ABDULHAMİD HAN
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
01 - ABDÜLVAHİD BİN ZİYAD (Rahmetullahi Aleyh)
.Zahid kimdir?
Abdülvahid bin Ziyad, büyük âlim, evliya.
Basra'da tahsil görüp, ilim yaydı dünyaya.
Kararmış olan kalpler, onunla buldu hayat.
Sekizyüz beş yılında, Basra’da etti vefat.
Bariz hususiyeti şu idi ki bu zatın,
İlmini, insanlara yayıyordu bihakkın.
Herhangi bir mesele öğrense idi dinden,
Onu, çevresine de öğretirdi acilen.
İnsanlar, her taraftan demeyip uzak yakın,
Ondan istifadeye gelirdi akın akın.
Yorulmadan, yılmadan vaz ederdi o halka.
Boş yere geçirmezdi vaktini bir dakika.
Tebe-i tabiinden idi ki bu büyük zat,
İslamı yaymak için, uğraşırdı her saat.
Anlatır ki: Genç iken, rastladım bir veliye,
Seslendim iki defa, ona (Ey zahid!) diye.
Lakin cevap vermedi, bir daha nida ettim.
Cevap verip dedi ki: (Zahidlik kim, ben kimim.
Asıl zahid odur ki, korkar Hak teâlâdan.
Kaçınır titizlikle her günah ve haramdan.
Belalara sabredip, şükreder her nimete.
Kimse ile uğraşmaz, sarılır ibadete.
Hep ölümü düşünür, hep ona hazırlanır.
Bilir ki, ahirette sonsuz bir azap vardır.
Cehennemi düşünse, hemen kaçar uykusu.
Ağlatır devam üzre onu Allah korkusu.
Böyle olan kimsedir zahidliğe müstehak.
Ben, nefsimin esiri bir müslümanım ancak.)
Onun bu sözlerinden, ettim çok istifade.
Dedim ki: (Söyleyiniz bana daha ziyade.
Mesela insanları, Hak’tan uzaklaştıran,
Hususların başında, ne gelir acep şu an?)
Dedi: (Dünya sevgisi, başıdır her günahın.
Onun muhabbetini, kalbine sokma sakın.
Bu dünya, vefasızdır, aldatıcı, hiylekâr.
Aklı olan bir kimse, etmez ona itibar.
İkincisi, insanın nefs-i emmaresidir.
O, Rab’la arasında, en büyük perdesidir.
Nefsi, ayak altına almadıkça bir insan,
Erişmez o kimseye ilahi feyz ve ihsan.)
Dedim ki: (Ey efendim, söyleyin biraz daha.)
Dedi: (Bırak kulları, halisen dön Allah’a.
Biri sana yapınca bir ihsan ve iyilik,
Bir teşekkür etmeyi, düşünürsün ona ilk.
Halbuki insanlara, görünen, görünmeyen,
Her türlü nimetleri, Allah’tır ihsan eden.
Her ne nimet ve ihsan olmuşsa bize vasıl,
Onu, Hak teâlâdır gönderen bize asıl.
Emanetçi gibidir kullar haddi zatında.
Kullardan gelenler de, Ondandır esasında.
Allahü teâlâya şükretmek için ise,
Harfiyen uymalıdır ne emrettiyse bize.
Bilin ki her bir şeyin, kestirme yolu vardır.
Cennetin kısa yolu, islama tam uymaktır.)
. Hakiki mümin
Abdülvahid bin Ziyad, tebe-i tabiinden.
Basra denen beldede yetişen âlimlerden.
Devamlı ibadet ve ilimle meşgul idi.
Her insana, iyilik etmekle meşhur idi.
Bir defa Abdülvahid bin Ziyad'ın yanında,
(Mümin nasıl olmalı?) diye sorduklarında,
Buyurdu: (O, Allah’tan korkup, benzi sararır.
Kaçınır haramlardan, emirlere sarılır.
Düşünür mahşerdeki verecek hesabını.
Titrer, hatırladıkça Cehennem azabını.
İşlemiş bulunduğu günahlar sebebiyle,
Ayıplar kendisini, uğraşır nefsi ile.
Bir sözü söylemeden, düşünür, ölçer, biçer.
Hayırlı değil ise, söylemekten vazgeçer.
İşlediği günahlar, üzer ki öyle onu,
Göremez başkasının, ayıp ve kusurunu.
Bu, öyle bir kuldur ki, elinden ve dilinden,
Yanında bulunanlar, zarar görmez katiyen.)
Abdülvahid bin Ziyad, mübarek bir zat idi.
Günahını düşünüp, devamlı ağlar idi.
Derdi: (Hak teâlâya, gün boyu secde etsek,
Mümkün olmaz yine de, Ona tam şükreylemek.)
Bir kimse, kendisinden nasihat isteyince,
Buyurdu ki: (Şükreyle, kuvvetin yettiğince.
İnsanlardan birisi, iyilik yapsa sana,
Nasıl memnun kalırsın, yaptığı bu ihsana.
Halbuki o bir kuldur, zavallı ve acizdir.
Her ihsanın sahibi, elbette Rabbimizdir.
Çünkü O, insanlara vermezse güç kuvvet,
Hiç kimse, hiç kimseye yapamaz bir şey elbet.)
Bir gün de, bir sohbette, sordular ki bu zata:
(Hakiki bir müslüman, nasıl olur acaba?)
Buyurdu ki: Öğrenir önce ilmihalini.
Sonra da, buna göre, düzeltir her halini.
Günah işlese bile, üzülür, kalbi yanar.
Unutmaz o günahı, ta ölünceye kadar.
(Ben, Rabbime nasıl da karşı geldim) diyerek,
Pişman olur ve ağlar, göz yaşları dökerek.
İbadet yapınca da, kusurlu, noksan bulur.
Ve o ibadetini, tamamiyle unutur.
Her gün akşam olunca, kendine sorar ki hep:
(Bu gün sen, Allah için, ne amel yaptın acep?)
Çeker ki kendisini gece gündüz hesaba,
Düşmesin ahirette Cehenneme, azaba.
Dünya düşüncesini, kalbinden söküp atar.
Ahirette azaptan kurtulmaya yol arar.
Gönlünden, tam olarak atar uzun emeli.
Zira iyi bilir ki, ani gelir eceli.
Dünya muhabbetini, asla sokmaz kalbine.
Uygun olur her işi, dinin emirlerine.
.
02 - FETH-İ MUSULİ (Rahmetullahi Aleyh
.Ne için ağlıyorsun?
O Feth-i Musuli ki, evliya-yı kiramdan.
Şiddetle kaçıyordu, her günah ve haramdan.
Evliyadan birine, Feth-i Musuli için,
Sordular ki: (Hiç ilmi var mıdır o kişinin?)
Buyurdu: (O, dünyaya, hiç vermez ehemmiyet.
İşte onun ilmine, budur açık alamet.)
Bir gün onu gördüler, durmadan ağlıyordu.
Gözlerinden sel gibi, yaşlar akıtıyordu.
Niçin ağladığını sordular kendisinden.
Buyurdu ki: (Ağlarım, azap endişesinden.
Rabbimin huzuruna, çıkarılacağım gün,
Hatırıma geldikçe, derdim artar büsbütün.
Ey insanlar, siz dahi ağlayın ki bu günde,
Hiç ağlamayasınız, yarın mahşer gününde.
Kardeşlerim, Vallahi ölüm var, ahiret var.
Günah işlemeyin ki, şiddetlidir azaplar.)
Bir gün de bu büyük zat, gitti bir demirciye.
Sordu ona insanlar: (Sadık kul kimdir?) diye.
Demirlerin kızdığı bir ocak vardı orda.
Elini, o ocağa sokarak o arada,
Bir demir çıkardı ki, kızarmıştı ateşte.
Buyurdu ki: (Bakınız, sadık kul budur işte!)
Demek istemişti ki: Rabbine, her kim eğer,
Sadakatla bağlanır, ihlasla kulluk eder,
Günahtan da sıdk ile, tam kaçarsa o kişi,
Yakmaz onun elini, bu dünyanın ateşi.
Sırri-yi Sekati de vardı onun devrinde.
Gece gündüz ibadet yapıyordu evinde.
Bir gece yarısı da, çok ibadet ederek,
Feth-i Musuli ile, istedi sohbet etmek.
Elbisesini giyip, yürüdü dış kapıya.
Ve lakin çıkar çıkmaz evinden dışarıya,
Bir zaptiye çavuşu, yakaladı bu zatı.
Ve hırsız zannederek, götürüp hapse attı.
Gündüz de, suçluları kırbaçlasınlar diye,
Hapishane müdürü, emretti görevliye.
Sırri-yi Sekati’ye, sıra geldi nihayet.
Cellat, kaldırdıysa da kırbacını pür hiddet,
Lakin indiremeyip, çok fena oldu hali.
Bir kimse tutmuş gibi, havada kaldı eli.
Dediler ki: (Ne için vurmuyorsun ey cellat?)
Dedi: (Nasıl vurayım, elimde yok ki takat.
Bir şahıs görürüm ki, duruyor heybet ile.
Ve bana emrediyor: (Sırri'ye vurma!) diye.
Görmedim ben ömrümde, böyle heybetli insan.
Gitti gücüm kuvvetim o şahsın korkusundan.)
Diğer cellatlar dahi, ettiler bunu merak.
Baktılar o tarafa, heyecanla, korkarak.
Görüp Feth-i Musuli adındaki veli’yi,
Derhal salıverdiler, Sırri-yi Sekati’yi.
.
03 - İBRAHİM HAVVAS (Rahmetullahi Aleyh
.Siz emir olun
İbrahim-i Havvas ki, devrinin bir tekiydi.
Cüneyd-i Bağdadi'nin, mümtaz talebesiydi.
Sevdiklerinden biri, ondan şöyle nakleder:
Hac yoluna çıkmıştık, üstadımla beraber.
Buyurdu ki: (Biz madem, yola çıktık ikimiz,
Öyleyse yol boyunca, emir olsun birimiz.
Herhangi zorluk ile karşılaşırsak eğer,
O emirin sözünü dinlemek icab eder.
O ne derse, o olur, ona uyar diğeri.
Zira bu meselede, böyledir dinin emri.)
(Siz emir olun) diye, hocama eyledim arz.
Buyurdu: (Öyle ise, istemem hiç itiraz.
Her türlü meselede, ben veririm kararı.
Eğer kabul etmezsen, gidelim ayrı ayrı.)
(Kabul ettim efendim) dedim ve çıktık yola.
İkimiz de yorulup, bir yerde verdik mola.
O, bana (Otur!) deyip, gitti kendi hizmete.
Başladı bana bizzat, ikram ile izzete.
Çalı çırpı toplayıp, yaktı hemen ateşi.
O su çekti kuyudan ve o yaptı her işi.
Dedim ki: (Ben de yardım etseydim size biraz.)
Asla kabul etmeyip, buyurdu: (Hayır, olmaz.
Madem ki emir benim, ben ne dersem, o olur.
Ben hizmet edeceğim, sen, orada git otur.)
Yola devam edince, tutulduk bir yağmura.
Paltosunu çıkarıp, bana tuttu o ara.
Islanmayayım diye, yaptı çok fedakârlık.
Sıkıldım, lakin birşey diyemiyordum artık.
Zira emir o idi, mecburdum dinlemeye.
Üstelik söz vermiştim, itiraz etmemeye.
O yolculuk boyunca, o bana etti hizmet.
Her ne sıkıntı olsa, o çekti hep eziyet.
Üzülüyordum, lakin üstada ne denilir?
Düşündüm ki: Keşke ben, olsaydım ona emir.
Biz bu minval üzere, hac yapıp döndük geri.
İzah etti üstadım, yoldaki o halleri.
Buyurdu ki: (İlerde, olursan sen de emir,
Benim gibi yaparsın, doğrusu da böyledir.
Her ne meşakkat olsa, sen göğüs ger ona ilk.
Hep sen çek sıkıntıyı, böyle olur emirlik.
İdareci odur ki, mütevazı olur pek.
Bilcümle zorlukları, o göğüsler severek.
Kendi için, onlardan, bir hizmet etmez talep.
Bilakis o onların yüklerini çeker hep,
O, hizmet gören değil, hizmet eden kişidir.
Yatmak değil, çalışmak, onun esas işidir.
O, diğerlerinden de çalışır daha fazla.
Nefsi için, onlardan istemez bir şey asla.
O, kızmaz, sinirlenmez, davranır hep yumuşak.
Bilir ki Allah dahi, bu hali sever ancak.)
. O genç yahudidir
İbrahim-i Havvas ki, evliya-yı kiramdan.
Onun bereketiyle, çok kişi etti iman.
Bir gün, sohbet ederken mescitte cemaate,
İçeri bir genç girip, katıldı o sohbete.
Halini gizlemeye çalışırdı o fakat.
Birazdan sohbet bitti ve dağıldı cemaat.
O büyük zat, birine buyurdu ki: (Bu çıkan,
Yahudidir ve lakin, belki olur müslüman.)
O genç, kendi hakkında böyle buyurduğunu,
Cemaatten öğrenip, çok takdir etti onu.
Geri gelip yapıştı, mübarek ellerine.
Şehadeti getirip, girdi islam dinine.
Kendisine sordu ki: (Niçin oldun müslüman?)
Dedi: (Kitabımızda, görmüştüm ki bir zaman:
Bir veli kul, Allah'a yakınsa eğer fazla,
Onun firasetinde, yanlışlık olmaz asla.
Çünkü yakınlaştıkça veliler Rablerine,
Allah’tan gayri bir şey, hiç gelmez kalplerine.
Tamamen açılmıştır, onların kalp gözleri.
Bilirler kalpten geçen düşünce ve sözleri.
Madem ki siz de benim, kalp halimi bildiniz,
İnandım ki hak dindir, sizin islam dininiz.)
Çıkmıştı bir gün dahi, bir rahiple sefere.
Bir müddet yol yürüyüp, oturdular bir yere.
Rahip dedi: (Acıktık, lakin hiç yok yiyecek.
Dua et, Rabbin bize göndersin biraz yemek.)
O dahi, ihlas ile el açarak duaya,
Arz etti hallerini, Allahü teâlâya.
O anda, önlerine yemek geldi bir sini.
Yediler iştah ile, o taamın hepsini.
Biraz daha gidince, akşam oldu nihayet.
Rahibe buyurdu ki: (Şimdi de sen dua et.)
O dahi bir köşede, kalıp kendi haline,
El kaldırıp, gizlice dua etti Rabbine.
Bir sini daha geldi, o duanın peşinden.
Lakin bu, daha çok ve lezizdi öncekinden.
O rahibe sordu ki: (Ne dua ettin ki sen,
Rabbim, daha çoğunu gönderdi eskisinden?)
Dedi: (Müjdem var sana, ya İbrahim-i Havvas!
Ben şehadet getirip, edindim iman, ihlas.)
Buyurdu: (İyi ama, nasıl dua ettin ki,
Hak indinde, daha çok makbul oldu seninki?)
Dedi: (Şöyle yalvardım, ya ilahel âlemin!
İbrahim Havvas diye, bir kulun var ya senin,
O halis ve mübarek kulunun hürmetine,
Bize sen, hazinenden, bir sofra gönder yine.)
Onu dahi yiyerek, o rahiple beraber,
Kâbe'ye vasıl olup, haccı eda ettiler.
Lakin rahip, Mekke'de, teslim etti ruhunu.
Bizzat İbrahim Havvas kabrine koydu onu.
. Hangimizin dini hak?
Bir gün İbrahim Havvas, hac için etti niyet.
Yolda bir rahip ile, karşılaştı nihayet.
Beraber yürüdüler ve ettiler hasbihal.
Bir ara rahip ona, sordu şöyle bir sual:
(Senin dinin mi haktır, yoksa benim ki mi hak?
Bunu, tecrübe ile mümkün olur anlamak.
Kim yürüyüp geçerse, şu suyun üzerinden,
Demek ki, onun dini, doğrudur diğerinden.)
Önce, kendi yürüyüp, geçti karşı yakaya.
Çok şaşırdı İbrahim Havvas bu vakıaya.
Dedi ki: (Ya ilahi, sihir yaptı bu elbet.
O rahip karşısında, sen de bana yardım et.)
Yürüyüp geçti sonra, Besmele söyleyerek.
Rahip dedi: (Bu işi, bir daha yapmak gerek.
Zira ikimiz dahi, olduk bunda muvaffak.
Bir daha yapalım ki, belli olsun din-i hak.)
Biraz daha yürüyüp, acıktılar bir hayli.
Rahip dedi: (Bu işi yapalım şimdi haydi.)
Bir kağıda, bir şeyler çizip karalayarak,
Dedi: (Rızık gelecek şimdi bana, gör de bak.)
Az sonra önlerine, çıka geldi bir köpek.
Tutuyordu ağzında, bir dilim kuru ekmek.
Rahip aldı ekmeği ve başladı yemeye.
Bunu görüp, başladı o da dua etmeye.
Gördü o an yanında, nur yüzlü birisini.
Tutuyordu elinde, bir yemek sinisini.
Çeşit çeşit taamlar var idi o tepside.
Yemeden belliydi ki, çok nefisti hepsi de.
Rahip bunu görünce, geldi hemen insafa.
Dedi: (Sihir yapmıştım ben önce, iki defa.
Seninkiyse keramet, tam inandım ben şu an.)
Şehadeti getirip, oldu hemen müslüman.
Bir gün de, çölde gördü, çok vahşi hayvanları.
Baktı ki, susuzluktan kalmamış takatları.
Bir kayaya, hafifçe dokundu bir eliyle.
Su fışkırdı kayadan, Allah'ın izni ile.
O çölde susuz kalmış hayvan varsa ne kadar,
Hepsi gelip, o sudan, bol bol içip kandılar.
Yola devam ederken, gördü nurlu birini.
Nurlu zat sordu ona, nereye gittiğini.
Buyurdu: (Gidiyorum, şimdi ben Medine'ye.
Kabr-i Resulullahı ziyaret eylemeye.)
Dedi: (Bu ziyaretten, makbul şey var mı daha?
Benim de selamımı, söyle Resulullaha)
Buyurdu: (Peki olur, varıp arz edeceğim.
Ve lakin kimden selam getirdim diyeceğim?)
Dedi: (Resulullahın, kabrine giderseniz,
Kardeşin Hızır’ın da, selamı var dersiniz.)
Hızır aleyhisselam, bildirince ismini,
Bir daha baktığında, göremedi cismini
. İmanın esası nedir?
İbrahim-i Havvas’ı, geldi biri görmeye.
Sual etti (İmanın esası nedir?) diye.
Buyurdu ki: (Olmaz bu, sözle ve anlatmakla.
Bu sualin cevabı, verilir yaşamakla.
Mekke'ye gidiyorum, istiyorsan sen de gel.
Ki, bunun cevabını öğrenesin mükemmel.)
Ve nihayet ikisi, çıktılar yola o gün.
Yemekleri, gaibten geliyordu her öğün.
Önlerine, zahmetsiz gelince her gün taam,
Yiyerek, yollarına ederlerdi hep devam.
Bir gün çölde giderken, rastladılar bir şahsa.
O, gelip selam verdi, İbrahim-i Havvas'a.
Bir müddet onun ile, bir şeyler konuşarak,
Ayrılıp geri gitti, atını koşturarak.
O sordu ki: (Efendim, kimdi o giden kişi?
Konuşup döndü hemen, merak ettim bu işi.)
Buyurdu: (Sen vakta ki sormuş idin bir sual.
Sorduğun o sualin, cevabıdır işbu hal.)
Dedi ki: (Ey Efendim, bağışlayınız beni.
Pek iyi anlamadım, bu işin hikmetini.)
Buyurdu: (O, Hızır'dı, dedi ki: İzninizle,
Ben dahi yanınızda, geleyim mi sizinle?
Lakin kabul etmedim, onun teklifini ben.
O da Peki diyerek, ayrılıp gitti hemen.)
Dedi: (Aman efendim, Hızır gibi nimeti,
Kabul etmemenizin, nedir acep hikmeti?)
Buyurdu ki: (Evladım, kabul etseydim eğer,
O dahi, bizim ile gelecekti beraber.
Böyle mübarek bir zat, yoldaş olunca bize,
Korktum ki, itimadım azalır Rabbimize.
Hızır'a güvenerek, rahat olurdu gönlüm.
Ve korktum ki, bu yüzden bozulur tevekkülüm.
Her imdat isteyene, Hak teâlâ izniyle,
Yardıma koşan Hızır, gelseydi bizim ile,
Ederdik kendisine çok güven ve itimat.
Hakk’a bağlılığımız, gevşerdi böyle fakat.
Bu, güvenmek olurdu Allah'tan gayrısına.
Bu da, zarar verirdi, imanın esasına.
İmanı kâmil olan, şöyledir ki evladım,
Rabbinden başkasından, istemez asla yardım.
O, ne kadar görse de, sıkıntı ve musibet,
Ondan gayri kimseden, istemez asla medet.
Yalnız Ona güvenir, sırf Ondan yardım ister.
Her sıkıntı anında, hep Ona dua eder.
Ondan başkalarına, bağlamaz hiç kalbini.
Başı derde düşünce, arar hemen Rabbini.
Bilir ki, Allah onu bilir, görür, işitir.
Duyar yalvarmasını, imdadına yetişir.
Hep Rabbine güvenir, hiç görmez mahlukatı.
İşte budur evladım, imanın hakikatı
. Aç mısın, susuz musun?
İbrahim-i Havvas’ın, vardı bir talebesi.
Yolculuğa çıktılar, üstadıyla kendisi.
Hiç yemeden gittiler, yedi gün, yedi gece.
Ve lakin o talebe, çok acıktı böylece.
Nihayet kalmayınca, yürüyecek takati,
Üstadı bunu sezip, anladı hakikati.
Buyurdu ki: (Evladım, ne oldu sana böyle?
Aç mısın, susuz musun, ne ise bana söyle.)
Dedi ki: (Ey efendim, hem susuzum, hem açım.
Bir şey yiyip içmeye, çok vardır ihtiyacım.)
Buyurdu ki: (Öyleyse, git, şu akan sudan iç.
Bundan sonra susamak, asla olmaz sana hiç.)
O, baktı ki bir nehir, yürüdü yakınına.
Eğilip içti sudan, avcuyla kana kana.
Serin ve tatlı idi, akıyordu önünde.
Hiç böyle lezzetli su, görmemişti ömründe.
Bir de abdest alarak, dönüp geri gelirken,
Arkasına baktı ki, eser yok o nehirden.
Anladı üstadının, büyük kerametini,
Ve bildi daha iyi, kadir ve kıymetini.
Bir gün de, bir dükkanda, nar gördü bir tepside.
Ve sorup öğrendi ki, ekşi imiş hepsi de.
Lakin tatlı nar yemek, isterdi onun canı.
O narları yemeyip, terk etti o dükkanı.
Dedi ki: (Tatlısını, bulursam her nerede,
Sabredeyim, bulunca, çok çok yerim ilerde.)
Bu nar düşüncesiyle, o böyle ilerlerken,
Çok hasta birisini gördü ve durdu birden.
Zayıf ve halsiz idi, yoktu eli ayağı.
Onu böyle görünce, kederlendi bayağı.
Baktı ki, vücudunun her yerinde yara var.
Üşüşmüş üstlerine, hep yabani arılar.
Düşündü ki: Bu kişi, evliyadır muhakkak.
Sordu: (İstemez misin, bu dertten şifa bulmak?)
O, (İstemem) deyince, daha arttı hayreti.
Dedi: (İstememenin, peki nedir hikmeti?)
Dedi: (Bundan kurtulmak, nefsimin arzusudur.
Bunu ise, Rabbimiz istiyor, hikmet budur.
Benim hasta olmamı istemeseydi eğer,
Ben de böyle olmazdım, O, dilediğini eyler.
Hak teâlâ bir kula, verince bir musibet,
Kula düşen, bu derde razı olmaktır elbet.)
Buyurdu ki: (Arılar sarmış hep yaraları.
İzin ver de, kovayım vücudundan onları.)
O dedi ki: (Ey Havvas, kovma da, dursun onlar.
Nasıl olsa senin de, kalbinde tatlı nar var.
Tatlı bulurum diye yemedin ekşisini.
Kovamadın kalbinden, bu nar düşüncesini.
Benim vücudumdaki arıları sen bırak.
Kalbindeki tatlı nar fikrini kovmaya bak.
.
04 - MENSUR BİN AMMAR (Rahmetullahi Aleyh)
.Besmele’ye hürmet
Mensur ibni Ammar ki, şanı büyük bir veli.
Hitabeti kuvvetli, tesirliydi sözleri.
Gençliğinde, bir kağıt gördü yol üzerinde.
Besmele-i şerife, yazılıydı üstünde.
Vicdanı sızlayarak, eğilip aldı, ancak,
Bakındı, bulamadı, müsait yer koyacak.
Besmeleye hürmeten, koydu onu ağzına.
O gece, nurlu bir zat, girerek rüyasına,
Dedi ki: (Sen Rabbinin ismine hürmet ettin.
Açıldı kapıları, sana ilmin, hikmetin.)
Uyanıp tövbe etti, bilcümle hatasına.
Çalışıp girdi o da, veliler arasına.
Bu zatın zamanında, vardı ki genç bir kişi,
Devamlı içki içip, eğlenmekti hep işi.
Oturdu bir gün yine, bir içki âlemine.
Ve dört gümüş vererek, kölesinin eline,
Dedi: (Bu dört gümüşle, hemen çık da, bir yerden,
Bana, meze olarak birşeyler getir hemen.)
O köle, (Peki) dedi ve çıktı dışarıya.
Meze almak üzere, gidiverdi çarşıya.
Bir yerde, kalabalık insanlar gördü fakat.
Bir kişi konuşuyor, dinliyordu cemaat.
Mensur bin Ammar idi, cemaate vazeden.
Köle, çok duygulandı işittiği sözlerden.
Öyle ki, her bir cümle, işliyordu gönlüne.
Daha da ilerleyip, tam oturdu önüne.
Mensur dahi o ara, bir fakir göstererek,
Buyurdu ki: (Bu kişi, fakir ve muhtaçtır pek.
Kim eğer ki dört gümüş verirse şimdi buna,
Ben dahi dört kıymetli dua ederim ona.)
O köle düşündü ki: Verip de bu parayı,
Alayım bu veliden, dört kıymetli duayı.
Verip de oturunca, sordu Mensur köleye:
(Benden, hangi hususta dua istersin?) diye.
Dedi: (Önce, efendim, halinden tövbe etsin.
Sonra da, kölelikten beni azad eylesin.
Ayrıca, dörtyüz gümüş hediye etsin bana.
Kavuştursun Rabbimiz, bizleri gufranına.)
Mensur dua buyurdu, köle döndü geriye.
Sordu ona Efendi: (Nerede kaldın?) diye.
Başından geçenleri, eyledi bir bir beyan.
O da çok duygulanıp, tefekkür etti bir an.
Hidayet ışıkları, doldu birden kalbine.
Ve hemen oracıkta, tövbe etti haline.
Sonra azad eyledi, köleyi kölelikten.
Ve ona dörtyüz gümüş, hediye edip hemen,
Dedi: (Ya Rab, getirdim ben üçünü yerine,
Dördüncüsü sendendir, sığındım keremine.)
O an bir ses duydu ki: (Sen yaptın vazifeni.
Bağışladı Allah da, hem onları, hem seni.)
. Âlim ve cahil kimdir?
Mensur ibni Ammar ki, evliya-yı kiramdan.
Vera ile takvaya sarılırdı her zaman.
Hükümdar Harun Reşid, dedi: (Ey İbni Ammar!
Cevap ver şu suale, sana üç gün mühlet var.
(Nedir o?) buyurunca, sordu ki şu suali:
(Kimdir şu insanların en âlim ve cahili?)
O, derhal buyurdu ki: (Ya emirel müminin!
Hiç üç gün beklemeye lüzum yok bunun için.
En âlim şu kuldur ki, kalmaz ibadetinden.
Yine de, emin olmaz, korkar akıbetinden.
Bilse ki, Cehenneme, girecek tek bir kişi.
(O, ben olabilirim) der ve titrer hep içi.
En cahil de şudur ki, yapar türlü şakavet.
Buna rağmen, emin ve çok rahattır o gayet.
Bilse ki, tek bir kişi girecektir Cennete,
Yine o, namzet görür kendini bu devlete.)
Çok ibadet eder ve çok korkardı Allah’tan.
Kaçardı küçük büyük, her hata ve günahtan.
Geceleri ağlar ve derdi ki: (Ya ilahi!
Bilerek, hiçbir günah işlemedim Vallahi.
Bile bile, emrine etmedim muhalefet.
Hep bilmeden işledim, eyle beni mağfiret.
Eğer bağışlamazsan günahımı ey Rabbim!
Yarın mahşer gününde, ne olur benim halim?
O gün, günahsızlara, (Siz geçin!) dendiğinde,
Onlar, neşe içinde Cennete gittiğinde,
Sonra, günahkârlara dendiğinde (Siz durun!)
Hangisinde olurum ben bu iki gurubun?)
Nasihat istemişti biri de kendisinden.
Buyurdu: (Emin olma küfür tehlikesinden.
Nasıl, bir kelimeyle girilirse imana,
Bir sözle de, bu iman, gidebilir yabana.
İmanı, tehlikeden korumak için, önce,
Küfrü mucip şeyleri, öğrenmeli iyice.
Zira hangi kapıdan çıktıysa iman eğer,
Yine aynı kapıdan, geriye avdet eder.
Hangi elfaz-ı küfrü ettiyse şayet kişi,
Yine o kelimeyle düzeltir ancak işi.
Hak teâlâ, imanı, bizlere etti ihsan.
Cennete, bunun ile girecek cin ve insan.
Peygamber Efendimiz, buyurdu ki bu bapta:
(Müminler geçerlerken mahşer günü Sırat’ta,
Cehennem seslenir ki: Biraz çabuk olunuz!
Ki, zira ateşimi söndürüyor nurunuz.)
Bir başkası, nasihat istedi kendisinden.
Buyurdu ki: (Evladım, emin olma nefsinden.
Zira nefsinden gayri, düşman yok sana daha.
Hatta senden ziyade, o, düşmandır Allah’a.
Lakin onu yok etmek, olmamalı gayemiz.
Yok etmekten ziyade, terbiye etmeliyiz. )
.
05 - ABDURRAHİM İSTAHRİ (Rahmetullahi Aleyh
.Setrederdi kendini
Abdurrahim İstahri, üstün veli, büyük zat.
İlim öğrenmek için, yaptı pek çok seyahat.
Kalbi, hep hüzün ile dolu iken lebalep.
Neşeli görünürdü, insanlara yine hep.
Av elbiselerini giyerek ara ara,
Avlanmaya giderdi, tek başına dağlara.
Lakin onun niyeti, av değildi katiyen.
O, böyle setrederdi kendisini gayriden.
Bir gün ava çıkmıştı, alıp av köpeğini.
Bir kişi de, gizlice, takib etti kendini.
Ne zaman ki ulaştı, bir dağın eteğine.
Köpeğini salarak, başladı taatine.
O, Rabbinin ismini, söylediği zamanda,
Dağlar da söylüyordu, onunla aynı anda.
Öyle ki, o dağlarda bütün mevcut olanlar,
Cümle ağaç ve taşlar, hem de vahşi hayvanlar,
Ona iştirak edip, meşgul oldu zikr ile.
Yer ve gök inliyordu, hep (Allah) sesleriyle.
Halk içinde, Hak ile bulunan bu evliya,
İtibar etmiyordu, zerre kadar dünyaya.
Yirmibin akçe kaldı babasından kendine.
Dağıttı onbin’ini, şehrin fakirlerine.
Kalan onbin’ini de, bir torbaya doldurup,
Çıktı damın üstüne, ayırdı gurup gurup.
Sonra, o akçelerin tamamını bu defa,
Avuç avuç alarak, saçtı dört bir tarafa.
Öyle ki, para ile doldu hep o havali.
O sabah uyanınca, çok şaşırdı ahali.
Zira görmüşlerdi ki, her yer para ve akçe.
Zannettiler ki gökten, para yağmış o gece.
Abadan’a gitmişti, Ramazanda bir ara.
Herkes, yemek getirdi kendisine iftara.
Lakin sabah olunca, baktılar ki o yine,
Hiç elini sürmemiş, yemeklerden birine.
İnsanlar anladı ki, bu, bir Allah adamı.
O bunu hissedince, terk etti Abadan'ı.
Ve Sehl-i Tüsteri’nin, gelip memleketine,
Kavuştu bu velinin, kıymetli sohbetine.
Sehl-i Tüsteri dahi, etti ki ona sual:
(Ne yemek istiyorsan, hazırlasınlar derhal.)
Dedi ki: (Öyle ise, ekşili olsun biraz.)
Ona göre pişirip, eylediler ona arz.
Onlardan yemek için, bekliyorken iftarı,
Gördü kapı önünde, fakir bir ihtiyarı.
O yemekten almadan, henüz bir lokma bile,
Verdi o ihtiyara çömleği tamamiyle,
Sadece bir su ile yaparak o gün iftar,
Yarınki oruç için, niyet etti o tekrar.
Üç gün üstü üstüne, vaki oldu böylece.
Üçünde de yemeği, ikram etti öylece
. Niçin gizleniyordu?
Da'lec ibni Ahmed ki, büyük hadis âlimi.
Onun, fıkıhta dahi, bir hayli vardı ilmi.
Zengin olup, pek çoktu onda mal, para, servet.
Lakin yoktu kalbinde, bunlara hiç muhabbet.
Dağıtırdı cömertçe, ihtiyacı olana.
Fakirler, çekinmeden gelirlerdi hep ona.
Bir gün, namaz kılmaya, camiye girdi bu zat.
Birini, mahcup halde görüverdi o saat.
Elbisesi içine bürünmüş biri idi,
Sanki o, bir kimseden, gizleniyor gibiydi.
Sordu ki: (Nedir sebep, böyle gizlenmenize?)
Dedi ki: (Beş bin akçe, borcum var benim size.)
Buyurdu ki: (Kardeşim, bu mudur seni üzen?
Öyleyse helal ettim, onu hiç düşünme sen.
Değer mi, para için böyle çok üzülmeye?
Haydi buyur, gidelim bizde yemek yemeye.)
Hanesine götürüp, eyledi izzet, ikram.
Yedirdi o mümine, çeşitli leziz taam.
Ayrıca, beşbin akçe etti ona hediye.
Rica etti: (Hakkını, bana helal et) diye.
O dedi: (Helal ettim, var ise böyle bir hak.
Versin mükafatını, size de cenab-ı Hak.)
Yine başka diyarda, bir müslüman vardı hem.
Borçluydu birisine, o dahi onbin dirhem.
O, böyle bir sıkıntı görmemişti hayatta.
Yeryüzü, kendisine dar gelmişti adeta.
Çaresizlik içinde, kalmadı hiç kararı.
Katırına binerek, terk etti o diyarı.
Lakin bilemiyordu, ne yöne gitse acep?
Hayvanın yularını bıraktı bundan sebep.
Dedi ki: (Ya ilahi, kalmadı hiç takatım.
Borcumu ödemekte, sen bana eyle yardım.
Sevdiğin bir kulunu, rast getir bana şu an.
Bir dünyalık yüzünden, eyleme beni hüsran.)
Katıra tâbi olup, yol aldı bi-ihtiyar.
O hayvan, bir mescidin önünde kıldı karar.
Da'lec ibni Ahmed’in, mescidiydi o yöre.
Katırı durur durmaz, ümitle indi yere.
Da'lec bin Ahmed dahi, görür görmez bu zatı,
Davet etti evine, kaçırmadı fırsatı.
Bir bakışta, derdini anlamıştı pekâlâ.
Ona, nefis yemekler ikram edip evvela,
Sonra da sual etti, hiç anlamamış gibi:
(Senin bir sıkıntın var, nedir acep sebebi?)
Dedi ki: (Onbin akçe, birine borcum vardır.
Ben bu büyük dert ile, dertliyim çok zamandır.)
Buyurdu ki: (Kardeşim, büyük derdin bu mudur?
Rahat ye yemeğini, bu, elbette hallolur.)
Ona, onbin akçeyi hediye eyleyerek,
Uğurladı sonra da, ta şehir dışına dek.
.
07 - EBU BEKR-İ ŞİBLİ (Rahmetullahi Aleyh
.İhlas mı, riya mı?
Şibli hazretleri ki, devrinin bir tanesi.
İnsanları hak yola sevketmekti gayesi.
Talebesinden biri, çalışırdı ihlasla.
Onu, diğerlerinden severdi daha fazla.
Sair talebeleri, derlerdi: (Neden acep,
Hocamız, onu bizden kıymetli tutuyor hep?
Her emrini, ondan çok yaparız da ihlasla,
Ne için onu bizden seviyor daha fazla?)
Anladı hocaları bu düşüncelerini.
Dicle’nin kenarına, götürdü her birini.
İsterdi ki, varsınlar işin hakikatine.
Bu maksatla o yerde, başladı sohbetine.
Vardı aralarında, o halis kişi dahi.
Birden şevke getirdi, onu aşk-ı ilahi.
Kendini daha fazla tutamayıp, ansızın,
Bağırdı (Allaah!) diye, elinde olmaksızın.
Diğer talebeler de, oldu buna muttali.
İçlerinden geçti ki: (Gösteriştir bu hali.
Biz dahi onun kadar, Allah'ı seviyoruz.
Lakin biz, onun gibi riya yapamıyoruz.)
Hazret-i Şibli ise, sezip bu düşünceyi,
Çağırdı huzuruna, o halis talebeyi.
Onlara ders vermenin, zamanı geldi diye,
O halis talebeyi, tutup attı Dicle’ye.
Talebeler, bu hali görüp üzüldüler hep.
Dediler ki: (Çok yazık, biz olduk buna sebep.
Eyvah, şimdi n'olacak, boğulmuştur o suda?)
Onlar bunu düşünüp, korktular bu hususta.
O anda hocaları, buyurdu: (Evlatlarım!
Size, bir ders vermekti, bundan benim muradım.
Siz, onun kalbindeki ihlası bilseydiniz,
Asla onun hakkında, böyle düşünmezdiniz.
Attımsa da ben onu, şu muazzam Dicle’ye,
Sakın kapılmayınız, korku ve endişeye.
Eğer o bağırması, olmuş ise ihlasla,
Ona, bu akan nehir, bir zarar vermez asla.
Nasıl ki Nil nehrinden, kurtuldu Musa Nebi,
Kurtarır Hak teâlâ, bunu da onun gibi.
Ve lakin riya ile bağırdıysa o şayet,
O da, Fir'avn misali boğulur suda elbet.
Lakin biliyorum ki, onun kalbi, lebalep,
İhlas ile doludur, kurtulur bundan sebep.)
Sonra devam eyledi, sohbete oturarak.
Lakin şunu talebe, ediyordu çok merak:
Acaba boğuldu mu, boğulmadı mı? diye,
Meraklanıp, düştüler büyük bir üzüntüye.
Onların bu merakı son hadde geldiği an,
Baktılar, o talebe çıkıp geldi o sudan.
Onlar, o talebeyi süzerken gıbta ile,
Baktılar, elbisesi ıslanmamış az bile.
. İbret böyle alınır
Ebu Bekr-i Şibli ki, velilere tac idi.
Sözleri, hasta olan kalplere ilaç idi.
Önceden vali idi, çok çalışkan ve adil.
O, bu vazifesinde, çalıştı bir nice yıl.
Pek fazla seviyordu kendisini ahali.
Bağdat'ta, sultan dahi öğrendi işbu hali.
O, bu vazifesinde, gösterince liyakat,
Sultan da verdi ona, çok kıymetli bir hil’at.
Giyerdi o hil’atı, itina eyleyerek.
Kirletti lakin onu, bir gün istemeyerek.
Buna vakıf olunca, bazı kötü kimseler,
Valiyi, hükümdara şikayet eylediler.
Dediler: (Ey hükümdar, senin ona verdiğin,
Hil'atı hor kullanıp, eyledi pis ve çirkin.)
Hükümdar sinirlenip, verdi ki şöyle ferman:
(Azlettim valilikten, yanıma gelsin heman!)
O, bu emri alınca, eyledi çok taaccüp.
Hükümdardan ziyade, Rabbine oldu mahcup.
Düşündü ki: (Hükümdar, bir kuldur en nihayet.
Bu kıymetli hil'atı, o bana verdi, evet.
Ben ise ihmal edip, kirletince onu az,
Nasıl da sinirlenip, eyledi bana garaz.
Benim bu ihmalimin neticesi olarak,
Beni, bu vazifeden azle kıldı müstehak.
Cenab-ı Allah dahi, Sultanların Sultanı.
Giydirdi üstümüze, bu kulluk hil'atını.
Bu aziz hil'atı da kirletirsek eğer biz,
Elbette ki bu hale, razı olmaz Rabbimiz.
Allahü teâlânın kulu olmak, ne şeref.
Kıymetini bilmezsek, ceza verir malesef.
Ve lakin hiç benzemez, bu ceza diğerine.
Önceki, buna göre, pek hafif kalır yine.)
O, böyle düşünerek, ayrıldı valilikten.
Artık dünya işine karışmadı katiyen.
Derdi ki: (Bitti ömrüm, yapmadım kulluğumu.
Ey nefsim, yazık sana, halis kul olmak bu mu?
Sana, bunca nimeti lutfetti Hak teâlâ.
Sen ise gaflettesin, uyanamadın hala?
Bu günden tezi yoktur, Sahibine dön artık.
Yetmez mi, bunca zaman yaptığın günahkârlık?
Halbuki Rabbin sana, eyledi bunca ihsan.
Sen ise buna karşı, yapıyorsun hep isyan.
Bu kulluk hil'atını, kirlettin günah ile.
Geri kalan ömründe, ağla ah-ü vah ile.)
O, kendi kendisine, bunları söyleyerek,
Cüneyd-i Bağdadi’nin huzuruna giderek,
Onun terbiyesiyle, yetişip oldu kâmil.
Tasavvufta, çok büyük nimete oldu nail.
. Git çıra sat!
Ebu Bekr-i Şibli ki, evliyadan bir kişi.
Katiyen yapmaz idi, günah olan bir işi.
Bir üstad arıyordu, ilim öğrensin diye.
Kavuştu en nihayet, Cüneyd-i Bağdadi’ye.
Ebu Bekr-i Şibli’yi, görünce o büyük zat,
Buyurdu ki: (Evladım, evvela git çıra sat.)
(Peki efendim) deyip, bu emre ittibaen,
Çıra sattı bir sene, o günden itibaren.
Bir yıl sonra gelerek, Cüneyd-i Bağdadi'ye,
Arz etti: (Bana başka emriniz var mı?) diye.
Buyurdu ki: (Ey Şibli, gel artık, yeter o iş.
Bir sene de, burada hizmet eyle ve yetiş.)
Bir yıl da, üstadının yanında etti hizmet.
Bir sene hitamında, sordu Cüneyd nihayet:
(Ey Şibli, halin nasıl, değiştin mi birazcık?
Hala kendi nefsinde, görür müsün bir varlık?)
Arz etti ki: (Efendim, ne mümkün varlık görmek.
Yüksek himmetinizle, nefsim, zelil oldu pek.
Sayenizde bir hale geldi ki nefsim şu an,
Asla üstün görmüyor, kendini başkasından.)
Buyurdu ki: (Madem sen, nefsini ettin zelil,
Bu yola girmek için, olmuşsun şimdi ehil.
Zira bu tasavvufa girmek için, evladım,
Nefsini, tamamiyle hiç görmektir ilk adım.
Kendinde, bir zerrecik, varlık gören bir insan,
Bu yolda yürümeye, bulamaz yol ve imkan.
Bu yol, öyle mukaddes ve yüksektir ki elhak,
Nefsini beğenenler, basamaz burya ayak.
Bu, öyle binadır ki, hiçliktir ilk girişi.
Az kibirli olanın, burada yoktur işi.)
Cüneyd-i Bağdadi’nin bu nasihati ile,
Çalışmakla geçti hep, her günü tamamiyle.
Cüneyd-i Bağdadi’nin, bulunca ömrü hitam,
Üstadının yerine, bu oldu kaim makam.
Buyurdu: (Ders okudum, dörtyüz ayrı hocadan.
Onlardan, dörtbin hadis öğrendim bunca zaman.
Bu kadar çok hadisten, seçtim bir tanesini.
Ona uydum sadece, bıraktım gayrisini.
Zira dört bin hadisin içinde, nasihatten,
Ne varsa, bu hadisin içinde vardı zaten.
O hadis-i şerifi, kendime ettim şiar.
Onun manası ise, şöyledir ki aşikâr:
(Bu dünyada ne kadar, yaşıyacaksan eğer,
Dünya işlerine de, o kadar çalış, yeter.
Ahirette ebedi kalacağına göre,
Çok çalış da, ömrünü, heba etme boş yere.
Allah'a muhtaçlığın, ne kadar çoksa şayet,
Ona da, o kadar çok, yap taat ve ibadet.
Cehenneme ne kadar var ise tahammülün,
O miktar günah yap da, hiç pişman olma o gün.)
. Mühim olan, gönüldür
Ebu Bekr-i Şibli ki, aşıktı Zülcelal’e.
Hem tasavvuf yolunda, ermişti tam kemale.
Nefsi arzularının, yapmazdı bir tekini.
Yaşıyan ölü gibi addederdi kendini.
Bir elbise yaptırdı üstüne yeni, düzgün.
Ve onu giyinerek, dışarı çıktı bir gün.
Baktı, kimin üstünde var ise yeni esvap,
İnsanlar, onun ile oluyorlar muhatap.
Kimin üzerinde de, varsa eski elbise,
Onlarla ilgilenen olmuyor hiçbir kimse.
İşbu hal, kendisine çok menfi etti tesir.
Durdu, düşündü biraz, oldu çok müteessir.
Oracıktan, evine dönerek tekrar yine,
Eski elbisesini giyindi üzerine.
Dediler ki: (Efendim, niçin böyle ettiniz?
Yenileri çıkarıp, yine eski giydiniz?)
Buyurdu: (İnsanların haline ettim nazar.
Çok taaccüp eyledim, üzüldüm bi-ihtiyar.
Çünkü herkes bakıyor zahire, dış kalıba.
Halbuki, mühim midir giyilen kaftan, aba?
Hak teâlâ indinde, zahir, mühim değil hiç.
Mühim olan gönüldür, her şey onda mündemiç.
Bakmıyor Hak teâlâ, kişinin dış haline.
Lakin nazar ediyor niyetine, kalbine.
Yani zarftan ziyade, mazruftur mühim olan.
Zira niyete göre, hüküm verir Yaradan.
Kalbi bozuk bir kişi, çok kıymetli bir libas,
Giyse de, Hak indinde bir değer kazanamaz.
Kalbi temiz olansa, çul giyse üzerine,
Hak teâlâ katında, makbuldür o kul yine.
Zira cenab-ı Allah, kalplere nazar eder.
Kalpleri, ihlas ile süslemektir tek hüner.
Eğer ki, bu ihlastan mahrum ise bir gönül,
Rıza-i ilahiye edemez hiç temayül.)
Bir gün, bir kimse geldi Şibli hazretlerine.
Dedi ki: (Ey efendim, düştüm geçim derdine.
Zira kalabalıktır aile efradımız.
Geçinme hususunda, hayli sıkıntıdayız.
Öyle ki, bu hususta kala kaldım biçare.
Ne olur, bu derdime gösteriniz bir çare.)
Buyurdu ki: (Evladım, madem ki böyledir hal,
Evine döndüğünde, dikkat et şuna derhal.
Aile efradının rızıkları, gün be gün,
Allah’a mı bağlıdır, sana mı, iyi düşün.
Hangisinin rızkını, bağlı görsen sana az,
At onu dışarıya, azalsın mevcut biraz.
Kimlerin rızkını da, görürsen Hakk’a bağlı,
Kalsınlar, değil onlar seninle alakalı.)
Dedi: (Ben, kitaplarda etmiştim ki mütala,
Her bir kulun rızkına, kefildir Hak teâlâ.)
Buyurdu ki: (Öyleyse üzülmeğe ne gerek.
Her mahlukun rızkına, kefildir Allah tek tek.
Sen istemesen dahi, yine gelir o rızık.
Bunu bildiğin halde, üzülürsen, çok yazık.
Onların rızkını da, senin vasıtan ile,
Muntazam gönderiyor, bu üzülmen nafile.)
.
08 - CAFER BİN MUHAMMED (Rahmetullahi Aleyh)
.Dünya baki değildir
Hadis âlimlerinden, Cafer ibni Muhammed,
Vermişti Hak teâlâ , ona ilim ve hikmet.
Ahiret derdi ile doluydu, onun gönlü.
Dünyaya, zerre kadar yok idi temayülü.
Ölümü, hatırından çıkarmazdı o asla.
Kabir ziyaretini, yapıyordu pek fazla.
Her gece, kabristana uğrar, selam verirdi.
Cevap alamayınca, onlara şöyle derdi:
(Size ne oluyor ki, hiç cevap vermezsiniz?
Yoksa, toprak mı oldu konuşan dilleriniz?)
Sonra, kendi kendine der idi ki: (Ey Cafer!
Onlar, sükutlarıyla verirler şunu haber.
Diyorlar ki: O dünya, fanidir, değil baki.
Yakında, sen de bize olacaksın mülaki.
Şu anda sen dünyada, bizler ahiretteyiz.
Bir kısmımız azapda, bazımız nimetteyiz.
Bilesin ki orada, yaparsan her ne amel,
Hepsi yazılmaktadır, birine gelmez halel.
İman ile yaşayıp, imanla ölmeye bak.
Yoksa azap çekersin, hem de sonsuz olarak.)
Böylece söylenerek, o, kendi kendisine,
Korkusundan, başını, eğerdi sinesine.
Gece, sabaha kadar, kılardı daim namaz.
Ağlayıp, affı için, ederdi Hakka niyaz.
Bir gün, varken yanında, bilcümle talebesi,
Buyurdu: Çok seviniz, siz birbirlerinizi.
Sakın birbirinize bakmayınız hasetle.
Dolsun gönülleriniz, sevgi ve muhabbetle.
Mümine kırgın durmak, tehlikelidir gayet.
Kâfirlere layıktır, zira kin ve adavet.
Siz, birbirlerinizi, katiyen üzmeyiniz.
Yoksa veliyyullah’tan, kesilir nur ve feyiz.
Hem de dostlara karşı, davranın açık ve mert.
Ve lakin düşmanlara, yapın ilm-i siyaset.
Kardeşlerim, sabredin dert ve musibetlere.
Zira sabreden kullar, kavuşurlar zafere.
Gün içinde vardır ki, müstesna bazı zaman,
O andaki dualar, kabule olur şayan.
Namazların sonunda ve yemek yendiğinde,
Yapılan herbir dua, makbuldür Hak indinde.
Ben, dua ediyorum sizlere bu vakitler.
Diyorum: (Ya ilahi, bizi eyle muzaffer.
Kim islama hizmete ediyorsa iştirak,
İhsan et sen onlara, doğru yol, güzel ahlak.)
Buyurdu ki: (Evliya, anılsa her ne zaman,
Ruhları, o kimsenin yanında olur o an.
Vermiştir Hak teâlâ, onlara bu kuvveti.
İhlasla çağırana, yaparlar bu himmeti.
İnanmayan var ise, buna ehl-i bid'atten,
Onlar mahrum kalırlar, bu yardım ve himmetten.)
.
09 - ABDULLAH-İ MÜRTEİŞ (Rahmetullahi Aleyh
.Riya ve gösteriş
İslam âlimlerinden, Abdullah-i Mürteiş.
Nefret ettiği şeydi, riya ile gösteriş.
O, bir sene girmişti, camide itikafa.
Üç gün sonra çıkarak, gitti başka tarafa.
Dediler: (İtikafa, girmiştiniz, ne iyi.
Sebebi ne idi ki, terk ettiniz camiyi?)
Buyurdu ki: (Camiye gelenler, ekseriya,
Hem ibadet yapıyor, hem gösteriş ve riya.
Halbuki Allah için yapmalı ibadeti.
Riya karışır ise, kalmaz ehemmiyeti.
Sıkıntı geldi bana, onların bu halinden.
İtikafı terk edip, camiden çıktım hemen.)
Abdullah-i Mürteiş, sahib-i kerametti.
Kalpten geçeni anlar, üstelik çok cömertti.
O devirde vardı ki, müslüman, fakir bir zat,
Arzusu, hac yapmaktı, parası yoktu fakat.
Kalbinden geçirdi ki: (Abdullah-i Mürteiş,
Hediye etse bana, aba ve onbeş gümüş.
Alırdım o parayla, bir kova, biraz da ip.
Giderdim Beytullah'a, o abayı giyinip.)
Böyle, kendi kendine düşünürken bunları,
O ara, birden bire çalındı kapıları.
Koşup açtı kapıyı, o fakir mümin kişi.
Gördü birden kapıda, Abdullah Mürteiş’i.
Dedi: (Aman efendim, buyurun, hoş geldiniz.
Bu fakirhanemize, safalar getirdiniz.)
Elinde, bir paketle, bir kese vardı onun.
Buyurdu ki: (İçinde bir elbise var bunun.
Çok arzu ediyorsan, eğer hacca gitmeyi,
Giyersin hac yolunda, işte bu elbiseyi.
Şu kese içinde de onbeş gümüş para var.
Kova ve ip alırsın, yolda çok işe yarar.
Kim gitmeyi isterse o mukaddes yollara,
Gönderir Allah ona, hem elbise, hem para.)
O, bunları alarak, arttı aşkı, gayreti.
Daha da fazlalaştı, o zata muhabbeti.
O derdi ki: (Bir kalpte hastalık varsa eğer,
O, Rabbini bırakıp, insanlara meyleder.
Bu kalbi, hastalıktan kurtarmak için, yine,
Devam etmek gerekir, bir veli sohbetine.
Onların kalplerinde, hiç olmaz dünya hırsı.
Onlardır yer yüzünde, gönül mütehassısı.
Onların sohbetine, koşarsa biri şayet,
Kalp hastalıklarından kurtulur en nihayet.
İnsan hasta olunca, arar hep tabipleri.
Lakin kalbi hastadır, yok bundan hiç haberi.
Halbuki bu hastalık, hepsinden önce gelir.
Bunun ilacı ise, veliler sohbetidir.)
. Keşke yardım etseydim
Abdullah-i Mürteiş, evliya-yı kiramdan.
Şiddetle kaçınırdı, her günah ve haramdan.
Dünyaya, zerre kadar vermez idi bir değer.
Methetti kendisini, evliya ve âlimler.
Bu zat, evi önünde otururken bir zaman,
Genç bir kişi gelerek, para istedi ondan.
Vardı gencin üstünde, hem de yeni bir aba.
Düşündü ki: Bu niçin, dileniyor acaba?
Yaşı genç, sakat değil, hem yeni elbisesi.
Yakışır mı bu halde, el açıp dilenmesi?
Bunları düşünerek, vermedi cevap bile.
Genç, ayrıldı oradan, kırılmış bir kalp ile.
Eli boş, boynu bükük, gidince öyle mahzun,
Bu sefer pişman olup, düşündü uzun uzun.
Para vermediğine, çok üzülüp içinden,
Göremedi bir daha, koştuysa da peşinden.
Düşündü ki: Ey nefsim, ne için kırdın onu?
Nereden biliyordun, na-ehil olduğunu?
Rabbimiz, bakıyor mu hiç senin günahına?
Devamlı gönderiyor, rızkını ayağına.
Belki o, Rabbimizin, sevgili bir kuluydu.
Heyhat! sana yakışan muamele bu muydu?)
Yaptığı o hatanın, kalarak tesirinde,
Yatıp, bir rüya gördü, o günün gecesinde.
Ali bin Ebi Talip, bir yerde otururdu.
O genç dahi yanında, edeplice dururdu.
Ona, hazret-i Ali buyurdu ki hemence:
(Niçin istediğini vermedin sen bu gence?
Halbuki bir kimsenin, varken malı, parası,
Tasadduk eylemezse, sevmez onu Mevlası.)
Uyanınca, kapladı kendisini bir keder.
Dağıttı nesi varsa, kalmadı maldan eser.
Ve hemen çıktı yola, Bağdat medresesine.
İlim tahsil eyledi orada onbeş sene,
Babası zengin olup, çoktu malı, parası.
Vefat edip, tamamen, ona kaldı mirası.
Onu da, fakirlere dağıtarak bittamam,
Başladığı tahsile, gece gün etti devam.
Ebu Hafs-ı Haddad’dan, alıp tasavvuf dersi,
Vilayet makamında yükseldi derecesi.
Buyurdu ki: (Ey insan, Allah'ı sevmek için,
Onun düşmanlarını, sevmesin kalbin, için.
Ne ki uzaklaştırır, seni Hak teâlâdan,
Yaklaşma yanlarına, uzak dur hep onlardan.
Eğer ki meyl ederse, kalbin Haktan gayriye,
O kalp hasta demektir, bak hemen tedaviye.
Dünyalık kimselerle, kurma hiç münasebet.
Allah adamlarıyle, bulunmaya gayret et.
Onların kalplerinde, çoktur Allah sevgisi.
Sohbetleriyle olur, kalplerin tedavisi.)
.
10 - MUHAMMED BİN SÜKA (Rahmetullahi Aleyh
.Kıymetli iş
Muhammed bin Süka ki, tabiin-i izamdan.
Cömertliğiyle meşhur, islam ulemasından.
Dünyadan tam kesilip, Rabbine yönelmişti.
Kendini, tamamiyle ibadete vermişti.
O kadar çok ibadet yapardı ki her zaman,
Bundan ziyadesini yapamazdı bir insan.
(Sen yarın öleceksin) denseydi kendisine,
Taatını arttırmak, mümkün değildi yine.
Dediler: (Farzdan sonra, en kıymetli iş nedir?)
Buyurdu: (Bir mümini, sevip, sevindirmektir.)
Kendisinden nasihat isteyen bir kimseye,
Buyurdu: (Çok konuşmak, zarar verir herkese.
Sizden önce gelenler, bundan uzak durdular.
Lüzumsuz konuşunca, hemen pişman oldular.
İhtiyaç haricinde, bir şey konuşmayınız.
Ki, yarın ahirette, pişman olmayasınız.
Zira hergün, kiramen katibin melekleri,
Yazar, konuştuğumuz bütün kelimeleri.
Yarın mahşer gününde, verilir defterimiz.
Yazılmıştır oraya, söz ve amellerimiz.
Lüzumsuz, malayani sözlerimiz çok ise,
Nasıl cevap veririz o zaman Rabbimize?
Eğer azab ederse birine cenab-ı Hak,
O kişi, o azaba müstehaktır muhakkak.
Hak teâlâ, birine, bir dünyalık verirse,
O da, bu dünyalığa, kalbinden sevinirse,
Lakin ibadetinde, olunca bir fazlalık,
Buna sevinmez ise, azaba olur layık.
Ve yine dünyalığı, azalsa bir kişinin,
Ve o kişi, kalbinden üzülse bunun için.
Lakin onun dininde, noksanlık olsa eğer,
Üzülmezse, azaba layık olur bu sefer.)
Bir gün de buyurdu ki: (Allah dostu veliler,
Kararmış gönülleri, temizleyiverirler.
Bu zatları tanımak, en büyük bir rütbedir.
Bu rütbe, her makam ve mevkiin üstündedir.
Bu şerefin yanında, diğer makam ve mevki,
Gibi şeyler, kıymetli değildir elbetteki.
Vardı Sahabeden de, meslek ehli kişiler.
Lakin bahis konusu olmazdı böyle işler.
Onlarda tek ve ortak bir hususiyet vardı.
O da, Resulullahın sahabisi olmaktı.
Zira hazret-i Ömer, buyurur ki bu babta:
(Bizler şeref kazandık, asıl eshap olmakta.)
Bizler Resulullahı, gerçi görmedikse de,
Onun varisi olan veliler var her yerde.
O gün, Resulullahın kalbinden çıkan nurlar,
Bu gün, o büyüklerin kalbinden yayılırlar.
Böyle büyük zatları, sevmek ve tâbi olmak,
Kolay ele geçmeyen, bir nimettir muhakkak.)
.
11 - MÜSLİM BİN YESAR (Rahmetullahi Aleyh
.Kendinden geçerdi
Tabiin-i izamdan, Müslim bin Yesar vardı.
Büyük bir âlim olup, çok ibadet yapardı.
Sarmıştı aşkı onu, Allahü teâlânın.
Ve tadına varmıştı, Allah'a kul olmanın.
Yaşayışı, tamamen uygun idi sünnete.
Dünyadan soğumuş ve çekilmişti uzlete.
Hak rızasından başka, yoktu bir istediği.
Yine Resulullahtı, onun en çok sevdiği.
Namazı, öyle güzel kılardı ki her zaman,
Hemen hayran kalırdı, onu gören her insan.
Namaz dışında dahi, namazdaymış gibi hem,
Sakınırdı, lüzumsuz söz ve hareketlerden.
O, namaz kıldığında, çok edepli dururdu.
Sanki yere dikilmiş direk gibi olurdu.
Kendini Hakk’a verir, olurdu hareketsiz.
Etrafta olanlardan, bulunurdu habersiz.
Basra'da bir camide, bir gün namaz kılarken,
Bir direk yıkıldı ve kubbe çöktü aniden.
Camide bulunanlar, hep kaçtılar dışarı.
Müslim bin Yesar ise, duymadı olanları.
Cemaat, kendisini kurtarmaya geldiler.
Onu, sağ ve sıhhatte, namaz kılar gördüler.
Namazını bitirip, selam verdiği saat,
(Geçmiş olsun) dediler kendisine cemaat.
(Ne oldu?) diye sordu, onlara da o hemen.
Dediler: (Görmedin mi, kubbe çöktü aniden.)
Buyurdu ki: (Ne zaman oldu bu dediğiniz?
Ben hiç bir şey duymadım, siz neler söylersiniz?)
Bir gün de buyurdu ki: (Kâbe’yi görse insan,
Mutlak kabul olunur, ne dua etse o an.
Kâbe kul yapısıdır, kalp ise, Rabbimizin.
Kâbe’den kıymetlidir, bir mümin onun için.
Bir mümin görünce de, edilse her ne niyaz,
Hak teâlâ indinde, o dua red olunmaz.
Öyleyse her görüşte, demeli ki: İlahi!
Bu mümin hürmetine, af eyle beni dahi.)
Yine o buyurdu ki: Ahiret işlerinde,
Müminin, çok korkusu olmalıdır içinde.
Denilse ki: Bir kişi düşecektir azaba.
Şöyle düşünmeli ki: (O, ben miyim acaba?)
Ve yine denilse ki: Bir kişi Cennetliktir.
(O, ben olabilirim) diye düşünmelidir.
Zira buyurmuştur ki büyükler bu konuda:
(Müsavi olmalıdır, ümit ile korku da.)
Gayemiz, bir kimseyi, kurtarmaktır ateşten.
Zira daha kıymetli bir iş yoktur bu işten.
Değil ki bir insanı, yılan veya bir akrep,
Yanarken görsek eğer, kurtarırız onu hep.
Halbuki insan için, yaratıldı Cehennem.
Bu dünya ateşinden, daha şiddetlidir hem.
.
12 - MUHAMMED BİN İSMAİL (Rahmetullahi Aleyh
.Kilitli el
Muhammed bin İsmail, devrinin bir tekiydi.
Sırri-yi Sekati’nin, seçkin talebesiydi.
Hem dokumacılıkla, uğraştığı için de,
(Hayrünnessac) adıyla tanındı halk içinde.
Çok zaman, Dicle nehri kıyısına giderdi.
Kendisine has yerde, hep ibadet ederdi.
Bir gün bulunur iken, bu mahalde kendisi,
Geldi bez dokuduğu, müşteriden birisi.
Dedi ki: (Size olan borcumu getirirsem,
Acep kime vereyim, sizi bulamaz isem?)
Buyurdu: (Bulamazsan burada beni eğer,
Getirdiğin ücreti, şu nehire atıver.)
(Peki) deyip, bir kaç gün sonra geldi o yere.
Onu bulamayınca, parayı attı nehre.
Az sonra Hayrünnessac, gelince hemen birden,
Doldu Dicle kıyısı, balıklarla aniden.
Balıklar, paraları alıp ağızlarına,
Su yüzüne çıkarak, teslim ettiler ona.
Başka gün de, bir hırsız, bu velinin cebinden,
Bir miktar para aldı, hiç farkında değilken.
Velakin paraları avcuna aldığında,
Elinin parmakları, kilitlendi anında.
Ne çok uğraştıysa da, açamadı elini.
Anladı en sonunda, onun kerametini.
Pişman olup, dedi ki: (Sizden özür dilerim.
Dua buyurunuz da, şifa bulsun bu elim.)
Hayrünnessac, hırsıza tebessüm eylediler.
Şifa bulması için, ona dua ettiler.
O an kilitli elin, açıldı parmakları.
İade etti hemen, aldığı paraları.
Lakin o buyurdu ki: (O kalsın sende yine.
Bir daha, böyle bir şey yapma başka birine.)
Bir gün de buyurdu ki: (Azalmakta bu ömür.
İnsan çok yaşasa da, nihayet bir gün ölür.
En büyük sermayesi, bu ömürdür insana.
Onu boşa geçirmek, yakışmaz müslümana.
Tasavvufu, yediyüz büyük âlim ve arif,
Hepsi, kendine göre, yaptılar birer tarif.
Büyüklerden birinin tarifi de şöyledir:
Daha mühim olanı, tercih etmek demektir.
Yani daha mühimmi, kim yaparsa her işte,
En iyi mutasavvıf, dünyada odur işte.
Sağlıkla geçen ömür, çok büyük bir nimettir.
Maksat, salih amelle bu ömrü bitirmektir.
Bir Allah söylemekle, bir iyilik, bir ihsan,
Yapmakla, ahirette kurtulur belki insan.
Hep aşikâr olacak, yarın amellerimiz.
Günahımız çok ise, nice olur halimiz?
Pişman olmamak için, yarın ruz-i mahşerde,
Hep iyi amelleri, işleyelim bu yerde.)
.
13 - CABİR EL KÜRDİ (Rahmetullahi Aleyh)
.Bir keramet
Hanbeli mezhebinin, büyük âlimlerinden.
Devrinin faziletli, üstün velilerinden.
Çok yüksek derece ve keramet sahibiydi.
Herkesce sevilen ve sayılan bir veliydi.
Nafakası, kendine verilirdi gaibten.
Ne yiyip ne içtiği, bilinmezdi katiyen.
Bir gün bir talebesi, gelerek huzuruna,
Dedi ki: (Sefer için, izniniz var mı bana?
Gemiyle Hindistan'a gitmek arzu ederim.
Yüksek müsadenizle, duanızı isterim.)
Buyurdu: (Hak teâlâ, versin sana selamet.
Yollarda, bir sıkıntı gelirse sana şayet,
Telaşlanma, o anda beni getir yadına.
Allah'ın yardımıyla. gelirim imdadına.)
Talebe (Peki) deyip, ayrıldı huzurundan.
Ve altı ay bir zaman geçmişti ki aradan,
Evinde otururken, bir gün bu mübarek zat,
Heyecanla fırlayıp, ayağa kalktı bizzat.
İşaretler eyledi, sanki birilerine.
Sağa sola yürüyüp, oturdu sonra yine.
Evinde bulunanlar, birşey anlamadılar.
Daha sonra, bu işin hikmetini sordular.
Cevaben buyurdu ki: (Falanca talebemiz,
Denizde boğulurken, yardım ettik ona biz.)
Bir ay sonra talebe, gelerek huzuruna,
Kapandı hocasının, mübarek ayağına.
Dedi ki: (Ey efendim, yardım etmeseydiniz,
O anda helak olur, boğulurduk hepimiz.)
Sonra, bir arkadaşı sordu ki: (Biraderim,
Hadise nasıl oldu, anlat, biz de bilelim.)
Dedi: (Biz gemideydik, rüzgar çıktı bir gece.
Dalgalar, dağlar gibi geliyordu peşpeşe.
Nihayet batırırken dalgalar gemimizi,
Hocamı hatırladım, kurtardı gelip bizi.
Eli ile, rüzgara işaret eyleyince,
O şiddetli rüzgarlar, birden durdu hemence.
Yaptı bir işaret de, eliyle dalgalara.
O dağ gibi dalgalar, kayboldular o ara.
Sonra da, sağa sola yürüdü bir kaç adım.
Ve gözlerden kayboldu, aradım, bulamadım.)
Bu zat, bir sohbetinde, buyurdu: (Ey insanlar!
Gaflete gelmeyin ki, ahirette hesap var.
Hele kul haklarında, olur ki öyle dehşet,
Peygamberlere bile, gelir korku ve haşyet.
Bir gıybet, bir iftira, gönül yıkma, su-i zan,
Yüzünden, Cehenneme atılır nice insan.
Bu günahlar, girer ki kul hakkının içine,
Atılır böyleleri, Cehennem ateşine.
Pişman olmamak için, mahşer gününde yarın,
Asla girmemelidir, hakkına insanların.)
.
14 - EBU MUHAMMED BASRİ (Rahmetullahi Aleyh
.Çok zengindi, ama...
Basra'da gelmiş olan evliyadandı bu zat.
Allahü teâlâya yakındı hem de bizzat.
Haram ve şüpheliye, yanaşmazdı katiyen.
Dünya muhabbetini, çıkarmıştı kalbinden.
İnsanlar, akın akın sohbetine koşardı.
Gelenlerin kalbine, ilim, hikmet saçardı.
Sevenlerinden biri, anlatır ki şöylece:
Ben, Ebu Muhammed’in ismini işitince,
Ziyaret etmek için, aynı gün çıktım yola.
O yere yaklaşınca, bakındım sağa sola.
Çok hayvan sürüleri, hurmalıklar, tarlalar,
Görüp, sual ettim ki: (Kimindir bunca mallar?)
Dediler ki: (Hepsi de, Ebu Muhammed'indir.)
O zaman düşündüm ki: Bu, nasıl bir velidir?
Allah adamlarının, bu kadar olmaz malı.
Öyle ise bu kişi, evliya olmamalı.
Bunları düşünerek, yine de gidiyordum.
Ve bu kadar yolları, boşa geldim diyordum.
Nihayet hanegaha ulaştım sora sora.
Henüz ev kapısını çalmadım ki, o ara,
Kapıya bir hizmetçi çıktı gülümseyerek.
Aldı beni içeri, iltifat eyleyerek.
Ben Ebu Muhammed’in çıkınca huzuruna,
Elimde olmayarak, meyl etti kalbim ona.
İsmimle hitab edip, buyurdu ki: (Ya Ömer!
Bende bir emanettir, gördüğün mal ve mülkler.
Gerçi o emanetler, verilmiş şimdi bize.
Lakin muhabbetleri, hiç girmez kalbimize.
Bu kalp, Allah içindir, yalnız Ona mahsustur.
Ondan gayri nesnenin, bu kalpte yeri yoktur.
Dine ve insanlara hizmet için, veliler,
Ellerine geçeni, Allah için verirler.
Zaten dünya sevgisi, bir kalpte olsa da az,
Ona, Hak teâlâyı tanımak nasib olmaz.
Hak indinde, dünyanın olmayınca kıymeti,
Değer mi, kalbe girsin sevgi ve muhabbeti.)
Bu tesirli sözleri işitince kendinden,
Dünyaya bağlılığım, yıkıldı temelinden.
Yine bu mübarek zat, buyurdu: (Ey insanlar!
Şimdi herkes sadece, dışını süslüyorlar.
Halbuki bakmaz Allah, kulun kıyafetine.
Bakar yalnız onların, kalp ve niyetlerine.
Her sıkıntıya sebep, bir günaha girmektir.
Çaresi, pişman olup, istiğfar eylemektir.
Hiç bir canlı varlığa zarar vermeyin ki siz,
O da, Hak teâlânın mahlukudur şüphesiz.
Gıda ve ekmek gibi, olmalı ki müslüman,
Hep ihtiyaç duyulur, bu şeylere her zaman.
Müminin tarifi de şudur ki ey insanlar:
Elinden ve dilinden, kimseye gelmez zarar.)
.
15 - KADİB-ÜL BAN (Rahmetullahi Aleyh
.Şikayet edecekti
Kerametler sahibi, hazret-i Kadib-ül ban,
Musul'da zuhur eden, evliya-yı kiramdan.
Bir kişi var idi ki, Musul'da o zamanlar,
Kadib-ül ban’ı sevmez, ederdi hem de inkâr.
Bir gün onun hakkında, düşündü ki bu kişi:
(Talebesi çoğalıp, ilerletti bu işi.
Nere gitsek, her yerde, onun talebesi var.
Hem de, halk tarafından, pek çok seviliyorlar.
En iyisi ben onu, sultana söyleyeyim.
Musul'dan sürgün etsin, ben de rahat edeyim.)
Bir gün, bu niyet ile, sultana gider iken,
Karşısına, bir kişi çıkıverdi aniden.
Bir iki adım daha atmış idi ki, yine,
Birden bir kişi daha çıkıverdi önüne.
Sonra devam edip de, gidince birkaç adım,
Bir kişi daha çıkıp dedi ki: (Dur bakalım!
Kadib-ül ban gönderdi, bizim üçümüzü de.
Az sonra teşrif eder, buraya kendisi de.
Öğrendik ki, şimdi sen, sultana gideceksin.
Hocamızı sultana, şikayet edeceksin.)
O, şaşırıp dedi ki bunu soran kişiye:
(Ben asla, bu fikrimi, dememiştim kimseye.
Bunu, kendi kendime, düşünüp verdim karar.
Ve bu sırrı, kimseye açmadım zerre kadar.)
Dedi: (Evet, sen bunu herkesten saklıyordun.
Lakin bu niyet ile, sultana gidiyordun.
Peki, ne suçu var ki bu mübarek kişinin,
Sultana gidiyordun, şikayet etmek için?
Bil ki, bu zat olmasa eğer bu memlekette,
Yıkılır, harab olur, Musul mülkü elbette.)
Bu zat buyuruyor ki: (Ey kardeşlerim, şu an,
Nefs-i emmaresidir, insana büyük düşman.
Dinin her bir emrinde, bu nefsi kırmak vardır.
Zira o kırılırsa, netice olur hayır.
İstişare eyle ki, bu, nefsi kırar iyi.
Zira nefis, istemez istişare etmeği.
Eğer yolda giderken, rastlarsan bir mümine,
Önce sen selam ver ki, kırılsın nefsin yine.
Müsafeha edecek olursan yine eğer,
Önce sen el uzat ki, bu dahi nefsi ezer.
Kırıldığın kimseden, önce sen özür dile.
