dil seni.
Bir sözü söylemeden, sonunu düşün önce.
Senden, onun hesabı sorulacak ölünce.
Verebilecek isen sorunca cevabını,
O zaman onu söyle, yoksa kapat ağzını.
Hazret-i Ebu Bekir, taş koyardı ağzına.
Ki, kadir olamasın malayani lafzına.
Büyükler, çok düşünür ve lakin az söylerler.
Zira (Susan kurtuldu) buyurmuştur o Server.
.
12 - HATİM-İ ESAM (Rahmetullahi Aleyh)
.Benden neler öğrendin?
O Hatim-i Esam ki, devrinin bir tanesi.
Velilerden Şakik-i Belhi’nin talebesi.
Çocuk yaşta başladı hocasının dersine.
Vakıf oldu bilcümle ilimlerin hepsine.
Bir gün Şakik-i Belhi, çağırıp kendisini,
Sordu ki: (Kaç senedir dinliyorsun dersimi?)
(Otuz yıldır) deyince, sordu ki: (Peki, benden,
Bunca yıl ne öğrendin, ne oldu istifaden?)
Dedi ki: (Ey üstadım, otuz küsur senedir,
Sizlerden öğrendiğim yalnız sekiz nesnedir.)
O böyle söyleyince, üstadı üzüldü pek.
Dedi: (Öğrenmemişsin fazla şey benden demek.
Bunca yıl gayret ettim senin yetişmen için.
Seninse istifaden az olmuş, acep niçin?)
Dedi ki: (Ey üstadım, böyledir hakikaten.
Lakin fazlasını da istemezdim ben zaten.
Zira biliyorum ki, dünya ve ahirette,
Felaha ermek için, bunlar kâfi elbette.)
Hocası buyurdu ki: (Nedir bunlar evladım?
Söyle de, benim dahi olsun bir malumatım.)
Dedi ki: (Birincisi, baktım, herkes şimdiden,
Bir şeyi gaye seçmiş, koşar onun peşinden.
Kimi mal, kimi para, kimi şöhret peşinde.
Kimi de mevki makam, rütbe endişesinde.
Yegane gaye olmuş, bunlar o insanlara.
Hırs ile uğraşırlar, varmak için bunlara.
Ve lakin dikkat ettim, o sevdikleri şeyler,
Onlara, kabre kadar arkadaşlık ederler.
Hiçbiri, onlar ile girmiyorlar kabire.
Halbuki onlar için uğraşmıştı habire.
Düşündüm ki, öyle dost bulayım ki kendime,
Öldüğümde, benimle, o da girsin kabrime.
Sadece bu dünyada olmasın bana yaran.
Öldükten sonra dahi, ayrılmasın yanımdan.
Mezara girdiğimde, bırakmasın beni tek.
Bulunsun hep yanımda, kıyamet gününe dek.
Böyle sadık arkadaş ve böyle vefalı yar,
Ne olabilir? diye, düşünüp verdim karar.
(Rabbime ibadet )ten daha vefalı, sadık,
Arkadaş bulamayıp, sarıldım ona artık.
Bildim ki, ibadetler yapılınca ihlasla,
Sahibini, hiç yalnız bırakmaz yolda asla.
O, ölüp de kabire girdiği zaman bile,
Ayrılmayıp, arkadaş olurlar onun ile.
Tamamen yüz çevirip o yalancı dostlardan,
Rabbime ibadete sarıldım hiç durmadan.
Haram ve günahlardan, kaçındım ince ince.
İyilik, ihsan yaptım elimden geldiğince.)
Şakik dedi: (Çok doğru söylüyorsun ey Hatim!
İkinci faideni söyle de dinleyeyim.)
. İkinci faidem
Hatim dedi: (Ey hocam, faydamın ikincisi,
Nefsinin peşi sıra koşar gördüm herkesi.
Onun isteklerini, helal-haram demeden,
Yapıyorlar, Allah'tan hiç de haya etmeden.
Halbuki Hak teâlâ, Kur'anda ara ara,
Bu nefse uymamayı emrediyor kullara.
Hatta buyuruyor ki: (Nefsine düşmanlık et.
Zira nefs-i emmaren düşmandır bana elbet.)
Kim Rabbinden korkarak, uymaz ise nefsine,
Kavuşur Cennetteki nimetlerin hepsine.
Nefsimi düşman bilip, çalıştım uymamaya.
Dikkat ettim an be an, ona aldanmamaya.
Ona, böyle şiddetle edince muhalefet,
O da, isteklerinden vaz geçti en nihayet.
Rabbine ibadetten kaçarken daha önce,
Şimdi yapmak istiyor ihlasla gündüz gece.)
Şakik dedi: (Ey Hatim, tebrik ederim seni.
Söyle de dinleyeyim üçüncü faideni.)
Dedi ki: (Nazar ettim, insanların haline.
Düşkün gördüm onları, dünya mal-ü mülküne.
Türlü sıkıntılara girerek gece ve gün,
Dünyalık toplamaya uğraşırlar büsbütün.
Halbuki Hak teâlâ, dünyaya, zerre kadar,
Değer, kıymet vermiyor, öyleyse neye yarar?
Hem dahi Hak teâlâ buyurdu ki Kur'anda:
(Her ne topladıysanız, mal namına dünyada,
Sıkı sarılsanız da onlara her ne kadar,
Ölünce, elinizden çıkacak hep o mallar.
Ve lakin Allah için sarf ettiyseniz ancak,
İşte o mallarınız, sizden ayrılmayacak.)
Bu âyeti düşünüp, ne kadar varsa malım,
Hepsini, Allah için din yoluna harcadım.
Böylece, elimdeki o malları, tamamen,
Verip, yoldaş eyledim kendime ebediyen.
Dünya için, para pul etmedim asla talep.
Allah için kazanıp, o yolda harcadım hep.)
Şakik dedi: (Ne güzel söylüyorsun ey Hatim!
Dördüncü faideni söyle de öğreneyim.)
Dedi ki: (İnceledim insanların halini.
Gördüm ki, çekemiyor bir kimse diğerini.
Yani birbirlerine bakıp haset ederler.
Gayrinin mallarına, ilmine göz dikerler.
Halbuki Hak teâlâ buyurdu ki âyette:
(Biz onların rızkını, taksim ettik elbette.)
Düşündüm ki: Allah'ın kuluyum ben de madem,
Benim dahi rızkımı, verir Rezzak-ı âlem.
Razı oldum Rabbimin ezeli taksimine.
Göz dikmedim kimsenin emvaline, ilmine.)
Şakik dedi: (Ey Hatim, ne güzel söylüyorsun.
Söyle beşinciyi de, benim de bilgim olsun.)
. Beşinci faidem
Hatim dedi: (Ey hocam, beşinci istifadem,
İnsanlara baktım ve çok hayret eyledim hem.
Şöyle zannederler ki bazıları malesef:
İnsan, dünyalık ile bulur kıymet ve şeref.
Makam sahiplerine, gösterirler çok hürmet.
Böyle olmayanlara, vermezler ehemmiyet.
İnsanlık kıymetini, zenginlikte ararlar.
Ve lakin fakirlere, hor ve hakir bakarlar.
Fakat ben düşündüm ki: Hak teâlâ indinde,
İnsanlığın şerefi, yoktur bunlar içinde.
Zira buyuruyor ki bu hususta Rabbimiz:
(Kim benden çok korkarsa, odur en şerefliniz.)
Ben onların fikrine, vermedim ehemmiyet.
Rabbimin her emrine, eyledim tam riayet.
Takvaya sarılarak, haya ettim Allah'tan.
Onun korkusu ile kaçındım her günahtan.)
Şakik dedi: (Ne güzel söylüyorsun ey Hatim!
Altıncı faideni söyle de dinleyeyim.)
Hatim dedi: (Ey hocam, baktım pek çok insana.
Uymuşlar tamamiyle nefis ile şeytana.
Bir kısmı, diğerinin malına göz dikmişler.
Dünya için, bazısı bazısına diş biler.
Halbuki kitabında buyuruyor ki Allah:
(Düşmanınız, nefis ve şeytandır, olun agah!
Ve sizi doğru yoldan kim isterse ayırmak,
Biliniz ki, onlar da düşmandır size mutlak.)
Düşman bildim kendime, nefsim ile şeytanı.
Sevmedim beni yoldan çekmeye uğraşanı.
Aldanmadım onların yaldızlı sözlerine.
Kulak verdim sadece, islam âlimlerine.
Onlara kıymet verip, sevdim müslümanları.
Düşman bildim kendime, bozguncu insanları.
Âlimlerin sözüyle, iyi oldu her hâlim.
Dünyadan, ahirete meyl etti hem de kalbim.
Bildim ki, lüzumsuzmuş dünya malını sevmek.
Değmezmiş dünya için, gayriyi haset etmek.
Hem dahi öğrendim ki, dünyaya, Allah meğer,
Sinek kanadı kadar vermezmiş asla değer.
Düşündüm ki: Rabbimin hiç kıymet vermediği,
Dünya için, değer mi haset etmek gayriyi?
Nasılsa o dünyalık, yarın çıkar elimden.
Ben, şimdiden çıkardım sevgisini kalbimden.
Bildim, bunun sonunda ölüm vardır akıbet.
Ve lakin sonu yoktur, ebedidir ahiret.
Düşündüm ki: Ahiret madem ki ebedidir,
O halde, ibadete sarılmak en iyidir.
Dünya muhabbetini tam çıkardım içimden.
Hazırlığa başladım ahirete şimdiden.)
Şakik dedi: (Ey Hatim, bu tesbitin ne iyi.
Söyle de, dinleyeyim yedinci faideyi.)
. Yedinci faidem
Hatim dedi: (Ey hocam, baktım şu insanlara,
Helal haram demeden, kazanırlar hep para.
Bir lokma ekmek için, girerler çok zillete,
Katlanırlar bu yüzden bir hayli eziyete.
Lakin buyuruyor ki Rabbimiz bunun için:
(Hiç bir canlı yoktur ki, rızkı gönderilmesin.)
Düşündüm ki: Ben dahi, bir canlıyım pekala,
Benim dahi rızkımı gönderir Hak teâlâ.
Madem ki rızık için, kefildir Allah bize,
O halde ne lüzum var fazla düşünmemize?
Dünyada benim gibi, milyarlarca canlı var.
Verir rızıklarını, geçse de uzun yıllar.
Benim dahi rızkımı gönderir Rabbim elbet.
Niçin bunu kendime edineyim fazla dert?
Yalnız ben, kul olarak yapıştım sebeplere.
Helalinden kazanıp, harcadım helal yere.
O emrettiği için çalışıp, tuttum sanat.
Lakin kazandığıma eyledim hep kanaat.)
Şakik dedi: (Ey Hatim, çok doğru söylüyorsun.
Sekizinci faydanı söyle de bilgim olsun.)
Hatim dedi: (Ey hocam, baktım şu ahaliye,
Gördüm ki, güvenirler Rablerinden gayriye.
Kimisi parasına, kimi mal ve mülküne,
Kimi de güveniyor, makam ve mevkiine.
Bir kısmı da fakirdir, yok onlarda mal, para.
Dayanır onlar dahi, kendi gibi kullara.
Halbuki müslümana, yakışmaz böyle olmak.
Zira şöyle buyurur Kur'anda cenab-ı Hak:
(Kim ki tam güvenirse şayet Yaradan’ına,
Yetişir O da onun, her türlü imdadına.)
Ben bunu düşünerek, Rabbimden gayrisinden,
Yüz çevirip, hiç yardım istemedim kimseden.
Yalnız Ona güvendim ve Ona dayandım hep.
Dünyada, hiç sıkıntı çekmedim bundan sebep.
Düşündüm ki: Onların güvendiği o şeyler,
Hepsi, Hak teâlâdan elbette acizdirler.
Mal telef olabilir, insan ölür akıbet.
Rabbimiz ölümsüzdür, Onundur güç ve kuvvet.)
Şakik bunu duyunca, buyurdu ki: (Ey Hatim!
Semavi kitapların hepsini ettim hatim.
Gördüm ki, dördünün de bunlardır hülasası.
Bu sekiz temel üzre yazılmıştır esası.
Her kim, bu sekiz şeye tam ederse riayet,
Dünya ve ahirette bulur sonsuz saadet.
Gevşeklik eder ise bunlarda insan eğer,
Dünya ve ahirette, çeker çok elem, keder.)
Ya Rabbi, bu mübarek kulların hürmetine,
Nail et bizleri de af ve mağfiretine.
.
13 - HAKİM-İ TİRMİZİ (Rahmetullahi Aleyh
.İlim aşkı
Hakim-i Tirmizi ki, halis Allah adamı.
O idi zamanının büyük hadis imamı.
Genç iken, temiz kalbi yanardı ilim için.
Yollarını arardı ilim tahsil etmenin.
İki arkadaşıyla, bir gün karar verdiler.
(İlim için, sefere çıkmalıyız) dediler.
Gelip, bu kararını söyledi annesine.
Lakin o, çok üzülüp dedi ki kendisine:
(Ey yavrum ben hastayım, sen dahi biliyorsun.
Beni kime bırakıp, sefere gidiyorsun?)
Annesi üzülünce, vazgeçti bu fikrinden.
Ve lakin ilim aşkı silinmedi kalbinden.
O iki arkadaşı, gittiler tahsil için.
O ise, tenhalarda ağlardı için için.
Yine bir gün, gizlice bir yerde ağlıyordu.
Gözünden, yaş yerine kanlar akıtıyordu.
Diyordu: (Gitti onlar, ilim tahsil etmeye.
Sonra, âlim olarak dönecekler geriye.
Ben ise mahrum oldum, cahil kaldım burada.
Ya Rabbi, din ilmini nasip eyle bana da.)
Ağlayıp, gözlerinden akarken kanlı yaşlar,
O an geldi yanına nur yüzlü bir ihtiyar.
Çok sevimli biriydi, yaklaşarak yanına,
Buyurdu ki: (Ne için ağlarsın, söyle bana?)
Dedi ki: (İlim için gitti arkadaşlarım.
Ben, mahrum kaldığıma üzülüp de ağlarım.)
Buyurdu: (Madem sana dua eder validen,
Öyleyse, Allah seni mahrum etmez ilimden.
Ey yavrum, ister misin, her gün sana geleyim.
Din ilmini, tamamen sana ben öğreteyim.)
(Çok isterim) deyince o nur yüzlü ihtiyar,
Başladı ders vermeye, artık hep leyl-ü nehar.
Üç sene müddet ile, her gün geldi yanına.
Rabbimiz, o kimseyi gönderdi ayağına.
Üç yıl, ara vermeden ders aldı ondan bizzat.
Sonunda öğrendi ki, (Hızır )mış bu gelen zat.
Buyurdu ki: (Anneme devam ettim hizmete.
Kavuştum bu sayede, bu çok büyük nimete.)
Bir gün de buyurdu ki: Dinimiz üç esastır,
Önce (ilim) ve (amel), üçüncüsü (ihlas)tır.
Bir işi, Allah için yapmazsa eğer bir kul,
Hak teâlâ indinde o amel olmaz makbul.
Bir amelin, indallah makbul olması için,
İhlasla yapılması lazım gelir o işin.
İşin halisi ile bozuğu da, zahiren,
Çok benzer olsa bile, ayrıdır birbirinden.
(Hakiki çiçek) ile, bir yapma, (sun'i çiçek),
Ne kadar benzese de, ayrıdır, bu bir gerçek.
Bir hakiki çiçeği koklayın, kokar elbet.
İşte böyle mis gibi kokar halis ibadet.
. Hayvana şefkat
Hakim-i Tirmizi ki, büyük hadis imamı.
Hem dahi tasavvufta yüksek idi makamı.
Tevazu sahibiydi, üzmezdi kimseyi hiç.
Yok idi dünyalığı, bir kulübesi hariç.
Hatta bir kapı dahi yoktu kulübesinde.
Bir perde asılıydı yalnız kapı yerinde.
O, bir sene hac için terk edince bu yeri,
Bir kaç yavrusu ile, köpek girdi içeri.
Haccı ifa edip de döndüğünde geriye,
Gördü ki, köpek girmiş evinden içeriye.
İlişmedi hayvana, ona merhametinden.
Oynatmak istemedi onu rahat yerinden.
Lakin kendisinin de, yoktu başka bir evi.
Kovmak da, hiç içine sinmedi bu köpeği.
Belki kendi kendine çıkıp gider diyerek,
Biraz beklediyse de, çıkmadı lakin köpek.
Gitti, dolaştı biraz, dönüp geldi yerine.
Fakat oturuyordu içerde köpek yine.
Dolaştı biraz daha etrafında o yerin.
Lakin yoktu niyeti çıkmaya o köpeğin.
Bir hayli gitti geldi, gitti geldi mübarek.
Bekledi, isteğiyle içerden çıksın köpek.
O gece, seksen defa gitti geldi o yere.
Yine de ilişmedi o zavallı köpeğe.
O devirde vardı ki abid ve zahid bir zat,
Hakim-i Tirmizi’ye inanmazdı o fakat.
Onun büyüklüğüne ederdi hep itiraz.
O gece, Resulullah eyledi onu ikaz.
Şöyle ki, rüyasına girerek o zahidin,
Buyurdu: (Kıymetini iyi bil Tirmizi'nin.
Ebedi saadete kavuşmak istiyorsan,
Koş onun hizmetine, geçirme daha zaman.)
Ertesi gün o zahid, gelerek huzuruna,
Af dileyip, aynı gün talebe oldu ona.
Kusuru, hep kendinde bilirdi bu veli zat.
Aramazdı kimsede asla kusur, kabahat.
Bir kimseye üzülüp darılsaydı da hatta,
Bilakis daha iyi davranırdı o zata.
İhsanda bulunurdu zaten çok kimselere,
Daha fazla yapardı kendini üzenlere.
Muhterem hanımına, sordular gelip bir gün:
(Kızdığı oluyor mu Hakim-i Tirmizi'nin?)
O, (Oluyor) deyince, sordular ki: (Ey hatun!
Peki, nasıl anlarsın kızdığını sen onun?)
Dedi ki: (Gayet kolay, o bize kızsa eğer,
Eskisinden daha çok iyilik, ihsan eder.
Kabahatimiz için, darılıp kızmaz asla.
Bilakis ihsanını kat be kat yapar fazla.
Kendisinde bilir hep kusur ve kabahati.
Artardı bu hallerde ibadat-ü taati.)
. Ey alçak nefis!
Hakim-i Tirmizi ki, evliyadan bir kişi.
İnsanları gafletten ikaz idi hep işi.
Pek fazla korkuyordu Allahü teâlâdan.
Titizlikle kaçardı her günah ve haramdan.
Gençliğinde, bir kadın geldi bir gün yanına.
Konuşup, çirkin bir iş teklif eyledi ona.
O bunu işitince, kan sıçradı beynine.
Cevap bile vermeden, dönüp geldi evine.
Lakin kadın, inada bindirdi bu işini.
Hakim-i Tirmizi’nin bırakmadı peşini.
Yalnız çalıştığını gördü bir gün bağında.
Bunu fırsat bilerek, gelip bitti yanında.
Lakin o, görür görmez kadının geldiğini,
Derhal bağdan dışarı atıverdi kendini.
Ve başladı kaçmaya, günahtan korkusundan.
Kadın da, koşuyordu süratle arkasından.
O kadının şerrinden, koştu çok uzaklara.
Ve lakin ileride, rastladı bir çukura.
Şöyle bir nazar etti, derindi içerisi.
Haram işlemektense, yoktu başka çaresi.
O edepsiz kadın da, geliyordu ardından.
O çukura atlayıp, kurtuldu o kadından.
O hadiseden sonra, geçti çok uzun yıllar.
Yaşı da ilerleyip, oldu hem çok ihtiyar.
Gençlikte geçirdiği halleri düşünürken,
Bir ara hatırına, bu kadın geldi birden.
Duydu bir an nefsinin şöyle söylediğini:
(Niçin kabul etmedin onun o teklifini?
O zaman gençtin henüz, ona peki diyeydin.
Sonra da pişman olup, istiğfar eyleyeydin.)
Nefsinden, bu düşünce gelince kendisine,
Pek fazla üzülerek, şöyle dedi nefsine:
(Ey günahlarla dolu habis ve alçak nefis!
Sen, böyle düşünmekte görmez misin hiç beis?
Kırk yıl önce, genç iken bunu düşünmedin de,
Şimdi mi düşünürsün bu ihtiyar halinde?
Kırk senedir çektiğin mücahede, riyazet,
Ne oldu, gece gündüz o çalışma, o gayret?
Gençken yüz vermedin de, sen o adi kadına,
Pişman mı oluyorsun şimdi o yaptığına?
Ey nefsim, sen ne alçak, na hainmişsin meğer.
Şu ihtiyar halinle, düşünürsün bak neler.)
Bir köşeye çekilip devamlı ağlıyordu.
Gözlerinden, sel gibi yaşlar akıtıyordu.
Öyle çok üzüldü ki nefsinin bu sözüne,
Günlerce, rahat uyku girmez oldu gözüne.
Girmemişti halbuki günaha hiç bir zaman.
Sırf bu düşüncesine, üzülüp, oldu pişman.
O kadar yükseldi ki, o, bu pişmanlığıyle,
Böyle yükselemezdi pek çok ibadetiyle.
. Belaya sabır
Tirmizi hazretleri, büyük ilim ehliydi.
Tasavvufta yükselmiş, marifet sahibiydi.
Şefkatli davranırdı, kızmazdı insanlara.
Sabrederdi onlardan gelen sıkıntılara.
Bir gün yeni ve temiz elbise giyerekten,
Cuma namazı için, erkence çıktı evden.
Bir kadın da vardı ki o mahallede yine,
İnanmazdı malesef onun büyüklüğüne.
Arkasından konuşur, yapardı gıybetini.
Bilmezdi büyüklerin kadir ve kıymetini.
Pencereden gördü ki, geliyor bu tarafa.
Bir kötülük yapmayı tasarladı bu defa.
Çamaşır yıkamıştı az önce de o zaten.
Kirli, necis sularla dolmuştu hem de leğen.
Birikmiş pis suları, bildi büyük bir fırsat.
Tam kapının önünden geçerken o büyük zat,
Devirdi o leğeni, başından aşağıya.
Çünkü yoktu kadında bir zerre edep, haya.
Islandı pis sularla vücudunun her yeri.
Ve kirlendi tamamen temiz elbiseleri.
Başını kaldırıp da, bakmadı (bu kim?) diye.
Evine gitmek için, döndü hemen geriye.
Ona yaptılarsa da bu haksız hakareti,
Yine de kendisinde buldu o kabahati.
O, kendi kendisine düşündü şöyle hatta:
Demek ki, işlemişim ben bir günah ve hata.
Eğer ben etmeseydim Rabbime günah, isyan,
O da, bu hakareti yapmazdı bana şu an.
O halde, ben kendimi düzelteyim diyerek,
Tövbe istiğfar etti, göz yaşları dökerek.
Dediler ki: (O kadın, yaptı da bunu size,
Niçin hiç kızmadınız siz de o edepsize?)
Buyurdu: (O kadından olmadı bu iş hasıl.
Bana bu muamele, Rabbimden geldi asıl.
Çünkü insan, bir alet, bir vasıtadır ancak.
İyi, kötü herşeyi yaratır cenab-ı Hak.
Eğer dilemeseydi bu işi Hak teâlâ,
Gelmezdi bana elbet bu hakaret ve bela.
O, hatırlatmayıp da, vermeseydi güç, kuvvet,
Yapamazdı o dahi, bana böyle hakaret.
Zahirde, bana bunu yaptıysa da o kişi,
Hakikatte Allah’tır yaptıran her bir işi.
Kulun karşılaştığı iyi, kötü her fiil,
Allah’tan gelir elbet, katiyen kuldan değil.
Madem ki Allah'tandır kula her bir musibet,
İnsanlara kızmaya, o halde var mı hacet?
Çünkü biz, Rabbimizin çok aciz kullarıyız.
Ondan, tatlı ve acı ne gelirse razıyız.
Gelse de Ondan bize, bir bela ve musibet,
Onu nimet biliriz, böyledir kulluk elbet.)
. Kimler Cennete gider?
İmam-ı Tirmizi ki, hadis âlimi bir zat.
(Sünen-i Tirmizi)yi o yazdı kendi bizzat.
Rivayet eylediği hadis-i şeriflerden,
Birkaçı, aşağıda yazılmıştır mealen.
Buyurdu: (İnsanların kızacağı hallerde,
Hak rızası ararsa bir müslüman her yerde,
Hak teâlâ, o kulu alır kendi hıfzına.
İnsanlardan bir zarar erişmez asla ona.
Allah'ın kızacağı işlerde de biri hep,
Kulların rızasını ederse eğer talep,
İnsanların eline bırakır onu hepten.
Ve onun, hiç bir zaman kurtulmaz başı dertten.)
Yine buyurdular ki: (Hak teâlâ, kuluna,
Yumuşaklık verdiyse, vermiştir çok şey ona.
Mahşerde, Cehenneme girmesi haram olan,
Cehennemin de onu yakması yasak olan,
Kimseler şunlardır ki, sertlikten çekinirler.
Yumuşak huylu olup, kolaylık gösterirler.
Söylüyorum Cennete gidecek olanları:
Zayıf ve gücü yetmez görürsünüz onları.
Ve lakin bir şey için etseler şayet yemin,
Yaratır Hak teâlâ o şeyi onlar için.
Ve şu kimselerdir ki, girerler Cehenneme:
Acele ederler ve sert davranır âleme.
Yumuşak davranan ve kolaylık gösterenler,
Hayvanın yularını tutanlara benzerler.
Durdurmak isteseler, onlara uyar hayvan.
Kayalığa sürseler, oraya koşar o an.)
Buyurdu: (Ayaktayken kızarsanız eğer siz,
Hemence oturun ki, yatışsın siniriniz.
Eğer oturmakla da geçmiyor ise bu hal,
Bulunduğunuz yerde, bir müddet yatın derhal.)
Ve yine buyurdu ki: (İki mümin kimseler,
Bir husus üzerinde ihtilafa düşseler,
Birisi, haksızlığı kabul etse ve hatta,
Yüzde yüz haklı olan, o olsa hakikatta.
Ve lakin (ben haksızım) deyip o arkadaşa,
Böylelikle etmezse onunla münakaşa,
Allah, köşk verecektir bu kullara cennete.
Bunun kefili ise, o gün benim elbette.)
Buyurdu: (Dünyadaki ameliniz, hep bir bir,
Yakın akrabanıza, kabrinde bildirilir.
İyi işlerinizi görünce sevinirler.
Lakin aksi olunca, hayli kederlenirler.
Derler ki: Ya ilahi, affeyle bu kulunu.
Hidayet nasip edip, sonra kabzet ruhunu.)
Buyurdu: (İnsanlara teşekkür eylemeyen,
Hak teâlâya dahi şükredemez katiyen.
Melekler, tartar iken Mizan’da amelini,
Olmaz güzel ahlaktan daha ağır geleni.)
. Söz dinlemek
Hakim-i Tirmizi’nin, tasavvufla ilgili,
Bir kitabı vardı ki, ilimle dolu idi.
Verip bu kitabını talebeden birine,
Buyurdu ki: (Götür at, bunu Ceyhun nehrine.)
(Peki) deyip, kitabı alıp çıktı oradan.
Lakin onu atmaya kıyamadı o zaman.
Oradan, hocasının huzurlarına geldi.
Kitabı sorduğunda, (Attım efendim) dedi.
(Peki, ne gördün?) diye sorunca hoca ona,
Bir şey görmediğini arz etti hocasına.
Buyurdu ki: (O halde, sen onu atmamışsın.
Kıymetini düşünüp, ona kıyamamışsın.
Tekrar git, o kitabı elin ile suya at.
Peki de ve söz dinle, nefsine verme fırsat.)
Ertesi gün, kitabı attı Ceyhun nehrine.
Hocasının emrini getirmişti yerine.
Atar atmaz bir sandık çıktı suyun içinden.
Kitap, sandık içine düşüverdi elinden.
Hemen sonra, sandığın kapandı kapakları.
Talebe, hayret ile gördü bu olanları.
Oradan döndüğünde hocasının yanına,
Gördüğü hadiseyi, arz etti bir bir ona.
Dinleyince hocası bunları kendisinden,
Buyurdu: (Şimdi oldu, atmışsın hakikaten.)
Talebesi dedi ki: (Evet, attım ise de,
Bu işin esrarını izah edin bize de.)
Buyurdu: (Tasavvuf’la ilgili bilgileri,
Toplayıp, bir risale yazmıştım önceleri.
Ve lakin öyle ince bilgilerdi ki onlar,
Anlamaktan acizdi bu zamanki insanlar.
Hızır aleyhisselam istedi benden onu.
Onun için demiştim: Götür, suya at bunu.
Emretti Hak teâlâ sudaki bir balığa.
Onu senden alarak, teslim etti Hızır'a.)
Talebe anladı ki, gaye atmak değilmiş.
O kitabı, Hazret-i Hızır'a vermek imiş.
Bu zat, bir sohbetinde buyurdu ki: (Ey insan!
Alçak gönüllü ol ki, Rabbimiz etsin ihsan.
Zira Allah, sevmiyor kibirli olanları.
Ve hatta rahmetinden, uzak eder onları.
Bilhassa büyüklere lazımdır saygı, edep.
Zaten halis müslüman, mütevazı olur hep.
Edeb’in bir tarifi, İtiraz etmemektir.
Büyüklerin emrine (baş üstüne) demektir.
Bu nefsi, en ziyade tahrip eden de yine,
Hemen (Peki) demektir büyüklerin emrine.
Zira bu azgın nefis, hep hayır demek ister.
Mütevazı olursa, (Peki) deyip söz dinler.
.
14 - ABDULLAH-I ENSARİ (Rahmetullahi Aleyh
.En büyük nimet
Hanbeli mezhebinde büyük hadis âlimi.
İlim tahsil etmekle meşgul oldu daimi.
Nesebi, Eba Eyüb Ensari’ye ulaşır.
Bunun için, (Ensari) ismiyle oldu meşhur.
Binaltı senesinde, Herat’ta doğan bu zat,
Seksenbeş yaşlarında, orada etti vefat.
Dört yaşında başladı o ilim tahsiline.
Ve din ilimlerinin, vakıf oldu hepsine.
Üçyüzbin’den ziyade hadis ezberlemişti.
Bütün vakitlerini, ilimle geçirmişti.
Zaman bulamıyordu yemek yemeye bile.
Annesi, lokma lokma yedirirdi eliyle.
Hadis toplamak için, dolaştı diyar diyar.
Nice sıkıntılara, katlandı leyl-ü nehar.
Bir gün, ders notlarıyla, gidiyorken bir yere,
Şiddetli bir yağmura tutuldu birden bire.
Islanmaması için aldığı ders notları,
Rüku vaziyetinde gitti uzun yolları.
Kendisi anlatır ki: (Kışın, cübbem yok idi.
Hele bizim diyarda, hava çok soğuk idi.
Evimde, tek bir hasır var idi, bir de kerpiç.
Bir de keçem vardı ki, kâfi gelmiyordu hiç.
Başıma doğru çeksem, ayağım açılırdı.
Ayaklarıma çeksem, başım açık kalırdı.)
Buyurdu: (Bir mürşidin sohbetine kavuşmak,
Nimetlerin içinde, en büyük budur ancak.
Onların bir şefkatli teveccüh ve nazarı,
Siler atar kalpteki karartı ve pasları.
Böyle kâmil bir mürşid ele geçerse eğer,
Bu nimetin kadrini, çok bilmek icab eder.
Her zaman bulunsa da Kâbe, Mina, Arafat,
Ele geçmez her vakit böyle bir mübarek zat.
Bu yolda ilerleten en kuvvetli vasıta,
Sevgi ve itaattir böyle kâmil bir zata.
Kalbi incitilirse eğer ki o mürşidin,
Bundan büyük felaket olmaz o kimse için.)
Yine o buyuruyor: (Olur ki öyle zaman,
Kulu, ibadet ile meşgul eder Yaradan.
Lakin ucb ve kibre iter şeytan o zatı.
Felakete sürükler onu o ibadatı.
Yine öyle olur ki, Hak teâlâ, kuluna,
Günah işletir, ancak, pişman olur o buna.
Öyle çok üzülür ki, kavrulur, yanar içi.
O günah sebebiyle, çok yükselir o kişi.)
Bir gün de buyurdu ki: (Günahı küçük görmek,
O günahı yapmaktan, zararlıdır daha pek.
Cürmün küçüklüğüne bakma sakın ey insan!
Düşün ki, kime karşı yaptın sen günah, isyan?
Allahü teâlâdan eyle çok haya, edep.
Korkulu, boynu bükük hayat sür dünyada hep.
.
15 - ABDÜLHALIK GONCDÜVANİ (Rahmetullahi Aleyh
.Tevazu üzere ol
Evliya-i kiramın en büyüklerindendir.
Kararmış gönülleri, nuruyla etti tenvir.
Babası Abdülcemil, o da âlim insandı.
Ve İmam-ı Malik’in mübarek soyundandı.
Hazret-i Hızır ile görüşürdü o bizzat.
Derdi olan, hep ona ederdi müracaat.
Bir gün, hazret-i Hızır gelerek ona yine,
Oğlu olacağını müjdeledi kendine.
Buyurdu: (Bu yakında olur salih bir oğlun.
Doğduğunda, ismini Abdülkadir koy onun.)
Henüz beş yaşındayken, ilim öğrenmek için,
Babası, Buhara’ya gönderdi onu ilkin.
Hace Sadreddin diye, vardı ki bir hocası,
Bunun üstün halini, almadı havsalası.
Zira öyle sualler sorardı ki o yaşta,
O, aciz kalıyordu cevabında en başta.
Nihayet bir gün ona buyurdu ki: (Ey oğlum!
Sana cevap vermekten, ben aciz kalıyorum.
Bunlar, kalp ilmi ile ilgilidir bilhassa.
İnşallah kavuşursun böyle yüksek bir şahsa.
Yani bu ilimlerde, bir kâmil-i mükemmil,
Senin suallerini çözebilir, ben değil.)
O günden itibaren hazret-i Abdülhalık,
Böyle kâmil bir rehber arar oldu hep artık.
Hızır aleyhisselam, yine bir gün gelerek,
Zikir talim eyledi, kendisi öğreterek.
Manevi evlatlığa kabul edip sonunda,
Ona, ilk üstad oldu bu tasavvuf yolunda.
Kendisi anlatır ki: Yaşım, yirmi ikiyken,
Bir gün, hazret-i Hızır yanıma geldi birden.
Yusüf-ü Hemedani adında bir veliye,
Beni alıp götürdü, terbiye etsin diye.
Cemalini görünce, sevdim onu velhasıl.
Esas istifadeyi edindim ondan asıl.
Vefatı yaklaşınca, manevi oğlu olan,
Evliya-yı Kebir'e, bir şeyler dedi o an.
Buyurdu ki: (Ey oğul, şudur ki vasiyetim,
İlim, edep ve haya üzere ol her daim.
İslam âlimlerinin üstün eserlerini,
Oku, sindir gönlüne onların sözlerini.
Çalış, tahsil eyle ki fıkıh, tefsir ve hadis,
Zira insan, ilimle olur üstün ve aziz.
Sana yakışacak şey, edep, haya, tevazu.
Zira hep yükseklerden, aşağıya akar su.
Dünya düşkünleriyle olma ki hiç arkadaş,
O, seni felakete sürükler yavaş yavaş.
Helalden ye yemeği, kahkaha atma asla.
Zira gönlü öldürür, gülersen eğer fazla.
Herkese merhamet et, kimseyi görme hakir.
Helak eder insanı zira gurur ve kibir.)
. Müminin firaseti
Bir aşure günüydü, hazret-i Abdülhalık,
Sohbet ediyordu ki mescitte bir aralık,
Müslüman kıyafetli bir genç girdi içeri.
Talebe arasında, oturdu diz üzeri.
Bu büyük zat, bir yandan hem sohbet ediyordu,
Bir yandan da, dikkatle o gence bakıyordu.
Sohbetin arasında, bir ara o genç adam,
Dedi ki: (Ey efendim, Resul aleyhisselam,
Firaset-i müminden sakının ey insanlar!
Zira o, Rabbimizin nuruyla eder nazar.
Diye, bir hadisinde, buyurdu ki Eshaba:
Bu hadis-i şerifin sırrı nedir acaba?)
Buyurdu: (Sırrı şu ki, belindeki zünnarı,
Çıkar da müslüman ol, kandırma insanları.)
Genç, itiraz ederek dedi: (Allah korusun.
Yani sen, şimdi bende zünnar mı var diyorsun?)
Buyurdu: (Şu hırkanı çıkar da öyle ise,
Zünnar olmadığını, isbat et madem bize.)
Çıkardı hırkasını, o genç istemeyerek.
Belinde bağlı zünnar çıkınca, üzüldü pek.
Yalan söylediğine utandı, mahcup oldu.
O an islama karşı, kalbine sevgi doldu.
Hem de bir evliyanın, Allah'ın nuru ile,
Nazar edeceğini anladı böylelikle.
Kalbinde ona karşı, duydu büyük muhabbet.
Ve getirdi aşk ile, kelime-i şehadet.
O zaman o büyük zat buyurdu ki: (Ey dostlar!
Bu, kesti zünnarını ve affa oldu mazhar.
Gelin, biz de keselim bizdeki zünnarları.
Olsun imanlarımız kâmil ve şirkten arı.
O, maddi zünnarını kesti ve etti iman.
Biz, kalptekini kesip, bulalım tam itminan.
Şu kibir zünnarını kalpten kesip atalım.
Gizli şirk belasından, böylece kurtulalım.)
Şaşkına döndü herkes onun bu sözlerinden.
İmam'ın ayağına düştüler hepsi birden.
Herbirinin kalbinden, onun himmeti ile,
Gitti gurur ve kibir, kalmadı zerre bile.
Bu zatın tek gayesi, dine hizmet yapmaktı.
Her duası, İndallah kabul olan bir zattı.
İnsanlar, hatta cinler, bu mübarek kişinin,
Yanına koşarlardı, bir dua almak için.
Yine sevenlerinden birisi, çok uzaktan,
Dergaha gelmişti ki, dua alsın bu zattan.
Az sonra, güzel yüzlü, şık giyimli genç biri,
Gelip dua istedi ve çıkıp gitti geri.
Lakin gelen misafir, çok merak etti onu.
Sual etti İmam'dan onun kim olduğunu.
Buyurdu: (Melek idi, biraz önce gördüğün.
Dua istemek için, bize gelir bazı gün.)
.
16 - AHMET BİN HADRAVEYH (Rahmetullahi Aleyh
.Hırsızın hidayeti
Ahmet ibni Hadraveyh, büyük bir evliyadır.
Hal ehli bir zat olup, kerametleri vardır.
İbrahim bin Edhem’le görüşüp etti sohbet.
Belh şehrinde yaşayıp, eyledi çok riyazet.
Derdi: (Olamıyorsa biri eğer muvaffak,
Basiretsizliğidir buna sebep muhakkak.
Hak ortada, yol açık, rehber var yol gösteren.
Hala yolu şaşırmak, hasıl olur körlükten.)
Belh emirinin kızı, zevcesiydi bu zatın.
O dahi tasavvufta yetişmişti bihakkın.
Adı Fatıma olup, bekar iken bu dahi,
Onun büyüklüğünü işitti bizatihi.
Bir haber göndererek bu zata biri ile,
Dedi ki: (İste beni babamdan zevceliğe.)
Kabul eylemeyince onun bu teklifini,
Gönderdi kendisine, tekrar başka birini.
Dedi ki: (Ben seninle, Allah rızası için,
Evlenmek istiyorum, doğrusu budur işin.
Seni ben, Hak yolunu gösteren rehber, delil,
Olarak biliyordum, yol kesici er değil.)
Ahmet bin Hadraveyh’e gelince böyle haber,
O kızı, babasından talep etti bu sefer.
Babası, memnun olup onun istemesine,
Tezvic etti kızını, Hakkın bu velisine.
Bu mübarek hanımla evlenip, daha sonra,
Onu dahi alarak, yerleşti Nişabur’a.
Bir gün hanelerine, devrin evliyasından,
Yahya ibni Muaz-ı Razi geldi bir zaman.
Öyle çok sevindi ki zevcesi o gelince,
O zata ikram için, hayvan kesti bir nice.
Evini, şamdanlarla donattı iyice hep.
Sonra arzu etti ki, kesilsin bir de merkep.
Lakin beyi, bu işi anlamadığı için,
Dedi ki: (Ey Fatıma, hikmeti ne bu işin?)
Dedi: (Kerem sahibi, Allah dostu bir hazret,
Bir kerem sahibini eylemiştir ziyaret.
Biz, nasıl istifade ediyorsak bundan tam,
İstedim, köpekler de etsinler bu gün bayram.)
Bu zatın hanesine, hırsız girdi bir sene.
Ve lakin bulamadı götürecek bir nesne.
Geri dönüyordu ki, üzüntülü ve meyus,
Bu veli onu görüp, oldu gayet huzursuz.
Dedi ki: (Abdest alıp, biraz namaz kılsana.
Sabah, bir şey gelir de, veririm onu sana.)
Hırsız, (Peki) dedi ve abdest aldı nihayet.
Gece, sabaha kadar eylediler ibadet.
O sabah, zengin bir zat gelerek o veliye,
İkiyüz elli altın etti ona hediye.
O da, o altınları hırsıza verdi derhal.
Bu ihsan karşısında, tövbe etti o filhal.
O günden itibaren, girdi tam hizmetine.
Kavuştu vilayetin yüksek derecesine.
Bir şeyler çalmak için girmişti eve, lakin,
Kalbini çaldırarak, kazandı iman, yakin.
.
17 - EBU BEKR-İ VERRAK (Rahmetullahi Aleyh)
.Allah korkusu budur
Ebu Bekr-i Verrak ki, âlim ve evliyadan.
Pek fazla korkuyordu Allahü teâlâdan.
Hazret-i Hızır ile çok isterdi görüşmek.
Ve her gün, adetiydi, kabir ziyaret etmek.
Bir cüz Kur'an okurdu, her gün gidip gelirken.
Yine ziyaret için, çıktı bir gün evinden.
Giderken bir ihtiyar, kendine görünerek,
Dedi ki: (İster misin benimle sohbet etmek?)
Onun bu teklifine, (Peki) dedi gönülden.
Zira çok sevimliydi, nur akardı yüzünden.
O kimseyle ziyaret ettiler kabirleri.
Ve yine konuşarak döndüler eve geri.
Ayrılırken, yaşlı zat dedi: (Ey biraderim!
Çok görmek istediğin o Hızır, işte benim.
Beni gördün ve lakin çok meşgul ettim seni.
Zira okuyamadın bu gün Kur'an dersini.
Zararı bu olursa Hızır ile sohbetin,
Düşün fenalığını malayani sözlerin.)
Bir oğlu var idi ki, temiz ve hoştu hali.
Mektebe gönderdi ki, öğrensin ilmihali.
Bu çocuğu, bir akşam geldiğinde mektepten,
Korkudan titriyordu, solmuştu yüzü hepten.
Çok üzülüp dedi ki: (Ey oğlum, ne bu halin?
Niçin soldun sarardın, niçin titrer bedenin?)
Dedi ki: (Hocam bana öğretti ki bir âyet,
Ben onun dehşetinden, korkuya düştüm gayet.
Müzzemmil suresinin, onyedinci âyeti,
Bildiriyor bizlere şu müthiş hakikati:
(Eğer kurtulmazsanız siz bu küfrün içinden,
Nasıl kurtulursunuz Cehennem ateşinden?
O kıyamet gününün korku ve endişesi,
Ak saçlı ihtiyara döndürür çok gençleri.)
Çocuğun hastalığı, gün be gün arttı hepten.
Bir müddet sonra ise, vefat etti bu dertten.
Ertesi gün, babası, ziyaret eyleyerek,
Ağladı göz yaşıyle şunları söyleyerek:
(Ey nefsim, bak şu oğlun, bir âyet işitmekle,
Korktu ve hastalandı, hatta öldü bu dertle.
Sen ise, bunca yıldır okursun bunu, lakin,
Sana bir şey olmuyor, taş mıdır senin kalbin?)
Buyurdu: (Çok uyumak, çok konuşmak, çok yemek,
Gönlü katılaştıran şeylerdir, kaçmak gerek.
Kalbi katılaştıran çok konuşmaktan murat,
Hiç günah karışmayan konuşmalardır fakat.
Yoksa, dine aykırı ve günah sözler ile,
Kalp katılaşmak değil, büsbütün ölür bile.)
Onu, öldükten sonra, biri gördü rüyada.
Baktı ki, hıçkırarak ağlıyordu orada.
Sebebini sordukta, buyurdu: (Ey kardeşim!
Öldüğüm günden beri, hep böyle yaş dökerim.
Zira bu, müminlere ait bir kabristandır.
Ve lakin iman ile gelebilen pek azdır.
Müslüman mezarlığı bilinir bu yer, fakat,
On kişiden, bir kişi imanla gelir heyhat!)
.
18 - EBU ALİ CÜRCANİ (Rahmetullahi Aleyh)
.Kabir konuşuyor
Evliyanın büyüğü Ebu Ali Cürcani,
Dine hizmet yolunda, tanımadı bir mani.
Ekseri bahsederdi ölümden, ahiretten.
Binlerce müslümanı uyandırdı gafletten.
Bir defa, kendisine sordular şu suali:
(İnsan kabre girince, nasıl olur ahvali?)
Buyurdu: Kardeşlerim, bir kimse etse vefat.
Başlar o kimse için, değişik başka hayat.
Defin bitip, cemaat dağılırken yanından,
O, ayak seslerini işitir mezarından.
O mevta, yalnız kalır artık o mezarında,
Amellerinden başka, kimse olmaz yanında.
İnsanlar ayrılınca, seslenir ona mezar,
Der ki: (Ey Ademoğlu, kıldın mı bende karar?
Bilir miydin buranın nasıl yer olduğunu?
Yoksa, hissetmedin mi öğrenmek lüzumunu?
Görürsün ki burası, hem dardır, hem karanlık.
Bulunmaz hem bu yerde ne yatak, ne de yastık.
Dün, üstümde gezerdin, pek gururlu olarak.
Kabir nasıl bir yerdir, etmedin mi hiç merak?
Benim içim, doludur böcek ve akrep ile.
Hazırlıksız geldinse, şimdi her şey nafile.
Üstümde, günahları eyledinse irtikab,
Şimdi benim içimde, revadır sana azap.
Hem de hiç hazırlıksız geldinse bu mezara,
Kurtarmaz bu azaptan seni ne mal, ne para.)
Eğer o ölen kişi, salih bir kimse ise,
Gaibten başka bir ses, cevap verir o sese.
Der ki: (Ne söylüyorsun bu mümine ey kabir!
Bu, öyle bir kimse ki, eyleme onu tahkir.
O, Rabbine inanıp, gece gün etti taat.
Hep islama muvafık dünyada sürdü hayat.
Emr-i maruf yaparak hizmet etti bu dine.
En ufak bir sıkıntı gösterme bu mümine.)
Bu sesin arkasından, genişler kabri hemen.
Cennet yaygılarıyla tefriş olur tamamen.
Daha sonra yanına, biri gelir pek güzel.
Çok nurlu ve sevimli, her bakımdan mükemmel.
Der ki: (Sen kimsin acep, ne güzelsin ve şirin.
Bu tenha yerde gelip, beni sevindirirsin?)
O der ki: (Sen dünyada eyledin iyi a'mal.
Beni, o amellerden halk eyledi Zülcelal.)
O ameller, dört yandan kuşatırlar o zatı.
Ondan ırak ederler gelecek mazarratı.
Azap melaikesi gelirlerse faraza,
(Namaz) karşı çıkarak, eder tam muhafaza.
Sonra, başka cihetten yaklaşırlarsa eğer,
(Oruc)u karşı çıkıp, mani olur bu sefer.
Onlar bunu görünce, giderler dönüp derhal.
Ve derler ki: (Ne güzel, mübarek olsun bu hal.)
.
19 - EBÜL FADL-I SERAHSİ (Rahmetullahi Aleyh
.Bir nazar
Ebül Fadl-ı Serahsi, devrinin bir tekidir.
Ebu Nasr-ı Serrac’ın en baş talebesidir.
İbadeti çok olup, meşhurdu kerameti.
Pek çoktu insanlara tasarrufu, himmeti.
Talebesi idi ki Ebu Said Ebül Hayr,
Dostları, kendisine bir gün şöyle sordular:
(Efendim, merak ettik, acep zat-ı aliniz,
Bu yüksek mertebeye, ne ile yükseldiniz?)
Buyurdu: (Bir derenin kenarında yürürken,
Hocam Ebül Fadl dahi yürürdü su üstünden.
Şefkatli nazarını, çevirdi benden yana.
İşte ne oldu ise, o anda oldu bana.)
Ebül Fadl’ın, herkese çok idi yardımları.
Ölünce kesilmedi, feyizleri, nurları.
Sıkıntıya sabreder, etmezdi hiç şikayet.
Duası kabul olur, katiyen olmazdı red.
Kendini sevenlerden anlatır ki bir hacı:
Evimizin önünde, vardı bir dut ağacı.
Dut yaprağı toplardım her gün umumiyetle.
Bir gün, yine ağaca çıkmıştım bu niyetle.
Ebül Feth-i Serahsi, oradan geçiyordu.
Bu ağacın altına gelince, biraz durdu.
Etrafta kimse yoktu, görmüyordu hem beni.
Şöyle dua eyledi kaldırıp ellerini:
(Ya Rabbi, ihtiyacım vardır biraz akçeye.
Bunu da, senden gayri söyleyemem kimseye.)
O an şahit oldum ki, dut ağacı, tamamen,
Saf altın oluverdi, çok şaşırdım buna ben.
Dedi ki: (Ya ilahi, ne kerem sahibisin.
Az bir şey isteyene, fazla fazla verirsin.)
O ayrıldıktan sonra, baktım ki ağaç yine,
Az önce altın iken, döndü eski haline.
Bir günkü sohbetinde buyurdu: Ey insanlar!
Gaflete gelmeyin ki, ahirette hesap var.
Yani günah olarak ne yaptıysak bu günde,
Orada hesabı var, yarın Mizan önünde.
Ey insanlar, bilhassa kaçının kul hakkından.
Mahşerde zor kalkılır, zira bu yük altından.
En iyisi, dünyada hemen helallaşmaktır.
Ahirete gidince, artık uğraşmamaktır.
Eğer ki ahirete kalırsa bir hakkınız,
Hakkınız ne kadarsa, o kadar alırsınız.
Helal etmiş iseniz dünyada onu fakat,
Bin katı alırsınız ahirette mükafat.
Ters dahi dönebilir hesaplar ahirette.
O zaman borçlu çıkıp, kalırsınız hayrette.
Nice alacaklılar vardır ki zira o gün,
Borçlu hale düşer de, helak olur büsbütün.
Hiç üzülmemek için yarın mahşer gününde,
Hiç kimseye, bir zarar vermemeli bu günde
.
20 - EBÜL ABBAS SEYYARİ (Rahmetullahi Aleyh
.Üç güzel haslet
Ebül Abbas Seyyari, hem âlim, hem evliya.
Allahü teâlâdan ederdi edep, haya.
Sohbetiyle çok kişi, gafletten oldu agah.
Ettiği her duası, makbul idi indallah.
Kim onun ismi ile bulunsaydı duada,
Onun bereketiyle, ererdi her murada.
Tövbe etmeden önce, zengin idi o gayet.
Babasından kendine, bir hayli kaldı servet.
Resul’ün iki telcik sakal-ı şerifini,
Almak için, verdi hep bilcümle servetini.
Bu manevi servete olur olmaz o sahip,
Rabbimiz, kendisine tövbeyi etti nasip.
Sonra da, evliyadan Ebu Bekr Vasıti’nin,
Sohbeti sayesinde, kalbini etti tezyin.
Bu sakal-ı şerifin hürmetine hem dahi,
Saçıldı üzerine bol rahmet-i ilahi.
Kaçındı her günahtan ömrü sonuna kadar.
Kalbi, hiç dünya ile olmazdı alakadar.
Günah işlememekte, gösterdi sabır, sebat.
Nefsine, günah için, vermedi aman, fırsat.
Dediler: (Bir mümine, en fazla lazım olan,
Ameller her ne ise, eyleyin bize beyan.)
Buyurdu ki: (Kullara, ne emrettiyse Mevla,
Onlara, titizlikle uymalıdır evvela.
Birinci vazifesi budur ki her müminin,
Her şeyden daha önce, etmeli bunu temin.
Eğer kulun bu babta olursa az ihmali,
Yarın mahşer gününde, çetin olur ahvali.
Emir ve yasaklara uymakta, az inhiraf,
Edenler, pişman olur mahşerde bi ihtilaf.
Çünkü emri yapmak ve haramlardan ictinab,
Farzdır ki, her müminin uyması eder icab.
Müslümana, yapması ikinci lazım olan,
Hep salih kullar ile bulunmaktır çok zaman.
Her kim devam ederse sohbet-i salihine,
Kavuşur mükemmel bir iman ile yakine.
Çünkü onlar, Allah’ın kullarıdır müttaki.
Onlarla bulunanlar, olmazlar fasık, şaki.
Allah adamlarının, bir şefkatli nazarı,
Alçaktan, balalara yükseltir insanları.
Salihler sohbetine kim ederse çok devam,
Dolar gönül evine ilahi feyiz, ilham.
Yapması mühim olan bir üçüncü iş ise,
Şefkat ve merhametle davranmaktır herkese.
Merhametli olanı, çok sever cenab-ı Hak.
Rahmet-i ilahiye, onlar olur müstehak.
Yalnızca kendisini düşünürse eğer kul,
Hak teâlâ indinde, olmaz iyi ve makbul.
Herkesin yardımına koşsa biri her zaman,
Ona da, mahşer günü yardım eder Yaradan.
.
21 - SEYYİD NUR BEDEVANİ (Rahmetullahi Aleyh
.Yemekte zulmet var
Hindistan’ın Bedevan şehrinde doğan bu zat,
Yine bu memlekette, Delhi’de etti vefat.
Seyfettin Faruki’nin bulunup sohbetinde,
Bir kâmil-i mükemmil oldu nihayetinde.
Devamlı okuyarak, Resulün hayatını,
Ona göre yapardı, her iş ve taatını.
Helaya, sağ ayakla girmişti bir gün sehven.
Tasavvufi halleri, bağlandı bu sebepten.
Üç gün tövbe ederek, yalvarınca Rabbine,
Önceki hallerine, kavuştu aynen yine.
Dünya düşkünleriyle görüşmezdi katiyen.
Her gün yiyeceğini, seçerdi helalinden.
O kadar çok ibadet etmişti ki hayatta,
Çok ayakta durmaktan, büküldü beli hatta.
Buyurdu: (Otuz yıldır, herhangi bir yemeği,
Geçirmedim kalbimden, pişittirip yimeyi.
Ne zaman yiyeceğe gerek duysaydım bilfarz,
Yanımda ne bulduysam, o şeyden yerdim biraz.)
Bir günde, bir defa ve helal yerdi muhakkak.
Bir yemek şüpheliyse, dururdu ondan uzak.
Yemek ikram etmişti kendisine bir zengin.
Bir bahane söyleyip, yemedi ondan lakin.
O dedi ki: (Efendim, helaldi yemeğimiz.
Çok üzüldüm, acaba ne için yemediniz?)
Yakın talebesine buyurdu ki o hemen:
(Yemekte zulmet vardı, yemedim bu sebepten.)
Onlar araştırdılar gizlice bunu derhal.
Gördüler ki, yemeğin malzemesi hep helal.
Sonra anladılar ki, o kimsenin niyeti,
Halis değil, malesef gösterişmiş meğer ki.
Dünyaya düşkün biri, bu zattan, emaneten,
Bir kitap isteseydi, verirdi ona hemen.
Lakin geri gelince, iki üç gün müddetle,
Alıp da okumazdı, onu umumiyetle.
Sohbetin tesiriyle, kitaptaki o zulmet,
Dağılınca, alır ve okurdu en nihayet.
En büyük talebesi, Mazhar-ı can-ı Canan.
Ondan bahsettiğinde, ağlardı çoğu zaman.
Derdi ki: (Seyyid Nur’a, siz yetişemediniz.
Eğer ona yetişip, bir defa görseydiniz,
Derdiniz ki: Ne kudret sahibidir ki Allah,
Böyle bir mübarek zat yaratmış, sübhanallah!
Herkesin, baş gözüyle göremediklerini,
O, kalp gözüyle görür, anlardı herbirini.)
Talabesinden biri, yabancı bir kadına,
Bakıp da geldiğinde hocasının yanına,
Buyurdu: (Sende zina zulmeti görüyorum.
Yabancı kadınlara, bir daha bakma yavrum.)
. Kızımı kurtarın!
Seyyid Nur Bedevani, evliya-yı kiramdan.
Titizlikle kaçardı, her günah ve haramdan.
Kerametle doludur, baştan sona hayatı.
Başı derde düşenler, arıyordu bu zatı.
Bir gün, yaşlı bir kadın gelerek huzuruna,
Ağlayıp, bir derdini arzetti yine ona.
Dedi ki: (Bir gün cinler, kızımı kaçırdılar.
Düşünüp, en sonunda buraya geldim naçar.)
O, bunları dinleyip, tefekkür etti biraz.
Ve sonra buyurdu ki: (Rabbime ettim niyaz.
Allah’ın izni ile, kurtulacak o yine.
Sen müsterih olarak, avdet eyle evine.)
Çıkıp, eve gelince o yaşlı kadıncağız,
Gördü ki, hakikaten oturuyor evde kız.
Çok sevinip dedi ki: (Ey kızım, söyle hele.
Sen, nasıl o cinlerden kurtulup geldin eve?)
Dedi ki: (Onlar beni, o gün yakaladılar.
Günlerce at koşturup, bir sahraya vardılar.
Ellerimi bağlayıp, hapse attılar, fakat,
Biraz önce yanıma, geldi nur yüzlü bir zat.
Ellerimi çözerek, çıkardı dışarıya.
Bir de baktım, bir anda ben gelmişim buraya.)
Bir gün de, iki kişi huzuruna geldiler.
(Bizi, talebeliğe kabul edin) dediler.
Lakin itikatları bozuk idi bir hayli,
O zattan gizlemeye çalıştılar bu hali.
Onların kalplerini görüyordu o fakat.
Buyurdu ki: (Lazımdır önce doğru itikat.
Bu bozuk itikattan, evvela vazgeçin siz.
Bize tâbi olmayı, sonra talep ediniz.)
Onlar, bu kerameti görür görmez bu zattan,
Derhal rücu ettiler o bozuk itikattan.
Biri de, dükkan açtı evinin yakınında.
Sonra, içki satmaya başladı dükkanında.
Talebeden birkaçı, bir araya geldiler.
Adamın dükkanını, yıkıp harab ettiler.
O bunu işitince, daha da üzülerek,
Buyurdu ki: (Sizlere düşmezdi ceza vermek.
Zira bu, hükümetin vazifesidir şu an.
Niçin böyle yaptınız bana hiç danışmadan?)
Sonra, altın doldurup, bir kesenin içine,
Gönderdi onlar ile, o dükkan sahibine.
Buyurdu: (Bu altını, götürüp ona verin.
Ve bu işten ötürü, ondan özür dileyin.)
Onlar, o altınları gidip ona verdiler.
Ve çok özür dileyip, Helallık dilediler.
O da çok memnun olup, hakkını etti helal.
Ve gelip Seyyid Nur’a talebe oldu derhal.
.
22 - BEDİÜDDİN SERAHENPURİ (Rahmetullahi Aleyh)
.Bir kıza aşıktı
Hindistan’da yaşayan büyük bir evliyadır.
Hal ehli kimse olup, kerametleri vardır.
İlmiyle amel eder, çok ibadet yapardı.
Bir günah işlemekten korkar, ödü kopardı.
İmam-ı Rabbani’ye gelirdi önce, fakat,
Dinin emirlerine etmezdi mütabaat.
Mesela namaz kılmaz, işlerdi haram dahi.
Ve lakin çok severdi İmam-ı Rabbani’yi.
Mahalleden bir kıza aşık idi ayrıca.
Ona da gidiyordu, kız onu çağırınca.
İmam-ı Rabbani'ye gidince bir gün bu zat,
O, merhamet ederek etti buna nasihat.
Buyurdu ki: (Ne için sen namaz kılmıyorsun?
Ve yine günahlardan, niçin sakınmıyorsun?)
Dedi ki: (Böyle sözler, çok dinledim ben, fakat,
Asla tesir etmiyor bana öğüt, nasihat.
Hususi bir teveccüh buyurursanız eğer,
Belki ancak o zaman nasip olur o şeyler.)
O zaman o büyük zat, buyurdu: (Öyle ise,
Sen yarın, bu niyet ve emniyetle gel bize.)
Tam gelecek idi ki yanına o büyüğün,
Sevdiği kız, onlara, misafir geldi o gün.
Gidemedi İmam’a, o kızdan ayrılarak.
Üç günden sona artık, gitti pek utanarak.
O buyurdu: (Ne için gelmedin Bediüddin?
Hani sen, üç gün önce, bana ne söylediydin?
Ama madem ki geldin, bir abdest al mükemmel.
İki rekat namaz kıl, sonra hemen bana gel.)
Buyurdukları gibi yaparak bu suretle,
İmam’ın huzuruna vardı halis niyetle.
Hususi odasına aldılar bu kişiyi.
Bir teveccüh ettiler, o anda bitti işi.
Bu manevi tesirle, bayılıp düştü o an.
Kaldırıp, hanesine götürdüler oradan.
Evinde, bu şekilde, tam bir gün ve bir gece,
Kendinden geçmiş halde, kalıverdi öylece.
Kendine geldiğinde, bir yokladı kalbini.
Bulamadı o kızın sevgi, muhabbetini.
Kendisi anlatır ki: Zikrediyorken bir gün,
Gördüm birden kendimi, sohbetinde Resulün.
Biri, Resulullaha eyledi ki şöyle arz:
(Siz de kılar mısınız kuşluk diye bir namaz?)
Ben izin istiyerek, dedim: (Ya Resulallah!
Şeyh Ahmed kılmaktadır bu namazı her sabah.
Benim hocam olur ki, o İmam-ı Rabbani,
Sizin yaptığınızı, yapıyor o da yani.)
Buyurdu: (Şeyh Ahmed’in, her ameli doğrudur.
Bizim sünnetimize tam uyan, yalnız odur.)
. Kalp gözü açıktı
İmam-ı Rabbani’ye tam bağlı değil iken,
Memurluk yapıyordu, öyle gidip gelirken.
(İstifa edeyim mi?) diyerek edince arz,
Buyurdular ki: (Hayır, devam et yine biraz.)
Kendisi anlatır ki: Sılaya gitmek için,
İmam-ı Rabbani'den istedim bir gün izin.
Ayrılıp, Burhanpur’a gidene kadar, her an,
Ruhen benimle idi, ayrılmadı yanımdan.
O izin sırasında, (Cuki) nam bir kişinin,
Yanına girmiş idim, halini görmek için.
O, Hind kâfiri olup, istidrac sahibiydi.
Sihriyle meşhur olan, bir sihirbaz gibiydi.
O beni görür görmez, dedi: (Ey Bediüddin!
İmam-ı Rabbani’yi bırakıp niye geldin?
O, öyle biridir ki, bu devirde, bu günde,
Onun gibi bir veli bulunmaz yer yüzünde.)
Ben buna hayret edip, dedim ki: (Peki niçin,
Hizmet ve sohbetine gitmezsin o kişinin?)
O, (Ben de olgunlaştım, ihtiyacım yok ona.)
Diyerek, devam etti küfür ve inadına.
Yine o anlatır ki: (Bir ısrar üzerine,
Gidiyorduk bir şeyhin kabir ziyaretine.
Lakin biliyordum ki, üstadım hazretleri,
O şeyhe kırgın idi, uzun zamandan beri.
Lakin ısrar üzere ve kerhen gidiyordum.
Hem de, (üstadım bana kırılır mı?) diyordum.
Nihayet kabre varıp, tam oturduğum zaman,
Baktım ki, etrafımda dolaşıyor bir arslan.
Şöyle bir göz ucuyla bakınca o hayvana,
Gördüm ki, kızgınlıkla bakıyor o da bana.
Dikkat ettim, arslanın iki gözü de aynen,
Hocamın gözlerinin aynı idi tamamen.
Yüzü dahi, hocamın yüzünün aynısıydı.
Üzerinde, çok büyük kızgınlık hali vardı.
Hocamın çok öfkeli halini, o hayvanda,
Görünce, titremeye başladım ben o anda.
Ve artık bir saniye bile duramayarak,
Uzaklaştım oradan, gayet pişman olarak.
İmam-ı Rabbani’den icazet alıp bu zat,
Memleketine dönüp, kulları etti irşat.
Bir kere, bir ahbabı sordu ki şu suali:
(Geçen gün babam öldü, nasıldır acep hali?)