Ki, yine senin nefsin, kırılsın böylelikle.
Öfkelenme, halim ol, çok çalış, olma tembel.
Bunların herbiri de, nefsi kırar mükemmel.
Muvaffak olmanın da, sırrı, halim olmaktır.
Tatlı dil ve güler yüz, yani güzel ahlaktır.
Nefsin, bizi en fazla aldattığı husus da,
Bize hep, (sen haklısın) dedirtir her hususta.
Lakin Resulullahın, bu değil tavsiyesi.
Ancak Ona uymakla ezeriz biz bu nefsi.)
. Evliya himmeti
Mağrib memleketinde, Kadib-ül ban devrinde,
Bir kişi var idi ki, Ebü'n Neca isminde,
Yanında, pehlivanlar gezdirerek bu kişi,
Bunları güreştirip nam yapmaktı tek işi.
Yanında, çok kuvvetli, vardı ki kırk pehlivan,
Bunları yenen kimse, çıkmazdı pek o zaman.
Şehir şehir dolaşıp, güreş tutturuyordu.
Adamları yenince, çok gurur duyuyordu.
Bir gün, bu Ebü'n Neca geldi Musul iline.
Sordu Kadib-ül ban’ı, talebeden birine.
O talebe, cevaben dedi ki: (Üstadımız,
Falan göle gitmiştir, siz oraya varınız.)
O kimse (Peki) deyip, gelince o mahale,
Gördü ki Kadib-ül ban, bağdaş kurmuş bir göle.
Oturuyor, üstelik çok yağmur yağıyordu.
O ise hem batmıyor, hem de ıslanmıyordu.
Ebü'n Neca seslenip, dedi: (Ya Kadib-ül ban!
Şimdi benim yanımda, vardır ki kırk pehlivan,
Bunları yenen biri çıkmadı senelerle.
İsterim, güreşsinler senin talebelerle.)
Kadib-ül ban gördü ki, çok gururlu bir adam.
O dahi buna karşı, seslendi ki oradan:
(Benim talebelerden, çok zayıf bir çocuk var.
Onu bile yenemez, senin o pehlivanlar.
O çelimsiz çocuğa, git selam söyle benden.
Senin pehlivanlarla, güreş tutsun o hemen.)
Geldi gururlanarak tekrardan medreseye.
Ve haber verdi bunu, o zayıf talebeye.
O çocuk, hocasının emrini aldığında,
Hiç tereddüt etmeden, (Peki) dedi anında.
Düşündü ki: Ömrümde, ben hiç güreşmemiştim.
Madem hocam emretmiş, öyleyse budur işim.
Çıktı er meydanına, sanki bir pehlivan er.
O kırk pehlivanı da, tuş etti birer birer.
Az sonra Kadib-ül ban, teşrif etti oraya.
İzzetle buyurdu ki, mağrur Ebü'n Neca'ya:
(Bu yeri terk et, zira, şu kırk pehlivanın da,
Benim şu talebeme yenildiler anında.
Evliya, bir kişiye himmet ederse eğer,
O kişi, her engeli devirir birer birer.)
Bu zat buyuruyor ki: Evliyayı seviniz.
Zira bu sevgidedir, sonsuz saadetiniz.
Sevmenin şartı ise, elbet söz dinlemektir.
Eğer dinlemiyorsa, o, sevmiyor demektir.
Kim ki, Hak teâlânın emirlerine uymaz,
(Allah'ı seviyorum) demesi, doğru olmaz.
Ve kim ki uymuyorsa, Resul’ün sünnetine,
Onun da, inanılmaz (seviyorum) sözüne.
Her kim de, hocasını dinlemiyorsa eğer,
(Hocamı seviyorum) diyorsa, yalan söyler.
.
16 - MACİD-ÜL KÜRDİ (Rahmetullahi Aleyh
.Sofra ve yemekler
O zamanda yetişen, evliyaya tac idi.
Her bir sözü, kararmış kalplere ilaç idi.
Bir gün, bir dostu ona, dedi ki: (Ey efendim!
Tek başıma, nafile hacca gitmek isterim.)
Ancak o, fakirlikten hiç azık almamıştı.
Zira azık alacak, para bulamamıştı.
Macid-ül Kürdi hemen, deriden su kabını,
Bu kimseye uzatıp, buyurdu ki: (Al bunu.
Bu, öyle bir kaptır ki, bir çok işlere yarar.
Her neyi arzu etsen, içi, onunla dolar.
Yani susadığında, içinde su bulursun.
Acıkınca da içi, yemekle dolar bunun.
Abdest ve gusül için ve temizlik için de,
Eline aldığında, su bulursun içinde.)
Bu kişi kabı alıp, koyuldu hac yoluna.
Gidip gelene kadar, bu kırba yetti ona.
Yine anlatıyor ki kendi oğlu Süleyman:
Babamın hanesinde bulunurdum bir zaman.
Bir ara kapımıza, geldi bir çok fakirler.
Babamdan, yemek için, birşeyler istediler.
Babam bana dedi ki: (Gir şu küçük odaya.
Oradaki sofrayı, alıp getir buraya.)
Bu söze hayret ettim, zira bilirdim ki ben,
Hiç yemek bulunmazdı, o odada katiyen.
Buna rağmen, itiraz etmeyip, (Peki) dedim.
Babamın emri üzre, o odaya yöneldim.
Baktım, bir sofra vardı, doluydu yemeklerle.
Hem de öyle çoktu ki, yeter bu fakirlere.
Nitekim o fakirler, yemekleri yediler.
Allah'a şükrederek, sonra geri gittiler.
Az sonra, otuz fakir geldiler evimize.
Babam, aynı şekilde, emretti bendenize.
Tekrar girdim odaya, hiç tereddüt etmeden.
İkinci sofrayı da, alıp getirdim hemen.
Onlar da yemekleri yiyip, geri gittiler.
Bunlar, yüksek babamın kerameti idiler.
Bu zat, bir sohbetinde, şöyle etti nasihat:
(İslama hizmet için, üç vasıf olması şart.
Evvela güler yüzlü, tatlı dilli olmaktır.
Bu, muvaffak olmakta, en büyük vasıtadır.
İkincisi cömertlik, cimri hizmet edemez.
Zira o, kendisinden gayriyi düşünemez.
Tam ihlaslı olmaktır, hizmette üçüncü şart.
Yani beklememektir, bu yolda bir menfaat.
Kim ki, islamiyet’i dökerse ticarete,
Dünya ve ahirette, düşer çok felakete.
Hizmet, vermekle olur, almakla değil zinhar.
Sahabe, canlarını verip şehid oldular.
Bu uğurda can vermek, en büyük rütbe, şeref.
Din, ihlaslı olmaktır, budur gaye ve hedef.)
.
17 - SEYYİD ABDÜLKADİR (Rahmetullahi Aleyh
.Tüylü kanat
Hindistan'da yaşamış büyük evliyadandır.
Seyyid olup, Resul'ün mübarek soyundandır.
Hasta olan insanlar, hep ona başvururdu.
Duasını alarak, sıhhate kavuşurdu.
Nitekim anlatılır onun şu kerameti:
İslam âlimlerinden, naklettik rivayeti:
Bu mübarek kişinin, yaşadığı devirde,
Hindistan'da bulunan, Mültan adlı şehirde,
Bir kemik hastalığı yayılmıştı bir zaman.
Ölüyordu, bu derde yakalanan her insan.
Seyyid hazretlerinin talebesi içinde,
Salih bir zat var idi, Gıyaseddin isminde.
Bu kişi, ekseriya, hep Cuma geceleri,
Görürdü rüyasında Sevgili Peygamberi.
Yine bir rüyasında, Resul’ü gördü bu zat.
Peygamberimiz ona, verdi bir tüylü kanat.
Ve ona buyurdu ki: (Bu kanadı al benden.
Gidip, Abdülkadir'e teslim et yarın hemen.
Hasta olan bir uzv’a , bunu dokundurursa,
Ayrıca, o hastaya, on ihlas da okursa,
Elbet şifa yaratır, oraya cenab-ı Hak.
Tüyü ver, bunu dahi, söyle ona muhakkak.)
Gıyaseddin dinledi bunları o Resul’den.
Elinde kanat ile, uyandı sonra hemen.
Seyyid Abdülkadir de, yattığında o gece,
O da, Resulullahı görüverdi öylece.
Resulullah, ona da buyurdu ki: (Ey oğlum!
Sana, Gıyaseddin’le bir şey gönderiyorum.
Onu al, tarif üzre tatbik et hastalara.
Hak teâlâ, onunla, şifa verir onlara.)
Onun, öyle faydası oldu ki hakikaten,
Bunu ifade etmek, mümkün olmaz katiyen.
Yukarda bildirilen, derde yakalananlar,
Bu kanat sayesinde, hemen iyi oldular.
Allahü teâlânın izniyle, bu hastalık,
O beldede, kimsede görülmedi hiç artık.
Bu zat buyuruyor ki: Çok verin sadakayı.
Zira önler sadaka, çok kaza ve belayı.
Dua etmekte dahi, vardır çok sevap, ecir.
Ve hatta dua etmek, kaderi değiştirir.
Nitekim Resulullah, Ömer İbnil Hattab'a,
Buyurdu ki: (Kardeşim, dua eyle bana da.)
Hazret-i Ömer der ki: (Bu, kardeşim sözünden,
Daha tatlı bir kelam, duymadım ömrümde ben.)
Eshap, sual etti ki Resul-i kibriya'ya:
(Var mı ihtiyacınız, sizin dahi duaya?)
Buyurdu ki: (Siz edin, zira dua eylemek,
Bir nevi ibadettir, onu çok yapmak gerek.)
Öyleyse kardeşlerim, bulunun çok duada.
Zira dua etmeyen, kavuşamaz murada.
.
18 - MUTARRİF BİN ABDULLAH (Rahmetullahi Aleyh
.Şerefli insan
Muttarif bin Abdullah tabiin-i izamdan.
Âlim ve takva ehli evliya-yı kiramdan.
Güzel elbise giyer, iyi ata binerdi.
Nasihat vermek için, sultanlara giderdi.
Allah korkusu ile hesap verme derdinden,
Daim hüzünlü olup, geçiyordu kendinden.
Öyle fazla idi ki onun bu endişesi,
(Keşke toprak olsaydım) idi hep düşüncesi.
Son derece sabırlı, tevekkül ehliydi pek.
Her dert ve musibete, katlanırdı severek.
Genç yaşında, bir oğlu vefat etti bir zaman.
Bu kederli halini, gizledi insanlardan.
Sakalını tarayıp, giydi güzel elbise.
Razı oldu, Allah'ın takdiri her ne ise.
Gördü ki, bu haline şaşırdı bazı kişi.
Dedi: (Hoş ve güzeldir Rabbimizin her işi.)
Yapabilmesi için daha iyi ibadet,
Gece uykularına, verirdi ehemmiyet.
Buyururdu: (Yatsıyı kılınca, hemen yatmak,
Sabaha, boynu bükük, kırık kalp ile kalkmak,
Daha iyi geliyor bana şöyle etmekten:
Çok ibadet yapıp da, kendini beğenmekten.)
Derdi: (Kulun aynıysa, dışı gibi, içi de,
Rabbimiz buyurur ki: gerçek kul budur işte.)
İnsanlara hizmeti, vazife biliyordu.
(Dünyada en kârlı iş, işte budur) diyordu.
Kimseyi gıybet etmez, dinlemezdi de hatta.
Derdi ki: (Bu, korkunç bir hastalıktır adeta.)
Dünya çıkarı için, olursa kitap yazan,
Böylelere, nasihat ederdi çoğu zaman.
Derdi ki: (Ahirette böyle olan kimseler,
Bu yaptıkları için, çok pişmanlık çekerler.
Derler: (Ateş olsaydı keşke kalemlerimiz.
Asla dokunmasaydı onlara ellerimiz.)
Bilin ki, iman ile ölmekten daha fazla,
Kıymeti haiz olan bir nimet olmaz asla.
İhlas ile, zevk ile ibadet eylemeli.
Her taatin peşinden, yine tövbe etmeli.)
Bir yıl hacca gitmişti, dua etti: (Ya Rabbi!
Yoktur bu toplulukta günahkâr benim gibi.
Benim günahım ile, reddetme bu hüccacı.
Onların hürmetine, kabul eyle bu haccı.)
Halbuki herkes onu vesile ediyordu.
Onun hatırı için Allah'tan istiyordu.
Derdi ki: (Görse insan, sırf kendi günahını,
Vakit bulmaz görmeye, başkasının aybını.
Her derdini, Rabbine arz eyleyen bir insan,
Dünya ve ahirette, şeref bulur her zaman.)
.
19 - SAİD BİN CÜBEYR (Rahmetullahi Aleyh
.Arslandan korkmadı
Said ibni Cübeyr ki, çok ilim sahibiydi.
İlmiyle amil olan, bir mübarek veliydi.
Günahını düşünüp, çok ağlardı hüznünden.
Gözlerinin görmesi, azalmıştı bu yüzden.
Okurken rastlasaydı bir azap âyetine,
Tekrar edip ağlardı, ta ki sabah vaktine.
Bir gece, çok ağladı şu âyet tesirinden:
(Ey mücrimler, ayrılın bu gün sevdiklerimden!)
Kimsenin kusurunu, söylemezdi yüzüne.
Hep ortaya ederdi nasihati o yine.
Derdi: (İslamiyet’e tam uyarsa bir kişi,
Hepsi zikr sayılır işlediği her işi.
Ve şayet yaşamazsa islamın emri ile,
Zikretmiş sayılmaz hiç, çok tesbih çekse bile.)
O zamanın valisi, salıp memurlarını,
Huzuruna çağırttı, bu Allah adamını.
Onlar geldiklerinde, o, namaz kılıyordu.
Bitirince, (Ne için geldiniz?) diye sordu.
Dediler ki: (Valimiz emir verdi ki bize,
Seni teslim edelim götürüp valimize.)
(Peki) dedi onlara, itiraz etmeksizin.
Çıktılar sonra yola, valiye gitmek için.
Yolda, bir kiliseye rastladılar bir ara.
(İçeriye giriniz) dedi rahip onlara.
Girdiler o on kişi kiliseden içeri.
Ve lakin İbni Cübeyr girmeyip kaldı geri.
Rahip dedi: (Ey Said, sen niçin girmiyorsun?
Yoksa geri kalıp da, kaçmak mı istiyorsun?)
Buyurdu ki: (Ey rahip, hayır, sen bak işine.
Kâfir kilisesinde, müslümanın işi ne?)
Rahip dedi: (Dışarda yırtıcı hayvanlar var.
İçeriye girmezsen, parçalar seni onlar.)
Buyurdu: (Rabbim beni, onlardan korur elbet.
Onlar dahi, Rabbimin mahlukudur nihayet.)
Rahip, diğerlerine dedi ki: (Siz giriniz.
Oklarınızı gerip, bu zatı bekleyiniz.)
Rahip böyle deyince, onlar girdi içeri.
Heyecanla gözlerken, gece İbni Cübeyr'i,
Baktılar, hakikaten bir çok vahşi hayvanlar,
Gelip, İbni Cübeyr’in yakınında durdular.
Sonra ona sürünüp, oturdular yanına.
Hiç bir şey yapmadılar bu Allah adamına.
Rahip bunu görünce, dedi: (Aman ya Rabbi!
Ömrümde bir hadise görmedim bunun gibi.
Demek ki yeryüzünde varmış böyle büyük zat.)
Şehadeti getirip iman etti o saat.
Vardılar ertesi gün en nihayet valiye.
Hapsetti suçu yokken, onu hapishaneye.
Peşinden katlettiler bu mübarek veliyi.
Söyledi kesik başı kelime-i tevhidi.
.
20 - ABDULLAH BİN MÜBAREK (Rahmetullahi Aleyh)
.Çok takva sahibiydi
Abdullah bin Mübarek, büyük islam âlimi.
Dine, islamiyet’e hizmet etti daimi.
Bir gün, bir a’ma gelip eyledi ki şöyle arz:
(Bana dua edin de, bir gözüm görsün biraz.)
(Peki) deyip, Rabbine dua etti o anda.
Her iki gözü dahi, açıldı o arada.
Merv şehrinde, yıllarca okuttu fıkıh, hadis.
Nice fasık kimseler, yanında oldu aziz.
Kötü huylu bir kimse, dersine geliyordu.
Lakin bir gün ayrılıp, bir daha gelmez oldu.
Öğrenip, çok üzüldü onun bu gidişine.
Niçin üzüldüğünü, sordular kendisine.
Buyurdu: (O zavallı ayrılıp gitti bizden.
Lakin kötü huyları, gitmedi kendisinden.
Az daha kalsa idi yanımızda o kişi,
Kötü huyları gidip, temizlenirdi içi.)
Abdullah bin Mübarek, takva ehli bir zattı.
En ufak günahı da işlemekten uzaktı.
Şöyle ki, bir sefere çıkmıştı o zamanda.
Sonra, dinlenmek için, konakladı bir handa.
Attan inip, içerde kılıyorken o namaz,
Birinin otlağından, ot yedi atı biraz.
Onun, bu hadiseden olunca malumatı,
Otlağın sahibine, hibe etti o atı.
Devam edip giderken, gördü ölmüş bir merkep.
Yanında, ayak üzre ağlardı bir kimse hep.
O kimsenin haline acıyıp durdu derhal.
Niçin ağladığını, yaklaşıp etti sual.
O dedi: (Ben fakirim, kalabalık iyalim.
Bu hayvan da ölünce, n'olacak benim halim?)
Buyurdu ki: (Öyleyse, bu hayvanı bana sat.)
Sonra, beşyüz dirhemi verip aldı o saat.
Fakir, gece rüyada gördü mahşer yerini.
Hem Cennette gezerken gördü o merkebini.
İnci ve yakutlarla süslenmiş geziyordu.
Bir melek, (Bu kiminse, ona müjde!) diyordu.
Fakir, ona yaklaşıp arz etti ki: (Ey melek!
Bu benim merkebimdi, sattım öldü diyerek.)
Dedi: (Senindi fakat, ağladın öldüğünde.
Şimdi başkasınındır, bak ne yazar önünde?)
(Bu binek, Abdullah bin Mübarek'e aittir.)
Yazısını okuyup, üzüldü gayet fakir.
Uykudan uyanınca, başladı ağlamaya.
Dedi: (Yazıklar olsun benim gibi adama.)
Beşyüz dirhemi alıp, İmam'a gitti derhal.
Dedi ki: (Ben vaz geçtim, şu paranı geri al.)
Buyurdu ki: (Bu gece gördüğün rüya için,
Üzülüp, dün yaptığın satıştan vaz mı geçtin?
Ben de vazgeçtim lakin, sende kalsın o para.
Demek, sabır lazımmış kaza ve belalara.)
. Benim Sehl’im, benim Sehl’im
Abdullah bin Mübarek âlim ve evliya zat.
Kararmış, ölü kalpler, onunla buldu hayat.
Talebesinden biri, Sehl ibni Abdullah’tı.
Takva sahibi olup, çok mübarek bir zattı.
Bir sabah derse gelip, dedi ki gayet üzgün:
(Artık gelmeyeceğim dersinize hiç bir gün.)
(Ne için?) Buyurunca, dedi ki: (Bu gün, size,
Gelirken, vuku buldu çok ayıp bir hadise.
Sizin evin kızları, çıkmış evin damına,
Gel! gel! diye, işaret ediyorlardı bana.
Herbiri, Benim Sehl'im! benim Sehl'im! diyerek,
Beni, kendilerine çağırırdı gülerek.)
Abdullah bin Mübarek, anladı meseleyi.
Ve topladı o gece, bilcümle talebeyi.
Buyurdu ki: (Gidelim Sehl'in cenazesine.)
Gidince, gördüler ki, kavuşmuş Cennetine.
Talebeler şaşırıp, dediler: (Efendim, siz,
Sehl'in öleceğini, nasıl bilebildiniz?)
Buyurdu: (Çünkü benim hiç kızım yok idi ki.
Sehl'in o gördükleri, Cennet hurileriydi.
Vefat edeceğini öğrenip o huriler,
Onu, kendilerine gelip davet ettiler.)
Bir gün de buyurdu ki Abdullah bin Mübarek:
Bir ateşperest ile çalışırdık müşterek.
Namaz vakti gelince, ben dedim ki bahusus:
(Ben namaza durunca, etme bana taarruz.)
Dedi: (Söz veriyorum, ol müsterih ve rahat.
Sen ibadet yaparken, yapmam sana suikast.)
O böyle söyleyince, namaza durdum artık.
O, ahdinde durdu ve yapmadı bir fenalık.
Sonra, ateşperestin ibadet vakti geldi.
O da, benden bu babta, bir teminat istedi.
Dedim: (İbadetini yap sen de rahat rahat.
Emin ol, benden sana gelmez asla mazarrat.)
Lakin o, ateş yakıp, secdeye gittiği an,
Ben sözümde durmayıp, hücuma geçtim heman.
O sırada, gaibten bir ses duydum bu defa.
Diyordu: (Söz vermiştin, ahdine eyle vefa)
Hiç bir zarar yapmadan çekildim geri derhal.
O, secdeden kalkınca, eyledi benden sual.
Dedi: (Sen, önce bana hücuma geçmiş idin.
Sonra ne hal oldu ki, hemen geri çekildin?)
Dedim ki: (Rabbim beni ikaz etti ki o an:
Ahdine vefa göster, bir söz verdiğin zaman.)
O bunu işitince, düştü büyük hayrete.
Şehadeti okuyup, kavuştu hidayete.
Sebebini sorunca, dedi ki: (Ey kardeşim!
Senin ilahın haktır, nurlandı şimdi içim.
Zira düşmanı için, azarladı dostunu.
İşte bu, gösteriyor, hak mabud olduğunu.)
.
21 - AMİR BİN ABDULLAH (Rahmetullahi Aleyh)
.Niçin uyumazsınız?
Amir bin Abdullah ki, tabiin-i kiramdan.
Resulullahın aşkı, yakardı onu her an.
Namaza durduğunda, geçerdi kendisinden.
Tamamen sıyrılırdı dünya düşüncesinden.
Yanında, çocukları bağırıp çağırsalar,
Bunlardan, hiç haberi olmazdı zerre kadar.
Dediler ki: (Efendim, durunca siz namaza,
Hiç dünya düşüncesi gelmez mi yadınıza?)
Buyurdu ki: (Allah'ın huzurundayım artık.
Başka bir şey düşünmek, olur mu hiç muvafık?
Namazlarda, daima şu gelir ki kalbime:
Nasıl cevap veririm mahşer günü Rabbime?
Cennete mi giderim, yoksa Cehenneme mi?
Çok zaman, bu düşünce meşgul eder kalbimi.)
Daha çok olsun diye, ibadet sevapları,
Her gün, gusül abdesti alırdı sabahları.
Gündüz, oruçlu idi, kılardı gece namaz.
Bunlardan başka bir şey, vermezdi ona bir haz.
Ya ibadet, ya hizmet etmekti onun işi.
Onu, boş otururken görmedi hiç bir kişi.
Ahiret derdi ile dertlenmişti velhasıl.
Hep ölüm ötesini düşünürdü o asıl.
Bir kimse, kendisini gelmiş idi görmeye.
Baktı, namaz kılıyor, başladı beklemeye.
Selam verip dedi ki: (Safa geldin kardeşim.
Biraz çabuk söyle ki, acildir zira işim.)
Şaşırdı gelen kişi, arz etti ki: (Hayırdır.
Bu kadar acil olan, ne gibi işin vardır?)
(Ölümü bekliyorum) buyurup o gelene,
Başka şey söylemeden, namaza durdu yine.
Ruhunu, namazdayken vermeyi istiyordu.
Bunun için, namazdan çıkmak istemiyordu.
Derdi ki: (Ahireti görsem de şu anımda,
Bir ziyadelik olmaz şimdiki imanımda.)
Devamlı ağlamaktan, uyumazdı çok gece.
Ölüm ve ahireti düşünürdü sadece.
Ağlamakla geçince çok gece uyumadan,
Bu uykusuzluğunu, sordular bir gün ondan.
Dedi ki: (Cehennemin şiddetli harareti,
Uykumu kaçırmıştır, budur bunun hikmeti.
Bu dehşetli sıcaklık var iken Cehennemde,
Rahat uyuyanlara, şaşarım şimdi ben de.)
Bir cenaze görseydi, geçerdi kendisinden.
Ahiret hallerini düşünürdü içinden.
Güç mü alır kolay mı, melekül mevt ruhumu?
Girdiğimde, mezarım sıkar mı vücudumu?
Sual meleklerine, nasıl cevap veririm?
Sağımdan mı verilir, solumdan mı defterim?
Hep bunları düşünüp, geçerdi kendisinden.
Ağlayıp yaş akardı, her iki gözlerinden.
.
22 - BEHLÜL DANA (Rahmetullahi Aleyh
.Ölüm, bir nasihattır
Harun Reşid devrinde yaşıyan veli bir zat.
Aslen Kufe'liyse de, Bağdat'ta sürdü hayat.
Harun Reşid, bu zatı kıymetli tutuyordu.
Nasihatleri ile, ferahlık duyuyordu.
Bir gün onu görünce, dedi ki: (Beni dinle.
Görüşmek istiyordum çok zamandır seninle.)
O, oralı olmayıp, etmedi hiç iltifat.
Dedi: (Öyle bir arzu, olmadı bende fakat.)
Kızmadı Harun Reşid, cevabına Behlül’ün.
Dedi: (Biraz nasihat etsene bana bu gün.)
Buyurdu: (Ey hükümdar, ne diyeyim ben sana.
Bir şu sarayına bak, bir de şu kabristana.
Bundan ibret almayan, başka neden alır ki?
Ölümden daha büyük nasihatçi var mı ki?
Ey emirel müminin, n’olacak senin halin?
Huzur-u ilahiye çıkarsın sen de yarın.
İşlediğin her işten, soracaklar sana hep.
Onlara verilecek cevabın var mı acep?)
Behlül Dana, şehirde dolaşıp ara sıra,
Nasihat ediyordu bir kısım insanlara.
Ve eğer görür ise, bazı yanlış işleri,
Derhal ikaz ederdi, gidip o kişileri.
Bu durumdan rahatsız olan bazı kişi de,
Şikayet eylediler onu Harun Reşid'e.
Dediler ki: (Behlül'e söyleyin de ey sultan!
Yaptığımız işlere, karışmasın her zaman.
Bizim günahımızla, ne derdi var ki onun?
Hem, kendi bacağından asılmaz mı her koyun?)
Çağırdı Harun Reşid, Behlül'ü sarayına.
Halkın şikayetini, söyledi aynen ona.
O, terk etti sarayı hiç bir cevap vermeden.
Ve bir kaç koyun alıp, onları kesti hemen.
Her sokağın başına, kestiği koyunları,
Kendi bacaklarından, asıverdi onları.
İnsanlar bunu görüp, dediler: (Ne olacak.
Delinin yapacağı, nihayet budur ancak.)
Lakin günler geçtikçe, o etler kokuyordu.
Bundan, bütün mahalle rahatsız oluyordu.
Artık durulmaz oldu, bu kokudan nihayet.
Halk, gidip halifeye eylediler şikayet.
Dediler: (Ey halife, Behlül'e söyleyiniz.
Astığı koyunlardan, bizar olduk hepimiz.)
Harun Reşid, Behlül’ü çağırıp sordu hemen.
O ise, şöyle dedi halifeye cevaben:
(Kendi bacaklarından astım ben her koyunu.
Ne için şikayete geldiler size bunu?
Demek ki, bu şekilde asılsa da her koyun,
Kokunca, her insana zararı varmış onun.
Anlatmak istedim ki onlara ben bu halle,
Bir kötünün şerrini, çeker bütün mahalle.)
. Demek ki layıkmışız
Çocuklar, taş attılar bir gün Behlül Dana’ya.
Vücudunun bir yeri, başladı kanamaya.
Buna rağmen kızmayıp, dedi ki: (Ey çocuklar!
Kanattı vücudumu attığınız o taşlar.
Lakin Hak teâlâya ederim ben tevekkül.
Rabbinden başkasına, sığınmaz çünkü Behlül.)
Bir gün de, kendisini gördüler kabristanda.
Kabirler arasında otururdu o anda.
Bu hal, o insanların gitti gariplerine.
Dediler: (Kabristanda ne ararsın sen yine?)
Dedi: (Şu insanlarla otururum ki, bunlar,
Ne bana bir eziyet, ne de gıybet yaparlar.)
Bir defa da, Bağdat'ta, oldu çok pahalılık.
Halkın tahammül gücü, kalmadı buna artık.
Gidip Behlül Dana’ya bunu hatırlatarak,
Dediler: (Dua et de, rahata kavuşsun halk.)
Buyurdu ki: (Vallahi karışmam ben bu işe.
Demek ki, layıkmışız bu fiyat-ı fahişe.
Zira biz, günahlardan tam kaçınsaydık şayet,
Ve emrettiği gibi, yapsaydık tam ibadet,
O zaman, bir tek buğday, bir dinar olsa dahi,
Hiç sıkıntı çekmezdik bu hususta Vallahi.
Çünkü Allah, kefildir kullarının rızkına.
Yeter ki, bu kulluğu tam yapalım biz Ona.)
Sonra da ellerini birbirine vurarak,
Buyurdu ki: (Ey insan, ahiret var muhakkak.
Hep dünyaya çalıştın, yazık ettin kendine.
Bir hazırlık yapmadın lakin ahiretine.
Halbuki ahirette bir hesap var ki yarın,
Senin, o suallere, yok verecek cevabın.)
Bir gün de buyurdu ki: (Çabuk geçer bu dünya.
Bu hayat, bir hayaldir, yahut sanki bir rüya.
Bu faniye aldanan, bulamaz huzur, sevinç.
Aklı olan, gönlünü kaptırır mı buna hiç.
Sadece dünya için çalışırsa bir kimse,
Verir Allah, dünyalık, muradı her ne ise.
Eğer ahiret için çalışırsa bir insan,
Allah, ikisini de, o kula eder ihsan.
Her kim, ikisini de elde etmek isterse,
Her ikisinden dahi, mahrum kalır o kimse.)
Dediler ki: (Efendim, iyi anlamadık biz.
Bunu, bir misal ile izah eder misiniz?)
Behlül Dana baktı ki, önünde bir kalas var.
Bir ucuna geçti ve kaldırıp koydu tekrar.
Sonra, öbür ucuna yürüyüp geçti hemen.
Kaldırdı onu dahi, çok kuvvet sarf etmeden.
İnsanlar bakıyorken onun ne yaptığına,
Bu sefer de, kalasın geçti tam ortasına.
Uğraştı kaldırmaya, yetmedi gücü fakat.
Anladılar o zaman, ne demek ister bu zat.
. Yol verin, yol verin!
Harun Reşid, bir sene, hac için çıktı yola.
Dönüşünde Kufe'de, bir müddet verdi mola.
Sonra yola çıkınca bilcümle Kufe'liler,
Onu uğurlamaya, yollara döküldüler.
Hazret-i Behlül dahi, o zaman Kufe'deydi.
Çocuklar, onun ile gülüp eğlenirlerdi.
Göründü o sırada o muhteşem kafile,
Gelirdi Harun Reşid bütün ihtişamiyle.
Çocuklar onu görüp, Behlül’ü bıraktılar.
O, debdebeyle gelen kafileye baktılar.
Harun Reşid, az sonra geçerken önlerinden,
Behlül, (Ey Harun!) diye seslendi ona birden.
Yüzündeki perdeyi kaldırarak hükümdar,
Dedi: (Buyur ey Behlül, bizden bir arzun mu var?)
Buyurdu ki: (Ey Harun, bil ki Hakk’ın Habibi,
Beytullah'tan dönerken, yapmazdı senin gibi.
Bir tek kızıl deveye biner idi O ancak.
Gelirdi başı önde, mütevazı olarak.
Sen dahi bu usule eder isen riayet,
Bulursun Hak indinde, daha fazla bir kıymet.
Zira kullara karşı, yakışmaz gurur, kibir.
Alçak gönüllü olmak, daha faidelidir.)
Harun onu dinleyip, dedi: (Ey Behlül Dana!
Devam et, bu sözlerin ferahlık verdi bana.)
Buyurdu ki: (Ey Harun, Bağdat'a gidiyorsun.
Halkına, ne hediye alıp götürüyorsun?
Bağdat ve etrafını aydınlatacak olan,
Hediyeler aldın mı peki sen Beytullah'tan?)
Harun Reşid sordu ki: (Bunlar ne olabilir?)
Buyurdu: (Bu, Allah ve Resul’ün sevgisidir.
Eğer verebilirsen onlara sen bu şeyi,
Götürmüş sayılırsın en güzel hediyeyi.)
Harun, çok duygulanıp, başladı ağlamaya.
Ve dedi ki: (Ey Behlül, devam et anlatmaya.)
Buyurdu ki: (Ey Harun, sen ki bir hükümdarsın.
Adaleti, elinden sakın bırakmayasın.
Bir mazlum, zulüm görse eğer senin mülkünde,
Onu senden sorarlar, yarın mahşer gününde.
Orada iki yer var, ya Cehennem, ya Cennet.
Öyleyse azığını şimdiden tedarik et.)
Harun çok memnun olup, bir kese dolu altın,
Verip, rica etti ki: (Lutfedip şunu alın.)
Lakin kabul etmeyip, buyurdu: (Ey hükümdar!
İhtiyacı olana ver onu, bizim çok var.)
Harun Reşid dedi ki: (Peki ey Behlül Dana!
Varsa bir ihtiyacın, bari onu de bana.)
Buyurdu: (Hak teâlâ, Rabbinse senin eğer,
Benim dahi Rabbimdir, O bana ihsan eder.)
Bu cevap üzerine, ağladı Harun Reşid.
Devam etti yoluna, olarak çok müstefit.
. Damda ne arıyorsun?
Behlül Dana devrinde var idi ki bir kişi,
Dinin emirlerine uymuyordu gidişi.
Yani namaz kılmaz ve yapmazdı pek ibadet.
Ahkam-ı diniyyeye, etmezdi hem riayet.
Lakin gece yatarken, derdi ki: (Ya ilahi!
Ebedi Cennetini ihsan et bana dahi)
Bir gece, yine böyle dua edip uyudu.
Az sonra dam üstünde, bir tıkırtılar duydu.
Uyanıp, merak ile fırlayıp çıktı dama.
Rastladı dam üstünde dolaşan bir adama.
Dedi: (Ne arıyorsun orada be hey insan?)
Hazret-i Behlül idi halbuki damda olan.
Dedi: (Devem kayboldu, arıyorum devemi.
Bu dama da çıktım ki, acaba bu yerde mi?)
Dedi ki: (Ey arkadaş, kusura bakma ama,
Kaybolan deve için, çıkılır mı hiç dama?)
O zaman Behlül Dana buyurdu ki: (Kardeşim,
Evet, uygun değildir şu anda benim işim.
Lakin senin işin de, değildir hiç münasip.
Çalışmayan insana, olur mu Cennet nasip?
Sen, ibadet etmeden Cenneti istiyorsun.
Bu, benimkinden dahi abestir, bilgin olsun.)
Bir gün Harun Reşid’le Behlül Dana, dışarda,
Sohbet ediyorlardı islami mevzularda.
Behlül Dana sordu ki: (Ey Emir-el müminin!
Sana bir sualim var, bakalım var mı bilgin?
Şu toprağın altında ve bu yerin üstünde,
En ziyade ne vardır, bir de şu gök yüzünde?)
Harun Reşid düşünüp, yordu buna fikrini.
Şöyle cevaplandırdı onun bu sualini.
Dedi ki: (Yer altında ölülerdir çok olan.
Yerin üstünde ise, çoktur bitki ve hayvan.
Göklerde, en ziyade çok olan, meleklerdir.
Zira sayılarını, sadece Allah bilir.)
Behlül Dana dedi ki: (Bilemedin sen bunu.
Ben sana söyleyeyim cevabın doğrusunu.
Ey Harun, yer altında çok olan, ölü değil,
Lakin ölülerdeki pişmanlıktır, iyi bil.
Derler: Keşke daha çok ibadet eyleseydim.
Ve keşke daha fazla dine hizmet etseydim.
Üzülürler bu ömür hep boşa geçti diye.
Ve lakin yok faydası, dönüş yoktur geriye.)
Duyunca bu cevabı Harun Reşid Behlül’den,
Daldı bir tefekküre, yaş aktı gözlerinden.
Behlül devam etti ki: (Yer üstünde çok olan,
Senin sandığın gibi değildir bitki, hayvan.
Çok olan, insanların hırs ve tama’larıdır.
Ve uzun emellere sahip olmalarıdır.
Göklerde, meleklerden daha ziyade şu var.
Adil hükümdarların kazandığı sevap lar.)
.
23 - HABİB-İ ACEMİ (Rahmetullahi Aleyh
Kaçın kaçın!
Hidayete ermeden çok zengindi bir ara.
Parasını, faizle verirdi insanlara.
Hanımı, bir gün yemek getirmişti sofraya.
Yemeye başlamadan, biri geldi kapıya.
Kalkıp açtı kapıyı, bir fakir gelmiş gördü.
Allah rızası için, sadaka istiyordu.
Derhal örttü kapıyı, çekilip gitsin diye.
Fakir, mahzun olarak dönüp gitti geriye.
Yemek yemek üzere sofraya geldiğinde,
Yemek değil, (kan) vardı tabağının içinde.
Şaşırdı, duygulandı, düşündürdü bu onu.
Anladı bir ikaz-ı ilahi olduğunu.
Kapladı kendisini bir nedamet, pişmanlık.
Bu sebepten, yerinde duramaz oldu artık.
Hasan-ı Basri’nin de, büyük zat olduğunu,
Öğrenip, tuttu onun hanesinin yolunu.
Halis bir niyet ile gidiyorken, bir ara,
Rastladı yol üstünde oynayan çocuklara.
Habib’i, ta uzaktan görünce o çocuklar,
Oyunu bırakarak, kaçmaya başladılar.
Hem de, birbirlerine derlerdi: (Kaçın! kaçın!
Faizcidir şu gelen, olmayın ona yakın.
Ayağından kalkan toz, gelirse üstümüze,
Onun o bedbahtlığı, bulaşır sonra bize.)
Bu sözler, bir ok gibi saplandı sinesine.
Vardı Hasan Basri’nin mübarek hanesine.
Daha ilk sohbetinde, çok feyz aktı kalbine.
Ve derhal pişman oldu uygunsuz hallerine.
Dedi ki: (Ya ilahi, günahım çoktur, lakin,
Sonsuzdur senin dahi affın ve mağfiretin.
Her şeyden ümit kesip, geldim senin kapına.
Pişmanım, boyun eğdim ne ise fermanına.
Her şeye gücün yeter, affına yok nihayet.
Sana teslim olmuşum, eyle beni mağfiret.)
Oradan ayrılarak, dönüyorken evine,
Oynayan çocuklara rastladı yolda yine.
Habib’i, ta uzaktan görünce o çocuklar,
Yine eskisi gibi kaçmaya başladılar.
Derlerdi: (Kaçın kaçın, tövbekârdır bu gelen.
Ona toz bulaşmasın, bizim sebebimizden.)
Onların bu sözünü işitti Habib dahi.
Sevindi, duygulandı, dedi ki: (Ya ilahi!
Ne merhametlisin ki, bunca günaha rağmen,
Bir tövbeyle, ismimi eyledin iyilerden.)
Az ilerde Habib’i, gördü borçlu olanlar.
Başka yola sapmaya çalıştı hemen onlar.
Onların bu halini, ta uzaktan fark edip,
Seslendi ki: (Kaçmayın, bu gelen başka Habib.
Nasıl kaçardınızsa siz ondan daha önce,
O kaçar bundan sonra, sizi böyle görünce.)
.
Her gece ağlıyordu
Habib-i Acemi'nin vardı bir kulübesi.
Rabbine ibadetle geçerdi her gecesi.
Yırtık elbisesini, bir gece dikiyorken,
Düşürdü iğnesini, birdenbire elinden.
Arayıp bulmak için, lazım oldu bol ışık.
Ve lakin yoktu o an, o kadarcık aydınlık.
Ne zaman ki elinden iğnesi düştü yere,
Gün gibi aydınlandı kulübe birden bire.
Hemen o, elleriyle kapatarak yüzünü,
Allahü teâlâdan haya etti o günü.
Bir komşusu vardı ki evinin yakınında,
O der ki: Her gün akşam, ben eve vardığımda,
Ağlama seslerini işitirdim komşunun.
Hep merak ederdim ki: Ne derdi var ki onun?
Sabah uyandığımda, bakardım yine ağlar.
Evinden sordurdum ki: (Komşunun ne derdi var?)
Dediler ki: (Bizim bey, ölümü düşünür hep,
Akşam der ki: Sabaha çıkar mıyım ben acep?
Sabah olduğunda da, düşünür bunu yine.
Der ki: Ben çıkar mıyım, bu gün akşam vaktine?)
Kalbinde, bu dünyanın yoktu hiç muhabbeti.
Zira o, düşünürdü sadece ahireti.
Bir gün de, biri geldi Habib-i Acemi’ye.
(Benim, sende yüz dirhem alacağım var) diye.
Buyurdu ki: (Ben bunu, hiç hatırlayamadım.
Sen yarın yine gel de, çaresine bakalım.)
Ve o gece, kılarak iki rekat bir namaz,
Ellerini kaldırıp, eyledi şöyle niyaz:
(Ya ilahi, bu kişi doğru diyorsa eğer,
Bu borcu ödememde, sen bana kolaylık ver.
Şayet borcum yok ise, yalansa bu söz yani,
Sana havale ettim, sen bilirsin ilahi.)
O sabah, o kişinin felç geldi bedenine.
Habib dahi işitip, gitti ziyaretine.
O, Habib’ i görünce, dedi ki: (Affet beni.
Hiç yoktan nefse uydum, kırdım senin kalbini.
Aslında yoktu benim, senden bir alacağım.
Hak ettim bu cezayı, şimdi ne yapacağım?
Ey Habib, sen hakkını helal et yine bana.
Şifa vermesi için, dua et Yaradan'a.)
Ona merhametinden, dua etti Rabbine.
Dedi ki: (Ya ilahi, şifa ver ona yine.)
Mübareğin ağzından çıkınca böyle dua,
Bir şey olmamış gibi, kalktı hemen ayağa.
Derdi ki: Ey insanlar, mahşerde, cenab-ı Hak,
Herkes gibi, bana da soracaktır muhakkak.
Bana derse: (Ey Habib, şu kadar vardı ömrün.
Benim emrime göre yaşadın mı hiç bir gün?)
Bu suale cevabım, (Evet) olmaz elbette.
Habib, bu hali ile ne yapar ahirette?
.
Niçin göremediler?
Habib-i Acemi ki, hal ehli bir kişiydi.
Hak teâlâ indinde, kıymetli birisiydi.
Bir gün emreyledi ki Haccac, adamlarına:
(O Hasan-ı Basri'yi, bulup getirin bana.)
Adamlar, köşe bucak aradılar her yeri.
Lakin onu bulmaktan, aciz kaldı her biri.
Aramadıkları yer kalmadı o beldede.
Lakin bulamadılar kendisini yine de.
Habib-i Acemi’nin bir kulübesi vardı.
Geceleri orada, hep ibadet yapardı.
Fırat kıyısındaydı kulübesi Habib’ in.
Buraya saklanmıştı Hasan-ı Basri o gün.
Haccac'ın adamları, onu bulamayınca,
Dediler ki: (Habib’ in yeri kaldı yalnızca.
Zira bakmadığımız, kalmadı şehirde yer.
Olsa olsa nihayet o kulübeye girer.)
Onu, o kulübede bulmak ümidi ile,
Gelip sual ettiler, Habib-i Acemi’ye.
Dediler ki: (Ey Habib, acaba bu günlerde,
Sen, Hasan-ı Basri'yi gördün mü bu yerlerde?)
Habib, o adamlara sert nazarla bakarak,
Hiddetle buyurdu ki: (Evet gördüm, n'olacak?)
Adamlar sevinerek, dediler ki: (Ey Habib!
Çabuk söyle yerini, bulalım onu gidip.)
Dedi: (Arıyorsanız siz Hasan-ı Basri'yi,
O, şu kulübemdedir, girip bakın içeri.)
Adamlar, bir sevinçle daldılar içeriye.
Lakin meyus olarak, çıktılar hep geriye.
Dediler ki: (Ey Habib, yalan mı söylüyorsun?
Hasan yok kulübede, niçin böyle diyorsun?)
Buyurdu ki: (Şu anda, o içerdedir, fakat,
Siz göremiyorsanız, bende midir kabahat?)
Adamlar, hayret ile bakıştı birbirine.
Dediler: (Göremedik, bakalım madem yine.)
Tekrar bir ümit ile, hep girdiler içeri.
Lakin kızgın olarak, çıktılar tekrar geri.
Dediler ki: (Ey Habib, ya yalan söylüyorsun.
Yahut da, sen bizimle istihza ediyorsun.)
Neticede adamlar, onu bulamayarak,
Terk ettiler o yeri, üzgün, meyus olarak.
Hasan-ı Basri dahi, gittiklerini bilip,
Çıktı hemen dışarı ve sordu ki: (Ey Habib!
İyi biliyorum ki, bereketinle senin,
Görmedi onlar beni, ne yaptın bunun için?)
Dedi: (Âyet-el kürsi ve İhlas suresini,
Okuyup, Rabbimize emanet ettim seni.
Dedim ki: Ya ilahi, sureler hürmetine,
Gösterme üstadımı, onların gözlerine.)
Buyurdu: (Hakikaten, adamların elleri,
Bana değiyordu da, görmüyordu gözleri.)
.
Sabreyle biraz daha
Habib-i Acemi ki, henüz tövbe etmeden,
Zengin olup, faizle uğraşırdı önceden.
Fırat nehri yanında bir kulübe yaparak,
Kendini, ibadete vermişti tam olarak.
Öyle haz alırdı ki ibadet ve sohbetten,
İhmal etti birkaç gün evini bu sebepten.
Hanımı, kendisine dedi ki o günlerde:
(Ey Habib, erzakımız kalmadı, bitti evde.)
Hiç bir şey söylemedi o zaman zevcesine.
O sabah çıktı evden, geldi kulübesine.
Ve hatta, (Çalışmaya gidiyorum) diyerek,
İbadet etti yine, sabahtan akşama dek.
Akşam eve gelince, dedi ki zevcesine:
(Ey hanım sen üzülme, huzur gelsin içine.
Zira öyle bir zata ediyorum ki hizmet,
Çok cömert, pek kerimdir, şefkati boldur gayet.
Bu gün, hiç ayrılmadım ben Onun hizmetinden.
Bir şey istemeye de, utandım kereminden.
Ümit ediyorum ki, gönderecek O fakat.
Zira hizmet edene, lütfediyor kat be kat.
Ey hanım, biraz daha sabredersen sen eğer,
Umarım, o kerim zat, bize dahi lütfeder.)
Çok sevindi hanım da, bunları işitince.
O dahi, ibadete bel bağladı iyice.
Habib, gündüz sohbetle, gece de ibadetle,
Geçirip, bir kaç gün de geçmişti bu suretle.
Bir gün öğle üzeri, geldi ki hatırına:
Akşam eve gidince, ne desin hanımına?
Nihayet akşam oldu, yöneldi eve yine.
Mahzun ve mahcup halde, yaklaşırken evine,
O üzüntülü hali, kayboldu, gitti birden.
Zira güzel kokular geliyordu evinden.
Dikkat etti, yemek ve et kokusuydu bunlar.
Düşündü ki: Bu işte, ilahi bir hikmet var.
O, kapıyı çalmadan, karşıladı zevcesi.
Gördü ki, yerindeydi hanımının neşesi.
Dedi ki: (Ey efendi, hizmet ettiğin o zat,
Ne kerim ve ne cömert bir zat imiş hakikat.
Zira öğle üzeri, geldi ki birileri,
Hepsi beyaz giyinmiş, parlıyordu yüzleri.
Sırtlanmıştı hepsi de, erzak yüklü çuvallar.
Undan, ta ete kadar, ne lazımsa hepsi var.
Dediler ki: (Beyinin hizmet ettiği o zat,
Bunları, bizim ile gönderdi size bizzat.
Dedi ki: Arttırırsa Habib bu hizmetini,
Biz dahi arttırırız onun bu ücretini.)
Hakikaten ne kerim, ne cömert zatmış meğer.
Gönderdiği bu erzak, aylarca bize yeter.
O zatın hizmetinden sakın ayrılmayasın.
Zira böyle kerim zat, bir daha bulamazsın.)
.
24 - DAVUD-İ TAİ (Rahmetullahi Aleyh
.
Hangi güzel yüzdür ki...
İsmi, Ebu Süleyman Davud bin Nasır idi.
Ve İmam-ı a’zamın halis talebesiydi.
Kanaat ehli olup, yapardı çok ibadet.
Nefsini kırmak için, eyledi çok riyazet.
Habib-i Acemi’nin halifesi idi hem.
Yoktu onun gözünde para, dinar ve dirhem.
Harun Reşid’den gelen türlü hediyeleri,
Asla kabul etmeyip, gönderirdi hep geri.
Haram ve şüpheliden, kaçınırdı pek fazla.
Rabbine ibadete sarılmıştı ihlasla.
(Hangi güzel yüzdür ki, sonra toprak olmadı?
Hangi tatlı gözdür ki, sonra yere akmadı?)
Bir şarkıcı kadından bu beyti işitince,
Şuuru alt üst oldu ve ağladı bir nice.
Ve İmam-ı a’zamın huzuruna bu defa,
Gitti ki, bu derdine bulsun çare ve deva.
Dedi ki: (Ey efendim, bir söz duydum birinden.
Şuurum alt üst oldu, ne yapayım şimdi ben?
Halimi anlatmaya, yok bilgi ve kudretim.
Emir ve tavsiyeniz, nedir bana efendim?)
İmam’ın emri ile, bütün ilmihalini,
Öğrenip, buna göre düzeltti her halini.
Yirmi sene İmam’ın dersine etti devam.
Zahiri ilimlerde mütehassıs oldu tam.
Dünya muhabbetini tamamen terk ederek,
Allah'a ibadetten, alırdı sadece zevk.
Ve öyle kuvvetlice sarıldı ki islama,
Örnek oldu hayatı bilcümle müslümana.
Evine çekilerek, tercih etti uzleti.
Evde, yalnız olarak, yaptı her ibadeti.
Lakin İmam-ı a’zam teşrif edip evine,
Buyurdu ki: (İnsanlar arasına gir yine.
Talebe kardeşlerin arasına gel, fakat,
Hiç konuşma, sadece dersine eyle dikkat.
Fıkhi meseleleri iyi dinle, tam öğren.
Kendini tam ilme ver, budur senin vazifen.)
(Peki efendim) deyip, ondan sonra bir sene,
Konuşmadan, İmam'ın devam etti dersine.
İmam-ı Ebu Yusüf ve İmam-ı Muhammed,
Ve İmam-ı Züfer’le kurdu tam münasebet.
Çalıştı onlar ile, durup dinlenmeksizin.
Ve hiç konuşmuyordu, yok idi çünkü izin.
İmam’ın bu emrine edince muvafakat,
Manevi derecesi yükseldi hem de kat kat.
Buyurdu ki: (Bir sene sabredince buna ben,
Otuz yıllık taate, denk oldu hemen hemen.)
Habib-i Acemi’yle tanıştı daha sonra.
Ondan da feyz alarak, kavuştu tam huzura.
Tamamiyle keserek halktan ilişkisini,
Rabbine ibadete verdi tam kendisini
.
Niçin evlenmiyorsun?
Her an kendi nefsiyle ederek mücadele,
Evliyalık yolunda, gelmişti tam kemale.
Namaz için, camiye çıkardı sırf evinden.
Kılınca, çok acele dönerdi eve hemen.
Bir gün, yine dönerken evine aceleyle,
Dediler: (Niçin böyle ediyorsun acele?)
Buyurdu ki: (Şu anda bekleyenler var beni.)
Dediler ki: (Hayrola, kim bekliyor ki seni?)
Buyurdu: (Kabristanda, kabir ehli bekliyor.
Bu sonsuz yolculuğa, hazırlık gerekiyor.)
Bir gün camiden çıkmış, acele gidiyordu.
(Bu aceleniz nedir?) diye bir kimse sordu.
Buyurdu ki: (Dünyaya, çok bağlanmış insanlar.
Ben onları görünce, oluyor manen zarar.
Dünyaya meyl ediyor benim de hemen kalbim.
Hızlı gidiyorum ki, onları görmeyeyim.)
Dediler ki: (Efendim, insanların içine,
Hiç karışmıyorsunuz, acaba hikmeti ne?)
Buyurdu ki: (Kiminle konuşayım ki acep?
Kimisi, bu dünyaya kaptırmış kendini hep.
Onlar ile konuşmak, kalbimi karartıyor.
Onlar gibi, dünyaya muhabbetim artıyor.
Akıllı kimseler de, yanıma geldiğinde,
Konuşmuyor onlar da ahiret üzerinde.
Emir ve yasakları, hiç hatırlatmıyorlar.
Hata ve kusurumu, bana anlatmıyorlar.
Hatta, kusurlarımı sayıyorlar fazilet.
Bana, bu insanlardan faide gelmez elbet.)
(Niçin evlenmiyorsun?) diye sorduklarında,
Dedi: (Mesuliyeti, gayet çoktur onun da.
Saliha bir hanımla evlenecek olursam,
Korkarım, hukukuna riayet edemem tam.
Evlilikte, erkeğin çoktur mesuliyeti.
Onun, benden sorulur dünya ve ahireti.
Riayet kolay değil, zevcenin hukukuna.
Bu sebepten, cesaret edemiyorum buna.
Kalbini incitirsem, haram ve kul hakkıdır.
Bunu, mahşer gününde ödemek çok ağırdır.
Üstünde zerre kadar kul hakkı bulunanlar,
Cennetin kokusundan bile mahrum olurlar.
Ya helallaşacaktır dünyada o kişiyle,
Yahut öder mahşerde, sevap ve ecri ile.
Lakin çok pahalıya mal olur bu ödemek.
Ve hatta ödemenin, imkanı bulunmaz pek.
Zira bir dank miktarı, yani ufak, cüz'i bir,
Hak için, yetmiş yıllık namaz ecri verilir.
Yani bir ömür boyu kıldığı namazların,
Sevabı, alınarak verilir ona yarın.
Kılınmış olmalıdır bunlar da cemaatle.
O gün bunun temini, çetin olur gayetle.)
.
Sizi niçin seviyorlar?
Bir gün, Davud-i Tai, sabah çıktı evinden.
Ve Cafer-i Sadık’ın yanına geldi hemen.
Dedi: (Resulullahın torunusun sen bizzat.
Kalbim çok katılaştı, eyle bana nasihat.)
Buyurdu ki: (Ey Davud, sen zahidsin hakiki.
Benim nasihatıma ihtiyacın var mı ki?)
Dedi: (Evet, Resul’ün torunusun sen şu an.
Ve zerre taşıyorsun, Onun asil kanından.
Bu yüzden var elbette herkese üstünlüğün.
Senin nasihatına muhtaçtır herkes bu gün.)
Ona, Cafer-i Sadık buyurdu: (Doğru, ama,
Dedem, kıyamet günü yapışır da yakama,
Derse ki: Sen torunum olursun da ey evlat!
Niçin benim dinime etmedin mütabaat?
Nesebin, kurtulmaya faydası olmaz yarın.
Farzı yapmakla olur, kurtuluşu kulların.
Haramdan sakınmak da, çok mühimdir ey oğlum!
Diye buyurmasından fazlaca korkuyorum.)
Davud bunu duyunca, başladı ağlamaya.
Dedi ki: (Ya ilahi, gücüm yok anlamaya,
Onun, böyle bir korku sarmış iken içini,
Davud kim oluyor ki, beğensin bir işini?)
O, çekildiği halde uzlet ve inzivaya,
Yine şanı şöhreti yayılmıştı dünyaya.
Devrin âlimlerinden gelip sordu ahali.
Dediler ki: (Davud'un nedir ki acep hali?
Meşhur olup, ismi hep dillerde dolaşıyor.
Hatta nereye gitsek, halk onu konuşuyor.
Halbuki insanlardan kaçıyor kendisi hep.
Aksine, herkes onu seviyor, neden acep?)
Âlimler dediler ki: (Bu, böyledir her zaman.
Kim Allah'a dönerse, sever onu her insan.
Kullardan yüz çevirip, kim dönerse Rabbine,
Öyle şeref bulur ki, akıl ermez haline.)
O, bir gece, evinin, düz damına çıkarak,
Düşünüp, ağlamaya başladı hıçkırarak.
Tefekkür etmiş idi, bakarak gök yüzüne.
Bayılıp düştü sonra, komşu damın üstüne.
Adam, hırsız zannedip bacaya çıktı hemen.
Onu görüp, sordu ki: (Sen mi düştün teminden?)
Buyurdu ki: (Tefekkür ediyordum Rabbimi.
Düşündüm daha sonra, mahşerdeki halimi.
Dehşete kapılarak, bayılmışım o anda.
Daha sonra kendimi, buluverdim bu damda.)
Bir gün, bazı dostları dediler: (Zaifsiniz.
Size, yağlı bir yemek getirsek, yer misiniz?)
(Evet, yerim) deyince, getirdiler önüne.
Lakin biraz düşünüp, yemedi ondan yine.
Dedi: (Var filan evde, yetim ve kimsesizler.
Bunu siz götürün de, asıl onlar yesinler.)
.
Günah ateş gibidir
Hazret-i İbni Semmak, gelip Davud Tai’ye,
Rica etti, (Bana bir nasihat eyle) diye.
Buyurdu: (Öyle kaç ki, her işinde günahtan,
Görmesin Hak teâlâ, günahta seni bir an.
Öyle sıkı sarıl ki, dine, her a’zan ile,
Seni, taat dışında görmesin bir an bile.
Öyle haya eyle ki, Allahü teâlâdan,
Hiç mahcup olmayasın, Ona vardığın zaman.)
Akrabasından biri, geldi bir gün bu zata.
Dedi ki: (Akrabayız, muhtacım nasihata.)
Ağlamaya başladı o an Davud-i Tai.
Buyurdu ki: (Edeyim sana dost nasihati.
Bu dünya, ahirete giden bir yol gibidir.
Gece gündüz, bu yolda birer konak yeridir.
Çıkmışız her birimiz bu sonsuz yolculuğa.
Elbette ihtiyaç var, azık ile yolluğa.
Önümüzde çok çetin günler var, bu bir gerçek.
Ölünce, onlar bir bir önümüze gelecek.
Ahiret yolculuğu bitecek bu gün yarın.
Ecel ani geliyor, gaflete dalma sakın.
Ben, bu nasihatları eylesem de bu kadar,
Lakin senden ziyade, benim ihtiyacım var.)
Yine bir gün Kufe'de, bir cenaze var idi.
Bulundu cenazede hazret-i Davud dahi.
Defin bittikten sonra, oradaki cemaat,
Dediler ki: (Efendim, edin biraz nasihat.)
Buyurdu: (Kim korkarsa Allah'ın azabından,
O, her bir arzusuna kavuşur yorulmadan.
Ve her kimin çok ise, istek ve arzuları,
Onu bekler, dünyanın türlü sıkıntıları.
Rabbin razı olduğu meşguliyet var ise,
En büyük sermayenin sahibidir o kimse.
Kabirdeki mevtalar, yapar ki şu hesabı:
(Ah, kıyamet kopsa da, bitse kabir azabı.)
Öyle pişmandırlar ki şu anda cümle mevta,
Derler ki: (Ah şu anda olsa idik hayatta.
Başımızı, secdeden kaldırmazdık Vallahi.
Bilseydi bari bunu dünyadakiler dahi.)
Onların feryadını duyar cümle hayvanat.
Şu yaşıyan insanlar, duymazlar onu fakat.
Ne acı gerçektir ki, bunlar dahi ölürler.
O feci pişmanlığa, bunlar da gömülürler.
Eğer düşünselerdi bu hali, ihlas ile,
Hiç işleyemezlerdi bir günahı, az bile.
Lakin evliyaullah, görerek bunu her an,
Şiddetle kaçınırlar, en ufak bir günahtan.
İşte ey kardeşlerim, pişman olmamak için,
Bu ömür fırsatını iyi değerlendirin.
Haram, ateş demektir, yapmayın günah işi.
İnsanları bekliyor Cehennemin ateşi.)
.
Geceleri uyumazdı
Bu zatın, önceleri çok malı mülkü vardı.
Bir yetim, fakir görse, hacetini sorardı.
Neye ihtiyaçları varsa bu kimselerin,
Yerine getirirdi, hiç esirgemeksizin.
Malının tamamını, verdi Allah yolunda.
Bu suretle kendisi, fakir kaldı sonunda.
Kırk sene oruç tuttu, bayram günleri hariç.
Bundan, yakınlarının haberi olmadı hiç.
Sahurda da yemeği, az yerdi yine gayet.
Uykuyu da az uyur, yapardı çok ibadet.
O, daima hüzünlü halde bulunuyordu.
Geceleri, Allah'a şöyle yalvarıyordu:
(Ya Rabbi, sana olan korku ve muhabbetim,
Bende büyük dert oldu, kalmadı başka derdim.)
Kur'an-ı kerim okur ve çok namaz kılardı.
Günahını düşünüp, gözünden yaş akardı.
Ebu Halid adında biri vardı komşusu.
Diyor ki: (Yoktu onun, asla gece uykusu.
Zira hangi saatte uyansam ben her gece,
Bakarım, yanar onun ışıkları öylece.
Ve kulak verdiğimde evine geceleri,
İşitirim dua ve çok ağlama sesleri.)
Derdi ki: (Susuz gider nefisler bu dünyadan.
Yalnız çok zikredenler, müstesnadır bunlardan.
İnsan, tul-i emele dalarsa, olmaz iyi.
Kul borcunu unutur, geciktirir tövbeyi.
Halbuki günahları daima artan insan,
Nasıl tövbe etmeyi geciktirir bir zaman?
Kalbinde dünya hırsı var ise bir kişinin,
Uzlete çekilmesi, zarardır onun için.
Bir kulun dostu Allah, vaizi Kur'an ise,
Dünya ve ahirette rahat eder o kimse.
Sebebi şu ki benim uzlete çekilmemin,
Kalmadığını gördüm büyüklere hürmetin.
Bir de dost sandıklarım, bana kızdıklarında,
Baktım, ayıplarımı sayıyorlar anında.
Ele geçirmek için, bir dünya nimetini,
Bazısı, terk ediyor hemen ahiretini.
Sen, bunların aksine, ahiret işi için,
Dünyayı terk eyle ki, kârlısı budur işin.
Nefsimin, bir tek dahi gelmedim oyununa.
Bir ömür müddetince, dikkat ettim hep buna.
Senin ayıplarını araştırırsa biri,
Onunla dostluk olmaz, eyle ondan teberri.
Gece kalkıp, ibadet eyleyen kullar hariç,
Ömrümde hiç kimseye, böyle imrenmedim hiç.
Selamet istiyorsan, dünyaya verme kıymet.
Ahirete önem ver, istiyorsan keramet.)
Zühd ve takva üzere sürdürdü hayatını.
Hiç sokmadı gönlüne, bu dünya meta'ını
.
Secdede vefat etti
Allah adamlarından olan Davud-i Tai,
Kaplamıştı gönlünü onun aşk-ı ilahi.
O, İmam-ı a’zamın, devam edip dersine,
Zahiri ilimlerin, vakıf oldu hepsine.
Sonra, uzlet eyledi izin alıp İmam’dan.
İlahi nurlar ile, kalbi doldu o zaman.
Onda hasıl olunca marifet-i ilahi,
Çok kıymet verdi ona, İmam-ı a’zam dahi.
Halife Harun Reşid, bir gün Davud Tai’ye,
Gelip rica eyledi, (Bana öğüt ver) diye.
Buyurdu ki: (Ey Harun, çok sakın ki günahtan,
Zira yarın ölünce, kurtuluş yok hesaptan.
Kork ve titre zulümden, milletine hep acı.
Yoksa senden olurlar, mahşer günü davacı.)
Harun Reşid dinleyip, göz yaşları içinde,
Bir kese altın verdi, ayrılıp gidişinde.
Lakin Davud-i Tai almadı onu zinhar.
Buyurdu: (Yeter param, bana ölene kadar.
Zira bir evim vardı, dün sattım onu daha.
O helal para için, yalvardım ki Allah'a:
Ya Rabbi, hangi günde biterse şu dünyalık,
Bitsin benim ömrüm de, yaşatma beni artık.)
O günden itibaren, geçti belli bir süre.
Ve bir gün Harun Reşid, bir kısım kimselere,
Dedi: (Davud-i Tai, eyledi bugün vefat.)
Sonra öğrendiler ki, vefat etmiş hakikat.
Dediler: (Nerden bildin öldüğünü Davud'un?)
Dedi: (Mevcut parası, tam bugün bitti onun.)
Vefattan bir gün önce, biri gitti yanına.
Baktı, koymuş başını kerpiçden yastığına.
Dedi ki: (Dışarıda, çok güzel bir hava var.
Dışarı çıkarayım isterseniz bir miktar.)
Buyurdu ki: (Ömrümde, hiç uymadım nefsime.
Nasıl hesap veririm, uyarsam hevesime?
Ölürsem, şu duvarın ardına gömün beni.
Ki, olmasın mezarım, aşikâr ve aleni.
Sağlığımda, yıllarca yaşadım hep uzlette.
Kabirde de yatayım, aynı bu vaziyette.)
O gün sabaha kadar, durmadan kıldı namaz.
Ağlayıp, göz yaşiyle eyledi dua, niyaz.
En son vardı secdeye, bekledi uzun miktar.
Kaldırmadı başını, fecir sökene kadar.
Annesi, merak etti onun bu durumunu.
Sonra baktı, secdede teslim etmiş ruhunu.
O vefat ettiğinde, gaibten geldi bir ses.
Şöyle denildiğini işitti o gün herkes:
(Bu gün Davud-i Tai, Rabbine kavuşmuştur.
Ve Cennet nimetleri, şimdi onun olmuştur.
Cennet hurileri de, süslendiler hep ona.
Ne mutlu Davud'a ki, tam erdi muradına.)
.
Gözüm görmesin!
Biri, Davud Tai’den nasihat isteyince,
Buyurdu ki: (Vaktini değerlendir şöylece.
Bu dünyada ne kadar kalacaksan sen eğer,
Buna, o kadar çalış ve o kadar ver değer.
Ahirette ne kadar kalacak isen şayet,
Ona da öyle çalış, o kadar eyle rağbet.
Ve ateşe, ne kadar dayanabiliyorsan,
O kadar günah işle, olursun yoksa pişman.)
Bir gün pazara çıkıp, hurma gördü ise de,
Yoktu o an parası, almak istediyse de.
Dedi ki: (Parasını vereyim yarın sana.
Bir dirhem kıymetinde hurma ver biraz bana.)
Tanımadı hurmacı, onun kim olduğunu.
Dedi ki: (Veresiye satmıyorum ben bunu.)
Ayrılıp gitti ordan bu cevabı alınca.
Hurmacı da, Davud’u tanıdı ayrılınca.
Bir kesenin içine, bin dirhem doldurarak,
Götürüp arz edince arkasından koşarak,
Buyurdu ki: (Bunlarla, yok benim hiç bir işim.
Ben, nefsime haddini bildirmek istemiştim.
Nihayet anladı ki o da bu vesileyle,
Hiç yokmuş itibarı bir dirhem olsa bile.)
Derdi ki: (Ya ilahi, senin korkun ve sevgin,
Bana bir dert oldu ki, hükmü yok başka derdin.
Günahım öyle çok ki, gelmez tadat etmeye.
Vaktim yok başkasının günahını görmeye.)
Davud’un hanesine gelmişti Ebu Yahya.
Ve lakin ilişmedi gözüne hiç bir eşya.
Kerpiçten bir yastığı, bir hasır, bir su kabı.
Baktı, hatta yok idi hanesinde bir kapı.
Dedi: (Vahşi hayvanlar bir zarar verir size.
İsterseniz bir kapı takalım hanenize.)
Buyurdu: (Korursunuz beni bu hayvanattan.
Peki, kim koruyacak kabirdeki azaptan?
Hem öyle büyüktür ki mezardaki yılanlar,
Hiç kalır ona göre, bu dünyada olanlar.)
Harun Reşid dedi ki bir gün Ebu Yusüf’e:
(Gidelim senin ile Davud'u ziyarete.)
Gelip çaldı kapıyı içeri girmek için.
Ve lakin girmesine vermedi Davud izin.
Rica etti annesi kapıyı açsın diye:
(Evladım sultan gelmiş, aç da al içeriye.)
Dedi ki: (Anneciğim, mazur gör şimdi beni.
Görmek istemiyorum dünya ehli birini.
Dünya adamlarıyla ne işim vardır benim?
Ben onları görünce, kararır zira kalbim.)
Sonradan izin verdi, o ısrar eyleyince.
Harun Reşid içeri girebildi böylece.
O içeri girince, söndürdü kandilini.
Dedi: (Gözüm görmesin, dünya ehli birini.
.
25 - HASAN-I BASRİ (Rahmetullahi Aleyh
.
Büyük evliya idi
Tabiin-i kiramın en büyüklerindendir.
Nasihatleri ile, kalpleri etti tenvir.
Babası, Cafer adlı mübarek birisiydi.
Sahabeden Zeyd ibni Sabit’in kölesiydi.
Ne zaman ki bu oğlu dünyaya geldiğinde,
Onun bereketiyle, azad oldu o günde.
Annesi de, Resul’ün hanımları, muhterem,
O Ümmü Seleme’nin hizmetçisi idi hem.
Annesi, hizmet için o eve vardığında,
Oğlu küçük Hasan da olurdu kucağında.
Dışarı çıksa idi evde hizmet ederken,
Ümmü Seleme hatun, bakardı ona hemen.
Kucağına alarak, çok dua ediyordu.
Oyalamak için de, bazan emziriyordu.
O mübarek hatunun sütünü emmekle de,
Kavuştu çok büyük bir feyiz ve berekete.
Oniki yaşlarında, ezberledi Kur'anı.
İlim öğrenmek ile, geçti çoğu zamanı.
Çok büyük âlimlerin dersine edip devam,
İslami ilimlerde, mütehassıs oldu tam.
İnsanlar, her taraftan demeyip uzak yakın,
Onun sohbetlerine gelirdi akın akın.
Kendisinden, çok kişi, ilim ve feyz almıştır.
İkiyüzden fazlası, büyük âlim olmuştur.
O, vakarlı haliyle, fasih konuşmasıyla,
Peygamber-i zişana benziyordu çok fazla.
Vefatı yaklaşınca, bu büyük evliya zat,
Kendini sevenlere, şöyle etti nasihat:
(Haramları öğrenip, sakınınız pek fazla.
Farzları da öğrenip, yapınız tam ihlasla.
Dinimiz üç kısımdır, ilim, amel ve ihlas.
Biri noksan olursa, müslümanlık tam olmaz.
Bu dünya bir hayaldir, bitecek bir gün elbet.
Onun için dünyaya, vermeyin ehemmiyet.
Dünya, Hak teâlânın men ettiği şeylerdir.
Ona, ahmak olanlar değer ve kıymet verir.
Aklı olan kul ise, çalışıp ahirete,
Kavuşur bu suretle, ebedi saadete.)
Sonra, şu vasiyeti yaptı o en nihayet:
(Hasan bin ebil Hasan ediyor ki şehadet,
Allahü teâlâdan başka bir ilah yoktur.
Ve hazret-i muhammed, Onun hak Resulüdür.)
Kelime-i şehadet getirip daha sonra,
Şu hadis-i şerifi okudu insanlara:
(Kim, ölürken sıdk ile kelime-i tevhidi,
Söylerse, o, Cennete girecektir ebedi.)
Vefat etmeden önce, kendinden geçti biraz.
Kendine geldiğinde, duymuştu çok büyük haz.
(Cennet pınarlarının başındaydım az önce.)
Deyip, temiz ruhunu teslim etti böylece.
.
Sen de bir gün ölürsün
Bir kimse anlatır ki: Biz, Hasan-ı Basri’yle,
Mekke'ye gidiyorduk, hac yapmak gayesiyle.
Bir çölde ilerlerken, susamıştık begayet.
Bir kuyunun başına vasıl olduk nihayet.
Gerçi su vardı ama, imkan yoktu almaya.
Çünkü hiç yanımızda, yok idi ip ve kova.
Biz, Hasan-ı Basri’ye durumu eyledik arz.
Buyurdu: (Üzülmeyin, bekleyin şimdi biraz.
Ben namaza durayım, suyunuzu için siz.)
Sonra durdu namaza, merak ettik bunu biz.
Baktık ki, su yükseldi kuyu ağzına kadar.
Kana kana su içip, koyulduk yola tekrar.
Az daha yol gidince, acıktık bu sefer de.
Baktık, Hasan-ı Basri bir hurma buldu yerde.
Hepimiz, o hurmadan yiyip doyduk tek be tek.
Ve artık acıkmadık, Mekke'ye gidene dek.
Ömer bin Abdülaziz, halife iken bizzat,
Bu zata mektup yazıp, istedi bir nasihat.
Bu istek üzerine, Hasan-ı Basri dahi,
Buyurdu ki: (Sen dahi öleceksin Vallahi.
Zulme, haksızlıklara mani ol, verme fırsat.
Zira senin vazifen, evvela budur bizzat.
Sen, kendi evladına nasıl davranıyorsan,
Aynen tab'ana dahi, öyle davran her zaman.
Sen, Allah'ın emrine eyle ki tam itaat,
Tab'an da, etsin senin emrine mutabaat.
Ey emirel müminin, ölürsün bu gün yarın.
O gün olmaz faydası, sana yakınlarının.
Çok iyi hazırlan ki, ölüm ve sonrasına,
O gün, başkalarının, faydası olmaz sana.
Ve senin, kabir diye, makamın var ki bir de,
Bu ömürden daha çok kalırsın o kabirde.
Bu dünya imtihandır, ölümle erer sona.
Hazırlan fırsat varken ölümden sonrasına.
Hükümdar olduğuna bakma sen şimdi bu gün.
Ölüp, o dar kabire girdiğin günü düşün.
Bütün yaptıklarından, verirsin bir bir hesap.
Eğer zulüm yapmışsan, hak olur sana azap.
Bu dünya, ahirete ulaşan bir köprüdür.
Takva sahiplerini Cennetlere götürür.
Senden öncekilerden ibret al ki bu günde,
Hiç pişman olmayasın, sen dahi öldüğünde.
Ya Ömer, bu dünyaya kaptırırsan kalbini,
Unutursun kabir ve mahşerdeki halini.
Birazcık gaflet ile, hemen kayar ayağın.
Büyük bir pişmanlığa düşersin sonra yarın.
Bugün, ahiret için topla ki çokça azık,
Yarın ecel yakalar, yapmadan bir hazırlık.)
.
İnsanlar uykudadır
Ömer bin Abdülaziz, bir gün Hasan Basri’ye,
Mektup yazdı, Bana bir nasihat eyle diye.
Buyurdu ki: (Ya Ömer, bu dünya bir hayaldir.
Ona gönül kaptırmak, kul için fena haldir.
İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.
Bu gün bilmeseler de, yarın iyi anlarlar.
Kimi sevindirirse bu dünya bir işinde,
Üzücü bir şey vardır mutlak neticesinde.
Bu dünyada sevinen, aldanmıştır muhakkak.
Bu gün iyi görünen, fenadır yarın mutlak.
Bu dünyada, nimetle bela bir aradadır.
Bu gün biraz sevinsen, yarın bir hüzün vardır.
Karşına ne gelecek, bilinmez aşikâre.
Ki, insan ona göre alsın tedbir ve çare.
Arzuları yalancı, emelleriyse boştur.
İyilikleri keder, güzelliği nahoştur.
Rahatlık ve musibet zamanında da insan,
Bir çok tehlikelerle karşılaşır çok zaman.
İndallah zerre kadar kıymeti yok dünyanın.
Bu gün bilinmese de, bilinir elbet yarın.
İsa aleyhisselam şöyle buyurmuşlardır:
(Bineğim ayaklarım, katığımsa açlıktır.
Abam yün, ışığım ay, suyum nehir ve ırmak.
Dünyada benden zengin bir kimse yok muhakkak.)
Yine bir başkasına buyurdu ki bir zaman:
(Yalnız halis amelle kurtulur yarın insan.
Cennet de, bir insanın, ederek halis niyet,
Yaptığı amellerin mükafatıdır elbet.
Dışın, içe uyması lazımdır ki muhakkak,
Eğer böyle olmazsa, olur o dinde nifak.)
Bir gün de buyurdu ki: (Merak edersen eğer,
Ki, dünya, senden sonra nasıl bir hale girer?
İlk ölenlerden sonra, nasıl olduğuna bak.
Zira senden sonra da, öyle olur muhakkak.
Tövbenin, şartlarına uygun olması için,
Halis pişman olması lazım gelir kişinin.
Ve sadece dil ile kabul olmaz istiğfar.
Bırakmış olmalıdır günahı da a’zalar.
Bir tövbe, şartlarına uygun olmazsa eğer,
O da, başka tövbeye muhtaç olur bu sefer.
Kişi, küçük yaşında başlarsa din ilmine,
Yazı yazmak gibidir, bu, mermer üzerine.
İlmi, ihtiyarlıkta öğreneninse hali,
Olur su üzerine yazı yazmak misali.
Hak teâlâyı bilen, tanıyan, Onu sever.
Dünyayı seven ise, soğur ve nefret eder.
Mümin, boş işler ile iştigal etmez asla.
Baktığı ibret olur, her işi de ihlasla.
Âlimler olmasaydı, dünyada olmazdı tad.
Onların varlığıyla gönüller olur abad.)
.
Dünya, üç gündür
Bir genç Hasan Basri’ye gelerek bir gün bizzat,
Dedi: (Eder misiniz bana biraz nasihat?)
Buyurdu ki: (Evladım, sen Rabbinin emrini,
Aziz tut ki, O dahi aziz tutsun hep seni.
Çok korkunç tehlikeler vardır ki önünde hem.
Ölüm, kabir ve mahşer, mizan, sırat, cehennem.
Bunlar, senin önüne gelir elbet peş peşe.
Yarın ya kurtulursun, ya girersin ateşe.
Akıllı kul şudur ki, hesap günü gelmeden,
O, kendi hesabını bir bir görür önceden.)
Bir gün Hasan-ı Basri, bir gurup genci gördü.
Birisi, kahkahayla pek fazla gülüyordu.
Böyle aşırı gülen o genci çağırarak,
Buyurdu ki: (Evladım, bir şeyi ettim merak.
Bu kadar çok gülmenden, düştüm büyük hayrete.
Yoksa iman ile mi gittin sen ahirete?)
O genç (Hayır) deyince, sordu ki o zaman da:
(Yoksa ağır mı geldi, sevapların mizan’da?)
Yine (Hayır) deyince, buyurdu ki: (Yoksa sen,
Sırat köprüsünü mü geçebildin salimen?)
Yine (Hayır) deyince, buyurdu ki: (Evladım!
O halde bu kahkaha nedendir, anlamadım?
Bir insanın önünde varken bu tehlikeler,
Nasıl böyle sevinir, nasıl böyle çok güler?)
O genç bunu duyunca, hiç gülmedi bir daha.
O günden tövbe edip, tam yöneldi Allah'a.
Nasihat istemişti biri de kendisinden.
Buyurdu: (Ahirete hazırlık yap şimdiden.
Sağlamlar hasta olur, gençler olur ihtiyar.
Ve ecel, her kişiyi bir gün gelip yakalar.
Günahın karşılığı, ateş olur o günde.
Öyleyse iyi sakın bir günah gördüğünde.
Bir yılanı, ateşte yanarken görsen şayet,
Üzülür, kurtarmaya edersin sa'y-ü gayret.
Bunu görmeye bile, dayanmazken yüreğin,
Sen, kendini ateşe atarsın, yok haberin.
Dünya üç gün gibidir, dün, bugün, bir de yarın.
Dün gitti, geri gelmez, bu senin büyük kaybın.
Yarın henüz gelmedi, belki de gelmeyecek.
Zira yarın gelmeden, belki ecel gelecek.
Öyle ise gün bugün ve saat bu saattır.
Bulunduğun gün ve an, sana büyük fırsattır.
Dostunun çokluğuna güvenme bu gün sakın.
Zira sen öldüğünde, hep yalnız kalacaksın.
Kabre yalnız girersin ve yalnız dirilirsin.
Münker ile Nekir'e, yalnız cevap verirsin.
Hesap ve Mizanda da, yalnız olursun yine.
Ve sen yalnız çıkarsın Sırat'ın üzerine.
Tek şey var bu yerlerde sana yoldaş olacak.
İhlas ile yaptığın işlerdir o da ancak.)
.
Kızımı kime vereyim?
O Hasan-ı Basri ki, tabiin-i izamdan.
Çok fazla korkuyordu Sahibine isyandan.
O birgün, bir dostunun geldi cenazesine.
Ağlayıp, gözyaşları akıverdi yüzüne.
Kabristandan dönünce, dedi: (Ey müslümanlar!
Sonunda, hepimizin yeri işte şu mezar.
Dünya konaklarının sonu olan bu kabir,
Ahiret menzilinin, henüz birincisidir.
Madem bir gün girecek şu mezara her insan,
Öyleyse bir günahı nasıl işler müslüman?)
Onun bu sözlerini dinleyen o cemaat,
Ağlayıp, gözlerinden yaş döktüler o saat.
Bir gün, namaz kılardı damının üzerinde.
Ağlamaya başladı secdeye gittiğinde.
Göz yaşları süzülüp, aktı yanaklarından.
Hatta yere damladı, damın bir kenarından.
Biri de, dam altından gidiyordu evine.
Damladı gözyaşları tam onun üzerine.
Yine bir gün, yanına geliverdi birisi.
Dedi ki: (Gıybet etti, filan zat bugün sizi.)
Buyurdu ki: (Ne için gittin onun evine?)
Dedi: (Davet etmişti yemek ziyafetine.)
Buyurdu ki: (Ne ikram eyledi size o zat?)
Dedi ki: (Çok çeşitli yemek ile meşrubat.)
Buyurdu: (Sakladın da bunları içinde hep,
Niçin şu bir çift sözü saklayamadın acep?)
Bir tabak hurma verip, bunu haber verene,
Buyurdu: (Götür bunu, beni gıybet edene.
O, benim günahımı kendine alıvermiş.
Böylelikle o bana çok iyilik eylemiş.
O, bana böyle ikram, iyilik etti diye,
Ben de, bu hurmaları ona ettim hediye.
Benden ona söyle ki, bakmasın kusuruma.
İkramına karşılık, çok az oldu bu hurma.)
Derdi ki: (Başkasından sana bir söz taşıyan,
Senden de, başkasına götürür başka zaman.
Eğer Allah, bir kula, hayır murad ederse,
Hep hayırlı işlerle meşgul olur o kimse.
Rabbini seven kişi, sever ve korkar Ondan.
Her an Onu düşünür, yüz çevirir dünyadan.
Allah’tan korkan kişi, şefkatlidir begayet.
Onun mahluklarına, acır, eder merhamet.)
Bir gün, onun yanına gelerek bir müslüman,
Dedi: (Benim kızımı, isteyen çok var şu an.
Tereddütte kaldım ki, hangisine vereyim?
Bu hususta acaba neye dikkat edeyim?)
Buyurdu ki: (Kızını, Allah'tan korkana ver.
Eğer onu severse, zaten iyilik eder.
Yok, kızını sevmezse, incitmez onu yine.
Zira Allah'tan korkan, zulmetmez zevcesine)
.
Sen de öleceksin
Bir gün Hasan Basri’ye, Ömer bin Abdülaziz,
Yazdı ki: (Nedir bana mühim nasihatiniz?
Zira hükümdar oldum bilcümle müslümana.
Muvaffak olmam için, tavsiyeniz ne bana?)
O da, ona yazdı ki: (Ya Emir-el müminin!
Çoktur mesuliyeti idare edenlerin.
Şunu bil ki bir sultan, bedende kalp gibidir.
O iyi olur ise, milleti de iyidir.
Bozulur milleti de, bozulursa o sultan.
O halde, sen kendine dikkat eyle her zaman.
Gerçi bugün sultansın, teb'ana hükmedersin.
Lakin bir gün sen dahi, ölüp kabre girersin.
Şimdi hep sevdiklerin, yanındadır bu günde.
Lakin yalnız kalırsın, kabire girdiğinde.
Şimdi onlar, sana hep yardım ederler, ancak,
Öyle bir gün gelir ki, hepsi senden kaçacak.
Her ne iş işledinse, gizli açık, dünyada,
Hepsi arz edilecek Rabbimize orada.
Zira senin yaptığın en küçük işler bile,
Bir bir kayda geçiyor, melek vasıtasiyle.
Sana yazdıklarımın, ilaçtır her birisi.
Ve lakin kullanmazsan, olmaz hiç faidesi.)
Hasan-ı Basri, ona, başka bir mektubunda,
Buyurdu ki: (Bu dünya, elbet biter sonunda.
Süslenmiş gelin gibi cezbeder dünya seni.
Ahmak olan kaptırır, dünyaya kendisini.
Evet, gerçi dünyalık lazımdır her mümine.
Lakin onun sevgisi, girmemeli kalbine.
Zira kalp, nazargah-ı ilahidir aşikâr.
Dünya muhabbetinin, orada ne işi var?
Dünyayı seven kişi, düşer onun ardına.
Ve lakin hiç bir zaman eremez muradına.
Her gün ayrı düşünce, her gün ayrı bir keder.
Ona kim aldanırsa, ömrünü heder eder.
Halbuki dünya benzer, insanın gölgesine.
Yakalamak istesen, o kaçar senden yine.
Sen dünyadan kaçarsan, o gelir hep ardından.
Tecrübe edilmiştir, bu, böyledir her zaman.
Ya Ömer, bu insanlar uyumaktadır, ancak,
Melekül mevt gelince, aniden uyanacak.
Hak teâlâ, dünyaya verseydi biraz kıymet,
Vermezdi kâfirlere, dünyadan zerre nimet.
Ya Ömer, Peygamberler, âlimler ve veliler,
Ona aldanmamayı, nasihat eylediler.
Zira ahiret için yaratıldı bu insan.
Ve hesap verecektir dünyada yaptığından.
Hem dahi sonu yoktur, ebedidir ahiret.
Orada iki yer var, ya Cehennem, ya Cennet.
İnsan sonsuzluk için yaratıldı ya Ömer!
Öyleyse buna göre ahirete değer ver.)
.
26 - İBNİ SİRİN (Rahmetullahi Aleyh
.
Akıllı ve ahmak
İbni Sirin adında vardı ki âlim bir zat,
Rüya tabirlerinde meşhur idi o bizzat.
Titizlikle kaçardı her günah ve haramdan.
Zira o, pek ziyade korkar idi Allah'tan.
Derdi ki: (Uzak durun gıybetten ey insanlar!
Zira gıybet edene, çok şiddetli azap var.)
Bir kişi anlatır ki: Vardım İbni Sirin'e.
Bir iki laf söyledim, Haccac’ın aleyhine.
Beni derhal susturup, buyurdu: (Cenab-ı Hak,
Bilesin ki, hükmünde çok adildir muhakkak.
Başkasının hakkını aldığı gibi ondan,
Onun hakkını dahi, alır başkalarından.
Sen, onun işlediği zulüm ile günaha,
Bakıp da, seninkini küçük görme sakın ha!
Zira o gün her günah, çok küçük olsa dahi,
Senin için büyük ve çetin olur Vallahi.)
Biri gelip dedi ki: (Gıybet ettim zatını.
Bu halimi hoş görüp, helal eyle hakkını.)
Ona, cevap olarak buyurdu ki: (Ey kişi!
Rabbimiz kerih bilip, hoş görmezken bu işi,
Ben nasıl hoş görürüm, tövbe et bu günaha.
Hakkımı helal ettim, lakin yapma bir daha.)
Buyurdu ki: (Hiç bir kul var mıdır ki acaba,
Attığı her adımdan, çekilmesin hesaba?
Aklı olan insanın, tek derdi şudur ki hep,
Cehennemden, ne ile kurtulurum ben acep?
Her an bunu düşünür, budur ona büyük dert
Hiç bir şeye vermez o, bu kadar ehemmiyet.
Şundan belli olur ki onun akıllılığı,
Yapar hep gece gündüz ahiret hazırlığı.
Ahmakın da tek derdi, oyun ve eğlencedir,
Onun fikri, sadece işte bu düşüncedir.
Düşünmez ki, bu dünya biter bir gün muhakkak.
Ve ahiret hayatı başlar sonsuz olarak.
Aklı az olduğundan, bunları görmez elbet.
Onun ahmaklığına, budur bariz alamet.)
Buyurdu: (Mütevazı olmalıdır müslüman.
Hata ve kusurları kendinde arar her an.
Kusuru, başkasında ararsa biri şayet,
İnsanlar arasında, sevimsiz olur gayet.
Yanında kimse kalmaz, insanlar ondan kaçar.
Asla dost edinemez, yalnız kalır o naçar.
Der ki: (Niçin insanlar kaçıyor benden acep?)
Düşünmez ki, kendini haklı görmektedir hep.
Kul, kendini haksız ve kusurlu bilmedikçe,
Başkasını bırakıp, kendine dönmedikçe,
Bu yolda, zerre kadar olamaz yükselmesi.
Zira budur bunun da ölçüsü, endazesi.
Kul, başlarsa kusuru kendinde aramaya,
Zaten vakit bulamaz başkasına bakmaya.)
.
27 - MALİK BİN DİNAR (Rahmetullahi Aleyh
.
Evliyayı üzenin hali
Allah adamlarından olan bu mübarek zat,
Yediyüzkırksekiz’de, Basra'da etti vefat.
Bir gün çok hasta olup, halsiz düşmüştü, ancak,
Yok idi bir kimsesi, kendisine bakacak.
Çıkması lazım idi, o gün hem de çarşıya.
Ki, alsın kendisine lüzumlu bazı eşya.
O sırada şehirde, devlet adamlarından,
Makam sahibi biri geçiyordu oradan.
Halk kenara çekilip, ona yol veriyordu.
Malik ise, o yolda ortadan gidiyordu.
Bekçiler onu görüp, ettiler hemen ikaz:
Dediler: (Yana çekil, kenardan yürü biraz.)
Bunu duydu ise de, mecalsizdi o ara.
Hemen çekilemedi bu sebeple kenara.
Bekçilerden birisi, ona gelip, hınç ile,
Tuttu ve itiverdi, vurarak kamçı ile.
Ertesi gün o bekçi, bir hırsızlık yaparak,
Kesildi vuran eli, derhal ceza olarak.
Bir Allah adamının kalbini kırdığından,
Çarpıldı bir cezaya, geçmeden fazla zaman.
Bu velinin yanına gelse idi bir köpek,
Onu hiç kovalamaz, ilişmezdi ona pek.
Derdi ki: (Ey insanlar, evet bu, bir hayvandır.
Lakin kötü arkadaş, bundan daha fenadır.
Bir insan ki, gider de iyilerin yanına,
Yine ibret almazsa, çok yazık olur ona.)
Şu hadis-i şerifi eyledi ki rivayet:
(Hakiki müminlerde olmaz şu iki haslet.
Bunlardan birincisi, kötü huy ve ahlaktır.
İkincisi bahillik, yani cimri olmaktır.)
Hikmetlerin başıdır Allah'tan fazla korkmak.
Amellerin başıdır, günahtan çok sakınmak.
Kim evlenme teklifi yaparsa dünya ile,
İster karşılığında, dinini tamamiyle.
Buyurdu: (Gittim bir gün, hasta ziyaretine.
Gördüm ki hasta gelmiş, tam da ölüm haline.
Telkin etmek istedim ona (Allah ) demeyi.
Lakin diyemiyordu asla bu kelimeyi.
Hayli uğraştımsa da ben bunu söyletmeye,
Baktım, dili dönmüyor onun (Allah) demeye.
Ben (Allah de!) dedikçe, o, sayı sayıyordu.
Yine de bir kerecik Allah diyemiyordu.
Bir ara bana bakıp, dedi ki: (Ey üstadım!
Önümde ateşten bir dağ var ki, aciz kaldım.
Ben, Allah kelamını tam alırken dilime,
O dağ hücum ediyor şiddetle üzerime.)
Sordum ki: (Bu, ne ile iştigal ediyordu?)
Dediler: (Parasını faize veriyordu.
Ayrıca ticaretle uğraşıyordu, fakat,
Ölçü ve tartısına etmiyordu hiç dikkat.)
.
Halini gizlerdi
Gençliğinde, uygunsuz hali vardı bir zaman.
Sonradan tövbe edip, oldu halis müslüman.
Ve Hasan-ı Basri’den, bütün ilmihalini,
Öğrenip, buna göre düzeltti her halini.
Hak teâlâ indinde duası makbul olan,
Veliler arasına girdi daha sonradan.
Fakat o, bu halini gizlerdi ekseriya.
Bilmezdi herkes onu, böyle yüksek evliya.
Bir yere gitmek için, bindi birgün gemiye.
Hemen geldi gemici (Ücretini ver!) diye.
Üzerinde, o miktar parası yoktu fakat.
Bu sebeple gemici, attı ona bir tokat.
Hatta adamlarını çağırtarak o yere,
Bayıltıncaya kadar dövdüler uzun süre.
Sonra da dediler ki: (Biz asla anlamayız.
Eğer para vermezsen, seni suya atarız.)
O, cevap vermeyince, kol ve bacaklarından,
Kaldırıp, tam denize atacakları zaman,
Gördüler ki, denizde ne kadar varsa balık,
Herbiri, su üstüne çıkmışlar o aralık.
Hem de ağızlarında birer (altın lira) var.
Onlar bunu görünce, şaşıp dona kaldılar.
Anladılar bu zatın bir veli olduğunu.
Tam suya atacakken, koydular yere onu.
O, hemen balıklardan (iki altın) alarak,
Verdi o gemiciye, kalbi kırık olarak.
Gemici yalvardı ki: (Affeyle lütfen bizi.
Bilmemiştik önceden sizin kıymetinizi.)
Yine cevap vermeyip, çıktı hemen gemiden.
Su üstünden yürüyüp, kayboldu göz önünden.
Derdi: (Nasıl yağmurla can gelirse yerlere,
Kur'an okumakla da, nur dolar gönüllere.
Şu iki şey vardır ki, çok büyük bir nimettir.
Fırsatını buldukça, kaçırmamak gerektir.
Allah adamlarının sohbetinde bulunmak.
Gece, herkes uyurken, kalkarak namaz kılmak.
İki şey de vardır ki, bedbahtlık sebebidir.
Elden geldiği kadar kaçınmak lazım gelir.
Kalbin katı olması, gözün yaşarmaması.
Ve kalbin bu dünyaya çok sıkı bağlanması.)
Bir gün, Basra valisi görünce kendisini,
Dedi: (Şu hasletindir yükselten böyle seni.
Dünyaya, zerre kadar bir kıymet vermiyorsun.
Bizim gibi kullardan, bir şey beklemiyorsun.)
Buyurdu ki: (Bir kişi, dünyaya düşkün ise,
Gelmesin böyleleri bizim sohbetimize.
Kim, gönlünü dünyaya kaptırırsa eğer ki,
Kalbinde perde vardır o kulun elbette ki.
Kim, lüzumsuz şeylerle uğraşır ise şayet,
Geçinmesi zorlaşır, kalbini basar kasvet)
28 - MARUF-İ KERHİ (Rahmetullahi Aleyh
.
Merhaba ey genç!
İranlı hıristiyan bir anne ve babadan,
Dünyaya geldiyse de, veli oldu sonradan.
Yetiştirmesi için o bâtıl dinde onu,
Babası, bir rahibe götürdü bu oğlunu.
O rahip de, çocuğa yakınlık göstererek,
İlk teslis’i öğretti, (Tanrı üçtür) diyerek.
Çocuk, bu hurafeyi rahipten dinleyince,
(Allah birdir) diyerek, karşı çıktı hemence.
Bu yüzden rahip onu, her gün dövüyordu hep.
O da düşünürdü ki: Olur mu böyle mektep?
Rahip ile mektepten nefret edip büsbütün,
Evini ve Bağdat'ı terk eyledi o bir gün.
Akşama gelmeyince, çok üzüldü annesi.
Zira çoktu oğluna muhabbeti, sevgisi.
Derdi: (Tekrar evine dönerse bu evladım,
Ben de, onun dininin mensubu olacağım.)
O, böyle söyleyerek, ağlardı üzüntüyle.
Yollarını beklerdi, hep gelir ümidiyle.
Kendisi anlatır ki: (Rahibe nefretimden,
Artık dayanamayıp, firar ettim evimden.
Bitkin halde, Kufe'ye vasıl oldum nihayet.
Ve girdim bir camiye, yorgundum hem de gayet.
Baktım, nurlu bir kişi, kürsüde vaz ediyor.
Herkes, can kulağıyla o hocayı dinliyor.
Öyle tatlı idi ki o âlimin sohbeti,
Hemen yazdım kalbime, şu güzel nasihati:
(Kim kavuşmak isterse Hak teâlâya eğer,
Allah da, o kuluna kavuşmak murad eder.
Kim de, yüz çevirirse eğer Hak teâlâdan,
Bu sefer insanlar da, yüz çevirir hep ondan.
Ve her kim, insanlardan, eğer yüz çevirirse,
İnsanlar tarafından çok sevilir o kimse.)
Çok lezzet almış idim o zatın bu vazından.
Sanki nur saçılırdı, konuşurken ağzından.
Hoca, bir an vazına ara verip bir yerde,
Dedi: (Bu gün Bağdat'tan gelen o genç nerede?)
O böyle söyleyince, bana baktı cemaat.
Zira ben gelmiş idim Bağdat'tan o gün bizzat.
Kalkıp vardım edeple, o zatın huzuruna.
Başımı okşayarak, iltifat etti bana.
Buyurdu ki: (Merhaba, ey Rabbini arayan!
Merhaba ey Rabbinin ihsanına kavuşan!)
Rahibi hatırlayıp, başladım ağlamaya.
Hakaret ediyordu zira o, hergün bana.
İslamın sevgisiyle doluydu zaten kalbim.
Şehadeti getirip, severek iman ettim.
Buyurdu ki: (Ey oğlum, makbuldür senin duan.
Dua et, iman etsin rahiple, anan baban.)
Onlara dua edip, Bağdat'a döndüm yine.
Baktım, rahip ve annem, girmiş islam dinine.
.
Tasavvufun tarifi
Maruf hazretlerine bir gün geldi bir kimse.
Dedi: (Bir sualim var, benim hazretinize.
Allah'ın sevgisine, nasıl olur kavuşmak?
Siz izah edersiniz en güzel bunu ancak.)
Hiç bir şey buyurmayıp o sual sahibine,
Götürdü padişahın kapısının önüne.
Gördüler ki, kapıda durur sadık birisi.
Sakattı hem de onun ayağının ikisi.
O kapıda, yılmadan, yıllarca duruyordu.
Oradan başka yere asla ayrılmıyordu.
Zira yoktu gidecek bir kapı ona göre.
O, bütün varlığıyle bağlanmıştı o yere.
Buyurdu ki: (Ey kişi, işte böyle olursan,
Allah'ın sevgisine kavuşursun o zaman.)
Yine o, tasavvufun yaptı şu tarifini:
(Allah'tan başkasından kesmektir ümidini.
Sırf Allah'a sığınır, güvenirse bir insan,
Onun yardımı ile, her işi olur asan.)
Biri dahi gelerek, sordu Maruf Kerhi'ye:
(Kalpten dünya sevgisi, ne yolla çıkar?) diye.
Buyurdu ki: (Kalbinde, bu dünyaya muhabbet,
Olmayan kimselerle, oturup eyle sohbet.
Öyle fayda olur ki onların sohbetinden,
Kolayca kurtulursun, dünya muhabbetinden.)
Biri dahi sordu ki: (Nasıl olsun ki halim,
Taş gibi katı iken, yumuşasın şu kalbim?)
Buyurdu ki: (Ölümü hiç çıkarma yadından.
Zira odur insanı gafletten uyandıran.)
Diclenin kenarında, bir gün oturuyordu.
O sırada ilerde, bir kayık peyda oldu.
İçinde bir kaç kişi, gelmişler bir araya,
İçki içip, taşkınca yaparlardı yaygara.
Yanında talebeler, üzüldüler bir hayli.
Dediler: (Ne iğrençtir şu kimselerin hali.
Beddua ediniz de, boğulsunlar şu suda.
Onların zararından, kurtulsun başkası da.)
Maruf-i Kerhi ise, onlara (Peki) deyip,
Şöyle dua eyledi çok merhamet eyleyip:
(Nasıl neşelilerse şu kullar ya ilahi!
Bozma neşelerini öldükten sonra dahi.)
Böyle dua edince, şaşırdı talebeler.
Hikmeti vardır deyip, sonunu beklediler.
Kayıktaki insanlar, Maruf hazretlerini,
Ta uzaktan görünce, kestiler seslerini.
Döktüler şarapları, hem kırdılar sazları.
Titremeye başladı hepsinin a’zaları.
Kıyıya yanaşınca, huzuruna geldiler.
Ellerini öperek, çok özür dilediler.
Dediler: (Tövbe ettik yaptığımız günaha.
Dua edin, bu işi yapmayalım bir daha.)
.
Ya ölürsem
Bir çocuk, bir iş için çıkmış idi evinden.
Lakin geri dönmedi gittiği o yerinden.
Bu yüzden, gözyaşıyla ağlıyordu annesi.
Bir an önce oğluna kavuşmaktı gayesi.
Nihayet geldi kadın, Maruf hazretlerine.
Dedi: (Dua edin de, oğlum dönsün evine.)
O dahi el kaldırıp, dua etti: (İlahi!
Yer senin, gökler senin, senindir içi dahi.
Bu kadının evladı, nerdeyse şimdi şayet,
Evlerine döndür de, sona ersin bu hasret.)
Kadın oradan çıkıp, evine döndüğünde,
Gördü ki oğlu gelmiş, bekler kapı önünde.
Çok sevinip dedi ki: (Bizi merak ettirdin.
Gözümüz yollardaydı, nerdeydin, nasıl geldin?)
Dedi ki: (Beni alıp, kaçırdı bir kimseler.
Uzaklara götürüp, bir yere hapsettiler.
At üstünde, günlerce gitmiştik biz oraya.
Bir el, beni tutarak, alıp koydu buraya.)
Abdesti bozulunca, hemen tazeliyordu.
Bir an bile abdestsiz durmak istemiyordu.
Dicleye yakın yerde, uyudu bir nebzecik.
Uyanınca, teyemmüm eyledi hemencecik.
Dediler: (İşte Dicle, siz teyemmüm yaptınız.
Ne için suya gidip, bir abdest almadınız?)
Buyurdu: (Ömrüm var mı Dicleye gitmek için?
Zira ani geliyor eceli çok kişinin.
Düşündüm ki: Teyemmüm alıp öyle gideyim.
Eğer yolda ölürsem, abdestsiz ölmeyeyim.)
Bir gün de bu büyük zat, Ramazan haricinde,
Oruçlu gidiyordu, bir çarşının içinde.
O sırada sebil su dağıtan bir zat gördü.
(İçenden, Hak teâlâ razı olsun!) diyordu.
Bu duayı duyunca, alıp içti o sudan.
Dediler: (Siz oruçlu değil miydiniz şu an?)
Buyurdu ki: (Nafile oruçtu bu tuttuğum.
Ve lakin sebilcinin o duasını duydum.
Belki kabul olunur Hak indinde bu niyaz.
Zira Hakk’ın rızası nerdedir, belli olmaz.)
Hayatı müddetince, gayr-i müslim, müslüman,
Herkese iyilikte bulunurdu her zaman.
Bu yüzden, vefatını duyan gayr-i müslimler,
Cenazesine gelip, (O, bizdendi) dediler.
Yakınlarından biri, dedi ki en nihayet:
(Kendisi, bu hususta etmişti bir vasiyet.
Demişti: Cenazemi kim kaldırırsa yerden,
Bilin ki Maruf dahi, sayılır o zümreden.)
Geldiler yahudiler, hem de hıristiyanlar.
Cenazeyi, yerinden kıpırdatamadılar.
Ve lakin müslümanlar kaldırmak isteyince,
Cenazesi kuş gibi hafifledi hemence.
.
Hepsi iman ettiler
Birinin bir komşusu vardı ki hıristiyan,
Evladı olmamıştı bunların uzun zaman.
Bu kimse, geldi bir gün müslüman komşusuna.
Dedi ki: (Bir hususta bir ricamız var sana.
Bizim, bu güne kadar olmadı evladımız.
Deriz ki, bir evlat da bize verse Mevlamız.
Beni, bu gün götür ki, bir Allah adamına,
Onun duası ile, kavuşalım biz buna.)
Samimi olduğunu anlayınca o bunun,
Bu büyük evliyaya götürdü hemen o gün.
Buna, hazret-i Maruf memnun oldu begayet.
Önce, islam dinine eyledi onu davet.
Hıristiyan dedi ki: (Ben geldim ki buraya,
Bu babta kavuşayım bir müstecap duaya.
Sen ise, dininize beni davet edersin.
Lakin ben gelmemiştim din değiştirmek için.)
Bu veli (Peki) deyip, bir dua etti ona:
(Ya Rabbi, hayırlı bir evlat ver bu kuluna.
O doğacak çocuğun vesilesiyle, bunlar,
İman edip, ebedi rahata kavuşsunlar.)
Kabul etti Rabbimiz duasını bu zatın.
Ve bir erkek evladı oldu hıristiyanın.
Babası, bir rahibe götürdü bu oğlunu.
Ki, bâtıl dinlerinde yetiştirsin tam onu.
Rahip dedi: (Evladım, ne söylersem ben eğer,
Sen dahi, aynısını tekrar et birer birer.)
Çocuk peki deyince, dedi ki: (Bak evladım,
Önce, tanrı üçtür de, zira budur ilk adım.)
Çocuk dedi: (Üç tane olur mu hiç tanrılar?
Allah bir'dir ve Onun kullarıdır gayrılar.
O Allah'ın aşkıyla doludur şimdi kalbim.
Tanrı üçtür demeye, varmıyor asla dilim.)
Sonra, devam ederek dedi ki çocuk artık:
(Hak din islamiyet’tir, değil hıristiyanlık.
Hem mabud bir tanedir, Allah’tır o da ancak.
Odur hakiki mabud ibadet olunacak.
İslamın gelmesiyle, değişti eski dinler.
Ateşte yanacaktır. tanrı üçtür diyenler.)
Öyle tesir etti ki rahibe bu o zaman,
Şehadeti getirip, hemen oldu müslüman.
Bu mübarek çocuğun yapışarak eline,
Geldiler her ikisi, o çocuğun evine.
O rahibin üstünde, o gün başka hal vardı.
Zira onun yüzünde, islam nuru parlardı.
Çocuğun bu halini anlattı babasına.
Bağladı o da bunu, Maruf'un duasına.
Dedi: (Bu iş, Vallahi evladımdan değildir.
Bu, Maruf-i Kerhi'nin açık kerametidir.)
Şehadeti getirip, müslüman oldu o da.
Hatta iman ettiler, kim vardıysa odada.
.
Edep, söz dinlemektir
Adı Maruf bin Firuz olan bu mübarek zat,
Yıl sekizyüzonbeş'te, Bağdat'ta etti vefat.
Doğduğu içindir ki Kerh denen bir beldede,
Maruf-i Kerhi diye meşhur oldu her yerde.
Tasavvufta yükselip, büyük veli olmuştur.
Haram ve şüpheliden kaçmakta oldu meşhur.
İmam-ı Ali Rıza hazretlerine, bu zat,
Hizmetle, ehl-i beytten sayıldı hem de bizzat.
İmam-ı Ali Rıza buyurdu ki bu bapta:
(Maruf, ehl-i beyt'tendir, yalnız huy ve ahlakta.)
O, Davud-i Tai’den alarak feyiz ve nur,
Sırri-yi Sekati’nin ders hocası olmuştur.
Fıkıh, tefsir ve kelam, bu yüksek ilimlerde,
Âlimler arasında, o idi en ilerde.
Ona, (Muhabbet nedir?) diye sorduklarında,
Şöyle buyurmuş idi o zata cevabında:
(Öğrenip öğretmekle, ele geçmez muhabbet.
Allah'ın ihsanıyla kazanılır bu elbet.)
Buyurdu: (Boş şeylerle uğraşırsa bir kişi,
Rabbin sevmediğine alamettir bu işi.
Tasavvuf, insanlardan ümidini kesmektir.
Yalnız Hak teâlâdan her şeyi beklemektir.
Üstünlük sevdasından kurtulmadıkça insan,
Saadete ermesi, olmaz kolay ve asan.
Hayır murad ederse Hak teâlâ birine,
O, lüzumsuz konuşmaz, kilit vurur diline.
Konuşmaktan ziyade, susmayı eder tercih.
Hep hayırlı işlere olur o müteveccih.
Emirleri yapmadan, Cennete talip olmak,
Ahmaklık eseridir, beğenmez cenab-ı Hak)
Buyurdu ki: (Bu dünya, mal, söz, uyku, yemektir.
Saadet, bu dördüne gönlünü vermemektir.
Kalbini, mala, mülke kaptırırsa bir insan,
O mal, Hak teâlâya ettirir onu isyan.
Eğer malayaniye alışırsa lisanı,
O da, Hak teâlâdan oyalar o insanı.
Uykuya düşkün olmak, Allah'ı unutturur.
Aşırı yemekle de, kalp ve ruh gafil olur.)
Bir gün de buyurdu ki: (Bir insan kibirliyse,
Allah ve halk indinde, zelil olur o kimse.
Kim tevekkül ederse Allahü teâlâya,
O da, iki âlemde uğramaz bir belaya.)
(Kalpten dünya sevgisi nasıl çıkar?) dediler.
Buyurdu: (Bunun için bir himmet icab eder.
Bir Allah adamının tasarruf ve himmeti,
İle çıkar kalplerden, bu dünya muhabbeti.
Öyle büyük bir zatın himmetine kavuşmak,
Ona karşı, edepli olmakla olur ancak.
Edep, tevil etmeden, mutlak söz dinlemektir.
Hiç itiraz etmeden, hemen peki demektir.)
.
Kuşlar haya ederdi
Evliya-yı kiramın en büyüklerindendir.
Nasihatleri ile kalpleri etti tenvir.
O bir gün buyurdu ki: (Öldükten sonra dahi,
Hiç unutulmamayı istiyorsan eğer ki,
Allahü teâlâya eyleme günah, isyan.
Günah işlememekle yükselir çünkü insan.
Kim, mümin kardeşinin örterse bir aybını,
Allah da örter onun, mahşerde günahını.)
Mezarı, duaların kabul olduğu yerdi.
İnsanlar, dua için, o kabre giderlerdi.
Kendi de, talebesi Sırri-yi Sekati'ye,
Buyururdu: (Duada, beni eyle vesile.)
Bir dayısı vardı ki, kadısıydı o şehrin.
Bir gün gördü bu zatı, kenarında bir semtin.
Oturmuş, bir köpeğe ekmek yediriyordu.
Hatta aynı ekmekten, kendisi de yiyordu.
Onu böyle görünce, dedi: (Ne yapıyorsun?
Köpek ile yemekten hiç utanmıyor musun?)
Buyurdu ki: (Bilakis, utandığımdan böyle,
Ekmek yediriyorum bu zavallı köpeğe.)
O esnada havada, baktı, kuş uçuyordu.
Seslenince, kuş gelip eli üstüne kondu.
Sonra, utanır gibi, iki kanadı ile,
Örtmeye çalışırdı yüzünü tamamiyle.
Buyurdu ki: (Allah'tan utanırsa kul eğer,
Ondan, hayvanlar bile utanır, haya eder.)
Dayısı bunu görüp, hayret etti ve şaştı.
O dahi utanarak, oradan uzaklaştı.
Hem Sırri-yi Sekati anlatır ki şöylece:
Ben, Maruf-i Kerhi’yi rüyada gördüm gece.
Arş-ı a’la altında, bayılmış gibi, o an,
Hareketsiz dururdu, gayet şaşkın ve hayran.
Ben onu seyrederken, birden (Bu kimdir?) diye,
Âlemlerin sahibi, sordu melaikeye.
Melekler, cevabında dediler ki: (İlahi!
Sen, bu zatı bizlerden bilirsin daha iyi.)
O zaman Hak teâlâ buyurdu: (O, Maruf'tur.
Benim muhabbetimden, hayran ve mest olmuştur.
O, hep kalır bu halde, geçse de nice sene.
Zira beni görmeden, gelemez kendisine.)
Yine Sırri Sekati kendisi anlatıyor:
Bayram günü, hocamı gördüm, hurma topluyor.
Niçin topladığını edeple sual ettim.
Bana buyurdular ki: (Bir çocuk gördüm yetim.
Ağlayıp diyordu ki: Hiç yoktur oyuncağım.
Ona, bu hurmalarla oyuncak alacağım.)
(Bu işi ben yapayım) diyerek efendime,
Bir oyuncak alarak, götürdüm o yetime.
O yetim sevinince, bana bir haller oldu.
Kalp gözüm açılarak, İlahi nurla doldu.
.
29 - SÜFYAN-I SEVRİ (Rahmetullahi Aleyh
.
Sırtı kambur olmuştu
Tebe-i tabiinden olan bu mübarek zat,
Kufe şehrinde doğup, Basra’da etti vefat.
Yirmi yıl uyumadı, hiç gezmedi abdestsiz.
Ölümden söz olunca, kalıyordu takatsiz.
Annesi, hamileyken henüz bu evladına,
Komşunun turşusunun, az bakmıştı tadına.
Ve fakat o turşudan alır almaz o biraz,
Süfyan, ağrı vererek eyledi onu ikaz.
Anladı böylelikle izinsiz aldığını.
Komşusuna koşarak, aldı helallığını.
Henüz pek genç yaşında, sırtı kambur olmuştu.
Dostları merak edip, sebebini sormuştu.
Buyurdu ki: (Ders aldım, vaktiyle üç üstaddan.
Her üçü de, çok derin âlim idi o zaman.
Hepsi, ilim sahibi kişiler idi, fakat,
Son nefeste üçü de, imansız etti vefat.
Onların bu halini görünce kardeşlerim!
Eğildi bu korkuyla, omurga kemiklerim.)
Bir zaman da, biriyle, Mekke'ye gidiyordu.
Yol boyu göz yaşıyla, devamlı ağlıyordu.
Vardılar bu şekilde Beytullah'a nihayet.
Bir genci gördüler ki, sararmış, solmuş gayet.
O sırada genç kişi, aşk-ı ilahi ile,
(Allah!) diye bağırıp, peşinden düştü yere.
Sesi duyup, yanına koştularsa da, fakat,
Gördüler, düşer düşmez vefat etmiş o saat.
Meğer öyle çokmuş ki, onda Allah korkusu,
Yayıldı dört bir yana, yanık ciğer kokusu.
Çok tesir etmiş idi bu, Süfyan-ı Sevri’ye.
Cesedinin başında seslendi genç kişiye:
(Ey Allah korkusundan vefat eden mübarek!
Bilesin ki, on defa hac yaptım bu güne dek.
Bunların sevabının hepsini verdim sana.
Sen de, sırf şu halinin sevabını ver bana.)
Genç biri anlatıyor: Bir seher zamanında,
Ben, zemzem kuyusunun bulunurken yanında,
Biri gelip su içti, bıraktı birazını.
O, içip gittiğinde, ben içtim kalanını.
(Badem ezmesi) gibi bir tadı vardı, fakat,
Yüzü örtülü idi, bilmedim kimdi bu zat?
Yine bir seher vakti, geldi zemzem yerine.
Su içip, kalanını bırakıp gitti yine.
Ben dahi içiverdim dibinde kalanını.
Hissettim bu sefer de, (bal şerbeti) tadını.
Üçüncü gün aynı zat, su içti aynı yerde.
(Şekerli süt) gibiydi, lezzeti bu sefer de.
Bu halleri görünce, çok merak ettim onu.
Eteğinden tutarak, sordum kim olduğunu.
Buyurdu ki: (Süfyan-ı Sevri'dir benim adım.
Lakin bunu, kimseye söyleme ey evladım!)
.
Yer yarılsa da...
Evliyanın büyüğü, o Süfyan-ı Sevri ki,
Hayvanlara bile o, öyle şefkatliydi ki,
Bir kuş gördü kafeste, geçiyorken çarşıdan.
Alıp, serbest bıraktı ona acıdığından.
O kuş, gelip her gece, pencereye konardı.
Süfyan namaz kılarken, onu seyre dalardı.
Bir gün, arkadaşları dediler ki: (Ey Süfyan!
Ne için bu kadar çok taattesin çok zaman?)
Buyurdu ki: Müminler, Cennete girdiğinde,
Çok parlak nur görürler Cennetin her yerinde.
Cemal-i ilahinin nurudur zannederek,
Secdeye kapanırlar, hemen tazim ederek.
O an Cennet ehline, şöyle bir nida gelir:
(Bu nur, Hak teâlâya ait bir nur değildir.
Bir huri, sahibinin yüzüne güldüğünde,
Hasıl olan bir nurdur o hurinin yüzünde.)
Dediler: Buyurmuş ki Peygamber Efendimiz:
(Çok et yenen haneden, nefret eder Rabbimiz.)
Burada kastedilen haneden murat nedir?
Buyurdu ki: (İçinde gıybet olan hanedir.)
Derdi ki: Bir meydana toplansa şu ahali.
Sonra da, sorsa biri onlara şu suali:
(İçinizden acaba akşama kim çıkacak?)
Bulunmaz bir tek kişi, bunu cevaplayacak.
Bunun, hayret edecek tarafı şurası ki,
Akabinde, onlara bir de şunu sorsa ki:
(Var mıdır içinizde ölüme hazır olan?)
Olmaz yine onlardan, bunu da cevaplayan.
Yine Süfyan-ı Sevri buyurdu ki bir zaman:
Dinin her bir emrine uysa da bir müslüman,
Eğer dünya sevgisi varsa onun gönlünde,
Çok mahcup hale düşer, o kul mahşer gününde.
Zira o, çıkarılır mahşerden seçilerek.
Nida eder bir melek bu zatı göstererek:
Der ki: (Bunu tanıyın, filan oğlu falandır.
Bu, dünya sevgisine, kalbinde yer bulandır.
Halbuki Hak teâlâ, onu halkettiğinden,
Beri, kıymet vermemiş, sevmemiştir katiyen.
Hatta sinek kanadı kadar sevmezken onu,
Bu, onun sevgisiyle yaşadı ömür boyu.)
Öyle mahcup olur ki, böyle söylenişine,
Der ki: (Yer yarılsa da, giriversem içine.)
.
Altmış abdest almıştı
Bir gün Süfyan-ı Sevri, aniden hastalandı.
Bir doktor getirdiler, lakin hıristiyandı.
Bu hıristiyan doktor, duymuştu önce onu.
Bilirdi evliyadan bir kimse olduğunu.
Süfyan’ın hanesine o doktor geldiğinde,
Sohbet etti onunla tıp ilmi üzerinde.
Lakin öyle bilgiler verdi ki ona Süfyan,
Ağzı açık dinledi, Süfyan'ı hıristiyan.
Zira hiç duymadığı bilgilerdi onlar hep.
Çok hayretler içinde kalmıştı bundan sebep.
Merak etti, bunları nasıl biliyor? diye.
Başladı daha sonra onu muayeneye.
Vücudunu dinleyip, dedi: (Aman efendim!
Nasıl yaşıyorsunuz, buna çok hayret ettim.
Korkudan, parça parça olmuş ciğerleriniz.
İmkansız bu durumda sizin ömür sürmeniz.
Ben ki, bunca senedir tabiplik yapıyorum.
Böyle bir hadiseye, ilk defa rastlıyorum.
Tıp bilgisine göre, böyle olan ciğerle,
Değil ki yıllar yılı, yaşanmaz bir gün bile.)
Buyurdu ki: (Tıp ilmi doğru söyler muhakkak.
Ve lakin her şeye de kadirdir cenab-ı Hak.)
O hıristiyan doktor, düşündü, durdu biraz.
Süfyan'ın bu sözüne, etmedi hiç itiraz.
Dedi ki: (Parça parça olmuş böyle ciğerle,
Madem ki yaşadınız sıhhatle, senelerle,
Öyleyse inandım ki, sizin bu dininiz hak.
Ve elbette herşeye kadirdir cenab-ı Hak.)
Kelime-i şehadet getirerek o zaman,
Süfyan’ın huzurunda hemen oldu müslüman.
Zamanın hükümdarı, işitince bu hali,
Hem sevindi ve hem de hayret etti bir hayli.
Dedi: (Doktor gitmişti, bir hastanın yanına.
Meğerse hasta gitmiş, doktorun ayağına.)
Ölüm hastalığında, çok karnı ağrıyordu.
Bu sebeple, abdesti sık sık bozuluyordu.
Fakat tekrar alırdı her abdest bozuluşta.
En ufak bir gevşeklik etmedi bu hususta.
Abdestliyken ölmeyi arzu ediyordu hep.
Çok abdest almasına, bu idi asıl sebep.
Bu yüzden, altmış defa abdest aldı o gece.
Ve nihayet vefatı çok yaklaştı böylece.
Buyurdu: (Vakit tamam, indirin yere beni.)
Derhal ifa ettiler Süfyan'ın bu emrini.
Bu hali, dostlarına söylemek maksadiyle,
Çıkınca, gördüler ki cümle halk gelmiş bile.
Girdiler içeriye o ara gelen zevat.
Süfyan, (Allah!) diyerek o anda etti vefat.
O arada gaibten duyuldu bir ses yine:
(Takva sahibi Süfyan, vasıl oldu Rabbine.)
.
30 - BİŞR-İ HAFİ (Rahmetullahi Aleyh
.
Düşkünlere yardım
Hanbeli mezhebinin kurucusu, reisi,
Ahmed ibni Hanbel’in çoktu ona sevgisi.
Sık sık onun yanına gidip oturuyordu.
Sohbetini dinleyip, büyük haz duyuyordu.
Lakin talebeleri, dediler: (Efendim, siz,
Tefsir, hadis, fıkıhta, eşsiz bir âlimsiniz.
Lakin Bişr-i Hafi’yi, devam üzre ziyaret,
Edersiniz, acaba nedir ki bunda hikmet?)
Buyurdu: (Haklısınız, fıkıh, hadis ve tefsir,
Gibi zahir ilimde dediğiniz gibidir.
Ve lakin kalp ilmini, iyi bilir o benden.
İstifadem oluyor onun sohbetlerinden.)
Öğrenip öğretmekle geçirdi ömrünü hep.
Ve yaydı insanlara, ilim, haya ve edep.
O, ne zaman, nerede konuşsaydı her defa,
İlim, hikmet kokusu yayılırdı etrafa.
O vefat ettiğinde, yakından ve uzaktan,
Öyle çok kalabalık toplandı ki o zaman,
Evden, cenazesini sabah aldı cemaat.
Akşam varabildiler kabristana geç saat.
Kendisini, rüyada görüp sual ettiler.
(Ne muamele etti Allah sana?) dediler.
Buyurdu: (Kıyamete kadar, bana muhabbet,
Besleyen kimseleri, etti af ve mağfiret.)
Bir gün zengin bir kimse, geldi Bişr-i Hafi’ye.
(Ömreye gidiyorum, emriniz var mı?) diye.
Ona sual etti ki: (Yol harçlığın ne kadar?)
O dahi arz etti ki: (İki bin dirhemim var.)
Buyurdu ki: (Ne için gidiyorsun ömreye?)
Dedi: (Allah rızası, yoktur başka bir gaye.)
Buyurdu ki: (Ömreye hiç gitmeden de bu gün,
Allah'ın rızasını kazanmak yine mümkün.
Hatta ondan daha çok sevap olan bir işi,
Sana desem, acaba yapar mısın ey kişi?)
O (Yaparım) deyince, buyurdu: (Öyle ise,
Dağıt bu paraları, fakir bir kaç kimseye.
Mesela ödünç almış, ödemeye gücü yok.
Bir lokmacık yemeye muhtaç olan kimse çok.
Nüfusu kalabalık olup da, geçimi dar,
Ve nice hanelerde yetim ve öksüzler var.
Paranı, bu yerlere verirsen, daha iyi.
Kazınırsın böylece, rıza-i ilahiyi.
Zira bir müslümanın kalbini ferahlatmak,
Fakir ve düşkünlere yardım eli uzatmak,
Nafile yapacağın yüz hacdan kıymetlidir.
Hak rızası böyle de elde edilebilir.)
O dedi ki: (Efendim, çok doğru söylersiniz.
Lakin hacca gideyim müsade ederseniz.)
Buyurdu ki: (Bir servet, helalden değil ise,
Nefs, kendi arzusunu yaptırır o kimseye.)
.
Allah’tan çok korkardı
İlmiyle amil olup, çok korkardı Allah'tan.
Son derece kaçardı, her haram ve günahtan.
Dediler ki: (Efendim, siz bu derecenize,
Ne ile kavuştunuz, söyler misiniz bize?)
Buyurdu ki: (Rabbimin ismi yazılı olan,
Kağıdı yerde görüp, eğildim, aldım o an.
Yıkayıp temizledim üstünün çamurunu.
Ve güzel koku sürüp, yükseğe astım onu.)
Hidayete geldiği o sevinçli anında,
Tesadüfen pabucu yok idi ayağında.
O günden itibaren, ölünceye kadar hep,
Devamlı yalın ayak dolaştı bundan sebep.
Bağdat sokaklarında, pabuçsuz gezdiğinden,
Hiç bir hayvan, yerleri pisletmezdi katiyen.
Bir kimsenin hayvanı, pisledi bir gün yere.
Sahibi bunu görüp, (Ah!) etti birden bire.
Dedi: (Eyvah, herhalde Bişr vefat etti şu an.
Zira o sağ olsaydı, pislemezdi bu hayvan.)
Ve sorup öğrendi ki, hakikaten o saat,
Bişr-i Hafi Bağdat'ta, o anda etmiş vefat.
Âlimler dediler ki: (Hazret-i Bişr-i Hafi,
Ayrıldı bu dünyadan, aynen geldiği gibi.
Ölürken, tek gömleği kalmış idi sırtında.
Onu dahi, bir fakir istedi son anında.
Çıkarıp verdi hemen ve kaldı elbisesiz.
Zaten böyle gelmişti dünyaya hiçbir şeysiz.)
Bir gün, biri hiddetle, bıçak almış eline,
Saplamak üzereydi zavallının birine.
Güçlüydü, kimse ona mani olamıyordu.
Öbürü, can havliyle çırpınıp duruyordu.
Bıçağı tam kaldırıp, saplayacağı zaman,
Hazret-i Bişr-i Hafi geçiyordu oradan.
Yaklaşıp, o kimseye bir şey dedi gizlice.
Adam düşüp bayıldı, o sözü işitince.
Kurtuldu o zavallı, o adamın elinden.
İnsanlar, o zalimin yanına koştu hemen.
Baktılar ki, zor nefes alıyordu bu kere.
Dediler: (Ne dedi ki, bayılıp düştün yere?)
Dedi ki: (O ihtiyar, buyurdu ki dinle bak!
Senin bu yaptığını, görüyor cenab-ı Hak.
O böyle söyleyince, korku geldi kalbime.
O sözün tesiriyle, mahcup oldum Rabbime.)
Eşyasını çaldılar bir gün Bişr-i Hafi’nin.
O, bunu öğrenince, ağladı için için.
Fudayl bin İyad dahi sordu ki ona derhal:
(Malın çalındı diye ağlanır mı, ne bu hal?)
Buyurdu ki: (Mal için asla ağlamıyorum.
Hırsızın işlediği günaha ağlıyorum.
Mahşerde veremezse o bunun cevabını,
Nasıl çekebilecek şiddetli azabını?)
.
Besmele’ye hürmeti
Bişr-i Hafi adında bir büyük veli vardı.
Gençlik senelerinde günah işler yapardı.
Bir gün sarhoş bir halde, sallanarak giderken,
Yerde, çamur içinde bir kağıt gördü birden.
Besmele-i şerife olduğunu anladı.
Ve içi sızlayarak, eğilip onu aldı.
Öptü ve tazim ile giderdi çamurunu.
Güzel koku sürerek, yükseğe astı onu.
O gece, rüya gördü bir âlim yattığında.
Ona, şöyle denildi Bişr-i Hafi hakkında:
(Git, Bişr'e haber ver ki, dün yaptığı bir işten,
Dolayı, memnun olup razı oldum Bişr'den.
İsmimi yerden alıp, nasıl temizlediyse,
Onu, günah işlerden temizlerim ben ise.)
Uyandı sabahleyin rüya gören o âlim.
Merak edip dedi ki: (Bu kişi acaba kim?)
Hemen çıkıp aradı, onu o mahallede.
Nihayet buldu onu, köhne bir meyhanede.
Çağırttırıp dedi ki: (Sana bir haberim var.)
Bişr dedi ki: (Acaba, bana kim haber yollar?)
(Allahü teâlâdan haberim var) deyince,
Ağlamaya başladı o bunu öğrenince.
Dedi ki: (Yoksa bana kızıyor mu Rabbimiz?
Bana güceniyor mu, ne olur söyleyiniz?)
O âlimin gördüğü rüyayı öğrenince,
Dönüp, ahbaplarına veda etti hemence.
Dedi: (Ey arkadaşlar, biz şu anda çağrıldık.
Beni, bu meyhanede göremezsiniz artık.)
O âlimin yanında tövbe etti böylece.
Büyük bir veli olup, edindi çok derece.
O buyurur: Bağdat'ta, gördüm ben birisini.
Askerler, kırbaç ile döverdi kendisini.
Dikkat ettim, yüz kırbaç vurdular kendisine.
Lakin adam, sesini çıkarmadı hiç yine.
Baktım, o zavallıyı o kadar çok dövdüler.
Sonra, onu bağlayıp, hapise götürdüler.
Bu hali merak edip, gittim onun yanına.
Niçin dövdüklerini gizlice sordum ona.
Dedi ki: (Ben bir kıza aşık oldum iyice.
Onu sevdiğim için, dayak yedim bir nice.)
Dedim ki: (Bu kadar çok dövdü de onlar seni,
Ne için bir kerecik çıkarmadın sesini?)
Dedi ki: (O an bana bakıyordu sevdiğim.
O bakarken, sesimi çıkarabilir miydim?)
Dedim ki: (Hak teâlâ seni hep görmektedir.
Hatta senin kalbinden geçeni bilmektedir.
Rabbinin, seni her an gördüğünü bilseydin,
Acep nice olurdu o zaman halin senin?)
O bunu öğrenince, sararıp yere düştü.
Baktım, Hak teâlânın korkusundan ölmüştü.
.
Peşinden takib etti
Zengin ve genç birisi var idi ki Bağdat'ta,
Önce, pek bulunmazdı ibadet ve taatta.
Bişr-i Hafi’yi dahi işittiyse de, fakat,
İnanıp göstermedi pek ilgi ve iltifat.
Bir gün Cumayı kılıp, dışarı adımını,
Atınca, gördü birden bu Allah adamını.
Baktı ki, aceleyle gidiyor bir tarafa.
Onun bu gidişini merak etti bu defa.
Düşündü ki: Bu zatı, hayli methediyorlar.
Zühd ve takva sahibi bir velidir diyorlar.
Böyle alel acele nereye gider acep?
Diyerek, arkasından takib etti onu hep.
Baktı ki, bir fırından ekmek aldı evvela.
Sonra bir kebapçıdan, aldı kebap ve helva.
O, bunları görünce, daha da etti merak.
Düşündü ki: Bu zatı, evliya biliyor halk.
Meğerse ne de fazla seviyormuş nefsini.
Kebap ve helva ile besliyor kendisini.
Hem böyle düşünüyor, hem takib ediyordu.
Bunları nerde, nasıl yiyecek ki? diyordu.
Vardılar biraz sonra köylerden birisine.
Ve girdi Bişr-i Hafi bir caminin içine.
Pencereden baktı ki, bir hasta var, yatalak.
O hastayı görünce, daha çok etti merak.
Baktı ki, o aldığı kebap ile helvayı,
Lokma lokma yedirip, doyurdu o hastayı.
Bişr-i Hafi çıkınca, o girdi içeriye.
Sual etti hastaya: (O giden kimdi?) diye.
Dedi: (O, Bişr'dir ki, gelir Cuma günleri.
Yedirir kendi bana getirdiği şeyleri.)
Merak edip sordu ki: (Uzak mıdır burası?)
Dedi: (Bir günlük yoldur, Bağdat ile arası.
Eğer ona bir daha istiyorsan kavuşmak,
Bekle, bir hafta sonra o gelir bana ancak.)
Bunu da öğrenince, fazlalaştı hayreti.
Dedi: (Tanımamışım meğer ben o Hazreti.
Ben, onun arkasından gidince bir kaç adım,
Bir günlük yol gelmişiz, şimdi iyi anladım.)
Ertesi Cuma günü, gelince Bişr-i Hafi,
Af dileyip, suçunu etti hemen telafi.
Dedi ki: (Ey efendim, siz buraya gelirken,
İmtihan maksadıyla takib ettim sizi ben.
Ve lakin hakikate vakıf oldum burada.
Yolunuzu bekledim dönmek için Bağdat'a.)
Buyurdu: (Öyle ise, gel benimle evladım.)
Ben, onun arkasında yürüdüm bir kaç adım.
Buyurdu ki: (Şu yoldan, az yürü ileriye.
Eviniz oradadır, dönüp bakma geriye.)
(Peki efendim) deyip, yürüyünce az daha,
Kendi evini bulup, şükreyledi Allah'a.
.
Dost’tan gelen sevilir
Bişr-i Hafi kendisi anlatır ki şöylece:
Hazret-i Peygamberi rüyada gördüm gece.
Buyurdu ki: (Ey Bişr, bilir misin ki şu an,
Ne için verdi Allah, sana böyle şeref, şan?)
(Bilmiyorum) deyince, buyurdu ki: (Ey Bişr!
Bil ki, seni üç şeyle böyle çok yüceltmiştir.
Dinin emirlerine ediyorsun riayet.
Evliyaya hizmette, edersin sa'y-ü gayret.
Âlimi, eshabımı, çok fazla seviyorsun.
Ve din kardeşlerine nasihat ediyorsun.)
Ve yine anlatır ki: Gençliğimde bir sene,
Gitmiştim bir iş için Abadan ülkesine.
Görmüştüm ki orada, cüzzamlı, kör birini,
Karıncalar üşüşmüş, yerlerdi bedenini.
Başını, kucağıma aldım ona acıyıp.
Bekledim ki, konuşsun benim ile ayılıp.
Kendine geldiğinde, etti ki şöyle kelam:
(Rabbimle aramıza, kimdir bu giren adam?
Parça parça olup da, dökülse bir bir etim,
Yine Rabbime karşı, azalmaz muhabbetim.
Zira o Sevgili’den gelen de, sevgilidir.
O, çok sevdiklerine böyle bela gönderir.)
Biri, Bişr-i Hafi’nin gelerek huzuruna,
Dedi ki: (Bir nasihat ediniz lütfen bana.)
Buyurdu ki: (Evladım, şöhretten eyle hazer.
Daima helal yiyip, yeme hiç haram şeyler.)
Bir gün Bişr-i Hafi’yi gördü ki bir müslüman,
Soğukta ince giymiş, titriyordu o zaman.
Dedi ki: (Ey efendim, soğukken hava nice,
Siz niçin buna rağmen giydiniz böyle ince?)
Buyurdu: (Fakirlerin halini hatırladım.
Param yok ki, onlara edeyim maddi yardım.
Onların halleriyle hallenmek istedim de,
Bu yüzden ince giydim, bu, değildir elimde.)
Bir gün de Bişr-i Hafi geçerken kabristandan,
Baktı, bir şey paylaşır mevtalar tam o zaman.
Durdu ve merak ile dedi ki: (Ya ilahi!
Onlar neyi paylaşır, ayan et bana dahi.)
Kulağına, gaibten ses geldi ki o ara:
(Merak ettiğin şeyi, sen sual et onlara.)
Sorunca, dediler ki: (Üç gün önce, bir kişi,
Bir fatiha okuyup, hediye eylemişti.
Biz, onun sevabını paylaşmakla meşgulüz.
Üç gün geçtiği halde, bitiremedik henüz.)
Buyurdu: (Halk içinde, kim tanınmak isterse,
Ahiretin tadını hiç alamaz o kimse.
Her ne yapacaksanız, şu anda hemen yapın.
Zira belli değildir, belki de gelmez yarın.
Çünkü ecel, kimseye, bildirmedi hiç vakit.
Öyleyse amel için, şu andır en müsait.)
.
Akıllı kime denir?
Bir müslüman, bir zaman geldi Bişr-i Hafi’ye.
Rica etti, (Bana bir nasihat eyle) diye.
Buyurdu ki: (Darlıkta cömert ol, eyle ikram.
Tenha yerlerde dahi, işleme günah, haram.
Her şeyden daha evvel, öğren ilmihalini.
Sonra, bunlara göre düzelt bütün halini.
Konuşmak isteyince, sükutu eyle tercih.
Eğer susmak istersen, söze ol müteveccih.
Kötü kimseler ile olma ki hiç arkadaş,
O seni, Cehenneme sürükler yavaş yavaş.
Cimrilik, öyle kötü huydur ki, aman sakın.
Kalplerini karartır yüzüne bakanların.
Bu din, emr-i marufa verir çok kıymet, değer.
Lakin eziyetlere katlanmak icab eder.
Hakk’ın azametini düşünseydi şu insan,
Bir zerre yapamazdı Ona günah ve isyan.
Yalnız ilmihalini bilir ise bir kişi,
Ona akıllı demek, değil hiç akıl işi.
Asıl şu kimsedir ki aklı başında olan,
O bildikleri ile amel eder durmadan.
Ey insan, günahını gizliyorsan sen nasıl,
İyiliklerini de gizlemeyi bil asıl.
İki haslet vardır ki, kalbe sıkıntı verir.
Bunlar da, çok konuşmak ve bir de çok yemek tir.
Bir kimse, gazabına hakim olamaz ise,
Takva sahibi kişi denilmez o kimseye.
Bir müminin izzeti, günahtan kaçınmaktır.
Şerefi, geceleri kalkıp namaz kılmaktır.
Evladına duası, bir baba ve annenin,
Ümmetine duası gibidir Peygamberin.
Sadece ağız ile şükretmek, şükür olmaz.
Yahut da kifayetsiz şükür olur, gayet az.
Asıl şükür odur ki, vücudun her a’zası,
İslama uymalıdır, budur işin esası.
Mesela gözün şükrü, bakmamaktır harama.
Yani haram görünce, olmalı sanki a’ma.
Diğer a’zalar dahi, işlemezse tek haram,
Ancak böyle yapanlar, şükretmiş olurlar tam.
Hakiki bir mümine, şu lazım önce esas:
Kuvvetli bir imanla, riyasız, tam bir ihlas.
Eğer bir müslümanda, bu iki şey var ise,
Mühim değil giydiği ayakkabı, elbise.
Müslüman, almak değil, vermeyi kârlı bilir.
Bilir ki, verenlere vardır sevap ve ecir.
Alışık olduğundan o kimse hep vermeğe,
Ölürken, ruhunu da kolay verir meleğe.
Halbuki hep almaya alışmışsa bir kişi,
Elinden bir şey çıksa, üzülür, yanar içi.
Ömrü bitip, eceli geldiğinde nihayet,
Ruhunu da vermeye, zorlanır, çeker zahmet.)
.
31 - CÜNEYD-İ BAĞDADİ (Kuddise Sirruh)
.
Niçin ağlıyorsun?
İnsanların kalbine, verdi çok feyiz ve nur.
Ve (Seyyidüt Taife) denmekle oldu meşhur.
Nehavend’de dünyaya gelen bu evliya zat,
Doksanbir yaşlarında, orada etti vefat.
Süfyan-ı Sevri’’nin de yetişip derslerine,
Kavuştu onun dahi bereket ve feyzine.
Dayısı ve hocası Sırri-yi Sekati’nin,
Derslerinde yetişip, kutb’u oldu devrinin.
Kararmış gönülleri, nurlara eyledi gark.
Ve hacca, otuz defa gitti yaya olarak.
Otuz yıl, cemaatle kıldı hep beş vaktini.
Bir defa kaçırmadı, iftitah tekbirini.
Asla unutmuyordu Rabbini bir an bile.
Her gece kılıyordu, dörtyüz rekat nafile.
Namazda, dünya fikri gelseydi ona eğer,
İade ediyordu o namazı her sefer.
Her gün yatsıdan sonra, tam otuz yıl müddetle,
Uyumayıp, vaktini geçirdi ibadetle.
Yedi yaşında iken, bir gün geldi mektepten.
Ve gördü ki, babası ağlıyor bir sebepten.
Dedi ki: (Babacığım, ağlıyorsun sen bu gün.
Acaba sebep nedir, bir şeye mi üzüldün?)
Babası, cevabında dedi ki: (Ey evladım!
Bu gün, dayın Sırri’ye biraz zekat yolladım.
Zaten bir kaç gümüştü, lakin kabul etmemiş.
Ağlarım ki, şu ömrüm beyhude yere geçmiş.
Bir Allah adamının, var iken ihtiyacı,
Bunları almaması, bana çok geldi acı.
Demek ki, şu kıymetsiz birkaç gümüş uğruna,
Ömrümü tüketmişim, bu, ağır geldi bana.)
Dedi ki: (Babacığım, üzülme bunun için.
Ben gidip hallederim, kolayı var bu işin.)
O gümüşleri alıp, gitti, çaldı kapıyı.
Dedi: (Şu getirdiğim gümüşleri al dayı.)
Sırri (Almam) deyince, dedi ki ona Cüneyd:
(Aç da, şu gümüşleri Allah için kabul et.
O Allah ki, adl edip emreyledi babama.
İhsan edip, seni de serbest bıraktı ama.)
O, şaşırıp dedi ki kapının arkasından:
(Babana ne emretti, bana ne etti ihsan?)
Cüneyd dedi: (Babama, çok mal ve para verdi.
Ve zekat vermesini, emr edip adl eyledi.
Seni de fakir yapıp, bıraktı ki hür, serbest,
Ya kabul eyleyesin, yahut da edesin red.)
Yedi yaşında olan Cüneyd'in bu sözleri,
Dayısına hoş gelip, aldı onu içeri.
Dedi ki: (Ey yeğenim, o gümüşlerden önce,
Seni kabul eyledim, gir içeri hemence.)
Getirdiği zekatı, aldı ve sevindi pek.
Ve çok dua eyledi, gözlerinden öperek.
.
Herkese nasihat et
Cüneyd-i Bağdadi’nin dayısı ve üstadı,
Olan Sırri Sekati, onu yanına aldı.
Ve Mekke'ye götürdü hac için Beytullah'a.
Cüneyd-i Bağdadi’yse çocuktu henüz daha.
Tam mescid-i harama ulaştıkları saat,
Baktılar ki toplanmış, dörtyüz ilim ehli zat.
Hepsi, (Şükür) hakkında yapıyor bir tarifler.
Onlar da, bir kenara oturup dinlediler.
Dörtyüz tarif ve izah yapıldıysa da, fakat,
Yine de kifayetsiz kalmıştı bu izahat.
Hemen Sırri Sekati, yedi yaşında olan,
Cüneyd-i Bağdadi’ye emretti ki o zaman:
(Sen de, şükür hakkında birşey söyle, haydi kalk!
Ki, şükür mevzuunu iyice anlasın halk.)
O da (Peki) diyerek, ayağa kalktı hemen.
Bir tarif de o yaptı, fazla kelam etmeden.
Dedi: (Şükür, Allah'ın verdiği nimet ile,
Ona, günah ve isyan etmemektir az bile.)
Âlimler, bu tarifi begayet beğendiler.
(Şimdi şükrün manası tamam oldu) dediler.
Sırri-yi Sekati’nin yetişip derslerinde,
Büyük islam âlimi oldu neticesinde.
Ona, Sırri Sekati buyurdu ki: (Ey Cüneyd!
İlim meclisi kurup, herkese ilim öğret.)
Fakat o, kendisini hiç layık görmüyordu.
(Ben, nasıl insanlara vaz ederim?) diyordu.
Her gün tehir ederken o bu emri böylece,
Resulullahı gördü rüyasında bir gece.
Yaklaşıp buyurdu ki ona Fahr-i kainat:
(Ey Cüneyd, insanlara eyle öğüt, nasihat.
Zira senin sözlerin, ferahlatır kalpleri.
Ve sayende düzelir, bozuk olan halleri.
Bütün bu insanların kurtulması için hep,
Senin sohbetlerini, Rabbimiz kıldı sebep.)
O sabah, heyecanla gidince üstadına,
Henüz bir şey demeden buyurdular ki ona:
(Ey Cüneyd, Resulullah sana emir vermeden,
Çekindin insanlara nasihat eylemekten.)
Hemen o gün başladı vaz-ü nasihatine.
İnsanlar, akın akın koştular sohbetine.
Halkın suallerini, geniş anlatıyordu.
Yine bir sohbetinde, birisi şöyle sordu:
(Hiç ibadet etmeden, karşılıksız olarak,
Mümkün müdür Allah'ın lütfuna nail olmak?)
Buyurdu: (Bize gelen nimetlerin cümlesi,
Zaten Onun lütfu ve karşılıksızdır hepsi.
Bizim gibi kulların yapacağı ibadet,
Onun nimetlerine karşılık olmaz elbet.
Yani ibadetimiz ne kadar olsa fazla,
Yine Onun lütfuna karşılık olmaz asla.)
.
Müslüman ol, müslüman!
Cüneyd-i Bağdadi’nin sohbetine, bir defa,
Genç birisi gelerek, oturdu ön tarafa.
Lakin gelen bu genci, kimse tanımıyordu.
Biraz sonra o kişi, şöyle bir sual sordu:
Dedi ki: Bir hususu öğrenmek isterdim hep.
Şu hadis-i şerifin manası nedir acep?
(Firaset-i müminden sakının ey insanlar!
Zira o kul, Allah’ın nuruyla eder nazar)
Hazret-i Cüneyd ise, sükut edip bir zaman,
Sonra da buyurdu ki: (Müslüman ol müslüman!)
O böyle buyurunca, utandı, mahcup oldu.
Kalbi, o veli zatın muhabbetiyle doldu.
Meğerse kâfir olup, zünnar varmış belinde.
Değişti birden kalbi, o böyle dediğinde.
Şehadeti getirip, müslüman oldu hemen.
Onun kerametiyle halas oldu küfürden.
Bir gün de, kendisine sordular: (Efendim, siz,
Bize, ihlas hakkında misal verir misiniz?)
Buyurdu ki: Mekke'de bulunurken bir kere,
Berbere gitmiş idim, tıraş olmak üzere.
O berbere dedim ki: (Allah rızası için,
Acilen şu saçımı düzeltebilir misin?)
Meğer mevki sahibi biri varmış dükkanda.
O zatın tıraşını yapıyormuş o anda.
Ben böyle söyleyince, o kimseye bakarak,
Dedi ki: (Ey efendi, bir zahmet sen biraz kalk.
Birşey istediğinde birisi Allah için,
Derhal yapmak gerekir işini o kişinin.)
Ve o zatı kaldırıp, oturttu beni hemen.
Benim tıraş işimi yaptı hiç bekletmeden.
Düşündüm ki: Elime para geçse ilk kere,
Hediye eyleyeyim getirip bu berbere.
Ertesi gün, bir kese altın geldi bir yerden.
Götürüp, o berbere hediye ettim hemen.
Lakin kabul etmedi, dedi ki: (Ey kardeşim!
Sana ben, Allah için iyilik etmiş idim.
Onun karşılığını, Rabbimiz verir bana.
Allah için yapmıştım, lüzum yok bu altına.)
Bir başka gün, yanında var iken talebesi,
Bir ara huzuruna, geldi zengin birisi.
Hediye eyleyerek bin dirhem gümüş para,
Dedi: (Alın, harcayın bazı ihtiyaçlara.)
Buyurdu: (Başka paran var mıdır bundan gayrı?)
Dedi ki: (Var efendim, bu para ondan ayrı.)
Buyurdu: (İster misin, bu sahip bulunduğun,
Paralardan başkaca, daha çok paran olsun?)
O, (İsterim) deyince, buyurdu: (Öyle ise,
Yine sende dursunlar, bunları verme bize.
Zira sen, bu paraya daha fazla muhtaçsın.
Bizse istemiyoruz, paramız fazlalaşsın.)
.
Meğer hasta benmişim
Bir gün, bu büyük zatın gözü rahatsızlandı.
Bir tabip getirdiler, lakin hıristiyandı.
Muayeneden sonra, dedi ki: (Dikkat edin.
Bir kaç gün, gözünüze sakın su değdirmeyin.)
Hazret-i Cüneyd ise, buyurdu: (İyi ama,
İmkan yok ıslatmadan benim abdest almama.)