Gözlerini yumarak, buyurdu ki: (O kimse,
Şu anda Cennettedir, giymiş beyaz elbise.
Diyor ki: Bu makamdan, gelmezdim buraya ben.
Lakin siz çağırınca, geliverdim mecburen.
Şöyle şöyle biridir, görüyorum şu saat.)
O ahbabı dedi ki: (Babamdır işte o zat)
.
23 - MUHAMMED İMKENEGİ (Rahmetullahi Aleyh
.Büyük evliya idi
Allah adamlarından, bir âlim ve evliya.
Binbeşyüz onikide teşrif etti dünyaya.
Buhara’nın, İmkene köyünde doğan bu zat,
Yine doksan yaşında, bu yerde etti vefat.
Bu dini yaymak için, uğraştı gün ve gece.
Yanında, çok veliler yetiştirdi bir nice.
Muhammed Baki idi, onların en mümtazı.
O idi zamanının en büyük evliyası.
O Muhammed Baki ki, her gün artan aşkıyle,
Bir gönül sahibini arıyordu şevk ile.
Tasavvufa girmeye, pek fazlaydı hevesi.
Bu yoldaki gayreti, şaşırtırdı herkesi.
Feyz alacak bir büyük, bir veli arıyordu.
Kimden bir şey işitse, o yere varıyordu.
Öyle çok arardı ki, böyle kâmil bir zatı,
Yetmezdi fazlasına, bir insanın takatı.
Çırpınıp duruyordu, bir mürşid bulmak için.
Annesi, bu haline çok üzülürdü lakin.
Gece yarılarında, çıkarak sahralara,
Oğluna dua için, yalvarırdı Allah’a:
(Ya Rabbi, bu oğlumun muradı neyse şayet,
Sevdiğin kullarının hürmetine ihsan et.
Ya onu vasıl eyle, ya canımı al benim.
Zira artık kalmadı tahammülüm, takatim.)
Annesi, gözyaşıyle edince bu duayı,
Oğlu, gece rüyada gördü bir evliyayı.
Muhammed İmkenegi ona dedi: (Ey oğlum!
Nice gündür ben senin yolunu bekliyorum.)
Muhammed Baki Billah, sevinip bu rüyaya,
Derhal yola çıkarak, ulaştı Buhara'ya.
Sevinçle huzuruna girince en nihayet,
Gördü ondan çok büyük iltifat ve inayet.
O büyük zat, onunla girerek bir odaya,
Baş başa sohbet etti, tam üç gün, doya doya.
Ve ona ihsan edip, çok teveccüh ve himmet,
En büyük mertebeye çıkardı en nihayet.
Sonra da buyurdu ki: (Tamam oldu işiniz.
Durmayıp, Hindistan’a avdet edin şimdi siz.
Öyle görüyorum ki, Hindistan diyarında,
Çok büyük bir evliya zuhur eder yakında.
O, sizden feyz alarak, bir kutub olur ki hem,
Onun irşadı ile, nurlanır cümle âlem.)
Üç günlük sohbet ile, aldı mutlak icazet.
Ve onun emri ile, geriye etti avdet.
Serhend’e vardığında, ses geldi kulağına.
Diyordu: (Vasıl oldun, o kutb’un diyarına.)
Sonra yetiştirdi ki, (İmam-ı Rabbani )’yi,
Görmemişti bu dünya böyle yüksek veliyi.
.
24 - SEYFEDDİN-İ FARUKİ (Rahmetullahi Aleyh
.Sultan hürmet ederdi
İmam-ı Rabbani’nin torunu olan bu zat,
Serhend şehrinde doğup, orada etti vefat.
Mübarek babasından tahsil görüp, sonunda,
Çıktı çok yükseklere, o tasavvuf yolunda.
Zamanın sultanını dini yönden terbiye,
Etmek için, emirle gitti sonra Delhi’ye.
Lakin şehre girmeden, yanlarında kapının,
Puta benzer heykeller, görüp durdu ansızın.
Buyurdu ki: (Sultana gidip haber veriniz.
Bu heykeller kalkmadan, bu şehre girmeyiz biz)
Âlemgir Han da bunu, emir telakki edip,
Kaldırttı o putları, aynı gün emir verip.
Talebesi oldu ve gösterdi saygı, hürmet.
Verdi dini sahada yetki ve selahiyet.
Hindistan’da yayılmış her bid’at ve kötü hal,
Onun bereketiyle, ortadan kalktı derhal.
Unutulmuş sünnetler, çıkarıldı ortaya.
İslamiyet bu yerde, yeniden oldu ihya.
Çok devlet adamları, kumandanlar, vezirler,
Onun sohbetleriyle, hidayete erdiler.
Ona, öyle saygılı olurlardı ki hatta,
O (Otur!) demedikçe, beklerlerdi ayakta.
Sohbetinde, binlerce fasık, facir ve kâfir,
Hidayete ererek, kalpleri oldu tenvir.
Öyle çok kalabalık idi ki sohbetleri,
İzdihamdan, kolayca girilmezdi içeri.
Hatta bir gün, sultanın oğlu şehzade A’zam,
Geldiğinde gördü ki, kapıda bir izdiham.
Kalabalık içinden, zor geçerek o bile,
Güçlükle şereflendi onun sohbeti ile.
Hatta öyle oldu ki, sarık düştü başından.
Çıkacak gibi oldu, kaftanı arkasından.
Akşam avdet edince babasının yanına,
Gördüğü izdihamı, anlattı aynen ona.
Sultan bunu duyunca, çok sevinip dedi ki:
(Allahü teâlâya şükürler ederim ki,
Öyle büyük bir veli nasip etti ki bana,
Zor girebiliyoruz bizler bile yanına.)
Ve lakin o devirde, biri vardı malesef.
Hiç onun sohbetiyle olmamıştı müşerref.
Kendini bir şey sanan o cahil ve bi-edep,
Bu büyük evliyayı, inkâr ediyordu hep.
Bir gece, rüyasında bekçilerden bir gurup,
Sopalarla bu zatı, dövdüler hayli vurup.
Dediler ki: (Allah’ın bir sevgili kulunu,
Nasıl inkâr edip de sevmezsin hem de onu?)
Bu korkuyla uyanıp, nazar etti kalbine.
Gördü ki, sevgi dolmuş, o düşmanlık yerine.
.
25 - MAZHAR-I CAN-I CANAN (Rahmetullahi Aleyh
.Dinin güneşi idi
Üstadı Seyyid Nur’dan, feyz alarak dört sene,
Yükseldi tasavvufun en yüksek zirvesine.
Onun teveccühü ve himmetiyle nihayet,
Talebe okutmaya, aldı mutlak icazet.
Daha sonra, rüyada denildi ki: (Ey Mazhar!
Senin ile yapacak, bizim çok işimiz var.
Nura ve hidayete ermeleri herkesin,
Senin vasıtan ile olacaktır bilesin.)
Ve bir gün, ona karşı buyurdu ki: (Ey Mazhar!
Allah ve Resulüne sende çok muhabbet var.
Senin teveccühünle, yayılacak dinimiz.
Sana, dinin güneşi demektir dileğimiz.)
Yine bir gün, üstadı, tevazu göstererek,
Eğilip, pabucunu önüne çevirerek,
Sevgi ve muhabbetle buyurdu ki: (Ey Mazhar!
Biz, senin gibilerle ediyoruz iftihar.)
Bir gün de buyurdu ki onun için kalkarak:
(Senin gibi zatları, çoğaltsın cenab-ı Hak.)
İmam-ı Rabbani'yi, Mazharı Can-ı Canan,
Çok sever, uyanıkken görürdü çoğu zaman.
Serhend’e gittiğini gördü bir gün birinin.
Ziyaret olduğunu öğrendi gayesinin.
Buyurdu ki: (Varınca İmam-ı Rabbani’ye,
Arz et, size Mazhar’ın selamları var diye.)
O da, Serhend şehrine vasıl oldu nihayet.
Ve mübarek kabrini, eyleyince ziyaret,
Arz etti ki: (Efendim, sizi seven bir kimse,
Adı, Mirza Mazhar'dır, selam ediyor size.)
O kişi, bu selamı eyleyince böyle arz,
İmam-ı Rabbani’nin açıldı kabri biraz.
Ve başını çıkarıp, buyurdular ki hemen:
(O, hangi aşığımız bize selam gönderen?)
Sevgiyle selamını alarak tekrar yine,
Onun gözü önünde, giriverdi kabrine.
Tevekkül sahibiydi Mazhar-ı Can-ı Canan.
Dünya düşkünlerinden kaçardı çoğu zaman.
Onlardan bir hediye gelseydi ona şayet,
Kabul edip aldığı, nadir olurdu gayet.
O devrin padişahı, ona haber gönderip,
Dedi ki: (Allah bana, geniş mülk etti nasip.
Mübarek hatırından geçirirse her ne ki,
Hepsini göndeririz, istesinler yeter ki.)
Cevabında buyurdu: (Nedir ki mülk dediğin?
Bir zerre değeri yok, indinde Rabbimizin.
Dünyanın tamamının yoktur ki bir kıymeti,
Onun bir parçasının olsun ehemmiyeti.
Sadece şöyledir ki, bizim yolun esası,
Çalışıp kazanmaktır yakin ile ihlası.)
. Küçükten belliydi
Evliyanın büyüğü, Mazhar-ı Can-ı Canan.
Onun gibi bir veli, az görmüştür bu cihan.
Henüz bu mübareğin çocukluk zamanında,
Rüşd, hidayet nurları parlıyordu alnında.
Ebu Bekr-i Sıddık’ın her ne zaman ismini,
Ansaydı, karşısında görürdü kendisini.
İmam-ı Rabbani’yi düşünseydi ne zaman,
Onun ruhaniyeti gelirdi ona o an.
Babası, kendisine demiştir ki: (Ey oğlum!
Sen dünyaya gelince, bu dünyadan soğudum.
Mevki, makam sahibi bir dünya adamıyken,
Senin doğumun ile, terk ettim dünyayı ben.)
Onaltı yaşındayken Mazhar-ı Can-ı Canan,
Dünyayı, ebediyen terk eyledi Mirza Can.
Vasiyet emişti ki oğluna ölüm günü:
(Evladım, boş şeylerle heba etme ömrünü.)
O dahi, babasının uyup vasiyetine,
Gitmeye başladı hep, veliler sohbetine.
Lakin akrabaları, dediler ki: (Ecdadın,
Mevki makam sahibi zevatıydı zamanın.
Biz arzu ederiz ki, sen dahi onlar gibi,
Olasın bu ülkede yüksek mevki sahibi.)
O gece, rüyasında göründü bir evliya.
Ve ona buyurdu ki: (Vefasızdır bu dünya.
Ahirete yönel ki, budur işin esası.
İnsan, cam parçasıyla, değişir mi elması?)
Sabah uyandığında, kalbinde mevki, makam,
Düşüncesi, sevgisi, silinip gitmişti tam.
Artık o, bir kenara bırakarak dünyayı,
Aramaya başladı âlim ve evliyayı.
Her kim haber verseydi, bir veliyi kendine,
Onu arar ve bulur, giderdi sohbetine.
Kendisi anlatır ki: Onsekizdi tam yaşım.
Seyyid Nur’dan bahsetti, bana bir arkadaşım.
Bu ismi işitince, elimde olmadan hiç,
Tam kapladı kalbimi, bir ferahlık ve sevinç.
Hatta henüz görmeden, tutuldu kalbim ona.
Büyük bir iştiyakla, vardım huzurlarına.
İlk defa gördüğümde bu islam büyüğünü,
Anladım Hak katında olan üstünlüğünü.
Sünnet-i seniyyeye bağlı idi o gayet,
Dinin emirlerine, ederdi tam riayet.
Mübarek cemalinden, sanki nur akıyordu.
Sohbetinin feyzleri, cana can katıyordu.
İyice anladım ki: Rabbini arayanlar,
Onun himmeti ile, çabuk kavuşuyorlar.
Kalbi hasta olanlar, görse onu bir defa,
O sohbetle, kalbine, gelirdi nur ve safa
. Gaibden gelen sofra
Mazhar-ı Can-ı Canan, evliyadan bir kişi.
Sünnet-i seniyyeye muvafıktı her işi.
Bir gün, talebesiyle yolculuğa çıktılar.
Bir miktar yol gidince, yorulup acıktılar.
Çok da yolları vardı, henüz daha gidecek.
Ve lakin yanlarında, yoktu hiçbir yiyecek.
Tanıdık ev de yoktu misafir kalmak için.
Açlıktan, takatları kalmadı hiç birinin.
Talebeler, bir şeyi merak ederdi ki hep,
Hocamız bu hususta, ne düşünürler acep?
Mazhar-ı Can-ı Canan vakıf olup bu hale,
İçinden dua etti Allahü zülcelale.
Henüz geçirmişti ki, bu duayı o kalpten,
Önlerine, bir sofra geliverdi gaibden.
Üstünde, çeşit çeşit var idi nefis taam.
Afiyetle yiyerek, ettiler yola devam.
Bir miktar yol gidince, acıktı onlar yine.
Tekrar bir sofra geldi, gaibden önlerine.
Gidecekleri yere, gidip gelene kadar,
O sofra, önlerine gelip gitti bu karar.
Bir gün de, dostlarından dedi ki biri ona:
(Dua et, Hak teâlâ bir oğul versin bana.)
Çok severdi bu zatı, Mazhar-ı Can-ı Canan.
O, buna güvenerek, yapıştı kaftanından.
Dedi: (Müjde vererek, sevindir şimdi beni.
Yoksa kati surette, bırakmam eteğini.)
Gözlerini kapayıp, daldı murakabeye,
Verdi sonra müjdeyi, o sevdiği kimseye.
Buyurdu ki: (Üzülme, ol müsterih ve rahat.
Verecek Hak teâlâ sana erkek bir evlat.)
Hakikaten bir sene zaman geçti aradan.
Ona, bir erkek çocuk ihsan etti Yaradan.
Çok büyük bir veliydi, Mazhar-ı Can-ı Canan.
Talebeye müjdeler verirdi zaman zaman.
Lakin inkâr edenler vardı ki kendisini,
Yine yalanladılar sözlerinin hepsini.
Onların inkârını anlayınca, bu sefer,
Buyurdu: (İnanmayan bir kimse varsa eğer,
Önceki velilerden, seçelim de bir hakem,
Bizim sözlerimizi, doğrulasın o madem.)
Dediler ki: (En büyük hakem Resulullahtır.
O tasdik eder ise, o müjdeler de haktır.)
Mazhar-ı Can-ı Canan buyurdu: Peki âlâ.
Fatiha-i şerife okuyarak evvela,
Ruhuna gönderince Peygamber-i zişanın,
Hepsi, Resulullahı görüverdi ansızın.
(Mazhar’ın müjdeleri doğrudur) buyurdular.
İşitip, herbirisi ona tâbi oldular.
. Şehid olmak isterim
Henüz vefat etmeden, birkaç gün önce idi.
Rabbine kavuşmanın, şevk ve sevincindeydi.
Ahirete göçmesi olmuşken böyle yakın,
İnsanlar, sohbetine gelirdi akın akın.
Talebesinden biri, sılaya gitmek için,
Huzuruna gelerek, istedi ondan izin.
Buyurdu: (Güle güle, emanet ol Allah’a.
Lakin görüşemeyiz senin ile bir daha.)
Diğer talebeleri, duyunca bu sözleri,
Ağlayıp, herbirinin yaşla doldu gözleri.
Birkaç gün kalmıştı ki vefatına nihayet,
Talebeyi toplayıp, son defa etti sohbet.
Buyurdu ki: (Kalbimden, her neyi geçirdimse,
Ve hangi bir nimete kavuşmak istedimse,
Hak teâlâ hepsini, eyledi bana ihsan.
Her arzuma kavuşmam, oldu kolay ve asan.
İslam-ı hakikiyi nasip etti nihayet.
Verdi salih amelle, istikamet, keramet.
Tasavvufta, ne kadar derece varsa eğer,
Rabbimiz, herbirini kıldı bana müyesser.
Elde edemediğim, kaldı ki bir tek makam,
O da şehid olmaktır, budur şimdi bana gam.
Kavuştum tasavvufta makamların hepsine.
Şimdi arzum, ermektir şehidlik rütbesine.
Hocalarımın çoğu, şehadet şerbetini,
İçerek bitirdiler, en son nefeslerini.
Ve lakin yaşlandım ben, zayıf düştü vücudüm.
Yoktur cihad edecek bir kuvvetim ve gücüm.)
Mazhar-ı Can-ı Canan, bu son sözleri ile,
Şehidlik arzusunu getirdi böyle dile.
Son günleri idi ki, o yer ahalisinden,
Huzuruna gelenler, artmıştı eskisinden.
Binyediyüz seksenbir miladi senesinde,
Ve Muharrem ayının, yedinci gecesinde,
Mübarek hanesinin önüne bir aralık
Yabancı kimselerden, doldu bir kalabalık.
Niyetleri kötüydü, bilhassa üç kişinin.
Israr ediyorlardı içeri girmek için.
Nihayet izin alıp, hanesine girdiler.
Bunlar moğol kâfiri ve mecusi idiler.
Hem de tanımazlardı kendisini o zaman.
Sordular ki: (Sen misin, Mazhar-ı Can-ı Canan?)
(Evet, benim) deyince, durmayıp onlar daha,
Hücum edip, hançerle başladılar vurmaya.
Ağır yaralanarak yıkıldı yere hemen.
Üç gün sonra, Rabbine kavuştu ebediyen.
On Muharrem, Aşure ve Cuma akşam vakti,
O da, şehid olarak Hakka oldu mülaki
. Evliyayı sevmek şart
Mazhar-ı Can-ı Canan, bir âlim ve veli zat.
Sohbeti, gönüllere olurdu ab-ı hayat.
Üstadına ihlası, sevgi ve muhabbeti,
Fevkalade çoktu hem, ona teslimiyeti.
Buyururdu: (Her neye kavuştuysam ben eğer,
Hocamın sayesinde, oldu hepsi müyesser.
Bir müslüman, ne kadar etse de çok ibadet,
Allah’ın rızasına ermesi zordur elbet.
Kulun ibadetleri, ne kadar olsa iyi,
Yine de zor kazanır, rıza-i ilahiyi.
Lakin sevgi beslerse, bir mübarek veliye,
Kavuşturur o onu, rıza-i ilahiye.
Allah’a çok yakındır, evliyalar, veliler.
Onların kalplerine girmektir asıl hüner.
Kazanabilmek için onların sevgisini,
Ne hüneri var ise, göstermeli hepsini.)
Mazhar-ı Can-ı Canan, birkaç talebesiyle,
Kabristana gitmişti, ziyaret gayesiyle.
Bir kabrin baş ucunda, oturarak bir miktar,
Teveccüh eyledi ki: Nimet mi, azap mı var?
Hasredince tamamen bu işe himmetini,
Hak teâlâ gözünden, kaldırdı perdesini.
Hakikati keşfedip, buyurdu ki: (Bu kabir,
Büyük günah işleyen bir kadına aittir.
Ve şu anda kabrinde, Cehennem ateşi var.
İmanlı mı, değil mi, henüz değil aşikâr.
Benim, yetmiş bin adet, önceden okuduğum,
Kelime-i tevhidi buna bağışlıyorum.
Dünyadan, iman ile ayrılmışsa o şayet,
Bu azaptan kurtulup, olur ehl-i saadet.)
Sonra, o sevapları bağışlayıp kadına,
Tekrar teveccüh etti kadının mezarına.
Az sonra buyurdu ki: (Şükür elhamdülillah.
Kadının günahını affetti şimdi Allah.
Acı azap çekerken kabrinde biraz önce,
Şimdi ondan kurtulup, gark oldu bir sevince.)
Sohbet ediyordu ki, talebeyle bir zaman,
İhtiyar biri geldi, bu zata inanmayan.
Dedi ki: (Bu hocanın halleri rahmani mi?
Yoksa şeytani midir, hem bunun var mı ilmi?)
Bu sözler, talebeye çok fena etti tesir.
Mazhar-ı Can-ı Canan oldu çok müteessir.
Hiddetle ona dönüp, eyledi sert bir nazar.
Çırpınmaya başladı, yerlerde o ihtiyar.
Anladı sert kayaya çarptığını ve lakin,
Dedi ki: (Affet beni, Allah rızası için.)
O, elini uzatıp, kaldırdı onu yine.
Bir şey olmamış gibi, geldi eski haline.
. Uykusu kaçardı
Mazhar-ı Can-ı Canan, büyük âlim ve veli.
Binlerce müslümana olmuştu faideli.
Yediği lokmalarda, titiz idi gayetle.
Şüpheli bir yemeği, yemezdi katiyetle.
Bir gün gafil birine ait olan bir ekmek,
Verdiler, bir lokmacık yedi o bilmeyerek.
Mübarek kalplerine, bu bile verdi zarar.
Ondan kurtulmak için, eyledi çok istiğfar.
Mazhar-ı Can-ı Canan buyurdular ki yine:
(Faydalı olmalıdır, yemek, onu yiyene.
Acıkınca yemeli, doymadan kalkmalıdır.
Hiç yememekten ise, bu, daha faydalıdır.)
Bir gün sohbet hakkında, buyurdu ki o yine:
(Evliyanın sohbeti, lazımdır her mümine.
Susuzluktan kurumuş, ölmüş olan topraklar,
Yağmur suları ile, nasıl ki canlanırlar.
Bilgisizlik yüzünden, ölü kalpler de böyle,
Hayata kavuşurlar, evliya sohbetiyle.
Lakin ahir zamanda gelen bazı müminler,
Sohbet ehli birini, bulamayabilirler.
Ve eğer sohbet ehli bir veli bulunmazsa,
Onların kitabından okumalı bilhassa.
İnsan, kitap okumaz ve gitmezse sohbete,
O kimse, yavaş yavaş yaklaşır felakete.
Bu halin, insanlarda birinci alameti,
Girer onun kalbine para-pul muhabbeti.
İkinci nişanı da şudur ki, o müslüman,
Başlar lezzet almaya her günah ve haramdan.
Üçüncü alameti, o kimse, yavaş yavaş,
Edinir kendisine bir de kötü arkadaş.
Eskiden çok sevdiği mümin kardeşlerinin,
Sevgileri, kalbinden silinir o kimsenin.
Kimde bu alametler başlarsa belirmeye,
Baksın o, kendisine, çeki düzen vermeye.)
Bir gün de buyurdu ki: (Kardeşlerim, çok gece,
Düşünür, uykum kaçar, sabahlarım öylece.
Derim ki: Bu insanlar, niçin inanmıyorlar?
Halbuki ahirette Cehennem var, azap var.
Şimdi, günah içinde yaşasalar da, fakat,
Yarın, karşılarına çıkacak bu hakikat.
Niçin göremiyorlar onlar bu hakikati?
Halbuki ahirette, Cehennem var, bu kati.
İmanları olsaydı keşke her kişinin de.
Yarın yanmasalardı Cehennem ateşinde.
Sonra, dua ederim Rabbime ağlayarak:
Ya Rabbi, azabına kılma bizi müstehak.
İman ve hidayet ver bilcümle insanlara.
Yarın atılmasınlar, şiddetli azaplara. )
.
26 - KUTBÜTTİN-İ BAHTİYAR KAKİ (Rahmetullahi Aleyh)
.Akrep ve yılan
Binikiyüz otuzbeş yılında bu büyük zat,
Hindistan’ın Delhi’de, eyledi Hakk'a vuslat.
Halen de nur saçılır kabrinden pek ziyade.
Ziyaret eyleyenler, eder çok istifade.
Bir buçuk yaşındayken, babası etti vefat.
Annesi meşgul oldu, yetişmesiyle bizzat.
Muinüddin-i Çeşti adında bir evliya,
Bir gün, bir vesileyle gelmiş idi oraya.
Onyedi yaşındayken Kutbüddin-i Bahtiyar,
Görünce, kalbi ona meyletti bi-ihtiyar.
Talebesi olmayı istedi birdenbire.
Kabul etmesi için, yalvardı bu veliye.
O dahi kalp gözüyle, yüksek istidadını,
Görüp kabul eyledi, bu istek ve arzını.
O büyük evliyadan, çok feyiz, nur ve himmet,
Alarak, tasavvufta yetişti en nihayet.
Kutbüddin-i Bahtiyar anlatır ki: Bir kere,
Bir arkadaşım ile, çıkmıştık bir sefere.
Bir nehrin kenarında, mola verip oturduk.
Garip bir hadiseye orada şahit olduk.
Biz, nehrin kenarında otururken hasılı,
Baktık, koca bir akrep gidiyor hızlı hızlı.
Dedim ki: (Bak bu akrep, süratli gidiyor pek.
Onun bu gidişinde, bir hikmet olsa gerek.)
O da hak verdi bana, takip ettik hayvanı.
Sonra gördük ilerde, büyükçe bir yılanı.
O akrep, soktu gidip yılanı bir yerinden.
Koca yılan, anında kıvrılıp öldü hemen.
Biz, bunun hikmetini düşünüyorduk ki tam,
Baktık ki, çok yakında yatmış uyur bir adam.
Hiç bir şeyden habersiz, çok derin uykudaydı.
Ne akrebin ve ne de yılanın farkındaydı.
Düşündük ki: Bu kişi, mübarek olsa gerek.
Ki, akrep hizmet etti yılanı öldürerek.
Lakin fena bir koku gelirdi üzerinden.
Meğer o, şarap içip, o yere sızmış hemen.
Çok şaşırıp, bir mana ararken bu işe biz,
Şöyle bir nida duyduk, gaibden gayet veciz:
(Eğer biz lütfumuzu, hep iyi insanlara,
Saçsaydık, kim bakardı cümle günahkârlara?)
O adam, bu ses ile uyandı uykusundan.
Yılanı da görünce, sarardı korkusundan.
Lakin biz anlatınca, herşeyi kendisine,
Nedamet yaşı doldu o anda gözlerine.
Başladı ibadete, içkiyi bırakarak.
Yetmiş defa hac yaptı, hem de yaya olarak.
İlim ve ibadete sarılarak o günden,
Oldu hem zamanının büyük âlimlerinden
. Bir iftira
Kutbüddin-i Bahtiyar, o yerin sultaniyle,
Bir gün geziyorlardı, kolkola, sevgi ile.
Maiyet-i sultan da gelirlerdi geriden.
Önlerine, ağlayan bir kadın çıktı birden.
Sultana yaklaşarak, dedi ki: (Ey efendim!
Bizi nikah edin ki, çok zor vaziyetteyim.)
Hükümdar şaşırarak, sordu ki o kadına:
(Kiminle nikahlanmak istersin, söyle bana.)
Kutbüddin Bahtiyar’ı göstererek o kadın,
Dedi: (Şu kimse ile nikahımızı yapın.
Sebebine gelince, inanın ki ey sultan!
Gayr-i meşru olarak hamileyim ben ondan.)
Bu sözler karşısında, Kutbüddin-i Bahtiyar,
Sultan ve adamları, hep hayrette kaldılar.
Reddettiler ise de, böyle bir iddiayı,
Temizlemek lazımdı, lakin bu iftirayı.
Kutbüddin-i Bahtiyar dönüp Ecmir’den yana,
Arz etti kalbi ile bu işi üstadına.
Muinüddin Çeşti ki, üstadı bu kişinin.
Ondan, yardım ve medet istedi bu iş için.
İki yer arasında, ikiyüzellisekiz ,
Kilometre mesafe var idi hiç şüphesiz.
Herkes hayret içinde beklerken, o saatta,
Muinüddin-i Çeşti göründü az uzakta.
Herkes onu görünce, daha çok şaşırdılar.
Koşarak, tazim ile onu karşıladılar.
Kutbüddin’e dönerek, buyurdu ki: (Evladım!
Ne için biraz önce istedin bizden yardım?)
O ise kederinden hiç konuşamıyordu.
Ağlayıp, gözlerinden yaşlar boşanıyordu.
Üstadı biliyordu bu işi firaseten.
İftiracı kadından tarafa döndü hemen.
Dedi: (Ey bu kadının karnında olan çocuk!
Soracağım suale, cevap ver bana çabuk.
Şu ahlaksız kadının doğru mu iddiası?
Değilse, sen beyan et, nedir bunun esası?)
Büyük merak içinde beklerken o an herkes,
O kadının karnından, duyuldu şöyle bir ses:
(Benim annem olacak bu şerefsiz kadının,
Sözleri iftiradır, inanmayın siz sakın.
Bu kadın, edepsizin, ahlaksızın biridir.
Bu yüzden üzülüp de, olmayın müteessir.
Kubüddin Bahtiyar’ı, bazı çekemeyenler,
Onu, halkın gözünden düşürmek istediler.
Bunu tatbik için de, buldular bu kadını.
Ve ona yaptırdılar alçak planlarını.)
O kadının karnından, çıkınca böyle bir ses,
Böylece hakikati öğrenmiş oldu herkes.
. Hediye almazdı
Kutbüddin-i Bahtiyar, yaparak çok ibadet,
Allahü teâlâdan etmezdi bir an gaflet.
Fakirane bir hayat yaşıyordu ekseri,
Zira böyle olmaktı, onun bütün isteği.
Halbuki sultan bile, emrini bekliyordu.
(Bir işaret buyurun, bize kâfi) diyordu.
Buna rağmen, kimseden etmezdi bir şey talep,
Yine fakirlik ile yaşamak isterdi hep.
Mübarek hanımları, bakkaldan, borç olarak,
Almak istediğinde mutfağa biraz erzak,
O bakkalın hanımı, ona, uygun olmayan,
Surette davranınca, üzüldü o gün bundan.
Kutbüddin Bahtiyar’a eyleyince bunu arz,
Buyurdu ki: (Ey hanım, şu odaya gel biraz.)
Odanın köşesini gösterip dedi ki: (Bak!
Her ne zaman istersen, Besmele okuyarak,
O anda ihtiyacın ne kadarsa ey hatun!
O kadar kâk bulursun, üzülüp olma mahzun.)
Kutbüddin Bahtiyar'ın, burada (kâk) diyerek,
Buyurduğu o nesne, (kek) idi, yani ekmek.
İsminin sonundaki (Kâki) kelimesi de,
Bu vaka üzerine söylendi o devirde.
Bir gün, saray nazırı İftiharüddin Aybek,
Bu mübarek velinin huzuruna gelerek,
Dedi ki: (Ey efendim, falan falan köylerin,
Bütün gelirlerini, eğer ki varsa izin,
Bağlamak istiyoruz, hep zat-ı alinize.
Siz de sarf edersiniz, onu talebenize.)
O dahi cevabında buyurdu ki: (Ey nazır!
Oturduğun halının ucunu biraz kaldır.)
O, halının ucunu biraz çevirdiğinde,
Gözleri açılarak, kaldı hayret içinde.
Zira görüyordu ki, altında o halının,
Sanki bir nehir gibi, akıyordu hep altın.
Dedi: (Biz, bunu bile istemezken hey evlat!
Dediğin köylere mi edeceğiz iltifat?
Ey vezir, haydi şimdi gidiniz de bu defa,
Gelmeyin bu teklifle yanımıza bir daha.)
Vezir, (Peki) diyerek, ayrıldı huzurundan.
Daha çok kıymet verdi, o zaman ona sultan.
Yine başka bir zaman, hediye getirdiler.
Onu dahi reddedip, şöyle cevap verdiler:
(Bizim büyüklerimiz, kimseden bir menfaat,
Kabul etmediler ki, alayım ben de evlat.
Eğer kabul edersem, yarın, mahşer gününde,
Ben mahcup olmaz mıyım o büyükler önünde?)
O kimse mahcup olup, (Haklısınız) dedi ve,
Getirdiği o şeyi, alıp gitti geriye.
. Muhabbet şehidi
Bu büyük zat, ömrünün son yirmibeş yılında,
Rahatça uyumadı yatıp da yatağında.
Kendisini görmeye gelseydi aşıkları,
Onlarla sohbet için, çıkardı az dışarı.
Derdi: (Ey kardeşlerim, Allah’tan çok korkunuz.
Resulü de çok sevip, Ona tâbi olunuz.
Saadetlerin başı, o Resule uymaktır.
Ona uyulmaz ise, pişmanlık muhakkaktır.)
Böyle deyip giderdi, tekrar aynı yerine.
Ve aşk-ı ilahiyle, yanardı kalbi yine.
Sonra bu muhabbetle, geçerdi kendisinden.
Ve yanıp kavrulurdu, onların sevgisinden.
Yine böyle kendinden geçmişti ki bir saat,
Ruhunu, bu haldeyken vererek etti vefat.
Bu aşkla kavuştuğu içindir ki Rabbine,
(Muhabbet şehidi ) de, denilir kendisine.
O, nasihatlerinde derdi ki: (Ey insanlar!
Çok yemek yemeyin ki, ağırlık, gaflet basar.
Çok az da yemeyin ki, yapılmaz sonra taat.
Her şeyin hayırlısı, olandır orta, vasat.
Yine giyinirken de, orta yolu seçiniz.
Gösterişten kaçarak, pek sade giyininiz.
Faidesiz işlerle, bırakın uğraşmayı.
Kerih görün ve hatta onlardan konuşmayı.
Bayezid-i Bistami buyurdu: Senelerce,
Nefsimi ıslah için, çalıştım gündüz gece.
Onu öldürmek için, nice mücahedeler,
Yapıp, sonra baktım ki, ölmemiş nefsim meğer.
Çok üzülüp, nefsime bir nazar ettiğimde,
Hala gurur ve kibir görüverdim kendimde.
Halbuki ömür boyu, Rabbime kulluk ettim.
Ona layık ibadet yapmayı çok istedim.
Buna kavuşmak için, gayret ettim bir nice.
Ve sabahlara kadar, namaz kıldım çok gece.
Yine de namazlarım, olmadı Ona layık,
Allah’a boyun büküp, yalvardım şöyle artık.
(Ya Rabbi, bunca yıldır ettimse de çok gayret,
Yine de sana layık yapamadım ibadet.
Bayezid’e yakışır oldu hep namazlarım.
Sana layık ibadet nasip et ey Allah’ım!
Kırk sene, riyazetle uğraştım nefsim ile.
Onu öldürmek için, yıllarca çektim çile.
Rabbime, şu şekilde yalvardım ki velhasıl:
Rızana, ne suretle olurum acep vasıl?)
Bana ilham geldi ki: (Şu testinle, şu aban,
Gönlünde bulundukça, olmaz bana kavuşman.)
Kalbimden çıkarınca, o testiyle abayı,
Ancak kazanabildim, o ilahi rızayı.
..
27 - ALİ RAMİTENİ (Rahmetullahi Aleyh
.Hace-i Azizan
İslam âlimlerinin çok büyüklerindendir.
Evliya-yı kiramdan, çok yüksek bir velidir.
Çok kısa bir zamanda, bitirdi tahsilini.
İlm-i batının dahi ikmal etti hepsini.
Üstadından aldığı feyiz, nur ve hidayet,
Sayesinde, kemale erişti en nihayet.
Elinin emeğiyle kazanıp yerdi helal.
Dokumacılık ile, eder idi iştigal.
O, dokumacıların piridir ki hem yine,
Bu yüzden, (Pir-i nessac ) denilir kendisine.
Binüçyüz yirmisekiz yılında, bu büyük zat,
Yüzotuz yaşlarında, Harezm’de etti vefat.
Kabrinden nur yayılır cihana pek ziyade.
Ziyaret eyleyenler, ederler istifade.
Bir gün, hanelerinde kalmadı hiç yiyecek.
Yoktu misafirine bir şey ikram edecek.
Çok üzüntü olmuştu, bu, evdeki iyale.
Talebesinden biri, vakıf oldu bu hale.
Bir pilicin içini, pirinçle doldurarak,
Pişirip, takdim etti, onu ikram olarak.
Dedi ki: (Ey efendim, hoş görün lütfen bizi.
Ve kabul buyurun bu küçük hediyemizi.)
Hocası çok sevinip, sürur geldi kalbine.
O akşam ikram etti, onu misafirine.
Huzuruna çağırdı sonra o talebeyi.
Buyurdu ki: (İkramın, oldu makbul ve iyi.
Senin dahi şu anda, bir muradın var ise,
Şimdi hacet kapısı açıktır, söyle bize.)
O genç dedi: (Ey hocam, bir arzum var ki benim,
Sizin gibi olmaktır hayatta tek emelim.)
Buyurdu ki: (Evladım, bu, çok ağır iş fakat.
Bu sıkleti çekmeye, sende yok güç ve takat.
Çökerse, ezilirsin bu yük omuzlarına.
Başka şey talep eyle, tavsiyem budur sana.)
Genç yine ısrar edip, dedi ki: (Ey üstadım!
Sizin gibi olmaktan başka yok bir muradım.)
(Peki âlâ) buyurup, o genç talebesine,
Kuvvetli bir teveccüh buyurdu kendisine.
Onun bu himmetiyle, bir anda o genç kişi,
Onun derecesine erişti, oldu işi.
Fakat öyle bir hale geldi ki o sevgiyle,
Kendinden geçti hemen, o halin tesiriyle.
O sıkletin altında, ezildi hakikaten.
Kırk gün yaşıyabildi, o günden itibaren.
Kırkıncı gün, bu yüke takat getiremeyip,
Teslim etti ruhunu, nihayet (Allah!) deyip.
Bir anda, kendi gibi olunca o da aziz,
(Azizan ) dedi ona, artık büyüklerimiz.
. Nasıl kurtuldu?
Şöyle nakledilir ki: Bu zatın zamanında,
Salih bir kimse vardı (Seyyid Ata) adında.
Bu kişi, bu veliyle ettiyse de mülakat,
Büyük zat olduğunda, şüphesi vardı fakat.
Bu yüzden ona karşı, şanına yakışmayan,
Bir davranış içinde bulunmuştu bir zaman.
Lakin tam o günlerde, dağdan haydut kimseler,
Bu kişinin köyüne baskın düzenlediler.
Bir oğlu var idi ki, aldılar onu esir.
Seyyid Ata, bu hale oldu çok müteessir.
Kendine bu belanın, nereden geldiğini,
Yakinen anlayarak, ayıpladı kendini.
Özür dilemek için bu büyük evliyadan,
Büyükçe bir ziyafet tertip etti o zaman.
Gayesi, almak idi o velinin gönlünü.
Şehrin eşrafını da çağırmıştı o günü.
Sofralar kuruldu ve hazırlık oldu tamam.
Mevcut idi sofrada, çeşitli türlü taam.
Hep gelmişler idi ki, sair davetlileri,
Ali Ramiteni de teşrif etti içeri.
O zaman Seyyid Ata, konuştu gayet veciz.
Dedi: (Ey davetliler, hoş geldiniz hepiniz.
Hamd-ü sena olsun ki Allahü teâlâya,
Pirimiz şerefine, geldik biz bir araya.
Yemeğe, ilk evvela başlamadan pirimiz,
El uzatmamalıyız yemeğe hiç birimiz.)
O, büyük bir edeple böyle söylediğinde,
Henüz başlamamıştı Ali Ramiteni de.
Kalbinde, ona karşı duydu sevgi, merhamet.
Şefkatle ona dönüp, buyurdu ki nihayet:
(Ey Seyyid, senin oğlun gelmedikçe buraya,
Ben de uzatmıyorum elimi bir lokmaya.)
Henüz bitmemişti ki, işbu temennileri,
Seyyid Ata'nın oğlu giriverdi içeri.
Çocuğu görür görmez evdeki davetliler,
Hayret ve sevinç ile, hep tekbir getirdiler.
O dahi çok sevinip, gördüğünde oğlunu,
Sarılıp sordu hemen, nasıl kurtulduğunu.
O dedi: (Onbeş günlük, çok uzak bir mahalde,
Mahbus bulunuyordum, ellerim bağlı halde.
Bir de baktım, burada buluverdim kendimi.
Bilmem ki nasıl geldim, kim çözdü ellerimi?)
Bu işin içyüzünü ederken herkes merak,
Seyyid Ata, sevinçle ayak üzre kalkarak,
Dedi ki: (Hamd ve sena olsun ki Rabbimize,
Böyle büyük bir veli ihsan eyledi bize.
Oğlumun, bu beladan halasına tek sebep,
Yüksek üstadımızın bir himmeti oldu hep.)
. Sohbetimize gelin
Bir gün, bu veli zatın geldi ki kalplerine:
Göç edip yerleşeyim, Harezm vilayetine.
Sonra, yakınlarıyla bu beldeye geldiler.
Kenar bir mahallede, oturmak istediler.
Harezm sultanına da, iki talebesini,
Gönderip, tembih etti şöyle demelerini:
(Fakir bir dokumacı, gelmiştir şehrinize.
İkamet etmek için, muhtaçtır izninize.)
Yine tembih etti ki: (Verirse eğer izin,
Mühürlü bir vesika isteyin bunun için.)
Onlar, (Peki) diyerek, hükümdara gittiler.
Huzuruna çıkarak, bu şeyi arzettiler.
Sultan dahi kırmayıp, bu iki talebeyi,
Verdi istedikleri o mühürlü belgeyi.
Alıp, hocalarına getirdiler o saat.
O da alıp, cebinde sakladı onu bizzat.
O günden itibaren, gidip pazar yerine,
Bir iki işçi alıp, götürürdü evine.
Derdi ki: (Ne kadardır sizin bir yevmiyeniz?
Biraz sohbet dinleyin, bu gün de isterseniz.
Ücretleriniz benden, sohbete gelin bize.
Alın ikindi vakti, ücretiniz ne ise.)
Bu teklif, işçilere cazip geldi begayet,
Zira ücret hazırdı, çekmeden hem de zahmet.
Lakin eve gidenler, o sohbetin tadından,
Hiç istemiyorlardı ayrılsınlar yanından.
Günden güne artardı cemaati haliyle.
Dolup dolup taşardı, hanesi insan ile.
Bazıları, sultana verdiler bu haberi,
Dediler: (Şehrimize, geldi ki hoca biri,
İnsanlar, can atarlar gitmek için o zata.
Ve ona hizmet için, yarışırlar adeta.
Bu gidişle insanlar, öyle gelir ki bize,
Onu sultan seçerler, Harezm’de yerinize.
Şimdiden çaresine bakmazsanız siz fakat,
Yakında gidebilir elinizden saltanat.)
Bir telaşa kapıldı, duyunca bunu sultan,
(Şehri terk etsin!) diye, imzaladı bir ferman.
O dahi, ilk fermanı gösterip gelenlere,
Buyurdu ki: (Bunu da, o vermişti bizlere.
İnkâr ediyor ise sultan bu imzasını,
Biz hemen terk ederiz, acilen burasını.)
Onun bu cevabını sultana iletince,
(Bu, nasıl kimse?) diye merak etti iyice.
Sohbetini dinlemek gayesiyle, o dahi,
Geldi bu evliyanın evine bizatihi.
Sohbetini dinleyip, oldu hayran ve meftun.
Talebesi içine katıldı o da onun.
. Kemale gelmek için
Ali Ramiteni ki, büyük bir evliyadır.
Her bir nasihatinde, Rabbani tesir vardır.
Buyurdu ki: (Bu yolda, kemale gelmek için,
Çok gayret göstermesi lazım gelir kişinin.
Yapsa da senelerce mücahede, riyazet,
Yine de zor erişir maksadına o gayet.
Lakin bir yol vardır ki, riyazetten ayrıca,
İnsanı, maksuduna kavuşturur kolayca.
Bu da, bir evliyanın kalbinde yer almaktır.
Ve bir gönül ehlinin, gönlünü kazanmaktır.
Zira cenab-ı Allah, çok sever bu kulları.
Onların hürmetine, açar çok kapıları.
Kalpleri, nazargah-ı ilahidir onların,
Mahrum kalmaz hiç biri, o kalpte olanların.)
Ali Ramiteni’nin sohbetine, her yandan,
İnsanlar, akın akın gelirlerdi durmadan.
Dolup boşalıyordu, gece gündüz hanesi.
Zira onun sohbeti, cezbederdi herkesi.
Bir hoca var idi ki o devirde çok zengin,
Uğraşırdı, herkesi kendine çekmek için.
Ziyafetler verirdi, şehrin ahalisine.
Ki, herkes onu sevip, gelsinler hanesine.
Lakin gelen olmazdı yine ona çok kişi,
O ise anlamayıp, merak etti bu işi.
Ve bir mektup yazarak Ali Ramiteni’ye,
Dedi ki: (Herkes size geliyor, acep niye?
Ben, yemekler yedirip, yapsam da çok ihsanlar,
Yine bana değil de, size gelir insanlar.)
Buyurdu ki: (Hikmeti şöyledir ki bu işin,
Siz hizmet yaparsınız, halka yaranmak için.
Bizimse, yoktur asla böyle bir düşüncemiz,
Allah’ın rızasıdır yegane, tek gayemiz.
Kim halkın rızasını düşünürse, malesef,
İnsanların nezdinde, bulamaz izzet, şeref.
Kim de, Hak rızasını düşünürse sırf eğer,
İnsanlar nezdinde de kazanır kıymet, değer.)
Dediler ki: (Efendim, dua ediyoruz hep.
Lakin kabul olmuyor, sebebi nedir acep?)
Buyurdu ki: (Haramdan yer ise eğer bir kul,
Hak teâlâ indinde, duası olmaz kabul.
Hiç günah işlemeyen bir ağız ile şayet,
Her kim dua ederse, kabul olur o elbet.)
Biri de, kendisinden isteyince nasihat,
Buyurdu ki: (Evladım, nefsine verme fırsat.
Zira nefs-i emmaren, kâfirdir senin şu an.
Ve Allah’a düşmandır, sen de ol ona düşman.
Onun hiylelerine aldanma hiçbir işte.
Yoksa, çok pişman olur ve yanarsın ateşte.)
.
28 - EMİR HÜSREV DEHLEVİ (Rahmetullahi Aleyh)
.Üstada sevgi
Emir Hüsrev Dehlevi, vaktiyle Hindistan’da,
Âlim ve velilerden biriydi o zamanda.
Çocuk yaşında bile, çok bağlıydı dinine.
Götürmüştü babası, Hace Nizameddin’e.
Girerken babasıyla tam dergahtan içeri,
Dedi ki: (Babacığım, siz yürüyün ileri.)
Kendisi geri kalıp, temiz düşüncesiyle,
Şu beytleri okudu, yanık çocuk sesiyle:
(Bu garip aşık Hüsrev, şu an kapınızdadır.
İçeri girmek için, müsadeniz var mıdır?
Eğer izin olursa, girecektir içeri.
İzin verilmez ise, gidecek dönüp geri.)
Nizameddin Evliya, hizmetçisine derhal,
Buyurdu: (Kapıdaki aşığı içeri al!)
O zaman Emir Hüsrev girdi memnuniyetle.
Bağlandı hocasına tam bir teslimiyetle.
Bu hadiseden sonra, yıllar geçti aradan.
Hindistan’ın köyünden, çok fakir bir müslüman,
Hace Nizameddin’in, duydu cömertliğini.
Huzuruna gelerek, arz eyledi halini.
Onunsa, yalnız bir çift eski ayakkabıdan,
Gayri yoktu bir şeyi, verdi onu kapıdan.
Lakin fakir, daha çok ihsanlar bekliyordu.
(Böyle yüce kimseden, bu da çok az) diyordu.
Nihayet geri dönüp, geceledi bir handa.
O gün Emir Hüsrev de, tesadüfen o anda,
Ticaretten dönerken, o da, o hana indi.
Mücevherat işiyle uğraşırdı, zengindi.
Gece yatıp, dedi ki sabah uyandığında:
(Hocamın kokusunu duyuyorum bu handa.)
Arayıp, en nihayet o fakiri buldular.
(Nereden geliyorsun?) diye ona sordular.
Dedi ki: (Nizameddin Evliya'ya uğradım.
Bir çift eski pabuçtan gayri şey alamadım.)
Hocasının aşkıyla yanan Hüsrev Dehlevi,
Dedi ki: (Bu pabucun, pek yüksektir değeri.
Ey kişi, bütün malım, cümle mücevherlerim,
Senin olsun, yeter ki bu pabuç olsun benim.)
Fakir, hayret içinde dedi ki: (Bu, doğru mu?
Bir çift eski pabuçla, hiç bunlar bir olur mu?)
Buyurdu ki: (Ah keşke, sen de bunu bilseydin.
Bundan da fazlasını verirdim, isteseydin.)
Bu zat buyuruyor ki: (Hiç beğenme kendini.
Zira bu hal, yok eder iyi amellerini.
Bir kul, ibadetinde bulursa noksan, kusur,
O ibadet, indallah kabule layık olur.
Zira kusur görürse insan bir amelinde,
O iş kıymet kazanır, Hak teâlâ indinde.)
.
29 - MAHMUD İNCİRFAGNEVİ (Rahmetullahi Aleyh)
.Büyük zat idi
İslam âlimlerinin çok büyüklerindendi.
İnsanların kalbine, feyiz verenlerdendi.
Arif-i Rivegeri hazretlerine gidip,
Yetişti tasavvufta, o zata hizmet edip.
Hem maddi, hem manevi ilimlerin hepsini,
Bu üstadından alıp, ıslah etti nefsini.
Bu yolda, tam olarak yetişince, nihayet,
Hocası, kendisine verdi mutlak icazet.
Buyurdu ki: (Gaflete dalmayın ki siz sakın,
Ölüm var ve belki de eceliniz çok yakın.
Dünya, bir imtihandır, ölümle sone erer.
Ve ecel, peşinizden sizi hep takib eder.
Ölüm uyandırmadan, uyanın ki şimdi siz,
Yoksa, mahşer gününde pişmanlık çekersiniz.)
Derdi ki: (Bu dünyaya eylemeyin muhabbet.
Zira ona, Rabbimiz vermiyor zerre kıymet.
Merhamet eyleyin ki kullarına Allah’ın,
Allah da, ahirette acısın size yarın.)
Talebesi içinden, Ali Ramiteni’yi,
Çok sevip, tasavvufta yetiştirdi çok iyi.
Resulullahtan gelen feyzleri, aynen yine,
Ali Ramiteni’nin akıttı saf kalbine.
Bir gün, bu talebesi ederken zikre devam,
Geldi onun yanına, Hızır aleyhisselam.
Hürmetle karşılayıp, sordu ona bir sual:
(Kim vardır bu zamanda ehl-i ilim, ehl-i hal?)
Buyurdu ki: (Ey Ali, Mahmud İncirfağnevi,
Kendine uyulacak büyük âlim ve veli.
Her kim ona uyarsa, halas olur gafletten.
Kurtulur tez vakitte, dünyaya muhabbetten.)
Bir gün de, giderlerken talebeyle bir yere,
Havada beyaz bir kuş gördüler birden bire.
Başları üzerine alçalarak bir hayli,
Konuştu açık açık: (Kâmil er ol, ya Ali!)
Pek çok duygulanarak böyle söylemesinden,
Talebenin bir çoğu, geçmişti kendisinden.
Biraz sonra, gelince yine kendilerine,
Sordular hikmetini Ali Ramiteni’ye.
Buyurdu: O, Mahmud-u İncirfagnevidir ki,
Vermişti Hak teâlâ ona bu kerameti.
O, yükselmiş olduğu çok yüksek makamında,
Yetişir insanlara, en sıkışık anında.
Şu anda, filan kimse, alır son nefesini.
Ziyarete gidiyor, uçarak kendisini.
Zira dua etmişti o kişi daha önce:
(Ya Rab, gönder bir veli, bana ecel gelince.)
Şeytanlar, şimdi ona olmuşlardır musallat.
Onları kovmak için, gidiyor şimdi bizzat.
.
30 - MUHAMMED BABA SEMMASİ (Rahmetullahi Aleyh
.Muhammed Baba Semmasi
Allah adamlarından, çok büyük bir velidir.
Derecesi yüksek ve keramet sahibidir.
Ali Ramiteni’nin mübarek sohbetinde.
Yetişerek, kemale geldi nihayetinde.
Kasr-ı hinduvan diye, bir köy vardı ki meşhur,
Behaeddin Buhari, bu beldede doğmuştur.
Lakin henüz doğmadan ve işitilmeden adı,
Onun geleceğini, müjdeledi üstadı.
Şöyle ki, her geçişte, o, Kasr-ı Hinduvan'dan,
Derdi: (Bana, bir koku geliyor ki buradan,
Zuhur eder bu yerde, çok büyük bir evliya.
İnsanların kalbine, saçar o nur ve ziya.)
Gelince yine bir gün, bu bereketli yere,
Buyurdu ki: (O koku, fazlalaşmış bu kere.
Öyle zannederim ki, o, gelmiştir dünyaya.
Büyüyüp yetişince, bu dini eder ihya.)
Bunu söylediğinde hakikaten bu veli,
Henüz üç gün olmuştu, o, dünyaya geleli.
Dedesi, kucağına alarak torununu,
Bu Baba Semmasi’ye getirdi derhal onu.
Görür görmez, kavuştu bir sevinç ve huzura.
Buyurdu: (Kabul ettik bunu biz evlatlığa.)
Sonra Emir Külal’e buyurdu ki: (Ey oğlum!
Bunun yetişmesini, sana ısmarlıyorum.)
Ne zaman ki, gelmişti o, evlenme çağına,
Geldi Baba Semmas’ın mübarek ocağına.
Huzuruna çıkmadan, mescide girdi önce.
Secdeye kapanarak, dua etti şöylece:
(İlahi, belalara, türlü sıkıntılara,
Sabredebilmem için, güç kuvvet ver bu kula.)
Oradan, üstadının yanına gelir gelmez,
Buyurdu ki: (Evladım, öyle dua edilmez.
Allah’tan bela değil, hep afiyet istenir.
Ya Rab, beni rızana vasıl et demelidir.)
Beraber yemek yiyip, kavuştu iltifata.
Gözü, ondan gayriyi görmüyordu adeta.
Yüksek teveccühüne nail olup, o yine,
Ellerini öperek, dönüyorken evine,
Ona bir ekmek verip, buyurdu ki: (Evladım!
Al bunu, belki yolda birine olur lazım.)
Düşündü ki: Yemeği yemiştik biz halbuki.
Verdikleri bu ekmek, neye lazım olur ki?
Yolda misafir oldu, bir fakirin evine.
Gördü ki, muhtaç idi bir ekmek dilimine.
Ekmeği ona verip, öğrendi hikmetini.
Anladı üstadının büyük kerametini
.
31 - SEYYİD EMİR KÜLAL (Rahmetullahi Aleyh
.Seyyid Emir Külal
Esseyyid Emir Külal, gençlik senelerinde,
Geçerdi vakitleri, güreş minderlerinde.
Yine bir gün, çıkmıştı meydana, güreş için.
Şöyle geldi kalbine seyirciden birinin:
Bu seyyid delikanlı, uğraşıyor güreşle.
Halbuki uygun değil, uğraşması bu işle.
O, böyle düşünürken, uyukladı o ara.
Gördü ki, kendi batmış çirkef dolu çukura.
Tam boğulacaktı ki, o anda Emir Külal,
Gelip, pislik içinden kurtardı onu derhal.
Uyanınca gördü ki, o güreş ermiş sona.
Emir Külal yaklaşıp, şöyle söyledi ona:
(Kardeşim, benim gayem şudur ki güreşmekten,
Senin gibilerini kurtarayım çirkeften.)
Yine bir gün, meydanda, güreş ediliyordu.
Çok insanlar toplanmış, onu seyrediyordu.
O zamanda âlim ve büyük bir veli olan,
Muhammed Baba Semmasi geçiyordu oradan.
O da durup, yoluna bir miktar verdi mühlet.
Seyyid Emir Külal’i seyretti uzun müddet.
Şaşırdı talebeler üstadın bu haline.
Dediler ki: (Acaba, bu işin hikmeti ne?)
Hocaları, onlara buyurdu ki o zaman:
(Güreşenler içinde, vardır ki bir pehlivan,
Onun bereketiyle, ilerde çok kişiler,
Evliyalık yolunda, maksada erişirler.)
Üstadları, onlara, bu sözü söyler iken,
Seyyid Emir Külal’le göz göze geldi birden.
Bu büyük evliyayı görünce Emir Külal,
Kapladı kendisini, manevi büyük bir hal.
Onun cazibesiyle, güreşi bırakarak,
Üstadın huzuruna geliverdi koşarak.
Semmasi hazretleri, bir mıknatıs misali,
Çekmişti kendisine Seyyid Emir Külal’i.
Bu zat, bir sohbetinde buyurdu ki: (Ey insan!
Sakın gafil olma ki, geçiyor çünkü zaman.
Resulün buyurduğu o azap ve acılar,
Elbette bir gün gelip, olacak hep aşikâr.
Bir yanda nefis, şeytan, bir yanda kötü yaran,
İnsanları aldatıp, söylerler türlü yalan.
Halbuki bilmeli ki, imtihandır bu dünya.
Öyle çabuk geçer ki, sanki tatlı bir rüya.
Nasıl ki bunca ömür, çabuk geçtiyse eğer,
Bundan sonraki dahi, öyle süratli geçer.
Öyleyse ey müslüman, kendine gel ki artık.
Yoksa, hiç fayda etmez son andaki pişmanlık.
Şimdi geçir vaktini, hizmet ve ibadette.
Zira sonsuz rahatlık, olacak ahirette.
. Bir nazar etti
Mevlana Celaleddin adında âlim bir zat,
Sohbet ediyordu ve dinliyordu cemaat.
Tasavvuf ehli olan velilerden, erlerden,
Onlarda hasıl olan fevkalade hallerden,
Bahsedip, en sonunda dedi ki: (Ey cemaat!
Böyle veli kişiler bulunmaz şimdi fakat.
Keşke böyle evliya bulunsaydı da şu an,
Huzurunda diz çöküp, ayrılmasaydık ondan.)
Cemaatin içinde, Seyyid Emir Külal’in,
Talebesi vardı ki, söz için aldı izin.
Dedi: (Var ki şu anda, böyle büyük bir veli,
Sarmıştır bu cihanı, feyiz bereketleri.)
Mevlana Celaleddin, dedi ki: (Nerde bu zat?
Gidip de, ayağına yüz süreyim ben bizzat.)
Dedi: (Benim üstadım, Seyyid Emir Külal’dir.
Aradığınız gibi, veli ve ehl-i haldir.
Lüzum yok hem de sizin oraya gitmenize.
Çok arzu ederseniz, o gelir bizzat size.
Eğer can-ü gönülden, isterseniz görmeyi,
O, sizden fazla ister, yanınıza gelmeyi.
Yeter ki, kalbinizden geçiriniz şu anda.
Teşrif eder üstadım, göz kırpacak zamanda.)
Mevlana Celaleddin, kapadı gözlerini.
Kalbinden isteyince teşrif etmelerini,
O anda, hep ayağa kalktı bütün cemaat.
Zira girdi içeri, nur yüzlü veli bir zat.
Mevlana Celaleddin, hayret etti bu hale.
O anda aşık oldu, Seyyid Emir Külal’e.
Allah’ın dostu olan, Esseyyid Emir Külal,
Buyurdu ki: (Kardeşim, size ait işbu hal.
Zira içinizdeki bu muhabbet, bu arzu,
Bizi çekip, buraya getirmiştir doğrusu.
Bir mümin, tam ihlasla ister ise bir şeyi,
Kavuşturur o şeye, Allah da o kimseyi.)
Mevlana Celaleddin, dedi ki: (Ey efendim!
Talebeniz olmayı, candan arzu ederim.)
Buyurdu: (Evlatlığa kabul ettim seni ben.)
Peşinden bir teveccüh, bir nazar etti hemen.
Tasavvuf'ta, ne kadar makam varsa, hepsini,
Bir anda geçirterek, tamam etti işini.
Dediler ki: (Efendim, Mevlana, bunca sene,
Çalıştı, varamadı yine de gayesine.
Hiç kâfi gelmedi de, gayretleri o kadar,
Yetti şimdi bir anlık teveccühle bir nazar.)
Buyurdu ki: (Bu işler, böyle olur esasen.
Hem de, onun herşeyi hazırdı önce zaten.
Bir teveccüh ve nazar lazımdı yalnız ona.
O da hasıl olunca, kavuşur muradına.)
. Devrinin bir tekiydi
Evliyanın büyüğü, eşi yoktu himmette.
Devrinin bir tekiydi ilim ve marifette.
Sayesinde çok insan bulmuştu hidayeti.
Daha doğmadan önce, görüldü kerameti.
Ziyaret maksadıyla bir gün Emir Külal’i,
Medine’den bir gurup, ilim ehli ahali,
Buhara'ya gelerek, sordular birisine:
(Nasıl gidebiliriz, Suhari beldesine?)
Baktılar ki herbiri, ilim ehli insanlar.
Sordu ki: (Suhari’de, sizin ne işiniz var?)
Dediler: (Emir Külal, oluyor üstadımız.
Kendisini ziyaret etmektir maksadımız.)
O zat, Emir Külal’in vefat eylediğini,
Söyleyince, bir keder kapladı her birini.
Dediler: (Üstadımız, madem ki etmiş vefat,
Bari oğullarıyla kuralım bir irtibat.)
Onlar ile görüşüp, çok sohbet eylediler.
Bir ara, oğulları şöyle sual ettiler:
(Medine beldesine hiç gitmedi babamız.
Peki, nasıl oluyor, o sizin üstadınız?)
Dediler: (Emir Külal, o yerlerde meşhurdur.
Bizden başka, bir nice talebesi mevcuttur.
Hele hac mevsiminde, gelirdi o muhakkak.
Bu sene gelmeyince, hepimiz ettik merak.
Bizim diyarımızda, çok sevilir, tanınır.
Ona talebe olan, binlerce kimse vardır.)
Bir gün sohbet ederken, Esseyyid Emir Külal,
Kapladı kendisini, manevi tatlı bir hal.
Hem de hac mevsimiydi, anlatıyordu haccı.
Buyurdu ki: (Şu anda görüyorum hüccacı.)
Hak teâlâ perdeyi, kaldırdı gözlerinden,
Ve gördü Beytullahı, oturduğu yerinden.
Hüccac ne yapıyorsa Beytullahta o sıra,
Görerek, anlatmaya başladı insanlara.
Lakin biri vardı ki, orada olanlardan,
Düşündü ki: Hiç Kâbe, görülür mu buradan?
Onun düşüncesini anladı Emir Külal.
Lütfedip, huzuruna çağırdı onu derhal.
Buyurdu ki: (Ey kişi, biraz yum gözlerini.
Bak, sen de göreceksin benim gördüklerimi.)
O kişi, gözlerini kapayınca, anında,
Buluverdi kendini, Beytullahın yanında.
Ve gördü ki, Kâbe’yi tavaf eder hacılar.
Hatta aralarında, Emir Külal dahi var.
Uzun müddet seyredip, açınca gözlerini,
Bildi Emir Külal’in büyük kerametini.
Ellerine kapanıp, af diledi kendinden.
İstifade etmeye başladı sohbetinden.
. Evliyayı üzmek
Seyyid Emir Külal’le bir gün talebeleri,
Ziyarete giderken birlikte kabirleri,
Yolda, koca bir arslan çıktı karşılarına.
Talebeler korkarak, çekildiler bir yana.
Ve lakin Emir Külal korkmadı zerre kadar.
Buyurdu ki: (Korkmayın, o bize yapmaz zarar.)
Sonra ona yaklaşıp, tutunca yelesini,
Başını yere koyup, çıkarmadı sesini.
Hürmet gösterir gibi hareketler yaparak,
Ayrılıp gitti geri, sanki mahcup olarak.
Talebeler, bu hale taaccüp ettiler hep.
Dediler ki: (Efendim, bu nasıl iş ki acep?
Arslanın, size karşı olan bu hareketi,
Çok hayret verdi bize, nedir bunun hikmeti?
Arslan sizi görünce, mahcup oldu adeta.
Bir vahşi hayvan iken, sizden korktu o hatta.)
Buyurdu: (Kardeşlerim, kim korkarsa Allah’tan,
Onun mahlukları da, çekinir, korkar ondan.
Aksine bir insan ki, Allah’tan korkmaz ise,
Mahluklara karşı da, korkak olur o kimse.)
Bir gün, talebesiyle camiye giderlerken,
Bir çocukla babası, geliyordu ilerden.
Çocuk, Emir Külal’i görünce sevdi onu.
Ve sordu babasına, onun kim olduğunu.
O ise, sevmiyordu Seyyid Emir Külal’i.
Hatta onun hakkında, konuştu laubali.
Emir Külal işitip, buyurdu ki adama:
(Bana değil, kendine zarar verdin sen ama.
Bir Allah adamına, kim ederse hakaret,
İflah etmez o artık, fecidir sonu gayet.)
Çok zaman geçmedi ki, uyuz oldu o kimse.
Bir çare bulamadı her kime gitti ise.
Nereden geldiğini, anladı bu illetin.
Dedi: (Emir Külal’e çabuk beni iletin.)
Götürüp arz ettiler, bunu Emir Külal’e.
Buyurdu ki: (Malesef, o dönmez iyi hale.
Hakkını, ona helal etse de Emir Külal,
Önceki evliyalar, katiyen etmez helal.