Dedi: (Onu bilemem, ama bu gözleriniz,
Eğer size lazımsa, hiç su değdirmeyiniz.)
O, yine abdest alıp, sonra da kıldı namaz.
Ve seccade üstünde uykuya daldı biraz.
Uyanıp fark etti ki, ağrı gitmiş o anda.
O sırada gaibten duydu şöyle bir nida:
(Ey Cüneyd, gözlerini feda ettin bize sen.
Biz dahi o ağrıyı giderdik gözlerinden.)
O tabip, sonra onu ettiğinde ziyaret,
Vaziyeti görünce, şaşırıp etti hayret.
Dedi ki: (Ne yaptın da, gözlerin oldu iyi?)
O da, olduğu gibi anlattı hadiseyi.
O bunu öğrenince, daha çok şaşırarak,
Cüneyd-i Bağdadi’ye oldu hayran ve müştak.
Ellerine kapanıp, hürmetle öptü hemen.
Önünde iman edip, halas oldu küfürden.
Dedi ki: (Hasta olan, değilmiş senin gözün.
Meğer hasta benmişim, anladım şimdi bu gün.)
Salihlerden biri de, bir gece, rüyasında,
Gördü bu veli zatı o Server'in yanında.
O ara, bir başkası huzura girdi yine.
Bir şey sormak istedi Allah'ın Habibine.
Resulullah, Cüneyd’i gösterip ona derhal,
Buyurdu ki: (Cüneyd'e sor ve cevabını al.)
Bir gün de zengin biri, Cüneyd-i Bağdadi’ye,
Arz etti ki: (Beni de alın talebeliğe.)
Buyurdu: (Olur ama, çoktur malın ve mülkün.
Onları bırakırsan, o zaman olur mümkün.)
O zengin (Peki) deyip, cümle mal-ü mülkünü,
Şehrin fakirlerine dağıtarak o günü,
Cüneyd-i Bağdadi’ye eyledi ki gelip arz:
(Verdim cümle malımı, altınım kaldı biraz.)
Buyurdu: (Onları da, git, Dicle nehrine at.
O zaman sohbetimiz, verir sana menfaat.)
Zengin, gidip Dicle’ye attı o altınları.
Lakin toptan değil de, tek tek attı onları.
Huzura geldiğinde, buyurdu ki bu sefer:
(Niçin toptan atmayıp, bıraktın teker teker?
Demek hala gönlünde, dünyaya var muhabbet.)
Deyip, kabul etmedi sohbetine bir müddet.
Sonradan buna dahi, tövbe etti o zengin.
Ancak sohbetlerine, kavuştu bu velinin.
.
O, seni görüyor
Cüneyd-i Bağdadi’yi tanıyan bir büyük zat,
Bu Allah adamının yanına geldi bizzat.
Lakin kalp gözü ile gördü ki bakıp o an,
Şeytanlar, kaçışıyor bu velinin yanından.
Hatta yaklaştığında, kızgın gördü kendini.
O anda anlamadı bu işin hikmetini.
Arz etti ki: (Ey Cüneyd, bilirdik ki, bir insan,
Kızınca, etrafına toplanır cümle şeytan.
Lakin ben görürüm ki, öfkeniz varken sizin,
Şeytanlar kaçışıyor yanınızdan, ne için?)
Buyurdu ki: (Doğrudur, lakin bizim öfkemiz,
Yalnız Allah içindir, hiç karışmaz nefsimiz.
Eğer ki nefsi için öfkelenirse insan,
İşte böylelerinin yanına gelir şeytan.)
Bu veliyi tanıyan yine bir kimse vardı.
Alış veriş yapmaya, bir gün çarşıya vardı.
Yolda bir kadın görüp, baktı ona bir miktar.
Sonradan toparlanıp, etti tövbe istiğfar.
Hanesine gelip de, aynaya baktığında,
Simasının rengini, siyah gördü o anda.
Sonradan hatırına geldi ki bu kişinin:
Cüneyd-i Bağdadi'ye gideyim bu iş için.
O dahi benim için, etsin tövbe istiğfar.
Rabbimin rızasını alırım belki tekrar.
Lakin kendi diyarı, ruhbe denen bir yerdi.
Bağdat ise, bir hayli uzak mesafedeydi.
Günlerce yol katedip, Bağdat'a vardı hemen.
Kapısını çalıp da, içeriye girmeden,
O, içerden ismiyle hitab edip bu zata,
Buyurdu ki: (Ey filan, safa geldin Bağdat'a.
Sen, filan gün Ruhbe'de harama eyle nazar.
Biz, Bağdat'ta edelim, ona tövbe istiğfar.)
Sonra içeri girip, kavuştu çok feyzine.
Yüzünün siyahlığı, beyaza döndü yine.
Bir gün de, bir genç geldi bu velinin yanına.
Dedi ki: (Ey efendim, bir himmet edin bana.
Gözlerimi, yabancı kadınlara bakmaktan,
Hiç men edemiyorum, korkuyorum yanmaktan.
Ne olur, bu hususta bana yardım ediniz.
Bu babta, nedir bana tavsiye ve emriniz?)
Buyurdu ki: (Evladım, sen ona baktığın an,
Bil ki, Hak teâlâ da, sana bakar o zaman.
Ve senin, o kadını görmenden daha fazla,
Rabbin seni görüyor, unutma bunu asla.
Sen Onu görmesen de, görüyor seni Allah.
Öyleyse O görürken, işlenir mi hiç günah?)
Bu söz, ziyadesiyle tesir etti o gence.
Bütün günahlarına, tövbe etti hemence.
Artık çirkinliğini görürdü her günahın.
Rabbani tesir vardır sözünde evliyanın.
.
Mürşidi olmayanın
Bir zaman lain şeytan, hizmetçi kılığında,
Cüneyd-i Bağdadi’nin gelip durdu yanında.
Dedi ki: (Ey efendim, şudur ki tek dileğim,
Sizin hizmetinizle, ben de şerefleneyim.
Lütfen bu dileğimi kabul buyurunuz da,
Ben de feyiz alayım, sizin huzurunuzda.)
(Peki, olur) deyince, sevindi lain şeytan.
Ve yalandan hizmete başladı hemen o an.
O, hizmet ettiyse de devamlı yirmi sene,
Vesvese veremedi, bir defa kendisine.
Nihayet bu hususta kesince ümidini,
Dedi ki: (Ey üstadım, tanır mısınız beni?)
Buyurdu ki: (Elbette, sen ne zannediyorsun?
İlk günü tanımıştım, sen iblis mel’unusun)
Şeytan dedi: (Ey Cüneyd, ben, senin kadar yüksek,
Dereceye kavuşan, bir kimse görmedim pek.)
Buyurdu ki: (Buradan def olup git, ey mel'un!
Beni, ucb'a ve kibre sürmek mi istiyorsun?)
Bir zarar veremeden, yanından uzaklaştı.
Korkusundan, bir daha ona yaklaşamadı.
Bir talebesi dahi vardı ki bu büyüğün,
Şeytan vesvesesine aldanarak o bir gün,
Düşündü ki: Ben artık kemale eriştim tam.
Bunun için, sohbete etmeyeyim hiç devam.
Sonra başını alıp, çekildi bir kenara.
Ve şeytani bir rüya görüverdi o ara.
Yeşillikler içinde gezinip duruyordu.
Leziz yemekler yiyip, şerbetler içiyordu.
Uyanıp, tabir etti (Cennete girdim) diye.
Bu hali, malum oldu Cüneyd-i Bağdadi’ye.
Kurtarmak gayesiyle ziyaret etti onu.
Bildi, onu şeytanın aldatmış olduğunu.
Buyurdu ki: (Cennete girer isen rüyanda,
La havle... duasını oku hemen o anda.)
O gece rüyasında, yine Cennete vardı.
Cüneyd'in buyurduğu duayı hatırladı.
(La havle...) duasını okudu hemen o an.
Gördüğü yeşillikler, kayboldular ortadan.
O şeytani halleri kaybolduğu için de,
Buluverdi kendini, birden çöplük içinde.
Sabah, namaz vaktinde uykusundan uyandı.
O hallerin, şeytani olduğunu anladı.
Hatasına üzülüp, etti tövbe istiğfar.
Sohbete katılmaya yeniden verdi karar.
Cüneyd-i Bağdadi’nin öperek ellerini,
Bir daha terk etmedi onun sohbetlerini.
Hocası buyurdu ki: (Evladım, beni dinle.
Her müslüman, muhtaçtır bir mürşid-i kâmile.
Yoksa, bu mel'un şeytan, bilerek bunu fırsat,
Gelir, o müslümana oluverir musallat.)
.
En kıymetli şey
Cüneyd-i Bağdadi’yi, halifeye giderek,
Şikayet eylediler iftira eyleyerek.
Dediler ki: (Binlerce insan var ki yanında,
Fitne ve karışıklık çıkabilir yakında.)
Hatta kadınlarla da bir ilgisi var diye,
Çok çirkin iftiralar attılar bu veliye.
Halife, bu sözlerin tesirinde kalarak,
İşin hakikatini arzu etti anlamak.
Güzel bir cariyesi vardı ki hakikaten,
Emir verip, yanına çağırdı onu hemen.
Dedi: (Giy üzerine, çok süslü elbiseler.
Tak hem de çok kıymetli nadide mücevherler.
Çok güzel süslenerek, Cüneyd’in evine git.
O, kapıya çıkınca, aç yüzünü o vakit.
De ki: Benim yanımda, var bir hayli dünyalık.
Ve lakin bu dünyadan, soğudu kalbim artık.
Çok takva olduğunu söylüyor herkes senin.
Ben de sana geldim ki, beni kabul edesin.
Yanında eyleyeyim hep ibadet ve taat.
Ancak senin yanında bulurum huzur, rahat.)
O da, (Peki) diyerek, giyinip süslendi ve,
Geldi bir hizmetçiyle Cüneyd-i Bağdadi’ye.
Kapıya çıktığında, yüzünü göstererek,
Söyledi bu sözleri, hem de cilve ederek.
Lakin o evliya zat, Allah korkusu ile,
O gelen cariyeye, bakmadı bir an bile.
Ona, zerre miktarı göstermedi iltifat.
Sonra da, (Allaah! ) diye çağırıp etti feryat.
Aşk-ı ilahi ile, o (Allaah!) dediği an,
Cariye, düşüp öldü onun bu feryadından.
Hizmetçi geri gelip, bu hali verdi haber.
Halife bunu duyup, oldu gayet mükedder.
Ve hemen ziyarete giderek bu veliyi,
Dedi ki: (Nasıl yaktın o güzel cariyeyi?)
O ise buyurdu ki: (Ya emirel müminin!
Senin, mümin kullara bu mudur merhametin?
Zira benim, kırk yıldır uğraşıp didinerek,
Çetin mücahede ve riyazetler çekerek,
Bir hale getirdiğim şu nefs-i emmaremi,
Yeniden canlandırıp, dirilteceksin emi?
Ben, hiç bir şey yapmadım, Allah! dedim sadece.
O, bunun tesiriyle düşüp öldü hemence.)
Sonra da halifeye, etti çok nasihatlar.
Dedi: (Kendi nefsinden, insana gelir zarar.
Ey halife, günahtan sakın tam hakkı ile.
Zira kulun kıymeti, ölçülür takva ile.
Allah'ın kullarına eyle ki bugün medet,
Allah da, mahşer günü, sana etsin merhamet.
Sen, iyilik eyle ki dünyada her insana,
Sen dahi kavuşasın, ahirette ihsana.)
.
Ne için kesmemiş?
Cüneyd-i Bağdadi’nin sohbetinde bulunan,
Bir kimse, bu veliyi etmek için imtihan,
Yanına yaklaşarak, bir sual sordu, ama,
O, cevaben şöylece buyurdu o adama:
(Keşke kendi kendini imtihan eyleseydin.
O zaman, belki bizi imtihan eylemezdin.
Çünkü insan, görürse kendinin günahını,
Görmeye vakit bulmaz, başkasının aybını.
Allah'ın dostlarını imtihan etmek için,
Kimde kuvvet vardır ki, senin de olsun gücün.
Sen bizi denemekle, ayrıldın yolumuzdan.
Nereye gideceksen, git artık aramızdan.)
O anda, o kimsenin yüzü simsiyah oldu.
Kalbindeki bir parça yakin dahi kayboldu.
Yaptığı bu hatayı anladıysa da, fakat,
Bir defa kırılmıştı ona o evliya zat.
Bir Allah adamının kalbi kırılır ise,
O af eylemedikçe, iflah olmaz o kimse.
O, buna pişman olup, etti tövbe istiğfar.
Cüneyd-i Bağdadi’den af diledi o tekrar.
O, merhamet ederek affetti onu yine.
O kimsenin yüzü de, geldi eski haline.
Ve yine bu velinin, vardı bir talebesi.
Ona, diğerlerinden fazla idi sevgisi.
Sonra geldi ise de, o, sair talebeden,
Hocasının kalbine, girdi daha evvelden.
Lakin onu, gayriler hiç çekemiyorlardı.
(Niçin onu daha çok seviyor?) diyorlardı.
Cüneyd-i Bağdadi’ye, malum oldu bu haller.
Onları, imtihana tâbi tuttu bu sefer.
Bilcümle talebeyi davet etti evine.
Sonra da, birer adet kuş verdi ellerine.
Buyurdu: (Bu kuşları alarak herbiriniz,
Kimsenin görmediği yerde kesip geliniz.)
Hemen tenha yerlere dağıldılar her biri.
Ve hepsi, kuşlarını keserek döndü geri.
O çok sevdiği ise, getirdi hiç kesmeden.
Ona sual etti ki: (Sen kesmemişsin, neden?)
Ona böyle sorunca, sevindi diğerleri.
Zira zannettiler ki, dinlemedi o emri.
Lakin o, heyecansız ve sakindi begayet,
Üstadına, edeple arz etti ki nihayet:
(Efendim, sizin bize şöyleydi ki emriniz,
Kimsenin görmediği yerde kesip geliniz.
Lakin ben, bulamadım böyle tenha bir yeri.
Çünkü Allah görüyor, bütün gök ve yerleri.
Rabbimin görmediği, tenha yer bulamadım.
Onun için, kesmeden getirdim ey üstadım!)
Onun bu cevabını duyunca talebeler,
Mahcubiyetlerinden utanıp terlediler.
.
Nefsin ilacı nedir?
Cüneyd-i Bağdadi’ye, birgün biri gelerek,
Dedi ki: (Bir hususu öğrenmek isterim pek.)
(O nedir?) buyurunca, şöyle sordu bu defa:
(Nefsin hastalığına, var mıdır sizde deva?)
Buyurdu ki: (Kardeşim, nefsin kati ilacı,
Muhalefet etmektir, olsa da zor ve acı.
Çünkü nefis, ahmaktır, zararını ister hep.
Kendi aleyhinedir, her ne ki etse talep.
Nefsin neyi isterse, tersini yap elbette.
Ki, azaptan kurtuluş, umulsun ahirette.
Nefis bir canavardır, asla doymaz günahtan.
Muhalefetten gayri, kurtuluş olmaz ondan.)
O, teşekkür eyledi Hakk’ın bu velisine.
Giderken konuşurdu, hem kendi kendisine.
Derdi: (Ey ahmak nefsim, işte bak, sen de duydun.
Ben, kaç defa söyledim, bana inanmıyordun.
İşte, aynı cevabı söyledi bu veli zat.
Ondan işitmen için, getirdim seni bizzat.)
Bir kimse de, gelerek Cüneyd-i Bağdadi'ye,
Dert yandı: Bu devirde arkadaşlık yok diye.
Dedi: (Zamanımızda, yok güzel ilişkiler.
Nerde o Allah için yapılan kardeşlikler?)
Buyurdu ki: (Derdini paylaşacak kardeşi,
Ararsan, bulamazsın elbet öyle bir kişi.
Ama, sıkıntısını gidermek istediğin,
Derdini dinleyerek, teselli edeceğin,
Bir kardeş arıyorsan, böylesi çoktur gayet.
Fedakârlık yapmaktır dinimizde maharet.)
Yine bu evliyaya, bazıları gelerek,
Dediler: (Rızkımızı arıyoruz gezerek.)
Buyurdu: (Rızkınızın, nerede olduğunu,
Bilirseniz, o yerde arayın gidip onu.)
Dediler: (Rabbimizden bekliyoruz biz ancak.
Bakalım ki, ne vakit gelip bizi bulacak?)
Buyurdu ki: (Unutmuş sanıyorsanız sizi,
Ona hatırlatınız öyleyse kendinizi.)
Bu sefer dediler ki: (Tevekkül ediyoruz.
Bakalım ki, ne vakit gönderecek diyoruz?)
Buyurdu ki: (İmtihan ederek, deneyerek,
Olmaz, Hak teâlâya hiç tevekkül eylemek.
Zira Onu denemek fikri varsa insanda,
Şüphe bulunduğunu gösterir o imanda.)
Dediler: (Öyle ise, ne yapalım şimdi biz?)
Buyurdu: (Rızık için, hiç şüphe etmeyiniz.
Zira cenab-ı Allah, kefildir rızkınıza.
Az gayretle o rızık, gelir ayağınıza.
O emrettiği için çalışın, gayret edin.
Ve lakin gelen rızkı, bu gayretten bilmeyin.
Rızkınız hususunda, güvenin Rabbinize.
O, buna söz vermiştir, gönderir elbet size.)
.
Son sözleri
Cüneyd-i Bağdadi’nin, son hastalık anında,
Bilcümle sevdikleri, toplanmıştı yanında.
O halinde, devamlı hep Kur'an okuyordu.
Ve bir hatim bitirip, birine başlıyordu.
Dediler ki: (Efendim, zaten çok hastasınız.
Ne olur, kendinizi bu kadar yormasanız.)
Buyurdu ki: (Şu anda, benden fazla sevaba,
Muhtaç olan bir kimse var mıdır ki acaba?
Sonsuz bir yolculuğa çıkmamın, bu, ilk anı.
Ben okumayayım da, kim okusun Kur'anı?)
Vefatları, daha da yaklaşınca nihayet,
Endişeli ve üzgün görünüyordu gayet.
Talebeleri bakıp, dediler: (Efendim, biz,
Şefaatiniz ile, ümitliydik hepimiz.
Sizin haliniz ise, endişeli ve üzgün.
Bu hal, yüreğimizi yakıyor bizim bugün.)
O, gözünü açarak buyurdu: (Ey dostlarım!
Yetmiş seneden beri, bütün kazandıklarım,
Muallakta duruyor sanki hepsi şu anda.
Bir (kıl) ile asılmış görüyorum karşımda.
Bir (tüy)ü düşünün ki, esmesiyle rüzgarın,
Nasıl sallanır ise, hali öyle onların.
Sanki sallamaktadır bir rüzgar, amelimi.
Bu, (kabul) yeli midir, bilmem ki (red) yeli mi?
Bir kul, neticesini bilmiyorsa bu işin,
Korkmaktan başka işi olur mu o kişinin?
Bir kulun, seksen sene olsa da ibadeti,
Mahvolur, erişmezse Rabbinin merhameti.)
O gün, sevdiklerine bunları söyleyerek,
Teslim etti ruhunu, en son (Allah! ) diyerek.
Cenaze yıkayıcı, bu evliya kişinin,
Gözlerinin içine, su ulaştırmak için,
Çok uğraştı ise de, lakin başaramadı.
Zira o mübarek zat, gözlerini açmadı.
O sırada gaibten, bir ses duydu bu kere.
Diyordu ki: (Kendini yorma beyhude yere.
Allah'ın aşkı ile kapanmıştır ki onlar,
Rabbinin didarını görmeden açılmazlar.)
Mübarek cenazesi yıkandı, kefenlendi.
Cenaze namazını ,oğlu eda eyledi.
Birisi, rüyasında gördü onu bir kere.
Dedi: (Ne cevap verdin Münker ile Nekir'e?)
Buyurdu ki: Yanıma geldiler Münker-Nekir.
Sormaya başladılar: (Rabbin kim, dinin nedir?)
Dedim: Kalu-bela'da, ruhuma, o gün Rabbim,
Sormuştu ki: (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?)
Demiştim ki: (Evet sen, Rabbimsin elbette ki.)
Şimdi, tekrar sormanın hikmeti nedir peki?
Ben böyle söyleyince, (Doğru diyor) dediler.
Başka bir şey sormadan, mezarı terk ettiler.
.
Mümin, toprak gibidir
Vefatlarından sonra, bu mübarek veliyi,
Bir gece, rüyasında görmüştü bir sevdiği.
Sordu: (Ne muamele eyledi Allah size?)
Buyurdu: (Keşf, keramet gibi neyim var ise,
Hiç işe yaramadı onların bir tanesi.
Olmadı hiç birinin, bana bir faidesi.
Yalnız bir gece vakti, iki rekat bir namaz,
İmdadıma yetişti, azaptan oldum halas.)
Cüneyd-i Bağdadi’nin, ruhlara tesir eden,
Nasihatleri vardı, kalpleri temizleyen.
Buyurdu ki: (Müslüman, toprak gibi olmalı.
Üstünde tepinseler, hiç ses çıkarmamalı.
Nasıl ki bir toprağı sürerler, çapalarlar.
Ve ona, türlü çeşit muamele yaparlar.
Yani toprak, ne kadar görse de çok eziyet,
Yine de çıkar ondan, çeşitli tatlı nimet.
O, her bir çirkinliğe, ikramla cevap verir.
Halis müslüman dahi, işte aynen böyledir.
Onu gören kimsenin, sürur gelir içine.
O, darda kalanların yardım eder işine.)
Buyurdu: (Bir kimsenin havada uçtuğunu,
Görseniz de, keramet saymayınız hiç onu.
Bakın ki, uyuyor mu Allah'ın her emrine?
Sıkı sarılıyor mu Resul'ün sünnetine?
Emir ve yasaklara uymakta, zerre kadar,
Gevşekliği var ise, uçması neye yarar?
Halis mümin odur ki, haya eder Allah'tan.
Daima kalbi titrer bir günahı yapmaktan.
Bilir ki, imtihana gelmiştir bu dünyaya.
Eğiktir boynu her an Allahü teâlâya.
Tercih eder dünyaya, hep ahiret işini.
Zira o, hiç unutmaz Cehennem ateşini.
O ateşte yanmamak, yegane arzusudur.
Bu yüzden her işini, tam islama uydurur.
Kaçınır her günahtan, asla uymaz nefsine.
Bilir ki kendi nefsi, düşmandır kendisine.)
Bir gün de buyurdu ki: (Ölümü çok anınız.
Düşünün ki, şu anda nerdedir ecdadınız?
Siz dahi, bu gün yarın ölürsünüz akıbet.
Lakin unutmayın ki, ebedidir ahiret.
Her bir amelinizden, soracak Hak teâlâ.
Onlara, güzel cevap verirseniz, ne a’la.
Ahirette azap var, çetindir hem de gayet.
Öyleyse her günahtan kaçmaya edin gayret.
Ey insanlar, bu dünya tarladır ahirete.
Faydalı tohum eken, kavuşur her nimete.
Kadın çocuk, mal makam ve mevki düşüncesi,
Allah için olmazsa, dünya olur cümlesi.
Rıza-i bari için kullanılırsa bunlar,
Dünya değil, bilakis ahiretten olurlar.)
.
Tevazu nedir?
Şöyle nakledilir ki Cüneyd-i Bağdadi’den:
Bir Cuma namazını kılıp çıktım camiden.
Kapıda bir dilenci, baktım dikiliyordu.
Camiden çıkanlardan, sadaka istiyordu.
Kalbimden geçirdim ki: Ne için çalışmıyor?
Herkese avuç açıp, bir sadaka istiyor.
Oradan eve gelip, rüya gördüm o gece.
Biri gelip, önüme bir tabak koydu önce.
Sonra, bana öfkeyle, (Haydi, bundan ye!) dedi.
Tabağın içindeki, baktım ölü etiydi.
Bu teklif karşısında, şaşırıp sendeledim.
(Bu, bir ölü etidir, bu nasıl yenir?) dedim.
Dedi ki: (Dün, bu etten yemiştin, biliyorsun.
Peki, şimdi ne için yemek istemiyorsun?)
Uyanınca, dedim ki hemen kendi kendime:
Keşke öyle düşünce gelmeseydi kalbime.
Kalkıp abdest alarak, namaz kıldım ve hemen,
Fakiri bulmak için, acele çıktım evden.
Baktım, Dicle nehrinin yanında duruyordu.
Yerlerden topladığı tereleri yiyordu.
Beni görüp dedi ki: (Şimdi tövbe ettin mi?
Kalbini, o fikirden temizleyebildin mi?)
Dedim ki: (Tövbe ettim, hakkını eyle helal.)
(Helal olsun) dedi ve kayboldu sonra derhal.
Bu hatamdan ötürü, oldum ki öyle pişman,
Ağlayıp, gözlerimden yaş akıttım çok zaman.
Bir gün de, sevdikleri, Cüneyd-i Bağdadi'ye,
Gelip sual ettiler: (Tevazu nedir?) diye.
Buyurdu: (Merhamet ve şefkat kanatlarını,
Gererek, korumaktır Allah'ın kullarını.
Her kim olursa olsun, kullara acıyarak,
Herkese davranmaktır merhametli, yumuşak.
Her kim ibret almazsa, eğer gördüklerinden,
Onun görmemezliği, iyidir görmesinden.)
Bir gün de buyurdu ki: (Bu ömür, bir fırsattır.
Onu, en iyi şeyle değerlendirmek şarttır.
Dünyanın bir saati, ibadet bakımından,
İyidir ahiretin bin yıllık zamanından.
Zira bu bir saatte, iyi iş ve ibadet,
Yapılıp, kazanılır ebedi bir saadet.
Halbuki kıyametin, binlerle senesinde,
Hiç bir iş yapılamaz, bekler kabir içinde.
Öyleyse ey müslüman, boş geçirme vaktini.
Bu dünya hayatının, iyi bil kıymetini.
Zira ömür kısadır, sayılıdır nefesler.
Eceller ani gelir, bu hayat çabuk geçer.
Ömür kısa ise de, çok kıymetlidir fakat.
Çünkü biz kullar için, imtihandır bu hayat.
Kıymetli sermayesi, ömrüdür bir insanın.
Onu boşa geçiren, çok pişman olur yarın.)
.
32 - SEHL BİN ABDULLAH-İ TÜSTERİ (Rahmetullahi Aleyh)
.
Hastalık nimettir
Sehl bin Abdullah-ı Tüsteri hazretleri,
Meşhurdu nefsi ile olan riyazetleri.
Yaptığı içindir ki Rabbine her an taat,
Ona, hayvanlar bile ederlerdi itaat.
Yanına gelirlerdi bazan vahşi hayvanlar.
Sakin otururlardı, vermeden hiçbir zarar.
Hak teâlâ indinde, duası makbuldü pek.
Ondan dua isterdi herkes bunu bilerek.
Hasta olan birine, dua etseydi eğer,
Kalmazdı o kimsede, hastalıktan bir eser.
Var idi kendinin de bazı hastalıkları.
Lakin büyük bir nimet bilirdi o bunları.
Onun dualarıyla bulurken herkes şifa,
O, dua etmiyordu kendisine bir defa.
Dediler ki: (Kim sizden bir dua etse talep,
Müstecap duanızla, şifaya kavuşur hep.
Lakin var sizin dahi, iki mühim derdiniz.
Siz, niçin kendinize hiç dua etmezsiniz?)
Dedi: (Bana onları, gönderdi Hak teâlâ.
Kendisi, şifasını verir ise ne a’la.
Bana, bu hastalıklar dert değil, birer ihsan.
Nimetin gitmesine, dua eder mi insan?
Ben bunlara sabredip, Rabbime şükrettikçe,
O, yüksek makamlara yükseltti beni nice.)
Şehrin valisi dahi hasta oldu bir ara.
Söyledi bu derdini bilcümle doktorlara.
Hepsi aciz kaldılar onun tedavisinden.
O, Sehl-i Tüsteri’yi işitti birisinden.
Dediler ki: (O size, dua etsin bir defa.
Muhakkak ki bulunur derdinize bir deva.)
Vali onu çağırtıp, dedi: (Bende var şu dert.
Bundan kurtulmam için, bana da bir dua et.)
Buyurdu: (Zindanlarda mazlum varken bir nice,
Benim dualarımdan alamazsın netice.)
Dedi ki: (Öyle ise, affettim cümlesini.
Şu andan itibaren çıkarsınlar hepsini.)
Sonra Sehl-i Tüsteri dedi ki: (Ya ilahi!
Benden dua istiyor şu hasta vali dahi.
Her ne ki varsa onda, bir dert veya musibet,
Sonsuz merhametinle, buna şifa nasib et.)
Henüz sona ermeden duası bu velinin,
Dertlerinden bir eser kalmadı o valinin.
Çok teşekkür eyledi o Sehl-i Tüsteri’ye.
Ve bir kese altın'ı, etti ona hediye.
Lakin kabul etmedi bunu Sehl-i Tüsteri.
Hiç elini sürmeden, gönderdi ona geri.
Orada, bazısının gelmişti ki kalbine:
(Keşke alıp verseydi şehrin fakirlerine.)
O, çakıl taşlarına eyledi bir kez nazar.
Gördüler ki, bir anda (altın) oldu o taşlar.
.
Bak ey nefsim!
O Sehl-i Tüsteri ki, asrının bir tanesi.
Ve Zünnun-i Mısri’nin makbul bir talebesi.
O, üstadına karşı gösterdi pek çok edep.
O hayatta oldukça, konuşmadı, sustu hep.
Kendisine bir sual sorsaydı biri dinden,
Asla cevap vermezdi, üstada edebinden.
Lakin günün birinde, dedi ki: (Kardeşlerim!
Dini bir sualiniz varsa cevap vereyim.)
Dediler: (Susardınız dini mevzularda hep.
Şimdi hikmet nedir ki, ettiniz böyle talep?)
Buyurdu: (Hayattayken bir kimsenin hocası,
Edebe muhaliftir dinden ağız açması.)
Dinleyenler, bu işi eylediler tahkikat.
Bildiler ki, üstadı aynı gün etmiş vefat.
Ömrünün sonlarında, hasta oldu nihayet.
Eli ve ayakları, etmez oldu hareket.
Lakin günde beş defa, namaz vakitlerinde,
Olurdu a’zaları, eski kuvvetlerinde.
Annesinden, bir hayli mal kalmıştı kendine.
Dağıttı tamamını şehrin fakirlerine.
Ve kimde alacağı vardıysa, tamamını,
Onlara bağışlayıp, helal etti hakkını.
Sonra da çıktı yola, Kâbe’yi tavaf için.
Dedi ki: (Bak ey nefsim, dünya ile yok işin.
İşte görüyorsun ki, tamamen ettin iflas.
Ve sana, bundan sonra ahiret lazım esas.
Sakın dünyalık bir şey eyleme benden talep.
Zira ben, muhalefet edeceğim sana hep.
Ya sen yola gelirsin, ya yanarsın ateşte.
Üçüncü şıkkı yoktur, hakikat böyle işte.)
Sonra vardı Kufe'ye, böylece söylenerek.
Lakin canı orada, istedi balık ekmek.
Baktı ki, son derece istiyor nefsi bunu.
Lakin hemen yapmadı onun bu arzusunu.
Rastladı biraz sonra, bir un değirmenine.
İlişti sonra gözü, bir dolap beygirine.
Gelip, değirmenciye sordu ki hemen ilkin:
(Ne ücret istiyorsun şu dönen beygir için?)
(İki dirhem) deyince, buyurdu ki: (Ey kişi!
Ben, yalnız bir dirheme yapayım mı bu işi?)
(Peki olur) deyince, geçti atın yerine.
O gün akşama kadar, su çekti değirmene.
Akşama bir dirhem i ondan tahsil ederek,
Gelip, o para ile, aldı balık ve ekmek.
Dedi ki: (Bak ey nefsim, isteğin oldu, fakat,
Sen de, Hak teâlâya yapacaksın çak taat.
Benden, günah olmayan bir şey istersen eğer,
Bu kadar meşakkate katlanman icab eder.
Eğer günah bir şeyi talep edersen benden,
Bil ki, mahrum ederim seni helal şeylerden)
.
Din, edeptir
Sehl ibni Abdullah ki, evliyadan, büyük zat.
Bir kişi, kendisinden istedi bir nasihat.
Dedi: (Helal yemektir dinimizin esası.
Zira haram yiyenin, kabul olmaz duası.
Hem dahi bir müslüman, haramdan yerse eğer,
Onun yedi uzvu da, Allah'a isyan eder.
Helalinden yer ise bir müslüman da şayet,
Onun yedi a’zası, yapar halis ibadet.)
Bir başkası, nasihat istedi kendisinden.
Buyurdu ki: (Kardeşim, din, edeptir tamamen.
Kimler ki, hiç edepten nasib alamamıştır.
Onlar, Hak teâlâya vasıl olamamıştır.
Allah'a, Peygamber'e, sonra ana-babaya,
Aileye, evlada, komşu ve akrabaya,
Hepsi ile ilgimiz olduğuna göre hep,
Göstermek gerekiyor hepsine ayrı edep.
Eğer Rabbine karşı edepliyse bir insan,
Ondan haya ederek, yapamaz günah, isyan.
Resulullaha karşı edepliyse bir kişi,
Sünnet-i seniyyeye uygun olur her işi.
Onun beğenmediği bir işi yapsa şayet,
Resul’e edepsizlik yapmış olur o elbet.
Zaten Resulullahın en büyük mucizesi,
Güzel edebiydi ki, cezbederdi herkesi.
Ana babaya karşı gösterirse kim edep,
Onların rızasını kazanmaya bakar hep.
Sert söylemez onlara, incitmez kalplerini.
Yapar, günah olmayan bütün emirlerini.
Arkadaşlara karşı edep de mühimdir pek.
Haşin davranışlardan şiddetle kaçmak gerek.
Arkadaşın ismini, duvarda görse eğer,
Önünü ilikleyip, önünden öyle geçer.
Arkadaşa bu edep yapılmazsa bir kere,
Edepli olunamaz Allah ve Peygambere.
Edepsizlik, ayrıca gurur ve kibir yapar.
O, kendinden gayriye tepeden, üstten bakar.
Sert, kırıcı davranır ekseri yaranına.
Herkes ondan çekinir, kimse gelmez yanına.
Derler: (Uzak duralım, görmesin şimdi bizi.
Belki birşey söyler de, incitir kalbimizi.)
Halbuki böyle olmak, felakettir bu zata.
Zira Peygamberimiz buyurdu ki eshaba:
(Şerrinden korkularak, ondan uzak durulan,
Kimsedir, en ziyade fena ve bedbaht olan.)
Kâfirlere karşı da, edepli olmalı tam.
Zira sırf kılıç ile yayılmadı bu islam.
Küffar, hayran kalarak eshabın edebine,
Fevc fevc gelip girdiler, isteyerek bu dine.
Hasılı bir müslüman, edepli ise eğer,
Onu Allah da sever, kulları da çok sever.)
.
Kul hakkı mühimdir
Sehl ibni Abdullah-ı Tüsteri hazretleri,
Meşhurdu nefsi ile olan riyazetleri.
Nasihat istemişti bir kişi kendisinden.
Buyurdu: (İncinmesin katiyen kimse senden.
Zira kul hakkı gibi, mühim şey yok bu dinde.
Şimdi helallaşmazsan, çok zor olur o günde.
Allah affetse dahi her günahı, bu hariç,
Kul hakkına gelince, affeylemez onu hiç.
O borç ödenmedikçe, kurtuluş olmaz, heyhat!
Orada, para pul da geçmiyor, aman dikkat!
Mesela borçlu isen birine bir liracık,
Mahşerde, ödenmesi olmaz hiç kolaycacık.
Yetmiş yıl, cemaatle kıldığın namazların,
Ecrini, senden alıp, verirler ona yarın.
Sıratta, yedi yerde insanlar durdurulur.
Yedinci, son durakta, kul hakkından sorulur.
Öyle dehşetlidir ki Sırat'ın bu durağı,
Peygamberlerin bile, çözülür dizi bağı.)
Bir başkası nasihat isteyince bir zaman,
Buyurdu ki: (Evladım, nefsine uyma, aman!
Senin büyük düşmanın, nefsindir ey evladım!
Onun hiylelerini takib et adım adım.
O, yalnız sana değil, düşmandır hem Allah'a.
Sana, nefsinden gayri büyük düşman yok daha.
Her an fırsat kolluyor seni aldatmak için.
Eğer ki aldanırsan, hüsrandır sonra işin.
Nefsine tâbi olmak, en feci bir afettir.
En büyük ibadet de, ona muhalefettir.
Bir kimse, boş işlerle uğraşıyorsa şayet,
Rabbin sevmediğine, bu, en açık işaret.
Mümin, faydalı işle, veyahut ahiretle,
Meşgul olmalıdır ki, kurtulsun bu suretle.)
Ve yine buyurdu ki: Bilin ve olun agah.
Gün be gün kullarına, şöyle buyurur Allah:
(Ey kulum, bir an yok ki, anmayayım seni ben.
Lakin hiç anmıyorsun sen beni, acep neden?
Ben sana, türlü türlü nimetler veririm hep.
Sen, gayriye teşekkür edersin, neden acep?
Ben seni, Cennetime ediyorum da davet,
Sen ise, başkasına ediyorsun icabet.
Ben sana, gece gündüz yaparım bunca ihsan.
Sen ise, buna karşı, edersin bana isyan.
Sonunda huzuruma geleceksin, velakin,
Ne cevap verirsin ve ne olur mazeretin?)
Buyurdu: (Ey insanlar, dinde var ki üç esas,
Temin edin bunları, ilim, amel ve ihlas.
Nasıl yoksa kıymeti, amelsiz kuru ilmin,
Yine yoktur değeri, ihlassız amellerin.
Üçünü, hakkı ile elde ederse insan,
Olur Hakk’ın sevdiği, kâmil, iyi müslüman.)
.
Rabbim beni görüyor
Evliya-yı kiramdan olan Sehl-i Tüsteri,
Vera ile takvada, gitmişti çok ileri.
Bir rüya görmüştü ki henüz üç-dört yaşında,
Secdeye kapanmıştı Arş-ı a’la altında.
Söyledi dayısına o gün bu hadiseyi.
O dedi: (Hiçkimseye söyleme sen bu şeyi.)
Bu mübarek çocukla, oldu çok alakadar.
Buyurdu: Bak evladım, sana diyeceğim var.
Her gece yattığında, söyle ki üçer defa:
(Rabbim hep benimledir, gitsem de ne tarafa.
Beni her an görüyor, sesimi işitiyor.
Kalbimden her ne geçse, benden iyi biliyor.)
O, bu kelimeleri söylüyordu her gece.
Ve bu hal, bir kaç sene devam etti böylece.
Kendisi buyurur ki: Çocuk yaşımdan beri,
Devamlı söylüyorum, ben bu kelimeleri.
Bunların manaları, tesir etti kalbime.
İliklerime kadar, işledi benliğime.
Çok iyi anladım ki: (Benimledir hep Rabbim.)
Bir günah işlememe, mani oldu bu halim.
Çok iyi öğrendim ki: (Görmektedir beni hep.)
Ondan haya etmeme, bu halim oldu sebep.
Bildim ki: (Her sözümü, duyuyor Hak teâlâ.)
Çirkin söz söylemekten, eyledim Ondan haya.
İnandım ki: (Kalbimi, görüyor her an Rabbim.
Her neye adım atsam, malum Ona her halim.)
Bunlar, benim içime işledi hakk-ul yakin.
Günahlar, geliyordu bana kötü ve çirkin.
Derdi ki: (Bir kimsenin kalbinde varsa iman,
Hiç o kişi, Rabbine eder mi günah, isyan?
Mesela kul hakkını düşünen bir müslüman,
Ayağını uzatıp, yatamaz hiç bir zaman.
İmanın, bir sureti vardır her müslümanda.
Ve lakin hakikati bulunmaz her insanda.
Kur'an-ı keriminde buyurur ki Rabbimiz:
(Ey iman sahipleri, sağlam iman ediniz.)
Yani cenab-ı Allah, buyurur ki mealen:
(Ey hakiki imana erişmeyenler halen,
Haramlardan kaçarak ve çok yapıp ibadet,
Hakiki bir imana kavuşun en nihayet.)
Derdi ki: (Asıl iman, bir sevgidir, bir haldir.
Böyle iman edene, isyan etmek muhaldir.
Çünkü o, ahireti düşünür gece gündüz.
Dinin sınırlarını, hiç eylemez tecavüz.
O, sobayı görünce, hatırlar Cehennemi.
Başkası günah yapsa, ona gelir elemi.
Her nerede, kiminle, ne zaman etse sohbet,
Hep der ki: (Dünya fani, ebedidir ahiret.)
Ölümü hatırlatır, o, her arkadaşına.
Zira kapta ne varsa, hep o sızar dışına.
.
Bedbahtlık alameti
Dayısı Muhammed bin Süvar’ın sohbetinde,
Yetişip, çok büyük bir veli oldu devrinde.
Zünnun-ı Mısri’den de, feyiz ve nur alarak,
Aydınlattı kalpleri, o nurları yayarak.
Üstadına o kadar vardı ki tâbiyeti,
Bu dünya, az görmüştür böyle teslimiyeti.
Bir kimse anlatır ki: Basra'da, bir gün Sehl’e,
Rastladım, parmağını sarmış idi bir bezle.
Sorunca parmağını ne için sardığını,
Söyledi cevabında, biraz ağrıdığını.
Oradan ayrılarak, vasıl oldum Mısır'a.
Zünnun-ı Mısri’yi de görüverdim o sıra.
Baktım, sarılı idi parmağı onun dahi.
Ona da sual ettim hemen aynı suali.
Dedi ki: (Dünden beri, parmağım ağrıyor az.
Bu bez ile sardım ki, ağrısı dinsin biraz.)
O zaman anladım ki, Zünnun hazretlerinin,
Parmağı ağrıyordu, sarmıştı onun için.
Sehl-i Tüsteri ise, sırf ona mutabaat,
Maksadıyla sarmıştı, ağrısı yoktu fakat.
Sehl-i Tüsteri der ki: Rüya gördüm bir gece.
İnsanlar, bir meydanda toplanmıştı binlerce.
Kıyamet koptuğunu öğrendim sorup derhal.
Arasat meydanıymış toplanılan o mahal.
O ara bir kuş gördüm, geldi kanatlanarak.
Ve Cennete götürdü, bazısını alarak.
(Bu, ne kuşudur?) diye, merak ettim o anda.
O sırada, bir kağıt peyda oldu havada.
O kağıdı görünce, daha da meraklandım.
Bana çok yaklaşınca, uzanıp onu aldım.
Baktım ki, üzerinde bir de yazı var hatta.
(Bu kuş, takva kuşudur) yazıyordu kağıtta.
Takva sahiplerini, uçurarak havadan,
Cennete götürürdü, hayrette kaldım o an.
Sonra, kendi kendime düşündüm ki o ara:
Ne mutlu, bu dünyada haramdan kaçanlara.
Mahşerde, ızdıraptan kıvranırken cümle halk,
Onlar, uçtu Cennete pek sevinçli olarak.
Zaten en kıymetli şey, çok korkarak Allah'tan,
Kaçmaktır büyük küçük, her haram ve günahtan.
Sevdiklerinden biri, bir gün de bu veliye,
Sordu: (Bedbaht olmanın alameti ne?) diye.
Buyurdu: (İlmi olup, hiç amel yapmamaktır.
Ve ameli olup da, ihlası olmamaktır.)
Üçüncü alameti vardır ki bunun yine,
O da, kavuşmamaktır bir veli sohbetine.
Bir Allah adamını tanıyamazsa bir kul,
Veya onu görüp de, görmezse hüsn-ü kabul,
En büyük nişanıdır, kötü bahtlı olmanın.
Zira böyle olanlar, çok pişman olur yarın.)
.
Yılandan kaçmıyordu
O Sehl-i Tüsteri ki, hal ehli bir veli zat.
Az yer ve az uyurdu, taatı çoktu fakat.
Evine, ziyarete biri geldi bir zaman.
Gördü ki, içeride yatar koca bir yılan.
Onu görüp, korktu ve girmedi içeriye.
Ziyaretten vazgeçip, dönüyorken geriye,
Sehl onu farkederek, seslendi: (Gir içeri!
Mezardaki yılanlar, daha korkunç ve iri.
Bak, nasıl bu yılandan korkuluyor bu günde.
Peki, ne yapacağız yarın mahşer gününde?)
Sonra yılanı tutup, attı öbür odaya.
O kimse, böylelikle girebildi oraya.
Bir gün de, talebeyle bir yere gidiyordu.
Gayr-i müslim birini gördü ve hemen durdu.
O kimseyi gösterip, buyurdu ki o saat:
(Müslüman olabilir ilerde belki şu zat.)
Bu hadiseden sonra, yıllar geçti aradan.
Hatta Sehl-i Tüsteri, göç etti bu dünyadan.
Talebesinden biri, bu velinin kabrini,
Ziyarete giderken, yolda gördü birini.
İşte o gayr-i müslim kimse idi o giden.
Hocasının sözünü hatırladı o birden.
O kimseye yaklaşıp, dedi: (Bakar mısınız!
Şöyle şöyle demişti hakkınızda hocamız.)
Hidayetin nurları, o an geldi kalbine.
Dedi ki: (Öyle ise, gel gidelim kabrine.
Eğer aynı sözleri duyarsam kendisinden,
Müslüman olacağım burada ben de hemen.)
Sonra gidip, o kabrin baş ucunda durdular.
Varır varmaz, kabirden şu nidayı duydular:
(Ey filan, senin için öyle dedim bir zaman.
Haydi, tam zamanıdır, sen dahi ol müslüman!)
O kimse, o kabirden duyunca böyle nida,
Şehadeti getirip, iman etti o anda.
Bir gün de, bu velinin yanına biri geldi.
(Köseyim, dua edin sakalım çıksın) dedi.
Buyurdu ki: (Ey kişi, elini yüzüne sür.
Görürsün ki sakalın çıkacak, hem de pek gür.)
O kişi, sürmüştü ki elini yüzüne tam,
Geldi o an eline sakalları bir tutam.
Yine bu büyük zata sordular: (Efendim, siz,
Bir günde, tek bir öğün yemeğe ne dersiniz?)
Buyurdu ki: (Yemeğin ideali, azıdır.
Bu, sıddık olanların yemek yeme tarzıdır.)
(İki öğün yemeğe, ne dersiniz?) dediler.
(Müminin şiarıdır) buyurdu o bu sefer.
Dediler ki: (Üç öğün yemek yemek nasıldır?)
Buyurdu ki: (Çok yemek, sıhhate zararlıdır.)
Ve sonra buyurdu ki: (Felaketlerin başı,
Tam doyuncaya kadar yemektir daim aşı.
.
Bir keramet
Bir gün Sehl-i Tüsteri, son hastalık anında,
Kendinden geçmiş halde, yatarken yatağında,
Sordu talebeleri: (Efendim, yerinize,
Kimi bırakırsınız, kim halef olur size?)
O an Sehl-i Tüsteri açarak gözlerini,
Söyledi (Şad-ı dil) nam bir kâfirin ismini.
Yanında bulunanlar, çok hayret eylediler.
(Hocamızın, herhalde aklı gitti) dediler.
Bu sebeple, çok büyük şaşkınlık hasıl oldu.
Herkes onun sözünü, başka yorumluyordu.
Buyurdu ki: (Kalkınız, gürültü yapmayınız!
Bana siz, Şad-ı dil'i acele çağırınız.)
Biraz sonra, Şad-ı dil gelince huzuruna,
Yatağından doğrulup, şöyle buyurdu ona:
(Ey Şad-ı dil, dünyadan ayrılırsam ben şayet,
Minberime çıkarak, insanlara sen vaz et.)
O da şaşırdıysa da, (Peki) dedi cevaben.
O gün, Sehl-i Tüsteri göç etti bu âlemden.
Üç gün sonra Şad-ı dil, ikindi namazında,
Gelip hazır bulundu cemaat arasında.
Başında sorgucu ve belinde zünnariyle,
Gelip çıktı minbere, kâfir kıyafetiyle.
Hayret nazarlarıyla bakışırken insanlar,
O, minberden seslendi, dedi: (Ey müslümanlar!
Ey Sehl-i Tüsteri’nin kıymetli cemaati!
İşte o veli zatın büyük bir kerameti.
Zira o, bir gün bana demişti: Ey Şad-ı dil!
Ne zaman aramıza olursun sen de dahil?
Hala gelmedi mi ki iman etme zamanı?
Ne zaman atacaksın, belinden zünnarını?
İşte ey müslümanlar, şimdi geldi o zaman.
Ben dahi, sizin gibi işte oldum müslüman.)
Bir evladı vardı ki hem de bu veli zatın,
Henüz çocuk yaşında, hal ehliydi bihakkın.
Yiyecek isteseydi annesinden o eğer,
(Rabbinden iste!) derdi, validesi her sefer.
Secdeye kapanırdı o da Yaradan’ına.
Annesi, dediğini hazırlardı yanına.
Çocuk, secdeden kalkıp, o şeyleri görünce,
Allahü teâlâya şükrederdi ilk önce.
Bilmezdi annesinin getirip koyduğunu.
Allahü teâlâdan bilirdi yine onu.
Çocuğun, ihtiyacı oldu yine bir şeye.
Annesi evde yoktu, vardı hemen secdeye.
Rabbine arz eyleyip, secdeden kalktığında,
İstediği şeyleri, gördü yine yanında.
O sırada annesi, gelip girdi içeri.
Ve gördü çocuğunun yanındaki şeyleri.
Nereden aldığını sorunca ona hemen,
Dedi: (Geldi bunlar da, hergünkü gelen yerden.)
.
33 - SIRRI-Yİ SEKATİ (Rahmetullahi Aleyh
.
Bir pişmanlık
Sırri-yı Sekati ki, evliyadan, büyük zat.
Yaşadığı bir hali, anlatır kendi bizzat:
(Bir hata işledim ki, hatırlasam o işi,
Yakar hep yüreğimi, bir pişmanlık ateşi.
Şöyle ki, bir dükkanım vardı çarşı içinde.
Orada uğraşırdım, alım-satım işinde.
Bir akşam, otururken ailemle beraber,
(Çarşı yanıyor!) diye, geldi bana bir haber.
Yanmıştı o yangında çarşıdaki her dükkan.
Yalnız benim dükkanım, müstesna oldu bundan.
Gelince dükkanımın yanmadığı haberi,
(Elhamdülillah!) dedim ben gayr-i ihtiyari.
Ve lakin akabinde, toparlandım hemence.
Başımı öne eğip, düşündüm ince ince:
Diğer kardeşlerimin dükkanları yandı hep.
Onlar üzüntülüyken, sevinmeye ne sebep?
Zararım yoktur diye, aldı beni bir sevinç.
Lakin kardeşlerime üzülmedim demek hiç.
Onların derdi ile, olmadım alakadar.
Üzülmem gerekirdi benim de onlar kadar.
Öyle çok utandım ki o gün kendi kendime,
Odaya kapanarak, şöyle dedim nefsime:
(Ey nefsim, sen nasıl bir müslümansın ki acep,
Kendi menfaatini düşünüp durursun hep.
Dükkanın, bu yangından bir zarar görmeyince,
Başka şey düşünmeyip, kapıldın bir sevince.
Güya biliyordun ki, birine, bir musibet,
Gelince, onun kadar üzülmeliydin elbet.
Hani, kardeşlerinin dükkanları yandı hep.
Sen, niçin müteessir olmadın buna acep?
Demek ki, sırf kendini düşünürsün sen hala.
Halbuki bu halini, sevmiyor Hak teâlâ.)
Bir gün, biri gelmişti kendisine Lübnan'dan.
Dedi: (Selam getirdim size ben falan zattan.)
Selamını alarak, buyurdu: (Sen de şayet,
Oraya döneceksen, benden ona selam et.
Bizim tarafımızdan, söyle ki o kimseye:
Dağ başında, yalnızca durmasın, dönsün eve.
Halktan uzaklaşarak, bir tenha yere gidip,
Tek başına yaşamak, değildir hiç münasip.
Hak aşığı dediğin, çekilmez bir kenara.
Bütün gayreti ile, hizmet eder kullara.
Allah'ın bu dinine, gece gün eder hizmet.
Dine hizmet etmeyi, bilir büyük ganimet.
Allah'ın kullarına hizmet de, ibadettir.
Yalnızlıkta şöhret var, bu da büyük afettir.
İnsanlar, güruh güruh yanacakken ateşte,
Onları kurtarmaktan, mühim şey var mı işte?
İnzivayı bırakıp, eylesin şehre avdet,
İnsanlara hizmeti, bilsin büyük ibadet.)
.
Günah, insanı alçaltır
Bir gün Sırri Sekati, nasihat ediyordu.
Herkes, can kulağıyla bu zatı dinliyordu.
İnsanların aczinden bahsediyordu o gün.
Şöyleydi nasihati bu islam büyüğünün:
(Mahlukların içinde, çok acizdir bu insan.
Buna rağmen o eder Allah'a en çok isyan.
Bu aciz ve zavallı halini görmeyerek,
Kendi Yaradan'ına karşı gelir bilerek.
Öyle çok alçalır ki, o, bu isyanlar ile,
Ondan nefret ederler, hatta şeytanlar bile.
Ne kadar şaşılır ki, Rabbi, ona bol ihsan,
Ettikçe, buna karşı o eder günah, isyan.
Kendisini yaratan, her an varlıkta tutan,
Odur hem kendisini koruyan her korkudan.
Olmasaydı kullara eğer Onun ihsanı,
Türlü tehlikelerden, kim korurdu insanı?
Beşikten ta mezara, rızkını verir de hep,
O, yine isyan eder Rabbine, niye acep?
Lakin bu aynı insan, toparlanırsa eğer,
Öyle çok yükselir ki, gıbta eder melekler.
Zira o, nefsi ile uğraşma neticesi,
Melekten de yukarı yükselir derecesi.
Fakat böyle olanlar, pek nadide bulunur.
Çoğu insan, malesef nefsine mağlub olur.
Ey insanlar bakınız, şudur ki ahmak insan,
O, kendi Sahibi’ne durmadan eder isyan.
Yine de hiç görmeyip, kendinin günahını,
Araştırır daima başkasının aybını.
Kendi, her gün işler de, nice suç ve kabahat,
Ve lakin hiç üzülmez, dolaşır gayet rahat.
Halbuki bugün yarın, ecel gelip ölecek.
Ve bunların hesabı, kendinden istenecek.)
O kişi, dinleyince onun bu sohbetini,
Lezzetinden, bir ara kaybetti kendisini.
Ayılıp öptü hemen her iki elini de.
Dedi: (Talebeliğe kabul edin beni de.)
Kabul olup, aşk ile hizmet etti bir müddet.
Yüksek derecelere vasıl oldu nihayet.
İsmi Ahmed idi ki, hasta oldu bir zaman.
Derhal haber verdiler, üstada bunu o an.
Bir gurup talebeyle, geldi onu görmeye.
Baktı ki, çok az kalmış ruhu teslim etmeye.
Dizinin üzerine, koydu onun başını.
O, gözünü açınca, gördü bu hocasını.
Sırri-yi Sekati’yi görür görmez yanında,
Kalbine, bir neşe ve sürur geldi anında.
Aşk ve muhabbet ile, seyr ederken o onu,
Hazret-i Azrail'e teslim etti ruhunu.
Hocası, bizzat onun hizmetini görerek,
Defn eyledi kabrine, dualar eyleyerek.
.
Uyku girmez gözüme
Sırri-yi Sekati’nin hastalığı anında.
Cüneyd-i Bağdadi de bulunurdu yanında.
Son hastalığı idi Sırri-yi Sekati’nin.
Ağlamaya başladı Cüneyd de bunun için.
Onun firak ateşi, hüzün kattı hüznüne.
Damladı gözyaşları, üstadının yüzüne.
Kendini toparlayıp, dedi ki: (Ey üstadım!
Nasihat buyurun ki, ona var ihtiyacım.)
Buyurdu: (Kötülerle oturup etme sohbet.
İyilerle beraber bulunmaya gayret et.
Güçlü insan olarak bilirim ki ben şunu,
Nefsine hakim olup, yapmaz bir arzusunu.
Bir kimse ki, nefsini etmemiştir terbiye,
Onun, hiç bir sözünden fayda gelmez gayriye.
Allah’tan çok korkanın, şudur ki alameti,
Uyku girmez gözüne, düşünür ahireti.
Yemek ile içmekten, kesilmiştir o hatta.
Yürüyen ölü gibi bulunur bu hayatta.
Mahcup ve edeplidir, önündedir başı hep.
Ahirete maildir, dünyayı etmez talep.
Bir müslüman, kendine bir şeyi eylese arz,
Peki der, kabul eder, asla etmez itiraz.
Öyle çok sarmıştır ki onu Allah korkusu,
Bu korkuyla, gözüne girmez gece uykusu.
Rahatını kaçıran, bu korkudur tek sebep.
Halim n'olacak? diye, göz yaşları döker hep.)
Buyurdu ki: (Ey gençler, aman dikkat ediniz.
Tükenir bir gün elbet, sizin de gençliğiniz.
Bizim gibi, takatten düşmeden henüz daha,
Gençliği fırsat bilip, kulluk edin Allah'a.
Çünkü gencin yaptığı ibadetin sevabı,
Öyle çok fazladır ki, olmaz haddi hesabı.
İhtiyarlık gelince, azalır güç ve kuvvet.
Fazla sevap alamaz, yapsa da çok ibadet.)
Buyurdu: (Ey insanlar, şudur ki ahmak insan,
Kendi Yaradan'ına durmadan eder isyan.
Yine de hiç görmeyip kendinin günahını,
Araştırır durmadan, başkasının aybını.
Kendi, her gün işler de türlü çeşit kabahat,
Lakin hiç esef etmez, dolaşır gayet rahat.
Yine de kendisini, namzet görür Cennete.
Bilmez ki, bu hal onu sürükler felakete.)
Buyurdu: (Şu kimsedir ahlakı iyi olan:
Etrafında olanlar, zarar görmez hiç ondan.
Kendini kötü bilip, iyi bilir gayriyi.
Hep edepli bulunur, incitmez hiç kimseyi.
Çok sıkıntı gelse de, insanlardan nefsine,
Yüzünü ekşitmeden, göğüs gerer hepsine.
Kötülük yapana da, o yine ihsan eder.
Zira onun içinde, kemlikten yoktur eser.)
.
Yetimi sevindirdi
Sırri-yi Sekati ki, devrinin bir tanesi.
Ve Maruf-i Kerhi’nin mümtaz bir talebesi.
Üstadıdır hem bu zat, Cüneyd-i Bağdadi’nin.
Vera ile takvada, bir tekiydi devrinin.
Bir yere gitse idi, ağaçlar, taşlar bile,
Ona selam verirdi, kendi lisanlariyle.
Yürüyerek kırk defa eyledi haccı ifa.
Sohbeti deva idi, her bakışı bir şifa.
O, Maruf-i Kerhi’yi tanımıyorken henüz,
Hep ticaret işleri yapardı gece gündüz.
Bir gün, Maruf Kerhi’yi gördü o biri ile.
Hurma çekirdekleri topluyordu eliyle.
Niçin topladığını sorunca kendisinden,
Buyurdu: (Şurada bir çocuk gördüm teminden.
Bütün arkadaşları oynarken neşe ile,
O, hiç oynamıyor ve ağlardı gözyaşiyle.
Niçin ağladığını çocuktan sorunca hem,
Dedi ki: Ben yetimim, ne babam var, ne annem.
Arkadaşlarımınsa, var anne babaları.
Onların, benim gibi yok keder ve gamları.
Benim ne elbisem var, ne de bir oyuncağım.
Sevinemiyorum ki, nasıl oynayacağım?
Bu yetimin sözleri, kalbime işledi pek.
Tek arzum, şimdi onu bir şeyle sevindirmek.
Yerden, çekirdekleri topladım ki ben ise,
Parasıyla alayım çocuğa bir elbise.
Anladım ki o çocuk, hem öksüzmüş, hem yetim.
Onu sevindirmektir şu anda tek niyetim.)
Bunları öğrenince, o, Maruf-i Kerhi’den,
Kalbine, bir merhamet duygusu geldi birden.
Bir elbise giydirdi yetimin üzerine.
Ve iyi oyuncaklar alıp verdi eline.
Maruf-i Kerhi dahi, oldu buna muttali.
Ve gördü ki, yetimin değişmiş eski hali.
O dahi oynuyordu, zevk ve neşe içinde.
Hoplayıp zıplıyordu, çocukların peşinde.
Buyurdu ki: (Ey Sırri, dinle beni şimdi sen.
Sen, bu yetim çocuğu nasıl sevindirdiysen,
Allahü teâlâ da, çok sevindirsin seni.
Çekip alsın kalbinden, bu dünya sevgisini.
Sana ihsan eylesin ilim, amel ve ihlas.
Seni, kendisi ile meşgul etsin O esas.)
O, Maruf-i Kerhi’den alınca bu duayı,
Her an hatırlar oldu Allahü teâlâyı.
Bu dünyanın sevgisi, gönlünden çıktı hemen.
Ölüm ve ahireti dert eyledi tamamen.
Aşk-ı ilahi ile yanar oldu kalbi hep.
Hocasının duası, bu hale oldu sebep.
Talebesi Cüneyd-i Bağdadi söyler ki hem,
(Hiç ilgilendirmezdi onu dinar ve dirhem.)
.
34 - HALLAC-I MANSUR (Rahmetullahi Aleyh)
.
Fakirlik nedir?
Bu zatın asıl adı Hüseyin bin Mansur’dur.
(Hallac-ı Mansur) diye fakat meşhur olmuştur.
Yıl sekizyüzaltmış’da, İran'da doğan bu zat,
Ellisekiz yaşında, şehiden etti vefat.
Abdullah-ı Tüsteri adında bir veliye,
Kavuşup, mazhar oldu çok feyz-i ilahiye.
Kalbi, Hak teâlânın aşkı ile yanardı.
Şiddetli mücahede ve riyazet yapardı.
Nefsi bir şey istese, yapmazdı onu asla.
İstemediklerini, yapardı daha fazla.
Himmeti yüksek olup, keramet sahibiydi.
Sözleri güzel olup, begayet tesirliydi.
Öyle çok yapardı ki, o ibadet ve taat,
Her gün, namaz kılardı istisnasız bin rekat.
Hatta bu adetini, hiç bir gün bozmamıştı.
Yalnız öldüğü gece, beşyüz rekat kılmıştı.
Dediler: (Erişmişken yüksek derecelere,
Ne için katlanırsın bunca meşakkatlere?)
Buyurdu: (Dost olursa, Allah'a eğer bir zat,
Tesir etmez ona hiç, ne meşakkat, ne rahat.
Fani olduklarından onlar Hak teâlâda,
Aynıdır onlar için, nimetler de, bela da.)
O, bir gün hallac, yani pamuk atıcı olan,
Birinin dükkanına gitmiş idi bir zaman.
O kimse, bir iş için çıkıp gitti bir ara.
O yokken, nazar etti yerdeki pamuklara.
Peşinden, eli ile işaret etti bir tek.
Ayrıldı iki yana, pamuk ile çekirdek.
O kimse geldiğinde, gördü ki, bir günlük iş,
Onun kerametiyle, bir anda halledilmiş.
Bu hadiseden sonra, ona (Hallac) denildi.
Yoksa, bu büyük zatın mesleği bu değildi.
Bir gün, bazı kimseler gelerek bu veliye,
Ona sual ettiler, (Fakirlik nedir?) diye.
Buyurdu ki: (Herkesten ümidini kesmektir.
Ve her ihtiyacını, Rabbinden istemektir.
Ne kadar sıkıntıda olsa da böyle kişi,
Yine aciz kullara, arz etmez hiç bir işi.)
Buyurdu: (Kim Rabbine, tam kulluk eder ise,
Gayriye kul olmaktan kurtulur böyle kimse.
Her kim, murad ederse, eğer ki hürriyeti,
Daha sıkı sarılıp, yapsın her ibadeti.
Çünkü asıl hürriyet, Allah’a kul olmaktır.
Nefse ve insanlara kulluktan kurtulmaktır.
Güzel ahlak şudur ki, etseler ona cefa,
Sabredip, karşılıkta bulunmaz hiç bir defa.)
Biri de, kendisinden isteyince nasihat,
Buyurdu: (Az da olsa, nefsine verme fırsat.
Sen, onu meşgul et ki hep hayırlı şeylerle,
Yoksa o meşgul eder, seni günah işlerle.)
.
Sabır nedir?
İlim ve marifeti olan bir evliyadır.
Hal ehli kimse olup, kerametleri vardır.
Bir gün dörtyüz kişiyle hac yoluna çıktılar.
Bir miktar yol gidince, hepsi çok acıktılar.
Ve Hallac-ı Mansur’a ettiler ki şöyle arz:
(Şimdi kelle kebabı olsaydı yerdik biraz.)
O, hemen arkasına uzanarak tek elle,
Aldı hem taze pişmiş, iki pide, bir kelle.
Kafilede olanlar, dörtyüz kişi idi tam.
O pide ve kebaptan, hepsine etti ikram.
Velhasıl o kimseler, kebapları yediler.
Peşinden, (Taze hurma olsa, yerdik) dediler.
Kalktı ve buyurdu ki: (Hurma mı istediniz?
Öyleyse ağaç diye, beni silkeleyiniz)
İnsanlar, (Peki) deyip, onu silkeleyince,
Ondan taze hurmalar döküldü yere nice.
Öyle çok döküldü ki hurmalar o saatta,
Dörtyüz kişi yedi de, bitmedi yine hatta.
Birinin de bir kuşu var idi, bir gün öldü.
Böyle çok üzgün iken, bu veli onu gördü.
Buyurdu ki: (Üzülme, izni ile Allah'ın,
İstiyorsan dirilip, canlansın o hayvanın.)
O, (İsterim) deyince, dua etti anında.
Kuş birden canlanarak yürüdü yanlarında.
Yine Hallac-ı Mansur, sekr halinde, bir zaman,
(Enelhak) kelimesi çıkıverdi ağzından.
(Ben Hakk’ım) manasına gelse de bu kelamı,
Onun, bunu demekten, bu değildi meramı.
(Ben yokum, Allah vardır) demek murad etmişti.
Lakin bunu, bu sözle ifade eylemişti.
Zira Sekr halindeydi bunu söylediğinde.
Yani aklı, şuuru tam değildi yerinde.
O devrin âlimleri, onun bu kelamını,
Suç sayıp, hapsettiler bu Allah adamını.
Sonra, sevdiklerinden biri gitti yanına.
Ve (Sabır nedir?) diye, bir sual sordu ona.
O da, ayaklarını birbirine bağlayan,
O kalın zincirlere, işaret etti o an.
Sonra şöyle buyurdu: (Şudur ki asıl sabır,
Ben, şu kalın zincire bakarsam, o açılır.)
Ve hemen o zincire bir nazar etti o an.
O anda kalın zincir, kopuverdi ortadan.
O kimse, şaşkınlıkla bakıyorken, o ara,
Nazar etti bu defa karşıdaki duvara.
Onun bakışı ile, kayboldu birden duvar.
O an, Dicle nehrinin kenarında oldular.
Biraz sonra, zindana getirdi yine onu.
Ona, böyle anlattı sabrın ne olduğunu.
Demek istemişti ki: Bütün bunlara rağmen,
Sabredip, gitmiyorum yine hapishaneden.
.
Fütüvvet nedir?
Sevdiklerinden biri, gelerek bu veliye,
Sordu: (Tasavvuftaki fakirlik nedir?) diye.
O an zindanda idi, nazar etti duvara.
Taşlar altın ve gümüş oldular hep o ara.
(Fütüvvet nedir?) diye, sordu yine o kişi.
Buyurdu ki: (Bu gece, anlarsın sen bu işi.)
O gece, rüyasında gördü ki o soran zat,
Yeni kıyamet kopmuş, toplanmış çok cemaat.
Ve Hallac-ı Mansur’u görüverdi yanında.
Ona, Hak teâlâdan geldi şöyle bir nida:
Buyuruldu: (Ey Mansur, seni seven, Cennette,
Sevmeyen, Cehennemde olacaktır elbette.)
Bunu duyup, Rabbine yalvardı Mansur dahi:
(Sevmeyen kulları da affeyle ya ilahi!)
Sonra da, o kimseye şunları buyurmuştur:
(Kardeşim, dün sorduğun fütüvvet işte budur.)
Bir gün de bir sevdiği, gelerek bu veliye,
Sordu hem: (Sabretmenin alameti ne?) diye.
Buyurdu: (O kimsenin ayağını, elini,
Keserek, bir köprüde asarlar bedenini.
Ve hatta ederler de eziyet daha fazla,
Yine de sabrederek, ah-u vah etmez asla.)
Çok zaman geçmedi ki ardından bu sözünün,
Bir köprünün üstünde, astılar onu bir gün.
Yine sevdiklerinden birisi, ona geldi.
(Arif kime denilir?) diye sual eyledi.
Buyurdu: (Arif o ki, üçyüzbeş senesinde,
Ve yine o senenin, hem de Zilkadesinde,
O ayın bitmesine, altı gün kala hatta,
Günlerden salı günü, yer olarak Bağdat'ta,
Bir meydanda, elleri, ayakları kesilir.
Gözleri çıkarılıp, sonra idam edilir.
Baş aşağı çevirip, onu öyle asarlar.
Cesedini de yakıp, külünü savururlar.)
Söylediği tarihi, o kimse yazdı hemen.
Ne dediyse, aynısı oldu hep hakikaten.
Söylediği o kişi, kendisi imiş meğer.
O gün ve o saatte onu idam ettiler.
İdam edilmesine, tam üç gün kaldığında,
Onu bulamadılar yatağının yanında.
İkinci gecesinde, baktı ki çoğu insan,
Ne Hallac-ı Mansur var, ortada ne de zindan.
Son gece baktılar ki, Mansur da, zindan da var.
İnsanlar bunu görüp, meraka kapıldılar.
Hikmetini sorunca, buyurdu: (Haklısınız.
İlk gece, Onunlaydım, beni bulamazdınız.
İkinci gece ise, O benimleydi, evet.
Ne beni, ne zindanı bulamazdınız elbet.
Son gecede buldunuz, hem zindanı, hem beni.
Ki, ifa edesiniz beni idam emrini.)
.
35 - ALİ BİN ÖMER HARBİ (Rahmetullahi Aley
.
Keramet sahibiydi
Dokuzyüz yetmişbir'de Kazvinde doğan bu zat,
Sekseniki yaşında, orada etti vefat.
Cemaatinden biri, giderken ona derse,
Bir ara, hatırına şöyle geldi nedense:
Üstaddan sorayım ki: (Siz ne yemek yersiniz?
Onlardan, bize dahi ikram eder misiniz?)
Dersten sonra, elinden tutarak o kişinin,
Kendi hanelerine götürdü yemek için.
Sonra, yufka ve hurma getirip bizatihi,
Buyurdu ki: (Yiyiniz, bundan yeriz biz dahi.)
Biri de anlatır ki: Ben İbni Kazvini’nin,
Arkasında, camide bir namaz kıldım ilkin.
Üstünde çok kıymetli, sırmalı bir elbise,
Görünce, hatırıma geldi şöyle vesvese.
Düşündüm ki: Bu nasıl zühd ve takva ehlidir?
Elbisesi sırmalı, bu nasıl bir velidir?
Namazı müteakip o kimseye dönerek,
Buyurdu: (Zühdü bozmaz, sırmalı came giymek.)
Yine onun devrinde, var idi ki bir kimse,
Zahid olup, giyerdi dervişane elbise.
O dahi işitti ki, Kazvini hazretleri,
Nefis yer, giyer hem de nefis elbiseleri.
Hem ona, zühd sahibi bir kimsedir diyorlar.
Peki, nasıl bağdaşır zühd ile bütün bunlar?
Bunu anlamak için, bu zatın mescidine,
Gidip, oturuverdi ön saflardan birine.
Namazı bitirince, buyurdu: (Sübhanallah!
Hiç kerih görülür mü, değilse bir şey günah?
Güzel yiyip giymenin, zühd ile ilgisi ne?
Bilhassa güzel şeyler yakışır bir mümine.
Hak teâlâ, kuluna verdiği nimetleri,
Arzu eder, kulunun üzerinde görmeyi.)
Biri de anlatır ki: (Bir gün çok acıkmıştım.
Yiyecek bulmak için, dışarıya çıkmıştım.
Belki bulurum diye yere düşmüş bir para,
Dolaşıp duruyordum, bakıyordum yollara.
Hazret-i Kazvini’nin dergahının önünden,
Geçerken, o zat görüp çağırdı beni hemen.
Buyurdu ki: (Sahibi bilinmeyen dinarı,
Kullanmak uygun olmaz, al da harca bunları.)
Bana, avuç dolusu verdi ki çok paralar,
Uzun müddet onları kullandım leyl-ü nehar.)
Biri de anlatır ki: (Bu Hakk’ın velisine,
Ziyaret maksadıyla gitmiştim hanesine.
O ara kendisine, hediye kabilinden,
Çok elma ve kayısı geldi dostun birinden.
O, hemen çağırarak fakir fukaraları,
Hepsine, fazla fazla taksim etti onları.
İçimden düşündüm ki: Ne de cömert bir insan.
Kimseyi görmedim ki, eylesin bunca ihsan
.
36 - ABDÜLKAHİR SÜHREVERDİ (Rahmetullahi Aleyh
.
Bu eller, kalem tutar
Kendisi anlatır ki: Gençliğimde, bir sene,
Henüz başlamamıştım, ben ilim tahsiline.
Bir gün çok acıkmıştım, yiyecek yoktu fakat.
Öyle ki, vücudumda kalmadı güç ve takat.
Diclenin kenarına giderek girdim suya.
Açlığım, su içinde hafifler dedim güya.
Lakin hiç faidesi olmadı, çıktım sudan.
Ve gördüm az ilerde bir kimseler, çalışan.
Vardım ki, herbirinin ellerinde bir tokmak.
Pirinç dövüyorlardı onlar ile vurarak.
Dedim ki: (Çalıştırın beni de ücret ile.)
Dediler: (Ellerini görelim önce hele.)
Gösterdim, dediler ki: (Evlat, bakma kusura.
Ancak kalem tutmaya layıktır bu el zira.)
Ve bana, altın dolu bir kese uzattılar.
(Git, ilim tahsil eyle) deyip, uğurladılar.
O andan itibaren, ilim tahsili için,
Büyük bir arzu ile, adeta yandı içim.
Başladım bir hevesle, din ilmi tahsiline.
Tamamen vakıf oldum, ilimlerin hepsine.
İşte bu büyük zatın huzuruna, bir zaman,
Gelmişti üç yahudi ve üç de hıristiyan.
Onlara süt getirip, dua etti hem dahi:
(Hidayet nasib eyle bunlara ya ilahi!)
O sütten, birer yudum alınca birden onlar,
Şehadeti okuyup, hep müslüman oldular.
Biri de anlatır ki: Bir gün Sühreverdi’yle,
Çarşıda dolaşırdık, bir iş vesilesiyle.
Bir kasap dükkanının önünde durdu biraz.
Ne için durduğunu, sualen eyledim arz.
Bir eti göstererek, buyurdu: (Bak kardeşim.
Şu gördüğün et var ya, bana der ki: Ben leşim.)
Kasap bunu duyunca, bayılıp düştü hemen.
Ayılınca, dedi ki: (O, leşti hakikaten.
Lakin söz veriyorum, yapmam bunu bir daha.
İstiğfar ediyorum, bunun için Allah'a.)
Yeğeni, Şihabüddin Ömer-i Sühreverdi,
Der ki: Bir gün, amcamın yanına biri geldi.
Bir buzağı var idi, hem de beraberinde.
Bağladı o hayvanı, amcamların evinde.
Dedi ki: (Ey efendim, kabul buyurursanız,
Size nezr eylemiştim, bu hayvanı alınız.)
Amcam, bir buzağıya, bir de baktı adama.
Buyurdu: (Nezr ettiğin, bu hayvan değil ama.)
Adam, şaşkın bir halde amcama bakardı ki,
O sırada koşarak, geldi bir kimse dahi.
Başka bir buzağıyla, gelerek o kişi de,
Dedi: (Bir karışıklık hasıl oldu bu işte.
Nezr edilen buzağı, o değil, işte budur.
O hayvan başkasının, yanlışlık etti zuhur.)
.
37 - ABDÜLKADİR-İ GEYLANİ (Rahmetullahi Aleyh)
.
..
. .Ramazanda süt emmedi
Geylan adlı şehirde dünyaya etti teşrif.
Hem anne, hem babadan, hem seyyiddir, hem şerif.
Evliyanın büyüğü olan bu mübarek zat,
Doksanbir yaşlarında, Bağdatta etti vefat.
Altmış yaşında idi, o doğunca pederi.
İleri yaşta idi, hem de valideleri.
Evliya kimselerdi ikisi de bunların.
Ve evladı idiler hem de Resulullahın.
Abdülkadir Geylani, doğmadan bir gün önce,
Babası Ebu Salih, rüya gördü bir gece.
Ona buyurdular ki Peygamber Efendimiz:
(Sana, bir erkek evlat verecektir Rabbimiz.
O, benim evladımdır, gafil olma hiç ondan.
Derecesi, çok yüksek olur başkalarından.)
Ramazanın ilkiydi dünyaya geldiği gün.
O gün akşama kadar, süt emmedi gündüzün.
Ramazan-ı şerifin sonuna kadar hatta,
Otuz gün, hiç emmeyip, oruç tuttu adeta.
İkinci sene dahi, geldiğinde Ramazan,
Oruç tuttu o yine, otuz gün muntazaman.
Bulutlu olduğundan havanın ilk gün hali,
Göremedi insanlar, gök yüzünde hilali.
Ramazan'ın girdiği, kati bilinmeyince,
Onun validesinden, sordular gidip önce.
O, eğer emmediyse annesinin sütünü,
Belli olacaktı ki, ramazandır o günü.
O gün emmediğini anlayınca sorarak,
Ramazan olduğunu bildiler tam olarak.
Abdülkadir Geylani, küçükken yaşı henüz,
Güzel ahlakı ile, eylemişti temayüz.
Doğum yeri Geylan’da, tahsile başladı ilk.
Ve ilim öğrenmede, yapmadı hiç gevşeklik.
O, Kur'an-ı kerimi hıfz edip ilk fırsatta,
Sonra da, tahsilini tamamladı Bağdat'ta.
Onsekiz yaşındaydı, Bağdat'a gittiğinde,
Çok büyük âlim oldu, tahsili bittiğinde.
Ne zaman ki, ilk defa, vaaz verdi o halka,
Uyandırdı çok büyük bir ilgi ve alaka.
Dinleyenler, öyle çok oldu ki kalabalık,
İnsanlar, medreseye sığamaz oldu artık.
Ne kadar ev var ise medrese çevresinde,
Yıkılıp, medreseye dahil oldu hepsi de.
Bil cümle Bağdat halkı, kim varsa genç, ihtiyar,
İnşaat sırasında, bilfiil çalıştılar.
Bir müddet ders vererek, sonra çıktı sahraya.
İnsanlardan ayrılıp, çekildi inzivaya.
Yirmibeş sene kadar, gizledi kendisini.
Çok riyazet yaparak, ıslah etti nefsini.
Kırk sene müddet ile, gece sabaha kadar,
Uyumayıp, ibadet eyledi aynı karar.
. Hırsızın hidayeti
Abdülkadir Geylani, küçükken yaşı, bir gün,
Tarlaya, çift sürmeye gitmiş idi gündüzün.
Öküzün kuyruğundan tutunmuş gider iken,
Hayvan, dile gelerek, konuştu ona birden.
Dedi: (Ey Abdülkadir, şunu bil ki şüphesiz,
Seni, bu işler için yaratmadı Rabbimiz.)
Korktu ve eve geldi, dedi ki: (Anneciğim!
Bana izin verirsen, Bağdat'a gideceğim.
İlim tahsil etmektir gitmekte asıl gayem.
Ayrıca, evliyayı ziyaret ederim hem.)
Annesi memnun olup, dedi ki: (Ey evladım!
İlim öğrenmen idi benim dahi muradım.)
Koltuğunun altına, dikerek kırk altını,
Dedi ki: (Doğruluktan ayırma lisanını.
Git, yolun açık olsun, emanet ol Allah'a.
Belki de görüşmemiz, nasib olmaz bir daha.)
Abdülkadir , böylece annesinden ayrılıp,
Bağdat'a yola çıktı, bir kervana katılıp.
Bir müddet yol gidip de, geçince Hemedan’ı,
Aniden, eşkıyalar bastılar bu kervanı.
Kervanda, mal ve eşya var ise her ne kadar,
Teker teker sorarak, gasbeyleyip aldılar.
Abdülkadir'e dahi sordu ki bir eşkıya:
(Ey çocuk, üzerinde neyin var mal ve eşya?)
Dedi: (Benim, sadece, kırk altınım var ki hem,
Onları, koltuğumun altına dikti annem.)
Reisleri gelerek, sordu ki ona tekrar:
(Ey çocuk, doğru mudur, yanında altın mı var?)
Dedi: (Evet efendim, kırk altınım var ki hem,
Koltuğumun altına dikmişti tek tek annem.)
Söylediği o yeri sökerek eşkıyalar,
Altınları görünce, şaşıp dona kaldılar.
Reisleri dedi ki: (Pekala ey evladım!
Ne için doğrusunu söyledin, anlamadım.
Eğer söylemeseydin, bulamazdık biz bunu.
Niçin sen, bile bile söyledin doğrusunu?)
Dedi ki: (Ben anneme söz verdim ki efendim,
Her ne olursa olsun, yalan söylemeyeyim.
Doğrudan sapmamaya, söz vermiştim anneme.
Değer mi, altın için bu ahdimden dönmeme.)
Reis bunu duyunca, başladı ağlamaya.
Dedi: (Eyvah, benim de ahdim vardı Allah'a.
Lakin bunca senedir, yaparım eşkıyalık.
Şu andan itibaren, tövbe ettim ben artık.)
Diğer eşkıyalar da, bakarak bu reise,
Dediler: (Bizler dahi, vazgeçtik öyle ise.)
Halisen tövbe edip, o gün bunca eşkıya,
Aldıkları ne kadar var ise mal ve eşya,
Tekrar sahiplerine vererek teker teker,
O günden itibaren, o işi terk ettiler.
. Çok lütufkârdı
Öyle tesirliydi ki nasihati ve vazı,
Dinleyenler, coşar ve bayılırdı bazısı.
Dörtyüz kişi yazardı vazını muntazaman.
Birbirinin sırtında yazarlardı çok zaman.
Kalbi katı bir kimse, görseydi onu şayet,
Kaplardı kendisini, büyük korku ve haşyet.
Herkes dikkat kesilip, dinlerdi sohbetini.
Uzakta olanlar da, işitirdi sesini.
Mübarek cemalini görseydi biri, elhak,
Allahü teâlâyı hatırlardı muhakkak.
O, camiye giderken, halk yollara dökülüp,
Şereflenmek isterdi, yüzünü bir kez görüp.
Altıyüz talebesi vardı ki ders verdiği,
Hepsiyle, ayrı ayrı bizzat ilgilenirdi.
Şahsi suallerini cevaplandırır iken,
Gayet sabırlı olup, hiç kızmazdı katiyen.
Bu halini görenler, diyorlardı ki hatta:
(Ondan daha lütufkar kimse olmaz hayatta.)
Gurbete gönderseydi tek bir talebesini,
Sık sık haber sorarak, kesmezdi ilgisini.
Kabahat etselerdi, affederdi o saat.
Çok köle satın alıp, ederdi hemen azad.
Her gün, binlerce kişi, yer idi o dergahta.
Hizmetçi, her gün çıkıp, bağırırdı ki hatta:
(Yok mu yemek isteyen, açlığından muzdarip?
Gecelemek isteyen yok mudur yolcu, garip?)
Evi için, çarşıya, kendisi çıkıp yine,
Elinde taşıyarak, getirirdi evine.
Hızır aleyhisselam, ziyaretine gelip,
Büyük lezzet alırdı, sohbetini dinleyip.
Hatta melekler bile, gökten yere inerek,
Onlar da zevk alırdı, vazını dinleyerek.
Abdülkadir Geylani, ilk vazı yaptığında,
Dinleyen, bir kaç kişi bulunmuştu yanında.
Sonraları, öyle çok oldu ki kalabalık,
Cemaat, o mescide sığamaz oldu artık.
O zaman da, Bağdat'ın en büyük camiine,
Gitti, fakat o yer de, dar geldi halka yine.
Bu sefer, bir meydanda yaptılar ona makam.
O, kürsüye çıkarak, vazına etti devam.
İnsanlar, gece bile, elde kandilleriyle,
Toplanıp dinlerlerdi, onu can kulağıyle.
Ve lakin günden güne çoğalınca gelenler,
Dar geldi o meydan da cemaate bu sefer.
Bu defa da, büyük bir tepenin üzerine,
Büyük vaaz kürsüsü kurdular ona yine.
İnsanlar, akın akın oraya toplanarak,
Dinlerlerdi vazını, büyük bir zevk alarak.
Atların üzerinde, onbinlerce müslüman,
Onu, aşk ve şevk ile dinlerlerdi çok zaman.
. Yetiş ya Gavs-ı a’zam!
Bu zatı sevenlerden, ilim ehli bir kimse,
Bir yere gidiyordu, bazı talebesiyle.
Birden gördü önünde, simsiyah bir yılanı.
Bastonuyla vurunca, öldü ve aktı kanı.
Onun vurması ile, ölür ölmez o yılan,
Âlimin etrafını, sardı siyah bir duman.
Az sonra, açılınca, bakıp talebeleri,
Onu göremeyince, merak etti her biri.
Tam bir saat geçince, baktı ki sonra onlar,
Geliyor hocaları, gidip karşıladılar.
Üstünde, çok kıymetli var idi bir elbise.
Dediler: (Merak ettik, ne oldu böyle size?)
Dedi ki: Öldürdüğüm o yılan, cinmiş meğer.
Beni tutup, denizin dibine indirdiler.
Padişahları varmış, o denizin dibinde.
Ve onun huzuruna çıkardılar beni de.
Baktım, taht üzerinde, heybetle duruyordu.
Ve kınından sıyrılmış, bir kılıç tutuyordu.
Kan içinde bir ölü yatardı yerde ise.
Cinler padişahının oğlu imiş meğerse.
Beni, adamlarına eliyle göstererek,
Bütün hiddeti ile, sordu, (Bu kim?) diyerek.
(Bu gencin katilidir) deyince kendisine,
Padişah, öfke kattı önceki öfkesine.
Bana bakıp dedi ki: (Suçu neydi bu gencin?
Bunu sen öldürmüşsün, söyle bana, ne için?)
Bu itham karşısında, hemen ettim itiraz.
(Onu ben öldürmedim) diyerek eyledim arz.
Dediler ki: (Efendim, bakın, kanlı bastonu.
Katil, bu adamdır ki, öldürün siz de onu.)
Dedim ki: (Bir yılanı öldürmüştüm bu gündüz.
O yılanın kanıdır, sizin o gördüğünüz.)
Dedi: (Benim oğlumdur, senin yılan dediğin.
Sen dahi öleceksin, cezanı çekmen için.)
Kadıya emretti ki: (Suçunu etti ikrar.
Sen dahi, bu kişinin ölümüne ver karar.)
Kadı verdi kararı, tasdik etti müftü hem.
Artık an meselesi olmuştu öldürülmem.
Yapacak bir şey yoktu, düşündüm ki o saat:
Hemen Gavs-ül a’zamdan istiyeyim bir imdat.
Tam öldürecekti ki kılıcıyla o beni,
Dedim: (Ey Gavs-ül a’zam Abdülkadir Geylani!)
O anda, nurlu biri içeri girdi nagah.
Dedi ki: (Bu insanı öldürme ey padişah!
Çünkü Gavs-ül a’zamın bir yakınıdır bu zat.
Nasıl verebildiniz katline bunun ruhsat?)
Gavs -ül a’zam ismini duyar duymaz padişah,
Kılıcını atarak, dedi ki: (Aman, eyvah!
Ne için daha önce tanıtmadın kendini?
Onun hatırı için, affettim ben de seni.)
. Hırsız ve kutup
Gavs -ül a’zam, esseyyid Abdülkadir Geylani,
Bir yolda, karşısına bir kimse çıktı ani.
Hırsızlık yapıyordu o kişi o yollarda.
Soyacak birisini arıyordu orada.
Gavs -ül a’zam, hırsızdan sual etti ismini.
O da cevap vererek, tanıttı kendisini.
Buyurdu ki: (Ey kişi, burada ne arardın?
Günah mürekkebiyle yazılmış senin adın.)
Lakin dua eyledi, ona, merhametinden.
O anda, kendisine nida geldi gaibten:
(Ey seyyid, irşad eyle sen onu bizatihi.
Kutub'lardan birisi oluversin o dahi.)
Gavs -ül a’zam, hırsıza eyledi bir an dua.
Yükselip, kutublardan biri oldu o anda.
O devirde, Bağdat'ta, kadınlardan birisi,
Seyyid Abdülkadire, pek çok idi sevgisi.
Onun, Hak teâlânın velisi olduğunu,
Bilir ve daralınca, çağırırdı hep onu.
Seyyid Abdülkadir de, o yardım isteyince,
Bir anda, yardımına yetişirdi hemence.
Lakin tâbi olmadan bu Allah adamına,
Ahlaksızın birisi, aşıktı bu kadına.
Onu, gizli olarak hep takib ediyordu.
O nereye giderse, peşinden gidiyordu.
Bu kadın, uzun yola çıkmış idi bir zaman.
O adam da, kadını takib etti arkadan.
Kadın dağda giderken, girdi bir mağaraya.
Ardından takib edip, o da girdi oraya.
Kadın geri dönünce, adamı gördü, ancak,
Yoktu o mağarada hiç bir yer, saklanacak.
Zor durumda kalmıştı, sığınıp Allah'ına,
Kalben iltica etti, o Allah adamına.
O ahlaksız, yanına yaklaşmış idi ki tam,
Gözlerini kapayıp, dedi: (Ey Gavs-ül a’zam!
Ey Seyyid Abdülkadir Geylani, yetiş, imdat!
Beni, bu ahlaksızın şerrinden eyle azad.)
O anda, Gavs-ül a’zam abdest tazeliyordu.
Mübarek ayağının, birini yıkıyordu.
Bitirmemiş idi ki henüz o, abdestini,
İşitti bu kadının, (Yetiş, imdat!) sesini.
Nalininden birini çıkarıp birden bire,
O mağaraya doğru, savurdu hiddet ile.
Henüz kavuşamadan o alçak, maksadına,
Kavuşmuştu o nalin, alçağın kafasına.
Ve hatta o ahlaksız, ta ki ölene kadar,
O alçağın başına, vurdu hep tekrar tekrar.
Vakta ki öldü adam, kesti artık vurmayı.
Kadın, Gavs-ül a’zama getirdi takunyayı.
Hadiseyi anlatıp, dedi: (Elhamdülillah!
Sizin vesilenizle, kurtardı beni Allah.)
. Niçin konuşmuyorsun?
Rüyada Resulullah, sıvazlayıp ağzını,
Buyurdu ki: (Ey oğlum, başlat artık vazını.
Yumuşak konuşarak, hikmetli sözler ile,
Kulları irşad edip, gafletten ikaz eyle.)
O, Resul-i ekremden alıp böyle işaret,
Allah'ın kullarını, hak yola etti davet.
Abdülkadir Geylani, bir mahalden geçerken,
Gördü iki kimseyi, münakaşa ederken.
Birisi hıristiyan, müslümandı öteki.
Sordu: (Münakaşaya, sebep olan şey ne ki?)
Müslüman arz eyledi: (Bu diyor ki, kininden,
Bizim peygamberimiz üstündür sizinkinden.
Ben ise, şiddet ile itiraz ediyorum.
Bizim Peygamberimiz, daha üstün diyorum.)
Abdülkadir Geylani, dinleyip müslümanı,
İsbata davet etti, hıristiyan olanı.
Buyurdu ki: (Ey kişi, madem ki böyle dersin.
Peki sen, bu fikrini nasıl isbat edersin?)
Hıristiyan dedi ki: (Bizim peygamberimiz,
Ölüyü diriltiyor, o, üstündür şüphesiz.)
Buyurdu ki: (Ey kişi, ben, peygamber değilim.
Sadece o Resul’ün ümmetinden biriyim.
Eğer ben diriltirsem bir ölüyü ansızın,
Hazret-i Muhammed'e, sen de inanır mısın?)
(İnanırım) deyince, buyurdu: (Öyle ise,
Çok eski, harab olmuş bir kabir göster bize.)
Gösterdi hıristiyan ona eski bir kabir.
Gitti kabir yanına, esseyyid Abdülkadir.
Buyurdu: (Burda yatan, bir kadındır ve hatta,
Şarkıcılık yaparmış, hem de hal-i hayatta.
İster, şarkı söylerken onu ben dirilteyim.
Yahut nasıl istersen, söyle, öyle edeyim.)
Hıristiyan, buna hiç ihtimal vermeyerek,
Dedi: (Madem dirilsin, o şarkı söyleyerek.)
Buyurdu ki: (Ey kişi, şunu da söyle peki.
Ölüyü diriltirken, ne derdi İsa Nebi?)
Dedi: (Bizim Peygamber, der idi ki: Ey filan!
Allah'ın izni ile, diril kalk mezarından.)
Abdülkadir Geylani, dönüp hıristiyana,
Buyurdu: (Öyle ise, dikkat eyle bu yana.)
Gösterdiği mezara, dikkatlice bakarak,
Seslendi ki: (Allah'ın izni ile diril, kalk!)
O anda, boydan boya yarıldı kabir birden.
Dirilip kalktı kadın, hem de şarkı söylerken.
Bir müddet öyle kalıp, sonra da birden bire,
Yine ölü olarak, giriverdi kabire.
Bu büyük kerameti görüp o hıristiyan,
Şehadeti söyleyip, hemen oldu müslüman.
Sonra, Gavs-ül a’zamın sarılıp ellerine,
O andan itibaren, girdi tam hizmetine.
. Suyumuzdan içsinler
Abdülkadir -i Geylani zamanında, Bağdat'ta,
Bir taun hastalığı yayıldı her tarafta.
Her gün, yüzlerce kişi ölüyordu bu dertten.
Bu taundan, insanlar, muzdarip oldu hepten.
Bağdat'ın ahalisi, Gavs-ül a’zama gelip,
Şikayet eylediler hallerini arz edip.
Dedi: (Medresemizin önündeki avlunun,
Otlarında mevcuttur şifası bu taun'un.)
Gerçekten şifa oldu o otlar buna, fakat,
Yine Gavs-ül a’zama geldiler bir cemaat.
Dediler ki: (O otlar, iyi geldi ve lakin,
Malesef yetişmedi hepsine ahalinin.)
Buyurdu: (Avlumuzda bir çeşme akıyor ya,
O sudan içenler de, kavuşurlar şifaya.)
O sudan kim içtiyse taun hastalarından,
Hepsi de şifa bulup, taun kalktı ortadan.
O devirde Mısır'da, var idi ki birisi,
Çoktu Gavs-ül a’zama muhabbeti, sevgisi.
Bir gün, onu görmeye Bağdat'a gitti, fakat,
Dediler: (Gavs-ül a’zam, malesef etti vefat.)
Onu göremeyince, hüzün çöktü kalbine.
Yöneldi bu hüzünle, onun nurlu kabrine.
Edep ile, ruhuna okuyordu ki, birden,
Çıkıp tuttu elini Gavs-ül a’zam kabirden.
Onu, talebeliğe kabul etti orada.
İrşad için, icazet verdi ona sonra da.
Bir anda oluverdi bir kâmil-i mükemmil.
Allah'ın kullarını, irşada oldu ehil.
Abdükadir Geylani, çok büyük bir veliydi.
Onun büyük olduğu, heybetinden belliydi.
Bir kimse, kendisini görse idi ansızın,
Dehşete kapılırdı elinde olmaksızın.
Talebesinden biri, ayrıca der ki yine:
(Kırk sene, aralıksız hizmet ettim kendine.
Dikkat ettim, yatsının abdestiyle her zaman,
Sabah namazını da kılardı muntazaman.)
Resul’e sevgisi de, pek fazlaydı bu zatın.
Evladı oluyordu zaten Resulullahın.
Bir gün, ziyaretine gelerek bu aşk ile,
Ravdasına yüz sürüp, ağladı gözyaşıyle.
Kırk gün ziyaret edip, sonra bu mübarek zat,
Şu beytleri okuyup, eyledi münacaat:
(Okyanus dalgaları gibi çoktur günahım.
Hatta yüce dağlardan bile çoktur, anladım.
Ve lakin affedici kerimlerin katında,
Sinek kanadı kadar bile değil aslında.)
Okuyup bitirince işbu beyitlerini,
Gördü Resulullahın o mübarek elini.
Büyük bir saygı ile, müsafeha ederek,
Öpüp koydu başına, kendisinden geçerek.
. Dirilen tavuk
O devirde bir kadın, alıp bir gün oğlunu,
Tuttu Gavs-ül a’zamın dergahının yolunu.
Huzuruna çıkarak, dedi ki: (Ey efendim!
Oğlumu, size teslim etmek için getirdim.)
Hemen kabul buyurup, aldı onu yanına.
(Tamam, gidebilirsin) buyurdu o kadına.
Çocuğa, hemen o gün, o yolun mucibince,
Nefisle mücahede emrini verdi önce.
Az yemek, az uyumak sebebiyle o çocuk,
Git gide zayıfladı, sararıp soldu çabuk.
O günlerde annesi, görmek için oğlunu,
Gelip, çok zayıflamış bir halde buldu onu.
Kuru arpa ekmeği yerdi hem geldiğinde.
Çocuğunun bu hali, dert oldu yüreğinde.
Bu hüzünle ayrılıp, veda etti oğluna,
Gidip, Gavs-ül a’zamın girdi huzurlarına.
O da, tavuk yiyordu girdiğinde içeri.
Şaşırıp, kısa aklı almadı bu işleri.
Dedi ki: (Ey efendim, siz, tavuk yiyorsunuz.
Lakin arpa ekmeği yiyor bizim oğlumuz.
Doğrusu ben bu işten hiç bir şey anlamadım.
Açlıktan zayıflayıp, solmuş benim evladım.)
Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretleri,
Ayırdı birbirinden kemiklerle etleri.
Sonra, o kemiklerin üstüne el koyarak,
Buyurdu ki: (Allah'ın izni ile diril, kalk!)
O böyle söyleyince, dirildi tavuk yine.
Kadın bunu görünce, utandı dediğine.
Buyurdu: (Senin oğlun, ıslah etsin nefsini.
O da böyle yaparsa, yesin istediğini.)
Bir gün de vaz ederken, o an bir talebesi,
Bir ara, icab etti abdest tazelemesi.
Çıkmak da hayli zordu, zira vardı izdiham.
Onun sıkıntısını, anladı Gavs-ül a’zam.
Talebeye bir nazar edince, o esnada,
Buluverdi talebe kendini bir sahrada.
Abdestini alarak, geldi tekrar yerine.
Gördü ki, Gavs-ül a’zam vaz ediyordu yine.
Bir gün de Gavs-ül a’zam, camide vaz verirken,
Kürsüden aşağıya, süratle indi birden.
Ayakta el bağlayıp, edeple durdu biraz.
Sonra yine çıkarak, eyledi halka vaaz.
Önde oturanlardan, biri merak ederek,
Sordu Gavs-ül a’zamdan, müsade isteyerek:
(Efendim, biraz önce ne oldu ki, acep siz,
Kürsüden, çok acele aşağıya indiniz?)
Dedi: Resulullahı gördüm ben biraz önce.
Haya edip, kürsüden indim onu görünce.
Bazı şeyler buyurup, gidiyor idi ki tam,
Buyurdu: (Çık yerine, vazına eyle devam.)
.
38 - ABDURRAHMAN TAFSUNCİ (Rahmetullahi Aleyh
.Her duası makbuldü
Büyük bir veli olup, Abdurrahman’dır adı.
Seyyid Abdülkadir-i Geylani’dir üstadı.
Yüksekçe bir kürsüde verirdi vaaz ve ders.
Dinlerdi kendisini, âlim ve veli herkes.
Sık sık kerametini görüyordu onun halk.
Kabul olunuyordu, her duası muhakkak.
Bir gün, bir adam gelip dedi ki: (Ey efendim!
Bir hurma bahçem ile, ineklerim var benim.
Lakin onbir senedir, olmadı hurma bir tek.
Ve hiç yavru yapmadı, üç senedir bir inek.
Bir dua buyurun da, genişe çıksın elim.
Zira bu ikisinden, başka yok bir servetim.)
Abdurrahman Tafzunci, bulundu bir duada.
Adamın inekleri, yavruladı o ayda.
Hem dahi öyle hurma verdi ki o hurmalık,
O yerin en zengini, o kimse oldu artık.
Bu zat, bir gün çıkarak, gitti bir ıssız çöle.
Allahü teâlâyı, tesbih etti o şöyle:
(Ey Vahşi hayvanların, inlerinde her daim,
Kendi lisanlarıyla tesbih ettiği Rabbim!
Seni, tenzih ederim bütün noksanlıklardan.
Kemal sıfatlarıyla, tesbih ederim her an.)
O anda, her taraftan, cümle vahşi hayvanlar,
Yanına toplanarak, tesbihe başladılar.
Hepsi, kendi diliyle Hakk’ı zikrediyordu.
Öyle ki, avazları Arş'a yükseliyordu.
Daha sonra dedi ki: (Ya Rabbi, ya ilahi!
Kendi yuvalarında, bütün kuşların dahi,
Tesbih ettiği gibi, seni tesbih ederim.
Bütün noksan sıfatlar, beridir senden derim.)
Ve mübarek başını kaldırınca yukarı,
Gördü, dört bir taraftan akın eden kuşları.
Gelip, başı üstünde toplandılar büsbütün.
Semayı, bulut gibi örttüler hepsi o gün.
Ve zikre başladılar kendi lisanlarıyle,
Öyle ki, o gün yer gök inledi kuş sesiyle.
Sonra dedi: (Ya Rabbi, rüzgar nasıl, ne vecih,
Seni tesbih ederse, ederim ben de tesbih.)
O anda, her taraftan esti tatlı rüzgarlar.
O da, Hak teâlâyı zikrederdi aşikâr.
Hiç öyle güzel rüzgar esmemişti orada.
Zaten o günden sonra, esmedi bir daha da.
Sonra dedi: (Ya Rabbi, şu dağlar, şu tepeler,
Muhakkak ki onlar da, seni zikretmekteler.
Nasıl zikrediyorsa onlar senin ismini,
Öyle tesbih ederim ben dahi şimdi seni.)
O böyle söyleyince, etrafta olan dağlar,
Sallanıp, parça parça düştü büyük kayalar.
Kendi lisanlarıyle, (Allah! Allah!) diyerek,
Tesbihe başladılar, her yeri inleterek.
.
39 - MUHAMMED BİN VASİ (Rahmetullahi Aleyh
.Hakiki hükümdar
Muhammed bin Vasi ki, tabiinden bir veli.
İlmiyle, insanlara oldu çok faideli.
İtibar etmez idi, dünyaya zerre kadar,
İstifade ederdi, sözlerinden insanlar.
Biri, kader hakkında, bir sual sordu ona.
Mezarlığı gösterdi, cevaben o insana.
Buyurdu ki: (Bu konu, geniş bir ilim ister.
Bununla meşgul değil, şimdi kabirdekiler.)
Demek istemişti ki, bunu soran insana:
(Uğraşma, ahirette sormazlar bunu sana.)
Bir gün de, sevdikleri, huzuruna geldiler.
(Nasılsınız efendim?) diye sual ettiler.
Dedi: (Nasıl olayım, belki yakın ecelim.
Lakin amelim kötü, pek uzundur emelim.)
Bir gün de, buyurdu ki birine nasihatte:
(Çalış da padişah ol, dünya ve ahirette.)
(Nasıl olur?) deyince, buyurdu ki o zaman:
(Bir dileğin olunca, bekleme insanlardan.
Rabbinden iste yalnız, herkes Ona muhtaçtır.
Böyle olan bir mümin, hakiki padişahtır.)
(Rabbini bilir misin?) diye sorduklarında,
Başını öne eğip, biraz durdu o anda.
Daha sonra başını kaldırıp, şöyle dedi:
(Onu bilen, az söyler, çok olur ibadeti.)
Derdi ki: (İnsanlara karşı dil'i korumak,
Altını korumaktan, daha zordur muhakkak.
Ahirette, Cennete girmiş olan bir kimse,
Orada ağlaması, ne kadar garip ise,
Cennete gideceği meçhul olan kişinin,
Gülmesi de, o kadar gariptir bunun için.)
Derdi ki: (Öyle zatlar var idi ki vaktiyle,
Başını, bir yastığa koyardı hanımıyle.
Lakin sabaha kadar, ağlayıp sızlanırdı.
Yastığı, gözyaşından tamamen ıslanırdı.
Yirmi yıl ağlardı da, geceleri durmadan,
Hanımının, haberi olmazdı yine bundan.)
O, bir gün buyurdu ki: (Dünya, küçük ve dardır.
Bunun için burada, sıkıntı, keder vardır.
Her kim sıkılıyorsa, dünya işleri için,
Demek, kalbi dünyaya dönüktür o kişinin.
Ahirete dönerse, bulur rahat ve huzur.
Zira ona giden yol, çok geniş ve sonsuzdur.
Kavgalar, dar yerlerde gelirler hep meydana.
Zira herkes, kendini, çıkarır ön plana.
Herkes, menfaatini kayırır, haset eder.
Herkes, dünya malına ben sahip olayım der.
Böyle düşünenlerin, sıkıntısı çok olur.
Veren ise, daima rahat ve huzur bulur.)
.
40 - MÜSLİM BİN YESAR (Rahmetullahi Aleyh)
.Endişem Cehennemdir
Allah adamlarından, var ki Müslim bin Yesar,
Nefsi isteklerini, yapmaz idi o zinhar.
Zira tutulmuş idi, o ilahi bir aşka.
Yok idi bir maksadı, Hak teâlâdan başka.
O, öyle huşu ile kılardı ki namazı,
Allah korkusu ile, titrerdi her a’zası.
Benzi beti sararır ve ağlardı hüznünden.
Rabbinden çok korktuğu, okunurdu yüzünden.
Dediler: (Niçin böyle kendini yoruyorsun?
Allah’ın lütfu boldur, niçin çok korkuyorsun?)
Buyurdu ki: (Bir şeyden korkarsa biri şayet,
Ondan kurtulmak için, gösterir sa’yü gayret.
Ve kavuşmak isterse bir şeye, biri eğer,
Ona kavuşmak için, çalışır, gayret eder.
Benim de korktuğun şey, Cehenneme girmektir.
Kurtulmaya, ne kadar gayret etsem, az gelir.
İstediğim şey ise, sonsuz olan bir Cennet.
Kavuşmaya, ne kadar çalışsam, azdır elbet.)
Derdi ki: (Büyük küçük, kaçının her günahtan.
Zira mümin odur ki, haya eder Allah’tan.
Rabbimizin gadabı, günahlar içindedir.
Lakin bilemeyiz ki, acep hangisindedir?
Bunun için, hepsinden kaçmalı ki müslüman,
Gadab-ı ilahiye uğramasın o insan.
Rızası da, sevaplar içinde gizlidir hep.
Ve lakin bilinmez ki, hangisindedir acep?
Bu yüzden, yapmalı ki sevap olan her işi,
Allah’ın rızasına mazhar olsun o kişi.)
Onu, öldükten sonra, biri gördü rüyada.
Sordu ki: (Ey efendim, ne var öbür dünyada?)
Buyurdu ki: (Vallahi dehşetli yer ahiret.
Hazırlıksız gelenler, pişman oluyor gayet.
Büyük bir fırsat bilin şu anki ömrünüzü.
Yoksa, kabul etmezler burada özrünüzü.
Yeminle söylüyorum, öyle yer ki burası,
Geçmiyor o dünyanın burda malı, parası.
Yalnız halis ameldir burada geçer olan.
Kim imanla gelirse, halas olur azaptan.
Ne kadar dünya malı yığdınızsa orada,
Her birinin, tek be tek hesabı var burada.
Şunu iyi bilin ki, o dünya bir konaktır.
En büyük akıllılık, ona aldanmamaktır.
Eğer değer verirse, o dünyaya bir kişi,
Üzüntülü, karışık ve zor olur her işi.
Dünya, zehir gibidir, yer onu gafil olan.
O da, o gafilleri eder mahv-u perişan.
Ey insanlar, bilin ki, vefasızdır o dünya.
Sıkıntıyla doludur, siz de görürsünüz ya.
Sizden öncekilerin, artığıdır tamamen.
Bu yüzden, gönlünüze sokmayın onu hemen.
Şaşar, hayret ederim ben şu insanlara ki,
Sarılmışlar dünyaya, ayrılmayacak sanki.
Halbuki biraz sonra, belki ölüp ayrılır.
Hazırlık yapacakken, o hala oyalanır.
Ölüm uyandırınca, uyanır gerçi hepsi.
Lakin o uyanmanın, olmaz hiç faidesi.)
.
41 - SALİH BİN BEŞİR (Rahmetullahi Aleyh
.Faydası olmayacak
Salih ibni Beşir ki, tabiinden bir kişi.
Sünnet-i seniyyeye muvafıktı her işi.
Halife Mensur, onu, Bağdat’a etti davet.
Ayakta karşılayıp, gösterdi büyük hürmet.
Ve dedi: (Bir nasihat eyleyin de fakire,
Saltanat işlerini, yapayım ona göre.)
Buyurdu: (Ey halife, tavsiyem şu ki sana,
Merhameti, elinden bırakma her insana.
Resul'ün ahlakıyle, tezyin et ahlakını.
Hep Onun sünnetine, uydur harekatını.
Dikkat et her işine, kork ve titre Rabbinden.
Bırakma bir an bile, adaleti elinden.
Madem ki akıllısın, var ilmin, marifetin.
Yarın mahşer gününde, geçmez hiç mazeretin.
Ey Mensur, kork zulümden, milletine hep acı.
Yoksa, Peygamberimiz olur senden davacı.
Kurtulmak istiyorsan, Cehennemden, ateşten,
Uzak dur, büyük küçük günah olan her işten.)
Çok tesir etmiş idi bu sözler Halifeye.
Bir kese altın alıp, uzattı bu veliye.
Lakin kabul etmedi, o, eliyle iterek.
Mensur, bunu görünce, ağladı yaş dökerek.
O, Kur'an-ı kerimi hüzünle okuyordu.
Azap ayetlerine gelince, korkuyordu.
Bir gün, yine okurken Kur'andan şu âyeti,
Yine aynı şekilde, sarardı benzi beti:
(Onlar, döndürülünce Cehennem ateşine,
Düşerler çok büyük bir pişmanlığın içine.
Ve o zaman derler ki: Eyvah bize, vah bize!
Keşke biz de ibadet etseydik Rabbimize.)
Peşinden bir (Âh) edip, bayıldı, yere düştü.
Baktılar, nabzı durmuş, bu korkuyla ölmüştü.
Her gece, uzun uzun yapardı çok ibadet.
Sonunda, göz yaşıyle ağlardı uzun müddet.
Derdi ki: (Bir müslüman, bilmek isterse eğer,
Rabbimiz, kendisine ne kadar verir değer?
Baksın, hergün yaptığı iş ve amellerine.
Ne kadar değer verir, o, Rabbinin emrine?)
Derdi ki: (Ahirette, iyilik bekliyorsan,
Dünyadayken herkese, yap iyilik ve ihsan.
Bekliyorsan Rabbinden nasıl bir muamele,
Onun mahluklarına, sen dahi davran öyle.)
Derdi ki: (Çok uzundur ahiret yolculuğu.
Şimdiden hazırlayın, azık ile yolluğu.
O yolda, en kıymetli azık ise, takvadır.
Yani Allah’tan korkup, günahtan kaçınmaktır.)
.
42 - AHMET BİN MESRUK (Rahmetullahi Aleyh
.Müminin firaseti
Horasan’da yetişen, büyük bir evliya zat.
Bağdat’ta yaşadı ve orada etti vefat.
Cüneyd -i Bağdadi’den aldı feyiz ve ilim.
Onun himmeti ile, oldu bir zat-ı kerim.
Öyle sakınırdı ki haram ve şüpheliden,
Hatta bir çok mubahı, terk ederdi bu yüzden.
Yalnız Allah sevgisi rahatlatırdı onu.
Gören, hemen anlardı evliya olduğunu.
Rabbinin rızasını düşünürdü her işte.
Derdi ki: (Ya ilahi, yakma bizi ateşte.)
Sarmış idi kalbini, Allah’ın muhabbeti.
Yoktu onun gözünde, başka şeyin kıymeti.
Derdi ki: (Bir muhabbet, değilse Allah için,
Öldürücü zehirdir sevgisi o kişinin.)
Bir gün de buyurdu ki: (Kardeşlerim, bir gönül,
Allah’tan gayrisine etmiş ise temayül,
Yani Ondan gayriden duyarsa haz ve sevinç,
Bu yolda, istidatlı değildir o kimse hiç.
Allah’tan gayrisinden duyulan her türlü haz,
İlerde, o kimseye olurlar dert ve maraz.
Kim yakınlık kurarsa Allah’tan gayrisine,
Er veya geç muhakkak, pişman olur hepsine.)
Kendisi anlatır ki: Gençlik çağında, bir gün,
Bir kimseyi gördüm ki, konuşurdu çok düzgün.
Derviş kıyafetinde gelmişti şehrimize.
Tasavvuftan bir şeyler anlatıyordu bize.
Tatlı bir ifadeyle, çok hoş anlatıyordu.
Öyle ki, dinleyeni hayran bırakıyordu.
Sözlerini bitirip, dedi : (Şimdi hepiniz,
Kalbinize geleni, aynen bana deyiniz.)
O an, benim kalbime geldi ki şöyle fikir:
(Bu, müslüman değil de, yahudinin biridir.)
Ve lakin hatırıma gelen bu düşünceyi,
Hiç muvafık görmedim, o zata söylemeyi.
Bir arkadaşım vardı, söyledim ona biraz.
Lakin o, bu fikrime hemen etti itiraz.
Dedi ki: (Böyle güzel, tatlı konuşan bir zat,
Hiç yahudi olur mu, bu düşüncen çok sakat.)
Lakin benim elimde değildi bu düşünce.
Sonra, dedim fikrimi bana sual edince.
Dedim ki: (Kusuruma bakmayınız efendim.
Yahudi olduğunuz, kalbime geldi benim.)
Ben böyle söyleyince, başını eğdi öne.
Baktım ki ağlıyordu, yaş dolmuş gözlerine.
(Sen, doğruyu söyledin) diyerek en nihayet,
Getirdi bir aşk ile, kelime-i şehadet.
Dedi ki: (Ben yahudi dinindeydim evladım.
Lakin sizin dininiz hakmış, şimdi anladım.
Sen ki, gönül gözüyle bakıp gördün halimi.
Ve bana kazandırdın, sonsuz istikbalimi.)
Ben dedim ki: Müminde, firaset nuru vardır.
Zira Peygamberimiz, şöyle buyurmuşlardır:
(Firaset-i müminden sakının ey insanlar!
Zira o, Rabbimizin nuruyla eder nazar.)
.
43 - EBÜL HÜSEYİN NURİ (Rahmetullahi Aleyh
.Maksadım ahirettir
Ebül Hüseyin Nuri adında bir evliya.
İnsanlara, nasihat ederdi ekseriya.
Gece gündüz, Rabbine ediyordu ibadet.
Ve Onun kullarını, ederdi Hakka davet.
Öyle tesirliydi ki söz ve nasihatleri,
Nura kavuştururdu, ölü olan kalpleri.
Bir kısım hasetçiler, zamanın sultanına,
Şikayette bulunup, iftira etti ona.
Sultanın emri ile, kadı onu çağırdı.
Bazı sualler sorup, durumu araştırdı.
Aldığı cevaplardan, çok hayrette kalarak,
Durumu, hükümdara arz etti son olarak.
Dedi ki: (Eğer bu zat, kötü bir kimse ise,
O halde yer yüzünde, yoktur iyi bir kimse.
Bu, yüzünü dünyadan çevirmiş ahirete.
Böyle din adamından, zarar gelmez devlete.
Bu zatın, dünya ile yok asla bir ilgisi.
Ölümden sonrasıdır, sırf onun düşüncesi.
Bu, kendini Allah'a vermiştir tamamiyle.
Uğraşmaz bu dünyanın mevki ve makamiyle.)
Hükümdar, bu ikaza vererek değer, kıymet,
Hemen Ebül Hüseyn’i, yanına etti davet.
Bir miktar konuşunca, anladı o da derhal.
(Bir arzun var mı?) diye, eyledi ona sual.
Buyurdu: (Arzum şu ki, unut beni tamamen.
Zira benim, seninle işim yok hemen hemen.
Sen ki, bir hükümdarsın, mevkin ve makamın var.
Benimse, dünya ile ilgim yok zerre kadar.
Zira ben, soğumuşum tamamiyle dünyadan.
Ahiret hazırlığı içindeyim durmadan.
Sen bana kıymet versen, asla bulmam bir şeref.
Ve asla hakir olmam, kovsan dahi malesef.
Yani kıymet versen de, kovsan da, fark etmez hiç.
Zira biz, kul işiyle bulmayız keder, sevinç.
Bizim, Allah iledir keder ve sevincimiz.
Böyle aciz kullarla, yok asla bir işimiz.
Onun için ey sultan, bırak şimdi sen beni.
Ne sen beni görmüş ol, ne de ben şimdi seni.)
Hükümdar, bu sözleri insafla dinleyerek,
Hürmetle uğurladı, izzet, ikram ederek.
Buyurdu: (Kul odur ki, Büküktür boynu daim.
Der ki: Bu günahlarla, n’olacak benim halim?
Onun, Rabbine karşı, kırıktır gönlü her an.
Allah korkusu ile, kaçınır her günahtan.
Asla boşa geçirmez, ömür sermayesini.
Bilir ki, sevmez Allah boş vakit geçireni.
O, iyi işlerini unutur tamamiyle.
Lakin günahlarını, unutmaz bir an bile.
Unutur, kendisine yapılan eziyeti.
Ve lakin hiç unutmaz, ölüm ve ahireti.)
Buyurdu ki: (Tasavvuf, yaklaşmaktır Rabbine.
Daha çok sarılmaktır, Onun emirlerine.
İyi insan olmaktır bu yolun tek gayesi.
O da, incitmemektir katiyen hiç kimseyi.)
. Nur çıkardı ağzından
Ebül Hüseyin Nuri vardı ki evliyadan,
Pek fazla korkuyordu, Allahü teâlâdan.
Karanlıkta, ansaydı Allahü teâlâyı,
Ağzından bir nur çıkar, doldururdu odayı.
Bir küçük kulübesi var idi ki tenhada,
Göklere, nur şulesi çıkardı oradan da.
Firaset nuru ile, verirdi çok bilgiler.
Bu yüzden, (Nuri) diye ona lakab verdiler.
Her gün, birkaç ekmekle giderdi dükkanına.
Ve lakin dağıtırdı, yolda başkalarına.
Kendisi hiç yemeyip, bildirmezdi halini.
Mescitte, ibadetle geçirirdi vaktini.
Evdekiler dükkanda, dükkandakiler evde,
Yedi zannederlerdi, o, yemezdi bir yerde.
Bu hal, tam yirmi sene böylece etti devam.
Nefsiyle, amansızca mücadele etti tam.
Yangın çıktı bir defa, çarşının girişinde.
İki çocuk kalmıştı alevlerin içinde.
Çocuklar, (İmdat!) diye bağırırlardı, lakin,
Girmeye, cesareti yok idi hiç kimsenin.
Çocukların ustası, dedi ki: (Ey ahali!
Kurtarana, bin altın vereceğim Vallahi.)
O an, Ebül Hüseyin Nuri hazretleri de,
Geçiyordu tesadüf hem de biraz beride.
Girip, ateş içinden kurtardı o gençleri.
Getirip verdi o da, o altın akçeleri.
Lakin o, altınları kabul buyurmayarak,
Dedi ki: (Mühim değil bu ateşten kurtulmak.
Cehennem ateşinden kurtulmak mühim iştir.
Zira o, hem şiddetli, hem de sonsuz ateştir.
Hem de, bu mertebeyi verdiyse Allah bize,
Biz, altın sevgisini koymadık kalbimize.
Biz, bu dünyaya değil, ahirete talibiz.
Bu yüzden, bu makamı verdi bize Rabbimiz.)
Der idi ki: (Allah’ın sevgisine kavuşmak,
Bu nefis engelini aşmakla olur ancak.)
O, bunu düşünerek, şöyle derdi nefsine:
(Senelerdir uydun hep, heva ve hevesine.
Ey nefsim, arzun için münasip ne ki buldun,
Kullandın hudutsuzca, yedin, içtin, uyudun.
Bunca yıl, tatmin ettin her istek ve arzunu.
Şimdi, kesin olarak terk edeceksin bunu.
Kavuşamayacaksın artık her isteğine.
İbadet yapacaksın gece gündüz Rabbine.
Heva ve hevesinin, terk edip her birini,
Artık hep ibadete vereceksin kendini.
Zira ben bilirim ki, sen, ahmağın birisin.
Hep ateşe götüren işlerin talibisin.
Ne yapsan, bir pişmanlık olur neticesinde.
Bıraksam, yanacaksın Cehennem ateşinde.
Öyleyse, beri gel ki şu günah eşiğinden,
Kurtulasın mahşerde Cehennem ateşinden.
Eğer ki, sabredersen bu ibadetlerinde,
Ebediyen kalırsın, Cennet nimetlerinde.)
. Sevgi böyle olur
Ebül Hüseyin Nuri vardı ki evliyadan,
Kendini Hakka verip, kesilmişti dünyadan.
Allahü teâlânın aşkıyle yanıyordu.
Rabbini arayanlar, hep ona varıyordu.
O, kendini çektikçe insanlardan, dünyadan,
Aksine, herkes ona koşuyordu durmadan.
İsfehanlı bir genç de, duydu onun ismini.
Çok arzu ederdi ki, bir görsem kendisini.
Manevi bir bağ ile, ona çekiliyordu.
O zatı görmek için, acele ediyordu.
Lakin şehrin valisi, o gitmemesi için,
Maniler göstererek, vermedi gence izin.
Dedi: (Eğer gitmezsen, bir köşkü, eşyasıyle,
Sana hibe ederim, hem de hizmetçisiyle.)
Lakin genç, onu öyle sevmişti ki ihlasla,
Onu, bu arzusundan döndüremedi asla.
O zatın sevgisiyle yanıyordu kalbi hep.
Derdi ki: (Bir an önce, nasıl kavuşsam acep?)
Görünmedi gözüne, ne köşk, ne de hizmetçi.
Ve çıktı yalın ayak, pek büyüktü sevinci.
Kalbindeki o ateş, yanardı için için.
Koşardı dere tepe, ona kavuşmak için.
O zat da haberdardı, onun geleceğinden.
Geçeceği yolları, temizletti önceden.
Buyurdu: (İsfehan’dan gelir ki bir genç bize,
Kalbindeki muhabbet, ibrettir hepimize.
Kendine gösterilen her maniyi aşarak,
Geliyor bize doğru, yalın ayak, koşarak.
İncinmemesi için o gencin ayakları,
Süpürün, temizleyin geleceği yolları.
Zira o, Allah için geliyor şimdi bize.
O gence hizmet etmek, şereftir hepimize.)
Nihayet İsfehan’dan yola çıkan genç aşık,
Çıka geldi huzura, yalın ayak, baş açık.
(Nereden geliyorsun?) diye sordu o gence,
Dedi ki: (İsfehan’dan yürürüm gündüz gece.)
Buyurdu ki: (Evladım, eğer ki sizin vali,
Senin gelmemen için, gösterseydi çok mani,
Mesela deseydi ki: Gitmezsen ona eğer,
Sana köşk vereceğim, eşyasıyle beraber.
Verseydi hem ayrıca köşkün hizmetçisini.
Döndürebilir miydi yolundan acep seni?)
Genç bunları duyunca, hayret etti ve şaştı.
Ona olan sevgisi, daha da fazlalaştı.
Kendini tutamayıp, ağladı hüngür hüngür.
Dedi ki: (Benim için, en mutlu gün, bu gündür.
Zira size kavuştum, bu, ne büyük saadet.
Bana, bundan ziyade bir nimet olmaz elbet.
Çok şükür, Rabbim bana verince bu nimeti,
Var mıdır köşkün veya hizmetçinin kıymeti?
Köşkü de, eşyası da, hatta hizmetçisi de,
İstemem hiç birini, onun olsun hepsi de.
Tamamını terk edip, size geldim efendim.
Sizdedir benim zira ebedi saadetim.)
Buyurdu: (Onsekizbin âlemin hepsini de,
Bir kimsenin önüne koysalar bir tepside,
Onlara, göz ucuyla ederse tek bir nazar,
O, hiç ilerleyemez bu yolda zerre kadar.)
.
44 - EBU SAİD-İ HARRAZ (Rahmetullahi Aleyh
.İnsanlara şaşılır
Ebu Said-i Harraz, Hakk’ın büyük velisi.
Riyazet ve takvada, devrinin en iyisi.
(Birinden, bir iyilik görürse biri eğer,
Elinde olmaksızın, kalbi ona meyleder.)
Bu hadis-i şerifi okuyarak bir ara,
Buyurdu ki: (Ne kadar şaşılır şu kullara.
Kendine, az iyilik yaparsa biri şayet,
Hemence ona karşı, besler sevgi, muhabbet.
Bu, elinde değildir gerçi hiçbir insanın.
Zira insan, kulu ve kölesidir ihsanın.
Kul, teşekkür etse de kulun iyiliğine,
Şükretmez, her nimetin Hakiki Sahibine.
Halbuki insanlardan gelen her iyiliği,
Gönderen yine Odur, bir başkası değil ki.
Zira Hak teâlânın, şöyledir ki adeti,
Kullarının eliyle gönderir her nimeti.
O, hatırlatmasaydı o işi, o insana,
O, nail olamazdı bu ikram ve ihsana.
Vermeseydi O bize, eğer kuvvet ve kudret,
Kimseye, bir iyilik yapamazdık biz elbet.
Ancak bir vasıtadır, kul iyilik etmekte.
Her nimetin sahibi, Rabbimizdir elbette.)
Tevekkül babında da, yüksek idi himmeti.
O, sadece Rabbinden beklerdi her nimeti.
Yolculuk yapıyordu çöllerde bir aralık.
Açlıktan, yürüyemez bir hale geldi artık.
Bir kervan geliyordu o sırada ilerden.
Elinde olmayarak, sevindi buna hemen.
Düşündü ki: Muhtaçtım, zaten bir şey yemeye.
Onlardan ister yerim, gücüm yok yürümeye.
Ve lakin bu fikrine, pişman oldu ve hemen,
Dedi ki: (Uygun mudur ey nefsim böyle demen?
Niçin seviniyorsun kervanın gelmesine?
Demek, güveniyorsun Rabbinden gayrisine.
Ahdım olsun, onlardan istemem bir şey asla.
Rabbim, beni onlardan biliyor daha fazla.)
O, böyle düşünerek, bir çukur buldu hemen.
Ve içine girerek, gizlendi gelenlerden.
Sarmışken her tarafı zifiri bir karanlık,
O kervan, konakladı o yerde bir aralık.
Ve hiç mümkün değilken çukurda görünmesi,
Yine de gördü onu, kervandan bir tanesi.
Ve hemen bağırdı ki: (Burada bir kimse var.
Bir şeyler yedirin ki, ölmesin ey insanlar!)
Yolcular, o çukurdan çıkarıp onu önce,
Çok nefis yiyecekler yedirdiler hemence.
Bir gün de, bu veli zat, vefat eden oğlunu,
Bir gece uykusunda, rüyada gördü onu.
Sordu ki: (Nasıl buldun ey oğlum ahireti?)
Dedi ki: (Buradadır her şeyin hakikati.
Burada iki yer var, ya Cehennem, ya Cennet.
İnsanlar, buralarda mekan tutar akıbet.
Dünyadaki işlerden, sorarlar ince ince.
Cehenneme atarlar, cevap veremeyince.
Ameller, karşılıksız kalmıyor burada hiç.
Ya ebedi bir azap, ya da sonsuz bir sevinç.)
.
45 - EBU TÜRAB NAHŞEBİ (Rahmetullahi Aleyh
.Asi gencin tövbesi
Ebu Türab adında bir veli anlatıyor:
Aniden sesler duyup, dedim: (Neler oluyor?)
Baktım ki, bir kadınla tartışır birkaç erkek.
Ve hemen düşündüm ki: Oraya gitmem gerek.
Çünkü o komşumuzdur, gidip öğrenmeliyim.
Ve eğer mazlum ise, bir yardım etmeliyim.
Gidince, komşu kadın başladı anlatmaya:
Ey üstad, bir oğlum var, ömrü geçti havaya.
Günahtan ibarettir işlerinin cümlesi.
Dün yine istedi ki, kursun içki meclisi.
Lakin ona, Rabbimiz verdi ki bir hastalık,
Öyle günah işleri yapamaz oldu artık.
Fakat eski halini bilen şu müslümanlar,
(Oğlunu, mahalleden hemen çıkar) diyorlar.
Dedim ki: (O hastadır, yatıyor yatağında.
Belki de tövbe eder, yahut ölür yakında.
Ölürse, mesele yok, kurtulursunuz ondan.
Eğer tövbe etmezse, çıkartırız o zaman.)
Ben böyle söyleyince, hepsi sükut ettiler.
İkna olmuş olarak, geri dönüp gittiler.
Ben, o komşu kadından duyunca bu sözleri,
Oğlunu bir göreyim deyip girdim içeri.
Genç, beni görür görmez, ağladı (Âh) ederek.
Münacatta bulundu şunları söyleyerek:
(Ne kadar şefkatli ve kerimsin ki ilahi!
Yine mahrum etmedin benim gibi asiyi.
Hiç layık değil iken bu halimle ihsana,
Yine kabul eyledin duamı, şükür sana.)
Dedim ki: (Ey evladım, ne idi senin duan?)
Dedi ki: (İki şeyi istedim Allah’ımdan.
Biri, Ebu Türab’ı, ölmeden bir göreyim.
Öbürü, tövbe edip sonra vefat edeyim.
Şimdi görüyorum ki, kabul oldu birisi.
Bilmem, kabul olur mu duamın ikincisi?
Çünkü ben, günah ile geçirdim ömrümü hep.
Şimdi tövbe edersem, kabul olur mu acep?)
Dedim ki: (Hak teâlâ, her şeyi bilicidir.
Hem de, ziyadesiyle mağfiret edicidir.
Halisen tövbe edip, Rabbine dönerse kul,
Hak teâlâ indinde, duası olur kabul.)
Genç, o zaman halisen etti tövbe, istiğfar.
Gözlerinden sel gibi, akıttı kanlı yaşlar.
Ebu Türab çıkınca o gencin hanesinden,
Genç dedi: (Anneciğim, bir isteğim var senden.
Beni, bu yatağımdan indir ki şu toprağa,
Yerde devam edeyim, tövbe ve istiğfara.
Nedamet ateşiyle, yanıyor zira içim.
Şimdi, tövbeden başka, yok yapacak bir işim.)
Annesi, isteğini getirerek yerine,
İndirip koydu onu, toprağın üzerine.
Genç, yüzünü gözünü sürerek o toprağa,
İçten gelen bir sesle, eyledi şöyle dua:
(Sana isyanlarımın haddi yok ey Allah’ım!
Yine de, senden başka yok gidecek bir kapım.
Sen, pişman olanlara edersin çok merhamet.
Şu, toprakla bir olmuş kula da eyle rahmet.)
Böyle içten istiğfar ederken o haline,
Ruhunu teslim edip, vasıl oldu Rabbine.
. Tövbesi kabul oldu
Vaktini günah ile geçiren o genç adam,
En son, tövbe ederek ömrünü etti tamam.
Ve hatta Ebu Türab, ölmeden bir gün önce,
Tövbe ettirmiş idi hanesinde o gence.
Bu zat anlatıyor ki: Ayrılıp gelince ben,
Gece, Resulullahı rüyada gördüm hemen.
Ve hatta yanlarında iki yaşlı zat vardı.
Hazret-i İbrahim’le, Musa kelimullah’tı.
Edeple yaklaşınca gidip Resulullaha,
Yakınlık göstererek, ettiler müsafeha.
Buyurdu: (Bir genç vardı hani ya Eba Türab!
Vefat edip, tövbesi oldu onun müstecab.
Ona, çok ikramlarda bulundu Hak teâlâ.
Derecesini dahi, yüceltip kıldı a’la.
Ve onu ziyarete gönderdi beni Allah.
Hatta geldi o gence, bir hayli veliyyullah.
İşte o genç, son anda istiğfar edince bak,
Onun her günahını, affetti cenab-ı Hak.
Yarın, sen de o gencin techiz ve tekfininde,
Hazır ol ve muhakkak, bulun cenazesinde.)
Tövbe eden o gencin hakkında, Resulullah,
Bunları buyurunca, uyandım, olmuş sabah.
Rüyanın tesirinde kaldım o gün bir hayli.
Dedim ki: (Ne merhamet sahibisin ilahi!
O genç, bütün ömrünü geçirmişken günahla,
Yine sen, karşıladın onu şefkat ve afla.
O, sana etmiş iken sayısız günah, isyan,
Bir tövbe etmesiyle, eyledin ona ihsan.
Ne kadar halisane yapmış ki tövbesini,
Affeyleyip, yücelttin onun derecesini.
Ya Rabbi, rahmetinden ümit kesilmez asla.
Yeter ki, kul tövbeyi yapabilsin ihlasla.)
Böyle kendi kedime ediyorken tefekkür,
Baktım ki, küçük kızım ağlıyor hüngür hüngür.
Ona sual ettim ki: (Ne için ağlıyorsun?)
Dedi: (Bir genç vardı ya, sen dahi biliyorsun.
Bu gece vefat etmiş, rüyamda söylediler.
Hak teâlâ, ona çok kıymet verdi dediler.
Kim onun namazına iştirak eder ise,
Muhakkak kabul olur, muradı her ne ise.
Rüyada, bana böyle söylediler Vallahi.
İzin ver, cenazede bulunayım ben dahi.)
Hayretle dinledim ve ettim ona müsade.
Çıkınca, bu hayretim oldu daha ziyade.
Zira gördüm bir kadın, çok ileri hem yaşça.
Bastonuna dayanıp, yürüyordu yavaşça.
Bana hitab ederek, dedi ki: (Gördün mü bak,
Tövbe eden o gence, ne yaptı cenab-ı Hak?
Zira gece rüyada, gösterildi ki bana,
O genç vefat etmiş ve kavuşmuş çok ihsana.
Her kim, cenazesinde bulunur ise şayet,
Hak teâlâ onu da, edecekmiş mağfiret.)
Meğer aynı rüyayı, herkes görmüş o gece.
Namaza, akın akın insan geldi bir nice.
Öyle çok kalabalık cemaat toplandı ki,
O yere iğne atsan, düşmezdi yere sanki.
.
46 - HARİS-EL MUHASİBİ (Rahmetullahi Aley
.Mümin nasıl olur?
Haris-el Muhasibi vardı ki evliyadan,
Muhasebe ederdi nefsini hiç durmadan.
O, nefsinden pek fazla hesap soruyor diye,
(Muhasibi) lakabı verildi bu veliye.
Buyurdu: (Halis mümin, dönmüştür Mevlasına.
Bakmaz hiç başkasının kusur ve hatasına.
Bütün dünya birleşip, kötüleseler onu,
O, yine hiç üzülmez, dert etmez asla bunu.
Zira o, ilgisini kesmiştir insanlardan.
Ne derlerse desinler, etkilenmez onlardan.
Bakar, yalnız Rabbinin sevip sevmemesine.
Üzülmez, insanların onu zemmetmesine.
Yine bütün insanlar methetse kendisini,
Sevinmez bunlara da, hiç çekmez ilgisini.
Zira o, insanlara dönüp de bakmaz ki hiç,
Onların, kendisini methinden duysun sevinç.)
Dediler ki: (Efendim, veliler neden acep,
Bütün varlıklariyle, dünyadan kaçtılar hep?)
Buyurdu ki: (Bir kişi, bağlanırsa dünyaya,
Düşer o, çeşit çeşit meşakkat ve belaya.
Sararsa bir insanı, dünya meşguliyeti,
Gafil olur, unutur ölüm ve ahireti.
Dünyanın türlü türlü dert ve telaşesinden,
Uzaklaşır ölüm ve azap endişesinden.
Dünya ile ne kadar olursa alakadar,
Hak teâlâdan dahi, uzaklaşır o kadar.
Halbuki terk ettikçe aksine bu dünyayı,
Yakın bulur kendine, Allahü teâlâyı.
Bir kimsenin, çok ise dünyalık meşgalesi,
Uzun sürer mahşerde, onun hesap vermesi.
Hem de Allah, dünyaya sinek kanadı kadar,
Bir kıymet vermemiştir, öyleyse neye yarar?
Ve lakin dünya nedir? Yanlış bilir çok insan.
Zanneder ki, çalışmaz, tembel olur müslüman.
Dünya, şu şeylerdir ki, sebep olur gaflete.
Hak’tan uzaklaştırıp, sürükler felakete.)
Dediler ki: (Efendim, nedir şükr’ün hikmeti?
Buyurdu ki: (Allah’tan bilmektir her nimeti.
Bir iyilik yaparsa eğer sana bir insan,
Bil ki, Hak teâlâdan geldi sana o ihsan.)
Dediler: (En akıllı, acep hangi insandır?)
Buyurdu ki: (Dünyaya gönül bağlamayandır.
Bir kimse ki, dünyaya vermez hiç ehemmiyet.
Aklının çokluğuna, budur bariz alamet.
O, yüzünü tamamen döndürmüştür Allah’a.
Bilir ki, hakiki dost, Odur, yoktur bir daha.
Ahiret hazırlığı içindedir durmadan.
Düşünür ki: Ecelim gelebilir an be an.)
Dediler ki: (Nasıldır acaba güzel ahlak?)
Buyurdu ki: (O kişi, davranır hep yumuşak.
Öfke ve gadaptan da, kaçınır katiyetle.
Ve herkese davranır, şefkat ve merhametle.
Bilir ki yumuşaklık, ziynetidir müminin.
Sertlik gösteren ise, olur kaba ve çirkin.
Çok taat yapmasa da, güzel ahlak sahibi,
Devamlı sevap alır, ibadet yapmış gibi.)
.
47 - HÜBEYRET-ÜL BASRİ (Rahmetullahi Aleyh
.Ahireti düşünürdü
Hübeyret -ül Basri ki, velisidir o asrın.
Huzeyfe-i Mer’aşi, üstadıdır bu zatın.
Ezberledi Kur'anı, tam onyedi yaşında.
Bitirdi tahsilini, gençliğinin başında.
İki günde bir defa, ederdi hatm-i Kur'an.
Aksatmadı Rabbine taati hiçbir zaman.
O, aşk-ı ilahiyle devamlı ağlıyordu.
Ve bir gece, gaibten, şöyle bir nida duydu:
(Ey Hübeyr, günahların hep edildi mağfiret.
Git artık, Huzeyfe-i Mer’aşi’ye hizmet et.)
Bu manevi işaret gelince kendisine,
Katıldı Huzeyfe’nin halka-i tedrisine.
Bir seneye varmadan, tam yetişti nihayet.
Sonunda, hocasından aldı mutlak icazet.
Dünya muhabbetini, söküp attı gönlünden.
Ve devamlı ağlayıp, yaş dökerdi gözünden.
O kadar ki, insanlar acırlardı haline.
Derlerdi ki: (Bu zatın, az kaldı eceline.)
Ölüm ve ahiretti, onun tek düşüncesi.
İnsanları ateşten kurtarmaktı gayesi.
Hep bu gaye uğruna geçirdi her gününü.
İnsanlara hizmette, tamam etti ömrünü.
Huzeyfe-i Mer’aşi, bir de bu talebesi,
Gayr-i müslim bir köye geldiler bu ikisi.
Kalabalık bir gurup, geldi karşılamaya.
O, bunları görünce başladı ağlamaya.
Dediler ki: (Ne için böyle çok ağlıyorsun?
Hak teâlâ affeder, yoksa bilmiyor musun?
Sen, kendine bu kadar ediyorsun eziyet.
Halbuki Hak teâlâ, affeder seni elbet.)
Buyurdu: (Ey insanlar, biliyorum pekala.
Günahı olanları, affeder Hak teâlâ.
Lakin azabı dahi vardır ki Rabbimizin,
Senet yoktur elimde, bundan kurtulmak için.
Kur'an -ı keriminde buyurdu kendi hem de:
(İnsanların bir çoğu, yanacak Cehennemde.)
O gün, bazı insanlar düşecektir azaba.
Bilmem ki, ben onlara dahil miyim acaba?
Bir kısmı da, Cennete gireceklerdir, fakat,
Ona girmek için de, yok elimde bir berat.
Cennete mi girerim, yoksa Cehenneme mi?
Henüz belli değilken, ağlamamak elde ki?
İşte ben, bu sebepten ağlarım ey insanlar!
Dünyada ağlamayan, ahirette çok ağlar.)
Dediler ki: (Sen vakıf değil iken haline,
Nasıl yol gösterirsin, senden gayrilerine?)
O bunu işitince, (Eyvah) dedi derinden.
Yıkılıp düştü yere, geçmiş idi kendinden.
Toplandı etrafına o yerin ahalisi.
O sırada, gaibten işittiler şu sesi:
(Ey Hübeyre, biz seni dost edindik elbette.
Ölünce, ebediyen olacaksın Cennette.)
Üçyüzden fazla kâfir, işitince bu sesi,
Hidayete gelerek, iman etti cümlesi.
.
48 - CAFER-İ HULDİ (Rahmetullahi Aleyh
.Uzun emel kurmayın
Cafer-i Huldi diye, âlim vardı Bağdat’ta.
Her an, takva üzere yaşamıştı hayatta.
Haram ve şüpheliden sakınırdı bir hayli.
Sünnet-i seniyyeye, muvafıktı her hali.
Ona, pek çok keramet vermiş idi Yaradan.
Lakin o, kendisini gizliyordu ağyardan.
Anlatmak isteseydi kendine ait bir hal,
Onu, başka veliye nisbet ederdi derhal.
Bir gün buyurmuştu ki: Velilerden birisi,
Gelmişti Beytullaha, ömre idi gayesi.
Çok acıktı ve lakin fakir idi gayetle.
Dua etti Rabbine, içten, samimiyetle.
Dedi ki: (Ya ilahi, acıktım, yoktur param.
Sonsuz ihsanın ile, bu kula gönder taam.)
O, böyle halisane eder etmez bir dua,
Bir sofrada, yemekler gönderdi ona Hüda.
Velilerden birisi dediği o veli zat,
Bir başkası değildi, kendisi idi bizzat.
Dediler: (Ahirette, o şiddetli azaba,
Düçar olmamak için, ne yapmalı acaba?)
Buyurdu: (Kardeşlerim, kurmayın uzun emel.
Çünkü yaklaşmaktadır ardınızdan hep ecel.
Böyle hep ilel ebed sürmeyecek bu ömür.
Siz, bilhassa ölümü eyleyin çok tefekkür.
Şu anda vaki olsa şiddetli bir zelzele,
Hepimiz ölürüz de, sağ kalmaz bir fert bile.
Ne kadar çok olsa da, tapu senet, para pul,
Bunların hiç birisi, orada görmez kabul.
Ama, eğer yapmışsak iyi amel ve taat,
Ahiret hayatımız, olur iyi ve rahat.)
Buyurdu: Kardeşlerim, vaktiyle bir müslüman,
Evliyadan birine, gelip sordu bir zaman.
Dedi ki: (Ey efendim, dünyadan iman ile,
Gitmeye, hangi amel olur sebep, vesile?)
Buyurdu: (Son nefeste Allah demek, tek hedef.
Son söz Allah olmazsa, felakettir malesef.)
Adam bunu öğrenip, yöneldi hemen eve.
Çağırdı o veli zat, onu tekrar geriye.
Buyurdu ki: (Peki sen, öğrendin muradını.
Ne zaman diyeceksin peki Allah adını?)
Dedi: (Ömrüm bitip de son nefesim gelince,
Her işimi bırakıp Allah derim hemence.)
Buyurdu ki: (Evladım, ne zamandır son nefes?)
Dedi: (Allah'tan başka, onu kimse bilemez.)
Buyurdu: (Şu anda da, gelebilir mi yani?)
Dedi ki: (Elbet gelir, yoktur buna bir mani.)
Buyurdu ki: (Son nefes, belli değil diyorsun.
Şimdi Allah desene, ne için bekliyorsun?
Ecel belli değilse, an Allah’ın adını.
Gün bu gün, an bu andır, ne beklersin yarını.
Ecel, öyle aniden gelebilir ki evlat,
Bir kez Allah demeye, bulunmaz belki fırsat.
Öyleyse, sen şimdiden başla Allah demeye.
Belki olmaz zamanın, hatta tövbe etmeye.)
.
49 - AVN BİN ABDULLAH (Rahmetullahi Aleyh)
.Tövbe, herşeyin anahtarı
Avn ibni Abdullah ki, tabiin-i izamdan.
O zamanın, tanınmış hadis ulemasından.
Derdi: (Kim hazırlarsa, ahiret azığını,
Gönderir Hak teâlâ, onun dünyalığını.
Ve herkim, tam yaparsa kulluğunu Rabbine,
Girer onun sevgisi, insanların kalbine.
Her kim ki, düzeltirse niyetini, içini,
Düzeltir Hak teâlâ, o kulun zahirini.
Ve her kim korkar ise, Allahü teâlâdan,
Gönderir Allah onun rızkını her taraftan.
Tövbe edenler ile olmakta hayır vardır.
Çünkü onların kalbi, ince ve yumuşaktır.
Tövbe eden kimsenin, kalbi olur cam gibi.
Öğüt ve nasihattan, fazla olur nasibi.
Kalp, günah işlemekle zayıflar, hasta olur.
Ancak tövbe etmekle, bu marazdan kurtulur.
Siz de, yakın olun ki tövbekâr olanlara,
Zira Hakkın rahmeti, yakın olur onlara.
Bir kimse, günahına pişmanlık duysa eğer,
Bu, tövbe demektir ki, Allah onu affeder.
Dünya sevgisindendir kalplerin paslanması.
Tövbe ile mümkündür, yıkanıp pâk olması.
Günahtan kaçmak için, birazcık gayret etmek,
Bir hayır işlemekten kıymetlidir daha pek.
Ahiretlik ameller, insana huzur verir.
Dünyalık işler ise, gam ve keder getirir.
Birini methetmek ve zemmetmekte, bekle az.
Çabuk karar verme ki, bu, kolay belli olmaz.
Nice kullar vardır ki, bugün çok iyidirler.
Ve lakin sana yarın, kemlik yapabilirler.
Ve kötü bilirsin de birini bugün yine,
Şahit olabilirsin yarın iyiliğine.)
Biri ona dedi ki: (Endişe ediyorum.
Bende, münafıklık mı var acaba diyorum.)
Dedi: (Bu, vesvesedir, kıymet verme bu işe.
Sen münafık olsaydın, eder miydin endişe?
Birbirini, Hak için seven iki müminden,
Sevgisi çok olanı, üstündür diğerinden.
Ahiret işlerini tam yaparsa bir kişi,
Rast gider dünya için yaptığı sair işi.
Kim, koşarsa hakkıyle Rabbin ibadetine,
Koşar hep insanlar da, onun her hizmetine.
Şeytan, insanoğlunun kalbine düğüm atar.
Kalır o, bir mümine selam verene kadar.
Bir selamla, o düğüm çözülüp, kalp açılır.
Selam verilmedikçe, çözülmez, öyle kalır.
Bir hastanın sahibi, onu, hep hasta halde,
Nasıl görmek istemez, üzülürse ziyade,
Bir kul da, nefse uyup, günaha girerse az,
Hak teâlâ, bu hali görmekten hoşnud olmaz.
Sizce ehemmiyetli varsa bir hacetiniz,
Onu, farz namazlarda Allah’tan isteyiniz.
Çünkü farzlardan sonra yapılan dua, niyaz,
Öyle kıymetlidir ki, indallah red olunmaz.)
. En üstün amel
Avn ibni Abdullah ki, tabiinden büyük zat.
Tesirli sözleriyle, ederdi çok nasihat.
Buyurur ki: Bir kişi, geldi Resulullaha,
Sordu ki: (Hangi amel faziletlidir daha?)
Buyurdu ki: (Gecenin yarısında kılınan,
Namazın fazileti, ziyadedir gayrıdan.
Çünkü o saatlerde, kulların çoğu uyur.