O, büyük insanlardan ok’u yedi bir defa.
Ona çare bulamaz, gitse de ne tarafa.)
Oradan ayrılarak, gidiyorken evine,
Düşüp öldü, bir çare bulamadan derdine.
Buyurdu: (Ey insanlar, sevmeyin bu dünyayı.
Ve asla unutmayın Allahü teâlâyı.
Bir günah karşısında, korkun ki Ondan gayet,
Bundan daha kıymetli, yoktur başka ibadet.
Kim Allah’tan korkarsa, siz dahi korkun ondan.
Ve lakin hiç korkmayın, Allah’tan korkmayandan.)
. Biz de talebesiyiz
Bir gün Emir Külal’le, yanında talebeler,
Sohbet ediyorlardı oturmuşlar beraber.
Bir ara, güzel yüzlü bir genç girdi içeri.
Selam verip, edeple oturdu diz üzeri.
Sohbetin arasında, o gence, Emir Külal,
Dönüp sual etti ki: (Oldu mu o iş ikmal?)
Dedi ki: (Bitirmeye, gece gün ettik devam.
Sizin himmetinizle, çok şükür oldu tamam.)
Sonra izin isteyip Seyyid Emir Külal’den,
Kalktı ve konuşmadan, çıkıp gitti o yerden.
Ve lakin talebeler, hayret etti bu hale.
Sormaya çekindiler bunu Emir Külal’e.
Bir tanesi, koşarak peşinden o gidenin,
Sordu ki: (Ey arkadaş, sen kimsin, niye geldin?)
Dedi: (Emir Külal’in talebesiyim ben de.
İkamet etmekteyim şu anda Rum elinde.
Şehrimizde, bir cami inşa ediliyordu.
Ve bu işle, üstadım hep ilgileniyordu.
Bize emretmişti ki, biterse inşa eğer,
Camimiz bitti diye, bana da verin haber.
Ben de, üstadımızın bu emri üzerine,
Geldim, haber vereyim bunu kendilerine.)
Talebe anladı ki, hocası pek yüksekmiş.
Dünyanın her yerini meğer irşad edermiş.
Bir gün de, talebeden var idi ki birisi,
Bir gece, sardı onu hocasının sevgisi.
Düşündü ki: Gideyim üstadımın yanına.
Ve sual edeyim ki, emriniz var mı bana?
Gelip gece yarısı, odasına girince,
Gördüğü manzaraya, hayret etti bir nice.
Şöyle ki, kalabalık var idi bir cemaat.
Belliydi ki, hepsi de âlim ve veli bir zat.
Sessiz otururlardı, başları önlerinde.
Ruhani hava vardı, odaya girdiğinde.
Hem öyle kalabalık idi ki bu gelenler,
Talebe, oturmaya güçlükle buldu bir yer.
O da başını eğip, bekledi biraz, fakat,
Az sonra fark etti ki, yok olmuş o cemaat.
Odada, kendisiyle, var idi Emir Külal.
Dedi ki: (Ey efendim, nedir bu gördüğüm hal?)
Buyurdu ki: (O zatlar, rical-ül gaybden idi.
Geçmiş evliyaların ruhaniyetleriydi.
Öyle büyüklerdir ki evladım o veliler,
Öldükten sonra bile, dine hizmet ederler.
Az önce, o mübarek zatlarla beraberdik.
Dine hizmet babında, müşavere ederdik.
Onların sohbetinde, sen dahi hazır oldun.
Bu, çok büyük nimettir, sana müjdeler olsun.)
. Vasiyeti ve vefatı
Evliyanın büyüğü, esseyyid Emir Külal,
Henüz etmemişti ki ahirete intikal,
Ölüm hastalığında, bildi ki yaklaştı mevt.
Talebeyi toplayıp, eyledi bir vasiyet.
Buyurdu ki: (Ey benim makbul talebelerim!
Aranızdan ayrılmam, yaklaştı zannederim.
Dinleyin, vasiyetim şu ki size en evvel,
Dinin emirlerini öğrenin çok mükemmel.
Çünkü Resulullaha tâbi olmaz iseniz,
Yarın mahşer gününde, pişmanlık çekersiniz.
Kardeşlerim, az dahi dalmayın ki gaflete,
Yarın düşmeyesiniz, ebedi felakete.
Temiz olması için kalbin, dilin, bedenin,
Temiz ve helalinden yemeği huy edinin.
Eğer bir lokma dahi, haramdan yerse bir kul,
Hak teâlâ indinde, duası olmaz kabul.
Nitekim bir hadiste buyuruldu: (Bir kimse,
Haram karıştırmadan, kırk gün helal yer ise,
Allah, nurla doldurur o kişinin kalbini.
Ve giderir gönlünden, dünya muhabbetini.)
Kardeşlerim, sakının her haram ve günahtan.
Zira daha kıymetli bir amel yok takvadan.
Nasıl ki, beldeleri ayıran hudut vardır,
Dinin hududu ise, haram ve günahlardır.
Ve nasıl ceza varsa, hududu geçenlere,
Allah da ceza verir, günah işleyenlere.
Her zaman ve her yerde, konuşurken, gülerken,
Her bir işte, mesela bir şey yer ve içerken,
Yaptığınız her işten, hesap var ahirette.
Cevap veremezseniz, cezası var elbette.
Öyleyse, cevapları hazırlayın şimdiden.
Ki, halas olasınız Cehennem ateşinden.)
Vasiyeti bildirip, çekildi odasına.
Ve üç gün, hiç çıkmadı talebe arasına.
Sonra çıktı dışarı, bulunca biraz sıhhat.
Gördü ki, mescidine toplanmış çok cemaat.
Dediler: (Odanızdan çıkmayınca siz üç gün,
Talebeler, bu yüzden oldu mahzun ve üzgün.)
Buyurdu: (Bu müddette, tefekkür ettim ki hep,
Benim ve talebemin, ne olur hali acep?
Gaibden bir ses bana, dedi: Ya Emir Külal!
Sana ve talebene, erişmez o gün zeval.
Hepinizi, tamamen affetti hak teâlâ.
Size azab olunmaz, düşünme bunu asla.
Hatta mutfağınızdan uçan bir tek sineğin,
Konduğu kimseler de, affoldu senin için.)
Sonra da, şehadeti söyleyip bu büyük zat,
Bir Perşembe gecesi, fecirde etti vefat.
.
32 - AHMET ABDÜLHAK RADULEVİ (Rahmetullahi Aleyh
.Rehbersiz olmaz
Hindistan’da yetişen, bir büyük evliya zat.
Bindörtyüz otuzüçte, orada etti vefat.
Zahiri ilimleri öğrenip pek mükemmel,
Tasavvufa girmeyi istedi bir an evvel.
Bir mürşid aramaya başladı bu iş için.
Lakin bulamayınca, üzüldü için için.
Zirvesine çıkınca bu arzusu onun tam,
Uyurken, kendisine olundu şöyle ilham:
(Aradığın o rehber, Pani-püt şehrindedir.
Git ona hizmet et ki, o seni ilerletir.)
Sabahleyin uyanıp, bu huzur ve sevinçle,
Ona kavuşmak için, yola çıktı acele.
O zat, (Celaleddin-i Pani Püti) idi ki,
Keşf olundu ona da, onun yolda geldiği.
Hemen talebesine buyurdu ki: (Çocuklar!
Yemekler pişirin ki, bir misafirimiz var.
Çabucak donatın ki, çok mükemmel bir sofra,
O kıymetli misafir, teşrif eder az sonra.)
Hakikaten birazdan, misafir geldi atla.
Onu karşıladılar, büyük bir iltifatla.
Lakin o, görünce bu büyük tezahüratı,
Oradan geri dönüp, süratle sürdü atı.
Zira o düşündü ki: Aradığım bu değil.
Büyükler, debdebeye, dünyaya etmez meyil.
Gördüğü manzarayı, dünyalık zannederek,
İçeriye girmeyip, o yeri eyledi terk.
O gün akşama kadar, at sürdü bu niyetle.
Akşam vakti, bir yere ulaştı afiyetle.
Birisine sordu ki: (Bu şehrin adı nedir?)
O, dedi ki: (Buraya, Pani-püt şehri denir).
Hayret edip dedi ki: (Bu nasıl iş ki acep,
Bu gün aşama kadar, yoldayım halbuki hep.)
Dinlenip, sabahleyin at sürdü yine tekrar.
Yine akşam üzeri, bir yerde kıldı karar.
İlk gördüğü kişiye, sordu o vilayeti.
(Pani-püt’tür) deyince, daha arttı hayreti.
Sabahı bekleyerek, tekrar çıktı sefere.
Maksadı, Pani-püt’ten gitmekti başka yere.
O gün akşama kadar, hiç durmadan sürdü at.
Yine de Pani-püt’ten çıkamadı o fakat.
Aynı dergah önünde buldu yine kendini.
O zaman idrak etti, bu işin hikmetini.
Düşündü ki: Herhalde, bu zattır aradığım.
Ve onun elindedir demek ki benim bağım.
Zira ben istedikçe, terk edeyim bu yeri,
O, manevi bağ ile, çekti hep beni geri.
Büyük bir iştiyakla, inip girdi dergaha.
O zattan feyz alarak, vasıl oldu Allah’a.
.
33 - ALAADDİN-İ ATTAR (Rahmetullahi Aleyh)
.Peki demek
Alaaddin-i Attar, büyük bir veli idi.
Çok zengin ve soylu bir aileye sahipti.
Gitti bir gün hazret-i Bahaddin Buhari’ye,
Dedi: (Kabul buyurun, beni talebeliğe.)
Buyurdu ki: (Öyleyse, bir sepet elma alıp,
Kendi mahallenizde, sat onları bağırıp.)
Anında (Peki) dedi Alaaddin-i Attar.
Bağırıp elma sattı, o gün akşama kadar.
O akşam, hocasının geldi hanelerine.
Arz etti ki: (Getirdim emrinizi yerine.)
Buyurdu: (Bu elmaya, biraz daha elma kat.
Yarın, kardeşlerinin dükkanı önünde sat.)
Yine (Peki) dedi ve az daha elma aldı.
O dükkanlar önünde, elma sattı devamlı.
Ve lakin kardeşleri, onu böyle görünce,
Maksat ve gayesini anlamadılar önce.
Dediler ki: (Kardeşim, rezil ettin bizi sen.
Maksadın para ise, verelim ne istersen.
Elma satacak kadar düşmedik çok şükür biz.
Lakin senin yüzünden, rezil olduk hepimiz.)
Ve lakin Alaaddin duymuyordu bunları.
Ve onun tek gayesi, satmaktı elmaları.
Ertesi gün, olmuştu hocasına talebe.
(Peki) dediği için, kavuştu bu devlete.
Hocası Behaeddin Buhari, bu sebepten,
En çok onu severdi, yüzlerce talebeden.
Diğerleri, çok merak ederlerdi hep bunu:
(Hocamız, ne sebepten bizden çok sever onu?)
Bir gün nehir yanında, sohbet ediyor iken,
(Alaaddin kalk!) diye, seslendi ona birden.
Bütün talebeleri bekliyorken merakla,
Buyurdu: (Alaaddin, şu akan nehre atla!)
(Peki) deyip, kendini attı nehir içine.
Devam etti hocası, kalan sohbetlerine.
Talebeler, çok hayret içinde kaldı lakin.
Zira nehir içinde, kayboldu Alaaddin.
Birkaç saat geçince, hocaları, aniden,
(Alaaddin çık!) diye, seslendi ona birden.
Çıktı nehir içinden bu ikinci emirle.
Baktılar, elbisesi ıslanmamıştı bile.
O, bir gün buyurdu ki: (Kul hakkı mühimdir pek.
Ahirete kalırsa, çetin olur ödemek.
Hanımlarınız ile, helallaşın bu yüzden.
Hatta helallaşmadan çıkmayın evinizden.
Hassas davranılırsa islama tâbiyette,
Bir kırgınlık, üzüntü vuku bulmaz elbette.
Nerede ihtilafa düşerse birileri,
İslama uymamaktan vuku bulur ekseri.
. Tuğladan yastık
Alaaddin-i Attar, büyük âlim, evliya.
Onun gelmesi ile, aydınlandı bu dünya.
Babası, Buhara'da hayli zengin bir zattı.
Öldüğünde, geriye pek fazla mal bıraktı.
Ve lakin Alaaddin, hiç almadı para, mal.
Bahaddin Buhari'ye talebe oldu derhal.
Dünyaya meylederim diye o, çok korkarak,
Almamıştı evine, ne bir yorgan, ne yatak.
O, bütün dikkatini, vermişti derslerine.
Tek gayesi, uymaktı üstadının emrine.
Hocası Behaeddin Buhari hazretleri,
Görüp Alaaddin’in kalbindeki cevheri,
Bir gün eve gelince, dedi ki hanımına:
(Kızımız, büluğuna erince, söyle bana.)
Zaman sonra, hanımı verince bu haberi,
Geldi Alaaddin’in yanına kendileri.
Gördü ki, ders çalışır üstünde bir hasırın.
Hemen kalktı ayağa, onu görüp ansızın.
Bir kırık testi vardı, odanın bir yerinde.
Abdestte kullanırdı, namaz vakitlerinde.
Bir de tuğla vardı ki, kenarda duruyordu.
Gece, yastık yerine, bunu kullanıyordu.
Buyurdu: (Alaaddin, şu ki benim dileğim,
İstersen, kızım ile seni evlendireyim.)
Arz etti ki: (Efendim, büyük lütuf bu bana.
Lakin maddi bakımdan, imkanım yoktur buna.
Bir hasırım, bir tuğlam, bir de testim var kırık.
Bu üçünden başkaca, yok bir şeyim dünyalık.)
Buyurdu ki: (Evladım, biliyorum hepsini.
Bunun için, kızıma layık gördüm ben seni.
Evlenebilmek için, dünyalık şart değildir.
Rızkınıza gelince, Allah ona kefildir.)
Böylece hocasına (Peki) dedi o hemen.
Ve oldu düğünleri, fazla zaman geçmeden.
Behaeddin Buhari, cümle talebesiyle,
Çalıştı onlar için, ev yapmak gayesiyle.
Her gün öğleye kadar, gayret gösterirlerdi.
Öğle vakti, sıcaktan gölgeye gelirlerdi.
(Cehennemin yanında, bu sıcak hiçtir) diye,
Düşünüp, Alaaddin gitmezdi hiç gölgeye.
Allahü teâlâyı, hiçbir an unutmazdı.
Kalbinde, Ondan gayri bir şey bulundurmazdı.
Bu zat buyuruyor ki: (Biraz ilim öğrenmek,
Nafile ibadetten, üstün ve sevaptır pek.
Tam tâbi olmak için Resulullaha, önce,
İslamın ahkamını öğrenmeli iyice.
Sonra, bildiklerini yapmaya sıra gelir.
Yani farzları yapıp, haramdan el çekilir.)
. Sevgi kimden?
Alaaddin-i Attar anlatır ki şöylece:
Muhammed Behaeddin, beni kabul edince,
O kadar çok oldu ki, bağlılığım ve sevgim,
Yanından, bir an bile ayrılmak istemezdim.
Zira onun yanında kaldığım az bir zaman,
Üstündü, onsuz geçen haftalardan, yıllardan.
Bir teveccüh etseydi, sevdiği kimselere,
Çıkarırdı onları, yüksek derecelere.
Bir gün, bana sordu ki: (Seversin beni gayet.
Senden midir, benden mi, kalbindeki muhabbet?)
Dedim ki: (Ey efendim, bu sevgi benden, ama,
Sizler sebep oldunuz doğru yolu bulmama.)
(Peki öyleyse) dedi ve sükut etti birden.
Baktım ki, o muhabbet tam silindi kalbimden.
Az önce, yanıyorken onun muhabbetiyle,
Şimdi o muhabbetten, kalmadı zerre bile.
Hata eylediğimi anladım ben bu sefer.
Anladım ki, o sevgi değilmiş benden meğer.
Dedim ki: (Ey efendim, hata ettim ben elbet.
Zatınızdan gelirmiş, bendeki bu muhabbet.)
O zaman bana bakıp, tebessüm buyurdular.
Baktım ki, o muhabbet kalbime doldu tekrar.
Bir gün de, talebeden birinin odasında,
Diğer talebelerle sohbet ettiği anda,
Sual etti onlara Bahaddin hazretleri:
(Siz mi beni buldunuz, yoksa ben mi sizleri?)
Üstadın sualine cevaben, talebeler:
(Efendim, biz fakirler sizi bulduk) dediler.
(Öyleyse bulun beni) deyip ordakilere,
Gözlerinin önünden, kayboldu birdenbire.
Talebeler, çok pişman oldular sözlerinden.
Ağlayıp, yaşlar aktı hepsinin gözlerinden.
Dediler: (Ey hocamız, biz kabahat eyledik.
Bizi, zat-ı aliniz bulmuştur, iyi bildik.)
O an, yine bakıp da, gördü ki hepsi bizzat,
Yine aynı yerinde oturur mübarek zat.
O, bir gün buyurdu ki: (İlim, amel ve ihlas.
İşte islamiyet’in dayandığı üç esas.
İhlasla yapmalı ki, insan her ibadeti,
Yarın mizan başında, olsun değer kıymeti.
İhlaslı amellerle, ihlassız icraatlar,
Mahşerde, iki kısma yarın ayrılacaklar.
Allah rızası için yapmadıysa bir işi,
Rabbinin huzurunda, mahcup olur o kişi.
Her bir nefes, insana, o ebedi hayatın,
Sonsuz saadetini verecek belki yarın.
Ve her nefes, insanı, asla dayanılmayan,
Cehennem ateşine götürür belki o an.)
. Son nasihatleri
Hocası Behaeddin Buhari hazretleri,
Onu, kendi yanına oturturdu ekseri.
Çok teveccüh ederdi, sık sık ona dönerek.
Söylerdi kıymetini, bazı kere överek.
Derdi ki: (Her ne zaman, ben Alaaddin’imi,
Gördüğümde, muhakkak hatırlarım Rabbimi.)
Henüz hayatta iken Behaeddin Buhari,
Ona havale etti, cümle talebeleri.
Alaaddin-i Attar buyurdu ki: (Veliler,
Kulları, Hak yoluna çekerek yön verirler.
Evliyanın sohbeti, aklı kuvvetlendirir.
Ve Rabbin rızasını almaya vesiledir.)
Vefatlarına yakın, cümle talebesini,
Huzuruna çağırıp, yaptı vasiyetini.
Dedi: (Birbirinize, eyleyin çok muhabbet.
Ve haramdan kaçmaya, gösterin büyük gayret.
Sohbet, mühim sünnettir, devam edin siz buna.
Zira kul, sohbet ile kavuşur muradına.
Eğer bulamazsanız, sohbet ehli birini,
Okuyun o takdirde, onun eserlerini.
Zira kitap okumak, yarısıdır sohbetin.
Sohbet yoksa, kitabı sakın ihmal etmeyin.
Bu yolda, hiç yılmadan çalışın ki, gün gelir,
Senelerin kazancı, bir lahzada verilir.)
Sonra, bel ağrısıyla, tutuldu hastalığa.
Bir perşembe gününde, artık düştü yatağa.
Buyurdu: (Kardeşlerim, sakının her haramdan.
Bir an gafil olmayın, Allahü teâlâdan.
Günahlar, büyük-küçük diye ayrılırsa da,
Küçük günahlar dahi, büyüktür esasında.
Çünkü günah, Allah’ın nehyettiği bir iştir.
İstiğfar edilmezse, karşılığı ateştir.)
Buyurdu: (Müsadesi olsaydı Rabbimizin,
Yüksek himmetleriyle hocam Behaeddin’in,
Bilcümle insanları, hem de tek bir nazarda,
Vilayet makamına çıkartırdım bir anda.
Fakat Hak teâlânın, bu değildir adeti.
İnsanlar anlayamaz, nedir bunun hikmeti?)
Hastalığı, gün be gün daha şiddetlenince,
Yine talebesiyle, sohbet etti bir nice.
Buyurdu: (Bu dünyadan ayrıldı hep veliler.
Bazısı da, yakında gitmek üzeredirler.)
Yanlarında birisi, göstererek bahçeyi,
Dedi ki: (Şu çiçekler, ne çekici, ne iyi.)
Buyurdu ki: (Toprak da, iyi ve güzeldir pek.
Bu dünyaya meylimiz, olmadı bu güne dek.
Tek üzüntüm şudur ki, ziyarete gelenler,
Beni bulamayınca, kalbi kırık dönerler.)
.
34 - AHMED NAMIKİ CAMİ (Kuddise Sirruh
.Önce içki içerdi
Evliyanın büyüğü, asrının bir tanesi.
Sahabe-i kirama dayanır sülalesi.
Kötü arkadaşları var idi ki önceden,
Yer içip gezerlerdi, hiçbir şey düşünmeden.
Hatta içki içmeyi, adet edinmişlerdi.
Şarap için, kırk adet küp alıp dizmişlerdi.
Kırkı da, şarap ile dolu idi lebalep.
Alıp getirirlerdi, oradan sırayla hep.
Şarap almak sırası, gelince bir gün ona,
Gitti sabah merkeple, o küplerin yanına.
Lakin birden şaşırıp, kaldı hayret içinde.
Zira hiç içki yoktu, küplerin hiç birinde.
Bir şey anlamamıştı, düşündü ki: Dünkü gün,
Hepsi de, şarap ile doluydu bu kırk küpün.
Şaşkın halde, oradan yöneldi bağ evine.
Oradaki şaraptan, yükledi merkebine.
Bu sefer de merkebi yürümüyordu fakat.
Ne kadar vurduysa da, diretip etti inat.
O sırada gaibden, bir nida geldi ona:
(Ey Ahmed, suçu yoktur, ilişme o hayvana.
O, şimdi sahip değil kendi iradesine.
Biz mani oluyoruz, onun yürümesine.)
O, bu sesi duyunca, kapandı yere hemen.
Dedi: (Tövbe ya Rabbi, artık içmem bunu ben.
Lakin emir buyur da, şu merkebim yürüsün.
Ki, mahcup olmayayım arkadaşlara bu gün.)
Başladı yürümeye merkebi en nihayet.
Ve arkadaşlarının yanına etti avdet.
Şarapları koyarak, çekildi kendi geri.
Dediler: (Nerde kaldın, sabah vaktinden beri?
Hem niçin çekilirsin, haydi gel de, sen de iç.)
Dedi: (Ben tövbe ettim, artık içmiyorum hiç.)
Dediler ki: (Ey Ahmed, böyle neler diyorsun?
Bırak, şimdi bizimle şaka mı ediyorsun?)
Israr ettilerse de, (gel iç) diye ne kadar,
Dedi: (İçmeyeceğim, etmeyin fazla ısrar.)
O sırada, gaibden bir ses duydu: (Ey Ahmet!
Al ve iç ellerinden, eyleme muhalefet.)
Aldı bu emir ile şarabı ellerinden.
İçti, lakin o anda hayrette kaldı birden.
Zira o içtiğinin, değişikti lezzeti.
Şarap, onun elinde olmuştu bal şerbeti.
Arkadaşlarına da, eliyle etti ikram.
Onlar dahi içince, şaşkına döndüler tam.
Onların içtiği de, olmuştu çünkü şerbet.
Hepsi, günahlarına tövbe etti nihayet.
Sonra, eline alıp bir odun kütüğünü,
Kırdı hep teker teker, o kırk şarap küpünü
. Sözü çok tesirliydi
Ahmed Namıki Cami, nice yıllar, dağlarda,
Kalarak, riyazetler çekti hep oralarda.
Manevi bir emirle, sonra bu mübarek zat,
Şehre inip, eyledi halka vâz-ü nasihat.
Öyle tesir ve fayda vardı ki sözlerinde,
Altıyüzbin günahkâr, tövbe etti elinde
. Bu hırka senin değil
Ebu Said Ebül Hayr, büyük bir veliydi ki,
Bir hırkası var idi, ibadette giydiği.
Hazret-i Ebu Bekr’e ait olan bu hırka,
Elden ele dolaşıp, gelmiş idi bu zata.
Bir gün ona geldi ki, bir manevi işaret:
(Bu hırkayı, Ahmed-i Namıki’ye teslim et.)
Lakin Ebu Saidin, Ebu Tahir isminde,
Bir de oğlu var idi, talebesi içinde.
O, şöyle umardı ki: Değilsem de pek layık,
Bu hırkayı, ilerde ben giyerim hep artık.
Babası, keşf yoluyla onun düşüncesini,
Anlayıp, huzuruna çağırdı kendisini.
Buyurdu ki: (Ey oğlum, bu, senden daha ehil,
Bir mübarek kimsenin olacak, senin değil.
Ben vefat eyleyip de, geçince çok seneler,
Bir gün, bu medreseden içeri bir genç girer.
Sen, başlamış olursun, kürside nasihata.
Hemen kalkıp, elinle, giydir bunu o zata.)
Vefat edip, aradan yıllar geçti bir nice.
Evladı Ebu Tahir rüya gördü bir gece.
Babası ve yanında bazı dostları vardı.
Heyecanla bir yere doğru gidiyorlardı.
Buna dönüp dedi ki babası: (Ey oğlum, bak.
Şimdi, kutb-u evliya geliyor, uyuma kalk!)
O dahi hemen kalkıp, gidince o tarafa,
Gördü ki, genç bir kişi, nur saçıyor etrafa.
Uyanıp, medreseye gitti o sabahleyin.
Ve vaaz kürsüsüne oturdu sohbet için.
Yeni başlamıştı ki nasihata, birazdan,
Bir genç girdi içeri medrese kapısından.
Baktı bu, rüyasında gördüğü o genç idi.
Babası, yıllar önce bunu tarif etmişti.
Düşündü ki: Geldi bu, hırkayı istemeye.
Lakin razı olmuyor nefsim onu vermeye.
Böyle düşündüğünü anlayıp o gelen zat,
Dedi ki: (Emanete, riayet lazım fakat.)
Ebu Tahir, hayretle duyunca ondan bunu,
Bildi, ehl-i keramet bir veli olduğunu.
O mübarek hırkayı, kalkıp aldı eline.
Hürmet ile giydirdi, o gencin üzerine.
. Taşın altını yokla
Ahmed Namıki Cami, çok yüksek bir veliydi.
Ve bütün mahlukata, pek çok merhametliydi.
Cömert olup, herkese yapardı hep iyilik.
Her kimin derdi olsa, bu zata gelirdi ilk.
O devirde yaşayan, vardı ki salih bir zat,
Zengin olup, yapardı çok hayır ve hasenat.
Ve lakin daha sonra, bütün malı, elinden,
Çıkarak, gayet fakir bir hale düştü birden.
Bunu ise, kimseye gidip diyemiyordu.
Ve kimseden hiçbirşey talep edemiyordu.
Yaşlıydı, çalışmaya yok idi mecali de.
Bir gün, bu sıkıntıyla otururdu camide.
O anda karşısında, ihtiyar, pir-i fani,
Bir kişi zuhur etti, uzun boylu, nurani.
Ahmed-i Namıki’nin kendisiydi bu gelen.
Kurtarmak istiyordu, onu bu kederinden.
Selam verip, yanına oturdu o kimsenin.
Buyurdu ki: (Herhalde bir üzüntün var senin.)
Dedi: (Evet efendim, sıkıntım var bir hayli.
Ve söyleyemiyorum kimseye de bu hali.)
Buyurdu: (Falan yerde, Ahmed-i Namıki var.
Ona git, bu derdinle o olur alakadar.)
(Peki efendim) deyip, ertesi gün erkenden,
Ahmed-i Namıki’nin yanına gitti hemen.
Dedi ki: (Şöyle şöyle bir derdim var ki benim,
Bir derman bulursunuz, siz buna zannederim.)
Buyurdu ki: (Üzülme, her şeyin kolayı var.
Bir kapı kapanırsa, açılır çok kapılar.
Biz de dua edelim, inşallah cenab-ı Hak,
Sana, başka yollardan rızık verir muhakkak.)
Onun bu sözleriyle, sürur geldi kalbine.
Gitti ve ertesi gün, bu zata geldi yine.
Sordu Namıki Cami, gelince ona tekrar:
(Senin, günlük nafaka ihtiyacın ne kadar?)
O dahi arz edince, buyurdu: (Kolay iştir.
Senin işin, şu taşa havale edilmiştir.
Sen, her sabah gelerek, yokla onun altını.
Bulacaksın orada, tam o kadar altını.
Ve lakin ihtiyacın ne ise, o kadar al.
Fazlasını alırsan, kesilir bu da derhal.)
(Peki efendim) deyip, teşekkür eyleyerek,
Ayrılıp, hanesine gitti pek sevinerek.
Artık her gün, o taşı, gidip kaldırıyordu.
Günlük ihtiyaç kadar, altını alıyordu.
Bu kişi, ömrü bitip vefat etti nihayet.
Evladı da, oradan aldılar uzun müddet.
Ve lakin ihtiyaçtan, bir gün fazla aldılar.
Ertesi gün gidince, artık bulamadılar.
. Kabahat bende değil
Bir gün Ahmed-i Cami, Herat’a gitmek için,
Yola çıktı, kimseye bir haber vermeksizin.
Ve lakin Herat’lılar, bunu haber alarak,
Döküldüler yollara, genç ihtiyar, cümle halk.
İki saatlik yoldan, onu karşıladılar.
Ve bir tahta oturtup, omuzda taşıdılar.
Bereketlenmek için, bu hizmetle her biri,
Birkaç adım taşıyan, çekiliyordu geri.
Bu şekilde, Herat’a varınca en nihayet,
Müftünün konağında, eylediler ikamet.
Abdullah Zahid diye, o yerde biri vardı.
Bayram günleri hariç, her gün oruç tutardı.
Yaptığı içindir ki, böyle fazla ibadet,
Herkes, onu sever ve sayarlardı begayet.
Ahmed-i Namıki’nin Herat’a teşrifini,
İşitince, bir merak sardı onun içini.
Hanımına dedi ki: (Herat’a biri gelmiş.
Bir gidip de göreyim, nasıl bir kimse imiş?)
O dedi: (Bu niyetle gitmen doğru değildir.
Çünkü o, Hak katında çok büyük bir velidir.
İstifade etmeyi, kalbinden eyle niyet.
Ve her ne emrederse, aynen eyle riayet.)
Lakin o, bu sözlerden pek de hoşlanmayarak,
Dedi: (Sen anlamazsın, otur da işine bak.)
Giyinip çıktı sonra, onu dinlemeksizin.
Geldi, Ahmed Cami’yi imtihan etmek için.
Ve lakin girer girmez, Namıki Cami, ona,
Buyurdu: (Yapar mısın, söylesem bir iş sana?)
Dedi: (Doğru ve güzel bir işse dediğiniz,
Ne için yapmayayım, nedir o, söyleyiniz?)
Buyurdu ki: (Öyleyse, geri dön şimdi derhal.
Şu karşıki kasaptan, bir but kuzu eti al.
Oradan bakkala git, biraz yağ, biraz pekmez,
Alıp, kendi elinle evine götür bu kez.
Pişir kuzu etini, tatlı yap pekmezi de.
Oturup, hanımınla yiyin neşe içinde.)
O, bunları duyunca, düşündü: Yemek nedir?
Ben, bir şey yemiyorum gündüz otuz senedir.
Buyurdu ki: (Ey zahid, yanlış bu düşündüğün.
Haydi git, dediğimi icra eyle sen bugün.
Bizi vesile edip, dua et hem de Hakk’a.
Muradın her ne ise, kavuşursun mutlaka.)
Adam (Peki) diyerek, o şeyleri yaptı hep.
Sonra Hak teâlâdan, şu şeyi etti talep:
Dedi ki: (Ya ilahi, kalp gözümü aç benim.
Şehrin dört tarafında, ne varsa hep göreyim.)
Duası kabul olup, açıldı kalp gözleri.
Gördü şehir içinde olan cümle şeyleri.
. Ben kim oluyorum ki
Ahmed-i Namıki’yi, Herat’ta bir gün yine,
Abdullah-i Ensari, davet etti evine.
Tam çıkıyorlardı ki, durdu bu mübarek zat.
Buyurdu: (Beklememiz gerekiyor bir saat.
Zira dertli bir yolcu, geliyor bize şu an.
Gelir de bulamazsa, üzülür o müslüman.)
Hakikaten aradan geçince tam bir saat,
Hanım ve çocuğuyla, geldi bir müslüman zat.
Dedi: (Biz, filan yerden, buraya geliyoruz.
Size, bir derdimizi arz etmek istiyoruz.
Şöyle ki, verdi Allah bize hayli varidat,
İhsan etti ayrıca, bir tek de erkek evlat.
Yoktur bu oğlumuzdan başka bir evladımız.
Lakin bu da a’madır, işte budur acımız.
Gösterdik çok tabibe, dolaştık diyar diyar.
Lakin buna, hiçbiri, çare bulamadılar.
İşte bu maksat ile geldik huzurunuza.
Ki, dua edesiniz bu a’ma yavrumuza.)
Ahmed Namıki Cami, dinleyip o geleni,
Buyurdu: (Çok isterdim, yapayım dileğini.
Lakin ölü diriltmek ve a’ma gözü açmak,
İsa Nebiye ait bir mucizedir ancak.
Ahmed kim oluyor ki, ondan, öyle bir dua,
Almak için, uzaktan geldiniz ta buraya?)
Lakin sonra üzülüp, daldı bir tefekküre.
Buyurdu: (O çocuğu, getirin bu fakire.)
Getirdiler çocuğu, bir hayli sevinerek.
Çocuğu, tam önüne oturtup o mübarek,
İki baş parmağını, sürerek gözlerine,
Buyurdu ki: (Açılın Allah’ın izni ile!)
O anda şifa verdi, çocuğa cenab-ı Hak.
Ve görmeye başladı, herşeyi net olarak.
Babası çok sevinip, dedi ki: (Ey efendim!
İnanın sanki şu an, dünyalar oldu benim.
Merakım şu ki fakat, biz dua isteyince,
Niçin dua etmekten çekindiniz ilk önce?
Ahmed kim oluyor ki dua etsin dediniz.
Hikmeti ne idi ki, sonra dua ettiniz?)
Buyurdu ki: Doğrudur, öyle demiştim size.
Lakin o an Rabbimiz, ilham etti ki bize:
(Ey Ahmed, ölüleri İsa mı diriltmişti?
Körleri, dilsizleri, o mu iyi etmişti?
Biz ihsan eylemiştik şifayı onlara hep.
Buna da şifa için, seni biz kıldık sebep.
Onun için ey Ahmed, sen dua et bir defa.
Elbette biz veririz, buna dahi bir şifa.)
Böyle ilham edince bu fakire Rabbimiz,
Biz de dua eyledik, yoksa değil haddimiz.
. Tövbe bir hazinedir
Ahmed Namıki Cami ümmiydi gerçi, fakat,
Kitap yazıp, herkese ederdi çok nasihat.
Tövbe etmek hakkında, buyurdu: Ey insanlar!
Büyük bir hazinedir günahlara istiğfar.
Hak teâlâ buyurdu: (Tövbe edin hepiniz.
Ancak tövbe etmekle kurtulabilirsiniz.)
(Benim, tövbe edecek bir halim yoktur) demek,
Müslümana yakışan bir söz olmasa gerek.
Şöyle ki, rağbet etse bir insan bu dünyaya,
O, her bir nefesinde, her an girer günaha.
Zira Peygamberimiz şöyle buyurmuşlardır:
(Dünyaya düşkün olmak, günahların başıdır.)
Bir saatte, bin nefes, insan alıp veriyor.
Bu, yirmidört saatte, yirmidört bin ediyor.
İşte bu nefesleri, kul alırsa gafletle,
Yani sarılmış ise, dünyaya muhabbetle,
Ve bir günah işleyip, üzülmüyorsa şayet,
Onun her nefesine, yazılır bir masiyet.
Bir günde, yirmidörtbin günah eder bu ise.
Demek ki tövbe etmek, ne kadar lazım bize.
Eğer tövbe edersek şartlarına uyarak,
Günahları, sevaba çevirir cenab-ı Hak.
İstiğfarın üç şartı vardır ki, onlar şudur:
Birincisi, günaha gönülden pişman olur.
İkincisi, Allah’a tövbe eder diliyle.
Üçüncüsü, o işi terk eder bedeniyle.
Kul, böyle halisane tövbe ederse şayet.
Hak teâlâ o kulu, eder af ve mağfiret.
Yerdeki hayvanatla, göklerdeki melekler,
Onun iyiliğine, her an dua ederler.
Tövbeyi, sırf günahta lazım bilme kendine.
İbadet yapınca da, lazımdır tövbe yine.
İbadeti beğenmek, olur gurur ve kibir.
Bu dahi günah olup, tövbeyi gerektirir.
İslama hizmetini, bilirse kendisinden,
Hemen tövbe istiğfar lazım olur peşinden.
Bir âlim, kendisini gayriden bilse iyi,
Bu da bir günah olup, gerektirir tövbeyi.
İnsan, her adımını atarken bile hatta,
Günah işlerim diye titremeli adeta.
Köle, efendisine hizmette etse kusur,
Ona, mükafat değil, bir ceza lazım olur.
Kul da, Rabbine karşı bir kusur işlemekten,
Korkmalı, titremeli Cehenneme düşmekten.
Halis kul, bu korkuyla geçirir günlerini.
İdama mahkum olmuş biri görür kendini.
İşlediği günahlar, hatırından çıkmaz hiç.
Bunun ızdırabıyla, bulamaz huzur, sevinç.
.
35 - AHMET YESEVİ (Rahmetullahi Aleyh)
.Çok ibadet yapardı
Talebe yetiştirir, çok ibadet yapardı.
Kendisi kepçe-kaşık imal eder, satardı.
Bir öküzü vardı ki bu evliya kişinin,
Onu kullanırdı hep, onları satmak için.
O öküzün sırtında, bir heybe duruyordu.
Kepçe ve kaşıkları, ona dolduruyordu.
Çıkıyordu o hayvan, her gün pazar yerine.
Dolaşır, akşamları dönerdi eve yine.
İsteyen, o heybeden alıp istediğini,
Yine aynı heybeye, atardı ücretini.
Hace Ahmed Yesevi, o paraları yine,
Harcardı tamamiyle kendi talebesine.
Kalplere hayat sunan, o mübarek sohbeti,
Sayesinde, gün be gün daha arttı şöhreti.
Öyle ki, dört bir yandan, insanlar, akın akın,
Yanına toplanırdı bu Allah adamının.
Talebenin sayısı, yüzbinleri geçince,
Çekemeyenler oldu kendisini bir nice.
Onun itibarını sarsmak için, bu defa,
İftiralar uydurup, yaydılar her tarafa.
Horasan’da yayıldı, bunlar daha ziyade.
Buna, Ahmed Yesevi üzüldü fevkalade.
Çünkü o yalanlara, bazı saf müslümanlar,
İnanıp, felakete oluyorlardı duçar.
Çok merhametli olan Hace Ahmed Yesevi,
Kurtarmak gayesiyle bu temiz kimseleri,
Talebeden birini, çağırarak yanına,
Ona bir kutu verip, gönderdi Horasan’a.
Buyurdu: (Bu kutuyu, iyi muhafaza et.
Ve o hasetçilere, götür bunu teslim et.)
O, mühürlü kutuyu, alıp koydu cebine.
Ve hemen yola çıktı, Horasan cihetine.
Varıp, o insanlara tanıttı kendisini.
Söyledi, üstadının emriyle geldiğini.
Getirdiği kutuyu, verip o kimselere,
Dedi ki: (Bu kutuyu, o gönderdi sizlere.)
Ahmed-i Yesevi’ye kim varsa haset eden,
Bir haberle, herbiri toplandı hepsi hemen.
O kutuyu görünce, merak ettiler ki hep,
İçine ne koyup da gönderdi bize acep?
Merak ve heyecanla açınca birden onlar,
Hepsi hayretlerinden, şaşıp dona kaldılar.
Zira kutu içinde, bir miktar (pamuk ) vardı.
Üstünde kıpkırmızı (ateş koru ) yanardı.
Ateş koru, pamuğa etmiyordu hiç tesir.
Pamuk, ateş korundan, olmazdı müteessir.
Bu kerameti görüp, çok pişman oldu hepsi.
Ve o büyük velinin oldular talebesi.
. Niçin geldi, ne oldu?
Bir müderris vardı ki, Mervezi ismi ile,
Düşmanlık besliyordu, Ahmed-i Yesevi’ye.
Lakin tanımıyordu yakinen kendisini.
Yalnız kötü olarak, işitmişti ismini.
Hakkında uydurulan yalan ve iftiraya,
İnanıp, buğz ederdi, bu büyük evliyaya.
Güya ona, haddini bildirmek gayesiyle,
Yola çıktı tam dörtyüz ilim ehli kişiyle.
İmtihan etmek için, bu evliya kimseyi,
Ezberledi islamdan, tam üçbin meseleyi.
En çetin olanları seçerek hem bu kimse,
Dedi ki: (Cevap versin bunlara âlim ise.)
Böyleyken bu kişinin düşünce ve hayali,
Yesevi’nin kalbine, ilham oldu bu hali.
Biraz sonra Mervezi, gelip girdi dergaha.
Oturup, hal ve hatır sormadan henüz daha,
Büyük hırs ve hışımla sordu ki ona hemen:
(Sen misin insanların dinini ifsad eden?)
Hakaret ettiyse de, o böyle açık açık,
Lakin Ahmed Yesevi vermedi bir karşılık.
Buyurdu ki: (Efendim, uzak yoldan geldiniz.
Hele şöyle oturup, bir miktar dinleniniz.
Görüşecek mesele var ise ilme ait,
Konuşuruz, olunca zamanımız müsait.)
Bu cevap karşısında, çok mahcup oldu o zat.
Gösterilen odada eyledi istirahat.
Lakin vaz geçmemişti imtihandan o hala.
Ertesi gün dergaha, o girdi ilk evvela.
Ahmed-i Yesevi’nin çıkarak kürsisine,
Zor sualler sormayı istedi kendisine.
Bir tek kelime bile konuşamadı fakat.
Çünkü yoktu zihninde, tek bilgi ve malumat.
Hiçbir şey anlamadı olan bu hadiseden.
Defterine müracat eyledi sonra hemen.
Lakin yine şaşırdı açtığında defteri.
Zira boş ve yazısız gördü sahifeleri.
Bir şey konuşamadan kala kaldı öylece.
Nihayet hatasını idrak etti böylece.
Onun büyüklüğünü, kabul etti gönülden.
En halis talebesi oldu artık o günden.
Yanında getirdiği dörtyüz ilim ehli de,
Onun büyüklüğüne inandı ileride.
Mervezi, af dileyip bu büyük evliyadan,
O günden sonra artık, ayrılmadı yanından.
Hizmetinde, beş sene kalarak en nihayet,
Kulları irşad için, aldı mutlak icazet.
Ve onun emri ile, giderek Horasan’a,
Gösterdi doğru yolu, nice gafil insana.
. Üstad ve talebe
Ahmed-i Yesevi’nin bir çok talebeleri,
Vardı ki, birbirine çoktu muhabbetleri.
Yeseviyye yolunda ilerleyen kimseler,
Taşırlardı müşterek bazı hususiyetler.
Çok üstün bilirlerdi kendi rehberlerini.
Severek yaparlardı, o zatın her emrini.
Hepsi de, üstadını seviyordu pek fazla.
Ona bağlanmışlardı, muhabbet ve ihlasla.
Yiyip içseler bile emriyle o kişinin,
O yolda yükselmeye, sebepti onlar için.
Emirsiz, çok ibadet yapsalardı da hatta,
Faide görmezlerdi yine maneviyatta.
Çünkü teslimiyetti o yolda esas olan.
Bir şey kazanamazdı üstadına uymayan.
Her işte, talebeler dikkat ederdi ki hep,
Üstadımız, bu babta ne düşünüyor acep?
Anlayınca üstadın o işte muradını,
Her biri, ona göre atardı adımını.
Onun her yaptığını, bilirler doğru, iyi.
Buna bağlı bilirler o yolda yükselmeyi.
Herhangi bir işini, beğenmeyen talebe,
Yeseviyye yolunda bulamazdı mertebe.
Onu üzmek, o yolda pek çok tehlikelidir.
Dünya ve ahirette felakete sebeptir.
Çünkü inanırlar ki, incinirse o eğer,
İncinir o kimseye, bir önceki veliler.
Resulullaha kadar, yüzlerce veli dahi,
Onu üzen kimseye, incinir bizatihi.
Allahü teâlâ da, incinir ona hatta.
Çok dikkatli olurlar onun için bu babta.
Zaten hiçbir kimseye, hatta hayvana bile,
Zarar vermek, o yolda yasaktır bile bile.
Üstadın büyüklüğü hakkında şüphe eden,
Feyzinden mahrum olup, yükselemez katiyen.
Yeseviyye yolunda bulunan talebeler,
Ona teslim olur ve çok muhabbet ederler.
Emir telakki edip bir tek işaretini,
Hepsi yarış ederler, yapmak için emrini.
Her fedakârlığı da, yaparlar o iş için.
Çünkü onun rızası, esasıdır bu işin.
Onu sevdiklerine, ederler çok muhabbet.
Sevmedikleri ile, edemezler hiç ülfet.
Birbirlerini dahi, severler pek ziyade.
Üstaddan, ancak böyle ederler istifade.
O yolda çok mühimdir, üstada karşı edep.
Her talebe, evvela buna dikkat eder hep.
Kim çok edepli ise, söz dinliyorsa yani,
Onun yükselmesine kalmaz başka bir mani.
. Nasihatleri
Ahmed-i Yesevi’nin tesirliydi sözleri,
Hidayete getirdi binlerle kimseleri.
Bir eseri vardı ki, (Divan-ı hikmet) diye,
Doludur, insanlara öğüt nasihat ile.
Bir yerde buyurur ki: (Korkunuz, sakınınız!
Dünya adamlarıyle yakınlık kurmayınız.
Dünya malı, geçici, hem de aldatıcıdır.
Bugün senin ise de, yarın başkasınındır.
Aklı olan, buna hiç gönül vermez velhasıl.
Ahiret derdi ile dertlenmiştir o asıl.
Bu dert, onun öyle çok sarmıştır ki içini,
Düşünür gece gündüz Cehennem ateşini.
Günah ve kusurları, dağ gibi gelir ona.
Bu yüzden boynu bükük, mahcuptur Allah’ına.
Rabbinin dergahında, affa kavuşmak için,
Gece sessizliğinde, ağlar hep için için.)
Bir yerde buyurdu ki: (Allah’tan başkasını,
Kalbinizden atarak, silin gönül pasını.
Dinin emirlerini, öğrenip ince ince,
Yapın her işinizi, bu esas mucibince.
Dinini öğrenmeden, tasavvufla uğraşan,
Kimsenin imanını, gizlice çalar şeytan.
Bazı harikulade halleri görülse de,
Hakirdir, zira onlar istidracdır hepsi de.
Evliya zannetse de kendisini o kişi,
Hiç muteber değildir indallah hiçbir işi.
Eğer islamiyet’i bilmezse bir müslüman,
Dünya ve ahirette, görür çok zarar, ziyan.)
Yine o buyurdu ki: (Dinleyin ey insanlar!
Gönüller kararıyor, işlendikçe günahlar.
Bu günah kirlerinin temizlemesi için,
Çok tövbe etmelidir, yolu budur bu işin.
Allah’ın rızasını gözetin ki her zaman,
Ancak böyle kurtulur ahirette müslüman.
Sakın mala ve mülke gönül bağlamayın ki,
Elden çıkar sonunda, değildir çünkü baki.
Malının çokluğuyla, ahmaklar mağrur olur.
Onlar, iki cihanda bulamaz rahat, huzur.
Karun dahi, malıyla övünürdü ki yine,
Mallarıyla birlikte, geçti yerin dibine.
Kâfir de olsa bile, sakının kalp kırmaktan.
Zira daha günahtır bu, Kâbe’yi yıkmaktan.
Resulün sünnetidir, gariplere merhamet.
Garip sevindirmeye ediniz sa’y-ü gayret.
Görürseniz zavallı, gönlü kırık birini,
Derdine merhem olup, ferahlatın kalbini.
Zira siz, bu dünyada merhamet ederseniz,
Size de, mahşer günü şefkat eder Rabbimiz.
. Köpek şekline girdiler
Hace Ahmed Yesevi, küçük yaşından beri,
Her sünnete riayet ediyordu ekseri.
Ve altmışüç yaşına geldiğinde o hatta,
Artık arzu etmedi bulunsun bu hayatta.
Derdi ki: (Resulullah, bu yaşta etti vefat.
Yakışır mı süreyim dünyada hala hayat?)
Bir hücre yaptırarak yer atında o günü,
Hep orada geçirdi geri kalan ömrünü.
Mezar gibi bir yerdi, dar, küçük ve karanlık.
O yerde, ibadetle ömür sürdü o artık.
Kendini vefat etmiş düşünerek, öylece,
İlim ve ibadetle geçirdi gündüz gece.
Yüzyirmiüç yaşında ettiğinde o vefat,
Bu yerde, altmış sene sürmüş oldu bir hayat.
Yesi şehrine yakın var idi ki bir diyar,
Düşman idi o zata o beldede olanlar.
Günden güne, şöhreti çoğalınca bu zatın,
Ona düşmanlığı da, artıyordu bu halkın.
Bunlar, bir gün toplanıp aldılar ki bir karar,
Hırsızlık suçu ile onu karalayalar.
Bunun için, bir sığır kesiverip bir gece,
Dergahın avlusuna bıraktılar gizlice.
Ertesi gün, bu işi yapan o edepsiz halk,
Bu plan gereğince, bir yerde toplanarak,
Hep birden, o dergahın kapısına geldiler.
(Sığırımız çalınmış, siz aldınız) dediler.
Ahmet Yesevi ise biliyordu bu hali.
Yine onlar namına kederlendi bir hayli.
Dışarda o ahmaklar, hiç haya etmeksizin,
Israr ediyorlardı avluya girmek için.
O sığırı, avluda bularak onlar güya,
(Hırsız) diyeceklerdi bu büyük evliyaya.
Avlunun kapısını açarak o bu sefer,
Hiddetle buyurdu ki: (Haydi, girin köpekler!)
Girince çapulcular o avlunun içine,
Girdiler hepsi birden, birer (köpek ) şekline.
Kestikleri sığıra, birden hücum ederek,
Çok kısa bir zamanda bitirdiler yiyerek.
Lakin çok üzüldüler köpek olduklarına.
Kurtulmaları için, yalvardılar hep ona.
Yine merhamet edip Hace Ahmed Yesevi,
Kurtardı köpeklikten yine o kimseleri.
Başka bir gün, Timur Han, giderken Buhara’ya,
Türkistan’da bir gece, gördü şöyle bir rüya:
Ona, Ahmed Yesevi buyurdu ki: (Ey yiğit!
Burada fazla kalma, hemen Buhara’ya git.
Oraya, ordun ile vasıl ol ki çabucak,
O memleketin fethi, sana nasip olacak.)
Timur Han, çok sevinip gördüğü bu rüyaya,
Bu işaret üzere, yürüdü Buhara’ya.
Alınca bu veliden, bu himmet ve duayı,
Onun bereketiyle fethetti Buhara’yı.
Hazret-i Hızır dahi yanındaydı Timur’un.
Evliya-yı kirama sevgisi çoktu onun.
Bir türbe yaptırdı ki, Ahmed-i Yesevi’ye,
Halen de durmaktadır o bütün haşmetiyle.
.
36 - İMAM-I BUHARİ (Rahmetullahi Aleyh)
.Açıldı iki gözü
İmam-ı Buhari ki, hadiste büyük üstad,
(Sahih-i Buhari)yi o yazdı kendi bizzat.
Kitabullah'tan sonra, bu kitaptır bi-baha.
Zira bundan kıymetli, bir eser yoktur daha.
Çok küçük yaşta iken, vefat etti babası.
Ve lakin çok saliha var idi bir anası.
Oğlunun tahsilini, o aldı üzerine.
Nesi varsa harcadı, hep onun tahsiline.
Çocukken, gözlerine gelmişti bir hastalık.
Nihayet ikisi de, hiç görmez oldu artık.
Annesi, gece gündüz dua ederdi ki hep,
Göndersin Hak teâlâ şifa için bir sebep.
Bir gece rüyasında, gördü Halilullah’ı.
Oğlu için bir dua istedi ondan dahi.
O buyurdu: (Ey hatun, üzülme buna asla.
Oğlunun gözlerini, açacak Hak teâlâ.)
Uyanınca gördü ki, hakikaten oğlunun,
Açılmış iki gözü, sevinip oldu memnun.
On yaşında başladı, hadis ezberlemeye.
Lakin lüzum görmezdi yazmaya, kaydetmeye.
Bir hadisi, bir defa duysa, ezberliyordu.
Buna, hocaları da çok hayret ediyordu.
Zira onbeş yaşına henüz daha gelmeden,
Tam yetmişbin hadisi, biliyordu ezberden.
Hem de ravilerinin kimler olduklarını,
Ad ve künyeleriyle, ahlak durumlarını,
Hatta nerde, ne zaman doğmuşlar ise acep,
Ve ne zaman, nerede ölmüşler, bilirdi hep.
Onaltı yaşındayken, hadis ihtiva eden,
Kitapların hepsini, ezberledi tamamen.
Sonra da ilim için, eyledi çok seyahat,
Hadis ravileriyle, görüştü kendi bizzat.
Kırk yaşına kadar da, devam etti bu böyle.
Görüştü bu yerlerde bin hadis âlimiyle.
Üçyüzbinden çok hadis ezberinde olana,
(İmam) dendiği için, kavuştu bu ünvana.
Hadiste, kimse onun tutamazdı yerini.
Ondan hadis alanlar, geçmişti doksan bini.
Nişabur’a gitmişti, yine ilim almaya.
Dört bin kişi gelmişti onu karşılamaya.
(Sahih-i Buhari) nam kitabı o yazmıştı.
Tam onaltı senede, bunu tamamlamıştı.
Tek tek her bir hadisi, yazmadan önce daha,
Gusül abdesti alıp, gelirdi Beytullaha.
Makam-ı İbrahim'de, iki rekat bir namaz,
Kılarak, istihare yapardı sonra biraz.
Tam kanaat ederse, (bu sahihtir) diyerek,
Yazardı kitabına, Besmele söyleyerek.
. İlmi zelil edemem
İmam-ı Buhari’nin ilminin üstünlüğü,
Yayılınca her yere, dininin bütünlüğü,
İnsanlar hayran kalıp, koştular kendisine.
Ve binlerce talebe, üşüştüler dersine.
Lakin kıskandı onu, bazıları malesef.
O dahi çok üzülüp, onlara etti esef.
Göç etti Nişabur’dan, Buhara’ya nihayet.
İnsanlar, akın akın ettiler hep ziyaret.
O yere teşrifleri, erişince valiye,
Bir haberci gönderdi, (Yanıma gelsin) diye.
O görevli gelerek, dedi ki: (Efendimiz!
Sizleri, huzuruna çağırıyor valimiz.
İlmi, bizzat dinlemek istiyor ağzınızdan.
Ayrıca bir isteği olacak zatınızdan.)
Bu teklif karşısında, düşünüp önce biraz,
Buyurdu: (Benim ona gitmem hiç uygun olmaz.
Ben onun ayağına gidersem bu iş için,
İlmi zelil ederim, doğrusu budur işin.
Kim ilme talip ise, gelir ilmin yanına.
Ve lakin âlim gitmez, kimsenin ayağına.
Vali de, istiyorsa benden bir şey öğrenmek,
Yanıma gelmelidir, ilme tazim ederek.
Çocuklarına dahi ders veririm ben, ama,
Onlar da zahmet edip, gelmeliler yanıma.
Zira tahsis edersem, vakti o bebelere,
Haksızlık olmuş olur, sair talebelere.)
Valiye böyle haber ulaşınca İmam’dan,
Nefsine ağır gelip, gadaba geldi o an.
Zira anlayamadı, o, bundaki hikmeti.
Bir haber gönderdi ki: (Terk etsin memleketi.)
Hazret-i İmam ise, çok üzüldü bu hale.
Allahü teâlâya etti onu havale.
Bir ay geçmemişti ki bu işin üzerinden,
Vali, yolsuzluk yapıp, alındı görevinden.
Bir merkebin üstüne bindirildi o vali.
Ve gelip tükürdüler, ona cümle ahali.
Çoluk çocuk toplanıp, ettiler çok hakaret.
Ve onun bu halinden, insanlar aldı ibret.
Hazret-i İmam ise, giderken Semerkand’a,
Dedikodu işitti yine kendi hakkında.
İnsanların halinden, bir hayli üzülerek,
Daraldı temiz ruhu ve canı sıkıldı pek.
Bir gece, teheccüdde yalvardı Allah’ına:
(Ya Rabbi al ruhumu, dar geldi dünya bana.)
Hastalandı aniden, bir bayram arefesi.
Vefat etti nihayet, o bayramın gecesi.
Kabrinden, bir hoş koku yayılırdı her gece.
Hem de hiç azalmayıp, devam etti günlerce.
.
37 - BEHAÜDDİN-İ BUHARİ (Kuddise Sirruh
.Kokusunu duyuyorum
Evliya-i kiramın en büyüklerindendir.
İnsanların kalbine, nur salıp etti tenvir.
Seyyid Emir Külal’in talebesidir bu zat.
Kararmış olan kalpler, onunla buldu hayat.
Seyyid olup, Resulün kerim evladındandır.
Dinin yayılmasında, pekçok hizmeti vardır.
Binüçyüz onsekiz’de, teşrif etti dünyaya.
Yetmişüç yaşındayken, göçtü dar-ı bekaya.
Buhara’da bir belde var ki, Kasr-ı arifan,
Kabri bu yerde olup, nur saçılır oradan.
Bu büyük zat, dünyaya gelmişti bu beldede.
Hem vefatları dahi, oldu yine bu yerde.
O, dünyaya gelmeden, duyulmadan hiç adı,
Onun geleceğini, müjdeledi üstadı.
Hace Muhammed Baba Semmasi’ydi ki o zat,
Ondan saçılıyordu dünyaya her füyuzat.
Ne zaman geçse idi, o Kasr-ı arifan’dan,
Derdi: (Bana, bir koku geliyor ki buradan,
Zuhur eder bu yerde, çok büyük bir evliya.
Kararmış gönülleri, nuruyla eder ihya.)
Gelince başka bir gün, bu bereketli yere,
Buyurdu ki: (O koku, fazlalaşmış bu kere.
Öyle zannederim ki, o, dünyaya gelmiştir.
Büyüyüp yetişince, islama kuvvet verir.)
Böyle söylediğinde hakikaten o veli,
Henüz üç gün olmuştu, o dünyaya geleli.
Babası, kucağına alarak bu oğlunu,
Bu büyük evliyaya götürdü o gün onu.
O zat, onu görünce, sevinip buldu huzur.
Buyurdu: (O dediğim evliya, işte budur.
Zaten ben, her ne zaman geçseydim bu beldeden,
Alırdım kokusunu, bu büyük zatın hemen.)
Daha sonra, şefkatle bağrına bastı onu.
Buyurdu: (Evlatlığa kabul ettik biz bunu.)
Sonra Emir Külal’e dedi: (Bu, benim oğlum.
Bunun yetişmesini, sana ısmarlıyorum.)
Büyüyüp tâbi oldu, o da Emir Külal’e.
Ondan feyiz alarak, erişti tam kemale.
O, henüz çocuk iken, evliyalığa ait,
Alnında, işaretler görünürdü her vakit
Annesi anlatır ki: Bu oğlum Behaeddin,
Keramet sahibiydi, dört yaşındayken hemin.
Evimizde bir inek vardı yavrulayacak.
Henüz doğurmasına, bir müddet vardı ancak.
Bir gün bana dedi ki, ineği göstererek:
(Beyaz başlı bir yavru doğuracak bu inek.)
Birkaç ay geçmişti ki, o günden itibaren,
Beyaz başlı buzağı doğurdu inek aynen.
. Onsekiz yaşındaydım
Kendisi anlatır ki: Ben dünyaya gelince,
Babam, büyük hocama götürdü beni önce.
Ne zaman ki gelmiştim tam evlenme çağına,
Gönderdi dedem beni, bu zatın ocağına.
Semmas’da otururdu, o zaman bu büyük zat.
Biz, Kasr-ı arifan’da oturuyorduk fakat.
Düğüne davet için, gidiyordum o zata.
Büyük sevinç içinde, koşuyordum adeta.
Onun nur cemalini, hep görmek istiyordum.
Mübarek sohbetine bir erişsem diyordum.
Huzuruna varmadan, abdest alıp o gece,
Mübarek dergahtaki, mescide girdim önce.
Huzur ve huşu ile, iki rekat bir namaz,
Kılıp, vardım secdeye, eyledim şöyle niyaz:
(Ya Rab, bela yükünü, muhabbet mihnetini,
Çekebilecek kadar, kuvvetli eyle beni.)
Oradan, üstadımın yanına gelir gelmez,
Buyurdu ki: (Evladım, öyle dua edilmez.
Allah’tan bela değil, hep afiyet istenir.
Ya Rab, beni rızana kavuştur demelidir.)
Birlikte yemek yiyip, kavuştum iltifata.
Gözüm, ondan gayriyi görmüyordu adeta.
Bana bir ekmek verip, buyurdu ki: (Evladım!
Bunu al, yolculukta olur bu belki lazım.)
(Peki efendim) deyip, ekmeği aldım, ancak,
Düşündüm ki: Bu ekmek, nerde lazım olacak?
Artık içim içime sığmıyordu benim hiç.
Vardı o gün kalbimde, büyük huzur ve sevinç.
Hocamın sohbetinden, aldığım ilham ile,
Kalbimden dünya fikri çıkmıştı tamamiyle.
Öyle tutulmuştum ki, hem ilahi bir aşka,
Çıktı her şey kalbimden, bu muhabbetten başka.
Üstadımla birlikte, nihayet yola çıktık.
Bir miktar yol yürüyüp, bir karyeye ulaştık.
Hocamın dostlarından biri vardı çok fakir.
O, evine çağırıp etti bizi misafir.
Ve lakin dikkat ettim, o fakir ev sahibi,
Yüzü kızarıyordu, çok mahcup olmuş gibi.
Hocam dahi gördü ki, var onda garip bir hal,
(Senin bir sıkıntın mı var?) diye etti sual.
O, mahcup vaziyette, arz etti ki: (Efendim!
Ben sizi, her ne kadar evime davet ettim.
Çok istiyor isem de, bir şeyler ikram etmek,
Lakin yalnız sütüm var, yok evimde hiç ekmek.)
Hocam bana baktı ve buyurdu: (Çantayı aç.
O verdiğim ekmeğe, şimdi oldu ihtiyaç.)
(Peki efendim) deyip, ekmeği arz eyledim.
Daha çok fazlalaştı ona teslimiyetim.
. Bana nasihat edin
Behaeddin Buhari, kendisi nakleder ki:
Tasavvufa girdiğim ilk günlerimde idi.
Yakınlığım olmuştu, çok mübarek bir zatla.
Dedim ki: (Tenvir edin beni bir nasihatla.)
Buyurdu ki: (Dikkat et, düşmandır sana nefsin.
Günahlar karşısında, seni mağlup etmesin.
Öyle olacaksın ki nefsinle ey evladım!
Seni sürüklemesin, günaha tek bir adım.
Nefsi temizlemektir bu yolda asıl maksat.
O, yola gelir ise, hasıl olur her murat.)
Dedim ki: (Ey efendim, siz teveccüh buyurun.
Emrettiğiniz husus, kolayca hasıl olsun.)
Buyurdu ki: (Öyleyse, git tenhada bir dağa.
Kullardan ümit kesip, güven yalnız Allah’a.
Orada, gece gündüz et Rabbine ibadet.
Ondan başkalarına, gösterme ilgi, rağbet.)
(Peki efendim) deyip, gittim tenha bir dağa.
Başladım gece gündüz, hep ibadet yapmağa.
Daha sonra, yanına gidince o büyüğün,
İkinci bir nasihat buyurdu bana o gün.
Dedi: (Ey Behaüddin, aç, fakir ve muhtacı,
Kollayıp, ver onlara ne ise ihtiyacı.
Her nerede görürsen, hasta, garip, ihtiyar,
Çalış yardım etmeye, elden geldiği kadar.
Ve nerede görürsen, bir yetim, öksüz yine,
Hatırlarını sorup, derman ol dertlerine.
İncitme hiç kimseyi, hem kâfir olsalar da.
Zira Hak teâlânın, kullarıdır onlar da.)
Yine (Peki) diyerek, tuttum bu nasihatı.
Gidip, bir müddet sonra gördüm yine o zatı.
Dedim: (Geldi yerine efendim o emriniz.
Acaba var mı bana, başka bir tavsiyeniz?)
Buyurdu ki: (Şimdi de, hayvanlara dikkat et.
Onlara karşı dahi, besle şefkat, merhamet.
Bil ki, o hayvanlar da Allah’ın mahlukudur.