O vakit Hak teâlâ, şöyle nida buyurur:
Dua eden yok mudur, onu kabul edeyim.
Yok mu istiğfar eden, mağfiret eyleyeyim?)
Derdi ki: (Her amelin, vardır bir efendisi.
İbadetler içinde, odur en kıymetlisi.
Bana göre bu amel, her an agah olmaktır.
Yani, Hak teâlâyı, bir an unutmamaktır.
Gafiller arasında, agah olanın hali,
Olur, Allah yolunda, cenk eden er misali.
Agahlar arasında, gafil olan kul ise,
Benzer, Allah yolunda cenkten kaçan kimseye.
Yeryüzünde devamlı, anılır cenab-ı Hak.
Bir an anılmasaydı, olurdu âlem helak.)
Derdi ki: (Sizden önce, müslümanlar, ruz-ü şeb,
Ahireti, dünyaya tercih ederlerdi hep.
Ahiret işlerini en evvel yaparlardı.
Zamanları artarsa, dünyaya harcarlardı.
Siz, önce bakarsınız dünya işlerinize.
Artarsa, ahirete harcarsınız tersine.
İyilik edenlere, müteşekkir olur halk.
İnsanlık icabıdır zira böyle davranmak.
Allah, her iyiliğin hakiki sahibidir.
Öyleyse Ona şükür, kulluk vazifesidir.
Dünyadaki bu hayat, bir görüntüdür ancak.
Hakiki hayat ise, ölünce başlayacak.
Cehennemden kurtulmak, Rabbin affı iledir.
Cennete girmek bile, Onun rahmetiyledir.
Ve lakin mertebeniz, tabidir işinize.
Ona göre derece verilir yarın size.
Herhangi bir kimseden, bir mümin, kendisini,
Daha üstün görürse, bu, gösterir kibrini.
Rabbimizin sevdiği bir iş bile yapsanız,
Alçak gönüllülüğü, elden bırakmayınız.
Hak teâlâ bir kavmi, koyarak Cennetine,
Kavuşturur onları, her bir isteklerine.
Lakin onlar görürler, daha yüksek yerleri.
Tanırlar o yerlerde bulunan kimseleri.
Derler ki: (Ya ilahi, beraberdik onlarla.
Niçin yüksek mertebe ihsan ettin onlara?)
Hak teâlâ buyurur: (Siz tokken, açtı onlar.
Siz suya kanmış iken, onlar susuz durdular.
Siz, erkenden yatıp da, uyurken geceleri,
Onlar, ibadet ile geçirirdi ekseri.)
. Yazık bana, vah bana!
Avn ibni Abdullah ki, tabiinden, büyük zat.
Rabbine, gece gündüz yapıyordu çok taat.
Geceleri kalkar ve abdestini alırdı.
Sonra da, ev halkını ayağa kaldırırdı.
Derdi ki: (Gerçi zordur, gece kalkıp ibadet.
Cehennemin ateşi, çetindir daha gayet.
Ey insanlar, nasılsa göçersiniz dünyadan.
O halde, göçmüş bilin kendinizi şu andan.
Nasıl olsa muhakkak, bir gün öleceksiniz.
Öyleyse, kendinizi şimdi ölmüş biliniz.)
Bir gün, günahlarını düşünüp, üzülerek,
Ağladı göz yaşıyle, şunları söyleyerek:
(Yazık bana, vah bana, ne zordur benim işim.
Ben, bu kadar günahı nasıl da işlemişim?
Halbuki ben onları işlerken utanmadan,
Rabbimin nimetleri, yağıyordu durmadan.
Fena aldattı beni günahların lezzeti.
Şimdi gitti o lezzet, kaldı mesuliyeti.
Bir anlık zevklerdi ki, kayboldu hepsi, ancak,
Günah mesuliyeti asla kaybolmayacak.
Zira kayda geçtiler hep amel defterime.
Bunun için vah bana, vah şu kötü halime!
Ne yazık nefse uydum, düşünmedim Rabbimi.
Günah pislikleriyle, hep kararttım kalbimi.
Ben ölümden kaçarım, ölüm beni kovalar.
Ne kadar kaçsam dahi, bir gün beni yakalar.
Ben onu unutsam da, unutmaz ölüm beni.
Ensemde hissederim, her an onun elini.
Yazık bana, var iken bu kadar çok günahım,
Nasıl, tövbe etmeden duruyorum Allah'ım!
Mahşer günü, yüzüme bakmazsa eğer Allah,
Ne olur benim halim, şu garip halime vah!
O gün, şahit olunca ayaklarım, ellerim,
Rabbimin huzurunda, ne hallere girerim?
Ey nefsim, unutmazsın kendi isteklerini.
Lakin hep unutursun, Rabbin emirlerini.
Günah, haram demeden, erersin her arzuna.
Lakin yarın çıkarsın, Rabbinin huzuruna.
Ey nefsim, istersin ki, sıkıntıya girmeden,
Cennet nimetlerine eresin ebediyen.
Anında yaparsın da, her istek, arzunu hep,
Tövbeyi, ne özürle geciktirirsin acep?
Sonra bakıyorum ki, sıhhatin bozulsa az,
Ölümü, sırf o zaman hatırlarsın, bu olmaz.
Sıhhatli anlarında, niçin gaflet edersin?
Ölüm, sıhhatli iken gelmez mi zannedersin?
Niçin namazlarını kılarsın gaflet ile?
Halbuki o namazın, son namazdır belki de.
Öyle ise ey nefsim, uyan da kendine gel!
Zira bil ki, insana, ani gelir hep ecel.)
.
50 - SEYYİD AHMED RIFAİ (Kuddise Sirruh
.Evlad-ı Resul idi
Büyük bir veli olup, evlad-ı Resuldür hem.
Onun irşadı ile, nurlandı cümle âlem.
Teşrif etmemişti ki dünyaya henüz bu zat,
Dayısı, rüyasında Resul'ü gördü bizzat.
Peygamber Efendimiz, buyurdu ki: (Ey Mensur!
Yakında, hemşirenin bil ki bir oğlu olur.
Adını Ahmed koyup, iyi yetiştiriniz.
Zira o, Hak katında olacaktır pek aziz.)
Nihayet kırk gün sonra, teşrif etti dünyaya.
Onunla yol buldular herkes Hak teâlâya.
Buna rağmen, pek fazla korkuyordu Allah’tan.
Gözyaşları, yüzünde iz yaptı ağlamaktan.
Namaza durduğunda, benzi sararırdı hep.
Allah’tan, pek ziyade korkardı bundan sebep.
Öyle gün olurdu ki, bu korkuyla o hatta,
Güneşte buz misali, eriyordu adeta.
Orta boylu, nur yüzlü ve buğday benizliydi.
Alnı açık ve geniş, hep güler yüzlü idi.
Vazında , hasta kalpler, geçerdi harekete.
Kötü yolda olanlar, gelirdi hidayete.
O vaza başlayınca, uzaktakiler dahi,
İşitirdi rahatça, yakındakiler gibi.
İnsanlar, evlerinin üzerine çıkarak,
Dinlerlerdi vazını, olsalar da çok ırak.
O, yavaş konuşsa da, alçaltsa da sesini,
Aynen işitirlerdi, her bir kelimesini.
Hatta az işitenler, sağır olanlar bile,
İşitip, anlarlardı, onun kerametiyle.
Çok mütevazı olup, yolda kime rastlasa,
Önce selam verirdi, küçük çocuk da olsa.
İhtiyara, hastaya, ederdi çok merhamet.
Böylelere yardımı, bilirdi büyük nimet.
Derdi ki: (Hizmet eden, hizmet görür muhakkak.
Merhamet gösterene, acır hem cenab-ı Hak.)
Resulullahın aşkı, onu öyle ihata,
Etmişti ki, bu aşkla yanıyordu adeta.
Bir sene hacca gidip, haccı ifa eyledi.
Sonra, kalbi yanarak Medine’ye yöneldi.
Ravda -i mübarek'in, diz çökerek önüne,
Şu şiiri söylemek uygun geldi gönlüne:
(Uzaktım, toprağını öpmek için efendim.
Kendim gelemesem de, ruhumu gönderirdim.
Şimdi, ziyaretinle şereflendim ey Habib!
O mübarek elini, ver de öpsün bu garip.)
O, böyle söyleyince, kabr-i şeriflerinden,
Mübarek nurlu eli görünüverdi birden.
Fırlayıp, son derece tazim ve hürmet ile,
Öptü Resulullahın elini muhabbetle.
. Dört kutub’dan biridir
Ahmed-i Rıfai’nin yeğeni, Hasan Ali,
Anlatıyor, başından geçmiş olan bir hali:
Diyor ki: Ben dayımın, hususi odasının,
Kapısının önünde otururken, ansızın,
Çok garip bir kimseyi, fark ettim içerde ben.
Ve hiç de görmemiştim, onu daha önceden.
Dayım ile ikisi, konuştular bir saat.
Sonra izin alarak, çıktı ve gitti o zat.
Merak edip, dayımdan sual ettim ben hemen:
(Kimdi o sizin ile konuşup sonra giden?)
Buyurdu: (Dört kutub'tan birisi, işte odur.
Tam deniz kenarında, bir hanede oturur.
Geçen gün, bir düşünce geçirince zihninden,
Kutupluk vazifesi, alındı kendisinden.
Hatasını anlayıp, başladı ağlamaya.
Ve bizden, bu hususta geldi dua almaya.
Biz de dua edince bu babta kendisine,
Affolup , döndü yine eski vazifesine.)
Dedim ki: (Dayıcığım, ne geçmiş ki zihninden,
Alınmış kutup iken, derhal vazifesinden?)
Buyurdu ki: (Evinde otururken bu kimse,
Üç gün, üstü üstüne yağmur yağdı denize.
Hatırından geçti ki: Bu yağmur, keşke şimdi,
Bu deryaya değil de, çöllere yağsa idi.
Oradaki insanlar, muhtaçken bir damlaya,
Ne hikmeti vardır ki, yağmur yağar deryaya?
Böyle geçirdiyse de, bir an için kalbinden,
Hatasını anlayıp, af diledi Rabbinden.)
Ben şaşkın vaziyette bakınırken etrafa,
Gördüm ki, aynı şahıs geliyor bu tarafa.
Yanıma vardığında, bana dedi: (Ey kişi!
Acaba rica etsem, yapar mısın bir işi?)
Ben, (Yaparım) deyince, dedi ki: (Öyle ise,
Bir iş söyleyeceğim, itiraz etme bize.)
Daha sonra, cebinden bir urgan çıkararak,
Dedi ki: (Al şu ipi, sıkıca boynuma tak.
Yerlerde sürükleyip, bağır ki: Ey ahali!
Hakka karşı gelenin, böyledir işte hali.
Bu, Allah’ın işine, kalben etti itiraz.
İşlediği bu suça, bu cezası yine az.)
Bunu yapmak, zor geldi bu fakirin nefsine.
Ve lakin söz vermiştim bu babta kendisine.
Onun bu isteğini, yapacak idim ki tam,
O sırada, kalbime geldi şöyle bir ilham:
Denildi ki: (O işi, yapma ya Hasan Ali!
O, şimdi tövbe etti, yükseldi yine hali.
Gökteki melekler de ağladılar bu zata.
Hoşnuttur kendisinden, Allahü teâlâ da.)
. Çok merhametli idi
Çok merhametli idi Seyyid Ahmed Rıfai.
Hatta şefkat ederdi, o, hayvanlara dahi.
Cüzzam hastalığına yakalandı bir köpek.
O haliyle, çirkin ve iğrenç görünürdü pek.
Bu yüzden, kapılardan kovulup itilmişti.
En son, bu büyük zatın kapısına gelmişti.
Vücudu, yara bere içindeydi tamamen.
Bu halde görür görmez, acıdı ona hemen.
Ona, şehir dışında bir gölgelik yaparak,
Yaptı tedavisini, tam kırk gün uğraşarak.
Ve hayvan, sıhhatine kavuştu en nihayet.
İnsanlar bunu görüp, eylediler çok hayret.
Dediler ki: (Efendim, hikmeti ne idi ki,
Bir hayvana, bu kadar gösterdiniz çok ilgi?)
Buyurdu: (Ey insanlar, merhamet lazım elbet.
Zira iki temele dayanır islamiyet.
Biri, Rabbin emrine tazim, hürmet etmektir.
Diğeri, her mahluka merhamet eylemektir.
Bu gün o, bu belaya oldu ise mübtela,
Yarın da, belki bize gelebilir bu bela.)
Bir gün de, paltosuyla otururken evinde,
Kedi gelip uyudu, paltonun eteğinde.
Ve lakin biraz sonra, gelmişti namaz vakti.
Onu uyandırmaya, elvermedi şefkati.
Az bekledi ve lakin uyanmayınca hayvan,
Kesiverdi bir miktar, paltosunun ucundan.
Namaz için, camiye gitti ve geldi yine.
Kestiği o parçayı, tekrar dikti yerine.
Bir gün de, yaranını topladı etrafına.
Buyurdu: (Hatam varsa, söyleyin lütfen bana.)
Orada bulunanlar, dedi: (Estağfirullah!
Biz asla görmüyoruz, sizde kusur ve günah.)
Ve lakin bir tanesi, dedi ki: (Evet, sizin,
Bir kusurunuz var ki, diyeyim varsa izin.)
Bu söze, diğerleri hayrette kaldılar hep,
Dediler ki: (Ne kusur söyleyecek bu acep?)
Seyyid Ahmed Rıfai, buyurdu ki: (Kardeşim,
De ki, yine olmasın öyle yanlış bir işim.)
Dedi ki: (Ey efendim, şudur ki kusurunuz,
Bizi, nasıl huzura kabul ediyorsunuz?
Bizim gibi günahkâr, fasık ve hali harap,
Kulları, kendinize edersiniz muhatap?)
O böyle söyleyince, hem Ahmed-i Rıfai,
Hem de oradakiler ağladılar bir hayli.
Buyurdu: (Şunu iyi bilin ki kardeşlerim,
İçinizde, günahı en fazla olan, benim.
Hepinizden günahkâr olduğum, bir hakikat.
Buna rağmen, hüsn-i zan edersiniz siz fakat.)
. Çok mütevazı idi
O devirde vardı ki, çok hayasız bir kişi,
Bu veliye hakaret etmek idi tek işi.
O tevazu ettikçe, devamlı o bi-edep,
Bu veliyi, herkese kötüler dururdu hep.
Bir gün de, aleyhinde mektup yazıp o yine,
Çok ağır hakaretler eyledi kendisine.
Sonra, bir talebeye verip o mektubunu,
Dedi ki: (Üstadına götür teslim et bunu.)
O dahi götürünce mektubu üstadına,
Buyurdu ki: (Evladım, sen aç da oku bana.)
Okuyunca gördü ki, baştanbaşa, lebalep,
Ağza alınmayacak hakaretle dolu hep.
Lakin hiçbir üzüntü gelmedi kendisine.
(Kağıt getir) buyurdu hemen talebesine
Şöyle cevap yazdı ki: (Ey kıymetli efendim!
Buyurduğunuz gibi, kusurum çoktur benim.
Hakkımda yazdığınız o şeyler, hep doğrudur.
Benliğime işlemiş gerçekten hata, kusur.
Şöyle bakıyorum da, işimin çoğu günah.
Dua buyurunuz da, düzeleyim inşallah.)
O bunu okuyunca, derhal geldi insafa.
Yaptığına utanıp, pişman oldu bu defa.
Anladı tam olarak onun büyüklüğünü.
Bu nedamet ateşi, yaktı onun gönlünü.
Seyyid Ahmed, çok büyük veli idi aşikâr.
Mevcuttu kendisinde, bütün üstün sıfatlar.
Herkese, pek ziyade şefkatli olduğundan,
Hep ona gelirlerdi, hasta ve derdi olan.
O ise, hastalara yazıyordu bir dua.
Onlar onu kullanıp, bulurlardı tam şifa.
Lakin beyaz kağıda, hiç kalem ve mürekkep,
Kullanmadan, parmakla yazardı onları hep.
Yine bir gün, bir hasta geldi huzurlarına.
Dedi ki: (Ey efendim, bir dua yazın bana.)
O yine, düz ve beyaz bir kağıt üzerine,
Parmağıyla yazarak, hastaya verdi yine.
Allah’ın izni ile bulduysa da tam şifa,
Lakin onun kalbine, şüphe geldi bu defa.
Düşündü ki: (Kağıtta, hiç yoktu yazı, âyet.
Buna rağmen, bu nasıl tesir etti, çok hayret.)
Yine aynı kağıdı alaraktan eline,
Tecrübe etmek için, bu zata geldi yine.
Dedi ki: (Ey efendim, vücudum çok rahatsız.
Lütfedip, şu kağıda bana dua yazınız.)
Seyyid Ahmed Rıfai, o kağıdı görünce,
Buyurdu ki: (Biz buna, yazmışız daha önce.)
(Peki) deyip, hürmetle çıkıp gitti oradan.
Tecrübe ettiğine utandı, oldu pişman.
. Bu dünya fanidir
O devirde bir âlim, bu velinin ismini,
İşitip, ziyarete gitmişti kendisini.
Camiden içeriye girince bu âlim zat,
Gördü, o da ediyor âlimlere nasihat.
Oturup, merak ile dinledi o sohbeti.
Dinledikçe o zata, çoğaldı muhabbeti.
Baktı, çetin sualler sorarlar kendisine.
O ise, teker teker cevap verir hepsine.
Hem öyle doyurucu cevaplar verirdi ki,
Dedi: (Bu ziyareti düşünmüşüm iyi ki.)
Ve lakin o âlimler, bıkmadan, usanmadan,
Sorunca, âlimlere söyledi ki o zaman:
(Yeter artık, ne kadar fazla soruyorsunuz.
Hepsinin cevabını verdi görüyorsunuz.)
Lakin Ahmed Rıfai, buyurdu: (Olma mani.
Ben sağ iken sorsunlar, bu dünya çünkü fani.)
Ne zaman ki: (Bu dünya, fanidir) dedi o zat,
Heyecana kapıldı o an bütün cemaat.
Kimisi vefat edip, baygın düştü kimisi.
Veliliğe yükseldi o sözle ekserisi.
Bir kadın da vardı ki bu zatın zamanında,
Ölürdü çocukları, doğar doğmaz anında.
Bunun için o kadın, üzülüyordu gayet.
Son çocuk da ölünce, adak yaptı nihayet:
(Ya Rabbi, bir çocuğum olursa şayet yine,
Vereceğim hazret-i Seyyid'in hizmetine.)
Ondan sonra, bir sene zaman geçti aradan.
Ona, bir kız evladı ihsan etti Yaradan.
Önce sevindiyse de, üzüldü sonra fakat.
Sırtında kambur vardı, ayakları da sakat.
O çocuk büyüyünce, üzülürdü bir hayli.
Çünkü alay konusu oluyordu bu hali.
Bir gün Ahmed Rıfai, bu beldeye geldiler.
Onu, köyün dışında karşıladı köylüler.
Vardı onlar içinde, bu çocukla o kadın.
Sakat kız, ilerleyip, o zata oldu yakın.
Sonra, birden fırlayıp öpüverdi elini.
Ağlayarak dedi ki: (Efendim, kurtar beni.
Ben doğuştan kamburum, üstelik topalım hem.
Hep alay ediyorlar benimle cümle âlem.)
Çocuğun bu sözleri, çok tesir etti ona.
Ağlayıp, göz yaşları aktı yanaklarına.
Okşadı şefkat ile başı ile sırtını.
Niyaz etti bu dertten tam şifa bulmasını.
O dua eyleyince, gördüler ki, ansızın,
İki sakatlığı da düzeldi kızcağızın.
. Şaşarım şu insana
Seyyid Ahmed Rıfai, yazdığı eserinde,
Şu şekilde nasihat ediyor bir yerinde:
(Şu kula şaşarım ki, ölüme inanıyor.
Buna rağmen gülüp de, neşelenebiliyor.
Şuna da şaşarım ki, inanıyor kadere.
Yine de mahzun olup, boğuluyor kedere.
Ve şuna şaşarım ki, Cehennem vardır diyor.
Yine de fütursuzca her günahı işliyor.
Şaşarım dünya fani diyen şu insana ki,
Sarılmıştır dünyaya, ayrılmayacak sanki.)
Yine başka yerinde buyurdu: (Ey insanlar!
Pek çok hayret ettiğim, iki türlü insan var.
Birincisi şudur ki, hep oruçtur gündüzün.
Gece de, sabaha dek taattadır büsbütün.
Asla Hak teâlâya etmez günah ve isyan.
Yine de görürsün ki, hüzünlüdür o insan.
Uğraşmasına rağmen hep ahiret işiyle,
Yine ağlar görürsün onu hep gözyaşıyle.
İkincisi şudur ki, yapmaz hiç taatini.
Oyun ve eğlenceyle, geçirir her vaktini.
Günahları işler de sıkılmadan, malesef,
Yine de bu haline, üzülüp etmez esef.
Yaşamasına rağmen islamın haricinde,
Görürsün onu dahi, yine neşe içinde.)
Başka bir yerinde de, buyurdu: (Ey insanlar!
Sakın siz, ilminize güvenmeyin ki zinhar,
Şeytan, sahip olduğu ilminin gururundan,
Kovulup helak oldu, Allah’ın huzurundan.
Bir insan, her bir ilmi bilse de ince ince,
Faydasını göremez, amel eylemeyince.
Bel’am -ı Baura da, çok ilim sahibiydi.
Öyle ilim sahibi, dünyada yok gibiydi.
Lakin kalbi, bir miktar meyl edince dünyaya,
Dünya ve ahirette, oldu rezil ve rüsva.)
Yine o buyurdu ki: (Ediniz ilme gayret.
Zira ilim hayattır, ölümdür hem cehalet.
Ve lakin her bir ilim, bir vebaldir kul için.
Kurtulunmaz vebalden, amel eylemeksizin.
İnsan, ameli dahi yapmalı ki ihlasla,
İhlassız amellerden, bir fayda gelmez asla.
Yani bir kul, muhakkak ilim, amel, ihlası,
Temin etmelidir ki, budur işin esası.)
Yine o buyurdu ki: (Salih olan müslüman,
Allah’ın takdirine boyun eğer her zaman.
Nefsine hakim olup, girmez onun emrine.
Günah, küçük de olsa, işlemez asla yine.
Allah’ın rızasını almaktır tek gayesi.
Hep bunu temin için geçer günü, gecesi.
. Evliyayı üzmek
Seyyid Ahmed Rıfai, buyurdu ki: (Allah’ın,
Evliya kullarını, üzmeyin aman sakın!
Çünkü Allah katında, azizdir gayet onlar.
Onların hürmetine, rızıklanır insanlar.
Öyle çok korkarlar ki, günahlardan büsbütün,
Mahşerde, olmaz artık onlara korku, hüzün.
Zira bu evliyalar, celis-i ilahidir.
Yani Hak teâlânın dostu ve habibidir.
Hep onlarla beraber olmaya bakmalı ki,
Onlarla bulunanlar, olmazlar fasık, şaki.
Haklarında, katiyen yapmamalı su-i zan.
Aksi halde, mazallah helak olur o insan.
Onların hürmetine dua etse bir kişi,
Allah’ın izni ile, hasıl olur o işi.
Çünkü Allah, o kadar sever ki evliyayı,
Onların hürmetine, defeder her belayı.)
Yine bir kitabında, Seyyid Ahmed Rıfai,
Buyurdu ki: (Bu dünya, hayaldir, hem de fani.
Bu dünyada ne varsa, mahkumdur yok olmaya.
Sizler, ahiret için bakın hazırlanmaya.
Kötü kimseler ile, olmayın ki arkadaş,
Zulmeti, size dahi bulaşır yavaş yavaş.
Onların sohbetleri, öldürücü zehirdir.
Bu zehirle ölenin, hali gayet fecidir.
Bunda etmemeli ki az gevşeklik ve gaflet,
Yoksa, kabul edilmez ahirette mazeret.
Yumuşak sözlü olup, kırmamalı kimseyi.
Büyütüp yaymamalı, ufak bir hadiseyi.
Günahlardan sakınıp, etmeli dine hizmet.
Ve lakin bunda dahi, lazımdır halis niyet.
Herkes ile, güzelce geçinmeli müslüman.
Yoksa, iki cihanda edinir zarar, ziyan.
Biçare olanlara, kim ederse merhamet,
Allah da, o kimseyi eder af ve mağfiret.
Bir Allah adamına olursa her kim yakın,
Lüzumsuz bir kelime kullanmasın o sakın.
Herhangi bir mesele öğrenirseniz dinden,
Siz de, başkalarına öğretin onu hemen.
Dünya, üstündekini önce büyütür, besler,
Bir müddet sonra yine, onları kendisi yer.
Siyah toprak ise de dünya bakıldığında,
Bizden öncekilerin a’zasıdır aslında.
Yani toprak olmuştur yıllar önce ölenler.
Onların yanakları, yüzleridir bu yerler.
Dünyanın aslı budur, aldanmaya gelmez hiç.
Aldanan, ahirette bulamaz neşe, sevinç.
Dünya cefa yeridir, burdadır dert, meşakkat.
Cennette olacaktır, sonsuz huzur ve rahat.)
. Berat
Ahmed-i Rıfai’nin bir çok talebeleri,
Vardı ki, birbirine çoktu muhabbetleri.
Hele iki talebe vardı ki içlerinde,
Fani olmuşlar idi onlar birbirlerinde.
Bir dünyalık menfaat, asla düşünmeksizin,
Muhabbet ederlerdi, sadece Allah için.
Öyle ki, bu sevgi ve muhabbet tesirinden,
Hatta geçiyorlardı bazan birbirlerinden.
Yine bu halde iken, onlardan bir tanesi,
El kaldırıp dedi ki: (Ya Rabbi, affet bizi.
Cehennem ateşine girmeyeceğimize,
Dair, yüce katından bir berat gönder bize.)
Öbürü, bu duaya (Âmin) dedi kalbinden.
Beyaz bir kağıt indi önlerine aniden.
Sevinçle o kağıdı ellerine aldılar.
Hiç yazı görmeyince, çok hayrette kaldılar.
Hemen alıp gittiler onu üstadlarına.
Hiçbir şey söylemeden, koydular huzuruna.
O, kağıda bakınca, çok sevindi içinden.
Kalkıp şükür secdesi eyledi sevincinden.
Sonra kalktı secdeden, neşeliydi bir hayli.
Dedi: (Sana, binlerce şükr olsun ya ilahi!
Talebemin, ateş’ten azad olunduğuna,
Dair, dünyada iken, vesika verdin bana.)
Talebeler, hayrette kaldı yine o saat.
Dediler ki: (Efendim, bu kağıt beyaz fakat.)
Buyurdu: (Bu kağıtta yazı var, belli olmaz.
Nur’la yazıldığından, görünür böyle beyaz.)
Yine talebesinden, anlatır bir tanesi:
Hocamın huzuruna, geldi bir gün birisi.
Dedi ki: (Ey efendim, bendeniz meşgul iken,
Bir arslan, öküzüme saldırıp yedi birden.
Halbuki ondan başka, yok idi bir hayvanım.
O da gitti elimden, şimdi ben ne yapayım?)
Buyurdu: (O arslanı çağır da gelsin bana.
Hiç korkma, o hayvandan bir zarar gelmez sana.)
Gidip buldum arslanı, dedim ki: (Seni biraz,
Üstadım çağırıyor, sakın etme itiraz.)
Arslan, (Peki) diyerek, hemen geldi anında.
Yere koydu yüzünü hocamın huzurunda.
Suçlu bir insan gibi, çok mahcup hali vardı.
Hatta mahcubiyetten, hep önüne bakardı.
Hocam, ona hiddetle buyurdu ki: (Ey hayvan!
O öküzü ne hakla yedin sen, eyle beyan.
Halbuki tek öküzü var imiş bu kimsenin.
Buna zarar vermeye bir hakkın var mı senin?)
Dedi ki: (Ey efendim, üç gündür çok aç idim.
İşledim bu hatayı, çünkü çok çaresizdim.
Yoksa ben, öküzünü yemezdim bu kişinin.
Affedin lütfen beni Resul’ün hakkı için.)
Üstadım kabul edip onun mazeretini,
Buyurdu ki: (Bir şartla affederim ben seni.
Madem ki öküzünü yemiş oldun bir kere,
Sen hizmet edeceksin badema bu fakire.)
Arslan, (Peki) diyerek kabul etti bu emri.
Kalktı ve huzurundan çekildi geri geri.
O günden itibaren, o arslan aynı karar,
Hizmet etti fakire, ta ölünceye kadar.
.
51 - SEYYİD EBÜL VEFA (Rahmetullahi Aleyh)
.Tanıdın mı bu yeri?
Evliyanın büyüğü, Esseyyid Ebül Vefa,
(Tac-ül arifin) diye, ün saldı her tarafa.
Babası da o zaman, büyük evliyadandı.
Hastalanıp, eceli geldiğini anladı.
Hanımını çağırıp, buyurdu ki: (Ey hanım!
Öyle zannederim ki, yakınlaştı vefatım.
Benden sonra, bir çocuk getirirsin dünyaya.
Bu çocuk büyüyünce, olur büyük evliya.
Henüz doğmadan önce, görülür kerameti.
Sayesinde, çok insan bulurlar hidayeti.)
Bu vasıyeti yapıp, ayrıldı bu dünyadan.
Bir ay sonra, köy halkı, göç ettiler oradan.
O hanım da toplanıp, gitmişti o halk ile.
Bir bostan kenarında, mola verdi kafile.
Birkaç kişi, izinsiz bir kavun kopardılar.
Kesip, kervan halkının hepsine dağıttılar.
Verdiler bir parça da, bu zatın zevcesine.
Yedi, lakin bir ağrı saplandı midesine.
Sonra istifra edip, çıkardı yediğini.
Hatırladı beyinin en son vasiyetini.
Düşündü ki: Bilmeden yedim haram kavunu.
Oğlum, kerametiyle çıkarttı bana onu.
İki ay geçmişti ki, bu hadiseden sonra,
Hazret-i Ebül Vefa, teşrif etti dünyaya.
O sene Ramazanda, henüz iki aylıkken,
Gündüzün, annesinden süt emmezdi katiyen.
Yürüyecek bir yaşa gelince Ebül Vefa,
Yolculuğa çıktılar, annesiyle bir defa.
O bostanın yanından geçerlerken ileri,
Sordu ki: (Anneciğim, tanıdın mı bu yeri?)
(Tanımadım) deyince, dedi: (Siz, bir seferde,
Yorulup, biraz mola vermiştiniz bu yerde.
Bazısı, bu bostandan kavun çalıp kestiler.
Herkes ile birlikte, sana da yedirdiler.
Onun çalındığını, gerçi sen bilmiyordun.
Yedin, lakin karnında şiddetli ağrı duydun.
O zaman, ben vermiştim o ızdırabı sana.
Zira haram bir lokma girmişti boğazına.
Sonra ben, iki aylık bebek idim ki henüz,
Senden süt emmez idim, Ramazanda hiç gündüz.
Sen beni hasta sanıp, üzülüyordun içten.
Lakin akşam içince, gülüyordun sevinçten.)
Annesi, hayret ile sordu ona: (Ey oğlum!
Bunları ne bilirsin, ben zor hatırlıyorum.)
Dedi ki: (Anneciğim, Rabbimiz verdi haber.
Zira cenab-ı Hakkın, her şeye gücü yeter.)
. Künyesi, Ebül Vefa
Sekiz on yaşlarına girmişti ki o daha,
İbadet ediyordu tenhalarda Allah’a.
Devrin âlimlerinden, Şenbeki hazretleri,
Duydu ki, bu çocuğun var üstün hasletleri.
Arayıp, en nihayet ormanlık bir mahalde,
Buldu onu, Allah’a ibadet eder halde.
Oynardı hem yanında, bir arslanla, bir köpek.
Şaşırdı, hayret etti, o bu hali görerek.
Arkasından yaklaşıp, bir selam verdi ona.
O, hiç dönüp bakmadan, cevap verdi selama.
Şenbeki hazretleri, o zaman buyurdu ki:
(Bir sualim var idi, şu anda oldu iki.
Biri, şu iki hayvan, düşman iken her zaman,
Şimdi nasıl oynuyor, köpeğinle bu arslan?)
Dedi ki: (Hak teâlâ, temizledi kalbimi.
Ben o zaman dost gördüm, arslanla köpeğimi.)
Bu cevabı beğenip, buyurdu ki: (Evladım,
Seninle sohbet etmek istiyor benim canım.)
(Annemden izin alıp, geleceğim) dedi ve,
Müsade almak için, oradan gitti eve.
İzin alıp gelince, çok sevindi Şenbeki.
İçinden geldiğince, şöyle hitab eyledi:
(Merhaba Ebül Vefa, ahdine ettin vefa!)
Ondan sonra künyesi, kaldı hep (Ebül Vefa).
Bir gün de, Ebül Vefa, hocası Şenbeki’yle,
Evde sohbet ettiler, üç gün aşk ve şevk ile.
Dördüncü gün, hocası, dedi: (Ya Ebül Vefa!
Velilerin ruhları, her senede bir defa,
Falan yerde bulunan, sahrada hazır olur.
Peygamber-i zişan da, o mecliste bulunur.
O gecenin feyzinden almak için bir nasip,
Biz dahi bulunalım, görüyorsan münasip.)
(İyi olur efendim) deyince Ebül Vefa,
Gece vakti, birlikte gittiler o tarafa.
Gördüler ki, toplanmış bir nice ehl-i hikmet.
Allahü teâlâya, ediyorlar ibadet.
Biraz vakit geçince, gökyüzü cihetinden,
Gök gürlemesi gibi, bir nida geldi birden.
Sonra da, nurdan bir tac, zahir oldu o saat.
Ve onun ışığında, aydınlandı kainat.
Yavaş yavaş alçalıp, yaklaştı cemaate,
Belli ki, konacaktı birisi bu devlete.
O tac, nurlar içinde inerek yere kadar,
Seyyid Ebül Vefa’nın başında kıldı karar.
Çok sevindi hocası, bu ilahi ihsana.
Buyurdu ki: (Ya Tac-ül arifin, müjde sana.)
(Tac-ül arifin ) oldu ondan sonra lakabı.
Velilerden ilk önce, o almıştı bu adı.
. Bize ziyafet ver
Hazret-i Ebül Vefa, hocasının izniyle,
Buhara’ya gitmişti, sırf ilim gayesiyle.
Vakta ki tahsilini bitirdi en nihayet,
Artık memleketine dönmeyi etti niyet.
Lakin arkadaşları, dediler: (İyi, güzel,
Burada, her bir ilmi tahsil ettin mükemmel.
Ve lakin düşünmeden memlekete avdeti,
Gerekmez mi, bizlere bir yemek ziyafeti?)
Dedi: (Memnuniyetle yapardım bunu, ancak,
Fakirim, param yoktur böyle bir şey yapacak.)
Dediler: (Bu özrünü, asla kabul etmeyiz.
Her hal-ü kârda yine, biz ziyafet isteriz.)
Çaresiz kabul etti onların isteğini.
Lakin bilemiyordu, nasıl edeceğini.
Çünkü yoktu parası buna yetecek kadar.
Buhara melikine gitmeye verdi karar.
Yanına vardığında, dedi ki: (Ey sultanım!
Ben İmam-ı Ali’nin al-ü evladındanım.
İlim tahsili için, gelmiştim bu beldeye.
Tahsilimi bitirip, dönecektim geriye.
Lakin arkadaşlarım, ziyafet istediler.
Bize yemek vermeden, gidemezsin! dediler.
Bu babta yardımınız olursa bu garibe,
Şüphesiz boşa gitmez, bu, ind-i ilahide.)
Melik, önemsemedi onun bu isteğini.
Dedi: (Nerden bileyim doğru söylediğini?)
Seyyid Ebül Vefa’nın, kırıldı kalbi bundan.
Üzgün bir vaziyette, çıkıp gitti yanından.
Melik, gece rüyada, gördü, kopmuş kıyamet.
Kendi de, hararetten susamıştı begayet.
Gördü ki, Resulullah su verir ümmetine.
Sevinip, koştu hemen, oturdu önlerine.
Dedi: (Ya Resulallah, ben de ümmetindenim.
Bana da ihsan et ki, pek çoktur hararetim.)
Buyurdu ki: (Burada, vardır ki çok insanlar,
Ümmet olduklarını iddia ediyorlar.
Sen de, bu iddiada bulunuyorsun, fakat,
Doğru söylediğine, yok bende bir kanaat.
Çünkü dün, evladımdan gelmişti sana biri.
Sen itimat etmeyip, gönderdin onu geri.
Gönlü kırık olarak gitti senin yanından.
Hiç benim evladımı, üzer mi ümmet olan?)
O sırada uyanıp, anladı kusurunu.
Gördü ki, korkusundan ter basmış vücudunu.
Arkasından koşarak, buldu Ebül Vefa’yı.
Dedi ki: (Affet beni, ben anladım hatayı.)
Kırk deve yükü malı, verdiyse de kendine,
O, dağıttı hepsini şehrin fakirlerine.
. Dünya, gölge gibidir
Esseyyid Ebül Vefa, Buhara’ya giderek,
Zahiri ilimleri, tahsil etti tek be tek.
Oradan, hocasının yanına döndü tekrar.
Şenbeki hazretleri, eyledi çok itibar.
Kendi talebesine, verince böyle kıymet,
Orada bulunanlar, şaşırıp etti hayret.
Üstadı, farkedince halkın bu hayretini,
İstedi ki, onlar da bilsinler kıymetini.
Düşünüp, bir ziyafet tertib etti millete.
Ve çağırdı herkesi, bu büyük ziyafete.
Çünkü Ebül Vefa’yı, kimse tanımıyordu.
Onu, bu insanlara tanıtmak istiyordu.
Diclenin kenarında olmuştu bu ziyafet.
Buna, yüzlerce insan eylemişti icabet.
Şenbeki hazretleri, yemek yendikten sonra,
Şöyle hitab eyledi toplanan insanlara:
Buyurdu: (Ey insanlar, düşünün, ibret alın.
Bu gün, öyle kulları var ki Hak teâlânın,
Bıraksa hırkasını, şu suyun üzerine,
Ne batar, ne ıslanır, durur aynı yerinde.)
Sonra da, attı suya hırkasını çıkarıp.
Durdu su üzerinde, ne ıslanıp, ne batıp.
Sonra suda yürüyüp, hırkaya vardı bizzat.
Namaz kıldı hırkanın üstünde iki rekat.
Kalktı ve hırkasını silkeledi bu defa.
Hırkadan, su yerine toz saçıldı etrafa.
Hazret-i Şenbeki’yi tanıyordu insanlar.
Onun için, bunlara, fazla şaşırmadılar.
Lakin Ebül Vefa’yı hiç tanımıyorlardı.
Onu tanıtmak idi, onun asıl muradı.
Şenbeki hazretleri, o binlerce insana,
Onu, şu sözleriyle eyledi meth-ü sena.
(Talebeye, saadet, üstadından verilir.
Benim saadetimse, Ebül Vefa’dan gelir.)
Esseyyid Ebül Vefa, didinip senelerce,
İnsanları, Hak yola çağırdı gündüz gece.
Buyurdu: (Ey insanlar, az yiyin, az uyuyun.
Seher vakitlerinde, bilhassa agah olun.
Çok yemek, insanları uyuşuk, tembel yapar.
Bildiğini unutup, Allah’tan gafil yaşar.
Sizi, nerde olsanız Allah görür elbette.
Öyleyse yaklaşmayın günaha katiyetle.
Dünya, gölge gibidir, vermeyin ona kıymet.
Ona gönül kaptıran, pişman olur akıbet.
Ne ki uzaklaştırır sizi Hak teâlâdan,
İşte o, dünyadır ki, kaçın onun yanından.
Unutturmuyor ise, bir şey size Allah’ı,
Ona dünya denilmez, çok fazla olsa dahi.)
. Gemicinin sevinci
Seyyid Ebül Vefa’yı, bazı çekemeyenler,
Zamanın sultanına, şikayet eylediler.
Dediler: (Seyyid bir zat vardır ki bu mahalde,
Sizi, rakip görüyor kendisine herhalde.
Çünkü binlerce insan, hep ona tâbi olmuş.
O, herkese sultanlık benim hakkım diyormuş.)
O sultan, merak edip onun kim olduğunu,
Adam salıp, yanına çağırdı derhal onu.
(Ülül emre itaat vacibtir) deyip o da,
O gelen kimse ile, revan oldu Bağdat’a.
Ebül Vefa, bu yolda yalnız değildi fakat.
Onbin kişi ederdi kendisine refakat.
Bu kadar çok insanı görünce gemiciler,
Onları götürmekten, korkarak vazgeçtiler.
Sadece bir gemici, kalmıştı ehl-i vefa.
O, merak ederdi ki, kimdir bu Ebül Vefa?
Hakkında, çok çeşitli şeyler işitiyordu.
Veli midir, değil mi, öğrenmek istiyordu.
Yanına yaklaşarak, arz etti ki: (Ey seyyid!
Gemimiz ücretlidir, yoksa hiç etme ümit.)
Emretti Ebül Vefa o zaman hizmetçiye.
Altın dolu bir kese verdirdi gemiciye.
Lakin kabul etmedi gemici bu parayı.
Merak sardı bu sefer, Seyyid Ebül Vefa’yı.
Buyurdu ki: (Kardeşim, ücretse, işte altın.
Almadığına göre, peki, nedir muradın?)
Dedi: (Mahşer gününde, Sırattan geçmem için,
Bana kefil olursan, halledilir bu işin.)
Ebül Vefa, bir miktar tefekküre dalarak,
Buyurdu ki: (İnşallah geçersin, etme merak.)
O dedi ki: (Ey seyyid, kalbim hiç rahat değil.
Bunun için, şimdiden istiyorum bir delil.)
O böyle söyleyince, bu sefer Ebül Vefa,
Gemicinin yüzüne, nazar etti bir defa.
O nazar, bir lahzada gösterdi tesirini.
Gemici, (Allah!) deyip, kaybetti kendisini.
Bir müddet sonra yine, gelince kendisine,
Dedi: (Binin hepiniz, fakirin gemisine.)
Dediler ki: (Ne gördün kendinden geçtiğinde?)
Dedi: (Gördüm kendimi, Sıratın girişinde.
İnsanlar, güruh güruh Sırata yürüyordu.
Pek az kısmı geçiyor, çoğu devriliyordu.
Ne yapacağım? diye, düşünürken, bu defa,
Aniden çıka geldi, hazret-i Ebül Vefa.
Mübarek eli ile, elime yapışarak,
Geçiverdik Sıratı, şimşek gibi, uçarak.)
. Ateş, pamuk, kar
Sultanın emri ile, Bağdat’a Ebül Vefa,
Gelince, bir camiye giriverdi ilk defa.
Namazı müteakip, kalkmayınca cemaat,
O kalkıp, insanlara etti vaz-ü nasihat.
Öyle tesir etti ki cemaate sözleri,
Hepsinin de, bir anda açıldı kalp gözleri.
Sultan merak ederek, tebdil-i kıyafetle,
Gelip, nura gark olmuş gördü onu hayretle.
Lakin nefsine uyup, sürdürdü inadını.
Tahkikata başladı, hemen Bağdat halkını.
Sonunda, söylendi ki: (Neler olmuş bu halka?
Bunlara, onun nuru tesir etmiş mutlaka.)
Oradan, sarayına geldi çok şaşırarak.
En yakın adamını, yanına çağırarak,
Dedi ki: (İki kaba, hamur koyup bir miktar,
Sonra, Ebül Vefa'nın, acele yanına var.
Ve de ki: Sultanımız, sana selam ediyor.
Erkek ve kadınlardan, bir meclis kursun diyor.)
Muhammed Kadiri’ydi ismi bu gelen zatın.
Çıkıp geldi yanına, Seyyid Ebül Vefa’nın.
Ve lakin görür görmez onun azametini,
Korkudan, diyemedi sultanın dediğini.
Fakat o, buyurdu ki: (Yakın gel ey müslüman!
Biliyorum, yağ ve bal gönderdi bize sultan.)
Sonra da, o kaplara dokununca eliyle,
Hamurlar, yağ ve bala döndü kerametiyle.
Buyurdu ki: (Kardeşim, sultan ne emrediyor?
Erkek ve kadınlardan, meclis mi kursun diyor?
Ona, cevap olarak, bir şey söylemiyorum.
Yalnız ona, seninle, bir kap gönderiyorum.
O sultan, görür görmez götürdüğün bu kabı,
Çok iyi anlayacak, diyeceğim cevabı.)
Bir miktar ateş koydu, kabın bir kenarına.
Biraz da pamuk alıp, koydu öbür yanına.
İkisi ortasına, koyarak bir küme kar,
Buyurdu ki: (Al bunu, sultanın yanına var.)
Demek istemişti ki bununla yani ona:
(Erkeklerin şehveti, benzer ateş koruna.
Kadınlarınki ise, sanki pamuk gibidir.
Bir yerde durmaları, gayet tehlikelidir.
Eğer ki kar konursa, ikisi arasına,
Mani olur, ateşin, pamuğu yakmasına.
Bunun gibi, arada bir velinin himmeti,
Olursa, işleyemez insan bir masiyeti.)
Sultan, açıp içini görür görmez bu kabın,
Gayet güzel anladı, meramını o zatın.
Bu kerametlerini, gördüğü halde bile,
Yine de, inadından vazgeçmedi az bile.
. Yılan yavrusu
Bağdat'a gelir gelmez hazret-i Ebül Vefa,
Nur, feyiz ve bereket saçılmıştı etrafa.
Halk indinde kıymeti, artarken günden güne,
Sultan inanmıyordu, onun büyüklüğüne.
Ve hemen baş veziri, Muhammed Kadiri'yi,
Gönderdi ki, imtihan eylesin bu veliyi.
Bir yılan yavrusunu, koyup bir kap içine,
Dedi ki: (Götür bunu, koy o zatın önüne.
Ve sakın hiç kimseye, kapta ne olduğunu,
Söyleme ki, bakalım bilecek mi o bunu?)
O da, Ebül Vefa’nın yanına geldi hemen.
Elindeki o kabı, koydu bir şey demeden.
Lakin sual etti ki o zata Ebül Vefa,
(Ey kişi, sultanından ne getirdin bu defa?)
O dedi ki: (Ey seyyid, gönderdi ki o bunu,
Anlayasın içine ne koymuş olduğunu.)
Ebül Vefa, kapayıp ve açtı gözlerini.
Dedi ki: (Araştırdım dünyanın her yerini.
Bir yılan yavrusunu, göremedim yerinde.
Bu odur, çünkü yalnız o yoktu deliğinde.)
Baş vezir, bu veliyi severek ta gönülden,
Talebesi olmakla, şereflendi o günden.
Sultan bunu duyunca, huzursuz oldu gayet.
Dedi ki: (Vezirim de inandı ona, hayret.
Diğer memurlarım da olursa ona tâbi,
Benim bu saltanatım, elden gider tabii.)
O, böyle düşünerek, endişeleniyordu.
Halbuki Ebül Vefa böyle düşünmüyordu.
Dünyanın tamamını verselerdi kendine,
Dönüp de, bir kerecik bakmazdı ona yine.
Buna rağmen sultanın, sürüyordu inadı.
Yine bir imtihana tâbi tuttu bu zatı.
Bir kesenin içine, koydu hemen (yüz dinar).
Hepsi de, helal yoldan kazanılmıştı bunlar.
Lakin aralarına, (on dinar) da, gizlice,
Haram paralar koyup, karıştırdı iyice.
O haram dinarların hepsine, teker teker,
Kendi anlayacağı işaret koydu birer.
Hepsini karıştırıp, koydu kese içine.
Ve götürmesi için, verdi hizmetçisine.
Düşündü ki: (Hakiki veliyse Ebül Vefa,
Bu haram dinarları, ayırır bir tarafa.)
Hizmetçi geldi hemen, huzuruna bu zatın.
Tamamını, önüne döktü bu dinarların.
Ayırdı Ebül Vefa o helal dinarları.
Ve ona buyurdu ki: (Alıyorum bunları.)
Öbür yana ayırıp, haram on dinarı da.
Buyurdu: (Sultanınız kullansın bunları da.
. Halk dehşete kapıldı
Sultanın baş veziri, bu gönül sultanına,
Bağlanınca, sultan da yakınlık duydu ona.
Ve lakin fitneciler, gelip dediler ki: (Bak!
Teker teker o zata bağlanıyor cümle halk.
Hatta en güvendiğin ve sadık adamların,
Ayrılıp, hizmetine giriyorlar o zatın.
Bu yüzden, onu daha tutmayın ki bu yerde,
Yoksa, dertsiz başınız, derde girer ilerde.)
O sultan, yine kanıp, çağırdı ulemayı.
Dedi ki: (Ne yapalım, şimdi Ebül Vefa’yı?)
Dediler: (Öyle ise, imtihan eyleyelim.
En güç meseleleri, ona sual edelim.
Cevaplandırır ise, bırakalım peşini.
Yok, cevap veremezse, bitirelim işini.)
Sultan bunu beğenip, dedi ki ulemaya:
(Gidip haber veriniz bunu Ebül Vefa’ya.)
Onlar dahi giderek, ona haber verdiler.
(Falan gün, filan yerde imtihan var) dediler.
Buyurdu: (Öyle ise, filan yeri kazınız.
O yerde, demirden bir minber bulacaksınız.
Çıkarıp, etrafına ateş yakın bir hayli.
Bekleyin, tamamiyle kızarsın kor misali.
O zaman ben gelir ve çıkarım o minbere.
Ordan cevap veririm, sorulan suallere.)
Hakikaten o yerde, o minberi buldular.
Güçlükle çıkararak, bir meydana koydular.
Sonra, odun yığdılar etrafına bir nice.
Ateşleyip yaktılar, onu üç gün, üç gece.
Ateşin tesiriyle, kızdı ki öyle fazla,
Ona, yaklaşmak bile, mümkün değildi asla.
Cümle halk, o meydanı doldurmuştu lebalep.
Herkes merak içinde, onu bekliyordu hep.
Sultan gelip oturdu, hususi mahalline.
Kırk âlim de geçtiler, hepsi kendi yerine.
İş, onun gelmesine kalmıştı ki bu defa.
O anda teşrif etti meydana Ebül Vefa.
Ve çıktı o minbere, Besmele söyleyerek.
Halk dehşete kapıldı, bu hali seyrederek.
Vakar ve heybet ile, bakındı etrafına.
Buyurdu: (Ey âlimler, buyurun, sorun bana!)
Kırk âlimin hepsi de, şaşkınlık ve hayretten,
Soracakları şeyi, unutmuşlardı hepten.
Bu sefer, her birinin suallerini, tek tek,
Söyleyip, cevabını verdi izah ederek.
Bu kerameti gören âlimler ve cümle halk,
Gelip tövbe ettiler, yanında toplanarak.
Sultan da bunu görüp, yumuşadı pek fazla.
O da, Ebül Vefa’ya tâbi oldu ihlasla.
. Bir bardak su
Sultan, Ebül Vefa’dan etti ki birgün niyaz:
(Efendim, benim için nasihat edin biraz.)
Buyurdu ki: (Ey sultan, sen, bu halka çobansın.
Onun için tab’ana, zulmetme aman sakın!
İnsaf ve adaletle hükmedersen sen eğer,
Allah, saltanatını uzun ömürlü eder.
Ve eğer milletine, yaparsan eza, cefa,
Hak teâlâ bu mülkü, senden alır bu defa.
Ey emirel müminin, düşün ve aç gözünü.
Beyhude şeyler ile, geçirme şu ömrünü.
Hiç şüphen olmasın ki, bir gün sen de ölürsün.
Yaptığın her amele, bir karşılık görürsün.
Öyleyse öyle amel icra et ki bu günde,
Göresin faydasını, yarın mahşer gününde.
Bu gün her ne yaparsan, yarın çıkar karşına.
Allah’a gizli yoktur, O, her şeye aşina.
Sonra hiç unutma ki, bir damla sudur aslın.
Sonra ölüp, bir avuç toz toprak olacaksın.
İstifade ettiğin şu güzelim a’zalar,
Allahü teâlânın, sana ihsanıdırlar.
Akıl, şuur ve idrak, el ayak, göz ve kulak.
Hepsini, senin için bahşetti cenab-ı Hak.
Hepsi, ahenk içinde çalışır muntazaman.
Bu nimetin şükrünü, yapabilir mi insan?
Hak teâlâ sana hem, ayrıca da bir nimet,
Verdi ki, senin emrin altındadır şu millet.
Lakin bu insanların hesabı, ahirette,
Tek be tek, hepsi senden sorulacak elbette.)
Başladı ağlamaya, sultan duygulanarak.
İçi yanıp, o ara su istedi bir bardak.
Getirilen o suyu tam içerken, bu defa,
(Dur, hemen içme!) dedi, sultana Ebül Vefa.
Buyurdu: (Bir sahrada, farz et bulunuyorsun.
İçmeye, bir damla su bile bulamıyorsun.
Susuzluğun o kadar çoğalsa ki sonra da,
Ölecek gibi olsan nihayet o sahrada.
Son anda biri gelse ve elinde şu bardak.
Geçip senin karşına, o bardağı tutarak,
Dese ki: Servetinin yarısını verirsen,
Suyu sana veririm, ne cevap verirsin sen?)
Dedi: (İstediğini veririm hemen elbet.
Zira ben ölüyorken, neye yarar o servet?)
Buyurdu ki: (Öyleyse, şu bir bardak su kadar,
Değeri bulunmayan bir servet neye yarar?
Arif olan, bu mala verir mi değer, kıymet?
Hiç kalbinde besler mi, ona sevgi, muhabbet?)
Sultan, Ebül Vefa’nın öperek ellerini,
Dedi: (Çok haklısınız, affedin lütfen beni.)
. Dünya, üç şeydir
Sultan rica etti ki, bir gün Ebül Vefa’ya:
(Efendim, benim kalbim çok düşkün bu dünyaya.
Bana, öyle nasihat ediniz ki, artık ben,
Onun çirkinliğini anlayayım yakinen.)
Buyurdu ki: (Dünyanın zevki üçten ibaret.
Bunlar, yemek, giyinmek ve malum münasebet.
Yiyecekler içinde, en lezzetlisi (bal)dır.
Onu imal eden de, bir küçücük hayvandır.
O, bal arısıdır ki, zayıf, aciz, ufacık.
İstese, onu insan öldürür kolaycacık.
Giyeceklerin ise, en iyisi (ipek)tir.
Bunu da imal eden, bir ufacık böcektir.
Bu dahi, gayet zayıf ve acizdir ki öyle,
Hatta ölür bu hayvan, bir gök gürültüsüyle.
Sonuncuya gelince, (bir an)lık zevktir ancak.
Nesi vardır bunların, kalbini bağlayacak?)
Sonra, bir (inci) alıp, çıkardı çantasından.
Aydınlandı orası, onun parıltısından.
Sultan onu görünce, çok hoşuna giderek,
Aldı kendi avcuna, müsade isteyerek.
Lakin o, çıkar çıkmaz o velinin elinden,
Sultanın avucunda, adi (taş) oldu birden.
Şaşırıp, verdi hemen onu Ebül Vefa’ya.
Taş, yine (inci) olup, başladı parlamaya.
Yine izin isteyip, eline aldı onu.
Lakin hayret içinde, gördü (taş) olduğunu.
Sonra Ebül Vefa’ya iade ettiğinde,
Gördü ki, (inci) oldu yine onun elinde.
Bu kerameti görüp, sevdi onu gönülden.
Sadık bir talebesi oldu artık o günden.
Ebül Vefa, yurduna dönmek gayesi ile,
Yola çıkmak istedi, cümle talebesiyle.
Sultan bunu duyunca, bir hayli üzülerek,
Ve hemen katibini, yanına getirterek,
Dedi ki: (Falan falan köylerin herbirini,
Kaydet Ebül Vefa’ya cümle gelirlerini.)
Fermanı imzalayıp, koydu kendi cebine.
Sonra Ebül Vefa’nın, yanına döndü yine.
En yakın talebeye, onu gizli vererek,
Dedi ki: (Bunu ona, gösterme gidene dek.)
Ve yolcular ayrılıp, bindiler bir gemiye.
Lakin gemi gitmedi, bir santim ileriye.
Anladı Ebül Vefa, niçin gitmediğini.
O kimseye dedi ki: (Çıkar cebindekini.)
(Peki) deyip, fermanı verdi Ebül Vefa’ya.
O alıp okuyunca, yırttı ve attı suya.
O anda, gemileri başladı harekete.
Talebeler, o zaman düştüler bir hayrete.
. Üstadın vazifesi
Seyyid Ebül Vefa’nın bir talebesi vardı.
Bu kişi, üstadına sık sık şunu sorardı:
(Talebenin hocaya, hocanın talebeye,
Karşı vazifeleri, acaba nedir?) diye.
O da buyururdu ki: (Evladım, sen bu şeyi,
Yaşamak suretiyle anlarsın daha iyi.)
İşte bu, bir iş için girmişti ki huzura,
Buyurdu ki: (Evladım, sen hemen git Mısır’a.
Bir kimse, benim için bin dinar etmiş nezir.
Gidip o bin dinarı, ondan al, bana getir.)
Hocasının emrine, hemen (Peki) diyerek,
Çıktı yola, hiçbir şey sual eylemeyerek.
Mısır’a varır varmaz, gördü onu birisi.
Dedi: (Ebül Vefa’yı, tanır mısın ey kişi?)
(Üstadımdır) deyince, dedi ki: (Bak kardeşim,
Benim, halledilecek var idi zor bir işim.
Seyyid Ebül Vefa’nın himmetiyle nihayet,
Halloldu o meselem, kolayca hem de gayet.
Bin dinar nezr etmiştim Ebül Vefa ismine.
Lütfen al, bunu götür, teslim et kendisine.)
Bin dinarı alarak, geriye döner iken,
Bir yerde, gayet güzel bir kadın gördü birden.
Ve baktı uzun uzun, aldanarak nefsine.
Kadın, haber gönderdi biriyle kendisine.
Dedi: (Bana kavuşmak isterse eğer nefsin,
Cebine, bin dinarı koyup da gelmelisin.)
Geceleyin ikisi, buluştular nihayet.
Yemeklerini yiyip, ederlerken muhabbet,
O sırada gaibten, (bir el) peydah oldu ve,
İkisi de, korkudan bayılıp düştü yere.
Vakta ki kendisine gelir gelmez o hemen,
Hızla çıktı dışarı, hiçbirşey söylemeden.
Kadın da, arkasından koşturup etti sual.
Dedi ki: (Gördüğümüz ne idi, nedir bu hal?)
(O, hocamın eliydi) diyerek o kadına,
Gidip, hemen katıldı köyünün kervanına.
Kadın da, terk ederek cümle mal-ü mülkünü,
Gelip, aynı kervanla, o da gitti o günü.
Ebül Vefa, onlara, birisiyle bir haber,
Gönderdi ki: (Gelsinler her ikisi beraber.)
Onlar, korku içinde, içeriye girince,
Buyurdu ki: (Evladım, yaklaş bana iyice.
Hani sen, zaman zaman bana bir şey sorardın.
İşte bu seyahatte, ona bir cevap aldın.)
Kadın da, o mübarek evliyayı görerek,
Çok saliha bir hatun oldu tövbe ederek.
Onların bu halini, görünce Ebül Vefa,
Nikahlarını kıyıp, evlendirdi bu defa.
. Arslanın saygısı
Abdülvehhab adında, vardı ki bir müslüman,
Şiddetli hastalığa yakalandı bir zaman.
Nezr etti ki: (Bu dertten kavuşursam şifaya,
Bin dinar vereceğim, Seyyid Ebül Vefa’ya.)
Birkaç gün geçmişti ki o günden itibaren,
O zatın hürmetine, iyileşti tamamen.
Ve hemen nezr ettiği bin dinarı alarak,
Seyyid Ebül Vefa’ya, verdi hibe olarak.
Hazret-i Ebül Vefa, bir mendil çıkardı ve,
Mübarek eli ile, etti ona hediye.
Buyurdu: (Bu mendili, ayırmazsan yanından,
Muhafaza olursun, inşallah her beladan.)
O dahi, o mendili alıp koydu cebine.
Sonra da veda edip, gitti memleketine.
Ve lakin bir ormandan geçerdi ki ürkerek,
Bir arslan, üzerine yürüdü kükreyerek.
Korkudan şehadeti söylerken artık dili,
Hatırladı son anda, aldığı o mendili.
Cebinden çıkararak, tuttu ona hemence.
Durdu ve sakinleşti, hayvan onu görünce.
Başını öne eğip, edep ile yaklaştı.
O mendile yüz sürüp, oradan uzaklaştı.
Bir gün de Ebül Vefa, bazı talebesiyle,
Dicle’ye gitmiş idi, sohbet gayesi ile.
O sırada karşıdan, bir gemi geliyordu.
İçinde bazı gençler, gülüp eğleniyordu.
Talebe arz etti ki: (Efendim, şu insanlar,
Ne derece gafil ve ne de çok hayasızlar.
Siz dua buyurun da, onları, Allah şu an,
Kahhar sıfatı ile, etsin kahr-ü perişan.)
O zaman Ebül Vefa, kaldırdı ellerini.
Dedi: (Ya Rab, onların, affeyle her birini.
Nasıl neşelilerse şu anda o insanlar,
Ahirette de yine, hep neşeli olsunlar.)
Biraz sonra gemiden, insanlar, akın akın,
Gelip tövbe ettiler, huzurunda bu zatın.
Sordular ki: (Az önce, eğlenirken hepiniz,
Ne için ağlayarak, gelip tövbe ettiniz?)
Dediler: (Biz uzaktan, onu gördüğümüzde,
Suya tebdil olundu, içkiler önümüzde.
Çalgı aletlerimiz, ne kadar varsa eğer,
Onu gördüğümüzde, bozuldu birer birer.
Daha sonra, geminin her yeri nurla doldu.
Baktık ki, hep o nurlar, ondan yayılıyordu.
Biz dahi ibret alıp, olan bu hadiseden,
Dedik ki: Bütün bunlar, oluyor şu kimseden.
Kalbimizde, pişmanlık hasıl oldu nihayet.
Sayesinde bize de nasib oldu hidayet.)
. Mal, baki değildir
Bir tüccar, geldi bir gün Seyyid Ebül Vefa’ya.
Dedi ki: (Ey Efendim, çok muhtacım duaya.
Zat-ı alilerinden, var ise şayet izin,
Sefere gideceğim, para kazanmak için.)
Ebül Vefa, tüccara, sabırdan bahsederek,
Dedi: (Başa gelene, tahammül etmek gerek.)
O, bir şey anlamayıp böyle buyurduğundan,
Gitti yine sefere, ayrılıp huzurundan.
Çok mal ile dönerken, saldırıp eşkıyalar,
Ne kadar malı varsa, yağma edip kaçtılar.
Üzülüp, geldi yine Seyyid Ebül Vefa’ya.
Dedi ki: (Şöyle şöyle uğradım bir belaya.
Asıl hacca gitmekti lakin benim niyetim.
Yoksa, dünya malına, yoktur pek muhabbetim.)
O böyle söyleyince, bu sefer Ebül Vefa,
Buyurdu: (Gel benimle, edelim haccı ifa.)
Zira arefe idi, tam da o gün günlerden,
O, bir şey anlamadı onun bu sözlerinden.
Peşinden birkaç adım gitti Ebül Vefa’nın.
Baktı ki, tam yanına gelmişler Beytullahın.
Hayret edip, başladı hemen haccı ifaya.
Gönülden tâbi oldu, Seyyid Ebül Vefa’ya.
Yine (Ebül Kays) diye, vardı ki talebesi,
Tüccardı, bu veliyi tanımadan öncesi.
Bir gün mal getirirken, satmak için gemiyle,
Devrilip battı gemi, fırtına tesiriyle.
Kendi de gemideydi, o dahi düştü suya.
Bir tahtaya tutunup, zorla çıktı kıyıya.
Mal ve para namına, kalmamıştı bir şeyi.
Lakin alacaklılar, üzdüler bu kimseyi.
Anlayış göstermeyip, dediler: (Biz bilmeyiz.
Alacağımız neyse, tamamını isteriz.)
En son evden kaçarak, gezip durdu dağlarda.
Acıkınca, çaresiz ot yedi oralarda.
Lakin bir gün, bu zatın alacaklılarından,
Bir kafile, kervanla geçiyorken o dağdan,
Bu kimseyi tanıyıp, tekrar yakaladılar.
Kızarak dediler ki: (Hani bizim paralar?)
O, Allah’a sığınıp, feryad etti bu defa.
Sıdk ile bağırdı ki: (Yetiş ya Ebül Vefa!)
Gerçi tanımıyordu bu zatın kendisini.
Sadece işitmişti Ebül Vefa ismini.
Gözlerini açınca, hayrette kaldı bizzat.
Zira gördü, yanında duruyor nurlu bir zat.
Buyurdu ki: (Ne kadar borcun vardır bunlara?)
(Bin dinardır) deyince, o kadar verdi para.
Bin dinar da, ayrıca verdi kendi eline.
O dahi çok sevinip, döndü hemen evine.
. Büyüklere danışmak
Seyyid Ebül Vefa’ya, bir tüccar geldi bir gün.
Sefer için, iznini istedi bu büyüğün.
Buyurdu: (İyi olur, yarın çık bu niyetle.
İnşallah çok kazanıp, dönersin afiyetle.)
Tüccar kalktı ve gitti, (Peki efendim) deyip.
Lakin başkasının da fikrini sordu gidip.
O ise, tam aksine, etmedi müsaade.
Dedi ki: (Görmüyorum, bunda sana faide.)
Bu cevabı alınca, şaşkına döndü o zat.
Zira iki cevapta, vardı açık bir tezat.
En son Ebül Vefa’ya tâbi olup o tüccar,
O ticari sefere, gitmeye verdi karar.
Pek çok para kazandı, hem de kısa zamanda.
Dönüp şehre girerken, konakladı bir handa.
Ve lakin rüyasında, gördü ki gece yatıp,
Haydutlar, her şeyini gasbettiler saldırıp.
Üzüldü, çok sıkıldı uykusunda o kimse.
Uyandı ki, rüyaymış meğerse bu hadise.
Sevinip, sürur ile devam etti yoluna.
Geldi Ebül Vefa’nın mübarek huzuruna.
Girince, Ebül Vefa buyurdu ki: (Sen, niçin,
Gidip, başkasına da danıştın o iş için?
Lazım olan cevabı, söylemiştik biz sana.
Sen niçin aynı şeyi, sordun bir başkasına?
Dünyada en zor iştir, bir şeye karar vermek.
Lakin büyükler için, basit ve kolaydır pek.
Tereddütlü işlerde, bir Allah adamına,
Danışıp yapılırsa, o iş girer yoluna.
Artık bir başkasına sormamalı o işi.
Zira şaşırtabilir, sizi belki o kişi.
Bir şey sorulduğunda, bir Allah adamına,
O şeyin cevabını, bildirir Allah ona.
O cevap, o kimsenin muhakkak hayrınadır.
Çünkü ona, o şeyi ilham eden Allah’tır.
Hatta o iş, hayırsız olacak olsa bile,
Hayra tebdil olunur, ihsan-ı ilahiyle.
Çünkü Allah, o kadar sever ki o zatları,
Onlar için, nimete döndürür afatları.
Ağızlarından çıkan, hayır olur muhakkak.
Çünkü mahcup eylemez onları cenab-ı Hak.
Sen o handa yatıp da, bir rüya görmüştün ya,
Hani sana, aniden saldırmıştı eşkıya.
Ne kadar malın varsa, almışlardı büsbütün.
Uyanınca gördün ki, rüya imiş gördüğün.
Bu işler, aynen vaki olacak idi, fakat,
İhsan-ı ilahiyle olmadılar hakikat.
Bizimle yaptığından gelip istişareyi,
Hak teâlâ, hayıra tebdil etti o şeyi.)
. Bir duası kâfiydi
Evliyanın büyüğü, Esseyyid Ebül Vefa,
Köylerden birisine uğramıştı bir defa.
Biri gelip dedi ki: (Bu köyde bir büyük var.
Âlimdir, kendisine her kişi saygı duyar.
O zat çok hasta olup, babamdır benim hatta.
Ayağa kalkamıyor, yatıyor hep yatakta.)
Ebül Vefa, dinleyip köylünün bu derdini,
Gidip ziyaret etti, evinde pederini.
Lakin keşif yoluyla anladı ki orada:
Saplanmış o ihtiyar, bozuk bir itikada.
Buyurdu: (Şifa bulup, kalkar isen yataktan,
Rücu edecek misin bu bozuk itikattan?)
O dedi ki: (Elbette, şifa bulursam eğer,
Sana tâbi oluruz köy halkıyle beraber.)
O zaman Ebül Vefa, kalktı ve kıldı namaz.
Şifa bulması için, eyledi dua, niyaz.
Sonra, o ihtiyarın kollarından tutarak,
Buyurdu ki: (Allah’ın izni ile haydi kalk!)
Hastalık yokmuş gibi bedeninde sanki hiç,
Kalktı hemen ayağa, olmuştu sağlam ve dinç.
Ebül Vefa giderken, buyurdu ki son defa:
(Bu tövbeni bozmayıp, ahdine eyle vefa.
Eğer ki benden sonra bozarsan bu tövbeni,
Bil ki, aynı hastalık gösterir kendisini.)
Sonra, gitti o köyden ve geçti birkaç sene.
Lakin sadık kalmadı o kişi o sözüne.
Tövbesini bozarak, yapınca bu hatayı,
Hastalanıp, çağırdı yine Ebül Vefa’yı.
Lakin o buyurdu ki: (Söylemiştim ben ona.
Demek ki, razı oldu o kendi zararına.
Merhamete müstehak değildir böyleleri.
Veli’nin attığı ok, çıkınca, dönmez geri.)
Bir gün de, saç tıraşı olurken Ebül Vefa,
Yarısında kalkarak, koşturdu bir tarafa.
Berber bunu görünce, merak sardı içini.
Çünkü anlamamıştı ne için gittiğini.
Ve lakin geçer geçmez aradan yarım saat,
Gelip, yine yerine oturdu mübarek zat.
Tıraş tamamlanırken, sordu berber: (Efendim,
Öyle acil nereye gittiniz, merak ettim.)
Buyurdu ki: (Gittiğim, Irak’ta falan yerdir.
Orası, bu diyardan bir günlük mesafedir.
Şimdi sen, yarın sabah yola çık, oraya git.
Şöyle şöyle bir kimse göreceksin o vakit.
Ona de ki: Denizde, seyahat ederken siz,
Fırtınaya tutulup, batacaktı geminiz.
O zaman dediniz ki: (Kavuşursak felaha,
Onbin dinar verelim, Seyyid Ebül Vefa’ya.)
Başı, yarım tıraşlı biri geldi aniden.
Düzeltti geminizi, kurtuldunuz salimen.
İşte, onun yanından geliyorum bendeniz.
Onbin dinar adağı, bana teslim ediniz.)
Berber, gidip o zatı buldu aynı şehirde.
Anlattı hadiseyi ona aynı şekilde.
Adam, hayret ederek dinledi o berberi.
Onbin dinarı verip, gönderdi onu geri.
.
52 - ATA BİN MEYSERE (Rahmetullahi Aleyh
.Sana hayret ederim
Ata bin Meysere ki, kendisi tabiinden.
O zamanın, tanınmış hadis âlimlerinden.
Geceleri uyumaz, hep ibadet ederdi.
Hane halkını dahi kaldırıp şöyle derdi:
(Kalkın, namaz kılın ki, namazda hayır vardır.
Zira gece namazı, uykudan hayırlıdır.
Tatlı uykudan kalkıp, yapılan bu ibadet,
Cehennem azabından, kolaydır daha elbet.
Ne acep, bu dünyaya düşkün görürüm sizi,
Bilakis ahirete bağlayın kalbinizi.
Para pul, mevki makam çok olsa da ne kadar,
Cehennem azabından, sizi kurtaramazlar.
Dünya işlerinizle uğraşırken, siz yine,
Titizlikle yapışın Allah’ın her emrine.
O gün, hüküm Onundur, O dilerse affeder.
Dilerse, günah kadar ateşte azab eder.
Öyleyse, bu imtihan yeri olan âlemde,
Salih amel yapın da, yanmayın Cehennemde.
İkaz edin gafletten, hem diğer insanları.
Nimet bilin, bu yolda gelen sıkıntıları.
Madem bir gün, mutlaka gelecek eceliniz,
O halde o eceli, şimdi geldi biliniz.
Bir şey muhakkak ise, onu, oldu bilmeli.
Zira hep ani gelir insanların eceli.
Madem ki her bir insan, muhakkak ölecektir.
Ve ahiret yurdunda, sonsuz yerleşecektir.
O halde, kendinizi şimdi ölmüş bilin de,
Addedin kendinizi, ahiret âleminde.
Bu dünyada, bir kimse, çıksa bir yolculuğa,
Koyulur bunun için elbet bir hazırlığa.
Hele gittiği yerde, çok kalacaksa eğer,
Daha fazla düşünüp, her şeyi hazır eder.
Lakin hiç hazırlıksız çıkarsa yola şayet,
Çeker o yolculukta, çok sıkıntı ve zahmet.
Halbuki bu sıkıntı, nihayet dünyadadır.
Ahiret sıkıntısı yanında, gayet azdır.
Ahiret azapları, asla buna benzemez.
Dünyada olanlarla, hiç kıyas kabul etmez.
O tüyler ürpertici azaba yakalanmak,
Akılsız insanların akıbetidir ancak.
Aklı olan, o güne hazırlanır şimdiden.
Kurtulur o şiddetli Cehennem ateşinden.
Rabbine ibadet ve hizmet eder dinine.
Kavuşur ahirette, Cennet nimetlerine.
Bir şeyin zararından korkar ise bir insan,
Ona düşmemek için, daima kaçar ondan.
Bir şeye de kavuşmak isterse biri şayet,
Onu elde etmeye, gösterir sa’yü gayret.
Lakin zamanımızda var ki bazı kimseler,
Cehennemden korkar da, yine günah işlerler.
Bunun gibi, Cenneti ederler arzu, talep.
Lakin islamiyet’ten uzaktır halleri hep.
Yani davranışları, uymaz emellerine,
Şaşarım ben onların bu garip hallerine.)
.
53 - İMAM-I ALİ NAKİ (Rahmetullahi Aleyh
Şimdi gülersin, ama...
İmam-ı Ali Naki, âlim ve evliyadır.
Seyyid olup, Resul’ün kerim evladındandır.
Sekizyüzyirmidokuz yılında doğan bu zat,
Ellibir yaşlarında, Bağdat’ta etti vefat.