Eza, cefa edip de, onları etme mağdur.)
(Peki) deyip, ayrıldım huzurundan o zatın.
Bu nasihata dahi, tâbi oldum bihakkın
Bütün bunlar, nefsimin ıslahı içindi hep.
Yedi sene, Rabbimden hep bunu ettim talep.
Yine sonra gidince huzuruna o zatın,
Dedi: (Temizliğine bak şimdi de sokağın.
Yollarda, yolcuları az dahi mutazarrır,
Edecek şey görürsen, eğilip onu kaldır.
Yolları temizleyip, eyle ki böyle hizmet,
Yoldan gelip geçenler, çekmesinler eziyet.)
Bu nasihate dahi, tam riayet edince,
Nefsimin tesirinden, halas oldum iyice.
. Nefse muhalefet
Behaeddin Buhari, buyurdu kendi hem de:
Tasavvufa girdiğim ilk gençlik günlerimde,
Görseydim sohbet eden, eğer iki mümini,
Yanlarına sokulur, dinlerdim sözlerini.
Eğer Hak teâlâdan, ahiretten, ölümden,
Bahsediyorlar ise, ferahlardım gönülden.
Eğer konuştukları, para, mal ve dünyalık,
Gibi mevzular ise, duymazdım bir ferahlık.
O mevzular, ruhuma verirdi bir eziyet.
Öyle konuşmalardan, alamazdım bir lezzet.
Bir de, kumarhaneye uğradı bir gün yolum.
Kumar oynayanları, durup seyre koyuldum.
Oyun oynayanlardan vardı ki iki kişi,
Kendinden geçmiş halde yaparlardı o işi.
Öyle dalmışlardı ki oyuna onlar hatta,
Hiçbir şeyin farkında değillerdi adeta.
Bir tanesi, peşpeşe oyun kaybediyordu.
Buna rağmen kumardan, yine vaz geçmiyordu.
Üzerinde ne kadar parası var idiyse,
Hepsini, o kumarda telef etti o kimse.
Sonra koydu ortaya, dünyalık varsa nesi.
O uğurda malının, tamamen gitti hepsi.
Dünyalık bir varlığı hiç kalmadığı halde,
Kumara iştiyakı, oluyordu ziyade.
O kumarbazın hali, ibret oldu bana tam.
Her şeyi gitmişti de, ederdi yine devam.
Düşündüm ki: Bir insan, haram şey olsa bile,
Devam edebiliyor yine büyük hırs ile.
Ben dahi, Hak yolunda edeyim böyle gayret.
Verir Rabbim bana da, elbet muvaffakıyet.
Nefsimi ezmek için, çalıştım daha fazla.
Bu hususta gevşeklik etmedim bir gün asla.
Bunu başarmak için, uğraştım gece gündüz.
Her şeyde dine uydum, nefsime vermedim yüz.
Zira biliyordum ki, nefse muhalefetle,
Bu yolda ilerlemek, kolay olur gayetle.
Her ne edindim ise, ben bu yolda velhasıl,
Nefsimle mücadele etmekle oldu asıl.
Nefsi, ayak altına almadıkça bir kişi,
Bu tasavvuf yolunda, hallolmaz hiçbir işi.
Bu nefsi, en ziyade tahrib eden de yine,
Sıkıca sarılmaktır, dinin emirlerine.
Bir haramı yapmamak, bir farzı eda etmek,
Nefsin ezilmesinde, katidir tesiri pek.
İnsan, herhangi işte, sünnete uysa eğer,
Bir yıllık riyazetten, nefsi çok tahrib eder.
Kainatta ne varsa, fayda gördüm hepsinden.
Ve lakin bir faide görmedim şu nefsimden.
. Bir sadakat örneği
Behaeddin Buhari, evliya-i kiramdan.
Sayesinde, ateşten kurtuldu nice insan.
Buyurdu ki: (Bu yolda, maksada varmak için,
Hiç bilin kendinizi, esası budur işin.)
Bizzat kendi anlatır: Bir kış günü idi ki,
Kapladı birden bire beni aşk-ı ilahi.
Kendimden geçmiş halde, dağlara çıktım artık.
Dolaştım oralarda, yalın ayak, baş açık.
Yarılıp parçalandı ayaklarım derinden.
Delinip kanlar aktı, dikenlerin yerinden.
Ben Rabbimin aşkından, düşmüş iken bu hale,
Düşündüm ki: Gideyim, hocam Emir Külal’e.
Onun dizi dibinde, oturup dinleneyim.
Tesirli sohbetinden, istifade edeyim.
Büyük bir iştiyakla, vasıl oldum evine.
İçeriye girerek, katıldım sohbetine.
Lakin beni görünce, üstadım Emir Külal,
Talebeye: (Bu kimdir?) diyerek etti sual.
(Niçin bana sormadan içeriye aldınız?
Onu, derhal buradan dışarı çıkartınız.)
Bu emre imtisalen, talebeler kalktılar.
Beni, kolumdan tutup, dışarıya attılar.
Çok zor geldi nefsime, bu hakaret ve bu hal.
Lakin kendi kendime, söylendim şöyle derhal:
(Ey nefsim, bu davranış gücüne gitti, fakat,
Sen, daha ağırına layıksın, bu hakikat.
Sen şimdi istersin ki, dönüp geri gidesin.
Lakin gitmeyeceğim, bunu böyle bilesin.
Muhakkak hikmet vardır, büyüklerin işinde.
Belki çok hayır vardır, bunun neticesinde.
Bu eşikten, bir adım gitmeye yok niyetim.
Zira benim, burdadır ebedi saadetim.)
Başımı, o eşiğe koyup yattım öylece.
Fecir sökene kadar, bekledim bütün gece.
Üstüme, lapa lapa kar yağdı, çok üşüdüm.
O karların altında, tam kayboldu vücudüm.
O sabah, Emir Külal, kapısını açarak,
Abdest için, dışarı çıkacaktı ki, ancak,
Gördü eşik dibinde, birikmiş kar yığını.
Tam başımın üstüne bastı bir ayağını.
Bir canlı olduğunu anlayıp, çekti o an.
Buyurdu ki: (Bu kimdir, kar içinde kaybolan?)
Sonra beni kaldırıp, içeri aldı yine.
Ve çok dua eyledi, benim için Rabbine.
Dikenleri, eliyle çıkarıp ayağımdan,
Merhamet nazarıyla, bir nazar etti o an.
İşte, ne oldu ise, o anda oldu bana.
Kavuştum o nazarla, çok manevi ihsana.
. Ters akan ırmak
Behaeddin Buhari hazretlerini seven,
Talebeden birisi, diyor ki: (Ben, önceden,
Bilmiyordum malesef dini, islamiyet’i.
Bu yüzden, işliyordum her türlü masiyeti.
Duydum ki: Behaeddin Buhari hazretleri,
Diye bir kimse var ki, çok tatlı sohbetleri.
Ben de çok istedim ki, gideyim o sohbete.
Sanki çekiliyordum ben o istikamete.
Nihayet huzuruna varınca ben o zatın,
Bana, merhamet ile bakıverdi ansızın.
Sanki o nazar ile, kalbimde mevcut olan,
Ne varsa kötü huylar, çıktılar benden o an.)
Yine başka biri de anlatır ki: Bir ara,
Behaeddin Buhari, bir gurup insanlara,
Bir ırmak kenarında, ediyordu nasihat.
Onu, hayranlık ile dinliyordu cemaat.
Mevzu geldi bir ara, önceki velilere.
Ve onlarda görülen fevkalade hallere.
Orada, birkaç kişi var idi ki o günü,
Hakkıyle bilmezlerdi onun büyüklüğünü.
Onlardan bir tanesi, sordu ki: (Daha önce,
Keramet gösterirmiş evliyalar bir nice.
Acep bu zamanda da, var mıdır böyle bir zat?
Öyle bir kerameti görseydik biz de bizzat.)
Behaeddin Buhari, buyurdu: (Ey müminler!
Var ki bu zamanda da öyle büyük veliler,
Emretse şu ırmağa, (yukarıya ak!) diye,
Su, bu emri dinler ve dönüp akar geriye.)
Baktılar, hakikaten su, onun bu sözünü,
Tuttu ve hemen o an, değiştirdi yönünü.
Onlar bunu görünce, düştüler bir hayrete.
Zira su, akıyordu, aksi istikamete.
Behaeddin Buhari, buyurdu ki: (Ey ırmak!
Ben sana demedim ki, geri dön, tersine ak.)
O yine bu sözleri söyleyince ırmağa,
Başladı o su yine, ileriye akmağa.
Buyurdu: (Kardeşlerim, hiç mühim değil bunlar.
Bunlardan daha mühim, emirlere uymak var.
Gayemiz, Peygamberin yoluna tam uymaktır.
Bu yoldan, bir kıl kadar bile ayrılmamaktır.
Tasavvuftan maksat da, ikidir ey insanlar!
Birincisi odur ki, kuvvetlenir imanlar.
Öbürü, zevk alınır dine uygun her işte.
Haramlar çirkin gelir, yolumuz budur işte.
İslamdan, zerre kadar ayrılan bir insanın,
Fevkalade haline, inanmayın siz sakın.
Zira o istidractır, denmez ona keramet.
Günah işleyenlerde, keramet olmaz elbet.)
. Saklı olan altınlar
Vakti ile (Şeyh Sadi) adında bir müslüman,
Duydu ki, falan yerde bir evliya var şu an.
Behaeddin Buhari diyorlar kendisine.
Gidip girmek istedi, o zatın hizmetine.
Bu niyetle gitti ve dedi ki: (Ey efendim!
Sizi ben, ziyarette geciktim, hata ettim.
Zira yeni işittim, ism-i şerifinizi.
Bu sebepten ne olur, affedin bendenizi.)
O, hemen şaka ile buyurdu ki: (Ama biz,
Öyle hemen kolayca, özür kabul etmeyiz.
Evinde sakladığın kırk altın var ya senin,
İşte o altınları, alıp getirmelisin.)
Adam, (Peki) dedi ve gitti memleketine.
Kırk altını alarak, oraya döndü yine.
Götürüp arz eyledi, o zata altınları.
Çok merak ederdi ki, ne yapacak onları?
O kırk altın içinden, tek bir tane alarak,
Kalanı, kendisine tekrardan uzatarak,
Buyurdu ki: (Bunlarla, ziraat yap sen yine.
Dağıt o mahsulü de, şehrin fakirlerine.)
Sonra, o bir altını, elinde göstererek,
Buyurdu ki: (Bu sana, haramdan gelse gerek.)
Ertesi gün, dostları sordular o kişiye:
(Sahi sen, o altını nerden almıştın?) diye.
Dedi ki: (Doğru yolu, ben henüz bilmez iken,
Kumardan kazanmıştım onu ben çok eskiden.)
Bir de Emir Hüseyin diye bir talebesi,
Vardı ki, şu vakayı anlatıyor kendisi:
Ben, Kasr-ı arifan'da çiftçilik yapar idim.
Lakin müslümanlıkla, yok idi fazla ilgim.
Tam cehalet içinde geçirirdim bir hayat.
Yiyip içip yatmaktan, alırdım sadece tad.
Behaeddin Buhari giderken namazlara,
Beni görüp, tebessüm ederdi ara ara.
Bir gece de, rüyamda gördüm bu evliyayı.
Yaklaşıp verdi bana, elindeki aynayı.
Bakıp gördüm aynada, kendi suretimi ben.
Ve lakin çok çirkindim, ben iğrendim kendimden.
Ertesi gün, evime gelip sordu şöylece:
(Rüyanda o aynayı, kim verdi sana gece?)
(O, sizdiniz) deyince, buyurdu: (Peki niçin,
Yüzünü, o aynada gördün iğrenç ve çirkin?)
(Bilmiyorum efendim) diye ben edince arz,
Buyurdu ki: (Ne için kılmıyorsun sen namaz?
Namaz kılıp, yapsaydın, eğer ibadetini,
Aynada, gayet güzel görürdün suretini.)
O günden itibaren, başladım ibadete.
Onun himmeti ile, erdim büyük devlete.
. Sözümü dinler misiniz?
Behaeddin Buhari, bazı talebesiyle,
Bir eve gitmiş idi, ziyafet gayesiyle.
Bu Allah adamı ve hem de talebeleri,
Oturdular sofraya, gelmedi fakat biri.
O talebeye dönüp, sordu ki o büyük zat:
(Sen, ne için sofraya gelmiyorsun ey evlat?)
O ise, üstadına arz etti ki cevaben:
(Nafile oruç için niyetliyim bu gün ben.)
Buyurdu ki: (Tuttuğun, nafile oruç ise,
Onu bozabilirsin, gel, sen de katıl bize.)
O yine gelmeyince, (Gel) dedi ona tekrar.
Lakin o, gelmemekte, etti inat ve ısrar.
Dönüp diğerlerine buyurdu ki o zaman:
(Terk edin bu adamı, bu, uzaktır Allah’tan.)
O, böyle üstadına edince muhalefet,
Geldi onun başına, bir manevi felaket.
Bıraktı ibadeti, kalmadı namaz, niyaz.
Çünkü o, üstadına etti inat, itiraz.
Yine başka bir gün de, bir evde, bu büyük zat,
Verirdi talebeye, biraz ders ve nasihat.
Biraz sonra, aniden ara verip dersine,
Baktı Molla Necmeddin adlı talebesine.
Buyurdu: (Şimdi senden, edersem bir iş talep,
Sözümü dinleyip de, yapar mısın sen acep?)
O, (Yaparım) deyince, buyurdu ki: (Günah, fısk,
Olsa da yapar mısın, farzı muhal hırsızlık?)
O an Molla Necmeddin, durdu, düşündü biraz.
(Mazur görün, yapamam) deyip, etti itiraz.
Üzülüp buyurdu ki: (Sen bizim emrimizi,
Madem ki yapmıyorsun, öyleyse terk et bizi.)
Başka bir talebeye, buyurdu ki o vakit:
(Şu karşıda gördüğün mütevazı eve git.
Duvarından atlayıp, giriver içeriye.
Biraz kumaş olacak, onu al, getir bize.)
(Peki efendim) deyip, gidip aştı duvarı.
Eve girip, aldı ve getirdi kumaşları.
Bunu, talebeleri eylediler çok merak.
Öğrenmek istediler, hikmetini sorarak.
O sabah buyurdu ki: (Sen, bunları al yine.
Götürüp teslim eyle, hemen ev sahibine.
De ki: Hırsız girmeden evinize bu gece,
Kurtardık bu malları, davranıp daha önce.)
Ve Molla Necmeddine buyurdu: (Ey Necmeddin!
Sen eğer peki deyip, sözümü dinleseydin,
Aşikâr olacaktı sana çok gizli şeyler.
Fakat neyleyeyim ki, nasibin yokmuş meğer.)
. Büyükleri denemek
Behaeddin Buhari, bir gün çıktı evinden.
Teşrif etti bir eve, kendi sevdiklerinden.
O, (Şeyh Hüsrev) adında biriydi garip, fakir.
Sevinip bu veliyi etti evde misafir.
Köylülerden biri de, işitti ki nihayet,
O köye, bir evliya gelmiş ehl-i keramet.
Hakikaten keramet sahibi midir? diye,
Bir torba armut alıp, götürdü o veliye.
Düşündü ki: Birine, koyayım bir işaret.
Bulup da bana versin, veli ise o şayet
Lakin o bilmezdi ki, böyle yüksek evliya,
Yanında, avuç içi gibidir bütün dünya.
Behaeddin Buhari, dinin emirlerinden,
Bahsediyor idi ki, sohbeti kesti birden.
Buyurdu ki: (Ey Hüsrev, biri var dışarıda.
Elinde armut ile, gelmiş durur kapıda.)
Gidip açtı kapıyı, baktı ki, köyden biri.
Elinde bir tas armut, buyur etti içeri.
O da, o armutları, getirip eyledi arz.
Ve dedi: (Kusuruma bakmayın, zira çok az.)
O büyük zat, onları verip ev sahibine,
Buyurdu: (Büyük kaba, boşalt da getir yine.)
Getirince, onlardan bir armut alıp derhal,
O köylüye uzatıp, buyurdu: (Bunu sen al.)
Geriye kalanları, verip ev sahibine,
Buyurdu ki: (Sen dağıt, bunu misafirine.)
Sonra da, o köylüye sordu ki şöyle aynen:
(Bunları getirmekte, ne idi senin gayen?)
O, mahcup vaziyette dedi ki: (Gerçek bu ya,
İşittim ki, bu eve bir zat gelmiş evliya.
İmtihan etmek için, bir miktar armut aldım.
Birine, bir işaret koyup dibe sakladım.
Düşündüm ki: O kişi, hakiki veli ise,
İşaretli armudu, bulur da verir bize.)
Buyurdu ki: (Öyleyse, bak sendeki armuda.
Senin gizli koyduğun işaret var mı onda?)
O köylü baktığında, mahcup olup dedi ki:
(Evet, o işaretli armuttur elimdeki.)
Buyurdu ki: (Allah’ın bir evliya kulunu,
İmtihana kalkışmak, uygun değil, bil bunu.
Zira o veli kullar, çok yakındır Allah’a.
Denemek caiz olmaz, böyle yapma bir daha.
İşaretli armudu bulup da vermeseydik,
Bizden hiç istifaden olmazdı bir zerrecik.
Mahrum kalmaman için, bulup verdik biz onu.
Bu gaye olmasaydı, yapmazdık asla bunu.)
Köylü, mahcup bir halde dedi ki: (Üzdüm sizi.
Pişmanım yaptığıma, affedin bendenizi.)
. O, hazret-i Hızır’dı
Bir sevdiği vardı ki, ismi, (Emir Hüseyin.)
Bu zatı, Buhara’ya gönderdi bir iş için.
O kimse anlatır ki: Ben Kasr-ı arifan’dan,
Hocamın emri ile, yola çıktım o zaman.
Yolda, kendi kendime bazen söyleniyordum.
Nefsimi azarlayıp, ona şöyle diyordum:
(Islah olacak mısın ey nefsim acaba sen?
Ve ben kurtulur muyum, bir gün senin şerrinden?
Meğer sen, ne derece hain ve alçakmışsın.
Hatta yüzbin şeytandan, daha zararlıymışsın.)
Ben böyle azarlarken nefsimi tekrar tekrar,
Çıktı birden karşıma, nur yüzlü bir ihtiyar.
Dedi ki: (Sen bu yolda, ne kadar bir meşakkat,
Çektin ki, azarlarsın nefsini böyle evlat?
Sen, önce öğrendin mi, dinini ince ince?
Ve amel eder misin, o ahkam mucibince?
Evet, nefs-i emmaren çok alçak, pek haindir.
Lakin yola gelmesi, gayretine tabidir.
Tanıttı Hak teâlâ, sana bir mürşidini.
Sen, danışıyor musun, o zata her işini?
Tâbi oluyor musun, o üstada her işte?
Nefisten kurtulmanın çaresi budur işte.
O zatın emrettiği ne ise iş ve hizmet,
Ona, can-ü gönülden ver büyük ehemmiyet.
Evet, zor gelebilir o hizmetler nefsine.
Lakin buna bağlıdır, kurtulman senin yine.
O zatın emrettiği hizmetlerin hepsini,
Yaparsan, temizlersin kötülükten nefsini.
Sen ona muhalefet ettikçe ey evladım!
Bu yolda, ileriye atamazsın tek adım.
Sana, benim en mühim diyeceğim şey şudur:
Hocana tam tâbi ol, kurtuluş işte budur.
Onun her bir emrini, yap hemen, etme te'vil.
Yalnız onun emrine tâbi ol, nefse değil.)
Ben onun sözlerini dinliyorken gönülden,
Bir de baktım, bir anda kayboldu göz önünden.
Ne güzel nasihatler etti bana o bizzat.
Ve lakin merak ettim, kimdi o mübarek zat?
Onun bu sözlerini, yazdım o gün kalbime.
Hemen bir çeki düzen verdim kendi halime.
Ben bu güzel sözleri, tefekkür ederekten,
Hocamın huzuruna, kavuştum sabah erken.
O sabah namazını, hocam ile beraber,
Kılınca, bana bakıp tebessüm eylediler.
Ve bana sordular ki: (O güzel nasihatı,
Söyleyen kimdi acep, tanıdın mı o zatı?)
(Tanımadım) deyince, buyurdu ki: (Ey evlat!
O, hazret-i Hızır’dı, etti böyle nasihat.)
. Pişmeyen hamur
Behaeddin Buhari, çok yüksekti himmeti.
İslama tam uygundu, her hal ve hareketi.
Buyurdu: (Bir müslüman, uymazsa hiç nefsine,
Vasıl olur bu yolda, maksudunun hepsine.)
Sual etti birisi: (Efendim, acaba siz,
Bu makama, ne ile vasıl olabildiniz?)
Buyurdu ki: (İslama tâbi oldum ihlasla.
Nefsimin arzusuna, uymadım bir kez asla.
Yolumuzun esası, muhabbettir, sohbettir.
İnzivada şöhret var, o da büyük afettir.
Sohbet, ortak olmaktır arkadaşın derdine.
Yani tercih etmektir, onu, kendi nefsine.
Evliyanın her işi, islama tam uygundur.
Onlara tâbi olan, bulur rahat ve huzur.
Lakin kendi nefsine, uyarsa biri eğer,
Bırakmaz yakasını, onun hiç gam ve keder.
Çünkü insanoğluna rahatlık, neşe, sürur,
Verecek her ne varsa, dinimizde mevcuttur.
Bu islam hududunun dışında neşe, sevinç,
Aramak beyhudedir, mümkün değil çünkü hiç.
Ve hatta insan için, kötülük, zulüm, nifak,
Ne varsa, hep islamın dışındadır muhakkak.
Her kim islamiyet’e, yani Resulullaha,
Uyarsa, vasıl olur ebedi bir felaha.)
Behaeddin Buhari hazretlerinin dahi,
Sünnet-i seniyyeye uygun idi her hali.
Mesela Resulullah, bir gün, Eshabı ile,
Ekmek pişirmişlerdi tandırda elleriyle.
Sahabeden her biri, alarak hamurunu,
Ateşte kızmış olan, tandıra koydu onu.
Allah’ın Resulü de, hamur alıp eline,
Yapıştırdı hamuru, tandırın bir yerine.
Bir müddet bekleyerek, sonra açıp baktılar.
Gördüler, biri hariç, pişmiş bütün hamurlar.
O pişmeyen hamur da, Resulün hamuruydu,
Aynen olduğu gibi, hiç pişmeden dururdu.
Zira Resulullaha, her ne ki etse temas,
Dünya ve ahirette, onu hiç ateş yakmaz.
Bahaddin Buhari de, uymak için Resule,
Geldi tandır başına, bir gün talebesiyle.
Her biri, ellerine biraz hamur alarak,
Ekmek pişirmişlerdi, bu sünnete uyarak.
Her biri, ayrı ayrı hamur koyup tandıra,
Bekleyip, biraz sonra baktılar ki bir ara,
Biri hariç pişmişti hamurları onların.
Baktılar, pişmeyen de hamuruydu o zatın.
Her işte uyduğundan, aynen islamiyet’e,
Buyurdu ki: (Çok şükür, bu da uydu sünnete.)
. Muhabbet dağı
Bir gün, bir talebesi Bahaddin Buhari’ye,
Bir miktar elma alıp, getirmişti hediye.
Elmaları, herkese dağıtıp o büyük zat,
Buyurdu ki: (Bunları, yemeyin şimdi fakat.
Sebebine gelince, şu anda bu elmalar,
Allahü teâlâyı zikredip anmaktalar.)
O böyle buyurunca, duydular o an bir ses.
Onların tesbihini, işitti hemen herkes.
Yine bu evliyanın, aşık bir talebesi,
Olan Emir Hüseyin, anlatır ki kendisi:
Üstadım, bir gün bana buyurdu: (Bak ciğerim!
Yarın ben, bir dostumu görmeye gideceğim.
İnşallah onbeş güne gelirim yine ama.
Ben gelinceye kadar, sabret ayrılığıma.)
Ve o sabah, bir kısım talebeyle beraber,
Medreseden ayrılıp, o sefere gittiler.
Lakin ben, çok üzüldüm onun bu gidişine.
Hiç dayanamıyordum, bu firak ateşine.
Üstadım ayrılınca, zannettim ki, içimden,
Kalbim de kopuverip, gitti onun peşinden.
Nasıl dayanırdım ki bu firaka ey Rabbim?
Onun ayrılığıyle tutuştu, yandı kalbim.
Dergahta, talebeden bir kişi daha vardı.
O dahi, bu halime dayanamaz, ağlardı.
Ona dedim: (İnşallah, üstadım hazretleri,
Bu halimi keşf edip, seferden döner geri.)
Ertesi gün baktım ki, üstadım, hakikaten,
Yarı yolda vazgeçip, geri gelmiş seferden.
Heybetle bana bakıp, buyurdu ki: (Ey oğlum!
Ben sana demedim mi, onbeş gün burda yokum.
Sen, muhabbet dağını set çektin önümüze.
Ne mümkün onu aşıp, çıkılsın hemen düze?)
Sonra, o talebeye sordu ki nazar edip:
(Ne diyordu dün gece, bu, bizlerden bahsedip?)
Dedi ki: (Sizi anıp, devamlı ağlıyordu.
İnşallah yarı yoldan, döner gelir diyordu.)
Buyurdu: (Bu derece çok muhabbet ve istek,
Set çekti önümüze, mümkün mü aşıp gitmek?)
O anda bakıverdim üstadımdan tarafa.
Heybetinden, kalbime korku düştü bu defa.
Ayaklarına düşüp, af diledim kendinden.
O dahi affeyledi, yine merhametinden.
Ve sonra buyurdu ki: (Evladım, beni dinle.
Benden ayrı kalınca, düşün beni seninle.
Çünkü ben, senden ayrı değilim ki evladım.
Ne zaman beni ansan, o anda yanındayım.)
. Bir nazarla
Hace Behaeddin-i Buhari hazretleri,
Dergahta otururken, biri girdi içeri.
Dedi ki: (Ey efendim, bu dergaha, bendeniz,
Geldim ki, edineyim buradan ben de feyiz.)
Behaeddin Buhari, ona dönüp hemence,
Merhamet nazarıyle bir nazar eyleyince,
Acayip haller oldu, o kimsenin kalbinde.
Ve manevi kalp gözü açıldı akabinde.
Yıllarca çalışarak ele geçen bu devlet,
Onun bir nazariyle, hasıl oldu nihayet.
Başka bir talebe de, diyor ki: Bir zaman da,
Bir bostan ekmiş idim, ben Kasr-ı arifan’da.
Tam sulama zamanı gelmiş idi, velakin,
Nehirde, bir damla su yok idi o an için.
Teşrif etti üstadım, bostana o günlerde.
Buyurdu ki: (Sulama vakti geldi herhalde.)
Arz ettim ki: (Efendim, tam zamanıdır, evet.
Lakin hiç su akmıyor, iyi değil vaziyet.)
Buyurdu: (Sen bostanın, su yolunu gidip aç.
Allah sana su verir, ne kadarsa ihtiyaç.)
Üstadımın emrine, (Baş üstüne) diyerek,
Su yollarını açıp, bekledim sabaha dek.
Tam fecir söktüğünde, su sesi geldi bana.
Sonra bir şarıltıyla, akıp girdi bostana.
Çok sevinip, suladım bostanımı tamamen.
Sonra da, üstadımın yanına vardım hemen.
Bana buyurdular ki: (Su verdin mi bostana?)
Dedim: (Evet efendim, hamd olsun Yaradan’a.
Lakin anlayamadım efendim bir hususu.
O da şu ki, acaba nereden geldi bu su?
Çünkü suyun geldiği ırmağa gittim gece.
Gördüm ki, kupkuruydu, su yok idi zerrece.)
Buyurdu ki: (Allah’ın ihsanıdır bu sana.
Lakin bu gördüğünü, anlatma başkasına.)
Bir başka talebe de, anlatır ki şöylece:
Bize teşrif eyledi üstadımız bir gece.
Bir çok talebesi de, yanında vardı onun.
Evde de yiyecekten, yalnız vardı biraz un.
Huzurlarına varıp, arz ettim bunu önce.
O, bir nazar eyledi o az una hemence.
Buyurdu: (Hak teâlâ, bereket versin una.
Lakin gizle bu sırrı, söyleme ona buna.)
(Peki) deyip, korkmadan kullandım unu her gün.
Gerçekten geldi una, bir bereket ve yümün.
Misafir kaldılar da, iki ay evimizde,
Yine hiç azalmadan, kaldı un elimizde.
Bir gün ifşa eyledim esrarını ben bunun.
Bereketi kesilip, çabucak tükendi un.
. Rüya ve hakikat
(Seyyid Mahmud) adında biri der ki şöylece:
Resulullahı gördüm, rüyada ben bir gece.
Dedim: (Ya Resulallah, uzun zamandan beri,
Görmek saadetine ermemiştim sizleri.
Bundan sonra, bu firak uzarsa daha eğer,
Nedir bana emriniz, ne yapmam icab eder?)
O zaman, yanındaki kimseyi göstererek,
Buyurdu ki: (O zaman, bu zata uyman gerek.)
Yanındaki o zata, dönüp baktım o zaman.
Lakin ona bakarken, uyandım o uykudan.
Tesirinde kalmıştım gördüğüm bu rüyanın.
Suretini, zihnimde canlandırdım o zatın.
Bunda bir hikmet vardır diye düşünerekten,
İsmi ile sureti, henüz zihnimde iken,
Bir kitap kapağını açarak, arkasına,
Not ettim bu rüyayı, o sabah baştan sona.
Yazdım ki: (Peygamberin yanında vardı bir zat.
İsmi Behaeddin’dir, söyledi Resul bizzat.
Orta boylu, heybetli, yüzü değirmiydi az.
Yanaklarının rengi, kırmızıydı ve beyaz.
Kestane rengindeydi gözlerinin karası.
İki kaşı yay gibi ve açıktı arası.)
Üzerinden yedi yıl geçince bu rüyanın,
Dururdum dükkanında, bir gün bir akrabanın.
O sırada içeri, nur yüzlü girdi bir zat.
Yedi yıl öncesini hatırladım o saat.
Orta boylu, heybetli, yüzü değirmiydi az.
Yanaklarının rengi, kırmızıydı ve beyaz.
Evet bu, o rüyada gördüğüm kişiydi tam.
İçeri teşrif edip, bizlere verdi selam.
Kaşları ince siyah, yay gibiydi ve açık.
Ben bu zatı görünce, bin canla oldum aşık.
Dedim ki: (Davet etsem, acep zat-ı aliniz,
Bizim fakirhaneye teşrif eder misiniz?)
Ricamı kabul edip, (Peki, gidelim) dedi.
Kalktı ve bize doğru yürüyüp ilerledi.
Bana bir şey sormadan, yürüdü eve kadar.
Kapımızın önüne gelince, kıldı karar.
Girip sohbet eyledik, biraz sonra, bir ara,
Baktı kitaplıktaki dizili kitaplara.
Onlardan birisini gösterip eli ile,
Buyurdu: (Şu kitabı çıkarıp getir hele.)
Getirdim, kapağını eliyle kaldırarak,
Buyurdu ki: (Ne yazdın sen buraya, gel de bak?)
Bakınca, hatırladım yedi yıl öncesini.
Ben bir gece, rüyada görmüştüm kendisini.
Arz ettim ki: (Efendim, rüya idi o fakat,
Hamd olsun ki o rüya, şimdi oldu hakikat.)
. Niyet halis olunca
Behaeddin Buhari, bir dostunu ziyaret,
Edip, onun evinde eyledi uzun sohbet.
Buyurdu: (Hakikati bulmak için, bir kişi,
Halisen yola çıksa, hasıl olur o işi.
Şu anda bir kişi de, Tirmiz’den çıktı yola.
İster ki, kendisine kâmil bir rehber bula.
Bu yola çıktığından, o, halis bir niyetle,
Yakında, maksuduna vasıl olur elbette.)
Ordakiler, bu sözden bir şey anlamadılar.
Dediler ki: (Elbette bunun bir hikmeti var.)
Biraz sonra, kapıda, gelip durdu bir atlı.
Şaşkın bir vaziyette etrafa bir göz attı.
İradesiz gelmişti zira o, bu tarafa.
Bu yüzden tereddütle bakıyordu etrafa.
Behaeddin Buhari, seslendi ki içerden:
(Aradığın burdadır, haydi in de, gel hemen!)
Bu sesi işitince, atından indi derhal.
Hace, kapı önünde, etti onu istikbal.
Ve elinden tutarak, içeri aldı onu.
Sordu, yolculuğunun ne yöne olduğunu.
O dedi ki: (Efendim, geliyorum Tirmiz’den.
Halis bir niyet ile, dün çıktım evimizden.
Gayem, rehber bulmaktır, hakiki olsun fakat.
Derim ki, bu zamanda var mıdır böyle bir zat?
Ben böyle düşünürken, aniden durdu atım.
O noktadan ileri, atmadı tek bir adım.
Düşündüm: Bu durmada, bir hikmet vardır diye.
Zira hiç gitmiyordu bir adım ileriye.
Halis bir niyet ile çıkmış idim hakikat.
Önceleri böyle şey yapmıyordu hiç bu at.
Hayvanın dizginini, o an serbest bıraktım.
Bekledim ki, acaba ne yöne gider atım?
Hemen günbatısına başını çevirdi at.
Buhara canibine koşturup yaptı sürat.
Nereye gider? diye, çok merak ediyordum.
(At, bu istikamete niçin döndü?) diyordum.
Artık ben, irademi bırakmıştım Allah’a.
Derdim ki: (Erdir beni ya Rabbi hakikata.)
Hayvan, şevkle koşturup, gitti bir istikamet.
Bu hanenin önünde gelip durdu nihayet.
Bir şaşkınlık içinde bakıyorken etrafa,
İçeriden (Gel!) diye bir ses duydum bu defa.)
Buyurdu: (Hakikaten halis imiş niyetin.
Demek ki buradaymış senin de hidayetin.)
Ve ona bir baktı ki merhamet nazariyle,
Kalbinden, hubb-u dünya yok oldu tamamiyle.
Aradığı rehberi, bulmuştu en nihayet.
Dünyada bundan büyük bir nimet olmaz elbet.
. Evliya kalbe bakar
Hace hazretlerinin, sadık bir talebesi,
Vardı ki, bu veliye pek çok idi sevgisi.
O der ki: Ben hocamı, henüz tanımıyordum.
Bir sandığın içinde, yüz altın saklıyordum.
Biraz zaman geçince, düşündüm ki nihayet:
Yapayım bunlar ile alışveriş, ticaret.
Hazır elbise alıp, yollandım Buhara’ya.
Ve başladım onları, köy köy gezip satmaya.
O köylerin birinde bulunduğum bir saat,
İşittim ki, o köye gelmiş bir evliya zat.
Mallarımı, bir yere bırakarak emanet,
O büyük evliyayı, gidip ettim ziyaret.
Ellerini öperek, bir kenara oturdum.
O zatın huzurunda, eriyor gibi oldum.
Bir an, bakışlarını çevirip bu fakire,
Sonra sual etti ki: (Niçin geldin bu yere?)
Arz ettim ki: (Efendim, ticaret yapıyorum.
Hazır elbise alıp, köylerde satıyorum.)
Buyurdu ki: (Çok iyi, yap ama ticareti,
Hiç girmesin kalbine, para pul muhabbeti.
Çalışıp kazanmayı, emreder dinimiz de.
Lakin hiç olmamalı sevgisi kalbimizde.
Gaye, islamiyet’in her emrini yapmaktır.
Ve dünya sevgisini, kalpten silip atmaktır.)
Onun bu bereketli söz ve nazarlariyle,
Kalbimden mal sevgisi, boşaldı tamamiyle.
Daha ilk sohbetinde, düzeldi kötü halim.
Dünya muhabbetinden kurtuldu hem de kalbim.
Yine aynı sohbette, buyurdu ki: (Ey oğlum!
Ben, Kâbe’nin yanında, bir gün oturuyordum.
Bir kimseyi gördüm ki, ak sakallı, ihtiyar.
Kâbe’nin örtüsüne sarılmış, daim ağlar.
(Ya Rabbi! ya ilahi!) diye yalvarıyordu.
Gözlerinden akan yaş, yeri ıslatıyordu.
Lakin o ihtiyarın, kalbine ettim nazar.
Gördüm ki, dünya ile olur hep alakadar.
Ağlıyor idiyse de, Kâbe’de gözyaşıyle,
Lakin hep meşgul idi, kalbi dünya işiyle.
Hac'dan sonra, Mina’ya avdet ettik nihayet.
Çarşıda bir genç gördüm, yapıyordu ticaret.
Yüzbin altın değerde, mal alıp veriyordu.
Kalbine nazar ettim, her an zikrediyordu.
Dünyaya düşmüş gibi görünürdü o, fakat,
Kâbe'deki adamdan üstün idi kat be kat.
Çünkü bu, vermişse de ticarete kendini,
Sokmamıştı kalbine, dünya muhabbetini.
Yapsa da büyük çapta ticaret, alış veriş,
Lakin hiç yapmıyordu islama mugayir iş.
Çok dikkat ederdi ki, olmasın günah, hata.
Kalbi, bu korku ile titriyordu adeta.
. Onun kerametiyle
Şöyle naklediyor ki Alaaddin-i Attar:
Hocamız, bir gün gelip, odunluğa baktılar.
Mevsim kışa yakındı, buyurdu: (Çokça odun,
Toplayıp, odunluğu tamamiyle doldurun.
Hatta biraz acele edin ki, belli olmaz.
Birden kış bastırırsa, yakacaksız durulmaz.)
(Peki) deyip, o günü gidip odun topladık.
Doldurduk odunluğu, kalmadı boş yer artık.
O gece, başladı ki birden bir kar ve yağış,
Yıllarca olmamıştı Buhara'da öyle kış.
Kırk gün hiç durmaksızın, kar devam etti, fakat,
Buna rağmen o kışı, geçirdik gayet rahat.
Bir başka talebe de, diyor ki: Buhara'da,
Bir gün oturuyorduk, bazımız bir arada.
Lakin biri vardı ki aramızda o günü,
Bilmezdi hocamızın manen üstünlüğünü.
Aleyhinde bir laflar edecekti ki biraz,
Biz hemen kendisini uyarıp, ettik ikaz.
Lakin o devam etti, öyle konuşmasına.
O sırada bir arı gelip girdi ağzına.
Ve öyle ısırdı ki dilini kuvvetlice,
Gayet büyük ızdırap, acı çekti bir nice.
Dedik: (Onun hakkında konuştun sen bunları.
Bu sebepten dilini, ısırdı böyle arı.)
O zaman pişman olup, düştü bir nedamete.
Kalbindeki soğukluk, dönüştü muhabbete.
Az önce, hakaretler savururken o zata,
Şimdi, muhabbetiyle yanar oldu adeta.
Yine hac’da, müminler tavaf yapıyorlardı.
O sene, Beytullahta bu büyük zat da vardı.
Kurban kesiyorlarken müslümanlar Mina’da,
Hazret-i Hace dahi, bulundu yanlarında.
Buyurdu: (Bizim dahi, lazım kurban kesmemiz.
Lakin biz, oğlumuzu belki kurban ederiz.)
Talebeler, bu sözden bir şey anlamadılar.
Dediler ki: (Muhakkak, bu sözde bir hikmet var.)
O günün tarihini, bir yere kaydettiler.
Haccı ifa ederek, geri avdet ettiler.
Sonra öğrendiler ki, varınca Buhara'ya:
O gün, sevgili oğlu göçmüş dar-ı bekaya.
Buyurdu ki: (Rabbimin ihsaniyle bu oğlum,
Vefat etmesiyle de, Resule tâbi oldum,
Çünkü onun oğlu da, etmişti böyle vefat.
Çok şükür hasıl oldu, bunda da mutabaat.
O Resulün başından, her ne ki geçti ise,
Benim dahi başımdan geçti aynı hadise.
Onun yapmış olduğu her işle amel ettim.
Bir tek sünneti bile, katiyen terk etmedim.)
. Tasavvuf nedir?
Behaeddin Buhari, çok büyük bir veliydi.
Söz ve nasihatleri, pek çok faideliydi.
Buyurdu ki: (Tıp ilmi, bedenin sağlığına,
Bakıp çare bulursa, dert ve hastalığına,
Bunun gibi, ahlak ve tasavvuf ilmi dahi,
Kalbin hastalığını eder teşhis, tedavi.
Eğer tutulmuş ise, kalp Allah’tan gayriye,
O kalp hasta demektir, muhtaçtır tedaviye.
Her işi, Allah için yapmalı ki her insan,
İşte bu ihlası da, tasavvuftur sağlayan.
İyi, güzel iş yapıp, kötülük yapmamayı,
Teminde, tasavvufun büyüktür yine payı.
Dinin temeli üçtür, ilim, amel ve ihlas,
Üçüncüyü, insana, tasavvuf sağlar esas.
Ve hatta tasavvufun, gayesi iki şeydir.
Birincisi odur ki, iman vicdanileşir.
Yani insan, dinine sarılır tam ihlasla.
İmanı, şüphelerden bir zarar görmez asla.
Akıl ve delil ile ve isbat edilerek,
Elde edilen iman, böyle kavi olmaz pek.
Nitekim buyurdu ki, Kur'anda cenab-ı Hak:
(İmanın sağlamlığı, zikr ile olur ancak.)
Buradaki zikir'den murat da, bir kişinin,
Her şeyi yapmasıdır, sadece Allah için.
Şudur ki tasavvufun ikinci gayesi de:
Seve seve yapılır emirlerin hepsi de.
Nefisten hasıl olan tembellik ve atalet,
Giderek, kolaylıkla yapılır her ibadet.
Hem ayrıca haramlar, iğrenç ve çirkin gelir.
En ufak günahtan da, kolayca el çekilir.
Yani islamiyet’in emrettiği hususlar,
Kolaylıkla yapılıp, gider bütün zorluklar.
Yine, dinde ne kadar var ise fısk-ı fücur,
Herbirine, bir nefret, soğukluk hasıl olur.
Velhasıl taatlerin tatlı, iyi gelmesi,
Ve kolayca yapılıp, güç ve zor gelmemesi,
Bütün günahların da, aksine fena, çirkin,
Gelerek, kolaylıkla bunlardan kaçmak için,
Tasavvuf, yani ahlak bilgisi lazım gelir.
Bu ikisinden başka bir şey için değildir.
Emirlere sarılıp, hiç günah işlememek,
En büyük keramettir, hem bunda sebat etmek.
Zaten bu iki husus yapılmazsa ihlasla,
Nefsin yola gelmesi, hiç mümkün olmaz asla.
Önce, doğru bir iman, sonra salih bir amel.
İşte bu ikisidir islamda asıl temel.
Dinin üçüncü kısmı olan ihlası da hem,
Kazanmak iyiyse de, değildir şart ve elzem.
. Vefatı
Behaeddin Buhari devrinde salih bir zat,
Şeyh Nureddin Halveti, etmişti Hakka vuslat.
Behaeddin Buhari, bazı talebesiyle,
Bu eve teşrif etti taziye gayesiyle.
Lakin gidip gördü ki, içerde bir kısım halk,
Feryad ediyorlardı, seslice ağlayarak.
Onlara buyurdu ki: (Sesli ağlamayınız.
Ona eziyet verir zira böyle yapmanız.)
Sonra, talebesine buyurdu: (Siz de, sakın,
Ben vefat ettiğimde, böyle şeyler yapmayın.)
Vakta ki Behaeddin Buhari hazretleri,
Bir ara hastalanıp, bozuldu sıhhatleri.
Ölüm hastalığıydı, vakıf oldu o buna.
Çekildi o gün artık, hususi odasına.
Vefatlarına kadar, çıkmadı o odadan.
Lakin talebesiyle görüşürdü her zaman.
Son nefesine kadar hatta o mübarek zat,
Gösterdi herbirine, çok ilgi ve iltifat.
Birisi anlatır ki, vefat eylediği gün:
Bir ara, huzuruna girmiştim o büyüğün.
O çetin anda bile, bizleri düşünerek,
Buyurdu ki: (Sofrayı getirip, yiyin yemek.)
Yerine gelsin diye, onun bu emirleri,
Biraz yiyip, sofrayı götürdüm yine geri.
Lakin vakıf olunca, sofranın gittiğine,
Buyurdu ki: (Sofrayı getirip, yiyin yine.)
Ben yine biraz yiyip, götürdüm tekrar geri.
Lakin o, tam üç defa tekrar etti bu emri.
Buyurdu: (İyi yiyip, iyi çalışmalıdır.
Zira hizmet ve taat, sıhhat ile yapılır.)
Talebesi içinden, Alaaddin-i Attar,
Der ki: Son günlerinde, fakiri çağırdılar.
Huzuruna girince, buyurdu: (Alaaddin!
Benim için, bir mezar kazın da hazır edin.)
(Peki efendim) deyip, ifa ettim bu emri.
Gelip haber verdim ki: (Hazırdır kabir yeri.)
Sonradan, hastalığı fazlalaştı daha da.
Vefat edeceğini, anladık bu arada.
Ve Yasin-i şerifi okuduk biz bu sefer.
O da tekrar ederdi, bizim ile beraber.
Bir ara, ellerini ileri uzatarak,
Uzun uzun dualar eyledi son olarak.
Biz, Yasin-i şerifin yarısına gelince,
Odada, bazı nurlar peyda oldu bir nice.
Ellerini yüzüne sürerek o büyük zat,
Kelime-i tevhidi söyleyip etti vefat.
. Şimdi ne yapayım?
Behaeddin Buhari, vakta ki etti vefat,
Kıldılar namazını, çok büyük bir cemaat.
Sonra gidip yaptılar, mezarına defnini.
Ve bir talebesi de, okudu telkinini.
Abdülkadir adında, bir kimse idi o zat.
Gördüğü bir vakayı, anlatır kendi bizzat.
Der ki: O gün defnettik Hace hazretlerini.
Ben, çok merak ederdim kabirdeki halini.
Bir teveccüh eyledim, onun nurlu kabrine.
Allah’ın yardımıyle, vakıf oldum haline.
Baktım, kapı açıldı o kabire Cennetten.
Çok güzel iki huri, içeri girdi hemen.
Ona selam vererek, dediler: (Efendim, biz,
Nice zamandan beri, sizi beklemekteyiz.
Yarattı Hak teâlâ, bizi sırf sizin için.
Siz artık görmezsiniz bir şey fena ve çirkin.)
Hurilerin sözünü dinledi o büyük zat.
Lakin kendilerine, hiç etmedi iltifat.
Buyurdu: (Görmedikçe Rabbimin didarını,
Ahdettim görmemeye, Ondan gayrılarını.
Ve beni sevenlere, etmedikçe şefaat,
Meşgul olmayacağım kimse ile ben fakat.)
Bir başka talebesi, gördü onu rüyada.
Sordu ki: (Ne yapayım, ölmeden bu dünyada?)
Buyurdu: (Son nefeste ne yapmak gerekirse,
Şimdi dahi onu yap, Allah de hiç değilse.)
Dedi ki: (Allah demek, son nefeste gerektir.
Şimdi hayatta iken, ne yapmam lazım gelir?)
Buyurdu ki: (Evladım, o son nefes dediğin,
Ne zaman gelecektir, bu babta var mı bilgin?
O son nefes, belki de bugündür, belki yarın.
Sen şimdi Allah de ki, yarın olmaz fırsatın.)
Bir başkası, rüyada görerek kendisini,
Arzu etti, bir miktar nasihat etmesini.
Buyurdu ki: (Dünyada, istediğin şeyi yap.
Ve lakin herbirine, hazırla birer cevap.
Her ne yapsan, melekler yazıyor birer birer.
Mahşere geldiğinde, sana arz edilirler.
Ve hatta ey evladım, şunu bil ki muhakkak,
Seni, günah işlerken görüyor cenab-ı Hak.
Kalbinden geçirdiğin şeyleri de pekala,
En gizlisine kadar, biliyor Hak teâlâ.
Haram, ateş gibidir, günaha olma yakın.
Aksi halde, pişmanlık, çok olur sana yarın.
Hakiki dost Allah’tır, unutma Onu bir an.
Ve şiddetle hazer et, her günah ve haramdan.
Bu fırsat elde iken, hakikati gör artık.
Yoksa, mahşer gününde fayda etmez pişmanlık.)
. Gafletle pişen yemek
Behaeddin Buhari, şanı büyük bir veli.
Sohbeti, insanlara oldu çok faideli.
Orta boylu, sevimli, yüzü değirmiydi az.
Mübarek sakalında, siyahtan çoktu beyaz.
Yürümesi, ne hızlı, ne de yavaş, vasattı.
Güler yüz, tatlı dilli, çok mübarek bir zattı.
Konuştuğu kimseye, dönerek yüzünü tam,
Tane tane, çok fasih söylerdi söz ve kelam.
Kahkaha ile gülmez, tebessüm ederdi hep.
Allahü teâlâdan ederdi haya, edep.
Kimseyi küçük görmez, hep ederdi hüsn-i zan.
Herkesi, güleryüzle karşılardı çok zaman.
Lakin celallenip de, kaşını çattığında,
Heybetinden, durulmaz olurdu karşısında.
Aynen Resulullaha benzerdi şemaili.
Tam onun sünnetine uygun idi her hali.
En üstün talebesi, Alaaddin-i Attar,
Diyor ki: O büyük zat, fakirdi ki o kadar,
Kış günü, bir sergisi bulunmazdı evinde.
Kılardı namazını, bir kilim üzerine.
Helalden kazanmaya, titizlik ederdi pek.
Girmezdi kazancına, haramdan bir çekirdek.
Fakir olduğu halde, cömert idi o fakat.
Hediye getirene, verir idi kat be kat.
Kendi temin ederdi, kendi nafakasını.
Bizzat kendi eker ve biçerdi tarlasını.
Sünnete tâbi idi, her iş ve harekette.
Bilhassa çok titizlik gösterirdi yemekte.
Evde pişittirirdi çoğu zaman ekmeği.
Severdi sofra için, bizzat hizmet etmeği,
Derdi ki: (Yemek yerken, edebi gözetiniz.
Kendinizi, Allah’ın huzurunda biliniz.
Şunu unutmayın ki, yediğiniz yemekler,
Rabbimizin verdiği nimetlerdir hep birer.)
Kendi talebesiyle yemek yerken faraza,
Birisi, gaflet ile ağzına lokma atsa,
İkaz edip, derdi ki hemen o talebeye:
(Rabbinin huzurunda olduğunu bil de ye.
Yalnız Onu hatırla, düşünme bir şey asla.
Zira O, sana senden yakındır daha fazla.)
Öfke ve gaflet ile pişmiş ise bir yemek,
Onu kolayca anlar ve yemezdi onu pek.
Bir gün, bir talebeyi gitmişti ziyarete.
Yemek ikram eyledi, o dahi bu hazrete.
Yemeyip, buyurdu ki: (Bu yemeği pişiren,
Gadaplı ve kızgındı yemeği pişirirken.
Böyle pişen yemekte, olmaz hayır, bereket.
Yiyene şifa değil, olur bir dert ve illet.)
. Namazdan zevk almak
Bir gün (Melik Hüseyin), çok büyük bir ziyafet,
Hazırlayıp, onu da yemeğe etti davet.
Behaeddin Buhari, teşrif etti biriyle.
Lakin o yemeklerden, yemedi lokma bile.
Buna, Melik Hüseyin üzüldü bi ihtiyar.
Düşündü ki: Acaba ne için yemiyorlar?
Arz etti ki: (Efendim, sofradaki yemekler,
Şahsi malımdan olup, helal ve temizdirler.
Rahatça yiyiniz ki, hepsi de helal taam.
Asla karışmamıştır içlerine tek haram.)
Behaeddin Buhari buyurdu ki: (Ey oğlum!
Yemeklerin hepsi de helaldir, biliyorum.
Ve lakin bu Hirat’ın çok fakir ve açları,
Var ki, tek bir lokmaya vardır ihtiyaçları.
Böyleyken, biz burada, bu çeşitli ve leziz,
Yemekleri, rahatça nasıl yiyebiliriz?)
Bir gün de buyurdu ki: (Gadap ve kerahetle,
Pişirilen yemekte, zulmet olur gayetle.
Hem böyle taamlarda, olmaz hayır, bereket.
Şifa değil, bilakis olurlar dert ve illet.
Yani böyle yemeği, her kim ki yerse eğer,
Ondan, hep zuhur eder fena, kötü fiiller.
Hiç gaflete dalmadan, Allah’ı düşünerek,
Neşe ve sevinç ile yapılırsa bir yemek,
Hayırlı, bereketli olmuş olur bu defa.
Ve ondan yiyenlere, olur şifa ve deva.
İnsanların işinde, olursa hata, kusur,
Şüpheli yemeklerden mutlaka hasıl olur.
Yine ibadetlerden, manevi lezzet almak,
Bilhassa namazları, huşu içinde kılmak,
Yani tam varabilmek, onun ulvi zevkine,
Helal lokma yemeğe bağlıdır bu da yine.
Kâfi değil yemeğin helalinden olması.
Lazımdır agah halde onun hazırlanması.
Yani Hak teâlâyı, kalben hatırlayarak,
Gadaplı ve öfkeli bir halde olmayarak,
Seve seve, zevk ile pişirilirse eğer,
Görürler faydasını, o yemekten yiyenler.
Ayrıca, yemenin de usulü vardır yine.
Tam dikkat etmelidir, yemek edeplerine.
Allahü teâlânın huzurundaymış gibi,
Oturup, adabıyla yemelidir yemeği.
Kim yemekte bunlara, ederse tam riayet,
Kıldığı namazlardan, alır bir tad ve lezzet.
Ve her kim de yer ise, şüpheli, haram taam,
Ve yemek adabına riayet etmezse tam,
Kıldığı namazlardan, alamaz manevi tad.
Elbette kendindedir, bu kusur ve kabahat.)
. Nasıl namaz kılalım?
Behaeddin Buhari, çok büyük bir evliya.
Bu zatın zamanında, nur ile doldu dünya.
Bir gün, bir talebesi, huzuruna gelerek,
Dedi: (Alamıyorum namazdan manevi zevk.
Tasavvuf hallerim de, gittikçe kaybolmakta.
Bana, bir tavsiyeniz olacak mı bu babta?)
Buyurdu ki: (Yediğin lokmalara dikkat et.
Yemek adabına da, eyle hem tam riayet.)
Araştırdı talebe yedikleri taamı.
Gördü ki, helal yoldan kazanılmış tamamı.
Gelip arz eyledi ki: (Yediğimiz her yemek,
Helal olup, haram şey karışmış değildir pek.)
Buyurdu ki: (Evladım, git az daha araştır.
Muhakkak bu hususta, başka bir hata vardır.)
Nihayet öğrendi ki, o araştırdığında,
Şüpheli tek bir odun yakılmış ocağında.
Bu günahtan ötürü, etti tövbe, istiğfar.
O iyi hallerini kazandı yine tekrar.
Bir gün de, biri ona eylemişti hakaret.
Ona, bir karşılıkta bulunmadı o Hazret.
Bilakis tebessümde bulundu ona yine.
Lakin o, hastalanıp, geldi ölüm haline.
Hatasını anlayıp, pişman oldu bu sefer.
Af etmesi için de, gönderdi ona haber.
O Allah adamı da, o yoldan geçiyordu.
Hanesine girerek, (Nasılsın?) diye sordu.
O, (Hastayım) deyince, buyurdu: (Hak teâlâ,
Tek şifa vericidir, sana da versin deva.)
O anda iyileşip, ayağa kalktı binden.
Dedi ki: (Çıkarmayın, beni siz kalbinizden.
İncittim kalbinizi, pişmanım şimdi fakat.
Beni af eyleyin de, eylesin kalbim rahat.)
Buyurdu ki: (O zaman, incinmişti kalbimiz.
Şimdi gönül aynası, size karşı tertemiz.
Ve lakin şunu bil ki, Allah dostu veliler,
Kınından uryan olmuş, bir kılıç gibidirler.
Fakat o kişilerin, çoktur merhametleri.
O kılıçla, kimseye vurmazlar kendileri.
İnsanlar, kendisini gelip vurur onlara.
Belasını arayan, sataşır o zatlara.)
O kimse memnun olup, istedi bir nasihat.
Buyurdu ki: (Nefsine, bir lahza verme fırsat.
Daim baskı altında bulundur ki nefsini,
Yoksa o, baş kaldırıp, bastırır, ezer seni.
Ne kadar muhalefet eder isen nefsine,
O kadar kavuşursun, iyi neticesine.
Çünkü nefse uymamak, hep iyilik getirir.
Her dert ve musibet de, ona uymaktan gelir.)
. Üç türlü edep
Behaeddin Buhari, çok yüksek evliya zat.
Bir gün talebesine, etti şöyle nasihat:
(Bizim bu yolumuza, her kim ki olsa tâbi,
Gözetmesi lazımdır, şu üç mühim edebi.
Birincisi, Allah’a karşı olan edeptir.
Yani farzları yapıp, günahı terk etmektir.
Ona kul olduğunu, iyi idrak ederek,
Her emr-ü yasağına, hakkıyla uymak gerek.
Onun emirlerinden, bir tanesine bile,
Uymamak, edepsizlik olur Ona haliyle.
İnsan düşünmeli ki, kendisi hiç yok iken,
Yarattı Allah onu, bir damlacık nutfeden.
Büyütüp yetiştirdi, onu ihsanı ile.
Her türlü nimetleri, bahşetti fazlasiyle.
İman, akıl, düşünce, lisan ve güzel ahlak.
Verip, aziz eyledi bir insan yaratarak.
Böyle yüce bir Rabbin, emrine muhalefet,
Edepsizlik etmenin, en çirkinidir elbet.
İkinci edep ise, Resulüne edeptir.
Her iş ve harekette, sünneti gözetmektir.
Kim kimi seviyorsa, ona uyar elbette.
Bunu icab ettirir, hakiki muhabbet de.
Edeb'in üçüncüsü üstada olanıdır.
Çünkü kendi üstünde, onun çok hakkı vardır.
Allah ve Resulünü, bilip tanımasına,
Gafletten uyanarak, hak yolu bulmasına,
O vasıta olmuştur, odur buna tek sebep.
Onun için üstada, lazımdır fazla edep.
Ta kıyamete kadar, yaşasa da bir adam,
Bu nimetin şükrünü, yine de yapamaz tam.)
Bir gün de buyurdu ki: (Düşmandır bize nefis.
Onun her arzusuna, boyun eğmemeliyiz.
Bu nefs-i emmareyi, terbiye etmek için,
İslama tam uyması lazımdır her kişinin.
Bu dinin emrettiği, ufak bir işi yapmak,
Yahut yasak ettiği bir günahtan sakınmak,
Kendi arzusu ile, bin yıl ifa ettiği,
Nafile ibadetten, hayırlıdır ve iyi.
Dinin bekçisi olan islam âlimlerinin,
Yolunda yürüyenler, azaptan olur emin.
Bu yoldan, zerre kadar ayrılık olsa çok az,
Ahirette, azaptan kurtuluş mümkün olmaz.
Aklı olan bir kimse, fırsat bilir bu anı.
Oraya hazırlıkla geçirir her zamanı.
Bu kısacık zamanda, faydalı tohum eker.
Bir taneden, sayısız meyveler elde eder.)
Bu büyük evliyanın hürmetine ilahi!
Onun şefaatine kavuştur bizi dahi.
. En büyük keramet
Behaeddin Buhari, nakleder şöyle kendi:
Bu tasavvuf yoluna ilk girdiğim günlerdi.
Beni, bir cezbe hali kaplardı ara ara.
Dolaşmaya giderdim, gece kabristanlara.
Bir gece, yine böyle başında bir mezarın,
Dururken, manevi bir hale girdim ansızın.
O halde göründü ki, bana gönül gözümde,
Örtülerle süslenmiş bir kürsi var önümde.
Oturmuş o kürside, nur yüzlü veli bir zat.
Vardı hem etrafında, kalabalık bir zevat.
Ben, orada oturan zatın kim olduğunu,
Düşünürken, birisi tanıttı bana onu.
Dedi: (Abdülhalık-ı Goncdüvanidir o zat.
Ve halifeleridir önündeki cemaat.
Sana, bir tac verdiler, bereketli, mübarek.
Elden ele dolaşıp, gelmiştir bu güne dek.
Ali Ramiteni’den gelir ki emaneten,
Kondu senin evine, şu andan itibaren.
Verildi o tac sana, bir keramet olarak.
Hürmetine, her bela olurlar senden ırak.
Kulak ver ve dinle ki, kürsideki o veli,
Nasihatler edecek sana çok faideli.
O zat, Abdülhalık-ı Goncdüvani'dir ki hem,
Bu yolun büyüğüdür, çok aziz ve muhterem.)
Kalkıp, öptüm elini ve edeple oturdum.
O bana nazar edip, buyurdu ki: (Ey oğlum!
Bu yolda bulunmaya, var sende kabiliyet.
Lakin olgunlaşması lazımdır onun elbet.
Hakkın gizli sırları, olsun sana aşikâr.
İslama tam uymaktır bu yolda en büyük kâr.
İstikamet sahibi olmak hem bu hususta,
En büyük keramettir, bizim bu yolumuzda.
Bid'atlerden uzak ol, ruhsatla etme amel.
Azimetle iş yap ki, bu yolda budur temel.
Yapması lazım olan farz, vacib veya sünnet.
Herbirini öğrenip, titizlikle ifa et.
Sonra, kaçınılacak ne varsa günah, haram,
Öğrenip, kaçınmaya eyle tam bir ihtimam.
Ey oğlum Behaeddin, sen yarın Nesef'e git.
Seyyid Emir Külal de oradadır o vakit.
Önce evine gidip, o tacı al yanına.
Sonra Emir Külal'in, var git huzurlarına.)
Dedim: (Peki efendim, şimdi hemen gideyim.)
Kendime geldiğimde, baktım, bir kabirdeyim.
Evden o tacı alıp, düştüm Nesef yoluna.
Gidip, Emir Külal’in kavuştum huzuruna.
Buyurdu ki: Bu taca, bu gün sen müstehaksın.
Bunu muhafazada, gevşeklik etme sakın.
Hocam Muhammed Baba Semmasi hazretleri,
Bana ısmarlamıştı seni yetiştirmeyi.
Hem de senin hakkında, demişti: (Bu, oğlumdur.
Onun yetişmesinde, etmeyesin bir kusur.
Bir gevşeklik olursa bunda ey Emir Külal!
Senin üzerindeki hakkımı etmem helal.)
. Ona nasıl kavuştum?
Sevdiği talebeden Şeyh Ömer-i Taşkendi,
Vardı ki, hayatını anlatır şöyle kendi:
Önceleri Taşkentte ikamet ediyordum.
(Bir evliya bulsam da, hizmet etsem) diyordum.
Tanıştım o günlerde, bazı müslümanlarla.
Ve sohbet ediyorduk zaman zaman onlarla.
Meğer talebesiymiş onlar bir evliyanın.
Adı da, (Behaeddin Buhari)ymiş o zatın.
Hiç görmediğim halde o veliyi velhasıl,
Sevgi ve muhabbeti kalbimde oldu hasıl.
Öyle fazlalaştı ki bu sevgisi gönlümde,
Bir gün ruhaniyeti, hasıl oldu önümde.
Kulağıma eğilip, buyurdu ki: (Evladım!
Ne için Horasan'a gelmezsin, ben ordayım.)
Sonra da, göz önünden kayboldu birden bire.
Dopdolu oldu kalbim, onun muhabbetiyle.
Gemiyle Horasan’a, yola çıktım ben o an.
Sabah vakti, gemide, okudum kalkıp ezan.
Lakin kimse kalkmadı namaz için o saat.
Üzülüp, yolculara ettim öğüt, nasihat.
Nasihatime dahi, kulak asmayınca pek,
Çıktım su üzerine, gemiyi terk ederek.
Suda batmadığımı görüp gemidekiler,
Beni tekrar çağırıp, çok iltifat ettiler.
Doğrusu ben de buna çok hayret eylemiştim.
(Bu, onun kerameti olsa gerek) demiştim.
O gemiden inince, bir çöl çıktı önüme.
Ve lakin hiçbir korku gelmiyordu gönlüme.
Gidiyordum ve lakin bilmiyordum yolumu.
Birazdan hatırladım, acıkmış olduğumu.
Ben, bazı yemekleri düşünürken gönlümde,
Onları, bir sofrada gördüm o an önümde.
O yemekleri yiyip, şükreyledim Allah’a.
Bir ceylan sürüsüyle, karşılaştım bu defa.
Benden kaçarlar mı ki? diye düşünür iken,
Hepsi, gelip yüzünü sürdüler bana hemen.
Serahs’a vardığımda, bir kimse gördüm yine.
Bana (Hoş geldin) deyip, götürdü evlerine.
Dedi ki: (Behaeddin Buhari hazretleri,
Başka bir vilayete gittiler dünden beri.