Bir düğün yemeğinde bulunduğu sırada,
Çok kalabalık vardı Bağdat’ın Samarra’da.
Lakin biri vardı ki, gelmişti ziyarete.
Hürmet göstermiyordu malesef o Hazrete.
Bir şeyler konuşuyor, halkı güldürüyordu.
O büyük evliyaya, saygı göstermiyordu.
İmam, onu kastedip, buyurdu ki: (Bu adam,
Biraz sonra, aniden, çıkıp gider buradan.)
O anda biri gelip, dedi ki o kimseye:
(Validen damdan düşmüş, yetiş, ölmek üzere!)
O haber üzerine, tek bir lokma yemeden,
Telaşla, kendisini dışarı attı hemen.
İmam-ı Ali Naki, yine bir başka günde,
Bulunmuştu, sultanın oğlunun düğününde.
Bu sefer de genç biri, bir şeyler anlatarak,
Edepsizlik ederdi, kahkahalar atarak.
Hazret-i Ali Naki, dönüp o genç adama,
Buyurdu: (Gülüyorsun, öleceksin sen ama.
Üç gün sonra, evinde, ölürsün pek ansızın.
Bu sonsuz yolculuğa, var mı bir hazırlığın?)
Ve lakin aldırmadı bu ikaza o adam.
Kahkahalar atmaya, eyledi yine devam.
Nihayet düğün bitti, dağıldı herkes, fakat,
Üç gün sonra, o kişi, evinde etti vefat.
Bir gün de, biri gelip dedi ki: (Ey efendim!
Çocuğumuz olacak, dua talep ederim.
Bu bapta, zevcem ile, arzumuz şudur ki hep
Doğacak çocuğumuz, kız değil, olsun erkek.)
Hazret-i Ali Naki buyurdu: (Hak teâlâ,
Ne nasib eder ise, odur iyi ve a’la.
Nice kız çocukları vardır ki çünkü evlat,
Erkek çocuklarından, hayırlıdır kat be kat.)
(Peki) deyip, ayrıldı yanından o büyüğün.
Baktı, bir kız evladı dünyaya gelmiş o gün.
Bir gün de, Hindistan’dan gelmişti bir sihirbaz.
Gösteriler yaparak, ediyordu halka arz.
Ona söylediler ki: (Burada bir kimse var.
Nedense, herkes ona ediyor çok itibar.
Mahcup edebilirsen eğer ki sen o zatı,
Bin altın vereceğiz, bu işin mükafatı.)
(Peki) deyip, İmam’ı çağırdılar yemeğe.
İmam, Bismillah deyip, el uzattı ekmeğe.
Lakin o sihirbazın sihriyle, uçtu ekmek.
Sofrada bulunanlar, gülüştüler buna pek.
Bir divan yastığında, Arslan resmi vardı ki,
Ona, (Şunu yut!) diye, emretti Ali Naki.
O resim, canlanarak, yuttu o sihirbazı.
Buyurdu: (İşte budur bu kimsenin cezası.
Bir Allah düşmanını, Hak dostuna musallat,
Etmeyin ki, size de bela gelir kat be kat.)
.
54 - ADİY BİN MÜSAFİR (Rahmetullahi Aleyh
.
Su-i zan haramdır
Binyetmişdört yılında, Musul’da doğan bu zat,
Seksenaltı yaşında, bu yerde etti vefat.
Osman ibni Affan’ın sülalesinden gelir.
Kerametler sahibi, hal ehli bir velidir.
Asla dokunmazlardı ona vahşi hayvanlar.
Duasıyle , sükunet buluyordu dalgalar.
Bir gün, hizmetçisine buyurdu ki: (Evladım!
Bir isteğin var ise, edeyim sana yardım.)
Dedi: (Ezberlemeyi istiyorum Kur'anı.
Lakin zayıf hafızam, var mı bunun imkanı?)
(Bu iş kolay) buyurup, sonra da bir eliyle,
Göğsünün üzerini mesh etti tamamiyle.
Açıldı hizmetçinin hafızası tam o an.
Baktı ki, ezberine girmiş hem bütün Kur'an.
Bir gün de buyurdu ki: (Filanca adaya git.
Oraya vardığında, göreceksin bir mescit.
İçerdeki kimseye, benden selam söyle ve,
De ki, işine baksın, karışmasın kimseye.)
(Peki) dedi ise de o büyük evliyaya,
Lakin nasıl gidilir, bilmezdi bu adaya.
Böyle düşündüğünü anlayıp, o bu sefer,
Buyurdu ki: (Gözünü, az kapatıp açıver.)
Kapayıp açtığında hizmetçi gözlerini,
Bir anda, o adada buluverdi kendini.
O mescidi bularak, içeri girdiğinde,
Gördü bir ihtiyarı, hemen duvar dibinde.
Selam verip dedi ki: (Musul’dan geliyorum.
Adiyy bin Müsafir’den selam getiriyorum.
Buyurdu ki: O baksın kendi vazifesine.
Ve asla karışmasın başkasının işine.)
O, bunları duyunca, başladı ağlamaya.
Dedi: (Düşündüğümden tövbe ettim Allah’a.
Şimdi, bir müslümana su-i zan ediyordum.
O kişi, niçin böyle yapıyor ki? diyordum.
Henüz gelmiş idi ki, bu düşünce yadıma,
O anda seni gördüm, yetiştin imdadıma.)
Hizmetçi, o velinin tebliğ edip sözünü,
Sonra, hiç beklemeyip, yumdu iki gözünü.
Açtığında gördü ki, bu defa Musul’dadır.
Adiyy bin Müsafir’in nurlu huzurundadır.
.
Çekilin ey hayvanlar!
Müttaki bir müslüman vardı ki o devirde,
Adiyy bin Müsafir’le karşılaştı bir yerde.
O veli, kendisine buyurdu ki: Evladım!
Sen şimdi bir sefere çıkıyorsun, anladım.
Sen, bu seyahatinde giderken Şam yönüne,
Eğer vahşi hayvanlar çıkarlarsa önüne,
Onlara nida et ki: (Ey hayvanlar, çekilin!
Çünkü emri böyledir Adiyy bin Müsafir’in.)
Ve eğer bir denizde yolcu olursan tekrar,
Fırtınaya tutulup, yükselirse dalgalar,
Yine nida eyle ki: (Sakin olun ve dinin!
Çünkü bana tembihi bu yaldadır Adiyy’in.)
O kimse (Peki) deyip, gitti yolculuğuna,
Çıktı vahşi hayvanlar, biraz sonra yoluna.
Adiyy’in tembihini söyleyince o fakat,
Yerlerinde, mıh gibi durdular o hayvanat.
Başları önlerinde ve hatta geri geri,
Mahcubiyet içinde, terk ettiler o yeri.
Sonra da, bir gemiye bindi müteakiben.
Kuvvetli bir fırtına kopuverdi aniden.
Dalgalar, dağlar gibi yükselince, bu defa,
Gemileri, denizde batacaktı az daha.
Bu sefer seslendi ki: (Ey dalgalar, durulun!
Çünkü Adiyy’in emri böyledir, sakin olun!)
Onun hürmeti için ve Allah’ın izniyle,
Rüzgar dinip, dalgalar duruldu tamamiyle.
.
Kapat, aç gözlerini
Bir müslüman, gelerek bu zatın huzuruna,
Arz etti ki: (Gaibten bir şeyler göster bana.)
Ona, peki diyerek, buyurdu ki: (Ey kimse!
Kapat, aç gözlerini bir miktar öyle ise.)
O kimse, gözlerini kapayıp açtığında,
Melekler âlemini görür oldu anında.
İki omuzundaki kiramen katibini,
Gördü hem satır satır, kötü amellerini.
Tam üç gün müddet ile kaldıysa da bu halde,
Lakin dayanamayıp, sıkıldı fevkalade.
Gelip rica etti ki: (Efendim, zormuş bu hal.
Lütfen eski halime döndürün beni derhal.)
Buyurdu ki: (Öyleyse kapat aç gözlerini.)
(Peki) deyip yapınca, aldı eski halini.
Sevenlerden biri de, anlatır ki şöylece:
Dağ başında bir yerde, konakladım bir gece.
Biraz sonra yanıma, geldi vahşi hayvanlar.
Oturup, bana asla vermediler bir zarar.
Buna çok hayret edip, düşündüm ki o anda,
Adiyy bin Müsafir mi yoksa var yakınlarda?
Çünkü bu hal, o zata mahsus bir keramettir.
O veli, yakında bir yerde olsa gerektir.
Hakikaten o zatın sesini duydum o dem.
Meğer yakında imiş, doğru çıktı düşüncem.
Mübarek ayağını bir kere vurdu yere.
O yerden, (tatlı bir su) fışkırdı birden bire.
Bir daha vurduğunda toprağa ayağını,
Gördüm o an yetişen, bir de (nar ağacı)nı.
Buyurdu: (Bu nimetler, Allah’ın izni ile,
Senin için çıkmıştır, ye de Ona şükreyle.)
O derdi ki: (Uzak dur günahtan ey kardeşim!
Zira günahkârlara azap var, çok da elim.
Ve sen, başkalarının işlediği günaha,
Bakıp da, seninkini küçük görme sakın ha!
Zira o gün bir günah, çok küçük olsa dahi,
Çok çetin olacaktır senin için Vallahi.)
Bir gün de buyurdu ki: (Çok sakının gıybetten.
Zira bu, daha çirkin iştir zina etmekten.
Ve hatta falan âlim, filancadan üstündür.
Demek de gıybettir ki, zira duysa üzülür.)
.
Ağaçlar secde etti
Adiyy bin Müsafir’le bir müslüman, bir kere,
Birlikte çıkmışlardı uzunca bir sefere.
Bir çeşmenin yanına gelince lakin onlar,
Hem a’ma, hem kötürüm bir gence rastladılar.
Adiyy bin Müsafir’in yanındaki müslüman,
O gence acıyarak, düşündü ki o zaman:
Bu evliya, bu gence bir dua etse şayet,
Bi -iznillah bir anda, bulur sıhhat, afiyet.
Onun düşüncesini anlayıp o büyük zat,
Buyurdu ki: (Ederim, bir şartım vardır fakat.
Rabbimiz de, bu gence şifa verir, bilesin.
Lakin benim sırrımı, ifşa eylemeyesin.)
Dedi: (Peki efendim, söylemem hiç kimseye.)
O zaman o veli zat, kalkıp gitti çeşmeye.
Abdestini alarak, bir müddet kıldı namaz.
Sonra da el kaldırıp, etti dua ve niyaz.
Sonra kalkıp, eliyle genci sıvazlayarak,
Buyurdu ki: (Allah’ın izni ile haydi kalk!)
Genç, ayağa fırladı o anda sapa sağlam.
Gözleri de açılıp, sıhhate kavuştu tam.
O velinin duası ve Allah’ın izniyle,
Bir anda, o dertlerden kurtuldu tamamiyle.
Bir gün de, bir gurup halk, ona gelip topyekün,
Dediler: (Bir keramet gösterin bize bu gün.)
Buyurdu: (Öyle zatlar vardır ki ey insanlar!
Bir işaret etseler, birleşir karşı dağlar.)
Adiyy bin Müsafir’in bu sözü üzerine,
O dağlar birleşerek, ayrıldı tekrar yine.
Sonra da buyurdu ki: (Vardır ki bazı zatlar,
Bir sözüyle, secdeye kapanır şu ağaçlar.)
O böyle söyleyince, gördüler ki cümle halk,
Ağaçlar secde etti, birden yere yatarak.
Buyurdu ki: (Bu dünya, imtihandır ey insan!
Ve aldatmak istiyor seni nefis ve şeytan.
Allah korkusu ile titresin her an kalbin.
Zira Ona malumdur her düşüncen ve halin.
Mala mağrur olma ki, ayrılır senden elbet.
Sakın gafil olma ki, ecel gelir akıbet.
Ölümü, bir an bile çıkarma ki yadından,
O, seni adım adım takib eder ardından.
Önemli nasihatim şudur ki bir tek sana:
Şefkat ve merhametle davran her bir insana.
Resul’ün ahlakıyle tezyin et ahlakını.
Dikkat et, üzerine geçirme kul hakkını.
Eğer islamiyet’e uymaz ise amelin,
Yarın mahşer gününde, geçmez hiç mazeretin.
İncitme aileni, bilakis ona acı.
Yoksa, Peygamberimiz olur senden davacı.
Kurtulmak istiyorsan Cehennem ateşinden,
Uzak dur büyük küçük, günah olan her işten.
Çünkü yarın girersen, Cehennem ateşine,
Düşersin çok büyük bir pişmanlığın içine.
Sızlansan da, çıkmaya bulunmaz bir kolaylık.
Zira olan olmuştur, çaresi yoktur artık.
Öyleyse, ahirette pişman olmamak için,
İslamın ahkamına uygun olsun her işin.)
.
Azaptan kurtardı
Bu büyük zat, birini alıp bir gün yanına,
Ziyaret maksadıyle, gitti bir kabristana.
Bir mezarın başında duraklayıp bir müddet,
Buyurdu ki: (Bu ölü, istiyor bizden medet.
Zira kabir azabı içindedir bu mevta.
Dua etmemiz için, yalvarıyor adeta.)
Yanındaki o kişi, o kabre baktı bir an.
Gördü ki, o mezardan çıktı siyah bir duman.
Bu veli, o mezara yaklaşıp biraz daha,
Af edilmesi için, dua etti Allah’a.
O dua eyleyince, önceki siyah duman,
Dağılıp, birden bire gaib oldu ortadan.
Sevinip buyurdu ki: (Çok şükür, cenab-ı Hak,
Bunun günahlarını, affetti tam olarak.
Günahından ötürü azaptayten az önce,
Kurtulup, halas oldu şimdi dua edince.)
Sonra, ona ismiyle seslendi: (Ey Hüseyin!
Bizzat sen haber ver ki, nasıldır şimdi halin?)
Kabirden ses geldi ki: (Ey Adiyy bin Müsafir!
Kaldırıldı azabım, halim gayet iyidir.)
Bir gün de, birisiyle çıkmış idi sefere.
Geldiler biraz sonra, çok dikenli bir yere.
Yok idi ayakkabı mübarek ayağında.
Yoldaşı bunu görüp, çok üzüldü yanında.
Düşündü ki: Var iken benim ayakkaplarım,
Yine de, dikenlerden rahatsız ayaklarım.
Bu mübarek zat ise, yürüyor yalın ayak.
O nasıl incinmiyor, ediyorum çok merak.
O anda, açtı Allah onun gönül gözünü.
O gözle baktığında bildi işin özünü.
Gördü ki, ayakları, etmiyor yere temas.
Nur’dan bir şey üstünde ilerliyor o esas.
.
55 - ALİ BİN HEYTİ (Rahmetullahi Aleyh)
.
Kutb-ül aktab idi
Irak’ta hayat süren evliyadan biridir.
Yıllarca insanları, gafletten etti tenvir.
Henüz yedi yaşında, açıldı kalp gözleri.
Hem de pek tesirliydi nasihat ve sözleri.
İnsanlar, sohbetinde bulurdu çok menfaat.
Yüzyirmi yaşlarında, Irak’ta etti vefat.
Bu zat, Ebül Vefa’nın en baş talebesiydi.
Onun en çok sevdiği, kıymetli gözdesiydi.
Ali bin Heyti idi, o devrin kutb’u hatta.
Her şey, onun feyziyle gelirdi mahlukata.
Yani her bir canlıya rızık gönderilmesi,
Dertlerin, belaların hemen giderilmesi,
Bilcümle hastaların şifa bulması bile,
Olurdu, o zamanlar, onun vasıtasiyle.
(Kutb-u aktab), lazımdır her devirde muntazam.
Çünkü âlem, onunla bulur ahenk ve nizam.
Biri ölse, yerine, getirilir başkası.
Çünkü onsuz, âlemin, olmaz nizam bulması.
Seyyid Abdülkadir-i Geylani de, onu hep,
Över ve gösterirdi saygı, hürmet ve edep.
Hatta buyururdu ki: (Bilcümle evliyalar,
Bizim sohbetimizden, feyiz ve nur aldılar.
Biz de, onun feyzinden istifade ederiz.
Çünkü ondan, herkese, yayılır nur ve feyiz.)
O da, Gavs-ı a’zama pek çok hürmet ederdi.
Ona gidecek olsa, muhakkak gusl ederdi.
Talebesine dahi emrederdi bunu hep.
Derdi ki: (Gösteriniz, ona çok saygı, edep.
Hatta kalbinizi de, her kirden pâk ediniz.
Sultanın huzuruna gidiyoruz zira biz.)
Kapısında bekler ve girmezdi (Gir!) demeden.
Ve tir tir titrer idi, içeriye girmeden.
O, buyurur idi ki: (Ne için titriyorsun?
Sen, Irak beldesinin asayiş memurusun.)
Hep derdi ki: (Ölüme hazır ise birisi,
Ölünce, onun kabri olur Cennet bahçesi.
Kim de mevti yadına getirmiyorsa zinhar,
Cehennemden bir çukur olur ona o mezar.
Ey insan, biri sana ne mübareksin dese.
Başkası da, bilakis tam aksini söylese.
Birinci söz, daha çok gidiyorsa hoşuna,
Sen, kötü bir kişisin, al aklını başına.
Çünkü iyi bir insan, iyi bilmez kendini.
Kusurlu, bozuk görür hatta her amelini.
Aynaya baktığında, iğrenir kendisinden.
Küçük görür kendini, müminlerin hepsinden.
Kötü olan kul ise, iyi görür kendini.
Günahına aldırmaz, beğenir amelini.
Bir kimse onu övüp, eylese çok iltifat,
Sevinir, memnun olur, bilir onu hakikat.)
.
Seni kim öldürdü?
Bir gün Ali bin Heyti, bir yere gidiyordu.
İlerde, kavga eden bir topluluğu gördü.
Yanlarına gidince, baktı ki, iki gurup,
Dövüşüp, birini de öldürmüş biri vurup.
Hem kimin öldürdüğü meçhuldü o kişiyi.
Birbirleri üstüne atarlardı bu işi.
O ölene yaklaşıp, sordu ki bu büyük zat:
(Kim seni böyle vurup öldürdü, söyle bizzat.)
O an, ölen kimsenin aralandı gözleri.
Onu görüp doğruldu, oturdu diz üzeri.
Ve kavga yapanlardan birini göstererek,
Dedi ki: (Şu öldürdü, boğazımı keserek.)
O şahsın, ismini de beyan edip aşikâr,
Toprağın üzerine düşerek öldü tekrar.
Bir gün de, bu büyük zat, Irak’ın bir köyüne,
Giderek, geldi sonra bir hanenin önüne.
Kapısını çalınca, çıktı biri içerden.
Buyurdu: (Evinize geldim misafireten.)
Adam, tanımıyordu bu veli zatı fakat.
Yine içeri alıp, eyledi hem iltifat.
Bu zat girdi içeri ve baktı pencereden.
Bahçede, bir tavuğu gösterip ona hemen,
Dedi: (Şu tavuk var ya, bak, duvarın yanında.
Git onu kes bakalım, ne vardır kursağında?)
Adam gidip kesince, hayrete düştü birden.
Zira (altın gerdanlık) çıktı onun içinden.
Ev halkı, gerdanlığın çıktığını görünce,
Derecesiz olarak gark oldular sevince.
Meğer ev sahibinin kızınınmış gerdanlık.
Nasılsa kız da onu, kaybetmiş bir aralık.
Beyi buna çok kızıp, demiş ki en nihayet:
(Bak seni öldürürüm, bulmazsan onu şayet.)
Kadın, çok arayıp da ümidini kesince,
Adam da, öldürmeye karar vermiş o gece.
Lakin tavuk içinden çıkınca o gerdanlık,
Kadıncağız ölümden kurtulmuş oldu artık.
Onlara buyurdu ki: (Hak teâlâ, bu hali,
Bana da bildirince, ben de oldum muttali.
Sizi, bu felaketten kurtarmak gayesiyle,
Acele yola çıkıp, yetiştim gece ile.)
.
Bir nazarı kâfiydi
Bu büyük veli zatı, bir gün, bazı âlimler,
Ziyaret maksadıyle, hanesine geldiler.
Onları, içeriye alarak bu büyük zat,
Uzun bir sohbet edip, eyledi çok nasihat.
Çoğu, duygulandılar sohbetten fevkalade.
Hikmetli sözlerinden, ettiler istifade.
Ve lakin birkaç kişi var idi ki onlardan,
Beğenmeyip, kalktılar ve gittiler oradan.
O ise, anlamıştı onların bu halini.
Zira o görüyordu, her birinin kalbini.
Bu hareketlerine üzülmüştü begayet.
Ertesi gün onları, tek tek etti ziyaret.
Kapılarını çalıp, girmeyerek içeri,
Yüzlerine, bir defa baktı ve döndü geri.
Lakin o, herbirine dikkatle baktığında,
Onlar, bildiklerini unuttular anında.
Yıllarca tahsil edip, aldıkları ilimler,
Onun bir nazariyle, bir anda silindiler.
Kur'an -ı kerimi de unuttular tamamen.
Birden bire sıfıra indiler hepsi manen.
Onlar, bu kötü halde doldurunca bir ayı,
Anladılar nihayet yaptıkları hatayı.
Dediler: (Affet bizi, hatamızı anladık.
Bu feci halimizden, halas et bizi artık.)
Onların bu haline, etti yine merhamet.
Bir yemek hazırlayıp, hepsini etti davet.
Vakta ki onlar henüz ilk lokmayı aldılar,
Eski bilgilerini, tekrar hatırladılar.
Unutmuş oldukları bilcümle ilimleri,
O zatın himmetiyle, tekrardan geldi geri.
Bir gün de, bu veli zat, bir yoldan gidiyordu.
Bir hurma ağacının altına gelip durdu.
Lakin hurma mevsimi değil idi o zaman.
Onun için, ağaçta hiç hurma yoktu o an.
Fakat teşrif edince bu veli zat o yere,
Bu ağaç, hurma ile donandı birden bire.
Hatta dallardan biri, aşağıya eğildi.
O dahi birkaç hurma kolayca alıp yedi.
Derdi ki: (Halis mümin, kimseyi fena bilmez.
Ve kimsenin ardından konuşup gıybet etmez.
Tarifi şöyledir ki hakiki bir müminin:
Elinden ve dilinden, insanlar olur emin.
Yanına, çekinmeden, rahatlıkla girilir.
Çünkü, ondan bir zarar gelmediği bilinir.
Böyle, kimin yanına rahatça gidilirse,
Bilmeli ki, indallah (iyi kul)dur o kimse.
Kime de, böyle rahat gidilmiyorsa şayet,
(Kötü kul) olduğuna, budur bariz işaret.
Ey insan, sen tövbeyi bir an geciktirme ki,
Tövbe etmeden önce, ölebilirsin belki.
Muhakkak pişman olur, bunu geç bırakanlar.
Zira ecel, çok vakit, ani gelip yakalar.
Müsait, uygun zaman bulunmaz bundan daha.
Öyleyse tövbe edip, bu günden dön Allah’a.
.
Hemen geri dönün!
Bu mübarek velinin devrinde, Acem şahı,
Bir gün, müslümanlarla istedi savaşmayı.
Ordu ve askerine emir verip anında,
Kurdu karargahını, Bağdat’ın yakınında.
Çünkü müslümanların padişahı, o vakit,
Bağdat’ta otururdu, bu yerdi en müsait.
Lakin azdı askeri, üzüldü bundan sebep.
Gidip Gavs-ül a’zamdan eyledi yardım, talep.
Abdülkadir Geylani hazretleri, o zaman,
Ali bin Heyti ile sohbetteydi tam o an.
Bu haberi duyunca, sohbeti bırakarak,
Ve Ali bin Heyti’ye buyurdu ki: (Hemen kalk!
Düşmanın tarafına gönder hemen birini.
Ki, sokmasın Bağdat’a düşman askerlerini.)
(Baş üstüne!) dedi ve kalkıp gitti evine.
Ve hemen emretti ki kendi hizmetçisine:
Acem askerlerinin geldiği tarafa git.
Bir çardakta, üç kişi göreceksin o vakit.
Onlar, Acem şahının kumandanlarıdırlar.
Korkma, onlar sana hiç yapamazlar bir zarar.
Ve onlara söyle ki: (Kalkıp gidin buradan!
Zira Ali bin Heyti böyle istiyor şu an.)
Onlar, eğer derse ki: (Gitmeyiz biz izinsiz.)
De ki: (Benden söylemek, artık siz bilirsiniz.)
Hizmetçi, Peki deyip, yola çıktı o günü.
Gidip gördü çardakta oturan o üçünü.
Dedi: (Emrediyor ki size Ali bin Heyti:
Toplanıp, terk ediniz derhal bu memleketi!)
Onlar, Ali bin Heyti ismini duyar duymaz,
Mecburen (Peki) deyip, etmediler itiraz.
Verip askerlerine, (Geri dön!) talimatı,
Acele toparlanıp, terk ettiler Bağdat’ı.
İşte Ali bin Heyti, böyle yüksek veliydi.
Büyük insan olduğu, her halinden belliydi.
Güzel simalı olup, yakışıklı idi pek.
Bir edebi bile o, ömründe etmedi terk.
Gayet mütevazıydı, hem de kibar ve zarif.
Hiçbir işi, islama olmamıştı muhalif.
Zeki ve akıllıydı ve cömertti gayetle.
Herkese davranırdı, şefkat ve merhametle.
Kendine lazım olan bir şeyi, biri şayet,
İsteseydi, verir ve zevk alırdı begayet.
Gayrinin rahatını düşünmekten o hatta,
Kendi menfaatini unuturdu adeta.
Derdi ki: (Sinirlenme, dünyalık bir şey için.
Çünkü aklı örtülür, öfkelenen kişinin.
Şeytan da fırsat bilip, bir yular takar ona.
Ve iter kolaylıkla onu kendi yoluna.
Ey insan, iyilerle olmak için hep uğraş.
Kötü kimseler ile, sakın olma arkadaş.
Şu iki nasihati bırakma ki hiç elden:
İyilerle sohbet et, uzak dur cahillerden.
Kendi kusurlarını gör ve üzül pek fazla.
Lakin başkalarının aybını görme asla.
Dünya muhabbetini kalbine koyma sakın.
Zira dünya sevgisi, başıdır her günahın.)
.
Haya, imandandır
Bu mübarek velinin bir hizmetçisi vardı.
Ehl-i hal biri olup, hasta olmuş yatardı.
Git gide hastalığı arttı ziyadesiyle.
Artık öleceğini anladı kalp gözüyle.
O, Ali bin Heyti’ye dedi ki: (Ey üstadım!
Taze hurma yemeyi istiyor şu an canım.)
Lakin hurma mevsimi henüz olmadığından,
Bu arzuyu, yerine getirmek zordu o an.
Ona, Ali bin Heyti buyurdu ki: (Ey evlat!
Bu zaman, taze hurma bulunmaz gerçi, fakat,
Ketfan’da bolca vardır, olma hiç müteessir.
Çünkü şimdi orası, tam hurma mevsimidir.)
Abdüsselam adında, bir zat vardı orada.
Altı aylık mesafe vardı yalnız arada.
Ona, Ali bin Heyti seslendi ki odadan:
(Ey Abdüsselam, bize, hurma getir oradan!)
Hizmetçi, alıyorken en son nefeslerini,
O, getirip bir anda bir hurma sepetini,
Dedi: (Niçin dünyaya, böyle meylediyorsun?
Bak ömrün sona gelmiş, sen hurma istiyorsun.)
Hizmetçi çok üzülüp, dedi: (Bu, dünya değil.
Asıl sen, çok yakında edesin küfre meyil.
Hıristiyan olarak tam verirken canını,
Yine üstadımızın görürsün imdadını.)
Bu sözleri söyleyip, göç etti bu dünyadan.
Döndü Abdüsselam da, biraz sonra oradan.
Yolda, bir kadın gördü, güzel ve açık saçık.
Gözü ona takılıp, bir anda oldu aşık.
Evlenmek isteyince, dedi ki ona kadın:
(Hıristiyan olmazsan, yanıma gelme sakın.)
Nefsine aldanmıştı, kabul etti malesef.
Bir kadının uğruna, dinini etti telef.
Aniden hasta oldu bir müddet sonra dahi.
Hem Ali bin Heyti de, haber aldı bu hali.
Birine buyurdu ki: (Su dolu bir testi al.
Ve git, Abdüsselama ölmeden yetiş derhal.
En son nefeslerini almaktadır o halen.
O suyu, üzerine boşaltıver tamamen.)
(Peki) deyip, bir anda vardı onun evine.
Götürdüğü o suyu, boşalttı üzerine.
O hasta vücuduna, su temas ettiği an,
(Allah Allah!) diyerek fırladı yatağından.
Kelime-i şehadet söyleyip, tekrar yine,
Hidayete kavuşup, girdi islam dinine.
Bu hali görür görmez hanımı, çocukları,
Hidayete geldiler hepsi de ayrı ayrı.
Buyurdu ki: (Bir kimse, haya etse Allah’tan,
Allah da, haya eder ona azap yapmaktan.
O, Allah’a ne kadar ederse çok itaat,
Ona da, o nisbette herkes eder iltifat.
O, ne kadar korkarsa Allahü teâlâdan,
Herkes de, o nisbette çekinir, korkar ondan.
Kim aziz tutar ise Rabbinin her emrini,
Allah da, aziz tutar mahşerde kendisini.
Kim hizmet eder ise yaşlılara genç iken,
Yaşlanınca, ona da bulunur hizmet eden.)
.
56 - ALİ BİN VEHB-İ SİNCARİ (Rahmetullahi Aleyh
.
Rüyada emir aldı
Irak’ta hayat süren büyük bir evliyadır.
Hal ehli kimse olup, kerametleri vardır.
Sincar adlı sahrada dünyaya gelen bu zat,
Seksen yaşında iken, bu yerde etti vefat.
Hep ilim öğrenmekle geçiyordu her anı.
Yedi yaşında iken, ezberledi Kur'anı.
Onüç yaşında ise, Bağdat’a etti rıhlet.
Çok derin âlimlerden, ders okudu bir müddet.
Fıkıh, tefsir, tasavvuf, usul, hadis ve kelam,
Bütün bu ilimleri, okuyup yetişti tam.
Bir gece rüyasında, Ebu Bekr-i Sıddık’ı,
Görünce, daha arttı ilme olan bu sıdkı.
O, bir takke giydirdi eliyle kendisine.
Uyanıp, o takkeyi başında buldu yine.
Birkaç gün sonra ise, Hızır aleyhisselam,
Rüyada, kendisine görünüp verdi selam.
Buyurdu ki: (Ya Ali, gidip şu insanlara,
Dinin emirlerini söyle, anlat onlara.)
Sonra, Resulullahı rüyada gördü bizzat.
O dahi buyurdu ki: (Halka eyle nasihat.)
Bu manevi ikazlar üzerine, o dahi,
Nasihate başladı halka çok faideli.
Ayrıca ziraatle uğraşırdı ki bu zat,
Çift sürer, tohum eker, yapardı hem de hasat.
Çift sürüyor idi ki tarlasında o bir gün,
Düştü ve ölüverdi bir tanesi öküzün.
Hayvanı, boynuzundan tuttu hemen o vakit,
Şöyle niyaz etti ki: (Ya Rabbi, bunu dirilt!)
Günahsız ağız ile duayı yaptığından,
İndallah kabul olup, dirilip kalktı hayvan.
Bu zatın zamanında, var idi ki bir kimse,
Melekut âlemini görürdü kalp gözüyle.
Lakin o, bu halini kaybedince bir ara,
Çok üzülüp, başladı tövbe ve istiğfara.
Kavuşabilmek için o hallerine tekrar,
Bir Allah adamını aradı diyar diyar.
Bu büyük evliyayı öğrenip en nihayet,
Hemedan’dan gelerek, etti onu ziyaret.
Himmet ve yardımını etti rica, istirham.
O dahi, kendisine eyledi izzet, ikram.
Sonra da buyurdu ki: (Üzülme buna zinhar.
Daha ziyadesine, olursun şimdi mazhar.)
Sonra da buyurdu ki: (Biraz yum gözlerini.)
Yumunca, gördü yine melekut âlemini.
Buyurdu ki: (Evvelki halin idi bu senin.
Yine yum ki, bu sefer bak neler göreceksin.)
Kapatınca, bu defa, yerden ta Arş’a kadar,
Olan cümle âlemler, oldu ona aşikâr.
Ve en son buyurdu ki: (Aç gözünü evladım!
Şehrine gitmek için, at sadece bir adım.)
Kalkıp, bir adımını ileri attığında,
Kendini, Hemedan’da buluverdi anında.
.
57 - BEKA BİN BATU (Rahmetullahi Aleyh
.
Hepsi pişman oldular
İsmi Beka bin Batu, Irak’ta yetişmiştir.
Binyüzellisekiz’de , orda vefat etmiştir.
Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretleri,
Bu zatı çok sever ve methederdi ekseri.
O, bir gün buyurdu ki: (Manevi üstünlükler,
Her veliye, ölçülü olmuştur hep müyesser.
Beka bin Batu ise, bunlardan müstesnadır.
Onun nimetlerine, yoktur ölçü ve sınır.)
Bu zat, bir gün sahile inmiş, dinleniyordu.
O sırada uzaktan, bir gemi geçiyordu.
Bazısı içki içip ve naralar atarak,
Rahatsız ederlerdi herkesi böyle nahak.
Beka bin Batu ise, uzaktan firasetle,
Buna vakıf oldu ve kederlendi gayetle.
Denizin kıyısından, seslendi ki: (Ey kaptan!
Sustur şu insanları, korkmaz mısın Allah’tan?)
Beka hazretlerinin sesini, cenab-ı Hak,
İşittirdi kaptana, olsa da hayli uzak.
Lakin o edepsizler, yine devam edince,
Allah dostu bu veli gadaplandı bir nice.
Buyurdu ki: (Ey deniz, izni ile Allah’ın,
İçine al hepsini, şu asi insanların!)
Yükselmeğe başladı o an deniz suları.
Birden ölüm korkusu sardı o insanları.
Dalgalardan, o gemi, yüz tutunca batmaya,
Başladı o insanlar, feryad-ü figanlara.
Lakin hazret-i Beka, etti yine merhamet.
Onların bu haline, acıdı yine gayet.
Denizden yürüyerek, o geminin yanına,
Gidince, o insanlar, hayretle baktı ona.
Hatalarını bilip, hepsi tövbe ettiler.
Beka hazretlerinden, çok özür dilediler.
O ise, su üstünde kılarak önce namaz,
Kurtulmaları için, eyledi dua, niyaz.
Dedi: (Pişman oldular bu kullar ya ilahi!
Onları, boğulmaktan halas eyle sen dahi.)
Dua bitmemişti ki, dalga durdu aniden.
Gemideki insanlar, kurtuldular ölümden.
Az önce, içki içip nara atarken hepsi,
Oldular bu velinin halis bir talebesi.
Bir günkü sohbetinde buyurdu: (Ey insanlar!
Kalpten dünya sevgisi, ancak sohbetle çıkar.
Yani kim, bu sevgiyi etmişse kalpten ihraç,
O zatın sohbetidir bu derde asıl ilaç.
Onların bir sohbeti, kalp derdine devadır.
Onların sözlerinde, Rabbani tesir vardır.
O zatlardan birine, rastlarsa biri eğer,
Kalbine girmek için, göstersin türlü hüner.
Çünkü o büyük zatlar, dostudurlar Allah’ın.
Onlar sevilmedikçe, kurtuluş zordur yarın.
Kimin ki, yeri vardır, o zatların kalbinde,
Kurtulur Cehennemden, ahiret âleminde.)
Bu büyük evliyanın hürmetine ilahi!
Onların sevgisini, ihsan et bize dahi.
.
Evliyaya su-i zan
Beka ibni Batu ki, büyük bir evliyadır.
Hal ehli kimse olup, kerametleri vardır.
O devirde üç âlim, bir gün akşam üzeri,
Ziyarete geldiler evinde bu veliyi.
Bir miktar sohbet edip, geçince birkaç saat,
Yatsı namazı için, yaptılar bir cemaat.
Namazda bu veli zat, onlara imam oldu.
Yatsı olduğu için, yüksek sesle okudu.
Lakin kıraatini dinleyip o âlimler,
Beğenmeyip, (tecvide uygun değil) dediler.
Su-i zanda bulunup, düşündüler ki: Bu zat,
Henüz tecvide göre bilemiyor kıraat.
Gece orada kalıp, yattılar o üç âlim.
Sabahleyin üçü de, ihtilam oldu lakin.
Ve gusl etmek üzere, çıktılar dışarıya.
Yakındaki nehirde, girdiler hepsi suya.
Onlar nehirde iken, çıktı koca bir arslan.
Gelip, elbiselerin üstüne yattı o an.
Onlar, görüp şaşırdı ne yapacaklarını.
O anda anladılar dünkü hatalarını.
Hava da, çok şiddetli soğuk idi o günde.
Göründü o veli zat birden kapı önünde.
Arslan onu görünce, koşup gitti yanına.
Ve sürmeye başladı yüzünü ayağına.
Onlar bunu seyredip, düştüler bir hayrete.
Eski su-i zanları, dönüştü muhabbete.
Onun büyüklüğüne inandılar o günden.
Ve talebe oldular, ona can-ü gönülden.
Kendi kendilerine dediler: Ne yapmışız?
Bir Allah adamında, kabahat aramışız.
Hiç kusur aranır mı o büyüklerde, heyhat!
Bizim bu yaptığımız, ne büyük bir kabahat.
Hakkın bir velisine, bilmeden bir su-i zan,
Edince, nasıl geldi üstümüze o hayvan.
Ya bilerek olursa onlara muhalefet,
Elbet gelir onlara, daha büyük bir afet.
Buyurdu: (Ey insanlar, biliniz ki muhakkak,
Sizi, ahiret için yarattı cenab-ı Hak.
Böyle iken bir mümin, bırakıp ahireti,
Dünyaya sarılırsa, ne olur akıbeti?
Ey bu alçak dünyanın peşi sıra koşanlar!
Siz ona koşsanız da, o, sizden geri kaçar.
Dünya çok vefasızdır, bir üzüntü, bir sevinç.
Böyle bir yalancıya, insan aldanır mı hiç?
Bak, ömrün azalıyor, ölüme gidiyorsun.
Bir hazırlık yapmayı, niçin düşünmüyorsun?
Şuna çok şaşarım ki,vardır bazı kişiler.
Ahiretin, ebedi olduğunu bilirler.
Lakin yaşayışları, uymaz inançlarına.
Koşarlar bir hırs ile dünya kazançlarına.
Hem de kötü bilmezler onlar bu fena hali.
Yaşarlar gaflet ile, uyur gezer misali.)
.
58 - EBU BEKR BİN HÜVARA (Rahmetullahi Aleyh
.
Vakti gelmedi mi?
Ebu Bekr bin Hüvara, Irak’ta yetişmiştir.
Ondan, veliler bile istifade etmiştir.
Gençlik senelerinde, haramilik yapardı.
Yanında, yardım eden arkadaşları vardı.
Onlarla, yollarını keserdi insanların.
Hatta İbni Hüvara, reisiydi onların.
Bir gece, çetesiyle tenhada gidiyordu.
Bir kadın, kocasına, şöyle sesleniyordu:
(Çabuk gel, korkuyorum, tenha yerdir buralar.
Şimdi İbni Hüvara gelip bizi yakalar.)
Sonra, şöyle bir nida işitti ki ardından:
(Vakit gelmedi mi ki, korkasın Allah’ından?)
Gaibten gelen bu ses, tesir etti kalbine.
Ağlayıp, şöyle dedi hemen kendi kendine:
(Nasıl iş ki, insanlar korkuyorlar hep benden.
Ben ise, korkmuyorum Rabbimden, acep neden?)
Hemen tövbe eyleyip, yöneldi Hak yoluna.
Arkadaşları dahi, tâbi oldu hep ona.
İnsanların yolunu kesmekten vaz geçtiler,
Ve artık Hak yolunda yürümeyi seçtiler.
Hatta İbni Hüvara, tam sıdk ve ihlas ile,
Allah’a giden yolda, başladı yükselmeye.
Kısa zaman içinde, yardımıyle Allah’ın,
Evliyası içine katıldı o zamanın.
Resulullahı gördü bir gece rüyasında.
Hazret-i Sıddık dahi var idi yanlarında.
Hemen Resulullaha yaklaşarak o biraz,
(Bana, hırka giydirin!) diyerek eyledi arz.
Peygamber Efendimiz buyurdu ki o ara:
(Senin peygamberinim ben ey İbni Hüvara!)
Hazret-i Ebu Bekr’i gösterip hem o vakit,
Buyurdu ki: (Bu senin üstadındır, ona git.)
Ona da buyurdu ki: (Haydi ya Eba Bekir!
Adaşın Ebu Bekre, hırka ve takke giydir.)
O dahi bu şeyleri giydirerek evvela,
Dedi: (Mübarek etsin bunları Hak teâlâ.)
Sonra, Peygamberimiz iltifat buyurarak,
Dedi: (Ya Eba Bekir, seninle cenab-ı Hak,
Ümmetimden, tasavvuf ehli olan zatların,
Ölmüş olan yolunu, canlandıracak yarın.
Artık Hak teâlânın rahmet yeli esecek.
Lütuf ve ihsanları, bol bol gönderilecek.)
Rüyadan uyanınca sabah İbni Hüvara,
Baktı, hırka ve takke üstündeydi o ara.
Irak semalarında, biraz sonra gaibten,
Herkesin işittiği, şu nida geldi birden:
(Ebu Bekr bin Hüvara, çok şeye kavuşmuştur.
Allah’a yakın olan evliyadan olmuştur.)
Ondan sonra insanlar, demeyip uzak yakın,
Gelmeye başladılar ona hep akın akın.
Rical-i gayb denilen veliler de gelerek,
Bu zatı dinlerlerdi başlarını eğerek.
Sohbeti esnasında, ondan nur yayılırdı.
Öyle ki, o nur ile şehir aydınlanırdı.
.
Çocuğumu kurtarın!
Ebu Bekr bin Hüvara, büyük bir evliyadır.
Hal ehli kimse olup, kerametleri vardır.
Bir gün, bir kadın gelip arz etti ki şöylece:
(Oğlum, filan nehirde boğuldu biraz önce.
Bu oğlumdan başka da, hiç kimsem yoktur benim.
O da suda boğuldu, şimdi ben ne ederim?
Aziz ve Celil olan, her şeye gücü yeten,
Allahü teâlâya yemin ederim ki ben,
O, sana vermiştir ki öyle kuvvet ve izin,
Oğlumu, bana geri sen getirebilirsin.
Şimdi bu iyiliği yapmazsan bana şayet,
Seni, Hak teâlâya ederim bak şikayet.
Derim ki: Ya ilahi, o gün, içim yanarak,
Gidip, ona derdimi arz ettim yalvararak.
Lakin o, yanaşmadı oğlumu kurtarmaya.
Halbuki muktedirdi o bu işi yapmaya.)
Bu veli zat, hayretle o kadını dinledi.
Başını öne eğip, murakabe eyledi.
Sonra, ona dönerek buyurdu ki: (Ey kadın!
Nerede, hangi suda boğuldu o evladın?)
Kadın ile birlikte, o nehire vardılar.
Gördü ki, ileride, su üstünde biri var.
O çocuğun cesedi, boğulduğu mahalde,
Su üstünde dururdu, boğulmuş, ölü halde.
Su üstünden yürüyüp, hemen İbni Hüvara,
Çocuğu omuzlayıp, çıkardı bir kenara.
Annesine götürüp, buyurdu: (Al oğlunu!)
Kadın, gördü oğlunun ölmemiş olduğunu.
Bir gün de, çok kuvvetli olmuştu bir zelzele.
Her taraf sallanmıştı, o deprem tesiriyle.
O zaman buyurdu ki zelzeleye hitaben:
(Ey Allah’ın mahluku, sakin ol şimdi hemen!)
Allah’ın izni ile, dile gelip zelzele,
Konuşmaya başladı gayet açık dil ile.
Dedi: (Ey Eba Bekr bin Hüvara hazretleri!
Sana itaat ile emr olundum ben dahi.)
İşittiler bu sesi orada olanlar da.
Peşinden, zelzele de sakin oldu o anda.
Bir gün de, huzuruna biri geldi bir zaman.
Ve gördü ki, önünde durur koca bir arslan.
Ve sanki bir derdini ona arz ediyordu.
O dahi bu arslana bir şeyler söylüyordu.
Biraz sonra o arslan, geri geri giderek,
Edep ile ayrılıp, o yeri eyledi terk.
O kimse merak edip, yaklaştı bu veliye.
Sordu: (O hayvan ile ne konuştunuz?) diye.
Buyurdu ki: (O arslan, şimdi bana gelerek,
Dedi ki: Üç gün oldu, yemedim hiç yiyecek.
O böyle arz edince, gayet aç olduğunu,
Hamamiye köyüne gönderdim ben de onu.
Dedim ki: Senin rızkın, Hamamiye köyünde.
Bulunan bir inektir, git onu ye bu gün de.)
O kimse merak edip, o köye gitti hemen.
Gördü ki, vuku bulmuş aynısı hakikaten.
.
Din, edep’tir
Ebu Bekr bin Hüvara, halis Allah adamı.
Dine hizmetle geçti hayatının tamamı.
Bir sohbet esnasında, sordular ki bu zata:
(Meşhur evliyalardan, kimler vardır Irak’ta?)
Buyurdu ki: (Bu yerde, sekiz evliya vardır.)
Ve adlarını sayıp, dedi: (İşte bunlardır.)
Saydığı isimlerden, sonuncusunu fakat,
Hiç işitmemişlerdi, bilmiyordu cemaat.
Sekizinci olarak çünkü İbni Hüvara,
Abdülkadir Geylani buyurmuştu onlara.
Dediler ki: (Efendim, tanımadık biz onu.
Lütfen siz tanıtınız onun kim olduğunu.)
Cevaben buyurdu ki: (Iraklıdır bu zat da.
Çok büyük veli olup, halen yaşar Bağdat’ta.
Bu gün duymadıysa da, kimse onun ismini,
Çok yakında, insanlar tanırlar kendisini.
Zamanının en büyük velisi olacaktır.
İnsanların kalbine, feyiz, nur salacaktır.)
Bu konuşmadan sonra, geçmişti ki bir zaman,
Abdülkadir Geylani, dillere oldu destan.
İnsanlar dediler ki: (Bunu, İbni Hüvara,
Bize müjdelemişti, yıllar önce bir ara.)
Bu mübarek veli zat, buyuruyor ki: (Şayet,
Kabrimi, kırk çarşamba, kim ederse ziyaret,
Cehennem ateşinden kurtulduğuna dair,
O kimseye, bir berat, yani senet verilir.)
Yine buyurmuştur ki: (Benim bu haremime,
Yani ziyaret için, kim gelirse kabrime,
Vücudunun, ateşte yanmaması için, ben,
Rabbime yalvararak, söz aldım kendisinden.)
İşte bu yüzdendir ki, türbe içine şayet,
Girmiş olsa bir balık, veyahut bir başka et,
Onun bereketiyle, o eti, ateş yakmaz.
Pişirmek isteseler, bu asla mümkün olmaz.
.
59 - İMAM-I A'ZAM EBU HANİFE (Rahmetullahi Aleyh
.
Ehl-i sünnetin reisiydi
İslam âlimlerinin, en büyüklerindendir.
Hem eshabı görmüştür, yani tabiindendir.
Hanefi mezhebinin reisi olan bu zat,
Ehl-i sünnetin dahi, reisidir o bizzat.
İsmi, Numan bin Sabit ise de esasında,
Ona, (İmam-ı a’zam) denir halk arasında.
Altıyüzdoksandokuz senesinde, Kufe’de,
Doğdu ve tahsilini ikmal etti bu yerde.
Yüzelli hicri yılda, yetmiş yaşında iken,
Bağdat vilayetinde, vefat etti şehiden.
(Ebu Hanife) dahi, denir ki ona bir de,
Müminlerin babası demektir arabide.
Babası Sabit dahi, Faris oğullarından,
Âlim, salih bir kişi idi ki, ehl-i irfan,
Hazret-i Ali ile görüşüp bu muhterem,
Kendi ve soyu için, dua almış idi hem.
Numan , küçük yaşında ezberledi Kur'anı.
İlim öğrenmek ile, geçiyordu her anı.
Üstün kabiliyeti ve keskin zekası da,
Fark edildi hemence, âlimler arasında.
Devrin âlimlerinden, Şa’bi adında bir zat,
Ondaki bu cevheri, sezmişti o da bizzat.
Görünce bir gün onun, çarşıya gittiğini,
Sual etti, ne işle iştigal ettiğini.
(Ticaret yapıyorum) deyince kendisine,
Buyurdu ki: (Devam et, bir ilim meclisine.
Zeki, kabiliyetli bir kimsesin çünkü sen.
Büyük âlim olursun, ilme devam edersen.)
Bıraktı ticareti, onun bu sözü ile.
O gün ilme sarıldı, büyük bir arzu ile.
İlk öğrendiği ilim, olmuştu (ilm-i kelam).
Bu ilimde, parmakla gösterilir oldu tam.
Başladı öğrenmeye sonra (fıkıh ilmi)ni.
Bu ilim, daha fazla cezbetti kendisini.
Düşündü ki: Ebedi saadete kavuşmak,
İslamın ahkamına uymakla olur ancak.
Bu da, fıkıh ilmiyle yakından ilgilidir.
Çünkü din ahkamını, ilm-i fıkıh bildirir.
Ders hocası Hammad bin Ebu Süleyman’dı ki,
Onun, yirmisekiz yıl, dersine devam etti.
Ve sonunda, geldi ki öyle bir dereceye,
Bu, nasib olmamıştır ondan gayri kimseye.
Başta, eshab-ı kiram olmak üzre hem dahi,
Dörtbin kadar âlimden, ders aldı bizatihi.
Bütün ilimlerde ve cümle üstünlüklerde,
En yüksek dereceye çıkmıştı o devirde.
Yayıldı her tarafa, onun şanı, şöhreti.
Ve herkes tarafından, yapıldı hayli methi.
.
Bu ümmetin ışığıdır
Allah’ın rızasıydı onun tek düşüncesi.
Yok idi bundan başka, bir maksat ve gayesi.
Hak ve doğru ne ise, söyler idi ihlasla.
Bu babta, hiçbir şeyden çekinmezdi o asla.
Onun fetvalarına, herhangi siyasi bir,
Düşünce, güç ve baskı, katiyen girmemiştir.
Şahsi dostluk, düşmanlık ve nefsani arzular,
Dünyalık bir menfaat, karışmamıştır zinhar.
Doğruyu, Allah için söyler idi ihlasla.
Zerre kadar bir taviz, vermezdi bunda asla.
İlim, heybet ve vakar, tatlı dil ve güleryüz,
O, bunlarda fazlaca eylemişti temayüz.
Muarızlara bile, sükunetle davranır,
Güzel ahlakı ile, gösterirdi hep sabır.
O, asla kapılmazdı heyecan ve telaşa.
İkna yoluna gidip, yapmazdı münakaşa.
Kuvvetli şahsiyeti ve keskin zekasıyla,
Aklı, ilmi, heybeti ve güzel ahlakıyla,
İnsanların içine, sanki nüfuz ederdi.
Herkese tesir eder, kalpleri cezbederdi.
Dini meseleleri, misaller göstererek,
Öyle anlatırdı ki güzel izah ederek,
Nice peşin hükümlü muarızları bile,
İkna oluyorlardı, bu izahları ile.
Bütün müslümanları, iman ve itikatta,
Birleştirip, onlara (baba) oldu adeta.
Dini bozmak isteyen, bozgunculuk çıkaran,
Kimseleri de sezip, vermedi fırsat, eman.
Doğru'yu, onlara da güzelce anlatarak,
İtikatta, birliği sağladı tam olarak.
Koyup o fıkha dahi, birçok esas ve düstur,
İkinci hicri asrın, müceddidi olmuştur.
Bazı hadislerinde, yine Resul-i ekrem,
Şöyle meth eylemiştir kastederek onu hem:
(Nasıl öğünüyorsa Adem Nebi, benimle,
Ben dahi öğünürüm, ümmetimden biriyle.
İsmi Numan, künyesi Ebu Hanife’dir ki,
Ümmetimin ışığı, o zattır elbette ki.)
(Nasıl öğünürlerse, Peygamberler benimle,
Ben de öğünüyorum, Ebu Hanife ile.
Onu seven bir kimse, beni de sevmiş olur.
Onu sevmeyen ise, beni sevmemiş olur.)
(Ümmetimden birisi, diriltir şeriatı.
Numan ibni Sabit’tir, o âlim zatın adı.)
(Ümmetimden, yükselen olacak her asırda.
En çok, Ebu Hanife yükselir zamanında.)
Bu hadis-i şerifler, onu kastetmektedir.
Onun büyüklüğüne, en kuvvetli senettir.
.
Âlimler methettiler
İmam’ı, o zaman ve sonraki zamanlarda,
Gelen büyük âlimler, methettiler her anda.
Malik hazretlerine, gelince bir gün İmam,
O, ayağa kalkarak, gösterdi bir ihtiram.
O gidince, dedi ki yanındaki zevata:
(Ebu Hanife derler, şimdi giden bu zata.
Öyle bir âlimdir ki, mesela o zat eğer,
Şu ağaç, altındandır der ise, isbat eder.)
Bir âlim de diyor ki: (Ederim ki ben yemin,
Onun gibi bir fakih, görmedi ruy-i zemin.
O mübarek ağzından, din ile alakadar,
Bir tek kelam duymaya, veririm yüzbin dinar.)
Davud -u Tai’nin de yanına, bir diyardan,
Gelip, sitayiş ile bahsettiler İmam’dan.
O dahi buyurdu ki: (O, kutup yıldızıdır.
Karanlıkta kalanlar, onunla yol, iz bulur.)
Hafız Abdül’aziz de diyor ki: (O, miyardır.
O, ehl-i sünnet ile, başkasını ayırır.
Kim onu seviyorsa, ehl-i sünnettir o zat.
Sevmiyorsa, olmuştur sapık ve ehl-i bid’at.)
Süfyan -ı Sevri’nin de, biri geldi yanına.
(Ben, İmam’ın yanından gelirim) dedi ona.
Buyurdu: (Yeryüzünün en büyük âliminin,
Yanından geliyorsun, acaba var mı bilgin?)
İmam-ı Şafii de buyurdu ki bunda hem:
(Ben, ondan daha büyük fıkıh âlimi bilmem.
Kim öğrenmek isterse, fıkıh ilmini eğer,
Onun talebesiyle bulunsun, ona yeter.)
Ahmed bin Hanbel dahi, der ki: (İmam-ı a’zam,
Vera , zühd ve takvada, çok titizdi ve sağlam.
Ahiret derdi ile, dertlenmişti o asıl.
O zatı anlayacak kimse yoktur velhasıl.)
İmam-ı Malik’e de, dediler ki: (Niçin siz,
Hep İmam-ı a’zam'ı fazla methedersiniz?)
Buyurdu ki: (Öyledir, çünkü onun sözleri,
İnsanlara, daha çok olmuştur faideli.
İlim sahibi olan, olsa da pek çok zevat,
Onunla mukayese edilmez onlar fakat.)
Hem Yahya bin Muaz da, rüyasında bir gece,
Resulullahı gördü ve sevindi bir nice.
Dedi: (Ya Resulallah, ararsam sizi şayet,
Nerde bulabilirim, var mıdır bir işaret?)
Buyurdu: (İlmindeyim ben İmam-ı a’zamın.
Oradan başka yerde arama beni sakın.)
İmam-ı Gazali de, buyurdu ki nihayet:
(İmam, gece ve gündüz, ederdi çok ibadet.
Zühd ve takva sahibi bir kimseydi o her an,
Çok fazla korkuyordu Allahü teâlâdan.)
.
Vazife taksimi yaptılar
İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleri,
Onu methetmişlerdi, çok islam âlimleri.
İmam-ı Rabbani de buyurdu ki bu babta:
(O, Şer’i delillerden hükümler çıkarmakta,
Öyle bir dereceye çıkmıştı ki o zaman,
Âlimler aciz kaldı, onu tam anlamaktan.)
O, dinin her emrine uyardı titizlikle.
Kaçırmak istemezdi, bir müstehabı bile.
Abdest edeplerinden, yapmayınca birini,
Kaza etti kırk yıllık namaz ibadetini.
Müctehidler içinde, vera, zühd cihetinden,
O idi en üstünü, sair müctehidinden.
İsa Peygamber gibi, ülül’azm bir büyük zat,
Gökten yere inince, yapacaktır içtihat.
Onun çıkaracağı hükümler de, hep yine,
Muvafık olacaktır hanefi mezhebine.
İslam âlimlerimiz, kendi aralarında,
Bir vazife taksimi yaptılar her asırda.
Yani hangi devirde, hangi iş mühim ise,
O devrin âlimleri, sarıldılar o işe.
İmam-ı a’zamın da devrinde mühim olan,
İslamın ahkamını, korumaktı ziyandan.
Zira fıkıh bilgisi, hem unutuluyordu,
Hem de, sapık fikirler çıkıp yayılıyordu.
O, Cafer-i Sadık'ın mübarek derslerine,
İki yıl devam edip, kavuşmuştu feyzine.
Ve lakin o devirde, daha mühim iş vardı.
Zira din düşmanları, dine saldırırlardı.
Yunan felsefesine ait bazı fikirler,
İman ve itikada karışmakta idiler.
Sonra, yahudilikle, hem de hıristiyanlık,
Dine girip, bozmaya başlamış idi artık.
Sonra o devirlerde, şia ve mutezile,
Gibi sapık fırkalar, yayılırdı hız ile.
Hatta mücessime ve cebriye gibi daha,
Birçok bozuk fırkalar, başlamıştı çıkmaya.
O, bu tehlikelerin varlığını görünce,
Bunlardan korunmaya, ağırlık verdi önce.
Bu sapık fikirlerden korumak için dini,
Reddiyeler yazarak, susturdu herbirini.
İslam ilimlerini, fıkıh, tefsir ve kelam,
Gibi isimler ile, kollara ayırdı tam.
Sonra bu bilgileri, o gün ve daha sonra,
Öğretebilmek için bütün müslümanlara,
Yani islamiyet’i, doğru, temiz ve berrak,
Öğrenmeleri için herkesin tam olarak,
Onları, kısım kısım geçerek kitaplara,
Yadigar bırakmıştır, bütün müslümanlara.
.
Ağlardı geceleri
Bir gün İmam-ı a’zam, uyurken odasında,
Resul-i mücteba’yı görmüştü rüyasında.
Anlattı bu rüyayı, gidip İbni Sirin’e.
Dedi ki: (Bu rüyanın, acaba tabiri ne?)
Zira o, tabiinden çok âlim bir kişiydi.
Hem o devrin tanınmış, rüya tabircisiydi.
Dedi: (Sen yapamazsın böyle bir iddiayı.
Ancak Ebu Hanife görür böyle rüyayı.)
Buyurdu: (Benim işte, dediğiniz o kimse.)
O dedi: (Aç sırtını, göreyim öyle ise.)
Peki deyip, mübarek sırtını açtı o an.
Bakınca, bir ben görüp, şöyle dedi o zaman:
(Sen öyle birisin ki, Resul, senin hakkında,
Buyurdu: Ümmetimden biri gelir yakında.
Olur iki omuzu arasında bir ben’i.
Onunla ihya eder, Hak teâlâ bu dini.)
Kıldı bir gün mescidde, o, yatsı namazını.
Çıkmak için, dışarı attı bir ayağını.
Henüz öbür ayağı, mescidin içindeyken,
Talebesinden Züfer, bir sual sordu hemen.
O mevzu üzerinde, o gece, sabaha dek,
Konuştu onun ile, güzel izah ederek.
Vakta ki sabah oldu ve okundu ezanlar.
Sabah namazı için, içeri girdi tekrar.
Öyle sarmış idi ki, onu Allah korkusu,
Her gece, bu korkuyla gelmezdi hiç uykusu.
Ağlayıp, gözlerinden akardı gözyaşları.
Ağlama seslerini, duyardı komşuları.
Yatsı abdesti ile, kırk sene hem de İmam,
Sabah namazını da kılmış idi berdevam.
Ellibeş hac yapmıştı, Beytullaha giderek.
Sonuncuda, Kâbe’den içeriye girerek,
İki rekat bir namaz kılarak erkaniyle,
Okudu o namazda, Kur'anı tamamiyle.
Sonra da, ağlayarak dedi ki: (Ya ilahi!
Sana layık ibadet yapamadım Vallahi.
Lakin şu hakikati anladım ki hakkıyla,
Hiç kimse anlayamaz, seni kısa aklıyla.
Hizmetimde yaptığım kusurlarımı dahi,
İşbu anlayışıma bağışla ya ilahi!)
O, gözyaşı dökerek, edince böyle dua,
Gaibten , kendisine geldi şöyle bir nida:
(Sen ey Ebu Hanife, iyi tanıdın beni.
Ve hakkıyle tam yaptın bana ibadetini.
Hem seni, hem de senin mezhebinde bulunan,
Ta kıyamete kadar, senin yolunda olan,
Kimseleri, ben dahi ettim af ve mağfiret.
Kalbin müsterih olsun, sen üzülme, rahat et.)
.
Kılı kırk yarardı
İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleri,
Tabiin’in en yüksek âlimlerinden biri.
Maişet sebebiyle, yapıyordu ticaret.
Kumaş alıp satardı, zengin idi begayet.
Bir gün evden çıkarak, dükkana gidiyordu.
Karşıdan gelen biri, onu gördü ve durdu.
Çok mahcup vaziyette, yüzünü örttü ondan.
Yolunu değiştirip, yürüdü başka yoldan.
İmam, farketti onun yol değiştirdiğini.
Yanına çağırarak, sual etti derdini.
O dedi: (Onbin akçe, borcum var benim size.
Bu yüzden çok mahcubum ben zat-ı alinize.)
Buyurdu ki: (Silmiştim ben senin o borcunu.
Kalbin müsterih olsun, düşünme artık onu.
Lakin beni görünce, sıkıldı birden için.
Hakkını helal eyle bana sen bunun için.)
Sokmazdı kazancına, haramın zerresini.
Şüpheliyse, o kârın dağıtırdı hepsini.
Bir defa ortağına dedi ki tekrar tekrar:
(Son gelen mal içinde, kusurlu elbise var.
Bugün o elbiseyi, satacak olur isen,
Özrünü söylemeyi, ihmal etme sakın sen.)
Lakin unuttu yine, o bunu söylemeyi.
Bulmak da çok zor idi, onu alan kimseyi.
İmam bunu duyunca, dedi ki ortağına:
(Karıştı onun kârı, tamamının kârına.
O partiden, ne kadar kâr elde edildiyse,
Hep dağıt da, o kârdan kalmasın bir şey bize.)
Doksanbin akçe kârın, dağıtarak hepsini,
O şüpheli kazancın, almadı zerresini.
Müşteri, fakir ise, ahbabı ise veya,
Kârsız, maliyetine verirdi ekseriya.
Dükkanına, fakir bir kadın geldi bir sefer.
Dedi: (Şu elbiseyi, şu fiyata bana ver.)
Buyurdu: (Para verme, al götür, helal olsun.)
Kadın dedi: (Benimle alay mı ediyorsun?)
Buyurdu ki: (Ey kadın, bir elbise nihayet.
Al götür, hediyemdir, giy de bana dua et.)
Mal satın alırken de, titiz davranıyordu.
Kul hakkı korkusundan, kılı kırk yarıyordu.
Bir tüccar, mal getirdi İmam’ın dükkanına.
Fiyatını sorunca, çok düşük geldi ona.
Buyurdu: (Bu mal için, çok ucuzdur bu fiyat.
Ya bunu geri götür, ya da pahalıya sat.)
Razı olduğu halde, sahibi o fiyata,
O, daha fazlasını takdim etti o zata.
Haramlar karşısında, böyleydi onun hali.
Haram korkusu ile, terk etti çok helali.
.
Tereyağı, fıstık, badem
Bir kimse var idi ki, o, Ebu Hanife’ye,
Zarar vermek isterdi, düşmanlık olsun diye.
Bir de bahçesi vardı akarsu kenarında.
Ve rengarenk çiçekler açmıştı her yanında.
O bir gün, bu bahçede tertib etti ziyafet.
Onu, talebesiyle yemeğe etti davet.
İmam kabul eyledi onun bu teklifini.
Lakin talebesine, yaptı şu tembihini:
(Ben yemek yemedikçe, siz dahi yemeyiniz.
Ne yaparsam, siz aynen beni takib ediniz.)
Sonra, teşrif ettiler o zatın hanesine.
O, güzel karşılayıp, yer gösterdi hepsine.
Lakin İmam, hemence oturmadı sofraya.
El yıkamak üzere, yürüdü akar suya.
Talebeleri dahi, onu takib ettiler.
(Bakalım ki, bu işte ne hikmet var?) dediler.
Biraz ağırdan alıp, dönünce hep geriye,
Rastladılar orada, kıvranan bir kediye.
Meğer zehirli imiş yemeği o kişinin.
Kıvranıp öldü kedi, ondan yediği için.
Bir de, talebesinden (Ebu Yusüf) nakleder:
Ben, küçük çocuk iken, aniden öldü peder.
Terzilik sanatını, öğretsin bana diye,
Annem, beni alarak götürdü bir terziye.
Düşündüm: Neme gerek, bu terzilik mesleği?
Ben, asıl istiyorum dinimi öğrenmeyi.
O terziyi bırakıp, İmam’a gittim hemen.
Dedim: (İslamiyet’i öğretin bana lütfen.)
O da kabul edince, girdim tam hizmetine.
Kavuştum bu sayede, çok yüksek himmetine.
Annem, sonra gelerek o medreseye kadar,
O terziye götürmek istedi beni tekrar.
Hocama da dedi ki: (Bu çocuk, bir yetimdir.
O, burada ne yapar, ona ne öğretilir?)
Buyurdu: (Yanlış bir şey gelmesin hiç kalbine.
Hiç düşünme onu sen, bırak kendi haline.
O, burda tereyağı, fıstık ve badem yiyor.
Ve bunlar nasıl yenir, onları öğreniyor.)
Yıllar sonra nihayet, Bağdat’ta kadı oldum.
Sultan Harun Reşid’le, bir gün yemek yiyordum.
Sofraya, tereyağı, fıstık, badem gelince,
Ben, gayr-i ihtiyari gülümsedim hemence.
Ne için güldüğümü sorunca sultan bana,
Olan bu hadiseyi, naklettim aynen ona.
Dedi: (O, ne kâmil bir zat imiş hakikaten.
Seneler sonrasını, görmüş o ta o günden.
Halkın, baş gözü ile göremediklerini,
O, gönül gözü ile görürdü herbirini.)
.
Bir dehriye cevabı
Allah’a inanmayan, var idi ki bir dehri,
Fikrini yaymak için, dolaşırdı her yeri.
(Bu dünya, böyle gelmiş böyle gider) diyordu,
Hâşâ (Allah yok) diye, iddia ediyordu.
Bu kâfir dolaşırken, geldi Kufe şehrine.
Bunu yaymak istedi, o yer ahalisine.
Lakin halk, bu kişinin, bir kâfir olduğunu,
Anlayıp, rezil etmek istediler hep onu.
Dediler ki: (Burada, bir âlim kimse vardır.
Yaşı küçük ise de, ilimde bir deryadır.
Sen, bu saçmalarını, söyle ki ona önce,
Bakalım ne diyecek, o seni dinleyince?)
Yaşı küçük o âlim, Numan bin Sabit idi.
On yaşındaydı, fakat, ilimde pek derindi.
Dehri , (Olur) diyerek halkın bu teklifine,
Dedi: (Münazaraya hazırım onun ile.)
Bunun için, bir yer ve zaman tayin ettiler.
Sonra, küçük Numan’a bir haber ilettiler.
O gün dehri gelerek, başladı beklemeye.
Lakin Numan, bilerek az geç geldi o yere.
Dehri kızıp dedi ki: (Benim gibi bir bilgin,
Böyle bekletilir mi, söyle, niçin geciktin?)
Dedi ki: (Gelecektim bir köprüden geçerek.
Sel yıkmış o köprüyü, geldim az gecikerek.)
Dehri dedi: (Ey çocuk, köprü yıkılmış dedin.
Köprü yıkık olunca, peki sen nasıl geldin?)
Dedi: (Bazı ağaçlar, kendi kendilerine,
Biçilip yontularak, eklendi birbirine.
Sonra, kendi kendine oldu güzel bir kayık.
Nehri onunla geçtim ve geciktim azıcık.)
Dehri dedi: (Ey çocuk, sen neler söylüyorsun.
Ağaçlar, hiç ustasız kayık oldu diyorsun.
Senin bu söylediğin sözlere, güler herkes.
Ve senin bu iddian, ne mantıksız ve abes.
Buna, olmaz dünyada bir kimse inanacak.
Aklı noksan olanlar, inanır buna ancak.)
Numan bin Sabit ise, dedi ki o dehriye:
(Şu koskoca kainat, senin aklına göre,
Öyle kendi kendine, ustasız oluyor da,
Bizim kayık ne için olmasın, ne var bunda?)
Dehri çok şaşırarak, dedi ki: (Madem öyle,
Allah vardır diyorsun, nerdedir, haydi söyle.)
Numan , ordakilerden bir bardak süt istedi.
Dehriye göstererek, (Bunda yağ var mı?) dedi.
(Elbette var) deyince, dedi ki: (Öyle ise,
Bu sütün içindeki şu yağı göster bize.)
Dehri mahcup bir halde, başını eğdi öne.
Şehadeti getirip, girdi islam dinine.
.
Komşusunun hidayeti
İçkici bir komşusu var idi ki İmam’ın,
Evi çok yakın olup, yanındaydı dergahın.
Her gece, meyhaneden gelip sarhoş olarak,
Rahatsızlık verirdi, bağırıp çağırarak.
Hem ayrıca saz çalar ve şarkılar söylerdi.
İmam, bir şey demeyip, devamlı sabrederdi.
Bu adam, meyhanede çok içki içip yine,
Gece, sarhoş olarak geliyorken evine,
Vazifeli memurlar, onu yakaladılar.
Suçlu olduğu için, hemen hapse attılar.
Ertesi gün, adamın hiç sesi gelmeyince,
Bunu, İmam-ı a’zam merak etti iyice.
Dedi ki: (Gelmez oldu sesi o komşumuzun.
Başına bir musibet gelmesin sakın onun.)
Dediler: (O, dün gece, gelirken meyhaneden,
Bekçiler yakalayıp, atmışlar hapse hemen.)
İmam buna üzülüp, derhal gitti valiye.
Ki, desin: Komşumuzu hapisten çıkar diye.
Vali onu görünce, ayağa kalktı derhal.
Büyük bir hürmet ile, etti onu istikbal.
Dedi: (Acep nedendir buraya teşrifiniz?
Yerine getirelim, var ise bir emriniz.)
Buyurdu: (Komşumuzu, hapse atmış bekçiler.
Geldim ki çıkarasın, imkanı varsa eğer.)
Dedi ki: (Ey efendim, böyle ehemmiyetsiz,
İş için, bana kadar niçin zahmet ettiniz?
Bir haber verseydiniz, kâfiydi bize bunu.)
Deyip, çıkarttı hemen hapisten komşusunu.
Komşu gencin koluna girerek sonra İmam,
Valiye veda edip, ayrıldılar oradan.
Buyurdu ki: (Ey komşu, bakma kusurumuza.
Biraz geç vakıf olduk, sizin durumunuza.)
Bir kese para verip, buyurdu: (Al bunları.
Eve bir şeyler al da, sevindir çocukları.)
Yine, büyük İmam’ın, ilimde ehliyeti,
Ve Kur'an-ı kerime olan vukufiyeti,
Öyle derin idi ki, bir gün çıktı evinden.
Bir yere gitmek için, çözdü atı yerinden.
Koydu bir ayağını bir üzengiye, ama,
O anda bir genç gelip, bir şey sordu İmam’a.
İmam, o halde iken, ata binene kadar,
Bu dini meseleyi, düşündü az bir miktar.
Yani birkaç saniye içinde, bunu hemen,
Düşünüp, şöyle dedi o kimseye cevaben:
(Kur'anı, baştan sona düşündüm de evladım,
Bu suale, Kur'anda bir cevap bulamadım.
Yarın gel, cevabını al) diyerek o gence,
İçtihat buyurarak, cevapladı hemence.
.
Nasihatları
Vasıt vilayetinde, vardı ki birisi de
(Numan’ın kölesi)ydi o zatın bir ismi de.
Bir kimse, sordu ona, hikmetini bu işin.
Dedi: (Böyle bir isim koymuşsun, acep niçin?)
Dedi ki: (Bulunurken, ben annemin karnında,
Validem vefat etmiş, tam da doğum anında.
Ben, karnında kalmışım, hem de canlı olarak,
Cenaze yıkanırken, vakıf olmuş buna halk.
Bu, İmam-ı a’zama acilen bildirilmiş.
O da, haber gönderip onlara şöyle demiş:
(O hanımın karnını, yarın sol tarafından.
Çocuk tam oradadır, hemen alın oradan.)
Cerrah öyle yaparak, çıkarıp almış beni.
Ondan sonra, kabrine, defnetmişler annemi.
Onun fetvası ile, gelmişim ben hayata.
Yoksa, ölü karnında, olurdum ben de mevta.
Yani ben, o İmam’ın azatlı kölesiyim.
Öyle addettiğimden, aldım böyle bir isim.)
Bir gün de, talebenin içinde otururken,
Vücudunu bir akrep soktu ve gitti birden.
Talebeler, akrebi öldürmek isteyince,
Buyurdu ki: (Az durun, öldürmeyin hemence.
Ben, kendimi onunla tecrübe edeceğim.
Bir şey merak ederdim, onu öğreneceğim.
Zira Peygamberimiz, hadiste, Sahabeye,
Buyurdu: (Âlimlerin kanı zehirdir) diye.
Hadiste buyurulan o âlimlerden miyim?
Diye, nice zamandır bunu merak ederdim.)
O sırada o akrep, kıvrandı birkaç defa.
Ve ölüp, hiç hareket edemedi bir daha.
Vardı bir talebe de, Yusüf bin Halid diye.
Bağdat’a gidiyordu, mühim bir vazifeye.
Ona, şu nasihatte bulundu ki: (Evladım!
Sakın dine muhalif atmayasın bir adım.
İlim sahiplerine, hürmet eyle ve yaklaş.
Gençlere sevgi göster, fasıklardan uzaklaş.
Hep iyilerle görüş, salihlerle düşüp kalk.