Bana buyurdular ki: Taşkent'li Ömer diye,
Misafirim geliyor, ilgilen onun ile.)
Sonra, teşrif eyledi o eve o büyük zat.
Benimle ilgilenip, eyledi çok iltifat.
Buyurdu ki: (Hoşgeldin, ey Taşkent'li Ömer'im!
Senin yolculuğundan, an be an var haberim.
Hani sen üzülüp de, çıktın ya o gemiden,
Bizim himmetimizle, batmadın suda hemen.
Sonra o ıssız çölde, acıktığında, yine,
Bizim himmetimizle sofra geldi önüne.
Sonra ceylan sürüsü gördün ya önceki gün,
Bizim himmetimizle, koştular sana o gün.)
Bunları öğrenince, şükreyledim Allah’a.
O zatın hizmetinden, ayrılmadım bir daha.
. At kendini o suya!
Behaeddin Buhari, çok büyük evliyadır.
Onun feyiz verdiği binlerce kimse vardır.
Talebeden birini, göndermişti bir yere.
O, işini halledip, dönüyorken geriye,
Bir ağaç gölgesinde oturup dinlenirken,
Yorgun olduğu için, uyuyup kaldı birden.
Ve lakin rüyasında, Behaeddin Buhari,
Hazretlerini gördü, heybetliydi bir hayli.
Kendisine yaklaşıp, buyurdu ki pür hiddet:
(Bu yerde uyunur mu, burayı hemen terk et!
Burası, uyunacak yer değil ey evladım!
Zira kurtlar dolaşır etrafta adım adım.)
Uyanıp, gözlerini açtığında, bu defa,
Gördü ki, iki aç kurt geliyor o tarafa.
Fırlayıp, korku ile uzaklaştı oradan.
Ve Kasr-ı arifan’a vardı akşam olmadan.
Gördü ki, yola çıkmış Buhari hazretleri,
Kendisini bekliyor, nice zamandan beri.
Yanına yaklaşınca, buyurdu ki: (Ey evlat!
Tehlikeli yerlerde olur mu istirahat?)
Bir gün de, bu evliya, talebeleri ile,
Yolculuğa çıkmışlar, giderlerdi bir yere.
Yolları, bir ırmağa uğradı en nihayet.
Su, heybetli akardı, derindi hem de gayet.
Bakıp, Emir Hüseyin adlı talebesine,
Buyurdu: (At kendini, şu ırmağın içine!)
Emir Hüseyin dahi, hiç tereddüt etmeden,
(Peki efendim) deyip, atladı suya hemen.
Diğer talebeleri, korkuya düştüler hep.
Dediler: (Hüseyin’in ne oldu hali acep?)
Ve nihayet bir müddet geçer geçmez aradan,
Seslendi: (Ey Hüseyin, çık gel şimdi oradan!)
Çıktı Emir Hüseyin anında dışarıya.
Üzeri kupkuruydu, girmemiş sanki suya.
Talebe arasına oturunca o gelip,
Hepsi gıbta ettiler, bu halini seyredip.
O gün şahit olunca, onlar bu keramete,
Teslimiyetleri de çoğaldı o hazrete.
Behaeddin Buhari, buyurdu: (Ey Hüseyin!
Suya atladığında, ne gördün, söyle temin.)
Arz etti ki: (Efendim, siz öyle emredince,
Kendimi, bir odada buldum suya girince.
Gayet güzel döşenmiş bir oda idi ki hem,
İnci ve yakutlarla süslü idi muhteşem.
Ve lakin etrafıma baktığımda o anda,
Hayret ile gördüm ki, hiç kapı yok odada.
Nasıl çıkabilirim bu odanın içinden?
Diye düşünürdüm ki, farkettim sizi birden.
Siz, bir kapı gösterip, elinizle açarak,
Bana buyurdunuz ki: (Kapı burda, işte bak.)
Halbuki kapı yoktu, odada biraz önce.
Ancak fark edebildim, siz onu gösterince.
Açtığınız kapıdan, dışarı çıkınca ben,
Sizin huzurunuzda kendimi buldum hemen.)
. Cimrilik kötü şey
Biri naklediyor ki onun talebesinden:
Semerkant'ta ikamet ederdim ben eskiden.
Duydum ki, Behaeddin Buhari hazretleri,
Büyük bir veli olup, çokmuş kerametleri.
O büyük evliyayı, hiç görmediğim halde,
Muhabbeti, kalbimde yer etti fevkalade.
Hatta öyle oldu ki, o islam büyüğünün,
Muhabbeti, kalbimde, artıyordu gün be gün.
Onu gidip görmeyi istiyordum begayet.
Buhara’ya gitmeye, karar verdim nihayet.
Annem, yola çıkarken harçlık olmak üzere,
Dört altın dikmiş idi, gömleğimde bir yere.
Nihayet yola çıkıp, Buhara'ya eriştim.
Ve o büyük velinin sohbetine yetiştim.
Adeta aşık oldum, ilk günden o veliye.
İstedim, kabul etsin, beni talebeliğe.
Cemaatten birine, bahsettim bunu biraz.
O da, bu dileğimi o zata eyledi arz.
O dahi, bu acize eyleyip çok iltifat,
Buyurdu ki: (Biz, altın alırız senden fakat.)
Arz ettim ki: (Ama ben, gayet fakir kimseyim.
Yoktur benim yanımda altın gibi bir şeyim.)
O zaman buyurdu ki dönüp cemaatine:
(Dört tane altını var, yok diyor bana yine.
Annesi, gömleğine dikti o altınları.
Gömleğine baksanız, görürsünüz onları.)
O böyle söyleyince, utandım, hayret ettim.
İsteksiz, altınları sökerek ona verdim.
Benden, o dört altını, alarak o büyük zat,
Uzattı bir çocuğa, almadı çocuk fakat.
Şöyle tahmin ettim ki onun almamasını,
Kalben İstemiyordum ben onun almasını.
Velhasıl almayınca çocuk o altınları,
Geri iade etti, bana yine onları.
Beni, talebeliğe almadı yine fakat.
Lakin biliyordum ki, bende var bir kabahat.
Bir gün köye gidildi, bazı talebelerle.
Ben de o yolculukta, bulundum onlar ile.
Toplandı etrafına, o köyün insanları.
O, tatlı sohbetiyle irşad etti onları.
Yine arz eyledim ki ben o büyük veliye:
(Efendim, kabul edin beni talebeliğe.)
O zaman dört altını isteyip yine benden,
Köyün çocuklarından birine verdi hemen.
O dahi almayıp da, edince onları red,
İade etti bana, sevindim buna gayet.
Çünkü altın sevgisi kalbimde vardı benim.
Bundan gecikiyordu, belki talebeliğim.
Buyurdu ki: (Sevimsiz bir sıfattır cimrilik.
Bu yolda bulunmaya mani olan, budur ilk.)
Daha sonra, bir nazar etti ki şefkat ile,
Çıktı dünya sevgisi kalbimden tamamiyle.
Sırf Allah sevgisiyle dolu buldum kalbimi.
O zaman kabul etti, benim o dileğimi
. Onu nasıl tanıdım?
Bu zatın bir sevdiği (Abdullah-ı Hacendi),
Vardı ki, bir vakayı anlatır şöyle kendi:
Der ki: Ben gençliğimde, bir rehber arıyordum.
Bir mürşidim olsa da, hizmet etsem diyordum.
İçimdeki bu arzu, dayanılmaz gibi hal,
Alınca, bulunduğum Hacend'den çıktım derhal.
Hakim-i Tirmizi’nin kabrine en nihayet,
Gelip, onun ruhundan istedim yardım, medet.
Sonra uyku bastırdı, uyudum o arada.
Heybetli iki kişi göründü o rüyada.
Onlardan bir tanesi, bana buyurdular ki:
(Ben, Hakim-i Tirmizi, Hızır’dır yanımdaki.
Sen, tâbi olmak için, kâmil mürşid ararsın.
Ve lakin hiç arama, burada bulamazsın.
Oniki sene sonra, Kasr-ı arifan’a git.
O mürşidi, orada bulursun sen o vakit.
Behaeddin Buhari gelecek ki o yerde,
İstifade edersin sen ondan fevkalade.)
Uykudan uyanınca, oradan döndüm geri.
Beklemeye başladım, o dediği rehberi.
Lakin iki kimseye rastladım ki sonra ben,
Salih zat oldukları, belliydi hallerinden.
Baktım, konuşuyorlar samimi ve ihlasla,
Diyorlar ki: (Bir insan, mürşitsiz olmaz asla.)
Benim merak ettiğim mevzu idi bu da tam.
Ben hemen yanlarına sokulup, verdim selam.
Dedim: (Olur musunuz siz bana rehber, delil?
Zira ben de ararım bir kâmil-i mükemmil.)
Dediler ki: (Bu şehrin falanca köyüne git.
Orada var şu anda, ehliyetli bir mürşit.)
Ben bunu öğrenince, ayrılarak o yerden,
O dedikleri köye, acele gittim hemen.
O zatın huzuruna, edeple girdim, fakat,
Göstermedi o bana, hiç ilgi ve iltifat.
Evliyadan olduğu, belliydi her halinden.
Lakin merak ettim ki, bakmıyor bana, neden?
Yanında bir de oğlu vardı ki bu kişinin,
O da vardı farkına, en nihayet bu işin.
Dedi ki: (Sizin için geldi de şimdi bu zat,
Ne için kendisine etmezsiniz iltifat?)
Bu suale cevaben, dedi ki: (Ey evladım!
Onun, bizden nasibi yoktur ki, ne yapayım.
Behaeddin Buhari gelir ki Buhara’da,
O, onun talebesi olacaktır orada.)
Ben ondan da ayrılıp, bekledim bir kaç sene.
Sonra gittim oradan, Buhara beldesine.
Huzuruna girince, beni görüp sevindi.
Buyurdu ki: (Hoş geldin, ey Abdullah Hacendi!
O oniki senenin bitmesine ve lakin,
Daha üç gün var idi, sen biraz erken geldin.)
Sohbetinin tesiri, belli oldu halimden.
Dünya muhabbetini çekip aldı kalbimden.
Onun himmeti ile, iyi oldu her halim.
Hatta kısa zamanda, açıldı hemen kalbim.
. Münakaşa yasaktır
Bu zatın var idi ki, gençten bir talebesi,
Çoktu bu üstadına muhabbeti, sevgisi.
Behaeddin Buhari ona dedi: (Ey filan!
Her zaman beni yad et, çıkarma hatırından.)
O talebe diyor ki: Bu emir mucibince,
Onu unutmamaya çalışırdım gün gece.
Bir sene, babam ile hac yoluna çıkmıştık.
Ve bir müddet sonra da, Hirat’a ulaşmıştık.
Seyrederken Hirat'ın bir kısım yerlerini
Unuttum bir aralık Hace hazretlerini.
Unutmakla birlikte, bendeki her iyi hal,
Manevi hasletlerim gittiler benden derhal.
Sanki feyiz kesildi, uzaklaştı her nimet.
Sanki geri alındı, o tasarruf ve himmet.
Kendimi, kupkuru bir odun gibi hissettim.
Ne aşk kaldı kalbimde, ne sevgi, hayret ettim.
Babam dedi: (Kurtulmak istiyorsan bu halden,
Seni, başka veliye götüreyim ben hemen.)
Babamın teklifini istemedim ben fakat.
Dedim: (Zannederim ki, bende var bir kabahat.
Üstadımın emrinden, gafil oldum bir kere.
Bu yüzden duçar oldum, böyle kötü hallere.)
Haccımızı yapıp da, edince eve avdet,
Hocamın huzuruna vasıl oldum nihayet.
O beni görür görmez, buyurdu ki: (Ey oğlum!
Hirat'da, beni biraz unuttun, biliyorum.
O anki gafletine hiç üzülme, zira biz,
Bila kasıt yapılan kusurları görmeyiz.
Lakin dostu unutmak, dostluğa sığmaz evlat.
Hiç seven, sevdiğini unutur mu bir saat?
O veliye gitseydin, olmazdı faidesi.
Çünkü sen, bu menbadan alıyorsun her feyzi.
Benim talebelerim, sanki benim oğlumdur.
Başkasının, onlara tasarruf haddi yoktur.)
Şöyle anlatıyor ki talebeden biri de:
Münakaşa etmiştim Nesef'te ben biriyle.
Bu yüzden, o kimsenin kalbini incitmiştim.
Ve hem de kendisinden özür dilememiştim.
Aynı gün, Buhara'ya, hocama gittim, fakat,
Hiç bakmadı yüzüme, etmedi hiç iltifat.
Araya koydumsa da, başka talebeleri,
Olmadı onların da, yine faideleri.
Sonunda çok yalvarıp, arz ettim ki: (Ne olur,
Affedin bu fakiri, olduysa hata, kusur.)
Buyurdu ki: (Nesef'te, niçin o arkadaşa,
Kaba sözler söyleyip, eyledin münakaşa?
Sen bilmiyor musun ki, bir mümini incitmek,
Kâbe’yi yıkmak gibi, bir günahtır büyücek.
Ondan özür dileyip, almadıkça helallık,
Bizim sohbetimize almayız seni artık.)
(Peki efendim) deyip, Nesef'e döndüm hemen.
Gidip özür diledim, acele o kimseden.
Sonra haber verince, bunu kendilerine,
Ancak kabul ettiler, beni sohbetlerine.
. Üzülme, bekle biraz
Seyyid Emir Külal'in, vardı ki bir evladı,
Emir Burhaneddin’di hem dahi onun adı.
O der ki: Otururken biz bir gün evimizde,
Hazret-i Hace dahi, var idi o gün bizde.
Mevlana Arif diye, vardı bir din kardeşim.
Uzakta olduğundan, çoktandır görmemiştim.
Öyle özlemiştim ki o kimseyi o ara,
Derdim ki: Gelir mi ki, o kişi buralara?
Hazret-i Hace'ye de, eyleyince bunu arz,
Buyurdu: (Bunun için üzülme, bekle biraz.)
Sonra kalktı yerinden, çıkıp gitti bahçeye.
Bağırdı: (Ey Mevlana, Buhara'ya gel!) diye.
Sonra içeri girip, buyurdu ki: (Ey Emir!
O, işitti sesimi, inşallah yarın gelir.)
Ertesi gün olunca, hem de sabah erkenden,
Çıkıp geldi o kişi oraya hakikaten.
Ona, (Hoş geldin) deyip, götürdüm evimize.
Dedim: (Nasıl oldu da, teşrif ettin sen bize?)
Dedi: (Dün, bu saatte, evimde otururken,
Hace hazretlerinin sesini duydum birden.
İsmimle çağırarak, dedi: (Gel Buhara'ya!)
Ben de, alel acele, çıkıp geldim buraya.)
Onun talebesinden, anlatır ki biri de:
İkamet ediyorduk önce Taşkent ilinde.
Üstadımı görmeye giderdim bazı vakit.
Bir gün, yine içimden, ses geldi: (Hocana git!)
Hemen kavuşmak için, o büyük evliyaya,
Aynı gün yola çıktım, Taşkent'ten Buhara'ya.
Zevcem, yola çıkmadan getirip biraz altın,
Dedi: (Bu altınları, koy önüne o zatın.)
(Niçin gönderiyorsun?) diye sordum hanıma.
Gizledi niyetini, demedi yine bana.
Ben de ısrar etmeden, aldım o altınları.
Gidince, üstadıma arz eyledim onları.
O, tebessüm ederek, buyurdu ki: (Ey filan!
Bana, çocuk kokusu gelir bu altınlardan.
Ümid ediyorum ki, yakında cenab-ı Hak,
Size bir erkek çocuk verecektir muhakkak.)
O zaman ben anladım zevcemin niyetini.
Ve gördük o duanın hemen bereketini.
O büyük evliyanın, yüksek dualarıyla,
Bize, bir salih oğul bahşetti Hak teâlâ.
Talebeden biri de, bize şöyle nakleder:
Bir yerde, üstadımla bulunurduk beraber.
Bir gün, haber aldım ki biraderim hakkında,
Dediler: (Vefat etti Şemseddin Buhara'da.)
Hemen cenazesine yetişebilmek için,
Hace Behaeddin’den istedim gidip izin.
Buyurdu: (İstiyorsan, Buhara'ya git, fakat,
Şemseddin şimdi sağdır, etmedi ki o vefat.
Ben, onun kokusunu duyuyorum şu anda.
Hatta o bulunuyor, şimdi çok yakınlarda.)
O an kapı çalındı, açınca hayret ettim.
Zira girdi içeri, neşeyle biraderim.
. O himmet olmasa
Talebesinden biri anlatıyor ki şöyle:
Evden çıktım, hocamı ziyaret gayesiyle.
Yolumun üzerinde, vardı bir büyük ırmak.
Köprü var idiyse de, baktım ki hayli ırak.
O esnada, kalbime bir fikir geldi benim.
Dedim: (Suyun üstünden, yürüyerek gideyim.)
Böyle şey yapmamıştım hiç de o güne kadar.
Düşündüm ki: Muhakkak bunun bir hikmeti var.
Büyük bir cesaretle, Allah’a güvenerek,
O ırmağın üstünden, yürüdüm karşıya dek.
(Bu, bir keramet) deyip, devam ettim yoluma.
O gün öğleye doğru, kavuştum üstadıma.
Huzuruna girince, buyurdu ki: (Evladım!
Seni gözetliyorum, gelirken adım adım.
O suda yürümeyi, ben getirdim aklına.
Sonra koydum elimi, ayağının altına.
İstesem, kalbindeki o hallerin hepsini,
Alır ve himmetimden mahrum ederim seni.)
Ve bütün hallerimi aldılar bende olan.
Kendimi kupkuru ve ruhsuz buldum o zaman.
Sonra, geri vererek, bir teveccüh ettiler.
Çok yüksek makamlara beni ilerlettiler.
Esseyyid Burhaneddin adında bir sevdiği,
Vardı ki, çok severdi o dahi bu veliyi.
O, bir gün, bu velinin bağda olduğu saat,
Ona, balık götürüp, hediye etti bizzat.
Hace Behaeddin-i Buhari hazretleri,
Alıp kabul buyurdu, gelen bu hediyeyi.
Ateş yakıp, pişirmek istediler o günde.
Lakin yağmur bulutu belirdi gökyüzünde.
Sonra şimşek çakarak, bir yağmur başladı ki,
Su, gökten kova ile boşanıyordu sanki.
Buyurdu: (Burhaneddin, dua et de Allah’a,
Yağmur, bir müddet için yağmasın bizim bağa.)
O da (Peki) diyerek, etti şöyle tazarru:
(Ya ilahi, bu bağa yağdırma bu yağmuru.)
Yağmur devam ederken her yere fazlasıyle,
Yalnız o bağ içine, yağmıyordu az bile.
Yine, (Mevlana Arif) diye bir talebesi,
Var ki, şöyle anlatır bir vakayı kendisi:
Diyor ki: Bir kış günü, yok idi fazla soğuk.
Biz, hocamla birlikte, bir yere gidiyorduk.
Bir miktar yol gidince, baktık ki biz bir ara,
Hava birden sertleşip, başladı tipi, bora.
Bir kar fırtınası ki, göz gözü görmüyordu.
Soğuk ve kar, her yeri kasıp kavuruyordu.
Lakin bu fırtına ve tipi başladığında,
Bir ayakkabım bile, yok idi ayağımda.
O an, büyük üstadım, yerinde kıldı karar.
Gök yüzünden tarafa, şöyle bir etti nazar.
Onun o bakışıyle, durdu tipi, fırtına.
Kar yağışı ve rüzgar, o anda erdi sona.
Sonra hava açıldı, oldu günlük güneşlik.
Ondan sonra bir zahmet çekmedik bir zerrecik.
. Bensiz mi yiyordunuz?
Bir köyde, bu veliyi çok seven talebeler,
Bir evde toplanarak, bir araya geldiler.
Gayeleri, o akşam biraz sohbet etmekti.
Hace hazretlerinden konuşup bahsetmekti.
Dediler ki: (Burada olsaydı o da hazır,
Dökülürdü ağzından, bir nice hikmet ve sır.)
Sütlaç pişirmişti ki ev sahibi, o ara,
Getirdi bir kab ile, ikram için onlara.
Orta yere koyarak, dedi ki: (Kardeşlerim!
Haydi gelin, buyurun, hep birlikte yiyelim.)
Bu davet üzerine, yerlerinden kalktılar.
Oturup, ellerine birer kaşık aldılar.
Ve lakin o sütlaçtan, kimse yiyemiyordu.
Zira kimsenin eli, kıpırdıyamıyordu.
Sanki bağlanmış idi elleri herbirinin.
Uzanamıyorlardı sütlaca bunun için.
Hepsi, birbirlerine hayret ile bakarak,
Dediler ki: (Bu işte, bir hikmet var muhakkak.)
O sütlaçtan, hiç biri yemeden tek bir kaşık,
Çaresiz, o sofradan kalktılar hepsi artık.
O andan itibaren, geçmişti ki bir saat,
Teşrif etti o eve, birden o mübarek zat.
Herbirinin içine, doldu bir neşe, sevinç.
Zira onu, o vakit beklemiyorlardı hiç.
Buyurdu: (Kardeşlerim, ben Kasr-ı arifan'dan,
Bu köye gelmek için, yola çıktığım zaman,
Sütlacı, pişmek için, siz ocağa koydunuz.
Sonra, benden bahsedip, sohbete koyuldunuz.
Ben yarı yolda iken, pişti sütlacınız da.
Ve yemek istediniz, siz onu aranızda.
Nasıl yiyecektiniz ve lakin biz olmadan?
Bağladım elinizi, yiyemediniz ondan.
Onu yemek üzere, toplandınız siz, fakat,
Yoktu hiç birinizde, yemeğe güç ve takat.
Bir hikmet var diyerek, sofradan kalktınız hep.
Beni beklemek imiş, demek ki buna sebep.
Haydi, şimdi getirin o sütlacı ortaya.
Hep beraber oturup, yiyelim doya doya.)
Onlar, sevinç içinde sütlacı getirdiler.
Büyük huzur içinde, neşe ile yediler.
Yine bu büyük zata, yeni talebe olan,
Biri de, bir vakayı ediyor şöyle beyan:
Vakta ki nasip oldu bana da talebelik,
O gün, bir talebesi öğüt verdi bana ilk.
Dedi ki: (Yolumuzda, mühimdir haya, edep.
En çok buna riayet ederiz burada hep.
Mesela hocamızın evlerinden tarafa,
Ayak uzattığımız olmamıştır bir defa.)
Ben de, bir gün dışarda yatmıştım kısa bir an.
Gelip, ayaklarımı tekmeledi bir hayvan.
Fırlayıp kalktım hemen, çok acı hissederek.
Düşündüm ki: Bunun bir hikmeti olsa gerek.
O esnada, yaptığım o hatayı anladım.
Zira o eve doğru uzanmıştı ayağım.
.
38 - UBEYDULLAH-I AHRAR (Kuddise Sirruh
.Aynen benim elimdir
Allah adamlarından Ubeydullah-ı Ahrar,
Sayesinde, zulmetten nura çıktı insanlar.
Çocukken parlıyordu yüzünde nur ve şua,
Görenler hayran olur, ederdi ona dua.
Şihabüddin adında, vardı ki bir dedesi,
Evliya bir zat olup, yüksekti derecesi.
Hastalanıp, vefatı yaklaşınca bu zatın,
Vedalaştı hepsiyle aile efradının.
Sonra, torunlarıyla görüştü birer birer.
En son, Ubeydullah’ı yanına getirdiler.
Henüz pek küçük idi Ubeydullah o zaman.
O içeri girince, doğruldu yatağından.
Kucağına alarak, bağrına bastı onu.
Ağlayarak dedi ki: (Bekliyordum ben bunu.
Bu, çok büyük bir veli olacaktır ilerde.
Ve lakin ben hayatta bulunmam o günlerde.
Âlemi tutacaktır, bunun feyz ve nurları.
Emrinde olacaktır, cihan padişahları.)
Sonra da, babasına buyurdu ki: (Ey oğlum!
Bunun yetişmesini, sana ısmarlıyorum.)
Akranları oynarken, o, hiç oynamıyordu.
Zira oyun oynamak, ona tad vermiyordu.
Derlerdi: (Bizim ile oynamazsın sen niçin?)
Derdi ki: (Biz dünyaya, gelmedik oyun için.)
Gençliğinde, ziyaret eylemişti Hire’yi.
O yerde, bir kimseden duydu Yakub Çerhi’yi.
Onun muhabbetiyle, tutuştu, yandı birden.
Onu görmek üzere, derhal çıktı o yerden.
Huzuruna girince, gördü sevgi, iltifat.
Kalbinden geçirdi ki: İşte aradığım zat.
Onu, Yakub-i Çerhi görür görmez ilk daha,
Farketti kalbindeki o cevheri bi-baha.
Bahaddin Buhari'yi, anlatıp uzun uzun,
Dedi: (İşte bu zattır, rehberi yolumuzun.)
Elini uzatarak, sonra Ubeydullah’a,
Buyurdu ki: (Şimdi kalk, gel eyle müsafaha.)
Bir an tereddüt etti Ubeydullah-ı Ahrar.
O zaman buyurdu ki: (Yüzüme eyle nazar.)
Bakınca, öyle nurlu gördü ki cemalini,
Sarılıp kucaklamak istedi kendisini.
Yakub-i Çerhi dahi, buyurdu ki: (Gel beri.
Behaeddin Buhari tutmuştur bu elleri.
Demişti: Senin elin, aynen benim elimdir.
Senin elini tutan, benim de sevdiğimdir.
Bu el, onun elidir, haydi müsafaha et.
Sana müyesser oldu bu nimet ve saadet.)
Hürmet ve muhabbetle, tutup öptü elini.
Üç ay hizmet ederek, aldı icazetini.
. Yardıma koşardı
Ubeydullah-ı Ahrar, üstadına az hizmet,
Ederek almış idi, ondan mutlak icazet.
Üç ay gibi zamanda, işinin bittiğini,
Görüp, Yakub Çerhi’den sordular hikmetini.
Buyurdu: (Onun gibi gelseydi her kim şayet,
Onlar da, böyle çabuk alırlardı icazet.
Yağını, fitilini hazırlamış o kişi.
Biz, yalnız yakmak için, verdik ona ateşi.)
Üç ay hizmet edince, kalbine nurlar doldu.
Yirmidokuz yaşında, veliyyi kâmil oldu.
Üstadından ayrılıp, döndü memleketine.
Ziraatle uğraşıp, çok mal girdi eline.
O kadar bereketli oldu ki mahsulleri,
Binüçyüzden ziyade var idi çiftlikleri.
Amele çalışırdı herbirinde üçer bin.
Her çiftliğe, ayrıca vekiller etti tayin.
Anbarına giren şey, çok bereketlenirdi.
Bir yılda, sekizyüz bin batman uşur verirdi.
Bu kadar zengin iken Ubeydullah-ı Ahrar,
Kalbinde, mal sevgisi yok idi zerre kadar.
Herkese, o kadar çok yapardı ki bol ihsan,
Onun yaptığı gibi, yapamazdı her insan.
Rahat etmesi için, kendisinden gayrisi,
Her türlü meşakkati, yüklenirdi kendisi.
Tanıdık tanımadık, dost düşman ayırmadan,
Herkesin yardımına, koşuyordu durmadan.
Öyle fazla idi ki yardımı fakirlere,
İyilik ve ihsanı, destan oldu dillere.
Derdi ki: (Tasavvufla, yoktu benim bir ilgim.
Yoktu hem evliyalık hususunda bir bilgim.
Tasavvuf kitabı da, okumuş değilim hiç.
Yoktu başka hasletim, sadece bir şey hariç.
Hak teâlâ, bir haslet ihsan etmiş ki bana,
Koşardım darda kalan kulların yardımına.
Ayırmazdım dost-düşman, hatta kâfir-müslüman.
Herkese hizmet için, can atardım her zaman.
Bu huyum sebebiyle, lütfetti Hak teâlâ,
Tasavvufta derecem, herkesten oldu a’la
Çok severim hizmeti, budur yaratılışım.
Mesela medresede vardı üç arkadaşım.
Hasta oldu üçü de, kaybedip sıhhatini.
Ben aldım üzerime, onların hizmetini.
Sonra, hastalıkları bana etti sirayet.
Buna rağmen, severek yapardım yine hizmet.
Zira bu iş, katiyen değil benim elimde.
Yardım etme hasleti, mevcuttur hilkatimde.)
. Testi kırılmasaydı
Bir gün, sevdiklerinden var idi ki bir kişi,
Tam yapacağı anda günah olan bir işi,
Bu velinin sesiyle, toparlandı ansızın.
Buyurdu ki: (Dur yapma, günahtır o yaptığın!)
Sonradan gördüğünde Ubeydullah Ahrar’ı,
Buyurdu ki: (Ateş bil haram ve günahları.
Bizi, yoktan yaratıp, vermişken her nimeti,
Kul, nasıl ona karşı işler bir masiyeti?)
Aynı kişi başka gün, yine uyup nefsine,
Şarap almış giderdi, bir akşam hanesine.
Lakin şarap testisi, çarparak bir duvara,
Kırılıp, içindeki döküldü hep yollara.
Anladı bu sefer de, bir ikaz olduğunu.
Tuttu o veli zatın hanesinin yolunu.
Ubeydullah-ı Ahrar buyurdu ki: (Evladım!
Bir kul, günah yolunda atmamalı bir adım.
Bilesin ki o testi, kırılmasaydı şayet,
Benim kalbim kırılıp, üzülecektim gayet.)
O kişi pişman olup, etti tövbe, istiğfar.
Günah işlememeyi, kendine etti şiar.
Başka bir talebesi var idi ki, pek fakir.
Bir seferden dönerken, oldu ona misafir.
Üstadın geldiğini görünce ev sahibi,
Çok sevindi, cennetten bir müjde gelmiş gibi.
Lakin o talebenin, genç ve güzel bir oğlu,
Vardı ki, bilmiyordu onun kim olduğunu.
Zira teşrif etmişti evlerine henüz ilk.
O genç, surat asarak, gösterdi hürmetsizlik.
Ubeydullah-ı Ahrar, görüp gencin halini,
Acıyıp, kendisine çekti onun kalbini.
Yavaşça buyurdu ki: (Doğru mu böyle yapmak?
Ben de, senin yüzünü kara edeceğim bak.)
Biraz sonra, aniden, genç fırlayıp yerinden,
Ubeydullah Ahrar’ın önüne geldi birden.
Dedi ki: (Ey efendim, uzak yoldan geldiniz.
Size ikram edeyim, ne arzu ederseniz.)
(Bir sıcak çorba getir) buyurunca o gence,
Ocağı yakmak için, koşuverdi hemence.
Çabuk yansın diye de, üflüyordu durmadan.
Öyle ki, yüzü gözü oldu hep is ve duman.
Ocak tutuşuyorken, onun üflemesiyle,
Kalbi de tutuşmuştu o zatın sevgisiyle.
Simsiyah yaptıysa da, yüzünü ocak isi,
Nurlandırdı kalbini, o velinin sevgisi.
Sonra, o pişirdiği çorbayı getirerek,
Kavuştu himmetine, bizzat ikram ederek.
O günden sonra artık, ayrılmadı yanından.
Çok istifade etti onun füyuzatından.
. Bal, şarap oldu
Ubeydullah-ı Ahrar, bir gün hizmetkârına,
Buyurdu: (Semerkant’tan, biraz bal getir bana.)
Hizmetçi (Peki) deyip, sefere çıktı derhal.
Emredildiği gibi, satın aldı biraz bal.
Sonra, tam dışarıya çıkıyorken, ansızın,
Dükkandan içeriye, girdi bir güzel kadın.
Şehvet nazarı ile, kadına baktı bir an.
Biraz sonra ayrılıp, yoluna oldu revan.
Taşkent'e vasıl oldu, üstadının evine.
Takdim etti o balı, derhal kendilerine.
Lakin o büyük veli, kaşlarını çatarak,
O hizmetçi kişiye, pek sitemle bakarak,
Buyurdu ki: (Sen gittin, bal alıp gelmek için.
Lakin şarap getirdin sen bize, acep niçin?)
Hizmetçi çok şaşırıp, verdi ki şöyle cevap:
(Efendim, bu kutuda bal vardır, değil şarap.)
Ve lakin o kutuyu açar açmaz hizmetçi,
Gördü ki, hakikaten şarap dolu hep içi.
Utanıp, hatasını tahmin etti o anda.
Düşündü: O kadına bakmıştım Semerkant’ta.
Demek ben, o günahı eyleyince irtikab,
Kutudaki bu bal da, bir anda oldu şarap.
Bir talebesi vardı, yine bu evliyanın,
Ticaret işlerini yapardı hep bu zatın.
Ticaretten dönerken büyük bir kervan ile,
Birden karşılaştılar, bir gurup haramiyle.
Ve lakin o talebe, etmedi hiç endişe,
Düşündü ki: Üstadım verdi beni bu işe.
Bu kervanı, o bana madem etti emanet,
O halde ondan bana, gelir yardım ve medet.
Gözlerini kapayıp, düşündü üstadını.
Talep etti acilen, yardım ve imdadını.
Sonra kılıç çekerek, bindi derhal atına.
Eşkıyanın üstüne, saldırdı tek başına.
Kendini, üstadının şeklinde buldu o an.
O değil, üstadıydı sanki öyle saldıran.
Kalabalık bir gurup idi ki hem de onlar,
Korkudan, hepsi kaçıp, darmadağın oldular.
O talebe, gelince üstadın huzuruna,
O, bir şey söylemeden, şöyle buyurdu ona:
(Zayıflar, kuvvetli bir düşmana rast gelseler,
Kendi kuvvetlerinden vaz geçip onlar eğer,
Allah adamı olan velilerin birinden,
Yardım talep etseler ruhaniyetlerinden,
Hak teâlâ, onlara, verir ki öyle kuvvet,
Düşman, onlara karşı edemez mukavemet.
Dağı bile devirir evliyanın himmeti.
Sizin kurtulmanızın, buydu asıl hikmeti.)
. Oğlum, Horasan’a git!
Bir talebesi vardı, Ubeydullah Ahrar’ın.
Yıllarca sohbetinde bulunmuştu bu zatın.
Yanına çağırarak bir gün bu talebeyi,
Sordu: (Düşünmez misin, memlekete gitmeyi?)
Arz etti ki: (Efendim, bir mecburiyet hariç,
Yanınızdan ayrılıp gitmeği istemem hiç.)
Buyurdu ki: (Evladım, Horasan’a git hemen.
Sıkıntı veriyorlar bana baban ve annen.)
(Peki efendim) deyip, gitti o Horasan’a.
Söyledi bunu aynen, anne ve babasına.
Onlar bunu duyunca, ağladılar bir nice.
Zira hatalarını anladılar iyice.
Dediler: (Biz beş vakit namazı müteakip,
Ubeydullah Ahrar’a, biraz teveccüh edip,
Ve dua ederdik ki peşinden Rabbimize:
Artık izin versin de, göndersin seni bize.)
O dahi çok ağlayıp, gitmeye aldı izin.
Kavuştu üstadına, bir daha dönmeksizin.
Yine bu büyük zatı sevenlerden birinin,
Bir hizmetçi kölesi var idi, gayet emin.
Bir gün nasıl olduysa, kaybetti kölesini.
Aradı Semerkand’ın her ücra köşesini.
Gezerken yine onu aramak gayesiyle,
Ubeydullah Ahrar’ı gördü talebesiyle.
Atının dizginini tutarak gidip derhal,
Ağlayıp, arz etti ki: (Böyledir işte ahval.
O benim herşeyimdi, artık siz bilirsiniz.
Bu derdimi, ancak siz halledebilirsiniz.)
O, eliyle gösterip köylerden birisini,
Buyurdu: (Aradın mı, şu köyde kendisini?)
(Hayır) deyip, doğruca o köye vardı hemen.
Ve buldu kölesini, o köyde hakikaten.
Su dolu bir testiyle, şaşkın oturuyordu.
Yaklaşıp, (Neredeydin?) diyerek ona sordu.
Dedi: (Evden dışarı çıkmıştım ki bir ara,
Bir atlı beni tutup, kaçırdı uzaklara.
Sonra da, köle diye birine sattı beni.
Günlerdir görüyordum o zatın hizmetini.
Bir gün de göndermişti, ırmaktan su almağa,
Şu testiyi alarak, gitmiştim o ırmağa,
Doldurup, tam geriye dönecektim ki, birden,
Kendimi burda buldum, şaşırdım hayretimden.
Rüya mı görüyorum, uyanık mıyım? diye,
Hayret içerisinde dalmıştım düşünceye.
İşte bu şaşkınlıkla, bu yerde otururken,
Sizin geldiğinizi farkettim ta ilerden.)
O kişi öğrenince, işin hakikatini,
Anladı o velinin büyük kerametini.
. Bizim işimiz başkadır
Bu büyük zat, ekseri giderdi sultanlara.
Çok tesirli olurdu, nasihatı onlara.
Üstlerinde nüfuzu öyle çoktu ki onun,
Cihan padişahları, eğmişti ona boyun.
Ve hatta kendisi de, buyurdu ki bir sefer:
(Talebe yetiştirmek isteseydim ben eğer,
Hocalar, tek talebe bulamazdı bir yerde.
Lakin başka vazife verildi bizlere de.
Zalimlerin şerrinden, müminleri korumak.
Dini kuvvetlendirip, islamiyet’i yaymak.
Bize, bu vazifeler verilmiştir ki şu an,
Bunu temin etmeye çalışırız durmadan.)
Buyurdu: (Allah bize, verdi ki öyle tesir,
İstesem, Çin sultanı olurdu bana esir.
İlahlık dava eden, o çok mağrur melik'i,
Öyle tesir altında bırakabilirim ki,
Sultanlığı bırakıp, olurdu bana aşık.
Ve koşardı kapıma, yalın ayak, baş açık.
Böyle bir tasarrufa sahipsek de, yine biz,
Bu babta, Rabbimizin takdirini bekleriz.
Onun iradesine, tam rıza göstererek,
Ona boyun eğeriz, edebi gözeterek.)
Semerkant’ta o zaman, Mirza Abdullah diye,
Bir sultan var idi ki, gitti onu görmeye.
Karşılamak üzere, biri geldi beylerden,
Buyurdu ki: (Sultanı görmek için geldim ben.)
O ise, edepsizce cevap verip dedi ki:
(Bizim padişahımız, pervasız biridir ki,
Öyle kolay değildir onunla görüşmeniz.
Bizim sultanımızla nedir sizin işiniz?
Bir derviş haliniz var gördüğüm kadariyle.
Ne işi olabilir, dervişin sultan ile?)
Ubeydullah-ı Ahrar, buna gadaplanarak,
O edepsiz kişiye buyurdu ki: (Bana bak!
Eğer pervasız ise, sizin o melikiniz,
Pervalı biri ile, onu değiştiririz.
Git, bunu kendisine söyle benden çabucak.
Ve bir hafta sonunda, gör ki neler olacak.)
Kalemini çıkarıp, eli ile o ara,
O melikin ismini, yazıverdi duvara.
Sonra da, parmağını ağzında ıslatarak,
Sildi o hükümdarın ismini tam olarak.
Ve oradan ayrılıp, Taşkent’e döndü yine.
Anında korku girdi, o melikin kalbine.
Aradan geçmişti ki, tam da bir hafta kadar,
Onun memleketine saldırdı bir hükümdar.
Öldürüp, Semerkant’a hakim oldu topyekün.
İsmi gibi, cismi de silinip gitti o gün.
. Rüyada okuduk ya
Ubeydullah-ı Ahrar, bazı talebesiyle,
Bir yere giderlerken ziyaret gayesiyle,
Kağıt kalem istedi, talebenin birinden,
(Ebu Said) yazdı ve cebine koydu hemen.
Sonra da, bir fatiha okudu onun için.
Hiç kimse, hikmetini anlamadı bu işin.
Bir tanesi sordu ki: (Efendim, az önce siz,
Ebu Said ismini, ne için kaydettiniz?)
Buyurdu ki: (Bu, öyle birinin ismidir ki,
Çok yakında, o olur bu yerlerin meliki.
Semerkant, Horasan ve Taşkent’i de alarak,
Bütün bu bölgelere, hükmeder tam olarak.)
Fazla geçmemişti ki o günden itibaren,
Ebu Said’in ismi, yükseldi hakikaten.
Meğer Ebu Said de, o günün sabahında,
Evliyadan birini görmüştü rüyasında.
O veli, kendisine dedi: (Ya Eba Said!
Ubeydullah Ahrar’ın, sohbetine sen de git.
Bak, o senin ismini yazıp koydu cebine.
Ve fatiha okudu sırf senin nusretine.
Bu devrin kutb'u odur, Taşkent’tedir hem şu an.
Koş onun hizmetine, geçirme daha zaman.)
Uyanınca gördü ki, tutulmuş kendisine.
Ve o gün yola çıktı, Taşkent memleketine.
Varınca, ahaliden sordu onun evini.
Ve öğrendi onlardan, nereye gittiğini.
Daha sonra, atını koşturdu o tarafa.
Onun muhabbetiyle yanıyordu adeta.
Bu aşk ve heyecanla, koşturdu o gün atı.
Ve nihayet yetişip, gördü o veli zatı.
Ubeydullah Ahrar’ı görür görmez o bizzat,
Dedi ki: (İşte budur, rüyada gördüğüm zat.
Odur benim ismimi yazıp cebine koyan.
Ve odur, benim için bir fatiha okuyan.)
Attan inip, hürmetle gidiverdi yanına.
Ve attı kendisini, mübarek ayağına.
Bu görüşmeden sonra, o gitti diyarına.
Hayli asker toplanıp, birikti etrafına.
Semerkant’ı fethetmek gayesiyle tekrardan,
Gelip himmet istedi, Ubeydullah Ahrar’dan.
Buyurdu ki: (Bu işte, nedir maksat ve niyet?
Eğer Allah içinse, erişir yardım, medet.)
Ubeydullah Ahrar’ın himmet ve duasıyla,
Semerkant üzerine yürüdü ordusuyla.
Bir ara, Ebu Said baktı ki cenk gününde,
Ubeydullah Ahrar da gider ordu önünde.
Ondan kuvvet alarak, verdi bir (Hücum!) emri,
İki saat içinde, fetheyledi o yeri.
. İkaz etti, ama...
(Ahmet Mirza) vardı ki, Semerkant sultanıydı.
Ubeydullah Ahrar’a gönülden tam bağlıydı.
Onun bir kardeşi de, (Sultan Mahmud) adında,
Hükümdardı o dahi Semerkant yakınında.
Bu sultan, biraderi Ahmet Mirza’ya karşı,
Toprağına göz dikip, arzu etti savaşı.
Duyup Ahmet Mirza da, onun bu niyetini,
Ubeydullah Ahrar’a arz eyledi halini.
O dahi mektup yazıp, derhal Sultan Mahmud’a,
Buyurdu ki: (Sana hiç yakışır mıydı bu da?
Siz, iki kardeş olup, birer hükümdarsınız.
Keşke birbirinize yardımcı olsaydınız.
Ben ikaz ediyorum, seni sevdiğim için.
Yoksa, sana dokunur neticesi bu işin.)
Çok ikaz ettiyse de, böyle Sultan Mahmud’u,
O, yine vaz geçmeyip, topladı büyük ordu.
Yürüdü pervasızca, geldi muhasaraya.
Bundan, çok korku geldi, sultan Ahmet Mirza’ya.
Zira biraderinin, çok üstündü ordusu.
Buydu Ahmet Mirza’nın endişesi, korkusu.
Ubeydullah Ahrar’a, bunu da arz ederek,
Dedi ki: (Bu orduya, imkansız güç yetirmek.)
Buyurdu ki: (Hiç korkma, olma sakın ümitsiz.
Allah’ın izni ile, biz bu işe kefiliz.)
Ve nihayet başladı, çok şiddetli bir savaş.
Düşman ilerliyordu şehire yavaş yavaş.
Gerçekten çok üstündü kardeşinin kuvveti.
Bir anda kırmışlardı, karşı mukavemeti.
Tam gireceklerdi ki düşmanlar Semerkant’a,
Kuvvetli bir kasırga kopuverdi bir anda.
Öyle şiddetliydi ki, göz gözü görmüyordu.
Düşmanlar, birbirini vurup öldürüyordu.
Askerler, atlarıyle başladı devrilmeye.
İmkan yoktu, bir adım bile ilerlemeye.
Hatta o askerlerin, öyle oldu ki hali,
Havaya uçarlardı kuru yaprak misali.
Ana-baba gününe dönmüştü sanki meydan.
Hiç kimse, diğerini görmezdi toz dumandan.
Kasırganın şiddeti, gittikçe artıyordu.
Atlar, sahiplerini çiğneyip kaçıyordu.
En son, Sultan Mahmut da, kaçtı harp meydanından.
Ordusu da toplanıp, kaçtılar hep ardından.
Ubeydullah-ı Ahrar buyurdu ki: (Ey Ahmed!
Geç ordunun başına, kaçanları takib et.)
Koşturup, altı fersah peşlerinden gittiler.
Çok düşman askerini, kılıçtan geçirdiler.
Himmet ve yardımıyle Ubeydullah Ahrar’ın,
Yine muvaffakıyet oldu Ahmet Mirza’nın.
. Dua istemek
Ubeydullah-ı Ahrar, pek mütevazı idi.
Kimi görse, muhakkak bir dua ister idi.
Kendisi anlatıyor: Büyük küçük, hür köle.
Hiç tanımasam dahi, karşılaşsam kiminle,
(Bana dua et) diye yalvarıyordum içten.
Şayet dua ederse, uçuyordum sevinçten.
Yine bir gün, başımdan şu vaka geçti benim.
Verimli bir tarlası var idi validemin.
Validem, o tarladan kaldırdıkça buğdayı,
Bana da gönderirdi, hisseme düşen payı.
Yine göndermiş idi, o buğdaydan bir kere,
Ben de, o buğdayları boşaltmıştım kilere.
Döndüğümde, gördüm ki kilerde meşgul iken,
Dönüp gitmiş geriye, o buğdayı getiren.
(Ne için o kimsenin duasını almadım?)
Diye düşünerekten, çok üzülüp ağladım.
Koşup hemen peşinden, yetiştim en nihayet.
Yalvararak dedim ki: (Lütfen bana dua et.
Belki senin duanla bağışlar beni Rabbim.
Ve duan sayesinde, düzelir belki halim.)
O kişi hayret edip, dedi ki: (Ne dersiniz.
Herhalde başkasına beni benzetirsiniz.
Ben cahilim, ilgim yok bahsettiğin şey ile.
Yüz yıkamayı bile bilemem layıkıyle.
Senin istediğin şey, bende yok ki vereyim.
Ama madem istedin, bir dua eyleyeyim.)
Ellerini kaldırıp, etti ki öyle dua,
Açılma oldu hemen, batınımda o anda.
Zira bir kul, bir kula dua ederse eğer,
Rabbimiz o duayı, elbette kabul eder.
Bu zat buyuruyor ki: (Doğru kitap okuyun.
Faideli ilimle ruhunuzu doyurun.
Nasıl beden muhtaçsa, hergün gıda almaya,
Ruhun da ihtiyacı var muhakkak gıdaya.
Bedenimiz, topraktan yaratıldığı için,
Ondan çıkan şeylerdir gıdası bu bedenin.
Mesela ekmek ve su, yine sebze ve meyve.
Toprak mahsulü olup, gıdadır bedenlere.
Ruh, âlem-i emir’den yaratılmıştır fakat.
Bedenin gıdasından, alamaz lezzet ve tat.
İlim, sohbet, ibadet ve Kur'an tilaveti.
İşte ruh, bu şeylerden alır asıl kuvveti.
Gıdasını muntazam alamayınca beden,
Nasıl ki zayıf düşüp, hastalanırsa hemen,
Ruhun dahi gıdası verilmezse eğer ki,
Zayıflar, hasta olur ve hatta ölür belki.
Ruhun ölmesi demek, imansız olmasıdır.
Cezası, ahirette ebedi yanmasıdır.
. Çabuk çıkın evlerden!
Evliyanın büyüğü, Ubeydullah-ı Ahrar,
Taşkent’e gidiyordu, mevsim güzel, ilkbahar.
Yolda akşam olunca, talebesinden olan,
Birisinin evinde, misafir oldu o an.
Yatma vakti gelince, çağırıp talebeyi,
Buyurdu ki: (Evladım, yanımda yat sen dahi.)
(Peki efendim) deyip, çekildi bir kenara.
Uykuya dalmıştı ki, bir ses duydu o ara.
Tam gece yarısında, sordu ki mübarek zat:
(Uyuyor musun, yoksa, uyanık mısın evlat?)
Talebesi dedi ki: (Uyumuyorum şu an.)
Ubeydullah-ı Ahrar buyurdu ki o zaman:
(Hemen kalk yatağından, burada durma artık.
Topla eşyalarını ve derhal dışarı çık.
Ve uyandır acele, bu mahalle halkını.
Herkes alsın yanına, kıymetli mallarını.
Beni takib ederek, peşimden gelin hemen.)
Böyle deyip, süratle dışarı çıktı evden.
Yöneldi bir tepeye, hızlı adımlar ile.
Onu takib ettiler, insanlar da hız ile.
Tam tepenin üstüne toplanıp o insanlar,
Dediler: (Niçin geldik buraya, bir şey mi var?)
Onlar böyle söylerken, o anda birdenbire,
Yukardan bir sel kopup, iniverdi şehire.
Önüne ne geldiyse, ağaç, kaya, ev, duvar.
Alıp götürüyordu, helak oldu çok mallar.
Sel, kısa bir zamanda harab etti her yeri.
Öyle ki, daha önce gelmemişti benzeri.
Sellere kapılmaktan kurtulanlar, o gece,
Onun kerametini anladılar böylece.
Bu Harikuladeyi görünce böyle hepsi,
O gün, can-ü gönülden oldular talebesi.
O zat buyuruyor ki: (İki tür günah vardır.
Birisi, Allah ile kullar arasındadır.
İkinci tür günahlar, kulların birbiriyle,
Münasebetlerinden olurlar tamamiyle.
Birinci tür günahı, olsa da büyük, ufak,
Ya ceza verir, ya da, affeder cenab-ı Hak.
Kullar arasındaki günahlara gelince,
Bunlarda, kulların da hakkı vardır bir nice.
Bu türlü günahlarda, adalet olacaktır.
Alacaklı, borçludan hakkını alacaktır.
Lakin geçmez orada, dünyadaki paralar.
Verilir sevap, ecir, yüklenilir günahlar.
Bir liralık hak için, yetmiş yıllık namazın,
Ecri, karşı tarafa verilir, varsa yarın.
Yoksa, alacaklının günahları alınır.
Borçluya yükletilip, Cehenneme atılır.
. Dünya sevgisi
Ubeydullah Ahrar’a bir gün geldi bir kadı.
Dedi ki: (Bana dahi anlatın hakikatı.
Ben de, size talebe olmayı istiyorum.
Ben dahi bu şerefe kavuşayım diyorum.)
Bu kişi, her ne kadar yalvardıysa da, fakat,
Ubeydullah-ı Ahrar etmedi hiç iltifat.
Her gün gelip giderdi, kabul olayım diye.
Yine kabul etmedi onu talebeliğe.
Diğer talebeleri, durumu görürlerdi.
Hikmetini bilmeyip, çok merak ederlerdi.
Biri dayanamayıp, arz etti ki nihayet:
(Efendim, onun hali malumunuzdur elbet.
Kabul olmadım diye, çok fazla üzülüyor.
Boynu bükük ve mahzun, kabulünü bekliyor.)
Cevaben buyurdu ki Ubeydullah-i Ahrar:
(Evladım, o kişinin gönlünde dünyalık var.
Bir kimsenin kalbinde, varsa dünya sevgisi,
Onun, hiç yolumuzda olmaz istifadesi.
Hatta on sene sonra, ereceği mevkiye,
Hırslı olan, yakışmaz burda talebeliğe.
Böyle olan birine, büyüklerin yolunu,
Anlatmak uygun olmaz, düşünmeyin siz onu.)
Bu hadiseden sonra, on yıl geçti aradan.
Ubeydullah-ı Ahrar göç etti bu dünyadan.
O kadı, on yıl sonra (baş kadı) olmuş idi.
Bu halinden ötürü, gayetle sevinçliydi.
Lakin artık bu yola girmek için, kalbinde,
Bir arzu kalmamıştı, bu işin akabinde.
Talebeler, görünce ondaki bu halleri,
Dediler: (Hocamızın çıktı kerametleri.
Kalbinde, mevki makam düşüncesi var diye,
Kabul buyurmamışlar onu talebeliğe.)
Ubeydullah-ı Ahrar buyurdu: (Ey insanlar!
Allah’ın, biz kullara nice nimetleri var.
Bunların içinde de, en kıymetlisi vardır.
O da, bir evliyayı ona tanıtmasıdır.
Yani seviyor ise, bir kulu Allah eğer,
Ona, bir evliyayı tanımak nasip eder.
Tadı, veliler ile gelir her memleketin.
Bir yerde veli varsa, tadı vardır o yerin.
Velhasıl saadete kavuşabilmek için,
Şu üç şartı yapması lazım gelir kişinin.
Birincisi, dinini öğrenmektir iyice.
Felaha kavuşulmaz din öğrenilmedikçe.
İkincisi ameldir, yani öğrendiğini,
Nefse zor gelse dahi, yapmaktır herbirini.
Üçüncüsü, her işi Allah rızası için,
Halisane niyetle yapmasıdır kişinin.
. İşlerin iyisi
Ubeydullah-ı Ahrar, buyurdu ki bir kere:
(İnsan, hiç gitmemeli bilmediği bir yere.
Hak’tan gayri her şeyden, yüz çevirip müslüman,
Allahü teâlâya dönmelidir her zaman.
Bularak gönül ehli bir islam âlimini,
Onun rehberliğinde, düzeltmeli halini.
Bayezid-i Bistami, bir gün sabah dersine,
Başlarken, bir durgunluk gelmişti kendisine.
Toparlayamıyordu o bir türlü zihnini.
Anladı hemen sonra, bu halin sebebini.
Buyurdu: (Bir yabancı var bugün içimizde.
Söyleyin, bulunmasın bizim meclisimizde.)
Talebeler bakınıp, kimseyi görmediler,
(Efendim, içimizde yabancı yok) dediler.
Buyurdu: (Öyle ise, bakın da, bu arada,
Yabancıya ait bir eşya var mı burada?)
Talebeler, dergahta her tarafa baktılar.
Gördüler ki, bir yerde bir yabancı asa var.
Gelip haber verince, bunu kendilerine,
O asayı çıkartıp, devam etti dersine.
Ubeydullah Ahrar’ın bir sohbetinde dahi,
Yine aynı şekilde, olmuştu böyle vaki.
Talebesinden biri, fasıklardan birinin,
Gömleğini giyerek, sohbete geldi o gün.
O zaman buyurdu ki Ubeydullah-ı Ahrar:
(Bu gün meclisimizde, yabancı bir koku var.)
Bakındı talebeler, bu yabancı kim? diye.
O zaman üstadları döndü o talebeye.
Buyurdu ki: (O koku, senden geliyor oğlum.
Bir fasığın gömleği sende var sanıyorum.)
O talebe, dışarı çıktı hemen odadan.
Gömleğini değişip, avdet etti tekrardan.
O zaman o büyük zat, huzur-u kalple yine,
Gayet rahat olarak, devam etti dersine.
Bir gün de buyurdu ki: (Namaz, dinde direktir.
Zira müslüman demek, sanki namaz demektir.
İşin başı namazdır, mümindir namaz kılan.
Eğer kılmıyor ise, şüphelidir o zaman.
Hiç özrü olmaksızın, sırf tembellik ederek,
Beş vakit farz namazdan, kazaya kalsa bir tek,
Azabı çetin olup, Cehennemde yanmaktır.
Zira Rabbin emrini, bu, hafife almaktır.
Acele kaza etmek lazımdır o namazı.
Yoksa, zaman geçtikçe, kat kat artar cezası.
Yani o farz namazı, kaza edecek kadar,
Sonra boş ve müsait geçtikçe dakikalar,
Ateşte yanacağı müddet de çoğalır hep.
Öyleyse kul Rabbinden, etmeli haya, edep.)
. Himmet
Bir perşembe gününde, Ubeydullah-ı Ahrar,
(Atımı hazırlayın!) buyurup kalktı derhal.
Öğleden sonra idi, bindi beyaz atına.
Semerkant’tan, süratle gitti gün batısına.
Bazı talebeleri, onu takib ettiler.
Velakin Semerkant’ı geçince o kimseler,
(Siz burada kalınız!) deyip talebelere,
Sürdü kendi atını, süratle ilerlere.
Akşam vakti, evine dönünce tekrar geri,
Nereye gittiğini sordu talebeleri.
Buyurdu: (Türk sultanı, padişah Muhammed Han,
Şiddetle savaşırken küffarla dün bu zaman,
Bizden yardım istedi, ona gittim hız ile.
Zafer müyesser oldu, Allah’ın izni ile.)
Hace Ubeydullah’ın mahdumu Abdülhadi,
Der ki: Anadolu’ya gittiğimde ben dahi,
Sultan Muhammed Han’ın evladı Bayezid Han,
Osmanlı devletinde padişahtı o zaman.
Beni davet ederek, dedi: (Ey Abdülhadi!
Babanın şemaili şöyle şöyle mi idi?
Beyaz atı var mıydı?) diye sordu o zaman.
Dedim ki: (Evet vardı, binerdi ona bazan.)
Sonra dedi: (Pederim, sultan Muhammed Han da,
Derdi ki: İstanbul’u fethedeceğim anda,
Bir perşembe gününde, cenk kızıştığı zaman,
Yardım talep etmiştim, Ubeydullah Ahrar’dan.
O an beyaz atıyla, bir zat geldi yanıma.
En sıkışık bir anda, yetişti imdadıma.
Onun gelmesi ile, hücuma geçti erler.
Allah’ın izni ile, zafer oldu müyesser.)
Ubeydullah-ı Ahrar buyurdu: (Dinde cihad,
Sıkıntılı bir iştir, onun için sabır şart.
Sabredenler kazanır, hizmette kızmak olmaz.
Eğer öfke olursa, muvaffak olunamaz.
Kötülük edene de, yapmalıdır iyilik.
Hakiki mümin olan, yapamaz çünkü kemlik.
Kim böyle davranırsa, bulur rahat ve huzur.
Hatta ömrü uzayıp, bedeni sıhhat bulur.)
Bir gün de buyurdu ki: (Daima affedelim.
İnsanların aybını, ifşa eylemeyelim.
Kim örtücü olursa kulların günahını,
Allah da, kıyamette örter onun aybını.
Nasıl davranmasını istersen Rabbin sana,
Sen dahi öyle davran, dünyada her insana.
Merhametli olursak, merhamet olunuruz.
Eğer zulüm yaparsak, biz de zulüm buluruz.
Müslüman, mütevazı, alçak gönüllü olur.
Böyle davrandıkça da, bulur rahat ve huzur.)
.
39 - YAKUB-İ ÇERHİ (Rahmetullahi Aleyh)
.Büyük evliya idi
Allah adamlarından, çok büyük bir evliya.
Gazne'nin, Çerh köyünde teşrif etti dünyaya
İlim tahsil etmeğe, Hirat’a gitti ilkin.
Mısır ve Buhara'da bulundu tahsil için.
Çeşitli âlimlerden okuyup, en nihayet,
Zahiri ilimlerde, aldı mutlak icazet.
Dönmek üzereydi ki sonra memleketine,
Bahaddin Buhari’nin tutuldu sevgisine.
Onu görmek arzusu, öyle kuvvetlendi ki,
Görünmez bir bağ ile, çekildi ona sanki.
Tehir etti dönmeyi, bir hikmet vardır diye.
Gitti büyük şevk ile Bahaddin Buhari’ye.
İçeriye girince, buyurdu ki bahusus:
(Tam dönecek zaman mı, bize geliyorsunuz?)
Dedi ki: (Ey efendim, seviyorum sizi ben.
Siz, çok büyük zatsınız, biliyorum yakinen.)
Buyurdu ki: (Yanılma olabilir teşhiste.)
Dedi ki: Resulullah buyurdu ki hadiste:
(Hak teâlâ sever ve seçerse birisini,
Kulların kalbine de, düşürür sevgisini.)
Behaeddin Buhari, tebessüm eyledi ve,
Sonra, (Biz Azizanız) buyurdu kendisine.
Bu (Azizan) sözünü, işitince o zattan,
Gördüğü bir rüyayı, hatırladı o zaman.
Şöyle ki, rüyasında denilmişti ki ona:
(Ey Yakub, sen de gidip tâbi ol Azizan'a.)
Ona karşı sevgisi, oldu daha ziyade.
Sonra da, gitmek için istedi müsaade.
Dedi ki: (Ey efendim, gidiyorum ve lakin,
Çare nedir, sizleri çok hatırlamam için.)
Çıkarıp verdi ona, mübarek takkesini.
Buyurdu: (Kullandıkça, hatırlarsın hep beni.)
Ellerini öperek, ayrıldı huzurundan.
Lakin memleketine, henüz vasıl olmadan,
O zatın muhabbeti, set oldu gitmesine.
Yarı yoldan dönerek, huzura geldi yine.
Dedi: (Yoldan çevirdi, beni muhabbetiniz.
Lütfen kabul edin de, olayım talebeniz.)
Buyurdu ki: (Bu işe, büyükler verir karar.
Bakalım ki, bu gece bize ne buyururlar?
Onlar ,kalp casusudur, girerler kalbinize.
Bakıp, vakıf olurlar sizin himmetinize.
Eğer kabul ederse sizi büyüklerimiz,
Bu gece belli olur, biz de kabul ederiz.)
Yakub-i Çerhi der ki: (Çıktım başım önümde.
Böyle çetin bir gece, geçirmedim ömrümde.
Kabul edecekler mi acep bu biçareyi?
Diye düşünerekten, zor geçirdim geceyi.
O sabah namazını, kılar kılmaz beraber,
Buyurdu ki: (Ey Yakub, müjde, kabul ettiler.)
Böylece hizmetine girdim bu büyük zatın.
Çıkardı zirvesine, beni her kemalatın.)
.
40 - DERVİŞ MUHAMMED (Rahmetullahi Aleyh
.Büyük zat idi
Evliya-yı kiramın, çok büyüklerindendi.
İnsanları hak yola davet edenlerdendi.
Dayısı olurdu ki, Kadı Muhammed Zahid,
Onun sohbetlerinden, oldu pek çok müstefid.
Dayısına talebe olmadan daha önce,
Nefsiyle mücadele etmişti senelerce.
O zaman, insanlardan bigane yaşıyordu.
Ve nefsinden kurtulmak için çalışıyordu.
Onbeş yıl ettiyse de riyazet, mücahede,
Ve lakin muradına eremedi yine de.
Anladı en nihayet, bunda acizliğini.
Çaresizlik içinde, kaldırdı ellerini.
Dedi ki: (Ya ilahi, bu nefsimin elinden,
Kurtulmam için, bana, yardım et kereminden.)
Ne zaman ki, bu halis duası buldu hitam,
Baktı, yanı başında Hızır aleyhisselam.
Dedi: (Ermek istersen, eğer bu isteğine,
Git, Muhammed Zahid’in sen de gir hizmetine.
Zira tektir çaresi, nefisten kurtulmanın.
O da, sohbetleridir ondan kurtulanların.
Dayın Muhammed Zahid onlardandır ey derviş!
Haydi git, durma daha, sohbettedir asıl iş.)
O, hazret-i Hızır’ın bu nasihatlerini,
Dinleyince, anladı işin hakikatini.
Dedi ki: (Ya ilahi, şükürler olsun sana.
Bu işin çaresini, öğrettin şimdi bana.)
Veliyy-i kâmil idi, Kadı Muhammed Zahid.
Giderek, hizmetine giriverdi tez vakit.
Çok istifade edip, onun sohbetlerinden,
Kurtuldu az zamanda, nefsi isteklerinden.
Dayısı, çok teveccüh ederek kendisine,
Çıkardı vilayetin yüksek derecesine.
Resulullahtan gelen ilim, feyz ve marifet,
Kalpten kalbe akarak, ona geldi nihayet.
O dahi, hocasından aldığı nuru, yine,
Devretti kendi oğlu Hacegi’nin kalbine
Dine hizmet uğrunda, pek çok idi gayreti.
Sapıklarla uğraşıp, yok etti her bid'ati.
Talebesine dahi, himmeti çoktu gayet.
Bu yolda gösterirdi, insan üstü bir gayret.
Derdi ki: (Ey inanlar, bu dünya bir imtihan.
Gaflete dalmayın ki, ecel gelir arkadan.
Dünyada her ne amel yaparsanız siz eğer,
Herbirine, mahşerde, hesap var birer birer.
Her söz ve hareketin, hatta her düşüncenin,
Soracak hesabını, bize Rabbil âlemin.
Her bir günah, Allah’ın nehyettiği bir iştir.
Eğer ki affetmezse, karşılığı ateştir.
Bu dünyada, gülerek günahlara girenler,
Mahşerde, ağlayarak Cehenneme girerler.
Her kim de, sarılırsa Rabbine ibadete,
Ahirette kavuşur, ebedi saadete.)
.
41 - MUHAMMED BAKİ BİLLAH (Kuddise Sirruh)
.Bir veli arıyordu
İmam-ı Rabbani’yi, yetiştiren büyük zat.
Kırk yaşına gelince, eyledi Hakk’a vuslat.
Çocuk yaşta başladı, din ilmini tahsile.
Zahiri ilimleri, öğrendi tamamiyle.
Tasavvufa girmeye, pek çoktu muhabbeti.
Herkesi şaşırtırdı bu yoldaki gayreti.
Feyz alacak bir veli arıyordu gün gece.
Ömrünü, aramakla geçirmişti öylece.
Öyle çok arardı ki, böyle kâmil bir zatı,
Yetmezdi fazlasına, bir insanın takatı.
Hatta şehrin toprağı, killi idi ki hepten,
Çok çamurlu olurdu, yolları bu sebepten.
Bu çamurlu yollarda, bir miktar yol yürümek,
Çok meşakkatli olup, insanı yorardı pek.
Lakin o, hiç aldırış etmeden zerre bile,
Bir gönül erbabını arıyordu şevk ile.
Bir üstad bulmak için çırpınıp duruyordu.
Annesi, bu haline hiç dayanamıyordu.
Gece yarılarında, çıkarak sahralara,
Şöyle dua eder ve yalvarırdı Allah'a:
(Ya Rabbi, evladımın muradı neyse şayet,
Sevdiğin kullarının hürmetine ihsan et.
Ya kavuştur oğlumu, ne ise muradına,
Ya da al canımı ki, takatim yoktur buna.)
Böyle dua ederdi, göz yaşları dökerek.
Dergahta, her hizmeti o yapardı severek.
Mesela o yapardı dergahta yemekleri.
Ve bir hasır üstünde yatıyordu ekseri.
Oğlu bunu görerek, çok acıdı haline.
Yemek yapma işini, verdi başka birine.
Velakin öğrenince bu haberi annesi,
Üzüldü, kederlendi, kaçtı birden neşesi.
Dedi: (Ne kabahatim oldu ki, bilmiyorum.
Bu kıymetli hizmetten, mahrum ediliyorum.
Benim, hizmetten gayri, yok idi bir sermayem.
Bu idi bu dünyada yaşamakta tek gayem.
Ahirette kurtuluş ümidim, bu hizmetti.
Ne yazık ki kaçırdım, elimden o da gitti.)
Onun bu üzüntülü halini öğrenenler,
Gelip Baki Billah’a bunu haber verdiler.
Dediler ki: (Efendim, olsun ki haberiniz,
Hizmetten oldum diye, çok ağlıyor anneniz.)
Buyurdu ki: (Ben ona merhamet ettiğimden,
Yemek hizmetlerini, almıştım üzerinden.
Madem ki üzülüyor hizmetin gittiğine,
Eski hizmetlerini veriniz kendisine.)
Validesi sevinip, şükreyledi Allah'a.
Ve teşekkür eyledi, oğlu Baki Billah'a
Zira nimet bilirdi, o yaşta bu hizmeti.
Kuvveti az olsa da, pek fazlaydı gayreti.
. Aradığın o idi
Muhammed Baki Billah, mütevazı idi pek.
Halini, ekseriya gizler idi mübarek.
Talebe olmak için yanına gelenleri,
Tecrübe maksadıyla, gönderirdi hep geri.
Çok sadık biri ise o gelen kişi şayet,
Onu kabul eder ve gösterirdi merhamet.
Bir gün de, genç bir kişi, dedi ki: (Ya ilahi!
Bir insan-ı kâmile, kavuştur beni dahi.)
O gece, rüyasında dendi ki: (Durma daha.
Yarın gidip tâbi ol, hemen Baki Billah'a.)
Sabahleyin sevinçle, bu zata gitti hemen.
Talebesi olmayı, arz eyledi gönülden.
Ve lakin Baki Billah, özürler dileyerek,
Buyurdu: (Aradığın başkası olsa gerek.
Sen, kendine bir rehber arıyorsun, anladım.
Lakin o kâmil insan, ben değilim evladım.)
O genç (Peki) diyerek, döndü memleketine.
Fakat aynı rüyayı, o gece gördü yine.
Dendi ki: (Aradığın o idi, yine git sen.
O kabul etmese de, ayrılma eşiğinden.)
Genç sevinip, o sabah o zata gitti tekrar.
Bu sefer kabul edip, (Peki kal) buyurdular.
Talebesinden olan, Hace Hüsameddin de,
Diyor ki: (Üstadıma, ben de ilk gittiğimde,
Bana da, aynı şeyi buyurmuştu o zaman.
Ben dahi üzüntüyle, ayrıldım huzurundan.
Döndüm memleketime, şaşkın bir vaziyette.
Ben şimdi ne yaparım? diye kaldım hayrette.
Ben böyle üzüntülü, kederli düşünürken,
Hatırıma bu babta, bir beyit geldi birden.
(Aradığın o idi, ne için döndün geri?
Ayrılmaz tatlıcıdan, kovsalar da sineği.)
Bu beytin tesiriyle o zata tekrar gittim.
Çok şükür kabul etti, sevinip şükreyledim.
Yine bir başkası da vardı ki Hindistan’da,
Yükselmek ister idi, tasavvufi alanda.
Çok dua ettiyse de maksada ermek için,
Bir türlü olmuyordu arzusu bu kişinin.
Bir gün Baki Billah’ın, duyuverdi ismini.
Öğrendi tasavvufta, yüksek derecesini.
Bir gün bu mübarek zat, at üstünde giderken,
O da koşup, edeple, yaklaştı ona hemen.
Tutarak saygı ile, atının dizginini,
Dedi: (Talebeliğe kabul ediniz beni.)
Muhammed Baki Billah, indi hemen atından.
Şefkatle kucaklayıp, teveccüh etti bir an.
Sonra dua etti ki, ihlas ile Rabbine:
(Ya ilahi, sen bunu kavuştur isteğine.)
Bu duayla kalp gözü açıldı onun birden.
Zira Baki Billah'tı, ona dua eyleyen.
. Evliyanın büyüğü
Evliyanın büyüğü, Muhammed Baki Billah.
Ölüm ve ahireti düşünürdü o her gah.
İmam-ı Rabbani’nin hocası olan bu zat,
Delhi’de, kırk yaşında eyledi Hakka vuslat.
Hem öyle geçmişti ki, onun çocukluk çağı,
Belliydi ileride büyük zat olacağı.
Evin bir köşesine, çekilip uzun süre,
Başını öne eğip, dalardı tefekküre.
Okuyup bitirince, zahiri ilimleri,
Aradı hararetle, bir tasavvuf rehberi.
Muhammed İmkenegi adında bir evliya,
Rüyada, kendisine buyurdu: (Gel buraya!)
Onu bulup, yanında yalnız üç gün kalarak,
Avdet etti Delhi’ye, icazetli olarak.
Hocasından aldığı nurları, o da yine,
Verdi sadık ve halis taliplerin kalbine.
Duyanlar, sohbetine gelirdi akın akın.
Feyz ve bereketine kavuşurdu bu zatın.
İki üç sene gibi, kısa müddet içinde,
Pek çok âlim, evliya yetişti sohbetinde.
(İmam-ı Rabbani ) ki, onların birincisi.
Bin senede bir gelen velilerin incisi.
Muhammed Baki Billah, o gelince kemale,
Bütün talebesini, ona etti havale.
Kendi dahi, edeple otururdu yanında.
İstifade ederdi, yüksek huzurlarında.
Daima hüzünlü bir haldeyken kendileri,
Neşeyle karşılardı huzura gelenleri.
Birini sıkıntıda görse idi o şayet,
Yardımcı olmak için, ederdi fazla gayret.
Çok titiz davranırdı, haramdan kaçınmakta.
İşlemezdi tek günah, küçük de olsa hatta.
Onda öyle vardı ki tevazu, haya, edep,
İnsanlar arasında, kendini gizlerdi hep.
Bir talebe gelseydi, ondan istifadeye,
Hiç layık görmez idi, kendisini bu şeye.
Derdi ki: (Ben değilim sizin aradığınız.
Bana da haber verin, bir rehber bulursanız.
Gidip, hizmet edeyim ihlasla kendisine.
Belki derman bulurum, şu kalbimin derdine.)
Halbuki o zamanın kutbu idi kendisi.
Zira şöyle anlatır, onun bir talebesi:
Henüz Baki Billah’ı görmeden daha önce,
Kendisini, rüyada görmüş idim bir gece.
Çıplak at üzerinde, bir yolda gidiyordu.
Ve bir ses, (Bu zamanın kutb'u, budur) diyordu.
Sabahleyin, doğruca giderek bu veliye,
Yalvardım, beni dahi alsın talebeliğe.
Buyurdu ki: (İlgim yok, benim bu şeylerle pek.
Sizin aradığınız, başkası olsa gerek.)
Meyus halde ayrılıp, üzgün üzgün ağladım.
Zira benim, gidecek, yoktu başka bir kapım.
İhlasımı anlayıp, çağırdı huzuruna.
Çok ilgi ve iltifat gösterdi o gün bana.
Yüksek huzurlarında, tutarak az bir süre,
Çıkardı bu fakiri, yüksek mertebelere.
. Bir nazarı kâfiydi
Yine Baki Billah’ın, insanlara şefkati,
Öyle fazla idi ki, mucib idi hayreti.
Kıtlık vaki olmuştu, Lahor’da bir zamanlar.
Bir lokmacık ekmeğe, muhtaç oldu insanlar.
Öyle üzülürdü ki, buna bütün kalbiyle,
Kendisi de yemezdi, çok yemek olsa bile.
Derdi ki: (Kırılırken açlıktan milletimiz,
İnsafla bağdaşır mı, bizim yemek yememiz?)
Evine getirilen, çeşitli yemekleri,
Yemeyip, fakirlere dağıtırdı ekseri.
At ile gidiyordu, Delhi’ye ekseriya.
Ve lakin fakirleri görseydi yolda yaya,
Şefkatinden, kendisi atından iniyordu.
O fakir kimseleri, ata bindiriyordu.
Ve hatta kendisini tanımasınlar diye,
Tebdil-i kıyafetle giderdi çoğu kere.
Şehire yaklaşınca, binerdi ata tekrar.
Ki, vakıf olmasınlar bu haline insanlar.
Fazla olduğu gibi şefkati insanlara,
Manevi himmeti de, çok idi bundan daha.
İmam-ı Rabbani ki, en yüksek talebesi.
Ondan yoğurt gelmişti, bir Ramazan gecesi.
İmam, yoğurt kabını verip talebesine,
Buyurdu: (Bunu götür, hocamın hanesine.)
Baki Billah kalktı ve açtı ev kapısını.
Ve o gelen kimseden, aldı yoğurt kabını.
Yüzüne, şefkat ile bir kere bakıp onun,
Buyurdu: (İsmin nedir, nereden geliyorsun?)
Edeple kendisini tanıtınca, o vakit,
Buyurdu ki: (Pekala, haydi afiyetle git.)
Bu kadarcık görüşüp, döner dönmez o geri,
Başladı kendisinde, evliyalık halleri.
İmam-ı Rabbani de, hayret edip bu hale,
Buyurdu ki: (Evladım, ne oldu sana böyle?)
O, kendinden geçmişti, dedi ki: (Bilmiyorum.
Her yerde bir nur var ki, izah edemiyorum.)
Biri dahi vardı ki, tek arzusu onun da,
Girip yükselmek idi, evliyalık yolunda.
Başvurdu her çareye, gördü çok kimseleri.
Ve lakin açılmadı manevi kalp gözleri.
Halisane olarak edince bir gün dua,
Ertesi gün kavuştu, bu yüksek muradına.
O gün Baki Billah’ın işitip kemalini,
Söylemeyi düşündü ona gidip halini.
O sırada gördü ki, gidiyor o da atla.
Koşturdu arkasından, büyük bir iştiyakla.
Yaklaşıp tutuverdi, atının dizginini.
Arzetti tasavvufa girmek istediğini:
(Efendim, bu fakire buyurun da bir himmet,
Açılsın kalp gözlerim sayenizde nihayet.)
Muhammed Baki Billah, atından indi yere.
Kucaklayıp, şefkatle ona baktı bir kere.
Ve elini açarak, dua etti hem dahi:
(Sen bunu, muradına kavuşur ya ilahi!)
Onun bu duasını, müstecab kıldı Allah.
Gafletten kurtularak, Rabbine oldu agah.
O Allah adamının bir nazar ve himmeti,
Sayesinde, o zatın açıldı kalp gözleri
. Melek sıfatlı idi
Muhammed Baki Billah, Hakkın büyük velisi.
Yok idi zamanında onun gibi birisi.
Bir gün, talebesiyle çıkarak hep beraber,
Bir velinin kabrini ziyarete gittiler.
Bir kimse var idi ki, türbeye hizmet eden,
Onların geldiğini görünce, kalktı hemen.
Bir iskemle getirip, koydu kabrin dibine.
Ve minder yerleştirdi, iskemle üzerine.
Baki Billah, türbeye teşrif etmeden henüz,
Biri girdi içeri terbiyesiz, görgüsüz.
İskemleyle minderi görünce o bi-haya,
Dedi: (Bunu, kim için getirdiniz buraya?)
Onlar, Baki Billah’ı gösterip dediler ki:
(Şu zat için getirdik, oturur diye belki.)
O zaman, o edepsiz, gadaplandı begayet.
Ve Baki Billah için eyledi çok hakaret.
Dedi: (Bizden ne farkı vardır ki o kişinin,
Bir iskemle ve minder konuldu onun için.)
Girdi Baki Billah da o arada içeri.
O kişi onu görüp, gitti daha ileri.
Dedi: (Senin kıymetin, çok mudur ki bu kadar,
Senin için, iskemle ve minder koydu bunlar.)
Daha, yüzüne karşı söyledi başka şeyler.
O Allah adamına eyledi hakaretler.
Öyle ki, konuşmaktan yoruldu o bi-edep.
Ve hatta yüzü gözü ter içinde kaldı hep.
Artık tahammülleri kalmadı talebenin.
Onu ikaz etmeye, yeltendiler ve lakin,
Baki Billah, onları, o yüksek şefkatiyle,
Vaz geçirdi o işten, bir göz işaretiyle.
Ve sonra, o adamın yanına teşrif edip,
Kaftanının koluyla, yüzünden teri silip,
Tatlı bir ifadeyle dedi ki: (Doğru, evet.
Tam senin buyurduğun gibiyim ben de elbet.
Asla layık değilim, iskemle ve mindere.
Lakin benden habersiz, getirmişler bu yere.
Haberim olsa idi, koydurmazdım ben bunu.
Sen bağışla yine de, bizlerin kusurunu.)
Daha sonra, koynundan çıkarıp birkaç altın,
Eli ile, avcuna koyuverdi o zatın.
Buyurdu: (Hediyedir bu benden zatınıza.
Sarf edin afiyetle, bir ihtiyacınıza.)
Bu sözler, o adamı sakinleştirdi gayet.
Ve bunları duyunca, şaşırıp etti hayret.
Zira o, görmemişti böyle edep ve haya.
Hep kötü kimselerle olurdu ekseriya.
Yaptığına karşılık, bekliyorken hakaret,
Bilakis gördü ondan, kibarlık ve nezaket.
Utanıp, mahcup oldu o kaba sözlerine.
Nedamet yaşı doldu, o anda gözlerine.
Hürmetle o velinin eline sarılarak,
Öpüp, özür diledi gayet pişman olarak.
. Kendisini gizlerdi
Muhammed Baki Billah, çoktu kerametleri.
Lakin o, hallerini gizler idi ekseri.
Üç yaşında bir çocuk, çok yüksek bir duvardan,
Taş zemin üzerine düşmüş idi bir zaman.
Kulağından kan gelip, kesildi hem nefesi.
Kalmadı hiç çocukta, bir hayat emaresi.
Annesi, derhal onu kucağına alarak,
Geldi Baki Billah’a, ağlayıp sızlayarak.
Dedi ki: (Ey efendim, bir himmet edin bize.
Yaşasın bu çocuğum, eceli gelmediyse.)
O merhamet deryası, acıdı o kadına.
Ve kavuşturmak için, çocuğu sıhhatına,
Hep onun üzerine topladı himmetini.
Gizlemeye çalıştı, lakin kerametini.
Buyurdu: (Tıp kitabı getirin bana çabuk.
Bakayım, ona göre kurtulur mu bu çocuk?)
Kitaba göz gezdirip, okur gibi yaparak,
Buyurdu ki: (Ey kadın, çocuğun yaşıyacak.)
Bir müddet sessiz durup, dua etti Rabbine.
Çocuk, birden canlanıp, geldi eski haline.
Yine bu veli zatın komşusu bir genç vardı.
İçki içip, her türlü fenalığı yapardı.
Kendi de vakıf idi, o gencin hallerine.
Lakin bir şey demeyip, sabrederdi o yine.
Talebesinden biri, eyledi onu ihbar.
Memurlar yakalayıp, genci hapse attılar.
Ve lakin Baki Billah, üzüldü buna yine.
Çağırıp sitem etti, onu ihbar edene.
O dedi ki: (Efendim, fasık biriydi zaten.
Rahatsız oluyorduk, biz de ondan esasen.)
Onun bu sözlerini duyunca Baki Billah,
Kalbinin derunundan söyledi içli bir (Ah!)
Buyurdu: (Sen kendini görürsün salih, iyi.
Bu sebepten, o sana görünür fasık biri.
Fakat biz, kendimizi ondan farklı görmeyiz.
O gencin aleyhine, nasıl bir şey söyleriz.)
Ve bizzat ilgilenip, komşusu gençle hemen,
Çıkarttı kendisini, o gün hapishaneden.
Genç, bundan duygulanıp, tövbe etti Allah’a.
Eski hatalarını işlemedi bir daha.
Çok mütevazı idi, onun bütün halleri.
Kusurlu görüyordu, kendisini ekseri.
Eğer talebesinde görseydi kötü bir hal,
Kusuru, kendisinde arıyordu o derhal.
Derdi ki: (Bütün bunlar, bizden hasıl oluyor.
Bizdeki bozukluklar, onlara aksediyor.
Eğer bizim halimiz olsaydı iyi, güzel,
Elbet talebemiz de, olurlardı mükemmel.)
Emr-i marufta dahi, yumuşaktı o gayet.
Bir gönül yıkmamaya, ederdi çok riayet.
Uygunsuz iş yaparken, görseydi bir kimseyi,
Ona, direk olarak söylemezdi o şeyi.
(Bu, doğru değil) derdi, ortaya söyleyerek.
Böyle ikaz ederdi, onu incitmeyerek.
Kimse kötülenmezdi, yanında onun asla.
Zira böyle şeylere, üzülürdü pek fazla.
Hatta bir talebenin, kalbinden geçse bunlar,
Anlayıp, bir yoluyla ederdi onu ihtar.
. Allah’ı hatırlatırdı
Muhammed Baki Billah Hakkın büyük velisi,
Rıza-i bari idi yegane, tek gayesi.
Giyinmede, yemede, hiçbir şeye özenmez,
Dünyalık bir nesneye, etmezdi asla heves.
Her gün, aynı yemeği getirseler de yine,
(Başka yemek getirin!) demezdi o birine.
Hep abdestli olmaya, ederdi sa’y-ü gayret.
Zayıf olduğu halde, yapardı çok ibadet.
Ve eğer bir yorgunluk gelse idi bedenen,
Kalkıp, abdest alır ve otururdu yeniden.
Sonra, yine yorgunluk gelseydi bedenine,
Abdest alıp, başlardı tekrar ibadetine.
İslamın her emrine, ederdi tam riayet.
Her bir edebe dahi, verirdi ehemmiyet.
Bilhassa dergahında, yemek pişirenlerin,
Abdestsiz olmasına, vermezdi asla izin.
Derdi ki: (Bir edebe, edilmezse riayet,
Kesilir feyiz yolu, insanı basar gaflet.)
Sevdiklerinden biri, dedi ki: (Ey Efendim!
Manevi hallerimde, bir tutulma var benim.
Kalbimde bir karartı hissediyorum, fakat,
Bilmem ki nedir acep işlediğim kabahat?)
Buyurdu ki: (Bu haller, günahtan hasıl olur.
Bilhassa yemeklerde olabilir bu kusur.)
O dedi ki: (Efendim, yemeklerde fakat biz,
Değişiklik yapmadık, hep aynı yemekteyiz.)
Buyurdu ki: (Kardeşim, düşünün siz bir yine.
Uymakta hata vardır, dinin bir edebine.)
Eve gelip düşündü, araştırdı o zat da.
Bir kusur bulamadı dine mütabaatta.
Sonunda öğrendi ki, birkaç gün önce meğer,
Ocağa, abdestsizken odun konmuş bir sefer.
Öyle yaratmıştı ki bu zatı cenab-ı Hak,
Onu gören, Allah’ı hatırlardı muhakkak.
Hadiste buyuruldu: (Yürüyen bir meyyiti,
Görmek isteyen varsa, görsün Ebu Bekir’i.)
Baki Billah’ı dahi, görseydi biri eğer,
Bu hadis-i şerifi hatırlardı her sefer.
Ve yine Resulullah, buyurdu ki bir defa:
(Onlar görüldüğünde, Allah gelir hatıra.)
İşte bu zatı dahi, görse idi her kişi,
Muhakkak hatırlardı, bu hadis-i şerifi.
Bir gün geçiyordu ki, hinduların köyünden,
Bazısının gözleri, takıldı ona birden.
Herbirisi Allah’ı hatırladılar derhal.
Birbirlerine dönüp, dediler ki: (Ne bu hal?
Nasıl bir kimsedir ki, şu giden zat ilerden,
Allah’ı hatırladık, görünce onu hemen.)
Halbuki şöhretten de, kaçıyordu pek fazla.
Buna sebep olacak yapmazdı bir şey asla.
Bazan dolaşır idi, çarşı pazar yerinde.
Otururdu bazan da, bir duvarın dibinde.
Kendisini, o kadar gizlemesine rağmen,
Yine de çekinirdi, insanlar heybetinden.
Öyle titiz idi ki, günahtan kaçınmakta,
Ondan daha fazlası, mümkün değildi hatta.
Talebesine dahi, hep bunu öğütlerdi.
Çok az bir hata görse, derhal ikaz ederdi.
. Vefatı
Muhammed Baki Billah, yaşı kırka erince,
Ayrılmak murad etti, dünyadan bir an önce.
Kalmadı bu günlerde, dünyaya hiç rağbeti.
Ebedi yolculuğun göründü alameti.
Kendi zevcesine de, derdi ki o zamanlar:
(Yakında, benim için büyük bir hadise var.)
Bir gün de, bir aynayı alaraktan eline,
(Gel, beraber bakalım) buyurdu zevcesine.
O bakıp, gördü onu pir-i fani, ihtiyar.
Anladı, onun için ebedi yolculuk var.
Bir gün de, mescidinde dururken namaz vakti,
Bunu, talebeye de sezdirmek murad etti.
Buyurdu: (Velilerden birine, bu günlerde,
Gaibden denildi ki: Çok yakında, bu yerde,
Vefat etse gerektir büyük zatlardan biri.
Delhi’nin kenarında kazılsın kabir yeri.)
Talebeler sordu ki: (Efendim, kimdir bu zat?)
Kendinin olduğunu söylemedi o fakat.
İstihare etmeyi düşündüler ise de,
Baki Billah, ona da etmedi müsaade.
Yaklaştıkça gün be gün, vefatının tarihi,
Bunu, daha aşikâr bildirirdi o dahi.
Buyurdu ki: (Gaibden duyarım şöyle kelam:
Senin bu dünyadaki maksadın oldu tamam.
Kalmadı bu fanide, bir işin artık senin.
Ebedi yolculuğa hazırlanabilirsin.)
Bir gün de buyurdu ki: (Gaibden biri bana,
Der ki: Kutb-u zamanın, az kaldı vefatına.)
Cemaziyel ahırda hastalandı nihayet.
Hastalığın şiddeti, gün be gün arttı gayet.
Buyurdu ki: (Birkaç gün ayrılmayın Delhi’den.
Zira son günlerimi yaşıyorum şimdi ben.)
Ayın yirmibeşinde, şiddetlendi hastalık.
Ayrılık eserleri görünür oldu artık.
Elveda eder gibi, bakıyorken gözleri,
Ağlamaya başladı dost ve talebeleri.
O sırada bir kişi, (Allah!) dedi bir defa.
O, başını süratle çevirdi o tarafa.
Dediler: (Çok özlemiş o, hakiki dostunu.
İsmini duymak bile, sevindirdi çok onu.)
O da, yattığı yerden işitti bu sözleri.
Kavuşmak sevinciyle yaşla doldu gözleri.
Sonra da, (Allah! Allah!) diyerek mübarek zat,
Ruhunu teslim edip, şehiden etti vefat.
Kabrinin yeri için, müzakere yaptılar.
Karar verilen yere, mezarını kazdılar.
Cemaat, götürürken tabutu o kabire,
Hiç de istemeyerek gittiler başka yere.
Kazdıkları mezara gitmek isterken onlar,
Başka istikamette mecburen yol aldılar.
Ve bir yere gelince, tabut durdu havada.
Cenazeyi indirip, defnettiler orada.
Birisi hatırlayıp, dedi ki: Hakikaten,
Beğenmişti bu yeri kendisi hayattayken.
Bu yerde abdest alıp, kılmıştı sonra namaz.
Bu topraktan, üstüne yapışmıştı hem biraz.
Buyurmuştu: (Bu toprak, tuttu eteğimizi.
Ölürsem, tam bu yerde kazsınlar kabrimizi.)
.
42 - EBÜLLEYS-İ SEMERKANDİ (Rahmetullahi Aleyh
.Mahşerdeki dünya
İslam âlimlerinden Ebülleys Semerkandi,
Çok eser yazmış olup, sahib-i irfan idi.
Buyurdu: Kardeşlerim, dünyaya az muhabbet,
Kulu, Hak teâlâdan uzaklaştırır gayet.
Kıymet vermediğinden veliler bu dünyaya,
Çok yakın olmuşlardır Allahü teâlâya.
Rabbimiz, bu dünyaya, suret verip mahşerde,
Bulundurur herkesin göreceği bir yerde.
Saçları darmadağın, birbirine karışmış.
Gözleri mosmor olup, dili dışarı sarkmış.
Sivri köpek dişleri, uzamış dışarıya.
Kara, çirkin suratlı, benzer koca karıya.
O gün, mahşer halkına nida eder bir melek:
(Bunu tanır mısınız, bilen var mı?) diyerek.
Derler ki: (Hiç görmedik ve asla tanımayız.
Onu tanımaktan da, Allah’a sığınırız.)
Melek der: (Ey insanlar, bilirsiniz siz bunu.
Yine de tanıtayım bunun kim olduğunu.
Uğrunda kavga eder, hani dövüşürdünüz.
Hani birbirinizi vurup öldürürdünüz.
En büyük arzunuzdu onu ele geçirmek.
Uğrunda mubah idi, sizce günah işlemek.
Hani övünürdünüz, onu elde edince.
O yolda, çok yalanlar söylerdiniz bir nice.
Sizi, âlimleriniz ederdi de çok ikaz,
Siz, kulak vermezdiniz onlara lakin biraz.
Kahpe kadın misali cilve yapıp o yine,
Aldatıp, çekmiş idi sizi hiylelerine.
İşte ey ehl-i mahşer, bunu görürsünüz ya.
Çoğunuzu aldatan budur o fani dünya.)
Sonra da, Cehennemden zebaniler gelerek,
Ateşe götürürler onu sürükleyerek.
Lakin o, Cehenneme yol alırken bu sefer,
Bazı şeyler söyler ki, işitir ehl-i mahşer.
Der ki: (Götürüyorlar ya Rabbi beni, fakat,
Hani beni çok sevip, aşık olan cemaat?
Bana tâbi olup da, ardımca yürüyenler.
Hani seni bırakıp, bana gönül verenler?
Ömrünü, benim için tüketen ehl-i gaflet.
Hani benim arkamdan gelen ehl-i şekavet?
Dün, kimler geldi ise benim ile peş peşe,
Onlar da, ardım sıra atılsınlar ateşe.)
Onlar, mahşer içinden seçilip ayrılırlar.
Dünya ile birlikte, ateşe atılırlar.
Ve lakin bakarlar ki, şeytan dahi ateş’te.
Toplanıp, bulunurlar ona çok serzenişte.
Derler: (Senin yüzünden bu bela geldi esas.
Bir şey yap da, bizleri buradan eyle halas.)
O der ki: (Suçu niçin bana yükletirsiniz?
Beni görmüş müydünüz dünyada acaba siz?
Siz, suçtan kendinizi tutuyorsunuz hariç.
Peki, bunda sizin de suçunuz yok mudur hiç?
Siz, niçin dininizi etmediniz hiç merak?
Ve niçin âlimlerden dururdunuz hep uzak.
Âlimler sohbetine niçin hiç gitmezdiniz?
Ezan okunurdu da, niçin işitmezdiniz.
Siz, kendi kendinizi attınız bu azaba.
Suçu, niçin üstüme atarsınız acaba?)
. İhlassız ameller
Ebülleys Semerkandi, büyük islam âlimi.
Tefsir, hadis, kelamda var idi hayli ilmi.
Dünyaya, zerre kadar vermezdi ehemmiyet.
Her işini yaparken, ederdi halis niyet.
Buyurdu: (Kul, işini yapmalı tam ihlasla.
Yoksa, faidesine kavuşamaz o asla.
Eğer ki, bir bozukluk olursa bu niyette,
Hiç mükafat alamaz o işten ahirette.
Yorgunluktan ibaret olur onun ameli.
Ahirette, malesef boş kalır yine eli.
Zira bir sürahide, olsa da leziz şerbet,
İçilmez, bir damlacık karışırsa necaset.
Hem de Peygamberimiz bir hadisinde yine,
Şöyle buyurmuşlardır Sahabe-i güzine:
(Ümmetimden vardır ki bir nice oruç tutan,
Açlık ve susuzluktur, kârları o oruçtan.
Çok ibadet yapan da vardır ki gündüz gece,
Bunlardan kazançları, yorgunluktun sadece.)
Buyurdu: Riya ile ibadet edenlerin,
Halleri, şu kimseye benzer, iyi dinleyin.
Çakıl taşları ile doldurmuş kesesini.
Dışardan zengin sanır insanlar kendisini.
Bundan kârı, sadece şudur ki bu kişinin,
(Ne zengin adam) derler, insanlar onun için.
Bir şey alacak olsa halbuki onlar ile,
Hiç kimse vermez ona, en kıymetsiz mal bile.
İbadet yapmakta da, olmazsa halis niyet,
Allah, o amellere vermez hiç değer, kıymet.
Bir kul, ibadetini tam ihlasla yapmalı.
Sonra da tam unutup, hiç hatırlamamalı.
Ama unutmamalı günahını müslüman.
Affı için, ağlayıp yalvarmalı durmadan.
Yine Resul-i ekrem buyurdu Eshabına:
Eskiden birkaç kişi, gittiler kabristana.
Dediler ki: (Bir dua edelim Rabbimize.
Ölülerden birini diriltsin şimdi bize.
Ölüm ve ahiretten haber versin azıcık.
Ona göre, dünyada yapalım bir hazırlık.)
Evvela abdest alıp, kıldılar hepsi namaz.
Sonra da el kaldırıp, ettiler dua, niyaz.
Hak teâlâ izniyle bu dua akabinde,
Bir mevta dirilerek, kalkıverdi kabrinde.
Yüzünde vardıysa da biraz secde eseri,
Yine siyah olmuştu yüzünün bazı yeri.
O mevta dile gelip, dedi ki: (Ey insanlar!
Gafletle yaşamayın, ahiret var, hesap var.
Yatarım şu mezarda, doksan küsur senedir.
Mevtin o sarsıntısı, hala üzerimdedir.
Ölüyormuşum gibi, şimdi de yine aynen,
O şiddetli acıyı hissediyorum halen.
Harcamışız bu ömrü fuzuli şeyler ile.
Lakin şimdi pişmanlık ve üzülmek nafile.)
.
43 - MEVDUD-İ ÇEŞTİ (Rahmetullahi Aleyh
.Keramet sahibiydi
Evliyanın büyüğü olan bu mübarek zat,
Doksanyedi yaşında eyledi Şam’da vefat.
Henüz yedi yaşında ezberledi Kur'anı.
İslama hizmet ile geçmiş idi her anı.
Yirmidört yaşındayken, babası etti vefat.
Onun talebesini, devraldı kendi bizzat.
Kim ansaydı ismini, sıkıntı zamanında,
İşitip, imdadına yetişirdi anında.
Mübarek kabrinde de, dua etse her kişi,
Bu zatın hürmetine, hallolurdu her işi.
Henüz çocuk yaşında, okuyorken mektepte,
Kıtlık vaki olmuştu birden o memlekette.
İnsanlar, bu kıtlıktan muzdarip oldular hep.
Çaresiz ona gelip, ettiler yardım talep.
O, küçük bir çocuktu, elini koydu yere.
Türlü nebat fışkırdı oradan birden bire.
İnsanlar haber alıp, o yere üşüştüler.
O çıkan nimetleri toplayıp bölüştüler.
Öyle çok sebze, meyva çıktı ki o gün hatta,
Bitiremiyorlardı insanlar toplamakla.
Babası haber alıp, çağırdı kendisini.
Şiddetle men eyledi böyle eylemesini.
Dedi ki: (Ey evladım, bizim ecdadımız, hep,
Keramet göstermekten ettiler haya, edep.
Sana ne oluyor ki, onlara uymadın da,
Keramet izhar ettin insanların yanında?)
Lakin bu keramete, muttali olmuştu halk.
Artık o, meşhur oldu (kutb-ül aktab) olarak.
Çok ibadet eder ve çok korkardı Allah’tan.
Kaçardı büyük küçük her hata ve günahtan.
Geceleri ağlar ve derdi ki: (Ya ilahi!
Bilerek hiçbir günah işlemedim Vallahi.
Eğer bağışlamazsan günahımı ey Rabbim!
Yarın mahşer gününde, ne olur benim halim?)
Nasihat istemişti bir kişi kendisinden.
Buyurdu: (Emin olma küfür tehlikesinden.
Nasıl bir kelimeyle girerse iman ele,
Gidebilir o iman, yine bir kelimeyle.
Hak teâlâ, imanı bizlere etti ihsan.
Cennete, bunun ile girecek cin ve insan.
Peygamber Efendimiz buyurdular ki hatta:
(Müslümanlar geçerken mahşer günü Sırat’ta,
Cehennem seslenir ki: Biraz çabuk olunuz!
Ki, zira ateşimi söndürüyor nurunuz.)
Biri daha nasihat istedi kendisinden.
Buyurdu ki: (Evladım, emin olma nefsinden.
Zira ondan başka bir düşman yok sana daha.
Hatta senden ziyade, o, düşmandır Allah’a.
Onun her bir arzusu, islama mugayirdir.
Ancak dine uymakla o, yola gelebilir.
İslama ne kadar çok uyulur ise eğer,
O da, isteklerinden, o nisbette vaz geçer.
Çünkü onun sevdiği, istediği ne varsa,
Dinin haram kıldığı hususlardır bilhassa.
Onun da sevmediği her ne ki varsa eğer,
İslamın emrettiği şeylerdir hepsi birer.
Yani bu alçak nefsi yola getirmek için,
Dine uymaktan başka, yolu yoktur kişinin.)
. İnsan, ihsanın kulcağızıdır
Vakta ki vefat etti bu veli’nin pederi,
Kendi irşad eyledi artık talebeleri.
Yirmidört yaşındaydı, o zaman kendisi de.
Onu üstad bildiler talebenin hepsi de.
Ahmet Namıki Cami, o devirde yaşayan,
Büyük bir veli olup, Cam’da idi o zaman.
O, Cam kasabasında oldu buna muttali.
Hemen kendi kendine fikreyledi bu hali.
Dedi ki: (Hace Mevdud, asil ailedendir.
Babası vefat etti, kendiyse henüz gençtir.
Onun yetişmesini, gidip tamamlayayım.
Kemale gelmesinde, benim de olsun payım.)
Sonra, talebesinden büyük bir toplulukla,
Cam’dan, Çeşt diyarına acilen çıktı yola.
Onlar yolda gelirken, bir kısım münafıklar,
Hemen Hace Mevdud’un hanesine vardılar.
Dediler ki: (Ahmed-i Namıki diye bir zat,
Size doğru geliyor, samimi değil fakat.
Babanız göçtüğünden ahiret âlemine,
Geliyor ki, kendisi geçsin onun yerine.)
Hace Mevdud, bir miktar murakabe eyledi.
Ve başını kaldırıp, onlara şöyle dedi:
(Sizin bu sözleriniz hakikat değil asla.
O, bize gelmektedir muhabbet ve ihlasla.)
Sonra, haber verdiler o zatın geldiğini.
O da, aldı yanına dört bin talebesini.
İstikbal etmek için kendisi onu bizzat,
Şehir dışına kadar, yürüdü birkaç saat.
Ve (Namık-ı Cami)yi fark etti ta uzaktan.
Baktı ki, bir arslanın üzerinde o el’an.
Kendi dahi uçarak yanına gitti onun.
Sohbete koyuldular ikisi uzun uzun.
Ahmet Namıki Cami, bu sohbette ruz-ü şeb,
Zahiri ilimlere teşvik etti onu hep.
Hace Mevdud ayrılıp, dönerken vatanına,
Yolda bir a’ma görüp, vardı onun yanına.
Elini, gözlerine sürünce şifa için,
Bi-iznillah gözleri açıldı o kişinin.
Nasihat istediler kendisinden bir ara,
Buyurdu ki: (Ne kadar şaşılır şu kullara.
Bir kimse, ona pek az iyilik etse şayet,
Ona karşı kalbinde, duyar sevgi, muhabbet.
Bu, elinde değildir gerçi hiçbir insanın.
Zira insan, kuludur iyilik ve ihsanın.
Lakin o, çok teşekkür eder de ona yine,
Şükretmez o nimetin hakiki Sahibine.
Halbuki kuldan gelen her iyilik ve ihsan,
Allah’tan gelmektedir, acizdir çünkü insan.
Allahü teâlânın şöyledir ki adeti,
Kullarının eliyle gönderir her nimeti.
O hatırlatmasaydı o işi, o insana,
Hiç nail olamazdı bu kişi o ihsana.
Vermeseydi Rabbimiz ona kuvvet ve fırsat,
İyilik yapamazdı bu kula yine o zat.
Ancak bir vasıtadır kul iyilik etmekte.
Her nimetin sahibi, Rabbimizdir elbette.
. Ölüm elbette vardır
Hace Mevdud-i Çeşti, aldığı işaretle,
Tahsil-i ilim için, yollandı hemen Belh’e.
O, Belh’e geldiğinde, karşıladı onu halk.
Çok hürmet gösterdiler, yanında toplanarak.
Ve lakin orada da, ona haset ettiler.
Kendisini imtihan etmeye yeltendiler.
Geldiğinin ertesi olan Cuma gününde,
Toplandı dörtyüz kişi o yerin camiinde.
Her biri sual sordu zahiri ilimlerden.
O, hepsine çok güzel cevaplar verdi hemen.
Sonunda dediler ki: (Bu kadar âlimsiniz.
Öyle ise ne için kaside dinlersiniz?)
Buyurdu ki: (Dinlerim ara sıra ve ender.
Büyüklerimizden de, var idi dinleyenler.
İbrahim ben Edhem de, bir zattı evliyadan.
O dahi kasideyi dinlerdi zaman zaman.)
Dediler ki: (Ama o, uçuyordu havada.
Sen de öyle yaparsan, inanırız sana da.)
O zaman Hace Mevdud, kuş gibi uçtu hemen.
Az sonra gelip girdi uçarak pencereden.
Onlar, inatlarına yine devam ettiler.
Kendisinden, başka bir keramet istediler.
Dediler: (Bu hareket, şeytani olabilir.
Zira sihirbazlar da bu işi yapabilir.
Şu taş, senin sıdkına olursa eğer şahit,
Rahmani olduğuna inanırız o vakit.)
Hace Mevdud, o taşa eyledi bir işaret.
Taş, onun davetine hemen etti icabet.
Geldi yuvarlanarak bu velinin yanına.
Sonra, dile gelerek başladı beyanına.
Dedi: (Ey müslümanlar, bu zat büyük velidir.
Her işi dine uygun, doğru ve rahmanidir.)
Taş, bu sözü üç defa söyleyip, tekrar yine,
Yuvarlanıp, oradan avdet etti yerine.
Bu kerameti dahi görünce o insanlar,
Büyüklüğünü bilip, talebesi oldular.
Buyurdu: (Ey insanlar ölüm vardır, bu kati.
Ahirette bulunur her şeyin hakikati.
Orada iki yer var, ya Cehennem, ya Cennet.
İnsanlar, bu yerlerde kalırlar ilel ebed.
Dünyadaki işlerden, sorulur ince ince.
Cehenneme atılır cevap veremeyince.
Ameller, karşılıksız kalmıyor burada hiç.
Ya ebedi bir azap, ya da sonsuz bir sevinç.)
Buyurdu: (Kötülerle etmeyin arkadaşlık.
İyilerle oturup kalkmaya bakın sık sık.
Güçlü insan olarak bilirim ki ben şunu,
Nefsine hakim olup, yapmaz bir arzusunu.
Bir insan ki, nefsini etmemiştir terbiye,
Onun hiçbir sözünden, fayda gelmez gayriye.
Allah’tan çok korkanın şudur ki alameti,
Düşünür gece gündüz ölüm ve ahireti.
Yemek ile içmeyi hiç düşünmez o hatta.
Kendini, yolcu gibi hisseder bu hayatta.
Mahcup ve edeplidir, önündedir başı hep.
Ahirete maildir, dünyayı etmez talep.)
. Müminin firaseti
Hace Mevdud-i Çeşti, kendi talebesiyle,
Bir gün, Belh’ten çıktılar yolculuk gayesiyle.
Buhara’ya gitmekti bu yolculukta niyet.
Bir nehir kıyısına ulaştılar nihayet.
Baktılar ki nehirde, tek kayık çalışıyor.
İnsanları karşıya, ücret ile taşıyor.
Lakin Hace Mevdud’un, hem de talebesinin,
Yanlarında, hiç para yok idi o gün için.
Söylediler ise de bunu o kayıkçıya,
Dedi: (Ücret almadan, geçiremem karşıya.)
O zaman Hace Mevdud, nehre doğru giderek,
Talebesine dahi (Takib edin!) diyerek,
Çok kısa bir zamanda, o ve talebeleri,
Yürümek suretiyle, geçtiler hepsi nehri.
Az sonra kayıkçı da, karşıya geçtiğinde,
Onları orda görüp, kaldı hayret içinde.
Pek çok özür diledi Hakk’ın bu velisinden.
Ellerini öperek, oldu talebesinden,
Oradan, yollarına ettiler yine devam.
Nihayet Buhara’da, yolculuk oldu tamam.
Orada Hace Mevdud, bir bayram sabahında,
Hace Abdülhalık-ı Goncdüvani adında,
Bir Allah adamıyle sohbet ederlerdi ki,
O an, zahid kılıklı biri girdi içeri.
Sırtında eski hırka, omuzunda seccade.
Ve elinde tesbihle giriverdi bu halde.
Sahte bir tevazuyla oturup aynı minval,
Hace Abdülhalık’a eyledi şöyle sual:
(Firaset-i müminden sakının ey insanlar!
Zira o, Rabbimizin nuruyla eder nazar.)
Böyle buyurmaktadır o Resul-i mücteba.
Bu hadis-i şerifin sırrı nedir acaba?
Buyurdu: (Sırrı o ki, zünnarını keserek,
Tam müslüman olasın, şehadet söyleyerek.)
O kimse şaşırarak, dedi: (Allah korusun.
Bende zünnar mı var ki, böyle şey söylüyorsun?)
Buyurdu ki: (Hırkanın altındadır o zünnar.
Firaset nuru ile görülüyor aşikâr.)
Bu kerameti görüp, insaf etti münafık.
Şehadeti söyleyip, müslüman oldu artık.
Hace Mevdud-i Çeşti, bir gün sohbet ederdi.
İnsandan bahis ile, vâzında şöyle derdi:
(Mahlukatın içinde, çok acizdir şu insan.
Buna rağmen Allah’a, o eder en çok isyan.
Öyle zelil olur ki, o bu isyanlarıyle,
Ondan nefret ederler, hatta şeytanlar bile.
Hayret ki, Rabbi ona ettikçe bol bol ihsan,
O, bunlara karşılık yapar hep günah, isyan.
Halbuki olmasaydı, Rabbin ona ihsanı,
Kim kurtarabilirdi her şerden o insanı?
Kendisini yaratan, her an varlıkta tutan,
Odur hem kendisini koruyan her korkudan.
Beşikten ta mezara, rızkını verir de hep,
O, yine Sahibine isyan eder ruz-ü şeb.
Lakin tövbe edip de, ibadet etse eğer,
Öyle aziz olur ki, gıbta eder melekler.)
. En ahmak insan
Hace Mevdud Çeşti’yle Ahmet Namıki Cami,
Sohbet ediyorlardı gece gündüz daimi.
Bir gün yine bir evde, çok sohbet ve muhabbet,
İle, kendilerinden geçmişlerdi begayet.
O an, iki münafık, alıp iki hançeri,
Girdiler birden bire o haneden içeri.
Gayeleri şuydu ki o iki münafığın,
Bu iki evliyayı öldürsünler ansızın.
Ve lakin girer girmez içeri o insanlar,
Hace Mevdud, onlara eyledi tek bir nazar.
Bu Allah adamının, o şiddetli nazarı,
Altında, titremeye başladı a’zaları.
Hançerler, ellerinden düşüverdi bu kere.
Sonra da, bayılarak yığıldılar o yere.
Az sonra ayılınca, durumu anladılar.
Tövbe edip, ihlasla talebesi oldular.
Hace Mevdud-i Çeşti, vefatı yaklaşınca,
Ve ölüm döşeğinde hastalığı artınca,
Başını, yastığından sık sık kaldırıyordu.
Birini bekler gibi, kapıya bakıyordu.
O esnada, nur yüzlü ve temiz elbiseli,
Bir zat, selam vererek giriverdi içeri.
Ve bir ipek parçası elinde vardı hazır.
Yeşil bir yazı vardı üstünde birkaç satır.
Onu, Mevdud Çeşti’ye verince o gün o zat,
O, gözlerine koyup, eyledi Hakk’a vuslat.
Öyle çok kalabalık oldu ki cenazesi,
Evliya ruhlarının, toplanmıştı cümlesi.
Hatta hazır oldular cenazede cinler de.
Duyulurdu sesleri hiç görünmeseler de.
Namazı kılınınca, havalandı tabutu.
Ve kendi kendisine gitti ve kabri buldu.
Binlerce gayr-i müslim, şahit oldu buna hep.
İman etmelerine, bu oldu hatta sebep.
Hace Mevdud-i Çeşti etmeden Hakk’a vuslat,
En son, sevdiklerine şöyle etti nasihat:
(Ey insanlar dinleyin, şudur ki ahmak insan,
Kendi Yaradan’ına durmadan eder isyan.
Buna rağmen, görmeyip kendi günahlarını,
Araştırır daima başkasının aybını.
Kendi, her gün işler de türlü türlü kabahat,
Yine de üzülmeyip, keyf eder gayet rahat.
Halbuki bu gün yarın ölecektir mutlaka.
Bunların hesabını, verecek bir bir Hakk’a.)
Buyurdu ki: Her şeyin vardır bir alameti.
Onunla anlaşılır onun mevcudiyeti.
Hakk’ın rahmetinden de uzak olan kişinin,
Alameti şudur ki, ağlamaz Allah için.
Vaktiyle huri gördüm rüyada ben bir gece.
Yüzü gayet parlak ve nurlu idi bir nice.
Sordum ki: (Senin yüzün çok parlak, acep niçin?)
Dedi ki: (Sen bir gece, ağladın Allah için.
Gözlerinden, sel gibi yaşlar aktı gece hep.
O yaşları, yüzüme sürdüler, budur sebep.
Bu göz yaşları ile parlıyor yüzlerimiz.
Akan yaş nisbetinde, artar güzelliğimiz.)
.
44 - YUSUF-İ HEMEDANİ (Rahmetullahi Aleyh
.Şifalar sunuyordu
Evliya-yı kiramın büyüklerinden idi.
Altmış yıl, insanları Hakk’a davet eyledi.
Onsekiz yaşındayken, başladı tahsiline.
Zahiri ilimlerin, vakıf oldu hepsine.
Ebu Ali Farmedi hazretlerine gidip,
Tasavvuf ilmine de kavuştu sohbet edip.
Resul’ün kalbindeki ilim, feyiz ve nurlar,
Kalpten kalbe akarak, ona vasıl oldular.
O da, Abdülhalık-ı Goncdüvani’ye aynen,
Bunları aksettirip, yükseltti onu manen.
Kendisi, orta boylu ve buğday benizliydi.
Kumral sakallı olup, zayıfça bir veliydi.
Eline her ne geçse, verirdi muhtaçlara.
Herkese şefkat edip, ağlardı ara ara.
Vardı ki ders verdiği yüzlerce talebesi,
Yetişip büyük âlim, evliya oldu hepsi.
Bir yandan, insanlara verip öğüt, nasihat,
Manevi dertlerine, sağlardı çok menfaat.
Bir yandan da, ilaçlar yaparak ağrılara,
Şifalar sunuyordu maddi hastalıklara.
Mahlukatın hepsine, şefkat gösteriyordu.
Gayr-i müslimlere de nasihat ediyordu.
Fakirlere, zenginden verirdi fazla kıymet.
Dünyaya, zerre kadar vermezdi ehemmiyet.
Evinde bir hasırı, bir ibrik, bir keçesi,
Bir de, yemek yapacak vardı bir tenceresi.
Yusüf-i Hemedani, Cuma günleri hariç,
Hanesinde oturur, çıkmazdı dışarı hiç.
Yine böyle evdeyken, bir Cuma haricinde,
Dışarı çıkmak için, istek doğdu içinde.
Bu arzusu, o kadar çoğaldı ki bu defa,
Merkebine binerek, yöneldi bir tarafa.
Gitti, lakin nereye ve niçin gidiyordu?
Bunların cevabını, kendi de bilmiyordu.
Hayvanın yularını, salıp kendi haline,
O nereye giderse, gidiyordu o yöne.
Allahü teâlâya tevekkül eyleyerek,
Bir hayli yol katetti, merkebi durana dek.
Hayvan, çıktı şehirden ve girdi bir vadiye.
O ise düşünürdü: (Bir hikmeti var) diye.
Yürüdü o vadide bir hayli uzun yollar.
Bir mescidin önüne gelince, kıldı karar.
Merkebinden inerek, giriverdi mescide.
Gördü, bir talebesi oturur içeride.
O girince, bir sevinç kapladı talebeyi.
Dedi ki: (Teşrifiniz ne kadar oldu iyi.
Zira bir derdim vardı, ben halledemiyordum.
Sizin teşrifinizi, dört gözle bekliyordum.
Az önce dua edip, sığındım Yaradan’a.
Ki, zat-ı alinizi göndersin hemen bana.)
Sonra da, hocasına arzedip o derdini.
Öğrendi halletmenin yol ve çarelerini.
Sevinip arz etti ki: (Ey kıymetli üstadım!
Siz yol göstermezseniz atamayız tek adım.)
Buyurdu ki: (Senin de, tammış ki sadakatin,
Muhabbet bağı ile, bizi çekip getirttin.
Ve lakin bundan sonra, düşerse başın dara,
Sen gel de, bizi böyle yorma ta buralara.)
. Mümine edep yakışır
Yusüf-i Hemedani, evliya-yı kiramdan.
İnsanları, hak yola çağırırdı durmadan.
Bağdat’ta, Nizamiye Medresesinde bizzat,
Ederdi insanlara, her gün vâz-ü nasihat.
Onun islamiyet’e yaptığı bu hizmeti,
Yayıldı dalga dalga, arttı şanı şöhreti.
Üç ilim talebesi vardı ki o diyarda,
Onun büyüklüğünü işitmişti onlar da.
Birisi (Ebu Said), (İbnüssakka)ydı biri,
Bir de (Abdülkadir-i Geylani) hazretleri.
Bir gün konuştular ki: Biz de gidip görelim.
Nasıl bir kimse imiş, halini öğrenelim.
İbnüssakka dedi ki: (Gidince, ona, bir tek,
Sual soracağım ki, cevap veremeyecek.)
Ebu Said dedi ki: (Ben de, bir şey sorayım.
Verebilecek mi ki cevabını bakayım.)
Abdülkadir Geylani, küçüktü yaşı henüz.
Böyle edepsizliğe, etmedi hiç teşebbüs.
Dedi: (Allah korusun, o zat büyük bir âlim.
Ona sual sormaya ne haddim olur benim?
Büyük nimet bilirim huzuruna girmeyi.
Ve şeref addederim, cemalini görmeyi.)
Onlar, bu niyetlerle ona gittiklerinde,
Yusüf-i Hemedani, o an yoktu yerinde.
Sonra gelip, hiddetle baktı İbnüssakka’ya.
Buyurdu ki: (Sende hiç yok mudur edep, haya?
Demek bana bir sual sormak arzu edersin.
Hem dahi cevabını veremem zannedersin.
Sormayı düşündüğün sual şudur) diyerek,
Verdi tam cevabını, tek tek izah ederek.
O haddini bilmeze anlatıp bu hususu,
Buyurdu ki: (Geliyor senden küfür kokusu.)
Sonra, Ebu Saide buyurdu ki dönerek:
(Sen dahi, imtihana yeltendin beni demek.)
Onun sualini de söyleyerek evvela,
Peşinden, cevabını izah etti pekala.
Sonra, Abdülkadir-i Geylani’ye dönerek,
Buyurdu ki: (Bu halin, olsun sana mübarek.
Gösterdiğin bu güzel edep ile, sen bu gün,
Kazandın rızasını Allah ve Resulünün.
Ben öyle görürüm ki, toplanmış bir cemaat,
Sen ise, bir kürside ediyorsun nasihat.
Ve sanki diyorsun ki: Benim iki ayağım,
Omuzları üstünde duruyor evliyanın.)
Yıllar sonra bu veli, oldu Hakk’a mülaki.
O gün buyurdukları, ayniyle oldu vaki.
Abdülkadir Geylani, oldu büyük evliya.
Vâz edip, insanlara verdi ilim ve ziya.
Ve bir gün, kürsüsünde ediyorken nasihat,
Söyledi o sözleri, duydu bütün cemaat.
İbnüssakka, arttırdı halka hitabetini.
Ve hatta sultan dahi, işitti şöhretini.
İrsal etti Bizans’a onu elçi olarak.
Gitti ve mürted oldu, küffara aldanarak.
Ebu Said’in ömrü, geçti hep üzüntüyle,
Rahat ve huzur yüzü görmedi bir gün bile.
Zira haber vermişti Yusüf-i Hemedani.
Yıllar sonra hepsi de, vücuda geldi aynı.
.
45 - ALAADDİN-İ SABİR (Rahmetullahi Aleyh
.Sabır Nümunesiydi
Evliyanın büyüğü, Alaaddin-i Sabir.
Sabır nümunesi ve keramet sahibidir.
Feridüddin Genc Şeker, yetiştirdi bu zatı.
O, hem kayın pederi, hem de olur üstadı.
Rabbinin aşkı ile yanıyordu bilhassa.
Kabul olunuyordu ağzından ne çıkarsa.
Bir an gafil değildi Allahü teâlâdan.
Yani asla Rabbini unutmazdı o bir an.
Öyle büyük bir veli idi ki bu zat yine,
İnsan, kuş ve hayvanlar koşardı hizmetine.
Onlar bile anlayıp onun büyüklüğünü,
Gelip, süpürürlerdi dergahının önünü.
Ve lakin insanlardan ettiyse her kim inkâr,
Büyük sıkıntılara oldular hep giriftar.
O, binyüzdoksanaltı miladi senesinde,
Hirat’da doğmuş idi bir Cuma gecesinde.
Anne karnında iken, bazı garip halleri,
Görüp, haber verirdi bizzat valideleri.
Derdi ki: (Her gün bana, nur inerdi semadan.
Ve oğlum, meleklerle konuşurdu çok zaman.)
Nihayet doğum vakti, ebe geldi o eve.
Eli ona değince, başladı titremeye.
İkaz etti annesi: (Yok ise abdestiniz,
Bu hal ondan olmuştur, hemen alıp geliniz.)
Hakikaten abdesti yok imiş, alıp geldi.
Ona, abdestli iken ancak dokunabildi.
O, dünyaya gelince, yukarıya baktı ve,
Dam açılıp, semadan bir bulut indi eve.
Çocuğun üzerine indi ve kalktı tekrar.
Yükseldi yavaş yavaş, ta ki semaya kadar.
Ne zaman ki bu veli teşrif etti dünyaya,
Gark oldu Hirat şehri, mis gibi rayihaya.
O, bazan emmiyordu annesinin sütünü.
Yani oruç tutardı, emmeyip bazı günü.
Büyüdükten sonra da, yemezdi genellikle.
Hep idare ederdi bir lokma ekmek ile.
Konuşmaya başladı az daha toplayarak.
(La mevcude illallah ) söyledi ilk olarak.
Babası vefat etti, beş yaşına gelince.
Bir sene konuşmadı, o vefat eyleyince.
Yedisine basınca, bayram günleri hariç,
Her gün oruç tutardı, hem ara vermeden hiç.
Öyle ki, yapmıyordu hem de sahur ve iftar.
Dört beş günde bir lokma ekmek yerdi, o kadar.
O yaşta, teheccüde kalkardı muntazaman.
Allahü teâlâya vermişti kendini tam.
Validesi çok ısrar ettiyse de pek fazla,
Yine de, karyolada yatmaz idi o asla.
Annesi görüyordu onun bu hallerini.
Ve lakin üzülmekten alamazdı kendini.
Bir gün dedi: (Evladım, sen henüz bir çocuksun.
Ne için bu kadar çok riyazet yapıyorsun?
Çok değil mi bu yaşta bu cefa ve eziyet?
Ben, çok üzülüyorum sen çektikçe riyazet.)
Dedi ki: (Anneciğim, bu, hiç değil elimde.
Ben, yanmak istiyorum Rabbin muhabbetinde.
Diyorum ki, kavursun beni aşk-ı ilahi.
Bana, böyle yaşamak, daha tatlı Vallahi.)
. Üç sene kâfi gelir
Şah Abdurrahim idi babasının adı da.
Ölüm hastalığına yakalandı sonunda.
Midesine, şiddetli bir ağrı girdi artık.
Ev halkı, endişeye kapıldı o aralık.
Komşular haber alıp, ziyarete geldiler.
Onu çok hasta görüp, teselli eylediler.
Henüz beş yaşındaydı Alaaddin o günde.
Diz çökmüş otururdu babasının önünde.
Gelenler dediler ki: (Alaaddin dua et.
Hak teâlâ babana, versin sıhhat, afiyet.)
Cevabında dedi ki: (Peki edeyim, fakat,
Şu anda ona dua, sağlamaz bir menfaat.
Zira Resulullahı görürüm ki aşikâr,
Bir Cennetin içinde, babamı bekliyorlar.
Melekler, ellerinde Cennet elbiseleri,
Buraya gelirler ki, götürsünler pederi.)
Vakta ki Alaaddin onlara dedi bunu,
Babası (Allah!) deyip, teslim etti ruhunu.
O da vefat ederek, göçünce bu dünyadan,
Bir maddi sıkıntıya girdiler hepsi o an.
Annesi, gayet asil bir hanım efendiydi.
Yine sıkıntısını, kimseye bildirmedi.
Alaaddin o günler, sadece su içerek,
Üç beş günde bir defa, bir lokma yerdi yemek.
Lakin fena olmuştu bir gün açlık hissinden.
Yemek için, bir şeyler istedi annesinden.
Evde ise, pişecek yok idi hiçbir şeyi.
Su doldurup, ateşe oturttu tencereyi.
Yemek pişirir gibi göründü artık ona.
Zira bir şey yoktu ki, yedirsin bu oğluna.
Bekledi Alaaddin, öğleden akşama dek.
Sordu ki: (Anneciğim, pişmedi mi o yemek?)
O (Pişmedi) deyince, gelip kapağı açtı.
Zira hiç tahammülü yok idi, hayli açtı.
Kapağı açar açmaz, kavuştu bir sevince.
Bağırdı: (Anneciğim, pilav pişmiş iyice!)
O da gelip görünce, daha arttı hayreti.
Anladı ki bu dahi, oğlunun kerameti.
Zaten harikulade halleri çoktu onun.
Büyük zat olacağı belliydi bu oğlunun.
Düşündü ki: Bunu ben, abime götüreyim.
Yetiştirmesi için, ona teslim edeyim.
Feridüddin Genc Şeker idi ki abisi de,
Oğlu Alaaddin’i, götürdü kendisine.
O dahi görür görmez kardeşinin oğlunu,
Farketti alnındaki o büyüklük nurunu.
Sevinip, buyurdu ki hemen hemşiresine:
(Üç sene kâfi gelir bunun yetişmesine.)
O dahi arz etti ki: (Abicim, Alaaddin,
Sever oruç tutmayı, lütfen çok dikkat edin.
Zira korkuyorum ki, olunmazsa göz kulak,
Açlıktan ölebilir, yemeği unutarak.)
O, tebessüm buyurup hemen kız kardeşine,
Dedi: (Korkma, veririm onu mutfak işine.)
O zaman hemşiresi memnun oldu pek fazla.
Ve lakin Alaaddin yemezdi yine asla.
Dayısının yanında, üç senede nihayet,
Tamamiyle yetişip, aldı mutlak icazet.
. Ona inanmadılar
Alaaddin-i Sabir, bitirip tahsilini,
Sonra Genc-i Şeker’den aldı icazetini.
Feridüddin Genc Şeker, sonra onu bir ara,
Gönderdi, insanları irşad için Kalyar’a.
Bu emir gereğince, Alaaddin-i Sabir,
Gelip, bir müslümanda kaldı o gün misafir.
Ertesi gün, camiye teşrif edip bir ara,
Ne için geldiğini tebliğ etti onlara.
Lakin onun sözüne, hiç kulak asmadılar.
Sonra çıkıp topluca, camiden dağıldılar.
Ertesi gün, camiye gelerek yine bu zat,
Eyledi cemaate biraz vâz-ü nasihat.
Sonunda buyurdu ki yine o kimselere:
(Beni, imam olarak gönderdiler bu yere.)
O inatçı insanlar, yine dinlemediler.
Onun imamlığını kabullenemediler.
Dediler ki: (Buraya sen imam geldin, ama,
Bu gün için bu yerde, lüzum yoktur imama.
Zira Kadı Tabrak’tır burada imam-hatip.
Bunu değiştirmemiz, şimdi olmaz münasip.
Bizim rehberimiz de Kur'an-ı azimüşşan.
Daha başka rehbere ihtiyaç yoktur şu an.)
Buyurdu: (Ey insanlar, hemen reddetmeyiniz.
Zira kendi kendime gelmedim, dinleyiniz.
Üstadım Feridüddin Genc Şeker-i evliya,
Beni, imam olarak göndermiştir buraya.)
Lakin bu Kadı Tabrak, çok bozuk bir kişiydi.
İnsanları kandırmak, en bildiği iş idi.
Alaaddin Sabir’e dedi ki: (Madem ki sen,
Bu Kalyar beldesini irşada geldi isen,
Sana bir şey sorayım, bilirsen onu şayet,
Senin ehliyetine, olsun bu, bir işaret.
Şöyle ki, üç gün önce kaybolmuştu bir keçim.
Onu bul, seni önce ben kabul edeceğim.)
Alaaddin-i Sabir, hiddetlendi o ara.
Şöyle hitab eyledi orada olanlara:
(Bu keçiyi kesip de yiyenler gelsin beri!
Yoksa ben biliyorum o hırsız kimseleri.)
Tam yirmiyedi kişi, bir dakika dolmadan,
Çıktılar ileriye, ellerinde olmadan.
Herkes hayret içinde kalmışlardı o ara.
O an bütün dikkatler, çekilmişti onlara.
Sordu ki: (Bu keçiyi, nerde kesip yediniz?
Söyleyin, yoksa bizzat keçiye söyletiriz.)
Hepsi, inkâr ettiler hadiseyi tamamen.
Alaaddin-i Sabir hiddetlenerek hemen,
Keçiye, ismi ile seslendi: (Ey Hirmana!
Seni kimler kesip de yediler, söyle bana.)
O keçinin sesini duydular hepsi birden.
Zira o konuşurdu, onların midesinden.
Diyordu ki: (Bendeniz şimdi buralardayım.