Kimseyi kötüleme, sen, kendi haline bak.
Sonra, hiçbir kimseyi hafife alma sakın.
Bilakis, sevgisini kazanmaya bak halkın.
Cimri kimseler ile, eyleme hiç yaranlık.
Bekleme hiç kimseden, bir menfaat, dünyalık.
Senin ziyaretine gelirse bir cemaat,
Dini meselelerden bir mevzu aç ve anlat.
Hep umumi şeyleri öğretmeye bak esas.
İnce meseleleri, açma ve etme temas.
Herkesle iyi geçin, sevsin seni insanlar.
Zira sevgi, muhabbet, ilimde devam sağlar.)
.
Dünyayı kalbine sokmadı
İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleri,
Ticaretle iştigal eder idi ekseri.
Onun güzel ahlakı ve kanaatkârlığı,
Her işinde, kendini gösterirdi devamlı.
Zengin olduğu gibi, cömert idi begayet.
Ve asla emanete, hiç etmezdi hiyanet.
Çok dikkat eder idi, helalden kazanmaya.
Haramın zerresinden, kaçardı çok uzağa.
Öyle Allah korkusu var idi ki içinde,
Her an, takva üzere olurdu her işinde.
Şüpheli olsa idi, az bir kısmı kârının,
Fukaraya verirdi, tamamını o kârın.
Kendi talebesinin ihtiyaçlarını da,
Kendi temin ederdi, giyim, kuşam ve gıda.
Ayrıca para verip, derdi ki: (Bu nimetler,
Benim değil, Rabbimden bende emanettirler.
Benim size verdiğim bu şeyler, Rabbimizin.
Benimle gönderdiği rızkınızdır hep sizin.)
Onlar, maddi bakımdan bir şey düşünmeyince,
İlme çalışırlardı, devamlı gündüz gece.
Çok olmasına rağmen malı, mülkü, serveti,
Onlara, zerre kadar yoktu bir muhabbeti.
Ders veriyor idi ki, bir gün talebesine,
Bir kimse, şu haberi getirdi kendisine:
(Efendim, sizin malı götüren gemi var ya,
Duyduk ki, fırtınadan batıp gitmiş deryaya.)
Bu haberi duyunca, başını öne eğdi.
Biraz durup, peşinden (Elhamdülillah ) dedi.
Az sonra, aynı adam gelerek huzuruna,
Bu sefer, tam aksine bir haber verdi ona.
Dedi: (O batan gemi, size ait değilmiş.
Biz yanlış işitmişiz, batan, başka gemiymiş.)
Bunda da büyük İmam, tefekkür edip yine,
(Elhamdülillah ) deyip, şükreyledi Rabbine.
Lakin talebeleri, merak etti bu hali.
Birisi sordu hemen İmam’a şu suali:
(Geminin battığını duyunca siz ilk defa,
Elhamdülillah deyip, şükrettiniz Allah’a.
Batmamış olduğunu öğrenince, yine siz,
Niçin Elhamdülillah diyerek şükrettiniz?)
O an Ebu Hanife ara verip dersine,
Şöyle cevap buyurdu hemen talebesine:
(İlkinde, düşünmedim mallarımın halini.
Bilakis merak ettim, kalbimin ahvalini.
Üzüntü var mı? diye, nazar ettim kalbime.
Gördüm ki üzüntü yok, şükreyledim Rabbime.
İkinci haberde de, kalbime ettim nazar.
Gördüm ki, bir sevinç yok, şükrettim buna tekrar.)
.
O, ilmin ışığıydı
İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleri,
İlme hizmet etmekti, onun hep gayretleri.
İlim ve içtihadın, ulaştı zirvesine.
Ve Cafer-i Sadık’ın kavuştu çok feyzine.
Bu büyük evliyaya, iki yıl etti hizmet.
Bu sayede kalbine, aktı çok feyz ve hikmet.
Ömrünün sonlarına gelmişti ki o artık,
Abbasi devletinde, karışmıştı ortalık.
O zamanın sultanı, onun bu nüfuzunu,
Kullanmak gayesiyle, çağırdı bir gün onu.
Dedi ki: (Siyasette desteklersen sen beni,
Veririm ben de sana, temyiz reisliğini.)
Fakat o, karışmadı siyaset işlerine.
O ısrar ettiyse de, kabul etmedi yine.
Hapse attı o zaman, o, Ebu Hanife’yi.
Ve reva gördü ona, cefa ve işkenceyi.
Bir ara çıkararak hapisten onu yine,
Evvelki teklifini, tekrar etti kendine.
Lakin o, takvasından reddetti yine bunu.
Sultan ise kızarak, hapsetti tekrar onu.
Başladı işkenceye, hep sopa attırarak.
Her gün devam ettirdi, sayıyı arttırarak.
Lakin halk galeyana gelir endişesiyle,
Zehirletti İmam’ı zehirli şerbet ile.
Şehid edildiğinde, yaşı tam yetmiş idi.
Teslim-i ruh anında, o secde eylemişti.
Duyanlar, çok üzüldü onun şehadetine.
Dediler: (Böyle bir zat, dünyaya gelmez yine.)
Cenazeyi yıkayan, bitirince işini,
Şöyle dile getirdi onun kişiliğini:
(Ey Numan, Allah sana eylesin ki çok rahmet,
Otuz yıl, ilim için eyledin hayli gayret.
Kırk senedir, yatağa, koymadın bir yanını.
İslama hizmet ile geçirdin her anını.
En çok ilim sahibi, en çok ibadet eden,
Sendin, iyi huyları kendinde cem eyleyen.)
Elli bin kişi geldi, onun cenazesine.
Sürdü namaz bitmesi, ta ikindi vaktine.
İnsanlar, gurup gurup kıldılar namazını.
Rahmetle yad ettiler, onun yüksek zatını.
Vefatı hususunda, dediler ki âlimler:
(Dinin büyük direği, yıkıldı ey müminler!
O, ilmin ışığıydı ve bugün söndü artık.
Onun vefatı ile, dünya oldu karanlık.)
Peygamber Efendimiz, buyurdu hadisinde:
(Gider arzın ziyneti, yüzelli senesinde.)
İşbu hadis-i şerif hakkında, çok âlimler,
(Bu, İmam-ı a’zam’ı bildiriyor) dediler.
.
60 - İMAM-I EBU YUSUF (Rahmetullahi Aleyh
.
Yetim ve fakirdi
Hanefi mezhebinde, en büyük müctehiddir.
Ve İmam-ı a’zamın, en baş talebesidir.
Asıl adı, Yakub bir İsmail olsa bile,
Daha fazla bilinir (Ebu Yusüf) ismiyle.
Yediyüzotuzbir'de , Kufe’de doğan bu zat,
Altmışdokuz yaşında, Bağdat'ta etti vefat.
Ebu Yusüf, önceden, bir çok büyük âlimin,
Dersine devam edip, zevkini aldı ilmin.
Sonra talebe oldu, o, İmam-ı a’zama.
Yetim olup, derslerde başarılıydı ama.
İmam da, gördü onun çok zeki olduğunu.
Derslere, daha sıkı bağlamak için onu,
Fakir ailesinin, geçimlerini, bizzat,
Üzerine aldı ki, devamda etsin sebat.
Kendisi anlatır ki: Fakir idi ailem.
Bu sebeple elimde, para da olmazdı hem.
Babam da vefat edip, ben yetim kalmış idim.
Ve ne yapacağımı, birden şaşırmış idim.
Ben, İmam-ı a’zamın medresesinde iken,
Bir ara, baktım annem, çıkageldi aniden.
Dedi ki: (Ey evladım, sen onunla bir misin?
Onun ekmeği hazır, sen ise bir yetimsin.
Sen, yiyecek şeylere muhtaçsın bugün asıl.
Bir sanat öğrenmeye gayret eyle velhasıl.)
Annem böyle deyince, vazgeçerek ilimden,
Bir sanat öğrenmeye, karar verdim içimden.
Bu yüzden gitmeyince, birkaç gün o derslere,
Hocam, bunu farkedip, çağırttı medreseye.
Buyurdu ki: (Seni ben, derslerde görmüyorum.
Seni, bizden ayıran sebep nedir ey oğlum?)
Ben, (Geçim sıkıntısı) deyince kendisine,
Buyurdu ki: (Devam et, sen ilim meclisine.)
Ders bitip, dağılınca bilcümle talebeler,
İhsan etti bana çok, para ve hediyeler.
Buyurdu: (Bu paralar biterse, gel yanıma.
Sakın ders halkamızdan, ayrılıp gitme ama.)
O paralar bitip de, tam diyeceğim zaman,
Söylemeden, çok para eyledi yine ihsan.
Çok maddi ihsanına kavuşmam sebebiyle,
İlimden de nasibim çok oldu bilvesile.
İlme, böyle bağladı beni İmam-ı a’zam.
Bir tek ders kaçırmayıp, devam ettim muntazam.
Hatta babam ölmüştü, çok üzülüp ağladım.
Lakin cenazesinde, bizzat bulunamadım.
Zira gitmiş olsaydım, eğer cenazesine,
Gidememiş olurdum, onun bir tek dersine.
O dersi kaçırmanın acısı, yani derdi,
Ta kıyamete kadar, bende devam ederdi.
.
Yetmezdi hazineler
O devirde birinin, hiç oğlu olmuyordu.
Lakin o, pek ziyade bunu arzuluyordu.
Dedi: (Eğer bir oğul verirse bana Rabbim,
Dört karış boynuzlu bir koç kurban edeceğim.)
Böyle adak yapınca düşünmeden hiç bu zat,
İhsan etti Allah da, ona bir erkek evlat.
Lakin o, bu nezrini yapmak için, ilk elde,
Dört karış boynuzlu bir koç aradı heryerde.
Dört karış uzunlukta boynuzlu bir koç bulmak,
Zordu, fakat bir kere yapmıştı böyle adak.
Bir kısım âlimlere sorduysa da o bunu,
Lakin bulamadılar, onlar çıkar yolunu.
Bir ahbabı dedi ki: (Sen, bu mesele için,
Git Ebu Yusüf’e ki, hallolsun hemen işin.)
Adam, gelip anlattı derdini bu âlime.
Dedi: (Lütfen bir çare bulun benim derdime.)
Buyurdu ki: (Çaresi gayet kolay bu işin.
Ve lakin bir şartım var, bu işi yapmam için.)
(O şart nedir?) deyince, buyurdu ki adama:
(Okumak isteyen çok, mektebimiz yok ama.
Sen, zengin bir adamsın, bu talebeler için,
Gayet geniş bir mektep inşa ettirmelisin.)
Adam (Olur) deyince, buyurdu: (Öyle ise,
Bir koç ile, bir çocuk bularak getir bana.)
Karışlattı çocuğa, o koçun boynuzunu.
Gördüler o karışla, dört karış olduğunu.
Hayran kaldı İmam’ın ilim ve zekasına.
Ve başladı hemence, bir mektep inşasına.
Bir kere de hükümdar, evinde zevcesiyle,
Münakaşa ederken, bir anlık öfkesiyle,
Dedi ki: (Bu geceyi, benim mülkümde olan,
Toprakta geçirirsen, boş ol benden o zaman.)
Sonra sakinleşince, pişman oldu bu lafa.
Ve lakin ok yayından çıkmış idi bir defa.
Hemen Ebu Yusüf’ü çağırdı hanesine.
Dedi: (Bir hata ettim, bu işin çaresi ne?)
Buyurdu ki: (Mescitte kalsın gece hanımın.
Zira geçmez mescidde, senin hükümranlığın.)
Hükümdar çok sevinip, hayran oldu ilmine.
Ve onu tayin etti, temyiz reisliğine.
Biri de, bu âlime sordu dini bir sual.
(Bilmiyorum) deyince, söylendi ki: (Ne bu hal?
Hazineden, bu kadar alırsınız çok ücret.
Yine de bilmiyorum dersiniz, bu ne cüret?)
Buyurdu ki: (Kardeşim, hazineden, bizlere,
Bildiklerimiz kadar veriliyor bir kere.
Bilmediğimiz kadar verilse idi eğer,
Yetmezdi bunun için, birden çok hazineler.)
.
Biz başıboş değiliz
Halife Harun Reşid, bir gün Ebu Yusüf’e,
Mektup yazıp dedi ki: (Nasihat eyle bize.)
Yazdı ki: (Hak teâlâ, verdi sana bu işi.
Lakin bunu, hakkıyle, tam yapamaz her kişi.
Zira mesuliyeti pek çoktur ahirette.
Mazlumlar, haklarını senden alır elbette.
Nasıl ki mesul ise, bir çoban sürüsünden,
Sultan dahi mesuldür, teb’asının hepsinden.
Yapacaksan bu gün yap, iyi iş, salih amel.
Zira hiç belli olmaz, ani gelir hep ecel.
Azabından korkarak, rahmetini umarak,
Kulluk eyle Allah’a, halisane olarak.
Kim korkup sığınırsa, Allahü teâlâya,
Allah da, onu korur, uğratmaz bir belaya.
Yapacağın işleri, öyle seç ki bu günde,
Yarın mahcup etmesin, seni mahşer gününde.
Yok ise amelinde eğer ki ihlas hali,
Çarpılır suratına, bir paçavra misali.
Ey Harun, sen yolcusun, al yanına çok azık.
Aksi halde mahşerde, fayda etmez pişmanlık.
Kalplerin titrediği, çok korkunç yerdir o yer.
Ve asla geçmez o gün, özür ve bahaneler.
Allah’ın huzurunda, o gün bütün ins ve cin,
Amel defterleriyle toplanır hesap için.
O gün herkesin başı, korku ile eğilir.
Ve bekler ki, hakkında, nasıl hüküm verilir?
O günü düşünüp de, amel etmeyen insan,
Öyle pişman olur ki, anlatamaz hiç lisan.
O gün öyle gündür ki, kayar pek çok ayaklar.
Allah’ın huzurunda, çetin olur hesaplar.
Cevap verilemezse, olur büyük pişmanlık.
Lakin olan olmuştur, çaresi yoktur artık.
Ömür çok az, iş mühim, hayli zordur o hesap.
Öyleyse kork Allah’tan, çetindir zira azap.
Ey Harun, hiç güvenme bugün sultanlığına.
Zira mahşer gününde, bakmazlar asla buna.
Makam ve mevkilerin, o gün olmaz değeri.
Görür herkes karşılık, nasılsa amelleri.
Şunu da bilmiş ol ki, sen başıboş değilsin.
Bütün yaptıklarından, hesaba çekilirsin.
Cevabın nasıl olur, onu düşün şimdi sen.
Öyleyse cevabını, hazır eyle şimdiden.
Her ne amel ettinse, bir ömür müddetince,
Hep amel defterine yazılır ince ince.
Mahşerde, satır satır okunacak sana hep.
Günahın okundukça, ne olur halin acep?
Hem o gün bulamazsın kaçacak bir yer dahi.
Sen bunların hepsini, göreceksin Vallahi.)
.
Hayır, vefat etmedi
Yıllarca takib edip hocasının dersini,
İlimden, fazlasıyle almıştı nasibini.
Bir tek dersini bile, onun kaçırmayarak,
İçtihat makamına yükseldi son olarak.
İlim tahsil ederken, bir gün oldu çok hasta.
İyi olma ümidi, kalmamış idi hatta.
Daha sonra, öldüğü zannı ile, bir kişi,
İmam-ı a’zama da haber verdi bu işi.
Gidip dedi: (Ya İmam, bugün akşam, şu saat,
Ebu Yusüf, malesef eyledi Hakka vuslat.)
O ise buyurdu ki: (Hayır, vefat etmedi.)
Hakikaten az sonra, geldi sıhhat haberi.
Hayret edip, İmam’a dediler: (Efendim, siz,
Onun ölmediğini nasıl bilebildiniz?)
Buyurdu ki: (O, ilme, eyledi hayli hizmet.
Onun meyvelerini almadan ölmez elbet.)
O, İmam’ın ilmini yaymakla oldu meşhur.
Bu hususta ilk kitap yazan da, o olmuştur.
Fıkıh âlimlerimiz, yedi derecededir.
En yüksek derecesi, dinde müctehidlerdir.
Amelde, bugün mevcut dört mezhebin reisi,
Bu, birinci guruba girerler herbirisi.
İkincisi, mezhepte müctehid olanlardır.
İmam-ı Ebu Yusüf işte bu guruptandır.
Hadis-i şeriflerden, üçyüzbinini, bu zat,
Hem ravileri ile, ezberlemişti bizzat.
İmam vefat edince, bazı talebesine,
Ders verip, yükseltmişti fakih mertebesine.
Onun üstünlüğünü görünce Sultan Mehdi,
Kadılık makamına onu tayin eyledi.
Sonra Harun Reşid de, onda ilmi liyakat,
Görüp, o memlekete eyledi kad-ıl kudat.
Kadıların kadısı demektir ki bu ünvan,
O idi hakimlerden, bu ünvanı ilk alan.
Onaltı yıl hakimlik yaparak o bu defa,
Halkın suallerine, verirdi dini fetva.
.
Zulüm payidar olmaz
İmam-ı Ebu Yusüf buyurdu: (Hak teâlâ,
Bize, üç nimet verdi, çok değerli ve a’la.
Birincisi, dosdoğru bir iman nimetidir.
Bu, bütün hayırlardan üstün ve kıymetlidir.
İkinci büyük nimet, sıhhat ile afiyet.
Zira hayatın tadı, bunlarla olur elbet.
Üçüncüsü, insanı azdırmayan zenginlik.
Dünyada, bu üç nimet lazımdır herkese ilk.)
Abbasi halifesi, Harun Reşid’e dahi,
Şöyle öğüt nasihat etmişti bizatihi:
(Ya Emir-el müminin, şunu bil ki evvela,
Sana, bu sultanlığı verdi ki Hak teâlâ,
Sevabı, sevapların içinde en yücedir.
Cezası da, cezalar içinde büyükçedir.
Seni memur eyledi, insanların işine.
Böylece girmiş oldun, bir imtihan içine.
Bu işin temelinde adalet varsa eğer,
Senin sultanlığın da, yıllarca devam eder.
Eğer zulüm yaparsan, yıkılır üzerine.
Zulüm payidar olmaz, sana da olmaz yine.
Sen bugünkü işini, yarına bırakma ki,
Bir hastalık, yahut da bir ölüm olur vaki.
Hem gaflete gelip de, kurma ki uzun emel,
Çünkü umumiyetle, ani gelir hep ecel.
Ölüm gelip çatmadan, hizmet et ki her saat,
Zira ecel gelince, elden çıkar bu fırsat.
Ey Harun, doğruluktan ayrılma ki sen sakın,
Aksi halde, teb’an da sapıtır hepsi yarın.
Nefsin ve gadabınla sakın ki iş yapmaktan,
Neticesi, muhakkak olur zarar ve ziyan.
Bil ki, bu dünya fani, ebedidir ahiret.
Sen her an ebediyi, bu fani'ye tercih et.
Her zaman ümitli ol, fakat lazım korku da.
Müsavi olmalıdır, ümit ile korkuda.
Bu hayat bir hayaldir, çok çabuk sona erer.
Hesaba çekilirsin her işten birer birer.
Seri'ül hesaptır ki elbette cenab-ı Hak,
Senin de hesabını çabuk görür muhakkak.
Sen, milletin işini iyi görürsen eğer,
Senin dahi işini, yarın iyi görürler.
Sen, milletin işini unutma ki hiç sakın,
Sen de, mahşer gününde hiç unutulmayasın.
Sen, onların halinden gafil olmazsan eğer,
Seni de, mahşer günü unutmazlar melekler.
Sultanlık nimetinin, bilirsen kıymetini,
Arttırır Hak teâlâ, senin bu nimetini.
Eğer ki şımarır da, zulmedersen bu halka,
Onu elinden alıp, azab eder mutlaka.)
.
61 - AHMED BİN HANBEL (Rahmetullahi Aleyh
.
Dar-ül firak
Ahmed ibni Hanbel ki, ilmi çok etti talep.
Bu uğurda harcadı, kıymetli ömrünü hep.
Kendi oğlu Abdullah, der ki: (Babam, her gece,
Uyumadan, ibadet yapıyordu öylece.
Yatsıdan sonra biraz, istirahat ederek,
Kalkar ve hep ibadet ederdi sabaha dek.
Ahiret işlerine verirdi ehemmiyet.
Lakin dünya malına, vermezdi zerre kıymet.
Gece namazlarını, kaçırmazdı o asla.
Vermezdi ibadete, hiç ara ve fasıla.
Hep kolaylık gösterir, incitmezdi kimseyi.
Çok zaman, sirkesine banıp yerdi ekmeği.
Hızlı adımlar ile yürürdü ekseriya.
Yaptığı beş haccından, üçünü yaptı yaya.
Bir gün, veriyordu ki talebeye dersini,
İçeri biri girdi ve sordu kendisini.
Nereden geldiğini sorunca gelen zattan,
Dedi ki: (Geliyorum, dörtyüz fersah uzaktan.
Bir Cuma günü idi, rüya gördüm o gece.
Nur yüzlü bir ihtiyar, rica etti şöylece:
Sen yarın git Bağdat’a ve İbni Hanbel’e var.
Ona de ki, Hızır’ın, sana çok selamı var.
Gökte melekler dahi, bilir ve sever seni.
Zira sen, düşman bildin içindeki nefsini.
Çok sabırlı davrandın Rabbine ibadette.
Bu yüzden, sen Cennete gideceksin elbette)
Abdullah bin Mübarek adındaki veliyi,
İbni Hanbel çok sever, çok isterdi görmeyi.
Adeta yanıyordu onun muhabbetiyle,
Geçirdi bir ömrünü, hep onun hasretiyle.
Nihayet bu sevgili, geldi bir gün evine.
Oğlu kapıyı açıp, arz etti pederine.
Dedi ki: (Babacığım, Abdullah bin Mübarek,
Teşrif etmiş, kapıda, istiyor sizi görmek.)
(Görüşemeyeceğim) deyince evladına,
Şaşırdı, çok taaccüp eyledi oğlu buna.
Dedi: (Sen yanıyordun, hep onu görmek için.
Şimdiyse eve bile almadın, acep niçin?
Yıllardır yaktı seni, o zatın muhabbeti.
Şimdi görüşmüyorsun, nedir bunun hikmeti?)
Buyurdu ki: (Evladım, söylediğin gibidir.
Ve lakin şimdi görmek, ayrılık gerektirir.
Birkaç gün kavuşsam da bu fani yerde ona,
Korkarım dayanamam, sonra ayrılığına.
Zira dar-ül firaktır bu dünya ey evladım!
Görüşüp ayrılmaya, yoktur benim takatım.
Onu, öyle bir yerde görmek isterim ki ben,
Hiç ayrılık olmasın, göreyim ebediyen.)
.
İlimde gayretli idi
Ahmed ibni Hanbel ki, devrinin bir tanesi.
Resul'ün soyu ile, birleşir sülalesi.
Kaybetti babasını, çok küçük yaşta iken.
Akranına nisbetle, başladı ilme erken.
Seçilip mümtaz oldu, talebe arasında,
Zira öğrendiğini, ezberlerdi anında.
İmam-ı Şafii’den eyledi fıkhı tedris.
Ebu Yusüf’den dahi, öğrendi ilm-i hadis.
Başka çok âlimden de, ders aldı uzun yıllar.
Sonra çıktı Bağdat’tan, dolaştı diyar diyar.
Hadis rivayet eden kim var ise, tek be tek,
Arayıp, evlerinde ziyaret eyleyerek,
Kendi ağızlarından dinlerdi kendi bizzat.
Böylece bu yollarda, çekerdi çok meşakkat.
Tek bir hadis öğrenmek maksadıyle, çok kere,
Üşenmeden giderdi, uzak mesafelere.
Hem de yaya giderdi çoğuna bu yolların.
Severek katlanırdı, o, hepsine bunların.
Hatta bir seyahatte, kalmadı hiç parası.
Varacağı yer ile, çoktu o yer arası.
Sırtında yük taşıyıp, sağladı geçimini.
Yine de bırakmadı, bu ilim tahsilini.
Şaşardı herkes ona, bu gayretinden sebep.
Kitap çantalarını, sırtında taşırdı hep.
Ondaki bu gayreti görenlerden birisi,
Dedi: (Ya ibni Hanbel, var mı senin gibisi?
Bir Kufe’ye, bir Şam’a gidersin durmadan hep.
Bu, ne zamana kadar sürecek böyle acep?)
Buyurdu ki: (Durma yok, hokka ve kalem ile,
Ta ki mezara kadar, devam eder bu böyle.)
İlme karşı gayrette, rastlanmazdı eşine.
Kırk yaşında başladı, fetva verme işine.
Çok kuvvetli zekası, engin bir hafızası,
Varken, yine kitaptan yapardı ders ve vazı.
Tuttuğu notlar ile, ders verirdi her sefer.
Beşbin kişi olurdu dinlemeye gelenler.
Derin ilmi yanında, güzel huyu, ahlakı,
Sayesinde, yanına çekerdi cümle halkı.
Derslerinde yetişip, büyük âlim olanlar,
Dokuzyüzün üstüne çıkmıştı o zamanlar.
Hem de ilm-i hadiste, hiç geçen yoktu onu.
Öğrendiği hadisler, bulmuştu bir milyonu.
Buyurdu ki: (Bu ilim, ekmek ve su misali,
Lazımdır her insana, bilmeli ilmihali.
Lakin amel etmeden, fayda etmez öğrenmek.
Zira öğrendiğiyle, lazımdır amel etmek.
Amelsiz kuru ilim, yüktür sanki insana.
Böyleleri , mahşerde kavuşamaz ihsana.)
.
Olmaz, olmaz!
İbni Hanbel, alırken en son nefeslerini,
(Olmaz! olmaz!) diyerek, kovdu sanki birini.
Oğlu görüp dedi ki: (Ne oldu baba size?
Kime olmaz dediniz, bu, merak verdi bize.)
Buyurdu ki: Evladım, tehlike var şu zaman.
Çok kritik bir anı yaşıyor şimdi baban.
Şeytan, geçmiş karşıma, bana der ki: (Ey Ahmed!
Gel, sen de hıristiyan dini üzre vefat et.)
Ben, (Olmaz! olmaz!) dedim, o, kaçıp etti firar.
Son nefeste, şeytandan çok büyük tehlike var.
En mühim hiylesini, o yapar böyle işte.
Aldananlar, mazallah kalır sonsuz ateşte.
Şehadeti söyleyip, vefat etti nihayet.
Bağdat halkı işitip, üzüldü buna gayet.
Cenaze namazını kılmak için, o zaman,
Geldiler güruh güruh, onbinlerce müslüman.
Yüzbinden fazla kişi, namazını kıldılar.
Kuşlar, tabut üstünden geldiler kabre kadar.
Gayr-i müslimlerden de, gördü bunu çok insan.
Duygulanıp, bir çoğu o gün oldu müslüman.
Sevenlerinden biri, gördü onu rüyada.
Cennette, salınarak yürüyordu orada.
Onu böyle görünce, o kimse şaşırdı pek.
Dedi ki: (Ey efendim, bu nasıl bir yürümek?)
Buyurdu: (Şu kullar ki, dine hizmet verirler,
Cennette, işte böyle salınarak yürürler.)
Birisi sordu ona: (Tevekkül nedir?) diye.
Buyurdu: (Hiç güvenme Rabbimizden gayriye.
Rabbin ile arana, sokma başka kimseyi.
Terk eyle, insanlardan bir nesne istemeyi.
Sana her ne gelirse, nimet veya musibet,
Hepsini Allah’tan bil, Onundur güç ve kuvvet.
Sende hiç bulunmayan, bazı meziyetleri,
Söyleyip, methederse eğer ki seni biri,
Unutma ki o kimse, sende hiç bulunmayan,
Bazı vasıflarla da, kötüler başka zaman.
Kibir olan bir başta, akıldan olmaz eser.
Ahmak dahi odur ki, övülmeyi pek sever.
Kim kusursuz arkadaş ararsa kendisine,
Arkadaşsız kalır o, arasa da bin sene.)
Kendisine dedi ki, bir gün oğlu Abdullah:
(Zühd ile fütüvveti, lütfedin bize izah.)
Buyurdu: (Zühd odur ki, haram korkusu ile,
Terk etmektir, bilcümle mubah şeyleri bile.
Fütüvvet de şudur ki, korktuğun bir şey için,
Sevdiğin pek çok şeyi, terk edebilmelisin.
Yani yakmamak için, Cehennemde kendini,
Terk etmendir, nefsinin heva ve hevesini.)
.
62 - ÖMER BİN ABDÜLAZİZ (Rahmetullahi Aleyh
.
Çok adil idi
Emevi halifesi Mervan’ın torunudur.
Altıyüzyetmişdokuz senesinde doğmuştur.
Yediyüzonyedi’de halife oldu bizzat,
Milletin refahına, hizmet etti her saat.
Adaletli idi ki her işte öylesine,
(İkinci Ömer) demek, layıktı kendisine.
İnce ve nazik yüzlü, zarif, güzel sakallı,
Ve beyaz tenli olup, sevimliydi ve tatlı.
O, Malatya şehrini, o devirde rumlardan,
Yüzbin esir vererek, satın aldı onlardan.
O, hazret-i Ömer’in oğlunun torunudur.
Zamanında insanlar, buldular rahat, huzur.
Ömer ibnil Hattab’ın torunu olması da,
Şu vaka üzerine olmuştur esasında.
Bir gün hazret-i Ömer, gece, şehri gezerken,
Bazı sesler işitti hanelerin birinden.
Bir kadın diyordu ki: (Kalk kızım, süte su kat.)
Lakin kız, etmiyordu bu işe muvafakat.
Diyordu: (Anneciğim, ne olur yapmayalım.
Helal kazancımıza, bir haram katmayalım.
Hem halife, emretti geçen gün bu hususu.
Dedi sakın sütlere ilave etmeyin su)
O böyle dediyse de, annesi etti ısrar.
Dedi ki: (Öyle ise, karıştır az bir miktar.
Mesela hiç olmazsa ilave et bir ölçek.
Gece vakti halife, bizi nerden görecek.)
Kız dedi: (Anneciğim, görmese de o bizi,
Hak teâlâ görüyor her bir amelimizi.
İçimizden geçeni bilmektedir O hatta.
Kulluğa yakışır mı bulunmak bir günahta?)
İşbu konuşmaları, hazret-i Ömer dahi,
Evlerinin önünde işitti bizatihi.
Kızın bu sözlerini, takdir etti begayet.
O haneyi belleyip, evine etti avdet.
Hiç tereddüt etmeden, buyurdu ki oğluna:
(Bir saliha kız buldum, alayım onu sana.)
Sabah gitti o eve, kapıyı çaldı hemen.
Kadın onu görünce, telaşlandı aniden.
Zira kapıya gelen, Emir-ül müminin’di.
Acaba teşrifinde, asıl sebep ne idi?
Buyurdu ki: (Ey hatun Allah’ın emri ile,
Kızını, oğlum için geldim talep etmeye.)
Kadın çok memnun olup, kabul etti gönülden.
Kız, hazret-i Ömer’e gelin oldu o günden.
Hatta (İkinci Ömer) denmekle meşhur olan,
Ömer bin Abdülaziz, zuhur etti bunlarda
.
Beş şartım var
Ömer bin Abdülaziz, malikti çok servete.
Lakin ondan daha çok, sahipti sehavete.
Öyle cömert idi ki, o kadar olur ancak.
Servetini, herkese dağıtırdı saçarak.
Faziletler sahibi, âlim ve pek adildi.
Eşine az rastlanan, bir insan-ı kâmildi.
Halife Melik ibni Abdülmelik devrinde,
Vali tayin edildi, Mekke ve Medine’de.
Hemen gitti o yere, yapmak için bu işi.
Onu karşıladılar âlimlerden çok kişi.
Sonra işe başlayıp, sarıldı adalete.
Kavuştu hemen herkes, huzur ve saadete.
Kendi memleketini terk edip çoğu insan,
Hicaz’da yerleşmeye geliyordu o zaman.
O devrin halifesi, ölüm hastalığına,
Yakalanıp, çağırdı vezirini yanına.
Dedi: (Bu hastalıkla gidersem ahirete,
Ömer bin Abdülaziz otursun hilafete.)
Sonra, bir ahitname yazdı ve mühürledi.
(Bunu, ben öldüğümde, herkese oku) dedi.
Sonra vefat eyledi, fazla zaman geçmeden.
Vezir de, valileri çağırdı sonra hemen.
Mühürlü ahdnameyi okudu valilere.
Ömer bin Abdülaziz şaşırdı birden bire.
Ahiret adamıydı zira bu mübarek zat.
Bu iş için, kendinde göremedi liyakat.
Yani o, hilafetin ağır yükü altına,
Girmekten korkuyordu, herkesin hilafına.
İsmi okunduğunda, şaşırıp kaldı birden.
İstifa isteğinde bulundu kendi hemen.
Lakin kabul olmadı, bu istifa dileği.
Aynen tasdik olundu, o gün halifeliği.
Vezir, onun koluna girerek sonra yine,
Konuşma yapmak için, çıkardı minberine.
Ömer bin Abdülaziz, bir hutbe okuyarak,
Beş şey talep eyledi onlardan ilk olarak.
Dedi ki: (Ey insanlar, idaremizde her kim,
Var ise, ben onlardan, şu beş şartı isterim.
Birincisi, halini bize arz edemeyen,
Halkımın ahvalini, söyleyin bize hemen.
İkincisi, hayırlı, iyi işlerimizde,
Bize yardımcı olun ve destekleyin siz de.
Üçüncüsü, hak yoldan ayrılırsak biz biraz,
Siz buna mani olup, eyleyin hemen ikaz.
Dördüncüsü, halkımdan hiçkimse, hiçkimsenin,
Arkasından konuşup, gıybetini etmesin.
Beşincisi, dünyaya ve ahirete ait,
Faidesiz şeylerle, geçirmeyin hiç vakit.)
.
İnsanın şerefi
Ömer bir Abdülaziz, halife olduğunda,
Hilafet konağına tam gideceği anda,
Saltanat atlarını getirdiler önüne.
O, atları görünce, sual etti: (Bunlar ne?)
Dediler: (Hilafete mahsus olan atlardır.)
Buyurdu ki: (Lüzum yok, kendimin atı vardır.)
Saltanat atlarını geriye çevirerek,
Eve gitti, kendine ait ata binerek.
Evinde, hizmetçisi karşılayınca onu,
Gördü çok düşünceli ve üzgün olduğunu.
Dedi ki: (Ey efendim, kederli halinizin,
Sebebi ne acaba, üzülmeniz ne için?)
Buyurdu ki: (Doğudan, ta ki batıya kadar,
Ümmet-i Muhammedi, artık benden sorarlar.
Bu günden itibaren, girdim bu ağır işe.
Var mıdır bundan büyük mesuliyet, endişe?)
Sonra, hem amca kızı, hem de hanımı olan,
Fatıma'yı , yanına çağırarak o zaman,
Dedi: (Eğer benimle istiyorsan yaşamak,
Çıkar ziynetlerini ve beytülmala bırak.
Zira o mücevherler olursa sende eğer,
O takdirde kalamam ben seninle beraber.)
Fatıma (Peki) deyip, bütün ziynetlerini,
Beytülmala bırakıp, almadı bir tekini.
Ellibin altın vardı halifenin yanında.
O da, o altınları hibe etti anında.
Dağıttı fakirlere daha varsa her nesi.
En son kaldı giyecek bir adet elbisesi.
Hizmetçilerine de deki ki: (Serbestsiniz.
Azad edebilirim isterseniz eğer siz.
Kalmak isteyen varsa, bir şartla kalabilir.
O, benden hiçbir nesne talep etmemelidir.
Çünkü bana verilen vazife, ağır ve zor.
Sizle meşgul olmaktan, beni alıkoyuyor.)
Onlar bunu dinleyip, hepsi çok ağladılar.
Şartları kabul edip, yine ayrılmadılar.
Ömer bin Abdülaziz, halife iken, önce,
Oğlu Abdülmelik’e mektup yazdı şöylece.
Dedi: (Kendimden sonra, nasihat edeceğim,
İlk insan sensin oğlum, dinle, ne diyeceğim.
Hak teâlâ bizlere, bulundu çok ihsanda.
Biz bunlara şükredip, olmayalım isyanda.
Kendine, gençliğine, sıhhatine dikkat et.
Allahü teâlâya eyle halis ibadet.
Sen, kendi amelinle çekilirsin hesaba.
Öyle bir hayat sür ki, düşmeyesin azaba.
İnsana şeref veren, sırf ilimdir ve edep.
Sanma ki, kıymet verir insana mal ve nesep.)
.
Susan kurtuldu
Devrin âlimlerinden Malik bin Dinar vardı.
Bu evliya hakkında, şöyle buyurmuşlardı:
Ömer bin Abdülaziz, halife olduğunda,
Bir çobana rastladım sürüsünün yanında.
Halinden gayet memnun gibi görünüyordu.
(Gelen adil halife, acaba kim?) diyordu.
Dedim ki: (Bu halife, çok adildir hakikat.
Sen böyle olduğunu nereden bildin fakat?)
Dedi: (Ne çok adil ki bu gelen yeni sultan,
Hiçbir kurt, kuzulara saldırmıyor bu zaman.)
Ömer bin Abdülaziz, âlimlerle her gece,
Sık sık sohbet ederdi oturup beraberce.
Ölüm ve ahiretten sıkça konuşurlardı.
Sonra çok hüzünlenip hepsi ağlaşırlardı.
Allahü teâlânın emirlerini, halka,
Bildirmeyi, kendine borç bilirdi mutlaka.
Kendi tam yaptığından islamın ahkamını,
İbadet ve taate sevkederdi halkını.
O devirde insanlar, düştüler bu gayrete.
Herkes, sarılıyordu ilim ve ibadete.
İnsanlar, bir araya geldiklerinde hatta,
Sorarlardı: (Bu gece, bulundun mu taatta?)
Ve (Kur’an-ı kerimden, kaç sahife okudun?)
(Kaç âyet ezberledin?) ve (Kaç gün oruç tuttun?)
Herkes, birbirlerine sorardı bu şeyleri.
Zira yoktu onların başka düşünceleri.
Ömer bin Abdülaziz, islama girmiş olan,
Bid’atlerin hepsini, kaldırdı hep ortadan.
Ve yine unutulmuş sünnet varsa ne kadar,
Ortaya çıkarmaya çalıştı yine tekrar.
Sahabe arasında olan savaşlar için,
Halkın konuşmasına, vermezdi asla izin.
Derdi ki: (O savaşlar, olmuştu içtihatla.
Katiyen olmamıştı düşmanlık ve inatla.
Nasıl ki Hak teâlâ, bizim ellerimizi,
O kanlara girmekten korudu ise bizi,
Biz de, lisanımızı tutup konuşmayalım.
Böylece dilimizi hiç karıştırmayalım.)
Ömer bin abdülaziz, hazret-i Evzai’ye,
Mektup yazıp, şunları etti ona tavsiye:
Kim, ölümü bir günde hatırlarsa çok defa,
O, az bir dünyalıkla edebilir iktifa.
Konuştuğu her sözden, hesap vereceğini,
Bilen de, az konuşur, yani tutar dilini.
Ancak lüzum ettikçe konuşur, kelam eder.
Zira (Susan kurtuldu) buyuruyor Peygamber
.
Ölümü unutmayın
Ömer bin Abdülaziz, birkaç arkadaşıyle,
Kabristana uğrayıp, ağladı göz yaşıyle.
Dedi: (Ey kardeşlerim, gördüğünüz kabirler,
Ceddim Emevilere aittir hepsi birer.
Sanki hiç bu dünyaya gelip yaşamamışlar.
Dünya lezzetlerini, sanki hiç tatmamışlar.
Şimdi toprak altında, hepsi çürümektedir.
Dökülen etlerini, böcekler yemektedir.)
Daha sonra, hüzünle yürüdü az ileri.
Buyurdu ki: (Dün gece, düşündüm ölüleri.
En sevdiğin bir dostun, vefat etse şu anda,
Üç gün sonra, halini bir görsen mezarında,
Gördüğün manzaradan, mutlak nefret ederdin.
Tahammül edemeyip, hatta geri dönerdin.
Zira sen görürdün ki, mezarda, kurt ve böcek,
Kemirir bedenini, dayanmaz buna yürek.)
Ömer bin Abdülaziz, sözünü bitirmeden,
Dehşete kapılarak, bayılıp düştü birden.
Takva sahibi olup, çok ibadet yapardı.
Ahiret derdi ile, gün be gün zayıflardı.
Bir dostu, vakıf olup onun bu ahvaline,
Ziyaretine gelip, sordu ki: (Bu halin ne?)
Cevaben buyurdu ki; (Bu halimde ne var ki?
Eğer ömrüm biter de, ölümüm olsa vaki,
Birkaç gün geçtiğinde, gelsen ziyaretime,
Daha hayret ederdin mezardaki halime.
Görürdün ki, gözlerim yanaklarıma akmış.
Dudaklarım dökülüp, dişlerim açık kalmış.
Yüzüm gözüm bulaşmış cerahat ve irine.
Karnım şişip yayılmış, göğsümün üzerine.
Midem, bağırsaklarım, dökülmüş topraklara.
Yem olmuş şu bedenim böceklere, kurtlara.
Sen şimdi bu halimi hayretle karşıladın.
Mezardaki halimi görseydin ne yapardın?)
Birine mektup yazıp, buyurdu: (Biraderim,
Günahımdan ötürü, Rabbimden af dilerim.
Allahü teâlânın azabından korkunuz.
Kullara zulmetmekten dahi uzak durunuz.
Kim Cenneti isterse, kaçınsın Cehennemden.
Düzeltsin kendisini, henüz ecel gelmeden.
Hesaba çekilmeden, görün hesabınızı.
Ölmeden tövbe edip, isteyin affınızı.
Zira kıyamet günü, mazeret kabul olmaz.
Tövbe için, bu günden müsait gün bulunmaz.
Kişi, amelleriyle gelir mahşer yerine.
İnsanların halleri, benzemez birbirine.
Ne mutlu şunlara ki, çok azdır günahları.
Ne yazık şunlara ki, Arş’a çıkar ahları.)
.
Ahmak kimdir?
Ömer bin Abdülaziz, bir sarhoş gördü yolda.
Yakalayıp, bir ceza verecekti o anda.
Lakin tam o sırada, hakaret etti sarhoş.
Vazgeçti o cezadan, salıverdi başıboş.
Dediler ki: (Siz ona ceza verecektiniz.
O, hakaret edince, ne için vazgeçtiniz?)
Buyurdu: (Gördüm onun içkili olduğunu.
Cezalandıracaktım din için hemen onu.
Hakaret eyleyince, öfke geldi kalbime.
Korktum, nefsim karışır bu halis niyetime.)
Ömer bin Abdülaziz, herkese şefkatliydi.
O, hayvanlara bile, pek çok merhametliydi.
Bir katırı vardı ki, onu çalıştırarak,
Kârıyla, geçimini sağlıyordu o ancak.
Katırı çalıştıran işçisi, bir gün geldi.
Normalden daha fazla ona para getirdi.
Sordu ona: (Ne için getirdin fazla para?)
Dedi ki: (Katır ile, erken gittim pazara.)
Buyurdu ki: (Hayvanı yormak iyi değildir.
Bunu telafi için, üç gün onu dinlendir.)
Misafiri var iken hanesinde bir kere,
Lambasının ışığı, azaldı birden bire.
Misafirler dedi ki: (Ya Emir-el müminin!
Lambanın yağı bitmiş, koyalım izin verin.)
Buyurdu: (İş gördürmem, kendi misafirime.
Zira bu iş, yakışmaz, benim mürüvvetime.)
Dediler: (Hizmetçiyi kaldıralım, o koysun.)
Buyurdu: (Yeni yattı, bırakın da uyusun.)
Sonra kalkıp kendisi yağ koydu lambasına.
Şaştı herkes, bu işi kendinin yapmasına.
Buyurdu ki: (Bu işi yapmadan da Ömer’dim.
Ama yapıp bitirdim, yine aynı Ömer’im.
Kulların hayırlısı Hak teâlâ indinde,
Tevazu gösterendir her bir hareketinde.)
Bir gün de, hanımına sual etti bir ara:
(Var mı senin yanında bir dirhem kadar para?)
Dedi ki: (Senin gibi sultanda, bu dünyalık,
Olmazsa, bir kadında bulunur mu o artık?)
Buyurdu: (Ya Fatıma, çok doğru söylüyorsun.
Bende bulunmayınca, sende nasıl bulunsun.
Fakat böyle olması, Cehennemde, kızgın bir,
Zinciri, boğazımda taşımaktan iyidir.)
Oğlu, bin dirhem verip, yüzük taşı alınca,
Ona bir mektup yazdı, buna vakıf olunca.
Buyurdu ki: (Ey oğlum, satıp o aldığını,
Yerine, bin fakirin doyuruver karnını.
Sonra, iki dirhemlik yüzük taşı al yine.
Ve (Haddini bil) diye yazsınlar üzerine.)
.
Kabir konuşuyor
Ömer bin Abdülaziz, bazı sevdikleriyle,
Bir gün, bir cenazeyi gitmişti defnetmeye.
Defin işi bitip de, herkes ayrıldığında,
O, birkaç kişi ile, durdu kabir yanında.
Dediler ki: (Efendim, siz ne için kaldınız?
Cenaze sizin değil, niçin ayrılmadınız?)
Buyurdu: Kardeşlerim, tam gideceğim zaman,
Kabir, bana seslenip, şöyle dedi arkamdan:
(Ya Ömer, sormuyorsun, ne yaptım dostlarına?
Diyeyim de, haber ver geri kalanlarına.
İlk önce, ben onların, yırttım kefenlerini.
Sonra da, parça parça yaptım bedenlerini.
Kan ve irinlerini içtim kabre inince.
Etlerini kemikten ayırdım ince ince.)
Ömer bin Abdülaziz, söylerken bu sözleri,
Kederinden, yaş ile doluverdi gözleri.
Cemaat, kendisini dinliyordu öylece.
Dedi: Kabir, sözüne devam etti şöylece:
(Nerede sizden önce dünyada yaşıyanlar?
Nerede bu dünyaya sımsıkı sarılanlar?
Hani, uzun emeller, hayaller kurmuşlardı.
Hiç ölmeyecek gibi, ona sarılmışlardı.
Ölümü düşünmeyip, durmadan mal yığdılar.
Ölenleri görüp de, hiç ibret almadılar.
Onların servetine, herkes gıbta ederdi.
Biz dahi, onlar gibi zengin olsak derlerdi.
Hani, şimdi ne oldu o servet ve mallara?
Bir anda ayrılarak, girdiler mezarlara.
Kara toprak altında, çürüyüp toz oldular.
Yedi bedenlerini haşereler ve kurtlar.)
Ömer bin Abdülaziz, bu sözleri, kabirden,
Dinleyip, gözyaşları boşandı gözlerinden.
Kabir, devam ederek, seslendi ki: (Ya Ömer!
Bir gün, bu kabristana yolun düşerse eğer,
Sor o zenginlere ki, ne kaldı o varlıktan?
Sor o fakirlere de, ne kaldı o darlıktan?
Ne oldu dilinize, niçin susuyorsunuz?
N'oldu gözlerinize, göremiyor musunuz?
Sor onlara, ne oldu o yumuşak tenleri?
Ne oldu dimdik duran kuvvetli bedenleri?
Bu çukurun kurtları, neler yaptı onlara?
Sor ki, yem mi oldular böceklerle kurtlara?
Halbuki bir vakitler, yaşıyordu herbiri.
Var idi herbirinin, güzel, şirin evleri.
Bu dünyaya aldanıp, haramlara daldılar.
Ahireti unutup, hazırlık yapmadılar.
Fakat ölüm, onları, yakaladı bir anda.
Şimdi de yatıyorlar, hepsi mezarlarında.)
.
Ey aciz insan!
Ömer bin Abdülaziz, mütevazı idi pek.
Yani hiç yoktu onda, kendisini beğenmek.
Hutbede gelse idi, eğer böyle düşünce,
Yarıda keser idi, o hutbeyi hemence.
Bu hal, yazı yazarken gelseydi bir kerecik,
Bırakıp, o kağıdı yırtardı hemencecik.
Hep derdi ki: (Ya Rabbi, senden af diliyorum.
Şu nefsimin şerrinden, sana sığınıyorum.)
Bir mahzeni var idi, evde, yerin altında.
Hep o yere girerdi, gece karanlığında.
Ve boynuna, demirden bir zincir bağlıyordu.
Gece, sabaha kadar, bu halde kalıyordu.
Allahü teâlânın korkusuyla, her gece,
Ağlayıp, gözlerinden yaş dökerdi öylece.
Bir sohbet esnasında, şöyle dedi bir zaman:
(Ey sonu ölüm olan biçare, aciz insan!
Seni, fani dünyada aldatan nedir acep?
Zannediyor musun ki, burada kalırsın hep?
Ölmeyecekmiş gibi bir his var hallerinde.
Yoksa, ölmemek için, senet mi var elinde?
Ölüm, her gün birine gelmektedir akıbet.
Buna mani olmaya, kimde var güç ve kuvvet?
Ölüm uyandırmadan, uyan ki bu gafletten,
Zira ecel gelince, uyanacaksın zaten.
Rüyada, nimetlere kavuşan insan gibi,
Bu dünya zevklerine kaptırmışsın kendini.
Bu geçici zevklere aldanarak ey insan!
Şu kıymetli ömrünü, boş yere etme ziyan.
Küçük, basit işlerle, hergün uğraşıyorsun.
Hatta hayvanlar gibi, gayesiz yaşıyorsun.
Gündüzlerin gaflet ve günahlarla geçiyor.
Gecen ise, uykuyla ziyan olup gidiyor.
Halbuki, sen sorumsuz ve başıboş değilsin.
Yaptığın her amelden, hesaba çekilirsin.
Senin bir sahibin ve Onun emirleri var.
Halis kul, sahibinin emirlerini yapar.
Geçmiş, hem de gelecek, bilcümle insan ve cin,
Yarın mahşer yerinde toplanır hesap için.
Orada kurulur bir adalet terazisi.
Tartılır her insanın, sevap ve seyyiesi.
O mahkemenin adı, mahkeme-i kübradır.
Onun tek hakimi de, Allahü teâlâdır.
Ahiret korkunç gündür, yürekleri parçalar.
O gün, anne babalar, evlatlarından kaçar.
O ahiret gününün dehşet ve şiddetinden,
Kaçar yine bir kardeş, diğer kardeşlerinden.
Hatta titrer o günde, melekler, Peygamberler.
Düşürür çocuğunu, çok hamile anneler.)
.
Son Cuma hutbesi
Son Cuma hutbesinde, bu mübarek veli zat,
Şöyle buyurmuştu ki: (Ey muhterem cemaat!
Yarın mahşer gününde, korkusuzluk, emniyet,
İçinde bulunmayı istiyorsanız şayet,
Ve yine Cehennemden kurtulabilmek için,
Bu günden, çaresine bakın elbet bu işin.
Burada, çok korkun ki Allahü teâlâdan,
Kurtuluş mümkün olsun, ahirette azaptan.
Bu geçici dünyayı, sonsuzluk âlemine,
Tercih edip, kanmayın nefsin hiylelerine.
Bu ömür sermayesi, günahla geçerse hep,
Kul, yarın Sahibi'ne, ne cevap verir acep?
Hergün birer ikişer, ölenler görüyoruz.
Onları, elimizle götürüp gömüyoruz.
Kara toprak altında, tek ve tenha olarak,
Yatıyorlar kefenle, ne yastık var, ne yatak.
Ölümün acısını duyan o fanilerin,
Halleri, ne acı bir ibrettir bizler için.
Zira sevdiklerinden, birden ayrılmışlardır.
Hiç tanımadıkları bir yere varmışlardır.
Uyanmışlar ise de orada bu gafletten,
Yok artık bir faydası, iş işten geçmiş hepten.
Telafi imkanı da, yoktur artık o yerde.
Acı azab olunur onlara kabirlerde.
Bu dünya hayatında uyansalardı şayet,
Olmazdı onlar için, bu pişmanlık, nedamet.
Naz ve niyaz içinde yaşarken bu dünyada,
Şimdi, acı azaplar görüyorlar orada.
Bırakıp gittikleri paranın, mal ve mülkün,
Hiçbir faidesini görmezler onlar o gün.
Zerre kadar da olsa, bir iyilik, bir taat,
Yaptılarsa, onlardan bekliyorlar bir imdat.
Bu, düşünmeye değer hal var iken her zaman,
Yine ibret almaz mı bunlardan gafil insan?
Sanmayın nasihate yok benim ihtiyacım.
Nasihate, ben sizden daha fazla muhtacım.
Allahü teâlânın yüce kitabı olan,
Bu Kur’an-ı kerimi, kendine rehber yapan,
Ve Resul-i zişanı örnek alan kendine,
Kavuşur ahirette, Cennet nimetlerine.
Ey muhterem cemaat, işlenen her günahın,
Her biri, Cehennemde bir ateş olur yarın.
Yapılan her iyilik, hayır ve ibadet de,
Herbiri, birer nimet olacaktır Cennette.)
Ömer bin Abdülaziz, söyledi bu sözleri.
Daha sonra ağlayıp, yaşla doldu gözleri.
Bu, son hutbesi idi, hem de en son nasihat.
Fazla zaman geçmeden, eyledi Hakka vuslat.
.
Affetti kölesini
Ömer bin Abdülaziz zamanında, cümle halk,
Sulh ve sükun içinde yaşadı tam olarak.
Lakin çekemeyenler var idi kendisini.
Bu düşmanlar, çağırdı bir gün hizmetçisini.
Kandırdılar köleyi, tam bin altın vererek.
Dediler: (Efendini öldür zehirleyerek.)
Halife, anlayınca zehiri içtiğini,
Çağırdı huzuruna, hemen hizmetçisini.
Dedi: (Hiçbir fenalık yapmamışken ben sana,
Peki, bu ihaneti ne için yaptın bana?
Eğer ki doğrusunu söylersen sen bu işin,
Ceza vermeyeceğim sana ben bunun için.)
Hizmetçi, yaptığına gayet pişman olarak,
Yalvarmaya başladı, yerlere kapanarak.
Dedi ki: (Ey halife, size düşman olanlar,
Bana, bin altın verip, bu işi yaptırdılar.)
Gönderdi bin altını devlet hazinesine.
Ve (Affettim) buyurdu sonra da kendisine.
Zehirin tesiriyle, yatağa düştü hemen.
Ve kayın biraderi, geldi vefat etmeden.
Halifenin üstünde, mevcut idi bir gömlek.
Ve kayın biraderi, o gömleği görerek,
Çağırdı yanlarına, hemen hemşiresini.
Dedi ki: (Halifenin, yıka şu gömleğini.)
Bunu hatırlattı ve sonra gitti evine.
Ertesi gün tekrardan, oraya geldi yine.
Gördü ki, yıkanmamış halifenin gömleği.
Hemen hemşiresine sordu bu meseleyi.
Dedi ki: (O gömleği demiştim yıka diye.
Ve lakin yıkanmamış görürüm, acep niye?)
Dedi: (Başka gömleği yoktur ki kendisinin,
Onu giysin üstüne, bunu yıkamak için.)
Hanımın bu cevabı, çok hayret verdi ona.
Ağlayıp, gözyaşları aktı yanaklarına.
Halbuki teb'asından, yoktu hiç fakir biri.
Yüksekti her kişinin, hayat seviyeleri.
Onun dirayetli ve güzel idaresiyle,
Zekat alacak fakir, yoktu bir kimse bile.
Hatta yirmibeş sene müddetle, bu bir gerçek.
Bir fakir bulunmazdı, yine zekat verecek.
Öleceğine yakın, dediler: (Hazineden,
Ailene birşeyler vasiyet et ölmeden.)
Buyurdu ki: (Ya iyi, salih olur çocuklar,
Ya da, haram işleyen fasık kimse olurlar.
Salih olurlar ise, lüzum yok asla mala.
Zira yardımcı olur, onlara Hak teâlâ.
Yok eğer kötü insan, fasık olacaklarsa,
Onların günahına, yardımcı olmam asla.)
.
Cihanın güneşi battı
Ömer bin Abdülaziz, ölüm hastalığında,
Bir tabip çağırdılar, gelip durdu yanında.
Bakıp sonra dedi ki: (Çok zehir içmiş bu zat.
Hayatı hususunda, veremem bir teminat.)
Ağlamaya başladı ölüm hastalığında.
Yakın akrabaları bulunurdu yanında.
Dediler: (Ey halife, ne için ağlıyorsun?
Bir mücahid olarak, Rabbine varıyorsun.
Allah’ın yardımıyle, ihya ettin sünneti.
Ve ortadan kaldırdın dindeki her bid’ati.)
Buyurdu: (Çıkacağım Rabbimin huzuruna.
Bu milletin hesabı, sorulacak hep bana.
Bu hesabın altından kalkabilecek miyim?
Ben bunu düşünerek, ağlayıp yaş dökerim.)
(Beni oturtun) dedi sonra ordakilere.
Ve yüksek bir ses ile, şöyle dedi bu kere:
(Hakiki mabud, ancak Allahü teâlâdır.
İbadet olunmaya, sırf Onun hakkı vardır.)
Daha sonra, başını çevirdi gök yüzüne.
Ve sevinç gözyaşları, doldu iki gözüne.
Dedi: (Öyle kişiler görürüm ki ben şu an,
O gördüğüm kimseler, ne cindir, ne de insan.)
Kelime-i şehadet getirip hem o saat,
Ruhunu teslim edip, eyledi Hakka vuslat.
Vasiyet etmişti ki: (Ey Meymun ibni Mihran!
Ben de vardım halife Velid’in öldüğü an.
Yüzünü açıp baktım, siyah idi bir nice.
Sen de, benim yüzüme bak kabrime inince.)
Ömer bin Abdülaziz, vakta ki etti vefat.
Cenaze namazını, kıldı bütün cemaat.
Sonra, cenazesini indirdiler kabrine.
Vasiyeti üzere, baktılar cemaline.
Gördüler, gençliğinden daha nurlu ve parlak.
Sevimli ve güzeldi, gıbta etti cümle halk.
O vefat ettiğinde, çok üzüldü her insan.
Gözyaşları içinde, ağladı her müslüman.
Hatta cenazesinin arkasından, bir rahip,
Üzüntüyle yürüyüp, ağlardı garip garip.
Dediler: (Bu ölen zat, değildi dininizden.
Sen niçin ağlıyorsun bu gidenin izinden?)
Dedi ki: (Yer yüzünde, bir tane güneş vardı.
Şuna ağlıyorum ki, o güneş şimdi battı.)
Bir çoban da diyor ki: (Dağda, koyun güderken,
Bir kurt, gelip saldırdı koyunlara aniden.
Düşündüm ki: Herhalde halife etti vefat.
Zira o hayattayken, olmazdı bu vukuat.
Sonradan öğrendim ki, fazla zaman geçmeden:
Ömer bir Abdülaziz vefat etmiş gerçekten.)
.
Biz ölüme hedefiz
Ömer bin Abdülaziz, takva ehli bir zattı.
Düşündüğü, sadece ahiret ve hesaptı.
(Kulların hukukuna edemezsem riayet,
Halim ne olur?) diye, endişedeydi gayet.
Bir kimse anlatır ki: Ömer bin Abdülaziz,
Halifelikten önce, etli idi ve gürbüz.
Sonra, çok zayıflattı onu bu halifelik.
Öyle ki, bu korkuyla, kaldı bir deri-kemik.
İşte bu mübarek zat, namaz kıldı bir gece.
Bayıldı, bir âyeti kıraat eyleyince.
Namazda okuduğu âyette, cenab-ı Hak,
Şöyle buyuruyordu zira meal olarak:
(Boyunlarına bağlı demirden bukağılar,
İle, sürüklenerek, ateşe atılırlar.)
Hatta sabaha kadar, bunu tekrar ederek,
Ağladı hüngür hüngür, gözyaşları dökerek.
Bir gün mektup yazmıştı, ahbabından birine.
Buyurdu ki: (Aldanma nefsinin isteğine.
Çıkarma hatırından, bir an ölüm halini.
Dünyadan, ahirete çeviriver kalbini.)
Bir gün de buyurdu ki: (Biz insanlar, hepimiz,
Ölüm için bir namzet, yahut hedef gibiyiz.
Ölüm, istediğini seçiyor, götürüyor.
Bu dünyaya gelenler, mutlak bir gün ölüyor.
Dün geçti, o, iyi bir şahittir hakkımızda.
Ölüm de, uzak değil, bekler yakınımızda.
Bu gün, büyük bir fırsat, mühim bir emanettir.
Onu, en iyi yerde değerlendirmelidir.
Yarın henüz gelmedi, belki de gelmeyecek.
Zira yarın gelmeden belki ecel gelecek.)
Bir gün de, hutbesinde buyurdu: (Ey insanlar!
Rabbimiz dışa değil, niyete, kalbe bakar.
Yani siz, kalbinizi eğer düzeltirseniz,
Düzelir ona göre dışınız, zahiriniz.
İnsanın a’zaları, kalbine bağlıdırlar.
Kalp iyiyse, onlar da hep iyilik yaparlar.)
Başka bir mektubunda buyurdu ki: (Evladım!
Her gün, yaklaşıyoruz ölüme adım adım.
Tavsiye ederim ki, kork Allah’tan her zaman.
Bu fırsat elde iken, ahirete hazırlan.
Ölüp de, ahirete gitmiş farzet kendini.
Allah’ı görür gibi, ifa et amelini.
Gün geçtikçe ömrümüz, daha noksanlaşıyor.
Ecel de, o nisbette bizlere yaklaşıyor.
Aklı olan, günahta heba etmez ömrünü.
Gönül vermez dünyaya, düşünür ölümünü.
Mahşerin şiddetini hatırlayarak her an,
O güne hazırlanır, gece gündüz durmadan.)
.
Onlar böyleydi
Ömer bin Abdülaziz, halifeyken ilk daha,
Mektup yazdı, sevdiği Salim bin Abdullah’a.
Dedi ki: (Ey kardeşim, emir oldum millete.
Rabbimiz yardım etsin bana bu vazifede.
Senden ricam şudur ki, dedem hazret-i Ömer,
Hakkında, tafsilatlı bilgiler bana gönder.
Ben de, onun izinde yürümek istiyorum.
Kendime, onu örnek almayı diliyorum.)
O âlim de yazdı ki ona cevap olarak:
Yardımcı olsun sana, bu işte cenab-ı Hak.
Deden hazret-i Ömer, halife olunca ilk,
Maaş tayin ettiler kendine hemencecik.
Hazret-i Ebu Bekr’in aldığı maaş kadar,
Ona dahi verdiler bir para, aynı miktar.
Lakin bazan düşerdi maddi bir sıkıntıya.
Eshap çare aradı toplanıp bu mevzuya.
Dediler: (Arz etsek de, bu hususu Ömer’e,
Maaşını, bir miktar arttırsak hale göre.)
Hazret-i Ali ile, bir de hazret-i Zübeyr,
Bu hali, arz etmeye giderlerken, bu sefer,
Yolda hazret-i Osman, durdurdu gidenleri.
Dedi: (Bilmez misiniz siz acaba Ömer’i?
Zannetmem ki yanaşsın sizin teklifinize.
Belki de celallenip, kızacak şimdi size.
Bunu, kızı Hafsa’ya söyletirseniz eğer,
Onun hatırı için, inşallah kabul eder.)
Gelip izah ettiler Hafsa’ya önce bunu.
Dediler ki: (Söyleme, bizlerden duyduğunu.)
Kızı hazret-i Hafsa, gelerek pederine,
Arz etti çekinerek bunu kendilerine.
Lakin hazret-i Ömer, bir anda celallendi.
Buyurdu ki: (Buraya seni kimler gönderdi?
Ey kızım, söyle bana adı için Allah’ın,
Kaç tane elbisesi vardı Resulullahın?)
Dedi ki: (Babacığım, Allah için diyorum.
İki kat elbisesi var idi, biliyorum.
Onlarla karşılardı, yabancı elçileri.
Ve onlarla okurdu Cumada hutbeleri.)
Buyurdu ki: (Ey kızım, doğru dedin, ne iyi.
Peki, neydi Resul’ün en kıymetli yemeği?)
Dedi: (Umumiyetle arpa ekmeği yerdik.
Başkalarına dahi, onu ikram ederdik.)
Sordu yine: (Ey kızım, Allah’ın Resulünün,
En geniş ve en rahat yaygısı neydi ogün?)
Dedi: (Kaba kumaştan, var idi bir sergimiz.
Yazın, dört kat edince, olurdu minderimiz.
Kışın da, yarısını altımıza yayardık.
Diğer yarısını da, gece yorgan yapardık.)
Buyurdu ki: (Ey kızım, onlara git de söyle.
Seni göndermesinler bir daha bana böyle.
Dünyada yaşayışı böyleyken Peygamberin,
Yakışır mı, hayatı başka olsun Ömer’in?
Ey kızım, Peygambere uymazsa baban eğer,
Yarın, Onun yüzüne nasıl bakar bu Ömer?)
.
Korkudan bayılmıştı
Bir âlime giderek Ömer bin Abdülaziz,
Dedi ki: (Bana biraz nasihat eyleyiniz.)
Buyurdu ki: (Ya Ömer, sen şimdi hükümdarsın,
Öncekiler hep öldü, şimdi, sen sıradasın.
Adem Nebiden beri, dedelerinin hepsi,
Göçüp gitti dünyadan, kalmadı bir tanesi.
Senin dahi ecelin, elbet bir gün gelecek.
Cennet ve Cehennemden başka yer yok gidecek.)
Hanımı, birgün ona dedi ki: (Ben, bu gece,
Rüyada, Cehennemi gördüm ve korktum nice.
Zira o, alev alev şiddetle yanıyordu.
Ve korkunç sesler ile kükreyip duruyordu.
Sonra Sırat köprüsü kuruldu üzerine.
Abdülmelik bin Mervan, gelip çıktı üstüne.
Birkaç adım attı ve gidemedi ileri.
Sonunda, Cehenneme düştü yüzü üzeri.
Velid bin Abdülmelik, köprüye girdi sonra.
Birkaç adım atmadan, o dahi düştü Nar’a.)
Ömer bin Abdülaziz korkuyla dinler idi.
Zira onlardan sonra, sıra kendisindeydi.
Korkuyla sual etti (Sonra ne oldu?) diye.
Dedi ki: (Daha sonra, sen girdin bu köprüye.)
O bunu işitince, bir (Ah!) çekti derinden.
Bayılıp düştü yere o anda kederinden.
Kadın, yüksek ses ile bağırırdı hayretle:
(Vallahi sen Sıratı geçmiştin selametle!)
Lakin o, hanımının sözünü duymuyordu.
Zira baygın bir halde, yerlerde yatıyordu.
Ömer bin Abdülaziz, vefat eylediğinde,
Taziye eylediler akrabası evinde.
Muhterem hanımını ziyarete geldiler.
(Bize, zevcin Ömer’den biraz bahset) dediler.
Dedi ki: Gece gündüz, ibadet yapıyordu.
Allahü teâlâdan pek fazla korkuyordu.
Vakfetti hayatını kulların hizmetine.
Ve çok dikkat ederdi Hakka ibadetine.
Allahü teâlâdan, ederdi haya, edep.
Ve Onun korkusundan, her gece ağlardı hep.
Öyle ki, ağlamaktan, iki gözü şişerdi.
Sonunda bir (Ah!) edip, baygın yere düşerdi.
Bir gece, iki rekat namaz kıldı bir kere.
Elleri çenesinde, daldı bir tefekküre.
Göz yaşları, sel gibi aktı yanaklarından.
Fecir sökene kadar, ağladı hiç durmadan.
Kendisine dedim ki: (Ya emirel müminin!
Ne oldu ki, bu gece, çok ağlayıp inledin?)
Dedi ki: (Bu milletin, zengin ve fakirine,
Sultanlık yapıyorum, kölesine, beyine.
Şu koca memleketin dört yanında bulunan,
Nice dertli, kederli, nice biçare olan,
İnsanların hepsinin hesapları, elbette,
Bana sorulacaktır ölünce ahirette.
Bu hesabın altından kalkamazsam diye ben,
Düşünüp, kederlendim, ağladım bu sebepten.)
.
Teşekkür heyetiyiz
Ömer bin Abdülaziz, halife olduğunda,
Yayıldı huzur, refah, ülkenin her yanında.
Bir gün de, huzuruna, heyet geldi bir yerden.
Onları kabul edip, içeri aldı hemen.
Heyette, genç ihtiyar kimseler vardı, ama,
Evvela genç birisi, başladı konuşmaya.
Ömer bin Abdülaziz, o genci etti ikaz.
Dedi: (Yaşlılar varken, sen konuşma, dur biraz.)
Lakin genç fütursuzdu, yani kendinden emin.
Korkmadan cevap verdi: (Ya emirel müminin!
İş, yaşa göre midir, niçin öyle diyorsun?
Senden daha yaşlılar yok mudur sultan olsun?)
Ömer bin Abdülaziz, aldığı bu cevaba,
Hayret edip, düşündü: Bu, ne ister acaba?
Gencin konuşmasına, vererek hemen izin,
Dedi: (Konuş bakalım, nedir bizden isteğin?)
Arz etti ki: (Biz senden, bir şey istemiyoruz.
Çünkü bolluk içinde bir hayat sürüyoruz.
Lütuf ve ihsanınız, fazladır ki o kadar,
Bize de ulaşmıştır, edemez kimse inkâr.
Ayrıca, şunu dahi edeyim ki hemen arz,
Senden, bir endişemiz, korkumuz yoktur biraz.
Sebebine gelince, ya emirel müminin!
Adaletin, bizleri korkudan kıldı emin.)
Ömer bin Abdülaziz bunları dinleyince,
(Peki, niçin geldiniz?) diye sordu hemence.
Genç dedi: (Efendim biz, teşekkür heyetiyiz.
Bir teşekkür ederek, geriye döneceğiz.)
Bir gün de, âlimlerden birisinin yanına,
Gidip, rica etti ki: (Nasihat eyle bana.)
O dahi buyurdu ki: (Ey halife, sen bugün,
Bir islam âlemine, halifesin topyekün.
Lakin senden önceki gelen o halifeler,
Öldü ve ahirete gittiler birer birer.
Hiç şüphen olmasın ki, yakın bir gelecekte,
Sen dahi, onlar gibi öleceksin elbette.)
Ömer bin Abdülaziz, duygulandı begayet.
Ağlayıp, buyurdu ki: (Nasihate devam et.)
Buyurdu ki: (Hazret-i Adem’den itibaren,
Bilcümle dedelerin, hep öldüler tamamen.
Bir zamanlar, onlar da yaşıyorlardı, fakat,
Şu anda hiçbiri yok, ettiler hepsi vefat.
İyi bil ki sen dahi, onlar gibi elbette,
Çok yakında ölür ve olursun ahirette.)
Daha duygulandırdı Halifeyi bu kelam.
Daha çok ağlayarak, dedi ki: (Eyle devam.)
Buyurdu: (Ey halife, iyi bil ki bu dünya,
Fanidir, çabuk geçer, sanki hayal ve rüya.
Ahiret öyle değil, ebedidir o âlem.
Orada iki yer var, Cennet ile Cehennem.
Dünya fani ise de, bir imtihan yeridir.
İmtihanı kazanan, Cennete gidebilir.
.
Yamalı giyerdi
Ömer bin Abdülaziz devrinde, hiç bir insan,
Korkudan yapamazdı bir gıybet ve su-i zan.
Halifenin yanına, birgün bir kimse geldi.
(Falanca, sizin için şöyle söylüyor) dedi.
Onu hemen susturup, buyurdu ki: (Ey kimse!
İster araştıralım, ne ise bu hadise.
Eğer yalancı isen, Hücurat suresinin,
Altıncı âyetince, sen mesulsün bilesin.
Söylediğin yanlışsa, sure-i Kalem’deki,
Onbirinci ayetten, mesulsün elbette ki.
Her iki halde dahi, olursun yani mesul.
Mesuliyet altına girer mi akıllı kul?
Üçüncü hali seçip, affedelim seni biz.
Zira caiz değildir gıybeti dinlememiz.)
O kimse pişman olup, hemen tövbe eyledi.
Ve (Bir daha, böyle bir günaha girmem) dedi.
Bir gün de, bir müslüman gelerek Halifeye,
Dert yandı: (Falan kimse hakkımı yedi) diye.
Buyurdu ki: (Hakkını almış olarak yarın,
Ölüp de gitmektense huzuruna Allah’ın,
Onda hakkın var iken, Rabbinin huzuruna,
Gitmen, daha hayırlı, daha iyidir sana.)
Yine bir Cuma günü, kıldırıp kendi namaz,
Cemaat arasında, oturdu sonra biraz.
Giydiği elbisenin, her iki tarafında,
Yama vardı, cemaat, oldu bunun farkında.
Bir tanesi dedi ki: (Ya emirel müminin!
Yamalı elbiseyi giyersin, acep niçin?
Yenisini almanız mümkündür, öyle ise,
Giyinseniz olmaz mı daha yeni elbise?)
Buyurdu ki: (İyidir fakirlikte iktisat.
Lakin daha iyidir varlıkta bu iş kat kat.
Suçluyu affetmek de, gayet faziletlidir.
Ama gücü var iken, daha da kıymetlidir.)
Ömer bin Abdülaziz, birgün Hasan Basri’ye,
Mektup yazdı: (Bana bir nasihat eyle) diye.
Buyurdu: (Bilesin ki, bu dünya bir konaktır.
En büyük akıllılık, ona aldanmamaktır.
Zira onun üstünde yaşıyanlar, ölürler.
Sonra, yaptıklarından hesaba çekilirler.
Eğer üstün tutarsa bu dünyayı bir kişi,
Zillet ile yaşar ve çetin olur her işi.
Dünya zehir gibidir, bilmeyenler onu yer.
O da, o kimseleri öldürür, helak eder.
Diriler, ölülerden hiç mi ibret almıyor?
Hiç ölmeyecekmiş gibi, dünyaya sarılıyor.
Her gün ayrı üzüntü, her gün ayrı bir keder.
Rahata kavuşmadan, bir anda ölür, gider.
Çünkü olmaz rahatlık bu dünyada katiyen.
Rahatlık, ahirette olacak ebediyen.
İnsan düşünmez mi ki, bir gün elbet ölecek.
Mizanda, ince ince hesabı görülecek.
Aklı olan, dünyada yaşamaz gaflet ile.
Geçirir her vaktini, ilim ve ibadetle.)
.
Bugün 296 ziyaretçi (393 klik) kişi burdaydı!