Yani bu kimselerin hepsinin karnındayım.
Filan kuyu başında kestiler beni bunlar.
Sonra kemiklerimi, o kuyuya attılar.
Yirmiyedi kişinin, yedi beni hepsi de,
Şimdi bulunuyorum, bunların midesinde.)
Bu büyük kerameti gördülerse de onlar,
(Bu sihirdir) diyerek, yine inanmadılar.
. Toptan helak oldular
Alaaddin Sabir’e inanmadı hiç o halk.
Hatta (Büyücü) dedi bu zata Kadı Tabrak.
O ise, çok üzülüp bunların yaptığına,
Mektup yazıp bildirdi bu hali üstadına.
Feridüddin Genc Şeker, o mektubu okuyup,
O da, Kadı Tabrak’a yazdı şöyle bir mektup.
(Ey kadı, o kimseyi biz gönderdik oraya.
Ona inanmazsanız, uğrarsınız belaya.
Çünkü o, Rabbimizin sevdiği bir kişidir.
Sizleri irşad için beldenize gelmiştir.
Onun imamlığına biz idik fetva veren.
Hatta Resulullahtır manevi tasdik eden.)
Kadı Tabrak, okudu onun bu mektubunu.
Hiç kıymet vermeyerek, malesef yırttı onu.
Sonra, onu vererek hizmetçinin eline,
Gönderdi Alaaddin Sabir hazretlerine.
Alaaddin-i Sabir, bunu anladığında,
Elinde olmaksızın, gadaplandı anında.
Hizmetçiye dönerek buyurdu ki: (Git hemen.
O Kadı Tabrak denen adama de ki benden:
O alçak, yırttı ise hocamın namesini,
Ben de, Levh-i mahfuz’dan yırttım onun ismini.
Ayrıca şunu dahi bilsin ki hem o alçak,
O ve ona uyanlar, toptan helak olacak.)
Hizmetçi, bu haberi iletti kendisine.
Lakin o, inadından yine uydu nefsine.
Yine bu veli zata eyledi muhalefet.
Bu yüzden, bu beldeye geldi büyük bir afet.
Alaaddin-i Sabir, baktı göke ve yere.
O anda yer küresi, sallandı birden bire.
Biraz sonra, bir daha edince göke nazar,
Zelzelenin şiddeti, çoğaldı azar azar.
Bunlar, büyük korku ve telaş verdi o halka.
İnsanlar, koşup geldi hemen Kadı Tabrak’a.
Dediler ki: (Duydun mu, zelzele oldu bakın.
O zatı üzdüğünden olmasın bunlar sakın.)
Dedi ki: (Falan yerde bir büyücü kadın var.
Gidip ona deyin ki, bir gelsin bize kadar.)
Gelince, sordu ona: (Hissettin mi, bu gün hep,
Üst üste zelzeleler oluyor, nedir sebep?)
O büyücü kadına bunu söylerken bile,
Yer, birden sallanarak oldu yine zelzele.
O dedi: (Bu beldeye gelmişti ya birisi,
Bu, onun büyüsüdür, korkutmasın hiç sizi.)
Alaaddin-i Sabir, camiye gitti yine.
Namaz kıldırmak için geçti imam yerine.
Biraz sonra oraya, gelip o Kadı Tabrak,
Dedi: (Çekil geriye, mihrabı bana bırak!)
Hakaretler ederek sonra ona alçakça,
Dışarı çıkardılar camiden yaka paça.
Onlar böyle yapınca Hakk’ın bu velisine,
Caminin duvarları yıkıldı üstlerine.
Kadı Tabrak ve ona uyanlar, hepsi o gün,
Duvar altında kalıp, helak oldu topyekün.
Sonra da bütün Kalyar, çok şiddetli olarak,
Üst üste çok sallanıp, helak oldu cümle halk.
. Bizler yetim kalırız
Şemsüddin Türki idi en büyük talebesi.
En çok onun olmuştu ondan istifadesi.
Kalyar faciasından, geçince yedi sene,
Gelmişti on kişiyle Acühan beldesine.
Maksadı, Feridüddin Genc Şeker’e gitmekti.
Ona talebe olup, hizmetine girmekti.
Lakin o buyurdu ki Şemsüddin-i Türki’ye:
(Siz gidip teslim olun Alaaddin Sabir’e.)
Onlar (Peki) diyerek, ayrılıp huzurundan,
Kalyar’a müteveccih, oldular yola revan.
Ve nihayet Kalyar’a onlar geldiklerinde,
Alaaddin-i Sabir, değil idi kendinde.
Kendini ve her şeyi unutarak büsbütün,
Tefekkür halindeydi devamlı yirmibir gün.
Yirmiikinci günü, kendine geldiğinde,
Şemsüddin-i Türki’yi gördü kendi evinde.
Buyurdu: (Ey Şemsüddin, seni, benim yanıma,
Hocam Genc-i Şeker mi gönderdi, söyle bana.)
(Evet efendim) deyip, öpüverdi elini.
Alaaddin Sabir de, çok sevdi Şemsüddin’i.
Buyurdu ki: (Rabbimin güneşi semadadır.
Benim güneşim ise yerde, yani Arz’dadır.)
Buyurdu: (Ey Şemsüddin, kalk, Anber şehrine git.
Müminler, küffar ile harbediyor şu vakit.
Senin yardımın ile, fetih olur müyesser.
Aynı gün, ahirete ederim ben de sefer.)
Şemsüddin ağlayarak arz etti ki: (Efendim!
Siz vefat ederseniz, kalırız bizler yetim.
Hem o gün, yanınızda bulunmazsa hiç kimse,
Cenaze hizmetini kim ifa eder size?)
Buyurdu ki: (O gün siz, yaparsınız bunları.
Ve size yardım eder, büyüklerin ruhları.)
(Peki) deyip ayrıldı, gitti Anber şehrine.
Kale fethedilince, Kalyar’a döndü yine.
Hakikaten gelince, öğrendi ki o saat,
Alaaddin-i Sabir eylemiş Hakk’a vuslat.
Yıkamak isteyince mübarek bedenini,
Baktı ki, yapanlar var gaibden hizmetini.
Her iş, kendiliğinden ifa ediliyordu.
Lakin kimler yapıyor; onu göremiyordu.
Cenaze namazına sıra geldi nihayet.
Baktı, sırf kendisi var, üzüldü buna gayet.
O sırada bir atlı gelip indi atından,
Dedi ki: (Bekle biraz, gelenler var ardımdan.)
Biraz sonra, çok nurlu kimseler geldi bazı.
İlk gelen, öne geçip, o kıldırdı namazı.
Lakin bu kimseleri, Şemsüddin etti merak.
O imamlık yapanın huzuruna vararak,
Dedi ki: (Ey efendim, çok merak ettim sizi.
Lütfen söyler misiniz bana da isminizi.)
O zaman, yüzündeki o tülü çıkararak,
Buyurdu: (Ey Şemsüddin, öyleyse yüzüme bak.)
Kaldı hayret içinde onu görüp Şemsüddin.
Zira o, kendisiydi Alaaddin Sabir’in.
Buyurdu: (Ey Şemsüddin, fazla mı ettin merak?
Namazı, cenazenin kendisi kıldırdı bak.)
Şemsüddin onu görüp ve duyunca sesini,
Hayret ve şaşkınlıktan, kaybetti kendisini.
. Cezasını buldu
Alaaddin-i Sabir, edince Hakk’a vuslat,
Ondan sonra o yerde, oldu bazı hadisat.
Hatta bu evliyanın mübarek nurlu kabri,
Gaib olup, bir müddet belirsiz oldu yeri.
Kâfirlerden birisi geçerken o yerlerden,
Bir yeri, çok parlak ve nurlu gördü ilerden.
Bilhassa bir noktaya, gökten nur iniyordu.
O yere, hayvanlar da saygı gösteriyordu.
Mezar kalıntıları var idi o mahalde.
Dedi: (Bu, bir müminin mezarıdır herhalde.)
Kâfirdi, sevmiyordu zaten müslümanları.
Daha çok harab etmek istedi bu mezarı.
Bir demir parçasıyle vurunca o kabire,
İçe doğru bir delik açıldı birden bire.
Bakmak için, başını soktu bir an içeri.
Lakin çıkaramadı başını tekrar geri.
Çok uğraştı ise de, başı kaldı içerde.
Bir müddet öyle kalıp, sonra öldü o yerde.
Aynı gün, bu veli’nin sevenlerinden biri,
Gece, gördü rüyada Alaaddin Sabir’i.
Ona buyurdular ki: (Burada bir köpek var.
Onu uzaklaştırın, veriyor bana zarar.)
Gelip baktıklarında, gördüler biri ölmüş.
Başı da, bir delikten yer içine gömülmüş.
Başını, o delikten çıkardılar ve lakin,
Yüzü, tam köpek gibi olmuştu o kâfirin.
Bunu gören insanlar, bildiler ki pekala,
Bu zatı üzenlere, geliyor büyük bela.
Sonra da, bu veli’ye çok muhabbet edenler,
Kabrine, mükemmel bir türbe inşa ettiler.
Orada senede bir, vefat yıl dönümünde,
İnsanlar toplanır ve okurlardı o günde.
Onun büyüklüğünü ve kerametlerini,
Okuyup, anarlardı o eski günlerini.
Yine bir defasında, bu zatın türbesine,
Binlerce insan geldi onun ziyaretine.
Okunduğu esnada güzel menkıbeleri,
İtirazda bulundu onlara kalben biri.
Vakta ki o itiraz geldi onun kalbine,
O anda, yakalandı bir cüzzam illetine.
Ve pek fena kokmaya başladı a’zaları,
Buna, şahit oldular onlardan bazıları.
Hatasını anlayıp, tövbe etti içinden.
Bir anda halas oldu bu cüzzam illetinden.
Alaaddin Sabir’i halbuki cenab-ı Hak,
Göndermişti o yere, büyük rahmet olarak.
Lakin çekemeyenler, bilmediler kadrini.
Cahil olduklarından, incittiler kalbini.
Söz ve hareketlerle ona eza ettiler.
Ve hatta dergahını yıkmaya yeltendiler.
Bir zalim, askeriyle, o dergahı yıkmağa,
Gelerek, yakınında başladı hazırlığa.
Ertesi gün askere, verdiyse de (Yık!) emri,
Lakin birden kör oldu askerinin gözleri.
Hatasını anlayıp, vaz geçti bu fikrinden.
Gelip, özür diledi Hakk’ın bu velisinden.
Açıldı tam o anda gözleri askerinin.
Ve birer talebesi oldular bu veli’nin.
. Evliyaya düşmanlık
Hindistan’da bir zaman, Ganj Nehri üzerine,
Bir kanal yapılması düşünülmüştü yine.
İstişare edilip, verildi buna karar.
Ve bunu yapmak için, başladı hazırlıklar.
Kanal, plana göre dergahtan geçiyordu.
Bunun için, dergahı yıkmak gerekiyordu.
Müslümanlar bu işe, hiç razı olmadılar.
Ve lakin bu karara mani olamadılar.
İngiliz mühendise verilmişti inşaat.
Ve malesef başlayıp, devam etti icraat.
Çadır kurdu mühendis o yerin yakınına.
Bir gün kalmış idi ki, dergahın yıkımına,
O gece, yatağına yatmış idi o, lakin,
Çok feci vaziyette uyandı sabahleyin,
Zira o, kendisini çadırda, bir direkte,
Baş aşağı bulmuştu, bağlı bir vaziyette.
Hiç giren olmamıştı halbuki çadırına.
Yardımcıları gelip, toplandılar yanına.
Çözdüler mühendisin ayağını, elini.
Hemen tahmin ettiler bu işin sebebini.
Dediler: (Bu dergahın sahibi evliyadır.
Hak teâlâ indinde, çok itibarı vardır.
Siz, hemen vaz geçin ki bu dergahı yıkmaktan,
Çünkü bu, bir ikazdır size o veli zattan.)
O dahi kabul edip, düzeltti planını.
Yıkmadı bu mübarek velinin dergahını.
Zira kim zarar vermek isterse bu zatlara,
Muhakkak pişman olup, kendi uğrar zarara.
Bir gün de, bir ingiliz, yanında adamları,
Birlikte gelmişlerdi gezmek için Kalyar’ı.
Alaaddin Sabir’in kabrini gören bu zat,
Ayakkabılarıyla girecekti ki, fakat,
Türbenin bakıcısı, mani olup şiddetle,
Bırakmadı, içeri girsin bu vaziyette.
Dedi: (Pabucunuzu çıkarıp öyle girin.
Zira bu girdiğiniz, kabridir bir velinin.
Bu zata öyle kıymet verir ki cenab- Hak,
Saygısızlık yapanlar, ceza görür muhakkak.)
O ingiliz subayı, pek fazla sinirlendi.
Kırbacını kaldırıp, ona vurmak istedi.
Tam vuracak idi ki kabrin hizmetçisine,
O esnada bir ağrı saplandı midesine.
Kamçısını düşürüp, midesini tutarak,
Başladı kıvranmaya gayet feci olarak.
Midesinin ağrısı, gittikçe artıyordu.
Hemen adamlarına, (Bu nedir?) diye sordu.
Dediler ki: (Burası, Alaaddin-i Sabir,
Adında çok yüksek bir evliyanın kabridir.
Hizmetçi, bu hususta eyledi sizi ikaz.
Lakin siz dinlemeyip, eylediniz itiraz.
Siz, bu veli kabrine saygısızlık yaptınız.
Bu yüzden, bu belaya birden yakalandınız.
Siz bu halden pişmanlık duyun ki bu arada,
Çıksın midenizdeki o şiddetli ağrı da.)
Ve lakin o ingiliz, yine pişman olmayıp,
Dedi ki: (Uzaklara götürün beni alıp.)
İngiliz subayını, oradan götürdüler.
Ve lakin yarı yolda öldüğünü gördüler.
.
46 - ARİF-İ RİVEGERİ (Rahmetullahi Aleyh)
.Yeniden hayat buldu
Evliya-yı kiramdan, şanı büyük bir veli.
İlmiyle, insanlara oldu çok faideli.
Aslen Buhara’lıdır, Rivgir’de doğdu fakat.
Uzun bir ömür sürüp, o yerde etti vefat.
Başladı küçük yaşta din ilmini tahsile.
Zahiri ilimlere çalışırdı zevk ile.
Hocası, çok sever ve takdir ederdi onu.
Bilirdi onda büyük bir cevher olduğunu.
O yerde (Abdülhalık Goncdevani) adında,
Çok büyük bir veli de var idi o zamanda.
Lakin büyük bilmezdi önceden kendisini.
Ve başka hocalardan alırdı hep dersini.
Bir gün Abdülhalık-ı Goncdevani’yi gördü.
Çarşıdan erzak almış, evine dönüyordu.
Baktı ki, taşıdığı torbası ağır gayet.
Kalbinde, bu veliye duydu büyük muhabbet.
Yükünü taşımakta, az yardım etmek için,
Edeple yaklaşarak, istedi ondan izin.
Hazret-i Abdülhalık, onun bu teklifini,
Derhal kabul ederek, verdi elindekini.
Birlikte yürüyerek, geldiler eve kadar.
Orada, muhabbetle etti ona bir nazar.
Buyurdu ki: (Evladım, bir saat sonra yine,
Bekliyorum seni ben, bu öğlen yemeğine.)
(Peki efendim) deyip, ayrıldı ondan, fakat,
O anda, kalbi sanki, yeniden buldu hayat.
Onu gördükten sonra, bir başka oldu hali.
Zira kaplamış idi onu aşk-ı ilahi.
Bir saat sonra tekrar, geldi yine o zata.
Beraber yemek yiyip, kavuştu iltifata.
O kadar bağlandı ki bu mübarek veliye,
O günden sonra artık, gitmedi medreseye.
Çünkü aradığını bulmuş idi o artık.
Hiçbir şey görmüyordu, olmuştu ona aşık.
Zira onun kalbinden, feyz ve nur, o zaman,
Artık kendi kalbine akıyordu durmadan.
Lakin o, medreseye gitmediğinden sebep,
Evvelki hocaları, kızarlardı ona hep.
Ve hatta bir tanesi, çok baskı yapıyordu.
Ağır sözler söyleyip, hakaret ediyordu.
O ise aldırmayıp, bir cevap vermezdi hiç.
Zira onun kalbinde, vardı bir huzur, sevinç.
Bir gün, eski hocası rastladı ona yine.
Hakaretler ederek, dedi: (Dön mektebine!)
Halbuki bir gün evvel, mümine yakışmayan,
O, bir günah işleyip, olmuştu sonra pişman.
Arif-i Rivegeri, üstün firasetiyle,
Anlayıp, şöyle dedi ona kırık kalbiyle:
(Efendim, siz benimle uğraşacağınıza,
Oturup tövbe edin, dünkü günahınıza.)
O bunu işitince, eyledi çok taaccüp.
Günahını düşünüp, utandı, oldu mahcup.
Bildi bu talebenin yüksek kerametini.
Anladı bu halinin nereden geldiğini.
O da, Abdülhalık-ı Goncdevani’ye gidip,
Oldu bir talebesi, yanında tövbe edip.
Bu veli göç edince ahiret âlemine,
Arif-i Rivegeri geçti onun yerine.
.
47 - BEHAEDDİN ZEKERİYYA (Rahmetullahi Aleyh
.Önce iztemediler, ama....
Hindistan’da yetişmiş Hakk’ın evliyasıdır.
Feridüddin Genc Şeker, bu zatın dayısıdır.
Binyüzaltmışdokuz’da Mültan’da doğan bu zat,
Yüz sene ömür sürüp, orada etti vefat.
Çocuk yaşta başladı o ilim tahsiline.
Ve Kur'an-ı kerimi geçirdi ezberine.
Kalbi, ilim öğrenmek aşkıyle yanıyordu.
Çalışıp, tez zamanda büyük bir âlim oldu.
En son Şihabüddin-i Sühreverdi’ye gidip,
Çok istifade etti, sohbetini dinleyip.
O veliden aldığı feyizlerle nihayet,
Yetişip, o büyükten aldı mutlak icazet.
Evliyalık yolunu herkese yaymak için,
Mültan’a tayin etti hocası onu ilkin.
Lakin halk, istemedi orada kendisini.
Hatta ima ettiler beyhude geldiğini.
(Burada, senin gibi âlimler çok bulunur.
Onun için bu yerde, sana ihtiyaç yoktur.)
Manasını ifade etmek düşüncesiyle,
Tam dolu bir kase süt gönderdiler biriyle.
Bundaki gizli mana ve bu ince nükteyi,
Yüksek firasetiyle anladı gayet iyi.
O da, buna mukabil, kasenin üzerine,
Büyükçe bir (Gül) koyup, iade etti yine.
Demek istemişti ki: (Biz de, o âlimlerin,
Gül’ü olmak üzere buraya geldik, bilin.)
Onlar bunu görünce, şaşırdılar o saat.
Dediler: (Alelade bir âlim değil bu zat.)
Mültan’da mevcut olun o âlimlerin hepsi,
Onu büyük bilerek, oldular talebesi.
Bu veli zat, orada hem ilmi yayıyordu,
Hem de halkın refahı için çalışıyordu.
Sulama kanalları, kuyular açtırarak,
Sulattı tarlaları, kalmadı bir yer kurak.
Onun gayreti ile, ekildi araziler.
Yemyeşil, Cennet gibi oldu o susuz yerler.
Kendi de zengin idi, çoktu malı, serveti.
Lakin yoktu kalbinde onların muhabbeti.
Dağıttı o serveti, islamı yaymak için.
Kalbi, hizmet aşkıyle yanardı için için.
O, bu aşkla yaşadı, bu aşkla etti vefat.
Kullara hizmet için, gayret etti her saat.
Olsaydı talebenin her ne ihtiyaçları,
Bizzat şahsi malından karşılardı onları.
Mültan’da, kuvvetli bir kıtlık oldu bir zaman.
Vali yardım istedi bu büyük evliyadan.
Onun vermiş olduğu çok tahıl ve paralar,
Sayesinde, kıtlıktan görmedi kimse zarar.
Talebeye, lezzetli yemekler hazırlatır,
Kendi dahi sofrada olurdu bizzat hazır.
Yemekte sohbet eder, neşeli yemek yerdi.
Yanında olanlara, lokma ikram ederdi.
Bundan, talebeleri hoşlanırdı pek fazla.
Ona bağlanırlardı hem daha bir ihlasla.
. Niçin şükretmeyeyim?
Kerametler sahibi, bir velisidir Hakk’ın.
Kulların hizmetine çalışmıştır bihakkın.
Dine hizmet aşkıyle, kalbi hep çarpıyordu.
Bir şeyler yapmak için fırsatlar arıyordu.
Zengin idi, malını verdi islam yolunda.
Çünkü mal ve paranın, sevgisi yoktu onda.
Ne kadar çok idiyse onun malı, serveti,
Çok idi o kadar da, o mallara nefreti.
Bir gün, bir talebeye buyurdu: (Odaya gir.
Beşbin dinar olacak, onları bana getir.)
Talebe, o odaya girdi ve döndü geri.
Dedi ki: (Göremedim içerde akçeleri.)
(Elhamdülillah) deyip, dersine etti devam.
Olmadı bu hususta onda hiç üzüntü, gam.
Az sonra o talebe, içeri girdi yine.
Onları bulduğunu arz etti kendisine.
O zaman dinarları aldı (Peki) diyerek.
Devam etti dersine, bir daha hamd ederek.
Merak etti talebe, dedi ki: (Efendim, siz,
Niçin iki halde de, yine hamd eylediniz?)
Buyurdu ki: (Evladım, niçin hamdetmeyeyim?
Rabbimiz iman vermiş, dünyalığı nideyim?
Paranın varlığıyla, yokluğu, bu dünyada,
Müsavidir, değişmez dervişlerin yanında.
Dünya elden çıkınca, üzüntü duymazlar hiç.
Ele geçirince de, bulmazlar asla sevinç.
Ben dahi birincide, nazar ettim kalbime.
Gördüm ki üzüntü yok, şükreyledim Rabbime.
İkinci seferde de, kalbime ettim nazar.
Gördüm ki bir sevinç yok, şükreyledim, o kadar.
Bir kul ki, Allah’ını seviyorsa eğer çok,
Fark etmez ona göre dünyalık var veya yok.)
Bu cevap, talebenin sürur verdi gönlüne.
Daha arttı yakini onun büyüklüğüne.
Hazret-i Behaüddin, tevazu sahibiydi.
Kendini üzenlere, sabır küpü gibiydi.
Hatta o, kendisine kötülük edenlere,
İhsan ve ikramlarda bulunurdu çok kere.
Derdi ki: (Hak yolunda yürüyen kimseleri,
Rabbimiz, imtihana tâbi tutar ekseri.
Kulların cefasından olunca mutazarrır,
Hiç karşılık vermeyip, göstermeli hep sabır.
Sırf sabır kâfi değil hatta o insanlara,
Ayrıca gül demeti sunmalıdır onlara.)
Bu Allah adamı da zengindi, malı çoktu.
Bu yüzden bazıları, yapardı dedi-kodu.
Mesela derlerdi ki: (Bu nasıl evliyadır?
Hepimizden daha çok malı ve mülkü vardır.)
O, bunları duyunca, buyurdu: (Ey insanlar!
Hak teâlâ, dünyayı sevmiyor zerre kadar.
Dünyanın tamamının, olmayınca kıymeti,
Olur mu bir kısmının hiçbir ehemmiyeti?
Evet, o dünyalıktan çok var ise de bizde,
Lakin muhabbetleri, hiç yoktur kalbimizde.)
.
48 - ABDULLAH-I DEHLEVİ (Rahmetullahi Aleyh
.Çok mütevazı idi
Allah adamlarından, Abdullah-ı Dehlevi.
Sülale-i Resulden, büyük âlim ve veli.
Henüz gelmemişti ki bu büyük zat dünyaya,
Babasıyla amcası, gördüler birer rüya.
Allah arslanı Ali, rüyada, babasına,
Buyurdu ki: (Bir oğul verecek Allah sana.
Büyüyünce olacak, gayet yüksek ve âli.
O dünyaya gelince, ismini koyun Ali.)
Ve hem amcasına da, rüyada Resulullah,
Buyurdu: (O çocuğun ismi olsun Abdullah.)
Vakta ki o çocuğu bahşetti cenab-ı Hak,
Hem (Ali) hem (Abdullah) konuldu ad olarak.
Yirmi iki yaşında bitirdi tahsilini.
Tanıdı ondan sonra, devrin bir tanesini.
Yani Resulullahın kabinden akıp gelen,
Nurları, taliplerin kalplerine nakleden,
Bir büyük var idi ki, o devrin evliyası,
Sohbeti, temizlerdi kalplerden kiri, pası.
Mazhar-ı Can-ı Canan idi ki bu evliya,
Ondan yayılıyordu nur ve feyiz dünyaya.
Bu büyük veli ile karşılaştı Delhi'de.
Dedi: (Talebeliğe kabul edin beni de.)
Buyurdu ki: (Evladım, zordur bizim yolumuz.
Tuzsuz taş yalamaya benzer bu yol bahusus.
İstersen, sen kendine zevkli ve şevkli bir yol,
Ve bir üstad bularak, git o zata tâbi ol.)
Lakin o, o kapıdan hiç dönmedi geriye.
Zira tam tutulmuştu kalbiyle o veliye.
Dedi: (Olsun efendim, onu istiyorum ben.
Kabul buyurmanızı diliyorum gönülden.)
Mazhar-ı Can-ı Canan, (Peki) dedi nihayet.
Ve onu yetiştirip, verdi mutlak icazet.
Üstadı göç edince, ahiret âlemine,
Abdullah-ı Dehlevi geçti onun yerine.
Bu sefer her taraftan, insanlar akın akın,
Toplanmaya başladı etrafında bu zatın.
Derecesi çok yüksek olduğu halde bile,
Yaşadı hep kırıklık, tevazu, edep ile.
Yatağına uzanıp, uyumadı yatarak.
Seccadede uyurdu, diz üstü oturarak.
Sert ve kalın elbise giyerdi çoğu kere.
Ve onun cömertliği, destan oldu dillere.
Öyle fazla idi ki şefkat ve merhameti,
Görmedi kimse ondan fena bir hareketi.
Hatta ona kötülük yapan kimselere de,
Kalkıp dua ederdi, gece ve seherlerde.
Kendisini sevmeyen, hakim komşusu vardı.
Aleyhinde konuşur, gıybetini yapardı.
Hapse düştü o bir gün, bir suçu işleyerek.
Abdullah-ı Dehlevi işitip üzüldü pek.
Çok uğraşıp çıkardı, onu hapishaneden.
O kimse tövbe edip, talebe oldu hemen.
. Çok büyük zat idi
Abdullah-ı Dehlevi, bir kâmil-i mükemmil.
Olmuştu insanlara dinde rehber ve delil.
Asla dünya kelamı edilmezdi yanında.
Biri gıybet etseydi, sustururdu anında.
Derdi: (Kötülenecek kimse varsa, o benim.
Gıybet büyük günahtır, cezası da pek elim.)
Sultanın gıybetini yaptı biri önünde.
Abdullah-ı Dehlevi oruçluydu o günde.
O gıybeti yapana buyurdu ki o bizzat:
(Bu gün oruçlu idim, sevabı gitti fakat.)
O kimse hayret edip, şöyle arz eyledi ki:
(Efendim, siz kimseyi gıybet etmediniz ki.)
Buyurdu: (Öyle ama, dinledim onu ben de.
Bu gıybet günahında, ortaktır dinleyen de.)
Resulü, öyle fazla severdi ki içinden,
İsmini işitince, geçerdi kendisinden.
Bir gün su getirmişti hizmetçi kendisine.
Verirken, şöyle dua etti efendisine:
(Allah’ın Resulünün muhabbeti, sevgisi,
Olsun üzerinize onun nuru ve feyzi.)
Öyle çok sevindi ki onun bu duasından,
Kalkarak, öpüverdi hizmetçinin alnından.
Mübarek odasından, dışarılara kadar,
Bazan yayılıyordu çok nefis rayihalar.
O zaman talebeler, derlerdi ki: (Herhalde,
Yine Resul'ün ruhu gelmiştir ziyarete.)
O yine zaman zaman, sair evliyanın da,
Ruhaniyetlerini görüyordu yanında.
Bir gün rahatsızlanıp, hasta oldu aniden.
Hemen imdat istedi, İmam-ı Rabbani’den.
Onun ruhaniyeti geliverdi bu sefer.
O rahatsızlığından, kalmadı hiçbir eser.
Abdullah-ı Dehlevi keramet sahibiydi.
Yani Resulullahın yoluna tam tabiydi.
Zira müttefiktirler bunda bütün veliler.
Keramet hususunda, hepsi şöyle dediler:
(Resulullaha uymak ve dinde istikamet,
Olmaz bu güzel halden daha büyük keramet.)
Bu yüksek faziletin dışında, ayriyeten,
Peygamber-i zişanın kalbinden akıp gelen,
Nur ve feyzi saçarak insanların kalbine,
Yükseltirdi onları yolun nihayetine.
Bir iki nazar ile, binlerce talibini,
Devamlı anar hale getirirdi Rabbini.
Çokları, rüyasında bu veliyi görerek,
İslamın sevgisini kalbinde hissederek,
İçlerine düşen bu aşk ile duramayıp,
Gelir ve bu veliyi bulurlardı arayıp.
Ondan, az bir zamanda, pek çok faydalanarak,
Dönerlerdi geriye, birer veli olarak.
Senelerce sürecek çalışma ve işleri,
Birkaç günün içinde, bitirirdi ekseri.
Nice fasık kimseler, bir kere görüp onu,
Bir günde bulurlardı, bu hidayet yolunu.
Nice kâfirler dahi, bir kere dinlemekle,
Müşerref olurlardı iman ve hidayetle.
. Keramet sahibiydi
Allah adamlarından Abdullah-ı Dehlevi,
İnsanları, hak yola davet eden bir veli.
Bir gün, Resulullaha olan muhabbetinden,
Dayanamaz bir hale geldi çok hasretinden.
O aşk ile ağlayıp, etti o gün sabahı.
O gece, rüyasında gördü Resulullahı.
Büyük bir muhabbetle varınca önlerine,
Sevgiyle sarıldılar, hemen birbirlerine.
Bir gün, Delhi camii imamının evladı,
Hasta olup, doktorlar bir çare bulamadı.
Babası, rüyasında gördü ki o günlerde,
Abdullah-ı Dehlevi bulunuyor o evde.
Ve hasta çocuğuna, ediyor birşey ikram.
Sabahleyin gördü ki, oğlu sıhhattedir tam.
Kıymetli bir hediye alaraktan eline,
Bu büyük veli zatın, geldi ziyaretine.
O, tebessüm ederek buyurdu ki: (Bu nedir?
Bu geceki hizmetin, yoksa ücreti midir?)
Talebeden biri de, bir yere gidiyordu.
Bir ara, üstadını yanında görür oldu.
Buyurdu: (Hızlı yürü, uzaklaş kafileden.
Basacak haramiler kafileyi geriden.)
O, hızlanıp gidince bir hayli mesafeyi,
Arkadan soyguncular, bastılar kafileyi.
Talebeden biri de anlatır ki şöylece:
Abdullah Dehlevi’yi rüyada gördüm gece.
Henüz tanımıyordum o zaman bu veliyi.
Beni davet eyledi ziyarete Delhi'yi.
Bulunduğum diyar da, çok uzaktı Delhi'den.
Lakin duramıyordum onun muhabbetinden.
Hiç bir şey dinlemeyip, o gün düştüm yollara.
Lakin yolu şaşırıp, çok üzüldüm o ara.
Ne tarafa gideyim? diye düşünür iken,
Rüyada gördüğüm zat, önüme çıktı birden.
Bana yolu gösterip, kayboldu tekrar yine.
Henüz onu görmeden, kavuştum himmetine.
Bir gün de, hastalandı bir çocuk talebeden.
Gelip dua istedi, babası bu veliden.
Lakin dua etmedi oğluna o kişinin.
O ise anlamadı hikmetini bu işin.
Düşünürken ne için dua etmiyor? diye,
Buyurdu ki: (Oğluna Allah rahmet eyleye.)
Anladı ne sebepten dua etmediğini.
Öğrendi döndüğünde vefat eylediğini.
Bir talebesinin de amcasını, hükümdar,
Suçsuz yakalatarak, hapsetti apar topar.
O da hemen gelerek, Abdullah Dehlevi’ye,
Anlattı üzülerek (İş böyle böyle) diye.
Buyurdu ki: (Oraya gönder de birisini,
Çıkarıp alıp gelsin hapisten kendisini.)
Dedi: (Hapishanenin dışı ve içi bile,
Sarılmış çok sayıda asker ve bekçi ile.)
Buyurdu ki: (Evladım, siz sözümü dinleyin.
Gidip hapishaneden onu alın ve gelin.)
(Peki) deyip, biriyle gitti hemen oraya.
Amcasını alarak, çıkardı dışarıya.
O kadar bekçi, asker, o kadar muhafızlar,
Girip çıktıklarından, haberdar olmadılar.
. Hastalık nimettir
Abdullah-ı Dehlevi, şanı büyük bir veli.
Meşhurdu halk içinde bir çok kerametleri.
Bir gün, biri gelerek mübarek huzuruna,
(Oğlumuz, çoktan beri kayıptır) dedi ona.
Ve ilave etti ki: (Lütfen dua ediniz.
Tekrardan ihsan etsin onu bize Rabbimiz.)
Onun bu sözlerini dinleyip bu mübarek zat,
Buyurdu ki: (Oğlunuz evindedir şu saat.)
O kimse hayret edip, dedi: (Ama efendim,
Şimdi evden ayrılıp, huzurunuza geldim.)
O yine buyurdu ki: (Evine dön ki şu an,
Rabbimiz onu size, tekrardan etti ihsan.)
(Peki efendim) deyip, evine gittiğinde,
Gördü ki, oturuyor oğlu gelmiş evinde.
Yine bir gün, birisi, ölüm yatağındaki,
Hastasını sırtlayıp, geldi bir seher vakti.
Dedi ki: (Ey efendim, çok ağırdır hastamız.
Belki bir şifa bulur, dua buyurursanız.)
Şöyle bir nazar etti hastaya bir kerecik.
Kavuştu sıhhatine o kimse hemencecik.
Böyle, binlerce kişi, dua alıp o zattan,
Şifaya kavuşurdu her türlü mazarrattan.
Kimin bir hastalığı olsa idi o günde,
Gelip birikirlerdi, kapısının önünde.
Lakin kendisinin de, üç mühim derdi vardı.
Hatta namazlarını, hep özürlü kılardı.
Sevdiklerinden biri, buna olup muttali,
Bir gün, kendilerine sual etti bu hali:
(Efendim, bu devirde kim hasta olsa eğer,
Kapınıza gelerek, sizden dua isterler.
Siz bir dua edince, gelen her bir hastaya,
Her biri, duanızla kavuşuyor şifaya.
Halbuki sizin dahi vardır hastalığınız.
Ve bilhassa üçünden, hiç yoktur rahatınız.
Lakin hikmet nedir ki, etmezsiniz hiç dua?
Etseniz, size dahi verir Allah bir deva.)
Buyurdu ki: (Kurtulmak istiyor dertten onlar.
Bu yüzden bize gelip, hep dua istiyorlar.
Biz ise, Rabbimizin verdiği bu dertlerden,
O gönderdiği için, razıyız herbirinden.
Kemend-i mahbubdur ki, her musibet ve bela,
Sevdiği kullarına gönderir Hak teâlâ.)
Kıtlık vaki olmuştu bir zaman da Delhi’de.
Buna çok üzülmüştü, Abdullah Dehlevi de.
Mescidin avlusuna çıktı bir gün nihayet.
Kızgın güneş altında, oturdu kısa müddet.
Dedi ki: (Ya ilahi, yağmur yağana kadar,
Buradan gitmemeye, bu kulun verdi karar.)
O böyle söyleyince, çok geçmedi aradan.
Nehirler akar gibi, yağmur yağdı havadan.
Çok nazlı kullarıdır Allah’ın çünkü onlar.
Onların hürmetine, yağdırır yağmur ve kar.
Resulullahtan gelen ilahi feyiz ve nur,
Onların kalplerinden, herkese vasıl olur.
Bu büyük velilerin hürmetine ya Rabbi!
Bizi, her halimizde onlara eyle tâbi.
. Hıristiyanın imanı
Abdullah-ı Dehlevi, çok büyük bir evliya.
Ondan yayılıyordu dünyaya nur ve ziya.
Nice fasık kimseler, hatta nice kâfirler,
Bir teveccühü ile hidayete geldiler.
Güzel ve yakışıklı vardı ki genç birisi,
Hıristiyan dinine mensub idi kendisi.
Bu genç, bir gün gelerek Abdullah Dehlevi’ye,
Başladı sohbetini severek dinlemeye.
Cemaatten bazısı, dedi ki bu arada:
(Bu hıristiyan gencin, ne işi var burada?)
Lakin o, bir teveccüh buyurunca o gence,
Kalbi, iman nuruyla aydınlandı hemence.
Şehadeti getirip, iman etti nihayet.
Bir tek teveccühüyle, oldu işbu hidayet.
Bir gün de, birisini alaraktan yanına,
Gitti akrabasından ihtiyar bir kadına.
Zira kadıncağızın, etmişti kızı vefat.
Taziye etmek için gitmişti ona bizzat.
Buyurdu ki: (Üzülme, Rabbimiz sana yine,
Daha iyi bir evlat verir onun yerine.)
Dedi ki: (Ben ve kocam, hayli ihtiyarladık.
Bu yaşta çocuğumuz olmaz ki bizim artık.)
Buyurdu ki: (Her şeye kadirdir Hak teâlâ.
Sizin de çocuğunuz olabilir pekala.)
O haneden çıkarak, girdiler bir camiye.
Dua etti: (Ya Rabbi, buna çocuk ver) diye.
Hakikaten bir sene geçmişti ki aradan,
Ona bir oğlan çocuk ihsan etti Yaradan.
Abdullah Dehlevi’nin dergahının yanında,
Bitişik bir arsası vardı bir kadının da.
Talebe çoğalınca, dergah dar geliyordu.
Genişletmek lüzumu artık beliriyordu.
Arsa sahibi olan o kadına vardılar.
Meseleyi, güzelce kendine anlattılar.
Dediler ki: (Arsanı satarsan eğer bize,
Katacağız onu da, mevcut medresemize.)
Lakin kabul etmedi bu teklifi o kadın.
Dedi ki: (Satmıyorum, siz başka arsa bakın.)
Allah’ın dostlarını sevmez idi o hatta.
Satmamak hususunda, inat etti adeta.
Dediler: (Utanırsan satmak için arsayı,
Sana, gizli olarak göndeririz parayı.
Hediye ettiğini söyle sen her insana.
Parasını, gizliden göndeririz biz sana.)
Fakat son cevabı da verdi o (Hayır) diye.
Hem de hakaret etti Abdullah Dehlevi’ye.
Hakaret ettiğini haber verince ona,
Nazik kalbi, şiddetle kırıldı o kadına
O günden itibaren kadının ailesi,
Her gün eksiliyordu ölerek bir tanesi.
Nihayet bir çocuğu kalmış idi sonunda.
Mühim bir hastalığı çıktı en son onun da.
Kadın, bu olanlardan anladı hatasını.
Derhal hediye etti dergaha arsasını.
Çocuk da, hastalıktan kurtulup buldu sıhhat.
Götürüp, medreseye yazdırdı onu bizzat.
. Buyurdu ki...
Abdullah-ı Dehlevi, devrinin bir tanesi.
İnsanları ateşten kurtarmaktı gayesi.
Resulün kalbindeki ilim, feyiz ve nurlar,
Bu büyük evliyanın kalbini doldurdular.
O da, kendine gelen bu nur ve feyizleri,
Yayarak, tenvir etti kararmış gönülleri.
Çok mektuplar yazarak devrin insanlarına,
Sevk etti hep onları, bu kurtuluş yoluna.
Birisine yazdığı mektupta buyurdu ki:
(Gafletle yaşıyoruz, öleceğiz halbuki.
Hep günah işlemekle geçiyor günlerimiz.
Karardı isyan ile, amel defterlerimiz.
Dedikodu, iftira, yalan, gıybet, su-i zan.
Gece gün, Rabbimize eyledik günah, isyan.
Hep noksan ve kusurlu her ibadetimiz de.
Bu bozuk halimizi, görüyor Rabbimiz de.
Gerçi her gün, beş vakit namazı kılıyoruz.
Lakin her edebine dikkat edemiyoruz.
Oruç da tutuyoruz her sene Ramazan'da.
Ve lakin karşımıza çıkar mı ki Mizanda?
Müminin, kıymetlidir ömründeki her anı.
Malayani şeylere harcıyoruz zamanı.
Hep gafletle geçiyor, bu sayılı nefesler.
Ve lakin bunun sonu, pişmanlıktır ve keder.
Binlerce teessüfler olsun ki halimize,
Ne yüzle gideceğiz ölünce Rabbimize?
Bu cihan bahçesine, (Gül ) için geldik, fakat,
Hep (Diken ) toplamakla ömrümüz geçti, heyhat!
Çok yazıklar olsun ki, sıhhat verdi Rabbimiz.
Ve lakin kıymetini bilmedik onun da biz.
İki büyük nimet ki, (Resulullah ) ve (Kur'an ).
Bunların da şükrünü, aciz olduk ifadan.
Her türlü nimetleri verdi de Hak teâlâ,
Yine, gaflet içinde yaşıyoruz biz hala.
Böyle günah içinde bitince bu ömrümüz,
Yarın kabul görür mü, bahane ve özrümüz?
Rahmeti, gadabını aşmıştırki Allah’ın,
İşte tek ümidimiz, mahşerde budur yarın.
Sırf Onun ihsanına güveniyoruz ancak.
Zira yoktur yüzümüz, huzuruna varacak.
Ölüm, başucumuzda, yaklaştı hem de ecel.
Lakin işleyemedik işe yarar bir amel.
Allah’ın didarına kavuşurken iyiler,
Hesaptan kurtulamaz o gün bizim gibiler.
Elli bin sene süren müthiş hesap gününde,
Bekleriz, çok mahcup ve başlarımız önünde.
İyi düşünelim ki, olacak hepsi bunlar.
Kurtulur o gün ancak, aklını kullananlar.
Pişman olmamak için, yarın ruz-ü mahşerde,
Dinde, kılı kırk yarmak icab eder bu yerde.
Allah’ın rızasına muhalif iş yapanlar,
Yarın hesap gününde, çok pişman olacaklar.
Lakin Resulullahın yoluna tâbi olan,
Dünya ve ahirette, görmez hiç zarar, ziyan.
Allah’a, ihlas ile yapmalı ki ibadet,
Huzuruna çıkınca, olmasın hiç nedamet.)
.
49 - MEVLANA HALİD-İ BAĞDADİ (Kuddise Sirruh)
.Heybetli idi
Halid-i Bağdadi ki, çok büyük bir veliyi.
Devrinin bir teki ve asrın müceddidiydi.
Osman-ı zinnureyn’in soyundan olan bu zat,
Bağdat’ta tevellüd ve eyledi Şamda vefat.
Uzuna yakın boylu ve iri yapılıydı.
Buğday benizli olup, heybet ve vakarlıydı.
Burnunun orta yeri, yüksekçe idi biraz.
Sakalında, siyahtan daha az vardı beyaz.
Geniş göğüslü olup, güler yüzlü idi hem.
Onun gibi bir veli, az görmüştü bu âlem.
Daha küçük yaşında, başladı tahsiline.
Çabucak vakıf oldu, ilimlerin hepsine.
O devirde, ne kadar varsa ilim sahibi,
Dediler ki: (Bir âlim şimdi yok onun gibi.)
Yirmibir yaşındayken henüz bu mübarek zat,
Ulema ve avama, oldu hoca ve üstad.
Her taraftan insanlar, koştu onun dersine.
Şevk ile katıldılar halka-i tedrisine.
Zühd ve takva üzere, sade hayat yaşardı.
Zira temiz kalbinde, Resulün aşkı vardı.
Yegane düşüncesi şu idi ki bu zatın,
Hemen ziyaretine gitsin Resulullahın.
Çıktı bir gün nihayet Medine beldesine.
Geldi Resulullahın, mübarek türbesine.
Ziyaret adabını yerine getirerek,
Düşündü ki: Kendime, bir rehber bulsam gerek.
Kâmil bir veli bulup, ona teslim olmağı,
Öyle istiyordu ki, kalmadı hiç durağı.
Rastladı o günlerde, faziletli bir zata.
Dedi ki: (İhtiyacım var benim nasihata.)
O dedi ki: (Kâbe’yi ettiğinde ziyaret,
Edebe mugayir şey görürsen, eyleme red.)
(Peki) deyip, oradan Mekke’ye geldi hemen.
Beytullaha dönerek, salevat okur iken,
Rastladı o sırada Beytullahta birine.
Kâbe’ye sırt çevirmiş, bakardı kendisine.
Düşündü: Utanmadan Kâbe’ye sırt çevirmiş.
Edebi gözetmiyor, hiç olur mu böyle iş?
O böyle düşünürken, dedi ki o zat ise:
(Niçin kötülüyorsun böyle beni ey kimse?
Bil ki mümine hürmet, önce gelir Kâbe’den.
Bunun için, yüzümü çevirmiştim sana ben.
Hatırla Medine’de görüştüğün o zatı.
Ne idi hem de onun, sana o nasihatı?)
Derhal özür dileyip, dedi ki kendisine:
(Beni de kabul edin talebeniz içine.)
O dedi: (Sen burada hiç durma bu iş için.
Hindistan’da hallolur, ancak senin bu işin.)
. Hindistan yolculuğu
Ravda-i mübareki ve Kâbe’yi ziyaret,
Edip, memleketine avdet etti nihayet.
Talebe okutmakla meşgul oldu ilk zaman.
Lakin hiç çıkmıyordu Hindistan hatırından.
Çünkü ona, Kâbe’de demişti ki bir abid:
(Senin işin, orada tamam olur ey Halid!)
Bu düşünce içinde, yanarken her gün içi,
Hindistan'dan yanına, çıka geldi bir kişi.
Mirza Abdürrahimdi ismi de o gelenin.
Talebesinden idi Abdullah Dehlevi’nin.
O, Mevlana Halid’in huzuruna girince,
İletti üstadının selamını ilk önce.
Arz etti ki: (Üstadım Abdullah-ı Dehlevi,
Hindistan diyarına davet eder sizleri.)
Başladı onun ile, hergün sohbet etmeye.
Gidemez oldu artık, ders için talebeye.
Talebe, bu Hindliye kızdılar için için.
Lakin bilmiyorlardı hikmetini bu işin.
Hocaları, zahirde yetişmişti gerçi tam.
Lakin batın ilminde, değildi henüz tamam.
Resulullahtan gelen ilim, feyiz ve nurlar,
Abdullah Dehlevi’nin kalbine akmıştılar.
O da, Resulullahın işbu emanetini,
Teslim etmek üzere, arardı bir ehlini.
Kendisi Hindistan’da bulunurdu o vakit.
Fakat Bağdat’ta idi o an Mevlana Halid.
Kalp gözüyle gördü ki, işte bu büyük zat da,
Aradığı o kişi, bulunuyor Bağdat’ta.
Ve hemen gönderdi ki talebeden birini,
Onu alıp gelsin de, versin emanetini.
İşte o talebeyle, bir gün Mevlana Halid,
Çıktılar yolculuğa, geçirmeden hiç vakit.
Ve lakin talebeler, hatta cümle ahali,
Pek fazla üzüldüler, öğrenince bu hali.
Kimse anlamamıştı hikmetini bu işin.
Gidip çok yalvardılar, yoldan çevirmek için.
Ne kadar ısrar edip, yalvardılar ise de,
Çevirmek konusunda, vermedi bir faide.
Dediler ki: (Efendim, öyle yer ki Hindistan,
Türlü tehlikelerle doludur o yer şu an.
Bizleri terk edip de, gitmeyiniz o yere.
Zira çok karanlık ve zulmetlidir o yöre.)
Buyurdu: (Ab-ı hayat, zulümatta bulunur.
Orda feyiz, bereket, ordadır rahat, huzur.)
Bir (Gül )ün kokusunu alan (Bülbül ) misali,
Şiddetle istiyordu Hindistan’a o visali.
Kimseyi dinlemeyip, o yola koyuldular.
Herkes, gözyaşlarıyla onu uğurladılar.
. Dergahı temizlerdi
Bir sene yolculuktan sonra Mevlana Halid,
Delhi’ye geldiğinde, ikindiydi tam vakit.
Delhi’nin toprağına, ilk ayak bastığında,
Dağıttı sevincinden, her ne varsa yanında.
Sonra varıp, elini öperek o büyüğün,
Talebesi olmakla şereflendi aynı gün.
O da, ilk iş olarak, ezmek için nefsini,
Verdi ona dergahın günlük temizliğini.
Her zahiri ilimde çok büyük âlim iken,
Başladı vazifeye, hiç itiraz etmeden.
Kova ve süpürgeyi, her gün alıp eline,
Aylarca devam etti, dergah temizliğine.
Kovasını kuyudan, su ile doldurarak,
Taşırdı omuzunda, bir sopaya takarak.
Dergahtan o kuyuya, o kuyudan dergaha,
Gidip gidip gelirdi, bir günde pek çok defa.
Hem dergahın temizlik işiyle uğraşırdı,
Ve hem de, abdest için depoya su taşırdı.
Üstadının verdiği bu temizlik işinden,
Eğer az bir gevşeklik gelse idi içinden,
En şiddetli cezayı verip hemen nefsine,
Yine devam ederdi, aynen vazifesine.
Bir gün, nasıl olduysa, yaparken bu işini,
Az hissetti nefsinin, işe gevşekliğini.
Derhal kendi kendine söylendi ki: (Ey nefsim!
Sana, bu çok şerefli vazifeyi veren kim?
Yapmak istemez isen bu işi eğer ki sen,
Atarım elimdeki süpürgeyi ve hemen,
Yerleri, sakalımla süpürtürüm Vallahi.
Vazifene, severek devam et, durma haydi!)
Nefsini, bu şekilde paylayınca o biraz,
Ondan sonra nefsinden, gelmedi bir itiraz.
Üstadının verdiği bu işi yapmak için,
Çalıştı canla başla, gevşeklik etmeksizin.
Su taşıya taşıya, aylarca omuzunda,
İki omuzu dahi, yara oldu sonunda.
Bir gün yine dergaha, omuzda su taşırken,
Mübarek üstadıyla karşılaştı aniden.
Abdullah-ı Dehlevi şahit oldu ki o an,
Halid-i Bağdadi’nin mübarek omuzundan,
Çıkıyor Arş’a doğru, muazzam büyük nurlar.
Melekler, hayranlıkla onu seyrediyorlar.
Ne zaman ki üstadı vakıf oldu bu hale,
Anladı artık onun geldiğini kemale.
Beş ay da bulunarak, üstadının yanında,
Olgunlaştı iyice, nazarları altında.
Yani onda bulunan o şerefli emanet,
Halid-i Bağdadi’ye geçmiş oldu nihayet
. Halid herşeyi götürdü
Abdullah Dehlevi’nin hizmet ve himmetinde,
Kalıp, kısa zamanda kemale geldiğinde,
Üstadı, kendisine buyurdu ki: (Ey Halid!
Şimdi memleketine geri dön, Bağdat’a git.
Sen de yay bu nurları, taliplerin kalbine.
Ve Hak aşıklarını, kavuştur Rablerine.)
Arz etti ki: (Ey hocam, ey sebeb-i nimetim!
Bu hizmetin ifası, zor olur zannederim.
Çünkü o diyarlarda, var ki öyle kişiler,
Pek fazla itibar ve şöhret sahibidirler.
Cümle halk, o zatlara gönülden bağlıdırlar.
Âlimler de, onlara gayet saygılıdırlar.
Ben eğer kalkışırsam o yerlerde bu işe,
Halk beni men eder ve başlarlar serzenişe.)
O böyle arz edince, buyurdu ki: (Ey Halid!
Sen gidince, vaziyet olur buna müsait.
Sen anlat doğru yolu oranın insanına.
Herkes gelip yüz sürer, ayağının tozuna.
İtibarlı kişiler olsa da orda gerçi,
Sen gidince, onlar da olur sana hizmetçi.)
Sonra, bütün talebe ve cümle ahaliyle,
Yürüdü dört mil kadar, onu teşyi etmeye.
Gözyaşları içinde, onu uğurladılar.
(Halid herşeyi aldı, götürdü) buyurdular.
Delhi'den ayrıldıktan bir müddet sonra yine,
Mektup yazıp, şunları buyurdu kendisine:
(Ey Allah’ın sevgili kulu Mevlana Halid!
Esselamü aleyküm, duacıyım beş vakit.
Tepeden tırnağa dek, kusur içinde olan,
Bu fakire, öyle çok nimet gelir ki her an,
Bunların şükrü için, Allahü teâlâya,
Ne desem yine azdır, sığmaz söze, yazıya.
Vücudumun her kılı, konuşup gelse dile,
Şükrünün zerresini, eda edemez bile.
En büyüğü şudur ki bu gelen nimetlerden,
İnabet almanızdır, sizin bu fakirlerden.
İftihar ediyorum, bu fakir sizin ile.
Çünkü bu yol, yayılır, kuvvetlenir sizinle.
Teveccühlerinize kavuşmakla bu âlem,
Başka âlem oluyor, şükrolsun buna her dem.
Nasıl Baki Billah’ın talebesi içinde,
İmam-ı Rabbani’nin yeri ayrı idiyse,
Ben dahi söylerim ki, her zaman tekrar tekrar,
Mevlana Halid ile ediyorum iftihar.
Siz, o memleketlerin, kutb-u âlemisiniz.
Sizin vasıtanızla yayılır nur ve feyiz.
Şimdi sizin eliniz, benim elim demektir.
Hem dahi sizi görmek, aynen beni görmektir.)
. Çekemeyenler oldu
O Mevlana Halid ki, Delhi’den ayrılarak,
Bağdat'a vardığında, büyük veli olarak,
Bilcümle âlimler ve fazilet sahipleri,
Talebeler ve şehrin ileri gelenleri,
Sevinç ve neşe ile, onu karşıladılar.
Ahali, sanki o gün, bir bayram yaşadılar.
Bir yıl önce ayrılıp, gider iken Delhi’ye,
Herkes yalvarıyordu, (Efendim gitme!) diye.
Lakin bir sene sonra, döndüğünde Delhi’den,
Derecesi, kat be kat artmıştı evvelkinden.
Bir çok Hak aşıkları, hep ona koşuyordu.
Zira ilim ve feyiz, ondan fışkırıyordu.
Lakin fesatçılar da, eksik olmuyordu pek.
Cephe alanlar oldu, onu çekemeyerek.
Bir fesatçı vardı ki, (Halet Efendi) diye,
Gidip şikayet etti, bu zatı halifeye.
Dedi ki: (Devlet için, tehlikelidir bu zat.
Her an yıkılabilir, o durdukça saltanat.
Onbinlerce adamı vardır ki bu kişinin,
Ortadan kalkmaz ise, zarardır devlet için.)
Zamanın padişahı, Sultan Mahmud Han ise,
Ona fena kızarak, eyledi muaheze.
Söylediği sözlere hiç etmeyip itibar,
Dedi: (Din adamından, devlete gelmez zarar.)
Halid-i Bağdadi de, işitince bu hali,
Sevinip, padişaha dua etti bir hayli.
O Mevlana Halid ki, Bağdat’a döndüğünde,
Âlimler, edep ile diz çöktüler önünde.
Vakur ve heybetliydi Hakk’ın bu evliyası.
Sohbeti, süpürürdü kalpten kiri ve pası.
Sohbetine bir gelen, ayrılmıyordu artık.
Cemaat, her gün daha olurdu kalabalık.
Bağdat valisi olan, Said Paşa da yine,
İşitip koştu hemen, onun ziyaretine.
Gördü ki, âlimlerin genci ve yaşlıları,
Edeple otururlar, öne eğik başları.
O sırada, bir nazar eyledi o valiye,
Heybetinden diz çöküp, başladı titremeye.
Biraz vakit geçip de, sakinleşince hali,
Buyurdu ki: (Kıyamet dehşetli yer ey vali!
O gün öyle gündür ki, çok süt veren analar,
Körpe yavrularını, korkudan unuturlar.
Ve nice hamileler vardır ki ayriyeten,
Vakitsiz doğururlar, o günün dehşetinden.
Herkesi sarhoş gibi görürsün, değillerdir.
Lakin Hak teâlânın azabı şiddetlidir.)
Bu nasihatleri de işitince o vali,
Başladı titremeye, değişti yine hali.
. Çok heybetli idi
Bu büyük evliyayı, kıskanıp haset eden,
İkiyüz kadar kişi var idi ki hassaten,
Bir araya gelerek, verdiler şöyle karar:
Öldürelim bu zatı, bu gün akşama kadar.
Günlerden Cuma idi, silahlanıp geldiler.
Caminin kapısında, gizlenip beklediler.
Dediler ki: (Ne zaman, o çıkarsa camiden,
Üzerine saldırıp, öldürelim aniden.)
Nihayet bitti namaz ve dağıldı cemaat.
Camiden son olarak, çıktı o mübarek zat.
Ve lakin çıkar çıkmaz, fark etti o da bunu.
Bildi niyetlerinin su-i kast olduğunu.
Ve bir baktı onlara, pek hiddetli olarak.
Kaldılar yerlerinde, mıh gibi çakılarak.
Sonra, silahlarını düşürüp ellerinden,
Yığılıp kaldı çoğu, onun bu heybetinden.
Bir kısmı da, büyük bir dehşete kapılarak,
Kaçıp uzaklaştılar, korkudan bağırarak.
Bu hadise hakkında, dedi ki o kaçanlar:
(O, camiden çıkıp da, edince bize nazar,
Omuzları üstünde, vardı koca bir Arslan,
Görmedik ömrümüzde, böyle korkunç bir hayvan.
Nerdeyse üstümüze saldıracak idi ki,
Selameti, kaçmakta buluk biz tabii ki.)
Yine bir gün, bir kişi var idi ki Bağdat’ta,
Düşmanlık eder idi, bu zata her fırsatta.
Bir gün de alay etti, taklidini yaparak.
Lakin cinnet getirdi, aklını oynatarak.
Hısım ve akrabası, onu affetsin diye,
Gelerek yalvardılar, Halid-i Bağdadi’ye.
Yine merhamet edip, affetti o kimseyi.
O anda, delilikten kurtulup oldu iyi.
Bir gün de bu büyük zat, talebesiyle yine,
Hicret ediyorlardı, Bağdat’tan Şam şehrine.
Kafile, Şam’a doğru yol alırken salimen,
Bir soyguncu gurubu, peyda oldu aniden.
Haydutlardan birisi anlatır ki şöylece:
(Biz, hücum etmek için, hazırlandık hemence.
Lakin tam o sırada, beyaz kaftanlı biri,
Beyaz at üzerinde, çıkıverdi ileri.
Sonunda bir dağ kadar büyüdü önümüzde.
Biz, feci halde korktuk, bunu gördüğümüzde.
Atların üzerinden, yerlere yuvarlandık.
Hata ettiğimizi bilvesile anladık.
Halid-i Bağdadi’yi gördük sonra birazdan.
Ve eman dilemeye, başladık bir ağızdan.
Bizi affetmesini istedik o büyüğün.
Soygunculuk yapmayı, terk eyledik aynı gün
. Ben su-i zan etmem
Bir gün Mevlana Halid, hacca gitmek üzere,
Katırına binerek, çıktı hemen sefere.
Şam’a uğradığında, yalancı, fasık biri,
Gidip şikayet etti kadıya bu veliyi.
Dedi ki: (Üç ay önce, çalınmıştı katırım.
Meğer ki bu zat çalmış, görür görmez tanıdım.)
Vaziyeti öğrenmek maksadıyla o dahi,
Mahkemeye çağırdı Halid-i Bağdadi’yi.
Yalancı şahitleri dahi dinlediğinde,
Verdi kesin hükmünü yalancının lehinde.
Mevlana Halid ise, çıkınca mahkemeden,
Teslim etti katırı o yalancıya hemen.
Buyurdu ki: (Ey kişi, hükmü ile hakimin,
Anlaşılmış oldu ki, bu hayvan şimdi senin.
Lakin ben, şunu dahi söyleyeyim ki şimdi,
Bu hayvan, benim evde dünyaya gelmiş idi.
Yine de hiç kimseye su-i zan etmiyorum.
Çünkü Allah, herşeye kadirdir, biliyorum.
Benim evimde doğan bu katırı, pekala,
Senin eve koymaya, kadirdir Hak teâlâ.
Senin katırını da, benim eve koymuştur.
Madem ki hüküm böyle, bu iş böyle olmuştur.
Bağdat’tan Şama kadar binme ücretini de,
Vereyim ki, hakkınız kalmasın üzerimde.)
Tam parayı çıkarıp, o kimseye verirken,
Yalancının katırı oraya geldi birden.
Katırı görür görmez o yalancı şahitler,
Halid-i Bağdadi’den çok özür dilediler.
O hakim, daha sonra öğrendi hadiseyi.
Aradı, bulamadı Halid-i Bağdadi’yi.
O yalancı kişiyle, yalancı şahitler de,
Kaçıp, mekan tuttular Şam’dan başka bir yerde.
Bir gün de, Abdülbaki adında bir kimseyi,
Bağdat’a vazifeli gönderdi valileri.
Abdülbaki Efendi, bir ay kaldı Bağdat’ta.
Parası da bitince, kaldı çok sıkıntıda.
Açlık ve üzüntüyle günleri geçirirken,
Halid-i Bağdadi’yi hatırladı aniden.
Düşündü: O, Allah’ın bir evliya kuludur.
Benim halim, muhakkak, o zatın malumudur.
O, düşünür idi ki bunları tam o saat,
Kapısı çalınarak, içeri girdi bir zat.
Elindeki keseyi bırakıp girdi söze:
(Halid-i Bağdadi’nin selamları var size.
Buyurdu ki: Parasız kalmış olabilirler.
İşbu hediyemizi, lütfen kabul etsinler.)
Başka bir şey demeden, çıktı izin alarak.
Saydı, yirmibin altın var idi tam olarak.
. Mektup ve dua
Hacı Halil Efendi namında biri vardı.
Padişahın hususi hizmetini yapardı.
Hacca niyet ederek, sultandan aldı izin.
Sonra çıktı sefere, Kâbe’ye varmak için.
İstanbul’dan ayrılıp, geçince Üsküdar’a,
Mezarlık tarafından, biri çıktı o ara.
Elindeki mektubu, uzatıp ona derhal,
Dedi: (Halil efendi, şu mektubu hele al.
Koy cebine, unutma, varınca Şam şehrine,
Takdim eyle Mevlana Halid hazretlerine.)
O, mektubu alarak, devam etti yoluna.
Şama gelip yerleşti, valinin konağına.
Mevlana Halid ise, o akşam, hizmetçiye,
Buyurdu ki: (Hazırlan, gideceğiz valiye.)
Ziyarete gidince konağında valiyi,
Hürmetle karşıladı Halid-i Bağdadi’yi.
Halil Efendi dahi orada idi, fakat,
O zatın mektubunu unutmuştu o saat.
Ona, Mevlana Halid bir şey demedi önce.
Hatırlattı sonunda, mektubu vermeyince.
Buyurdu: (Yanınızda, bize teslim edecek,
Birinden aldığınız emanet olsa gerek.)
Yine hatırlamadı bunu Halil Efendi.
(Bende, size verecek bir emanet yok) dedi.
Buyurdu ki: (Olacak, bir bakın cebinize.
Üsküdar’da, birisi vermişti onu size.)
O zaman hatırlayıp, çıkardı onu hemen.
Takdim etti ve lakin çok utandı halinden.
Halil Efendi dahi, arz etti ki: (Efendim!
Bize dua buyurun, şimdi hacca giderim.
Lakin hac dönüşünde, misafir olup size,
İnşallah kavuşurum yüksek himmetinize.)
Buyurdu ki: (Dönüşte buraya uğrarsınız.
Lakin bizi burada, belki bulamazsınız.)
Hakikaten Mekke’de, gördü ki bir gün o zat,
Bir cenaze namazı kılarlar bir cemaat.
Ve yaklaşıp sordu ki: (Cenaze yok ortada.
Siz, kimin namazını kılarsınız burada?)
Dediler: (Vefat etti, bu gün Mevlana Halid.
Biz, onun namazını kılıyoruz bu vakit.)
O zaman, kendisine geldi Halil efendi.
Haccedip, İstanbul’a tekrar avdet eyledi.
Vakta ki Üsküdar’a vasıl olunca yine,
Rastladı kabristanda o mektup sahibine.
O sordu ki: (Mektubu, hangi gün, hangi saat,
Verdiniz, ne buyurdu okuyup o büyük zat?)
Dedi: (Şu gün, şu saat teslim ettim kardeşim.)
O dedi: (Tam o günde, halloldu o zor işim.)
. Mahcup oldular
Bu zat, talebesiyle ederken bir gün sohbet,
Buyurdu ki: (Geliyor yanımıza bir zulmet.)
Aradan yarım saat geçmemişti ki daha,
Bir rafızi âlimi giriverdi dergaha.
Ayrıca, âlim diye getirmiş on adiyi,
Ki, imtihan etsinler Halid-i Bağdadi’yi.
Mübarek huzuruna girince onlar fakat,
Yüzlerine bakmayıp, etmedi hiç iltifat.
Vakar ve heybetinden korkarak onlar hatta,
Dikilip, yarım saat beklediler ayakta.
Sonra Mevlana Halid, o gelen kimselere,
İşaret eyledi ki: (Oturun şimdi yere!)
Yüzlerine bir defa bile dönüp bakmadan,
Sohbetini bitirip, çıkıp gitti dergahtan.
Onlar, bir müddet daha titreyip yine böyle,
Sonra, kendilerine geldiler tamamiyle.
Dediler: (Bu âlimde bir haller var ki fakat,
Onu anlamak için, bizde yok güç ve takat.)
Çaresizlik içinde, düşünüp taşındılar.
Onu mağlup edecek bir âlim aradılar.
Nihayet Şeyh Yahya-yı Mezveri isminde bir,
Âlime mektup yazıp, dediler: (Hal böyledir.
Burada, Halid diye vardır ki genç bir âlim,
Herkes mağlup oluyor karşısına çıksa kim.
Bu zat, önce her ilmi mükemmel tahsil edip,
Olmuştu genç yaşında, büyük âlim ve edib.
Ve lakin Hindistan’a gidip geldikten sonra,
Mürşitlik davasına kalkıştı insanlara.
Onu mağlup etmekten, aciz kaldık hepimiz.
Bu hususta, sadece sizdedir ümidimiz.
Size vacib oldu ki, bu taraflara gelip,
Buna, (dur!) diyesiniz, ilimde onu yenip.)
Bu yazılan mektubu, alınca bu Şeyh Yahya,
Bazı talebesiyle, geldi hemen oraya.
Âlimler karşılayıp, çok iltifat ettiler.
Hepsi, kendi evine götürmek istediler.
Lakin o, aldırmayıp ilgi ve iltifata,
Dedi: (Beni götürün dediğiniz o zata.)
Dergahın kapısına yakın geldiği vakit,
Ayakta karşıladı, onu Mevlana Halid.
Müsafeha ederek, oturttu yanlarına.
Ve ilgi göstererek, iltifat etti ona.
Şeyh Yahya’nın kalbinde, ince, zor meseleler,
Vardı ki, soracaktı onları birer birer.
Lakin o, tasarlarken bunları sormak için,
Aldı cevaplarını, hiç sual etmeksizin.
Zira Mevlana Halid, o sualleri, tek tek,
Sayıp, cevaplarını verdi izah ederek.
O, bu hali görünce utandı kendisinden,
Hemen özür dileyip, oldu talebesinden.
. Kabrimi kazın
Dört evladı vardı ki Halid-i Bağdadi’nin,
Şihabüddin, Necmüddin, Abdurrahman, Bahaddin.
Bunlardan Şihabüddin, Urfa'da etti vefat.
Behaeddin, taundan eyledi terk-i hayat.
O, henüz beş yaşına girmemişti ki daha,
Yakalandı bu taun denilen hastalığa.
İşte bu Behaüddin, vefat eylediğinde,
Hüzün ile karışık sevinç vardı içinde.
Dedi ki: (Ya ilahi, bu oğlum Behaüddin,
Bizi, mıknatıs gibi yanına çeker bir gün.)
Sonra, bizzat kendisi, kıldırıp namazını,
Kasiyun tepesine defnettiler naşını.
Orada emretti ki bazı talebesine,
O yerde, bir kabir de kazsınlar kendisine.
Sonra, talebesinden tauna yakalanan,
Molla İsa’ya gelip, teselli etti son an.
Buyurdu ki: (Ya İsa, ol müsterih ve rahat.
Asla olamayacak şeytan sana musallat.
Oğlum Behaüddin’e selam söyle ve de ki:
İnşallah pek yakında gelecek baban dahi.)
Oğlu Abdurrahman da, aynı senede yine,
Ölerek, defnedildi Kasiyun tepesine.
Ve lakin defin için gittiğinde o dağa,
Gördü ki, kazılmamış kendinin kabri daha.
Emir verdiklerine, bunu hatırlatarak,
Buyurdu ki: (Kabrimi bugün kazın muhakkak.)
Defin bittikten sonra, döndüler hanegaha.
Ve artık dışarıya çıkmadılar bir daha.
Buyurdu: (Tek bir yere istiyorum gitmeyi.
Oğlum Behaüddin’in yanıdır o yer dahi.)
Dediler ki: (Elemle doldu şimdi gönlümüz.
İnşallah emir gelmez, uzun olur ömrünüz.)
Buyurdu: (Ölmek için, geldik Şam diyarına.
Yaklaştı ecelimiz, gelir bu gün yarına.
Keramet gösteriyor demeseler eğer halk,
Tek tek vedalaşırdım dostlar ile muhakkak.
Çünkü Cuma gecesi geldiğinde, şu vakit,
Aranızdan ayrılıp, gider Mevlana Halid.)
Çoluk çocuğu ile vedalaşıp tek be tek,
Sonra da, herbirine vasiyetler ederek,
(Biz, bu Cuma gecesi gidiyoruz) dedi ve,
Ayrılıp, teşrif etti oradan medreseye.
Dedi: (Yemin ederim Allah’a ey insanlar!
Baliğ olduğum günden, ta ki bu güne kadar,
Bir vakit namazımı dahi terk eylemedim.
Kuşluk ve teheccüdü dahi eda eyledim.
Lakin bunu duyunca, demeyin ki: Bu Halid,
Ölünce, hasenata muhtaç olmaz bir vakit.
İhlas ve fatihayı okuyup behemahal,
Ruhuma göndermeyi etmeyiniz hiç ihmal.)
. Vefatı
Halid-i Bağdadi’nin son günleri idi ki,
Bir gün, sevdiklerine yaptı şu vasiyeti:
(Benim ölümüm gibi, musibet gelmez size.
Lakin sabrı tavsiye ederim hepinize.
Ölürsem, yüksek sesle bağırıp çağırarak,
Ağlamayın ki, bana, eza verir bu ancak.)
Vasiyeti bitince Halid-i Bağdadi’nin,
Geldi talebesinden seyyid İbni Abidin.
Edeple kendisine bazı fıkhi sualler,
Sorup, cevaplarını alınca birer birer,
Arz etti ki: (Bir rüya gördüm ben geceleyin.
Vefat eylemiş idi hem Osman-ı Zinnureyn.
Çok büyük kalabalık olmuştu cemaat da.
Cenaze namazını, ben kıldırdıydım hatta.)
Buyurdu ki: (Yakında, bu Halid vefat eder.
Namazımı kıldırmak, sana olur müyesser.
İşte, doğru tabiri böyledir bu rüyanın.
Zira evladındanım ben hazret-i Osman’ın.)
O an İbni Abidin başını eğdi öne.
Üzüldü, bu rüyayı ona arz ettiğine.
Odasına girerek sonra Mevlana Halid,
Dedi: (Kimse girmesin içeriye bu vakit.)
Lakin talebeleri, yalvarıp hizmetçiye,
Dediler: (Son bir defa girelim içeriye.)
Böylece izin alıp, bazı talebeleri,
Girip az oturarak, çıktılar sonra geri.
En son nasihatini yaparak evladına,
Buyurdu ki: (Şu anda yakalandım tauna.)
Ve o gece sarardı, mübarek benizleri.
Buyurdu: (Şimdi artık girmeyiniz içeri.
Ve benden, bundan sonra bir şey istemeyiniz.
Rabbim ile meşgulüm, araya girmeyiniz.)
Sağ yanı üzerine, kıbleye müteveccih,
Yatarak, murakabe yapmayı etti tercih.
Her a’zasından, hatta, saç tellerinden dahi,
Belliydi açık açık Rabbini zikrettiği.
En son Fecr suresinin, en son âyetlerinden,
Okudu ki, manası şöyle idi mealen:
(Ey mutmain olan nefs, sen Ondan, O da senden,
Razı olmuş olarak, Cennetime gir hemen.)
Sonra mübarek ruhu, uçtu Arş-ı a’laya.
Kavuştu en nihayet Allahü teâlâya.
Techiz ve tekfin gibi, hizmetini yaparak,
Ve mübarek naşını, hanegahtan alarak,
Cenaze namazını kılmak üzere yine,
Götürdüler omuzda, Emevi Camiine.
Kendi talebesinden olan İbni Abidin,
Kıldırdı namazını, Halid-i Bağdadi’nin.
Binlerce müslümanın elleri üzerinde,
. 50 - ZÜNNUN-İ MISRİ (Rahmetullahi Aleyh)
.İnsan niçin şereflidir?
Bir gün Zünnun-i Mısri, ederken camide vâz,
Dediler: (Muhabbetten bahsedin bize biraz.)
Buyurdu ki: (Bu yolda, en mühim şey muhabbet.
Bundan daha şerefli bir sıfat yoktur elbet.
Sahip olduğu için bu şeref ve bu şana,
Allah, (Habibim) diyor Peygamberi-i zişana.
Ne zaman ki (İnsan)ı yarattı Hak teâlâ,
Derecesini dahi, yükseltip kıldı a’la
Lakin dikkat ediniz, bu şerefe, insanlar,
Acep hangi sıfatla nail olmaktadırlar?
Yalnız (yemek içmek)le olsa idi bu şayet,
Deve, daha kıymetli olurdu bizden elbet.
Zira deve, insandan ilerdedir bu işte.
Çünkü elli kişilik yemek yer bir yiyişte.
İnsanın şerefine sebep olan bu haslet,
Sadece (şehvet) ile ölçülse idi şayet,
Geçerdi cümle hayvan insanları elbette.
Zira onlar, insandan ilerdedir şehvette.
(Gadap) sebep olsaydı insanın şerefine,
Arslan, daha kıymetli olurdu bizden yine.
Çünkü öyle çoktur ki arslandaki bu sıfat,
İnsanlarda olandan ziyadedir kat be kat.
Eğer (görmek) sıfatı olsaydı buna sebep,
Akbabalar, insandan kıymetli olurdu hep.
Eğer (koku almak)la, olsa idi bu değer,
Bizden üstün olurdu köpeklerle kediler.
Eğer sebep olsaydı buna (akıl) kuvveti,
Melekler kazanırdı bu şeref ve kıymeti.
Meleklerden akıllı olmasa da bu insan,
Rabbimiz bu şerefi, beşere etti ihsan.
Ve eğer insanları doğru yoldan ayırmak,
Aldatıp kandırmakla olsaydı üstün olmak,
Şeytan daha layıktı bu şeref ve bu şana.
Zira insan, bu işte, yetişemez şeytana.
Üstünlük bunlar ile olsa idi velhasıl,
İnsan, bu mertebeye olamazdı hiç vasıl.
Halbuki insanlarda var ki bir (aşk, muhabbet),
Budur asıl insanı üstün kılan o haslet.
Madem İnsan sahiptir bu muhabbet ve aşka,
Alamaz bu kıymeti, bir mahluk ondan başka.
İnsan, muhabbet ile sarılır emirlere.
Bu muhabbetle çıkar, yüksek mertebelere.
Muhabbettir insanı Rabbine yaklaştıran.
Bu sevgidir, onları böyle şerefli kılan.
Eğer ki insanlarda muhabbet olmasaydı,
Elbette bu şerefe nail olamazlardı.
Tasavvufta yükselmek isterse biri eğer,
Allah'ın ihsanı ve lütfu ile ilerler.
Daha da yükseğine çıkmak isterse şayet,
Sırf İhsan kâfi gelmez, lazımdır aşk, muhabbet
.Kalbin hasta evladım
Müslüman, temiz bir genç, geldi Zünnun Mısri’ye.
Rica etti: (Bana bir nasihat eyle) diye.
Buyurdu: (Sen Allah'ın çok aciz bir kulusun.
Hiç günah işleme ki, sonra pişman olursun.
Ölüm var, ahiret var, asilere azap var.
Günahlardan el çek ki, şiddetlidir azaplar.
Güvenme gençliğine ey yavrum, aman sakın.
Kulluk eyle Allah'a, yettiğince takatın.
Sen, bu gün çok ibadet yap ki Yaradan'ına,
Belki ecel yakındır, çıkamazsın yarına.
Hem de tam ihlas ile yap ki her ibadeti,
İhlassız amellerin, asla olmaz kıymeti.)
O genç dedi: (Efendim, bilmem ki nedir hikmet?
Hiç bir ibadetimden almıyorum bir lezzet.)
Buyurdu ki: (Sebebi, aşikârdır bu halin.
Bu, hasta olduğunu gösteriyor bu kalbin.
Kalbin hastalığına şudur ki ilk işaret,
Yaptığı ibadetten, alamaz tad ve lezzet.
Hem de Hak teâlâdan haya etmez o insan.
Korkmadan, Halık'ına eder günah ve isyan.
Kurtulmak istiyorsan bu hastalık halinden,
Dikkat et lokmalara, ye yalnız helalinden.
Allah adamlarının, devam et sohbetine.
Onların her bakışı, şifadır kalp derdine.
Büyük bir ganimet bil insanlara hizmeti.
Bu yolda olanların, hep böyledir adeti.)
O genç dedi: (Efendim, söyleyin biraz daha.)
Buyurdu ki: (Evladım, yalnız güven Allah'a.
Aldırma insanların şu veya bu haline.
Sen onları bırak da, ihlasla dön Rabbine.
Onlar seni övse de, zemmetmeseler de hiç,
Sana, bundan ötürü gelmesin asla sevinç.
Aksine, kötüleyip yerseler de seni hep,
Kalbine, bir üzüntü gelmesin bundan sebep.
Sen sadece Allah de, kurtulur Allah diyen.
Ondan yüz çevirenler, felah bulmaz katiyen.)
Bir genç de, kendisinden isteyince nasihat,
Buyurdu ki: (Evladım, nefsine verme fırsat.
Zira nefs-i emmaren, kâfirdir senin şu an.
Ve Allah'a düşmandır, sen de ol ona düşman.
Onun hiylelerine aldanma hiç bir işte.
Yoksa pişman olursun ve yanarsın ateşte.
Bu yolun büyükleri, nefsine muhalefet,
Yaparak, Rablerine ulaştılar nihayet.
Kötü arkadaştan da çok sakın ki evladım,
O, seni felakete götürür adım adım.
Nefisten de fenadır zira kötü arkadaş.
Cehenneme sürükler seni o yavaş yavaş.
Gözünü iyi açıp, hiç gelme ki gaflete,
Yoksa duçar olursun ebedi felakete.)
. Evliya merhameti
Zünnun-i Mısri var ki, evliya-yı kiramdan,
Allah korkusu ile, kaçardı her haramdan.
İnsanlar, akın akın koşuyordu sohbete.
Sayesinde çok kişi kavuştu hidayete.
Lakin bir genç vardı ki, cahil olduğu için,
Bu veliye, hasetlik ederdi için için.
Hem inkâr ediyordu onun büyüklüğünü.
Hem de kötülüyordu, bilmiyordu sözünü.
Zünnun, bunu sezmişti, onun hareketinden.
Lakin bir şey demedi, ona merhametinden.
Ona dahi acıyıp, o veliler büyüğü,
Çıkarıp verdi ona, bir kıymetli yüzüğü.
Buyurdu: (Götür bunu, şu çarşı esnafına.
Sor ki, ne veriyorlar acaba onlar buna?)
O genç aldı yüzüğü, dolaştı dükkan dükkan.
Ve lakin o yüzüğe, olmadı dönüp bakan.
Esnaftan hiç bir talip çıkmayınca yüzüğe,
Geri dönüp söyledi, durumu bu veliye.
Buyurdu ki: (Evladım, öyle ise bu defa,
Götürüp göster bunu, kuyumcu ve sarrafa.)
O genç, bu olanlardan bazı şeyler sezerek,
Bilcümle sarraflara, arz eyledi gezerek.
Aldığı cevaplardan, şaşkına dönüyordu.
Zira ona, her biri çok değer veriyordu.
Geri dönüp dedi ki: (Bütün mücevherciler,
Bin altının üstünde, buna değer biçtiler.)
Buyurdu: (Anladın mı bu işin hikmetini?
Demek ki, ehli anlar her şeyin kıymetini.
Hiç değer vermez iken bu yüzüğe o esnaf,
Bin altın değer biçti halbuki buna sarraf.
Nasıl ki gül çekerse, bülbülün ilgisini,
Sadece ehli anlar tasavvuf bilgisini.
Bu ilimde, vardır ki öyle kıymet ve şeref,
Onu, ehil olmayan anlayamaz malesef.
Kıymetini bilenler, demeyip uzak yakın,
Bu ilmi almak için, koşuyor akın akın.
Bir kimse bilmiyorsa, bu ilmin kıymetini,
Tutması lazım gelir hiç olmazsa dilini.)
Genç, Zünnun-i Mısri’den bunları işitince,
Utandı, mahcup oldu, düşündü ince ince.
Dedi: (Bu sözleriniz, etti bana hayli kâr.
Silindi tamamiyle kalbimdeki o inkâr.)
Buyurdu: (İşin başı, evliyaya muhabbet.
Allah'ın dostlarını sevmeye eyle gayret.
Onların hürmetine, yağıyor yağmur ve kar.
Ve onların kalbinden, kalplere feyiz akar.
Muhabbet bağı ile, kalbini, kalplerine,
Bağla ki, aksın o nur senin dahi kalbine.
Onlara, ne kadar çok besler isen muhabbet,
Kalbine, o kadar çok akar feyiz, bereket.)
. Söz dinlemek
Zünnun hazretlerinin bir talebesi vardı.
Maddi sıkıntı çekip, bir hayli eli dardı.
Geldi bir gün Zünnun-i Mısri hazretlerine.
Geçim sıkıntısını arz etti kendisine.
(Eşkıyalık yap!) dedi, o büyük zat cevaben.
O dahi (Peki) dedi, hiç tereddüt etmeden.
Düşündü ki: Üstadım böyle dedi madem ki,
Böyle buyurmasının, var elbet bir hikmeti.
Çıktı bir dağ başına daha sonra çabucak.
Merakla beklerdi ki, bu iş nasıl olacak?
Bir eşkıya çetesi, onu görüp o dağda,
Sordular ki: (Ey kişi, ne ararsın burada?)
Dedi: (Dağa çıktım ki, yapayım eşkıyalık.)
Dediler: (Öyle ise, bizdensin sen de artık.)
Onu da yanlarına alıp o eşkıyalar,
Dediler ki: (Bu bizim, çok işimize yarar.)
Kervan nasıl soyulur ve nasıl yol kesilir?
Bunları, kendisine öğrettiler hep bir bir.
Hatta adam öldürmek, kılıçla baş uçurmak,
Onu da, kendisine öğrettiler çabucak.
Eşkıyaların başı dedi ki sonra hemen:
(Biraz sonra, bir kervan geçecek bu bölgeden.
Biz, saldırıp hepsinin malını alacağız.
Sonra o insanları, iple bağlayacağız.
Sen, o zaman kılıçla, bir yerde duracaksın.
Biz işaret edince, onlara vuracaksın.)
Az sonra kervan gelip, orda konakladılar.
Eşkıyalar saldırıp, mallarını aldılar.
Sonra o masumların, bağlayıp herbirini,
Ona da dediler ki: (Haydi, göster kendini!)
O, kaldırdı ise de kılıcını hemence,
Lakin bir tavuk bile, kesmemişti evvelce.
Düşündü ki: Günahsız masumları öldürmek,
Allah'ın rızasına muhalif olsa gerek.
(Eşkıyalık yap!) diye emretti hocam, ama,
Yine de ben sorayım bunu şimdi hocama.
Hocasını düşündü sonra kısa bir zaman.
Kendisine görünüp, Zünnun-i Mısri o an,
Buyurdu: (Vurma sakın, masumların başına.
Kaldırdığın kılıcı, indir çete başına!)
Alınca hocasının bu manevi emrini,
Kopardı bir darbede haydudun kellesini.
Bu müthiş manzarayı, diğerleri gördüler.
Yardım geldi zannedip, o yeri terk ettiler.
Ve hemen bağlarını çözüp kervancıların,
Can ile mallarını kurtardı masumların.
Kervancılar dedi ki: (Hızır mısın, kimsin sen?
Kurtardın cümlemizi, eşkıyanın elinden.)
Bir deveyi, yüküyle hibe ettiler ona.
Böylece veda etti geçim sıkıntısına.
. İlahi bir ikaz
Bir gün Zünnun-i Mısri, bir dere kenarında,
Abdest alıyordu ki, kimse yoktu yanında.
Bir ara, az ötede biri çarptı gözüne.
Bir kere baktıysa da, hemen döndü önüne.
Zira o, bir (kadın)dı, bir an gördü yüzünü.
Ve Allah korkusundan çekti ondan gözünü.
Düşündü: Kim bu kadın, ne arar bu tenhada?
Zira hiç kimsecikler bulunmazdı burada.
O böyle düşünürken, seslendi ki o hanım:
(Ey Zünnun, benim sana vardı çok hüsn-i zannım.
Takva ehli bir kişi bilirdim seni hepten.
Hiç de böyle değilmiş, üzüldüm bu sebepten.)
Çok garibine gitti bu, hazret-i Zünnun’un.
Düşündü ki: Muhakkak, bir hikmeti var bunun.
O böyle düşünürken, konuştu ki o tekrar:
(Ey Zünnun, ne zannettin, tabii hikmeti var.
Zira takva sahibi bir kişi olsa idin,
Bir yabancı kadına, katiyen bakmaz idin.
Ve eğer velilikten nasibin olsaydı az,
Rabbinden gayrısıyla, ilgilenmezdin biraz.
Ey Zünnun, istiyerek bakmadın bana, evet.
Lakin veli olanlar, bunu da yapmaz elbet.)
O, hazret-i Zünnun’a ettiği bu sözünden,
Sonra da, birden bire kayboldu göz önünden.
Bu vaka, kendisine garip gelmişti biraz.
Kaybolunca, dedi ki: (Bu, ilahi bir ikaz.
O, bir insan değildi, bir melekti muhakkak.
Bana öğüt vermeye gönderdi cenab-ı Hak.)
Yine yaşlı bir kadın, geldi Zünnun Mısri’ye.
Yalvardı: (Evladımı kurtarın lütfen) diye.
Buyurdu ki: (Hayrola, ne oldu evladına?)
Dedi ki: (Timsah kaptı, kurtar Allah adına.)
Zünnun-i Mısri ona, (Peki olur) diyerek,
Geldi Nil kenarına, dualar eyleyerek.
Dedi ki: (Ya ilahi, bu kadının oğlunu,
O timsahın elinden halas et, kurtar onu.
Zavallı kadıncağız ağlıyor kederinden.
Sağ salim kurtar onu, o hayvanın elinden.)
O sırada bir timsah, çıktı su üzerine.
Çocuğu, sağ olarak bırakıp gitti yine.
Kadın bunu görünce, kaldı büyük hayrette.
Dedi: (İnanmıyordum size ben hakikatte.
İnsanlar, sizi bana çok methettiler, fakat,
Ben onların sözüne, etmiyordum iltifat.
Denemek niyetiyle gelmiştim yanınıza.
Ümitsiz (Âmin) dedim sizin bu duanıza.
Şimdi tam inandım ki, nasılmış evliyalar.
Nasıl kabul olurmuş eylediği dualar.
Ben bunu, yaşıyarak, görerek inandım tam.
Beni affetmenizi ediyorum istirham.)
. Altın sunan balıklar
Evliyanın büyüğü olan Zünnun-i Mısri,
Allahü teâlânın aşkıyla yanan biri.
Gemiyle yolculuğa çıkmış idi bir ara.
Bir yolcu, cüzdanını kaptırdı hırsızlara.
Arayıp, bulamadı o cüzdanı alanı.
Parası gittiğinden, sıkıldı hayli canı.
Gemide bulunanlar, Zünnun hazretlerine,
Dediler ki: (Sen aldın, çıkar ver sahibine.)
Ne kadar (Ben almadım) dediyse de onlara,
Maruz kaldı yine de çok ağır ithamlara.
Başlayacaklardı ki işkenceye, dövmeye,
O, başladı Allah'a kalben dua etmeye:
(Ya Rabbi, senden gayri kapı yok yalvaracak.
Suçum olmadığını, sen biliyorsun ancak.
Hakaret ediyorlar, dövecekler hem dahi.
Beni, bu zalimlerden sen kurtar ya ilahi!)
O, kalbinden gizlice böyle dua edince,
Bir anda suyun yüzü, balık doldu bir nice.
Birer altın vardı ki, ağzında her birinin,
Sanki yarışırlardı Zünnun’a vermek için.
Alıp verdi onlara, birinden tek altını.
Şaşkına çevirmişti, bu hal gemi halkını.
Balıklar böyle yardım edince bu veliye,
Ona (Zünnun) dediler, balık sahibi diye.
Aşk-ı ilahi ile yanıyordu kalbi hep.
Rabbinden gayrisinden etmezdi bir şey talep.
Doğru yolu bulması, anlatılır şöylece:
Bir yerde, fakirlerle sabahladı bir gece.
Ertesi gün o yerde, buldu bir küp altını.
Ve açtı merak edip, üstünün kapağını.
Çevirip baktığında, neşe doldu yüzünde.
Zira (Allah) yazısı var idi iç yüzünde.
Gerçi veli değildi o zamanlar kendisi.
Lakin Hak teâlâya, pek çok idi sevgisi.
Dağıttı altınları fakirlerin hepsine.
Yalnızca o kapağı, ayırdı kendisine.
Kârlı buldu kendini, o kapağı alarak.
Ona göre, altından kıymetliydi o kapak.
O (Allah) yazısını, öpüp koydu başına.
O gece, nurlu bir zat girerek rüyasına,
Buyurdu ki: (Dün gece, buldun bir küp altını.
Kapağının içinde, gördün Allah adını.
Ve çok kıymet vererek, sen Rabbinin adına,
Yazı olan kapağı tercih ettin altın’a.
Madem Allah ismini tuttun sen böyle aziz,
Seni dahi yüceltsin, aziz etsin Rabbimiz.)
Uyanınca gördü ki, pek çok idi sevinci.
Zira baktı, tamamen nur dolmuş kalbi, içi.
Zaten yaratılıştan müsaitti bu yola.
Oldu kısa zamanda, o da büyük evliya.
. İsm-i a’zam duası
Vaktiyle Yusüf adlı var idi ki bir kişi,
Her tarafı dolaşıp, gezmekti onun işi.
İşitti ki, Mısır'da Zünnun-i Mısri vardır.
İsm-i a’zamı bilen büyük bir evliyadır.
Hanesini öğrenip, vardı huzurlarına.
Dedi: (İsm-i a’zamı öğretin lütfen bana.)
Ona, Hazret-i Zünnun hiç bir şey buyurmadı.
Altı ay sonra onu, huzuruna çağırdı.
Ve ona teslim edip, sarılı bir paketi,
Buyurdu: (Filan zata götür şu emaneti.)
O da alıp paketi, acele çıktı yola.
Merak etti: Acaba içindeki ne ola?
Kalbindeki merakı, git gide fazlalaştı.
Sonra dayanamayıp, paketi yolda açtı.
Açar açmaz ne görsün, o paketin içinden,
Bir ufak fare çıkıp, fırlayıp kaçtı birden.
Döndü hemen Zünnun-i Mısri hazretlerine.
Ve hemen arz edince bunu kendilerine,
Buyurdu ki: (Biz seni denedik bunun ile.
Anladık ki, verilmez sana bir fare bile.
Sen bu gün, bir fareye eder isen ihanet,
İsm-i a’zam duası edilir mi emanet?)
Bir zamanlar Mısır'da, zengin biri var idi.
Kendisine, çok güzel kaşane yapmış idi.
(Ne güzel oldu) diye, etrafında gezerken,
Zünnun onu gördü ve yanına geldi hemen.
Buyurdu ki: (Ey kişi, çok yazık emeğine.
Değer mi bunca emek şu dünyanın evine?
Halbuki üç gün sonra, göçeceksin bu evden.
Sen, kendine Cennette ev yapsana şimdiden.
Yakışır mı yolcuya, yolu tamir eylemek?
Değer mi bu faniye bunca zahmet ve emek?
İhtiyacı olana, dağıt fazla malını.
Çalış, kazan helalden, doğru ver zekatını.)
Zünnun hazretlerinin bu tesirli sözünden,
Dünya muhabbetini söküp attı gönlünden.
Dağıttı fakirlere, fazla varsa her nesi.
Ve Zünnun-i Mısri’nin oldu bir talebesi.
Halisen tövbe edip, başladı ibadete.
Sonra da vefat edip, kavuştu saadete.
Ertesi gün, kabrine ziyarete vardılar.
Gördüler ki kabrinde, şu yazılı kağıt var:
(Bana, Zünnun-i Mısri ne dediyse dünyada,
Hepsi olduğu gibi, doğru çıktı burada.
Tövbem kabul edilip, Cennete ilettiler.
Altından sular akan evler ihsan ettiler.)
Rabbani tesir vardır evliyanın sözünde.
Kurtulur tâbi olan, yarın mahşer gününde.
Zira onlar, her sözü kalplerinden söylerler.
Bir söz ki çıkar kalpten, kalplere tesir eder.
. Kuşlar gölge yaptılar
O Zünnun-i Mısri ki, yapardı çok ibadet.
Ve devamlı nefsine ederdi muhalefet.
O yerin, (sirbaç) diye bir mahalli yemeği,
Vardı ki, çok isterdi canı onu yemeyi.
On sene müddet ile, istedi nefsi bunu.
Yapmadı buna rağmen onun bu arzusunu.
Bir bayram günü idi, dedi ki nefsi ona:
(Ne olur, bu bayramda bir sirbaç yedir bana.)
O da, kendi nefsine dedi ki: (Olur, fakat,
Sen dahi etmelisin şu işe muvafakat:
Hiç olmazsa bir defa, Kur'anı hatmetmeyi,
Kabul et, yedireyim sana sirbaç yemeği.)
Ne zaman ki Kur'anın hatmini etti tamam,
Dedi: (Ey nefs ye şimdi, işte sana o taam.)
Dünyadan ayrılarak edince Hakk’a vuslat,
Toplandı cenazeye onbinlerce cemaat.
O gün de, sair günden hava hayli sıcaktı.
Cenaze taşımakta meşakkat olacaktı.
Namaz tamam olunca, birden bire havada,
Büyük gurup halinde, bir kuşlar oldu peyda.
Cemaatin üstüne geldiler uçaraktan.
Onları, yol boyunca, korudular sıcaktan.
Kanatlarını açıp ve uçarak yan yana,
Tam gölgelik ettiler onbinlerce insana.
Ertesi gün gelenler kabrini ziyarete,
Nurdan bir yazı görüp, düştüler çok hayrete.
Zira insan oğlunun yazısı değildi pek.
Her gelen okuyordu, bunu hayret ederek:
(Allah'ın evliyası ve dostudur bu Zünnun.
Feda etti canını muhabbetiyle onun.)
İnsanlar, bu yazıyı silmek istese bile,
O yine yazılırdı kudret-i ilahiyle.
O vefat ettiğinde, bir çok büyük âlimler,
Resul-i müctebayı rüyasında gördüler.
Resulullah, Eshabtan bir iki kişi ile,
Otururken, onlara buyurdu ki sevinçle:
(Siz tanıyor musunuz Hak aşığı Zünnun'u?
Şimdi bize geliyor, karşılayalım onu.)
Hayattayken, bir kişi, sormuştu bu veliye:
(Bir kul, hangi sebeple Cennete girer?) diye.
Buyurdu: (Öyle doğru olmalı ki o kişi,
Olmamalı ömründe, asla eğri bir işi.
Öyle çok korkmalı ki bir haram ve günahtan,
İçi kan ağlamalı, bir günah gördüğü an.
Öyle çok din gayreti olmalı ki o zatta,
Az bile gevşekliği olmamalı hayatta.
Öyle çok anmalı ki, o kimse Yaradan'ı,
Onu hatırlamadan, geçmemeli bir anı.
Ölümü, öyle yakın bilmeli ki kendine,
Asla tutulmamalı bir dünya emeline.)
. Arif nasıl olur?
Bir gün Zünnun Mısri’ye gelerek bir müslüman,
Sordu: (Hangi hal ile, arif olur bir insan?)
Buyurdu ki: Bir arif, korkudadır daima.
Titrer ki, az günahkâr olurum Allah'ıma.
O, hisseder başının üzerinde bir kılıç.
Bir kıl’la asılmıştır, ayrılmaz oradan hiç.
Çok keskindir o kılıç, çok incedir kıl da hem.
Der ki: (O, düşebilir, biraz gaflet edersem.)
O, her bir adımında düşünür ince ince,
Ki, o iş, Hak emrine uygun olsun iyice.
Eğer dinin hükmüne değilse tam muvafık,
O ameli yapmaktan, vaz geçer, yapmaz artık.)
Dediler ki: (Efendim, tövbe nasıl olmalı?)
Buyurdu: Günah için, ağlayıp sızlamalı.
Hakiki bir müslüman, işleyince bir günah,
Der ki: (Bu günahımı elbette gördü Allah.)
Öyle pişman olur ki yaptığı o günaha,
Der ki: (Yapmayacağım o günahı bir daha.)
O, gönülden söz verir Rabbine bunun için.
Çünkü o, günahına üzülür için için.)
Dediler: (Nedir acep ihlasın alameti?)
Buyurdu: (Sevindirmez gayrinin onu methi.
O, tek şeyi düşünür, o da Allah rızası.
Memnun etmez gayrinin onu meth-ü senası.
Rıza-i bari için yapar o her işini.
Ve yalnız Ondan bekler sevabını, ecrini.
İyi amellerini, unutur tamamiyle.
Lakin günahlarını hatırlar hep ayniyle.
İnsanlardan çekilip, Hakk’a verir gönlünü.
Rabbine ibadetle geçirir her gününü.
Yer o yavan ekmeği, hem de tam huzur ile.
Ve hiç katık aramaz, yanında bir tuz bile.)
Dediler ki: (Ey Zünnun, nedir sabrın nişanı?)
Buyurdu ki: Bu sıfat, çok yükseltir insanı.
Rabbinin her emrine, eder o mutabaat.
Yine bıkmaz, usanmaz, etse de bin yıl taat.
Allahü teâlânın her bir yasağından da,
Kaçınır tam olarak, usanmaz o bundan da.
Gelirse kendisine, bir musibet, bir bela,
Der ki: (Bana bunları, gönderdi Hak teâlâ.)
Yüzünü ekşitmeden alır ve üzülmez hiç.
Hatta nimet bilerek ondan duyar bir sevinç.
Çok acılar çekse de, asla etmez şikayet.
Bilir ki, sabredersem çok olur ecri gayet.
Çünkü bir musibetten sevap kazanmak için,
Sabır gerektiğini iyi bilir o mümin.
.
51 - SEYYİD AHMED BEDEVİ (Rahmetullahi Aleyh
.Çok heybetli idi
Sülale-i Resulden, Seyyid Ahmed Bedevi,
Meşhurdu halk içinde bir çok kerametleri.
Binikiyüz’de Fasta, dünyaya gelen bu zat,
Yetmişaltı yaşında, Mısır’da etti vefat.
Evliya-yı kiramdan olan bu zat-ı şerif,
Büyük bir âlim olup, hem seyyiddir, hem şerif.
Henüz küçük yaşında, başladı tahsiline.
Çalışıp, vakıf oldu ilimlerin hepsine.
Bir manevi işaret alıp henüz genç iken,
Babasıyla birlikte, Mekke’ye gitti hemen.
Uyurken Beytullaha çok yakın bir binada,
Gaibden, kendisine geldi şöyle bir nida:
(Ey Ahmed-i Bedevi, uyan da Rabbini an!
Uyumakla, Allah’a yaklaşamaz bir insan.)
Kalktı ve abdest alıp, andı Hak teâlâyı.
Tekrar uyuduğunda, duydu aynı nidayı.
Diyordu ki: (Ey Ahmed, uykudan uyan ve kalk!
Rabbini sevenlere, yakışır mı uyumak?
Yüksek derecelere kavuşmak isteyenler,
Ne uyur, ne dinlenir, ne de yiyebilirler.
Nefsinle mücadele eyle ki sen şimdiden,
Yüksek derecelere ereceksin çünkü sen.)
O günden itibaren, bir aşk ile ruz-ü şeb,
Kendisini, ilme ve ibadete verdi hep.
Konuşmayıp, halk ile azalttı ilgisini.
Çalışıp, günden güne çoğalttı bilgisini.
Öyle bir dereceye çıktı ki en nihayet,
Ondan yayılır oldu kullara rüşd, hidayet.
Hak aşığı olanlar, ona gelip bu defa,
Onun bir sohbetini bildiler cana safa.
Hep Allah’ı düşünür, anardı Onu her an.
Onun nurlu kalbinde, iz yoktu bu dünyadan.
Sahili görünmeyen bir denizdi ilimde.
O, binlerce veliyi yetiştirdi elinde.
Yüzünde, öyle heybet vardı ki bu kişinin,
Hiç kimsede, cesaret olmazdı bakmak için.
Bu yüzden, peçe ile gizlerdi yüzünü hep.
(Bedevi ) denilmiştir kendine bundan sebep.
Önceleri çok cesur ve atılgan bir huya,
Sahipken, sonraları çekildi inzivaya.
Sükutu tercih edip, terk eyledi kelamı.
İşaret ederekten anlatırdı meramı.
Devamlı oruç tutar, bulurdu böyle huzur.
Bir zeytin tanesiyle yapardı iftar, sahur.
Uzun boylu, heybetli ve buğday benizliydi.
Kolları, bacakları, hem uzun, hem etliydi.
Gayet nurlu, sevimli, heybetliydi hem yüzü.
Doğuştan sürmeliydi, hem dahi iki gözü.
. Bakılmazdı yüzüne
Seyyid Ahmed Bedevi, gece gündüz ve her an,
Hep Rabbini düşünür, çıkarmazdı yadından.
Onun muhabbeti ve heybetiyle, nihayet,
Kendisinden geçer ve edemizdi hareket.
Gözlerini semaya dikerdi bir mahalde,
Kırk gün veya daha çok, kalırdı aynı halde.
Ateş koru gibiydi gözlerinin karası.
Onu anlamamıştı kimsenin havsalası.
Mübarek simasında, var idi ki bir heybet,
Bakmak için, kimsede olmazdı hiç cesaret.
Yüzüne bakamazdı talebeleri bile.
Zira hep örter idi yüzünü peçe ile.
Abdülmecid adında, bir talebesi vardı.
Hocasının yüzünü, çok görmek arzulardı.
Bir gün dedi: (Efendim, mübarek yüzünüzü,
Çok görmek istiyorum, açsanız örtünüzü.)
Buyurdu ki: (Evladım, yüzüme bakamazsın.
Ve eğer bakmış olsan, asla dayanamazsın.
Bir can mukabilidir gözlerime bir nazar.
Senin dahi canına mal olur, etme ısrar.)
Dedi: (Olsun efendim, bir kerecik göreyim.
Gam değil, ondan sonra ölürsem de öleyim.
Çünkü artık takatım kalmadı bu hasrete.
Hiç olmazsa görüp de, gideyim ahirete.)
(Peki öyleyse) deyip, kaldırdı örtüsünü.
O aşık, bir kerecik görür görmez yüzünü,
(Allaah! ) deyip düştü ve teslim etti ruhunu.
Hakikaten bir bakış, canından etti onu.
Seyyid Ahmed Bedevi, yanına gelenlere,
Teveccüh ediyordu, konuşmadan bir kere.
Gelen kimse, ne kadar olsa da cahil biri,
Geçerdi tek nazar'la, bütün dereceleri.
Senelerce riyazet çekilerek erilen,
Makamlara, bir anda kavuşurdu o gelen.
Hiçbir şey konuşmadan, o kimse ile yine,
Mutlak icazetini verirdi kendisine.
Bu büyük evliyada, görüldü çok keramet.
Herbiri anlatılsa, ciltlere sığmaz elbet.
Denizden damla gibi, yazıp bir ikisini,
Hatırlamış olalım Hakk’ın bu velisini.
Bir kimse var idi ki, ona sevgisi olan,
Sırtında süt kabıyla geçiyordu bir yoldan,
Seyyid Ahmed, eliyle edince bir işaret,
Kap düştü, süt döküldü, üzüldü adam gayet.
Lakin kabın içinden, yere, ölü bir yılan,
Düştüğünü görünce, sevindi adam o an.
Zira görmese idi o yılanı öylece,
Zehirleneceklerdi o sütten ailece.
. Gaibden bir el
Ahmed-i Bedevi’nin en yüksek talebesi,
(Abdül’al) doğduğunda, kundakladı annesi.
Sonra da, bir iş için alıp gitti bir bağa.
Kundağı yere koyup, başladı çalışmağa.
O sırada bir boğa, o yere geldi birden.
Annesinin haberi olmadı geldiğinden.
Boynuzlu koca boğa, dolaşırken o bağı,
Takıldı boynuzuna bebeğin kundak bağı.
Çocuk, boynuz ucunda kalmıştı asılarak.
Annesi bunu görüp, bayıldı çok korkarak.
Köy halkı haber alıp, hep geldiler oraya.
Lakin mümkün değildi yaklaşmak o boğaya.
Zira o, etrafında görünce çok insanı,
Daha çok hırçınlaşıp, koşardı dört bir yanı.
Korkudan kesilmişken insanların soluğu,
Gaibden bir el gelip, alıverdi çocuğu.
Yıllar geçti aradan, büyüdü bu Abdül’al.
Ahmed-i Bedevi’yi gördü ve oldu meyyal.
Çoğaldı günden güne, bu veliye sevgisi.
Nihayet oldu onun, en üstün talebesi.
Artık ayrılmıyordu Ahmed-i Bedevi’den.
Ve uzak kalıyordu uzun müddet evinden.
Lakin buna, annesi hayli üzülüyordu.
Zira o, evladını artık göremiyordu.
Sitem eder olmuştu Seyyid hazretlerine.
Lakin belli etmezdi bunu kendilerine.
Kalben bunu anlayıp, Seyyid Ahmed Bedevi,
O kadına, biriyle gönderdi şu haberi:
(Vakta ki bu evladı, boğanın boynuzundan,
Kurtulunca, ne kadar sevinmişti o bundan.
O gün onu oradan, biz uzanıp almıştık.
Allah’ın izni ile, ölümden kurtarmıştık.
Şimdi de isteriz ki, kurtulsun ahirette.
Ne için üzülüyor, sevinmeli elbette.)
Kadın bunu duyunca, anladı hakikati.
Ahmed-i Bedevi’ye çoğaldı muhabbeti.
Seyyid Ahmed Bedevi ederdi çok nasihat.
Sözü tesir ederdi, dinleyene o saat.
Buyurdu ki: (Bir kulun takvası yoksa eğer,
Hak teâlâ o kula, bir zerre vermez değer.
Ve yine bir insanın, din ilmi yoksa şayet,
Hak teâlâ indinde, bulamaz yine rağbet.
İlmi olanın dahi, yok ise eğer hilmi,
Fayda vermez ona hiç, edindiği o ilmi.
Mahlukata merhamet etmezse biri şayet,
Allahü teâlâ da, ona etmez merhamet.
Halis mümin odur ki, kaçınır her günahtan.
Kimseyi incitmeyip, çekinir kalp kırmaktan.)
. Kaybolan aba
Ahmed-i Bedevi’nin sevdiği biri vardı.
Adı, (Şeyh Rekin) olup, buğday alıp satardı.
Bir gün onu çağırıp, buyurdu ki: (Ey Rekin!
Buğday alıp satmaktır madem ki işin senin,
Bana ilham oldu ki, çok değil, az ilerde,
Gayet büyük bir kıtlık olacaktır bu yerde.
Şimdi sen, bol miktarda buğday al ve biriktir.
O zaman, insanlara faydan olsa gerektir.
Hem ucuza satarak, alırsın hayır dua.
Hem de zengin olursun, maddeten bundan daha.)
(Peki efendim) deyip, öpüverdi elini.
Söz dinleyip ve aynen yaptı bu dediğini.
Çok buğday satın alıp, doldurdu anbarlara.
Bir kıtlık vaki oldu hakikaten o ara.
Elindeki buğdayı, satarak bu şeyh Rekin,
Hem hayır dua aldı, hem de çok oldu zengin.
Sonra da, hacca gitmek ve Resulü ziyaret,
Hususunda, içine geldi arzu ve gayret.
Ahmed-i Bedevi’ye gelerek bunun için,
İsteğini arz edip, bu babta aldı izin.
O an gördü duvarda, ona ait abayı.
Bereketlenmek için, arzu etti almayı.
Lakin o buyurdu ki: (Pekala, al istersen.
Fakat çok üzülürsün, yollarda kaybedersen.)
Dedi ki: (Ey efendim, kaybetmem onu asla.
İhtimam gösteririm herşeyden daha fazla.)
Sonra onu alarak, sefere çıktı artık.
Hacdan sonra abayı kaybetti bir aralık.
Perişan vaziyette döndü memleketine.
Ahmed-i Bedevi’nin yanına geldi yine.
Lakin hayret içinde kala kaldı hasılı.
Zira aba, duvarda duruyordu asılı.
Seyyid Ahmed Bedevi buyurdu ki: (Ey Rekin!
Aba'yı görünce mi, şaşırıp hayret ettin?)
O, boynunu bükerek, mahcup oldu bir hayli.
O günlerde o yere, geldi zalim bir vali.
Ona adam gönderip, dedi ki: (Bu diyarda,
Yalnız sende zahire var imiş bol miktarda.
Gönderdiğim adamla, gönder ki bana dahi,
Yoksa, zorla almayı ben bilirim Vallahi.)
Rekin, geldi Ahmed-i Bedevi’nin yanına.
Valinin dediğini, nakletti aynen ona.
O buyurdu: (Valiye, de ki, yoktur zahirem.
Ve hatta tek bir buğday tanesi kalmadı hem.)
Valinin adamına, gidip dedi bunları.
O ise, inanmayıp gelip açtı anbarı.
Gördü ki, hakikaten anbar boş tamamiyle.
Hatta o zahireden görmedi tane bile.
. Velide kusur aramak
Mısır’da baş kadılık vazifesini yapan,
(Takıyyüddin) adında biri vardı o zaman.
Ahmed-i Bedevi’nin büyük zat olduğunu,
Bilir ve gıyabında severdi gayet onu.
Lakin Ahmed Bedevi hakkında, bazıları,
Yaparlardı malesef bazı iftiraları.
Hakikati öğrenmek maksat ve gayesiyle,
Ziyaretine gitti evine birisiyle.
Dedi ki: (Hakkınızda bazı sözler işittim.
Keşke işitmeseydim, şaşırdım, hayret ettim.
Zira bazı kimseler diyor ki hakkınızda,
Cemaate gelmiyor, hiç kılmıyor bazı da.)
Seyyid Ahmed Bedevi, üzüldü gayet buna.
Döndü ve sert olarak bir nazar etti ona.
Takıyyüddin efendi, nazarın şiddetinden,
Bayılıp düştü yere, geçmişti kendisinden.
Ayılınca gördü ki, ıssız bir sahradadır.
Hiç de tanımadığı bir çöl ortasındadır.
Kendisine kızarak, söylendi ki: (Ey ahmak!
Nene gerek veli’de hata kusur aramak.
N’olacak şimdi halin bu ıssız sıcak çölde?
Açlık ve susuzluktan öleceksin belki de.)
O böyle düşünürken, göründü nurlu biri.
O zaman, çok sevindi o gayr-i ihtiyari.
Zira bir ıssız çölde, insanla karşılaşmak,
Allahü teâlânın bir ihsanıdır ancak.
O kişi yaklaşınca, koşup öptü elini.
Ve ona, ağlayarak arz eyledi halini.
O, dinleyip dedi ki: (Bütün suç sende fakat.
Hiç evliya zatlarda aranır mı kabahat?
Acaba bilir misin sen şu anda nerdesin?
Mısır'dan, iki aylık uzak mesafedesin.
Seni, bu felaketten kurtaracak biri var.
O da, yine o zattır, sen gidip ona yalvar.
Şu ilerde cami var, sen hemen oraya git.
Ahmed-i Bedevi de teşrif eder bu vakit.
Özrünü beyan edip, affını dile ondan.
Seni, ancak o veli kurtarır bu sahradan.)
Takıyyüddin efendi, (Peki) deyip bu defa,
Ayrılıp gitti hemen, gösterdiği tarafa.
Onun imametinde, kılınıp bitti namaz.
Takıyyüddin, giderek affını etti niyaz.
O buyurdu: (Hızır’a rastlamasaydın şayet,
Bu ıssız sahralarda, zor idi işin gayet.)
Sırtını sıvazlayıp, buyurdu ki: (Haydi git.
Zira çoluk çocuğun seni bekler bu vakit.)
(Peki efendim) deyip, öper öpmez elini,
Evlerinin önünde buluverdi kendini.
. Balık ve kılçık
(Ebül Kays bin Ketile) ismi ile, Mısır’da,
Bir âlim var idi ki, meşhurdu o asırda.
Bu âlim, bir iş için çıktı bir gün sefere.
Geldi Seyyid Ahmed’in medfun olduğu yere.
İşitmişti önceden, onun nam ve ününü.
Lakin tam bilmiyordu, manen üstünlüğünü.
Tesadüf o beldeye uğrayınca nihayet,
İnsanların halini görünce etti hayret.
Zira şahit oldu ki, büyük bir veli diye,
Halk, çok ilgi gösterir Ahmed-i Bedevi’ye.
Kendi de, ilmi ile meşhurdu gayet iyi.
Fazla buldu bu zata gösterilen ilgiyi.
Ve oranın halkına dedi ki: (Ey insanlar!
Bu kadar iltifat ve ilgiye ne lüzum var?
Bu zatı, daha önce duymuştum ben de, fakat,
Lüzumundan fazladır o zata bu iltifat.)
Onlar, bu âlim için (yabancıdır) diyerek,
Üstünde durmadılar normal şey addederek.
Evlerine götürüp, yemek ikram ettiler.
Sofrada balık vardı, beraberce yediler.
Lakin olmadığından balığa pek alışık,
Takıldı balık yerken, boğazına bir kılçık.
Öyle ki, gitmiyordu ne ileri, ne geri.
Muvaffak olamadı çıkarmaya hiçbiri.
Çok tabipler getirdi ev sahibi evine.
Çok uğraştılarsa da, çıkmadı kılçık yine.
Âlimin ızdırabı, gün be gün artıyordu.
Lakin buna, hiç kimse çare bulamıyordu.
Yemek ve içmekten de, kesildi en nihayet.
Hiç de onun başına gelmemişti böyle dert.
Başını öne eğip, düşününce o bunu,
Anladı bir ikaz-ı ilahi olduğunu.
Dedi ki: (Ben o zata, bulundum su-i zanda.
Bunun için bu derde duçar oldum şu anda.
Demek ki, Hak indinde büyükmüş meğer o zat.
Herkes, haklı olarak gösterirmiş iltifat.
Gerçi beni, bu babta ikaz etti insanlar.
Lakin ben, o sözlere etmedim hiç itibar.)
Bunları düşünerek, o kendi kendisine,
Geldi Seyyid Ahmed’in mübarek türbesine.
Kalbindeki o inkâr, gitmişti şimdi artık.
Doldurmuştu yerini, bir nedamet, pişmanlık.
İki diz üzerine oturdu edebinden.
Ve Yasin-i şerifi okuyordu ki, birden,
O anda, boğazına geliverdi bir gıcık.
Öksürünce, yerinden fırlayıp çıktı kılçık.
O büyük evliyaya, hüsn-ü zan eyleyince,
O kılçık belasından, halas oldu böylece.
. Ne için gelmiyorsun?
Ahmed-i Bedevi’nin mübarek türbesinde,
Mevlid okutulurdu, her yıl doğum gününde.
O devirde yaşayan evliyadan bir veli,
Düşündü o seneki mevlide gitmemeyi.
Lakin hemen o gece, yatınca o veli zat,
Ahmed-i Bedevi’yi rüyada gördü bizzat.
Seyyid Ahmed, bu zata buyurdu ki: (Ey kimse!
Gelmek istemez misin bizim mevlidimize?
Halbuki Resulullah, hem de Eshab-ı kiram,
Katılır bu mevlide, peygamberan-ı izam.
Böyle bir cemiyete katılmaktan ey oğlum!
Niçin kaçınıyorsun, bunu anlamıyorum?)
O sabah, uykusundan uyanan bu veli de,
O gün yola çıkarak, yetişti bu mevlide.
İmam-ı Şarani de buyurdu ki şöylece:
Bu mevlid cemiyeti gününden bir gün önce.
Ahmed-i Bedevi’yi rüyada görmüş idim.
Bana hitab ederek, buyurdu ki: (Kardeşim!
Bu sene gelirseniz bizim mevlidimize,
Meluhiye yemeği ikram ederiz size.)
Uyanıp, mevlid için yola çıktım o sabah.
Yetiştim zamanında o gün elhamdülillah.
Nerede geçirdimse o gün misafirliği,
Çıkarttılar bana hep, meluhiye yemeği.
Ben sorup öğrendim ki, meğerse o büyük zat,
Rüyada tembih etmiş onlara bunu bizzat.
Yine bildirildi ki İmam-ı Şarani’den:
Bir kimse dönüyordu, bir ticari seferden.
Çok kıymetli mallarla dönmekte olduğunu,
Öğrenip, haramiler kesti birden yolunu.
Çaresizlik içinde, etti ki şöyle nida:
(Ya Seyyid-i Bedevi, yetiş bana imdada!)
Henüz istemişti ki ondan böyle bir imdat,
Beyaz at üzerinde, göründü nurlu bir zat.
Ahmed-i Bedevi’nin kendisiydi o gelen.
Bir anda haydutları kaçırttı o bölgeden.
Yine bir müslümanın, vardı ki bir kardeşi,
Bir zaman, merkebini kaybetmişti bu kişi.
Çok aradı ise de, bulamadı o fakat.
Ahmed-i Bedevi’den istedi sonra imdat.
Çaresiz gitti onun mübarek türbesine.
Derdini, şu şekilde arz etti kendisine:
(Ey efendim, buraya gelmedikçe merkebim,
Ahd olsun ki, buradan gitmeye yok niyetim.)
Vesile eder etmez Hakkın bu velisini,
Duydu kapı önünde merkebinin sesini.
Bulmuştu hayvanını onun himmeti ile.
Sevinip gitti eve oradan merkebiyle
. Evliyaya düşmanlık
Ahmed-i Bedevi’nin büyüklüğüne rağmen,
Bunu idrak etmeyen kimseler vardı halen.
Bir vali var idi ki Mısır’ın bir şehrinde,
Bulunurdu daima bu zatın aleyhinde.
Şöyle ki, o zamanlar, o diyarda bir adet,
Vardı ki, bu güne dek gelmiştir en nihayet.
O adet şu idi ki, bu evliya kişinin,
Kabrinde, senede bir, mübarek ruhu için,
Bir mevlid cemiyeti tertip ediliyordu.
Ve buna, her taraftan çok kimse geliyordu.
İşte bu mevlid için gelmek isteyenleri,
Göndermezdi o vali, ona buğzun eseri.
Çok kimse, gitmek için can attıkları halde,
Vali, düşmanlığından etmezdi müsaade.
İmam-ı Şarani’nin vardı hem bir üstadı.
Muhammed Şenavi’ydi bu büyük zatın adı.
Valinin bu haline üzülüp bu âlim zat,
Nasihat etmek için valiye gitti bizzat.
Ahmed-i Bedevi’nin çok büyük olduğunu,
Söyledi, lakin vali dinlemedi hiç onu.
Yine düşmanlığına devam etti malesef.
Muhammed Şenavi’yse üzülüp etti esef.
Ziyaret eyleyerek Ahmed-i Bedevi’yi,
Şikayet etti ona bu edepsiz valiyi.
Arz etti ki: (Efendim, sizin mevlidinize,
Gitmek isteyenleri bırakmıyor bu kimse.
Nasihat ettimse de, dinlemedi hiç beni.
Havale ediyorum size ben kendisini.)
Ahmed-i Bedevi’nin türbesinden, o anda,
Gayet açık olarak geldi şöyle bir nida:
(Ey evladım, o bize dil uzatıyorsa şayet,
Elbette cezasını çekecek, biraz sabret.)
Çok geçmemiş idi ki bu işin üzerinden,
O valinin dilinde, bir yara çıktı birden.
Sonra, bütün ağzına yayıldı ağır ağır.
Konuşmaktan kesilip, oldu çok mutazarrır.
Bir yara sebebiyle, elem çekti begayet.
Hakir ve zelil halde, ölüp gitti nihayet.
Dil uzattığı için bu büyüğe o vali,
Dilinde yara çıkıp, çok feci oldu hali.
Dünyadaki cezası idi bu henüz, fakat.
Ahiretteki ise, olacaktır kat be kat.
Hem İmam-ı Şarani nakleder ki şöylece:
İmam-ı Şenavi’dir üstadım benim önce.
Âlim ve evliyadan bir kişiydi kendisi.
Tasavvufta dahi hem yüksekti derecesi.
Beni talebeliğe kabul ettiğinde ilk,
Ahmed-i Bedevi’nin kabrine önce gittik.
Ziyareti bitirip, tam dönerken geriye,
Tanıttı beni hocam Ahmed-i Bedevi’ye.
Arz etti ki: (Bu bizim sevdiklerimizdendir.
Yüksek himmetinizle, bunu da edin tenvir.)
Kabirden bir ses geldi, gayet iyi anladım.
Açıkça diyordu ki: (Peki, olur evladım.)
Beni de himmetine almış oldu bu veli.
O an, kabrin üstünde göründü nurlu eli.
Hemen benim elimi tutuverdi kuvvetle.
Ben de öptüm o eli hürmet ve muhabbetle
. Onu kim tanımaz ki
Ahmed-i Bedevi’nin devrinde, bir müslüman,
Vardı ki, bu veli’ye besliyordu su-i zan.
İnsanlar gösterdikçe ona bu iltifatı,
O kimsenin, hasetten kaçıyordu rahatı.
Hele onun doğum ve vefat tarihlerinde,
Mevlid cemiyetleri tertip edildiğinde,
Huzursuz oluyordu ona düşmanlığından.
Ve söylerdi hakkında çok iftira ve yalan.
Gerçi müslüman idi, ilmi de vardı gayet.
Lakin ona, bilmeden beslerdi kin ve haset.
O su-i zan yaptıkça bu Allah adamına,
Uğradı en sonunda bu zatın gadabına.
Şöyle ki, öğrendiği ilimler, hepsi bir gün,
Hafızasından çıkıp, silindiler büsbütün.
En basit şeyleri de bilemez oldu artık.
Dünyası, birden bire olmuştu kapkaranlık.
Hatırlayamayınca hatta kendi adını,
İnsaf ile düşünüp, anladı hatasını.
Hemen kendi kendine düşündü ki: (Ey ahmak!
Olur mu büyüklerde hata kusur aramak?
Az gelmişken dünyaya böyle büyük bir insan,
Sen, nasıl böyle zata ediyorsun su-i zan.)
Bunları söyleyerek o kendi kendisine,
Gitti Seyyid Ahmed’in mübarek türbesine.
Edep ile diz çöküp, arz etti ki: (Efendim!
Bendeniz, utanmadan size su-i zan ettim.
Şimdiyse o halime pişman oldum tamamen.
Himmet buyurunuz da kurtulayım bu halden.)
O, bunları söyleyip edeple kalktığında,
Kabr-i şerif yönünden duydu şöyle bir nida.
(Bu halden, bir şart ile kurtulursun ey insan!
Olmasın bundan sonra bir inkâr ve su-i zan.)
Kabirden işitince o kimse bu nidayı,
Dedi: (Peki, bir daha işlemem bu hatayı.)
O zaman, unuttuğu bilgi varsa ne kadar,
Hepsi, hafızasına bir anda geldi tekrar.
Abdülvehhab Şarani buyurur ki bir kere,
Mevlid-i şerif için, toplanmıştık bir yere.
Hiç tanımadığımız kimseler vardı lakin.
Düşündüm ki: Onlar da gelmiştir mevlid için.
Yanlarına yaklaşıp, sordum ki: (Acaba siz,
Buraya, ne maksatla ve nereden geldiniz?)
Dediler ki: (Biz asla değiliz tüccar filan.
Halisane niyetle geliriz Hindistan’dan.
Gayemiz, ziyarettir Ahmed-i Bedevi’yi.
Ayrıca, dinlemektir mevlid-i Nebeviyi.)
Sordum ki: (Çok uzaktır Hindistan bu yerlere.
Ahmed-i Bedevi’yi kim tanıttı sizlere?)
Dediler: (Biz de elbet tanırız bu veli’yi.
Tanımayan var mı ki Ahmed-i Bedevi’yi?
Dünyanın her yerinde şu anda oturanlar,
Bu büyük evliyayı gayet iyi tanırlar.
Hatta okyanusların ötesinde yaşayan,
Cümle müslümanlar da tanırlar onu şu an.
Yalnız insanlar değil, cinler de onu tanır.
Onlar dahi bu zatın mevlidine katılır.
Biz ne zaman daralsak, isteriz ondan imdat.
Derhal imdadımıza yetişir bu veli zat.)
. Yetiş ya Seyyid Ahmed!
Ahmed-i Bedevi’nin, çoktu kerametleri.
Herbiri anlatılsa, doldurur çok ciltleri.
Bir gün, onun kabrinin yakınında, insanlar,
Elleri kelepçeli birine rastladılar.
Şaşkın bir vaziyette bakardı etrafına.
Yaklaşıp, bu halini sordular derhal ona.
Dedi ki: (Gitmiş idim küffar memleketine.
Bir işimi halledip, dönecektim ki yine,
Beni esir alarak, kelepçeye vurdular.
Türlü eziyetlere olmuştum hem giriftar.
Ahmed-i Bedevi’yi hatırlayarak birden,
Hemen imdat istedim ruhaniyetlerinden.
Henüz istemiştim ki ondan yardım ve imdat,
Baktım, yanıbaşımda duruyor nurlu bir zat.
Ve mübarek eliyle, tuttu benim elimi.
Sonra baktım, burada buluverdim kendimi.
Bir şaşkınlık içinde bakarken etrafıma,
Sizler beni görerek, hep geldiniz yanıma.
Anladığım tek bir şey var ise, o da şudur:
Seyyid Ahmed, Allah’ın sevgili bir kuludur.)
Bir gün de, yine böyle (Salim) adında biri,
Şöyle anlatmaktadır başından geçenleri:
Küffar memleketinde esir idim bir zaman.
Bir nöbetçi asker de, beklerdi beni her an.
Bu asker, birisinden duymuş ki, müslümanlar,
Darda ve sıkıntıda kaldıkları zamanlar,
Yardım talep edermiş bir velinin ruhundan.
O gelip, kurtarırmış onları bu durumdan.
Bilhassa Seyyid Ahmed isminde bir evliya,
Çok yardım ediyormuş onlara ekseriya.
O asker, bunu duyup telaşlanmış ki birden,
Ben de yardım isterim Ahmed-i Bedevi’den.
Bana dedi: (Sakın ha, yardım istemeyesin.
Yetiş ya Seyyid Ahmed, yardım et! demiyesin.
Eğer ki işitirsem böyle söylediğini,
Çok işkence eder ve pişman ederim seni.)
Bu yüzden soktu beni bir sandığın içine.
Kilitleyip, kendi de uzandı üzerine.
Ben, o sandık içinde, dedim: (Ya Seyyid Ahmed!
Allah’ın izni ile yetiş, bana yardım et.)
Seyyid Ahmed ismini alır almaz ağzıma,
Bir de baktım, bir anda yetişti imdadıma.
Sandığı, üstündeki nöbetçi asker ile,
Birlikte, alıp koydu bilinmeyen bir yere.
Çıkardı sonra beni o sandığın içinden.
Sonra baktım, bir anda, kayboldu kendi birden.
Asker dahi uyanıp, gördü beni dışarda.
Dedi: (Bize ne oldu, neredeyiz şu anda?)
Etraftan toplanan halk dediler ki: (Burası,
Tam iki aylık yoldur, Mısır ile arası.)
Asker bunu duyunca, o da döndü şaşkına.
Dedi: (Neler oluyor, söyle Allah aşkına.)
Dedim ki: (Bak kardeşim, Allah dostu veliler,
Darda kalan kullara böyle yardım ederler.
Ben, Ahmed Bedevi’ye halimi eyledim arz.
Gelip, senin elinden eyledi beni halas.)
Asker beni dinleyip, insafa geldi o an.
Şehadeti söyleyip eyledi o da iman.
.
Bugün 296 ziyaretçi (392 klik) kişi burdaydı!